You are on page 1of 190

1

OSMAN AYSU
KAYIP İNCİL
roman
Baskı Tarihi: 2010
İNKILÂP KİTABEVİ
V
Osman Aysu
1936’da İstanbul’da doğdu. Üç asırdan beri İstanbul’da
yaşayan bir Osmanlı ailesine mensup olan yazar, ilk ve orta
öğretimini bu şehirde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.
1994 yılından bu yana kaleme aldığı polisiye ve gerilim
romanlarıyla tanınıyor.

BİRİNCİ BÖLÜM
1
Gözlerimi, içinde bulunduğum çukura tepeden gürül gürül
akan sudan ayıramıyordum. Bu tempoyla devam ederse suyun
seviyesi kısa sürede boyumun hizasını geçecekti ve bunun ne
anlama geldiğini gayet iyi anlıyordum.
Boğulmam kaçınılmazdı.

2
Ayaklarım yere çakılı kazıklara bağlıyken kurtulmam söz
konusu olamazdı; sesim ise yarım saatten, yani beni burada
ölüme terk edip gittiklerinden beri, imdat diye ümitsizce bağır-
maktan kısılmıştı artık. Bu Allah’ın dağında, inin cinin top
oynadığı dağlık boş arazide kimsenin yardımıma gelmeyeceğini
bildiğim halde yine de bağırmaya çalışıyordum. Ölümle yüz yüze
gelmenin çaresizliğinin dışa vurumuydu bu. Yapacağım başka bir
şey yoktu zira.
Bir ara çukurun içinde başımı kaldırıp gökyüzüne baktım.
Kapkaranlık bir gökyüzü ve çukura boşalan suyun yanında, sanki
onu takviye eder gibi kara bulutlardan aşağıya bardaktan boşa-
nırcasına yağan yağmur vardı. Suyun seviyesi daha şimdiden
belimi bulmuştu. Korkudan titriyordum. Kendimi ölüme hiç bu
kadar yakın hissetmemiştim.
Üşüyordum ve kara kışın ortasında belime kadar yükselen
su, vücudumda buz gibi dondurucu bir etki yaratıyordu. Son bir
kere daha, ayak bileklerimi kavrayan kalın ipleri bağlı oldukları
ufak kazıklardan kurtarmak istercesine çekiştirmeye çalıştım.
Ama beni bu hale getirenler işlerinin ehliydi doğrusu, gömülü
kazıklar yerlerinden kımıldamıyordu.
Gayretlerim nafileydi; hiçbir yararı olmuyordu.
Ümitsizlik ayrıca takatimi de azaltmıştı, fakat başka çarem
yoktu. Daha önce kurtulmak için yaptığım teşebbüsü bir kere
daha denedim. Önceleri su seviyesi alçakken rahatlıkla yaptığım
şeyi bu defa belimi büküp, başımı suya daldırarak yapmak
zorundaydım artık. Namussuz herifler sanki benle alay edercesine
ellerimi bağlamamışlardı, çünkü toprağa çakılı kazıkları yerinden
oynatamayacağımı gayet iyi biliyorlardı. El yordamıyla ayak
bileğimdeki ipleri kavrayıp, var gücümle çektim, düğüm yerinden
bile oynamamıştı. Başımı sudan çıkarıp nefes aldım ve aynı ame-
liyeyi bir daha tekrarladım. Vücut seviyemde biriken çamurlu pis

3
sular her başımı sokuşta genzime doluyordu. Çok zorlanıyordum;
sanırım zorlanmanın asıl nedeni her geçen dakika artarak benli-
ğimi kaplayan korkunun doğurduğu çöküştü. Daha fazla çaba
göstermenin anlamsızlığını kavramış gibiydim artık. Kendi im-
kânlarımla buradan kurtulamazdım. Dışarıdan bir desteğin gel-
mesi ise söz konusu değildi. Ruhumdaki çöküntü hızlandı; en
azından bu üç metre yüksekliğindeki çukur benim mezarım ola-
caktı anlaşılan. Belki de günler sonra tesadüfen buradan geçen
insanlar bile cesedimi bulamayacaklardı. Ancak sıcak yaz günleri
geldiğinde buharlaşmanın etkisiyle cesedim ortaya çıkardı.
İçimde beni hayata bağlayan isyan duygusu da yavaş yavaş
azalmaya başlamış, yapacağım hiçbir şey kalmamıştı artık. Ger-
çeği kabullenmek ve işi oluruna bırakmak çok kahredici bir duy-
guydu. Bağırmaktan da vazgeçmiştim, kadere tam bir teslimiyetti
benimki.
İşte, tam o sırada gecenin karanlığında bir ses duyar gibi
oldum.
Önce kulaklarıma inanamadım; bunun imkânı yoktu, muh-
temelen hayal görüyor, olmayan bir sesi işitiyordum. Hayal de
olsa irkilmiştim. Başımı kaldırıp çukurun tepesine doğru baktım.
Görünürde hiçbir şey yoktu, ama o sesi veya sesleri tekrar duyar
gibi olmuştum.
Sert rüzgârın alıp etrafa yaydığı bir kadın sesiydi sanki bu.
Ümidim boş da olsa, bütün gücümü toplayarak tekrar bağırdım.
“Buradayım… Çukurun içinde… İmdat…”
Sesim duyulmuş muydu acaba?
Ya da gerçekten yardıma gelen biri var mıydı yukarıda?
Çukurun başındaki boru ağzından dökülen su öylesine gürültü
yaratıyordu ki, ancak büyük bir çağlayanın altında olsam aynı
gürültüyü duyabilirdim. Ya da ben öyle algılıyordum durumu.

4
Belimdeki su seviyesi şimdi göğüs hizama kadar yükselmişti.
Bir kere daha imdat çığlığı attım. Bu kez o kadın sesini daha net
duymuştum. Bu bir hayal olamazdı, zira bana adımla sesleni-
yordu.
“Dayanın Oğuz Bey, yetiştik.”
Gözlerimi çukurun tepesine dikmiş ümitle kurtarıcımı gör-
meye çalışıyordum. Önce bir cep fenerinin etrafa yayılan ışık
huzmesi aydınlattı çukurun ağzını, gayri ihtiyari gözlerimi kır-
pıştırdım, sonra da duyduğum sesler arttı. Gece, karanlık ve ıssız
dağ başında bunca zor şartlara rağmen, acaba beni kurtarmaları
mümkün olacak mıydı? Tepemdeki fener ışıkları çoğalmıştı. Bu
beklenmedik kurtuluş umudu bana güç vereceğine, içimdeki son
mücadele kıpırtılarını da tüketmişti sanki. Gittikçe yükselen suda
ayakta durabilmek için son enerjimi kullanıyordum. Dizlerim
vücudumun ağırlığını çekemiyordu artık. Her an suyun dibine
çökebilirdim. Belki de bayılıyordum. Son duyduğum ses, o
kadının, “Hadi acele edin, önce suyun vanasını kapatın” lâfı oldu.
Ağzıma çamurlu sular dolmaya başlamıştı, gözlerim de kapanı-
yordu. Sonra her şey silindi bir anda. Kendimden geçmiştim.
Gözlerimi ilk araladığımda sarsılan bir aracın içinde oldu-
ğumu tahmin ettim. Bir cip veya minibüs olabilirdi. Arka kane-
pede boylu boyunca yatıyordum; yanılmıyorsam üstüme batta-
niye örtmüşlerdi. Kurtarıcılarımı görmek istiyordum, en azından
onlara bir teşekkür borçluydum, ama beceremedim, göz kapak-
larım yeniden kapandı. O an müthiş üşüdüğümü hissediyordum.
Gözlerimi ikinci kez açtığımda bir yatağın içindeydim.
Şaşkın şaşkın etrafıma bakındım. Nerede olduğumu çıkarmaya
çalıştım, buranın bir hastane odası olmadığı kesindi. Üzerimdeki
ıslak giysileri çıkarmışlar, kuru bir şeyler giydirmişlerdi. Titre-
memi engellemek için sanırım üstüme iki battaniye örtmüşlerdi.
Hafifçe dirseklerimin üzerinde doğrulmaya çalıştım. Aynı anda

5
odanın kapısı açılmış, içeriye genç bir kadın girmişti. Yüzünde
mutlu ve tatlı bir tebessüm vardı.
“Geçmiş olsun,” diye mırıldandı. “Bizi bir hayli korkuttunuz.
Biraz daha geç kalsak sizi kurtarma şansımız olmayabilirdi.”
Hayretle genç kadına baktım. Onu tanımıyordum, lâkin
zihnim hızla çalışmaya başlamıştı; en azından sesini çıkarmıştım.
Çukurun içindeyken, “Dayanın Oğuz Bey, yetiştik” diyen ses ona
aitti.
“Teşekkür ederim, hayatımı kurtardınız,” diyebildim güç-
lükle.
“Dinlenin, lütfen. Çok yorgun görünüyorsunuz. Hiç acele
etmeyin.”
Haklıydı sanırım. Tüm vücudum dökülüyordu. O üşüme
nöbeti geçmişti ama kendimi çok yorgun hissediyordum.
“Beni nasıl buldunuz?” diye kekeledim.
“Bütün bunları daha sonra konuşuruz. Siz şimdi dinlenmeye
bakın.”
Sesimi çıkarmadım ama meraklı bakışlarımı kadının üzerin-
den alamıyordum. Yirmi beşle, otuz yaşları arasında olmalıydı.
Sırtında safari tipi gömlek ve pantolon vardı. Gömleğinin göğüs
cebine iki kalem sıkıştırılmıştı. Ayağına ise kalın botlar geçir-
mişti. Sarı uzun saçlarını at kuyruğu yapıp ensesinde toplamıştı.
Açık mavi gözlerinde ise merhamet ve sıcak ilginin işaretlerini
görüyordum.
“Bana bir açıklama yapmayacak mısınız?” dedim yeniden.
İçtenlikle gülümsedi. “Tamamen bir tesadüf. Ekibimle oradan
geçiyorduk, imdat çağrılarınızı duyduk ve yardımınıza koştuk.”
“Hepsi bu kadar mı?”
Şaşırmış gibi yüzüme baktı.
“Daha ne olmasını istiyorsunuz ki? Şanslıymışsınız ki bağı-
rışlarınızı işittik.”

6
Kafam karışmaya başlamıştı.
“Siz kimsiniz?” diye sordum.
“Jeoloji mühendisiyim. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
görevliyim. Bu yöredeki sismik araştırmaları yönetiyorum.”
Gerçek olabilirdi ama açıklaması beni hiç de tatmin etme-
mişti doğrusu.
“Gecenin o saatinde mi?” diye mırıldandım.
Sorumu yadırgamış gibi yüzüme baktı.
“Saatin araştırmalarımızla ne ilgisi var?”
“Bilmem, böyle çalışmaların daha ziyade gündüz vakti
yapıldığını sanırdım. Yani orada bulunmanızı tesadüfe mi bağlı-
yorsunuz?”
Tuhaf tuhaf yüzüme bakmaya devam etti.
“Başka ne olabilir ki?”
“Peki, adımı nereden biliyorsunuz? Dayanın Oğuz Bey,
dediğinizi işittim.”
İlgisizce odadaki portatif iskemlelerden birini çekerek yata-
ğımın kenarına getirdi ve kendinden emin bir şekilde oturdu.
Engin mavi gözlerinde belli belirsiz bir tedirginlik hasıl olmuş
gibiydi.
“Galiba asıl benim size birtakım sualler sormam gerekecek,”
dedi. “Sizi o hâle kim getirdi? Kimler sizi o kazıklara bağladı?
Anladığım kadarıyla birileri sizi orada ölüme terk etmiş.”
Yutkundum ve sustum.
Jeoloji mühendisine gerçekleri açıklayamazdım. İkimiz de
birbirimizi süzüyorduk. O sırada farkına vardım; doğrusu bütün
üniversite eğitimim sırasında onun kadar güzel bir öğretim
görevlisine rastlamamıştım. Ne hikmetse kendilerini ilime adayan
kadınlar, ya pek güzel olmazlardı ya da ben böylesine rastlama-
mıştım. Karşımdaki genç kadın, bu korkunç dağlarda ilmi araş-
tırma yapmak için doğrusu fazla güzeldi. Karşımda bir hocadan

7
ziyade, ünlü bir sinema starı varmış gibi acayip bir hisse kapıl-
mıştım. Kendisine ilgiyle baktığımı fark etmişti; bundan rahatsız
olmuş gibi hafifçe kaşlarını çattı.
“Hâlâ soruma cevap vermediniz,” diye mırıldandı.
“Siz de adımı nereden bildiğinizi söylemediniz,” dedim.
“Bunu rahatlıkla açıklayabilirim. Dün ekibimle birlikte
Tavşan Boğazı kayalıklarına yaklaşırken bir cip önümüzü kesti.
İçinde genç bir adam vardı, adının Mahmut olduğunu söyledi
bize. Son derece telâşlı ve endişeli görünüyordu. Oğuz adlı arka-
daşının Karaağaçlar mevkiinde kaybolduğunu ve bütün aramala-
rına rağmen bulamadığını, çevrede ona rastlayıp rastlamadığımızı
sordu. Görmediğimizi söyledik, zaten bu yörede ne köy vardır ne
de insan.”
Yeniden yutkunmak zorunda kalarak sordum. “O ne yaptı?”
Genç kadın dudaklarını büzdü. “Hiç!” diye fısıldadı. “Sizi
aramak üzere bizim geldiğimiz istikamette gaza basıp gitti. Şans-
lıymışsınız. Dün gece hava şartları çok kötüydü, ne kadar şiddetli
yağmur yağdığını siz de biliyorsunuz. Tam dönmeye karar ver-
miştik ki, bizim ilmi tetkik sahamız dışında kalan o üç metruk
barakayı gördük. O zamana kadar Mor Kayalıklar denen yere hiç
gitmemiştik ve oradaki barakalardan haberimiz yoktu.”
“Devam edin, lütfen” diyebildim.
“Barakalarda hiç ışık yanmıyordu, ama bir jeneratörün
homurtularını ve motorun çıkardığı sesleri duyuyorduk. Sesler
ilgimizi çekti. Arkadaşlardan birini barakalara gönderdim. Bu
arada motor homurtusunun da aşağıdaki akarsudan su çekip boş
bir çukura akıttığını yine arkadaşlarım fark etti. İtiraf edeyim ki,
Mahmut adlı şahsın kaybolduğunu iddia ettiği arkadaşını unut-
muştuk o an. Fakat motorun homurtuları kesilince güçsüz çığlık-
larınızı duyduk ve koşarak çukurun başına geldik. Aşağıya fener-

8
leri tutunca, yarı baygın vaziyette sizi bulduk. Benim hikâyem
bundan ibaret. Adınızı nasıl bildiğimi de öğrendiniz artık.”
“Evet,” diye mırıldandım.
Ters ters yüzüme baktı.
“Ama o çukurun içinde, ayaklarınız zemine çakılı kazıklara
bağlı olarak neden bulunduğunuzu açıklamadınız henüz. Sizi
oraya kim terk etti öyle?”
Ne yazık ki, bu soruya cevap veremezdim. Daha doğrusu
açıklama şansım yoktu. Elim dört beş günlük uzamış sakalıma
gitti, çene altım kaşınıyordu, kaç gündür tıraş olma imkânı
bulamamıştım. Bir yandan genç hocanın karşısında kaba kaba
kaşınırken, bir yandan da uygun bir yalan bulmaya çalışıyordum.
“Teröristler” dedim. “Dağ eşkıyaları. Muhtemelen PKK’lılar.”
“Öyle mi?”
Ama soruyu öyle bir uzatmıştı ki, yalan söylediğimi hemen
anladığına bahse girebilirdim. Yine de ısrar etmekten başka şan-
sım yoktu.
“Aralarında hep Kürtçe konuşuyorlardı,” dedim.
“Bu yörede herkes Kürtçe konuşur. PKK’lı olduklarını
nereden anladınız?”
Bozuntuya vermedim.
“Beni devlet memuru sandılar.”
“Devlet memuru musunuz?”
“Yok canım, sıradan bir turistim.”
“Turistsiniz demek?”
Söylediklerime hiç inanmadığını hissediyordum. Başımı sal-
layıp “Evet,” diye mırıldandım.
“Soy adınız nedir, Oğuz Bey?”
“Neden soruyorsunuz?”

9
“Neden mi? Bu adli bir vaka, farkında değil misiniz?
PKK’lılar sizi öldürmeye kalkışmışlar. Bu durumu yetkililere bil-
dirmek zorundayız. Gereken tahkikatı onlar yapacaktır.”
Aklınca beni korkutmak istiyordu. Benden şüphelendiğini
anlamıştım, ama benim açımdan olaya yetkililerin karışmasının
hiçbir sakıncası yoktu, hiç duraklamadan cevap verdim.
“Adım, Karaman. Oğuz Karaman.”
Yüzüme anlamlı bir şekilde bakmaya devam etti.
“Sizi baygın olarak buraya taşırken üzerinizde kimliğinizi
açıklayacak bir belge bulamadık.”
Çok doğalmış gibi davrandım.
“Cüzdanımda hüviyetim, ehliyetim, kredi kartlarım olacaktı.
Muhtemelen boğuşma sırasında düşürmüş olmalıyım.”
“Sorun değil. Jandarma nasıl olsa kimliğinizi tespit
edecektir,” dedi.
“Tabii, bundan şüphem yok.”
İsteğini bu kadar rahat kabullenmem kadını şaşırtmış olma-
lıydı; itiraz edeceğimi, olayı jandarmaya intikal ettirmeden örtbas
etmeye kalkışacağımı sanmıştı galiba. Şimdi kuşkulu nazarlarla
beni süzüyordu. Tatmin olmadığı çok açıktı, nitekim bana inan-
madığını hemen sorduğu sualden anladım.
“Bu mevsimde kimselerin bulunmadığı bu ıssız dağlara sizi
çeken şey ne olabilir?”
“Haşin tabiatın güzelliği,” dedim. “Sizi cezp etmiyor mu?”
Sorumu duymamış gibi devam etti.
“O arkadaşınızla beraber mi seyahat ediyordunuz?”
Mesele şimdi biraz çatallaşacağa benziyordu. Zira Mahmut’la
ne konuştuğu hakkında yeterli bilgi sahibi değildim.
“Evet” demek zorunda kaldım.
“O da sizin gibi haşin tabiat güzelliğine âşık biri midir?”
Tasdik anlamında başımı salladım. “Hatta benden de fazla.”

10
Gülümseyerek, “Çok garip” diye fısıldadı.
“Garip olan nedir?”
“Şimdiye kadar bu dağlarda hiç sizler gibi turist görmedim
de.”
Ben de sırıttım.
“Artık gördünüz. Bundan sonra garibinize gitmez.”
Hiç oralı olmadı.
“Arkadaşınız çok endişeliydi. Fellik fellik sizi arıyordu.
Umarım, bulunduğu yeri söylersiniz de kurtulduğunuzun müjde-
sini ona iletiriz. Mutlaka çok sevinecektir.”
Zeki bir kadın olduğu belliydi. Çaktırmadan ağzımı arıyordu.
“İyi de, onunla nasıl temas kuracaksınız?”
“Çok basit değil mi? Hepimizin cep telefonları var, hemen
ararız.”
“Bu imkânsız,” dedim.
“Neden?”
“Belki size garip gelebilir ama o dağlara çıktığı zaman
modern teknolojinin sağladığı tüm imkânlardan uzak kalmaya
çalışır, tabiatı doyasıya yaşamak için.”
Bana inanmayacağını düşünüyordum ama genç kadın hak
verircesine başını salladı.
“Biliyorum, bazen öylelerine de rastlanıyor, yani cep telefo-
nunu kullanmadığını ima etmek istiyorsunuz, değil mi?
Ben de başımı salladım. Hâlâ dikkatle onu inceliyordum.
“Demek öğretim üyesisiniz,” diye fısıldadım.
“Evet. İTÜ’de doçentim.”
Tam o sırada barakanın kapısı açıldı ve sarışın genç bir
delikanlı paldır küldür odaya daldı. Bizi konuşurken görünce
afalladı birden.
“Günaydın Hocam. Rahatsız etmiyorum ya?”
“Yok Ahmet, yok. Gel bakalım.”

11
Delikanlı bakışlarını bana çevirmişti. Garip bir yaratıkmışım
gibi beni süzüyordu. “Geçmiş olsun,” dedi sonra. “Dün gece bizi
bir hayli korkuttunuz.”
“Öyle olmalı,” diye fısıldadım. “Siz de beni kurtaranlar ara-
sında mıydınız?”
Delikanlı cevap vermeden genç kadın lâfa karıştı. “Asistan-
larımdan Ahmet Bey. Ekipte benim sağ kolumdur. Evet, sizin
çukurdan çıkarılmanız ameliyesinde o da aramızdaydı.”
Ahmet, “İzninizle,” diyerek barakanın yan tarafından o
zamana kadar hiç görmediğim birkaç alet edevat alarak dışarı
çıktı. Hoca ile yine yalnız kalmıştık. Kısa bir sessizlik yaşadık.
Kısa ama gergin. Sırf o havayı bozmak için sordum.
“Ekibiniz kalabalık mı?”
Sorumu baştan savar gibi mırıldandı. “Yedi kişiyiz.”
Gözlerimi barakanın penceresinden dışarıya çevirdim. Yağ-
mur yağmıyordu, ama yattığım yerden havanın yine kapalı
olduğunu görebiliyordum.
“Şu anda tam olarak neredeyiz?” diye sordum.
“Karaağaçlar mevkiinin yaklaşık beş kilometre kadar kuzey
batısındayız. Son yerleşim birimi biraz daha batımızda kalır,
Bâlegan adlı bir Kürt köyü. Zaten ondan sonrası elverişsiz ve
kayalık yöredir.”
Doçent doğru söylüyordu ve araziyi iyi bildiğini anlamıştım.
Yüzüme manidar şekilde bakmaya devam ediyordu.
“Sizi bulduğumuz yerde o üç barakaya rastladık, çok da
şaşırdık. O barakaları daha önce görmemiştik.”
Omuz silktim. “Görmeniz şart mıydı?”
“Hayır, orası bizim çalışma alanımızın dışında kalan bir böl-
gedir, ayrıca buraya sık sık gelip giden insanlar değiliz. Ama eki-
bimize yardımcı olan iki yerli mihmandarımız var; işin garip yanı

12
onlar da hiçbir şey bilmiyorlar. Buranın ne amaçla kullanıldığı da
meçhul. Barakaları dün gece gezdik. Hepsi boştu.”
Umursamaz biçimde dudak büktüm.
“Ama boş barakada bir jeneratör çalışıyordu” diye devam etti
güzel doçent hanım. “Ve su motoruyla sizi attıkları çukura birileri
boğulmanız için su pompalıyordu. Çok ilginç değil mi?”
Anlamamış gibi mırıldandım. “İlginç olan nedir?”
“Size saldıranların başvurdukları yöntem. Bildiğim kadarıyla
teröristler kafanıza bir kurşun sıkarak işi bitirirlerdi. Acaba neden
böyle uzun ve garip bir yola başvurdular?”
“Sanırım, direnmekle onları kızdırdım. Onlar da değişik bir
yöntem denediler. İnsanı diri diri ölüme terk etmek çok daha
kahredici değil mi?”
Genç kadın oturduğu iskemlede bacak bacak üstüne attı. Bir
iki saniye düşündü. Tesadüfen hayatımı kurtaran bir ekip
şefinden çok, sorgu hâkimi gibi sualler soruyordu.
“Kaç kişiydiler?”
“Sayamadım, ama kalabalıktılar.”
“Meselâ?”
“En azından on kişiydiler, belki de daha fazla. Tam bir rakam
söyleyemem.”
Sarı saçlı, mavi gözlü doçent yine birkaç saniye durdu.
“Ne iş yaparsınız, Oğuz Bey?”
“Ticaretle meşgul olurum.”
“Yaa! Ne tür ticaret?”
“İstanbul’da spor malzemeleri satan bir dükkânım var.”
“Öyle mi? Neresinde?”
Doçent hanım, sanki benle sohbet etmeye çalışır bir hava-
daydı ama aslında ince ince beni sorguluyordu. Yine bozuntuya
vermedim.
“Kadıköy yakasında, Bağdat Caddesi’nde” dedim.

13
Yalan söylediğimi anlamıştı ama belli etmemeye çalışıyordu.
“Ne tesadüf,” diye mırıldandı. “Ben de Bağdat Caddesi’nde
otururum. Kim bilir belki de mağazanıza girip alış veriş de
yapmış olabilirim. Mağaza caddenin neresinde?”
Aklınca beni sıkıştırmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu ıssız
yörede beni buluş şekilleri insanı kuşkulandıracak kadar tuhafsa
da, sorgulamada bu denli ileri gitmesi, haliyle beni de rahatsız
etmeye başlamıştı. Tatlı tatlı gülümsedim.
“Farkında mısınız, hâlâ adınızı bile bilmiyorum,” diye fısıl-
dadım.
O da işin dozunu biraz fazla kaçırdığını anlamıştı. “Doğru
ya” diye inci gibi beyaz dişlerini göstererek tebessüm etti.
Gülümsemenin ona ne kadar yakıştığını ilk o zaman fark ettim.
“Benim adım Melis,” dedi. Kendini ilime adamış kadın öğretim
üyeleri hakkındaki düşüncelerim bir kere daha zihnime hücum
etti. Büyük çoğunluğu tüm vakitlerini bilime adamış oldukların-
dan, kendine bakımları genellikle ihmale uğrardı. Melis’in kaç
günden beri dağlarda çalıştığını bilmiyordum, ama tırnakların-
daki ojeleri bozulmamış, sabahın bu saatinde bile yüzüne belli
belirsiz makyaj yapmış gibiydi.
“Güzel bir isim,” diye mırıldandım. “Ben genellikle insanların
adlarıyla özdeşleşmesini severim. Adınızın aslı bir çiçek adından
geliyor, değil mi Melisa’dan? Tam da size uygun. Bir çiçek kadar
taze ve insanın içine ferahlık veriyor.”
Bir an gözlerimin içine baktı. “Bu bir kompliman mı?”
“Yo, yo!” diye itiraz ettim. “İltifat değil, adınızın bendeki
çağrışımı.”
“Herhalde teşekkür etmem lâzım.”
“Hiç gereği yok.”
Hafifçe yataktan doğruldum. Kalkmak istiyordum.
“Ne yapmaya çalışıyorsunuz?” dedi birden.

14
“Gitmeliyim.”
Söylediğime çok şaşırmış gibi yüzüme baktı. “Nereye?”
“İstanbul’a, işimin gücümün başına. Yeterince tatsız ve
korkunç olaylar yaşadım. Bana da ders oldu; artık bu dağlarda
niye durayım ki?”
“Fakat olayın jandarmaya intikali lâzım. Buna mecburuz.”
“Doğru” diye mırıldandım. “Olayın mağduru benim. Yol
üzerindeki ilk jandarma karakoluna uğrayıp, şikâyette bulunur ve
zabıt tuttururum.”
Sorgu Hâkimim yine birkaç saniye düşündü. O an, aklından
neler geçirdiğini bilemiyordum ama gitmeye kalkışmamdan
memnun olmadığı açıkça belliydi.
“Tek başınıza mı geri dönmeyi düşünüyorsunuz?” dedi.
“Evet.”
“Ya dağdaki teröristler tekrar size saldırırsa?”
“Onlar çoktan firar edip uzaklaşmışlardır buradan. Hem
benim o çukurun içinde boğulup öldüğümü düşünüyorlardır.”
“Yalnız ve yaya yolculuk etmeniz çok sakıncalı. Üstelik vası-
tanızda yok.”
“Önemli değil, ben yürümeye alışığımdır.”
Suratı asılmıştı Melis’in.
“En iyisi” diye homurdandı. “İki gün daha beklersiniz ve
bizim ekiple birlikte dönersiniz. Hem bizim araçlarımızdan yarar-
lanırsınız, hem de yolculuğunuz daha güvenceli olur. Böylece
karşılaştığımız ilk jandarma karakoluna da durumu rapor ederiz.”
“Dedim ya, şikâyetimi kendim de yapabilirim. Her şey için
size ve ekibinize teşekkür ederim, hayatımı kurtardınız ama
gitmek istiyorum.”
Melis birden ısrardan vazgeçti. “Nasıl isterseniz” dedi.
Ayağa kalktım. Hafifçe başım dönmüştü ama belli etmemeye
çalıştım. Daha yeni yeni farkına varıyordum; ıslak elbiselerimi

15
çıkarmışlar, beni yatırırken kimin olduğunu bilmediğim eski bir
pijama giydirmişlerdi.
“Giysilerim nerede?” diye sordum.
“Arkadaşlar onları öteki barakada, odun sobasının etrafında
kurutmaya çalışıyorlar. Gitmeye kararlıysanız, haber vereyim de
getirsinler.”
“Size zahmet olacak.”
İsteksizce sandalyesinden ayağa kalktı ve ufak barakanın
kapısına doğru yürüdü. Hoca’nın cidden ahenkli ve göze hoş
gelen bir yürüyüşü vardı, ama tecrübeli gözlerim o an pantolo-
nunun dışına sarkıttığı safari gömleğinin beline rastladığı yerdeki
kabarıklığı fark etmişti. O kabarıklığın neden kaynaklandığını
anlayacak kadar deneyimliydim. Bu bele takılmış bir silahın kılı-
fıydı kuşkusuz.
İşte bu çok garipti. Sismik araştırmalar yapmak için dağlara
çıkmış bir öğretim görevlisinin belinde silah taşıması hiç de
normal değildi. Dağlar şu sırada pek de tekin değildi, lâkin ilmi
araştırmalar için dağa çıkan bir ekibin başkanının da belinde silah
taşıması olağan sayılmazdı. Arkasından baka kaldım.
Az sonra Melis, yanında asistanı Ahmet’le geri döndü.
Ahmet’in elinde kalın anorağım, blucin pantolonum, gömleğim,
kazağım filan vardı. Gelip hepsini yatağın üzerine bıraktı,
gülümseyerek.
“Size zahmet oldu Ahmet Bey,” diye mırıldandım.
“Ne önemi var. Zaten ancak kurutabildik. Ama giysileriniz
giyilemeyecek kadar pislenmiş. Sizi çıkardığımız çukurun çamur-
lu suyu kirletmiş hepsini.”
“Önemi yok, idare ederim.”
“Ama yine de bir sorun var.”
Merakla yüzüne baktım. “Ne sorunu?”

16
“Botunuzun bir teki yok. Sanırım, ayaklarınızı bağlı olduğu
kazıklardan kurtarırken ayağınızdan fırlamış olmalı. Biz de far-
kına varamadık. Zaten öteki teki de kullanılamayacak kadar ıslak
henüz.”
Durakladım birden. Aklıma hemen şöyle bir sual takıldı:
Acaba botumun öteki teki cidden kayıp mıydı? Yoksa bu son anda
ekibin buradan ayrılmamam için uydurdukları bir bahane miydi?
Ayağımda botlarım olmadan sarp ve kayalık dağlarda yürümem
söz konusu olamazdı.
Bakışlarımı Melis’e çevirdim. Sessizce beni süzüyordu.
Yüzündeki ifadeyi değerlendiremedim. Bu kez Ahmet’e dönüp
sordum.
“Acaba buradaki arkadaşlardan birinin ayağıma uyan yedek
bir botu var mıdır?
Ahmet şaşkın şaşkın mırıldandı.
“Yedek mi? Hiç sanmam. Böyle bir ihtimali düşünüp yanı-
mıza yedek ayakkabı almamıştık.”
“Lanet olsun!” diye homurdandım. “Ne yapacağım şimdi?”
İkisinden de ses çıkmadı, içimden bir küfür savurdum,
botumun kaybolması cidden talihsizlikti. O an yapabileceğim bir
şey yoktu. Yatağın önünde duran bir çift terliğe baktım. Uzun
boyumdan dolayı 45 numara ayakkabı giyerdim, oysa ayaklarıma
geçirdiğim terlikler ancak 42 numara filan olmalıydı. Topuklarım
zeminin kaba tahtalarına değiyordu.
Giysilerim gerçi kurumuştu ama asistan Ahmet’in dediği
gibi müthiş pisti ve felâket kokuyordu. Giyindiğim zaman
sinirden kaşınmaya başlamıştım. Şimdi odada yalnızdım. İlk
öfkem geçince düşünmeye başladım. En önemlisi irtibatımın
kesildiği yetkili kişilerle temas kurmak zorunluluğumdu; bu
vazifemin asli ve çok önemli bir parçasıydı, ama bunu nasıl sağ-
layacağım hakkında henüz bir fikrim yoktu. Beni kurtaran üni-

17
versite ekibinin haberleşme imkânlarından yararlanamazdım, bu
son derece sakıncalıydı. Gerçi benden haber alamayan yetkililer
beni bulmak için mutlaka araştırmaya başlamış olmalıydılar, ama
bulunduğum yerin koordinatlarını onlara verme imkânım yoktu.
Ayrıca beni arayacakları yerden çok uzaklarda bulunuyordum
şimdi.
Bu ilim ekibinden de hoşlanmamıştım. Bu kadar hoş ve
havalı bir kadının, belinde gizlemeye çalışsa da tabanca ile
dolaşması hiç de hayra alâmet değildi. Ayrıca beni sorguya çek-
mesi de gözümden kaçmamıştı tabii. Benden şüphelendiği bir
vakıaydı. Belki botumun öteki teki de kaybolmamış, beni burada
alıkoymaları için uydurulmuş bir yalandı. Tek botla yollara
düşemezdim tabii.
Pencereden dışarıya bir göz attım. Birbirine yakın inşa
edilmiş iki baraka daha vardı burada da. Tıpkı beni çukurunda
buldukları Mor Kayalıklar’daki barakalar gibi. Doğrusu biraz
şaşırdım. Ben de üniversite ekibinin kaldığı bu barakaları daha
önce görmemiştim. Herhalde Karga Burnu’ndan, Mor Kayalık-
lar’ın bulunduğu Karaağaçlar mevkiine giden ana yolun biraz
içerisinde bulunuyordu bu kamp. Aksi halde mutlaka fark
ederdim. Zira son bir haftadır ömrüm bu berbat dağlarda
geçmişti.
Pencereden bakmaya devam ettim. Etrafta dolaşan birkaç
kişi görüyordum; şehirli, okumuş, aydın kişiler oldukları her hal-
lerinden belliydi. Herhalde onlar da ekipte çalışan diğer asistanlar
olmalıydı. Ama bayırın başında kayalıklara çömelmiş adam
kesinlikle yörenin insanıydı ve doçent hanımın sözünü ettiği
mihmandarlardan biriydi. Giyim kuşamından da dağ köylüsü
olduğu hemen belli oluyordu. Başında agel denen mahalli başlık,
siyah şalvar ve sırtında da hep giydikleri hayvan postu vardı.
Ayaklarına da el örgüsü yün çoraplar ve üstüne lastik geçirmişti.

18
Dışarıya çıktım ve ayaklarıma küçük gelen terlikleri sürük-
leyerek yanına yaklaştım. Adam beni görünce hiç istifini bozmadı
hatta biraz tedirgin baktı yüzüme.
“Selamünaleyküm,” dedim.
“Aleykümselam,” diye karşılık verdi. Yöredeki pek çok kişi
gibi kaçak tütünden hazırladığı sigarasını çekiştiriyordu sık
nefeslerle.
“Dün gece beni o pis çukurdan kurtaranlar arasında sen de
var miydin?” diye sordum. Onaylarcasına başını aşağı yukarı sal-
ladı.
“Sağ ol. Hepinizi zora sokmuşum.”
Oralara has şivesiyle, “Değmez, begim” diye mırıldandı.
Gözlerim hâlâ ayaklarındaki lastiklerdeydi. O lastikleri ala-
bilirsem, mükemmelen işimi görürler ve buradan uzaklaşmamı
sağlarlardı. Hemen konuya girdim.
“Ayağındaki lastikleri ve yün çorapları bana satar mısın?”
dedim. Peki dese ne ile alacaktım hiç bilmiyordum, zira yanımda
beş kuruş para yoktu. Ama o gözlerini bana çevirip hayretle
yüzüme baktı.
“Ne yapacaksın lastiklerimi begim? Sizin gibi şehirliler lastik
kullanmaz.”
“Ben kullanırım. Hatta değerinin iki katını sana vermeye
hazırım.”
Bir an düşünür gibi yaptı. Diğer yandan da ayaklarımın
ancak yarısını örten terliklere bakıyordu.
“Neden istiyorsun lastiklerimi?”
“Dün gece beni o sular içindeki çukurdan çıkarırken aya-
ğımdaki botlardan biri fırlamış ve sular içinde kaybolmuş. Şimdi
bu terliklere kaldım.”
İnanmamış gibi yüzüme baktı, sonra başını salladı.

19
“Yok begim” dedi. “Çukurdan yukarıya seni ben sırtımda
taşıdım, çukurun tepesindeki otların üzerine de ben yatırdım.
Ayakkabıların ayağındaydı. Şimdi bana doğruyu söyle; lastikle-
rimi neden istiyorsun?”
O zaman gerçeği kavradım. Botumun kaybolması doçent
hanımın uydurmasıydı demek. Ama neden? Herhalde benden
şüpheleniyordu. Kılavuza döndüm yeniden.
“Emin misin? Botlarım ayağımda mıydı?”
“Essah söylüyorum begim, ayağındaydı elbet.”
“Tamam” dedim. “Ben barakayı bir daha arayayım.”
Kılavuz bana fazla yüz vermeyerek sigarasını tüttürmeye
devam etmişti. Arkamı dönüp çevreye bakındım, konuşmamızı
kimse görmemişti sanırım, görseler bile konuşmalarımız duyul-
mamıştı. Gerisin geri barakaya döndüm. Yüksek rakımlı dağların
tepesinde buz gibi, insanı donduran rüzgâr esiyordu ve çorapsız
ayaklarım şimdiden donar gibi üşümeye başlamıştı.
2
AZ sonra kaldığım barakanın kapısı tekrar açıldı, içeriye
kıvırcık saçlı, güler yüzlü, metal çerçevesinin buharlaşan camla-
rını silmeye çalışan bir genç girdi. Sevimli ve yerinde duramaz bir
hali vardı. “Günaydın Oğuz Bey,” diye selamladı. “Benim adım
Mustafa. Melis Hoca’nın kürsüsündenim. Geçmiş olsun, dün gece
saldırıya uğramışsınız, arkadaşlar anlattı. Tam film gibi bir olay
valla, müthiş.”
“Öyle,” diye mırıldandım.
“Neyse ki bizim arkadaşlar sizi bulmuş, yoksa hapı yutmuş-
tunuz.”
Alaycı hali hoşuma gitmişti, gayri ihtiyari gülümsedim.
“Buyurun gidelim,” dedi.
“Nereye?”
“Yemek vakti. Öğle yemeğine.”

20
Birlikte çıktık. Üç barakanın en büyüğüne doğru yürümeye
başladık. Açlığımı da o zaman hissettim. Aslına bakılırsa iki
günden beri kursağıma bir lokma girmemişti. Midem zil çalı-
yordu. Büyük barakaya yaklaşırken Mustafa’ya sordum.
“Kaç günden beri bu dağlardasınız?”
“Dokuz gün oldu.”
“Daha kalacak mısınız?”
“Buna Hoca karar verir, ama incelemeleri bitirdik sayılır.
Yarın veya en geç öbür gün döneriz artık.”
Dikkatimi çekmişti. Bu asistan da başıma gelenlerle ilgili tek
sual sormamıştı, biraz garipti doğrusu. Merak mı etmiyorlardı
acaba, yoksa birisi onlara sual sormalarını mı yasaklamıştı?
“Zor olmalı,” diye mırıldandım. “Dağ tepelerinde dokuz gün
çok sıkıcı sayılır. Hele böyle vahşi bir ortamda.”
“Ne yapalım, bizim işimiz de bu. Ayrıca ben mesleğimi seve-
rim, bana hiç de sıkıcı gelmiyor. Tabii şartlar biraz ağır, mahru-
miyet söz konusu ama şikâyetçi değilim.”
Gülümsedim. “Melis Hanım da otoriter bir hocaya benziyor.”
“Öyle görünür ama dünya tatlısıdır. Kendisini çok severiz.”
“Bu dağ tepelerinde kalmaktan korkmuyor musunuz?”
“Kimden?”
“Bu yöre pek tekin sayılmazmış, bakın ben saldırıya uğra-
dım. Etrafta başka teröristler de olabilir.”
Şaşırmış gibi beni süzdü. “Böyle bir olaya ilk defa şahit olu-
yoruz. Gerçi burası Kürtlerin yaşadığı bölgelerden biri, ama
anarşik olaylar hiç olmuyordu. Ben geçen sene de buradaydım,
hiçbir vaka ile karşılaşmadık.”
Mustafa haklıydı, burası sakin bir yöre sayılırdı. Nitekim
bana saldıranlar da PKK’lı değildi, ama bunu şimdilik ona açık-
layamazdım.

21
“Olsun, yine de tedbiri elden bırakmamak gerek. Ekip ele-
manlarında silah var mı?”
Asistan içtenlikle güldü.
“Silah mı? Biz bir bilim ekibiyiz, silahla ne işimiz olabilir ki?
Zaten çoğumuz tecilliyiz, askerliğimizi bile yapmadık, silahtan
anlamayız. Bunu hiç düşünmedik bile.”
Bu delikanlı yalan mı söylüyordu acaba? Hocalarının belinde
tabanca kılıfını görmüştüm, ama üstelemedim tabii.
Upuzun formika bir masanın etrafında oturmuşlardı. Anla-
dığım kadarıyla ekibin yemek işlerini ayarlayan bir aşçısı ya da
servis elemanı yoktu. Her ne kadar duvar dibindeki ufak başka
bir masada tüplü bir ocak varsa da genellikle konserve yiyecek-
lere talim ediyorlardı. Mustafa ile konserve kutularının depo
edildiği yere doğru ilerledik. Asistan şakacı bir ses tonuyla, “Ne
isterseniz onu seçin, dilerseniz kendinize ocakta yumurta da
pişirebilirsiniz,” dedi.
Barbunya fasulyesi ile ananas kompostosu seçtim. Eleman-
ların oturduğu masaya doğru yaklaşırken meraklı gözler bana
çevrilmişti. Yadırgayarak baktıklarının farkındaydım. Leş gibi ko-
kan, çamurlu giysilerimi düşünürsek buna hiç şaşmamalıydım.
Çıplak ayaklarıma geçirdiğim ufak terlikler ve beş günlük uzamış
sakalımla biraz da korkunç gözüküyordum. Bazıları, “merhaba,”
bazıları da “buyurun oturun şöyle,” diye lâflar ettiler. Onlara
gülümsemekle yetindim. Sözde içten davranıyorlarmış gibi bir
halleri vardı, ama hepsinin tedirgin ve ürkek bir edayla bana
baktıklarını hissediyordum. Haklı da sayılırlardı; ne de olsa
Allah’ın dağında su dolu bir çukurun içinde ayakları kazıklara
bağlanmış ve ölüme terk edilmiş vaziyette bulunmam, onları
rahatsız etmiş olmalıydı.
Sessizce boş bulduğum bir yere oturdum, konserveleri açıp
kağıt tabaklara boşalttım. Ama dikkat ettim; sofradaki kimse

22
benimle konuşmadığı gibi başıma gelenlerle ilgili tek kelime dahi
sormuyorlardı. Bir ara nazarlarım sofranın başında oturan Doçent
Melis’e kaydı. O da bana ilgisiz davranıyordu şimdi, sanki bu
sabah beni uzun uzun sorguya çeken kendisi değilmiş gibi. Bir
ara dikkatimi çekti, asistan Ahmet sofrada yoktu. Yanıma gelip
oturan Mustafa’ya eğilerek fısıldadım.
“Ahmet Bey yok mu?”
Sanki asistan arkadaşının yokluğunu yeni fark ediyormuş
gibi durakladı.
“Ha, o mu? Henüz dönmedi,” dedi.
“Nereden dönmedi?”
“Karga Burnu Vadisi’nden.”
“Oraya mı gitmişti?”
“Hı-hıh.”
İrkildim birden. Şayet Ahmet bir araçla o tarafa gitmişse,
rahatlıkla beni de o istikamete gönderebilirlerdi. Zira, Karga
Burnu mevkii güneydeki iskan sahalarına oldukça yakın sayılırdı.
Hatta orada bir jandarma karakolu olduğunu biliyordum.
Anlaşılan belinde gizlediği silahla dolaşan öğretim üyesi
Melis Hanım, hâlâ benden şüphelenmeye devam ediyordu. Bu
durumdan hiç hoşlanmamıştım; asistanın oraya gönderilmesi,
muhtemelen jandarmaya dağda şüpheli bir kişinin bulunduğu
yolundaki ihbara dayanıyordu. Gençlerin çoğu yemeklerini acele
ile yiyip işlerinin başlarına dönmeye başlamıştı. Yemeğini biti-
renler kirli kağıt tabaklarıyla plastik çatal ve kaşıklarını alıp çöp
bidonuna atıyordu. Melis ise hâlâ sofradaydı. Bir kraliçe vekârıyla
yemek yiyiyordu, her ağzına attığı lokmayı en azından otuz kere
çiğnediğinden emindim. Ben de ağırdan aldım, bu kez ben onu
sorguya çekmek istiyordum. Nihayet barakada yalnız kaldık.
“Söyleyin bakalım hoca hanım,” dedim.
Yüzüme biraz ters bakarak homurdandı. “Neyi?”

23
“Botumun öbür tekini nerede sakladığınızı. Bu hiç de âdil
değil. Üstelik buna hakkınız da yok. Yoksa burada tutuklu
muyum?”
Melis en ufak bir tepki göstermedi. Mavi gözlerindeki donuk
ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti.
“Ne demek istediğinizi anlamadım. Botunuzu neden sakla-
yayım ki? Çocuklar sizi buraya getirdiklerinde botlarınızdan
birinin olmadığını söylediler, hepsi bu. Ayrıca sizi tutuklamaya ne
hakkım var? Ben ne polisim ne de jandarma. Çok komik bir iddia
bu.”
“Ama kılavuzlarınızdan Hasan, beni su çukurundan çıka-
rırken iki botumun da ayağımda olduğunu söyledi.”
İlgisizce mırıldandı Melis. “Yanılmış olmalı.”
“Acaba mı?”
Mavi gözlerinde şimşek çakar gibi oldu.
“Ne ima etmeye çalışıyorsunuz?”
Derin bir soluk aldım.
“Şöyle diyelim, beni gerçekten kuşkulu bir durumda buldu-
nuz. Birileri ile mücadele ettiğim ve bir çukura atılıp ölüme terk
edildiğim vakıa. Ama anladığım kadarıyla size söylediklerime pek
inanmadınız. Benden şüphelendiniz ve şimdi de, jandarma gelin-
ceye kadar da burada oyalamaya çalışıyorsunuz.”
Söylediklerim bir tür ithamdı. Fakat Melis hiç oralı olmadan
söylenmeye devam etti.
“Neden böyle bir şey yapayım ki? Durumunuz beni zerrece
ilgilendirmiyor. Dün gece sadece insani bir görev yerine getirdik
ve sizi kurtardık. Boğulacaktınız, boğulmasanız bile gecenin aya-
zında donarak ölecektiniz. Doğrusu biraz nankörmüşsünüz;
hayatınızı kurtaranlara teşekkür edeceğinize adeta suçlar gibi
konuşuyorsunuz.”

