Professional Documents
Culture Documents
Lacan'Da Aşk
Lacan'Da Aşk
Bruce Fink
Kolektif Kitap ~ 144
Özgün Adı:
Lacan on Love: An Exploration of Lacan's Seminar VIII, Transference
ISBN: 978-605-2205-34-1
Bruce Fink
SUNUŞ 9
ÖNSÖZ 17
GİRİŞ 27
SİMGESEL 37
İMGESEL 111
GERÇEK 169
KAYNAKÇA 339
DİZİN 351
SUNUŞ
Özgür Öğütcen
aşka dair ne varsa tümünü yan yana dizip güzel ve bakılası bir
koleksiyonu gözler önüne sermiyor. Fink’in kitabı aşkın içindeki
imkânsızlıklarla, boşluklarla yüzleşmemizin önemine vurgu
yapıyor. Bu metnin gücü, onun ele aldığı konuları ve konumları
titizlikle ortaya koyarken Lacancı praksisin o bitmek tükenmek
bilmez dinamizmini açığa vurmasında, onu örneklendirmesinde
ve ona bu dünya içinde klinik bir maddilik vermesinde yatıyor.
Saydığım bu özellikleri, kitabın kolayca okunabileceği düşünce-
sine yol açmasın. Okunması zor bir metin olduğu için değil; hele
ki ilk bölümler konuya dair önbilgi dahi gerektirmiyor ancak
zorluğu soru sorma tarzında yatıyor. Soru sorma tarzı nedeniyle
belki de bu kitabı birkaç kez okumak anlamlı olacaktır.
Ne Lacan’a ne de Freud’a göre aşk bizi tamamlayan, diğer
yarımızı bulduğumuzda kusursuz bir bütünlüğe eriştiğimiz
ideal bir durumdur. Bu tür bir aşk tanımı yok değil, örneğin
Aristophanes’in mitinde mevcut. Lacan ve Freud için aşk tam
da Bir olamayacağımızın, böylesi bir “olgunluğa”, tamlığa eri-
şemeyeceğimizin bir kanıtı gibi duruyor. Zaten böyle olsaydı
aşkın dertleri diye bir şey olmazdı. Oysa aşk, her zaman yüce
bir duygu olmak şöyle dursun çoğu zaman baş ağrıtabilir. En
başında sevdiğimizin bize karşılık verip vermeyeceğinden emin
olamamakla başlar bu tasalar, sonra onun davranışlarını, söz-
lerini, bunların anlamını okumaya çalışırken devam eder ve en
nihayetinde şu ya da bu nedenle ayrılma ihtimali daima vardır.
Ölene kadar seni seveceğim dense de çoğu zaman pratikte işler
böyle yürümez. O zaman önemli olan âşık olunan kişi midir
yoksa aşk denen mucizenin kendisi midir diye de sormak gerekir.
Her ne kadar âşık olduğumuz kişi bizim için tek, biricik, yeri
doldurulamaz olsa da, hatta aşkın bu biricik olma hali olduğu
bile söylense de diğer ihtimali de gözden kaçırmamalıyız. Lacan,
“Aşk sende olmayanı vermektir,” dediğinde, ne demek istemişti
diye üzerinde düşünmeye değer doğrusu. Bir kısmını burada
SUNUŞ 13
kusursuz biçimde ortaya koyduğu için benim daha fazla bir şey
söylememe gerek yok.
Türkçeyle ilgili birkaç ekleme daha yapıp bitirelim. Türkçede
birine “seni seviyorum” ya da “seni istiyorum, seni arzuluyo-
rum” deme olanağımız varken, “seni âşığım” diyemiyoruz.
Dilbilimsel bir zorunluluk olarak “sana âşığım” dememiz gere-
kiyor. Sanki âşık olmak bir kişiden çıkıp doğrudan diğer kişiye
gidemiyor gibi. Etkin biçimde âşık bir kişi âşık olduğu kişiyi
edilgen bir konum içinde, âşık olunma konumu içinde yakala-
yamıyor. Ya da daha doğru ifadeyle Türkçede bu sevme-sevilme
ve âşık olma-âşık olunma konumları farklı yerlere gönderme
yapıyor. Aşk kelimesi aşkın bir hususiyetine, Lacan’ın belirt-
tiği üzere aşk ateşinin her iki tarafı da yakmasına gönderme
yapıyor; içinde yaşadığımız, konuştuğumuz dil açısından iyi
bir denk düşme bu.
Son olarak, Türkçede bu kitabın başlığındaki “love” kelimesi
için –çevirisinde de görebileceğiniz gibi– iki karşılık mevcut:
sevgi ve aşk. İkisinin farklarını, benzerliklerini, çatışmalarını
ve uzlaşmalarını aşkı deneyimlemiş okurlara bırakıyorum.
GİRİŞ
1. Hikâyenin bu versiyonu Freud ve Ernest Jones’a ait olmakla beraber (bkz. Jones, 1953,
s. 222-26) Lacan tarafından da tekrarlanır ama Breuer’in biyografisini yazan Albrecht Hirs-
chmüller (1989) buna itiraz etmektedir. Gelgelelim, Hirschmüller kendisinin hiç görmediği
mektuplara Jones’un erişiminin olduğunu da itiraf eder ki bana sorarsanız savları genel ola-
rak son derece zayıftır. Epey aklıma yatan tek tespitiyse Jones’un Breuer’in en küçük kızı
Dora’nın, Viyana’daki ikinci ani balayında rahme düştüğünü iddia etmesine rağmen Do-
GİRİŞ 29
ra’nın aslında 11 Mart 1882’de, yani Anna O’nun tedavisinin sonlanmasından üç ay önce
doğmuş olmasıdır; ayrıca Dora, Jones’un (1953, s. 225) iddia ettiği gibi New York’ta değil,
Gestapo’nun Viyana’ya gelmesinden hemen önce intihar etmiştir (Hirschmüller, 1989, s.
