You are on page 1of 241

DEEPAK CHOPRA

MELEK YAKINLARDA
© 2000, Boldergate Ltd.
Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Türkiye'de Yayın Hakkı
© 2002, inkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.

Bu kitabın her türlü yayın hakları,


Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince
inkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ye aittir.

Dizgi ve Sayfa Düzeni


Beyhan özer-Alper Oruç
Kapak Tasanm
Ömer Küçük
Redaksiyon
Serap Çakalır
ISBN
975-10-1828-5
02-34-Y-0051-0155

Baskı
ANKA BASIM
Matbaacılar Sitesi No: 38
Bağcılar-lstanbul
02 03 04 05 6 5 4 3 2

.....
••
·u· -
INKD.AP
Ankara Caddesi, No: 95
Sirkeci 3441O 1STAN BUL
Tel: (0212) 514 06 10 - (Pbx)
Fax: (0212) 514 06 12
Web sayfası: http://www.inkilap.com
e-posta: posta@inkilap.com
DEEPAK CHOPRA

Melel<
Yalanlarda
"The Angel is Near"

Roman

BİRDEEPAKCHOPRA VE MARTIN GREENBERG ROMANI

Çevirenler:
Tayfun Evyapan-Levent Kartal
Seda Toksoy

....
•• . -
•irlNKllAP
Yazar, bu kitabın hazırlanmasında emeği geçen
Rosemaıy Edghill'e teşekkür eder.
SrFIR N OKTAsr...
8 MAYIS 1999

"Ç ıplak gerçekler benim icat edebileceğim her şeyden


çok daha inanılmaz. Dünyada ilk kez bir melek ele geçirilmek
üzere. Çok az sayıda kişiye önceden bilgi veriliyor. Ben bunu en
yüksek yetkiliden öğrendim. Tanrı'nın kendisinden değil kuşku­
suz, fakat eğer.. "
Adı Marvell olan adam, ince uzun parmağıyla kayıt cihazı­
nın düğmesine bastı, makine durdu. Kasetin birkaç santimetre­
sini silerken bir vınlama sesi geldi. Tekrar kayıt düğmesine bas­
tı. Bu kez daha dikkatli, daha sakin, anlaşıldığından emin olmak
için sık sık durarak konuştu.
"15 Haziran, sayfa bir, paragraf bir: Dünyanın gözden
uzak bir köşesinde bir mucize gerçekleşmek üzere. Yüzyıllar bo­
yunca insanlar, meleklerin varlığına inanç ve vizyonları aracılı­
ğıyla inandılar. Geçmişte inanç ve bu vizyonlar meleklerin varlı­
ğını kanıtlamaya yetiyordu. Tanrı'nın, ruhun, hatta dürüst ol­
mak gerekirse İsa'nın bile varlığını kanıtlamanın yegane yolu,
inanç ve vizyonlar oldu - kahretsin!"
Tekrar tuşlara basmaya çalıştı ama parmakları birbirine do­
landı ve basmak istediği tuşu atladı. Cihaz çılgınca vınlamaya
başladı. Rhineford Marvell bitkin düşmüş, aşırı mutluluğun ver­
diği heyecanla, kendini aldatıyor olma korkusu birbirine karış­
mıştı. Alnında ter damlacıkları belirdi, koltukaltlarında halkalar
oluştu. Kapıya hafitçe vurulduğunda arkasına dönmedi.
8 DEEPAK CHOPRA

"Ford, hayatım?" Karısı Beth'di. Sesi ürkek ve cansız geli­


yordu. "Seni rahatsız etmek istemedim ama.. "
"Ben çalışırken kapıyı vurup içeri girmek rahatsız etmek
değil de nedir?" dedi Marvell soğuk bir tavırla.
Beth şansını bir kez daha denemeden önce utanarak du­
raksadı. "Bir şeyler yemelisin. Bugün iki defa dışarı çıkıp geri
döndüm ve bu kapı ti.im bu süre boyunca hiç açılmadı. İyi ol­
duğuna emin misin?"
"Sana söyledim, yemek istediğim zaman bunu ilk bilen sen
olacaksın."
Sesinin tonundan yalnız kalmak istediği kolayca anlaşılabi­
liyordu. Hala arkasına dönmemişti. Kapının sessizce kapandığı­
nı duydu. Kendisini garip bir şekilde yenilenmiş hissederek ka­
yıt tuşuna bastı.
"Büyük olay durdurulamayacak. Tetikte olun, işaretleri
bekleyin. Yakında herkes sınanacak. Öyle destansı bir ziyaretin
eşiğindeyiz ki, imparatorlukların yükselmesi ve çöküşü bunun
yanında sonsuzluğun kıyılarına vuran dalgacıklar kadar önemsiz
kalacak."
Şimdi kendisini daha güçlü hissetmeye başlamıştı. Her şey
yerli yerine oturuyordu. Habercilerin insanlığa söyleyeceği ina­
nılmaz şeyler vardı. Yakında görünecekler ve kendilerini olağa­
nüstü bir şekilde tanıtacaklardı. Ne kadar ayrıcalıklı olduğunu
düşünürken içine büyük bir mutluluk yayılıyordu. Marvell'in
bütün sırlarını öğrenmesini istiyordu onlar. Marvell de buna ha­
zırdı. Kendisini seçmekle yanılmamışlardı. Oynadığı gizli rolü
düşünerek gülümsedi. Her şey ortaya çıkıp binlerce gazeteci
kendisiyle röportaj yapmak için yaygara kopardığında Beth ona
inanacak mıydı? Kuşkunun gölgeleri ardından karısına seçilmiş
birisiyle evli olduğunu kanıtlamak güzel olacaktı.
TuTsAK

"B urası benim tüylerimi ürpertiyor, büyük iş," diye mı-


rıldandı Krause, Ml6 tüfeğini bir omzundan ötekine geçirdi.
"Belki de mayınlardır," dedi devriye arkadaşı Linville. Se­
sinde duygu yoktu. "Seni Cesur bilirdik."
"Hadi ordan," dedi Krause. Müttefikler girdiklerinde te­
mizleyiciler iyi iş başararak ortalığı mayından arındırmışlardı.
Krause karanlıkta göremediği ayaklarına gergin bir bakış fırlattı.
Ne olacağını hiçbir zaman bilemezdiniz.
Kosova'da yağmur yağıyordu. Büyük acılar çekmiş bu top­
raklar, kuzey Ak.deniz'in engebeli yapısıyla uzanıp giden vahşi
güzellikte, yeşil ve verimli bir doğa parçasıydı.
Güçlük.le çamurdan aşağı kayan askerlerden biri olan Kali­
forniya'dan Mendocino'lu çavuş David Linville'e bu arazi ken­
di yurdunu hatırlatıyordu. Arkadaşı Jann Krause, Kansas'lıydı.
Dar vadilerle kesilen dik tepeler bu yorgun çiftlik kızının sinir­
lerini germişti. Ağaçların karanlıkta kaybolan tepelerinde siper
alan keskin nişancılar görüp duruyordu.
Yedinci Hava Birliği'ne ait alçaktan uçan casus uçakları
bölgede şüpheli bir hareketlilik belirlemiş, durumu üstlerine ra­
por etmişti. Hareketlilik yerinde bir deyim değildi. Şömine ate­
şi olamayacak kadar büyük, orman yangını için ise fazla küçük
bir parıltıydı bu. Haritalarda Sv. Arhangcli olarak geçen bomba­
lanmış küçük köyün ortasındaydı. Uçağın kamerasındaki film
sisliydi. Bu da bölgeye devriye günderilmesi için yeterli oldu.
10 DEEPAKCHOPRA

Krause ile Linville bir süre sessizce yürüdüler. Yanlarında


kameralar ve radyasyon dedektörleri taşıyorlardı. Krause, bom­
ba tertibatlannda kullanılan kimyasalları belirleyen aygıtı sırtına
geçirmişti. Olay büyümeyeceğe benziyordu. Her ikisinin de bü­
tün istediği, Arhangeli'yc gidip işlerini bitirdikten sonra sağ sa­
lim kışlaya geri dönmekti.
"Hey," dedi Krause ortalık yerden, "Meryem Ana'nın bu­
ralardan olduğunu biliyor muydun?"
Linville yavaşlamadı. Etrafındaki karanlık yumuşak ve hoş­
tu. Bölge terk edilmişti. Hemen hemen güvenliydi. "Uyduru­
yorsun."
"Hiç de değil. Tompkins önceki gece anlattı. Bir grup ço­
cuğa görünüyormuş."
"Şanslı çocuklar," dedi Linville dalgın bir şekilde. "Bir sü­
re burada beklesek?" Yol hafifçe yükselerek tepelik bir yere ulaş­
mıştı. Tek tük dağınık ışıktan oluşan köy hemen aşağılarda ol­
malıydı. Evler, geriye belirsiz geometrik şekillerden, eğri büğrü
yığınlardan oluşan bir ova kalana dek bombalanmış, yıkılmış,
topa tutulup dinamitlenmişti. Bir zamanlar beyaz olan, şimdi
puslu gecede seçilemeyecek bir griye dönüşen kilisenin az ileri­
de olduğunu biliyorlardı.
Krause homurdanarak ağır sırt çantasını yere indirip üzeri­
ne oturdu. Çantasından arazi dürbününü çıkararak bulutların
arasından sıyrılan ayın aydınlattığı çevreyi incelemeye koyuldu.
Hedefleri sonunda görüş alanlarına girmişti.
"Her şey yolunda gibi görünüyor," dedi. Linville başıyla
onayladı ve çantasına uzandı. Sesi duyduklarında henüz ayağa
kalkmışlardı.
Ses, hafif bir uğultu, etraftaki tepelerden yankılanan, uzak­
lardan gelen derin bir boru sesine benziyordu. Yerin altlarına
gömülü bir müziğin ağlayışları gibiydi.
"Tuhaf bir ses bu ahbap. Bir çeşit kamyon kornası filan
mı?" dedi Krause, uzayıp giden bir sürenin ardından.
Melek Yakınlarda 11

"Kesin öyledir," dedi Linville dalga geçer gibi. "Hiç aç


kamyon sesi duydun mu? Belki de, avını korkutup korkutmama­
yı da umursamayan bir kamyonun sesidir bu. "
"Niyetin beni korkutmak mı? Ses kesinlikle şu taraftan ge­
liyor." Krause kilise yönünü işaret ediyordu.
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Çok daha uzaktan ge­
liyormuş gibiydi," dedi Linville dikkatle.
"Belki de," Krause durmuş, bu dünya dışı yankıları dinli­
yordu.
"Gidip bakalım. Bize bunun için yüklü para ödüyorlar, de­
ğil mi?"
Yankılanan son sesler hırıltılarla birlikte sessizliğe gömül­
dü. İki asker ağır adımlarla ilerledi. Kilise bahçesinin duvarları­
na ulaşmaları neredeyse yarım saatlerini aldı. Kilisenin ardına
dek açık kapısına yaklaştıklarında ağlama sesi daha yüksek per­
deden yeniden başladı. İnsanı ipnotize eden etkisi şimdi daha da
güçlüydü.
"Siper al," diye emir verdi Linville sertçe.
İki asker, sıvalı duvarın yanında birbirlerine bakarak yere
yattı.
"Devam et çavuş," diye fısıldadı Krause, "Ben seni koru­
rum."
"Sen git," diye çıkıştı Linville. Sanki ateş altındaymış gibi
davranan Krause'un kendisiyle dalga geçip geçmediğini anla­
mak istiyordu.
"Az önce bir şey hatırladım," dedi Krause. Sesi şimdi nor­
maldi. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
"Ne?"
"Org. Bu eski bir kilise, mutlaka bir orgu vardır. Belki içi­
ne kedi girmiştir."
Linville başını salladı. "Bu şey elektrikle çalışmaz mı? Bu­
rada elektrik ne arasın?"
12 DEEPAKCHOPRA

Krause yerle bir olmuş köye baktı. "İyi bir soru." Derin­
den gelen ses tekrar sessizliğe gömüldü. Bu esrarengiz durum
Krause'u tuhaf bir şekilde rahatlattı. "Hadi, gidelim."
Linville, içeri giren arkadaşını izledi. Görünürde, harabe
haline gelmiş kilisenin içinde org yoktu. Yıkılmış çatının parça­
lanmış kalaslarının arasından yağmur yağıyordu. Ortalıkta çürük
ve nem kokusu vardı. Linville kararsızca kürsüye yürürken Kra­
use onu korumak için döndü. Sessizliğe rağmen, savaşçı güdü­
leri ona uğursuz bir şeylerin döndüğünü söylüyordu.
"Burada hiçbir şey kalmamış," dedi Linville biraz rahatla­
yarak. "Yanabilecek her şey çoktan kül olmuş." Buraya sığınan
askerlerin ya da mültecilerin konaklamalarından kalan küçük
ateş izlerini işaret etti. Cüppeli rahiplerin duvar resimlerindeki
yüzler gelişigüzel karalanmıştı, kurumuş kanla kaplıydı. Linville
el fenerini açtı. Sunağın üzerinde, NATO'nun Kiril alfabesiyle
yazılı biçimi olan HATO görünüyordu. Fakat iki şekilde de
okuyabilirdiniz.
Krause, şüpheli aktivite bulma umuduyla kimyasal madde
detektörüyle duvarları tarıyordu. Linville, StarTac'i çıkarıp ko­
mutanın numarasını çevirdi.
"Haydi Teğmen. Aç şu zırıldayan telefonu da biz de evi­
mize dönelim."
Krause döndü ve ellerini yana açarak omuzlarını silkti. Bu­
rada bulunacak hiçbir şey yoktu, ne radyasyon ne de patlayıcıla­
ra ait kimyasal belirtisi. Aletleri yerleştirmeye başladı.
"Churchill."
"Teğmen, ben Lindville. Hedefe saat 23:00 civarında ulaş­
tık, fakat şimdiye kadar hiç.."
Tam o anda ses ortalığı yeniden gümbürtülerle doldurdu.
Orga benzer uğultu yıkıntıya dönmüş mekanı okyanus dalgası
gibi kapladı. Aynı anda, iki Amerikan askeri ortalığın güçlenip
yayılan bir ışıkla aydınlandığını fark etti.
Melek Yakınlarda 13

"Neler oluyor Çavuş? Sizi kaybediyorum," teğmenin sesi


Linville'in kulaklığında hafif bir cızırtıyla duyuldu. Linville elin­
deki aygıta bağırmaya çalıştı ancak ses yüzünden kulaklarını
yumruklarıyla kapatmak zorunda kaldı. Işık dayanılmayacak bir
parlaklığa ulaşana dek güçlendi. Kaynağı bin aydınlatma fişeği
gibiydi.
Linville, Krause'un korkuyla karışık şaşkınlıktan ya da baş­
larındaki bu güç her ne ise ona hiç de hazırlıklı olmadıklarını an­
lamış olmaktan kaynaklanan sessiz bir başkaldırı çığlığı attığını
görebiliyordu. Sesin kaynağına Krause'dan daha yakın olan Lin­
ville bu kadarını bile yapamıyordu.
Gözleri kararmadan önceki kısacık anda, beklediğim bu
değildi diye düşündü. Retinasına giren bıçağın verdiği acıya eş
bir acıyla tek başına, karanlıktan hiç de aşağı kalmayan beyaz bir
körlüğün içindeydi. Beklediğim kesinlikle bu değildi.

"Bizi görebiliyorlar mı?" diye sordu general, griye çalan


camdan hastane odasına bakarak.
"Hayır efendim," diye yanıtladı emir subayı. "Baktığımız
camın arka yüzü ayna. Üstelik, sanıyorum geçici bir körlük ya­
şıyorlar. Doktorlar odanın loş olmasını istiyor."
"Anlıyorum." General iki adamın sargılı gözlerine baktı,
daha doğrusu iki askerin, çünkü birisi kadındı. O sabaha kadar
gözleri kalın sargılarla sarılıydı. Şimdiyse yüzlerinde ince bir tül
vardı. Perdeden süzülen hafif ışıkta solgun rakunlar gibi ürkü­
tücü görünüyorlardı.
"Konuşabiliyorlar mı?" diye sordu general.
"Kısıtlı bir iletişim mümkün ama söz ettikleri tuhaf şeyler­
di." Emir subayı bu tersliğin kendi hatasından kaynaklanmadı­
ğını belirtip özür dilercesine öksürdü.
"Ne zaman bilgi alınabilir?"
"Kimse bilmiyor dendim .. "
14 DEEPAKCHOPRA

"Konuştuklarında anlamlı hiçbir şey söylemiyorlar. Söyle­


mek istediğin bu, değil mi?"
"Evet efendim."
Tom Stillano, Gabriel Görev Gücü'nün başına getirildi
tam bir hafra olmuştu -kötü talih. Yalıtılmış koruma odasının
yanındaki görüntüleme odası, ancak bir sandalyeyle masanın sı­
ğacağı büyüklükteydi. Dijital kayıt cihazının üzerinde yanan kır­
mızı, sarı ışıklar generale bir anlam ifade etmiyordu.
Cephe raporlarını gördüğünde haklı olarak endişelenmişti.
"Bütün bunlar ne anlama geliyor? Dünyanın sonuna gösteri bi­
leti mi satacağız?" diye bağırdı, raporları masasına vurarak. Eğer
ordu saha komutanlığında işler biraz ak.la yatkın dönse kabarık
dosya asla bu kadar ileri gitmez, "kanallar"ın karanlıklarında erir
giderdi. Sıradaki neydi peki? Belki de Savunma Bakanlığı, şöval­
ye oyunları için dinozorları sınavdan geçiriyordu.
Walter Reed Askeri Tıp Merkezi, ordunun en büyük sağ­
lık-bakım birimiydi. Çoğu alçak sığınaklara benzeyen bir yığın
bina, kuzey batı Washington'da 452 dönüm arazi üzerine ku­
rulmuştu. Gücün labirentine yakın her yerde olduğu gibi bura­
da da sırlarla birlikte gerçekler de gizli kalır.
On gün önce iki asker kendi birimlerince doğu Koso­
va'dan alınmıştı. Sayık.lıyorlardı, gözleri görmüyordu. Yirmi
dört saat boyunca ormanda düşe kalka yollarını bulmaya çalış­
mışlardı. Düşmandan kurtulmak için umarsızca çalışmış, beden­
lerini gizlemek için elleriyle toprağı kazıp kendilerini gömmüş,
üzerlerini kuru yapraklarla örtmüşlerdi. Eğer Linville, olay sıra­
sında komuta eden subayla bağlantı kurmamış olsaydı her ikisi
de şimdiye kadar çoktan ölür, Birleşik Devletler de karşı karşıya
olunan tehdidin büyüklüğünden habersiz olurdu.
Krause ve Linville, haritalarda Sv. Arhangeli adıyla geçen
küçük köyün yakınında bulunmuştu. Stillano'yu Pentagon'daki
küçük ofisinden çıkarıp Walter Reed merkezine getiren, orada
buldukları şeydi. Havadan çekilen fotoğraflar, Ortodoks kilise-
Melek Yakınlarda 15

sinin arka duvarının olduğu gibi ortadan kaybolduğunu onayla­


yan ilk verilerdi. Duvar yanmamış ya da bombalanmamıştı, ar­
dında ne bir yıkıntı ne de kül bırakarak ortadan kaybolmuştu.
Kamera, yerel çatışmalarda çoktan açılmış olan çatıda ilk
bakışta parlak, ışığa benzer, şekilsiz bir görüntü yakalamıştı. Ge­
cenin ortasında patlatılmış bir aydınlatma fişeği kadar parlak
olan şey, Stillano'nun masasının üzerine saçılmış fotoğraflardan
günün ortasında kolayca görülebilecek kadar ışık saçıyordu.
Şimdiye kadar hiç kimse böyle bir kaynaktan yayılan ışık görme­
mişti. Gücünü elektrik ya da herhangi bir yakıttan alan bir ışık
değildi bu. Ortalıkta şaşkın bakışlarla dolaşan tek tük oralı insa­
nın işi değildi.
Bölgede yaşayanlar, NATO'nun devriye birimini kaybet­
mesinin ertesi günü toplanmaya başladı. Başlangıçta, yıkılması­
na rağmen kiliseyi terk etmemiş olan birkaç yaşlı köylü kadın
vardı. Yakındaki rahibi çağırmışlardı. Derken çiftçilerle çocuk­
lardan oluşan küçük bir kalabalık oluştu. Bu sürede NATO
zırhlı araçları bölgeye girdi. Hacılar kilise çevresinde bekleşiyor­
du. Gece mumlar ateş böcekleri gibi görünüyor, kasabaya çöken
karanlığın içinde titreşiyordu.
Köylüler, ışığın Tanrı'dan geldiğini düşünüyorlardı. Böl­
gedeki NATO komutanı olan Hopf adındaki Bavyeralı tank su­
bayı, Çernobil'deki atom santrali ikinci kez patlamış olabilece­
ğinden nükleer sızıntı önlemleri almaya karar verdi. Üç kilomet­
relik alanı boşalttı, sokağa çıkma ve seyahat yasağı koydu, ka­
rartma uyguladı. Yerli halk bu hareketleri hoş karşılamadı ancak
NATO'nun başka seçeneği yoktu. Sonuç olarak dış dünya, bel­
ki de Rus casus uyduları dışında, bu olay hakkında bir şey öğre­
nemedi.
Parlak ışığın belirli bir şekli yoktu. Hopf'a gelen haberlere
göre çapı yaklaşık üç metreydi ve yıkık sunağın dört metre üs­
tünde, havada asılı duruyordu. Koruyucu kalkanlar ve kaynakçı
maskeleriyle çok yakınına yaklaşmak olasıydı. Teknisyenler, ya-
16 DEEPAK CHOPRA

kınlarda hiçbir gama ya da X ışını artışı gözlememişlerdi. Böyle­


ce nükleer patlama olasılığı ortadan kalktı.
"Kahrolası bir kuark ya da öyle bir şey bu," diyerek rapor
etmişti olay yerindeki binbaşı Albay Burke'e. "Ancak, sıcak de­
ğil efendim. Yani, yer ve hava sıcaklığı doksan metre içerisinde
değişmiyor."
"O zaman, orada öylece asılı dunıp Noel ağacı gibi ışılda­
dığını mı söylüyorsun?" diye sordu Burke. Stillano'nun yardım­
cısı yaratıcı biri değildi. Bu her neyse, ilk şaşkınlıktan sonra mi­
de bulandırıcı bir hal almıştı. Eğer işler ona kalsaydı, birlikleri
geri çekip bu şeyi köylülere geri verebilirdi.
"Hayır, tam olarak Noel ağacı değil efendim," diye mırıl­
dandı binbaşı kuşkuyla. "Kendiniz görmelisiniz."
Bu sırada, Krause ve Linville'in dinsel histeri nöbeti geçir­
dikleri belirlenmişti. Stillano buraya gelmiş, karar alelacele üst
kata yollanmıştı. "Eğer İsa Kızılbenizlilere destek için geri dön­
düyse," diye homurdandı general, "bunu milli güvenlik için ön­
celik haline getirmenin bir yolunu bulacaklardır." Bütün bu
karmaşa tam anlamıyla bir lojistik kabustu. Durum olayı nihai
bir kara operasyonu fiyaskosuna çevirecek şekilde gizli yollarla
aktarılıyordu; NATO silkelenmeliydi (tahmin ettiğinizden daha
kolay bir görev, çünkü Kosova'daki ağır sorumlulukları, olağan­
dışı şeylere pek izin vermiyordu). Başkan, sonunda, saat başı
brifing talep etti.
"O ikisinin iyiliğinden başka bir şey dilemiyorum," dedi
Stillano sessizce, "fakat eğer radyasyona maruz kalmış olsalardı,
her şey daha kolay olurdu."
La11et olası Carter 11erede? diye düşündü Stillano saatine
göz atarken. O sırada koridorun sonundaki kapı açıldı, sivil giy­
siler içinde, siyah valiz taşıyan uzun boylu bir adam içeri girdi.
Tel çerçeveli güzlük takmıştı, saçları kafatasım ortada bırakacak
kadar kısa kesilmişti. Uzun boylu adam valizi diğer eline alarak
elini uzattı.
Melek Yakınlarda 17

"Geleli birkaç dakika oldu . Adım Marty Carter." Otuzları­


nın başındaydı, Stillano'dan yaklaşık yirmi yaş gençti .
"Bizimle görüşemeyecek kadar yorgun olduklarını sanıyo­
rum," dedi Stillano, sivil birime bağlı birilerinin çağırılmış ol­
masından duyduğu hoşnutsuzluğu gizleyerek.
Carter keyifsizce gülümsedi. " Deneyelim ve görelim . De­
nemekten zarar gelmez, değil mi? " Generalin önünden yürüyüp
Stillano'nun iznini beklemeden Deniz Kuvvetleri korumalarını
geçti.
İçeri girer girmez "Merhaba baylar," dedi Carter neşeli bir
tavırla. "Uyanık mısınız? "
"Evet efendim," diye inledi Krause . Sesi morfinden dolayı
biraz boğuk çıkıyordu ama gözlerini örten tül hayli ince oldu -
ğu için başını Carter'a doğru çevirebildi.
"Kusura bakmayın, bay ve bayan demeliydim" diyerek dü ­
zeltti Carter. İki yatağın arasında durdu . Her iki asker dikkatle
ona doğru bakıyordu . Valizini Linville'in yatağının üzerine ko­
yup birtakım kağıtlar çıkardı. Linville yatağında yarı doğrulmuş,
oturuyordu .
"Size on dakika verebilirim," dedi general arkasından . Car­
ter ne arkasını döndü, ne de söyleneni duyduğuna dair bir işa­
ret verdi.
"Güzel, demek buradayız," diye söze başladı Carter, çan­
tasından çıkardığı ince dosyayı açarken. Duvarın yanındaki san­
dalyeyi çekip oturdu . Not almakla uğraşmayacaktı. Stillano'nun,
bu odada çıkan her sesin aynanın ardındaki odada kayıt edildi­
ğini söylediğini hatırladı.
"Adım Marty. Hükümet görevlisiyim . Size yardımcı olmak
için geldim . " Küçük şakasına hafifçe gülümsedi . "Sizi meşgul
ettiğim için üzgünüm çocuklar, fakat orada neler olduğunu ger­
çekten bilmemiz gerekiyor. "
"Bu nları kom utana çoktan anlattık," diye başlayacak oldu
Linvilk .

�kkk Y.ıkıııl.ırd.ı f' 2


18 DEEPAK. CHOPRA

"Doğrudur," diye müdahale etti Carter . "Şimdiye kadar


ne söylediyseniz, birçok kişi bunları tekrar duymak isteyecektir.
Ben de bunların ilkiyim." Başvurmaya gerek duymadığı dosyayı
kapadı.
"Bizim... memlekette olduğumuzu söylüyorlar," diye mı­
rıldandı Krause. Sesi yumuşak ve umut doluydu. "Bizi evlerimi­
ze gönderecekler mi?"
"Sizi tekrar Kosova'ya göndermeyecekleri kesin," diye ya­
nıtladı Carter sertçe, gerçeğin söyleyebileceği kadarını söylüyor­
du. "Eve gitmeye gelince, sizi önce biraz toparlamamız gereki­
yor. Sanıyorum sorularınıza yeteri kadar cevap verdim. Şimdi
Arhengeli'de neler gördüğünüzü anlatın."
"Keşifteydik. Savaş Domuzları tarafından bize ulaştırılan
ipucunu araştırıyorduk," dedi Linville yavaşça. Yedinci Birliğin
kod adını kullanmıştı. İki askerden söze başlayan o oldu. "O es­
ki kiliseye gittik. Kilise orgu çalıyordu."
"Org değildi efendim," diye düzeltti Krause. "Bence o. . .
ne olduğunu bilmiyorum."
"Kilisenin içine girdiniz mi?" diye sordu Carter, sesi düz
ve alçaktı.
"Evet," dedi Krause, "içeri girdik. Her yer mahvolmuştu
ama ortalık temizdi. Hiç tango yoktu." Tango, teröristler için
kullanılan askeri argoydu, Carter bunu biliyordu. Sanki herhan­
gi biri bu özel. savaşta teröristlerin kim olduğunu tam olarak bi­
lebilirmiş gibi.
"Peki ondan sonra ne yaptınız? Linville? Sen Teğmen
Churchill'i aradın, öyle değil mi?"
"Gerçekten hatırlayamıyorum... çok parlaktı, bir patlama
oldu," diye yanıtladı çavuş.
"Ama kurtuldunuz. Çünkü ikinizde de patlamadan darbe
aldığınıza dair bir yara izi yok."
Linville cevap vermedi. Carter ise, binada son patlamaya
dair yapısal zarar bulunmadığını söylememeyi tercih etti. " Peki
parıltı nereden geliyordu?"
Mdek Yakınlarda 19

"Her yerden efendim."