24
“Öyleyse neden beni de asistanınız Ahmet’in aracıyla Karga
Burnu’na göndermediniz?”
Melis iskemlesine yaslanıp ters ters baktı yüzüme.
“Onun özel bir görevi vardı. Umarım çalışmalarımıza da
karışmak niyetiniz yoktur, artık bu kadarı fazla olur. Ayrıca yarın
veya öbür gün araştırmalarımızı tamamlayıp burayı terk edece-
ğiz. Sizi istediğiniz yere bırakabiliriz.”
Söyledikleri beni rahatlatmadığı gibi inandırıcı da gelme-
mişti. Birden sordum, “Niye silah taşıyorsunuz?”
Önce gözleri kısıldı. Hemen cevap vermedi, sonra yüzünde
alaycı bir ifade belirdi.
“Demek fark ettiniz silahlı olduğu mu?”
“Gözlerim keskindir.”
“Şaşırdınız mı?”
“Biraz.”
Bu seferki gülümsemesi içtendi Melis’in. “Babam subaydı,
küçüklüğümden beri silahlarla ünsiyetim oldu. Taşıma ruhsatım
var. Çok iyi silah kullanırım, keskin nişancıyımdır da. Şehir de
bile silahımla dolaşırım. Rahatladınız mı şimdi?”
Rahatlamamıştım tabii, söylediği doğru da olabilirdi ama
nedense bu kadından huylanıyordum. Sustuğumu görünce o
devam etti. Bakışlarımı mavi gözlerinden ayırmıyordum. Bu defa
sesi tiz ve sert çıkmıştı.
“Ama haklı olduğunuz bir yan da var,” dedi. “Sizden şüphe-
leniyorum. Artık kartlarımızı açık oynasak daha iyi olacak, çünkü
bana yalan beyanlarda bulunduğunuzdan hiç kuşkum yok. Siz
dağlarda dolaşmaya meraklı yerli bir turist değilsiniz. Bana
anlattığınız hikâye de baştan aşağı uydurma. Buraya kampa
gelirken Karga Burnu Jandarma Karakolu kumandanı ile konuş-
muştum, son zamanlarda yörede en ufak terör vakası yaşan-
mamış. Bu yöre o bakımdan oldukça güvenli. Başka bir ifade ile

25
PKK’lıların saldırısına uğradığınızı sanmıyorum. Sizi bulduğumuz
o barakalarda ne işiniz vardı? Üzerinizde kimliğinizi açıklayan
hiçbir şey yok. Kimler sizi ne amaçla o çukurun içine bağladı ve
ölüme terk etti?”
İşler sarpa sarıyordu. Bu durumdan hiç hoşlanmamıştım ve
çok dikkatli davranmak zorundaydım. “Demek söylediklerime
inanmadınız,” diye mırıldandım.
Hiç çekinmeden karşılık verdi. “Evet, inanmadım.” Sonra
iskemlesini itip ayağa kalktı. “İki saate kalmaz, Ahmet jandarma-
larla buraya döner. Sizi jandarmaya teslim etmek zorundayım,
ondan sonrası beni ilgilendirmez. Şayet anlattıklarınız doğruysa,
mesele yok demektir, değilse gerisine jandarma karışır.”
“Bu durumda kendimi burada tutuklu addedeceğim,” diye
söylendim.
“Resmen değil tabii. Ama buradan ayrılmanıza izin verme-
yeceğim kuşkusuz. Bence yapacağınız en iyi şey, sizi ağırla-
dığımız barakaya dönüp jandarmanın gelişini beklemek olmalı,
Oğuz Bey.” Daha sonra alaycı bir şekilde gülümsedi. “Tabii adınız
da gerçekten Oğuz ise.”
Paniğe kapılmama gerek yoktu ama tek derdim, kaybettiğim
zamandı.
“Ya sizi dinlemeyip kampı terk etmeye kalkarsam, ne yapar-
sınız?”
Gülümsedi yeniden.
“Bunu hiç tavsiye etmem. Başaramazsınız. İki asistanım ve
beş stajyerim var burada. İki kılavuzum da çok güçlü ve yöreyi iyi
bilen insanlardır, yani kaçmanız imkânsız sayılır. Ayrıca gerekti-
ğinde kullanmaktan hiç çekinmeyeceğim bir de silahım var.”
Ben de iskemleden kalktım.
“Tamam” dedim. “En iyisi uslu bir çocuk gibi barakama
döneyim.”

26
“İyi edersiniz.”
Tam barakadan çıkarken arkamdan seslendi.
“İyi bir yalancı değilsiniz,” dedi.
“Neden?”
“Hani şu Erenköy’de işlettiğinizi söylediğiniz spor mağazası
var ya…”
Gözlerimi kısıp yüzüne baktım. Sırıtarak devam etti.
“Ben de Erenköy’de otururum ve o mağazanın müşterisi
sayılırım, ayrıca mağaza sahibi karı kocayı da tanırım.”
Suratım asıldı. Gerçekten aksilikti; Melis’in mağaza sahibini
tanıyacağını nereden bilebilirdim. Arkama bakmadan kapıyı
vurup dışarı çıktım.
Ne Melis’in benden şüphelenmesi ne de jandarmanın gel-
mesi pek umurumda değildi, fakat altın kıymetindeki zaman boşa
gidiyordu. Buna izin veremezdim. Şu veya bu şekilde hayatta
kaldığıma göre vazifeme devam etmek zorundaydım. O an kara-
rımı verdim. Asistan Ahmet ve jandarmalar gelmeden kampı terk
etmeliydim. Kampın bulunduğu düzlükten ormanlık araziye
kadar olan mesafeyi aşabilirsem, bir daha beni bulmaları söz
konusu olamazdı, peşimden gelseler bile saklanacak çok yer vardı
dağlarda. Tek sorun, botlarımın olmayışı idi; her şeyden önce
ayağıma giyecek uygun bir şey bulmalıydım.
Kapıyı açıp barakanın eşiğinde durarak etrafa bakındım.
Öğle yemeğinden sonra ekip herhalde yeniden çalışmak üzere
araziye dağılmış olmalıydı, çevrede kimse görünmüyordu. Ekibin
iki aracı olduğunu işitmiştim; eski model bir minibüs az ilerdeki
ağacın altında duruyordu. Anladığım kadarıyla diğerine de
asistan Ahmet binip jandarma karakoluna gitmiş olmalıydı.
Bir an duran minibüse el koyup kaçıp kaçamayacağımı
düşündüm. Oldukça riskliydi. Minibüsü ele geçirmenin zaman
kazanmak bakımından sağlayacağı avantaj su götürmezdi, ama o

27
zaman ana yoldan ayrılamayacak ve bir şekilde jandarmaya hangi
yoldan kaçtığımı belli etmiş olacaktım. Yaya olarak kaçmam ise
ulaşacağım noktayı uzatsa da, sonuçta yine ben kârlı çıkacaktım.
Bir olasılıkta, minibüsle belirli bir noktaya kadar geldikten sonra
aracı terk etmek ve yaya olarak yola devam etmekti.
Ayağıma ufak gelen terliklerle minibüse yaklaştım. Üzerinde
anahtar bulamayacağıma emindim ama yine de içeriye bir göz
attım. Kontak anahtarı yerinde yoktu tabii. Hayret, ama ortalarda
kimse görünmüyordu, doçent hanımın beni bu kadar başıboş
bırakmasını yadırgamıştım. Tam o sırada arabanın öbür yanından
kılavuz Hasan’ın sesi gelmişti:
“Ne o begim? Yolculuk mu var?”
Az kaldı yerimden sıçrayacaktım, Hasan’ı arabanın burnu-
nun dibine kadar yaklaştığım halde görememiştim. İçimden
homurdandım. Anlaşılan Melis, beni gözetleme işini Kürt kıla-
vuza vermişti.
“Ne yolculuğu Hasan?” dedim. Ayağımdaki terlikleri işaret
ederek, “Bunlarla nereye gidilir?” diye söylendim. Kürt niyetimi
anlamış gibi sırıtıyordu. Oysa kararımı çoktan vermiştim;
kamptan derhal firar edecektim. Ağır ağır kılavuza yaklaştım;
niyetim onu etkisiz hale getirip ayağındaki yün çorap ve lastikle-
rine el koymaktı.
“Bir sigaran var mı?” dedim.
Kılavuzun durduğu ağaç altı, kampın kurulduğu düzlüğün
sonuydu. Arkasında hafif bir yar başlıyordu. Burası adama sal-
dırmam için oldukça müsaitti ve etrafta bizi gören başka kimse de
yoktu. Ufak gümüş sigara tabakasını çıkarmak için elini cebine
atarken sordum:
“Hoca hanım nerede?”
“Gitti,” dedi.
“Nereye?”

28
İlgisizce omuz silkti. “Ne bileyim, hiç durmaz ki o.”
Melis’in nereye gittiği hiç umurumda değildi, ama kampta
silahı olan tek kişi oydu. Hemen harekete geçtim. Kılavuz tütün
tabakasını çıkarmaya çalıştığı anda ona saldıracağımı beklemi-
yordu, gafil avlandı. Hızla savurduğum sağ kroşeyi adamın çene-
sine indirdim. Yumruk tam yerine oturmuştu. Kılavuz yere düştü
ama benim de sağ elimin parmakları kırılmış gibi acıdı. Daha
genç olduğum yıllarda uzun süre lisanslı olarak boks yapmış,
turnuvalarda birİncil’ikler kazanmıştım. Fakat Hasan, top gibi
yerinden fırlayarak bacaklarının üzerine dikilmişti. İşimin zor
olacağını o an anladım. Adam tahminimden de güçlüydü
anlaşılan. Aslında adama bir kastım da yoktu; daha da önemlisi
Hasan beni o ölüm çukurundan çıkarıp alan kişiydi. Hafif bir
vicdan azabı yüreğimde yer etti. Lâkin kılavuz firarıma engel
olacağından onu hemen oracıkta bertaraf etmek zorundaydım.
Ayağa kalkan Hasan üstüme çullanmak istedi. Güçlü kuvvetli
olduğu kuşkusuzdu, ama boks tekniğinden zerrece haberi yoktu.
Seri bir eskiyle yana kaçar gibi yaparken gözünün üstüne doğru
sert bir direkt çıkardım. Teknik, acı kuvvete bir kere daha galebe
çalmıştı. Kılavuz kütük gibi yere serildi. Üstüme çullanmayı
becerseydi, kesinlikle elinden kurtulamazdım. İki parmağım
müthiş sızlıyordu ama hiç zaman kaybetmeye gelmezdi.
Hemen baygın yatan köylünün yanına eğilerek, lastiklerini
ve kalın örgü yün çoraplarını çıkarıp giydim. Kaçış sırasında bot-
larımı çok arayacağımı biliyordum ama başka çarem yoktu şu an.
Usulca minibüsün arkasından barakalara doğru bakıp olayı gören
olup olmadığını inceledim. Şans dün geceden beri ikinci defa
benden yanaydı. Kılavuzla yaptığım ufak boks maçını kimse
görmemişti. Üzüldüm, ama Hasan’ı öylece bıraktım. Kendine
gelmesi epey zaman alırdı. O sürede de ben epey yol alırdım.
Tabii araba yolundan değil, sağ taraftaki ormana açılan patikadan

29
kaçmak zorundaydım. Zor ve çetin bir yolculuk olacaktı, fakat
başka çarem de yoktu.
Dizlerimin üzerinde sürünerek ilerledim bir süre. Yandaki
bayır kademe kademe alçalıyordu. Hiç duraksamadan aşağıya
kaydım. Şimdi ayağa kalksam boy seviyem kamp alanından
görülmeyecekti. Doğrulup koşmaya başladım. Gri bulutlarla kaplı
gökyüzünden yağmur damlacıkları da o sırada düşmeye başladı.
Yavaş yavaş hızını arttıran yağmurun işimi daha da güçleş-
tireceğinden hiç şüphem yoktu. Fakat emin olduğum iki husus
vardı: Melis kaçtığımı duyunca küplere binecekti, lâkin bir
öğretim üyesi olarak asistanlarını ve stajyerlerini peşime taka-
mazdı. Zira bu defa bir hayat kurtarma ameliyesi değil, muhtemel
bir zanlının yakalanması işiydi. Onun sorumluluğunu aşardı.
Karga Burnu Jandarma Karakolu’ndan ise olsa olsa iki veya üç
jandarma kampa geliyor olmalıydı. Karakol komutanı bir şüphe-
linin celbi için asistanın yanına daha fazla asker vermezdi. Beni
kampta bulamayınca doğal olarak ellerinden kaçırdıkları firariyi
güneybatı doğrultusunda aramaya kalkışacaklardı. Kaçan birinin
izini kaybettirmesi için takip edebileceği tek yol oydu ancak.
Halbuki ben, hiç ummadıkları bir yere gidiyordum. Yaklaşık beş
altı kilometre ilerdeki ölüme terk edildiğim boş kampa. Bunun
pek akıllıca olmadığının farkındaydım ama başka çarem yoktu. O
boş barakaların olduğu yere dönmek zorundaydım. Her şey buna
bağlıydı.
Ormanın başladığı noktaya gelince kenarından kıvrılıp
tekrar kayalık ve çorak araziye daldım. Yarım saat kadar bu çıplak
alanda ilerlemek zorundaydım. Tek şansım, eğer birileri peşime
takılırsa, asla metruk barakalara gittiğimi düşünmeyeceklerdi.
Kayalar üzerinde ayağımdaki lastiklerle ilerlemem, alışık olma-
dığım için zor geliyordu. Zaman zaman yerdeki sivri taş parçaları
ayağıma batıyordu. Kısa sürede gücümün tükenmeye başladığını

30
hissettim. Herhalde dün gece uzun süre çukurdaki o pis ve soğuk
suyun altında kalmam ve iki gündür doğru dürüst besleneme-
mekten kaynaklanıyordu yorgunluğum. İlk defa bu gün fasulye
yemiş, ananas kompostosu içmiştim. Biraz durup soluklandım. Bu
arada sık sık durup etrafımı, özellikle de arkamı kontrol ettim.
Havada uçuşan bir atmacadan başka hiçbir canlı yoktu çevrede.
Yeniden yola koyuldum. Yürümekle koşmak arası bir tempo
tutturmuştum. Yolu bildiğim için en kestirme güzergâhı takip
ediyordum, bu da bana en azından yirmi dakika veya yarım saat
kazandıracaktı. Mor Kayalıklar denen yere yaklaştığımda uzaktan
ölüme terk edildiğim barakaları görmüştüm artık. Heyecanım
doruk noktasına varmıştı. Yeniden durup yaklaşık üç yüz metre
ilerdeki barakaları incelemeye başladım. Asıl endişem beni ölüme
terk edenlerin, onlara söylediğim yalanı anlayarak tekrar aynı
yere dönmeleriydi. Onlar da, ben de Mor Kayalıklar da sakladığım
şeyi ele geçirmedikçe rahat edemeyecektik. Bu ölesiye verilen bir
savaştı. Soluk soluğa uzaktan kampı gözetlemeye devam ettim.
Şimdilik barakalarda hiçbir hayat belirtisi gözükmüyordu.
Biraz daha cesaretlendim ve ilerlemeye devam ettim.
Artık önümde düpedüz ve açık bir alan vardı. Şayet etrafa
bir gözcü dikmişlerse beni görmeleri işten bile değildi. İster
istemez ürperdim. Bu defa beni rahatlıkla bir kurşunla temizle-
yebilirlerdi, tabii istedikleri şeyin nerede olduğunu söylemem için
uygulayacakları ağır bir işkenceden sonra. Geçen defa onları
aldatmayı becermeme rağmen yine de beni ölüme terk etmişlerdi.
Şayet geri dönmüşlerse bu sefer hiç şansım olmayacaktı. Topu
topu beş kilometrelik bir yol almıştım, ama kendimi ölü gibi
yorgun hissediyordum.
Sonunda barakaların önüne geldim. Az ilerde geniş bir
krater ağzı gibi açık duran o lanet çukura bakmadan büyük
barakaya doğru yürümüştüm. Önce kuşkularımı ortadan kaldır-

31
mak zorundaydım, barakaların boş olduğunu anlamadan gizle-
diğim şeyi yerinden çıkaramazdım. Yüreğim yerinden çıkarcasına
atarken, aralık kapıyı hafifçe ittim. Eşikte durup barakanın içine
bir göz attım. Dudaklarımın arasından rahat bir nefes çıktı,
rahatlamış sayılırdım, kimsecikler yoktu içerde. Barakanın içi
kapalı ve yağışlı hava nedeniyle oldukça loştu. Aslında bu bara-
kada oyalanmam anlamsızdı, fakat bilinmeyen bir nedenle içeriye
bakmak istemiştim. İşte damarlarımdaki kanın çekilmesine neden
olan sesi de o zaman duydum.
“Ellerini yukarı kaldır ve sakın kımıldama, Sotoris Nikopo-
lidis.”
Sesin sahibini tanımıştım tabii. Hayatımı kurtardığı andan
itibaren beni göz hapsine alan Doçent Melis’e aitti. Onun benden
önce bu metruk kulübelere gelmiş olmasına bir anlam veremi-
yordum, burada ne işi vardı acaba? Fakat kuşkusuz beni asıl
şaşırtan şey ise ağzından dökülen Sotoris Nikopolidis ismi ol-
muştu.
Ellerimi yukarı kaldırarak ağır ağır arkamı döndüm.
Gelişimi barakanın penceresinden görmüş olan Melis kapı-
nın arkasında mevzilenerek içeri girmemi beklemiş olmalıydı.
Gözlerinde büyük bir öfkeyle tabancasını bana doğrultmuştu.
“Oyun bitti, Sotoris” dedi. “Sakın kaçmaya kalkışma, inan hiç
tereddüt etmeden iki kaşının ortasından seni mıhlarım.”
Ondan şüphelenmiştim zaten. “Kimsin sen?” diye kekeledim.
“Tahmin edemedin mi? Ben MİT ajanıyım.”
3
Her şey bir anda allak bullak olmuştu. Bazı şeyleri Melis’e
anlatmanın deveye hendek atlatmak kadar zor olduğunu biliyor-
dum, ama başka çarem de yoktu artık.
“Yanılıyorsun,” diye fısıldadım. “Ben Sotoris değilim. Büyük
bir hata yapıyorsun.”

32
Yüzünde kahredici bir ifade oluşan Melis homurdandı.
“Kimsin öyleyse sen?”
Kısa bir an duraklamıştım. O duraklama ânı bile yetmişti
Melis’e, başını olumsuzca iki yana salladı.
“Hiç de hazırcevap değilmişsin. Aklına kimliğini saklayacak
yeni bir yalan gelmedi, değil mi? Foyan meydana çıktı, Sotoris.
Sen KYP* [Yunan istihbarat örgütü.] ajanısın.”
“Hayır,” diye mırıldandım. “Sotoris Nikopolidis değilim.”
“Boşuna zahmet etme. Hakkında her şeyi biliyoruz. 1973’de
İstanbul’da doğdun. Baban Kadıköy’de terziydi. Saint Josef Lise-
si’nde okudun. Üniversite yıllarında ise Türkiye aleyhinde siyasi
faaliyetlerde bulunmaya başladın. Vatandaşlıktan çıkarıldın ve
ailenle birlikte Atina’ya gittin. KYP hemen seni işe aldı ve Tür-
kiye masasında görevlendirdi. Doğup büyüdüğün ülkeye karşı kin
ve nefret duyuyordun. İki kere Türkiye’ye sızdın. MİT bu giriş
çıkışlarından haberdardı ama çoğu yabancı ajana uygulanan
metot sana da tatbik edildi, yani seni tutuklama yoluna gidilmedi.
Bilinmeyen bir ajanı tespit ve teşhis yerine tanıdık bir ajanı oya-
lamayı tercih ettik. Ama bu kez durum farklı, zira bu yörede
henüz ne aradığını anlamış değiliz, üstelik geçen hafta izini kay-
bettik.”
Nihayet dayanamayarak sözünü kestim.
“Hata ediyorsun,” diye kükredim.
“Öyle mi?”
“Evet. Zira Sotoris öldürüldü.”
Alay eder gibi yüzüme baktı. “Yok canım! Bakıyorum birden
bilgiç kesildin. Tabiat âşığı olarak dağlara çıktığını iddia eden
adam, birden Sotoris’ i tanıdığını kabullendi. Nasıl oluyor bu?”
“Bunu sana şimdi anlatamam. Ama bana güven lütfen.
Sotoris öldürüldü diyorum sana.”
Alaycı ifadesinden vazgeçmemişti.

33
“Peki onu kim öldürdü?” diye sordu.
Ona biraz bilgi vermekte sakınca görmemiştim.
“Dün sabah karşılaştığınız ve kendini size benim arkadaşım
diye tanıtan Mahmut adlı kişi. Sotoris’in katili odur.”
Pek inanmışa benzemiyordu.
“Demek o? Yani sizin arkadaşınız?”
Silah tehdidi karşısında ellerimi hâlâ havada tutuyordum.
Omuz silktim.
“O benim arkadaşım filan değildi.”
“Kimdi peki?”
“Dedim ya, Sotoris’in katili.”
“Ne tuhaf,” diye güldü. “Sen Sotoris değilsen ve Sotoris
öldürüldüyse, Yunanlı ajanın cesedi nerede?”
Hırsla söylendim, “Ne bileyim nerede? Burası Allah’ın dağı,
in cin top oynuyor, kim bilir nereye atmıştır cesedi?
Melis öfkeyle bağırdı. “Beni aptal mı sanıyorsunuz siz? Bu
kadar basit bir yalana inanacağımı mı sandınız ?
“Aptal olmadığınıza eminim,” dedim. “Ama bu konuda ısrar
ederseniz aptallık etmiş olacaksınız. Beni o çukura atanlar ne
Sotoris’ti ne de Mahmut denen adam.”
Gözlerini kıstı, kuşkuyla yüzüme baktı.
“Kimdi peki?”
“Ruslar.”
“Ruslar mı?” Yeniden gülmeye başlamıştı sinir içinde. Alay
ederek gözlerimin içine bakarak sordu; “Yoksa bu boş barakaları
da onlar mı inşa etti?”
Melis ne bana inanacak, ne de yola gelecekti. Sanırım onu
ikna etmektense, silahlı tehdidini bertaraf etmek daha akılcı bir
yoldu. Başka çarem de kalmamış gibi görünüyordu. Bir ara
bakışları kılavuz Hasan’dan aldığım yün çoraplara ve lastiklere
takıldı.

34
“Yoksa kılavuzuma bir şey mi yaptınız?” diye sordu.
“Merak etme, endişelenecek bir şeyi yok. Bana mâni olmaya
kalkıştı, ben de ona bir yumruk atmak zorunda kaldım.”
“Yumruk mu?”
“Evet. Bir zamanlar boks yapmıştım,” dedim tevazu ile.
Bu haber hiç hoşuna gitmemişti. Kuşkuyla beni süzdü
yeniden.
“Yani onu bayılttın mı?”
“Üzgünüm, ama başka çarem yoktu.”
“İnanmıyorum. Hasan güçlü kuvvetli bir adamdır, onu bir
yumrukta bayıltamazsın. Şayet onu öldürdüysen bunun bedelini
feci ödetirim sana.”
“Ne yaparsın?”
“Şimdi diz kapağına bir kurşun sıkacağım. Bu meslek haya-
tının da sonu olacak Sotoris. Yunan istihbarat örgütü topal bir
ajanı aktif hizmetlerde istihdam etmez. Tabii öncelikle, benim
ülkemde suçluluğun sabit olup cezanı çektikten sonra.”
Söylediklerinde ciddi olup olmadığını kestiremedim. Yoksa
gerçekten diz kapağıma bir kurşun sıkacak mıydı? Gerçi elinde
bir silah vardı ve duruma hâkim görünüyordu ama ne de olsa
beni geri götürmek için beş kilometrelik bir yol vardı önünde.
Belki tehlikeyi göze alamaz, ateş edebilirdi. Hemen harekete
geçmek zorundaydım, hiç tereddüt etmedim, benden cevap bek-
lediği anda yıldırım gibi sıçrayıp üzerine atıldım. Tabii ikimizin
de dengesi bozuldu ve barakanın ahşap zeminine yuvarlandık.
Bundan sonrası benim için çok kolay oldu. Can havliyle silah
tutan bileğini kavradım ve hoyratça sıktım. Boş bulunmuş, ken-
dine güvenin cezasını çekmişti. Bedenimin bütün ağırlığını
üstüne vermiştim. Nefes almakta bile zorlandığına emindim artık.
Aslında ona acı vermek istemiyordum ama keçi gibi inatçıydı. Sağ
bileğini biraz daha sıkınca parmakları aralandı ve tabancası

35
elinden kaydı. Diğer elimle silahı kaptım. Bütün avantajını kay-
betmişti şimdi. Nefret ve inanılmaz bir kızgınlıkla bana
bakıyordu. Yerde yüz yüze yatıyorduk hâlâ. Hızlı hızlı soluk alıp
verirken, sıcak nefesi yüzümü yalıyordu. Başka bir mekânda ve
başka şartlar altında olsak, doğrusu bu durumdan hiç şikâyetçi
olmazdım.
Mücadeleyi kaybettiğini anlayan Melis boğuşmayı kesmişti.
O nefis, mavi gözlerine bakmayı sürdürüyordum. Onun kolay
teslim olmayacağından emindim.
“Tamam,” diye fısıldadım. “Artık didişmeyi bırak ve beni
dinle, anladın mı?”
Bu kez yüzüme şaşırarak baktı fakat sesini çıkarmadı.
“Şimdi üstünden kalkacağım ve seni serbest bırakacağım.
Beni uslu uslu dinlemeye söz veriyor musun?”
Yine ses gelmedi Melis’ten. Ama gözlerindeki derinleşen
şaşkınlığı fark edebiliyordum. Alıp verdiği sık nefesler hâlâ nor-
male dönmemişti. Ağır ağır -Allah bilir ya - biraz da istemeden
üzerinden kalktım. Uzun zamandır dağlardaydım ve Melis’le
boğuşmam, bir an aklımın köşesinden bile geçmemesi gereken
bazı duyguların içimde birden doğmasına neden olmuştu.
Olumsuz yakıştırmam saçma da olsa, ne bir üniversite hocasına,
ne de bir istihbarat ajanına benzemeyecek kadar güzel ve çekici
bir kadındı. İnsanoğlu anlaşılması zor bir yaratıktı; az evvel
bacağıma yiyeceğim bir kurşunun doğuracağı sıkıntıları düşü-
nürken, şimdi yerlerde sarmaş dolaş yaşadığımız boğuşmanın,
ruhumda yarattığı cinsel uyarıların etkisindeydim. Tabancası
artık bendeydi. Yerden kalkması için elimi uzattım. Elimi tutmadı
ama çevik bir hareketle ayağa fırladı.
“Düşmanın değilim,” diye fısıldadım. “Önce buna inan. Evet,
sana ufak tefek yalanlar söyledim, ama mecburdum.”

36
“Kimsin sen?” diye homurdandı. “Bana gerçek kimliğini
açıkla.”
“Şimdi bunun ne zamanı, ne de yeri. Önce bana inanmanı
istiyorum.”
“Sana neden inanayım ki? Benim için sen hâlâ Sotoris
Nikopolidis’sin.”
“Öyle olsam şu an seni öldürürdüm. Başka çarem kalmazdı.”
Yine kuşkuyla yüzüme baktı. Ama hakkımdaki düşüncele-
rinin değişmeye başladığını hissediyordum. Bundan cesaret
alarak elimdeki tabancasını ona uzattım.
“Al silahını. Ama bir daha sefere onu kullanmak zorunda
kalırsan, sakın emniyetini açmayı unutma. Gerçek bir ajansan
böyle bir hata yapmaman gerekirdi.”
Tabancasını utanarak geri alırken söylendi.
“Kimsin sen? Artık bunu bilmek hakkım sanırım.”
“Meselenin o yanını boş ver şimdi. Söz veriyorum, zamanı
gelince sana açıklayacağım. Asıl sen şimdi bazı sorularıma cevap
ver.”
Melis silahını kılıfına sokarken homurdanmaya devam etti.
“Hayır, önce senin kim olduğunu, bu konuları nasıl bildiğini
öğrenmek zorundayım. Polisin istihbarat şubesinden misin, askeri
haberalmadan mısın, yoksa sen de MİT’ten misin?”
“Hepsi mümkün olabilir. Hiç biri de. Şimdi söyle bakalım
buraya neden geldin? Bu boş barakalarda ne arıyordun?
Melis beni süzmeye devam etti. Fakat bu kez mavi gözlerinde
daha samimi ve inanmış bir ifade sezinlemiştim. Hiç duraksa-
madan cevap verdi.
“Senin yalan söylediğini anlamıştım. Ankara’dan aldığım
emirde, bu yörede araştırma yapmam ve Sotoris’in izini bulmam
istenmişti. Çevreyi bir haftadır arıyordum ama düne kadar en
ufak bir ize rastlamamıştım. Sonrasını biliyorsun, seni şu ölüm

37
çukurunda bulduk. Üzerinden kimlik çıkmayınca, senin aranan
Yunan’lı ajan olduğuna kanaat getirdim. Ankara’yı aradım, asis-
tanım Ahmet’i de tutuklanman için jandarma karakoluna gön-
derdim.”
“Peki, niye bu boş barakalara döndün yeniden?”
Melis derin bir soluk aldı.
“Sotoris’in hep sen olduğunu düşünüyordum; seni de burada
bulmuştuk. Bu barakaların bir sırrı olmalıydı, acaba Yunanlı ajan
burada ne arıyordu, aklımdan bütün olasılıkları geçirmiş ama
kafama yatkın bir şey bulamamıştım. Sonunda gidip bir daha
inceleyeyim dedim ve geldim işte.”
Birkaç saniye düşündüm.
“Buraya gelirken etrafta birilerine rastladın mı?” diye
sordum.
“Yoo..”
“İlgini çeken bir şey gördün mü peki?”
“Ne gibi?”
“Mesela yoldan geçen bir araç veya helikopter sesi filan gibi.”
Melis olumsuzca başını salladı.
“Neden soruyorsun?”
“Geri geleceklerdir,” diye fısıldadım endişeli bir şekilde.
“Kim? Başka Yunanlı ajanlar mı?”
“Hayır,” diye söylendim. “Ruslar.”
İnanmaz gibi yüzüme baktı.
“Rusların burada ne işi olabilir ki?”
“Sotoris burada ne arıyorsa, Ruslar da aynı şeyin peşindeler
de ondan,” diye söylendim.
Önce hiçbir şey demedi. Barakanın içinde bir iki adım atıp
atkuyruğu şeklinde ensesinde topladığı uzun saçlarının gevşeyen
tokasını sıkıştırdı bezgin bir edayla. Sonra gözlerinde oluşan
yorgun ve yıpranmış bir ifadeyle homurdandı.

38
“Artık bilmece gibi konuşmaktan vazgeçip gerçekleri daha
net bir şekilde tartışsak daha hayırlı olmayacak mı? Bana verilen
emir Sotoris’in izini bulmaktı, Ruslar da nereden çıktı şimdi?”
Aslında haklıydı kız. Onu şaşırttığımın farkındaydım. İçten-
likle sordum:
“Sen gerçekten öğretim üyesi misin?”
“Tabii. Asıl görevim bu.”
“Ya MİT ajanlığı nereden çıkıyor?”
“Uzun hikâye. Babamın eski bir subay olduğunu söylemiş-
tim. Yıllarca MİT’te çalışmıştı, emekli olmadan önce. İstihbarat
yetkilileri iki ay kadar önce babam vasıtasıyla bana ulaştılar ve
bir teklifte bulundular.”
“Anlıyorum,” diye mırıldandım. “Geçici olarak senden bir
hizmet talebinde bulundular, değil mi? Baban onlar için en iyi
referanstı. Kısa bir eğitime tabi tuttular ve sismik araştırma eki-
binin başına getirerek buraya gönderilmeni sağladılar.”
“Aynen öyle.”
“Ve sana verilen talimat ta, Yunanlı Sotoris’i bulmaktı.”
“O da doğru. Görevim, dağlarda Sotoris’in izini bulmaktı.”
“Teşkilat’la en son ne zaman haberleştin?”
“Dün gece.”
“Onlara, Sotoris’i buldum dedin, değil mi?”
Melis o güzel başını salladı tasdik edercesine.
“Lanet olsun!” diye homurdandım. “İşler iyice karışıyor.”
“Hâlâ bir açıklama yapmayacak mısın? Şu Rus hikâyesi de
nedir? Kimse bana yörede Rusların da bulunduğundan bahset-
medi.”
“Mesele de bu ya.”
“Anlamadım, ne yani?”
“Sotoris iki taraflı çalışan bir ajandı.”
İrkilerek beni süzdü yeniden. Mavi gözleri harelendi.

39
“Yani Ruslar hesabına mı?”
“Hayır, CIA adına çalışıyordu.”
“Bütün bunları sen nereden biliyorsun?”
Kafası karışmaya başlamıştı yine. Yüzünde beliren şaşkın-
lıktan bunu anlıyordum; az sonra yeniden benden şüphelenmeye
başlayacaktı.
“Bak,” dedim. “Şimdi Allah aşkına soru sormayı bırak. Şu an
ikimiz de büyük bir tehlike içindeyiz. Ruslar her an buraya geri
dönebilirler.”
Yine birbiri ardına sorular soracağını sanıyordum ama
birden sustu ve kulak kabarttı. Sanki bir şey dinliyormuş gibiydi.
“Ne var?” diye sordum.
“Sesler duyuyorum.”
Hızla çömelerek barakanın ufak penceresine doğru
yürüdüm. Yana çekilerek dışarıya bir göz attım. Lanet olsun, kız
haklıydı, yedi sekiz kişilik bir grup hızlı adımlarla barakalara
doğru yaklaşıyorlardı. Melis de koşarak yanıma geldi.
“Bunlar da kim?” diye sordu.
“Beni çukura atanlar.”
“Ruslar mı yani?”
“Evet, onlar.”
Melis donakalmıştı. Adeta refleks gibi, eli tabancasının kılı-
fına uzandı. “Saçmalama,” diye elini yakaladım. “Görmüyor
musun, en az yedi sekiz kişiler. Hiç kuşkun olmasın, tepeden tır-
nağa kadar da silahlıdırlar.”
“Allah kahretsin! Ne yapacağız şimdi? Buradan çıkmamıza
imkân yok, kapıdan fırlasak bizi hemen görürler.”
Hızlı adımlarla barakalara doğru yaklaşıyorlardı. Aradaki
mesafeye bir göz attım; yüz elli, taş çatlasa iki yüz metre kalmıştı.
Kısık sesle, “Sessizce beni takip et,” dedim.
Gözleri irileşerek, “Nereye?” diye sordu.

40
“Henüz saklanma şansımız var, ama çeneni kapat ve soru
sormaktan vazgeç.”
Melis her haliyle bir amatördü.
“Deli misin sen? Nereye saklanabiliriz ki? Baraka bom boş.”
“Telaşlanma, şansımızı deneyeceğiz. Dua et de, talih bizden
yana olsun.”
Aval aval yüzüme bakıyordu. Elinden tuttuğum gibi çekiş-
tirdim. Son derece tehlikeli bir oyuna kalkıştığımı biliyordum.
Hâlâ bir kurtuluş şansımız vardı ama denemek oldukça zor ola-
caktı ve çok acele etmemiz gerekiyordu. Ruslar barakaya an be an
yaklaşıyor olmalıydılar. Fakat bana biraz zaman kazandıracak bir
noktayı da hesaplıyordum ve inşallah yanılmazdım. Ruslar mut-
laka çukurun ağzında durup orada sular içinde göreceklerini
sandıkları cesedime bakacaklardı. Bu da bize en azından bir iki
dakika kazandıracaktı. Melis’i barakanın duvarına doğru hızla
çekiştirdim. Melis hızla gelmesine rağmen, ne yapmaya çalıştı-
ğımı kesinlikle anlamamıştı, anlamasını da beklemiyordum zaten.
Dayanamayıp homurdandı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?”
“Acele et,” demekle yetindim.
Duvarın dibinde bir iki büyük boş mukavva kutu ve
buruşuk, eski püskü, çoğu yırtık çuvallar vardı. Aslında oraya
onları ben yerleştirmiştim; sırf barakanın tahta zeminindeki
kapağı gizlemek için. Bir anlamda o kapaktan toprak zemine
açılan ve ancak emekleyerek sığınılacak daracık tüneli de ben
kazmıştım. Buna tünel demek doğru olmazdı, yaklaşık bir buçuk
metre boyunda, eni de yarım metreyi bulmayan bir bölmeydi bu.
Melis hâlâ şaşkınlık içindeydi. Ama büyük mukavva kutu-
lardan birini hafifçe ittiğimde gizli kapak ortaya çıkınca, ne
olduğunu anlamıştı sanırım. Aceleyle kapağı kaldırdığımda

41
kazılmış çukuru görünce haliyle irkildi. Toprağı yeni açılmış bir
mezar gibi ürpertici ve karanlıktı içi. Kısa bir an durakladı.
“Atla,” diye söylendim. “Başka şansımız yok.”
Bunun diri diri mezara gömülmek gibi bir şey olduğunu
biliyordum, ama o an gerçekten de yapabileceğimiz bir şey yoktu.
Ayrıca bu da yetmeyecekti; kapağı kapatıp üstüne mukavva
kutuyu çekmek zorundaydım. Ruslar kapağı fark ederlerse, işimiz
bitik sayılırdı.
Neyse ki, Melis fazla düşünmedi ve çukura girdi.
İkimizin aynı yere girmesi oldukça zor olacaktı. Az sonra
bedenlerimiz tam sığışamadığından garip bir şekilde çukurun
içinde sıkışmış, vücutlarımız birbirine girmişti. Şimdilik bunu
düşünecek halimiz yoktu; kapağı kapatmadan önce mukavva
kutuyu elimden geldiğince kapağın üzerine gelecek tarzda çek-
meye çalıştım. Bunu ne derece başardığımdan kuşkuluydum hâlâ.
Eğer beceremediysem ve Ruslar kapağı görürlerse, burası bize
gerçekten mezar olabilirdi.
Haliyle, çukurun içi zifiri karanlık ve ürkütücüydü. Son
günlerde devamlı yağmur yağdığından toprak nemli, üşütücü ve
insana ürperti vericiydi. İkimiz de sesimizi kesmiştik. Ama asıl
zor olanı, bir kişiyi bile zor alabilen çukurun içine iki kişinin
sıkışmasıydı. Melis’in yanına zar zor uzanınca kızın bacakları ve
kalçaları üzerimde kalmıştı. Şartlar ne olursa olsun bu durum kızı
rahatsız etmiş olmalıydı ki devamlı bir boşluk bulup üzerimden
yana kaymaya uğraşıyordu. Onu kollarımla karnından sıkı sıkıya
kavrayıp, “Kımıldama. Herifler gidinceye kadar bu duruma kat-
lanmak zorundayız,” diye fısıldadım.
Çırpınmayı kesti.
Kulaklarımızı dikmiş, barakadan aksedecek gürültüleri duy-
maya çalışıyorduk. Az sonra barakanın kapısının gürültüyle
ardına kadar açıldığını duyduk. Şimdi ahşap zemin üzerinde

42
dolaşan adamların ayak seslerini işitiyorduk. Sanırım adamların
çoğu barakanın içine girmişlerdi. Yüksek sesle konuştuklarından
söylediklerinin çoğunu işitiyordum. Rusçam mükemmeldi. Kula-
ğıma ilk çarpan, okkalı bir küfür oldu. Ardından, “İnanamıyorum,
o namussuzu çukurun içinden kim çıkarmış olabilir?” diye
homurdandı küfür eden ses. O sesi hemen tanımıştım. Evgeny
Shirikov’du, yani ünlü FSB ajanı; benim ölüm emrimi veren kişi.
Evgeny’e karşılık veren Rybkin Georgievich’in sesini de çıkardım
hemen.
“Size söylemiştim, o herifin işini bir kurşunla bitirmeliydik.
Şimdi her şey mahvoldu. Adam kurtulup kaçmayı başarmış işte.
Bütün emeklerimiz boşa gitti.”
Nefesimi tutmuş, tepemde konuşulanları kelimesi kelimesine
işitmeye gayret ediyordum. Shirikov’un sesi tekrar yükseldi.
“Belki de böylesi daha iyi oldu. Bir hata yaptığımı kabul
ediyorum Rybkin, onu çukura atmayacaktık ama henüz her şey
bitmedi. O hâlâ buralarda olmalı. Fazla uzağa gitmiş olamaz. Onu
tekrar yakalayabiliriz.”
“Çok geç. Elimizden kaçırdığımızı kabul edin. Çoktan elin-
deki hazine ile Ankara’nın yolunu tutmuştur. Bu operasyon
fiyasko ile sonuçlandı.”
“Bundan o kadar emin olma Rybkin. Hâlâ bir şansımız var.”
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz? Daha fazla burada kala-
mayız, yakalanırsak hadise siyasi bir rezalete dönüşebilir. Adam-
larımızı toplayıp geri dönmeliyiz. Vaktimiz çok daraldı.”
Evgeny’nin ne cevap verdiğini duyamamıştım. Espiyonaj
dünyasının bu ünlü adı sanırım yardımcısı ile aynı şeyleri
düşünmüyordu, zira Rybkin tekrar küplere binmiş gibi sesini
yükseltmişti.
“Ama bu imkânsız. O zaman bütün geri dönüş şansımızı
yitirmiş olabiliriz, bu emrinizi onaylamıyorum.”

43
Barakadaki ayak sesleri hâlâ devam ediyordu. Sanki bara-
kaya yeni birileri giriyor, ya da bazıları dışarıya çıkıyordu. Bir an
ödüm koptu; şayet FSB ajanları boş barakadan çekip gitmezlerse,
bu mezar gibi çukurun içinde daha ne kadar kalabilirdik? Melis
ile nemli toprağın üzerinde sarmaş dolaş, nefesimizi kesmiş halde
yatmaya devam ediyorduk. Darlıktan kımıldayacak halde
değildik. İnsanoğlu cidden garip bir yaratıktı; o an ölümle yüz
yüze olmamıza rağmen, güzel bir kadın olan hocayla toprağın
içindeki alışılmamış sıkışıklığımız, bedenlerimizin birbirine bu
kadar yakınlığı, hiç de yeri ve zamanı olmamakla beraber, içimde
önlenemez bazı duyguların doğmasına yol açıyordu. Belki de
saçmalıyordum ama karnımın üstündeki kalçası, mecburen kav-
radığım kollarımın arasındaki narin vücudu ve yüzümü yalayan
sıcak nefesi, nefsimin kabarmasına neden olmuştu. Artık fazla
kıpırdamıyordu fakat bu durumdan şikâyetçi olduğu belliydi, en
ufak bir hareketinde bile boynu, kulakları veya teninin bir yeri
mutlaka ağzıma veya burnuma değiyordu. Aslında kötü bir
niyetim yoktu, ya da mevcut şartlardan istifadeyi aklımın köşe-
sinden bile geçirmiyordum ama tek bir kişinin bile zorlukla sığa-
cağı bir delikte iki ayrı cinsin bu durumda bulunması, ister
istemez bende bazı tahriklere neden olmuştu. Hele yumuşacık
kalçalarını üzerimde hissetmek aklımı başımdan alıyordu.
Az sonra tepemizdeki ayak sesleri kesildi.
Sanırım Ruslar barakadan çıkmışlardı. Galiba şans birkere
daha benden yana olmuştu. Ayak seslerinin kesildiğini ve adam-
ların kulübeyi terk ettiklerini Melis de sezinlemişti. Cesaretini
toplayarak o mezarın içinde benim bile zor duyacağım bir sesle
fısıldadı:
“Daha bu cehennem azabına ne kadar katlanacağız?” dedi.
“Gittiler.”
“Sus!” diye karşılık verdim. “Emin olmalıyız.”

44
“Burada boğulacak gibiyim. Kımıldayamıyorum.”
Dayanamadım, “Ben de öyleyim, ama hiç de şikâyetçi
değilim.” dedim.
Patavatsızca bir cümle sarf ettiğimin farkındaydım tabii, ama
ağzımdan kaçmıştı bir kere.
“Terbiyesizlik etme!” diye homurdandı.
Hemen çark ettim.
“Yanlış anlama, Ruslara yakalanmaktansa, bu daracık toprak
altında saatlerce beklemekten şikâyetçi olmayacağımı vurgula-
mak istemiştim.”
Söylenmeye devam ediyordu. Bu arada kalçalarını üstümden
çekmek istiyor fakat sıkışan dizlerini topraktan kurtaramadığı
için her çırpınışında beni daha zor duruma sokuyordu. Nihayet
ben dayanamayıp homurdandım.
“Lütfen kes artık kalçalarını oynatmayı. En azından kımıl-
dama. Buraya seni isteyerek sokmadım, hayatını kurtardım. Bili-
yorum, hoş bir durumda değiliz, ama elimden ne gelir, sığışamı-
yoruz bu berbat yere, sen de biraz anlayışlı ol.”
Öfkeli bir şekilde söylendi:
“Bana bu kadar sıkı sıkıya sarılmak zorunda mısın?”
“Sen de kalçalarını münasebetsiz bir yerimde o kadar
oynatmak zorunda mısın? ” diye karşılık verdim.
Sustu ve elinden geldiğince kıpırdamadan durmaya çalıştı.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordum. Melis
yine söylendi.
“Şu kapağı kaldırıp bir baksana, belki gitmişlerdir.”
“Ya gitmemişlerse, ya içlerinden birini burada bırakmışlarsa,”
dedim.
“Ben hiç ses duymuyorum.”
“Öyleyse yer değiştirelim.”
“İyi de, nasıl? Ben hiç kımıldayamıyorum.”

45
“Bekle,” dedim. “Ama yine şikâyete başlama hemen.”
Merakla sordu:
“Ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Görürsün şimdi.”
İyice bedenime yapışmış vücudunu hızla çevirdim. Sanırım
sürtünmeden biraz canı yandı ama üste çıkabilmek için yapabi-
leceğim başka bir şey yoktu. Şimdi mezara benzer çukurun içinde
yine üst üste yatıyorduk, bu kez üstte olan bendim ve altta kalan
kollarımı bedeninden çekememiştim. Lanet çukur çok alçaktı ve
Melis’in iri memeleri göğsümün altında ezilmeye başlamıştı.
“Hadi bir şeyler yapsana artık, eziliyorum burada,” diye söy-
lendi.
Kollarımı altından çekmeye çalıştım, olmadı. Melis hâlâ
homurdanmaya devam ediyordu.
“Öf be! Ne kadar da ağırmışsın.”
“Kusura bakma. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum.”
“Öyleyse, elini çabuk tut.”
Birbirine yabancı iki insan için cidden komik bir durum-
daydık. Başımı kaldırıp diklenemediğimden, vücudumun bütün
ağırlığı genç kadının üstüne binmişti. Nihayet güçlükle sağ
kolumu altından çıkardım.
“Rahatladın mı biraz?”
“Hayır,” dedi. “Yere sürtünmekten tabanca kılıfı kaydı, hatta
daha beter acıtıyor şimdi.”
“Dur,” diye mırıldandım. “Kılıftan silahı çıkarmaya çalışayım,
o zaman rahatlarsın. Hafifçe belini yukarıya kaldırmaya çalış ki,
sol elimi altından aşağıya çekeyim.”
Melis, çaresiz belini kaldırmaya çalıştı. Toprakla beli ara-
sında kalan elimi güçlükle aşağıya doğru çektim, ama dengele-
yememiş, bu sefer elim baseninin en yumuşak yerine kaymıştı.

46
Kızarak homurdandı: “Sen ne yapmaya çalışıyorsun be
adam? Vazgeçtim, canımın yanmasına razıyım, çek elimi po-
pomdan.”
Tepem atmıştı. Ne yaptığımı sanıyordu bu kadın? Sanki
başımızdaki dert yeterli değilmiş gibi, onunla mezara benzeyen
bu çukurda oynaştığımı mı? Sol elimi poposundan ayırmadan
vücudumu lastik gibi büzmeye çalışarak sağ elimle kapağa
uzandım. Parmaklarım kapağa erişmişti ama korkuyordum, yu-
karda ne ile karşılaşacağımı hâlâ bilmiyordum. Evgeny Shirikov,
adamlarından birini barakada bırakmış olabilirdi.
Kapağı hafifçe ittim. Gürültü çıkmasını istemiyordum. Kapak
yerinden oynayınca az da olsa bir ses çıkaracak, ayrıca üstteki
mukavva kutu yerinden kayacaktı. Şayet barakada bir nöbetçi
bırakmışlarsa durumu mutlaka fark edecekti adam.
Nefesimi kesip bekledim. Sonra, açılan boşluğa başımı uzatıp
içeriye bir göz attım. Kimsecikler yoktu. Yine de fazla gürültü
çıkarmaya gelmezdi. Ruslar öteki barakalara da geçmiş olabilir-
lerdi. Usulca çukurun içinden çıktım. Melis’i orada bırakıp, hızla
ardına kadar açık bıraktıkları kapıya doğru ilerledim. Görünme-
meye çalışarak öbür barakaların olduğu yere baktım. Etrafta tek
bir Rus görünmüyordu. Sanırım hepsi geldikleri gibi gitmişlerdi.
Geriye dönüp baktığımda ise Melis çukurdan çıkmaya çalışı-
yordu.
Üstümüz başımız toprak içindeydi. Melis’in atkuyruğu yap-
tığı saçlarının içine kadar nemli toprak bulaşmıştı. Yüzünde ise
hiddet ve somurtuk bir ifade vardı. Saklamaya gayret etse de az
önce çukurun içinde yaşadıklarımızdan dolayı biraz da utanmıştı.
Gözlerime bakmamaya özen gösteriyordu. Kir pas içindeydi ama
itiraf edeyim ki, bu haliyle bile hâlâ çekiciydi.
“Berbat bir haldesin,” dedim.
O da hırsını almak istercesine homurdandı:

47
“Sen de teke gibi kokuyorsun.”
Damarına basmak için fısıldadım:
“Kucak kucağa yatacağımızı nereden tahmin edebilirdim?
Bilseydim banyo yapar, deodorant sürer, tıraş olur, losyon sürer-
dim.”
“Lütfen, alayı bırak ve ciddi ol biraz. O mezar gibi yeri
nereden biliyordun? Sen mi kazmıştın?”
Hiç duraksamadan cevap verdim:
“Evet.”
“Neden?”
“Bilmem, belki bir gün hayatını kurtaracağım içime doğ-
muştu.”
“Şaklabanlığı bırak da, sorularıma ciddi cevaplar ver.”
“Umarım onun da sırası gelir ama şimdi değil.”
“Nedenmiş o?”
“Henüz tehlikeyi atlatmış sayılmayız.”
Mavi gözleri irileşerek yüzüme baktı.
“Rusların gittiğini söylemiştin.”
“Evet, çoğunluğu gitti sanırım. Ama dışarıda en azından bir
nöbetçi bırakmışlardır.”
Melis söylediğime inanmayarak nöbetçiyi görmek isterce-
sine açık kapıya doğru ilerleyince, onu durdurdum.
“Sakın kapıya yaklaşma.”
“Neden?”
“Onların da saklandıklarını düşünüyorum.
“Onları görmüyorsan, saklandıklarını nereden çıkarıyor-
sun?”
“Rusların şefi Evgeny Shirikov’u iyi tanırım. O hinoğlu hinin
tekidir ve müthiş zekidir. Aynı hatayı iki kere yapmaz. Zaten öyle
olmasa buraya döner miydi hiç? Emin olmadıkça burayla ilgisini
kesmeyecektir.”

