You are on page 1of 391

EVEREST Em

AYŞE KULİN /ESERLER l99X/ İ.Ü. İkıi�im bkiilı1::.i Ronı.ın


D.ılınd.ı Yılın En B.ı�.ırılı \'.ız.rn ()dlilli
1. (;ıhusı· l>llll ru:Jinii (Öykü)
1999 / O itl . ımc E�khiy.ıı n.ılıııd.ı En
r
2. Bir "f'arlı H11:.11r ( Biyog.r.tll)
B.ış.mlı K.ıdın Y.ıL.ırı C>diihi
·"· Fow .\abnh JfrsiııtlıTİ f(>ykii)
1999 / i.ü. ih.:ıi�inı 1-'.ıkiiltöi Roın.ııı
4. Adı: Aylin ( Hiyo�r.ıtlk Ruııı.ın)
D.ılınd.ı Yılı n En B.ı�.trılı Y:ız;m (ldülü
5. Cı'ı"11işh1111n11lrrr(Clykli)
2000/ Ruı.u.KI Yılın Y.ız:ın (>dlilii
6. St ı >dnli11l·n ( Rorn.111)
2001/Aıık.ır.ı Fen 1.i!'o(.·�i Oı.d Bilim
7. Fün·.vn (Biyıı�r.ıflk Rıırıı.111)
< )kull.ırı Yılııı Y.ıı.ırı ü�hihi
8. 1\#pni (llonun)
2002 / Tqlc C:ln·I İkti�iııı Kunı ml. ın Yılın
9. İfİııufr Kı:.ıl Uir (;ııl (;;/,; ( lknı:ını:)
En i�·i E�khiy.111;1sı <.)diilii
10. Jfnlmııın (Şiir)
2003 /AV< lN Yılın En B.ı�.ınlı K:.ıdın Yazarı
11. Nıji·s Nıji·sı· (Rımun)
Ödlilii
12. Kn rddn l ı ıT (Ar.ı�ıırına)
2003/ lk�ı �M Yılın F.ıı B.ı�.ınlı Y.l7:ırı
13. ( ,"(u Salı'ri ( Roın.ın)
()d(ilii
14. HirC:tin (Roın.rn)
2004 /İ!'>t.uıhul Kiiltiir ÜııinTsİ11:'i Yi.ir1..·kli
' rmı,s Uir YoL·m11,sf<")ykliJ
ı:;. /lir ln
K.ıdın ()diilii
16. Vi·d11 (Rum.uı), Vi·dn (C)ı�i Rnm;ın)
2004 / l\:nn·ııiy.ıl 1.iM.·,i Yılın En İ)·i Y.ıı..ın
17 . .\'u N1·11t'11i11 .\/ıım/lnn (C,:oı.:tık Kir.ıhı)
Ödlilii
1X. l/111111 (Roııı.ın)
2007 / B.ı�t"ıl.ır At.ıtlirk İ.ÜOk. & bl· ııkr·
• r A,oL· /'ouıTr (1 krktlll')
K.ırdqlik İ.ÜOk. Yılın Edl'.hiy.ıt
19. '/iış /)uın
i�,T�
20. ·n;rh111-·ıi·k l'f 'frl.- Unşm11 (Aııı Roın.ın) \'.11..ın ()diılli
21. Hfl_wıt·/)1ir/Jiiı11imdı' 1'.'1rL· Sı'm' (Anı·
2007/Tiirkiyc Y.11,.ırlar Birliği VEDA isimli
Roma n)
roın,ııll ik Yılın En B.ış.trılı Y:ız.ın
22. Hiı:.ii11·/)iirl1111111111de J\ırL· Sme(Anı· 200M/ Euroıx'.ın < :mttKİI uf Jcwhh
Rııın.ın)
Commununitiı.:s Rıım.ın (ldlilii
23. (,'izli llnlııroı Yıılmm (Roııı.ın)
2009/TED Bilim Kurulu Eftiıiııı Hit.llll'.I
24. S11Hı . iir/ı'I' (�iir)
� Üdiilli
25 . ."M·isİ:. ( L· 11fr · ( Öykii
J:ıt ı Dcrkmt·,i) 2009 / Kı k:.ıdi, 2. Alım (:
. ın:ır Dostluk \'l'

ıtırı� <'>dlilii

ÖDÜLLER 2009/ K.ıh.u.ı�lıl.ır D1.·rn1..·ğ.i Yılın En İyı


Y.ıı.ırı < hluhi
19SX ı-w / l ıy.uro n· T\' Y.ıı.ırl.ırı
10111/Bl·Sr F�l l<J<IX·200X. ıo Yılııı En
ll1..·rıı1..·ğ.ı. ı�n l�ı {.:l'\l'l' J)u.1nıi d.ılım!J
BJ�.ınlı Kiı.ıbı
Tı.:lnııyıııı B.ı�.ırı ()duhı.
l lJtJS/ l l.ıl1..lun T.111n Oyku Üd11hl Hiıiııı:i'i 201 O/ K.ıh.11.ı�lıl.ır Dcrnq;ti \'ılın En İyi
Y.11..ırı <''>diılii
1996/S.ııı 1-'.lik Hik.ıy1..· :\rm.1�.1111 <)dlılii
ıo 1 1 / iTU Eı\tÜS Y.ı�.1111 Bo�·ıı H.ı�.ırı
ltJ96/ .t U:\T l·.n H.ı�Jnlı Y.1.1.ır Odiılli
Üdiihi
!t)97/<lntl.11111.· Rcıııı.uı d.ılııHl.ı Yılııı En
2011 / Orkuno�hı E iı im Kurunıl.ırı, Yılın
ğ.
HJ�.ırılı K.Hlııı Y.11.ırı (ldiılıi.
En B.ı�.ırılı Y.u.ın <')diihi
19'17/ �okı.ı lkr�i" DORUKTAKİLER
2011/ l-'_'\Kt\DER Kiilıiir & S.ın.u <)diilkri.
bkhı�".11 <'>�1tı111
1977/ İ .U. lkıi\'im F.ıkiıhni . Roın:ın D:ı· H.ıtır;ıt d.ılıııd.ı HAYAT& HÜZÜN.
lıııd.ı \'ılın Eıı B.ı\'.mlı \'.ıı. .ın < ldiilii 2011 / l'AREWEl.I. (VEDA) ile Dııblin

J99X/<)rill.ııııt· bkhiy.ıı ().ılınd.ı \'ılın Eıı IMPAC Etkhiy;ıt Ödiillli Ün Ad.tyı


H.ı\'-ırılı Kalın YM.ın (>dulu

.\tııdıı/1111-tı'nın l\11\11.1-Hl·r,1..·k ıdıf gdiri S.t\',lŞ m.ıgdunı çocukbr:ı, Krı rddoılı'ı ·'iıı tdifgdi­
ıi K.ınkkıı Projnınc, .\it Nou',,;,, Mam//11n'ıun tdifgdiri Ul\:ICEF Aıı.ıııkulu Pnıjt·�inc,
.
T11rL·n11·TtL· ,,, 'li'L· 1'11Jma'nııı ü1.d h.\skıs ı nın \'(.' Tiir1'a11 ıiy.ııro oyununun ıdif gdi rl ri i:.c.:
c
ÇYDll cr.iııın pruıdcrin1.· b.ı�ı�l.ıııınışıır.
TÜRI<AN
Tek ve Tek Başına

Ayşe l(ulin
Yayın No 756

Biyografi 46

Türkan
Tek ve Tek Başına
Ayşe Kulin

Yayına hazırlayan: Çiğdem Su

Kapak tasarını: Utku Loııılu

Kapak fotoğrati: Kutup Dalkıran

Düzelti: Aylin Samancı


Mizanpaj: Bahar Kuru Ycrck

© 2008, Ayşe Kulin


© 2009; bu kitabın tiiııı yayın hakları
Everest Yayınları 'na aittir.

1-2. Basını: Kasını 2009- Şubat 2011


Cep Boyu 1-6. Basını: Şubat - Eylül 2012 (55.000 adet)
Cep Boyu 7. ifasını: Ekim 2013 (5.000 adet}

ISBN: 978 - 975 - 289 - 695 - 6

Sertifika No: 10905

EVEREST YAYINLARI

Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğ,lu/İSTANBUL


Tel: (212) 513 3420-21 !-'aks: (212) 512 33 76
c-posta: iııfo@cvnestyayinlari.com

W\VW.cvcrestyayinlari.conı
"'"'""rwittcr.conı/cvcrcstkitap

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık


Matbaa Scrtiflka No: 12088

Çifrclıavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8


Bavrampaşa/İstanbul
Tel: (0212) 67497 23 Faks: (0212) 67497 29

Everest, Alfa Yayınları'nın tescilli markasıdır.


ÖN SÖZ

Prof. Dr. Türkan Saylan'la, 2003 yılında, onun


hayata geçirdiği ve sonradan benim adını KARDE ­
LENLER olarak değiştirdiğim, ÇAG DAŞ TÜRKİ­
YE' N İ N ÇAG DAŞ KIZLARI adlı projenin kitabı­
nı yazmak için doğu illerine doğru yolculuğa çık­
madan önce tanıştım . Dostluğumuz ilerleyince, bi­
yografisini yazmamı arzu etti.

Hakkında yazılmış pek çok kitap vardı. At Kız,


*
kendi kaleminden hayatının belli bir bölümüne da­
ir otobiyografiydi . Mehmet Zaman Saçlıoğlu'nun
kaleme aldığı Güneş Umuttan Şimdi Doğar,** ise,
hayatının tüm evrelerini gözden geçiren, kapsamlı,
özenli bir nehir söyleşiydi . Ayrıca, tıp ve eğitim

*
At Kız, Türkan Saylan, Cumhuriyet Kitapları, (2007).
** Güneş Umuttan Şimdi Doğar, Haz: Mehmet Zaman Saç­
lıoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, (2004 ) .

v
alanlarındaki çalışmaları da çeşitli kitaplarda top­
lanmış, bana yazacak pek bir şey kalmamıştı . Bunu
ona söylemiştim ama isteğini yerine getirememiş
olmak bir türlü içime sinmiyordu . 2008 yılının
sonlarında, bir araya geldiğimiz bir gün, eğer kabul
ederse, lepra dünyasına dair bir kitabı, onun üze­
rinden kaleme almayı önerdim.

Türkan Hoca bana hastalarıyla ilgili öyküler an­


lattı . Ne yazık ki o günlerde omuzumda oluşan bir
sorundan ötürü üç ay boyunca sağ elimi kullana­
madı m . Mart sonuna doğru iyileştiğimde, bu kez
onun hastalığı çok ilerlemiş, iyice güçsüzleşmişti.
B uluşmalarımızda onu yormaktan korkuyor, ko­
nuşturmaya çekiniyordum.

2009 yılının Nisan ayında Türkan Hoca'nın evi


basıldı, kitaplarına, yazılarına, mektuplarına el kon­
d u . Sonrası zaten bir rüzgar hızıyla gelişti . Türkan
Hoca kaybettiği bedensel gücü nü, baskından son­
ra, kısa bir süre için adeta geri kazandı, canı nı dişi­
ne takıp bitirmesi gereken tüm işlerini hızla ta­
mamladı, beni son kez görüşmeye çağırarak kitap­
la ilgili bazı özel isteklerini aktardı, başkanı olduğu
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin yirminci
yıl töreninde konuşmasını yaptı ve sonra tedavisini
durdurarak, aramızdan ayrıldı. Cenazesine İstan­
bul'da yaşayan tüm iyi ve dürüst insanlarla, yurdun
dört bir tarafindan gelen lepralılar, burs verdiği


çocuklar ve öğrenciler katıldı. Türkiye, bu muhte ­
şem insana şükranlarını , 1 9 Mayıs 2009 tarihinde­
ki cenaze töreninde, içtenlikle sundu.

En eski ve en yakın arkadaşlarından biri olan


Gökşin Sanal'ın bana on üç yaşından itibaren yazış­
tıkları mektuplardan kendi seçtiği bölümleri ver­
mesiyle, kitabımın önceden planladığı m içeriğini
değiştirdi m . Yazacaklarım, Türkan Hoca'nın haya­
tının bugüne kadar kaleme alınmamış kesitleri üze­
rine yoğunlaşmalıydı. Hakkında yazılmış olanlar­
dan az alıntı yapmaya, tekrara düşmemeye gayret
ederek, bana emanet edilen alı ntılardan yola çıka­
cak, hayatı boyunca " i,cinde yaşattığı ,cocuğu" ve in­
sani yanını öne çıkaracaktım ;
Zaten Gökşin Sanal, mektuplardan alıntıladığı
satırların başına, sevgili dostu için şöyle yazmıştı :

ccsevgili Türkan 'ı tanıtıcı yazılar, yaşam öyküsü


sayılabilecek kitaplar yazıldı. Hepsi güzel ama ben­
ce eksik! Son gününe kadar i,cinde yaşattığı ,cocuğu,
akıllı bir kadın olmasına karşın hep saf kalan yönü ­
nü, başkalarını incitmemek uğruna düştüğü yanlış­
ları, dostluk üzerine duygu, düşünce ve davranışla­
rını, hep merak edilen aşklarını ya da aşk sandığı
ilişkilerini, günümüzde ,cok kişinin yadırgayacağı
romantizmini bugüne kadar dilegetiren olmadı. "

Türkan Saylan'ın hayırlı yaşamının, tıp ve eği­


tim alanında yaptıklarının , müstesna kişiliğinin tek

vıı
bir kitapta eksiksiz verilmesi zaten m ümkün değil .
Okuyacağınız satırlarda, ben sadece ona verdiğim
sözü tutuyor, bu eşsiz insanın portresine, birkaç
fırça darbesi de ben vurmaya çalışıyorum; yılların
soldurduğu ama çok özgün renklerle.

viii
TÜRI<AN
Tek ve Tek Başına
BİR MASALIM VAR

Şubat 1 999, Arnavutköy

Torunlarımı özledim . İtiraf edeyim, yaşamın


hayhuyu içinde pek aklıma geldiklerini söyleyemem
ama hastalığım nüksettiğinden beri, onları sık düşü­
nür oldum . Timur ile Tamer şu günlerde Alman­
ya'da değil de burada olsalardı, onlara, " Bir zaman­
lar Boğazi,ci'nde çok güzel manzaralı bir ahşap kojk­
te küçük bir kız yaşardı," diye başlayan bir masal an­
latmak isterdim. Masalımı, kendi keyfime göre kur­
gular, mutlu sonla bitirirdim. Belki gerçeğe tam uy­
mazdı ama ne gam! Masallar hayalleri anlatmaz mı
zaten? Ben masalımdaki küçük kıza çook uzun bir
hayat çizgisi bahşedcrdim . Neden mi? O kızın hali
yapmak istediği pek çok şey var da, ondan!
Toru nlarıma anlatacağım masala, " Emirgan 'da
eski Mirgün İskclcsi'nin arkasındaki Kuleli Ya-

1
lı)nın üst katında, 1935 yılının bir kış günü bir be­
bek doğmuştu. Bebeğe annesiyle babası Türkan adı­
n ı koymuşlardı. Türkan, dört-beş yaşına kadar o ev­
de yaşamış, konuşmayı, yürümeyi hep o evde ögren­
mişti ama hayatı boyunca özlemini rektiği, rüyala­
rında gördüğü evi, i,cinde doğduğu ev değil de, ba­
basının ailesi ifin bizzat yaptığı, Kandilli)deki dört
katlı ahşap konaktı, ') diye devam ederdim.
Torunlarım, "Bu Türkan sen olmayasın babaan­
ne?" diye soracak olurlarsa, gerçeği saklamazdım.
"Aferin size, bildiniz işte ! " der ve dikkatleri da­
ğılmadan arkasını getirmek isterdim masalımın. Bir
süredir çocukların aile öykülerini bilmelerinde fay­
da olduğuna inanmaya başladım. Gençliğimde hiç
düşünmezdi m böyle şeyleri. Çınar'ın Almanya'da
doğan ve orada büyüyen çocuklarına ailemizle ilgili
hiç bilgi vermemiştim . Oysa ölüler hatırlandıkları
sürece yaşarlar. Şimdi sanki Timur ile Tamer benim
yanımdaymışlar gi bi bir oyun kurmam ve onlarla
konuşuyormuş gibi yapmam hep bu açığımı kapat­
mak için. Torunlarıma masal anlatır gibi anlatmak
istiyorum aile bireylerini ki, benden sonra onların
belleklerinde yaşayadursunlar. Bu nedenle beni
duyduklarını hayal ederek, Kandilli'deki evi, hali­
mizi anlatıp duruyorum.

Evimiz dört katlıydı ama biz sadece iki katında


otururduk. Kalabalık bir aile olduğumuzdan, kar­
deşlerimle benim hiçbir zaman tek başımıza birer

2
odamız olamadı. Büyüyüp de yuvamızdan teker te­
ker uçmaya başlayıncaya kadar, yıllarca aynı odayı
paylaştık ve eşyalarımızı yatakları mızın altındaki
kocaman çekmecelerimizde sakladık. Ama o ev sa­
yesindedir ki, her zaman temiz havada, kuşlarla, çi­
çeklerle, doğayla iç içe yaşadık, babamm bahçeye
elleriyle diktiği ağaçlarla birlikte boy attık, birlikte
büyüdük. İ nanıl maz bir hasretle, işte o eve dönme­
ye başladım ben, hem de sık sık. Üst bahçede, ba­
baannemin gölgesinde sigarasın ı tüttürd üğü, salı n ­
cağımızın asılı olduğu i k i büyük ceviz ağacının ara­
sında d u ruyorum ve çocukl uğumu yeni baştan ya­
şıyorum . Çınarlardan birinin korunaklı dallarına
kardeşlerimle yastıklar, tahtalar koyarak bir ağaç-ev
kurmuştuk. Okuldan döner dönmez ilk işimiz ağaç
evimize tırmanmak olurd u . İyi havalarda ödevleri­
mizi bile orada yapardık. Babamın eve dönüşlerini
de oradan gözlerdik, eğer onu karşılamak ve elin­
deki paketleri taşımak üzere çolu k çocuk Kandilli
Vapur İskclesi'ııe gitmemişsek.

Annem her sabah mor jarse sabahlığı ve özenle


taranmış bukleli saçlarıyla, pırıl pırıl giyinmiş baba­
mı evimizin kapısında işine yoku ederdi. Biz ço­
cu klar da kapı önüne doluşurduk, babam, annem­
den sonra, yaş sıramıza göre yanaklarımıza birer
öpücük kondursun diye. Babamla annemin yakı n ­
laşmalarına tek şahit olduğumuz anlar işte b u kapı
önündeki veda fası llarıydı . Bunun dışında biz an-

3
nemizle babamızı hiç öpüşüp koklaşırken, aynı ya­
takta yatarken veya birbirleriyle flört ederken gör­
medik. Şimdi düşündüğümde, birbirine çok aşık
iki insanın bunu nasıl başardıklarına akıl erdiremi­
yorum !
Biz beş kardeştik. Ben i l k çocuktu m, benden on
ay küçük kardeşim Tuğrul , 1 9 39'da doğan Tur­
gut, 1 940'lı, güzeller güzeli kız kardeşim Turhan
ve nihayet sapsarı saçlarından dolayı Sarı Kabak di­
ye çağırdığımız Gündüz! En büyükleri ben oldu­
ğum için herhalde, hep anaç bir taratinı oldu be­
n i m . Annem, bir akrabasının vefatı sırasında haya­
tının bizsiz tek yolcu lu ğu na çıkarken, kardeşlerimi
bana emanet etmişti. Onlara laf geçirmek için, an­
nemin bir elbisesi ni giymiş, yerlerde sürünen etek­
leriınle kardeşlerime kol kanat germeye çalışmış­
tun . Yaşamım boyunca kendimi tüm çocuklara kar­
şı sorumlu hissetmem, evimi çocuklarla doldur­
mam, o gün lere duyduğum özlemden mi kaynak­
la111yordu acaba?

Torunlarımı bana soru lar sorarken hayal ediyo­


rum , "Senin babaan nen nasıl biriydi, babaan ne?"
diyor Timur.
"Bııbaan nern Nııdide Han ı m iince gencecik ko­
casını sonm da dört yaşındah kızını kaybetmiş acı­
lı bir /?adındı. Dul rnaapyla zor ;·artlarda büyütüp
okuttujju ilıi ojflu, bir gün olmldan eve dıinerlerken
Galata KöjJrüsii üzerinde asl?ere alınıp Balkan Sa-

4
vap)nagiin deriliverm�slerdi. Babaannem savaş son ­
rasında a mca mı dagen,c yaşında kaybedince, hep bi­
zimle birlil?te yaşadı. Biricik oğlunun evinde ,cok
mutlu ve huzurlu bir yaşamı olduğunu sanmıyo­
rum, ,cünkü oğlunu pek sevmediği ecnebi geliniyle
paylaşmak zorunda kalmıştı. Annem ve babaan­
nem) aralarındaki mesafeyi kapatmamak i,cin de
birbirlerine hep) C!Janımefendi, ) diyerek hitap etti­
ler," diye anlatıyoru m .
Yok yok! B u nları anlatmam doğru olmaz to­
ru nlarıma! Aile içi ndeki tatsızlıkları bilmelerini is­
temem. Aslında tatsı zlık da denemez, ama bir tu­
haf sürtüşme vardı iki kadının arasında. Babaanne­
min hayattaki en büyük rakibi, İsviçreli annemdi.
Din değiştirip Mi.isli.iman olması, Tü rkçeyi eksiksiz
öğrenmesi ve bi rbiri ardına çocuklar doğurması bi­
le U.fi gel memişti babaannemle arasındaki buzlan
eritmeye. Babaannem beni ve kardeşlerimi biz kü­
çükken masallarla, şekerlerle etrafina toplar ve bize
sürekli annemi çekiştirirdi. Ona ina nır, üzülürdüm.
Babaannemin etkisinden ancak sekiz dokuz yaşıma
geldiğimde kurtulabilmiştim .

Babaannem hayatı nın tek ışığı, sevgili oğl u Fa­


sih'i kaybedince akl ıııı da onunla birlikte yiti rdi .
Eminim oğl u n un peşine takı lıp gitmeyi tercih
ederdi ama babamın ardından uzun yıllar yaşadı.
Asla ısınamadığı gelini ise, ona, "h:ıııımefcndi" de­
mekten vazgeçip "babaan ne," de meye başladı ve

5
bin bir işinin yanında ölü nceye kadar hiç şikayet et­
meden baktı, kendini sevmeyen kayınvalidesine.
Yangın çıkarmasın , bir yaramazlık yapmasın diye
peşinde gezdi, yemeğini el leriyle yedirdi, altını
bezledi senelerce.
Annemin ne kadar çilekeş ve fedakar bir i nsan
olduğu bana ne yazık ki ölümünden sonra dank et­
ti . Ancak onu kaybedince anlayabildim hayatı nın
ne kadar zor olduğunu.
Ah annem!
Çok geniş bir yatak odası ve yeşi l lake bir yatak
takımı vardı annemi n . Yeşi l lake yatağın da, özellik­
le loh usalı klarında, en sevdiği renk olan mor gece­
liklerle yatışı gözleri min önü nde şimd i ! Hayata İs­
viçre'nin Zürih'e yakın Mcli ngen Kasabası'nda, bir
teknisyenin kızı , Lilly Rein mann olarak başlamıştı .
Ailesi sonra İngiltere'ye göç etmiş, büyükbabam
zaman içinde pek çok patent sahibi bir mucit ola­
rak iyi para kazanmış ve kı zıııı İ sviçre'nin çok iyi bir
okulunda okutmuştu. Annem, İngilizceyle Alman­
casının yanı sıra Fransızcayı ve piyano çalmayı bu
okulda öğren mişti. Babam ilk evl iliği nedeniyle İs­
tanbu l'da yaşamakta olan , sarışın , yeşil gözl ü , gü ­
zel annemle taııışır tanışmaz ona o kadar aşık ol­
muş ki, hemen evlenme teklif etmiş. Bir yıl son ra
da ben doğm uşum.
Önceleri ailesine rahat, hatta lüks bir hayat ya­
şatabilen babamın işleri ben ilkoku l u bitirdiğim yıl­
larda bozu lmaya başladı . Evimizdeki yardımcılar

6
teker teker işlerini bıraktılar. Mısır Çarşısı' ndan bol
ve toptan alınan yiyecekler, mahalle bakkalından
gramla alınmaya, dikkatle tüketilmeye başladı . Pişi­
rilecek malzemenin bulunamadığı günleri bile gör­
dük. Annem öyle günlerde bayat ekmekleri sütle
ıslatıp Üzerlerine yumurta kırarak lezzetli yemekler
yapard ı . Şeker yokluğunda ise çayı kuru üzümle
içerdik. B unlar biz çocuklar için eğlenceli oyu nlar­
dı ama belli ki babam hayatla mücadelesinde çok
yıpranmaktaydı . Henüz elli sekiz yaşındayken, kırık
bir gönülle yitti gitti, sevgili karısını, bunamış an­
nesi ve beş çocuğuyla geride bırakarak. Allahtan o
günlerde ben kendi ailemi kurmuş, annemin sırtın­
dan in mişti m .

Babamdan sonrası, bütün Saylanlar için h e p bir


hayat kavgasıdır!

Benim torunlarıma aktarmak istediğim , baba­


mın da, babaannemin de hayatta olduğu, bahçeli
evi mizde bir arada, geniş bir aileye ait olmanın sı­
caklığını hissederek yaşadığımız çocukluk yıl ları­
mız, galiba. Her kalabalık ailenin yaşamı bir masal­
dır, bence.

Yarın Çınar hatırımı sormak için telefon ettiğin­


de ona ilk fırsatta oğlanları İ stanbul'a getirmesini
söyleyeceği m . Okul tatil lerine kadar ömrüm vefa
ederse, torunları ma anlatacak bir masalı m var.

7
ŞAFAK SAYARKEN

1 2 N isan 2009, Arnavutköy.

Bi rkaç günden beri boğazı mdan hiçbir şey geç­


miyor. Son kemoterapi seansı mide bulantılarımı
artırdı . Beni serumla beslemeye çalışıyorlar ama el­
lerimde kollarımda serumu saplayacak damar da
kalmadı artık. Her tarafı m delik deşik. H ızla yak­
laşmaktayım kaçıml maz sona. Birkaç işim kaldı ya­
pılacak. O işleri tamamlamanın telaşındayım . Son­
ra tüm tedaviyi kestireceği m . Bu nefes nefese koşu
bitecek. Dinlenmek benim de hakkım. Uyumak
h uzur içinde ! Uzun zamandır uykularım da yok
çünkü . Yatağın içinde sabahı bekliyor, eğer halim
varsa, kalkıp şafağın söküşünü seyrediyorum gün­
lerdir.
Şafakta gökyüzü önce kıpkırmızı oluyor sonra
turuncuya çalıyor, sararıyor, pembeleşiyor, mavile-

9
şiyor dakikalar geçtikçe, sanki renkler birbirinin içi­
ne akıyor, birbirinin içinde eriyor, tarifi mümkün
olmayan, i nanılmaz bir güzellik kaplıyor göğü .

Bunca yıl hep mehtap delisi oldum ben. En in­


ce hilalden başlayarak, takip ederdim ayın gelişip
dolunaya erişmesini. Dolunayı gördüğüm an, nere­
de olursam olayım, odaklanırdım bu m uhteşem
güzelliğe. Evdeysem, iskemleyi pencerenin önüne
çeker, mehtabın tam karşısına oturur, uzun süre
seyrederdim çocu kluğumun aydedesini . Yuvarlağın
üzerine çizilmiş surete bakar, bana göz kırpmasını,
bir şeyler söylemesini bekler, daha da ileri gider,
gerçekten bir şeyler söylediğini farz ederdim . Ay,
gökyüzünden tlsıldardı kulağıma d uymak istedi­
ğim şeyleri . Mesela Bursa'ya tayi nim çıktığında,
"Çocuklarım ı nasıl bırakır da gideri m ? " diye sor­
muştum , sağ köşesinden azıcık ısırı lmış bir somuna
benzeyen aya. "Çocuklarını da yanında götürür­
sün, Bursa'da okul mu yok! " demişti . Günler son­
ra rahat bir uyku çekmiştim o gece. Niye hiç düşü­
nememişim o gün gökyüzüne bakana kadar, ço­
cuklarımı da yanıma almayı . Ben ki onları ihtisas
için Londra'ya giderken dahi geride bırakmamış,
yanı ma almışım, yıllar sonra! Bana, " Deli misin,
Londra'da çocuklar ne yapar? " diyenlere, " Lon­
dra'da okul m u yok?" diye yanıt vermiştim . İşte
böyle bir iletişimdi, ayla aramızda olan . Hatta bir
zamanlar, Fu lya'da dimdik bir yokuşun üzerindeki

10
evi, sırf penceresinden mehtap gözüküyor diye ki­
ralamıştım da deli demişlerdi bana arkadaşlarım.
Oysa şafak da aydede kadar güzelmiş meğer! M u h ­
teşemmiş! Kalan zamanımın hiçbir şafağını kaçır­
mak istemiyorum . Şafak sayıyorum kısacası, terhise
az kaldı.

Dün yine şafağa yakın, yattığım yerden perdeyi


aralayıp gökyüzünü izlemeye başlamıştım ki bir ara
içim geçmiş. Merdivendeki ayak sesleriyle uyan ­
dun. Gökşin gelmiş erkenden . Şaşırdım . Geceleri
yatmak bil mediği için erken kalkamaz çünkü o. Ba­
zı günler on bire kadar yatakta kaldığı olur. Oda­
mın kapısında elinde bir torba, bir de mis gibi ko­
kan, firından yeni çıkmış bir ekmekle dikiliyordu .
"Hayrola," dedim, "sen d e m i beni rüyanda
gördün yoksa? "
"Biri seni rüyasında mı görmüş?" diye sordu.
" Halime görmüş, kalkmış Tunceli'den buralara
kadar gelmiş."
" Halime hangisiydi, üvey oğullarından sürekli
dayak yiyen kadın mı?"
" O Yeter'di . Hani bacağını donmuş diye kese­
ceklerdi de, ben m uayene sırasında ellerken bir sı­
caklık hissetmiştim , kurtarmıştık bacağı. Ne bakı­
yorsun öyle, hatırlamadın m ı ? "
"Ay Türkan , o kadar çok hastan var k i senin,
hangi birini hatırlayayı m , Allahaşkına! Rüyasında
seni nasıl görmüş, sen bana onu söyle."

11
"Vallahi, merak edip sormadı m . Ama pek hoşu­
ma gitti doğrusu, helalleşmek için ta buraya kadar
gelmesi . Sen niye bu kadar erkencisi n? Erken uyan­
mazdın sen . "
"Dün gece uyumadım k i uyanayı m. Ş u ne za­
mandır isteyip durduğun gençlik mektuplarım ı z
var ya, dün, akşam yemeği nden sonra gardırobun
üstünden mektup kutularını i ndirdim, sabaha ka­
dar mektup ayı kladım. Türkan, i nanı lır gibi değil,
mektupl aşmaya 1 949 yılında başlamışı z. H aftada
üç, dört kez yazıştığımız olmuş. Her biri en az on
dört-on altı defter sayfası olmak ü zere , kutular do­
lusu mektup vardı. Hepsini tek tek döktüm önü­
me, kimini baştan sona okud um, ki mini atlaya at­
laya. Kah ağladım, kah gü ldüm . Arada bir mutfağa
gidip çay koyuyordum uykum u açsm diye. Gün ışı­
dı, sabah old u . Saate son baktığı mda yedi buçuğa
geliyordu. O saatte yatağa girmedi m artık, zaten
henüz soyunmamıştım bile. Mektupları bir poşete
attı m , yüzümü yıkadım, çıktım evden, köşedeki fı­
rından bir ekmek kaptı m , taksiye atladım geldi m .
Kahvaltın ı ettin m i sen ? "
"Zeynep hazırlıyordu tepsim i . Seslen de sana da
bir tabakla bir bardak çay koysun tepsiye," dedim .
" Ekmeği d e vereyim dilimlesin," dedi Gökşin ve
kucağıma bir tomar mektup bırakıp dışarı çıktı. O
yaşları mızın elyazısıyla yazılmış ortaokul mektupla­
rını mavi, lise yıllarını kırmızı kurdeleyle, üniversite
yazışmalarını da bir sicimle bağlayarak ayrıştırmış.

12
l 990'lara kadar, önceleri haftada birkaç kez,
sonra da giderek seyrekleşen bir tempoyla yazış­
m ıştık Gökşin'le. Kandilli Kız Lisesi'nde okurken,
yazları ayrılırdık. Her geçen günümüzün nerdey­
se her saatin i mektuplarda anlatırdık birbirimize .
Liseyi bitirince ben İstanbul'da Tıp Fakültesi'ne
gittim, Gökşin Ankara'da Dil Tarih'e yazıldı .
Mektuplarımız hızlandı . Onun yeniden İ stanbul'a
dönüşüne kadar, tüm yaşadıklarımızı mektuplarda
paylaştık. Bana hiç yayınlamadığı ama hayatı bo­
yunca yazdığı şiirlerini de yollardı . Sadece günde­
lik hayatımızın ayrıntılarını değil, okuduğumuz
tüm romanları, öyküleri, şiirleri de mektuplarda
tartışır, karakter tanımlamaları yapardık. Yıllar
içinde hayat yükümüz çoğaldıkça mektuplarımız
azaldı ama hiç kesilmedi. Son yıllarda, aynı şehir­
de yaşadığımız halde, sadece doğum günlerimiz­
de kart atmakla kalmamış ara sıra yine mektuplaş­
mıştık.

Gökşin'in bana getirdikleri ilkgençlik döne ­


mimizde yazdığı m ı z mektu plar. On lara göz atar­
ken boğazıma bir yumru geldi oturd u . Ben on
beş yaşımı sürerken, ne Kürt ne de türban soru­
nu m uz vard ı . Sağ sol kavgaları d�hi başl amamış­
tı henüz. Bugünün gençliğine göre inanılmaz
saf, idealist, aynı zamanda da de rtsiz olduğu mu z
o günlerde okudukça gördüm k i, kendi mi kaptı­
racak siyasi gruplaşmaların da farkında olmadı-

13
ğımdan, bana büyük laflarla edebiyat döktürmek
düşmüş!

" . . . Ah Gökşin, her yerimden kalkışta mehtaba


bir kez daha bakıyorum, ii yle nefis ki! O ışık sütunu
ta uzaklara kadar efsunkar bir kıvrılışla uzanıyor,
kah genişliyor, kah daralıyor, sular sakin ve ışıklar o
kadar cazip ve bambaşka ki hifbir şair onu mısrala­
rına, hi,cbir ressam tablosuna alamaz ve hi,cbir bes­
tekar onun melodisini bula maz. Bu tablo, eserleri
kopya edilemeyecek bir sanatkarın elinden ,cıkmıştır.
Şu yeni resim görüşü ve stili ( soyut resmi kastediyor
olmalıyı m ), belki de insanın tabiat karşısındaki bu
büyük yenilgisinden, bunu idrak etmesinden sonra
başlamıştır. Yokta varı aramakJY'

Vay Vay! Ben ne müthiş bir romantikmişim on


beş yaşımı sürerken! Aslında romantizmle hiç bağ­
daşmayan mesleğime ve ayaklarımı yere sert bastı­
ran hayat çizgime rağmen, içimdeki saf çocuğun
yoğun duyguları yıllar içinde azalsa da, bu yaşıma
dek beni tamamen terk edemedi. Hele de ay ışığı­
na olan tutkum . Doğa güzelliklerinin bende yarat­
tığı coşkuyu kaleme döküp arkadaşlarıma her za­
man yollamıyorum artık ama hala etkileniyorum
onlardan. Günbatımını, şafağı, mehtabı seyretti­
ğimde ya da yıldızlarla dolu lacivert göğe baktı­
ğımda içime sevinç doluyor. Acılarıma rağmen, ya­
şadığıma şükrediyorum .

14
Elimdeki mektubu, aşırı romantizminden biraz
da utanarak önümdeki sehpaya bıraktı m . Bir başka­
sını çektim rastgele. B u seferki de, Ağustos 1 950
tarihli .

" . . . Senden son gelen her iki mektup da evde san­


sürden gefmedi ama yine de ben sana bir şifre vere­
yim. Mühim yerleri ayrı bir sayfaya yaz ki okur oku­
maz saklayabileyim. Ne olur ne olmaz, belki evden
okurlar. Ben sana yazdığım 8 sayfalık mektubu a n ­
neme okudum, o da pekiyi, postala bakalım, dedi ve
sonra da bahfeye pktı. Şimdi, sana aceleyle tekrar
yazıyorum, rica ederim bana böyle arkada,s mektup­
ları yazmaya devam et ama onları şifreli yazma.
Tesadüfen ellerine gefebilir. Ne olur ne olmaz. Hem
de birbirimize kavuşunca anlatacak şeyimiz kal­
maz. Emi, böylesi daha hayırlı."

Aynı yıl, bir yaz mektubu daha:

" 12 Ağustos'ta Demokrat Parti1nin Taksim Be­


lediye Gazinosu1nda eğlencesi var. Gitmek istiyorum
fakat m ünasip bir elbisem yok. Niyetim bir keten
dikmek. Ama gitsem bile dans etmeyi bilmediğim­
den dolayı kukumav gibi oturacağım. Elbette an­
nemlegideceğim ve annem dans etmeme izin verebi­
lir ama bilmedikten sonra! Sen ne dersin, gideyim
mi, gitmeyeyim m i ?

15
. .. Peder Bey bugünlerde iyice mutaassıp/aştı.
Her sabah giderken, eJJin dışına annesiz ,cıkmak ya­
sak, diye tembih ediyor. Annem de peki, diyor. Baba­
ma göre, annemin işi bitene kadar eJJde oturmalı­
yım. Al/ahtan AJJrupalı bir annem JJar da kardeşle­
rimle denize inmeme izin JJeriyor. Akşamüstleri de
annemle Küfüksu Gazinosu'nagidiyor, oturuyoruz.
Çok hoş oluyor. "

B u satırları okuyunca i lkgençliğimin sıkıntıları


yüreğime geri döndü. Yetişirken en büyük derdim
annemle babamın aşırı d isiplinli, korumacı tavırla­
rı olmuştu . Yeni yetme Türkan 'a hemen her şeyi
yasaklamışlard ı . Belleğim bu aşırı korumacılığa
dair, kimi komi k ki mi üzücü anılarla dol u . Örne­
ğin lise üçüncü sınıfta okurken, u l uslararası bir
kültür kuru m u , bir lise öğrencisini yurtdışına gön­
dermek için İngilizce sınavı açmıştı . İngilizcem
iyiyd i . Babam nasıl olduysa razı olmuştu sınava
girmeme. Benim platonik duygularla bağlandığım
keman hocam o sırada Ankara'da çalışıyordu . H e ­
m en hocama mektup yazıp smav yerin i v e saatini
bildirdi m . Sınav sabah yapılacak, akşam treniyle
dönene kadar, onunla bul uşacaktım. Beni Çanka­
ya'ya çıkaracak, sonra da hayvanat bahçesine gö­
türecekti. İstasyon Lokantası'nda birlikte çay içe­
cek ve eve dönmek üzere trenime bi necektim. Ço­
cukluk bu ya, eğer onun da bana karşı hisleri var­
sa, baş başa kalacağı mız bu sıralarda, h islerin i ba-

16
na belli eder diye umutlanıyord u m . Eteklerim ı.il
çalıyord u . Fakat babam tren biletini bana u z::ıtııı ­
ca kahrımdan ölebilirdim . Elinde iki bilet vardı w
babam Ankara'ya kardeşim Turgut'la gideceğimi
söylüyord u . O an benim için Ankara yolcu luğu­
nun bütün büyüsü kaçtı . Bu da bir şey mi? Yirmi
yaşında, üniversite öğrencisi koskoca bir kızken
dahi, hafta sonları arkadaşlarımla buluşmaya gi­
derken, m utlaka peşime kardeşlerimden birini ta­
karlardı . Ne kadar utanır, mahcup olurdum. Tu­
tucu ve yasakçı anne babadan çok çektiğim için,
ben olabildiğince serbest bırakarak büyüttüm ken­
di çocuklarımı !

Kırmızı kurdeleli tomardan bir mektup Çektim :

" . . . Şu kağıda fOk özenerek başladım, annem gel­


di demin, bakayım dedi, ben geri fektim, o ısrar
edince yırtar gibi yaptım, son unda verdim okudu.
Bir türlü intikal edemedi aşık olduğumu. Sinirli si­
nirli güldüm, şimdi de ağlıyorum, asabım bozuk.
Bu yaştan sonra pek düşüncesiz hareket ediyor, öyle
kırıyor ki beni. Bazen pek iyiyiz, bazen de en basit ·
konuda atışıyoruz. ')

Yu kardaki mektubu 2 3 Mart l 95 3'de yazmı­


şım . Gökşin mektupları ayırırken iyice yorulmuş
olmalı ki üniversite yıllarına ait mektubu lise toma­
rının içine katmış yanlışlıkla. Kime aşıktım acaba?

17
Düşündüm ama hatırlayamadım . B u kadar koru­
malı yetiştikten sonra fakülteye ilk girdiğim yıl,
kendimi erkek öğrencilerin ortasında bulunca, okul
kantininde ya da sınıflarda birkaç kere üst üste göz
göze geldiğim gençlere aşık olduğumu zannederek
geçirmiştim ilk dönemi. İ kinci dönem toparlanmış­
tım; onlarla aynı sıraları paylaştıkça, birlikte sınav
heyecanı çektikçe, notlarımızı karşılaştırdıkça, er­
kek arkadaşlarımın kız arkadaşlarımdan hiçbir farkı
olmadığını görüyordum . Ben, erkek ve kız arka­
daşlarım arasınd a fark gözetmemeyi öğrenmiştim
ama üzerimdeki ev baskısı devam ediyordu . Üni­
versiteli kızlar sınıf arkadaşlarıyla gezmeye, sinema­
ya giderken, annem hala peşime kardeşlerimden bir
ikisini takıp beni küçük düşürüyordu. Beni bu ka­
dar sıkı bir disiplinle ve yüksek ahlaklı yetiştirdikten
sonra, bari bana itimat etmesini becerebilselerdi ya,
annemle babam! Evlenene kadar ü zerimdeki baskı
devam etti, annem benden giden ve bana gelen
mektuplarımı okudu, sınıf pikı1iklerinde peşime
kardeşlerimi takmadığı zaman da, tesadüfmüş gibi
kardeşlerimle birlikte, bulunduğum yerlerde arz-ı
endam eyledi. Bu mektubu kendi grubuna katmak
için kenara ayırdım.

Bir mektup daha, yine lise tomarından! Tarih i


2 3 Haziran 1 9 5 2 :

18
" Kadir gecesi adetim hilafına camiye gidip sa­
kal-ı şerif'i öpemedim. Bütün gün oru,cluydum. O
akşam teraJJih)e gittik. ))
Gülmeye başladım. B u benim kaderim m iydi
ne? Sıkı bir dini eğitimden geçmeme, çocukluğu­
m u sofu babaannemin anlattığı h ur afeleri dinleye­
rek geçirmeme, esaslı bir din eğitimi almama, İs­
lam'ı kendini sıkı Müslüman zanneden pek çok ki ­
şiden daha iyi kavramış olmama rağmen, yıllardır
bir takım kötü niyetli insanlar "gavur" olduğu m u
iddia eder dururlar. B u kelimeyi d e h i ç sevmem.
Müslüman olmayanları küçültücü bir kelimeyle ay­
rıştmnak, edepsizlikten başka bir şey değildir, ben­
ce . Tüm dinlerin Allah'a giden yolda bir vasıta ol­
duğuna inandığım için, hayatım boyunca hiçbir di­
ni küçümsemedim. B izim kitabımız, diğer dinlerin
peygamberlerine saygı talep eder zaten. Kendimi
ise sadece ve hep M üslüman bildim .
İ l k dini eğitimim çok küçük yaşta, evde başla­
mıştı. Çocukken namazı , aptesti ve Kuran surele­
rini babaannemizden öğrenmiştik ama bilinçli
Müslümanlar olmamız için, ilkokula başladığı­
mızda babam okulumuzun Türkçe öğretmenin­
den bana ve kardeşlerime özel din dersleri verme­
sini istemişti . H afız Ahmet Bey, her hafta sonu
evimize gelir, bize dinlerin çeşi tlerini, nasıl çıktık­
larını, Müslümanlığın diğer dinlerden farklarını ,
kurallarını v e bu kuralların gerekçelerini anlatırdı.
Hatiz Al1met Bey sayesinde, ben, iyi bir M üslü-

19
manın dürüst, temiz, çalışkan, saygılı, yardımse ­
ver, başkaları açken tokluğundan rahatsızlık du­
yan, hak yemeyen, haksızlık etmeyen ve gösteriş­
ten u zak d u ran bir insan olması gerektiğini, çalış­
manın da bir nevi ibadet olduğunu küÇ ük yaşta
öğrendim. Hocam bizlere Allah korkusu değil,
Allah sevgisi aşılamıştı . Hocamı n çocuklarıyla bir­
likte, Ramazanlarda teravihe giderdik. Ortaokula
geçtiğimde, Kadir geceleri, gündüz oruç tutmaya
geceleri evin çalışanlarıyla birlikte Kandilli Cami­
i'ne gitmeye başladım. Bu gecelerde, "Allahüm­
me salli ala ... " okunurken, bazı cami ahalisi "Al­
lah ! " diye haykırırdı . B abaannem b u i nsanların o
anlarda Allah'la buluştuklarını söyleyince, ben de
o kişilerle birlikte haykırır olmuştum ama dört
gözle beklediğim bu buluşma hiç gerçekleşme­
mişti . O camide, Kadir geceleri bir de Sakal-ı Şe­
rif çıkard ı . Sakal-ı Şerifi öpmek için sıraya giren­
lerin arasına büyük bir heyecanla katılırdım. Sını­
fımdaki yaşıtlarım arasında İslam dini hakkında
benim kadar malumatlı ve d uaları baştan sona bi­
len başka çocuk yoktu herhalde. Bir gün edebiyat
dersinde Divan Edebiyatı'ndan bir şiir okurken ,
öğretmenimiz, b i r Arapça kelimeye dili dönme­
yen arkadaşımızı azarlamış, " Osmanlıca kelimele­
ri doğru d ürüst okuyamıyorsunuz! Sizler Allah bi­
lir, d uaları da yalan yanlış telaffuz ediyor, anlam­
larını dahi bilmiyorsunuzdur. Aranızda doğru dü­
rüst dua edebilen ve söylediğinin manasını bilen

20
biri var m ı ? " diye sormuştu . Koca sınıfta sadece
benim parmağım kalkmıştı h avaya.
"Sen mi dua bildiğini iddia ediyorsun Türkan ? "
demişti öğretmen. Herhalde annesi yabancı olan
öğrenciden böyle bir beklentisi yoktu.
"Evet efendim."
"Hangi d uaları biliyorsun?"
" Hepsini . . . " Ne olur ne olmaz korkusuyla,
"Çoğunu," diye düzeltmiştim hemen .
"Amentü'yü oku ."
Okudum. B ana birkaç dua daha okutmuş, an­
lamlarını söyletmiş ve benden başka hiç kimsenin
baştan sona bir duayı düzgün şekilde okuyamadı­
ğını görünce pek şaşırmıştı. *
Benim telaffuzum iyiydi ama dünyaya Katolik
gelip sonradan Müslüman olduğu için, açığını ka­
patmak ve özellikle de babaannemin gözüne gir­
mek adına Kuran 'ı hatmeden ama sureleri ancak
İsviçre aksanıyla okuyan zavallı annemle çok dalga
geçerdik, kardeşlerimle . Çocukluğum uzda bizlere
verilen dini eğitimin bir sonucu muydu, her işe
besmeleyle ba�layan babaannemin etkisi miydi bi­
lemem ama bir bilim insanı olmama rağmen, haya­
tım boyunca dudaklarımdan dua hiç eksilmedi.
H astalarımın iyileşmesi, işlerimin yolunda gitmesi,
oğullarımın okullarındaki başarıları için duaya sık
başvurdum ve çoğunu duydu, Allah!

* At Kız, s. 52-53.

21
Mektup elimde, "Gökşin, gel , gel ! Ş u mektubu
medyaya sızdıralı m da adımı gavura çıkaranları
utandıralım. Gel bak, neler yazmışı m ! " diye seslen­
dim, yanıt alamayınca kulak kabarttım; Gökşin,
" Dünden beri hiçbir şey yemedi mi gerçekten?" di­
ye soruyordu Zeynep'e .

Dernek erken gelişine bir bahane bulmak için


getirmiş mektupları d iye düşündü m , birlikte kah­
valtı edersek bana yedirebileceğini zannediyor.
B ana laf geçiren ender kişilerden biridir, Zeynep
telefonda ona hiçbir şey yemediğimden şikayet
etmiş olmal ı . Gökşin'le altmış üç yıl önce Kandilli
Kız Lisesi 'nin orta birinci sınıfında buluşmamız­
dan bu yana, hiç ayrılmamış olmamızın yanı sıra,
sırdaşımdır, yakınımdır, derdimi döktüğü m , akıl
danıştığım, tavsiyelerine uyduğum can arkadaşım­
d ı r! B enden on üç g ün büyük olduğu iç i n , bana
hayatım boyunca hep ablalık tasladı . Ben de o ne
söylediyse munis bir kardeş gibi dinledim sözünü.
Ama bu sefer boşu na zahmet etmiş Arnavutköy'e
kadar. Boğazımdan tek bir lokma geçmiyor.

Elinde kahvaltı tepsisiyle Zeynep ve Gökşin bir­


l ikte içeri girdiler. Zeynep kucağımdaki mektupla­
rı alıp tepsiyi dizlerime koydu . Gökşin , tepsiden
kendi çayını aldı, karşımdaki koltuğa yerleşti, ça­
yından birkaç yudum içtikten sonra kalkıp bana re­
çelli bir ekmek hazırladı . Tam itiraz etmeye hazır-

22
)anıyordum ki içeriye, geceyi giriş katındaki odada
geçiren Halime girdi.
" Halime, sen de bir şeyler yedin mi?" diye sor­
dum.
"Ben yedim Hoca," dedi Halime, "sen beni dü­
şünme kendi karnını doyur."
"Tunceli'den gelen kişi sen misin?" diye sordu
Gökşin, Halime'ye?
" Hee benim ya! " Aynı düşü üç gece üst üste
görünce, varayım Hocam'ın yanına, elini yüzünü
öpeyim, dedi m . "
"Nasıl gördün Hoca'yı? " diye sordu Gökşin .
"Şaşkın gördüm . Evine adamlar doluşmuş. Oda­
larda bir kalabalık, bir kalabalık! Hoca bir köşede
oturmuş, seyrediyor. Hiç ses etmiyor. Hayra yorma­
dıın. Benim herife dedim ki, varalım gidelim Ho­
ca'ya. Bir sıkıntısı var, malum oldu bana, dedim. "
"O da s e n rüya gördün diye aldı seni buraya m ı
getirdi?"
"O getirmedi. Ben ortanca oğlanla geldim . B u
bacaklar var ya, ( eliyle pat pat vurdu bacaklarına)
yürüyebiliyorsam, nah bu hocanın sayesindedir.
Benim ona can borcum var."
"Amma da yaptın," dedim Halime'ye. Duy­
mazlığa geldi, sürdürdü konuşmasını .
" B indik i l k otobusa oğlanla, vardık buraya ak­
şam vakti. Oğlan beni Hoca'ya bıraktı, akrabaların
yanına vardı. D ünya gözüyle gördüm ya Hoca'yı
içim rahat, kıvrıldım yattım aşağıdaki odada. Daha

23
önce de gelmişliğim, o odada yatmışlığım vardı
zati. "
"Elbette," dedi Gökşin, "Hoca'nın evi aynı za­
manda oteldir de."

Arkadaşım , evimi dostlarıma, çocukların arka­


daşlarına, bazen de eski hastalarıma veya yatacak
yer bulamayan hasta yakınlarına açmamdan, son
yıllarda beni yoruyor diye pek hoşlanmaz oldu. Bu
evi ilk gördüğünde giriş katındaki odaya göz atıp,
"fazladan bir odan var ya, sen burayı hemen okul
yurduna çevirirsin," demişti.
Halime hiç aldırmadı, bana döndü, "Yolcu yo­
ltında gerek Hoca," dedi, "oğlan gelmiş, kapıda
beni bekliyor. Otobusa yetişecez. Sana getirdiğim
peyniri, balı afiyetle yiyesin. Bak kuş kadar kalmış­
sın . Bir dahaki gelişe, seni semirmiş göreyim."
Gözpınarlarında yaşlar parıldıyordu . Herhalde
biliyor bir dahaki seferin hiç olmayacağını . Bu son
veda!
"Hakkını helal et Hoca. "
"Sen de et," dedim .
"Senin hakkın ödenmez. Sen olmasaydın beni
çöplüğe atarlardı, bilirsin ."
"Haydi Halime haydi, o günler geçmişte kaldı.
Geriye bakmak yok. Güle güle gidin köyünüze, yo­
lunuz açık olsun."
Halime, Gökşin 'i başıyla selamlayıp bacaklarını
açarak ördek gibi yürüdü, çıktı odadan.

24
"Niye böyle tuhaf yürüyor, yoksa o da cüzamlı
mı?" diye sordu Gökşin, oturduğu koltukta kıpır­
danarak.
" İdi, tedavi oldu, iyileşti," dedim, "ama badi
badi yürümesinin nedeni başka. Onun ayak par­
maklarını ben kestimdi yıllar önce. O gün bugün­
dür, ayakkabılarının ön tarafına pamuk tıkıştırır.
Yürüyüşü bozuluyor haliyle."
"Türkan! Sen cerrah değilsin ki! "
"Cerrah değilim ama doktorum . Yeri geldiğin­
de her doktor elinden geleni yapmak zorundadır.
Ben de üzerime düşeni yaptımdı işte."
Gökşin'in yüzünde kusacakmış gibi tuhaf bir
ifade belirdi, "Ayak parmaklarını kestin yani, sen,
ellerinle?"
" Penseyle kestim."
Gökşin, son çay yudumunu püskürtmemek için
gayret göstererek zorlukla yuttu. İ ngiliz filolojisi
mezunu, edebiyatçı ve şair arkadaşımın yaralar be­
relerle arası iyi değildi, o yüzden anlatmaya kalk­
madım . Ama ona anlatmaktan çekindiğim o gece­
yi de hayatım boyunca unutmuş değilim.

Halime'nin bacakları dizlerine kadar donmuştu,


beni başına çağırdıklarında. On altı yaşındaydı, kor­
kudan tir tir titreyen kız. Hiç durmadan anlamadı­
ğım bir şeyler söylüyor, kocaman kara gözlerinden
ip gibi yaş iniyordu yanaklarına. "Ne diyor?" diye
sordum sedyenin başında dikilen dayısına.

25
"Bacaklarımı keseceğinize beni öldürün, daha
iyi," diyormuş.
"Hakkı var, bacakları olmayan kızı bizim oralar­
da ne yapsınlar ki ," dedi dayısı, "tarlada işe yara­
maz, evde çocuk bakamaz, başlık parası getiremez,
başlıksız dahi kocaya verilemez, hakkı var, böyle
yaşayıp n 'etçek?"
Esmer v e kavruk genç adam, adeta kızı öldür-
memi istiyordu benden.
"Bacakları nasıl bu hale geldi?" diye sordum.
Anlattılar.
Halime'nin ailesinde cüzam çıkmış. Sağlık me­
m u ru, kesin teşhis koyamadığı aile fertlerini daha
etraflı bir muayene için devlet hastanesine yollat­
mış. Kız, diğer akrabalarıyla birlikte köyden at üs­
tünde şeh re inerken çığ düşmüş dağdan. Saatlerce
kar altında kalan Halime'yi, nihayet kardan çıkara­
bildiklerinde, bir de bakmışlar ki bacakları dizleri­
ne kadar donmuş. Ben d e tam o sırada bir cüzam
çalıştayı için tesadüfen Elazığ'daydım. Babası, kızı
bir otobüsle Elazığ Devlet Hastanesi' ne getirmişti.
Donmuş uzuvları kangrene dönüşmeden hemen
kesmek gerekiyordu. Orada bulunduğum için, nö­
betçi heki m bir de benim görmemi istemiş. Gece
vakti hastaneye koştum . Kızı kucağıma aldım, ba­
caklarını elle muayene ederken elime yer yer sıcak­
lıklar gelmez mi! Ellerimle aşağıdan yukarı, yukar­
dan aşağı defalarca ovalayıp durdum kızın bacakla­
rını . İ çimden bir ses, kıymalarına müsaade etme bu

26
kıza, diyordu, bacakları kesileceğine dayısının dedi­
ği gibi, ölsün daha iyi. İşe yaramaz bir köylü kadı­
nın, bir kedi kadar bile değeri yoktu oralarda. Kıv­
ranıyordum kızı kurtarmak için. Elimin altındaki
belli belirsiz sıcaklık, bana ümit veriyordu. Bacak­
larını tekrar tekrar elliyor, mıncıklayıp duruyor­
dum. Avucumda hisseder gibi olduğum o sıcaklık
sakın kendi ellerimin sıcaklığı olmasın? Gidip elle­
rimi soğuk suyun altına tutmuş, kurulayıp geri gel­
miştim . Haydi, b i r kere daha, s o n muayene! İşte
bu sefer emindim! Bu bacakta can vardı!
" Penseyi getir," dedimdi nöbetçi doktora.
Gencecik bir çocuktu, uzun boylu saz benizli.
" Hoca m! Ne yapacaksınız?"
" Parmaklar donmuş. Onları keseceğiz ."
"Bacaklar? "
" Bacakları kurtaracağız."
"Ya kurtaramazsak? Ya kangren olursa?"
"Sabaha kadar başında bekleyip tabloyu i zleye-
ceğiz. Gerektiği anda müdahale ederiz. Pense ne­
rede, pense? "
"Ben kesemem ."
"Ben keseceğim, sen seyredeceksin. Bir dahaki
sefere , iş başa düştüğünde biraz tecrübe edinmiş
olursu n . "
Bembeyaz oldu genç doktorun yüzü, "Sorum­
lu l u k size ait, hocam," dedi.
" Doktorl u k bıçak sırtında yürümeye benzer
Mehmet. Her karar bir sorumluluktur," dedim.

27
Böyle söylüyordum ama yüzüm ateş gibi yanı­
yor, sırtımdan soğuk terler boşanıyordu .
Genç doktorun uzattığı pense ile hemen orada
kızın donmuş ayak parmaklarını çıtır çıtır kesmiş,
ayaklarıyla bacaklarına sabaha kadar m asaj yapmış­
tım . Bir taraftan içimden, "Allahı m, bu zavallı ço­
cuğun bacaklarını iyileştir, beni de mahcup düşür­
me," diye sürekli dua ediyordum.

O gece Halime'nin başında beklerken, ilk mu­


ayenehanemi açtığım ve hasta bakmaya başladığım
günleri anımsamıştım . Tıp fakültesini bitirdikten
sonra, ilk evliliğim sırasında Kağıthane Köyü'nde,
diş hekimi arkadaşlarımla birlikte küçük bir muaye­
nehane açmıştık. Günde üç beş saat hasta bakıyor­
dum . Hiç deneyim i olmayan gencecik bir doktor­
dum. Dişçi arkadaşların da benden farkları yoktu.
Üçümüzün de ilk m uayenehane tecrübesiydi bu .
Hastaları muayene edip ellerine reçetelerini verir
yollar, sonra da acaba doğru mu yaptım diye endi­
şeye kapılırdı m . İ çimden kocama telefon edip da­
nışmak geçerdi ama akşam eve gittiğimde beni kü­
çümsemesinden, "Madem kendinden emin değil­
sin, bırak hasta bakmayı, çocuklarının başına, evine
dön," demesinden korkardım. Ne dişçi arkadaşla­
rın ne de benim fazla hastamız olmadığından, za­
manın çoğunu pencere önünde hasta yolu gözleye­
rek geçirir, sokağa giren bir jandarma görürsek,
acaba hastaya yanlış bir şey yaptık da bizi almaya mı

28
geliyorlar diye aramızda şakalaşırdık. Gülmesine
gülerdik ama benim içime hep bir kurt düşerdi.
İçimi kemiren bu kurt yüzünden, ihtisas yaparak,
deneyim kazanmaya karar vermiştim. *
Yıllar sonra, Elazığ'da o gece, onca tecrübeme
rağmen yine korku içindeydim nedense. Sabaha
kadar gözümü kırpmadan kızın başında bekledim.
Ancak güneşin ilk ışıkları koğuşu aydınlatmaya baş­
ladığında, rahat bir nefes aldım. Halime'nin ayak
parmakları artık yoktu ama bacakları ve geleceği
kurtul muştu.
Birkaç gün sonra Elazığ'daki işim bitince, Hali­
me'yi yanıma katıp İstanbul'a getirdim. Hastaneye
yatırıp hem cüzam tedavisini yaptık hem de özenli
pansu manlarla bir an evvel ayaklarının iyileşmesini
sağladık. Kız, ayak parmakları olmadığı için normal
yürüyemiyordu . Ayakkabılarının ucuna pamuk tı­
kıştırmak zorunda kalıyordu . O haliyle köyüne
dönmek istemedi. Köyde artık adı hem cüzamlıya
hem de sakat'a çıkmıştı. Dayısının dediği gibi, baş­
lık parası ödemek bir yana, kimseler onu başlık pa­
rasız dahi, eş diye almazdı . Evdekilerse, onu ya he­
men işe koşarlardı ya da aşağılarlardı.
Hastanemizde uzun yıllardan beri çalışmakta
olan, yaşlı bir cüzamlı hastamız vardı. Sağlığına ka­
vuştuktan sonra, onu salıvermemiş, hademe olarak
göreve almıştık. Zaten cüzam hastanesinde perso-

* Güneş Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 2 5- 1 26.

29
nelin yansından çoğu, tedavi olmuş, iyileşmiş cü­
zamlılardır. Hemşireler, hastabakıcılar korkarlar cü­
zamlılara yaklaşmaya. Bizler hastalarımızı iyileştir­
dikten sonra eğer kalmak istiyorlarsa, hastane ele­
manı olarak yetiştirir, halden anlayan hastabakıcılar
olarak kullanırız. Sülo Amca da bunlardan biriydi.
U zu n yıllar bizle çalıştıktan sonra e mekli olmuştu
ama yalnız yaşamak zor geldiği için, vaktinin çoğu­
nu yine hastanede geçiriyor, gönüllü hizmet veri­
yord u . Halime tedavi süreci sırasında, ona iyi dav­
ranan Sülo Amca'yla anlaşmış. O, şeker hastası olan
Sülo'ya bakacak, evinin işlerini görecek, yemeğini
pişirecek, Sülo da, emekli maaşı kıza kalsın, ilerde
kendini geçindirecek parası olsun diye, Halime'ye
nikah kıyacakmış. Bunu öğrendiğim zaman her iki ­
siyle d e uzun uzun konuştum. Halime'nin ağzın­
dan evine mektup yolladık. Evin erkekleri, nikah kı­
yılması şartıyla evlenmelerine izin verince, hastane­
de düğün hazırlıklarına başladık. Hepimiz bir kat­
kıda bulunduk yeni evlilere; ufak bir çeyiz düzdük,
görevli yemekhanesini donattık, pilav ve kuzu pişir­
tip hep birlikte yemek yedik ve aramızda topladığı­
mız paralarla aldığı mız düğün pastasını kesip hasta­
lara da dağıttık. Yemek sonrasında, Sülo'nun hasta­
neye yakın iki göz oda evine gidip yerleşti Halime.
Sülo Amca, kıza üç yıl boyunca elini bile sürme-
di . Bu iki kader kurbanı, aynı evin içinde hem bir­
birlerine destek hem de çok iyi iki dost oldular.
Halime, kağıt üzerinde kocası gözüken adama son

30
yıllarında canla başla baktı. Üç yıl sonra kocası ve­
fat edince de köyüne geri döndü .
Ayak parmakları yoktu ama artık bir dul maaşı
ve sigortası vardı, bu nedenle komşu köyden ken­
dine bir koca bulması zor olmadı. Yeni kocasını n
ölen karısından olan çocuklarına analık ettiği gibi,
iki çocuk da kendi doğurdu. Zaman içinde ailesin­
den İstanbul'a yerleşenler olmuş, ara sıra onları zi­
yarete geldiğinde bana da uğrar, köyünden peynir
ve bal getirir.

Gökşin'e bunları elbette anlatabilirdim ama ya­


ralarla, mikroplarla hiç arası olmayan arkadaşım,
benim bu insanlara bitmeyen bağlılığımı, yakı nlığı­
mı hoş görebilir miydi?
Sadece Gökşin değil, pek çok dostu mun hatta
meslektaşımın arasında, iyileştirdiğim hastalarımla
bir türlü çözülemeyen bağımı garipseyenler olmuş­
tur. Ne kadar çok doktor tanıdım, hastaya hastalığı
süresince bakar, iyileştirdikten sonra yolları ayrılır.
Doğrusu da bu olmalıdır ama ben ne zaman doğru
olanı yapabildim ki! Benim hastalarım, hayatlarının
tüm alanlarıyla hayatı ma girdiler hep. Çocuklarının
okuluna, eşlerinin iş durumuna kadar her dertlerini
bana taşımalarına izin verdim. Onlara hayatın her
sahasmda el uzatmaya çalıştım . Evet, yaptığım çok
yorucuydu ama o kadar çok gönül kazandım ki, şu
menhus hastalığı bunca yıldır sanki h ücrelerime hiç

31
yayıl mamış gibi taşıyabilmemde onların hayır du­
alarmm katkısı olduğuna inanıyoru m .

"Haydi Türkan, b i r iki lokma b i r şeyler ye, bak


kadmcağız bal getirmiş sana, ta nerelerden . . . H eyy,
burada mısın ? "

Arkadaşımm endişeli sesiyle, anılardan kopup


şimşek hızıyla Arnavutköy'deki evimin küçük otur­
ma odasına geri döndüm . Gökşin, bir ekmek parça­
smm üstüne bu kez de bal sürmüş bana u zatıyordu .
Bu lokmanın d a icabına bakacağımı bildiğimden,
itiraz etmeden aldım, lafi değiştirmek için, " Bana
şu mektuplardan okusana bir iki tane," dedim .
Gökşin yanındaki poşete u zandı , mektupları
poşetten kucağına dökerken, ben ballı ekmeği ona
fark ettirmeden yanımda duran saksı nın içine bıra­
kıverdim.
"Hangi yılın mektuplarını okuyayım istersin?"
"Ben şöyle bir göz attım bazılarına," dedi m .
"Ah Gökşi n, şimdi düşününce şaka gibi geliyor
ama beni ne çok sıkarlardı hatırlıyorsun değil mi?
B abam yanımda annem olmadan sokağa çıkmamı
yasaklamıştı. Yazmışım sana. "
"Dün gece ben de fark ettim , mektuplarında
evdekilerin baskısından şikayet var hep."
" Bunca tedbire rağmen küçük kaçamaklarımız
olabildi . Masum kaçamaklarımız."

32
" Kaçamaklarımız da oldu, bu kadar sıkı yetişti ­
rilmenin etkileri de oldu üzerimizde. Gece mek­
tuplan okurken düşündüm de, Ali'den ayrılmanın
sebebi, bence onun da baban gibi hayata karşı çok
tutucu bir duruşu olmasıyd ı ."
Gökşin, önünde duran mektup tomarını karıştı­
rıp durdu aradığını bulmak için ve bulunca sesini
benim sesime benzetmeye çalışarak okudu:

"Ali _yine son mektuplarından birinde, fakülte


se,cerken bana ilerde temin edeceği geliri asla düşü ­
nerek tercih _yapmamamı sö_ylü_yor. Öhô. Öhô'ö, ona
göre, en zor ve değerli sanat, ev hanımlığı imiş ve ev­
li bir kadının mııhta,c olmadığı halde ,calışması sa,c ­
ma imiş! ''

Türkan, Ali bu kafada biri olmasaydı, belki evle­


nirdin onunla. Hayatının akışı değişir miydi acaba?"
"Hayır. Kiminle evlenirsem evleneyim, kimse be­
ni yolumdan döndüremezcti . Kaderden kaçılmaz,
Gökşin ! Nasıl ki hastalıklarım benim alın yazımdı,
cüz�mlılara kendimi adamam da öyle. Tamı, hasta­
ların, acı çekenlerin hallerini anlayabileyim, onlarla
empati kurabileyim ctiye ciddi hastalıklarla sınadı be­
ni. Sana, yeryüzüne ülkemdeki cüzamlıları kötü b­
derlerinden kurtarmak üzere yollanmış olduğuım
inandığımı söylesem, bana deli dersin değil mi?"
" B i r ömür yaptıkları na baktıktan sonra de ·
ıne m ama keşke seni hastalıklara hamileyken d u ·

33
çar etmeseydi yukarıdaki . Ne düşün ürü m hep bi­
liyor musun, Türkan, belki gençliğinde birine
deli divane aşık olsaydın . . . Sevdandan vazgeçe­
m eyecek kadar çok aşık olaydın, her şey başka
türlü olurd u . "
"Sanmıyorum . Ya önüme aşık olma fırsatları
çıkmadı ya da kendimi aşka doludizgin bırakmak
bana hiç uymadı. Yapım böyle, hep kendimden ön­
ce başkalarını düşündüm . İ şten aşka vaktim olma­
dı. Olamadı . "
"Bak, burada ayırdığım birkaç mektup var. Oku
onları da hatırla, aşk yolunun üzerine birkaç kere
çıkmış ama elinin tersiyle itmişsin , Türkan. Dün
gece okurken o günlere geri döndüm . Keman ho­
can senden yirmi yaş büyük olmasaydı ya da sen
ona duygularını açabileydin, belki de sen tıp yerine
müzik okurdun."
"Doktor olacağıma Devlet Senfoni'de orkestra
şefı olurdum, sen de konserlere bedava girerdin,
bütün derdin o değil m i ?" İ kimiz de gülmeye baş­
ladık.
"Saçmalama, ben o büyük aşkı yaşarken, on beş
yaşında ya var ya yoktum. O yaşta aşırı romantik
bir kızın hocasına duyduğu platonik h islere, aşk
denebilir mi hiç?"
"Platonik hislerin serpilip gelişmesine imkan ta­
nımadığın için hiçbir zaman bilemeyeceğiz ! "
***

34
Doğruydu, bilemeyecektik. B ugün gülüp geçi­
yorum ama henüz on beşime bile basmamışken,
bana keman dersi veren yakışıklı hocama aşık oldu­
ğumda, ne kadar çok ciddiye almıştım duyguları­
mı. O kişiyi hayatım boyunca her gördüğümde he­
yecanlandığıma, onun bana yaşattığı duyguları şu
yaşıma kadar unutamamış olduğuma ve o günleri
anımsamanın bana hala mutluluk verdiğini itiraf
edebildiğime göre, belki de hayatımın tek gerçek
aşkı oyd u . Ya da ilk aşk asla unutu lmuyor!

"22 Ağustos, 1951


. . . Sana yeni dostum u tanıtayım . Ankaralı ol­
duğun i,cin ilerde konserler vermeye başladığında
nasılsa tanıyacaksın. Ge,cen gece İstanbul Radyo­
su 'nda ,caldı. Yine ,calacak, sana haber veririm,
mutlaka dinle! O benim büyüğüm ve keman ho­
cam ama ,cok iyi anlaşıyoruz, bana ,cocuk muame­
lesi yapmıyor. Bir bisikleti var, kardeşlerimle ona
binip durmadan geziyoruz. Geceleri de sandalla
evin önüne gelip serenad yapıyor. Cidden ,cok ro­
mantik . . . ''

Adamcağızın sandalına dostlarını doldurup, ke­


man çalarak sahilde dolaşmasını, bana serenad ya­
pıyor zannetmem için gerçekten çocuk olmam ge­
rekiyormuş. Elimde tuttuğum mektubu 1 9 5 1 yı­
lında yazmışım Gökşin'e, oysa keman derslerim
1 9 5 0 yazında başlamıştı. Demek ki bir yıl içimde

35
tutmuş, bahsetmemişim gizli aşkımdan. B u aşka
dair bir mektup daha buldum ve kahkahalarla gül­
düm, okurken.

«... Şimdi aklıma Ankara seyahatim geldi. Ney­


di o Gö'kşin ve oradaki günler? Hatıralarımı yoklu­
yorum da Gö"kşin, keman hocamı hakikaten sevmi­
şim, hem de fOk fazla. Ama artık his yok ifimde. Sa­
dece zaman zaman maziyi hayal etmek yetiyor ba­
na. Seneler sonra onu görürsem, ona itiraf ederim,
gülerek konuşuruz bu mevzuyu . . . '1

Tahmin ettiğim gibi, keman hocamla seneler


sonra karşılaşmıştım . Hocam bir yakınını bana te ­
daviye getirmişti. Onu, yıllar sonra görmekten çok
mutlu oldum ama çok yaşlanmıştı.
Gökşin'le konuştuğumuz gibi, bu aşkın yeşer­
mesine i zin verilseydi, aramızdaki yaş farkı yüzün­
den büyük bir ihtimalle mutlu bir evlilik olmaya­
caktı . B unu düşününce, evlenme yaşının on sekiz
olmasının isabetine bir kere daha inandım. İ nsanın
henüz çocukluktan çıkmadığı bir çağda, duyguları­
nı abartabilmesi o kadar olağan ki, o yaşta yapılan
evliliklerin çoğu mutsuzlukla bitiyor.
Bana bir lokma ballı ekmek daha uzattı Gökşin .
"Verme canım , i ç i m almıyor," dedi m .
" Zorla d a olsa ye. Kuwetli olman lazım! Önü­
müzde ÇYDD'nin yirminci yıl kutlamaları var.
Orada bulunmak istemiyor musun yoksa? "

36
"Allahım, siz hasta olmayanlara laf anlatmak ne
kadar zor! Boğazımdan geçmiyor, Gökşin . "
" Üstüne düşülmesinden hoşlanmazsın ama
şimdi durum değişik. İ stesen de istemesen de, bir
dilim ekmek bitecek."
Çaresiz uzattığı ekmeği alıp ağzıma attım, çiğ­
nemeye çalıştı m . Gözlerini dikmiş, ekmeği yutma­
mı bekliyor. Dikkatini dağıtmak için, "Neler yaşa­
dık, neler yaptık şu yetmiş küsur yıllık hayatımız
boyunca," dedim, "hele benim hayatım nerdeyse
roman!"
"Hayatta çok şey yaptın da aşkı yakalayamadın
şöyle sıkıca saçlarından," dedi Gökşin, "üzerinde
gerçekten derin izler bırakmış bir aşk yaşamış ol­
mak fena olmazdı, ha Türkan?"
"Ali ile yaşadığımı yabana mı atıyorsun ? Bir
ömür boyu süren uzun ve derin bir dostlu k !"
"Sen dostluktan bahsediyorsun , ben aşktan . "
"Olsu n ! Yıllara yayılan güçlü bir dostluk yaşa­
mışım . Birkaç yıllık aşklardan bence çok daha de­
ğerli. Onunla hala irtibatımızın kopmamış olması ,
ara sıra yazışmamız, dertleşmemiz önemli değil mi?
On yedi yaşının heyecanıyla evlenmeye kalksaydık
herhalde bugün çoktan ayrılmıştık, birbirimize ya
kırgındık ya da küs . "
"Belki de hala evli olurdunuz. Onun aşkı her
ikinize de yeterdi."
" N e diyorsun yahu , adamın düşüncelerini a z
önce s e n bana okumadın mı? Ali benim zırt pırt

37
Anadolu'ya cüzam taramalarına gitmemi, ihtisas
yapacağım diye yurtdışında u zu n süreler kalmamı
kabul edebilir miydi? Birbirimizi yerdik."
Gökşin bir mektup salladı burnuma doğru,
" Bak, onun için neler yazmışsın burada. "
"Okusana," dedim.
"2 Ekim 1 9 5 3'de yazmışsı n . Diyorsun ki,

' . . . Bu hafta iki mektup daha aldım Ali )den.


Eğer yanıt vermezsem) uyku v.s grevlerine başlaya­
cakm�s. Çarşamba akşamı) bende bir sürü his kar­
gaşaları olduğun u anlatan ve dostluk yardımını is­
teyen bir mektup yazdım ona. Kendisine yavaş yavaş
bildireceğim ayrılmak istediğimi. Onu üzmek iste­
miyorum. Bilirsin o saadeti hak etmiş) tertemiz) asil
bir rocuktur ve ben hi,cbir zaman onu beğenmezlik
etmedim. Benim surum yok bunda. Sadece Allah
bende ona karşı (hoş hifbir kimseye ya) bir nebzecik
aşk hissi, heyecan yaratmamı,s..."'

Bazı. yerleri mırıldanarak atladı Gökşin, sonra


yine sesli okudu:

Ne olur onlar benden dostluğumdan fazlası­


((· · ·

nı istemesinler. Ne olur herkes bununla yetinse ve


ben memnun olsam. Biliyor musun, hakikaten en
doğru hareket, karşıdakinin ümidini en baştan kır­
maktır. Sevgili arkadaşım, senin beni dinlemen, na­
sihat etmeden sadece dinlemen büyük bir nimet.
38
Dinleyebilme; başkalarını anlayabilmek ve kalpleri
kazanmak hususunda en kudretli anahtardır. ))

Gökşin , elindeki mektubu burnuma doğru sal­


ladı,
"Yani Türkan, sen daha o yaşta aşkı dostluğun
ardına itmişsin, aşık olmak çok ayıp bir şeymiş gi­
bi . İllaki aşka bir dostluk kılıfı geçireceksin. Se­
nin kabahatin değil elbette, bizleri öyle yetiştirdi
ailelerimi z . B ak bak dinle, seni sevenler niye sev­
miş, hatırla bakalı m ! Şimdi okuyunca çok komik
geliyor.

«. .. Ben dinlemesini bilirim. Nitekim kendilerini


bana aşık zanneden genfler, beni bu vasfımdan do­
layı sevdiler. Belki pek fOğunu anlayamadım ama
konuşmalarını, dertlerini dijk melerini sabırla din­
ledim, tek tük teselliler savurdum ve anidengô"rdüm
ki hifbir hareket, taktik ve tahrikte bulunmadan on­
ları kendime bağlayıvermişim. Tabii ardından da
vicdan azapları. . . ))

En büyük vicdan azabı da kuşkusuz Ali'ye karşı


duyulandı.