"Daha kesin konuşamaz mısın?"
Krause konuştu. "Yukarıdan geliyordu."
Carter ona doğru döndü. "Gökyüzünden mi? Bomba ya
da meteor gibi mi?"
Krause başını salladı. "Hayır, cennetten."
"Anlıyorum." Carter başıyla onayladı. İkisini de postala­
maya hazır olmasına rağmen ince yüzündeki yumuşak ifadeyi
korudu. Onun tam bir Teflon çocuk olduğunu düşündü Stilla­
no. Bu parlatılmış yüze hiçbir şey yapışmazdı. Ne suçlama ve
elbette ne de suçluluk.
"Siz de bunu onaylıyor musunuz Çavuş?" diye sordu Car­
ter, Linville'e.
"Bilmiyorum . . . Dediğim gibi, sanki her yerdeymiş gibi
görünüyordu."
Stillano'nun dikkati dağımaya başlamıştı. Carter ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, kimsenin yeni bir şey öğrenmeyeceği açıktı.
Stillano, Kosova'da bir sonraki adımın kestirilemeyeceğini bili­
yordu. İki günlük karantinadan sonra havada asılı duran ışık ne
hareket etmiş ne de kaybolmuştu. Birleşik Devletler gözlemcile­
ri, bir dönüm noktasına gelmişlerdi, sır sonsuza dek saklanamaz­
dı. Psikolojik açıdan da tehlikeli şeyler oluyor gibiydi. Işığa çok
fazla yaklaşan teknisyenler, değişken haller gösteriyordu. Birka­
çı tekrar kiliseye girmeyi reddetmişti. Linville ve Krause'u etkisi
altına almış olan dinsel çılgınlık izleri onlarda da var gibiydi.
Saklamaya çalıştıysa da Krause kendi kendine mırıldanma­
ya devam etti. Dua ettiği anlaşılana kadar, travma sonrası psi­
kozdan şüphe edilmişti. Nedeni sorulduğunda cevap vermeyi
reddetmişti. Eğer Linville de dua ediyorsa, bunu daha iyi gizli­
yordu. Psikolog subayın değerlendirmesine göre zaman içinde
aktif göreve dönebilirdi.
Ordu, ışığı kordona almış, yapılan testleri durdurmuştu.
"Bu şeyi kafese koymak ya da uzaya tirlatmak dışında ona do-
20 DEEPAK CHOPRA

kunmayacağız," diye belirtti bölge komutanı. Peki şimdi ne ola­


caktı ? NASA, yörüngelerinden çıkan uyduları yerlerine yerleştir­
mek için uzay mekiklerinde kullanılmak üzere uzun kollu bir
"eldiven" prototipi geliştirmişti . Bazı parlak zekalılar, kuyruklu
yıldızın ya da meteorların da bir gün bu şekilde yakalanabilece­
ğini düşünmüşlerdi .
Havada asılı ışığı böyle bir mekanizmayla kafese koyma
önerisi geldiğinde, "Dışarıda bir yerden kriptonit toparlamak­
tan bahsetmiyoruz, Tanrı aşkına," demişti, Stillano. "İçinde ne
olduğunu bilmeliyim. O kilisede bir şeyler olmalı, anladınız mı?
Kaynaksız ışık olamaz . "
"Lazer gibi efendim," demişti Burke, bilimsel raporları
dikkatle inceledikten sonra. "Ancak tek bir ışına odaklanmış du­
rumda değil. Tam olarak anlayamıyorum, fakat kesin olan bir
şey var. Bu, güneşin ya da dünyadan görülen bir yıldızın ışığı
değil. "
B u , duruma açıklık getirdi. Ordu , b u şeyle, sanki uzaylı bir
yabancıymış, tartışmaya açık bir yaşam biçimiymiş, ancak bilin­
meyen yüksek dozda enerjiyi bizim küçük zaman-uzay kıvrımı­
mıza atan evren dokusundaki bir yırtıkmış gibi uğraşmaya karar
verdi. Bu sonuç, bilinenlere çok az şey eklemiş olmasına rağ­
men, onu uzaya fırlatmakla kafese kapatmak arasındaki seçime
son verdi . Kazanan kafes oldu .
Gözlemcilerin yarısı onu Kong olarak adlandırmaya başla­
mıştı, düş gücü daha sınırlı olanlar adına tutsak dediler. Bazıla­
rı, onun dünya üzerinde karşılaşmadığımız oranda bir canlılık
taşıdığını söylüyordu . Körü körüne teknoloji yanlısı olan bir
azınlık, ona kim lik kazandırmanın aptalca olduğunu tartışıyor,
bu şeyin, bilinen kozmosun ötesinden gelen ve enerji yayan bir
gezici beyaz delik olma olasılığını destekliyorlardı .
"Onu paketleyeccğiz efendim," şeklinde rapor etti saha
komutanı, gözlemin üçüncü gününde "ancak kahrolası kilisenin
tamammı da onunla birlikte al mamız gereke bilir." Seabees bir-
Melek Yakınlarda 21

!iği ve işe karışan fizikçiler tarafından bir plan yapıldı . Tutsağın


kendi isteğiyle orada olduğunu varsaymaları gerekiyordu. Güç­
lü ve öngörülemez olmasına karşın saldırgan değildi. O halde,
taşınmaya direnmeyeceği söylenebilirdi.
Tasma takıp tutsağı götürebilirdiniz, fakat eğer işbirliğine
yatkınsa, onu gözlerden uzak tutacak şekilde hafitçe kaplayabi­
lirdiniz de. Hiçbir zorlama gerekmeyecekti (aslında nasıl bir de­
li gömleğinin onu tutabileceğini kimse bilmiyordu ). Sonunda,
armağanlarının keşif balonuyla uçurulmasına karar verildi.
Bir ordu hava tahmin balonu kilisenin içinde yayılıp tekrar top­
landı. Son kısımlar yerine oturtulup dikiş yerleri mühürlendik­
ten sonra balonu helyumla doldurup doldurmama gibi ince bir
soru gündeme geldi. Ancak tutsak rahatsız olmuş gibi görün­
müyordu. Sanki olan biteni biliyormuşçasına birisi yakınına gel­
diğinde ışıması azalıyormuş gibiydi. Gümüş kılıfının içindeki
tutsak, bir zamanlar kilisenin arka duvarı olan boşluktan çıkarıl­
dı. Sonra, yavaş hareket eden Apache helikopterlere iplerle bağ­
lanarak gece karanlığında çekildi. Priştine'deki en yakın havaala­
nı, küçük bir orduyu teçhizatıyla birlikte taşıyabilecek kadar bü­
yük bir uçak olan C- Sa Galaxy kargo uçağının inişine imkan ve­
recek kadar onarılmıştı. Balon, devasa iç hangara yerleştirildi.
Tutsak, asker kordonu altına alınmasından kırk sekiz saat sonra
Avrupa dışına doğru yoluna koyulmuştu.
Bütün bu ayrıntılar Stillano'nun masasının üzerindeki dos­
yadaydı. Stillano, Carter'ın da bunları bildiğini düşünüyordu.
Peki o zaman neden hastanedeki bu iki beyaz mumyanın başı­
nın etini yiyordu? General, CIA'nin oyun oynamasına giderek
sinirleniyordu.
"Tamam," dedi yüksek sesle. "Zaman doldu."
Carter sıkıntıyla etrafına bakındı, ancak Stillano'nun ciddi
olduğunu görebiliyordu. "Çok güzel," dedi zoraki bir gülüm­
semeyle. "Sanıyorum bugün bu rada iyi şeyler yaptık."
Stillano durumun böyle olmadığından neredeyse emindi.
22 DEEPAK CHOPRA

"Ailelerimizi ne zaman görebiliriz efendim?" diye sordu


Krause dokunaklı bir şekilde. Carter, sandalyeyi yerine koyup
valizini kapatırken cevap vermedi. "Ailelerimizi göreceğiz, değil
mi?" diye tekrarladı Linville. Stillano, Carter'ın cevabını duydu­
ğunda odadan çıkmak üzereydi. "Umarım Çavuş. Şimdi gerçek­
ten dua edebileceğiniz bir şey var çocuklar, öyle değil mi?"
Gece koğuşa erken çöktü. Travma geçirmiş bedeninin ağ­
rılarıyla çarşafın üzerinde yatan Krause için heni.iz çok erkendi.
İyileşmekteydi, sorgucular da gitmişlerdi. Rüyalara daldı. As­
lında tam olarak rüya denemezdi, çünkü Krause istediği anda
rüya göremezdi, fakat ne zaman isterse ışığı geri çağırabiliyor­
du. Onun acıya ve körlüğe dayanmasını sağlamıştı. Panik içinde
çırpınırken kurtarılmasına az kaldığını söylemişti ona. Bunu na­
sıl söylemişti? O şeyin konuştuğunu hatırlamıyordu. Telepati de
değildi, telepati olsa zihninde sözcükler oluşmaz mıydı?
"Çavuş?" dedi Krause fısıldar gibi.
"Evet," Linville'in sesi karanlığın içinden geldi.
"Biz deli miyiz?" Bu, Krause'un sözünü fazlaca ettiği bir
konuydu.
"Belki, ama bu doğru bir delilik."
"Evet." Linville'in karşılığı hiç değişmiyordu. Krause, Lin­
ville'in bu güven verici sözleri her gece söylemesini istiyordu.
Nöbetçi hemşire iki saatte bir gelip hastaların durumunu kont­
rol ediyordu. Ancak oda şimdilik Krause'un kendisini Linville'e
yakın hissetmesini sağlayacak kadar karanlıktı. Hatta Krause rü­
yalarından birinden uyandığında ona aşık olduğunu bile düşün­
müştü. İşin tuhaf yanı, daha önce bu konuyla ilgili en ufak bir
şey hissetmemiş olmasıydı. Linville, Krause'un alışık olduğu ve
bir zamanlar evlenmeyi hayal ettiği güçlü, az konuşan çiftlik
gençlerinden değildi.
"Tanrı bir dahaki sefere ne yapacak?" diye sordu Krausc .
Cevap yoktu. Linville'in sessizliği, Krause'a bütün konuşmaları ­
nııı kayıt edildiğini hatırlattı.
Melek Yakınlarda 23

"Bence O bize yaptığı şeyleri herkese yapacak," dedi Kra­


use.
"Şşş, uyu artık."
"Seni bir işe bulaştırmıyorum, Çavuş. Eğer birileri dinli­
yorsa bilsin ki kendi kendime konuşuyorum. Her neyse, yine
zırvaladık, değil mi? Kim takar ki? Bizi tekrar göreve alacakları­
na ancak bir salak inanır. Biz artık gözden çıkarıldık, biliyorsun
çavuş, değil mi?
"Çeneni kapa ve uyu. Lütfen." Linville'in ses tonu yalvarır
gibiydi. Krause sustu ama Linville istediği için değil. Linville
korkuyor, ışığın ona yaptıklarının bilinmesini istemiyordu. Tav­
rını sonuna kadar sürdürmeye niyetliydi. Krause'un taktiği bu
değildi. Tanrı'nın yeryüzüne geldiğinin bilinip bilinmemesini
umursamıyordu. Tanrı, kendisi gibi basit insanlarla geliyordu.
Krause böyle düşünüyordu. Gözlerini kapayıp ışığı yeniden gör­
meye çalıştı. Işık solgun bir şekilde belirmeye başladı, Krause
nefesini tuttu. Büyük korkusu tek korkusu- ışığın kendisini terk
0

etmesiydi. Rol yapsa bile Linville'in de aynı şeyden korktuğunu


biliyordu. Fakat bu gece gözlerini kapadığında gördüğü ampu­
lün görüntüsü gibi, gözlerinin ardında görünen solgun, rahat­
latıcı parlaklığa, soluk mavi ve yumuşak dalgalarla yüzen, kenar­
ları hayal meyal· görünen parlaklığa güvenebilirdi. Zaman za­
man parıltılar biçimleniyor, soluk mavi gece elbisesi içinde ince­
cik bir kadına dönüşüyordu. Krause uzandı, sessizliğin yoğun­
laşmasını bekledi. Işığı Linville'i sevdiğinden bile daha çok sevi­
yordu. Nöbetçi hemşire on beş dakika sonra geldiğinde soldaki
yatakta yatan asker uyumuştu. Hayati değerleri normaldi. Hem­
şire askerin kan basıncını, nabzını ve ateşini çizelgeye not etti.
Sonra ışıkları kapayıp dışarı çıktı. Her gece aynıydı. Ancak eğer
Krause uyanık kalmayı başarabilseydi, bir fırsatını bulup hemşi­
reye onu da sevdiğini söyleyebilirdi.
24 DEEPAIC CHOPRA

Meleğin Sesi
Deneme . . . deneme . . .
Bunun ne kadarının size ulaştığından emin deği­
lim . Çevrenizi sarmış dumanın ve pusun arasından si­
ze ulaşmaya çalışıyoruz. Bu pusun ne kadar kalın ol­
duğunu tahmin edemezsiniz . İnebilecek bir yer bul­
duğumuz için şanslıyız. " Biz" diye konuşuyorum,
çünkü bizim için "ben" yoktur. Bu da sorunun bir
parçası. "Biz" olarak konuşmamız bizi anlamamanıza
yol açıyor. Siz, "ben"den "ben"e küçük mesajlara alı­
şıksınız. Bu sorun üzerinde sizin zamanınızla milyon­
larca yıldır düşünülüyor. Pek çok yeni yol tasarlandı.
Sizin dışınızda durduk, kanatlar taktık, ışıkla parılda­
dık, hatta zihinlerinizde dolaştık. Bunlar bizim için
tuhaf koşullar, çünkü Tanrı için iç ya da dış yoktur.
Siz O'nun için cam kadar, hava kadar berraksınız.
Bizler, yani melekler de size bakıp içinizi görebiliriz.
Sizin durup kendinize bakmanızın zor olması, bizim
için alışılmadık bir dumm .
Sizler, bizi "haberciler" olarak adlandırırsınız.
Bizlerse kendimizi "izleyiciler" olarak.
İzledikçe size yardım etmek istiyoruz, ancak bi­
zi uzun zaman önce unuttunuz. Bizim işimiz sizi şa­
şırtmak değil. Görünmez olmasak da, istersek olabili­
riz. Kendinizi görmekten korkan sizler, bizleri görün­
ce kim bilir ne kadar korkarsınız. B u yüzden görmü­
yorsunuz. İzlendiğiniz için utanıyor ama bunu içten
içe istiyorsunuz da. Annesinin gözleri üzerinde oldu­
ğu için sevildiğini hisseden çocuk gibi, siz de, sadece
Tanrı'nın gözleri üzerinizde olduğunda sevildiğinizi
hissedeceksiniz. Sorunun ne olduğunu biliyorsunuz.
Soru şu : Çözü mü bulmada bize kim yardım edecek?
Melek Yakınlarda 25

Las Vegas'taki Mirage Hotel v e Casino, girişin­


de patlaması hiç durmayan bir yanardağ, lobinin he­
men dışında küçük egzotik hayvanat bahçesi, köpek­
balığı havuzu , kumar makinelerinin ortasındaki gur­
me pizzacısı, mermer koridorlar boyunca sıralanmış
olan parlak hediye mağazalanyla Siegfried ve Roy'un
ünlü beyaz kaplanlarının mekanıdır. Eğer sudan oluş­
muş bir vaha mümkünse, köpekbalığı havuzu vaha sa­
yılabilir; geri kalanlarsa şatafatlı, rüküş bir Amerikan
rüyası olmanın ötesine gidemez.

Ted Lazar'ın kahrolası kaplanlarla işi yoktu . Son otuz altı


saattir yol alıyor, doğudan batıya ilerleyerek her bir kumarhane­
de yirmi bir masasının başında birkaç saat geçiriyordu. Ne kay­
bediyor ne de kazanıyordu . Kaybıyla kazancı birbirini dengeli­
yordu . Masalarda öyle ardı ardına başarı kazanmayan Lazar,
neo-çöplük dekordan sıkıldığında ya da kum arhane yönetiminin
dikkatini fazlasıyla çektiğinde oradan ayrılıyordu .
Fark edilmesi nedensiz değildi. Lazar, bir seksen beşin
hayli üzerinde boyuyla, onu kuşatan dünyayla sürekli olarak ani
çarpışmalar yaşayan dizlerden ve dirseklerden oluşmuş bir yara­
tıktı. Teni hiç güneş görmemiş, solgun, donuk bir renkteydi.
Simsiyah düz saçları omuzlarından dökülüyordu . Buruş buruş
beyaz keten ceket, siyah Nike'lar, pembe ve altın renginde çi­
çekli bir Hawaii gömlek giyiyordu .
Ted Lazar da kaderin oyuncağıydı. Bir kumar bağımlısı.
Ne kadar ufak başlarsa başlasın , bir kez başladı mı binlerce do­
lar borçlanana dek oynuyordu . Arabası ya da sık kullandığı bir
kredi kartı yoktu . Hiçbir aklı başında bankacı ona kredi verme­
zdi . Sahip olduğu şeyler, hükümet düzeyinde dokunulmazlık,
Clark County'deki otellerden cep dolusu kumar fişi ve maaşını
federallerin ödediği, onu her tarafra izleyerek girdiği bahisleri
yakından takip eden korumaydı . Bu Lazar'ın , organize cinayete
26 DEEPAK CHOPRA.

ya da fırsatçı saldırılara kurban gitmemesini sağlıyordu. İşveren­


leri onu değiştirememişlerdi, ama zarar görmesini engelleyebi­
lirlerdi.
"Ödeştik," dedi Philips adındaki koruma.
"İşin buraya varacağını görmüştüm. Daha ben çeyrek mil­
yon dolar kazanmadan önce böyle olacağı belliydi," diye karşı­
lık verdi Lazar. Parlak zekası sayesinde şansını, servetlerin ve
akılların kaybedildiği kumar tuzağına düşüreceğini fark etmesi
güç olmamıştı.
Neyse ki ikisi de onda yoktu, bu yüzden kaybedemezdi.
Lazar'ın plazma fiziğinde yaptığı alışılmadık çalışmalar,
normal bir insanın aklını kaybetmesine neden olabilirdi.
"Bir el oynamak ister misin?" diye sordu Lazar Philips'e.
Koruma başını salladı. Philips hiçbir zaman tek bir el bile oyna­
mamıştı. Lazar'ın sorma nedeni de onu kandırmak değildi za­
ten. Aynı şeyi yanın saatte bir sormanın Lazar'ın sıradışı zihni­
ne hoş gelen bir simetrisi vardı.
Birden Lazar'ın görüş alanına ordu üniformaları içinde
toplu bir adam girdi. Yaklaştı, bir kimlik dosyası uzattı. Lazar
bunu görmezden geldi.
"Uzaklaş," dedi içtenlikle. "Bu elde karo kızının görün­
mesi için yedide bir şans var." Krupiye önündeki kartlardan
kupa kızını açtı. "Yine olmadı," diye mırıldandı Lazar, fişler
önünden alınırken.
"Dr. Lazar, adım Binbaşı Seldon," dedi toplu adam. "Sizi
götürmem gerekiyor.."
"Daha iyi bir yere mi? Senden daha güçlü adamlar denedi,
fakat başaramadılar. Philips!" Köpekbalıklarına ve sutyensiz ka­
dınlara bakmak için küçük bir mola vermiş olan koruma yanın­
da belirdi. "Bir sorun mu var?" dedi Philips orta batı aksanıyla.
Seldon anında güvenlik belgelerini tekrar çıkardı. Koruma, özür
diler gibi sert bir baş hareketiyle geriye çekildi .
"Efendim," dedi Seldon.
Melek Yakınlarda 27

"Meşgulüm," diye yapıştırdı Lazar. "Burada tatildeyim


ben."
"Güç kullanmaya yetkiliyim efendim," dedi binbaşı sakin
bir tavırla.
"Pantolonunun içine bazuka filan mı sakladın ki?" dedi
Lazar.
"Konu nedir Binbaşı?"
Seldon korumayı gönderip, bilim adamını koyu renk cam­
lı, kiralık beyaz Cutlass'm arka koltuğuna oturtana kadar konu­
mm ne olduğu açıklanmadı. Resmi adı 23. Bölge'ydi. Ünlü Ne­
vada'lı akrabası 5 1 . Bölge'nin tersine, 23. Bölge internette de­
dikodu konusu bile olmamıştı. New Mexico'nun güneyinde,
yüzlerce kilometrelik çölü kaplayan ordu arazisinin ortasına gü­
ven içinde kurulmuştu. Personel, burayı düş gücünden yoksun
bir biçimde Alacakaranlık Kuşağı olarak adlandırıyordu. Kimse­
ye de burada olup bitenleri yazıp basma izni verilmemekteydi.
"Gelip bir şeye bakmanızı istiyorlar," diye açıkladı Seldon.
"Alışılmadık bir şey bu. Bana bir ipucu verebilir misiniz?"
dedi Lazar ilgisizce.
"Bir çeşit tutsak," diye yanıtladı Seldon.
"Benim gibi. Ee, bu acayip egzotik tutsağı değerlendirecek
tek inek ben miyim?"
"Öyle görünüyor."
"Harika," dedi Lazar. "Serbest mi dolaşıyor? Genellikle
tutsaklar, yüksek hızlı parçacık hızlandırıcılarda oluşup ancak
birkaç mikrosaniye yaşarlar da."
"Güvenlik nedeniyle durumu daha fazla açmaya yetkili de­
ğilim efendim," dedi binbaşı özür dilemeden. Lazar'ın zihin ya­
pısı ya da tuhaflıklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Kumar tutkusunu
sürdürmesine izin verilmeyeceğini kabul eden Lazar arka koltu­
ğa kıvrılarak uykusuz iki gecenin yorgunluğunu atmaya çalıştı .
Dirsekleri hiçbir yere sığmıyordu, koyu renkli camlara rağmen
28 DEEPAKCHOPRA

yakıcı çöl güneşi kollarıyla boynunu yakıyordu. Rahatsız bir uy­


kuya daldı. Kendini rahatsız hisseden tek bilim adamı Lazar de­
ğildi.
Hükümetin sonu gelmez koyu renk camlı beyaz GM ara­
balarından biri daha başka bir yoldan 23. Bölge'ye doğru yol al­
maktaydı. Güvenlik kontrolünü yapmak için geceledikleri Whi­
te Sands'den beri yaptıkları sıkıcı yolculuk, Simon Potter'a dü­
şünmek için hayli zaman vermişti. Düşünceleri hiç de iç açıcı de­
ğildi. Ordu, kendisi gibi birisini Araştırma- Geliştirme'nin fildişi
kalesinden alıp götürüyorsa, bu genellikle karanlıkta parlayan si­
lahların krallığından gelen bir uğursuzluk anlamına gelirdi.
Uğursuzluk, ama kimin için? Olasılıkları zihninden geçirdi. Eski
Sovyetler Birliği son zamanlarda sessizleşmişti. Nükleer malze­
me satışını karaborsanın eline fazla düşürmeden süregelen tatsız
silahsızlanma konusunu idare ediyordu. Buna rağmen, "bavul
bombası" adındaki birkaç düzine bomba geçen yıllarda kaybol­
muş, bunlardan bir daha haber alınamamıştı. Sonra ilgi biyo-te­
rörizme kaydı; hükümet, Sovyetlerin uzak Sibirya üssünde yirmi
ton saf çiçek hastalığı virüsü ürettiğini öğrendiğinde, Simon ve
ekibi yine ortalıktan kaybolmuştu. Arı kovanı Balkanlar, ne olur­
sa olsun nükleer bir sonın oluşturmuyordu. Tanrı'nın da rızasıy­
la, taraflar kendilerini silahlar, bıçaklar, tuğlalar ve konvansiyonel
bombalarla sınırlayacaktı. Kabil'de Taliban kaynıyor, ancak o da
çoğunlukla kendi topraklarında kalıyordu. Ortadoğu'nun kalanı
da alışılmış, önce hızlı sonra yavaş hareketlenmesini sürdürüyor­
du. Simon geriye ne kaldığını bilemiyordu ama bu her neyse,
berbat bir şey olmalıydı. Arka koltuğu ön taraftan ayıran cam,
pencerelerin duman grisiyle aynı renkteydi. Simon, camın arka­
sından şoförün başını zorlukla görebiliyordu. Bu karanlık böl­
mede oturmak, bir piyanonun içinde bir yerlere kaçırılmayı an­
dırıyordu. Simon bu benzetmeden dolayı kendi kendine eğlen­
di. Elini ceketinin cebine attı, jambonlu ve peynirli vassı bir
sandviç çıkardı . Peki kahrolası maden suyu neredeydi?
Melek Yakınlarda 29

"Heey." Bölmeye vurdu. Şoför kımıldamadı bile.