48
Hayretle sordu:
“Bu boş barakalara mı?”
“Hı hıh” diye mırıldandım.
“Hiç anlamıyorum, Rus ajanları bu Allah’ın dağında ne arı-
yorlar ki?”
“Sotoris Nikopolidis’in aradığını.”
“Peki, o ne arıyordu?”
Sırıtarak güzel yüzüne baktım.
“Ajan olan sensin, cevabını da biliyor olman lazım.”
“Teşkilat’tan aldığım emir sadece Sotoris’in izini bulmaktı.
Yetkililer Yunanlı ajanın neyin peşinde olduğunu söylemediler.
Sen biliyor musun?”
“Evet, biliyorum.”
“O halde bana da söyle.”
“Artık bunun gereği yok. Hem Sotoris’in neyin peşinde
olduğunu bilmemen senin hayrına.”
“Neden?”
“Çünkü bu çok önemli bir sır ve senin gibi acemi çaylak bir
ajan tarafından bilinmemesi daha hayırlı. Ayrıca artık yapacağın
bir şey de kalmadı, zira Sotoris öldürüldü.”
“Bütün bunları bildiğine göre sen de ajansın, değil mi?
MİT’ten misin?”
“Çok sual soruyorsun, hoca hanım. İnsan bazı şeyleri sezgi
ile kavramalı.”
“Tamam tamam… Belli oldu, sen de MİT mensubusun. Niye
bunu daha önce söylemedin, en azından sana müşkülat çıkar-
mazdım.”
Güzel gözlerinin içine bakarak mırıldandım:
“Ama sana MİT mensubu olduğumu da söylemedim.”
Onunla konuşurken, ardına kadar açık duran kapının soluna
rastlayan pencereden de devamlı dış alana kaçamak bakışlar fır-

49
latıyordum. Melis sırtını camın yanındaki duvara dayamış,
yüzüme alaycı bir şekilde bakıyordu.
“Sen cidden tuhaf bir adamsın,” dedi.
Gözlerimi karşı baraka ile bulunduğumuz baraka arasındaki
alandan ayırmadan sordum:
“Niye böyle düşünüyorsun?”
Bu defa gülümsemesi biraz daha sesli oldu.
“Ruslar çekip gitti. Burada nöbetçi filan da bırakmadılar, sırf
beni korkutmak için numara yapıyorsun.”
“Niye seni korkutmak isteyeyim ki?”
“Az önce beni tıktığın şu mezar çukurunda yaşadığımız
şeyler yüzünden.”
Hayret etmiş gibi fısıldadım. “Ne yaşadık ki orada?”
Kaşları çatıldı.
“Bak, ben otuz yaşını geçmiş bir kadınım. Erkekler hakkında
da az buçuk bir deneyimim vardır, boşuna nefesini tüketme.
Az önce o çukurda başıma gelenleri bir çift ancak yatakta
yaşar. Fırsattan yararlanıp terbiyesizce ellemediğin yanımı
bırakmadın. Sakın inkâra da kalkışma; bu hoşuna gitti, değil mi?”
Gözlerimi yoldan ayırmadan söylendim, “İnkâr ettiğim filan
yok. Evet, hoşuma gitti, hem de çok hoşuma gitti. Ne var ki, o
anları rahat ve temiz bir yatakta yaşamayı tercih ederdim.”
Bu kez yüzüme bakmadan kendi kendine konuşur gibi
homurdandı:
“Hem terbiyesiz hem de küstahsın. Bir de utanmadan itiraf
ediyorsun. Hiç senin gibi densiz birine rastlamadım. Ben kampa
dönüyorum,” dedi.
Ciddi mi konuşuyor diye yüzüne baktım bir an. İyi bir
öğretim görevlisi olabilirdi ama son derece acemi bir ajan olduğu
açıktı. Şu an elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıkması ikimizin
de sonu olabilirdi. Rusların elinden iki kez kurtulmayı başar-

50
mıştım ama üçüncü kere hiç şansım olmayabilirdi. Bıraksam
yandaki kapıdan çıkıp gidecekti. Zar zor kolundan kavradım.
Kısık sesle mırıldandım, “Dışarıda en az iki adamları var. Buradan
çıkar çıkmaz seni görürler. Bunların hiç acımaları yoktur. Evgeny
ne emir verdi bilmiyorum, ama onların eline düşersen bir kur-
şunla ölmeyi tercih edersin.”
“Yalan!” diye söylendi. “Dışarıda nöbetçi filan yok. Bırak
kolumu.”
“Öyle mi sanıyorsun? Gel birini sana göstereyim. Ama cama
yaklaşırken başını iyice aşağıya eğmelisin.”
Melis eğilerek cama yaklaştı. Önce inanmamasına rağmen
şimdi hafiften meraka kapıldığını hissediyordum.
“Hani nerede?” diye sordu.
“Soldaki ufak barakanın tam zeminle birleştiği yere dikkat-
lice bak.”
“Baktım. Ne var orada? Hiçbir şey görmüyorum.”
“Bir daha bak, öyleyse.”
“Neyi göstermek istiyorsun?”
“Barakanın tam köşesinde hafif ileri uzanmış kahverengi bir
şey var, seçebiliyor musun onun ne olduğunu?”
Melis gözlerini kısarak bir daha baktı.
“Sanırım bir taş. Bana öyle geldi.”
“Yanıldın. O bir Rus postalının ucu. Yani oraya çömelmiş ve
dinlenen bir adam var. Burada kimse olmadığını sanarak da rahat
oturuyor.”
Melis pek inanmamış gibiydi.
“Ya diğeri nerede?”
“Sağdaki barakanın buradan görmediğimiz bir tarafında
olmalı.”
“Yani onu görmedin?”
“Henüz görmedim, ama orada da biri olduğuna eminim.”

51
“Atıyorsun,” dedi önce. Fakat sonra yüzümdeki ciddi ifadeyi
görünce yeniden homurdandı.
“Her barakaya bir nöbetçi diktilerse, neden burada kimse
yok?
Kısık sesle fısıldadım: “Bunu senin anlaman gerekir.”
Melis birkaç saniye düşündü. Ajanlıkta acemi olabilirdi,
fakat zeki bir kadındı. Hafifçe yutkundu, “Galiba tahmin edebili-
yorum,” diye fısıldadı sonra. “Bu düzlüğe iki geliş yolu var; biri
kuzeybatı istikametinde, diğeri de güneydoğu ve onların durduk-
ları yer her iki yolu da kontrol altında tutuyor, değil mi?”
“Aferin,” diye mırıldandım, “Kafan çalışıyor.”
Kuşkuyla sordu. “Peki, şimdi ne yapacağız?”
“Bekleyeceğiz sadece.”
“Kamptakilerin seni aramaya başlamalarını.”
“Fakat…” dedi. Sonra cümlesini tamamlamadan sustu.
“Yoksa buraya geldiğini kamptakilere söylemedin mi?”
Sinirli bir şekilde homurdandı: “Hayır.”
“Öyleyse neden geldin buraya?”
“Seni çukurun içindeyken burada bulmuştuk. Geceydi ve
burada araştırma yapma şansım yoktu. Ve son ana kadar senin
Sotoris olduğuna inanıyordum, belki burada bazı kanıtlar
bulurum diye gelmiştim.”
En can alıcı noktayı Melis’e yönelttim; “Ne bulmayı umu-
yordun?”
“İnan, bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.”
Sesim biraz gür çıktı, “Bana yalan söyleme,” dedim.
Bu kez inkâra kalkışmadı. “Tamam,” diye başını salladı. “Dün
geceden beri zihnimi kurcalayan bir nokta vardı. Şayet sen Yunan
ajanı Sotoris isen, seni bu dağın tepesinde kim öldürmeye kalkı-
şabilir diye düşünmüştüm. Birileri seni gaddarca ölüme terk
etmişti. Bunlar kesinlikle bizim istihbarat elemanlarımız ola-

52
mazdı, onların amacı Sotoris’i Ankara’ya götürüp sorgulamaktı.
Uydurduğun PKK teröristleri yalanına da hiç inanmamıştım. O
halde burada birtakım bilmediğim dolaplar dönüyordu.”
Alaycı bir şekilde mırıldandım:
“Hiç de fena bir akıl yürütme değil.”
“O halde gerisini sen tamamla. O Rusların burada ne işi var?
Sotoris bu dağlarda ne arıyordu?
Buz gibi bir çehreyle mırıldandım:
“Sana biraz çıtlatmak, bu dağlarda nasıl kanlı bir oyun
oynandığını anlatmak isterdim, sanırım bu kadarını da hak ettin.
Fakat şu an imkânı yok.”
“Neden?”
“Zira Rus ajanlardan biri bu yana doğru geliyor.”
Melis sararan korku dolu çehresiyle diz çöktüğü yerden
kalkıp bakmak istedi, ama hemen başından bastırıp söylendim.
“Sakın kımıldama. Kulübede bir hareket görür veya sezin-
lerse halimiz harap olur. Ben silahsızım. Karşı koyamayız. Yanıl-
mıyorsam, adamın elinde otomatik bir Aksu-74 var.”
“O da ne? Tabanca mı?”
“Keşke tabanca olsaydı. Bizi delik deşik edebilecek bir tüfek.”
Hiç şüphem yoktu; Melis acemi davranışlarına rağmen
korkak biri değildi, kendine göre durumu muhakeme edip hemen
sordu:
“Ne yapacağız şimdi?”
Sesimi daha da kısarak söylendim, “Bekleyip göreceğiz.”
Bu açıklamam hiç de tatminkâr gelmemişti genç kadına.
Şaşkınlıkla bana bakmaya devam etti. Rus’un yaklaştığını artık
ayak seslerinden anlıyorduk. Adam fütursuzca ıslık çalıyordu. En
önemlisi şimdilik etrafında hiçbir canlının bulunmadığından emin
görünüyordu. Belki de tek avantajımız buydu. Yağan yağmurla
beraber kayalık dağların tepesinden kopup gelen rüzgârın uğul-

53
tusu bizim barakanın açık kapısından içeriye doluyordu. Bu gibi
ahvalde nöbetçileri en bezdiren şey, biteviye süregelen durgun-
luğun yarattığı bekleyiş olurdu. Herifin canı sıkılmış olmalıydı,
zaten havada alçaktan uçuşan kuşlar ve göğü kaplayan kopkoyu
yağmur bulutlarından başka bir şey yoktu buralarda.
Rus’un bulunduğumuz kulübeye girmesi mümkündü. Gerçi
çok zor durumda kalırsak kullanabileceğimiz Melis’in tabancası
vardı, fakat derin sessizliğin sürdüğü dağ başında silah sesi mut-
laka öbür nöbetçiyi harekete geçirecekti. Diğer Rus ekibinin ise
şu an nerede olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Silah seslerini
duyup geri dönerlerse kurtuluş şansımız sıfırdı. Adam içeriye
girerse onu ellerimle haklamak zorundaydım, artık daha önce
saklandığımız çukura dönecek zamanımız da yoktu. Melis’e
susmasını işaret ederek, usulca açık duran kapının arkasına
kaydım. Ayağımdaki lastikler ses çıkmasını engellemişti. Genç
kadın durumun idaresini tamamen bana bırakmıştı, ama yine de
belindeki tabancayı parmağıyla göstererek onu kullanmanın daha
akıllıca bir iş olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Başımı olumsuzca iki yana salladım. Silah kullanmak işime
gelmiyordu. Bundan sonraki saniyeler gayet gergin geçti. İkimiz
de soluğumuzu kesmiş, Rus’un barakaya girmesini bekliyorduk.
Adam bulunduğumuz barakanın boş olduğunu sandığından gayet
rahat olmalıydı.
Bütün kaslarım gerilmiş, yapacağım öldürücü hamleye ken-
dimi hazırlamıştım. Başka çarem yoktu; Rus içeriye girer girmez
arkasından kollarımı boynuna dolayıp, daha evvel eğitimini gör-
düğüm boyun kırma ameliyesine geçecektim hemen. Başarıyla
uygulanırsa çok etkili bir saldırı hamlesiydi. Artık adamın içeriye
dalmasına saniyeler kalmıştı.
Ama hiç beklemediğimiz bir şey oldu.

54
FSB komandosu içeri girmedi. Bütün dikkatimi adama odak-
lamıştım. Dışarıda önce hafif bir ses işittik. Çıkan sesin ne oldu-
ğunu hemen anlamıştım. Rus, elindeki otomatik tüfeği barakanın
sac duvarına dayamıştı. Burnumuzun dibinde sayılırdı. Neredeyse
adamın soluklarını dahi duyabilecek mesafedeydik. Kısa bir an
Melis’le göz göze geldik. Kızın yüzü heyecandan sapsarı kesil-
mişti. Adamın silahsız bir şekilde içeriye gireceğine ihtimal ver-
miyordum, ne yapmaya çalışıyordu acaba? Tecrübeyle bilirdim;
bu gibi saldırı anında dikkatin dağılması affedilmeyecek sonuçlar
doğurabilirdi. Kaslarım gerilmiş, adrenalinim artmış, her an bey-
nimin vereceği nihai saldırı emrine hazırlanmıştım. Fakat lanet
herif bir türlü eşikten içeriye adımını atmıyordu. Ne bekliyordu
acaba? Yoksa içerdeki varlığımızı mı sezinlemişti?
Az sonra kulağıma hışırtılı bir su sesi aksetti; bir de herifin
sanki rahatlıyormuş gibi çıkardığı oflamalar gelmeye başlamıştı.
Gerçeği o zaman kavradım; soğuktan ve beklemekten üşüyen Rus
bizim barakanın duvarına pervasızca işiyordu.
Sessizce beklemeye devam ettik. Belki herif işini bitirdikten
sonra gerisin geriye nöbet tuttuğu yere dönerdi. Tekrar göz
ucuyla Melis’e baktım. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Rus
işini bitirmiş olmalıydı ki yukarıya çektiği fermuarının sesini bile
duymuştuk. Sonra da ayak seslerini duyduk.
Rus ajan geri dönüyordu. Yeşil otların bulunduğu bir iki
metrelik toprak alandan çıkmış, taş parçacıklarının oluşturduğu
yolda ilerliyordu. Bunu, adamın adım atarken kalın postallarının
çıkardığı seslerden anlamıştım. Derin bir soluk aldım. Ne olursa
olsun, adamla mecbur kalmadıkça boğuşmaya girmek istemiyor-
dum. Hiç şüphem yoktu ki, böyle sınır ötesi bir operasyona gön-
derilmiş bütün FSB ajanları seçilmiş, iyi eğitim görmüş deneyimli
elemanlar olurdu. Adamı haklamam asla çantada keklik değildi.
Ayrıca Evgeny bir şekilde adamlarıyla temas kuracak, onlardan

55
cevap alamayınca da yeniden geri dönecekti ve ben bunu hiç
istemiyordum.
Ne var ki aksilikler peşimizi bırakmıyordu.
Rus on metre kadar ilerledikten sonra birden durmuş olma-
lıydı. Taşları çatırdatan ayak seslerini artık işitmiyordum. Rus
ajanı durduran bir şey olmalıydı. Ne pencereden, ne de kapı ara-
lığından bakamıyordum, kımıldarsak her an bizi görebilirdi.
Rus şimdi geri dönüyordu.
Sessiz ve dikkatli. Muhtemelen bir şeyden şüphelenmişti,
ama neden, henüz anlamamıştım. Oysa elimizden geldiğince
hareketsiz ve sessiz kalmıştık içerde. Onun dikkatini çekecek
hiçbir şey yapmamıştık.
Kulübenin içinde tam bir ölüm sessizliği vardı şimdi ve
soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Üstelik bütün avantajımı da
kaybetmiş sayılırdım. İçerde kimsenin olmadığından emin bir
halde girseydi, gafil avlanacak, arkadan saldırmam karşısında bir
şey yapamayacaktı. Oysa şimdi olası bir tehlikeye karşı tedbirli
olarak girecekti içeriye.
Adam tam açık kapının önündeydi. Tüfeğin namlusuyla
kapıyı biraz daha itti. Allah’tan fazla açılmadı kapı. Dikkatle
kapının eşiğinden boş barakaya baktığını sanıyordum. Sonra içe-
riye ilk adımını attı. Kalın postalları zeminin eski tahtalarını
gıcırdatmıştı. Soğuk terler dökerek adamın bir adım daha atma-
sını ve saldırı alanıma girmesini bekliyordum; nihayet o adımı da
attı.
Gerilen sinirlerim yay gibi boşalmıştı birden. Olanca hızımla
arkadan adamın boynuna sarıldım. Parmaklarım Rus’un Çenesini
kavramıştı. Bundan sonra yapacağım tek hamle, yakın dövüş
eğitim kurslarında öğretildiği gibi, şekline uygun olarak adamın
boynunu kırmaktı. Hız, güç ve beceri isteyen bir saldırı örneğiydi
bu. Ama Rus tahminimden çok daha güçlü çıkmıştı. Tüfeğini

56
hemen yere atmış, boynunu kasarak kollarımın etki alanını
azaltmaya çalışırken, ayı pençelerini hatırlatan iri ellerini de
kanırtma işini engellemek için hızla bileklerimden birini kavra-
mıştı.
Fiziksel olarak benden güçlü olduğunu o an anlamıştım.
Saldırı planım tutmamıştı ve bu pozisyonda boynunu kırmam
mümkün olmayacaktı. Hemen dizimi, adamın arkasından beline
dayayarak, bu kez boynunu geri çekmeye çalıştım. Bu vaziyette
dengesini kaybedecek, omurlarına yaptığım tazyikle yere yuvar-
lanacaktı. Fakat Rus, hâlâ direniyordu, daha da kötüsü, çenesini
ellerimden kurtarmayı başarmıştı. Adam gerçekten ayı kadar
güçlüydü. Sinsi bir saldırıya uğradığı halde hiç bozulmamıştı,
gerçek bir profesyonel olduğunu anlamıştım ve yaptığım her
hamlenin hemen gardını alıyordu. Barakanın içinde ölesiye bir
boğuşma başlamıştı şimdi. Hatta Rus bağırıp arkadaşını da yar-
dıma çağırmamış, sanki beni haklamanın keyif ve zaferini kendi-
sine saklamak istemiş gibiydi.
Bir an paniğe kapılır gibi olmuştum. Son derece iri yapılıydı.
Muhtemelen FSB’nin sınır ötesi için seçilmiş, asker kökenli bir
komandosuydu. Saldırımı def edince çevik bir hareketle sıçrayıp
karşıma geçmişti. Gözlerinde küçümseyen, kahredici ifade ve
dudaklarındaki sinsi gülümseme, itiraf edeyim ki beni
ürkütmüştü. Elinden düşen tüfek şimdi ona daha yakındı. Fakat
adam onu bile yerden alıp ateş etmeyi düşünmemiş, beni çıplak
elleriyle haklamayı tercih etmişti. Daha avantajlı durumda olma-
sına rağmen hemen üstüme atlamamış, sanki benimle kedinin
fareyle oynaması gibi saldırmamı beklemişti. Elimde olmadan
alışkanlıkla boks gardı aldım. Ne de olsa bir zamanlar usta bir
boksördüm. Keyifle Rusça söylendi, “Gel bakalım çaylak!” dedi.
“Saldır da önce ağzını burnunu kan çanağına çevireyim.”

57
Ona kendi dilinde karşılık verdim, “Kendine güveniyorsan,
sen saldır.”
Rusça bildiğimi görünce bir an şaşaladı. Aynı anda sol yum-
ruğum tam burnunun üzerine oturdu. Hedefi tutturmuştum.
Başka birisi olsa çıplak elle savurduğum direkt rahat burnunu
kırardı ama sadece burun deliklerinden sızan kanı görüyordum.
Rus burnundan akan kanı fark edince bir anda öfkeden deliye
dönmüş ve bir adım geriye sıçrayarak o da gardını almıştı. Muh-
temelen yaptığı en büyük hata buydu; aklınca benim şartlarımla
bana ders vermeye kalkışıyordu. Yaklaşıp bana bir yumruk
salladı. Boks tekniğini bilmediğini hemen anlamıştım, rahat bir
eskivle sağ yana kaçtım ve yumruğu havayı dövdü. Daha da
sinirlenen Rus, hemen bir direkt çıkardı. Ne yapacağını tahmin
etmiştim, sola kayarken mide boşluğuna yumruğumu indirdim.
Yine tam isabet kaydetmiştim. Tabii bir an nefessiz kaldı ve sen-
deledi, gardı düştü. Tam sırasıydı, olanca gücümle bu defa müthiş
bir aparkat çıkardım. Sanırım birkaç dişi kırılmış, hatta dilini
ısırmış olabilirdi. Kuşkusuz bu normal bir boks maçı değildi,
sendelemesinden yararlanıp kulak hizasına sert bir darbe daha
indirdim. Koca dev, kütük gibi yere serildi. Ağır vücudu tahta
zemine düşünce eni konu bir gürültü çıktı. O yumrukları yiyen
birinin kalkamayacağını sanıyordum, ona rağmen, Sibirya ayısı
dizlerinin üzerinde doğrulmaya çalışıyordu. Daha fazla bekle-
yemez, ayağa kalkmasına izin veremezdim. Parmaklarım sızlıyor,
gücüm gittikçe azalıyordu. Yere düşürdüğü tüfeği kaptığım gibi,
uzun namlusundan tutup kabzasını olanca hızımla kafasına
indirdim. Hareketsiz kalmıştı. Yarılan kafasından oluk gibi kan
akıyordu şimdi. Bir süre nefes nefese Rus’un yerde yatan bede-
nine baktım. Boksu bırakalı yıllar olmuştu ama insan uğraştığı
spordan kazandığı melekeleri kolay kolay kaybetmiyordu. Vakit
geçirmeden adamı kollarından yakalayıp açık kapının görüş ala-

58
nından uzaklaştırmaya çalıştım. Öteki nöbetçinin, arkadaşını
merak ederek aramaya çıkması kuvvetle muhtemeldi. Bu arada
Melis’i hatırlayıp kıza göz ucuyla baktım. Melis gözleri fal taşı
gibi açılmış, dehşetle bana bakıyordu.
“Öldü mü?” diye mırıldandı Melis.
“Bilmiyorum, olabilir,” dedim.
Melis yaşadığı olayın etkisinde kalmıştı, hâlâ şaşkın bakış-
larla yerde kan revan içinde yatan Rus ajana bakıyordu. İhtisası
olan jeoloji ilminin dışındaki ek görevinin bu denli sert, acımasız
ve kanlı olabileceğini sanki ilk defa idrak ediyormuş gibi hayrete
düşmüştü. Barakanın penceresinin altında dizlerinin üstüne
düşmüş, öylece kalmıştı.
“Ne yapacağız şimdi?” diye kekeledi.
Ona cevap vermeden yerdeki kanlı tüfeği kavrayarak mon-
tumun yeniyle üzerindeki kanları sildim. Şimdi kendime güvenim
daha da artmıştı. Artık benim elimde de hafif makineli bir tüfek
vardı.
“Şu senin asistanın Ahmet, MİT adına çalıştığını biliyor mu?
diye sordum.
“Bilmiyor tabii. Kamptaki kimse bilmiyor.”
“Senin kampta olmadığının ne zaman farkına varırlar
acaba?”
“Çoktan varmışlardır bile. Güneydoğu doğrultusunda Tavşan
Boğazı’na yakın bir yerde eski bir fay yırtığı var, oraya gittiğimi
düşünmüş olabilirler. Oradaki incelememiz bitmek üzereydi. Ama
kılavuz Hasan ayılmışsa, senin de kaçtığını çoktan anlamışlardır.
Ahmet jandarmalarla döndüyse, benden önce mutlaka senin
peşine düşeceklerdir.”
“Bu kötü işte,” diye mırıldandım.
“Neden?”

59
“Kamptan kaçtığımı anlayınca Mor Kayalıklar yönüne gitti-
ğime pek ihtimal vermezler de ondan. Batıya kaçtığımı düşüne-
ceklerdir. “
Birkaç saniye düşünen Melis, mavi gözlerini yüzüme çevirdi.
“Jandarmaların buraya gelmesini mi istiyorsun?”
“En azından bize destek olurlardı. Ne de olsa resmi devlet
gücü. Ruslar alenen onlarla çatışmaya girmek istemezler.”
Melis yeniden mırıldandı.
“Ahmet’i yabana atma. Zeki bir oğlandır, kafası çalışır.
Üstelik senden şüphelendiğimi ve bize yalan söylediğini de
biliyor. Botunu birlikte sakladık. Ayrıca, “Bu adamdan şüphele-
niyorum, hemen jandarmaya haber verelim,” diyerek onu kara-
kola ben göndermiştim. Şimdi ikimiz de ortadan kaybolunca,
belki senin buraya döneceğini hesaplar. Hem neden korkuyor-
sun? Şimdi burada tek nöbetçi kaldı, belki onu da bir şekilde saf
dışı ederiz.”
“Öteki nöbetçiye aldırdığım yok. Benim asıl korkum diğer-
lerinin yeniden buraya dönmelerinde.”
Melis anlamlı bir şekilde söylendi.
“Artık bir açıklama yapmanın zamanı gelmedi mi? Sen neyin
peşindesin? Bütün bu olup bitenlerin arkasında ne var? O Ruslar
senden ne istiyorlar? Ayrıca o kadar adam nasıl oluyor da ellerini
kollarını sallaya sallaya buralara kadar gizlice gelebiliyorlar?
Bilmek istiyorum.”
“Dedim ya, MİT ajanı sensin. Sen düşün bul.”
Homurdanmaya devam etti.
“Kafamı attırma benim. Alay mı ediyorsun? Bana verilen
görevi söylemiştim sana. Ben sadece Sotoris Nikopolidis’i bul-
makla görevlendirilmiştim, verilen emir buydu.”
“O Yunanlı ajanın neden arandığını söylemediler mi sana?”
Melis ters ters söylendi: “Hayır.”

60
“Keşke sorsaydın.”
Genç kadın huzursuzdu. Sorusunu tekrarladı:
“Peki, ne yapacağız şimdi?”
Hiç aldırmadan karşılık verdim:
“Biraz dinleneceğiz herhalde. Bu herifle boğuşurken çok
yoruldum.”
Sanki hiç olmayacak bir şey söylemişim gibi hayretle beni
süzdü.
4
Barakanın açık kapısından içeriye buz gibi soğuk rüzgâr
doluyordu. Ben de Melis’in yanına diz çökmüş hem dinleniyor
hem de gözümü pencereden ayırmadan Evgeny’nin bıraktığı
diğer nöbetçinin ne zaman arkadaşını merak edip bizim barakaya
yaklaşacağını kontrole çalışıyordum. Melis gözlerini yerde kanlar
içinde yatan Rus’tan ayırmadan sordu:
“Ne olacak bu?”
Omuzlarımı silktim, “Hiçbir fikrim yok,” dedim.
“Peki, daha ne kadar bekleyeceğiz burada?”
“Bilmiyorum. Dışarıda bu herif gibi bir azman daha olabilir
ve bizi engellemeye çalışır mutlaka.”
İnanmamış gibi yüzüme baktı. Ama bu kez, yüzünde gururlu
bir tebessümün izleri vardı.
“Ondan çekindiğini mi imaya çalışıyorsun? Külahıma anlat.
Az evvel bu ayıyla nasıl boğuştuğunu gördüm. Herif neredeyse
senin iki katındı ama onu alt ettin. Dışarıdakinden de korktuğunu
hiç sanmıyorum, üstelik şimdi elinde bir de otomatik tüfek var.
Söylesene ne bekliyoruz daha?”
Cevap vermedim.
Melis de susmadı. Galiba en kötü huyu fazla konuşmasıydı.
“Yoksa o adamların geri gelmesini mi bekliyorsun?”

61
“Çıldırdın mı sen? Geri dönerlerse o zaman kesin hapı
yutarız.”
“Ama ben kampa dönmek istiyorum,” diye diretti.
Aldırmaz gibi davrandım.
“Sen bilirsin, istersen git. Sana engel olmam.”
Yüzüme hışımla baktı.
“Benim Ruslarla alıp veremediğim yok. Anladığım kadarıyla
onlar seni arıyor. Bana ne yaparlar ki?”
“O halde mesele yok,” dedim. “İstersen gidebilirsin.”
“Ayrıca yanımda tabancam da var.”
“Mükemmel. Zorda kalırsan kullanabilir misin?”
“Tabii, niye kullanmayayım ki?”
Gülümsedim. “Bu poligonda atış talimi yapmaya benzemez.
Hiç şimdiye kadar canlı bir hedefe ateş ettin mi?”
Durakladı bir an. “Hayır,” diye fısıldadı. “Etmedim.”
Umursamazca mırıldandım. “Eh, her şeyin bir ilki vardır.
Artık sen de ajan sayılırsın. Hem hiç kuşkun olmasın, eğer Rus’la
karşılaşırsan bu şansa kavuşursun. Zira o nöbetçi mutlaka seni
öldürmeye kalkışacaktır.”
Dalga geçtiğimi anlamıştı. Mavi gözlerinden öfke kıvılcımları
saçıldı. Sinirlendiği zaman patavatsızca davranışlarda bulundu-
ğunu biliyordum.
“Beni korkutmaya çalışıyorsun,” diye söylendi.
“Kesinlikle böyle bir niyetim yok. Sadece uyarıyorum.”
Gururlu bir kadındı. Asla korkak da değildi. Sadece bu ıssız
dağlarda tek başına dolaşması bile cesaretini ispata yeterliydi.
Hışımla ayağa fırladı.
“Öyleyse ben gidiyorum.”
Şakanın da bir dozu vardı elbette; böyle bir çılgınlığa kal-
kışmasına asla izin veremezdim. Bileğinden kavradım.

62
“Dur bakalım. Öyle elini kolunu sallaya sallaya çekip gide-
mezsin.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü bana yardım etmek zorundasın.”
“Ne yardımı? Bana hiçbir şey anlatmıyorsun ki, daha kim
olduğunu bile doğru dürüst bilmiyorum.”
Üzülerek güzel yüzüne baktım.
“Ne kadar az şey bilirsen senin için o kadar hayırlı olur. Sen
gerçekten bir amatörsün. MİT bu dağlarda çalıştığın için senden
yararlanmaya kalkıp sadece Yunanlı ajanı arama görevi vermiş.
Senden daha fazlasını beklemeleri haksızlık olur. Bazı beklen-
meyen rastlantılar o su dolu çukurun içinde beni bulmana neden
oldu ve haklı olarak beni aradığın adam sandın. Ama sana
söyledim, Sotoris çoktan öldürüldü.”
“Bana Sotoris’i Ruslar öldürdü dedin. Doğru mu?”
“Evet, doğru.”
“Neden? Bunu bilmek artık hakkım sayılır.”
“O da doğru. Zaten bu işin içine fazlasıyla girdin sayılır. Ama
sana daha fazla açılamam.”
Yüzüme birkaç saniye baktı.
“Sen de MİT’tensin, değil mi?”
“Hayır. Ben MİT’ten değilim.”
Sanırım bana inanmamıştı. İrkilerek yüzüme baktı. Milliyetçi
duygularının kabardığını hissetmiştim.
“Kimin adına çalışıyorsun öyleyse?”
“Özel bir şirket hesabına,” dedim.
“Özel şirket mi?”
“Hı hıh.”
“Hangi şirket?”
“Üzgünüm, ama adını söyleyemem.”

63
Durakladı bir an. Gözlerini kısarak ve biraz da küçümser bir
ifadeyle sordu.
“Bir yerlerden duymuştum; Amerikalılar CIA’den hep şirket
diye bahsederlermiş, yoksa sen CIA ajanı mısın?”
“Yok canım, ne münasebet.”
“Sözünü ettiğin bu şirketin orijini yabancı mı?”
Kaşlarımı çatarak, “Yine çok sual sormaya başladın,” diye
homurdandım.
“Haksız mıyım? Sotoris’in de KYP’ye mensup olduğunu ama
CIA adına çalıştığını söylemiştin.”
Başımı sallayarak tasdik ettim.
“Doğru. O çift taraflı çalışıyordu.”
Kısa bir an sessiz kaldı. “Gariptir, önceleri sana inanmı-
yordum ama şimdi nedense içimde doğru söylediğine dair bir
inanç var. Tek bir şey bilmek istiyorum.”
“Sor,” dedim.
“Şu senin şirket, Türkiye aleyhine mi faaliyette bulunuyor?”
“Hayır. Bana güvenebilirsin. Memleketim aleyhine çalışmam.
Asla.”
Yine de o şahane gözlerinde tam rahatlamış bir ifade yaka-
layamamıştım.
“Ya Mahmut denen arkadaşın, o kim?”
Galiba en tatsız soru buydu. Onu Melis’e nasıl açıklayaca-
ğımı düşünürken karşı barakanın önünde beliren öteki nöbetçinin
yavaş yavaş bulunduğumuz barakaya doğru yaklaştığını gördüm.
Suali geçiştirmek için bundan daha iyi bir vesile olamazdı.
Çevrede kimsenin bulunmadığından emin olan Rus ajan
arkadaşına adıyla sesleniyordu. “İvan… İvan, neredesin?”
Belli ki arkadaşının nöbet yerine dönüşü uzadığından adam
huylanmıştı. Önce barakanın zemininde yatan hakladığım deve
baktım. Daha ölmemişti ama arkadaşının çağrısına karşılık ver-

64
mesi olanaksızdı. Derin bir baygınlık içindeydi, belki de komada.
Kafasına indirdiğim tüfek darbesiyle kafası yarılmış ve zemin kan
gölüne dönmüştü. Bakışlarımı yeniden yaklaşan öteki Rus’a
çevirdim.
İlkinin aksine, kısa boylu, zayıf, çelimsiz bir tipti. Evgeny
Shirikov’u iyi tanıyordum artık, yabana atılmayacak, deneyimli
bir operasyon şefiydi; şayet İvan denen Rus ayısının yanına bu
çelimsiz herifi taktıysa, mutlaka bunun da başka bir özelliği
olmalıydı. Mesela haberleşmede kullanılan uzman bir operatör
filan gibi. Kuşkusuz FSB’de de bütün elemanlar birtakım temel
bilgi ve tekniklerle yetiştirilirdi ama yabancı bir ülkede yapılacak
bir operasyon için mutlaka o harekâtın bünyesine uygun ele-
manların seçilmesi esastı. Bu durum ayrıca, bir zamanların en
güçlü istihbarat örgütü kabul edilen KGB’den yeni sayılacak
FSB’ye intikal eden bir tür miras sayılırdı. Rusya da geçirdiğim
yıllar bana çok şey öğretmişti.
Adam hâlâ arkadaşına sesleniyordu: “Hey, İvan… Hangi
cehennemdesin?”
Sonra tam yolun ortasında bir şeyden şüphelenmiş gibi
durdu ve bulunduğumuz barakanın açık kapısına doğru bakmaya
başladı. Şimdi onu daha iyi seçebiliyordum ve çelimsiz herifin
elinde Stechkin marka bir de tabanca vardı. İkinci Rus sanki teh-
like kokusunu almış bir köpek gibiydi. Tedbiri de elden bırakmı-
yordu, hızla boş elini cebine sokup en az tabanca boyundaki sus-
turucuyu silahın namlusuna monte etti. Belli ki ateş etmek
zorunda kalırsa silah sesinin dağlık arazide yankılanma endişesini
göze alamıyordu. Bu da Rusların amaçlarına ulaşıncaya kadar
fazla gürültü patırtı çıkarmadan işlerini tamamlamak zorunda
olduklarını anlatmıştı bana. İvan’ın yeterince kafasının çalışma-
dığı bir gerçekti; zaten fizikî güçlerine aşırı güvenen insanlarda

65
sık sık rastlanan bir açıktı bu, lâkin bu ajanın beni daha fazla
uğraştırması mümkündü.
Pencereden bakma şansım yoktu, mecburen geri çekilip
ilkinde olduğu gibi Rus’un içeri girmesini yeğlemiştim, ama bu
kez aynı numaranın sökmeyeceğini de biliyordum. Bu ajan uya-
nıktı, artık arkadaşına seslenmekten de vazgeçmişti. Aslında
elimdeki otomatik tüfekle onu delik deşik edebilirdim, lâkin
mecbur kalmadıkça bu yola başvuramazdım. Zira Evgeny çeki-
lirken iki adamını buraya bıraktığına göre, yakın bir yerlerde
olmalıydı; muhtemelen silah seslerini duyacak kadar yakın bir
mesafede.
Melis ile tekrar bakıştık. Kız tehlikeyi sezinlemişti, fakat bu
defa bana güvendiğinden belindeki tabancasına bile el atmamıştı,
bunu da ilki gibi haklayacağımı düşünüyor olmalıydı. Oysa ben
şansa fazla bel bağlayan biri değildim. Bu kez işim daha zordu,
üstelik yaklaşan ajanında her an tetikte olduğunu gayet iyi bili-
yordum.
Rus, tam kapının eşiğinde durmuştu. Fakat barakadan içeri
adımını atmadıkça yan duvarın dibinde kan revan içinde yatan
arkadaşını göremezdi. Hiç kımıldamıyordu şimdi. Yine de bir
anormalliği sezinlemişti sanırım. Yağan yağmurda belki İvan’ın
duvardaki sidiğinin izlerini göremezdi ama idrarın kokusunu
mutlaka almış olmalıydı. Esen rüzgâr idrarın pis kokusunu hâlâ
barakanın içine taşıyordu. Bir kez daha kısık sesle, “İvan,” diye
seslendi. Adımını içeri atmadan eğilip başını sokarsa arkadaşını
görecekti mutlaka. Başka çarem kalmamıştı, ateş edemiyordum
lakin ok gibi yerimden fırlayarak tüfeğin namlusunu aniden kısa
boylu herifin alnının ortasına dayadım. Her şeye rağmen boş
bulunmuş, gafil avlanmıştı. Rusça bağırdım, “At silahını elinden.”
Bir an göz göze geldik. Tetiğin üzerindeki parmağım karın-
calanıyordu, bir çılgınlık yapıp her an tetiğe asılabilirdim. Rus

66
elindeki Stechkin’i atmamıştı. Dikkatle beni süzüyordu. Hakla-
dığım devasa nöbetçi beni tanımamıştı ama bunun tanıdığından
hiç şüphem yoktu; Rusça konuşmamı da yadırgamamıştı. Bu kez
daha sert bir ses tonuyla istediğimi yineledim, “At elindeki o
silahı, yoksa seni de gebertirim.”
Tuzağa düşmüştü ve elimdeki otomatik tüfek karşısında hiç
şansı olmadığını anlamıştı fakat ona rağmen sırıtmayı başardı.
“Hiç şansın yok,” diye hırladı. “Bizi vursan dahi buradan
kaçamazsın, bütün yolları tuttuk. Aptallık etmeye kalkışma.”
“Son kez söylüyorum. Silahı bırak yere, yoksa beynini dağı-
tacağım.”
Gülümsemeye devam etti. Hızlı bir muhakeme yaptığından
emindim, o an şansının fazla olmadığını anlamış gibi elindeki
silahı yere attı.
“Pekâlâ, istediğin gibi olsun.”
Derin bir nefes aldım. Bundan sonrası nispeten kolay sayı-
lırdı. Kapının önünden birkaç adım geri çekilirken, “Gir içeri”
diye homurdandım. Melis hâlâ kapının arkasında duruyordu. Rus
içeriye adımını atar atmaz yerde kanlar içinde yatan arkadaşını
görmüştü, fazla bir şaşkınlık göstermedi, yalnız ölüp ölmediğini
anlamak için birkaç saniye arkadaşına baktı. Meraktan yerinde
zor duran Melis de, o sırada kapının arkasından çıkmıştı. Bara-
kanın içinde birinin daha olduğunu o zaman fark eden Rus ajan
hızla dönüp, genç kadını yadırgayarak süzdü.
Böyle kanlı bir ortamda bu denli güzel bir kadının varlığını
yadırgamış olmalıydı ki bir süre bakışlarını Melis’ten alamadı.
Hızla çelimsiz adamın üstünü aradım. Üzerinde başka bir
silah bulunması hiç işime gelmezdi. Nitekim, beline asılı kının
içinde kocaman bir komando bıçağı buldum. Hemen çekip aldım.
Tüfeği indirmiştim artık. Sol elimle çelimsiz herifi yakasından
kavrayıp kendime doğru çektim.

67
“Çabuk söyle, Evgeny Shirikov nerede şimdi?”
Umursamazca sırıttı.
“Hiçbir fikrim yok,” dedi.
“Öyle mi?”
“Evet, öyle.”
“Belki bu sana onun nerede olduğunu hatırlatır.”
Sonra adama sol elimle okkalı bir Osmanlı tokadı indirdim.
Solak olmamama rağmen, sol kolum en az sağ kolum kadar kuv-
vetliydi ve bunun yararını boks yaptığım yıllarda çok yaşamıştım.
Zaten hafif ve çelimsiz olan Rus, şamarı yer yemez yere yuvar-
lanmıştı. Yere kapaklanınca böğrüne doğru bir de tekme savur-
dum. Ayağımda botlarım olsaydı, rahat kaburgalarından birkaçı
kırılır, kendinden geçerdi ama kılavuz Hasan’ın ince lastikleri
mutlaka darbenin şiddetini biraz hafifletmiş olmalıydı. Acıyla
inledi. İkinci bir tekmeyi sallamak üzere bacağımı geri çekti-
ğimde, Rus yerde kıvranarak bağırdı, “Tamam, vurma. Söyleye-
ceğim.”
Herif zekiydi. Susmakta ısrar ederse, onu da en az yerde
yatan arkadaşının haline çevireceğimi anlamıştı. Böğrüne yediği
tekmeden sonra nefes almakta zorlanıyordu. İlk bağırmasından
sonra sesi inler gibi ve titrek çıkmıştı.
“Az ilerdeler. Bir buçuk kilometre kadar ötede.. Sansar
Düzü’nde.”
Sansar Düzü kelimelerini Türkçe söylediği için anlamakta
zorluk çektim biraz. Telaffuzu berbattı. Ayrıca öyle bir yeri de
bilmiyordum. Melis yarım yamalak söylediği Türkçe kelimeleri
anlamıştı herhalde ki müdahale etti.
“Ne diyor?” diye sordu.
“Diğerlerinin nerede olduğunu sordum, bana Sansar filan
diye bir şeyler geveledi. Sen öyle bir yer biliyor musun?”
Melis biliyorum dercesine başını salladı.

68
“Evet. Burada, dağlar arasında üçgen şeklinde yayılmış bir
düzlük vardır. Bizim kampımızı soldaki başlangıç noktası olarak
alırsan, üçgenin tepe noktası Mor Kayalıklar, yani burası, diğer uç
noktası da Sansar Düzü’dür. Fazla uzak sayılmaz. Diğer Ruslar
orada mıymış?”
“Öyle söylüyor,” diye homurdandım.
“Doğru olabilir. Çünkü orası gizlenmeye oldukça elverişli bir
yerdir.”
“Ormanlık mı?”
“Sansar Düzü’nden sonrası kesif çam ağaçlarıyla kaplıdır.”
“Buraya uzaklığı ne kadardır?”
“Emin değilim, ama taş çatlasa bir kilometre kadar olmalı.”
Tam o sırada ajanın belindeki telsiz sinyaller vermeye baş-
lamıştı. Rus ürkerek yüzüme baktı. Ne yapacağını kestirememişti.
Ondan aldığım komando bıçağının sivri ucunu gırtlağına daya-
dım.
“Aç telsizi,” dedim.
Adam hâlâ titriyordu. Bir parola kullanmaları gerekirdi. Eli,
belindeki cihaza gitti.
“En ufak bir numaranı sezersem gırtlağını keserim bilmiş ol,”
diye kükredim. Çok ciddi olduğumu anlamıştı. Hemen düğmeye
bastı.
“Ben Panda 6,” dedi. Tanıtım parolası bu olmalıydı.
“Her şey yolunda mı Nikita?”
Ajan korkuyla bir daha yüzüme baktı. Konuşmaları duyu-
yordum, başımı sallayarak yolunda olduğunu söylemesini
istedim. Rus kekeleyerek, “Evet şef,” dedi.
“Gelen giden var mı?”
Herif titremeye devam ediyordu. Cevap vermekte gecikince
bıçağın sivri ucunu biraz boğazına bastırdım. Hemen konuştu.
“Hayır, efendim.”

69
Yegeny’nin sesini gayet net duyuyordum. Sanki kısa bir an
telsizin öbür ucunda pek anlamadığım bir sessizlik olmuştu.
Birden telsizden hiç beklemediğim bir soru geldi.
“Hangi aydayız, Nikita?”
Bu ne biçim bir soruydu? Bir anlam verememiştim. Huylan-
dığım için bıçağın ucunu Rus’un gırtlağını örseleyecek şekilde
bastırdım. Derisinden hafif bir kan çıkmıştı.
“Dikabr,” (Aralık Ayı) demişti Nikita.
Telsizin cızırtısı o anda kesilmişti. Artık şüphem kalmamıştı;
bu bir imdat parolası olmalıydı. Tepem atmıştı, herifi sustura-
mamıştım. Sert bir yumruk savurdum. Rus yumruğu yer yemez
bayıldı.
Melis hâlâ şaşkın, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Neler oluyor, bana da anlatsana,” dedi.
Şimdi ona uzun uzun durumu açıklayacak halim yoktu.
“Yürü gidiyoruz,” dedim “Nereye?”
“Hemen buradan uzaklaşmalıyız. Az sonra Ruslar buraya
gelecektir.”
Herhalde bunu o da tahmin etmişti, o mezar gibi daracık
çukura girmektense uzaklaşmayı yeğlediğinden, benden önce
barakadan dışarıya fırladı. Komando bıçağını belime sıkıştırıp,
otomatik tüfeği elime aldım ve arkasından çıktım. Melis önde
arkadaşlarının bulunduğu kamp istikametinde koşuyordu. Mor
Kayalıklar mevkiinden hemen uzaklaşmalıydık. Ama aynı anda
olacakları tahmin etmiştim, elimde olmadan ağzımdan bir küfür
çıktı. Arkasından Melis’e seslendim.
“Dur!”
Dönüp bana baktı. “Yine ne var?”
“Cep telefonun yanında, değil mi?”
“Evet.”

70
“Hemen sizin kampı ara ve hepsinin araçlara binip kamptan
uzaklaşmalarını söyle. Hem de derhal.”
“Neden?”
“O son nöbetçi var ya, Nikita.”
“Eee?”
“Seni gördü,” diye bağırdım koşmaya devam ederken.
“Görürse görsün, ne olur ki?”
“Hâlâ anlamıyor musun? Ruslar sizin kampı da basabilirler.”
Melis birden durmuştu. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
“Şaka mı yapıyorsun? Bizim kampı niye bassınlar ki? İlmi
araştırma yapan insanlarla ne zoru olabilir onların?”
“Benle tartışmayı bırak. Söylediğimi yap. Bütün ekibin
hayatı tehlikede şimdi.”
“Fakat…”
“Lütfen Melis, sözümü dinle.”
“Ama bu imkânsız.”
“Ne demek imkânsız?”
“Yanımızda getirdiğimiz bir yığın teknik malzeme ve cihaz
var. Bunları arabalara yerleştirmek çok zaman alır. Kampı terk
etmek sandığın kadar çabuk ve kolay olamaz. Onları burada da
bırakamam, hepsi benim sorumluluğumda.”
Hırsla söylendim.
” Ya getirdiğin insanlar? Onlardan sen sorumlu değil misin?
Ruslar kampı basarlarsa geride görgü tanığı bırakmamak için
hepsini öldüreceklerdir.”
Hâlâ inanmamış gibi beni süzüyordu. Aklından, söyledikle-
rimin muhasebesini yaptığını anlamıştım. Israr ettim.
“Hadi durma, ara onları.”
Cebinden telefonunu çıkardı. Fakat hâlâ müteredditti.
“Ya biz ne olacağız?” diye mırıldandı.