Lise üçe geçtiğim yıl, "saadet zinciri" gibi oy­


nanan, okudukça birbirimize geçirdiğimiz bir "ki­
tap" oyunu bana birçok mektup arkadaşı da getir­
m işti. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde

39
okuyan Ali, mektup arkadaşlarımdan biriydi. Bir
yıl boyunca birbirimizi görmeden mektuplaşmış,
hayatın çok başında iki öğrencinin birbirine yaza­
bilecekleri şeyleri yazıp durmuştuk. Yaza doğru
Ali, beni görmek için İstanbul'a gelmeye karar
vermişti. Motorlu trenle gelecekti, ben onu peron­
da karşılayacaktım . Derslerden sonra, Gökşi n'le
bi rli kte Haydarpaşa'ya gitti k ve Ankara treninden
inenlerin arasında Ali'yi aradık. Bana bir resim
göndermiş olduğu için, elleri cebinde tek başına
dikilen genci hemen tanıdım . Yolladığı resimde es­
merliği belliydi ama ben nedense onu hep daha
uzun boylu hayal etmişim . Yanına gidip kendi mi­
zi tanıttık. Mektuplarımda ona uzun uzadıya Gök­
şin'den bahsetmiş olduğu m, Gökşin'e de onun
tüm mektuplarını okuduğum için, ikisinin kaynaş­
maları kolay oldu. Karşıya geçip, Karaköy'de bir
muhallebicide oturduk, bir şeyler yedik, sıkıcı der­
slerimizden, i lerde yapmak istediklerimizden, oku­
duğumuz kitaplardan, sevdiğimiz şairlerden söz
ettik. Zaman çabuk aktı, bir de baktık ki Kandil­
li'ye gidecek vapur, iskeleye yanaşıyor. Ali, birlik­
teliğimizi uzatmak için bizimle birlikte vapura bin­
mek istedi . Bilet aldı, içeri girdik. Bir de ne göre­
yim, babam ilk sırada, pencerenin kenarındaki ye­
re kurulmuş oturuyor. Aman Allahım! Kalbime
ateş düştü . Yanaklarımdan, ellerimden alevler çık­
tığını, sırtımdan soğuk terler boşandığını hatırlı­
yoru m . Ö lmek üzereydim ! Yakalanmıştı m! Ne ya-

40
parken? Gökşin arkadaşımla birlikte, bir mektup
arkadaşımla vapura binerken! O yıllarda büyük bir
suçtu bu!
Babam, okuduğu gazeteden başını kaldırıp bi­
zim tarafa doğru baktı. B izleri görüp görmediğini
bilmiyorum ama Gökşin hemen babamın yanına
gitti, "Siz de mi bu vapurdasınız? Ne güzel tesa­
düf, efendim," dedi . Ben pancar gibi kızarmış ya­
nakları m la, kapının önünde dikilip duruyordum,
arkamda da Ali , durumu anlamış, ne yapacağını bi­
lemeden kıvranıyordu.
" İçeri girsene kızım," dedi , bana el sallayan
babam. Yanına gittim, Ali peşimden geldi. Ba­
bam, "bu da kim ? " der gibi sorgulayan gözlerle
baktı Ali'ye, "Sizin bu vapurda ne işiniz var Tür­
kan ? " dedi .
"Efendim, Ali benim kuzenim," diye atıldı
Gökşin, "Ankara'da Siyasal'da okuyor. Birkaç gün­
lüğüne buraya geldi de, annem onu karşılamamı is­
temişti, Türkan da beni yalnız bırakmadı, sağ ol­
sun ! "
Benim canım arkadaşım ! Has arkadaşım!
"Nasılsınız oğlum?" dedi babam. Sonra bana
döndü, " Buralara geldiğinden annenin haberi var­
dır herhalde," dedi.
Yanıtlamadı m . Gözlerimi yerden kaldıramıyor­
dum. Babam, o mahcup halimi genç erkeklerle ko­
nuşmaya alışık olmamama verdi herhalde. Ali be­
nim karşıma, babamın yanına oturdu. Vapur iske-

41
leye yanaşana kadar ben bir daha yüzüne bakama­
mıştım , ne babamın ne de Ali'nin.

Ali ayıu akşam yataklıyla Ankara'ya dönmüştü.


Mektuplaşmalar devam etmişti. Onunla ikinci bu­
luşmamız ise bir temmuz gününe rastladı. Ali'yi
Kandilli İskelesi'nden alıp evimizin önündeki kıyı
şeridinde bulunan ve üzerinde "HUSUSİ PLAJ"
yazılı, denize girdiğimiz yere getirdim. Annem ar­
tık bir mektup arkadaşım olduğunu biliyordu; çün­
kü bütün mektuplarımı okuyordu. Kardeşlerimle
birlikte denize girdik, sonra annem de geldi, bize
katıldı ve Ali'yi çok "efendi" buldu. Liseyi bitirin­
ce hangi fakülteye gideceğimi konuştuk. Ben orta­
okuldan beri doktorluğu kafama takmış olmama
rağmen, nedense o gün m imar olmayı düşündüğü­
mü söyledim . Acaba neden böyle yapmıştım ?
Ali'nin doktor olmama itiraz edeceğini içgüdüle­
rimle sezdiğim için mi? Annem dahi şaşırdı ben
böyle söyleyince, yakınımdaki herkes doktor olmak
istediğimi biliyordu çünkü.
B abamın mide ameliyatı sırasında hastanede
ona günlerce refakat edip eve çıktıktan sonra, 1 4
Eylül 1 9 56'da, Gökşin'e şöyle yazmışı m :

ccGöksin
' '

Üç gündür, güneş evdeki yatağımın üstüne do-


ğuyor. Bütün varlığı ile hastanegeride kaldı. Benim
ruhum, kalbimin şefkati ve duyguları da beraber.
42
Şu 31 günlük devre, benim yeryüzündeki yerimi ka­
tiyetle tespit etti. Bu yolu tuttuğuma şükrediyorum
ve bir nebze mesut oluyorum. Bütün diğer şeyler, si­
nema, pastane, ayakkabı boyası ve dışarının insan­
ları bana bomboş ve anlamsız geliyor. Manaların
hepsi orada, fünkü mücadele ve zafer var... Kan da
var, lakin Nietzsche'ninki gibi insafsızca dökülen
değil, verilen kan var, Gökşin. Hastane gecelerinde
Zerdüşt)ü okudum biraz. Nietzsche) <<üstün insan­
))dan bahsediyor. Buna ermek ifin kan gerek, harp
gerek diyor ve hayatın yaratıcılık olduğunu söylüyor.
Fikirleri dehşet verici ve delice olmasına rağmen,
şimdi kendimegöre manalandırabiliyorum.
Siin en bir bedeni yeniden hayata kavuşturmak
)
yaratıcılığın ta kendisi; daha da üstünü değil midir
Gökşin, bence bu böyledir...
Ve bence <<üstün insan, )) ezen öldüren kumandan
değil, yücelten) kurtaran) yaşatan hekimdir!
Amma coştum değil mi? Senden başka kimse de
beni anlayamaz ya. Diyorum ki hastanede bıraksa­
lar beni, iyi bir bilgim olsa ve durmadan nöbet tut­
sam, orada kalsam, hif sıkılmam. Hele bir de muka­
bil ruhunu bulmus' sa insan... Daha ne ister? İste'

şimdi benim i,cin gaye bu kadar. İyi bir doktor ol-


mak ve iyi bir doktorla evlenmek! Çer,ceve epeyce da­
raldı. Hayırlısı. ))

Bunları yazan ben, Ali'ye mimar olmak istediği­


mi söylerken, tam bir yeniyetme şaşkınlığı içindey-

43
mişim . Bir genç adamı n bana ilgisi başımı döndür­
müş. Nasıl döndürmesin, o kadar nazik, ilgili ve se­
vecendi ki Ali, kardeşlerimle bile yakından ilgilen­
miş, annemin de gönlünü kazanmıştı. Güzel bir
gün geçirmiştik. Ali bir türlü geri dönmek istemi­
yord u . 1 8 . 30 trenine binmek için bizden ayrıldı­
ğında saat tam beş buçuktu . Trenine yetişip yetişe­
mediğini hiç öğrenemediğim arkadaşım, gelirken
bana o yıl fiyatı 1 O TL. olan Mehmet Akif' in ciltli
Safahat'ı ile bir de l imon kolonyası getirmişti . Kar­
şılık vermem gerektiğinde, altından nasıl kalkacağı­
mı bilemediğim için üzüldüğümü hatırlıyorum .

Ertesi yıl, liseden mezun olup tıp okumak iste­


diğimi söylediğimde, Ali üzüldü. Çok uzun bir
tahsil gerektirdiği için seçimime itiraz ediyordu.
Ben ancak birkaç yıl sürecek bir fakülteye gitmeliy­
dim ki bitirir bitirmez bir an önce evlenelim.
Onunla son derece masumane süren mektup arka­
daşlığımız giderek başka bir zemine kayıyor, artık
bana sık sık evlilikten, nişanlanmaktan söz ediyor­
du. Elbette bu durum gururumu okşuyordu ama o
yaşta ne evliliğe hazırdım ne de Ali'ye aşıktım .

44
KANATLARIMI YENİ UFUKLARA
ÇIRPARKEN BEN

Üniversitenin ilk yılında, bu kadar korumalı bü­


yüyen, o güne kadar platonik ve tek kişilik hayali
aşkların dışında ilişki nedir bilmeyen ben, kendimi
erkek öğrencilerle dolu bir ortamda bulunca, önce­
leri bocaladım , sonra alıştı m . İkinci sınıfa geçtiğim­
de artık etrafı mda ki mi gerçekten sadece dost, kimi
d e bana hayran sürüyle genç erkek vardı. Erkekler­
le birlikte derslere girmeyi, kantinde oturup sohbet
etmeyi ve yolda yan yana yürümeyi çoktan kanıksa­
mıştım, doktor olmak için ölüyordum ve evlenmek
aklımın ucundan dahi geçmiyordu.

Şu mektup, ne kadar da iyi anlatıyor, okuldaki


halimizi :

" ... Senelerce lisede kapalı, yüksek duvarların ar­


dında kendimizi hayallerle, faziletler ve yeryüzünde
45
bir damlası bile kalmamış olan iyilikler, güzellikler,
safiyet ve heyecanlarla doldurmuşuz ki Gökşin, ya­
kınlığımızla beraber dış dünyaya uzaktık. Her şey
dışarıdaydı, biz ise bambaşka bir alemde. Oysa şim­
di sen ve ben ayrı dünyalarda, hayatın kendisi, ya­
şamanın özü olduk, bizi eski halimizden, safiyeti­
mizden koparmayan tek şey uzaklığımız... "

B i r mektup daha buldum, okul anılarıma dair,


burnumun direği sızladı okurken.

<< Bugün bayram be kardeşim. 29 Ekim! Hani


•••

seninle yıllarca o külüstür bluzlar, acayip şapkalar­


la, kurumlana kurumlana iştirak ettiğimiz ve 1 O.
sınıfta beni hasta eden bayramlardan biri. Ama
hem birbirimizden uzağız hem de dışarıda esen rüz­
garı dinlemek ve vapur düdükleri devamlı ötünce
ürpermekten başka yapabildiğim bir şey yok! Öylesi­
ne tatsızlaştı ki hayat! Nerde o şevk, o heyecan ? Ha­
tırlıyor musun, bir gün önceden bluzları ütülerdik,
ne de acayip kumaşları vardı. Flamalarımız eski
püsküydü. Kimimize kordon düşerdi, kimimize kal­
mazdı. O şapkaları kalıba koymak, kıvırmak i,c in ne
uğraşırdık, değil mi? Sonra vapurlarda insanları,
yüzlerini görmeden mektuplaştığımız me,chul dost­
lara benzetmek, şiir okumakla ge,cen zamanlar. . .
O zaman biz hayatı yaşıyorduk. Hakikatleri keş­
fedeli veya ezileli beri, hayat bizi yaşıyor. Önümdeki
hayat apapk ama eskiden biri bizi o sıkıcı konferans-

46
!ara götürse diye ne fOk heyecanlanırdık. Artık film­
leri önceden biliyoruz, ışıklar siindükten sonra değil.
Her şey bu misal! Gidiyoruz! Rüzgar uğulduyor, gü­
neş kaftı, belki fırtına ve yağmurgelecek. Acaba iz­
,,
ciler kaputlarını aldılar mı ? Yoksa üşüyecekler mi?

Gökşin'le ben i zciydik. Okul yıllarımızda hayatı­


mızın en heyecan verici olayıydı bu. İ zci kıyafetine
bürünüp törenlere katılmak, şenlikti, keyifti . Yaşa­
mımızın en renkl i , coşkul u olayıydı . Yağmur altın­
da veya rüzgarda kaldığımız için bizi zaman zaman
hasta etse bile, en vazgeçi lmeziydi, hayatımızın.
Ortaokul ve lise rüzgar gibi geçti. Ü niversite
yılları başladı. Gökşin Ankara'ya Dil Tarih'e gidin­
ce, onunla ayrı düştük. Şu anda okumakta oldu­
ğum mektupları bu ayrılığa borçluyum. Üniversi­
teler için, hayat okulları benzetmesi yapılır ya, ne
kadar isabetli bir benzetmedir bu; Tıp Fakültesi­
'nin ilk yılında yazdığıma bakın :

<<11 Mart, 1 955


Gökşin Kardeş,
Kitabımı yanıma almadığım ifin şu vapur sefe­
rinde, aziz kemiklerimi falışamayacağım. Seninle
sohbet edeceğiz ve muhakkak ki bu daha zevkli olacak.
Canım kardeşim artık ben yavaş yavaş başkala­
şıyorum. En başta, hayallerim vizelerde toplanıyor.
Düşündüğüm, dehşetine kapıldığım hep onlar, geri­
si fasa fiso.
47
, ,
İskenderun la, Bandırma nın önünden gefiyo­
ruz şimdi; aklıma şiirler ve hayali yolculuklar geli­
yor... Seninle buluşuyoruz aya giden yollarda.
Öyle nezleyim ki hi,c sorma,
Anlarsın.
Nefes alamıyorum adeta. Derslerde burun sil­
mek başlıca meşgalem, dinlemek, falışabilmek hak
getire. Bir hafta var önümde, ô"bür pazartesi ilk vi­
ze... Allah! Ezberlenecek o kadar isim var ki! Doktor
olmak kolay değil. Bizim yeni sınıf bir alem. Gözde
olduğum da başka bir hakikat. Bugün ilk defa beyaz
ô"nlüğümü giydiğim zaman, gözleri harikulade,
orta boylu bir kızla gezdiği halde, etrafa bakınan
bir talebe var, öyle tuhaf bir hayranlıkla tekrar tek­
rar baktı ki...
Özdemir ,in mimarlıktan bir arkadaşı bir por­
tremi yapmış ki harika, bir de ,ciniyle Özdemir yap­
tı, şimdi de Can yapıyor karakalem. Sükse babında
her şey tamam, hatta bugün Prof Max bile elini om­
zuma koyarak, pnparatımı tashih etti. Bana da bir
güven geldi ki sorma, kendi evime girer gibi rahat­
lıkla giriyorum her yere.
Kız arkadaşlarım da fOk. Bir Meryem var, giik ­
ten inme bir melek, harikulade bir kız, şahsiyeti öyle
,
temiz ki! Nevincik, bizim Kandilli den 401 Türkan
ve cici Gülbin bana yetiyorlar. Ah şu nez/em olmasa
da ders falışabilsem!. . Embriyoloji tercümanı Peter
var, babası Prof ve babamın da dostu. Kızların
hepsi ona hayran. Ama sanırım o beni beğeniyor.
48
Her hafta bir faya, partiye davet ediliyorum.
Hi,cbirinegitmeyecejjim ya, ah şu burnum akmasa ...
Vaziyet böyle süperken, ben de tuhaf bir boşluk var.
Bir el tutmak istiyorum, bana vizeleri, anatominin
dehşetini unutturacak ve beni asla küfük düşürme­
yecek bir el. .. Anlıyorsun ya...
Gökşin, geliyoruz bizim köye. Eve gidip ,cay ifece­
jjim bol bol. Karnımı doyuracağım, sonra uykum
gelmezse falışacajjım ... ))

Ben orta öğrenimimin ve evimin dört duvarın­


dan ilk kez kurtulmuş, masum bakışmaları heyecan
verici , çaylı toplantıları nefes kesici bulur, kanatla­
rımı ilk kez çırpar, özgürlüğü ilk kez tadarken,
Ali'nin evlenme planlarını nasıl kabul edebilirdim.
B üyüyor, serpiliyor, şahsiyetimi geliştiriyordum.
Ali'ye bunları anlatabilmem kolay olmadı. Evlen­
memizin mümkün olmadığını, bana nişanlı mu­
amelesi yapmamasını, aramızda sadece dostluğun
olabileceğini ona defalarca yazdım. Defalarca ya­
nıtladı. Gökşin, ben Ali'ye yazdıkça, ona umut ver­
diğim için beni azarladı durdu. Rense, bende hep
dostluk duyguları uyandıran ve gerçekten çok sev­
diğim bu mektup arkadaşımı asla kırmak ve kaybet­
mek istemiyordum.
"Şu Ali'li mektuplara bir göz atalım mı birlik­
te ? " diye sordum Gökşin 'e. Kucağımda ne kadar
çok mektup var Ali'den bahseden.

49
"Ali herhalde yakında buraya gelecek. Eski plan
böyleydi ama belki de bendeki değişiklik yüzünden,
gelmekten vazgefer. Onu sık sık görürsün değil mi
Gökşin ? Hif olmazsa haftada bir iki kere görür, ko­
n uştuklarınızı, onun istediğimiz yönde salaha doğ­
ru gidip gitmediğini yazarsın değil mi? İnşallah di­
ğer arkadaşlar gafyapmaz, onu üzecek hatalı şeyler
söylemezler. ))

24 Ekim 1 9 5 3 tarihli olanı ise şöyle:

"Ali )nin feryat dolu mektubuna tatminkar bir


cevap yazmalıyım. Bilsen bu hususa ne kadar üzü­
lüyorum, Giikşin. Ona iki uzun mektupla hisleri­
min esasını apk ve samimi şekilde yazmış, her şeye
rağmen kararı ona bırakmıştım. Yani, <madem ki
söz verdim, istersen sözümü tutar, yazarım ama bil
ki sana aşık değilim. ) o ise hdla mektuplaşmak iste­
diğini yazıyor. Bakalım bu mesele nasıl hallolacak ?
Kendimi bedbaht etmek pahasına da olsa, bu iyi, te­
miz ve candan fOcuğun saadetini istiyorum. Ama
tek taraflı sevgi, onu mesut etmekten fOk uzak ol­
malı!"

«1 1 Kasım, 1 953
... Seninkiyle birlikte Ali)den de bir mektup al­
dım. Ankara'ya dönmüş. Sokağa çıkıp sizlerle karşı­
laşmaktan fekiniyormuş. Acıyan nazarlarınızdan
gazaba gelerek, sizleri kırabileceğinden korkuyor ve
50
bana soruyor, İstanbul'a gelip gelmemesini. <Atlat­
ma, cevap ver, , diyor. Şimdiye kadar, <sana gel ya
da gelme demek hakkını kendimde bulamıyorum, ,
diyordum ve kararı ona bırakıyordum. Ona şimdi
ne yazacağımı bilmiyorum. Gelirse babam İstan­
bul,a dönmeden gelsin. Ama artan bir düş kırıklığı
ile geri dönmesi daha mı hayırlı olacak ? Öte yan­
dan, gelmezse, bütün kış kendini yiyecek. Bilmem ki,
belki gel diyeceğim ... ,,

B i r başkası:

((Rüyamda Ali,yi gördüm. Mektuplarına hif ce­


vap yazmıyorum, sana söz verdiğim gibi. Ama mev­
cudiyeti beni öyle rahatsız ediyor ki... Ne zor şey! ,,

B i r başkası daha:

((A li sitemler edip duruyor, yazmıyorum diye.


Gel gô·r ki ifimden gelmiyor. ,,

Gökşin, b u işi bir türlü bitiremediğim için bana


çok kızıyordu. Sen kimseyi kırmamak için kesin bir
tavır koyamıyorsun, hayatın hep başkalarının arzu­
larına göre şekiJleniyor, diye yazmıştı bir keresinde.
Hak vermiştim arkadaşıma. Ağzımdan en zor çıkan
söz hep "hayır" olur benim ama bir kere çıkarsa,
asla geri dönüşü yoktur .

51
B u mektup da yine l 953'ün Kasım ayında ya­
zılmış:

"... Gözlerim acıyor. Dün gece fok az uyudum.


Hep düşündüm ve sonra bir rüya gördüm. Karma­
karışık bir rüya! Şimdi Ali ye, cGel' diye bir telgraf
fekeceğim. Yakınımda olunca, belki günahsız oldu­
ğumu anlar. Belki onu ikna edebilirim hayallerinin
imkansız olduğuna ... "

Bu mektubu, Kandilli- Üsküdar vapurunda fa­


külteye giderken yazdığımı hatırladım . Dışarıda
yağmur yağıyordu. Rüzgardan vapurun camları
zangırdıyordu . Üşüyordum . Ü zgündüm . Bıkkın­
dım da biraz. Tek taraflı bir aşkın, aşksız ucunda
durmak kolay değildi. Ben on beş on altı yaşlarımı,
benden yirmi yaş büyük keman hocama aşık geçir­
diğim için, diğer ucu da biliyordum ama inanın bi­
rine platonik duygular besleyip hayallere dalmak
daha keyifliydi, aşık olmadığınız kişiyi ikna etmeye
çalışmaktan. Ayrıca, annemin, fakülteye başladı­
ğımdan beri artık başka adrese yollanmakta olan
mektuplarımı bulup beni babama şikayet etmesin­
den, Ali'nin arkadaşlarının hışmından, ama en çok
da Ali'yi üzmekten korkuyordum. Bir mektup ar­
kadaşlığı, başıma ne işler açmıştı!

Aynı gün, mektubun birkaç saat sonraki deva­


mında, " Şimdi Kocamustafapaşa 'daki sınema -

52
dayım. Rüzgar Gibi Gefti 'nin ilk faslı bitti. Film
cidden enteresan ve ben burada bir kere daha anla­
dım ki, aşktan da üstün olan şefkat ve milli hisler
vardır," diye yazmışı m .
Son nefesime yakınken dahi aynı şekilde düşün­
düğüme göre, hak etmemişim aşkı ben ! Ee, ben
hak etmeyince, Allah da vermemiş elbette !

" ... Sabah Ali 'ye, 'gel, ' diye telgraf fektim. Ak­
şam hareket ederse, yarın burada olur. Bakalım onu
ikna edebilecek miyim ? Mühim bir şey olursa, Gö'k ­
şin, sana yazarım tekrar. "

Mühim bir şey olmuş! Ama elim varmamış he­


men yazmaya. Ancak, 19 Kasım 'da dökmüşüm
derdimi Gökşin'e.

ccGökşin, Ah Gökşin,
Kime ne yazacağımı bilemiyorum. Şiirli kartını
alınca, sana haykırmayı arzu ettim.
(Bir dert ki
Dayanılır şey değil!'
Haftanın şiiri, şu son iki günün şiiri! Şu iki mıs­
rayı milyarlarca kere tekrarladım. Evet, tamamen
öyle! Oh Gökşin, bilsen olanları! Bilsen benim
Ali'nin yüzüne karşı, onu layıkıyla sevmediğimi söy­
lediğimi ve artık onun gittiğini ve bu gidişin son gi­
diş olduğun u öylesine hissettiğimi. Çırpındığımı,
kafesteki kuşlar gibi. Çaresizlikle inlediğimi.
53
Ah Gökşin, duyuyor musun hıfkırıklarımı ve
fark edebiliyor musun gözyaşlarımın akışını ? Ali 'yle
karşılıklı ağladık aczimiz karşısında.
Ben neden böyleyim ? Şu anda yeni bir pişmanlık
duyup ondan aldığım, yok ettiğim hayalleri tekrar
vermeyi düşünüyorum. Her ne pahasına olursa ol­
sun, onunla evleneyim diyorum. Sonra aklıma baş­
ka şeyler geliyor... "

İ çine çeşitli şairlerden şiirler de döşediğim mek­


tup şu anda bile yüreğimi yakıyor.
Elli beş yıl önceki sararmış mektub u okurken,
Ali'yle evlenmediğim için pişmanlık duymadığım­
dan çok e min değilim. Hayatımda dostluğunu hiç­
bir karştlık beklemeden bana yarım asır sunan bir
başka erkeğin olmayışı, onun değerini artırıyor,
onu çok özel kt!ıyor. Gökşin karşımda oturuyor ol­
masa, kendimi b u kadar sıkmasam, gözlerimden
yaşlar düşecek elimdeki kağıt parçasının üzerine.

''... Ali, beni zora koşmadan senelerin gefmesini


bekleyemez mi? Belki bir gün etrafımdaki bütün in­
sanları mesut görür, hayatımı sevdiğim dostlarım­
dan biri olan onunla birleştiririm. O bunu anlamı­
yor. Her şeyin bugün sô·ze bağlanmasını istiyor. Ar­
kadaşlığımız devam etsin ve o küfük bir ümitle bek­
lesin istiyor.
Ne yapacağımı bilmiyorum. Ona senelerce acı
çektirip sonra da benim kuklammış gibi, ayağıma
54
,cağırmaya razı olamam. Her şeyi, ümit ve hayalle­
rini yıktım. Evet Gökşin, bunu ben yaptım. Ben! Si­
neği incitmeye korkan ben! Ölüme yaklaşan bir has­
taya ü,c, dört saat sonra öleceğini söylemek gibi bir
şey bu! Nasıl yaptım, bilmem!
Yaz bana dostum, ne olur bir şeyler yaz.
Seni aramış ge,cenlerde, bulamamış ama sen va ­
kit bulduk,ca onu ara. Onunla konu,s. Onun ümitle­
rini tamamen yolı et. Neden karşısına beğenebilece­
ği bir kız ,cıkarsa, evlenmesin ? Yeryüzünde bir tek
ben mi varı m ? Ona ümit vermek kolııydı. Bekle de­
mek kolaydı. Ama ya ilerde ,cılgınca birini seversem ?
Gökşin, Gökşin, ah burada olaydın . Beraber ağ­
lardık halimize. Ölsem, pt dünyadan yok olsam, kar
eder mi, sö)ıle?. . ))

Çok iyi hatırlıyorum , Gökşin 'in, en._ doğrusunu


yaptığım için beni hem alkışlayan hem de teselli
eden mektubu hemen gelmişti ama beni teselli
edememişti, o başka! Benden ona gidende şöyle
satırlar varmış:

«4 Kasım, 1 954
... İnsan usandığı bir şeyin son bulmasını ,cılgın­
ca ister, ister de onun nasıl yegane kurtuluş olduğu ­
nu görür... ve sonra bitişi neticesi nasıl hi,cliğegömü­
lür?.. Ali ile vedalaştık bugün ... Bu anı nasıl bekli­
yordum, her türlü sıkıntımın, kederimin yegane
müsebbibi oydu sanki ... Gel gör lıi olagelmiş hadise-
55
leri silemeyiz hayatımızdan ve böylece biz daima
bedbin olmaya mahkumuz.
Artık azarlı mektuplara, dolamba,clı yollara lü­
zum kalmadı, her şey kendiliğinden oluverdi. Ha ­
yırlı olması i,cin dua etmeliyiz, ne olur siz degiirdük­
, c e normal davranın. Şaşırmayın ve lwnuyu a,c arsa,
'Doğrusu buydu!' deyin. Bilhassa Mesude'ye tembih
et, bu konuda dikkatli olsun ... ''

Ali'yi reddetmemin sonucunda, o yıkılmıştı,


ben de çok sarsıl mıştım. Geceleri yatağıma yattı­
ğımda, Ali'yle tüm konuştuklarımızı baştan sona
sarıyor, tekrar tekrar düşünüyordum. Divanyolu
üzerinde bir öğrenci kahvesinin gözden uzak bir
m asasında karşılıklı oturmuştuk.
" Bak Ali'ciğim, benim itirazım sana değil , evli­
lik kurumuna," demişti m , "ben öyle b i r meslek
seçtim ki , evliliği taşıyamaz."
" Ben anlayışlı davranacağıma söz veriyorum . "
"Ben, herhangi bir doktor gibi davranamayaca­
ğımı hissediyorum Ali . Mesleğimi her şeyin üstün­
de tutuyoru m . Asla kimseye iyi bir eş olamam."
" H iç evlenmeyecek misin yani?"
"Ancak kendim gibi mesleğine vurgun bir dok­
tor bulursam , evleniri m . O beni anlar. "
" Ben doktor değilim ama ben de seni anlıyo­
runl . "
Konuşma uzayınca, ben sertleşmeye başlamış,
sonunda, "Evlenmek için birine delice aşık olmam

56
şart," demiştim , "içim sana karşı sevgiyle, temiz
duygularla dol u. Ama sana aşık değilim Ali . Evle­
nirsek ve ben bir gün birine aşık olduğumu hisse­
dersem, ne yaparız ? "
Ali'nin beni dinlerken yüzünün soluşu, sağ gö­
zünün sürekli seğirişi, ellerinin titremesi gözleri­
min önünden gitmiyordu. O, beni yüzünde ağla­
maklı bir ifadeyle dinlemişti ama ben konuşurken
hüngür hü ngür ağlamıştım. Dudaklarımdan kalbi­
ni kıran sözler dökülürken, içimden onu bir anne
şefkatiyle bağrı ma basmak, saçlarını okşayarak te�
selli etmek geçiyordu . Yapabildiğimse, parmakları­
mın ucuyla eline dokunmak olmuştu. Ateşe değmiş
gibi çekmişti elini hemen. Başka birini sevebilme
ihtimalim var, dediğim için, çok kırgın ayrılmıştı
benden.

Şimdi düşünüyorum da, korkum boşunaymış,


ben hiç kimseye çılgınca aşık olmadım, ta bu yaşıma
kadar. Ona söylediklerimin arasında tek mutlak
doğru, mesleğimi her şeyin üzerinde tuttuğummuş!

Ali 'nin mektupları, o dramatik ayrılışa rağmen


bir süre daha devam etti . Kimine yanıt verdim, ki ­
mine vermedim . Ayrılmamızın ü zerinden aylar
geçmişti, ben ne kimseyle tanışmıştım , ne de arka­
daş olmuştum, nerede kal mış, aşık olmak! Zaten
buna meydan vermiyor, herkesten kaçıyordum.
işte kanıtı :

57
cc
1 9 Ocalı, 1 955
. . . Ca nım sıhlıyor = hayatı mda n memn unum.
Sen bu muam mayı ,cö"zebilir misin Gökşin ? EJJet şu
a ndaki durıı m u m, ta1'narnen böyle! Zcimin birine
bağlan mak, seJJmek, mesut olmak JJe mesut etmek ar­
zusuyla dolu olmasına rağmen, etrafta bu a rzumda
birleşeceğim şahsı bula m ıyornm . . . ,,
Bu m uamma durumun, şu yaşıma kadar sürdü­
ğünü itiraf etmeliyim . Ani heyecanlarımın , coşku­
larımın, umutlarımın arkası nedense hiç gelmedi.
Beğendiğimi zan nettiğim genç doktorları biraz ya­
kından tanıyınca, hep düş kırıklığına uğradım. Ni­
tekim Gökşin 'e laboratuarda birlikte deney yaptığı­
mız biri için şöyle yazmışım :

" . . . On u yakından ta nıyınca, sadece laboratuv­


a rdaki a mir durum undan dolayı hayranlık duydu ­
ğu mu anladım JJe yine sukutuhayal! "

Erkeklerden ne bekliyordum acaba? Müthiş bir


zeka mı, kültür birikimi m i , çok ince bir mizah
duygusu mu? Ne? Üniversite kahvesinde, bir ma­
sanın etrafında toplanıp çaylarımızın şekerlerini
karıştırırken, havadan sudan söz ediyorduk. Be­
nim birkaç gündür uzaktan u zağa beğendiğim,
göz göze geldiğimde kıpkırmızı kesildiğim kişi,
eğer konuşmaya başlamışsa, i kinci çayımız gelene
kadar, tüm esrarını kaybediyordu . Herhangi biri ­
mizden farkı olmayan, hocaları çekiştiren, pek sı-

58
radan bir genç adam! Ben bunun neyini beğendim
acaba, diyordum. Bu kadar büyük bir hassasiyetle,
özel biri için sakladığım kalbimi, bu kişiye verecek
değildim elbette. Akşam eve gidince, oturup Gök­
şin'e boşa umutlandığımı yazardım hep. Ama pes
etmiyordum, aşk bir gün gelecek, bulacaktı beni .
O n beş yaşımın karşılıksız kalmış platonik sevda­
sıyla kapanmayacaktı bu defter. Kalbim bir kere
daha çarpmalıydı, delice bir heyecanla. Zordu aşkı
beklemek!

"Ah Gökşin, kalbimiz boş, kafamız doluyken ira­


deye güvenmek kolay ve ben en kritik yaşları dikkat­
le atlattığımıza inanıyorum. Ama yine de belli ol­
maz, o sarma şey bizi kıskıvrak bağlayabilir. Ben is­
temediğimi sevmeyebilirim ama istediğimi sevmek
hif kabil değil.

Kimse kalıcı olmadı hayatımda, Ali'den gayrı .

1 8 Mart'ta yazdığım mektup var şimdi elimde.

«. . Ali'nin en yakın arkadaşı Cengizıden mek­


.

tup aldım. Ali'den de daha önce benim kendisinden


ebediyen kurtulacağımı müjdeleyen bir mektup al­
mıştım. Bu sefer Cengiz, AWnin fOk ağır hasta ol­
duğunu, kendisini fağırdığını yazıyor ve beni onun
aşkını anlamamış olmakla sufluyor. Tabii ki allak
bulak oldum. ıı

59
Ali'nin hastalığına üzülmüştüm ama ona yazma
firsatı elde ettiğime de, için için sevinmiştim . Gök­
şin istediği kadar kızsın, elbette hastalanan arkada­
şıına şifalar dileyecektim ! Bir müddet sonra, kısacık
bir teşekkür notu yollamıştı bana, iyileşmiş, merak
edilecek bir durum yokmuş!

"1 1 Kasım, 1 954


Ali'nin ifimde bıraktığı yük nisbeten hafifliyor.
Onun iyi olmasını rok istiyorum. Ayrılırken de söy­
lediği gibi biz bambaşka dünyaların rocuklarıyız,
anlaşma beklemek kabil değil. ')

Bana eskisi gibi uzun yazmadığı için alınmış ol­


duğum, şu elimdeki mektuptan belli değil mi? Biz
bambaşka dünyaların rocukları im�siz! Gökşin'e şi­
kayet ettiğimde, bana, "Elbette öylesiniz, )) demişti
Gökşin, ''İsvirreli bir annenin kızıyla Anadolulu
bir annenin oğlu aynı dünyanın rocukları olabilir
mi? Aradaki kültür farkını düşünsene! ))

Ben de giderek i nanıyordum artık Ali'yle aynı


dünyadan olmadığıma. Onu sevmekten bu yüzden
mi kaçındım, korktum acaba?

"1 7 Eylül, 1 953


... Ne yazık ki Allah bana hislerimi ifade kudre­
ti vermemiş. Ben daha rok hissedemediklerimi ifade

60
edegelmiş bir bi,careyim. Eııet Gö.kşin, Üf safha var
ortada. 1) Hissetmek istedim. 2) Hissettiğimi san­
dım. 3) Hissetmediğimi anladım. ''

Uzun uzun Ali hakkındaki düşüncelerimi yaz­


mışım sonra, kim bilir kaçıncı kez! Aradan iki yıl
geçmiş, ben hala aynı teranedeyim !

cc
2 Haziran, 1 955
Ali artık benim i,cin sıkıcı bir hayalden ibaret
ne yazık ki! Onun için döktüğüm gözyaşla rımı ve
fektiklerimi düşündük,ce kızıyorum. Bu bayram
Ali'den tebrik falan almadım zira yolladığı o uzun
mektuba cevap vermemiştim, ne yazabilirdim ki
Gö.kşin ?"

Ali'nin sıkıcı bulduğum hayali dahi beni rahat


bırakmıyormuş nedense? Elli küsur yıl sonra, geç­
mişe bambaşka bir gözle baktığımda, mektupların­
dan bir türlü vazgeçemediğim bu dostumu acaba
kendime bile itiraf etmediğim bir aşkla mı sevdim,
diye düşündüm.

cc· · ·
Dün akşam Ali'den uzun bir mektup daha
aldım. Eski halinin baki olduğunu yazıyor, (Haber­
siz' şiirindeki gibi. Fena halde bıkkınlık geldi her
/eyden, neyleyeceğim, bilmem. Yeni ve sarsıcı hadise­
ler bekliyorum, beni hayatla doldurup bambaşka
edecek fenomenler. "
61
Ali'nin mektupları sonunda kesildi. Bir süre
mektuplaşmadık.

«. . . Ali )den hif haber yok! Herhalde mezun ve ta­


yin olmuştur. Onu hep tertemiz anıyorum) iyilik ve
faziletine hayranım ve saadetini diliyorum. Herhal­
de Allah bu kadar iyi ve masum bir insanı gô'zetir.
Kendi kendime bu fasılda fOk kızıyorum ve dikkat
ediyorum artık. İyi bir tecrübe oldu bana; ama ona
değil! Eğer bu iş kötü bir realite ile kapansaydı, ona
da ders olurdu. ))

Sonra, Ali'nin bana evleneceğini bildiren mek­


tubu geldi. Tuhaf bir duyguydu, o mektubu oku­
mak. Hem artık bana yazmayacağı ve nihayet ken ­
di yolunu bulmuş olduğu için b i r rahatlama hissi,
hem kıskançlığa varan bir burukluk, gözpınarları­
ma toplanıp akamayan gözyaşları, boğazıma otu­
ran yumru ve ısrarla, "değer verilen bir dostu ebedi­
yen kaybediyor olmanın huzursuzluğu, » diye adlan­
dırdığım hal i m!

Oturdum , çok karışık duygular içinde iki mek­


tup döşendim o gece, biri m utluluklar dilemek için
Ali'ye, diğeri duygularımı paylaşmak için Gök­
şin'e. Gökşin'e yazdığım o mektup kaybolmuş
herhalde, mektupların arasında aradım, aradım bu­
lamadım. Sevgil i arkadaşıma bir ihtimalden söz et­
tiğimi hatırlıyorum hayal meyal. Sormuştum, aca-

62
ba ben Ali'ye aşıktım da bunu kendime itiraf m ı
edemiyordum?
Gökşin'in yanıtı, aşağıdaki sandığın içinde du­
ruyor.
«Hayır sen ne Ali 'ye ne Veli'ye aşıksın, " diye yaz­
mıştı,
«sen aşık olma haline aşıksın Türkan!"

63
AŞKIN ÇEŞİTLİ HALLERİ

Elbette her genç kız gibi ben de aşkın hallerine


aşıktım. Şarkılar dinliyor, romanlar okuyor, sine­
malarda seyrettiğim sevgililere özeniyor ve beni
benden alacak büyük çok büyük bir aşk, «Yeni ve
sarsıcı hadiseler, beni hayatla doldurup bambaşka
edecek fen omenler, )) bekliyordum.

Beklediğim oldu, hayatıma birkaç ay sonra


Atilla girdi ve yerden kesti ayaklarımı.
Atil la 'yla evlenme konusu ciddiye binince,
Ali'ye, benim de bir doktorla evlenmek üzere ol­
duğumu yazdı m . Yanıtı hemen geldi . O da beni
tebrik ediyor, mutluluk diliyordu.

Zaman içinde, her ikimiz de evlenmiş, kendi


yollarımıza gitmiştik. Başka şehirlerde yaşıyorduk.
Bin bir gailemiz vardı. Ailelerimiz genişliyor, iş ha-

65
yatımızın zorluklarıyla boğuşuyorduk. Saçımı tara­
yacak zaman bulamadığım günler oldu ama Ali'nin
mektuplarını hiç yanıtsız bırakmadım . Yıllarca
mektuplaştık. Bu mektuplar iki dostun birbirine
yazdığı mektuplardı sadece; aşk geçmişte kalmıştı.
B irbirimize çocuklarımızın doğumunu, iş hayatı­
mızdaki terfileri müjdeledik, derdimizi döktük, se­
vinçlerimizi, kederlerimizi paylaştık. Yolumuz en­
der de olsa, u zun yıllar sonra bir iki kere kesişti.
Birbirimizi gördüğümüze sevinip, dertleştik. Ço­
cuklarımın babasından boşandığım ve yapayalnız
kaldığım günlerde dahi, keşke Ali'yle evlenseydim
diyemedim ama onun mektuplarına, fikirlerine,
tavsiyelerine hep i htiyacım oldu . Postacının getir­
diği zarfin üzerinde yazısını her gördüğümde içime
sevinç dolardı.

Yaa, işte böyle; bir zamanlar bizlere üzeri pullu


zarflarda mektuplar getiren postacılarımız vardı ve
dostlar mutlu olaylan tebrik etmek, taziyede bu­
l unmak ya da sırf haberleşmek için mektuplar ya­
zarlardı birbirlerine. Ben mektup çağında doğmuş,
büyümüş ama bilgisayar çağında ölmeye hazırlanan
biriyim . H erhalde çocuklarıma baş sağlığı dilekleri
de zarflı mektuplarla değil, e-postalarla yollanacak,
gittiğimde.

Gökşin, yeni bir lokma hazırlamış benim için,


u zattı çaresiz aldım. Bir ara yine bırakıvereceğim

66
saksın ı n içine. O gidince, Bubu gelir, hepsini yalar
yutar.

"Senin mektu bun sonu şöyle bitiyor Türkan,"


dedi, hata elindeki mektupla cebc.:lleşen Gökşi n,
"dinle bak:
Her ,sey bir yan a, ,sıı anda burada olmalıydın JJe
giine,sin harikulade batı,sını birlikte seyretmeliydik.
U,cuk maJJi semadaki u,csuz bucaksız bulutla r, giine­
,sin son ıpkla rıyla öyle bir aydınla n m ıflar ki, giilge­
ler ôjıle harika lıi, sanki koca bir A cem halısın ı giik ­
yiiziine tersin e tutturmu,slar. Olmuyor, ,su kalem
aciz bu giizellijji tasJJirden, ne yazık!
Gerçekten de yazık oldu, o müthiş rom:rntiz­
ınin boşa gitti , kızım. Hayatını n en değerli yıllan
doğu nun dağında taşında, suyu akmayan, hebsı ol­
mayan köylerinde heba oldu. Yer yataklarında yat­
tın , yer sofralarında yemek yedin. Yoruldun. Yıp­
randın ."
"Yoru l muş, yıpranmış olabi lirim aına heba ol­
madım. Cü zam taramalarını yapmasaydım, Türki ­
ye'de cüzamın önü alınamazdı. Cü zamlılar hala in­
san yerine kon ulmuyor ol urd u ... "
"Yaptıkları nın öne mini biliyoru m. Ama bütün
bu koşuşturma içinde, keşke yanı nda sana layık,
kıymetini bilen biri bulunayd ı . "
" Kıymetimi hasr�1larım bildi . Yoksa beni rüya­
. ı nda sıkı ntılı gördüğü için taa Tunceli'den gelir
miydi Halime? Varsın kocalarım bil memiş olsun ! "

67
"Allah hayatımızı güzel eyledi ama koca konu­
sunda ikimize de cömert davranmadı, Türkan,"
dedi Gökşin .
Gökşin'e, benim hayatım buyd u , iyileştirdi­
ği m, kurtardığım , hayata kattı ğım i nsanlardı; bel ­
ki de ben hep bunu istedim diyemediğim için,
uzun bir süre sustuk. Ben şimdi ona hastalarımdan
hangi birinin öyküsü nü nakledeyim ki ? O ki be­
nim en yakm arkadaşı m, altmış üç yıllık dostum
ama ben, sırf o üzü lmesin diye, pek çok şeyi sak­
ladım ondan . Sadece zaval lı cüzam lıların kendile­
rinin deği l , hasta ol mayan çornkları nm, akrabala­
rını n dahi mahallelerinden, sokakları ndan dışlan­
maları nı , hayatlarını ancak başka yerlere göçerek
kurabildiklerini Gökşi n'e ayrıntıbrıyla hiç anlat­
madım. Çok hassastır, ka ldıramaz diye düşün­
düm. Tıp fakü ltesinde okurken, mektu plarımda
beni çok et kileyen kadavra dersl erini , ilk kez şahit
olduğum doğu ın l arı , ölmek üzere olan hastaları ,
hastane nin türl ü türlü lu l lerini anlattığı mda,
" i,ci1n fena oluyor, anlattı/darın geceleri rüyaları ­
,,
ma giriyor, lütfen ba na biiylc şeyleri yazma, diye
beni uyarmıştı . Atil la'dan asıl ayrılma nedenimi de
sakladım arkadaşımdan, uzun , süren hastalıkları m
sırası nda çektiğiın sıkıntıları , acıl arı da. Yarısı, sev­
diği ın insan lara acıl arı ın la yük olmamak için, yarı ­
sı da gunı nı mdan, çok şeyi içime attı m . Gökşi n de
benim üzülmemem için hep di kkat ederdi. Şimdi
düşün üyonım da hata etmişiz. Anl atabi lirııı işiz,

68
paylaşab i l i rm i ş i z acıl arı m ı z ı , i n sa n l ar her şeyi k a l ­
dırabiliyor aslınd a .

Ali'yle i l gi l i mektupları bir kenara desteleyip


rastgele bir başka mektup çekt i m saçıl mış olanların
arası ndan .

cc
• . . Rir za manlar, zengin olaydılt neler yapardık,
diye konuşu rdult. fün hep bir ada tahayyül ederdim.
O adanın ortası nda ise koca bir bina. Koca man ve
bir tek! Etraf a/ia,clık, ,ci,ceklik ve sevimli hayJJanla r,
kuşla r, geyilder, lm ngıı rııla rla dolu, ha tta maym u n ­
lar, filler bile Par. Konaifın i,c inde lwslwca bir hi ­
tüpha nc, yeryüzündeki bütün kitapla rın bir lwpyası
mePcut JJe hepsi sırala n m ış. Sonra bir biilümiindege­
niş bir m üzik odası, biitiin enstrü man ve notala rıy­
la. Orada, bu şirin JJe şa imne yerde her ,ceşit insa n
a ra dığını bulabiliyor. İşte bumda, sen, Ali, bütün
sevgili arkadaşla rım, yakınlık duydu.._q um insanla r
hep birlikte yapyor, mesut oluyoruz. Orada bencil ol­
maya n her iyi JJe temiz insrın rı mdıifın ı bulur. Ger­
,cek aşl? nedir, lta rdı:slik nedir? Rir erlulı bir kızı de­
ğil, herkes birbirini sever, vs, JJS. . . "

Gerçekten ne kadar saflrn ş ı m ben ! Ne kadar


saf, ro m a n t i k ve çoc u km u ş u m ! Şu s a t ı rl a r ı
l 9 5 3 'd e y a z m ı ş ı nı ; fak ü l teye b a ş l a m a d a n birkaç
h a fta ö n c e , on seki z yaşın dayke n ! B ugü n ü n genç­
l e ri n i n i htiyaç l a rı nı ve aşk kavra m l a rını d ü şü n ü n -

69
ce, benim birbirin i kardeşçe seve n , kitaplar, mü­
zik aletleri, geyikler ve kangurularla dolu bir evde
mutluluk arayan i nsanlarım , kara mizahtan da öte
kalıyor.

" Baksana Gökşin, bir hayalim varmış, bahçe


içinde kocaman bir eve sevdiğim dostlarımı doldu­
rup hep birlikte mutlu olmayı hayal etmişi m . Oku
bak, ne komik!" dedim .
"Sen bunu gerçekleştirdin Türkan," dedi Gök­
şin , "bahçe içinde bir eve arkadaşlarını değil ama
cüzamlılarını topladın ve onları mutlu ettin . Senin
bir yaştan sonra, has dostların cüzamlılar oldu za­
ten . Bir süre gözün başka şey görmedi . Kendini
onlara feda etti n . Arkadaşlarını, evini onlar için ih­
mal etti n . Hep onlar için didindin , çalıştın, çabala­
dın. Allahtan hayatına okula yollanamayan yoksul
kız çocuklarının eğitim işi de girdi de, başını cü­
zamlılardan kaldırıp, biraz netes aldın . "
" H iç d e seni n söylediğin gibi değil," dedim,
" be n yaşamasını da bildim. Yığınla dostum var, ih­
tisas dalımın sayesinde birçok değerli i nsan tanı­
dım, konserlerden, sergilerden, tiyatrodan , mavi
yolculuklardan, yurtdışı gezilerinden nasi bimi al­
dım. Kendimi hiç de eksik hissetmiyoru m . Çocuk­
larıma da, ailemin bana tattırmadığı özgürlüğü ta­
n ıdığım için mutluyum . "
" Hani nerede yanında duran v e s e n i seven bir
erkek? "

70
"Ali var ya! O beni elli altı yıldır hala seviyor."
"Artık sadece kız kardeşini sever gibi ve sadece
mektup satırlarında. "
" Kı z kardeşi sevmek d e b i r sevgidir, Gökşin .
Üstelik beni m aşka değil , dostluğa v e dosta ihtiya­
cım var artık. Allah'a şükür, hepinizin sayesinde ek­

sikliğini de hissetmiyorum bunun . "


"Senin için, illa dostluk d a dostluk. Herhalde
annenin seni yetiştirme tarzından böyle oldu. Ne­
rede o mektup, ver şunları bakayım."
Gökşin divana saçılmış mektuplara eğilip karış­
tırmaya başladı. Birini seçti aldı aralarından.

" . . . Ah Gökşin, en yakın zamanda vaktiyle kıy­


met verdiğimiz şeyleregüleceğiz, hayat hep böyle. Sen
de bilirsin ki insanlar verdiğimiz dejjae layık değil­
ler. Hakiki <iyi'yi bulmak ,cok güç, şüpheci ruhunu,
temkinini asla kaybetme. . .
. . . Ne yazık k i bütün acı ve heyecanlar kavuşma­
nın ardından biter, bıkkınlık o anda başlar; bu hep
böyle ama biz daima istisnai vaziyetlere inanır, bek­
leriz, böylece kendimizi aldatırız. Bazen birinden
hoşlanır gibi oluyorum, bir iki gün hayal ediyorum,
düşünüyorum, aynı insanı tekrar görünce her şey
başlamadan bitiyor. Ben de öyle bir 'ne istediğini,
bilmeme' JJar ki!. . "

Gördün mü? Doğru söylememiş miyim? "


"Doğru söylemişsin," dedim.

71
" Bak bir tane daha okuyacağım , 1 95 5 Hazira­
n'ın d a yazmışsın :
. . . İnan ki hakiki aşk diye bir şey yok. Hepsi, hayal
gücümüzün bir noktaya tasnif edilmesinden ibaret
bence! Tabii binde bir ihtimalle aksi JJarit olabilir.
Sen kendini aşka böylesine kapayınca, aşk da
geli p seni bulmaz."
" Bul madı zaten."
"Yetmezmiş gibi, bir de kendine vazife edindi­
ğin yardımseverliğin vardı . O küçücük yaşında bile
her derde deva lokman hekim gibiydin, ona da bir
kanıtım var, dur bulacağım şimdi . . . Sen hayatını
böyle şeylerle dolduru nca, aşka vakit mi kalır. .. Al
işte buld u m :
((Sü�cü A_Y,se Han ı m 'ın oğlu kü,cük Doğa n bizde
idi bu akfa rn. Ka rdeşlerim birer ikişer yatınca, yalnız
ita/an ,cocuğu eJJine götürmelı bana düştü. Süt,cü Ay­
şe Hanım pek dertliydi. Kendisine fal bakmamı iste­
di. Hi,c inanmam a ma kıra madım. Öyle isabetli şey­
ler siiylemişim ki, kerametime hayran oldu. Halbuki
benim i,cin uydur uydur anlat, ebegümeci hunlar.
Görüyor musun, insanları kırmamaya o kadar
kararlısın ki, sütçünün karısına fal bakabiliyorsu n,
sırf kadıncağız hoşnut olsun diye . Oysa sen ne fala
inanı rsın ne de bakmayı bilirsi n ."

Ortaokuldayken annemin e li m e s ü t şişeleri ve­


rip beni Kandilli'deki yoksul ailelerin çocuklarına
süt dağıtmaya göndermesini hatırladım. Arkadaşla-

72
rım benimle Florence N ightingale diye dalga ge­
çerlerdi bu yüzden .
"Tamam, yine haklısın," dedi m .
" Haklıyım el bette. Şişli'de açtığın muayeneha­
neyi de üç beş ay sonra kapatman hep yutka yüre­
ğinin yüzündendi . "
" İ şte şimdi saçmaladın, Gökşin! Ne alakası var,
Allahaşkın a ! M uayenehanenin kirasını karşılayama­
mıştı m . "
"Neden karşılayamamıştın ? Çünkü h e r gelen
yoksula bedava bakmaya başlamıştın da ondan.
Cüzamlılar, uyuz olanlar, zengi nlerin arasın d a n
çıkmıyor ki ! Yufka yüreğin onlardan para al mana
elvermeyince, el bette karşılayamazdın kirayı. Senin
onda bir bilgine sahip olmayan bir başka dermato­
log, para kesiyordu üç bina ötede . "
" Başkasının kazancından bana ne! Benim, para
kazanamıyorum , diye şikayet ettiğimi duydun m u
hiç?"
" Duymadım çünkü sen en büyük mutl uluğu bi­
rilerine yardım ederken duyuyorsun. Para kazan­
mak um uru nda deği l . "
" Para eğer güzel b i r amaca hizmet etmiyorsa,
olsa ne çıkar ol masa ne çıkar. Üç beş pahalı e lbise
giymek, mücevher takmak veya gösterişli davetler
vermek için harcanan paralara o kadar acıyorum ki!
Haklısın canı m , ben ne paradan, ne zenginlikten ,
n e l üksten hoşlandım! Alınteriyle kazanı l mamış tek
kuruş girsi n istemem cebime . "

73
"Hayatını yaşamak, aşık olmak, kendine bak­
m ak da hep ikinci plana itildi senin hayatında. Var
mı yok mu görev aşkı ! Al bak, bir mektup daha var,
işaretlemişim kırmızı kalemle, al oku! "
Elime verdiği mektubu okudum:

((... Dün Ata,nın ölüm gününde milletimin göz­


yaşlarını dinlerken ve onlarla aynı duygularda bir­
leşirken, benim ifin her şeyden önce bu aziz J?atanın
gelmekte olduğunu anladım. O kadar fok şey var ki
kadın-erkek aşkından iince ve daha mühim, aşk fi­
,
lan bana vızgeliyor!'

c'Biliyor musun Türkan, bu mektubunu ilk oku ­


duğumda, bizimki amma da ukalalık ediyor diye
düşünmüştüm. Meğer sen yolunu daha o günlerde
çizmişsin. Bu çizginden de gerçekten hiç ödün ver­
medin. "
"Gençlik işte ! Ben de her genç gibi idealisttim,
o yaşlarda."
"Şimdi farklısın sanki ! Hayata bu duygularla
başlamasaydın, sen de her genç kız gibi biraz flört,
biraz serserili k edeydin, giyim kuşam düşüneydin,
hayat boyu kendini böyle paralaınazdın hep başka­
ları için. "
"Hayatımı geri sarıp yeniden mi başlayayım ,
kendimi ö n plana koyarak? "
" O mümkün değil . Ama bizim dinimizde azi­
zelik mertebesi olaydı, sana verilmesi gerekirdi. İyi

74
ki yok! Olsaydı, sana vermezlerdi, ben de kahrolur­
dum."

Gökşin'in benim için söylediklerini düşündüm


de, haklı sayılır, çünkü ben gerçekten hayatım bo­
yunca cinselliğimle algılanacağım diye hep kork­
tum. Bu korkuyla dekolte ya da çok dar elbiseler gi­
yemedim, fazla m akyaj yapamadım , içimde kopan
firtınaları kimseye belli edemedim. Oysa on beş ya­
şından beri ne kadar çok istedim sevmek, sevilmek,
delice aşık olmak hatta cinselliği yaşayabilmek. Ama
ti.im yakınlaşmalarımda, hep aşktan, cinsellikten
kaçtım . Önceleri belki çocukluğum süresince ma­
ruz kaldığım baskıdan, sonraları belki bir doktor
olarak i nsan vücudunu her yönüyle, mekanik bir
varlık olarak algılamaktan; kim bilir? Ama Gökşin'e
bir noktada katılmıyorum , sadece ben değil, o da
dahil olmak üzere, biz hepimiz böyleydik biraz,
Kandilli Lisesi'nin kızları. H ayatımın tümünü mes­
leğime ve hastalarıma adadım diye, arkadaşım beni
günah keçisi ilan etmiş, bell i . Canı sağ olsun!

Zeynep içeri gelip Gökşin'e b ir çay daha içip iç ­


meyeceğini sordu.
"İstemem, teşekkür ederim,'' dedi Gökşin,
"ben yavaştan kalkayım . Evime döneyim bir duş
alır gazeteleri okurum, dinlenirim biraz. Vallahi,
gözkapaklarıının üzerinde uykusuzluktan kum tor­
baları var sanki . "

75
Bana kahvaltımı ettirebilmiş olmanın iç rahatlı­
ğıyla, gitmeye hazırlanıyordu.
"Mektuplar n'olacak?" diye sordu, "onları oku­
duktan sonra bana iade edecek misin, sende mi kal­
sınlar? "
"İçlerinden seçmeler yapacak yine sana verece­
ğim . Günü geldiğinde değerlendiresin diye ."
Sorgu dolu gözlerle baktı yüzüme.
" Kalemine güvendiğimiz biri çıkarsa ... Yani var
asl ında da, hakkımda hemen her şeyin yazılmış ol­
duğunu söyledi. Tekrara düşmek istemiyormuş. Bir
gün bu mektupları okur, onlardan ilham alırsa . . . "
"Anladım," dedi Gökşin.
B u konuyu daha önce de konuşmuştuk aramız­
da. Gökşin, kimden söz ettiğimi biliyordu. Zeynep
kapıda dikilirken, konuyu kısa kesmeyi tercih ettik.
Gökşin, "Sen bir göz at bu mektuplara, ben öbür
gün yine gelirim, birlikte bir kere daha geçeriz üst­
lerinden," demekle yetindi .
"Gelmeden telefon et. Yarın kan alacaklardı.
Değerler izin verirse, hastaneye götürecekler kemo
için. Buraya kadar boşuna gelmiş olma."
"Ararım gelmeden," dedi Gökşin . Mikrop ka­
parı m endişesiyle öpüşmem yasak olduğundan, ba­
na eliyle öpücükler yolladı, çıktı .

Zeynep, Gökşin 'i yolcu etmek için aşağıya indi


ve geri gelmedi. Divanın yanına kıvrılmış uyukla­
yan Bubu'ya, "Gidip Zeynep'i çağırsana," dedim.

76
Kuyruğunu iki üç kere yere vurup kalktı, sallana
sallana merdivenlere yürüdü . Şu köpeğe, " Bana bir
yastık versene," desem, ağzıyla karşı divanda duran
yastığı getirip arkama yerleştireceğinden eminim .
Köpekliğine halel gelmesin diye ona emir buyur­
madım, sehpada duran çıngırağa uzanıp, çaldım .
Zeynep yerine yukardan Çağlayan indi .
"Arkama bir iki yastık daha koysana, daha dik
oturmak istiyorum canım," dedi m .
" B u mektuplar d a neyin nesi anne ? "
"Gökşin Teyzen getirdi onları. Hayat boyu ya­
zıştıklarımız. Daha doğrusu bu gördüklerin beni m
ona yazdıklarım .
"Onları mı okuyacaksın şimdi? "
"Sen beni dik oturtursan her birine göz ataca-
ğıın . "
"Tarihin derinliklerine yolculuk! "
"Sondan bir evvelki yolculuk! "
"Şşşt! Olumsuz düşünceler yasak! "
" Pekala, sadece tarihimin derinliklerine yolcu­
luk."
"İyi yolculuklar, anne," dedi Çağlayan, yastıkla­
rı arkama koydu, yanımda duran kahvaltı tepsisini

aldı çıktı . B ubu geri gelip ayaklarımın dibine, eski


yerine yerleşti, ben de mektuplarımı kucağıma
döktüm ve kendi tarihimin derinliklerine yolculuğa
hazırlandım .

77
TARİHİMİN DERİNLİKLERİNE
YOLCULUK

«5 Şubat, 1 957
Gökşin 'im,
... Demek hastane havadisleri canını sıkıyor, onla­
rı okurken fena oluyorsun. Ama biz onlarla öylesine
haşır neşiriz ki Gô"kşin, sana kendimden söz ederken
bunları katmamak elimden gelmiyor. Senin mektup­
larında, Aykut'dan bahsetmemene benzer bu! Alışa­
caksın kardeşciğim, rünkü ben vakaları gördükfe,
<aman bunları Gökşin'e ileteyim, benim duyguları­
mı bir tek o anlar, ' diyorum...
Hocalar arasında, meslekte fOk iyi ô"rneklerimiz
var, rok kötüleri de var. Hastalara bağıran doktor­
ları dövesim geliyor. Herkes bir numara, bir rol tut­
turmuşgidiyor. Kızlar doktorların, hocaların peşin­
de, kırıtma/ar, sırıtmalargırla. Doktorlar da teşne.
79
Bana ise en sulu adamlar bile tek bir defa takılma­
dılar. Bununla ô"v ünüyorum.
Biliyor musun, sana bu haftaki ruh halimi akset­
tiren bir şiir yazacaktım her zamanki gibi ama pos­
tanede kart bulamadım, bu mektubu, dişlerimi yap­
tırmak i,cin beklerken, diŞfide yazıyorum. Bu neden­
le defter kağıdına yazılıyor bu satırlar. A ma ne ô"ne­
mi var, yeter ki insan yazmak için vakit bulsun...
Hergün hastaneye iniyorum. Tıpkı doktorlargi­
bi! Onlarla beraber çalışıyor, öğreniyorum. İçlerin­
de biri var, yanında bulunmaktan huzur duyuyo­
rum, hep ona yardım ediyorum. İçim dopdolu olu­
yor, hayatımı yaşıyorum. Arkadaşlar rest pektiler,
kızıyorlar ona olan alakama ama bana vız geliyor.
Üstün bir insanın yakın alakasına pok ihtiyacım
var. Sadece dost kalabileceğimiz ihtimali bile bana
büyük huzur veriyor. Uğuru kaçar diye yazmak iste­
miyorum ama yazmak da bir ihtiyaç! . . "

Uğuru kaçar diye!


On beş yaşımın tek taraflı ilk platonik aşkından
ve yüzünü ancak iki, üç kere gördüğüm mektup ar­
kadaşımın satırlarında gelişen yine tek taraflı aşktan
sonra, şimdi aşk zannettiğim bir duyguyu, nihayet
doludizgi n ve karşılık görerek yaşıyordum.
Yaşadığım , hayal ve gerçekle iç içe örülmüş bir
aşktı .
B u kez , bir zamanlar mektup arkadaşımı tarif
ederken kullandığım güzel sözcüklerin hiçbiri dö-

80
külemiyordu kalemimin ucundan. Atilla için, dün­
yanın en dürüst, en iyi kalpli, en yüksek ahlaklı er­
keği diye yazamıyordum; çünkü o beni huyuyla su­
yuyla değil, uzun boyu, renkli gözleri, dalgalı sarı
saçlarıyla çekiyordu kendine. Onun ahlakının nasıl
olduğunun peşinde değildim . Nasıl bir kişiliği ol­
duğunu dahi merak etmiyordum . Sadece onun ya­
nında olmak istiyordum. Küçücük bir kızken haya­
lini kurduğum , uzun boylu, çok yakışıklı prensim­
di beni m . Bu genç asistan, benim sınıfıma ders ve­
riyordu. O nun ders verdiği günler, sabah dolabım­
d a ne varsa en az i ki kere giyip çıkartıyordum üze­
rime. Allahtan çok fazla giysim yoktu. Ellerimle
diktiğim iki üç etek, birkaç bluz, annemin ördüğü
hırkam, atkılarım ve berem. Giy çıkar, giy çıkar, e n
sonunda hep aynı kıyafette karar kılsam d a bir at­
kıyla, bir bereyle farklılık yaratmaya çalışıyordum.
Annemin kırmızı ruj unu parmak uçlarımla yanakla­
rıma yediriyordum. Saçlarımı defalarca fırçalıyor,
yaşımdan büyük durmak için, topuz yapıyordum.
Kalbim küt küt atarak koşuyordu m koridorlarda ve
sınıfa girince, hemen gözlerini arıyordu m genç
asistanın. Beni görünce gözlerinin içi gülüyor ya da
bana öyle geliyordu. Başıyla selam veriyordu kim­
selere belli etmeden ya da bana öyle geliyordu. O
ders dünyanın en ilginç dersiydi, anlatanın ağzın­
dan bal damlıyordu ya da bana öyle geliyordu. Ara­
mızda belki çok şey vardı belki hiçbir şey yoktu.
Bilmiyordum. B il mek istemiyordum. Hayatımın

81
tüm ayrıntılarını, tüm i lişkilerini, saat saat, dakika
dakika yazdığım Gökşin'e, hiçbir şey yazamaz ol­
dumdu, Atilla'ya dair. Her hafta birbirimize yolla­
mayı adet edindiğimiz, ruh hallerimizi belirten şi­
irli kartları bile esirgemiştim . Uğuru kaçar diye!

Oysa sevgili Gökşin'im de sırılsıklam aşıktı o sı­


ralarda. Beni en iyi anlayacak kişi oydu. Sonradan
evleneceği sevgilisinin adı Aykut'du . O bana her
buluşmasını, her konuşmasını ayrıntılarıyla yazar­
ken, benim birdenbire içime kapanmam, garip de­
ğil miydi?

B ugün geriye baktığımda, bilinçaltımda bir baş­


ka "ben"in var olduğunu biliyorum artık. Yaşayan,
nefes alan, düşünen, duygulanan, benden içeri bir
ikinci "bilge ben" ; işlerin yolunda gitmeyeceğini ta
o zamandan bilmiş gibi, kocaman laflar etmeyeyim,
ilerde bir gün mahcup olmayayım diye, elimi bağla­
mış meğer! Aşka dair sözlerde tutumlu davranmı­
şım. Örneğin, bir sayfada sadece iki satır yazılı:
<<�cim buruk buruk! Doktorumu yolcu ettim bir
haftalığ ına. ))
Şimdi mektubu okurken, aşık olduğuma inandı­
ğım adamın bir haftalığına nereye gittiğini anımsa­
mıyorum ama ders verdiği sınıfa girip de onun ye­
rine başka bir asistan doktoru gördüğümde nasıl bir
boşluğa düştüğüm, ders boyunca önümdeki defte­
re adını karalayıp durduğum dünmüş gibi aklımda.

82
Aynı günlerde çok romantik bir mektup daha
yazmışı m . Güya sırılsıklam aşığım ama kadim dos­
tum Ali 'den bir türlü kopamadığım da kesin .

" ... İstanbul'da sonbahar bütün hasmeti ile hü-


'

küm sürüyor. Sana ve Aykıtt 'a bahçedeki armutla-


rın bir dalından iki yaprak kopardım. Şahane bir
renk karışımı içinde bunlar. Eğer renklerini kay­
betmeden eline geçerse, çok şey bulacaksın, kırmızı,
yeşil, sarı, kahverengi ve beyazda. Bütünüyle tek bir
yaprak bile bir alem . . . Dün Ali'den bir mektup al­
dım. Topçu olarak askerlik yapıyormuş. Evliliğin­
den hiç bahsetmiyor, mektup istiyor. Derhal yaz­
dım. ))

Niye derhal yazmışım? Niye?


Ali'nin mektupları kesildiğinde, Gökşin'e, " Oh!
Nihayet bitti bu iş. Rahat ettim, ,, diye yazan ben
değilmişim gibi, Ali'nin elyazısıyla yazılmış zarfı
gördüğüm an suratıma kocaman bir gülümseme
yayıl mıştı .
Vefakar dostun geri dönüşü! Nihayet!
Aşk ile dostluğu ayrı kutulara koymanın bir be­
deli olacaktı elbet. Aşkı ve dostluğu bir türlü birbi­
rinin içinde eritemediğim için mi aşklarımı dost­
luklara, dostluklarımı aşka dönüştüremedim ben?
Sadece kızların gittiği bir lisede okumaktan veya
aşırı korumacı ailemin erkek çocuklarla arkadaşlığı­
mı sıkı takibinden kaynaklanan bir davranış mıydı,

83
bilemeyeceğim ama nişanlıyken dahi, aşık olmak
ayıp bir duyguymuş gibi, mahcubiyet duyardım,
hislerimi dile getiremezdi m.

((12 Mart, 1 957


Gökşin )ciğim,
Sizleri hep düşün üyorum. Sa na kırıldığı m ı sa n ­
m a ka rdeşim. Kendi hayatı mı yaşa maya ,calıştığım
şu günlerde kalemim pek öksüz kaldı. Ufa cılı ,cocuk­
lar gibi yaşadım bir dostluk başlangıcını. ))

Yazdıklarıma bakılırsa, aşkımı dahi illa dostluğa


dönüştürmeye çabalıyormuşum !

<<ve beğendiğim insan d a ,cocuklaştı, ağır hayat


yükü ve yorgunluğuna rağmen. Cu martesi gün ü
401, ( bizim sınıfın ikinci Türkan'ına hep lisedeki
okul numarasıyla hitap ettik. ) Özden, o ve ben tatlı
neşeli saatler ge,cirdik, aklımdan ,cıkmıyor. Koskoca
bir doktorun bizimle birlikte fal bakıp aptalca şaka ­
lar yapması, bol bol gülmesi hayli enteresa ndı.
Ben de öylegeveze oldum ki, hergün 401 )e pe a n ­
n emle Turhan )a bir bir a nla tıyorum ola n ı biteni.
Fakat bugündelik ı vır zıvırı san a yazmak sa,c ma
olacak. Yalnız şun u bil, onu tan ı ma n ı fOk ister­
dim. »

Bir hafta sonrasının mektubuysa şöyle:

84
<<Gijkşin, ben de yazmak isterdim şu günleri ay­
rıntılarıyla; ama olmuyor. Kağıda dükülemiyor
duygulaı' tam manasıyla. ''

Bir başkası:

«yazılamayan şeylerle doluyum. ''

Ve kısacık notların, sonu getirilmemiş cümlele­


rin acısını çıkarmak istercesine, içimi şarıl şarıl dö­
kebildiğim , ilk uzun mektup. Nihayet!

<<29 Mart, 1 957


Gükşin 'ciğim,
Nihayet sana yazabilecek zamanı bulabildim
galiba. Büyük kantinde, koje masada kahJJe (nohut
tabii) bekliyor; seni düşün üyorum.
Bilirsin tez canlıyımdır. Senin gibi hadiseleri ay­
lar sonra nakletmeye günlüm JJarmaz. Hoş bizim
anlaşabilmemiz i,cin kısa yazışmalar da yeter ama
ben sana her şeyi satır satır nakletmek istiyorum.
Biz biiyük duygular, yüce aşklar bekleyen kişiler­
dik GMışin. Oysa hadiseler üylesine kendiliğinden,
öylesine tabii gelişiyor ki, prpınmak JJeya düşün mek
ifin JJakit kalmıyor. Bir bakıyorsun riske girmişsin
bile!
Aradığımın ne olduğunu ben de bilmiyorum.
Şimdilik bulduğumla yetiniyor JJe bu iki mefhumu
birleştirmeye gayret ediyorum.

85
En başta aradığım alabildiğine huzurdu şüphe­
siz, karşılıklı güven ve hürmetti. Bunlar var, ha­
lihazırda. Dilim geleceğe varmıyor. Sukutuhayale
uğrayabilmenin korkusuna, paniğine kapılmak iste­
mıyorum.
Karşımda yaŞFa benden yedi, meslek hayatında
dokuz yıl büyük ve ileri birisi var. Bağlanma sebeple­
rimin en önemlisi bu galiba. Sen de tahmin edersin,
yaş insanları, bilhassa erkekleri, ,cocukluktan kurta­
ramasa bile, neyi istediklerini bilmelerini sağlıyor. "

A kşam, 18.20, Vapur.


Kalemimin mürekkebi kalmamış, oysa boyle ara ­
larda yazmayı ,cok severim, bilirsin. Mektuplarımın
,coğu derslerde, vapurlarda veya diŞFide beklerken
yazılmıştır ama yine de beni ifade ederler sana!
Kendimden bahsediyordum değil mi? Tuhaf bir
kapıp koyuverme i,cindeyim. Her şeyi oluruna bırak­
tım, dinliyorum şimdilik, dinlemek, beraber olmak,
elini tutmak, birlikte duygulanmak ho,sumagidiyor.
Eskiden m ukabele edemezdim karşımdakilere. Mev­
cudiyetleri ve üzerime düşmeleri sıkar, kahrederdi
beni. Şimdi yok bunlar. İkimiz de hayatı ve koruma­
mız gereken erdemleri biliyoruz galiba.
Gökşin, benim gibi me,sakkatli bir mesleği se,cen
biri i,cin (ve elbette onun i,cin de) meslekten birisiyle
hayat paylaşmak şart. Bunu sana dahi ifade edebi­
leceğimi sanmıyorum. Ama bizim i,c in eşlerimiz ta­
raftndan anlaşılmamak yıkımdır! ( B u cümlenin

86
altı çizilmiş sonradan. Hangimizin boşanmasından
sonra çizmiş Gökşin bu çizgiyi acaba? )
Hatırlarsan, lisedeyken bana, 'kocam doktor
olursa, kıskanırım, ) demiştin. Bunu sen söylemiştin)
sen ki bugün olgunluk merhalesinin en üst noktasın­
da sayılırsın. Bir de vasat bir kadını veya erkeği dü­
şün) manasız anlayışsızlıklarla bizim hayatımızı
nasıl zehir edebilirler.
Meslekten fOk insan tanıyoruz. Gerfi pek, üstün­
/eriyle aşırı yakınlığımız olmuyor ama mevkiini
hazmedemeyen/eri kolayca ayırt edebiliyoruz. Benim
seftiğim insanın karakteri ve insanlığı sapasağlam.
Doktorluğu insanlığıyla birleşince de tabii üstünle­
şıyor.
Hali(in üzeri şu anda kıpkırmızı! Şahane bir
grup var. İnşallah hava yarın güzel olur. Annesiyle
babasını gô"rmeye gideceğiz.
Bilirsin Gö"kşin) etrafımızda parıldayan erdem­
ler, üstünlükler ararız. Ben de hürmet edebileceğim,
güvenebileceğim bir dost arıyordum. Tesadüf veya
kader bizi karşılaştırdı. Önce o erişilmez gibi geldi
bana. Daha doğrusu erişmek ihtimali korkuttu be­
ni. Sonraları, bunu da yadırgamamaya, yakınlığı­
mızın dö"küldüğü bu yeni yolda da fevkaladelikler
bulmaya gayret ettim. Şimdi, iki cepheli bir hayatı­
mız var. Böyle oluşu bizi ve günlerimizi monoton­
luktan kurtarıyor.
Sabahları, o hoca bense ciddi ve dikkatli talebesi
(zaten her şey böyle başladı, onu bu şartlarda tanı-

87
dım). Öyle tatlı oluyor ki, bu durum! Tamamen
şartlara tabi oluyorum, odasına kapıyı vurup giri­
yorum ve bir gün evvel akşamüzeri, elele denizi sey­
redip istikbale dair hayaller kurduğumuza inana­
mıyorum adeta!

Yolu m daha ortaokul sıralarındayken çizilmiş.


Dindar bir babaanneyle, gezmeye eğlenmeye sık
gitmeyen, yakın dostları sayılı, hayatında hep ço­
cuklarının öncelik aldığı, iyilik yapmaya düşkün bir
annenin, muhafazakar, disiplinli bir babanın elinde
şeki l lenen bir çocuk kendine nasıl bir yol çizer, ile­
risi için? Bu çocuğun kafasına dürüst, merhametli,
iyi bir insan olması, insanlara hizmetten kaçınma­
ması gerektiği kazınmaz mı? Yol çizgim, beni dok­
tor olmaya götürecekti eninde sonunda, hakkı var­
dı Gökşin'in. Bir doktorun ideal eşi de bir başka
doktor olmalıdır; bilinçaltımda yatan hep buydu.
Lisede okurken kendi masalımı kendim yazmışım
ve o masala uydurmuşum kendimi. Şimdi okudu­
ğum mektup bunun açık kanıtı.

« .. Pazar akşam ı Hümeyra Hanım ve kocası


.

geldiler. . . Ailem ettiler, kal/em ettiler, Tıbbiye'nin


zevk/iliğinden, kutsiyetinden, hi,cbir zaman doktor
olduklarına pişmanlık duymadıklarından söz etti­
ler ve beni ta lise birdeyken giiz dikmiş olduğum fa­
külteye bir kere daha yö"n/endirdiler. Zaten başka bir
mesleği fOk kısa süreli ve gö.nülsüz olarak okşamışım

88
kafamda. Kürkpü dükkanıma diindüm! Hayırlısı
olsun! Şimdi önemli olan, Tıbbiye 'nin bu devre ka­
bul edeceği altmış kişinin arasına girebilmek! Çok
palışmam lazım. Özellikle de biyoloji dersini... ,,

Meslek dalımı seçtikten sonra, sıra kendime bir


doktor koca bulmaya gelmiş! Ben meğer, daha o
zamanlardan teşneymişim bir tıbbiyeliyle arkadaş
olmaya.
Taa 1 9 5 2 yılının Haziran'ında yazılmış mek­
tuptan bir satır:

" Gökşin, sen de hep benim zaafımı bulursun! Bir


tıbbiyeli ile arkadaş olmak en büyük eme/imdi. . . ,,

Emelimin gerçeğe ·dönüşmesine ben de inana­


mıyordum. Gece yatağıma yattığımda, bana istedi­
ğim yolu açtığı için Allah'a şükürler ediyordum.
Başka ne isteyebilirdi, doktor olmak üzere yola çık­
mış bir kız? Anlaşabileceği, seveceği bir doktor eş,
üstelik çok da yakışıklı! .. Köy doktoru olmak iste­
yen Türkan'ın sevgilisi bir köyde yaşıyordu . Köy
halkının yardımına koşuyordu. Onları para alma­
dan tedavi ediyor, eşantiyon i laçları bedava veriyor­
du. Mahallesindeki insanların gözünde adeta bir
Tanrı gibiydi . Üstelik fakültenin bütün kızları da
peşindeydi. O , hepsinin arasında, beni seçmiş! Be­
ni ! Sevgil i mle iftihar ediyordum. Bu rüya bitivere­
cek diye ödüm kopuyordu.

89
((31 Mart, 1 957, Pazar.
. . . Sonra, öğleden sonraları, benim pratikler bi­
tince buluşuyor, bazen yolumuzu bekleyen bir hasta­
ya teselli vermeye gidiyor, caddeleri arşınlıyor veya
hava kötüyse bir pastanede oturuyor, fOk zaman ko­
n uşmadan günün yorgunluğunu gideriyor, huzura
eriyoruz. "

«Dün, ikimiz, Kağıthane Köyü'ne, anne ve ba­


basın ı ziyarete gittik. Kendi hallerinde, tertemiz,
dünyanın kijtülüğüne karışmamış insanlar. Baka­
lım ne neticeye varacağız. O hemen babamla görüş­
mek istiyor, ben de biraz zaman gefmesini istiyo­
rum. Günler acep ne getirecek bize ?11

((Fena nezleyiz ikimiz. Son kelime, yazdıktan


sonra hoşuma gitti!"

((Bu mektup burada bitsin, Gökşin! Beni ferahta


bil. Rahat bil. İlerde yeni duygularım olursa, ilave
ederim. "

«12 Nisan, 1 957


Bu mektupta, son günlerin heyecanı da sana ya­
zılsın bari. Dışarısı sıcak, bunaltıcı bir hararet var.
Hayatın ilerlediğini a nlıyorum. Yaz geliyor, bahar
gefti bile. İfimizin temiz ve cıvıl cıvıl olan baharı ise
bugün, şu saatlerde, büyük fırtınaya hazırlanıyor.