Tipik askeriye robotıı. Soğuk Savaş ertesi Savunma Bakanlığı
bilgisayar uzmanlarının dünyasından gelen gülünç bir düşün­
ceydi bu. Simon'ın zihnini leb demeden leblebiyi anlayan aşırı
zeki ergenlerin hayalleri doldurdu. Britanya'da doğmuş ve Stan­
ford'a göçmüş birisi olarak, bir yabancının nükleer silahlanmaya
ilişkin kuşkulu görüşüne sahipti. Geçmişin süper güçlerinin
açgözlülüklerinin bedelini ödeme zamanıydı şimdi. Artık elini­
ze küçük bir parça plütonyum geçirebilirseniz -ki bu eskisinden
on kat daha kolaydır, yerel oto yedek parçacınızdan nükleer si­
lah yapmak için gereken her şeyi satın alabilirdiniz. Belki de bi­
risi bunu çoktan yapmıştı bile. Simon, bunun arkadaşlarından
biri olmamasını umuyordu.
Otuz sekiz yaşındaydı. Mavi gözleri, kısa sarı saçları, alda­
tıcı genç bir yüzü ve biraz küçük gördüğü çalışma arkadaşları
vardı. Hayatını, Palo Alto ile hükümetin Los Alamos'taki savun­
ma laboratuvarları arasında gidip gelerek geçirmişti. Hiç evlen­
memişti; çünkü açıkçası, zekası bir yana, bir eşe cazip gelebile­
cek başka hiçbir şeyi yoktu. Geç ergenlik döneminde kendisine
ilişkin yaptığı bu değerlendirmeye saplanıp kalmıştı. Terbiye,
düzen, pratiklik ve Augustin erdemlerinin tamamına inanıyor­
du. Son on beş yıldır her gün gri takım, kestane rengi kravat ve
beyaz düğmeli gömlek giymiş, birkaç istisna dışında bu süre bo­
yunca, kahvaltı ve akşam yemeğinde hep aynı şeyi yemişti. Kah­
ve, iki dilim kızarmış tereyağsız ekmek ve rafadan yumurta. Si­
mon içinden geldiği gibi davranmayı, striptiz yaparak çırılçıplak
soyunmak ya da bir saat kulesinden birilerini vurmaktan daha
fazla düşünmemişti. Dürüst olmak gerekirse, Simon maddi var­
lığa biraz önem verseydi bambaşka bir insan olabilirdi. Ancak
hiçbir zaman vermemişti ve hiçbir zaman da vermeyecekti.
Onun için maddi dünya, zihninin kozmosun sınırlarında kaygı­
sızca dolaşmasını sağlayabilecek benzin istasyonuydu. Onda
saplantı yaratan soruların cevaplarını bulmak için sadece kendi
30 DEEPAK CHOPRA

ömrü kadar süresi vardı. Uyumadan önceki anlarda, bir ömrün


yetmeyeceği, sorularını cevaplayamadan öleceği düşüncesi ona
çok büyük acı verirdi. Yolculukları sona erdiğinde susuzluktan
ölmek üzereydi. Krom kaplı miğfer, tozluklar ve sırmalar içinde
bir denizci kapıyı açtı. Simon, her tarafı tutulmuş halde dışarı
çıktı ve kendini dev bir hangarın içinde buldu. Hava, fırın gibi
yakıcıydı. Her açıklıktan içeri güçlü, beyaz çöl ışığı giriyordu.
Yalnız değildi. Yirmi otuz metre ötede park etmiş başka bir ara­
ba daha vardı. Ve başka bir denizci, avının peşindeki balıkçıla
benzeyen, ince uzun bir adamın arabadan çıkmasına yardımcı
oluyordu. Gözleri karşılaştığında Simon onu hatırladı. Ted La­
zar; dünya üzerinde onun konuşmalarını anlayabilecek üç beş
ayrıcalıklı insandan biri. Lazar'la Los Alamos'ta bir konferansta
karşılaşmıştı. Burnundan kıl aldırmayan Britanyalıları pek fazla
sevmezdi ve bu olumlu bir şey bile sayılabilirdi. Ama aynı şeyi
onun da burada olduğu gerçeği için de, burası her neresi ise,
söylemek mümkün değildi. Hükümetin böyle iki büyük beyni
birden çağırmasını gerektirecek şey ne kadar kötü ya da ne ka­
dar önemliydi acaba?
Simon ile Lazar artık Alacakaranlık Kuşağı'na girmişlerdi.
Nereye gittiklerini göremiyorlardı. Ama görebilselerdi bile iki
adamın da güvenilirliği o kadar iyi soruşturulmuştu ki, görme­
leri bir şeyi değiştirmezdi. İplerin gerisinde olan Tom Stilla­
no'nun dosyalarından öğrendiğine göre, bu tutsak ışığın gize­
mini birileri çözebilecekse, bu ikili en yakın adaylardı. Simon ar­
kadaşıyla ilgilenmeden etrafına bakındı. Alamogordo'daki bü­
yük patlamadan elli yıl sonra hızla çoğalmış olan gizli askeri üs­
lerden birine getirildiğini sanıyordu. Bu işte hayır yok, diye dü­
şündü Simon, Ted Lazar'a yanık kurabiyeye bakar gibi bakarak.
"Vay canına," dedi Lazar ağır ağır etrafında dönerek yaklaşır­
ken. "Amerika'nın güney batısında bir yerlerde bir uçak hanga­
rı. Askeri zihniyet müthiş yaratıcı." Simon yüzünü buruşturdu.
Lazar, bir sınır vakaydı, dengesizin teki. İlk bakışta karikatür
Melek Yakınlarda 31

dergilerindeki patlak gözlü fizikçi tipine uyan biri. Simon,


"Al sana bir Roswell hatırası," diyerek, sandviçini sardığı folyo­
yu onun eline tutuşturdu. Bir an için, onu Palo Alto'ya geri gö­
türmelerini istemeyi düşündü; fakat duraksadı. Ordu böyle za­
manlarda hiç kimseye hoşgörü göstermezdi. Lazar, folyodan
anten yapıp kafasına yerleştirmemek için epey direndi. Kendisi­
ni buraya getiren binbaşı ona yol gösteriyordu. Hangarın arka­
sında, denizciler tarafından korunan bir kapıya geldiler. Kapının
öbür tarafında aletlerin durduğu raflar ve birkaç kapıdan oluşan
küçük bir oda vardı. Binbaşı kendisi için koruyucu gözlük aldık­
tan sonra bilim adamlarına da birer tane verdi.
Simon elindekini kuşkuyla inceledi. Ağır kaynakçı gözlük­
leriydi. Yoğun ışığı kesmek için tasarlanmışlardı, fakat radyasyo­
nu engellemiyorlardı. Hükümetin yer üstünde nükleer deneme
yaptığı günlerde yeraltı sığınaklarındaki gözlemciler, nükleer
patlamaya bu kadar yakın olmanın etkilerini göz ardı ederek
gözlerini patlamadan korumak için bunlardan takmışlardı.
Simon Lazar'a baktı, onun yüzünde de aynı hoşnutsuz şaş­
kınlık vardı. "Bunlara da ihtiyacınız olacak. Bunlar geçici, daha
sonra üzerinde isimleriniz olanlarını vereceğiz." Binbaşı her bi­
rine o bildik kurşun folyo paketten verdi.
"Bu dozimetreler ne için?" diye sordu Simon aniden.
Lazar çoktan folyoyu yırtmış, içindeki plastiği çıkarıp buruşuk
yakasına iliştirmekteydi. Dozimetre radyoaktif ortamda çalışan
kişilerce sürekli takılan bir aletti. Kirlenmenin artmasını engelle­
mek için onu takan kişinin maruz kaldığı radyasyon oranını be­
lirlerdi. Simon'ın en karamsar kuşkularını doğrular gibiydi bu
şey. "General Stillano her şeyi açıklayacak baylar. Hazır olduğu­
nuzda ilerideki kapılardan giriniz."
Yapılabilecek başka şey göremeyen Simon dozimetresini
çıkarıp ceketine taktı. Binbaşı kapıyı açarak onları içeri aldı.
İçerinin havasında, dünyanın bütün laboratuvarlarındaki koku
vardı. Duvarlar ve tavan, Siınon'a yanıcıların denendiği yerleri
32 DEBPAK CHOPRA

hatırlatır şekilde güçlendirilmişti . İçerinin kapıdan görünmesine


engel olmak ve sesi dağıtmak için girişe hareketli bölmeler yer­
leştirilmişti. Karanlık olması gerekirdi ama koruyucu gözlüklere
rağmen oda sanki ark lambalarıyla aydınlatılmış gibiydi. Simon
çok iyi görebiliyordu. Sanki bu oun doğal hakkıymış gibi öne
geçen Lazar, Simon'ı arkada bırakarak ışığa doğru yürüdü. Bin­
başı ise en arkadan geliyordu. Pek de isteksiz, diye aklından ge­
çirdi Simon.
Lazar yolunu kaybetmeksizin bölmeler arasından ilerledi
ve göz kamaştıran ışığın kaynağına ulaştı. Odanın öteki ucunda
büyük bir tank vardı. Tankın duvarları, her biri beş santimden
daha kalın, üç eş merkezli camdan oluşuyordu. Cam duvarların
rengi, açısı değiştikçe Coca-Cola şişesinin yeşilini andırıyordu.
Ama doğrudan bakıldığında içindeki şey o kadar parlaktı ki cam
neredeyse görünmez oluyordu.
Şekilsiz bir şeydi bu. Görülebilen tek şey, kafeslenmiş bir
güneşe benzer parlaklıktı. Hiçbir kaynak görünmüyordu. Tan­
kın içindeki saf ışıktı sanki. Odada, üç metre ötede, koruyucu
gözlük takmış bir başka adam vardı. Simon bu adamın, üsse ge­
çici görevle gelen ve kendisinin de buraya getirilmesinde
anahtar kişi olan Stillano'nun ta kendisi olduğunu sanıyordu.
"Nedir bu? " diye sordu Simon zorlama bir küstahlıkla.
"Soğuk füzyon ev sineması mı? " Işığa baktıkça, korkudan çok,
bir bilinçlilik hali hissediyordu. Tankın içindeki her neyse, alışıl­
mış bir şey değildi.
"Uzaylı," dedi general. Parlak ışımanın önünde kara bir
gölge gibiydi. Ses tonu hiç de şaka yapıyora benzemiyordu.
"Eh, ağzımızın açık kalması gerek o halde. Gemi de var
mıydı bari?"
"Hayır. " Stillano başını salladı. "Bildiğimiz kadarıyla yok­
tu . Ortaya çıktığında bir kilisenin bir kısmını buharlaştırdı. Bir
çeşit uzay- zaman eğrisinden geldiğini düşünüyoruz."
Melek Yakınl:ırd:ı 33

"Bizden istediğiniz dilini çözmemiz mi? E.T. evini ara, gi­


bi? " diye sordu Lazar. Simon, çalışma arkadaşının böylesine ola­
ğanüstü bir olayı öylece, olduğu gibi, tepkisiz karşılamasından
endişeli, başını kaldırarak Lazar'a baktı. Kendisinin ise dili tutul­
muş gibiydi. Güçlükle düşünebiliyordu.
"Önce, bize onun ne olduğunu söylemenizi istiyonız,"
dedi Stillano. "Tam olarak nerede buldunuz?" Simon sonunda
konuşabilmişti. "Kosova'da. Böyle bir şeyi bulmak için pek de
hoş bir yer değil, ha?" dedi general.
"Baylar, burada olabildiğince kısa kalmanızı istiyonım.
Bunun bir fizik sorusu olmadığını biliyorum, ancak ufolojide
güvenebileceğimiz bir uzman yok. Elimizdekiler sizlersiniz. Bu­
nun ne olduğunu ve nasıl çalıştığını bilmek zorundayız. En kı­
sa zamanda öğrenmemiz gerekiyor."
Simon başını salladı. "Bu bir uzaylı, az önce kendiniz söy­
lediniz. Eğer buraya gelebildiyse, nasıl yaptığını bilmiyorum
ama iletişim de kuruyor olabilir."
"Neden ona sormuyorsun? " diye önerdi Lazar. Stilla­
no'nun otoritesini umursamayarak cama doğru yürüyüp elini
uzattı. O bunu yaparken Siman beton zeminde bir çizgi fark et­
ti. General çizginin öbür tarafında, tanktan uzakta duruyordu.
Lazar çizgiyi az önce geçmişti. Tam o anda, Siman Lazar'ın ca­
ma dokunup dokunamadığını göremeden ışık dayanılamaz öl­
çüde parlaklaştı. Derin bir boru sesi ya da orgun en pes perde­
�ine benzer ahenkli bir çınlama duyuldu. Simon ancak daha
sonra bu izlenimleri yerine oturtabilecekti. Olay anındaysa gö­
rünmez bir el tarafından geriye çekilerek savruldu . Diğerlerin
den daha güçlü çekilen Lazar, hareketli bölmelerden birine gü­
rültüyle çarptı. Neredeyse dokuz metre geriye fırlamıştı.
Gücün şiddetiyle her şey göz açıp kapayana kadar olup bit­
ti. Simon'un gözleri bir süre sonra yeniden görebilmeye başla­
dı . Oda sessizdi . Lazar yavaşça ayağa kalkıp yüzünü örten saçla-

i\kkk Yakıııl.mb - 1-' . 3


34 DEEPAKCHOPRA

rını düzeltti. Yaralanmışa benzemiyordu, sadece bu müthiş güç


karşısmda sarsılmıştı. Yanık izleri arar gibi ellerine baktı.
"Neden ona sormuyorsun?" diye Lazar'm sorusunu tek­
rarladı general. "İşte bu yüzden."

Meleğin Sesi
Yalnızca bir tür insan yakm gelecekte çok işimi­
ze yarayacak; kendilerini bilenler. Siz biliyor musu­
nuz? Zihinlerinize yavaşça girmem için bana izin ve­
rildi. Orada hem ışık hem de karanlık görüyorum.
Kendilerini bilenlerde daha çok ışık var. Dünyanm
kurtuluşu farkındalıktadır, ancak sizlerin farkındalığı­
nı değiştirmemiz için bizlere henüz izin verilmedi.
Şimdiye dek. Tanrı keder bilmez ama sizin kederinizi
hissedebilir. Ve size olan sevgisi, O'nu değişikliğe ne­
den olmaya iter. Sizi kurtarmak için bütün yaratılışı
değiştirmek istemiyor. Sizi zorlamamaya karar verdi,
çünkü en sevdiği yanınız özgür iradeniz. Bunu
kolayca yapabileceği halde, karanlığı yaradılışm dışm­
da bırakmayacak. Çünkü bildiğiniz ve kabul ettiğiniz
tek kozmos, ışık ve karanlıktan, iyi ve kötüden oluşu­
yor. Işığm güzelliğini görebilmeniz için gölgenin ol­
ması gerekiyor.
Bunun sonucu nedir? Tanrı, emrindeki en güç­
lü aracıyı kullanmaya karar verdi. Sizi uyandıracak. Bu
O'nu memnun ediyor çünkü bu yol, sevginin yolu,
en yumuşak yol. O bu planı yaptığmda, melekler bu­
mı biliyordu . Fakat ben bunu sizin anlayabileceğiniz
şekilde anlatmak zorundayım. Tanrı zamanm akışmı
ayrımsamaz . Bu nedenle, ortada bir sorun gördüğü­
nü ve çözüm düşündüğünü söyleyemeyiz. Hayır, ger­
çek daha çok şi iyle: Ki m oldu ğunuzu unutmaya baş-
Melek Yakınlarda 35

ladığınız noktaya geldiğinizde Tanrı'nın gerçek do­


ğasını da unuttunuz. Sizlere sadece parçalar ve kırın­
tılar kaldı. Bunlar da küçülüp onları bile unutunca ge­
riye kalan Tanrısal lütfün gelip geçici dokunuşu ile
ilahi olanın bir görünüp bir kaybolması oldu. Geriye
kalan boşluktu. Bu boşluk içinde haykırdınız, kimse­
den karşılık gelmedi. Tanrı zaten her yerde olduğu
için size yanıt vermez. Bu, O sizden uzaklaşamaz de­
mektir. Onun için kapatılacak bir mesafe yoktur. Siz
O'nu çağırırsınız, sözleriniz zaten Tanrı'dır, düşün­
celeriniz Tanrı'dır, acınız, ıstırabınız, sevinciniz,
umudunuz, umutsuzluğunuz, zaferiniz; hepsi Tan­
rı'dır. Tann'dan başka şey olmayan bir dünya ile hiç­
bir şey olmayan bir dünya arasmdaki fark nedir o hal­
de? Sadece siz.
Demek ki, Tann'nın dünyayı değiştirme gücü
sizin iradenize bağlıdır. Eğer uyanmayı isterseniz o
zaman Tanrı her yerdedir. Sizi hiçbir zaman terk et­
mediğini göreceksiniz. Eğer isteğinizi ışıktan başka
yöne çevirirseniz, Tanrı olmamayı, miyadı dolmuş
binlerce efsaneye gömülmüş bir boşluk olmayı sürdü­
recektir. Bilinçlenenlerden olmaya karar verseniz bile,
her şeyi bir anda yapamazsınız. Bu durumda süreç si­
zi öldürebilir. Tanrı sizi otuz günde aydınlatabilir,
ancak o zaman sizi dizginlemek için otuz adam gere­
kir. Melekler şu anda görünür hale gelebilir ama so­
nuç körlükten de beter olacaktır. Bundan dolayı size
kısacık bir an görünme yolları üzerine düşünüp taşın­
dık. Bir şeyler de bulduk. Şimdi bunların işe yarayıp
yaramadığını göreceğiz.
2

" M E L E K Y A KI N LA RD A "

Israrla çalan zil, Michael Aulden'ın uykusunu böldü . Sıcak


sulardan yüzeye çıkan bir dalgıç gibi uyandı Michael .
"Alo ? " diye mınldandı, telefonu kulağına yaklaştırarak. Ya­
tak, uykusunda dönen eşiyle hafifçe sarsıldı .
"Dr. Auldenla konuşmam gerek. " Telefondaki kadının
yüksek sesi korku doluydu . Michael ışığı yaktı.
"Benim. Kiminle görüşüyorum? "
Daha d a tizleşen ses Michael'ın kulağını deldi. "Ben Beth
Marvell'ım . Galiba kocam kriz geçiriyor. Kocam ölüyor! "
"Beth?" Michael, bu isimde tanıdığı kimse olmadığını düşü ­
nürken zihni açılmaya başladı . "Yolun aşağısında oturanlar mı?"
diye sordu .
"Evet. Lütfen, hemen gelmeniz gerek. "
"Geliyorum . Sakın kımıldatmayın kocanızı . "
Michael derin bir nefes alarak yutkundu . Adrenalin bir an­
da uykusunu silip götürmüştü . Telsiz telefonu yatağın üzerine
fırlattı, pantolonunu kaptı.
"Ne oluyor? " diye mınldandı Susan, doğrularak.
"Sen yat, uyumaya çalış. " Michael, sağlık çantasını nerede
bıraktığını hatırlamaya çalıştı . Aşağıda, girişteki vestiyerdeydi .
Çıkarken alırdı .
"Neler oluyor?" diye ısrarla sordu Susa n .
"Sana bir kahve yapayım . "
Melek Yakınlarda 37

Karanlıkta öne doğru eğildi. Şafağın ilk mavi ışıkları ti.il


perdeleri renklendiriyordu. Sarı saçları yüzüne düşmüştü, sesı
hala boğuktu.
"Tanrı aşkma, saat kaç?"
Saatin üzerinde usulca yanıp sönen dijital rakamlara baktı.
"Beşi biraz geçiyor. Dinle, yolun hemen aşağısında acil
durum var," dedi Michad kısaca.
Bir an önce yola çıkma derdindeydi. Susan'ı öpüp üzerini
örttü. "Burada kal, tamam mı? Seni arayacağım."
Aklına yeni bir düşünce gelmeden yoldaki çakılları dört bir
yana firlatan arabasını geri geri çıkarıyordu bile. Acil. Beth Mar­
vell acil servisi aramış mıydı acaba? Çok endişeliyse büyük olası­
lıkla aramamıştı. Michael, evine giden uzun tekerlek izlerinden
oluşan yoldan dar kasaba yoluna çıktı. Telefondaki ses zihninde
bir şey canlandırmamıştı. Beth'in yüzünü hatırlamaya çalıştı.
Kocasını da hatırlamıyordu, ilk adını bile. Tuhaf bir isimdi ama.
Rheingold mü? Kadının kafası kendisini arayacak kadar yerinde
olduğu ve en yakın komşularının doktor olduğunu hatırladığı
için talihli sayılırlardı.
İşin ironik yam ise, Michael'ın yavaş yavaş doktorluğu bı­
rakma sürecine girmiş olmasıydı. Son ameliyatını Suriye sınırın­
da bir mülteci kampında yapmıştı. Tıbbın diğer dallarında ol­
mayan iki şeyi içeren cerrahlığı seviyordu: Cesaret ve yaratıcılık.
Çok iyi ellere sahip olmasına rağmen hiçbir zaman teknisyen ol­
madı ve ellerinin sadece bir bedene değil, bir insanın içine gir­
diğini hiç unutmadı. Tıp sevgisi kendi kendine kaybolmuş ola­
bilirdi, çünkü ameliyat ego vitaminleri almak gibidir. Dozlar es­
kisi kadar işe yaramıyordu. Portakal büyüklüğünde bir yumur­
talık tümürüylc gelen bir kanser hastasını ameliyat ettikten son­
ra asista111 bazen "Hastayı kurtardığınız için kendinizi olağanüs­
tü hissetmiyor mustınuz?" derdi. Michael zakr kazand ığını es­
kisi gibi duyumsayamaz olmuştu. Zihni "kurtarıldıktan" sonra
o kad ının nder ya�;1dığıyla doluydu. Saplanan korku, iil ü ın ün
38 DEEPAKCHOPRA

onu adım adım takip edecek olan hayaleti, artık normal dünya­
nın bir üyesi olmama duygusu. Yeraltına yolculuk yapmış birisi­
ni nasıl kurtarabilirsiniz? Bir parçası hep orada kalır.
Bu garip düşünceleri Michacl'ı daha da tuhaf ruh durum­
larına sürüklüyordu. Yavaş yavaş tıptan uzaklaştı. Boğumların­
dan kan çekilmiş parmaklarını uçurumun kenarına geçirmiş bir
adam gibi daha ne kadar tutunabileceğini merak ediyordu. Bı­
rakmaya cesareti yok muydu? Yoksa egosunun daha yüksek doz­
larda vitamine mi ihtiyacı vardı? Bütün bu sorgulamanın derin­
lere uzanan bir kökü vardı ama bunu ortaya çıkarmanın zamanı
değildi şimdi.
Uzaktan Marvellların evinin ışıklarını görebiliyordu. Sol­
gun şafakta evin beyaz ahşap duvarları rahatlıkla seçilebiliyordu.
Marvell bir çeşit yazardı, bir münzevi. Ama kim değildi ki? Ka­
saba kendi işleriyle uğraşan şehir kaçkınlarıyla tıka basa doluydu.
Pabucu dama atılmış olan çiftlikler artık satın almaya gücü ye­
tenler için bir çeşit kırsal cazibeden ibaret kalmıştı.
Michael, bir yerlerde, çoğu New York'lu çocuğun sütün
karton ambalajı dışında, nereden geldiğini bilmediğini okudu­
ğunu hatırladı.
Susan ve Michael ilke olarak yüksek tabakadan kaçınmışlar,
bu nedenle Marvelları en fazla bir iki kez görmüşlerdi.
Peki ya Michael?
Her yönüyle takdire değecek kadar dingindi, evliliği otur­
muştu, doktor olaraksa beceriklinin de ötesindeydi. Alçakgö­
nüllüydü ve cerrah olarak birçok kazançlı teklifi geri çevirmişti.
Nazik münzevilerden biri olduğunu da söyleyebilirdiniz. Hala
genç görünüyordu. Hiç beyazlaşmamış kahverengi saçları kıvır­
cıktı. Gür kaşlarının altındaki kahverengi gözleri ateşliydi. Om­
zunun üzerine bir kamera takıp her hareketini izleyecek olsanız
sıradışı hiçbir şey bulamazdınız. Sadece karakterindeki görün­
mez nitelikler, hiçbir kameranın yakalayamayacağı çok üzcl şey ­
lerdi gizliden gizli\'c kıpırdanan.
Mckk Yakı nlarda 39

Başkalarının kendisine gösterdiği hayranlığın içindeki hu­


zursuzluğu azaltmadığı kesindi. Bu huzursuzluk engellenemez
şekilde yüzeye doğru çıkıyor, mide ekşimesi, rahatsız bir bağır­
sak ya da kırık bir kalp şeklinde yaşamına müdahale ediyordu.
Kendisine sarsıcı bir şeylerin eşiğinde olup olmadığını sordu.
Arabayı eve doğru sürerken Beth Marvell'ı endişe içinde ön ta­
raftaki verandada beklerken gördü. Kocasından yirmi yaş daha
genç olabilirdi. Ama bu ufak tefek esmer kadın iyice yaşlanmış
görünüyordu. İnce yüzü korkuyla kasılmıştı. Eğer günlük haya­
tında dingin bir izlenim veriyor idiyse bu kaybolup gitmişti.
Michael'a el sallar sallamaz arkasını dönüp kapıdan içeri koştu.
Michael basamakları ikişer ikişer çıktı. Kadının arkasından içeri
girerken evin, yarım yamalak Viktorya tarzındaki kendi evlerin­
den daha yeni ve savurganca döşenmiş olduğunu şöyle bir fark
etti.
Bahçedeki güvenlik ışığı çimlerin üzerine güçlü beyaz bir
ışık düşürüyordu .
"Kocanız nerede?" diye sordu hızla soluyarak. Beth Mar­
vell konuşmadan koridorun sonunu işaret etti. Michael yol gös­
termesini beklemeden kadını kenara çekerek geçti. Kocasının
çoğu yazar gibi gece kuşu olduğuna kuşku yoktu . Büyük olası­
lıkla çalışma odasındaydı. Michael içeri girdiğinde kapı açıktı.
Havada yoğun çiçek esintili bir tütsü kokusu salınıyordu . Yerde
loş, titrek ışıklar vardı. Oda, adak kapları içinde düzinelerce
mumla çevrelenmişti. Azizler günündeki bir Meksika kilisesine
benziyordu. Yine de kutsal olmaktan çok dünyevi bir havası var­
dı. Neler olııyor, bıı kasabalıl.ır kiiltlerle uğraşmaz, diye düşün­
dü Michael, el yordamıyla elektrik düğmesini ararken. Bulup ışı­
ğı açtı. Marvell'ın bedeni yerde yatıyordu. Duruşu garipti. Yıkıl­
madan önce lotus duruşunda oturuyor olmalıydı. Michael bunu
cesedi çevirdiğinde düşündü. Etrafındaki düzinelerce mumdan
birkaçını devirerek sırtüstü düşmüştü. Şans eseri mumlar sön­
müş, oda alev almamıştı. Michael, çok geç, diyen iç sesini duy-
40 DEEPAK CHOPRA

d u . Hafif de olsa nabız ararken bu kaçınılmaz değe rlendirmeyi


yaptı . Marvell'ın gözleri çuku rlaşmış, derisi çoktan siyanozun
mavi -gri tonlarına bürünmeye başlamıştı . Pürüzsüz yüzü güçlü
kalp kriziyle gelen yoğun ağrılarla kasılmıştı . Beth'in telefonda­
ki çılgınca sözlerinin aksi ne, kocası yarım saat, belki daha da
uzun bir süre önce ölmüştü . Michael , çok önceden kayboldu­
ğunu bildiği bir yaşam belirtisi arayarak adamın yanında diz
çöktü . Yüzündeki korku ifadesi onu şaşırtmadı; bu sahneyi da­
ha önce yeteri kadar görmüştü . Marvell'ın karısı harekete geç­
mekte hayli gecikmişti , ama belki de uyuyordu. Kocasının kur­
tulma şansı olabilirmiş gibi u mut ve umutsuzca bir inanma ihti­
yacıyla telefona sarılmıştı kuşkusuz.
Taım 'ya emanet ol. Hıızıır içinde yat. Michael dikkatini
cesetten odaya çevirdi. Gördüğü şeylerle irkildi.
Ortalığı gizemli semboller, figürler, tablolar ve diyagram­
lar doldurmuştu . Oda okült bir çöplüğe benziyordu : Erkek ve
kadını tasvir eden mumdan iki insan heykeli kalın bir iple belle­
rinden birbirine bağlanmıştı.
Masanın üzerindeki bardağın içinde kötü kokulu bir sıvı
vardı. Marvell'ın bedeninin çevresine bilerek dağıtılmış gibi gö­
rünen bir deste tarot kartı duruyordu . Asılan Adam ve Joker
Marvell'ın başının yanındaydı . Her ne olursa olsun duru m , ar­
kadaş grubuyla oynanan bir poker partisine benzemiyordu .
Michael Beth'in nerede olduğunu merak ederek ayağa kalktı.
" Bakar mısınız? " diye seslendi.
Hayal meyal, Marvell'ın bireysel gelişim türünden ruhsal
kitaplar yazdığını hatırlıyordu . Ancak etrafta gördüğü oyuncak­
lar, bunun ötesinde şeyler olduğunu gösteriyordu . Acaba Mar­
vell bu aydınlanma günlerinde bile batıl inancın ölümcül üvey
evladı kara büyüye mi dalmıştı?
Michacl'ın gözü , Marve l l ' ın eli ndeki buruşmuş kağıt par­
çasına takıldı . Önceden sımsı kı kapalı olan parmakları ölünce
gevşemişti ama kağıt lüla el indevd i . M ichael kağıdı usulca a l ı p
Melek Yakınlarda 41

çizgili sarı yaprağı açarak yazıyı okudu : MELEK YAKI N LAR­


DA . Büyük harfler ve düzgün bir el yazısıyla yazılmıştı . Ölümle
mücadele eden birinin karalam alarına benzemiyordu .
İntihar mıydı? İntihar notları mistik olmaz; neredeyse her za­
man yaşayanları suçlar ya da dokunaklı özürler içerir. Bu ise
umut dolu bir not ya da ölen bir zihnin rastgele bir sözüydü .
Michael dalgın bir tavırla kağıdı katlayarak cebine koydu. Mar­
vell 'ın karısının odaya girdiğini işitti . " Kocanız o kült konularla
ne kadar ilgiliydi? " diye sordu , kadına bakmadan . " Kıpırdama­
yın ! " diye bağıran bir erkek sesi duyuldu . Emniyeti açılan bir si­
lahın tanıdık sesi bunu izledi.
"Ellerinizi başınızın üzerine koyun . " Şaşırmaya bile vakit
bulamayan Michael otomatik olarak söyleneni yaptı . Aklına kö­
tü şansın üçlediği geldi. Öldüğü gece Marvell'ın evine hırsız
girmesi, kötü talihin katmerlisiydi. "Şimdi yavaşça bu tarafa
dönün. Ellerinizi indirmeyin," dedi arkasından gelen ses. Mic­
hael söyleneni yaparak arkasını döndüğünde açık kahverengi-ye­
şil ü niforma içinde, Columbia Şerif Departmanı'ndan i ki
görevliyle yüz yüze geldi. Adamlardan biri Tylcr Peabody idi .
Michael onu Carbonek'te birkaç kez görmüş, düşük kuşkusuy­
la tedaviye gelen karısına kendisi bakmıştı . Diğer görevliyi tanı­
yamadı . İki adam da yüzlerinde sert ifadelerle silahlarını ona
doğrultmuştu . Beth Marvell, ağlamaktan kızarmış yüzüyle
adamların arkasından içeri bakıyordu .
"Bu o ! " diye acı bir çığlık attı . "Bu o! Ford'u o öldürdü .
Bu raya taşındığımız günden beri bizden nefret ediyordu , gözü
arazimizdeydi. "
Daha fazla devam edemeyerek gözyaşlarına boğuldu .
"Beth," dedi Michael, ileri doğru bir adım atarak.
"Kıpırdamayın efendim ! " diye bağırdı Peabody . "Morgan ,
ke lepçe leri tak da, onu cesedin başından uzaklaştı ralım . "
Diğer görevli tabancasını kılıtina sokarak üne doğru bir
.ıd ı ın attı . Belindeki kelepçeleri çıka rd ı .
42 DEEPAK CHOPRA