71
“Biz başımızın çaresine bakarız. Tehlike geçinceye kadar bir
yerlere saklanırız.”
“Peki, ne diyeceğim onlara? Kampı terk etmeleri için ne tür
bir gerekçe göstereceğim?”
“Kampın sorumlusu sensin, aklına ne geliyorsa onu söyle, ne
bileyim?”
Rahatlamadığını görüyordum ama fazla itiraz etmedi ve
numaraları tuşladı. Bu arada da bana dönüp sordu; “Nereye git-
melerini söyleyeyim?”
“Karga Burnu’na. Oradaki jandarma karakoluna gitsinler.
Anladın mı?”
Telefon açılmıştı. Genç kadın hızlı hızlı konuşmaya başla-
mıştı:
“Mustafa, ben Melis,” dedi. Karşıdan, genç asistanın sesi
gayet rahat duyuluyordu.
“Buyurun Hocam. Biz de sizi merak etmeye başlamıştık.
Neredesiniz kuzum?”
“Şimdi beni iyi dinle,” dedi Melis.
“Dinliyorum Hocam.”
“Derhal kampı terk etmenizi istiyorum.”
Hattın öbür ucunda kısa bir sessizlik olmuştu. Sanırım
asistan Melis’in ne istediğini pek anlamamıştı.
“Pardon Hocam, galiba iyi anlamadım. Kampı terk etmek mi
dediniz?”
“Evet Mustafa. Hem de elinizden geldiğince hızlı.”
“Ne oldu ki Hocam?”
“Bırak şimdi soru sormayı da derhal kaçın. Hayatınız tehli-
kede.”
Asistanın şaşkınlığına hak veriyordum. Hiçbir şey anlama-
dığına da emindim. Saf saf sordu, “Malzemeleri ne yapacağız?”
“Hepsini bırakın orada.”

72
“Ama Hocam…”
“Ne diyorsam onu yap Mustafa. Sorumlusu benim.”
“Tamam Hocam. Siz nerdesiniz?”
“Bırak şimdi beni. Ahmet döndü mü?”
“Hayır efendim. Henüz gelmedi.”
“Onu da telefonla ara, sizi Karga Burnundaki karakolda bek-
lesin. Lütfen çabuk olun.”
Melis fazla uzatmadan telefonu kapatmıştı. Sonra dönüp
bana baktı.
“Oldu mu?” diye söylendi.
Başımı salladım. “En azından ekibinin can güvenliğini sağ-
ladık.”
Melis kuşkulu bir şekilde beni süzmeye devam ediyordu.
Rahatlamamıştı.
“Anlamadığım bir nokta var. İkinci ajan beni gördü ama
benim kampla ilgimi nasıl kurabilir? Bu âdeta imkânsız. Daha
önce birbirimizi hiç görmedik ki.”
“Sen öyle san,” diye homurdandım.
“Niye, yanlış mı düşünüyorum?”
Bezgin bir şekilde sırıttım. ” Rus ekibi yaklaşık bir haftadır
bu bölgede bulunuyor. Çevreyi araştırmadıklarını mı sanıyorsun?
Burası inin cinin top oynadığı bir yer. Etrafta ne köy var, ne
insan. Sadece dağlar, kayalar ve mutlak sessizlik. Kampınızı
görmüşler ve uzaktan incelemişlerdir de.”
“Olsun, onlarla bir irtibatımız yok ki?”
“Doğru ama bu az öncesine kadardı.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Onları aptal mı sandın? Senin o araştırma grubundan
olduğunu derhal anlayacaklardır. Tabii en kötüsü Nikita’nın seni
benim yanımda görmüş olması. Keşke o herifi öldürseydim.”

73
Dehşete kapılmış gibi yüzüme baktı. Bana hak vermişti
sanırım.
“Şimdi biz ne yapacağız?” diye sordu.
“İşte çözmemiz gereken en ciddi sorun da bu. Keşke o
metruk kulübelere hiç gelmeseydin. Başıma dert açtın.”
Genç kadın öfkeyle yüzüme baktı.
“Keşke seni hiç görmeseydik. Asıl başımıza dert açan sen
oldun,” dedi.
Hızlı hızlı yürümeye devam ediyorduk.
“Haklı olabilirsin” diye fısıldadım.
“Söylesene, nereye gidiyoruz?”
“Seni Karga Burnu yolunun başına kadar götüreceğim.
Ondan sonra başının çaresine bakmak zorundasın. O yol
nispeten emniyetlidir. Uzunca bir mesafe almak zorunda kala-
caksın ama başka çare yok. Yürümeye idmanlı olduğunu görüyo-
rum. Yanında silahında var, korkak da değilsin. Rusların daha da
ileriye gitmeye kalkışacaklarını da sanmıyorum.”
“Ya sen ne yapacaksın?”
“Sonra Mor Kayalıklar’a geri döneceğim.”
“Yani o barakalara, öyle mi?”
“Aynen öyle.”
“Aklını mı oynattın sen? Olanlardan sonra seni yaşatırlar
mı?
“Tehlikeli olduğunu biliyorum ama başka çarem yok. Oraya
dönmek zorundayım.”
Birden koluma yapıştı. Kararlı bir ifade ile gözlerimin içine
baktı.
“Artık konuşma zamanın geldi. O boş barakalarda ne arı-
yorsun? Rusların orada ne işi var? Bütün bu soruların cevabını
istiyorum.”
“Boş ver şimdi bunları. Konuşacak zaman değil.”

74
“Hep aynı şeyleri söyleyip duruyorsun. Unutma, ben bir MİT
ajanıyım ve burada olup bitenleri üstlerime rapor etmek zorun-
dayım. Bir anlamda bu benim görevim.”
“Biliyorum ama önce hayatta kalman lâzım. Onun içinde
sana Karga Burnu yolunun başlangıcına kadar refakat edeceğim.”
Hırsla bağırdı.
“Hayır, senin yanından ayrılmayacağım.”
“Saçmalama bu imkânsız,” dedim. “Seni daha fazla tehlikeye
atamam.”
“Çoktan attın bile. Kararlıyım, bu şartlarda seni yalnız
bırakmayacağım.”
Mavi gözlerinin içine baktım uzun uzun. Yüreğimde buruk
bir acı hissetmiştim. Doğrusu Melis’le başka şartlar altında tanış-
mayı çok isterdim.
“Ne yapmayı planlıyorsun şimdi?” diye sordu Melis.
“Önce buradan uzaklaşıp izimizi kaybettirmeliyiz.”
“Sonra?”
“Yine Mor Kayalıklar’daki kulübeye dönmeliyim.” Gözleri-
min içine merakla baktı.
“Ne var o boş kulübede? Neden devamlı oraya gitmek isti-
yorsun?”
“Mecburum.”
“İyi de, neden?”
Artık başka çare kalmamıştı. Az da olsa Melis’e bir açıklama
yapmak zorundaydım. Sesimi kısarak mırıldandım.
“Orada sakladığım çok önemli bir şey var. Rusların onu
bulmalarını istemiyorum.”
Pek inanmazmış gibi beni süzdü.
“O barakalar bomboş. Nereye ne saklamış olabilirsin ki?”
“İşin o yanını kurcalama.”
“Artık bilmek istiyorum.”

75
Gülümseyip, “Devlet sırrı” diye mırıldandım.
Melis sesini çıkarmadı ama sonra hiç beklemediğim bir soru
yöneltti.
“Sotoris’in öldürüldüğünü gördün mü?”
“Evet, gördüm.”
“Eminsin, değil mi?”
“Tabii, eminim.”
“O da Ruslar gibi senin sakladığın şeyin peşinde miydi?”
Melis’in sorularının ardı arkasının kesilmeyeceğini anlamış-
tım.
“Haydi acele et de, bu patikadan uzaklaşalım. Aksi halde biz
de Sotoris’in akıbetine uğrayacağız. Hayatımız tehlikede, şimdi
bunları konuşmanın sırası değil. Hızlan biraz.”
Sesini çıkarmadı. Hızlı adımlarla öne geçmiş ilerliyordum.
Ne de olsa işi gereği dağda bayırda yürüyüşe alışık olduğundan
beni takipte zorlanmıyordu. Bir ara arkamdan seslendi.
“Gerçekten Mor Kayalıklar’a dönecek miyiz?”
“Tabii, döneceğiz.”
“Öyleyse hatalı bir yol takip ediyoruz.”
Dönüp alaycı bir şekilde yüzüne baktım.
“Yoksa bildiğin başka bir yol mu var?”
“Evet, var.”
“Hangi yolmuş bu?”
“Hamur Irmak’ına giden kestirme yol.”
Durakladım birden. “Şaka mı yapıyorsun? O ırmak çok derin
yarların arasından akıp gider. O kayalardan nasıl aşağı ineriz?”
“Ben bir yol biliyorum. O yolu takip edersek Mor Kayalık-
lar’a dönmekte çok zaman kazanırız.”
Düşünmeye başladım. Söylediği doğruysa hem vakit kaza-
nırdık, hem de peşimize takılacak Rusların bizi bulmaları söz
konusu olamazdı.

76
“Daha önce o yolu hiç kullandın mı?”
“Sadece bir kere. Geçen sene buraya gelişimizde ekipten üç
arkadaşla bir defa denemiş ve ırmağa ulaşmıştık. Ama yanımızda
kılavuz Hasan vardı ve yolu bize o göstermişti. Yol çok sapa, teh-
likeli ve asla denemeye değmez.”
“O yolu tekrar bulabilir misin?”
“İlerde bir yol ayrımı var. Normalde izleyeceğimiz yol o
ayrımdan bile gözükmez. Ama oraya saparsak sanırım bulabi-
lirim.”
Her hal ve kârda denemeye değerdi. Daha şimdiden Ruslarla
aramızdaki mesafenin kapanmaya başladığından emindim. Yev-
geny çoktan peşimize takılmış olmalıydı.
“Hadi bakalım,” dedim. “Geç öne.”
Aslında Mor Kayalıklar’daki boş barakalara giderken bu
hattı çok kullanmıştım ama Melis’in beni indirdiği dar ve sarp
kayalar arasındaki daracık patika hiç dikkatimi çekmemişti. Bir
bakıma fark etmem de imkânsız sayılırdı, zira Melis’in birden
durarak daldığı sivri ve yüksek iki kaya parçası arasında ancak
bir insanın zorlanarak geçebileceği darlıktaki aradan, aşağıya
doğru uzanan yolun hiçbir bölümü görünmüyordu. Ayrıca yolun
esaslı bir meyille aşağıya doğru uzanan kısmı hem inanılmaz
ölçüde dik, hem de korumasızdı. Kazara insanın ayağı kaysa,
soluğu en az iki yüz metre derinlikteki uçurumun dibinde alırdı.
İrkilerek önümde uzanan keçi yoluna baktım. Melis endişemi
anlamış gibi, “Dikkatli yürü,” diye beni uyardı. Takip ettiğimiz
yolun ne denli tehlikeli olduğunu hemen anlamıştım, ama
Rusların bizi burada bulmaları tek kelime ile imkânsızdı. Biraz
cesaretlenir gibi oldum, en azından şimdilik yakalanma olasılı-
ğımız sıfırdı. Tedbiri elden bırakmıyordum, sol elimle Rus ajan-
dan aldığım tüfeği kavramış, sağ elimle de yandaki kayaları tuta

77
tuta ilerliyordum. Yürüyüş tempomuz çok düşmüştü fakat başka
çaremiz de yoktu. Melis olmasa asla bu yolu bulamazdım.
“Bu yolun sonu nereye varıyor?” diye sordum.
“Dedim ya, Hamur Irmak’ına.”
“Sonra?”
“Yine buna benzer bir yoldan tırmanıp Mor Kayalıklar’a
çıkacağız. Zamanını sen tayin edersin.”
“Tamam,” diye mırıldandım.
Melis bir şehir kızı için inanılmaz bir rahatlıkla önümde
ilerliyordu. Hatta zaman zaman benim ihtiyatlı adımlarımdan
aramızdaki mesafe açılıyor, o zaman biraz yavaşlayarak yaklaş-
mamı bekliyordu. Tehlikeli ve ürkütücü de olsa ilerliyorduk.
Elimden geldiğince sol tarafımdaki dipsiz uçuruma bakmamaya
gayret ediyordum. İnişimizi zorlaştıran bir neden de, şiddetini
arttıran yağmurdu. Adeta bardaktan boşanırcasına bir hal almıştı.
Sular dar patikadan ufak seller halinde akmaya başlamıştı. Her an
kaymaktan çekiniyordum. Takriben on on beş dakikalık bir
yürüyüşten sonra birden sağ tarafımızda bir mağara ağzıyla kar-
şılaştık.
“Burayı hatırladım,” dedi. “Geçen gelişimizde de girmiştik
içine. Biraz mola versek iyi olacak.”
“Yoruldun mu?” diye sordum.
“Hayır, fakat çok ıslandım. Yağmur iliklerime kadar işledi.”
Gerçekten ikimizde sırılsıklam bir haldeydik. Teklifine hiç
itiraz etmedim. Ayağımdaki lastikler berbat haldeydi, kılavuzdan
aldığım yün çoraplar da lök gibi ıslanmıştı. Mağaranın ağzında
durduk. Başımı uzatıp içeriye bir göz attım; burası mağaradan
ziyade kayalar arasındaki tabii bir oyuktu. Yaklaşık beş metre
eninde, iki buçuk metre yüksekliğindeydi. Rahatlıkla sığınabilir-
dik. Zemininin yola yakın kısmı hariç içi kuruydu. Yağmurdan
korunmak için ideal bir yerdi. Melis hiç düşünmeden içeri dalıp

78
kuru toprağın üzerine çöküverdi. Söylemese de yorulduğunu
anlamıştım. Elimdeki tüfeği mağaranın içindeki bir kayaya yas-
layıp genç kadının yanma çöktüm ben de. Yağmurun şiddetinden
göz gözü görmüyordu dışarıda.
“Fena ıslandık,” diye fısıldadı Melis.
Gerçekten de öyleydi. Şöyle bir göz attım; altın sarısı saçları
sırılsıklamdı, atkuyruğu şeklinde başına topladığı saçları dağıl-
mamış, sadece oluk oluk başına yapışmıştı. Yüzünden boncuk
boncuk su damlacıkları sızıyordu.
“Üşütüp hasta olacaksın,” diye mırıldandım.
“Hasta olmak, ölmekten iyidir. Ana yoldan ayrılmasaydık,
Ruslar bize rahatlıkla yetişirlerdi.”
Sesimi çıkarmadım. Kız haklıydı. Fakat üşüyüp titremeye
başlamıştı. İnce montu galiba su geçirmişti; böyle kalırsa bu
soğuk mevsimde zatürree bile olabilirdi. Sırtımdaki montun fer-
muarını indirdim. İçimdeki kazak, gömlek kirliydi ve leş gibi
kokuyordu ama iyi bir marka olan montum içine hiç su geçir-
memişti. Hemen Melis’e dönüp mırıldandım.
“Hadi, hemen soyun.”
“Ne!”
“Soyun, dedim.”
Yanlış anladığından garip garip yüzüme bakıyordu. Kazağımı
çıkarıp gömleğimin düğmelerini açmaya başladığımı görünce bir
an dehşete kapılır gibi oldu, gözleri irileşti.
“Ne duruyorsun, soyunsana,” dedim tekrar. “Benim içimdeki
giysiler kuru. Değiştirmezsen hasta olacaksın. Bak, daha şimdiden
titremeye başladın.”
Geç de olsa, ne demek istediğimi anlamıştı. Rahatladı birden
ama hemen itiraz etti.
“Olur mu hiç? Sen ne yapacaksın?”
“Beni düşünme sen, idare ederim.”

79
Sırtımdan çıkardıklarımı ona uzattım.
“Oldukça kirliler, ama ne yapalım idare etmeye çalış. Hadi,
geç arkaya da üstündeki bütün çamaşırları çıkar ve bunları giyin.”
Sesim tok ve kararlı çıkmıştı. Bisiklet yakalı fanilamla kal-
mıştım şimdi, üşümemek için hızla montumu giyerken rahat
soyunmasını temin için sırtımı çevirdim.
“Teşekkür ederim,” diyerek gömleğimle kazağımı alarak
arkama geçti. Şartlarımız hiç de normal değildi, ama o durumda
bile arkamda soyunan Melis’i seyretmek arzusu birden tüm ben-
liğimi kavradı. Melis gerçekten alımlı, dikkat çekici ve hoş bir
kadındı. Kamp yerinde giydiği erkeksi kıyafetlere rağmen dişiliği
yine de hemen belli oluyordu. Onu değişik ortamlarda güzelliğini
ortaya çıkaran kadınsı giysiler içinde görmeyi çok isterdim. Az
sonra yanıma gelip oturdu. Giysilerime sinmiş beden ısım, şimdi
onun çıplak vücudunu ısıtıyordu. Arkaya dönüp baktım. Sırtın-
dan çıkardığı ıslak giysilerini kuruması için mağaranın girintili
çıkıntılı kayalarının üzerine asmıştı. Aralarında sutyenini de
görünce hemen bakmaktan vazgeçip başımı döndürdüm.
“Çok anlayışlısın, teşekkür ederim tekrar,” dedi.
“Önemli değil. Kim olsa aynı şeyi yapardı.”
“Bundan pek emin değilim,” diye fısıldadı.
İkimiz de sustuk tekrar. Yan yana oturmuş mağara ağzındaki
kayalara çarparak gürültüler çıkaran yağmuru seyrediyorduk. Bir
süre musikî ahengi içindeki o sesleri dinledik. Bu kez patavatsız
soruyu ben sordum.
“Evli misin?”
“Hayır,” dedi. “Ya sen?”
“Bir kere evlendim. Ama yürümedi. İki sene kadar evli
kaldık.”
“Çocuğun var mı?”
“Yok. Sen niye evlenmeyi düşünmedin?”

80
“Kısmet meselesi. Bir kere az daha nişanlanıyordum ama
olmadı.”
“Neden?”
“Bizim gibiler kendilerini ilme adayınca galiba özel hayatla-
rını oldukça kısıtlıyorlar. Erkekler de buna tahammül edemiyorlar
pek.”
Elimde olmadan gülmüştüm. Melis hemen sorusunu yapış-
tırdı.
“Neden güldün? Yanlış mı söylediğim?”
Bir açıklama yapmak gereği doğmuştu; “Herhalde doğrudur,
ama ona gülmedim.”
“Neye güldün peki?”
“Şey…” diye kekeledim. “Ne bileyim, belki bir tesadüftü ama
bütün üniversite tahsilim boyunca rastladığım kadın öğretim
görevlileri hep çirkin, eciş bücüş, kendilerine pek bakmayan
kimselerdi. Senin gibi güzeline ilk defa rastladığımı itiraf
etmeliyim.”
O da gülümsedi.
“Bunu bir kere daha söylemiştin. İltifat mı bu?”
“Hayır, bence bir gerçek. Karşındaki erkeği şaşırtacak kadar
güzelsin.”
“Teşekkür ederim.”
Melis konuyu değiştirmek istercesine sormuştu, “Sen üşü-
müyor musun?”
“Hayır.”
“Bu yağmur dinmezse halimiz harap. Buraya sıkışıp kaldık.”
“Evet ama en azından güvendeyiz. Ruslar bizi burada
bulamaz.”
Yine bir sessizlik oldu. Melis birkaç saniye sonra fısıldadı.
“Acaba bizimkiler kampı terk etmişler midir?”
“Herhalde,” diye mırıldandım.

81
“En iyisi bir arayayım.”
Yerinden kalkıp kayaların üzerine astığı ıslak montunun
cebinden telefonunu çıkararak arkadaşlarını aradı. Suratı asıl-
mıştı. “Telefon da ıslanmış çalışmıyor, hay aksilik,” diye homur-
dandı.
Sesimi çıkarmadım.
Tekrar gelip yanıma oturduğunda mütecessis nazarlarla beni
süzdü.
“Şu anda tabiatın azizliğine uğradık. Yağmurun şiddetinden
buraya tıkılıp kaldık. Yağışın dinmesini beklemekten başka çare-
miz de yok. Ama bana bir imkân doğdu.”
“Ne imkânı?” dedim.
“Şu senin hikâyeni dinleme imkânı. Şimdi konuş bakalım. Bu
arada sakın unutma, sorumu MİT elemanı sıfatıyla soruyorum.
Burada ne dolaplar dönüyor? Neyin peşindesin?”
Gülümsedim. “Bu resmi bir sorgulama mı?”
İşi şakaya boğmak istemiştim ama o gayet ciddiydi. Galiba
bu kez köşeye sıkışmıştım. Melis’e açıklama yapmak zorunday-
dım. Hafifçe içimi çektim.
“Cidden öğrenmek istiyor musun?”
“Gayet tabii. Anladığım kadarıyla bu işin içinde Yunanlı
Sotoris’in de parmağı var. Benim görevim de onun izini bulmaktı
zaten. Açıklamalarına önce ondan başla.”
“Sotoris’in izini İstanbul’da kaybettiniz, değil mi?”
“Bir ay önce Türkiye’ye başka bir isimle girdiğini biliyoruz.
Teşkilat geldiği günden itibaren peşine düşmüş. On gün kadar
kimlerle temas ettiği saptanmış, lâkin sonra birden ortadan kay-
bolmuş. Tâ ki Van Havaalanı’nda tesadüfen bir ajanımız tarafın-
dan görülünceye kadar.”
“Doğru,” diye mırıldandım.
İlgiyle yüzüme baktı.

82
“Sen onu nasıl ve nereden tanıyorsun?”
Melis’i oyalayabilecek ufak tefek bilgiler verebilirdim tabii.
Ama mümkün olduğunca dürüst davranmaya çalıştım.
“İki sene öncesinden,” dedim. “Atina’da karşılaşmıştık. İstan-
bul doğumlu olduğu için Türkçesi kusursuzdu. Ben bir turist
kafilesinin içindeydim. Hemen kaynaştık. Geçmişi hakkında ya-
lan bazı bilgiler verdi, kendi isteği ile Yunanistan’a göç ettiğini
anlattı.”
“Yani Türkiye’den sınır dışı edildiğini sakladı, öyle mi?”
“Evet.”
“Ama sen onun KYP’ye mensup olduğunu o zamanda bili-
yordun, değil mi?”
Yine tasdik ettim. “Evet.”
“Yunanistan’a gidişin onunla mı ilgiliydi?” diye sordu bu
defa.
Tekrar başımı salladım.
“Niye onun peşindeydin?
“Bana verilen görev, Sotoris’in yabancı bir istihbarat örgütü
adına çalışıp çalışmadığını tespit etmekti.”
Melis yadırgayarak beni süzdü.
“Bu işi adamın kendi ülkesinde mi yapacaktın?”
“Niye olmasın? Şaşırdın mı?”
“Evet, biraz yadırgadım. Peki sonuç ne oldu?”
“Onun çift taraflı çalıştığı sonucuna vardım.”
Melis başını salladı. “Şimdi anlıyorum galiba. Ruslar adına da
çalışıyordu, değil mi?”
“Hayır, yanıldın. CIA adına çalışıyordu.
Genç kız irkilmişti.
“CIA mi?”
“Evet. Onlardan para aldığı kesindi.”
“Yani Yunanlılara ait bazı sırları CIA’e mi satıyordu.”

83
“Hayır,” diye başımı iki yana salladım. “Bizim aleyhimize
yapılacak bir operasyon için CIA onu maşa olarak kullanacaktı.”
Melis bakışlarını yüzümden ayırmadan söylendi:
“Tuhaf… Koskoca CIA’nin elinde bu işi yapacak başka ele-
manı yok mu?”
“Vardır herhalde. Ama Sotoris bu iş için biçilmiş kaftandı. Bir
zamanlar bizden biriydi ve Türk tebaasıydı. Türkçesi mükem-
meldi ve fiziği de bizden ayırt edilmeyecek kadar bir Türk’e ben-
zerdi. Ne kadar yetenekli olursa olsun, bir Amerikalı burada
daima bir yabancı olarak teşhis edilir.”
“Yani demek istiyorsun ki, Sotoris’i buraya bu defa CIA
gönderdi, yanlış mı anlamışım?”
“Doğru.”
“Peki CIA’nin amacı neydi? Ne arıyorlardı bu dağlarda?
Gülümsedim.
“Çok önemli bir şey.”
“O kadarını ben de tahmin edebiliyorum ama ne? Bilmek
istediğim de bu zaten.”
Çaresizlik içinde pislikten çalı süpürgesine dönmüş saçlarımı
kaşıdım; konuyu ona nasıl açıklayacağımı kestiremedim bir süre.
“Melis,” diye fısıldadım. “Hıristiyanlık hakkında bilgin var
mıdır?”
Hayretle yüzüme baktı.
“Ne dedin, Hıristiyanlık mı?”
Ben, “Evet,” diye başımı sallarken, “şimdi bu konu da
nereden çıktı” der gibi şaşırarak beni süzmeye devam etti.
“Pek bilgili sayılmam. Ben dine fazla düşkün biri değilimdir.
Pozitif ve rasyonel yanım daima inançlarıma baskın çıkmıştır.
Ama anlamadım, bunun konumuzla ne ilgisi var?”
“Senin inançlarının konuyla ilgisi yok, ama bilginin var.
Umarım bundan sonra anlatacaklarımı kavrarsın,” dedim.

84
“Bir dene, belki anlarım.”
Artık başka çarem kalmamıştı. İşin özünü kabataslak
anlatmak zorundaydım. İçimi çekip konuşmaya başladım.
“İsa’nın ölümünden sonra Kudüs’te Petrus ve Yuhanna’nın
öncülüğündeki ilkel Hıristiyan toplumu, ölen İsa Peygamber’in
anısını yaşatan bir kilise oluşturdu ve ilk mesajları yaymaya baş-
ladı. Kudüs’te yaşayanların şahsen tanıyıp kerametlerini gördük-
leri İsa, Tanrı tarafından diriltilmiştir ve o, İsrail’de yaşayan
Musevilerin de beklediği Mesih’in ta kendisidir. Musevilerin dini
inançları içinde de Mesih kavramı vardır. İşte İsa, Hıristiyan
inancına göre bu mesajı gerçekleştirmek ve tamamlamak için
dünyaya gelmiştir. Hıristiyanlığın yeniliği, Tanrı kelamının İsa
Peygamber’in kişiliğinde cisimleştiğine inanmasıdır. Hıristiyanlar,
Tanrı gerçeğinin sırrına yavaş yavaş vardılar. Petrus’un, İsa Pey-
gamber’in gerçekten gözleriyle görüp inanmasından ve Didya-
mos’un, İsa’nın dirildiğine inanışından yola çıkan havariler ve
halefleri, zamanla herkesin kavrayabileceği akılcı bir doktrin
geliştirdiler. Kısaca teslis âkidesi böyle doğdu, yani İsa Peygam-
ber’in üç ayrı kişiliğinde tek bir Tanrı’ya olan inanç, onun yaşa-
dığı bazı olaylara dayanır. Teslis âkidesi eski Pagan felsefesinin
yardımıyla açıklandı. Platoncu logos kavramı da İsa Peygamber’i
cisimleşmiş Tanrı kelamı olarak tanıtmaya yaradı. Bu kavram son
olarak İstanbul Konsili’nde onaylandı.”
Melis dayanamamıştı. Sözümü kesti birden.
“Sen nesin kuzum? İlahiyatçı filan mı?”
“Yoo…”
“Bunları nerden öğrendin? Hıristiyanlığa bu merak niye?”
“İşin gereği. Araştırma yapmak zorunda kaldım.”
“Ne araştırması?”
Derin bir nefes aldım. Sorunu anlatmak cidden zordu.
Devam ettim.

85
“İncil’in kaleme alınışı Hıristiyanlık tarihinde çok önemli bir
adımdır; çünkü böylece çeşitli sözlü geleneklerden bir metin
halinde saptanmış tek bir mesaja geçilmiştir. Yahudilerden miras
kalan metinlere terminolojide Eski Ahit denir. Böylece ortaya
dört İncil çıkmıştır. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncil‘leri.
Sonra bunlara yeni mesajla ilgili yazılı belgeler eklenmek ihtiyacı
hissedilmiştir. Uzmanların çoğu Markos’un İncil’inin en eski İncil
olduğunu kabul ederler. Petrus ve Paulus’un ölümünden sonra ve
Kudüs Tapınağı’nın yıkılmasından önce, yani MS 70 yıllarında
kaleme alındığına inanırlar. Matta ve Luka’nın İncil‘leri. ise bir-
birinden bağımsızdır.”
Anlattıklarımdan sıkılmış gibi görünen Melis, homurdandı.
“Lütfen sadede gel. Bunları bana niye anlatıyorsun? Sotoris
veya Rus komandolarla bu söylediklerinin ne ilgisi olabilir? İki
bin sene öncesinden bahsettiğinin farkında mısın?”
“Farkındayım,” diye söylendim.
Şaşkınlığı daha da artmış gibiydi. Susmak zorunda kaldı.
Bense istifimi bozmadan devam ettim.
“Bu kadar çok İncil yerine tek ve temel bir metnin esas
alınması veya çeşitli sözlü geleneklerden kaynaklanan bütün eski
derlemelerin, resmi metinler olarak kabul edilmesinin nedeni,
belki de tek bir İncil’in, ilahi kelamı ve İsa Peygamber’in öğreti-
sinin tümünü yansıtamayacağına inanılmış olmasıdır.”
Sanki söylediklerime nokta koymuş gibi bir an durup gözle-
rinin içine baktım ve sonra ağır ağır ama vurgulaması etkili bir
tonla mırıldandım:
“Şimdi düşünmeni istiyorum,” dedim.
Anlamsız bir şekilde yüzüme baktı.
“Neyi düşünmemi istiyorsun?”
“Bütün bu olanlardan iki bin sene sonra yeni bir İncil met-
ninin ortaya çıkması ile neler olabileceğini.”

86
“Ne?” diye homurdandı şaşkınlıkla. “Yani şimdi eski bir
metnin daha bulunduğunu mu ima etmeye çalışıyorsun?”
“Öyle diyelim.”
Söylediklerimi bir hayli yadırgadığı açıkça yüzünden oku-
nuyordu.
“Ne bileyim?” diye fısıldadı. “Bu teologların sorunu. İlahi-
yatçılar karar verir herhalde. Ben ne anlarım? Ayrıca söz konusu
metnin gerçek olup olmadığı ne malum?”
“Bir an için gerçek olduğunu düşün. Ne olur o zaman?”
Dudak büktü Melis; “Herhalde Hıristiyanlık dünyası karışır.
Yorumlar gırla gider. Kabul edenler, etmeyenler ortaya çıkar.
Kolay değil, iki bin yıllık bir tarihin, kültürün, doktrinin yeniden
sarsılıp düzenlenmesi gerekir. Ama bu bizi ilgilendirmez, öyle
değil mi?”
“Yanılıyorsun.”
“Niye?”
“Şayet bulunan İncil metni gerçek ise, bunun Hıristiyan
dünyasına getireceği yeniliklerle ilgisi çok olabilir.”
“Anlayamadım?”
“Kısaca şöyle açıklayayım; Zamanımızda bu dinin çeşitli
mezhepleri dünyaya yayılmış durumdadır. Katolik âlemi bunun
en güçlü odağıdır ve Katolik Kilisesi diğer mezhepler üzerinde
hâkimiyet kazanmaya asırlardır çalışmıştır. Avrupa’nın doğusu
ise Ortodoksların etkisindedir. Bizi de bu ilgilendiriyor zaten.”
Melis içtenlikle mırıldandı.
“Yine bir şey anlamadım.”
“Şayet bu İncil Ortodokslara güç katarsa ne olur, onu düşün.”
Melis dudaklarını büzdü, ilgisiz kaldığını belirten bir jest
yaptı. Herhangi bir yorum yapamamıştı. “Bilmem, hiçbir fikrim
yok,” dedi sonunda.

87
“Öyleyse ben söyleyeyim. Bu İncil’in varlığı kabul edilirse
Ortodoks Kilisesi birden güçlenecektir.”
“Varsın güçlensin. Bu neyi değiştirir ki?”
“Siyasi dengeleri,” dedim.
Melis galiba yeni yeni durumu kavramış gibi dikkat kesildi.
Sakin sakin devam ettim; “Teslis âkidesi üzerindeki tartış-
malardan ve özellikle Haçlı Seferlerinden sonra Ortodoks Kilisesi,
Katolik Kilisesi’nden ayrılmıştır. Bu kilise Orta ve Doğu Avrupa
Hıristiyanlarını bünyesinde toplamayı başarmıştır. Tarihi gelişim
içinde Ortodoksların dört kilisesi olmuştur. Bu patrikhaneler
İstanbul, Antakya, İskenderiye ve Kudüs’teydi.”
Melis sabırsız bir şekilde söylendi, “Lütfen, şunu özetle
artık.”
“Acele etme. Bu gün Rus, Romen, Bulgar, Sırp ve Yunan-
lıların kendi Patriklerini kendilerinin seçtiği bağımsız patrikha-
neleri var.”
“Hâlâ anlamış değilim, bu İncil’in bulunması neyi değiş-
tirecek?”
“İşte bu noktada durum birden çatallaşıyor.”
“Nasıl yani?”
“Kısaca şöyle özetleyim; Az önce sözünü ettiğim tarihi pat-
rikhanelerden bugün sadece İstanbul Fener Patrikhanesi dini ve
siyasi nüfuzunu muhafaza etmektedir. Diğerlerinin cemaat üze-
rindeki etkisi çok azalmıştır. Ama Ruslar söz konusu İncil’i ele
geçirip gerçekliğini kanıtlarlarsa, dengeler bir anda değişebilir.”
Melis başını salladı.
“Galiba Rusların şimdi bu dağlarda ne aradıklarını anlar gibi
oluyorum,” diye mırıldandı. “Ruslar o İncil’in peşinde, değil mi?”
“Aynen öyle.”
“KYP’de aynı amaçla burada sanırım.”
“Evet.”

88
“Devam et bakalım.”
“Sana biraz sıkıcı gelebilir ama tekrar tarihin karanlık sayfa-
larına uzanmak zorunda kalacağım.”
“Ziyanı yok, dinlemeye hazırım. Zira hikâyen gittikçe
ilginçleşmeye başladı. Devam et lütfen.”
Yine gayet sakin sordum:
“Süryaniler hakkında ne biliyorsun?”
“Fazla bir şey değil. Arami asıllı bir Hıristiyan topluluğu
olduğunu sadece. Bir zamanlar Anadolu’da sayıca çoklarmış ama
son zamanlarda büyük bir kısmı dış ülkelere göç etmişler. Süryani
asıllı bir iki öğrencim bile olmuştu üniversitede.”
“Doğrudur. Bizim Mardin, Midyat, Gaziantep, Diyarbakır,
dışarıda da Suriye, Lübnan ve Irak’da yaşayan eski bir Hıristiyan
kavmi. Putperest Âramilerin bir kısmı İsa’nın havarilerinden
Simon Petrus ve arkadaşlarının telkini ile MS 38 yılından itibaren
Hıristiyanlığı benimsemeye başlamışlar. O tarihlerde dini mer-
kezleri Antakya imiş, sonradan Güneydoğu Anadolu’ya yayıl-
mışlar. İşte, bizim hikâyemiz de o yıllarda başlamış.”
“Nasıl?”
“Rivayete göre İsa’nın havarilerinden olmamakla beraber,
onu tanıdığı iddia edilen Antakyalı papaz Grigor da bir İncil
kaleme almış. Bunu ne zaman yazdığı kesin bilinmiyor ama bu
kitap, yine rivayetlere göre, asırlarca Mardin yakınlarındaki Dey-
rulzafaran Manastırı’nda saklanmış. Bu manastırı gördün mü?”
“Görmedim,” dedi Melis. “Ama işittim.”
“Mardin’in sekiz kilometre doğusunda, Eski Kale Köyü’nün
yakınındadır. Yukarı Mezopotamya’daki en önemli tarihi eser-
lerden biridir. Bin altı yüz yıllık olduğu iddia edilir. Manastırda
elli küsur kadim Süryani Patriğinin mezarı olduğu söylenir, kısa-
cası ilginç bir yapıdır.”

89
Melis’in gözlerinde hafif bir tereddüt izi yakalar gibi
olmuştum.
“Dur bir dakika!” dedi. “Manastır bin altı yüz yıllık mı
dedin?”
“Öyle diyorlar.”
“O zaman nasıl olur da şu sözünü ettiğin Papaz Grigor
burada yaşamış olur? Dört yüz yaşında filan mıydı?”
“Papazın orada yaşadığını söylemedim. Benim dediğim,
yazdığı İncil’in orada saklandığı.”
“Kim saklamış?”
“O kadarını bilemem. Herhalde ona inanan bazı Süryani din
adamları saklamış olmalı.”
“Sonra bu manastırdan çalınmış mı?”
“O nokta da kesin belli değil. Ama asırlarca bu manastırda
gizli olarak saklandığını araştırmalar sonucu öğrendim. Daha da
ilginci böyle bir İncil’in varlığını manastırda yaşayan din adam-
ları ve patrikler de bilmiyordu. Abdişo ailesinden gelen papazlar
hariç, tabii.”
“Onlar da kim?”
“Süryani bir aile. Asırlardır bu topraklarda yaşamışlar ve
kendilerini dine adamışlar. Hemen her kuşakta birkaç din adamı
yetiştirmişler ve hep Deyrulzafaran Manastırı’nda görev almışlar.
Ama bu papazlar ellerindeki metni büyük bir titizlikle saklamayı
başarmışlar.”
Melis’in gözlerinde bir kuşku ifadesi belirmişti.
“Neden?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Nedenini ben de tam
olarak bilmiyorum.”
“Tuhaf. Acaba neden asırlar sonra bunu açıklamışlar?”
“Acele hüküm verme. Abdişo ailesinin papazları hâlâ bu sırrı
saklamak niyetindeydiler fakat beklenmedik bir şey oldu.”

90
“Ne zaman?”
Gülümsedim yine. “Epey zaman evvel; 1860’larda.”
“Ne oldu?”
“Süryani kadim cemaatlerinin bir bölümü, yörede propa-
gandalarını arttıran Amerikalı misyonerlerin etkisinde kalarak
Protestanlığı kabul ettiler.”
“Eee?”
“Bunların arasında Abdişo ailesinin papaz olmayan fertleri
de vardı ve onlar söz konusu İncil’in manastırda saklı olduğunu
biliyorlardı.”
“Yani İncil, Amerika’ya mı kaçırıldı demek istiyorsun?”
Başımı olumsuzca iki yana salladım.
“Hayır, söylemek istediğim bu değil. Öyle olmadı zaten.
Anlatmak istediğim, söz konusu İncil’in o tarihlerde kaybolduğu.
Abdişo papazları kutsal emanet olarak sakladıkları İncil değerin-
deki belgenin kaybolduğunu herkesten saklamaya yemin etmiş-
ler. Zaten onun varlığını bilenler de sadece onlardı.”
“Yine aklım karışmaya başladı. Sonra ne olmuş?”
“Yüz elli sene kadar bu sır saklanmış, yani İncil’in yokluğu
da varlığı gibi saklı tutulmuş. Ne var ki, Amerika’ya göç eden bir
Süryani oradaki Protestan rahiplerden birine bu sırrı açıklamış.”
“Amerikalı din adamları buna inanmışlar mı?”
“Öyle olmalı. Çünkü son iki senedir, Türkiye’ye bu olayı
araştırmak için gizli gizli din adamları göndermişler. Metin Sür-
yani dilinde kaleme alındığı için, gelenlerin çoğu da bu dili bilen
uzman kişilermiş. Ne var ki, yüz elli sene uzun bir süreç. Kanımca
itirafta bulunan kişi, gerçeği bilenlerden birinin torunu olmalı.
Kısacası, oldukça kulaktan dolma bilgiler verilmiş olmalı Ameri-
kalılara. “
“Ama o kadarı bile, araştırma yapmak için Amerikalılara,
yeterli olmuş, öyle mi?

91
“Evet. Fakat buraya gelenler söz konusu İncil hakkında
hiçbir şey öğrenememiş ve onu bulamamışlar.”
“Sonra?”
“Mardin’deki manastıra araştırma yapmaya gelen Amerikalı
din adamlarından biri, bu iddiayı pek ciddiye almadığından
dönüşte eyaletindeki yerel televizyonlardan birine olayı kaba
hatlarıyla açıklayınca, hadiselerin seyri birden değişiveriyor.”
“Yani hadiseye dini çevrelerin dışında, siyasi çevreler de
birden ilgi duymaya başlıyor, öyle mi?”
“Evet, öyle.”
“Bundan sonrasını tahmin edebiliyorum. Tabii Ortodoks
Kilisesi’nin bu sırrı, en fazla da Rusları ilgilendiriyor.”
“Doğru,” diye mırıldandım.
Melis heyecanla yüzüme baktı.
“Şimdi en merak ettiğim soruya gelelim; Sanırım o İncil
senin elinde olmalı, yanılıyor muyum?”
“Öyle sayılabilir. En azından nerede olduğunu biliyorum.
Çünkü onu ben sakladım.”
“Karaağaçlar’daki Mor Kayalıklar’a, değil mi?”
Melis’in sorusuna başımı sallamakla yetindim.

İKİNCİ BÖLÜM
1
Mağaranın içinde birden bir sessizlik oldu. İkimizde bu ani
sessizliğin ne olduğunu anlamak istercesine başımızı kaldırıp
etrafa bakındık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun birden

92
kesildiğini görmüştük. Farkında olmasak da gökten düşen
yağmur tanecikleri, çevredeki sert kayalar üzerine düşünce tem-
polu bir gürültü yaratıyordu. Yağmurun duruşu ile beraber sanki
bulunduğumuz ortam derin bir sessizliğe bürünüvermişti. İkimiz
de yerimizden kalkarak mağaranın ağzına geldik ve dışarıya
baktık. Aslında yağmur tamamıyla durmamıştı ama o çılgınca
yağış hafiflemişti.
Melis’e dönüp, sordum: “Yola devam edebilir misin?”
“Tabii” dedi. Sonra mağaranın içindeki kayaların üzerine
kurutmak için astığı giysilerine bir an gözü takılarak durakladı.
Ne düşündüğünü anlamıştım.
“Boşver,” dedim. “Onlar kalsın. Sadece montunu giy yeter.”
“Sen ne yapacaksın? Gömleğini, kazağını bana verdin. Böyle
çıkarsan donarsın dışarıda.”
“Beni düşünme,” dedim.
Beyninin içinde bana yönelteceği nice sual olduğunu bili-
yordum ama artık aceleme hak veriyordu. Hiç düşünmeden
kayaların üzerine serdiği montunu alıp sırtına geçirdi.
“Ben hazırım,” diye mırıldandı.
“Daha ne kadar yolumuz var?”
“Acele edersek on dakika sonra Hamur Irmağı’na varırız.”
Rus ajandan aldığım tüfeği kavradım, yere bıraktığım
komando bıçağını yeniden belime sıkıştırdım ve mağaranın
ağzına doğru yürüdüm. Yağmur bulutları iyice çöktüğünden etraf
âdeta sisli gibi görünüyordu. Dağlar arasında bir vadi yamacında
sayılırdık. Dağların zirveleri o an bastıran gri bulutlar nedeniyle
görünmüyordu. Mağaranın ağzında durup derin derin nefes
aldım. Temiz dağ havası ciğerlerime doldu.
Melis de inden çıkmış yol göstermek için öne geçmişti. Seri
adımlarla yürüyordu. Şimdi daha hızlı yol alıyorduk. O müthiş
sağanaktan sonra şimdi yağan yağmur umurumuzda değildi.

93
Yaklaşık beş dakika sonra uğultular çıkaran bir su sesi kulağıma
çarpınca irkildim. Melis de irkilme nedenimi anlamış gibi dönüp
açıklama yaptı:
“Bu Hamur Irmağının sesi,” dedi. “Yağan aşırı yağmur
nedeniyle hızlı akıyor olmalı.”
“Irmağı göremiyorum henüz.”
“Yanılmıyorsam şu sağdaki kaya çıkıntısını geçince görürsün
merak etme, çok yaklaştık.”
Melis’in gösterdiği iri kaya bloğunu döner dönmez gerçekten
de önümdeki görünüm birden değişmişti. Dar ve boğucu patika
birden sona ermiş, birbirine yakın dağ bloklarından ve araların-
daki korkunç derinlikteki yardan kurtulmuş, ufkumuz birden
genişlemişti. Karşımıza çıkan manzaraya şaşkınlıkla bakakaldım.
Hamur Irmağı yaklaşık elli metre kadar aşağımızdaydı. Asıl
şaşırtıcı husus, bitki örtüsünün birden değişmesinden kaynakla-
nıyordu. Mor Kayalıklar’dan Melis’in kampına giden yol ve
aradan saptığımız kestirme patika ne kadar çıplak, çorak ve
kayalıksa, birden karşımıza çıkan alan da tamamen yeşillikler ve
ormanlarla kaplıydı. Vahşi tabiat inanılmaz ölçüde güzeldi. İster
istemez duraklayıp görüntüyü seyre dalmıştım bir an. Irmak ger-
çekten de yağmur nedeniyle artan su seviyesi ile gürül gürül
akıyordu. Melis’in ifadesine göre yolun tabanına iki üç dakikaya
kadar inmiş olacaktık. Yolculuğun asıl zor yanı ise, buradan Mor
Kayalıklar’a yapacağımız tırmanış olacaktı. Bir bakıma kulağımızı
tersten göstermek zorunda kalıyorduk ama can güvenliğimiz
önemliydi ve kimselere görünmeden metruk barakalara ulaşmak
için en güvenli güzergâhı izlediğimize inanmıştım artık.
Takip ettiğimiz patika hâlâ ıslak ve kaygandı ama tehlikeli
olmaktan çıkmıştı artık. O sivri kaya bloğunu döndükten sonra
solumuzdaki derin uçurumdan da kurtulmuş, yarın yerini bodur
ağaçların aldığı meyli yayvan ve irtifai yuvarlansak bile tehli-

94
kesiz, toprak arazi almıştı. Şimdi yokuş aşağı hızla iniyorduk.
Tam o sırada Melis birden durarak eğildi ve işaret parmağını
uzatarak bana ırmak üzerindeki bir noktayı işaret etti. Gözümü
kısarak gösterdiği yere bakarken hemen refleks olarak ben de
görülme endişesiyle eğilmiştim.
İrmağın üzerinde turuncu renkte şişme bir bot seyrediyordu.
Gözlerimi kısarak içindekileri görmeye çalıştım. Bu
mesafeden yüzleri seçmek olanaksızdı. Sanırım botun içinde beş
kişi vardı. Melis iyice yanıma yaklaşarak fısıldadı:
“Acaba bunlar rafting yapan gençler olabilir mi?” diye sordu.
Ama sesinin tonunda kendi sorusuna kendisinin bile inanmadığı
belli olan bir ifade vardı.
Başımı olumsuzca salladım. “Hiç sanmam.”
Sorduğuna pişman olmuş gibi homurdandı. “Ben de. Hamur
Irmağı raftinge müsait bir akarsu değildir.”
Bir ağaç kümesinin arkasına gizlenmiş lastik botun yaklaş-
masını izliyorduk. Irmak bulunduğumuz yerde oldukça damlı-
yordu.
Melis fısıldadı: “Sence Ruslar olabilir mi?”
Bu ilginç bir soruydu. Cevabımı vermeden önce ben ona bir
soru yönelttim.
“Bu ırmağın kaynağı neresidir, biliyor musun?”
“Evet,” diye fısıldadı Melis. “Karga Burnu’na gelmeden
önceki bir dağdan çıkar, ufak bir cavlan yaratarak üç metre kadar
bir yükseklikten yatağına akar ve Karaağaçlara kadar gider.”
“Karga Burnu’ndaki jandarma karakolundan görünür mü
ırmak?”
Yine, “Evet,” demişti Melis.
O zaman hiç tereddüt etmeden sorusunu cevapladım.
“Ruslar olamaz.”
“Emin misin?”

