Professional Documents
Culture Documents
ıtırı� <'>dlilii
.\tııdıı/1111-tı'nın l\11\11.1-Hl·r,1..·k ıdıf gdiri S.t\',lŞ m.ıgdunı çocukbr:ı, Krı rddoılı'ı ·'iıı tdifgdi
ıi K.ınkkıı Projnınc, .\it Nou',,;,, Mam//11n'ıun tdifgdiri Ul\:ICEF Aıı.ıııkulu Pnıjt·�inc,
.
T11rL·n11·TtL· ,,, 'li'L· 1'11Jma'nııı ü1.d h.\skıs ı nın \'(.' Tiir1'a11 ıiy.ııro oyununun ıdif gdi rl ri i:.c.:
c
ÇYDll cr.iııın pruıdcrin1.· b.ı�ı�l.ıııınışıır.
TÜRI<AN
Tek ve Tek Başına
Ayşe l(ulin
Yayın No 756
Biyografi 46
Türkan
Tek ve Tek Başına
Ayşe Kulin
EVEREST YAYINLARI
W\VW.cvcrestyayinlari.conı
"'"'""rwittcr.conı/cvcrcstkitap
*
At Kız, Türkan Saylan, Cumhuriyet Kitapları, (2007).
** Güneş Umuttan Şimdi Doğar, Haz: Mehmet Zaman Saç
lıoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, (2004 ) .
v
alanlarındaki çalışmaları da çeşitli kitaplarda top
lanmış, bana yazacak pek bir şey kalmamıştı . Bunu
ona söylemiştim ama isteğini yerine getirememiş
olmak bir türlü içime sinmiyordu . 2008 yılının
sonlarında, bir araya geldiğimiz bir gün, eğer kabul
ederse, lepra dünyasına dair bir kitabı, onun üze
rinden kaleme almayı önerdim.
vı
çocuklar ve öğrenciler katıldı. Türkiye, bu muhte
şem insana şükranlarını , 1 9 Mayıs 2009 tarihinde
ki cenaze töreninde, içtenlikle sundu.
vıı
bir kitapta eksiksiz verilmesi zaten m ümkün değil .
Okuyacağınız satırlarda, ben sadece ona verdiğim
sözü tutuyor, bu eşsiz insanın portresine, birkaç
fırça darbesi de ben vurmaya çalışıyorum; yılların
soldurduğu ama çok özgün renklerle.
viii
TÜRI<AN
Tek ve Tek Başına
BİR MASALIM VAR
�
1
lı)nın üst katında, 1935 yılının bir kış günü bir be
bek doğmuştu. Bebeğe annesiyle babası Türkan adı
n ı koymuşlardı. Türkan, dört-beş yaşına kadar o ev
de yaşamış, konuşmayı, yürümeyi hep o evde ögren
mişti ama hayatı boyunca özlemini rektiği, rüyala
rında gördüğü evi, i,cinde doğduğu ev değil de, ba
basının ailesi ifin bizzat yaptığı, Kandilli)deki dört
katlı ahşap konaktı, ') diye devam ederdim.
Torunlarım, "Bu Türkan sen olmayasın babaan
ne?" diye soracak olurlarsa, gerçeği saklamazdım.
"Aferin size, bildiniz işte ! " der ve dikkatleri da
ğılmadan arkasını getirmek isterdim masalımın. Bir
süredir çocukların aile öykülerini bilmelerinde fay
da olduğuna inanmaya başladım. Gençliğimde hiç
düşünmezdi m böyle şeyleri. Çınar'ın Almanya'da
doğan ve orada büyüyen çocuklarına ailemizle ilgili
hiç bilgi vermemiştim . Oysa ölüler hatırlandıkları
sürece yaşarlar. Şimdi sanki Timur ile Tamer benim
yanımdaymışlar gi bi bir oyun kurmam ve onlarla
konuşuyormuş gibi yapmam hep bu açığımı kapat
mak için. Torunlarıma masal anlatır gibi anlatmak
istiyorum aile bireylerini ki, benden sonra onların
belleklerinde yaşayadursunlar. Bu nedenle beni
duyduklarını hayal ederek, Kandilli'deki evi, hali
mizi anlatıp duruyorum.
2
odamız olamadı. Büyüyüp de yuvamızdan teker te
ker uçmaya başlayıncaya kadar, yıllarca aynı odayı
paylaştık ve eşyalarımızı yatakları mızın altındaki
kocaman çekmecelerimizde sakladık. Ama o ev sa
yesindedir ki, her zaman temiz havada, kuşlarla, çi
çeklerle, doğayla iç içe yaşadık, babamm bahçeye
elleriyle diktiği ağaçlarla birlikte boy attık, birlikte
büyüdük. İ nanıl maz bir hasretle, işte o eve dönme
ye başladım ben, hem de sık sık. Üst bahçede, ba
baannemin gölgesinde sigarasın ı tüttürd üğü, salı n
cağımızın asılı olduğu i k i büyük ceviz ağacının ara
sında d u ruyorum ve çocukl uğumu yeni baştan ya
şıyorum . Çınarlardan birinin korunaklı dallarına
kardeşlerimle yastıklar, tahtalar koyarak bir ağaç-ev
kurmuştuk. Okuldan döner dönmez ilk işimiz ağaç
evimize tırmanmak olurd u . İyi havalarda ödevleri
mizi bile orada yapardık. Babamın eve dönüşlerini
de oradan gözlerdik, eğer onu karşılamak ve elin
deki paketleri taşımak üzere çolu k çocuk Kandilli
Vapur İskclesi'ııe gitmemişsek.
3
nemizle babamızı hiç öpüşüp koklaşırken, aynı ya
takta yatarken veya birbirleriyle flört ederken gör
medik. Şimdi düşündüğümde, birbirine çok aşık
iki insanın bunu nasıl başardıklarına akıl erdiremi
yorum !
Biz beş kardeştik. Ben i l k çocuktu m, benden on
ay küçük kardeşim Tuğrul , 1 9 39'da doğan Tur
gut, 1 940'lı, güzeller güzeli kız kardeşim Turhan
ve nihayet sapsarı saçlarından dolayı Sarı Kabak di
ye çağırdığımız Gündüz! En büyükleri ben oldu
ğum için herhalde, hep anaç bir taratinı oldu be
n i m . Annem, bir akrabasının vefatı sırasında haya
tının bizsiz tek yolcu lu ğu na çıkarken, kardeşlerimi
bana emanet etmişti. Onlara laf geçirmek için, an
nemin bir elbisesi ni giymiş, yerlerde sürünen etek
leriınle kardeşlerime kol kanat germeye çalışmış
tun . Yaşamım boyunca kendimi tüm çocuklara kar
şı sorumlu hissetmem, evimi çocuklarla doldur
mam, o gün lere duyduğum özlemden mi kaynak
la111yordu acaba?
4
vap)nagiin deriliverm�slerdi. Babaannem savaş son
rasında a mca mı dagen,c yaşında kaybedince, hep bi
zimle birlil?te yaşadı. Biricik oğlunun evinde ,cok
mutlu ve huzurlu bir yaşamı olduğunu sanmıyo
rum, ,cünkü oğlunu pek sevmediği ecnebi geliniyle
paylaşmak zorunda kalmıştı. Annem ve babaan
nem) aralarındaki mesafeyi kapatmamak i,cin de
birbirlerine hep) C!Janımefendi, ) diyerek hitap etti
ler," diye anlatıyoru m .
Yok yok! B u nları anlatmam doğru olmaz to
ru nlarıma! Aile içi ndeki tatsızlıkları bilmelerini is
temem. Aslında tatsı zlık da denemez, ama bir tu
haf sürtüşme vardı iki kadının arasında. Babaanne
min hayattaki en büyük rakibi, İsviçreli annemdi.
Din değiştirip Mi.isli.iman olması, Tü rkçeyi eksiksiz
öğrenmesi ve bi rbiri ardına çocuklar doğurması bi
le U.fi gel memişti babaannemle arasındaki buzlan
eritmeye. Babaannem beni ve kardeşlerimi biz kü
çükken masallarla, şekerlerle etrafina toplar ve bize
sürekli annemi çekiştirirdi. Ona ina nır, üzülürdüm.
Babaannemin etkisinden ancak sekiz dokuz yaşıma
geldiğimde kurtulabilmiştim .
5
bin bir işinin yanında ölü nceye kadar hiç şikayet et
meden baktı, kendini sevmeyen kayınvalidesine.
Yangın çıkarmasın , bir yaramazlık yapmasın diye
peşinde gezdi, yemeğini el leriyle yedirdi, altını
bezledi senelerce.
Annemin ne kadar çilekeş ve fedakar bir i nsan
olduğu bana ne yazık ki ölümünden sonra dank et
ti . Ancak onu kaybedince anlayabildim hayatı nın
ne kadar zor olduğunu.
Ah annem!
Çok geniş bir yatak odası ve yeşi l lake bir yatak
takımı vardı annemi n . Yeşi l lake yatağın da, özellik
le loh usalı klarında, en sevdiği renk olan mor gece
liklerle yatışı gözleri min önü nde şimd i ! Hayata İs
viçre'nin Zürih'e yakın Mcli ngen Kasabası'nda, bir
teknisyenin kızı , Lilly Rein mann olarak başlamıştı .
Ailesi sonra İngiltere'ye göç etmiş, büyükbabam
zaman içinde pek çok patent sahibi bir mucit ola
rak iyi para kazanmış ve kı zıııı İ sviçre'nin çok iyi bir
okulunda okutmuştu. Annem, İngilizceyle Alman
casının yanı sıra Fransızcayı ve piyano çalmayı bu
okulda öğren mişti. Babam ilk evl iliği nedeniyle İs
tanbu l'da yaşamakta olan , sarışın , yeşil gözl ü , gü
zel annemle taııışır tanışmaz ona o kadar aşık ol
muş ki, hemen evlenme teklif etmiş. Bir yıl son ra
da ben doğm uşum.
Önceleri ailesine rahat, hatta lüks bir hayat ya
şatabilen babamın işleri ben ilkoku l u bitirdiğim yıl
larda bozu lmaya başladı . Evimizdeki yardımcılar
6
teker teker işlerini bıraktılar. Mısır Çarşısı' ndan bol
ve toptan alınan yiyecekler, mahalle bakkalından
gramla alınmaya, dikkatle tüketilmeye başladı . Pişi
rilecek malzemenin bulunamadığı günleri bile gör
dük. Annem öyle günlerde bayat ekmekleri sütle
ıslatıp Üzerlerine yumurta kırarak lezzetli yemekler
yapard ı . Şeker yokluğunda ise çayı kuru üzümle
içerdik. B unlar biz çocuklar için eğlenceli oyu nlar
dı ama belli ki babam hayatla mücadelesinde çok
yıpranmaktaydı . Henüz elli sekiz yaşındayken, kırık
bir gönülle yitti gitti, sevgili karısını, bunamış an
nesi ve beş çocuğuyla geride bırakarak. Allahtan o
günlerde ben kendi ailemi kurmuş, annemin sırtın
dan in mişti m .
7
ŞAFAK SAYARKEN
�
9
şiyor dakikalar geçtikçe, sanki renkler birbirinin içi
ne akıyor, birbirinin içinde eriyor, tarifi mümkün
olmayan, i nanılmaz bir güzellik kaplıyor göğü .
10
evi, sırf penceresinden mehtap gözüküyor diye ki
ralamıştım da deli demişlerdi bana arkadaşlarım.
Oysa şafak da aydede kadar güzelmiş meğer! M u h
teşemmiş! Kalan zamanımın hiçbir şafağını kaçır
mak istemiyorum . Şafak sayıyorum kısacası, terhise
az kaldı.
11
"Vallahi, merak edip sormadı m . Ama pek hoşu
ma gitti doğrusu, helalleşmek için ta buraya kadar
gelmesi . Sen niye bu kadar erkencisi n? Erken uyan
mazdın sen . "
"Dün gece uyumadım k i uyanayı m. Ş u ne za
mandır isteyip durduğun gençlik mektuplarım ı z
var ya, dün, akşam yemeği nden sonra gardırobun
üstünden mektup kutularını i ndirdim, sabaha ka
dar mektup ayı kladım. Türkan, i nanı lır gibi değil,
mektupl aşmaya 1 949 yılında başlamışı z. H aftada
üç, dört kez yazıştığımız olmuş. Her biri en az on
dört-on altı defter sayfası olmak ü zere , kutular do
lusu mektup vardı. Hepsini tek tek döktüm önü
me, kimini baştan sona okud um, ki mini atlaya at
laya. Kah ağladım, kah gü ldüm . Arada bir mutfağa
gidip çay koyuyordum uykum u açsm diye. Gün ışı
dı, sabah old u . Saate son baktığı mda yedi buçuğa
geliyordu. O saatte yatağa girmedi m artık, zaten
henüz soyunmamıştım bile. Mektupları bir poşete
attı m , yüzümü yıkadım, çıktım evden, köşedeki fı
rından bir ekmek kaptı m , taksiye atladım geldi m .
Kahvaltın ı ettin m i sen ? "
"Zeynep hazırlıyordu tepsim i . Seslen de sana da
bir tabakla bir bardak çay koysun tepsiye," dedim .
" Ekmeği d e vereyim dilimlesin," dedi Gökşin ve
kucağıma bir tomar mektup bırakıp dışarı çıktı. O
yaşları mızın elyazısıyla yazılmış ortaokul mektupla
rını mavi, lise yıllarını kırmızı kurdeleyle, üniversite
yazışmalarını da bir sicimle bağlayarak ayrıştırmış.
12
l 990'lara kadar, önceleri haftada birkaç kez,
sonra da giderek seyrekleşen bir tempoyla yazış
m ıştık Gökşin'le. Kandilli Kız Lisesi'nde okurken,
yazları ayrılırdık. Her geçen günümüzün nerdey
se her saatin i mektuplarda anlatırdık birbirimize .
Liseyi bitirince ben İstanbul'da Tıp Fakültesi'ne
gittim, Gökşin Ankara'da Dil Tarih'e yazıldı .
Mektuplarımız hızlandı . Onun yeniden İ stanbul'a
dönüşüne kadar, tüm yaşadıklarımızı mektuplarda
paylaştık. Bana hiç yayınlamadığı ama hayatı bo
yunca yazdığı şiirlerini de yollardı . Sadece günde
lik hayatımızın ayrıntılarını değil, okuduğumuz
tüm romanları, öyküleri, şiirleri de mektuplarda
tartışır, karakter tanımlamaları yapardık. Yıllar
içinde hayat yükümüz çoğaldıkça mektuplarımız
azaldı ama hiç kesilmedi. Son yıllarda, aynı şehir
de yaşadığımız halde, sadece doğum günlerimiz
de kart atmakla kalmamış ara sıra yine mektuplaş
mıştık.
13
ğımdan, bana büyük laflarla edebiyat döktürmek
düşmüş!
14
Elimdeki mektubu, aşırı romantizminden biraz
da utanarak önümdeki sehpaya bıraktı m . Bir başka
sını çektim rastgele. B u seferki de, Ağustos 1 950
tarihli .
15
. .. Peder Bey bugünlerde iyice mutaassıp/aştı.
Her sabah giderken, eJJin dışına annesiz ,cıkmak ya
sak, diye tembih ediyor. Annem de peki, diyor. Baba
ma göre, annemin işi bitene kadar eJJde oturmalı
yım. Al/ahtan AJJrupalı bir annem JJar da kardeşle
rimle denize inmeme izin JJeriyor. Akşamüstleri de
annemle Küfüksu Gazinosu'nagidiyor, oturuyoruz.
Çok hoş oluyor. "
16
na belli eder diye umutlanıyord u m . Eteklerim ı.il
çalıyord u . Fakat babam tren biletini bana u z::ıtııı
ca kahrımdan ölebilirdim . Elinde iki bilet vardı w
babam Ankara'ya kardeşim Turgut'la gideceğimi
söylüyord u . O an benim için Ankara yolcu luğu
nun bütün büyüsü kaçtı . Bu da bir şey mi? Yirmi
yaşında, üniversite öğrencisi koskoca bir kızken
dahi, hafta sonları arkadaşlarımla buluşmaya gi
derken, m utlaka peşime kardeşlerimden birini ta
karlardı . Ne kadar utanır, mahcup olurdum. Tu
tucu ve yasakçı anne babadan çok çektiğim için,
ben olabildiğince serbest bırakarak büyüttüm ken
di çocuklarımı !
17
Düşündüm ama hatırlayamadım . B u kadar koru
malı yetiştikten sonra fakülteye ilk girdiğim yıl,
kendimi erkek öğrencilerin ortasında bulunca, okul
kantininde ya da sınıflarda birkaç kere üst üste göz
göze geldiğim gençlere aşık olduğumu zannederek
geçirmiştim ilk dönemi. İ kinci dönem toparlanmış
tım; onlarla aynı sıraları paylaştıkça, birlikte sınav
heyecanı çektikçe, notlarımızı karşılaştırdıkça, er
kek arkadaşlarımın kız arkadaşlarımdan hiçbir farkı
olmadığını görüyordum . Ben, erkek ve kız arka
daşlarım arasınd a fark gözetmemeyi öğrenmiştim
ama üzerimdeki ev baskısı devam ediyordu . Üni
versiteli kızlar sınıf arkadaşlarıyla gezmeye, sinema
ya giderken, annem hala peşime kardeşlerimden bir
ikisini takıp beni küçük düşürüyordu. Beni bu ka
dar sıkı bir disiplinle ve yüksek ahlaklı yetiştirdikten
sonra, bari bana itimat etmesini becerebilselerdi ya,
annemle babam! Evlenene kadar ü zerimdeki baskı
devam etti, annem benden giden ve bana gelen
mektuplarımı okudu, sınıf pikı1iklerinde peşime
kardeşlerimi takmadığı zaman da, tesadüfmüş gibi
kardeşlerimle birlikte, bulunduğum yerlerde arz-ı
endam eyledi. Bu mektubu kendi grubuna katmak
için kenara ayırdım.
18
" Kadir gecesi adetim hilafına camiye gidip sa
kal-ı şerif'i öpemedim. Bütün gün oru,cluydum. O
akşam teraJJih)e gittik. ))
Gülmeye başladım. B u benim kaderim m iydi
ne? Sıkı bir dini eğitimden geçmeme, çocukluğu
m u sofu babaannemin anlattığı h ur afeleri dinleye
rek geçirmeme, esaslı bir din eğitimi almama, İs
lam'ı kendini sıkı Müslüman zanneden pek çok ki
şiden daha iyi kavramış olmama rağmen, yıllardır
bir takım kötü niyetli insanlar "gavur" olduğu m u
iddia eder dururlar. B u kelimeyi d e h i ç sevmem.
Müslüman olmayanları küçültücü bir kelimeyle ay
rıştmnak, edepsizlikten başka bir şey değildir, ben
ce . Tüm dinlerin Allah'a giden yolda bir vasıta ol
duğuna inandığım için, hayatım boyunca hiçbir di
ni küçümsemedim. B izim kitabımız, diğer dinlerin
peygamberlerine saygı talep eder zaten. Kendimi
ise sadece ve hep M üslüman bildim .
İ l k dini eğitimim çok küçük yaşta, evde başla
mıştı. Çocukken namazı , aptesti ve Kuran surele
rini babaannemizden öğrenmiştik ama bilinçli
Müslümanlar olmamız için, ilkokula başladığı
mızda babam okulumuzun Türkçe öğretmenin
den bana ve kardeşlerime özel din dersleri verme
sini istemişti . H afız Ahmet Bey, her hafta sonu
evimize gelir, bize dinlerin çeşi tlerini, nasıl çıktık
larını, Müslümanlığın diğer dinlerden farklarını ,
kurallarını v e bu kuralların gerekçelerini anlatırdı.
Hatiz Al1met Bey sayesinde, ben, iyi bir M üslü-
19
manın dürüst, temiz, çalışkan, saygılı, yardımse
ver, başkaları açken tokluğundan rahatsızlık du
yan, hak yemeyen, haksızlık etmeyen ve gösteriş
ten u zak d u ran bir insan olması gerektiğini, çalış
manın da bir nevi ibadet olduğunu küÇ ük yaşta
öğrendim. Hocam bizlere Allah korkusu değil,
Allah sevgisi aşılamıştı . Hocamı n çocuklarıyla bir
likte, Ramazanlarda teravihe giderdik. Ortaokula
geçtiğimde, Kadir geceleri, gündüz oruç tutmaya
geceleri evin çalışanlarıyla birlikte Kandilli Cami
i'ne gitmeye başladım. Bu gecelerde, "Allahüm
me salli ala ... " okunurken, bazı cami ahalisi "Al
lah ! " diye haykırırdı . B abaannem b u i nsanların o
anlarda Allah'la buluştuklarını söyleyince, ben de
o kişilerle birlikte haykırır olmuştum ama dört
gözle beklediğim bu buluşma hiç gerçekleşme
mişti . O camide, Kadir geceleri bir de Sakal-ı Şe
rif çıkard ı . Sakal-ı Şerifi öpmek için sıraya giren
lerin arasına büyük bir heyecanla katılırdım. Sını
fımdaki yaşıtlarım arasında İslam dini hakkında
benim kadar malumatlı ve d uaları baştan sona bi
len başka çocuk yoktu herhalde. Bir gün edebiyat
dersinde Divan Edebiyatı'ndan bir şiir okurken ,
öğretmenimiz, b i r Arapça kelimeye dili dönme
yen arkadaşımızı azarlamış, " Osmanlıca kelimele
ri doğru d ürüst okuyamıyorsunuz! Sizler Allah bi
lir, d uaları da yalan yanlış telaffuz ediyor, anlam
larını dahi bilmiyorsunuzdur. Aranızda doğru dü
rüst dua edebilen ve söylediğinin manasını bilen
20
biri var m ı ? " diye sormuştu . Koca sınıfta sadece
benim parmağım kalkmıştı h avaya.
"Sen mi dua bildiğini iddia ediyorsun Türkan ? "
demişti öğretmen. Herhalde annesi yabancı olan
öğrenciden böyle bir beklentisi yoktu.
"Evet efendim."
"Hangi d uaları biliyorsun?"
" Hepsini . . . " Ne olur ne olmaz korkusuyla,
"Çoğunu," diye düzeltmiştim hemen .
"Amentü'yü oku ."
Okudum. B ana birkaç dua daha okutmuş, an
lamlarını söyletmiş ve benden başka hiç kimsenin
baştan sona bir duayı düzgün şekilde okuyamadı
ğını görünce pek şaşırmıştı. *
Benim telaffuzum iyiydi ama dünyaya Katolik
gelip sonradan Müslüman olduğu için, açığını ka
patmak ve özellikle de babaannemin gözüne gir
mek adına Kuran 'ı hatmeden ama sureleri ancak
İsviçre aksanıyla okuyan zavallı annemle çok dalga
geçerdik, kardeşlerimle . Çocukluğum uzda bizlere
verilen dini eğitimin bir sonucu muydu, her işe
besmeleyle ba�layan babaannemin etkisi miydi bi
lemem ama bir bilim insanı olmama rağmen, haya
tım boyunca dudaklarımdan dua hiç eksilmedi.
H astalarımın iyileşmesi, işlerimin yolunda gitmesi,
oğullarımın okullarındaki başarıları için duaya sık
başvurdum ve çoğunu duydu, Allah!
* At Kız, s. 52-53.
21
Mektup elimde, "Gökşin, gel , gel ! Ş u mektubu
medyaya sızdıralı m da adımı gavura çıkaranları
utandıralım. Gel bak, neler yazmışı m ! " diye seslen
dim, yanıt alamayınca kulak kabarttım; Gökşin,
" Dünden beri hiçbir şey yemedi mi gerçekten?" di
ye soruyordu Zeynep'e .
22
)anıyordum ki içeriye, geceyi giriş katındaki odada
geçiren Halime girdi.
" Halime, sen de bir şeyler yedin mi?" diye sor
dum.
"Ben yedim Hoca," dedi Halime, "sen beni dü
şünme kendi karnını doyur."
"Tunceli'den gelen kişi sen misin?" diye sordu
Gökşin, Halime'ye?
" Hee benim ya! " Aynı düşü üç gece üst üste
görünce, varayım Hocam'ın yanına, elini yüzünü
öpeyim, dedi m . "
"Nasıl gördün Hoca'yı? " diye sordu Gökşin .
"Şaşkın gördüm . Evine adamlar doluşmuş. Oda
larda bir kalabalık, bir kalabalık! Hoca bir köşede
oturmuş, seyrediyor. Hiç ses etmiyor. Hayra yorma
dıın. Benim herife dedim ki, varalım gidelim Ho
ca'ya. Bir sıkıntısı var, malum oldu bana, dedim. "
"O da s e n rüya gördün diye aldı seni buraya m ı
getirdi?"
"O getirmedi. Ben ortanca oğlanla geldim . B u
bacaklar var ya, ( eliyle pat pat vurdu bacaklarına)
yürüyebiliyorsam, nah bu hocanın sayesindedir.
Benim ona can borcum var."
"Amma da yaptın," dedim Halime'ye. Duy
mazlığa geldi, sürdürdü konuşmasını .
" B indik i l k otobusa oğlanla, vardık buraya ak
şam vakti. Oğlan beni Hoca'ya bıraktı, akrabaların
yanına vardı. D ünya gözüyle gördüm ya Hoca'yı
içim rahat, kıvrıldım yattım aşağıdaki odada. Daha
23
önce de gelmişliğim, o odada yatmışlığım vardı
zati. "
"Elbette," dedi Gökşin, "Hoca'nın evi aynı za
manda oteldir de."
24
"Niye böyle tuhaf yürüyor, yoksa o da cüzamlı
mı?" diye sordu Gökşin, oturduğu koltukta kıpır
danarak.
" İdi, tedavi oldu, iyileşti," dedim, "ama badi
badi yürümesinin nedeni başka. Onun ayak par
maklarını ben kestimdi yıllar önce. O gün bugün
dür, ayakkabılarının ön tarafına pamuk tıkıştırır.
Yürüyüşü bozuluyor haliyle."
"Türkan! Sen cerrah değilsin ki! "
"Cerrah değilim ama doktorum . Yeri geldiğin
de her doktor elinden geleni yapmak zorundadır.
Ben de üzerime düşeni yaptımdı işte."
Gökşin'in yüzünde kusacakmış gibi tuhaf bir
ifade belirdi, "Ayak parmaklarını kestin yani, sen,
ellerinle?"
" Penseyle kestim."
Gökşin, son çay yudumunu püskürtmemek için
gayret göstererek zorlukla yuttu. İ ngiliz filolojisi
mezunu, edebiyatçı ve şair arkadaşımın yaralar be
relerle arası iyi değildi, o yüzden anlatmaya kalk
madım . Ama ona anlatmaktan çekindiğim o gece
yi de hayatım boyunca unutmuş değilim.
25
"Bacaklarımı keseceğinize beni öldürün, daha
iyi," diyormuş.
"Hakkı var, bacakları olmayan kızı bizim oralar
da ne yapsınlar ki ," dedi dayısı, "tarlada işe yara
maz, evde çocuk bakamaz, başlık parası getiremez,
başlıksız dahi kocaya verilemez, hakkı var, böyle
yaşayıp n 'etçek?"
Esmer v e kavruk genç adam, adeta kızı öldür-
memi istiyordu benden.
"Bacakları nasıl bu hale geldi?" diye sordum.
Anlattılar.
Halime'nin ailesinde cüzam çıkmış. Sağlık me
m u ru, kesin teşhis koyamadığı aile fertlerini daha
etraflı bir muayene için devlet hastanesine yollat
mış. Kız, diğer akrabalarıyla birlikte köyden at üs
tünde şeh re inerken çığ düşmüş dağdan. Saatlerce
kar altında kalan Halime'yi, nihayet kardan çıkara
bildiklerinde, bir de bakmışlar ki bacakları dizleri
ne kadar donmuş. Ben d e tam o sırada bir cüzam
çalıştayı için tesadüfen Elazığ'daydım. Babası, kızı
bir otobüsle Elazığ Devlet Hastanesi' ne getirmişti.
Donmuş uzuvları kangrene dönüşmeden hemen
kesmek gerekiyordu. Orada bulunduğum için, nö
betçi heki m bir de benim görmemi istemiş. Gece
vakti hastaneye koştum . Kızı kucağıma aldım, ba
caklarını elle muayene ederken elime yer yer sıcak
lıklar gelmez mi! Ellerimle aşağıdan yukarı, yukar
dan aşağı defalarca ovalayıp durdum kızın bacakla
rını . İ çimden bir ses, kıymalarına müsaade etme bu
26
kıza, diyordu, bacakları kesileceğine dayısının dedi
ği gibi, ölsün daha iyi. İşe yaramaz bir köylü kadı
nın, bir kedi kadar bile değeri yoktu oralarda. Kıv
ranıyordum kızı kurtarmak için. Elimin altındaki
belli belirsiz sıcaklık, bana ümit veriyordu. Bacak
larını tekrar tekrar elliyor, mıncıklayıp duruyor
dum. Avucumda hisseder gibi olduğum o sıcaklık
sakın kendi ellerimin sıcaklığı olmasın? Gidip elle
rimi soğuk suyun altına tutmuş, kurulayıp geri gel
miştim . Haydi, b i r kere daha, s o n muayene! İşte
bu sefer emindim! Bu bacakta can vardı!
" Penseyi getir," dedimdi nöbetçi doktora.
Gencecik bir çocuktu, uzun boylu saz benizli.
" Hoca m! Ne yapacaksınız?"
" Parmaklar donmuş. Onları keseceğiz ."
"Bacaklar? "
" Bacakları kurtaracağız."
"Ya kurtaramazsak? Ya kangren olursa?"
"Sabaha kadar başında bekleyip tabloyu i zleye-
ceğiz. Gerektiği anda müdahale ederiz. Pense ne
rede, pense? "
"Ben kesemem ."
"Ben keseceğim, sen seyredeceksin. Bir dahaki
sefere , iş başa düştüğünde biraz tecrübe edinmiş
olursu n . "
Bembeyaz oldu genç doktorun yüzü, "Sorum
lu l u k size ait, hocam," dedi.
" Doktorl u k bıçak sırtında yürümeye benzer
Mehmet. Her karar bir sorumluluktur," dedim.
27
Böyle söylüyordum ama yüzüm ateş gibi yanı
yor, sırtımdan soğuk terler boşanıyordu .
Genç doktorun uzattığı pense ile hemen orada
kızın donmuş ayak parmaklarını çıtır çıtır kesmiş,
ayaklarıyla bacaklarına sabaha kadar m asaj yapmış
tım . Bir taraftan içimden, "Allahı m, bu zavallı ço
cuğun bacaklarını iyileştir, beni de mahcup düşür
me," diye sürekli dua ediyordum.
28
geliyorlar diye aramızda şakalaşırdık. Gülmesine
gülerdik ama benim içime hep bir kurt düşerdi.
İçimi kemiren bu kurt yüzünden, ihtisas yaparak,
deneyim kazanmaya karar vermiştim. *
Yıllar sonra, Elazığ'da o gece, onca tecrübeme
rağmen yine korku içindeydim nedense. Sabaha
kadar gözümü kırpmadan kızın başında bekledim.
Ancak güneşin ilk ışıkları koğuşu aydınlatmaya baş
ladığında, rahat bir nefes aldım. Halime'nin ayak
parmakları artık yoktu ama bacakları ve geleceği
kurtul muştu.
Birkaç gün sonra Elazığ'daki işim bitince, Hali
me'yi yanıma katıp İstanbul'a getirdim. Hastaneye
yatırıp hem cüzam tedavisini yaptık hem de özenli
pansu manlarla bir an evvel ayaklarının iyileşmesini
sağladık. Kız, ayak parmakları olmadığı için normal
yürüyemiyordu . Ayakkabılarının ucuna pamuk tı
kıştırmak zorunda kalıyordu . O haliyle köyüne
dönmek istemedi. Köyde artık adı hem cüzamlıya
hem de sakat'a çıkmıştı. Dayısının dediği gibi, baş
lık parası ödemek bir yana, kimseler onu başlık pa
rasız dahi, eş diye almazdı . Evdekilerse, onu ya he
men işe koşarlardı ya da aşağılarlardı.
Hastanemizde uzun yıllardan beri çalışmakta
olan, yaşlı bir cüzamlı hastamız vardı. Sağlığına ka
vuştuktan sonra, onu salıvermemiş, hademe olarak
göreve almıştık. Zaten cüzam hastanesinde perso-
29
nelin yansından çoğu, tedavi olmuş, iyileşmiş cü
zamlılardır. Hemşireler, hastabakıcılar korkarlar cü
zamlılara yaklaşmaya. Bizler hastalarımızı iyileştir
dikten sonra eğer kalmak istiyorlarsa, hastane ele
manı olarak yetiştirir, halden anlayan hastabakıcılar
olarak kullanırız. Sülo Amca da bunlardan biriydi.
U zu n yıllar bizle çalıştıktan sonra e mekli olmuştu
ama yalnız yaşamak zor geldiği için, vaktinin çoğu
nu yine hastanede geçiriyor, gönüllü hizmet veri
yord u . Halime tedavi süreci sırasında, ona iyi dav
ranan Sülo Amca'yla anlaşmış. O, şeker hastası olan
Sülo'ya bakacak, evinin işlerini görecek, yemeğini
pişirecek, Sülo da, emekli maaşı kıza kalsın, ilerde
kendini geçindirecek parası olsun diye, Halime'ye
nikah kıyacakmış. Bunu öğrendiğim zaman her iki
siyle d e uzun uzun konuştum. Halime'nin ağzın
dan evine mektup yolladık. Evin erkekleri, nikah kı
yılması şartıyla evlenmelerine izin verince, hastane
de düğün hazırlıklarına başladık. Hepimiz bir kat
kıda bulunduk yeni evlilere; ufak bir çeyiz düzdük,
görevli yemekhanesini donattık, pilav ve kuzu pişir
tip hep birlikte yemek yedik ve aramızda topladığı
mız paralarla aldığı mız düğün pastasını kesip hasta
lara da dağıttık. Yemek sonrasında, Sülo'nun hasta
neye yakın iki göz oda evine gidip yerleşti Halime.
Sülo Amca, kıza üç yıl boyunca elini bile sürme-
di . Bu iki kader kurbanı, aynı evin içinde hem bir
birlerine destek hem de çok iyi iki dost oldular.
Halime, kağıt üzerinde kocası gözüken adama son
30
yıllarında canla başla baktı. Üç yıl sonra kocası ve
fat edince de köyüne geri döndü .
Ayak parmakları yoktu ama artık bir dul maaşı
ve sigortası vardı, bu nedenle komşu köyden ken
dine bir koca bulması zor olmadı. Yeni kocasını n
ölen karısından olan çocuklarına analık ettiği gibi,
iki çocuk da kendi doğurdu. Zaman içinde ailesin
den İstanbul'a yerleşenler olmuş, ara sıra onları zi
yarete geldiğinde bana da uğrar, köyünden peynir
ve bal getirir.
31
yayıl mamış gibi taşıyabilmemde onların hayır du
alarmm katkısı olduğuna inanıyoru m .
32
" Kaçamaklarımız da oldu, bu kadar sıkı yetişti
rilmenin etkileri de oldu üzerimizde. Gece mek
tuplan okurken düşündüm de, Ali'den ayrılmanın
sebebi, bence onun da baban gibi hayata karşı çok
tutucu bir duruşu olmasıyd ı ."
Gökşin, önünde duran mektup tomarını karıştı
rıp durdu aradığını bulmak için ve bulunca sesini
benim sesime benzetmeye çalışarak okudu:
33
çar etmeseydi yukarıdaki . Ne düşün ürü m hep bi
liyor musun, Türkan, belki gençliğinde birine
deli divane aşık olsaydın . . . Sevdandan vazgeçe
m eyecek kadar çok aşık olaydın, her şey başka
türlü olurd u . "
"Sanmıyorum . Ya önüme aşık olma fırsatları
çıkmadı ya da kendimi aşka doludizgin bırakmak
bana hiç uymadı. Yapım böyle, hep kendimden ön
ce başkalarını düşündüm . İ şten aşka vaktim olma
dı. Olamadı . "
"Bak, burada ayırdığım birkaç mektup var. Oku
onları da hatırla, aşk yolunun üzerine birkaç kere
çıkmış ama elinin tersiyle itmişsin , Türkan. Dün
gece okurken o günlere geri döndüm . Keman ho
can senden yirmi yaş büyük olmasaydı ya da sen
ona duygularını açabileydin, belki de sen tıp yerine
müzik okurdun."
"Doktor olacağıma Devlet Senfoni'de orkestra
şefı olurdum, sen de konserlere bedava girerdin,
bütün derdin o değil m i ?" İ kimiz de gülmeye baş
ladık.
"Saçmalama, ben o büyük aşkı yaşarken, on beş
yaşında ya var ya yoktum. O yaşta aşırı romantik
bir kızın hocasına duyduğu platonik h islere, aşk
denebilir mi hiç?"
"Platonik hislerin serpilip gelişmesine imkan ta
nımadığın için hiçbir zaman bilemeyeceğiz ! "
***
34
Doğruydu, bilemeyecektik. B ugün gülüp geçi
yorum ama henüz on beşime bile basmamışken,
bana keman dersi veren yakışıklı hocama aşık oldu
ğumda, ne kadar çok ciddiye almıştım duyguları
mı. O kişiyi hayatım boyunca her gördüğümde he
yecanlandığıma, onun bana yaşattığı duyguları şu
yaşıma kadar unutamamış olduğuma ve o günleri
anımsamanın bana hala mutluluk verdiğini itiraf
edebildiğime göre, belki de hayatımın tek gerçek
aşkı oyd u . Ya da ilk aşk asla unutu lmuyor!
35
tutmuş, bahsetmemişim gizli aşkımdan. B u aşka
dair bir mektup daha buldum ve kahkahalarla gül
düm, okurken.
36
"Allahım, siz hasta olmayanlara laf anlatmak ne
kadar zor! Boğazımdan geçmiyor, Gökşin . "
" Üstüne düşülmesinden hoşlanmazsın ama
şimdi durum değişik. İ stesen de istemesen de, bir
dilim ekmek bitecek."
Çaresiz uzattığı ekmeği alıp ağzıma attım, çiğ
nemeye çalıştı m . Gözlerini dikmiş, ekmeği yutma
mı bekliyor. Dikkatini dağıtmak için, "Neler yaşa
dık, neler yaptık şu yetmiş küsur yıllık hayatımız
boyunca," dedim, "hele benim hayatım nerdeyse
roman!"
"Hayatta çok şey yaptın da aşkı yakalayamadın
şöyle sıkıca saçlarından," dedi Gökşin, "üzerinde
gerçekten derin izler bırakmış bir aşk yaşamış ol
mak fena olmazdı, ha Türkan?"
"Ali ile yaşadığımı yabana mı atıyorsun ? Bir
ömür boyu süren uzun ve derin bir dostlu k !"
"Sen dostluktan bahsediyorsun , ben aşktan . "
"Olsu n ! Yıllara yayılan güçlü bir dostluk yaşa
mışım . Birkaç yıllık aşklardan bence çok daha de
ğerli. Onunla hala irtibatımızın kopmamış olması ,
ara sıra yazışmamız, dertleşmemiz önemli değil mi?
On yedi yaşının heyecanıyla evlenmeye kalksaydık
herhalde bugün çoktan ayrılmıştık, birbirimize ya
kırgındık ya da küs . "
"Belki de hala evli olurdunuz. Onun aşkı her
ikinize de yeterdi."
" N e diyorsun yahu , adamın düşüncelerini a z
önce s e n bana okumadın mı? Ali benim zırt pırt
37
Anadolu'ya cüzam taramalarına gitmemi, ihtisas
yapacağım diye yurtdışında u zu n süreler kalmamı
kabul edebilir miydi? Birbirimizi yerdik."
Gökşin bir mektup salladı burnuma doğru,
" Bak, onun için neler yazmışsın burada. "
"Okusana," dedim.
"2 Ekim 1 9 5 3'de yazmışsı n . Diyorsun ki,
39
okuyan Ali, mektup arkadaşlarımdan biriydi. Bir
yıl boyunca birbirimizi görmeden mektuplaşmış,
hayatın çok başında iki öğrencinin birbirine yaza
bilecekleri şeyleri yazıp durmuştuk. Yaza doğru
Ali, beni görmek için İstanbul'a gelmeye karar
vermişti. Motorlu trenle gelecekti, ben onu peron
da karşılayacaktım . Derslerden sonra, Gökşi n'le
bi rli kte Haydarpaşa'ya gitti k ve Ankara treninden
inenlerin arasında Ali'yi aradık. Bana bir resim
göndermiş olduğu için, elleri cebinde tek başına
dikilen genci hemen tanıdım . Yolladığı resimde es
merliği belliydi ama ben nedense onu hep daha
uzun boylu hayal etmişim . Yanına gidip kendi mi
zi tanıttık. Mektuplarımda ona uzun uzadıya Gök
şin'den bahsetmiş olduğu m, Gökşin'e de onun
tüm mektuplarını okuduğum için, ikisinin kaynaş
maları kolay oldu. Karşıya geçip, Karaköy'de bir
muhallebicide oturduk, bir şeyler yedik, sıkıcı der
slerimizden, i lerde yapmak istediklerimizden, oku
duğumuz kitaplardan, sevdiğimiz şairlerden söz
ettik. Zaman çabuk aktı, bir de baktık ki Kandil
li'ye gidecek vapur, iskeleye yanaşıyor. Ali, birlik
teliğimizi uzatmak için bizimle birlikte vapura bin
mek istedi . Bilet aldı, içeri girdik. Bir de ne göre
yim, babam ilk sırada, pencerenin kenarındaki ye
re kurulmuş oturuyor. Aman Allahım! Kalbime
ateş düştü . Yanaklarımdan, ellerimden alevler çık
tığını, sırtımdan soğuk terler boşandığını hatırlı
yoru m . Ö lmek üzereydim ! Yakalanmıştı m! Ne ya-
40
parken? Gökşin arkadaşımla birlikte, bir mektup
arkadaşımla vapura binerken! O yıllarda büyük bir
suçtu bu!
Babam, okuduğu gazeteden başını kaldırıp bi
zim tarafa doğru baktı. B izleri görüp görmediğini
bilmiyorum ama Gökşin hemen babamın yanına
gitti, "Siz de mi bu vapurdasınız? Ne güzel tesa
düf, efendim," dedi . Ben pancar gibi kızarmış ya
nakları m la, kapının önünde dikilip duruyordum,
arkamda da Ali , durumu anlamış, ne yapacağını bi
lemeden kıvranıyordu.
" İçeri girsene kızım," dedi , bana el sallayan
babam. Yanına gittim, Ali peşimden geldi. Ba
bam, "bu da kim ? " der gibi sorgulayan gözlerle
baktı Ali'ye, "Sizin bu vapurda ne işiniz var Tür
kan ? " dedi .
"Efendim, Ali benim kuzenim," diye atıldı
Gökşin, "Ankara'da Siyasal'da okuyor. Birkaç gün
lüğüne buraya geldi de, annem onu karşılamamı is
temişti, Türkan da beni yalnız bırakmadı, sağ ol
sun ! "
Benim canım arkadaşım ! Has arkadaşım!
"Nasılsınız oğlum?" dedi babam. Sonra bana
döndü, " Buralara geldiğinden annenin haberi var
dır herhalde," dedi.
Yanıtlamadı m . Gözlerimi yerden kaldıramıyor
dum. Babam, o mahcup halimi genç erkeklerle ko
nuşmaya alışık olmamama verdi herhalde. Ali be
nim karşıma, babamın yanına oturdu. Vapur iske-
41
leye yanaşana kadar ben bir daha yüzüne bakama
mıştım , ne babamın ne de Ali'nin.
ccGöksin
' '
43
mişim . Bir genç adamı n bana ilgisi başımı döndür
müş. Nasıl döndürmesin, o kadar nazik, ilgili ve se
vecendi ki Ali, kardeşlerimle bile yakından ilgilen
miş, annemin de gönlünü kazanmıştı. Güzel bir
gün geçirmiştik. Ali bir türlü geri dönmek istemi
yord u . 1 8 . 30 trenine binmek için bizden ayrıldı
ğında saat tam beş buçuktu . Trenine yetişip yetişe
mediğini hiç öğrenemediğim arkadaşım, gelirken
bana o yıl fiyatı 1 O TL. olan Mehmet Akif' in ciltli
Safahat'ı ile bir de l imon kolonyası getirmişti . Kar
şılık vermem gerektiğinde, altından nasıl kalkacağı
mı bilemediğim için üzüldüğümü hatırlıyorum .
44
KANATLARIMI YENİ UFUKLARA
ÇIRPARKEN BEN
�
46
!ara götürse diye ne fOk heyecanlanırdık. Artık film
leri önceden biliyoruz, ışıklar siindükten sonra değil.
Her şey bu misal! Gidiyoruz! Rüzgar uğulduyor, gü
neş kaftı, belki fırtına ve yağmurgelecek. Acaba iz
,,
ciler kaputlarını aldılar mı ? Yoksa üşüyecekler mi?
49
"Ali herhalde yakında buraya gelecek. Eski plan
böyleydi ama belki de bendeki değişiklik yüzünden,
gelmekten vazgefer. Onu sık sık görürsün değil mi
Gökşin ? Hif olmazsa haftada bir iki kere görür, ko
n uştuklarınızı, onun istediğimiz yönde salaha doğ
ru gidip gitmediğini yazarsın değil mi? İnşallah di
ğer arkadaşlar gafyapmaz, onu üzecek hatalı şeyler
söylemezler. ))
«1 1 Kasım, 1 953
... Seninkiyle birlikte Ali)den de bir mektup al
dım. Ankara'ya dönmüş. Sokağa çıkıp sizlerle karşı
laşmaktan fekiniyormuş. Acıyan nazarlarınızdan
gazaba gelerek, sizleri kırabileceğinden korkuyor ve
50
bana soruyor, İstanbul'a gelip gelmemesini. <Atlat
ma, cevap ver, , diyor. Şimdiye kadar, <sana gel ya
da gelme demek hakkını kendimde bulamıyorum, ,
diyordum ve kararı ona bırakıyordum. Ona şimdi
ne yazacağımı bilmiyorum. Gelirse babam İstan
bul,a dönmeden gelsin. Ama artan bir düş kırıklığı
ile geri dönmesi daha mı hayırlı olacak ? Öte yan
dan, gelmezse, bütün kış kendini yiyecek. Bilmem ki,
belki gel diyeceğim ... ,,
B i r başkası:
B i r başkası daha:
51
B u mektup da yine l 953'ün Kasım ayında ya
zılmış:
52
dayım. Rüzgar Gibi Gefti 'nin ilk faslı bitti. Film
cidden enteresan ve ben burada bir kere daha anla
dım ki, aşktan da üstün olan şefkat ve milli hisler
vardır," diye yazmışı m .
Son nefesime yakınken dahi aynı şekilde düşün
düğüme göre, hak etmemişim aşkı ben ! Ee, ben
hak etmeyince, Allah da vermemiş elbette !
" ... Sabah Ali 'ye, 'gel, ' diye telgraf fektim. Ak
şam hareket ederse, yarın burada olur. Bakalım onu
ikna edebilecek miyim ? Mühim bir şey olursa, Gö'k
şin, sana yazarım tekrar. "
ccGökşin, Ah Gökşin,
Kime ne yazacağımı bilemiyorum. Şiirli kartını
alınca, sana haykırmayı arzu ettim.
(Bir dert ki
Dayanılır şey değil!'
Haftanın şiiri, şu son iki günün şiiri! Şu iki mıs
rayı milyarlarca kere tekrarladım. Evet, tamamen
öyle! Oh Gökşin, bilsen olanları! Bilsen benim
Ali'nin yüzüne karşı, onu layıkıyla sevmediğimi söy
lediğimi ve artık onun gittiğini ve bu gidişin son gi
diş olduğun u öylesine hissettiğimi. Çırpındığımı,
kafesteki kuşlar gibi. Çaresizlikle inlediğimi.
53
Ah Gökşin, duyuyor musun hıfkırıklarımı ve
fark edebiliyor musun gözyaşlarımın akışını ? Ali 'yle
karşılıklı ağladık aczimiz karşısında.
Ben neden böyleyim ? Şu anda yeni bir pişmanlık
duyup ondan aldığım, yok ettiğim hayalleri tekrar
vermeyi düşünüyorum. Her ne pahasına olursa ol
sun, onunla evleneyim diyorum. Sonra aklıma baş
ka şeyler geliyor... "
«4 Kasım, 1 954
... İnsan usandığı bir şeyin son bulmasını ,cılgın
ca ister, ister de onun nasıl yegane kurtuluş olduğu
nu görür... ve sonra bitişi neticesi nasıl hi,cliğegömü
lür?.. Ali ile vedalaştık bugün ... Bu anı nasıl bekli
yordum, her türlü sıkıntımın, kederimin yegane
müsebbibi oydu sanki ... Gel gör lıi olagelmiş hadise-
55
leri silemeyiz hayatımızdan ve böylece biz daima
bedbin olmaya mahkumuz.
