Professional Documents
Culture Documents
Tarih - Felsefe Tarihi
Tarih - Felsefe Tarihi
“Genel olarak benimsendiği şekliyle bir felsefe tarihinden söz edildiğinde, akla sadece
Avrupa – Batı felsefesi tarihi gelir. Bunun dışındaki felsefe ya çoğunlukla başlangıçlarda
kalmıştır, ya da henüz “kurulmaktadır”.(1)
Felsefenin Başlangıcı
İnsan “bu dünya nereden gelip nereye gidiyor?” “İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı
nedir? Gibi metafizik nitelikteki soruları öteden beri kendi kendisine sormuş, bunların
yanıtlarını da söylencelerde, dinsel tasarımlarda bulmuş, bunlara oldukları gibi inanmıştır.
Ancak bu yanıtların insanı artık inandırmaz, doyurmaz olduğu bir an da gelmiştir. O
zaman insan, bu son soruların yanıtlarını kendi düşüncesiyle, kendi gözlemleriyle arayıp
bulmaya girişmiştir. Böyle bir davranışı da, insanlık tarihinde ilk olarak, Milâttan önceki
VI.yy.da, o zamanlar İonia denilen bizim bu günkü Ege bölgesinde buluyoruz. İlk
belirtileri burada görünen bu eleştirici tutum, bugün bildiğimiz anlamındaki “varolanlar
üzerine yöntemli düşünme olan felsefeye yol açmış , üstelik bütün Batı uygarlığı için
başlıca çıkış yeri olmuştur ve insanlık tarihinde gittikçe de ağır basmıştır.
(….)
Ancak insanda bilme isteğinin İ.Ö. 6.yy.da Eski Yunanistan’da felsefenin başlamasıyla
ileriye doğru önemli bir adım atığını biliyoruz. Bu ilerlemeyi kuşkusuz yukarıda
anlattığımız “logos” kavramı belirlemiştir: araştırma sonucu olarak elde edilen
bilgilerin akılla temellendirilmesi olanaklı hale gelmiştir. (3)
Felsefe
Felsefe ilkece üzerinde düşünülmesi olanaklı bütün her şeyi düşünen, varolan her şeyi
bütün yönleriyle sorgulayan alabildiğine çok yönlü araştırmalar bütünü olarak, hem
bilginin hem de “yaşam bilgeliği” nin peşinde koşma etkinliğidir. Nitekim felsefenin
köklendiği Eski Yunan’da felsefeden anlaşılan, hiçbir çıkar ya da yarar gözetmeksizin
bilginin peşinden yine salt bilginin kendisi için koşmakla özdeştir.
(…)
Felsefe denince genellikle iki bin beş yüz yılı aşkın süredir varolagelen Batı Felsefesi
anlaşılıyor olsa da, “Buddhacılık”tan “Konfüçyüsçülük” ve, “Hint Dini”nden “İslâm” a,
“Taoculuk”tan “Şamanizm” e dünya kültürler tarihinde biribirinden son derece değişik
felsefe tasarımları, dolayısıyla da her biri kendi içinde başlı başına araştırma konusu
olarak görülebilecek değişik değişik felsefe tarihleri bulunmaktadır.
(…)
Eski Çin, Hint ve İran din!erinde ve mitoslarında, hem doğa hem de insan yaşamı
konusunda derin felsefi düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde.
varlıkları ve olayları karşıtlarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de
görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe
rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun burada dikkatimi çeken nokta, felsefi
düşünceye oranla din düşüncesi yine ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu
düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini
yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koymamıştır. Oysa
eski Yunan düşünürleri, bazı felsefi düşünceleri aldığı gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da
başka yerden aldıkları halde. bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve
düzenlemişlerdi. Örneğin eski Mısır’da geometri, Nil ırmağının belli zaman arda
doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluğundan doğmuştu.
Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiç bir zaman
sıyrılamamış. bağımsız ve derli toplu yanı sistemli bir bilgi haline gelememişti bölük
pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Euklides yalnız teknik ve pratik
özellik taşıyan bu bilgileri sistemli ve kuramsal (teorik) bir (geometri) bilim durumuna
getirmeyi başardılar. Aynı şeyi Babil’lilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan
astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve
bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli, ve ‘yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal
amaçlara da’ yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna
geldi. Yunan düşünürleri, din ve mitoslarda, dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda
bulunan: İmgelerle ya da simgelerle sembollerle dile getirilmiş olan felsefi düşünceleri de
mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış. amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve
kuramsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeye yalnızca dine, ya, da pratik
amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruyu (hakikati) salt doğru olduğu için arayıp
bulmaya çalışan bir çaba olarak benimsediler. Bundan ötürü «bilgi ve bilgelik sever»
tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da, ilk olarak
eski Yunanistan’da rastlıyoruz. (5)
Mit, din ve felsefenin, yaşam üzerine düşünmelerinin, var olan üzerine yorumlarının
sınırları nerelerden geçmektedir. Konuya başka bir açıdan yaklaşan, Zeynep
Direk’in “Felsefenin Başlangıcı Sorusu” başlıklı metniyle devam edelim.
“Felsefi olanla olmayan arasındaki sınır neye göre çizilecek ve nasıl keyfi olunmayacaktır?
Felsefeyi pre-Sokratik filozoflarla başlatanlar bu sınır çizgisinin işaretlerini nasıl
koymaktadırlar?
2) “Bilimsel açıklama” gibi bir kavramı pre-Sokratiklere ilişkin olarak kullanmak, onları
bizim anladığımız modern anlamda, hatta Aristoteles’in anladığı anlamda “bilim”
yapmadığını yeterince ciddiye almamaktır. Öncelikle pre-Sokratiklerin phusis kavramına
bakıldığında ortaya bambaşka bir doğa anlayışı çıkar. Öyleyse “fizikçilik”, “pozitiflik” gibi
kavramlar pre-Sokratik düşünürleri yanlış temsil eden kavramlardır.
Pre-Sokratik felsefenin mitolojiyi yansıttığı fikrini destekleyen daha ilginç bir araştırma,
Vernant’ın da işaret ettiği gibi, E M. Cornford tarafından yapılmıştır. Cornford’a göre
“felsefe doğumunda bilimsel bir kuramdan çok mitik bir kurguya yakın”dır. “İyonyalıların
fiziğinin ne ilhamı ne de yöntemi bugün bizim ‘bilim’ dediğimiz şeye benzer.” Pre-
Sokratikler “deney yapma” nosyonuna ya da pratiğine sahip değillerdir. Pre-Sokratik
düşünce, aklın doğa üstüne yaptığı saf ve kendiliğinden bir düşünümün ürünü değildir.
Pre-Sokratiklerin yaptığı şey, dinin geliştirdiği mitik dünya görüşünü, daha soyut bir
terminoloji kullanarak daha laik bir çerçeveye aktarmaktır. Pre-Sokratik düşünürlerin
evrenin oluşumuna ilişkin açıklamaları, evrenin oluşumuna ilişkin mitlerin temel izleklerini
yeniden ele alır ve geliştirir. Kısacası Cornford’a göre, pre-Sokratik felsefe miti başka
türlü bir söylemle yeniden yazar.
(.....)
Filozofun dindar bir insandan ayrı bir entelektüel iklimde yaşadığı doğru olabilir, ama bu
dindar bir insanın filozof olamayacağı ve dinin kavramlarım felsefi bir biçimde
tartışamayacağı anlamına gelmez. Platon eski Yunan’ın pagan dinine inanmıyor olabilir,
ama doğu dinlerinin, örneğin ruhun ölümsüzlüğü, anamnesis, yeniden doğum gibi öğeleri
onun felsefesine mitler yoluyla girmiştir.
Bütün bunları kurcaladıkça, şu soru daha belirgin bir biçimde çıkıyor ortaya: Felsefe
neden Eski Yunan’da başlamış olsun? Mısır’da, Hint’te, Pers düşüncesinde, Çin’de,
Tevrat’ın yazıldığı Yahudi kültüründe neden olmasın felsefe? Neden Upanişadlar, Vedalar,
Avesta, Ölüler Kitabı, Tevrat felsefi olmasın? Neden felsefe tarihini buralardan, hatta
Çin’den başlatmıyoruz da Eski Yunan’dan başlatıyoruz?” (6)
“Doğu’da entelektüel gayret dini amaçlara, aşkın hedeflere yöneliktir.” Zaman zaman
bazı Avrupalı düşünce tarihçileri, Doğu bilgeliğinin verdiği eserlerin içinden bazı unsurları
ayıklayarak bunlara “felsefe” statüsü kazandırmaya ve yaptıkları işi karşımıza bir bilgi ya
da doğa öğretisiymiş gibi koymaya çalışmışlardır. Halbuki örneğin Hint düşüncesinde,
Nyaya ya da Vaisesika’da bağımsız düşünme, bilgi, doğa, varlık öğretileri yoktur. Dini bir
ifade içinde bulunuyorlar bunlar. Bu bilgelerin amacı bir doğa araştırması yapmak ya da
bilgi için bilginin doğasını sorgulamak değildir. “Bilgi nedir?”, “Bilginin kaynağı nedir?”,
“Bilgi nasıl doğmuştur?” gibi çıkar-gözetmeyen bir araştırma içinde bulunmuyorlar. Başka
bir deyişle Doğu’nun bu sorulara verdiği yanıtlar amaç değil araç statüsündedir. Örneğin
Aristoteles’te biz bu sorulara verilen yanıtların çıkar-gözetmez, bağımsız yanıtlar
olduğunu görüyoruz. 0, bilgi sorusunun cevabını bilgi bağlamında ele alıyor, başka bir
şeyin aracı olarak değil. Bunda dinden çıkmak için yapılan bir hamle olmasa bile
sorgulamanın kendisi dinden bağımsızdır.
Bir Hindu için Nyaya, Vaisesika yahut Yoga’da bir felsefe yoktur. Bir düşüncede felsefi
unsurların olması başka şey, bir düşüncenin başlı başına felsefi olması ise başka bir
şeydir. Mevlana’nın da eserlerinde felsefi izlekler vardır, ama bunlar felsefe eseri
değillerdir. İçleri felsefeyle dolup taşsa bile bizatihi felsefe eseri değillerdir. Çünkü
kullandığı yöntem ve yöneldiği amaç felsefi değildir. Şu halde felsefenin ne olduğunu,
güttüğü amaca ve kullandığı yönteme bakarak anlamamız gerekir. Konularına bakarak bir
alanı belirleyemeyiz. Bir felsefe metnine ilahiyat konuları girmez diye bir şey yoktur.
Ilahiyat konuları da felsefeye girer, ama felsefecinin bu konuları işleme biçimi ve
yöneldiği amaç ilahiyatçınınkinden çok farklıdır.”
Felsefenin neden Eski Yunan’da başladığını açıklamak için öne sürülen daha naif başka
bir argüman da şudur: Eski Yunan’da demokrasi vardı. Fikirlerin kamusal alana çıkarılıp
rahatça tartışılabildiği bir atmosfer vardı. Böylece ritüele bağlı olmayan bir bilme biçimi
çıkabildi ortaya. Bunun için fizikçi filozoflar, dinin ritüeller dünyasını kolaylıkla göz ardı
edebildiler.
Bu argüman dini, mitik düşünceyi ve despotizmi bir yana, bunların tam karşısına da
felsefeyi ve demokrasiyi koyup, felsefenin başlangıcını bu kez politik bir argümanla, Eski
Yunan’la sınırlamak istemektedir. Felsefenin başlangıcını demokrasiye bağlayan
argümanın da en önemli savunucusu Hegel’dir. O, Adam Smith’in de kullandığı bir
argüman aracılığıyla felsefenin neden bazı yerlerde ortaya çıkmayıp bazı yerlerde ortaya
çıktığını açıklarken, Doğu’da felsefe olamayacağını, zira felsefenin ancak tarihte birtakım
siyasi kurumların yanı sıra ortaya çıktığını ve bu kurumların da yalnızca Batı’da
bulunduğunu ilan eder.
(.....)
Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor:Acaba demokratik olmayan bir toplumda felsefe
olamaz mı? Örneğin Eski Mısır’da bir rahipler sınıfı olduğu, bir olduğu, fikirlerin açıkça
tartışılabileceği bir ortam olmadığı için mi felsefe yoktu Ya da Hint düşüncesinde, Eski
Yunan’ınkine yakın bir demokrasi olmadığı için mi Upanişadlar felsefi olamaz? Demokrasi
olmayan bir toplumda felsefe başlar ve sürer mi? Peki ya örneğin pekçok filozofun
demokrasiye karşı olmasına ne demeli? Örneğin Platon demokrasiyi sofizmin yaşam
koşullarını yaratan bir şey olarak görmüyor mu? Özgürlük elbette felsefe yapmanın
gerekli bir koşuludur, ama acaba belli bir tarihte, belli bir yerde ortaya çıkmış bir politik
oluşumu bir ölçüymüş gibi tüm diğer kültürlere dayatmak ve diğer kültürleri Eski Yunan
demokrasisine sahip olmadıkları için felsefe yapma olanağından mahrum etmek, ne kadar
haklı ve ahlaki olarak savunulabilir bir şeydir?
Örneğin Gılgamış destanında, Kral Gılgamış savaş açma kararını tek başına veremez, bir
yaşlılar meclisine danışıp onların onayını almak zorundadır. Bugün demokratik bir şekilde
yönetilen ülkelerde durum çok farklı mıdır? Vernant bunları sorgulamaz, ama öne
sürdüğü şey şudur: Felsefe, Miken uygarlığının çöküşünün ardından Eski Yunan’da siyasal
sistemin değişmesi sonucunda doğmuştur. Demokrasi özgürlüğe dayalı, iyi bir yönetim
biçimi olduğu için doğurmadı felsefeyi. Vernant felsefenin doğuşunu baskıdan kurtulma
motifine bağlamıyor, daha çok siyasal düzenin değişmesinin kozmogonik, kozmolojik
söyleme yansıdığını vurguluyor. Bu strateji akademik olarak daha incelikli bir strateji
olduğu halde argümanın özü değişmez. Felsefi olanın, yalnızca demokrasiyi doğuran
tarihsel olumsallığın zemininde belirlenemeyeceği açıktır. Buna karar vermek için felsefi
olanı olmayandan ayıran varsayımı ikna edici bir biçimde ortaya koymamız gerekir.
Okuyucuya, giriş bölümünde yer alan, içlerinde dünya görüşü, yaşam anlayışı ve
kendilerine özgü varlık deneyimlerini söylemlerini barındıran yazılı, yazısız kaynaklara
sahip düşünsel birikimin bir tablosunu vermekle yetiniyoruz.
İlkçağ felsefi düşüncesinin M.Ö.VI.yy. ile M.Ö.V.yy.ları kapsayan başlangıç dönemi felsefe
tarihçilerince Sokrates öncesi dönem olarak adlandırılıyor.
“Bu dönemin belli başlı düşünürleri, özellikle Thales tarafından geliştirilen “arkhe”
tasarımı doğrultusunda, doğada varolan fiziksel nesnelerin varlıklarını
dayandırabilecekleri“ilk ilke”yi ya da “ana madde”yi temellendirmeye yönelik bir felsefe
çerçevesi içerisinden düşünmüşlerdir. Felsefe tarihine Milet Okulu Filozofları ya da
İyonyalı ilk Filozoflar diye geçen bu ilk filozofların, felsefece düşünmenin temellerini
atmaları bağlamında gerçekleştirdikleri en büyük başarı, doğadaki görüngülerin
gerçekliğini söylenbilgisel(mitolojik) öykülere yer etmiş usdışı izleklere başvurmadan,
tanrıbilimsel yaklaşımların gerçek dışı açıklama öğelerine gitmeden, salt “bilimsel”
açıklamalarla sorgulamaya çalışmak gibi oldukça keskin bir adımı atabilmiş olmalarıdır.
Nitekim bu bağlamda “maddenin ya da maddenin tözselliğinin sürekliliği”, “dünyanın
doğal evrimi”, “niteliğin niteliğe indirgenmesi” gibi önemli konularda yarı felsefi yarı
bilimsel ilkeler bulgulayıp bunların doğruluklarını kendi içinde tadı uslamlamalarla
tanıtlamayı başarmışlardır.” (Felsefe Sözlüğü)
Ele aldığımız dönemin diğer önemli düşünme çevresi Güney İtalya’da Elea bölgesinde
oluştu. Elea Okulu olarak adlandırılan bu çevrenin önde gelen isimleri, Ksenephones,
Parmenides, Elealı Zenon, Melissos olmuştur.
Sokrates önceki dönemde, dinsel ve gizemci yanı ağır basan Pythogorasçılık da etkili
olmuş bir düşünce hareketidir.
Varolan şeyler üzerine daha çokçu düşünen isimler de vardır. Bunlar, Miletlilerin tek töz
anlayışından farklı olarak, çoklu töz modelleri ile evrenin yapısını açıklamaya
girişmişlerdir. Empodekles ve Anaksagoras bu doğrultuda düşünen iki isim olarak
günümüze ulaşmıştır.
“Eski Yunan Felsefesi’nin uslanmaz haşarı çocukları diye nitelenen sofistler bütünlüklü bir
düşünce dizgesi ortaya koymamış olmalarına karşın, özellikle belli yaşam sorunları ile
durumları karşısında takındıkları tutumlar ya da gösterdikleri yaklaşımlarla yalnızca ilkçağ
felsefesine değil bütün bir felsefe tarihine damgalarını vurmuşlardır. Sofistler, bir yerden
bir yere yolculuk ederek yaşayan gezgin bilgeler olarak, konakladıkları yerleşim
bölgelerindeki varlıklı insanların çocuklarına verdikleri dersler karşılığı aldıkları parayla
geçimlerini sağlamışlardır. M. Ö. V. yüzyılın sonlarında çok büyük ölçüde tarıma dayalı
monarşilerden ticaretle uğraşan topluluklara dönüşen Yunan kent devletlerinin
gelişiminde son derece büyük bir rol oynayan sofistler, başta retorik olmak üzere pek çok
alanda dönemin filozoflarından hem daha profesyonel hem daha donanımlı hem de daha
etkileyici auara’larıyla dikkat çekmektedirler. Yunan endüstrisi ile ticaretinin patlama
derecesinde büyük bir gelişme gösterişine bağlı olarak ortaya çıkan yeni zenginler ile
ekonomik bakımdan güçlenen tacirler, aristokratik eğitimden yoksun olmaları gerçeğine
karşın siyasal etki talebinde bulunmaya başlamışlardır. Söz konusu bu yeni toplumsal
katmanın üyeleri, cahilleri aratmayacak denli eğitimsiz olduklarının ayırdına varmalarıyla
birlikte, özellikle siyasal konularda kendilerini geliştirmek isteğiyle kamuya açık konuşma,
geçerli, yani ikna edici uslamlama ve genel kültür alanlarında ücretini ödemek koşuluyla
sofistlerden dersler almışlardır. Bu yüzden aralarında Yunan düşüncesine son derece
büyük katkılarda bulunmuş usta bilgeler olmasına karşın, sofist” deyişi çok geçmeden
halkavcısı” (demagog), yanıltmacı”, “safsatacı” gibi niteleçlerle birlikte anılan kötücül bir
terim kimliğine bürünmüş, “sofistlik” sözcüğü de buna bağlı olarak, Batı dillerinde
günümüze kadar gelen olumsuz anlamını yüklenerek ahlâksal bakımdan yapılan
yanlışlıkları imler olmuştur.” (Felsefe Sözlüğü)
THALES
Thales’in hayatı ve felsefesi üzerine bildiklerimiz hem az hem de pek güvenilir değil.
Thebai’den İonia’ya gelmiş bir ailedenmiş. Ünlü Atinalı kanun koyucu Solon ile Lidya Kralı
Kroisos’un çağdaşı. Aşağı- yukarı 625- 545 yılları arasında yaşamış olduğu sanılıyor. 585
yılındaki güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiş. Mısır’da bulunduğu
söyleniyorsa da, pek belli değil. Yalnız Mısırlıların geometrisinden çok şey bildiği
anlaşılıyor. Aristoteles’ten öğreniyoruz ki, Thales suyu, sıvı olanı,arkhe, yani her
şeyin başı, kökü, ilkesi sayıyormuş. Onun felsefesinin özü bu imiş. Her şey
sudan türer, yine suya döner. Düz bir tepsi gibi olan yer de su üstünde, sonsuz
Okeanos’ta yüzer.
Thales’in öğretisi, kolayca görülebileceği gibi, mythos ile büsbütün ilgisiz değil.
Örneğin burada Okeanos sözü geçiyor. Yunan mitolojisinde Okeanos (Okyanus) tanrılar
ile insanların babasıdır. Sonra Thales suya “tanrısal” diyormuş. Bu damythos’un etkisini
göstermektedir. Öğretisine mythos böylesine karıştığına göre, Thales’e neden “felsefenin
babası” deniyor? Onu “felsefenin babası”yapan, doğu görüşünü deneylere ve bu deneyleri
düşünce ile işlemeye dayatmak istemesi, buna girişmesidir.
Doğayı açıklamak için girişilen en eski denemelere – soyut olarak dile getirilmemiş
olsa bile- belli bir düşünce kılavuzluk etmektedir; bu da: “ Hiç’ten hiçbir şey meydana
gelmez” düşüncesidir (Aristoteles, bunu haklı olarak belirtiyor) Bundan dolayı kendisi
meydana gelmemiş ve yok olmayacak olan bir varlığı her şeyin ilk nedeni olarak kabul
etmek gerekiyordu. Meydana gelmemiş ve yok olmayacak olan varlık da, kendi kendisiyle
özdeş kalan, kalıcı olan bir ana maddedir, arkhe’dir. Thales’in göz önünde bulundurduğu
da maddi bir varlık olan su’dur. Suya anamadde (arkhe) deniyor, her şey kendisinden
oluştuğu için. Her şey sudan, bu anamaddeden çıktığı için de, ondan kurulmuştur.
ANAXİMANDROS
Anaximandros da, Thales gibi, arkhe sorunu üzerinde durmuştur. O da var olanların
kökeninin, ana maddenin ne olduğunu soruyor. Ona göre ilk maddenin sonsuz, tükenmez
olması gerekir, çünkü ilk- madde sonsuz yaratmasında sınırsız ve tükenmez olduğunu
gösteriyor.Sonsuz kavramını ilkin açık olarak belirleyip, bunu maddeye yükleyen
Anaximandros olmuştur. Ancak, Anaximandros anamaddeye yalnız sonsuzluk niteliğini
yüklemekle kalmıyor, daha da ileri gidiyor: İlk madde yalnız sonsuz değildir, sonsuz
olandır da; çünkü ona, daha yakın olan başka bir belirlenim yüklenemez. Thales ilk –
maddeyi su ile, demek ki belli, bilinen bir madde ile bir tutmuştu.Anaximandros’a göre
ise, bunu yapamayız, çünkü her belli, belirli şey sonlu ve sınırlıdır da, yani karşıtı ile
sınırlanmıştır: Sıcak soğuk ile, sıvı olan katı olanla, aydınlık karanlıkla, vb. sınırlanmıştır.
Her belli olan, dolayısıyla sonlu ve sınırlı olan şey, meydana gelmiş olan bir şeydir – sıcak
soğuktan, sıvı katıdan oluşur– ve yeniden karşıtına döner. Böylece, birbirinin karşıtı olan
şeylerden biri,öteki karşısında zaman zaman ağır basar; bu da, bunların içinden çıktıkları
sonsuz anamadde içinde yeniden arınmalarına kadar sürer.
Apeiron anlayışından Anaximandros çok özgün bir doğa görüşü geliştirmiştir:
Apeiron’dan önce sıcak ile soğuk oluşmuştur. Sıcak, başlangıçta soğuk ve karanlık olanı
(biçimlendirmekte olan yeri) bir alev küresi olarak bir kabuk gibi sarmıştı. Soğuk’tan iki
karşıt: katı ile sıvı doğmuştur. Sıvı’dan,yeri çevreleyen alev küresinin sıcaklığı yüzünden,
buğular yükselip alev küresini halkalara, ateşle dolu olan hava tekerleklerine
bölmüşlerdir.Bu tekerlekler de birtakım deliklerin – güneş, ay – alevler saçarlar. Böylece
hava(buğu) ile ateşin birleşmesinden gök meydana gelmiştir.Yer tepsi biçiminde değil, bir
silindir, yuvarlak bir sütün biçimindedir ve boşlukta serbest olarak durur; gök de yerin
etrafında döner.
Milet okulu’nun, bu ilk doğa felsefesi çığrının üçüncü ve sonuncu düşünürü olarak
da Anaximenes gösterilir. Anaximandros’un öğrencisi imiş, ondan bir kuşak da
gençmiş.Yapıtı, İlkçağın geç dönemlerinde de biliniyormuş.
Anaximenes’in iki anlayışı var ki, felsefeye iki yeni görüş olarak girip yerleşmişlerdir.
1- Anaximenes,“ bir hava (soluk) olan ruhumuz ---psykhe --- bizi nasıl ayakta
tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni (kosmos) de soluk ve hava sarıp tutar,”diyor.
Böylece, ruh kavramı felsefede ilk defa olarak ortaya çıkmış oluyor. Burada ruh, insanın
canlı vücudunu ayakta tutan, daha doğrusu bir arada tutan, onu canlı kılan, onun cansız
bir yığın olarak dağılmasını önleyen “şey”dir; burada ruh, yaşam diye, canlı vücudu
cansızdan ayıran diye anlaşılıyor ve soluk ile bir tutulduğu için, maddi bir şey olarak
düşünülüyor tabi. Nasıl hava– soluk- olan ruh, insanın vücudunu cansız bir madde olarak
dağılmaktan koruyorsa,bunun gibi, hava da evrenin bütününü, onun düzenini ayakta
tutar. Hava: Canlı,canlandıran şey, etkin olan bir ilke. Onun bu canlılığı, etkinliği
olmasaydı,evren, sadece, ölüm, dağılan bir yığın olurdu; Boyuna yeni biçimler
alan,kendini canlı olarak değiştiren, yaratıcı bir varlık olmazdı.
PYTHAGORAS
Herakleitos‘un çağdaşı olan Xenophanes ( aşağı yukarı 569- 477 arasında yaşamıştır)
Kolophonludur. ( Bugünkü İzmir ile Efes arasında) . Bir filozof olmaktan çok,din
bakımından bir öğretici.
Bu, arınmış bir tanrıdır. Ona göre: “Bir tanrı vardır; bu , tanrılar ve insanların en
ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek Tanrı baştan
aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir”.
İoania filozoflarından dördüncüsü. Ephesos’ta (Efes) doğup yetişmiştir. Aşağı yukarı
M.Ö. 540-480 yılları arasında yaşadığı hesaplandığına göre, Herakleitos, Milet’li
filozoflardan daha genç, Ephesos’un aristokrat bir ailesinden. Yapıtı çok güç anlaşılır,
karanlık bir üslup ile, özdeyişler biçiminde yazılıymış. Onun için ilk çağda ona “karanlık
Herakleitos” denmiştir.Yurdunun politik sosyal gelişmesinin beğenmeyip köşeye çekilen,
bu yalnızlığı içinde varlıkların özünü kavramaya çalışan Herakleitos, yığını hor görür. Ona
göre yığın anlayışsızdır, her şeyin dış yönüne takılıp kalır, boş inançlar içinde yuvarlanıp
gider.
Ona göre evrenin temel maddesi ateş’tir. Ateş, bütün varolanların ilk gerçek
temelidir, bütün karşıtların birliğidir, içinde bütün karşıtların eridiği birliktir. Herakleitos
şunu belirtmekten usanmaz: Evren boyuna akan bir süreçtir, başı sonu olan bir
değişmedir, hiç durmayan,bu değişme içinde kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. “Panta
rei” her şey akar: Bu onun ana görüşü. İşte ateşin ilk madde (arkhe) olduğu düşüncesine
de Herakleitos buradan varıyor. Örneğin, bir tahtayı yakıp kemiren alevin yakından
bakıldıkta, boyuna ilerleyen bir süreç olduğu görülür; alev, tahtayı boyuna yakıp kemirir,
onu boyuna duman ve buğuya çevirir. Evren de böyle tükenmez canlı bir ateştir, sürekli
bir yanma sürecidir. Daha doğrusu, dönümlü(periyodik) bir süreçtir bu. Bunda sürekli
olarak, bir “yokuş yukarı” çıkaran,bir de “yokuş aşağı” indiren yol vardır. Evren ateşten
meydana gelmiştir ve burada olup bitenlerin sonundaki “büyük yıl”da yeninden ateş
tarafından kemirilecektir –yeninden doğmak için. Bu, böylece, dönüşümlü olarak, hiç
tükenmeden sürüp gider.
Bu sürekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey bulduğumuzu sanırsak, Herakleitos’a
göre, bu, bir yanılmadır, bir aldanmadır. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez
girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada, akıp giden sular onu
başka bir ırmak yapmışlardır.” Karşımızda, “aynı şey”in bulunduğunu sandığımız her
yerde durum böyledir. Kalıcı şeyler varmış sanısına kapılmamız,değişmenin kuralsız değil
de, belli bir düzene, belli bir ölçü ve yasaya göre olması yüzündendir. Bu ölçüye, bu
yasaya, Herakleitos “logos” diyor.Evrende egemen olan yasadır, düzen ve akıldır (logos).
PARMENİDES
Parmenides (doğumu aşağı yukarı 540 yılında), yalnız çığır kuran bir filozof değil,
yurdu Elea’da devlet adamı, kanun koyucu olarak da önemli bir rol oynamış.Öğretisinde,
Anaximenes, Xenophanes ve Pythagorasçılardan gelen etkiler var.Ama bunların yanında,
büsbütün yeni olan bir çizgi de var onda: Dialektik’e,yani salt kavramlarla çalışmaya bir
eğilim. Parmenides, Yunan mantık ve dialektiğininin babasıdır.
“Doğru (aletheia) ve Sanı (doxa) üzerine” bir araştırma olan yapıtının başında, Güneş
Kızları, filozofu her şeyi bilen Tanrıçaya götürmektedirler; Tanrıça ona bilgeliği,
yaşamanın o biricik doğru yolunu öğretecektir. Filozof, ondan iki şey öğrenip ölümlülere
bildirecek: Tam ve son doğru ile içlerinde gerçekten inanılabilecek hiçbir şey bulunmayan
insanların sanılarını. Öğretici (didaktik) ve manzum olan yapıt da, buna göre, iki bölüme
ayrılır: “ Doğru’ya giden yol” ile “ Sanılara götüren yol”.
Parmenides’te ilk olarak, deney bir yana bırakılıyor, salt düşünme ile – Varlık
üzerinde yalnız düşünmekle—Varolanın nitelikleri türetilmeye çalışılıyor, Varlık’ın özü
gereği,meydana gelmemiş, değişmez,bölünmez olduğu sonucuna bu yolla varılıyor.
Çokluğun olamayacağını gösteren kanıtlardan birine göre: Nesneler bir çokluk iseler, hem
sonsuz küçük, hem de sonsuz büyüktürler. Çünkü varolanı böler de, bu böldüğümüz
parçaların artık bölünemez noktalar olduğunu düşünürsek, bunlar büyüklüğü olmayan bir
hiç olurlar; bir araya getirirsek bunları, yine olumlu bir büyüklük elde edemeyiz;
büyüklüğü olmayan bir şeyin kendisine eklenmesiyle hiçbir şey, büyüklük bakımından bir
şey kazanmaz. Bu parçaları uzamlı - uzayda yer kaplıyorlar - diye düşünürsek, çoğun bir
araya gelmesiyle sonsuz bir büyüklük meydana gelecektir. İkinci bir kanıta göre:
Nesneler çok iseler, sayıca hem sonlu, hem de sonsuz olurlar. Sayıca sonludurlar, çünkü
ne kadar iseler o kadar olacaklardır, daha çok ya da daha az olamayacakladır. Sayıca
sonsuzdurlar da nesneler, çünkü boyuna birbirlerinin sınırlarlar, böylece de kendilerini
başka nesnelerden ayırırlar; bu başka nesnelerin kendileri de yine yakınlarındaki
nesnelerle sınırlanırlar ve bu böyle sürüp gider. Üçüncü bir kanıtta Zenon “her şey
uzaydadır” deyince uzayın da bir uzay içinde bulunması, uzayın içinde bulunduğu bu
uzayın da yine bir uzayda bulunması gerekir diyor: bu da böylece sonsuzluğa kadar gider.
Zenon’un bu keskin antinomia’ları, tabii, yalnız şunu göstermek için: Varolanı bir çokluk
ve hareket diye düşünürsek çelişmelere düşeriz, öyle ise Var olan ancak “bir” ve
hareketsiz olabilir.
ANAXAGORAS
Anaxagoras: nasıl bir balçık yığını kendiliğinden bir heykel olamazsa, bunun için
nasıl bir heykelcinin çalışıp bu balçık yığınına bir biçim kazandırması gerekirse, bunun
gibi, sperma’ların khaosu, kendiliğinden, gördüğümüz düzenli, belirli nesnelerin dünyasını
meydana getirmiş olamaz. Bunun için, düzenleyici, biçimlendirici bir kuvvet olan Nous’un
işe karışması gerekir, diyor. Telos düşüncesini – bir başlangıç olarak da olsa –felsefeye ilk
olarak getiren odur
EMPEDOKLES
Aynı zamanda bir hekim olan Empedokles, canlıların dünyasına da yakın bir ilgi
göstermiştir. Ona göre, bitkiler ilk organizmalardır ve hayvanlar gibi canlıdırlar.
Empedokles’in insan üzerinde de ilgi çekici gözlemleri var: Kan, insan hayatının
ana-taşıyıcısı ve düşünmenin merkezidir. Kanda öğeler, en olgun bir biçimde birbiriyle
karışmışlardır. İnsanın bütün yetenekleri, bu karışımın olgunluğuna bağlıdır. Bir doğa
bilgini olarak duyuların gösterdikleri üzerinde önemle duran Empedokles’in sensualist bilgi
öğretisine göre, biz evreni biliyoruz, çünkü biz de onunla aynı özdeniz, biz kendimiz de
dört öğeden kurulmuş olduğumuzdan, aynı öğelerden kurulmuş olan bir varlığı biliriz.
Sofistler
Antikçağ felsefesinin modem tarihçileri haklı olarak M.Ö. 5. Yüzyılda bir Grek aydınlanma
çağından söz ederler. Bizler bu “aydınlanmadan, bir çağın önde gelen bilgelerinin insan
düşüncesini atalardan miras kalan görüşlerin ve göreneklerin egemenliğinden kurtarmak
ve ‘gelenek karşısında, özellikle de dinsel alanda bağımsız kılmak için gösterdikleri bilinçli
çabaları anlıyoruz ... Aklın, özgün düşüncenin mitsel tasarım tarzından bu bağımsızlığı,
doğa olayları karşısında daha 6. Yüz yıl sonra düşünürlerince benimsenen saf akla dayalı
bu eleştirel düşünce 5. Yüzyılda özellikle insan dünyasına yönelmiştir.