95
“Kesinlikle.”
Genç kadın neden bu kadar emin olduğumu sormadı. Ama
dikkatle gözlerimin içine bakıyordu.
“Sence kim onlar? Meselemizle ilgili mi?”
“Bir tahminim var, ama henüz emin değilim. Yakında
anlarız.”
Melis susunca, bu kez liderliği ben ele aldım, öne geçtim ve
kısık sesle mırıldandım: “Yolun sonu göründüğüne göre artık sen
arkamdan ilerle ve mümkün olduğunca eğilerek yürü. Nehirden
gelenlerin bizi görmesini istemiyorum.”
Melis tedirgindi. Yine dayanamayarak konuştu: “Hiç anla-
mıyorum.”
“Neyi?”
“Şayet bunlar yabancı ise yolu nereden bildiklerini. Belli ki
onlarda Mor Kayalıklar’a çıkan kestirme yolun tırmanma nokta-
sına doğru gidiyorlar. Hayret değil mi, yörenin insanları dahi
izlediğimiz bu patikayı bilmezler.”
Hiç sesimi çıkarmadım.
Kauçuk bot ırmakta hızla yol alıyordu. Biz de düzlüğe iyice
yaklaşmıştık. Onların bizden önce istenilen noktaya varacakları
kesindi. Bizim için şartlar daha da zorlaşmıştı şimdi. Zira nehir
yatağındaki düzlükte bizi saklayacak fazla engel yoktu. Mecburen
ilk bulduğumuz çalılığın arkasına sığınıp çömeldik. Şimdi gözle-
rimiz karaya yaklaşan bottaydı. Melis’in kulağına eğilip fısıl-
dadım.
“Bizi Mor Kayalıklar’a götürecek patikanın başlangıcı hemen
buralarda mı?”
“Evet. Sağımızda hemen. Otuz metre kadar ilerimizde.”
“Yat yere,” dedim. “Toprağa yapış. Bizi görürlerse hapı yuta-
rız.”

96
Artık bottakilerin aynı yolu bildiklerine ve o yolu kullana-
caklarına emindim. Az sonra her şeyi anlayacaktık zaten. Öyle de
oldu. Bot durdu, içlerinden biri suya atlayıp lastik botu yanların-
daki ip tutamaklarından kavrayarak karaya çekti. Artık onları
gayet net görebiliyordum. İçlerinden biri mahalli giysiler içindeki
bir köylüydü, diğerlerinin ise yabancı olduğuna kalıbımı basabi-
lirdim.
Melis’ten kulağıma doğru şaşkın bir ses geldi:
“Aaa, ben o köylüyü tanıyorum. Üç sene evvelki ilk gelişi-
mizde bize mihmandarlık etmişti. Adı Raşo’dur ve de hırsızın
tekidir. On gün sonra herifi işten kovmuştum.
O an, Raşo’nun hırsızlığı beni hiç ilgilendirmiyordu. “Anla-
şılan kestirme yolu o da biliyor,” diye fısıldadım.
“Buna hiç şaşmam. Ahlâksızın tekiydi ama mükemmel bir
kılavuzdu, bu dağları avucunun içi gibi bilirdi.
Adamların hepsi bottan inmişlerdi. Botu akarsu yatağının
uygun bir yerine çektikten sonra hiç vakit kaybetmediler. Raşo
denen köylü öne geçti ve yola koyuldular. Kısa bir zaman sonra
gözden kaybolmuşlardı. Tek şansımız bizi görmemiş olmalarıydı.
Melis bana dönüp sordu. “Ne yapacağız şimdi? Peşlerine
takılacak mıyız?”
Düşünmem gerekiyordu. Basit bir muhakeme yürüttüm. Şu
ana kadar Evgeny Shirikov ve adamları çoktan boş barakalara
ulaşmış ve orada kaderlerine terk ettiğim arkadaşlarını bulmuş
olmalıydılar. Irmak yönünden gelenlerin ise CIA ajanları oldu-
ğundan zerrece şüphem yoktu. Hiç kuşkusuz bu iki grup ıssız
dağların bir yerinde karşılaşacak ve çatışma çıkacaktı. Melis’le bu
çatışmanın içine girmek istemiyordum. Ayrıca ben hepsinden
daha avantajlıydım, zira dünyada elyazması İncil’in yerini bilen
tek insan bendim şu anda.
Karar veremediğimi gören Melis sorusunu tekrarladı.

97
“Söylesene, ne yapacağız?”
“Acele etme, düşünmeliyim,” dedim.
Tabii bazı riskler de mevcuttu. Az sonra yukarıda kopacak
çatışmayı kim kazanırsa kazansın, galip gelenler vakit
geçirmeden etrafı araştırmaya başlayacaklardı. Sakladığım İncil’in
yerini bulmaları çok zordu ama hayatta hiçbir şeyin garantisi
olmadığını bilirdim.
“Şu telefonunu ver,” dedim.
Melis hiç düşünmeden montunun cebinden çıkardığı tele-
fonu uzatırken, “Kimi arayacaksın?” diye sordu.
“Beni buraya gönderenleri.”
“Şu adına çalıştığın Şirketi mi?”
“Evet. Yardım isteyeceğim.”
“Bu saatten sonra yararı olur mu?
“Neden olmasın? İki kişi onca insanla başa çıkamayacağı-
mıza göre acil yardım talep etmeliyim.”
Melis umutsuzca dudak bükmüştü.
“Bu Allah’ın dağına ne kadar zamanda yardıma gelebilirler?”
“Desteğin nereden geleceğine bağlı. Helikopterle yardım
gönderebilirler.”
Özel numarayı tuşladım. Ama telefon çalışmadı. Tık yoktu…
Melis kendinden emin bir şekilde konuştu. “Yukarıdakiler
FSB ajanı ise bu yeni gelenler de CIA ajanı olmalılar. Bu durumda
dağlarda silahlı çatışmalar olacak demektir. Biz ne yapacağız?”
Mavi gözlerinin içine bakıp fısıldadım.
“Çatışmanın içine girmekten korkmuyor musun?”
“Korkuyorum tabii, hatta ödüm patlıyor. Lâkin burada
sadece jeoloji doçenti olarak bulunmuyorum; devlet bana bir
görev verdi ve ben o görevi yerine getirmek zorundayım.”
“Senin görevin çoktan bitti. Sotoris Nikopolidis öldü. Yapa-
cağın tek şey bu ölümü rapor etmekten ibaret.”

98
“O kadar da basit değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Beni bu kadar saf sanma. Henüz onun hakkında hiçbir iz
bulamadım. Onun Ruslar tarafından öldürüldüğünü de sen iddia
ediyorsun, ama cesedi ortada yok. Ya yaşıyorsa?”
“Bana inanmıyor musun?” dedim.
“İnanıyorum, daha doğrusu inanmak istiyorum. Lâkin cesedi
görünceye kadar iddia kanıtlanmış sayılmaz.”
Soğuk bir şekilde sırıtmaktan kendimi alamadım.
“Demek cesedini buluncaya kadar rahatlamayacaksın ha?
Şayet tam zamanında yetişip beni o su çukurundan çıkarmasay-
dınız, benim cesedim de yaza kadar bulunmazdı. Kim bilir
Yunanlının cesedi de bu dağların neresinde akbabalara yem olu-
yordur şu anda. Cesedi bulmak için daha çok beklersin.”
“Haklı olabilirsin ama rivayet üzerine rapor tanzim edemem.
Sen bile Sotoris’in öldürüldüğünü görmemişsin, tahmin ediyor-
sun.”
Bu ortamda hele tam şu sırada Melis ile tartışmaya girmek
istemiyordum. İkimizin de birbirimize ihtiyacı vardı. O olmasa
Mor Kayalıklar’a giden kestirme yolu bulamazdım, ben ise onun
için emniyet sübapıydım.
Kararsız kaldığımı görünce homurdandı yeniden.
“Saat ilerliyor. Birazdan hava kararacak. Gece bastırınca ne
yapacağız?”
Ben de sinirli bir şekilde söylendim:
“Henüz hiçbir fikrim yok.”
“Ama olmalı. Şayet Mor Kayalıklar’a gidecek ve yolu tırma-
nacaksak, bunu bir an önce denemeliyiz. Unutma, ben kılavuz
değilim. Sadece bir defa geçtiğim bir yolu sana göstermeye çalı-
şıyorum. Dağ başında olduğumuzu unutma. Gece bastırınca her
taraf zifiri karanlık olacak, hava da kapalı, ay ışığı filan da yok,

99
üstelik tırmanış yolu inişten çok daha zor ve tehlikeli. Önümüzü
görmeden ilerleyemeyiz. Vakit geçirmeden bir karar ver.”
Yeniden düşünmeye başladım. Melis haklı görünüyordu,
benim beynimi kurcalayan önemli bir nokta daha vardı. Sonra
onu şaşırtan bir soru sordum:
“Hani evvelki gün Mahmut diye birini görmüştün ya,”
dedim. Konunun birden Mahmut’a intikalinden afallamış gibi
yüzüme baktı.
“Şu senin arkadaşın, değil mi?”
Başımı sallarken sordum: “Kullandığı arabadan aşağı inmiş
miydi?”
“Anlamadım? Nasıl yani?”
“Sorum yeterince açık değil mi? Demek istiyorum ki sizinle
konuşurken arabasından inip yanınıza yaklaşmış mıydı?”
Melis kaşlarını çatarak o anı anımsamaya çalıştı bir an.
“Evet. Arabadan inmişti. Bir arkadaşının dağlarda kaybol-
duğunu ve onu bulamadığını söylemişti.”
“Yani yaralı filan değildi.”
“Yoo… Hiç de yaralı görünmüyordu.”
Yüzümü ekşiterek başımı salladım, sesimi çıkarmadan. Bir
süre beni süzen genç kadın yalanımı yüzüme vurmak istercesine
konuştu.
“O senin arkadaşın filan değildi, bize de yalan söyledi. Değil
mi?”
Tekrar başımı salladım.
“O Sotoris’in adamıydı.”
“Yani Yunan İstihbaratından?”
“Evet.”
Melis’in tepesi atmış gibiydi. Homurdanmaya başladı.
“Niye her şeyi en başından ve tüm çıplaklığıyla anlatmı-
yorsun?”

100
“Artık bu kadarını bilmen lâzım. Bizim işimizde kimseye
itimat caiz değildir. Örneğin sen.”
“Ben mi?”
“Sen tabii. Senin MİT ajam olduğuna nasıl emin olabilirim?
Bunu bana kanıtlayabilir misin?”
Hayretle yüzüme baktı.
“Yoksa bana inanmıyor musun?”
“Ben kimseye kolay kolay inanmam. Üç senedir sismik araş-
tırmalar için bu yörede çalışıyorsun ve hiç ummadığım bir anda
MİT ajanı olduğunu öğreniyorum. Ayrıca inanılmaz derecede
güzel ve çekici bir kadınla karşılaşıyorum. Ne garip bir rastlantı,
değil mi?”
Melis’in gözleri hiddetle parladı.
“Ya ben sana nasıl güveneyim? Bana garip ve inanılması zor
bir hikâye anlattın. İki bin yıllık Hıristiyan tarihini kökten zede-
leyecek bir masal, yeni bir İncil metni… Buna inanmak hiç de
kolay değil. Sana şüphe ile yaklaşma sebeplerim sadece bununla
da kalmıyor.”
“Madem başladın, dök içini de rahatla,” diye homurdandım.
“Sen kimsin? Kimin hesabına çalışıyorsun? Bütün anlattık-
ların uydurma olabilir. Casus musun? Bunca yabancı istihbarat
örgütleri hakkında bilgin var, mükemmel Rusça konuşuyorsun,
MİT’ten de olmadığını itiraf ettin. Mensup olduğunu iddia ettiğin
o Şirket neyin nesidir? Hiçbir açıklama yapmıyorsun; belki de
gizli bir örgüte mensupsun. Sotoris’in öldürüldüğünü iddia ediyor
ama nerede ve ne zaman öldürüldüğünü bilmediğini söylüyorsun,
sana nasıl inanabilirim?”
İkimiz de âdeta içimizi dökmüş gibiydik.
“Tamam tamam,” diye mırıldandım. “Bunları konuşmayı
daha sonraya bırakalım. Öncelikle geceyi geçirecek bir yer bul-
malıyız.”

101
“Yani nehirden gelenlerin peşinden Mor Kayalıklar’a çık-
mayacak mıyız?”
“Hayır. Bu riski göze alamam. O İncil’i bir an önce sakla-
dığım yerden çıkarmak istiyorum ama oraya kimselerin olmadığı
bir sırada gitmek zorundayım.”
Melis beni süzmeye devam etmekle beraber sesini çıkarmadı.
“Bu Hamur Irmağı’nın öbür yakasında konaklayacağımız hiç
köy yok mudur?” diye sordum.
“Bildiğim kadarıyla yok. Bu kayalık dağların arasına kim köy
kurar. En iyisi bizim kampa dönelim. Biraz zor olacaktır ama
başka çare de yok.”
Hızla düşündüm. Kampa dönmek çok tehlikeliydi. Artık
silahlar çekilmiş sayılırdı ve bundan sonra ne olacağı asla belli
olmazdı. Ama bu şartlar altında kampa dönmek son derece sakın-
calıydı.
“Olmaz,” dedim. “Sizin kampa dönemeyiz.”
Gözleri irileşerek yüzüme baktı. “Geceyi nerede geçire-
ceğiz?”
“Buldum,” diye bağırdım. “Çıktığımız o mağaraya dönelim.
Orası bana emniyetli gözüktü. Rusların orayı bilmesi mümkün
değil. Onlar beni arıyorlar ama mağaranın yerini asla bulamazlar.”
Melis kuşkuyla sordu:
“Ya Amerikalılar? Onlar da İncil’in sen de olduğunu bili-
yorlar mı?”
“Sanırım ama beni tanımıyorlar. Bence geceyi geçireceğimiz
en güvenli yer o mağara. Sabaha kadar açık havada kalamayız.
Her an yağış başlayabilir, en iyisi bir an evvel oraya dönelim.”
Bu fikirden pek hoşlanmamıştı Melis ama isteksizce, “Peki,”
dedi. Az sonra indiğimiz patika yolu yeniden tırmanmaya baş-
lamıştık. Aksu’yu kayışından omzuma asmıştım. Yokuş yukarı

102
tırmanmak cidden zor oluyordu, ama aksilikler ne yazık ki henüz
bitmemişti.
Mağaraya dönüş yolunda tahminimin hilâfına yağmur
tamamen kesilmişti ama bu defa yıldız poyrazdan esen sert
rüzgâr iliklerimize işlemeye başlamıştı. İçimdeki gömleği ve
kazağı Melis’e verdiğimden üşüyordum. Melis yine önde ilerli-
yordu fakat ben de daha önce indiğimiz Keçi yolunu biliyordum
artık. Hamur Irmağı gözden kaybolmuştu. Hesabıma göre mağa-
raya oldukça yaklaşmıştık ki, birden önde giden Melis’ten ufak
bir çığlık geldi.
Genç kadın sendelemiş, bir ayağını acı ile kaldırmış bu arada
sağımızda kalan uçuruma yuvarlanmamak için de sivri kayalara
tutunmuştu.
Hemen, “Ne oldu?” diye sordum.
“Allah kahretsin, bileğim burkuldu,” diye inledi.
İki adımda yanına yaklaşıp dirseğinden tutmak istedim.
Yardım talebimi geri çevirdi.
“Gerek yok. Yürürüm herhalde,” dedi.
Yüzüne baktım. Acıyla inliyordu. Sırf metanetini göstermek
için acısını benden gizlemeye çalıştığını anlamıştım. Önce sesimi
çıkarmadım. Ama sarp ve dik yokuşu burkulan ayağıyla tır-
manması olanaksız olacaktı. Nitekim önce destek teklifimi geri
çeviren Melis, şimdi adım atmak için koluma tutunmaya başla-
mıştı. Gördüğüm kadarıyla ayağının üzerine basamıyordu. Bu
şekilde yola devam edemezdik.
“Bekle,” dedim. “Hiç itiraz istemiyorum.”
Ne demek istediğimi anlamak ister gibi yüzüme baktı. Daha
şimdiden hava kararmaya başlamıştı bile. Zifiri karanlığa kalırsak
yol almamız daha da zorlaşacaktı. Tüfek sırtıma asılıydı zaten, hiç
duraksamadan Melis’i kucakladım. Önce itiraz etmek istedi ama
kafası çalışan bir kadındı ve mağaraya kadar yürüyemeyeceğini

103
pekâlâ anlamıştı. İtiraz etmeyi çabuk kesti. Aslında benim gibi iri
yarı bir adam için onu kucağımda taşımak hiç de zor sayılmazdı
ama sorun zemindeki sert kayalardan ve kayma korkumdan
kaynaklanıyordu. Ayrıca dik bir yokuşu tırmanıyorduk ve soluk-
larım hızlanmaya başlamıştı.
“Bırak şimdi utanmayı da boynuma sarıl. Böylece vücudu-
nun ağırlığını daha iyi dengeleyebilirim,” dedim.
Uslu bir çocuk gibi kollarını boynuma doladı. Gecenin aya-
zında sıcak nefesi boynumu yalıyordu. Gariptir ama onunla ten
temasından aşırı heyecanlanıyordum. Daha önce de Mor Kaya-
lıklar’daki barakada kazdığım çukurun içinde çok daha zor ve
tahrik edici şartlarda iç içe geçmiş gibi dakikalar yaşamıştık.
Şimdi biraz daha rahat yol alıyorduk.
“Başına dert oldum,” diye fısıldadı üzgün bir sesle.
“Keşke bütün basımdaki dertler böyle olsa,” dedim.
“Öyle konuşma, utanıyorum.”
Vücudunu kendime biraz daha yapıştırdım. Hiç sesi çıkmadı,
hatta hoşlanmış gibi geldi bana. “Yaklaştık,” diye fısıldadı. “Mağa-
ra ağzı kırk elli adım ilerimizde.” Sanki onu kucağımda taşımamın
sihirli büyüsünün sona ereceğinin endişesi vardı sesinde.
Sonunda mağaradan içeriye girdik. Onu daha önce oturdu-
ğumuz toprak zeminin üzerine yatırdım. Gece henüz tam anla-
mıyla bastırmamıştı. Biten günün son ışıkları kaybolmak üze-
reydi.
“Kımıldama,” dedim. “Önce botunu çıkarıp bileğine bakaca-
ğım. Bakalım bilekte bir çatlak veya kırık var mı?”
“Anlar mısın, böyle şeylerden?” diye sordu.
“Biraz. Ben çok kırık vakası yaşadım.”
Önce itina ile botunu çıkardım, sonra usulca ayağındaki yün
çorabı çekip aldım. Boyuna göre oldukça küçük ve bakımlı ayak-
ları vardı. Avuçlarımın içerisinde kalan çıplak teninin sıcaklığı

104
başımı döndürür gibi oldu. Kendimi zor toparladım. Topuğunu
avucumun içinde sabitleyip parmaklarından kavrayarak ileri geri
ittim. Hafifçe inledi. Sonra da ayağını dairesel şekilde çevirdim.
Kırık veya çıkık olsa feryat ederdi. Muhtemelen burkulma, adale
zedelenmesi olmalıydı.
“Ciddi bir şeyin yok,” dedim. “Biraz buzla kompres yapabil-
seydik yarın bu ayakla koşabilirdin.”
“Emin misin?” dedi yorgun bir sesle.
“Kesinlikle.”
Artık beni Melis’in burkulan ayağından çok, geceyi burada
nasıl geçireceğimiz konusu düşündürmeye başlamıştı. Sabahtan
beri yağmur, rüzgâr ve ayazın altındaydık; şimdi bir de açlık baş-
lıyordu. Gerçi bir gece bir şey yemesek açlıktan ölmezdik
kuşkusuz, ama yorgun ve üşümüş bedenlerimizin sıcağa ihtiyacı
vardı. Belki dışarı çıkıp, kayaların arasından fışkıran ufak tefek
çalı çırpıyı toplayabilirdim; böylece hem ısınmış olur, hem de
olası yabani hayvanları mağaradan uzak tutabilirdim.
“Kibrit veya çakmağın var mı?” diye sordum.
“Montumun cebinde çakmağım var, ama ıslandıktan sonra
yanar mı yanmaz mı, onu bilemem artık.”
“İyi. Umarım işe yarar.”
“Ateş yakmayı mı düşünüyorsun?”
“İkimiz de ıslağız ve üşüyoruz. Bu halde sabahı edersek gün
doğduğunda buz kesmiş oluruz.”
Sesini çıkarmadı ama aklından ne geçtiğini tahmin edebili-
yordum. Ateş yakmamızın bazı sakıncaları vardı tabii, zifiri
karanlık dağda çok uzaklardan bile görünebilirdi. Lâkin bu tehli-
keyi göze almak zorundaydım.
“Burada bekle ve sakın ayağa kalkma,” dedim. Melis uslu
uslu oturuyordu kuru toprağın üzerinde. Çorabını ayağına
geçirmiş ama botunu giymemişti.

105
Mağaradan dışarı çıktığımda karanlık artık iyice bastırmıştı.
Az sonra göz gözü görmeyecekti. El yordamıyla kayaların ara-
sında ilerlemeye başladım. Kolumu kaya boşluklarının arasına
uzatıyor, çalı çırpı bulmaya çalışıyordum. Birkaç bodur dal,
kurumuş yabani çiçek fidanları ve ufak kökler bulmuştum. Bunlar
fazla idare etmezdi bizi. Topladıklarımı mağaraya dönüp yere
bıraktım. Sonra bir daha çıktım dışarıya. Yağmur yoktu ama karşı
dağlardan esen rüzgâr beni sarsıp duruyordu. İkinci çıkışımda
şansım yaver gitti. Bu defa iki kaya arasına sıkışmış ufak bir çam
ağacının dallarını buldum. Belimdeki komando bıçağı işime
yaradı. Şimdi elimdeki yakacak malzemesi daha da artmıştı.
Melis’ten çakmağı alıp topladığım dalları tutuşturdum.
Mağaranın içini önce kesif bir duman kapladı, sonra mağara ağzı
dumanı oluk gibi emdi. Çatırdıyarak yanan dallar bir anda
bulunduğumuz yeri aydınlatmış ve tatlı bir ısı vermeye
başlamıştı. Karanlıktan kurtulmak ve ısınmaya başlamak ikimizi
de çocuk gibi sevindirmişti. Karşılıklı gülümsedik.
“Bileğin nasıl?” diye sordum.
“İdare eder,” dedi. “Üstüne basmadıkça sorun yok.”
“Umarım yarın sabaha bir şeyin kalmaz. Şimdi uyumaya bak.
Zor bir gün geçirdin. Dinlenmen lâzım.”
“Hiç uykum yok.”
“Olsun. Uyumaya gayret et.”
“Sen ne yapacaksın?”
“Ateşi yanık tutmaya çalışacağım. Gerekirse yeniden çalı
çırpı toplarım.”
“Biraz konuşsak daha iyi olmaz mı?”
“Hangi konuda?”
Yükselen alevlerin aydınlattığı ortamda mavi gözlerinin
içinde utangaç bir ifade yakalamış gibiydim. Yaktığım ateşe yakın

106
bir yerde uzanmış yatıyordu öylece. Dirseklerinin üzerinde doğ-
ruldu hafifçe.
“Az evvel sana haksızlık ettim galiba,” diye fısıldadı.
Anlamazlığa gelmeyi tercih ettim.
“Ne gibi?”
“Şu gizli görevin konusunda anlayışsız davrandım.”
“Boş ver, olur böyle şeyler, insanlar karşısındakinden emin
olmadıkça kuşkuya düşmekte her zaman haklıdırlar.”
“Ama benim yaptığım haksızlıktı.”
“Neden?”
“Çok belli değil mi? Kötü niyetli biri olsan, beni bu denli
korumazdın. Ayrıca bana açıklamalarda da bulunmazdın. Ne
amaçla burada bulunduğunu da söylemezdin. Ben aptalca bir
şüpheye kapıldım.”
“Boşuna kendini suçlama,” dedim. “Bu konuyu kapatalım.”
“Özür dilerim.”
Gülümsedim. “Tamam. Seni rahatlatacaksa özrün kabul
edildi.”
Onun da dudaklarında tatlı bir tebessüm belirdi.
“Teşekkür ederim. Seninle başka şartlar altında tanışmayı
tercih ederdim,” diye fısıldadı.
“İtiraf edeyim ki ben de öyle olmasını isterdim, fakat kader
böylesini uygun gördü.”
Kısa bir süre konuşmadan oturduk.
“Bileğini ovmamı ister misin?”
Bir an kararsız kaldı. “İyi gelir mi acaba?”
“Hiç kuşkun olmasın.”
“Ama…”
“Ama ne?”
“Sana daha fazla yük olmak istemiyorum.”

107
“Saçmalama. Şu an yapacak bir şeyimiz yok zaten. Sabaha
kadar burada boş boş oturacağım.”
Ateşin öbür yanına geçip yanına oturdum. Burkulan ayağını
dizlerimin üzerine koyup yumuşak bir hareketle çorabını
çıkarttım. Parmaklarım mahirane dokunuşlarla sertleşen adaleleri
üzerinde dolaşırken Melis’in rahatladığını hissediyordum.
“Nasıl, iyi geliyor mu?”
“Evet, harika. Bileğimin yumuşadığını duyumsuyorum.”
Bakımlı ayakları sıcacıktı. Dayanamadım, “Çok güzel ayak-
ların varmış. Ufak, ölçülü ve mütenasip,” dedim.
Manidar bir şekilde gülümsedi yeniden.
“Sence kompliman için uygun bir ortam mı?” diye fısıldadı.
Sonra ne diyeceğimi beklemeden sorusuna kendi cevap verdi.
“Belki de öyledir. Sarp kayaların arasında bir mağara, bileği
incinmiş bir kadın, onu himaye eden genç ve yakışıklı bir erkek,
karanlık mekânı aydınlatan alevler… Evet, oldukça romantik
sayılabilir.”
Nazarlarımı gözlerinin içine diktim. Alevlerin gölgesi
yüzünde yansımalar yaratıyordu. Bakışlarımı ısrarla sürdürdüm.
O da nazarlarını benden alamıyordu. Etli alt dudağı belli belirsiz
titriyordu şimdi. Sonra her şey birden oldu. Çıplak ayağını dizle-
rimin üzerine bıraktım ve omuzlarından kavrayarak usulca ken-
dime çektim Melis’i. Artık her şey irademiz dışında cereyan edi-
yordu. Öpüşmeye başladık. Sıcak, yumuşak ve sevgi dolu öpüş-
meydi bunlar. Arkadan yaklaşan ihtiras ve arzu dolu isteklerin ilk
habercisiydi âdeta.
Ama ilk toparlanan yine o oldu. Hafifçe beni göğsümden itti.
“Bunu ben de istiyorum ama henüz zamanı ve yeri değil.
Lütfen biraz sabırlı ol,” dedi.
Hiç itiraz etmedim.
“Doğru,” diye fısıldadım. “Zamanı değil.”

108
Anlayışımı şükranla karşılamıştı. İnce uzun parmaklarını
uzamış sakallı çehremde dolaştırırken, “Teşekkür ederim,” diye
mırıldandı.
Ağaran günün ilk ışıkları mağarayı doldururken yattığı
yerde uyuyan Melis’e bir göz attım. Onu uyandırmak ve harekete
geçmek zamanı gelmişti artık. Ateşimiz çoktan sönmüştü fakat
mağaranın ısısı hâlâ kırıktı.
Melis’i hafifçe omzundan dürttüm. Hemen gözlerini açtı. Bir
iki saniye kadar duruma uyum sağlamaya çalıştı. “Bir şey mi
oldu?” dedi.
“Hayır. Her şey yolunda. Ama şafak söktü. Bence yola
koyulmamızın zamanı artık,” diye mırıldandım.
Melis toparlanarak ayağa kalktı. İncinen ayağının üstüne
bastığında yüzünü bir sevinç ifadesi kaplamıştı.
“Bileğim acımıyor artık,” dedi.
“Basit bir burkulma olduğunu söylemiştim sana.”
“Haklıymışsın.”
Mağaradan içeriye süzülen ilk gün ışıklarıyla birlikte etra-
fına bakınınca buraya ilk gelişimizde ıslandığı için sırtından
çıkardığı giysilerini astığı kayaların üzerinde gördü. Sivri bir kaya
çıkıntısının üzerinde asılı duran sutyeni bu ortamda komik
duruyordu.
“Umarım giysilerim kurumuştur,” dedi. Sonra botlarını giy-
meden onları toplamaya başladı.
“Endişelenme, hepsi kurumuş,” dedim. “Ben kontrol ettim.”
Çapkın bir eda ile mırıldandı.
“Hepsini mi?”
Anlamazlığa gelerek, “Hepsini,” dedim.
“Öyleyse dön arkanı da soyunayım. Sana da giysilerini iade
edeyim.”

109
Yaklaşık on dakika sonra geceyi geçirdiğimiz mağaradan
çıkmıştık. Hamur ırmağına doğru yokuş aşağı inerken yeniden
heyecanlanmaya başlamıştım. Dün gece Mor Kayalıklar’da neler
olup bittiğini müthiş merak ediyordum. FSB ve CIA ajanları mut-
laka bir yerde karşılaşmışlar ve muhtemelen çatışmışlardı.
Açlık ve uykusuz geçirdiğim gecenin yorgunluğu yavaş
yavaş kendini belli etmeye başlamıştı. Dün bütün bir gece
gözümü kırpmamıştım. Uzak bir ihtimalde olsa yanan alevi gören
birilerinin mağarayı basmaları endişesiyle uyuyamamıştım.
Açlığa pek aldırdığım yoktu ama uykusuzluk beni sarsmıştı.
Zaten yaklaşık bir haftadır bu dağlarda dolaşıp duruyordum.
Yokuş aşağı inmemize rağmen bacaklarımda dermansızlık
hissediyordum. Yine de fazla zorlanmadan dere yatağına vardık.
Melis de bileğindeki ağrıdan yakınmıyordu. Gece yağmur yağ-
madığından ırmaktaki suyun miktarı azalmış, dünkü uğultulu
akıştan eser kalmamıştı.
Irmağın yatağına iyice yaklaştığımızda lastik botu aradım.
Bot, adamların bıraktığı yerde aynen duruyordu. Aklıma gelen ilk
ihtimal, sayıca daha fazla olan Rusların, yeni gelenleri tepelediği
oldu. Herhalde o yüzden adamlar botlarına dönememişlerdi.
Aslında kimin öldüğü, kimin sağ kaldığı umurumda değildi.
Benim için önemli olan yüklendiğim görevi yerine getirmekti.
Irmağın dünkü tasmasıyla ıslanan taze toprak üzerinde ayak
izleri aradım. Belli ki adamlar geri dönmemişlerdi.
Durakladığını gören Melis sordu:
“Ne düşünüyorsun? Amerikalı dediklerinin öldüklerini mi?”
“Eh, buna yakın bir tahmin yürüttüm, ama belli de olmaz.”
“Nasıl yani?
Melis’in sorusunu duymazlığa gelerek mırıldandım:
“Mor Kayalıklar’a varmaya kaç dakikamız var?”

110
“Az kaldı. Bu hızla tırmanmaya devam edersek on dakikaya
varmaz ulaşırız oraya. Ama hâlâ beynimi kurcalayan bir noktayı
bana açıklamadığını düşünüyorum.”
“Öyle mi? Neymiş o nokta?”
“Uzun bir tarihi hikâye anlattın bana, fakat en can alıcı nok-
tayı söylemedin henüz.”
Gülümsedim. “Benim İncil’i nasıl bulduğumu mu?”
“Evet. Tam üstüne bastın.”
“Şimdi hiç sırası değil. Merak etme, işler yolunda giderse
elbette anlatacağım.”
“Bence tam zamanı. Zira az sonra Mor Kayalıklar’a vardı-
ğımızda neyle karşılaşacağımızı hiç bilmiyoruz. Hatta hayatta
kalıp kalmayacağımızı da.”
“Endişelenme,” dedim. “Bize bir şey olmayacak.”
“Bundan nasıl emin olabilirsin? Unuttun mu, geçen seferinde
seni ölümden kurtardık. O çukurun içinde biraz daha kalsan
boğulacaktın.”
Melis’i rahatlatacak birkaç cümle söyleyebilirdim ama birden
durmak zorunda kaldık, sanırım yol arkadaşım önümüzdeki
mesafenin ne kadar süreceğini tayinde hata etmiş olmalıydı, zira
Mor Kayalıklar’ın başlangıç noktasına gelmiştik. Yolun bundan
sonrasını ben de biliyordum. Biraz daha tırmanırsak boş baraka-
ları görecektik artık.
“Yere yat hemen,” diye mırıldandım.
Artık benden gelen bu tür komutlara alışmıştı. Sözümü din-
lemiş ve hemen toprağın üzerine boylu boyunca uzanmıştı. Ona
işaretle beklemesini söyleyip ağır ağır sürünmeye başladım. Baş
hizam, toprağın meylinin uç noktasına gelince barakaları göre-
bilmiştim nihayet. Düzlükte etrafı araştıran, toprağın çeşitli yer-
lerini kazan Rusları göreceğimi sanıyordum ama barakaların

111
civarında kimsecikler yoktu. Ne Ruslar, ne de CIA ajanı oldukla-
rını sandığım botla gelen adamlar.
Bomboştu çevre.
Hatta ürkütücü bir sessizlik vardı. İçimi bir ürperti kapladı.
Dün gece neler olmuştu burada? Yoksa iki taraftan biri,
sakladığım İncil’i bulup gitmiş miydi? Öyle de olsa, çatışmanın
izlerine rastlamalıydım.
Melis de sürünerek yanıma gelmişti. Başını kaldırıp etrafa
bakınınca fısıldadı: “Çok sakin görünüyor. Burada kimse yok
galiba.”
Beni de ürküten buydu zaten.
“Sen burada bekle,” dedim. “Ben çevreye bir göz atacağım.
On dakikaya kadar dönmezsem veya silah sesleri işitirsen, her ne
olursa olsun, arkamdan gelme ve izlediğimiz yolu takiben Karga
Burnu’ndaki jandarma karakoluna dönmeye çalış. Bu sessizlik hiç
hoşuma gitmedi. Oraya varınca üstlerinle temas kurarsın. Beni
iyice anladın mı?”
“Tamam, anladım,” diye fısıldadı Melis. “Sen beni merak
etme.”
Onu meylin başında bırakıp yine yerde sürünerek büyük
barakanın arka duvarına doğru ilerlemeye başladım. Rus ajandan
aldığım otomatik tüfeğe sıkı sıkı yapışmıştım. Süründüğüm için
burnuma nemli toprak kokusu siniyordu. Her taraf dünkü yağ-
murdan ıslaktı daha. Bir yandan da düşüyordum; bu sessizlik
acaba bir tuzak mıydı? Önünde sonunda gizlediğim İncil’i almak
için döneceğimi hesaplayan Ruslar, pusu kurmuş olabilirler
miydi? Ama iki ajanlarını etkisiz hale getirdikten sonra, İncil’i
sakladığım yerden alıp uzaklaştığımı da düşünebilirlerdi. Kesin
bir karara varmak için erken gibi görünüyordu durum.
Aşırı sessizlik bende tuzak havası uyandırmaya devam edi-
yordu. Bütün sinirlerim gerilmişti. Yırtıcı bir hayvan gibi âdeta

112
havayı kokluyordum. Bakışlarım altmış derecelik bir açıyla çev-
remi tarıyordu. Belki de Mor Kayalıklar’da Melis’le benden başka
tek bir canlı yoktu fakat içimdeki yakın tehlike duygusunu bir
türlü yenemiyordum. Asap bozucu sessizlik içinde tek duyduğum
şey karşı cepheden esen soğuk rüzgârın uğultusuydu. Kısa bir
süre daha bekledim, sonra yavaş yavaş dizlerimin üzerinde doğ-
ruldum. Aksu-74’ün kısacık namlusunu ileri uzatmış bir elimle
tüfeğin kabzasını kavramış, parmağımı tetiğe geçirmiştim, diğer
elimle de alttan sürme şarjörü kavramıştım. Artık karşıma
çıkacak her kişiye ateş açmaya hazır vaziyette sayılırdım.
Sessizliğe hâlâ bir anlam veremiyordum. Koşar adım büyük
barakanın arka duvarına vardım. Öteki barakaların pencereleri
benim yaklaşmamı görmeye elverişliydi, ama ne üzerime ateş
açılmış ne de pusuda iseler bir müdahale olmuştu. Sinirlerim git-
tikçe geriliyordu. Bunu biraz da yorgunluğuma vermeye başla-
mıştım. Kaç gündür dağlarda zor günler geçirmiştim, sanırım
daha fazla gerginliği kaldıramıyordum artık.
Yine bekledim bir süre. Sonra koşarak büyük barakanın ön
tarafına geçtim. Baraka kapısı hâlâ aralıktı. Tetiğe dayadığım
parmağım karıncalanıyordu, ayağımın ucuyla kapıyı içeriye
doğru ittim.
İçerisi bomboştu.
Daha önce hakladığım iki Rus ajan da barakada yoklardı.
2
Demek yanılmışız,” dedi Melis. “Ruslar çekilmiş olmalı.”
Hiç de mantıklı gelmiyordu bana. “Sanmam,” diye homur-
dandım.” Onlar İncil’i ele geçirmedikçe arenadan çekilmezler.
Hâlâ buralarda bir yerde olmalılar.”
Melis’in gözleri de çevreyi tarıyordu. “Ya Amerikalılar?
Onlardan da bir iz yok.”

113
İşin bir garip yanı da buydu; onlara ne olmuştu acaba? İki
ekip karşılaşmış olsa, mutlaka kan dökülürdü. Kafam iyice
karışmıştı.
“Bilmiyorum,” diye homurdandım huzursuz bir şekilde.
“Üç barakaya da baktın mı?” diye sordu Melis.
“Hepsine baktım. Ne cesetler var, ne boş mermi kovanları.
Sanki buraya hiç kimse uğramamış gibi.”
“Ya o yaralı iki Rus?”
“Onlar da yok.”
Melis de huylanmaya başlamıştı. Kuşkulu nazarlarla boş
alana, arkadaki düzlüğe ve daha ilerde yer alan dağlara bakıyor-
du. Her an konuşmamızı biri duyacak gibi fısıldayarak sordu.
” Burada saklanacak o kadar çok yer var ki acaba bir yere
gizlenip bizi gözetliyor olabilirler mi? Belki de İncil’i senin sak-
ladığın yerden çıkarmanı bekliyorlardır. Sonra birden üzerimize
saldırabilirler.”
“Mümkündür ama bence oldukça zayıf bir ihtimal.”
“Neden?”
“Çünkü Ruslar, İncil’i benim buralarda bir yere sakladığımı
bilmiyorlar. Bilseler, hiç beni öldürmek için o su çukuruna atarlar
mıydı?”
Melis gözlerini kırpıştırarak dikkatle beni süzmeye başladı.
“Öyleyse FSB’nin seninle zoru ne? Sakın yine beni atlatmak
için uzun hikâye, zamanı gelince anlatırım deme. Sıkıldım artık,”
diye terslendi.
“Sana ufak bir sır daha vereyim; Ruslar beni Sotoris’in yar-
dımcısı sanıyorlardı.”
Melis hiç de inanmış gibi bakmıyordu gözlerimin içine.
“Sotoris’i Rusların öldürdüğünü söylemiştin. Şayet sırrın
anahtarı Yunanlı ajanın elindeyse onu niye öldürdüler? Maksat-
larına erişip İncil’i elde etmeden öldürürler mi hiç?”

114
“Korkarım meseleyi hâlâ kavrayamadın Melis. Karşımızda-
kiler din adamları değil, onların indinde ne Hıristiyan tarihinin
nasıl şekilleneceği, ne de mezhepler arasındaki çatışmanın alacağı
seyir önemli değil. Onlara emri verenler olayı tamamen siyasi
açıdan mütalaa ediyorlar. Ruslar, Sotoris’in CIA adına çalıştığını
bir şekilde öğrenmişlerdi. Söz konusu İncil’in Amerikalıların eline
geçeceğine, sonsuza kadar kaybolmasını seve seve göze alabilir-
lerdi. O nedenle de hiç tereddüt etmeden Sotoris’i öldürdüler.
Geriye Sotoris’in yardımcısı sandıkları ben kalmıştım. Burada
beni uzun uzun sorguya çektiler ama ağzımdan tek kelime ala-
madılar. Her şeyi Sotoris’in bildiğini bana da bir şey söylemedi-
ğini anlattım onlara. O zaman da beni ayaklarımdan kuyuya bağ-
layıp, ölüme terk ettiler. Ama ecelim gelmemiş işte, sizler yetişip
beni kurtardınız.”
Melis hâlâ tatmin olmamışa benziyordu.
“O halde neden Ruslar hâlâ bu bölgeden uzaklaşmıyorlar?
Ne bekliyorlar daha? Madem İncirin yerini bilen tek kişiyi öldür-
düler, daha fazla burada bulunmalarının sebebi ne olabilir? O
kadar kalabalık bir ajan grubunun dağlarda dolaşmasını kolay mı
sanıyorsun? Bu açıklamaların bana hiç de tatminkâr gelmedi.”
“Ne yani? Yalan mı söylediğimi sanıyorsun?”
Genç kadının cevabı sert olmuştu. “Sadece sana inanmak
istiyorum,” dedi.
“Yine münakaşaya girişmeyelim Melis. Bana inanıp inan-
mamakta serbestsin.”
Melis burnundan solur gibi homurdandı: “Madem Rusların
bu mücadeleden vazgeçmeyeceklerine eminsin, o halde neredeler
şimdi? Veya sorumu şu şekilde sorayım, FSB kayıp İncil’in bura-
larda bir yerde saklı olduğunu biliyor mu?”
Asık bir suratla başımı salladım. “Sanırım biliyorlar.”
“Kimden öğrendiler peki?”

115
“Mardinli bir Süryani’den.”
“Sen de o adamı tanıyorsun, değil mi?”
Tekrar başımı salladım. “Evet, tanıyorum.”
Melis tam o adamın kim olduğunu sormaya kalkışıyordu ki,
buna fırsat bulamadı. İki baraka arasındaki kayalık mıntıkadan
ellerinde otomatik tüfek bulunan iki adam belirivermişti birden.
Adamlar silahlarını bize çevirmişler ve içlerinden biri, “Kımılda-
mayın yoksa ateş ederiz,” diye Türkçe bağırmıştı. Etrafın boş
olduğuna kanaat getirdiğimden silahı sol elime almış ve kabzasını
toprağa dayamıştım. Ayrıca Melis’le burun buruna idik. Ateş
ederlerse ikimizi de o an kalbura çevirirlerdi.
İçimden küfrü bastım.
Daha dikkatli olmam gerekirdi. Gerçi barakaları gezmiş ve
hatta çevreye de üstün körü göz atmıştım, ama saklanacak çok
yer olduğunu da kabul etmek zorundaydım. Bir çılgınlık yapıp
silaha sarılmam ve ateşle karşılık vermem intihar olurdu. Zaten
korkan Melis, çoktan koluma yapışmıştı.
Adamları tanımakta hiç zorluk çekmemiştik. Bunlar Hamur
Irmağı’ndan gelen Amerikalılardı. İlk konuşan adam tekrar
bağırdı.
“At o silahı elinden.”
Yapacak bir şey yoktu. Yavaşça tüfeği toprağın üzerine
bıraktım.
Bu arada onlar da yavaş yavaş bize yaklaşıyorlardı. Türkçe
konuşanın yanındaki tıknaz, sarı saçlı olanı bu defa İngilizce ses-
lendi:
“Harry, sizler de buraya gelin.”
Başımı çevirip arkaya baktım. Otuz metre kadar arkamdaki
yassı kaya bloğunun arkasında da başka bir Amerikalı ile Melis’in
ekibine daha önceki yıllarda gelişinde kılavuzluk yapan Raşo

116
belirmişti. Raşo silahsızdı ama Harry denen adamın elinde Ruger
MP-9 tipi ateş gücü korkunç olan bir tüfek duruyordu.
Dördü de bize yaklaşıyordu. O sırada kendi kendime söy-
lenmeye devam ediyordum. Arazi saklanmaya ne kadar müsait
olsa da, bu kadar boş bir alanda dört kişiyi fark edememem affe-
dilir şey değildi.
Türkçe konuşan ve bize silah doğrultan adam gürledi:
“Kimsiniz siz ve burada ne işiniz var?”
İçimden, “Vay canına,” demekten kendimi alamadım. Herif
bir de bize hesap soruyordu. Fakat anlamsız tepki göstermenin
şimdilik anlamı yoktu.
“Asıl siz kimsiniz? Niye bize silah çekiyorsunuz?” diye söy-
lendim.
“Sen soruma cevap ver.”
“Biz üniversite öğretim üyesiyiz. Beş kilometre kadar geride
kampımız var. Bu yörede ilmi araştırmalar yapıyoruz,” dedim.
Adam biraz daha yaklaşmıştı. Hafifçe sırıtarak sordu.
“İlmi araştırma ha? Ne araştırması bu?”
“Jeolojik araştırmalar.”
Durumu kavrayan Melis de o an lâfa karışmıştı. Oldukça
düzgün, teklemeyen, korku göstermeyen, akıcı bir ifade ile
konuştu.
“Ben ilmi heyetin başıyım. Doçent Melis Bandırmalı. Neler
oluyor burada? Ne istiyorsunuz bizden?”
Tam o sırada arkadan Raşo’nun sesi geldi.
“Kadın doğru söylüyor. Onu tanırım. O kampın yapımı sıra-
sında bir ara onlara yardımcılık ettim.”
Harry denen adam homurdandı.
“Ne diyorlar?”
Bizimle konuşan adam, aramızda geçen mükalemeyi İngiliz-
ceye çevirdi.

117
Harry küfür etti:
“Lanet olsun. Bir bunlar eksikti şimdi.” Sonra yaklaşıp
elimden bıraktığım tüfeğe baktı. Birden yüzünde alaycı bir
tebessüm belirdi. “Rus yapısı bir Aksu otomatik. Bir üniversite
görevlisinin elinde bu tüfeğin işi ne?”
Hiç bozuntuya vermeden, son derece inandırıcı bir ses
tonuyla devam ettim ama bu defa akıcı İngilizcemle konuş-
muştum.
“Sorun da bu zaten. Bu tüfeği dün öğle sularında, şu ilerdeki
barakanın içinde bulduk.”
Üç Amerikalı da dikkat kesilmişti.
“Hangi barakanın?” diye sordu Harry.
Parmağımla büyük barakayı işaret ettim.
“Birileri orada bir tünel açmış. Tüfeği de orada unutmuşlar
ya da bırakmışlar. Pek anlamadık.”
Beni kuşkuyla süzüyorlardı ama yüzlerinde ciddi bir endişe
belirmişti.
Bizimle konuşanı üzerimize doğrulttuğu namluyu kımıl-
datmadan homurdandı. “O tüneli gösterin bakalım.”
Melis’le kısa bir an bakıştık. Ona cesaret vermek istercesine
elinden tuttum. “Bizi izleyin,” dedim.
Adamların bize pek inanmadığını düşünüyordum ama
kararlı ve kendimden emin halim onları biraz şaşırtmıştı. Tabii,
asıl şansımız Melis’in iki üç yıl önce kamptan kovduğu kılavuzdu.
Eski tartışma bu gün işe yaramış, Raşo denen soysuz, o tarihteki
işverenini hemen tanımıştı. Raşo’nun söylediklerimizi tasdik
etmesi bir nebze de olsa kuşkuları hafifletmiş ve ayrıca üstümüzü
aramaya kalkışmamışlardı. Şayet buna tevessül etseler, Melis’in
üzerinde bir tabanca, bende de Rus yapısı bir komando bıçağı
bulacaklardı. O zaman durumumuz çok daha zorlaşacaktı.
Hep beraber kulübeye dolduk.