Artık azarlı mektuplara, dolamba,clı yollara lü
zum kalmadı, her şey kendiliğinden oluverdi. Ha
yırlı olması i,cin dua etmeliyiz, ne olur siz degiirdük
, c e normal davranın. Şaşırmayın ve lwnuyu a,c arsa,
'Doğrusu buydu!' deyin. Bilhassa Mesude'ye tembih
et, bu konuda dikkatli olsun ... ''
56
şart," demiştim , "içim sana karşı sevgiyle, temiz
duygularla dol u. Ama sana aşık değilim Ali . Evle
nirsek ve ben bir gün birine aşık olduğumu hisse
dersem, ne yaparız ? "
Ali'nin beni dinlerken yüzünün soluşu, sağ gö
zünün sürekli seğirişi, ellerinin titremesi gözleri
min önünden gitmiyordu. O, beni yüzünde ağla
maklı bir ifadeyle dinlemişti ama ben konuşurken
hüngür hü ngür ağlamıştım. Dudaklarımdan kalbi
ni kıran sözler dökülürken, içimden onu bir anne
şefkatiyle bağrı ma basmak, saçlarını okşayarak te�
selli etmek geçiyordu . Yapabildiğimse, parmakları
mın ucuyla eline dokunmak olmuştu. Ateşe değmiş
gibi çekmişti elini hemen. Başka birini sevebilme
ihtimalim var, dediğim için, çok kırgın ayrılmıştı
benden.
57
cc
1 9 Ocalı, 1 955
. . . Ca nım sıhlıyor = hayatı mda n memn unum.
Sen bu muam mayı ,cö"zebilir misin Gökşin ? EJJet şu
a ndaki durıı m u m, ta1'narnen böyle! Zcimin birine
bağlan mak, seJJmek, mesut olmak JJe mesut etmek ar
zusuyla dolu olmasına rağmen, etrafta bu a rzumda
birleşeceğim şahsı bula m ıyornm . . . ,,
Bu m uamma durumun, şu yaşıma kadar sürdü
ğünü itiraf etmeliyim . Ani heyecanlarımın , coşku
larımın, umutlarımın arkası nedense hiç gelmedi.
Beğendiğimi zan nettiğim genç doktorları biraz ya
kından tanıyınca, hep düş kırıklığına uğradım. Ni
tekim Gökşin 'e laboratuarda birlikte deney yaptığı
mız biri için şöyle yazmışım :
58
radan bir genç adam! Ben bunun neyini beğendim
acaba, diyordum. Bu kadar büyük bir hassasiyetle,
özel biri için sakladığım kalbimi, bu kişiye verecek
değildim elbette. Akşam eve gidince, oturup Gök
şin'e boşa umutlandığımı yazardım hep. Ama pes
etmiyordum, aşk bir gün gelecek, bulacaktı beni .
O n beş yaşımın karşılıksız kalmış platonik sevda
sıyla kapanmayacaktı bu defter. Kalbim bir kere
daha çarpmalıydı, delice bir heyecanla. Zordu aşkı
beklemek!
59
Ali'nin hastalığına üzülmüştüm ama ona yazma
firsatı elde ettiğime de, için için sevinmiştim . Gök
şin istediği kadar kızsın, elbette hastalanan arkada
şıına şifalar dileyecektim ! Bir müddet sonra, kısacık
bir teşekkür notu yollamıştı bana, iyileşmiş, merak
edilecek bir durum yokmuş!
60
edegelmiş bir bi,careyim. Eııet Gö.kşin, Üf safha var
ortada. 1) Hissetmek istedim. 2) Hissettiğimi san
dım. 3) Hissetmediğimi anladım. ''
cc
2 Haziran, 1 955
Ali artık benim i,cin sıkıcı bir hayalden ibaret
ne yazık ki! Onun için döktüğüm gözyaşla rımı ve
fektiklerimi düşündük,ce kızıyorum. Bu bayram
Ali'den tebrik falan almadım zira yolladığı o uzun
mektuba cevap vermemiştim, ne yazabilirdim ki
Gö.kşin ?"
cc· · ·
Dün akşam Ali'den uzun bir mektup daha
aldım. Eski halinin baki olduğunu yazıyor, (Haber
siz' şiirindeki gibi. Fena halde bıkkınlık geldi her
/eyden, neyleyeceğim, bilmem. Yeni ve sarsıcı hadise
ler bekliyorum, beni hayatla doldurup bambaşka
edecek fenomenler. "
61
Ali'nin mektupları sonunda kesildi. Bir süre
mektuplaşmadık.
62
ba ben Ali'ye aşıktım da bunu kendime itiraf m ı
edemiyordum?
Gökşin'in yanıtı, aşağıdaki sandığın içinde du
ruyor.
«Hayır sen ne Ali 'ye ne Veli'ye aşıksın, " diye yaz
mıştı,
«sen aşık olma haline aşıksın Türkan!"
63
AŞKIN ÇEŞİTLİ HALLERİ
�
65
yatımızın zorluklarıyla boğuşuyorduk. Saçımı tara
yacak zaman bulamadığım günler oldu ama Ali'nin
mektuplarını hiç yanıtsız bırakmadım . Yıllarca
mektuplaştık. Bu mektuplar iki dostun birbirine
yazdığı mektuplardı sadece; aşk geçmişte kalmıştı.
B irbirimize çocuklarımızın doğumunu, iş hayatı
mızdaki terfileri müjdeledik, derdimizi döktük, se
vinçlerimizi, kederlerimizi paylaştık. Yolumuz en
der de olsa, u zun yıllar sonra bir iki kere kesişti.
Birbirimizi gördüğümüze sevinip, dertleştik. Ço
cuklarımın babasından boşandığım ve yapayalnız
kaldığım günlerde dahi, keşke Ali'yle evlenseydim
diyemedim ama onun mektuplarına, fikirlerine,
tavsiyelerine hep i htiyacım oldu . Postacının getir
diği zarfin üzerinde yazısını her gördüğümde içime
sevinç dolardı.
66
saksın ı n içine. O gidince, Bubu gelir, hepsini yalar
yutar.
67
"Allah hayatımızı güzel eyledi ama koca konu
sunda ikimize de cömert davranmadı, Türkan,"
dedi Gökşin .
Gökşin'e, benim hayatım buyd u , iyileştirdi
ği m, kurtardığım , hayata kattı ğım i nsanlardı; bel
ki de ben hep bunu istedim diyemediğim için,
uzun bir süre sustuk. Ben şimdi ona hastalarımdan
hangi birinin öyküsü nü nakledeyim ki ? O ki be
nim en yakm arkadaşı m, altmış üç yıllık dostum
ama ben, sırf o üzü lmesin diye, pek çok şeyi sak
ladım ondan . Sadece zaval lı cüzam lıların kendile
rinin deği l , hasta ol mayan çornkları nm, akrabala
rını n dahi mahallelerinden, sokakları ndan dışlan
maları nı , hayatlarını ancak başka yerlere göçerek
kurabildiklerini Gökşi n'e ayrıntıbrıyla hiç anlat
madım. Çok hassastır, ka ldıramaz diye düşün
düm. Tıp fakü ltesinde okurken, mektu plarımda
beni çok et kileyen kadavra dersl erini , ilk kez şahit
olduğum doğu ın l arı , ölmek üzere olan hastaları ,
hastane nin türl ü türlü lu l lerini anlattığı mda,
" i,ci1n fena oluyor, anlattı/darın geceleri rüyaları
,,
ma giriyor, lütfen ba na biiylc şeyleri yazma, diye
beni uyarmıştı . Atil la'dan asıl ayrılma nedenimi de
sakladım arkadaşımdan, uzun , süren hastalıkları m
sırası nda çektiğiın sıkıntıları , acıl arı da. Yarısı, sev
diği ın insan lara acıl arı ın la yük olmamak için, yarı
sı da gunı nı mdan, çok şeyi içime attı m . Gökşi n de
benim üzülmemem için hep di kkat ederdi. Şimdi
düşün üyonım da hata etmişiz. Anl atabi lirııı işiz,
68
paylaşab i l i rm i ş i z acıl arı m ı z ı , i n sa n l ar her şeyi k a l
dırabiliyor aslınd a .
cc
• . . Rir za manlar, zengin olaydılt neler yapardık,
diye konuşu rdult. fün hep bir ada tahayyül ederdim.
O adanın ortası nda ise koca bir bina. Koca man ve
bir tek! Etraf a/ia,clık, ,ci,ceklik ve sevimli hayJJanla r,
kuşla r, geyilder, lm ngıı rııla rla dolu, ha tta maym u n
lar, filler bile Par. Konaifın i,c inde lwslwca bir hi
tüpha nc, yeryüzündeki bütün kitapla rın bir lwpyası
mePcut JJe hepsi sırala n m ış. Sonra bir biilümiindege
niş bir m üzik odası, biitiin enstrü man ve notala rıy
la. Orada, bu şirin JJe şa imne yerde her ,ceşit insa n
a ra dığını bulabiliyor. İşte bumda, sen, Ali, bütün
sevgili arkadaşla rım, yakınlık duydu.._q um insanla r
hep birlikte yapyor, mesut oluyoruz. Orada bencil ol
maya n her iyi JJe temiz insrın rı mdıifın ı bulur. Ger
,cek aşl? nedir, lta rdı:slik nedir? Rir erlulı bir kızı de
ğil, herkes birbirini sever, vs, JJS. . . "
69
ce, benim birbirin i kardeşçe seve n , kitaplar, mü
zik aletleri, geyikler ve kangurularla dolu bir evde
mutluluk arayan i nsanlarım , kara mizahtan da öte
kalıyor.
70
"Ali var ya! O beni elli altı yıldır hala seviyor."
"Artık sadece kız kardeşini sever gibi ve sadece
mektup satırlarında. "
" Kı z kardeşi sevmek d e b i r sevgidir, Gökşin .
Üstelik beni m aşka değil , dostluğa v e dosta ihtiya
cım var artık. Allah'a şükür, hepinizin sayesinde ek
71
" Bak bir tane daha okuyacağım , 1 95 5 Hazira
n'ın d a yazmışsın :
. . . İnan ki hakiki aşk diye bir şey yok. Hepsi, hayal
gücümüzün bir noktaya tasnif edilmesinden ibaret
bence! Tabii binde bir ihtimalle aksi JJarit olabilir.
Sen kendini aşka böylesine kapayınca, aşk da
geli p seni bulmaz."
" Bul madı zaten."
"Yetmezmiş gibi, bir de kendine vazife edindi
ğin yardımseverliğin vardı . O küçücük yaşında bile
her derde deva lokman hekim gibiydin, ona da bir
kanıtım var, dur bulacağım şimdi . . . Sen hayatını
böyle şeylerle dolduru nca, aşka vakit mi kalır. .. Al
işte buld u m :
((Sü�cü A_Y,se Han ı m 'ın oğlu kü,cük Doğa n bizde
idi bu akfa rn. Ka rdeşlerim birer ikişer yatınca, yalnız
ita/an ,cocuğu eJJine götürmelı bana düştü. Süt,cü Ay
şe Hanım pek dertliydi. Kendisine fal bakmamı iste
di. Hi,c inanmam a ma kıra madım. Öyle isabetli şey
ler siiylemişim ki, kerametime hayran oldu. Halbuki
benim i,cin uydur uydur anlat, ebegümeci hunlar.
Görüyor musun, insanları kırmamaya o kadar
kararlısın ki, sütçünün karısına fal bakabiliyorsu n,
sırf kadıncağız hoşnut olsun diye . Oysa sen ne fala
inanı rsın ne de bakmayı bilirsi n ."
72
rım benimle Florence N ightingale diye dalga ge
çerlerdi bu yüzden .
"Tamam, yine haklısın," dedi m .
" Haklıyım el bette. Şişli'de açtığın muayeneha
neyi de üç beş ay sonra kapatman hep yutka yüre
ğinin yüzündendi . "
" İ şte şimdi saçmaladın, Gökşin! Ne alakası var,
Allahaşkın a ! M uayenehanenin kirasını karşılayama
mıştı m . "
"Neden karşılayamamıştın ? Çünkü h e r gelen
yoksula bedava bakmaya başlamıştın da ondan.
Cüzamlılar, uyuz olanlar, zengi nlerin arasın d a n
çıkmıyor ki ! Yufka yüreğin onlardan para al mana
elvermeyince, el bette karşılayamazdın kirayı. Senin
onda bir bilgine sahip olmayan bir başka dermato
log, para kesiyordu üç bina ötede . "
" Başkasının kazancından bana ne! Benim, para
kazanamıyorum , diye şikayet ettiğimi duydun m u
hiç?"
" Duymadım çünkü sen en büyük mutl uluğu bi
rilerine yardım ederken duyuyorsun. Para kazan
mak um uru nda deği l . "
" Para eğer güzel b i r amaca hizmet etmiyorsa,
olsa ne çıkar ol masa ne çıkar. Üç beş pahalı e lbise
giymek, mücevher takmak veya gösterişli davetler
vermek için harcanan paralara o kadar acıyorum ki!
Haklısın canı m , ben ne paradan, ne zenginlikten ,
n e l üksten hoşlandım! Alınteriyle kazanı l mamış tek
kuruş girsi n istemem cebime . "
73
"Hayatını yaşamak, aşık olmak, kendine bak
m ak da hep ikinci plana itildi senin hayatında. Var
mı yok mu görev aşkı ! Al bak, bir mektup daha var,
işaretlemişim kırmızı kalemle, al oku! "
Elime verdiği mektubu okudum:
74
ki yok! Olsaydı, sana vermezlerdi, ben de kahrolur
dum."
75
Bana kahvaltımı ettirebilmiş olmanın iç rahatlı
ğıyla, gitmeye hazırlanıyordu.
"Mektuplar n'olacak?" diye sordu, "onları oku
duktan sonra bana iade edecek misin, sende mi kal
sınlar? "
"İçlerinden seçmeler yapacak yine sana verece
ğim . Günü geldiğinde değerlendiresin diye ."
Sorgu dolu gözlerle baktı yüzüme.
" Kalemine güvendiğimiz biri çıkarsa ... Yani var
asl ında da, hakkımda hemen her şeyin yazılmış ol
duğunu söyledi. Tekrara düşmek istemiyormuş. Bir
gün bu mektupları okur, onlardan ilham alırsa . . . "
"Anladım," dedi Gökşin.
B u konuyu daha önce de konuşmuştuk aramız
da. Gökşin, kimden söz ettiğimi biliyordu. Zeynep
kapıda dikilirken, konuyu kısa kesmeyi tercih ettik.
Gökşin, "Sen bir göz at bu mektuplara, ben öbür
gün yine gelirim, birlikte bir kere daha geçeriz üst
lerinden," demekle yetindi .
"Gelmeden telefon et. Yarın kan alacaklardı.
Değerler izin verirse, hastaneye götürecekler kemo
için. Buraya kadar boşuna gelmiş olma."
"Ararım gelmeden," dedi Gökşin . Mikrop ka
parı m endişesiyle öpüşmem yasak olduğundan, ba
na eliyle öpücükler yolladı, çıktı .
76
Kuyruğunu iki üç kere yere vurup kalktı, sallana
sallana merdivenlere yürüdü . Şu köpeğe, " Bana bir
yastık versene," desem, ağzıyla karşı divanda duran
yastığı getirip arkama yerleştireceğinden eminim .
Köpekliğine halel gelmesin diye ona emir buyur
madım, sehpada duran çıngırağa uzanıp, çaldım .
Zeynep yerine yukardan Çağlayan indi .
"Arkama bir iki yastık daha koysana, daha dik
oturmak istiyorum canım," dedi m .
" B u mektuplar d a neyin nesi anne ? "
"Gökşin Teyzen getirdi onları. Hayat boyu ya
zıştıklarımız. Daha doğrusu bu gördüklerin beni m
ona yazdıklarım .
"Onları mı okuyacaksın şimdi? "
"Sen beni dik oturtursan her birine göz ataca-
ğıın . "
"Tarihin derinliklerine yolculuk! "
"Sondan bir evvelki yolculuk! "
"Şşşt! Olumsuz düşünceler yasak! "
" Pekala, sadece tarihimin derinliklerine yolcu
luk."
"İyi yolculuklar, anne," dedi Çağlayan, yastıkla
rı arkama koydu, yanımda duran kahvaltı tepsisini
77
TARİHİMİN DERİNLİKLERİNE
YOLCULUK
�
«5 Şubat, 1 957
Gökşin 'im,
... Demek hastane havadisleri canını sıkıyor, onla
rı okurken fena oluyorsun. Ama biz onlarla öylesine
haşır neşiriz ki Gô"kşin, sana kendimden söz ederken
bunları katmamak elimden gelmiyor. Senin mektup
larında, Aykut'dan bahsetmemene benzer bu! Alışa
caksın kardeşciğim, rünkü ben vakaları gördükfe,
<aman bunları Gökşin'e ileteyim, benim duyguları
mı bir tek o anlar, ' diyorum...
Hocalar arasında, meslekte fOk iyi ô"rneklerimiz
var, rok kötüleri de var. Hastalara bağıran doktor
ları dövesim geliyor. Herkes bir numara, bir rol tut
turmuşgidiyor. Kızlar doktorların, hocaların peşin
de, kırıtma/ar, sırıtmalargırla. Doktorlar da teşne.
79
Bana ise en sulu adamlar bile tek bir defa takılma
dılar. Bununla ô"v ünüyorum.
Biliyor musun, sana bu haftaki ruh halimi akset
tiren bir şiir yazacaktım her zamanki gibi ama pos
tanede kart bulamadım, bu mektubu, dişlerimi yap
tırmak i,cin beklerken, diŞfide yazıyorum. Bu neden
le defter kağıdına yazılıyor bu satırlar. A ma ne ô"ne
mi var, yeter ki insan yazmak için vakit bulsun...
Hergün hastaneye iniyorum. Tıpkı doktorlargi
bi! Onlarla beraber çalışıyor, öğreniyorum. İçlerin
de biri var, yanında bulunmaktan huzur duyuyo
rum, hep ona yardım ediyorum. İçim dopdolu olu
yor, hayatımı yaşıyorum. Arkadaşlar rest pektiler,
kızıyorlar ona olan alakama ama bana vız geliyor.
Üstün bir insanın yakın alakasına pok ihtiyacım
var. Sadece dost kalabileceğimiz ihtimali bile bana
büyük huzur veriyor. Uğuru kaçar diye yazmak iste
miyorum ama yazmak da bir ihtiyaç! . . "
80
külemiyordu kalemimin ucundan. Atilla için, dün
yanın en dürüst, en iyi kalpli, en yüksek ahlaklı er
keği diye yazamıyordum; çünkü o beni huyuyla su
yuyla değil, uzun boyu, renkli gözleri, dalgalı sarı
saçlarıyla çekiyordu kendine. Onun ahlakının nasıl
olduğunun peşinde değildim . Nasıl bir kişiliği ol
duğunu dahi merak etmiyordum . Sadece onun ya
nında olmak istiyordum. Küçücük bir kızken haya
lini kurduğum , uzun boylu, çok yakışıklı prensim
di beni m . Bu genç asistan, benim sınıfıma ders ve
riyordu. O nun ders verdiği günler, sabah dolabım
d a ne varsa en az i ki kere giyip çıkartıyordum üze
rime. Allahtan çok fazla giysim yoktu. Ellerimle
diktiğim iki üç etek, birkaç bluz, annemin ördüğü
hırkam, atkılarım ve berem. Giy çıkar, giy çıkar, e n
sonunda hep aynı kıyafette karar kılsam d a bir at
kıyla, bir bereyle farklılık yaratmaya çalışıyordum.
Annemin kırmızı ruj unu parmak uçlarımla yanakla
rıma yediriyordum. Saçlarımı defalarca fırçalıyor,
yaşımdan büyük durmak için, topuz yapıyordum.
Kalbim küt küt atarak koşuyordu m koridorlarda ve
sınıfa girince, hemen gözlerini arıyordu m genç
asistanın. Beni görünce gözlerinin içi gülüyor ya da
bana öyle geliyordu. Başıyla selam veriyordu kim
selere belli etmeden ya da bana öyle geliyordu. O
ders dünyanın en ilginç dersiydi, anlatanın ağzın
dan bal damlıyordu ya da bana öyle geliyordu. Ara
mızda belki çok şey vardı belki hiçbir şey yoktu.
Bilmiyordum. B il mek istemiyordum. Hayatımın
81
tüm ayrıntılarını, tüm i lişkilerini, saat saat, dakika
dakika yazdığım Gökşin'e, hiçbir şey yazamaz ol
dumdu, Atilla'ya dair. Her hafta birbirimize yolla
mayı adet edindiğimiz, ruh hallerimizi belirten şi
irli kartları bile esirgemiştim . Uğuru kaçar diye!
82
Aynı günlerde çok romantik bir mektup daha
yazmışı m . Güya sırılsıklam aşığım ama kadim dos
tum Ali 'den bir türlü kopamadığım da kesin .
83
bilemeyeceğim ama nişanlıyken dahi, aşık olmak
ayıp bir duyguymuş gibi, mahcubiyet duyardım,
hislerimi dile getiremezdi m.
84
<<Gijkşin, ben de yazmak isterdim şu günleri ay
rıntılarıyla; ama olmuyor. Kağıda dükülemiyor
duygulaı' tam manasıyla. ''
Bir başkası:
85
En başta aradığım alabildiğine huzurdu şüphe
siz, karşılıklı güven ve hürmetti. Bunlar var, ha
lihazırda. Dilim geleceğe varmıyor. Sukutuhayale
uğrayabilmenin korkusuna, paniğine kapılmak iste
mıyorum.
Karşımda yaŞFa benden yedi, meslek hayatında
dokuz yıl büyük ve ileri birisi var. Bağlanma sebeple
rimin en önemlisi bu galiba. Sen de tahmin edersin,
yaş insanları, bilhassa erkekleri, ,cocukluktan kurta
ramasa bile, neyi istediklerini bilmelerini sağlıyor. "
86
altı çizilmiş sonradan. Hangimizin boşanmasından
sonra çizmiş Gökşin bu çizgiyi acaba? )
Hatırlarsan, lisedeyken bana, 'kocam doktor
olursa, kıskanırım, ) demiştin. Bunu sen söylemiştin)
sen ki bugün olgunluk merhalesinin en üst noktasın
da sayılırsın. Bir de vasat bir kadını veya erkeği dü
şün) manasız anlayışsızlıklarla bizim hayatımızı
nasıl zehir edebilirler.
Meslekten fOk insan tanıyoruz. Gerfi pek, üstün
/eriyle aşırı yakınlığımız olmuyor ama mevkiini
hazmedemeyen/eri kolayca ayırt edebiliyoruz. Benim
seftiğim insanın karakteri ve insanlığı sapasağlam.
Doktorluğu insanlığıyla birleşince de tabii üstünle
şıyor.
Hali(in üzeri şu anda kıpkırmızı! Şahane bir
grup var. İnşallah hava yarın güzel olur. Annesiyle
babasını gô"rmeye gideceğiz.
Bilirsin Gö"kşin) etrafımızda parıldayan erdem
ler, üstünlükler ararız. Ben de hürmet edebileceğim,
güvenebileceğim bir dost arıyordum. Tesadüf veya
kader bizi karşılaştırdı. Önce o erişilmez gibi geldi
bana. Daha doğrusu erişmek ihtimali korkuttu be
ni. Sonraları, bunu da yadırgamamaya, yakınlığı
mızın dö"küldüğü bu yeni yolda da fevkaladelikler
bulmaya gayret ettim. Şimdi, iki cepheli bir hayatı
mız var. Böyle oluşu bizi ve günlerimizi monoton
luktan kurtarıyor.
Sabahları, o hoca bense ciddi ve dikkatli talebesi
(zaten her şey böyle başladı, onu bu şartlarda tanı-
87
dım). Öyle tatlı oluyor ki, bu durum! Tamamen
şartlara tabi oluyorum, odasına kapıyı vurup giri
yorum ve bir gün evvel akşamüzeri, elele denizi sey
redip istikbale dair hayaller kurduğumuza inana
mıyorum adeta!
88
kafamda. Kürkpü dükkanıma diindüm! Hayırlısı
olsun! Şimdi önemli olan, Tıbbiye 'nin bu devre ka
bul edeceği altmış kişinin arasına girebilmek! Çok
palışmam lazım. Özellikle de biyoloji dersini... ,,
89
((31 Mart, 1 957, Pazar.
. . . Sonra, öğleden sonraları, benim pratikler bi
tince buluşuyor, bazen yolumuzu bekleyen bir hasta
ya teselli vermeye gidiyor, caddeleri arşınlıyor veya
hava kötüyse bir pastanede oturuyor, fOk zaman ko
n uşmadan günün yorgunluğunu gideriyor, huzura
eriyoruz. "
90
Hani senin anneciğinden sakladığın hakikatler
vardı ya, bugün babam benimkilere vakıf olacak.
Ah Gökşin, duymak, hissetmek güzel şeyler ama bun
ları, b u onlardan kopma dileklerini, üzerimize tit
reyen kimselere a,cmak, onları hayatın ger,cekleriyle
karşıla,stırmak hakikaten azaplı. Sırası geldiğinde,
fedakarlıklar insanın canına tak edebiliyor. Bu bü
yüğün ü saymak, düşün mek, üzmemek şeklindeki
hassasiyetlere isyan edebiliyor. "
91
((Giik;-in, bugünleri de görecekm�sim ben ha!')
92
Babam, o tarihi günde, benim tah nı i n k ri nı i ı ı
aksine, hemen kabul edivermişti nişanbn ınaııı ızı
ama sonraki günlerde ayak sürümeye başl a m ı ştı .
Fakülteyi bitirmeden evlenmemizi istcnı i yord u .
Oysa daha benim iki yılım vardı m e z u n o l m a y a .
Doktor olmak, üniversiteyi bitirmekle gcn;eklqc
mediğine göre, nasılsa hayatımı kazanmaya başla
madan önce ihtisas yapmam gerekecekti . Lhba ı ı ı .ı
iki doktorun, sadece fakülte yıllarında değil , ö m ü r
boyu çalışmak v e okumak zorunda oldukları nı , o
nedenle bu i ki yılı bana zehir etmemesini söy l ü vor
ama dinletemiyordum. Sonunda bir m e k t u p ,·,ız
mıştım babama,
ccBabacığım,
Evlenme kararım kesindir ama sen baıııı bir t ii ı ·
lü nüfus kağıdımı vermiyorsun. Mevcut l'C n111/Jtc
mel tehlikelere karşı seni uyarıyorum. Liitfı:ıı 11 iU/ı.ı
,
' " dımı ver. . . ,.
kagı
93
layan ve Çınar olmazlardı ki, işte ona dayanamaz
dım . Çocuklarım benim hayatıma renk, ses ve an
l am kattılar, en zor geçen günlerin sonunda, eve
dönüp onların gülen gözleriyle ve bir sürü arkadaş
larıyla karşılaşmak, dinlendirdi ben i. Hayatımın
tüm evrelerini paylaştım oğullarımla. O nlar genç
erkekler olana kadar hep yanımdaydılar. Çocukları
mın gürültü patırtılarından, hastalıklarından, türlü
çeşitli sorunlarından hele de arkadaşlarından hiç
gocunmadım . Beni, hastanede içinde yaşadığım çi
leli alemden alıp gençliğin neşeli dünyasına uçurur
lardı. Bir koca tencere makarna pişirir, içine birkaç
sosis doğrar, güle oynaya, afiyetle yerdik. Hep bir
likte bulaşıkları toplardık. Arkadaşlarına yer yatak
ları sererdim . Sevgil ilerine yüreğim i açardım. Gü
nün siyasi olaylarını tartışırdık. Benim koyu De
mokrat Partili, tutucu babam ve aşırı muhafazakar,
disiplinli annemle hiç yaşayamadığım bir samimiyet
ve hoşgörü ortamında, görüşlerimizi paylaşırdık.
Çağlayan, arkadaşlarıyla kulağıma tuhaf gelen de
ğişik müzikler yapardı, sabırla dinlerdim. Müzikle
rine zaman içinde alışır, severdim . Bazen tempo bi
le tutardım. Çocuklarım sayesinde, ayaklarım yere
bastı, romantizmimden bir ölçüde sıyrıldım ve
gençlerle ilişkim hiç kopmadı. Fakat babalarından
ayrılmayı seçip, onları analı babalı büyütememiş ol
manın ukdesi hep içimde kaldı . Boşanmamış olay
dık, çocuklarım okuldan okula savrulmayacaklardı,
şehrin dört bir sem ti nde. Hayatlarında çok önemli
94
yer tutan, eşsiz anılarla bezeli bir okul yaşamları ve
birlikte büyüdükleri candan çocukluk arkadaşları
olamadıysa, benim yüzümdendir. B enim köklerim
vardı oysa! Çocukluğumu, gençliğimi, orta yaşımı,
hiç ayrılmadan birlikte geçirdiğim can arkadaşbrım
vardı. 401 Türkan'ım, Mesude'm, Yurdagül'üm
Gökşin'im vardı, hayatımın ilk hasta ölümünü, ilk
bebek doğumunu, ilk otopsisini birlikte izlediği m
Ayla'm, Nevin'im, Raci'm, Kazım'ım, Can'ım,
Ferruh'um, Aygen'im, Tomris'im, ve Ö zdcn'im
vardı.
Kandilli Kız Lisesi'nin hasreti ise hep hüküm
sürdü yüreğimde . Ne zaman geçmişe doğru yolcu
luğa çıksam, çocukl uğumun geçtiği eve ya da üni
versite yıllarıma değil, ortayı ve liseyi okuduğu m
okuluma dönerim hep. Boğazıma bir tıkaç o t u ru r,
gözlerim yanar. Bilirim ki en masu m, en idealist,
en romantik ve en mutlu Türkan, Kandilli yıllarının
Türkan 'ıdır.
cc . .
. O defterde senin 23 Kasım 1 953 tarihinde
yazdığın ,siir var. On u okuyunca alabildiğine duy
gulu, ıstırap _Fekmeye, harcan m aya hazır bir
Türkan buldum. Yok yere iplenen, yapraklardan,
sulardan, a,sk mektuplarından, hislenen, heyecanla
nan, kendi kendine ıstırap yaratan, biraz deli,smcn
ve aksini iddia etse de hayat ile kucak kucağa bir
kız... ,,
95
Cökşin ' i n , " İ nsan arkadaşım Türkan 'a,"
diye it
h a f e t t iği şiirini okur okumaz hemen ezberlemiş
t i m . B u n ca yıl sonra, bakalım hala ezberimde m i ?
! ·: ve r , ge r i s i n i d e h a tırladı m .
96
Bu şiiri yazdığında Gökşin, ikimiz de on seki z
yaşındaydık. Bana geçenlerde, "Türkan, sana seni
anlatan o şiirimi hatırlıyor musun?" d e m i ş t i , "sen
elli altı yıl hiç sapmamışsın çizginden. Ne de bizim
arkadaşlığımız değişmiş. Senin insan scvgi ı ı ve ara
mızdaki dostluk 'kiirfezdeki su gibi, duruyor yerli
yerinde!'
Lisedeyken Gökşin bana bir şiir defteri hediye
etmişti. O deftere sevdiğimiz ve anı ları m ı z ı d i l e ge
tiren şiirleri yazmaya karar ve rd ik . Ş i i r yazışnı a b rı
m ı z yıllarca sürdü. Defter, Uh ona, ka l ı b a n a geç
ti. Sonra geçenlerde aradım on u , defteri get i r de
giderayak bir şiir günü yapalım ve ddterde yoksa
eğer Tevfik Fikret'in Sis'ini, Ö zdemir Asat'la Na
zım'm en iyilerini ilave et ckdimdi. Bakalım nasip
olacak mı?
Biz ne çok şii r okur ve edebiyat üstüne ı ı c çok
ahka m keserdik o yaşlarda. 8 Eyl ü l 1 9 5 4 yıl ı n d a bir
mektubunda mesela şöyle y a z m ı şı m :
97
kim, kendinden ve hareketlerinden emın olmalı . . .
Böyle birine öyle muhtacım ki. . . Emniyet edebilece
ğim biri . . . Kainatın, ufukların, her şeyin gerisinde
gibi. . . Belki de bütün bu duyguların etkisiyle, 'Q}ti
tizm 'e merak sardım son zamanlarda. 'Benim ya
pamadığım pek ,cok şey vardır ki başkaları yapabi
lir, ' diyor. Ne sevirnli değil mi? Sen de 'existentia
lism'i bo_.sver kardeşim. Nasıl. inanabilirsin Sartre'ın
şu iddiasıyla hülasa edilen ger,ceğine. Diyor ki: 'İn
san her istediğini yapmaya kadirdir. Akla gelen en
ilk varlık veya en sonuncusu insandır ve bunun ge
risinde mutlaki_vet aramak boştur, her şey insandan
,cıkaı'. ' Tabii bu dinsiz existcntialistlerin tezi. Gene
de ta ıısiyc ettiğin Gizli Oturum 'u okuyacağım.
Ama bana quitizm ,cok munis geliyor bun u bil.
Ge,cenlerde A. Camus'nün Yabancı 'sını oku
dum. Ben tiksindim o tipten. "
98
2 Ağustos l 9 56'da ise yazdığım bir mektubun
sonu şöyle :
99
cc9 Hazira n, 1 957
Ca nım Gö.kşin )ciğim,
Mektubu n u dün gece okuduk. Uzu n bir ihrnal
karlık sürecinden sonra bana yazmak a rzusun u
duyduğun saatler v e tarih, bizim n işan yüzükleri
mizi alıp taktığı m ız za mana rastlıyor. Biiyle şeylere
nasıl kıymet JJeririm bilirsin.
Nişanı yaptık Giikşin. Yüzükleri alıp bizegeldik,
yemek yedik JJe pedere taktırdık. Ertesi gün de
A tilla/ara gidip akşam yemeği yedik, el öptük, oldu
bitti. Kimseye sıkıntı JJermedik böylece, ifimiz fe
rah!. .
. . . Tahsil, tahsil, tahsil. Biri bitiyor, diğeri haşlı
yor. Biz bir ,cılmıaza girdik ki lmrtıılıış yok.
Altı ders yılı, difrt ihtisas yılı. Düşün daha sene
lerce başka bir şeyle meşgul ola mayacağım. Üstü ne
bir de a ile yiil�ü binerse, JJaziyeti tasa ın>ur et!..
1 00
yıllık ayrılığı mız ise, dostluğu muzun olgunlaşması
babında bir deııre oldu, galiba . Kopmadık. . . "
101
AŞKIN BÜYÜSÜ ÇÖZÜLÜRKEN
�
1 03
gönlünde de kendini ev işlerine verecek bir eş ya
tarmış! İlk çocuğumun doğumundan sonra, ara
verdiğim tahsilime dönmek için mücadele etmek
zorunda bıraktı beni . Fakülteyi bırakmam için öne
sürdüğü mazeret çok geçerliydi. Hamileliğim sıra
sında vereme yakalanmıştım . Sağlığıma özen gös
termemi istiyordu, benim de doktor olma yolunda
biri olduğumu unutarak. Elbette özen gösteriyor
du m sağlığıma. Ama beden sağlığımın yanı sıra,
ruh sağlığımın hiç mi önemi yoktu?
104
ccKayınpederimin de kaZcası tutulmuş, kımılda
yamıyor, zavallı. Herhalde havalardan oldu. Evi iyi
ısıtamıyoruz ki. . . ,,
1 05
Kucağıma dökülmüş mektupları eşeleyip duru
yorum o günlere ait bir şeyler okuyabilmek için. Ya
ben yazmamışım Gökşin'e üzülmesin diye ya da o,
saklamaya dahi dayanamayacağı için yırtıp atmış acı
l ı satırları. Ancak şöyle bir mektup geçiyor elime:
106
çok yoruluyorduk, aradıklarımızı bulamamış ol
maktan düş kırıklığı yaşıyorduk ama aramızdaki
fark, ben her şeye sessizce katlanırken, onun sinir
lerini etrafına bağırarak boşaltabilmesindeydi. Ko
camın bu kadar asabi olmasının kabahatini öncele
ri kendi mde aradım, azarlamalarına hiç ses çıkar
madun. Zaman içinde bağırıp çağırmalarına alıştım
ve tekrar hamile kaldım. İkinci çocuğumuzun do
ğum uyla her şeyin yoluna gireceğine kendimi inan
dırmaya çalışırken, içimde yaşamakta olan verem
mikrobu omuri liğime sıçramaz m ı !
İşte o hastalıkla mücadele ettiğim b i r buçuk se
ne, hayatımın en meşakkatli devresidir.
1 07
edilip ben ameliyata karar verince, bir üçgen tahta
nın üzerine yastık koyup yattım ve evimi bu şekil
de idare etmeye çalıştım . Elbette beceremed i m .
Çaresiz, çocuklarımızla birlikte kayınpederin K-1-
ğıthane Köyü'ndeki evine geri döndük.
On üç ay sonra ayağa kalkmama izin verildiğin
de, otu z kilo alarak seksen kiloya çıkmıştı m . Hami
lelikleri hariç, hayatı boyunca elli kilonun üzerine
çıkmamış biri için, taşınabilir bir yük değildi bu.
Ayakta durmakta zorlanıyordum . Fizik tedavilerin
sayesinde ancak bir ay sonra yürüyebildim ve başta
giymek istemediğim çelik korseyi iki yıl boyunca
sabahları yataktan çıkar çıkmaz giyip ancak gece
yatağa girerken çıkardım .
1 08
"Bunca yıllık emeğimi sokağa mı atayım?"
"Yalla ben hasta bakmaktan bıktım, kızım! Bir
daha hastalanacak olursan, başının çaresine kendin
bakarsın ! "
Atilla, h aklıydı, hastalıkları mdan ben de bıkmış
tım ama bunca yıl emek verdiğim mesleğimden
vazgeçmem mümkün değildi . Kocamın bağırıp ça
ğırmalarına göğüs gerecek ama hedefimden de
vazgeçmeyecektim .
109
PRIMUM NIL NOCERE*
�
111
inanırı m . Üstelik hiçbir ırk veya din ayırımı yapma
dan. Türkiye'de yaşayan insanlar, kendi lerini hangi
kimlikle tanımlarlarsa tanımlasınlar, bence, suyun
dan mıdır, havasından mıdır bu memleketin, çok
marifetli insanlardır, yeter ki önleri açık olsun, eği
tim ve çalışma olanakları sınırlanmasın . Bunca gü
vendiğim hocalarıma, ihtisas dalım için danışma
dım . Hangi dala ayrılmak istediğime öğrencilik yıl
larımda karar vermiştim çünkü!
1 12
bu binada yaşayanlar, yalnızlığa terk edilmiş insan
lardı. Akıl hastalarının artıklarıyla karınlarını doyu
rur, kendi aralarında yaşar, diğer hastaların yanına
gidemezlerd i. Hastalıkları, h astaneye başvurdukla
rında fi ziksel görünümleri ne uzaktan bakılarak teş
his edilir, hemen tecride alınarak yirmi sekiz numa
ralı pavyona gönderilirlerdi. Başvuranlar burayı
adeta bir sığınma evi olarak kabul eder, memleket
lerine geri dönmek istemezlerdi . Köylerde kasaba
larda adı cüzamlıya çıkandan herkes kaçardı çünkü.
Cüzamlı kızlar kocaya varamaz, erkeklerine kimse
ne kız ne de iş verirdi . Askere alınmazlar, insan ara
sına karışamazlardı. Sokakta oynayan çocuklar cü
zamlıları taşlardı. B üyükler onları görünce yol de
ğiştirirlerd i .
B u açıklamaları dinlerken, yüreğim parçalanı
yordu.
"Arkadaşlar, tel örgülerin ardındaki pavyona gi
derken yanı nıza yaklaşanlar olursa sakın onlara el
lerinizi değdirmeyin, hep uzak durun," diye tem
bih etti reh berimiz.
Bahçe duvarının dibine yakın bir küçük tepenin
önünde d urd uk. Önümüzdeki çukur alanda boya
ları dökülmüş, tahtaları kararmış üç bakımsız bara
ka vardı. Reh ber seslendi. Paçavralar içindeki has
talar barakalardan birer ikişer dışarı çıktılar. Gözle
ri görmeyenler diğerlerinin omuzlarına tutunarak,
sakatlar değneklerine dayanarak titrek bacaklarının
üzerinde yavaş yavaş bulunduğumuz yere yaklaştı-
1ı3
lar. B e n donup kalmıştım, bir korku filmi seyreder
gibiydim.
Rehber seslendi, " Ellerinizi gösterin ! "
Öğrencilerden yana hayvan pençesin i andıran
eller uzandı.
"Şimdi de ayaklarınızı gösteri n ! "
Cüzamlılar b u kez d e ayak parmakları deforme
olduğu için ayakkabı giyemediklerinden, paçavrala
ra sarılı ayaklarını kaldırıp uzatmaya çalıştılar, bize
doğru.
Tepede duran b izler, Hoca hastalık hakkında
bilgi verirken, çukura hapsedilmiş cüzamlılara, sirk
hayvanlarına bakar gibi bakıyorduk. Öğle saati gel
m iş olmalı ki , tam o sırada hastaneden geniş bir
lenger içinde yemek geldi . Hastalar barakalarına
döndüler, bakraçlarını alıp çıktılar, görevli uzun
saplı kepçeyle onlara mümkü n mertebe uzak kal
maya dikkat ederek bakraçlarına yemek doldurdu
ve gitti. Hastalardan bazıları oldukları yere çöme
lerek yemeklerini yemeğe başladı . Bazıları da par
makları kaşığı kavrayamadığı için tıpkı bir hayvan
gibi başlarını yere bıraktıkları yemek kabının içine
soktu.
Mideme bir sancı saplandı. Gözlerim karardı,
sendeledim. Yanımda duran arkadaş, rengimin uç
tuğunu görünce, " İyi misin?" diye sordu.
"i yiyi m . "
"Sen keşke hamile halinle b u fasıla h i ç katılma
saydın, bak rengin kül gibi oldu. "
1 14
İyiyim demiştim ama aslında hiç iyi değildim.
İnsanların vahşi hayvanlarmış gibi muamele gör
meleri karşısında, perişandım . Üzgündüm . İsyan
noktasındaydım.
ı ıs
bulaşacağı yazıyordu ama tedavinin güncellenmiş
reçeteleri verilmiyordu. Hayatını cüzamlılara ada
mış bir Türk hekiminin, rahmetli Etem Utku Ho
ca'nın son kitaplarından birinin peşine düştüm.
Etem Utku Hoca cüzamla ilgili pek çok kitap
yazmış, Van'da cüzam mücadelesi verirken genç
yaşta geçirdiği bir trafik kazasında vefat etmişti . Bu
ülkenin cüzamlı larını, hastalığın nedenlerini ve te
davi yöntemlerini ondan iyi kim bilebilirdi? Üşen
medim, Hoca'nın ailesinin adresini öğrendim, eşi
ni aradım, maksadımı anlattım ve nihayet aradığım
kitaba eriştim.
1 16
"Öyle mi?" Farkında bile değildim bağırdığı-
mın.
"Yüzüne al basmış, iyi misin Türkan ? "
" İyiyim," dedim , "çok çok iyiyim . Çok iyiyim."
"Hayrola?"
"Şey, ş u size geçen hatta anlattığım cüzam has
talığı var ya . . . Hani sokaklarda burnu düşmüş, elle
ri ayakları kası lmış dilenen insanlar. .. Hani herkesin
görünce dört nala kaçıştığı, dışlanmış, tiksi nilen za
vallı insanlar var, bilirsiniz işte ."
"Ne olmuş onlara?"
"Çok basit bir tedaviyle iyileşebilirlermiş meğer.
Hastalık erken teşhis edilirse, sakatlanmaların önü
ne bile geçilebilirmiş."
"Sana ne onlardan kızı m. Hamile halinle sakın
yaklaşmaya kalkma cüzamlılara filan ."
" Pekiyi," dedim ve kayınvalidem odadan çıkın
ca, bu sefer defterime bazı notlar alarak bir kez da
ha okudum kitabı .
1 17
cümle oldu, diyebiliri m . İ nsanlara, öncelikle zarar
vermemeyi i lke edinen bir doktor, cüzam hastaları
na yapılan m u ameleye göz yumabilir miydi?
Bu kadersiz insanları, tedavi için hastaneye alsak
da, onlara kötü muamele ederek, onları dışlayarak,
yaşam alanlarımızın dışına iterek, ruhsal bakımdan
da büyük zarar veriyorduk. En azından, elime i lk
fırsat geçtiğinde, bu zararı önlemem gerekiyordu .
1 18
sında örülü çok özel duygu telleriyle, annesine, bu
dışlanmış insanlar için yardım çağrısında bulunu
yordu. Cüzamlıların da hepimiz gibi birer insan ol
duğunu, yaşam haklarını, dosta, sevgiye, işe, eşe ih
tiyaçlarını hatırlatıyordu .
Ben, cüzam hastalığının üzerine gidebilmek
için dermatoloji dalını seçmeye, cüzam tedavisinin
mümkün, üstelik çok kolay olduğunu öğrendiğim
o günlerde karar verdim. Bir akşam, incecik hilalin
gökyüzünde yükselişini seyrederken, elleri mle kar
nımı iki yandan kavradım , içimdeki yavruma; "Ma
dem çaresi var, söz veriyorum bu hastalığın peşini
bırakmayacağı nı," diye fısıldadım ve sanki bebeği
min anı nda kıpırdanarak, bu kararı mı onayladığın ı
hissetti m .
1 19
Ati lla'yla paylaştıklarım ı z gidere k azalırken ara
mızı açan h u suslar da çoğalıyordu . O, ü n i versitede
kal m ay ı , geçerli nedenlerle seç m e m i şti . Şimdi ben,
i h tisas yaparak, ondan daha üstün bir mevkiye gel
m e k ü zere yola çıkmıştım . Ö n ü m açıktı . İ lerde bir
gün profesör dahi ol abil i rd i m . Aynı meslek kolu n
d a eşl erden kadın olanı n ı n erkeğin ö n ü ne geçmesi,
ancak çok olgu n bir er kişi tarafından kabul göre
bilird i . Atilla i htisas yapmama itiraz etmeyerek b ü
y ü k l ü k göstermişti ama b u jesti h e m e n her g ü n ka
fama kakılıyord u . Evi me ve çoc u kl a rı m a dahJ çok
vakit ayırmal ıyd ı m . B e n i m bir doktor olacJğı mı ev
lenirken b i l miyor m u yd u kocam? Hep çok s i n i rliy
di. H e r geçen g ü n bJna giderek dJha çok s i n i rl e n
d i ğ i n i seziyord u m .
120
bahçı olan çocukları, Selim Sırrı Tarcan İlkokulu'
na bırakıyor, işi me gidiyord u m . Dersleri öğlen sa
atlerinde biten çocukları, öğlen tati l i nde okuldan
alıyor eve getiriyor, yemekleri n i verip işe geri dö
nüyord u m . Eve bir de yardımcı tutm uştuk . H afta
içlerinde öğlene doğru geliyor, çocuklara göz ku
lak oluyor, saat üçte hasta bakmaya başlayan
Atilla'nın hastaları na da kapı açıyordu . Akşamüzeri
ben eve dönünce, o da kendi evine gidiyord u . Evin
gündelik işleri bu ge nç kızın sayesinde aksamıyor
du ama çocuklara sözünü geçiremediği içi n , onla
rm disiplinini sağlamak bana d üşüyord u . Çün k ü
babaları çocuk yetiştirme işinden elini ayağını çek
miş gibiydi . Şikayetçi deği ldim bu d urumdan. Ço
cuklarıma, babaları tarafından bile olsa el kal kması
nı ya da sürekli azar işitmeleri ni istem iyord u m .
Çocuklar ç o k yaramazdı lar, yaşları icabı birbir
leriyle sık sık dalaştıkları içi n , Atilla çi leden çıkıyor
d u . H asta m uayene etmekteyken , işimi bırakıp
Atilla'nın, "Öldüreceğim bu sen i n çocu kları n ı,"
diye bas bas bağıran telefonl arı na cevap vermek zo
ru nda kalıyord u m .
Son unda, bu işin böyle yürü meyeceğine karar
verip Nişantaşı 'nda bir yuva buld u m , çocukları
okul sonrasmda yuvaya bırakmaya başladı m . Yuva
maceramız kısa sürd ü , şikayet üzerine çocu kları yu
vadan almak zoru nda kaldık. Çağlayan'la Çmar, di
ğer çocukları dövm üş, okulu talan etmişlerd i . Ev
deki huz ursuzl uğun ve sürekli asabi olan babaları-
121
nın ü zerleri ndeki olumsuz etkisi besbelliydi . Oysa
görün ü rde, biz i ki güzel çocuk sahibi, uyumlu bir
çifttik. Meslektaştık üstelik!