5. Yüzyılın ikinci yarısında da Grek dünyasının ileri bölgelerinde (İonya, Atina ve Grek
egemenliğindeki Batıda) ulusun yaşamına giderek hakim olan, felsefenin gelişmesi için de
belirleyici bir önem taşıyacak bir güç durumuna gelmiştir. İlk Grek tarih yazımında ve yer
yer Hippokrates’in eserlerinde önemli belgeler halinde görülen bu düşünsel hareket ancak
5. Yüzyılın ikinci yarısında “Sofizm” denen akım vasıtasıyla her şeye egemen bir güç
durumuna gelecektir. Antik felsefenin modern tarihçileri, antik felsefenin ikinci evresine
haklı olarak Sofizmle başlarlar, çünkü bu o güne kadarki gelişmenin basit bir devamı
değildir, deyim yerindeyse tamamen yeni bir başlangıçtır. Eduard Meyer’ in (IV 249)
özgün tarihsel bir sağgörüyle dediği gibi: ‘Bu sorunlar felsefi temele dayalı organik bir
ilerleme nedeniyle meydana çıkmamıştır, tersine bu ilerleme, ulusun manevi gelişmesi
tarafından eski yönünü terketmeye ve araştırılmalarına bağlı olduğu halde uzmanlarca bu
güne kadar üzerinde tartışılmayan sorunlara yönelmeye zorlanmıştır.” Son günlerde
Werner Jaeger’in de (Paideia 378) isabetle belirttiği gibi: “Sofizm bilimsel bir hareket
değil, yönü değişen yaşamsal çıkarlar nedeniyle, özellikle de ekonomi ile devletin
yapısında meydana gelen değişikliklerden doğan pedagojik ye sosyal sorunlar
nedeniyle ... bilimin istila edilmesidir. Demek ki bu akım, ileride İonya biliminin etiksel-
sosyal ve özellikle etiksel-siyasal yönden gelişmesini önemli ölçüde etkileyeceği halde,
başlangıçta adeta “bilimi yerinden eder” gibi bir izlenim bırakmıştır. Sofizmin doğuş
nedenleri arasında Atina demokrasisinin tamamen yeni türden bir eğitime, bir pedagojiye
duyduğu pratik gereksinimin gerçek belirleyici ne den olması bu durumla uyum
sağlamaktadır, çünkü soylular döneminin bu konudaki eski gereksinimleri, Pers
savaşlarının sona ermesinden bu yana değişen yaşamsal taleplerin karşılanmasına artık
yetmiyordu. Bu yüzden, eskiye bağlı kalanların tüm direnişlerine karşın, tamamen yeni
bir eğitim ideali doğmuş ve bu gereksinimi karşılayan, bu ideali öğretileriyle
—daha doğrusu “Paideia”larıyla, yani kurama dayalı öğretileriyle, man eğitimle— aklı
temel alarak gerçekleştirmek isteyen insanlar sahneye çıkmakta gecikmemiştir. “Areté
(seçkin yurttaşları —çn.) yeni, yani etiksel-siyasal anlamda bi linçli olarak yetiştirme
sorumluluğunu üstlenen bu insanlar kendilerine “sofistler”, yani “bilgelik öğretmenleri”
adını vermişler, uzak yakın her yerden gelerek Attika’nın başkenti Atina’da toplanmışlar,
böylece kenti, Perikles Atina’sının soylu gençleri tarafından heyecanla karşılanan geniş
manevi bir hareketin de odak noktası durumuna getirmişlerdir.
Aristoteles’in “fizikçiler” diye tanımladığı, zamansal olarak kendilerinden önceki Grek doğa
filozofları ile bu sofistler arasında köklü farklar vardır: Doğa filozofları düşüncelerini
tamamen ya da neredeyse sırf doğa (physis), yani makro-kozmos üzerinde toplar ve
toplumsal yaşamın sorunlarına sırt çevirirken, sofistlerin spekülasyonlarının merkezinde
idrak eden ve davranan varlık olarak insan yer alıyordu. Sofizmden önceki büyük Grek
düşünürlerinin ilk ve son hedefleri saf “hakikati’ idrak etmek, yani gökyüzünde, doğada
olup bitenlerin gerçek nedensel bağlamlarını araştırmakken, sofistlerin spekülasyonlarının
nesnesini, birey olarak —ve dahası— toplum üyesi, yani toplumsal varlık olarak insan ve
de onun biricik, bilinçli hedefi “Paideia”, yani. özgün anlamda, “eğitim” oluştur maktadır;
bu ise açıkça hedef olarak belirlenen ve ulaşmaya çalışılan insanın manevi yönden
biçimlendirilmesidir, ki sofistler bunun mümkün olduğuna kesinkes inanmaktaydılar. Bu
yüzden sofistler hem pedagojinin kurucusu —ki bu, onların tarihsel etkileri önceden
kestirilemeyen en büyük hizmetlerin den biridir— hem de bilinçli manevi eğitim olarak
paideia kavramının yaratıcısıdırlar; onlar bu kavrama, ustalıkla yerine getirdikleri
pratiklerinde insanın manevi dünyasının iki yönü ne (hem “konuya ilişkin” organ hem de
“bilimsel ilke” olarak) uygun sırf biçimsel ve ansiklopedik bir manevi eğitim sistemi
yaratarak —bir yandan dilbilgisi, retorik ve diyalektik, öte yandan aritmetik, geometri,
astronomi ve müzik— gerçek bir içerik kazandırmışlardır. Bunun yanı sıra en ünlü
sofistlerden Protagoras, amacı insanın ruhuyla bir bütün olarak gözlemlenmesi, özellikle
de üyesi bulunduğu toplumdaki konumu tarafından belirlenen bir üçüncü eğitim sistemi
daha kurmuştur; bu amaç, siyasal areté’yi insanın varoluşuna her şeyi egemenliğine alan
ve koşullayan temel olarak devleti yön seçer şekilde eğitmektir. Werner Jaeger eseri
“Paideia”da yeni bir yaklaşımla sofizmin bu yönünü etkileyici şekilde gözler önüne
sermektedir. Platonun aynı adlı diyaloğunda görüldüğü üzere Protagoras çömezlerini
öncelikle dürüst, adil birer yurt taş olarak yetiştirmek ister. Jaeger sofistlerin. eğitim
sorununa getirdikleri çözümden çıkarak ‘kültür’ kavramına ve kültür idealine nasıl
vardıklarını eserinde yine çok açık bir şekilde betimlemektedir.
Pedagojinin kurucusu ve eğitim düşüncesinin, yeni bir eğitim idealinin yaratıcısı olarak
sofistlerin çığır açan önemi, tamamen değişen yaşamsal görüşlerin kurucusu olarak
felsefe tarihi için taşıdığı önemden ayrılmaz. Sorunlar arasından en önemli sorun olarak
insanı ayrıntılı şekilde ele alması Protagoras bilgi sorununun yaratıcısı durumuna
getirmiştir; Protagoras’ın öznelciliği ve göreciliği, bunlara bağlı ilkesel kuşkuculuğu
ardından gelen büyük Grek düşünürlerini derinden etkilemiştir. Sofistlerce ele alınan bu
temel sorun, devlet ve toplumdaki din ve ahlâk, hukuk ve töre gibi tüm insani kurumlara
eleştirel bir gözle bakılmasına, buna bağlı olarak her şeyi kapsayan bir “görecilik”in ve
‘tarihselcilik”in doğuşuna yol açacak olan, kültürün başlangıcı hakkında spekülasyonlarda
bulunmalarına da neden olmuştur. Bu görecilik genç sofistler kuşağında özellikle etik ve
din alanlarına geçmiş, böylece geçerli inanç ve davranış kuralları temelden sarsılmıştır.
Bu durumda din ve ahlâk, zayıfı güçlüden korumak için ilkçağ insanının ‘icatlarından” biri
olarak görülmekte, güçlünün “doğal hakkı” da giderek artan radikal bir bireycilikten dolayı
gerçek efendi ahlaki” diye ilan edilmektedir. Öte yandan genç sofistler arasında, o güne
kadar geçerli olan Grek dünya ve yaşam görüşünü temelden yıkan, örneğin “Helenler ve
barbarlar”, “özgürler ve köleler’ sorunu, toplumun sosyal yapısına ilişkin sorunlar, (ve
buna bağlı) ilk gerçek sosyalizm sorunu, ayrıca insan olarak kadının toplumsal konumuna
ilişkin sorunlar karşısında sosyal-devrimci türden bir dizi düşünce doğup gelişmiştir;
bütün bunlar ilk kez birer “sorun” olarak görülmüş ve öne sürülmüştür. İşte yeni; çok
yönlü sorunlarla yoğrulan sofistlerin özellikle büyük tarihsel önemi ve yol açtıkları çeşitli
sonuçlar da buradan ileri gelmektedir; bu yüzden onları, Grek düşün dünyasının
kendilerinden sonra gelmiş ve kendileri nedeniyle yükselmiş klasik dönemini manevi
yönden harekete geçiren en önemli güç diye görmek gerekir.
Protogoras
Sofistler arasında düşünür olarak özgünlüğü nedeniyle kuşkusuz en önemli yeri tutan
Abderalı Protagoras tahminen MÖ. 481-411 yıllarında yaşamıştır; Platon’un ifadesine göre
o Grek topraklarında ‘bilgelik öğretmeni” olarak 40 yıldan fazla etkinlikte bulunmuştur.
Sicilya ve güney İtalya’da, ama özellikle sık sık ziyaret ettiği, uzun süre kaldığı Atina’da
da kendisinden övgüyle söz ettirmiştir. Bu kentte bir yabancı için eşi görülmemiş,
şaşkınlık verici bir saygınlık kazanmış, hatta Periklesle tanışmış, onun nüfuzu sayesinde,
yeni kurulan Thurioi (M.Ö. 444-443) kenti için yasa taslağı hazırlamıştır. Sofist olarak
gezgin yaşamında nereye gittiyse, bize adeta masal gibi gelen bir rağbet görmüş, buna
uygun olarak yüksek ücretler almıştır (ilk kez bir “bilgelik öğretmeni” olduğunu iddia eden
ve bu etkinliği için dinleyicilerinden ücret alan Protagoras’tır). Atina’nın seçkin gençleri
üzerinde bıraktığı büyüleyici etkiyi Platon ünlü diyaloğu “Protagoras”ta eşi bulunmaz bir
canlılıkla betimler. Ancak ömrünün sonuna doğru “Tanrılar Üstüne’ adlı eserinin
başlangıcındaki tanrıtanımaz ifadeler yüzünden, eski inançlara bağlı Atinalılardan bir kişi
Protagoras’ı mahkemeye vermiştir; Protagoras idama mahkum edilmiş, eserleri devlet
eliyle toplatılmış ve pazar meydanında yakılmıştır. Gerçi kendisi karar infaz edilmeden
kaçmış, ama gemiyle Sicilyaya giderken yolda ölmüştür. Sayısı pek çok olan eserlerinin
listesinden bize sadece ek bölüm kalmıştır.
A. Retorik
Sanırım bir kimse için eğitiminin ana konusu, şiir yapıtlarını anlamakta yeteneğini
göstermek olmalıdır, yani şairin ne dediğini değerlendirerek hakkında karar
verebilmelidir: Neyi yerinde neyi yersiz söylediğini, şiiri analiz etmeyi, yapıda ilgili
.sorulara cevap vermeyi iyi bilmelidir.
B. Felsefe
1. Diyalektik
2Aristoteles, Retorik II 24. 1402 a 23 vd. = 74 A 25:
Ve “zayıf tarafı güçlü hale getirmek” işte budur. Bu yüzden insanlar Protagoras’ın
söylediklerine haklı olarak içerlemiştir. Zira bu bir yalandır ve doğru değildir, sadece
olasılığın görünüşlerinden biridir, buna retorik ve eristikten başka hiçbir sanatta
rastlanmaz.
4 Diogenes Laertius IX 51 – 74 A ı
Her konuda birbirine karşıt iki görüş açısının bulunduğunu ilk defa Protagoras öne sürdü.
Sorularını da buna dayanarak <dinleyicilerine> yöneltiyordu’; bu, ilk defa onun bulduğu
bir yöntemdir.
Protagoras örneğinden sonra Grekler her savın karşısında başka bir savın bulunduğunu
iddia ediyorlar.
Protagoras der ki, insan her konuda aynı hakkı tanıyarak iki yönden de tartışabilir, hatta
her konuda iki yönden de tartışılıp tartışılamayacağı konusunda bile.
İlk defa Protagoras 100 Mine tutarında bir ücret talep etmiş ve zamanın bölümlerini ayırt
eden de ilk defa o olmuştur. “Tam zamanında”nın anlamı üzerinde düşünmüş ve tartışma
müsabakaları düzenlemiştir; tartışanlara sofizmin uygulanışını öğretmiş, adlar üzerinde
düşünmeye yönelerek görüşmeler yapmış ve bugün çok yaygın olan eristikçiler sınıfını
meydana getirmiştir. Bu yüzden Timon onun hakkında “kavga gürültünün ortasında,
tartışmasını çok iyi bilen Protagoras” der. Konuşmanın Sokratesçi biçimini ilk defa
uygulayan da odur. Ve aksini iddia etmenin mümkün olmadığına dair An tisthenesin
göstermeye çalıştığı argümanı. “Euthydemos’ diyaloğunda Platonun belirttiği gibi, ilk defa
bir konuşma biçiminde ele aldı. Ayrıca ortaya atılan bir konu hakkında irtica ten
konuşarak hemen cevap vermeyi de ilk defa o bir adet haline getirdi...
II. Öznelcilik
Kimileri Abderalı Protagoras’ı da, bilginin ölçüsünü yok eden filozoflardan saymıştır;
çünkü onun savına göre, her tasarım ve düşünce doğrudur, doğruluk göreli şeylere aittir,
zira bir kimsenin tasarladığı ve düşündüğü her şey bu bakımlardan <da> gerçekten
doğrudur.
O öteki konuyu, yani. bir kimseye nasılsa öyle gelen şeyin bunlara göre de gerçekten
<öyle> olduğunu,tamamen hoşnut kalmama yetecek şekilde açıkladı. Yalnız
konuşmasının başlangıcı beni hayrete düşürüyor; Gerçek” adlı eserinin başında her şeyin
ölçüsünün, niçin duyularıyla algılayan bir domuz ya da maymun ya da herhangi garip bir
yaratık olduğunu söylemedi; bilgeliğinden dolayı kendisine bir tanrı gibi şaşkınlıkla
baktığımızı bize hissettirerek konuşmasına gösterişle ve kibirle başlamıştı; oysa feraseti,
değil sıradan bir insanla, küçücük bir kurbağayla kıyaslandığında bile pek de üstün değil.
Sokrates: Birçok kişi tarafından savunulduğunu sık sık duyduğum bu sava her defasında
şaşırıyorum. Protagoras ve yandaşları, hatta daha eski düşünürler buna büyük önem
veriyorlardı; oysa bu ve diğer bütün savlar bana çok garip geliyor, hatta kendi kendilerini
çürütüyorlar.
Ayrıca, tek ve aynı konuda, birbiriyle çelişen bütün savlar doğruysa, her şeyin tek ve aynı
olduğu açıktır. Protagorasın öğretisini savunanlar gibi her konuda bir şeyler öne sürmek
ya da yadsımak caizse, o zaman bir savaş gemisi, bir duvar ve bir insan tek ve aynı
şeydir. Zira bir kimseye bir insan savaş gemisi gibi gelirse, onun bir savaş gemisi
olmadığı bellidir. Bu yüzden, eğer diğer say doğruysa, sözü geçen insan demek ki <aynı
zamanda> bir savaş gemisidir.
<Protagorasın savunmasında.> Gerçek söz konusuysa, bunun yazdığım gibi oldu iddia
ediyorum: Yani her birimiz varolanın da varolmayanın da ölçüsüyüz, ama bir kimse şu
bakımdan binlerce defa diğerlerinden farklıdır: Bir kimseye bir şey başkasına göre değişik
gelir ve değişiktir. Bilgeliği ve bilge insanların varlığını yadsımak aklımdan geçmez, ama
ben bilge diye, bizden birine kötü gelen ve kötü olan bir şeyi, onun fikrini değiştirerek iyi
diye gösteren ve iyi hale getiren kişiye derim ... <167 B:> Ancak, haleti ruhiyesi iyi olan
bir kimsenin, haleti ruhiyesinin kötü olmasından dolayı kötü fikirler besleyen bir
başkasını, <bunların yerine’> iyilerini düşünmesi bakımından etkileyeceğine inanıyorum;
bazıları bu fikirleri bilgisizliklerinden dolayı ‘doğru sayar. Bense, gerçi birini diğerinden
daha iyi diye nitelerim, ama hiçbirini doğru diye değil. Ve bilge diye ... insan bedeni söz
konusu olunca hekimlere, buna karşılık bitkiler söz konusuysa tanrıcılara derim. Zira iddia
ederim ki, bu sonuncular da, tamamen sağlıklı değillerse bitkilerin duyusal yönden kötü
izlenimler bırakacak yerde iyi ve sağlıklı, böylece ‘doğru’ izlenimler bırakmasına neden
olurlar; ama bilgeler ve iyi hatipler kötünün yerine iyinin devletlere uygun gelmesini
sağlarlar. Çünkü bir devlete uygun ve iyi gelen şey, devlet onu böyle gördüğü sürece, —
kanıma göre— devlet için uygun ve iyidir. Bilge ‘ise zararlı olan şeylerin insanlara iyiymiş
gibi gelmesini ve onlar için iyi olmasını sağlar. işte bu yüzden öğrencilerini bu anlamda
eğitebilen bir “sofist” de bilgedir ve eğittiği kişilerin gözünde yüksek bir ücret almayı hak
eder. Bu anlamda, bir kişi diğerinden daha bilgedir, ama hiç kimse yanlış bir fikre sahip
değildir ve sen de —ister istemez— ölçü olmayı kabul etmek orundasın. Zira’ bu öğreti
buraya kadar açıkladıklarıma dayanarak geçerlik kazanır.
III. Görecelik
Maddenin akış halinde olduğunu öne sürüyor; sürekli akış halinde olduğu yerlerde ise
azalma yerine çoğalmalar meydana geliyormuş; duyusal izlenimler de insanın yaşına ve
bedensel durumuna göre dönüşüp değişiyormuş. Ama o, fenomenlerin nedenlerinin
maddede bulunduğunu da iddia ediyor, böylece madde, içinde bulunan şeyler insanlara
nasıl geliyorsa öyle olabilirmiş. Oysa insanlar değişen durumlarına uygun olarak
<bunların> bazen birini bazen de diğerini anlı yormuş. Zira haleti ruhiyesi normal olan
insan maddede bulunan <özellikleri> haleti ruhiyesi normal bir insana nasıl geliyorsa öyle
anlar, kavrar; buna karşılık haleti ruhiyesi anormal insan bu özellikleri haleti ruhiyesi
anormal kişilere geldiği gi bi anlar. Değişik yaş gruplarına, insanın uyur ya da uyanık
durumda olmasına göre ve genelinde her çeşit <ruhsal> duruma uygun olarak aynı
önerme. geçerlidir. Demek ki buradan, Protagore. şeylerin öl insan Olduğu sonucu
çıkıyor. Zira insana öyle gelen şeyler gerçekten de öyledir; ama kimseye görünmeyen bir
şey asla mevcut değildir. Görüldüğü gibi o, maddenin akış halinde olduğunu, tüm
fenomenlerin nedenlerinin maddede bulunduğunu öne sürüyor; bu fenomenleri <aslında>
idrak etmemek mümkün değildir ve bunlar hakkında vereceğimiz kararlarda ihtiyatlı
davranmak zorundayız.
Sokrates: İnsana yararlı olan şey demek ki iyidir de? — “Tanrı hakkı için, evet!” diye
cevap verdi, “insana yararlı ol masa bile o şeye iyi derim...’ Sokrates: Kimseye yararlı
olma yan şeyi mi kastediyorsun Protagoras yoksa genel olarak yararlı olmayanı mı? Bu
tür şeylere de iyi der misin? — ‘Hayır, ama ben —<bazı> yiyeceklerin, içeceklerin,
zehirlerin ve binlerce başka şeyin— insana yararsız, ama başka bakımdan yararlı
olduğunu biliyorum. Buna karşılık insana ne yararlı ne de zararlı, ama atlara yararlı olan
başka şeyler vardır “ 2
IV. Duyumculuk
Ancak diğer tarafta Protagoras duruyor ve şu savı öne sürerek beni kendi tarafına
çekmeye çalışıyor: Şeyleri belirleyen hakkında karar veren insandır, sadece duyularının
alanına giren’ şeyler mevcuttur; girmeyenler ise töz biçimlerinde asla mevcut değildir.
Cansız şeylerde de aynı durum söz konusudur. Zira duyularıyla kimse algılamıyorsa bir
şey ne sıcak ne soğuk ne de tatlı ya da herhangi bir şekilde algılanabilir olacaktır. Bu
yüzden onlar bu savla Protagorasın önermesini savunmaktan başka bir şey yapmıyorlar,
V. Kuşkuculuk
1 Tanrılar Hakkında
2. Bilgi Hakkında
M.Ö. 5.yy.ın ilk çeyreğinde Sicilya’nın Leontinoi kentinde dünyaya gelmiş olan Gorgias,
Syrakusalılara karşı yardım istemek için 427 yılında elçi olarak Atina’ya gittiği zaman artık
iyice yaşlanmıştı. Olası görünse bile yaşamının üç evreye —doğa filozofu (“öğrencisi
olduğu Empedokles’in etkisi altında), diyalektikçi (Elea okulunun etkisiyle) ve retorikçi
(Kolrax ile Teisias’ın etkisi altında) — ayrıldığı yine de kesinlikle söylenemez. Retorikle
ilgili eserlerinden geniş kapsamlı fragmanlar ve “Helena ile “Palamedes” adlı iki konuşma
metni günümüze kalmıştır. Her çeşit ciddi felsefeyi, her gerçek bilimi kökten reddeden
“Varolmayan Üstüne” başlıklı eserinden —görünüşe göre yazar bu arada kendini
tamamen retoriğe vermişti— uzun ve tipik bir bölüm aşağıya alınmıştır. H. Gomperz ve
W. Nestle gibi kimi çağdaş bilgeler, bu eserde yer alan üç sayı ve paralojizme dayalı
“argümanları” Gorgias’ın bir ‘oyunu”, içeriğiyle ciddi bir şey kastetmediği sofistik retorik
bir gösterişi diye açıklamaktan yanadır. Oysa bu görüş, Gorgias’ın argümanlarına temel
teşkil eden Zenon’un diyalektiği ile karşılaştırılarak çürütülmüştür. Ayrıca Gorgias’ın
üçüncü say için sıraladığı argümanlar, onun burada bilgi kuramının (ve dil felsefesinin)
gerçek sorunlarına, nesnenin düşünen özneyle ya da düşünceyle, düşüncenin de kendisini
ifade eden sözle ilişkisi sorununa ciddi şekilde eğildiğini göstermektedir. Ve bu Gorgias
aslında hiçbir şeye inanmamakta ya da yeryüzünde tek bir şeye inanmaktadır: Sözlerin
gücüne, ustalıkla biçimlendirilmiş ve ince bir üslup verilmiş sözlere; o bu sözlerin insanı
şaşılacak derecede etkilediği kanısındaydı, hatta yurttaşlarında yarattığı mucizeyi etkileri
sanatı sayesinde kendisi görmüş, yaşamıştı, üstelik ciddi şekilde inanmadığı, ne
uzmanlığına (meğer ki salt biçimsel retorik alanında olsun) ne de karakterine özgü
olmadığı halde. Çünkü Gorgias’ın “sanatının amacı gerçeği idrak etmek değil, sadece
eleştiriden uzak dinleyici kitlesinin gözünü bağlayan, bir Thukydides’in üslubunu bile
derinden etkileyen parlak bir görünüşe ulaşmaktı; ayrıca bu sanat, Delphoi’deki tanrıya
kendi adına som altından bir heykel adayabilecek kadar gelir elde etmesi ne de
yaramıştır. Ne var ki, Protagoras ile önde gelen diğer sofistlerin insanları eğitme ve
onlara ‘erdemi” öğretme konusundaki iddialarını manevi bir değişimden sonra ilkesel
olarak terkeden, kendini teori ve pratikte tamamen retoriğe veren Gorgiasın davranışı,
Platon’un belirleyici hükmüne gö re, bu sofistler için çok tipiktir. Öyle ki günün birinde bu
sofistler, Grek ulusunda öncü güç olan her çeşit ciddi felsefeyle rekabete girişecektir. Bu
yüzden, gerçek varlığı arayan ve bulan Platon’un, parlak görünüşün ustasıyla, yani
retorikle MÖ. 392 yılında “Gorgias” adlı ünlü diyaloğunda giriştiği yok edici hesaplaşma,
bunun yalnız nesnel bir hak ve yetkiden dolayı değil, üstelik —bir an Platon’un karakterini
ve dünya görüşünü düşünürsek— deyim yenindeyse psikolojik bir zorunluktan dolayı
gerçekleştirildiği göz önüne alınırsa anlaşılır.
Hippias
Genç sofistlerden biri olan Hippias (Protagoras’tan çok gençtir ve bu nedenle 460 yılından
sonra doğmuş olması gerekir) elçi olarak diğer Grek devletlerinde, özellikle de Sparta’da
bulunmuş, bu görevinden ve başka vesilelerden dolayı yaptığı konuşmalar hayranlık
uyandırmış, bu yüzden yalnız Olympia’da değil, Sicilya’nın en ücra kentlerinde bile yüksek
ücretler almıştır. Sofistler arasında Hippias matematik bilimini de öğretim programına
alan tipik bir ansiklopedicidir. Matematiğin, yeri dokunulmaz pedagojik değerini önceden
fark ettiği anlaşılmaktadır. Onun derlemecilere özgü çalışma tarzına fr. 6 karakteristik bir
örnek oluşturur. Ayrıca kendisi pratik-teknik anlamda evrensel bir sanatçı olarak göze
çarpar; belleğinin güçlü olduğu da söylenir. O “tam anlamıyla bir uomo universale”dir.
Kendine özgü düşünceleri olmayan, ama her havadan çalan sıradan sofistlerin tipik bir
örneğidir. “Troya Diyaloğu” adlı eseri Prodikos’un meseliyle ahlaksal-pedagojik yönseme
bakımından ortak özellikler gösterir. Ancak öte yandan matematikle ilgili sorunlara da
ciddi şekilde eğilmiştir.
Platon’un sofistlerinde (Protagoras diyaloğunda) Hippias zaman zaman küçük bir rol
oynamaktadır.
Protagoras’ran sonra bilge Hippias şöyle dedi: “Burada bulunan sizler, sanırım hepimiz —
geleneğe göre değil, yaratılıştan-— birbirimizin yakınıyız ve soydaşız, aynı ülkenin
yurttaşlarıyız. Zira benzer, yaratılıştan benzerin yakınıdır; ama insanların despotu olan
gelenek doğaya aykırı pek çok şeyi zorla yaptırır.’
Tanrı adına Hippias, Spartalılar seni methediyor ve sözlerini dinlemekten zevk alıyorlar,
ama hangi konuda? Görünüşe göre en iyi bildiğin konuda, yoksa yıldızlar ve
gökyüzündeki süreçler hakkında mı? —Hippias: Tanrı korusun! Böyle şeyleri hiç
dinlemezler! — Sokrates: Ama geon bahsedersen dinliyorlardır seni, değil mi? — Hippias:
Hele bu konuyu asld; birçoğu daha sayı saymasını bile bilmez! — Sokrates: O halde
senden matematikle ilgili bir konuşma yapmanı istemezler, değil mi? — Hippias: Elbette!
— Sokrates: Ama başkalarına göre açıklamasını daha iyi bildiğin şeyleri, örneğin harflerin,
hecelerin, ritmin ve uyumun anlamını dinlemek isterler? — Hippias: Azizim, sen hangi
ritm ve harften söz ediyorsun? —.
Sokrates: Peki ama, senden duymak istedikleri ve övdükleri şey nedir? İyisi mi sen söyle,
ben tahmin edemiyorum. — Hippias Yarı tanrıların, insanların soyağaçlarını Sokrates, ve
yerleşim yerlerini, ilkçağda kentlerin nasıl kurulduğunu, tarih öncesine ait her şeyi, işte
bunları dinlemeyi seviyorlar, onların yüzünden bütün bu şeyleri tam olarak araştırıp incele
mek zorunda kaldım. — Sokrates: Gerçekten şanslısın Hippias, iyi ki Spartalılar,
Solon’dan başlayıp arkhontlarımızı sırayla saymamıza ilgi duymuyorlar! Yoksa hepsini
ezberlemek zorunda kalacaktın. — Hippias: Niçin Sokrates? Art arda elli sözcüğü bir defa
duyduğum zaman hepsini aklımda tutarım, —Sokrates: Haklısın; senin güçlü bir belleğe
sahip olduğunu düşünmemiştim. Spartalıların senden hoşlanmalarının sebebi hikmetini
şimdi anlıyorum, çünkü sen çok şey biliyor sun ve yaşlı kadınların çocuklara masal
anlatması gibi, sen de onlara çok eski çağlardan sevimli hikayeler anlatmayı seviyorsun.
<Sokrates Hippias’a hitap eder:> Sen sanatların pek çoğunda öteki insanlara göre çok
daha maharetlisin, bir defasında, pazar meydanındaki satıcı tezgahlarının önünde gıpta
edilesi bilgilerini sayıp dökerken nasıl övündüğünü duymuştum. Günün birinde
Olympia’ya geldiğini ve üstünde taşıdığın her şeyin kendi elinden çıktığını söylemiştin:
Önce, parmağındaki yüzüğü (sayıp dökmeye bununla başlamıştın) kendin yapmış sın,
çünkü kuyumculuktan anlıyormuşsun, sonra damgalamak için bir mühür, ayrıca bir traş
bıçağı ve bir yağ kabı da senin elinden çıkmış. Sandallarını kendinin hazırlayıp diktiğini,
giy silerini ve iç çamaşırlarını kendi elinle dokuduğunu da söylemiştin. Belindeki kuşak,
zengin Perslilerin taktığı kuşağın aynısıymış ve onu kendin örmüşsün; dinleyenleri en çok
hayrette bırakan da bu son marifetin olmuştu. Bundan başka beraberinde şiir sanatıyla
ilgili kitaplar, destanlar, tragedyalar, dithyramboslar ve değişik konularda birçok düzyazı
eser getirmişsin. Yukarıda saydığım sanatlarda herkese taş çıkartırmışsın, ayrıca
hatırladığım kadarıyla ritm ve uyum bilgisinde, dilbilgisinde ve daha birçok şeyde senden
ustası yokmuş. Ha, az kalsın senin o çok başarılı olduğuna inandığın bellek sanatını
(mnemonik) unutuyordum.
4 fr. 6:
Buradan’ belki bir kısmı Orpheus, bir kısmı Musaios tarafından kısaca söylenmiştir, bir
kısmından burada, bir kısmından şurada, bazı şeyler Hesiodos, bazı şeyler Homeros ya da
başka ozanlar tarafından, bir bölümü düzyazı halinde, kısmen Grekler, kısmen de
Barbarlar tarafından. Ama ben bütün bunlardan en önemlilerini <seçtim> ve birbirine ait
olanları birleştirdim, şimdi size <buradan> yeni ve tamamen değişik şeyler söyleyen bir
konuşma çıkaracağım.
DEMOKRİTOS
Demokritos’un doğduğu yer İonia’da Teos ( Urla’nın güneyinde) olmalı. Kendisine
“Abderalı filozof” deniyorsa da, belki de sonradan buraya gelip yerleşmiştir.Uzun
yolculuklara çıkmış, bütün Yunanistan’dan başka, Mısır’ı, Anadolu’yu, İran’ı dolaşmış.
Yurdunda siyaset işlerine hiç karışmamış, köşesine çekilmiş bir bilgin hayatı yaşamış. “Bir
tanıtı bulmayı, Pers kralı olmaktan üstün tutarım” dermiş. İlkçağın en büyük doğa
araştırıcısı sayılır.
“Varolan” ona göre de, meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmezdir, hep
kendi kendisiyle aynı kalır. Ama “varolan”ın dışında bir de “varolmayan”, yani “boşluk”
da, uzay da vardır.Uzay yüzünden “varolan”, kendileri artık bölünmeyen, görülemeyen
kılıklara (ideai) ayrılır.Bunlara da Demokritos atom (bölünemeyen) adını verir. Atomlarda
olabilen biricik değişiklik harekettir, yani yer değiştirmedir. Atomların birbirlerinden
ayrılmaları, sadece nitelik bakımındandır, sadece büyüklük, küçüklük, yer, düzence vb.
ayrılıklarıdır. Onun için Demokritos atomlarda ( bu gerçek varlıklarda) renk, ses, sıcaklık,
soğukluk vb. niteliklerin bulunmadığını söyler. Renkleri görmemiz, sesleri işitmemiz,
sıcaklığı duyumlamamız, tatlıyı, acıyı tatmamız, ancak, bir duygu yanılmasıdır, bir
“karanlık” bilgidir. Duyular, asıl gerçeği, yani nesnelerin artık bölünemeyen son
parçalarını (atomları) bilebilecek gibi keskin değildirler. Duyu bilgisi nesnelerin iç
dokusunu, gerçek yapısını göremez, bunu ancak düşünen akıl kavrayabilir. Ama bunu
söylemekle Demokritos, henüz düşünme ile algı, düşünülen dünya ile algılanan dünya
arasında ilkece bir ayrılık yapmıyor; bu ikisini birbirinden ayıran yalnız, keskinlik ve
kesinlik dereceleridir.
Demokritos Anaxagoras’ın anlayışı ile savaşarak, onun teleolojik açıklama
denemesi karşısına çok kesin bir mekanist görüşü koyar: Evren yalnızca atomların
çarpışmaları ve birbirleri üzerindeki basınçları ile oluşmuştur; evrendeki oluşa kesin
bir zorunluluk egemendir; bütün olup bitenler, nedenlerden zorunlu olarak meydana
gelmişlerdir. Böylece Demokritos, Anaxagoras’ın öğretisinde belirir gibi olan erek (telos)
kavramını kabul etmediği gibi, rastlantı kavramını da açık olarak reddeder: Rastlantının
sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimizden ileri gelir; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu
rastlantıyla açıklamaya kalkışırız.
alarak varolanı olmamış, değişmez ve ebedi diye kabul etmiştir, ancak —duyusal
deneyimler ve Herakleitosun sürekli oluş öğretisi nedeniyle— şeylerin çokluğunu ve
hareketini, Parmenidese karşılık, gerçek diye varsaymış ve hareket ettiren nedeni
yalıtlanmış bir ilke olarak karşısına çıkardıkları varolanların çokluğunu kabul etmek
zorunda kalmışlardır. Demek ki, farklı açıklık ve anlayışa karşın, her iki düşünür de birer
ikicidir (dualist). Ancak Empedokles’in genellikle fantastik de olsa görkemli doğa
spekülasyonlarına karşılık Anaxagoras’ın düşünceleri büyük bir ölçülülük, belirgin bir
akılcılık anlamına geliyorsa, o zaman Parmenidesçi ontolojinin özünü Herakleitos’un
öğretisiyle uyumlu hale getirmek için girişilen Üçüncü ve sonuncu büyük deneyin de bir
diğer ölçülülük ve klasik Antikçağın yarattığı tutarlı bir tekçilik (monizm) olarak görülmesi
gerekir. Bu tekçiliğin kurucusu, etkileri modern doğabilimlerin yakın evrelerine kadar
ikibin yıldan fazla sürmüş atom kuramının kurucusu olan Leukippos’tur; bu düşünürün
yaşamı hakkında kesin olarak bildiklerimiz, gençlik günlerini yurdu Miletos’ta geçirdikten
sonra —Xenophanes ile Pythagoras gibi—deniz yoluyla batıya gitmiş, güney İtalya’daki
Grek kenti Eleada Zenondan ders almış ve felsefi düşüncesi üzerinde derin izler bırakacak
şekilde ondan etkilenmiş olduğudur. Daha sonra, ama kesinlikle olgunluk çağında,
Trakya’daki Abdera kentine göç ederek MÖ. 450 yılından, hatta olasılıkla bundan on yirmi
yı1 sonra orada bir felsefe okulu kurmuştur.
Ne var ki, Leukippos’un öğretisini ele almadan önce tarihsel varoluşu hakkında birkaç söz
söylemek gerekiyor Tannery, Erwin Rohde ve son olarak Nestle gibi önde gelen çağdaş
kimi, araştırmacılar Leukippos’un varlığını yadsımanın gerekli olduğuna inanıyorlardı Buna
Epikuros’un düşüncesizce sarfettiği sözler neden olmuş, izleyicisi Hermarchos gibi, o da
Leukipposun hiç yaşamadığını iddia etmiştir. Epikuros’un bu garip iddiasını en iyi şekilde
açıklayan büyük araştırmacı Hermann Diels olmuştur, bu yüzden sözlerini olduğu gibi
buraya alıyoruz “Eski Abderalıların, yani Leukippos ile Demokritos’un eserleri daha 4.