90
Hani senin anneciğinden sakladığın hakikatler
vardı ya, bugün babam benimkilere vakıf olacak.
Ah Gökşin, duymak, hissetmek güzel şeyler ama bun ­
ları, b u onlardan kopma dileklerini, üzerimize tit­
reyen kimselere a,cmak, onları hayatın ger,cekleriyle
karşıla,stırmak hakikaten azaplı. Sırası geldiğinde,
fedakarlıklar insanın canına tak edebiliyor. Bu bü­
yüğün ü saymak, düşün mek, üzmemek şeklindeki
hassasiyetlere isyan edebiliyor. "

cc6 Mayıs, 1 957

. . . Duygular konuşurken kalem duruyor galiba


Gökşin. Etrafımdakiler, gözünün i,ci gülüyor, diyor­
lar. Bense kendimi saadetimin hüznü ifersinde his­
sediyorum. Realiteleri de yüceltebilirmişim meğer,
Gökşin, ( elele gezmek gibi masum hareketleri niha­
yet 'realite' olarak görmeye başlamışım . ) başkaları­
nın ifade ettiği gibi ideali aramazmışım, sadece
mukabil ruh im�s peşinde koştuğum. O ruh da sade­
ce sis ve duman halinde gelmiyor insanın karşısına.
Gülen, konuşan, yorulan, hastalanan, hatta ağla­
yan, JJelhasıl bütün diğerlerigibi bir insan olarak ,cı­
kıyor. İşte önemli olan da bu sıradan varlığı, diğer­
lerinden ayırabilmekteki keramet oluyor. Şaşıp şaşıp
kalıyorsun ve nihayet olduğu gibi kabule katlanıyor,
kader deyip gefiyorsun . "

ccDurumumuzda bir başkalık varmış gibimize


geliyor. Bir safiyet, bir yücelme hissediyoruz adeta. "

91
((Giik;-in, bugünleri de görecekm�sim ben ha!')

«Pederin havası gayet iyi, beni gözden pkaracak


_rı/uırnıasına da, büyüdüğüm gcrfcgini hazmedemi­
w ı r bir tiirlii. ))

aAli)dcn haber var m ı ? Mektubuna verdiğim ce­


vapta, üstü kapalı ,sekilde, durumumdan bahsetmiş­
tim. Cepap ala madım. ))

Bu mektubun sonuna, kendi imzamın yanına


bir artı işareti koyup A. Ö . harfle rini yazmışım , san­
ki m ektubu Ati lla ile birlikte yazmışız gibi. Ah, her
alanda birlikteliğin, ruh ve akıl uyumunun, yani
hoş hayallerin peşinden koşan saf Türkan! Gidera­
yak n ihayet, biliyorum ki yok böyle bir şey. İnsan
tek! Gökşin 'in bana söylediği gibi, tek ve tek başı­
na! Bu yüzden, evliliklerin çoğu bir cendere! Aşkın
sihirli okunun büyüsü kısa bir süre sonra kaybolun­
cı , insan kendi gibi düşünmeyen, dünyaya kendi

açısıııdan bakmayan , kendine hiç benzemeyen bi­


riyle kabkalıyor, güya hayatı paybşmak ama aslın ­
d a sürekli dalaşmak üzere.

Kendimi evlilik cenderesine sokmanın tam eşi­


ğindeyke n , 3 1 M ayıs 1 9 5 7 tarihli mektup çok
öne m l i :

(( ... Şu anda pederle benim istikbalim konuşulu­


yor, _wızıhı:ınede. Tarihi HÜn yani!))

92
Babam, o tarihi günde, benim tah nı i n k ri nı i ı ı
aksine, hemen kabul edivermişti nişanbn ınaııı ızı
ama sonraki günlerde ayak sürümeye başl a m ı ştı .
Fakülteyi bitirmeden evlenmemizi istcnı i yord u .
Oysa daha benim iki yılım vardı m e z u n o l m a y a .
Doktor olmak, üniversiteyi bitirmekle gcn;eklqc ­
mediğine göre, nasılsa hayatımı kazanmaya başla ­
madan önce ihtisas yapmam gerekecekti . Lhba ı ı ı .ı
iki doktorun, sadece fakülte yıllarında değil , ö m ü r
boyu çalışmak v e okumak zorunda oldukları nı , o
nedenle bu i ki yılı bana zehir etmemesini söy l ü vor
ama dinletemiyordum. Sonunda bir m e k t u p ,·,ız
mıştım babama,

ccBabacığım,
Evlenme kararım kesindir ama sen baıııı bir t ii ı ·­
lü nüfus kağıdımı vermiyorsun. Mevcut l'C n111/Jtc­
mel tehlikelere karşı seni uyarıyorum. Liitfı:ıı 11 iU/ı.ı
,
' " dımı ver. . . ,.
kagı

Çok düşünmüşümdür, b u mektubu yaı.ı ı ı as;1\'­


dım, evlenmeseydik, hayatım değişir m i y d i d i n: \'L'
Atilla'yla azı uyumlu, çoğu uyumsuz gc�-cıı d o k u z
yıla rağmen, hep şükretmişimdir babaınııı ev l i l i ği ­
mizi kabul ettiğine. Çünkü biliyorum ki c v k n ıı ı c ­
,

seydim benim hayat çizgim değişmezdi, b c ı ı yiııc


kendimi cüzamlılara adardım; ama hayatı mda Ç<ı f� -

Güneş Umuttan Şimdi Doğaı', s. 1 1 4.


93
layan ve Çınar olmazlardı ki, işte ona dayanamaz­
dım . Çocuklarım benim hayatıma renk, ses ve an­
l am kattılar, en zor geçen günlerin sonunda, eve
dönüp onların gülen gözleriyle ve bir sürü arkadaş­
larıyla karşılaşmak, dinlendirdi ben i. Hayatımın
tüm evrelerini paylaştım oğullarımla. O nlar genç
erkekler olana kadar hep yanımdaydılar. Çocukları­
mın gürültü patırtılarından, hastalıklarından, türlü
çeşitli sorunlarından hele de arkadaşlarından hiç
gocunmadım . Beni, hastanede içinde yaşadığım çi­
leli alemden alıp gençliğin neşeli dünyasına uçurur­
lardı. Bir koca tencere makarna pişirir, içine birkaç
sosis doğrar, güle oynaya, afiyetle yerdik. Hep bir­
likte bulaşıkları toplardık. Arkadaşlarına yer yatak­
ları sererdim . Sevgil ilerine yüreğim i açardım. Gü­
nün siyasi olaylarını tartışırdık. Benim koyu De­
mokrat Partili, tutucu babam ve aşırı muhafazakar,
disiplinli annemle hiç yaşayamadığım bir samimiyet
ve hoşgörü ortamında, görüşlerimizi paylaşırdık.
Çağlayan, arkadaşlarıyla kulağıma tuhaf gelen de­
ğişik müzikler yapardı, sabırla dinlerdim. Müzikle­
rine zaman içinde alışır, severdim . Bazen tempo bi­
le tutardım. Çocuklarım sayesinde, ayaklarım yere
bastı, romantizmimden bir ölçüde sıyrıldım ve
gençlerle ilişkim hiç kopmadı. Fakat babalarından
ayrılmayı seçip, onları analı babalı büyütememiş ol­
manın ukdesi hep içimde kaldı . Boşanmamış olay­
dık, çocuklarım okuldan okula savrulmayacaklardı,
şehrin dört bir sem ti nde. Hayatlarında çok önemli

94
yer tutan, eşsiz anılarla bezeli bir okul yaşamları ve
birlikte büyüdükleri candan çocukluk arkadaşları
olamadıysa, benim yüzümdendir. B enim köklerim
vardı oysa! Çocukluğumu, gençliğimi, orta yaşımı,
hiç ayrılmadan birlikte geçirdiğim can arkadaşbrım
vardı. 401 Türkan'ım, Mesude'm, Yurdagül'üm
Gökşin'im vardı, hayatımın ilk hasta ölümünü, ilk
bebek doğumunu, ilk otopsisini birlikte izlediği m
Ayla'm, Nevin'im, Raci'm, Kazım'ım, Can'ım,
Ferruh'um, Aygen'im, Tomris'im, ve Ö zdcn'im
vardı.
Kandilli Kız Lisesi'nin hasreti ise hep hüküm
sürdü yüreğimde . Ne zaman geçmişe doğru yolcu­
luğa çıksam, çocukl uğumun geçtiği eve ya da üni­
versite yıllarıma değil, ortayı ve liseyi okuduğu m
okuluma dönerim hep. Boğazıma bir tıkaç o t u ru r,
gözlerim yanar. Bilirim ki en masu m, en idealist,
en romantik ve en mutlu Türkan, Kandilli yıllarının
Türkan 'ıdır.

cc . .
. O defterde senin 23 Kasım 1 953 tarihinde
yazdığın ,siir var. On u okuyunca alabildiğine duy­
gulu, ıstırap _Fekmeye, harcan m aya hazır bir
Türkan buldum. Yok yere iplenen, yapraklardan,
sulardan, a,sk mektuplarından, hislenen, heyecanla ­
nan, kendi kendine ıstırap yaratan, biraz deli,smcn
ve aksini iddia etse de hayat ile kucak kucağa bir
kız... ,,

95
Cökşin ' i n , " İ nsan arkadaşım Türkan 'a,"
diye it­
h a f e t t iği şiirini okur okumaz hemen ezberlemiş­
t i m . B u n ca yıl sonra, bakalım hala ezberimde m i ?

- 'nir 1·iiya giirdiim bıt gece)-


( ;aripsi _qa ripsi bakıyordun
C1izel lıirpilderinin ardında n
Rtıkışlarında bizim ı,sığı m ız
'(,'el ', diyordu gel gittiğim yere )
Htıl�ı;larında öylesine engin bir seııgi
K11cııldar insan kardeşlerimizi . . .

A h ! Ar�1d:ıki mısralar gel m iyo r a k l ı m a . Neydi?


>l eyd i ?

Ellerimi tutmak istiyordun


İıı.wmlıl� yolunda el ele koşmak irin
l:ilcrin ıtzmı mış insanlığa doğru.
.'İı"l'.ITi dolu sıcak ellerin . . .

! ·: ve r , ge r i s i n i d e h a tırladı m .

- 'Scıı nc'Vdin ki?)-


Scn benim JrÖziim, btlaifı m, can ı m
Sen insanlar arasında lıardeş bildiifim
Dost elleri, temiz kalbi bana apk
/( inıscsiz rıiyala rı rnı ısı ndıran

Srn her /eyden iince insan arkadaş11n . . .

96
Bu şiiri yazdığında Gökşin, ikimiz de on seki z
yaşındaydık. Bana geçenlerde, "Türkan, sana seni
anlatan o şiirimi hatırlıyor musun?" d e m i ş t i , "sen
elli altı yıl hiç sapmamışsın çizginden. Ne de bizim
arkadaşlığımız değişmiş. Senin insan scvgi ı ı ve ara­
mızdaki dostluk 'kiirfezdeki su gibi, duruyor yerli
yerinde!'
Lisedeyken Gökşin bana bir şiir defteri hediye
etmişti. O deftere sevdiğimiz ve anı ları m ı z ı d i l e ge ­
tiren şiirleri yazmaya karar ve rd ik . Ş i i r yazışnı a b rı ­
m ı z yıllarca sürdü. Defter, Uh ona, ka l ı b a n a geç ­
ti. Sonra geçenlerde aradım on u , defteri get i r de
giderayak bir şiir günü yapalım ve ddterde yoksa
eğer Tevfik Fikret'in Sis'ini, Ö zdemir Asat'la Na­
zım'm en iyilerini ilave et ckdimdi. Bakalım nasip
olacak mı?
Biz ne çok şii r okur ve edebiyat üstüne ı ı c çok
ahka m keserdik o yaşlarda. 8 Eyl ü l 1 9 5 4 yıl ı n d a bir
mektubunda mesela şöyle y a z m ı şı m :

((. . . Nefret ediyorum, rmnantilt ki/ilerden, sentbo­


listlerden, bohem/erden, mrıddiyrı�cı ola nlarda n , şrı ­
ir a rtist geçinenlerden . Kısrıcası, eskiden bcfrcndi­
ğimi sandığım her şeyden . Kendinden emin iwa 11 -
ların etrafa dimdilı ba !uşları hoşu rnıı gidiyor, ııali­
ba acı haizi/zat şu: R o mantik Jlc pejm ürde insaıılıır,
bcdbinleı', hayalperestler benirn en candan a rkada ­
şım olabilirler, zira ben de bu sınıfta nım; ama, im ­
yatımı emniyet edeccfri ın insan, mağrur, m iitı:/Jrı/.:-

97
kim, kendinden ve hareketlerinden emın olmalı . . .
Böyle birine öyle muhtacım ki. . . Emniyet edebilece­
ğim biri . . . Kainatın, ufukların, her şeyin gerisinde
gibi. . . Belki de bütün bu duyguların etkisiyle, 'Q}ti­
tizm 'e merak sardım son zamanlarda. 'Benim ya­
pamadığım pek ,cok şey vardır ki başkaları yapabi­
lir, ' diyor. Ne sevirnli değil mi? Sen de 'existentia­
lism'i bo_.sver kardeşim. Nasıl. inanabilirsin Sartre'ın
şu iddiasıyla hülasa edilen ger,ceğine. Diyor ki: 'İn ­
san her istediğini yapmaya kadirdir. Akla gelen en
ilk varlık veya en sonuncusu insandır ve bunun ge­
risinde mutlaki_vet aramak boştur, her şey insandan
,cıkaı'. ' Tabii bu dinsiz existcntialistlerin tezi. Gene
de ta ıısiyc ettiğin Gizli Oturum 'u okuyacağım.
Ama bana quitizm ,cok munis geliyor bun u bil.
Ge,cenlerde A. Camus'nün Yabancı 'sını oku­
dum. Ben tiksindim o tipten. "

Gençliğin çelişkileri ve hanı l ığıyla yazıl mış göz­


l e mleri m i hayretle okud u m .
B i r yı l sonra 3 0 H aziran'da başka edebi göz­
le m lerim o l m u ş :

" ... Lcrmantov 'ım mısralarını unutabilir mı-


yim kardeş, o her şeyi ifadeye kafi:
'Hem üziintii, hem keder, kime el uzatırsın ?
Bu bahtsız anla rda, tutacak kim par?
Ve etrafa dikkatli bakınca, zaten hayat
Adeta bir şaka, boş ııe aptalca. '

98
2 Ağustos l 9 56'da ise yazdığım bir mektubun
sonu şöyle :

c'. .. Kutsal YoksulluFu bugün bitirdim. Çok


kuvvetli işlenmiş. Bana Gazap Üzümleri)ni hatır­
lattı. Steinbeck)le şiddetli bir benzerlik buldum.
Olur, Aflık )ı alır okurum. . .
Şiir defterimi n e zaman yollayacaksı n ? Hey Al­
lah)ım, bu suali okumaktan bıkmadın mı hdld ? Şi­
irli kart/arınla yetinemiyorum. ))

Elimin tersiyle gözpınarlarıma biriken yaşları


sildim. Ne sık ve kolay ağlar oldum ben son za­
manlarda! İlaçların etkisinden olmalı. Neyse, mek­
tubun devamına döneyim yine.

" . . . cBir rüya gördüm bu gece/ diyorsun . . . Biz de


yedi senelik bir rüya gördük. Sonra uyandık hayata)
hakikatlere. Yaşadıklarımız defterlerde, mektuplar­
da manzaralarda şiirlerde kaldı. ))
) )

Ahh o Kandilli Kız Lisesi'nde geçirdiğimiz yedi


eşsiz yıl ! Sadece ben değil hiçbirimiz unutabilmiş
değiliz okulumuzu. Bir araya gelince önce okulu
konuşuru z . Öylesine yer etmiş o yı llar, yüreğimiz­
de. Yukarıdaki mektubu yazmaya başladığım gün
bitirmemiş, dokuz gün sonra getirmişim devamını.
Çünkü mektup yazmaktan çok daha önemli olaylar
olmuş hayatı mda!

99
cc9 Hazira n, 1 957
Ca nım Gö.kşin )ciğim,
Mektubu n u dün gece okuduk. Uzu n bir ihrnal­
karlık sürecinden sonra bana yazmak a rzusun u
duyduğun saatler v e tarih, bizim n işan yüzükleri­
mizi alıp taktığı m ız za mana rastlıyor. Biiyle şeylere
nasıl kıymet JJeririm bilirsin.
Nişanı yaptık Giikşin. Yüzükleri alıp bizegeldik,
yemek yedik JJe pedere taktırdık. Ertesi gün de
A tilla/ara gidip akşam yemeği yedik, el öptük, oldu
bitti. Kimseye sıkıntı JJermedik böylece, ifimiz fe­
rah!. .
. . . Tahsil, tahsil, tahsil. Biri bitiyor, diğeri haşlı ­
yor. Biz bir ,cılmıaza girdik ki lmrtıılıış yok.
Altı ders yılı, difrt ihtisas yılı. Düşün daha sene­
lerce başka bir şeyle meşgul ola mayacağım. Üstü ne
bir de a ile yiil�ü binerse, JJaziyeti tasa ın>ur et!..

" ... Bu işler pek kolay olahiliyo1'm11,s, Gökşin, ben


ne kadar ümitsizdim baba mın rıza giistennesi husu ­
sunda . Hi,c öyle olmadı ! ))

". . . Bilirsin kendimden fOk sizleri mesut gifrmek


isteriın. Beniın baj:jlı oldııfııım aziz bir mesleğim
Jlfı r. Sukutuhayale uğrarsam bir '-qiin, mesleJjim ba ­
na dı:stclı olur. "

". . . A radan on Üf sene gefti, her hadise seninle


dostluğwm uzıı bir kat daha kıtJJJJetlcndirdi. Son dört

1 00
yıllık ayrılığı mız ise, dostluğu muzun olgunlaşması
babında bir deııre oldu, galiba . Kopmadık. . . "

''Saat 22.25 'de ayrıldık A tilla ile. Yarın ders fa ­


lışacağı m, a n cak ô'bürgün ôjjleden sonra görüşebile­
ceğiz. Beraberken hif falışa mıyoruz. Herhalde ilerde
bunu beceririz. . .

Giizlerimden uyku akıyor. Ah Gö'kşin, bugün


mehtap ııar ııe Boğazifi feııkaladeydi. Balkondan
seyrettik. Işıkların den izdeki aksi ııe sükunet ifimize
işledi, bahtiyarlığımızı bir kez daha fa rk ettik. "

101
AŞKIN BÜYÜSÜ ÇÖZÜLÜRKEN

Ben hep mehtaba ayarlamıştım kendimi. Oysa


mehtapsız geceleri de varmış meğer hayatın ! Genç­
liğin gözlerimize mil çeken iyimserliği, bir tiyatro
perdesi gibi yavaş yavaş aralanmaya başladığında,
ayaklar yere basıyor, gerçek sırıtıveriyor çirkin yü­
züyle.
Gecemi gündüzümü ve arkadaş mektuplarıma
kadar her şeyim i paylaşmaya hazır olduğum adam­
la ite kaka ancak dokuz yıl götürebilmiştim evliliği,
hem de iki küçük çocuğa rağmen . Benim dünyayı
paylaşmak istediğim kocam, benimle hayallerimi
paylaşmıyordu . Yıllar önce, Ali açıkça yazmıştı ba­
na, bir kadın için en kutsal meslek, eş ve anne ol­
maktır diye. Ben eş ve anne olmanın yanı sıra dok­
tor da olmak istiyordum. Ali'nin samimiyeti, sonu­
nu getirmişti yeni filizlen meye başlayan ilişkinin.
Oysa kocam açı k oynamadı kartlarını. Meğer onun

1 03
gönlünde de kendini ev işlerine verecek bir eş ya­
tarmış! İlk çocuğumun doğumundan sonra, ara
verdiğim tahsilime dönmek için mücadele etmek
zorunda bıraktı beni . Fakülteyi bırakmam için öne
sürdüğü mazeret çok geçerliydi. Hamileliğim sıra­
sında vereme yakalanmıştım . Sağlığıma özen gös­
termemi istiyordu, benim de doktor olma yolunda
biri olduğumu unutarak. Elbette özen gösteriyor­
du m sağlığıma. Ama beden sağlığımın yanı sıra,
ruh sağlığımın hiç mi önemi yoktu?

''13 Hazira n, 1 958


. . . Ben sıhha�ce iyiyim. Geriye kalan iki ayım ı ge­
firmekle meşgulü m. İmtihanlara giremedim fünkü
rok fazla şişmanladırn. O halimle derslere girmek
doğru olmazdı. Oturup işlerimi ayarlıyor, ciciler di­
kiyoru m. Dohtorlar karnım büyük diye bir de ihz
/iiphesi soktula r kııfrımrı. Riz de iyice kabullendik,
ha ni tel� olursa iiziilcccjjiz adeta. Neyse, hayırlısı ! ''

MektupLırın tonu değişiyor giderek. Her türlü


konfordan yoksun köy evinin şartlarında, kaymva­
lide, kayınpcderlc birlikte yaşanan hayat, beni ro­
mantik bir kı zdan, sıradan, pratik bir gebe kad ına
dönüştü rüyor. Artık duygular, duygulan malar, he­
yecanlar, mehtap tarifleri yok satırlarda, gündelik
yaşantının sıkıntıları ve kuru havadisler var.

104
ccKayınpederimin de kaZcası tutulmuş, kımılda­
yamıyor, zavallı. Herhalde havalardan oldu. Evi iyi
ısıtamıyoruz ki. . . ,,

Evimiz o yıllarda bir köy görünümünde olan


KJ.ğıthane'de, bahçesinde inek, koyun, tavuk hatta
tavşan bile bulunan küçük, derme çatma bir köy
eviydi . Kayınvalidem ve kayınpederimle birlikte ka­
lıyorduk. Zerzevat ve meyvelerimizi kendimiz
yetiştiriyorduk. H avası tertemizdi ama kış ayların­
da evi iyi ısıtmak, rutubetini kırmak mümkün ol­
muyordu. O yıllarda aklımın ucundan geçmemişti
ama bunca yıl sonra acaba diyorum , Çağlayan'a ha­
mileyken vereme yakalanmama kışları çok üşümem
mi sebep oldu?

l 958 yılı benim için ilklerle dolu, hem acılı hem


sevinçli, ayrıca hayatıma yön veren çok önemli bir
yıldı! O yıl, çiçeği burnunda bir yeni evliyken, ba­
bamı kaybetti m . H ayatımın ilk büyük acısını yaşar­
ken hamile kaldığımı öğrendim. Staj yaparken Ba­
kı rköy Akı l Hastanesi'ni ziyaretimizde, ömrümde
ilk defa cüzamlıları gördüm, sarsıldım, perişan ol­
dum ve doktorluk hayatımın hangi mecraya doğru
akması gerektiğine kesin kararı o gün verdim; ha­
mileliğim sırasında vereme yakalandım ve ilk çorn­
ğum Çağlayan'ı dü nyaya getirdim . Hepsi, 1 9 5 8 yı ­
lında old u !

1 05
Kucağıma dökülmüş mektupları eşeleyip duru­
yorum o günlere ait bir şeyler okuyabilmek için. Ya
ben yazmamışım Gökşin'e üzülmesin diye ya da o,
saklamaya dahi dayanamayacağı için yırtıp atmış acı­
l ı satırları. Ancak şöyle bir mektup geçiyor elime:

«. .. İyi ki evlenmişsin, diyorsun. Ben bu kanaate


bir türlü varamıyorum. Sana da yazamıyorum
Gökşin, başka insanları kendi derdimle dertlendir­
meye hakkım var m ı ? Hep bu endişe ifindeyim. »

B u mektubu yazdığımda, ikinci oğlum Çınar da


doğmuş. Hem de ne badirelerden sonra.

İ kinci hamileliğimde de tüberküloza yakalan­


mıştı m . Çağlayan'ın kalp damarında doğuştan bir
tıkanıklık vardı, bu sorunla uğraşmak gerekiyordu.
Atilla ihtisasını bitirmişti fakat üniversitede kalması
zor gözüküyordu. Geçindirmesi gereken bir ailesi
vardı ama üniversitede önünün açılması için ner­
deyse şart olan kayırıcı bir vasisi yoktu!. Üniversite­
de kalıp akademik kariyer yapmasına bir başka en­
gel de lisan bilmemesiydi . Belki sırtında bizleri ta­
şıyor olmasa, zaman ayırır, İ ngilizceyi öğrenirdi
ama geçindirecek ailesi olan her insan gibi, o da
hemen ekmek parası kazanmayı seçti . Bir fabrikada
hekimliğe başladı.
Hayatımız hayal ettiğimiz gibi bir peri masalı
tadında geçmiyordu. Karı koca çok çalışıyorduk,

106
çok yoruluyorduk, aradıklarımızı bulamamış ol­
maktan düş kırıklığı yaşıyorduk ama aramızdaki
fark, ben her şeye sessizce katlanırken, onun sinir­
lerini etrafına bağırarak boşaltabilmesindeydi. Ko­
camın bu kadar asabi olmasının kabahatini öncele­
ri kendi mde aradım, azarlamalarına hiç ses çıkar­
madun. Zaman içinde bağırıp çağırmalarına alıştım
ve tekrar hamile kaldım. İkinci çocuğumuzun do­
ğum uyla her şeyin yoluna gireceğine kendimi inan­
dırmaya çalışırken, içimde yaşamakta olan verem
mikrobu omuri liğime sıçramaz m ı !
İşte o hastalıkla mücadele ettiğim b i r buçuk se­
ne, hayatımın en meşakkatli devresidir.

Çocuklarımın biri iki yaşını sürüyordu , diğeri


yedi aylıktı teşhis konduğunda. Önceleri hastalığı
çelik bir korse giyerek ve sürüyle ilaç alarak atlat­
maya çalıştım . Beceremedi m . İ kinci seçenek olan
ameliyatı kabul etmek zorunda kaldım ki, bu, ame­
liyat öncesinde ve sonrasında hiç kalkmadan on üç
ay boyunca yüzükoyun yatmak demekti.

Çocukların doğumundan sonra, kayınpederi­


min bahçesindeki bir oda bir holden ibaret küçük
eve geçmiştik. Ev, kışın pencerelerinin aralığından
rüzgar alıyordu ve perişan vaziyetteydi. Benim sağ­
lık durumunu düşünerek, Atilla'nın, Mecidiye­
köy'de ön tarafını muayenehane olarak kullanacağı
bir daireye kiracı olarak geçtik. Hastalığım teşhis

1 07
edilip ben ameliyata karar verince, bir üçgen tahta­
nın üzerine yastık koyup yattım ve evimi bu şekil­
de idare etmeye çalıştım . Elbette beceremed i m .
Çaresiz, çocuklarımızla birlikte kayınpederin K-1-
ğıthane Köyü'ndeki evine geri döndük.
On üç ay sonra ayağa kalkmama izin verildiğin­
de, otu z kilo alarak seksen kiloya çıkmıştı m . Hami ­
lelikleri hariç, hayatı boyunca elli kilonun üzerine
çıkmamış biri için, taşınabilir bir yük değildi bu.
Ayakta durmakta zorlanıyordum . Fizik tedavilerin
sayesinde ancak bir ay sonra yürüyebildim ve başta
giymek istemediğim çelik korseyi iki yıl boyunca
sabahları yataktan çıkar çıkmaz giyip ancak gece
yatağa girerken çıkardım .

B u zaman zarfında hastalıkla, korseyle süren


mücadelenin yanı sıra bir savaş daha vermekteydim
ki, en yıpratıcı olanı buyd u : Kocam yarım kalan
üniversite tahsilimi tamamlamamı istemiyord u .
"Hastalığın tekrar etmesinin tek nedeni, aşırı
yorgu nluk, Türka n ! Çağlayan'ın d oğumundan
sonra evinde oturup çornğuna bakaydın, bu hale
gelmeyecektin ! "
"Ne alakası var! Verem mikrobu içimde yuva­
lanmış! Ne yaparsam yapayım, bir gün ortaya çıka­
caktı . fena mı old u , tedavisi yapıldı, geçti işte ! "
"Tamam öyleyse, şimdi artık akı lbn ve fakülte­
ye koşturmaktan vazgeç. Evinde ot ur, çocuklarınla
meşgul ol ! " Gözlerini aça aça, bağırıyordu Atilla.

1 08
"Bunca yıllık emeğimi sokağa mı atayım?"
"Yalla ben hasta bakmaktan bıktım, kızım! Bir
daha hastalanacak olursan, başının çaresine kendin
bakarsın ! "
Atilla, h aklıydı, hastalıkları mdan ben de bıkmış­
tım ama bunca yıl emek verdiğim mesleğimden
vazgeçmem mümkün değildi . Kocamın bağırıp ça­
ğırmalarına göğüs gerecek ama hedefimden de
vazgeçmeyecektim .

Sonuçta ben kazandım . Eksik kalan derslerimin


sınavlarını verdim, fakülteyi bitirdim. İ ki dişçi
arkadaşımla birlikte Çağlayan 'daki muaye nehaneyi
açtık. Hastalarımın sayısı azdı ama pratisyen hekim
olarak iyi kötü bir tecrübe ediniyordum. Gökşin'e
mektuplarımda yazdığım gibi, endişeler içi ndey­
diın, bilgileri min yeterli olduğundan emin değil ­
dim. Ö zgüven kazanmak için, ih tisas yapmarnııı
şart olduğu na karar verdim. Uzun tahsil yaşamımın
bir merhalesini daha atlatmak zorundaydım.

109
PRIMUM NIL NOCERE*

ccGökşin )ciğim, İki gündür Berfin Üniversite­


si'n den bir Ord. Prof jinekoloji konferansları veri­
yor hastanede. A nlattığı mevzular i,cin, (enteresan
ve yeni şeyler, ' diyor. Oysa, bizim kıymetli do,c entleri­
miz büyük bir tevazu i,cinde, gefen dönemlerde bize
bunların dersini vermiş ve gerektik,ce de başarılı
a meliyatlar yapmışlardı. Yani, ilim bakımından
hi,c degerisinde değiliz Batı )nın. Sadece teşkilatımız
kısır, o da zamanla düzelir inşallah. ))

Yarım asır önce yazdığım mektup, hocalarıma


ve Türk bilim insanlarına olan güvenimin kanıtı
adeta! Duygularım bugüne dek hiç değişmedi. Ben
hala, sadece en değerli doktorların değil, en yete­
nekli m imarların, en bilgili mühendislerin ve en ya­
ratıcı sanatçıların kendi topraklarımızdan çıktığına

* Ö nce zarar verme.

111
inanırı m . Üstelik hiçbir ırk veya din ayırımı yapma­
dan. Türkiye'de yaşayan insanlar, kendi lerini hangi
kimlikle tanımlarlarsa tanımlasınlar, bence, suyun­
dan mıdır, havasından mıdır bu memleketin, çok
marifetli insanlardır, yeter ki önleri açık olsun, eği­
tim ve çalışma olanakları sınırlanmasın . Bunca gü­
vendiğim hocalarıma, ihtisas dalım için danışma­
dım . Hangi dala ayrılmak istediğime öğrencilik yıl­
larımda karar vermiştim çünkü!

Çağlayan'a i ki aylık hamileyken, akıl hastalıkları


ihtisasımız için , yirmi beş kişilik bir grupla Bakır­
köy Akıl Hastanesi'ne götürülmüştük.
Hastanenin hali perişandı. Parmaklıkların ardın­
da çoğu çırılçıplak, kimisi pijamalı ama hepsi de
avazı çıktığı kadar bağıran, bize ellerini kollarını
sallayarak bir şeyler söylemeye çalışan hastaları gör­
düğümde, bu gördüğümden daha beter bir man­
zara olamaz, diye düşünm üştüm. Yanılmışım.
Rehberimiz, "H azır buraya kadar gelmişken,
bir de cüzamlıların pavyonuna uğrayın," dedi,
"onlar hakkında da bilgi edinirsi niz."

Bahçenin ucuna doğru yürümeye başladık.


Rehber doktor, biz yürürken bir yandan da bize
cüzamlılar hakkında çeşitli bilgiler veriyordu. Ör­
neğin, Akıl Hastanesi'nde elliye yakın numaralan­
dırılmış ahşap bina vardı. Bunlardan bir tanesi cü­
zamlılara veril mişti . Dikenli tellerle ayrılmış olan

1 12
bu binada yaşayanlar, yalnızlığa terk edilmiş insan­
lardı. Akıl hastalarının artıklarıyla karınlarını doyu­
rur, kendi aralarında yaşar, diğer hastaların yanına
gidemezlerd i. Hastalıkları, h astaneye başvurdukla­
rında fi ziksel görünümleri ne uzaktan bakılarak teş­
his edilir, hemen tecride alınarak yirmi sekiz numa­
ralı pavyona gönderilirlerdi. Başvuranlar burayı
adeta bir sığınma evi olarak kabul eder, memleket­
lerine geri dönmek istemezlerdi . Köylerde kasaba­
larda adı cüzamlıya çıkandan herkes kaçardı çünkü.
Cüzamlı kızlar kocaya varamaz, erkeklerine kimse
ne kız ne de iş verirdi . Askere alınmazlar, insan ara­
sına karışamazlardı. Sokakta oynayan çocuklar cü­
zamlıları taşlardı. B üyükler onları görünce yol de­
ğiştirirlerd i .
B u açıklamaları dinlerken, yüreğim parçalanı­
yordu.
"Arkadaşlar, tel örgülerin ardındaki pavyona gi­
derken yanı nıza yaklaşanlar olursa sakın onlara el­
lerinizi değdirmeyin, hep uzak durun," diye tem­
bih etti reh berimiz.
Bahçe duvarının dibine yakın bir küçük tepenin
önünde d urd uk. Önümüzdeki çukur alanda boya­
ları dökülmüş, tahtaları kararmış üç bakımsız bara­
ka vardı. Reh ber seslendi. Paçavralar içindeki has­
talar barakalardan birer ikişer dışarı çıktılar. Gözle­
ri görmeyenler diğerlerinin omuzlarına tutunarak,
sakatlar değneklerine dayanarak titrek bacaklarının
üzerinde yavaş yavaş bulunduğumuz yere yaklaştı-

1ı3
lar. B e n donup kalmıştım, bir korku filmi seyreder
gibiydim.
Rehber seslendi, " Ellerinizi gösterin ! "
Öğrencilerden yana hayvan pençesin i andıran
eller uzandı.
"Şimdi de ayaklarınızı gösteri n ! "
Cüzamlılar b u kez d e ayak parmakları deforme
olduğu için ayakkabı giyemediklerinden, paçavrala­
ra sarılı ayaklarını kaldırıp uzatmaya çalıştılar, bize
doğru.
Tepede duran b izler, Hoca hastalık hakkında
bilgi verirken, çukura hapsedilmiş cüzamlılara, sirk
hayvanlarına bakar gibi bakıyorduk. Öğle saati gel­
m iş olmalı ki , tam o sırada hastaneden geniş bir
lenger içinde yemek geldi . Hastalar barakalarına
döndüler, bakraçlarını alıp çıktılar, görevli uzun
saplı kepçeyle onlara mümkü n mertebe uzak kal­
maya dikkat ederek bakraçlarına yemek doldurdu
ve gitti. Hastalardan bazıları oldukları yere çöme­
lerek yemeklerini yemeğe başladı . Bazıları da par­
makları kaşığı kavrayamadığı için tıpkı bir hayvan
gibi başlarını yere bıraktıkları yemek kabının içine
soktu.
Mideme bir sancı saplandı. Gözlerim karardı,
sendeledim. Yanımda duran arkadaş, rengimin uç­
tuğunu görünce, " İyi misin?" diye sordu.
"i yiyi m . "
"Sen keşke hamile halinle b u fasıla h i ç katılma­
saydın, bak rengin kül gibi oldu. "

1 14
İyiyim demiştim ama aslında hiç iyi değildim.
İnsanların vahşi hayvanlarmış gibi muamele gör­
meleri karşısında, perişandım . Üzgündüm . İsyan
noktasındaydım.

B u halim, hastaneden ayrıldıktan sonra da geç­


medi. Etrafı tellerle çevrili yirmi sekiz numaralı ba­
rakanın o gün hafızama kaydedilen görüntüsü
günlerce, gecelerce peşimi bırakmadı. Ben cehen­
nemi görmüştüm . Cehennemde henüz ölmemiş
ama yaşarken ölüden betere dönmüş elliye yakın
insan vardı. Kiminin yüzünde kadere boyun eğmiş­
lik, kimininkinde acı, kimini nkinde nefret ama her
birinde umarsız bir çaresizlik ifadesi, dudaklarında
bir sessiz çığlık! O sessiz çığlığı duymuştum. Du­
yabilmiştim . O çığlık hep kulağımdaydı. O görün­
tü gözlerimin önündeydi. Şahit olduklarıma isyan
duygusu, içimde büyüttüğüm bebeğimle birlikte
büyüyordu. Yepyeni bir canı dünyaya getirmeye
hazırlanırken, hormonlarım coşmuş, algılarım, du­
yarlılıklarım keskinleşmiş, hassasiyetim artmışken,
hayatın en alt çizgisinde duran insanları unutamı­
yordum.

Cüzam hakkında geniş bilgi edinmeye işte o uy­


kusuz geçirdiğim haftanın sonunda karar verdim.
Ü niversite kütüphanesinden cüzamla ilgili kitapla­
rı buldum , okumaya başladım. Kitaplarda hastalı­
ğın tanısı yapılıyor, evreleri anlatılıyor, nelerden

ı ıs
bulaşacağı yazıyordu ama tedavinin güncellenmiş
reçeteleri verilmiyordu. Hayatını cüzamlılara ada­
mış bir Türk hekiminin, rahmetli Etem Utku Ho­
ca'nın son kitaplarından birinin peşine düştüm.
Etem Utku Hoca cüzamla ilgili pek çok kitap
yazmış, Van'da cüzam mücadelesi verirken genç
yaşta geçirdiği bir trafik kazasında vefat etmişti . Bu
ülkenin cüzamlı larını, hastalığın nedenlerini ve te­
davi yöntemlerini ondan iyi kim bilebilirdi? Üşen­
medim, Hoca'nın ailesinin adresini öğrendim, eşi­
ni aradım, maksadımı anlattım ve nihayet aradığım
kitaba eriştim.

Utku Hoca'nın kitabını okuduğum anı hiç


unutamam . Bir akşamüstüydü. Üniversiteden eve
yorgun dönm üştüm. Evin tenha olduğu nad ir an­
lardan biriydi. Odamda yatağıma uzanmış, elimde
Hoca'nın kitabı, solgun başucu lambasının ışığın­
da, sayfaları çevirirken, aradığımı bulmuş, hamam­
da cismin ağırlığını keşteden Arşimct gibi hemen
yerimden firlamıştım . Kesin tedavisi vardı cüzamın !
Odanın içinde, pencerenin önünde durmuş, Kağıt­
hane çayırlarına doğru avazım çıktığı kadar haykır­
mıştı m, "TE DAV İ S İ M Ü M K Ü N ! T E DAV İ S İ
MÜ M KÜ N!"
Kayınvalidem başını uzattı aralık duran kapı­
dan, "Bir şey mi istedin kızım? " diye sordu.
"Yoo! "
" Bağırdın da . . . "

1 16
"Öyle mi?" Farkında bile değildim bağırdığı-
mın.
"Yüzüne al basmış, iyi misin Türkan ? "
" İyiyim," dedim , "çok çok iyiyim . Çok iyiyim."
"Hayrola?"
"Şey, ş u size geçen hatta anlattığım cüzam has­
talığı var ya . . . Hani sokaklarda burnu düşmüş, elle­
ri ayakları kası lmış dilenen insanlar. .. Hani herkesin
görünce dört nala kaçıştığı, dışlanmış, tiksi nilen za­
vallı insanlar var, bilirsiniz işte ."
"Ne olmuş onlara?"
"Çok basit bir tedaviyle iyileşebilirlermiş meğer.
Hastalık erken teşhis edilirse, sakatlanmaların önü­
ne bile geçilebilirmiş."
"Sana ne onlardan kızı m. Hamile halinle sakın
yaklaşmaya kalkma cüzamlılara filan ."
" Pekiyi," dedim ve kayınvalidem odadan çıkın­
ca, bu sefer defterime bazı notlar alarak bir kez da­
ha okudum kitabı .

Üniversitedeyken, fizyoloji dersimize Prof. Sadi


Irmak gelird i . Felsefi konulara da girerek, fikir pen­
cerelerimizi aralar, dünya görüşümüzü etkilerdi.
Onun dersi ni dinlemeye bayılırdık. Bir gün, elinde
tebeşir, kara tahtaya bir doktorda olması gereken
ilkeleri sıralarken, en başa, "Primum Nil Noce­
re," yazmıştı; yani, "Önce Zarar Verme!" Çok et­
kilenmişt i m. Üzerinde uzu n u zu n düşünmüştü m.
Benim doktorl uk ilkem, yaşamım boyunca bu

1 17
cümle oldu, diyebiliri m . İ nsanlara, öncelikle zarar
vermemeyi i lke edinen bir doktor, cüzam hastaları­
na yapılan m u ameleye göz yumabilir miydi?
Bu kadersiz insanları, tedavi için hastaneye alsak
da, onlara kötü muamele ederek, onları dışlayarak,
yaşam alanlarımızın dışına iterek, ruhsal bakımdan
da büyük zarar veriyorduk. En azından, elime i lk
fırsat geçtiğinde, bu zararı önlemem gerekiyordu .

Atilla eve gelince ona d a anlatacaktım planımı


ama ne kocam ne de diğer doktor arkadaşlarım be­
nim duyduğum heyecanı duymayacaklardı, yapma­
ya kalkıştığımı öğrendiklerinde.
"Yaralarla, cerahatlarla mı uğraşmak istiyorsun,
Türkan? Madem illa u zmanlaşmak niyetindesin ,
çocuk hastalıkları ya d a kadın doğumu seç . Hem
hastan ömür boyu garantidir, hem de bulaşmayan
kokuşmayan . . . "
"Atilla! Hemen sus," demiştim . Yıldırım hızıy­
la, bir zamanlar bana Ali'nin yazdıkları geçmişti ak­
lımdan, " Mesleğini seferken, para düşünme. . . " İ n ­
cecik b i r sızı yoklamıştı yüreğimi. Aslında kimseye
kızmaya hakkım yoktu, kocam ve arkadaşlarım , be­
nim iyiliğim için vazgeçirmeye çalışıyorlardı beni
kararımdan. Osman Yemni Hoca bile, bu hastalığa
fazla sıcak bakmadığını söyleyecekti ama ne gam !
İçimde kıpır kıpır bir can, dünyaya gelmeye hazır­
lanıyordu. Belki de beni en iyi anlayan, henüz doğ­
mamış olan bu candı. Sanki bu can, ana-evlat ara-

1 18
sında örülü çok özel duygu telleriyle, annesine, bu
dışlanmış insanlar için yardım çağrısında bulunu­
yordu. Cüzamlıların da hepimiz gibi birer insan ol­
duğunu, yaşam haklarını, dosta, sevgiye, işe, eşe ih­
tiyaçlarını hatırlatıyordu .
Ben, cüzam hastalığının üzerine gidebilmek
için dermatoloji dalını seçmeye, cüzam tedavisinin
mümkün, üstelik çok kolay olduğunu öğrendiğim
o günlerde karar verdim. Bir akşam, incecik hilalin
gökyüzünde yükselişini seyrederken, elleri mle kar­
nımı iki yandan kavradım , içimdeki yavruma; "Ma­
dem çaresi var, söz veriyorum bu hastalığın peşini
bırakmayacağı nı," diye fısıldadım ve sanki bebeği ­
min anı nda kıpırdanarak, bu kararı mı onayladığın ı
hissetti m .

B u a nı , n e Atilla'yla paylaştım n e d e Gökşin'e


yazdım . İlk kez, kendi başıma aldığım kararı, za­
manı gelene kadar tek başıma taşıyacaktım . Sadece
o sırada karnı mda olan bebeğim bilecekti bunu.
Yıllar sonra, i htisas dalına karar verme zamanı
geldiğinde, o anı hatırladım ve altı yaşını süren
Çağlayan'a ciddiyetle sordum, "Hangi i htisas dalı­
nı seçtiğimi biliyorsun, değil mi oğlum? Ben bu
yola baş koyarken sen içimde, karnıındaydın be­
nim."
Koyu yeşil gözlerinden öyle bir bakış geçti ki
oğlumun, bildiğini sezdim .

1 19
Ati lla'yla paylaştıklarım ı z gidere k azalırken ara­
mızı açan h u suslar da çoğalıyordu . O, ü n i versitede
kal m ay ı , geçerli nedenlerle seç m e m i şti . Şimdi ben,
i h tisas yaparak, ondan daha üstün bir mevkiye gel ­
m e k ü zere yola çıkmıştım . Ö n ü m açıktı . İ lerde bir
gün profesör dahi ol abil i rd i m . Aynı meslek kolu n ­
d a eşl erden kadın olanı n ı n erkeğin ö n ü ne geçmesi,
ancak çok olgu n bir er kişi tarafından kabul göre­
bilird i . Atilla i htisas yapmama itiraz etmeyerek b ü ­
y ü k l ü k göstermişti ama b u jesti h e m e n her g ü n ka­
fama kakılıyord u . Evi me ve çoc u kl a rı m a dahJ çok
vakit ayırmal ıyd ı m . B e n i m bir doktor olacJğı mı ev­
lenirken b i l miyor m u yd u kocam? Hep çok s i n i rliy­
di. H e r geçen g ü n bJna giderek dJha çok s i n i rl e n ­
d i ğ i n i seziyord u m .

D a l ı m ı seçtikten sonra, merkezi siste m l e gird i ­


ğ i m i z sınJvın sonunda, SSK'nın N i şJntJşı H asta­
nesi'nde, zamanı n ü n l ü doktorl arından Dr. Ali
Ata l ' ı n yanı nda ihtisas yapmaya başlamıştı m . O y ı l ­
l arda Ameri kan H astanesi ' n i n civarı ndaki apart­
m a n l arı n bazıları SS K tarati nd:rn hastane olarak k i ­
ral a n mıştı . Ki m i n d e ameliyat yapı l ıyord u , ki m i nde
pol i kl i n i k vard ı . Yollarda peleri n l i doktorlar, h e m ­
şireler oradan oraya koşuşurl a rd ı . B i z de Nişanta­
şı 'nda küç ü k bir apartman dairesine taşın mıştı k .
Evin ön odaları111 A t i l l a , m uayenehane ol arak k u l ­
l anıyord u . Sabahları çocu klarla h e p birli kte evden
çı kıyord u k . Atilla fabrikasına gidiyord u . B e n , sa-

120
bahçı olan çocukları, Selim Sırrı Tarcan İlkokulu'­
na bırakıyor, işi me gidiyord u m . Dersleri öğlen sa­
atlerinde biten çocukları, öğlen tati l i nde okuldan
alıyor eve getiriyor, yemekleri n i verip işe geri dö­
nüyord u m . Eve bir de yardımcı tutm uştuk . H afta
içlerinde öğlene doğru geliyor, çocuklara göz ku­
lak oluyor, saat üçte hasta bakmaya başlayan
Atilla'nın hastaları na da kapı açıyordu . Akşamüzeri
ben eve dönünce, o da kendi evine gidiyord u . Evin
gündelik işleri bu ge nç kızın sayesinde aksamıyor­
du ama çocuklara sözünü geçiremediği içi n , onla­
rm disiplinini sağlamak bana d üşüyord u . Çün k ü
babaları çocuk yetiştirme işinden elini ayağını çek­
miş gibiydi . Şikayetçi deği ldim bu d urumdan. Ço­
cuklarıma, babaları tarafından bile olsa el kal kması­
nı ya da sürekli azar işitmeleri ni istem iyord u m .
Çocuklar ç o k yaramazdı lar, yaşları icabı birbir­
leriyle sık sık dalaştıkları içi n , Atilla çi leden çıkıyor­
d u . H asta m uayene etmekteyken , işimi bırakıp
Atilla'nın, "Öldüreceğim bu sen i n çocu kları n ı,"
diye bas bas bağıran telefonl arı na cevap vermek zo­
ru nda kalıyord u m .
Son unda, bu işin böyle yürü meyeceğine karar
verip Nişantaşı 'nda bir yuva buld u m , çocukları
okul sonrasmda yuvaya bırakmaya başladı m . Yuva
maceramız kısa sürd ü , şikayet üzerine çocu kları yu­
vadan almak zoru nda kaldık. Çağlayan'la Çmar, di­
ğer çocukları dövm üş, okulu talan etmişlerd i . Ev­
deki huz ursuzl uğun ve sürekli asabi olan babaları-

121
nın ü zerleri ndeki olumsuz etkisi besbelliydi . Oysa
görün ü rde, biz i ki güzel çocuk sahibi, uyumlu bir
çifttik. Meslektaştık üstelik!

Dün akşam , Atil la'yla yeni tanıştığı mız günler­


de Gökşin 'e yazdığım mektupları okurken gü leyim
mi ağlayayım m ı bilemed i m .
" Birbirlerin i fOfı iyi anlayacakları ifin, hekimle­
rin hekimlerle evlen mesi . . . Bir doktoru n ancak ba,s­
ka bir doktor ile ideal e,s olabileceği. . . " İ şte bun ları
okurken, gözümün önüne evi mizden bir sahne
geldi.
" B u yemeği d ü n de ye medik m i ? " diye soruyor­
du Atilla, bir tabak kabak dol masını burnuma doğ­
ru sall ayarak.
"Yedik ama artmıştı . Çöpe mi atayd ı m ? "
"Yeni yemek yapaydın . "
" Dün gece nöbetim vardı bil iyorsun . "
"Aynı yemekleri ye mekten, aynı cevapları al­
maktan, aynı şikayetleri dile geti rmekten bıktı m .
Çocu k iarı n ı n gürü 1 tüsü nden patırtısından bıktı m .
Karımın eve benden sonra ge l mesinden bı ktı m .
B ıktııı ı m ! "
"Nöbetçi olmadığım zaman paydos olur olmaz
eve koşuyoru m . Sen zaten evde çalışıyorsun, sen­
den önce gelebilmem müm kün değil ki ! "
"Bana cevap verme ! "
Vermiyordu m zate n . Belki de kocamı bu kadar
sinirli yapan, benim ağı z dalaşları na hiç girme-

1 22
memdi . Yemediği dolmaları daha cazip hale getire­
bilmek için, m utfağa götürmüş, Üzerlerine koydu­
ğum yoğurdu kırmızıbiberle süsleyip geri getirmiş­
tim sofraya.
"Kaldır şunları gözümün önünden demedim
mi sana? "
"Ben yerim anne, götürme," demişti Çınar.
Çağlayan, babası bağırmaya başlar başlamaz
odasına gitmiş, kapıyı hızla çarparak kapatmıştı.
Ne ideal bir çifttik, biz iki doktor!

Ev işlerinin daha düzenli yapılması, yemeklerin


her gün taze pişirilmesi için, yardıma gelen genç
kıza, daha uzun saatler kalmasını isteyerek zam
yaptım. Ayrıca benim nöbet gecelerimde akşam ev­
de kalacak, kocama ve çocuklara yemek servisi ya­
pacaktı . Ne de olsa evimize çift maaş giriyordu, bu­
mın altından kalkabilirdim.

Akşam yatağımızda yine aynı pozisyondaydık.


Ben arkam kocama dönük, yatağın gidebileceğim
en kenarında, o elleri başınm altında sırtüstü.
"Yorgun olduğunu söyleyeceksin yine, değil
mi?" diye sormuştu kocam.
"Sadece yorgun değilim, Atilla. Kırgınım, bez­
ginim, umutsuzum da," dedim.
"O halde evinin kadını ol, yorulma."
Duymazlığa geldim . Kocamın azarlarına tepki,
hoyratlıklarına karşılık vermiyordum. Bu hayata

1 23
nasıl dayanacağım ı , her i ki mize de zor gelen bu ev­
l il iği daha ne kadar sürdürebileceğimi bil miyor­
d u m . Asla yapmayacağı m ı bildiği m tek şey, mesle­
ğimden vazgeçmeyeceği mdi . Asla!

Zaman akıyordu . Bazı günler yorgunluktan


ölüyord u m . Hele de gece nöbetleri ne kaldığım za­
m anlar. Aslında yorucu olmakla birli kte, gece nö­
betleri çok öğreticiydi . Ben çoğu kez nöbetlerde
tek başıma ol uyord u m . Aramızda "icapçı" denen
şef, genellikle evinde geceler, ancak altından kalka­
mayacağı mız bir d u ru m olursa, çağrıldığında gelir­
di. H içbirimiz şefi çağırmak iste mezdik. Bu, bece­
riksizliği mizin kanıtı olurd u adeta. Cerrahi nöbet­
leri daha da yorucu oluyordu . H astaların kimi ba­
yılıyor, kimi altına kaçırıyor, kimi korku, kimi de
ağrı nöbetine tutuluyord u . Ben , bir hademe ve bir
hemşireyle birlikte, yataktan yatağa koşuyor, her­
kese yetişmeye çalışıyord u m . Çok yorul uyordum
ama bütün bu koşuşturmalar, cerrahi ve dahiliye
nöbetleri, bana i nanıl maz deneyimler kazandırd ı .
B u nedenle şikayet etmeye hakkını yok ! *

B i r sabah eve, nöbetten biraz erken çıkıp gel­


d i m . Anahtarımla kapıyı açamad ı m . Kapının öte ta­
rafında da bir anahtar olduğu için , elimdeki anah­
tarı çeviremiyord u m . Şaşırd ı m . Zile basmaya başla-

* Giincş Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 32 .

1 24
dım. Kapı hemen açılmadı. Sonunda Atil la, söyle­
nerek kapıyı açtı .
" Kapıyı neden açmadın?" ded i m .
"Duymadım," dedi.
"Çocuklar nerede? "
"Okula gittiler."
"Kız?"
"Ne bileyim ben! M utfakta olmalı . "

Banyoda elimi yüzümü yıkarken, olayın üstünde


hiç durmadığımı, hatta durmak bile istemediğimi
fark ettim. Kapının geç açılmasındaki ihtimali hiç
önemsememişti m . Muhtemelen tamamen benim
hayal ü rünümdü. Ama insanın içine böyle bir şüphe
düşerse, içi acımaz mı, kıskançlık hissetmez mi? Ola­
yın üzerine gitmez mi? Aldırmazlığım, kocamı çok­
tan gönlümden çıkartmış olduğumun bir kanıtıydı.
Uzun hastalıklara duçar olarak, kendimi işime
adayarak, nöbetlere kalarak onu bıktırmış olabi lir­
dim ama sürekli asabiyeti, hoyratlığı, yüksek sesli
azarlarıyla o da beni tüket mişti . Üstelik aramızdaki
gerginlik, çocuklara da sirayet etmeye başlamıştı .
Küçük oğl um ara sıra babasını taklit ederek bana
bağırıyord u . B üyüğü ise iyice içine kapanıyord u .
Ben, ölesiye mutsuzd um. Boşan mak istiyordum ve
bunu dile getirmeye çeki niyordu m .

Sık s ı k annemi düşünürdüm o günlerde. An­


nem, yabancısı olduğu bir memlekette, birbiri ar-

125
dına doğan beş küçük çocukla, sert mizaçlı bir ko­
cayla, Müslümanlığı kabul etmesine rağmen, ken ­
d i n i hiçbir zaman beğendiremediği b i r kayınvali­
deyle, korkunç parasızlıklara göğüs germişti . Kim
bilir ne acılar çekmiş ama hiç şikayet etmemişti.
Çünkü babam ona sevgisini hep belli etmişti . Mek­
tuplarımın içinde biri var ki, gözlerim yaş doldu.

«. . . Zaten ba na en fazla tevekkül tesir ediyor.


Bak bunu şimdi fark ettim Gökşin . Bazen a n neme
bakar bakar ağlarım. On un hayatı olduğu gibi al­
ması, şikayet etmeden ca nla başla uğraşması eritir
beni . . . Oysa bizim ifimiz şikayet dolu, m ücadele do ­
lu, isyan dolu, şüphe dolu ki hifbir za man huzur bu ­
lacağımızı sa nmam. Belki ilerde öyle bir za man da
gelecek, o vakit de bir başka hassas kişi bizim i,cin ağ­
layacak. "

Annem gibi tevekkül içinde değildim ama hır­


çın kocama karşı sessizdim. Ağız dalaşına meydan
vermiyord u m . Ben kavga etmeyi hiç beceremem .
Belki de iyi bir şeydir bağıra çağıra bir ağı z dalaşı.
İnsanın içindeki kötü enerjiden kurtulmasını n bir
yoludur. Büyük kavgaları n barışması da iyi olur di­
yenleri duymadım değil . Ama ben kocam la hiç kav­
ga etmeye yanaşmadığını için, zavallı adama barış­
manın hazzını da hiç yaşatamadım. O azarladıkça
ben sustu m . O bağırdıkça alttan aldım. Şöyle ağız
tadıyla bir kavga edemedik. Kızgın olduğu zaman-

1 26
!arda ki son bir iki yılımızda hep ya yaramaz olduk­
ları için çocuklara, ya da vaktimi evi me ayırmıyo­
rum diye bana kızgındı , onun bulunduğu odadan
usuka çıkar, başka yere geçerdim, homu rtusunu
duymamak için. Ben de hiç farkına varmadan, için
için yanan ve zamanı geli nce patlamaya hazırlanan
bir volkana dön üşmüşüm, meğer.

Doku zuncu evlilik yıldönümü müzdü, bir arka­


daşlarımıza yemeğe gitmek ü zere hazırlanmıştık.
Yine kaybettiği bir şeyi bulamadığı için kızgındı
Atilla. Bağırıp çağırıyord u . Yatak odasının kapısı
önünde d u ruyordum, birden , " Evlilik yıldönümü­
müzde bana bir hediye vermeye ne dersin ? " diye
soruverd i m .
" Bir hediyemiz eksikti," dedi, " n e istiyorsun,
söyle bakalı m . "
"Özgürlüğümü istiyorum . Boşa beni ."
Bulunduğu yerden bana doğru yürüd ü, önüm­
de durd u , bir şey söyleyecek zannetti m . Bir anda
suratıma şimşek hızıyla bir tokat indi. Sendeleyip
kapıya yasland ım. Yanağımdan ateşler çıkıyordu
ama yü reği mdeki ateş çok daha güçl üydü. O güçle
dayandım, ağlamadım. Hiçbir şey söylemede n, gi­
dip beş parmağının izi kalmış yüzüme soğuk su
çarptı m , kuruladım, pudra sürd ü m , saçlarımı tara­
dım, hiç konuşmadan çıktık evden, gideceğimiz
yere o kıpkırmızı, ateş gibi yanan yanağı mla gittik.
Kimseye bir şey belli etmemeye çalıştık.

1 27
İyi ki yemiştim suratıma o tokadı ! Bana vuraca­
ğına, her zaman yaptığı gibi bağırıp çağırarak itiraz
etseydi, ya da kalbimi kazanmaya çalışarak beni ka­
rarımdan vazgeçirmeyi deneseydi , eminim aynı
minvalde devam ederdik. Fakat çocu kluğu mda an­
nemin birkaç küçük fiskesinin dışında hiç dayak ye­
memiş olan ben, hayatı mın ilk ve son tokadını, as­
l a unutamayacak, sindiremeyecekti m .

O gece gittiğimiz arkadaşımızın evinde ne ka­


dar renk vermemeye çalıştıysak da, yakın dostları­
mız, aramızda bir şeylerin geçmiş olduğunu hemen
fark ettiler. Ben, evl ilik yıldönümümüz şerefine ya­
pılan gecede neşesizdim, durgundu m , Ati l la ise
dut yemiş bülbül gibiydi. Sanırım kendini tutama­
yıp yüzüme indirdiği şaplağın getireceği sonucun
farkındaydı. Benimle konuşmaya cesareti yoktu
ama bütün gece etrafımda dolandı durd u . Barda­
ğım boşaldıkça hiç konuşmadan şarabımı doldur­
du, bir ara sigara dumanı çıksın diye açılan pence­
renin önünde otururken, şalımı getirip sırtıma koy­
d u . Ben, hislerimi bel l i etmemek ve e li mde olma­
dan gözümden yuvarlanıverecek yaşlara mani ol­
mak için, yüzümde manasız bir gülümsemeyle otu­
ruyordum bir köşede. Dans etmiyord u m . Yemek
davetini yapan arkadaşıma yardım etmiyordum.
Sohbetlere katılmıyordu m . Bir ara hastanede bir­
l i kte çalıştığım doktor arkadaşım Özden yanıma
geldi,

1 28
"Sende bir tuhaflık var, Türkan," dedi, "tansi­
yonun düşmüş ol masın sakın?"
"Tansiyonumda bir şey yok," dedim .
Etrafa belli etmeden bileğimi tutup nabzımı
saymaya başladı .
"Elini bileğime değil de kalbime koysan , belki
daha isabetli bir teşhis kordun."
"Aşık mı old u n yoksa?"
"Nerede o günler! "
" Karı koca kavgası , o halde. Önemseme, birkaç
güne kadar her şey düzelir. Kim atışmıyor ki? Nor­
mal ev hal i ! "
"Öyle," dedim.
B izim için hazırladı kları pastaya mum lar koy­
muş, salona getiriyorlardı. Mecburen kalktım, ma­
sanın başına yürüd ü m . Atilla yanı ma geldi. Mumlu
pasta önümüzde, biz suratları mızda i nandırıcı ol­
mayan tuhaf bir gülümsemeyle, birbiri mize bak­
madan, dokunmadan hatta değmemeye çalışarak
yan yana durduk.
" Daha nice nice yıllara," diye bağrıştı arkadaş­
larımız. Ben eği ldim, arkadaşların alkışları arasında
mumları üfledim . Kimi söndü, kimi sön medi .
Sön meyenleri Atilla ü fleyerek söndürd ü . Pastayı
kesip tabaklara dağıttım . Bu maskaralık bir an ön­
ce bitsin ve evime döneyim istiyord u m . Evime dö­
neyi m, başı m ı yastığımın altına sokayım ve yastı­
ğın altında, bir yaralı hayvan gibi kış uykusuna ya­
tayım . Kı rık kalbimle, kırı lmış gururu mla aylarca

1 29
sürecek uzun bir uykuya! Uyandığı mda, Atilla çık­
mış olsun hayatımdan . Bir daha onu hiç ama hiç
görmeyeyim!
Ev sahibemiz pikapa bir plak koydu, Ada­
mo'nun ballı sesi Tombe La Neige söylemeye başla­
dı. Bir başka arkadaş karşımızda durmuş, "Haydi
bakal ım, dansı siz açacaksın ı z ! " diyordu .
Bütün gücü mü topladım, "Çocuklar, gecenin
keyfi kaçmasın diye söylemek istemedim ama, tam
evden çı karken bir küçük kaza oldu, merdivenler­
den kaydım. Sağı mı solumu biraz incitmişim," de­
dim, "dans edemeyeceğim . H atta biraz erken ayrı­
lıp evde dinlenmek istiyorum . "
"Tevekkeli değil , sende b i r tuhaflık vardı," diye
bağrışarak, etratima toplandılar. "Ağrın var mı?"
" Nereni çarptın ? " " Başına bir şey oldu m u ? " "Bir
röntgen çektirelim mi?"
Düştüğümü söylediğime bin kere pişman ol­
dum, yaşlar gözleri mden tişkırmak ü zereydi . Tek is­
tediğim herkesin beni rahat bırakmasıydı. Yalnız
kalmak istiyordum. Yalnız! Yapayalnız! Tek başıma!
Atil la'nı n , "Önemli bir şeyi yok ama hakika­
ten d i nlenmesi iyi olur," d iyen sesi n i duyd u m .
B i raz sonra, sokaktaydık. Kol u ma girmek istedi ,
kolu m u şiddetle geri çektim . Yan yana, h i ç ko­
n uşmadan, yürü ye rek eve geldik. Evde, yatağın
üzerinden yorganı , çarşafı ve yastığı alıp kocama
u zattım .
" B e n yatağımdan çıkmam ! " dedi.

1 30
Uzattıklarımı göğsüme bastırıp salona yürüdüm,
çarşafı kanepenin üzeri ne serdim, elbisemi çıkarma­
dan uzandım, yorganı başımın üzerine çektim, ken­
di karanlığımda, yaralı ve yapayalnız kaldım.

***

Bir ay boyunca Ati lla ile birbirimize bakarak hiç


konuşmamıştı k. Sabah kalktığı mızda, yemek masa­
sına oturduğumuzda veya akşamları yatmadan ön­
ce her ailenin arasında geçmesi beklenen, normal
ev soh betle ri , bizim aramızda da olmuyor değildi.
Ekmeği geçirsene, çay demlendi mi, anahtarlarımı
gördün m ü , telefona baksana gibisinden konuşma­
lar elbette oluyord u . Ama hepsi o kadardı . Çocuk­
lar benim neden salonda uyuduğumu sormuşlardı .
Babanı z çok horluyor, uykusuz kalıyorum, demiş­
tim . Bu açıklama onlara yetmişti .

An neleriyle babal arı birbirlerine dargındı lar


<lnıa çocuklar bunun . farkında bile deği llerdi . De­
mek ki kokuşan bir şey vardı Nişantaşı 'ndaki küçük
evi mizde. Demek ki Atilla ve ben, dargın olmadı­
ğımız günlerde dahi, i letişimden u zaktık ki, dargın
hali miz normal geliyordu çocukları mıza. Bu iyi de­
ği ldi! İyi olan tek husus, bu yeni durumum uzda,
Ati lla'nın gün boyu telefona sarılıp beni tacizden
vazgeçmiş· ol masıydı . "Bu senin çocukların yine
azıyorlar, gel başlarında dur," diye telefon etmi­
vordu ikide bir.

131
Bir ay daha geçti . Evdeki gergi nlik haliyle azal ­
mıştı . Bir akşam Ati lla odasına yatmaya gitmeden
önce, "Artık fazl a uzatma da odana geri dön , Tür­
kan," dedi.
"Asla geri dönmeyeceği m , Atil la,'' dedim, "bi­
zim evl iliğimiz çoktan bitti . Boşanmak istiyoru m . "
" H ayatında biri mi var?"
"Hayatımın akışını sen de biliyorsu n . Her anını
bil iyorsun. H ayatımda hastalarımdan başka kimse
yok."
" Ece, o haldd "
"Özgür olmak istiyoru m . Bir daha aym yatakta
yatmayacağım biriyle evcilik oynamak doğru olımı ­
yor."
"Neden aym yatakta yatınayacakmışız bir daha?"
"Sana olan sevgim bitti . Bana vurduğun gün say­
gım da bitti . Bu evlilik bitti Ati lla, bunu anla artık! "
Kocam yatak odasına geçip kapıyı çarparak ka­
p:lttı .

H ayatımızda fazla bir şey değişmed i . Günler


akmaya devanı etti . Bir iki ay daha geçti . Bir akşam,
çocuklar uyuduktan sonra, bir tokat daha yemeyi
güze alarak, od asına girdim, kapıyı kapattım . Ko­
canı başucu ndaki ışığı yakıp yatağında doğru l du,
" İ nadın nihayet kırı ldı mı?" diye sord u .
" Konuşmak istiyonı nı , " dedi m, "çocuklar duy­
masın diye uyuıııaları 111 bekledim. Atilla, ciddiyi m .
Boşanmak istiyoru m. Mutlu değiliz. H u w rl u de-

1 32
ğiliz. Eğer sen dostlarımızın boşanacağımızı duy­
dukları nda, hakkı mızda konuşacağından ve seni
suçlayacakları ndan korkuyorsan , dışarıya karşı ka­
bahatli ben olayım , sana bunu söylemeye geldim."
"Zaten sensi n ! "
"Tamam işte . Ben evine zaman ayıramayan ek­
sik bir kadınım ya, benden boşan mayı sen arzu edi­
yor ol. Herkese bu ayrılığı senin istediğini söyleye­
lim."
"Bunu yapacağı mıza, mesleği ni bırak, evinin
kadını ol, huzur içinde yaşayalı m . "
" N e kadar zor ol ursa olsu n, sonu nda senden
boşanacağım, Atilla."
"Çocukları asla alamazsın , bunu biliyor musu n ? "
"Onları n b i r saatine dahi dayanamıyorsun. Ço­
cu kların yine azıyor, diye her gün telefona sarı lan
sen değil misi n ? "
"Çocu kları karıştı rma . Aslında ben biliyorum
senin neden boşanmak istediğini. Sen benden, şu
Gökşin arkadaşm kocasmdan boşandı diye boşan­
mak istiyorsu n . Ok uldan beri hep birlikte hareket
eder birbirinizi etkilersi niz. O senin aklını çelmiş
olmal ı . "
Bakakaldım. Söylediği o kadar saçmaydı k i , bo­
ğazımdan ses çıkamadı bir süre.
"Öyle değil m i ? "
Sessizce oturma odasma döndüm, kanepenin
ü zerine serili yatağıma girdim. Peşi mden geldi.
"Sana soruyoru m , öyle değil mi?"

1 33
"Deği l ! O nlar ayrılırken birbirlerine sarılıp ağla­
d ı lar. Biz böyle mi olacaktık, dediler. Birbirlerine
olan saygı ve sevgi lerini hiç kaybetmediler. Oysa
biz çok şey kaybetti k. Üstelik ayrılmak istediği m ­
den Gökşi n'in h e n ü z haberi yok ki, akl ımı çelsin !
Şimdi, ışığı kapat ve odana git! Uyuyacağı m, yor­
gunum," diyebildim .
"Ne zaman değilsin ki ?" dedi, odasına döner­
ken .

Boşanmanın kolay ol mayacağını an lamıştı m .


Çocukları kul lanacağını seziyord u m . Ama e r veya
geç boşanacak, çocuklarımı da alacaktım, bunu da
iyi biliyord u m . Ben evi terk ederken oğullarımı al­
mama izin vermeyeceğini, onlara bakması için .y aşlı
annesini evi ne getireceğini tah min ediyordum. Za­
vall ı kadın iki yaramaz çocukla baş edebi lir miydi?
Altı ay sonra çocukları bana geri vereceğinden
adım gibi emindi m .

Artık evin içinde hiç konuşmaz olmuştuk. Bana


bir şey söykdiği veya sorduğu zaman, sadece, "öz­
gürlüğümü istiyoru m," diyordum . . Böylece bi rkaç
ay daha geçti . Bir akşamüstü, bana dolabında bula­
madığı bir eşyası ile ilgili bir soru sordu ve benden
yanıt yerine, her zamanki gibi, "özgürl üğümü isti­
yonı m," latinı duyu nca, artık onun da sabrı taşmış
olmalı ki , "Defol ! " diye bağırdı, " De fol ! "

1 34
O an, yatak odasına koştu m , dolabın üzerind1.: ı ı
küçük valizimi indirdim, içine çamaşırlarımı, birka�·
el bisem i koyd um, hemen çıktı m . Üç erkek kartk ­
şimin Şişli 'de birlikte oturdukları apartmana gir ­
tim . Kapıda beni elimde valizimle görünce, "Niha ­
yet gelebildi n ! " dediler.
Şaşırdım. Onlara Atil la'yla aramızda geçenkrc
dair hiçbir şey anlatmamıştım çünkü.
"Ne demek bu şimdi ? " diye sordum.
"Türkan," dedi Tuğrul, "bu eve her gelişiı1lk
etrafı kolaçan ediyor, gözlerinle hep yatağını hangi
odanı n hangi köşesine sereceğinin hesabını yapı ­
yordun. Fark etmedik mi sanıyorsun?"
"O kadar m ı belli ediyordum?"
"Mutsu zluk da, tıpkı mutluluk gibi insanın
gözleri nden yansır," dedi, e n küçük kardeşim
Gündüz.

Akşam üstüydü . Bir gün daha batmaya hazırla­


nıyordu, şehrin beton apartmanlarla dol u , gürültü­
li.i bir sokağında. Günbatımının muhteşem renkle­
ri ni görebil meme uzun binalar izin vermiyordu.
İnceden bir yağmu r başlam ıştı . Hava birden kara­
rıverdi, gece old u . Hevesle, aceleyle, aşk sandığım
duygularla içine balıklama atladığım evliliği m , ba­
tan günle birl ikte yitti gitti.

Sıra şimdi beni evlilik cenderesinden kurtaracak


bir avukat bul maya gelmişti . Elbette hemen her

1 35
derdimde başvurduğum arkadaşım Gökşin'e koş­
tum. Onun tanıdığı bir avukatın bürosuna birlikte
gittik. Boşanmak için vekalet verd i m . Avukat, ço­
cuklu aileleri bir arada tutmayı vazife bildiği , Gök­
şin ise, Çağlayan'la Çınar çok üzü lecekler diye, be­
ni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Büroya girene kadar
belki de boşanacağıma i nanmayan Gökşi n, ben ve­
kaleti i mzalayınca serseme dönmüş gibiydi.
"Sen her zaman yapıcı bir insan oldun, Türkan .
Şimdi yıkıcı ol maya kalkmamalısın . Atilla dersini al­
mıştır, ne olur bir şans daha tanı ," deyip d uruyordu
Gökşi n . Dil dökmekten vazgeçip arkadaşımı kırmak
pahasına, " Benim mutsu zluğum mu seni mutlu
edecek? " diye sordum. Sustu . Gökşin 'le avukatın
bürosundan çıktık, hiç konuşmadan Taksim'de, Di­
van Oteli'nin önü ndeki otobüs durağına geldik.
Başımı kaldırıp gökyü züne baktı m . Göktt.:, inanıl­
maz güzdlikteki yeniayı görünce, dudaklarımdan
bir çığlık firladı. Ben l)Jğırınca, Gökşin irkildi,
"Ayyy! Ne oldu Türkan? Ne var?" diye sordu
telaşla.
"Şöyle baksana, mu hteşem bir hilal var yukar­
da," dt.:diın elimle işaret edt.:rek, "bu bana iyi şeyler
olacağının müjdesini veriyor."
" İ nşal lah öyledir fakat un utma ki artık tek ve
tek başına olacaksı n . Bunu n da bir bedeli var Tür­
kan ," dedi arkadaşı m .
Tek ve tek başına! Tek ve tek başına! Her bede­
le değersin diye düşündüm, ey özgürl ü k !

1 36
TEK VE TEK BAŞINA

Tek ve tek başı n a olmak, bana iyi gel m i şti . O


güne dek sekerek y ü rüdüğü m yol umda, şimdi ko­
şarak gidiyord u m , hiç du rmad a n , sol u kl an madan ,
yoru l madan, pes t: t ınede n ! Tek derd i m , boşanab i l ­
mekti . B u i ş i n kolay o l m ayacağı n ı başı ııdan b i liyor­
d u m . İ l k başv u rd uğum avukatın barıştırmaya çaba­
layan davranışları yüzünden u z u n bir zaman kay­
bedince, ken d i m e , t u t t u ğu n u koparan bir başka
avu kat b u l m u şt u m . İ kinci avukatım çok kararlı
davrandı ve kocamı ayrı l maya i k n a etti .
Ati l l a , çoc u kl arı bana bırakmamış, tah m i n etti­
ğim gibi a n nesi n i devreye sok m u şt u . Zavall ı yaşlı
kad ı n , ben i m yaramaz oğu lları m a göz kulak olmak
için oğl u n u n evine yerleş m i şt i . Çağlayan ' l a Çınar
önceleri her rn m a günü oku l sonrasında beni ziya­
ret e gel iyorl ar, hafta başı babal arı nııı evine dön ü ­
yorlard ı . B abaları na dönme saatleri biraz kaysa,

1 37
Atilla telefona sarılıp şikayet ediyor, söyleniyordu.
B i r m üddet sonra, işler değişmeye başladı . Cuma
akşamları bana gelen çocuklar, geliş günlerini per­
şembe gününe, daha sonra da çarşamba gününe
çevirdiler ama babalarından hiçbir itiraz gelmedi .
Ne mutlu hepimize ki, eski kocamı n hayatına bir
kadın girmişti . Tam da onun istediği gibi, ev işle­
rinden çok iyi anlayan, yemek yapmasını, dikiş dik­
mesini bilen, enstitü mezunu hanım hanımcık, iyi
bir kadın . Atilla kısa bir süre sonra, bu hanımla ev­
lend i . Böylece çocukların programları ters yüz ol­
du ve benim daha önceden tahmin ettiğim gibi,
bütün haftayı benim yanımda, hafta sonlarını ise
babalarında geçirmeye başladılar. Fakat aile içi so­
runlarımız bitmemişti . Çınar'la sorun yaşamazken,
cumartesi sabahlarımı, babasının evine gitmek iste­
meyen Çağlayan'ı ikna etmek için yalvarmakla ge­
çirirdim. Büyük oğlumun babasıyla anlaşması ne­
dense hayat boyu kolay olmadı . Anlaşamamaların­
da her ikisinin de suçu vardı. Çağlayan asla kural
tanımayan , zor bir çocuktu . Babası da, oğl unun
söz dinlemezliğinin nedenlerini hiç araştırmayan,
aşırı disiplinli, hoyrat bir babaydı. Anlaşmazlı kları­
na ilişkin sürüyle tatsız anım vardır. Mesela bir cu ­
martesi gün ü , çocukları babalarına yalvar yakar yol­
cu etti m, evde ayaklarımı uzattım , dinleniyoru m .
Birkaç saat sonra kapı çalındı, gittim açtı m . Kar­
şımda saçı başı dağıl mış, gözleri çakmak çakmak,
Çağlayan duruyor. Yanağında, babasını n tokat izi,

1 38
elinde de bir hafta önce dayısını n ona hediye etti­
ği, onca çok kıymetli pul defteri, paramparça vazi­
yette.
"Ne oldu oğlu m ? Ne bu hal i n ? " diye sordum.
Dokunsam ağlayacak. Parçalanmış pul defterini
u zattı, " Baksana anne, babam defterimi ne hale
soktu? "
" Oğlu m , n e yaptın d a parçalattın defterini?"
" Kapıdan girer girmez, 'baba bak benim bir pul
defterim var,' dedim, defteri eli mden çekip fırlattı
attı . Pullar döküldü, ben toplamaya çalışırken
üzerlerine bastı. Yırtıldı bütün pullarım . Ben bağır­
maya başladı m . B üsbütün kızdı, defteri parçaladı,
beni de dövd ü . Çıktım geldim. Bir daha babama
gitmeyeceğim . "
" İ nanmıyorum, Çağlayan. B i r şey yapmışsındır.
Ne yaptın söyle ! "
"Vallahi anne, aynen böyle oldu . "
Telefona sarılıp babasının evini aradım. Eşi açtı .
Zavallı kadıncağız benimle konuşurken, eski koca­
mın bağıran sesini duyuyordum, benim için, ço­
cuklarına terbiye veremeyen kadın, diye bağırı­
yord u . Eşi, bir ona şşşt, diyor, bir benimle konuş­
maya çalışıyordu. Son unda anlaşıldı, Çağlayan ka­
pıdan girer girmez, el öpeceğine, selam vereceğine,
" Baba, pul defterime baksana," dediği için, babası
sinirlenmiş ve olay aynı Çağlayan 'ın bana aktardığı
gibi olmuş. Telefonu kapattı m . Odasına kapanmış
oğl uma gittim . Kapısını açmıyor. Hepimize küs!

1 39
" Çağlayan, ben bu hafta bir başka pul defteri
alırım sana, ü zü lme," diye seslendim .
"Başka defter istemiyorum. Dayımın verdiğini
istiyorum . Aynı pulları bulamazsın/' diye bağırdı
içerden.
" Pekiyi , aç kapıyı da konuşalım."
" Beni rahat bırak! "
Çocuğu m u rahat bıraktım . Odama gittim . Bu
travmayı yaşayan çocuktan, iyi not ve itaat bekle­
mek m ümkün olabilir m iydi? Bin bir türl ü cilt has­
talığına deva bulan ben, çocuğumun ruhsal sorun­
ları karşısında, çaresiz kalıyordum, terzi kendi sö­
küğünü dikemez misali .