"Yapma Beth. Beni sen çağırdın," dedi Michael kendini


sakin olmaya zorlayarak. Şoktan gözleri kararmak üzereydi.
"Kocasının kalp krizi geçirdiğini söyledi."
Michael Marvell'a bakmak için tekrar döndü. Elleri kelep­
çelenirken gördüğü şey karşısında donakaldı. Rhincford Marvell
az önceki gibi çalışma odasının zemininde sırtüstü yatıyordu.
Ancak şimdi, göğsündeki bıçak darbesi yüzünden her tarafı kan­
lar içindeydi. Üzerindeki beyaz spor gömlek kana bulanmış, üst
üste inen bıçak darbeleriyle delik deşik olmuştu.
"Onu sen öldürdün! Sen öldürdün!" diye haykırdı Beth.
Görevlileri geçip Michael'ın üzerine atılarak yüzünü tırmalama­
ya çalıştı. Görevliler onu kendileriyle tutukluyu acıdan deliye
dönmüş kadından korumaya çalışıyordu.
"Ben öldürmedim," dedi Michael, zihni \<.armakarışık. Bi­
leklerindeki kelepçe soğuk ve ağırdı. Beth'le, sanki bir hastane
odasında, hasta yatağının başucunda yalnızlarmış gibi sessizce
konuştu. Hiçbir karşılık gelmedi.
Peabody onu odadan çıkarırken Michael son bir kez etra­
fına bakındı. Uzun süre taşıyacağı, zihnine kazınacak bir görün­
tüydü bu. Rhineford Marvell bir kan gölünün ortasında ölü ya­
tıyordu.
Durum ne kadar garip olsa da Michael'ın başına gelen son­
raki olayın yanında önemini yitirdi. Odadan çıkarıldığının far­
kındaydı ama hemen ardından zaman sanki görünmez şekilde
ikiye bölündü. Masum olan ve az önceki saçmalığa boyun eğ­
meyen parçası ayrılıp geride kaldı. Bu bölünme, içinde bir
yerde olmuştu ama fiziksel etkisi anında ortaya çıktı. Bir anda
kendisinden iki tane oldu. Bir kendisi vardı: Sırtı kitaplığa dö­
nük, duvarın karşısında kendisine tıpatıp uyan ikizini seyreden,
gerçekte neler olduğunu bilen Michael. Bir de gölge vardı:
Odadan alınıp götürülen Michael. Buna hiç şüphe yoktu. Mic­
hacl ellerine, gömleğine, ayaklarına baktı. Normal koşullar al­
tında şaşırmayacağı bu gerçek onu derinden sarstı .
Melek Yakınlarda 43

"Aman Tanrım," diye fısıldadı. İçinden ilk gelen arkaların­


dan koşmak, Beth'i ya da polislerden birini yakalayıp bağırmaktı.
"Yanlış adamı götürüyorsunuz! " Başı önde, arkasına bak­
n1adan giden o adam, yalnızca o cinayetin parçasıydı. Belki de
garip bir biçimde suçlu olandı o. Yoksa bu delice bir düşünce
miydi? Michael koridora koştu. Ön kapıya yaklaşan küçük gru­
bu arkadan görebiliyordu . Gölge Michael uysalca hareketsiz du­
ruyor, birilerinin pirinç kapı tokmağını çevirmesini bekliyordu .
Gerideki Michael donup kalmıştı. Ağzını açtı ancak son anda
kendisine engel oldu. Gruptan kimse arkasına bakmadı. Micha­
el, Michael'ın gidişini izledi. İşte buydu . Tamamen yabancı bi­
risinin ayrılıp gitmesini seyretmek gibi bir şey. Yine de, eğer
kendini kandırmıyorsa, hapse giden Michael kapı tam kapanır­
ken ona bir bakış fırlatmıştı. Belki saniyenin onda biri kadar sü­
re bakıştılar. Bu bakışta tanıma değil, boşluk vardı. Gölgesinin
aklından neler geçtiğine dair Michael'ın en ufak fikri yoktu ve
asla da olmayacaktı.
Susan, Michael'ın dönüşünü uyuklayıp tavandaki çatlakla­
rı seyrederek beklerken büyük boş yatağın ortasında gerindi.
Endişeli değildi. Sevilen bir kadın olmanın mutluluğu bedenini
rahatlatıyordu. Son bir buçuk yıldır her ikisinin de yaşamı bir
yeraltı ırmağının dinginliği içinde geçmişti. Bir zamanlar fırtına­
lan çöl sıcağında seviştikten sonra dinen ateşli aşıklar oldukları­
nı tahmin edemezdiniz. Çöl tam onlara göreydi aslında; bu me­
lodram için mükemmel bir arka plandı. İhanet, kıskançlık, yok­
luğun verdiği hırçınlık ve ölümüne tartışmalar yaşadılar. Sonun­
da ortaya çıkan şeyin sevencenlik olduğunu görmek ikisini de
şaşırttı. Ama bu onları mutlu da etti. Yumuşak temel üzerine
kurulan beraberliğin sert temele kurulan kadar sağlam olabile­
ceğine karar verdiler. Susan ile Michael, Dünya Sağlık Örgütü'
nün Suriye'de üstlendikleri görevlerinden dönüşte evlendi. Su ­
san'ın ikinci, Michael'ın ise ilk evliliğiydi. Michael, yaşamının
bundan sonra alacağı yönü enine boyuna düşünmek üzere bir-
44 DEEPAK CHOPRA

lışmak istemedi . Susan , Michael'ın gerekçeleri ve onu kendisin­


den uzaklaştıran içe dönüşleri karşısında şaşkınlık duymakla bir­
likte Suriye 'den ayrıldığına mutluydu . Şam güvenlik kapıların­
dan son defa geçerken Michael arkasına dönüp bakarak.
"Başka bir dünyayı terk ediyoruz," dedi.
"Öyle," diye onayladı Susan düşünmeksizin .
"Hayır, gerçek anlamda başka bir dünya," dedi Michael.
Yüzü , Susan'a gülünç gelecek kadar gizemliydi. Ancak Micha­
el'ın sonraki saat boyunca süren sessizliği Susan'ın aklına takıl­
mıştı . Susan, O rtadoğu'da kıdemli görevli olmanın getirdiği baş
ağrılarından vazgeçerek yatay geçiş önerisini kabul ettiği için
mutluydu . Şimdi, huzurlu bir araştırmacı/yazar yaşamı sürdü­
rüyordu . Bir süre yer aradıktan sonra New York'un dışında bu
1 50 yıllık çiftlik evine yerleştiler. Ev, bir zamanlar büyükçe bir
elma çiftliğine aitti, ancak arazinin büyük bölümü yıllar önce sa­
tılmıştı . Evle birlikte eski meyve bahçelerinden geriye kalan üç
beş dönümü satın aldılar. Depodan, çoktan unutulmuş halılar,
divanlar, yıpranmış masalarla elden düşme çalışma masaları çık­
mıştı. Bunların bazıları Hudson Vadisi'nde yerleşmiş olan anti­
kacılar tarafından özenle seçilerek alınmış nesnelerdi. Zamanla
yeni evleri bir yuvaya dönüştü . Valentino isminde kül rengi, yaş­
lı bir erkek kedi edindiler. Michael, Carbonek'te yarım günlük
bir işe başladı. Susan ise ayda bir kente iniyor, yılda iki defa da
Dünya Sağlık Örgütü danışmanı olarak İsviçre'ye uçuyordu .
Michael gideli ne kadar zaman geçtiğini kestirmeye çalışarak
kaşlarını çattı . Gittiğinde ortalık henüz karanlıktı, en azından bu
kadarını hatırlıyordu . Valentino, patilerini yorganın kenarına
dayamış, bir şey bekler gibi burnunu Susan'ın yüzüne sürtüyor­
du . Susan yataktan kalkarak sandalyenin arkasında asılı duran
pamuklu sabahlığını aldı. Merdivenlerden aşağı inerken ışıkları
açtı . Kahve makinesini çalıştırdı . Valentino'nun kabına mama
koymaya gitti . Kahvaltı köşesindeki masada oturan kadını ancak
ondan sonra görebildi .
Melek Yakınlarda 45

Yabancı, ufak tefek, yaşlı bir kadındı. Altmışla seksen ara­


sında herhangi bir yaşta olabilirdi . Yaşam dolu bir yüzü, parlak
ve tetikte bakışlı iri kahverengi gözleri vardı. Kısa, çiçekli bir
etek giymişti. Yabancıyı fark eden Susan kalakaldı. Evde yalnız
olduğuna emindi . Şehirden uzakta yaşadıkları için şehir gelene­
ği olan gece kapıyı kilitleme alışkanlığını yitirmişlerdi . Belki de
yaşlı kadın az önce içeri girmişti.
"Merhaba Susan," dedi kadın, sakin bir tavırla. "Adım
Rakl1el. Senin eski bir dostunum."
"Ne? "
"Kendimi içeri buyur ettim."
"Bunu görebiliyorum. Beni tanıyorsun ama nereden?"
"Geçmişten ve başka yerlerden. Birlikte çok şey yaptık ama
o kadar da kolay kabul edilir değilim. Yani, senin zihninde de­
mek istiyorum."
O anda telefon çaldı. Aniden çınlayan zil sesi Susan'ı kor­
kutup endişelendirdi.
"Burada bekle," dedi Susan, arka duvardaki telsiz telefonu
alırken.
"Michael, sen misin? Neredesin?" diye sordu.
"Greenport'ta karakoldayım," dedi Michael.
"Dinle, Suze, Jack Temple'ı arayıp benimle şehir hapisha­
nesinde buluşmasını söyleyebilir misin? Acil olduğunu söyle.
Gitmek zorundayım, uzun konuşmama izin vermiyorlar.
Endişelenme, tamam mı?" Jack Temple avukatlarıydı ama şim­
diye kadar herhangi bir davalarına bakmamıştı. Aslında avukat­
tan çok bir dosttu.
"Dur bir dakika, neler oldu?" diye ısrar etti Susan.
"Marvelllara ne oldu?"
"Marvell öldü." Yanıtı, şoktan çok bir acil dunım sonucu­
mı bildirir tondaydı. "Tutuklandım. Bunun bir cinayet olduğu ­
nu söylüyorlar. Templc'ı ara, tamam mı? " Telefon kapandı.
Susan birden, elinde birkaç saniyedir kapalı olan telefonun ahi-
46 DEEPAK CHOPRA

zesi, hiçbir şey görmeden boşluğa baktığını fark etti. Yavaş ha­
reketlerle ahizeyi duvardaki yerine yerleştirip davetsiz misafirine
döndü.
"Eğer eşimi görmeye geldiyseniz bir süre gelemeyecek,"
diyen sesini işitti.
"Sandığından da uzun bir süre," dedi Rakhel sakin bir ta­
vırla. "Kahve güzel kokuyor." Masadan kalkarak lavabonun
üzerindeki kupalara baktı. Mavi- beyaz bir Japon fincanı aldı.
Kahvesini yudumlayarak geri döndü. "Çok sıcak, çok da sert.
Ucuz çekirdekten yapıyorlar. İşe yaramaz. Pekala, şimdi gel,
otur."
Gözlerini Susan'dan ayırmamıştı.
"Konuşalım." Susan başını salladı.
"Hayır, aramam gereken birisi var. Belki .. "
"Seni temin ederim, Jack Temple hala yataktadır. Uyuma­
sı için birkaç dakika daha vermenin zararı yok. Kefalet duruşma­
sını yönetecek olan hakim Marshall ise saat ondan önce odasın­
da olmayacak. Biraz sohbet için zamanın var demektir, mı?"
"Neler oluyor? Sen bütün bu olanların içinde misin?" Su­
san mutfağın öbür tarafına geçip masada Rakhel'in yanına otur­
muş olduğunu yeni ayrımsıyordu.
"Kimsin sen?"
"Çok da uzun olmayan bir zaman önce, mein kind, senin
yaşamında önemli bir rol oynadım. Bunun ne olduğunu hatır­
layabilirdin ama sen unutmayı seçtin. Bu durum değişebilir el­
bette. Yaşam değişimdir, öyle değil mi?"
Eskenazi aksanı, Susan'ın içinde belirsiz bir yankı yarattı.
Kudüs'ten gelen, hatırlaması gereken bir yankı mıydı bu? Ama
önünde duran kişiyle daha önce karşılaşıp unutmuş olduğunu
düşünmek gülünçtü. "Ortadoğu'da bulundun mu?" diye sor­
du. Rakhel başıyla onaylayarak sordu, "Özgür irade konusunu
hiç düşündün mü?"
"Özgür irade mi?"
Melek Yakı nlarda 47

"Birlikte olabileceğinden pek de emin olmadığım iki söz­


cük. Güçlü irade sahibi olanların çok azı biraz olsun özgürdür."
"Neden söz ediyorsun ? "
"Olayları akışına bırakmayı çok zor bulurlar. Onlar için
teslim olmak diye bir şey yoktur. Bu yüzden paniğe kapılır, dü­
mene asılırlar. Bu da nadiren işe yarar ."
Susan ayağa kalktı. Zihnindeki sis perdesi dağılır gibiydi.
"Bağışla ama buna zamanım yok şu anda."
Rakhel sabırsızca içini çekti. "Hep böyle derler zaten. Za­
man bulmak zorundasın, bunu biliyorsun. Yollarımızın kesiş­
mesini sağlamayı öğrenmemiz gerekecek senin ve benim. Bütün
açısından baktığında da benim yolum en iyisi."
"Eminim öyledir." Susan artık dinlenmiyordu. Arkasını
dönerek Michael'ın telefon defterinin durduğu çalışma odasına
yöneldi. Cinayet! Sözcük boğazında düğümlendi. İçini, eşini
bir an önce kurtarma güdüsü kapladı. Çalışma odası aydınlık ve
havadardı. Michael'ın dağınık eşyaları, düzensizce yığılmış ki­
tapları ve kağıtlarıyla doluydu . Küçük bir yığının içinden adres
defterini ararken Susan 'ın zihninde hızlı, bağımsız bir ses güç
fark edilir şekilde söylenmeye başladı:
İşte zaman geldi. Giilünç, buraya taşındığımızda hep bir
şeylerin olacağını beklediğimizi biliyordum . Aslında korkımıyo­
rıım . Hayır, hayır bıı doğru değil -deli gibi korkııyorıım ama
başka bir şey daha var. . . bağlan tıyı kurmam gerek, kıırmam . . .
Michael'ın ahşap sandalyesinde oturdu, telefonun tuşları-
na basıp bekledi.
"Alo?"
Telefonun ucundaki ses, boğuk ve bitkindi.
" Jack? Benim, Susan McCaffrey. Birkaç dakika ünce Mic ­
hacl aradı . Tutuklanmış."
"Tutuklanmış mı? Neden? "
" Dedi ki... " Devam etmeden biraz duraksadı.
48 DBEPAK CHOPRA

"Birisini öldürdüğünü sanıyorlar. Yan komşumuz Mar­


vell'ı."
" Rhineford Marvcll mı?"
" Galiba. Evet, eğer ismi oysa. Marvell . Ne salak bir isim . "
"Salak değil, piyasada prim yapan bir isim . O adam bir New
Age kaçığı . İlgi çekmek zorunda . "
Temple şimdi sert konuşabilecek kadar uyanıktı . "Michael
nerede? "
"Sanıyorum şehir hapishanesinde . Yani, senin oraya gitme­
ni istedi. Jack, ne yapacağımı bilmiyoru m . "
"Kendimi toparlamam için bana birkaç dakika ver. Oraya
gitmeden sana bir şey söyleyemem . Üzgünüm . "
"Hayır, anlıyorum . " Susan arkasını döndüğünde yaşlı kadı­
nın umutsuzluğu karşısında şaşırmış bir halde onu seyrederek ka­
pının girişinde durduğunu gördü. Bu tehlikeli yabancıyı evinden
kovmak için çığlık atmak istedi. Bir kulağıyla avukatı dinlerken
aynı anda R..-ıkhel'in de yüksek sesle konuştuğunu duyabiliyordu.
"Michael'ı kefaletle dışarı çıkarabilir ama sadece bu kadar. Onu
aklayamaz. İsminize gölge düştü bile, elinden ne gelir? "
Kes sesini!
Susan bağırdığından emindi ama ziyaretçisi kılını bile kı­
pırdatmadığına göre bağırmamış olmalıydı .
"Seninle hapishaneye geliyorum," dedi Susan telefonda.
"Benimle tartışma Jack, yoksa tepem atacak. " Temple gönül­
süzce kabul edip telefonu kapattı. Susan R..-ıkhel'e döndü . R..-ık­
hel'in yaşlı, yumuşak yüzü bir çocuğunki kadar saftı .
"Bir anda Süperkadın mı oldun? Hapishane duvarlarını yı­
kıp çıplak ellerinle onu çektiğin gibi çıkaracaksın, öyle mi? Ma ­
zd- tov, hayatım, ama işler böyle olmayacak. "
"Bak, kusura bakma ama gitmen gerek. Susan eliyle saçını
düzeltti . Bu sı kıcı . . . yaşlı şeyi. . . buradan çıkarma konusunda ça­
resizliğe kapılm ıştı . Bunu fark eden Rakhcl , S usan ' ın dikkatini
çekm evc çalışarak konuyu değiştirdi .
Mdek Yakınlarda 49

"Beni dinle, bebeğim . Marvell'm ölümünün ardındaki ne­


denler senin fark ettiğinden daha derinde. Az önce seni arayan ,
eşim dediğin adam değildi . "
Susan'ın kalbi duracak gibi oldu . "O zaman Michael bu
işin içinde değil mi? " Yaşlı kadının iddiası tuhaf gelse de, içinde
umut ışığı uyandırmıştı . Rakhcl omuzlarını silkti .
"Hayır, işin içinde, tamam . Bunu biliyor, bu yüzden daha
dikkatli adım atacak. Ama senin yardım etmen gerekiyor. "
"Nasıl? Eğer arayan o değilse, Michacl şimdi nerede? "
"Kim bilir? Duvarların içini göremiyonım . Ama n e yapaca­
ğını kestirecektir. Şu anda sana ulaşamayabilir."
Susan'ın zihninin mantıklı kısmı isyan etti. "Ne demek is­
tiyorsun? Söylediğin hiçbir şeyi anlayamıyonım . Şimdi gidip ko­
camı göreceğim. " Tavrında raydan çıkmak üzere olan bir vago­
mı dizginlemeye çalışan bir makinistin kararlılığı vardı . "Anla­
dın mı beni? "
"Onu görmek mi? Görmek öyle garip bir sonındur ki . "
Rakhel'in sesinde tuhaf bir kesinlik vardı .
"Ben gidiyonım. Şimdi," dedi Susan arkasını dönerken .
"Peki, o zaman pencerelerinin temizlenmesini ister mi­
sin?" dedi yaşlı kadın amaçsızca. "Uzmanlık alanımdır."
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? " dedi Susan, uzaklaşır­
ken onu merdivene kadar takip eden yaşlı kadından dikkatini de
ayırmaksızın.
Rakhel başını salladı. "Sana yardım edeceğim, bu da tez­
gah kuracağız demek."
"Neye karşı tezgah kuracağız? "
"Ah, hadi artık," dedi Rakhel gülümseyerek, "diğer taraf
pek değişmez. Kaosa ve yaşlı geceye karşı harekete geçeriz. Du­
rumu açıklamanın şık yolu bu . Kötü şeyler. Açık ve doğru dü­
şünebilmek için en çok çaba sarf ettiğimiz böyle zamanlarda her
şeyi mahveden şe�·, kafa karışıklığıdır. "

� kk·k \'.ı k ı ı ı L ı rd., 1· -1-


50 DEEPAKCHOPRA

Susan aniden bu gizli kapaklı şeylerden yorgun düştüğünü


hissetti. "Üzgünüm ama bu kadarı çok fazla . Zamanlama da
yanlış. " Üzgünüm. Olası bir patlamadan kaçar gibi başını öne
eğerek yaşlı kadü1ın yanından geçti. Bugünün getireceğini tah­
min ettiği zorluklarla karşılaşmaya hazırlanmak için merdiven­
den yukarı çıkarken kalbinin derinliklerinde aşağı indiğinde evi
boş bulmayı mndu. Sonraki dakika içinde kapı kapandıysa da
Susan bunu duymadı.

Meleğin Sesi
Yaşlıları, özürlüleri ve delileri toplumdan dışlar­
sınız. Bazen azizlerinizi de aynı yerlere gönderirsiniz.
Ama şimdilik bu konuyu bir yana bırakacağız. Tanrı,
mhsal olarak kendilerini yurtsuz hissedenlerle ilgilen­
mek zomndadır. Ruhu boş olanları değil, dolu olan­
ları kastediyonım. Tanrı'dan uzaklaşan bir dünyada,
O'nunla kalanları nereye yerleştirecek?
Yeryüzünü mü arşınlamaları gerek? Tanrı buna
izin veremezdi, bu yüzden O'na en çok inananlarla il­
gilenmenin bir yolunu bulmalıydı.Yapılabilecek
seçimler vardı. Azizlerine, insanların önlerinde eğile­
cekleri şekilde ayrıcalık tanıtabilirdi. Ancak, özgür ira­
deden dolayı Tanrı, hiç kimseyi azizlerini sevmeye
zorlayamazdı. Onlara zulüm yapacak ve lanet edecek
pek çok insan vardı. Bu, Tanrı'nın ruhtan yana zen­
gin olanların, geri kalanlara oldukça sıradan görün­
melerine izin vermesine neden oldu. Metinlerinizden
birinin bildirdiği gibi, "Yabancıları ağırlamayı ihmal
etmeyin . Bazıları böylece bilmeden melekleri
ağırladılar. " Dunı ın aşağı yukarı böyle, ancak yaban­
cının kendisi bir me lek değildi, çünkü melekler etten
Melek Yakınlarda 5I

kemikten değildir. Meleksi olan, bu kutsal komıkse­


verlikti: Her kim bu dünyaya ışık getirirse, meleklerin
şölenini paylaşır.
Yine de Tanrı, farkındalığı en yüksek insanları
öylesine bir kenara atamadı . Onlara çok ince düzey­
lerde lütfunu bağışladı. Bunlar da Tanrı'nın lütufları
olmakla birlikte onların yalnız bedenin ve zihnin göz­
leriyle değil, ruhun da gözleriyle bakmalarına izin
verdi.
Daha sonra onlara şöyle dedi, "Nasıl hoşunuza
giderse öyle davranın."
Bunlar mucizevi sözler mi? Tanrı, herkesin böy­
le davranmasına izin vermez mi? Evet. Fark, bunu si­
ze söyleyenin Tanrı'nın kendisi olduğunu bilmeniz­
dir. Şu emirlere derinden inandıkça, Tanrı'nın sesi içi­
nizde duyulacaktır:
Korkmayın.
Sevildiğinizi hatırlayın .
Herkese, ama herkese Tanrı 'nın çocuğu olarak
davranın.
Yaradılışın her bir ilmeğini kutsal olarak t.ıkdir
edin.
Kendinizi dünya içinde değil, dünyayı kendi içi­
nizde göriin .