1 22
memdi . Yemediği dolmaları daha cazip hale getire
bilmek için, m utfağa götürmüş, Üzerlerine koydu
ğum yoğurdu kırmızıbiberle süsleyip geri getirmiş
tim sofraya.
"Kaldır şunları gözümün önünden demedim
mi sana? "
"Ben yerim anne, götürme," demişti Çınar.
Çağlayan, babası bağırmaya başlar başlamaz
odasına gitmiş, kapıyı hızla çarparak kapatmıştı.
Ne ideal bir çifttik, biz iki doktor!
1 23
nasıl dayanacağım ı , her i ki mize de zor gelen bu ev
l il iği daha ne kadar sürdürebileceğimi bil miyor
d u m . Asla yapmayacağı m ı bildiği m tek şey, mesle
ğimden vazgeçmeyeceği mdi . Asla!
1 24
dım. Kapı hemen açılmadı. Sonunda Atil la, söyle
nerek kapıyı açtı .
" Kapıyı neden açmadın?" ded i m .
"Duymadım," dedi.
"Çocuklar nerede? "
"Okula gittiler."
"Kız?"
"Ne bileyim ben! M utfakta olmalı . "
125
dına doğan beş küçük çocukla, sert mizaçlı bir ko
cayla, Müslümanlığı kabul etmesine rağmen, ken
d i n i hiçbir zaman beğendiremediği b i r kayınvali
deyle, korkunç parasızlıklara göğüs germişti . Kim
bilir ne acılar çekmiş ama hiç şikayet etmemişti.
Çünkü babam ona sevgisini hep belli etmişti . Mek
tuplarımın içinde biri var ki, gözlerim yaş doldu.
1 26
!arda ki son bir iki yılımızda hep ya yaramaz olduk
ları için çocuklara, ya da vaktimi evi me ayırmıyo
rum diye bana kızgındı , onun bulunduğu odadan
usuka çıkar, başka yere geçerdim, homu rtusunu
duymamak için. Ben de hiç farkına varmadan, için
için yanan ve zamanı geli nce patlamaya hazırlanan
bir volkana dön üşmüşüm, meğer.
1 27
İyi ki yemiştim suratıma o tokadı ! Bana vuraca
ğına, her zaman yaptığı gibi bağırıp çağırarak itiraz
etseydi, ya da kalbimi kazanmaya çalışarak beni ka
rarımdan vazgeçirmeyi deneseydi , eminim aynı
minvalde devam ederdik. Fakat çocu kluğu mda an
nemin birkaç küçük fiskesinin dışında hiç dayak ye
memiş olan ben, hayatı mın ilk ve son tokadını, as
l a unutamayacak, sindiremeyecekti m .
1 28
"Sende bir tuhaflık var, Türkan," dedi, "tansi
yonun düşmüş ol masın sakın?"
"Tansiyonumda bir şey yok," dedim .
Etrafa belli etmeden bileğimi tutup nabzımı
saymaya başladı .
"Elini bileğime değil de kalbime koysan , belki
daha isabetli bir teşhis kordun."
"Aşık mı old u n yoksa?"
"Nerede o günler! "
" Karı koca kavgası , o halde. Önemseme, birkaç
güne kadar her şey düzelir. Kim atışmıyor ki? Nor
mal ev hal i ! "
"Öyle," dedim.
B izim için hazırladı kları pastaya mum lar koy
muş, salona getiriyorlardı. Mecburen kalktım, ma
sanın başına yürüd ü m . Atilla yanı ma geldi. Mumlu
pasta önümüzde, biz suratları mızda i nandırıcı ol
mayan tuhaf bir gülümsemeyle, birbiri mize bak
madan, dokunmadan hatta değmemeye çalışarak
yan yana durduk.
" Daha nice nice yıllara," diye bağrıştı arkadaş
larımız. Ben eği ldim, arkadaşların alkışları arasında
mumları üfledim . Kimi söndü, kimi sön medi .
Sön meyenleri Atilla ü fleyerek söndürd ü . Pastayı
kesip tabaklara dağıttım . Bu maskaralık bir an ön
ce bitsin ve evime döneyim istiyord u m . Evime dö
neyi m, başı m ı yastığımın altına sokayım ve yastı
ğın altında, bir yaralı hayvan gibi kış uykusuna ya
tayım . Kı rık kalbimle, kırı lmış gururu mla aylarca
1 29
sürecek uzun bir uykuya! Uyandığı mda, Atilla çık
mış olsun hayatımdan . Bir daha onu hiç ama hiç
görmeyeyim!
Ev sahibemiz pikapa bir plak koydu, Ada
mo'nun ballı sesi Tombe La Neige söylemeye başla
dı. Bir başka arkadaş karşımızda durmuş, "Haydi
bakal ım, dansı siz açacaksın ı z ! " diyordu .
Bütün gücü mü topladım, "Çocuklar, gecenin
keyfi kaçmasın diye söylemek istemedim ama, tam
evden çı karken bir küçük kaza oldu, merdivenler
den kaydım. Sağı mı solumu biraz incitmişim," de
dim, "dans edemeyeceğim . H atta biraz erken ayrı
lıp evde dinlenmek istiyorum . "
"Tevekkeli değil , sende b i r tuhaflık vardı," diye
bağrışarak, etratima toplandılar. "Ağrın var mı?"
" Nereni çarptın ? " " Başına bir şey oldu m u ? " "Bir
röntgen çektirelim mi?"
Düştüğümü söylediğime bin kere pişman ol
dum, yaşlar gözleri mden tişkırmak ü zereydi . Tek is
tediğim herkesin beni rahat bırakmasıydı. Yalnız
kalmak istiyordum. Yalnız! Yapayalnız! Tek başıma!
Atil la'nı n , "Önemli bir şeyi yok ama hakika
ten d i nlenmesi iyi olur," d iyen sesi n i duyd u m .
B i raz sonra, sokaktaydık. Kol u ma girmek istedi ,
kolu m u şiddetle geri çektim . Yan yana, h i ç ko
n uşmadan, yürü ye rek eve geldik. Evde, yatağın
üzerinden yorganı , çarşafı ve yastığı alıp kocama
u zattım .
" B e n yatağımdan çıkmam ! " dedi.
1 30
Uzattıklarımı göğsüme bastırıp salona yürüdüm,
çarşafı kanepenin üzeri ne serdim, elbisemi çıkarma
dan uzandım, yorganı başımın üzerine çektim, ken
di karanlığımda, yaralı ve yapayalnız kaldım.
***
131
Bir ay daha geçti . Evdeki gergi nlik haliyle azal
mıştı . Bir akşam Ati lla odasına yatmaya gitmeden
önce, "Artık fazl a uzatma da odana geri dön , Tür
kan," dedi.
"Asla geri dönmeyeceği m , Atil la,'' dedim, "bi
zim evl iliğimiz çoktan bitti . Boşanmak istiyoru m . "
" H ayatında biri mi var?"
"Hayatımın akışını sen de biliyorsu n . Her anını
bil iyorsun. H ayatımda hastalarımdan başka kimse
yok."
" Ece, o haldd "
"Özgür olmak istiyoru m . Bir daha aym yatakta
yatmayacağım biriyle evcilik oynamak doğru olımı
yor."
"Neden aym yatakta yatınayacakmışız bir daha?"
"Sana olan sevgim bitti . Bana vurduğun gün say
gım da bitti . Bu evlilik bitti Ati lla, bunu anla artık! "
Kocam yatak odasına geçip kapıyı çarparak ka
p:lttı .
1 32
ğiliz. Eğer sen dostlarımızın boşanacağımızı duy
dukları nda, hakkı mızda konuşacağından ve seni
suçlayacakları ndan korkuyorsan , dışarıya karşı ka
bahatli ben olayım , sana bunu söylemeye geldim."
"Zaten sensi n ! "
"Tamam işte . Ben evine zaman ayıramayan ek
sik bir kadınım ya, benden boşan mayı sen arzu edi
yor ol. Herkese bu ayrılığı senin istediğini söyleye
lim."
"Bunu yapacağı mıza, mesleği ni bırak, evinin
kadını ol, huzur içinde yaşayalı m . "
" N e kadar zor ol ursa olsu n, sonu nda senden
boşanacağım, Atilla."
"Çocukları asla alamazsın , bunu biliyor musu n ? "
"Onları n b i r saatine dahi dayanamıyorsun. Ço
cu kların yine azıyor, diye her gün telefona sarı lan
sen değil misi n ? "
"Çocu kları karıştı rma . Aslında ben biliyorum
senin neden boşanmak istediğini. Sen benden, şu
Gökşin arkadaşm kocasmdan boşandı diye boşan
mak istiyorsu n . Ok uldan beri hep birlikte hareket
eder birbirinizi etkilersi niz. O senin aklını çelmiş
olmal ı . "
Bakakaldım. Söylediği o kadar saçmaydı k i , bo
ğazımdan ses çıkamadı bir süre.
"Öyle değil m i ? "
Sessizce oturma odasma döndüm, kanepenin
ü zerine serili yatağıma girdim. Peşi mden geldi.
"Sana soruyoru m , öyle değil mi?"
1 33
"Deği l ! O nlar ayrılırken birbirlerine sarılıp ağla
d ı lar. Biz böyle mi olacaktık, dediler. Birbirlerine
olan saygı ve sevgi lerini hiç kaybetmediler. Oysa
biz çok şey kaybetti k. Üstelik ayrılmak istediği m
den Gökşi n'in h e n ü z haberi yok ki, akl ımı çelsin !
Şimdi, ışığı kapat ve odana git! Uyuyacağı m, yor
gunum," diyebildim .
"Ne zaman değilsin ki ?" dedi, odasına döner
ken .
1 34
O an, yatak odasına koştu m , dolabın üzerind1.: ı ı
küçük valizimi indirdim, içine çamaşırlarımı, birka�·
el bisem i koyd um, hemen çıktı m . Üç erkek kartk
şimin Şişli 'de birlikte oturdukları apartmana gir
tim . Kapıda beni elimde valizimle görünce, "Niha
yet gelebildi n ! " dediler.
Şaşırdım. Onlara Atil la'yla aramızda geçenkrc
dair hiçbir şey anlatmamıştım çünkü.
"Ne demek bu şimdi ? " diye sordum.
"Türkan," dedi Tuğrul, "bu eve her gelişiı1lk
etrafı kolaçan ediyor, gözlerinle hep yatağını hangi
odanı n hangi köşesine sereceğinin hesabını yapı
yordun. Fark etmedik mi sanıyorsun?"
"O kadar m ı belli ediyordum?"
"Mutsu zluk da, tıpkı mutluluk gibi insanın
gözleri nden yansır," dedi, e n küçük kardeşim
Gündüz.
1 35
derdimde başvurduğum arkadaşım Gökşin'e koş
tum. Onun tanıdığı bir avukatın bürosuna birlikte
gittik. Boşanmak için vekalet verd i m . Avukat, ço
cuklu aileleri bir arada tutmayı vazife bildiği , Gök
şin ise, Çağlayan'la Çınar çok üzü lecekler diye, be
ni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Büroya girene kadar
belki de boşanacağıma i nanmayan Gökşi n, ben ve
kaleti i mzalayınca serseme dönmüş gibiydi.
"Sen her zaman yapıcı bir insan oldun, Türkan .
Şimdi yıkıcı ol maya kalkmamalısın . Atilla dersini al
mıştır, ne olur bir şans daha tanı ," deyip d uruyordu
Gökşi n . Dil dökmekten vazgeçip arkadaşımı kırmak
pahasına, " Benim mutsu zluğum mu seni mutlu
edecek? " diye sordum. Sustu . Gökşin 'le avukatın
bürosundan çıktık, hiç konuşmadan Taksim'de, Di
van Oteli'nin önü ndeki otobüs durağına geldik.
Başımı kaldırıp gökyü züne baktı m . Göktt.:, inanıl
maz güzdlikteki yeniayı görünce, dudaklarımdan
bir çığlık firladı. Ben l)Jğırınca, Gökşin irkildi,
"Ayyy! Ne oldu Türkan? Ne var?" diye sordu
telaşla.
"Şöyle baksana, mu hteşem bir hilal var yukar
da," dt.:diın elimle işaret edt.:rek, "bu bana iyi şeyler
olacağının müjdesini veriyor."
" İ nşal lah öyledir fakat un utma ki artık tek ve
tek başına olacaksı n . Bunu n da bir bedeli var Tür
kan ," dedi arkadaşı m .
Tek ve tek başına! Tek ve tek başına! Her bede
le değersin diye düşündüm, ey özgürl ü k !
1 36
TEK VE TEK BAŞINA
�
1 37
Atilla telefona sarılıp şikayet ediyor, söyleniyordu.
B i r m üddet sonra, işler değişmeye başladı . Cuma
akşamları bana gelen çocuklar, geliş günlerini per
şembe gününe, daha sonra da çarşamba gününe
çevirdiler ama babalarından hiçbir itiraz gelmedi .
Ne mutlu hepimize ki, eski kocamı n hayatına bir
kadın girmişti . Tam da onun istediği gibi, ev işle
rinden çok iyi anlayan, yemek yapmasını, dikiş dik
mesini bilen, enstitü mezunu hanım hanımcık, iyi
bir kadın . Atilla kısa bir süre sonra, bu hanımla ev
lend i . Böylece çocukların programları ters yüz ol
du ve benim daha önceden tahmin ettiğim gibi,
bütün haftayı benim yanımda, hafta sonlarını ise
babalarında geçirmeye başladılar. Fakat aile içi so
runlarımız bitmemişti . Çınar'la sorun yaşamazken,
cumartesi sabahlarımı, babasının evine gitmek iste
meyen Çağlayan'ı ikna etmek için yalvarmakla ge
çirirdim. Büyük oğlumun babasıyla anlaşması ne
dense hayat boyu kolay olmadı . Anlaşamamaların
da her ikisinin de suçu vardı. Çağlayan asla kural
tanımayan , zor bir çocuktu . Babası da, oğl unun
söz dinlemezliğinin nedenlerini hiç araştırmayan,
aşırı disiplinli, hoyrat bir babaydı. Anlaşmazlı kları
na ilişkin sürüyle tatsız anım vardır. Mesela bir cu
martesi gün ü , çocukları babalarına yalvar yakar yol
cu etti m, evde ayaklarımı uzattım , dinleniyoru m .
Birkaç saat sonra kapı çalındı, gittim açtı m . Kar
şımda saçı başı dağıl mış, gözleri çakmak çakmak,
Çağlayan duruyor. Yanağında, babasını n tokat izi,
1 38
elinde de bir hafta önce dayısını n ona hediye etti
ği, onca çok kıymetli pul defteri, paramparça vazi
yette.
"Ne oldu oğlu m ? Ne bu hal i n ? " diye sordum.
Dokunsam ağlayacak. Parçalanmış pul defterini
u zattı, " Baksana anne, babam defterimi ne hale
soktu? "
" Oğlu m , n e yaptın d a parçalattın defterini?"
" Kapıdan girer girmez, 'baba bak benim bir pul
defterim var,' dedim, defteri eli mden çekip fırlattı
attı . Pullar döküldü, ben toplamaya çalışırken
üzerlerine bastı. Yırtıldı bütün pullarım . Ben bağır
maya başladı m . B üsbütün kızdı, defteri parçaladı,
beni de dövd ü . Çıktım geldim. Bir daha babama
gitmeyeceğim . "
" İ nanmıyorum, Çağlayan. B i r şey yapmışsındır.
Ne yaptın söyle ! "
"Vallahi anne, aynen böyle oldu . "
Telefona sarılıp babasının evini aradım. Eşi açtı .
Zavallı kadıncağız benimle konuşurken, eski koca
mın bağıran sesini duyuyordum, benim için, ço
cuklarına terbiye veremeyen kadın, diye bağırı
yord u . Eşi, bir ona şşşt, diyor, bir benimle konuş
maya çalışıyordu. Son unda anlaşıldı, Çağlayan ka
pıdan girer girmez, el öpeceğine, selam vereceğine,
" Baba, pul defterime baksana," dediği için, babası
sinirlenmiş ve olay aynı Çağlayan 'ın bana aktardığı
gibi olmuş. Telefonu kapattı m . Odasına kapanmış
oğl uma gittim . Kapısını açmıyor. Hepimize küs!
1 39
" Çağlayan, ben bu hafta bir başka pul defteri
alırım sana, ü zü lme," diye seslendim .
"Başka defter istemiyorum. Dayımın verdiğini
istiyorum . Aynı pulları bulamazsın/' diye bağırdı
içerden.
" Pekiyi , aç kapıyı da konuşalım."
" Beni rahat bırak! "
Çocuğu m u rahat bıraktım . Odama gittim . Bu
travmayı yaşayan çocuktan, iyi not ve itaat bekle
mek m ümkün olabilir m iydi? Bin bir türl ü cilt has
talığına deva bulan ben, çocuğumun ruhsal sorun
ları karşısında, çaresiz kalıyordum, terzi kendi sö
küğünü dikemez misali .
1 40
ise, Ati lla Çınar'ı rehin alınış, bir yandan Çınar'ı
tokatlıyor bir yandan da Çağlayan'a, "Buraya gel
çabuk! " diye bağırıyor. Bir an hayal gördüğümü
zannettim . Kendimi toparlayıp sakin olmaya çalışa
rak, "Ne yapıyorsun Atilla? Ne işin var damda? " di
ye sord u m .
"Bu senin haylaz oğlun teslim olana kadar Ç ı
nar'ı döveceğim ," dedi .
Aslında kızgınlıktan deliye dönmem gerekirdi
ama onları mart kedileri gibi damda görünce, bir
den sinirlerim boşaldı, katıl a katıla gülmeye başla
dım. Ati l la'nın kızgınlığı benim gül meme yönelin
ce, Çınar elinden kurtulup kardeşinin yanına, kom
şu dama kaçmıştı .
141
Fakat olayların ü zerinden yıllar geçtikten sonra dü
şündüğümde, canavar bir baba değil, bütün gü
cüyle iki haylaz oğlunu yola getirmeye çalışan, ça
resiz bir baba görüyorum. Belki de sorun çok sert
bir babayla, çok yumuşak bir annenin neden oldu
ğu dengesizlikten kaynaklanıyordu.
1 42
olduğu gibi, günde yüz hastaya bakmaya başladım.
Hastaneye bir cildiyeci atandığını duyan geliyordu.
Ben hiç gocu nmadan her bir hastamı soyuyor, de
rilerini inceliyor ve hepsini aynı ciddiyetle muayene
ediyordum. Aynı odada çalıştığım doktorlar, ilk
hastaya baktığım enerjiyle nasıl son hastaya bakabil
diğime şaşıp kalıyorlardı. Öyleydi, çünkü işimi çok
seviyordu m . *
143
va'dan vapura bindim m iydi kendimi İstanbul'da
bulur, bir nefes alırdım . Annemi, kardeşlerimi, eşi
mi dostumu görürdü m . Çocuklarımı da böyle ikna
etmiştim zaten ! Bir vapur mesafrsi uzaktık şehrimi
ze, ha trafik saatinde Kağıthane'den Kandilli'ye
gitmişsin , ha deniz yol uyla Yalova'dan Fındıklı'ya!
1 44
Bu fırsatı bulm uşken, kaçırma. Senin çok iyi bir he
kim olacağına i nanıyorum, bu yüzden bütün so
ru mlul uğu alarak sana izin veriyorum. Yol un açık
olsun," dedi.
Önümde uzun ve aydınlık bir yol açılmıştı . *
1 45
den itibaren benim evi mdi, o halde hastalar da be
nim çocuklarımdı . Yatakları tek tek dolaşacak, her
bir hastanın derdini, şikayetini dinleyecek, onları
rahat ettirmek, mutlu etmek için elimden geleni
yapacaktı m . Bir hasta inliyordu, diğeri kendi ken
dine sargılarını açmaya çabalıyordu, başka biri "çi
şim geldi," diye bağırıyordu. Stetoskopumu odam
da unuttuğumu fark ettim, onu almak için korido
ra çıktım, odama doğru koşmaya başlad ı m .
1 46
me bir kere daha söz verd i m . Cüzamla ilgili kitap
lar okumaya, hastalık hakkında güneci bilgi ve tu
tumları öğrenmeye başladı m . Daha sonra cüzam
dersini vermeyi üstlendim ve her öğrenci grubunu
cüzamlıları n pavyonuna bizzat götürerek yeni ye
tişmekte olan heki mlerin, bilim dışı önyargılardan
kurtulmaları için elimden geleni yaptım. Öğrenci
lerimle birlikte hastalarla konuşuyor, hal hatır soru
yor, şiktıyetlerini dinliyorduk. Sonra, yaralarına
pansuman yapıyor, ilaçlarını veriyorduk. Öğrenci
lerime, hastalara hiç çeki nmeden dokunmalarını
tavsiye ediyordu m . Çünkü dokunmadan tedavi ol
maz ! Hasta doktoru nun elini üzerinde, ilgisini yü
reğinde hissetmelidir. Benim ve öğrencilerimin ya
kın alakası sayesinde, cüzam hastaları, kaçını lması
gereken mahluklar değil, insan olduklarını hatırla
maya başlamışlardı. *
Ben, Dermatoloji'nin koridorlarında, Osman
Hoca'nı n sultanı olarak koşuştu rurken, benim de
bir sultanı m old u . Bölümde çalışan hemşiremiz ay
rılmış, yeni bir hemşire alınması şart olmuştu. İ l k
gelen, Florence Nightingale H emşire Okulu'ndan
mezun olmuş, iş tecrübesi olmayan, Sultan adında
gencecik bir kızdı. Başvu ru lar arasından seçi lenlere
sınavı benim yapmamı istediler. Heyecandan eli
1 47
ayağı titreyerek geldi odama. Karşı ma oturttum,
heyecanı geçsin diye biraz havadan sudan konuş
tum, sonra sorularımı sordum. H e mşireli kle ilgili
sorularıma çok doğru yanıtlar verdi. Son u nda ona
şöyle bir soru yönelttim, "Sultan, ben sana bir te
lefon numarası versem ve desem ki , bu numarayı
ara ve sonra bana bağla. Sen başlasan aramaya, ama
n u mara hep meşgul çıksa. Arıyorsun, arıyorsun,
meşgul çalıyor. Ne yaparsı n ? "
" B u lana kadar uğraşırım hocam ," dedi, " nasılsa
bir ara kapatacak telefo n u . Vazgeçmeden ararım . "
"Aferin," dedim, "sabrını ölçmek istemiştim .
B i z i m mesleklerde çok önemlidir, sabır. Senin lisen
hangisiydi? Nereyi bitirdin sen ? "
" Kandi lli Kı z Lisesi'nde parasız yatı lı okudum,
Hocam," dedi, " ben Muğla'nın Yerkesik i lçesinde
nim ama liseyi çok güzel bir oku lda, İ stanbul'da
okudu m . "
" Kardeşim benim, niye daha önce söylemedin,"
diye yerimden tirlayıp boynuna sarıldım. Şaşırdı.
"Ben de Kandilli Kız Lisesi'ni bitirdim. Demek
aynı yollardan geçmişiz, aynı kültürü almışız. Abla
kardeş sayılırı z biz," dedim, "Sultan, aldım işe seni."
1 48
Sultan Hemşire ile sekiz yıl birlikte çalıştık.
Lepra Hastanesi 'nin daha tamamlan madığı dö
nemde geç saatlere kadar odamda hasta bakar, ba
zen de hastayı servise yatırırdım. Pek hoşlanmaz
lardı ama ses etmezlerdi. Böyle d urumlarda hep
Sultan 'a güvenirdim . Bana hiç gocunmadan yar
dımcı olurd u . H astalardan basil almayı ilk ona öğ
retmiştim . Basil alır, boyar, değerlendiri rdik. Son
ra, onu da Ayşe Yüksel'e yaptığım gibi, Halk Sağ
lığı Yüksek Lisansı'na yönlendird i m . Çok yetenek
l iydi, o da benim gönlümün sultanı oldu. Yorul
mak bilmeyen, benimle birlikte h e r işe koşan Sul
tan'a, genç doktorların oynadığı bir oyun vardı.
O yıllarda leprada armadillo çalışmaları yapıl
maya başlan mıştı. Armadillolar, kedi büyüklüğün
de, Orta Amerika'da yetişen , kalın deri l i deney
hayvanlarıydı . Bizim genç doktorlar, resi mlerini
Su ltan'a göstermişler ve demişler ki , Türkan H oca,
bu hayvanlardan ısmarladı, artık deneyleri bu nlarla
yapacaksın . Su ltan bana bir şey söylemedi ama çok
üzülmüş, ben bu nca işin yanı sıra bir de hayvan ba
kamam, demiş ve karar vermiş geldikleri zaman is
tifa etmeye . Çocuklar sonra, armad il lolar yolda ge
lirken ölm üşler, diyerek konuyu kapatmışlar. Sul
tan Hemşire, hiçbir yere gitmedi, armadillolar gel
se de, beni bırakıp gitmezdi zaten . Halk Sağlığı
Yü ksek Lisansı yaptı, yıllarca başhemşiremiz old u ,
evlendi i k i k ı z çocuğu doğurdu . Emekli olunca d a
memleketine yerleşti .
1 49
Osman Hoca, kliniğin hemşiresi, hademesi,
doktoru ve dert dinleyen Marko Paşa'sı olarak ken
d i mi kanıtladığıma emin olunca, bir gün beni yanı
na çağırdı ve masasın ı n üzeri n de duran bir takım
kağıtları göstererek, "Türkan," dedi, " bak burada
benim böl ü müme yollanmış burs başvuru ları var.
Pek çok hoca, bu kağıtları genç doktorlar görme
sin de akılları çelinmesin diye ya atar ya dosyalara
saklar. Ben öyle yapmam, yetiştirdiğim doktorların
en yüksek seviyeye gel meleri ni isterim . Yürekli ve
çalışkan bir doktorsun ama daha iyi yerlere gelmek,
doçent olmak istiyorsan mutlaka yurtdışında bir
süre çalışmalısı n . Bu belgeleri oku ve kendine bir
burs bul, sultanı m . " *
Başvuru belgeleriyle odama dönd ü m . O gece
evimde, kendime uygun bir burs bulabilmek için
hepsini güzelce inceled i m . İ stediğimi buldum ama
bursu hak edebi l mem için dil sınavına girmem ge
rekiyordu . İyi de, sınavı geçersem ne yapacaktı m?
1 50
götüremezdim ama onları geride de bırakamaz
dım. Bu sevdadan vazgeçmeye _ karar verdim.
Vazgeçme kararın ı alınca rah2tladım ama aklım
sınava takılmıştı . Dil bilgimi sınamak fena m ı olur
du? N e yapabileceğimi görmek istedim . Kazana
mazsam, içimde ukde kalmazdı !
Sınava, adeta kazanmamayı arzu ederek girdim
ve kazandım!
Sınavı kazandığımı öğrendiğimin akşamında,
evime dönerken otobüsün penceresinden gökte
yükselmekte olan yeniayı gördü m . Hava henüz
tam kararmamıştı, koyu mavi gökte i ncecik ve be
yaz bir tırnak gibiydi ay. Otobüs ilerledikçe ara sı
ra kayboluyor, sonra yine ağaçların , binaların ara
sında birdenbire gözüküveriyordu . Saklambaç oy
nuyordu sanki benimle. Neşelendim. İçime bir ça
re bulacağıma dair bir umut d üştü .
Aynı akşam , mutfakta çocukların yemeğini ha
zırlarken aklıma geldi, oturduğumuz evi kiraya ve
rebilirsem , kira parasını çocukların masrafları için
harcard ı m ! N e şanslıydım ki , bir iki yıl önce ba
bamdan kalan bir arsa satılmış, elimize geçen para
yı beş kardeş aramızda bölüşmüştük. Ben bu paray
la Bahçelievler' de oturmakta olduğumuz ki.içük evi
almış, çocukları da evimizin yakınındaki okula yaz
dırmıştım .
151
sine bir yıllığına kiracı aradığımı söyledim. Tek bir
şartım vardı, altı aylık parayı peşin istiyordu m .
1 52
merkezi olan, Picaddly Circ us daki hastanemde ça
'
lışmaya başladı m .
Hayat, hiç dil bilmeyen iki çocuğun sorunlarını
ve ev işlerini de üstlenmiş bir doktor için pek de
kolay değildi. Allahtan Özden yanımızdaydı. Hesa
bı kitabı o tutuyor, üzerimden bir yük alıyordu .
Çocuklara gelince, Çınar okuluna çabuk alışmıştı
ama Çağlayan eve sık sık üstü başı didiklenn�:ş, o
yıllarda sokak başlarını tutan 'skin heads' !erden da
yak yemiş ve yol parasını kaptırmış olarak dönüyor,
haklı olarak da ertesi gün okula gitmek istemiyor
du. Ama bana hayatın kolay olacağını kim söyle
mişti ki?
Bir iki ayın sonunda; çocukların İngilizceleri
ilerledikçe her şey rayına oturd u . Çağlayan da sını
fına intibak etti ve yıl sonunda başarı lı ve sevilen bir
öğrenci olarak ayrıldı okulu ndan .
1 53
!arın tedavisinde başarılı olduktan sonra, memleke
tine dönmüş, İ ngiliz hastalar için bir hastane kur
muş, on sekiz yıl içinde tüm hastalarını sağlıklarına
kavuşturup hastaneyi kapatmıştı. Benim onu tanı
dığım yıllarda, Tropikal Hastalıklar Hastanesi'nde
çalışıyor, cüzam konusunda eğitim veriyordu.
Doktor Jopling'e çok şey borçluyum . H asta hekim
ilişkisinin en sıcak yaklaşımını, takipçil iği, sevecen
liği, yeni bir şey öğrenmenin ve öğretmenin do
yumsuz keyfini onda gördüm ve kendi hayatımda
hep tatbik ettim. *
Yine İngi ltere'de öğrenip burada uyguladığım
bir başka şey de, gön ü l l ü çalışmalar yaparak cüzam
hastaları için kaynak yaratmaktı . Oturduğumuz
evin hemen arkasında Soho ve Chinatown vardı. Bu
semtlerde Oxfam adıyla ikinci el giysi ve eşya satan
dükkanlar bulunurdu . O.efam'larda e mekli olmuş
yaşlı kadınlar büyük bir ciddiyetle vardiya usulü ça
l ışır, kazandıkları paraları cüzam hastalarına yardım
için kullanırlardı. İngiltere'de cüzam ne arar diye
ceksiniz deği l mi? Yoksul ülkelerin hastalığı olan
cüzamı bu memlekete Afrika, H indistan, Çin gibi
Uzak Doğu ülkelerine giden İngiliz gezginler ge
tirınişlerdi . İnsanlara konan sınırları, geçiş vizeleri
ni ne yazık ki mikroplara tatbik edemiyorlardı.
Örgütlü ve gönü l l ü çalışmayı , ayrıntılara dik
kat etmeyi , bildiri hazı rlamanı n inceliklerini de
1 54
hep İ ngi ltere'de b u l u nduğum o bir yıl içinde öğ
rendim.
1 55
Bir yıl sonra doçent oldu m .
Doçentli kte m u tlaka bir kadro sorunu yaşanır
d ı . Bunu bildiği m içi n, İ stanbul'da boşuna zaman
kaybedeceğime, yeni kurulan B u rsa Tıp Fakülte
si 'ndeki kadroya geçmeyi ve orada bir dermatoloji
kürsüsü kurmayı düşü n d ü m . Beş yıl önce de hayal
ettiği m gibi, B u rsa'da çocuklara okul ve hep birlik
te otu racağım ı z bir ev bu lacaktı m . Oğu l l arım bü
yüyorlard ı , onları çanta gibi kol uma takıp gezdir
mem giderek zorlaşıyord u . İ stanbu l ' dan ayrılmak
istemeyebilirlerd i . Ama başka çarem var mıydı1 Ço
cuklarla bir B u rsa yolculuğu yapmayı planlad ı m .
H afra sonunu B u rsa'da geçiririz, hatta Ul udağ'a
çıkarız, sonra gidebilecekleri okul lara birlikte baka
rız, ikna olurlarsa ne ala! Ol mazl arsa, ben istan
bul'da kadro bekleri m .
1 56
zırlama düşü ncesiyle yola düştüm, hastane bahçe
sine girmek ü zereydim ki, kapıda Osman H oca'n ı n
o yayla gibi geniş .1 gösterişli , m o r renkli arabasına
rastladım. Beni görünce camı i ndirip elini sallaya
rak yanına çağırdı. Arabaya gittim . Başını pencere
den u zatarak, "Sultanım, dinle," dedi, "şimdi ben
fakülte kuru luna gidiyorum . Bir doçentlik kadrosu
var. Bu kadroyu sana almaya çalışacağım . "
H içbir şey söyleyemeden, ağzım açık bakakal
dım. Hocanın arabası hızla yola koyu lurken ben bi
naya gi rdim, odama yürüdüm, masamın başına geç
tim ve bir süre ne yapacağı mı bilemeden öylece
oturdum iskemlemde . Çekmecemdeki formları ne
doldurmaya ne 'de çöpe atmaya elim varmadı. Do
labımda asılı doktor gömleğimi giyip sabah vizitele
rime başladım. Aklım bir karış havada, dolandım
durdum koğuşlarda. Öğlene doğru Hoca beni yi ne
kapıya, arabasına çağırttı. Yine arabanın camını in
dirdi, başını pencereden dışarı uzattı ve "On lara de
dim ki , biz acele etmezsek, Türkan'ı Bursa kapacak.
Kad ronu aklım, burada kalıyorsun. Bir daha ağzın
dan Bursa lafi duymayacağı m, tamam mı?" dedi. *
"Tamam hocam, tamam ! " diye bağırdım. İçeri
koştum, eve telefon ettim. Çınar açtı . "Geldiniz mi
oğl u m ? " diye sord u m .
" H ayır anne, gelmedik, telefona okuldan cevap
veriyoru z . "
1 57
Güldüm, "Ben hemen eve geliyorum da, ondan
aradım. Sakın bir yere çıkmayın . "
"Arkadaşlarla sinemaya gidecektik. Gecikme sa
kın ! " dedi.
" Hiçbir yere gitmeyin . Bekleyi n . Size bir sürpri
zi m var. "
Çantamı aldım , firladım, otobüs durağına kadar
koştum. Eve varıp kapıyı açarken bir de ne göre
yim, üstümden beyaz doktor önlüğü m ü çıkarmayı
unutmuşu m !
Benim meslek hayatım rayın a oturmuştu otur
masına da çocukları kendi hayatıma uydurmaya ça
l ışarak, onlara kötülük mü ediyorum diye düşün
meye başlamıştım. İ ngil tere'ye giderken, onları pe
şime takmamın dil öğrenecekler gibisinden bir i za
hı olabilirdi ama evime ve işime yakın olsunlar diye
okullarını değiştirip onları sıradan bir okula vermek
doğru olmuş muydu? Yüksek oku l lara girebilmek
için sınava girmeleri gerekiyordu . Ü niversiteye gi
remedikleri takd irde, babaları başarısızlıklarının
hesabını bana soracaktı . Zaten i ki de bir çocukların
daha iyi eğitim veren bir başka okulda okumaları
gerektiğini söyleyip duruyord u .
1 58
tu Çağlayan . Dedesi ve anneannesi gibi mucit ruh
luydu ama okumayı pek sevmeyen erkek kardeşle
rime benziyordu . Okuluna da tam alışmaya başla
mıştı fakat babası onu, o okuldan al maya karar ver
mişti bir kere . Yine babasının ısrarıyla, Çağlayan'ı
da Maçka Meslek Lisesi'ne yazdırdık, el bette çocu
ğun eski okul unda kalma isteğine karşı gelerek!
"Baban senin için en iyisini istiyor, oğl um, inat
etme, bak orada bir meslek sahibi olacaksın ," de
mişti m .
"Anne boşuna ümitlenme, çünkü o okul beni
kabul etmeyecek! " diye yanıtlamıştı .
"Nede n ? "
"Çünkü giriş sınavında bütün soruları yanlış işa
retledi m."
1 59 ,
şey gel mesin diye, d i l dökerek, çocuğu gruptan çı- ,
kardığını ve evlerine yoll adığım anlatmıştı . Ayrıca
bana da sık sık okuldan çıkıp okey veya bilardo oy
namaya gittiğin i , sokaklarda gezdiğini anlatıyord u .
O n u zorla meslek lisesine veren babasından inti
kam almak için m i böyle yapıyordu , yoksa uyduru
yor muydu bilemiyordu m ama anlattıkları doğruy
sa, Çağlayan 'ı yatıl ı okulda bırakmanın daha doğru
olduğu kesindi de kim anlatacaktı b u n u Atilla'ya?
Ç ınar'a gelince, onun da babasın ı çileden çı
karttığı ol urd u ama küçük oğl uyla ilişkilerinde hep
daha kontrol lü olmuştu Atilla. Örneği n , ortaokul u
Büyükçekmece Lisesi' nde bitirip Kabataş'a gönde
rildiği yıl, çok sıkıntı çekmişti Çınar. Ortaokulda
hiç zorlanmadan okurken birdenbire kendini çok
disiplinli, çok kal abalı k bir okulda bulu nca ilk yıl
çok tCna bocalamış ve yıl ortasına kırık dol u , son
derece kötü bir karne getirmişti . Karneyi babası na
da gösn:recekti el bette, ama kopacak kıyametten
korkuyord u . Ben de onun kadar korkuyordu m .
Balx1sı n ı n kızgı ıılığına h i ç tepki verme mesi için bin
bir nasi hat etti kten sonra, karnesiyle birlikte baba
evi ne yolla mıştı m . Evde son derece tedirgin bekl i
yordum, Çınar mu htemelen dayak yemiş olarak, si
nir içi nde geri gelecek diye . Fakat çocu k dönmü
yord u . Cumartesiyi e ndişeli bir bekleyişle geçir
d i m . Pazar akşamı okuldan telefon etti Çınar.
Korka korka, " Baban karneni görünce ne yap
t ı ? " diye sord u m .
1 60
" Babamı bilirsin anne, karneme baktı baktı, on
beş dersten on ikisinin kırık olduğunu görünce,
'Bu ne rezalet böyle ! ' diye bağırdı," dedi.
"Vurmadı m ı ? "
"Vurmadı a m a başka şey yaptı . "
Korkudan sesim titreyerek sordum, "Ne yaptı
Çınar? "
" Karnemin arka yüzündeki Onunrn Yıl Mar
şı 'nı ezberletti ! "
161
ya davet ettiler. H azır Paris'e gitmişken, bir taşla
iki kuş vuracak, Fransızcamı ilerletirken, bir yandan
da St. Louis Hastanesi'nde 'immunofloresans yön
temi'ni öğrenecektim . Üniversiteden izin aldım,
çocukların okul dönemleri başlar başlamaz, hazır
lıklarımı tamamlayıp yola çıktım.
1 62
DOLU DİZGİN
�
1 63
raklarında bekleme eziyeti bitmişti . H ele de yazla
rı iple çektiğimiz tatil i mize kavuşunca, otobüslerde
yer kald ı mı, heyecanını hiç yaşamadan, oğlanlarla
atlıyorduk arabamıza, ver elini bizi bekleyen Ege
sahilleri ! Veya tadına doyum olmayan mavi yolcu
l uklar!
Mavi Yolculuklar! Yaralar, bereler, cerahatler,
sargı bezleri, hasta kuyrukları arasında geçen haya
tıma, denizin ve göğün en güzel mavilerini katan,
beni en yorgun halimde alıp yeni baştan enerjiyle,
yaşam sevinciyle dolduran tekne gezintileri .
Mavi yolcul uğa ilk kez galiba 1 969 yılında çık
mıştı m . Çıkış o çıkış, on yılı aşkın koca bir zaman
diliminde, mavi yolculuksuz yaz geçirmeyecektim
artı k! Bu yolcul uklarımı da aslında sevgil i Özden 'e
borçluydum. Çünkü sonradan çok yakın dost ol
duğum, İstanbul Kız Lisesi 'nin Latince öğretmeni
Leyla Özbay'ı bana o tanıştırmıştı.
Leyla Ablamız bizi bir gün Sabahattin Eyüboğ
lu'nun evinde bir pazartesi toplantısına götü rd ü.
Hiç unutamayacağım günlerden biridir. O evde,
başta Azra Erhat olmak ü zere, hep tanı maya can
attığı m, uzaktan hayran olduğum pek çok kişiyle
tanıştı m . Konuşmalarda arada sırada bir mavi yol
cu luk lafı geçiyord u. Bu grubun yaz aylarında, Ce
vat Şakir'in önderl i ğinde, Ege'de salaş bir tekne ile
koy koy gezdiklerini, rastladıkları antik kentler ve
eserler hakkında, sohbet havasını bozmadan pek
çok bilgi edindiklerini öğrendiğimde, ne yalan söy-
1 64
liyeyim , geziye katıl anlara çok gıpta etmiştim . Yaz
başında yapacakları mavi yolculuğa beni de çağır
dıkları zaman, çok sevi ndiğimi hatırlıyorum.
Azra Erhat o yıllarda Nişantaşı'nda küçük bir
evde oturuyor, çeviriler yapıyordu. Başta Azra Ha
nım olmak üzere , o gece tanıştığım kişilerle dost
luğumuz i lerledi, sık görüşmeye başladık. Önceleri
Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde pazartesi günü
yapılan toplantıl ar, Eyüboğlu'nun ölümünden
sonra perşembe geceleri Azra Erhat'ın evinde de
vam etti . Bu toplantılara Ruhi Su da gelirdi . Özel
likle Özden , Karadeniz türkülerini çok iyi söyledi
ği için Ru hi Bey'in gözdesiydi ama ben de ondan
geri kalmazdım doğrusu.
Mavi yolculukları uzun zamandır yapan dostla
rı mla ilk seferime çıktığımda, ne yazık ki Balıkçı ar
tık hayatta değildi . Zaten Sabahattin Eyüboğl u da
rahatsızlığı nedeniyle bir süredir gezilere katılamı
yordu. Onlarla birlikte koyları dolaşmış, efsaneleri
onların ağzından dinlemiş olanlar, H ürriyet isimli
teknede, yokluklarını aratmamak için ellerinden
geleni yapıyorlardı. Bu geziler sadece denize gir
me, güneşlenme ve Ege sularında dolaşma gezileri
deği l , eskiyi yeniden keşfetme, arkeoloji ve sanat
tari hinden nasiplenme, aydınl anma ve bilgilenme
gezi leriydi aynı zamanda.
O ilk seferden sonra, yakın dost olduğum gemi
grubuyla, defal arca çıktım bu yolculuğa. Her pa
zartesi Azra Erhat'ın evinde buluşur, gezimizi kış
1 65
aylarından itibaren planlamaya başlardık. H angi ta
rihte yola çıkılacak, hangi rota izlenecek, kimler ka
tılacak, kararlaştırı l ırdı . Küçük çocuklar ve köpekler
bu yolculuğa dahil edil mezdi ama geziyi ucuza ge
tirebilmek için, m utlaka on sekiz kişi olmak gere
kirdi ve mutlaka H ü rriyet teknesine binilirdi. Yol
c u lar ve güzergah kesinleşince, Azra Hanım işbö
l ü m ü yapardı . Herkes yol üzerindeki bir yöreyi
araştırır, çalışır, diğerlerine anlatabilecek kadar öğ
renirdi . Geceleri vakit geçirmek için oynayacağımız
oyunlar, sahneleyeceğimiz skeçler seçilirdi . Grubu
muzda yazar, şair, m imar, sanatçı dostların yanı sı
ra, daha önce Sabahattin Eyüboğlu ve Balıkçı ile
yolculuk yapmış eskiler de bulunurd u . Biz yeniler,
onların sanat, tarih ve edebiyat üzerine tartışmala
rını dinler, bilgilenirdik. Yemekleri mizi kendimiz
yapardık. Her gün bir başka ekip, kaptan ve miço
lar dahil, yirmi kişiye hiç gocu nmadan yemek ha
zırlardı. Oltayla ya da ağ atarak balık yakalayabil
mişsek, ne ata ! Yoksa makarna, pilav, menemen, sa
lata hazırlar, onca bulaşığı da yine hiç gocunmadan
yıkardık. Günümüzün l üks teknelerinin teknoloji
sinden ve hizmet ekipmanından yoksunduk ama
hiç bozu lmamış doğanın, tertemiz denizin, gele
neksel yapısını koruyan köylerin, taptaze, hormon
suz sebzelerle meyveların tadını da biz çıkarırdık.
Hasretle, sevi nçle beklediğim, iple çektiğim gün
lerdi, salaş tekneye binip dostl arı mla birlikte
Ege'nin mavi sularına açılmak. Bir keresinde, yeni
1 66
evlenen bir çift arkadaşımız da katılmıştı bize. Yen i
evlendikleri i ç i n , eğlence olsun diye, onlara tekne
de her gece farklı bir nikah kıymıştık. İlk gün i mam
nikahı, ertesi gün Yahudi nikahı, sonra Rum nika
hı gibi . Ben kız annesi olmuştu m , kendimi rolüme
öylesine kaptırmışım ki, teknedekiler bir ara tiyatro
eğitimi aldığımı zannetmişlerdi. Oysa ben sadece
babaannemi taklit ediyordum. Kon uşmasını, duru
şunu, bakışın ı . İyi taklit yapardım, severdi m de tak
lit yapmayı .
Bir keresinde de 1 984 yılıydı galiba, Muğla'da
altmış kadar lepralı hasta var diye haber geldiydi,
Ayşe Yüksel ve Tülay hemşireler, iki de stajyer kız
öğrenciyle birlikte gittiydik tarama yapmaya. Yanı
mızda bir de Bursa'dan Prof. Hamdi Hoca vardı.
Sağlık Müdürü bize Devlet Hastanesi 'nin doğum
servisinde yer ayarlamış, kalmamız için. Hamdi Ho
ca da bizlerle mecburen doğumhanede kalacaktı .
İşimiz bitti, akşama doğru ambulansı andıran
bir araçla hastanenin doğum servisinin önüne gel
dik. Üzerimde her zaman giydiğim tarzda, bele
oturmayan bol bir elbise vardı, birden aklıma bir
şaka yapmak geldi, kızlara da söyledim, biri araba
dan inerken acil doğum var d iye bağırmaya başla
dı. Tülay'la Ayşe kollarıma girdiler, ben sancılı ka
dın rolü yapıyorum, yavaş yavaş y ürüyerek servise
geldik, hastabakıcılar koşuştu, beni hemen bir ya
tağa yatı rdılar. Hep doğuran kadınlarda izlediğim
gibi , kaıyolanın demirlerine yapışıp kıvranmaya
1 67
başladım. Bir taraftan da kocama söyleniyorum gü
ya, beni yalnız başıma bıraktığı için.
Tülay Hemşire, " Kendinizi çok kaptırdınız ro
lünüze, hocam," dedi .
" D ünyaya bir can getirmek kolay mı?" dedim.
Kızlar ve ben çok eğleniyorduk ama Hamdi
H oca, ciddiyeti ni bozmuyor ve oyuna katılmıyor
d u . Sonra Ayşe Yüksel , battaniyeye saı dığı bir yas
tığı bebek gibi getirip kollarıma verince, "Siz hepi
niz delisiniz," diyerek kaçmıştı yanımızdan . Oysa
lepra ekibi olarak yaptığımız iş, o kadar acı vericiy
di ki, böyle kırılma noktalarına ihtiyaç d uyuyorduk
arada bir. B u sırada doğum doktoru alı al moru
mor, koşa koşa geldi. *
"Yetişemediniz doğu ma, Doktor Bey," dedim.
Bir bana baktı, bir kollarımdaki battaniyeye.
Koskoca profesörün böyle bir şey yapacağına
inanam ıyord u.
"Siz emekli olduktan sonra, mutlaka tiyatro ya
pın hocam ," demişti . Çok gülmüş, çok eğlenmiş
tik. İ şte tekne gezilerimi zde de böyle skeçler hazır
lardık vakit geçsin diye.
1 68
çok çekingen ve alçak gönüll üydü . Anadolu çocuk
larına has safiyetini, uzun yıllar büyük şehirlerde
yaşamış olmasına karşın h iç kaybetmemişti. Hoş, il
ginç bir insandı . Kadınların beğendiği bir tipti ama
ilgiye de çok i htiyacı varmış gibi d uruyordu. Ye
meklerde yanıma oturmak için gösterdiği çabadan,
sürekli beni mle meşgul olmasından hoşlanmıştı m .
Fazla alakadan h e r zaman sıkılan ben, nedense bu
adamın üstüme düşmesinden, etrafimda dolanma
sından daralmadım. Aksine, mutluluk d uydum.
Çok uzun zamandan beri yal nızdım. Hayatımda
sadece çocuklarım ve hastalarım vard ı . Fakat dost
larım o kadar çoktular ve o kadar değerliydiler ki,
belki de o yüzden, bir sevgi liye hiç ihtiyaç hisset
memişti m . Ya da gündelik koşuşturmam içinde,
aşka zaman yoktu.