Bir anım daha var k i , hatırladıkça gülerim. Sık


sık okuldan kaçan Çağlayan yine okuldan kaçmış.
Ben kongredeydim, o yıllarda cep telefonu filan da
yok, okul müdürü beni bulamayınca, babasını ara­
mış. Babası da o kızgınlıkla kalkmış, oturduğumuz
eve oğluna hesap sormaya gelmiş. O yı llarda Şiş­
li'de bir apartmanın çatı katında oturuyorduk. An­
laşı lan aralarında bir kovalamaca başlamış ve Çağ­
layan balkondan, önce bizim dama tırmanmış, ora­
dan da komşunun damına atlamış. Ben dünyadan
habersiz, kongre bitince eve döndüm ki, yatak
odamın balkon kapısı ardına kadar açık. Oysa ev­
den çı karken kapatmıştım . H ırsız girdi diye ödüm
patladı, balkona çıktım bir de n e göreyi m, yan evin
damında Çağlayan duruyor, bizim evin damında

1 40
ise, Ati lla Çınar'ı rehin alınış, bir yandan Çınar'ı
tokatlıyor bir yandan da Çağlayan'a, "Buraya gel
çabuk! " diye bağırıyor. Bir an hayal gördüğümü
zannettim . Kendimi toparlayıp sakin olmaya çalışa­
rak, "Ne yapıyorsun Atilla? Ne işin var damda? " di­
ye sord u m .
"Bu senin haylaz oğlun teslim olana kadar Ç ı ­
nar'ı döveceğim ," dedi .
Aslında kızgınlıktan deliye dönmem gerekirdi
ama onları mart kedileri gibi damda görünce, bir­
den sinirlerim boşaldı, katıl a katıla gülmeye başla­
dım. Ati l la'nın kızgınlığı benim gül meme yönelin­
ce, Çınar elinden kurtulup kardeşinin yanına, kom ­
şu dama kaçmıştı .

Keşke çocukların babalarıyla davaları, her za­


man bu kadar komik olabileydi. Bazen çok daha
vahim olaylar yaşıyorduk. Benim yurtdışına iki gün
için seminere gittiğim bir sürede, oğlanlar yatıl ı
okudukları okuldan kaçıp b i r arkadaşlarının evinde
kal mışlar. Okul beni bulamayınca yine babalarına
haber vermiş. Bir gün sonra, her i kisi de öğlen ye­
meğinde masalarında otururlarken, birden yemek­
haneye babalarını n avukatı Meli h Bey girmiş, ikisi­
nin de suratın a herkesin içinde, babalarını n adına
birer tokat patlatmış.
Herkesin içinde yedikleri tokat, o güne kadar
yedikleri bütün sopalardan daha ağırlarına gitmişti .
Ben de duyduğum zaman kızgınlıktan del irmiştim.

141
Fakat olayların ü zerinden yıllar geçtikten sonra dü­
şündüğümde, canavar bir baba değil, bütün gü­
cüyle iki haylaz oğlunu yola getirmeye çalışan, ça­
resiz bir baba görüyorum. Belki de sorun çok sert
bir babayla, çok yumuşak bir annenin neden oldu­
ğu dengesizlikten kaynaklanıyordu.

Evimizin halleri bu durumdayken, meslek haya­


tımda işler yolunda gidiyordu.

İşçi Sigortaları Hastanesi'nde önce hariciye son­


ra da dahiliye servislerindeki üç aylık rotasyonlarımı
bitirerek üç yıllık cildiye ihtisasımı tamamlamış, uz­
manlık sınavına girmiştim. Sınavda başarılı olunca,
uzman olarak bir başka hastaneye tayin olmam ge­
rekiyordu. Tayinim Bursa'ya çıktı. Çocuklarımdan
ayrı bir şehirde yaşamama imkan yoktu . Ankara'ya
kadar gidip tayinimin İstanbul'a çıkması için dilek­
çe verdim ama hiçbir işe yaramadı. Çaresiz, B ur ­
sa'ya gidecek, çocuklara okul bakacak, e v tutacak,
düzenimi kurunca onları yanıma aldıracaktım.

İ stanbul'dan ayrılmadan önce, Osman Yemni


Hocam'a uğrayıp bir dilekçe bırakmayı i hmal et­
medim. Olur ya, belki cildiyede bir yer boşalırdı,
böylece ben de İstanbul'a dönerdim.

1 967 yılında B ursa'da, çalıştığım hastanede ben­


den başka cildiyeci yoktu. Tıpkı i htisas günlerimde

1 42
olduğu gibi, günde yüz hastaya bakmaya başladım.
Hastaneye bir cildiyeci atandığını duyan geliyordu.
Ben hiç gocu nmadan her bir hastamı soyuyor, de­
rilerini inceliyor ve hepsini aynı ciddiyetle muayene
ediyordum. Aynı odada çalıştığım doktorlar, ilk
hastaya baktığım enerjiyle nasıl son hastaya bakabil­
diğime şaşıp kalıyorlardı. Öyleydi, çünkü işimi çok
seviyordu m . *

B u rsa'da, ay sonunda taşınacağım evin yakınla­


rında iyi bir okul bulmuştum çocuklar için. Kayıt­
ların açıl ması nı bekliyordum . Çocuklarım gelir gel ­
mez, yemek ve temizlik işlerini görecek bir yardım­
cı tutacaktım . Hayatımız İstanbul'da nasıl geçiyor­
sa, burada da öyle geçecekti. B u rsa küçük ve sem­
patik bir şehirdi . Havası temizdi . Trafiği İstan­
bul'la kıyaslandığında nerdeyse yok gibiydi. H ayat,
İstanbul'da olduğundan çok daha ucuzdu. Çocuk­
ların bu şehirde çok daha rahat edeceğini varsaya­
rak kendimi teselli ediyordum ama sanki İ stan­
bul'da ailemi ve dostlarımı pek sık görebiliyormu­
şum gibi, onlardan ayrı düşeceği m için üzülüyor­
dum. Mesleğim, hayatımın ü zerine geniş bir şem­
siye gibi açılıvermişti, üç yıldır nerdeyse aynaya
bakmaya vakit bulamadan çalışmıştım . Şimdi, B u r­
sa'ya yerleştikten sonra, belki bazı hafta sonları, ço­
cukları da babalarına götürme bahanesiyle, Yalo-

* Güneş Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 38- 1 39 .

143
va'dan vapura bindim m iydi kendimi İstanbul'da
bulur, bir nefes alırdım . Annemi, kardeşlerimi, eşi­
mi dostumu görürdü m . Çocuklarımı da böyle ikna
etmiştim zaten ! Bir vapur mesafrsi uzaktık şehrimi­
ze, ha trafik saatinde Kağıthane'den Kandilli'ye
gitmişsin , ha deniz yol uyla Yalova'dan Fındıklı'ya!

Bursa'da işbaşı yapmamın üzeri nden ancak yir­


mi gün geçmişti ki , beni İstan bul 'dan çağırdı lar.
Meğer Osman Yemni H oca, kendi böl üm ünde ba­
şasistanlığa beni önermiş ! Bir mucize miydi bu?
Hemen İstanbu l 'a gitti m . Dermatoloji Bölüm­
ü' ndeki diğer hocalarla teker teker görüştü m . Ba­
zı ları başasistanın bir erkek ol masının daha bayırlı
olacağı kanısındaydı . Bölümde, bir kadının kaldı­
ramayacağı kadar çok iş vard ı , çünkü. Hocaların
hepsini tüm işlerin üstesinden geleceğime ikna et­
tim . Sonuçta beni başasistan kadrosuna al mayı ka­
bul ettiler. Ama önümde bir engel vardı . B ursa'da­
ki Başhekim'den izin al mam gerekiyord u . Yüreğim
ağzımda B ursa'ya döndüm. Pek ümitli değildim
çünkü o dönemde Bursa'da biç cildiyeci yoktu ve
başhekimin bana izin vermesi mümkün gözü kmü­
yord u .
Ama bir mucize daha gerçekleşti !
Güzel keman çalan, ince ru hlu, anlayışlı, baba­
can başhekimim bana, "Yavrum, üniversite öğre­
tim üyeliği her hekimin gön lünde yatan aslandır.
Ben de çok istemiştim ama şans herkese gülm üyor.

1 44
Bu fırsatı bulm uşken, kaçırma. Senin çok iyi bir he­
kim olacağına i nanıyorum, bu yüzden bütün so­
ru mlul uğu alarak sana izin veriyorum. Yol un açık
olsun," dedi.
Önümde uzun ve aydınlık bir yol açılmıştı . *

Uzun ve aydınlık yolumda ilk adı mı, emekliye


ayrılmak ü zere olduğundan kendini kızağa çekmiş,
her işini hademelere yaptıran bir hemşirenin eline
bırakı lmış, yüz yataklı bir klinikte attım . Koğuşlar
tıklım tıkış doluydu. O kadar çok hasta geliyordu
ki, gün oluyor yataklarda ikişer üçer yatıyorlardı.
İ şe başlayacağım gün, Osman Yemni Hoca be­
ni karşısına alıp, " Bak sultanım," demişti, "sen
şimdi buranın başasistanı oldun. Ama yalnı zca ba­
şasistan değil, aynı zamanda buranın hemşiresi ve
hademesisin de. Daha da ileri git; bu gördüğün kli­
niği evin farz et! Sen bu evin kad ın ısın ! Bunu bil,
ne yapacaksan ona göre yap! Yetki de sorumluluk
da sendeclir! " * *

Osman Hoca 'nı n odasından çıktım, uzun kori­


dorda, sırtımda ağır bir sorumlul ukla yürüdüm,
geniş koğuşa girdim. Koğuş tıklım tıkış hasta do­
luydu. Hoca'nın sözlerinin etkisi altında, yataklar­
da yatan i nsanlara baktı m . Madem klinik bugün-

* Güneş Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 40-4 1 .


** Ag.e., s. 1 40.

1 45
den itibaren benim evi mdi, o halde hastalar da be­
nim çocuklarımdı . Yatakları tek tek dolaşacak, her
bir hastanın derdini, şikayetini dinleyecek, onları
rahat ettirmek, mutlu etmek için elimden geleni
yapacaktı m . Bir hasta inliyordu, diğeri kendi ken­
dine sargılarını açmaya çabalıyordu, başka biri "çi­
şim geldi," diye bağırıyordu. Stetoskopumu odam­
da unuttuğumu fark ettim, onu almak için korido­
ra çıktım, odama doğru koşmaya başlad ı m .

İ şte o g ü n bugündür, kansere yenik düştüğüm


son haftalara kadar, hep koştum ben!

Koğuşlarda rüzgar hızıyla koşarken , kliniğin ha­


demeliğini, hemşireliğini, ev kadınlığını yaparken,
öğrencilik yılları mda beni çok etkilemiş olan cü­
zam pavyonu hep aklı mdaydı. Klinikte işlerimi yo­
luna koyar koymaz, orayı tekrar ziyaret ettim . Ne
yazık ki l 9 5 8 'den bu yana, hiçbir şey değişmemiş­
ti . Zavallı cüzam lı lar, hala Akıl H astanesi 'nin has­
talarından artan yemekleri yiyorlar ve hata tecrit
edilmiş barakalarda yaşıyorlardı . Hala hocaların ba­
zıları, hastalara yaklaşırken, beyaz önl ükleriyle yüz­
lerini örtüyor, onları uzaktan bakarak muayene
ediyordu. Yüreğim onlar için bir kere daha burkul ­
d u . Ama ben artık yıllar öncesi nin öğrenci Türkan'ı
değildim, defalarca ölüme ve doğuma şahit olmuş­
tum, pişmiştim, bu hastalar için bir şeyler yapabilir­
dim. Çok yakında bir gün, bu raya el atmaya kendi-

1 46
me bir kere daha söz verd i m . Cüzamla ilgili kitap­
lar okumaya, hastalık hakkında güneci bilgi ve tu­
tumları öğrenmeye başladı m . Daha sonra cüzam
dersini vermeyi üstlendim ve her öğrenci grubunu
cüzamlıları n pavyonuna bizzat götürerek yeni ye­
tişmekte olan heki mlerin, bilim dışı önyargılardan
kurtulmaları için elimden geleni yaptım. Öğrenci­
lerimle birlikte hastalarla konuşuyor, hal hatır soru­
yor, şiktıyetlerini dinliyorduk. Sonra, yaralarına
pansuman yapıyor, ilaçlarını veriyorduk. Öğrenci­
lerime, hastalara hiç çeki nmeden dokunmalarını
tavsiye ediyordu m . Çünkü dokunmadan tedavi ol­
maz ! Hasta doktoru nun elini üzerinde, ilgisini yü­
reğinde hissetmelidir. Benim ve öğrencilerimin ya­
kın alakası sayesinde, cüzam hastaları, kaçını lması
gereken mahluklar değil, insan olduklarını hatırla­
maya başlamışlardı. *
Ben, Dermatoloji'nin koridorlarında, Osman
Hoca'nı n sultanı olarak koşuştu rurken, benim de
bir sultanı m old u . Bölümde çalışan hemşiremiz ay­
rılmış, yeni bir hemşire alınması şart olmuştu. İ l k
gelen, Florence Nightingale H emşire Okulu'ndan
mezun olmuş, iş tecrübesi olmayan, Sultan adında
gencecik bir kızdı. Başvu ru lar arasından seçi lenlere
sınavı benim yapmamı istediler. Heyecandan eli

Merhaba Yn,raınnk-, Haz: P ro f. Dr. Türkan Saylan- Dr.


Mustafa Siitlaş, Cüzamla Savaş Derneği Yay., ( 1998 ) 2 .
Baskı, s . 5 2 .

1 47
ayağı titreyerek geldi odama. Karşı ma oturttum,
heyecanı geçsin diye biraz havadan sudan konuş­
tum, sonra sorularımı sordum. H e mşireli kle ilgili
sorularıma çok doğru yanıtlar verdi. Son u nda ona
şöyle bir soru yönelttim, "Sultan, ben sana bir te­
lefon numarası versem ve desem ki , bu numarayı
ara ve sonra bana bağla. Sen başlasan aramaya, ama
n u mara hep meşgul çıksa. Arıyorsun, arıyorsun,
meşgul çalıyor. Ne yaparsı n ? "
" B u lana kadar uğraşırım hocam ," dedi, " nasılsa
bir ara kapatacak telefo n u . Vazgeçmeden ararım . "
"Aferin," dedim, "sabrını ölçmek istemiştim .
B i z i m mesleklerde çok önemlidir, sabır. Senin lisen
hangisiydi? Nereyi bitirdin sen ? "
" Kandi lli Kı z Lisesi'nde parasız yatı lı okudum,
Hocam," dedi, " ben Muğla'nın Yerkesik i lçesinde­
nim ama liseyi çok güzel bir oku lda, İ stanbul'da
okudu m . "
" Kardeşim benim, niye daha önce söylemedin,"
diye yerimden tirlayıp boynuna sarıldım. Şaşırdı.
"Ben de Kandilli Kız Lisesi'ni bitirdim. Demek
aynı yollardan geçmişiz, aynı kültürü almışız. Abla­
kardeş sayılırı z biz," dedim, "Sultan, aldım işe seni."

Ertesi gün Osman Hoca'ya, "Size gerçek bir


Sultan geldi efendim," dedim, "ben sultanlıktan is­
tifa edebilir miyi m ? "
" Edemezsin sultanı m," dedi, " o , servisin Sul­
tan'ı olur, sen benim gönlümün sultanısın ! "

1 48
Sultan Hemşire ile sekiz yıl birlikte çalıştık.
Lepra Hastanesi 'nin daha tamamlan madığı dö­
nemde geç saatlere kadar odamda hasta bakar, ba­
zen de hastayı servise yatırırdım. Pek hoşlanmaz­
lardı ama ses etmezlerdi. Böyle d urumlarda hep
Sultan 'a güvenirdim . Bana hiç gocunmadan yar­
dımcı olurd u . H astalardan basil almayı ilk ona öğ­
retmiştim . Basil alır, boyar, değerlendiri rdik. Son­
ra, onu da Ayşe Yüksel'e yaptığım gibi, Halk Sağ­
lığı Yüksek Lisansı'na yönlendird i m . Çok yetenek­
l iydi, o da benim gönlümün sultanı oldu. Yorul ­
mak bilmeyen, benimle birlikte h e r işe koşan Sul­
tan'a, genç doktorların oynadığı bir oyun vardı.
O yıllarda leprada armadillo çalışmaları yapıl­
maya başlan mıştı. Armadillolar, kedi büyüklüğün­
de, Orta Amerika'da yetişen , kalın deri l i deney
hayvanlarıydı . Bizim genç doktorlar, resi mlerini
Su ltan'a göstermişler ve demişler ki , Türkan H oca,
bu hayvanlardan ısmarladı, artık deneyleri bu nlarla
yapacaksın . Su ltan bana bir şey söylemedi ama çok
üzülmüş, ben bu nca işin yanı sıra bir de hayvan ba­
kamam, demiş ve karar vermiş geldikleri zaman is­
tifa etmeye . Çocuklar sonra, armad il lolar yolda ge­
lirken ölm üşler, diyerek konuyu kapatmışlar. Sul­
tan Hemşire, hiçbir yere gitmedi, armadillolar gel­
se de, beni bırakıp gitmezdi zaten . Halk Sağlığı
Yü ksek Lisansı yaptı, yıllarca başhemşiremiz old u ,
evlendi i k i k ı z çocuğu doğurdu . Emekli olunca d a
memleketine yerleşti .

1 49
Osman Hoca, kliniğin hemşiresi, hademesi,
doktoru ve dert dinleyen Marko Paşa'sı olarak ken ­
d i mi kanıtladığıma emin olunca, bir gün beni yanı­
na çağırdı ve masasın ı n üzeri n de duran bir takım
kağıtları göstererek, "Türkan," dedi, " bak burada
benim böl ü müme yollanmış burs başvuru ları var.
Pek çok hoca, bu kağıtları genç doktorlar görme­
sin de akılları çelinmesin diye ya atar ya dosyalara
saklar. Ben öyle yapmam, yetiştirdiğim doktorların
en yüksek seviyeye gel meleri ni isterim . Yürekli ve
çalışkan bir doktorsun ama daha iyi yerlere gelmek,
doçent olmak istiyorsan mutlaka yurtdışında bir
süre çalışmalısı n . Bu belgeleri oku ve kendine bir
burs bul, sultanı m . " *
Başvuru belgeleriyle odama dönd ü m . O gece
evimde, kendime uygun bir burs bulabilmek için
hepsini güzelce inceled i m . İ stediğimi buldum ama
bursu hak edebi l mem için dil sınavına girmem ge­
rekiyordu . İyi de, sınavı geçersem ne yapacaktı m?

Çocuklarım artık tam amen benimle birlikte ya­


şıyorlardı. Onları yanı mda götürmek, başka bir
kültü rle tanıştırmak, İ ngilizce öğrenmelerini sağla­
mak iyi ol urdu ama hangi para ile yapacaktım bu­
mı ? İ ngilizleri n bana verdikleri 70 sterlin, ancak
kalacağım pansiyonun ücretini ve gündelik yeme
içmemi ödeyebilirdi . O parayla çocukları yanı mda

* Giineş Umuttan Şimdi Do,ijaı·, s. 141.

1 50
götüremezdim ama onları geride de bırakamaz­
dım. Bu sevdadan vazgeçmeye _ karar verdim.
Vazgeçme kararın ı alınca rah2tladım ama aklım
sınava takılmıştı . Dil bilgimi sınamak fena m ı olur­
du? N e yapabileceğimi görmek istedim . Kazana­
mazsam, içimde ukde kalmazdı !
Sınava, adeta kazanmamayı arzu ederek girdim
ve kazandım!
Sınavı kazandığımı öğrendiğimin akşamında,
evime dönerken otobüsün penceresinden gökte
yükselmekte olan yeniayı gördü m . Hava henüz
tam kararmamıştı, koyu mavi gökte i ncecik ve be­
yaz bir tırnak gibiydi ay. Otobüs ilerledikçe ara sı­
ra kayboluyor, sonra yine ağaçların , binaların ara­
sında birdenbire gözüküveriyordu . Saklambaç oy­
nuyordu sanki benimle. Neşelendim. İçime bir ça­
re bulacağıma dair bir umut d üştü .
Aynı akşam , mutfakta çocukların yemeğini ha­
zırlarken aklıma geldi, oturduğumuz evi kiraya ve­
rebilirsem , kira parasını çocukların masrafları için
harcard ı m ! N e şanslıydım ki , bir iki yıl önce ba­
bamdan kalan bir arsa satılmış, elimize geçen para­
yı beş kardeş aramızda bölüşmüştük. Ben bu paray­
la Bahçelievler' de oturmakta olduğumuz ki.içük evi
almış, çocukları da evimizin yakınındaki okula yaz­
dırmıştım .

Ertesi sabah erkenden mahallemizdeki emlak


bürosuna gittim , dayalı döşeli bir apartman daire-

151
sine bir yıllığına kiracı aradığımı söyledim. Tek bir
şartım vardı, altı aylık parayı peşin istiyordu m .

B e n i m çok sevdiğim, ü niversiteden beri h i ç ay­


rıl m adığımız arkadaşım Özden, o günlerde buna­
lımlı bir dönemden geçiyor, i htisasından bıktığını
söylüyordu. Benimle birlikte gel mesi için Özden'i
ikna ettim. Bir kursa yazılır İ ngilizce öğrenirdi,
belki i lerde ihtisas dalını değiştirirdi . Özden'e St.
Thomas Hastanesi' nde narkoz bölümünde gönül­
l ü asistanlık bulduk. Benim inceleyeceğim konu ise
dermatopatoloj iydi .
Her şey gönl üme göre gelişiyord u . Kısa sürede
evimize peşin para ödeyebilen bir kiracı bulduk,
çocukların nafakası da böylece çıkmış oldu. Kira
parasını cebime koydum, Özden ve çocuklarla bir­
likte Londra'ya gittik.

Hep birlikte önce bir pansiyon bulup yerleştik.


Sonra Özden'e dil kursu, çocuklara okul baktı m .
İ ngiltere'de devlet oku lları parasızdı. Ayrıca biz
Londra'ya gitmeden bi rkaç yıl önce, normal eğitim
veren okulların yanı sıra özel eğiti m veren bir siste­
mi geliştirmişler, her çocuk alacağı dersi kendi se­
çiyor ve ne istiyorsa onu okuyor. Tam benim Çağ­
layan'a göre bir okuldu. O okulda, Çağlayan'ı orta
bire, Ç ınar'ı beşinci sınıfa kaydettirdi m ve dünya­
nın dermatoloji konusunda en önemli referans

1 52
merkezi olan, Picaddly Circ us daki hastanemde ça­
'

lışmaya başladı m .
Hayat, hiç dil bilmeyen iki çocuğun sorunlarını
ve ev işlerini de üstlenmiş bir doktor için pek de
kolay değildi. Allahtan Özden yanımızdaydı. Hesa­
bı kitabı o tutuyor, üzerimden bir yük alıyordu .
Çocuklara gelince, Çınar okuluna çabuk alışmıştı
ama Çağlayan eve sık sık üstü başı didiklenn�:ş, o
yıllarda sokak başlarını tutan 'skin heads' !erden da­
yak yemiş ve yol parasını kaptırmış olarak dönüyor,
haklı olarak da ertesi gün okula gitmek istemiyor­
du. Ama bana hayatın kolay olacağını kim söyle­
mişti ki?
Bir iki ayın sonunda; çocukların İngilizceleri
ilerledikçe her şey rayına oturd u . Çağlayan da sını­
fına intibak etti ve yıl sonunda başarı lı ve sevilen bir
öğrenci olarak ayrıldı okulu ndan .

Londra'da geçirdiği miz bir yıl bana ve çocukla­


ra çok iyi geldi, hayatı mıza pek çok dost ve bilgi
kattı. Çalıştığım hastanede edindiğim akademik
bilgilerin yanı sıra, katıldığım etkinliklerde Hintli,
Çinli, Afrikalı pek çok doktorla tanışmıştım, onlar­
la bilgi alış verişi yapmıştı m . Böylece cüzamın sade­
ce kendi ülkemdeki değil, dünya üzerindeki seyrini
de öğren miş oluyordum. Fakat İ n giltere serüveni­
nin benim için en büyük kazancı, Dr. Jopling'i ta­
nımam oldu. B u iriyarı güzel adam, konusunda eşi
bulun maz bir u zmandı. Rodezya' da cüzamlı hasta-

1 53
!arın tedavisinde başarılı olduktan sonra, memleke­
tine dönmüş, İ ngiliz hastalar için bir hastane kur­
muş, on sekiz yıl içinde tüm hastalarını sağlıklarına
kavuşturup hastaneyi kapatmıştı. Benim onu tanı­
dığım yıllarda, Tropikal Hastalıklar Hastanesi'nde
çalışıyor, cüzam konusunda eğitim veriyordu.
Doktor Jopling'e çok şey borçluyum . H asta hekim
ilişkisinin en sıcak yaklaşımını, takipçil iği, sevecen­
liği, yeni bir şey öğrenmenin ve öğretmenin do­
yumsuz keyfini onda gördüm ve kendi hayatımda
hep tatbik ettim. *
Yine İngi ltere'de öğrenip burada uyguladığım
bir başka şey de, gön ü l l ü çalışmalar yaparak cüzam
hastaları için kaynak yaratmaktı . Oturduğumuz
evin hemen arkasında Soho ve Chinatown vardı. Bu
semtlerde Oxfam adıyla ikinci el giysi ve eşya satan
dükkanlar bulunurdu . O.efam'larda e mekli olmuş
yaşlı kadınlar büyük bir ciddiyetle vardiya usulü ça­
l ışır, kazandıkları paraları cüzam hastalarına yardım
için kullanırlardı. İngiltere'de cüzam ne arar diye­
ceksiniz deği l mi? Yoksul ülkelerin hastalığı olan
cüzamı bu memlekete Afrika, H indistan, Çin gibi
Uzak Doğu ülkelerine giden İngiliz gezginler ge­
tirınişlerdi . İnsanlara konan sınırları, geçiş vizeleri­
ni ne yazık ki mikroplara tatbik edemiyorlardı.
Örgütlü ve gönü l l ü çalışmayı , ayrıntılara dik­
kat etmeyi , bildiri hazı rlamanı n inceliklerini de

1 54
hep İ ngi ltere'de b u l u nduğum o bir yıl içinde öğ­
rendim.

Memlekete dönme vakti gelince, dönüş yolcu­


ğunu trenle yapmaya karar verdik. Özden ve ço­
cuklarla Londra'dan trene bindik, Manş'ı ve Fran­
sa'yı boydan boya geçerek, Cenova'ya kadar gel ­
dik. Cenova'da trenden i nip vapura bindik, Napo­
li'den Vezüv'ü seyrederek geçtik, Atina'ya ve Pi­
re'ye de uğrayarak, sonunda da İstanbul'a vardık.
Çok maceralı bir yolculuk olmuştu ama hem çok
eğlenmiş hem de pek çok yer görmüştük.
Özden'le keyfine doyum ol mayan mavi yolcu­
l uklardan tutun, baş başa çıkıp bin pişman döndü­
ğümüz yolculukları mıza kadar, hayatımız boyunca
daha pek çok macera yaşayacaktık :

İstanbul'a dönünce, Çağlayan'la Çınar'ı B üyük­


çekmece Lisesi'ne yatılı verdim. Bir okul yılı kay­
betmişlerdi ama İ ngilizceyi ve değişik bir ü l kede
hayatla başa çıkmayı öğrenmişlerdi. Hafta sonlarını
da artık benimle geçiriyorlardı çünkü o sırada iki
kardeşleri daha doğduğu için babalarının büyük
oğullarına ayıracak zamanı iyice azalmıştı .
B ense o günlerde, bütün gücümle İ ngiltere'de
öğrendiklerimi değerlendirerek doçentlik tezimi
yazıyord u m . Bugün "dermatopatoloji" diye adlan­
dırılan, dokuların mikroskobik muayenesi ile ilgili
bir çalışmaydı tezim.

1 55
Bir yıl sonra doçent oldu m .
Doçentli kte m u tlaka bir kadro sorunu yaşanır­
d ı . Bunu bildiği m içi n, İ stanbul'da boşuna zaman
kaybedeceğime, yeni kurulan B u rsa Tıp Fakülte­
si 'ndeki kadroya geçmeyi ve orada bir dermatoloji
kürsüsü kurmayı düşü n d ü m . Beş yıl önce de hayal
ettiği m gibi, B u rsa'da çocuklara okul ve hep birlik­
te otu racağım ı z bir ev bu lacaktı m . Oğu l l arım bü­
yüyorlard ı , onları çanta gibi kol uma takıp gezdir­
mem giderek zorlaşıyord u . İ stanbu l ' dan ayrılmak
istemeyebilirlerd i . Ama başka çarem var mıydı1 Ço­
cuklarla bir B u rsa yolculuğu yapmayı planlad ı m .
H afra sonunu B u rsa'da geçiririz, hatta Ul udağ'a
çıkarız, sonra gidebilecekleri okul lara birlikte baka­
rız, ikna olurlarsa ne ala! Ol mazl arsa, ben istan­
bul'da kadro bekleri m .

Bursa'ya gitme planı mı Osman Yemni H oca'ya


danıştı m . Beni heyecanla desteklemesini, yüreklen­
d i rınesini bekliyord u m . Hocam sadece, "Olabilir,
neden olmasın ," demekle yetin d i . Biraz hayal kı­
rıklığına uğramıştım doğrusu. Oysa İ ngiltere'de
staj yapmam için ne kadar çok desteklemişti beni ,
o ol masa Londra'ya gitmek akl ım ın ucundan bile
geçmeyecekti .

Eskiden cu martesi günleri öğlene kadar çal ışı l ı r­


d ı . B i r cumartesi sabahı, eğer hastanede fazla iş çık­
ma zsa, Bursa'daki kad roya başvuru formlarımı ha-

1 56
zırlama düşü ncesiyle yola düştüm, hastane bahçe­
sine girmek ü zereydim ki, kapıda Osman H oca'n ı n
o yayla gibi geniş .1 gösterişli , m o r renkli arabasına
rastladım. Beni görünce camı i ndirip elini sallaya­
rak yanına çağırdı. Arabaya gittim . Başını pencere­
den u zatarak, "Sultanım, dinle," dedi, "şimdi ben
fakülte kuru luna gidiyorum . Bir doçentlik kadrosu
var. Bu kadroyu sana almaya çalışacağım . "
H içbir şey söyleyemeden, ağzım açık bakakal­
dım. Hocanın arabası hızla yola koyu lurken ben bi ­
naya gi rdim, odama yürüdüm, masamın başına geç­
tim ve bir süre ne yapacağı mı bilemeden öylece
oturdum iskemlemde . Çekmecemdeki formları ne
doldurmaya ne 'de çöpe atmaya elim varmadı. Do­
labımda asılı doktor gömleğimi giyip sabah vizitele­
rime başladım. Aklım bir karış havada, dolandım
durdum koğuşlarda. Öğlene doğru Hoca beni yi ne
kapıya, arabasına çağırttı. Yine arabanın camını in­
dirdi, başını pencereden dışarı uzattı ve "On lara de­
dim ki , biz acele etmezsek, Türkan'ı Bursa kapacak.
Kad ronu aklım, burada kalıyorsun. Bir daha ağzın­
dan Bursa lafi duymayacağı m, tamam mı?" dedi. *
"Tamam hocam, tamam ! " diye bağırdım. İçeri
koştum, eve telefon ettim. Çınar açtı . "Geldiniz mi
oğl u m ? " diye sord u m .
" H ayır anne, gelmedik, telefona okuldan cevap
veriyoru z . "

* Giine,s Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 53 .

1 57
Güldüm, "Ben hemen eve geliyorum da, ondan
aradım. Sakın bir yere çıkmayın . "
"Arkadaşlarla sinemaya gidecektik. Gecikme sa­
kın ! " dedi.
" Hiçbir yere gitmeyin . Bekleyi n . Size bir sürpri­
zi m var. "
Çantamı aldım , firladım, otobüs durağına kadar
koştum. Eve varıp kapıyı açarken bir de ne göre­
yim, üstümden beyaz doktor önlüğü m ü çıkarmayı
unutmuşu m !
Benim meslek hayatım rayın a oturmuştu otur­
masına da çocukları kendi hayatıma uydurmaya ça­
l ışarak, onlara kötülük mü ediyorum diye düşün­
meye başlamıştım. İ ngil tere'ye giderken, onları pe­
şime takmamın dil öğrenecekler gibisinden bir i za­
hı olabilirdi ama evime ve işime yakın olsunlar diye
okullarını değiştirip onları sıradan bir okula vermek
doğru olmuş muydu? Yüksek oku l lara girebilmek
için sınava girmeleri gerekiyordu . Ü niversiteye gi­
remedikleri takd irde, babaları başarısızlıklarının
hesabını bana soracaktı . Zaten i ki de bir çocukların
daha iyi eğitim veren bir başka okulda okumaları
gerektiğini söyleyip duruyord u .

Doçent kadrosu na geçtiğim yıl, Çınar'ı babası­


nın ;ırzusu ü zerine yatı lı olarak Kabataş'a verdik.
Çağlay;ın 'ı dersleri ağır ve disiplini katı bir okula
vermeye gönlüm razı olmadı. Fazla disipline gele­
meyen, özgür ruhlu fakat çok yetenekli bir çocuk-

1 58
tu Çağlayan . Dedesi ve anneannesi gibi mucit ruh ­
luydu ama okumayı pek sevmeyen erkek kardeşle­
rime benziyordu . Okuluna da tam alışmaya başla­
mıştı fakat babası onu, o okuldan al maya karar ver­
mişti bir kere . Yine babasının ısrarıyla, Çağlayan'ı
da Maçka Meslek Lisesi'ne yazdırdık, el bette çocu ­
ğun eski okul unda kalma isteğine karşı gelerek!
"Baban senin için en iyisini istiyor, oğl um, inat
etme, bak orada bir meslek sahibi olacaksın ," de­
mişti m .
"Anne boşuna ümitlenme, çünkü o okul beni
kabul etmeyecek! " diye yanıtlamıştı .
"Nede n ? "
"Çünkü giriş sınavında bütün soruları yanlış işa­
retledi m."

Çağlayan'm açıkgözlülüğü sökmedi, babası bir


torpil ayarlamış olmalı ki , okula kabul edildi. Aslın­
da Çağlayan'ı alıştığı okuldan alıp meslek lisesine
göndermek ne kadar akıllıca olm uştu hiç emin de­
ğil i m , çünkü tam o sıralarda İstanbul'da tam bir
kargaşa yaşanıyordu ve Çağlayan'ın anlattığına gö­
re, öğrenciler şehrin merkezindeki okuldan çıkıp
durmadan yürüyüşlere katılıyorlardı, mecburen.
Çocuklar, neden yürüdüklerini bil meden bir siyasi
duru şu ya desteklemek ya protesto etmek için ko­
yun gibi yü rüyorlardı yollarda. Çağlayan bir kere­
sinde yanında yürüyen arkadaşmın, bir ara polis ba­
basıyla karşılaştığını ve babanın oğlunun başına bir

1 59 ,
şey gel mesin diye, d i l dökerek, çocuğu gruptan çı- ,
kardığını ve evlerine yoll adığım anlatmıştı . Ayrıca
bana da sık sık okuldan çıkıp okey veya bilardo oy­
namaya gittiğin i , sokaklarda gezdiğini anlatıyord u .
O n u zorla meslek lisesine veren babasından inti­
kam almak için m i böyle yapıyordu , yoksa uyduru­
yor muydu bilemiyordu m ama anlattıkları doğruy­
sa, Çağlayan 'ı yatıl ı okulda bırakmanın daha doğru
olduğu kesindi de kim anlatacaktı b u n u Atilla'ya?
Ç ınar'a gelince, onun da babasın ı çileden çı­
karttığı ol urd u ama küçük oğl uyla ilişkilerinde hep
daha kontrol lü olmuştu Atilla. Örneği n , ortaokul u
Büyükçekmece Lisesi' nde bitirip Kabataş'a gönde­
rildiği yıl, çok sıkıntı çekmişti Çınar. Ortaokulda
hiç zorlanmadan okurken birdenbire kendini çok
disiplinli, çok kal abalı k bir okulda bulu nca ilk yıl
çok tCna bocalamış ve yıl ortasına kırık dol u , son
derece kötü bir karne getirmişti . Karneyi babası na
da gösn:recekti el bette, ama kopacak kıyametten
korkuyord u . Ben de onun kadar korkuyordu m .
Balx1sı n ı n kızgı ıılığına h i ç tepki verme mesi için bin
bir nasi hat etti kten sonra, karnesiyle birlikte baba
evi ne yolla mıştı m . Evde son derece tedirgin bekl i­
yordum, Çınar mu htemelen dayak yemiş olarak, si­
nir içi nde geri gelecek diye . Fakat çocu k dönmü­
yord u . Cumartesiyi e ndişeli bir bekleyişle geçir­
d i m . Pazar akşamı okuldan telefon etti Çınar.
Korka korka, " Baban karneni görünce ne yap­
t ı ? " diye sord u m .

1 60
" Babamı bilirsin anne, karneme baktı baktı, on
beş dersten on ikisinin kırık olduğunu görünce,
'Bu ne rezalet böyle ! ' diye bağırdı," dedi.
"Vurmadı m ı ? "
"Vurmadı a m a başka şey yaptı . "
Korkudan sesim titreyerek sordum, "Ne yaptı
Çınar? "
" Karnemin arka yüzündeki Onunrn Yıl Mar­
şı 'nı ezberletti ! "

Ben o günlerde dört ay için Fransızcamı i lerlet­


meye yurtdışına gidecektim . Çağlayan benim yok­
l uğumda, okuluna yakı n bir yerde oturan babasın ­
d a kalacaktı . Profesör olabil mek için ikinci b i r ya­
bancı dil gerekiyord u . Annemden öğrendiğim
Fransızcam iyi derecede değildi ama bir ku rsa yazı­
lırsam , sınavı geçebi lecek hale gelebilirdi.
Sigorta Hastanesi'nde ihtisasımı yaparken , Ho­
cam Ali Aral, beni İ stanbul'u ziyaret eden meslek­
taşları Dr. G nıpper ve eşiyle tanıştırmış, onları gez­
dirme görevini bana vermişti . Hocamın dostlarına
İ stanbu l'u gezdirmiş, alışverişlerinde yardım etmiş,
tercümanlıkları m yapmış, evi mize bile koirnk et­
mişti m. G ru pperler de karşı lığında beni Paris'teki
evleri ne davet etmişlerdi. Paris'teki evlerinin yanın ­
da, misafirlerini konuk ettikleri bir stüdyoları vardı .
Bunca zaman onları ziyaret nasip olmamıştı . Fran­
sızca dil kursunu ayarlayıp onlardan bir ev bul mam
için yardım talep edince, beni stüdyolarında kalma-

161
ya davet ettiler. H azır Paris'e gitmişken, bir taşla
iki kuş vuracak, Fransızcamı ilerletirken, bir yandan
da St. Louis Hastanesi'nde 'immunofloresans yön­
temi'ni öğrenecektim . Üniversiteden izin aldım,
çocukların okul dönemleri başlar başlamaz, hazır­
lıklarımı tamamlayıp yola çıktım.

Dört ayın sonunda, İ stanbul'a döndüğüm za­


man, Çağlayan beni karşılarken, "Anne, bir üçün­
cü dil öğrenmen gerekmiyor değil m i ? " diye sordu.
" Hayır oğl u m . Neden sord u n ? "
"Yine gidecek ol ursan, beni mutlaka yanında
götür. Babamda kalmak istemiyoru m . "
"Çağlayan, o senin baban! Babanı sevmek ve
saymak zorundasın . "
" Ben sevmeyeceğim , saymayacağım demedim
ki . Sadece senin evinde oturmak istiyoru m, dedim.
Orada kalmaya devam edersem , babama sevgim de
saygım da azalacak çünkü pek anlaşamıyoruz, bili­
yorsu n . "
" Pekala, o halde hemen eşyalarını topla, evimi­
ze geri dön," dedim Çağlayan'a, " her gün Maç­
ka'ya kadar gidip gel men zor oluyorsa, evimizi
okula yakın bir yere taşırız . "

Ertesi gün Çağlayan evi mize geri geldi v e kısa


ziyaretlerin dışında benden hiç ayrılmad ı . Bugün
dahi, benim bir üstümdeki müstakil katta oturma­
ya devam ediyor.

1 62
DOLU DİZGİN

Ben meslek hayatımda, işimden, hastalarımdan


başka hiçbir şey görmemeye, yaşamamaya kararlı ,
gözlerime a t gözlü kleri takmış dol udizgin koşar­
ken, bir güzellik girdi yaşamımıza. Sütlü kahve­
rengi, bir M urat 1 24 . Muhteşe m ! Çağlayan'ın Çı­
nar'ın ve benim sevgilimiz! Altmış sekiz bin l irayı
on takside bölerek sahibi olduğum, alındığı gece,
kapımın önünden çalınan, sonra Dolapdere'de
bulunan, bulunduğu takdirde hayatım boyunca
ona i nsan m uamelesi yapacağıma ant içtiğim, ilk
arabam !
Murat, hayatımı nasıl kolaylaştırıyor, nasıl hare­
ket imkanı veriyordu bana, anlatamam. Direksiyo­
na geçiyor, güzergahı mda dört dönüyordum. Ak­
şam eve dönerken, artık geç saatlere kadar açık
olan marketlerden alışverişimi yapıp doğru evi me,
çocukları mı ve onların bizde kalan arkadaşlarını
doyurmaya koşuyord um. Otobüs veya dolmuş du-

1 63
raklarında bekleme eziyeti bitmişti . H ele de yazla­
rı iple çektiğimiz tatil i mize kavuşunca, otobüslerde
yer kald ı mı, heyecanını hiç yaşamadan, oğlanlarla
atlıyorduk arabamıza, ver elini bizi bekleyen Ege
sahilleri ! Veya tadına doyum olmayan mavi yolcu­
l uklar!
Mavi Yolculuklar! Yaralar, bereler, cerahatler,
sargı bezleri, hasta kuyrukları arasında geçen haya­
tıma, denizin ve göğün en güzel mavilerini katan,
beni en yorgun halimde alıp yeni baştan enerjiyle,
yaşam sevinciyle dolduran tekne gezintileri .
Mavi yolcul uğa ilk kez galiba 1 969 yılında çık­
mıştı m . Çıkış o çıkış, on yılı aşkın koca bir zaman
diliminde, mavi yolculuksuz yaz geçirmeyecektim
artı k! Bu yolcul uklarımı da aslında sevgil i Özden 'e
borçluydum. Çünkü sonradan çok yakın dost ol­
duğum, İstanbul Kız Lisesi 'nin Latince öğretmeni
Leyla Özbay'ı bana o tanıştırmıştı.
Leyla Ablamız bizi bir gün Sabahattin Eyüboğ­
lu'nun evinde bir pazartesi toplantısına götü rd ü.
Hiç unutamayacağım günlerden biridir. O evde,
başta Azra Erhat olmak ü zere, hep tanı maya can
attığı m, uzaktan hayran olduğum pek çok kişiyle
tanıştı m . Konuşmalarda arada sırada bir mavi yol ­
cu luk lafı geçiyord u. Bu grubun yaz aylarında, Ce­
vat Şakir'in önderl i ğinde, Ege'de salaş bir tekne ile
koy koy gezdiklerini, rastladıkları antik kentler ve
eserler hakkında, sohbet havasını bozmadan pek
çok bilgi edindiklerini öğrendiğimde, ne yalan söy-

1 64
liyeyim , geziye katıl anlara çok gıpta etmiştim . Yaz
başında yapacakları mavi yolculuğa beni de çağır­
dıkları zaman, çok sevi ndiğimi hatırlıyorum.
Azra Erhat o yıllarda Nişantaşı'nda küçük bir
evde oturuyor, çeviriler yapıyordu. Başta Azra Ha­
nım olmak üzere , o gece tanıştığım kişilerle dost­
luğumuz i lerledi, sık görüşmeye başladık. Önceleri
Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde pazartesi günü
yapılan toplantıl ar, Eyüboğlu'nun ölümünden
sonra perşembe geceleri Azra Erhat'ın evinde de­
vam etti . Bu toplantılara Ruhi Su da gelirdi . Özel­
likle Özden , Karadeniz türkülerini çok iyi söyledi­
ği için Ru hi Bey'in gözdesiydi ama ben de ondan
geri kalmazdım doğrusu.
Mavi yolculukları uzun zamandır yapan dostla­
rı mla ilk seferime çıktığımda, ne yazık ki Balıkçı ar­
tık hayatta değildi . Zaten Sabahattin Eyüboğl u da
rahatsızlığı nedeniyle bir süredir gezilere katılamı­
yordu. Onlarla birlikte koyları dolaşmış, efsaneleri
onların ağzından dinlemiş olanlar, H ürriyet isimli
teknede, yokluklarını aratmamak için ellerinden
geleni yapıyorlardı. Bu geziler sadece denize gir­
me, güneşlenme ve Ege sularında dolaşma gezileri
deği l , eskiyi yeniden keşfetme, arkeoloji ve sanat
tari hinden nasiplenme, aydınl anma ve bilgilenme
gezi leriydi aynı zamanda.
O ilk seferden sonra, yakın dost olduğum gemi
grubuyla, defal arca çıktım bu yolculuğa. Her pa­
zartesi Azra Erhat'ın evinde buluşur, gezimizi kış

1 65
aylarından itibaren planlamaya başlardık. H angi ta­
rihte yola çıkılacak, hangi rota izlenecek, kimler ka­
tılacak, kararlaştırı l ırdı . Küçük çocuklar ve köpekler
bu yolculuğa dahil edil mezdi ama geziyi ucuza ge­
tirebilmek için, m utlaka on sekiz kişi olmak gere­
kirdi ve mutlaka H ü rriyet teknesine binilirdi. Yol­
c u lar ve güzergah kesinleşince, Azra Hanım işbö­
l ü m ü yapardı . Herkes yol üzerindeki bir yöreyi
araştırır, çalışır, diğerlerine anlatabilecek kadar öğ­
renirdi . Geceleri vakit geçirmek için oynayacağımız
oyunlar, sahneleyeceğimiz skeçler seçilirdi . Grubu­
muzda yazar, şair, m imar, sanatçı dostların yanı sı­
ra, daha önce Sabahattin Eyüboğlu ve Balıkçı ile
yolculuk yapmış eskiler de bulunurd u . Biz yeniler,
onların sanat, tarih ve edebiyat üzerine tartışmala­
rını dinler, bilgilenirdik. Yemekleri mizi kendimiz
yapardık. Her gün bir başka ekip, kaptan ve miço­
lar dahil, yirmi kişiye hiç gocu nmadan yemek ha­
zırlardı. Oltayla ya da ağ atarak balık yakalayabil­
mişsek, ne ata ! Yoksa makarna, pilav, menemen, sa­
lata hazırlar, onca bulaşığı da yine hiç gocunmadan
yıkardık. Günümüzün l üks teknelerinin teknoloji­
sinden ve hizmet ekipmanından yoksunduk ama
hiç bozu lmamış doğanın, tertemiz denizin, gele­
neksel yapısını koruyan köylerin, taptaze, hormon­
suz sebzelerle meyveların tadını da biz çıkarırdık.
Hasretle, sevi nçle beklediğim, iple çektiğim gün­
lerdi, salaş tekneye binip dostl arı mla birlikte
Ege'nin mavi sularına açılmak. Bir keresinde, yeni

1 66
evlenen bir çift arkadaşımız da katılmıştı bize. Yen i
evlendikleri i ç i n , eğlence olsun diye, onlara tekne­
de her gece farklı bir nikah kıymıştık. İlk gün i mam
nikahı, ertesi gün Yahudi nikahı, sonra Rum nika­
hı gibi . Ben kız annesi olmuştu m , kendimi rolüme
öylesine kaptırmışım ki, teknedekiler bir ara tiyatro
eğitimi aldığımı zannetmişlerdi. Oysa ben sadece
babaannemi taklit ediyordum. Kon uşmasını, duru­
şunu, bakışın ı . İyi taklit yapardım, severdi m de tak­
lit yapmayı .
Bir keresinde de 1 984 yılıydı galiba, Muğla'da
altmış kadar lepralı hasta var diye haber geldiydi,
Ayşe Yüksel ve Tülay hemşireler, iki de stajyer kız
öğrenciyle birlikte gittiydik tarama yapmaya. Yanı­
mızda bir de Bursa'dan Prof. Hamdi Hoca vardı.
Sağlık Müdürü bize Devlet Hastanesi 'nin doğum
servisinde yer ayarlamış, kalmamız için. Hamdi Ho­
ca da bizlerle mecburen doğumhanede kalacaktı .
İşimiz bitti, akşama doğru ambulansı andıran
bir araçla hastanenin doğum servisinin önüne gel ­
dik. Üzerimde her zaman giydiğim tarzda, bele
oturmayan bol bir elbise vardı, birden aklıma bir
şaka yapmak geldi, kızlara da söyledim, biri araba­
dan inerken acil doğum var d iye bağırmaya başla­
dı. Tülay'la Ayşe kollarıma girdiler, ben sancılı ka­
dın rolü yapıyorum, yavaş yavaş y ürüyerek servise
geldik, hastabakıcılar koşuştu, beni hemen bir ya­
tağa yatı rdılar. Hep doğuran kadınlarda izlediğim
gibi , kaıyolanın demirlerine yapışıp kıvranmaya

1 67
başladım. Bir taraftan da kocama söyleniyorum gü­
ya, beni yalnız başıma bıraktığı için.
Tülay Hemşire, " Kendinizi çok kaptırdınız ro­
lünüze, hocam," dedi .
" D ünyaya bir can getirmek kolay mı?" dedim.
Kızlar ve ben çok eğleniyorduk ama Hamdi
H oca, ciddiyeti ni bozmuyor ve oyuna katılmıyor­
d u . Sonra Ayşe Yüksel , battaniyeye saı dığı bir yas­
tığı bebek gibi getirip kollarıma verince, "Siz hepi­
niz delisiniz," diyerek kaçmıştı yanımızdan . Oysa
lepra ekibi olarak yaptığımız iş, o kadar acı vericiy­
di ki, böyle kırılma noktalarına ihtiyaç d uyuyorduk
arada bir. B u sırada doğum doktoru alı al moru
mor, koşa koşa geldi. *
"Yetişemediniz doğu ma, Doktor Bey," dedim.
Bir bana baktı, bir kollarımdaki battaniyeye.
Koskoca profesörün böyle bir şey yapacağına
inanam ıyord u.
"Siz emekli olduktan sonra, mutlaka tiyatro ya­
pın hocam ," demişti . Çok gülmüş, çok eğlenmiş­
tik. İ şte tekne gezilerimi zde de böyle skeçler hazır­
lardık vakit geçsin diye.

Bir yaz, mavi yolculuğa o güne kadar hiç gör­


memiş olduğum yeni biri katıldı. Adı Cevdet'di.
Ünlü bir heykeltıraş olduğunu söylemişlerdi ama

* Hekim Olmak, Haz: Prof. Dr. Şefik Görkey, İskele Yay.,


( 2007 ) s. 101.

1 68
çok çekingen ve alçak gönüll üydü . Anadolu çocuk­
larına has safiyetini, uzun yıllar büyük şehirlerde
yaşamış olmasına karşın h iç kaybetmemişti. Hoş, il­
ginç bir insandı . Kadınların beğendiği bir tipti ama
ilgiye de çok i htiyacı varmış gibi d uruyordu. Ye­
meklerde yanıma oturmak için gösterdiği çabadan,
sürekli beni mle meşgul olmasından hoşlanmıştı m .
Fazla alakadan h e r zaman sıkılan ben, nedense bu
adamın üstüme düşmesinden, etrafimda dolanma­
sından daralmadım. Aksine, mutluluk d uydum.
Çok uzun zamandan beri yal nızdım. Hayatımda
sadece çocuklarım ve hastalarım vard ı . Fakat dost­
larım o kadar çoktular ve o kadar değerliydiler ki,
belki de o yüzden, bir sevgi liye hiç ihtiyaç hisset­
memişti m . Ya da gündelik koşuşturmam içinde,
aşka zaman yoktu.

Ay ışığının altın gibi denize döküldüğü bir ak­


şamdı. Kekova'nın eşsiz doğasında, yakamozların
suda çırpıştırdığım ellerimdeki ışık oyununu seyre­
diyordum. Parmaklarımın arasında minik ateş zer­
recikleri çakıyord u . Bir erkek bana aşık olduğunu
söylüyordu . Çok güzel şeyler söylüyord u . Kulağı­
ma bir müzik gibi geliyordu sözleri . Sihri bozmak
istemedim, direnmerum, kendimi ilk kez olayların
akışına bıraktı m . Karşımdaki adam evli değildi,
başka birine bağlı değildi. Benim gibi yapayalnızd ı .
Üstelik b i r sanatçıydı. Ben sanatçılara i lkgençliğim ­
d e n beri hayranlık duyardı m . Onları hayal güçleri

1 69
geniş, ayrıcalıklı insanlar olarak düşünürdü m . Sa­
natçı olmasına rağmen, Cevdet de benim gibi, yap­
tığı işin yükü içinde kaybolmuştu, kırık bir insandı.
H üzünle bakan gözleri vardı. Yüreğimde müthiş
bir şefkat duydum ona karşı .
İstanbul'a döndükten sonra da görüşmeye de­
vam ettik.
Ben bu sayede fark ettim ki nicedir kendimi iş­
l erime kaptırmış, u z u n süredir alışverişe çıkmamış,
üstüme başıma yıllardır yeni bir şey almamışım .
B ir erkeğin benimle ısrarla ilgileniyor olması, saçı­
ma başıma özen göstermeme, dükkanların vitrin ­
lerine yapışmama, birkaç giysi , b i r çizme almama
vesile oldu . Hayatıma bir heyecan gelmişti . Hey­
keltıraş sevgilimin B ebek'de, postanenin sırası nda,
arka odaların ı atölye, ön tarafını yaşam alanı olarak
kullandığı bir evi vardı . Evin önünde bir sucuk
fabrikası için yaptığı kocaman bir i nek heykeli du­
ruyordu. Arka bahçesi ndeyse fiberglass'dan bir
tekne yapıyordu . AKM'deki birbirine sarı l mış ba­
lerinleri de o yapmıştı. Yapıtlarını görd üğüm za­
man yeteneğine hayran olmuştu m . Gerçekten çok
iyi bir heykeltıraştı. Hastalarım nasıl benim hayatı­
m ı n en kıymetlileriyseler, alçı, mermer, yontu ve
e l leriyle şekil verdiği yapıtları da onun kıymetlile­
riydi. Ben i nsanda can kurtarmaya baş koymuş­
tum, o maddeye ru h kazandırmaya. Hayatlarını
can ve ruh üstüne kuran iki kişi nin birlikteliği yü­
rür diye düşündüm.

1 70
Yeni bir dönem başlamıştı hayatımda. Tekne
yolculuğundan döndüğümden beri, artık işten çık­
tıktan sonra, eve gidip kitaplarıma, dosyalarıma gö­
müleceğime, Cevdet'le akşam yemeklerine çıkıyor­
dum. Tanışalı uzun zaman geçmemişti ama Cevdet
bana sahiden sırılsıklam aşıktı. Bana düşkünlüğü,
hayranlığı gururumu okşuyordu . Ona duyduğum
yakınlığı tetikleyen çok önemli bir şey daha vardı;
o sırada okulunda sorunlar yaşayan ve giderek içi­
ne kapanan Çağlayan'la çok iyi anlaşmıştı. Cev­
det'in dostluğu oğlumda bir terapi etkisi yapmıştı
adeta. Ona, yeteneğini geliştirmek için önüne · bir
kapı açmış, Çağlayan 'la benim konuşmadığım bir
dilde iletişim kurmuştu. Onun atölyesindeki mal­
zemeyle, kendini ifade olanağı bulmuştu çocuk.
Çınar'ın, Cevdet'i Çağlayan kadar yakından tanı ­
maya fırsatı olmamıştı ama onun da bu yeni i lişki­
me hiçbir itirazı yoktu. Mutluydum . Nihayet, işim­
le özel hayatım arasında sağlıklı bir denge kurmaya
başladığımı düşünüyordum ki, Cevdet, bir adım
daha attı, bir akşam beni evime bırakırken kapının
önünde bana evlenme teklif etti.

Önce, bunu o anki ruh haline verdim, hiç üs­


tünde durmadım. Çağlayan evde olduğu için, m ut­
laka geceleri evime dönmek, sabah yatağımda
uyanmak istiyordum. Geç saatlerde yolda araba
kullanırken beni tek başıma bırakmak istemeyen
Cevdet, benimle birlikte eve kadar geliyor, ben evi-

171
me girince Bebek'e geri dönüyordu. Elbette o sa­
atlerde vasıta bulmak kolay olmuyordu. Ben önce­
leri, onun bu zahmetten kurtulmak için böyle bir
teklifte bulunduğu n u düşündüm.
"Ben daha önce taa B ahçelievler'de oturuyor­
d u m . Şişli 'ye taşınmamış olsaydım, yıldırım nikahı
m ı kıyacaktık?" diye dalga geçti m.
Cevdet böyle düşündüğü m için bana çok gü­
cendi. Teklifinde ciddiydi. I srarlıydı. Teklifini ka­
bul etmezsem , incinecekti . İ lişki mizi hırpalamak is­
temediğim için evlenme işini ciddiyetle düşünme­
ye söz verdim.
Tek başına yaşamak hoş old uğu kadar zordu da.
Bir evin hem erkeği hem kadını olmak, bir hasta­
nenin aynı anda doktoru , hemşiresi ve hademesi
olmaktan daha zordu . Oğullarımla anne olarak
hatta bir arkadaş gibi de iletişim kurabiliyordum
ama delikanlı çocuklarımın baba ihtiyacını karşıla­
yamıyordum. Evin kırılan, bozulan ıvır zıvırını ta­
mir edemiyor, tamire gelen ustalarla başa çıkamı­
yordum. Arabamı n çalındığı akşam, kendimi kana­
dı kırık kuş gibi çok çaresiz h issetmiştim. Fakat be­
ni gerçekten rahatsız eden, içi mde giderek büyü­
yen boşluğun farkına varmamdı . Tuhaf bir boşluk­
tu bu. Bir gün hasta olursam ne yaparı m ? Bana kim
bakar? Çocuklarımla kim ilgilenir? Ben ömrümün
sonu na kadar tek başına mı yaşayacağım? Çocukla­
rı m bir on yıl içinde çekip gittiklerinde, yapayalnız
m ı kalacağım ? Bütün bu sorular üst üste biniyor,

1 72
derin bir kuyuya düşer gibi yüreğim e düşüyorlard ı .
Hastane yeni kurula_n dernek v e e v üçgenimde,
M urat 1 24'ümle dolaşıp durmaktan bıkmaya baş­
lamıştım. Sanırım, hayatı biriyle paylaşmanın za­
manı gel mişti !

Böyle düşünüyordum ama mavi yolculuk gru­


bunun dışında kimseye Cevdet'ten söz etmemiş­
tim . Sırrı ını paylaştığım kişi , teknede birlikte oldu­
ğumuz için, Özden'di . Kardeşlerime, anneme ve
Gökşin'e hiçbir şey söylememiştim henüz. Onlar­
dan gelecek olumsuz tepkilerden korkuyordu m .
Benim hayatıma ni hayet b i r erkeğin kalıcı olarak
girmesine sevineceklerdi ama eğitimi ol mayan,
kendi kendini yetiştirmiş alaylı bir sanatçı olan
Cevdet'le tanıştıklarında ne yapacaklardı? Yakınla­
rıma Cevdet konusunu açmayı erteleyip duruyor­
dum. Belki de bu kadar çabuk evlenmeye kalkışmış
olmaktan utanıyord u m . Tekneden indiğimizden
bu yana, bize çok u zun gelen zaman dilimi, aslın­
da bir buçuk aydan fazla değildi. Ama ne demişti
bana Cevdet:
" Kı rklı yaşların başındayız güzelim, gençli k
avuçlarımızdan uçtu u çacak. Düşünmeye vakit
yok, ver olurunu gitsin ! "

Kararlı adımlarla mutfağa yürüdüm, yardımcı­


mın bir gün önceden hazırlayıp bıraktığı köfteleri
buzluktan çıkardım, çözülmeleri için ocağın yanına

1 73
bıraktım. Sepetten patatesleri aldım , yıkadım soy­
maya başladım . Akşama Çınar, hafta sonunu geçir­
mek için okuldan eve çıkacaktı . Çocuklarıma en
sevdikleri yemek olan köfte ve kızarmış patates zi­
yafeti çekecek ve kararımı açıklayacaktım . Bakalım
ne diyeceklerdi? Onların onayını alabilirsem, baş­
kaları ne söylerse söylesin, dinlemeyecektim . Bu,
benim hayatımdı çünkü! Ara sıra da kendim için
yaşamak hakkımdı beni m . Hatalar yapsam bile!

Çocuklara konuyu açtığım akşamın ertesinde,


erkenden telefonu çevirdim ve Cevdet'e, "Çocuk­
ların itirazı yok. Teklifine evet diyorum," dedi m .
" Desene, Şişli- Bebek arasındaki sefer işkencesi
bitiyor! " dedi Cevdet.

Önce teknede bizlerle olan arkadaşlarımıza ka­


rarımızı açıkladık. Bi raz çabuk karar verdiğimizi
düşünüyorlardı ama hepsi de memnun olmuş gi­
biydi.
" B u çok önemli kararı aramızda kutlamalıyız,"
demişti Leyla Abla. " Hafta sonu hepinizi evime da­
vet ediyorum. Türkan'cığım , nerdeyse nişan mahi­
yetindedir bu davet, çağırmak istediğin başka arka­
daşların ya da akrabaların varsa lütfen onlara da ha­
ber ver."
"Akrabalarım a ben kendim bildiririm sonra,
ama bir iki arkadaşım var, mesela Gökşin'i çağır­
mak isterdim," dedi m .

1 74
"Kimi istiyorsan getire bilirsin. Yeter ki bana bir
gün önceden haber ver, hazırlığımı ona göre yapa­
yım . "
" Leyla Abla, evini bize açman kafi değil mi? Ye­
mekleri ben hazırlarım."
"Sen sabahtan akşama kadar çalışan bir doktor­
sun. Yemek yapmaya vaktin mi var? Düşünme bile!
Ben yeni damadımızın sevdiği gibi bir rakı sofrası
hazırlayacağım hepimize."
" O halde müsaade edin, b e n de yeni öğrendi­
ğim rizottoyu pişireyim, ana yemek olarak. Zaten
son dakika pişmesi gerekiyor. Biraz erken gel i r ya­
parı m . Malzemesini de ben getireceği m ," dedim.
"Yeni gel i n olarak marifetini göstermek senin
hakkın," dedi Leyla Abla.

Gökşin'i tekı1eden döndükten sonra hiç araya­


m am ıştım . H ayatım daki b u önemli gelişmey i
onunla paylaşmadığım için kendimi suçlu hissedi­
yor, kararımı ona nasıl söyleyeceğim i de bilemiyor­
dum . Çok iyi olacaktı bu üç gün sonraki davet.
" Leyla Abla, Gökşin'i siz çağırın lütfen," de­
dim , "Cevdet'ten hiç haberi yok, ona sürpriz ol­
sun."
Cumartesi akşamı Leyla Abla'nın mutfağında
ben rizottoyu pişirirken, Cevdet de bana yardım
ediyordu .
" Herkes gel d i ama Gökşin nedense gecikti," di­
ye mızıklandım .

175
" B u Gökşin adını duymuşluğum var, arkadaşını
tanıyorum sanki, adı hiç yabancı gel miyor," dedi
Cevdet, "bir yerde çalışıyor mu?"
"Yapı Endüstri Merkezi'nin müdiresidir."
"Hah, tamam işte ! Bir iş dolayısıyla bir toplan­
tıda tanıştık. Adı Ayşe, Fatma olsa hatırlayamazdı m
ama Gökşin pek duyulan bir isim deği l , onun için
akl ı mda kalmış."
" Daha önce tanışmış olmanıza sevindim," de­
d i m , "benim e n eski arkadaşlarımdan biridir, çok
yakınımdır."
Tam o sırada kapı çaldı . " Bak, bu gelen Gök­
şin'dir işte ! "
Cevdet kapıyı açmaya koştu. B e n altı tutmasın
diye sürekli çevirdiğim pirincin başından ayrılamı­
yordum. Kulağı ma kapı önündeki kon uşmalar çalı­
nıyordu. Gökşin'in Cevdet'i kapıda görünce, "Aa­
a, siz de mi buradasınız bu akşam?" diye soran se­
sini, Cevdet'in, " Leyla Ablaaa, bakın Gökşin Ha­
nım geld i ! " diye seslenişini duydu m . Sonra, "Aaa
siz tanışıyor musu nuz Cevdet'l e ? " diyen Leyla Ab­
la'nın ve "Evet, bir i ki kere iş toplantılarında birl ik­
te bulunduk," diyen Gökşin'in sesini ve yine Leyla
Abla'nın, "Ah Gökşin 'ciğim, darısı senin de başına
inşallah, hem de tez vakitte. Bak bu akşam Tür­
kan' ı nişanlıyoruz, Cevdet'le. Ani bir aşk h ikayesi !
Cevdet nereye gittin yahu?" deyişini, sonra yine
Gökşin'in "Özden, neler oluyor kuzum? Ne nişanı
bu? Şaka mı yaptı Tü rkan bana?" diyen şaşkın sesi-

1 76
ni duydum .Ve sonra Özden, "Bırak Allah aşkı na ! "
dedi.
Gerisini d uymamak için m utfak kapısını kapat­
tım . Kimseyi karıştırtmayacaktım kararıma. Kim­
sey i !
Cevdet rakı bardağın ı yeniden doldurmuş, çok­
tan m utfağa geri dönmüştü . Rizottoya dökmek
için ucuz şarap şişesini açmaya çalışıyordu, farkında
bile değildi benim kapı önündekilere kulak misafi­
ri olduğumun.
" Evet, oymuş! Yani daha önce tanıştığım kişi
senin Gökşin'inmiş," dedi.
"Şaşırdı m ı seni görünce? "
" Biraz ama o n u esas şaşırtacak haberi almadı
henüz."
Pirinci karıştırmaya devam ederken içimden,
"sen öyle zannet ! " diye geçirdim .

A z sonra Gökşin mutfağa geldi, "Mutfakta mı­


sın Türkan'cığı m ? " dedi, " Mis gi bi kokular geli­
yor, ne pişiriyorsun orada? "
"Elimdekini bırakamıyoru m , dibi tutmasın di­
ye, kusura bakma," yanağımı uzattım, öpüştük.
"Beni aramadın döndükten sonra. Nasıl geçti
tekne yolculuğun ? "
Kıkırdadım, "Çok iyi geçti, sana anlatacak çok
şeyim var."
"Gökşin Hanım'a müjdemizi versene Türkan,"
dedi Cevdet.

1 77
Benden ses çıkmayınca, "Biz Türkan'la nişan­
landık," diye ilave etti .
" İ kinizi de tebrik ederim . Hayırlısı olsun," dedi
Gökşin, buz gibi bir sesle.
"Sevinmediniz mi?"
"Şaşırdım Cevdet Bey," dedi Gökşin, "bunu
Türkan'dan duymak isterdim, belki biraz da gü­
cendim bu yüzden. Yoksa sevinmez olur muyu m ! "
"Çok ani b i r karar oldu bizimki," dedim .
"Ben çıkayım d a siz rahat rahat konuşun aranız­
da," dedi Cevdet.
Cevdet çıkınca, "Neden benden sakladın, Tür­
kan? " diye sordu Gökşin, "ilk benim duymam ge­
rekmez miydi?"
"Daha kardeşlerime bile söylemiş değilim. Bu
akşam açıklayacaktık işte . "
"Ne zaman taktınız siz b u nişanı?"
"Nişan filan takmadık. Yan i nişan takmakla
yüzük kastediyorsan, yok öyle bir şey. Genç kız
m ıyım ben Allah aşkına Gökşi n ! Lafın gelişi öyle
söylüyor, evlenm e kararımıza nişan diyor Cev­
det . "
"Annene n e zaman söyleyeceksin?"
"Yarın birlikte ziyarete gideceğiz annemi. O za-
man öğrenecek."
"Bir 'oldu bitti' yapıyorsun yani ! "
" İ zin alacak yaşı geçmedim mi sence? "
"Çocuklar biliyor m u ? Onlar n e diyor?"

1 78
" Elbette biliyorlar. Özellikle Çağlayan, çok
memnun! İyi anlaştı Cevdet'le. Bebek'te arka tarafi
heykel atölyesi olan bir evde yaşayacağı için çok he­
yecanlı. Çınar zaten yatılı okulda, hafta sonları da
ara sıra babasına çıkıyor, biliyorsun. Onun hayatın­
da pek değişen bir şey olmayacak."
" Bebek'de mi oturacaksınız?"
"Cevdet'in oturduğu evin ön tarafi oturma ve
yemek odası, arka tarafı atölye ve yatak odası ola­
rak bölünüyor. Onun atölyesini ve işlerini başka
yere taşımak m ümkün değil zaten. Bir zaman böy­
le idare edeceğiz. Ben de böylece kiradan kurtul­
muş oluyorum , elim rahatlıyor."
"Allahtan parayla olan ilişkini biliyorum da, elin
rahatlıyor diye evlenmeye kalkmadığından eminim,
hiç olmazsa ! "
"Aşık oldu m Gökşin. "
" Ben bilirim senin aşklarını . . . "
"Ayyy ," diye bir çığlık attım birden, "baksana,
beni lafa tuttun, yaktım yemeği. H ay Allah! "
Cızırdıyan tencereden dumanlar yükseliyordu .
"Dur! Dur! Sakın karıştırma, dibi tutan yemek
karıştırılmaz, bana bırak," dedi Gökşin, tahta kaşı­
ğı elimden alırken.
"Ne pişmez rizottoymuş bu," diyen Özden'le,
diğer arkadaşlar mutfağa doluştular.
"Yaktım galiba," dedim suçlu suçlu.
" Boş ver! Sana yemek yaptıranda kabahat, ma­
lum, aşıkların aklı bir karış havada olur. Bırak rizot-

1 79
toyu da, gel aramıza katıl," dedi Leyla Abla. Bana
bu yaşı mda, aşık kız rolü biçmelerinden basbayağı
u tanıyor, rahatsız oluyordum.
Cevdet, "Senin ellerin daha önemli işlere lazım,
güzelim," diye mutfak kapısında bitince, "İşte bu
kadar! Nişan lı nı m utfaktan çıkar, balkona götür,
bir bardak da şarap ver ona," dedi Leyla Abla. Cev­
det kolunu omzuma attı, dışarı yürüdüm . Çok fe ­
na bir rol sayıl mazdı ihti mam gören, aşık olunan
bir kadını oynamak. Bana çok yabancıydı, acemi­
siydim ama yavaş yavaş buna da alışacaktım herhal ­
de. Yeni rolüm ü n ilelebet değilse bile daha seneler­
ce süreceğini zannediyordum.

Bir sonraki cumartesi sabahı Çağlayan'ın odası­


nı topluyordum. Telefon çalınca koşup açtım. Se­
lamsız sabahsız, hemen sadede geldi Gökşin:
"Ben o günden beri hep seni düşünüyoru m,
sen de iyi düşündün mü Türkan?" diyordu, her z:ı ­
manki şüpheciliğiyle, "Biraz aceleye gelmiyor mu
bu izdivaç? Atilla'yla evliliğine de böyle çarçabuk
karar vermiştin ! "
"Ama artık yirmi yaşında değil i m , sevgili karde ­
şim . "
"Olsu n ! S e n b i r kere daha düşü n ! "
"Ben o n yıldır yalnızım, Gökşin. O n yıldır tı p
kitaplarından , çocuklarımın soru nlarından ve h:ıs­
talarımın dertlerinden başımı kaldıramadım . M:ıvi
yolculukların dışında, hiçbir keyif anım olmadı .

1 80
Şimdi ilk defa bana sevgisi yüreğinden taşan, göz­
lerinden fışkıran . . . "
Sözlerimi bitirtmiyor Gökşin, " Onunki sırılsık­
bm aşk olabilir, seninkiyse her zamanki gibi, aşık
olunmaya aşık olma hali ! "
"Varsın öyle olsun . Hayatıma bir erkeğin gir­
mesinin zamanı gelmişti . "
" Keşke bir doktor olaydı, daha i y i anlaşma şan­
sınız . . . "

Onun sözünü de ben bitirtmiyorum, " Doktoru


görd ü k ! "
" Doğru! Pekala, madem b i r hayat arkadaşına
ihtiyaç duyuyorsun, Ali'yle beraber olmayı düşün­
mez misin? Bak aradan bunca yıl geçti, dostluğu­
nuz, mektuplaşmalannız hala sürüyor, madem
m utsuz bir evliliği varmış, eşiyle anlaşamıyormuş,
belki de boşanır. .. "

Lafın ı kestim , "Gökşin, o mutsuz değil . "


"Anlayamadım . "
"Ben boşandıktan sonra b i r iki kere görüştük
Ali'yle. Çocukları var, aile hayatı var, mesleği, iti­
barı var. Mektuplarında hep şikayet ederdi evlili­
'• inden, ama karşı karşıya gelince anladım ki aslın ­
da mutsuz filan değilmiş, benim mutsuzluğuma bir
ı cselli olsun diye yazmış. Her karı kocanın evlili­
ği nden sızlanması gibi bir duru m , yani. Düzenini
bozması için hiçbir nedeni yok ! "
Gökşin'in beni hemen yanıtlayamamasından,
derin bir hayal kırıklığına düştüğünü anladım . As-

181
lında, Ali'yle karşılaştığımızda ben de düşmüştüm
aynı hayal kırıklığına. Bana pek çok sefer, "Benim­
le evleneydin, şimdi boşanıyor olmazdın," diye ya­
zan adam, ben serbest kalınca, "benimle evlenir
misi n ? " demedi hiç. Ya, yine reddedilmekten kork­
tuğu ya da hayatı bu kadar dolu bir kadınla baş
edemeyeceğini bildiği için. Belki de, eşine ve aile­
sine gerçekten çok bağlı olduğu içi n !
"Kısacası, Ali'den bana hayır yok, arkadaşım! "
" İçimden bir ses, yine d e acele etmemeni söylü­
yor, Türkan'cığım . "
"Zaman hızla akıyor Gökşin. Yalnız başıma yaş­
lanmaktayım ."
" Ben de öyle deği l miyim?"
"Senin dertleriyle boğuştuğun hastaların , so­
runlarıyla baş edemediğin çocukların yok, sana hep
destek olan bir annen var. Benim de bir desteğe ih­
tiyacım var, sevgili kardeşim . Bak, Çağlayan ne ka­
dar iyi anlaştı Cevdet'le. Onu tanıdığından beri
bambaşka bir çocuk oldu. Cevdet'in evine geçip
atölyesinde çalışmak için can atıyor. Az şey mi bu?"
"Çağlayan'ın uğruna yanlış bir adım atma da! "
"Yanlış yaptımsa, geri adım atmasını d a bilirim,
üzülme sen! "
" Benden söylemesi. İçimde kalmasın dedim
ama madem sen kararını verdin, inşallah çok ama
çok mutlu olursun canı m . "
"Olacağım . Söz ! "
"Nikahında n e giymeyi düşünüyorsun ? "

1 82
"Beyaz tayyörüm ü . "
"Şapka?"
"Daha neler ! "
"Olur m u ama! Sen gelinsi n ! "
"Merak etme şık olacağım makyaj bile yapaca­
"
ı ın , dedim, "değiştiğimin farkında değil misin?
nu adam bana iyi geldi . "
Biraz daha çene çalıp kapatmıştık telefonu .
Gökşin'in benim için çok endişelendiğini biliyor­
dum. Ama ben end işelenecek bir durum göremi­
yordum. Uzun zamandan beri ilk kez hayatımda
benden hiç talebi olmayan, gözlerimin içine bakan
biri vardı ve doktor olmaması, aman ne kadar da
iyiydi ! Akşamları eve döndüğümde benden daha
orgun, dolayısıyla daha gergin birini deği l , be­
nimle romantik duygu ları paylaşacak, doğanın için­
de kaybolmaya hazır, duyarlı , hassas, doğal bir
ıdam bulacaktım . Bir sanatçı! Bir heykeltıraş! O,
beni ölesiye sevmeye hazırdı. Ben sevil meye inanıl­
maz açtım. Güzel sözler duymaya, sevgiyle doku­
nulmaya, hayran olunmaya, takdir edil meye ne ka­
dar çok ihtiyacım varmış meğer! Çocuklarıma, kar­
deşlerime, anneme, hastalarıma, hocalarıma, birlik­
te çalıştığım meslektaşlarıma, hemşirelere, hatta
hademelere sevgi vermekten bitkin düşmüştüm.
Biri leri de beni sevsin , el üstünde tutsun, şımartsın
istiyordum. Çok istiyordum bunu çünkü yalnız­
dım. Onca değerli arkadaşımın, yüzlerce hastamın
ve sevgili çocuklarımın varlığına rağmen çok ama

1 83
çok. yal11 1 zd ı m . Telefon u kapattık.tan sonra, " Gök.­
şi n , ne o l u r a n l a beni," diye birkaç kere tekrarl ad ı ­
ğı m ı şu anda bile a111 msıyoru m . B i r çılgı n l ı k yaptı­
ğ ı m ı n ben de farkındayım ama öte yanda, hayatım
boyu nca h i ç b i r ç ı l gı nl ı k yapmamış olmanın daya -
111 l maz ağı rlığı altında da ezil iyord u m ! İ şte bana bir
fi rsat çıkmıştı , ç ı l gı n l ı k nasıl olurmuş denemek i çi n .

Denedi m v e öğre n d i m !

Evle n d i ğ i m iz z a m a n balayın a ç ı kamamıştık. Yaz


başı baş başa bir d e n i z yolc u l uğu yapmak i çi n ,
Çağlayan ' l a Ç ı nar'a İ ngili zcelcrini i lerletebilecekle­
ri bir yaz kampı b u l d u k . Ö nce çocu klard:m yaz
gün lerinde asla okula gitmeyecekleri ne dair ciddi
i t i razlar gel d i .
"Çoc u klar, görmeden karar vermeyi n ," dedi
Cevdet, " b u rası sizin bildiği n i z oku l lardan deği l .
Hele hep birl i kte b i r gide l i m , göre l i m , beğe n mez­
sen i z sizi bi zzat ben İ sta n b u l ' a kadar geri getirece­
ği m , söz veriyoru m . "
Ben d e çocukları o kampa yol lamak kon usu nda
biraz kararsızd ı m ç ü nk ü kamp hakkında d uydu kla­
rım i na11 1 l ı r gibi deği l d i . Li masol l u Naci dedi kleri
bir Kıbrısl ı , i�lettiği , İ ngi l i zce komışma kamp1 111ıı
hocaları nı , İ sta n b u l ' a tatile ge l m i ş hippilerden seçi ­
yor, onları az mi ktarda bir para ödeyerek hoca ola ­
rak tu tuyord u . Kasaba11 1 n evleri n i kiralıyor, gen\·
kızlan bir eve, d e l i kanlı ları bir başka eve, hoca l ı k

1 84
yapacak hippileri de bir başka eve yerleştiriyor, köy
meydanındaki çay bahçesini de dershane olarak
kullanıyord u . İ ngiliz gençler, Türk gençlerle, sü­
rekli İngilizce konuşuyor, birlikte top oynuyor, de­
nize giriyor, şarkı söylüyor, dans ediyor, müzik ya­
pıyorlardı . Tam benim çocuklara göre bir yerdi.
Ama önce gidip görmemiz gerekiyord u . Arabamı­
za doluşup Kastamon u'nun Aban�ı ilçesi ne gittik.
Sınıfin topl andığı çay bahçesine vardığımızda, gör­
düğüm manzara o kadar sevi mliyd i ki, ben bile ba­
layından vazgeçip orada kalmayı tercih edebilir­
dim. Güle oynaya İ ngili zce öğrenen gençlerin etra­
fında halka olmuş yerli halk da, onlarla birlikte dil
öğren meye çalışıyordu . Limasollu Naci, öğrencile­
rini Aslanlar, Kaplanlar gibi isi mler taktığı gruplara
ayırıyor, gruplar her konuda kendi aralarında yarı ­
şıyordu. Öğrenmenin eğlenceye dönüşmüş haliydi
bu. Çağlayan'la Çınar, onlar için hazırladığım sırt
çantalarını kaptıkları gibi , rengarenk giysi li, uwn
saçlı, kızlı erkekli kalabalığa doğru koştu lar ve sanı­
rım hayatlarının en güzel tati lini yaptılar.