Yüzyılda, yazarları arasında fark gözetmeden, a potiori denen bir corpus Democriteumda
bir araya gelmiş olması gerekir. Makedonya ve Assos’ta Abdera Okulu ile ilişkiye geçmiş
olması gereken Aristoteles ve Theophrast, bu okulun kurucusu Leukippos ve eserleri
hakkında eksiksiz bilgilere sahiptiler. Bu yüzden Leukippos’ ile Demokritos’un eserlerini
onlar, neredeyse yalnız onlar belirgin şekilde birbirinden ayırırlar. Bu durumda büyük bir
olasılıkla Leukippos’un eserleri, kendisini gölgede bırakan ve doğa felsefesine ilişkin
öğretisi tüm önemli noktalarda hocasının öğretisiyle uyum gösteren büyük
öğrencisi Demokritos’un sayılamayacak kadar çok eseriyle birlikte Abdera Okulu’nun
genç kuşaklarına kalmıştır; ama daha önce Leukippos’un, eserlerinin başında ya da
başlangıcında yazar olarak yer alan adı kaybolmuş ve bunlar, bir araya getirilmiş olan
Demokritos’unkilerle birlikte, Demokritos’un eserleri sayılmıştır, böylece, Aristoteles 40 yıl
sonra dünyaya gelmiş olan Epikuros, —bütün eski düşünürler gibi eserlerinin ardına
gizlenen ve o günlerin edebi görenekleri gereği öğrencisi Demokritos tarafından da
eserlerinde adı geçmeyen— Leukipposun kişiliği ve varlığı hakkında güvenilir hiçbir iz
bulamamış ve bu yüzden, en zayıf yanı tarihsel eleştiri olduğu için biraz aceleci
davranarak onu yadsımıştır.
Şimdi Leukipposun çığır açan öğretisinin, Herakleitos ile Parmenides arasındaki metafizik
temel çelişki karşısında tamamen yeni ve hiç kuşkusuz dahicesine bir çözüm denemesi
olan atom kuramının nasıl meydana çıktığını görelim. Leukippos’u atom kuramına götüren
ne olmuştu? Aristoteles de, birçok bakımdan açıklanması ve tamamlanması gereken bir
atom kuramını ana hatlarıyla tasarlamıştı. Empedokles ise mikroskopik küçük kırıntılar
halinde yan yana duran ve cisimler dünyasının temelini oluşturan en küçük öğe
parçacıklarından söz etmişti —ki bu, atom kuramının doğuşunda taşıdığı önemi ilk kez
Walter Kranz tarafından belirtilen bir görüştür—, ama bu kuramın meydana çıkmasının
asıl nedeni, ‘öğrencisi Leukippos’un düşüncesini derinden ve belirgin şekilde etkilemiş
olan Zenondur: Şeylerin çokluğuna ve hareketine karşı, dichotomie ilkesine, yani cismin,
sonsuza kadar devam ettiği düşünülen ikiye bölünmesi ilkesine dayanarak öne sürdüğü
zekice kanıtlar Elealıyı sonsuz küçük madde parçacıkları kavramına götürmüştür;
Zenon’un argümanlarının etkisiyle Anaxagoras da kendi madde öğretisinde sonsuz küçük
olan kavramını kullanmış, tamamen Elealıların tarzında şeylerin sonsuza kadar
bölünebilirliğini büyük bir güvenle öne sürmüştür. Zenonun bu öğretisi Leukippos’ta ters
bir etki yaratmıştır. Zira üzerinde uzun uzun kafa yorduğu bu sonunun çekiciliğine
kapılarak Zenonun savına tamamen zıt kendi atom kavramını keşfetmiştir. Burada şu
soruyu soralım: Leukippos yaşlı çağdaşı Anaxagoras gibi niçin aynı yolu izlememiştir?
Onu, hocasının çürütülmez gibi görünen elitini (cismin sonsuza kadar mümkün olan
bölünebilirliğini) zorunlu olarak reddetmeye, böylece atom kavramını bulmaya götüren ne
olmuştur? Görünüşe göre bunda, önce Aristoteles’in sonra da Simplicius’un meydana
çıkardığı şu düşüncelerin rolü vardı: Şeylerin katı, daha fazla bölünmeyen ilk
parçacıklarının’ olması gerekir. Zira onları sonsuza kadar parçalara ayırabilmek için,
içlerinde sonsuz küçüklükte boş mekanların bulunması gerekir, çünkü bir cismin içinde bir
‘boşluk” yoksa onu parçalara ayırmak mümkün Zenonun iddia ettiği gibi maddeleri bu
şekilde sonsuza kadar parçalara ayırmak mümkün olsaydı, o zaman görünen tüm ş
yalnızca birbirine değen boş mekanlardan meydana gelmiş olması gerekirdi, ki bu
durumda boş mekanların dışın da katı hiçbir şey bulunmaz, her şey tamamen tözden
yoksun olurdu. Zenon’un, tamamen soyut, yani matematiksel düşünülmüş, şeylerin
sonsuza kadar ikiye bölünebilirliğini, demek ki, gerçeklikte, yani fiziksel olarak
gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu durumda cisimle kütlesinin ilişki sağlayan madde
parçacıklarında herhangi bir boşluğun bulunmaması, yani “tamamen dolu” olması ve bu
yüzden başka parçalara ayrılmaması gerekir. Zira bir cismi parçalara ayırmak, yani
bölmek sadece içindeki bir boş mekana dayanarak mümkündür. Hiçbir boş mekan
içermeyen bir şeyi yalnız bölmek değil, üstelik zedelemek bile mümkün değildir.
Bileşimlerinin tarzına göre ilk oluşturucu öğeleri, yani atomları arasında az ya da çok boş
mekan bulunan tüm görünür cisimler, artık başka parçası olmayan işte bu tür atomlardan
meydana ,gelirler, tıpkı tersi durumda bir maddeyi bölmeye devam ederek sonuçta onun
görünmez küçük ve artık bölünemeyen, yani ‘atom” olan ilk oluşturucu öğelerine
ulaşılması gibi.
Bu atomlar birbirlerinden üç şekilde ayrılırlar: Biçimleri, konumları ve düzenlen (tasnifleri
bakımından. Leukippos ile Demokritos duyulan dünyasının yalnız görünüş olmadığını,
üstelik gerçekliklere de dayandığını varsaydıkları için, bu dünya sayısız biçim, renk, tat
vs. çeşitliliği göstermektedir, böylece onlara göre sayısız çeşitlilikte atom biçimi de
mevcuttur. Maddi tözleri hepsinde tek ve aynı olan atomlar arasında ki bu üç temel farkı
duyusal olarak algılanabilen şeylerin çeşitliliğine temel oluşturur, tıpkı aynı sözcük
öğelerinden, yani yani harflerden nasıl bir tragedya metni yazılıyorsa aynı şekilde bir
komedya metninin de yazılması gibi. Oluş ve bozuluş nasıl ki atomların bir araya
gelmesine ya da ayrılmasına dayanıyorsa —ki Leukippos bu temel görüşü Empedokles ve
Anaxagoras’la paylaşır—, böyle bir şeyin değişikliğe uğraması da yalnızca atomlarının
değişen düzenine ve konumuna dayanır. Bu yüzden ‘doluluk —sayısız, görünmez
küçüklükte atomlar— ve boşluk görünen dünyanın ilk nedenidirler. Zira atom
fiziğinin ikinci temel koşulu işte bu boş mekan varsayımıdır (ancak boşluk deyince
havayla dolu mekan anlaşılmaktadır). —Büyük bir olasılıkla Parmenidesten önce
Pythagorasçılardan birkaçının da savunduğu— bu varsayım Leukipposa göre kesinkes
zorunludur, çünkü boşluk olmadan ne hareketi ne de cisimlerin çokluğunu kavramak
mümkündür. Bazı cisimlerin yoğunlaşması ve aynı şekilde (organizmaların) büyümesi de
yalnız bu koşul altında açıklanabilir. Göreceğimiz gibi atomcular, olasılıkla Leukippos da,
boş mekanın varlığını deneysel yoldan kanıtlamaya çalışmışlardır.
‘Dolu olana, yani mekan doldurana, “varolan”a karşılık ‘varolmayan’ diye de tanımladığı
bu boşluk Leukippos’un kanısınca ‘dolu olan, “varolan” gibi aynı şekilde mevcuttur.
Leukippos’un öncelleri, özellikle bir başka yönden kendine temel aldığı Elealılar
“varolmayan” olarak boş mekanın mevcudiyetini kesinkes reddetmişlerdi. Ama Leukippos
bo ol madan ne hareketin ne de çokluğun düşünülemeyeceğini farkederek ikinci belirleyici
adımı atmış ve boşluğu, her ne kadar dolu olana, yani cisimsel olana, asıl anlamda
varolan”a karşılık “varolmayan” diye tanımlasa bile, gerçek saymış, “varolmayan”ın, yani
boş mekanın varolan gibi aynı şekilde mevcut olduğunu cesaretle öne sürmüştür. Bu
gerçekliğinin Leukippos tarafından kabul edilişi; cisimsel nitelikte olmayan, ne görülen ne
de elle tutulan, sadece düşüncede kavranabi len bir şey ilk kez gerçek diye açıklandığı
için de, düşün tari hinde çok önemli bir yer tutar: Böylece tamamen yeni bir gerçeklik
kavramına yoi açılmaktadır (ayrıca, her ne kadar başka yönden de olsa, bu kavramı
Anaxagorasda kendi nous öğretisinde ortaya çıkarmıştı). Zira bununla eski ionya
materyalizmi, Antikçağın en güçlü materyalist felsefe sisteminin ku rucusu sayılan
düşünür vasıtasıyla da ilkesel olarak aşılmış oluyordu.
Görünür dünyadaki şeylerin değişimi nasıl ki hiç sona ermiyorsa, atomların hareketi de
aynı şekilde sonsuza kadar de vam etmektedir. Dolu olanın, yani atomlar bütününün
daima, ebediyetten bu yana mevcut olması gibi, hareketleri de başlangıçsız ve sonsuzdur.
Madde ve hareket birbirinden ayrılmaz. Atomların hareketi, Leukippos’a göre, başka bir
türeme ihtiyaç duymamaktadır. Görünüşe göre bu konuda onu Miletoslu canlı
maddecilerin, öğrencileriyle aynı kentin çocuğu olarak batıya gitmeden önce olas kişisel
ilişkiler kurdu ğu bir Anaximandrosun ve bir Anaximenes’in temel görüşü etkilemiştir. Zira
her biri tek başına alınırsa Leukipposçu atomların milyonlarca parçaya ayrılmış da olsalar,
Parmeni desçi .“varolanlar”ın yetkin birer kopyası olduğu nasıl kuşku götürmüyorsa,
başlangıçsız ve nedensiz bir hareket varsayımının da eski tonya tekçiliğinden kaynaklanan
son derece garij bir sonuç olduğuna hiç kuşku yoktur. Çünkü, tarih sel-eleştirel yönden
ele alınırsa, bu atom kuramının yalınlığından dolayı eski Miletosluların görüşleriyle atom
kuramı- nın kurucuları arasında yalnız tam bir yüzyılın değil, üstelik felsefi düşüncede
kaydedilen muazzam bir gelişmenin de bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Sonsuz
maddeyi, canlı, ya ratıcı bir birlik olarak gören bir Anaximandros’a göre canlı maddeci
tekçilik kendi çocuksu, ama görkemli spekülasyon larının doğal bir sonucuydu; öğelerde
dolaşan sevgi ve çatış ma öğretisinin sahibi Empedokles ile evreni harekete geçi ren nous
öğretisinin kurucusu Anaxagorasın, maddeyi ve önu harekete geçiren gücü ilkesel olarak
birbirinden ayıran bu iki düşünürün çağdaşı olan Leukippos’a göreyse durum tama men
farklıydı. Ve bundan da öteye o evrenin bağlantılı bir kütleden değil de, sayısız,
birbirlerinden mekansal olarak ayrı atomlardan meydana geldiğini öne sürdüğü zaman,
bu atom- • ları aktif ve bu yüzden kendilerine özgü bir amaca yönelik diye değil, tersine
plansız, başıboş bir hareket halinde —bel ki bizce ‘güneş tozları” diye tanımlanan
cisinıciklere ben zer şekilde— düşünmüştür. Bu bakımdan Aristoteles atomla nn ilk
hareketi, yani ilk hareketlerinin kaynağı sorusuna or taya attığı zaman, bunun kendi
görüş açısından yerinde bir soru olduğunu görmekte, onun ve Theophrastın serzenişi ni
anlayışla karşılamaktayız. Leukipposçu atomların ilk hare keti tamamen metafizik bir
belirtidir; bu yüzden atomların ilk hareketini anlaşılır duruma getiren bir gerekçe gösteri
memiştir. Burada şu soruyu soracak ohirsak: ‘Empedokles ile Anaxagoras’ın ikici
öğretilerini çok iyi tanımasına karşın Leukippos’un neredeyse şırf mekanik bir dünya
görüşünü ileri sürmesi nasıl mümkün olmuştur?”, o zaman cevabı aşağı yukarı şöyle
olmalidır: Şeylerin hareketini gerçek saydığı için, özellikle hareketin gerçekliği Elealılarca
kesinkes reddedil diğinden, bu gerçekliği hareketi açıkla üzere de geçer li saymıştır.
Evrenin meydana gelmesine neden olduktan sonra faaliyetine hemen, son veren, böylece
her şeyi sırf mekanik şekilde gelişmeye bırakan Anaxagoras’ın “nous”u ise Leukippos’a,
bağımsız kozmik ilk güç olarak, tıpkı Empedokles evrensel güçleri “sevgi” ile ‘çatışma gibi,
olasılıkla mitsel görünmüştür. Peki ama madde kütlesinin dışında bir ilk hareket ettirici
nasıl bulunacaktır? O günün felsefi dü şünce düzeyinde bu soruya cevap vermek ona
oldukça zor gelmiştir. Evrendoğumun bu temel sorunu üzerinde düşünür ken görünüşe
göre aklına günün birinde şöyle bir düşünce gelmiştir: İyi ama, ya ilk hareket madde dışı
bir nedene sahip değil de, maddenin kendi özgün özelliği ise? O zaman evreni açıklamak
için “ilk hareket ettirici” olarak etkinlikte bulunan özel bir faktöre hiç gerek yoktur. İşte
bu nokt mad deyi kendinden hareketli sayan büyük Miletoslu öncellerinin, temel görüşü
etkisini açıkça duyurmaktadır. Böylece sorun şaşkınlık uyandıracak kadar basit bir tarzda
çözülmüş görünmektedir: Atomlar kendinden sürekli bir hareket içindedir ler.
120 yıl sonra Epikuros atomculuğu toplam felsefesinin temeli haline getirmiş, böylece —
özellikle Lucretius, sonra Cicero, Seneca vs. tarafından genç kuşaklara aktarılarak_..
Rönesans düşünürlerini, hatta sonrakileri bile —ki yalnız Descartes ile Galilei’nin adını
anmak yeter— derinden etkilemesine neden ol muştur. Ne ki, bu öğreti klasik dönemin
büyük Grek felsefesini ayni’ şekilde etkileyememiştir. Düşünceleri insanların manevi-
ahlaksal özü sayılan Sokrates gibi bir filozof için atomculuk yalnız hiçbir anlam ifade
etmemekle kalmamış, üstelik Demokritosun öğretilerinden bazılarını zaman zaman göz
önüne almalarına karşın Platon ile Aristoteles tarafından da kesinlikle reddedilmiştir.
Platona ve ünlü öğrencisi Aristoteles’e göre atom kuramı insanın manevi yaşamını, ona
bir hedef göstermek ve yön vermek bir yana, açıklamaktan bile çok uzaktır, ve
Aristoteles’e ‘göre bu öğreti, özellikle son dönemlerinde düşüncelerini üzerinde
yoğunlaştırarak araştırdığı organik dünyanın sırları karşısında başarısızlığa uğramıştır.
Klasik Dönem
Sokrates, toplumsal değişimin gereği olarak, düşünceyi başka bir alana yoğunlaştırdı:
“Değerler Alanı”
Sokrates’in önemi, sağlam kişiliği ile tutarlı olan ahlâksal görüşleri nedeniyle kendinden
sonra gelen düşünürlere de örnek olmasından kaynaklanmaktadır.
“Sokrates’in bütün yaşamı boyunca iyi yaşamın doğasına duyduğu derin ve kesintisiz ilgi,
ilkçağ felsefesinin insan bilgisi ile ussallığı üzerine genel bakışının biçimlenişinde son
derece etkili olmuştur. Sofistlerin “yıkıcı” kuşkuculuğunun tam tersine Sokrates’in hep
“yapıcı” bir kuşkuculuk anlayışıyla felsefe yapması da kendinden sonraki felsefe
yöntemlerinin gözardı edemeyecekleri bir esin kaynağı olmuştur. Nitekim Aristoteles, etik
düşüncelerini ortaya koyarken gerek Sokrates’in kişiliğinden gerekse savunduğu
görüşlerden geniş oranda etkilenerek “erdem etiği” diye adlandırılan önemli felsefe
yaklaşımını geliştirmiştir. İlkçağ felsefesinde yapılan ahlâk felsefesinin en belirgin özelliği,
sunulan etik çözümlemelerin her durumda gerçek yaşam sorunlarına uygulanarak
değerlerinin sınanmasında kendisini göstermektedir. Bu anlamda ilkçağ filozofları her
türden kuramsal ilgilerini sürekli pratik konularla ilişkilendirmeye ayrı bir özen göstermiş
olmaları bakımından bütünüyle Sokratesçi felsefe ruhunun etkisi altındadırlar.
Aristoteles’in oldukça teknik içerikleriyle dikkat çeken, daha çok araştırma amacı güden
—son hallerine getirilmemiş— okul yazılarının, “çoğalmak” üzere yazıya alınmadıkları
önemli bir özellik olarak daha ilk bakışta kendisini açıklıkla belli etmektedir. Nitekim
okulun içinde kullanılmak üzere yazılmış bu bilimsel yazıların, kendilerine kolaylıkla
herkes tarafından ulaşılamıyor olmasına bağlı olarak, M.Ö. 1. yüzyıla gelinene dek
derinlemesine incelenip tartışılmadıkları sanılmaktadır. Hayvanbilim içerikli yazılar
dışanda tutulmak koşuluyla, Aristoteles hemen bütün felsefe yazılarında Platon tarafından
temelleri atılan pek çok araştırma konusunu tek tek en ince ayrıntısına varana dek
çözümlediği gibi, başta mantık ile bilim dalları olmak üzere felsefe için yeni araştırma
alanları da açmıştır. Bu yazıların her biri tıpkı Platon’ un yapıtları gibi Batı Felsefesi’nin en
önde gelen klasikleri arasında yer almaktadır. (Felsefe Sözlüğü)
SOKRATES
Sofistlere karşı koyanların başında yer alan, İlkçağın en büyük düşünürlerinden
biri olan Sokrates, Sofistlere karşı koyar, ama onlarla birleştiği yönleri de vardır. Çünkü
Sokrates de, Sofistler gibi, gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler
üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır.
Sofislerin bilgi anlayışı, her bakımdan, tek kişiyi kanılarında bir relativizme
götürmüştü. Sokrates’in ise göz önünde bulundurduğu ; sağlam, herkes için geçerli olan
bir bilgiye varmaktır. O, doxa (sanı)nın karşısına episteme (bilgi) yi koyar. Yalnız
episteme hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen bildirileverilecek bir şey değildir,
tersine; birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtır. Onun için Sokrates,
Sofistlerin yaptığı gibi, öğretimle bilgileri edindirmeye kalkışmaz, çevresindekilerle
doğru’yu birlikte aramaya çalışır. Din-gelenek otoritesine gözü kapalı bağlanmamada
Sokrates Sofistlerle bir düşünüyor. Ancak, Sokrates’in akla, düşüncenin objektif değerine,
bireylerin üstünde bir normun bulunduğuna sarsılmaz bir inancı var. Onu Sofistlerden
kesin olarak ayıran da bu inancıdır. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma yöntemi
olan dialog (konuşma) da bu inanca dayanır. Konuşma’da düşünceler ortaya konur,
bunlar karşılıklı olarak eleştirilir, böylece deherkesin kabul edeceği şeye varılmak istenir.
Sofisler düşünceleri meydan getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Sokrates ise,
doğru’yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak
bu doğru’yu araştırır. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “Bir şey bilmediğimi biliyorum”
derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye
anlamamalıdır.
Sokrates’e göre, bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar
değil, kavramdır. Onun için, Sokrates hep, kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip
gösterilmesi olan tanım’a (horismos, definito) varmaya çalışır.
Sokrates,”Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der.
Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana –erdem olan bilginin (episteme) içinde
toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde
edilir ve öğretilebilir.
Platon, bir bildirime göre 427 yılında doğmuştur. Doğduğu yer için de Atina ile
Aigina (Pire körfezinde bir ada) gösterilir. Ailesi, Atina’nın en eski, en soylu ailesinden. Bir
sanatçı olan Platon , çeşitli edebi türlerde birçok şeyler yazmış. Ama anlatıldığına göre,
yazdıklarını beğenmemiş ve pek çok da Sokrates’in üzerinde yaptığı çok derin etki
yüzünden bunları yakmış. Sokrates ile tanışmazdan öncede felsefe ile ilgilenmiş; hocası
Herakleitosçu Kratylos imiş. Yapıtlarıyla Platon, hocasına bugüne kadar bütün canlılığı ile
ayakta kalan bir anıt dikmiştir. Bu anıt, Sokrates’in yorulmak bilmeden bilgiyi araması,
irkilmeyen sağlam karakteri, doğruluk ve hak uğruna ölüme gitmesi karşısında Platon’un
duyduğu hayranlık ve saygıyı dile getirir.
Gençlik dialogları
Apologia, Kriton, Protagoras, İon, Lakhes, Politeis I, Lysis, Kharmides,
Euthyphron.
Geçit dialogları
Olgunluk dialogları
Yaşlılık dialogları
Sofistlerin dünya görüşü yarara hazza dayanıyordu. Platon bu anlayışın karşısına, tam bir
Sokratesçi olarak, iyi kavramıyla çıkar. Ona göre “iyi”, doğru bir yaşayışın kesin ölçüsü,
biricik eğridir (telos). Gerçek devlet adamının başlıca işi de, yurttaşlarını “iyi” ye
ulaştırmaktır, bunun yollarını bilmektir.
Platon felsefenin bilgi anlayışından doğan ana metafizik düşüncesi, iki dünyanın
ayırt edilmesine dayanmaktadır. Bu dünyalardan biri varolanı ve hiç oluş halinde
olmayanı, öteki ise hep oluş halinde olup hiçbir zaman varolmayanı içine alır. Birincisi akıl
bilgisinin , ikincisi de doğru sanının konusudur. Buna göre: Duyularla algılanan cisimlerin
karşısında cisimsel olmayan idealar vardır. Bunlar, uzayın ya da cisimler dünyasının hiçbir
yerinde bulunmaz; kendi başlarınadırlar; duyularla değil, düşünme ile kavranırlar;
düşünülen, akılla kavranılan bir dünya meydana getirirler. İşte, felsefi erdemin koşulu
olan gerçek bilginin temeli, kökü ancak bu idealar dünyasında bulunabilir.
Platon’un ideal devletinin yasası, tam bir aristokrasidir, “en iyilerin”, yani
bilgililerin, erdemlilerin başta bulunmasını isteyen bir devlet biçimidir. Bu devlette
kanunların konulması, topluluk hayatının düzenlenmesi işi filozoflara, bilge kişilere
verilmiştir. “Başa filozoflar geçmez, ya da baştakiler felsefe yapmazsa,insanlığın acıları
sona ermeyecektir” (Politeia).
Politea dialogunda Platon yalnız ii yukarı zümreyi ele alır, bunlar devletin bekçileridir
(phylakes). Halk (demos) bilgiye değil de, gelenek –göreneğe dayanan basbayağı erdem
ile yetinecektir. Ama koruyucular (savaşçılar) takımı da kesin anlamında erdemli değildir,
çünkü bunla da felsefi bilgiden yoksundurlar. Bunlara verilen eğitim, ancak kendilerini
kabalıktan, kırıcılıktan kurtarıp onlara ölçülü bir cesaret sağlar. Devlet öğretisinde Platon
halkı kendi haline bırakıyor.
Hayatının son yıllarında Platon’un yine ahlak sorunlarına, onun için hep başlıca bir
kaygı olmuş olan bu alana döndüğünü görüyoruz. Philebos adlı dialogunda yine:
Yaşamanın ereği nedir? sorusunu ele alır. Eskiden buna Platon: “Ruhun yetkinliği, kendi
kendisine yetmesi, ereğini kendi içinde aramasıdır” diye cevap vermişti (Phaidon).
Şimdi,sözü geçen dialogta, bu asketik tutumdan (dünyaya sırtını çevirmek, dünyadan
elini eteğini çekmekten) oldukça uzaklaşır. Bu arada, ahlaklı bir yaşayışın ancak insanı
mutlu yapabileceği düşüncesine bağlı kalır. Esasta gerçek mutluluğu yine ruhun en
yüksek olgunluğunda bulur, çünkü ancak bu yetkinlik sayesinde ruh idealarından pay
alabilir; bundan dolayı yararcı ahlakın gerçek mutluluğa ulaştıramayacağına yine inanır.
ARİSTOTELES
Aristoteles’in (384 –322) doğduğu yer, Selanik yakınlarındaki Stageiros. Eski bir
hekim ailesinden. Aristoteles daha 19 yaşında iken Atina’ya gelip Platon’un Akademia’sına
girdi. Platon’un ölümüne kadar hiç ayrılmadan burada kaldı. 343 yılında Makedonya Kralı
Philipp kendisini oğlu İskender’i yetiştirmek üzere sarayına çağırdı.
İskender’in eğitimi ile aşağı yukarı üç yıl uğraştı. İskenderin Asya seferine çıkması
üzerine de Atina’ya gidip burada kendi okulunu kurdu. Bu okul, bilimsel ilgilerinin
çokyanlılığı,öğretimindeki disiplini, planlı araştırma ve çalışmalarıyla az zamanda
Akademia’yı gölgede bırakmış, İlkçağın bundan sonraki bu gibi bilim ocaklarına örnek
olmuştur. Aristoteles, felsefi konuşma ve tartışmaları, Platon gibi oturarak değil de bir
yukarı bir aşağı gezinerek yaptığı için, bu okula Peripatos (Gezinenler) adı da verilir.
Her ele aldığı soruyu sistematik olarak inceler; bunun için, ilkin, ele alınan konu ile
ilgiliolguları ve bu konu üzerinde daha önce söylenmiş olanları bir araya toplar; bundan
sonra, bu olgulara dayanarak kendi anlayışını temellendirmeye ve kendisinden önceileri
sürülmüş olan teorileri eleştirmeye çalışır. Onun asıl büyüklüğü de bu sistemli
çalışmasındadır.
Aristoteles’ten önceki felsefede ilkin doğa, sonra insanla ilgili pratik sorunlar
araştırılmış, Platon bunlara bir de dialektik’i (idea öğretisi, metafizik) katmıştı. Böylece
beliren üç sorun alanının başına, Aristoteles şimdi yeni bir bilimi koyar: mantık ( Logike).
Ona göre, bu üç alanda incelemelere girişmeden önce, bilimin ne olduğu ve yapısı
üzerinde bir araştırma, bilimsel düşüncenin formları ve kanunları üzerinde bir öğreti
gerektir. Aristoteles bu başlangıç denemelerini mantığında bir sistem halinde işleyip
geliştirmiştir. Bundan dolayı ona “mantığın kurucusu” denir.
Aristoteles’e göre, varolan, form kazanmış olan maddedir. Ama madde ile form
arasındaki ilinti relatiftir: Daha aşağısına göre form olabilen aynı şey, daha yukarıdakine
göre maddedir. Örneğin tuğla toprak için form, ama ev için maddedir. Bu anlayışla
gelişme kavramı, nesnelerin değer bakımından düzenlenmelerinin ilkesi oluyor.
(d. y. İÖ 412, Sinope [Sinop] - ö. y. İÖ 320, Korinthos), kendine yeterlilik ve sadelik ilkelerine dayalı
Kynik yaşam biçiminin öncülerinden çileci düşünür. Kimilerince felsefede Kynik okulun kurucusu
sayılmakla birlikte, bu alanda Anthistenes'in öncülüğünü Diogenes de kabul eder.
Diogenes'e ilişkin doğruluğu kuşkulu pek çok öykü anlatılır. Bunlardan birine göre Diogenes, köle
olarak satılması üzerine, efendisine mesleğinin insanları yönetmek olduğunu söylemiş ve onun
çocuklarına ders vermiştir. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde bir fenerle dolaşarak dürüst bir adam
aradığı da söylenir. Büyük İskender'in, bir dileği olup olmadığı yönündeki sorusuna, "Gölge etme
başka ihsan istemem" biçiminde yanıt verdiği de anlatılanlar arasındadır. Sinope darphanesinin
sorumlusu olan babasıyla birlikte, sahte para bastığı suçlamasıyla bu kentten sürgün edildiği hemen
hemen kesindir.
Diogenes, büyük olasılıkla daha Atina'ya gelmeden önce çileci yaşam biçimini benim semişti.
Aristoteles'in, Atina'da herkesçe tanınan bir kişi olarak söz ettiği Diogenes burada gelenekçiliğe karşı
tutumunu açığa vurmaya başladı. Burada da görevim "paranın üzerini kazımak" biçiminde tanımlıyor,
bu yolla belki de "piyasayı sahte paralardan temizlemek" eğretilemesiyle toplumlardaki yapaylıklara
ve uzlaşımsal değerlere meydan okuyordu. Amacı, toplumun bütün yerleşik kurallarına karşı çıkmaktı;
ona göre her türlü yerleşik kural insanın doğallığına aykınydı. Uzlaşımsal ölçülerin ve inanışların
çoğunun boş olduğunu göstermek, in-sanlan yalın ve doğal bir yaşam biçimine çağırmak istiyordu.
Diogenes'e göre yalın yaşam biçimi yalnızca sadelik değil, aynca örgütlenmiş, dolayısıyla
"uzlaşımsal" toplumların görenek ve yasalanm da önemsememek demekti. Doğaya aykırı bir kurum
olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun
sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durum alacaktı. Diogenes, yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık
yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin bu biçimde yaşaması gerektiği
görüşünde değildi; onun tek amacı, en kısıtlı yaşam ko-şullannda bile kişinin mutlu ve bağımsız
olabileceğini göstermekti. Diogenes'in savunduğu yaşam biçiminin ilk ilkesi kendine yeterlilik, yani
kişinin, mutluluk için gerekli her şeyi kendi içinde taşıyabilmesiydi. İkinci ilke olan "utanmazlık",
kendi başına zararsız olan bazı eylemlerin her durumda yapılamayacağım öne süren uzlaşmaları
umursamamak anlamına geliyordu. Bu ilkeden yola çıkarak yerleşik davranış kalıplarına uymadığı
için, ayrıca kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısındansa sefil denebilecek bir yaşam
sürdürdüğü için Diogenes'e kynik (Yunanca: kyon "köpek") denmiştir. Diogenes'in üçüncü ilkesi,
yozluğu ve kendini beğenmişliği açığa vurmaktan ve insanları yenilenmeye yöneltmekten asla
çekinmemek anlamında "sözünü sakın-mazlık"tı. Düşünürün dördüncü ilkesine göre ahlaki yetkinliğe
ancak yöntemli eğitimle (askesis) ulaşılabilirdi. Diogenes'in hiçbir yapıtı günümüze ulaşmamıştır. Çe-
şitli diyalog ve oyunlar yazdığı, Devlet adlı bir yapıtta ise insanların "doğal" bir yaşam sürdüğü bir düş
ülkesini anlattığı sanılmaktadır.
Antisthenes (d. y. 10 445 - ö. y. 365)
Zengin bir ailede yetişen Antisthenes'in felsefesinin kökleri, toplum yapısında gözlediği çelişki ve
haksızlıklara dayanır. Daha mutlu ve insanca bir yaşama giden yolu gösterecek bir düşünce sistemi
oluşturmaya çalışmıştır. Mutluluğun ahlaki erdeme dayandığı ve erdemin de öğretim yoluyla aşılana-
bileceği inancını savunmuştur. Antisthenes insanlara erdemli olmayı öğretirken, nesneleri iki
kategoriye ayınrdı. Özel mülkiyeti, duyusal hazlan ve öteki zevkleri içine alan dış dünyaya ait
varlıklar; doğruyu ve insan ruhu hakkındaki bilgileri içeren, insanın iç dünyasına ait varlıklar. İnsanın
kolayca baştan çıkanlabilen maddi yanının bastınlması gerektiğini savunan Antisthenes, ruhun
zenginliğini araştırmaya yardımcı olacak fiziksel ve zihinsel acıyı kabullenmeleri için öğrencilerini
yüreklendirdi. Öğretim yöntemini, kendi düşüncelerinin ve inançlarının bulunduğu yüksek bir tepeden,
Herakles söylencesinde olduğu gibi toplumun budalalıklarına ve haksızlıklarına karşı "ulumak"
biçiminde tanımlardı. Antisthenes'in kurduğu felsefe okulu büyük olasılıkla bu nedenle Kynik
(Yunanca: kyon "köpek") adıyla anıldı; Antisthenes ve izleyicilerinin kullandığı, Atina'nın
güneydoğusundaki gymnasion da Kynosarges adını taşırdı.
Antisthenes'in Yunanlarla barbarlan, özgür yurttaşlarla köleleri birbirine eşit sayan görüşleri Yunan
kent-devletlerinin gerileme dönemine girişiyle çakışıyordu. Kynik-lerin etkisi İÖ 3. yüzyılda gelişen
Stoacı okul aracılığıyla sonraki dönemlere ulaştı. Onların maddi zenginliklere karşı çıkan tutumu
uygar kent yaşamına karşı doğa durumuna dönüşü savunan akımlara da öncülük etti.
Aristippus
(d. y. İÖ 435, Kyrene, Libya - ö. 366, Atina), Sokrates'in izleyicilerinden ve haz etiğini inceleyen
Kyrene hedonizm okulunun kurucusu filozof (bak. Kyrene felsefe okulu). Sokrates'in öğrencileri için-
de felsefeyi ilk kez para karşılığı öğreten Aristippos iyi yaşamın, hazzın en yüksek ve acının en düşük
(ve sakınılması gereken) insani değerler olduğu inancı üzerine kurulu olduğuna inanırdı.
Öğrencilerine acı çekmekten sakınmalannı öğütlediği gibi acı vermekten de sakınmalannı öğütlemişti.
Sokrates gibi, özellikle uygulamalı etik ile ilgilendi. İnsanlann yaşamlanm hazza ve haz peşinde
koşmaya adamalan gereğine inanırken, aym zamanda doğru yargılarda bulunmalan ve güçlü insani
arzulanna bir düzen verebilmek için özdenetim uygulamaları gereğine de inanmıştı. "Ben sahip
olanım, sahip olunan değil" özdeyişiyle tamnır. Ya-zılanndan hiçbiri günümüze ulaşamamıştır.
Pyrhon (Piron) (M.Ö. 365-275)
Şüpheyi bir sistem olarak ortaya koyan düşünürlerden ilki Pyrrhon’dur. Bu ilk gerçek
septiğin adına bir saygı ifadesi olarak septik felsefeye “Pyrrhonizm” de denilmiştir.
Pyrrhon şu düşünceden yola çıkar: Her konuda biri ötekine tamamen karşı olan iki görüş
öne sürülebilir. Söz gelişi evrenin tümüyle maddi olduğu da savunabilir, ideal unsurlardan
oluştuğu da savunulabilir. Bu biri ötekinin karşıtı olan iki savunmadan hangisinin
gerçekten doğru olduğunu kanıtlama olanağı yoktur. ayrıca Tanrıların hem varlığı ve hem
de yokluğu savunulabilir. Bu yargıların hangisi doğrudur, bilemeyiz. O halde en doğru
davranış, bir konu üzerinde herhangi bir “yargıda bulunmaktan çekinmek”tir. Biz
ancak yakın bir gelecekte olabilecek şeyleri, az ya da çok bir olasılıkla biliriz. Bu da pratik
yaşam için yeterlidir. Bunun dışında kalan şeylerin bilinmesiyle ilgili hiçbir güvenirlik ve
kesinlik yoktur. O halde yapılacak en doğru şey, bir yargıda bulunmaktan sakınmaktır.
Söz gelişi herkes evren konusunda her tür yargıda bulunmaktan kaçınmalıdır.
Pyrrhon’dan bu yana, yargıdan kaçmaya, derin düşünmekten kaçınmaya, özel
deyişle “epohe” denilmiştir.