1 69
geniş, ayrıcalıklı insanlar olarak düşünürdü m . Sa
natçı olmasına rağmen, Cevdet de benim gibi, yap
tığı işin yükü içinde kaybolmuştu, kırık bir insandı.
H üzünle bakan gözleri vardı. Yüreğimde müthiş
bir şefkat duydum ona karşı .
İstanbul'a döndükten sonra da görüşmeye de
vam ettik.
Ben bu sayede fark ettim ki nicedir kendimi iş
l erime kaptırmış, u z u n süredir alışverişe çıkmamış,
üstüme başıma yıllardır yeni bir şey almamışım .
B ir erkeğin benimle ısrarla ilgileniyor olması, saçı
ma başıma özen göstermeme, dükkanların vitrin
lerine yapışmama, birkaç giysi , b i r çizme almama
vesile oldu . Hayatıma bir heyecan gelmişti . Hey
keltıraş sevgilimin B ebek'de, postanenin sırası nda,
arka odaların ı atölye, ön tarafını yaşam alanı olarak
kullandığı bir evi vardı . Evin önünde bir sucuk
fabrikası için yaptığı kocaman bir i nek heykeli du
ruyordu. Arka bahçesi ndeyse fiberglass'dan bir
tekne yapıyordu . AKM'deki birbirine sarı l mış ba
lerinleri de o yapmıştı. Yapıtlarını görd üğüm za
man yeteneğine hayran olmuştu m . Gerçekten çok
iyi bir heykeltıraştı. Hastalarım nasıl benim hayatı
m ı n en kıymetlileriyseler, alçı, mermer, yontu ve
e l leriyle şekil verdiği yapıtları da onun kıymetlile
riydi. Ben i nsanda can kurtarmaya baş koymuş
tum, o maddeye ru h kazandırmaya. Hayatlarını
can ve ruh üstüne kuran iki kişi nin birlikteliği yü
rür diye düşündüm.
1 70
Yeni bir dönem başlamıştı hayatımda. Tekne
yolculuğundan döndüğümden beri, artık işten çık
tıktan sonra, eve gidip kitaplarıma, dosyalarıma gö
müleceğime, Cevdet'le akşam yemeklerine çıkıyor
dum. Tanışalı uzun zaman geçmemişti ama Cevdet
bana sahiden sırılsıklam aşıktı. Bana düşkünlüğü,
hayranlığı gururumu okşuyordu . Ona duyduğum
yakınlığı tetikleyen çok önemli bir şey daha vardı;
o sırada okulunda sorunlar yaşayan ve giderek içi
ne kapanan Çağlayan'la çok iyi anlaşmıştı. Cev
det'in dostluğu oğlumda bir terapi etkisi yapmıştı
adeta. Ona, yeteneğini geliştirmek için önüne · bir
kapı açmış, Çağlayan 'la benim konuşmadığım bir
dilde iletişim kurmuştu. Onun atölyesindeki mal
zemeyle, kendini ifade olanağı bulmuştu çocuk.
Çınar'ın, Cevdet'i Çağlayan kadar yakından tanı
maya fırsatı olmamıştı ama onun da bu yeni i lişki
me hiçbir itirazı yoktu. Mutluydum . Nihayet, işim
le özel hayatım arasında sağlıklı bir denge kurmaya
başladığımı düşünüyordum ki, Cevdet, bir adım
daha attı, bir akşam beni evime bırakırken kapının
önünde bana evlenme teklif etti.
171
me girince Bebek'e geri dönüyordu. Elbette o sa
atlerde vasıta bulmak kolay olmuyordu. Ben önce
leri, onun bu zahmetten kurtulmak için böyle bir
teklifte bulunduğu n u düşündüm.
"Ben daha önce taa B ahçelievler'de oturuyor
d u m . Şişli 'ye taşınmamış olsaydım, yıldırım nikahı
m ı kıyacaktık?" diye dalga geçti m.
Cevdet böyle düşündüğü m için bana çok gü
cendi. Teklifinde ciddiydi. I srarlıydı. Teklifini ka
bul etmezsem , incinecekti . İ lişki mizi hırpalamak is
temediğim için evlenme işini ciddiyetle düşünme
ye söz verdim.
Tek başına yaşamak hoş old uğu kadar zordu da.
Bir evin hem erkeği hem kadını olmak, bir hasta
nenin aynı anda doktoru , hemşiresi ve hademesi
olmaktan daha zordu . Oğullarımla anne olarak
hatta bir arkadaş gibi de iletişim kurabiliyordum
ama delikanlı çocuklarımın baba ihtiyacını karşıla
yamıyordum. Evin kırılan, bozulan ıvır zıvırını ta
mir edemiyor, tamire gelen ustalarla başa çıkamı
yordum. Arabamı n çalındığı akşam, kendimi kana
dı kırık kuş gibi çok çaresiz h issetmiştim. Fakat be
ni gerçekten rahatsız eden, içi mde giderek büyü
yen boşluğun farkına varmamdı . Tuhaf bir boşluk
tu bu. Bir gün hasta olursam ne yaparı m ? Bana kim
bakar? Çocuklarımla kim ilgilenir? Ben ömrümün
sonu na kadar tek başına mı yaşayacağım? Çocukla
rı m bir on yıl içinde çekip gittiklerinde, yapayalnız
m ı kalacağım ? Bütün bu sorular üst üste biniyor,
1 72
derin bir kuyuya düşer gibi yüreğim e düşüyorlard ı .
Hastane yeni kurula_n dernek v e e v üçgenimde,
M urat 1 24'ümle dolaşıp durmaktan bıkmaya baş
lamıştım. Sanırım, hayatı biriyle paylaşmanın za
manı gel mişti !
1 73
bıraktım. Sepetten patatesleri aldım , yıkadım soy
maya başladım . Akşama Çınar, hafta sonunu geçir
mek için okuldan eve çıkacaktı . Çocuklarıma en
sevdikleri yemek olan köfte ve kızarmış patates zi
yafeti çekecek ve kararımı açıklayacaktım . Bakalım
ne diyeceklerdi? Onların onayını alabilirsem, baş
kaları ne söylerse söylesin, dinlemeyecektim . Bu,
benim hayatımdı çünkü! Ara sıra da kendim için
yaşamak hakkımdı beni m . Hatalar yapsam bile!
1 74
"Kimi istiyorsan getire bilirsin. Yeter ki bana bir
gün önceden haber ver, hazırlığımı ona göre yapa
yım . "
" Leyla Abla, evini bize açman kafi değil mi? Ye
mekleri ben hazırlarım."
"Sen sabahtan akşama kadar çalışan bir doktor
sun. Yemek yapmaya vaktin mi var? Düşünme bile!
Ben yeni damadımızın sevdiği gibi bir rakı sofrası
hazırlayacağım hepimize."
" O halde müsaade edin, b e n de yeni öğrendi
ğim rizottoyu pişireyim, ana yemek olarak. Zaten
son dakika pişmesi gerekiyor. Biraz erken gel i r ya
parı m . Malzemesini de ben getireceği m ," dedim.
"Yeni gel i n olarak marifetini göstermek senin
hakkın," dedi Leyla Abla.
175
" B u Gökşin adını duymuşluğum var, arkadaşını
tanıyorum sanki, adı hiç yabancı gel miyor," dedi
Cevdet, "bir yerde çalışıyor mu?"
"Yapı Endüstri Merkezi'nin müdiresidir."
"Hah, tamam işte ! Bir iş dolayısıyla bir toplan
tıda tanıştık. Adı Ayşe, Fatma olsa hatırlayamazdı m
ama Gökşin pek duyulan bir isim deği l , onun için
akl ı mda kalmış."
" Daha önce tanışmış olmanıza sevindim," de
d i m , "benim e n eski arkadaşlarımdan biridir, çok
yakınımdır."
Tam o sırada kapı çaldı . " Bak, bu gelen Gök
şin'dir işte ! "
Cevdet kapıyı açmaya koştu. B e n altı tutmasın
diye sürekli çevirdiğim pirincin başından ayrılamı
yordum. Kulağı ma kapı önündeki kon uşmalar çalı
nıyordu. Gökşin'in Cevdet'i kapıda görünce, "Aa
a, siz de mi buradasınız bu akşam?" diye soran se
sini, Cevdet'in, " Leyla Ablaaa, bakın Gökşin Ha
nım geld i ! " diye seslenişini duydu m . Sonra, "Aaa
siz tanışıyor musu nuz Cevdet'l e ? " diyen Leyla Ab
la'nın ve "Evet, bir i ki kere iş toplantılarında birl ik
te bulunduk," diyen Gökşin'in sesini ve yine Leyla
Abla'nın, "Ah Gökşin 'ciğim, darısı senin de başına
inşallah, hem de tez vakitte. Bak bu akşam Tür
kan' ı nişanlıyoruz, Cevdet'le. Ani bir aşk h ikayesi !
Cevdet nereye gittin yahu?" deyişini, sonra yine
Gökşin'in "Özden, neler oluyor kuzum? Ne nişanı
bu? Şaka mı yaptı Tü rkan bana?" diyen şaşkın sesi-
1 76
ni duydum .Ve sonra Özden, "Bırak Allah aşkı na ! "
dedi.
Gerisini d uymamak için m utfak kapısını kapat
tım . Kimseyi karıştırtmayacaktım kararıma. Kim
sey i !
Cevdet rakı bardağın ı yeniden doldurmuş, çok
tan m utfağa geri dönmüştü . Rizottoya dökmek
için ucuz şarap şişesini açmaya çalışıyordu, farkında
bile değildi benim kapı önündekilere kulak misafi
ri olduğumun.
" Evet, oymuş! Yani daha önce tanıştığım kişi
senin Gökşin'inmiş," dedi.
"Şaşırdı m ı seni görünce? "
" Biraz ama o n u esas şaşırtacak haberi almadı
henüz."
Pirinci karıştırmaya devam ederken içimden,
"sen öyle zannet ! " diye geçirdim .
1 77
Benden ses çıkmayınca, "Biz Türkan'la nişan
landık," diye ilave etti .
" İ kinizi de tebrik ederim . Hayırlısı olsun," dedi
Gökşin, buz gibi bir sesle.
"Sevinmediniz mi?"
"Şaşırdım Cevdet Bey," dedi Gökşin, "bunu
Türkan'dan duymak isterdim, belki biraz da gü
cendim bu yüzden. Yoksa sevinmez olur muyu m ! "
"Çok ani b i r karar oldu bizimki," dedim .
"Ben çıkayım d a siz rahat rahat konuşun aranız
da," dedi Cevdet.
Cevdet çıkınca, "Neden benden sakladın, Tür
kan? " diye sordu Gökşin, "ilk benim duymam ge
rekmez miydi?"
"Daha kardeşlerime bile söylemiş değilim. Bu
akşam açıklayacaktık işte . "
"Ne zaman taktınız siz b u nişanı?"
"Nişan filan takmadık. Yan i nişan takmakla
yüzük kastediyorsan, yok öyle bir şey. Genç kız
m ıyım ben Allah aşkına Gökşi n ! Lafın gelişi öyle
söylüyor, evlenm e kararımıza nişan diyor Cev
det . "
"Annene n e zaman söyleyeceksin?"
"Yarın birlikte ziyarete gideceğiz annemi. O za-
man öğrenecek."
"Bir 'oldu bitti' yapıyorsun yani ! "
" İ zin alacak yaşı geçmedim mi sence? "
"Çocuklar biliyor m u ? Onlar n e diyor?"
1 78
" Elbette biliyorlar. Özellikle Çağlayan, çok
memnun! İyi anlaştı Cevdet'le. Bebek'te arka tarafi
heykel atölyesi olan bir evde yaşayacağı için çok he
yecanlı. Çınar zaten yatılı okulda, hafta sonları da
ara sıra babasına çıkıyor, biliyorsun. Onun hayatın
da pek değişen bir şey olmayacak."
" Bebek'de mi oturacaksınız?"
"Cevdet'in oturduğu evin ön tarafi oturma ve
yemek odası, arka tarafı atölye ve yatak odası ola
rak bölünüyor. Onun atölyesini ve işlerini başka
yere taşımak m ümkün değil zaten. Bir zaman böy
le idare edeceğiz. Ben de böylece kiradan kurtul
muş oluyorum , elim rahatlıyor."
"Allahtan parayla olan ilişkini biliyorum da, elin
rahatlıyor diye evlenmeye kalkmadığından eminim,
hiç olmazsa ! "
"Aşık oldu m Gökşin. "
" Ben bilirim senin aşklarını . . . "
"Ayyy ," diye bir çığlık attım birden, "baksana,
beni lafa tuttun, yaktım yemeği. H ay Allah! "
Cızırdıyan tencereden dumanlar yükseliyordu .
"Dur! Dur! Sakın karıştırma, dibi tutan yemek
karıştırılmaz, bana bırak," dedi Gökşin, tahta kaşı
ğı elimden alırken.
"Ne pişmez rizottoymuş bu," diyen Özden'le,
diğer arkadaşlar mutfağa doluştular.
"Yaktım galiba," dedim suçlu suçlu.
" Boş ver! Sana yemek yaptıranda kabahat, ma
lum, aşıkların aklı bir karış havada olur. Bırak rizot-
1 79
toyu da, gel aramıza katıl," dedi Leyla Abla. Bana
bu yaşı mda, aşık kız rolü biçmelerinden basbayağı
u tanıyor, rahatsız oluyordum.
Cevdet, "Senin ellerin daha önemli işlere lazım,
güzelim," diye mutfak kapısında bitince, "İşte bu
kadar! Nişan lı nı m utfaktan çıkar, balkona götür,
bir bardak da şarap ver ona," dedi Leyla Abla. Cev
det kolunu omzuma attı, dışarı yürüdüm . Çok fe
na bir rol sayıl mazdı ihti mam gören, aşık olunan
bir kadını oynamak. Bana çok yabancıydı, acemi
siydim ama yavaş yavaş buna da alışacaktım herhal
de. Yeni rolüm ü n ilelebet değilse bile daha seneler
ce süreceğini zannediyordum.
1 80
Şimdi ilk defa bana sevgisi yüreğinden taşan, göz
lerinden fışkıran . . . "
Sözlerimi bitirtmiyor Gökşin, " Onunki sırılsık
bm aşk olabilir, seninkiyse her zamanki gibi, aşık
olunmaya aşık olma hali ! "
"Varsın öyle olsun . Hayatıma bir erkeğin gir
mesinin zamanı gelmişti . "
" Keşke bir doktor olaydı, daha i y i anlaşma şan
sınız . . . "
181
lında, Ali'yle karşılaştığımızda ben de düşmüştüm
aynı hayal kırıklığına. Bana pek çok sefer, "Benim
le evleneydin, şimdi boşanıyor olmazdın," diye ya
zan adam, ben serbest kalınca, "benimle evlenir
misi n ? " demedi hiç. Ya, yine reddedilmekten kork
tuğu ya da hayatı bu kadar dolu bir kadınla baş
edemeyeceğini bildiği için. Belki de, eşine ve aile
sine gerçekten çok bağlı olduğu içi n !
"Kısacası, Ali'den bana hayır yok, arkadaşım! "
" İçimden bir ses, yine d e acele etmemeni söylü
yor, Türkan'cığım . "
"Zaman hızla akıyor Gökşin. Yalnız başıma yaş
lanmaktayım ."
" Ben de öyle deği l miyim?"
"Senin dertleriyle boğuştuğun hastaların , so
runlarıyla baş edemediğin çocukların yok, sana hep
destek olan bir annen var. Benim de bir desteğe ih
tiyacım var, sevgili kardeşim . Bak, Çağlayan ne ka
dar iyi anlaştı Cevdet'le. Onu tanıdığından beri
bambaşka bir çocuk oldu. Cevdet'in evine geçip
atölyesinde çalışmak için can atıyor. Az şey mi bu?"
"Çağlayan'ın uğruna yanlış bir adım atma da! "
"Yanlış yaptımsa, geri adım atmasını d a bilirim,
üzülme sen! "
" Benden söylemesi. İçimde kalmasın dedim
ama madem sen kararını verdin, inşallah çok ama
çok mutlu olursun canı m . "
"Olacağım . Söz ! "
"Nikahında n e giymeyi düşünüyorsun ? "
1 82
"Beyaz tayyörüm ü . "
"Şapka?"
"Daha neler ! "
"Olur m u ama! Sen gelinsi n ! "
"Merak etme şık olacağım makyaj bile yapaca
"
ı ın , dedim, "değiştiğimin farkında değil misin?
nu adam bana iyi geldi . "
Biraz daha çene çalıp kapatmıştık telefonu .
Gökşin'in benim için çok endişelendiğini biliyor
dum. Ama ben end işelenecek bir durum göremi
yordum. Uzun zamandan beri ilk kez hayatımda
benden hiç talebi olmayan, gözlerimin içine bakan
biri vardı ve doktor olmaması, aman ne kadar da
iyiydi ! Akşamları eve döndüğümde benden daha
orgun, dolayısıyla daha gergin birini deği l , be
nimle romantik duygu ları paylaşacak, doğanın için
de kaybolmaya hazır, duyarlı , hassas, doğal bir
ıdam bulacaktım . Bir sanatçı! Bir heykeltıraş! O,
beni ölesiye sevmeye hazırdı. Ben sevil meye inanıl
maz açtım. Güzel sözler duymaya, sevgiyle doku
nulmaya, hayran olunmaya, takdir edil meye ne ka
dar çok ihtiyacım varmış meğer! Çocuklarıma, kar
deşlerime, anneme, hastalarıma, hocalarıma, birlik
te çalıştığım meslektaşlarıma, hemşirelere, hatta
hademelere sevgi vermekten bitkin düşmüştüm.
Biri leri de beni sevsin , el üstünde tutsun, şımartsın
istiyordum. Çok istiyordum bunu çünkü yalnız
dım. Onca değerli arkadaşımın, yüzlerce hastamın
ve sevgili çocuklarımın varlığına rağmen çok ama
1 83
çok. yal11 1 zd ı m . Telefon u kapattık.tan sonra, " Gök.
şi n , ne o l u r a n l a beni," diye birkaç kere tekrarl ad ı
ğı m ı şu anda bile a111 msıyoru m . B i r çılgı n l ı k yaptı
ğ ı m ı n ben de farkındayım ama öte yanda, hayatım
boyu nca h i ç b i r ç ı l gı nl ı k yapmamış olmanın daya -
111 l maz ağı rlığı altında da ezil iyord u m ! İ şte bana bir
fi rsat çıkmıştı , ç ı l gı n l ı k nasıl olurmuş denemek i çi n .
Denedi m v e öğre n d i m !
1 84
yapacak hippileri de bir başka eve yerleştiriyor, köy
meydanındaki çay bahçesini de dershane olarak
kullanıyord u . İ ngiliz gençler, Türk gençlerle, sü
rekli İngilizce konuşuyor, birlikte top oynuyor, de
nize giriyor, şarkı söylüyor, dans ediyor, müzik ya
pıyorlardı . Tam benim çocuklara göre bir yerdi.
Ama önce gidip görmemiz gerekiyord u . Arabamı
za doluşup Kastamon u'nun Aban�ı ilçesi ne gittik.
Sınıfin topl andığı çay bahçesine vardığımızda, gör
düğüm manzara o kadar sevi mliyd i ki, ben bile ba
layından vazgeçip orada kalmayı tercih edebilir
dim. Güle oynaya İ ngili zce öğrenen gençlerin etra
fında halka olmuş yerli halk da, onlarla birlikte dil
öğren meye çalışıyordu . Limasollu Naci, öğrencile
rini Aslanlar, Kaplanlar gibi isi mler taktığı gruplara
ayırıyor, gruplar her konuda kendi aralarında yarı
şıyordu. Öğrenmenin eğlenceye dönüşmüş haliydi
bu. Çağlayan'la Çınar, onlar için hazırladığım sırt
çantalarını kaptıkları gibi , rengarenk giysi li, uwn
saçlı, kızlı erkekli kalabalığa doğru koştu lar ve sanı
rım hayatlarının en güzel tati lini yaptılar.
1 85
Bir akşam Çağlayan, Bakırköy'de otururken
edindiği mahalle arkadaşlarını görmek için, eski
semtine gitti . Akşam yemeğini arkadaşlarıyla birlik
te yiyip dönecekti . Biz evde yemeğimizi yedik,
Cevdet atölyesinde çalıştı , ben dosyalarıniı ve yeni
yayınları i nceled i m . Saat on bir oldu Çağlayan yok.
On i ki oldu, yok! Bir oldu, yok! İ ki oldu yok!
" Cevdet, bu oğlanın başına bir şey geldi gali
ba," dedim.
" Erkek annesi mangal gönüllü olmalı," dedi
kocam, " Çağlayan artık bir delikanlı . Arkadaşlarıy
la eğleniyordur."
" B u saate kadar eğlence olur mu?"
"Olur, olur! "
" Polisi arasak mı? Bir kaza olmuş ol masın ? "
" Biraz daha bekleyelim d e polise rezil olmaya-
lım," dedi Cevdet.
Saat üç oldu. Ben evde bir o pencereye bir bu
pencereye saldı rıyoru m. Polisi veya babasını ara
mak istiyoru m, Cevdet mani ol uyor. Üç buçukta,
Bakırköy civarındaki hastaneleri arayıp bir kaza
olup olmadığını sormaya başladı m . Hayır, benim
oğlumun adını taşıyan bir yaralı ya da öl ü yoktu!
"Cevdet, belki hırsızlar bunun cüzdanını , kim
l iğini çalıp, bıçaklad ılar," diyoru m, "bir yerde yara
l ı yatıyor olabilir m i ? "
Cevdet beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama
onun da giderek endişelen meye başladığının far
kındaydım. Yatak odasına gidip giyindim. Birlikte
1 86
karakola gideceğiz, orada öğrenmeye çalışacağız,
bir vaka olup olmadığını . Tam kapıdan çıkmak
üzereydik, telefon çaldı. Benim rengim uçtu, tele
fona gidemiyorum. Cevdet ahizeyi kaldırdı, biraz
dinledi, telefonu, bana uzattı.
Telefondaki ses, Bakırköy Karakolu'ndan arıyor
ve karşısında oturan şüpheli delikanlının oğlum
olup olmadığını öğrenmek istiyordu.
"Yaralı m ı ? " diye sordum, "Bir kaza m ı oldu ? "
"Hayır," dedi, polis.
"Niye karakolda? "
"Sokaklarda serserilik yapıyordu, içeri aldık."
" İ yi," dedim , "otursun orada sabaha kadar, aklı
başına gelsi n . " Çat diye kapattım telefonu .
Güleyim m i ağlayayım m ı bilemiyordum. Elim
ayağım boşalmış, duvarın kenarına çöküp, kalakal
mışım. Mutfaktan bana su getirdi Cevdet. İçti m .
Biraz kendime geld i m .
"Çocuğu karakolda bırakamayız, Türkan," dedi.
"Bırakırız! Çeksin cezası n ı . Bıktım ben bunun
haylazlıklarından . Küçükken de böyleydi bu çocuk.
Nerdeyse gestapo disiplini uygulayan anneme bıra
kırdım yazları, annem Çubuklu'da eski bir yalıda
otururdu. Çaktığı dersleri çalışması içi n , onu bir iki
saatl iğine eve kilitlermiş. Pencereden denize atlayıp
Çubuklu sahil i nde balı k tutmaya gider, annemi gö
rünce Kanlıca'ya doğru kaçardı . Zavallı annem on
ca kilosuyla badi badi peşinden koşard ı , nefes nefe
se . . . Kalsın sa baha kadar, aklı başına gelsi n . "
187
Biraz sonra, Cevdet'le birlikte Bebek'ten kalkıp
Bakırköy Karakolu'na yollanmıştık. Yol boyunca
bende surat bir karıştı. Karakola geldik. Ben hışım
la içeri girdim. Bir de ne göreyim, üç iskemleyi yan
yana koymuş yatak yapmışlar, Çağlayan u zanmış is
kemlelere, uyuyor.
"Ben Doktor Türkan Saylan," dedi m, " uyuyan
gencin annesiyi m . Suçu nedir? "
Polisler yüzüme nedense bakmıyorlardı, büsbü
tün telaşland ı m .
"Sarhoş muydu? Bir kıza sarkıntılık filan mı et
miş?"
"Hayır efendim, yok öyle bir şey."
"Niye karakola aldınız oğlumu, öğrenebilir mi
yim ? "
"Efendim," dedi e n kıdemlileri gibi duran polis
memuru, "aslında gencin pek kabahati yok. B izim
çocuklar şüphelenmişler öyle gecenin geç saatinde
tek başına sallana sallana, evlere baka baka bir aşa
ğı bir yukarı yürüdüğünü görünce . . . "
"Yani bir saldırganlığı filan yok? "
"Yok! "
"Şimdi bana olayı baştan anlatın," dedim, "su
ç u yoksa onu niye karakola aldınız?"
"Efendim, Doktor H anı m, bir yanl ışlık olmuş.
Bizim komiseri üç gün önce bir serseri bacağından
vurdu, haliyle tedirgindi arkadaşlar, sinirleri bo
zuktu . . . "
1 88
" Eed "
" B u sizin oğlan da öyle amaçsız dolaşınca bura
larda . . . B u rada hırsızlık çok olur, malum."
Çağlayan'a duyduğum kızgı nlık giderek polise
kızgınlığa dönüşmeye başladı.
"Siz sokakta yürüyor diye bir genci içeri mi al
dınız? Ben evde neler çektim , biliyor musunuz?"
" Efendim, cebinden bir de sivri uçlu nesne çık
tı . Kapı kilitleri ni açmak için kullanıyor zannetti,
bizim çocuklar."
Masanın ü zerinde Cevdet'in Çağlayan'a verdiği
ufak yontu duruyord u .
" Benim eşim heykeltıraş. Oğlum d a sanatla uğ
raşır. Meslek lisesinde okuyor."
" Evet öyleymiş ."
O sırada Çağlayan kıpırdandı yattığı yerden, tek
gözü n ü açıp baktı, bizi görünce doğruldu. Bir gö
zü kapanmış, belli ki dövmüşler.
"Ulan ben size sorarım bunun hesabını," diye
atıldı Cevdet.
Çağlayan yattığı yerden fırladı, araya girdi,
"Dur Cevdet Abi, bir şey yok, iyiyim ben . "
" Oğlu m suratın haşat olmuş."
" Efendim, bir yanlışlık yapmışız. Sonra anlayın
ca duru m u . . . Anlaştık biz, öyle değil mi delikanlı?"
"Öyle, öyl e ! " dedi Çağlayan.
"Niye sokaklarda aylak aylak yürüyordun? Ne
den evine dönmedin Çağlayan ? " diye sordum.
1 89
"Anne, arkadaşlardan ayrıldı m , onlar evlerine
gittiler, ben otobüs durağına yürüdüm. B i r de bak
tım cebimde para kalmamış."
"Nasıl kalmamış?"
"Otobüse verecek bozuğum yok. Arkadaşların
evlerinin önüne gittim , ışıkları kapalı . Yatmışlar ya
n i . Ben de sabaha kadar dolanırım sokaklarda, sa
bah olunca çocukların birinden yol parası alır, eve
dönerim diye düşündü m . Vakit geçmek bilmiyor
du, bir aşağı bir yukarı yürüyordu m işte, birden
polisler bitti yanımda. Niye buralarda dolandığımı .
sordular. Anlattım ama inanmadıl ar ."
" De likanlının saçları uz un , ayaklarında spor
ayakkabılar :vardı, yanıldık işte Doktor Hanım,"
dedi polis, "üstüne varsak bir türlü , varmasak bir
türlü. Sonra şüpheliyle ilgilenmedik diye fırça yiyo
ruz, sicile geçiyor. İşi sıkı tutalım dedikti . . . "
" Kalk bakalım Çağlayan," dedim, "toparlan eve
dönelim şimdi . Yarın avukatım gelir, sorar hesabı
nı."
Kurumla çıktım karakoldan. Cevdet çıkarken
işaret parmağını polis memuruna doğru salladı,
hiçbir şey söylemeden. Çağlayan polislere elleriyle
çaresizim der gibi bir işaret yaptı. Çıktık . Çağlayan
hafifçe topallıyor.
"Dayak mı yedi n?" dedim .
"Hayır," dedi. Üstüne gitmedim . Belli ki yediği
dayaktan gururu fena incinmişti. Arabamıza bindik.
B irden üçümüz de kahkahalarla gülmeye başladık.
190
"Sabaha kadar bunlara uyku yok şimdi," dedi
Cevdet.
"Sabah ne olacak?" diye sordu Çağlayan.
" Hiçbir şey," dedim .
Şafak söküyord u . Direksiyona geçtim, gazladım
arabamı Bebek'e doğru. Eve varana kadar güldük.
191
RÜZGAR GİBİ GEÇEN EVLİLİK
�
193
" Etek benim tarzım deği l . Üstelik hastaneye gi
derken de eteklik giyiyorsun hep."
"El bette . Mayoyla hastaneye gidilmiyor."
" Pantolon giyebilirsin," dedi Cevdet. Bir an şa-
ka yaptığını düşündüm.
" Pantoloi1 giydiğim de oluyor."
" Hep pantolon giymelisin . "
"Neden h e p pantolon giyecekmişi m ? "
"Çünkü ben öyl e istiyorum . "
Şaka uzuyord u . Ne söyleyeceğimi bilemeden sı
kıntıyla kıpırdandım .
"Bu e lbiseyi de giyme lütfen , fazla seksi ."
"Benim gençliğimde bile seksi e lbiselerim ol
madı," dedim, "herhalde şaka yapıyorsun ! "
"Hayır, şaka yapmıyorum . Ben kadınımın ba
caklarının görü nmesinden hoşlanmıyoru m. Ben
kıskanç bir erkeğim . "
" Ben yokken evde içki mi içti n ? "
" İçtim b i r şeyler ama bu söylediğimin içkiyle i l
gisi yok ! " dedi Cevdet.
" Keşke içkiyle ilgisi olsaydı. Saçma sapan sarhoş
konuşması der, geçerdim. Gerçekten benim etek
giymem seni rahatsız ediyorsa, burada oldukça de
rin bir sorunumuz var."
"Nedenmiş o?"
"Çü nkü ben etek de giyerim, pantolon da."
" Hatırım için etekten vazgeçebi l i r m isin? Çok
rica etsem?"
"Bu da nereden çıktı şi mdi , birdenbire?"
1 94
"Birdenbire çıkmadı. Ben hep içerledim senın
kısa eteklerine ama sen hiç anlamadın . "
"Yaz gelince de mayoyu mu yasaklayacaksın ba
na Cevdet?" dedi m .
" Daha yaza çok var," ded i .
1 95
ya karar verd i m . Cevdet koru n m aya m uhtaç, ürkek
bi r çocuk gibiyd i . Ona aşırı kıskançlığı nı n ne kadar
saçm a bir şey o l d u ğu n u gösterecek, bana güve n
mesini öğretecekti m . B u n u n i ç i n sabır gerekiyor
d u . Sabır ve zama n !
1 96
göstermeye başlad ı . Oğlum kendi deyimiyle, haya
tında ilk defa onun yaptığı işle ilgilenen, onun di
linden an layan, ona yardımcı olan birini bulmuştu .
Cevdet'in sayesinde ayrılmaya karar verdiği oku
lunda kaldı, hatta resme başladı ve resim dalında
çok da başarı l ı old u . Karşı lığı nda o da Cevdet'in
örü mceğine özveriyle bakıyor, kıymasını vermeyi
ihmal etmiyord u .
Ki mseyle kolayca an laşamayan iki zor insan, bir
birleriyle iyi anlaşmışlardı . Cevdet de oğlumla be
raberken , be nimle olduğundan çok daha h u zu rlu
oluyordu çünkü Çağlayan onun içtiği içki miktarı
na hiç karışmıyord u . Tem bellik etmemesi, aldığı si
parişleri zamanında yetiştirmesi için adamcağızı
benim gibi sı kboğaz etmiyord u . Asl ında onun işle
ri ne burnumu sokmak, bana düşm üyordu ama işi
ni evden yürüttiiğü için, bazı işlerin a\'ansını aldı
ğına şahit oluyord u m . Ne iş olursa olsu n , para alıp
karşı lığını vermemek benim için m ü m kün olamaz
dı . B u nedenle kafası n ı ütüliiyord u m kocamı n . Ne
var ki , öğlene doğru içkiye başlayan ve yatağa gire
ne kadar içen birinin randımanlı çalışması mümkü n
değildi.
1 97
Evlendikten sonra ev hayatı içinde içkisinin azala
cağını boşuna u mut etmişi m . Ona içki konusunda
yardım edecek kurum ve kişilerin olduğunu söyle
d iğimde, öyle bir reaksiyon vermişti ki söylediğime
pişman olmuştum . O bir sanatçıydı sonuçta, içki
içmezse, yaratıcı ruh haline kavuşamıyord u ; beni,
onu rahat bırakmam kon usunda ikna etti. Ama ben
onu, beni rahat bırakması kon usunda bir türlü ik
na edemedim.
1 98
"Ne tersliği güzelim? Sesini duydum, bütün
terslikler bir anda düzeldi ."
"Neden aramamı istedin ? "
"Oraya sağ salim vardığını d uymak içi n . "
"Delisin sen ! " Gülüyorum , "yüreğime i ndiri-
yordun. Kötü bir şey oldu sandı m . "
" Kaçta döneceksin eve ? "
"Daha ofisime şimdi adım attım . G ü n nasıl ge
l işecek bilmiyorum henüz. Belki bir toplantı koyar
lar."
"Saat beşte paydos yap, bir saatin yolda geçse,
altıda evdesin . "
"Söz veremem."
"Birkaç arkadaş çağırdım içkiye . Altıda evde
ol ! "
"Emredersiniz efendi m," diyorum telefonu ka
patırke n .
Elbette önce ciddiye almamıştım kocamın söz
lerini ama o akşam eve sekize doğru döndüğümde,
ciddi olduğunu anlamıştı m, heyhat! Cevdet bana
kurallarını sıralamıştı. Her sabah hastaneye vardı
ğımda telefon edilecek. Akşam yola çıkarken araya
cağı m, çıkışımı bildirmek için . Gün arasında eğer
yerimde yoksam , nerde olduğu mun hesabı verile
cek. Beni aradığında eğer koğuşta dolaşıyorsam ,
yemeğe inmişscm , yerime döndüğümde, endişele
rini gidermek için onu mutlaka aramalıydım. Keş
ke bu istediklerini yapabilmek etek giymekten vaz
geçmek kadar kolay olsaydı; ben aynı anda dört bir
1 99
tarafa koşlışan bir hekimdi m . Ders veriyor, koğuş
dolaşıyor, hasta bakıyor, toplantılara, semi nerlere
katılıyord u m . Bir taraftan da Cüzamla Savaş Der
neği'nin kurulmasıyla u ğraşıyord u m .
Tanrı m, ne yapmıştım b e n ? Yurtdışı konferans
l ara, kongrelere gideceğim vakit ne olacaktı hal i m ?
D ı ş ülkelerde kongrelere katılmazsam, bilgi a l ı ş ve
rişi yapamazdım, yenilikleri takip edemezdim. Ge
ce yarısı telefonlarıyla konsültasyona da çağrılabilir
dim. Benim dalımda sık olan bir şey deği ldi ama
m ümkündü. Bütün bunlar benim mesleğimin ge
rekleriydi. İ ki ay sonra katılacağım lepra kongresi
nin kabusu daha şimdiden çökmüştü ü zerime.
Dertler bu kadarla da bitmiyord u . Benimle evlenir
ken sıfatı mın Doç. Dr. olduğunu, elbette profesör
lüğe giden yolda ilerleyeceğimi bilen ve bunu do
ğal karşılayan adam, nikahı bastıktan sonra, benim
evde kalmamı, sürekli mutfakta yemek pişirmeıni
ister olm uştu . Kabuslu uyku lara yatıp aynı kötü rü
yayı baştan mı görüyord um? Hayatta en son duy
mak istediğim cümle, yine karşı ma çıkmıştı ! Bir ka
dının yeri, evinin mutfağıdır! Giriyordum mutfağa
elimden geleni yapıyord u m . Ama vakti nin çoğunu
hastanede geçiren bir kadııı olarak, yapabildiklerim
sınırl ıydı ve çabuk pişen ızgaraları, kolay yemekleri
tercih ediyord u m . Aynı yemekleri yemekten şika
yet eden kocama karşı suçl uluk duymuyor değil
dim ama dışarıda tertiplenen rakı sofraları nı n hafta
nın üç beş gecesi tekrarlanması , sabah çok erken
200
kalktığım için kabul edebileceğim bir şey değildi.
Ayrıca evde olduğumuz geceler, atölyesinde çalışır
ken çıkardığı gürültü vard ı . Ona çalışmamasını
söyleyemezdim . Gürültüden kaçmak veya çalışmak
için ben başka bir yere gidebilirdim ama nereye?
Evimi kapatmıştım . Bir yıl önce bir arkadaşımla
birlikte Şişli'de açtığım muayenehanemi de kapat
m ıştım. Evliliği yürütmek, iyi niyetime karşın gide
rek daha zorlaşıyor, Çağlayan'la Cevdet'in arasın
daki dostluğun dahi , yuvayı kurtarmaya yetmeye
ceği belli oluyord u . Derdimi, hiç kimseye açı lama
dan tek başıma çekiyord u m . Çocuklara m utsuzlu
ğumu fark ettirmemek için gayret sarf ediyord u m .
Özdcn'le, Gökşin'le, Leyla Abla'yla değil dert
leşmek, onlarla karşılaşmaktan korkar olmuştum .
Anneme uğradığım zaman, beni sorguya çeken kız
kardeşime kaçamak yanıtlar veriyordum ama ben
hiç şikayet etmesem de, etrafim a saçtığım elektrik,
mutlu olmadığımı ele veriyordu , besbelli. Beni se
ven herkesin gözünde bir soru işareti vardı.
20 1
zi de mutlaka akşam yemeğine bekliyorum, bu haf
ta içinde . "
" B i z şimdi çarşamba diyelim de gelemiyorsak
sana haber veririm,'' dedim "ama sakın zahmete
girmesin annen. B e n bilirim, şimdi sofrayı donat
maya kalkar. Bizim için yorul masına katiyen mü
saade etme, olur m u ! "
"Söz, yemekleri ben kendim yapacağı m," dedi
Gökşin .
202
"Ben Türkan'ın özel misafir sofralarını da bili
rim," dedi Cevdet.
Sofraya yerleştik. Bu kötü başlangıçtan sonra,
sohbet bir türlü koyulaşamıyordu . Zaten hangi ko
nuyu açsak, Cevdet ne yapıp edip sözü hep benim
mutfaktaki beceriksizliğime getiriyordu.
"Biliyor musunuz bizim Türkan sadece iki tas
yemek pişirmeyi bilir, bir pilaki bir de makarna!"
" B e n pi l akiye bayılırım yavru m," diyordu
annesi, "pek güzel yapar Türkan'cığım."
"Ama her gün yerseniz bayılmazsımz efendim.
Ne demişler, papaz her gün pilav yeme z ! "
Ben kendimle dalga geçmeye çalışıyordum,
"Omletimle ızgara etimin ü zerine yoktur ama, öy
le değil mi Cevdet?"
"El bette yoktur. Başka bir şey pişiremediğin
için, onları yapa yapa ustası old un ! "
"Eh, ustanı n e linden zehir olsa yenir! " diye be
n i kollamaya çalışıyordu Gökşin.
"Yenmiyor e fendim, yenmiyor! Her öğün
önümde kayış gibi bir et! Çekilmiyor. "
" Eve döndüğümüzde bana bir liste ver, y a da
en iyisi bir saatli maarif takvimi edineyim, orada
günün menüsü ne yazıyorsa, onu pişiririm artık! "
" Pişire bilme n için evinde olman gerekir. Sen
koğuş koğuş gezerken, nasıl pişireceksin takvim
menüleri n i ? "
B e n yüzümde aptal b i r gülümsemeyle, h e r lafı
şakaya vurmaya çalışırken, Gökşin 'le annesinin göz-
203
!eri tabaklarından kalkmıyordu . Cevdet, ipin ucunu
kaçırmıştı . Çabucak boşalan rakı kadehini yeniden
tepeleme dolduruyor, mezeleri teker teker tadıyor,
her birini göklere çıkarıyor, ev sahibelerimize ettiği
i ltifatların arkası gel miyordu. Benim bu alandaki
beceriksizliğimi de sürekli alaya alıyordu. Masanın
altından Gökşin 'i dürtüyordum, kocamın söyledik
lerine aldırmaması için. Allahım diyordum içimden,
bir şey olsa, ışıklar sönüverse mesela ve bu masadan
bir an önce kalksak, hepimiz kurtulsak bu işkence
den . Acaba Cevdet bir daha böyle bir akşam yeme
ğine getirilmemek için mahsus mu böyle davranı
yordu, yoksa gerçekten çok mu sarhoş olmuştu bil
miyordum ama Gökşin'in, hele de anneciğinin ne
kadar rahatsız olduklarının farkındaydım.
Yemek faslı bitince, tabakları taşıma bahanesiyle,
mutfakta bize kahve pişiren Gökşin 'in yanına git
tim . "Sakın benim için üzülme, Gökşin," dedim,
"Cevdet her zaman bu geceki gibi kırıcı değildir. B u
akşam nedense çok içti , n e söylediğini bilmiyor."
"Öyledir herhalde," dedi Gökşin, "yoksa sen
bu adamı niye çekesin ! "
Tatsız geçen yemeğin sonunda, Gökşinlerin ka
pısının önüne park ettiğim arabama bindik eve
doğru yola çıktık. Yan koltukta uyuklayan Cev
det'e, " B u gece bana niye öyle davrandın?" diye
sord u m .
"Müke mmel olmaya çalışmaktan bıkmadın mı
Türkan?" dedi kocam, "sen de her insan gi bi hata-
204
ların, eksikleri n , insani bir yanın olsun istemez mi
sin ? "
" Bana i nsani yanım olmadığını mı ima ediyor
sun? Ev kadınlığının ve aşçılığın hakkını veremiyor
sam , sırf i nsani yanım kuvvetli olduğu için. Kosko
ca profesörlerin bile dokunmaya korktuğu zavallı
lepralılara gönlümü açtım , hayatımı adadım. Beni
eleştirebilirsin ama i nsaniyetime laf etme, şimdi
arabayı d urdurur, atarım seni aşağı ! "
Hiç ses gelmedi kocamdan . Yanıma dönüp bak
tım . Sızmış gitmiş!
205
İ şte tam da o günlerin birinde, İngiltere'deki
Tropikal Hastalıklar H astanesi 'nden bir mektup
geldi . Zarfın ü zerinde, Dr. Jopli ng'in adın ı görün
ce heyecanla açtı m zarfı . D r . Jopling b e n i dört ay
sürecek bir cüzam çalışmasına Londra'ya davet edi
yordu . Mektup elimde kalakaldım. Sevineyim mi,
üzüleyi m mi bilemedim. Bir an mektubu yırtıp at
mayı düşünd ü m . Yapamadım. Mektubu çekmece
me koydu m , varlığını unutmaya çalıştı m . Böyle bir
mektup hiç almamıştım . Jopling beni davet etmi
yord u . Ben bir rüya görmüştüm, hepsi bu! Koğu
ş a viziteye çıktım . H astalarımla i lgilendim. Fakat
ne yaparsam yapayım , çekmecemdeki mektup ak
l ımdan çıkmıyordu .
206
"Yok m u ? "
" Olmadığını s e n de bilirsin . İ çi nde büyüdüğün
evi düşün ! H içbirimiz kavgası, düş kırıklıkları ol
mayan evlerde büyümedik. Hayat böyle ! Huzu r u
yakalamak zor! "
"Yakın arkadaşlarımın hepsi bana aynı soruyu
sorduğuna göre, gülmeyen yüzüm h uzursuzluğu
m u ele veriyor olmalı . "
"Hemen alınma! Hangimizin y ü z ü gülüyor
ki ? "
"Ama b e n daha yeni evliyim . Sorun u n bu kadar
çabuk çıkmaması gerekirdi."
"Sorun içki m i ? "
"İçki olsa üstesinden gelebilirdim, doktorum
ben. Ama kıskançlıkla nasıl başa çıkılır bilemiyo
rum . İlk kez başıma geliyor."
" Kıskançlık mı?" Özden gülmeye başladı .
Utancı mdan yanaklarım kıpkırmızı oldu. Aslın
da bizim yaşlarımıza gelmiş i nsanların ağzına bile
yakışmıyordu kıskançlık sözü . Kıskançlık delikanlı
lık çağlarına, lise haydi bilemediniz ü niversite yılla
rına aittir diye düşünürdüm, zaman içinde, insan
lar olgunlaşır, hamlıkları törpülenir, akıllanırlar,
kıskançlık filan kalmazdı ! Hayatın düşüncelerimde
ki gibi olmadığını tecrübelerle öğreniyordum.
"Cevdet seni kıskanıyor mu?"
" Her anımı kontrol altına almak istiyor. Alama
yınca, bana kabalık ediyor, yoksa ruhen kaba biri
değil. Bana söz geçiremediği için, üstüme başka
207
bahanelerle geliyor, bak ben ne zamandır o istemi
yor diye eteklik giymiyorum, fark etmedin mi?"
" H asta mı bu adam ? "
" Hayı r Özden, o hasta değil a m a böyle giderse,
son unda ben hasta olacağım . Kendine m üthiş bir
güvensizliği var. Onu hoşnut etmek için elimden
geleni yapıyorum . Ama bazı şeyleri yapmam müm
kün deği l . Mesela tam kapıdan çıkarken, bir doktor
arkadaşa rastlıyoru m, yol unun üstüyse, beni şuraya
kadar götürüver, diyor. H ayır, kocam kıskanır mı
d iyeyi m . Elbette alıyorum arabama. Evde, 'Bugün
arabana yine ki m bindi? ' diye sorunca da yalan söy
leyecek halim yok. H ayatım çok zorlaştı. Kimseye
'Türkan bu evliliği de yürütemedi,' dedirtmek iste
miyordum ama bir yerde tükeniyor i nsan ! "
"Sen Atil la'ya bile b u kadar ödün vermemiştin ,
ü steli k o senin çocuklarını n babasıyd ı . Ne yapıyor
sun sen kendine, Allahaşkma ! " dedi Özden, "etra
fin ne diyeceği mi önemli, senin ruh sağlığın m ı ? "
"Cevdet kötü b i r insan değil . Saçmalıklarının
çoğu beni sevmesinden kaynaklanıyor. Ona kendi
ne güven duymasını öğretebil mek lazı m . Belki bu
kadar çok içmesinin nedeni de kendine güveneme
mesidir. Aldığı işlerin altından kalkamıyor, giderek
asabileşiyor. Ben ne yapacağım Özden?"
"Türkan , sen dermatologsun , psikolog değil !
B u arkadaşın kimlik ve alkol sorunu varsa, başvura
cağı adres değişik. Sen yalnızlığını paylaşmak, haya
tına sevinç katmak için mi evlendin yoksa bir alkol
208
bağımlısıyla uğraşmak için m i ? Yüzünde renk, gö
zünde ışık kalmamış! Bence sen iyice bir düşün,"
dedi Özden, "bırak, Türkan bu evliliği de becere
medi, desinler. Ne çıkar? Becerdiğin onca şey var,
'Bayan M ükemmel' olmak zorunda değilsi n ! "
Yüzüme acımasızca bir ayna tutmuştu. Söyledik
lerinin doğru olduğunu biliyordum ama kabu l et
mek istemiyord um. Aslında Özden'le paylaşmak is
tediğim kocamın kötü huyları değil, bugün aldığım
davet mektubuydu. Ama nasıl olmuşsa, birden bo
şalıvermişti m . Konuşur konuşmaz da hemen, içimi
döktüğüme pişman olmuştum . Evinde olup biten
leri etrafına anlatan, kocasının arkasından dedikodu
yapan kadın! Kendimi çalçene mahalle kanları gibi
hissetmeye başladım. Allahım ben ne yaptım yine?
"Niye sustun birden?" diye sordu Özden.
"Anlatılmayacak şeyleri anlattım . Özden kimse
ye söylemeyeceğine söz ver. "
"Türkan, ben senin en yakın arkadaş111 değil m i
y i m ? Ben hayatımın özel lerini h i ç mi paylaşmadım
seninle? Elbette ikimizin arasında kalacak ama sen
böyle kapalı kmu gibi bana bile içini açmazsan,
hasta olu rsun vallahi ! "
" Haklısın ,'' demekle yetindim, Jopling'in mek
tubundan Özden'e hiç bahsetmedi m . Gitmeyecek
olursam, Cevdet'i suçlamasını istemiyordum.