***
Polisin geride bıraktığı gerçek Michael, Susan'ı aramadı.
Aramaya çalıştı, ancak hat meşguldü . Marvdl'ın en iyi şişesin­
den kendisine bir bardak viski daha doldu ru rken sarsıntısı olan­
cı şiddetiyle sürmekteydi. Bütün ev ona kalmıştı, içki dolabı ise
kilitli değildi. Kafası yeniden doktor gibi çalışmaya başladı . Eğer
şoktaysa ya da halüsinasyon giirüyorsa, alkolün ne etki yapaca-
52 DEEPAK CHOPRA

ğını görmek istedi. Derin psikoz alkolden etkilenmez. Haydi


bakalım , başlıyoruz, diye geçirdi zihninden . Şişeyi mutfağa gö­
türüp bir su bardağı buldu . Lavabonun başında durarak ikinci
bardağı da yuvarlayıp beklemeye koyuldu . Midesi boş olduğu
için etkisini çabucak görmesi gerekirdi. Gördü de . Yüzünün kı­
zardığını hissetti, gevşedi. Kısa bir süre sonra sarhoş olacağına
kuşku yoktu . Güçlü bir halüsinasyonla uğraşmak çok daha ko­
lay olurdu . Michael mutfaktan çıktı, etrafı pek görmeden bina
içinde dolandı. Marvelların evi kırsal tarzda döşenmişti. İran ha­
lıları kuşaktan kuşağa aktarıldıklarını gösterircesine eski ve yıp­
ranmıştı. Oturma odasındaki maroken kanepe, Yukarı Doğu Ya­
kası'nda bir açık artırmadan alınmış değil de, varolmayan bir
büyükanneden miras kalmış izlenimi veriyordu. Michael kendi­
sini içki pusunun ardından gözlemleyerek püsküllü bir divana
uzandı. Şok ya da saplantı işareti aradı . Gerçeği uyum sağlaya­
bileceği, akla yatkın bir açıklamaya uyana ve bu paniği uzakta
tutmanın yollarını bulana kadar, beyninin son saati hummalı bir
şekilde durmadan yinelemesini bekliyordu. Ancak zihni ne bir
düşünceye saplandı ne de çılgınlaştı. Gölge Michael'ın yürüyüp
gittiği açık seçik görmüştü . Öylece gerçekleşiverdi bu hareket.
Amip gibi ortadan ikiye bölünmedi söz gelimi. Öldüğümüzde
nıhun bedeni terk edişini hayal ettiğimiz gibi bedeninden haya­
let olarak da çıkmadı. Dunım bundan çok daha basit, çok daha
berbattı. Önce birdi, sonra da iki. Daha iyi bir şeyler bulma
umuduyla ayağa kalkıp Marvellların evinden çıktı. Arabası ace­
leyle park ettiği yerde, yolun neredeyse dışında dunıyordu .
Hiç değilse evine git. Orası ııyııdıığım yer. Belki de işin hi­
lesi uyanmadan geri dönmektedir.
Güçlü bir varsayım sayılmazdı ama yine de arabaya bindi .
Eli anahtara uzandı, sonra arkasına yaslandı . Delirmiş biri araba
sürmeye kalkarsa ölebilirdi. Psikozun aklı başındaymış gibi dav­
ranmak şeklinde tuhaf bir davranış biçimi vardır ama yanılsama
Melek Yakınlarda 53

en sonunda ortaya çıkar. İnsan kırmızı ışıkta durur, sonra do­


nup kalmış bir halde sürücü koltuğuna yapışır, itfaiyeden birile­
ri ge lip onu çıkarmadan hareket edemez.
Beni kim çekip çıkar.ıc.ık?
Arabayı çalıştırdı, geri geri yola çıktı. Eğer psikoz üzerine
düşünebiliyorsa, bu, psikotik olmadığı anlamına gelmeliydi. Yü­
rüttüğü mantık belki yanlıştı ama işe yaramalıydı. Bir anda ra­
hatladı. Olanaksızı kavramak zorunda değildi. Ama elbette al­
kolün bakış açısıydı bu. Dağılıp gidecekti. Eve yaklaştığında
cipin içindeki Susan'ı hızla giderken gördü. Hey, bekle! diye ba­
ğırmak istedi zihni. Ama eli kornaya uzanmadı. Frene bastı ve
Jeep kasabaya giden virajı dönene kadar Susan'ı izledi. Birkaç
saniye sonra içerideydi. Bütün ev bir kez daha kendisine kalmış­
tı. Boş midesi şimdi ona ihanet ediyordu. Kendini hasta ve ser­
semlemiş hissediyordu. Bir şey yemeliydi. Düşünceleri başka
yerde, ton balıklı sandviç için malzeme çıkardı. Birşeyler yeme­
si gerekiyordu, ya da eğer gerekmiyorsa, bu deney yapmak için
doğru zaman değildi.
O zaman, mein kind, gerçek olmaya hazır olduğun u m u
diişün üyorsun? Seni uyarıyorum, aldatıcı bir iştir bu. Normal
şeylere inandığın sürece gerçekdışına gömülürsiin. Yalnızca çıl­
dırmak -ya da uyanmak- sana neyin gerçekten gerçek olduğun u
gösterecek. Unutmaya çalıştığı bir sesi hatırladı Michael. Bu se­
si yeniden zihninin karanlık kısımlarına, farkındalık döşemeleri­
nin altına itti.
Soğuk bir bardak sütle tabağını alıp pencereye gitti. Ayak­
ta yemeye başladı. Kendisiymiş gibi görünüyordu. Peki, o za­
man Marvell cinayeti nedeniyle tutuklanan kimdi? Oraya git­
mekten alıkoydu kendisini. Önce Susan'ın kendisini görmesini
ve tenine dokunmasını istiyordu. Sınama bu olacaktı. Olasılık­
lar ondan sonra ortaya çıkacaktı. Büyük olasılıkla Susan, Micha­
el'ın şüphelerini giderecek, olağan yaşam devam edecekti. Su­
san onu görüp hatırlamayabilirdi. Ya da belki de hiç görmeye-
54 DEEPAK CHOPRA

bilirdi. İşte bu son derece alışılmadık bir olasılıktı. Ertesi günün


gazetelerinde, Dr. Michael Andrew Aulden'ın taşra yolunda,
sabahın erken saatlerinde elim bir trafik kazasında öldüğü habe ­
rini bulmak üzere bir süre olasılıklar arasında gezinmek nasıl
olurdu?
Tabağı ve boş bardağı geri götürdü. Ilık ve parlak gün ışı­
ğı pencereden kolunun üzerine düştü. Önemsiz bir şey, gelip
geçici bir algıydı ama yine de koluna baktı. Hayalet olduğunu
gösterir birşey yoktu ortada. Eğer hayattaysa, hayatta olan her­
hangi bir insanla aynı yükümlülüklere sahipti. Ve bu, tek bir şey
anlamına geliyordu. Arkasına bile bakmadan kendini arka kapı­
dan koşarak çıkarken buldu. Arabasına atladı. Siyah Saab lastik­
leri gıcırdayarak kasabaya doğru yöneldi. Artık nereye gideceği­
ni biliyordu. Gizemin içinde değilken, kolaylıkla hak olarak gö­
rülen bu dürtü, gizemin uzaklaşmasına yardımcı oluyordu. En
azından şimdilik. Gölge Michael'ın kimsenin yaşamını sarsabile­
cek bir şey yapma fırsatı yoktu. Columbia County bürokrasisin­
de inatla yollarını bulmaya çalışan Jack Temple ve Susan'ın, göl­
ge Michael'ın serbest bırakılmasını sağlamaları neredeyse dört
saatlerini almıştı. Sanığın mahkemeye çıkması fazla gecikmedi.
Saygın bir doktorun, suçlandığı bir cinayetin davasından kaçma
riskini ortadan kaldıracak kadar topluma bağlı olduğuna inanılı­
yordu. Kefalet, evin ipotek bedeli karşılığı yüz bin dolar olarak
belirlendi. Ancak hakim onları büyük jürinin karşısına çıktıktan
sonra kefaletin kalkma olasılığına karşı da uyardı.
"Peki sonra ne olacak?" dedi Michael sertçe, demir kafesli
pencerenin önünde durup belgeleri kayıtsız görevliye uzatırken.
Susan, Michael'ın koluna girmiş, hemen yanında duruyordu.
Michael başını yakınında duran Temple'a çevirdi. Avukat
omuzlarını silkti. "Kasten adam öldürme üzerinde duracaklar,
çünkü tamamıyla akıldışı ya da ani bir dürtüyle hareket etmedin.
Marvell'ı kendi evinde tuhaf bir saatte , kasten aradm. "
"Ara madım, konu da bu," diye itiraz etti lvlichael.
Mekk Yakınlarda 55

Susan dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Hayattan


ürkmüyordu. Ya da yaşam en azından şimdiye kadar kalıcı bir
korku refleksi geliştirecek kadar korkutmamıştı onu. Michael'la
kendini daha güvende hissetmek için evlenmemişti. Birbirlerini
sığınılacak birer liman olarak da kullanmadılar. Yine de terk
edilme tehdidi o kadar büyüktü ki, acı tadını damağında hisse­
debiliyordu. İnce çizgili, yünlü bir erkek takımı giyinmiş, daha
doğrusu zırh gibi kuşanmıştı. Bu onun, Michael'ın deyişiyle
"şirket intikamcısı" görüntüsüydü ve Susan'ın adalet isteyerek
Valhalla'dan inen zorlu, yorgun bir Valkyrie gibi görünmesini
sağlıyordu. Ama büyünün etkisi geçmişti.
"Artık gidebilir miyiz?" diye mırıldandı Susan, sesi titreye­
rek.
Hukuk sohbetine dalmış iki adam dönüp Susan'a baktı.
İkisi de bir an kararsız kaldı, sonra Michael neler olduğunu fark
etti.
"Tabii, hadi çıkalım buradan."
Susan, titreyen mavimsi floresanlarla aydınlanan, eski mum
ve endişe kokan kahverengi koridorlardan dışarı çıkarıldığı için
minnet duyuyordu. Michael'ın suçlu olma olasılığını aklına bile
getirmemişti. Ancak sabah, işlemleri yaparken, kendisine ait yir­
mi beş santimlik mutfak bıçağıyla tekrar tekrar bıçaklanmış olan
Marvell'ın bedeninin canlı görüntüsü, zihninde oluşmaya baş­
ladı. Cinayetin önceden tasarlandığı her halinden belliydi. Eğer
eşi uyanmamış ve üst kattan aşırı korkmuş bir halde fısıltıyla
(9 1 1 raporu tarafından teybe alınmış) gizlice polisi aramamış ol­
saydı, elleri kana bulanmış suçluyu yakalayamazlardı.
Ama kadın aramış, onlar da yakalamıştı. Savcı, hakimin
önünde uyuşuk ve yorgun bir halde eğilmiş olan Michael'ı bu
kahredici gerçeklerin bombardımanına tuttu. Susan, kendisi ha­
riç herkesin Michael'ın suçlu olduğuna inandığını acı içinde fark
etti. Buna avukatı da dahildi.
56 DEBPAK CHOPRA

" Bak, Michael," dedi Temple, mahkeme binasından ılık


öğle ışığına çıkarken, "Senin için elimden daha fazlası gelmez ."
"Benim yaptığımı sanıyorsu n," dedi Michael. Bunu söylerken
onu suçlam ıyordu ama sanki gerçekleri değerlendirmiş ve aynı
mantıklı sonuca varmış gibiydi.
"Bana bunu söyletme" dedi Tcmple kabaca.
"Bu benim vardığım sonuç değil. Sadece seni en iyi şekil­
de temsil edebilecek nitelikte olmadığım bu idamlık vakaya,
kendi huzurumu kaçıracak kadar gömülmüş olduğumu söylü­
yorum . Ben haftanın dört günü kendini Manhattan'a atan, kü­
çük bir taşra şirketler hukuku uzmanıyım. Senin iyi bir savunma
avukatına ihtiyacın var."
Michael du rup kendisine baktı . Üzerinde hala şafaktan ön­
ce evden çıkarken giydiği beyaz tişört ve haki pantolon vardı.
Elleri ovuşturmaktan hassaslaşmış, pembeleşmişti . Tişörtünün
üzerinde Susan'ın kan olarak algıladığı paslı kahverengi lekeler
vardı.
"Benim avukatım var," dedi Michael inatla.
"Hayır. " Temple kollarını yanlara açarak geriye bir adım
attı. Koyu, kıvırcık saçları ellisini yaklaşık on yıl önce geçtiği ger­
çeğini örtüyordu . Liman işçisi yapılı, güçlü bir adamdı .
"Bu cinayet, Michael , sigorta sahtekarlığı değil. "
Temple'ın yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı. Neredeyse
ona acır gibiydi.
"Bölge savcısıyla konuştum bile . Haklarını koruyabilecek,
olabilecek en iyi anlaşmaya varabilecek birisine ihtiyacın var."
"Anlaşma mı?" Susan, telaş dolu sesiyle araya girdi. "Mic­
hael masumsa anlaşma yapmak neden gereksin ki? "
Temple duymazdan gelerek devam etti . "Birkaç isim öne­
rebiliri m . Hepsi de deneyi mli insanlar. Pahalıya patlar ama süz
konusu olan yaşam ın . ''
"Y ctcrincc açık koı rn şnın ," diye homur dandı Michacl .
Melek Yakınlarda 57

"Gerçekçiyim, hepsi bu." İki adam isteksizce d sıkıştılar.


Sonra Teınplc arabasına doğru yöneldi.
" Hadi," dedi Susan usulca. Otoparka doğru sessizce yürü­
dı'iler. Michad pencereden sessizce bakarken içine kapanmış gö­
rünüyordu. Mahkeme binasının yakınlarına park etmiş siyah Sa­
ab'ı ve arabanın içindeki , sanığın tam bir kopyası olan adamı iki­
si de fark etmedi. Bu Michael onlara bakıyordu. Önünden geç­
tiklerinde aralarındaki mesafe altı metreden fazla değildi. Su­
san'ın böyle tanıdık bir yüzü hatırlayacağı düşünülürdü. Ama
başını çevirmedi bile. Susan ve gölge Michael bir sonraki adımı
düşünmek için eve doğru yöneldiler. Siyah Saab, yaşayanların
arasındaki hayalet gibi, fark edilmeden başka bir yöne doğnı
uzaklaştı. Görünen o ki bu işler böyle yürüyordu. Sonılarını ki­
me soracağını ise artık biliyordu.

Meleğin Sesi
Lastikleri değiştirmek bizi rahatsız etmez. Gece
yarısı boş bir yolda sürücüsü çaresiz kalmış bir araba­
ya yardım için aniden ortaya çıkan ve tam zamanında
duran yabancıların hikayelerini duyduk. Lastik değiş­
tirilir ve minnettar sürücü Tanrı'nın dokunuşuyla
kurtarıldığını hisseder. Melekleri bu farklı kılık içinde
ya da Şükran Günü evsizlere ve kalbi kırıklara akşam
yemeği getiren adsız hayırseverler biçiminde görmüş
olduğunuzu düşünürsünüz.
Bizler bu kurtarıcılar olabiliriz, ancak genellikle
sizlerle temas kurmamızın yolu bu değildir. Diğer
yardımcılar Tanrı tarafindan ama daha dolaylı bir bi­
çimde, "rastlantıyla" gönderilir. Rastlantı si zi şaşırtan
ilahi planın parçasından ibarettir. Dünyanın nasıl
döndüğünü bildiğinizi varsayarsınız a ma nasıl bikbi-
58 DEEPAK CHOPRA

lirsiniz ki? Dünyanın nasıl işlediğini bilmek için kim


olduğunuzu bilmeniz gerekir ve bu da büyük unutu­
şun bir parçasıdır.
Dünyanın nasıl döndüğünü bilmek ister misi­
niz?
Dünya yalnızca sizin için düzenlenmiştir. Her
olay, kozmik halıdaki bir düğümdür ve her iplik di­
ğerlerine yanıt olarak titreşir. Bu ağı ören ve onun üs­
tünden bakan Tanrı'dır. O'nun parmağı her küçücük
parçaya dokunur. Melekler her şarkı söylediğinde ha­
yatınız etkilenir. Sizlerin her ağlayışınızda da bizler
etkileniriz. Yaşayan Bütün birlikte soluk alır ve hare­
ket eder.
Ağlar avlarını yakalamak için yapılmıştır. Tanrı
ne yakalamak ister ki? Kusur. Siz buna günah ya da
karma dersiniz ancak Yaratıcı için tek günah, mükem­
mel sevgi ve neşeden yoksun kalmaktır. Onun niyeti
yalnızca kusursuzluk getirmektir. Bunu emredebilir­
di. Başka evrenlerde böyle yaptı, hiçbir sapmaya da
izin vermedi. Ama sizin evreninizde süregelen bir
oyun var, saklambaç oyunu . Yeniden arayabilesiniz
diye kendi mükemmelliğinizden saklanıyorsunuz. Bu
oyun kendi seçiminizle başladı. Seçiminizi unuttu­
nuz, bu da günahlarınızdan ve kederlerinizden yakın­
manıza sebep oldu. Ama ruhunuzun derinlerine ba­
karsanız, bu oyunun başka bir şekilde gerçekleşeme­
yeceğini görürsünüz. Neden? Çünkü bu, yaratıcı ol­
manızı sağlayan bir oyundur. Sürekli yarattığınız şey
kendinizsiniz. Yaratmak için kullandığınız malzeme
boya ya da kil değil� deneyimdir. Deneyim , her ton ve
renkte gelir. Büyülenirsiniz. Her gün, başka hiçbir
şey istemeden uyanırsınız. İşte bu nedenle tam bir
doyum yaşama fırsatını, en azından uzun bir süre ya-
Melek Yakı nlarda 59

şama fırsatını kendinize tanımazsınız. Her bitişin yü­


reğinde yeni bir başlangıcın tohumu yatar. Bunun
farkında mısınız? Kabul edebiliyor musunuz? Eğer
ediyorsanız Tanrı'ya ve O'nun yollarına yakınsınız
demektir.
Ama kimi zaman da lastiklerinizi kendiniz değiş­
tirmeniz gerekecektir.

23. Bölge'deki konferans odası, her yerde rastlanılan top­


lantı odalarının beyaz yazı tahtalı, uysal tekdüzeliğine sahipti.
Odada, gri ofis sandalyeleriyle çevrili oval, büyük bir masa var­
dı. Bir duvarda boş beyaz tahta asılıydı. Karşı duvardaysa zaman
dilimlerini gösteren bir dünya haritası bulunuyordu. 23. Böl­
ge'de saat öğleden sonra bir kırk beşti.
Simon ve Lazar, masanın uzak uçlarında iki sandalyeye yı­
ğıldılar. Birbirlerinden bağımsız bir şekilde, tutsağın uzaylı ol­
ma olasılığını düşünüyorlardı. İkisi de ordunun onları buraya
getirme nedenlerine ilişkin temkinli yaklaşımlarını koruyor, fikir
belirtmekten kaçınıyordu.
İki bilim adamından başka odada üç adam daha vardı. Bi­
ri yeşil renkli üniforması içinde, gözleri gölgeli, sert ifadeli Ge­
neral Stillano'ydu. Onun solundaki tel çerçeveli gözlüğü olan
ve deniz mavisi ince çizgili takım elbisesi içinde bir sivildi.
Adam, Stillano'dan çok daha gençti, yatırım bankacısına benzi­
yordu. Stillano, adamı tanıştırmadı. Simon'a göre bu da adamın
CIA'dan olduğunu bildirmenin başka yoluydu. Stillano adama
Carter diye sesleniyordu. Generalin sağında ise yardımcısı Albay
Burke vardı. Hoover dönemi FBI'ını çağrıştıran bir görünüşe
sahipti.
"Tamam," dedi Lazar, Stillano'ya bakmak için yüzünü dö­
nerken. "Eğlence eğlencedir. Bu şeyi kurcalayıp dürttünüz. İşe
yararlık açısından düşünüldüğünde şimdiye kadar tek bulduğu­
nuz koca bir sıfır. Sırada ne var?"
60 DEEPAK CHOPRA

"Beyin işi," dedi Stillano, "ki bu da sizin alanınız."


Sanki özel silahlar birimi içeri çağırılmış gibi dile getirmiş­
ti bunları. "Sizden, her ikinizden de bana üç geçerli açıklama
yapmanızı istiyorum. Bunları önem sıralarına koyun, sonuçları­
nızı belirtin ve her hipotezi ortaya koyabildiğiniz en iyi fiziksel
açıklamayla destekleyin."
"Eğer bu şey canlıysa belki de bir biyoloğa ihtiyacımız
var," diye söze karıştı Carter.
"Boşversene," dedi Lazar.
"Biyologlar bir tek şey bilir: DNA. Bana şimdi dev bir ışı­
ğın genleri olduğunu mu söylüyorsun?" Simon içgüdülerinin
tersine tartışmaya girdi. "Yine de bir dilbilimci ya da şifreci kul­
lanabiliriz. Tutsağınız tarafından yayılan sinyaller, kuşkusuz bel­
li bir modele uyuyor. Rastlantısal olmayan herhangi bir yayın,
bir dil ya da en azından şifre olarak düşünülebilir."
"Bizimle konuşmaya mı çalışıyor?" dedi Stillano.
Simon omuzlarını silkti.
"Daha fazla kanıt olmadan bu sonuca varamam. Bölge hal­
kı ne anlattı size?"
"Elle tutulur hiçbir şey," dedi Burke, Stillano'ya baktıktan
sonra.
"Güney Balkanlar'da birkaç UFO görülmüş. Yerel halk
melek gördüğüne inanıyordu."
"Tipik," diye geveledi Simon.
"Aslında, kültürleri göz önüne alınırsa, varabilecekleri en
mantıklı sonuçtu bu," diye belirtti Burke.
Simon etkilenmiş görünmedi. Lazar gittikçe daha da hu­
zursuzlaşıyordu. "Gerçeklerle başlayın. Göründü, bir taş duvarı
parçalayarak yok etti, sonra da ordudan birtakım tipler,
yanlarında birkaç kamyon ve silahla geldiğinde yakalanmasına
izin verdi. Bu sizin için ne anl.lm ifade ediyor? "
" Pür dikbt sizi dinliyorum," dedi Stillano.
Mdc:k Yakmlarda 61

"İrade. Bu, size bu varlığın iradesi olduğunu gösteriyor.


Gücünü istediği zaman ve istediği gibi denetleyebiliyor."
"Ki bu da bir amaç güttüğünü gösterir," diye ekledi Si­
ınon. Lazar'ın entellektüel ikizi olarak görülmekten rahatsızdı
ancak rekabetçi yönü daha derine işlemişti.
"Bu, şu anlama gelir, yere indiği noktayı rastgele seçmedi.
Sonuç olarak burası, dünyanın çatışmalı bir kısmında, küresel il­
ginin odak noktasında olan bir kiliseydi."
Stillano başıyla onayladı. "Tamam, yani diyorsun ki kendi­
sinin buraya taşınmasına izin verdiği için bu aşama da amacının
bir parçası olabilir, öyle mi?"
"Olasılıkla," dedi Simon. Sandalyesine daha da gömülmüş
olan, ne zaman bir iş arkadaşı ilgiyi çekecek olsa, dizini sallama­
yı bir yana bırakan Lazar'a baktı. "Sanıyorum, Dr. Lazar da be­
nimle aynı fikirde."
"Açıkça ortada olan şeylere asla karşı çıkmam," dedi Lazar,
tembelce. "Açım. Bu sizin yeni evcil hayvanınız hamburger pi­
şirecek kadar mikrodalga radyasyonu yayıyor mu?" Onu duy­
mazdan geldiler.
"Üç geçerli açıklama istediğinizi söylüyorsunuz," diye tek-
rarladı Simon.
"Ne kadar ileri gitmemizi istiyorsunuz?"
"Bana bir örnek verin," dedi Stillano.
"Tamam. Sizin yetersiz UFO verinizin aksine, doğaüstü
varlıkların bu bölgede yaygın olarak görüldükleri anlaşılıyor.
Birçok kişi Medjugorje'de, 24 Haziran 1 9 8 1 'den beri Bakire
Meryem'in bir grup gence göründüğüne inanıyor. Bu isimden
söz edildiğini duymayan varsa; Bosna'daydı."
Carter, odadakilerin çoğu gibi tavana bakıyordu. Konuş­
maya başladı.
"Bildiğiniz gibi Mcdj u gorje, savaş alanına dönmüş, sorun­
hı bir alanın tam ortasmda, yaklaşık dört yüz yerleşik ailenin ya­
şadığı basit bir küydür. B u n a rağmen, Tanrı'nın Annesi'nin dü-
62 DBEPAKCHOPRA

zenli olarak sohbete geldiğine yemin eden altı genç yüzünden


dünya çapında milyonlarca insanın uğrak yeri haline geldi."
"Bunun onların hayli işine geldiğini söyleyebilirim," diye yanıt­
ladı Simon. "Görüntü olsun, ziyaret olsun, ne derseniz deyin,
her şey gece bir tepenin üzerinden baktığınızda ufukta görünen
parlamayla başladı."
"Bu Bakire Meryem mi? Sizin ilk açıklamanız mı?" diye
sordu Stillano, kuşkusunu gizleyemeyerek.
"Tam olarak değil," dedi Simon ilgisizce.
"Bu ziyaretin gerçek şekli, inananlar arasında bile enine
boyuna tartışıldı. Birisine Meryem Ana gibi görünen, bir başka­
sı tarafından ışık pırıltısı ya da atmosferdeki hafif bir değişiklik
olarak algılanabilir."
"Hükümet bu tür anormallikleri dikkate alır," dedi Carter.
"KMA -Kutsal Meryem Ana- hakkında özellikle endişelenmi­
yoruz, tabii eğer savunma söz konusu değilse ki bu da yerel hu­
zursuzluk anlamına gelir. Bu gençler patlamak üzere olan sıcak
bir bölgede yaşadılar. Ortalık yerden KMA'dan bir mesajla gel­
diler. Ne oldu tahmin edin? Meryem Ana bütün dünyanın on­
ların önünde diz çökmesini, gün boyunca ibadet etmesini ve
günahlarını Tanrı önünde affettirmelerini istiyor. Eğer emirleri
uygularlarsa barış gelecek. Bu olmadan, Meryem ana savaş ve
yaygın bir yıkım öngörüyor."
"Şimdiye kadar gerçekten iyi çalışmışsınız," dedi Lazar.
"Sizin fikriniz nedir?" diye sabırsızca sordu Stillano.
"Bir fikrim yok. Yalnızca bir açıklama olabilecek bir rapor
veriyonım size," diye yanıtladı Carter yumuşak bir şekilde.
"Medjugorje son zamanlara kadar komünist olan bir ülke­
deki koyu Katolik bir bölge. Görenlerin dördü kız, ikisi de er­
kek. İlk karşılaşmada yaşları on ile on yedi arasındaydı. Çok azı
kiliseye gidiyor ya da gitme niyetini koruyor. Zamanın komü­
nist rejimi konuşmamaları için ü zerlerinde güçlü baskı kurdu,
hatta bazılarını bir süre için gözaltın a alacak kadar ileri gitti .
Melek Yakınlarda 63

"Hükümetin karşı çıkmasına, kilise grupları arasındaki


ölümcül çekişme ve savaşın başlamasına rağmen ziyaretler
1 98 1 'den günümüze kadar devam etti. Bu yaklaşık yirmi yıldır
sürüyor ve sayıları milyonlara varan inananların çoğu bir felaket
ya da önemli bir vahiy bekliyorlar."
"Bu kozmik bülten ne zaman yayınlanacak?" diye sordu
Simon.
"Yakında."
Bilim adamı burnundan soludu: "Tanrı'nın gazabını gös­
terecek küresel bir felaket her zaman vardır ve daima da zama­
nında görünür."
"Görünmelerin başlangıcında KMA altı çocuğun her biri­
ne on mesaj vereceğini söylemişti. Bu mesajların dördünün için­
deki bilgi, insanoğlu için Tanrı'ya dönüşün görünür işaretleri
olarak adlandırılan şeyler olacaktı.
"Herhangi bir hac bölgesinde olduğu gibi, alışılmış şifa
olayları oldu. Ama asıl büyük oyun bu değil. Adanmışlara göre
Meryem, görünmeyi bıraktığında Medjugorje'de bütün insanlık
için kalıcı bir işaret ortaya çıkacak. Spekülasyona göre bu işaret,
Eski Akit'te anlatıldığı gibi Musa ve seçilmiş halkına çölde yol
gösterene benzer şekilde, büyük bir ışık ya da ateş sütunu biçi­
mini alacak. Bütün mesajlar tamamlandığında dünyanın sonu
gelecek."
Simon tedirgin bir şekilde kıpırdandı. Ona göre Amerika
garip, egzotik tarikatlarla dolmuştu. Carter'ın ifadesiz ses tonu­
na rağmen, Simon onu bu saçmalığa gerçekten inanan biri gibi
bir yana bırakamazdı -yabancısı olduğun bir ülkenin, kendi ira­
desine göre dünyanın sonunu getirebilmesi tedirgin edici bir
şeydir. Belki de, bir kehaneti doğrulamak için. Bu olası mıydı?
Olanaklı mıydı? Simon, kıyamet imgelerini zihninden uzaklaş­
tırdı. Aklına paranoya kurdu düştüğüne karar verdi. Carter söz­
l erini toparladı. "KMA özellikle ilaçlara ve televizyona karşı gü-
64 DEEPAK CHOPRA

ri.ini.iyor ve herkesten 'çok geç olmadan' Katolikliğe dönmesini


isterken aynı zamanda diğer dinlere brşı hoşgörülü olmayı da
öğütlüyor. "
"O zaman bu sığınakta bir kutu dolusu İsa olduğunu mu
söylüyorsunuz?" diye sordu Lazar.
"Böyle de söylenebilir," dedi Carter, kuru bir sesle.
"Bir sonraki olasılığa geçebilir miyiz, ti.itten?" diye önerdi
Simon, soğuk bir titizlikle. "Başlangıçta ne kadar ileri gitmemi­
zi istediğinizi sordum. Eğer bir meleği öldürmek kabul edilmez
bir şeyse bunu baştan söyleyin. "
"Parlak uçan daire yaratıkları fikrini daha çok seviyonım.
Klaa tıı barada 11ikto, Gort!" dedi Lazar, Hollywoodvari bir
uzaylı konuşmasını taklit ederek.
"Uçan daire değildi. Hiçbir araç yok," diye hatırlattı Stil­
lano.
Lazar fikri tartışmak istiyor gibi görünüyordu ancak o an­
da kapı açıldı ve onlara eşlik etmiş olan binbaşı odaya girdi.
"Affedersiniz efendim, sanıyorum bunu görmeniz gerekiyor,"
dedi, hızla koşup köşedeki televizyonu açarak. Tanıdık CNN lo­
gosu ekranın altındaki bantta geçti. Kumlu bir el kamerası
görüntüsü, masadaki ordu mensupları tarafından çok iyi bilinen
bir şeyi gösteriyordu: Sv. Arhangeli'deki yıkılmış kiliseyi. Ama
şimdi, kilisenin etrafındaki alan insanlarla dolup taşmıştı. Amaç­
sızca gelmiş gibiydiler. Bağırmıyor, gösteri yapmıyorlardı. Yal­
nızca kiliseye bakarak dunıyor, bekleşiyorlardı. Ürkütücü sessiz­
lik bir an daha sürdü, sonra ekran parlak CNN haber odasına
geçiş yaptı.
"Hah işte, örtü kalktı," diye bağırdı Lazar belirgin bir ne­
şeyle.
"Tanrım," diye mırıldandı Carter.
"Kosova muhabirimizi canlı yayında izlediniz" dedi sunu­
cıı. " Gördüğünüz gibi uykusuz bir gece sürerken, yerinden
edilmiş binlen.:e Sırp ve perişan Müslünun, ey aletin güne y batı
Melek Yakınlarda 65

köşesindeki bir köye akın ediyor. İsyancıların oluşturduğu teh­


likeye rağmen insanlar dağılmayı reddediyor. BM barış gücü
bölgeyi temizlemekte yetersiz kaldı. Gözlemciler kalabalığın
Amerikan birliklerinin yerel topraklardaki faaliyetini protesto et­
mek için burada olduğunu rapor ediyor. . "
"Sana duyulan güveni biraz sarstın sanıyorum," dedi La­
zar. Odadaki diğerleri onun bu alaycı sözlerinden sıkıntı duy­
maya başlamıştı . Stillano, Lazar'ı bir an susturan bir bakış fırlat­
tı. Televizyondaki görüntüde bir Sırp mülteci vardı . Öfke ve
kaygıyla kanı çekilmişti . Savaş artığı insan görüntüsü tenine ya­
pışmıştı.
"Bu Amerikalıların savaşı değil . B izim sorunlarımıza bu­
runlarını sokmaya hakları yok. Şimdi de bizden en değerli varlı­
ğımızı, B akire Anamızı çaldılar . . . . "
Adamın şivesi o kadar koyuydu ki, sözler altyazı olarak ge­
çiliyordu . Kelimeler e kranın altında kutu içinde veriliyordu .
"Buradaki binlerce insan buna mı inanıyor? " diye sordu ,
ekranda görünmeyen haberci .
"Bizim tek bir inancımız var," diye yanıtladı adam , kame­
raya doğru kaşlarını çatarak. Yağmur yağıyor, su damlaları traş­
sız çenesindeki birkaç günlük sakaldan soğuk ter gibi sızıyordu .
Adam görüntüden kayboldu, yerine Kosova Krizde altyazısı ve
üzerinde bir soru işaretiyle Sv. Arhangeli'nin haritası geldi .
"Anlaşıldığı kadarıyla protesto, Birleşik Devletler güçleri tara­
fından bu bölgede yürütülen geçen haftaki eğitim tatbikatıyla il­
gili," dedi haber spikeri.
"Tatbikat sırasında, Birleşik Devletler kara kuwetleri üye­
lerinin, Kosova'daki bir kiliseyi birkaç günlüğüne karantinaya
aldıkları iddia edildi. Hükümet yetkilileri, yalnızca keskin nişan ­
cı saldırıları yüzünden bu süre boyunca güvenliğin artırıldığını
onayladı . Bu sı rada bugün İran'da . . "
Bin başı te levizyonu kapattı . General çöken sessizlikte iki
bilim adaın ma beklentiyle baktı .
66 DEEPAK CHOPRA

"Gördüğünüz gibi baylar, zaman ilerliyor," dedi.