“Epohe” ne kadar tam uygulanırsa, huzursuzluktan o kadar uzaklaşılır ve “ruh huzuru”na
o ölçüde yaklaşılır. Üstün insan, bilmediği şeyler konusunda her türlü yargıdan kaçınan
insandır. Epohe, aynı zamanda her türlü şeye, yani yazgısının hazırladığı her şeye
hazırlıklı olmak demektir. Üstün insan, her şeyin mümkün olduğunu, hiçbir şeyin kesin
olmadığını bilir. Bu anlayışı kendisine rehber yapan insan, şansının tüm oluşlarını olduğu
gibi benimser ve böylece büyük bir ruh huzuruna kavuşur. Epohe’yi kullanan bir kişiyi
dünyada hiçbir şey, sarsmaz, çünkü o her şeye hazırlıklıdır ve razıdır.*
Demokritos gibi Pyrrhon da, mutluluğu dirlik ve gönül şenliği (euthymia) içinde geçen bir
yaşamada bulur. Buna erişmek için de, felsefeye dayanmak gerek. Felsefenin ödevi,
hayatı, son ereği olan mutluluğa göre düzenleyebilmek için doğru’yu, gerçeği tanımaktır.
İşte Pyrrhon bilgi sorununu bu anlayışla ele alır. Ona göre ilk yapılacak şey de, hayatın en
yüksek ereğine eriştirecek bu etkenin –bilginin –ne olduğunu, bu işi görebilecek bir
durumda olup olmadığını incelemektir. Bilgi bunu yapacak durumda değil diyor Pyrrhon,
çünkü her sav için birbirinin karşıtı olan ve güçce birbirine eşit bulunan iki kanıt ileri
sürülebilir; bundan dolayı da hiçbir şey için belli bir şey diyemeyiz; yapacak şey: Her
türlü yargıdan kaçınmadır (epokhe). Bir de: duyular olsun, akıl olsun, bize nesneleri
olduğu gibi değil, göründükleri gibi gösterirler. Dogmatizmi yıkan bu görüşü ile, Pyrrhon,
yine de eylemin olabileceğine, mutluluğa erişebileceğine inanır. Çünkü bizim
bilemediğimiz nesnelerin kendisidir; görünüşlerini ise biliriz. Görünüşler(fenomenler)
insana kalıyor, bunlar da onu eylemlerinde yönetebilirler. **
M.Ö. 341-270 yılları arasında yaşamış ve felsefesi, Hellenistik dönemin diğer öğretileri
gibi, daha çok ahlak ağırlıklı bir sistem kurmuş olan Yunanlı düşünür.
Bir başka septik Pyrrhon’un öğrencisi olan Timon’dur. Timon Atina’ya gelmiş ve Eflatun’un
Akademisi’nde büyük bir saygınlık kazanmıştır. O kadar ki, Timon’un etkisiyle Akademi bir
süre şüpheci bir yol izlemiştir. Bu ise garip bir görünümdür. Çünkü Eflatun’un Akademisi,
hiçbir zaman şüphecilik eğilimi göstermemiştir. Eflatun’u izleyenler şüpheci değil, daha
çok mistik bir yola sapmışlardır. Fakat Eski Akademinin “sayı mistisizmi” ne karşı, Orta
Akademi şüpheci (septik) bir yol izlemiştir. *
Timon bu üç soruyu, çok kısa, ama çok açık olarak, birer sözcük ile cevaplandırıyor:
Epokhe de burada, sadece teorik değil, pratik anlamı ile de göz önünde
bulundurulmaktadır. Epokhe, sadece gerçek varlıkla ilgili her türlü yargıdan kaçınma
olmayıp, bir de özellikle her türlü mutlak nitelikteki değerlemeden kaçınmak, dolayısıyla
“nesnelerin kendisi”ne yönelmiş her türlü istek ve duygudan da kaçınmak demektir. **
* Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster - İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi
KLEANTHES
Kleanthes de, Aristoteles gibi, evreni olgunluğa doğru gittikçe yükselen bir
basamaklanma diye anlar. Ancak bu yetkinliğe doğru gidiş sonsuz değildir; bu da en
yüksek bir varlığın (Tanrının) bulunduğunu gösteren bir kanıttır. Tanrı yetkin olduğuna
göre, kötülerin yaptıklarının nedeni olamaz. Bu son düşüncesiyle Kleanthes
Zenon’un pantheizminden ayrılmaktadır. Bir başka bakımdan da ondan ayrılır: Ruh,
Zenon’un düşündüğü gibi, tanrısal köklü ve tektürlü değildir; ruhun – Platon’un da
ayırdığı gibi –biri akıllı olan, öteki olmayan iki kısmı var; bu yüzden de, kalkınmak için
insan Tanrı’nın yardımına muhtaçtır.
ARKESİLAOS
Arkesilaos ( ya da Arkesilas) (316-241) Aeolia bölgesinde Pitane’de ( Bugünkü
Çandarlı) doğmuş. Önce Aristoteles’in en yakın dostu , iş arkadaşı ve ardılı
Theophrastos’un öğrencisi olmuş, sonra da Akademia’ya girmiş ve Pyrrhon’un da çok
etkisi altında kalmış.
En genel anlamda herhangi bir şeyden duyulan belirgin kuşku; kuşkulanma tutumu. Eski
Yunanca'da "gözlemek", "incelemek" anlamına gelen skeptesheia sözcüğünden
türetilmiş felsefe terimi.
Yerleşik Felsefe dilinde, kesin bir tutum almamayı, enson bir yargıya varmamayı ilke
edinmiş; bütün değerlerden, inançlardan, bilgi savlarından ilkece kuşku duymanın
doğruluğunu savunan felsefe anlayışı.
Kuşkuculuk, düşünülebilecek hiçbir konuda kesin bilgi diye bir şeyin olmadığını, olsa bile
insanın eldeki verileriyle kesin bilgilere ulaşmasının olanaklı olmadığını öne sürerek,
nesnel bilgiyi ve nesnel bilme olanağını bütünüyle yok- saymaktadır. Buna karşı açık ve
seçik doğruya, kendisinden kuşku duyulamayacak sağlam bilgiye ulaşmak için sağlam bir
dayanak bulana dek bütün bilgilerin kuşkuya açılarak sınanıp sorgulanması
ise "yöntembilgisel kuşkuculuk" diye adlandırılmaktadır. Her türden düşünce
uğraşısında doğrulan yanlışlardan ayırmak amacıyla bütün bilgilerin tek tek yeni baştan
gözden geçirilmesini öngören bu kuşkuculuk anlayışı, kimileyin "olumlamacı kuşkuculuk"
ya da"geçici kuşkuculuk" diye de anılmaktadır. Bu anlamıyla kuşkuculuk modern
felsefenin kurucusu Descartes tarafından geliştirilmiştir. Bunun yanında gerçekliğin özünü
bilmenin ilkece olanaksız olduğunu ileri süren bütün metafızik öğretiler de kuşkuculuk
deyişiyle nitelendirilmektedir.
Bilgi olanaklarının son derece sınırlı olduğunu, şaşmaz bir kesinlikle hiçbir şeyin
bilinemeyeceğini, topu topu bir takım kişiye özel, doğruluğu her zaman için kuşkuya açık
görüşlerin bulunabileceğini savunan genel kuşkuculuk öğretisi yanında, kuşkuculuğun ilk
bakışta iki ayrı biçimi daha bulunmaktadır. "Sonuna dek götürülmüş kuşkuculuk" diye
adlandırılan ilk biçim her türlü bilgi olanağını yadsıyarak işin doğası gereği hiçbir şeyin
hiçbir koşulda bilinemeyeceğini savunur. Bu kuşkuculuk anlayışı yer yer felsefe
metinlerinde "olumsuzlamacı kuşkuculuk" ya da "sürekli kuşkuculuk" diye de
geçmektedir. Buna karşı "olumsal kuşkuculuk" ya da "ölçülü kuşkuculuk" diye
adlandırılan ikinci biçim bilgi olanağını yalnızca belli alanlarda daha yumuşak bir dille
yadsıyarak, belli şeylerin bilgisine '. belli çekinceler göz önünde bulundurmak koşuluyla
varılabileceğini düşünmektedir. "Alan kuşkuculuğu" diye de adlandırılan bu kuşkuculuk
biçiminde, metafızik gibi belli araştırma alanlarında bilgi edinilemeyeceği ya da algılama
gibi belli yetilerin bilgi sağlamayacakları gibi düşüncelerle elemeci-ayıklamacı bir
kuşkuculuk tutumu söz konusudur. Kuşkuculuğun bu daha ılımlı biçimi, bir bütün ' olarak
bilgi olanağını bütün alanlarda yadsımadan ancak belli alanlarda kuşkuculuğun
işletilmesinden yanadır.
Kuşkuculuğun varolan bütün değerlere karşı olumsuzlayıcı bir tutumun sergilendiği, bencil
olmayan değerlerin bunların varlığına duyulan inançsızlık nedeniyle yoksaydığı, insanlığın
temel değer ve ülkülerinin geçerliliğinin toptan kuşkuya açıldığı "Kinizm" ile
karıştırılmaması gerekir. Yine kuşkuculuğun, felsefe ilkelerinin neliği gibi enson soruların
ilkece yanıtlanamaz olduğunun, bu tür konularda araştırma yapmanın gereksizliğinin,
dolayısıyla bu tür konularda yargıda ' bulunmaktan kaçınmanın doğruluğunun
savunulduğu bir başka felsefe anlayışı "bilinemezcilik" ile de arasında çok ince ayrımlar
bulunmaktadır.
Felsefe tarihinin bilinen en eski kuşkuculuğu Eski Yunan'ın gezgin düşünürleri sofıstlerce
temellendirilmiştir. Başta Protagoras ile Gorgias olmak üzere bütün sofistler, herkesçe
benimsenecek ortak genelgeçer doğruların olmadığını, doğrunun her bireye ayrı görünen
bir şey olarak kişiden kişiye değiştiğini savunarak felsefece düşünmeyi olanaksız kılacak
denli ileri götürmüşlerdir kuşkuculuğu. "Sofıst Öğreti"nin olmazsa olmaz bileşeni
kuşkuculuk, Eski Yunan'da özellikle yapılan siyasal tartışmalarda karşı tarafın savunduğu
düşünceyi kuşkuculuk yoluyla çürüten sofıstlere büyük bir retorik üstünlük sağlamıştır.
Eskiçağ kuşkuculuğunun dizgeli bir biçimde temellerini atan Elisli Pyrrhon, Felsefe
tarihçileri arasında genellikle kuşkuculuğun da kurucusu olarak görülmektedir. Bilginin
değerini yücelterek göklere çıkartan Stoacılar ile Epikurosçulara karşıPyrrhon,
düşünce kesinliği varsayımına dayanan bilgi olanağını salt öznel yorumlarla ilintili bir konu
sayarak bütünüyle yadsımış usa dayalı düşüncelerle şaşmaz kesinliklere varılamayacağını
öne sürmüştür.
Öte yanda Kant'ın eleştirel felsefesinde ileri sürülen kuşkuculuk anlayışı, eleştirel bir
tutumun ışığı altında neyi bilip neyi bilemeyeceğimizi belirleyip kesinleme amacı
gütmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kant ' ın felsefe söz dağarında kuşkuculuk terimi
"eleştirel" nitelecinde etkili bir biçimde içerilmektedir. Kimi felsefe tarihçilerine göre,
Kant'ın kuşkuculuğu yeni- çağ kuşkuculuğunun en özgün yorumu olarak kuşkuculuğun
doruk noktalarından birine karşılık gelmektedir.
KIBRISLI ZENON
Stoa, Hellenizmin tipik felsefesi sayılır; çünkü Atina’da Doğu’dan gelmiş kimseler
tarafından Attika felsefesinin ana düşünceleriyle işlenmiştir. Başka bir özelliği de, Roma
İmparatorluğunda en yaygın bir felsefe oluşudur. Stoa öğretisinin
kökleri kynik felsefesidir, ama büsbütün de bu çerçevede kalmaz, yer yer onunla belli bir
karşıtlık halindedir de. Stoa’nın pantheist bir dünya görüşü var. Bu görüşünde pek çok
eski İonia felsefesinin, özellikle de Herakleitos’un etkisi altındadır. Herakleitos’un Stoa
sisteminin gelişmesinde büyük yeri olmuş, Stoalılar düşünüş bakımından onu kendilerine
hep pek yakın bulmuşlardır.
Epikuros için olduğu gibi Zenon için de mantık çerçevesinde üzerinde asıl
durulacak bilgi sorunudur. Onu bilgiyi araştırmaya götüren,bir yandan septiklerin bilginin
olabileceğinden şüphe etmeleri, öbür yandan da Sokrates – Platon felsefesinden edindiği
kanıdır. Bu felsefeye göre, bir filozof ya da bilgenin (sophos) sağlam bir bilgisi olacaktır,
sallantılı kanılar bilgenin değer ve onuru ile bağdaşamazlar. Zenon, kyniklerin
etkisiyle, sensualisttir: Bütün ilk tasavvurlarımızın kaynağı, dış etkiler yüzünde ruhta
meydana gelen izlenimlerdir. Bu anlayışı da Zenon’u, doğru tasavvurları yanlışlarından
ayırt etmeyi sağlayacak bir ölçü (kriterium) aramaya zorlamıştır ve bu ölçüyü de
o katalepsis kavramında bulduğunu sanmıştır. Katalepsis, objesinin “kavrayan”, yani onu
elden geldiğince tıpkı tıpkısına yansıtan br tasavvurdur (phantasia kataleptike). Bu çeşit
bir tasavvurun objesi ruhta öylesine bir iz bırakır ki, bu izin o objeden geldiğini inanarak
kabul ederiz. İşte doğru’nun ölçüsünü, bununla da her bilimin çıkış noktasını Zenon bu
kavramda bulur ancak onun katalepsis (kavrama) dediği, episteme (gerçek bilgi) ile doxa
(sanı) arasında bulunnan ortalama bir şey –ve bu çeşit bilgi delilerde, budalalarda da var,
oysa episteme yalnız bilgelerde bulunur: hem sağlam, güvenilir bilgi olarak, hem de
aldatıcı tasavvurlara elverişli olmayan bir durum olarak. Buna göre, katalepsis değil de,
epistemeye sahip olan bilge doğru’nun ölçüsü oluyor.
Zenon, insanın toplum halinde yaşama gereksinimini doğal ve akla uygun bir
içgüdü diye anlar ve kabul eder. Yalnız, ona göre, bu gereksinme, bir yandan bilge kişiler
arasındaki dostluklar, öbür yandan da bütün akıllı insanların topluluğu çerçevesinde
giderilmelidir. Bu ikisinin arasında kalan ayrı ayrı ulusların kendilerine göre devletler
içinde toplanmaları, bu topluluk biçimleri ilgisiz kalınacak şeylerdir. Bunlara bilge kişi,
evrenin gidişinde yer alan şeyler olarak, yani bir kader olarak gerçi uyar, ama onlara
elinden geldiğince de uzak durmaya çalışmalıdır. Stoalı bilgenin sosyal
ideali dünya yurttaşlığı (kosmopolitlik) dır. Stoa’nın individualizm (bireycilik) ile
universalizmi (tümcülük) uzlaştırmaya çalışan bu sosyal teorisinin özelliği, bireyden
insanlığa, bu en genel topluluk biçimine hiç geçitsiz doğrudan doğruya atlamasıdır. Gerçi
Zenon, bir engel yoksa, bilgenin devlete yararlı olmasını öğütler, ama yüksek ahlaki bir
ülkü olarak dünya –yurttaşlığı, bütün insanların kardeşliği, zümre ve ulus ayrılıklarının
üstünde insanları hakça eşitlikleri anlayışı Stoa çığırının sonuna kadar hep ideali
kalmıştır.
Stoacılık
M.Ö. IV.yüzyılda, 334-262 yılları arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan, M.S.
III. yüzyıla değin varlığını sürdüren Helenistik dönemin ve Roma döneminin en gözde
felsefe okulu. Usun egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun duygular karşısında
sarsılmazlığını (ataraksia = ruh dinginliği) ve duyumsamazlığı (apatheia= duygulara
kapılmama) bir yandan da dünya yurttaşlığı ülküsünü savunan felsefe akımı. Bu akım
ayrıca “tüm tanrıcı”, “usçu” ve “maddeci” görüşleri savunuyor olmasıyla da dikkat
çekmektedir.
Aristoteles’in ölümünden sonraki Antik felsefenin ilkçağ bitimine kadar olan gelişmesi
Hellenizm — Roma Felsefesi adı altında toplanır. (Dönem bir çok değişik adlandırmayla
anılmaktadır. Bu döneme “Felsefe Okulları Dönemi” de denmektedir. Biz “Geç Antik Dönem”i
kullandık. Okuduğunuz metinde Macit Gökberk Helenizm-Roma Felsefesi olarak adlandırmıştır.
Felsefe Ekibi) Çünkü bu felsefe bir yandan Hellenistik çağın bir ürünüdür; öbür yandan da
bir bölümü Roma döneminde oluşmuş ve Romalı düşünürlerce işlenmiştir.
Kültür tarihinin bir olayı olarak Helenizm, Büyük İskender’in seferleriyle Yunan kültürünün
Akdeniz çevresine ve gerilerine yayılarak, buralardaki doğulu (Mısır, Mezopotamya, İran,
Anadolu v.d.) düşüncelerle karşılaşıp bunlarla kaynaşması demektir. Helenizm: Yunan
kültürünün değerleriyle Akdeniz çevresindeki Yunanlı olmayan kültür değerlerinin bir
bileşimidir. Böyle bir bileşim bağlamında doğup gelişen Hellenistik felsefenin başlıca
özellikleri şunlardır:
1. Bu dönemde tek tek bilimler artık felsefeden ayrılmaya başlarlar. Oysa Aristoteles’e
kadar felsefe ile bilimler bir birlik içinde toplanmışlardı; “felsefe” kavramı hem felsefeyi
hem de bilimi kapsıyordu.
2. Hellenistik felsefe ana tutumunda bir ahlâk felsefesidir. Yanıtını aradığı başlıca soru da:
“Ne biçim bir yaşayışın insanı mutlu yapabildiği”dir.
3. Aranan yaşayışı da bilge kişi gözle görülür gibi gerçekleştirir diye düşünülür. Onun için
bilge ideali bu dönemin ulaşmak istediği başlıca bir erektir.
4. Bu dönemin felsefesi aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmak
istemiştir. Ancak, İlkçağ sonlarında ortalığı kaplayan bir din gereksinmesi yüzünden
felsefe de dinle karışmak, dinle iç içe olmak durumuna girmiştir. Bu da felsefenin
başlangıç tutumu ile çelişik bir durum; çünkü felsefe dinden ayrılmakla başlamıştı. İşte,
sonunda dinsel bir nitelik kazanması, Hellenizm - Roma felsefesinin bir başka özelliğidir.
Hellenizm - Roma felsefesi, gelişmesinde ele aldığı sorunların ağırlık merkezine göre, 1.
Ahlâksal dönem ve 2. Dinsel dönem diye iki evreye ayrılır.
Ahlâksal dönem
Başlıca ahlâk sorunları üzerinde durulan ilk dönemin üç büyük çığırı var: Kuşkuculuk,
Epikurosçuluk ve Stoa. Üçü için de felsefe, “mutluluğa götüren yolun ne olduğu”
sorusunu araştırmaktır. Bu araştırmaların üçü de Yunan felsefesinin çeşitli çığırlarına
dayanırlar. Ancak, bütün ayrılıklarına karşın, üçü de aynı sonuçta birleşirler: Mutluluk
bilgenin ulaştığı, yaşayışında gerçekleştirdiği o gönül dinginliğidir.
Kuşkuculuk, daha çok bir düşünce tutumu olarak Antik çağın sonuna kadar sürecektir.
Kendisinin bir okul örgütü olmamış, ama bütün felsefe okulları üzerinde zaman zaman az
ya da çok etkisi olmuştur.
Okulun kurucusu Epikuros’a (341 - 278) göre, felsefe insanı mutlu yapabilmek için onu
her şeyden önce temelsiz korkulardan kurtarmalıdır. Bunu da ancak “doğaya dayanan”
-fiziksel— bir dünya görüşü sağlayabilir. Bu doğal dünya görüşünü de Epikuros
Demokritos’un atomculuğunda bulmuştur. Ona göre de asıl gerçek, maddi nitelikte olan
atomlardır Yalnız, Epikuros bu doğa tasarımı içine Aristoteles’in “rastlantı” kavramını
sokmakla, Demokritos’un doğa anlayışındaki sıkı belirlenimciliği bozmuştur.
Demokritos’a dayanarak geliştirdiği özdekçi, doğalcı bir varlık anlayışı içinde Epiküros
çeşitli konuları şöyle değerlendirir.
1. Zorunlu yasalara göre işleyen bir mekanizma olan doğaya Tanrılar karışmazlar.
Karışmaları “salt - mutlulukları”nı bozardı.
2. Ruh maddi. yapılı bir bileşimdir; ölümle bu bileşim dağılır. Bundan dolayı
mutluluğumuza en büyük engellerinden biri olan “ölüm korkusu”nun yeri ve anlamı
yoktur.
Toplum felsefesinde bireyci olan Epikuros, bilge kişilere toplumsal ilişkilerden ancak
dostluğu, bu tek tek kişiler arasındaki ilgiyi öğütler. Bu anlayışta bilge sosyal - politik
yaşamdan uzak duracaktır; yoksa mutluluğu gölgelenir- tıpkı dünyanın işine karışmayan,
bu yüzden salt mutluluk içinde bulunan Tanrılar gibi.
Zenon için de felsefenin baş konusu ahlâktır. Öteki konulardaki, bilgi ve varlık
konularındaki çalışmalar, ancak ahlâk üzerindeki araştırmaları desteklemeye yararlar.
Varlık —metafizik— anlayışında Zenon materyalist bir tekçilik geliştirmiştir. Ana - varlık
(arkhe) tektir ve maddi niteliktedir; devindiren yönü ile evrene düzen kazandıran ussal
ilkedir. “Doğa “ ya da “Tanrı” da denebilecek olan ana - varlığın özü ateş’tir. Evren bu ana
- ateş’in dönümlü olarak yanmasından oluşmuştur ve böyle oluşup gidecektir. Ana - ateş
bütün varlıklarda bir” soluk” olarak bulunur. Ama her varlık çeşidinde başka başka
kılıklara bürünmüş olarak görünür: İnsan da us, hayvanda can, bitkide yetişme, cisimde
güç olarak. Bu temel-varlığın —Tanrının— bütün varolanlarda bulunduğu, kendini
gösterdiği anlayışı —panteizm— Stoa felsefesinin başlıca bir özelliğidir.
Gerçi Stoalılar “mutlu olmak için erdem tek başına yetişir” derler; ama çıkış noktaları olan
Kinikler gibi uygarlık değerlerini, ergilerini büsbütün yadsımaya da kalkmamışlardır.
Yaşamak, sağlık, hali vakti yerinde olmak v.b, doğal olarak istenen şeyler de var. Bunlara
büsbütün ilgisiz kalmamalı, ama gerektiğinde bunlardan da vazgeçmeyi bilmelidir diye
düşünürler.
Eylemin sonucuna değil, eylemin kendisinden kaynaklandığı düşünüşe değer vermekle;
doğaya —akla— göre yaşamayı bir ödev saymakla Stoa, sert, sıkıdüzenli, yoksunluklara
katlanmayı göze alan çileci bir ahlak öğütlemektir.
Arkesilaos ve onunla birlikte Akademya’ya kuşkucu bir yön verenlerin başında yer
alanlardan Karneades (214 - 129) doğmacılığa, bu arada özellikle Stoa’nın
dogmacılığına eleştirileriyle karşı çıkmışlardır. Bu eleştirilerden başlıcaları şöyle: Stoa’nın
kurucusu Zenon’un doğru bilginin ölçütü saydığı etkili, güçlü —kataleptik_ tasarımların
“varolan” bir şey ile ilgili olup olmadıklarını bilemeyiz, böylesine tasarımlar düşlerde de,
kuruntularda vb. de var diyor Arkesilaos. Karneades için de.
Karneades: Aynı bir yıldız altında doğmuş olanların ayni yazgıda, yazgısı aynı olanların da
aynı yıldız altında doğmuş olmaları gerekir. Oysa gerçek hiç de -böyle değil.
Karneades, Stoalılar gibi yazgıya değil de, istenç özgürlüğüne inanır. Karneades’in bu
eleştirileri, bir yandan doğmacılığın katılığını yumuşatmış, öbür yandan da kuşkuculara,
olası nitelikte de olsa yargılar sağlamıştır. Böylece de karşıt görüşlerin yaklaşmaları yolu
açılmıştır.
Milâttan önceki II. ve I. yüzyıllardaki felsefenin özelliği gerçekten, bir yakınlaşma, bir
seçmecilik olmasıdır.
En çok tutulanı da Roma’da Stoa olmuştur. Stoa’nın aşırı sert ahlâk öğretisi, sıkıdüzen ve
ödeve büyük değer veren eski Roma karakterine çok uygun düşüyordu.
Cicero ancak bir yönüyle Stoa’ya bağlıydı. Ama Stoa Roma’da başlıbaşına bir çığır da,
hem de Hellenistik felsefelerden en çok yaygınlık kazananı da olmuştur. Roma’da gelişen
Stoa’ya “Roma Stoası” ya da “Son Stoa” denir. özelliği, Orta Stoa’daki şeçmeciliğe bir
tepki olarak ortaya çıkmasıdır. Başlıca üç temsilcisi Seneca, Epiktetos, Marcus
Aurelius’tur. Her üçünün de birleştikleri yön, ahlâkı felsefenin ağırlık merkezi
yapmalarıdır (İlk Stoa’da olduğu gibi). Üçünün de üzerinde durdukları başlıca sorun:
İnsanın kendisini bağımsız bir kişi olarak yetiştirmesidir. Uzun zaman imparator Neron’un
çevresinde bulunan, bir sanatçı olan Seneca (M.Ö. 3 — M.S. 65) Roma’nın yüksek.
tabakalarındaki yozlaşmayı yakından görüp üzüldüğünden, felsefesi ile hep ahlâk
bakımından bir etkide bulunmayı gözönünde tutar.
Azat edilmiş bir köle olan Epiktetos (50 — 130), Eski Stoa ahlâkının sert tutumunun
temsilcisidir; bütünüyle Eski Stoa’ya dayanır. Orta seçmeciliğini, uzlaşmacılığım bir
sapıtma sayar. İlk Stoa anlayışında düşünmüş ve yaşamıştır. Sessiz, yiğitçe bir deyişi ve
davranışı var.
Roma Stoa’sının bu azatlı köle yanında yer alan üçüncü temsilcisi Marcus Aurelius
Antonius (121 - 180) ise bir imparator. O da Epiktetos’un yolunda ve tutumunda.
“Kendini incelemeler” adlı yapıtı, insanın kendisine her gün hesap vermesini, kendisini
yapıp ettikleri bakımından yargılanmasını isteyen Stoa ahlakının bir yansımasıdır. Marcus
Aurelius gerçekten de kendini her gün denetlermiş; bu kendini gözden geçirmeyi de,
iktidarda bulunan bir kimseyi —ölçüsüzlük, kendini beğenmişlik, işleri savsaklama vb.—,
baştan çıkaran davranışlar bakımından yaparmış. Marcus Aurelius “kendini hep bir
Romalı, bir imparator, görevi başında bulunan bir asker gibi gör”’ der.
Bu üç Stoacı Romalının felsefelerinde —bütün Stoa’da olduğu gibi— dinsel bir renk var.
Üçüne göre de, insan ancak kendi gücüyle erdemli, dolayısıyla mutlu olabilir. Erdem de,
insanın doğaya uygun yaşaması, başka bir deyişle kendisine usu egemen kılınasıdır. Bu
durum, Tanrısal yasaya da uymuş olma demektir: Çünkü Tanrı her şeyi kapsayan doğa
yasasıdır. İnsan, dünya düzeninin bütünü içinde yerini doldurmak, dünya planında kendisi
için öngörüleni gerçekleştirmek, sonra da yerini başkasına bırakmak için yaşar. Marcus
Aurelius bu düşünceyi şu sözleriyle anlatır. “Yaşadığın şu zaman aralığını doğaya uygun
olarak yaşa; sonra ondan üzüntüsüz ayrıl - tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş
olgunlaşınca yere düşer, kendisini yaratmış olan toprak ile ağaca gönül borcu duyarak.”
Dinsel dönem
Dinsel dönemde beliren görüşler Tanrı ile madde arasındaki’ metafizik ikicilik öğretisinde,
Tanrı ile insan arasında iyi ve kötü ruhlu vb. varlıkların bulunduğu inancında; ruhun çeşitli
kalıplara girerek göçtüğü ve evreni tinsel güçlerin yönetti ği anlayışlarında birleşirler. Bu
dönemde bilgi artık bir içsezi olmuştur; bilge örneği de usunu kendisine kılavuz yapan
Sokrat değil, yaşamı mistik - dinsel bir temele oturtmak isteyen Pithagoras’tır.
Felsefe ile dinin içiçe gireceği ‘bu gelişmeyi İskenderiye’de Yahudi düşünürü Philon (M.Ö.
25 — M.S. 50) başlatmıştır. Onun yaptığı, Tevrat’ı Platon felsefesi açısından bir
yorumlama olmuştur. Ona göre, Yunan felsefesi ile Tevrat özdeştirler, çünkü Tevrat’taki
melekler, kişiler, olaylar vb. birtakım simgelerdir. Yunan filozofları sonra bunları
kavramlar haline sokmuşlardır. Platon Musa’nın bir öğrencisidir.
Bir Stoalı Karneades’ e “ Sen doğru bilinemez diyorsun, ama hiç olmazsa bu
‘doğru bilinemez’ sözünün doğru ve bilinen bir şey olması gerekir” demiş. Buna karşılık
Karneades, kendi önermesinin de kural dışı kalamayacağını söylemiş: yani kendi savının
da mutlak doğruluğu yok, bu bakımdan ancak olasılı bir değeri var: bu da ancak sübjektif
bir kanı. Burada Karneades’in olasılık öğretisiyle (probabilism) karşılaşmaktayız. Olasılık ,
bilinemeyen doğru’nun, bize kapalı olan doğru’nun bilgisinin yerine geçen şeydir ve pratik
hayat için teorik temel budur. Bu anlayışa Karneades, tasavvurda bir sübjektif, bir de
objektif yön ayırmakla varmıştır: Her tasavvur ilkin objenin bir bilgisi, bir yansısıdır; ikinci
olarak sübjektif bir şeydir, süjenin bir durumudur. Objektif olarak tasavvur doğru ya da
yanlış, gerçek ya da gerçek değildir; sübjektif bakımdan da az ya da çok olasıdır, yani
bizde az ya da çok bir inanma yaratır, bize dışarıdaki bir objeyi az ya da çok karşılıyor
görünür. Bize doğruluğu olası görünen bir tasavvuru, bu tasavvur başkalarıyla çelişik
olmadıkça, kabul eder ve ona uyarız. Yalnız bu kabulümüzün sadece sanı (doxa)
olduğunu da bilmeliyizdir. Bundan dolayı şüpheci bir bilgenin özel belirtileri şunlar olabilir:
Zekice bir ihtiyat, her şeyi her yönünden görmeye çalışmak, bilgimizin, bilgimize
güvenimizin sınırlarını açık olarak bilmek, bütün olanakları hesaba katmak.
(d. İÖ 187/186 - ö. İÖ 110/109), Kartaca asıllı Yunan filozof. M.Ö 127/126'dan başlayarak Atina'daki
Yeni Akademia'nın başkanlığını yaptı. Bilgeliği, insan bilgisinin nesnelliği üzerine yargıda
bulunmaktan kaçınmak olarak tanımladı. Yapıtlarında, öğrencisi olduğu Karneades'in görüşlerini
savundu. Öteki filozofların tersine Karneades'in bilgi felsefesinde herhangi bir öğretiye bağlı
olmadığını öne sürdü.
Hiçbiri günümüze ulaşmamış 400 yapıtı arasında Onay Vermemek Üzerine, Akademia felsefesine
giriş niteliğinde iki yapıt ve Kartaca'nın Romalılarca ele geçirilmesi üzerine yurttaşlarına gönderdiği
bir
İNANDIĞI GİBİ
YAŞAYAN
GEREKTİĞİN DE
VAKURCA
ÖLMESİNİ DE BİLEN
YENİ STOA
ÖĞRETİSİNİN
KURUCUSU
ZAMANININ
BÜYÜK FİLOZOF
U
Lucius
Annaeus
SENECA
(İÖ 4 - İS 65)
L.A. Seneca ile ilk
karşılaşmam bundan
tam 28 yıl önceydi.
Yaşantımın en
karmaşık günlerini
yaşıyordum.
Fakülteden yeni
mezun olmuştum.
Askere gitmek ile
yurt dışına çıkıp
orada hayatıma
devam etmek
arasında
bocalıyordum.
Muayenehane açmak
için bir tek tamam
sözümü bekleyen
babamın
ısrarlarından
bunalmıştım.
Akademik Kariyerde
devam edip etmeme
kararımı veremezken
bir de evliliğe ilk
adım olan nişan
törenine
hazırlanırken çok
sevdiğim bir
büyüğüme akıl
danışmak için
gittiğim bürosunun
bekleme odasının
duvarında
görmüştüm Seneca’
nın o günden sonra
hiç unutamadığım şu
sözünü.
TANRIM,
Bana
değiştirebileceğim
şeyleri değiştirmek
için CESARET,
Değiştiremeyeceğim
şeyleri kabul etmem
için METANET,
Her ikisi arasındaki
farkı bilmek için
de AKIL ver ...
Bana o gün öylesine
yaşamsal kararlar
aldırtan bu sözlerin
yazarını o günden
sonra hep merak edip
okudum. Hakkında
ulaştığım her bilgi
beni şaşırtıyor, bu
bilge ile daha daha
fazla bilgi edinmem
gerektiğini
hatırlatıyordu.
Sonra aradan yıllar
geçti. Bana Felsefeyi
sevdiren
Filozoflardan Sokrat’
la ölümü dahi
benzeşiklikler
gösteriyor ve erdem
her ikisi içinde
yaşamlarından daha
da üstün bir kavram
olarak onları
belirliyordu. Yazdığı
veya söylediği ya da
onun söyleyebileceği
düşünülerek ona mal
edilen o kadar çok
özdeyişi vardı ki.
Hepside bilgece
yaşanmış bir
hayattan
süzülen özlü
damlacıklardı. Onu
çok sevmiştim. Bir
gün gelip te bu sitede
Seneca ile ilgili bir
topikte onu
yazacağımı hiç
düşünmeden
kendime çok yakın
hissetmiştim.
Bakalım sizlerde bu
Filozoftan aynı tadı
alacak mısınız. Önce
yaşam öyküsü ve
düşüncelerinden bazı
kırıntıların verildiği
ansiklopedik bir bilgi
ile başlayalım
isterseniz.
Sevgi ve
saygılarımla.
Ahmet Rodopman
Yukarı dön
Lucretius
(ü. İÖ 1. yy), De rerum natura {Evrenin Yapısı, 1974) adlı uzun şiiri ile tanınan Latin şair ve filozof.
Epikuros'un doğaya ilişkin görüşlerinin günümüze ulaşmış en kapsamlı açıklaması olan yapıtı, Eski
Yunan filozofunun etik ve mantık öğretisi hakkında da ipuçlan verir. Yapıt, hem Lucretius'un ustası
saydığı Epikuros'un en önemli yapıtı Peri physe-os'tan (Doğa Üzerine), hem de hayranlık duyduğu şair
ve filozof Empedokles'ten izler taşır.
Lucretius savını, her biri çok süslü bir giriş bölümüyle başlayan altı ayrı kitapta ele alır. I. ve II.
kitaplarda atom evreninin temel ilkeleri saptanır; Herakleitos, Empedokles Anaksagoras gibi Sokrates
öncesi filozofla-nn evren konusundaki kuramlan çürütülür ve Epikuros'a rakip olan stoacılara üstü ör-
tülü biçimde saldırılır. Ruhun atomlardan oluşmuş yapısını ve ölümlülüğünü ortaya koyan III. Kitap,
"Ölüm vız gelir bize" temasını işleyen bir konuşmayla son bulur. IV. Kitap'ta duyu algısı, düşünce ve
bazı bedensel işlevlerin nasıl gerçekleştiği anlatılır, cinsel tutkular lanetlenir. V. Kitap, bu dünya ile
gökcisimlerinin yaratılışı ve işleyişini, aynca yaşamın ve insan toplumlarının evrimini konu alır. VI.