Yemeğimiz bitince, hesabı ödeyip kalktık. Has
taneye kadar yürüdük. Özden bir taksiye binip
kendi hastanesine gitti . Ben düşünceler içinde yü-
209
rümeye devam ettim . Belki de bugün gelen mek
tup benim kurtarıcım olacaktı . Evliliğimi yürütmek
istiyorsam, mektubu u nutmak yerine, kullanmalıy
d ı m . Kocama bu fırsatı kaçırmak istemediğimi açık
kalplilikle anlatmalıydım. İsterse birlikte gidebilir
dik. Bir pansiyonda kalırdık. Belki ona uygun bir
atölye bile bulurduk, heykel çalışmaları için . Dil
bilmemesinin hiç önemi yoktu, sanatın dili evren
seldi, nasılsa.
İçime bir ümit doğdu . Belki her şey rayına otu
racaktı, böylece. Yeni bir ülke, yeni bir şehir, yeni
bir başlangıç! Ürperdim , kimbilir belki de bir so
nun başlangıcı !
210
"Tatsızlık çıkarmayacaksın inşallah ! "
"Tatlı veya tatsız, uzun zamandan beri söylemek
istediklerim var. Erken döneceğim merak etme."
"Hastaneden ayrılırken beni ara . "
Telefonu kapattı m . Boğulma hissi geri geldi.
B l uzumun üst düğmelerini çözdü m . Gidip mus
lukta yüzüme su çarptım. Boğulma hissim geçmi
yor. Camı açıp önünde durdum, derin nefesler al
dım. Evleneli bir yılı geçmiş. Bu iş, bu akşam bit
meli. Yoksa ben biteceğim . Çekmeceden mektubu
çıkardım. B üyüsüne kapılmamak için bir an yırtma
yı bile d üşünmüştüm, iyi ki yırtmamışım . Daveti
kabul etmeye kesin karar verdim. Sadece, dört ay
lık bir bilimsel çalışmaya katılmak adına değil, kişi
liğimi kurtarmak adına! İsterse benimle gelir iste
mezse gelmez. Ama bana mani olamaz! Olmasına
izin vermeyeceği m ! Kopacağı varsa, inceldiği yer
den kopsun ip!
211
ğıramaz, sabahlara kadar yontu yapamaz olmuştu.
İ ç kisine, davranışlarına hatta bazen giyimine bile
karışan biri vard ı . Birliktelikler karşılıklı fedakarlık
lar ve kısıtlamalar gerektiriyordu . O sanatçı, ben
bilim i nsanı kişiliklerimizlc, başaramamıştık aynı
evde huzur içinde yaşamayı . O gece anlaşamadık
ama sabah, ayık kafayla kahvaltı masasında u zun
uzun konuştuk. Evliliği yürütemeyen biz, birbiri
mizi h ırpalamadan ayrılmayı becerebilmeliydik.
Her ikimiz de fazlasıyla mahzunduk ama geri dön
medik. Verdiğim karardan vazgeçme i htimalini or
tadan kaldırmak için , ertesi gün bir kamyon tut
tum, eşyalarımı kardeşlerimin birlikte oturdukları
Şişli'deki apartman dairesine taşıdım. Kamyon ka
pıdan ayrılırken, Cevdet'in, gözlerindeki yaşlara
rağmen, rahat bir nefes aldığına emindim. Sanırım
bu ayrılığa en çok üzülen Çağlayan old u , bir de
Çağlayan'ın kıyma ile beslemeyi hiç i hmal etmedi
ği, tuvaletteki örümcek!
212
dold u , boğazıma bir yumru oturdu. Elimi önce
hemen telefona attı m , Çağlayan'ı aramak için. B u
acıyı biriyle paylaşacaksam, bu kişi o n u gerçekten
seven Çağlayan olmalıydı. Sonra oğl uma kıyama
dım, vazgeçtim. Bir süre başım ellerimin arasında,
öylece oturd u m ve bende değil anıları, fotoğrafları
bile olm ayan, manasız evli liğimi düşündü m , içim
acıyarak. Cevdet'in cenazesini sevgili Güngör Dil
men kaldırdı.
Böylece hayatımda bir sanatçı nın eliyle kah çıl
gın kah hüzünlü renklere boyanmış bir böl üm, ta
mamen kapanmış old u .
213
ve Uygulama Merkezi'ni bu evdeyken kuracak ve
bu kurum u n müdürü olacaktım . İ n giltere derma
tologlarının kulübü olan Doıvling Clu b'ın onur
üyeliğine de yine bu evde yaşarken seçild i m . Aynı
yıl içinde Çağlayan 'la Çınar yüksek öğrenime baş
ladılar.
H er ikisi de lise yıllarında parlak öğrenciler de
ğillerd i . Çınar ağlayıp sızlanarak yatıl ı okuduğu
Kabataş Lisesi'ni bitirmiş, ü niversite sınavlarında
tıp fakültesini kazanmıştı. Başarılı olması için ona
ne hoca tutmuştuk, ne de kursa gitmişti . fakat
okuduğu lise o kadar kuvvetliydi ki, orada edindi
ği bilgilerin sınavı kazanması için yeterli olacağına
inanıyordum. Çağlayan'ın işi daha zordu. Okulu
hiç sevmeyen bir çocuktu . Sık sık okuldan kaçar,
ödev yapmaz, hocalarla başı hep belaya girerdi.
Ona kalsa liseyi dahi bitirmeyecekti ama Cevdet'in
son yılındaki yardı mları, benim ve babasının zoruy
la, hiç sevmeyerek okuduğu meslek lisesini bitir
m iş, Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu 'nun sı
navlarına girmeye hazırlanıyordu. Kazanacağına
dair ü midi yoktu. Bu yüzden morali de bozuktu
biraz. Akademi'de tanıdığım hocalar vardı ama on
lardan oğlum için yardım istemeye yüzüm tutmu
yordu . Oysa bana, "Akademi'de o kadar çok tanı
dığın var, birinden yardım isteyiver, herkes öyle ya
pıyor," demişlerd i .
Kendi yaşamımda, hayatım boyunca ne kimseye
ödün vermiştim ne de torpil kabul etmiştim . Üni-
2 14
versitede okuduğum yıllarda, sınav sorularının pa
ra karşılığı satıldığına dair bir söylenti çıkmıştı. Ba
bam, istersem bana para vereceğini söylemişti de,
hırsımdan deliye dönmüştüm . Asistanlık döne
m imde ise beni en tiksindiren davranış, bazı arka
daşların bazı hocaların kanatları altında hak etme
dikleri yükselişleriydi. Sigorta Hastanesi'nde çalı
şırken de, sendika temsilcilerinin benden birileri
için sahte rapor istemelerine ifrit olurdum . Sendi
kacı dikilirdi karşıma, elinde bir kağıt, " Doktor
Hanım, şu kişi benim adamım, ona yirmi günlük
rapor lazım , " derdi.
"Hasta nerde? " diye sorardım.
Adam yanıtlardı, "Hasta işyerinde ama rapor
gerekiyor. "
" Hastaya söyleyin, gelsin , göreyim . Muayene
etmeden rapor veremem k i! "
"Doktor Hanım, cebinizden m i çıkıyor, verse
niz ne olur?" diye pişkinlik ederdi.
" Kusura bakmayın kardeşim , ben bunu yapa
mam," der, geri çevirirdim her defasında. Sonunda
gelmez olmuşlardı. Beni tanıyanlar, b u konuda ne
kadar titiz olduğumu iyi bilirken, şimdi ben nasıl
gider de kendi çocuğum için yardım isteyebilirdim !
215
dum kendi kendime. İşte o günlerin birinde, Gök
şin aradı, Çağlayan'ın adını bir kağıda yazıp resim
bölümündeki hocalardan birine verdiğini söyledi .
"Ne yaptın Gökşi n ! " dedim, "şimdi o hoca be
nim oğl um için torpil istediğimi zannedecek!"
"Sen deli misin Türkan, ben torpil isteyebilir
miyim hiç! Sadece hakkı yenmesin diye ricada bu
l un dum. Çünkü bilirsin, binlerce öğrencinin dos
yası gelir, torpillilerinki ilk önce değerlendirmeye
alınır, bazılarınınki tamamen gözden kaçar. Ben
sadece Çağlayan ' ı n verdiği kağıd ı n d i kkatle
değerlendirmeye alınmasııu rica ettim , o kadar.
Hoca da bizim gibi doğru dürüst, iyi ahlaklı bir in
san. Üstelik senin soyadınla oğlunun soyadı aynı
değil ki, kim nereden bilecek onun senin oğlun ol
duğunu?"
"Teşekkür ederim . "
"Teşekkü r filan etme. Zaten öyle özel gayret de
sarf etmed i m . Bir akşam yemeğinde tesadüfen yanı
ma düştü, laf lafı açtı, söyleyiverdi m işte . Uzatma!"
216
"Gökşin , Çağlayan'dan telefon bekliyorum, ne
ticeyi bildirecek. Onunla konuşur konuşmaz ara
rım seni. Şimdi kapıyorum, kusura bakma," dedim.
"Dur dur! Kapam a ! " dedi Gökşin, "ben de se
ni bunun için aradı m . O H oca telefon etti, 'Sizin
bana adını verdiğiniz gencin ismi Çağlayan değil
miydi,' diye sord u . Evet, dedim. 'Gökşin Hanım,
çocuğun adı ilginç olduğu için aklımda kalmış. Ni
ye endişe ettiniz ki bu çocuk için? Az evvel kaza
nanların l istesine bakıyordum, Çağlayan başarı sıra
lamasında ikinci olmuş,' demez m i ! "
Kal bim deli gibi çarpmaya başladı . Oğlum ikin
ci olmuş! B aşarmış! İlk, orta, l ise yıllarını ite kaka
okuttuğumuz, hırçınlığından, uyumsuzluğundan
sürekli şikayet aldığımız oğlum, Güzel Sanatlar sı
navında hiç özel ders al madığı, torpil görmediği
halde iki nci olmuş!
Sevincim bir an sonra yerini derin bir üzüntüye
bıraktı . Oğlumdaki yaratıcı cevheri, kendi işimin
peşinde koşmaktan görememiştim . Babasını n sert
tutu mu, azarları olmasaydı, ona anlayışla yaklaşsay
dık, din leseydik, ilkokul birden lise sona kadar, on
iki okuma yılını zehir etmezdik oğlumuza, diye dü
şünd üm. Çağlayan, baban ve ben, biz ne yaptık sa
na, çocuğum? Nasıl göremedik yeteneklerini? Na
sı l seni yanlış yollara yönlendirdik. Tevekkel i değil,
yaratıcılığı güçlü , sanatçı ruhu hassas Cevdet'i bu
kadar sevdin sen ! O seni anl ıyordu çünkü . İ çinde
ki cevheri görüyordu ! Ah Çağlayan, biz sana başka
217
türlü yaklaşaydık ve bu ülkede yeteneği bulup çıka
ran sistemler olabileydi, yıllardır yıldız gibi parlaya
bilirdin , sevgili oğlum.
Odama giren hemşire endişeyle, " Hocam, neyi-
niz var, niye ağlıyorsunuz? " diye sordu.
"Ağlamıyoru m . "
"Gözlerinizden yaşlar akıyor ama ! "
Çağlayan'ın telefonu o anda çaldı, "Anne! An-
ne! Kazandı m ! Kazandı m ! " diye bağırıyordu diğer
uçta. "Biliyorum canım," dedim.
"Nerden biliyorsun?"
" İçime doğdu! "
"Söyle o halde anne, Çınar d a tıbbiyeyi kazana
bilecek m i ? "
"Kazanacak! " dedim, " İ n a n ki kazanacak! Artık
her şey bizim için çok güzel olacak, Çağlayan ! "
218
HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK
;:ıııe;
2 19
tı . Yoksa her şey eski hamam , eski tas devam ede
cekti.
220
dinleyenler bir saat sonra cüzamlıların filmini de iz
lediler ve halkta aniden bir ilgi uyandı. İ nsanlar bir
kaç gün boyunca, Sağlık Bakanl ığı'nı telefon bom
bardı manına tutmuşlar. Arayanların bir kısmı, cü
zamlıların sokaklarda başıboş dolaşıp dolaşmadığı
nı, bazısı ülkede kaç cüzamlı bulunduğunu , diğer
leri bunların tedavisinin nerelerde ve nasıl yapıldı
ğını ve hepsi de cüzamdan korunma yollarını öğ
renmek istiyormuş.
22 1
hcdc nsd acı çekmekle kalmıyor, dışlanıyor, en do
ğal haklarından ediliyor, özel adalarda, özel me
kanl arda tecrit ediliyor, insanlık dışı davranışlara
maruz kalıyorlard ı . Ben de bu duruma hiç olmazsa
kendi ülkemde bir sınırlama getireyim derken, Sağ
lık Bakanlığı ile karşı karşıya gel m iştim .
Çizgimden hiç ödün vermedi m . Onlara H i ndis
tan'da, Güney Amerika'da, Afrika'da kısacası dün
yanın pek çok yerinde cüzam olduğunu, bu gerçe
ğin o ülkeler tarafı ndan kabul edildiğini ama hiçbi
rini n turizminin engellenmediğini söyledim . Ger
çeği açıkça kabul etmezsek, cüzamla m ücadelede
başarılı olamazdık. Cüzamın sonunu, ancak kurul
makta olan Lepra Derneği, Ü niversite ve Bakanlık
e l ele verdiğimiz takdirde, getirebilirdik. Cumhuri
yeti n ilk yıllarında devletin yardımıyla sıtmanın ,
trahomun, frenginin üstesinden gelmemiş miydik?
Neden cüzam için de aynı şeyi yapmıyord uk?
222
toplantılarla para toplamııya ve hep daha çok hasta
ya el uzatmaya çalıştık. O günlerde sokaklarda di
lenen cüzaml ılar vardı. Zabıta bunları toplar, dilen
ciler kampına götürür sonra da il dışına bırakırdı
ama hepsi hemen geri dönerdi . Biz onları tek tek
topluyor, kayıt altına alıyor, tedavilerini yapıyor,
ilerlemiş vakaları hastaneye yatırıyorduk. Hastane
de bazen yataklar yetişmiyor, bir yatağa iki hasta
yatırdığımız oluyord u . Yer sıkıntısı çekiyorduk ama
benim Bakırköy'deki cüzam pavyonlarını henüz
hastaneye çevirme cesaretim yoktu!
223
da vardı, hani öğrencilik yıllarımda kanıma girip bir
türlü aklı mdan çıkmayan hastalar; ara sıra da orada
ki lepra pavyonlarına gidip onların durumlarını
kontrol ediyordum. B i r ilgi alanım daha vardı, öğ
rencilik yıl larımdan beri laboratuvar çalışmasını çok
severdim.
Bir mikroskobu n başına oturmaya göreyim, sa
atlerce kalkamazdım yerimden. Londra'daki stajım
sırasında histopatoloji öğrenmişti m . Osman ve
N evzat hocalarım da, histopatolojiyi vaktiyle aynı
hastanede öğrenmişler ve Çapa'da uygulamaya
koymuşlardı. Nevzat Hoca'dan sonra i hmal edil
meye başlayan bu konuya, Prof. Melih Tahsinoğlu
ile birlikte yeniden el atıp, çalışmaya başlamıştık.
Böylece laboratuvarda çok vakit geçirmeye başla
dım . Artık zamanım tamamen bana aitti ya, canım
ne isterse yapabiliyord u m . Bazı geceler geç vakitle
re kadar mikroskop başında oturuyor, notlar çıka
rıyor, çalışıyordum. İ şte o gü n lerin birinde, dikka
timi biyolojik alandan toplumsal alana çeken bir
olay old u . İşimiz gereği, genelev kadınları ve fuh
uşa karışmış insanlarla sık karşılaşırdık. Bizi en kor
kutan hastalık, frengiydi. İ nsandan insana seks yo
l uyla bulaşan ve penisilin iğneleriyle hemen tedavi
edilmezse kötü neticeler veren bu hastalığı tespit
etmek çok önemliyd i .
2 24
dını muayene ettim. Polisin de tahmin ettiği gibi
frengi mikrobu taşıyordu. Ona tedavisi için gerekli
ilaçları verdikten sonra, kimlerle ilişkide bulundu
ğunu sordum. H içbir sorum a yanıt vermek isteme
di. Hala korkudan tir tir titriyord u . Tek söylediği
çocukları olduğu, onlara bakmak için bu yola d üş
tüğüyd ü. Ben ise tedavi edebilmek amacıyla, hasta
l ığı bulaştırdığı kişilerin peşindeydim. O i nsanları
tedaviye almazsak, onlar hastalığı evlerinde kendi
eşlerine veya diğer i lişkiye girecekleri kişilere bulaş
tıracaklar ve zincir uzamaya devam edecekti.
Kadını sakinleştirip, ona bir çay ikram ettikten
sonra, koyu bir sohbete koyuldum. H ayatın zor
l uklarından, benim de çocuklarım ı yetiştirebilmek
için çok çalışmak zorunda kaldığımdan, fakat ne
mutlu bana ki bir mesleğim olduğu için para ka
zanmak adına fu h uşa başvurmama gerek kalmadı
ğından, çocukları n anaları için ne kadar değerli ol
duklarını bildiğimden, onun yapmakta olduğu işin
nedenini anlayabildiği mden samimiyetle söz etti m .
Yarım saate yakın b i r süre sonra, benim gözlerim
de yaşlar vardı , zavallı kadın ise h ü ngür hüngür ağ
lıyordu. Kadı n kadına sıcak bir i letişim kurmuştuk.
İsterse ona çalışabileceği bir iş bulma vaadinde bi
le bulund u m . Kadının güvenini kazanı nca, bu sefer
ona frengi hastalığı ile ilgili çok basit bilgileri aktar
dım. Hastalık zamanında yakalanırsa birkaç penisi
lin iğnesi ile önlenebiliyordu. Fakat çok bulaşıcı ol
duğu içi n pek çok masum insan , farkına bile var-
225
madan hastalığa yakalanıyor ve tedavinin artık
m ü mkün olamayacağı evrelere geliyorlardı, üstelik
hastalığı başkaları na da bulaştıra bulaştıra. Uğruna
fuhuş yaptığı çocuklarının da bir gün kurban olma
i htimalleri vardı. B ulaştırdığı kişilerin adını verirse,
biz onları gizlice bulacak, tedavilerini yapacaktık.
Kimse adlarını onun verdiğini bilmeyecekti. Bir ke
re daha düşünmez miydi?
O da bir insandı. Üstelik iyi bir insandı. İ lişkide
bulund uğu kişi lerin adlarını verdi, ben de bu isim
leri gereken mercilere bildirdim. Bana gelince, bu
kadıncağıza hakikaten bir iş ayarlamaya çalıştım . İş
lediği dantelleri bul unduğumuz semt pazarında bir
pazarcının satmasını sağladım. Fuhuştan vazgeçti
mi bilmiyorum ama frengi konusunda iyice bilgi
l endiğine ve duyarlılık kazandığına emindim.
Bu olay bana ders oldu. Olaya hep polisiye bo
yutuyla baktığı mız ve insan unsuru n u gözden ka
çırdığımız için, frengi ile m ücadelede başarılı ola
mıyorduk. İnsanlara i nsanca yaklaşamadığımız, in
sanca sorgulayamadığımız için, dört iğneyle tedavi
si mümkün bir hastalığın bulaşma zincirini bir tür
lü kıramıyorduk. Seksenli yılların başındaydık, te
davi ettiğim hastalıkların toplumsal boyutunu ye
rinde öğrenmek ve faydalı olabil mek için, genelev
ler ve fahişelerle ilgili bir çalışma yapmaya karar
verdim.
İyi ki vermişim bu kararı ! Genelevleri i nceleme
ye başlayınca, o güne dek küçümsediğim, ayıpladı-
226
ğım bu çevreyi yani sermayeleri, mamaları, eşcin
selleri ve travestileri yakında� tanıdım. B u insanla
rın acılı dünyasına girince, aslında ne kadar pırıl pı
rıl ve iyi yürekli kişiler olduklarını gördüm. Hepsi,
damgalanmış ve dışlanmış olmanın ağır yükünü ta
şıyorlard ı . Hele de eşcinseller ve travestiler, değer
yargıları oturmamış bir ülkede, yalnızca farklı ol
dukları için, akla hayale gelmeyen eziyetlere duçar
oluyorlard ı . Genelevlerde, sokaklarda, karakollarda
dövülüyor, taciz ediliyorlardı . B i r keresinde Emni
yet'le yaptığımız bir toplantıda, bir resmi görevli,
" Hocam ," demişti, "bunlar toplumun yüz karası.
Hepsinin halktan uzakta, ormanda yaşaması lazı m !
Ne yaparlarsa yapsınlar, defolup gitsinler ! "
B e n bu adama yarım saatten beri , eşcinselliği n
bir yaradılış durumu olduğunu, h e r insanın cinsel
tercih özgürl ü ğüne sahip olması gerektiğini, Avru
pa'da eşcinsellere nasıl davranıldığını anlatmakla
meşguldüm. H içbir şey anlayamamışti, algılayama
mıştı. Bu duruma düşmelerinin gerçeğini görmeye,
gönlünü kapatmıştı . İşte biz de böylece olduğu
muz yerde saymaya mecburduk, ne yazık! Oysa ü l
kemizde bu konuda müthiş trajediler yaşanıyordu .
Genç çocuklar eşcinsel eğilimlerini önceleri ailele
rinden gizlemeye çalışıyorlard ı . Aile fark edince,
konu komşuya, eşe dosta rezil olmamak için, çocu
ğun üzerine gidiyorlard ı . Çocuk evden kaçıyor,
işinden veya okul undan kovuluyordu. Sonunda
toplum tarafından da dışlanarak sokağa düşüyordu.
227
Sokaklar en tehlikeli yerlerdi. Sokaklarda, kendile
rine benzeyen diğerleriyle buluşup, fu huştan başka
hiçbir geçim yol u ol madığı için, bu yola baş koya
rak, polislerden, sokak serserilerinden hatta zaman
zaman kendileriyle birlikte olan zengin adamlardan
da dayak yiyerek, perişan bir hayat sürmeye mah
k(ı m oluyorlardı. Polis, bu sektörün bu kadar çok
ve zengin müşterisi olduğu sürece, fuhuşun önüne
geçemeyeceği ni biliyor ama hırsırn çoğu zaman iki
uçlu değneğin sadece yoksul ve çaresiz urnnda du
ran bu zavallı insanlardan çıkarıyord u .
Keşke aileler eşcinscl eğilimli çocuklarına sev
giyle, anlayışla yaklaşmayı becerebilselerdi. Böyle
olmarnn ah laksızlı ktan değil, yaradılıştan kaynak
l andığını anlayabilselerd i . Doğru yaklaşımı pek az
ailede görmek mümkünd ü . Çocuklarımn bu farklı
lığıyla baş eden, onları kazasız belasız yaşayabilme
leri için yönlendirenler de vardı. Ama aynı olay
kendi ailelerinin dışında yaş;mdığmda, tahammül
gösteremiyorlardı. Oysa gelişmiş ülkelerde, insan
lar bir diğerinin cinsel tercihinin ne olduğuna ka
rışmamayı, zor da olsa öğreniyord u . Bir eşcinsel
ancak cinsiyet değişti rmeye kalkarsa, hekim ler, psi
kologlar ve sosyal hizmet uzmanları devreye giri
yor, o kişiyi bir ekibin kontrolünden geçi riyor, fiz
yolojik ve ruhsal açıdan inceliyor ve gerekirse ame
liyatına izin veriyord u . Ameliyat sonrasında da bu
kişinin yaşamla uyumu bozul masın diye gayret
gösteri liyord u . Psikoterapi görüyor, bir işi varsa,
228
işinin devam etmesi, yakınlarını n ve kendisinin ya
şamında önemli değişikliklerin olmaması için çaba
gösteriliyordu. Böylelikle cinsiyet değiştiren kişi ler
dahi ekonomik ve topl umsal açıdan bir tetaket ya
şamıyor, toplumdan dışlan mıyord u . Bu tür insani
yaklaşımlar, e lbette insanın özüne önem veren top
lumlarda mü mkündü .
Eşcinsel lerin trajedisi, daha düşük ölçüde, fuhuş
sektöründe çalışan kadınlar arasında da yaşanıyor
du. Onları incelemeye alınca, bu sektörün ne kadar
geniş olduğunu görüp, hayretler içinde kaldım.
Genelevler, sektörün içinde küçücük bir noktaydı
sadece.
Meslektaşları mla bu konuda ayrıntılı bir bilim
sel çalışma yapmaya karar verdi k. İ ki hemşirem
den biri yüksek lisans tezini z ü h revi hastalıklar
hastanesinde tedavi görm üş genelev kad ı nları
üzerine yaptı , diğeri serbest çalı şırken yakalanı p
zührevi hastalıklar hastanesine götürülmüş kadı n
lar ü zeri ne.
Bu lgular, sürekli kanayan bir toplumsal yaraya
işaret ediyord u !
Vesikalı olsun y a d a olmasın, fuhuş sektöründe
çalışan kadınların yüzde doksanı aile içinde şiddet
görmüş, tecavüze uğramışlard ı . Öyle büyük acılar
çekmişlerdi ki, insanlara karşı tamiri mümkün ol
mayan güvensi zlikler, kı rı klıklar oluşmuştu ru hla
rı nda. Hepsi de son derece iyi yürekli, duygusal in
sanlardı. Romantik ve yutka yürekliydiler. Ama sü-
229
rekli incindiklerinden, etraflarına bir kabuk örmüş
gibiydiler. Bir kısmı n ı n çocuğu vardı. Çocuklarını
en iyi şekilde yetiştirmek istiyor ama onların yaptık
ları işi bilmelerini istemiyorlardı. Hepsinin en azın
dan çocuklarına dair umutları vardı. Çocukları ol
mayanlar da bir gün beyaz atlı bir prensin gelip on
ları bu hayattan kurtaracağını ümit ederek yaşıyor
lardı. Pek çok erkek onlarla dertleşmeye gidiyordu.
Dertlerini dinliyor, onlara sadece seks işçiliği değil
dert ortaklığı da yapıyorlardı. Her açıdan sömürü
len kadınları mızdı onlar. Eski tapınak fahişeleri gi
bi, sömürülmelerine izin veriyorlardı. Birçoğu din
dardı. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, Ramazan'da
çalışmıyor, sık sık dua ediyorlardı . Ne müthiş bir
çelişkiydi bu!
Hayatın aslında bir çelişkiler yumağı olduğunu,
yaşadıkça öğreniyordum . Cüzamlılardan yola çık
mış, yüreğimi giderek başka nedenlerle de dışlan
mış insanlara açmaya başlamıştım. İ nsanların sade
ce fiziki acılarını deği l , yürek acılarını da dindirmek
için çok çalışmam; daha çok, daha çok çalışmam
gerekiyordu .
Bir taraftan d a biliyordum k i , sadece benim ça
lışmamla hiçbir şeyin düzelebilmesi mümkün de
ğildi ! Ama ben bana düşeni elimden geldiğince
yapmalıydım. Ben etkileyebildiklerimi etkilerdim.
Onlar da başkalarını etkilerdi. Böyle böyle, bir yer
lere varabilirdik. Örneğin fuhuş sektöründe çalışan
i nsanların sigortalanması, her birinin düzenli ola-
230
rak doktorlara bağlanması için mutlaka girişimler
de bulunmalıydım. Her insanın cinsel özgürlüğü
var mıydı? Vardı! Her insan kendi bedeninden so
rumlu muydu? Evet! Ama hiçbir i nsanın kendi be
denindeki hastalığı bir başkasına bulaştırmaya hak
kı yoktu ! O halde, bu sektörde doktor kontrolü
şarttı . Genelevlerin dışında çalışanlar da sigortala
nırlarsa, her istediklerinde ulaşabilecekleri bir dok
tor sağlanırsa, hastalık taşıyıcı olmaları sona ererd i .
Ererdi d e , yetkil i ler böyle düşünmüyorlardı. O hal
de kolları sıvayacaktım . *
231
Aynı yıllarda E lazığ'daki cüzam hastanesiyle de
iİgilenmeye başlamıştı m . Oranın da hali haraptı ve
düzeltilmesi gerekiyord u . Bir dönem, hemen her
ayın bir hafra sonu n u Elazığ'da geçirmiştim . Anka
ra'da da, Ankara Tıp Fakü ltesi 'ne bağlı bir cüzam
merkezi vard ı . Ankara merkezi daha çok istatistik
ler ü zerine çalışıyordu. Biz İstanbulular ise, bütün
ülkede ve ayrıca yurtdışıyla da ilişki l i , u l uslararası
bir çalışma yapmak istiyorduk.
B i r gün, zamanın Sağlık Bakanı 'nın Bakı rköy
H astanesi'ni ziyaret edeceği ni duyduk. Müthiş bir
fırsat ayağı mıza geliyordu. Ben sol uğu, Başhekim
Yıldırı m Aktu na'nın yanında aldı m . Acaba Sayın
Aktu na, Bakan ziyarete geldiğinde, onu Lepra Pav
yonları'nı da gezmeye ikna edebilir miyd i? Aktu
na'nın yüz ifadesini görünce, ümitlenmenin boşa
olacağını anladım. Kös kös servisime döndüm!
Bakanı n ziyaretinin ardından birkaç gün geçti ,
Sağlık Bakanlığı'ndan beni aradılar. O dönemin İs
viçre Büyük Elçisi , bir karşı laşmal arında Bakan'a
benden söz etmiş, bizim bir büyük kuru l uşumuz,
Türkan Saylan'a destek veriyor, siz kendisiyle tanış
tını z mı diye sormuş.
Biz, Cüzamla Savaş Derneği mizi kurup çalış
mal ara başladığımızda, Dü nya Sağlık Örgütü 'nden
tedavi ve ilaç masraflarını karşılayabilmek için yar
dım alıyord uk. Fakat bu hastalığın diğer hastalıkla
ra benzemeyen bir yönü vardı, hastalar topl umun
dışına itil iyorlard ı . Hastalığı tedavi ediyor ama bu
232
itilmişliği tedavi edemiyorduk. Tedavi olan cüzam
lı ları topluma katabil mek için bir sosyal projeye ih
tiyacımız vardı. İ sviçre'de bulunan ve Dünya Yok
sull ukla Mücadele Derneği gibi çalışan, Emmaüs
adlı kuru l uşla temasa geçmiştik. Cüzam hastaları,
bu çok saygın kuru l uşun çalışma ve destek alanına
giriyord u . Onlardan yardım almayı başardık, çünkü
başvu rduğumuzda beş bin kayıtlı hastamız vardı ve
bu rakam, diğer ülkelere göre oldukça düşük bir
rakamdı. Em maüs sosyal projeler konusunda bize
çok yardımcı olmuştu.
Sağlı k B akanı, bu bilgileri İsviçre Büyük Elçi
si'nden duymuş, görüşmek için beni çağırtıyord u .
Bakan, hastaneyi ziyaret ederken onunla görüşme
tirsatı bulamamıştım ama, iyi olacak hastanın
doktor ayağına gel i r misal i , Allah bana derdimi
daha da etraflı anlatmam için m ü thiş bir firsat ya
ratıyordu . H e men Ankara'ya uçtum ve elim boş
dönmedi m ! Bakı rköy Hastanesi 'ndeki Lepra Pav
yon ları 'nın çalışma protokolünü sonunda i m zala
tabilm işti m .
İstanbul'a varınca, doğru hastaneye koştum ve
hemen Çağlayan'ı aradım. "Ankara'da ne oldu bi
liyor musun Çağlayan," dedim, "söylesem inanma
yacaksı n ! "
" Bakırköy'deki cüzamlılarınla ilgili iyi bir şey m i
oldu anne ? " diye sordu, sezgileri güçlü oğl u m .
Evet! Evet! Ni hayet, çok iyi b i r şey olmuştu.
İmzalattığı m protokol sayesi nde bu hastane ilginç
233
bir şekilde siyasetçilerin hiç karışmadığı bir hastane
olarak kalacak, m ucizeler yaratacak, ben de orada
yirmi bir yıl başhekimlik yapacaktım .
2 34
"Hocam," dedim siz her cuma vaaz veriyorsu
n u z , cemaatinize benden dinlediklerinizin ışığında
bir şeyler söyleyin."
"Bize vaaz konuları merkezden verilir."
"Olsu n . Vaaz bitince sohbet havasında da anla
tabilirsiniz. B uraya yepyeni bir anlayış getirmeye ça
lışıyorum. Cüzamlılar da hepimiz gibi, Allah'ın ku
lu. Onlara belki varlıklı birkaç hayırsever yardım eli
uzatmak ister. İyileştikten sonra çalışabilmeleri için,
bazı şeyler öğretebiliriz. Kadınlara dikiş, erkeklere
tamir işleri gibi. Bütün bunlar akçeli işler. Dikiş ma
kinesi de parayla alınıyor, öğretmen de parayla tu -
tuluyor. Yardım eden çıkmasa da, en azından insan
lar bilinçlenir, bunlardan bucak bucak kaçmazlar.
Gelin benimle, koğuşu birlikte dolaşalım. Siz de
görün ne iyi ama ne çaresiz insanlar oldukları nı . "
B i rlikte koğuşa gittik. B e n yatakların arasında
dolaşıyorum, hatırlarını soruyorum , kimine sarılı
yorum, kimini okşuyorum, kimiyle öpüşüyorum.
İmam peşimden geliyor, hastaları başıyla selamla
yarak. H asta turumuz bitti, koğuştan çıktık, hasta
nenin kapısına doğru yürümeye başladık.
"O uzun saçlı kızla, şişman kadını öptünüz,"
dedi İ mam, " hiç korkmadını z mı Doktor Hanım?"
"Hiç korkmadım çünkü bulaşmayacağını bili
yorum . İ şte siz de gördünüz, kendimi niye teh like
ye atayım. Ama müsaade edin size veda etmeden
ellerimi yıkayayım, çünkü sizin içinizde hala bir
şüphe kalmış. "
235
" Estağfurullah," dedi ama lavaboya girip elimi
yıkamama mani olmadı. Kapının ön ünde elini sık
tıın, " Her zaman beklerim," dedim, "komşu sayı
lırız. Bir derdiniz olursa hiç çekinmeden gelin."
İ mam teşekkür edip gitti . Onu etkileyip etkile
mediğimi anlayamamıştım . On gün sonra haber
yollattı, cuma vaazından sonra, istediklerini söyle
yeceğim diye. Gerçekten de İ mam 'ın konuşması
nın ardından çok yardım yağdı hastanemize. Ye
mek getirenler bile oldu. Bizim hastalar da imama
teşekkür için, bir hırka., bir de tığ işi takke örüp
yolladılar.
2 36
ları nda elli yataklı koğuşa yüz kişi doluştukları
olurdu. Yemekleri beğenmez, kend ileri yaparlardı.
Akıl almaz bir çay takıntıları vardı. Her biri çayını
ayrı yapardı. Kahvaltı dışında üç beş kere çay yap
mak yetmiyordu, her an çay içmek istiyorlardı.
Devletin verdiği bütçeyle hastalara kahvaltı dışında
bir kere bile çay vermek zorken, bu hale çareler
aramış, son u nda Çaykur'dan çay bağışı almayı ba
şarmıştık. Zor i nsanlardı cüzamlı lar. Kan davaları,
düşmanlıkl arı bitmezdi . Ki mileri birbirleriyle aynı
koğuşta, aynı odada yatmak istemezlerdi. Araların
d a çatışmalar olduğu gibi kadın -erkek il işkileri de
olurdu, aşklar, sevdalar, kıskançlıklar da yaşanırdı .
Zaman içinde bütün b u düzensizlikleri düzene
sokmayı başardık. Doktor sayısını değil ama hem
şire sayısı nı artırdık. İyileşmiş hastalarımızı yetişti
rip personel olarak kullanmayı akıl etti k. Üniversi
teden bi rkaç elemanımız oldu, Bakan lık bize bir de
müdür tayin edi nce, yönetimi giderek profesyonel
leştirdik. Hastanede atölyeler de kurmaya başladık.
Ayakkabı atölyemizi kurd uk örneği n .
Paul Brand, cüzamlı hastaları n el v e ayak cerra
hi leri kon usunda dünya çapında bir ortopedistti.
Karısı da göz cerrahisinde sayılı bir uzmandı.
Dü nya nın nerdeyse ti.i m lepra u zmanlarını onlar
yetişti rmişlerd i . İ lerlemiş cüzam vakalarında eller
pençeleşir, ayaklar deforme olur. Cüzamlılar nor
mal ayakkabıları giyemezler, onlar için özel ayak
kabılar gerekir. Biz hastane olarak, Ayşe Yüksel
237
h e mşiremizi, B rand çiftinin yanına staja gönder
dik. Afrika'da birlikte çalıştılar. Ayşe, lepra alanın
da, fizyoterapi ve ayakkabı uzmanı olarak geri
döndü, hastanemizde h e m fızyoterapiyi başlattı
h e m de bir ayakkabı atölyesi kurdu. Özel ayakka
bılarımızı üretmeye başladık. Sadece kendi hastala
rımıza değil , yurtdışından gelen hastalara bile
ayakkabılar yaptık. Uzman hemşirelerimize yurtdı
şında burs buluyor, dönüşlerinde özel ünitelerimi
zi kuruyorduk. Gazete ilanıyla ilk hekimimize ka
vuştuk. B i r el cerrahisi profesörü ile anlaşıp hafta
da bir gün bizi ziyaret etmesini sağladık. Daha
sonra da İsviçre lilerin katkısıyla, hastanede bir
m i kro cerrahi ü nitesi kurduk. Ayrıca Göz Kü rsü
sü'nden de bir doktorla anlaşmıştık, haftada bir
h astal arımızı n gözlerini kontrol ettiriyo rduk.
Çünkü bu menhus hastalık gözü de fena vuruyor,
körlüğe neden oluyordu. Zaman içinde, grubu
muza birer psikolog, dahiliyeci ve diş hekimini
katmayı da başardık. Diş hekimleri cüzamlıların
ağızlarına el lerini sokmaktan kaçındıkları için, ken
di diş protez laboratuarımızı da kurmuştuk. Bu
nunla da yetinmedik; Soysal H izmetler Merkezi
mizi kurduk. Beş beceri kli hemşiremize, her hasta
için ayrı bir yol projesi geliştirmesi görevini verdik.
H emşireler, çamaşırhanemizi ve pansumanhane
mizi kurdular, hastalara pansuman yapmayı öğret
tiler. Cüzamda yaraları sık temizlemek gerekti ğin
den, pansuman çok öne mliydi . Eski hastalarımız-
238
dan iki kişiyi pansuman hemşiresi olarak yetiştir
dik. Bu şekilde, hastaları tekrar topluma kazandır
mak m ü mkün oluyordu.
Tüm bu projeleri gerçekleştirebilmek için, pa
ra kazanmamız da gerekiyordu . Lions, Rotary gibi
derneklerin çok yardımını görüyorduk. B ir ara
Beymen bile " Komşunu İ kna Et" adıyla bir kam
panya yapmıştı bizim için . Alman Başkonsolosluğu
ise bize on tane dikiş makinesi vermişti. B u maki
nelerle bir dikiş atölyesi daha kurduk ve iş aramaya
başladık. Hastanelere nevresimler diktik. Sonra bir
iş alanı daha açıldı önümüze . Duyduk ki, sigara fil
trelerinin fazlası atılırmış. Gittik, bu lif lif ayrılan
sentetik malzemeyi bedava alıp getirdik hastaneye,
döktük ortaya, bütün doktorlar, hemşireler, hasta
lar ellerimizle dittik fil treleri, kabartıp yastık yaptık.
Bu yastıklardan çok para kazandık. Kabataş Erkek
Lisesi'nin girişinde bir ikinci el giysi satış yeri kur
duk, uzun süre orada satış yaptık . Sonra vazgeçtik
çünkü akçeli işleri idare etmek zordu.
Hastalar için de bir işletme kurmuş, bu işletme
de çalışanları sigortalamıştık. B azı marifetli hastalar
için, Halk Eğitim'den el sanatları hocası istemiştik.
H astalar el sanatlarını öğrenip, ü retiyorlar, sonra
sergiler açıyorlar, satıştan para kazanıyorlardı.
Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma kursları
açtığımız gibi, okur-yazar olanları İ n gi lizce, bilgi
sayar, dikiş kurslarına gönderiyorduk. Kısacası bi
zim hastanede hastalar hem tedavi görüyorlar, hem
2 39
de çıktıklarında onlara para kazandırabilecek bir
beceri sahibi ol uyorlardı .
H e mşirelerimizin v e çalışanlarımızın küçük ço
cuklarını oyalamak için kurduğumuz kreşte, bir ço
cuk bahçesi de yapmıştık. Bahçe işlerinden anlayan
bir hastamız bahçıvanl ığı üstlenmiş, bahçeyi çiçek
lerle, meyve ağaçlarıyla donatmıştı .
240
tu, son derece iyi şartlarda çalışıyordum bir süreden
beri . Dekanı mız Cemalettin Öner Hoca, nazik ve
iyimser bir insand ı . Dekanlığı sırasında, ondan ma
nevi destek görmek bana çok iyi gel mişti . Yapmak
istediklerimi olumlu karşılamasının, beni dinlemeye
vakit ayırmasının, önerilerimi geliştirmemde çok
katkısı olmuştu . Zaten bizim hastane protokolünü
de fakülte dekanı olarak o imzalamıştı .
1 98 1 yılında bir gün odama geldi, masamın
karşısındaki koltuğa oturdu ve " Dermatoloj i Ana
bilim Dalı Başkanlığı'nı size veriyorum," deyiverdi.
"Aman H ocam, beni onurlandırdınız, çok te
şekkür ederim ama ben çok fazla yerde çalışıyo
rum, hem merkez müdürüyüm, hem hastanenin
başhekimiyi m . Siz de biliyorsunuz, projeler üret
mek zorundayım ve ayrıca bir sürü hastam var.
Bunların hepsi nin altından nasıl kalkarım1 Bu bana
çok fazla gelir," diye itiraz ettim .
Cemalettin H oca, ayağa kalktı , kapı nın yan ına
gidip durdu, "Yaparsınız, yaparsını z ! " dedi, " İ tiraz
kabul etmiyorum , efendi m ! " Fırladı gitti . Arkasın
dan ağzım açık bakakaldım. Beş yıldır yapmakta ol
duklarımın yanı sıra, bir de Anabilim Dalı Başkan
lığı yapacaktı m, bundan böyle.
24 1
ÇIKTIM AÇIK ALINLA
GİRDİGİM HER SAVAŞTAN
�
243
da ölen öğrencilerin cenazeleri sokaklardan geçiri
liyor, öğrenciler bu cenaze yürüyüşlerine katılmaya
m�cbur ediliyor, katılmayanlara zor kullanılıyordu.
Ü niversitelerde ders vermek ve ders görmek, im
kansız hale gel mişti . Artık ne eğitim yapılabiliyor
d u ne de can güvenliği sağlanıyordu.
244
oturan bir arkadaşımıza yemeğe gidiyorduk. Ara
bayı d urdurdular. İçinden u zunca saçlı iki genç
adamın indiğini görünce, uzun uzadıya sorgu sual
ettiler. Kimdik? Ne iş yapıyorduk? Nereye gidiyor
duk? N için evimizde yemek yemiyor, sokaklarda
geziyordu k? Sonra ikna olup, bırakmışlard ı .
B i r başka ammız daha var k i , çok komiktir. Çağ
layan, cep harçlığını çıkarmak için, dayılarının atöl
yesinde gece vardiyasında çalışıyordu . Güneş batuk
tan sonra yollar hele de gençler için hiç tekin olma
dığından, akşamları onu işe ben bırakıyordum. Bir
gece yi ne benim arabayla yola koyulduk, tam Tekel
Fabrikası 'nın yanından dönüp caddeye çıkacağız,
baktım bir polis aracı yanlamasına durmuş, yolu ka
patmış, geçit vermiyor. Hemen geri vitese takıp ge
ri geri gittim , bir sonraki yola sapıp oradan çıkaca
ğım ana caddeye. Sokağa girer girmez sağdan sol
dan, önden, arkadan polis arabaları bizi sardı. Siren
seslerinden kulaklarımız sağır olacak. Arabalardan
firbyan bir sürü silahlı adam tarafından ablukaya
alındık. Bir tanesi koca uzun silahını benim pence
reme, kafama doğrultmuş! Penceremi indirdim, ga
yet sakin, " H ayrola arkadaşlar? Bir kaza filan mı ol
du? Doktora mı ihtiyacınız var?" dedim.
"Niye kaçtınız?"
"Nereye kaçtı k?"
"Geri geri kaçtınız ! "
" Polis bey oğlum, niye kaçayı m , yolu kapatmış
olduğun uzu görünce, diğer yola girmek için geri
245
gittim . İşim gücüm var, bırakın da geçeyim," de
dim. Ama yanı mda oturan kot pantolonlu genç ço
cuğun, bir solcu öğrenci olma ihtimali vardı, onla
rın gözünde. Bu badireyi de atlattıktan sonra, yal
varmıştım Çağlayan'a şu saçlarını kestir, H itler
usulü kafana yapıştırarak tara da, yollarda polis se
ni toplamasın diye. Uzun saçlı, sakallı veya bıyıklı
öğrenci olmak kolay değildi o yıllarda. Sadece üni
versitelerde öğrenci veya hoca olmak değil, sıradan
vatandaş olmak bile kolay değildi artık. Besbelli ki
yen i bir darbeye doğru doludizgin gitmekteydik.
İşte, o günlerin birinde, Çağlayan'la Çınar'ı karşı
ma aldım .
"Çocuklar, çok zor günlerden geçiyoruz," de
dim, "her ikinizin de birer odası var, eğer yurtlar
da sıkıntı çeken, kalacak yeri olmayan, güç durum
da olan arkadaşlarınız varsa, getirin bizimle kalsın
lar, bu zor günlerde, çocuklara bir hayrımız do
kunsu n ! "
246
nar'ı ve arkadaşlarını arabaya dolduru rdum, hep
birlikte Çapa'ya giderdik. Akşamları, yi ne hep bir
likte çarşıya çıkar, alışverişimizi yapar, eve gelir, be
raberce yemeğimizi hazırlardık. Bazen oğlanların
bizim evde kalmayan arkadaşları da katı lırdı yeme
ğe. Bu laşıkları yi ne hep birlikte kaldırırdık. Evi miz
de kalan çocukların kendi çamaşırlarını yıkamaları
ve odalarını temizlemeleri şarttı . Gün olur, ev işle
ri ni bile böl i.işi.i rd i.i k. Arnavutköy'deki evi mize ta
şındığımızda, önceleri kaloriferimiz yoktu . Mut
fakta, kuzineyle ısınan alanda yemeğimizi yer, ki
taplarımızı okur ama buz gibi odalarda yatardık.
B u tür zorluklardan ne ben ne de onlar gocu n ur
d u . Mutlu, kocaman bir aile olm uştuk. Bazen be
nim arabaya haddinden fazla kişiyle biner yine ba
şımıza dert alırdık. Bizim evde en çok Çınar'ın tıb
biyeye giden arkadaşları kalırdı. Bir akşam içleri n
d e n biri askere yolcu edilecekti . Otobi.is terminali
ne ben götürecektim çocuğu, otobi.is de geç saatte
kalkıyor. Oğlanların çoğu yatm ış. Evden çıkarken
gürültüyü duyup uyandılar. Asker yolcu ediyoruz
ya, illa onlar da gelmek istediler. Ama hazı rlanacak
vakit yok. Ki minde pijama pantolonu, üstünde at
let, kiminde şort atlet, doluştular arabaya. Araba
nın arkası tıklım tıkış delikanl ı dol u . Ya111ında Çı
nar oturuyor. Yola düzüldük. Bu sefer terör şüphe
sinden deği l , araba11 1 n doluluğundan, durdu rul
duk. Hepimizi indirdiler. Terlikli, atletli, yarı giyi
nik gençler, teker teker dökülüyorlar arabadan . Di-
247
reksiyonda, doktor olduğunu iddia eden bir kadın !
Polis torpido gözünü açıp elini içeri u zattı ve deh
şetle geri çekti .
"Ne var arda? " diye sordu.
"Hiçbir şey."
"Nasıl hiçbir şey1 Elime dikenli bir şey battı . "
B irden hatırladım, bizim c üzamlılar, bana kü -
çük boncukları, iğnelerle birbirlerine geçirerek, bir
top yapmışlard ı . Ben de onu arabamın aynasına as
mıştım . Ucundaki ip kopunca torpido gözüne koy
muş, orada u nutmuşu m ! Adamın eline topun iğne
leri batınca topu el bombası zannetmişti . Gülmek
ten konuşamıyorum.
" Çocuk orduya teslim olmaya gidiyor, otobü
sünü kaçırırsa, ceza yer, ne olur bırakın," diye yal
varıyoru m . Benim çocuk dediği m, polisin gözünde
koca bir adam . Polisler bazen benimle ne yapacak
larını şaşırırlardı, böyle.