" Daha kötüsü olabilirdi. Asıl güvenilirliği sarsılan onlar"
dedi Simon.
"Kimse sizin Bakire Meryem'i kaçırdığınıza inanmayacak -
yani demek istediğim KMA'yı."
Carter'ı destekler şekilde başmı salladı.
"Şu anda değil," diye onayladı Stillano.
"Ancak o açıklamalar listesini hemen masamda istiyorum,
eğer yapabilirseniz." Ayağa kalktı ve arkasmda yardımcısıyla
odadan dışarı hızla çıktı.
"Size başlamanızı öneririm, baylar," dedi Carter.
Simon masada oturan Lazar'a baktı. Alaycı adamın ifadesi
bu seferlik kendisininki kadar boş ve belirsizdi.

Meleğin Sesi
Belki de yalnızca insanoğlunu kendine getirmek
için Süper Çanağın üzerinde uçarak kitle halinde gö­
rünmemiz gerektiğini düşünüyorsunuz. Ancak hiç
kimseye gerçekten olduğumuz gibi görünmedik. Hiç
kaybolmadığımıza göre nasıl görünebiliriz ki? Bizim
titreşimimiz bir elektron ya da kuarkmki kadar sabit­
tir. Yıldızlar kadar sabit olduğumuz için bazı kültür­
ler bizim gerçekten yıldız olduğumuzu düşündü.
Tek kayboluş sizin içinizdedir. Bu büyük unu­
tuştur. Kendinizi unuturken, Tanrı'yı unutmaktan
başka bir şey yapamayacağınız kalınlıkta bir bulut içi­
ne girersiniz. Biz Tanrı'nın parçası olduğumuz için,
aynı zamanda bizi de unuttunuz. Bu acıklı olaya nasıl
tepki gösterdik? Her zamanki gibi, seyrettik. Uzun
süre, coşkumuzun ve kendimizi tamamen Tanrı sev­
gisine bırakmanın yeterli olduğunu sandık. Başka ne
yapabilirdik ki? Ancak boşluklara düşüp haykırmaya
67

başladığınızda değiştiğinizi gördük. Düşüşünüzle,


şiddet ve acının pençesine düştünüz. Kendi türüyle
beslenen kurtlar haline geldiniz.
Böylelerinin bizi tekrar görmesi hayal bile edile­
mezdi. Ancak yanılmıştık. Tanrı'nın hep bildiği şeyi
gözden kaçırdık. Karanlık ne kadar büyük olursa, ışık­
la karşıtlığı da o kadar büyük olur. Bizim bir anlık gö­
rüntülerimize güvenemediğinizde daha dikkatli bak­
maya başladınız. Bizi gözden kaçırdınız ve çok azınız,
yol gösterecek tek bir yıldız görebilmek için fırtınada
uzanıp bakan kayıp denizciler gibi, bizi aramaya baş­
ladı. Her zaman aziz ya da bilge olmadınız. Büyük
acılar, yanlış eylemler yaşayanlarınız oldu. Ancak kut­
sal olanın bir kıvılcımı, sizi bizi gözetlemeye itti.
Ve gözetleyeceksiniz.
3

VAH İY

Michael yol kenarındaki lokantada otururken, kupadaki


koyu kahvenin içine, zihnini toparlaması için gerekenler onun
içindeymiş gibi baktı. Temel alabileceği güvenilir gerçekler yok­
tu, ancak mahkemede ikizini tekrar gördükten sonra, bölge es­
rarengiz bir şekilde tanıdık geldi. Birisi Ford Marvell'ı bıçakla­
narak öldürülmüş gibi göstermek istiyordu. Tuzak mükemmel
biçimde kurulmuştu, yine de bunun nasıl yapıldığı hiçbir şekil­
de söylenemezdi. Michael'ın görünmeyen işkencecileri gerçek­
liği saptırma gücüne sahipti ya da en azından algıyı istedikleri
gibi bozabiliyorlardı. Bu güce sahip bir grup biliyordu, ancak
bu insanlar asla Susan'a bahsetmek istediği kişiler değildi.
Onun güvenliğini korumak için ben altüst olmadım mı?
Yukarı baktı ve siparişleri çıkaran aşçının fırına yaslanmış,
ona bakarak Camel içtiğini gördü. Karısıyla o adam arasında ne­
ler geçtiğini düşünmemeye çalıştı. Sahte Michael'ı düşünmenin
başka bir yolu var mıydı? Tuzağı her kim kurduysa, bu küçük
dokunuşu da o yaratmış olmalıydı. Bu Michael'da, neredeyse üç
senedir yaptığı gibi sıradanlığın arkasına saklanmayı bırakması
gerektiğine ilişkin bir dürtü yarattı.
IGıder, bahaneleri dinlemeyecek yanındır, demişti Rakhel.
Bu Rakhel'in tek yıldırıcı sözü olmasa da Michael'ın üzerinde
düşünmek istemediği süzkrindcndi. Masadan kalkıp hesabı
ödedi. Bir an için kredi kartının çalışıp çalışmayacağını merak et-
Melek Yakınlarda 69

ti ama çalıştı. Kasiyer gülümseyerek başıyla onayladı. Tanıyan


herkes onu hala tanıyordu. Susan hariç. Mahkemede onun var­
lığını Susan'ın anında hissetmediği gerçeği, Michael'ı onun pe­
şinden gitmekten alıkoymuştu. Şart değilse, Susan'ı şok etme­
nin bir yararı yoktu. Michael Saab'ı kasabaya doğru sürerken
kendisini gerçek sanki Susan arabadaymış ve onunla konuşuyor­
muş gibi buldu. Eski bir alışkanlık daha diye düşündü, ancak
buna direnmedi. Susan'ın topuz yapılmış saçını görebiliyordu.
Mahkemede giydiği erkek kıyafeti gibi topuzu da bir sertlik gös­
tergesiydi.
"Oraya dönüyorum," dedi Susan'a.
"Onun evine. Marvell'ın çalışma odasına daha iyi bakmak
istiyorum, neler yaptığını öğrenmek istiyorum."
"Michael, sen eve habersiz girmekten bahsediyorsun." Su­
san mantığın sesiyle, sözünü sakınmaksızın cevap verdi.
"Evet, çılgınca değil mi?"
"Gözü kara, gereksiz derecede gözü kara. Seni yakalarlar­
sa ne olacak?"
"Yakalamayacaklar."
Michael buna gülmek istemişti. Hayal ürünü sohbetlerin
kuralı yoktur. Ancak polisin kendisini yakalamayacağı apaçıktı,
çünkü çoktan yakalamışlardı. Michael şimdi eşine ona çok ön­
ceden anlatmış olması gereken şeyi anlatmaya başladı. Evlerinin
mutfağındaydılar. İkizi ortaya çıkmamış olsa yapacakları konuş­
mayı yapıyorlardı.
"Suze, dinle beni."
Zihin gözünde Michael kolunu karısının omuzuna dolayıp
ona yakından baktı.
"Suriye'de olduğumuz zamanı, iki sene önceyi hatırlıyor
musun/"
Susan şaşırmış göründü ama Michael'm istediğini de yap­
tı.
70 DEEPAK CHOPRA

"Tanıştık, aşık olduk, Suriye kızıştığında Dünya Sağlık Ör­


gütü yardım birimini geri çekti, biz de buraya dönmeye karar
verdik. Sen de oradaydın, Michael."
"Olanların bunlar olmadığını söylesem ne olurdu?"
Susan'ın derin bir nefes aldığını gördü.
"Dur, dur, hemen atlama ."
Sözcükleri bulmaya çalıştı. "Daha önceden bunun gibi bir
şey yaşadım."
"Bu ne anlama geliyor?" Susan'm bedeni geri çekilmek is­
ter gibiydi.
"Kanunla başımın derde girdiği değil söylemek istediğim.
Şuna bak. Bunu bedenin üzerinde buldum." Michael ona kat­
lanmış notu verdi. Susan sessizce kelimeleri okudu: MELEK
YAKINLARDA.
Michael kendisini şöyle derken duydu, "Bildiğim kadarıy­
la Marvell okült konularla derinden ilgiliydi. Bir şeyi açığa çıkar­
mış olmalı. Ve bu da ölümüyle bağlantılı."
Susan'ın yüzünde acı dolu bir gülümseme belirdi. "Deli
olmadığını düşünmemi sağlayacak bölüme mi geliyoruz?"
"Gel, otur ve dinle, tamam mı? Hatırladığın şeyin gerçek olma­
dığmı keşfetmiş olsaydm kendini nasıl hissederdin? Gerçek geç­
mişin tamamen farklı bir şey olduğunu, neredeyse . . . büyülü ol­
duğunu?"
"Şimdi hissettiklerin bu mu?" diye sordu Susan kaygıyla.
"Hayır. Sözünü ettiğim sensin."
"Benim anılarımı bastırdığımı mı söylüyorsun? Böyle bir
şey mi dediğin?"
"Evet, bunun gibi bir şey. Gerçek, insanların düşündüğün­
den daha garip - daha uysal. Rakhel adında bir kadın öğretti bu­
nu bana."
Michael' ın zihin gözünde Susan şaşırmış görünüyordu .
Sanki bu ad ona bir şeyler ifade ediyordu, ama Micluel devam
etti .
Melek Yakınlarda 71

"Rakhel Ortadoğu'daydı. Bir keresinde senin hayatını kur­


tardı, hayatının senin hatırlamadığın bir kısmını. Bekle. "
Michael Susan'ın itirazlarını durdurmak için elini kaldırdı.
"Biz daha Suriye'deyken sen beni Kudüs'te bir arkadaşını,
emekli bir haham olan Solomon Kcllner'i ziyarete götürdün.
Onu Basel'deki insan hakları konferansından tanıyordun."
"Tuhaf� yılardır aklıma gelmemişti. Seni ona götürdüğü­
mü mü söylüyorsun?"
"Evet. Nedeni artık önemli değil ama Kellner'in bize söy­
lediği -bana söylediği- önemli."

Matematiksel melekler. Eski hahamın, İbrani alfabesinin


gizemlerini açıklamak için kullandığı kelimeler, Michael'ın hala
kulaklarında çınlıyordu. Kellner'in söylediklerine inanmaya na­
sıl direndiğini hatırladı. Şimdi aynı şeyleri Susan'a anlatmak zo­
rundaydı. Susan'ın kendisinden daha açık olmasını umuyordu.
"Onu görmek için beni Kudüs'e götürdüğünde Rabbi
Kellner'in bana söylediği şey, İbranice'nin büyü dili olduğuydu.
Her harfin anlamı ve her harfin bir sayısal değeri vardır. Bir ke­
lime, Yahudilerin inanışına göre Tanrı'nın dünyayı yarattığı dil
olan İbranice'de yazıldığında, otomatik olarak sayısal bir değer
alır. Ve sayısal değeri aynı olan her kelime aynı kelimedir.
Yaşam -l'chaim- sözcüğünün sayısı on sekizdir. İki kere on se­
kiz ya da otuz altı, yaradılışın sayısıdır. İbranice'de otuz altı sa­
yısı Lamed Vov'dur. Otuz altı iki kere on sekizdir: Tanrı'nın
kromozomları.
"Ancak aynı zamanda Lamed Vov adıyla bilinen otuz altı
ruh, yani insan vardır. Her şeyi görürler. Tanrı'nın dünyayı yö­
netmesi için onların görüş açıklığına ihtiyacı vardır. İnsan far­
kındalığı olmaksızın yıldızlar, dağlar ve denizler rüyalar kadar
ölgün ve gölgelidir. Dünyayı eksiksiz olarak koru mak
için Tanrı , yüzyıllar boyunca birisinin onu hayal etmesine ge­
reksinir. Onu görmesine, onu deneyimlemesine, o o/numıa.
72 DEEPAKCHOPRA

"Bu özel düşçüler olmazsa gördüğün her şey kaybolur. Es­


ki Ahit, Tanrı'nın İbrahim'le olan bir anlaşmasını kaydeder:
Eğer İbrahim bir saf ruh bulabilseydi, Tanrı insanoğlunu bağış­
layacaktı. Yahudiliğe göre, Düşüş'ten bu yana insanoğlu ölü­
mün dokunuşuyla aldatılmıştır. Ancak Tanrı saf olmayanları, ya­
ni hepimizi bağışlar, çünkü otuz altı saf ruh vardır. Birçok du­
rumda Lamed Vov'dan hiçbiri bir diğerinin kim olduğunu ya da
onlar hakkındaki hiçbir şeyi bilmez. Otuzaltılar herkes olabilir:
Rus bir rahibe, Avusturalyalı bir şaman, Brezilyalı bir Can­
domble rahibesi, bir Katolik kardinali, bir Hamsin inanç şifacı­
sı, Tibetli bir Budist, bir Şinto rahibi, hatta ne kadar garip gel­
se de hiç akla gelmeyecek bir Amerikalı.
"Ya da dinle hiçbir ilişki olmayabilir. Safruh, erdemi takın­
tı yapmış birisinden daha fazla şey ifade eder. Saf, aynı zaman­
da arınmış demektir ve otuzaltılar her şeyin doğasından tama­
men arınmıştır. Aldanmazlar. Bizim gibi uykuda ya da kör de­
ğildirler. Gerçek onlar. Ben gördüm. Elbette sen de."
Michael, söylediklerinin Susan'ın elinden geldiğince sin­
dirmesi için durdu. Susan, tepki göstermek yerine mantıklı bir
çıkış yaptı. "Onlara bu kadar inanıyor olabilirsin ama bu insan­
ların meleklerle ilişkisini göremiyorum."
"Kim bilebilir? Belki de onlarla temastalar. Dünyayı onla­
rın gözüyle göremiyorum, ama beş duyumuzun dışında görün­
meyen düzey ve katmanlar varsa, o zaman birisi onlara erişebi­
lir. Her neyse, Marvell' ın melekler saplantısı şu anda elimizde­
ki en iyi ipucu ya da tek ipucumuz."
Susan'ın zihni başka bir çıkış yaptı. "Bu tüyler ürpertici bir
soru, ama birlikte olduğumuz süre boyunca bu grupla bağlan­
tıda mıydın?"
"Hayır, ilk seferden sonra değildim. Ayrıca sen de oraday ­
dın, onun bir parçasıydın," dedi Michael.
"Hatırlamadığım şey bu mu?" diye sordu Susan.
Melek Yakınlarda 73

"Neden olmasın?" Michael'ın zihin gözünde Susan para­


noyak ya da kıskanç görünmüyordu. Gözleri, merak ve ilgiyle
doluydu. Belki de iki yıl öncesinin anılarını saklanmış oldukları
yerden çekip çıkarıyordu.
Michael, neden sanki onu aldatıyormuş gibi içten içe suç­
luluk hissettiğini merak etti. Ruhsal zina diye bir şey olabilir
miydi? Aslında gizliliğin bununla bir ilgisi yoktu; bütün bu sü­
reç boyunca olaylar kontrolünün dışında gelişmişti. Michael'ın
hatırlamak istemediği seri.iven, otuzaltılar arasında bir acil duru­
mu içeriyordu. Yaradılışın şeytansı tarafı, neredeyse dünyayı
kendisinin Mesih olduğuna inandıracak şekilde hipnotize eden,
korkutucu bir rakip göndermişti.
Bu olurken, "Sahte İsmail" karabasanı (İslam'ın uzun sü­
redir kayıp olan ruhsal varisi kılığında gelmişti), gerçekliği kara­
basan gibi bir yanılsamada eritmekle tehdit etmişti. Doğrudan
Susan'ın yaşantısına yapışmıştı, ama artık o olmadığına göre, ka­
bus da hiç olmamış gibi unutulacak bir şeydi.
"Bunların hiçbiri sana söylenmedi. Otuzaltılar beni buldu
ancak çoğunluk beni bırakmak istedi. Doğaları gereği kim ol­
duklarının bilinmesini istemezler. Sadece bir tanesi, Rakhel, be­
nim bir çeşit çırak olduğumda ısrar etti. Ben saf bir ruh olarak
doğmamıştım yine de bir şekilde, deyim yerindeyse, an kovanı­
na düşmüştüm. Kimse neden olduğunu anlamadı, ancak Rakhel
acilen çözüm bulmaları gerektiğini söyledi -ümit vaat eden
adaylardan birini getireceklerdi."
Susan ıslık çaldı.
"Bu etkileyici bir şey."
Düşünmek için bir an durdu.
"Bu grup seni ortaya çıkarmak için Marvell'ı mı öldürdü?"
"Bilmiyorum . Bu onların işine benzemiyor hiç."
"Ama onun ülümi.i böyle bir şey . Bir korku filmi benzeri
her şeyi çarpıtan üç boyutlu bir oyun gibi . "
74 DEEPAKCHOPRA

"Belki de. Hiçbir şey açık değil ve biz doğaüstü bir kum­
pas hakkında konuşuyor olabiliriz. Ama sınırlar çizilmiş, benim
anladığım bu. Lamed Vov bir anlamda bütün güce sahip. On­
lar, Tanrı'nın yaradılışı sürekli kılmasını sağlayan tutkal ya da
O'nun, insan bilincinin bütününe ulaşmak için kullandığı me­
kanizma. Normal olarak otuzaltılar yalnızca pasif bir sistem. An­
cak güçlerini kontrol etmeyi seçerlerse, kelimenin tam anlamıy­
la gerçekliği değiştirebilirler."
"Vahşice," dedi Susan. Genelde bu kadar hafife almazdı.
Michael onun zihnini okuyabiliyordu. Bana, onlara katılmak is­
teyip istemediğimi, kozmik seçkinlere yazılmak isteyip istemedi­
ğini sormak istiyorsun.
Susan'a , onu terk etmeyeceğini söylemek isterdi. Ama bu
konuda düşünmek çok zordu. Bir şekilde gitmişti, öyle değil
mi? Adımını bu oyundan anlayamadığı yeni bir oyuna atmıştı.
Ama Susan'ın endişelerini gidermeliydi. "Marvell'ın ölü­
münün neyle ilişkili olduğunu bilmiyorum, ancak otuzaltıların
orada bir yerde olduğunu biliyorum. Tıpkı dün gece olduğu gi­
bi, onları gerçekliği değiştirmek için güçlerini kullanırken gör­
düm."
Michael bunun gerçek bir sohbet olmadığını kendisine ha­
tırlatmak zorunda kaldı. Susan gerçek hayatta bu bilgiden yarar­
lanamıyordu. Kayıp ve yalnızdı. Ona anlattığında, öyküsüne
ihanet ya da delilik olarak tepki gösterse bile Michael Susan'ı
suçlayamazdı. Belki böyle olmazdı. Belki Marvell'ın notuna tek­
rar bakardı: MELEK YAKINLARDA. Bu, Susan'ı can evinden
vurabilirdi. Michael'a doğru uzanıp onu öperdi.
"Benim küçük katilim, Tanrı'nın işini yapıyor."
Hayır, böyle olmazdı. Bu çok hayalci bir düşünceydi. Mic­
hael hayal kurmayı bıraktı. Susan kendisini aldatılmış hissede­
cekti. Otuzaltılar, karanlıkların içinden çıkan ruhsal CIA gibi
gelecekti Susan'a. Tanrı'nın ajanları. Kesin ol an tek bir şey var­
dı. O adam, diğer Michacl , Susan' a asla biiylc şeyler anlatmaya-
Melek Yakınlarda 75

caktı . Onları tanımıyordu. Susan kadar boştu. Bu farkındalık


Michael'ı derinden sarstı. Bütün dünyanın gözünde diğer Mic ­
hael kendisiydi. Ama bu gizli bilgi kırıntısı olmadan o, kendisi
olamazdı. Zihni paranoyanın kuşatmasına giriyordu, bununsa
gereği yoktu. Bekleyip görmeliydi. Şimdi, yapılacak tek bir iş
vardı. Yakalanmadan tekrar Marvell'ın evine girmek çok önem­
liydi. Bu belirsizlik, Michael'ın kendisini daha canlı hissetmesi­
ne yol açtı. Dikkatini bir noktaya odaklaması, en kötü şeyi, o ge­
ce bir yabancının kendi yatağında uyuyacağını hayal etmekten
alıkoydu onu.

Meleğin Sesi
Tanrı'yı yeniden bilmek istiyorsanız, işte ilk ipu­
cunuz: Her gün yeni bir dünyadır. Yaradılış her an
olur. Eski ve cennetten uzak bir dünyada yaşamıyor­
sunuz -bu sizin efsaneniz, Tanrı'nın gerçeği değil.
Tanrı, Eski Ahit'in ilk kitabı olan Yaradılışın sürüp
gitmesini sağlıyor. O, hep olduğu gibi şimdi de sizin­
le birlikte; O'nunla bağlantı kurmak için daha iyi bir
zaman hiç olmadı, olmayacak da. Bunu nasıl yaparsı­
nız?
Tanrı aynı anda üç düzlemde vardır. O'nunla
üçünde de buluşmalısınız. Her biri, bulmacanın bü­
yük bir parçası gibidir. İlk seviye, O'nun yaratısı ola­
rak bilinen maddi dünyadır. Bu düzeyde kendinizi ra­
hat hissedersiniz ve O'nu çoktan anladınız bile. Bu,
dağların, yıldızların, nehirlerin, denizin, bitkilerin ve
hayvanların seviyesidir. Mitlerinizde kendinizi bu ale­
min efendileri olarak adlandırırsınız ancak Tanrı'nın
düşüncesi farklıdır. O, sizin maddi dünyayı takdir et­
menizi ve içinde sevinç duymanızı ister. Bu, sizin
ovun bahçenizdir. İkinci düzey, maddi ol mayan ve
76 DEEPAK CHOPRA.

bu yüzden ince (süptil) düzeyli dünyalar olarak bili­


nendir. İnce düzeyli dünyalar, maddi dünyaya hava
gibi nüfuz eder.
Gözle görülemez ama yaşam için gereklidir.
Tanrı, bu seviyeden sevgiyi ve gerçeği iletir. Hayvan­
ların bile sevgiye ihtiyacı vardır ama siz duygunun da­
ha saf enerjilerini hissetmek için yaratıldınız.
Sevginin peygamberleri, ince seviyenin peygam­
berleridir. Meleklerle karşılaşılan ve gerçeğin bilindi­
ği yer de burasıdır. Maddi düzey yaşamı güzel kılar­
ken, ince düzeyler ona anlam katar. Anlam için can
atar, onsuz varolamazsınız. Burada, Tanrı'yı duyula­
rınızdan çok zihninizle bilirsiniz.
Zihninizin gözünde kendinizi değerli ve gerçe­
ğin bir aracı olarak görürsünüz. Güven ve bilgeliği
burada öğrenirsiniz; idealizmin değerini görürsünüz.
Bununla birlikte, şiddet sergilediğinizde ince düzeyli
dünyadan ayrılır ve Tanrı'nın isteklerine ihanet eder­
siniz.
Üçüncü düzey, maddi dünyadan o kadar uzak­
tır ki, neredeyse unutulmuştur. Bu, düşünce ya da ar­
zudan uzak, saf farkındalığın dünyasıdır. Tanrı 'yı bu -
rada bilmek için, zihin, duygular ve duyuları bırakma­
nız gerekir. Geriye kalan şey ise, her şeyin en Tanrısal
olanıdır: Varolmak. Olmak, Tanrı'yı bilmektir. Bu, en
saf mutluluk, en saf zeka, en saf yaratıcılıktır.
Burada Tanrı'yla, sonsuz esin sahibi bir dahi,
henüz tuale dökülmemiş resimlerle dolu bir sanatçı
gibi karşılaşırsınız. Bu dünya tamamen sessizdir, yine
de sonsuz evrenleri yaratacak potansiyeli içerir. Tan­
rı'nın burada neye benzediğini nasıl açıklayabilirim
ki? Melekler bile metinlerinizde kimi zaman "Taht"
olarak geçen bu dünyanın karşısında hayran kalır. Bu-
Melek Yakınlarda 77

rası Tanrı'nın makamıdır ama somut sözcüklerle ifa­


de edilecek olursa sonsuz boyutlarda, sonsuz hızla
hareket eden, sonsuz farkındalıktır. Üç düzeyin tümü
de, hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle ilişkile­
rinde sürekli değişir. Bu yüzden her günün yeni bir
dünya olduğunu söyleyebiliyorum. Duyularınız sizi
maddi dünyanın sabit olduğuna inandırırken o aslın­
da sürekli bir akış içindedir. Gerçekte ince düzeyli
dünyada değişimden başka bir şey olmamasına karşın,
zihniniz tekrar tekrar aynı düşünceleri düşünerek sizi
aldatıyor. Ve saf Varlığın dünyası her şeyi, her an ye­
niden düzenliyor. Bu üç seviyede de Tanrı'yla buluş­
mak için her bir dünyanın ne anlama geldiğine dikkat
etmelisiniz. Maddi düzeyde Tanrı'yla, O'nun yaratı­
sını takdir ederek buluşursunuz; bu, doğa sevgisi de­
mektir.
İnce düzeyde, O'nun sevgisiyle, yani kendi en
derin gerçeğinizi yaşama arzunuz ve ruhun düşünce­
si yoluyla buluşursunuz. Saf Varlık seviyesinde
O'nunla sessizlik, meditasyon ve duayla buluşursu­
nuz. Tann'yı bilmek budur.