337-8 n. 194). Mario Beira (29 Mart 2006’de Philedelphia’da gerçekleşen aşk konulu bir
APW konferansında yaptığı konuşmada) Breuer’in apar topar Viyana’ya gitmediğini, bilakis
1882’in Temmuz ayı boyunca Viyana’da kaldığını öne sürer, yine de Breuer’in Haziran’ın
ikinci yarısında veya “Haziran ve Ağustos aylarında” nerede olduğu bilinmemektedir.
Robert Binswagner’a (Ludwig’in oğluna) yapılan yönlendirmeyi Breuer’in Robert
Binswager’a yazdığı mektuplar doğrular (Hirschmüller, 1989, s. 293-6). Freud’un 2 Temmuz
1932’de Stefan Zweig’a yazdığı mektupta, Breuer’in Freud’a Bertha’nın ebeveynlerinin teda-
viyi sonlandırdığı gün onu acilen Bertha’nın hasta yatağına çağırdıklarını söylediği, Breuer’in
Bertha’yı “perişan halde ve abdominal kramplardan kıvranırken” bulduğu belirtilir. “Ona ne
sıkıntısı olduğunu sorulduğunda ‘Dr. B.’nin çocuğu geliyor!’ yanıtını almıştır.” Freud, E. L.,
1960, mektup 265, s. 412-13). Anlaşılan Breuer, Bertha’nın histerik bir gebelik (psödosiye-
zis) geçirmekte olduğunu Freud’a itiraf etmemiştir ancak Freud eldeki verilerden bu sonuca
rahatlıkla ulaşmıştır. Freud aynı mektubunda bu çıkarımını daha sonra Breuer’in küçük kızı
vasıtasıyla doğruladığını iddia eder.
Anna O. vakasıyla ilgili basılı kaynaklardaki belki en taraflı iddiaysa, bu vakanın büsbü-
tün sahte olduğunu ve Freud’un bunun hakkında hikâyeler uydurduğunu, bazen Breuer’i de
bu oyuna alet ettiğini öne süren Mikkel Borch-Jacobsen’a (1996) aittir. Borch-Jacobsen’ın id-
diasına göre Pappenheim aslında hasta değildi; bu yalnızca, Breuer’in teşvikiyle ortaya çıkan
bir temaruzdan ibaretti (ancak ailenin “geçmeyen bir öksürük” için neden meşhur bir sinir
uzmanına başvurduğunu [s. 81] söylemez ki başlangıçta görülen semptomlar arasında, tabii
“aile atmosferi” hariç, meşru saydığı tek semptom da budur [s. 83]). Benzer şekilde, Breu-
er ile Pappenheim arasında bırakın erotik olmayı, romantik sayılacak duygular dahi yoktu.
(Hatta belli ki Borch-Jacobsen genel olarak terapistlerle hastalar arasında bu tür duygular ol-
madığını düşünmektedir. Haliyle insan terapist-hasta ilişkisini ortaya koyan çok fazla sayıdaki
kanıtı nasıl açıkladığını merak ediyor). Dahası, histerik gebelik diye bir şey olmamış; Breuer’in
eşi intihar teşebbüsünde bulunmamış; Pappenheim geçen senenin olaylarını şaşırtıcı bir net-
likte hatırlamamış; Peppenheim, Breuer’le çalışmalarından hiçbir fayda görmemişti. Zaten
bilinçdışı veya aktarım diye bir şey de yoktu. Liste böyle uzayıp gidiyor. Borch-Jacobsen’ın
sunduğu kanıtlar “genellikle şaibeli ki bir kısmı da güvenilmezliğiyle meşhur tarihçi Elisabeth
Roudinesco’nun ve dolaylı olarak Jeffrey Masson’un ona gösterdiği özel mektuplara daya-
nır.” Breuer’in normalde, vakayı Freud’la etraflıca tartışırken söylediği ne varsa Binswanger’a
yazdığı raporda da aynı şeyleri (o dönem delice geleceğine inandığı şeyleri) tekrarlayacağını
varsayar ki herhangi bir hastayı başka bir hekime yönlendiren herhangi bir uzman bunu
en hafif tabiriyle mantıksız bulacaktır. Ayrıca sanki ruh hastalıkları Sartrecı bir kötü niyetle
alakalıymış gibi, (“mış gibi yapma”, temaruz, ne yaptığının hemen hiç farkında olmamak gibi
konularla ilgili) irade meselelerini de gözardı eder!
Borch-Jacobsen’ın sunduğu olgular isabetli olsaydı bile, ispatlanmaları çok güç olurdu.
Dahası, yaptığı çıkarımların sağlaması tutmaz zira tek bir vaka dahi aslında aktarıldığı gibi
değilse aktarım, bilinçdışı, konuşmanın faydaları gibi psikanalitik kavramlar çökecektir.
30 LACAN'DA AŞK