Çağlayan ve Çınar'ın dışında başka çocuklarını
da oldu böylece, her birini çok sevdim. Fakat son
zamanlarda, kendi çocuklarım bu işleri abarttığı mı
söyleyip şikayetçi oldular. Belki de bi raz abartmış
tım . Çocukların kendi arkadaşlarının yanı sıra, bir
lepralının çocuk telci geçirmiş oğlunu okula kolay
ca gidebilsin diye, bir ü niversite öğrencisini sokak
ta kalmasın diye, İ D İ L Projesi kapsam ın da okuttu
ğum dü nya akıllısı Vahap'ın bir yaş büyük ablasın ı
da Vahap sıla hasreti çekmesin diye eve sokunc::ı,
benim oğlanların tepesi atmıştı. Bu kalabalıkta sere
248
serpe uzanacak yer bulamayan Bubu da kızmıştı
bana ama onun Allahtan şikayet dillendirecek dili
yoktu .
B unca erkek çocuğun yanında bir d e kızım ol
du, yetmişli yılların içinde; Ayşe Yüksel ! O benim
sadece hemşi re m değil , tıpkı Sultan gibi, kızım, ar
kadaşım, dert ortağımdı. Ayrıca, ben gittikten son
ra lepralılarımı teslim edeceğim kişiydi. Benden
sonra bayrağı o taşıyacaktı.
Ayşe benim için çok özeldi ama başka hemşire
lerimin de hakkı n ı yememeliyi m . Tülay Çakıner
hemşire vardı, ilk doğu taramasına birlikte çıktığı
mız. M üthiş çalışkan , üretken bir i nsandı, kendini
çok iyi geliştirdi .
Hemşirelere benim büyük saygım vardır. Onlar,
sağlık sisteminin en önemli taşlarından biridir.
Hasta onların eline bırakılır. Hemşire hastayı dev
raldı mı, her şeyiyle ilgilenmek zorundadır. Ateşi,
nabzı, tansiyonu, idrar ve dışkı durumunu doktora
hemşireler bildirir. Benim hiçbir zaman becereme
diğim gibi, bembeyaz çarşafları j ilet gibi dümdüz
ederler. H astanın ilaçlarını içirir, enjeksiyonlarını
yapar, serumunu takar ayrıca bir de hastayla sohbet
ederler. O nlar doktorun emirleri n in uygulayıcısı
deği l , bence sağlık hizmetleri nde, hekimin eşit bir
parçasıdırlar. H ayatım boyu nca, bu düşünceleri
min savaşını verdim, çalıştığım hastanelerde .*
249
1 980 yılının Eyl ül ayında, korktuğum başımıza
geldi, askerler bir darbeyle ülke yönetimine e l koy
dular. Bütün partiler, odalar, dernekler geçici ola
rak kapatıldı. Terör korkusu yerini yeni korkulara
bırakmıştı . Tüm toplumsal ve siyasi yapılanmalar
altüst olmuştu . Terörün odaklarından biri o larak
gösterilen ve saygınlığını kaybeden ü niversite, işte
o günlerde ne yazık ki bence en büyük darbelerden
birini aldı . 1 2 Eyl ül anayasasını yapma görevi, üni
versiteye değil Milli Güvenlik Konseyi 'nin emirle
ri ne uyan bir gru p öğretim üyesi nin sorumluluğu
na bırakıldı. Zaten 27 Mayıs darbesi sırasında,
14 7'ler olayından dolayı üniversitelerde bozulma
başlamış, birçok değerli öğretim üyesinin askere
gammazlanarak görevlerinden atılmasıyla içten içe
bir çürüme yaşanmış, kurum saydamlığını kaybet
mişti. Şimdi bizi daha da zor günlerin beklediği
besbel liydi. N e yazık ki, ü niversite, sivillerin hazır
l adığı anayasanın bize bol geldiği gerekçesiyle, or
tadan kaldırıl masına karşı koymadı, koyamadı . Oy
sa sığ politi kalara karşı tavır alıp söz söylemesi ge
reken en önemli kurumdur ün iversite; aklın, bili
min sözcüsü olmalıdır. Üniversite, akıl ve bilimle
siyasetçi lere yol gösteremezse, yapılan hatalarda
onun da payı olur. •
Ü niversi tenin sus pus olduğu , sistemin tek tip
öğrenci yetiştirmeye başladığı bir dönemde yaşa-
250
maya başladık. Gençlere sadece bir mesleğin teknik
yanları öğretilmeye başlandı ama çağdaş, düşünen,
tartışan , kendini i fade edebilen, onuruna sahip,
eşitlikçi bir insan olabilmeleri için gereken dona
nım verilmedi. Bir mesleğin toplumla bağlantıları,
ülke kalkınmasındaki ve uluslararası ölçütlerdeki
yeri ihmal edildi.
251
ri n nostaljisine i lişkin duyguları mı yazmıştım . Yaz
d ıklarım önce bir sayfa, sonra üç, derken beş, altı,
on sayfa olmuştu. Bir nevi geçmişle hesaplaşmaydı
adeta . Bir süre başucumdaki çekmecede durmuştu
mektup. Atmamıştım . Bir gün hastaneye götür
d ü m mektubu ve postalanacakların arasına koy
d u m . Yanıtı hemen geldi. İnsanların birbirine mek
tup yollamayı un uttuğu bir çağda, ne hoş oluyor
du bir dosttan, halini, ahvalini, düşüncelerini anla
tan bir mektup almak! Elbette gençliğimizde oldu
ğu sıklıkta değil ama yılda birkaç kez yazışıyor, ara
sıra da telefonda konuşuyorduk. Bana gençliğimi,
öğrenciliği mi, baba evimi ve Kandilli'yi hatırlatan
kaya gibi sağlam bir dosttu Ali, zaman içinde u za
ktaki vazgeçilmezim olacaktı .
252
" Çıktım A,cık Alınla Girdiğim Her Savaştan!11
Gerçekten , girdiğim her savaştan açık alınla çık
mış mıydı m ? Geriye doğru düşünmeye başladım!
İki kez vereme yakalanmama rağmen fakültemi
bitirebilmişi m . İhtisasımı yapmışı m . Yürümeyen
evliliğimi cesaretle sona erdirmişim . Zaman içinde
çocuklarımı yanıma almışı m . B ursumu kazanıp İn
giltere'ye gitmişim . Bir yılın her saatinden her
anından istifade etmiş, öğrendiklerimi değerlendir
miş, doçent olmuşum! Çapa'da doçent kadrosuna
geçmişi m ! İ kinci yabancı dilimi m ükem melleştir
mek üzere dört aylığına Fransa'ya gittiğimde, dil
öğrenmekle kalmamış, Lepra çalışmaları da yapmı
şım! Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Cüzam Pavyonları 'nda çalışmaya başlamışı m . Bir
arkadaşımla Şişli 'de ortak m uayenehane açmış yü
rütememiş, çocuklarımla birlikte yine Şişli'de bir
küçük daireye kiraya çıkmışı m ! Taksitle altmış sekiz
bin liraya ilk arabamı almış mıyı m ? Almışı m ! Aldı
ğım gece arabayı evi min önünden çalmışlar ama on
gün sonra da Dolapdere'de bul muşlar, ne gam!
Çocuklar televizyon seyretmek için mahalledeki
evleri dolaşmasın lar diye Aygaz marka televizyon
almışım ama başta Gökşin ve küçük kardeşim Gün
düz olmak ü zere herkes bu televizyon aygazla m ı
çalışıyor d iye alay edince, götürüp Profı lo markay
la değiştirmişi m ! Çocukların her hafta bisiklet kira
lamalarından bıkıp birer de bisiklet almış mıyım
onlara!
253
Efendim , bu arada bir de ü n l ü bir heykeltıraşla
evlenmiş, evli liğim ikinci yılını dolduramadan ama
dost kalarak, birbirimizin gözünü oymadan boşan
mayı da becermişi m ! Cüzamla Savaş Derneği'ni
kurmuş, cüzam taramalarını başlatmışı m . İ ngiltere
Tropikal Hastalıklar Hastanesi'nde Dr. Jopli ng'le
dört ay çalışmış, gelir gel mez öğrendiklerimi uygu
lamaya koyulmuşu m . Bu koşuşturma içinde, tezimi
yazıp, profesör olmuşum. İstanbul Tıp Fakültesi
Dekanı Güngör Ertem'in öncülüğünde kurulan
Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi'ne müdür
olarak atanmışı m . İ ngiltere dermatologlarının ünlü
kulübü Doıvling Club'ın onur üyesi seçilmişi m .
Yetmezmiş gibi, Dermatoloji'nin Anabilim Dalı
Başkanlığı'na atanmışım .
B i r d e arkadaşım var uzaklarda, beni hep kolla
yan , düşünen ve asla gönl ünden çıkartmayan!
Yirmi yılda her savaştan açık alınla çıkmış mı-
yıın ?
Şüphesiz evet!
Aferin bana!
Hayatım boyunca, hiçbir başarımla böbürlen
memiştim o ana kadar. Belki de kibir eksikliğini,
evimde babaannemden başlayarak, diğer büyü kle
rimden ve din hocamdan aldığını terbiyeye borç
luydum. İyi bir M üslüman olmanın en önemli şart
larından birinin alçak gönüllü olmak, böbü rlenme
mek olduğu yüreğime kazınmıştı adeta. Buna rağ
men sen tut, bir gün marş di nlerken , "pktım açık
254
alınla her girdiğim savaştan," diye avaz avaz şarkı
söyle! AJlah'ın gücüne gitti işte ! Anabilim Dalı
Başkanlığı ' nda düş kırıklıkları yaşamaya başladım.
Beni m , üstlendiğim işleri e n iyi şekilde yapabil
mek gibi bir takıntım vardı. Başkanlığa getirildiğim
zaman da, burada neler yapabiliri m diye düşün
müştüm. Böl ü mde herkes çok yorgu ndu, herkes
fazla mesai yaptığından şikayetçiydi . Hasta kuyruk
ları oluşuyor, doktorlar gün sonunda hastaların an
cak yarısına bakabi ldiklerini görüyorlardı dehşetle .
Bakım alamayan hasta bir g ü n son raya sarkıyordu ,
tıpkı ödenmedikçe büyüyen faizler gibi . Durumu
düzeltmek için bir plan yapıp uygulamaya çalıştı m .
Arkadaşlara, ellerine birer kağıt al malarını , yaptık
ları tüm işleri, saat saat bu kağıda dökmelerini söy
ledi m . Maksadım, hastaları randevu ile çağırarak
yığı l maya mani ol maktı . Sonra sabah sekizde asis
tanlar ve hocalarla birlikte bir seminer yaptık. Di
ğer görüşleri öğren d i m . Bir yol haritası çizip uygu
lamaya koyd uk. Sabahları saat dokuzda polikliniği
miz açılacak, randevu ile akşama kadar hasta baka
caktık. Öğlen tatilini kaldırıyorduk. Öğlen saatle
rinde herkes nöbetleşe hasta bakacaktı . Yemeğin i
yiyen, gelip nöbeti devralacaktı. Böylelikle b i r ho
ca ve beş asistan , günde yüz hastaya bakabilecektik.
Kurd uğum sistem bir süre yürüdü . Sonra orta
yaşlı ve yaşlı doktorlar şikayet etmeye başladılar.
Rahatlığa, gevşekliğe alışmışlardı. Disiplinli çalış
mayı kaldıramıyorlardı. Hocaların bu davranışları
255
asistanlara da sirayet ediyord u . Arkamdan, terör es
tiriyor diye söylenenler olmuş. Bunu duyunca
üzüldüm elbette. Ben, Osman Yemni Hoca'dan
alıştığım şekilde özveri gerektiren, dinamik bir ça
l ışma sistemi oluşturmuştum . Benim bildiğim, alış
tığım çalışma temposu ve felsefesi buydu. H astayı
geri göndermemek! Ama arkadaşlarım bu tempoyu
kaldıramamışlard ı . Alıştıkları tarzda anabilim baş
kanlığı yapacak başka doktorlar vardı. Görevi alma
sını bildiğim gibi, bırakmas1111 da bilirdi m . Onlarla
uyumlu bir beraberlik ku ramayınca, başkanlıktan
istifa etmeye karar verdim.
256
mek çok güzel bir duygu ama bunu isteye n ler, ti
caret yapmalı.
Bir başka büyük yazık da zamanı ve emeği doğ
ru değerlendirerek kullanamamaktı . Oysa zaman ve
emek doğru kullanılabilse, ne çok iş yapılabilirdi!
KJiniğimizde, histopatolojiyi kurmuştuk mesela!
Dü nyanın pek çok yerinde yapıldığı gibi, kendi bi
yopsilerimizi kendimiz yapıyor, bünyemizde değer
lendiriyorduk. Ama olmadı, arkadaşlar bu işleri tek
rar patalojiye döndürdüler, laboratuvarımız kapatıl
dı. Oysa orası düzeyli b i r araştırma kaynağı olabilir
di. Ayrıca, bir de Cinsel İ lişkiyle Bulaşan Hastalık
lar Merkezi kurmuştuk. Bu merkezimizde mikrobi
yoloğumuz ve kadın doğumcumuz vardı. Her öğ
le saati nde, hastaların telefonla başvurularım alıyor,
hastaları bilgilendiriyor, gerekirse muayeneye çağı
rıyorduk. Diğer bölümler, bu projemize hiç sıcak
bakmadılar. Bir üroloji hocasının, telefonla cinsel
tedavi olur m uymuş diye bizimle dalga geçmesini
dünmüş gibi hatırlarım. Oysa biz derdini yüz yüze
anlatmaya çekinen , utangaç hastaları bu sistemle,
muayeneye yönlendiriyorduk. Telefonla muayene
olmayacağın ı biz de biliyorduk elbette! Dünyada
bu iş yaygı nlaşırken, bizdeki olumsuz tutumlardan
dolayı önce telefon nöbetlerimiz kalktı, sonra hiz
met eski canl ıl ığını kaybetti ve yitti gitti !
257
ri h izmetini yapmaya hazırlanıyordu . Ben yine oğ
l u m için kimseden torpil isteyemedi m . Kurada
Hakkari'yi çekti, mecburi hizmetini U ludere'de
yaptı Çınar. Bir anne olarak, üzüldüğü m ü , telaş
landığımı itiraf etmeliyim . Ama Doktor Türkan
Saylan olarak, çok sevinmiştim . Çünkü benimle ay
nı branşı seçen oğl um, benim tecrübelerime erken
yaşta sahip olacaktı. Cüzamı yöresinde görecek,
memleketini, en kötü şartları m, yaşayarak tanıya
caktı. Onun orada, o şartlarda geçireceği bir yılın
deneyimini, ona on yıl boyunca hiç durmadan an
latsam , tüm ayrıntılarıyla aktaramazd ı m . Çınar
mecburi hizmeti sırasında, bitlendi, pirelendi, yok
luğun, yoksull uğun ve cehaletin ne olduğunu öğ
rendi. Döndüğünde bambaşka bir Çınar'dı. Sonra
Çınar, evlenerek Almanya'ya yerleşti. Biz Çağla
yan 'la baş başa kaldık ve birlikte yaşamaya devam
etti k. Bu yüzden Çağlayan 'la pek çok anlatmaya
değer komik amm vardır benim.
258
bir şey yoktu, çocuğa gel demişim bir kere . Kalktık
gittik. Tam da korktuğum gibi, Vali bizi makamı
na davet etmez mi! Orada bir terslik olmadı. Fakat
sonra bizi arabalarla Fethiye'ye götürdüler gezme
ye. Vali de yanımızda olduğu için, Fethiye'deki
resmi heyet, bizi karşıl amaya gelmiş. Arabalardan
indik, Çağlayan en sona kalmış. Alayiş sevmediği
için biraz beklemiş olmalı arabada. Biz konı mala
rın arasında yürümeye başladık. O da bize yetişmek
için peşi mizden koşmuş. B irden arkamızda bir va
veyla koptu. Çağlayan, "Bırakın beni yah u ! " diye
bağırıyor. Bir de ne göreyi m, benim saçlı sakallı
oğl umu koru malar terörist diye yakalamış, hırpalı
yorlar. Uzun saçları hayatı boyunca sonın çıkart
mıştı oğl uma.
2 59
AGLASAM SESİMİ
DUYAR MISINIZ?
?lllE
26 1
" Ben de sizi çok seviyorum," dedi Ayşe, kediyi
bırakıp tepsiyi aldı Zeynep'den, dizlerimin dibine
oturdu.
" Bana yemek verme. Aç değili m . "
"Olmaz H ocam . Yarın erkenden dön üyorum
ben . Siz de kemoya gideceksiniz. Birkaç gün hiç
yemek yiyemezsiniz artık. Ne olur benim gözümü
arkada bıraktırmayın, içiverin çorbanızı . "
Yemek vakti değil ama doktorların talimatıyla
bana az ve sık veriyorlar gıdamı. Tepsiyi dizlerime
koydu Ayşe, Sema'yı öptü, karşıma geçip oturdu.
Van'a dön üyor yi ne. 1 00 . Yıl Ü niversitesi Tıp Fa
kültesi, Halk Sağlığı Anabi lim Dalı Başkanı old u.
İ ftihar ediyoru m kızımla ama çok da göreceğim
geliyor.
"Özleyeceği m seni," ded i m .
" B e n de s i z i özleyeceği m, canı m benim," dedi
Ayşe .
" B üyük aşk ! " dedi Sema.
" Hem de nası l ! Ben Hoca 'ya nasıl ve ne zaman
vuruldum, biliyor musun sen ? "
"Tahmin ediyoru m . Seni o n u n servisine verdi-
ler Lepra Hastanesi 'nde . . . "
Sema'nın lafını kesti Ayşe, " Bilemedi n ! "
"Anlat o zaman," dedi Sema.
"Taa l 977 - 78'e gider, Türkan Hoca'yla tanış
mam. Ben, Florcııce Nighti ngale Hemşirelik Yük
sek Okul u'nu yeni bitirmişi m . Halk Sağlığı Anabi
lim Dalı 'nda yüksek lisans programına hazırlanı -
262
yordum, bizi m orada lepra kon usunda bir panel
yaptılardı. Türkan Hoca'yı da konuşmacı olarak
davet etmişler. Adını ve namını duymuştum ama
ilk kez orada gördüm, yanında tedavi olmuş iki
lepralı hastayla geldi. Kırmızı ü zerine siyah puanti
yeli bir döpiyes giymiş, saçları da alev gibi kırmızı,
kısacık. Nasıl güzel, nasıl hoş bir kadın, kimsenin
aklına gelmez lepra gibi bir hastalıkla uğraşacağı.
Çok etkileyici bir konuşma yaptı . Panelin sonunda
ise yanında getirdiği lepralılar bağlama çaldılar,
türkü söylediler."
" Hemen yanına gidip kendini mi tanıştırdın?"
"Hayır, o gün tanışmadık. Aradan epey bir za
man geçti . H al k Sağlığı'nda öğretim üyeliği yapan
M üeyyed Hanım 'la, Türkan H oca, Cüzamla Savaş
Derneği'nde birlikte çalışmışlar. Hoca bir gün te
lefon etmiş Müeyyed Hanım 'a, Lepra Hastanesi
için bir hemşire arıyorum, demiş. M üeyyed H anım
bana, 'Tü rkan H oca, aynen seni tarif etti. Ona adı
nı verdim, l ütfen git kon uş,' dedi. Ben, ' Kusura
bakmayın efendim, kabul edemeyeceğim,' dedim.
Aklımda başka projeler vard ı . Bir süre sonra M üey
yed Hanım yine çağırdı beni , niye işe başlamadığı
mı soruyor. ' Efendim, ben anladım, siz kabul et
mediği mi söyleyemiyorsunuz, müsaade edin Ho
ca'ya ben kendim gidip, hayır, diyeyim, siz de ara
da kalmayın , bitsin bu iş,' dedim. Telefon ettim ,
randevu a l ı p gitti m . Girdiğim oda, Hoca'nın Ça
pa'daki meşhur odası. Pencerelerde yazmalar, du-
263
varda heybeler asılı. Saksılarda sard unyalar, vazoda
karanfiller. Odasında Sultan adında bir hemşire ile
Adil adında bir hademe vardı. Beni onlara tanıttı,
onlar çıkınca, konuşmaya başladık. Ben derdimi
anlatırken, Su ltan Hem�ire 'yle Adi l, çqitli neden
lerle girip çıkıyorlardı odasına, soru soruyorlar, bir
şeyler söylüyorlardı. Onlarla olan i letişi mine şaşırıp
kaldım. Sanki o kişiler hemşire ve hademe deği ller
de onun arkadaşlarıyd ı , öylesine sıcak ve eşit bir ile
tişim içindeydiler. Sultan Hemşire'nin arkasından,
'Sultan benim sadece hemşirem deği l , aynı zaman
da kızımdır, çok değerlidir benim için,' dedi, 'on
suz bu servis, böyle örnek bir servis olamazdı . '
B i r şeye daha dikkat etti m , telefon çalıyor sık
sık, telefonu koskoca profesör, 'Ben Doktor Tür
kan,' diye açıyor. Çok etkilendi m .
'Efendim, size hayır demeye gel miştim ama
vazgeçti m . İ şi kabul ediyorum,' deyiverdim.
' Hemen evet deme,' dedi, 'ben birazdan Lepra
Hastanesi 'ne gideceği m , sen de benimle gel , ora
daki vaziyeti gör. Hoşuna giderse kalı rsın . '
Birlikte çıktık, bej rengi b i r Murat'a bindik. Ben
yanına oturdum. Adi l bir sürü kutu, sargı bezi, alet
edevat yükledi arabaya, arka koltuklar da tepeleme
doldu, bagaj da. Bakı rköy'e, hastaneye geldik. Ge
tirdiğimiz eşyaların bir kısmını kendi yüklendi, ba
zılarını bana verdi. Tabii geldiler yardıma ama o da
taşıyor, hademe gi bi . Hastanedeki odasına girdik.
Gömleğini giydi, 'Şimdi hastaları dolaşacağı m, sen
264
de gel ki , yapacağın işe dair bir fikrin olsun,' dedi .
Peşine takıldım, koğuşa gittik. Yataklar dol u . H as
taların her biriyle el sı kışıyor, hatırlarını soruyor,
kimine sarılıyor, kimini öpüyor. Ben hayretler içi n
d e bu manzarayı seyrediyoru m . Derken beni çok
etkileyen bir şey oldu, H oca, elleri pençeleşmiş,
yüzünün şekli deforme olmuş, kör bir kadının ya
tağının kenarına oturd u, elleriyle yüzünü, kollarını
okşadı , 'Senin bu ipek gibi tenine bayılıyoru m , bi
liyor musun?' dedi. Hastanın yüzü aydınlandı. Ben
dehşetle hastaya baktım ve gördü m ki, o çirkin ka
dın ın cildi nası l olm uşsa, gerçekten pırıl pırı l . Tür
kan Hoca'yı seyrettikçe anladım ki bir sihirli for
mülü var, kiminle ol ursa olsun, önce o kişinin en
iyi tarafin ı görüyor ve o iyi şeye vurgu yapıyor.
Odasına dönmemizi hiç beklemeden, 'Hocam,'
dedim, 'işi görd üm, anladım, kabul ediyoru m. Çok
istiyorum yanı nızda çalışmak ! ' İşte Sema, ben o
gün vuruldum H oca'ya ."
"Abartma Ayşe," dedi m .
"Hiç abartmıyoru m. Sonrası zaten mal u m , si
zin sayenizdedir mesleğimde buralara kadar yük
selmem, profesör olmam. Siz yüreklendirmeseydi
niz, yaptıklarımın hiçbirine cesaret edemezdi m. Af
rika 'ya da sizin sayenizde gidip ayakkabı üretmeyi
öğrendim, onca tecrübe edindim . Az şey mi bun
lar?"
Sema da geri d urmuyor, beni övücü bir şeyler
bulup söylüyord u .
265
"Siz buraya şakşakçılığa mı geldiniz kızlar? Be
nı övmeyi bırakın da eğlenceli bir şeyler anlatın ,
içim açılsın , hayd i ! "
" Benim aklıma ne geldi biliyor musunuz Ho
cam," dedi Ayşe, " hani yıllar evvel , sizin arabayla
B akırköy'den evlerimize dönüyorduk ikimiz, bizi
bir araba izlemeye başlamıştı . Korna çalıyordu sü
rekl i . Siz yavaşladınız, onlar da yavaşladı, baktık bir
araba dolusu genç, elleriyle kollarıyla işaretler yapı
yorlar. Biz lastik patladı zannettik ama baktık las
tiklere bir kötü lük yok, ışıkları , sinyali kontrol etti
niz, hiçbir sorun yok! Hızlandık, yine peşi mizde
ler, korna çalarak. H asta mı var arabada diye telaş
landını z. Kenara çekip durmuştu nuz. Onlar da ya
nımıza çekti ler arabayı, yavaşladılar, pencereyi indi
rip, 'Ne var çocuklar?' diye sormuştu nuz, hatırladı
nız mı?"
Hatırlamaz olur muyu m? Ne kadar gül müştük
sonradan ! Diğer arabada, benim tarafimdaki ço
cuk, camım indirip, " Kızlar, hep birlikte bir şeyler
içelim, diyecektik," demez m i !
"Oğlum, benim senin yaşında oğullarım var,"
dem işti m . "
" O n yaşında mı evlendiniz?" diye sorm uştu.
" H atırladım Ayşe," ded im, "gençtim o zaman.
Baksana şimdi ne hale geldi m ! "
"Siz hep güzelsiniz," dedi Ayşe, "Si zi n içiniz
güze l . Biliyor musun Sema, çok da marifetlidir ha!
Biz yıllar önce doğuya gitmişti k, Vaıı ' ı ıı köylerine,
266
Bahçesaray filan oralara. Oralarda hiçbir şey bulun
maz. H oca, biz gençler taramaya çıktığımızda, ba
zen Sağlık Ocağı'nda kalırdı, döndüğümüzde bize
mutlaka bir yemek pişirmiş olurdu oranın kısıtlı
imkanlarıyla. Kısır, menemen, ne bulduysa artık, su
ile kek bile yapmıştı, bir keresinde ."
"Kocalarım adımı 'kötü ev kadını'na çıkarınca,
gayrete gelip öğrendim," diye güldüm.
" Nankörler! " dedi Sema.
"Kıymetini bilen de var," dedi Ayşe. Ali'yi kas
tediyordu . Benim çok yakınım olduğu için, bir tek
o biliyor taa l ise yıllarından beri süregelen 'yazıl ı '
il işkimi. Önceleri h e r doğum günümde isimsiz ge
len beyaz gü lleri merak etmiş, sormuştu . Bir arka
daşımdan, demişti m .
" Bir hayranınız yan i ? " demişti .
"Ki m bilir? "
"Yok! Bir hayrandan öte biri olmal ı . "
" Neden ? "
" Bin tane hayranınız var H ocam sizin. Ama hiç
biri cesaret edip böyle her yıl çiçek yollamıyor. "
" Paralarına kıyamıyorlardır," diye şakaya vurup
geçiştirmişti m .
Yıllar geçti, Ayşe'ylc iyice yakınlaştıktan sonra,
bir öğleden sonra, hastaneye biraz gecikerek dön
düğümde, onu telaş içinde beni beklerken buldum .
" Nerelerdeydiniz Hocam?" diye nerdeyse üzeri
me atıldı, "Telefonunuz kapalıydı. Oysa biliyorum
hiç kapatmazsınız cebinizi. Evinizi aradım yoksu-
267
nuz! Çapa'yı aradım yoksunuz! Ne yapacağımı bi
lemedim, çok merak ettim çok ! "
İ şte o zaman ona, "Ayşe," demiştim, "sana bir
sırımı vereceği m . Hani o her yıl bana doğum gü
n ümde çiçek gönderen arkadaşım var ya, İstan
bul'a bir iş için gel miş, onunla yemek yedik."
B aşka bir şey söylememiştim ama Ayşe, bu kişi
n i n benim için özel biri olduğunu anlam ıştı .
" B unları anlatacağma, beni sevindirecek bir şey
ler anlatsana," ded i m .
" Biliyorum ne duymak istediğinizi," dedi Ayşe,
Sema'ya döndü, "ben 1 5 Ocak'ta Cenevre'ye git
mişti m, Hoca'yı temsilen. Onu anlatayım istiyor."
"Anlat o zaman," dedi Sema.
"Şi mdi bizim Hoca, lepralıların toplumdan dış
lanmamaları içi n , çalışmalar başlatmıştı ya, Sosyal
Hizmetler adı altında. Sorardı mesela Ahmet Etcn
di'ye , iyileşip hastaneden çıktıktan sonra nasıl geçi
neceksi n, diye . Ahmet Efendi der ki , benim beş ko
yunum olsa, çornklarımla güderdim koyunları, sü
tünü, kırpıklarını satar, geçi nirdim. H emen Ahmet
Etendi 'ye beş koyun alabil mek için, imkan yaratı r.
Ahmet Efcndi 'nin böylece, hayatı kurtu l ur, köyüne
döndüğünde bir işi olur, yıl ları n içinde borrnnu da
azar azar öderdi geriye . Kimseyi ayırmadan, herke
se göre bir iş bulduydu. İşte İstanbul'da başlattığı
bu projeyi, uluslararası bir projeye dön üştii rmek is
tedi . Geçen yıl , ekim ayında, Te knik Üniversite'de
bir çalıştay yapmıştık, Hoca bildirge mizi, Birleşmiş
268
Milletler Genel Sekreteri B. Moon'a göndermiş. O
da dosyayı, Cenevre'deki İ nsan H akları Yüksek Ko
misyonu'na vermiş. Komisyon, Hoca'yı çağırınca,
hasta olduğu için gidemedi, beni yolladı. Ay Sema,
ne sükse yaptı bizim proje, bilemezsi n ! Biz bu ça
lışmalara otuz yıl önce başlamışız, diğer ülkeler da
ha yeni öğreniyor. Benimle tanışmak isteyenler,
önümde kuyruk oldular. Hepsi özellikle çocuklara
burs projesini nasıl başardığımızı öğrenmek istiyor
lardı. Hoca'nın anlat anlat dediği, bu işte ! "
"Onlara ÇYD D'den d e söz etseydin . "
" Ettim . Ama onların başında bir Türkan Hoca
ol madığı için, aynı başarıyı yakalayabilirler mi, bile
mem."
"Saçmalama Ayşe," dedim, "önemli olan kişiler
değil, projeler ve sistemlerdir. İyi bir projeyi, sağ
lam bir sisteme oturtursan, başarıl ı ol ur, benimle
ne alakası var?"
"Hiç de değil. Bu işler özveri de ister. Sema'cı
ğım, bu Türkan Hoca var ya, Lepra'nın başınday
ken, tek bir ku rban bayramı bilmem ki, gezmek için
bir yerlere gitsin. Gitmez . Neden, çünkü her bay
ram hastanede kurbanlar kesilir. Kimsenin hakkı
ki mseye geçmesin diye Hoca başında durur, derisi
ni, etini, kavurmalığını ayırtır. Yoksula gidecek kıs
mı eliyle hazırlar. Bir keresinde, hastanın birinin ca
nı işkembe çorbası çekmiş. Bizim Fatma Hanım var
dı, o sırada yemekleri mizi yapan . Hoca dedi ki, 'Ha
zır koyunu kestik, hastamızın gönl ü olsun, bir iş-
269
kembe çorbası yapıver, Fatma. ' Fatma, 'Ben d ünya
da elimi süremem işkembeye,' demez m i ! Tiksinir
miş. Hoca giymişti eline eldivenleri, kendi temizle
mişti, hiç unutmam. O hastaya, işkembe çorbasııu
içirmişti, o bayram . Kimde var böyle bir Hoca?"
" Bende de ne hikayeler var, ona dair ama kaç
mam lazım," dedi Sema, "bir gün buluşur, konu
şuruz, ol ur m u ? "
" B e n d e çıkıyordum zaten. Yolcu yolunda ge
rek. Çağlayan evde m i ? " diye sordu Ayşe, " Evdey
se ona da bir Allahaısmarladık diyeyim . "
"Seslen yukarı ," dedim . Ayşe hole çıktı, seslen-
di. Çağlayan Ayşe'yi duyu nca, paldır küldür indi
merdivenlerden. Sema ayaklanmış, duvardaki aile
resimlerini inceliyordu . Annemin, babamla evlen
diği yıllarda çektirdiği o güzelim gençlik resmine
uzun uzun baktı, "Hocam, ne kadar güzelmiş an
neniz," dedi, "güzelliğinizi ondan al mışsınız . "
"Asıl teyzem benzerdi annean neme," dedi, içe
ri giren Çağlayan, "sarı uzun saçları vardı, incecik
ti . Bir gün teyzemle durakta otobüs bekliyorduk,
tesadü fen Güzel Sanatlar'dan bir arkadaşım da du
rakta o sırada. Bana kaş göz işareti yapıp d uruyor,
yanına gittim, 'Nerden buldun bu leylek bacaklı
fıstığı? ' diye sordu . 'O, benim teyzem,' demiştim
ama inandıramamıştım . "
Ayşe ellerimi tuttu, "Kendinize iyi bakın Ho
cam . Yaz için döndüğümde, ben de sizi fıstık gibi
görmek istiyoru m," dedi.
270
"Sen de kendine iyi bak, canım kızım ,'' dedim,
"Van'dakilere benden selam söyle ! " Çıktılar. Çağ
layan onları geçirmek için aşağı indi. Karşı duvarda
asıl ı annemin resmine baktım , "Çok güzeldin an
ne, çok da marifetliydin," dedim içimde bir sızıyla,
"ama çok şanslı değildin. Sana neler çektirdik ve
duygularını anlamaya hiç yeltenmedik.
271
D uvardaki resimde, annemin ince ve m untazam
hatlarına bakarken , çocukken annemin davranışla
rından nasıl yaralandığımı hatırladım , içim sızladı.
Belki de e n büyük ben olduğum için, hep beni
haksız bulur, beni azarlardı annem. Çok acı çeker,
isyan d uygularıyla dolardım. Ondan dolayı her tür
l ü haksızlığa bu kadar tahammülsüz olduğumu dü
şünürüm. O n iki yaşlarındaydım gal iba, üvey çocuk
olduğumu zannettiğimde. Annem üzülmüştü , se
nin iyiliğin için, daha başarılı, daha parlak ol man
için böyle davranıyorum, demişti. Ki m bilir belki
de hakkı vardı çünkü toz kondurmadığı ve çok şı
marttığı küçük kızı, onun kanatlarının altından çı
kıp hayata uçamad ı . Evlenmedi, l iseyi bitirdikten
sonra bir ara öğretmenlik, kısa bir süre de sekreter
lik yaptı ama sürekli bir işe girip çalışmadı, sık sık
bunalımlar geçirdi , hep annemle birlikte yaşadı ve
onun ölü müyle yapayalnı z kaldı. Oysa ne kadar
d uygul u ve ne kadar güzel bir kızdı.
Ben ancak çalışmayı , koşturmayı bırakıp mec
buren yatağa bağlandığım ve geçmişi fazla düşün
düğüm şu son günlerde fark ettim annemin bana
olan sert tutumunun çok yararım gördüğümü. Ve
yine giderayak anladım ki ben ailede en çok anne
me benziyoru m . Evimizin en tutucu, en sağcı , ay
rıca orucunu hiç kaçırmayan en d indar kişisi, an
nemdi . Babaannem de di ndardı ama onunki, h ura
fr lcrin yarattığı, korku nun da etki lediği, bili nçsiz
bir dindarlıktı. Benim muhafazakar görüşlere, du-
2 72
ruşlara uzaklığım annemin tutuculuğuna tepkiden
olabilir ama yardımseverliğimi ve kafama koyduğu
mu i lla yapmak istememi, annemden aldığım gen
lere borçluyu m . Annem mahalledeki herkese,
maddi manevi yardım ederdi . Oysa babamla evlen
dikten sonra hayatının büyük bölümünü ciddi
maddi sıkıntılar içinde geçirmişti . Eve gelen yar
dımcı kızlara da, dikiş olsun, yemek olsun mutlaka
bir şeyler öğretmek isterdi. G üleceksiniz ama bir
de İ ngilizce ! Bir keresinde Türkçeyi bile doğru dü
rüst konuşamayan bir kızcağız gelmişti doğuda bir
yerden. Birkaç ay sonra ne göreyi m , annemi ziya
rete gelmiş bir İ ngiliz hanıma, "How would you
like your tea?" * diye soruyor.
Annemin bir de mucitliği vardı ki, tutturabiley
di, satmak zorunda kaldığımız bütün arsalarımızı
ve evimizi geri alabilecektik! Ben egzamaya karşı
bir ilaç geliştirdiğini, bu i lacı küçük şişelerde bazı
eczanelere pazarlamaya götürdüğünü hatırlıyo
rum. Ayrıca soba borularıyla, evin bütün odalarını
ve sıcak suyunu ısıtacak bir sistem bulup, babama
patentini alması için ısrar ettiğini de. Fakat şu pro
jesi bence en takdire değer olanı : Artık nasıl ola
caksa Baltali manı ile Kağıthane arasındaki dere ıs
lah edilip oraya bir yat limanı yapılacak; böylece İs
tanbul'un başındaki en büyük sorunlardan biri
olan Haliç, tertemiz bir hale gelecek! Bir taşla kim-
273
bilir kaç kuş? Tabii bu projeyi Çağlayan'a çizdirtip,
zamanın Belediye B aşkanı Bedrettin Dalan'a gön
derdiğini ve elbette Çağlayan'ın kapıdan kovuldu
ğunu ölümünden sonra öğrenmiştim! Evet, annem
baş koyduğu işi tamamına erdirmeye çalışan biriy
di, tıpkı benim gibi.
Annemin ölümü o kadar kendine yakışır bir şe
kilde tecelli etti ki, arkasından Allah'ın sevgili ku
luymuş, diye d üşünmüştüm. Annem çok güzeldi,
her zaman bakı mlıydı, kimsenin karşısına rujunu
sürmeden çıkmazdı, çocuklarının bile. Kendine de
iyi bakardı, sağlıklıydı bu yüzden. Uzun ömrünün
sonunda, bir gün aynanın karşısında, makyajını ya
parken, hiç acı çekmeden kalbi duruvermiş. Evde
ki yardımcı kız haber verdi, gitti m, onu rujunu sür
müş, sevdiği mor sabahlığını giymiş, yerde yatar
ken buldum. Sarıldım anneme. Sımsıkı sarıldı m.
Bana yapmış olduğunu düşündüğüm haksızlıklar o
anda kalbimden silinip gitti. O benim canım, tom
bul, cefakar annemdi. Annesizliğin ne demek oldu
ğunu işte o an, keskin bir bıçak yarası gibi hisset
tim, yüreğimde. Tuhaf bir şekilde yalnız kaldım.
2 74
kontrolünün provasını yaparken, elime sağ göğ
sümde sert bir nodül geldi. İçime doğmuş gibi,
hastalara meme kontrolü yapmaya karar vermem,
ne tuhaf bir tesadüftü ! Kimseye hiçbir şey söyleme
den, ertesi gün meme uzmaıu bir arkadaşıma git
tim . Hemen bir mamografi istedi. Mamografide
büyükçe bir kitle bulundu. Biyopsi de iyi çıkmayın
ca, ameliyat şart oldu. Doktorlar sadece kitleyi ya
da tüm memeyi almak üzere fikrimi sordular. B u
dertten bir vuruşta kurtulmak için, mememin bü
tünüyle alınmasını istedim .
Hastalık teşhis edildiğinde, moralimi fazla boz
mamıştım ama işlerimi aksatacağım diye çok üzül
müştü m . 1986 yılı, Gandhi Ödülü'nü aldığım, yo
ğun lepra çalışmaları yaptığım, çok hareketli bir yıl
dı. Bilimsel toplantıları m , derslerim, lepra tarama
larım vardı. Cüzamla Savaş Vakfi 'nı kurmak üze
reydik. Hasta olmanın hiç de sırası değildi ama
Tanrı beni nedense hep dar zamanlarımda yakalı
yordu, hastalıklarla sınamak içi n .
275
"Söyle oğlum," dedim , merak içinde.
" İlkokuldayken , sınıfıma puf börekleri kızarttı
ğın günü hatırlıyor musun1 "
Güldü m . Nasıl u nutabilirdim o günü. Akşa
müstü geç bir saatte yorgun argın eve geldiğimde
Çınar'ı kapıda beni beklerken bulmuştum.
"Sıra bana geldi, anne ! " demişti .
"Ne sırası oğl um1"
"Okula beslenme götürme sırası."
O yıllarda beni m oğlanların gittiği okulda, ço
c ukların anneleri okula sırayla beslenme yollarlardı.
Sınıf öğretmenleri, benim evimin dışındaki ağır
programımı bildiklerinden, Çınar'dan ve Çağla
yan'dan beslenme istemezlerdi.
Çınar, duraladığımı görünce, " B u işten kurtu
luşun yok! Yarın beslenme götüreceğime söz ver
dim. Elim boş gidemem , anne ! " demişti .
Sokağa çıkıp alışveriş etmek için çok geç olmuş
tu . Ellerimi yıkayıp mutfağa girmiştim . Mutfakta,
her evde bulunan un, yağ, peynir gibi malzemeler
vardı. Çaresiz onları kullanacaktım . Hamur açmış,
sınıftaki her çocuğa üçer börek hesabıyla, bir sürü
börek hazırlamış, onları sabahın ikisine kadar, teker
teker kızartmıştı m .
" Evet Çınar, hatırlıyorum " dedim.
"İ şte o gün için özür diliyoru m , anneciği m . "
"Neden özür diliyorsun kir "
"O gün beslenmeyi sana yaptırtmak, öğretme
nin değil, benim fikrimdi . Ben beslenme sırasını
2 76
zorla almıştım öğretmenden. Senin, hepimiz yat
tıktan sonra kan ter içinde börek kızartman ve er
tesi sabah erkenden kalkıp hastaneye koşman, o
gün bugündür içimde ukde kaldı. İ nsan çocukken
ne kadar hain olabiliyor! Lütfen beni affet."
" İlahi Çınar," dedim , "ben de o börekleri ha
zırlarken ne düşünmüştüm, biliyor musun?"
"Ne düşünmüştün?"
"N e kadar kötü b i r anne olduğumu! Annean
neniz, hayatı boyunca dayılarına, teyzene ve bana
börekler, kekler, pandispanyalar pişirdi, mutfaktan
çıkamadı . H ırkalarımızı, kazaklarımızı elleriyle ör
dü. Teyzenle benim giysilerimi, kendi biçer, Singer
makinesinde tıkır tıkır kendi dikerdi . Ben o gece
börekleri yaparken, anneme kıyasla hiç de iyi bir
anne olmadığım ı düşünüyordum. Kırk ytlın birin
de bana bir şey yapma firsatı verdiğin için, ne kadar
memnun olmuştum, bilemezsin . "
"Madem günah çıkarına seansları başladı, be
nim de diyeceklerim var anne," dedi Çağlayan.
"Sana beslenme hazırladığımı hiç hatırlamıyo
rum ama ! "
"Ben senden, babama gitmemek için sana etti
ğim eziyetler yüzünden özür dilemek istiyorum . "
"Eziyet m i ederdin bana?"
"Hem de her hafra sonu! Hatırlamıyor musun
anne, hafra sonları onu ziyarete gitmem için ne dil
ler döker, bazen bana para bile teklif ederdin? Bir
keresinde elli lira koparmıştım senden."
277
"Hiç hatırlamıyorum . "
"Anne, niye o kadar korkardın babamdan? "
" Bak, niye korktuğumu söyleyeyim sana," de-
dim, "boşanırken velayetinizi babanıza bırakmış
tım . Israrla istemişti . Vermeyecek ol ursam, boşana
mayacağımı biliyordum . Ayrıca, ilk fi rsatta sizleri
geri alacağımı da biliyordum. Nitekim tam da dü
şündüğüm gibi oldu, ikiniz de bir müddet sonra ya
nıma geldiniz ama ben babanızdan ne bir kuruş pa
ra, ne de velayetinizi istedim. O para vermekte ısrar
etti başka! Ama velayetin onda kalması, Demok
les'in kılıcı gibi sallanıp durdu başımın üzerinde . Ya
kızar da sizi geri alırsa, ya sizi bana göstermezse!
Hep bu korkuyla yaşadım, boşanırken velayeti al
madığıma hep çok pişman oldum. Bu yüzden yal
varır yakarırdım sana, babanı kızdırmayalım diye."
Çağlayan ' l a Çınar uzanıp ellerimi sımsıkı tuttu
lar. Onların sağlıklı genç bedenlerinden, ellerime
geçen yaşama sevincinin ve sevginin damarlarımda
dolaştığını, yüreğimi ısıttığını hissettim . Ben o de
neyimsiz yaşlarımda, nereden bilebilirdim anneler
le evlatlarının arasına, değil velayet hakkının , hiç
kimsenin ve hiçbir şeyin giremeyeceğini! Boşuna
telaş edip üzülmüşüm ! İ şte şimdi de her zaman ol
duğu gibi yine yanımdaydı çocuklarım . Bana sevgi,
cesaret ve güç veriyorlardı. Kanseri yenmem için
çok nedenim vardı, çok! Göz kırptım çocuklarıma,
"Bu maçı ben kazanacağım, çocuklar," dedim .
" Kazandın bile, anne ! " dedi Çağlayan.
278
Ameliyat esnasında, memeyi alırlarken sağ kol
tukaltı lenflerini de aldılar, çünkü orada da başlan
gıç halinde birkaç beze bulunmuştu. Sonradan,
keşke öteki mememi de aldırsaydım diye düşündü
ğüm anlar çok oldu, çünkü tek memeyle Amazon
gibi yaşamak hiç kolay değildi.
2 79
lık'ta bitirmişi m . Kanserden, hastalıktan, kemo se
anslarından tek bir satır yok mektupta. Sadece işl e
rimin yoğun luğundan söz ediyorum .
<<sevgili Gö.kşin,
Yıllar ge,ctik,ce elimizde olmadan hücrelerimiz
eskiyor, günlük koşu,sturma JJe sorunlar gözlerimize,
beyinlerimize öyle kalın bir perde ,cekiyor ki, anlatı
lamaz. Ben artık kendimi asla planlayamaz hale
geldim, inan! Yapmak istediklerim veya yapmam
gerekenlerle, yaptığım, yapmaya zorunlu kılındığım
şeyler, düşün mek istediklerimle düşünmeye zorlan
dıklarım da böylece birbirinden farklı oluyor.
İşte, 30 Kasım,da seni dü,süneceğime, bin bir sar
ma işle gün ü n her saati dolup ge,cti. Kendimi yata
ğımda bulduğumda gecenin kim bilir kapydı ? Son
ra da unutup gittim. Bunu kendi apmdan affetmi
yorum, sen hoş görsen bile! Neyse canım karde,sim,
ger,cekleri yok sayamayız ama biraz ,cekidüzene gir
memiz şart oluyor, sanırım.
,
Gökşin ciğim, dünya devinip duruyor yıllardır.
Biz de bu rarkın i,cinde dönüp durduk. Kendi adı
ma duyarlılığımdan, algılama gücümden memnu
n um. En iyi koşullarda dahi, iki kişilik bir dünyada
asla yaşayamayacağımı, bu nedenle de irinde bu
lunduğum koşulların bana en uyanı olduğunu bili
yorum.
Umarım senin se,cimlerin de bugüne kadar JJC
,
bugünden, 30 Kasım 1 987 den sonra, hep dilediğin
280
gibi olur. Yorgunlukları, sorumlulukları biz sermiş
sek, onlara katlanmamız da o denli kolay olacaktır.
Mutluluk, kanımca vıcık vıcık bir muhabbet değil,
hangi bağlamda olursa olsun, yaratmaktır.
Sevgiler,
11
Türkan
28 1
Kemoterapilerimden kalkıp hastalarıma, kon
grelerime, dernek toplantılarıma koştum. Hayatı
mı hiç değiştirmeden yaşamaya devam ettim .
Dolu dol u , doya doya yaşadım . Ü stelik b u kez
öl ü m ü n nefesini biraz da ensemde hissettiğim
için, daha hızlı, daha çok çalıştı m . Daha fazla i n
sana e l u zatayım diye, h e m kendimi hem çevremi
zorladım.
Yedi sene m üsaade etti bana. Sonra geri döndü .
En az benim kadar ısrarcı ve kararlı çıktı, son geli
şinde. Ben onu iki kez yendim, şimdi zafer sırası
onda, heyhat!
282
"Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda
Dokunabilir misiniz
gözyaşlarıma
ellerinizle
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerin kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce. ))
2 83
BASKIN
-
285
Zeynep, önümde duran sehpaya cep telefonumu,
telefon defterimi ve yatağımdan toparladığı mek
tupları koydu . Hemşire uzun bir lastikle sağ kolu
mu dirseğimin üzerinden sıktı, işe yarar damar bul
maya çalıştı. Bulamayınca, lastiği söktü, sol koluma
bağladı. Kollarım ve ellerimin üstü kan vermekten,
serum almaktan delik deşik.