118
Harry alaycı bir şekilde yüzüme baktı. “Neredeymiş bu
tünel? Ben öyle bir yer göremiyorum,” dedi.
Mukavva kutuların olduğu duvar dibine bir göz attım. Kirli
çuvallar ve iri kutu hâlâ bıraktığım şekilde duruyor ve kapak
görünmüyordu. Kendimden emin bir şekilde duvarın dibine
yürüdüm ve iri karton kutuyu ayağımla ittim. Kapak ortaya çıktı.
Muzaffer bir edayla CIA ajanlarına baktım.
“İşte, burada.”
Adamların yüzü bir anda sararmıştı. Tıknaz olanı hemen
oraya seğirtti ve hışımla kapağı kaldırdı. Sonra tereddüt etmeden
mezar çukuruna benzeyen toprağın içine atladı. Belinden çıkar-
dığı uzun bir cep fenerini yakarak karanlık çukuru aydınlatarak
incelemeye başladı. Raşo hariç, diğerleri de merakla onun yanına
koştular. Tıknaz adam sinirli bir şekilde söylendi.
“Burası boş. Hiçbir şey yok içinde.”
Hiç bozuntuya vermeden, hayret edermiş gibi homurdan-
dım.
“Ne bulacağınızı sanmıştınız ki orada?”
Amerikalılar birbirlerine baktılar ama hiçbiri benim masum
görünen soruma cevap vermedi. Kısa bir şaşkınlık ve duraklama
anından sonra Harry bakışlarını yine bana çevirdi. Artık İngilizce
bildiğimizi öğrendiklerinden kendi dillerinde konuşmayı tercih
ediyorlardı.
“Bu tüfeği burada mı buldunuz?” diye sordu.
Cevabım yine kesindi: “Evet”
“Ne zaman?”
“Dün sabah,” dedim.
“Ne arıyordunuz burada?”
Soruyu çok yadırgamış gibi adamı süzdüm.
“Çevreyi araştırmak kadar doğal ne olabilir. Bizim işimiz hep
toprakla. Burada terk edilmiş barakalardan hiç haberimiz yoktu.

119
İçeriye girdik ve o zaman tünel ağzını gördük. Yanında bir de
tüfek duruyordu. Haliyle o silahı dönüşte yanımıza aldık. Niye-
timiz, jandarmaya teslim etmekti.”
CIA ajanları fena halde bozulmuş görünüyorlardı. Duruma
yavaş yavaş hâkim oluyordum. Sonra bir kaşımı sinirli bir şekilde
havaya kaldırarak sesime sert bir eda verdim.
“Artık siz de bir açıklama yapsanız iyi olacak sanırım. Anla-
dığım kadarıyla sizler Amerikalısınız ve bu toprağın insanlarına
karşı silah çekiyorsunuz. Ne anlama geliyor bu? Kimsiniz ve bu
davranışınızın sebebi ne?”
Zor duruma düşmüşlerdi ve karşılarında duran iki üniversite
hocasına mâkul bir açıklama yapmak zorundaydılar. Bizler sıra-
dan dağ köylüsü değildik ve açıklamalarının bizi tatmin etmesi
gerekecekti. İlk toparlanan, yine Türkçe konuşanı olmuştu.
“Buraya hükümetinizin davetlisi olarak geldik ve yine
hükümetinizin izniyle bir araştırma yapıyorduk,” diye geveledi.
Hemen soruyu yapıştırdım. “Ne araştırması?”
“Üzgünüm ama bu sivillere açıklayamayacağımız kadar gizli
bir araştırmadır. Söyleyemeyiz.”
“Tuhaf,” diye homurdandım. “Niye yanınızda bir Türk yetkili
yok.”
Herif pişkince karşılık verdi:
“Aslında sizden de biri var. Ama iki gruba ayrıldık. Bir grup
Karaağaçların kuzeyinde kalan bölgeyi araştırıyor. Türk yetkili de
o grubun içinde. Biz de Tavşan Boğazı ile Sansar Düzü arasındaki
üçgeni araştırıyoruz.”
“İyi de ne araştırıyorsunuz bu yörelerde?”
Çukurun içinden çıkan Harry duruma müdahale etti.
“Belki siz de bize yardımcı olabilirsiniz,” dedi. Sonra arka-
daşlarına üzerimize çevrilen silahları indirmeleri için bir işaret

120
yaptı. Ajanlar hemen silahlarını indirmişlerdi. O zaman bu
grubun ana yetkilisinin Harry olduğunu anlamıştım.
“Hiç buralarda Ruslara rastladınız mı?”
Sahte bir şaşkınlık numarası ile mırıldandım. “Ruslara mı?”
Başını sallayarak tasdik etti.
“Şaka mı bu? Rusların burada ne işi olabilir?”
“O kadarını açıklayamayız. Ama onların buralarda bir takım
kazılar yaptığını biliyoruz. Hemen bu çevrede.”
Melis, benim bile şaşırdığım bir rahatlıkla söylendi.
“Ne kazısı? Arkeolojik bir araştırma mı?”
Saf saf yüzlerine bakıyorduk. Harry bu konuda bir şey bil-
mediğimize hükmederek arkadaşlarını dışarı çağırdı. Anlaşılan
kendi aralarında durumu yeni baştan analiz edeceklerdi. Şimdi
barakada Melis, ben ve Raşo kalmıştık. O zaman Raşo’nun dik-
katle beni incelediğini fark ettim. Özellikle ayağımdaki köylü işi
örme çopralara ve kılavuz Hasan’dan aldığım lastiklere bakıyor-
du. Bana dönüp sordu:
“Sen de hoca mısın?”
“Evet,” dedim. “Neden sordun?”
“Hiç,” dedi ilgisizce. “Şu ayağındaki çoraplar ve lastik gari-
bime gitti de.”
“Neden?”
“Bunları yörenin köylüleri giyer. Şehirlilerin dağlarda lastik
kullandığını hiç görmedim de.”
Bu hengamede adamın dikkatine şaşırmıştım doğrusu.
“Oldukça rahat ve kullanışlı,” dedim.
“Kimden aldın onları?”
En ikna edici ses tonumla mırıldandım yine:
“Kılavuzumuz Hasan’dan. Tanır mısın?”
“Evet,” dedi. Arası Melis’le açık olduğundan ona bakmadan
kulübeden dışarı çıktı o da.

121
Raşo, Amerikalıların yanına doğru ilerlerken, Melis rahat bir
nefes almıştı.
“Ne dersin? Bize inandılar mı acaba?” diye fısıldadı.
“Şimdilik inanmış görünüyorlar. Kılavuz Raşo’nun senin
üniversite ekibinden olduğunu teyit etmesi, elimizdeki tüfeğin
Rus yapısı olması ve barakadaki kazılmış bölüm bize inanmala-
rına yetti. Ayrıca o kazılmış bölümde İncil’in saklandığına ve
Rusların İncil’i bulduklarını düşündüklerine de eminim.”
Melis titreyerek fısıldamaya devam etti:
“Peki Ruslar? Onlar hangi cehennemdeler acaba?”
“İnan, bilmiyorum. Burada fazla konuşmayalım, dikkat
çekmesin. Gel biz de dışarı çıkalım.”
Biz de açık havaya çıktık. Ağır adımlarla onların yanma
doğru yaklaşmaya başladık. Bizi görünce Amerikalılar araların-
daki müzakereyi kesmişlerdi. Harry denen adam bize döndü; “Sizi
korkutup, heyecanlandırdığımız için üzgünüz. İki ilim adamına
saygısızlık etmek istemezdik. Umarım bizi anlayışla karşılarsınız.
Biz şimdi Karaağaçlar mevkiindeki diğer grubun yanma
dönüyoruz. Belki onlar Rusların izine rastlamışlardır.”
Tam yanımızdan ayrılmaya hazırlanıyorlardı ki, “Bir dakika
durun,” dedim. Harry beni süzdü.
“Ne var?”
“Şu tüfek,” dedim. “Rus tüfeği. Onu geri almamız lâzım. Jan-
darmaya olanları anlatmamız için elimizdeki tek delil o.”
Kısa bir an duraklayan CIA ajanı arkadaşına dönerek, “Verin
tüfeği,” diye mırıldandı. Dikkat ettim, hepsinin suratı bir karış
asıktı. Başarısızlıkları yüzlerinden belli oluyordu. Özellikle onlara
gösterdiğim baraka içindeki mezarımsı tünel bütün ümitlerini
kırmış gibiydi. Artık İncil’i Ruslara kaptırdıklarına inanıyorlardı.
Benim için durum hiç fark etmiyordu, ha CIA, ha FSB ikisi
de aynı kapıya çıkıyordu. Ne var ki, sakladığım İncil’i yerinden

122
çıkarıp görevim gereği emin ellere teslim etmediğim sürece teh-
like devam edecekti ve zihnimi kurcalayan daha bir yığın soru
vardı beynimde. Dün öğleden sonra iki Rus ajanını barakada
etkisiz hale getirip, diğerlerinin de olay yerine döneceğini düşü-
nerek hızla Mor Kayalar’dan uzaklaşmıştık. Ruslar acaba ne
zaman yaralılarını alıp gitmişlerdi? Onların devreden çıktıklarını
sanmıyordum. Şayet bir zamanlama hatası yapmıyorsam, iki
ekibin dün akşam saatlerinde Mor Kayalar’da karşılaşmaları
gerekmez miydi?
CIA ajanlarının hemen yola koyulacaklarını sanmıştım, fakat
Harry, birden hatırlamış gibi bana döndü yeniden.
“Şu barakadaki gizli çukuru dün sabah bulduğunuzu söyle-
miştiniz, değil mi?” diye sordu. Şimdi ajanın gözlerinde şeytani
parıltılar vardı.
“Evet. Dün sabah bulduk. Doçent arkadaşım da yanımdaydı.”
“Buraya geldiğiniz saati hatırlıyor musunuz?”
Düşünür gibi yaptım. “Dokuz buçuk, on olmalıydı. Neden
sordunuz?”
“Başka dikkatinizi çeken şeylere de rastladınız mı?”
İlgisizce sordum, “Ne gibi?”
Harry ters ters yüzüme bakmaya devam etti.
“Bunu sizin fark edip etmediğinizi öğrenmek istiyorum.
Yadırgadığınız başka bir şey gördünüz mü burada?”
“Etrafta mı?” dedim tekrar.
Başıyla barakayı işaret etti. “Orada.”
Sakin sakin başımı salladım. “Hayır, dikkatimi çeken başka
bir şey gördüğümü sanmıyorum.”
“Emin misiniz?”
Omuzlarımı silktim. “Herhangi bir şey hatırlamıyorum. Öyle
olsa fark ederdim herhalde.”
“Barakaya girer misiniz, lütfen,” dedi.

123
Her ne kadar lütfen demişse de ses tonunda belirgin bir emir
havası vardı. Hep beraber yeniden barakaya döndük. Harry yer-
deki kurumuş kan lekelerini işaret etmişti bana. İvan’ın tüfeğinin
kabzasıyla kafasını yardığım zaman oluk gibi akan kanları. Yer-
deki lekelere biraz da irkilerek baktım. Her ne kadar kanlar
kurumuşsa da taze izler olduğu yine de belliydi.
“Ne bunlar?” dedim. “Kan izine benziyor.”
“İyi tahmin ettiniz. Kan izi zaten.”
İlgisizmiş gibi sordum. “Ruslara mı ait?”
“Bilmem. Siz ne dersiniz?”
Gülümsemeye çalıştım.
“Benim böyle şeylere pek aklım ermez. İhtisasım jeoloji ile
sınırlıdır. Ama anladığım kadarıyla sizler böyle işlerin uzmanı-
sınız, sizin daha iyi bilmeniz gerekir.”
Harry yüzüme yine pis pis bakmıştı.
“Yani dün sabah buraya geldiğinizde bu izleri görmediniz
mi?”
“Hayır. Dikkat etmemiş olmalıyım. Ayrıca burası çok pis”
“Ama kan izleri çok belirgin.”
Aynı anda Melis’in konuşmaya dahil olan sesini işittim.
“Benim dikkatimi çekmişti ama doğrusu pek önem verme-
miştim,” dedi.
Ajan bu kez Melis’e döndü.
“Neden?”
“Bilmem… Burası kullanılmayan, boş bir yer. Bu barakaları
kimin yaptığını, kime ait olduğunu da bilmiyoruz. Bütün kapılar
açık. Belli ki içeriye giren çıkan olmuş, belki geceleyenler bile.
Baksanıza bütün tahtaların üzerinde ayak izleri de var.”
Harry dikkatle Melis’i süzüyordu.
“Bence burada bir boğuşma olmuş,” diye mırıldandı. “Birini
ya öldürmüşler ya da ağır şekilde yaralamışlar. Sonra da sürük-

124
leyerek dışarıya taşımışlar. Dikkat ederseniz, kapıya kadar yere
sızmış kan damlacıkları var.”
İzler gerçekten çok barizdi. Belli ki Ruslar arkadaşlarını
barakadan çıkarırken o izleri bırakmışlar. İkimiz de sanki olay
bizi hiç ilgilendirmiyormuş gibi bigâne davranmıştık. Harry
soğuk bir ses tonuyla söylenmeye devam etti:
“Bir şey daha dikkatimi çekti; şu bulduğunuz kazılmış yer.”
Ne diyeceğini merak eder gibi yüzüne baktım.
“Herhalde fark etmişsinizdir,” dedi.
“Neyi?”
“Çapını. Bir buçuk metreye yakın boyu ve kırk santim kadar
da derinliği var.”
“Eee? Ne var bunda?”
“Buradan çıkan toprak. Acaba nereye boşaltılmış olabilir?”
“Anlamadım?” dedim.
“Fark etmediniz mi? Tahtaların üzerinde hiç toprak kırıntısı
yok. Ben dışarıda da o çukurdan çıkan toprağın boşaltılıp küme-
lendiği bir alan göremedim.”
“Ne söylemeye çalışıyorsunuz?” dedim.
Harry aklından geçeni açıkladı.
“Bence o çukur eskiden kazılmış, yeni değil.”
Yadırgamış gibi mırıldandım.
“Olamaz mı? Bunda şaşılacak ne var?”
“Olamaz. Zira Rusların en fazla yetmiş iki saattir burada
bulunduğunu biliyoruz. Bu da yaklaşık üç gün eder. Yağan
yağmur bile çıkartılan toprak kümesini akıtıp yok edemez bu
süreç içinde.”
“Nereye varmak istiyorsunuz?” diye sordum.
“Kanımca o kazıyı Ruslar yapmadı.”
“Öyleyse o çukuru kim kazdı?”

125
Ajanın yüzü gittikçe geriliyordu. “Benim de vurgulamak
istediğim bu zaten,” diye homurdandı.
Şaşırmış gibi davranmaya devam ettim.
“Eğer Ruslar değilse, kim olabilir? Ayrıca bulduğumuz tüfeği
nasıl açıklayacaksınız?”
Harry’nin yüzü gittikçe geriliyordu.
“İşin ilginç bir yanı da bu. Hiçbir ajan silahını olay yerinde
unutmaz.”
İşler sarpa sarıyordu.
“İddianıza göre burada birisi vurulmuş, kan izlerini öyle
açıklıyorsunuz. Acaba bulduğumuz tüfek vurulan Rus’a ait
olamaz mı?” diye sordum.
Harry başını salladı.
“Zayıf olasılık,” dedi. “Öyle bile olsa arkadaşları yine de
silahı ortada bırakmazlardı.”
“Hepimiz insanınız. Rusların bu Allah’ın dağında ne aradık-
larını bilmiyorum ama aradıkları şey her ne ise, bulunca sevince
kapılıp tüfeği unutmuş olabilirler.”
“Bizler profesyoneliz bayım. Böyle hatalar yapmayız.”
CIA ajanı bana bakarken yüzündeki ifade gittikçe sertleş-
meye başlamıştı.
“Bana doğruları anlatmıyorsunuz gibi geliyor,” dedi.
Durum gittikçe kötüye gidiyordu. İlk avantajımızı kaybedi-
yorduk galiba. Hemen atağa geçmem gerektiğini sezinledim.
“Konuşmanız terbiye sınırlarını aşıyor bayım,” dedim. “Ne
söylediğinizin farkında mısınız? Bizler ilim dünyasının saygın iki
kişisiyiz. Sizler ise ülkemizdeki yabancılarsınız. Burada ne aradı-
ğınızı bile bilmiyoruz. En iyisi durumu polise ve askeri birliklere
bildirelim. Gereği neyse onlar yapar. Sizin kabalıklarınıza kat-
lanmak zorunda değiliz. Şayet burada bizim güçlerimizle
müşterek bir harekât yürütüyorsanız, buna itirazınız da olamaz.”

126
“Ne yazık ki buna izin veremeyiz,” dedi CIA ajanı.
“Nedenmiş o?”
“Zira bu çok gizli bir operasyon. Durumu polis veya askeri
yetkilileriniz bilmiyor, sadece İstihbarat örgütünüz MİT, haberdar
bu çalışmalardan. Ama dilerseniz onlarla temas kurabilirsiniz.”
Herif düpedüz yalan söylüyor ve bizi açmaza sokuyordu. İki
bilim adamının bu dağ başında MİT’le ilişki kurmasının imkân-
sızlığını biliyordu besbelli ki. Bir an endişeyle Melis’e baktım.
Filhakika akıllı bir kadındı ama bir patavatsızlık yapıp, ben zaten
MİT ajanıyım diyebilirdi. Neyse ki yanı başımda kımıldamadan
duruyordu genç kadın. Aferin, diye geçirdim içimden; doğrusu
acemiliğine ve yeterli eğitim görmemiş olmasına rağmen gaf
yapmamıştı.
Kaşlarım çatıldı. Sanırım Harry’de biraz ileri gittiğini anla-
mıştı.
“Kaç günden beri buralarda çalışıyorsunuz?” diye sordu
birden.
Bir gaf yapmamak için durakladığım bir anda Melis imda-
dıma yetişti.
“On gün oluyor.”
Harry, “Şu son üç dört gün içinde buralarda başkalarını
gördünüz mü?” diye sordu.
“Yani başka yabancıları mı?”
CIA ajanı evet dercesine başını sallamıştı. Yine ben cevap
vermeye hazırlanırken Melis bir daha devreye girdi.
“Evet, ben gördüm.”
Birden kanım çekilir gibi oldu. Onarılamayacak bir hata
yapabilirdi. Hızla başımı Melis’e çevirdim. Gayet rahat görünü-
yordu. Melis’in ifadesi bir anda Harry’i de heyecanlandırmıştı.
Hemen sordu:
“Kimi gördünüz?”

127
“İki turisti. Altlarında kocaman bir cip vardı. Hatta bir süre
benimle konuştular da.”
Harry’nin heyecanı gözle görülür şekilde artmıştı.
“Hangi millettendiler, anlayabildiniz mi?”
“Üzgünüm ama Rus değildiler. Onlar Türktü.”
Harry bir solukta sordu:
“Onları tam olarak nerede gördünüz, bize söyleyebilir
misiniz?”
“Tabii.”
Daha fazla konuşmaması için Melis’e kaş göz işareti yapa-
mazdım, ajanlar ikimizi de gözaltında tutuyorlardı. Ayrıca Melis
anlayamadığım bir yalana baş vurmuştu, amacının ne olduğunu
çıkaramıyordum, zira onun gördüğü sadece Mahmut olmalıydı.
“Bizim kampın yaklaşık iki kilometre kadar batısında, Karga
Burnu’na giden ana yol üzerinde,” demişti Melis.
“Yani buradan, Mor Kayalıklar’dan mı geliyorlardı?”
“Sanırım öyle.”
“Onlarla hangi gün karşılaştınız?”
Melis mavi gözlerinde sanki anımsamaya çalışan bir ifade ile
düşündü.
“Yanılmıyorsam iki gün önceydi. Yani çarşamba günü.
Akşam olmak üzereydi, yaklaşık dört sularıydı. Ama dediğim gibi
onlar Türktü, sizin aradığınız Ruslardan olamazlardı.”
Harry tekrar homurdandı:
“Sizinle ne konuştular?”
“Yalnız biriyle konuştum. Direksiyondaki adamla. Bana
Karga Burnu’na giden en kestirme yolu sordu.”
“Onları biraz tarif edebilir misiniz bana?”
Melis ilgisizce omuzlarını silkti.
“Size fazla tarif veremem. İkisi de cipten inmediler. Ama
durun bir dakika…”

128
Melis sanki bir şey hatırlamış gibi duraklamıştı. “Arabayı
kullanmayan öteki adamın dikkatimi çeken bir özelliği vardı.
Şimdi anımsadım.”
Dikkat kesilen Harry âdeta nefesini tutarak sordu:
“Nasıl bir özellik?”
“Aklımda yanlış kalmadıysa…”
“Evet?”
“Kaşından yanağının yarısına kadar inen eski bir yara izi
vardı.”
Harry kendini tutamayarak küfür etti. Soluk soluğa sordu
sonra.
“Emin misiniz?”
Melis sanki adamın şaşkınlığını yadırgamış gibi fısıldadı.
“Evet, eminim.”
Oysa asıl şaşıran bendim.
Zira söz konusu yara izi, Sotoris Nikopolidis’in en belirgin
özelliğiydi. Aklım şimdi iyice karışmıştı. Melis hiç görmediği
Yunanlı ajanın bu özelliğini nereden biliyordu acaba? Çünkü
Mahmut’un kullandığı cipte Sotoris’in bulunması imkânsızdı.
3
Melis şaşırmış gibi Harry’ye bakıyordu. “Onları tanıyor
musunuz?” diye sordu. CIA ajanı öfkeden kudurmuş gibiydi.
Melis’in sorusunu duymamıştı âdeta. Azgın bir boğa gibi sararmış
otlar üzerinde ileri geri gidip duruyordu. Sanırım az evveline
kadar süre gelen kuşkulu düşünceleri birden dağılmıştı. Ona gös-
terdiğim baraka içindeki kazılmış bölüm, burada bulduğumuzu
söylediğim Rus yapısı tüfek, haklı olarak Rusların İncil’i alıp
götürdükleri düşüncesini yaratmıştı, ama iki taraflı çalıştığını
bildikleri Sotoris’in iki gün önce burada görüldüğünü öğrenince
şimdi fikri değişmişti. İncil’i Rusların değil, Yunanlı ajanın alıp
götürdüğünü düşünüyor olmalıydı.

129
Melis, suali karşılıksız kalınca üstelememişti. Sessizce
Harry’ye bakıyordu. Ajan birden arkadaşlarına dönerek,
“Tamam,” dedi. “Hazırlanın gidiyoruz buradan.” Diğerleri durak-
lamıştı. Bir süre dikkatle şeflerini süzdüler. Düzgün Türkçe
konuşanı Harry’ye bakarak mırıldandı.
“İyi de şu tüfeğin burada bulunuşunu nasıl açıklayacaksın?”
Harry hırlar gibi karşılık verdi:
“Neyi değiştirir ki bu? Bu yörede Kalşnikofları da gayet
rahat bulursun. O kazılmış yer, her şeyi açıklıyor. Aradığımız şeyi
namussuz herif bulmuş, hem de iki gün evvel. Zaten en başından
beri onu gözüm tutmamıştı. Artık burada yapacağımız bir şey
kalmadı. Oyalanmamız anlamsız.”
Öteki ajan diklendi:
“Harry daha hiçbir şeyi kesin bilmiyoruz. Seninki sadece bir
varsayım.”
Şefleri alaycı bir şekilde söylendi.
“Ne yani, buradan ayrılmak için ilâhi bir mesaj mı bekleye-
ceğiz? Yürüyün, gidiyoruz.”
Harry daha sonra Melis’e ve bana dönerek, “Hoşça kalın,”
diye söylendi. “Yine de burada gördüklerinizi hiç kimseye açık-
lamazsanız, sizler için daha iyi olur.”
Bunun bir tehdit mi yoksa samimi bir niyet mi olduğunu
cidden kestirememiştim. Hızla uzaklaşmaya başlayan ekibin
arkasından bakakaldık. Diğerleri bize dönüp tek kelime bile
etmemişlerdi. Kılavuz Raşo’da onlarla birlikte uzaklaşmıştı. CIA
ajanları geldikleri Hamur Irmağı’ndan yukarıya çıkan dar pati-
kada gözden kayboluncaya kadar Melis’le konuşmadık. Neden
sonra Melis derin bir oh çekti.
“Nihayet onlardan kurtulduk,” dedi.
Dönüp ısrarla mavi gözlerinin içine baktım.

130
“Bana Sotoris’i hiç görmediğini söylemiştin. Yüzündeki
yarayı nereden biliyorsun?”
“Çok saçma bir sual.”
“Neden?”
“Nedeni var mı? MİT onu aramam için beni görevlendirirken
Yunanlı ajan hakkında bir yığın bilgi verdi tabii. Çeşitli resimle-
rini gördüm. Artık onu nerede görsem tanırdım. Hatta şahsi
kanımı sorarsan, hiç de ajan olarak çalıştırılacak bir tip değildi.
Bu kadar hatırda kalacak biri ajan olarak kullanılmamalı, her
zaman dikkati çekecek bir fizyonomisi vardı. Yanağındaki yara izi
çok belirgindi.”
Kaşlarımı çatarak somurttum.
“Madem onu yüzündeki yaradan tanıyordun, neden öyleyse
benim Sotoris olduğumdan şüphe ettin, açıkla bakalım şimdi.”
Melis gevrek bir kahkaha attı.
“Acemi bir ajan olduğumu biliyorum ama sandığın kadar da
kafasız değilim. Sen de, Mahmut denen adam da Sotoris’le birlikte
çalışıyor olabilirdiniz. Yalan mı?”
Pek de yalan sayılmazdı hani. Sustum.
Melis amatörlere has başarıyı hazmedememenin muzaffer
edasıyla gülümsemeyi sürdürdü.
“Numaram nasıldı ama? Sotoris’in yüzündeki yaradan bah-
seder bahsetmez, Amerikalı ajan umutsuzluğa kapıldı ve basıp
gitti.”
“O kadar emin olma,” diye homurdandım.
Gülümsemesini keserek irkildi.
“Bu da ne demek şimdi? Görmüyor musun, cehennem olup
gittiler.”
“Ama diğerleri senin verdiğin tarife rağmen pek inanmış
görünmüyorlardı.”
“Yani geri dönerler mi demek istiyorsun?”

131
İçimi çektim.
“Operasyon ajanları eylemi sona erdirmek için kesin deliller
isterler. Bir şeyin yokluğunu kanıtlamak daha zordur. Barakanın
içindeki kazılmış ufak bir alan, acaba İncil’in Sotoris tarafından
bulunup alındığının yeterli delili midir?”
Melis başarısının tarafımdan küçümsendiğini hissetmiş gibi
kaşlarını çattı.
“Sence yeterli değil mi?”
“Değil tabii. Bir an gerçeği düşünmeye çalış. O çukuru ben
kazmıştım, tüfeği de Ruslardan aldığımı biliyorsun.”
“Ama CIA ajanları Sotoris’in öldürüldüğünü bilmiyorlar,”
diye kükredi.
“Sorun da bu ya. Gördükleri ve duydukları İncil’in götürül-
düğünün kesin delili değil.”
Tartışmayı uzatmak istemedim. Amerikalı ajanlar bizi ora-
cıkta bırakıp gitmişlerdi ama benim endişelerim devam ediyordu.
Rusların buradan uzaklaştığını nedense bir türlü kabullenemi-
yordum. Gözlerim hâlâ etrafı taramakla meşguldü.
“Üstlerinle nasıl muhabere temin ediyorsun?” dedim birden
konuyu değiştirerek.
“Cep telefonumla.”
“Başka haberleşme cihazın yok mu?”
“Yoo… Ama bu telefonla dünyanın her yanıyla irtibat kura-
bilirim.”
“Ne yazık ki şu an işe yaramıyor,” dedim.
“Şarjı zayıflamış, ya da yağmurdan etkilenmiş olabilir.”
“Şunu bir daha dene bakalım. Belki bu kez çalışır.”
Melis montunun cebinden telefonu çıkarıp kurcaladı sonra
esefle başını salladı. “Çalışmıyor.”
“Kampta bilgisayarın var mı?”
“Var.”

132
“İnternet aracıyla merkezine e-posta gönderemiyor musun?”
“Sistem dağda çalışmıyor.”
Şartlar hiç de iç açıcı değildi. İncil’i sakladığım yerden
çıkarma riskini göze alamazdım. Mutlaka takviyeye ihtiyacım
vardı. Ayrıca açlık ve uykusuzluk beni perişan etmişti. En kötüsü
hâlâ tehlike kokusu alıyordum.
Başımı kaldırıp şöyle bir göğe baktım, yine kuzeyden
yağmur bulutları geliyordu, zaten günlerdir güneşe hasret kal-
mıştım. Rüzgârda sertleşmeye başlamıştı yeniden. Yeni patlak
verecek bir fırtınanın kokusunu alır gibiydim.
“Buradan gidelim,” dedim Melis’e.
Genç kadın yine şaşırarak baktı yüzüme. “Nereye?”
“Fark etmez, neresi olursa olsun,” diye geveledim ağzımın
içinde.
İnanmaz gibi beni süzüyordu.
“İncil ne olacak? Onu sakladığın yerden çıkarmayacak
mısın?”
“Şimdi değil.”
“Neden ama? CIA ajanları gitti, Ruslar da ortada yok,
bundan daha uygun ortam olur mu?”
Şeklen haklı gibi görünüyordu, ama önsezilerimi ona açık-
layamazdım, açıklasam bile beni anlayacağından kuşkuluydum.
“Şimdi olmaz,” dedim.
“Peki, nereye gideceğiz?”
“Bence en uygunu sizin kamp. Oraya dönelim.”
“Ama ekibe orayı tahliye etmeleri emrini verdim, unuttun
mu? Orada kimse yok şimdi.”
“Biliyorum, ama çok yorgunum. Uyumak istiyorum.”
“Uyumak mı?” Melis’in mavi gözlerinde kelimelerle ifade
edemeyeceğim bir hayret ifadesi belirmişti. Sanki benim de her

133
normal insan gibi yorulacağımı, uyku ihtiyacı duyacağımı kabul
edemez gibi garip bir şaşkınlık içindeydi.
Bu kez Tavşan Boğazı, Mor Kayalıklar ve Sansar Düzü
üçgeninin beş kilometrelik ana yolundan kampa dönüyorduk. İki
yüz metre kadar hiç konuşmadan yol aldık. Yorgunluğum ger-
çekten çok artmıştı. Aramızdaki sessizliği yine Melis bozdu.
“Açıklamaların yarım kalmıştı. Anlamadığım o kadar
karanlık nokta var ki. Zaten dini bilgilerim de yetersizdir. Şayet
bu İncil ortaya çıkarılırsa, Hıristiyan mezhepleri arasında kar-
maşa çıkacağını söylemiştin. Doğru mu?”
“Kısmen doğru. Hıristiyan teologlara göre bu dinin henüz
ortaya tam olarak çıkarılmamış bazı kayıp mezhepleri var. Bun-
ların çoğu da Anadolu topraklarında vücut bulup şekillenmişler.
Mesela yedinci mezhep diye adlandırılan “Montanizm” de bun-
lardan biridir. Montanizm’in erken dönem Hıristiyanlık inan-
cında, MS 150’li yıllarda Manisa civarında ortaya çıktığı, kurucu-
larının ise Montanus ve iki ruhani kadın olan Maximilia ile
Priscilla olduğu belirtiliyor. Montanus’un kendini peygamber ilan
ettiğine de inanılıyor.”
Melis dudak büktü.
“Bunlar günün realitesi yanında sadece tarihi safsata.”
“Haklısın, ama Süryanilerin İncil’i biraz farklı. Süryani din
adamları bu İncil’in yazılmasından çok daha sonra doğacak
Ortodoks mezhebinin prensiplerinin bu kayıp İncıl’den kaynak-
landığını ileri sürmüşler. Olayı tarihin derinliklerinde incelersen,
mesele tamamen dini gibi görünüyor ama zamanımızın kriterleri
içinde bakarsan, mutlak siyasi ve tek cepheli.”
“Yine anladığımı söyleyemem,” dedi Melis. “Bildiğim kada-
rıyla Amerikalılar genelde Ortodoks değiller, neden onlar bu
İncıl’in peşine düşüyorlar? CIA’in bu işteki çıkarı ne? Onların bir
menfaati olmasa, hiç böyle bir operasyona kalkışırlar mı?”

134
“Doğru söylüyorsun. Amerika, Rusya’nın güçlenmesini
istemiyor. Sana şöyle açıklayabilirim; Yalnız dini amaçlarla değil,
siyasi nedenlerle de çekişen iki Patrikhane var ortada. Biri
İstanbul Fener Patrikhanesi, diğeri de Moskova Patrikhanesi. Bu
iki patrikhane arasında tarih boyunca inanılmaz bir nüfuz savaşı
süregelmiştir. Son bir asırdır Rusya’da Sovyet rejiminin hüküm
sürdüğü tarihlerde patrikhane bütün avantajını ve Ortodoks
cemaati üzerindeki etkisini kaybetmişti. Ne zaman ki Sovyet
rejimi yıkıldı ve Rusya’da parçalanmalar oldu, din yeniden güç
kazandı, işte o zaman da Moskova Patrikhanesi dünyadaki
Ortodoks cemaatlerinin lideri olmaya kalkıştı. Son zamanlarda da
iki Patrik arasındaki sürtüşme artık gözle görülür hale geldi.
Moskova Patriği Aleksios, tüm yetkileri elinde tutmak istiyor. Bu
yüzden de büyük patırtılar koptu.”
“Nerede?”
“Bir kaç ay evvel iki patrikhanenin yetkilileri Rodos
Adası’nda buluştular. Toplantının asıl amacı İstanbul’da yapılacak
Ortodoks kilisesi zirvesine hazırlıktı.”
“Peki Rodos da ne oldu?”
“Moskova temsilcisi Nikola Balesof, Estonya Kilisesi temsil-
cisinin İstanbul’a çağrılmasını protesto ederek zirveye katılma-
yacaklarını duyurdu. Balesof bununla yetinmeyerek ayrıca Mos-
kova Patrikhanesi’nin Estonya Kilisesi ile ilgili tavrını gösteren
bir metnin, İstanbul’daki zirvede okunmasını da istedi.”
Melis pek bir şey anlamayarak yüzüme bakıyordu.
“Ne anlama geliyor bu?”
“Bir tür siyasi güç gösterisi diyebiliriz,” diye fısıldadım.
“Ne gücü?”
“Bekle, anlatacağım.”
Yürümeye devam eden Melis, “Dinliyorum,” diye mırıldandı
uslu bir çocuk edasıyla.

135
“Estonya Kilisesinin yeniden kurulup teşkilatlanmasını
1996’da Fener Patrikhanesi düzenlemişti. Rus Patriği Aleksios’da
bunu bir türlü kabullenemedi.”
“Neden?”
“Nedeni çok basit. Çünkü Rus Patriği, Estonya Kilisesinin
Rus toprakları içinde bulunduğunu ve dolayısıyla kendi yetki
alanı içinde olduğunu savunuyordu. Rodos’taki toplantıda Fransa
Metropoliti Emanuil, Moskova yetkilisinin isteğini kabul etmediği
gibi, “Katılmamakta ısrarlı olduğunuz bir zirvenin hazırlık top-
lantısına niye geldiniz,” diye sordu. Bu soruya fena halde
sinirlenen Moskova temsilcisi, toplantıyı hemen terk etti. Sonra
da iki patrikhaneden bu olayla ilgili çok farklı açıklamalar yapıldı.
Ruslar bir tebliğ neşrederek, “Temsilcimiz toplantıdan âdeta
kovulmuştur, bu tür davranışlar Ortodoks birliğine karşı ciddi bir
tehdittir,” dediler.
Melis dudak büktü. “Peki, bundan ne çıkıyor?” diye sordu.
“Estonya yaklaşık bir milyon üç yüz bin Ortodoksun yaşa-
dığı bir ülke. Ama şimdi kırk yedi milyon Ortodoksun yaşadığı
Ukrayna var sırada. İki patrikhane arasındaki çekişme asıl Uk-
rayna Kilisesi’nin kimin hâkimiyetine gireceği sorunu. Ukrayna
cumhurbaşkanı bağımsız bir kilise kurmak istiyor, bu durum da
Rus Patriği Aleksios’u fena halde rahatsız ediyor.”
“Yani bu iki patrikhane sırf bir güç gösterisi için mi müca-
dele ediyorlar?”
“Bir bakıma öyle de diyebiliriz. Moskova, Fener Patrikhane-
sinin, eşitler arasında birinci olduğunu kabul ediyor ama Fener
Patriğini dünyadaki iki yüz elli milyon Ortodoks’un lideri olarak
tanımaya yanaşmıyor. İstanbul Fener Patrikhanesi’nin eküme-
nikliğinin ise sadece Yunan ve Rum kiliseleri üzerinde geçerli
olduğunu savunuyor.”
Melis bezgin bir şekilde başını salladı.

136
“Hepsi iyi hoş da, şu ortaya çıkacak İncil’in bu mücadeledeki
yeri ne?”
Gülümsedim.
“Bu İncil yalnız Ortodoks’ların değil, tüm Hıristiyan mez-
heplerinin üzerinde de etkili olacak. Şayet o İnciV\ Ruslar ele
geçirirlerse Moskova Patrikhanesi büyük bir koz elde etmiş
olacak.”
“Hepsi bu mu yani?”
Bir an düşündüm, sonra yumuşak bir sesle fısıldadım.
“Hepsi bu değil kuşkusuz. Meselenin tehlikeli bir boyutu
daha var.”
Merakla yüzüme baktı Melis.
“Neymiş o?”
“Rusya, milyonlarca insan üzerinde prestij sağlayacak.”
“Amerika da bunu istemiyor, öyle mi?”
“Nihayet meseleyi kavrar gibi oluyorsun,” dedim.
“Tam olarak kavradığımı iddia edemem hâlâ.”
“Niye? Eksik kalan nedir?”
Melis tatlı tatlı gülümsedi.
“Senin o İncil’i nasıl ele geçirdiğin,” dedi.
4
Melis merakında haklıydı.
Ben de, “Evet,” diye başımı salladım. “Sanırım artık bunu
bilmek hakkın. İki gündür Mor Kayalıklar’da seninle kaderi pay-
laştık, ecel terleri döktük, ölümle burun buruna geldik, aç susuz
kaldık.”
“Öyle ya,” diye mırıldandı.
“Sana Mardin’deki Deyrulzafaran Manastırı’ndan ve Süryani
Abdişo ailesinden bahsetmiştim, hatırlıyor musun?”
“Tabii hatırlıyorum.”
“İşte, o aileden biri bana İncil’in yerini söyledi.”

137
Melis her zamanki o şaşkın haliyle yüzüme bakmıştı yine.
“Ama neden? Sen bir Müslümansın. Bunca yıllık bir Hıris-
tiyan gizini neden sana açıkladı?”
Pişkin bir eda ile sırıttım.
“Artık yirmi birinci yüz yılda yaşıyoruz, Melis. İnsanların
inançları gittikçe zayıflıyor ve bunun yerini hayatın realiteleri
alıyor. Senin anlayacağın günlük menfaatler.”
“Yani para mı?”
“İyi bildin.”
Aklına takılan soruyu dile getirmekte hiç zorlanmadı.
“Kim ödedi bu parayı?”
“Sana bir şirket adına çalıştığımı söylemiştim.
Birkaç saniye düşündü.
“Uluslar arası bir şirket mi bu?”
“Öyle de denebilir.”
Melis’in yüz hatlarının yavaş yavaş gerildiğini görüyordum.
Kekeleyerek konuştu.
“O halde sen, o şirketin menfaatleri doğrultusunda çalışı-
yorsun.”
“Evet,” dedim.
“Bunun manası memleketin aleyhine faaliyette bulunuyor-
sun,” demektir.
İçtenlikle gülümsedim.
“Dur bakalım, ağır ol biraz. O kadar çabuk hüküm verme.”
“Ama dedin ki…”
“Ne dediğimi çok iyi biliyorum. Senin MİT adına çalıştığını
da. Öyle olsa bütün bunları sana anlatır mıydım? Gönlünü ferah
tut.”
“Fakat…”
“Fakat ne?”

138
Melis henüz rahatlamamıştı. Mavi gözlerini kırpıştırarak
yüzüme baktı.
“Yani İnciri sakladığın yerden çıkardığında, o şirkete teslim
etmeyecek misin?”
“Tabii ki, etmeyeceğim.”
Bu kez rahatlamış gibi güldü. İşveli bir eda ile söylendi.
“Bana her şeyi anlatsana. O şirket neyin nesi? Hangi amaçla
bu İncil’in peşinde koşuyor? Herhalde Abdişo ailesinden size bilgi
sızdıran adama da epey para ödemişsinizdir.”
“Merak etme, yakında her şeyi sana anlatacağım. Önce
İncil’i sakladığım yerden bir çıkarayım, gerisi kolay.”
“Sonra? Sonra ne yapacaksın?”
“İncil’i doğru Ankara’ya götüreceğim.”
“Bizim yetkililere teslim etmek için mi?”
Başımı onay anlamında salladım. Birden gözlerinin içi par-
ladı.
“Hadi, itiraf ettik artık. Sen de MİT elemanısın, değil mi?
Neden benden saklıyorsun?”
“Bu huyun çok kötü Melis,” diye fısıldadım. “Çok soru soru-
yorsun, biraz sabırlı olmasını öğrenmelisin.”
Rahatlamış gibiydi şimdi, ama yine kendini tutamadı.
“Ne yapayım, benim yapım böyle. Gerçek mesleğimde de
böyleyimdir, aklıma çözülmemiş bir konu takılırsa, ondan ilmi ve
tatminkâr bir sonuç alana kadar araştırır dururum. Ancak o
zaman içim rahat eder. Artık bu konuyu da çözdüm galiba; sen
itiraf etmesen de meseleyi anladım. Senin o İncile ulaşman ve elde
etmen için de, sözünü ettiğin şirkete girmeni MİT sağladı, değil
mi?”
“Anlaşılan sen hiç susmayacaksın. Şu sorgu sual ve yorum
faslını bırak da ne yiyeceğimizi düşün. Açlıktan ölüyorum. Sizin
kampta yiyecek bir şeyler buluruz, değil mi?”

139
“Herhalde. Bizimkilere kampı terk etmelerini söylerken acele
etmelerini bildirmiştim. O telaş içinde herhalde yiyecek stokları-
mızı arabalara yüklememişlerdir. Yiyecek bir şeyler buluruz.”
“Yemek yapmasını bilir misin?”
Alınmış gibi bana baktı yeniden. “E, herhalde,” diye homur-
dandı.
“Yumurtaya bile fitim,” diye mırıldandım.
Gerçekten de Melis’lerin kampına çok yaklaşmıştık.
Kampta derin bir sessizlik vardı. Ben bile yadırgamıştım
bunu. Genelde öğretim üyelerinin ve staja gelen talebelerin hayat
ve canlılık verdiği kulübeler şimdi bomboş ve ıssızdı. Gerçi bu
kampta çok az süre bulunmuştum ama gençlerin kaynaştığı, şart-
larının oldukça elverişsiz olmasına rağmen gülüşmelerin, şaka-
laşmaların hiç eksik olmadığı bir yerdi.
Sanırım aynı tedirginliği Melis de hissetmiş olmalıydı ki,
gözlerini kısarak boş kulübelere bakıyordu.
“Herkes gitmiş,” diye söylendi. Sesi hüzünlü çıkmıştı.
Yemek yenilen, konserve stoklarının olduğu barakaya doğru
yürüdük. İçeri girdiğimizde durumun tuhaflığı daha belirgin bir
şekilde hissediliyordu. Sanki kampta hayat birden durmuş gibiy-
di, hani bir film karesinin birden dondurulması gibi. Melis’in
ettiği telefon onları korkutmuş olmalıydı ki, etraf toplanmamış,
kap kaçaklar masanın üzerinde kalmış, bir iki iskemle yere dev-
rilmişti.
Melis toplanan bilgilerin yazıya dökülen sonuçları ve bazı
ilmi cihazların arabalara yüklenip yüklenmediğini anlamak ister-
cesine hızla barakadan dışarı fırlayarak en dipteki küçük kulü-
beye doğru koşmaya başladı. Asli işine duyduğu endişe ağır
basmıştı sanırım. Sonuç da buraya ilmi araştırmalar yapmak için
gelmiş bir hocaydı o.

140
Karnım o kadar açtı ki Melis’in merak ve endişelerine aldır-
madan konserve stoklarının olduğu yere doğru ilerledim. Dilim-
lenmiş ekmekler jelatin kağıtlar içinde muhafaza edilmesine
rağmen bayatlamıştı. Daha ziyade sıcak bir şeyler yemek
istiyordum ama midemin gurultusu ne bulursam onu yememi
emrediyordu şimdi. Ben de öyle yaptım. İlk bulduğum konserve,
zeytinyağlı biber dolmasıydı; hemen açtım ve bayat ekmekle
atıştırmaya başladım. O an sıcak bir çorbayı yudumlamak için
çok şey vermeye hazırdım.
Melis yanıma döndüğünde hâlâ atıştırmaya devam ediyor-
dum. Yüzünde rahatlamış bir hal vardı.
“Her şey yolunda mı?” diye sordum ağzımdakileri yutmaya
çalışırken.
“Yolunda sayılır, gereken malzemeleri toplamışlar,” dedi.
“Eh iyi öyleyse, hadi sen de bir şeyler atıştır. Yapacak çok
işimiz var,” diye mırıldandım.
“Ne işi?”
“Buraya niye döndüğümüzü sanıyorsun?”
Omuzlarını silkti Melis.
“Ne bileyim, aç ve uykusuzum dedin bana. Herhalde biraz
dinlenmek istiyorsundur.”
“Burada mı?”
“Başka nerede olacak?”
“Özel mağaramızda tabii. Herhalde burada yatıp uyumamı
beklemiyorsundur.”
Güzel gözleri yine irileşmişti.
“Şaka mı yapıyorsun? Yine oraya mı döneceğiz?”
“Bence en güvenli yer orası. Kimse bilmiyor ve saklanmak
için ideal.”
Saf saf söylendi Melis. “Öyleyse buraya neden geldik?”

141
“O mağarada aç kalamayız ya, ayrıca bazı eşyalara da ihti-
yacımız olacak.”
“Ne eşyası?”
“Portatif karyola, lüks lambası, el feneri, çatal bıçak, kon-
serve ve bunun gibi şeyler işte.”
Melis galiba şaka yaptığımı sanıyordu hâlâ. Gülümsedi.
“Yoksa bundan sonra o inde mi yaşamayı düşünüyorsun?”
dedi.
Ciddiyetle ona baktım.
“Sen daha güvenli bir yer biliyor musun?”
Niyetimin samimi olduğunu anlamıştı. Birden itiraza
kalkıştı.
“Aklını mı oynattın sen? Orada ne kadar barınırız?”
“Tehlike geçinceye kadar.”
“Bu çok zırva bir şey. Tek yapacağın gidip İnciri sakladığın
yerden çıkarmak. Bütün bunlara ne gerek var? Mor Kayalıklar da
kimse yok artık.”
“Sen öyle san. Tehlike henüz geçmiş sayılmaz. Ne Rusların,
ne de Amerikalıların buradan ayrıldıklarına emin olamayız daha.”
Asık bir suratla yiyecek dolabının başına geçti. Ne de olsa
kamp sakini olduğundan hangi yiyeceğin nerede olduğunu bili-
yordu. Ben zeytinyağlı dolmayla açlığımı gidermeye çalışırken, o
ufak bir karton ambalajdan çıkardığı tereyağı ve bal kutularını
açıyordu. Bir yandan da zihninde karşılaştığı sürpriz fikrin
muhakemesini yapıyordu.
“Ne kadar kalacağız o mağarada?” diye sordu.
Oraya gitmeye pek istekli olmadığı her halinden belliydi.
“Belli olmaz,” dedim. “Tehlike geçinceye kadar orada kal-
maya niyetliyim, ama istersen sen gelmeyebilirsin.”
“Olmaz öyle şey. Boğazıma kadar ben de bu işin içine
battım.”