Biz de kendi mavi yokuluğumuw yapıp İstan­


bul'a döndük. Yaz son u Çınar yatılı okul u na, Çağ­
layan Maçka Meslek Lisesi'ne başlad ı . Her şey yo­
l unda gidiyordu önceleri . Ben Cevdet'in çocu kları ­
m a gösterdiği i lgi v e sevgiye minnettardım. Özel­
likle de Çağlayan'la kurd uğu iletişi me. Oğl u m
okulla v e hayatla barışmış, sosyalleşmişti.

1 85
Bir akşam Çağlayan, Bakırköy'de otururken
edindiği mahalle arkadaşlarını görmek için, eski
semtine gitti . Akşam yemeğini arkadaşlarıyla birlik­
te yiyip dönecekti . Biz evde yemeğimizi yedik,
Cevdet atölyesinde çalıştı , ben dosyalarıniı ve yeni
yayınları i nceled i m . Saat on bir oldu Çağlayan yok.
On i ki oldu, yok! Bir oldu, yok! İ ki oldu yok!
" Cevdet, bu oğlanın başına bir şey geldi gali­
ba," dedim.
" Erkek annesi mangal gönüllü olmalı," dedi
kocam, " Çağlayan artık bir delikanlı . Arkadaşlarıy­
la eğleniyordur."
" B u saate kadar eğlence olur mu?"
"Olur, olur! "
" Polisi arasak mı? Bir kaza olmuş ol masın ? "
" Biraz daha bekleyelim d e polise rezil olmaya-
lım," dedi Cevdet.
Saat üç oldu. Ben evde bir o pencereye bir bu
pencereye saldı rıyoru m. Polisi veya babasını ara­
mak istiyoru m, Cevdet mani ol uyor. Üç buçukta,
Bakırköy civarındaki hastaneleri arayıp bir kaza
olup olmadığını sormaya başladı m . Hayır, benim
oğlumun adını taşıyan bir yaralı ya da öl ü yoktu!
"Cevdet, belki hırsızlar bunun cüzdanını , kim­
l iğini çalıp, bıçaklad ılar," diyoru m, "bir yerde yara­
l ı yatıyor olabilir m i ? "
Cevdet beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama
onun da giderek endişelen meye başladığının far­
kındaydım. Yatak odasına gidip giyindim. Birlikte

1 86
karakola gideceğiz, orada öğrenmeye çalışacağız,
bir vaka olup olmadığını . Tam kapıdan çıkmak
üzereydik, telefon çaldı. Benim rengim uçtu, tele­
fona gidemiyorum. Cevdet ahizeyi kaldırdı, biraz
dinledi, telefonu, bana uzattı.
Telefondaki ses, Bakırköy Karakolu'ndan arıyor
ve karşısında oturan şüpheli delikanlının oğlum
olup olmadığını öğrenmek istiyordu.
"Yaralı m ı ? " diye sordum, "Bir kaza m ı oldu ? "
"Hayır," dedi, polis.
"Niye karakolda? "
"Sokaklarda serserilik yapıyordu, içeri aldık."
" İ yi," dedim , "otursun orada sabaha kadar, aklı
başına gelsi n . " Çat diye kapattım telefonu .
Güleyim m i ağlayayım m ı bilemiyordum. Elim
ayağım boşalmış, duvarın kenarına çöküp, kalakal­
mışım. Mutfaktan bana su getirdi Cevdet. İçti m .
Biraz kendime geld i m .
"Çocuğu karakolda bırakamayız, Türkan," dedi.
"Bırakırız! Çeksin cezası n ı . Bıktım ben bunun
haylazlıklarından . Küçükken de böyleydi bu çocuk.
Nerdeyse gestapo disiplini uygulayan anneme bıra­
kırdım yazları, annem Çubuklu'da eski bir yalıda
otururdu. Çaktığı dersleri çalışması içi n , onu bir iki
saatl iğine eve kilitlermiş. Pencereden denize atlayıp
Çubuklu sahil i nde balı k tutmaya gider, annemi gö­
rünce Kanlıca'ya doğru kaçardı . Zavallı annem on­
ca kilosuyla badi badi peşinden koşard ı , nefes nefe­
se . . . Kalsın sa baha kadar, aklı başına gelsi n . "

187
Biraz sonra, Cevdet'le birlikte Bebek'ten kalkıp
Bakırköy Karakolu'na yollanmıştık. Yol boyunca
bende surat bir karıştı. Karakola geldik. Ben hışım­
la içeri girdim. Bir de ne göreyim, üç iskemleyi yan
yana koymuş yatak yapmışlar, Çağlayan u zanmış is­
kemlelere, uyuyor.
"Ben Doktor Türkan Saylan," dedi m, " uyuyan
gencin annesiyi m . Suçu nedir? "
Polisler yüzüme nedense bakmıyorlardı, büsbü­
tün telaşland ı m .
"Sarhoş muydu? Bir kıza sarkıntılık filan mı et­
miş?"
"Hayır efendim, yok öyle bir şey."
"Niye karakola aldınız oğlumu, öğrenebilir mi­
yim ? "
"Efendim," dedi e n kıdemlileri gibi duran polis
memuru, "aslında gencin pek kabahati yok. B izim
çocuklar şüphelenmişler öyle gecenin geç saatinde
tek başına sallana sallana, evlere baka baka bir aşa­
ğı bir yukarı yürüdüğünü görünce . . . "
"Yani bir saldırganlığı filan yok? "
"Yok! "
"Şimdi bana olayı baştan anlatın," dedim, "su­
ç u yoksa onu niye karakola aldınız?"
"Efendim, Doktor H anı m, bir yanl ışlık olmuş.
Bizim komiseri üç gün önce bir serseri bacağından
vurdu, haliyle tedirgindi arkadaşlar, sinirleri bo­
zuktu . . . "

1 88
" Eed "
" B u sizin oğlan da öyle amaçsız dolaşınca bura­
larda . . . B u rada hırsızlık çok olur, malum."
Çağlayan'a duyduğum kızgı nlık giderek polise
kızgınlığa dönüşmeye başladı.
"Siz sokakta yürüyor diye bir genci içeri mi al­
dınız? Ben evde neler çektim , biliyor musunuz?"
" Efendim, cebinden bir de sivri uçlu nesne çık­
tı . Kapı kilitleri ni açmak için kullanıyor zannetti,
bizim çocuklar."
Masanın ü zerinde Cevdet'in Çağlayan'a verdiği
ufak yontu duruyord u .
" Benim eşim heykeltıraş. Oğlum d a sanatla uğ­
raşır. Meslek lisesinde okuyor."
" Evet öyleymiş ."
O sırada Çağlayan kıpırdandı yattığı yerden, tek
gözü n ü açıp baktı, bizi görünce doğruldu. Bir gö­
zü kapanmış, belli ki dövmüşler.
"Ulan ben size sorarım bunun hesabını," diye
atıldı Cevdet.
Çağlayan yattığı yerden fırladı, araya girdi,
"Dur Cevdet Abi, bir şey yok, iyiyim ben . "
" Oğlu m suratın haşat olmuş."
" Efendim, bir yanlışlık yapmışız. Sonra anlayın­
ca duru m u . . . Anlaştık biz, öyle değil mi delikanlı?"
"Öyle, öyl e ! " dedi Çağlayan.
"Niye sokaklarda aylak aylak yürüyordun? Ne­
den evine dönmedin Çağlayan ? " diye sordum.

1 89
"Anne, arkadaşlardan ayrıldı m , onlar evlerine
gittiler, ben otobüs durağına yürüdüm. B i r de bak­
tım cebimde para kalmamış."
"Nasıl kalmamış?"
"Otobüse verecek bozuğum yok. Arkadaşların
evlerinin önüne gittim , ışıkları kapalı . Yatmışlar ya­
n i . Ben de sabaha kadar dolanırım sokaklarda, sa­
bah olunca çocukların birinden yol parası alır, eve
dönerim diye düşündü m . Vakit geçmek bilmiyor­
du, bir aşağı bir yukarı yürüyordu m işte, birden
polisler bitti yanımda. Niye buralarda dolandığımı .
sordular. Anlattım ama inanmadıl ar ."
" De likanlının saçları uz un , ayaklarında spor
ayakkabılar :vardı, yanıldık işte Doktor Hanım,"
dedi polis, "üstüne varsak bir türlü , varmasak bir
türlü. Sonra şüpheliyle ilgilenmedik diye fırça yiyo­
ruz, sicile geçiyor. İşi sıkı tutalım dedikti . . . "
" Kalk bakalım Çağlayan," dedim, "toparlan eve
dönelim şimdi . Yarın avukatım gelir, sorar hesabı­
nı."
Kurumla çıktım karakoldan. Cevdet çıkarken
işaret parmağını polis memuruna doğru salladı,
hiçbir şey söylemeden. Çağlayan polislere elleriyle
çaresizim der gibi bir işaret yaptı. Çıktık . Çağlayan
hafifçe topallıyor.
"Dayak mı yedi n?" dedim .
"Hayır," dedi. Üstüne gitmedim . Belli ki yediği
dayaktan gururu fena incinmişti. Arabamıza bindik.
B irden üçümüz de kahkahalarla gülmeye başladık.

190
"Sabaha kadar bunlara uyku yok şimdi," dedi
Cevdet.
"Sabah ne olacak?" diye sordu Çağlayan.
" Hiçbir şey," dedim .
Şafak söküyord u . Direksiyona geçtim, gazladım
arabamı Bebek'e doğru. Eve varana kadar güldük.

191
RÜZGAR GİBİ GEÇEN EVLİLİK

Güzel günlerimizin üzerinde bul utlar dolaşma­


ya başladı .

Arkadaşları mızın şerefimize verdikleri davete


gitmek üzere hazı rlanıyorduk. Üstüme başı ma
özenmiş, üzerime birkaç yıl önce aldığım ama bir
türlü giymeye firsat bulamadığı m siyah elbisemi
giymişti m .
" B u nedir böyle ? " diye sordu Cevdet.
"Ne nedir?"
"Şu üstüne giydiğin?"
" Beğenmedin mi? Gece gezmelerim pek olma­
dığı için bir türlü giyememiştim ama istersen başka
bir şey giyeyi m . Çok mu demode buldun?"
" Demode değil kısa ! "
"Nesi kısa?" Hayretle baktım dizlerimin altın ­
daki etek boyuna. Acaba kilo alın ıştım da yu karı mı
sıvanmıştı etek.

193
" Etek benim tarzım deği l . Üstelik hastaneye gi­
derken de eteklik giyiyorsun hep."
"El bette . Mayoyla hastaneye gidilmiyor."
" Pantolon giyebilirsin," dedi Cevdet. Bir an şa-
ka yaptığını düşündüm.
" Pantoloi1 giydiğim de oluyor."
" Hep pantolon giymelisin . "
"Neden h e p pantolon giyecekmişi m ? "
"Çünkü ben öyl e istiyorum . "
Şaka uzuyord u . Ne söyleyeceğimi bilemeden sı­
kıntıyla kıpırdandım .
"Bu e lbiseyi de giyme lütfen , fazla seksi ."
"Benim gençliğimde bile seksi e lbiselerim ol­
madı," dedim, "herhalde şaka yapıyorsun ! "
"Hayır, şaka yapmıyorum . Ben kadınımın ba­
caklarının görü nmesinden hoşlanmıyoru m. Ben
kıskanç bir erkeğim . "
" Ben yokken evde içki mi içti n ? "
" İçtim b i r şeyler ama bu söylediğimin içkiyle i l ­
gisi yok ! " dedi Cevdet.
" Keşke içkiyle ilgisi olsaydı. Saçma sapan sarhoş
konuşması der, geçerdim. Gerçekten benim etek
giymem seni rahatsız ediyorsa, burada oldukça de­
rin bir sorunumuz var."
"Nedenmiş o?"
"Çü nkü ben etek de giyerim, pantolon da."
" Hatırım için etekten vazgeçebi l i r m isin? Çok
rica etsem?"
"Bu da nereden çıktı şi mdi , birdenbire?"

1 94
"Birdenbire çıkmadı. Ben hep içerledim senın
kısa eteklerine ama sen hiç anlamadın . "
"Yaz gelince de mayoyu mu yasaklayacaksın ba­
na Cevdet?" dedi m .
" Daha yaza çok var," ded i .

Yatak odamıza gittim, dolabın içinde o akşam


giyebileceğim bir pantolon araştırdım. Bir sürü kı­
yafeti olan biri deği ldim ama All ah tan bir siyah
pantolon um vardı. Sinirden ellerim titreyerek, kır­
mızı bir bluz seçti m . Üzerimi değiştirmezsem, ak­
şamı hadisesiz geçiremeyeceğimizin farkındaydım.
B izim için yemek vermek zahmeti nde bulunmuş
arkadaşlarımızın davetine bir karış suratla gitmek
ya da önlerinde kavga etmek ve gecenin keyfi ni ka­
çırmak istemiyordum. Etek kavgasını yarın sabaha
bırakacaktı m . Cevdet'in henüz içkiye başlamadığı
ve kafasını n makul bir insan kafası kadar çalışabi ldi­
ği bir saate!

O akşam konuyu kapattık ama sonra etek soru­


nu iyice büyü d ü . Ben, kocamın bacaklarım gözü ­
küyor diye eteklik giymeme üzülüyor olmasını asla
kabul edemiyord u m . Evlendi kten bu kadar kısa za­
man sonra boşanmayı da kendime yediremiyor­
dum. Aklın nerdcydi, bu evliliğe niye balıklama at­
ladın , diye sormazlar mıydı insana? Gökşin başta
olmak ü zere, kim bilir kaç kişiden, "Ben sana de­
memiş miydim?" lafinı duyacaktı m . Dişimi sıkma-

1 95
ya karar verd i m . Cevdet koru n m aya m uhtaç, ürkek
bi r çocuk gibiyd i . Ona aşırı kıskançlığı nı n ne kadar
saçm a bir şey o l d u ğu n u gösterecek, bana güve n ­
mesini öğretecekti m . B u n u n i ç i n sabır gerekiyor­
d u . Sabır ve zama n !

Sabahları işime giderke n eteklik giymekten vaz­


geçti m .

Cevdet'lc evliliğim en çok Çağlayan ' a yaramış­


tı . Cevdet bana gösterdiği tavırl arı n tanı tersine,
oğl u m a çok a nlayışlı davranıyordu . Ki m b i l i r, belki
de içinde bir erkek evlat özlemi kal mı şt ı ! Çağlayan
sert, disi p l i n l i ve ödü n s ü z bir babadan sonra, haya­
tı tamamen akışına bırakmış, derbeder, y u m u şak
kalpl i , boh e m , yaratıcı, sanatçı d uyarl ı ğı olan ek­
santrik bir üvey baba, gırgı r bir ağabey b u l muştu .
M esela Cevdct'in evin küçük tuvaletinde beslediği
öriiın cek, ona çok i l ginç gel m işti . Bölmelerle oda­
l ara döniiştürü l m üş uyd u ru k evi m i zde, hiç olmadı­
ğı kadar m u tl uyd u ama Meslek Lisesi ' n i n i kinci yı ­
l ı m okurke n , Çağlayan hastal and ı . Dönem ödevi n i
yapamayacak kadar hastaydı . O k u l u bı rakmayı d ü ­
ş ü n ü yord u . Cevdet, o n a ödev i n i n ne olduğu n u
sord u . O ku l u n boya böl ü m ü ne giden oğl u m , be­
nim aklı m ı n ermediği bir şeyler a n l a ttı . Cevdet he­
men dışarı çıktı, biraz sonra bir takım malzemeler­
le eve dön d ü . Çağlaya n ' a adeta uygu l a m a l ı ders ve­
rerek, ona alçıdan kalıp ç ı karmayı , kalıbı boyamayı

1 96
göstermeye başlad ı . Oğlum kendi deyimiyle, haya­
tında ilk defa onun yaptığı işle ilgilenen, onun di­
linden an layan, ona yardımcı olan birini bulmuştu .
Cevdet'in sayesinde ayrılmaya karar verdiği oku ­
lunda kaldı, hatta resme başladı ve resim dalında
çok da başarı l ı old u . Karşı lığı nda o da Cevdet'in
örü mceğine özveriyle bakıyor, kıymasını vermeyi
ihmal etmiyord u .
Ki mseyle kolayca an laşamayan iki zor insan, bir­
birleriyle iyi anlaşmışlardı . Cevdet de oğlumla be­
raberken , be nimle olduğundan çok daha h u zu rlu
oluyordu çünkü Çağlayan onun içtiği içki miktarı ­
na hiç karışmıyord u . Tem bellik etmemesi, aldığı si­
parişleri zamanında yetiştirmesi için adamcağızı
benim gibi sı kboğaz etmiyord u . Asl ında onun işle­
ri ne burnumu sokmak, bana düşm üyordu ama işi ­
ni evden yürüttiiğü için, bazı işlerin a\'ansını aldı­
ğına şahit oluyord u m . Ne iş olursa olsu n , para alıp
karşı lığını vermemek benim için m ü m kün olamaz­
dı . B u nedenle kafası n ı ütüliiyord u m kocamı n . Ne
var ki , öğlene doğru içkiye başlayan ve yatağa gire­
ne kadar içen birinin randımanlı çalışması mümkü n
değildi.

Cevdet'in içtiği n i evlenmeden bil miyor ımıy­


dum? Biliyord u m el bette ama herkesi n haliyle faz­
laca içki tükettiği bir tatil sırasında tanışmıştık.
Flört devremizde gezmelere gittiğimizde, akşam
yemeklerine çıktığı mızda da içki içmesi doğald ı .

1 97
Evlendikten sonra ev hayatı içinde içkisinin azala­
cağını boşuna u mut etmişi m . Ona içki konusunda
yardım edecek kurum ve kişilerin olduğunu söyle­
d iğimde, öyle bir reaksiyon vermişti ki söylediğime
pişman olmuştum . O bir sanatçıydı sonuçta, içki
içmezse, yaratıcı ruh haline kavuşamıyord u ; beni,
onu rahat bırakmam kon usunda ikna etti. Ama ben
onu, beni rahat bırakması kon usunda bir türlü ik­
na edemedim.

Sabahlan erkenden kalkıyor, arabama biniyor,


Çağlayan'ı mektebine bırakıp Çapa'ya gidiyordum.
Şehrin en ağır trafiği ni geçip hastaneye ulaşmam
bazen bir saatten fazla sürüyord u . Odama giriyor­
dum ki, masamın üzerinde bir not: " H emen evi ni­
zi arayın ."

İlk seteri nde evi, elim ayağım titreyerek aramış­


tı m. Telefon açılana kadar akla karayı seçmişti m.
Cevdet sabahları çıkmaz, evde çalışırdı. Evde ayağı
kaydı , düşüp başını mı çarptı? Tanrı m , kaza mı ol­
du, mesela karşıdan karşıya geçerken ! Deli gibi sü­
rüyorlar arabalarını Emi rgtın yönünden gelenler.
Ya da kocam kalp krizi geçirmiş olmasın ! Her an
beklenen bir şeydi, bu kadar içkiye yürek mi daya­
nırdı !
Telefo n n i hayet açı l m ıştı . Telefonun öteki
ucundaydı Cevdet.
"Cevdet! Ne oldu? Bir tersl ik mi var?"

1 98
"Ne tersliği güzelim? Sesini duydum, bütün
terslikler bir anda düzeldi ."
"Neden aramamı istedin ? "
"Oraya sağ salim vardığını d uymak içi n . "
"Delisin sen ! " Gülüyorum , "yüreğime i ndiri-
yordun. Kötü bir şey oldu sandı m . "
" Kaçta döneceksin eve ? "
"Daha ofisime şimdi adım attım . G ü n nasıl ge­
l işecek bilmiyorum henüz. Belki bir toplantı koyar­
lar."
"Saat beşte paydos yap, bir saatin yolda geçse,
altıda evdesin . "
"Söz veremem."
"Birkaç arkadaş çağırdım içkiye . Altıda evde
ol ! "
"Emredersiniz efendi m," diyorum telefonu ka­
patırke n .
Elbette önce ciddiye almamıştım kocamın söz­
lerini ama o akşam eve sekize doğru döndüğümde,
ciddi olduğunu anlamıştı m, heyhat! Cevdet bana
kurallarını sıralamıştı. Her sabah hastaneye vardı­
ğımda telefon edilecek. Akşam yola çıkarken araya­
cağı m, çıkışımı bildirmek için . Gün arasında eğer
yerimde yoksam , nerde olduğu mun hesabı verile­
cek. Beni aradığında eğer koğuşta dolaşıyorsam ,
yemeğe inmişscm , yerime döndüğümde, endişele­
rini gidermek için onu mutlaka aramalıydım. Keş­
ke bu istediklerini yapabilmek etek giymekten vaz­
geçmek kadar kolay olsaydı; ben aynı anda dört bir

1 99
tarafa koşlışan bir hekimdi m . Ders veriyor, koğuş
dolaşıyor, hasta bakıyor, toplantılara, semi nerlere
katılıyord u m . Bir taraftan da Cüzamla Savaş Der­
neği'nin kurulmasıyla u ğraşıyord u m .
Tanrı m, ne yapmıştım b e n ? Yurtdışı konferans­
l ara, kongrelere gideceğim vakit ne olacaktı hal i m ?
D ı ş ülkelerde kongrelere katılmazsam, bilgi a l ı ş ve­
rişi yapamazdım, yenilikleri takip edemezdim. Ge­
ce yarısı telefonlarıyla konsültasyona da çağrılabilir­
dim. Benim dalımda sık olan bir şey deği ldi ama
m ümkündü. Bütün bunlar benim mesleğimin ge ­
rekleriydi. İ ki ay sonra katılacağım lepra kongresi­
nin kabusu daha şimdiden çökmüştü ü zerime.
Dertler bu kadarla da bitmiyord u . Benimle evlenir­
ken sıfatı mın Doç. Dr. olduğunu, elbette profesör­
lüğe giden yolda ilerleyeceğimi bilen ve bunu do­
ğal karşılayan adam, nikahı bastıktan sonra, benim
evde kalmamı, sürekli mutfakta yemek pişirmeıni
ister olm uştu . Kabuslu uyku lara yatıp aynı kötü rü­
yayı baştan mı görüyord um? Hayatta en son duy­
mak istediğim cümle, yine karşı ma çıkmıştı ! Bir ka ­
dının yeri, evinin mutfağıdır! Giriyordum mutfağa
elimden geleni yapıyord u m . Ama vakti nin çoğunu
hastanede geçiren bir kadııı olarak, yapabildiklerim
sınırl ıydı ve çabuk pişen ızgaraları, kolay yemekleri
tercih ediyord u m . Aynı yemekleri yemekten şika­
yet eden kocama karşı suçl uluk duymuyor değil­
dim ama dışarıda tertiplenen rakı sofraları nı n hafta­
nın üç beş gecesi tekrarlanması , sabah çok erken

200
kalktığım için kabul edebileceğim bir şey değildi.
Ayrıca evde olduğumuz geceler, atölyesinde çalışır­
ken çıkardığı gürültü vard ı . Ona çalışmamasını
söyleyemezdim . Gürültüden kaçmak veya çalışmak
için ben başka bir yere gidebilirdim ama nereye?
Evimi kapatmıştım . Bir yıl önce bir arkadaşımla
birlikte Şişli'de açtığım muayenehanemi de kapat­
m ıştım. Evliliği yürütmek, iyi niyetime karşın gide­
rek daha zorlaşıyor, Çağlayan'la Cevdet'in arasın­
daki dostluğun dahi , yuvayı kurtarmaya yetmeye­
ceği belli oluyord u . Derdimi, hiç kimseye açı lama­
dan tek başıma çekiyord u m . Çocuklara m utsuzlu­
ğumu fark ettirmemek için gayret sarf ediyord u m .
Özdcn'le, Gökşin'le, Leyla Abla'yla değil dert­
leşmek, onlarla karşılaşmaktan korkar olmuştum .
Anneme uğradığım zaman, beni sorguya çeken kız
kardeşime kaçamak yanıtlar veriyordum ama ben
hiç şikayet etmesem de, etrafim a saçtığım elektrik,
mutlu olmadığımı ele veriyordu , besbelli. Beni se­
ven herkesin gözünde bir soru işareti vardı.

B i r gün Gökşin aradı . Uzun zamandır telefon­


da bile görüşmemiştik. Sitem etmedi, sadece, "Se­
ni çok özledim Türkan," dedi, "anne m de özlemiş.
H al a kocanla tanışmadığı içi n , biraz kırgı n . Çar­
şamba akşamı bize yemeğe gelin."
"Sorayım Cevdet'e, bakalı m bir işi var m ı ? "
"O g ü n gelemiyorsanız boş olduğunuz başka
bir gün söyle. Yoksa annem iyice gücenecek. İ kini-

20 1
zi de mutlaka akşam yemeğine bekliyorum, bu haf­
ta içinde . "
" B i z şimdi çarşamba diyelim de gelemiyorsak
sana haber veririm,'' dedim "ama sakın zahmete
girmesin annen. B e n bilirim, şimdi sofrayı donat­
maya kalkar. Bizim için yorul masına katiyen mü­
saade etme, olur m u ! "
"Söz, yemekleri ben kendim yapacağı m," dedi
Gökşin .

Çarşamba akşamı hastaneden çıkınca, Boğaz


yol unun akşam trafiği ne takıl mamak için, eve kadar
gitmedim, Cevdet'le Taksim'de bul uştuk, Gökşin­
lerin Teşvi kiye'deki evlerine birlikte gittik.
Gökşin bana söz verdiği gibi, yemekleri kendi
hazırlamıştı ama onun yaptıklarını az bulan annesi
de ilavelerde bulunmuştu . Gerçekten de m iikellef
bir sofra hazırlan mıştı bizim içi n .
Oturma odasında biraz oyalandıktan sonra, ye­
mek odasına geçtik. Masayı gören Cevdet, " İ şte
ben sofra diye buna deri m ! " diye bağırdı, "Bak
Türkan, bak da i bret al ! Sofra dediğin böyle olu r,
senin kurdukların gibi deği l ! "
Ana kı z, kocamın bana karşı yaptığı kabalığı
duymazdan gelmeye çalıştı lar.
Gökşin atı ldı, "Biz her zaman böyle sofra kur­
mayız Cevdet,'' dedi, "Türkan bizim için çok de­
ğerlidir, bugün çok özel misafi rlerimiz var diye,
özen gösterdik."

202
"Ben Türkan'ın özel misafir sofralarını da bili­
rim," dedi Cevdet.
Sofraya yerleştik. Bu kötü başlangıçtan sonra,
sohbet bir türlü koyulaşamıyordu . Zaten hangi ko­
nuyu açsak, Cevdet ne yapıp edip sözü hep benim
mutfaktaki beceriksizliğime getiriyordu.
"Biliyor musunuz bizim Türkan sadece iki tas
yemek pişirmeyi bilir, bir pilaki bir de makarna!"
" B e n pi l akiye bayılırım yavru m," diyordu
annesi, "pek güzel yapar Türkan'cığım."
"Ama her gün yerseniz bayılmazsımz efendim.
Ne demişler, papaz her gün pilav yeme z ! "
Ben kendimle dalga geçmeye çalışıyordum,
"Omletimle ızgara etimin ü zerine yoktur ama, öy­
le değil mi Cevdet?"
"El bette yoktur. Başka bir şey pişiremediğin
için, onları yapa yapa ustası old un ! "
"Eh, ustanı n e linden zehir olsa yenir! " diye be­
n i kollamaya çalışıyordu Gökşin.
"Yenmiyor e fendim, yenmiyor! Her öğün
önümde kayış gibi bir et! Çekilmiyor. "
" Eve döndüğümüzde bana bir liste ver, y a da
en iyisi bir saatli maarif takvimi edineyim, orada
günün menüsü ne yazıyorsa, onu pişiririm artık! "
" Pişire bilme n için evinde olman gerekir. Sen
koğuş koğuş gezerken, nasıl pişireceksin takvim
menüleri n i ? "
B e n yüzümde aptal b i r gülümsemeyle, h e r lafı
şakaya vurmaya çalışırken, Gökşin 'le annesinin göz-

203
!eri tabaklarından kalkmıyordu . Cevdet, ipin ucunu
kaçırmıştı . Çabucak boşalan rakı kadehini yeniden
tepeleme dolduruyor, mezeleri teker teker tadıyor,
her birini göklere çıkarıyor, ev sahibelerimize ettiği
i ltifatların arkası gel miyordu. Benim bu alandaki
beceriksizliğimi de sürekli alaya alıyordu. Masanın
altından Gökşin 'i dürtüyordum, kocamın söyledik­
lerine aldırmaması için. Allahım diyordum içimden,
bir şey olsa, ışıklar sönüverse mesela ve bu masadan
bir an önce kalksak, hepimiz kurtulsak bu işkence­
den . Acaba Cevdet bir daha böyle bir akşam yeme­
ğine getirilmemek için mahsus mu böyle davranı­
yordu, yoksa gerçekten çok mu sarhoş olmuştu bil­
miyordum ama Gökşin'in, hele de anneciğinin ne
kadar rahatsız olduklarının farkındaydım.
Yemek faslı bitince, tabakları taşıma bahanesiyle,
mutfakta bize kahve pişiren Gökşin 'in yanına git­
tim . "Sakın benim için üzülme, Gökşin," dedim,
"Cevdet her zaman bu geceki gibi kırıcı değildir. B u
akşam nedense çok içti , n e söylediğini bilmiyor."
"Öyledir herhalde," dedi Gökşin, "yoksa sen
bu adamı niye çekesin ! "
Tatsız geçen yemeğin sonunda, Gökşinlerin ka­
pısının önüne park ettiğim arabama bindik eve
doğru yola çıktık. Yan koltukta uyuklayan Cev­
det'e, " B u gece bana niye öyle davrandın?" diye
sord u m .
"Müke mmel olmaya çalışmaktan bıkmadın mı
Türkan?" dedi kocam, "sen de her insan gi bi hata-

204
ların, eksikleri n , insani bir yanın olsun istemez mi­
sin ? "
" Bana i nsani yanım olmadığını mı ima ediyor­
sun? Ev kadınlığının ve aşçılığın hakkını veremiyor­
sam , sırf i nsani yanım kuvvetli olduğu için. Kosko­
ca profesörlerin bile dokunmaya korktuğu zavallı
lepralılara gönlümü açtım , hayatımı adadım. Beni
eleştirebilirsin ama i nsaniyetime laf etme, şimdi
arabayı d urdurur, atarım seni aşağı ! "
Hiç ses gelmedi kocamdan . Yanıma dönüp bak­
tım . Sızmış gitmiş!

Gökşin bana söylemişti ! Ö zden söylemişti .


An nem, Turhan ve diğer kardeşlerim de söylemiş­
lerd i . Bu adamı iyice tanımaya fı rsat bulmadan,
çok çabuk evleniyorsun , pişman ol acaksın, demiş­
lerd i . Kimseyi din lememiştim , Ahh benim inatçı
kafam!

Birkaç ay daha geçti . Yemeklerimin beğenilme­


mesi bana vız geliyordu da, on yılı aşkın bir zama­
nı, kimseye hesap vermeden geçirdikten sonra, bir­
denbire her saniyeınin gözlem altına alınması , ben­
de çocukluğumda yaşadığım baskıların sıkıntısına
benzer bir duygu yaratmaya başlamıştı . Fol yok yu­
murta yokken çıkan kıskançlık kavgalarından, ken­
diyle barışık ol mayan Cevdet'in sürekli tedirgi nli­
ğinden, alkol soru nundan, beni kontrol altında
tutma çabalarından bunalıyord u m .

205
İ şte tam da o günlerin birinde, İngiltere'deki
Tropikal Hastalıklar H astanesi 'nden bir mektup
geldi . Zarfın ü zerinde, Dr. Jopli ng'in adın ı görün ­
ce heyecanla açtı m zarfı . D r . Jopling b e n i dört ay
sürecek bir cüzam çalışmasına Londra'ya davet edi­
yordu . Mektup elimde kalakaldım. Sevineyim mi,
üzüleyi m mi bilemedim. Bir an mektubu yırtıp at­
mayı düşünd ü m . Yapamadım. Mektubu çekmece­
me koydu m , varlığını unutmaya çalıştı m . Böyle bir
mektup hiç almamıştım . Jopling beni davet etmi­
yord u . Ben bir rüya görmüştüm, hepsi bu! Koğu ­
ş a viziteye çıktım . H astalarımla i lgilendim. Fakat
ne yaparsam yapayım , çekmecemdeki mektup ak­
l ımdan çıkmıyordu .

O günü mektubu düşünmemeye gayret ederek


geçirdim. Ertesi gün öğlen tatil imde Özden'i ara­
d ı m . Dertleşmeye ihtiyacım vardı. B irlikte yemek
yeme teklifimi duyunca çok şaşırdı arkadaşım çün­
kü ben öğle tati llerimi ya dernek çalışmalarında ya
da hasta bakarak geçiri rdim . B u luştuk, hastanenin
yemekhanesine inmedik, yakınındaki kebapçıya gi­
dip oturduk.
Düşünceli yüzümü gören Özden,
"Bir derdin m i var, Türkan," d iye sord u , "evde
sorun çıkmaya mı başladı?"
"Sen de Gökşin gibi, illa evimde sorun çıksm
diye mi bekliyorsun, Özden?"
"Sorunsuz ev var mı?"

206
"Yok m u ? "
" Olmadığını s e n de bilirsin . İ çi nde büyüdüğün
evi düşün ! H içbirimiz kavgası, düş kırıklıkları ol­
mayan evlerde büyümedik. Hayat böyle ! Huzu r u
yakalamak zor! "
"Yakın arkadaşlarımın hepsi bana aynı soruyu
sorduğuna göre, gülmeyen yüzüm h uzursuzluğu ­
m u ele veriyor olmalı . "
"Hemen alınma! Hangimizin y ü z ü gülüyor
ki ? "
"Ama b e n daha yeni evliyim . Sorun u n bu kadar
çabuk çıkmaması gerekirdi."
"Sorun içki m i ? "
"İçki olsa üstesinden gelebilirdim, doktorum
ben. Ama kıskançlıkla nasıl başa çıkılır bilemiyo­
rum . İlk kez başıma geliyor."
" Kıskançlık mı?" Özden gülmeye başladı .
Utancı mdan yanaklarım kıpkırmızı oldu. Aslın­
da bizim yaşlarımıza gelmiş i nsanların ağzına bile
yakışmıyordu kıskançlık sözü . Kıskançlık delikanlı­
lık çağlarına, lise haydi bilemediniz ü niversite yılla­
rına aittir diye düşünürdüm, zaman içinde, insan­
lar olgunlaşır, hamlıkları törpülenir, akıllanırlar,
kıskançlık filan kalmazdı ! Hayatın düşüncelerimde­
ki gibi olmadığını tecrübelerle öğreniyordum.
"Cevdet seni kıskanıyor mu?"
" Her anımı kontrol altına almak istiyor. Alama­
yınca, bana kabalık ediyor, yoksa ruhen kaba biri
değil. Bana söz geçiremediği için, üstüme başka

207
bahanelerle geliyor, bak ben ne zamandır o istemi­
yor diye eteklik giymiyorum, fark etmedin mi?"
" H asta mı bu adam ? "
" Hayı r Özden, o hasta değil a m a böyle giderse,
son unda ben hasta olacağım . Kendine m üthiş bir
güvensizliği var. Onu hoşnut etmek için elimden
geleni yapıyorum . Ama bazı şeyleri yapmam müm­
kün deği l . Mesela tam kapıdan çıkarken, bir doktor
arkadaşa rastlıyoru m, yol unun üstüyse, beni şuraya
kadar götürüver, diyor. H ayır, kocam kıskanır mı
d iyeyi m . Elbette alıyorum arabama. Evde, 'Bugün
arabana yine ki m bindi? ' diye sorunca da yalan söy­
leyecek halim yok. H ayatım çok zorlaştı. Kimseye
'Türkan bu evliliği de yürütemedi,' dedirtmek iste­
miyordum ama bir yerde tükeniyor i nsan ! "
"Sen Atil la'ya bile b u kadar ödün vermemiştin ,
ü steli k o senin çocuklarını n babasıyd ı . Ne yapıyor­
sun sen kendine, Allahaşkma ! " dedi Özden, "etra­
fin ne diyeceği mi önemli, senin ruh sağlığın m ı ? "
"Cevdet kötü b i r insan değil . Saçmalıklarının
çoğu beni sevmesinden kaynaklanıyor. Ona kendi­
ne güven duymasını öğretebil mek lazı m . Belki bu
kadar çok içmesinin nedeni de kendine güveneme­
mesidir. Aldığı işlerin altından kalkamıyor, giderek
asabileşiyor. Ben ne yapacağım Özden?"
"Türkan , sen dermatologsun , psikolog değil !
B u arkadaşın kimlik ve alkol sorunu varsa, başvura­
cağı adres değişik. Sen yalnızlığını paylaşmak, haya­
tına sevinç katmak için mi evlendin yoksa bir alkol

208
bağımlısıyla uğraşmak için m i ? Yüzünde renk, gö­
zünde ışık kalmamış! Bence sen iyice bir düşün,"
dedi Özden, "bırak, Türkan bu evliliği de becere­
medi, desinler. Ne çıkar? Becerdiğin onca şey var,
'Bayan M ükemmel' olmak zorunda değilsi n ! "
Yüzüme acımasızca bir ayna tutmuştu. Söyledik­
lerinin doğru olduğunu biliyordum ama kabu l et­
mek istemiyord um. Aslında Özden'le paylaşmak is­
tediğim kocamın kötü huyları değil, bugün aldığım
davet mektubuydu. Ama nasıl olmuşsa, birden bo­
şalıvermişti m . Konuşur konuşmaz da hemen, içimi
döktüğüme pişman olmuştum . Evinde olup biten­
leri etrafına anlatan, kocasının arkasından dedikodu
yapan kadın! Kendimi çalçene mahalle kanları gibi
hissetmeye başladım. Allahım ben ne yaptım yine?
"Niye sustun birden?" diye sordu Özden.
"Anlatılmayacak şeyleri anlattım . Özden kimse­
ye söylemeyeceğine söz ver. "
"Türkan, ben senin en yakın arkadaş111 değil m i ­
y i m ? Ben hayatımın özel lerini h i ç mi paylaşmadım
seninle? Elbette ikimizin arasında kalacak ama sen
böyle kapalı kmu gibi bana bile içini açmazsan,
hasta olu rsun vallahi ! "
" Haklısın ,'' demekle yetindim, Jopling'in mek­
tubundan Özden'e hiç bahsetmedi m . Gitmeyecek
olursam, Cevdet'i suçlamasını istemiyordum.
Yemeğimiz bitince, hesabı ödeyip kalktık. Has­
taneye kadar yürüdük. Özden bir taksiye binip
kendi hastanesine gitti . Ben düşünceler içinde yü-

209
rümeye devam ettim . Belki de bugün gelen mek­
tup benim kurtarıcım olacaktı . Evliliğimi yürütmek
istiyorsam, mektubu u nutmak yerine, kullanmalıy­
d ı m . Kocama bu fırsatı kaçırmak istemediğimi açık
kalplilikle anlatmalıydım. İsterse birlikte gidebilir­
dik. Bir pansiyonda kalırdık. Belki ona uygun bir
atölye bile bulurduk, heykel çalışmaları için . Dil
bilmemesinin hiç önemi yoktu, sanatın dili evren­
seldi, nasılsa.
İçime bir ümit doğdu . Belki her şey rayına otu­
racaktı, böylece. Yeni bir ülke, yeni bir şehir, yeni
bir başlangıç! Ürperdim , kimbilir belki de bir so­
nun başlangıcı !

Hastaneye döndüm . Beni yemekteyken beş ke­


re aramış Cevdet. Eve telefon ettim , " İçin rahat et­
sin, şu anda odama girdim," ded i m .
"Neredeydin?" diye sordu. İçimden gelen, " B u
seni h i ç alakadar etmez," cümlesini zor bastırdım,
" bir arkadaşımla yemekteydim."
"Arkadaşın kadın mıyd ı ? "
" Evet. "
"Kimd i ? "
"Özden."
"Neler konuştunuz?"
"Akşam eve gelince anlatırım Cevdet," dedim,
"lütfen bugün kimseye söz verme. Çağlayan da ba­
basında kalıyor zaten, hazır baş başayken , bu gece
seninle konuşmak istiyoru m . "

210
"Tatsızlık çıkarmayacaksın inşallah ! "
"Tatlı veya tatsız, uzun zamandan beri söylemek
istediklerim var. Erken döneceğim merak etme."
"Hastaneden ayrılırken beni ara . "
Telefonu kapattı m . Boğulma hissi geri geldi.
B l uzumun üst düğmelerini çözdü m . Gidip mus­
lukta yüzüme su çarptım. Boğulma hissim geçmi­
yor. Camı açıp önünde durdum, derin nefesler al­
dım. Evleneli bir yılı geçmiş. Bu iş, bu akşam bit­
meli. Yoksa ben biteceğim . Çekmeceden mektubu
çıkardım. B üyüsüne kapılmamak için bir an yırtma­
yı bile d üşünmüştüm, iyi ki yırtmamışım . Daveti
kabul etmeye kesin karar verdim. Sadece, dört ay­
lık bir bilimsel çalışmaya katılmak adına değil, kişi­
liğimi kurtarmak adına! İsterse benimle gelir iste­
mezse gelmez. Ama bana mani olamaz! Olmasına
izin vermeyeceği m ! Kopacağı varsa, inceldiği yer­
den kopsun ip!

Saat altı buçukta hastaneden ayrılırken, ilk kez


eve telefon edip yola çıkışım ı kocama haber verme­
dim ! O h be, d ünya varmış!

Cevdet benimle gelmek istemedi. Bu birlikteli­


ğin yürümeyeceğini o da anlamıştı . Günde on kez
beni kontrol etmekten usanmış, ızgara et ve omlet
yemekten bıkmış olmalıydı. Yaşam alanı kısıtlanan
sadece ben değildim bu birliktelikte, o da evinde
sere serpe yaşayamaz, arkadaşlarını istediği anda ça-

211
ğıramaz, sabahlara kadar yontu yapamaz olmuştu.
İ ç kisine, davranışlarına hatta bazen giyimine bile
karışan biri vard ı . Birliktelikler karşılıklı fedakarlık­
lar ve kısıtlamalar gerektiriyordu . O sanatçı, ben
bilim i nsanı kişiliklerimizlc, başaramamıştık aynı
evde huzur içinde yaşamayı . O gece anlaşamadık
ama sabah, ayık kafayla kahvaltı masasında u zun
uzun konuştuk. Evliliği yürütemeyen biz, birbiri­
mizi h ırpalamadan ayrılmayı becerebilmeliydik.
Her ikimiz de fazlasıyla mahzunduk ama geri dön­
medik. Verdiğim karardan vazgeçme i htimalini or­
tadan kaldırmak için , ertesi gün bir kamyon tut­
tum, eşyalarımı kardeşlerimin birlikte oturdukları
Şişli'deki apartman dairesine taşıdım. Kamyon ka­
pıdan ayrılırken, Cevdet'in, gözlerindeki yaşlara
rağmen, rahat bir nefes aldığına emindim. Sanırım
bu ayrılığa en çok üzülen Çağlayan old u , bir de
Çağlayan'ın kıyma ile beslemeyi hiç i hmal etmedi­
ği, tuvaletteki örümcek!

Cevdet'ten, boşandı ktan sonra uzun zaman hiç


haber almadım. Birkaç yıl sonra, bir gün hastanede
odamda çalışırken Elazığ'dan bir telefon geldi. Ta­
nı madığım bir kişi yarı Türkçe, yarı Kürtçe, bana
Cevdet hakkında bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Aman Allahım Cevdet ölmüş! Cenazesini kaldırt­
mam için beni arıyorlarmış. İ çime i nanılmaz bir
hüzün doldu. H ayatımdan rüzgar hızıyla geçip gi ­
den, bu kimsesiz ve mutsuz adam için, gözlerim

212
dold u , boğazıma bir yumru oturdu. Elimi önce
hemen telefona attı m , Çağlayan'ı aramak için. B u
acıyı biriyle paylaşacaksam, bu kişi o n u gerçekten
seven Çağlayan olmalıydı. Sonra oğl uma kıyama­
dım, vazgeçtim. Bir süre başım ellerimin arasında,
öylece oturd u m ve bende değil anıları, fotoğrafları
bile olm ayan, manasız evli liğimi düşündü m , içim
acıyarak. Cevdet'in cenazesini sevgili Güngör Dil­
men kaldırdı.
Böylece hayatımda bir sanatçı nın eliyle kah çıl­
gın kah hüzünlü renklere boyanmış bir böl üm, ta­
mamen kapanmış old u .

Kardeşlerimin evine taşındıktan kısa b i r müddet


sonra, Fulya'da üç yatak odalı bir dubleks daire
buldum, hiç düşünmeden kiraladım, çocuklarla
birlikte taşındık. Çağlayan'ın da, Çınar'ın da niha­
yet birer geniş odaları olacaktı böylece. Birkaç yıl
içinde babamdan kalan son arsa da satılacak, elimi­
ze geçen parayla, küçük kardeşim Gündüz'le bir­
likte, Ortaklar Caddesi' nde karşılıklı birer daire alıp
kendi evlerimize geçecektik. Çmar, mecburi hiz­
mete gidene kadar bir daha hiç ayrılmadan çocuk­
larım ve ben hep birlikte yaşayacaktık.

Yetmişlerin son yıllarını geçirdiğimiz bu evimiz


bize uğurlu gelmişti. Ben protesörlüğümü b u ev­
deyken verecek, İ stanbul Tıp Fakültesi Dekanı
Güngör Ertem'in öncülüğünde Lepra Araştırma

213
ve Uygulama Merkezi'ni bu evdeyken kuracak ve
bu kurum u n müdürü olacaktım . İ n giltere derma­
tologlarının kulübü olan Doıvling Clu b'ın onur
üyeliğine de yine bu evde yaşarken seçild i m . Aynı
yıl içinde Çağlayan 'la Çınar yüksek öğrenime baş­
ladılar.
H er ikisi de lise yıllarında parlak öğrenciler de­
ğillerd i . Çınar ağlayıp sızlanarak yatıl ı okuduğu
Kabataş Lisesi'ni bitirmiş, ü niversite sınavlarında
tıp fakültesini kazanmıştı. Başarılı olması için ona
ne hoca tutmuştuk, ne de kursa gitmişti . fakat
okuduğu lise o kadar kuvvetliydi ki, orada edindi­
ği bilgilerin sınavı kazanması için yeterli olacağına
inanıyordum. Çağlayan'ın işi daha zordu. Okulu
hiç sevmeyen bir çocuktu . Sık sık okuldan kaçar,
ödev yapmaz, hocalarla başı hep belaya girerdi.
Ona kalsa liseyi dahi bitirmeyecekti ama Cevdet'in
son yılındaki yardı mları, benim ve babasının zoruy­
la, hiç sevmeyerek okuduğu meslek lisesini bitir­
m iş, Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu 'nun sı­
navlarına girmeye hazırlanıyordu. Kazanacağına
dair ü midi yoktu. Bu yüzden morali de bozuktu
biraz. Akademi'de tanıdığım hocalar vardı ama on­
lardan oğlum için yardım istemeye yüzüm tutmu­
yordu . Oysa bana, "Akademi'de o kadar çok tanı ­
dığın var, birinden yardım isteyiver, herkes öyle ya­
pıyor," demişlerd i .
Kendi yaşamımda, hayatım boyunca ne kimseye
ödün vermiştim ne de torpil kabul etmiştim . Üni-

2 14
versitede okuduğum yıllarda, sınav sorularının pa­
ra karşılığı satıldığına dair bir söylenti çıkmıştı. Ba­
bam, istersem bana para vereceğini söylemişti de,
hırsımdan deliye dönmüştüm . Asistanlık döne­
m imde ise beni en tiksindiren davranış, bazı arka­
daşların bazı hocaların kanatları altında hak etme­
dikleri yükselişleriydi. Sigorta Hastanesi'nde çalı­
şırken de, sendika temsilcilerinin benden birileri
için sahte rapor istemelerine ifrit olurdum . Sendi­
kacı dikilirdi karşıma, elinde bir kağıt, " Doktor
Hanım, şu kişi benim adamım, ona yirmi günlük
rapor lazım , " derdi.
"Hasta nerde? " diye sorardım.
Adam yanıtlardı, "Hasta işyerinde ama rapor
gerekiyor. "
" Hastaya söyleyin, gelsin , göreyim . Muayene
etmeden rapor veremem k i! "
"Doktor Hanım, cebinizden m i çıkıyor, verse­
niz ne olur?" diye pişkinlik ederdi.
" Kusura bakmayın kardeşim , ben bunu yapa­
mam," der, geri çevirirdim her defasında. Sonunda
gelmez olmuşlardı. Beni tanıyanlar, b u konuda ne
kadar titiz olduğumu iyi bilirken, şimdi ben nasıl
gider de kendi çocuğum için yardım isteyebilirdim !

Geç saatlere kadar homurdanarak çalışan, saçı


başı dağınık, kitaplarına gömülmüş, sıskası çıkmış
oğluma bakıyor, "Allah kahretsin Türkan, bıktım
senin ilkelerinden, hiçbir işe yaramıyorsun ! " diyor-

215
dum kendi kendime. İşte o günlerin birinde, Gök­
şin aradı, Çağlayan'ın adını bir kağıda yazıp resim
bölümündeki hocalardan birine verdiğini söyledi .
"Ne yaptın Gökşi n ! " dedim, "şimdi o hoca be­
nim oğl um için torpil istediğimi zannedecek!"
"Sen deli misin Türkan, ben torpil isteyebilir
miyim hiç! Sadece hakkı yenmesin diye ricada bu­
l un dum. Çünkü bilirsin, binlerce öğrencinin dos­
yası gelir, torpillilerinki ilk önce değerlendirmeye
alınır, bazılarınınki tamamen gözden kaçar. Ben
sadece Çağlayan ' ı n verdiği kağıd ı n d i kkatle
değerlendirmeye alınmasııu rica ettim , o kadar.
Hoca da bizim gibi doğru dürüst, iyi ahlaklı bir in­
san. Üstelik senin soyadınla oğlunun soyadı aynı
değil ki, kim nereden bilecek onun senin oğlun ol­
duğunu?"
"Teşekkür ederim . "
"Teşekkü r filan etme. Zaten öyle özel gayret de
sarf etmed i m . Bir akşam yemeğinde tesadüfen yanı­
ma düştü, laf lafı açtı, söyleyiverdi m işte . Uzatma!"

Çağlayan'a bundan hiç bahsetmedik. Çocuk sı­


nava gird i . Sınav sonuçlarının açıklanacağı gün,
ben arabamla hastaneye giderken Çağlayan'ı oku­
lun önünde bıraktı m, duvara asılan listede adı var
m ı yok mu görecek ve bana telefonla bildirecekti.
H astaneye kadar heyecan içinde gittim . Masama
otururken telefon geldi. Elim ayağım titreyerek
ahizeyi kaldırdım ki, karşımda Gökşin !

216
"Gökşin , Çağlayan'dan telefon bekliyorum, ne­
ticeyi bildirecek. Onunla konuşur konuşmaz ara­
rım seni. Şimdi kapıyorum, kusura bakma," dedim.
"Dur dur! Kapam a ! " dedi Gökşin, "ben de se­
ni bunun için aradı m . O H oca telefon etti, 'Sizin
bana adını verdiğiniz gencin ismi Çağlayan değil
miydi,' diye sord u . Evet, dedim. 'Gökşin Hanım,
çocuğun adı ilginç olduğu için aklımda kalmış. Ni­
ye endişe ettiniz ki bu çocuk için? Az evvel kaza­
nanların l istesine bakıyordum, Çağlayan başarı sıra­
lamasında ikinci olmuş,' demez m i ! "
Kal bim deli gibi çarpmaya başladı . Oğlum ikin­
ci olmuş! B aşarmış! İlk, orta, l ise yıllarını ite kaka
okuttuğumuz, hırçınlığından, uyumsuzluğundan
sürekli şikayet aldığımız oğlum, Güzel Sanatlar sı­
navında hiç özel ders al madığı, torpil görmediği
halde iki nci olmuş!
Sevincim bir an sonra yerini derin bir üzüntüye
bıraktı . Oğlumdaki yaratıcı cevheri, kendi işimin
peşinde koşmaktan görememiştim . Babasını n sert
tutu mu, azarları olmasaydı, ona anlayışla yaklaşsay­
dık, din leseydik, ilkokul birden lise sona kadar, on
iki okuma yılını zehir etmezdik oğlumuza, diye dü­
şünd üm. Çağlayan, baban ve ben, biz ne yaptık sa­
na, çocuğum? Nasıl göremedik yeteneklerini? Na­
sı l seni yanlış yollara yönlendirdik. Tevekkel i değil,
yaratıcılığı güçlü , sanatçı ruhu hassas Cevdet'i bu
kadar sevdin sen ! O seni anl ıyordu çünkü . İ çinde­
ki cevheri görüyordu ! Ah Çağlayan, biz sana başka

217
türlü yaklaşaydık ve bu ülkede yeteneği bulup çıka­
ran sistemler olabileydi, yıllardır yıldız gibi parlaya­
bilirdin , sevgili oğlum.
Odama giren hemşire endişeyle, " Hocam, neyi-
niz var, niye ağlıyorsunuz? " diye sordu.
"Ağlamıyoru m . "
"Gözlerinizden yaşlar akıyor ama ! "
Çağlayan'ın telefonu o anda çaldı, "Anne! An-
ne! Kazandı m ! Kazandı m ! " diye bağırıyordu diğer
uçta. "Biliyorum canım," dedim.
"Nerden biliyorsun?"
" İçime doğdu! "
"Söyle o halde anne, Çınar d a tıbbiyeyi kazana­
bilecek m i ? "
"Kazanacak! " dedim, " İ n a n ki kazanacak! Artık
her şey bizim için çok güzel olacak, Çağlayan ! "

218
HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK
;:ıııe;

Akademisyen olarak yerimi sağlama aldığımdan


beri, c üzamlıları ilk gördüğüm gün yapmaya karar
verdiğim reforma, kendimi artık hazır hissediyor­
dum. Tropikal H astalıklar H astanesi'nde öğren­
diklerimle, katıldığım kongrelerde tanıştığım dün­
ya çapında u zmanlardan edindiğim bilgiler, kendi­
me güvenimi artırmıştı. Türkiye'de de cüzam ko­
nusunda bir an önce yasal sorumlulukların alınma­
sı gerektiğine inanıyordum. İ n giltere örneğinde
örmüş olduğum gibi, ü lkemdeki c üzamlıların ya­
şadıkları alanların düzeltilmesi, sayılarının saptan­
ması, hastaların hastaneye sevki şarttı. B u konu lar­
da sağlık müsteşarına yazılar yazmaya, telefonlar
·tmeye başladı m . Ne yazılarıma yanıt alabildim n e
de telefon görüşmeleri b i r işe yaradı . Cüzamlılar
için bir şeyler yapılabilmesi, ancak topl umda far­
kındalık yaratabildiğim takdirde mümkün olacak-

2 19
tı . Yoksa her şey eski hamam , eski tas devam ede­
cekti.

H al kı n okud u ğu g ü n l ü k gazetel e re B akır­


köy'deki cüzamlı hastalarla ilgili makaleler yazma­
ya başladım. Yeti nmedim, konuyu televizyona da
taşıdım. Uğur Dü ndar'la cüzamı anlatan otu z beş
dakikalık bir televi zyon filmi yaptık. İ şte o zaman
yer yerinden oynadı. Hemen, haddimi aşmakla,
Türkiye'de cüzam var gibisinden bir yalanı ( ! ) söy­
lemekle ve turizmi baltalamakla suçlandım.
Tanrı yaptığım işte beni destekliyor olmalıydı
ki , o gün lerde bu suçlamalardan sıyrıl mamı sağla­
yan bir olay old u. Cüzamlı ların fi lminin televiz­
yonda gösteril mesi, İ ran Şahı'nın eşi Farah Di­
ba'nııı Türkiye'ye ziyaretine rast geldi . Bizim filmi­
miz akşam haberlerinin sonrasında gösterime gire ­
cekti . H aberlerde ise elbette ağı rlık, Farah Di­
ba'daydı. Kraliçe'nin tüm ziyaretleri, kıyafetleri,
katı ldığı etki nlikler gösterildikten sonra, bir de özel
söyleşi yayınlanmış ve söyleşiyi yapan kişi , Kraliçe '­
ye boş zamanlarında ne yaptığın ı sormuştu . farah
Diba, " Boş zamanlarımı cüzam hastalarıyla ilgile­
nerek geçiririm," diye yanıt vermez mi!

Hep düşünmüşümdür, Farah Diba'nın bu yanı ­


t ı olmasaydı , benim cüzamlı larla ilgili fi lmim bu
kadar çok ses getirir, i lgi çeker miydi diye? O yıllar­
da televizyonda tek bir kanal vardı. Farah Diba'yı

220
dinleyenler bir saat sonra cüzamlıların filmini de iz­
lediler ve halkta aniden bir ilgi uyandı. İ nsanlar bir­
kaç gün boyunca, Sağlık Bakanl ığı'nı telefon bom­
bardı manına tutmuşlar. Arayanların bir kısmı, cü­
zamlıların sokaklarda başıboş dolaşıp dolaşmadığı­
nı, bazısı ülkede kaç cüzamlı bulunduğunu , diğer­
leri bunların tedavisinin nerelerde ve nasıl yapıldı­
ğını ve hepsi de cüzamdan korunma yollarını öğ­
renmek istiyormuş.

Ben kim bilir kaç kere bakanlığa bu konuda hal­


ka bilgi veril mesi için başvurmuş ama turizm en­
gellenir korkusuyla savuşturulmuştu m . Farah Diba
sohbeti nin arkasın d an gelen fi l m sayesinde, Pando­
ra'nın kutusu nihayet açıl mıştı ve hesabı nın da
benden sorulacağı bel liydi.
Gerçi, cüzamı saklayan tek ülke Türkiye değil-
di. Pek çok ül ke , cüzam konusunda aynı endişeler­
le gerçekleri saklamayı tercih ediyord u . Örneği n ,
b i r keresinde Roma'da bilimsel b i r toplantıdayken ,
İtalyan temsilci, tam, "Bizde cüzam yok," diye bil­
diri veriyordu ki binanın dışında kıyamet kopmaya
başlamıştı . Toplantı bitince, cüzamlıların daha iyi
bakım istiyoruz diye kongrenin yapıldığı binanın
önünde gösteri yapmaya geldiklerini öğrendik!
Daha sonraki yıllarda Japonl arın da cüzamlılarını
özel bir sanatoryumda kilit altında tuttuklarını, ad­
larını değiştird iklerini, evlenmek isteyenleri kısırlaş­
tırdıklarını öğrenecektim . Cüzama yakalananlar

22 1
hcdc nsd acı çekmekle kalmıyor, dışlanıyor, en do­
ğal haklarından ediliyor, özel adalarda, özel me­
kanl arda tecrit ediliyor, insanlık dışı davranışlara
maruz kalıyorlard ı . Ben de bu duruma hiç olmazsa
kendi ülkemde bir sınırlama getireyim derken, Sağ­
lık Bakanlığı ile karşı karşıya gel m iştim .
Çizgimden hiç ödün vermedi m . Onlara H i ndis­
tan'da, Güney Amerika'da, Afrika'da kısacası dün ­
yanın pek çok yerinde cüzam olduğunu, bu gerçe­
ğin o ülkeler tarafı ndan kabul edildiğini ama hiçbi­
rini n turizminin engellenmediğini söyledim . Ger­
çeği açıkça kabul etmezsek, cüzamla m ücadelede
başarılı olamazdık. Cüzamın sonunu, ancak kurul­
makta olan Lepra Derneği, Ü niversite ve Bakanlık
e l ele verdiğimiz takdirde, getirebilirdik. Cumhuri­
yeti n ilk yıllarında devletin yardımıyla sıtmanın ,
trahomun, frenginin üstesinden gelmemiş miydik?
Neden cüzam için de aynı şeyi yapmıyord uk?

Sonuçta Sağlık Bakanlığı ile bir protokol imza­


ladık ve Veremle Savaş Derneği'nin örgütlendiği
biçimde bir örgütlenmeye giderek, 1 976 yılında
Cüzamla Savaş Derneği'ni kurduk. Unkapanı 'nda
bulunan Veremle Savaş Derneği'ne ait bir dispan­
seri, Cüzamla Savaş Dispanseri'ne dönüştürdük.
Ben öğleden sonralarımı bu dispanserde değerlen­
dirmeye başlamıştı m . Cüzamlı hastalar arasında ha­
ber hemen duyulmuştu, hiç hastasız kalmadık. Çe­
şitli etki nliklerle, kermeslerle, bilimsel ve sosyal

222
toplantılarla para toplamııya ve hep daha çok hasta­
ya el uzatmaya çalıştık. O günlerde sokaklarda di­
lenen cüzaml ılar vardı. Zabıta bunları toplar, dilen­
ciler kampına götürür sonra da il dışına bırakırdı
ama hepsi hemen geri dönerdi . Biz onları tek tek
topluyor, kayıt altına alıyor, tedavilerini yapıyor,
ilerlemiş vakaları hastaneye yatırıyorduk. Hastane­
de bazen yataklar yetişmiyor, bir yatağa iki hasta
yatırdığımız oluyord u . Yer sıkıntısı çekiyorduk ama
benim Bakırköy'deki cüzam pavyonlarını henüz
hastaneye çevirme cesaretim yoktu!

Dispanserdeki çalışmalarım sürerken , İstanbul


Tıp Fakültesi Dekanımız Güngör Ertem, bize fa­
kültede bir de Lepra Araştırma ve Uygulama Mer­
kezi kurmayı önerdi. İşim başımdan aşkındı ama
böyle bir teklife hayır denebilir ıniydi? Yıl lardır ha­
yalini kurduğum bir çalışmaydı bu. Elbette kabul
ettim. 1 977 yılından itibaren, dernek, dispanser ve
merkez olarak, lepra çalışmalarında birkaç koldan
ilerlemeye başladık. Hayatı m , cüzamlı ların ol uştur­
duğu bir kısır döngüde geçmeye başlamıştı. Aslın­
da bu ndan hiç gocunmuyordum. Birkaç işi birden
götürmeye ne zamandır alışıktım . Sabahları dersle­
re gi riyor, öğrencilerle ilgileniyor, vizite çıkıp bir
sürü hastaya bakıyordum. Öğleden sonraları dis­
panseri mize koşup oradaki hastalarla meşgul olu­
yordum. Ayrıca, B akırköy Ruh ve Sinir Hastalıkla­
rı Hastanesi'ndeki lepra pavyon unda yatan hastalar

223
da vardı, hani öğrencilik yıllarımda kanıma girip bir
türlü aklı mdan çıkmayan hastalar; ara sıra da orada­
ki lepra pavyonlarına gidip onların durumlarını
kontrol ediyordum. B i r ilgi alanım daha vardı, öğ­
rencilik yıl larımdan beri laboratuvar çalışmasını çok
severdim.
Bir mikroskobu n başına oturmaya göreyim, sa­
atlerce kalkamazdım yerimden. Londra'daki stajım
sırasında histopatoloji öğrenmişti m . Osman ve
N evzat hocalarım da, histopatolojiyi vaktiyle aynı
hastanede öğrenmişler ve Çapa'da uygulamaya
koymuşlardı. Nevzat Hoca'dan sonra i hmal edil ­
meye başlayan bu konuya, Prof. Melih Tahsinoğlu
ile birlikte yeniden el atıp, çalışmaya başlamıştık.
Böylece laboratuvarda çok vakit geçirmeye başla­
dım . Artık zamanım tamamen bana aitti ya, canım
ne isterse yapabiliyord u m . Bazı geceler geç vakitle­
re kadar mikroskop başında oturuyor, notlar çıka­
rıyor, çalışıyordum. İ şte o gü n lerin birinde, dikka­
timi biyolojik alandan toplumsal alana çeken bir
olay old u . İşimiz gereği, genelev kadınları ve fuh­
uşa karışmış insanlarla sık karşılaşırdık. Bizi en kor­
kutan hastalık, frengiydi. İ nsandan insana seks yo­
l uyla bulaşan ve penisilin iğneleriyle hemen tedavi
edilmezse kötü neticeler veren bu hastalığı tespit
etmek çok önemliyd i .

Bir g ü n karşıma, karakolda polisten yediği da­


yaktan, haşat olmuş bir hayat kadını getird iler. Ka-

2 24
dını muayene ettim. Polisin de tahmin ettiği gibi
frengi mikrobu taşıyordu. Ona tedavisi için gerekli
ilaçları verdikten sonra, kimlerle ilişkide bulundu­
ğunu sordum. H içbir sorum a yanıt vermek isteme­
di. Hala korkudan tir tir titriyord u . Tek söylediği
çocukları olduğu, onlara bakmak için bu yola d üş­
tüğüyd ü. Ben ise tedavi edebilmek amacıyla, hasta­
l ığı bulaştırdığı kişilerin peşindeydim. O i nsanları
tedaviye almazsak, onlar hastalığı evlerinde kendi
eşlerine veya diğer i lişkiye girecekleri kişilere bulaş­
tıracaklar ve zincir uzamaya devam edecekti.
Kadını sakinleştirip, ona bir çay ikram ettikten
sonra, koyu bir sohbete koyuldum. H ayatın zor­
l uklarından, benim de çocuklarım ı yetiştirebilmek
için çok çalışmak zorunda kaldığımdan, fakat ne
mutlu bana ki bir mesleğim olduğu için para ka­
zanmak adına fu h uşa başvurmama gerek kalmadı­
ğından, çocukları n anaları için ne kadar değerli ol­
duklarını bildiğimden, onun yapmakta olduğu işin
nedenini anlayabildiği mden samimiyetle söz etti m .
Yarım saate yakın b i r süre sonra, benim gözlerim­
de yaşlar vardı , zavallı kadın ise h ü ngür hüngür ağ­
lıyordu. Kadı n kadına sıcak bir i letişim kurmuştuk.
İsterse ona çalışabileceği bir iş bulma vaadinde bi­
le bulund u m . Kadının güvenini kazanı nca, bu sefer
ona frengi hastalığı ile ilgili çok basit bilgileri aktar­
dım. Hastalık zamanında yakalanırsa birkaç penisi­
lin iğnesi ile önlenebiliyordu. Fakat çok bulaşıcı ol­
duğu içi n pek çok masum insan , farkına bile var-

225
madan hastalığa yakalanıyor ve tedavinin artık
m ü mkün olamayacağı evrelere geliyorlardı, üstelik
hastalığı başkaları na da bulaştıra bulaştıra. Uğruna
fuhuş yaptığı çocuklarının da bir gün kurban olma
i htimalleri vardı. B ulaştırdığı kişilerin adını verirse,
biz onları gizlice bulacak, tedavilerini yapacaktık.
Kimse adlarını onun verdiğini bilmeyecekti. Bir ke­
re daha düşünmez miydi?
O da bir insandı. Üstelik iyi bir insandı. İ lişkide
bulund uğu kişi lerin adlarını verdi, ben de bu isim­
leri gereken mercilere bildirdim. Bana gelince, bu
kadıncağıza hakikaten bir iş ayarlamaya çalıştım . İş­
lediği dantelleri bul unduğumuz semt pazarında bir
pazarcının satmasını sağladım. Fuhuştan vazgeçti
mi bilmiyorum ama frengi konusunda iyice bilgi­
l endiğine ve duyarlılık kazandığına emindim.
Bu olay bana ders oldu. Olaya hep polisiye bo­
yutuyla baktığı mız ve insan unsuru n u gözden ka­
çırdığımız için, frengi ile m ücadelede başarılı ola­
mıyorduk. İnsanlara i nsanca yaklaşamadığımız, in­
sanca sorgulayamadığımız için, dört iğneyle tedavi­
si mümkün bir hastalığın bulaşma zincirini bir tür­
lü kıramıyorduk. Seksenli yılların başındaydık, te­
davi ettiğim hastalıkların toplumsal boyutunu ye­
rinde öğrenmek ve faydalı olabil mek için, genelev­
ler ve fahişelerle ilgili bir çalışma yapmaya karar
verdim.
İyi ki vermişim bu kararı ! Genelevleri i nceleme­
ye başlayınca, o güne dek küçümsediğim, ayıpladı-

226
ğım bu çevreyi yani sermayeleri, mamaları, eşcin­
selleri ve travestileri yakında� tanıdım. B u insanla­
rın acılı dünyasına girince, aslında ne kadar pırıl pı­
rıl ve iyi yürekli kişiler olduklarını gördüm. Hepsi,
damgalanmış ve dışlanmış olmanın ağır yükünü ta­
şıyorlard ı . Hele de eşcinseller ve travestiler, değer
yargıları oturmamış bir ülkede, yalnızca farklı ol­
dukları için, akla hayale gelmeyen eziyetlere duçar
oluyorlard ı . Genelevlerde, sokaklarda, karakollarda
dövülüyor, taciz ediliyorlardı . B i r keresinde Emni­
yet'le yaptığımız bir toplantıda, bir resmi görevli,
" Hocam ," demişti, "bunlar toplumun yüz karası.
Hepsinin halktan uzakta, ormanda yaşaması lazı m !
Ne yaparlarsa yapsınlar, defolup gitsinler ! "
B e n bu adama yarım saatten beri , eşcinselliği n
bir yaradılış durumu olduğunu, h e r insanın cinsel
tercih özgürl ü ğüne sahip olması gerektiğini, Avru­
pa'da eşcinsellere nasıl davranıldığını anlatmakla
meşguldüm. H içbir şey anlayamamışti, algılayama­
mıştı. Bu duruma düşmelerinin gerçeğini görmeye,
gönlünü kapatmıştı . İşte biz de böylece olduğu­
muz yerde saymaya mecburduk, ne yazık! Oysa ü l ­
kemizde bu konuda müthiş trajediler yaşanıyordu .
Genç çocuklar eşcinsel eğilimlerini önceleri ailele­
rinden gizlemeye çalışıyorlard ı . Aile fark edince,
konu komşuya, eşe dosta rezil olmamak için, çocu­
ğun üzerine gidiyorlard ı . Çocuk evden kaçıyor,
işinden veya okul undan kovuluyordu. Sonunda
toplum tarafından da dışlanarak sokağa düşüyordu.

227
Sokaklar en tehlikeli yerlerdi. Sokaklarda, kendile­
rine benzeyen diğerleriyle buluşup, fu huştan başka
hiçbir geçim yol u ol madığı için, bu yola baş koya­
rak, polislerden, sokak serserilerinden hatta zaman
zaman kendileriyle birlikte olan zengin adamlardan
da dayak yiyerek, perişan bir hayat sürmeye mah­
k(ı m oluyorlardı. Polis, bu sektörün bu kadar çok
ve zengin müşterisi olduğu sürece, fuhuşun önüne
geçemeyeceği ni biliyor ama hırsırn çoğu zaman iki
uçlu değneğin sadece yoksul ve çaresiz urnnda du­
ran bu zavallı insanlardan çıkarıyord u .
Keşke aileler eşcinscl eğilimli çocuklarına sev­
giyle, anlayışla yaklaşmayı becerebilselerdi. Böyle
olmarnn ah laksızlı ktan değil, yaradılıştan kaynak­
l andığını anlayabilselerd i . Doğru yaklaşımı pek az
ailede görmek mümkünd ü . Çocuklarımn bu farklı­
lığıyla baş eden, onları kazasız belasız yaşayabilme­
leri için yönlendirenler de vardı. Ama aynı olay
kendi ailelerinin dışında yaş;mdığmda, tahammül
gösteremiyorlardı. Oysa gelişmiş ülkelerde, insan­
lar bir diğerinin cinsel tercihinin ne olduğuna ka­
rışmamayı, zor da olsa öğreniyord u . Bir eşcinsel
ancak cinsiyet değişti rmeye kalkarsa, hekim ler, psi ­
kologlar ve sosyal hizmet uzmanları devreye giri ­
yor, o kişiyi bir ekibin kontrolünden geçi riyor, fiz­
yolojik ve ruhsal açıdan inceliyor ve gerekirse ame­
liyatına izin veriyord u . Ameliyat sonrasında da bu
kişinin yaşamla uyumu bozul masın diye gayret
gösteri liyord u . Psikoterapi görüyor, bir işi varsa,

228
işinin devam etmesi, yakınlarını n ve kendisinin ya­
şamında önemli değişikliklerin olmaması için çaba
gösteriliyordu. Böylelikle cinsiyet değiştiren kişi ler
dahi ekonomik ve topl umsal açıdan bir tetaket ya­
şamıyor, toplumdan dışlan mıyord u . Bu tür insani
yaklaşımlar, e lbette insanın özüne önem veren top­
lumlarda mü mkündü .
Eşcinsel lerin trajedisi, daha düşük ölçüde, fuhuş
sektöründe çalışan kadınlar arasında da yaşanıyor­
du. Onları incelemeye alınca, bu sektörün ne kadar
geniş olduğunu görüp, hayretler içinde kaldım.
Genelevler, sektörün içinde küçücük bir noktaydı
sadece.
Meslektaşları mla bu konuda ayrıntılı bir bilim­
sel çalışma yapmaya karar verdi k. İ ki hemşirem­
den biri yüksek lisans tezini z ü h revi hastalıklar
hastanesinde tedavi görm üş genelev kad ı nları
üzerine yaptı , diğeri serbest çalı şırken yakalanı p
zührevi hastalıklar hastanesine götürülmüş kadı n ­
lar ü zeri ne.
Bu lgular, sürekli kanayan bir toplumsal yaraya
işaret ediyord u !
Vesikalı olsun y a d a olmasın, fuhuş sektöründe
çalışan kadınların yüzde doksanı aile içinde şiddet
görmüş, tecavüze uğramışlard ı . Öyle büyük acılar
çekmişlerdi ki, insanlara karşı tamiri mümkün ol­
mayan güvensi zlikler, kı rı klıklar oluşmuştu ru hla­
rı nda. Hepsi de son derece iyi yürekli, duygusal in­
sanlardı. Romantik ve yutka yürekliydiler. Ama sü-

229
rekli incindiklerinden, etraflarına bir kabuk örmüş
gibiydiler. Bir kısmı n ı n çocuğu vardı. Çocuklarını
en iyi şekilde yetiştirmek istiyor ama onların yaptık­
ları işi bilmelerini istemiyorlardı. Hepsinin en azın­
dan çocuklarına dair umutları vardı. Çocukları ol­
mayanlar da bir gün beyaz atlı bir prensin gelip on­
ları bu hayattan kurtaracağını ümit ederek yaşıyor­
lardı. Pek çok erkek onlarla dertleşmeye gidiyordu.
Dertlerini dinliyor, onlara sadece seks işçiliği değil
dert ortaklığı da yapıyorlardı. Her açıdan sömürü­
len kadınları mızdı onlar. Eski tapınak fahişeleri gi ­
bi, sömürülmelerine izin veriyorlardı. Birçoğu din­
dardı. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, Ramazan'da
çalışmıyor, sık sık dua ediyorlardı . Ne müthiş bir
çelişkiydi bu!
Hayatın aslında bir çelişkiler yumağı olduğunu,
yaşadıkça öğreniyordum . Cüzamlılardan yola çık­
mış, yüreğimi giderek başka nedenlerle de dışlan­
mış insanlara açmaya başlamıştım. İ nsanların sade­
ce fiziki acılarını deği l , yürek acılarını da dindirmek
için çok çalışmam; daha çok, daha çok çalışmam
gerekiyordu .
Bir taraftan d a biliyordum k i , sadece benim ça­
lışmamla hiçbir şeyin düzelebilmesi mümkün de­
ğildi ! Ama ben bana düşeni elimden geldiğince
yapmalıydım. Ben etkileyebildiklerimi etkilerdim.
Onlar da başkalarını etkilerdi. Böyle böyle, bir yer­
lere varabilirdik. Örneğin fuhuş sektöründe çalışan
i nsanların sigortalanması, her birinin düzenli ola-

230
rak doktorlara bağlanması için mutlaka girişimler­
de bulunmalıydım. Her insanın cinsel özgürlüğü
var mıydı? Vardı! Her insan kendi bedeninden so­
rumlu muydu? Evet! Ama hiçbir i nsanın kendi be­
denindeki hastalığı bir başkasına bulaştırmaya hak­
kı yoktu ! O halde, bu sektörde doktor kontrolü
şarttı . Genelevlerin dışında çalışanlar da sigortala­
nırlarsa, her istediklerinde ulaşabilecekleri bir dok­
tor sağlanırsa, hastalık taşıyıcı olmaları sona ererd i .
Ererdi d e , yetkil i ler böyle düşünmüyorlardı. O hal­
de kolları sıvayacaktım . *

Yapacaklarım fuhuş sektörüyle bitmiyordu el­


bette. Ayrıca Bakırköy'deki lepra pavyonlarını ayrı
bir hastane haline getirmek için de bir şeyler yap­
mak lazımdı. 70'li yıllarda bakanlar ikide bir değiş­
tikleri için, her yeni Sağlık Bakanı'na konuyu sil
baştan anlatmak gerekiyord u. Diğer meslektaşları­
ma da danışarak bir protokol hazırlamıştım . Ba­
kanlar değiştikçe, kolumun altında protokol dosya­
sı, yen i atanan bakanla görüşmek ü zere, Sağlık Ba­
kanlığı'nda arzı endam ediyordum. Ben pes etmi­
yordum ama hiçbir şey değişmiyordu, hiçbir şey
yürümüyord u . Tam bir müsteşarla nihayet anlaşı­
yor, imza aşamasına geliyordum ki, sabah uyanı­
yordum, yine değişiklik olmuş, benim anlaştığım
adam gitmiş yerine başka biri gel miş!

Güneş Umuttan Şimdi Doğar, s. 228-23 l .