Şişmiş ve morarmış ellerime bakarken, anne
min dikiş kutusunda duran ve çocukken bana hep
çok gizemli gelen iğne yastığını hatırladım, kendi
m i ü zerinde değişik boylarda iğneler bulunan o
küçük yastığa benzettim . İ ğne yastığıyla oynamam
yasaktı. Her yasak şey gibi, merakımı çekerdi. "Ni
ye bu kadar çok iğne saplı buraya? " diye sordu
ğumda, "Çünkü o bir iğne yastığı," demişti an
nem, " işi bu ! "
286
rıp durduğum mektupların arasında, pek çok kanıt
var, amatör terziliğime dair.
287
ğım. Bugün kestim. İşim fOk zor, zira bütün mayo
yapacağım. Bakalım nasıl olacak? Akşamüstü ku
maşı oturtmak ifin fOk uğraştım. Terzi olmadığım
i,cin usulünü bilmiyorum. Epey zorluk fektim. . . 11
288
((9 Aralık, 1 954
. . . Ge,cen cumartesi eşantiyonlu tıp ,cayına git
tik... Çayda bizim ,cocuklara hediyeler verildi, ,cok
eğlendik. Bu benim ilk ,cayımdı ama pişkin davran
dım, hani. Mezunlar ,cayına da gideceğiz, kızlar ka
valyesiz olalım diyorlar, ben de göğüslük, kara ,co
raplagidelim diye teklifettim! Olur m u ya kardeş!..
Bir mavi yün vardı evde, ,cok cici, onunla bir
bluz başladım, bakalım neye benzeyecek ? Görüyor
sun ya ben hamarat bir kız oldum artık, evde oldu
ğum günler silip süpürüyor, bulaşık ve ütü yapıyo
rum, dikiş de keza. . . "
((
··· Neyse ,caya gittik, epey eğlendik. Babam ve
Merye.m 'in kocasıyla dans ettim. İyi de oldu. Sevin,c
ve bir kız arkadaşı gelip masamıza kuruldular. 0-
sa onlara kavalyeli gelin demiştim. Meğer tıp ,cayı
zannetmişler. "
289
«27 Aralık, 1 954
290
ıçın, bu kadar az zaman kalmışken? Şu kutlama
programını kemoterapiden önce halledebilseydik
keşke! Kemolar giderek daha çok yorgunluk ve sı
kıntı vermeye başladı çünkü. Eskiden kemodan
kalkar kalkmaz işlerimin başına koşabilirken artık
günlerce dinlenmem, mide bulantılarının geçmesi
ni beklemem gerekiyor.
Odaya geldiğimde, televizyonu sabah haberleri
ni almak için açtırmıştım ama hemşireyle sohbet
ederken sessize almış, Zeynep. Kan verirken, sesi
sonuna kadar kısılmış televizyonda sabah haberleri
ni okuyan sunucunun, arka planında akaduran re
simlere bakıyordum gözucuyla. B irden gözüme
pek tanıdık görüntüler takıldı. Kapısında ÇAG DAŞ
YAŞAMI D ESTEKLE M E D E RN E G İ yazan
dernek binasını gördüm bir an .
"Şu televizyonun sesini açar mısınız lütfen,"
dedim, hemşireye, "bakın kumanda şurada."
Hemşire, kumandaya uzandı, sokak kapısının
zili de işte tam o anda çaldı.
"Aman siz kımıldamayın," dedi hemşire, bir
eliyle bir parça pamuğu kan aldığı noktaya bastırı
yor, diğeriyle televizyonun sesini açmaya çalışıyor
du. Sesi yükselttiğinde, görüntü değişmişti ve
Çağlayan, paldır küldür merdivenlerden aşağı ini
yordu. Herhalde bakkal çırağı gazete getirdi, diye
düşündü m .
"Çağlayan," diye seslendim, "sonra gel de bir
bak, televizyonda bizim dernekle ilgili bir haber
29 1
geçti ama kaçırdım oğlum, başka kanalları ara, bel
ki yine çıkar bir yerde. "
B irkaç dakika geçti. Hemşire koluma bastırdığı
pamuğu tablaya bıraktı . Merdivenlerde yine ayak
sesleri duyuldu. Yukarıya kesinlikle bir kişiden faz
la insan çıkıyordu, bu kez. U zandığım divandan
doğruldum, kapıya doğru döndüm ve dondum
kaldım. Kapının eşiğinde duran oğlumun arkasın
da bir kalabalık vardı.
" Polisler gel miş anne," dedi Çağlayan .
Lacivert üniformalarının sırtlarında "Terör İ le
M ücadele" yazan genç adamlar odaya doluşurlar
ken, hemşire elindeki kan tüpünü aceleyle çantası
na yerleştiriyordu .
"Buyurun," dedim, "buyurun da, doğru adrese
geldiğinize emin misiniz, çocuklar? "
Sivil giyimli olanlardan birisi öne çıkıp saygılı
konuştu, "Sizi rahatsız etmek istemezdik Hocam
fakat aldığımız emre göre, evinizde arama yapaca
ğı z."
"Ne arayacaksımz?" diye sordum.
"Ümraniye'de bulunan silahlarla ilgili . . . "
Gülmeye başladım. "Şaka ediyorsunuz! Evimde
silah mı arayacaksın ı z ? "
"Maalesef. "
"Annemi de mi Ergenekon'a bulaştırdılar yok
sa?" dedi Çağlayan .
Polis yanıtlamadı.
"Avukanma telefon etmek istiyorum," dedim.
292
" Elbette Hocam."
Çağlayan cep telefonuma baktı, "Anne, bunun
şarjı bitmiş," dedi. Telefonumu fişe takıp kendi te
lefonunu getirmek için üst kata çıkarken, odayı
dolduranlara sordum,
"Hemşireye hastaneye dönmesi için ızın verır
misiniz1 Tahlilerin acil iyeti var da . . . "
" Hemşire gidebilir," dedi şefleri.
Hemşire, kül gibi solmuş yüzüyle, alet edevatını
toplayıp çıkarken, Çağlayan geri geldi, kendi cep te
lefonundan avukatı aradı ve telefonu bana uzattı.
Avukata başımıza gelenleri anlattım . Avukatım he
men yola çıkacağını, en kısa zamanda eve geleceğini
söyledi.
"Sizler avukatımı beklerken birer çay içer misi
niz1 Ya da kahvd " diye sordum.
"Zahmet etmeyin efendim. Vazife başında ik
ram kabul edemeyiz . "
"Oturun o halde, ayakta kalmayın," dedim .
"Siz bizim için üzülmeyin efendim, biz ayakta
beklemeye alışığız," dedi sivil giyimli kişi.
Zeynep'e, "Halimc'nin yatağını kaldırmıştın
değil mi1" diye sordum, "bu arkadaşları aşağıdaki
odada misafir edelim, orada oturup beklesinler."
Zeynep, Halime'nin yatağını kaldırmak için aşa
ğıya koştu .
293
evidir. Ardiye niyetine de kullanılan giriş katında
kışları ısıtmadığımız ve misafirler için kullandığı
mız bir oda; merdivenle çıkılan ikinci katta, benze
ri ahşap evlerde olduğu gibi ortadaki hole açılan iki
küçük yatak odası, bir oturma bölümü ve mutfak
var. Ayrı girişi de bulunan evin üçüncü katı, Çağ
layan'a ai t. Polisler Çağlayan'ın katına hiç çıkmadı
lar. Saygılı ve naziktiler. Belgelerin yok edilmesi ih
timaline karşı, sivil polis hole çıkıp ayakta dikilme
yi sürdürürken diğerleri zemin kattaki küçük oda
da oturup avukatın gelmesini beklediler. Çağlayan
onlarla birlikte aşağı indi .
"Bu iş ne kadar sürer?" diye sordum holde diki
len görevliye.
"Belgelerinizi toparlayacağız bir de silah olup
olmadığına bakacağız . "
"Buyur bak oğlum . Karşısı benim yatak odam ."
" Ben arama yaparken yanımda sizlerden biri
bulunmal ı . "
"Oğlumu çağırayım . "
"Bir kişi daha çağırırsanız, aynı anda iki ayrı
odayı arayabiliriz."
Zeynep'e baktı m , başıyla hayır işareti yaptı. Be
ni yalnız bırakmak istemiyordu herhalde.
"Yakında oturan bir arkadaşımı çağırayım o hal
de," dedim, "Avukatım da geliyor ama işi gücü
vardır, o uzun süre kalamayabilir."
"Siz rahatı nıza bakın ekndim . Bizim acelemiz
yok," dedi polis. Şivesi doğu kökenini ele veriyordu.
294
"Nerelisiniz?" diye sordum .
" B e n b urada doğdum a m a m e mleket Van ,"
dedi .
"Güzeldir oraları ."
"Gittiniz m i Van'a?"
"Hem de kaç kere."
"Şu okula giden kızlar için mi?"
"Cüzamlılar için."
"Yaaa! "
Şaşırdı. Doktor olduğumdan haberi yoktu her
halde. Dernekçiliğimin yanı sıra doktor olduğumu
da söyledim .
"Bizim oralarda epey yaygınmış cüzam," dedi.
"Artık çok azaldı," dedim, "Van'da ilk cüzam
taramasını biz başlatmıştık. Bahçesaray'da"
" Bahçesaray'a da mı gittiniz?"
"İlk kez 1 98 3'de gitmiştim . Sonra pek çok ke-
re gittim . "
"Ne yaptınız oralarda� "
"Cüzamlıları saptadık, dedim ya."
" Kolay olmamıştır. İnsan içine çıkmazlarmış da
pek! "
"Şimdi çıkıyorlar artık. Tedavi oluyorlar, hiçbir
şeycikleri kalmıyor," dedim.
"Yine de onlardan uzak durmal ı . . . Ne bileyim . . .
Cüzam işte , bulaşıcı hastalık!"
"Öyle söyleme! O taraflıyım diyorsun, bakarsın
bir gün aileden biri de yakalanıverir bu mikroba.
Ne yapacaksın, onu evinin, köyünün dışına mı ata-
295
caksın? İlacı var, içiriyorsun, temi zl iğine dikkat et
tiriyorsun, iyileşiyor. Hatta evlenip, iş güç sahibi
olup, çoluk çocuğa da karışıyor."
Eliyle masanın kenarına vurdu, "Allah koru
sun," dedi, "siz ta İstanbul'dan kalkıp oralara cü
zamla uğraşmaya gittinizse, cennetliksiniz vallah i ! "
"Cennetlik m iyim, değil miyim, pek yakında
göreceğim ! " dedim.
Yine tahtaya vurdu, "Allah gecinden versin, Al
lah'tan ümit kesilmez." Bana bakışından hem hali
m e acıdığını hem de hakkımda iyi şeyler düşünme
ye başladığını anladım . Bahçesaray'a birkaç kez git
miş olmam aramızda bir yakınlaşma doğmasına se
bep olmuştu . Memleketini bilen birine rastlayınca
bizim toprağın çocuklarının içi erir nedense. Genç
polisin V::ın'ı biliyor ol ın::ımın karşısındaki sevincini
görünce, aklıma öğrencilerimden birinin y::ışadığı
olay geldi; on::ı da an latsam mı diye düşündü m .
296
duğu doktorlar bacaklarının iç kısmında küçük bir
duyarlılık fark edince, ellerini çabuk tutarlarsa,
genci felç olmaktan kurtarabileceklerini umut et
mişler. Hastayı ameliyata hazırlayan Talat, gence
"Memleket neresi?" diye sormuş.
"Van."
"Neresinden?" diye sormuş bu kez .
"Bahçesaray," demiş hasta.
"Müküs, yani ."
Bacakları tutmayan hastanın gözleri parlamış.
Önceden götürüldüğü hastanelerde yüzüne bile
bakılmazken, ülkenin bir başka ucunda, kasabası
nın hatta köyünün, mezrasının adını bilen bir dok
torla karşılaşınca, kesin iyileşeceğine inanmış. O
moralle girmiş, çok zor olan ameliyata ve gerçek
ten iyileşip ayağa kalkmış. Diyeceğim şu ki, bize
çok uzak duran kişilerle dahi, bir ortak nokta
bulup, gönüllerine dokunursak, doğru sözleri söy
leyebilirsek, i letişim kurmak her zaman mümkün
dür ve sıcak bir iletişim mucizeler yaratabiliyor.
Bu anıyı aktarmama fırsat vermedi, "Yani, siz
tek başınıza m ı gidip cüzam araması yaptınız, ora
da?" diye bir kere daha sordu, genç polis.
"Hayır," dedim, "ben hocaydım, öğrencile
rimden bir ekip kurdum, on-on iki kişi birlikte git
tik."
"Cesursunuz valla! Her babayiğit gidemez . "
" Bence her babayiğit gitmeli. Her biri m i z
memleketimizin h e r b i r köşesini görüp tanımalıyı z .
297
Elimi zde ne değerler olduğunu ve o değerleri nasıl
heba ettiğimizi bizzat görmeliyiz ."
"Haklısınız." Usulca yanımdaki iskemleye ilişti .
298
nin ucundakini sormak yerine, "Nasıl oldu bu yol
culuk, anlatsanıza," deyiverdi.
"Hangi yolculuk?"
"Şu, sizin Müküs'e gidişiniz."
"Uzun hikayedir," dedim, "sıkılmayasın?"
"Nasılsa avukatınızı bekliyoruz . Zaman geçer,
fena mı?"
299
BIÇAK SIRTI
(Venüs-Mars-Müküs)
-
30 1
evrelerinde, pençeleşmiş eller, felçli gözler, topak
laşmış suratlar, diz ve dirseklerde yara izleri olarak
çıkıyordu.
Ne yazık ki Verem Savaş ekibiyle başarılı bir ça
lışma yapamadık. Bu arkadaşlar aşının tutup tutma
dığını kontrol etmek için sadece çocukların omuz
larına bakmakla yetinirlerken, şimdi tüm bedeni
muayeneden geçirmek zorunda kalmışlardı. Vakit
alan bu iş için ikinci bir maaş ödemek gerekiyordu
ki, Dernek olarak öyle bir paramı z yoktu . * Kısaca
sı iş başa düşmüştü ! Kırsal alanlardaki cüzamlılara,
hemşirelerim ve öğrencilerimle ben, bizzat ulaşma
lıydık.
Doç. Dr. Etem Utku'nun başlattığı ama 1 964
yılında zamansız ölümüyle tamamlayamadığı cü
zam taramalarını üstlenmek ve tamama erdirmek
için, zaten yıllardan beri yanıp tutuşuyordum. Ül
kede cüzamın önünü alacaksak, bunu ancak bir ta
rama sonucu, tüm hastaları tespit ve tedavi ederek
başarabilirdik. Üstelik yıllardan beri ülkemin bil
mediğim yörelerini görmek, dört bir yanına ulaş
mak, toprağına, insanına değmek, havasını solu
mak, suyunu içmek, yöresel tatlarını tatmak, şivele
ri, adetleri değişik insanlarıyla tanışmak isterdim.
Şimdi bir taşla iki kuş vuracaktım; ülkemi tanırken,
cüzamlıları da tespit edecek, hastalığın kökünü, ye
rinde kurutmaya çalışacaktım .
�02
Tarama planımı gerçekleştirmeye karar verdi
ğimde, l 984'ün baharındaydık. Taramaya cüza
mın en yaygın olduğu Van ilinden başlamak en
doğrusu olacaktı . Gerçekten cesaret isteyen bir işti,
bu. Duyanlar, "Sen delirmişsin," diyorlardı, "ora
da yaşayan insanlarla ilişki kuramazsın! Türkçe bil
mezler, soyunmazlar, muayene olmazlar, hasta ol
duklarım kabul etmezler."
Yılmadım . Belkemiği tüberkülozuna yakalanıp
on üç ay boyunca yüzükoyun yatan ve o yataktan
akıl sağlığı yerinde kalkıp, ihtisas yapabilen biri,
Van'ın koşullarında korkar mı? O gün bugündür
her kafasına koyduğunu yapabilmişse, taramanın
da üstesinden gelir elbet!
Aynen böyle düşündüm!
Önce bir ekip kurmam gerekiyordu. Ekibimde
benden başka bir veya iki hekim daha, iki hemşire
ve zor şartlara dayanıklı, birkaç hevesli ve çalışkan
öğrenci bulunmalıydı. Olmazsa olmaz hemşiremi
biliyordum; Ayşe Yüksel'e kendi gibi çalışkan, di
siplinli ve ideal sahibi bir meslektaş daha bulmasını
söyledim . Çok isabetli bir kararla, Tülay Çakıner'i
uygun bulmuş. Öğrencilerimden Serhan'a da pro
jeyi anlattım .
"Gönüllü olarak çalışabilecek, karşımıza çıkacak
her türlü zorlukla baş etmeye hazır, sorun çıkarma
yacak, kapris yapmayacak arkadaşlarından bir ekip
kur. Bunu başaracağına inanıyorum," dedim.
Müthiş b i r ekiple yola çıktık.
303
Önce Ankara üzerinden otobüsle Elazığ'a git
miş, Van'a geçmeden önce, e kipteki çocukları Ela
zığ Lepra Hastanesi'nde cüzamla ilgili bir kursa ta
bi tutmuştuk. Çocuklar, lepra yani cüzam hastalığı
ile ilgili her ayrıntıyı bu kurs sırasında öğrenmişler
di. Bu arada, medikal bilgi kadar önemli bir başka
şeyi daha öğrettim ekibimdeki öğrencilere: Hasta
lara dokunmayı.
" H iç çekinmeyin, dokunun onlara çocuklar,"
dedim, beş parmağımı bitiştirip elimin ayasını gös
tererek, "hastayı muayene ettikten sonra, ellerinizi
bir güzel yıkarsanız, bir şeycik olmaz! Bakın ben
yıllardır dokunuyorum, hastalık kaptım mı? Hasta
nıza uzaktan bakarak belki teşhiste bulunabilirsiniz
ama hastanın gönlü de lazım size. Gönlünü kaza
namazsanız, hastalığı kolayca yenemezsiniz. Do
kunmak, sözcük olarak 'değme'nin ötesinde, de
ğiştirmek, duygulandırmak anlamını da taşır. Sev
giyle dokund uğunuz hastayı kendinize bağlarsınız,
,,
ona iyileşeceğine dair güven verirsiniz. .
Eki bimizdeki Yeşim Erim adlı öğrencim, yıllar
sonra bana, "Hocam demişti, nasıl maydanoz yı
karken aklıma anneannem gelirse, yeni tanıştığım
bir hastanın çıplak sırtına her dokunduğumda da
sizi hatırları m . Ben dokunmayı sizden öğrenmiş
tim , Elazığ'da."
3 04
Elazığ'da kaldığımız sürece, tedavisini yaptığı
mız ve hastalığını saptadığımız kişileri, son gece
verdiğimiz veda yemeğine davet etmiştik. Cüzam
lı lar, kimse kendileriyle konuşmaya bile yanaşmaz
ken , bizlerden böyle bir davet alınca çok şaşırdılar
ve duygulandılar; hele de yemek süresince çalan
müzikle dansa kalktığımızda ve onlara bizlerle dans
etmeyi teklif ettiğimizde! Cüzamlılarla halka kur
duk, el ele tutuştuk halay çektik, teke tek dans et
tik. Hayatlarının ilk ve son danslarını bizimle etti
ler. Sanırım Elazığlılar ve Cüzam Hastanesi'nin
hastaları bizleri hayatları boyunca unutmadılar, tıp
kı bizlerin de onları asla unutmadığımız gibi.
Ertesi sabah erkenden yola koyulduk ve ver eli
ni Bahçesaray!
Doğu Anadolu'da, Allah' ın, doğasını özene be
zene yarattığı halde, unutmayı tercih ettiği, yılın
sekiz ayı karlarla kaplı olduğu için, bir türlü ulaşı
lamayan Bahçesaray, ya da eski adıyla Müküs!
Biz Mi.iki.is'e, karların nihayet eriyerek bize ge
çit verdiği bir yaz günü vardık. 1 984 yılında, batı
yı doğu kentlerine bağlayan bakımlı şose yollar,
uçak seferleri yoktu ama terör de başlamamıştı he
ni.iz. Hepimiz hayatımızda ilk kez, yerinde bir lep
ra taramasına çıkıyorduk. İlk hedefimiz, Bahçesa
ray'ın yirmi kadar köyünü ev ev taramaktı. Çok he
yecanlıydık. Yılın sekiz ayı karlarla kaplı olduğu için
ulaşılamayan beldeye, Sağlık Bakanlığı'nın temin
ettiği arabalarla 3 .400 metre yükseğe tırmanıp, üç
305
saatlik bir yolculuğun sonunda, varabilmiştik. Bu
lunduğumuz tepeden aşağı bakmış, çanağın dibin
de ortasından billur bir dere akan, bir avuç yeşillik
görmüştük. Tepede, arabalardan indik, çantaları
mızı taşıyarak döne döne yokuş aşağı giden yolda
bin bir eziyetle, bir taraftan da doğanın inanılmaz
güzelliğine hayran kalarak, köylülerin M üküs
dediği Bahçesaray'a ulaştık.
Bahçesaray'ın tek caddesinin üzerinde bir cami,
bir otel, birkaç dükkan, bir Sümerbank satış mağa
zası, jandarma komutanlığı, karakol ve yolun so
n unda da kalacağımız sağlık ocağı vardı. Karakol,
sağlık ocağı ve caminin dışındaki binaların hepsi
tek katlı, toprak damlı, kerpiç yapılardı. Ama hepi
mize tokat gibi çarpan çevre değil, oranın halkıyla
aramızdaki kültür uçunımu olmuştu. Van'da halk
bizleri turist sanmış, çocuklar Türkçe sorularımıza
"yes" "no" gibi İ ngilizce yanıtlar vermişlerdi ama
burada bize turist bile değil, aydan gelmiş uzaylılar
gibi bakıyorlardı.
Sağlık ocağının bir lojmanına, Uludağ Üniversi
tesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı'ndan Hamdi Ayte
kin Hoca ile erkek öğrenciler yerleşti. Lepra Hasta
nesi'nden dermatolog Bahar'ı, hayatım boyunca
sağ kolum olacak, kızım yerine koyduğum Ayşe
Yüksel ve Tülay Çakıner hemşirelerle, kız öğrenci
leri diğer lojmana yerleştirdik. Yakındaki askeri bir
likten tedarik edilmiş yataklarım ızı yerlere serdik.
Yerleştikten sonra, bir plan yaptık. Çocukları deği-
306
şik köylere yollamak üzere gruplara ayırdık. Her
grup bir başka köyü tarayacaktı. Köydeki kadınların
muayenesini, Ayşe ve Tülay hemşirelere ve kız öğ
rencilere bırakıyorduk. Erkek öğrenciler de erkek
lerin derdini dinleyecek, taramalarını yapacaklardı.
307
Evlerin hiçbirinde tuvalet yoktu. İ h tiyaçlarını dere
kenarına inerek gideriyorlardı. Kız çocuklarını
okutmuyorlardı. Türkçe bilen erkekler, yabancı dil
bilenlerin ayrıcılığına sahipti, statüleri diğerlerine
göre daha yüksekte görünüyordu . Devletle bağlan
tıyı sadece onlar sağlayabiliyormuş. Kadın erkek
uçurumu çok derindi . Şafi inançlarına göre, kadına
el değerse abdest bozuluyormuş. Kızların ellerini
sıkmıyorlardı ama hepimize karşı çok naziktiler.
Evlere girerken ayakkabılarımızı çıkarmaya kalkıştı
ğımızda, bağlarını kendileri çözmeye kalkıyorlar,
yolda yürürken önümüze geçmiyorlar, çay, su ya
da ayran bardağımız boşaldığında, hemen yeniden
dolduruyorlardı . Bazı köylerde kadınlar yemek es
nasında yanımızda bulunmazken, bazı köylerde,
mesela Surs mezrasında, yemek boyunca onlar da
bizimle oturdular ve tercüman aracılığı ile sohbete
katıldılar. Kadınların üzerinde, en güzelleri üstte
olmak üzere kat kat giysiler, etekler, hırkalar vardı.
Guatr hastalığı yaygın olduğu için, boğazlarındaki
yumruları gerdanl ıklarının ardında saklıyorlardı .
Kocaman gözleri korkuyla bakıyordu. Lastiklerini
ve renkli çoraplarını çıkartmaya ikna ettiklerimizin
ayakları iltihaplı yaralarla doluydu. Çantalarımızda
götürdüğümüz tansiyon aletleriyle, i laçlarla köylü
lerin her dertlerine deva olmaya çalışıyorduk. Gün
ilerledikçe bizden kötülük değil de iyilik geleceği
ne kani olduktan sonra, kadınlı erkekli muayene ol
mak için sıraya girmişlerdi.
308
Bir de çocuklar vardı! Saçları kirden keçeleşmiş,
kocaman güzel gözleri mahzun veya şaşkın bakan,
burunları hep akan ve sümüklerine konan sinekler
den rahatsız olmayan, şiş karınlı, ishalli, pantolon
ları iplerle bağlanmış, rengarenk hırkalı çocuklar.
Bitmez tükenmez bir çocuk ordusu nereye gitsek
peşimizden geliyordu. Onları muayeneye aldığımız
ilk gün şaşkına dönmüştük. Hepsinin bedeninde,
lepra lekeleriyle i lgisi olmayan küçücük kırmızı be
nekler vardı . Sanki döküntülü bir bulaşıcı hastalığa
tutulmuşlardı ama döküntüler ne kızıl ne de kıza
mık döküntülerini andırıyordu . Teşhis koymakta
zorlanmıştık. Günün sonunda, bu döküntülerin
tahtakurusu ısırığı olduğunu anladık. Çocuklar ay
rıca ishalden ve beslenme bozukluğundan kırılıyor
du. Gördük ki hayvancılıkla uğraşan bölge halkı,
hayvan ölmedikçe veya misafir gelmedikçe, hayva
nını kesip et yemiyordu. Proteinsizlikten dolayı ra
şitik, cılız çocuklar çoğunluktaydı. Pek çok evde
zeka özürlü çocuk da gördük.
Köy halkı da çocuklar gibi baştan aşağı bit, pire
ve tahtakurusu içindeydi. Biz de sonunda çaresiz
bitlenip pirelenecektik ama dönüş yolunda Van
Gölü'nün sodalı suyu, bizleri her türlü haşerden
kurtaracaktı .
309
(başım ağrıyor, midem ağrıyor) . " Ağrısız, dertsiz
tek bir kişi yoktu aralarında.
Muayene sırasında gördüklerimizi kaydediyor,
şüpheli bulgular için değerlendirme formları dü
zenliyorduk. Kadınlar ilk günlerde m uayene olmak
için, karınlarını açmaya utanırlarken, kimseden çe
kinmeden memelerini çıkartıp bebelerini emzirebi
liyorlardı. İ nsan içinde bebe emzirmek son derece
doğaldı. * İlk iki günün sonunda, halkı m uhtarİarın
evinde toplamaktan vazgeçip, ev ev dolaşma kararı
aldık. Böylece tüm ev halkını, en azından o sırada
evde bulunanları, tarayabilecektik.
310
Onların gözünde ise bizler, derman dağıtan sihir
bazlar, omuzlarımızdan sarkan fotoğraf makinele
rimiz, tansiyon aletleri mizle uzaydan gelen yaratık
lar gibiydik. Onlar bizi uzaylı gibi görürken, bizim
çocuklar da onlar için bir tekerleme söyleyip dur
muşlardı : Mars, Veni.is, Mi.iki.i s!
Mi.iki.is; yani , d ünya dışında bir gezegen!
Bahçesaray/Mi.iki.is, iyi bir ressam tarafından,
yeşilin her tonu kullanılarak çizilmiş, bir natürmort
resim gibiydi . Orada, vadinin ortasında çağıldayan
dereden başka hiçbir şey değişmiyor, gitmiyor, ak
mıyor, hareket etmiyordu. Ağalık düzeninin haki
miyeti , tabiatın bile üzerine sinmişti sanki . Ağadan
izin alınmaksızın yağmur yağmaz, rüzgar esmez,
kimse köyü terk etmez, evlenmez, boşanmaz, aske
re gitmez, desem yeridir!
31 1
de. Topraksız köylü çaresizlikten, çoğu kez boğaz
tokluğuna çalışırmış. Zaman içinde, yörenin gen1,:
leri batıya ve özellikl e Adana'ya çalışmaya gitmeye
başlamışlar ve köyde çalışacak genç erkek kalma
yınca, ağalar ücret öde mek yerine, toprağın bir bö
l ümünü köylünün kendi hesabına çalıştırmasına
izin vermişler.
B i z oraları gezerken, köylüler ağa toprakların
da yarıcı olarak çalışıyorlardı. Yani , ağanın malı ye
rine, işçisi olmuşlardı. Ama dertleri bitmemişti .
Ağanın sözüyle satılmış ve yine ağanın marifetiyle
satıştan vazgeçilmiş topraklar mı isterdiniz, otlak
anlaşmazlıklarından doğan sorunlar mı? Sonııı
çoktu. Ama sorunu çözecek adam yoktu. Köyde
muayene ettiğim i z insanlardan tutun, Çukuro
va'ya çalışmaya gitmiş erkeklere, yeni doğmuş be
belere kadar herkes şıhın veya ağanın adamıydı.
Ağa da haliyle muhtarı ol uyordu köyü n . Bu ağalar
zengindiler, güçl üyd üler, kendilerine kul olan bir
sürü adamları vardı, devletle ilişki içindeydiler;
muhtar, belediye başkanı, milletvekili ol uyorlardı.
Bu bölgelere gönderilen devlet mem urlarının, si
yasi iktidara sırtlarını dayamış bu kişilerle, müca
dele gücü yoktu. Hiç olmamıştı, ne Osmanlı dö
neminde, ne cumhuriyetin ilk yıllarında ne de şim
d i ! Buraya tayi n edilen kişi, bir an önce bu yön:
den gitmek istiyordu. Kalıp kiminle ve ne için mü
cadele edecekti ki? Sistem, ağalık dü zeninin arka
sındaydı. Bunu fark edenin ya gön lü kırılıyordu,
312
ya midesi bulanıyordu. Üstelik buradaki gerilik,
bilinçli bir gerilik, sefalet, bilinçli bir sefaletti. B u
ranın şeyhleri , şıhları , ağaları, bölgelerinde hü
kümleri azalmasın diye, hiçbir gelişmeye izin ver
miyorlardı . Ama hangi partiden olursa olsu n , hü
kümetler onlara göz yumuyordu, çünkü hükü
metlerin oy deposuydular. *
313
yolluyordum . Ertesi gün, erken kalkıp, yoksu l,
zengin, kul, köle, şeyh, ağa gözetmeden her insa
na elimizi uzatabilmek, dertlerine deva olabilmek
için uykuya ihtiyacımız vard ı . Yorgun bedenlerimiz
sert yataklarımıza değer değmez, derin uykulara
dalıyorduk.
Köylerini gezdiğimiz ilçelerin sağlık ocağı du
varlarına, bu sohbetlerimiz sinip kalmıştır. Hani
derler ya, duvarların dili olsa da konuşsalar! Belki,
ilerde keştedi lecek bir yöntemle, bu duvarlar konu
şuverirse, yoksulluğa ve cehalete çare arayan sesle
rimiz yansıyacaktır kerpiç duvarlardan.
Bu arada içimizi buran bazı gerçeklerle de kar
şılaşmıştık. Örneğin Müküs'ten ayrılmış Erınenile
rin, şu anda orada yaşayanlardan çok daha ileri bir
uygarlık düzeyinde oldukları m , geride bıraktıkları
izlerden anlayabiliyorduk. Her yerde sarnıçlar, su
ve sulama kanalları, kilise kalıntılarıyla karşılaşıyor
duk. Bir medeniyeti devraldıktan sonra devam etti
rememek, suyu kullanmak için ancak kovalarda ta
şımak, tuvalet siste mini geliştiremeyip, her işi dere
de görmek, böylece içilecek suyu kirletmek, bizle
rin suçu değil miydi�
314
!aşmış, köylerde bu labildiğimiz herkesi muayene
etmiş, saklı kalan cüzamlıları da tespit etmeye çalış
mıştık. On iki bin nüfuslu ilçede dokuz bin civarın
da insanı muayene ettiğimizi hatırlıyorum . Çok sa
yıda olmasa da, yeni cüzamlılar da bulmuş, hemen
tedaviye başlatmıştık.
315
ÇALDIRAN
::.-;
317
hangi ilaçlara ihtiyaç olduğunu da biliyorlardı .
Kendilerini b u konuda adeta u zmanlaşmış hissedi
yorlardı.
Çocukları, bir önceki yolumuzu takip eden:k
önce otobüsle Van'a sonra da arabalarla Doğu Be
yazıt'a yolladım . Ben, Ayşe ve Tülay hemşirelerle,
bir gün sonra yola çıkacak ve biz de tıpkı onlar gi
bi, Doğu Beyazıt'tan Çaldıran'a kadar, İran sınırı
boyunca Unimog kamyonlarla, askerin desteği ve
koruması altında gidecektik. Çünkü dile getirilme
se de, bölgede terör başlamıştı .
Çaldıran'a varınca yine şaşırıp kaldık! Memlekt.:
timiz bize durmadan yeni sürprizler hazırlıyordu!
Çaldıran, hepimizin tahmininin aksine, Bahçesa
ray'a göre çok gelişmiş ve muntazam bir bölgeydi.
Deprem sonrası yapılan sağlık ocakları, Bahçesa
ray'dakiyle ölçülemeyecek kadar modern ve dona
nıml ıydı ! Çocuklar taramanın burada çok daha ko
lay yürüyeceğini düşünerek, ilk gece tatlı bir uyku
ya yatmışlar ama sabah uyandırıldıklarında, işlerin
hiç de öyle olmayacağını anlamışlar. Sabahın çok
erken bir saatinde, derin uykularından kapının vu
rulmasıyla uyanmışlar. Sağlık ocağı görevlisi, he
men hazırlanmalarını söylemiş. Dışarıda telaş ve
gürültü varmış. Alelacele giyinip odalarından çık
mışlar ki, ne görsünler, bir sürü yaralı insan, yaka
paça içeri taşınmakta. Sağlık ocağının hekimi, bu
rada doktorluk yapacağına askere gitmeyi tercih et
miş olduğu için, sağlık ocağında doktor yokmuş.
318
Bizimkiler hemen işe koyulup buldukları malze
melerle yaralılara müdahale etmeye başlamışlar.
Akşama doğru biz oraya vardığımızda çocukları sa
vaş hekimliği yaparken bulduk. Allahtan Almanlar
tarafından yapılan sağlık ocağı tam teçhizatlı bir
yerdi. İ htiyacımız olan her şey e l altında gibiydi.
Buna sevinmiştik.
319
ne koşulları çok daha iyi olmasına, çevremizde öğ
retmenlerin, askerlerin de bulun masına rağmen,
güveni, iletişimi sağlamakta zorlanıyorduk.
Güven eksikliği sadece bize karşı da değildi . İn
sanlar birbirlerine de güvenemiyorlardı anlaşılan.
Mesela, Çaldıran'a girdiğimizde, ilk dikkatimizi çe
ken, ilçenin orta yerine yığılmış samanlar olmuştu .
H e r evin kendi ağılında, bahçesinde durması gere
ken samanlar, ilçenin orta yerinde yığı lmıştı . Me
ğer evlerdeki samanlıklar, düşmanlık nedeniyle he
men her gece yakılıyormuş. İnsanlar samanlarının
yakılmasını önlemek için, hepsini aynı yerde topla
mışlar, böylece kimse başkasının samanını yakmaya
yeltenmez olmuş. *
320
aramızda. Orada kaldığımız sürece, bizim çocuklar
cüzam taraması yapmanın yanı sıra, her Allah'ın
günü birilerine dikiş attılar, pansuman yaptılar.
Çünkü her gün, bir köşede bir çatışma oluyordu.
32 1
yordum. Biz gittikten sonra, " Koskoca doktor
böyle davrandığına göre, demek ki bu hastalık he
men bulaşmıyormuş," diye konuştukları kulağımı
za gelmişti. Yavaş ama emin adımlarla, itimatlarını
kazanarak hedefim ize doğru yürüyorduk ve arada
çok komik olaylar da yaşıyorduk. Zaten benim ba
şıına nereye gitsem tuhaf bir olay mutlaka gelir'
Çaldıran'ın sert yapısında dahi, bir komedi yaşama
yı becerdim, çocuklara eğlenecekleri bir konu ya
rattım . . .
Ziyaret ettiğimiz köylerin birinde, iyice yaşlan
mış lepralı bir kadın vardı. Gençliğinde tedavi ol
mak için İstanbul'a gelmiş ve u zu nca bir süre has
tanede kalmış. H astanede hayatında ilk kez tuvale
ti görmüş, öğrenmiş. Köyüne dönünce babasına il
le de tuvalet isterim diye tutturmuş. Babası kızını
kırmamış, bahçenin bir köşesine, dört duvar ördü
rüp, bir hela yaptırmış. Köyün tek helası, işte onun
evindeydi.
Taramalar sırasında muayene ettiğimiz bir an
ne, köyün eteklerinde yaşayan lepralı kızını ziyaret
etmemizi, rica etti. Kız yeni doğum yaptığı için, lo
ğusa yatağından kalkamıyor, muhtarın evine kadar
yürüyemiyordu, biz ona gider miydik? Elbette gi
derdik!
Ben, Ayşe Yüksel ve bir kız öğrencimiz, kızın
evine doğru yürü meye başladık. Ev gerçekten de
biraz uzaktaydı, köyün son eviydi. Çantalarımızı
taşımakta ısrar eden erkekler ve peşimize takılan
322
çocuklarla nihayet eve vardık. Loğusa kızı ve evde
ki diğer insanları da tek tek muayene ettik, tansi
yonlarını ölçtük, ilaçlarını verdik. Elbette ikram
edilen çayı da içtik, kalkacağız. Ben sıkıştım . Ay
şe'ye söyledi m . Evlerde tuvalet olmadığın ı bil iyo
ru m ama bu iş için gösterecekleri bir yer olmalı d i
ye düşünmüştü m . Ayşe d e adamlardan birine sor
muş. Adam dışarı çıktı, Kürtçe, avazı çıktığı kadar
bağırmaya başladı. Köylüleri bir telaş aldı , birbirle
rine bağırıyorlar, koşuşuyorlar, geldiğimiz yöne
doğru koşanlar var, içeri girip çıkanlar var. Şaşırdık.
Neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz. Bizi ön
lerine kattılar, yine çol uk çocuk, bağıra çağıra gel
diği miz yöne gitmeye başladık. Lepralı yaşlı kadı
nın evi ne doğru gidiyoruz. Yaklaşınca bir de ne gö
reyim, kadının bahçesindeki tuvaletin önünde er
kekler sıraya girmiş, birinin kolunda bir havlu , di
ğerinin elinde ibrik, bir başkasının elinde yamru
yumru kocaman bir sabun. Nerdeyse bütün köy
barnı tuvalet hi zmetleri sunmak için kuyrukta. Bü
tün köye rezil old um. Bunca hazırlıktan sonra, tu
valete girmesem olmaz, girsem kapıda yığınla in
san , elleri nde i brikler, peşki rler heyecanla işimi
yapmamı bekliyor. Bu olayın, çocukların tuttuğu
Çaldıran seferi nin seyir defterine "Türkan H oca
' nı n Alayişli Çiş Seteri ," diye geçtiğine eminim.
İşte böyle , hem sert hem de i nanılmaz konuk
sever insanların yaşadığı bir beldeydi Çaldıran . Ko
nuklar, kim ol ursa olsun , baş üstünde taşınıyordu.
323
Muhtarın evindekilere tarama yaparken, genç dok
tor adaylarımızdan biri, muayene için kollarını sıva
mış bir genç kıza, ağabeyinin mani olmasına çok
üzülmüştü . Muayene olmamanın kıza nelere mal
olacağını delikanlıya anlatmaya çalışsa da, fayda
vermemişti söyledikleri . O akşam, muhtarın evimk
akşam yemeğine davet edilmişti k. Yer sofrasında,
yan yana dizil mişiz, ikram edilen yemekleri yiyor
duk, ama genç doktor adayı, sabahki olaya kızgın
olduğu için ağzına lokma koymuyordu. Muhtar,
etrafındakilere, Kürtçe neden yemek yemediğini
sormuş, anlatmışlar. Bağıra çağıra oğlunu sofradan
kovdu. Delikan lı dışarı çıkınca, bizim doktor ada
yına döndü, " Benim oğlum bir eşeklik etmiş,
Bey," dedi, "cahil işte, kusuruna bakma. Ben onun
yerine özür diliyoru m . Haydi, sen ye yemeğini."
"Teşekkür ederim fakat aç değilim," dedi bi
zimki.
Muhtar, "Bak Bey," dedi, "seni üzen oğlumu
masadan kovd um, yetmedi. Af diledim yine yetme
di. Bana akşam akşam, oğlumu vurdurtma! Yemeye
cek olursan, dışarı çıkıp öldüreceğim onu, bilesin ! "
Genç öğrenci, adam oğl unu vuracak diye kor
kusundan önündeki ekmeği kaptığı gibi, sahanda
ki yumurtaya banarak bir çırpıda bitirivermişti.
İnsan hayatının beş para etmediği ama olur ol
maz şeylerin onur meselesi yapılıp saat başı can
alındığı beldeyi , ne ben ne de çocuklar, hayatımız
boyunca unu tmayacaktı k.
324
Bahçesaray ve Çaldıran'daki cüzam taramaları ,
hepi mize ömrümüz boyunca ışık tuttu . O yörede
yaşayan insanların huylarını, duyarlılıklarını, davra
nışlarını bilmek, meslek hayatımız boyunca onlarla
hep iyi iletişim kurmamızda çok yardımcı oldu.
325
na gel i nce, nezle gibi aynı odada bulu nmakla bu
laşan bir h astalık deği l . Verem bile ondan dalu
bu laşıcı. İnsan ellerini sık yıkar, temiz ortam larda
yaşarsa ve bağışıklık sistemi güçlüyse , bulaşma i h
timali pek az."
" Benim tanı dığım herkes cüzamlıdan bucak
bucak kaçar."
"Cah i lliklerinden kaçıyorlar. "
" Benim bir amca oğl um vardı, aşağı köyden bir
kıza aşık olmuştu . Kız da buna sevdal ı . Anı;ı duy
duk ki, kızın ailesinde cüzam varmış. Anam dedi ki,
o kı zı bu eve getirirsen, ben kendimi vururum. Ana
katili olursu n . "
" Boşuna telaş etmiş anan . Kı zı b i r hastaneye ya
da bir sağl ık ocağına götürüvereydi ya! Belki cü
zam bulaşmam ıştı bile, kıza . "
"Olsun! İstemedi lerdi işte . Ayrı ldılar. Sonra kız
kendini mi asmış ne ! Eee, adı cüzaml ıya çıkınca, ne
yapsı n , zanl l ı . Ama benim aırn.:aoğl u lüla vicdan
azabı çeker."
"Senin anıcaoğlunun lıi k:iyesi tek deği l . Ben
kaç vaka bil iyorum böyl e ! "
"Anlatsa111za bir tanesi ni," dedi polis.
326
leri vardır. Çoğu, iyileştikten sonra bile adları cü
zamlıya çıktığı için köylerine, mahallelerine döne
mez, onları kimselerin tanımadığı yerlere göç eder
ler ve bıçak sırtında yaşarlar bir ömür.
327
YETER'İN VE
RAMAZAN'IN ÖYKÜSÜ
�
329
Bayram, peşine taktığı iki kadınla koşar adım bina
ya doğru yürüyord u. Tevekkeli değil zili duymadı,
bahçedeymiş meğer, diye düşündüm .
330
inandığım iki şey vardı, birincisi; başlanan her iş bi
tirilmeliydi, ikincisi ise, kendi düşen ağlamazdı. Bir
doktora çok para kazandırabilecek estetik operas
yonlardan tutun, başını fazla ağrıtmayacak çocuk
ya da kadın doğum hastalıklarına kadar onlarca uz
manlık dalı dururken, cüzamlılarla uğraşmayı seçe
rek zor yola başkoyan ben değil miydim? O halde,
şikayete hakkım yoktu ! Ben sandalyenin üzerinde
kollarımı yanlara, yukarıya gererek, çevirerek sırtı
mı gevşetmeye çalışırken, peşinde kadınlarla Bay
ram kapıda bitti.
331
"Anlatın Hoca'ya başınıza gelenleri," dedi Bay
ram.
Kadınlar konuşmadılar. Besbelli hikayelerini, be
ni etkilesin diye Bayram'a anlattırmak istiyorlardı.
" Bayram, bu kızlar senin akraban m ı ? "
"Hayır efend i m . A z önce, geldiklerinde tanış
tık. Şu konuşuyor da, diğeri nin Türkçesi, kıt," de
di Bayram.
"İkiniz de mi hastasınız?" diye sordum.
" Ben tedavi gördüm," dedi koltuk değnekli,
"hasta olan , kardeşim . "
"Pek<lla, çıkarsın üzerindekileri, muayene ede
yim önce."
"Önce başına gelenleri hikaye edeyim de, anla
sen neler çekmiş, Doktor Hanım," dedi, bacağın
da protezi olan.
Tecrübeyle biliyordum ki her cüzamlının ardın
da kalın ciltli bir roman vardır, başına gelmeyen
kalmamıştır ve bu acılan dökmeden hiçbiri rahat
edemez. Günah çı kartan papazlar ya da hastasmı
divana uzatmış ruh doktorları gibi , cüzamı tedavi
edecek kişi , önce hastanın iç dünyasının cerahatini
akıtmakla başlamalıdır işe. Hasta, insan yerine ko
nup dinlenmeli, acısıyla ilgilenilmeli, yükü paylaşıl
malı, hafitktilmclidir.
"Anlat bakalım," dedim, dinlemiş olduğum yüz
lerce acı öyküye bir yenisini eklemeye hazırlanırken.
Her iki kardeş de Elazığ'ın bir köyünden geli
yorlardı. Ailede cüzam vardı. Abla önce Elazığ'da
332
sonra da İstanbul'da tedavi görmüş, bacağına pro
tezi burada takmışlardı. Yeter ise henüz on beş ya
şındayken, kırkını geçmiş, çok çocuklu bir adama
başlık parası karşılığında satılmıştı . Adamın karısı
yatalaktı. Kızları evlenip gitmişlerdi. Adam yatalak
karısı ve oğullarıyla birlikte yaşıyordu . Yeter koca
ya verildiğinde çok güzel bir kızdı ve cüzam mik
robu taşıdığının henüz farkında değildi. Kocasının
kendinden büyük olmasını da pek dert etmemişti.
Cüzam bulaşmış evlerden kız almazlardı genelde.
Bir talibinin çıkmasına şükretmişti bu yüzden. Evi
ni çekip çeviriyor, hasta kadına bakıyor, kocasıyla
oğullarının çamaşırlarını yıkıyor, önlerine aşlarını
koyuyor, gerektiğinde tarlaya bile iniyordu. Evlen
dikten iki yıl sonra, Yeter'in yüzü ve kolları leke
lenmeye başladı. Üvey oğulları, kızın ailesinde cü
zam olduğu için, onun da aynı mikrobu taşıdığın
dan şüphelendiler. Cüzama yakalandıysa, bu evden
gitmesi gerekiyordu.
Babaları oğullarının şikayetlerine kulak asmadı.
Karısını seviyordu, onu evden uzaklaştırmaya hiç
niyeti yoktu. Yeter'i alıp sağlık ocağına götürdü.
Sağlık memuru, kızı Elazığ Hastanesi'ne götürme
sini söyledi. Bir bahar günü karı koca, şehre indi
ler, hastanenin kapısına vardılar. Haberler hem iyi
hem kötüydü. Yeter, cüzam mikrobu taşıyordu
ama hastalığın kesin tedavisi vardı. R ifa mpisin adlı
ilaç, muntazam alındığı takdirde, hastalık önlene
bilirdi. Elbette ayrıca yaralara her gün pansuman
333
yapılacak, merhem sürülecek ve hasta tertemiz bir
ortamda yaşayacaktı. Kız henüz on sekiz yaşınday
dı. İyi bakılırsa, iyileşir, dünyaya sağlıklı çocuklar
bile getirebilirdi.
Karı koca, yanlarında kutu kutu ilaç ve mer
hemle, sevinç içersinde evlerine döndüler. Kız eve
varır varmaz, doktorların kendine tembih ettikleri
gibi, evdeki bütün kilimleri götürüp bahçede bir
ipe astı, her birini iyice yıkadı .