Michael arabasından çıktığında ön kapıdan görülme olası­


lığına karşı, Marvellların evinin arka tarafına dolaştı. İçerisi ka­
ranlık ve hareketsiz görünüyordu. Beth'in arabası garajda değil­
di. Michael derin, minnet dolu bir nefes aldı. Kilidi kırarak içe­
ri girmesi gerekeceğini düşünmüştü ancak arka kapının önünde­
ki paspasa kazara ayağı çarptığında altında bir anahtar gördü.
Anahtar kilide uydu, Michael içeri girdi. Marvell'ın karanlık ko­
ridorun sonundaki çalışma odasının kapısı kapalıydı. Kapı parlak
sarı bantla mühürlenmişti. Michael, bir an hayal kırıklığı hisset­
ti. Bütün olayın zehirli bir serap gibi buharlaşıp gideceği gibi
ümit dolu bir düşünceye sığınmıştı. Kapalı kapıyla görüntü, sa-
78 DEEPAK CHOPRA

kin bir banliyö evine benzemişti ama kapıyı açınca burnunu ölü­
mün kokusu doldurdu. Solgun halıdaki çirkin kahverengi leke­
nin çevresi beyaz tebeşirle çizilmişti. Pozisyon Michael'ın Mar­
vell'ı ilk bulduğu yer değildi ama bıçaklanmış bedenin yattığı
yere yakındı. Demek ki üretilen gerçeğin buraya kadarı hala
doğruydu.
Odanın geri kalanı okült gereçler de dahil, Michael'ın ilk
gördüğü gibiydi. Duvarlarda her kültürden melek betimlemele­
ri vardı: Yüzleri uzun ve kedi benzeri Budist melekleri, görkem­
li doğu Ortodoks melekleri, eğlenceli ve dünyevi Fransız küpi­
donları, gizemli Rönesans melekleri. Üç boyutlu, parlak, çok
renkli bir Kabala Yaşam Ağacı çizimini fark etti; diğer tasarımlar
sanki Ortaçağ ahşap baskılardan alınmış gibiydi ya da belki de
Marvell bunları kendi çizmişti. Michael kendini bir tür kutsal
bebekler hastanesinde gibi hissetti.
Çoğu insan, kanat, hale ve arp imgeleriyle doldurulmuş
düş güçleriyle melekleri, Tanrı tarafından onaylanandan daha
büyük periler, kutsal mumlar ya da kötü ruhların saldırısına kar­
şı zırhlanmış ruhsal korumalar olarak canlandırır. Marvell'ın bu
denli saplantı haline getirdiği şekiller bir şey ifade etmiyorsa ne
olacak? Peki ya insanoğlu, buna şartlandığı için kanatlı
imgelerle donup kaldıysa, yüzyıllar boyunca habercinin tasviri­
ne dalıp mesajı kaçırdıysa, ne olacak?
Michael, Sunday Times gazetesinde Marvell'ın Başka Be­
denler, Başka Dünyalar başlıklı, paralel enkarnasyonlar ve "uzay
varlıkları" hakkındaki son kitabının zaferini anlatan gösterişli bir
reklam görmüş olmasına karşın, bu tuhaf komşusu hakkında ne­
redeyse hiçbir şey bilmediğini fark etti.
Rastlantıyla karşılaştıkları birkaç kez, Ford Michael'a kibar,
ayakları yere basan biri gibi görünmüştü. Hiç de ondan umula­
cak şekilde saf bir fantezi satıcısı gibi değildi. Michael, dedektif
ya da haksız yere suçlanan biri gibi düşünmekten vazgeçmesi
gerektiğini fark etti. Marvcll'ın başına gelen şey cinayet değil, il-
Melek Yakınlarda 79

lüzyondu. Bundan kurtulmanın tek yolu, illüzyonistin bunu ne­


den yaptığını ortaya çıkarmaktı. Marvell'ın masasına ilerleyip
dikkatle onırdu. Önünde, kapağı haltı. açık bir dizüstü bilgisayar
dunıyordu. Boşluk tuşuna dokundu, ekran açıldı. Bilgisayarın
"masaüstü "nde "Günlük", "Notlar" ve "Çalışma" adı verilmiş
simgeler vardı. Ekrandaki duvar kağıdı okült bir oymanın taran­
mış görüntüsüydü : Eşmerkezli, üçgenler ve kareler içeren, ağır
bir İbranice ve Grek diliyle süslenmiş çemberler tasarımı. Mic­
hael "Günlük" yazan simgeyi tıkladı. Dosya bir belgenin orta­
sında açıldı:
1 6 Ocak. Meleklerin kesinlikle cennette olmadığına, çevre­
mizde olduğuna dair şaşırtıcı bir keşif yaptım. Onların dünyası
bizim dünyamız, yalnızca daha yüksek bir titreşimde. Alanları o
kadar yakın ki, oraya rüyalarımda ve hayallerimde girebiliyo­
rum... artık bedenimle de girmek istiyorum. Neden perdeyi kal­
dırıp dünyasal ve meleksi küreleri birleştirmeyelim ki?
"Kötü fikir," diye mırıldandı Michael. İnsanların çoğu,
kendi günlük hayatlarının fantezisini sürdürmekte bile zorlanı­
yor. Herhangi birini mutlak gerçeklikle yüzleştirmek, onları yok
eder. Ekrandaki sayfayı kaydırdı:
İlk iletişimlerimle ödüllendirildim, bedenimi saran coşku
bu kelimeleri yazmayı olanaksızlaştırıyor. Ama tarihi şu an yaz­
mak zorundayım. Şimdi benim duyduğum bu büyük heyecanın
dünya için de büyük bir heyecan haline gelmesi an meselesi. Ve
daha sonra, melekler hesap sormak isteyecekler.
Michael, artan bir sabırsızlıkla ekranı kaydırmaya devam
etti. Eğer kendi dunımu için bir ipucu bulmayı ummuşsa, hayal
kırıklığına uğramıştı. Susan'a güvence vermek istemesine rağ­
men, Lamed Vov'un bu işe karışmadığından tümüyle emin de­
ğildi. Ama bunu yapabilecek güçleri olsa bile, Michael'ı olayın
içine çekmek ne işlerine yarayacaktı ki?
Günlüğün büyük bir bölümü saplantılı bir üslupla yazıl­
mıştı. Beth'in işi karıştıran sorularına sıkça yapılan göndermeler-
80 DEEPAK CHOPRA

!erden, eşinin sağlığı konusunda gittikçe endişelendiği ve güç­


süz bir şekilde müdahale etmeye çalıştığı anlaşılıyordu. Yazılar,
yetenekli bir insanın depresyon ve hezeyana kapıldığının üzücü
bir göstergesiydi.
Michael bunun bütünüyle delilik olmadığını biliyordu -ya­
zar kendisini gerçeklerin içine bırakmıştı. Günlüğünden, olduk­
ça ciddi olduğu anlaşılıyordu. Hayal ürünü kitaplarından biri
için notlar topladığına dair bir belirti yoktu.
Michael bir anda ne kadar zaman geçtiği konusunda hiçbir
fikri olmadığını fark etti. Hızla hareket ederek bilgisayarın fişini
çekip koltuğunun altına sıkıştırdı. Bir kenarda Marvell'ın kart
koyacağını gördü. Altın rengi meleklerle bezeli, parlak pembe
bir kartvizit görünecek şekilde açılmıştı. Michael, bunun bir işa­
ret olduğunu düşünerek kartları aldı, geldiği gibi görünmeden
evi terk etti. Saab'ın güvenli koltuğuna oturdu. Bir saat sonra
arabayı yol kenarına çekmiş, bir sonraki adımını düşünmektey­
di. Marvell'ın katili, onun bu filizlenen saplantısını biliyor muy­
du? Ya da -felç veya kalp krizi olduğunu varsayarsak- ölüm ne­
deni gizli bir ipucu barındırıyor muydu?
Michael, ruhunun kendisini desteklediğine ilişkin zayıf bir
belirti dışında, yapayalnız olmanın nasıl bir şey olduğunu bütü­
nüyle kavrayamamıştı. Bütün bildiklerine rağmen, hareket ede­
memenin çaresizliğine ve tuzağına düşmek kolaydı. İncil oku­
mazdı ama ölürken İsa'ya söylenen bir sözü hatırladı: O Tan ­
rı 'ya inandı. Bırakın onıı Tanrı on u kurtarsın. İç çekerek
Ford'un dizüstü bilgisayarındaki ilk dosyayı açtı ve ölünün gün­
lüğünü dikkatle okumaya başladı.
Susan yukarıya, yatak odasına çıkmadan önce eşiyle fazla
zaman geçirmekten yorulmuştu. Gölge Michael ise çevresine
mükemmel bir şekilde uyum sağlamıştı. Susan'a güven veren bir
öpücük verdikten sonra bir süre daha alt katta beklemeye karar
verdi. Mutfaktaki telefon çalmaya başladı. Kısa bir iç mücadele­
den sonra telefrmu açtı.
Melek Yakınlarda 81

"Michael ? Benim Jack. Senin için hazırlayacağımı söyledi­


ğim avukatlar listesi yanımda."
"İlgilenmiyorum," diye karşılık verdi Michael çabucak.
"Mantıklı olman gerektiğini düşünüyorum," dedi Temple, dik­
katle. "Bazı ilişkilerimi kullanıp otopsi sonuçlarını aldım. Aptal­
ca bir şey yapmadan önce Criven'ın davada neler söyleyeceğini
bilmek isteyebilirsin." Criven bölgenin sorgu yargıcıydı.
"Tamam," dedi Michael. Rhineford Marvell göğsünden ve
sırtından bıçaklanmıştı. Yüzünde hiç yara izi yoktu. Saldırının
vahşeti göz önüne alınırsa, sorgu hakimine tuhaf gelecek şekil­
de, ellerinde ve kollarında hiçbir boğuşma izi bulunmamıştı.
Ö lüm sebebi, ana kalp damarının kesici bir aletle, büyük olası­
lıkla Marvell'ın cesedinin yanında bulunan mutfak bıçağıyla ya­
ralanmasıydı. Ö lümcül yara açıldığında, ölüm anında gelmişti.
"Durum pek parlak görünmüyor," dedi Temple, "tabii
eğer kendi savunmanı yapmayı düşünüyorsan."
"Criven şüpheli herhangi bir şey buldu mu ?" diye sordu
Michael, Temple'ın imasını bilmezden gelerek.
"Sayılmaz. Tuhaf olan, Marvell büyük olasılıkla gelecek yıl
bu zamanlar hayatta olmayacaktı. Aortunda her an patlayabile­
cek ölümcül bir anevrizma varmış."
Michael telefonu kapadı, gözlerini boşluğa dikti. Kimseyi
öldürmediğini biliyordu. Bu olanaksız olsa bile suçun üstüne yı­
kıldığı ortadaydı. Marvell'ın cesedini gördüğünde kendi masu­
miyetine tanık olmuştu. Ö lü ölüydü ve Michael cesedi bıçakla­
mış olsa bile sorgu hakimi ölüm sonrası herhangi bir yarayı tes­
pit edebilecek durumdaydı. Yapmamıştı, yapmadığını biliyordu.
Beth Marvell'ın histerisi çılgıncaydı. Yine de bütün dünyanın gö­
zünde tek çılgın Michael olmalıydı. Herkes için çok açık olan bir
şeyi inkar etmek, hastalıklı bir zihin ya da kötülük belirtisiydi.
Bu gizemin daha derinlerine inemeden uyuştuğunu hisset­
ti. Yorgundu, Susan'ın yanına gitmemeye karar verdi . Divanda
u yuyacaktı. Ayağa kalkıp evin içinde yürüdü . Zihni karanlık dü-

.\ l ı,: l ı.: k Y.ı k ı ı ı l .Hd.ı . F (l


82 DEEPAK CHOPRA

şüncelere gömülmüştü. Merdivenin başında, evde yabancı biriy­


le karşılaşmış yalnız bir kadının korku dolu bakışıyla kendisine
bakan eşini görmedi.

"Güüünaaaaydmın, Vietnaaaaaam!" Anırmayı andıran ses


odayı doldurduğunda Simon irkildi. Lazar, her sabah yataktan
kalktığını böyle duyuruyordu. Her seferinde Simon'ın sinirine
aynı şekilde dokunuyordu.
"Bu sabah bizi neler bekliyor bebek?" diye devam etti ba­
ğırtkan tavrıyla Lazar. Bilgisayar ekranını görmeye çalışarak Si­
mon'ın omzunun üzerinden baktı. Stillano'nun günlük rapor
talep etmesi yeterince kötüydü. Ancak Simon'ın gündeljk düze­
ninin bozulması ve mahremiyetinin olmaması daha da kötüydü.
"Yanıma gelmeden önce yıkanmak hiç aklına geldi mi?"
diye sordu Simon, rahatsız olmuş bir şekilde.
"Evet geldi ama sonra geçti."
Zamanlarını çalışmaya vermeleri gerekiyordu. Simon on iki
saatlik disiplinli bir programla sabah tam yedide işine koyulu­
yordu. Lazar ise daha istikrarsız ama eşit uzunlukta bir program
doğrultusunda çalışıyor, tutsağın kökenleri hakkında en küçük
bir ipucu bulmak için tarama verilerini biraraya getiriyordu.
"Kes şunu." Simon, sayfayı kaydırmak için uzanan eli itti.
"Düşünce ak.ışıma müdahale edilmemesi gerek."
"Hadi oradan ihtiyar delikanlı," dedi Lazar. "Bu proje kar­
şısındaki istekliliğin beni çaresiz kılıyor."
"Kahrolası, senin de bildiğin gibi istekli filan değilim. Tek
amacım buradan olabildiğince ayrılmak."
"Harika, ama yukarıdaki ufaklıklara uşak rolü oynamak bu­
nu sağlamayacak, tabii bir sonuca varamazsan. Eh, durum şim­
diye dek pek de ümit verici değildi, değil mi?"
"Sonuca biz varamazsak demek istiyorsun," diye hatırlattı
Simon. "Şimdi Tanrı aşkına çek şu kokunu burnumdan." Si­
mon, bü tün nahoş kokulardan nefret eden titiz bir burna sahip
Melek Yakınlarda 83

olduğunun farkındaydı. Bayat yiyecek, çöp kutuları, ara sokak­


lar, kanalizasyonlar, umumi tuvaletler, metrolar ve her türlü ka­
labalık. Hayatı boyunca neden içine tam anlamıyla dalmaksızın
yaşamın etrafından dolaştığını kısmen açıklayacak şekilde, koku­
ların da yanından geçip gitmişti. Fakat bütün bunlar bir yana,
Ted Lazar kokuyordu.
Lazar, sonuçlarını yüksek sesle okumaya başlayamadan Si­
man ekran koruyucuyu çalıştırdı. "Sana beni rahat bırakmanı
söyledim," dedi Simon, olabildiğince sertleşerek.
"Neden? Benim KMA'yla günümü gün edeceğimden, se­
ninse bundan mahrum kalacağından mı korkuyorsun?"
Lazar, kendi uydurabileceği herhangi alaycı bir etiketten
daha iyi olduğuna karar vererek, Carter'ın hükümet jargonunu
kullanmıştı. Bu yabancı ışığı aynı zamanda "Roswell Bakiresi"
olarak da adlandırıyordu ama bu pek tutulmadı. Tutsağın davra­
nışı, bilim adamlarının gelişinden beri, son dört gündür değiş­
memişti. Stillano, ışığın nereden geldiğine ilişkin ya da ona yer­
leşmiş olan yaratığın doğası hakkında henüz hiçbir geçerli hipo­
tez geliştiremedikleri için kızgındı. Simon'ın bölmesinin duvar­
larında çeşitli fotoğraflar iğneliydi. Tümü de tahkim edilmiş sığı­
naktaki cam tanka aitti. Bir düzine farklı film ve farklı
ışıklandırılmada çekilmişti. Bazılarında nesne kara bir lekeydi.
Bazılarında tank boş görünüyordu. Simon kendisini düş kırıklı­
ğının da ötesinde, kötü hissediyordu. Nesneden aldıkları verinin
yarısı olanak dışıydı, diğer yarısıysa o kadar tutarsızdı ki güveni­
lir bir yanı yoktu. Enerji alanı bir an manyetikti, an sonra değil­
di. X-ışınında ve MRI'da bir görünüyor bir kayboluyordu. Sı­
caklığı -ya da daha doğrusu sıcaklık raporları, çünkü Siman artık
ölçüm aletlerinin tepkisine güvenmiyordu- her an çılgınca deği­
şiyordu. Kimi zaman ise hiç sıcaklığı yokmuş gibi görünüyordu.
"Pekala, " dedi Lazar, bilgisayar ekranında uçup giden ba­
linalara bakarak. " Bu kadar aptalca davranacaksan, küçük soru ­
numuzu düşünmeye baş l a n ın ben de ." dedi.
84 DEEPAK CHOPRA.

Simon kaşlarını çatıp bekledi. Birisinin, kendi açıklamala­


rından ( elbette ortaya bir açıklama atabilirse) daha iyileriyle or­
taya çıkabileceğinden kuşkuluydu. Ama partnerini düşüncele­
rinden ötürü suçlama tirsatını henüz bulamamıştı. Bırak dene­
sın.
"Diyeceğim, bu şey, bir nesne değil," dedi Lazar, alçak
ranzasına kendini bırakıp başının üstündeki kirli şilteye gözleri­
ni dikerek. Dört gündür tıraş olmamıştı. Kara, sert sakalıyla kor­
sanlara benziyordu. Üzeriı'ıde, uyurken giydiği parlak pembe
gömlek vardı. "Ona bir nesne olarak yaklaşan ordu yanlış bir
adım attı."
"Ne demek istiyorsun, o nesne değil mi?"
"Camı düşün. Katı görünür, değil mi? Bu yüzden, onu bir
şey olarak sınıflandırırız. Ama camın pencerede birkaç yüzyıldır
durduğu eski evlere gidersen, üzerinde dalgalar görürsün. Pen­
cere camı zaman içinde bel vermiştir-ki bu da, camın aslında bir
sıvı olduğu anlamına gelir. Yalnızca çok ama çok yavaş hareket
eden bir sıvı. Yerçekiminin, bir pencere camının belli belirsiz bel
vermesine yol açması yüz yıl alır. "
"Ne olmuş öyleyse? Pencerenin akışkan bir katı olduğunu
mu söylüyorsun bana? Sadede gel."
Siman belli belirsiz Lazar'ın varmak istediği yeri görebili­
yordu. Birisinin onu geride bırakma olasılığı can sıkıcıydı.
"Tamam, bir sonraki örnek uçan bir kurşun. Ateşlenen
kurşun, kafanın önünden geçtiğinde onu göremezsin. Bu yüz­
den uçan bir kurşunun bir şey olduğuna inanmak zonındasın.
Eğer gözlerin, kurşunun saatte yüzlerce kilometreye ulaşan ha­
reketini görebilseydi, o şeyi bir bulanıklık olarak algılardın ama
inanılmaz derece hızlı duyuların, nesneleri saatte milyonlarca ki­
lometre hızla görebilecek gözlerin olsaydı, o zaman ne olurdu?"
"Kurşun asılı duruyor görünürdü," diye yanıtladı Simon.
"Çok doğru. Akan cam ve hızlanan kurşun örneklerini iki
karşıt örnek olarak al. Biri çok hızlı bir olay, diğeri ise çok ya-
Melek Yakınlarda 85

vaş. Ama aynı ilke doğrultusunda hareket ediyorlar: fark yalnız­


ca gözlemcinin gözünde. Kuantum Elektro Dinamiği."
"Deme. Bununla neyi kanıtladığını sanıyorsun?"
"Tutsak alınan bu ışığın yavaşlatılması gerektiğini. O kadar
hızlı hareket eden bir biçimi olabilir ki, gözlerimiz onu yalnızca
bir bulanıklık olarak görüyor. Hızlanan bir kurşunu ya da patla­
yan bir su torbasını donduran o kameralardan bir tane al. Ne
demek istediğimi anlıyor musun? Tutsağın gerçekte nasıl gö­
ründüğünü saniyede birkaç bin karelik fotoğrafını çektikten
sonra anlayabiliriz. Ona şöyle bir bakmadan ne olduğunu asla
çözemeyeceksin, değil mi?"
Lazar bu problemleri uykusunda bile çözebileceğini vur­
gulamak için yüksek sesle horlamaya başladı. Simon, istemeye­
rek de olsa partnerinin soytarının teki olmadığını kabul etti.
Süper hızlı bir hareket dondurucu kamera Tennessee, Oak Rid­
ge'den üsse getirildi. Mercekler özellikle yakın çekim için düşü­
nüldüğünden, mekanizmanın doğru ayarlanması bir günlük ça­
lışma gerektirdi. Sonunda cam kaplamanın tamamı görüntüle­
nebiliyordu. Kalkanların kaldırılması sorunsuzca gerçekleştirildi.
Tutsak herhangi bir ani güç patlaması yaratıp havaya nesne saç­
madı. Ekibin diğer üyeleri kamerayı uzaktan kumandayla çalış­
tırarak yirmi metre uzakta durdu.
"Tamam, geri sayımı başlatın," dedi Stillano, kumanda ba­
şındaki kişiye.
"Anlaşıldı."
Ondan geriye doğru sayım başladı. Simon, yerinde dura­
mıyordu. Lazar ise kendisinden beklenmeyecek şekilde sakindi.
Üç - iki - bire geldikleri zaman sanki bir bozukluğu farketmiş
gibi elini kaldırdı. Düşündüğü her neyse, çok geç kalmıştı. Flaş
patladı, kameranın içindeki dönen aynalar saniyede binlerce ka­
re çekerek vınlamaya başladı. Sonra yüksek hızlı motorun üret­
tiği ısı şokunu yayan soğutma fanının vızıltısı dışında her şey
sessizliğe gömüldü. Stillano hırsla koruyucu güzlüği.inü çıkardı.
86 DEEPAK CHOPRA

"Ne halttı o?" diye sordu Lazar'a bakarak.


"Hiçbir şey," dedi Lazar, ama koruyucu gözlüğünü çıka­
rırken dalgındı. Film basılmak üzere hemen götürüldü. Sonuç­
lar dört saat içinde incelenir hale gelecekti. Ekip, ikinci bir de­
neme olma ihtimaline karşı aleti orada bırakarak dağıldı. Geride
Simon ile Lazar kaldı.
"Hala o titreşimleri görsel olarak kaydetmeye yetecek ka­
dar yavaşlatamayacağını düşünüyorum," dedi Simon, Lazar ar­
kasını dönüp yürürken. "Ama itiraf edeyim, öncesine kıyasla bu
şey hakkında daha anlamlı bir noktadayız." Lazar, tam bir kayıt­
sızlıkla başını çevirip baktı. Ağzından alaylı hiçbir söz çıkmadı.
Bu da Simon'u belli belirsiz gerginleştirdi.
"Az önce sana iltifat ettim," dedi Simon.
"Fark etmez." Lazar'ın sesi ciddiydi.
"Etmez mi? O zaman geri alıyorum, çok teşekkür ede­
rim."
Lazar başını salladı. "Anlamıyorsun. Yanlış yoldayız, bütü­
nüyle yanlış."
"Nereden biliyorsun?" diye sordu Simon, bu yeni kibir
gösterisinden canı sıkkın.
Lazar, burnu büyüklükten değil, yapmak zorunda olduğu
bu olduğu için cevap vermeden arkasını döndü. Neler olduğu­
nu onlara nasıl anlatabilirdi? Artık tutsağın yaptıkları şeyden
hoşlanmadığını kuşkunun ötesinde biliyordu. Bunu ona tutsa­
ğın kendisi söylemişti.

Meleğin Sesi
Tanrı'yla temastan o kadar uzak kaldınız ki, yu­
vasını hatırlayan kayıp çocuklar gibi, O'nun hakkında
hikayeler ve efsaneler ürettiniz. Bu efsanelerin bazıla­
rı çok güzel ama kimileri yıkıcı. Kayıp çocuklar kolay­
ca terk edildikleri duygusuna kapılabilir. Onları rahat-
Melek Yakınlarda 87

!atacak anne babaları olmadan tek başlarına ne kadar


uzun süre beklerlerse korkuları o kadar şiddetlenir:
Böyle terk edilmeyi hak etmiş olmak için çok
biiyiik yanlış yapmış oldııklarında11 korkarlar.
Aileleri11i11 011ları kasten terk etmesi11de11 korkar­
lar.
Hak ettiklerini11 büyük bir cezada11 ibaret olma ­
sından korkarlar.
Bütün bu korkuları ve çok daha fazlasını Tan­
rı'ya yansıttınız. Sizi uzaktan yargılayan bir baba O.
Bütün bu korkuların hepsi zihninizde yaratıldığından
bunların gerçek olmadığını size söylemeliyiz. Yine de
bunlar, dünyada son derece etkili olmayı sürdürüyor.
Gazap dolu Tanrı'nın, sizi yaralamak için gökyüzün­
den şimşekleri ve açlığı dünyaya gönderdiğine dair
pek çok kadim hikayeye sığındınız. Ama duyduğunuz
en büyük acı, tek başınıza bırakılmış olmanın acısı.
Yokluk acıların en acımasızıdır.
Biz melekler bu acıyı yok etmek için hizmet ede­
riz. Biz, Tanrı gibi mutlak değiliz. Sınırsız ve sonsuz,
zaman ve mekan sınırlarının ötesinde değiliz biz. Ya­
şamlarımızı, sizin katı, maddi dünyanıza bir ışık huz­
mesi ya da bir nefes hava gibi hafifçe dokunan ince
düzeyli dünyada sürdürürüz. Bu nedenle, yalnız ol­
madığınızı bildirmek için sizinle ancak ince düzeyde
temas kurabiliriz. Bu avuntu herkese ulaşmaz. Nasıl
ulaşabilirdi ki? Dünya, inançsızlığın karanlık tabakala­
rıyla örtülü. İnsanların zihinleri, kürenin her tarafında
yıkım ve terörle haykıran, feryat eden seslerle dolu.
Biz, size ışık getirmeye çalışmaktan asla vazgeç­
meyiz. Yine de aramıza bunca karanlık korkunun gir­
diği bu çağda siz de kendi üzerinize düşeni yapmalı­
sınız. Biz, asla terk etmeyiz. Yine de siz, ancak bizi ça-
88 DEEPAK CHOPRA

ğırdığınızda varlığımızı hissedersiniz. Tanrı, derin,


sessiz meditasyonla çağırılır ama bizi bulmak o kadar
zor değildir. Biz, güzelliğe ve müziğe yanıt veririz.
Sizin kahkahalarınızı dinleriz. Yalın, yürekten bir dua
kadar, inanç da bize bir yol açar. Masumlar bizi ben­
ciller ve kuşkuculardan çok daha kolay tanırlar -bunu
söylemeye bile gerek yok ama- herkesin içinde bir
masumiyet zerresi vardır. Bunu bulabilirseniz, biz
çok yakındayız.
Ancak bizi arayacağınız en zor zaman, aklınızın
karışık olduğu, gergin, korkulu, karmaşa ve tehlike
içinde olduğunuz zamandır. Çalkantılı bir zihin, me­
leklere kolaylıkla erişemez. Bizim yardımımızı yalnız­
ca kriz durumunda aramak yerine, kendi huzur mer­
kezinizden, yani kalbinizden iletişim kurmayı öğre­
nin. Bizim açık bir kanala ihtiyacımız var. Yardım et­
me yeteneğimiz düşündüğünüz kadar sınırlı değil
ama o kadar güçlü de değil. İnce düzeyli dünyayı his­
sedebilecek biricik yeteneğinizi kullanarak bizimle ya­
n yolda buluşmalısınız.
Melekler üzüntü ya da korkunuza gelmez. Işığı­
nıza gelir.
"Beyler, zaman akıp gidiyor," dedi Stillano, bir sonraki
toplantıda. "Teknik açıdan bunun mümkün olduğundan emin
değilim. Birincisi, zaman akmaz ve eğer aksaydı kendi kendin­
den akardı. Bu, ölümün öleceğini söylemek gibi bir şey, öyle
değil mi?" Simon eski ofis sandalyesinin arkasına yaslandı. Zih­
ni kafa karıştırıcı gerçeklerden, kafa karıştırıcı saçmalığa bir an­
da geçebilen birinin yaşadığı doyum duygusuyla, yan gözle Stil­
lano'ya baktı.
Lazar, sıkılmış numarası yaparak komutanın ofisinin uzak
köşesinde , kambunınu çıkarmış duruyordu .
"Belki de zaman, onu düşünmediğinizde varolmuyordur,
bu yüzden zamanın akıp gittiğini düşünmeyi bırakırsanız, za­
man kaybetmezsiniz. "
Melek Yakınlarda 89