*

231
Aynı yıllarda E lazığ'daki cüzam hastanesiyle de
iİgilenmeye başlamıştı m . Oranın da hali haraptı ve
düzeltilmesi gerekiyord u . Bir dönem, hemen her
ayın bir hafra sonu n u Elazığ'da geçirmiştim . Anka­
ra'da da, Ankara Tıp Fakü ltesi 'ne bağlı bir cüzam
merkezi vard ı . Ankara merkezi daha çok istatistik­
ler ü zerine çalışıyordu. Biz İstanbulular ise, bütün
ülkede ve ayrıca yurtdışıyla da ilişki l i , u l uslararası
bir çalışma yapmak istiyorduk.
B i r gün, zamanın Sağlık Bakanı 'nın Bakı rköy
H astanesi'ni ziyaret edeceği ni duyduk. Müthiş bir
fırsat ayağı mıza geliyordu. Ben sol uğu, Başhekim
Yıldırı m Aktu na'nın yanında aldı m . Acaba Sayın
Aktu na, Bakan ziyarete geldiğinde, onu Lepra Pav­
yonları'nı da gezmeye ikna edebilir miyd i? Aktu­
na'nın yüz ifadesini görünce, ümitlenmenin boşa
olacağını anladım. Kös kös servisime döndüm!
Bakanı n ziyaretinin ardından birkaç gün geçti ,
Sağlık Bakanlığı'ndan beni aradılar. O dönemin İs­
viçre Büyük Elçisi , bir karşı laşmal arında Bakan'a
benden söz etmiş, bizim bir büyük kuru l uşumuz,
Türkan Saylan'a destek veriyor, siz kendisiyle tanış­
tını z mı diye sormuş.
Biz, Cüzamla Savaş Derneği mizi kurup çalış­
mal ara başladığımızda, Dü nya Sağlık Örgütü 'nden
tedavi ve ilaç masraflarını karşılayabilmek için yar­
dım alıyord uk. Fakat bu hastalığın diğer hastalıkla­
ra benzemeyen bir yönü vardı, hastalar topl umun
dışına itil iyorlard ı . Hastalığı tedavi ediyor ama bu

232
itilmişliği tedavi edemiyorduk. Tedavi olan cüzam­
lı ları topluma katabil mek için bir sosyal projeye ih­
tiyacımız vardı. İ sviçre'de bulunan ve Dünya Yok­
sull ukla Mücadele Derneği gibi çalışan, Emmaüs
adlı kuru l uşla temasa geçmiştik. Cüzam hastaları,
bu çok saygın kuru l uşun çalışma ve destek alanına
giriyord u . Onlardan yardım almayı başardık, çünkü
başvu rduğumuzda beş bin kayıtlı hastamız vardı ve
bu rakam, diğer ülkelere göre oldukça düşük bir
rakamdı. Em maüs sosyal projeler konusunda bize
çok yardımcı olmuştu.
Sağlı k B akanı, bu bilgileri İsviçre Büyük Elçi­
si'nden duymuş, görüşmek için beni çağırtıyord u .
Bakan, hastaneyi ziyaret ederken onunla görüşme
tirsatı bulamamıştım ama, iyi olacak hastanın
doktor ayağına gel i r misal i , Allah bana derdimi
daha da etraflı anlatmam için m ü thiş bir firsat ya­
ratıyordu . H e men Ankara'ya uçtum ve elim boş
dönmedi m ! Bakı rköy Hastanesi 'ndeki Lepra Pav­
yon ları 'nın çalışma protokolünü sonunda i m zala­
tabilm işti m .
İstanbul'a varınca, doğru hastaneye koştum ve
hemen Çağlayan'ı aradım. "Ankara'da ne oldu bi­
liyor musun Çağlayan," dedim, "söylesem inanma­
yacaksı n ! "
" Bakırköy'deki cüzamlılarınla ilgili iyi bir şey m i
oldu anne ? " diye sordu, sezgileri güçlü oğl u m .
Evet! Evet! Ni hayet, çok iyi b i r şey olmuştu.
İmzalattığı m protokol sayesi nde bu hastane ilginç

233
bir şekilde siyasetçilerin hiç karışmadığı bir hastane
olarak kalacak, m ucizeler yaratacak, ben de orada
yirmi bir yıl başhekimlik yapacaktım .

Cüzamlılara yardım etmenin yolu sadece onla­


rın hastalıklarını tedavi etmekten geçmiyordu.
Toplumun dışına atıl mış, insanların yanına yaklaş­
maya korktuğu bu zavallı kader kurbanlarının, çev­
releri tarafindan kabul görmelerini de vazife edin­
mişti m . İyileşip çıkanlara iş bulmak, aileleriyle, ço­
cuklarıyla ilgilenmek de bir yerde, tedavinin deva­
mı gibiydi bence.
B u yüzden, önce kalktım, hastanenin bulundu­
ğu Bakırköy'ün e n büyük camisinin i mamına git­
tim . Adamdan bir randevu istedim. Şaşırdı. "Ölü­
nüz m ü var?" diye sordu.
"Hocam," dedim, "ölüm yok ama yaşarken ölü
yerine konan sürüyle hastam var. Bana bir saatinizi
ayıracak olursanız, büyük sevap işlersini z . "
Anlayışlı bir adamdı, ertesi g ü n kalktı hastane­
ye geldi . Çay ikram ettim . Çaymı içerken , c üzam
hastalığmın kolayca bulaşmadığmı, tedavisinin
he m mümkün hem de kolay olduğu n u , hastaların
dışlandıkları için çok acı çektiklerin i , artık yepye­
ni bir çağda yaşarken , onlara ortaçağdaki m u ­
ameleyi yapmanm yanlış olduğu n u , u zu n u z u n
anlattım .
" Bana bunları niçin anlatıyorsunuz Doktor Ha­
nım," dedi.

2 34
"Hocam," dedim siz her cuma vaaz veriyorsu ­
n u z , cemaatinize benden dinlediklerinizin ışığında
bir şeyler söyleyin."
"Bize vaaz konuları merkezden verilir."
"Olsu n . Vaaz bitince sohbet havasında da anla­
tabilirsiniz. B uraya yepyeni bir anlayış getirmeye ça­
lışıyorum. Cüzamlılar da hepimiz gibi, Allah'ın ku­
lu. Onlara belki varlıklı birkaç hayırsever yardım eli
uzatmak ister. İyileştikten sonra çalışabilmeleri için,
bazı şeyler öğretebiliriz. Kadınlara dikiş, erkeklere
tamir işleri gibi. Bütün bunlar akçeli işler. Dikiş ma­
kinesi de parayla alınıyor, öğretmen de parayla tu -
tuluyor. Yardım eden çıkmasa da, en azından insan­
lar bilinçlenir, bunlardan bucak bucak kaçmazlar.
Gelin benimle, koğuşu birlikte dolaşalım. Siz de
görün ne iyi ama ne çaresiz insanlar oldukları nı . "
B i rlikte koğuşa gittik. B e n yatakların arasında
dolaşıyorum, hatırlarını soruyorum , kimine sarılı­
yorum, kimini okşuyorum, kimiyle öpüşüyorum.
İmam peşimden geliyor, hastaları başıyla selamla­
yarak. H asta turumuz bitti, koğuştan çıktık, hasta­
nenin kapısına doğru yürümeye başladık.
"O uzun saçlı kızla, şişman kadını öptünüz,"
dedi İ mam, " hiç korkmadını z mı Doktor Hanım?"
"Hiç korkmadım çünkü bulaşmayacağını bili­
yorum . İ şte siz de gördünüz, kendimi niye teh like­
ye atayım. Ama müsaade edin size veda etmeden
ellerimi yıkayayım, çünkü sizin içinizde hala bir
şüphe kalmış. "

235
" Estağfurullah," dedi ama lavaboya girip elimi
yıkamama mani olmadı. Kapının ön ünde elini sık­
tıın, " Her zaman beklerim," dedim, "komşu sayı­
lırız. Bir derdiniz olursa hiç çekinmeden gelin."
İ mam teşekkür edip gitti . Onu etkileyip etkile­
mediğimi anlayamamıştım . On gün sonra haber
yollattı, cuma vaazından sonra, istediklerini söyle­
yeceğim diye. Gerçekten de İ mam 'ın konuşması­
nın ardından çok yardım yağdı hastanemize. Ye­
mek getirenler bile oldu. Bizim hastalar da imama
teşekkür için, bir hırka., bir de tığ işi takke örüp
yolladılar.

Böylece, Bakanlık'tan hiçbir şey talep etmeden


kendi yağımızla kavrulmaya başlamıştık ama her
yaptığı m ı z işten, Bakanlığı mutlaka haberdar edi­
yorduk. Böylece onlar da Dü nya Sağlık Örgütü 'ne
rapor veriyorlardı . İlk kez, Ulusal Lepra Progra­
m ı 'nı hastanede yürütmeye başlamıştık. Dr.
Mustafa Sütlaş bir bil gisayar programıyla donanı m­
lı bir dokümantasyon hazırladı . Bize başvuran has­
taları mızı ilk geldikleri günden itibaren takibe alı ­
yorduk. Hastalığın seyrini ve neler başarmış oldu­
ğumuzu bir dü ğmeye basarak ekranda görebiliyor­
duk. Oysa eskiden hastalar kendileri gelir, yerlerine
yerleşirlerdi . Sabah bir de bakardık, gece üç hasta
gelmiş, bir yatağa girmiş yatıyorlar. "Siz nereden
çıktını z ? " diye sorardık, " Kış geldi , biz de sokaklar­
da kalmamak için kalmaya ge ldik," derlerd i . Kış ay-

2 36
ları nda elli yataklı koğuşa yüz kişi doluştukları
olurdu. Yemekleri beğenmez, kend ileri yaparlardı.
Akıl almaz bir çay takıntıları vardı. Her biri çayını
ayrı yapardı. Kahvaltı dışında üç beş kere çay yap­
mak yetmiyordu, her an çay içmek istiyorlardı.
Devletin verdiği bütçeyle hastalara kahvaltı dışında
bir kere bile çay vermek zorken, bu hale çareler
aramış, son u nda Çaykur'dan çay bağışı almayı ba­
şarmıştık. Zor i nsanlardı cüzamlı lar. Kan davaları,
düşmanlıkl arı bitmezdi . Ki mileri birbirleriyle aynı
koğuşta, aynı odada yatmak istemezlerdi. Araların ­
d a çatışmalar olduğu gibi kadın -erkek il işkileri de
olurdu, aşklar, sevdalar, kıskançlıklar da yaşanırdı .
Zaman içinde bütün b u düzensizlikleri düzene
sokmayı başardık. Doktor sayısını değil ama hem­
şire sayısı nı artırdık. İyileşmiş hastalarımızı yetişti­
rip personel olarak kullanmayı akıl etti k. Üniversi­
teden bi rkaç elemanımız oldu, Bakan lık bize bir de
müdür tayin edi nce, yönetimi giderek profesyonel­
leştirdik. Hastanede atölyeler de kurmaya başladık.
Ayakkabı atölyemizi kurd uk örneği n .
Paul Brand, cüzamlı hastaları n el v e ayak cerra­
hi leri kon usunda dünya çapında bir ortopedistti.
Karısı da göz cerrahisinde sayılı bir uzmandı.
Dü nya nın nerdeyse ti.i m lepra u zmanlarını onlar
yetişti rmişlerd i . İ lerlemiş cüzam vakalarında eller
pençeleşir, ayaklar deforme olur. Cüzamlılar nor­
mal ayakkabıları giyemezler, onlar için özel ayak­
kabılar gerekir. Biz hastane olarak, Ayşe Yüksel

237
h e mşiremizi, B rand çiftinin yanına staja gönder­
dik. Afrika'da birlikte çalıştılar. Ayşe, lepra alanın­
da, fizyoterapi ve ayakkabı uzmanı olarak geri
döndü, hastanemizde h e m fızyoterapiyi başlattı
h e m de bir ayakkabı atölyesi kurdu. Özel ayakka­
bılarımızı üretmeye başladık. Sadece kendi hastala­
rımıza değil , yurtdışından gelen hastalara bile
ayakkabılar yaptık. Uzman hemşirelerimize yurtdı­
şında burs buluyor, dönüşlerinde özel ünitelerimi­
zi kuruyorduk. Gazete ilanıyla ilk hekimimize ka­
vuştuk. B i r el cerrahisi profesörü ile anlaşıp hafta­
da bir gün bizi ziyaret etmesini sağladık. Daha
sonra da İsviçre lilerin katkısıyla, hastanede bir
m i kro cerrahi ü nitesi kurduk. Ayrıca Göz Kü rsü­
sü'nden de bir doktorla anlaşmıştık, haftada bir
h astal arımızı n gözlerini kontrol ettiriyo rduk.
Çünkü bu menhus hastalık gözü de fena vuruyor,
körlüğe neden oluyordu. Zaman içinde, grubu­
muza birer psikolog, dahiliyeci ve diş hekimini
katmayı da başardık. Diş hekimleri cüzamlıların
ağızlarına el lerini sokmaktan kaçındıkları için, ken­
di diş protez laboratuarımızı da kurmuştuk. Bu­
nunla da yetinmedik; Soysal H izmetler Merkezi­
mizi kurduk. Beş beceri kli hemşiremize, her hasta
için ayrı bir yol projesi geliştirmesi görevini verdik.
H emşireler, çamaşırhanemizi ve pansumanhane­
mizi kurdular, hastalara pansuman yapmayı öğret­
tiler. Cüzamda yaraları sık temizlemek gerekti ğin­
den, pansuman çok öne mliydi . Eski hastalarımız-

238
dan iki kişiyi pansuman hemşiresi olarak yetiştir­
dik. Bu şekilde, hastaları tekrar topluma kazandır­
mak m ü mkün oluyordu.
Tüm bu projeleri gerçekleştirebilmek için, pa­
ra kazanmamız da gerekiyordu . Lions, Rotary gibi
derneklerin çok yardımını görüyorduk. B ir ara
Beymen bile " Komşunu İ kna Et" adıyla bir kam ­
panya yapmıştı bizim için . Alman Başkonsolosluğu
ise bize on tane dikiş makinesi vermişti. B u maki­
nelerle bir dikiş atölyesi daha kurduk ve iş aramaya
başladık. Hastanelere nevresimler diktik. Sonra bir
iş alanı daha açıldı önümüze . Duyduk ki, sigara fil­
trelerinin fazlası atılırmış. Gittik, bu lif lif ayrılan
sentetik malzemeyi bedava alıp getirdik hastaneye,
döktük ortaya, bütün doktorlar, hemşireler, hasta­
lar ellerimizle dittik fil treleri, kabartıp yastık yaptık.
Bu yastıklardan çok para kazandık. Kabataş Erkek
Lisesi'nin girişinde bir ikinci el giysi satış yeri kur­
duk, uzun süre orada satış yaptık . Sonra vazgeçtik
çünkü akçeli işleri idare etmek zordu.
Hastalar için de bir işletme kurmuş, bu işletme­
de çalışanları sigortalamıştık. B azı marifetli hastalar
için, Halk Eğitim'den el sanatları hocası istemiştik.
H astalar el sanatlarını öğrenip, ü retiyorlar, sonra
sergiler açıyorlar, satıştan para kazanıyorlardı.
Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma kursları
açtığımız gibi, okur-yazar olanları İ n gi lizce, bilgi­
sayar, dikiş kurslarına gönderiyorduk. Kısacası bi­
zim hastanede hastalar hem tedavi görüyorlar, hem

2 39
de çıktıklarında onlara para kazandırabilecek bir
beceri sahibi ol uyorlardı .
H e mşirelerimizin v e çalışanlarımızın küçük ço­
cuklarını oyalamak için kurduğumuz kreşte, bir ço­
cuk bahçesi de yapmıştık. Bahçe işlerinden anlayan
bir hastamız bahçıvanl ığı üstlenmiş, bahçeyi çiçek­
lerle, meyve ağaçlarıyla donatmıştı .

Tüm b u işleri kotarırken, sabah erkenden Ça­


pa'ya gidiyor, akşam geç saatlere kadar çalışıyor,
öğlen tatilinde yemeğe çıkmıyor, o saatleri de Lep­
ra Hastanesi'ne ayırıyord u m .
Bir g ü n Lepra H astanesi 'nin bütangaz tüpü bit­
m iş, ben tüpçüden aldığım dolu tüpü arabanın ar­
kasına yatırmış hastaneye götürürken, Çapa'nın
bahçesinde bir arkadaşıma rastlamıştım . Bana bir­
likte öğlen yemeğine çıkmayı teklif edince, tüpü
göstermiş, acelem var, hastaneye tüpü götüreceğim
demişti m . Ertesi gün telefon edip bana rastlamak­
tan ne kadar rahatsız olduğunu anlatmıştı . O ağız
tadıyla yemeğini yiyip özel muayenehanesine gider­
ken, ben maaş dahi al madığı m hastaneye tüp taşı­
yord u m . • İnanın hiç gocunmadan yapıyordum bu
işleri . Akşam yatağıma yattığımda, o gün bir hasta­
ya daha umut verebilmişsem, onu hayata katabil­
mişsem rahat ve mutlu bir uykuya dalıyordum. Za­
ten h uzu rlu ve mutlu olmamam için bir neden yok-

• Giincş Umuttan Şimdi Doğar, s. 204-205 .

240
tu, son derece iyi şartlarda çalışıyordum bir süreden
beri . Dekanı mız Cemalettin Öner Hoca, nazik ve
iyimser bir insand ı . Dekanlığı sırasında, ondan ma­
nevi destek görmek bana çok iyi gel mişti . Yapmak
istediklerimi olumlu karşılamasının, beni dinlemeye
vakit ayırmasının, önerilerimi geliştirmemde çok
katkısı olmuştu . Zaten bizim hastane protokolünü
de fakülte dekanı olarak o imzalamıştı .
1 98 1 yılında bir gün odama geldi, masamın
karşısındaki koltuğa oturdu ve " Dermatoloj i Ana­
bilim Dalı Başkanlığı'nı size veriyorum," deyiverdi.
"Aman H ocam, beni onurlandırdınız, çok te­
şekkür ederim ama ben çok fazla yerde çalışıyo­
rum, hem merkez müdürüyüm, hem hastanenin
başhekimiyi m . Siz de biliyorsunuz, projeler üret­
mek zorundayım ve ayrıca bir sürü hastam var.
Bunların hepsi nin altından nasıl kalkarım1 Bu bana
çok fazla gelir," diye itiraz ettim .
Cemalettin H oca, ayağa kalktı , kapı nın yan ına
gidip durdu, "Yaparsınız, yaparsını z ! " dedi, " İ tiraz
kabul etmiyorum , efendi m ! " Fırladı gitti . Arkasın­
dan ağzım açık bakakaldım. Beş yıldır yapmakta ol­
duklarımın yanı sıra, bir de Anabilim Dalı Başkan­
lığı yapacaktı m, bundan böyle.

24 1
ÇIKTIM AÇIK ALINLA
GİRDİGİM HER SAVAŞTAN

Çalkantıl ı lise yıllarından sonra, nihayet çocuk­


larım yüksek okullarına başlamışlardı. Çağlayan
ikincilikle kazandığı Tatbiki Güzel Sanatlar'ın gra­
fik bölümünde, Çınar tıpta okuyordu. Her sabah
oturduğumuz Ortaklar Caddesi'nden aşağı iniyor­
lar, biri Beşiktaş'taki okuluna diğeri Çapa'ya gidi ­
yordu. Terörün en ağır olduğu, 70'1i yılların so­
nundaydık. Öğrenciler, devrimciler ve ülkücüler
olarak ikiye ayrıl m ış, fakültelerde, yurtlarda ve so­
kaklarda birbirleriyle didişiyorlard ı . Caddelerden
geçen otobüsler taranıyor, kahvehaneler kurşunla­
nıyor, vitrin camları aşağı indiriliyor, öğrenci olsun
olmasın insanlar politik görüşleri nedeniyle öldürü­
lüyor, dövülüyorlard ı . Bazıları da serseri kurşunla­
rın hedefi oluyorlar, kim vurduya gidiyorlardı . He­
men hemen her on günde bir, sokak çatışmaların-

243
da ölen öğrencilerin cenazeleri sokaklardan geçiri­
liyor, öğrenciler bu cenaze yürüyüşlerine katılmaya
m�cbur ediliyor, katılmayanlara zor kullanılıyordu.
Ü niversitelerde ders vermek ve ders görmek, im­
kansız hale gel mişti . Artık ne eğitim yapılabiliyor­
d u ne de can güvenliği sağlanıyordu.

Çok daha ağır darbelere maruz kalanlar vardı


ama bizim küçük ailemiz de terörden nasibini alı­
yordu. Çınar örneğin, okula giderken yol boyunca
sık sık ülkücüler tarafından çevrilip, tehdit ediliyor­
d u . Devri mcilerin tehditleri de cabasıydı ! Bir öğ­
rencinin siyasi tutumlardan bağımsız kalabilmesi
bile tehlikeliydi çünkü tarafsız ol manın da cezası
ağırdı . Çınar'a dersleri zaten zor geliyor, nereden
seçtim bu fakülteyi diye söylenip duruyord u . Bir de
ortam böyle ol unca, oğlumun tahsili yarım bırak­
masından öd üm patlamaya başlamıştı .
Çağlayan'ın da durumu değişik değildi. Tam
1 2 Eyl ü l öncesi , Çağlayan'a okuldan Ihlamur'dan
Beşiktaş'a giden yolda fotoğraflar çekmesi ni gerek­
tiren bir ödev verm işlerdi. Çocuk, bir iki arkadaşıy­
la birlikte fotoğraf çekerken, polisler gelmiş, hepsi ­
ni dertop edip karakola götü rmüşlerd i . Polisi onla­
rın öğrenci olduklarına, gizli film çekmediklerine,
bir art n iyetleri olmadığına ikna etmek için akla ka­
rayı seçmiştik.
Bir başka sefer de, çocuklarla birlikte, benim
arabaya tıkışmış, Bomonti'nin arka sokaklarında

244
oturan bir arkadaşımıza yemeğe gidiyorduk. Ara­
bayı d urdurdular. İçinden u zunca saçlı iki genç
adamın indiğini görünce, uzun uzadıya sorgu sual
ettiler. Kimdik? Ne iş yapıyorduk? Nereye gidiyor­
duk? N için evimizde yemek yemiyor, sokaklarda
geziyordu k? Sonra ikna olup, bırakmışlard ı .
B i r başka ammız daha var k i , çok komiktir. Çağ­
layan, cep harçlığını çıkarmak için, dayılarının atöl­
yesinde gece vardiyasında çalışıyordu . Güneş batuk­
tan sonra yollar hele de gençler için hiç tekin olma­
dığından, akşamları onu işe ben bırakıyordum. Bir
gece yi ne benim arabayla yola koyulduk, tam Tekel
Fabrikası 'nın yanından dönüp caddeye çıkacağız,
baktım bir polis aracı yanlamasına durmuş, yolu ka­
patmış, geçit vermiyor. Hemen geri vitese takıp ge­
ri geri gittim , bir sonraki yola sapıp oradan çıkaca­
ğım ana caddeye. Sokağa girer girmez sağdan sol ­
dan, önden, arkadan polis arabaları bizi sardı. Siren
seslerinden kulaklarımız sağır olacak. Arabalardan
firbyan bir sürü silahlı adam tarafından ablukaya
alındık. Bir tanesi koca uzun silahını benim pence­
reme, kafama doğrultmuş! Penceremi indirdim, ga­
yet sakin, " H ayrola arkadaşlar? Bir kaza filan mı ol­
du? Doktora mı ihtiyacınız var?" dedim.
"Niye kaçtınız?"
"Nereye kaçtı k?"
"Geri geri kaçtınız ! "
" Polis bey oğlum, niye kaçayı m , yolu kapatmış
olduğun uzu görünce, diğer yola girmek için geri

245
gittim . İşim gücüm var, bırakın da geçeyim," de­
dim. Ama yanı mda oturan kot pantolonlu genç ço­
cuğun, bir solcu öğrenci olma ihtimali vardı, onla­
rın gözünde. Bu badireyi de atlattıktan sonra, yal­
varmıştım Çağlayan'a şu saçlarını kestir, H itler
usulü kafana yapıştırarak tara da, yollarda polis se­
ni toplamasın diye. Uzun saçlı, sakallı veya bıyıklı
öğrenci olmak kolay değildi o yıllarda. Sadece üni­
versitelerde öğrenci veya hoca olmak değil, sıradan
vatandaş olmak bile kolay değildi artık. Besbelli ki
yen i bir darbeye doğru doludizgin gitmekteydik.
İşte, o günlerin birinde, Çağlayan'la Çınar'ı karşı­
ma aldım .
"Çocuklar, çok zor günlerden geçiyoruz," de­
dim, "her ikinizin de birer odası var, eğer yurtlar­
da sıkıntı çeken, kalacak yeri olmayan, güç durum­
da olan arkadaşlarınız varsa, getirin bizimle kalsın­
lar, bu zor günlerde, çocuklara bir hayrımız do­
kunsu n ! "

Ertesi gün h e r biri yanında ikişer arkadaşıyla


gelmez m i ! Bizim aile bir anda üç kişiden yedi ki­
şiye yükseldi. Kalabalık ve neşeli bir aile oluverdik.
Çocuklar o terör günlerinde evimizde güven için­
de yaşadılar. O kötü günler geçtikten, sokakların,
yurtların durumu düzeldikten hatta biz Arnavut­
köy'deki evimize taşındıktan sonra bile, bu çocuk­
lara gidin demedim, hepsi fakültelerinden mezun
olana kadar bizimle birlikte kaldılar. Sabahları Çı-

246
nar'ı ve arkadaşlarını arabaya dolduru rdum, hep
birlikte Çapa'ya giderdik. Akşamları, yi ne hep bir­
likte çarşıya çıkar, alışverişimizi yapar, eve gelir, be­
raberce yemeğimizi hazırlardık. Bazen oğlanların
bizim evde kalmayan arkadaşları da katı lırdı yeme­
ğe. Bu laşıkları yi ne hep birlikte kaldırırdık. Evi miz­
de kalan çocukların kendi çamaşırlarını yıkamaları
ve odalarını temizlemeleri şarttı . Gün olur, ev işle­
ri ni bile böl i.işi.i rd i.i k. Arnavutköy'deki evi mize ta­
şındığımızda, önceleri kaloriferimiz yoktu . Mut­
fakta, kuzineyle ısınan alanda yemeğimizi yer, ki­
taplarımızı okur ama buz gibi odalarda yatardık.
B u tür zorluklardan ne ben ne de onlar gocu n ur­
d u . Mutlu, kocaman bir aile olm uştuk. Bazen be­
nim arabaya haddinden fazla kişiyle biner yine ba­
şımıza dert alırdık. Bizim evde en çok Çınar'ın tıb­
biyeye giden arkadaşları kalırdı. Bir akşam içleri n ­
d e n biri askere yolcu edilecekti . Otobi.is terminali­
ne ben götürecektim çocuğu, otobi.is de geç saatte
kalkıyor. Oğlanların çoğu yatm ış. Evden çıkarken
gürültüyü duyup uyandılar. Asker yolcu ediyoruz
ya, illa onlar da gelmek istediler. Ama hazı rlanacak
vakit yok. Ki minde pijama pantolonu, üstünde at­
let, kiminde şort atlet, doluştular arabaya. Araba­
nın arkası tıklım tıkış delikanl ı dol u . Ya111ında Çı­
nar oturuyor. Yola düzüldük. Bu sefer terör şüphe­
sinden deği l , araba11 1 n doluluğundan, durdu rul ­
duk. Hepimizi indirdiler. Terlikli, atletli, yarı giyi ­
nik gençler, teker teker dökülüyorlar arabadan . Di-

247
reksiyonda, doktor olduğunu iddia eden bir kadın !
Polis torpido gözünü açıp elini içeri u zattı ve deh­
şetle geri çekti .
"Ne var arda? " diye sordu.
"Hiçbir şey."
"Nasıl hiçbir şey1 Elime dikenli bir şey battı . "
B irden hatırladım, bizim c üzamlılar, bana kü -
çük boncukları, iğnelerle birbirlerine geçirerek, bir
top yapmışlard ı . Ben de onu arabamın aynasına as­
mıştım . Ucundaki ip kopunca torpido gözüne koy­
muş, orada u nutmuşu m ! Adamın eline topun iğne­
leri batınca topu el bombası zannetmişti . Gülmek­
ten konuşamıyorum.
" Çocuk orduya teslim olmaya gidiyor, otobü­
sünü kaçırırsa, ceza yer, ne olur bırakın," diye yal­
varıyoru m . Benim çocuk dediği m, polisin gözünde
koca bir adam . Polisler bazen benimle ne yapacak­
larını şaşırırlardı, böyle.
Çağlayan ve Çınar'ın dışında başka çocuklarını
da oldu böylece, her birini çok sevdim. Fakat son
zamanlarda, kendi çocuklarım bu işleri abarttığı mı
söyleyip şikayetçi oldular. Belki de bi raz abartmış­
tım . Çocukların kendi arkadaşlarının yanı sıra, bir
lepralının çocuk telci geçirmiş oğlunu okula kolay­
ca gidebilsin diye, bir ü niversite öğrencisini sokak­
ta kalmasın diye, İ D İ L Projesi kapsam ın da okuttu ­
ğum dü nya akıllısı Vahap'ın bir yaş büyük ablasın ı
da Vahap sıla hasreti çekmesin diye eve sokunc::ı,
benim oğlanların tepesi atmıştı. Bu kalabalıkta sere

248
serpe uzanacak yer bulamayan Bubu da kızmıştı
bana ama onun Allahtan şikayet dillendirecek dili
yoktu .
B unca erkek çocuğun yanında bir d e kızım ol­
du, yetmişli yılların içinde; Ayşe Yüksel ! O benim
sadece hemşi re m değil , tıpkı Sultan gibi, kızım, ar­
kadaşım, dert ortağımdı. Ayrıca, ben gittikten son­
ra lepralılarımı teslim edeceğim kişiydi. Benden
sonra bayrağı o taşıyacaktı.
Ayşe benim için çok özeldi ama başka hemşire ­
lerimin de hakkı n ı yememeliyi m . Tülay Çakıner
hemşire vardı, ilk doğu taramasına birlikte çıktığı­
mız. M üthiş çalışkan , üretken bir i nsandı, kendini
çok iyi geliştirdi .
Hemşirelere benim büyük saygım vardır. Onlar,
sağlık sisteminin en önemli taşlarından biridir.
Hasta onların eline bırakılır. Hemşire hastayı dev­
raldı mı, her şeyiyle ilgilenmek zorundadır. Ateşi,
nabzı, tansiyonu, idrar ve dışkı durumunu doktora
hemşireler bildirir. Benim hiçbir zaman becereme­
diğim gibi, bembeyaz çarşafları j ilet gibi dümdüz
ederler. H astanın ilaçlarını içirir, enjeksiyonlarını
yapar, serumunu takar ayrıca bir de hastayla sohbet
ederler. O nlar doktorun emirleri n in uygulayıcısı
deği l , bence sağlık hizmetleri nde, hekimin eşit bir
parçasıdırlar. H ayatım boyu nca, bu düşünceleri­
min savaşını verdim, çalıştığım hastanelerde .*

* Giineş Umuttan Şimdi Doğar, s. 2 59-260.

249
1 980 yılının Eyl ül ayında, korktuğum başımıza
geldi, askerler bir darbeyle ülke yönetimine e l koy­
dular. Bütün partiler, odalar, dernekler geçici ola­
rak kapatıldı. Terör korkusu yerini yeni korkulara
bırakmıştı . Tüm toplumsal ve siyasi yapılanmalar
altüst olmuştu . Terörün odaklarından biri o larak
gösterilen ve saygınlığını kaybeden ü niversite, işte
o günlerde ne yazık ki bence en büyük darbelerden
birini aldı . 1 2 Eyl ül anayasasını yapma görevi, üni­
versiteye değil Milli Güvenlik Konseyi 'nin emirle­
ri ne uyan bir gru p öğretim üyesi nin sorumluluğu­
na bırakıldı. Zaten 27 Mayıs darbesi sırasında,
14 7'ler olayından dolayı üniversitelerde bozulma
başlamış, birçok değerli öğretim üyesinin askere
gammazlanarak görevlerinden atılmasıyla içten içe
bir çürüme yaşanmış, kurum saydamlığını kaybet­
mişti. Şimdi bizi daha da zor günlerin beklediği
besbel liydi. N e yazık ki, ü niversite, sivillerin hazır­
l adığı anayasanın bize bol geldiği gerekçesiyle, or­
tadan kaldırıl masına karşı koymadı, koyamadı . Oy­
sa sığ politi kalara karşı tavır alıp söz söylemesi ge­
reken en önemli kurumdur ün iversite; aklın, bili­
min sözcüsü olmalıdır. Üniversite, akıl ve bilimle
siyasetçi lere yol gösteremezse, yapılan hatalarda
onun da payı olur. •
Ü niversi tenin sus pus olduğu , sistemin tek tip
öğrenci yetiştirmeye başladığı bir dönemde yaşa-

Güne,f Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 75.

250
maya başladık. Gençlere sadece bir mesleğin teknik
yanları öğretilmeye başlandı ama çağdaş, düşünen,
tartışan , kendini i fade edebilen, onuruna sahip,
eşitlikçi bir insan olabilmeleri için gereken dona­
nım verilmedi. Bir mesleğin toplumla bağlantıları,
ülke kalkınmasındaki ve uluslararası ölçütlerdeki
yeri ihmal edildi.

Hayat öyle ya da böyle devam ediyordu, ben


her zamanki gibi işten başımı kaldıramıyordum.
Elazığ'daki Cüzam Hastanesi'nin iyileştirilmesi
gündemdeydi, sık sık Elazığ'a gidiyordum. Der­
matoloji Ana Bölüm B aşkanı olduktan sonra,
Van'da cüzam taramaların ı başlatmıştı m . Öğrenci­
lerim i örgütlemiş, köy köy geziyor, ü l kedeki cü­
zaml ı sayısını saptamaya, hasta olanları tedavi et­
meye, cüzaml ılarla aynı evlerde yaşayanları koru­
maya çalışıyorduk. İşime odaklanmadığım , başka
şeyler d üşün meye vakit bulduğum zamanlar ise,
memleketteki gel işmelere çok canım sıkılıyordu.
Bütün bu kargaşanın, koşuşturmanın ve endişe­
nin arasında, beni mutlu eden ve huzur veren; ye­
niden mektuplaşmaya başladığım Ali'nin dostluğu
oldu .
Cevdet'den boşandıktan kısa bir zaman sonra
aramıştı beni, nereden duyduysa boşandığımı. Ha­
tırımı sormuştu . Telefonu kapatmadan, uzun uzun
konuşmuştuk. Sonra bir akşam, hatı ralara dalmış
düşün ürken, bir sayfa kağıt çekmiş, geçmiş günle-

251
ri n nostaljisine i lişkin duyguları mı yazmıştım . Yaz­
d ıklarım önce bir sayfa, sonra üç, derken beş, altı,
on sayfa olmuştu. Bir nevi geçmişle hesaplaşmaydı
adeta . Bir süre başucumdaki çekmecede durmuştu
mektup. Atmamıştım . Bir gün hastaneye götür­
d ü m mektubu ve postalanacakların arasına koy­
d u m . Yanıtı hemen geldi. İnsanların birbirine mek­
tup yollamayı un uttuğu bir çağda, ne hoş oluyor­
du bir dosttan, halini, ahvalini, düşüncelerini anla­
tan bir mektup almak! Elbette gençliğimizde oldu­
ğu sıklıkta değil ama yılda birkaç kez yazışıyor, ara
sıra da telefonda konuşuyorduk. Bana gençliğimi,
öğrenciliği mi, baba evimi ve Kandilli'yi hatırlatan
kaya gibi sağlam bir dosttu Ali, zaman içinde u za­
ktaki vazgeçilmezim olacaktı .

Bir akşam mutfakta çocukların akşam yemeğini


hazırlarken, radyoda yine marşlar çalıyor, ben de
bazılarına ıslıkla eşlik ederek sıkıntımı dağıtmaya ça­
lışıyordum ki , birden çocu kluğumuz boyunca kar­
deşlerimle bir ağızdan bağıra çağıra söylediğimiz ve
pek sevdiğimiz Onuncu Yıl Marşı 'm çalmaya ba�la­
dı lar: <<Çıktık afık alınla on yılda her savaştan ! ))
Patatesleri tepsideki etin etrafına dizdim, tepsi ­
yi firma verdim. Ellerimi yıkayıp kuruladım. Mut­
fağın duvarında asıl ı Saatli Maarif Takvimi'nden o
günün yaprağın ı koparmak için uzandım ve tarihi
görünce radyodaki şarkıya, " ÇıktıF )ı ",cıktım"a çe­
virerek, şarkıya yü ksek sesle eşlik etmeye başladım.

252
" Çıktım A,cık Alınla Girdiğim Her Savaştan!11
Gerçekten , girdiğim her savaştan açık alınla çık­
mış mıydı m ? Geriye doğru düşünmeye başladım!
İki kez vereme yakalanmama rağmen fakültemi
bitirebilmişi m . İhtisasımı yapmışı m . Yürümeyen
evliliğimi cesaretle sona erdirmişim . Zaman içinde
çocuklarımı yanıma almışı m . B ursumu kazanıp İn­
giltere'ye gitmişim . Bir yılın her saatinden her
anından istifade etmiş, öğrendiklerimi değerlendir­
miş, doçent olmuşum! Çapa'da doçent kadrosuna
geçmişi m ! İ kinci yabancı dilimi m ükem melleştir­
mek üzere dört aylığına Fransa'ya gittiğimde, dil
öğrenmekle kalmamış, Lepra çalışmaları da yapmı­
şım! Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Cüzam Pavyonları 'nda çalışmaya başlamışı m . Bir
arkadaşımla Şişli 'de ortak m uayenehane açmış yü­
rütememiş, çocuklarımla birlikte yine Şişli'de bir
küçük daireye kiraya çıkmışı m ! Taksitle altmış sekiz
bin liraya ilk arabamı almış mıyı m ? Almışı m ! Aldı­
ğım gece arabayı evi min önünden çalmışlar ama on
gün sonra da Dolapdere'de bul muşlar, ne gam!
Çocuklar televizyon seyretmek için mahalledeki
evleri dolaşmasın lar diye Aygaz marka televizyon
almışım ama başta Gökşin ve küçük kardeşim Gün­
düz olmak ü zere herkes bu televizyon aygazla m ı
çalışıyor d iye alay edince, götürüp Profı lo markay­
la değiştirmişi m ! Çocukların her hafta bisiklet kira­
lamalarından bıkıp birer de bisiklet almış mıyım
onlara!

253
Efendim , bu arada bir de ü n l ü bir heykeltıraşla
evlenmiş, evli liğim ikinci yılını dolduramadan ama
dost kalarak, birbirimizin gözünü oymadan boşan­
mayı da becermişi m ! Cüzamla Savaş Derneği'ni
kurmuş, cüzam taramalarını başlatmışı m . İ ngiltere
Tropikal Hastalıklar Hastanesi'nde Dr. Jopli ng'le
dört ay çalışmış, gelir gel mez öğrendiklerimi uygu­
lamaya koyulmuşu m . Bu koşuşturma içinde, tezimi
yazıp, profesör olmuşum. İstanbul Tıp Fakültesi
Dekanı Güngör Ertem'in öncülüğünde kurulan
Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi'ne müdür
olarak atanmışı m . İ ngiltere dermatologlarının ünlü
kulübü Doıvling Club'ın onur üyesi seçilmişi m .
Yetmezmiş gibi, Dermatoloji'nin Anabilim Dalı
Başkanlığı'na atanmışım .
B i r d e arkadaşım var uzaklarda, beni hep kolla­
yan , düşünen ve asla gönl ünden çıkartmayan!
Yirmi yılda her savaştan açık alınla çıkmış mı-
yıın ?
Şüphesiz evet!
Aferin bana!
Hayatım boyunca, hiçbir başarımla böbürlen­
memiştim o ana kadar. Belki de kibir eksikliğini,
evimde babaannemden başlayarak, diğer büyü kle­
rimden ve din hocamdan aldığını terbiyeye borç­
luydum. İyi bir M üslüman olmanın en önemli şart­
larından birinin alçak gönüllü olmak, böbü rlenme­
mek olduğu yüreğime kazınmıştı adeta. Buna rağ­
men sen tut, bir gün marş di nlerken , "pktım açık

254
alınla her girdiğim savaştan," diye avaz avaz şarkı
söyle! AJlah'ın gücüne gitti işte ! Anabilim Dalı
Başkanlığı ' nda düş kırıklıkları yaşamaya başladım.
Beni m , üstlendiğim işleri e n iyi şekilde yapabil ­
mek gibi bir takıntım vardı. Başkanlığa getirildiğim
zaman da, burada neler yapabiliri m diye düşün­
müştüm. Böl ü mde herkes çok yorgu ndu, herkes
fazla mesai yaptığından şikayetçiydi . Hasta kuyruk­
ları oluşuyor, doktorlar gün sonunda hastaların an­
cak yarısına bakabi ldiklerini görüyorlardı dehşetle .
Bakım alamayan hasta bir g ü n son raya sarkıyordu ,
tıpkı ödenmedikçe büyüyen faizler gibi . Durumu
düzeltmek için bir plan yapıp uygulamaya çalıştı m .
Arkadaşlara, ellerine birer kağıt al malarını , yaptık­
ları tüm işleri, saat saat bu kağıda dökmelerini söy­
ledi m . Maksadım, hastaları randevu ile çağırarak
yığı l maya mani ol maktı . Sonra sabah sekizde asis­
tanlar ve hocalarla birlikte bir seminer yaptık. Di­
ğer görüşleri öğren d i m . Bir yol haritası çizip uygu­
lamaya koyd uk. Sabahları saat dokuzda polikliniği­
miz açılacak, randevu ile akşama kadar hasta baka­
caktık. Öğlen tatilini kaldırıyorduk. Öğlen saatle­
rinde herkes nöbetleşe hasta bakacaktı . Yemeğin i
yiyen, gelip nöbeti devralacaktı. Böylelikle b i r ho­
ca ve beş asistan , günde yüz hastaya bakabilecektik.
Kurd uğum sistem bir süre yürüdü . Sonra orta
yaşlı ve yaşlı doktorlar şikayet etmeye başladılar.
Rahatlığa, gevşekliğe alışmışlardı. Disiplinli çalış­
mayı kaldıramıyorlardı. Hocaların bu davranışları

255
asistanlara da sirayet ediyord u . Arkamdan, terör es­
tiriyor diye söylenenler olmuş. Bunu duyunca
üzüldüm elbette. Ben, Osman Yemni Hoca'dan
alıştığım şekilde özveri gerektiren, dinamik bir ça­
l ışma sistemi oluşturmuştum . Benim bildiğim, alış­
tığım çalışma temposu ve felsefesi buydu. H astayı
geri göndermemek! Ama arkadaşlarım bu tempoyu
kaldıramamışlard ı . Alıştıkları tarzda anabilim baş­
kanlığı yapacak başka doktorlar vardı. Görevi alma­
sını bildiğim gibi, bırakmas1111 da bilirdi m . Onlarla
uyumlu bir beraberlik ku ramayınca, başkanlıktan
istifa etmeye karar verdim.

H ekimlik mesleğini seçen insanların özveriden


kaçın maları ne büyük bir yazıktı!
D ünyada binlerce meslek ve iş dalı vard ı . Fe­
dakarlık etmekten gocu nanların, b u meslekten
uzak durmaları gerektiğini düşünmüşümdür hep.
Çü nkü hekimlik, acılara eğilmektir, acıları dinle­
mektir, acıları dindirmektir. Sonsuz özveri ister.
Lepra Hastanesi 'ne başhekim tayi n edildiğimde,
B akan lık bana ancak tek bir ay için ödeme yapa­
bilm işti . Sonra, bu paranın verilemeyeceği anlaşıl ­
d ı ve ödeme kesildi . N e başhekiın l iğimden n e de
diğer ek görevleri mden bir kuruş para almad ı m .
Para alamıyoru m diye görevden çeki leyd i m , kim
bilir kaç hasta bakımsız, sahipsiz kalırd ı . Bir heki ­
min en büyük ödülünün manevi geti riler olduğu­
na i nanı nın. Para kazanmak, zengin olmak iste-

256
mek çok güzel bir duygu ama bunu isteye n ler, ti­
caret yapmalı.
Bir başka büyük yazık da zamanı ve emeği doğ­
ru değerlendirerek kullanamamaktı . Oysa zaman ve
emek doğru kullanılabilse, ne çok iş yapılabilirdi!
KJiniğimizde, histopatolojiyi kurmuştuk mesela!
Dü nyanın pek çok yerinde yapıldığı gibi, kendi bi­
yopsilerimizi kendimiz yapıyor, bünyemizde değer­
lendiriyorduk. Ama olmadı, arkadaşlar bu işleri tek­
rar patalojiye döndürdüler, laboratuvarımız kapatıl ­
dı. Oysa orası düzeyli b i r araştırma kaynağı olabilir­
di. Ayrıca, bir de Cinsel İ lişkiyle Bulaşan Hastalık­
lar Merkezi kurmuştuk. Bu merkezimizde mikrobi­
yoloğumuz ve kadın doğumcumuz vardı. Her öğ­
le saati nde, hastaların telefonla başvurularım alıyor,
hastaları bilgilendiriyor, gerekirse muayeneye çağı­
rıyorduk. Diğer bölümler, bu projemize hiç sıcak
bakmadılar. Bir üroloji hocasının, telefonla cinsel
tedavi olur m uymuş diye bizimle dalga geçmesini
dünmüş gibi hatırlarım. Oysa biz derdini yüz yüze
anlatmaya çekinen , utangaç hastaları bu sistemle,
muayeneye yönlendiriyorduk. Telefonla muayene
olmayacağın ı biz de biliyorduk elbette! Dünyada
bu iş yaygı nlaşırken, bizdeki olumsuz tutumlardan
dolayı önce telefon nöbetlerimiz kalktı, sonra hiz­
met eski canl ıl ığını kaybetti ve yitti gitti !

Allahtan bu arada hayatıma sevinç katan başka


olaylar oluyord u . Çınar, tıbbiyeyi bitirmiş, mecbu-

257
ri h izmetini yapmaya hazırlanıyordu . Ben yine oğ­
l u m için kimseden torpil isteyemedi m . Kurada
Hakkari'yi çekti, mecburi hizmetini U ludere'de
yaptı Çınar. Bir anne olarak, üzüldüğü m ü , telaş­
landığımı itiraf etmeliyim . Ama Doktor Türkan
Saylan olarak, çok sevinmiştim . Çünkü benimle ay­
nı branşı seçen oğl um, benim tecrübelerime erken
yaşta sahip olacaktı. Cüzamı yöresinde görecek,
memleketini, en kötü şartları m, yaşayarak tanıya­
caktı. Onun orada, o şartlarda geçireceği bir yılın
deneyimini, ona on yıl boyunca hiç durmadan an­
latsam , tüm ayrıntılarıyla aktaramazd ı m . Çınar
mecburi hizmeti sırasında, bitlendi, pirelendi, yok­
luğun, yoksull uğun ve cehaletin ne olduğunu öğ­
rendi. Döndüğünde bambaşka bir Çınar'dı. Sonra
Çınar, evlenerek Almanya'ya yerleşti. Biz Çağla­
yan 'la baş başa kaldık ve birlikte yaşamaya devam
etti k. Bu yüzden Çağlayan 'la pek çok anlatmaya
değer komik amm vardır benim.

Bir keresinde, M uğla'ya bir semi nere davet edil­


miştim. Çağlayan'ın tatiline denk gelmişti . Semi­
nere giderken onu da yanıma aldım ama bir taraf­
tan da düşü nüyordum, çocuğun saçları ncrdeyse
omuzlarına değecek kadar uzun, kılık kıyafeti ise,
tam bir hippi . Genell ikle bir yere konuşma yapma­
ya gittiğim zaman, gittiğim yerin resmi erkanıyla
bir araya geliyorum . Kaymakamlar, valiler, Çağla­
yan'ı bu haliyle nasıl kabul edecekler? Ama yapacak

258
bir şey yoktu, çocuğa gel demişim bir kere . Kalktık
gittik. Tam da korktuğum gibi, Vali bizi makamı­
na davet etmez mi! Orada bir terslik olmadı. Fakat
sonra bizi arabalarla Fethiye'ye götürdüler gezme­
ye. Vali de yanımızda olduğu için, Fethiye'deki
resmi heyet, bizi karşıl amaya gelmiş. Arabalardan
indik, Çağlayan en sona kalmış. Alayiş sevmediği
için biraz beklemiş olmalı arabada. Biz konı mala­
rın arasında yürümeye başladık. O da bize yetişmek
için peşi mizden koşmuş. B irden arkamızda bir va­
veyla koptu. Çağlayan, "Bırakın beni yah u ! " diye
bağırıyor. Bir de ne göreyi m, benim saçlı sakallı
oğl umu koru malar terörist diye yakalamış, hırpalı­
yorlar. Uzun saçları hayatı boyunca sonın çıkart­
mıştı oğl uma.

2 59
AGLASAM SESİMİ
DUYAR MISINIZ?
?lllE

Geleni n gidenin çok olduğu bereketli bir gün­


d ü , bugün. Öğleden sonra, Çağdaş Yaşam'dan,
kırsal alan bursları nı n başındaki Sema gel miş, bana
son durumlar hakk111da bilgi aktarıyord u , Zeynep
elinde tepsiyle kapıda gözü ktü.
"Yine mi yemek geldi? İstemiyoru m," ded i m .
"Ama hu yemeği k i m yedirecek biliyor musu­
nuz?" dedi Zeynep.
"Gökşi n mi geldi yi ne?"
" B u seter ben geldim ! " diyerek içeri Ayşe Yük­
sel gird i . Kı zım ben i m ! Ece'yi kucağ111a almış, ok­
şuyor, ked i , kimi seveceğini bilir, gurlaması soka­
ğın nerdcyse baş111dan duyulacak.
" B u kedi seni çok seviyor Ayşe, benim için özel
olduğunu anladı herhalde," dedim, "hani gidiyor­
dun sen ? "

26 1
" Ben de sizi çok seviyorum," dedi Ayşe, kediyi
bırakıp tepsiyi aldı Zeynep'den, dizlerimin dibine
oturdu.
" Bana yemek verme. Aç değili m . "
"Olmaz H ocam . Yarın erkenden dön üyorum
ben . Siz de kemoya gideceksiniz. Birkaç gün hiç
yemek yiyemezsiniz artık. Ne olur benim gözümü
arkada bıraktırmayın, içiverin çorbanızı . "
Yemek vakti değil ama doktorların talimatıyla
bana az ve sık veriyorlar gıdamı. Tepsiyi dizlerime
koydu Ayşe, Sema'yı öptü, karşıma geçip oturdu.
Van'a dön üyor yi ne. 1 00 . Yıl Ü niversitesi Tıp Fa­
kültesi, Halk Sağlığı Anabi lim Dalı Başkanı old u.
İ ftihar ediyoru m kızımla ama çok da göreceğim
geliyor.
"Özleyeceği m seni," ded i m .
" B e n de s i z i özleyeceği m, canı m benim," dedi
Ayşe .
" B üyük aşk ! " dedi Sema.
" Hem de nası l ! Ben Hoca 'ya nasıl ve ne zaman
vuruldum, biliyor musun sen ? "
"Tahmin ediyoru m . Seni o n u n servisine verdi-
ler Lepra Hastanesi 'nde . . . "
Sema'nın lafını kesti Ayşe, " Bilemedi n ! "
"Anlat o zaman," dedi Sema.
"Taa l 977 - 78'e gider, Türkan Hoca'yla tanış­
mam. Ben, Florcııce Nighti ngale Hemşirelik Yük­
sek Okul u'nu yeni bitirmişi m . Halk Sağlığı Anabi ­
lim Dalı 'nda yüksek lisans programına hazırlanı -

262
yordum, bizi m orada lepra kon usunda bir panel
yaptılardı. Türkan Hoca'yı da konuşmacı olarak
davet etmişler. Adını ve namını duymuştum ama
ilk kez orada gördüm, yanında tedavi olmuş iki
lepralı hastayla geldi. Kırmızı ü zerine siyah puanti­
yeli bir döpiyes giymiş, saçları da alev gibi kırmızı,
kısacık. Nasıl güzel, nasıl hoş bir kadın, kimsenin
aklına gelmez lepra gibi bir hastalıkla uğraşacağı.
Çok etkileyici bir konuşma yaptı . Panelin sonunda
ise yanında getirdiği lepralılar bağlama çaldılar,
türkü söylediler."
" Hemen yanına gidip kendini mi tanıştırdın?"
"Hayır, o gün tanışmadık. Aradan epey bir za­
man geçti . H al k Sağlığı'nda öğretim üyeliği yapan
M üeyyed Hanım 'la, Türkan H oca, Cüzamla Savaş
Derneği'nde birlikte çalışmışlar. Hoca bir gün te­
lefon etmiş Müeyyed Hanım 'a, Lepra Hastanesi
için bir hemşire arıyorum, demiş. M üeyyed H anım
bana, 'Tü rkan H oca, aynen seni tarif etti. Ona adı­
nı verdim, l ütfen git kon uş,' dedi. Ben, ' Kusura
bakmayın efendim, kabul edemeyeceğim,' dedim.
Aklımda başka projeler vard ı . Bir süre sonra M üey­
yed Hanım yine çağırdı beni , niye işe başlamadığı­
mı soruyor. ' Efendim, ben anladım, siz kabul et­
mediği mi söyleyemiyorsunuz, müsaade edin Ho­
ca'ya ben kendim gidip, hayır, diyeyim, siz de ara­
da kalmayın , bitsin bu iş,' dedim. Telefon ettim ,
randevu a l ı p gitti m . Girdiğim oda, Hoca'nın Ça­
pa'daki meşhur odası. Pencerelerde yazmalar, du-

263
varda heybeler asılı. Saksılarda sard unyalar, vazoda
karanfiller. Odasında Sultan adında bir hemşire ile
Adil adında bir hademe vardı. Beni onlara tanıttı,
onlar çıkınca, konuşmaya başladık. Ben derdimi
anlatırken, Su ltan Hem�ire 'yle Adi l, çqitli neden­
lerle girip çıkıyorlardı odasına, soru soruyorlar, bir
şeyler söylüyorlardı. Onlarla olan i letişi mine şaşırıp
kaldım. Sanki o kişiler hemşire ve hademe deği ller
de onun arkadaşlarıyd ı , öylesine sıcak ve eşit bir ile­
tişim içindeydiler. Sultan Hemşire'nin arkasından,
'Sultan benim sadece hemşirem deği l , aynı zaman­
da kızımdır, çok değerlidir benim için,' dedi, 'on­
suz bu servis, böyle örnek bir servis olamazdı . '
B i r şeye daha dikkat etti m , telefon çalıyor sık
sık, telefonu koskoca profesör, 'Ben Doktor Tür­
kan,' diye açıyor. Çok etkilendi m .
'Efendim, size hayır demeye gel miştim ama
vazgeçti m . İ şi kabul ediyorum,' deyiverdim.
' Hemen evet deme,' dedi, 'ben birazdan Lepra
Hastanesi 'ne gideceği m , sen de benimle gel , ora­
daki vaziyeti gör. Hoşuna giderse kalı rsın . '
Birlikte çıktık, bej rengi b i r Murat'a bindik. Ben
yanına oturdum. Adi l bir sürü kutu, sargı bezi, alet
edevat yükledi arabaya, arka koltuklar da tepeleme
doldu, bagaj da. Bakı rköy'e, hastaneye geldik. Ge­
tirdiğimiz eşyaların bir kısmını kendi yüklendi, ba­
zılarını bana verdi. Tabii geldiler yardıma ama o da
taşıyor, hademe gi bi . Hastanedeki odasına girdik.
Gömleğini giydi, 'Şimdi hastaları dolaşacağı m, sen

264
de gel ki , yapacağın işe dair bir fikrin olsun,' dedi .
Peşine takıldım, koğuşa gittik. Yataklar dol u . H as­
taların her biriyle el sı kışıyor, hatırlarını soruyor,
kimine sarılıyor, kimini öpüyor. Ben hayretler içi n ­
d e bu manzarayı seyrediyoru m . Derken beni çok
etkileyen bir şey oldu, H oca, elleri pençeleşmiş,
yüzünün şekli deforme olmuş, kör bir kadının ya­
tağının kenarına oturd u, elleriyle yüzünü, kollarını
okşadı , 'Senin bu ipek gibi tenine bayılıyoru m , bi­
liyor musun?' dedi. Hastanın yüzü aydınlandı. Ben
dehşetle hastaya baktım ve gördü m ki, o çirkin ka­
dın ın cildi nası l olm uşsa, gerçekten pırıl pırı l . Tür­
kan Hoca'yı seyrettikçe anladım ki bir sihirli for­
mülü var, kiminle ol ursa olsun, önce o kişinin en
iyi tarafin ı görüyor ve o iyi şeye vurgu yapıyor.
Odasına dönmemizi hiç beklemeden, 'Hocam,'
dedim, 'işi görd üm, anladım, kabul ediyoru m. Çok
istiyorum yanı nızda çalışmak ! ' İşte Sema, ben o
gün vuruldum H oca'ya ."
"Abartma Ayşe," dedi m .
"Hiç abartmıyoru m. Sonrası zaten mal u m , si ­
zin sayenizdedir mesleğimde buralara kadar yük­
selmem, profesör olmam. Siz yüreklendirmeseydi­
niz, yaptıklarımın hiçbirine cesaret edemezdi m. Af­
rika 'ya da sizin sayenizde gidip ayakkabı üretmeyi
öğrendim, onca tecrübe edindim . Az şey mi bun­
lar?"
Sema da geri d urmuyor, beni övücü bir şeyler
bulup söylüyord u .

265
"Siz buraya şakşakçılığa mı geldiniz kızlar? Be­
nı övmeyi bırakın da eğlenceli bir şeyler anlatın ,
içim açılsın , hayd i ! "
" Benim aklıma ne geldi biliyor musunuz Ho­
cam," dedi Ayşe, " hani yıllar evvel , sizin arabayla
B akırköy'den evlerimize dönüyorduk ikimiz, bizi
bir araba izlemeye başlamıştı . Korna çalıyordu sü­
rekl i . Siz yavaşladınız, onlar da yavaşladı, baktık bir
araba dolusu genç, elleriyle kollarıyla işaretler yapı ­
yorlar. Biz lastik patladı zannettik ama baktık las­
tiklere bir kötü lük yok, ışıkları , sinyali kontrol etti­
niz, hiçbir sorun yok! Hızlandık, yine peşi mizde­
ler, korna çalarak. H asta mı var arabada diye telaş­
landını z. Kenara çekip durmuştu nuz. Onlar da ya­
nımıza çekti ler arabayı, yavaşladılar, pencereyi indi­
rip, 'Ne var çocuklar?' diye sormuştu nuz, hatırladı­
nız mı?"
Hatırlamaz olur muyu m? Ne kadar gül müştük
sonradan ! Diğer arabada, benim tarafimdaki ço­
cuk, camım indirip, " Kızlar, hep birlikte bir şeyler
içelim, diyecektik," demez m i !
"Oğlum, benim senin yaşında oğullarım var,"
dem işti m . "
" O n yaşında mı evlendiniz?" diye sorm uştu.
" H atırladım Ayşe," ded im, "gençtim o zaman.
Baksana şimdi ne hale geldi m ! "
"Siz hep güzelsiniz," dedi Ayşe, "Si zi n içiniz
güze l . Biliyor musun Sema, çok da marifetlidir ha!
Biz yıllar önce doğuya gitmişti k, Vaıı ' ı ıı köylerine,

266
Bahçesaray filan oralara. Oralarda hiçbir şey bulun­
maz. H oca, biz gençler taramaya çıktığımızda, ba­
zen Sağlık Ocağı'nda kalırdı, döndüğümüzde bize
mutlaka bir yemek pişirmiş olurdu oranın kısıtlı
imkanlarıyla. Kısır, menemen, ne bulduysa artık, su
ile kek bile yapmıştı, bir keresinde ."
"Kocalarım adımı 'kötü ev kadını'na çıkarınca,
gayrete gelip öğrendim," diye güldüm.
" Nankörler! " dedi Sema.
"Kıymetini bilen de var," dedi Ayşe. Ali'yi kas­
tediyordu . Benim çok yakınım olduğu için, bir tek
o biliyor taa l ise yıllarından beri süregelen 'yazıl ı '
il işkimi. Önceleri h e r doğum günümde isimsiz ge­
len beyaz gü lleri merak etmiş, sormuştu . Bir arka­
daşımdan, demişti m .
" Bir hayranınız yan i ? " demişti .
"Ki m bilir? "
"Yok! Bir hayrandan öte biri olmal ı . "
" Neden ? "
" Bin tane hayranınız var H ocam sizin. Ama hiç­
biri cesaret edip böyle her yıl çiçek yollamıyor. "
" Paralarına kıyamıyorlardır," diye şakaya vurup
geçiştirmişti m .
Yıllar geçti, Ayşe'ylc iyice yakınlaştıktan sonra,
bir öğleden sonra, hastaneye biraz gecikerek dön­
düğümde, onu telaş içinde beni beklerken buldum .
" Nerelerdeydiniz Hocam?" diye nerdeyse üzeri­
me atıldı, "Telefonunuz kapalıydı. Oysa biliyorum
hiç kapatmazsınız cebinizi. Evinizi aradım yoksu-

267
nuz! Çapa'yı aradım yoksunuz! Ne yapacağımı bi­
lemedim, çok merak ettim çok ! "
İ şte o zaman ona, "Ayşe," demiştim, "sana bir
sırımı vereceği m . Hani o her yıl bana doğum gü­
n ümde çiçek gönderen arkadaşım var ya, İstan­
bul'a bir iş için gel miş, onunla yemek yedik."
B aşka bir şey söylememiştim ama Ayşe, bu kişi­
n i n benim için özel biri olduğunu anlam ıştı .
" B unları anlatacağma, beni sevindirecek bir şey­
ler anlatsana," ded i m .
" Biliyorum ne duymak istediğinizi," dedi Ayşe,
Sema'ya döndü, "ben 1 5 Ocak'ta Cenevre'ye git­
mişti m, Hoca'yı temsilen. Onu anlatayım istiyor."
"Anlat o zaman," dedi Sema.
"Şi mdi bizim Hoca, lepralıların toplumdan dış­
lanmamaları içi n , çalışmalar başlatmıştı ya, Sosyal
Hizmetler adı altında. Sorardı mesela Ahmet Etcn­
di'ye , iyileşip hastaneden çıktıktan sonra nasıl geçi­
neceksi n, diye . Ahmet Efendi der ki , benim beş ko­
yunum olsa, çornklarımla güderdim koyunları, sü­
tünü, kırpıklarını satar, geçi nirdim. H emen Ahmet
Etendi 'ye beş koyun alabil mek için, imkan yaratı r.
Ahmet Efcndi 'nin böylece, hayatı kurtu l ur, köyüne
döndüğünde bir işi olur, yıl ları n içinde borrnnu da
azar azar öderdi geriye . Kimseyi ayırmadan, herke­
se göre bir iş bulduydu. İşte İstanbul'da başlattığı
bu projeyi, uluslararası bir projeye dön üştii rmek is­
tedi . Geçen yıl , ekim ayında, Te knik Üniversite'de
bir çalıştay yapmıştık, Hoca bildirge mizi, Birleşmiş

268
Milletler Genel Sekreteri B. Moon'a göndermiş. O
da dosyayı, Cenevre'deki İ nsan H akları Yüksek Ko­
misyonu'na vermiş. Komisyon, Hoca'yı çağırınca,
hasta olduğu için gidemedi, beni yolladı. Ay Sema,
ne sükse yaptı bizim proje, bilemezsi n ! Biz bu ça­
lışmalara otuz yıl önce başlamışız, diğer ülkeler da­
ha yeni öğreniyor. Benimle tanışmak isteyenler,
önümde kuyruk oldular. Hepsi özellikle çocuklara
burs projesini nasıl başardığımızı öğrenmek istiyor­
lardı. Hoca'nın anlat anlat dediği, bu işte ! "
"Onlara ÇYD D'den d e söz etseydin . "
" Ettim . Ama onların başında bir Türkan Hoca
ol madığı için, aynı başarıyı yakalayabilirler mi, bile­
mem."
"Saçmalama Ayşe," dedim, "önemli olan kişiler
değil, projeler ve sistemlerdir. İyi bir projeyi, sağ­
lam bir sisteme oturtursan, başarıl ı ol ur, benimle
ne alakası var?"
"Hiç de değil. Bu işler özveri de ister. Sema'cı ­
ğım, bu Türkan Hoca var ya, Lepra'nın başınday­
ken, tek bir ku rban bayramı bilmem ki, gezmek için
bir yerlere gitsin. Gitmez . Neden, çünkü her bay­
ram hastanede kurbanlar kesilir. Kimsenin hakkı
ki mseye geçmesin diye Hoca başında durur, derisi­
ni, etini, kavurmalığını ayırtır. Yoksula gidecek kıs­
mı eliyle hazırlar. Bir keresinde, hastanın birinin ca­
nı işkembe çorbası çekmiş. Bizim Fatma Hanım var­
dı, o sırada yemekleri mizi yapan . Hoca dedi ki, 'Ha­
zır koyunu kestik, hastamızın gönl ü olsun, bir iş-

269
kembe çorbası yapıver, Fatma. ' Fatma, 'Ben d ünya­
da elimi süremem işkembeye,' demez m i ! Tiksinir­
miş. Hoca giymişti eline eldivenleri, kendi temizle­
mişti, hiç unutmam. O hastaya, işkembe çorbasııu
içirmişti, o bayram . Kimde var böyle bir Hoca?"
" Bende de ne hikayeler var, ona dair ama kaç­
mam lazım," dedi Sema, "bir gün buluşur, konu ­
şuruz, ol ur m u ? "
" B e n d e çıkıyordum zaten. Yolcu yolunda ge­
rek. Çağlayan evde m i ? " diye sordu Ayşe, " Evdey­
se ona da bir Allahaısmarladık diyeyim . "
"Seslen yukarı ," dedim . Ayşe hole çıktı, seslen-
di. Çağlayan Ayşe'yi duyu nca, paldır küldür indi
merdivenlerden. Sema ayaklanmış, duvardaki aile
resimlerini inceliyordu . Annemin, babamla evlen­
diği yıllarda çektirdiği o güzelim gençlik resmine
uzun uzun baktı, "Hocam, ne kadar güzelmiş an­
neniz," dedi, "güzelliğinizi ondan al mışsınız . "
"Asıl teyzem benzerdi annean neme," dedi, içe­
ri giren Çağlayan, "sarı uzun saçları vardı, incecik­
ti . Bir gün teyzemle durakta otobüs bekliyorduk,
tesadü fen Güzel Sanatlar'dan bir arkadaşım da du­
rakta o sırada. Bana kaş göz işareti yapıp d uruyor,
yanına gittim, 'Nerden buldun bu leylek bacaklı
fıstığı? ' diye sordu . 'O, benim teyzem,' demiştim
ama inandıramamıştım . "
Ayşe ellerimi tuttu, "Kendinize iyi bakın Ho­
cam . Yaz için döndüğümde, ben de sizi fıstık gibi
görmek istiyoru m," dedi.

270
"Sen de kendine iyi bak, canım kızım ,'' dedim,
"Van'dakilere benden selam söyle ! " Çıktılar. Çağ­
layan onları geçirmek için aşağı indi. Karşı duvarda
asıl ı annemin resmine baktım , "Çok güzeldin an­
ne, çok da marifetliydin," dedim içimde bir sızıyla,
"ama çok şanslı değildin. Sana neler çektirdik ve
duygularını anlamaya hiç yeltenmedik.

Gençliğinde Atatürk'ün bir Limoge vazosuna


benzettiği anneciğimi, 1 986 yılında kaybettim .
İçimde, keşkelerle, hayıflanmalarla ve özlemle do­
lu, derin bir kuyu açıl mış gibi oldu. Ben evimden
yirmi iki yaşında ayrılmıştım . Ayrıl dığım günden
itibaren de nefes nefese bir m aratona başlamıştım .
Annem, kendi evinde kız kardeşim Turhan'la bir­
likte oturuyordu . Vakit buldukça onları ziyarete gi­
diyordum ama bazen de birkaç hafta yüz yüze gö­
rüşe mediğimiz oluyord u . Bana evlenene kadar
yaptığı baskılardan illallah dediğim, eleştirilerinden
gocunduğum ve diğer kardeşlerime benden daha
fazla düşkün olduğunu düşündüğüm anneme pek
yakın sayılmazdım ama ölümünün beni böylesine
sarsacağını da hiç tahmin etmemişim . Onun gidi­
şiyle, birden kendimi yaşlanmış ve yapayalnız his­
settim . İnsanlar galiba anne ve babalarını n ikisin i
birden kaybettiklerinde, yaşlandıklarını anlıyorlar.
Hem de birdenbire!

271
D uvardaki resimde, annemin ince ve m untazam
hatlarına bakarken , çocukken annemin davranışla­
rından nasıl yaralandığımı hatırladım , içim sızladı.
Belki de e n büyük ben olduğum için, hep beni
haksız bulur, beni azarlardı annem. Çok acı çeker,
isyan d uygularıyla dolardım. Ondan dolayı her tür­
l ü haksızlığa bu kadar tahammülsüz olduğumu dü­
şünürüm. O n iki yaşlarındaydım gal iba, üvey çocuk
olduğumu zannettiğimde. Annem üzülmüştü , se­
nin iyiliğin için, daha başarılı, daha parlak ol man
için böyle davranıyorum, demişti. Ki m bilir belki
de hakkı vardı çünkü toz kondurmadığı ve çok şı­
marttığı küçük kızı, onun kanatlarının altından çı­
kıp hayata uçamad ı . Evlenmedi, l iseyi bitirdikten
sonra bir ara öğretmenlik, kısa bir süre de sekreter­
lik yaptı ama sürekli bir işe girip çalışmadı, sık sık
bunalımlar geçirdi , hep annemle birlikte yaşadı ve
onun ölü müyle yapayalnı z kaldı. Oysa ne kadar
d uygul u ve ne kadar güzel bir kızdı.
Ben ancak çalışmayı , koşturmayı bırakıp mec­
buren yatağa bağlandığım ve geçmişi fazla düşün­
düğüm şu son günlerde fark ettim annemin bana
olan sert tutumunun çok yararım gördüğümü. Ve
yine giderayak anladım ki ben ailede en çok anne­
me benziyoru m . Evimizin en tutucu, en sağcı , ay­
rıca orucunu hiç kaçırmayan en d indar kişisi, an­
nemdi . Babaannem de di ndardı ama onunki, h ura­
fr lcrin yarattığı, korku nun da etki lediği, bili nçsiz
bir dindarlıktı. Benim muhafazakar görüşlere, du-

2 72
ruşlara uzaklığım annemin tutuculuğuna tepkiden
olabilir ama yardımseverliğimi ve kafama koyduğu­
mu i lla yapmak istememi, annemden aldığım gen­
lere borçluyu m . Annem mahalledeki herkese,
maddi manevi yardım ederdi . Oysa babamla evlen­
dikten sonra hayatının büyük bölümünü ciddi
maddi sıkıntılar içinde geçirmişti . Eve gelen yar­
dımcı kızlara da, dikiş olsun, yemek olsun mutlaka
bir şeyler öğretmek isterdi. G üleceksiniz ama bir
de İ ngilizce ! Bir keresinde Türkçeyi bile doğru dü­
rüst konuşamayan bir kızcağız gelmişti doğuda bir
yerden. Birkaç ay sonra ne göreyi m , annemi ziya­
rete gelmiş bir İ ngiliz hanıma, "How would you
like your tea?" * diye soruyor.
Annemin bir de mucitliği vardı ki, tutturabiley­
di, satmak zorunda kaldığımız bütün arsalarımızı
ve evimizi geri alabilecektik! Ben egzamaya karşı
bir ilaç geliştirdiğini, bu i lacı küçük şişelerde bazı
eczanelere pazarlamaya götürdüğünü hatırlıyo­
rum. Ayrıca soba borularıyla, evin bütün odalarını
ve sıcak suyunu ısıtacak bir sistem bulup, babama
patentini alması için ısrar ettiğini de. Fakat şu pro­
jesi bence en takdire değer olanı : Artık nasıl ola­
caksa Baltali manı ile Kağıthane arasındaki dere ıs­
lah edilip oraya bir yat limanı yapılacak; böylece İs­
tanbul'un başındaki en büyük sorunlardan biri
olan Haliç, tertemiz bir hale gelecek! Bir taşla kim-

* Çayınızı nasıl alırsınız>

273
bilir kaç kuş? Tabii bu projeyi Çağlayan'a çizdirtip,
zamanın Belediye B aşkanı Bedrettin Dalan'a gön­
derdiğini ve elbette Çağlayan'ın kapıdan kovuldu­
ğunu ölümünden sonra öğrenmiştim! Evet, annem
baş koyduğu işi tamamına erdirmeye çalışan biriy­
di, tıpkı benim gibi.
Annemin ölümü o kadar kendine yakışır bir şe­
kilde tecelli etti ki, arkasından Allah'ın sevgili ku­
luymuş, diye d üşünmüştüm. Annem çok güzeldi,
her zaman bakı mlıydı, kimsenin karşısına rujunu
sürmeden çıkmazdı, çocuklarının bile. Kendine de
iyi bakardı, sağlıklıydı bu yüzden. Uzun ömrünün
sonunda, bir gün aynanın karşısında, makyajını ya­
parken, hiç acı çekmeden kalbi duruvermiş. Evde­
ki yardımcı kız haber verdi, gitti m, onu rujunu sür­
müş, sevdiği mor sabahlığını giymiş, yerde yatar­
ken buldum. Sarıldım anneme. Sımsıkı sarıldı m.
Bana yapmış olduğunu düşündüğüm haksızlıklar o
anda kalbimden silinip gitti. O benim canım, tom­
bul, cefakar annemdi. Annesizliğin ne demek oldu­
ğunu işte o an, keskin bir bıçak yarası gibi hisset­
tim, yüreğimde. Tuhaf bir şekilde yalnız kaldım.

Annemi kaybettiğim yıl benim sağlığım da bo­


zuldu. Hamileliklerim sırasında geçirdiğim verem­
lerden sonra, artık hastalık sıramı savdığımı düşü­
n üyordum. Oysa daha verilecek diyetim varmış!
Bir gün banyoda, aynanın karşısına geçmiş, erken
teşhis için hastalarıma göstermek ü zere, meme

2 74
kontrolünün provasını yaparken, elime sağ göğ­
sümde sert bir nodül geldi. İçime doğmuş gibi,
hastalara meme kontrolü yapmaya karar vermem,
ne tuhaf bir tesadüftü ! Kimseye hiçbir şey söyleme­
den, ertesi gün meme uzmaıu bir arkadaşıma git­
tim . Hemen bir mamografi istedi. Mamografide
büyükçe bir kitle bulundu. Biyopsi de iyi çıkmayın­
ca, ameliyat şart oldu. Doktorlar sadece kitleyi ya
da tüm memeyi almak üzere fikrimi sordular. B u
dertten bir vuruşta kurtulmak için, mememin bü­
tünüyle alınmasını istedim .
Hastalık teşhis edildiğinde, moralimi fazla boz­
mamıştım ama işlerimi aksatacağım diye çok üzül­
müştü m . 1986 yılı, Gandhi Ödülü'nü aldığım, yo­
ğun lepra çalışmaları yaptığım, çok hareketli bir yıl­
dı. Bilimsel toplantıları m , derslerim, lepra tarama­
larım vardı. Cüzamla Savaş Vakfi 'nı kurmak üze­
reydik. Hasta olmanın hiç de sırası değildi ama
Tanrı beni nedense hep dar zamanlarımda yakalı­
yordu, hastalıklarla sınamak içi n .

Ameliyatımın öncesinde, artık Almanya'da ça­


lışmakta olan Çınar, bana destek vermek üzere,
İstanbul'a geldi. Ameliyata gireceğim günden bir
gece önce, evimizde iki oğlumla baş başa oturuyor­
dum. Ben kasvetli havayı dağıtmak için ha bire bir
şeyler anlatıyordu m ama onlar suskundular. Odala­
rımıza dağılmak üzereydik ki, Çınar, "Anne," de­
di, "sana bir şey söylemek istiyorum . "

275
"Söyle oğlum," dedim , merak içinde.
" İlkokuldayken , sınıfıma puf börekleri kızarttı­
ğın günü hatırlıyor musun1 "
Güldü m . Nasıl u nutabilirdim o günü. Akşa­
müstü geç bir saatte yorgun argın eve geldiğimde
Çınar'ı kapıda beni beklerken bulmuştum.
"Sıra bana geldi, anne ! " demişti .
"Ne sırası oğl um1"
"Okula beslenme götürme sırası."
O yıllarda beni m oğlanların gittiği okulda, ço­
c ukların anneleri okula sırayla beslenme yollarlardı.
Sınıf öğretmenleri, benim evimin dışındaki ağır
programımı bildiklerinden, Çınar'dan ve Çağla­
yan'dan beslenme istemezlerdi.
Çınar, duraladığımı görünce, " B u işten kurtu­
luşun yok! Yarın beslenme götüreceğime söz ver­
dim. Elim boş gidemem , anne ! " demişti .
Sokağa çıkıp alışveriş etmek için çok geç olmuş­
tu . Ellerimi yıkayıp mutfağa girmiştim . Mutfakta,
her evde bulunan un, yağ, peynir gibi malzemeler
vardı. Çaresiz onları kullanacaktım . Hamur açmış,
sınıftaki her çocuğa üçer börek hesabıyla, bir sürü
börek hazırlamış, onları sabahın ikisine kadar, teker
teker kızartmıştı m .
" Evet Çınar, hatırlıyorum " dedim.
"İ şte o gün için özür diliyoru m , anneciği m . "
"Neden özür diliyorsun kir "
"O gün beslenmeyi sana yaptırtmak, öğretme­
nin değil, benim fikrimdi . Ben beslenme sırasını

2 76
zorla almıştım öğretmenden. Senin, hepimiz yat­
tıktan sonra kan ter içinde börek kızartman ve er­
tesi sabah erkenden kalkıp hastaneye koşman, o
gün bugündür içimde ukde kaldı. İ nsan çocukken
ne kadar hain olabiliyor! Lütfen beni affet."
" İlahi Çınar," dedim , "ben de o börekleri ha­
zırlarken ne düşünmüştüm, biliyor musun?"
"Ne düşünmüştün?"
"N e kadar kötü b i r anne olduğumu! Annean­
neniz, hayatı boyunca dayılarına, teyzene ve bana
börekler, kekler, pandispanyalar pişirdi, mutfaktan
çıkamadı . H ırkalarımızı, kazaklarımızı elleriyle ör­
dü. Teyzenle benim giysilerimi, kendi biçer, Singer
makinesinde tıkır tıkır kendi dikerdi . Ben o gece
börekleri yaparken, anneme kıyasla hiç de iyi bir
anne olmadığım ı düşünüyordum. Kırk ytlın birin­
de bana bir şey yapma firsatı verdiğin için, ne kadar
memnun olmuştum, bilemezsin . "
"Madem günah çıkarına seansları başladı, be­
nim de diyeceklerim var anne," dedi Çağlayan.
"Sana beslenme hazırladığımı hiç hatırlamıyo­
rum ama ! "
"Ben senden, babama gitmemek için sana etti­
ğim eziyetler yüzünden özür dilemek istiyorum . "
"Eziyet m i ederdin bana?"
"Hem de her hafra sonu! Hatırlamıyor musun
anne, hafra sonları onu ziyarete gitmem için ne dil­
ler döker, bazen bana para bile teklif ederdin? Bir
keresinde elli lira koparmıştım senden."