142
Gülümsemekle yetindim.
Hazırlanmamız zaman aldı. Bir yandan gerekli eşyaları torba
ve poşetlere doldururken bir yandan da bunca malzemeyi o sarp
geçitteki mağaraya nasıl taşıyacağımızı düşünüyordum. Zaten
yeterince yorgun ve uykusuzdum, ayrıca Melis’in en azından ona
isabet eden malzemeyi taşıyamayacağını düşünüyordum. Götü-
receğimiz eşyaları toplayınca bunun bir seferde olamayacağını
aklım kesti.
“Galiba iki sefer yapmak zorunda kalacağız,” dedim.
Hiç sesini çıkarmadı.
“Zor geliyorsa hâlâ vazgeçme şansın var,” diye mırıldandım.
“Sorun o değil.”
“Ne peki?”
“Jandarmanın hâlâ kampa gelmemiş olması. Arkadaşlara
tehlikede olduğumu ve kendilerinin de hemen jandarma karako-
luna gitmelerini söylemiştim, hatırlıyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Ama jandarma bu saate kadar kampa gelmemiş, neden
acaba?”
“Belki seni başka yerlerde arıyorlardır. Bu bölge çok ıssız ve
geniş.”
Pek tatmin olmamışa benziyordu.
“Yine de buraya bir ekip göndermeleri gerekmez miydi?”
“Boş ver,” diye mırıldandım. “Böylesi daha hayırlı. Aksi halde
bir de onlara dert anlatmak zorunda kalırdık.”
Malzemelerin hepsini bir seferde götürmeyeceğimiz için ilk
etapta taşıyacaklarımızı yüklendik, geriye kalanlar miktar ve
ağırlık olarak bir hayli fazlaydı, belki üçüncü bir sefer daha
gerekebilirdi.
Kamptan ayrıldık. Soğuk yağmur damlacıkları yüzümüze
çarpmaya başladı. Havadaki ıslak toprak kokusu, ot kokusuna

143
karışıyordu. Erişeceğimiz menzil, Mor Kayalıklar yolunun yarı-
sıydı belki, kısacası fazla uzak sayılmazdı ama bunca ağır yükle
mesafe almak kesinlikle zor olacaktı. Üstelik kestirme yola çıkan
sapağa kadar da bir an önce varmak zorundaydık, çünkü asıl
görülme tehlikesi o aradaydı. Tabii hâlâ peşimizde bizleri gözet-
leyen birileri varsa…
Taşıdığımız yükün büyük ve ağır kısmını ben yüklenmeme
rağmen, durum tahmin ettiğim gibi oldu ve Melis arkada kalmaya
başladı. Artık yolu öğrenmiştim ve başı çekiyordum ama sık sık
aramızın açılmaması ve ne kadar geride kaldığını anlamak için de
dönüp bakıyordum ona. Hava şartları da lehimizde değildi, o
zamana kadar çiseler gibi yağan yağmur, üst üste çakan şimşek-
lerden sonra birden hızını arttırmıştı. Yağmur öyle büyük bir
ağırlıkla iniyordu ki, mağaraya ilk gittiğimiz günkü tempoya
yaklaşmıştı. Bayır aşağı ineceğimiz çatal kayaya geldiğimizde
şimdiden sırılsıklam kesilmiştik. Melis duymasın diye içimden
küfrettim. Bu şartlar altında ikinci bir sefer yapmak âdeta
imkânsız hale gelmişti.
Ama genç kadın müthiş inatçıydı. Çektiği sıkıntılara rağmen
bunu bana hissettirmemeye çalışıyordu. Dar yolda yokuş aşağı
inerken sırtımızdaki yüklerle durumun daha sakıncalı olduğunun
ve her an, en ufak bir tökezlenmede uçuruma yuvarlanma olası-
lığının yüksek olduğunun farkındaydım. Melis’e dönüp, “Bir mola
daha verelim,” dedim.
“Bu yağmur altında mı?” diye homurdandı.
Yuvarlanmandan korkuyorum diyemezdim, zira son derece
alıngan bir mizacı vardı ve bana yük olduğunu elinden geldiğince
hissettirmemeye çalışıyordu. Kesin bir ifadeyle, “Burada dinlene-
ceğiz biraz yoruldum,” dedim.
Buna itirazı olamazdı; nitekim hemen elindeki ve sırtındaki-
leri yere bırakıp ıslak kayaların üstüne çöker gibi oturdu. Soluk

144
soluğaydı. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Başka çare olmadı-
ğını anlamıştım.
“Sen burada bekle,” dedim.
Gözleri irileşerek sordu. “Sen ne yapacaksın?”
“Önce ben mağaraya gidip bir göz atacağım. Güvendeyse
eşyaları bırakıp seni almaya geleceğim.”
Sesini çıkarmadı. Yola devam ettim. Her adımımı çok tem-
kinli atıyordum. Ağır yükümle ayağım kaydığı anda uçurumdan
yuvarlanmam işten bile değildi. Nihayet mağaraya vardım.
Getirdiklerimi içeriye bırakırken mağara bana gerçek bir yuva,
sığınacak sıcak bir melce gibi geldi. Daha şimdiden yorgunluktan
bitiyordum. Yere bıraktığım eşyalara sırtımı dayayıp birkaç
dakika dinlendim, sonra yeniden Melis’i bıraktığım yere döndüm.
Yağmur altında titreyip duruyordu. Dönüşümü görünce canlandı
birden, taşıdığı eşyaları paylaştık, büyük bir kısmını ben
yüklendim ve elimizden geldiğince hızlı adımlarla mağaraya
vardık.
5
İkimiz de yine sırılsıklam olmuştuk. Önce soyunduk. Rahat
hareket etmesi için, soyunurken arkamı dönmüştüm. Benim
içimdeki giysiler zaten kuruydu, Melis ise gelirken yanına birkaç
parça giysi almayı akıl etmişti bu kere. Arkamdan yumuşacık
sesini duydum:
“Sakın, dönüp bakma.”
Hayret, bu ikaza ne gerek vardı? Kibar ve yanındaki hanıma
saygılı bir erkek olarak zaten dönüp bakmazdım. İçinde bulun-
duğumuz anormal şartlar altında böyle bir fırsatçılığa kalkışma-
yacağımı idrak edecek kadar beni tanımış olması gerekmez miydi
artık? Tuhaftır ama bu uyarı beynimde sanki tamamen farklı bir
hatırlatma yaratmıştı. Değişik, biraz farklı da olsa Melis ile alı-
şılmışın dışında bir yaklaşım içindeydik. O ana kadar asla başımı

145
çevirmeyi düşünmediğim halde, içimin bir anda önüne geçilmez
bir heyecanla dolduğunu, genç kadının çıplak vücudunu görme
arzusuna kapıldığımı hissettim. Pek tabiidir ki bunun ahlâki bir
davranış olmadığını biliyordum ve belki de çok hatalı ve yanlış
bir yoruma kalkışıyordum ama nedense o ikazda, asıl amacın
aksine dön bak da, güzelliğimi gör dercesine bir uyarının sinyal-
lerini almış gibiydim. Kısa bir sarsılma anı geçirdim; ahlâki duy-
gularımla içimde şekillenen cinsel arzularım boğuştu. Daha da
ilginci Frenklerin “de ja vu” dedikleri, sanki o an olanları daha
önce de yaşamışım gibi hissettiren bir duyguya kapıldım. Yalan
da değildi hani, mağaraya ilk gelişimizde de Melis ıslanmış ve
sırtımdan çıkardığım kazağımla gömleğimi giyerken aynı uyarıyı
yapmıştı.
Bunları düşünürken ne kadar zaman geçtiğini hesaplaya-
madım, herhalde en azından çıplaklığını örtecek bir şey geçirmiş
olmalıydı sırtına. Dönüp dönemeyeceğimi ona sormam lâzımdı,
ama yapmadım, başımı hafifçe geriye çevirip baktım. Bir an
nefesim kesilir gibi oldu. Melis’in belinden yukarısı çırılçıplaktı.
Soğuk mağaranın içinde fazla acele etmeden kamptaki odasından
getirdiği kuru bordo kazağını başından geçirmeye çalışıyordu.
Göğüslerinin bu kadar güzel ve dolgun olduğunu tahmin etme-
miştim. Meme uçları fazla iri olmayıp pespembeydi. İyi bir
tesadüf bakışlarımı ona çevirdiğim an, tam kazağını başından
geçirdiği ana rastlamıştı ve kaçamak nazarımı görmemişti.
Bana bakmadan, “Dönebilirsin artık,” dedi. Ama münasebet-
sizlik damarım kabarmıştı bir kere. Hafif alaycı bir sesle mırıl-
dandım. “Senin yerinde olsam içime bir fanila giyerdim, ilerleyen
saatlerde burası çok soğuk olabilir.”
Boş bulunup aval aval yüzüme baktı bir süre. Sonra kendi-
sini dikizlediğimi anlayarak sırtından çıkardığı ıslak gömleği
hışımla bana savurdu.

146
“Ahlâksız, beni seyrediyordun değil mi?” diye homurdandı.
Ama ses tonunda gerçek bir kızgınlık ve öfkeden çok, beğenil-
menin mutlu hazzının yansımaları vardı. Mavi gözleri ışıl ışıl
parlıyordu. Savurduğu ıslak gömleğini havada kaparak ona yak-
laşmaya başladım. İkimiz içinde kritik bir andı. Kendimi daha
fazla frenleyemeyeceğimi anlamıştım artık. O da kaçmadığı gibi,
gözlerimdeki ihtiras ateşine aynı arzu dolu bakışlarla karşılık
vermeye devam ediyordu. Aramızdaki mesafe kapandı, belinden
tutarak kendime doğru çektim. Artık kendini benden sakınmı-
yordu. Dudaklarımız birbirine yaklaştı, sonra onu büyük bir
coşku seline kapılmış gibi öpmeye başladım. İnce uzun kollarını
boynuma dolamıştı. Cinsel ateşin galiba en güzel ve en baştan
çıkarıcı yanı da buydu; mekân ve şartlar gayri müsait de olsa o an
birbirimizin olmak için yanıp tutuşuyorduk. Bu gün bile o sabır
ve iradeyi nasıl gösterdiğime şaşarım. Ama iradem duruma hâkim
olmaya başlamıştı, cinselliğin boğucu ateşine mâruz kalmış ben-
liğime beynimin bilinmeyen bir noktasından zamanı iyi tayin
edemediğime dair uyarıcı sinyaller gelmeye başlamıştı. Dudakla-
rının ağzımın içinde yarattığı lezzet o kadar tatlıydı ki, bir türlü
kopamıyor, algıladığım sinyalleri beynimden kovmak istiyordum.
Nitekim belindeki sol elim onu biraz daha kendime çekerken, sağ
elim ise sırtına geçirdiği kuru bordo kazağından çıplak tenine
kayıp memesine doğru uzanmıştı. Parmaklarım diri ve dolgun
göğsünü avuçlayınca Melis arzu ile kıvrandı bir an.
Kapıldığımız girdaptan bizi geçici de olsa kurtaran şey,
getirdiğimiz torbası içindeki portatif yatağın yere devrilirken
çıkardığı gürültü oldu. O sesin ne olduğunu anlamayan Melis
ürkerek birden benden uzaklaştı.
“O da ne?” diye sordu.

147
Öylesine heyecan fırtınasına kapılmıştı ki, duyduğu sesleri
bile ayıramıyordu. Kollarımı çözmeden, “Yok bir şey,” dedim.
“Eşyalardan biri yere yuvarlandı.”
Onu yeniden kendime çekmek istedim. Ama bu defa karşı
koydu.
“Dur biraz,” diye fısıldadı.
“Ne var?”
“Galiba hata yapıyoruz. Bu yakınlaşmanın zamanı değil.
Acele etmeyelim, daha yapacağımız bir sürü iş var.”
Esasta haklıydı tabii. Bu ortamda ve bu şartlar altında
sevişmeye kalkışmak en son akla gelecek şeydi. Nefes nefese ve
heyecanım doruğa uzanırken kendimi toparlamayı becerdim.
“Doğru,” diye fısıldadım. “Hata bende oldu. O kadar güzel ve
cazip bir kadınsın ki dayanamadım bir an. Şartlar da heyecanımı
körükledi. Belki başkalarına son derece ters gelebilir ama içinde
bulunduğumuz ortam, mağaranın büyüleyici havası, yağmurun
yarattığı romantizm ve senin inanılmaz güzellikteki göğüslerin
beni bir anda çılgınlığa itti. Affedersin.”
Göğsü hâlâ körük gibi inip kalkıyordu. Melis bir iki adım
geri çekilmişti ama elimi içeri sokunca toplanıp bir memesinin
üzerine çıkan kazağı hâlâ yukarıda duruyor ve sihirli güzelliği
örtemiyordu henüz. Kazağını aşağıya çekerken o da fısıldadı.
“Özür dilemene gerek yok. Bizler erişkin insanlarız. Ne yap-
tığımızın farkındayız. Ben de aynı şeyi istedim ve sana karşılık
verdim. Mesele bu kadar basit. Hatta asıl hata bende.”
“Neyse,” diye mırıldandım. “Şimdi işimize devam edelim de
şu getirdiğimiz eşyaları yerleştirelim.”
Melis anlayışla başını salladı. “Tamam.”
Aslında komik bir durum vardı ortada. Mor Kayalıklar
yolundaki bu mağarayı tarih öncesinin insanları gibi yerleşmeye
uygun bir hale getirmeye çalışıyorduk. Tahta ayaklı, ortasına

148
branda gerili portatif yataklarımızı mağaranın birer köşesine
kurmuştuk. Hiç yoktan iyiydi, en azından taşlı, toprak zemin
üzerinde sabahlamaktan kurtulmuştuk. Bir de lüks lambamız
vardı. Henüz gün kararmadığı için yakmamıştık tabii. Aç da
kalmayacaktık, getirdiğimiz konserveler bir süre rahatlıkla bizi
idare ederdi. Şartlar son derece ilkel de olsa şimdilik bizi idare
ederdi. En önemli eksiğimiz ikinci sefere bıraktığımız kamptaki
yakacak malzemesiydi. Orada yeterince kesilmiş odun mevcuttu
ama onları buraya taşıyamamıştık. O sırada fark ettim; Melis
yatağı ile beraber battaniyesini de getirmişti ama benim yatağın
içinden battaniye çıkmamıştı. Elimde olmadan gülümsemekten
kendimi alamadım, biraz zor da olsa bu geceyi sanırım tek bir
battaniyenin altında geçirecektik. Ama bu kaçınılmazlığı ortaya
atmak için vakit erkendi.
Kamptan taşıdığımız araçları çıkarıp bir düzen dahilinde
yerleştirmeye çalıştım. Faaliyetimi sessizce izleyen Melis, nihayet
dayanamayıp gülümsedi.
“Aferin, bayağı tertipli biriymişsin. Dağınıklığı pek sevmi-
yorsun galiba.”
“Öyleyimdir.”
“Benim bir yardımım dokunabilir mi?”
“Şimdilik hayır,” diye mırıldandım. “Sonrasını bilmem.”
Melis gülmeye devam ediyordu.
“Neye gülüyorsun?” diye sordum.
“Halimize. Sana komik gelmiyor mu?”
“Nesi komik halimizin?”
“Her şeyi. Düşündükçe kahkaha atmak geliyor içimden.”
Ters ters yüzüne baktım; “Söyle de ben de biraz neşe-
leneyim,” diye homurdandım.
Genç kadın bozulduğumu sanarak hemen ciddileşmeye
çalıştı.

149
“Affedersin, seni kızdırmak istememiştim. Baktıkça durumu
yadırgamamak elimde değil. Allah’ın dağındaki ufak bir inin
içinde iki genç insan, iki yatak ve törpülenmiş sinirler. Doğrusu
pek çok şeyi hayal edebilirdim ama sismik araştırmalar için gel-
diğim bu dağlarda otel odası gibi hazırlanmış bir mağara kovu-
ğunda bir gece geçireceğimi düşünemezdim.”
“Evet, durumumuz biraz garip ama anlamaya çalış lütfen.
Buraya sığınmaktan başka çaremiz yok. Artık mağara mı, in
mi, kovuk mu, ne dersen de, ama bundan daha güvenli bir yer
aklıma gelmiyor. Ayrıca unutma, burayı bana bulan da sensin.”
Melis anlıyorum dercesine başını salladı.
“Evet ama buraya öyle bir geldik ki, sanki günlerce kala-
cakmışız gibi. Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama neden kork-
tuğunu anlamıyorum. Alt tarafı bütün yapacağın, gömülü bir
kitabı sakladığın yerden çıkarmak.”
Aslında bu konuyu tartışmak istemiyordum. Bu kararı ancak
ben verebilirdim ve yöredeki tehlike benim için henüz geçme-
mişti. Hem CIA ajanlarının hem de Rusların hâlâ bu bölgeden
uzaklaşmadıklarına adım gibi emindim.
“Biraz daha sabırlı ol,” diye mırıldandım.
Melis kurduğumuz yatağın üstüne oturmuş botunu
ayağından çıkarmış, dün burkulan bileğini ovmaya başlamıştı.
“Ağrımaya mı başladı yine?” diye sordum.
“Biraz,” dedi. “Sanırım bu gün yük taşırken zorlandı.”
“Ovmamı ister misin?”
“İsterim ama sana külfet olmak beni üzüyor.”
Portatif yatağının kenarına otururken gülümsedim. “Bu
kadar güzel bir kadının bakımlı ve zarif ayağını hangi erkek
ovmak istemez ki? Bundan zevk duyarım.”
“Ama ağrım ayağımda değil, bileğimde. Çorabımın üzerin-
den de ovabilirsin, çıkarmasan daha iyi olur.”

150
“Neden?”
“Nedenini sen de biliyorsun. Bilmiyormuş pozlarına yatma.
Ayaklarımı görünce tahrik oluyorsun. Şu iş bitinceye kadar uslu
uslu otursak ikimiz için de daha hayırlı olur.”
Sesimi çıkarmadım. Yumuşak bir hareketle sızlayan bileğini
alıp dizlerimin üzerine yerleştirdim. Sözüne uyarak çorabını da
çıkarmamıştım ayağından. Melis uzanmış fakat tam yatmamıştı
yatağa. Dirseklerinin üzerine yaslanmış beni süzüyordu.
Birden hiç beklemediğim bir sual sordu:
“Neden boşandın karından?”
Ona gerçeği anlatmak biraz zordu.
“Olmadı işte,” diye mırıldandım. “Yürütemedik evliliği?
“Hatalı o muydu?”
Hiç tereddüt etmeden cevap verdim.
“Hayır, bendim.”
“Sahi mi? Bildiğim kadarıyla erkekler kolay kolay hatalarını
kabul etmezler. Sen bu kadar rahat itiraf ettiğine göre, büyük bir
kusurun olmalı. Onu aldattın mı yoksa?”
Buruk bir şekilde gülümsedim.
“Hayır. O beni aldattı başka bir erkekle.”
Gözleri irileşerek bana baktı.
“Ona rağmen hatanın kendinde olduğunu mu düşünüyor-
sun?”
“Üzgünüm ama, evet.”
“Neden peki?”
“Çünkü onu çok ihmal ettim.”
“Sebep?”
Omuzlarımı silktim. “Sebep, işlerimin yoğunluğu,” dedim.
“Hangi kadın olsa bu kadar ihmale dayanamazdı.”
Kısa bir an düşündü.
“Onu çok seviyor muydun?” diye sordu.

151
Ben de birkaç saniye kararsız kaldım.
“Gerçeği itiraf etmemi istiyorsan, önceleri ona deli gibi
âşıktım. O da beni çok seviyordu. Ama dediğim gibi iyi bir koca
olamadım.”
“Zaman zaman onu aradığın oluyor mu?”
“Önceleri gerçeği bir türlü kabul edemedim, altı ay kadar
esaslı bir bunalıma düştüm ama daha sonra ihmalimi kabul
etmekle beraber boşanmamızın daha hayırlı olduğunu düşün-
meye başladım. Şimdi hiç pişman değilim.”
“Güzel bir kadın mıydı?” diye sordu Melis.
“Hayır, hiç de güzel değildi. Ama tanıdığım en ateşli kadındı
diyebilirim.”
Yine kısa bir sessizlik oldu aramızda. Konuşmadan bileğini
ovmaya devam ettim. Melis nihayet dayanamadı, “Evet galiba
karın haklıymış,” dedi.
Yan gözle onu süzdüm.
“Sen nasıl vardın bu hükme?” diye sordum.
“Kanımca işin hayatta her şeyden daha önemli. Görev yük-
lendiğin zaman dünyayı unutuyorsun sanırım. Aklın fikrin hep
işinde oluyor. Şu iki gün bana bunu gösterdi. Sorumluluk taşımak
güzel bir şeydir, bunu inkâr edecek değilim, ama bunun da bir
sınırı olmalı. Bir erkeğin hayatında işi kadar, ailesinin de mesuli-
yeti olmalı.”
“Bilmem, belki de haklısın,” dedim.
Ani bir hareketle dizimin üzerinde duran ayağını çekti.
Yüzünde belli belirsiz bir gerginlik oluşmuştu. “Teşekkür ederim,
sana zahmet oldu. Şimdi bileğim daha iyi, sızlaması da hafifledi,”
dedi.
Üstelemedim. Usulca kenarına iliştiğim portatif karyoladan
kalktım.

152
Yağmur oldukça hafiflemişti. Mağaranın ağzında durmuş
vahşi tabiatı dalgın nazarlarla seyrediyordum. Melis’le konuşmayı
kesmiştik. Neden sonra karyolasından kalkıp yanıma yaklaştı.
Fakat girişin öbür yanındaki kaya çıkıntısına yaslanıp, o da benim
gibi dışarıdaki görüntüyü seyretmeye başladı. Bulutlar iyice
alçalmış, görüş mesafemizi azaltmıştı. Yağış olmadığı zaman
rahatlıkla görebildiğimiz karşı dağın yamaçları şimdi koyu gri bir
sis perdesi içinde kalmıştı. Mağara ağzında konuşmadan garip bir
sessizlik içinde bekleşiyorduk. Bir ara Melis bakışlarını karşıdaki
kesif pus içindeki tepelerden ayırmadan, bezgin bir sesle mırıl-
dandı.
“Bu iş gittikçe garipleşmeye başladı. Sana da öyle gelmiyor
mu?”
“Garibine giden nedir?” diye sordum.
“Olaylar çerçevesinde içinde bulunduğumuz şartlar. Burası
bizim ülkemiz, biz bu adamların peşinde olacağımıza kaçan, sak-
lanan hâle geldik. Adamlar kilometrelerce uzaktan operasyon
düzenleyip gizlice buralara kadar sızıyorlar ama biz kendi
imkânlarımızı kullanıp destek kuvvet bile isteyemiyoruz? Bu sana
tuhaf gelmiyor mu?”
“Ajan sensin,” diye homurdandım. “Üstlerinle telefon irtiba-
tından başka haberleşme kaynağın yok mu?”
“Ne yazık ki yok. Hadiselerin birden bu boyutlara ulaşaca-
ğını nereden bilebilirdim ki? Benden istenen sadece Sotoris
Nikopolidis’in bu yörede görülüp görülmediğini rapor etmemdi.
Oysa senin durumun çok daha farklı; neden şu söylediğin şirket
seni bu Allah’ın dağına tek başına gönderdi, neden yanın da bir
iki yardımcın yok?”
“Ben her zaman yalnız çalışmayı tercih ederim,” dedim.
Yüzünü ekşiterek beni süzdü.
“Hiç de mantıklı bir açıklama değil.”

153
“Neden?”
“Nedeni var mı? Ben bile kaç kere ölümle yüz yüze geldiğine
şahit oldum. Bugün hayattaysan, biraz da şans ve tesadüflerin
rolü var bunda. Ama insan şansına her zaman güvenemez.”
Gülümsemeye çalıştım.
“Bende kumarbaz ruhu vardır. Şansıma her zaman güvenirim
ama adımlarımı da ihtiyatlı atarım.”
Melis itirazlarını fazla uzatmadı ama suratı asık bir şekilde
düşünmeye başladı. Kaşları çatılmıştı.
“Yine ne var?” diye lâf attım.
Önce konuşmak istemezmiş gibi durakladı bir süre ama
sonra dayanamayarak homurdandı; “Şu Mahmut denen adamın
bu olaydaki yerini bir türlü çıkaramıyorum. Ne hikmetse onun
hakkında her sorduğumda bana farklı şeyler anlatıyorsun. Ne
zaman gerçeği söyleyeceksin, merak ediyorum.”
İçimi çektim.
“Artık kişileri boş ver. Benim için önemli olan İncil’i sakla-
dığım yerden çıkarmak. Başka hiçbir şey umurumda değil.”
Melis söylediğimi duymamış gibi mırıldandı: “Mahmut senin
arkadaşın olduğunu söyleyip âdeta senin cesedini bulmak için
bizi yönlendirdi. Senin o çukurun içine atıldığını biliyor muydu?”
Konuyu yeniden değiştirdim.
“Yağmur biraz hafifledi. Ben Mor Kayalıklar’a bir daha çık-
mayı düşünüyorum. Sen en iyisi burada beni bekle.”
İtiraz edeceğini, ben de seninle geleyim diyeceğini sanı-
yordum ama genç kadın başını dışarıya doğru uzatıp yağışı
kontrol ettikten sonra, “Sen bilirsin,” diye mırıldandı. “Ben seni
burada beklerim.”
“Tamam,” dedim ve Rus ajandan aldığım tüfeği kaptığım gibi
yola koyuldum.

154
Melis’le mağara ağzında yaptığım kısa konuşma birden
beynimde bazı şimşeklerin çakmasına neden olmuştu. Melis haklı
olabilirdi; Mahmut’u galiba biraz hafife almıştım, onun ne kadar
aşağılık bir adam olduğunu, daima kötüye çalışan kafasının
başıma yeni sorunlar açabileceğini hesaba katmam gerekirdi.
Meyilli yoldan hızla aşağıya inmeye başladım. Artık Mor
Kayalıklar’a giden bu yolu iyice öğrenmiştim. Gerçi yağış iyice
hafiflemişti ama yerler yine kaygan ve tehlikeliydi. Hızlı yürü-
meye çalışmakla beraber adımlarımı dikkatli atmaya çalışıyor-
dum. Kısa sürede Hamur Irmağı’nın aktığı yere vardım. CIA
ajanlarının botlarına binip gittiklerini sanıyordum ama ilk şaş-
kınlığım botu orada görünce oldu. Birden irkildim. Acaba Ame-
rikalılar başka bir yolu takip ederek mi dönmüşlerdi? Yoksa hâlâ
bu civarda mıydılar? Birkaç saniye durakladım. Ürkerek etrafıma
bakındım. Bu alan nispeten seyrek ve kısa ağaçlarla kaplıydı. Bir
yere gizlenmiş olsalar onları görebilirdim. Tabii onların da beni
görme şanları fazlaydı. Hatırlamaya çalıştım; acaba dün geldikle-
rinde de botu aynı yere mi bırakmışlardı? Bu alanda saklanmala-
rının hiçbir anlamı yoktu; şayet yeniden Mor Kayalıklar’a dön-
müşlerse çoktan ırmaktan ayrılıp yukarı tırmanmış olmaları
gerekirdi. Bota yaklaşıp yanındaki ayak izlerini incelemeye karar
verdim.
Artık hiç kuşkum kalmamıştı.
CIA ajanları geri dönmüşlerdi. Ne var ki geriye dönenler
sadece iki kişiydiler. Çünkü yalnızca iki kişiye ait ayak izlerine
rastlamıştım. Yumuşak topraktaki ayak izlerini dikkatle incele-
dim. Bunlar kalın bot giymişlerdi. Kılavuz Raşo’da benim aya-
ğımdaki lastiklerden kullandığına göre, bu dönüş yapanların
içinde o yoktu anlaşılan. İzlere bir daha baktım, tüm dikkatimle.
Bu izler oldukça yeni olmalıydı. Yağmur hafiflemiş olsa da
tamamen kesilmemişti, daha eski olsalar, mutlaka içlerine su

155
dolar, bozulmalar başlardı. Oysa kalıp gibi duruyorlardı. Artık
takip edecekleri yolu ben de biliyordum, başımı kaldırıp yukarıya
çıkan sarp dağ yoluna baktım.
Kimsecikler görünmüyordu.
Bu kez mağaradan çıkarken ben de tedbirli davranmış,
kamptan yanımıza aldığımız el fenerlerinden birini belime tak-
mıştım. Henüz gün kararmamış ve gecenin ürkütücü karanlığı
çökmemişti ama Mor Kayalıklar’a varmadan karanlığın bastıra-
cağı kesindi. Fazla oyalanmadan yola koyuldum. Hatta biraz acele
edersem belki onlara yolda bile rastlayabilirdim. Beynimdeki bazı
karanlık noktalar yavaş yavaş aydınlanmaya başlamış gibiydi.
Kuşkusuz benimkiler yine bir takım varsayımlara dayanıyordu
ama olasılığı yüksekti.
Adımlarımı hızlandırdım. Çok yorgun ve uykusuzdum ama
başka çarem de yoktu; en önemlisi gelişmeler tahmin ettiğim gibi
yürüyorsa bunca aylık faaliyetlerim heba olacaktı. Tedirginliğim
aynı zamanda belirgin bir öfkeye dönüşmeye başlamıştı. Bacak-
larımın tüm takatsizliğine rağmen tempomu düşürmemeye çalı-
şıyordum. Birazdan tırmanışın en dik yerine gelecektim, artık
yolu gayet iyi öğrenmiştim. Allahtan o dik kısım oldukça kısa
sayılırdı. Bu arada etraf her geçen dakika biraz daha kararıyordu,
senenin en kısa geçen gündüzlerini yaşıyorduk.
İzleri değerlendirirken yanıldığımı anladım. Hamur Irmağı
kenarında gördüğüm ayak izleri demek çok yakın dakikalarda
bırakılmış değildi, öyle olsa önümdeki iki adama ait bazı sesleri
duymam gerekirdi, oysa önümde kimseler yoktu hâlâ. En dik
bölümü tırmandığımda iyiden iyiye nefesim kesilmişti artık.
Gösterdiğim tüm aceleye rağmen biraz durup dinlendim. Az
sonra barakaların bulunduğu düzlüğe varacaktım.
Karanlık iyice çökmüştü. Artık göz gözü görmüyordu. Bütün
gayretime rağmen yeterince hızlı olamamıştım. Tırmanışı daha

156
erken tamamlamam gerekirdi fakat genel yorgunluğum beni
yavaşlatmıştı. Önümü görmekte zorluk çekiyordum. Belime
astığım feneri de şimdilik kullanamazdım, zira saçacağı ışık met-
relerce uzaktan seçilebilirdi. Sonunda kayalık patikayı tamamla-
yıp düzlüğe vardım. Barakalar zifiri karanlıkta devasa gölgeler
gibi görünüyordu. Nefesimi tutarak tekrar durdum. Avına saldı-
racak vahşi ve yırtıcı bir hayvan gibi etrafta koku almaya çalışı-
yordum.
Asap bozucu bir sessizlik vardı. Kulaklarıma çarpan tek şey
rüzgârın uğultusu oldu. Tırmandığım patika boyunca yüksek
kayalar bir duvar gibi sert rüzgârdan beni korumuştu ama şimdi
apaçık bir platformdaydım. İki CIA ajanının varlığına dair en ufak
bir iz yoktu ortada.
Bu durum daha da endişelenmeme neden oldu. Aklıma gelen
ihtimal galiba gerçekleşiyordu. Hâlâ emin değildim ama içgüdü-
lerim doğru düşündüğüm merkezindeydi. O zaman barakaları
araştırmanın ve ajanları bulmaya çalışmanın hiçbir anlamı kal-
mıyordu. Nereye gitmem gerektiğinin farkına varmıştım. Artık
onları nerede bulacağımı biliyordum.
Sırtıma astığım tüfeği elime aldım. Son derece temkinli
olmalıydım; ava giderken avlanmak istemiyordum. Büyük bara-
kanın arka duvarına doğru koştum. Sırtımı duvara yaslayıp
birkaç saniye bekledim. Sonra duvarı dönüp takriben kuzey
yamacına gidecek yüz metrelik bir mesafeye ilk adımımı atmak
için kıvrıldığımda tam alnımın ortasına bir tabanca namlusu
dayandı.
“Beni çok beklettin dostum,” diyen sesi de o zaman işittim.
Bu sesi asla unutamazdım tabii. Konuşan Mahmut’tu.
Silahın namlusunun soğuk metal ucunu alnıma bastırmaya
devam ediyordu. Karanlıkta yüzünü net göremiyordum lâkin
yanılmış olmam söz konusu değildi. Mahmut’la karşılaşacağımı

157
tahmin ediyordum ama en azından burada karşıma çıkacağını
sanmıyordum.
“Artık oyun bitti aziz dostum. Partiyi sen kaybettin. Rusların
elinden paçayı kurtardın ama benim elimden kaçamayacaksın bu
defa.”
Hiç sesimi çıkarmadım. Şiddetle düşünmeye ihtiyacım vardı.
Mahmut kendine güveniyordu ve son derece acımasız, aşağılık
herifin tekiydi. İstediğini elde ettiği anda da tetiği çekeceğine
yüzde yüz emindim. Elimden geldiğince sakin olmaya çalışma-
lıydım, zira bütün olumsuz şartlara rağmen hâlâ kozlar benim
elimdeydi.
“Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.
“Bunu tahmin edemiyor musun? İncir‘i ele geçirip seni
geberteceğim. Ortaklığımız artık bitti. İşin sonuna geldik. Bana
kazık attın. Şimdi bunun bedelini hayatınla ödeyeceksin.”
Tüm gayretimi toplayıp sırıtmaya çalıştım.
“Ya İncil’i sakladığım yeri sana söylemezsem, o zaman ne
olacak?”
Hiç duraklamadan karşılık verdi.
“İş hayatı böyledir; her zaman kazanç beklememek gerekir.
Bazen zararı da göze almamız olağandır. Ben de öyle yapıyorum
şimdi. Konuşup İncil’i sakladığın yeri gösterirsen ne âlâ, aksi
halde beynine bir kurşun sıkacağım. Seni öldürsem de her şeyi
kaybetmiş sayılmam, çünkü onu buralarda bir yere sakladığını
biliyorum. Bulamasam da fazla dert etmeyeceğim, en azından seni
eşek cennetine göndermekle kendimi tatmin etmiş olacağım, beni
anlıyorsun, değil mi?”
“Anladığımı pek söyleyemem. Bu işe para kazanmak için
girdik, o amaca varamadıktan sonra bunca çabanın ne anlamı
kalıyor.”
Mahmut tükürür gibi homurdandı yüzüme karşı.

158
“Sen pis bir yalancının tekisin. Gerçek yüzün ortaya çıktı
artık. Devlet adına çalıştığını saptadım. Sen bir MİT elemanısın
ama aylarca bize oyun oynadın. Bu iş burada bitti dostum. Bu işe
para için girmedin sen, bütün amacın o İncil’i bulup çalıştığın
örgüte teslim etmekti.”
Karanlıkta yüzümde oluşan ifadeyi görüp göremediğini
bilmiyordum ama en azından sesime ikna edici bir ton vermeye
çalışarak homurdandım:
“Yanılıyorsun. Sana kim akıl verdiyse yanlış bilgilendirmiş.
Ben …”
“Kes sesini. Artık kendini aklamaya çalışmanın anlamı yok.
İşin bitik dostum. Seni geberteceğim. Boşuna dil dökme bana.”
Hızla düşündüm. Oldukça ciddi görünüyordu ve en ufak
kuşkulu bir hareketimi görürse alnıma dayadığı tabancanın teti-
ğine asılabilirdi.
“Ama beni öldürürsen asla İncil’e kavuşamayacaksın,” dedim.
“Bu saatten sonra da umurumda değil zaten” diye karşılık
verdi.
“Ama buraya birlikte geldiğin CIA ajanının umurunda.
Onların bütün amacı o İncil’i ele geçirmek.”
Mahmut keyifli bir kahkaha attı.
“Artık öyle bir ajan yok. Cesedi şu barakanın içinde yatıyor.”
“Yani onu öldürdün mü?”
“Başka çarem yoktu, dostum.
“Ama neden öldürdün onu? CIA’den para aldığını sanı-
yordum.”
“Doğru, fakat verdikleri dolarlar sahte çıktı. Bilirsin, CIA
zaman zaman bu numarayı uygular, bana da yaptılar. Bunun
altında kalacak değildim herhalde. Benim de onların canını
yakmam gerekirdi ve değer verdikleri kıymetli bir ajanlarını
öldürerek intikamımı aldım. Sana dedim ya, bazı işler başından

159
beri ters gider. Bu da öyle başladı. Seninle ve Sotoris’le bu işe
girmeyecektim ama oldu bir kere.”
“Bence yanılıyorsun,” diye mırıldandım.
Gevrek bir kahkaha attı. “Yanılıyor muyum?”
“Evet, kesinlikle.”
“Yok canım, öyle mi sanıyorsun? Nedenmiş o?”
“Bir kere seni Ruslara satan ben değil, Sotoris’ti.”
“Bunu biliyorum, ama sen de MİT ajanı çıktın. En başından
beri kimliğini sakladın. Uzun süre senden şüphelenmedim, hatta
Van Havaalanı’ndan ayrılıncaya kadar. İşte o zaman uyandım; sen
üçümüzü de ayırmaya kalkışmıştın, niyetinin ne olduğunu kesin
çıkaramamıştım ama şüphelerim yoğunlaşmıştı.”
Mahmut sırıtıyordu. Ben de hızla durumun muhakemesini
yeni baştan yapmaya çalışıyordum. Mahmut’un niyeti ayan
beyan ortadaydı, adam beni temizlemeye niyetli görünüyordu ve
şimdilik avantajlı olan oydu. Ama aklımın yatmadığı tek husus,
bunca emek ve meşakkatten sonra her şeyin üzerine bir bardak
soğuk su içmesiydi. Benim tanıdığım Mahmut bunu kabullen-
mezdi. Acaba beyninde başka bir hinlik mi vardı? Üstelik etrafta
daha bir yığın CIA ajanı varken, birlikte geldiği adamı vurması
cesaret isterdi. Çılgın gibi kafamı çalıştırıyordum.
“Son duanı et dostum. Az sonra beynine bir kurşun
sıkacağım.”
“İncil ne olacak?”
“Onu bilmem artık. Belki sonsuza kadar bu dağlarda gömülü
kalacak.”
“Çok saçma,” diye mırıldandım.
“Saçma olan nedir?”
“Onu burada kaderine terk etmek.”

160
“Belli olmaz, kim bilir, belki uzun zaman sonra burası
tamamen sakinleşince yeniden gelir araştırırım. Hâlâ o şansım
var.”
“İmkânsız,” diye fısıldadım. “İmkanı yok onu bulamazsın?”
“O kadar emin olma. İncil’i Tavşan Boğazı, Karaağaçlar ve
Sansar Düzü üçgeni içinde bir yere gömdüğünü biliyorum. Belki
biraz zaman alır ama yine de aramaya değer.”
“Saçma. İğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Bu kadar geniş
bir alanda nereyi arayacaksın.”
“Hiç belli olmaz. Belki bulurum.”
“Sana bir teklifim olabilir.”
“Ne teklifi?”
“Hayatıma karşılık, İncil’i gömdüğüm yeri sana gösterebi-
lirim. Payıma isabet eden paradan da vazgeçerim.”
“Bırak bu ağızlan. Hâlâ sana güveneceğimi mi düşünüyor-
sun? Hem hangi payından bahsediyorsun, sen zaten bir devlet
görevlisisin. Bundan hiçbir zaman pay almayı düşünmedin ki.”
“Doğru ama şimdi hayatım söz konusu. Bir daha düşünsen
iyi edersin.”
Mahmut alnıma dayadığı silahın namlusunu hiç kımıldat-
madan diğer eliyle bir cep feneri yaktı ve ışığını tam gözlerimin
içine tuttu. Gözlerimi kırpıştırmak, başımı çevirmek ihtiyacı
duydum. Ama ölçüsüz veya hesapsız en ufak bir kımıldamada
tereddüt etmeden tetiğe asılabilirdi. Sadece gözlerimi yumdum.
“Aç gözlerini ve yüzüme bak,” dedi.
Çaresiz gözlerimi araladım. Işığı hafifçe gözlerimden uzak-
laştırmıştı.
“İncil’i nereye gömdün?”
“Hayatımı garanti etmeden söyleyemem.”
Biraz rahatlamıştım. Belli ki benle pazarlığa kalkışacaktı.
Sinsi bir gülümseme ile gözlerimin içine bakıyordu.

161
“Önce elindeki tüfeği yere at,” dedi.
Başımı elindeki tabancanın namlusundan kaçırmadan silahı
yere bıraktım. Rus tüfeği gürültüyle toprak zemine düştü. Şimdi
daha rahatlamış gibiydi Mahmut. Yavaş yavaş silahı alnımdan
çekti ama tabanca hâlâ bana yönelikti. Üstümü aramaya kalkı-
şırsa mutlaka belime asılı komando bıçağını da bulacaktı. Adeta
buna fırsat vermemek için fısıldadım.
“Tamam, ben artık silahsızım. Sen de sözünü yerine
getirecek misin?”
Mahmut yeniden sırıttı.
“Ben söz vermedim ki,” dedi.
Sinirlenir gibi yüzüne baktım.
“Öyleyse ateşle şu silahı ve bitir işimi. Tehdit altında kalmak
sinirlerimi bozuyor. Tercih sana ait.”
Mahmut bir hata etmiş ve üstümde başka bir silah bulunup
bulunmadığını kontrol etmeden bir iki adım geri çekilmişti. O
kahredici tebessümü hâlâ dudaklarındaydı.
“Düşünmeliyim,” diye homurdandı. “Belki hayatını bağışla-
yabilirim ama önce İncil’in yerini bana söylemelisin. İncil’i hemen
buralarda bir yere gömdün değil mi?”
“Aptallık etme. Burayı Rusların da, Amerikalıların da didik
didik aradıklarını bilmiyor musun? Öyle olsa mutlaka bulurlardı.”
Dik dik yüzüme bakmaya devam etti.
“Nerede öyleyse?”
“Karaağaçlar ile Sansar Düzü arasındaki kayalık bir
mevkiide. Sana şimdilik ancak bu kadarını söyleyebilirim. Ama
onu öyle bir yere sakladım ki kimse bulamaz.”
Kuşku içindeydi. Bunu hissediyordum. Birkaç saniye
düşündü.
“Nereye daha yakın? Karaağaçlara mı yoksa Sansar Düzüne
mi?”

162
“Sansar Düzü’ne.”
“Peki niye şimdiye kadar sakladığın yerden çıkarmadın?”
“Sorunda bu ya,” diye homurdandım. “Rus ekibi hâlâ o
yörede. Umudu kesip oradan uzaklaşmalarını bekliyorum.”
El fenerini tekrar yüzüme tutup homurdandı.
“Bana yalan söylüyormuşsun gibi geliyor.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Aklıma takılan bir yığın soru var. Neden İncil’i ele geçir-
dikten sonra teşkilatından yardım istemeden bu dağlarda tek
başına dolaştın? Amacın neydi?”
Gülümsemeye çalıştım.
“Bunu anlaman gerekirdi. Çünkü üçümüz de farklı amaçlarla
o İncil’in peşindeydik. Ne sana, ne de Yunanlı Sotoris’e güven-
miyordum. Sotoris tam dönek herifin tekiydi. Hem Amerikalılar-
dan hem de Ruslardan para sızdırmaya kalkıştı. Ruslar durumu
anladı ve onun hesabını gördüler. Biliyorsun, beni de öldürmeye
kalkıştılar. Üstümdeki her şeyi aldılar. Yine de benim MİT ajanı
olduğumu anlamadılar, fakat teşkilata ulaşma şansımı o an
yitirdim.”
“Teşkilatın sana neden yardım göndermiyor?”
“Anlaşana be adam! Van Havaalanı’ndan beri bağ kopuk.
Onlara ulaşamıyorum. Çoktan temas kurmak için beni aramaya
başlamışlardır ama teşkilatta kimse buralarda olduğumu bilmiyor.
Beni hâlâ Van’da arıyorlardır. Şimdi ben sana bir sual sorabilir
miyim?”
“Sor bakalım.”
“Niye Karga Burnu yöresinde kamp yapan üniversite ekibine
arkadaşım dağlarda kayboldu diye haber verdin?”
Mahmut yeniden sırıttı.
“Rusların eline esir düştüğünü görmüştüm. Seni asla sağ
bırakmazlardı. Cesedinin ortaya çıkması yararıma olacaktı. Böy-

163
lece İncil’in nerede saklandığı konusunda bilgi sahibi olarak bir
tek ben kalacaktım. Üniversite ekibinin oraya zamanında yetişe-
bileceğini de hiç düşünmemiştim. Bu büyük bir aksilik oldu.”
“Ama sen de İncil’i nereye sakladığımı bilmiyordun? Ölü-
müm sana ne kazandıracaktı ki?”
“Sotoris seni en son Mor Kayalıklar’da gördüğünü söylemişti
bana. Bana sorarsan akıllı bir herifti, zaten senden ilk şüphelenen
de o olmuştu. İncil’i bu civarda bir yere gömdüğünü de o söyledi.”
“Yalan söylemiş. Zira nereye gömdüğümü o da bilmiyordu.”
“Ben de öyle tahmin ettim,” diye sırıttı Mahmut.
“Şimdi ne yapacağız?”
“İncil’i gömdüğün yere gideceğiz dostum.”
“Anlaştık mı?”
“Öyle görünüyor,” diye fısıldadı Mahmut.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1
Mahmut’u saf dışı bırakmak benim için hiç de zor olmazdı.
Yanımda taşıdığım tüfek artık yoktu, ama Mahmut büyük bir hata
yaparak üstümü aramamıştı. Montumun örttüğü belimin sağ
tarafında yine Ruslardan aldığım komando bıçağı hâlâ yerinde
duruyordu.
“Yürü!” diye hırladı.
Şaşırmış gibi sordum. “Nereye?”
“O İncil’i nereye saklamışsan oraya, tabii.”

164
“Çıldırdın mı sen? Karanlık bastırdı. Bu saatten sonra nereye
gidebiliriz ki? Sabahı beklemek zorundayız.”
“Hayır. Hemen yola çıkmak zorundayız. Vakit kaybede-
meyiz. “
“Bu delilik olur. Ruslar gideceğimiz yol üzerinde. Bir daha
onların eline düşmek istemem. Ayrıca gecenin karanlığında iler-
lememiz son derece tehlikeli.”
Birkaç saniye düşündü. Söylediğime aklı yatmış gibiydi.
Ama ısrar etti.
“Geceyi burada geçiremeyiz. En iyisi yola koyulalım.”
“Bu barakalar bize sığınak vazifesi görür. Sabah gün ağarır
ağarmaz yola koyuluruz.”
Mahmut bir süre kararsız kaldı fakat teklifime aklı yatmıştı.
“Pekâlâ,” dedi. Sonra elindeki tabancayı sallayarak, “Önden
yürü ve barakaya gir,” diye homurdandı. İçimden bir küfür
savurdum ama bunu belli etmemeye gayret ettim. Durumu
yeniden değerlendirmeye çalışıyordum; olayların akışı yeniden
değişiklik arz etmeye başlamıştı. Artık kimin kendi adına, kimin
yabancı istihbaratlar adına çalıştığını kestiremiyordum. Yeniden
ve acele plan yapmak zorundaydım. Mor Kayalıklar’daki baraka-
larda Ruslarla karşılaşsam şaşırmayacaktım ama Mahmut sürpriz
olmuştu; onun korkarak bu işten kaçtığını sanmıştım. Durumu iyi
analiz etmek zorundaydım. Mahmut’un sırf intikam almak ve
beni öldürmek için buraya dönmesi oldukça anlamsız gibi geli-
yordu şimdi bana. Onun niyeti kesinlikle sakladığım İncil’i ele
geçirmekti. Aslında her üçümüz de birbirimize karşı oyun
oynamıştık. Hepimizin nihai amacı farklıydı. Sotoris artık yaşa-
mıyordu, Mahmut’unda devre dışı kaldığını sanmakla hata
etmiştim. CIA’nin belki ünü vardı ama adam kullanmaktaki tak-
tikleri çoğu zaman fiyasko ile neticeleniyordu. Mahmut’a sahte
dolar vermeleri bunun en iyi örneğiydi.

165
Barakaya girdik.
Sırtımı duvara dayayıp yere çöktüm. Mahmut da aramızda
iki üç metrelik bir mesafe bırakarak yanıma oturdu. Fakat taban-
cası hâlâ elindeydi. Her an bir tehlike sezinlese namluyu bana
yöneltip ateş edebilirdi. Konuşmuyorduk ama beynim yine
makine nizamında çalışmaya devam ediyordu. Şimdi olayı biraz
daha rahat muhakeme etmeye başlamıştım. Düşündükçe de
aklıma bazı tutarsız noktalar takılmaya başlamıştı. Acaba Mah-
mut CIA ile ne zaman bir anlaşmaya varmıştı? Bunu saptamam
oldukça müşküldü, ödeme ne şekilde ve nerede yapılmıştı acaba?
Mahmut kendisine ödenilen dolarların sahteliğini ne zaman
öğrenmiş olabilirdi? Daha da yadırgadığım husus, Mahmut’un
öldürdüğünü iddia ettiği ajan bu kritik devrede neden yalnız
gelmişti? Bu bana hiç de mantıklı gelmiyordu. Şayet o ajanı
öldürdüyse ceset neredeydi?
Tabii bunları sormaya hiç niyetim yoktu.
Ama o an, yeni bir takım dolapların döndüğünü hisseder gibi
oldum. Bence Mahmut yalan söylüyordu. O ajan hayatta olma-
lıydı. Hem de hemen yakınımızda bir yerde. Bunu düşünmek bile
tüylerimi diken diken etti. Ama aynı anda başka bir soru beynime
takıldı? CIA ajanı ve Mahmut beni burada tuzağa düşürmüşlerdi,
lâkin buraya geleceğimi nereden bilebilirlerdi? Yoksa Hamur
Irmağından Mor Kayalıklar’a çıkan yolda beni görmüşler miydi?
Bu konuda emin olamazdım. Ama Mahmut pusuya yatmış gel-
memi bekliyordu.
Muhakemem bana oldukça sağlam ve tutarlı görünmeye
başlamıştı. Bu bir tuzaktı ve Amerikalı yaşıyor olmalıydı, belki
hemen yakınımızda, kulübenin az ötesinde bir yerdeydi. Biraz
daha sâkinleştim; aslında Mahmut için İncil’i satacak tek bir alıcı
vardı ve o alıcı da ancak Amerikalılar olabilirdi.
“Çok yorgun ve uykusuzum,” diye homurdandım.