Kitap'ta yeryüzü ile gökyüzünün olağanüstü olaylan, özellikle de gökgürültüsü ve şimşek açıklanır.
Şiir, Atina'yı saran vebanın anlatıldığı bir bölümle son bulur. Bu bölüme egemen olan kasvetli ölüm
havası, baharı ve doğumu betimleyerek Venüs'e yakanda bulunan giriş bölümüyle karşıtlık oluşturur.
Şiirin savı ise ana çizgileriyle şöyledir:
1. Hiçbir şey ne yoktan var, ne de vardan yok edilebilir. Evren, sonsuz bir boşluktan ve bölünmesi
olanaksız, sayısız madde parçacığından (atomlardan) oluşur; parçacıkla-nn türleri sayılıdır. Yalnızca
biçim, büyüklük ve ağırlık bakımından birbirinden ayn-lan atomlar, nüfuz edilemeyecek kadar katı,
değişmez ve sonsuza değin kalıcıdır; bunlar fiziksel bölünmenin sınırıdırlar ve birbirinden aynlmayan
daha küçük parçalar ya da birimlerden oluşurlar. Büyük atomlarda daha çok sayıda parçacık vardır,
ama büyük atomlar bile aslında çok küçüktür. Arada sırada çok küçük ölçüde de olsa yollanndan
sapmasalardı, tüm atomlar sonsuz boşluk içinde sonsuza değin aşağı doğru hareket edecek ve hiçbir
zaman birbirleriyle çarpış-mayacaklan için de atom sistemlerini oluşturamayacaklardı. Önceden
belirlenmemiş olan bu sapmalar, sayısız dünyanın yaratılmasını olanaklı kılmış, nedensellik zincirini
kesintiye uğratarak özgür iradeye olanak sağlamıştır. Son çözümlemede tüm nesneler, az çok
biçimlerine göre bir araya gelen ve birbirlerinden büyük ya da küçük boşluklarla ayrılan hareketli
atom sistemleridir. Tanrılar dışında tüm sistemler bölünebilir, dolayısıyla da yıkılabilir ve tüm deği-
şimler, değişmez atomlann eklenmesi, çıkarılması ya da yeniden düzenlenmesi ile açıklanabilir.
2. Ruh, son derece küçük atomlardan yapılmıştır ve birbirine bağlı iki parçadan olu-
şur: Anima, duyuların nedenidir ve tüm bedene yayılmıştır; bilincin merkezi olan animus ise göğüste
yer alır. Ruh bedenle doğar, onunla birlikte büyür ve ölümde "duman" gibi dağılıp gider.
4. İnsanlar duyu algılanyla bilir ve belirli kurallara göre us yoluyla sav oluştururlar. Duyular yanılmaz
olsa da, us yanlış çıkarsamalar yapabilir. Nesneler görülebilir, çünkü yüzeylerinden çevreye yayılan
ince zarlar, ıpkı kokuların burna çarptığı gibi, göze çarpar. Tek tek atomlar, ilke olarak algılanamaz,
çünkü çevreye yaydıkları parçalan yoktur. Duyular, nesnelerin özelliklerini ve kusurlarım algılar; us
ise, atomlan ve nesnelerin algılanabilen hareketlerini açıklamak için var olan boşluğu çıkarsar.
5. İnsanlar, doğal olarak haz arar ve acıdan kaçarlar. Yaşamlannda en çok haz ve en az acıya dayalı bir
denge sağlamayı amaçlamalıdırlar. Bunu da ancak, ölüme ve tannlara karşı duyduklan korkuyu felsefe
yoluyla yenerek başarabilirler.
Lucretius'un önündeki başlıca sorun, La-tincenin henüz bir felsefi terim dağarcığına sahip olmadığı
dönemlerde, Epikuros'un kuru ve soyut Yunanca düzyazı metnini, altılı ölçüyle yazılmış Latince
dizelere dönüştürmekti. Bunu, gündelik dildeki sözcükleri teknik anlamlarda kullanarak başardı. Şiir-
sel söyleyiş ve üslup konusunda, kendinden önceki Latin şairlerini, özellikle de Roma şiirinin babası
sayılan Quintus Ennius'u örnek aldı. Altılı ölçüyle yazılmış dizeleri, nitelik açısından, Latinceye
ölçüyü getiren Ennius ile onu yetkinleştiren Vergilius arasında yer alır. Lucretius, Vergilius'u da
önemli ölçüde etkilemiştir.
Cahil ve mutsuz insanlıktan derin bir sevecenlikle söz eden Lucretius, ahlaki bir yükümlülükle
Epikuros'a duyduğu minnettarlığı da dile getirir. Ölümden sonraki sonsuz ceza tehditleriyle insanlara
dinsel korkular aşılayan kâhinlerden, gök gürültüsü ile şimşeklerden geleceği okuyan Etrüsk falcıla-
rından ve sahte filozoflardan (ilahi takdire inanan stoacılar ya da ruhun ölümsüzlüğüne ve ruh göçüne
inanan Platoncular ile Pythagorasçılar) nefret eder. Şiirinde religio (din) ilk kez, ürküntü verici
kafasını göklerden uzatan bir canavar biçiminde ortaya çıkar. Bu görüntüden yılmayan Epikuros ise
dünyanın alevler içindeki surlannı aşarak sonsuz evren boyunca ilerleyip doğanın kalesine girmiş,
neyin olup neyin olamayacağına, gerçek olanla olmayana ilişkin bilgileri elde ederek geri dönmüştür.
Philo (İ.Ö.30- İ.S. 50)
Philon (1030- IS 50), çoğu günümüze kadar gelen tarihsel, politik, törel ve yorumlama
çalışmasına imza atmıştır. Philon’a göre, Judaism, insan aklının toplamıdır. Pisagor ve
Platon gibi Yunan düşünürleri ile Musa ve havarilerin öğretileri aynı temel üzerinde
bulunmaktadır; Philon, bunu kanıtlamak için, Yunan felsefesini, özellikle Platoncuhık ve
Stoacılık düşüncelerini okumuş ve İskenderiye’de yaygın olarak kullanılan alegorik
yöntem aracılığı ile kutsal yazılar ile bu düşünceler arasında bağlar kurmuştur.
Philon dizgesinin temel kavramı, Tanrı ideasıdır. Tanrı mutlak bir aşkın varlıktır. O,
kavrayış ve tanımlamamızın çok üzerinde bulunmaktadır. O, kutsaldır, en yüce iyidir ve
hem bilginin hem de erdemin üzerindedir. Onun ne olduğunu değil, onu biliriz; onun
varlığından haberdarızdır, onu erken yüksek us ya da arı düşünce aracılığı ile biliriz. Buna
karşın onun varlığı kanıtlanabilir. O, herşeyin nedeni ve kaynağıdır, herşey onun içinde
kapsanmıştır. O, mutlak erk, mutlak yetkinlik, mutlak iyilik, mutlak kutsanmışlık ve arı
düşünce, zekâ ve usdur. Tanrı, arı olmayan özdek ile bağlantı halinde olmak açın çok
yüceltilmiştir. Philon, Tanrının dünya üzerindeki eylemini açıklayabilmek için Yahudi
melek ve cin düşüncesini kullanacaktır. Ayrıca Tanrı ile dünya arasında bir ortak nokta
bulabilmek için Yunan dünya-ruhu ve ideası ka ortaya koyacaktır Bu erkle bazen Tanrı’nın
nitelikleri olarak betimlerken, bazen Tanrının hizmetçisi ya da mesajcısı olarak
tanımlamaktadır. Ruh, melek ya da cinler artık hem Yunan felsefesinde, hem de Yahudi
dininde görülmektedir. Bu erklerin hepsi bir tek şeye, Logos’a, Tanrısal İlkeye ya da Us’a
ulaşmaktadır. Logos’u, kendi içimizde bulunan logoslar aracılığı ile algılarız. Bu arı
anlıktan farklı olarak bilginin ikinci bir niteliğidir. Logos bütün ideaların yeri ya da
kapsayıcısıdır. Tüm erkler meleklerin en yüceleri, Tanrının ilk doğan oğlu, Tanrı
görünümü, ikinci Tanrı, Tanrı adam, gökyüzündeki Adem, hep burada bulunmaktadır.
Gerçekte, Philon’un Logos’u, Stoacıların dünya-ruhudur. O, evrenin bir örneğidir. Tanrı ile
dünya arasındaki orta noktadır. Platon’un idealar dünyasıdır. Bazen bu ilke, tanrısal bir
ışığın yayılması olarak değerlendirilebilmektedir.
Logos, akıl, erk ve özdekleştirilmiş Tanrı iyiliğidir. Tanrı uzayı kaplayan bir kütle ya da
özdektir. Philon, Yahudi yaratım kavramına ek olarak dünyanın bir başlangıç zamanının
olduğunu fakat sonunun olmadığını söylemektedir; zaman ve uzay, dünya yaratıldığı
zaman yaratılmıştır Logos yetkin ve iyi olduğu için, dünyanın hataları ve kötülükleri
özdeğe ilişkin olmalıdır.
Yaratımın en önemli parçası olan insan, evren gibi, ruh ve özdekten oluşmuş
microcosm’dur İnsanın özünü arı düşünce oluşturur. Ruhun yapısı ve ussal olmayan
bölümü, özdek dünyasma aittir, yönlendiren bolum, arzu, cesaret ve us (lo gos)
ıçermektedır Yapısal olmayan zihin ya da arı düşünce, daha yukarıdan ruha eklenmiştir.
Böylece Tanrının görünümü insanoğlunu oluşturacaktır Beden, insandaki kötülüğün
kaynağıdır, ruhun, beden ile uyum içinde olmaması kötülüğün ortaya çıkmasına neden
olabilmektedir. Philon’a göre, insan zihni, tanrısal zihin ile sürekli bir bağlantı halindedir.
O, hiçbir zaman Tanrıya karşı özgürlüğünü ilan edemez Ancak duyumsallık içinde kendini
kaybedebilir ya da onun üzerinde yükselebilir, bunun nasıl olanaklı olduğundan
bahsetmedik. İnsanın bedeninde kötülük ilkesi bulunmaktadır insanoğlu tutkularına karşı
zayıf bir yapıya sahiptir ve günahkardır, bizler tanrısal bir yardıma gereksinim duyarız.
Tanrının bizi aydınlatması ve ruhumuza etkide bulunması gerekmektedir. “Bilinçlilik
güneşinin doğması gerekir.” Tanrı kavramının bu esrime durumu ile, oluşumun arı
kaynağı ortaya konmaktadır. Philon felsefesinde, çilecilik ve gizemcilik öğretileri
birleşmiştir ve bu yapı özellikle Ortaçağ’da yeniden ortaya çıkacaktır.
Stoacılık
M.Ö. IV.yüzyılda, 334-262 yılları arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan, M.S.
III. yüzyıla değin varlığını sürdüren Helenistik dönemin ve Roma döneminin en gözde
felsefe okulu. Usun egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun duygular karşısında
sarsılmazlığını (ataraksia = ruh dinginliği) ve duyumsamazlığı (apatheia= duygulara
kapılmama) bir yandan da dünya yurttaşlığı ülküsünü savunan felsefe akımı. Bu akım
ayrıca “tüm tanrıcı”, “usçu” ve “maddeci” görüşleri savunuyor olmasıyla da dikkat
çekmektedir.
Marcus, Flavius hanedanı döneminde toplumsal ve siyasal gücünü pekiştirmiş olan Roma'nın yeni
egemen zümresinin ileri gelen bazı aileleriyle akrabaydı. İmparator Hadrianus, Commodus'tan sonra
Titus Aurelius Antoninus'u evlat edinerek Antoninus Pius adıyla geleceğin imparatoru ilan
etti. Antoninus, Hadrianus'un buyruğuyla Lucius Ceionius Commodus'un oğlunu ve Marcus'u evlat
edindi. Marcus'un adı bundan sonra Marcus Aelius Aurelius Verus olarak değiştirildi. Böylece Marcus
17 yaşına gelmeden geleceğin ortak imparatoru olarak seçildi, ama 40 yaşına değin tahta çıkamadı.
Çalışkan, zeki ve ağırbaşlı olan Marcus Yunanca ve Latince geleneksel eğitim ve retorik sanatıyla
yetinmek istemediği için stoacı filozof Epiktetos'un Diatribai'sine (Ders Notları) dört elle sarıldı.
Bundan sonra felsefe, Marcus'un başlıca ilgi konusu oldu.
(…)
Marcus'un ilgi alanlarından biri de hukuktu. Onun döneminde yeni yasalar ve yargı kararlarıyla
medeni hukukta değişiklikler yapıldı. Öte yandan Antoninus Pius ile Marcus'un dönemi bir yönüyle de
hukukun toplumla ilişkisinde bir gerilemeyi simgeliyordu. Antoninus Pius döneminde ceza
hukukunda honestiores (yukarı sınıf) ile humiliores (aşağı sınıf) arasındaki ayrım keskinleşmeye baş-
ladı, humiliores'e, daha ağır cezaların getirildiği iki ayrı ölçüt uygulamaya kondu.
Ta eis Eauton, Marcus'un günü gününe kaleme aldığı siyasal düşüncelerinden oluşur. Bunlar belli bir
düzen taşımayan yer yer nükteli notlar halindedir. Bitmez tükenmez sorumlulukları karşısında kendini
rahatlatmak amacıyla yazılmış gibidir. Marcus sürekli olarak kendisine ulaşılmaz hedefler koyuyor,
fiziksel dünyanın olduğu kadar genel olarak insanın, özel olarak da kendisinin önemsizliği, kabalığı ve
gelip geçiciliği üzerinde düşünüyordu. Bu dünya karşısında ilgisiz, ama bir başka dünyanın da
varlığına inanmayan biri olarak hiçbir karşılık, hatta kalıcı bir ün bile beklemeksizin kendini göreve
adamıştı.
Ta eis Eauton, birçok kuşak tarafından bütün zamanların en büyük yapıtlarından biri sayılmıştır. Oysa
yapıttaki görüşler Marcus'a ait olmakla birlikte özgün değildi. Stoacılığın Epiktetos'tan kaynaklanan
ahlaki ilkelerine dayanıyordu. Buna göre evren bir zihnin yönettiği bir birlikti ve insan ruhu bu zihnin
bir parçasıydı. Marcus'un bazı düşünceleri, belki de anlayış eksikliği nedeniyle stoacı felsefeden
ayrılarak o sırada Epikurosçuluk dışında tüm pagan felsefelerin yöneldiği Yeni-Platonculuğa yaklaştı.
Plotinus (204-264), Mısır’da Lycopolis’te doğdu ve İskenderiye’de Ammoniııs Saccas’ın
denetimi altında onbir yıl boyunca felsefe üzerine çalışmalarda bulundu. 243 yılında
Roma’ya giderek orada bir okul kurdu; ancak elli yaşına kadar yazılarında kendi
felsefesinden bahsetmedi. Ölümünden (269) sonra öğrencisi Porphyry onun yazılarını
gözden geçirdi ve yayımladı. Öğretmeninin yaşamöyküsünün de bulunduğu altı adet
Ennead (dokuzluk) günümüze ulaşmıştır.
Dünya, Tanrıdan sonra meydana gelmiş olmasına karşın, onu Tanrı yaratmamıştır Çünkü
yaratım için bilinçlilik ve istenç gerekmektedir, bu da sınırlandırma anlamına gelir. Tanrı,
bir dünya yaratmaya karar vermemiştir. Dünya, Tanrının evrim geçirmesiyle de
oluşmamıştır. Evren, Tanrıdan ortaya çıkan bir oluşumdur. Onun sonsuz gücünü gözler
önüne sermektedir . Plotinus, bu ortaya çıkışın anlamı için birkaç metafor ortaya
atmaktadır. Tanrı, sonsuz kaynağından tükenmeyen bir akışın meydana geldiği bir
kaynaktır, ya da Tanrı, güneşin hiçbir kayba uğramadan yaydığı ışıkların güneşidir.
Plotinus, metaforlarını ilk ilkenin bağımsızlığı ve mutlak gücünü gözler önüne sermek
amacıyla kullanmaktadır. Neden, onun üzerine geçmez ya da kendisini onun içinde
kaybetmez, etki nedeni sınırlamaz, etki Tanrının algılaması için önkoşul değildir. Dünya,
Tanrıya bağlıdır fakat Tanrı dünyaya bağlı değildir. Organik yeniden üretimdeki
ebeveynler gibi, Tanrı doğumdan sonra varlığını eskiden olduğu gibi sürdürmektedir.
Işık kaynağı olan güneşten ne kadar uzaklaşırsak, karanlığa (özdeğe) o denli yakınlaşmış
oluruz Yaratım, yetkinlikten yetkin olmayana düşüş anlamına gelmektedir. Oluşum
skalasında ne denli aşağıya inersek, o denli yetkin olmayana, çoğulculuğa, değişime ve
ayırıma ulaşmış oluruz. Daha sonraki her evre, bir önce gelenin gerekli etkisidir—onun
kopyası, gölgesi ve ilmeğidir. Ancak sonraki her evre, daha yüksek seviyeye ulaşma
çabası içindedir, kaynağa geriye doğru dönüş çabası yaşanmaktadır.
Oluşumun üç evresi
Meydana gelme oluşumu içinde üç temel evreden söz edilebılir 1 arı düşünce ya da zihin,
2 ruh, ve 3 özdek. Birinci evrede, Tanrının oluşumu, düşünce ve idealara bölünmektedir.
Tanrı, düşünce olarak düşünülür. Arı ideal bir kozmos olarak algılanır. Düşünce ve onun
ideaları, konu ve nesnesi, bu evrede tektir. Zaman ve uzam içinde ayrılmamıştır: tanrısal
zihinde, düşünen ve onun düşünceleri bir ve aynıdır. Tanrının düşüncesinin, yetkin doğru
olması gerektiği düşünülür. Tanrı, kendi özünden gelen düşüncelerle düşünmektedir,
tanrısal zihinde, düşünce etkinliği—düşünen ve düşünce bir ve aynıdır, ayrılmamıştır
Onun düşüncesi, bir ideadan başka ideaya atlayan tutarsız bir düşünce değildir. Sezgisel
ve durağandır. İdealar dizgesini bir bütün olarak, bir anda kavramaktadır. Çok sayıda
idea. bulunmaktadır— bunlar fenomenal dünyadaki belli başlı şeyler kadar çoktur—ve
onlar birbirinden farklı farklıdır; ancak, Platon’da olduğu gibi birleşik bir dizge
oluştururlar. Tanrının mutlak birliği, ilk ilke çok sayıdaki farklı ideanın bu dizgesi içinde
yansıtılmaktadır.
Duyum dünyasındaki her bir belirli nesne için, Tanrı zihninde bir idea bulunmaktadır. Arı
düşünce dünyası uzamsız ve zamansızdır; o, yetkin, ebedi ve uyumlu bir dünyadır.
Fenomenal dünya örneğini ortaya koymaktadır. İdealar, yalnızca örnekler değildir; onlar
aynı zamanda etkin nedenlerdir; daha önce gördüğümüz gibi, meydana gelme
oluşumundaki her evre kendisinin ardılının nedenidir.
Tanrısal yaratımın ikinci evresinde, ruh, arı düşünceden meydana gelmektedir; bir yerde
idealar ve erekler varsa, onların kendilerini gerçekleştirmelerinin araştırılması
gerekmektedir. Ancak bu şekilde bir şeyler üretilebilir. Bu, arı düşüncenin etkisi,
görünümü ya da kopyasıdır—ve her etki ya da kopyada olduğu gibi ilkörneğinden daha az
yetkin değildir. O, çok duyarlı ve zihinseldir; etkinlik ve ideaları vardır, düşünce erkine
sahiptir. Ruhun iki evresi bulunmaktadır; ikinci evrede, duyum dünyası yönünde
döndürülmüştür; ilkinde, düşünce olarak hareket eder ve an ideayı tasarlar; diğerinde ise
özdeği bir düzene sokar ve arzuya sahiptir. Plotinus, ilk evreyi dünya ruhu olarak
adlandırmaktadır, ikinci evre ise doğa olarak adlandırılır. Bazen, iki dünyaruhu
varmışçasına konuşmaktadır. Bedensel varlığın bilinçsiz ruhunun oluşumu olan ikincisi,
ilkinden—bilinçli ruhları—ortaya çıkmıştır.
belirli erkler ya da ruhlar uzam ve zaman içinde bazı duyarlı nesneler üretmektedir.
Onların tümü, bölünebilir dünya-ruhu içinde yer almaktadır. Ne uzayda varolmaktadır ne
de dağılmışlardır. Nesnelerin uzamsal düzenlemesi yalnızca özdeğe bağlıdır; fenomenal
evrenin güzelliği, düzeni ve birliği, Tanrıya geri dönüş çağrısı yapan dünya -ruhuna
bağlıdır.
Plotinus, dünyanın meydana gelmesinin, doğasının gerekli bir sonucu olarak dünya-
ruhundan kaynaklandığım düşünmektedir. Bu, bir oluşum olarak zaman içinde
başlamıştır. Arı düşünceden dünya-ruhunun meydana gelmesi, özdeğin yaratımı, özdeğin
yapılara dönüşümü, sürekli bir oluşum meydana getirecektir. Soyut düşünce evreler
şeklinde çözümlenebilir. Plotinus, Aristo gibi evrenin bengiliği düşüncesindedir. Aynı
zamanda, özdeğin, biçiminden yalnızca ardışık olarak alınabileceğini söylemektedir.
Dünya-ruhu üzerinde etkide bulunabileceği zaman yaratmaktadır. Plotinus da, Stoacıların
dönemsel yeniden oluşum öğretisini kabul etmektedir. Ancak bu görüşlerin nasıl
uzlaştırılabileceğini göstermemiştir. Bu konudaki genel düşüncesi dünyanın her zaman
var olduğu ve her zaman var olacağıdır. Duyum dünyası, bir bütün olarak sonsuzdur,
onun yalnızca parçaları değişmektedir.
İnsan ruhu.
İnsanoğlunun ruhu dünya-ruhunun bir parçasıdır. Duyularüstü ve serbest bir yapıya
sahiptir. Çıkış noktası olarak, onun oluşumundan önce, mistik bir önsezi içinde sonsuz
nous tasarlamıştır o, Tanrıyı işaret etmekte ve iyiyi bilmektedir; ancak ardından gözlerini
dünyaya ve insana çevirmiş-tir ve böylece düşmüştür. Bu düşüş, dünya -ruhunun
arzusunun, gerekli sonucunun bir parçasıdır. Kısmen, bir duyum yaşamı için önü alınamaz
bir itme gücünün sonucu, kısmen de belirli bir ruhun kendisinin parçasına bağlıdır. Ruh,
bu şekilde başlangıçtaki özgürlüğünü kaybetmiştir. Bu özgürlük, duyumsallıktan uzak
olarak, diğer yöne dönerek, daha yüksek doğasına bağlı oluşu içermektedir. Eğer e,
bunun yapılmasında başarısız olursa, bedensel yaşam içinde takılıp kalırsa , ölümünden
sonra, suçluluk derecesine bağlı olarak başka bir insan, hayvan ya da bitkinin bedenine
katılacaktır. Özdeksel bedene yayılan ruh parçası, gerçek değil, yalnızca onun gölgesidir.
Gerçek kendi, düşünce ve logosta bulunmaktadır; o, görevini yalnızca düşüncenin
duyumsal yaşantısından geçerek Tanrıya ulaşması gerekmektedir. Ancak Tanrıya bu geri
dönüş bu dünyada, yalızca çok ender durumlarda olanaklı olabilmektedir.
Gizemcilik.
Tanrı ile birliğin ereğine ulaşabilmek için, sıradan erdemler yeterli gelmemektedir. İtme
gücünün ılımlılığı yeterli değildir; ruh, kendisini tüm duyumsallıktan arındırmaktadır.
Kendisini beden ile olan birliğinden kurtarmak zorundadır. Bunun yanı sıra arındırmadan
daha yüksek bir evre bulunmaktadır. Bu, kuramsal tasarım için bir hazırlık niteliği
taşımaktadır; kuram, pratikten daha üstündür, çünkü bizi Tanrının görünümüne daha
fazla yaklaştırır. En yüksek evre, Tanrı ile olan birliktir. Bu, düşüncenin yükseltilmiş türü
tarafından bile gerçekleştirilemez; bu, yalnızca bir esrime (ecstasy) durumu içinde
olmaktadır. Burada ruh, kendi düşüncesini aşmaktadır. Tanrının ruhu içinde kendisini
kaybeder, Tanrı ile bir olur. Bu, Tanrıya mistik bir geriye dönüştür.
Bu dizge, Yunan felsefesi ile doğu dininin bir birleşimidir. Aşkın Tanrı öğretisi içinde dinsel
bir yapıdır. Her şeyi algılama bakımından kamutanrıcıdır. Bir Tanrı oluşumu olarak en
düşük özdeğe inilmektedir. Dinsel idealizm, ruhun son ereği için, — kalan bölümün
tanrının zihninde bulunmaktadır; ve insanoğlu, bu dünyadaki kazançların ötesinde Tanrı
ile olan birliğini sürdürebilmek için, kendisini duyum zincirinden kurtarmalıdır.
SKOLASTİK DÖNEM
Temel öğretilerin oluşturulması ve düzenli bir kilise olarak Hıristiyanlığın zaferinden sonra,
dogmalar tarafından belirlenen konu-özdek ve yönlendirici ilkelerde felsefe öğeleri
görülmektedir. Ortaçağ felsefesinin geniş bir bölümünü oluşturan bu Hıristiyan felsefesi,
Hıristiyan temeli üzerinde bir yaşam ve dünya kuramı oluşturacaktır. Bu hizmeti
gerçekleştirenler Okulcular (school-men) olarak adlandırılmış ve onların dizgelerine Skolastik
felsefe adı verilmiştir.
Okulcular, Yunan felsefesini bilmelerine karşın, sorunlarını çözümünde antik düşünürlerden
farklı düşünmektedirler. Yunan felsefecilerin amacı evren için ussal bir açıklama getirmektir.
Onlar popüler dinden bağımsızdırlar ve görevlerine az ya da çok bilimsel ruhla
yaklaşmaktadırlar. Tartışmacı bir yöntem uygularlar. Diğer taraftan, Hıristiyanlığı her türlü
tartışmanın ötesinde görmektedirler. Felsefenin dinin hizmetinde olması gerektiğini
düşünmektedirler.
Zihin, Hıristiyan dogmasının sınırları içinde yeteneklerini kullanmada özgür bırakılmıştır;
insan zihni dünyayı istediği gibi yorumlayabilmektedir. Ancak konu dinsel sınırlamalara
geldiği zaman bir farklılık söz konusu olmaktadır. Skolastik tutum ve yöntem, felsefi dizgenin
Hıristiyan dogmasının bağımsız bir temeli üzerinde oluşum girişiminde bulunmasının tatmin
edici olmadığını kanıtlamaktadır. Skolastizmin tüm ussal hareketi, diğer bir yöne de
saldırmaktadır: Dogmalar ve tüm kilise dizgesi, İncil ve bireysel bilinç uygulaması ile
dönüşüm geçiren dinsel yaşantıyı, eleştirmektedir. Kuramsal ve pratik görünümdeki
Hıristiyanlık reformu çağdaş dönemin başlangıcı olan iki çağda toplanacaktır: Rönesans ve
Reform.
SKOLASTIK ÖĞRETİNİN EVRELERİ
Skolastizmi üç temel evreye ayıracağız
1. Biçimsel dönem, dokuzuncu yüzyılda başlamış ve onikinci yüzyılda bitmiştir. Büyük
ölçüde Platon düşüncesinden etkilenmiştir. Platonculuk, Yeniplatonculuk ve Augustianizm bu
evrenin egemen felsefi eğilimleridir. İdealar ya da tümeller, Platon terimleri ile nesnelerin
gerçek özleri ve nesnelerin öncelleri olarak (universaila sunt realia antae res)
algılanmaktadır. Bu, Anselm’in öncü olduğu Platonik gerçeklik kuramıdır.
2. Skolastik öğretinin sonuç (culmination) dönemi onüçüncü yüzyılda süregelmiştir ve
Aristo felsefesinin egemenliğine tanıklık etmiştir. Hıristiyanlık, büyük Yunan düşünürleri ile
görüş birliği içindedir, tümeller artık gerçek olarak algılanmaktadır, nesnelere öncelleri olarak
değil, onların içindedirlerler (universalia sunt realia in rebus) Bu öğreti, Aristo gerçekçiliği
olarak adlandırılmaktadır. Onüçüncü yuzyıl, geniş düşünce dizgeleri dönemidir, dönemin
önde gelen düşünürleri Büyük Albert ve St Thomas Aquinas’tır
Ondördüncü yüzyılda, adcılığın gelip çatmasıyla Orta Çağların felsefesi, skolastik ilkelerden
uzaklaşmıştır. Gerçekçilik ve ussalcılık, skolastik felsefenin büyük dizgeleri içinde
birleşmişlerdir. Adcılığın daha önceki düşüncelere karşı yıkıcı saldırılan ciddi bir zayıflamaya
neden olmuştur. Benzer bir şekilde, skolastizmin çöküşü, us ve inanç, felsefe ve din
arasındaki birlik, skolastik bileşimin büyük başarılarından biri olmuştur. Skolastik görüşe
göre, inanç öğretileri ve us, iki temel yol ile derece derece değişmektedir: ilk görüş,
dogmaların bazıları açıklanabilmekte ya da idrak edilmekte iken, diğerleri usun ötesine
geçmektedir; ikincisi, hiçbir felsefi bilgi nesnesi olmadığı için onların açıklanmasıdır; din
doğrula n, usun ulaşımının ötesinde yatmaktadır ve us onları algılayamaz.
Erken dönem okulcuların temel kaynakları, Patristik edebiyat, Yunan felsefesi ve daha sonra
Arap ve Yahudi düşünüşleridir. Yunan felsefe özdeği, onikinci yüzyılın ortalarına kadar
uzanmaktadır. Latin çeviriler önem taşımaktadır: Platon’un Timaeus’unun bölümleri (Cicero
ve Chalcidius tarafından), Aristo’nun Categories ve On Interpretation (Boethius tarafından)
ve Porphyry’nin. Introduction to the Categories (Boethius ve Victorinus tarafından)
çevrilmiştir. Platon’un Menon ve Phaidon yapıtları onikinci yüzyılda çevrilmiştir. Roma
felsefecileri onları Boethius, Montianus Capella, Cassiodorus’un yazılarından tanımaktadır.
Aristo’nun Analytics ve Topics adlı yapıtları 1128 yılından sonra çevrilmesiyle bilinmeye
başlamıştır. Onun metafiziksel ve fiziksel çalışmaları yaklaşık 1200 yılından sonra
yaygınlaşmıştır.
John Scotus Erigena: Yeni Platonculuğa Dönüş
Beşinci yüzyılın sonunda, Yeniplatonculuğa yeni bir soluk getirecek olan bir yazı derlemi
ortaya çıkmıştı. Bu düşünce, ortaçağ felsefesini büyük ölçüde etkileyecektir. Bu düşüncenin
temsilcilerinden biri olan John Scotus Erigena mistik kamutanrıcılık alanında önemli bir yere
sahip olacaktır. Onun yazıları Latinceye çevrilecek ve bir felsefe dizgesi oluşacaktır. Erigena,
810 yılında İrlanda’da doğdu. İrlanda okullarında eğitim gördükten sonra Paris’te Schola
Palatina’nın yöneticiliğini üstlendi. Ölüm tarihi tam olarak bilinmemesine karşın 877 yılına dek
yaşadığı düşünülmektedir. Felsefesini De divisione naturae adlı çalışmasıyla ortaya
koymuştur.
Kamutanrıcılık
Evren, Tanrının özünün bir ifadesi ya da ürünüdür. Her şey—tanrının düşüncesi, Logos ve
fenomenal dünya—onun önünde hareket etmektedir. Ancak, görünüm, Tanrı’dan ayrılmış
değildir. Tanrı ve yaratımları birdir. O, yaratımları içinde, yaratımları ise O’nun içindedir.
Onlar, yaratımları içinde kendisini açımlayan duyum açısından bir ve aynıdır, görünmez ve
kavranmaz. Bir, kendisini görülebilir yapmaktadır. Biçim ve nitelikten yoksundur. Evren,
insanoğluna göre, bir theopany(tecelli) olarak, bölünmüş, çok katlı ve çoğul evren olarak
görünmektedir. Ancak o kendi doğası içinde bölünmemiş bir bütün, tüm karşıtlıklarının içinde
uzlaşma halindeki bir bütündür.
Bu durumda Tanrı, dünyada her yerde bulunmaktadır; fakat aynı zamanda aşkındır. Scotus,
evreni tükenen bir varlık olarak algılamada isteksiz görünmektedir. Doğa içinde ifade edilmiş
olguların daha fazlası Tanrı’da sonsuz olarak bulunmaktadır. Nasıl ki, bir ışık ve bir ses,
kendinden bir şey kaybetmeden görülebiliyor ve duyulabiliyorsa, her şey Tanrı’nın varlığı
içinde paylaşılmaktadır ve Onun bütünlüğünden hiç bir şey eksilmez. Tanrının doğası
öylesine aşkındır ki, insan kavrayışı onu betimlemede yetersiz kalmaktadır. O, dilin ifade
edebileceğinin ötesinde bir yapıya sahiptir. Tüm düşünce sınıflandırmalarından uzak bir
oluşuma sahip bulunmaktadır. Onu, herhangi bir şey ile ifade etmek, Onu sınırlamak
olacaktır, bir niteliğinden bahsederken, diğer bir niteliği eksik kalacaktır. O, duyumüstüdür. O,
iyilik, tanrısallık, doğruluk, sonsuzluk ve ussallık alanlarında aşkındır. O, ifade edilemez,
kavranamaz, bilinemez ve betimlenemez ilkeye sahiptir.
Bu kamutanrıcı öğretiden yola çıkıldığında, insanoğlu da tanrısal ilkenin bir görünümü olarak
değerlendirilebilir, fakat Scotus bu yargının altını çizmeye hazır değildir çünkü insan
gerekirciliği, Tanrıya kötülük öğesı getirmektedir. İnsan, Tanrıdan daha fenomenal bır
yapıdır, o microcosm’dur, yaşayan tindir ve Tanrı’dan düşmesinden kendi sorumludur. Tanrı,
kötülüğün nedeni olamaz, Tanrı’da kötülük ideası yoktur. St Augustıne’in öğrettiği gibi,
kötülük, iyilik yoksunluğundan başka bir şey değildir. İnsan doğasında bir birlik oluşturan
Logos, insanoğlunun yeniden Tanrı ile birleşmesine yardımcı olacaktır. Böylece Tanrının ilk
sevgisi geri getirilecektir.
Gizemcilik
Her şey nasıl Tanrıdan geliyorsa, yine ona geri dönecektir: O, varlığın hem kaynağı hem de
ereğidir. Tanrı’ya geri dönüş mistik yücelme ile olanaklı olabilir. Mistik bilgisizlik durumunda
tanrısal karanlık içine düşer ve burada kendimizi kaybederiz.
Scotus Erigena, Hıristiyan düşünce yapısını akıllıca evrensel bir dizge oluşturma amacıyla
kullanması nedeniyle skolastizmin önde gelen bir kişiliğidir; onun felsefesi aynı zamanda
ortaçağ gerçekçiliğinin tohumlarını da içermektedir. Onun düşünceleri aşırı bağımsız bir
yapıya sahiptir ve öğretileri ortodoks bakış açısıyla çok az uyum halindedir.
PseudoDionysius’u Augustine’e tercih etmeyecektir. Daha çok Augustine’in düşüncelerini
basitleştirilmiş bir biçimde sunar. Paschasius Radbertus’un çalışmalarıyla uyum içinde
görünmektedir.
Canterbury’li Anselm
Bütün bir okulcular arasındaki en ilginç kişilik Peter Abelard’dır (Abaelardus ya da Abeillard).