277
"Hiç hatırlamıyorum . "
"Anne, niye o kadar korkardın babamdan? "
" Bak, niye korktuğumu söyleyeyim sana," de-
dim, "boşanırken velayetinizi babanıza bırakmış­
tım . Israrla istemişti . Vermeyecek ol ursam, boşana­
mayacağımı biliyordum . Ayrıca, ilk fi rsatta sizleri
geri alacağımı da biliyordum. Nitekim tam da dü­
şündüğüm gibi oldu, ikiniz de bir müddet sonra ya­
nıma geldiniz ama ben babanızdan ne bir kuruş pa­
ra, ne de velayetinizi istedim. O para vermekte ısrar
etti başka! Ama velayetin onda kalması, Demok­
les'in kılıcı gibi sallanıp durdu başımın üzerinde . Ya
kızar da sizi geri alırsa, ya sizi bana göstermezse!
Hep bu korkuyla yaşadım, boşanırken velayeti al­
madığıma hep çok pişman oldum. Bu yüzden yal­
varır yakarırdım sana, babanı kızdırmayalım diye."
Çağlayan ' l a Çınar uzanıp ellerimi sımsıkı tuttu­
lar. Onların sağlıklı genç bedenlerinden, ellerime
geçen yaşama sevincinin ve sevginin damarlarımda
dolaştığını, yüreğimi ısıttığını hissettim . Ben o de­
neyimsiz yaşlarımda, nereden bilebilirdim anneler­
le evlatlarının arasına, değil velayet hakkının , hiç
kimsenin ve hiçbir şeyin giremeyeceğini! Boşuna
telaş edip üzülmüşüm ! İ şte şimdi de her zaman ol­
duğu gibi yine yanımdaydı çocuklarım . Bana sevgi,
cesaret ve güç veriyorlardı. Kanseri yenmem için
çok nedenim vardı, çok! Göz kırptım çocuklarıma,
"Bu maçı ben kazanacağım, çocuklar," dedim .
" Kazandın bile, anne ! " dedi Çağlayan.

278
Ameliyat esnasında, memeyi alırlarken sağ kol­
tukaltı lenflerini de aldılar, çünkü orada da başlan­
gıç halinde birkaç beze bulunmuştu. Sonradan,
keşke öteki mememi de aldırsaydım diye düşündü­
ğüm anlar çok oldu, çünkü tek memeyle Amazon
gibi yaşamak hiç kolay değildi.

Ameliyattan sonra Çınar, patalogları, cerrahları,


onkologları bir araya getirdi ve bir konsültasyon is­
tedi. Doktorlar beş seans kemoterapi görmeme ka­
rar verdiler. Kemo seansları üç saat kadar sürüyor ve
beni hiç yormuyordu. Kemo bittikten sonra, ayak­
lanıp derslerimi vermeye, hastalarımı görmeye gidi­
yordum. Zaten ameliyata girerken, şöyle demiştim
kendime, "Bunu bir diş çektirmek gibi düşün, ame­
liyatını ol, günlük yaşamını aksatmadan hayata de­
vam et! Kanserin seni alt etmesine izin verme, Tür­
kan! " Nitekim bir kemoterapi seansından kalkıp
Antalya'daki kongreye katılmak üzere havaalanına
gittim . Alanda bana kemoterapi veren doktorum
Erkan Topuz'a rastladım. Adamın beni görünce
şaşkınlıktan dudağı uçuklayacaktı neredeyse!

Kanser hastalığını arkamda bırakıp, yoluma hiç­


bir şey olmamış gibi devam etmiş olduğum, Gök­
şin'e yazdığım şu mektuptan da bell i . Sevgili arka­
daşıma, 1 98 7 yılında, doğum gününü vaktinde
kutlayamamış olmanın ezikliği içinde yazdığım
mektubu, 30 Kasım akşamı başlayıp ancak 5 Ara- ·

2 79
lık'ta bitirmişi m . Kanserden, hastalıktan, kemo se­
anslarından tek bir satır yok mektupta. Sadece işl e ­
rimin yoğun luğundan söz ediyorum .

<<sevgili Gö.kşin,
Yıllar ge,ctik,ce elimizde olmadan hücrelerimiz
eskiyor, günlük koşu,sturma JJe sorunlar gözlerimize,
beyinlerimize öyle kalın bir perde ,cekiyor ki, anlatı­
lamaz. Ben artık kendimi asla planlayamaz hale
geldim, inan! Yapmak istediklerim veya yapmam
gerekenlerle, yaptığım, yapmaya zorunlu kılındığım
şeyler, düşün mek istediklerimle düşünmeye zorlan­
dıklarım da böylece birbirinden farklı oluyor.
İşte, 30 Kasım,da seni dü,süneceğime, bin bir sar­
ma işle gün ü n her saati dolup ge,cti. Kendimi yata­
ğımda bulduğumda gecenin kim bilir kapydı ? Son­
ra da unutup gittim. Bunu kendi apmdan affetmi­
yorum, sen hoş görsen bile! Neyse canım karde,sim,
ger,cekleri yok sayamayız ama biraz ,cekidüzene gir­
memiz şart oluyor, sanırım.
,
Gökşin ciğim, dünya devinip duruyor yıllardır.
Biz de bu rarkın i,cinde dönüp durduk. Kendi adı­
ma duyarlılığımdan, algılama gücümden memnu­
n um. En iyi koşullarda dahi, iki kişilik bir dünyada
asla yaşayamayacağımı, bu nedenle de irinde bu­
lunduğum koşulların bana en uyanı olduğunu bili­
yorum.
Umarım senin se,cimlerin de bugüne kadar JJC
,
bugünden, 30 Kasım 1 987 den sonra, hep dilediğin

280
gibi olur. Yorgunlukları, sorumlulukları biz sermiş­
sek, onlara katlanmamız da o denli kolay olacaktır.
Mutluluk, kanımca vıcık vıcık bir muhabbet değil,
hangi bağlamda olursa olsun, yaratmaktır.
Sevgiler,
11
Türkan

Kanser tanısı bana 1 98 6 yılında konmuştu .


2002'de, tam on altı yıl sonra, davetsiz ve sinsi bir
misafir gibi, hayatıma geri döndü kanser. Yine bir
kanser vakası için hastaneye gitmiş olmasaydım,
belki sere serpe yerleşecekti vücuduma.
Kız kardeşim Turhan, akciğer kanseri olmuştu.
Onun tedavisiyle meşgul olmak için sık sık hastane­
ye gidiyordum. Doktor arkadaşlardan biri, "Sen
tetki klerini yaptırıyor musun Türkan? " diye sordu.
O kadar unutm uşum ki, tek göğsüme rağmen,
kanser geçirdiğimi, "Ne tetkiki ? " diye sordum.
O gün benden kan aldılar ve değerler sakıncalı
bulununca, birkaç gün sonra MR çektirdim.
Teşhis: Karaciğer metastazı!
İsyan etti m bu kez. Yarabbim , dedim, çok üstü­
me geliyorsun! Şu yaşa geldim, emekli oldum, yap­
mak istediğim bir sürü şey var. Şimdi ben kemote­
rapilerle elden ayaktan düşersem, nasıl üstesinden
geleceğim o işlerin? Sonra kızmanın yararı olmaya­
cağını düşündüm, "Ey kanser," dedim, "bu kez ,
ben seni yenmesini iyi biliri m ! Yine, geldiğin gibi
gidersi n ! "

28 1
Kemoterapilerimden kalkıp hastalarıma, kon­
grelerime, dernek toplantılarıma koştum. Hayatı­
mı hiç değiştirmeden yaşamaya devam ettim .
Dolu dol u , doya doya yaşadım . Ü stelik b u kez
öl ü m ü n nefesini biraz da ensemde hissettiğim
için, daha hızlı, daha çok çalıştı m . Daha fazla i n ­
sana e l u zatayım diye, h e m kendimi hem çevremi
zorladım.
Yedi sene m üsaade etti bana. Sonra geri döndü .
En az benim kadar ısrarcı ve kararlı çıktı, son geli­
şinde. Ben onu iki kez yendim, şimdi zafer sırası
onda, heyhat!

Uykum var ama mektuplar beni bırakmıyor.


Onları okudukça, baştan yaşıyor gibi oldum haya­
tımı . Tarihimin derinliklerine yolculuk, sabaha ka­
dar devam edecek, böyle giderse . Yüzümü aldığını
mektuplara gömdüm , kokladım kağıtları. Çocuk­
luğumu, gençliğimi ve özgürlüğe kavuştuktan son­
raki ilk yıllarımı özledim. Burnuma bastırıp teker
teker koklasam mektupları, annemin çamaşırların­
da tüten lavanta çiçeği kokusunu, babaannemin pi­
şirdiği mısır ekmeğinin, bindiğim Boğaz vapurları­
nın kömür, deniz, tuz ve demlenmiş çay kokusu­
mı , fakültenin laboratuvarlarındaki kimya kokusu­
mı , gençliğimin ve umutlarımın kokusunu burnum
ayrıştırabilir mi, satır aralarında . . .

282
"Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda
Dokunabilir misiniz
gözyaşlarıma
ellerinizle
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerin kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce. ))

Ey Orhan Veli, günlerden bir gün, bu akşamı


yaşayacağımı nasıl bildin de kaleme aldın bu şiiri?

2 83
BASKIN
-

1 3 Nisan 2 009, Arnavutköy

Gece Gökşin'in getirdiği mektuplan okuyaca­


ğım diye geç uyudum. Sabaha karşı derince bir uy­
kuya dalmıştım ki, hastaneden gelen ekip tatlı uy­
kumdan uyandırdı ben i . Kan almaya gelmişler.
Hastabakıcı odama girince, "Yatak odamda yap­
mayalım bu işi," dedim, "şimdi siz gider gitmez
kahvaltı vermek isteyecekler bana, kahvaltıyı yatağa
getirtmeyi sevmiyoru m . Geçen gün çayı döktüm,
şilteyi akşama kadar zor kuruttuk. Üzerime bir şey
verin de oturma odasına geçeyim . "
Yatağın ucundaki ince şalı sırtıma koydu hasta­
bakıcı, koluma girdi . Kendi kendime yürüyebilir­
ken , koluma girenlere bozuluyorum ama gücen­
mesin diye ses etmedim. Yavaş yavaş oturma oda­
sındaki divana doğru yürüdük. Yerime yerleştim,

285
Zeynep, önümde duran sehpaya cep telefonumu,
telefon defterimi ve yatağımdan toparladığı mek­
tupları koydu . Hemşire uzun bir lastikle sağ kolu­
mu dirseğimin üzerinden sıktı, işe yarar damar bul­
maya çalıştı. Bulamayınca, lastiği söktü, sol koluma
bağladı. Kollarım ve ellerimin üstü kan vermekten,
serum almaktan delik deşik.
Şişmiş ve morarmış ellerime bakarken, anne­
min dikiş kutusunda duran ve çocukken bana hep
çok gizemli gelen iğne yastığını hatırladım, kendi­
m i ü zerinde değişik boylarda iğneler bulunan o
küçük yastığa benzettim . İ ğne yastığıyla oynamam
yasaktı. Her yasak şey gibi, merakımı çekerdi. "Ni­
ye bu kadar çok iğne saplı buraya? " diye sordu­
ğumda, "Çünkü o bir iğne yastığı," demişti an­
nem, " işi bu ! "

Sonraki yıllarda iyice haşır neşir oldum iğne yas­


tıklarıyla. Evde patron çıkartarak çocuklarına elbi­
seler diken annem, bana da öğretmişti dikiş dikme­
sini . Az mı dikiş diktim, nerdeyse on iki, on üç ya­
şımdan beri . Benim çocukluğumda ve gençliğimde
hazır giyim yoktu . İç çamaşırından en şık giysileri­
mize kadar her şeyimiz evde dikilirdi . Ben annemin
dikişe yatkın el becerisini almış olmalıyım, sever­
dim kendime bir şeyler biçip dikmeyi. İstanbul'da
eğitimli bir aileye doğacağıma, bir Anadolu kasaba­
sında, kendi halinde bir evde doğaydım, o kasaba­
nın terzisi ben olurdum kesin ! Dün akşam karıştı-

286
rıp durduğum mektupların arasında, pek çok kanıt
var, amatör terziliğime dair.

5 Ağustos 1 9 50'de Gökşin'e şöyle yazmışım :

«. . . Gefen gün bir kırmızı mayo diktim, iki par­


falı. A rtık terziliği ilerlettik. Sanat okulu talebele­
rine meydan okuyorum. Dün bir de basma bitirdim.
Bifimi, kendi icadım. Fena olmadı, köy ifinde giyi­
,,
lir.

Yirmi gün geçmemiş ki , yine makine başınday­


mışı m :

<<24 Ağustos, 1 950

. . . Dün öğlene kadar diki,s diktim. Diyeceksin ki


bayram günü diki,s dikilir mi? Bu, benim aklımdır,
daha doğrusu akılsızlığım. 1 6 Ağustos eğlencesinden
sonra, ben bayramın geleceğinin farkında değilim.
Dün baktım ki geliyor, bayramlığım yok, aslında
blıızum var da eteğim yok. Evde ,cok güzel bir laci­
vert kuma,s vardı. Annem elbise yapacaktı. Ondan
hemen bir eteklik yaptım, oldu bitti!»

Bir başka mektubumda yine bu mariktimden


bahsetmişim Gökşin'e:

«... Annemin ge,cen sene yaptırdığı bir basma


vardı. Artık dar geliyor. Onu aldım. Mayo yapaca-

287
ğım. Bugün kestim. İşim fOk zor, zira bütün mayo
yapacağım. Bakalım nasıl olacak? Akşamüstü ku­
maşı oturtmak ifin fOk uğraştım. Terzi olmadığım
i,cin usulünü bilmiyorum. Epey zorluk fektim. . . 11

Bu yazıların sonuna bir de mayo modeli çizmi­


şim, külotl u , eteklikli bir mode l . Arka ortası beş sı­
ra çapraz bağ ile kapatılıp bele oturtuluyor. Anne­
me çok yakışan bir elbiseydi . Ama zavallı anneci­
ğim her yıl, aldığı kilolara yenilerini eklerdi. Bu
yüzden benim genç kız olduğum senelerde, mev­
sim başında kendi için özene bezene diktiği elbise­
ler, mevsim sonunda, benim ya da kız kardeşim
için küçültülürd ü .
Terziliğim ü niversite yıllarında da devam etti.
Kendime etekler, ceketler ve onlara uygun çantalar
bile diktim . Artık hayatımda sını f çayları başlamıştı
ve bana o güne kadar benimsettirilen sadeliğe ve
ciddiyete rağmen , kendime itiraf etmesem bile, gü­
zel giyinmek, şık olmak istiyordum.

"25 Kasım, 1 954


. . . Ne olur burada olsaydın da faya beraber git­
seydik. Ben ne yapacağım bilmem. Bütün arkadaş­
ları, fOluk fOCuğumu toplamak lazım, iki fiftgitsek,
vay gele hocaların kaJJalyeyi tenkidine! Boş yere ten­
kit edilmek doğru olmaz değil mi? Ne giyeceğim
Gi;kşin, yeni bir şey dikmek ifin JJakit de yok!. . ''

288
((9 Aralık, 1 954
. . . Ge,cen cumartesi eşantiyonlu tıp ,cayına git­
tik... Çayda bizim ,cocuklara hediyeler verildi, ,cok
eğlendik. Bu benim ilk ,cayımdı ama pişkin davran ­
dım, hani. Mezunlar ,cayına da gideceğiz, kızlar ka­
valyesiz olalım diyorlar, ben de göğüslük, kara ,co­
raplagidelim diye teklifettim! Olur m u ya kardeş!..
Bir mavi yün vardı evde, ,cok cici, onunla bir
bluz başladım, bakalım neye benzeyecek ? Görüyor­
sun ya ben hamarat bir kız oldum artık, evde oldu­
ğum günler silip süpürüyor, bulaşık ve ütü yapıyo­
rum, dikiş de keza. . . "

((
··· Neyse ,caya gittik, epey eğlendik. Babam ve
Merye.m 'in kocasıyla dans ettim. İyi de oldu. Sevin,c
ve bir kız arkadaşı gelip masamıza kuruldular. 0-
sa onlara kavalyeli gelin demiştim. Meğer tıp ,cayı
zannetmişler. "

Düşünün, benim kavalyem babam ! Ama ne ka­


dar mutluymuşum buna rağmen. Diğer arkadaşla­
rıma da kavalyelerinizle gelin derken, kastettiğim ,
sevgilileri deği l , erkek kardeşleri, dayıları, yeğenle­
riydi zate n . Masumiyet çağının, azla yetinen, ko­
layca sevinen ve her şeye üzülen çocukları, bizler!
Bu yaşa geldik, kimimiz hala i zlerini taşırız o safi­
yetin .

289
«27 Aralık, 1 954

. . . Ve kızıyorum başkaları yorulurken benim boş


kalmama. Hoş pek de boş sayılmam, dikiş dikiyo­
rum, fanta v.s yapıyorum, ev işleri filan ... Epey ha­
marat oldum... Sabah ders falışmadım. Kendime
etek ve fantamla bir örnek kapişon yaptım. Gri, ke­
narlarına kırmızı biye gefirdim . . . "

Dikişle bu kadar içli dışlı olan biri , delik deşik


kolunu iğne yastığına benzetme z de neye benzetir?
İ ğne yastığı olmanın dışında, başka işlere de yaradı
kollarım, Allah'a bin şükür! Hastalarını ve öğrenci­
lerini hep sevgiyle kucakladı bu kollar. Onlar da
benim kıymetimi bildiler, doğrusu . Yolun sonuna
geldiğim şu günlerde beni yalnız bırakmıyorlar.

Hemşirenin elindeki tüpe akmakta olan kanım­


da, eğer değerler iyi düzeylerde çıkarsa, yarın has­
taneye gideceğim , kemoterapi içi n . Yine bir başka
iğneyi elimin üzerine saplayacak ve ilaç aktaracak­
lar damarıma. Aldırdığım yoktu bunlara. Aklım fik­
rim derneğin birkaç hafta sonra kutlanacak yirmin­
ci yılında. Fazıl Say'dan o gece konser vermesini ri ­
ca etmiştik. Dernektekiler henüz yanıt alamamışlar.
Programı elbette çok yükl üdür ünlü piyanistin. Ü s­
telik daha önce de derneğin yararına bir konser
vermişliği vardı, kabul etmeyebilir. Ne yapacaklar
bi zimkiler, o zaman? Kimi bulabilirler bir konser

290
ıçın, bu kadar az zaman kalmışken? Şu kutlama
programını kemoterapiden önce halledebilseydik
keşke! Kemolar giderek daha çok yorgunluk ve sı­
kıntı vermeye başladı çünkü. Eskiden kemodan
kalkar kalkmaz işlerimin başına koşabilirken artık
günlerce dinlenmem, mide bulantılarının geçmesi­
ni beklemem gerekiyor.
Odaya geldiğimde, televizyonu sabah haberleri­
ni almak için açtırmıştım ama hemşireyle sohbet
ederken sessize almış, Zeynep. Kan verirken, sesi
sonuna kadar kısılmış televizyonda sabah haberleri­
ni okuyan sunucunun, arka planında akaduran re­
simlere bakıyordum gözucuyla. B irden gözüme
pek tanıdık görüntüler takıldı. Kapısında ÇAG DAŞ
YAŞAMI D ESTEKLE M E D E RN E G İ yazan
dernek binasını gördüm bir an .
"Şu televizyonun sesini açar mısınız lütfen,"
dedim, hemşireye, "bakın kumanda şurada."
Hemşire, kumandaya uzandı, sokak kapısının
zili de işte tam o anda çaldı.
"Aman siz kımıldamayın," dedi hemşire, bir
eliyle bir parça pamuğu kan aldığı noktaya bastırı­
yor, diğeriyle televizyonun sesini açmaya çalışıyor­
du. Sesi yükselttiğinde, görüntü değişmişti ve
Çağlayan, paldır küldür merdivenlerden aşağı ini­
yordu. Herhalde bakkal çırağı gazete getirdi, diye
düşündü m .
"Çağlayan," diye seslendim, "sonra gel de bir
bak, televizyonda bizim dernekle ilgili bir haber

29 1
geçti ama kaçırdım oğlum, başka kanalları ara, bel­
ki yine çıkar bir yerde. "
B irkaç dakika geçti. Hemşire koluma bastırdığı
pamuğu tablaya bıraktı . Merdivenlerde yine ayak
sesleri duyuldu. Yukarıya kesinlikle bir kişiden faz­
la insan çıkıyordu, bu kez. U zandığım divandan
doğruldum, kapıya doğru döndüm ve dondum
kaldım. Kapının eşiğinde duran oğlumun arkasın­
da bir kalabalık vardı.
" Polisler gel miş anne," dedi Çağlayan .
Lacivert üniformalarının sırtlarında "Terör İ le
M ücadele" yazan genç adamlar odaya doluşurlar­
ken, hemşire elindeki kan tüpünü aceleyle çantası­
na yerleştiriyordu .
"Buyurun," dedim, "buyurun da, doğru adrese
geldiğinize emin misiniz, çocuklar? "
Sivil giyimli olanlardan birisi öne çıkıp saygılı
konuştu, "Sizi rahatsız etmek istemezdik Hocam
fakat aldığımız emre göre, evinizde arama yapaca­
ğı z."
"Ne arayacaksımz?" diye sordum.
"Ümraniye'de bulunan silahlarla ilgili . . . "
Gülmeye başladım. "Şaka ediyorsunuz! Evimde
silah mı arayacaksın ı z ? "
"Maalesef. "
"Annemi de mi Ergenekon'a bulaştırdılar yok­
sa?" dedi Çağlayan .
Polis yanıtlamadı.
"Avukanma telefon etmek istiyorum," dedim.

292
" Elbette Hocam."
Çağlayan cep telefonuma baktı, "Anne, bunun
şarjı bitmiş," dedi. Telefonumu fişe takıp kendi te­
lefonunu getirmek için üst kata çıkarken, odayı
dolduranlara sordum,
"Hemşireye hastaneye dönmesi için ızın verır
misiniz1 Tahlilerin acil iyeti var da . . . "
" Hemşire gidebilir," dedi şefleri.
Hemşire, kül gibi solmuş yüzüyle, alet edevatını
toplayıp çıkarken, Çağlayan geri geldi, kendi cep te­
lefonundan avukatı aradı ve telefonu bana uzattı.
Avukata başımıza gelenleri anlattım . Avukatım he­
men yola çıkacağını, en kısa zamanda eve geleceğini
söyledi.
"Sizler avukatımı beklerken birer çay içer misi­
niz1 Ya da kahvd " diye sordum.
"Zahmet etmeyin efendim. Vazife başında ik­
ram kabul edemeyiz . "
"Oturun o halde, ayakta kalmayın," dedim .
"Siz bizim için üzülmeyin efendim, biz ayakta
beklemeye alışığız," dedi sivil giyimli kişi.
Zeynep'e, "Halimc'nin yatağını kaldırmıştın
değil mi1" diye sordum, "bu arkadaşları aşağıdaki
odada misafir edelim, orada oturup beklesinler."
Zeynep, Halime'nin yatağını kaldırmak için aşa­
ğıya koştu .

Evim , Arnavutköy'ün denize doğru inen yolla­


rından Beyazgül Sokak'ta, üç katlı eski bir Rum

293
evidir. Ardiye niyetine de kullanılan giriş katında
kışları ısıtmadığımız ve misafirler için kullandığı­
mız bir oda; merdivenle çıkılan ikinci katta, benze­
ri ahşap evlerde olduğu gibi ortadaki hole açılan iki
küçük yatak odası, bir oturma bölümü ve mutfak
var. Ayrı girişi de bulunan evin üçüncü katı, Çağ­
layan'a ai t. Polisler Çağlayan'ın katına hiç çıkmadı­
lar. Saygılı ve naziktiler. Belgelerin yok edilmesi ih­
timaline karşı, sivil polis hole çıkıp ayakta dikilme­
yi sürdürürken diğerleri zemin kattaki küçük oda­
da oturup avukatın gelmesini beklediler. Çağlayan
onlarla birlikte aşağı indi .
"Bu iş ne kadar sürer?" diye sordum holde diki­
len görevliye.
"Belgelerinizi toparlayacağız bir de silah olup
olmadığına bakacağız . "
"Buyur bak oğlum . Karşısı benim yatak odam ."
" Ben arama yaparken yanımda sizlerden biri
bulunmal ı . "
"Oğlumu çağırayım . "
"Bir kişi daha çağırırsanız, aynı anda iki ayrı
odayı arayabiliriz."
Zeynep'e baktı m , başıyla hayır işareti yaptı. Be­
ni yalnız bırakmak istemiyordu herhalde.
"Yakında oturan bir arkadaşımı çağırayım o hal­
de," dedim, "Avukatım da geliyor ama işi gücü
vardır, o uzun süre kalamayabilir."
"Siz rahatı nıza bakın ekndim . Bizim acelemiz
yok," dedi polis. Şivesi doğu kökenini ele veriyordu.

294
"Nerelisiniz?" diye sordum .
" B e n b urada doğdum a m a m e mleket Van ,"
dedi .
"Güzeldir oraları ."
"Gittiniz m i Van'a?"
"Hem de kaç kere."
"Şu okula giden kızlar için mi?"
"Cüzamlılar için."
"Yaaa! "
Şaşırdı. Doktor olduğumdan haberi yoktu her­
halde. Dernekçiliğimin yanı sıra doktor olduğumu
da söyledim .
"Bizim oralarda epey yaygınmış cüzam," dedi.
"Artık çok azaldı," dedim, "Van'da ilk cüzam
taramasını biz başlatmıştık. Bahçesaray'da"
" Bahçesaray'a da mı gittiniz?"
"İlk kez 1 98 3'de gitmiştim . Sonra pek çok ke-
re gittim . "
"Ne yaptınız oralarda� "
"Cüzamlıları saptadık, dedim ya."
" Kolay olmamıştır. İnsan içine çıkmazlarmış da
pek! "
"Şimdi çıkıyorlar artık. Tedavi oluyorlar, hiçbir
şeycikleri kalmıyor," dedim.
"Yine de onlardan uzak durmal ı . . . Ne bileyim . . .
Cüzam işte , bulaşıcı hastalık!"
"Öyle söyleme! O taraflıyım diyorsun, bakarsın
bir gün aileden biri de yakalanıverir bu mikroba.
Ne yapacaksın, onu evinin, köyünün dışına mı ata-

295
caksın? İlacı var, içiriyorsun, temi zl iğine dikkat et­
tiriyorsun, iyileşiyor. Hatta evlenip, iş güç sahibi
olup, çoluk çocuğa da karışıyor."
Eliyle masanın kenarına vurdu, "Allah koru­
sun," dedi, "siz ta İstanbul'dan kalkıp oralara cü­
zamla uğraşmaya gittinizse, cennetliksiniz vallah i ! "
"Cennetlik m iyim, değil miyim, pek yakında
göreceğim ! " dedim.
Yine tahtaya vurdu, "Allah gecinden versin, Al­
lah'tan ümit kesilmez." Bana bakışından hem hali­
m e acıdığını hem de hakkımda iyi şeyler düşünme­
ye başladığını anladım . Bahçesaray'a birkaç kez git­
miş olmam aramızda bir yakınlaşma doğmasına se­
bep olmuştu . Memleketini bilen birine rastlayınca
bizim toprağın çocuklarının içi erir nedense. Genç
polisin V::ın'ı biliyor ol ın::ımın karşısındaki sevincini
görünce, aklıma öğrencilerimden birinin y::ışadığı
olay geldi; on::ı da an latsam mı diye düşündü m .

1 984 yılında, Bahçesaray'a cüzam taramasına


götürdüğüm ilk ekipte, Talat Kırış adında bir öğ­
renci vardı. Bahçesaray'ın eski adının Müküs oldu­
ğunu bu gezi sayesinde, haliyle öğrenmişti . Tara­
madan yıllar sonra başına gelen bir olayı anlatmış­
tı, bana. Bir akşam, Çapa'da nöbetteyken, ta Erzu­
rum 'da inş::ıattan düşen genç bir işçi getirmişler
hastaneye. Bel omurlarından biri kırılmış, sinirlere
baskı yapıyorm uş. İlk bakışta um utsuz bir vaka gi­
bi duruyormuş ama Talat'ın da aralarında bulun-

296
duğu doktorlar bacaklarının iç kısmında küçük bir
duyarlılık fark edince, ellerini çabuk tutarlarsa,
genci felç olmaktan kurtarabileceklerini umut et­
mişler. Hastayı ameliyata hazırlayan Talat, gence
"Memleket neresi?" diye sormuş.
"Van."
"Neresinden?" diye sormuş bu kez .
"Bahçesaray," demiş hasta.
"Müküs, yani ."
Bacakları tutmayan hastanın gözleri parlamış.
Önceden götürüldüğü hastanelerde yüzüne bile
bakılmazken, ülkenin bir başka ucunda, kasabası­
nın hatta köyünün, mezrasının adını bilen bir dok­
torla karşılaşınca, kesin iyileşeceğine inanmış. O
moralle girmiş, çok zor olan ameliyata ve gerçek­
ten iyileşip ayağa kalkmış. Diyeceğim şu ki, bize
çok uzak duran kişilerle dahi, bir ortak nokta
bulup, gönüllerine dokunursak, doğru sözleri söy­
leyebilirsek, i letişim kurmak her zaman mümkün­
dür ve sıcak bir iletişim mucizeler yaratabiliyor.
Bu anıyı aktarmama fırsat vermedi, "Yani, siz
tek başınıza m ı gidip cüzam araması yaptınız, ora­
da?" diye bir kere daha sordu, genç polis.
"Hayır," dedim, "ben hocaydım, öğrencile­
rimden bir ekip kurdum, on-on iki kişi birlikte git­
tik."
"Cesursunuz valla! Her babayiğit gidemez . "
" Bence her babayiğit gitmeli. Her biri m i z
memleketimizin h e r b i r köşesini görüp tanımalıyı z .

297
Elimi zde ne değerler olduğunu ve o değerleri nasıl
heba ettiğimizi bizzat görmeliyiz ."
"Haklısınız." Usulca yanımdaki iskemleye ilişti .

Sohbeti ilerlettiğimizden beri kıvranıyor kar­


şımda, o da benim gibi neden suçlandığımı anlaya­
bilmek için. B u eve baskın yapılmasının saçmalığı­
nın, yaşlı ve çok hasta bir doktorun terörle suçlana­
bilmesinin, nereden bakılırsa bakılsın, gerçek dışı
durduğunun bal gibi farkında. Saçsız başımdaki
bandana, kelliğimi kapatmaktan u zak ama genç
polis bu duru m u yadırgamıyor, belli ki kemoterapi
gören hastaların saçsız kalmasına alışık. Ben kemo­
larımdan sonra kel kafama bandana takıp insan içi­
ne karışınca, o halde televizyonlara bile çıkınca, ba­
na gelen mesaj ve mektuplardan anladım ki pek
çok kişi cesarete gelip o vaziyette gezmeye başla­
mış. Fakat polis gözlerinin sık sık, dokuz aylık ha­
mileymişim gibi duran şiş karnıma takılmasına ma­
ni olamıyor. Yüzüm çökük, kollarım ip gibi kalmış
ama karaciğer yetmezliği çeken son demlerindeki
her hasta gibi karnım davula dönmüş vaziyette. Ba­
kışlarını karnımdan kaçırırken yakalanınca, gül­
düm, " Karnımın şişliği , hastalığın normal seyri,"
dedim . İçimden "vallahi hamile değilim," demek
geçti ama tuttum kendimi.
"Geçmiş olsu n ! " dedi . Kı pırdandı, el lerini
ovuşturdu, onun "neden terör aramalarına bulaş­
tırdılar sizi," demesini bekledim ama sonunda dili-

298
nin ucundakini sormak yerine, "Nasıl oldu bu yol­
culuk, anlatsanıza," deyiverdi.
"Hangi yolculuk?"
"Şu, sizin Müküs'e gidişiniz."
"Uzun hikayedir," dedim, "sıkılmayasın?"
"Nasılsa avukatınızı bekliyoruz . Zaman geçer,
fena mı?"

Hikayenin üzerinden de çok zaman geçmıştı .


D ile kolay, tam yirmi beş sene! Ne kadarını hatır­
layabileceğim i ben de merak ediyordum doğrusu.
Hatırlayabildiklerimi, genç polise anlatabilmek
için, belleğimi yokladım.

299
BIÇAK SIRTI
(Venüs-Mars-Müküs)
-

İstanbul dışındaki cüzamlılara ulaşabilmek için,


yetişmiş ve güçlü bir ekibi olan Veremle Savaş
Derneği ile işbirliği yapmaya karar verdiğimizde,
işe önce hastalarımız hakkında gayet sağlam bir
dosya siste m i kurmakla başlamıştık. Sonra
derneğin eki bindeki teknisyenleri eği time aldık,
onlara cüzamı teşhis etmeyi öğrettik. Bu kişiler na­
sılsa Anadol u'da çocukları aşılıyor, daha sonra da
aşı kontrolüne gidiyorlardı. Verem kontrol ünü
yaptıkları çocukların, cüzam kontrol ünü de yapıp
belirtiler gördükleri takdirde, bize bildirebilirlerdi.
Cüzam hastalığı vücudun herhangi bir yerinde,
hiçbir rahatsızlık vermeyen açık renk bir leke ola­
rak başlıyord u. Kontrol muntazam yapılmadıkça,
cüzamı başında teşhis etmenin imkanı ne yazık ki
yoktu. Bu nedenle hastalık karşımıza hep ilerlemiş

30 1
evrelerinde, pençeleşmiş eller, felçli gözler, topak­
laşmış suratlar, diz ve dirseklerde yara izleri olarak
çıkıyordu.
Ne yazık ki Verem Savaş ekibiyle başarılı bir ça­
lışma yapamadık. Bu arkadaşlar aşının tutup tutma­
dığını kontrol etmek için sadece çocukların omuz­
larına bakmakla yetinirlerken, şimdi tüm bedeni
muayeneden geçirmek zorunda kalmışlardı. Vakit
alan bu iş için ikinci bir maaş ödemek gerekiyordu
ki, Dernek olarak öyle bir paramı z yoktu . * Kısaca­
sı iş başa düşmüştü ! Kırsal alanlardaki cüzamlılara,
hemşirelerim ve öğrencilerimle ben, bizzat ulaşma­
lıydık.
Doç. Dr. Etem Utku'nun başlattığı ama 1 964
yılında zamansız ölümüyle tamamlayamadığı cü­
zam taramalarını üstlenmek ve tamama erdirmek
için, zaten yıllardan beri yanıp tutuşuyordum. Ül­
kede cüzamın önünü alacaksak, bunu ancak bir ta­
rama sonucu, tüm hastaları tespit ve tedavi ederek
başarabilirdik. Üstelik yıllardan beri ülkemin bil­
mediğim yörelerini görmek, dört bir yanına ulaş­
mak, toprağına, insanına değmek, havasını solu­
mak, suyunu içmek, yöresel tatlarını tatmak, şivele­
ri, adetleri değişik insanlarıyla tanışmak isterdim.
Şimdi bir taşla iki kuş vuracaktım; ülkemi tanırken,
cüzamlıları da tespit edecek, hastalığın kökünü, ye­
rinde kurutmaya çalışacaktım .

* Güneş Umuttan Şimdi Doğar, s. 1 96- 197.

�02
Tarama planımı gerçekleştirmeye karar verdi­
ğimde, l 984'ün baharındaydık. Taramaya cüza­
mın en yaygın olduğu Van ilinden başlamak en
doğrusu olacaktı . Gerçekten cesaret isteyen bir işti,
bu. Duyanlar, "Sen delirmişsin," diyorlardı, "ora­
da yaşayan insanlarla ilişki kuramazsın! Türkçe bil­
mezler, soyunmazlar, muayene olmazlar, hasta ol­
duklarım kabul etmezler."
Yılmadım . Belkemiği tüberkülozuna yakalanıp
on üç ay boyunca yüzükoyun yatan ve o yataktan
akıl sağlığı yerinde kalkıp, ihtisas yapabilen biri,
Van'ın koşullarında korkar mı? O gün bugündür
her kafasına koyduğunu yapabilmişse, taramanın
da üstesinden gelir elbet!
Aynen böyle düşündüm!
Önce bir ekip kurmam gerekiyordu. Ekibimde
benden başka bir veya iki hekim daha, iki hemşire
ve zor şartlara dayanıklı, birkaç hevesli ve çalışkan
öğrenci bulunmalıydı. Olmazsa olmaz hemşiremi
biliyordum; Ayşe Yüksel'e kendi gibi çalışkan, di­
siplinli ve ideal sahibi bir meslektaş daha bulmasını
söyledim . Çok isabetli bir kararla, Tülay Çakıner'i
uygun bulmuş. Öğrencilerimden Serhan'a da pro­
jeyi anlattım .
"Gönüllü olarak çalışabilecek, karşımıza çıkacak
her türlü zorlukla baş etmeye hazır, sorun çıkarma­
yacak, kapris yapmayacak arkadaşlarından bir ekip
kur. Bunu başaracağına inanıyorum," dedim.
Müthiş b i r ekiple yola çıktık.

303
Önce Ankara üzerinden otobüsle Elazığ'a git­
miş, Van'a geçmeden önce, e kipteki çocukları Ela­
zığ Lepra Hastanesi'nde cüzamla ilgili bir kursa ta­
bi tutmuştuk. Çocuklar, lepra yani cüzam hastalığı
ile ilgili her ayrıntıyı bu kurs sırasında öğrenmişler­
di. Bu arada, medikal bilgi kadar önemli bir başka
şeyi daha öğrettim ekibimdeki öğrencilere: Hasta­
lara dokunmayı.
" H iç çekinmeyin, dokunun onlara çocuklar,"
dedim, beş parmağımı bitiştirip elimin ayasını gös­
tererek, "hastayı muayene ettikten sonra, ellerinizi
bir güzel yıkarsanız, bir şeycik olmaz! Bakın ben
yıllardır dokunuyorum, hastalık kaptım mı? Hasta­
nıza uzaktan bakarak belki teşhiste bulunabilirsiniz
ama hastanın gönlü de lazım size. Gönlünü kaza­
namazsanız, hastalığı kolayca yenemezsiniz. Do­
kunmak, sözcük olarak 'değme'nin ötesinde, de­
ğiştirmek, duygulandırmak anlamını da taşır. Sev­
giyle dokund uğunuz hastayı kendinize bağlarsınız,
,,
ona iyileşeceğine dair güven verirsiniz. .
Eki bimizdeki Yeşim Erim adlı öğrencim, yıllar
sonra bana, "Hocam demişti, nasıl maydanoz yı­
karken aklıma anneannem gelirse, yeni tanıştığım
bir hastanın çıplak sırtına her dokunduğumda da
sizi hatırları m . Ben dokunmayı sizden öğrenmiş­
tim , Elazığ'da."

Yer Gök Diirt Duııar, Türkan Saylan, Cumhuriyet Kitapları,


(2009), s. 1 26.

3 04
Elazığ'da kaldığımız sürece, tedavisini yaptığı­
mız ve hastalığını saptadığımız kişileri, son gece
verdiğimiz veda yemeğine davet etmiştik. Cüzam­
lı lar, kimse kendileriyle konuşmaya bile yanaşmaz­
ken , bizlerden böyle bir davet alınca çok şaşırdılar
ve duygulandılar; hele de yemek süresince çalan
müzikle dansa kalktığımızda ve onlara bizlerle dans
etmeyi teklif ettiğimizde! Cüzamlılarla halka kur­
duk, el ele tutuştuk halay çektik, teke tek dans et­
tik. Hayatlarının ilk ve son danslarını bizimle etti­
ler. Sanırım Elazığlılar ve Cüzam Hastanesi'nin
hastaları bizleri hayatları boyunca unutmadılar, tıp­
kı bizlerin de onları asla unutmadığımız gibi.
Ertesi sabah erkenden yola koyulduk ve ver eli­
ni Bahçesaray!
Doğu Anadolu'da, Allah' ın, doğasını özene be­
zene yarattığı halde, unutmayı tercih ettiği, yılın
sekiz ayı karlarla kaplı olduğu için, bir türlü ulaşı­
lamayan Bahçesaray, ya da eski adıyla Müküs!
Biz Mi.iki.is'e, karların nihayet eriyerek bize ge­
çit verdiği bir yaz günü vardık. 1 984 yılında, batı­
yı doğu kentlerine bağlayan bakımlı şose yollar,
uçak seferleri yoktu ama terör de başlamamıştı he­
ni.iz. Hepimiz hayatımızda ilk kez, yerinde bir lep­
ra taramasına çıkıyorduk. İlk hedefimiz, Bahçesa­
ray'ın yirmi kadar köyünü ev ev taramaktı. Çok he­
yecanlıydık. Yılın sekiz ayı karlarla kaplı olduğu için
ulaşılamayan beldeye, Sağlık Bakanlığı'nın temin
ettiği arabalarla 3 .400 metre yükseğe tırmanıp, üç

305
saatlik bir yolculuğun sonunda, varabilmiştik. Bu­
lunduğumuz tepeden aşağı bakmış, çanağın dibin­
de ortasından billur bir dere akan, bir avuç yeşillik
görmüştük. Tepede, arabalardan indik, çantaları­
mızı taşıyarak döne döne yokuş aşağı giden yolda
bin bir eziyetle, bir taraftan da doğanın inanılmaz
güzelliğine hayran kalarak, köylülerin M üküs
dediği Bahçesaray'a ulaştık.
Bahçesaray'ın tek caddesinin üzerinde bir cami,
bir otel, birkaç dükkan, bir Sümerbank satış mağa­
zası, jandarma komutanlığı, karakol ve yolun so­
n unda da kalacağımız sağlık ocağı vardı. Karakol,
sağlık ocağı ve caminin dışındaki binaların hepsi
tek katlı, toprak damlı, kerpiç yapılardı. Ama hepi­
mize tokat gibi çarpan çevre değil, oranın halkıyla
aramızdaki kültür uçunımu olmuştu. Van'da halk
bizleri turist sanmış, çocuklar Türkçe sorularımıza
"yes" "no" gibi İ ngilizce yanıtlar vermişlerdi ama
burada bize turist bile değil, aydan gelmiş uzaylılar
gibi bakıyorlardı.
Sağlık ocağının bir lojmanına, Uludağ Üniversi­
tesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı'ndan Hamdi Ayte­
kin Hoca ile erkek öğrenciler yerleşti. Lepra Hasta­
nesi'nden dermatolog Bahar'ı, hayatım boyunca
sağ kolum olacak, kızım yerine koyduğum Ayşe
Yüksel ve Tülay Çakıner hemşirelerle, kız öğrenci­
leri diğer lojmana yerleştirdik. Yakındaki askeri bir­
likten tedarik edilmiş yataklarım ızı yerlere serdik.
Yerleştikten sonra, bir plan yaptık. Çocukları deği-

306
şik köylere yollamak üzere gruplara ayırdık. Her
grup bir başka köyü tarayacaktı. Köydeki kadınların
muayenesini, Ayşe ve Tülay hemşirelere ve kız öğ­
rencilere bırakıyorduk. Erkek öğrenciler de erkek­
lerin derdini dinleyecek, taramalarını yapacaklardı.

Sabahın erken saatlerinde gruplar birbirinden


ayrılarak, yola koyuldular. Gittikleri köylerde önce
muhtarı bulacaklar, ne yapmak istediklerini anlata­
caklar, sonradan köy i mamıyla tanışıp onu ikna
edecekler ve camiden köy halkına anons yaptırarak
herkesi mu htarın evine muayene olmaya davet ede­
ceklerdi . İ mamın cami hoparlöründen, insanları
muayeneye çağırması elbette etkili olacaktı.
Akşam sağlık ocağında buluştuğumuzda, hepi­
mizin anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki, nereden
ve kimden başlayacağımızı bilemiyorduk. Konuş­
maya başlayınca şunu gördük; hepimizin anlattıkla­
rı hemen hemen aynıydı: Bir zaman tünelinin içine
girmiş, ortaçağın da ötesinde bir zamana geçiş yap­
mıştık. Bu zaman diliminde, inanılmaz bir yoksul­
luğun ve cehaletin pençesinde kıvranan iyi, temiz
yürekli, saf ve cömert insanlarla karşılaşmıştık. Yok­
sulluklarına rağmen ikramdan geri kalmamak için
çırpınmışlardı. Ziyaret ettiğimiz evlerde Kürtçe ko­
nuşuluyordu. O yıllarda bu dili bugünkü gibi ulu­
orta Kürtçe diye adlandıramıyorduk. Evler taştan
yapıl mıştı, içlerinde tandır yanıyordu ve insanlar o
dumanın içinde hiç gocunmadan oturabiliyorlardı.

307
Evlerin hiçbirinde tuvalet yoktu. İ h tiyaçlarını dere
kenarına inerek gideriyorlardı. Kız çocuklarını
okutmuyorlardı. Türkçe bilen erkekler, yabancı dil
bilenlerin ayrıcılığına sahipti, statüleri diğerlerine
göre daha yüksekte görünüyordu . Devletle bağlan­
tıyı sadece onlar sağlayabiliyormuş. Kadın erkek
uçurumu çok derindi . Şafi inançlarına göre, kadına
el değerse abdest bozuluyormuş. Kızların ellerini
sıkmıyorlardı ama hepimize karşı çok naziktiler.
Evlere girerken ayakkabılarımızı çıkarmaya kalkıştı­
ğımızda, bağlarını kendileri çözmeye kalkıyorlar,
yolda yürürken önümüze geçmiyorlar, çay, su ya
da ayran bardağımız boşaldığında, hemen yeniden
dolduruyorlardı . Bazı köylerde kadınlar yemek es­
nasında yanımızda bulunmazken, bazı köylerde,
mesela Surs mezrasında, yemek boyunca onlar da
bizimle oturdular ve tercüman aracılığı ile sohbete
katıldılar. Kadınların üzerinde, en güzelleri üstte
olmak üzere kat kat giysiler, etekler, hırkalar vardı.
Guatr hastalığı yaygın olduğu için, boğazlarındaki
yumruları gerdanl ıklarının ardında saklıyorlardı .
Kocaman gözleri korkuyla bakıyordu. Lastiklerini
ve renkli çoraplarını çıkartmaya ikna ettiklerimizin
ayakları iltihaplı yaralarla doluydu. Çantalarımızda
götürdüğümüz tansiyon aletleriyle, i laçlarla köylü­
lerin her dertlerine deva olmaya çalışıyorduk. Gün
ilerledikçe bizden kötülük değil de iyilik geleceği­
ne kani olduktan sonra, kadınlı erkekli muayene ol­
mak için sıraya girmişlerdi.

308
Bir de çocuklar vardı! Saçları kirden keçeleşmiş,
kocaman güzel gözleri mahzun veya şaşkın bakan,
burunları hep akan ve sümüklerine konan sinekler­
den rahatsız olmayan, şiş karınlı, ishalli, pantolon­
ları iplerle bağlanmış, rengarenk hırkalı çocuklar.
Bitmez tükenmez bir çocuk ordusu nereye gitsek
peşimizden geliyordu. Onları muayeneye aldığımız
ilk gün şaşkına dönmüştük. Hepsinin bedeninde,
lepra lekeleriyle i lgisi olmayan küçücük kırmızı be­
nekler vardı . Sanki döküntülü bir bulaşıcı hastalığa
tutulmuşlardı ama döküntüler ne kızıl ne de kıza­
mık döküntülerini andırıyordu . Teşhis koymakta
zorlanmıştık. Günün sonunda, bu döküntülerin
tahtakurusu ısırığı olduğunu anladık. Çocuklar ay­
rıca ishalden ve beslenme bozukluğundan kırılıyor­
du. Gördük ki hayvancılıkla uğraşan bölge halkı,
hayvan ölmedikçe veya misafir gelmedikçe, hayva­
nını kesip et yemiyordu. Proteinsizlikten dolayı ra­
şitik, cılız çocuklar çoğunluktaydı. Pek çok evde
zeka özürlü çocuk da gördük.
Köy halkı da çocuklar gibi baştan aşağı bit, pire
ve tahtakurusu içindeydi. Biz de sonunda çaresiz
bitlenip pirelenecektik ama dönüş yolunda Van
Gölü'nün sodalı suyu, bizleri her türlü haşerden
kurtaracaktı .

İlk gün akşama doğru gençler Kürtçeyi ilerlet­


mişlerdi. Köylülere soruyorlardı: " Kiderete deşi ?"
Yanıt hemen geliyordu: «Seremi deşe, midemi deşe

309
(başım ağrıyor, midem ağrıyor) . " Ağrısız, dertsiz
tek bir kişi yoktu aralarında.
Muayene sırasında gördüklerimizi kaydediyor,
şüpheli bulgular için değerlendirme formları dü­
zenliyorduk. Kadınlar ilk günlerde m uayene olmak
için, karınlarını açmaya utanırlarken, kimseden çe­
kinmeden memelerini çıkartıp bebelerini emzirebi­
liyorlardı. İ nsan içinde bebe emzirmek son derece
doğaldı. * İlk iki günün sonunda, halkı m uhtarİarın
evinde toplamaktan vazgeçip, ev ev dolaşma kararı
aldık. Böylece tüm ev halkını, en azından o sırada
evde bulunanları, tarayabilecektik.

Bu arada inanılmaz şeylerle karşılaşıyorduk. Tü­


lay He mşire , bir cüzam hastasının, gözlerinin ku­
rumasını önlemek için geliştirdiği, göz etrafinı ta­
mamen kaplayan bir koruyucu gözlük karşısında
şaşkına dönmüştü . Muayene ettiği hasta, icadı sa­
yesinde göz korneasını hasardan korumayı başara­
bilmişti. Yıllar sonra Massachusetts' de çalışırken,
bir lepralı hastanın o gözlüğe çok benzer bir göz­
lük taktığını görünce, M üküs'deki zeki vatandaşı
patent almaya teşvik etmediği için büyük bir piş­
manlık duyacaktı. * *
Onlar bizim için, kar tepelerinin ardında unu­
tulm uş, zeki, duyarlı ama ilk çağlara ait insanlardı.

* Yer Gök Dört DıtJJar, s. 42 .


* * Yer Gök Dört Duvar, s. 30.

310
Onların gözünde ise bizler, derman dağıtan sihir­
bazlar, omuzlarımızdan sarkan fotoğraf makinele­
rimiz, tansiyon aletleri mizle uzaydan gelen yaratık­
lar gibiydik. Onlar bizi uzaylı gibi görürken, bizim
çocuklar da onlar için bir tekerleme söyleyip dur­
muşlardı : Mars, Veni.is, Mi.iki.i s!
Mi.iki.is; yani , d ünya dışında bir gezegen!
Bahçesaray/Mi.iki.is, iyi bir ressam tarafından,
yeşilin her tonu kullanılarak çizilmiş, bir natürmort
resim gibiydi . Orada, vadinin ortasında çağıldayan
dereden başka hiçbir şey değişmiyor, gitmiyor, ak­
mıyor, hareket etmiyordu. Ağalık düzeninin haki­
miyeti , tabiatın bile üzerine sinmişti sanki . Ağadan
izin alınmaksızın yağmur yağmaz, rüzgar esmez,
kimse köyü terk etmez, evlenmez, boşanmaz, aske­
re gitmez, desem yeridir!

Akşamları çocuklarla konuşurken, sadece mu­


ayene ettiğimiz hastalarımızdan değil, bulunduğu­
muz bölgenin siyasi yapısından da söz ediyorduk.
Genç doktor adayları, ağalık düzeninin, cumhuri­
yet düzeniyle barışık yaşıyor olmasından incinmiş
görünüyorlardı. Bu barışıklığın ardında, ağaların
her iktidar için bir oy deposu olarak algılandığın ı
orada öğrenecek, üzülecek ve şaşıracaktı m .
On beş y ı l öncesine kadar, t ü m toprakların bir­
birleriyle yakın akraba üç aileye ait olduğunu öğre­
nince de şaşırmıştık. Bu üç aile, köylüleri çalıştır­
mak için kaba kuvvete de başvururmuş gerektiğin-

31 1
de. Topraksız köylü çaresizlikten, çoğu kez boğaz
tokluğuna çalışırmış. Zaman içinde, yörenin gen1,: ­
leri batıya ve özellikl e Adana'ya çalışmaya gitmeye
başlamışlar ve köyde çalışacak genç erkek kalma­
yınca, ağalar ücret öde mek yerine, toprağın bir bö­
l ümünü köylünün kendi hesabına çalıştırmasına
izin vermişler.
B i z oraları gezerken, köylüler ağa toprakların­
da yarıcı olarak çalışıyorlardı. Yani , ağanın malı ye­
rine, işçisi olmuşlardı. Ama dertleri bitmemişti .
Ağanın sözüyle satılmış ve yine ağanın marifetiyle
satıştan vazgeçilmiş topraklar mı isterdiniz, otlak
anlaşmazlıklarından doğan sorunlar mı? Sonııı
çoktu. Ama sorunu çözecek adam yoktu. Köyde
muayene ettiğim i z insanlardan tutun, Çukuro­
va'ya çalışmaya gitmiş erkeklere, yeni doğmuş be­
belere kadar herkes şıhın veya ağanın adamıydı.
Ağa da haliyle muhtarı ol uyordu köyü n . Bu ağalar
zengindiler, güçl üyd üler, kendilerine kul olan bir
sürü adamları vardı, devletle ilişki içindeydiler;
muhtar, belediye başkanı, milletvekili ol uyorlardı.
Bu bölgelere gönderilen devlet mem urlarının, si ­
yasi iktidara sırtlarını dayamış bu kişilerle, müca­
dele gücü yoktu. Hiç olmamıştı, ne Osmanlı dö­
neminde, ne cumhuriyetin ilk yıllarında ne de şim ­
d i ! Buraya tayi n edilen kişi, bir an önce bu yön: ­
den gitmek istiyordu. Kalıp kiminle ve ne için mü ­
cadele edecekti ki? Sistem, ağalık dü zeninin arka­
sındaydı. Bunu fark edenin ya gön lü kırılıyordu,

312
ya midesi bulanıyordu. Üstelik buradaki gerilik,
bilinçli bir gerilik, sefalet, bilinçli bir sefaletti. B u ­
ranın şeyhleri , şıhları , ağaları, bölgelerinde hü­
kümleri azalmasın diye, hiçbir gelişmeye izin ver­
miyorlardı . Ama hangi partiden olursa olsu n , hü­
kümetler onlara göz yumuyordu, çünkü hükü­
metlerin oy deposuydular. *

Akşam yemekleri nin yer sofralarında, çocuklar­


la aramızda konuşurken, cumh uriyetin kurulduğu
yıl larda, lı ükümetin hazırladığı toprak reformuna
doğuda olsu n , batıda olsu n, ağaların şiddetle kar­
şı çıkmasına çok hayıflanmıştık. Tek parti döne­
minde bile kotarılamayan bu reformu , artık kim­
senin beceremeyeceğini düşünmüştük. Acaba ba­
şarılsaydı, doğu n u n bugünkü soru nları, kökün ­
den halledilmiş o l u r m uydu? Kaçırılan b i r fırsat
mıydı bu?
Siyasi yapıyla i lgilenmek bizim vazifemiz değil­
di ama öğrencilerimin toplumsal olaylara ilgisi ve
duyarlılığı hoşuma gidiyordu. Tespitlerine ve is­
yanlarına hak veriyord u m . Yarın , doktor olarak ha­
yata atıldıkları nda, bu bölgenin i nsanları için elle­
ri nden geleni yapacaklarına emindim. Fakat o an,
orada, bize düşen cüzamın kökünü kurutmaktı, si­
yasi fikir üretmek deği l . Bu nedenle, vakit gece ya­
rısını bulunca, başgardiyan gibi, onları yataklarına

Yer Gök Diiı-t Dtt JJar, s. 74-75.

313
yolluyordum . Ertesi gün, erken kalkıp, yoksu l,
zengin, kul, köle, şeyh, ağa gözetmeden her insa­
na elimizi uzatabilmek, dertlerine deva olabilmek
için uykuya ihtiyacımız vard ı . Yorgun bedenlerimiz
sert yataklarımıza değer değmez, derin uykulara
dalıyorduk.
Köylerini gezdiğimiz ilçelerin sağlık ocağı du ­
varlarına, bu sohbetlerimiz sinip kalmıştır. Hani
derler ya, duvarların dili olsa da konuşsalar! Belki,
ilerde keştedi lecek bir yöntemle, bu duvarlar konu ­
şuverirse, yoksulluğa ve cehalete çare arayan sesle­
rimiz yansıyacaktır kerpiç duvarlardan.
Bu arada içimizi buran bazı gerçeklerle de kar­
şılaşmıştık. Örneğin Müküs'ten ayrılmış Erınenile­
rin, şu anda orada yaşayanlardan çok daha ileri bir
uygarlık düzeyinde oldukları m , geride bıraktıkları
izlerden anlayabiliyorduk. Her yerde sarnıçlar, su
ve sulama kanalları, kilise kalıntılarıyla karşılaşıyor­
duk. Bir medeniyeti devraldıktan sonra devam etti­
rememek, suyu kullanmak için ancak kovalarda ta­
şımak, tuvalet siste mini geliştiremeyip, her işi dere­
de görmek, böylece içilecek suyu kirletmek, bizle­
rin suçu değil miydi�

Van'da gerçekleştirdiğimiz ilk tarama başarıyla


sonuçlanmıştı . İki hafta boyunca, köylerin çoğuna
araba ile gi tmiş, rnezralara yürümüş, bazen de gi­
deceğimiz köye katırlarla ulaşmıştık. G ru plar halin­
de, Bahçesaray'a bağlı on altı köyü teker teker do-

314
!aşmış, köylerde bu labildiğimiz herkesi muayene
etmiş, saklı kalan cüzamlıları da tespit etmeye çalış­
mıştık. On iki bin nüfuslu ilçede dokuz bin civarın­
da insanı muayene ettiğimizi hatırlıyorum . Çok sa­
yıda olmasa da, yeni cüzamlılar da bulmuş, hemen
tedaviye başlatmıştık.

315
ÇALDIRAN
::.-;

İstanbul'a dönüşümüzün ardından fazla zaman


geçirmeden ikinci bir tarama gezisine çıktık.
Yine Van bölgesine gidiyorduk ama bu sefer
Muradiye-Çaldıran'a. Burası da cüzam111 fazla gö­
rüldüğü bir bölgeydi , Bahçesaray'da yaptıklarımız
duyulunca, bu ilçeden de talep gel mişti . Yaz ayla­
rıydı, öğrenciler hala tatildeydi, bu nedenle İstan­
bul 'dan ayrılmak kimseye zor gelmeyecekti.
Aynı ekibi çabucak toparlayıp, yeniden yola ko­
yulduk. Bu kez iyice bilinçlcnmiştik; yanımıza çok
daha fazla ilaç, gereç aldık. Çocuklar evlerine gidi­
yorlarmış gibi sevinç içindeydiler. İ lk taramayı ba­
şarıyla son uçlandırmış, çok kişiye ulaşmış ve dertle­
rine deva bulmuş olmanın verdiği güven duygu­
suyla doluyd ular. Artık onları nelerin beklediğini,
insanlara nasıl yaklaşacaklarını, nasıl iletişim kura­
caklarını, tedaviye nasıl ikna edeceklerini, en çok

317
hangi ilaçlara ihtiyaç olduğunu da biliyorlardı .
Kendilerini b u konuda adeta u zmanlaşmış hissedi­
yorlardı.
Çocukları, bir önceki yolumuzu takip eden:k
önce otobüsle Van'a sonra da arabalarla Doğu Be­
yazıt'a yolladım . Ben, Ayşe ve Tülay hemşirelerle,
bir gün sonra yola çıkacak ve biz de tıpkı onlar gi ­
bi, Doğu Beyazıt'tan Çaldıran'a kadar, İran sınırı
boyunca Unimog kamyonlarla, askerin desteği ve
koruması altında gidecektik. Çünkü dile getirilme­
se de, bölgede terör başlamıştı .
Çaldıran'a varınca yine şaşırıp kaldık! Memlekt.: ­
timiz bize durmadan yeni sürprizler hazırlıyordu!
Çaldıran, hepimizin tahmininin aksine, Bahçesa­
ray'a göre çok gelişmiş ve muntazam bir bölgeydi.
Deprem sonrası yapılan sağlık ocakları, Bahçesa­
ray'dakiyle ölçülemeyecek kadar modern ve dona­
nıml ıydı ! Çocuklar taramanın burada çok daha ko­
lay yürüyeceğini düşünerek, ilk gece tatlı bir uyku ­
ya yatmışlar ama sabah uyandırıldıklarında, işlerin
hiç de öyle olmayacağını anlamışlar. Sabahın çok
erken bir saatinde, derin uykularından kapının vu ­
rulmasıyla uyanmışlar. Sağlık ocağı görevlisi, he­
men hazırlanmalarını söylemiş. Dışarıda telaş ve
gürültü varmış. Alelacele giyinip odalarından çık­
mışlar ki, ne görsünler, bir sürü yaralı insan, yaka
paça içeri taşınmakta. Sağlık ocağının hekimi, bu ­
rada doktorluk yapacağına askere gitmeyi tercih et­
miş olduğu için, sağlık ocağında doktor yokmuş.

318
Bizimkiler hemen işe koyulup buldukları malze­
melerle yaralılara müdahale etmeye başlamışlar.
Akşama doğru biz oraya vardığımızda çocukları sa­
vaş hekimliği yaparken bulduk. Allahtan Almanlar
tarafından yapılan sağlık ocağı tam teçhizatlı bir
yerdi. İ htiyacımız olan her şey e l altında gibiydi.
Buna sevinmiştik.

Biz yeni gelenler, biraz nefeslendik, çocukların


anlattıklarını dinledik, sonra getirdiğimiz ilaç koli­
lerini raflara yerleştirmeye başladık ki , bu sefer de
içeriye bir ölü taşıdılar. B ir çatışmada öldürülmüş
olduğu için otopsi yapılması gerekiyordu. Mecburi
hizmetini yapmakta olan gencecik bir hükümet ta­
bibi , az sonra otopsi için merkezden gelecek, biz­
lerle tanışacaktı.

Çaldıran, Bahçesaray'dan çok farklıydı. Çocuk­


lar, Bahçesaray için, "Orası asırlar önce donup kal­
mış bir gezegen gibiydi, her şey gerçek dışıydı," di­
yorlardı. Oysa Çaldıran sert, acımasız, hareketli ve
gerçekti. B ahçesaray'da bir şıhın ya da ağanın em­
rinde, şikayet etmeden yaşayan insanların yerini,
Çaldıran'da kan davası, şiddet, terör, kaçakçılık ve
PKK almıştı . Bahçesaray'da bizlere gösterilen gü­
venin, içten sevginin yerini ise kuşku!
Köylüler bize mesafeli duruyorlar, iyi niyetimiz­
den şüphe ediyorlardı. Ne yapmak istediğimizi
uzun uzun anlatmak zorunda kalıyorduk. Muaye-

319
ne koşulları çok daha iyi olmasına, çevremizde öğ­
retmenlerin, askerlerin de bulun masına rağmen,
güveni, iletişimi sağlamakta zorlanıyorduk.
Güven eksikliği sadece bize karşı da değildi . İn ­
sanlar birbirlerine de güvenemiyorlardı anlaşılan.
Mesela, Çaldıran'a girdiğimizde, ilk dikkatimizi çe­
ken, ilçenin orta yerine yığılmış samanlar olmuştu .
H e r evin kendi ağılında, bahçesinde durması gere­
ken samanlar, ilçenin orta yerinde yığı lmıştı . Me­
ğer evlerdeki samanlıklar, düşmanlık nedeniyle he­
men her gece yakılıyormuş. İnsanlar samanlarının
yakılmasını önlemek için, hepsini aynı yerde topla­
mışlar, böylece kimse başkasının samanını yakmaya
yeltenmez olmuş. *

Çaldıran'da, etrafta kadın da yoktu! Ortalıkta


sadece küçücük kız çocukları dolanabiliyordu.
Bahçesaray'da lafa karışmak isteyen, fikir beyan
eden, hatta fikri sorulan, ender de olsa sofraya otu­
ran kadınlar, u zak birer anı gibi kalmıştı . Müküs'de
olduğu gibi başka bir gezegene değil, bu sefer er­
keklerin dünyasına düşüvermiştik! Evlere girdiği­
mizde etrafta yığınla silah, duvarlarda da resimler
görüyorduk. Resimler, evin erkeklerinin ya askerlik
ya da hapishane hatırası fotoğraflarıydı. H apse düş­
memiş, adam öldürmemiş veya yaralanmamış kişiyi
adamdan mı saymıyorlar acaba diye konuşuyorduk

Yer Giik Dört Du var, s. 80.

320
aramızda. Orada kaldığımız sürece, bizim çocuklar
cüzam taraması yapmanın yanı sıra, her Allah'ın
günü birilerine dikiş attılar, pansuman yaptılar.
Çünkü her gün, bir köşede bir çatışma oluyordu.

Yine cami i mamını araya soktuğumuz halde,


Bahçesaray'da olduğu gibi, kolayca çözememiştik
Çaldıranlıları . İlk gün direndiler. Saatler ilerledik­
çe, yavaş yavaş iyi niyetimizi anlamaya, bize yaklaş­
maya, evlerine girmemize ve onları muayene etme­
mize i zin vermeye başladılar. Tercüman aracılığıy­
la, hem her türlü dertlerine çare buluyor hem de
cüzam hakkında bilgi veriyor, tarama yapıyorduk.
Kat kat giysilerin altına sakladıkları vücutlarını bize
göstermek istemeyen kadınlara soruyorduk, acaba
beyaz lekeleri var mıydı? Varsa nerelerinde ve ne
zamandan beri? His kaybı var mıydı? Soru cevapla,
cüzamın varlığını tespit ettiğimiz çok oldu. O za­
man, tedavinin kalıcı ve mümkün olduğunu anlatı­
yorduk. Tedavi görmeye çoğunu ikna etmiştik. Be­
nim, tedavi kadar önemle üzerinde durduğum bir
başka nokta, cüzamlıların toplumun dışına itilme­
sine mani olmaktı . Bu yüzden cüzam vakası bulu­
nan evlere girdiğimde, iskemleleri veya minderleri
kapının önüne çıkartıyor, cüzam hastası kişiyle ner­
deyse sarmaş dolaş oturuyor, ona doku nuyor, o ev­
de pişirilmiş çayımı diğer köylülerin gözü önünde
içiyordum. Böylece, cüzamdan korkulmaması, cü­
zamlının dışlanmaması için bir mesaj vermiş olu-

32 1
yordum. Biz gittikten sonra, " Koskoca doktor
böyle davrandığına göre, demek ki bu hastalık he­
men bulaşmıyormuş," diye konuştukları kulağımı­
za gelmişti. Yavaş ama emin adımlarla, itimatlarını
kazanarak hedefim ize doğru yürüyorduk ve arada
çok komik olaylar da yaşıyorduk. Zaten benim ba­
şıına nereye gitsem tuhaf bir olay mutlaka gelir'
Çaldıran'ın sert yapısında dahi, bir komedi yaşama­
yı becerdim, çocuklara eğlenecekleri bir konu ya­
rattım . . .
Ziyaret ettiğimiz köylerin birinde, iyice yaşlan ­
mış lepralı bir kadın vardı. Gençliğinde tedavi ol­
mak için İstanbul'a gelmiş ve u zu nca bir süre has­
tanede kalmış. H astanede hayatında ilk kez tuvale­
ti görmüş, öğrenmiş. Köyüne dönünce babasına il­
le de tuvalet isterim diye tutturmuş. Babası kızını
kırmamış, bahçenin bir köşesine, dört duvar ördü­
rüp, bir hela yaptırmış. Köyün tek helası, işte onun
evindeydi.
Taramalar sırasında muayene ettiğimiz bir an­
ne, köyün eteklerinde yaşayan lepralı kızını ziyaret
etmemizi, rica etti. Kız yeni doğum yaptığı için, lo­
ğusa yatağından kalkamıyor, muhtarın evine kadar
yürüyemiyordu, biz ona gider miydik? Elbette gi ­
derdik!
Ben, Ayşe Yüksel ve bir kız öğrencimiz, kızın
evine doğru yürü meye başladık. Ev gerçekten de
biraz uzaktaydı, köyün son eviydi. Çantalarımızı
taşımakta ısrar eden erkekler ve peşimize takılan

322
çocuklarla nihayet eve vardık. Loğusa kızı ve evde­
ki diğer insanları da tek tek muayene ettik, tansi­
yonlarını ölçtük, ilaçlarını verdik. Elbette ikram
edilen çayı da içtik, kalkacağız. Ben sıkıştım . Ay­
şe'ye söyledi m . Evlerde tuvalet olmadığın ı bil iyo­
ru m ama bu iş için gösterecekleri bir yer olmalı d i ­
ye düşünmüştü m . Ayşe d e adamlardan birine sor­
muş. Adam dışarı çıktı, Kürtçe, avazı çıktığı kadar
bağırmaya başladı. Köylüleri bir telaş aldı , birbirle­
rine bağırıyorlar, koşuşuyorlar, geldiğimiz yöne
doğru koşanlar var, içeri girip çıkanlar var. Şaşırdık.
Neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz. Bizi ön­
lerine kattılar, yine çol uk çocuk, bağıra çağıra gel ­
diği miz yöne gitmeye başladık. Lepralı yaşlı kadı­
nın evi ne doğru gidiyoruz. Yaklaşınca bir de ne gö­
reyim, kadının bahçesindeki tuvaletin önünde er­
kekler sıraya girmiş, birinin kolunda bir havlu , di­
ğerinin elinde ibrik, bir başkasının elinde yamru
yumru kocaman bir sabun. Nerdeyse bütün köy
barnı tuvalet hi zmetleri sunmak için kuyrukta. Bü­
tün köye rezil old um. Bunca hazırlıktan sonra, tu­
valete girmesem olmaz, girsem kapıda yığınla in­
san , elleri nde i brikler, peşki rler heyecanla işimi
yapmamı bekliyor. Bu olayın, çocukların tuttuğu
Çaldıran seferi nin seyir defterine "Türkan H oca­
' nı n Alayişli Çiş Seteri ," diye geçtiğine eminim.
İşte böyle , hem sert hem de i nanılmaz konuk­
sever insanların yaşadığı bir beldeydi Çaldıran . Ko­
nuklar, kim ol ursa olsun , baş üstünde taşınıyordu.

323
Muhtarın evindekilere tarama yaparken, genç dok­
tor adaylarımızdan biri, muayene için kollarını sıva­
mış bir genç kıza, ağabeyinin mani olmasına çok
üzülmüştü . Muayene olmamanın kıza nelere mal
olacağını delikanlıya anlatmaya çalışsa da, fayda
vermemişti söyledikleri . O akşam, muhtarın evimk
akşam yemeğine davet edilmişti k. Yer sofrasında,
yan yana dizil mişiz, ikram edilen yemekleri yiyor­
duk, ama genç doktor adayı, sabahki olaya kızgın
olduğu için ağzına lokma koymuyordu. Muhtar,
etrafındakilere, Kürtçe neden yemek yemediğini
sormuş, anlatmışlar. Bağıra çağıra oğlunu sofradan
kovdu. Delikan lı dışarı çıkınca, bizim doktor ada­
yına döndü, " Benim oğlum bir eşeklik etmiş,
Bey," dedi, "cahil işte, kusuruna bakma. Ben onun
yerine özür diliyoru m . Haydi, sen ye yemeğini."
"Teşekkür ederim fakat aç değilim," dedi bi ­
zimki.
Muhtar, "Bak Bey," dedi, "seni üzen oğlumu
masadan kovd um, yetmedi. Af diledim yine yetme­
di. Bana akşam akşam, oğlumu vurdurtma! Yemeye­
cek olursan, dışarı çıkıp öldüreceğim onu, bilesin ! "
Genç öğrenci, adam oğl unu vuracak diye kor­
kusundan önündeki ekmeği kaptığı gibi, sahanda­
ki yumurtaya banarak bir çırpıda bitirivermişti.
İnsan hayatının beş para etmediği ama olur ol ­
maz şeylerin onur meselesi yapılıp saat başı can
alındığı beldeyi , ne ben ne de çocuklar, hayatımız
boyunca unu tmayacaktı k.

324
Bahçesaray ve Çaldıran'daki cüzam taramaları ,
hepi mize ömrümüz boyunca ışık tuttu . O yörede
yaşayan insanların huylarını, duyarlılıklarını, davra­
nışlarını bilmek, meslek hayatımız boyunca onlarla
hep iyi iletişim kurmamızda çok yardımcı oldu.

1 984 yılında gerçekleştirdiğimiz bu iki tarama­


yı, 1 98 5 yılında, Uludağ Üniversitesi'yle birlikte,
bir alan çalışması olarak sunmuştuk. Bu alan tara­
masının, sonradan uluslararası bir çalışma olarak
değerlendirild iğini de görecektik . Hey gidi günler
hey! Ne kadar uzakta kaldılar ama ben, o yaşadık­
larımızı hep dünmüş gibi hatırları m .

Yanı başımda oturan memura b u anıların hangi


birini naklettim , bilemiyorum. Geçmiş günler ha­
yalimden nerdeyse ışık hızıyla akadururken, ona bir
şeyler anlatmış olmalıyım ki, "Yani Hocam, cü­
zamlıların evlenip çocuk yapmasına, aramıza karı­
şıp işe girmelerine, bir doktor olarak sahiden karşı
değilsiniz, öyle mi?" diye sordu .
"Yavrum , cü zam hastaları d a senin benim gibi
insan değiller mi? Neden evlenmesinler, iş güç sa­
hibi olmasınlar?" dedim.
"Çünkü çok tena bir hastalık taşıyorlar. Evlenir­
lerse, çocukları da cüzamlı doğar."
"Sen beni hi ç di nlememişsi n ! Ne dedim ben
sana, erken teşhis kon u l u rsa, ilaç tedavisiyle, has­
talık hiçbir araz bırakmadan geçiyor. B u laşıcılığı-

325
na gel i nce, nezle gibi aynı odada bulu nmakla bu­
laşan bir h astalık deği l . Verem bile ondan dalu
bu laşıcı. İnsan ellerini sık yıkar, temiz ortam larda
yaşarsa ve bağışıklık sistemi güçlüyse , bulaşma i h ­
timali pek az."
" Benim tanı dığım herkes cüzamlıdan bucak
bucak kaçar."
"Cah i lliklerinden kaçıyorlar. "
" Benim bir amca oğl um vardı, aşağı köyden bir
kıza aşık olmuştu . Kız da buna sevdal ı . Anı;ı duy­
duk ki, kızın ailesinde cüzam varmış. Anam dedi ki,
o kı zı bu eve getirirsen, ben kendimi vururum. Ana
katili olursu n . "
" Boşuna telaş etmiş anan . Kı zı b i r hastaneye ya
da bir sağl ık ocağına götürüvereydi ya! Belki cü­
zam bulaşmam ıştı bile, kıza . "
"Olsun! İstemedi lerdi işte . Ayrı ldılar. Sonra kız
kendini mi asmış ne ! Eee, adı cüzaml ıya çıkınca, ne
yapsı n , zanl l ı . Ama benim aırn.:aoğl u lüla vicdan
azabı çeker."
"Senin anıcaoğlunun lıi k:iyesi tek deği l . Ben
kaç vaka bil iyorum böyl e ! "
"Anlatsa111za bir tanesi ni," dedi polis.

Hiç nazlanmadı m . Severim cüz�1111lıları n sevda


öykü leri ni anlatmayı . Dinleyenler, ancak öyle ikna
ol urlar bu zavallı insanları n , ke ndilerinden farkı ol ­
madığına. Onların da aşka diişccek gön ül leri , se\·il ­
meyi bekleyen bedenleri, dil lcndiremedikleri hayal -

326
leri vardır. Çoğu, iyileştikten sonra bile adları cü­
zamlıya çıktığı için köylerine, mahallelerine döne­
mez, onları kimselerin tanımadığı yerlere göç eder­
ler ve bıçak sırtında yaşarlar bir ömür.

327
YETER'İN VE
RAMAZAN'IN ÖYKÜSÜ

Başımı uzun zamandır incelemekte olduğum


dosyadan kaldırıp masanın sağ tarafinda duran ince
belli çay bardağına uzandım, ilk yudumu alır almaz
yüzümü buruşturup geri koydum bardağı . Çalış­
maya daldığıından çayım yine buz gibi olmuş! Oy­
sa kafamı toparlamak için biraz ara vermek, sabah
aceleden ağzı mı yakarak mideye indirdiğim çayı,
şimdi sindire sindire içmek istemiştim. Yenisini ge­
tirtmek için önümdeki zile bastım . Uzun süre kim­
se gelmeyince, parmağımı bir süre zilin üzerinde
tutarak bir kere daha bastım . Yorgundum, acıkmış­
t1111, saat ikide başlayacak toplantıya girmeden ön­
ce yemek yiyecek vaktim yoktu, taze demlenmiş bir
çaya şiddetle ihtiyacım vardı ama Bayram, nedense
bir türlü gelmiyordu. İskemlemi geri itip çay oca­
ğına gitmek için kalktım ve gözüm bahçeye takıldı .

329
Bayram, peşine taktığı iki kadınla koşar adım bina­
ya doğru yürüyord u. Tevekkeli değil zili duymadı,
bahçedeymiş meğer, diye düşündüm .

Bayram'ın peşinden gelen kadınlardan birinin


yüzü, başındaki örtüyle · burnunun üzerine kadar
örtülüydü, yüzünü göremiyordum ama yürüyü­
şünden, hastalığının derecesini tahmin edebiliyor­
dum. Diğer kadın, koltuk değnekleriyle yürüyor­
du. Demek ki o da hastaydı, refakatçi değil. Binaya
doğru ilerleyen hastalar, eğer yatmak için geliyor­
larsa, dispanserde onları yatıracak boş yatak yoktu .
Hatta birkaç haftadır bazılarını ikişer ikişer yatır­
mak zorunda kalmıştık. Hasta her zaman bol, yata­
ğımız hep azdı ama son günlerde yatağa talep i na­
nılmaz derecede artmıştı. Bundan şikayetçi değil­
dim elbette. Cüzamın tedavi edilir bir hastalık ol­
duğunu ve bu derde duçar olanları n gizlenmeyip
hastanelere başvurmalarını temin etmek için bir
ömür harcamıştım ama arz ve talebin atbaşı gide­
mediği bir alandı benimki. Az sonra elimde patla­
yacak olan yeni sorun, çay içme arzumu unuttur­
du, masama geri döndüm, üzerinde çalıştığım dos ­
yayı kapattım, iskemleme oturdum ve ağrımaya
başlayan sırtımı gevşetmek için gerindim. Bu ağrı ­
lar hep strestendi . İ laçlar için gereken paranın za ­
manında bulunamamasından ve dispanseri yenile­
mek için sarf ettiğimiz çabanın önüne dikilen bü ­
rokratik engellerden bunaldığım oluyordu. Ama

330
inandığım iki şey vardı, birincisi; başlanan her iş bi­
tirilmeliydi, ikincisi ise, kendi düşen ağlamazdı. Bir
doktora çok para kazandırabilecek estetik operas­
yonlardan tutun, başını fazla ağrıtmayacak çocuk
ya da kadın doğum hastalıklarına kadar onlarca uz­
manlık dalı dururken, cüzamlılarla uğraşmayı seçe­
rek zor yola başkoyan ben değil miydim? O halde,
şikayete hakkım yoktu ! Ben sandalyenin üzerinde
kollarımı yanlara, yukarıya gererek, çevirerek sırtı­
mı gevşetmeye çalışırken, peşinde kadınlarla Bay­
ram kapıda bitti.