166
“Uyu öyleyse.”
“Ya sen?”
“Benim hiç uykum yok.”
“Öyleyse iki üç saat uyuyayım. Ama gözlerini dört aç.”
“Neden?”
“Ruslar ve Amerikalılar,” diye mırıldandım.
“Amerikalıları dert etme. Onlar en azından yarın öğleye
kadar peşimizden gelmezler. Benim yanımda güvendikleri bir
ajan olduğunu düşüneceklerdir.”
“Ya Ruslar?”
Mahmut bir iki saniye düşündü.
“Onları bilemem. Sana o yüzden bir an önce yola koyulalım
demiştim zaten.”
“Gece bu dağlarda yol almamız olanaksız. Çok tehlikeli.”
Mahmut galiba yavaş yavaş kuşkulanmaya başlamıştı.
“Peki seni yakalamasaydım, yoluna devam etmeyecek
miydin?” diye sordu.
Başımı olumsuzca iki yana salladım.
“Niyetim geceyi bu barakada geçirmekti. Tahmin edeceğin
gibi çok uzun süredir dağlarda geçiyor hayatım. Barakaya ses-
sizce gelmeye çalışıyordum. Asıl korkum Ruslardı.”
Sesini çıkarmadı. Bu kez aklım mağarada bıraktığım Melis’e
takıldı. Ne yapıyordu acaba tek başına mağarada? Dönmediğimi
görünce bir çılgınlık yapıp peşimden dağlara çıkarak beni ara-
maya kalkışır mıydı ?
Bu ihtimal tüylerimi ürpertti. Aramızda hissi bir yakınlaşma
başlamıştı. Benim dönmediğimi görünce muhtemelen aramaya
kalkışabilirdi; cesur olduğunu da biliyordum, gecenin karanlığı,
sarp kayalık dağlar onu fazla korkutmazdı. Üstelik yanında silahı
da vardı.

167
Kızın da hayatını tehlikeye atacaktım. Aynı anda bir şey
daha dikkatimi çekti. Mahmut nedense kamptaki üniversite araş-
tırma ekibiyle ilgili hiç soru sormamıştı bana. Oysa Rusların beni
ölüme terk ettikleri çukurdan kurtaranların, üniversite ekibi
olduğunu biliyordu. Düşüncelerim birinden diğerine atlıyordu;
acaba bana öldürdüğünü söylediği CIA ajanı şu an nerede sakla-
nıyordu? Anladığım kadarıyla İncil’i ele geçirinceye kadar o ajan
meydana çıkmayacaktı, belki de uyguladıkları bu taktik CIA’nin
planıydı. Şu andan itibaren hemen çevremde görünmeyen bir
düşmanım daha var sayılırdı.
Gözlerimi yumdum, uyur taklidi yapmaya başladım. Ama
içim hiç de rahat değildi; en büyük endişem Melis’in peşimden
gelmeye kalkışmasıydı. Mağaranın içinde dönüşümü ne kadar
beklerdi acaba? Karanlık iyice bastırmıştı, bir terslik olduğunu
anlayınca mutlaka beni aramaya kalkışacaktı. Daha fazla bekle-
meye kalkışmamın yararı yoktu, olacakları sezinlemeye başla-
mıştım bile, durum hiç de iç açıcı değildi.
Uykuya dalmış gibi hafifçe başımı omzuma düşürdüm.
Horlama taklidi yapmıyor ama derin ve muntazam nefes alıp
veriyordum. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremedim,
belki on dakika belki biraz daha fazla, Mahmut usulca oturduğu
yerden ayağa kalktı. Ne kadar sessiz hareket etmeye çalışsa da
bomboş barakada mutlak sessizlik söz konusu olamıyordu.
Zemindeki tahtalar pek gıcırdamadı ama uyanık olduğumdan,
kalkarken giysilerinin çıkardığı hışırtıyı bile duydum.
Gözlerimiz çoktan karanlığa alışmıştı. Yine de göz kapakla-
rımı aralamadım. Mutlak uykuya daldığıma inanmasını istiyor-
dum. Sanırım bir süre ayakta durup hiç kımıldamadan uykuya
daldığıma emin olmak için beni seyretti. Yorgunluktan sızmış gibi
derin nefesler alıp vermeye devam ettim. Göz kapaklarım hâlâ
kapalıydı. Ne kadar sessiz olmaya gayret etse de barakadan çık-

168
maya niyetli ise tahtaları çürümüş ahşap zeminde adım atışlarını
duyacaktım.
Bekledim.
Saniyeler asır gibi geçmek bilmiyordu. Nihayet duymayı
ümit ettiğim ayak seslerini işittim. Mahmut elinden geldiğince
temkinli hareket ediyordu ve yorgunluktan bitap düştüğüme
emin olmalıydı. Çok az göz kapaklarımı araladım. Barakanın
kapısına doğru kayıyordu. Belli ki dışarıya çıkıp CIA ajanıyla
haberleşecekti. Ona bir açıklama yapacak, şafakla beraber yola
çıkacağımızı bildirecekti.
Yerimden hiç kımıldamadım.
Mahmut beni göz hapsinde tutarak barakanın kapısına kadar
ilerledi. Ama hatayı orada yaptı. Cep fenerini iki defa yakıp sön-
dürdü. Belli ki bu, nerede saklandığını henüz bilmediğim CIA
ajanına verilmiş bir sinyaldi. Her yer zifiri karanlık olduğu için,
cep fenerinin ışığı az da olsa karanlığı delip geçici bir aydınlık
yaratmıştı. Mahmut CIA ajanına durumu özetleyecekti.
Yeniden bir durum muhakemesi yaptım. Mahmut’u tongaya
düşürüp onu saf dışı edebilirdim. Komando bıçağım hâlâ üze-
rimdeydi ama dışarıda silahlı biri daha vardı. Mücadeleden kesin-
likle galip çıkacağıma emin olmadan saldırıya geçmem aptallık
olabilirdi ancak. Şimdilik gelişmeleri beklemek en akıllı yoldu.
Kulaklarımı dikmiş, sesleri duymaya çalışıyordum. Ama ne yazık
ki, dışarıda sert esen rüzgârın uğultusu duymayı beklediğim ses-
leri ve konuşmaları engelliyordu. Ben kararsız, nasıl bir yol izle-
yeceğimin hesaplarını yaparken karanlık barakanın kapısında
Mahmut’un geri geldiğini gördüm. Konuşmaları kısa sürmüş
olmalıydı.
Mahmut iyi bir oyuncuydu ama fazla zeki olduğunu söyle-
yemezdim. Ayrıca geçmişini az buçuk biliyordum; fazla macera-
perestti ve para hırsı onu bir felâkete sürüklüyordu. Zaten CIA

169
ajanlarının, İncil’i ele geçirirlerse, onu sağ bırakacakları oldukça
zayıf bir olasılıktı. Artık bundan sonra kendimi bu badireden
nasıl kurtaracağımın çarelerini üretmek zorundaydım. Hâlâ
sabaha, gün ağarıncaya kadar bir şeyler yapma imkânım vardı.
Bir an aklım yeniden Melis’e gitti. Acaba beni beklemeye devam
ediyor muydu, yoksa endişelenip yollara düşmüş müydü? Onun
tuzağa düşmesini kesinlikle istemiyordum.
Aralık duran göz kapaklarımı yeniden kapattım. Hesaba
katmadığım bir şey de yorgunluğumdu. Uykusuzluk canıma tak
demişti; bütün badireler sırasında uyuya kalacağımı hiç düşün-
memiştim ama uykum ağır bir sis perdesi gibi tüm vücudumu
kaplıyordu. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, saatler süren
uykusuz bir devreden sonra, karanlık bir ortamda ve gözlerimi
kapatmış bir halde uykuyla mücadele etmek çok zordu. Uykuya
dalmaktan cidden korkuyordum. Ne yazık ki uyuyor taklidi
yapmak zorundaydım.
Mahmut yanıma yaklaştı ve az evvel kalktığı yere oturdu.
Uykuya daldığımı sanıyordu. Acaba o da uyumaya kalkışacak
mıydı? Az sonra anlayacaktım. Ama buna kalkışacağına hiç
ihtimal vermiyordum; bu riski göze alamazdı. Herhalde bir fırsa-
tını bulup kaçacağımı mutlaka düşünürdü.
Gözlerimi açmadan saati tahmin etmeye çalıştım. Mevsim
itibariyle güneş çabuk batıyor, hava erken kararıyordu. Gündüz-
lerin en kısa olduğu süreyi yaşıyorduk. Hesaplamaya çalıştım;
mağaradan çıktığımda saat olsa olsa dört, dört buçuktu. Zira
Hamur Irmağı’na varıp Amerikalıların botunu ve ıslak toprak-
larda iki kişinin ayak izlerini gördüğümde henüz hava kararma-
mıştı. Sarp yokuşu tırmanıp Mor Kayalıklar’a vardığımda ise gece
iyice bastırmıştı. Mahmut’un tuzağına düştüğümde aramızdaki
konuşmalar da bir saat sürmüş olsa, saat en kötü ihtimalle altı
veya altı buçuk olabilirdi. Acaba bu sürenin dönmem için yeterli

170
olduğunu düşünen Melis beni aramaya çıkmış olabilir miydi?
Melis’in durumu şimdi beni bayağı ürkütüyordu; kızın başına bir
şey gelmesini istemiyordum. Ne kadar cesur olursa olsun,
sonunda o mağarada ben de hep yanında olmuştum. Bu kez
yanında lüks lambası varsa da belki ışığın uzaklardan görünebi-
leceği düşüncesi ile yakmaktan çekinebilirdi. Melis’i orada tek
başına bırakmış olmam iyice canımı sıkmaya başlamıştı. Ayrıca
Mahmut dün geceyi uyuyarak geçirmişse, kesinlikle bu saatte
uykusu gelmezdi.
Artık bir karar vermek zorundaydım.
Bütün şartlar aleyhime dönmüş gibiydi. Mahmut’un icabına
bakabilirdim ama dışarıda görünmeyen düşman asıl sorunumdu.
Bir ışık sinyali ile hemen Mahmut’un yanına geldiğine bakılırsa
Amerikalı ajan barakanın hemen civarındaydı ve muhtemelen
açık alanda gizleniyordu.
Önce sanki uykudan uyanırmış gibi esnedim. Hareket etti-
ğimi gören Mahmut hemen cep fenerini yakarak ışığı yüzüme
tuttu. Elindeki tabancayı da bana doğrultmuştu. Uyku sersemiy-
miş gibi fısıldadım:
“Saat kaç?”
Mahmut homurdandı:
“Sekize çeyrek var.”
“Daha çok erkenmiş be! Ben de gece yarısı filan sanmıştım.
Biraz dalmışım galiba.”
“Öyle… İçin geçti.”
“Yorgunluktan. Çok oldu mu?”
“On, on beş dakika.”
“İyi. Uyumaya devam edebilirim.”
Mahmut’un aldırmayacağını düşünmüştüm. Ama hemen
sordu:
“Rusların gelmesinden korkmuyor musun?”

171
Uykulu bir eda ile gülümsemeye çalıştım.
“Korkuyorum ama ne yapabilirim?”
Ters ters yüzüme baktı.
“Ne bileyim? Onlar hep kalabalık dolaşıyorlar. Bir daha elle-
rine geçersen seni kesinkes öldürürler.”
“Haklısın, ama yine de en güvenli yer burası. En azından
İncil’in Mor Kayalıklar’da olmadığını biliyorlar artık.”
Mahmut’un nedense tedirgin bir hali vardı ve bu tedirginlik
sanki o CIA ajanıyla yaptığı az evvelki görüşmeden sonra hasıl
olmuş gibi bir izlenime kapılmıştım.
“Hadi biraz uyumaya bak,” dedim. “Yarın sabah zor bir yol-
culuğa çıkacağız.”
Yalan söylemiştim tabii. Rus tehlikesini hâlâ bütün şiddetiyle
hissediyordum. Aslında tek umudum teşkilatın beni aramaya
çıkmasıydı. Kırk sekiz saati aşkın bir zamandır üstlerimle bağım
kesilmişti. Bu oldukça uzun bir zamandı ve beni aramaya çıkma-
ları için yeterli bir süreydi. Destek ve arama faaliyetleri bulun-
duğumuz yöreye ancak helikopterle yapılabilirdi ama ne yazık ki
bulunduğum mevkiin koordinatlarını merkeze iletme şansım ola-
mamıştı. Beni çoktan aramaya başladıklarını tahmin ediyordum
ama bulmaları mutlaka zaman alacaktı. Zaten İncil’i sakladığım
yerden çıkarmamamın en büyük nedeni de gerekli takviye güç
gelmeden bunu yapmamın anlamsızlığı idi.
Mahmut hiç de rahatlamışa benzemiyordu. Ama tavsiyeme
uyar gibi oturduğu tahta zemin üzerine, yatar gibi kaykıldı. O
zamana kadar fark etmediğim ufak bir çantayı başının altına yer-
leştirmeye çalıştı.
“Açım,” dedim. “Yanında hiç yiyecek var mı?”
Kısa bir tereddüt geçirdi. Sonra başını yasladığı çantadan
kaldırarak doğruldu. “Şu çantanın içinde biraz bisküvi ve çikolata
var, ister misin?”

172
“Sağ ol,” diyerek başımı salladım.
Mahmut çantayı açıp önüme ufak bir paket bisküvi ve çiko-
lata fırlattı. Cep fenerinin ışığında fırlattığı yiyeceklere baktım.
İkisi de Amerikan malıydı. Sırıttığımı görünce homurdandı.
“Öldürdüğüm Amerikalı ajandan aldım.”
“Yaa!” dedim sadece.
Yine ters ters beni süzdü. Konuşmayı fazla uzatmayacağını
sanıyordum ama garip bir ürkekliği vardı nedense. Sanki bir
şeyden ürkmüş gibiydi.
“Benim gerçek kimliğimi de öğrendin mi?” diye sordu.
Sırıttım, “En başından beri biliyordum zaten. Sen Mardinli
bir Süryani’sin ama Ortodoks değil, Katoliksin.”
Hiç şaşırmış görünmedi. “Kimden öğrendin, Sotoris’ten mi?”
Kayıtsızca başımı salladım, “Evet,” diyerek.
“Ne zaman?”
“En başından, üçümüz ilk anlaştığımız tarihten beri.”
“O hergelenin Yunan İstihbaratından olduğunu biliyordum
ama seni uzun zaman anlamadım.”
Tekrar gülümsedim.
“Demek işimi iyi yapmışım. Ama sonunu tamamlayamadım.
Kazanan sen oldun.”
Hiç de sevinmiş gibi görünmedi. Beynini kurcalayan bir şey
olduğunu anlamıştım artık iyice. Hâlâ cep fenerinin ışığında dik
dik yüzüme bakıyordu. Onu biraz sinirlendirmenin zamanı gel-
mişti artık.
“Olaylar çok karıştı,” dedim.
“Ne demek istiyorsun?”
“Sotoris de ben de kendi teşkilatlarımız adına çalışıyorduk,
ama ikimiz de bunu gizleme gayreti içindeydik. Sense aramızda
büyük paralar kazanma sevdasındaki tek kişiydin. Demek
istediğim üçümüz de kaybettik.”

173
Sinirliliği daha belirginleşti.
“Neden? Ben neden kaybetmiş olayım?”
“Bu kadar aptal olduğunu sanmıyorum Mahmut,” dedim. “O
İncil’i satma şansın hiç yok.”
Nedenini sormadı bana. Kelimelerin üzerine basa basa
devam ettim.
“Ruslara asla gidemezsin. FSB, o İncil’i ele geçirmek için son
derece tehlikeli bir operasyona kalkıştı. Türkiye de bu çaplı bir
operasyona girişmekle ateşle oynadılar. İncil’i satın alamazlar.
Tek çareleri onu burada ele geçirmek.”
“Zaten Ruslara satmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. Ben de
Yunanlılara satarım.”
“Onu da bir kalemde unut. KYP elinden geleni yaptı. Bundan
sonrası siyasi bir skandala dönüşeceği için cesaret edemezler.
Doğrudan Yunan Kilisesine de satamazsın, zira Yunan Kilisesi
fakirdir ve sana istediğin parayı ödeyemez.”
Karanlık barakanın içinde iyi göremiyordum ama gerginliği
iyiden iyiye artmıştı Mahmut’un.
“Amerikalıları unutuyorsun,” dedi.
Alaycı bir şekilde yalanını yüzüne vurdum.
“Sana sahte dolarlarla ödeme yaptıklarından ve onların bir
ajanını öldürdükten sonra hâlâ onlara güveniyor musun?”
“Kes artık!” diye bağırdı. “Ben ne yaptığımı biliyorum. Hadi,
zıbar da şu sabahı edelim.”
Aldırmadım ve konuşmaya devam ettim.
“Hiç şansın yok Mahmut,” dedim. “Elimizden kurtulamaya-
caksın. Senin Mardin’den Amerika’ya göç eden üçüncü kuşak
Süryanilerden olduğunu biliyoruz. Bu planı Amerika’da tasar-
ladın ve işin başından beri onlar adına çalışıyorsun ama başarılı
olamayacaksın. CIA seni yaşatmayacak.”
“Öyle mi sanıyorsun?”

174
“Sanmıyorum, eminim.”
“O halde yanılıyorsun. Seyret şimdi.”
Mahmut birden ayağa fırlamıştı. Bir terslik olduğunu sezin-
ledim ve içimi ani bir korku kapladı. Yanılmadığımı da kısa
sürede anladım. Barakanın kapısına doğru ilerleyen Mahmut
elindeki fenerle dışarıya bir sinyal verirken bir de garip bir
şekilde üç defa ıslık çaldı.
Dehşete kapılmış gibiydim. İnşallah korktuğum başıma
gelmezdi. Ama az sonra yanılmadığımı anladım. Barakanın kapı-
sından içeri birileri giriyordu. İrileşen gözlerimle kapıya baktım.
CIA ajanı Harry, Melis’i iterek içeriye sokuyordu ve başına
tabancasını dayamıştı.
2
Korktuğum başıma gelmiş ve Melis’i yakalamışlardı. Otur-
duğum yerden top gibi ayağa fırladım. Bu tür şiddet eylemlerine
pek alışık olmayan genç kadın bu kez çaresizlikten titriyordu.
Mahmut elindeki feneri onun yüzüne tutunca genç kadının ne
kadar perişan bir halde olduğunu hemen anlamıştım.
“Yardım et Oğuz,” diye inledi. “Bunlar beni öldürecek.”
“Korkma,” diye fısıldayabildim ancak. Ama asıl korkan
bendim, zira bu defa bizi fena kapana kıstırmışlardı. Çaresizliğin
verdiği acı bir anda bütün benliğimi kaplayıvermişti. Hiç şansım
yoktu şimdi. İncil’i ele geçirmek için Melis’i koz olarak kullana-
caklardı. Daha kararımı o an vermiştim; Hıristiyan dünyasını
ilgilendiren kutsal kitap için bu genç ilim kadınının hayatını feda
edemezdim. Ne olursa olsun, onun hayatını kurtarmalıydım.
Artık kritik bir noktaya gelmiştik, ne pazarlık şansım vardı ne de
onları oyalamak şansım.
Harry, genç kadını yanıma doğru itti.
Tökezleyen Melis ileri adımlar atarak yanıma düştü. Sanki
ilk öfkemi genç kadından çıkarmak istercesine homurdandım.

175
“Sana peşimden gelme demiştim.”
“Merak ettim, ne yapayım? Gece bastırdı, karanlık oldu
dönmedin. Biraz korktum da. Buraya geleceğini tahmin etmiştim.
Peşinden gideyim dedim ama tam buraya yaklaştığım sırada bu
adam beni kıskıvrak yakaladı.”
Harry’e baktım. Pis pis sırıtıyordu. Benim şaşkın ve öfkeli
halimi görünce İngilizce homurdandı.
“Hadi çabuk, İncil’i sakladığın yerden çıkar yoksa kadının
başına kurşunu sıkacağım.”
Kozlar şimdilik tamamen onlardaydı. Bir an düşündüm.
Acaba Melis’in üstündeki tabanca hâlâ yanında mıydı? Bir öğ-
retim üyesinin yanında silah taşımayacağını düşünen ajan,
üstünü aramamış olabilirdi. Yüzüne bakışımdan aklımdan ne
geçirdiğimi anlamış gibi Melis başını olumsuzca iki yana salladı.
Gerçi ağzından kelimeler dökülmemişti ama silahımı aldı, demek
istediğini anlamıştım. Elimde kalan son kozu da oynamak
zorunda kaldım Harry’ye.
“İncil’i buraya saklamadım. Onu Karaağaçlar ile Sansar Düzü
arasında bir yere gömdüm. Sabahtan önce de oraya gidemeyiz.”
“Palavrayı bırak. İncil’in hemen burada bir yerde gömülü
olduğunu biliyoruz. Hemen harekete geç yoksa ateş edeceğim.”
Ajan çok ciddi ve söylediğini yapacak gibi görünüyordu.
Sapsarı bir çehreyle Mahmut’a baktım. Lanet herifin yüzünde de
pis bir gülümseme hasıl olmuştu. İşin oyalamaya gelecek yanı
yoktu.
“Tamam,” diye inledim. “İstediğiniz gibi olsun. İncil Mor
Kayalıklar’da gömülü. Onu buraya sakladım.”
Rahatlasın diye Melis’e bir göz attım.
Genç kadın derin bir nefes almıştı.
Mahmut âdeta hırladı. “Nerede?”
“Küçük kulübelerden birinde?”

176
Artık tamamen İngilizce konuşuyorduk.
Mahmut sordu. “Hangisinde?”
“Kuzeye bakan ufak baraka da.”
İşte tam o an, tüylerimi diken diken eden bir olaya şahit
oldum. Melis birden yerinden fırlamış, “Hadi acele edin gidip
çıkaralım,” demişti.
Kendimi tutamayarak inanılmaz bir hayretle Melis’e baka-
kalmıştım. Hatta bir an kulaklarıma inanamadım. Pek çok şeye
ihtimal verebilirdim ama bu olasılık hiç aklıma gelmemişti.
Öğretim üyesi Melis de onlardan biriydi. Dona kalmıştım âdeta.
Yerimden kımıldayamadım. Yoksa Melis, bizi kurtarmak için yeni
bir oyun mu tezgâhlıyordu? Aklıma ilk gelen düşünce bu
olmuştu. Fakat üçü birden alıklaşmış yüz ifademi görünce gül-
meye başladılar. Yine ilk konuşan Mahmut oldu.
“Çok şanslısın, dostum. Hoca seni çok iyi kandırdı. En
başından beri o bizimle çalışıyordu. Buradaki CIA ekibine de yön
veren, iletişimimizi sağlayan oydu. Onunla karşılaşmam, Rusların
seni içine attıkları çukurdan kurtulmanı sağlamak için bulun-
duğun yeri de söylemem hep bu oyunun bir parçasıydı. Ona
güvenmen gerekiyordu. Nitekim güvendin de. Bu güveni sağla-
yamasaydık asla İncil’i gömdüğün yeri sana söyletemeyeceğimizi
anlamıştık. Ruslar bunu denedi ama başaramadılar. Ne var ki
onlar Sotoris’in İncil’i sakladığını sanıyorlardı, oysa o işi yapan
sendin. Ruslar Sotoris’i öldürüp seni çukurdaki kazıklara bağlar-
larken ben üç yüz metre geriden sizleri dürbünle seyrediyordum.”
“Lanet olsun!” diye homurdandım.
Mahmut hiç istifini bozmadı. Gülümsemeye devam etti.
“Saklandığınız mağaradan da haberdardık. Hoca hanım bize
sık sık telefonla durumu bildiriyordu.”
“Ama telefonu bozuktu,” diye söylendim.

177
“Hayır değildi. Sadece konuşma ve bize bilgi iletmesi gerek-
tiği zaman telefonunun kartını değiştiriyordu.”
Kendi aptallığıma gülümsemek zorunda kaldım. Ondan zer-
rece şüphelenmemiştim. Ama nedenini de hâlâ kavrayamamıştım,
Melis’in bu işle ne bağlantısı olabilirdi, o sıradan bir öğretim
görevlisiydi. Yüzümdeki şaşkınlığı fark etmiş olmalıydı ki ağır
ağır yanıma yaklaştı.
“Üzgünüm,” diye fısıldadı. “İnan gerçeği öğrenmeni hiç
istemezdim ve olayların bu raddeye geleceğini de tahmin etme-
miştim. Ama iki seneden beri CIA hesabına çalışıyorum. Colum-
bia Üniversitesi’ne iki aylık bir eğitim çalışması için gittiğimde
bana bu işi teklif ettiler. Karşılığında Amerikan vatandaşlığı ve
ömür boyu dilediğim bir Amerikan Üniversitesi’nde hocalık
hakkı tanındı. Teklifi geri çeviremezdim. Babam ne subay ne de
eski bir MİT ajanıydı, sana yalan söyledim. Bu iş bitince de
İstanbul’daki görevimden istifa edip Amerika’ya gideceğim. Her
şey ayarlandı.”
“İğrenç!” diye mırıldandım.
“Olabilir. Ama ne düşündüğün benim için hiç önemli değil.
Çok inatçı davrandın ve bana bile İncil’i sakladığın yeri söyle-
medin. Söyleseydin en azından hayatta kalacak ve belki de bun-
ları öğrenmeyecektin.”
Sotoris’i Ruslar temizlemişti, anlaşılan beni de Amerikalılar
ortadan kaldıracaklardı. Bunun başka yolu da yoktu zaten; bu
işler en acımasız şekilde yürütülürdü. O an Melis’e duyduğum
tiksinme hissi alabildiğine arttı.
Harry ise tabancasının namlusunu sallayarak bir an önce
İncil’i sakladığım küçük kulübeye geçmemizi istiyordu. Ne yazık
ki yapacak fazla bir şeyim kalmamıştı. Kararsızlık içinde boca-
lamaya başlamıştım. Artık İncil’i sakladığım yeri biliyorlardı; asla
değmeyecek bir kadının hayatını kurtarmak için ifşaatta bulun-

178
muştum. Filhakika sakladığım yeri tam söylemezsem yine de onu
bulmak için uzun bir süre uğraşmak zorunda kalacaklardı. İşleri
zordu ama er veya geç o metruk kulübede nasıl olsa bulurlardı.
Bundan böyle kaderim çizilmiş sayılırdı, sonum kafama sıkılacak
bir kurşunla noktalanacaktı. Artık bundan adım gibi emindim.
Harry, “Dışarı,” diye kükredi.
Açık havaya çıktığımızda kararımı vermiştim. Ölüm kaçı-
nılmaz olduğuna göre en azından ben de nefsimi korumak ve
içlerinden en az birini temizlemek niyetindeydim. Asıl hedefim,
ajan Harry olmalıydı. Ona saldırmalıydım. Tek umudum hâlâ
belimde asılı olan komando bıçağıydı. Ellerindeki ateşli silahlara
karşı ne denli başarı ile bir saldırı yapacağım münakaşa götü-
rürdü, ama amacıma ulaşmak için olanca soğukkanlılığı kullanıp
saldırı için en uygun zamanı ayarlamak zorundaydım.
İki kulübe arasında yirmi metrelik bir mesafe vardı. Yürü-
meye başladık. Mahmut çılgınca bir şey yapmamam için silahının
namlusunu yine belime dayamıştı. Esen sert dağ rüzgârı yüzümü
yalıyordu. Başımı kaldırıp karanlık göğe baktım. Tek bir yıldız
dahi görünmüyordu koca boşlukta. İdama giden biri gibi hisset-
meye başlamıştım kendimi. Acaba kafama o kurşunu ne zaman
sıkacaklardı? Yine de infazım için İncil’i ele geçirmeleri şarttı;
somut olarak kutsal kitabı ellerinde görmedikçe beni vuracakla-
rını sanmıyordum.
Küçük barakaya vardık.
Mahmut silahının ucuyla beni iteledi. Diğerleri arkamdan
içeriye girer girmez el fenerlerini yeniden yakmışlardı. Harry’-
ninki oldukça güçlü bir neferdi ve barakanın içini bayağı aydın-
latmıştı. Tam karşıma geçip homurdandı:
“Hadi, nereye sakladığını göster artık. Boşuna uğraştırma
bizi.”

179
Başarısızlığı bir türlü kabullenemiyordum. Kırılan gururumla
söylendim:
“Bir de size yardım etmemi mi istiyorsunuz? Siz bulun.”
CIA ajanının haşin yüzü öfkeyle kabarmıştı. Bana vuracağını
anlamıştım ki, bunu sezinleyen Melis’in uyarıcı sesini duydum
aynı anda.
“Dikkatli ol Harry. O eski bir boksörmüş. Devasa bir Rusu
burada yumruklarıyla nasıl devirdiğini bizzat gördüm.”
Melis’in uyarısı ajanı büsbütün kızdırmıştı sanırım. Dama-
rına basılmış gibi hiç duraksamadan mide boşluğuma müthiş bir
yumruk savurdu. Yumrukları cidden güçlüymüş ki, bir anda iki
büklüm oldum, nefes alamadım. Tıknaz yapısına rağmen hakla-
dığım Rus İvan kadar güçlü olduğunu o an anladım. Ama yediğim
yumruk sadece nefretimi pekiştirmişti. Zaten daha önce de karar
vermiştim, saldırıya geçersem belimdeki komando bıçağımın
hedefi artık kesin Harry olacaktı. Güçlükle dikleşmeye çalışırken,
herifin alaycı sesi kulaklarımda çınladı.
“Gösterecek misin yoksa ikinci yumruğumu da tam ağzının
ortasına indireyim mi boksör bozuntusu?” dedi.
En azından birini haklamak için fazla yıpranmamam gere-
kiyordu. Gücümü tasarruflu kullanmalıydım. Başımı sallayıp, “Ta-
mam tamam,” diye inledim. “İncil’i sakladığım yeri göstereceğim.”
Bu arada da göz ucuyla Melis’e bakmıştım. Nedense o güzel mavi
gözlerinde kuşkulu bir ifade hasıl olmuştu şimdi. Galiba bu kadar
kolay teslim olmama inanamıyordu. Sanki gözlerimdeki ifadeyi
değerlendirmek ister gibi yaklaştı, yüzüme baktı.
“Bizi oyalamaya kalkışmıyorsun değil mi?”
“Hayır,” diye mırıldandım. “Rolünü iyi yaptın ve beni tuzağa
düşürdün ahlâksız, satılmış kadın. İncil burada.”
“Hayret! Bu kadar çabuk teslim olacağını sanmamıştım.”
Bu kez aramızda Türkçe konuşuyorduk. Harry hemen sordu.

180
“Ne diyor?”
Melis pişkince gülümsemişti.
“Aklınca bana hakaret etmeye çalışıyor,” dedi. Harry bana bir
yumruk daha savurmaya kalkışıyordu ki, Mahmut araya girdi.
“Bırakın şimdi bu tatsız tartışmaları. İşimize bakalım.”
“Doğru,” demişti Melis. “Acele edelim.”
İçinde bulunduğumuz baraka, Mor Kayalıklar’daki metruk
üç barakanın nispeten en bakımlısıydı. Ufak fakat tahta zemini en
sağlam olanıydı, İncil’i bir bohçaya sararak, metal bir kutunun
içinde, barakanın iki köşesinin birleştiği uç noktanın altına sak-
lamıştım. Harry tedbirli gelmişti. Sırt çantasının içinden çıkardığı
Amerikan ordusuna has yeşil renkli ufak kazma ve küreği Mah-
mut’a uzatarak, “Hadi başla,” dedi.
Mahmut’un suratı asılmıştı. Nedense bu işi benim yapmamı
ister gibi bir havaya bürünmüştü. Bir Harry’ye bir de bana baktı,
ama sonra itiraz etmeden zemindeki tahtaları sökmeye başladı.
Onun görevini şimdi Harry yüklenmiş elindeki silahı bana o
doğrultmuştu.
Barakadaki gergin bekleyiş had safhaya ulaşmıştı artık.
Herkes büyük bir heyecanla neticeyi bekliyordu. Melis yerinden
çıkartılmaya çalışılan zemindeki tahtaların en başına gitmiş,
heyecanla gözlerini yavaş yavaş görünen toprağa çevirmişti.
Harry’nin de heyecanı açıkça belli oluyordu. Meraklı bakışları bir
bana bir de Mahmut’un kırıp kaldırdığı tahtalara gidiyordu.
Aralarında en soğukkanlı olan bendim. Onlar hâlâ kuşku-
luydular ama İncil’i oraya ben sakladığım için neticeyi
biliyordum. Birden Mahmut’un sesi barakada yankılandı.
“İşte burada, buldum.”
Heyecanın doruğa ulaştığı an o saniyeler olmalıydı. Nere-
deyse hepsi bir zafer çığlığı atacaktı. Emellerine ulaşmışlardı
artık. Benim harekete geçmem için ise bu son fırsattı. Sağ elimi

181
usulca montumun altındaki komando bıçağına uzattım. Şayet bir
an önce harekete geçmezsem işim bitikti. Harry’nin başka şansı
yoktu. İncil’i görür görmez beni öldürecekti. Geride canlı bir şahit
bırakamazdı. Bir anlamda ona hak da veriyordum, üstlendiği işin
gereğiydi bu.
Elim belimdeki bıçağa uzandığında kısa bir değerlendirme
yaptım. En uygun an buydu. Mahmut kazma işine daldığından
tabancasını çoktan cebine koymuştu. Melis tuzağa düşürülmüş
kadın rolünü oynadığından ve kendini iki erkeğin yanında
emniyette hissettiğinden yanında olduğunu bildiğim tabancasını
zaten hiç çıkarmamıştı. O an beni tehdit eden tek silah Harry’-
ninkiydi.
Biraz daha, evet, biraz daha beklemeliydim. En uygun an,
metal kutuyu topraktan çıkarıp içini açtıkları zamana rastlaya-
caktı, çünkü asıl zafer sarhoşluğunu tam o sırada yaşayacaklardı.
Harry, “Çıkar şunu çabuk,” diye homurdandı.
Şimdi bütün dikkatler topraktan çıkan metal kutuya çevril-
mişti. Mahmut neredeyse bir zafer çığlığı atacaktı. Dikkatle ona
baktım, kalın ve küt parmaklarıyla metal kutunun üstüne yapış-
mış toprakları temizlemeye çalışıyordu. Melis bile dayanamamış,
“Acele etsene,” diye söylenmişti.
Parmaklarım kınında duran komando bıçağını kavramıştı.
Bundan sonrası Harry’nin bir an üzerime çevirdiği bakışlarını
metal kutuya döndürmesine bağlıydı. Bıçağı her an gırtlağına
dayayabilirdim. Ama hep güvendiğim şansım ters döndü birden.
Zafer sarhoşluğuna kapılan Harry kutuyu daha iyi görebilmek
için durduğu yerden hareket etmiş ve onların yanına biraz daha
yaklaşmıştı. Ne kadar gayret edersem edeyim yeni gittiği yere
kadar bir hamlede sıçrayamazdım. Gerçi o rahatlıkla kısa bir an
tabancasını üzerime çevirmekten vazgeçmişti ama hareketimi
sezinlediği anda namluyu üzerime yeniden çevirip silahı ateşle-

182
yebilirdi. Harekete geçmek için daha uygun bir zaman ayarlama-
lıydım, içimden küfür ettim, ama yeni bir hamle şansının doğ-
masını beklemekten başka çarem yoktu. Komando bıçağı mon-
tumun yenine sığmayacak kadar kocamandı; onu saklayamaya-
cağımı bildiğimden kınından çıkarmamayı yeğledim.
Bir iki adım daha yaklaştım gruba.
Harry tekrar sinirli bir şekilde homurdanmıştı Mahmut’u
süzerek; “Aradığımız İncil bu mu?”
“Evet Harry.”
“Süryanice, değil mi?”
“Evet öyle.”
“Yani aradığımız İncil’in o olduğuna eminsin.”
“Kesinlikle.”
Neredeyse sevinçten çığlık atacaklardı. Kuşkusuz o İncil’i
ben de incelemiştim. El yazması kitap dünyanın en eski yazıtla-
rından biriydi ve özel muhafazası gerekiyordu. Melis de İncil’i
daha yakından görebilmek için dizlerinin üzerine eğilmiş, hâlâ
Mahmut’un elinde tuttuğu kitaba büyük bir merakla bakıyordu.
Tam o sırada Harry’nin gergin sesi duyuldu.
“Tamam Mahmut. Şimdi İncil’i mahfazasına koy ve yere
bırak.”
Sesi o kadar sert ve korkutucu çıkmıştı ki, bir an ben bile
duraklayıp ajana bakmıştım. Mahmut ise ne olduğunu anlamadan
nazarlarını Harry’ye çevirmişti.
“Ne var? Ne oluyor?” diye homurdandı.
O an Harry’nin gözlerinin derinliklerinde amacına ulaşmak
isteyen kanlı bir katilin yapacağı işten zevk alan parıltılarını
yakalamıştım. Bence Harry’nin niyeti çok açıktı. Mahmut’u
vuracaktı. Nitekim o ana kadar bana yönelttiği silahının namlu-
sunu da şimdi Mahmut’a çevirmişti.
İrkilmekten kendimi alamadım.

183
Belki Harry’ye saldırmak için en uygun zamandı; şu an
elindeki silahın namlusu bana yönelik değildi. Ama pasif kalmayı
tercih ettim. Belki de hiç insani bir davranış değildi yaptığım; ne
var ki Mahmut nazarımda ezilmesi gereken pis bir sürüngenden
farksızdı. Ayrıca aralarından birinin ortadan kalkması, bu badi-
reden yakayı sıyırmam için çok daha elverişli bir ortam sağlaya-
caktı bana. İnsani duygularıma gem vurarak bekledim.
Mahmut hâlâ şaşkın nazarlarla ajana bakıyordu. Titreyen bir
sesle, “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diye mırıldanmıştı. Korku
dolu sesinden Harry’nin niyetini sezinlediğini hemen anlamıştım.
“Senin işin burada bitti, Mahmut. Artık sana ihtiyacımız
yok.”
Süryani titremeye başlamıştı.
“Neden ama?” diye inledi. “Ben bütün emirlerinizi yerine
getirdim, anlaşmaya hiç aykırı hareket etmedim.”
Sanırım Melis de olacakları sezinlemişti. İrileşen mavi göz-
leriyle dizlerinin üzerinde doğruldu ve bir iki adım geri çekildi.
Ne kadar kişiliksiz olursa olsun az sonra işlenecek cinayete hazır
olmadığını sezinlemiştim.
Mahmut çaresiz bir eda ile elindeki İncil’i mahfazasına
koydu ve tahtaların üzerine bıraktı. Mahmut’u yeterince tanıdı-
ğımı düşünüyordum, aslında kimseye güven duymayan yaradı-
lışta bir mizaca sahipti. Ölümün bu kadar yaklaştığını hissedince
de mutlaka son kozunu oynayacak ve cebindeki silaha davrana-
caktı. Nitekim öyle de oldu ve Süryani hızla elini cebine attı. Ama
hiç şansı yoktu. Aynı anda Harry de elindeki silahı iki kez ateş-
lemişti. Mahmut külçe gibi yere yığıldı. İki kurşun yemesine
rağmen henüz ölmemişti. İhtilaçlar içindeydi. Kasılan bacakları
zeminde titremeye başlamıştı.
Dehşete kapılan Melis şaşkınlıkla sormuştu:
“Onu vurmak zorunda mıydın?”

184
“Üzgünüm ama başka çarem yoktu. Bu pisliğin hayatta
kalması planlarımız için sakıncalıydı.”
Toparlanmaya çalışan Melis beni işaret ederek, “Ya bu ne
olacak?” diye sordu. Harry o gaddar çehresiyle gülümsemişti.
“Herhalde onu da burada canlı bırakacak değiliz.”
Harry elindeki silahı yeniden üzerime çevirdi. Ölümle yaşam
arasındaki son saniyelerimde olduğumu anlamıştım artık. Man-
tıklı düşünme yeteneğim tükenmişti, bundan sonra sadece içgü-
dülerimle hareket edecektim. Çılgın gibi CIA ajanının üzerine
atladım.
Harry de o sırada silahını ateşledi.
3
İki şey hissettim. Birincisi vücudumdaki müthiş acı ve
yanma hissiydi. Kurşunu nereme yediğimi tayin edemiyordum.
Ama galiba sol bacağımın varlığını hissetmiyordum. Kurşun
kasığıma yakın bir yere isabet etmiş olmalıydı. Hissettiğim ikinci
şey ise zifiri karanlıktı. Evet, her yer koyu bir karanlığa dönüş-
müştü. Önce öldüğümü düşündüm ama kısa bir an sonra bunun
çok aptalca olduğunu kavramakta da gecikmedim; ölmüş olsam
vücudumdaki acıyı hissetmem mümkün olmazdı. İçim eziliyor,
yerde acı ile kıvranıyordum.
Karanlığın nedenini de çabuk kavradım. Kurşunu yiyen
Mahmut yere yığılırken fenerinin üzerine düşmüş ve iki cep
fenerinden biri sönmüştü. Ben de Harry’nin üzerine atlarken
kurşunu yememe rağmen adamı da yere düşürmüş ve onun elin-
deki fenerinde kırılmasına neden olmuştum. Şimdi o küçük
barakada kesif bir karanlığın içindeydik.
Ama hepsinden daha da önemli bir şey vardı; dışarıdan
akseden sesler. Uğultular, homurtular, bağırmalar… Kulağım
hepsini algılamıyordu. Yanılıyor da olabilirdim, ama galiba bu bir
megafondan akseden gürültüydü. Canım öyle yanıyordu ki, elim

185
mihaniki olarak sol kasığımın altına doğru kaydı. Parmaklarım
yoğun bir pıhtıya değdi.
Oluk gibi kan akıyordu bacağımdan. Pis ve yapışkan bir kan.
Kendi kanım. Yerde bilinçsizce sürünmek istedim ama becere-
medim. Yaralı bacağımı kımıldatamıyordum.
Gözlerim yeniden karardı. Kendimden geçmek üzereydim.
Bayılacağımı anlamıştım. Belki de bir süre kendimden
geçtim. Şuurum, bakışlarım kayarken, dışarıdaki megafondan
akseden sesleri hâlâ duyabiliyordum. “Etrafınız sarıldı, teslim
olun. Yoksa ateş açacağız.”
Söylenenleri anlıyordum ama Türkçe mi, İngilizce mi yoksa
Rusça mı olduğunu çıkaramıyordum. Belki de o an dışarıdakiler
her üç dili de kullanıyorlardı.
Sonra silah seslerini duymaya başladım.
Kurşunlar birbiri ardına yağıyordu içeriye.
Sanırım Harry de karşılık veriyordu. Son bir gayretle yere
düşen başımı kaldırdım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.
Dışarıdakilerin kaç gündür beni arayan MİT ajanları olduğunu
kavramıştım. Belki de beni kurtaracaklardı, lâkin bunun sevincini
hissedemiyordum. Sanki Harry’nin sıktığı kurşunlardan birini
boğazıma yemişim gibi sesim de çıkmıyordu.
Etrafıma bakınmaya çalıştım. Göremedim ama sezinledim.
En azından muhakeme gücüm yeniden yerine geliyordu. Yanıl-
mıyorsam Harry barakanın açık duran kapısı civarında mevzile-
nip zaman zaman dışarıya kurşun sıkıyordu.
Gözlerim Melis’i aradı fakat bulamadım. Muhtemelen bara-
kanın bir yerine sinip kalmıştı. Tam o sırada birbiri ardına
patlayan kurşun sesleri arasında garip bir inilti duyar gibi oldum.
Önce bana öyle geldiğini sandım ama aynı sesi bir iki kere daha
işitince, iniltilerin Mahmut’tan geldiğini kavradım. Demek henüz
ölmemişti. İkimiz de birbirimize yakın bir şekilde yere çakılı

186
kalmış, kanlar içinde yatıyorduk. Sonra az ilerimde bir ışık peyda
oldu. Barakanın içi kısa bir an aydınlandı. Bu bir cep fenerinin
ışığı değildi. Gözlerimi kısıp baktım.
Mahmut bir çakmak yakmıştı.
Kanlar içinde yerlerde yatan bir adamın neden çakmağını
çıkarıp yaktığını anlamaya çalışırken, titrek alevin az da olsa
aydınlattığı ortamda ilk gözüme çarpan şey, kapıya yakın bir
yerde hareketsiz yatan Melis’in cansız bedeni oldu. Serseri bir
kurşun genç kadının tam alnının ortasında iğrenç bir çukur
açmıştı. Fazla bakamadım ve gözlerimi yumdum. Daha sonra
Mahmut’un ne yapmaya çalıştığını hatırlayarak tekrar gözlerimi
araladım.
Durumu kavradığımda yüreğim sızlayarak çok geç kaldığımı
anlamıştım.
Mahmut tarihi İncil’i yakıyordu. Hırs, haset, aldatılmış
olmanın verdiği intikam duygusu olabilirdi. Yerde sürünerek iler-
lemeye çalıştım; zira iki seneye yakın bir zamandır ben de o
İncil’in peşindeydim ve görevim onu tam bir bütünlük içinde
Ankara’daki yetkili üstlerime ulaştırmaktı. Ama kurşunlanmış
bacağım sanki benim bir uzvum değildi ve vücudumu kımılda-
tamıyordum. Yattığım yere öylece mıhlanıp kalmış ve iki yıllık
emeğimin yok oluşunu seyrediyordum. İçimi müthiş bir isyan
hissi kapladı. Doğrusu el yazması İncil’in ne tarihi değeri, ne de
doğurduğu siyasi güç fırtınası pek umurumda değildi. O an tek
hissettiğim bunca zamandır sürdürdüğüm emeğin heba oluşuydu.
Az sonra tahta zeminde alevler yükselmeye başladı.
İncil çoktan kül olmuştu. Barakanın içinde alevlerin yüksel-
diğini fark eden Harry, neden sonra başını geriye çevirmiş ve
manzarayı görünce küfürler ederek Süryani’ye bir kurşun daha
sıkmıştı olduğu yerden. Benim son gördüğüm ölmek üzere olan
Mahmut’un yüzündeki huzurlu mutluluktu.

187
Hepsi o kadardı. Daha fazlasına tahammül edemeyip gev-
şedim.
Bu kez gerçekten kendimden geçmiştim.
Gözlerimi yeniden araladığımda bacağımdaki sancı dayanılır
gibi değildi. Gördüğüm her şey kesif bir sis perdesi içindeydi.
Müthiş bir gürültü duyuyor ve garip bir sarsıntı hissediyordum.
Gözlerimi açınca dost bir elin sevgi ve minnetle elimi kavradığını
duyumsadım. Güçlükle fısıldadım.
“Neredeyim ben?”
“Korkma Oğuz, helikopterdesin. Seni hastaneye yetiştirmeye
çalışıyoruz. Çok kan kaybettin. Endişelenme seni kurtaracağız. “
Hafızam bulanıktı ama sesin sahibini tanımıştım. Bu müdür
muavini Şinasi Bey’di. Güç de olsa mırıldandım.
“O yara beni öldürmez. Ama İncil ne oldu?”
“Bırak şimdi İncil’i düşünme onu.”
Elimde değildi.
“Tamamı yandı mı?” diye sordum.
“Üzgünüm ama bütünüyle kül oldu.”
Yutkundum. “Çok yazık. Bana verilen görevi yerine getire-
medim.”
Şinasi bey dostça omzumu okşadı.
“Dert etme. Önemli olan o İncil’i siyasi amaçlarına âlet
edecek tarafların eline geçmemesiydi. Onu da başardık.”
Haklı olabilirdi ama İncil’in yanmasından kendimi sorumlu
tutuyordum.
“CIA ajanı ne oldu?”
“Çatışmada öldü. Ama benim de merak ettiğim bir husus var.
O barakada güzel bir kadının cesedini de bulduk. Bize intikal
eden bilgilerde oraya sevk edilen CIA ajanları içinde kadın
memur görünmüyordu. Tabii kimlik araştırması yapacağız ama o
kimdi? Tanıyor musun?”

188
“Bir haindi,” diye fısıldadım sadece. “CIA’in yerli yardakçısı.”
Fazla konuşacak halim yoktu.
Gözlerimi yumdum ve sustum…
BİTTİ

189
190

You might also like