1079 yılında Pallet’te doğmuş, kilise ile çok sayıdaki çatışmalardan sonra 1142 yılında
Paris’te ölmüştür. Çok ilgi çekici yetenekleri bulunan ve döneminin en göze batan öğretmeni
olan Abelard, her bir önemli sayı karşıt fikirler ile ortaya koyan (dicta pro et con tra) ve
sorunun çözümünü okuyucunun kendisine bırakan bir yöntem izliyordu. Bu arada, sorun
hakkında karar vere-bilmesi için çeşitli önerilerde bulunuyordu. Öğrencisi Peter the Lombard
bu yöntemi Theology (Tannbilim) kitabında uygulayacaktır. Bu çalışma daha sonraki tüm
ortaçağ düşünceleri için örnek oluşturacaktır.
Abelard’ın çalışmaları:
Introduction to Theology (Tanrıbilime Giriş) adli çalışması 1140 yılında Sens Konseyi
tarafından kınanmıştır. Abelard, bu çalışmasında körü körüne inanmış olmamak için
inançlarımızın incelenmesinin gerektiğini ortaya koymaktadır; bu sonuca mantık ve
tanrıbilimdeki mantıksal yöntemleri kullanarak ulaşır. Us, inancın yerine geçmemeli, onun
önünde bulunmalıdır. Dogmaların kesin mantıksal kanıtlarının açık bir şekilde ortaya
konulamayacağını düşünmektedir. Bu konu da özgür istencin varlığını kabul etmektedir.
İnsanlar, inanç düzlemindeki bilgi ile gelecek yaşantılarında ödüllendirilecektir. Abelard,
skolastik yöntemleri sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır. Düşüncelerinde bağımsız olmak yerine
skolastik görüşe bağlıdır. Bir dogmaya ne denli güvenilirse güvenilsin, us ile onu
sorgulamadan kabul edemezsiniz demektedir; bir konu hakkında kuşkuya düşmeniz ve onu
sorgulamaya başlamanız, onun artık size anlamlı gelmediğini göstermektedir. Onu tam
olarak kabul etmeniz için, zihninizde onu tam olarak yargılamanız gerekmektedir.
Introduction to Theology kitabının kınanmasına yol açan en önemli bölüm, Üçlülük öğretisidir.
Üçlülük’te Babanın Bir ya da İyilik olduğunu söyler; Oğul, Logos ya da Tanrının zihnidir,
ideaları içerir; ve Ruh-ul-Kudüs, Dünyaruhudur. Aynı zamanda üç kişiyi Tanrının gücü, usu
ve iyilik istenci olarak karakterize edecektir.
Neden, yanlış olduğunu bile bile yapılan davranışlar günah olmaktadır? Çünkü böyle bir
davranış Tanrıyı küçümsemek anlamına gelmektedir. Tanrısal istence boyun eğmeme tüm
günahların en büyüğüdür.
St.Thomas Aquinas
Aquino Kontu’nun oğlu olan Thomas, Naples yakının da tarihi bir köşkte 1225 ya da 1227
yılında doğmuştur. Monte Cassino Manastırının keşişleri tarafından eğitildi. Erken bir yaşta
iken, babasının karşı çıkışlarına karşın Dominikanlar saflarına katıldı. Çalışmalarını Albertus
Magnus’un öğrencisi olacağı Cologne ve Paris’te sürdürdü. Akademik öğrenimini
tamamladıktan sonra Cologne, Paris, Bologne, Roma ve Naples’te tanrıbilim ve felsefe
dersleri verdi. Bu seyahat ve öğretmenlik döneminde kendisini katolik düşüncenin en büyük
dizgesinin oluşumuna adadı. 1274 yılında ölmüştür. Çağdaşları tarafından melek gibi doktor
(doctor angelicus) olarak bilinmektedir ve 1323 yılında Papa John XXII tarafından
kutsanmıştır.
Felsefe ve Tanrıbilim
Onun temel amacı tanrısal bir vahiy olarak evrenin ussallığıdır. Genel çizgileri Augustian
metafiziği ile uyum halindedir ve öğretilerin yönlendirici ilkelerini kabul etmesi açısından
Kilisenin kalıtına dönüşmüştür. Ancak o Aristo’nun yöntemini benimser ve işlemlerini Aristocu
anlayış ile yürütür: actus purus, biçim ve özdek, gerçeklik ve gizillik dört neden ve diğer
Peripatetik açıklama ilkelerini yeniden işitiriz. Henüz Kilise dogmalarını zayıflatmak için hiçbir
eğilim yoktur, Arısto’nun doğalcılığı, Hıristiyan düşünce şemasının doğaüstücülüğüne
karışmamaktadır. Böylece St. Thomas’ın katı ortodoksluğuna karşı hiçbir şikayette
bulunulamaz.
St. Thomas’a göre felsefe, olgulardan Tanrıya geçmektedir, tanrıbilim ise Tanrıdan olgulara
geçer Us ve inanç ayırımı konusunda Albertus Magnus’u izler. Uçluluk, Yaratılış, İlk Günah,
dünyanın zaman içinde yaratılması, Ayinler doğal us ile kanıtlanamaz, onlar felsefe nesneleri
değil, inancın konularıdır—usun ötesindedirler fakat usa karşıt değildirler. Onları
kanıtlayamayacağımız gibi çürütemeyiz de. Yalnızca onlara yapılan itirazları çürütebiliriz.
Örneğin, dünyanın zaman içinde yaratılması öğretisine ilişkin hiçbir kanıt ortaya konamaz, bu
bir vahiy durumudur, öyle olmasaydı bunu bilemezdik; fakat bu öğreti içinde ussal olmayan
hiçbir şey yoktur. İnanç konularında yalnızca bunun ussallığı, zihinselliği ve olanaklılığı
konuşulabilir. Dinin gizemlerine ussal bir kanıt uygulama girişimi inancı sarsacaktır. Çünkü
onun us ile kanıtlanmasına yönelik hiçbir belirti yoktur. İnanç, bir istenç durumudur;
istenç,kabullenmeyi öngörmektedir; St. Thomas bu zorlamayı içsel bir içgüdü olarak
açıklamaktadır. (Tanrı bizi inanmaya davet etmektedir) ya da bu bize bir mucizenin sonucu
olarak hiçbir şey olmadan geliyor olabilir.
Vahiy yoluyla öngörülen tanrıbilimin, doğal ya da ussal tanrıbilim ve felsefeden ayırımı resmi
olarak Paris Üniversitesi tarafından kabul edilmiştir. Hiçbir felsefe öğretmeni, özel olarak
tanrıbilimsel sorunlarla ilgili çalışma yapmayacaktır. Bu düşünce Protestanlar için olduğu
kadar ortodoks Hıristiyanlığı ve Katolik düşünce için de geçerlidir. St. Thomas, felsefi
tartışma konularının bir kısmını tartışma dışı tutarak felsefeye büyük bir hizmette
bulunmuştur. Duna Scotus ve takipçileri bir adım daha ileri giderek, Tanrı ve inanca ilişkin
tüm sorunları ussal ve doğal teolojinin dışına taşıyacaklardır.
BİLGİ KURAMI
St. Thomas’ın bu konu hakkındaki tavrı, bilgi kuramı ve yöntemi açıklamalarında kısmen
yeralmaktadır. O, büyük ölçüde Aristo’yu izlemektedir. Gerçek bilgi, kavramsal bilgidir.
Kavramlar, duyum algılamalarında temellerine sahiptir: Duyumda ilk olmayan zihinde hiçbir
şey yoktur. Ruhun farklı işlevleri ya da nitelikleri bulunmaktadır; duyum niteliği, etkin zihin
niteliği (inteliectus agens) ve gizil zihin niteliği (intellectus possibilis) niteliği farklı yollarla
işlevini yerine getirmektedir. Ruhun her bir niteliği, değişime uygun bir yapıya sahiptir. Duyum
aracılığı ile, ruh, “duyumsal türler” olarak adlandırılan tikel nesnelerin biçimleri ya da
kopyalarını algılayabilir. Yapıdan bütünüyle bağımsız olan gizil zihin ile algılanabilen ya da
bilinebilen duyumsal kopyanın, özdeksel ya da yapısal olan her şeyden bağımsız olması
gerekmektedir. Bu,etkin zihin tarafından yapılmıştır. Zihinsel kopya ya da St. Thomas’ın
deyişiyle zihinsel türler, gelişigüzel özellikler ve uzam ve zaman içinde bir tikel nesnenin
kopyası değildir, ancak yalnızca özsel nitelikler içerilmektedir, onun aracılığı ile, gizil zihin,
şeyin tümel sanısını bilir ya da algılar Zihin, duyum için olmadıkça, onu bilmeyecektir. St.
Thomas’ın öğretileri bilgimizin hem duyumsal hem de kavramsal görünümlerini kavranabilir
bulacaktır. Thomas Aquinas, ayrıca düşüncemizin etkin ve kendiliğinden olan doğasını
vurgulayacaktır. Bu onun önsel özyapısının kaynağıdır Zihin, belirli yollarla eylemini ortaya
koymaktadır; bilgi Zihinde kapalı olarak bulunmaktadır ve Zihin, duyum aracılığı ile eylemini
gerçekleştirdiği zaman o açığa çıkacaktır.
Ruhtaki dışsal nesnelerin eylemi aracılığı ile, bilginin ham maddesi, zihnin daha yüksek
nitelikleri tarafından, kavramsal bilgiye yönelik olarak algılanır ve işlenir. Gerçek bilgi ya da
bilim (scientia), duyum algılamasında, deneyimde tümellere sahip olduğu için, biz yalnızca
hangi deneyimde bulunduğumuzu bilebiliriz.Sonuç olarak, felsefecinin, açıklamasının
başlangıç noktası olarak, deneyim dünyasını belirlemesi gereklidir. Böylece, deneyim
çözümlemelerinden, şeylerin ilkelerine ya da özüne yükselebilecektir. Böyle bir oluşum bilimi
metafiziktir. Metafizik tikel nesnelerin ortak niteliklerinden yola çıkarak, tümeller terimleriyle
düşünür. Çünkü yalnızca tümellerin bulunduğu yerde bilimden bahsedilebilir. Dolayısıyla tüm
tinsel oluşumlar kendilerinin bir türüdür, t.nsel oluşumların hiçbir tumel sarusı yoktur ve onlar
hiçbir gerçek bilgiye sahip değildirler.
John Duns Scotus
Yaklaşık 1274’de doğan John Duns Scotus İngiltere ya da İrlanda yerlisi ve bir
Fransisken mezhebi üyesi idi. Doğum yeri ve tarihi tam olarak bilinmemektedir. Oxford’daki
eğitimi sırasında matematik alanındaki yeteneğini gösterdi ve Oxford, Paris ve son olarak
1308’de öldüğü yer olan Cologne’de öğretmen oldu. Diyalektik yeteneği ve eleştirel kavrayışı
sayesinde üne kavuşmuştır. Roger Bacon ve Hales’li Alexander’dan etkilenmiştir ve St.
Augustine ve St. Anselm’i en yüksek otoriteler olarak kabul etmektedir. Fransiskenler onu
kendi mesleklerinin doktoru yapmıştır.
İnanç ve Bilgi
Ancak Duns Scotus, usun alanının sınırlamada St. Thomas’ın ötesine geçmiştir; matematik
alanında çalışmaları gerçek tanıtlamanın nasıl oluştuğunu ona öğretmiştir. Tanrısal oluşun
ussal tanıtlamaya uygun olmadığını ortaya koymaktadır. Böyle konularda yalnızca inanca
bağlı kalınması gerekmektedir. İnanç, kuşkuyu tamamen önleyemez fakat en azından kuşku
tarafından ikna edilmeyi önleyebilir. Tanrıbilimin ereği, kuramsal değil, pratiktir. Tanrıbilime
ilişkin açıklanan bir öğreti olmaksızın, Tanrının insan oğluna yönelik ereğini bilemeyiz. Bilim
bunu bize söyleyemez. Tanrıbilimin kendine özgü ilkeleri vardır ve olası en yüksek nesne
olan Tanrı tüm bilimlerin üzerinde bulunmaktadır. Felsefenin de kendine özgü ilkeleri vardır;
o, bağımsız bir bilimdir ve hiçbir şekilde tanrıbilimin yerini tutma iddiasında değildir. Vahiy
yolu ile ortaya konan tanrıbilim ile felsefe arasında açık bir ayrımın yapılması felsefeyi,
hizmetinde bulunduğu tanrıbilimden ayırmaktadır. Duns Scouts, inanç konusunda yaptığı
ayırımda felsefeye bir özgürlük yolu açmaktadır. O, vahiy yolu ile ortaya konan doğruluğa
önem vermektedir. Uygun bir şekilde kullanıldığında felsefenin din ile uyum içinde olması
konusunda başarısız olunmayacağına inanmaktadır. Usun, dogmaları tanıtlayamayacağı
doğrudur fakat tersi olarak ordan çürütemez. İnanca Scotus’tan daha az bağlı olan
düşünürler, başka olanaklılıkların olduğunu düşünmektedir; us, dogma ile çatışarak
sonuçlara ulaşabilir: Ardından, hem us hem de inancı kabullenebildiği gibi, dogmanın
kendisini de terkedebilir. Bu alternatiflerin her biri dönemin bazı düşünürleri tarafından
seçilmiştir
Tümeller Öğretisi
Duns Scotus, tümeller öğretisinde, St. Thomas’ın da kabul ettiği, dönemin kuramını büyük
ölçüde izlemiştir. Tümeller, Tanrının zihninde biçimler olarak şeylerden önce vardırlar; öz ya
da genel doğalarında olduğu gibi, şeylerin içinde bulunurlar; ve bizim zihnimizdeki soyut
kavramlar olarak şeylerden sonra vardırlar. Tümeller, yalnızca, sonlu zihindeki idealar
değildirler. Kavramsal bilginin gerçek bir nesnesi vardır. Eğer tümellerin hiçbir extramental
gerçekliği yoksa, bütün bilimlerin yalnızca mantığa indirgenmesi gerekmektedir. Duns
Scotus’u yönlendiren ilke, düşünce ve gerçekliğin uzlaşım içinde olmasıdır. Mantıksal sanılar
ve ayırımlar yalnızca düşünce eylemleri değildirler, fakat onlara uygun bir gerçekliğe
sahiptirler. Bu durumda bilgi ile nesnelerin özdeş olma gerekliliği bulunmamaktadır. Tikel
nesnelerden başlamadan bu konuda fikir yürütemeyiz; tikellerden yola çıkarak tümel
terimlere ulaşırız. Tür ve cins arasındaki mantıksal ayırımı kabul ederek cinsin, türleri kapalı
olarak içinde barındırdığı sonucuna ulaşırız. Türler de, bireyleri kapalı olarak içermektedir.
Bireyler arasında ayırt edici kişisel farklılıklar bulunmaktadır. Ayırım oluşumu bireyden daha
öteye geçemez çünkü;mantıksal olarak bireyi bölemeyiz; her birey ya da tikel şey bölünebilir
bir birlik, nihai bir gerçeklik, mantık sınırı ve metafiziksel bir ayırımdır. Bu, ilkel bir birey
oluşturan bireysel farklılıktır; cinsler, cins artı özgün farklılıktır, bu durumda, birey, cins artı
bireysel farklılıktır. Evrensel doğa ya da öz ya da nelik-whatness (quidditas), burada bireysel
doğa tarafından buluk-thisnes (daha sonraki yazarların ifa de ettiği şekliyle haecceitos)
tarafından tamamlanmıştır. Mantıksal olarak insanoğlu, hayvana insanlık özel farklılığı
eklenerek ortaya çıkmıştır. Sokrates ise bireye özgü Socratitas özyapısının eklenmesiyle
ortaya çıkmıştır.Duns Scotus, bireysellik ilkesinin, St.Thomas’ın öğrettiği gibi özdekte değil,
bu bireysel farklılık içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. İlkel şey neyse odur. Bunun
nedeni özdeği değildir— eğer böyle olsaydı aynı cinslerin üyelerinin hepsi aynı olurdu—
bunun nedeni onun bireysel doğası, bireyselliğidir. Bireysel farklılık, bir şey (res) ya da bir
nesnenin genel özyapısına eklenen bir varlık değildir. Bu yalnızca mantıksal bir farklılık değil,
genel özyapı ile uyum halinde bulunan bir nitelik ya da karakterdir.
Tümeller ya da genel kavramlardan aşağı inerek sonuçta bireylere ulaşırız; fakat karşıt
yönde ilerlendiğinde tümel ya da aşkın kavramlara, yaradılışın (ens) en yüksek düzeyine
ulaşırız. Yaradılışın yanı sıra, diğer aşkın kavramlar bulunmaktadır—birlik, iyilik, doğruluk;
özdeşlik ve çeşitlilik; belirsizlik ve gereklilik; gerçeklik ve gizillik.
Occam’lı William
İngiliz Fransiskan Occam’lı William, yaklaşık 1280 yılında doğmuştur. Büyük bir olasılıkla
Oxford’da Duns Scotus’un öğrencisi olmuş ve Paris’te birkaç yıl öğretmenlik yapmıştır. Kilise
ile devlet arasında sürtüşmelerin yaşandığı dönemde milliyetçilerin safında yer almış ve 1347
yılında ölen Bavyera’lı Louis’in savunmasını üstlenmiştir.
Occam’lı William’a göre, yalnızca tikeller var olmaktadır ve bütün bilgilerimiz onlarla başlar.
Sezgi duyum olarak adlandırdığımız şeylerin önemi onu izlemektedir. Bir şeyin varlığından
haberdar olur ve onu yargılama ile ifade ederiz (ac his intellectus). Tikel nesnelerden
soyutlama yaparak onlar için ortak olan niteliklere ulaşırız. Zihin ya da usun bunun için özel
bir niteliği yoktur; bize sunulan iki benzer nesneyi doğal olarak soyutlarız. Böylece tümeller
yalnızca zihindeki düşünceler ya da idealar olarak var olurlar ve sözcüklerle ya da benzer
pek çok şeyi gösteren geleneksel işaretlerle ya da daha çok terimlerle (termini) ilgilidir. Bir
terim, bir sözcük artı onun anlamından oluşmaktadır. Bu, değerlendirmelerimizin yalnızca
idealar ile ilgili olduğu anlamına gelmemektedir; onlar ayrıca şeylerle ilgilidirler.
Sonuç olarak, tümeller, zihnin dışında varlığa sahip değildirler ve onlar şeylerin içinde
kendiliğinden bulunmazlar; gerçekçilerin yaptıkları gibi, extramental tümeller göz önünde
bulundurulduğunda soyutlamanın saçmalığının tüm türleri içinde buluruz kendimizi. Entia non
multiplicanda praeter necessitatem: Varlıklar ya da ilkeler, gereksiz olarak arttırılmamalıdır.
Bu ilke “Occam’ın Usturası”olarak bilinmektedir. Çünkü Peter Aureoh tarafından daha önce
belirtilmiş olduğu gibi gereksiz tümelleri traşlamaktadır. Tümeller, Tanrı’nın zihninde töz ya
da varlıklar olarak var olmazlar; bizde olduğu gibi, o da, tikel şeylerin bilgisine sahiptir. Bunlar
tek başına gerçek bır varlığa sahiptirler.
Sezgisel bilgi, duyum algılamasının yanı sıra, birinin kendi içsel durumlarının bir bilgisini
içermektedir—istenç, neşe, üzüntü eylemi—bunlar duyum algılamasından daha belirgindirler.
Biz, bu şekilde ruhun doğasının bir bilgisini kazanamaz, yalnızca onun etkinliğini
gözlemleyebiliriz. Sahip olduğumuz bu tür doğrudan bilgiye ek olarak, Occam’ın soyutlayıcı
(abstractive) olarak adlandırdığı bilgi bulunmaktadır. 0, bununla tümdengelimsel uslamlama
ya da tasım ile kazandığımız bilgiyi ifade etmiştir. Tartışmamızın temelini oluşturan ilkeler
tümevarım ile deneyimden meydana gelmektedir. Öyleyse deneyim, tüm bilgimizin
kaynağıdır ve deneyimden aşkın olan tüm bilgiler, yalnızca bir inanç konusudur. Tanrının
varlığını Anselm’in varlıkbiçeminde varlıkbilimsel olarak ya da deneyim ile kanıtlamak
olanaksızdır. Deneyim yontemi olasılıktan öteye geçemez. Tanrının varlığı, ussal düzlemde
olanaklıdır. Burada inanç, usa karşı bir oluşum olarak düşünülmektedir. Hıristiyan
dogmalarının uslamlandırılması olanaksızdır; yapabileceğimiz tek şey onlara inanmaktır.
Tanrıbilim, gerçek anlamda bir bilim değildir, bizler, bütünüyle din doğrularının belirliliğine
bağlıyızdır. Felsefe ve tanrıbilim artık birbirlerinin alanına girememektedir.
Tanrı, her şeye gücü yeten bir oluştur. Hiçbir kanunu bağlı değildir, düşünce, istenç
ve eylemde özgürdür. Ortaya koyduğu ahlak kurallarından daha farklı kuralları da kurmuş
olabilirdi. Onlarda belirgin olan bir şey yoktur. Onlar, Tanrı öyle istemiş olduğu için bizim
üzerimize yüklenmiştir. Onun içinde olduğu gibi, bizim içimizde de istenç, zihinden daha
üstün bulunmaktadır.
Bu süreç 15. ve 16. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşacak, Renaissance kültürü kendisini
en olgun biçimiyle bu yüzyıllarda gösterecektir. Renaissance kültürünün bütününde
bulduğumuz oluşu ve değişmeyi felsefesinde de bulabiliriz. Bu dönemde felsefenin de
gözönünde bulundurduğu: “eski” den kopmak, “yeni”yi oluşturmaktır.
Bunu anlamak için, Ortaçağ felsefesinin yapısı ile Renaissance felsefesinin, bunun
karşısına çıkarmaya çalıştığı tutumu karşı gerekecektir: Ortaçağ felsefesi bağımlıdır;
sorunlarını, yolunu kendisi seçmez, bunları seçen ve belirleyen Hıristiyan dini ve bu dinin
tanrıbilimidir. Bu felsefenin görmek istediği iş, Hıristiyanlığın öğretisini, dogmalarını akılla
işleyip desteklemektir. Oysa Renaissance felsefesi —bütün Renaissance kültürü gibi—
bağımsız olan, yalnız kendine dayanan, konu ve amacını kendisi belirleyen bir felsefe
olmayı ister.
Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı, kendi içinde uyumlu bir dizgeydi. Ortaçağ filozofları
kimsenin değil, herkesin malı olan, yazarı bilinmeyen bir yapıt üzerinde çalışan adsız birer
işçi gibidirler; yeni bir şey getirmezler, ancak sistemin pürüzlerini, uyumsuzluklarını
gidermeye çalışırlardı. (Ortaçağ dönemi için, son dönemlerde yayımlanan yapıtlar farklı
görüşleri de içermektedir. F.E.)
Rennaissance felsefesi ilk olarak insan sorunu üzerinde durmuştur. “İnsan nedir? İnsanın
bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir?”, araştırılan, bilinmek istenen buydu. Ortaçağ
felsefesi böyle bir soruyu sormayı gerekli bulmamıştı. Çünkü Ortaçağ insanının ne olduğu,
yeri ve anlamı aşkın bir yerden, Tanrı katından belirlenmişti: İnsan, kendisini aşan bir
organizmanın yalnızca bir örgenidir, bir inancıdır. Renaissance’ın kendini dinden bağımsız
kılan düşüncesi ise, ilkin bu sorunu ele almış ve sorunun yanıtını Antik felsefe
kaynaklarına dayanarak bulmaya çalışmıştır. Renaissance’da bu kaynaklar üzerinde bu
amaçla yapılan —filolojik- çalışmalara, arama - araştırmalara da hümanizma denir.
Ancak, hümanizma çok daha geniş bir şeyi amaçlar: Yeni, lâik bir insanlık kültürünü
gerçekleştirmeyi. İnsanca bir yaşayış ve düşünceye ulaşmak çabası, hümanizmanın asıl
anlamıdır.
Antik çağ tutumunun “yeniden doğması” demek olan Renaissancte’ta, Antik Yunan
felsefesinin başlıca çığırlarının, özgün biçimleriyle, yeniden ortaya çıkmaları doğaldır. Bu
çığırlardan Platonculuğu İtalya’ya Bizans’tan gelen bilginler başlatmışlardır. 1459 yılında
Floransa’da kurulan “Platon Akademisi” Platon felsefesi üzerindeki çalışmaların çok verimli
bir merkezi olacaktır. Burada Marsiglio Ficino Platon’un yapıtlarını büyük bir başarıyla
çevirecektir. Bu dönemde Aristotelesçiliği de başlatan yine Bizanslı bir bilgindir
(Theodorus Gaza). Atomculuğun İlkçağdaki gerçek görünüşü ile ortaya çıkmasında P.
Gassendi’nin büyük hizmeti dokunmuştur. Bu arada atomculukla sıkı bağlılığı olan
Epikurosçuluk da Ortaçağın yanlış, tek yanlı yorumlarından arındırılmıştır. Atomculuk,
Skolastiğin Aristoteles’e dayanan ereksel-organik anlayışına tam aykırı olan mekanist-
cisimsel bir doğa görüşünü getirmiştir.
Renaissance’ta devlet konusunu işleyenlerin başında yer alanlardan biri olan İtalyan N.
Macchiavelli’nin önemi, “ devlet” düşüncesinin ilk temsilcisi olmasıdır. Antik çağda
bulunmayan, ortaya çıktığından beri ağır basan ‘bu “ulusal devlet” düşüncesine
Macciavelli, İtalya’yı birleştirmek gibi pratik bir kaygı ile varmıştır. Onun tasarladığı ideal
devlet, güce dayanan ulusal bir devlettir ve böyle bir devletin canlı örneğini de Roma
İmparatorluğu vermiştir. Macchiavelli’ye göre, devlet, gücünü bir ulustan almalı, üstünde
kiliseyi —ümmeti— bulmamalıdır. Hukuk da dinden değil, devletin özünden türetilmeli,
çünkü devlet doğal bir kurumdur, bu dünya için kurulmuştur, öbür dünya ile bir ilgisi
yoktur - oysa Ortaçağ gözünde devlet, Tanrının planında belli bir görevi olan bir
kuruluştur. Devlet başkanının başlıca amacı, devleti elinden geldiğince güçlü kılmak
.olmalıdır, diyor Macehiavelli. Bu uğurda her şey yapılabilir; her şey hoş görülmelidir.
Hukuk, ahlak, devlet yüzünden vardırlar, dolayısıyla devletin bittiği yerde bunlar da biter.
Bu anlayışta devletler hukuku olamaz - Devletin ötesinde savaş var.
Macchiavelli gibi devlette yetkeyi, sözügeçerliliği en üstün değer sayan bir Renaissance
düşünürü de Jean Bodin’dir. O da mezhep kavgalarıyla bölünmüş yurdu Fransa’yı
gözönünde bulundurarak geliştirdiği öğretisinde: Devletin özel ayrımı olan egemenliğin
kesin olarak belirtilmesini ister; devlet gücünün tek elde toplanmasını doğru bulur;
dolayısıyla mutlak monarşi düşüncesini savunur, Ancak, ahlâk ve hukuk yasaları
hükümdarın egemenliğine bir sınır çizeceklerdir; - oysa Macchiavelli hiç bir sınır
tanımıyordu.
Ortaçağı kapayarak Yeni bir ‘giriş, Yeniçağı her bakımdan başlatan bir gelişme olması
Renaissance’ın baş özelliğidir. Bundan dolayı, günümüzde de geçerlilikleri olan, şurada
burada uygulanan, üzerlerinde tartışılan devlet anlayışlarının hepsini Renaissance’ta da
bulmamız doğaldır.
Doğa sorununda da durum böyledir. Bugünkü doğa bilimimizin, bunun bir sonucu olan
modern tekniğin başlangıcını, temellerini yine Renaissance’ta bulabiliriz. Renaissance
felsefesi doğayı Ortaçağdan büsbütün başka türlü değerlendirir. Ortaçağ, Antik çağın
Aristoteles - Ptolemaios (Batlemyos) sisteminde vardığı doğa tasarımını olduğu gibi
benimsemişti. Bu sisteme göre, gökyüzü ile yeryüzü yapı ve yasaca birbirinden ayrıdırlar
ve evren sınırlıdır.
Doğanın kendisi, bize göründüğünden başka türlüdür. Evrenin gerçek görünüşüne uygun
tasarımı, duyumları işleyen düşünme sağlayabilir Bu görüş, günümüze dek modern doğa
biliminin ana çalışma ilkesi olacaktır.
Yer’in merkez olmaktan çıkması insan - merkezli görüşü de ortadan kaldırdığından, Kilise
yeni öğreti ile kıyasıya savaşmıştır. Hıristiyanlığa göre evren insanın “yüzüssuyu
hürmetine” var dır. Yeryüzü insanlık dramının geçtiği sahne, gökyüzü de onun dekorudur.
Kopernik’in getirdiği devrim yer ile birlikte insanı da evrenin merkezi olmaktan
çıkarıyordu. Nitekim yeni doğa tasarımını felsefe bakımından ilk olarak
değerlendiren Giordano Bruno (1548 -1600), Kopernik sistemine dayanan bir dünya
görüşü geliştirdiği için; bunu bir sapkınlık sayan Kilisece koğuşturmaya uğramış ve
sonunda yakılmıştır (1600).
Bruno, Kopernik’in öğretisinden şu iki ana düşünceyi çıkarmıştır: Evrenin birliği vardır —
yeryüzü ve gökyüzü yapıca ve yasaca ayrı değildirler— Evren sonsuzdur —Aristoteles’in
ileri sürdüğü gibi gökkubbesi ile sınırlı değildir—. Sonsuz evren içinde kendi içlerine
kapalı, sayısız sonlu dünyalar vardır. Evren de Tanrısal Öz’ün kendisini açmasıdır. Doğa,
Tanrının kendisidir. Tanrı gibi sonsuz ve güzeldir. Onun için coşkun bir duygu ile yaşanıp
tapılacak bir konudur. —Oysa Ortaçağ, maddi nitelikte olduğu için doğayı aşağı değerli
sayar. İnsanın, asıl özü olan tinsel yönüne ilgisini azaltacağından doğanın üzerinde öyle
pek durmamalı—. Bruno, Kopernik astronomisini bir metafiziğe dönüştürüyor. Onun doğa
görüşü estetik bir tümtanrıcılıktır; doğaya duygu ve hayalgücü ile yaklaşmadır.
Buna karşılık Kepler ile Galilei, Kopernik devrimini bilimsel olarak geliştireceklerdir. İkisi
de doğa tasarımına matematik bir nitelik kazandıracaklardır. Bununla da günümüz fiziği
doğmuş, bunun bir ürünü olan çağdaş tekniğe de yol açılmış olacaktır.
Rönesans felsefesi ile karşılaştırıldıkta, 17. yüzyıl felsefesinin ‘başlıca özellikleri olarak
şunlar belirtilebilir:
1. Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha oturmamış, bir
arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefedir. 17. yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın
sağladığı birikimi derleyip toparlayarak, bundan birliği, bütünlüğü olan bir düşünce
bağlantısı geliştirecektir.
2. Antik felsefeyi kendisine örnek olarak alan, onun bir çok ‘bakımdan bir yansısı olan
Rönesans felsefesi çok renkli bir düşünce tablosu oluşturmuştu. 17. yüzyıl felsefesi ise ele
aldığı sorunlar ile bunların işlenişinde aşağı-yukarı birleşmeler olan az çok birörnek bir
düşünce yapısıdır. Ona bu bağdaşıklığı kazandıran da, bilgi örneğini matematik fizikte
bulmuş olmasıdır. Renaissance’ın en özgün, en büyük başarısı olan matematik, fizik,
matematik kavramlarla doğayı doğru olarak kavrayabileceğimizi göstermişti; dolayısıyla
akıl ile doğa arasında bir uygunluğun olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse bu yöntemi
varlığın öteki alanlarına da uygulamalı, denmiştir. Doğanın birliği ve matematik yapılı
olduğu savları, matematik fiziğin başlıca düşünceleridir. Doğa matematik yapılı olduğuna
göre, nesnelerin ölçülebilir olan niceliksel yönleri asıl gerçekleridir. Bundan dolayı bilgide
nesnelerin ölçülebilen yönleri ile bunların arasındaki ilişkiler bulunmalı ve bu temel
öğelerden nesne yeniden kurulumu, Açık. seçik, dolayısıyla doğru olan bilgilere böyle
varılır (Galilei).
Tanrıya en gerçek varlık dediğimize göre, yokluk ile bağdaşamaz Tanrı; onun yok
olduğunu düşünmek çelişki olurdu. Tanrı en yetkin varlık da olduğu için, beni aldatmaz,
dolayısıyla cisimler dünyasının varolduğuna da, belleğimizin bizi yanıltmadığına da
inanabiliriz.
17. yüzyıl felsefesinin yöntem - bilgi yanında üzerinde durduğu bir konu da, varlık
sorunudur ve sorunun ağırlık merkezi töz kavramında toplanmıştır.
Sorunu bu kavramla başlatan yine Descartes olmuştur. Ona göre birbirinden özce, yapıca
ayrı olan biri sonsuz (Tanrı), ikisi sonlu (ruh ve cisim) üç töz vardır. Ruh’un özniteliği
düşünme, cismin ise yerkaplama, uzamdır. Bu iki nitelik de birbiriyle uzlaşamaz,
bağdaşamazlar. Cismin temel niteliğinin uzam olması, doğa anlayışı Descartes’ı tam
mekanist bir fiziğe vardırmıştır: asıl gerçek hareketlerdir. Hareket bir yer değiştirmedir,
bu da cisimlerin birbirilerine doğrudan doğruya çarpmaları ve basınçlarıyla olur. Bu fizikte
“doğa” hareket yasalarına göre işleyen bir makineden başka bir şey değildir ve canlı da
bu makinenin içinde yer alan bir otomattır. Ancak ruhsal olaylarda özce maddeden başka
bir tözün görünüşleriyle karşılaşırız. İnsanın maddi yönü olan bedeni ile ruhu birbirleriyle
nasıl ilişki kurabiliyorlar? Descartes bu ilişkiyi bir birlikte çalışma; bir karşılıklı etkileşme
diye açıklıyorsa da, bu çözüm bu iki bağdaşamazın birarada bulunabilmesi anlamak için
inandırıcı olamıyor ve kendisinden sonraya bir sorun olarak kalıyor.
Varlık sorununun Descartes’tan sonraki gelişmesinde başlıca görüşler: Çok tutarlı bir
materyalist olan Hobbes’a göre, töz olan her şey ancak maddi olabilir. Ruh diye bir töz
yoktur; ruhsal olaylar ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, yine de dayanakları maddidir.
Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der.
Bütün varolanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla
türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tümtanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini
birtakım öznitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan
insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı
olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla
bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün
bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir
matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların
koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öznitelikte olup - biten şeyler
aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık
burada ortadan kalkar.
Leibniz, sayıca bir sonsuz çokluk olan töze monad adını verir. Monadlar, bu kendi içlerine
kapalı. “birlikler”, tinsel niteliktedirler; kendilerinde tasarım yeteneği bulunan etkin “güç
merkezleri”dir. Bütün monadlar aynı bir konuyu, evrenin tümünü tasarımladıkları için, bir
bağlantı içinde birleşmiş, kendi başlarına olmaktan çıkmış olurlar. Ancak, her monadın
tasarımı açıklık ve seçiklik bakımından başka türlü olduğundan, kendisi de öteki bütün
monadlardan başka olur. Bundan dolayı bu dünya da birbirine tıpatıp eşit olan iki şey
yoktur. Monadlar tasarımlarındaki açıklığa, belirginliğe göre aralarında sıralanırlar: En
yukarda her an evrenin tümünü açık olarak tasarımlayan Tanrı, en aşağıda da tasarım
bilincinden yoksun madde vardır. Geri kalan varlıklar bu ikisi arasında dizilirler. Etkinlik
de tasarım aydınlığı ile orantılıdır; tasarımı en aydınlık olan Tanrı, dolayısıyla en etkin
varlıktır. “Birbirilerine açılmış pencereleri olmayan”, bu yüzden birbirilerine etkide
bulunamayan monadlar arasındaki ilişkiyi, Tanrının bir düzeni olan “önceden kurulmuş
uyum” Sağlar. Beden ile ruh ilişkisi de bu uyum içinde gerçekleşir. Beden ile ruh baştan
birbirine koşut olarak kurulmuş iki saat gibi işlerler.