Bayram'ın odaya soktuğu köylü kadınlara bak­


tım . Her ikisi de çok gençti. Bir tanesinin sağ ba­
cağı, diz altından protezliydi, diğerinin yüzünde
kabuk bağlamış yaralar vardı. B aşlan eğik, dikili­
yorlardı masanın öte yanında.
"Nerden geliyorsunuz?" diye sordum.
"Elazığ'dan" diye atıldı Bayram . Kendi de dis­
panserdeki hademelerin çoğu gibi tedavi geçire­
rek sağlığına kavuşmuş bir cüzamlı olduğu için,
kimseyi kapıdan döndürmeyi sevmezdi, "kardeş­
mişler."
"Yavrum Elazığ'da hastane var. Niye buraya ka­
dar geldiniz ? "
B ayram yine lafa daldı, " Hocam, oradaki hasta­
neye . . .
"

"Bayram, dur hele, müsaade et de hikayelerini


kendileri anlatsı n . "

331
"Anlatın Hoca'ya başınıza gelenleri," dedi Bay­
ram.
Kadınlar konuşmadılar. Besbelli hikayelerini, be­
ni etkilesin diye Bayram'a anlattırmak istiyorlardı.
" Bayram, bu kızlar senin akraban m ı ? "
"Hayır efend i m . A z önce, geldiklerinde tanış­
tık. Şu konuşuyor da, diğeri nin Türkçesi, kıt," de­
di Bayram.
"İkiniz de mi hastasınız?" diye sordum.
" Ben tedavi gördüm," dedi koltuk değnekli,
"hasta olan , kardeşim . "
"Pek<lla, çıkarsın üzerindekileri, muayene ede­
yim önce."
"Önce başına gelenleri hikaye edeyim de, anla
sen neler çekmiş, Doktor Hanım," dedi, bacağın­
da protezi olan.
Tecrübeyle biliyordum ki her cüzamlının ardın ­
da kalın ciltli bir roman vardır, başına gelmeyen
kalmamıştır ve bu acılan dökmeden hiçbiri rahat
edemez. Günah çı kartan papazlar ya da hastasmı
divana uzatmış ruh doktorları gibi , cüzamı tedavi
edecek kişi , önce hastanın iç dünyasının cerahatini
akıtmakla başlamalıdır işe. Hasta, insan yerine ko­
nup dinlenmeli, acısıyla ilgilenilmeli, yükü paylaşıl­
malı, hafitktilmclidir.
"Anlat bakalım," dedim, dinlemiş olduğum yüz­
lerce acı öyküye bir yenisini eklemeye hazırlanırken.
Her iki kardeş de Elazığ'ın bir köyünden geli­
yorlardı. Ailede cüzam vardı. Abla önce Elazığ'da

332
sonra da İstanbul'da tedavi görmüş, bacağına pro­
tezi burada takmışlardı. Yeter ise henüz on beş ya­
şındayken, kırkını geçmiş, çok çocuklu bir adama
başlık parası karşılığında satılmıştı . Adamın karısı
yatalaktı. Kızları evlenip gitmişlerdi. Adam yatalak
karısı ve oğullarıyla birlikte yaşıyordu . Yeter koca­
ya verildiğinde çok güzel bir kızdı ve cüzam mik­
robu taşıdığının henüz farkında değildi. Kocasının
kendinden büyük olmasını da pek dert etmemişti.
Cüzam bulaşmış evlerden kız almazlardı genelde.
Bir talibinin çıkmasına şükretmişti bu yüzden. Evi­
ni çekip çeviriyor, hasta kadına bakıyor, kocasıyla
oğullarının çamaşırlarını yıkıyor, önlerine aşlarını
koyuyor, gerektiğinde tarlaya bile iniyordu. Evlen­
dikten iki yıl sonra, Yeter'in yüzü ve kolları leke­
lenmeye başladı. Üvey oğulları, kızın ailesinde cü­
zam olduğu için, onun da aynı mikrobu taşıdığın­
dan şüphelendiler. Cüzama yakalandıysa, bu evden
gitmesi gerekiyordu.
Babaları oğullarının şikayetlerine kulak asmadı.
Karısını seviyordu, onu evden uzaklaştırmaya hiç
niyeti yoktu. Yeter'i alıp sağlık ocağına götürdü.
Sağlık memuru, kızı Elazığ Hastanesi'ne götürme­
sini söyledi. Bir bahar günü karı koca, şehre indi­
ler, hastanenin kapısına vardılar. Haberler hem iyi
hem kötüydü. Yeter, cüzam mikrobu taşıyordu
ama hastalığın kesin tedavisi vardı. R ifa mpisin adlı
ilaç, muntazam alındığı takdirde, hastalık önlene­
bilirdi. Elbette ayrıca yaralara her gün pansuman

333
yapılacak, merhem sürülecek ve hasta tertemiz bir
ortamda yaşayacaktı. Kız henüz on sekiz yaşınday­
dı. İyi bakılırsa, iyileşir, dünyaya sağlıklı çocuklar
bile getirebilirdi.
Karı koca, yanlarında kutu kutu ilaç ve mer­
hemle, sevinç içersinde evlerine döndüler. Kız eve
varır varmaz, doktorların kendine tembih ettikleri
gibi, evdeki bütün kilimleri götürüp bahçede bir
ipe astı, her birini iyice yıkadı .
Akşam oğlanlar tarladan döndüler. Kili mleri se­
rili göremeyince bir ağız dalaşıdır başladı . Yatalak
anne de yattığı yerden lafa karışıyor, evin düzeni­
nin bozulduğundan, kilimsiz tahtalarda rutubet
kapacağından şikayet ediyordu.
Nerdeyse üç beş günü, kilimlerin kavga gürül­
tüsüyle geçirdiler. Kili mler nihayet kuruyunca, Ye­
ter onları hemen yerlerine serdi ama oğlanlarla
analarının şikayetleri bitmek bilmiyordu.
Bu sefer de ilaçları ağızlarına dolamışlardı. Ba­
balarının bütün parası bu hasta karının tedavisine
gidiyordu. Üstelik bulaşıcı, korkunç bir hastalığa
yakalanmıştı. Onun elinden yemek yemek istemi­
yorlar, çamaşırlarına dokundurtmuyorlardı. Evdeki
hayat cehenneme döndü. Birkaç ay sonra, oğlanlar
babalarını bir kenara çekip Yeter'i evden yollaması­
nı istediler.
"Yollamam," dedi babaları, "ben ona çok para
verdim."
"İyi ama şimdi hasta! Bir işe yaramıyor."

334
" Nasıl yaram ıyor? Evin işini o görüyor, ananı­
za o bakıyor. H ayvanları yemliyor. Daha ne yap­
sın ? "
"Hastalığını bizlere d e bulaştıracak, baba," de­
diler.
"Ben öğrendim, öyle kolayca geçecek bir hasta­
lık değilmiş. Hele sizin gibi genç, güçlü kuvvetli
insanlara hiç geçmezmiş. Gocunuyorsanız, uzak
durun."
"Biz bu kızı evimizde istemiyoru z . Sana başka
karı bulalım. Bunu evine yollayalım . "
"Burası benim evi m . B e n avradımı hiçbir yere
göndermiyorum . Şikayetiniz varsa, siz gidi n ! " dedi
babaları.
Oğlanlar babaya laf geçiremeyeceklerini anla­
yınca, başka bir yola başvurdular. Babalarının evde
olmadığı zamanlar, Yeter'i dövmeye başladılar.
Kendilerini şikayet edecek olursa, da onu öldüre ­
ceklerine yemin ettiler. Kızcağız, yüzündeki, kolla­
rındaki morartıların, hastalığını n yüzünden oldu­
ğunu söylüyordu, kocasına. Bir gün kuması insafa
geldi, Yeter'e, "Kızım, ne diye bu evde kalmakta
ısrar ediyorsun?" diye sordu, "dayak yemek hoşu­
na mı gidiyor?"
" Elbette gitmiyor," dedi Yeter.
" Kaç, babanın evine git! "
"Koca evinden baba evine dönülmeyeceğini bil­
miyor musun?" dedi Yeter. "Babam beni kapı önü­
ne kor! "

335
"O zaman kocana söyle seni hastaneye götürüp
yatırsın, kurtul bu haydutlardan. Yoksa dayak ye­
mekten öleceksin."
Yeter, o akşam kocasına kendini i y i hissetmedi­
ğini, hastaneye yatmak istediğini söyledi . İ laçlarını
m untazam alıyordu ama belki de hastanede yatarsa
daha çabuk iyileşirdi . Ertesi günü kocası Yeter'i yi­
ne Elazığ H astanesi'ne götürdü. Doktorlar gidişa­
tını görmek, ilaçlarının düzenini yeniden saptamak
için, kızı bir hafta hastanede tutmaya karar verdiler.
Hastanedeyken, iki üvey oğlu Yeter'i ziyarete
geldi . Bahçenin bir köşesinde fısır fısır konuştular.
Oğlanlar, eve geri dönmeye kalkacak olursa, valla­
hi de billahi de onu öldüreceklerdi .
" Beni burada hep tutsalar, hiç çıkmam," dedi
Yeter, "ama tutmuyorlar. Koğuş benden bin beter
hastalarla dolu . Babamın evine de gidemem. Bıra­
kın döneyim eve, ahırda yatarım . "
"Hayır," dedi büyük oğlan, "adımızı cüzamlıya
çıkardın. Bak, geçen gün kardeşime kız istedik,
vermediler. Babama laf anlatamıyoruz . Elimiz ona
kalkmıyor ama sen gelirsen, öleceğini bil. Ona gö­
re hangi cehenneme gideceksen git! Fakat babam
nereye gittiğini bilmesin. Onu terk ettiğini zannet­
sin. Buralardan yok ol ! "
Oğlanlar, Yeter'in eline birkaç kuruş para sıkış­
tırıp giderlerken, paralara işaret koyduklarını, geri
dönecek olursa, onu hırsızlıktan yakalatacaklarını
da söylemeyi i hmal etmediler.

3 36
Yeter, kocası onu hastaneden çıkartmaya gel­
meden, buralardan kaçması gerektiğini anlamıştı.
Tek başvuracağı, bu derdi çekmiş, halden anlayan
ablasıydı . Ona haber yollattı . İ ki kardeş, kocasının
Yeter'i eve götürmek için geleceği günün erken sa­
bahında, ellerinde bir bohça ile yola düştüler. Ab­
la, İstanbul' da yoksul ve hasta dostu bir doktor ol­
duğunu duymuştu . Üstelik bu kişi , bir kadındı. Ara
sıra gelir, elini buradaki hastalara da uzatırdı . Cü­
zamlıların arasında bir efsane gibiydi adı. Abla, izi­
ni sürecek ve sora sora bulacaktı onu ! Yeter ki, İs­
tanbul'a kadar kapağı atabilsinler!
Ve işte şimdi buradaydılar.
Abla, anlatacağını anlattıktan sonra sustu . Ye­
ter, gözleri yerde, kıpırdamadan oturuyordu.
"Bayram, git başhemşireyi yolla bana," dedim.
Adam odadan çıkınca, Yeter'i soyup muayene et­
tim . Vücudunda sadece cüzam değil, tekme tokat
izleri de vardı. Tedavisi bitene kadar hastanemizde
kalabilirdi ama iyileştikten sonra ne yapacaktık bu
kızı? Nereye yollayacaktık.
"Elinden ne iş gelir?" diye sordum.
"Her işi yapar," diye atıldı ablası, "biz ikimiz de
yemek pişiririz , temizlik yaparız, tığ işi biliriz."
Ablanın elleri hafifçe pençeleşmişti ama kızınki­
ler iyi durumdaydı.
"Sen geri dönmüyor musun? " diye sordum ab­
laya?

337
"Dönemem artık. Onun evden kaçmasına yar­
dım ettim . Biz bir yatakta koyun koyuna yatarız iki
kardeş, Doktor Hanım, sen hiç üzülme," dedi abla.

Onları o akşam koğuşa yerleştirdik, kızın tedavi­


sine başladık. Sonu iyi biten bir öyküydü bu. Kızın
kocası, olanları öğrenince, gelip karısını bulmuştu .
Fakat kız artık, oğlanların korkusundan geri dön­
mek istemiyordu. Adam şehrin yoksul varoşlarında
bir gecekondu aldı . Karısı ve baldızıyla bir müddet
orada yaşadılar. Sonra, adam İstanbul'<la yapama­
yınca, Yeter' den iyilikle ayrılıp köyüne geri döndi.i .
O yörelerde resmi nikah yapılmadığı için, evlenme­
ler ayrılmalar, kişilerin rızasıyla, iki dudağın arasın­
da hallediliyordu. Sonradan duyduk ki, oğulları
ona başka bir kadın bulmuşlar, yine evlenmiş.
Yeter de, oturduğu mahallede bir koca buldu,
evlendi, çocuğu bile oldu. Ablasıyla birlikte, yar­
dım için açtığımız satış tezgahlarımıza, kermesleri­
mize yi.in atkılar, şapkalar, patikler örüp ara sıra pa­
ra bile kazandılar.

"Vallahi, sizden duyana kadar cüzamın tedavi


edileceğini hiç düşünemezdim," dedi genç polis.
" Böyle ne öyküler var bende," dedim, "Rama­
zan'ın öyküsü de var mesela. Ramazan da Ela­
zığ'dan gel mişti. İ lerlemiş safhadaydı hastalığı .
Gözleri aşağı akmış, duyu kaybı başlamıştı. Bir sü­
re yer olmadığı için beklettik, yatak açılır açılmaz

338
haber verdik, geldi yattı hastaneye. B u arada çalı­
şanların çocukları için zemin katta bir kreş açmış­
tık. Kreşin açıldığı alana çocuklar temiz havada oy­
nayabilsinler diye bir bahçe yapmayı planlıyorduk
ama buna ayrılmış para olmadığı gibi, uğraşacak
vakit de yoktu.
Ramazan, her gün sabahın beşinde namaza kal­
kıyor, namazını kılınca bahçeye çıkıyor, başlıyor
hastanenin dört bir yanındaki toprakları, çayırları
sulamaya. Sonra bizden alet edevat istedi, ona bir
testere, bir bahçe makası aldık. B ahçedeki bütün
ağaçları budadı. Çimenleri gübreledi. B irkaç ay
sonra bahar geldi, bizim çiçekler, güller içinde bir
bahçemi z oldu. Kreşin önünü de mis gibi yapmış
ama çocuklara diken batmasın diye oraya gül ek­
memiş. Civar hastanelerin bahçe yüzünden kıs­
kançlığına hedef olmuştuk, o yıl . Gönüllü bahçıva­
nımıza, arka bahçedeki kulübeyi verdik. İyileştik­
ten sonra orada yaşadı ve ücret talep etmeden bah­
çemize hep o baktı. Sonra bir gün Van'ın köylerin ­
den birinden b i r telefon aldık. Genç b i r kız cüza­
ma yakalandı diye, hayvanlarla birlikte ağıla kapat­
mışlar, hayvanlara yem atarlarken, kıza da yemek
parçaları atıyorlarmış. Telefon eden kişi adını ver­
mek istemedi . Biz kaymakam ve sağlık müdürü
aracılığı ile soruşturduk ve olayın doğru olduğunu
öğrenince, kızı İstanbul'a getirttik.
Kız, üzerinde yırtık pırtık giysilerle, paçavralar
içinde geldi. Saçları kirden keçeleşmiş, elleri hasta-

339
lık nedeniyle kıskaç gibi olmuştu zavallının. Hay­
vandan farksız haldeydi. Kötü muamele görmekten
olsa gerek, ürkek bir tavşan gibi, yanına yaklaştığı­
nızda sıçrıyor, korku içinde bakıyor, kollarıyla yü­
zünü saklıyordu. Kızı yıkadık, saçlarını kestik, biti­
ni, piresini temizledik. Tedavisine başladık. O kıs­
kaç gibi elleri inanılmaz hünerliydi . Sakatlığına rağ­
men güzel örgü örüyordu. Zaman içinde iyileşti .
Onu evine geri yollamanın zamanı gelmişti ama kız
gitmek istemiyordu. Bir gün bizim Ramazan, kapı­
yı vurup odama girdi. Allah'ın emri, Peygamber'in
kavliyle benden bu kızı istedi. Meğer kızda gözü
varmış. Kıza sorduk, kabul etti. Onlara da aramızda
para toplayıp çeyiz düzdük, resmi nikah kıydık, dü­
ğün yaptık. Kaymakamlıkla ilişki kurup ikisine de
yeşil kart çıkarttık. Sonra Ramazan hastanenin bah­
çıvanı olarak maaşa bağlandı. Nlah onlara bir de er­
kek evlat nasip etti . Ramazan on beş yıl sonra
emekliliğini istedi, tazminatıyla Kocaeli taraflarında
bir kulübe aldı, şimdi orada yaşıyorlar. Oğulları Ta­
nıl'ı burs programına aldık. Burslu okuyarak Ana­
dolu Lisesi'ni bitirdi, şu anda Kimya Fakültesi'nde
okuyor ve Erasmus bursu ile yurtdışına gitmek isti­
yor. Geçenlerde dil sınavına girmiş burs için, kendi
kendine çalışarak öğrendiği İ ngilizcesiyle yüz
üzerinden doksan iki almış. Şimdi söyle bakalım ba­
na, cüzamlıların çocukları olmalı mı, olmamalı mı1"
Polis arkadaş bir şeyler söyleyecekti ama tele­
fonlar aman vermiyordu. Televizyonları seyreden-

340
ler, evime baskın yapıldığını öğrenenler, Çağdaş
Yaşam çalışanları, dostlarım, çocukların arkadaşları
sürekli arıyorlardı . Bi r iki kişiyle konuşup kapattım
telefonu.

" Hocam, bütün bu hastaların, koşuşturmaların


arasında, şu kızların okul işlerine nasıl vakit buldu­
nuz?" diye sordu polis.
"Sadece kızlara değil, okula gitmek için parası
olmayan tüm yoksul çocuklara yardımcı oluyoruz
biz."
"Ben, Kardelen mi nedir, onları duydum sa­
dece . "
" Kardelenler'in kitabı yazıldı d a diğerlerinden
öne çıktılar. Bu yüzden sen Kardelenler'i duymuş­
sun, sadece. Aslında, bu okul işine de yine cüzamlı­
ların sayesinde bulaştım ben. Cüzamlı ailelerin ço­
cuklarını okutabil mek için, sağdan soldan burs bu­
luyordum ya, bir gün Pervari Kaymakam'ı telefon
etti hastaneye, 'Bizim ilçede ilkokulu bitirmiş on
yedi tane kız çocuğu var, hocam,' dedi, 'okumak is­
tiyorlar ama burada okul yok. Siz cüzamlı ailelerin
çocuklarına yardımcı oluyordunuz, acaba bu kızla­
ra da bir yardım eli uzatabilir misiniz? Kazanalım bu
çocukları . ' Hemen telefona sarıldım, birkaç yeri
aradım . Almanya'da doktorluk yapan oğlum da
orada yaşayan Türk çocuklarının eğitimine yardım­
cı olmaya çalışıyordu. Onlar bir burs ayarladılar, bu
on yedi kızı okullarına kavuşturduk."

34 1
"Ama daha çok kız çocuklarını okutuyorsunuz,
öyle değil mi?"
"Hayır, ihtiyacı olan erkek çocuklara da burs
veriyoruz ama ağırlık kızlarda."
"Niye? Kızları daha mı çok seviyorsunuz?"
" Kırsal alanlarda çok çocuklu aileler okula önce
erkek çocuklarını yolluyorlar. Buna çoğu kez yok­
sulluk sebep oluyor. Ama kızları evde tutup kar­
deşlerine baktırmak, tarlada çalıştırmak, on üç ya­
şına basınca, başlık karşılığı kocaya satmak da işle­
rine geliyor aileleri n . Kızlara bir fırsat tanımak için,
onlara ağırlık verdik."
"Duyduğuma göre bir sürü kız çocuğu okutu­
yormuşsunuz ."
"Önce on yedi kız çocuğu i le başlamıştık. Kı z­
ların çoğu, l iseden sonra üniversiteye gitmek iste­
yince, orta öğretim burslarını , bu kez de yüksek
öğretim için devam ettirdik ve sayıyı elli kız çocu­
ğuna çıkaralım diye kolları sıvadık. Elli kız, yüz kız
oldu, derken bin kız oldu, yeni bağışçılar bulduk,
kişiler ve kurumlar yardım ettiler, Allah razı olsun,
beş bin kızı okula yolladık. Erkek çocukları da kat­
tık aralarına. Madem devlet her çocuğa yetişemi­
yor, haydi arkadaşlar, parası olanlar ellerini cepleri­
ne atsın, dedik. Ülkemizin eğitim alanına yeni bir
nefes getirdik."
Genç polis ellerini ovuşturup duruyordu, bir
şey soracak gibiydi ama çekiniyordu besbelli.

342
"Aklını kurcalayan nedir?" dedim.
" Hocam, dediler ki, b u çocukları gavur yapı-
yorlarmış."
"Kim yapıyormuş?"
" B ilemem."
"Oğlu m onları da, diğer Ti.irk çocuklarını eği­
ten öğretmenler okutuyor. Türk öğretmenler,
bursla okuyanları seçip, haydi şunları gavur yapalım
demiyorlar herhalde! "
Yanıtlamadı. Kafasını biraz karıştırmıştım galiba.
"Bak oğlum, bu yoksul çocukları köy öğret­
menleri kendi okullarında buluyorlar. İlk ve orta
öğretimde, parasızlıktan dolayı oku l u bırakan ya da
hiç okula gidemeyen çocuk varsa, bize haber verin
diyoruz. Kaymakamlar ve eğitim müdürlükleri ara­
cılığıyla, upuzun bir liste geliyor bize. Biz, listede­
ki en mağdur durumdaki aileleri seçip önce soru­
yoruz, çocuğunuza para yardımı yaparsak, okula
yollar mısınız, diye . Kim i hayır diyor, kimi evet.
Evet diyen ailelere, çocukların okul masraflarını
karşılamaları için belli bir para ödüyoruz her ay.
Çocuk okula devam ettiği sürece ödüyoruz bu pa­
rayı . Çocuğa değil , aileye ödüyoruz . Çocuk, şeh­
rinde, kasabasında ya da köyündeki devlet okuluna
gidiyor, başka bir özel okula deği l . O yörenin ço­
cukları nerede okuyorlarsa, burslu çocuk da, orada
okuyor. Biz çocukları görmüyoruz bile. Bir şika­
yetleri veya dertleri varsa mektup yazıyor ya da te­
lefon ediyorlar. Şimdi, devletin okullarında diğer

343
mahalle arkadaşlarıyla okuyan bu çocuklar, nasıl
gavur yapılıyor, söyle bana!"
"Efendim ben söylemedim, sadece duydum. "
Tam, "Bunu söyleyen ya aptal y a da kötü niyetli
bir yalancıdır," demeye hazırlanıyordum ki, Çağla­
yan odaya girip, "Anne, Çınar telefon etti," dedi ,
"uçağını iptal etmiş, gidişini ertelemiş, birazdan
burada olacak. "
" İşi gücü vardır, iptal etmeseydi keşke," dedim,
"evde ne var ne yoksa götüreceklermiş ama beni al­
mıyorlar anladığım kadarıyla," polise baktım, "öy­
le değil mi?"
Genç adam gözleri yerde, "Estağfurullah Ho­
cam," demekle yetindi . O da emin değildi bana ne
yapılacağından .
"Yok artık, deve ! " dedi Çağlayan.
İ nönü'nün vaktiyle söylemiş olduğu, "Eşkiya­
nın gece ne yapacağı belli olmaz," lafı geldi aklı­
ma, bu ülkede yıllar da geçse, hiçbir şey değişmi­
yordu. Gülümsedim . "Niye güldün anne? " diye
sordu oğl u m .
"Öylesine," dedim . Söylesem de anlayamazdı
zaten. Biz o günleri yaşarken, daha bebekti Çağla­
yan .
Sürekli çalan ev ve cep telefonları arasında, ka­
pının zilini duyduk. Çağlayan pencereden dışarı
baktı, "Avukat gelmiş! Anne, dışarısı bir kalabalık
ki sorma! Bütün komşularımız kapının önüne bi­
rikmişler," dedi .

344
Avukatım Hüseyin Bey, aşağıdaki polislerle bir­
li kte içeri girdi. Amma çokmuşlar! Biri benimle
sohbet eden sivil genç, biri kadın, ikisi de sakallı ol-
.
mak üzere dokuz kişiydiler. Koruma polisim Zey­
nep de gel miş, beni diğer polislerden korumak is­
ter gibi, kollarını yanlara açmış, bana doğru ilerle­
melerini önlemeye çalışıyordu.
" Beyleri bırak da istedikleri gibi çalışsınlar, kı­
zım," dedim.
"Arama i zniniz var mı?" diye sordu Hüseyin
Bey. Bir takım kağıtlar gösterdiler.
Oğlanların son günlerde bana baksın diye tut­
tukları Moldovalı Cemile, bizim Zeynep, koruma
polisim Zeynep ve karşı taraf, maç yapacaklarmış
gibi karşı karşıya duruyorlar. Ben okuttuğum kız­
lardan dolayı sürekli tehdit almaya başlayınca, dev­
let bana koruma polisleri yollamıştı. Çoğu zaman
erkekler geliyordu, ben küçük arabamı kullanırken,
yanımda ciddi yüzlü genç adamlar otururlardı, hep
birlikte sıkılırdık. Sonra bir gün uzun boyu, güler
yüzüyle Zeynep geldi. Gündelik sohbetler kadın
kadına daha mı kolay yapılabiliyordu, ne! Çok se­
vinmiştim Zeynep'in gelişine.
Merdivenlerde Çınar'ın sesi duyuldu. İçeri gi­
rince, "Oğlum, aksatmasaydın işlerini," dedim .
" Beni merak etme anne," dedi v e bir iki polisi,
baş işaretiyle dışarıya çağırdı.
Fısır fısır konuştuklarını duyuyordum dışarıda.
H erhalde annem çok yakında ölecek, onu fazla hır-

345
palamayın, sonra vicdan azabı çekersiniz, diyordu.
Çünkü polislerin hepsi bana karşı gerçekten saygı­
lı, nazik davranacak ve arama boyunca nezaketleri­
ni hiç bozmayacaklardı. Fısıldaşmaları bitince içeri
girdiler. Benim dostluğu iyice i lerlettiğim sivil po­
lis, "Hocam, müsadenizle bütün evi arayacağız. Siz
hangi odada istirahat buyurmak istersiniz?" diye
sordu.
"Yerimde kalayım . "
"Geçici olarak telefonunuzu alacağız," dedi iç­
lerinden biri. Tam o sırada telefonum çalmaya baş­
ladı. Gökşin arıyor.
"Cevaplayabilir miyim?" diye sordum .
"Buyrun," dediler. Telefonu açtım, Gökşin'in
telaşlı sesini duydum. O da televizyonlarda izleyip
öğrenmiş.
" İyiyim, hiç merak etme beni. Çağlayan ile Çı­
nar yanımdalar. Polisler arama yapıp gidecekler.
Her şey yolunda," dedim ve telefonu tamamen ka­
patıp memura uzattım .
Sokaktaki sesler giderek yükseliyordu. Zeynep
pencereden baktı, "Sadece bizim sokakta değil, ara
sokaklarda da insanlar toplanmış. Evin önünü de
televizyoncular hepten kapatmışlar zaten," dedi,
"durmadan yeni insanlar geliyor. "

Polisler, beş saat boyunca, yanlarında Çağlayan


ve Çınar'la evin her odasındaki her çekmeyi, her
dolabı tek tek açıp, belge ve silah aradılar. Ben

346
oturma odasında ayaklarımı uzatmış, televizyon
seyrediyord u m . Ara sıra Zeynep veya Cemile gelip
odalarda olu p bitenler hakkında tekmil veriyorlar­
dı . Ne kadar evrak, kitap, müsvedde varsa elden ve
gözden geçiriyorlarmış. Yetmiş üç yıllık yaşamı­
mın hatıra defterlerinde ve mektuplarda saklı hu­
rufatı, hiç tanımadığım i nsanlar tarafından didik
didik edilirken, anılarımın, özelimin denizinde yü­
zülürken, en gizli koylarıma girilirken, sakin olma­
ya, sinirlenmemeye çalışıyordum. İşleri bitince,
evde silah bulamayacaklarına göre, herhalde yaz­
mış olduğum kitapların müsveddeleriyle, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği'nin okuttuğu çocuk­
ların kayıt dosyalarını alıp gideceklerdir. Kitap
müsveddelerini atarlar, kayıtları tutarlardı, o ço­
cukları çağdaş olmayan eğitimlere aktarmak için .
Yine zaman kaybederdi Türkiye . H i ç değişmeyen
kaderiyle, zaman kaybederdi. Olsun, kadın erkek
tüm insanlığın aklın ve vicdanın aydınlattığı yolda
yürümeyi seçeceği gün er veya geç gelecekti. Bu­
na bütün kalbimle inanıyordum. Sabrımı ve süku­
netim i b u i nançtan alıyordum. O güne kadar, ba­
şa her gelen çekilecek ! Oyunun kuralı böyle! Ya­
şam oyununun! Ne demiş Şair, ccYaşamak şakaya
gelmez!"

«Yaşamak şakaya gelmez,


Biiyiik bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,

347
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hi,cbir şey beklemeden
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak

Yaşamayı ciddiye alacaksın,


yani, o derecede, öylesine ki,
mesela kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyazgömlejjinle bir laboratuvarda
insanlar i,cin ölebileceksin.
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar i,cin,
hem de kimse seni hıma zorlamamışken
hem de en güzel, en ger,cek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,


yetm�sinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de iiyle ,cocuklara falan kalır diye değil,
iilmelıten korktuğun halde iılüme inanmadığın i,cin,
*
ya;-amak, yani ağır bastığından,

Ayağımı uzatmış sakin sakin oturuyorum divan­


da ama içimden isyan duyguları da kabarmıyor de­
ğildi . Yaşadığım coğrafyanın özelliğini biliyordum.
Bu ülkede adil olanla haksızın, akil ile aptalın nasıl
birbirinin içinde eriyerek tuhaf bir hüviyete bürün­
düğünün de farkındaydım. Kızgınlığı m, seyirci kal­
dığım, elimden bir şey gelmediği için sadece ken­
dime. Anlatamadığım, aydınlatamadığım, öğrete-

*
N:'ızını Hikmet. Yaşamaya Dair l, Bütün Eserleri, YKY,
(2007 ).

348
mediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa kime ne
için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin
esiri olmuş insanlara kızamaz bir doktor. Beni dar­
beye teşebbüsle suçluyorlar. Oysa darbelerin yaptı­
ğı tahribatı kimse benden iyi bilemez. Ben 27 Ma­
yıs darbesinde Çapa'nın ikiye bölünüşüne, 1 47'lik­
lerin hazin hikayesine, 12 Eylül'de ise eğitim siste­
minin tamamen çöküşüne tanık olmuş bir insanım .
Darbelerin h e r seferinde en büyük darbeyi, bilime
indirdiğini, gözlerimle gördüm. İzmir Cumhuriyet
Mitingi'nde, "Ne şeriat, ne darbe," dedim diye be­
ni kürsüye çıkarmasınlar, sonra siz gelin beni dar­
beci yapın ! Sizi gidi şaşkınlar!

Bu arada dışarıya kulak veriyorum , gürültüler,


bağırıp çağrışmalar, sloganlar duyuluyor. Kapı
önünde toplanan insanlar, keşke böyle bağırıp ça­
ğırmasalar, bütün mahalleyi rahatsız etmeseler,
diyorum . Sonra vazgeçip, haksızlığa karşı tepki
göstermelerinin iyi bir şey olduğunu düşünüyo­
rum . Çünkü halk koyun gibi tepkisiz olmamalıdır.
Kısacası, çok karışık kafam ! Ama bu olup bitenin,
eğlenceli bir yanı da var. Benim evimin aranıyor
olması çok komik! Avcılara bile tepki duyan kadı ­
n ı n evinde silah aranması, komik ötesi! Yakında
vakit dolduğunda, ben sessiz sedasız gidecekken
başka bir hale dönüşürse son yolculuğum , bunun
sorumlusu ben olmayacağım . İ nanın, bu "baskın"
olacak!

349
Hey Allahım, ne kadar çok düşünür oldum ölü­
mü! Oysa şu son günlere kadar ne dostlarım, ne
çocuklarım ne de doktorlarımla hiç söz etmedik
ölümden. Ben ağzıma almam bu kelimeyi ve hasta­
lık son aşamada bile olsa, hiç kondurmam da, ne
kendime ne başkasına. Ayşe, beni görmeye geldi­
ğinde, emekli olunca bir dağ evinde oturmak iste ­
diğini söylüyordu, beni de zaman zaman yanına
alarak. Baktım bir ara, ciddi ciddi konuşuyoruz bu ­
mı , benim onun emekliliğini görmeye ömrüm ye ­
tecekmiş gi bi. Özellikle son teşhisten beri, sonsuza
kadar bu dü nyaya kazık kakacakmışım gibi davranı ­
yordum, etrafimdakiler de bana uyuyorlardı.
Ölüm, yasak kelime oluvermiş aramızda. Oysa ,
' Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşün mek ölümü!'
ve her birimiz, dillendirmesek de biliyoruz ki, bir­
kaç haftam ya var ya yok. B u birkaç hafta içinde
yapmam gereken birkaç iş var. Önce Çağdaş Ya­
şam'ın yıldönümü kutlaması tamamlanacak, hayır
lısıyla. Polisler evimi darmaduman ettiler ama her
şeyde bir hayır vardır derler ya, bir şeye yarayacı k
bu baskın! Fazıl Say, mert çocuktur, baskını d u
yunca, iki eli kanda olsa gelir! Sonra, Çağdaş Ya
şam 'ın başına benden sonra kimin geçeceği mese
lesi var. Onun için bir toplantı yapmam gerekecek .
Cüzamla Savaş Derneği için endişelenmiyorum .
Benim Ayşe Yüksel'im o işi tıkır tıkır yürütür. Kut
lama için İ stanbul'a gelecek nasılsa, o vakit konıı
şurum onunla. Bir de, Ayşe Kulin 'le görüşmeliyiı ı ı ,

350
kitap için. Gökşin'i de çağıracağım , mektuplarla il­
gili söyleyeceklerim var. Çınar'a bir küçük liste ha­
zırlayıp vereceğim bu akşam. Adını yazdıklarımı,
çağırsın bir an önce, hala halim varken .

Polisler saatlerdir arıyorlar evi. Evim in adeta iç


organlarını boşaltıyorlar. Yıllardır açılmamış denk­
ler açılıyor, tepe raflara kaldırılmış kullanılmayan
tencereler, havan, kap kacak toz içinde aşağı indiri­
liyor. Bu arada televizyondan öğreniyorum, eşza­
ınanlı baskınlar yapmışlar yurt sathındaki tüm Çağ­
daş Yaşamı Destekleme Derneği şubelerine. Çaba­
larına ve vakitlerine yazık! Zaten yıllardır didikleyip
duruyorlardı defterleri . Bu derneğin yoksul çocuk­
lara ve gençlere okuyabilmeleri için gerekli parasal
yardımı en yasal yollardan sağladığını, hiçbir yol­
suzluğa karışmadığını, hiçbir açığının bulunmadı­
ğını onlar da bi liyorlar. Birden bir altyazı geçti te­
levizyonda!
"Aman Allahım ! Çağlayan, Çınar, buraya gelin,
çabuk! Ayşe'yi hava meydanında uçağa binerken
almışlar. "
"Ayşe Yüksel'i mi, anne? Aaa, evet! "
Ev halkı televizyona yapışıp, altyazıları okuyo­
ruz. Haber değişince, Çağlayan ve Çınar, canları
çok sıkkın, vazifelerinin başına dönüyorlar. Vazife­
leri, evin her köşesini karıştıran polislere eşlik et­
mek! Benim canım da bugün ilk defa son derece
sıkkın! Evime yapılan baskına bu kadar tepki duy-

35 1
mamıştım. Ne yapıyordur şimdi Ayşe? Telefonla
ulaşmaya çalışıyorum ama cebi cevap vermiyor. B u
sabah erkenden Van'a uçacaktı, ü niversitedeki gö­
revinin başına . Nasıl ulaşacağım kızıma? Yazılar ak­
maya devam ediyor. Tüm ÇYDD'leri hallaç paımı ­
ğu gibi dağıtmakta ve çalışanlarını gözaltına almak­
talar. Bir kabus bu!

B i r saat daha geçiyor.

Kadın polis, rafların birinden aldığı " Siyonizmin


Çölıüp"i" adlı kitabı mal bulmuş gibi kapmış, amiri­
ne gösteriyor. Amir, "Yok yahu, buna tutanak ha ­
zırlanmaz! Koy onu yerine ! " diyor.
M üsvedde kağıdı olarak kullandığım eski kitap­
larımın bilgisayar çıkı�larını çift taraflı okumay.ı
başladıkları zaman, her şeyi unutup gül meye başlı ­
yonı m .
"Çocuklar, onlarla vakit kaybediyorsunuz. O
yazılar ki t�1p halinde kitapçılarda satılıyor şu anda . "
Zeynep kulağıma, "Şeytan azapta gerek, bıra­
kın okusunlar," diye fisıldıyor ama evde gergin bir
hava hiç yok. Televizyondan izlediğim, isyan duv­
gularımı kabartan havadisler olmasa, herkes için
hava hoş, diyeceğim . Polisler işlerini yaparken, e v
halkı nerdeyse güle oynaya onlara destek oluyor.
Bir ara Moldovalı Cemile, polise akıl danı şıyor, vi­
zesini uzattırahilmek içi n. Ona vize işlerine bakan
birinin adını veriyorlar. Cemile utanmasa, "Yapıver

352
bana bir kıyak, abicim," diyecek, polise . Çınar, si­
vilceli polisin derdine derman olmaya çalı şıyor, si ­
vilceleri için i laç tavsiyesinde bulunuyor. Ev halkı,
aramada hiçbir şey çıkmayacağını bildiğinden, za­
ten geldikleri andan beri gönül rahatlığı içinde!
Görev yapanlar ise terbiyeli, ölçülü. Sık sık yinele­
diğimiz çay, kahve ikramlarını hep reddediyor, ara
sıra birer bardak su içmekle yetiniyorlar. Hiç mi
acıkmaz bu adamlar? Türk askerinin yorulmaz,
uyumaz, acıkmaz, üşümez olduğunu bilirdim de,
Türk polisinin özellikleri hakkında pek fikrim yok­
tu. Oturduğum yerden inceliyorum onları, ayrı bi­
rimlerden yollanıp, burada buluşmuşlar sanki, ko­
nuşmalarından, birbirlerini pek tanı madıkları belli.
Polislerin kimi daha rahat, ki m i de işi daha sıkı tu­
tuyor, çekmecelerin ardında gizli bölümler filan
arıyor. Aşağıdaki sandıklar açılınca içlerinden ne
kadar eski albüm ve mektup varsa çıkmış. H atıra­
lar saçılmış etrafa.
" Çocu klar aşk mektuplarımı da mı alacaksı­
nız ? " diye soruyoru m . Yüzlerindeki ifadeden anlı­
yorum ki , beni aşk mektupları gönderilecek bir ka­
dın gibi düşünemiyorlar. Ah , diyorum içimden,
ah, ben de bir zamanlar sizin gibi gençtim !
Tıbbiyede okuduğum yıllarda peşimden bir man­
ga genç erkek koşardı . Ben ne yaptım ? Hepsini ak­
lım sıra dostl uğa, kardeşliğe yönlendirip oıı altı ya­
şında kafama koyduğum gibi , ilk aşık olduğum
doktorla evlendi m . Sonra hemen çocuk yapmak

35 3
istedim. Üç aylık evliyken, Gökşin 'e mektup at ­
mıştım , "B u adam kısır m ı acaba, ben hala hamile
kalmadım," diye.
O yaşlarda ben, bir yandan öğrencilik, bir yan ­
dan evlilik, bir yandan da çocuk istiyordum. Haya­
tın içine girip yaşama dair ne varsa hepsini kucak­
layıp büyük bir oburlukla, her şeyi yaşamak istiyor­
d u m . B u arsızlığım üzerine, hayat bana bir tokat
attı, biliyor m usunuz? Bana koca da verdi, çocuk
da, dayanılmaz ağrılar, acılar da! Madem i htirasla
doktor olmak, insanlara yardı m etmek istiyorsun,
dedi, al sana hastalık! Al sana ameliyat! Al sana ağ­
rı ! Ameliyatın, ağrının, hastalığın ne olduğunu ya­
şayarak öğren ! Anne olmak mı istiyorsun, al sana
çocuk! Kalp damarlarından biri dar doğmuş bir ço­
cukla baş et, anneliği öğren! Seni gerçekten çok se ­
veni, sevilmenin verdiği şımarıklıktan mı, yoksa ço­
cukluktan mı, ezdin geçtin ? Al sana yüreğinde ha ­
yat boyu taşıyacağın ince, derin bir sızı! Bir nevi
pişmanlık! Yetmişli yaşlarıma girdiğimden beri her
geçen yıl pişmanlığım artıyor. Dostluğun ne kadar
önemli olduğunu insan yaşlanınca daha iyi anlama­
ya başlıyor çünkü .
Evet, dersimi verdin, hayat! Teşekkür ederim.

B ugün hayat çarkımı geriye sarmak mümkün


olaydı, ne yapardım acaba? Gözlerim, kan ter için­
de polislerle birlikte kitapları, kutuları raflardan in ­
diren oğullarıma takılıyor. Onlarsız kalmamak için,

354
hayatı sırf bir kere daha onlarla yaşayabilmek için,
yine babalarıyla evlenirdim, kesin !

Aramanın beşinci saatindeyiz. Polisler gotur­


mek üzere ayırdıkları dosyaları, kağıtları, kitapları,
kasetleri ve bilgisayarı kayda almak üzere tutanak
hazırlamaya başlıyorlar. Herbir şey, tek tek elle ya­
zılıyor. Bu işlem de bir saat sürüyor. Sonunda po­
lisler bize i mzalattıkları tutanağı, önümde duran
sehpaya bırakıyorlar, beraberlerinde götürecekleri
nesneleri toparlamaya başlıyorlar. En hoşuna giden
oyunu, kağıtları dişleriyle parçalamak olan Bubu,
miskin miskin yattığı yerden, sehpaya doğru hare­
ketlenince, ev halkı bir anda hep birlikte fırlıyor
yerlerinden. Ben bile gayrete gelip doğruluyorum,
kalkmak, Bubu'ya mani olmak içi n. Tutanağın ba­
şına bir şey gelirse, bir saat daha yazı yazmak gere­
kecek, çünkü ikinci bir kopyası yok! Bu telaşa şaşı­
ran Bubu havlamaya başlıyor. Kız kardeşimden bi­
ze yadigar kalan Ece kedi, Bubu'yu sakinleştirmek
ister gibi, bacaklarına sürtünüyor.
"Köpeğinizi kızdırdık galiba," diyor polislerden
biri .
"Bu evde kimse kolay kolay kı zmaz," diyorum,
"o sadece niye heyecanlandınız, diye soruyor."
"Dilinden anlıyor musunuz?"
" Dikkatli dinlerseniz, siz de anlayabilirsiniz."
"Hayret! Kediyle köpek, geçiniyorlar, baksanı-
za! " diyor bir başka polis.

355
"Onlar bir arada yaşamaya alışık. Bizim bir de
Efe kedimiz vardı, Ece'nin erkek kardeşiydi. Geçen
yıl kaybettik onu . Söylesem inanmazsınız, Bu­
bu'nun yası, hepimizinkinden uzun sürmüştü.
Resmen ağladıydı köpek ! "

Polisler alışılagelinmiş b i r evde olmadıklarının


farkındaydılar. Köpekle kedinin dahi insan yerine
konduğu, yardımcıların evin hanımı ve beyleriyle
eş tutulduğu bir yerdeydiler.

"Neyse, işimizi hiç gerginlik yaşamadan bitir­


dik, Allaha şükür," dedi kadın polis.
"Annemin olduğu yerde gerginlik yaşanmaz,"
dedi Çınar, "Çapa'da diğer servislerde çalışanlar
bir an önce mesainin bitmesini beklerken, annemin
hemşireleri saate dahi bakmadıklarını, çünkü işleri­
ni büyük bir keyifle yaptıklarını söylerlerdi ."
" B e n şey anlamına söylemiştim, anneniz b ir ba­
yan olarak hiç korkmadı, ürkmedi, telaşa kapılma­
dı da . . . "
"Annem mi korkacak, ürkecek? Bakın size bir
şey anlatayım, daha yeni oldu bu olay," diye bu se­
fer Çağlayan girdi lafa, "benim geçenlerde fena
halde karnım ağrıdı. Annem telaşlandı, ille de bazı
testler yaptırmak istedi . Atladık arabaya, yıllarca
başhekimliğini yaptığı hastaneye geldik. Hastane
kapısının önünde büyük bir kalabalık toplanmış,
içeri giremiyoruz. Öğrendik ki , akıl hastalıkları bö-

356
lümünden bir deli kaçmış, kapının yanında durmuş
bağırıp çağırıyor, 'yanıma yaklaşanı bıçaklarım, öl­
dürürüm,' gibi şeyler söylüyor. Koca koca doktor­
lar, hademeler yanına yaklaşmaya çekiniyorlar. An­
nem var ya, indi arabadan, adama doğru yürümeye
başladı. Ben arabada kaldım . Biliyorum ki, mani
olmaya çalışmanın faydası yok. Herkes sustu, deh­
şet içinde neler olacağını bekliyorlar. Annem ada­
ma yaklaştı, elini uzattı, sakin sakin, 'Merhaba
efendim,' dedi , 'bir şey mi istemiştiniz? Size yar­
dı mcı olabilir miyim?'
Adam, 'Çayımı daha açık içmek istiyorum,' de­
di, 'koyu çay bana dokunuyor.'
'Gelin birlikte çay ocağına gidelim, bu iş i halle­
deli m . '
Annemle, pijamalı deli yan yana, nerdeyse kol­
kola yürümeye başladılar, annem eliyle arkasındaki­
lere sakin olun, üzerimize gelmeyin işareti yapıyor.
Onu tanımayanlar şaşkınlık içinde. H astane perso­
neli, bu duruma alışıktı oysa. Şimdi, bu kadın mı
korkacak evinin aranmasından ? "
"Siz bakmayın oğulları ma," dedim, "yaşlandım
diye kıymete bindim, son zamanlarda."

Polisler cep telefonumu iade ettiler. Teşekkür


ettim . Elimi sıkmalarına, Çınar izin vermedi . Ke­
moterapi seansları bağışıklık sistemimi zayıflattığı
için, beni her türlü mikroptan korumaya çalışı­
yor, doktor hassasiyetiyle . Oysa artık bu tür ted-

357
birler için bile çok geç. Dönülmez akşamın uf­
kundayı m.
Polisler evden çıkarlarken, sokakta müthiş bir
gürültü koptu. Yuhalayanlar, bağıranlar, çağıran­
lar. Onların ne günahı var? Emir kulu onlar, kendi­
lerine verilen görevi yapmakla yükümlüler. Zorluk­
la kalktım, pencereye yürüdüm. İğne atılsa yere
düşmez bir halde, evimin bulunduğu sokak. Tra­
fik, televizyoncuların ve kalabalığın yüzünden baş­
ka yollara yönlendirilmiş. Komşularıma, dostları­
ma, Arnavutköylülere, Çağdaş Yaşamcılara, kimbi­
lir ta nerelerden kalkıp bana destek vermeye gel­
miş, tanıdığım tanımadığım insanlara, sevgiyle,
minnetle baktım ve camın önünde durup susmala­
rı, evimden çıkan polislere yol vermeleri için, elle­
rimle "ara verin" işareti yaptım, " İşte görüyorsu­
nuz, ben iyiyim," diye seslendim, "artık siz de da­
ğılın, evlerinize gidi n. Desteğiniz için teşekkür
ederim . "
Yerlerinden kımıldamadılar ve alkışlamaya baş­
ladılar. Şimdi, pencereden bakarken anlıyorum ki,
evim i bastıranlar, benden bir kahraman yaratmak­
talar. Benim şu ana kadar Üzerlerinde derin iz bıra­
kabildiklerim sadece hastalarım, yakın çevrem ve
eğitimine katkıda bulunduğum çocuklard ı . Bunun
dışında hiçbir iddiam yoktu, zaten. Arzularım,
hırslarım olaydı, bana getirilen siyasi teklifleri de ­
ğerlendirirdi m . Parayla da hiç aram olmadı. Her
zaman fazla paranın insanı bozduğuna inandım, az

358
parayla yaşamaktan hiç gocunmadı m . Çocuklarımı
ilkokuldan itibaren özel okullarda değil, orta sını­
fın ve yoksul halk çocuklarının gittiği parasız dev­
let okullarında okuttum, paraya özenmesinler diye .
Sade ve sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime,
hırstan lüksten uzak, sadece memleketimin kader­
siz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adan­
mış! Şimdi şu hale bakın, halk dağılmıyor, bir şey­
ler bekliyor benden . Oysa ben, son günlerini yaşa­
yan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokakta­
ki kalabalığın tepkisinin bayrağı hiç değilim.

Pencereden çekildim, perdeyi örttüm, gidip ye­


rime oturdum ve içimden, bu vatanın çocuklarının
sonsuza kadar hep haksızlığa ve cehalete karşı, ce­
saretle bayrak kaldırmalarını diledi m . Tıpkı bir
ömür benim yapmış olduğum gibi !

359
DÖNÜLM EZ AKŞAMIN UFKUNDA

Gittiler. Yorgunum. Arama yapılırken ne kadar


güçlüydüm oysa. D ivana u zan madım hiç, hep dik
oturdum, sırtımda bir yastıkla. Sivil polisle hiç
üşenmeden dakikalarca konuştum, diğerlerine so­
rular sord u m , televizyonu izledim, olup biteni ta­
kip etmeye çalıştım . Şimdi, evim sabahki davetsiz
misafirlerinden arınıp röportaja ve çekime gelmiş
habercileri ağırlarken, içi boşalmış çuval gibi, seril­
dim gittim . Artık içimden tek bir kelime etmek da­
hi gelmiyor. Ayşe'yi ve diğer Çağdaş Yaşamcıları
düşünüyoru m , sadece. Hiç karşılık beklemeden,
gönüllü çalışan onlarca insan, sebepsiz yere gözal­
tındalar. Yeni bir haber alabilmek için daha çok er­
ken. Belki yarın salarlar onları . Eminim salarlar. Ne
suçları var ki? Ama iyi haberi alana kadar, bana ra­
hat yok, uyku da yok!

36 1
Evi havalandırmak için camları açtıklarından ,
komşulardan birinin evinden, bir dua sesi geliyor
hafif hafif. Nereden nereye, bu ses aldı beni, ta ö�
renciliğim sırasında şahit olduğum ilk doğuma gö
türdü! Köyden gelmiş gencecik bir hamile kadın ı ı ı
başındaydık. Kimbilir kaç kez , bir tarlada ya d a
evinde tek başına doğum yapan başka kadınlara �;ı
hit olmuştu. Bir doğumhanenin çiğ ışığında, başı ­
na üşüşmüş beyaz gömlekli kalabalık, doktor, asis­
tanlar ve biz öğrenciler -ki herhalde bizleri de dok ­
tor zannediyordu- ödünü patlatmıştık. "Öldüriiıı
beni, doğurmak istemiyorum," diye çığlık çığlığa
bağırıyordu. Stajyer arkadaşım ilk kez bir doğum
yaptıracaktı. Hem kendimi çok suçlu hissetmiştim ,
hem d e y a arkadaşım beceremezse, ters bir şey ya­
par, bebeği elinden kaydırır, yere düşürürse diye,
panik içindeydim . Hoca bir emir vermişti, hemşire­
ler koşuşup bir takım aletler getirmişlerdi. Stajyerin
titrek eli, gözüken başa uzandı, birkaç hareket, hc­
mostatik penslerin takılması, kordonun kesilmesi w
arkadaşımın elinde mosmor bir mahluk! Nefesimiz
kesilmiş, hiçbir şey soramıyorduk. Tecrübeli eller
bebeği başaşağı çevirip poposuna ilk dayağını at­
mışlar ve keskin bir feryat işitmiştik. H epimiz bebe­
ğe dalmış, canlanmasını, çırpınmasını, tartılmasını
seyrediyorduk ki, bir dua sesi duyuldu. Tatlı, hatif
melodili, ninni gibi bir duaydı bu. Anne, bebeği
için dua ediyordu. Duyduğum duaların en temizi,
en güzeli, şüphesiz Tanrı'ya en yakınıydı .

362
***

İ ki dua arasına sıkışan ömürde, bir can yaşaya­


cıktı, sevapları ve günahlarıyla. Her bebek, şansı
varsa mutlu, sağlıklı, başarılı olacaktı. Şansı yoksa
kim bilir neler gelecekti başına! H astalıklı, geri ze­
kalı, sakat olabilirdi . Cüzama yakalanabilirdi. Çok
yoksul ve cahil kalabilirdi . Geneleve, hapishaneye
düşebilirdi. Tanrı'nın ona biçtiği kaderi, sevgi ve
anlayış vererek dengelemek, sadece bizlerin elin­
deydi. B i z insanların, biz ne yapıyorduk oysa; ken­
dimiz gibi olmayanı, kendimize benzemeyeni dışlı­
yorduk, onun da Allah'ın kulu olduğunu unutarak!
Hem bir taraftan dışlıyor, bir taraftan da, dışlama­
yacak cesareti gösteren olursa, ona alkış tutuyor­
duk, tuhaf bir çelişkiyl e. B ugün, beni suçlayanlarla,
evimin önüne toplanıp, beni alkışlayanlar gibi.

Yığınla insan var içerdeki odalarda. Holde kıvıl


kıvıl insan kaynıyor. Allahtan basın sözcülüğünü
üstlenmiş olan Hilmi, becerikli bir genç, organize
ediyor herkesi. Öncelik yazılı basına verilecekmiş.
Gazeteciler bana sorular yöneltecekler, onlar odayı
boşaltınca, görsel medyayı alacakmışız odaya. Be­
nim için hava hoş ! Dernek çalışanlarının ve Ay­
şe'nin iyilik haberlerini alana kadar, kim gelmiş,
kim gitmiş, hiçbir şey umuru mda değil.

Yazılısı, görseli, medya da işini bitirip gidiyor.


Ben de bitti m ama hala gelen gelene!

363
Her ne kadar en yakınlarımızın dışında, kimse­
yi kabul etmek istemesek de, birileri sızıyor içeri .
Komşular, tanıdıklar, dostlar ve meraklılar. Hepsi
buradalar, geçmiş olsun demek içi n . Kon uşmaya
mecbur olmayayım diye, gözlerim kapalı duruyo­
rum . Uyukladığımı zannediyor, aralarında alçak
sesle konuşuyorlar.
" Bu bir sindirme, korkutma, sopa gösterme
olayıdır," diyor içlerinden biri. " Bu nca yıldır ezil­
miş, dışlanmış, küçümsenmiş olmanın intikamı alı­
nıyor."

B ilemem, belki de öyledir. Ama içlerine kapanıp


hayata karışmamayı kendileri tercih etmediler mi
yıllardır? Nihayet topluma karışmaya karar verdik­
lerinde, başörtülü kadınlar kamu alanları hariç, her
alanda çalışmaya haşladılar, hiç de küçümsenmi­
yorlar. Üstelik şimdi çok güçlü ve çok zenginler.
Ne var ki, bir zamanlar iyi Müslüman idiyseler, ar­
tık değiller. Çünkü Müslüman, zalim olmaz, ez­
mez, haksızlık etmez, gösteriş merakına, i ntikam
peşine düşmez!
"Aman, hangi biri gücünden istifade etmeye ça­
lışmadı ki? Kim bu iktidar koltuğuna otursa, ken ­
dinden bir öncekilerin canına okudu ve cebini dol ­
durmaya baktı," diyor bir başkası.

İşte bu, doğru tespit, diye düşünüyorum . Gd ­


miş geçmiş iktidarların, hangi biri hakkaniyetli dav-

364
randı? Hangisinin gözünü hırs bürümedi, hangisi
adil kalabildi? Hata yapmadı? Niye bunlar farklı ol­
sun ki? Sağdan sola bütün partileri, liderleri ve in­
sanlarıyla, bir bozulma yaşıyorsa ülke, eğitim siste­
mimizde ve ahlak öğretimimizde büyük bir yanlış­
lık olmalı. Hangi iktidar gelirse gelsin, akıl sağlığı­
nı ve ahlakını kaybetmekte toplum .
Ama beni en çok üzen, bir kez daha kamplara
ayrılıyor olmamız. Bunu hep yaptık. Hiç ders al­
madık. Küçücük bir kızdım, evimde Halk Partisi'n­
den nefret edilirdi, çünkü babam koyu bir Demok­
rat Partili, annem ise keskin bir komünist düşma­
nıydı. 1 9 58 yılına geldiğimizde, ülke ikiye ayrılmış­
tı, CH P'liler ve DP'liler olarak. Köylerde kahvele­
_ri , camileri bile ayırmışlardı. Ne saçmaymış! Koyu
DP'li babayla, anti-komünist annenin kızı, büyü­
yünce sola eğdi gönlünü, sosyal demokrat oldu,
emperyalistlerden, aşırı zenginlerden, güçlülerden
uzak durdu hayatı boyunca. Bir işe yaradı mı, i ki
parti arasındaki bunca nefret? On değerli yılını ye­
di Türkiye'nin, sonra unutuldu gitti , olan o yıllar­
da araya sıkışan kuşaklara oldu . Somıç: 27 Mayıs
Darbesi ! İ pin ucunda asla hesabını veremeyeceği­
miz üç ölü!
70'1i yıllara geldiğimizde bu kez, devrimci, ül­
kücü diye bölündük. Ne kadar çok genç insan öl­
dü bu manasız çatışmada. Yine darbe! Sonsuz acı­
lar! Ateşler içinde bir vatan! Alevi-Sünni diye ayrıl­
dık. Türk- Kürt diye ayrıldık. Gencecik çocukları-

365
mıza kıydık, en değerli sanat insanlarımızı yaktık,
kül ettik, yerlerini asla dolduramayacağımız. Şimdi
yine aynı şeyi yapıyoruz. Bu kez din üzerinden bö­
l ünüyoruz . Türbanlı-türbansız, i nançlı-inançsız,
dinci-laik! Sürekli intikam peşindeyiz . Ne saçma
bir gidiş bu! Ne tehlikeli, ne yaman !

Ben divanda gözlerim kapalı, bunları düşünerek


öylece uzanırken, hep aynı konuları çiğneyip duru­
yorlar. İ nişli çıkışlı tınılarla bir fon müziği gibi yan­
kılanıp duruyor konuşmalar. İçime baygınlık bas­
maya başladı.
"Anne, seni odana alalım," dedi Çınar.
"Misafirler gitsin, öyle."
O kadar d a duyarsız değil misafirlerim . Topar­
lanıp kalktılar. Ben yatak odama geçtim . Kapıyı ka­
pattım , Yatağıma uzandım .
Bugün yaşananların üzerine, yarın yeni b i r gün
doğacak. Her şey daha iyi olacak yarın, belki Ay­
şe'yi ve diğerlerini salıverirler. Uykuya bu ümitle
daldım.

366
HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDERİM
14 Nisan-2 Mayıs 2009
-

Yine hastanedeyim . Kan değerlerimi beğenme­


dikleri için, beni birkaç gün bekletiyor doktorlar.
Ben nerdeyse mazoşist bir keyif içinde divanda
uzanmış, aramayı seyrederken, meğer ne çok yo­
rulmuşum . İyi de gereği var mıydı bu kadar bekle­
menin? Kemomu bir an önce olmak istiyorum,
yirminci y ı l kutlamasına katılabilmek için. Kemote­
rapi sonrasında, birkaç gün süreyle haşat oluyorum
çünkü. Müthiş midem bulanıyor. Başım dönüyor.
Ayaklanamıyorum . Her şeye olduğu gibi, zamanla,
zehire de yavaş yavaş alışıyor bünye. Bulantılar,
kusmalar geçiyor, insanın gözü açılıyor, kendine
geliyor.
Doktorlarıma rica ettim , tam 2 Mayıs günü, en
iyi halimde olayım , diye. Çünkü Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği'nin yirminci yıl kutlaması, o

367
gün Lütfi Kırdar'da yapılacak ve Fazıl geliyor! Sev­
gili çocuk, kırmadı bizleri. Biletleri 1 2 5 TL'den sa­
tışa çıkarmak üzereler. Bu miktar, her bir üniversi ­
te öğrencisine verilen bir aylık burs miktarı . Yani
bu kutlama çok işine yarayacak öğrencilerin .
"Sen şimdi dinlen, b en en doğru zamanda ba­
sacağım ilacı sana," dedi doktorum, "konserde
zımba gibi olacaksın . Ama bana bir söz ver, o gü­
ne kadar misafir kabul etmek yok. Öyle odaya her
dalanla, her sızanla sohbete koyulmak, yorulmak
yok. "
"Televizyoncular, saatlerdir bekliyorlarmış,"
dedim, "bari izin ver on dakika kadar onlarla görü­
şeyim . "
"Geldin geleli kapıdan ayrılmadılar k i ! Bak, cid­
di söylüyorum, sözümü dinlemezsen, seni ayağa
kaldıramam konser günü."
"Sadece on dakika. Çocuklar onca saat bekle­
dikleri içi n . " Hangi meslek dalından olursa olsun,
görev için eza çeken gençlere hiç kıyamam ben.
"Sen hiç meraklı değildin medyatik olmaya. Ne
oldu sana böyle?"
"Giderayak değiştim . Son sözlerimi söylememe
izin ver, sonra vicdan azabı çekersin."
"Tamam, izin veriyorum ama son sözlerini söy­
lemene daha var. Kendini yormazsan, daha çook
var ! "
İ şte böyle b i r tiyatro oynuyoruz birbirimize.
Doktorlar, ben hasta olalı beri, benim de bir dok-

368
tor olduğumu unutmuşa benziyorlar. Allah'ın işine
karışılmaz ama nerdeyse dakikasına kadar biliyo­
ru m ben, geminin limandan ayrılış zamanını. Evet,
daha var! Daha işlerim tamamlanmadı.
Televizyoncuları odama almadan önce, banda­
namı başıma takıyor hemşire . Şimdi odaya doluşa­
caklar ve ısrarla tekrar tekrar soracaklar, bir gün
önceki baskın sırasında neler yaşadığımı. Nasıl ıstı­
rap çektiğim i anlatmamı isteyecekler. Ben, kötü bir
şey olmadı , polisler çok nazikti, dedikçe, bana tam
tersini söyletmeye çalışacaklar. Duygu sömürüle­
riyle besleniyor televizyonlar, çünkü. Hangi tele­
vizyon var aşağıda diyoru m . Söylüyorlar. H ükümet
yanlısı televizyonlar gelmediler, çünkü onlar da o
gün yaşananları , yana yakıla ve abartarak anlataca­
ğımı sanıyorlar. Gerçekten, hiç tanımıyorlar beni .
"Ayna ister misiniz?" diye soruyor hemşire.
"Asla! " kendimi görmeyeyim daha iyi . Beni gü­
zelleştiremeyeceği için, üzerimdeki pikeyi düzelti­
yor.
"Ben hazırı m , çağırın gelsinler."
Bir bıkkınlık çöküyor içime aniden. Neden ko­
nuşuyorum? B en konuşacağım da ne değişecek?
Niçin aynı soruları tekrar tekrar soruyorlar? Keşke
dinleseydim doktorumu. Ama artık çok geç. Ken­
dimi yukarı doğru çekiyorum yatağın içinde. İçeri
doluşmaya başlayan genç insanlara, "Hoşgeldiniz
çocuklar," diyorum, gayrete gelerek. Çünkü ne de­
miş Nazım ve ne kadar haklı !

369
Diyelim ki hastayız
hem de ağır
hem de a meliyatlık,
yani, beyaz masadan,
kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin
kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu m u diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
ajans haberlerini.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım


hiç ölünmeyecekm iş gibi yaşanacak. . . *

İşte yine kemo! Yine kemonun mide bulantıla­


rı, ağrıları, bitkinliği, yorgunluğu! Yine yüreğimin
üzerine ağır yük bırakılmış gibi, o boğulma hissi,
sıkıntısı. Kemoyu dengelemek için, başka ilaçlar.
İ laçlar. İ laçlar. Sadece 2 Mayıs için, hepsi. Sonrası
yok zaten. Konserden sonrası uyku ve huzur, in ­
şallah!

Beni, bir eve çıkarıyorlar, bir hastaneye götürü­


yorlar. Merdivenleri çok zor iniyorum artık. Çok
zor yürüyorum, çok zor konuşuyoru m . Hatta zor
nefes alıyorum. Ama bana güç veren bir haber ge­
liyor, 24 Nisan'da! Ayşe'yi dört gün gözaltına tu-

* Yaşamaya Dair il, Bütün Eserleri, YKY (2007).

370
tup beşinci gün mahkemeye çıkarttıktan sonra, ha­
pishaneye koymuşlardı. Çocuklar benden saklama­
ya çalışmışlardı ama mümkün müydü böyle bir şe­
yi u zun süre saklayabilmek? Bir cuma günüydü, te­
lefon çaldı, avukatımız arıyormuş, müjdeyi vermek
için. "Ayşe serbest," ded i . Öyle bir çığlık atmışım
ki, iki Zeynep ve Cemile, koşa koşa yanıma geldi­
ler. Kızım, Deniz Seki'yle yan yana yatmış, hapis­
hanede. Ne çok anlatacakları var bizlere! Van'a
dönmeden uğrayacak, konuşacağız. Bana on seans
kemoterapi yapılmış gibi güç kattı bu güzel haber!

Bir güzel haber daha geldi, birkaç gün sonra!


Kutlamanın organizasyonunu, hiç karşılık isteme­
den Pro İletişim üstlenmiş. Rana Erkan sunacakmış
geceyi. Ah, ne kadar rahat etti içi m . Biletler satışa
geç çıkıyor diye çok korkmuştuk. Ama hepsi tü­
kenmiş! Yeniden satmışlar. Koltuk kalmamış, ara
yollara, merdivenlere iskemleler konmuş, onlar da
satılmış.

Artık keyfim yerine gelmişti ya, Çınar'a verdi­


ğim listedeki kişileri görmek istedim. Geldiler sı­
rayla. Hayatı birlikte yürüdüğüm dostlarım, can ar­
kadaşlarım, aynı yola baş koyduğumuz hemşirele­
rim, Sultan kızım, dernekteki ülkü arkadaşlarım,
gönüllüler ki, belkemikleridir derneklerin, hiçbir
dernek onların ışığı olmaksızın yaşayamaz ve bağış­
çılar! Toplantılarımı yaptım , arzularımı bildirdim.

371
Gökşin geldi , diz dize, el ele oturduk, konuşurken.
O anlıyor, biliyor ondan ne istediğimi. Ayşe Kulin
geldi , çok az konuştuk ama çok şey söyledik. Bazı
kişilerle anlaşmak için söz söylemek gerekmiyor.
Başka kim vardı listemde? Galiba görmek, konuş­
mak istediğim kimse kalmadı. Bütün işlerimi ta­
mamladım . Konser gecesini de atlattıktan sonra,
kemoterapiyi kestireceğim . Yolcu yolunda gerek!

ÇYDD'nin yıllık genel kurulu , konser gününe


denk geldi. Bu yüzden hazırlanmama yardımcı ola­
mıyor Ayşe . Onun genel kurulda bulunması şart.
Neler yapılması gerektiğini o biliyor, nasıl geçtiği­
ni de bana o anlatacak, konserden önce.
Evde son dopingimi yapıyorlar konser öncesi.
Aslında, benim dopingim, birkaç gün önce verdik­
leri m üjdeydi! Patricia Kopatchinskaja, Cihat Aş­
kın, Çağ Erçağ, Tolga Salman, B urcu Karadağ ve
Güvenç Dağüstün, Fazıl Say gibi, hiçbir ücret talep
etmeden konser vereceklermiş o gece.
Kortizondan karpuz gibi şiş her tarafım. Hiçbir
şeye sığmıyoru m . Allahtan 26 Şubat'da Türkiye'dl'
eğitime yaptığım katkılar için Koç Holding'in ver­
diği ödülümü almaya giderken, Ayşe'nin ısrarıyla
aldığım gri pantolon takımım var.

Ödül törenine üç beş gün vardı, Van'dan tele­


fon etti Ayşe . Rüyasında beni görmüş, saray gibi
bir yerde, büyük bir kalabalığın ortasında yatıyor-

372
muşum. Ü zerimde inanılmaz güzellikte, işlemeli
bir yorgan varmış. Etrafımdakiler çok itibar ediyor­
larmış bana, ben de çok mutlu görünüyormuşum .
"Eh bildin işte, ödül töreni herhalde çok kala-
balık olacak," dedim Ayşe'ye.
"Ne giyeceksiniz hocam?" diye sordu.
" Uydururum dolaptan bir şeyler."
"Olmaz H ocam," dedi, "bana söz verin, mutla­
ka yeni bir şey almalısınız. Rüyamda çok şıktınız.
Gerçekte de öyle olun e mi ! "
"Bakarı z," dedim. İ lahi kız, çarşıya çıkacak ha­
lim m i vardı benim !
" Hocam. Lütfen. Yeni bir şey almanız şart. Söz
verin . "
" Peki, söz," dedim , "Çınar burada şansına. Ya­
rın beni hastaneye götürecekti, söylerim ona biraz
erken gelir, yolda Faik Sönmez'e uğrarız."
Düşündüm ki, bunca sıkıntı içinde bana da iyi
gelebilir, yeni bir kıyafet almak. Kaç sene oldu üze­
rime yeni bir şey giymeyeli. Faik Sönmez'in mağa­
zasında, benim ne tarz giyindiği m i bilirler. H aber
verdim önceden bir iki parça giysi hazırlamaları
için. Çınar arabayı kaldırıma yanaştırdı, inip içeri
girdim . Gri bir pantolon takım hazırlamışlar. He­
men getirdiler. Sadece ceketi denedim. Pantolonu
deneyecek halim yoktu. Düşündüm ki, ben alayım,
pantolonun beli dar gelirse Çağlayan genişletir, bol
gelirse, daraltır. Elinden gelir oğlumun bu tür işler.
Bir de gri, müslin bir şal verdiler, takımın rengin -

373
den iki ton açık, Ü zerine pembenin değişik tonla­
rında puanlar işlemişler. Hoşuma gitti, onu da al­
dım. Evde pantolonu denedim, kopçaları az kay­
dırmayla, uydu bedenime. Baktım Çağlayan şalı
elinde evirip çeviriyor.
" Beğenmedin m i ? " diye sordum.
"Çok beğendim anne ama bu şal büyük," dedi,
"sen bununla rahat edemezsin . İster misin bunu
ortasından böleyim , yarısını başına bandana yapa­
lım, diğer yarısını eşarp olarak kullan?"
Benim sevgili, yaratıcı oğlum, geçti anneanne­
sinden mi ras Singer dikiş makinesinin başına, bana
hem bir bandana hem de bir eşarp dikti .
Allah Ayşe'nin rüyasından razı olsun, şimdi bu
önemli günde giyecek doğru dürüst bir şeyim var.
Yoksa balon gibi şiş bedenime ne uydurabilirdim
evdeki giysilerimin arasından, bu yorgunluğumla?
Bir de onun telaşını yaşayacaktım , bugün.

Sabahtan beri hazırlıyorlar beni . Vitamin veri­


yorlar. Tırnaklarımı kesiyorlar. Yüzümdeki lekele­
rin üzerine bir şeyler sürüyorlar. "Yapmayın çocuk­
lar," dedim, "benim lekelerimle uğraşacağınıza,
dua edin de sahnenin ortasına kadar yürüyebile­
yim, konuşma süresince ayakta kalabileyim . "
" Kaç dakika konuşacaksın anne?" diye sordu
Çınar.
"En fazla beş dakika ! "
"Ayakta durma anne, oturduğun yerden konuş."

374
" Ben hiç gözükmeyeyim, kürsünün arkasından
sesim gelsin öyle m i ? "
Gülmeye başladık. Olacak şey mi bu söylediği ?
"Tekerlekli sandalyende otur demek istemiş­
tim . "
"Ayakta durmayı denemek istiyorum Çınar. B u
benim son sahnem ! "
"O halde Zeynep çok yakınında dursun , anne.
Zaten koruman olarak, yanı başında durması la­
zım! Sana destek verir."
Fena fikir değildi. Düşecek olursam, hiç olmaz­
sa, düşmeden yakalardı beni, rezil olmazdım.
"Zeynep'ciğim, sen yakınımda dur. Eğer başım
döner, düşecek gibi olursam sana işaret veririm ,
beni tutarsın hemen, koluma girersin, ama ben sa­
na işaret vermedikçe, sakın üstüme gelme emi ! " di­
,
ye tembih etti m , Zeynep'e.
Güçsüz gözükmek en gücüme giden şeydir.
Dolu salonun önünde, kamışına yapacaksam, onu­
ru mla, ayakta, tek başıma yapmalıyım .
"Seninle başa çıkılmaz anne," dedi Çınar.
Çağlayan, Çınar ve arkadaşı Mine, beni giydir­
diler. Merdivenleri inerken koluma girmek istedi­
ler, " Daha değil," dedim, "o günler de gelecek
ama daha deği l . "
Çağlayan arkamızdan tekerlekli sandalyeyi in­
dirdi, aşağıya. Arabaya bindik. Beni aylardır ayakta
tutan törenin yapılacağı Lütfi Kırdar Kongre ve
Sergi Sarayı'na doğru yola çıktık.

375
Arabadan inince, yine sandalyeme oturdum, bi­
naya girdik.
"Herkes salonda yerini aldı, sizi bekliyorlar,"
dedi Rana.
Holü geçtik, sahnenin arka kapısından tekerlek­
li sandalyemi sahnenin üzerine sürdü Çınar.

Aman Allahım! Aman Allahı m! Bu ne kalabalık!


Böylesine tıklım tıkış, tepeleme dolu bir salon, da­
ha önce gördüm mü ben ömrüm boyunca? Bütün
koltuklar dolmuş, belli ki yer yetmemiş, koridorlar
dolmuş. Yine yer yetmemiş, sahnenin sağ tarafına
sıra sıra sandalyeler dizmişler, onlar da dol u . Sah­
nenin bana göre sol tarafında, Anadolu'nun çeşitli
okullarından gelen Kardclenler'i otu rtmuşlar. Üst­
l erinde beyaz gömlekleriyle, karda açan narin çi­
çeklerim benim. Sahnenin önü firdolayı bembeyaz
çiçeklerle süslenmiş. Saf, temiz, beyaz çiçeklerle.
Ortada Fazıl Say ve arkadaşları d u ruyorlar. Benim
içeri girişimle birlikte, alkış koptu.
Herkes ayakta. Alkış dinmiyor. Dinmiyor. Beni
mi alkışlıyorlar? Dönüp oğluma bakıyorum ,
Çınar'ın gözleri yaşlı . Salonda ö n sırada görebil­
diklerimin de gözlerinde yaşlar var. Hep alkışlıyor­
lar. Hiç d urmadan alkışlıyorlar.

Görüyorum ki , bir ömrü boşa harcamamışım !

376
Bir doktorun tek arzusu, hastasını sağlığına ka­
vuşturmak, yaşamını uzatmaktır. Ben bundan faz­
lasını yaptım; hastalarıma yaşam şartlarını da hazır­
ladım , onlara iş ve aş buldum, çocuklarına kanat
gerdim. Minnettarım tüm hayatımı vakkttiğim cü­
zamlılarıma, çünkü onların çocukları sayesi ndedir
ki, memleketimin binlerce başka çocuğuna da uza­
nabildim . Yoksul olmaları, çaresiz olmaları koşu­
luyla, hiç ayırım yapmadan, Türk, Kürt, Süryani,
vs. demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına
kapıları araladım, ışık tuttum yollarına. Beni hırpa­
ladılar, yerden yere vurdular, ne gavurluğum kaldı,
ne Kürtçülüğüın , ne de komünistliğim . Şu son ara­
mayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile
olmadı. Çü nkü ben, gavur, Kürtçü, komünist veya
darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisiy­
le dolu bir hekimim. Ülkemi, i nsan haklarına ve
hukuka saygılı, demokrasiye i nanan hükümetlerin
idare etmesini isteyen bir vatanseverim. Hayatım
boyunca tek isteğim, iyi ve dürüst bir insan olmak­
tı . İyi ve dürüst i nsanlarla birlikte yaşamaktı. Şu an­
da beni alkışlayanlar, benim gibi iyi ve dürüst in­
sanlar. Benim gibi onlar da b u ülkede, hukukun
üstünlüğüne güvenerek, özgür ve onurlu yaşamak
istiyorlar. Bana tuttukları alkış, şu sol tarafımda
oturan çocukları, ortaçağ karanlığından çekip ışığa,
aydınlığa yürütmek için verdiğim çabaya, başka şe­
ye değil . Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benze-

377
yen ,cocuklara, vadettiğim, insanca yaşam için bu al­
kışlar.

Fazıl, J .S . Bach'ın bir piyano uyarlamasını çalı­


yor. Ben, Kardelenlerimin, beyaz kelebekler gibi
hayatın içinde uçuştuklarını , köy öğretmenleri,
ebeler, doktorlar avukatlar olduklarını hayal ediyo­
rum . Fazıl, Beetl1oven'dan bir sonat çalıyor. Be­
nim çocuklarım da m ü zisyen, ressam, yazar oluyor­
lar. Kendi başarı öykülerini kaleme alıyorlar. Fazıl,
Bartok'tan Romen dansları çalıyor şi mdi. Benim
kızlarım dans ediyor. Balerin olmak isteyen biri
vardı aralarında. Bembeyaz bir türüyle dolanıyor
etrafımda o, bir kar tanesi gibi .
" Odam Kire,c Tutmuyor"u dinliyorum , Na­
zım ' ın " Rugiin Pazar"ını dinliyorum, "Memleke­
ti m" i din liyoru m ; bu kez lepralılarım geçiyor
önümden, pençeleşmiş elleriyle çiçekler uzatarak
bana. Lcpralılarımın anneleri, eşleri, çocukları geçi­
yorlar, yüzlerinde aydınlık gü lümsemelerle. Hayat
geçiyor, önümden. Hayat, sana teşekkür ederim
tekrar tekrar, bana güzel işler yapma gücü verdiğin
için! Perde inmek üzereyken, birileri bir şeyler söy­
lüyor, birileri elimi öpüyor, alkışlar devam ediyor,
yüreğimdeki ses, her şey iyi olacak diyor ama be­
nim ku bkları mda sadece bir şiirin mısraları uğulda­
makta. Sadece o mısraları duyuyorum artık, sadece
o mısraları . . .

378
Kır ııe dağ ,ci,ceklerini istiyorum,
Kaderleri bana benzeyen,
Yalnızlıkta a,carlar kimse bilmez onları
Geniş ovalarda kaybolur kokuları
Yurdumun sevgili ve adsız ,ci,cekleri
Hepinizi, hepinizi istiyorum, lf&lin görün beni
Toprağı nasıl iirterseniz iiylece iirtün beni

Ben bir bah,ce suluyordum gönlümden


Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden
Ne güller fışkırır ,cilelerimden
Kandır, hayattır, emektir benim güllerim
Korkmadım, korkmuyorum ölümden
*
Siz ,ci,cek ifetirin yalnız, ,ci,cek getirin . . .

Ceyhun Atuf Kansu, 20. Yiizyıl Türk Şiir Antolojisi, Bilgi


Yayıııcvi, ( 2 009 )

379

You might also like