Akşam oğlanlar tarladan döndüler. Kili mleri se
rili göremeyince bir ağız dalaşıdır başladı . Yatalak
anne de yattığı yerden lafa karışıyor, evin düzeni
nin bozulduğundan, kilimsiz tahtalarda rutubet
kapacağından şikayet ediyordu.
Nerdeyse üç beş günü, kilimlerin kavga gürül
tüsüyle geçirdiler. Kili mler nihayet kuruyunca, Ye
ter onları hemen yerlerine serdi ama oğlanlarla
analarının şikayetleri bitmek bilmiyordu.
Bu sefer de ilaçları ağızlarına dolamışlardı. Ba
balarının bütün parası bu hasta karının tedavisine
gidiyordu. Üstelik bulaşıcı, korkunç bir hastalığa
yakalanmıştı. Onun elinden yemek yemek istemi
yorlar, çamaşırlarına dokundurtmuyorlardı. Evdeki
hayat cehenneme döndü. Birkaç ay sonra, oğlanlar
babalarını bir kenara çekip Yeter'i evden yollaması
nı istediler.
"Yollamam," dedi babaları, "ben ona çok para
verdim."
"İyi ama şimdi hasta! Bir işe yaramıyor."
334
" Nasıl yaram ıyor? Evin işini o görüyor, ananı
za o bakıyor. H ayvanları yemliyor. Daha ne yap
sın ? "
"Hastalığını bizlere d e bulaştıracak, baba," de
diler.
"Ben öğrendim, öyle kolayca geçecek bir hasta
lık değilmiş. Hele sizin gibi genç, güçlü kuvvetli
insanlara hiç geçmezmiş. Gocunuyorsanız, uzak
durun."
"Biz bu kızı evimizde istemiyoru z . Sana başka
karı bulalım. Bunu evine yollayalım . "
"Burası benim evi m . B e n avradımı hiçbir yere
göndermiyorum . Şikayetiniz varsa, siz gidi n ! " dedi
babaları.
Oğlanlar babaya laf geçiremeyeceklerini anla
yınca, başka bir yola başvurdular. Babalarının evde
olmadığı zamanlar, Yeter'i dövmeye başladılar.
Kendilerini şikayet edecek olursa, da onu öldüre
ceklerine yemin ettiler. Kızcağız, yüzündeki, kolla
rındaki morartıların, hastalığını n yüzünden oldu
ğunu söylüyordu, kocasına. Bir gün kuması insafa
geldi, Yeter'e, "Kızım, ne diye bu evde kalmakta
ısrar ediyorsun?" diye sordu, "dayak yemek hoşu
na mı gidiyor?"
" Elbette gitmiyor," dedi Yeter.
" Kaç, babanın evine git! "
"Koca evinden baba evine dönülmeyeceğini bil
miyor musun?" dedi Yeter. "Babam beni kapı önü
ne kor! "
335
"O zaman kocana söyle seni hastaneye götürüp
yatırsın, kurtul bu haydutlardan. Yoksa dayak ye
mekten öleceksin."
Yeter, o akşam kocasına kendini i y i hissetmedi
ğini, hastaneye yatmak istediğini söyledi . İ laçlarını
m untazam alıyordu ama belki de hastanede yatarsa
daha çabuk iyileşirdi . Ertesi günü kocası Yeter'i yi
ne Elazığ H astanesi'ne götürdü. Doktorlar gidişa
tını görmek, ilaçlarının düzenini yeniden saptamak
için, kızı bir hafta hastanede tutmaya karar verdiler.
Hastanedeyken, iki üvey oğlu Yeter'i ziyarete
geldi . Bahçenin bir köşesinde fısır fısır konuştular.
Oğlanlar, eve geri dönmeye kalkacak olursa, valla
hi de billahi de onu öldüreceklerdi .
" Beni burada hep tutsalar, hiç çıkmam," dedi
Yeter, "ama tutmuyorlar. Koğuş benden bin beter
hastalarla dolu . Babamın evine de gidemem. Bıra
kın döneyim eve, ahırda yatarım . "
"Hayır," dedi büyük oğlan, "adımızı cüzamlıya
çıkardın. Bak, geçen gün kardeşime kız istedik,
vermediler. Babama laf anlatamıyoruz . Elimiz ona
kalkmıyor ama sen gelirsen, öleceğini bil. Ona gö
re hangi cehenneme gideceksen git! Fakat babam
nereye gittiğini bilmesin. Onu terk ettiğini zannet
sin. Buralardan yok ol ! "
Oğlanlar, Yeter'in eline birkaç kuruş para sıkış
tırıp giderlerken, paralara işaret koyduklarını, geri
dönecek olursa, onu hırsızlıktan yakalatacaklarını
da söylemeyi i hmal etmediler.
3 36
Yeter, kocası onu hastaneden çıkartmaya gel
meden, buralardan kaçması gerektiğini anlamıştı.
Tek başvuracağı, bu derdi çekmiş, halden anlayan
ablasıydı . Ona haber yollattı . İ ki kardeş, kocasının
Yeter'i eve götürmek için geleceği günün erken sa
bahında, ellerinde bir bohça ile yola düştüler. Ab
la, İstanbul' da yoksul ve hasta dostu bir doktor ol
duğunu duymuştu . Üstelik bu kişi , bir kadındı. Ara
sıra gelir, elini buradaki hastalara da uzatırdı . Cü
zamlıların arasında bir efsane gibiydi adı. Abla, izi
ni sürecek ve sora sora bulacaktı onu ! Yeter ki, İs
tanbul'a kadar kapağı atabilsinler!
Ve işte şimdi buradaydılar.
Abla, anlatacağını anlattıktan sonra sustu . Ye
ter, gözleri yerde, kıpırdamadan oturuyordu.
"Bayram, git başhemşireyi yolla bana," dedim.
Adam odadan çıkınca, Yeter'i soyup muayene et
tim . Vücudunda sadece cüzam değil, tekme tokat
izleri de vardı. Tedavisi bitene kadar hastanemizde
kalabilirdi ama iyileştikten sonra ne yapacaktık bu
kızı? Nereye yollayacaktık.
"Elinden ne iş gelir?" diye sordum.
"Her işi yapar," diye atıldı ablası, "biz ikimiz de
yemek pişiririz , temizlik yaparız, tığ işi biliriz."
Ablanın elleri hafifçe pençeleşmişti ama kızınki
ler iyi durumdaydı.
"Sen geri dönmüyor musun? " diye sordum ab
laya?
337
"Dönemem artık. Onun evden kaçmasına yar
dım ettim . Biz bir yatakta koyun koyuna yatarız iki
kardeş, Doktor Hanım, sen hiç üzülme," dedi abla.
338
haber verdik, geldi yattı hastaneye. B u arada çalı
şanların çocukları için zemin katta bir kreş açmış
tık. Kreşin açıldığı alana çocuklar temiz havada oy
nayabilsinler diye bir bahçe yapmayı planlıyorduk
ama buna ayrılmış para olmadığı gibi, uğraşacak
vakit de yoktu.
Ramazan, her gün sabahın beşinde namaza kal
kıyor, namazını kılınca bahçeye çıkıyor, başlıyor
hastanenin dört bir yanındaki toprakları, çayırları
sulamaya. Sonra bizden alet edevat istedi, ona bir
testere, bir bahçe makası aldık. B ahçedeki bütün
ağaçları budadı. Çimenleri gübreledi. B irkaç ay
sonra bahar geldi, bizim çiçekler, güller içinde bir
bahçemi z oldu. Kreşin önünü de mis gibi yapmış
ama çocuklara diken batmasın diye oraya gül ek
memiş. Civar hastanelerin bahçe yüzünden kıs
kançlığına hedef olmuştuk, o yıl . Gönüllü bahçıva
nımıza, arka bahçedeki kulübeyi verdik. İyileştik
ten sonra orada yaşadı ve ücret talep etmeden bah
çemize hep o baktı. Sonra bir gün Van'ın köylerin
den birinden b i r telefon aldık. Genç b i r kız cüza
ma yakalandı diye, hayvanlarla birlikte ağıla kapat
mışlar, hayvanlara yem atarlarken, kıza da yemek
parçaları atıyorlarmış. Telefon eden kişi adını ver
mek istemedi . Biz kaymakam ve sağlık müdürü
aracılığı ile soruşturduk ve olayın doğru olduğunu
öğrenince, kızı İstanbul'a getirttik.
Kız, üzerinde yırtık pırtık giysilerle, paçavralar
içinde geldi. Saçları kirden keçeleşmiş, elleri hasta-
339
lık nedeniyle kıskaç gibi olmuştu zavallının. Hay
vandan farksız haldeydi. Kötü muamele görmekten
olsa gerek, ürkek bir tavşan gibi, yanına yaklaştığı
nızda sıçrıyor, korku içinde bakıyor, kollarıyla yü
zünü saklıyordu. Kızı yıkadık, saçlarını kestik, biti
ni, piresini temizledik. Tedavisine başladık. O kıs
kaç gibi elleri inanılmaz hünerliydi . Sakatlığına rağ
men güzel örgü örüyordu. Zaman içinde iyileşti .
Onu evine geri yollamanın zamanı gelmişti ama kız
gitmek istemiyordu. Bir gün bizim Ramazan, kapı
yı vurup odama girdi. Allah'ın emri, Peygamber'in
kavliyle benden bu kızı istedi. Meğer kızda gözü
varmış. Kıza sorduk, kabul etti. Onlara da aramızda
para toplayıp çeyiz düzdük, resmi nikah kıydık, dü
ğün yaptık. Kaymakamlıkla ilişki kurup ikisine de
yeşil kart çıkarttık. Sonra Ramazan hastanenin bah
çıvanı olarak maaşa bağlandı. Nlah onlara bir de er
kek evlat nasip etti . Ramazan on beş yıl sonra
emekliliğini istedi, tazminatıyla Kocaeli taraflarında
bir kulübe aldı, şimdi orada yaşıyorlar. Oğulları Ta
nıl'ı burs programına aldık. Burslu okuyarak Ana
dolu Lisesi'ni bitirdi, şu anda Kimya Fakültesi'nde
okuyor ve Erasmus bursu ile yurtdışına gitmek isti
yor. Geçenlerde dil sınavına girmiş burs için, kendi
kendine çalışarak öğrendiği İ ngilizcesiyle yüz
üzerinden doksan iki almış. Şimdi söyle bakalım ba
na, cüzamlıların çocukları olmalı mı, olmamalı mı1"
Polis arkadaş bir şeyler söyleyecekti ama tele
fonlar aman vermiyordu. Televizyonları seyreden-
340
ler, evime baskın yapıldığını öğrenenler, Çağdaş
Yaşam çalışanları, dostlarım, çocukların arkadaşları
sürekli arıyorlardı . Bi r iki kişiyle konuşup kapattım
telefonu.
34 1
"Ama daha çok kız çocuklarını okutuyorsunuz,
öyle değil mi?"
"Hayır, ihtiyacı olan erkek çocuklara da burs
veriyoruz ama ağırlık kızlarda."
"Niye? Kızları daha mı çok seviyorsunuz?"
" Kırsal alanlarda çok çocuklu aileler okula önce
erkek çocuklarını yolluyorlar. Buna çoğu kez yok
sulluk sebep oluyor. Ama kızları evde tutup kar
deşlerine baktırmak, tarlada çalıştırmak, on üç ya
şına basınca, başlık karşılığı kocaya satmak da işle
rine geliyor aileleri n . Kızlara bir fırsat tanımak için,
onlara ağırlık verdik."
"Duyduğuma göre bir sürü kız çocuğu okutu
yormuşsunuz ."
"Önce on yedi kız çocuğu i le başlamıştık. Kı z
ların çoğu, l iseden sonra üniversiteye gitmek iste
yince, orta öğretim burslarını , bu kez de yüksek
öğretim için devam ettirdik ve sayıyı elli kız çocu
ğuna çıkaralım diye kolları sıvadık. Elli kız, yüz kız
oldu, derken bin kız oldu, yeni bağışçılar bulduk,
kişiler ve kurumlar yardım ettiler, Allah razı olsun,
beş bin kızı okula yolladık. Erkek çocukları da kat
tık aralarına. Madem devlet her çocuğa yetişemi
yor, haydi arkadaşlar, parası olanlar ellerini cepleri
ne atsın, dedik. Ülkemizin eğitim alanına yeni bir
nefes getirdik."
Genç polis ellerini ovuşturup duruyordu, bir
şey soracak gibiydi ama çekiniyordu besbelli.
342
"Aklını kurcalayan nedir?" dedim.
" Hocam, dediler ki, b u çocukları gavur yapı-
yorlarmış."
"Kim yapıyormuş?"
" B ilemem."
"Oğlu m onları da, diğer Ti.irk çocuklarını eği
ten öğretmenler okutuyor. Türk öğretmenler,
bursla okuyanları seçip, haydi şunları gavur yapalım
demiyorlar herhalde! "
Yanıtlamadı. Kafasını biraz karıştırmıştım galiba.
"Bak oğlum, bu yoksul çocukları köy öğret
menleri kendi okullarında buluyorlar. İlk ve orta
öğretimde, parasızlıktan dolayı oku l u bırakan ya da
hiç okula gidemeyen çocuk varsa, bize haber verin
diyoruz. Kaymakamlar ve eğitim müdürlükleri ara
cılığıyla, upuzun bir liste geliyor bize. Biz, listede
ki en mağdur durumdaki aileleri seçip önce soru
yoruz, çocuğunuza para yardımı yaparsak, okula
yollar mısınız, diye . Kim i hayır diyor, kimi evet.
Evet diyen ailelere, çocukların okul masraflarını
karşılamaları için belli bir para ödüyoruz her ay.
Çocuk okula devam ettiği sürece ödüyoruz bu pa
rayı . Çocuğa değil , aileye ödüyoruz . Çocuk, şeh
rinde, kasabasında ya da köyündeki devlet okuluna
gidiyor, başka bir özel okula deği l . O yörenin ço
cukları nerede okuyorlarsa, burslu çocuk da, orada
okuyor. Biz çocukları görmüyoruz bile. Bir şika
yetleri veya dertleri varsa mektup yazıyor ya da te
lefon ediyorlar. Şimdi, devletin okullarında diğer
343
mahalle arkadaşlarıyla okuyan bu çocuklar, nasıl
gavur yapılıyor, söyle bana!"
"Efendim ben söylemedim, sadece duydum. "
Tam, "Bunu söyleyen ya aptal y a da kötü niyetli
bir yalancıdır," demeye hazırlanıyordum ki, Çağla
yan odaya girip, "Anne, Çınar telefon etti," dedi ,
"uçağını iptal etmiş, gidişini ertelemiş, birazdan
burada olacak. "
" İşi gücü vardır, iptal etmeseydi keşke," dedim,
"evde ne var ne yoksa götüreceklermiş ama beni al
mıyorlar anladığım kadarıyla," polise baktım, "öy
le değil mi?"
Genç adam gözleri yerde, "Estağfurullah Ho
cam," demekle yetindi . O da emin değildi bana ne
yapılacağından .
"Yok artık, deve ! " dedi Çağlayan.
İ nönü'nün vaktiyle söylemiş olduğu, "Eşkiya
nın gece ne yapacağı belli olmaz," lafı geldi aklı
ma, bu ülkede yıllar da geçse, hiçbir şey değişmi
yordu. Gülümsedim . "Niye güldün anne? " diye
sordu oğl u m .
"Öylesine," dedim . Söylesem de anlayamazdı
zaten. Biz o günleri yaşarken, daha bebekti Çağla
yan .
Sürekli çalan ev ve cep telefonları arasında, ka
pının zilini duyduk. Çağlayan pencereden dışarı
baktı, "Avukat gelmiş! Anne, dışarısı bir kalabalık
ki sorma! Bütün komşularımız kapının önüne bi
rikmişler," dedi .
344
Avukatım Hüseyin Bey, aşağıdaki polislerle bir
li kte içeri girdi. Amma çokmuşlar! Biri benimle
sohbet eden sivil genç, biri kadın, ikisi de sakallı ol-
.
mak üzere dokuz kişiydiler. Koruma polisim Zey
nep de gel miş, beni diğer polislerden korumak is
ter gibi, kollarını yanlara açmış, bana doğru ilerle
melerini önlemeye çalışıyordu.
" Beyleri bırak da istedikleri gibi çalışsınlar, kı
zım," dedim.
"Arama i zniniz var mı?" diye sordu Hüseyin
Bey. Bir takım kağıtlar gösterdiler.
Oğlanların son günlerde bana baksın diye tut
tukları Moldovalı Cemile, bizim Zeynep, koruma
polisim Zeynep ve karşı taraf, maç yapacaklarmış
gibi karşı karşıya duruyorlar. Ben okuttuğum kız
lardan dolayı sürekli tehdit almaya başlayınca, dev
let bana koruma polisleri yollamıştı. Çoğu zaman
erkekler geliyordu, ben küçük arabamı kullanırken,
yanımda ciddi yüzlü genç adamlar otururlardı, hep
birlikte sıkılırdık. Sonra bir gün uzun boyu, güler
yüzüyle Zeynep geldi. Gündelik sohbetler kadın
kadına daha mı kolay yapılabiliyordu, ne! Çok se
vinmiştim Zeynep'in gelişine.
Merdivenlerde Çınar'ın sesi duyuldu. İçeri gi
rince, "Oğlum, aksatmasaydın işlerini," dedim .
" Beni merak etme anne," dedi v e bir iki polisi,
baş işaretiyle dışarıya çağırdı.
Fısır fısır konuştuklarını duyuyordum dışarıda.
H erhalde annem çok yakında ölecek, onu fazla hır-
345
palamayın, sonra vicdan azabı çekersiniz, diyordu.
Çünkü polislerin hepsi bana karşı gerçekten saygı
lı, nazik davranacak ve arama boyunca nezaketleri
ni hiç bozmayacaklardı. Fısıldaşmaları bitince içeri
girdiler. Benim dostluğu iyice i lerlettiğim sivil po
lis, "Hocam, müsadenizle bütün evi arayacağız. Siz
hangi odada istirahat buyurmak istersiniz?" diye
sordu.
"Yerimde kalayım . "
"Geçici olarak telefonunuzu alacağız," dedi iç
lerinden biri. Tam o sırada telefonum çalmaya baş
ladı. Gökşin arıyor.
"Cevaplayabilir miyim?" diye sordum .
"Buyrun," dediler. Telefonu açtım, Gökşin'in
telaşlı sesini duydum. O da televizyonlarda izleyip
öğrenmiş.
" İyiyim, hiç merak etme beni. Çağlayan ile Çı
nar yanımdalar. Polisler arama yapıp gidecekler.
Her şey yolunda," dedim ve telefonu tamamen ka
patıp memura uzattım .
Sokaktaki sesler giderek yükseliyordu. Zeynep
pencereden baktı, "Sadece bizim sokakta değil, ara
sokaklarda da insanlar toplanmış. Evin önünü de
televizyoncular hepten kapatmışlar zaten," dedi,
"durmadan yeni insanlar geliyor. "
346
oturma odasında ayaklarımı uzatmış, televizyon
seyrediyord u m . Ara sıra Zeynep veya Cemile gelip
odalarda olu p bitenler hakkında tekmil veriyorlar
dı . Ne kadar evrak, kitap, müsvedde varsa elden ve
gözden geçiriyorlarmış. Yetmiş üç yıllık yaşamı
mın hatıra defterlerinde ve mektuplarda saklı hu
rufatı, hiç tanımadığım i nsanlar tarafından didik
didik edilirken, anılarımın, özelimin denizinde yü
zülürken, en gizli koylarıma girilirken, sakin olma
ya, sinirlenmemeye çalışıyordum. İşleri bitince,
evde silah bulamayacaklarına göre, herhalde yaz
mış olduğum kitapların müsveddeleriyle, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği'nin okuttuğu çocuk
ların kayıt dosyalarını alıp gideceklerdir. Kitap
müsveddelerini atarlar, kayıtları tutarlardı, o ço
cukları çağdaş olmayan eğitimlere aktarmak için .
Yine zaman kaybederdi Türkiye . H i ç değişmeyen
kaderiyle, zaman kaybederdi. Olsun, kadın erkek
tüm insanlığın aklın ve vicdanın aydınlattığı yolda
yürümeyi seçeceği gün er veya geç gelecekti. Bu
na bütün kalbimle inanıyordum. Sabrımı ve süku
netim i b u i nançtan alıyordum. O güne kadar, ba
şa her gelen çekilecek ! Oyunun kuralı böyle! Ya
şam oyununun! Ne demiş Şair, ccYaşamak şakaya
gelmez!"
347
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hi,cbir şey beklemeden
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak
*
N:'ızını Hikmet. Yaşamaya Dair l, Bütün Eserleri, YKY,
(2007 ).
348
mediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa kime ne
için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin
esiri olmuş insanlara kızamaz bir doktor. Beni dar
beye teşebbüsle suçluyorlar. Oysa darbelerin yaptı
ğı tahribatı kimse benden iyi bilemez. Ben 27 Ma
yıs darbesinde Çapa'nın ikiye bölünüşüne, 1 47'lik
lerin hazin hikayesine, 12 Eylül'de ise eğitim siste
minin tamamen çöküşüne tanık olmuş bir insanım .
Darbelerin h e r seferinde en büyük darbeyi, bilime
indirdiğini, gözlerimle gördüm. İzmir Cumhuriyet
Mitingi'nde, "Ne şeriat, ne darbe," dedim diye be
ni kürsüye çıkarmasınlar, sonra siz gelin beni dar
beci yapın ! Sizi gidi şaşkınlar!
349
Hey Allahım, ne kadar çok düşünür oldum ölü
mü! Oysa şu son günlere kadar ne dostlarım, ne
çocuklarım ne de doktorlarımla hiç söz etmedik
ölümden. Ben ağzıma almam bu kelimeyi ve hasta
lık son aşamada bile olsa, hiç kondurmam da, ne
kendime ne başkasına. Ayşe, beni görmeye geldi
ğinde, emekli olunca bir dağ evinde oturmak iste
diğini söylüyordu, beni de zaman zaman yanına
alarak. Baktım bir ara, ciddi ciddi konuşuyoruz bu
mı , benim onun emekliliğini görmeye ömrüm ye
tecekmiş gi bi. Özellikle son teşhisten beri, sonsuza
kadar bu dü nyaya kazık kakacakmışım gibi davranı
yordum, etrafimdakiler de bana uyuyorlardı.
Ölüm, yasak kelime oluvermiş aramızda. Oysa ,
' Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşün mek ölümü!'
ve her birimiz, dillendirmesek de biliyoruz ki, bir
kaç haftam ya var ya yok. B u birkaç hafta içinde
yapmam gereken birkaç iş var. Önce Çağdaş Ya
şam'ın yıldönümü kutlaması tamamlanacak, hayır
lısıyla. Polisler evimi darmaduman ettiler ama her
şeyde bir hayır vardır derler ya, bir şeye yarayacı k
bu baskın! Fazıl Say, mert çocuktur, baskını d u
yunca, iki eli kanda olsa gelir! Sonra, Çağdaş Ya
şam 'ın başına benden sonra kimin geçeceği mese
lesi var. Onun için bir toplantı yapmam gerekecek .
Cüzamla Savaş Derneği için endişelenmiyorum .
Benim Ayşe Yüksel'im o işi tıkır tıkır yürütür. Kut
lama için İ stanbul'a gelecek nasılsa, o vakit konıı
şurum onunla. Bir de, Ayşe Kulin 'le görüşmeliyiı ı ı ,
350
kitap için. Gökşin'i de çağıracağım , mektuplarla il
gili söyleyeceklerim var. Çınar'a bir küçük liste ha
zırlayıp vereceğim bu akşam. Adını yazdıklarımı,
çağırsın bir an önce, hala halim varken .
35 1
mamıştım. Ne yapıyordur şimdi Ayşe? Telefonla
ulaşmaya çalışıyorum ama cebi cevap vermiyor. B u
sabah erkenden Van'a uçacaktı, ü niversitedeki gö
revinin başına . Nasıl ulaşacağım kızıma? Yazılar ak
maya devam ediyor. Tüm ÇYDD'leri hallaç paımı
ğu gibi dağıtmakta ve çalışanlarını gözaltına almak
talar. Bir kabus bu!
352
bana bir kıyak, abicim," diyecek, polise . Çınar, si
vilceli polisin derdine derman olmaya çalı şıyor, si
vilceleri için i laç tavsiyesinde bulunuyor. Ev halkı,
aramada hiçbir şey çıkmayacağını bildiğinden, za
ten geldikleri andan beri gönül rahatlığı içinde!
Görev yapanlar ise terbiyeli, ölçülü. Sık sık yinele
diğimiz çay, kahve ikramlarını hep reddediyor, ara
sıra birer bardak su içmekle yetiniyorlar. Hiç mi
acıkmaz bu adamlar? Türk askerinin yorulmaz,
uyumaz, acıkmaz, üşümez olduğunu bilirdim de,
Türk polisinin özellikleri hakkında pek fikrim yok
tu. Oturduğum yerden inceliyorum onları, ayrı bi
rimlerden yollanıp, burada buluşmuşlar sanki, ko
nuşmalarından, birbirlerini pek tanı madıkları belli.
Polislerin kimi daha rahat, ki m i de işi daha sıkı tu
tuyor, çekmecelerin ardında gizli bölümler filan
arıyor. Aşağıdaki sandıklar açılınca içlerinden ne
kadar eski albüm ve mektup varsa çıkmış. H atıra
lar saçılmış etrafa.
" Çocu klar aşk mektuplarımı da mı alacaksı
nız ? " diye soruyoru m . Yüzlerindeki ifadeden anlı
yorum ki , beni aşk mektupları gönderilecek bir ka
dın gibi düşünemiyorlar. Ah , diyorum içimden,
ah, ben de bir zamanlar sizin gibi gençtim !
Tıbbiyede okuduğum yıllarda peşimden bir man
ga genç erkek koşardı . Ben ne yaptım ? Hepsini ak
lım sıra dostl uğa, kardeşliğe yönlendirip oıı altı ya
şında kafama koyduğum gibi , ilk aşık olduğum
doktorla evlendi m . Sonra hemen çocuk yapmak
35 3
istedim. Üç aylık evliyken, Gökşin 'e mektup at
mıştım , "B u adam kısır m ı acaba, ben hala hamile
kalmadım," diye.
O yaşlarda ben, bir yandan öğrencilik, bir yan
dan evlilik, bir yandan da çocuk istiyordum. Haya
tın içine girip yaşama dair ne varsa hepsini kucak
layıp büyük bir oburlukla, her şeyi yaşamak istiyor
d u m . B u arsızlığım üzerine, hayat bana bir tokat
attı, biliyor m usunuz? Bana koca da verdi, çocuk
da, dayanılmaz ağrılar, acılar da! Madem i htirasla
doktor olmak, insanlara yardı m etmek istiyorsun,
dedi, al sana hastalık! Al sana ameliyat! Al sana ağ
rı ! Ameliyatın, ağrının, hastalığın ne olduğunu ya
şayarak öğren ! Anne olmak mı istiyorsun, al sana
çocuk! Kalp damarlarından biri dar doğmuş bir ço
cukla baş et, anneliği öğren! Seni gerçekten çok se
veni, sevilmenin verdiği şımarıklıktan mı, yoksa ço
cukluktan mı, ezdin geçtin ? Al sana yüreğinde ha
yat boyu taşıyacağın ince, derin bir sızı! Bir nevi
pişmanlık! Yetmişli yaşlarıma girdiğimden beri her
geçen yıl pişmanlığım artıyor. Dostluğun ne kadar
önemli olduğunu insan yaşlanınca daha iyi anlama
ya başlıyor çünkü .
Evet, dersimi verdin, hayat! Teşekkür ederim.
354
hayatı sırf bir kere daha onlarla yaşayabilmek için,
yine babalarıyla evlenirdim, kesin !
355
"Onlar bir arada yaşamaya alışık. Bizim bir de
Efe kedimiz vardı, Ece'nin erkek kardeşiydi. Geçen
yıl kaybettik onu . Söylesem inanmazsınız, Bu
bu'nun yası, hepimizinkinden uzun sürmüştü.
Resmen ağladıydı köpek ! "
356
lümünden bir deli kaçmış, kapının yanında durmuş
bağırıp çağırıyor, 'yanıma yaklaşanı bıçaklarım, öl
dürürüm,' gibi şeyler söylüyor. Koca koca doktor
lar, hademeler yanına yaklaşmaya çekiniyorlar. An
nem var ya, indi arabadan, adama doğru yürümeye
başladı. Ben arabada kaldım . Biliyorum ki, mani
olmaya çalışmanın faydası yok. Herkes sustu, deh
şet içinde neler olacağını bekliyorlar. Annem ada
ma yaklaştı, elini uzattı, sakin sakin, 'Merhaba
efendim,' dedi , 'bir şey mi istemiştiniz? Size yar
dı mcı olabilir miyim?'
Adam, 'Çayımı daha açık içmek istiyorum,' de
di, 'koyu çay bana dokunuyor.'
'Gelin birlikte çay ocağına gidelim, bu iş i halle
deli m . '
Annemle, pijamalı deli yan yana, nerdeyse kol
kola yürümeye başladılar, annem eliyle arkasındaki
lere sakin olun, üzerimize gelmeyin işareti yapıyor.
Onu tanımayanlar şaşkınlık içinde. H astane perso
neli, bu duruma alışıktı oysa. Şimdi, bu kadın mı
korkacak evinin aranmasından ? "
"Siz bakmayın oğulları ma," dedim, "yaşlandım
diye kıymete bindim, son zamanlarda."
357
birler için bile çok geç. Dönülmez akşamın uf
kundayı m.
Polisler evden çıkarlarken, sokakta müthiş bir
gürültü koptu. Yuhalayanlar, bağıranlar, çağıran
lar. Onların ne günahı var? Emir kulu onlar, kendi
lerine verilen görevi yapmakla yükümlüler. Zorluk
la kalktım, pencereye yürüdüm. İğne atılsa yere
düşmez bir halde, evimin bulunduğu sokak. Tra
fik, televizyoncuların ve kalabalığın yüzünden baş
ka yollara yönlendirilmiş. Komşularıma, dostları
ma, Arnavutköylülere, Çağdaş Yaşamcılara, kimbi
lir ta nerelerden kalkıp bana destek vermeye gel
miş, tanıdığım tanımadığım insanlara, sevgiyle,
minnetle baktım ve camın önünde durup susmala
rı, evimden çıkan polislere yol vermeleri için, elle
rimle "ara verin" işareti yaptım, " İşte görüyorsu
nuz, ben iyiyim," diye seslendim, "artık siz de da
ğılın, evlerinize gidi n. Desteğiniz için teşekkür
ederim . "
Yerlerinden kımıldamadılar ve alkışlamaya baş
ladılar. Şimdi, pencereden bakarken anlıyorum ki,
evim i bastıranlar, benden bir kahraman yaratmak
talar. Benim şu ana kadar Üzerlerinde derin iz bıra
kabildiklerim sadece hastalarım, yakın çevrem ve
eğitimine katkıda bulunduğum çocuklard ı . Bunun
dışında hiçbir iddiam yoktu, zaten. Arzularım,
hırslarım olaydı, bana getirilen siyasi teklifleri de
ğerlendirirdi m . Parayla da hiç aram olmadı. Her
zaman fazla paranın insanı bozduğuna inandım, az
358
parayla yaşamaktan hiç gocunmadı m . Çocuklarımı
ilkokuldan itibaren özel okullarda değil, orta sını
fın ve yoksul halk çocuklarının gittiği parasız dev
let okullarında okuttum, paraya özenmesinler diye .
Sade ve sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime,
hırstan lüksten uzak, sadece memleketimin kader
siz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adan
mış! Şimdi şu hale bakın, halk dağılmıyor, bir şey
ler bekliyor benden . Oysa ben, son günlerini yaşa
yan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokakta
ki kalabalığın tepkisinin bayrağı hiç değilim.
359
DÖNÜLM EZ AKŞAMIN UFKUNDA
�
36 1
Evi havalandırmak için camları açtıklarından ,
komşulardan birinin evinden, bir dua sesi geliyor
hafif hafif. Nereden nereye, bu ses aldı beni, ta ö�
renciliğim sırasında şahit olduğum ilk doğuma gö
türdü! Köyden gelmiş gencecik bir hamile kadın ı ı ı
başındaydık. Kimbilir kaç kez , bir tarlada ya d a
evinde tek başına doğum yapan başka kadınlara �;ı
hit olmuştu. Bir doğumhanenin çiğ ışığında, başı
na üşüşmüş beyaz gömlekli kalabalık, doktor, asis
tanlar ve biz öğrenciler -ki herhalde bizleri de dok
tor zannediyordu- ödünü patlatmıştık. "Öldüriiıı
beni, doğurmak istemiyorum," diye çığlık çığlığa
bağırıyordu. Stajyer arkadaşım ilk kez bir doğum
yaptıracaktı. Hem kendimi çok suçlu hissetmiştim ,
hem d e y a arkadaşım beceremezse, ters bir şey ya
par, bebeği elinden kaydırır, yere düşürürse diye,
panik içindeydim . Hoca bir emir vermişti, hemşire
ler koşuşup bir takım aletler getirmişlerdi. Stajyerin
titrek eli, gözüken başa uzandı, birkaç hareket, hc
mostatik penslerin takılması, kordonun kesilmesi w
arkadaşımın elinde mosmor bir mahluk! Nefesimiz
kesilmiş, hiçbir şey soramıyorduk. Tecrübeli eller
bebeği başaşağı çevirip poposuna ilk dayağını at
mışlar ve keskin bir feryat işitmiştik. H epimiz bebe
ğe dalmış, canlanmasını, çırpınmasını, tartılmasını
seyrediyorduk ki, bir dua sesi duyuldu. Tatlı, hatif
melodili, ninni gibi bir duaydı bu. Anne, bebeği
için dua ediyordu. Duyduğum duaların en temizi,
en güzeli, şüphesiz Tanrı'ya en yakınıydı .
362
***
363
Her ne kadar en yakınlarımızın dışında, kimse
yi kabul etmek istemesek de, birileri sızıyor içeri .
Komşular, tanıdıklar, dostlar ve meraklılar. Hepsi
buradalar, geçmiş olsun demek içi n . Kon uşmaya
mecbur olmayayım diye, gözlerim kapalı duruyo
rum . Uyukladığımı zannediyor, aralarında alçak
sesle konuşuyorlar.
" Bu bir sindirme, korkutma, sopa gösterme
olayıdır," diyor içlerinden biri. " Bu nca yıldır ezil
miş, dışlanmış, küçümsenmiş olmanın intikamı alı
nıyor."
364
randı? Hangisinin gözünü hırs bürümedi, hangisi
adil kalabildi? Hata yapmadı? Niye bunlar farklı ol
sun ki? Sağdan sola bütün partileri, liderleri ve in
sanlarıyla, bir bozulma yaşıyorsa ülke, eğitim siste
mimizde ve ahlak öğretimimizde büyük bir yanlış
lık olmalı. Hangi iktidar gelirse gelsin, akıl sağlığı
nı ve ahlakını kaybetmekte toplum .
Ama beni en çok üzen, bir kez daha kamplara
ayrılıyor olmamız. Bunu hep yaptık. Hiç ders al
madık. Küçücük bir kızdım, evimde Halk Partisi'n
den nefret edilirdi, çünkü babam koyu bir Demok
rat Partili, annem ise keskin bir komünist düşma
nıydı. 1 9 58 yılına geldiğimizde, ülke ikiye ayrılmış
tı, CH P'liler ve DP'liler olarak. Köylerde kahvele
_ri , camileri bile ayırmışlardı. Ne saçmaymış! Koyu
DP'li babayla, anti-komünist annenin kızı, büyü
yünce sola eğdi gönlünü, sosyal demokrat oldu,
emperyalistlerden, aşırı zenginlerden, güçlülerden
uzak durdu hayatı boyunca. Bir işe yaradı mı, i ki
parti arasındaki bunca nefret? On değerli yılını ye
di Türkiye'nin, sonra unutuldu gitti , olan o yıllar
da araya sıkışan kuşaklara oldu . Somıç: 27 Mayıs
Darbesi ! İ pin ucunda asla hesabını veremeyeceği
miz üç ölü!
70'1i yıllara geldiğimizde bu kez, devrimci, ül
kücü diye bölündük. Ne kadar çok genç insan öl
dü bu manasız çatışmada. Yine darbe! Sonsuz acı
lar! Ateşler içinde bir vatan! Alevi-Sünni diye ayrıl
dık. Türk- Kürt diye ayrıldık. Gencecik çocukları-
365
mıza kıydık, en değerli sanat insanlarımızı yaktık,
kül ettik, yerlerini asla dolduramayacağımız. Şimdi
yine aynı şeyi yapıyoruz. Bu kez din üzerinden bö
l ünüyoruz . Türbanlı-türbansız, i nançlı-inançsız,
dinci-laik! Sürekli intikam peşindeyiz . Ne saçma
bir gidiş bu! Ne tehlikeli, ne yaman !
366
HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDERİM
14 Nisan-2 Mayıs 2009
-
367
gün Lütfi Kırdar'da yapılacak ve Fazıl geliyor! Sev
gili çocuk, kırmadı bizleri. Biletleri 1 2 5 TL'den sa
tışa çıkarmak üzereler. Bu miktar, her bir üniversi
te öğrencisine verilen bir aylık burs miktarı . Yani
bu kutlama çok işine yarayacak öğrencilerin .
"Sen şimdi dinlen, b en en doğru zamanda ba
sacağım ilacı sana," dedi doktorum, "konserde
zımba gibi olacaksın . Ama bana bir söz ver, o gü
ne kadar misafir kabul etmek yok. Öyle odaya her
dalanla, her sızanla sohbete koyulmak, yorulmak
yok. "
"Televizyoncular, saatlerdir bekliyorlarmış,"
dedim, "bari izin ver on dakika kadar onlarla görü
şeyim . "
"Geldin geleli kapıdan ayrılmadılar k i ! Bak, cid
di söylüyorum, sözümü dinlemezsen, seni ayağa
kaldıramam konser günü."
"Sadece on dakika. Çocuklar onca saat bekle
dikleri içi n . " Hangi meslek dalından olursa olsun,
görev için eza çeken gençlere hiç kıyamam ben.
"Sen hiç meraklı değildin medyatik olmaya. Ne
oldu sana böyle?"
"Giderayak değiştim . Son sözlerimi söylememe
izin ver, sonra vicdan azabı çekersin."
"Tamam, izin veriyorum ama son sözlerini söy
lemene daha var. Kendini yormazsan, daha çook
var ! "
İ şte böyle b i r tiyatro oynuyoruz birbirimize.
Doktorlar, ben hasta olalı beri, benim de bir dok-
368
tor olduğumu unutmuşa benziyorlar. Allah'ın işine
karışılmaz ama nerdeyse dakikasına kadar biliyo
ru m ben, geminin limandan ayrılış zamanını. Evet,
daha var! Daha işlerim tamamlanmadı.
Televizyoncuları odama almadan önce, banda
namı başıma takıyor hemşire . Şimdi odaya doluşa
caklar ve ısrarla tekrar tekrar soracaklar, bir gün
önceki baskın sırasında neler yaşadığımı. Nasıl ıstı
rap çektiğim i anlatmamı isteyecekler. Ben, kötü bir
şey olmadı , polisler çok nazikti, dedikçe, bana tam
tersini söyletmeye çalışacaklar. Duygu sömürüle
riyle besleniyor televizyonlar, çünkü. Hangi tele
vizyon var aşağıda diyoru m . Söylüyorlar. H ükümet
yanlısı televizyonlar gelmediler, çünkü onlar da o
gün yaşananları , yana yakıla ve abartarak anlataca
ğımı sanıyorlar. Gerçekten, hiç tanımıyorlar beni .
"Ayna ister misiniz?" diye soruyor hemşire.
"Asla! " kendimi görmeyeyim daha iyi . Beni gü
zelleştiremeyeceği için, üzerimdeki pikeyi düzelti
yor.
"Ben hazırı m , çağırın gelsinler."
Bir bıkkınlık çöküyor içime aniden. Neden ko
nuşuyorum? B en konuşacağım da ne değişecek?
Niçin aynı soruları tekrar tekrar soruyorlar? Keşke
dinleseydim doktorumu. Ama artık çok geç. Ken
dimi yukarı doğru çekiyorum yatağın içinde. İçeri
doluşmaya başlayan genç insanlara, "Hoşgeldiniz
çocuklar," diyorum, gayrete gelerek. Çünkü ne de
miş Nazım ve ne kadar haklı !
369
Diyelim ki hastayız
hem de ağır
hem de a meliyatlık,
yani, beyaz masadan,
kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin
kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu m u diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
ajans haberlerini.
370
tup beşinci gün mahkemeye çıkarttıktan sonra, ha
pishaneye koymuşlardı. Çocuklar benden saklama
ya çalışmışlardı ama mümkün müydü böyle bir şe
yi u zun süre saklayabilmek? Bir cuma günüydü, te
lefon çaldı, avukatımız arıyormuş, müjdeyi vermek
için. "Ayşe serbest," ded i . Öyle bir çığlık atmışım
ki, iki Zeynep ve Cemile, koşa koşa yanıma geldi
ler. Kızım, Deniz Seki'yle yan yana yatmış, hapis
hanede. Ne çok anlatacakları var bizlere! Van'a
dönmeden uğrayacak, konuşacağız. Bana on seans
kemoterapi yapılmış gibi güç kattı bu güzel haber!
371
Gökşin geldi , diz dize, el ele oturduk, konuşurken.
O anlıyor, biliyor ondan ne istediğimi. Ayşe Kulin
geldi , çok az konuştuk ama çok şey söyledik. Bazı
kişilerle anlaşmak için söz söylemek gerekmiyor.
Başka kim vardı listemde? Galiba görmek, konuş
mak istediğim kimse kalmadı. Bütün işlerimi ta
mamladım . Konser gecesini de atlattıktan sonra,
kemoterapiyi kestireceğim . Yolcu yolunda gerek!
372
muşum. Ü zerimde inanılmaz güzellikte, işlemeli
bir yorgan varmış. Etrafımdakiler çok itibar ediyor
larmış bana, ben de çok mutlu görünüyormuşum .
"Eh bildin işte, ödül töreni herhalde çok kala-
balık olacak," dedim Ayşe'ye.
"Ne giyeceksiniz hocam?" diye sordu.
" Uydururum dolaptan bir şeyler."
"Olmaz H ocam," dedi, "bana söz verin, mutla
ka yeni bir şey almalısınız. Rüyamda çok şıktınız.
Gerçekte de öyle olun e mi ! "
"Bakarı z," dedim. İ lahi kız, çarşıya çıkacak ha
lim m i vardı benim !
" Hocam. Lütfen. Yeni bir şey almanız şart. Söz
verin . "
" Peki, söz," dedim , "Çınar burada şansına. Ya
rın beni hastaneye götürecekti, söylerim ona biraz
erken gelir, yolda Faik Sönmez'e uğrarız."
Düşündüm ki, bunca sıkıntı içinde bana da iyi
gelebilir, yeni bir kıyafet almak. Kaç sene oldu üze
rime yeni bir şey giymeyeli. Faik Sönmez'in mağa
zasında, benim ne tarz giyindiği m i bilirler. H aber
verdim önceden bir iki parça giysi hazırlamaları
için. Çınar arabayı kaldırıma yanaştırdı, inip içeri
girdim . Gri bir pantolon takım hazırlamışlar. He
men getirdiler. Sadece ceketi denedim. Pantolonu
deneyecek halim yoktu. Düşündüm ki, ben alayım,
pantolonun beli dar gelirse Çağlayan genişletir, bol
gelirse, daraltır. Elinden gelir oğlumun bu tür işler.
Bir de gri, müslin bir şal verdiler, takımın rengin -
373
den iki ton açık, Ü zerine pembenin değişik tonla
rında puanlar işlemişler. Hoşuma gitti, onu da al
dım. Evde pantolonu denedim, kopçaları az kay
dırmayla, uydu bedenime. Baktım Çağlayan şalı
elinde evirip çeviriyor.
" Beğenmedin m i ? " diye sordum.
"Çok beğendim anne ama bu şal büyük," dedi,
"sen bununla rahat edemezsin . İster misin bunu
ortasından böleyim , yarısını başına bandana yapa
lım, diğer yarısını eşarp olarak kullan?"
Benim sevgili, yaratıcı oğlum, geçti anneanne
sinden mi ras Singer dikiş makinesinin başına, bana
hem bir bandana hem de bir eşarp dikti .
Allah Ayşe'nin rüyasından razı olsun, şimdi bu
önemli günde giyecek doğru dürüst bir şeyim var.
Yoksa balon gibi şiş bedenime ne uydurabilirdim
evdeki giysilerimin arasından, bu yorgunluğumla?
Bir de onun telaşını yaşayacaktım , bugün.
374
" Ben hiç gözükmeyeyim, kürsünün arkasından
sesim gelsin öyle m i ? "
Gülmeye başladık. Olacak şey mi bu söylediği ?
"Tekerlekli sandalyende otur demek istemiş
tim . "
"Ayakta durmayı denemek istiyorum Çınar. B u
benim son sahnem ! "
"O halde Zeynep çok yakınında dursun , anne.
Zaten koruman olarak, yanı başında durması la
zım! Sana destek verir."
Fena fikir değildi. Düşecek olursam, hiç olmaz
sa, düşmeden yakalardı beni, rezil olmazdım.
"Zeynep'ciğim, sen yakınımda dur. Eğer başım
döner, düşecek gibi olursam sana işaret veririm ,
beni tutarsın hemen, koluma girersin, ama ben sa
na işaret vermedikçe, sakın üstüme gelme emi ! " di
,
ye tembih etti m , Zeynep'e.
Güçsüz gözükmek en gücüme giden şeydir.
Dolu salonun önünde, kamışına yapacaksam, onu
ru mla, ayakta, tek başıma yapmalıyım .
"Seninle başa çıkılmaz anne," dedi Çınar.
Çağlayan, Çınar ve arkadaşı Mine, beni giydir
diler. Merdivenleri inerken koluma girmek istedi
ler, " Daha değil," dedim, "o günler de gelecek
ama daha deği l . "
Çağlayan arkamızdan tekerlekli sandalyeyi in
dirdi, aşağıya. Arabaya bindik. Beni aylardır ayakta
tutan törenin yapılacağı Lütfi Kırdar Kongre ve
Sergi Sarayı'na doğru yola çıktık.
375
Arabadan inince, yine sandalyeme oturdum, bi
naya girdik.
"Herkes salonda yerini aldı, sizi bekliyorlar,"
dedi Rana.
Holü geçtik, sahnenin arka kapısından tekerlek
li sandalyemi sahnenin üzerine sürdü Çınar.
376
Bir doktorun tek arzusu, hastasını sağlığına ka
vuşturmak, yaşamını uzatmaktır. Ben bundan faz
lasını yaptım; hastalarıma yaşam şartlarını da hazır
ladım , onlara iş ve aş buldum, çocuklarına kanat
gerdim. Minnettarım tüm hayatımı vakkttiğim cü
zamlılarıma, çünkü onların çocukları sayesi ndedir
ki, memleketimin binlerce başka çocuğuna da uza
nabildim . Yoksul olmaları, çaresiz olmaları koşu
luyla, hiç ayırım yapmadan, Türk, Kürt, Süryani,
vs. demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına
kapıları araladım, ışık tuttum yollarına. Beni hırpa
ladılar, yerden yere vurdular, ne gavurluğum kaldı,
ne Kürtçülüğüın , ne de komünistliğim . Şu son ara
mayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile
olmadı. Çü nkü ben, gavur, Kürtçü, komünist veya
darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisiy
le dolu bir hekimim. Ülkemi, i nsan haklarına ve
hukuka saygılı, demokrasiye i nanan hükümetlerin
idare etmesini isteyen bir vatanseverim. Hayatım
boyunca tek isteğim, iyi ve dürüst bir insan olmak
tı . İyi ve dürüst i nsanlarla birlikte yaşamaktı. Şu an
da beni alkışlayanlar, benim gibi iyi ve dürüst in
sanlar. Benim gibi onlar da b u ülkede, hukukun
üstünlüğüne güvenerek, özgür ve onurlu yaşamak
istiyorlar. Bana tuttukları alkış, şu sol tarafımda
oturan çocukları, ortaçağ karanlığından çekip ışığa,
aydınlığa yürütmek için verdiğim çabaya, başka şe
ye değil . Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benze-
377
yen ,cocuklara, vadettiğim, insanca yaşam için bu al
kışlar.
378
Kır ııe dağ ,ci,ceklerini istiyorum,
Kaderleri bana benzeyen,
Yalnızlıkta a,carlar kimse bilmez onları
Geniş ovalarda kaybolur kokuları
Yurdumun sevgili ve adsız ,ci,cekleri
Hepinizi, hepinizi istiyorum, lf&lin görün beni
Toprağı nasıl iirterseniz iiylece iirtün beni
379