Böyle bir metafizikten Leibniz organik nitelikte bir fizik geliştirmiştir. Kendi deyişiyle:
“Doğa, içi balıklarla dolu bir havuz gibidir.” Gidişi hiç kopmayan bir süreklilik olan
doğadaki zorunlu mekanik bağlantı, Tanrının ereği emrinde bir araçtır. Oysa Galilei ile
Descartes, doğayı içinde hiç ereksellik bulunmayan zorunlu bir mekanizma diye
anlamışlardı.
Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar üzerinde
toplanmıştır. Ahlâk, devlet, din vb. eylemle ilgili (pratik) sorunları Descartes, kuramsal
sorunları gibi sistemli olarak işlememiştir. Örneğin ahlâk konusundaki düşüncelerini
mektuplarından öğreniyoruz. Bu düşünceler Stoa ahlâkının izinde yürürler; onun gibi
usçudurlar. Erdem, Descartes’a göre, ruhun bedeni yenmesidir. Bunun için de gerçekten
değerli olanı açık ve seçik olabilmek ve bunu iyice istemek de gerekir. Kötü, istencin
duygulanımlara, başka bir deyişle maddi yönümüze kölece bağlanmasın ileri gelir.
(Nitekim yanılma da duyuların getirdiklerini istencin körü körüne doğru saymasından
doğar). Öyle ise, gerek kötüden, gerekse yanılmadan ancak aklın açık ve seçik
tasarımlarıyla kurtulunabilir; “doğru” ya olduğu gibi, “iyi”ye de aklın bilgisi vardırabilir.
Böylece Descartes için ahlâkın da temeli, sistemin çıkış - noktası olan “düşünme” oluyor.
Bu “doğal hal”dir. İşte, insanın varolmayı ve gelişmeyi isteyen temel güdüsüne aykırı
olan bu duruma bir son vermek; yani genel güvenliği sağlamak kaygısıyla, kendi başına
“güç kullanma hakkı”nı herkes bir otoriteye aktarır: devlet de böylece kurulmuş olur. Bu
da “yurttaşlık hali”dir. Hobbes, hukuk ve ahlâk kavramlarını böylece kurulan devletten
türetir: Devletin kuruluş nedeni olan genel güvenliğe yarayan şey “iyi” “haklı”;
yaramayan ise “kötü” ve “haksız”dır. Dolayısıyla ahlâk ile hukuk devlet yüzünden var
olmuşlardır. Din de belli bir anlamı ancak devlet çerçevesinde kazanır: Yalnız devletin
yasal saydığı inanç doğrudur. Devletin ödevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi (genel
güvenliği sağlaması) için otoritesi eksiksiz ve koşulsuz olacaktır. “Devlet bir dev gibi
olmalıdır” diyen Hobbes devlet konusunu işleyen bir yapıtına, Tevrat’ta geçen bir devin
adını, ‘Leviathan” adını vermiştir.
Spinoza’ya göre, vücut —beden— güçlü olursa gelişir. Ruhun gelişmesi ise düşünme
bakımından yetkin olmasına bağlıdır. :Başka bir deyişle: Erdemli ruh, yetkin olan, yani
açık ve seçik düşünebilen ruhtur. Açık ve seçik düşünebilme, neyin elde edil meye değer
olduğunu gösteren bilgiyi sağlar.
Descartes’ta olduğu gibi Spinoza’da da “etkin” olmak ile “erdemli” olmak arasında sıkı bir
ilgi var: Duygulanımlara, tutkulara kendini kaptırmış bir ruh edilgindir; bulanık ve karışık
bir durumdadır, sürüklenmektedir; dolayısıyla erdemsizdir. Açık ve seçik bilgiler ise ruhu
etkin de, mutlu da kılarlar, özgür de yaparlar; Özgürlük, kendimizi kendimizin belirlemesi
olduğuna göre, bu da etkinlik durumunda ve bunu sağlayan düşünce ile, gerçek bilgi ile
gerçekleşir. Bundan dolayı insanın ahlak bakımından ödevi, tutkuları düşünce ile
yenmektir. İnsanı erdemli yapan, güçlü kılan, özgür eden o gerçek bilgi de, Spinoza için,
Tanrı bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmış kimse, yalnız Tanrıya bağlanıp onu sevecek, geri
kalanları gelip - geçici görünüşler sayacaktır. Tanrıyı birtakım hesaplarla, korkularla değil,
körükörüne değil, bilerek, akıl ile sevmek, erdemin doruğudur. Çünkü insanın kendisini
geliştirmesi bir doğa yasasıdır. Bu çeşit Tanrı sevgisinde insan tam yetkinliğine ulaşmıştır;
böylece de özündeki doğa yasası en yüksek aşamasında gerçekleşmiştir.
Devletin kuruluş nedenini Spinoza, Hobbes’unkine benzeyen bir yaklaşım ile açıklar:
İnsanlar tek başlarına, dağınık yaşarlarken, “kendilerini koruma ve geliştirme”
isteklerinin, bu temel güdülerinin tehlikelerine karşılaştığını gördüklerinden, aralarında
güven ve esenliği sağlamak için anlaşarak, sözleşerek devleti kurmuşlardır. “Yapma” bir
kurum olan devletin değeri, kuruluş ereğine uygun olup olmamasıyla ölçülür. Devletin
görevi, bireylerin hak ve güç alanlarını, bunların birbirlerini tedirgin etmeyecekleri gibi
düzenlemektedir. Bu da en iyi demokraside olur. Bu son düşüncelerinde Hobbes’un
karşısında yer alan Spinoza, devlet barışı sağlamak için kurulmuştur diye insanı bir köle
durumuna getirmemelidir; tersine, insanın hem bedenini hem de ruhsal yetilerini
geliştirebileceği özgür bir ortam oluşturmalıdır, der. Gününde “hoşgörürlük” düşüncesi
için savaşanlardan biri olan Spinoza Yeniçağ liberalizminin öncülerindendir.
Leibniz’in de ahlâk öğretisi usçu. Ahlâk bakımından doğru olan ile doğru olmayanın
ölçüsü, ona göre de, doğru ve yanlış bilgisidir. Tasarımları bulanık ve karışık olan monad
edilgin durumdadır; içgüdülerin kölesidir, özgür değildir. Açık ve seçik bilgileri olan
monad ise etkindir, onu güden istençtir; bu durumunda bu monad kendi kendisini
belirliyordur, dolayısıyla özgürdür, Ahlakın ereği, ruhun olgunlaşmasıdır, aydınlanmasıdır.
Bir ruh açık- seçik bilgilerle ne kadar aydınlığa kavuşmuşsa, başkalarının iyiliğini de o
kadar sevgi ile benimser. Çünkü bu aydınlık ona öteki insanların tasarımlarını iyice
kavratır; onlarla birlikte, “Önceden kurulmuş uyum” ilkesine göre, içinde yer almış olduğu
bağlantıyı öğretir. Bu öğrenme ne kadar aydınlık ise, monadın bencilliği o kadar azalır;
başkalarının iyiliğini istemesi, başkalarına sevgi duyması da o kadar çoğalır.
Leibniz’in hukuk öğretisi de bu ahlâk anlayışının içinde yer alır. Hukuk yalnız insanların
dış ilişkilerini düzenleyen bir kurum değildir. Hukukun kökleri ahlâktadır, ahlâksal
sevgidedir. Bu sevgi yüzünden insan başkalarının mutluluğunu kendi öz mutluluğu gibi
duyar; bu duygu ile başkalarının haklarına el uzatmaz, bunları -çiğnemez. Böyle bir
sevgiye de yol gösteren bilgeliktir, eylemlere aklı kılavuz yapmaktır.
Din felsefesinde Leibniz’in dünya görüşü en derli toplu anlatımına varmıştır. Leibniz de
“akıl dini” ve “pozitif din” ayrımını yapar. Usçu Leibniz’e göre elbette akıl dini değerce
yüksek olanıdır, asıl dindir. Tarihsel olan pozitif dinin dogmaları akıl dinine rasgele
eklenmiş olan şeylerdir. Bu yüzden bu dinin örneğin türlü ibadet biçimleri zorunlu
değildirler. Oysa akıl dininin inançları “aklın doğruları” içinde yer alırlar, zorunludurlar,
karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Leibniz’e göre dinde esas olan yalnız Tanrı bilgisi
ve sevgisidir.
RENÈ DESCARTES
Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
~ Rene Descartes ~
Yukarı dön
Yukarı dön
Felsefe Öyküleri
Fèlix Marti - İbánez
Yukarı dön
Yukarı dön
arodopman Gönderen: 05.01.2003 Saat 20:17 | Kayıtlı IP
Sürekli ve Kıdemli Üye
Yukarı dön
KARTEZYEN ŞÜPHE
Yukarı dön
Madam,
Altesinizin,
Pek saygılı ve pek itaatli
Hizmetkârı
Descartes.
*Descartes, Ahlâk üzerine Mektuplar, (Çeviren
Mehmet Karasan), İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1992, sf.53-54, 620
Yukarı dön
DESCARTES VE TIP
Yukarı dön
Anlamak Gönderen: 09.01.2003 Saat 09:24 | Kayıtlı IP
Sürekli ve Kıdemli Üye
1637'de Yöntem Üzerine
Konuşma'da Descartes çalışmalarının amacını etkileyici bir
biçimde ortaya koyuyor: "Bizi doğanın efendisi yapabilecek
pratik bir felsefe ve fizik." Descartes , insanın işleyerek
üzerinde 'efendiliğini kurabileceği üç alanı belirlemeye
Katılma Tarihi: 06.12.2001 yöneliyor: Fiziksel çevre, insan bedeni ve bedene
Yer: Turkey yakından bağlı olan ruh. Felsefesinin bunlara karşılık gelen
Bağlantı Durumu: Offline ve ancak 1647'de belirlenen üç' ürünü; mekanik, tıp ve "diğer
Gönderilenler: 4109 bilimlerin tam bilgisini önvarsayan ve bilgeliğin en son aşaması
olan en yüksek ve en yetkin ahlâk sistemi"dir.
Yukarı dön
MEDİTASYON
Yukarı dön
ZİHİN VE BEDEN
Yukarı dön
KÖTÜ CİN
Yukarı dön
AKIL VE MADDE
RENÉ DESCARTES
Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee
Yukarı dön
AHLAK
Felsefe Sözlüğü
Bilim ve Sanat Yayınlar
Yukarı dön
S.Yildiz Gönderen: 22.01.2003 Saat 15:16 | Kayıtlı IP
Sürekli ve Kıdemli Üye
AKILCILIĞIN DOĞUŞU
Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee
Yukarı dön
İKİCİLİK
Ikicilik, doğaları kökten bir biçimde karşıt olan '' iki ayrık tözün,
zihnin (veya düşünen töz'ün) ve bedenin (veya uzamsal töz'ün)
Katılma Tarihi: 06.12.2001 olduğuna dair Descartesçı düşünceye verilen standart bir
Yer: Turkey etikettir.
Bağlantı Durumu: Offline
Gönderilenler: 4109
Descartes llkeler de şöyle yazmaktadır "Her töz kendi
dogasını oluşturan temel bir özelliğe sahiptir ve sahip
olduğu diğer tüm özellikler bu temel özellik sayesinde
mevcuttur. Uzunluk, derinlik ve genişlikte uzam cisimsel
tözün; düşünce ise düşünen tözün doğasını
oluşturur. (AT VII 25: CSM I 210).
Yukarı dön
Yukarı dön
Tümeller nedir?
Tümeller, aralarında belli bir bağ bulunan birçok özel şeyleri
düşünmek için aynı fikri kullanmamızla oluşur. Bu fikirle
gösterilen şeyleri aynı ad altında topladığımızda, bu ad da
tümeldir. Örneğin, iki taş gördüğümüzde, özlerini
Katılma Tarihi: 26.10.2001 düşünmeksizin, yalnız iki olduklarını dikkate alırsak, zihnimizde
Yer: Turkey iki sayısı dediğimiz bir sayı fikri oluşur. Böylece, daha sonra, iki
Bağlantı Durumu: Offline kuş ya da iki ağaç gördüğümüzde, onların da, özleri üzerine
Gönderilenler: 3315 düşünmeksizin, yalnız iki olduklarını gözönüne alırsak, önceden
kafamızda oluşturduğumuz aynı düşünceyi yeniden düşünerek
tümelleştiriyor ve ona tümel adını veriyoruz. Aynı yolla, üç
kenarlı bir şekil gördüğümüz zaman, zihnimizde, üçgen
düşüncesi dediğimiz belli bir fikir oluşuyor ve daha sonra
genellikle üç kenarlı şekilleri gözönüne getirmek için bu
düşünceyi kullanıyoruz. Ancak da özel olarak üç kenarlı
şekillerden bazılarının dik bir açıya sahip olduğunu, bazılarının
sahip olmadığını görünce, zihnimizde tümel bir dik açılı üçgen
düşüncesi oluşur ve daha genel ve tümel olan öncekiyle
karşılaştırılınca, bu onun türünden olabilir. Ve dik açıya da, dik
açılı üçgenlerin öteki tüm üçgenlerden ayrılmasına neden olan
tümel ayrılık denilebilir. Bundan başka öteki kenarın karelerinin
toplamının hipotenüsün karesinin toplamına eşit olduğunu
gözlemlendiğimizden bu özelliğe dik açılı üçgenlerin tümel
özelliği diyebiliriz. Nihayet bu üçgenlerden bazılarının
hareketsiz olduğunu varsaydığımızda, bunun bu üçgenlerde
tümel bir ilinek olduğunu kabul ediyoruz; cins, tür, ayrım, öze
(proper), ilinek.
Felsefenin İlkeleri
René Descartes
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
görüşmek üzere..
Yukarı dön
__________________
Ahirete Yönelik Avutmalar Birçok Ağır ve Zahmetli Yaşayanları
Hayatta Devam Ettirme Değerine Sahiptir.
F.W.NİETZSCHE
Yukarı dön
( ders notları )
DESCARTES
Katılma Tarihi: 04.04.2007
Yer: Turkey
Töz’ ü ikiye ayırır
Bağlantı Durumu: Offline 1. Öz Nitelik ( Attribitum ): Bir şeyi o yapan nitelik.
Gönderilenler: 62
2. Modus ( Kipler ): Öz nitelik’ in kendisini görünür
kılması.
Örn: Öz nitelik; düşünce ise modus; hatırlama, kuşku,
algılama vs..
Öz nitelik; madde ise modus; sertlik, renk vs...
Modus’ lar töz’ ü açıklayamazlar. Öz nitelik onları görünür
kılar. Töz’ ü öz nitelik açıklar.
Maddenin özü yer kaplamadır ve bu nedenle maddenin
sahip olduğu hareket yer değiştirmedir.
Yayılım (kendi öz niteliği ), yer değiştirmek için kuvvete
ihtiyaç duyar. İlk hareket ettirici Tanrı’ dır. Tanrı sayesinde
hareket başlamıştır. Onun ardından dünyada devam eden
hareketi basınç ve çarpma ile açıklarız. Uzayda boşluk
bulunmaz bu nedenle de sürekli bir hareket vardır.
Hareket; Bir cisimden diğerine aktarılan mekanik bir
oluşumdur ( Total Mekanizm ).
Hareket Yasası: Basınç, çarpma.
Hareket yasası ile hareketin bir yönelimi olduğu tezi
( Aristotales’ ci mantık ) yıkılır. Cismin hareket yönü, ona bir
başka cismin kuvvet uygulaması ile değişir.
Tasarım ( formüller ), cisimler dünyasının akılsal
kurulmasıdır.
İnsan:
1. Ruh ( düşünme )
2. Madde ( beden ): Bedenin özü yer kaplayan cisimlerin
organik birliğidir ( hücreler.. vs. ). Bir makina gibi
işler.
İnsan Davranışı:
1. İradi ( ruhun etkisi var )
2. İstem Dışı ( içgüdüsel ) – Ruhun etkisi yok. Kendi
mekanik canlılığına uygun ( hayvansal ) davranır.
Ruh ile beden arasında ( mekanizm ile irade arasında )
egemenlik değil, kontrol ilişkisi vardır. Yani ruh, bedene
egemen değildir, onu anlar ve kontrol eder.
Mekanik Dünya ( kontrol edilen ) ---- Bilen Özne ( kontrol
eden )
Özne istencin hareket yönünü / şeklini belirler.
Aristotales, ruh hareketin temeli derken Descartes,
anlama ile kontrol ruhun temelidir der ve bu söz modern
mantığın temelidir.
Devlet, toplumun nedeni değildir. Toplumu denetleme
mekanizmasıdır.
Ahlak konusunda Descartes, iyi’ yi seçmeye irade’ nin
edimi olarak bakar. Ortada zorunluluk varsa irade yoktur.
Bilinç doğası gereği bilme isteği içerisindedir. Bu istek
aslında dış dünyaya yöneldiğinde bir tasarımın onaylanması ile
ilgilidir. Bilince dair istek, dış dünyanın sorgulanmasıdır.
Tasarımların doğru – yanlış; haklı – haksız olup olmadığının
onaylanmasıdır. Yani karar ( yargı )’ dır. İrade bu yargılama
ediminin kendisidir.
Bilinç yanlışı da onaylayabilir. Bilgi eksikliği, bulanık
duyunalımlar yanılmamıza sebep olur. Ör: Gece kedi sesini
çocuk sesi sanmamız. Buradaki yanılgının çeşitli sebepleri
olabilir; uyaranın ekisinin yüksek olması, önceki
yaşanmışlıklar... Descartes burada bilincin şüphe ermesi ve
gidip uyarıcıya bakması gerektiğini söyler. Rasyonel bir varlık
böyle davranır. Üst düzeydeki rasyonel bir varlık ise bilincin
tüm ses ayrıntılarını düşünerek sesin gerçekten bir çocuk sesi
olup olmadığını ayırt eder. Ya da paranoyak gibi tüm gece
çocuğa ne olduğunu düşünür, merak edeiz.
Uyurken, duyu organları kullanılmadığından zihin kendi
duyumlarını yaratır ve bu nedenle saçmalar. Ayrıca, insanlar
kavramlarla düşünürler. Bu nedenle kendisine cadı hikayeleri
anlatılan bir çocuk rüyasında cadı görür.
Bağıntılar üzerinde düzgün düşünememek ileri düzeyde
ruhsal hastalığa sebep olur. Kendi tasarımlarını olgusal olarak
kuramayan hastalık : Şizofreni.
Descartes’ da insan madde ve zihin birlikteliği olduğu için
psikolojik nevrozlar da bunlardan birindeki aksaklıktan
kaynaklanır.
Yanılabilen zihin, yanılgısını yine irade ile düzeltir.
İnsan ahlak konusunda da bu şekilde ir seçim
yapar. Duyulanımlara kapılırsak yanılırız der. Ahak rasyonel
bir eylemdir. Bu nedenle irade ile seçilir.
Kendi iyi’ miz ile karşımızdaki kişinin iyi’ si arasında
uzlaşma yoksa problem çıkar. Descartes, bunu Tanrı ile aşarız
der. Evrenin Ölçüsü: Tanrı ( Yasalar: Ortaklaşır değerler alanı
yaratmak ).
Yurttaş, kendi koyduğu yasalara uymaya söz verir Bu
yüzden yasalara uyması “iyi”, uymaması “kötü” dür.
THOMAS
HOBBES
(1588-1679)
Hobbes, var olan her
şeyin fizik madde
olduğunu ve her şeyin
maddenin hareketiyle
açıklanabileceğini öne
sürdü.
Belli bir sınıfa alınması
güç olan bir
filozof Thomas
Hobbes, Locke, Berkeley
ve Hume türünden bir
empirik ve onlara
benzemeksizin matematik
yöntemin hayranı. Yalnız
salt matematikte değil,
onun uygulamalarında da.
Genel de, Bacon’dan
çok, Galilei’den
esinlenmiş.
Hobbes, 15 yaşındayken
Oxford’a gitti, orada
skolastik mantık
ve Aristoteles felsefesi
öğrendi.
22 yaşındayken Lord
Hardwick’in eğiticisi oldu,
onunla büyük bir gezi
yaptı. Çok etkilendiği
Galilei ve Kepler üzerinde
çalışmaya başlaması bu
tarihlere rastlar.
İtalya’da, Galilei’yi ziyaret
etti, sonra İngiltere’ye
döndü.
Uzun parlamento 1640’da
toplandığı ve Laud’la
Strafford Londra Kulesi’ne
hapsedildiğinde Hobbes
dehşete kapılıp Fransa’ya
kaçtı.
Bir süre için (1646-1648)
Hobbes, geleceğin II.
Charles’ına matematik
öğretti. Bununla
birlikte Leviathan’ı
yayınlayınca (1651), betik
kimsenin hoşuna gitmedi.
Yapıtın rasyonalizmi
sığınganların (mültecilerin)
çoğunun canını sıkmış ve
Katolik Kilisesi’ne acı
saldırıları Fransız
hükümetini gücendirmişti.
Böylece Hobbes gizlice
Londra’ya kaçtı. Orada
Cromwell’e boyun eğdi ve
her türlü siyasal
çalışmadan kaçındı.
Boş zamanlarını
doldurmak için, 84
yaşında, Latince ve nazım
olarak kendi yaşam
öyküsünü kaleme aldı. 87
yaşında, Homeros çevrisini
yayınladı.
Bertrand Russell –Batı
Felsefesi Tarihi 3
Yukarı dön
Temeller: Bilginin kaynağı ve sonuçları itibariyle empirik
olduğunu, tüm bilgilerimizin temelinde duyumların, duyu-
deneyinin bulunduğunu, zaman ve mekanın yalnızca hayali
Katılma Tarihi: 26.10.2001
Yer: Turkey tasarımlar olduğunu, felsefenin ise sonuçlardan nedenleri,
Bağlantı Durumu: Offline nedenlerden de sonuçları çıkarsama faaliyetine karşılık
Gönderilenler: 3315 geldiğini öne süren Hobbes, yaşadığı süre içinde, biri
entelektüel, diğeri siyasi olan iki devrime tanıklık etmiştir.
Bu devrimlerden siyasi olanı, yani mutlak monarşinin
parlamenter demokrasinin temsili kurumlarıyla sınırlanması
söz konusu olduğunda, Hobbes tam bir karşı devrimcidir.
Buna karşın entelektüel devrim, yani Ortaçağın tanrımerkezli
ve Aristotelesçi dünya görüşünün bırakılarak, yeni doğa
bilimleriyle, mekanik açıklamanın ve deneysel yöntemin
benimsenmesi söz konusu olduğunda, o tam bir devrimcidir.
Uygun ve gerekli politik kurumların insan doğasıyla ilgili
gerçek ya da olgulardan, insan doğasıyla ilgili bu olguların da
evrenin doğasıyla ilgili olgulardan çıkarsanacağı birlikli bir
bilim görüşü geliştirmeyi amaçlamış olan Hobbes da
felsefesinde, tıpkı bir rasyonalist gibi, geometrinin yöntemini
benimsemiştir, zira geometri, ona göre, kesin, a priori birkaç
ilkeden çıkarsanabilir olup, bilgi veren sonuçlardan,
önermelerden meydana gelmektedir.
Felsefeyle bilim arasında bir ayırım yapmayan, felsefesi,
bilimsel yöntemin kapsamını kişilere ilişkin araştırmayla
siyaseti de içine alacak şekilde genişletmekten meydana
gelen Hobbes, her problemin ilke olarak doğa bilimlerinin
yöntemleriyle çözülebileceğine inandığı, doğa bilimlerinin
yöntem ve araştırmalarının kişileri ve siyaseti açıklamak için
de kullanılabileceğini savunduğu için pozitivist bir düşünür
olmak durumundadır.
Ahmet Cevizci - Paradigma Felsefe Sözlüğü
Yukarı dön
Yukarı dön
Dil Felsefesi
Dil konusunda Hobbes, dilin, dış nesnelerin hareketiyle
başlayan nedensel zincirin son halkası olduğunu; dış
Katılma Tarihi: 26.10.2001
Yer: Turkey nesnelerin duyuma, duyumların düşünceye neden olduğunu
Bağlantı Durumu: Offline ve düşüncelerin de dilde ifade edildiğini öne sürmüştür. İnsan
Gönderilenler: 3315 varlıklarında, düşünceyi değiştirebildiğini savunduğu dilin,
yazı ve konuşma olarak iki şekilde varolduğunu belirten
Hobbes, bunlardan düşünceyi kaydetmeye yarayan
konuşmanın, ona göre, nedensel ilişkileri kaydetme, bilgi
aktarma, arzu ve istekleri bildirme, sözcükleri kullanmaktan
zevk alma gibi dört alt amacı vardır. Dilde isimlerin, özellikle
de cins isimlerin temel olduğunu öne süren Hobbes, tümeller
problemi söz konusu olduğunda, nominalist bir tavır almıştır.
Tümeller problemini, genelliğin neden meydana geldiğini,
cins ve tür denilen şeylerin varolup olmadığı problemi olarak
gören filozofa göre, cins isimler dışında ve ötesinde, zihinden
bağımsız olarak varolan bir genellikten söz edilemez.
Başka bir deyişle, dildışı gerçeklikte varolan bir genellikten,
tür ve cinslerden söz edilemeyeceğini öne süren Hobbes’a
göre, gerçekten var olanlar, yalnızca bireyler, tek tek
nesnelerdir.
Genelliği nesneler arasında benzerlikler bulunması olgusuna
bağlayan ve dolayısıyla bizim bu gerçek benzerliklerden
dolayı, bir nesne kümesini ortak bir adla adlandırdığımızı
savunan filozofa göre, dört tür anlamlı isim ve dolayısıyla dil
vardır:
1. Dış dünyadaki bir nesneye karşılık gelip, onun ne
olduğunu anlamamıza katkıda bulunacak madde
isimleri (nesne dil)
2. Örneğin, uzunluk isminde olduğu gibi, isim şeklinde
ortaya çıkıp, maddenin bir özelliğinden çıkartılacak
olan soyut isimler (yüklem dil)
3. Renk ya da işitme örneğinde olduğu gibi, bedenlerin
fonksiyon ya da özelliklerini dile getirecek olan
duyum dili.
4. Örneğin tümel ya da özel gibi, dilde geçen bir ismin
ismi olan isimler (üst dil)
Tüm anlamlı sözlerin bu dört kategoriden birine girmek
durumunda olduğunu söyleyen Hobbes, felsefi bir jargon
yaratan düşünürlere şiddetle karşı çıkmış ve tanımlanamayan,
fiziki nesnelere ilişkin algıya indirgenemeyen bir sözcüğün
anlamlı olmadığını öne sürerken, yirminci yüzyıl
pozitivizmini öncelemiştir.
O, akıl yürütmenin toplama ve çıkarmadan ibaret olduğunu ve
dolayısıyla aritmetik modeline göre anlaşılması gerektiğini
söylemiştir. Mantıkçının, bir olumlamada bulunmak üzere, iki
ismi birleştirdiğini, bir tasım için iki olumlamayı, bir
kanıtlama için de, birçok tasımı bir araya getirdiğini öne süren
Hobbes’a göre, mantık, isimleri farklı birleşimler içinde,
toplayıp çıkarmaktan ibarettir.
Ahmet Cevizci - Paradigma Felsefe Sözlüğü
Yukarı dön
Thomas Hobbes
Yukarı dön
Etiği:
O etiğin vahye dayalı teolojinin ve teleolojik dünya ya da
antropomorfik doğa görüşünün etkisinden kurtulup özerk bir
felsefe disiplini haline gelmesine önemli ölçüde katkıda
bulunmuştur. Ahlak felsefesini din ya da teolojinin etkisinden
Katılma Tarihi: 26.10.2001
Yer: Turkey
kurtaran Hobbes, tipik bir modern düşünür olarak onu bilime
Bağlantı Durumu: Offline tabi kılmış ve etiğin, insanın ahlaki eylemlerine, gerçek
Gönderilenler: 3315 amacına ve ahlaki olgulara dair sağlam ve güvenilir bir bilgi
olmak durumundaysa eğer, geleneğe, dini dünya görüşüne ya
da kilisenin otoritesine değil de, psikoloji ve biyolojinin
nesnel yasalarına dayanmak durumunda olduğunu iddia
etmiştir.
Ahlaki kural ve ilkelerin, herşeye rağmen nesnel bir biçimde
doğrulanabilir yasaların özellemelerinden ziyade, duygu ve
arzuların öznel ifadeleri olarak görülmeleri gerektiğini öne
süren Hobbes, hayatın korunması ve sürdürülmesinin insan
eyleminin biricik ve temel amacı olduğunu söylemiş ve etik
görüşünü bu öz varlığını koruyup devam ettirme itkisi, çabası,
eğilimi ya da istemi üzerine inşa etmiştir.
Hobbes’un bütün ahlaki kural, yasa ve yükümlülükleri
kendisinden türetmeye kalkıştığı kendi varlığını koruma
eğilimi, ifadesini, ona göre, ya barışı koruyup kollayan kurum
ve pratikler yoluyla gerçekleşecek sosyal barış isteğinde ya da
kişinin hemcinslerine yönelik, kendi öz çıkarını koruma
eğilimli, saldırgan eylemlerinde bulur.
Bunlardan hangisinin geçerli olacağını belirleyecek olan
biricik şey, insanın kendisini ahlakı mümkün hale getiren, iyi
düzenlenmiş ahenkli bir toplum hali içinde mi yoksa, ahlakı
imkansızlaştıran bir doğa hali içinde mi bulacağıdır.
En genel anlamda ussal
düşüncenin vardığı
sonuçlara, usun verdiği
yargılara sonuna dek
inanma tutumu; usa aykırı
gelen ya da usdışı öğeler
içeren her şeyi daha baştan
yadsıma tutumu. Kökence
Latince’deki ratio sözcüğün
den gelen, bilginin güvenilir
tek kaynağının us olduğunu
savunan felsefe alanı.
Usçuluk terimi, felsefe
tarihinde alabildiğine
değişik anlamlarda
kullanılan bir terim olmakla
birlikte, yerleşik felsefe
dilindeki en yaygın
anlamları arasında şunlar
yer almaktadır:
Usun bütün işleyişini
olanaklı kılan malzemenin
yine us tarafından
sağlandığını ileri süren,
gerçeklik ile doğruluğun
ölçütünü us’ta, zihinsel ya
da düşünsel olanda
görenfelsefe anlayışı;
Bütün gerçekliğin
yapısını ussal ilkelere
dayanarak us yoluyla
kurmanın doğruluğu
üstüne bina
edilmiş metafizik öğretisi;
a priori bilginin
güvenilir tek bilgi olduğu
öncülü üstüne kurulmuş;
bilgi edinmede usun birinci
derecede belirleyici
konumda olduğunu,
bilginin temelde us’tan, ya
da sonuna dek götürülmüş
kimi uç biçimlerinde
olduğu üzere, yalnızca
us’tan geldiğini
savunan bilgikuramı
öğretilerinin ortak adı;
Yaşama yön
verilmesinde tek araç
olarak usun doğru biçimde
işletilmesinde gören, usun
sesinin dinlenmesini ya da
usa uygun yaşanmasını
tek doğru sayan yaşam
felsefesi eğilimi;
Duyu deneyine karşı
bütün bilginin tek kaynağı,
biricik bilme yetisi
olduğunu savunan değişik
görüşleri derli toplu bir
biçimde bir çatı altında
toplayan felsefe okulu;
Deneyciliğe karşı hiçbir
deneysel veriye
başvurmadan yalnızca us
yoluyla doğru bilgilere
ulaşılabileceğini savunan,
bilginin kaynağı ile bilgi
savlarının
doğrulanmasında
kullanılacak ölçütler
sorunu bağlamında
kendini bütünüyle
deneyciliğin karşısına
yerleştiren, usun tek
başına deneyden hiçbir
yardım almaksızın en
temel doğrulara
ulaşabilme yetisi taşıdığı
düşüncesi üstüne
kurulu felsefe kuramı;
Her türden anlamlı
gerçekliğin kendi içinde
tutarlı bir düzen ya da
bütünlük sergilediği,
böylesi tutarlı bir düzenlilik
ile bütünlüğün yoluyla
bilinemeyeceğini savunan
“us dışıcılık” anlayışına
kesin çizgilerle karşı
çıkan felsefe konumu;
Usun yürütülmesinin ya
da ussal düşüncenin
işletilmesinin her
bakımdan önceliği üstüne
kurulmuş, içersinde farklı
farklı bakış açıları,
alabildiğine çeşitli
uslamlamaları, birbirinden
değişik yönelimleri
barındıran kendi içinde
birikimli ve
bütünlüklü felsefe
geleneği;
Bir bütün olarak evrenin
duyular ile deneye
girmeksizin, tümevarımlı
düşünme yöntemine
başvurmaksızın, çoğunluk
tümdengelimli ya da
matematiksel yöntemler
altında salt us yoluyla
araştırılması gerektiği
düşüncesi üstüne
yapılandırılmış, felsefe
bilgisini birtakım temel
önermelere ya da ilkelere
dayandırarak, birtakım
öncüllerden çıkarsayarak
usa uygun bir dizge
oluşturma amacı uyarınca
temellendirilmiş yöntembil
gisi;
Temelleri büyük
ölçüde Descartes, Spinozav
e Leibniz tarafından
XVII. ile XVIII. yüzyıllarda
atılmış, dönemin
bilimlerinden, özellikle de
matematikten beslenen
modern felsefe
çerçevesinin
egemen felsefe bakışı;
Her durumda us ile
bilmem önemini
vurgulayan, doğaüstü
olaylar ile dinsel
inanışların kaynağında
tanrısal aşkın bir kaynağın
değil bütünüyle insan
esinlenimlerinin
bulunduğunu düşünen,
dünyevileşmenin önceliği
savunusuyla XIX. yüzyılda
ortaya
çıkmış tanrıbilim okulu;
Usun değeri ile önemini
çoğunluk “düşünsel sezgi”
den yola koyularak öne
çıkaran, içgözlem başta
olmak üzere her türden
duyu deneyinin
güvenilirliğini yadsıyan,
duygular ile
duygulanımların felsefece
değerlerini olumsuzlayan,
us dışında hiçbir yetke
tanımayan görüşleri tek bir
çatı altında toplayarak
anlatma amacıyla
kullanılan felsefe terimi.
Yukarı dön
insan
yaşamının gerçekliğini bir biçimde usa
dayanarak kurmayı
amaç edinen düşünsel yaklaşımlar usçuluk başlığı altında
toplanmaktadırlar.
Usçuluk, varolan her şeyin tümdengelimli bir doğa taşıyan tek bir
dizge içinde kalınarak açıklanabileceğine yönelik savunusu
nedeniyle, kimileyin “dizgeci felsefe” ile örtüştürülerek
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda sözgelimi, çoğunluk usdışıcı öğeler
üstüne kurulmuş varoluşçuluğuyla tanınan Sartre dahi, sırf bütün
her şeyin tek bir dizge ile açıklanabilir olduğunu ileri sürmesi
nedeniyle usçuluk başlığı altında anılmaktadır.
Bununla birlikte, felsefe tarihinde örnekleri görece çok daha az
olmakla birlikte, usçu olmasına karşı dizgeli felsefe yapmayan ya
da ortaya belli bir felsefe dizgesi koymamış düşünürler de
bulunduğundan, “dizgelilik” tek başına bir felsefe konumunu usçu
diye nitelemek için yeterli değildir.
Tanrıbilim (İlahiyat, teoloji) çerçevesinde ise usçuluk, gerek
Tanrı’nın varlığının tanıtlanmasında, gerek dinsel inancın
temellendirilmesinde, gerekse de dinsel öğretilerin geçerliliklerinin
kesinlenmesinde usun ya da usavurmanın zorunlu olduğu
görüşünü dile getirmektedir. Tanrıbilimdeki bu kullanımıyla
usçuluk, dinsel öğretiler bağlamında insan doğası ile eylemlerine
doğalcı bir tutum içinde yaklaşmayı önermektedir.
Öte yanda, “Aydınlanma” düşünürleri usçuluk denildiğinde
çoğunlukla tanrıbilimsel dogmaların, dinsel öğretilerin, yerleşik
otoritelerin savunularının körü körüne benimsenmesine karşı,
insan usunun gücüne kayıtsız koşulsuz duyulan sarsılmaz güveni
anlamaktadırlar. Bu bağlamda dönemin usçuluk ruhunun en iyi
görülebileceği yerlerin
başında Voltaire , Diderot, Montesquieu, Rousseau gibi
Aydınlanmacı düşünürlerin yapıtları gelmektedir. Usçuluk bu
genel anlamlarıyla tanrıbilimsel kurgular ya da dinsel vahiylere
karşı, doğruluğun tek gerçek ölçütü olarak usu gören her türden
düşünme kipine göndermede bulunmaktadır. Nitekim inancın
felsefece düşünme karşısındaki değerini bütünüyle
yadsıyan “Tanrıtanımazlık”, “Tümtanrıcılık”, “Maddecilik”,
“Doğalcılık”, “Kuşkuculuk” gibi felsefe akımları da çoğunluk
usçu dizgeler başlığı altında incelenmektedir. Ayrıca yine bu
bağlamda, en başından beri felsefe tarihinin hemen her
döneminde varolan usçuluk eğilimi, eleştirel felsefe yapma
yönelimleriyle dikkat çeken felsefe okullarında kendisini açıklıkla
göstermektedir.
Nasıl ki sonuna dek götürülmüş deneycilik bütün bilgiyi her
koşulda deneye dayandırmaya çalışıyorsa, bunun tam karşısında
yer alan sonuna dek götürülmüş usçuluk biçimleri de bilgiyi
genelde usa, daha özeldeyse birtakım ussal süreçlere
dayandırarak temellendirme arayışı içindedirler. Usçulukta us,
zihince sağlanan malzeme üzerine yine zihnin kendisinin salt
düşünce yoluyla yoğunlaşması olarak kavranmaktadır. Çoğu
usçuluk anlayışına göre bu malzeme “doğuştan gelme
düşünceler” diye adlandırıldığından, usçu düşünüşte olanlar
için apriori bilgi en önemli bilgi türüdür. Deneyciliğin
savunduğunun tam tersine, bilgi ile doğruluğu enson anlamda
duyulara değil de kayıtsız şartsız usun anlıksal gücüne bağlayan,
buna bağlı olarak da tümdengelimli düşünme yöntemini tek
gerçek bilgi kaynağı olarak gören usçuluk, “usdışıcılık”ın ya
da “gizemcilik”in ileri sürdüğü gibi birtakım usdışı kaynaklara
gitmek yerine, ussal olmakla tanırnil olduğunu düşündüğü insan
doğasının kendi içinde taşıdığı olanaklara sonuna dek
güvenmekten yanadır.
Tümdengelimli ya da Sentetik Apriori Yöntem
Tümevarımlı yöntemin tam karşı ucunda yer alan
tümdengelimli yöntem, her durumda genel ilkelerden,
daha "yüksek" yasalardan ya da nedenlerden, daha
"alçakta" olmakla birlikte çok daha karmaşık ve ayrıntılı
ilişki ya da olgulara geçerek izlenen bir felsefe
yöntemidir.
Varolan bütün herşeyi, dolayısıyla olası bütün bilgileri olanaklı kılan bu dayanak,
"Tektanrıcılar"ın gözünde Tanrı iken `Birciler "in gözünde Tümel
Varlık olarak düşünülmektedir.
SPİNOZA
( BARUCH
BENEDİTUS DE
SPİNOZA )
BİLİMSEL
FELSEFENİN
GELİŞİMİNDE
ÖNEMLİ BİR
KİLOMETRE TAŞI
YALNIZLIĞI VE
SADELİĞİ YAŞAM
BİÇİMİ YAPAN
DÜŞÜNÜR
NİTELİKLİ CAM
USTASI OLARAK
HEM MERCEKLERİ
HEM ÖMRÜNÜ
YONTAN,
YONTTUKÇA
DÜŞÜNEN,
DÜŞÜNDÜKÇE
ÇOĞALAN
FİLOZOF.
Felsefe sorunlarının
çözümünde
geometriye
dayanan bir yöntem
uygulamış ve bütün
düşüncelerini töz
olarak nitelediği
Tanrı kavramı
üzerinde
yoğunlaştıran
Baruch SPİNOZA
ilginç yaşam öyküsü
ve dünya görüşü ile
350 yıldır
gündemde kalabilen
bir filozoftur.
24 Kasım 1632
yılında Amsterdam’
da dünyaya,
İspanya’ dan göç
etmiş bir Yahudi
ailesinin beş
çocuğundan biri
olarak gözlerini
açmıştır. Henüz altı
yaşındayken
annesini yitiren
düşünür, yapayalnız
geçecek yaşamını
da böylece
örgülemeye
başlamıştır.
Uzun yıllar dinsel
ağırlıklı bir eğitim
görmüş olması onu
kör inançlara
saplamamış,
öğrendiği yabancı
diller ve ders aldığı
bilge kişiler
sayesinde ufku
genişlemiş,
düşünceleri
değişmiştir. Onun
düşünce derinliğine
inemeyen yaşadığı
dönemin din
adamları tarafından
aforoz edilmiş,
yazdığı kitap
yasaklanmış ve
düşünceleri ile bir
başına
bırakılarak
,yalnızlığa itilmiştir.
Yılmamış, yaşamı
boyunca kimseye
boyun eğmeyerek,
hiçbir bağışı ve
hediyeyi kabul
etmeyerek onuruyla
hayatını
kazanmıştır..Matem
atik, fizik bilgileri
sayesinde
mercekler üzerinde
çalışmalar
yapmıştır. Bir odada
sürdürdüğü
yaşamını,
mercekleri yontarak
elde ettiği kazançla,
bilgece ve
gösterişsiz bir
şekilde geçirmiştir.
Hastalıklı bedeni,
yontarken yuttuğu
tozlara ve
insanlardan
gördüğü
anlayışsızlıklara
daha fazla
dayanamayarak 21
Şubat 1677 te bu
dünyaya veda
etmiş, geride,
dünya durdukça
yaşayacak
düşünceler
bırakmıştır.
Yukarı dön
quote:
Tanrı
Spinoza, Tanrı hakkında konuşmaya başlamadan önce, ilk olarak
varlıkları ne şekilde gördüğünü, daha sonra da Tanrı’yı zaman zaman
onunla isimlendireceği cevher kavramını nasıl tanımladığını ifade
ederek başlar.
Spinoza, Etika Aksiyon I’de şöyle demektedir: “Var olan her şey, ya
kendisinde, ya da başka bir şeyde vardır”[1]. Spinoza var olanı
ortaçağ filozofları gibi ya da daha öncesinde Aristoteles’te olduğu
üzere ya kendisinde varlık (Cevher), ya da başka bir şeyde varlık
(araz –Spinoza’nın ifadesiyle tavır-) şeklinde tanımlamaktadır[2].
Spinoza böylece, Tanrı tanımına öncelikle varlığın tanımlanmasıyla
başlamış olmaktadır. Var olan her şey ya “kendi kendisiyle vardır”, bu
durumda “Cevher”[3] diye isimlendirecektir; ya da “kendi kendisinde
varolmayacaktır”, bu durumda da “tavır” diye adlandırılacaktır.
Tek olan, her şeyin ilk ve biricik olarak hür nedeni olan Tanrı, kendi
irade hürlüğüyle her şeyi meydana getirir. Spinoza’nın zorunluluk
ifadesi Tanrı’nın irade hürlüğünü engellemez. Çünkü, ona göre,
“Tanrı, her şeyin Yaratıcısıdır” (God is the Creator of all things)[16].
Tüm bunlar dışında, Spinoza’ya göre, Tanrı, İlahi özsel sıfatlara sahip
Yüce bir Varlıktır. Nitekim Spinoza’ya göre Adem, Tanrı’nın vahiy
gönderdiği ilk insandır, fakat o, Tanrı’nın Kadir-i Mutlak (Omnipotent)
ve Alim-i Mutlak (Omniscient) olduğunu bilmemekteydi. Zira o, yaptığı
hatayı ve kusuru gizlemek için kendisini Tanrı’dan saklamaya
çalışmıştır[32]. Dolayısıyla, Spinoza, bu şekilde Tanrı’nın iki önemli
sıfatına dikkat çekmekte ve bunun önemine vurgu yapmaktadır.
Öyle ki, Spinoza’ya göre, yukarıdaki vasıfları haiz bir Tanrı tüm
insanların Tanrı’sıdır. Yani, İbrânîlerin[49] iddia ettiği gibi Tanrı,
yalnızca kendilerinin Tanrı’sı değil, kendileri de seçilmiş yegâne bir
millet değildirler[50]. Dolayısıyla, ona göre Tanrı, tüm milletlerin
Tanrı’sıdır[51] ve her bir millet seçilmiş bir millettir[52].
Peygamberlik ve Vahiy
Buraya kadar olan araştırmamızda gördük ki, Spinoza, insan
düşüncesinin merkez noktasına Tanrı düşüncesini koymakta, yetkin
ve olgun insan olmanın en temel ilkesinin de Tanrı’yı bilmek ve her
zaman Tanrı bilincine sahip olmak olduğunu vurgulamaktadır. İnsan
hayatında Tanrı’yı bu kadar yücelten Spinoza’nın, ilâhî dinlerin temel
dayanaklarından olan vahyi ve onunla bağlantılı olarak Kutsal Kitabı
ve peygamberliği nasıl değerlendirdiği, onun Tanrı anlayışı açısından
büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, o, bunları kabul etmekte
midir? Yoksa tabiî din anlayışını savunanlar (deistler), panteistler ya
da ateistler gibi vahye, Kutsal Kitaba ve peygamberliğe gerek
duymamakta mıdır? Şimdi de, bu sorunu netliğe kavuşturmaya
çalışalım.
Mûcize
Spinoza, peygamberin getirdiği vahyin doğruluğunun ölçüsünün ne
olduğunu ise şu satırlarla açıklar; “Basit hayal gücü, doğası gereği,
her açık ve seçik fikir gibi kesinliği kendi içinde taşımadığından
tersine hayal gücüne, tasarlanan bir şey hakkında bize kesinlik
vermesi için, zorunlu olarak bir şeyin, yani akla uygun düşüncenin
eklenmesi gerektiğinden, bunun sonucu olarak peygamberlik,
kesinliği kendi içinde taşıyamaz. (...) Bundan dolayı, peygamberler,
Tanrısal vahyin doğruluğundan, vahyin kendisi ile değil, Tanrı’nın
vaadini duyan, ayrıca bir işaret de isteyen İbrahim Peygamber
örneğinin gösterdiği gibi, herhangi bir alâmetle emin olmuşlardır”[73].
Görüldüğü üzere, Spinoza’ya göre, peygamberliğin doğruluğu, doğru
bir fikir gibi, doğruluğu ve kesinliği kendi içinde taşınmayıp; herhangi
bir alâmetle kesinleşmektedir.
Gerçekte ise, insan anlayışını aşan ve tabiî yasaların bir süre iptal
olunarak, sebepleri tabiî yasayla izah edilemeyen veya tabiî yasaya
aykırı olan hadiseler[80] ancak mûcize diye isimlendirilebilir.
Kutsal Kitap
Her şeyden önce Spinoza, insanın Tanrı’yı bilip, sevmesinden dolayı
ortaya çıkan yüce mutluluğun ve selametin Kutsal Kitapta, haklı
olarak ve yerinde bir şekilde şan ve şeref[84] diye adlandırıldığını
belirtmektedir. Ona göre, Kutsal Kitaplar, Tanrı’nın bilinmesi ve
sevilmesi konusunda olumlu bilgiler içerdiklerinden dolayı, insanların
yetkinliğine olumlu katkı sağlamaktadır.
Daha açık bir şekilde, Spinoza, Kutsal Kitabın amacı hususunda şunu
dile getirir: “kutsal Kitabın amacı bilimleri öğretmek değildir. Bundan
kolayca şu sonuç çıkarılabilir ki, o, insanlardan bilgisizliği değil,
sadece itaat ister ve itaatsizliği mahkum eder”[86]. Dolayısıyla, tüm
Kutsal Kitapların en genel, en temel öğretisi, tapılması gereken tek bir
Tanrı olduğu, Onun her şeye gücü yeten üstün bir varlık olduğu,
Onun her şeyle ilgilendiği, kendisine tapılan ve başkalarını kendisi
gibi seven insanları herkesten fazla sevdiğidir[87].
Tüm bunların yanında, Spinoza’ya göre, Kutsal Kitabı sadece bir emir
ve yasaklar bütünü olarak gören ve ona itaat ederek, onu ve içindeki
kıssaları, benzetmeleri, herhangi bir tartışma konusu yapmadan
kabul eden halkın dışında; Kutsal Kitapta insan dilinin
açıklayamayacağı ölçüde sırlar bulunduğunu ve bu şekilde dinin içine
bir çok felsefî tartışmalar sokmuş olan kilise babaları da
bulunmaktadır. Bunlar, kiliseyi akademiye, dini bilime, daha farklı bir
ifadeyle kiliseyi bir atışma, çekişme ve tartışma alanı haline
getirmişlerdir[90]. Yine, dinle felsefe alanını birbirine karıştıranlar da
bunlardır[91].
İman
Spinoza, Kutsal Kitap, peygamberlik ve vahiy gibi hususların yanında,
bunların ortak amacı ve vurgusu olan iman konusuna da dikkat
çekerek imanı şöyle ifade eder: “İman, Tanrı hakkında, bilinmemesi
Tanrı’ya itaati ortadan kaldıran ve bu itaatin varlığı için varolması
zorunlu olan şeyi bilmektir”[92].
Dolayısıyla, ona göre, imanın aktif bir yönü de vardır. İman bilmeyi ve
eylemi içermektedir. “En iyi nedenlere sahip olan, en iyi inanca sahip
değildir; en iyi inanca sahip olan, adalet ve sevgi yönünden en iyi
davranışlarda bulunandır”[93]. Görüldüğü üzere, Spinoza, imanın
amele dönüşmesi gerektiğini düşünmektedir. İman, adalet ve sevgi
gibi davranışlara yansımalıdır. Şayet iman, davranışlara
yansımıyorsa böyle bir imanın iman olmasından söz
edilememektedir. Yani, Kutsal Kitapta ifade edildiği gibi, amelsiz bir
iman, boştur ve ölüdür[94]. Yine biz, Tanrı’nın, esas olarak ve
potansiyel olarak her yerde hâzır ve nâzır olduğunu, mutlak iradesiyle
(fiat) ve kendi tabiatının zorunluluğu ile her şeyi kuşattığını ve
yönettiğini kabul etmiyorsak, böyle bir iman da etkisizdir[95].
Akıl-İman Uygunluğu
Spinoza’ya göre Kutsal Kitap, tabii aklın zıddına hiçbir şey öğretmez.
Yani, Kutsal Kitaplar anlamsız şeyler içermezler. Dolayısıyla, Kur’an
ve Talmud gibi Kutsal Kitaplarda tabii aklın ışığıyla çelişen hiçbir şey
bulunmaz[98].
Sonuç
Spinoza, Kutsal Kitapların ve dinin temelde çelişki içermediğini ve
çatışma önermediğini, ancak kiliselerin böyle bir sürece girdiğini
düşünür. Yani dinle felsefe, akıl ile vahiy veya akıl ile iman hiçbir
zaman çatışma nedenine sahip değildir. Fakat kilise, hem
yönetimlerle hem de felsefe ve bilimle zaman zaman çatışma içine
girmiştir. Kısacası, ona göre, Hıristiyan dünyası içinde çeşitli görüş
ayrılıkları ve çatışmalar çıkmasının en temel nedeni, kilise babaları ya
da teologların Kutsal Kitabı, halkın anlayamayacağı ölçüde sırlar ve
spekülasyonlar haline getirmesidir. Bunlar, kiliseyi de çekişme ve
atışma alanı haline getirmiştir. Dolayısıyla, Spinoza, ne Kutsal Kitabı,
ne peygamberliği ne de vahyi salt bir şekilde reddetmez. Ancak, o,
Kutsal metinlerden hareketle bazı noktalara eleştiriler getirmektedir.
[3] Don Garrett’e göre Spinoza için Tanrı, yegane (the only)
Cevherdir. Yani o, Tanrı’yı Cevher ve Tabiat (Nature) diye de
adlandırır. Dolayısıyla ona göre, cevher, mutlak olarak Tanrı’ya izafe
edilen bir terimdir. Ancak bunun yanında Tanrı sayesinde var olan
varlıklar da “yaratılmış cevherler” (created substances) şeklinde
isimlendirilirler. Tanrı’nın yarattığı ve koruduğu söz konusu tüm
yaratıklar nedensel olarak Ona bağlıdır. Spinoza’ya göre, yaratılmış
cevher iki çeşittir. Yer kaplayan cevher (extended substance) ve zihin
sahibi cevher (minded substance). Yer kaplayan –muhit olan-
cevherin temel niteliği (principal attribute) yayılmadır -genişlemedir-
(extension). Zihin sahibi cevherin temel niteliği ise düşünmedir
(thought). The Cambridge Companion to Spinoza Edited by Don
Garrett, Cambridge Univ. Press, New York 1996, s. 4 (Introduction);
Genevieve Lloyd’a göre ise Spinoza’da, cisimsel (body) ve zihinsel
(mind) varlıklar; yer kaplayan cevher (substance extended) ve
düşünen cevher (substance thinking) diye isimlendirilmektedir.
Genevieve Lloyd, Spinoza and the Ethics, Routledge, London 1996,
s. 49; krş. John Caird, Spinoza, UMI, Philadelphia 1888, s. 176-177.
[8) Joseph Ratner, Spinoza on God, UMI, New York 1997, s. 32.
[31] Spinoza, Etika, Böl. II, Önerme VII, Scolie, s. 87-88; Bk. T.P.T.,
s. 16, 90, 93. Spinoza, Kutsal Kitapta Tanrı’nın ateş içinde ve bir
bulut arkasında gibi görüldüğünü belirtir. Kitabı Mukaddes, 34/5: “ Ve
Rab bulutta indi, ve orada onunla durdu, ve Rabbin ismini ilan etti”;
Tesniye, 5/4: “Rab dağda ateşin içinde sizinle yüz yüze söyleşti”;
Ayrıca Bk. Tesniye, 9/13.
[33] Spinoza, T.P.T., s. 93, 94; Bk. Letter XXXV to Hudde (A.Wolf,
age, s. 221); Letter LXXV to Oldenburg (A. Wolf, age., s. 348).
[35] Spinoza, T.P.T., s. 38, 104, 187, 188, 193, 270 (Note); P.C.P., s.
152; Letter LXXV to Oldenburg (A. Wolf, age, s. 348-349).
[47] Spinoza, P.C.P., s. 128-129; krş. Spinoza, Etika, s. 44, 49, 50,
54, 61, 70 (her şey Tanrı’dadır).
[50] Spinoza, T.P.T., s. 46, 47. Ayrıca Bk. s. 8, 44, 53, 54.
[66] Spinoza, age, s. 29, 35, 49; krş. 100, 175, 176, 190, 196.
[72] Bk. Spinoza, Letters, Letter XLII (from Velthuysen), Letter XLIII
(to Osten), Letter LXXVI (to Burgh) A. Wolf, age, s. 254, 258-259,
354.
[102] Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, Vadi yay., Ankara 1996,
s. 100.
[113] Spinoza, Etika, s. 44, 49, 50, 54, 61, 70; Spinoza’nın ifadesi şu
şekildedir: “var olan her şey Tanrı’dadır” ya da “her şey Tanrı’dadır”.
İngilizce olarak ise, “whatever is, is in God”, “Everything is in God”,
“everything exist in God”, “all things that are, are in God”, “all things
which are, are in God” ve “all things are in God” şeklinde ifade
edilmiştir. Burada “is in God” yani Tanrı-da-dır kullanımı, ifade etmek
istediğimiz düşünceyi en iyi şekilde ortaya koymaktadır.
Yukarı dön
quote:
Sonuç olarak, Spinoza’ya göre, hür bir insan yalnız aklına göre; ölüm
korkusuyla yaşayan ve yöneltilen birisi değil, fakat doğrudan doğruya
iyi olanı isteyen, faydalı olanın aranması için yaşayan ve varlığını
koruyan kimsedir. Bu kimsenin yaşadığı bu ruh hali de, hayat
hakkında derin bir düşünce hali olan bilgeliktir; Bilge kimsenin
tavrıdır.[41]
Öyle ise, hür bir insanda tam zamanında bir kaçış ve savaş, aynı ruh
metanetinin kanıtlarıdır. Başka bir deyişle, hür insan aynı ruh niteliği,
zeka uyanıklığı ile savaş kadar kaçmayı da seçer. Spinoza’nın
burada ifade etmeye çalıştığı ruh metinliği; bir ferdin yalnızca aklın
emri ve dolayısıyla, kendisini koruması için çabalamasını sağlayan bir
arzudur.[44] O, tehlike denilince kastettiği şeyi de şöyle açıklar: “Ben
tehlike denilince keder, kin, ahenksizlik, v.b. gibi herhangi bir
kötülüğün nedeni olan her şeyi anlıyorum.”[45]
Spinoza’ya göre, hür insanın diğer bir özelliği de, eğer bilmeyenler
(cahiller) arasında ise, gücü yettiği kadar onların iyiliklerinden,
onlardan gelecek faydadan kaçınmaya çalışmasıdır.[46] Diğer
taraftan, hür insan, başka insanlarla kendi arasında bir dostluk bağı
kurmaya çalışır, bunun için de, onlara kendi sanılarında eşit diye
hükmolunan bir takım iyilikler yaparak değil, kendisini ve başkalarını
aklın hür hükmüne göre yönelterek ve yalnız birinci yeri tuttuğunu
bildiği şeyi yaparak bunu gerçekleştirir. Öyle ise, hür insan,
bilgisizlere karşı kin beslememeli, onlardan nefret etmemeli ve
onların istek ve iştahlarına değil, yalnız akla işi bırakmak için mümkün
olduğu kadar onların yaptığı iyiliklerden kaçınmalıdır.[47]
a- Düşünce hürriyeti
b- İnanç Hürriyeti
SONUÇ
Alemde her şeyin zorunlulukla ortaya çıktığına inanan Spinoza’ya
göre, mutlak anlamda tek hür varlık Tanrıdır. Ancak, böyle olmakla
birlikte, ona göre, ikinci olarak da insanın hürlüğünden
bahsetmemizde bir sakınca yoktur. Zira, bizler kendi varoluşumuzun
farkında olarak Tanrı’yı bildiğimiz ve eylemlerimizin nedenleri
hakkında uygun ve doğru fikre sahip olduğumuz ölçüde hür ve
özgürüz demektir. Bununla birlikte özgürlüğün de bir derecesi vardır
ve özgürlük zorunluluğun bilincinde olmakla belirlenir. Yani gerçek
özgürlük, kendi tabiatımızın zorunluluğunu bilmek, buna uyum
sağlayabilmektir. İnsanlar bilmediklerinin esiri olduklarından, ancak
zorunluluklarını bildikleri ve söz konusu zorunluluklarının bilincine
ulaştıklarında özgür olabilirler. Dolayısıyla Spinoza, özgürlüğü
düşüncede bulmaktadır. Ayrıca, özgürlüğü, ilk kez o, zorunluluğun
bilinmesi olarak anlamıştır.
KAYNAKÇA
1. Akarsu, Bedia, Felse Terimleri Sözlüğü, Altıncı Baskı, İst., 1997
2. Antony, Flew, A Dictionary of Philosophy, London,1979
3. Arıcan, M.Kazım, Spinoza’da Din ve Tanrı, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Enst., Ankara,1996
4. Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Ank. 1996
5. Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, Üçüncü Baskı, İst.,1992
6. Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ank.,1986
7. ------------------------, Din Felsefesine Giriş, Ank. 1998
8. Billigton, Ray, Felsefeyi Yaşamak, Çev., Abdullah Yılmaz, İst, 1997
9. Bolay, S.Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Yedinci
Baskı, Ank.,1997
10. Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü,İkinci Baskı, Ankara, 1997
11. Diane, Collinson, Fifty Major Philosophers – A Reference Guide
(Routledge), New York, 1987
12. Durant, Will, Kıssatü’l Felsefe, Arapçaya Çev.: Fethullah el-
Muşa’şa, Beyrut, Tarih yok
13. Erdem, Hüsamettin, Bazı Felsefe Meseleleri, Konya, 1999
14. -----------------------, Panteizm ve Vahdet-i Vücut Mukayesesi,
Ankara,1990
15. Frederik, Compleston, Felsefe Tarihi, Çeviren: Aziz Yardımlı, Cilt
4, İst.,1991
16. G.W.F., Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev., Cenap
Karakaya, İst., 1991
17. -----------------, Mantık Bilimi, çev.,Aziz Yardımlı, İst., 1996
18. -----------------, Seçilmiş Yazılar, çev., Nejat Bozkurt, İst., 1986
19. -----------------, Tarihte Akıl, Üçüncü Baskı, İst., 1995
20. -----------------, Tinin Görüngü Bilimi, çev., Aziz Yardımlı, İst., 1996
21. Hobbes, Thomas, Leviathan, çev., Semih Lim,İst.1995
22. Jasper, Karl, Felsefe Nedir?, İkinci Baskı, İst.,1995
23. Kaufmann, Hegel, Üzerine Yorumlar, çev., Aziz Yardımlı, İdea
yay.,İst.1997,
24. Kierkegaard, Sören, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, çev.,M.
Mukadder Yakupoğlu, İst.,1997
25. Korlaelçi, Murtaza, Vahdet-i Vücut Panteizm midir?, Ankara, Mart
1992
26. ----------------------, Panteizm ile Vahdet-i Vücudun
Mukayesesi,Türk Kültürü ve Felsefe Panelleri, Kayseri, 1992
27. Mark, T.Carson, Spinoza’s Theory of Truth, New York, 1972
28. Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Dördüncü Baskı, Ankara, 1995
29. Richard, H. Popkin, Avrum Stroll, Philosophy, Oxford, 1986,
30. Roy,Weatherford, The İmplication of Determinism, New York,
1991
31. Russell, Bertrant, Batı Felsefe Tarihi, Çev. Muammer Sencer, İst.
1994
32. Spinoza, A Theologico-Political Treatise and A Political Treatise,
(Tractatus Theologico-Politicus) İng. Çev., R.H.M.Elwes, New York,
1951
33. ----------, Geometrik Düzene Göre Kanıtlanmış Ve Beş Bölüme
Ayrılmış Olan ETİKA (Ethica, Ordine Geometrico Demonstrata Et
Inquınque Partes Dıstıncta, ınquibus agitur), Fransızcadan Çev., H.Z.
Ülken, İst., 1984
34. ----------, On The İmprovement Of The Understanding (Tractatus
De İntellectus Emendatione), Trans., Joseph Katzs, New York, 1988
35. Stanley, M. Honer, Thomas C. Hunt, Felsefeye Çağrı, çev.,
Hasan Ünder, Ank.1996
36. Stumpf, Samuel Enoch, Philosophy: History and Problems, New
york, 1989
37. Taylan, Necip, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, İst.,1998
38. Tülin, Bumin, Hegel,Alan yay., İst., 1987
39. ----------------, Hegeli Okumak, Kabalcı yay., İst., 1993
40. Tülin, Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, İst.,
1996
41. Vorlander, Karl, Felsefe Tarihi, c.2, Osmanlıca’ya çev. Orhan
Saadettin, İst. 1928
42. W.T., Stace, Hegel Üzerine, çev.; Murat Belge, Ank. 1986
43. Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çeviren: H. Vehbi Eralp, Beşinci
Baskı, İst.,1993
44. Wolfson, A. Harry, The Philosophy of Spinoza, New York, 1961
--------------------------------------------------------------------------------
[16] Spinoza, a.g.e., Tanım III, s.27, cevher, sıfat, tavır için bkz., s.28-
29, Ayrıca bu konudaki yorumlar için bkz., Mehmet Aydın, Din
Felsefesi, Selçuk yay., İst., 1992, s.181, Necip Taylan, Düşünce
Tarihinde Tanrı Sorunu, Ayışığı yay., İst., 1998, s.21-22,
[20] Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev., H. Vehbi Eralp, Sosyal yay.,
İst., 1993, s.230
[23] Spinoza, a.g.e., Önerme XXIX, s.61, Ayrıca belirtmek gerekir ki,
Spinoza’nın burada ifade ettiği ilahi tabiatın zorunluluğu ile hareket
etme anlayışı, ilahi determinizm (divine determinisme) diye anlatılmak
istenen determinizm şekline benzemektedir. Bkz., Richard H. Popkin,
Avrum Stroll, Philosophy, Heinemann Professional Publishing Ltd.,
Oxford 1986, s.129, Ray Billigton, a.g.e., s.324
[26] Karl Jasper, Felsefe Nedir?, Çev., İ. Zeki Eyuboğlu, Say yay.,
İst., 1995, s.71, Felsefi düşünce sistemi içinde Spinoza’nın hürriyet
anlayışına benzer bir çok hürriyet anlayışları vardır. Ancak, biz,
Spinoza’yla çok yakınlığı olduğunu düşündüğümüz Jasper’in hürriyet
anlayışını yalnızca bir örnek olması açısından verdik. Yoksa, daha
fazla detaya girerek asıl konumuzu dağıtmak amacında değiliz.
[34] Panteizm konusunda daha fazla bilgi için bkz., Murtaza Korlaelçi,
Vahdet-i Vücut Panteizm midir?, Felsefe Dünyası, s.3, Ankara, Mart
1992, Korlaelçi M., Panteizm ile Vahdet-i Vücudun Mukayesesi, Türk
Kültürü ve Felsefe Panelleri, Erciyes Üniv., Yay., No:29, Kayseri,
1992, Hüsamettin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücut Mukayesesi,
Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990, Erdem, H., Bazı Felsefe
Meseleleri, Hü-er yay., Konya, 1999, s.152-vd., İ Ertuğrul Fenni,
Vahdet-i Vücut ve İbn Arabi, İnsan yay., İst., 1991, Mehmet Aydın,
a.g.e., (Panteizm), s.179
[36] Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ank., 1996, s.125
Yukarı dön
Yukarı dön
Katılma Tarihi: 06.12.2001 Spinoza, tümtanrıcı (panteist) olarak bilinir ve bu sıfat, kelimenin
Yer: Turkey ancak XVIII. yy'da ortaya çıkmış olması bakımından zamansızsa
Bağlantı Durumu: Offline da, onun düşüncesinin bir özelliğini çok iyi özetler.
Gönderilenler: 4109
Tanrıtanımaz (ateist) olmadığını savunan Spinoza, hiçbir aşkın
tanrısallığı da kabul etmez. Doğa gerçeğin tamamıdır ve onun Tanrı
dediği şey de bu bütündür. Onun var olduğunu söylemek azdır. O,
ebedî zorunluluğu ve sonsuz üretkenliğiyle varoluşun ta kendisidir.
O halde, kendi kendinin nedeni olan (causa suı) Tanrı'daki her şey,
aynı nedenle, onun içerdiği her şeyin de nedenidir (geçişli değil,
içkin), dolayısıyla Tanrı, Doğa'dan başka bir şey değildir («Deus
Sive Narura» yani, «Tanrı, Doğa demektir”. Özetle, Doğa hem her
şeyin nedeni (Spinoza'mn Doğa'yı yaratan Doğa adım verdiği şey)
hem de sonuçlarının tümüdür («Yaratılmış Doğa»).
Yukarı dön
quote:
Dostca selamlar
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
O halde insan nedir? Düşünen bir hayvan mı, siyasî bir hayvan mı,
düşünen bir şey mi? İnsan «krallık içinde bir krallık» değildir: o,
düzenini izlediği Doğa'nın bir parçasıdır. Her varlık gibi insan da
varlık içinde tutunmaya çabalar ve bu çaba (conatus) hem ruhla
hem de bedenle ilişkili olduğundan istek olarak adlandırılır.
Bu istek bilinçli (bir durumda Spinoza daha çok arzudan söz eder)
de olabilir, bilinçsiz de, ama bu, onun doğasını
değiştirmez: «Gerçekte, insan isteğinin bilincinde olsun veya
olmasın, bu istek değişmez.» lşte, tam da bu yüzden,
filozof «insanın iştahıyla arzusu arasında» gerçekte hiçbir fark
görmemektedir. Spinoza, arzu kelimesiyle «bizim istek, irade, arzu
veya içtepi» kelimeleriyle, ifade ettiğiniz, insan bünyesinin her türlü
çabasını anlamış olabilir. «Arzunun insanın özü olduğunu yazarken
de bu anlama dayanmıştır.
Axis 2000
Yukarı dön
YÖNTEM
Bu aynı hava, insan doğası ile davranışlarının son derece büyük bir
soğukkanlılılıkla incelendiği Spinoza 'nın pratik felsefesine de
egemendir. İster dinsel yönelimli ister laik yönelimli olsunlar
geleneksel ahlâkçıların hemen bütününe karşı Spinoza , insan
istencinden ya da arzularından bağımsız bir dizi saltık
değere başvurarak insan eylemlerinin açıklanmaya
çalışılmasının ümitsiz bir çaba olduğunun bütünüyle
ayırdında olunduğu bir felsefe çizgisi uyarınca yürümenin
gereğini savunmaktadır.
Yukarı dön
Mrb;
Katılma Tarihi: 05.05.2003
Ynsanlara ve yorumlaryna bakyyorum da, galiba birçok Spinoza
Yer: Turkey gelmi? bu dünyaya...herkes alabildi?ince kendine uyan görü?lerini
Bağlantı Durumu: Offline almy? ve yazmy?...felsefe öznelli?in yadsyndy?y yerde felsefe
Gönderilenler: 243 olacaktyr...nesnellikten uzak felsefe ancak onun felsefesi, bunun
felsefesi olur, bizse burda Spinoza' nyn felsefesinden bahsediyoruz,
ba?kalarynyn onu nasyl yorumlady?yndan de?il...panteist bir
filozofu mantyksyz yollarla dinlere yakla?tyrmaya çaly?mak ne
kadar usdy?y bunu herkes görebiliyordur herhalde...
sevgiler
Yukarı dön
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?
ek=ktp&haberno=2662&tarih=22/04/2004&ek_tarihi=16/04/2004
Katılma Tarihi: 06.12.2001
Yer: Turkey
Bağlantı Durumu: Offline
Gönderilenler: 4109
Yukarı dön
Merhabalar,
Katılma Tarihi: 04.07.2004
Yer: Turkey aşağıda belirtmiş olduğum konu ile ilgili yardımcı olursanız
Bağlantı Durumu: Offline sevinirim.
Gönderilenler: 1
Şimdiden teşekkürler..
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
Yukarı dön
ikincisi; 17. yy'da kimler mercek kullanır? şimdiki gibi her gözü
bozulan gözlük takmıyordu herhalde. kimler olduğunu söyleyelim;
astronomlar, biyologlar vs. yani bilimadamları. bu ne demek? bu
adamın müşterileri de böyle bir kesim demek. yani üst entellektüel
tabakayla sürekli bir alışveriş içinde yaşayan bir adam.
Yukarı dön
Yeni
Yukarı dön
descartes’in düşündüğü biçimiyle,felsefenin görevi öznenin
bakış açısından dünyanın (bernard williams’ın
betimlemesiyle)”mutlak algılama”sına
yükselmekti;yani,dünyanın,o dünyada olmayan bir görüş
açısından algılanmasına.bilgi,bilinenin betimlenmesinden,öz
nenin silinmesinde oluşur.arı usun eleştirisi başlıklı
eserinde,kant,özneye yönelik tüm göndermelerin bu biçimde
temizlenmesinin ne olanaklı ne de istenilen bir şey olduğunu
kesin bir biçimde gösterecekti:dünya,özbilinçliliğin iziyle katı
bir biçimde damgalanmış
olarak,benimdünyamdır.ancak,spinoza’ya göre,mutlak
algılama varsayımı temel niteliktedir;çünkü “yeterli” bilgi tam
olarak bundan oluşmaktadır.
__________________
www.kardesinisec.com
yüzemez yunuslar çaylar içinde
deniz vurgununun yaresi bir hoş
aşık mahzuni şerif
Yukarı dön
Arodopman yazdı
Yukarı dön