"Şunlara bakın," dedi Stillano, aniden bu kaba oyunu ke­


serek. Bir dizi parlak fotoğrafı masasına fırlattı .
"Çoktan baktık," dedi Simon . Tutsağın, yüksek hızla çeki­
len fotoğraflarıydı.
"İyi . O halde nedir bunların anlamı? " diye sordu general.
"Benim değerlendirmem, tutsağın hiçbir şekli olmadığı,"
dedi Simon.
"Fotoğraflar, bütün hareketi durdurmaya yetecek kadar
hızlı değildi ama zaten bunu beklemiyorduk. Kamera teknolo­
jisi hala sınırlı. Bir balonun patlaması gibi basit bir hareket bile
tamamen durdurulamayacak kadar hızlı. Bu durumda, ışığın tit­
reşimleri bunda no'nun kuvvetleri kadar daha hızla meydana
geliyor. Yine de bir şeyin göründüğünü itiraf edeceğim . "
"Açıkla bunu bize," dedi Lazar alaycı bir tavırla. "Kendi
hızında tabii. "
Simon ilişkilerinin yumuşamadığını kanıtlarcasına, ona pis
bir bakış fırlattı.
"Burada görünen, palimpsest gibi bir şey. Terimi bilmiyor­
sanız," dedi Simon, "palimsest, birbiri üzerine yerleştirilmiş iki
görüntüyü tanımlar. Böylece ikisi de görünür hale gelir. Bu te­
rim genellikle arkeolojide parşömen ya da taş tablet gibi önceki
yazı silindikten sonra bir ya da daha çok kez kullanılan yazı yaz­
ma yüzeyleri için kullanılır."
"Çok ilginç," dedi Lazar.
"Gördüğünüz gibi Simon aslında doğmadı. Mısır'daki bir
piramitte gömülü bir çöplükte bulundu . "
"Bunun bizim tutsakla n e ilgisi var? " diye sordu Stillano.
Simon, fotoğraflardan birini kaldırdı. Işığın puslu görün­
tüsünü işaret etti Üst üste binen, soluk ama belirli çizgilerden
oluşan, birleştirildiğinde bir şekil oluşturmayan birçok gölge
varmış gibi görünüyordu.
"Bu şey holograma benziyor ama bir hologram değil," dedi.
"Işık, belirli üç boyutlu şekiller meydana getirebilir. Ho­
logramı oluşturan şey budur. Peki , bir grup hologramı üst üste
90 DEEPAK CHOPRA

yığarsanız ne olur? Ve bunlar sürekli hareket ediyor ve etkileşi­


yorsa? Sonuç, çıplak göz için puslu bir ışık olacaktır. Yine de ha­
reketi durdurursanız şekillerin yuvası ortaya çıkmaya başlar."
"Peki eğer yeterli hızda bir kameranız varsa yalnızca bir
hologram mı görürsünüz?" diye sordu Stillano.
"Olasılıkla," dedi Simon cesaret vermeden.
"Belki de, tek bir gerçek şekil yoktur. Belki olan tek şey,
hareket eden birçok görüntüdür."
Ya da doğmaya çalışan bir şekil vardır, diye aklından geçir­
di Lazar. Stillano ayağa kalkıp bir buçuk kilometre uzaktaki
yüksek güvenlik çitleriyle sınırlanmış çöle bakan pencereye yö­
neldi.
"Büyük ihtimalle, bana yardım etmek için fazla çaba gös­
termiyorsunuz," dedi. Ama bütün o jargonun ardından söyledi­
ğiniz, galiba onun aslında canlı olduğu."
"Bunu benim üzerime yıkmayın," diye uyardı Simon.
"Hologramlar canlı değildir. Ve olağan mantığa göre ye­
gane malzemesi ışık olan yaratıklar canlı olamaz. Aksi halde gü­
neşin canlı olduğunu söylememiz gerekirdi."
"Belki de öyledir," diye önerdi Lazar.
Diğer iki adam ona baktı. Faydalı bir çılgındı o ve böyle ol­
mayı seviyordu.
"Bizim tutsak bakiremiz, bu arada ben onun dişi olduğu­
nu düşünüyorum, Simon'ı seviyor. Bu yüzden tutsak edilmesi­
ne ve buraya getirilmesine izin verdi. Yalnızca onun için." La­
zar'ın cılız saçları bu sabah özellikle yağlı görünüyordu. Sırf or­
duyu rahatsız etmek için saçını mümkün olduğunca kirli tuttu­
ğuna hiç şüphe yok, diye düşündü Simon.
"Fikrini söyle ya da defol," dedi Stillano sabırsızca.
"Tamam, peki. Benim görüşüm, bu ışığın bir hologram gi­
bi göründüğü ama olmadığı. Bizim anlaşılır hale getirene kadar
yavaşlattığımız titreşimler, aslında birer mesaj."
Melek Yakınlarda 91

"Bizimle konuşmaya mı çalışıyor?" dedi Stillano, günlerdir


amaçsızca süren ve hiçbir sonuca varmayan çalışmanm ardmdan
ilk defa dikkat kesilerek. Lazar kurnazca bir bakış fırlattı.
"Belki resim yapıyor. Bu şekiller bizim anladığımız anlam­
da dil olmayabilir. Daha çok zihinlerimizden hızla geçen
görüntülere benzeyebilir. Görüntüler, sözler olmadan bir anlam
ifade eder, bu yüzden bunlar da bir anlam ifade edebilir."
Simon yumnığunu alışılmadık bir güçle masaya vurdu.
"Dunın. Birbirinizi öpüp kutlamadan önce bana şunu söyleyin.
Gerçekten elimizde ne var? Fotoğrafık emülsiyonda birkaç göl­
geli kıvrık çizgi, hepsi bu."
"Yani bunun gülünç olduğunu mu düşünüyorsun? Yanılı­
yorsun," dedi Lazar, generalin tepkisini görmek için Stillano'ya
bakarak. "Kosova'da dolanırken bulduğunuz o iki asker, dinsel
bir histeri dunımundaydı. Işığm yakınma gelen diğer teknisyen­
ler de kısa süre sonra psikolojik değişiklikler gösterdi. Bunlar
neden şimdi olmuyor? Tutsak önce o erlerle konuşmayı denedi
ama onlar yandılar. Titreşim fazla yoğundu, bu yüzden o da tit­
reşimleri azalttı ama insanlar için hala çok fazlaydı. Aklımızı ba­
şımızdan aldı ve kurmak istediği iletişimi karıştırdı. Bu şartlar al­
tmda siz olsanız ne yapardmız?"
"Eve mi giderdik?" dedi Simon. "Yoksa bana mı öyle ge­
liyor?
Lazar onu dikkate almadı.
"Arkanıza yaslanıp bir süre için yanlışın nerde olduğunu
düşünürdünüz. Ondan sonra, yavaş yavaş mesajınızı ulaştırma­
nın yeni yollarını denerdiniz. Bu şeyin başlangıçtaki kadar yo­
ğun ışık vermediğini gördünüz. Artık duvarları eritmiyor, kim­
seyi de delirtmiyor."
"Sen parlak bir orospu çocuğusun değil mi?" dedi Stillano,
gıptayla karışık bir takdirle.
"O kendince bir efsane," dedi bu mantıksız tahmini dinle­
mek istemeyen Simon. Üstte geçirdiği beş günden sonra en son
92 DEEPAK CHOPRA

ne zaman uyuduğunu ve bu şartlar altındaki birinin zihnine ne


kadar güvenilebileceğini sordu kendine. Lazar, o şeye saatlerce
öyle amaçsızca bakmıştı. Oturup göbek deliğini seyretmek ka­
dar işe yaramış ve bir o kadar olmadık hezeyanlara sürüklemişti.
"Simon, kendisi beceremediği için yoluma taş koyuyor,"
dedi Lazar yumuşak bir tavırla. "Ama tuhaf zamanlarda, benim
yanımda uyumlu düşünceler yaymayı becerebiliyor. Beyin fırtı­
nası oturumlarımızın birinde, tutsağımızın bizimle iletişim kur­
mak istediği olasılığını düşünmemiz gerektiğini itiraf etti."
"Tam öyle değil, dostum," dedi Simon alaycı bir şekilde.
"Sinyallerin bütünüyle rastgele olmayabileceğini söyledim.
Pulsarlar, emisyonları bize düzenli patlamalarla ulaşan, yüksek
enerjili yıldızlardır. Bu, onları düzenli kılar ama canlı yapmaz."
Stillano ellerini iki yana açtı.
"Ateşkes beyler, ateşkes. Yoldan çıkıyoruz."
Lazar ateşkes yapamayacak kadar ateşliydi.
"İkiniz de dinleyin. Tutsak kendisini beyinlerimize ayarla­
maya çalışıyorsa onu tutan ne? Şu fotoğraflara bakın. Hala bi­
zim için çok hızlı olan frekanslarla hareket ediyor. Heni.iz
bunu fark edemedi. O halde bizim ne yapmamız gerekiyor?
Ona yardımcı olmamız ve ben bunu nasıl yapacağımı buldum."
Stillano şaşırmış görünüyordu.
"Nasıl?"
"Onun yanında vakit geçirip düşünerek. Daha doğrusu,
zihnimden görüntüler geçirerek. Hayal kuruyorum. Görüntüle­
ri nasıl işlediğimizi ona göstermeye çalıştığımın farkına varabi­
lirse, belki o da beni taklit etmeye başlar. O zaman da bir ileti­
şim kurulabilir."
"Anlıyorum."
Stillano'nun yüzünde merak dolu bir ifade vardı. Bunun
da ötesinde, Simon, ordunun kendi programı olduğundan
emindi. General, az önce bunu hissettirmemeye çalışarak La­
zar'ın önerisinin ordunun senaryosuyla uyuşup uyuşmadığını
hesaplamaya çabalıyordu.
Melek Yakınlarda 93

"Tamam," dedi Stillano. "Şimdiye kadar yaptığınız gibi


devam edebilirsiniz."
"Okuma yazma bilmeyen Balkan köylüleri nöbet tutuyor­
larsa, neden dostumuz Lazar tutmasın?" dedi Simon. Birkaç da­
kika sonra gri renkli holden çalışma odalarına giderken buldu.
"Toplantıyı istediğin gibi yönlendirdin," dedi Simon. Lazar ba­
şıyla onayladı. "Ama bunun nedenini benimle paylaşmadın. Or­
duya yardımcı olmanın umrunda bile olmadığını biliyorum. O
zaman derdin ne?"
"Gerçekten bilmek istiyor musun, ahbap?" diye sordu La­
zar, budalanın teki maskesine bürünerek.
"Evet, galiba istiyorum."
"O zaman kendine iki şey sor. Neden benim gibi akıllı bir
çocuk, şu an etrafında olanlar bir yana, bir budalanın bile tersi­
ni kanıtlayabileceği savsak bir hipotez üzerine zaman harcasın
ki? Ama daha da önemlisi, umanın kulağın bendedir Simon, ne­
den bir bulut topunun dişi olduğunu söylüyorum?"

Meleğin Sesi
Bizi sonsuza kadar sessiz tutacak olan tek şeyi si­
ze söyledik mi? Belki söylemeliyiz. O zaman kendini­
zi nasıl savunacağınızı bilirsiniz.
Kuşku.
Kuşkudan özgürleşenler, kapılan meleklere aç­
mıştır.
Ford Marvell günlüğünde, Arielle Artaud'dan
öylesine bir coşkuyla söz ediyordu ki, gerçek Micha­
el, kendisini onu tanıyor gibi hissetti. Paris'te doğ­
muş, seksenlerinde bir kadındı. Son yarım yüzyıldır
uluslararası düzeyde bir okült uzmanı olmuştu. Şim­
di ise, sıradan ölümlülerin ancak meleklerle birlikte
olma seanslarına kabul edildiği görkemli bir
94 DEEPAK CHOPRA

Westchester malikanesinde yaşıyordu. Günlüğe göre


Marvell, geçen yıl bu uzun hafta sonlarının yedisine
katılmıştı. Bu nedenle Madam Artaud'yu ziyaret et­
mek, gizemi çözmenin bir sonraki adımıydı.
Güneye doğru yaptığı uzun araba yolculuğunda
Michael, melekler hakkında daha uzun düşündü.
Özellikle Marvell'ın onların yakınlarda olduğuna dair
inancı üzerinde durdu. Sıradan bir düşünceden mi
ibaretti bu, yoksa ölmekte olan bir insanın çaresizlik
içinde başka bir anlam çıkarılacağını umarak yazdığı
sözcükler mi? Melekler hakkında ne biliyordu Micha­
el? Kelimenin Grekçe, angelos, yani haberci anlamına
geldiğini biliyordu. Bu, İsa'nın doğumunun çobanla­
ra bildirilmesi kadar yakından tanınan ya da Cebra­
il'in Kur'an'ı Muhammed Peygamber'e indirmesi gi­
bi, Hristiyanlar tarafından az bilinen bir ileti olabilir­
di. Kilise doktrininde melekler, Adem ve Havva'dan
önce yaratılmış, cinsiyetsiz, doğrudan Tanrı'dan gel­
me varlıklardı. Kabala'da ise Tanrı'nın ilkgözağrılan
olarak düşünülürdü.
Sözlük, meleklerin güç ve bilgelik olarak insan­
dan daha üstün olmalarına rağmen, aslında göksel hi­
yerarşinin en alt katında yer aldığını belirtir. Buna gö­
re şöyledir hiyerarşi: melekler, başmelekler, dünyaüs­
tü güçler, güçler, erdemler, dominasyonlar( * ) tahtlar,
melaikeler ( cherubim), ve en yüksek sınıf melekler
(seraphim). Bu dokuz seviye, mistik yahudilikten or­
taçağ Hristiyanlığına aktarılmış ve bu süre boyunca
angel (melek) kelimesi Grekçeden Latince'ye, oradan
da eski Fransızca'ya, eski İngilizce'ye, orta İngiliz­
ce'ye ve son olarak bugünkü İngilizce'ye geçerken
aşağı yukarı bozulmadan korunmuştur.

(*) Göksel varlı kları n dokuz varl ı k katı ndan biri (ç.n.)
Melek Yakınlarda 95

Meleklerin günah işleme yetisi yoktur. Yahudilik, Hristi­


yanlık ve İslamiyet gibi tektanrılı dinlerle özdeşleştirilmiş, ancak
bunlarla sınırlanmamışlardır. Michael bu yavan gerçeklerin öte­
sinde aslında pek az şey biliyordu. Çoğu çağdaş insan gibi Mic­
hael da, melekler çalışmasını Ortaçağcılıkla birleştirmiş, inanılır­
lık açısından simyadan bir gömlek yukarıda görmüştü.
Michael, Madam Artaud'nun yerini kolayca buldu. Ne ola­
ğanüstü zengin bir malikane ne de ev irisi sayılan ve Hallows
adıyla anılan yapı, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından kal­
ma fazlalıksız bir taş kütleydi. Michael'a kırk dönüm gibi gelen,
leylak ve morsalkımlarla bezeli bir arazinin ortasına kurulmuştu.
Hudson nehrine bakıyordu. Meleklerle baş başa geçirilen hafta
sonlarını yöneten birisinin konutu olarak çok geniş bir alana sa­
hipti. Ortalarda kimse görünmüyordu. Hava değişmişti. Co­
lumbia'daki ışıltılı bahar günü, Westchester'da yerini karanlık ve
gri bir gökyüzüne bıraktı. Hava, daha tatlı bir leylak kokusuna
karışan morsalkımların kokusuyla doluydu. Şarlatanlık antenini
kuşanan Michael eve doğru yürüdü.
Altı bölümlü ön kapı, yaşlı meşedendi. Üzerinde melaike
( cherub) biçiminde pirinç tokmak vardı. Kapı, Michael tokma­
ğa uzanırken açıldı.
"Merhaba," dedi Michael. "Ben. . "
"Kim olduğunuzu biliyorum. Bu konuyu aydınlığa kavuş­
turduğumuza göre şimdi gider misiniz lütfen?"
"Siz Madam Artaud'sunuz, değil mi?"
Kapıda duran yaşlı kadının çocuksu bir duruşu vardı. Ko­
yu renk gözleri cin gibi, teni dupduruydu. Ciddi ifadeli yüzün­
de yaşı okunmuyordu. Gür beyaz saç örgüleri başının üzerinde
topuz yapılmıştı.
"Madam Artaud?" diye tekrarladı Michael, ilk seferinde
cevap alamayınca.
"Bana sonınlarınızdan bahsetmek istiyorsunuz, değil mi?
Neden insanlar onlardan gitmelerini istediğinizde kalma gerek­
çelerini tekrarlarlar ki/"
96 DEEPAK CHOPRA

Yaşlı kadın arkasını dönüp yürüdü ama kapıyı da belirgin


biçimde açık bıraktı. Bunu, aksi bir buyurun olarak değerlendi­
ren Michael içeri girdi. Aricllc Artaud, beyaz saçları koyu renk
elbisesinin fonunda bir fener gibi ışık saçarak karanlık girişin ar­
dındaki oturma odasına doğru kayarcasına yürüdü.
"Benim için büyük bir sorun haline geldiniz bile, mon cher,"
dedi sert bir ifadeyle.
"Sorun olmak istemezdim."
"Vergi dairesinde çalışan o kayıp ruhlar dışında kim ister
ki?"
Yaşlı kadın iki kişilik alçak saten bir kanapeyi işaret etti.
Kendisi de sırtı marur bir tavırla dimdik, Osmanlı tarzı bir ka­
nepeye oturdu. Michael, huzursuzca uzun kanepeye ilişip öne
doğru eğildi.
"Görünüşe göre kim olduğumu biliyorsunuz. Bu kadarını
da tahmin ediyordum zaten," dedi.
"Yalancı. Yoksa yağcı mı demeliyim?" Bu sözlerine rağ­
men, Madam memnun görünüyordu. Michael, Madamın zayıf
noktasının yağcılık olabileceğini tahmin etmişti. Yağcılık, avınız
bunun kendisine karşı kullanıldığını bilse bile tuhaf bir şekilde
işe yarardı. "Bir cinayet vakası söz konusu, bunu da biliyor
musunuz?" diye sordu Michael.
"Bunu söyleyen hangi ahmak?" Yaşlı kadının yüzünden
gizli bir gülümseme geçti. "Gençliğimde, bildiğimiz dünyayla
hayal edemediğimiz dünya arasında bir köprü olmayı seçmek gi­
bi, büyük bir armağanla ödüllendirilmiştim. Ben, ruhçu deği­
lim. Vefat edenlere köprü olmak gibi faydasız şeylere hiç
tahammülüm yok. Birisinin sadece ölü olması, onun konuşul­
maya değer olduğu anlamına gelmez."
"Sorumu cevaplamadınız, Madam," dedi Michael, bu hay­
li kullanılmış şaka sona erdikten sonra.
"Belki de çok kaba bir şekilde ifade etmişsinizdir," diye
sertçe yanıtladı yaşlı kadın.
Melek Yakınlarda 97

"Bana oldukça açıksözlü gibi geldi. Esrarengiz bir ölüm


beni buraya getirdi. İddia ettiğiniz kişi olmanızı istediğim için
sizden özür dileyemem."
Yaşlı kadın öylesine sinirli görünüyordu ki, Michael nere­
deyse o zarif Fransız şivesinin yerini kaba saba Bronx ağzının alı­
vereceğini sandı ama hiç değilse bu hali ona içten geldi.
"Size bir şey ikram etmemi ister misiniz, Bay Aulden?" Ka­
dının sesi neredeyse fısıltı halindeydi. Michael, kadına adını söy­
lememiş olduğunu hatırladı. Bu, çok ince bir karşılıktı. Nasıl is­
terse öyle olsun, diye düşündü.
"Kahve, lütfen," dedi karamsar bir ifadeyle.
"İyi bir seçim. Bunun gibi kapalı bir günde limonatanın
uygun olacağını sanmıyorum. Şeri için ise henüz çok erken."
Bir zil çaldı ve Michael'a arkasını döndü. Bu, ya önceden
ayarlanmış bir işaretti ya da bütün hane halkı ruhsal güçlere sa­
hipti, çünkü yarım dakika içinde hizmetçi sessizce bir fincan
kahve getirdi. Michael kahvesini yudumladı. Bekliyordu.
"Size söyledim, benim için şimdiden büyük sorun oldunuz," di­
ye hatırlattı Arielle Artaud. "Ama eğer ilginizi çekerse sizi ışık
savaşçısı olarak kabul ediyorum. Heyecan arayanlar için vaktim
yok. Bu, aptalca zaman harcamaktan bile daha kötü. İnsanların
anlayabileceğinden daha tehlikeli. Masumlar kolay kandırılır
sonra da mahvedilir."
"Ford Marvell'a bunlardan hangisi oldu? Onu neden dur­
durmadınız?" diye sordu birden ilgisi uyanan Michael.
"Sınırlarımı zorluyorsunuz, mösyö, zorluyorsunuz," diye
uyardı kadın.
"Hiç değilse amatörce uğraştığı ve bu denli tehlikeli olan
şeyin ne olduğunu söyleyin bana."
"Ah!" Bu hece yaşlı kadının ağzından sanki çok şey ifade
ediyormuşçasına çıktı. Michael dişini sıktı. İnsanların kendi ya­
rattığı dramalarda sorun şudur; eğer inanmazsamz oldukça sinir
bozurn olabilirler.
98 DEEPAK CHOPRA

"Burada meleklerle inzivaya çekildiğinizi biliyorum. Mar­


vell, yoldan çıkmadan önce böyle mi başladı?" dedi Michael
dikkatle.
"Kendinizi mahkemede sanmayın," dedi kadın, ince bir
gülümsemeyle.
"Tanığı yönlendiremeyecek kadar belli niyetiniz." Micha­
el, tekrar arkasına yaslandı. Bu kadın gerçekten iflah olmaz bir
kontrol hastasıydı.
"Benim özel yeteneğim melekleri görmek ve onlarla
konuşmak," dedi madam Artaud.
"Lütfen kibar bir karşılık vermeye kalkışmayın. Sizin buna
inanıp inanmamanız beni ilgilendirmiyor. Size bir alıntı: 'İnsa­
noğlu ne melektir ne de hayvan. Talihsizlik, melek gibi davran­
ması gerekenin hayvana dönüşmesidir.' Bunu sizin için Fransız
filozof Pascal'dan çevirdim.
"Ben kendimi meleğe döndürmeye çalışmıyorum. Buna
kalkışanları da kendi içlerindeki hayvanla karşılaşacaklarına dair
uyarıyorum. Marvell iyi bir dinleyici değildi -yazarların pek azı
öyledir zaten. Bana, ona öğretebileceklerimi öğrenmek için gel­
medi."
"Yalnızca bilgi edinmek için mi geldi?" diye tahmin yürüt­
tü Michael. Arielle başıyla onayladı. "Eğer öyleyse, neden kapı­
nın eşiğinde gördüğünüz anda psişik güçleriniz onu uzaklaştır­
manızı söylemedi?"
Yaşlı kadının incecik kaşı kalktı. "Benim meleklerim tavsi­
ye yazıları yazmaz."
"Anlıyorum."
Kadının onu azarlamakta haklı olduğunu düşündü. Sonuç­
ta, polis ne kadar yanlış izlere sürüklenmiş olursa olsun, Marvell
doğal nedenlerle ölmüştü. Onu uzaklaştırmanın fazla bir şey de­
ğiştireceği su götürürdü.
"İnannıa�'a hazır olanlar var," diye sürdürdü kadın.
Melek Yakınlarda 99

"Melekleri bana onları tanıtır. Bay Marvell'ın bütün varo­


luş nedeni dönüşümdü. Bana, dünya üzerindeki varoluş amacı­
nı anlama isteğiyle dolu olduğunu söylemişti. Başlangıçta olay­
lar daha önce defalarca tanık olduğum gibi gelişti. Heves kuş­
kuya dönüştü, derken kafası karıştı. Bu, ışığın gerçeğini tümüy­
le kabullenme aşamasına doğru adım adım yaşanan süreçtir.
Kendi karanlığınızla yüzleşmeden olgun bir kavrayış kazana­
mazsınız."
"Yani başarısız olmak olası."
"Elbette. İşte bu yüzden hepimizin yol göstericilere ihtiya­
cı var. Bay Marvell, ruhun zorlu yolundan hoşlanmadığı gibi,
yol gösterici fikrinden de haz etmedi. Kendi başına bir turist ol­
mak istedi. Sonuçlar tahmin edilebilirdi. Sanki bir an açılan bir
umut kapısı yüzüne çarpılmış gibi birkaç ay içinde karmaşa ve
umutsuzluğa kapıldı.
"Belki bunu anlamıyorsunuz, mösyö, ama bir kez melek­
lerle konuşunca umutsuzluğa kapılmak olanaksız bir hale gelir.
Yaşayan umuttur onlar. Bizi sınırsız bir sevgiyle severler. Böyle
sevildiğinizde nasıl olur da karanlığa teslim olabilirsiniz? Bay
Marvell'ın başına gelenin ne olduğunu bilmiyorum. Yol göste­
ricilerim bunun, benim görmemem gereken bir şey olduğunu
söyledi. Tek bildiğim, şu anda ölü olduğu ve bu ölümün geride
bıraktıkları için bir anlamı olabileceği."
Michael dikkatle dinliyor, Madame Artaud'nun söyledikle­
rine yoğunlaşmaya çalışıyordu.
"Sizce Marvell'ın meleklerle gerçek bir deneyimi oldu
mu?" diye sordu.
"Tuhaf bir vakaydı. Ruhsal kitaplar yazarak oldukça büyük
bir servet yapmıştı ama kendisini akıl karıştırıcı bir dünyanın
karşısında belli belirsiz suçlu, tehlikede ve bir yere ait değilmiş
gibi hissediyordu. Bu nedenle, daha önce defalarca tanık oldu­
ğum bir şekilde gelişen bir müdahale gerçekleşti."
"Nasıl bir müdahale?" diye sordu Michael.
1 00

Yaşlı kadın kurnazca gülümsedi. "Oturma odasında sizinle


kahve içiyorum diye bütün sırlarımı size vereceğimi mi düşünü­
yorsunuz?"
Michael kadının nazlanmadığını hissetti. Madame Artaud,
sıradan insanların mistik ya da hayal ürünü gözüyle baktığı, pek
çok farklı varlık düzlemi olan bir dünyada yaşıyordu. Kuşkucu­
lara karşı yegane üstünlüğü, onun bu seviyeleri görme yeteneği­
ne sahip olmasıydı. Bu nedenle, bu ayrıcalığı korumak üzere in­
sanlara kendi dünyasına giriş izni verirken kılı kırk yarması gere­
kiyor olsa gerekti.
"Meleklerin mesajı hep aynıdır: Bak, bak, bak ! Biz bede­
nin gözünden bakmaya çalışırız ama bu, meleklerle karşılaştığı­
mızda yapmamamız gereken bir şeydir. Gelen mesajlar başka bir
çift gözü, ruhun gözlerini açmaya çalışır" dedi. Michael, Ma­
dam Artaud'nun etrafındaki atmosferin değiştiğini ayrımsadı.
"Gözlerimizdeki bağı kaldırıp atmamız, bu görkemli var­
lıkları dogmanın, kurallar ve batıl inancın sınırları ötesinde gö­
rebilmemiz ancak bu çağda mümkün olabildi. Ama daha önce
düzeltmemiz gereken pek çok yanlış anlama var.
"Söz gelimi insanlar, meleklerin anında fark edilebilir,
omuzlarına takılı gülünç kuş kanatları olan, yavan astral hippiler
olduğuna inanıyor. Öyle değiller. Biçimleri işlevlerine, işlevleri
ise Tanrı tarafından onlara havale edilen mesaja bağlı . O'nu na­
sıl tasavvur etmeyi seçerseniz. Melekler tarafından ziyaret edil­
miş ve yüce ziyaretçileri yanlarından ayrıldıktan sonrasına kadar
başlarına gelenin bilincine varmamış insanlarla ilgili pek
çok hikaye var.
"İnsanlar, meleklerin her zaman iyi varlıklar olduğu konu­
sunda da yanılıyor. Bu doğru, ama söz konusu olan Tanrı'nın
iyiliği, insanoğlunun değil. Mesela, melekler ölüme eşlik eder.
Tanrı, kutsal kitaplarda onları defalarca dünyaya yıkım getirmek
için gönderdi. İsraillilerin kölelikten kurtarılmasını sağlamak
için Mısır'da ilk doğan çocu ğu öldüren de, Adenı 'le Havva'yı
Melek Yakınlarda lOl

Cennet'ten kovan da bir melekti. Başka bir deyişle, biz


bunu böyle algılayamasak da melekler her zaman iyidir -biri dı­
şında. Çoğu kültür, ışığın melekleri kadar güçlü ama şeytan adı ­
na çalışan, karanlık ya da lanetli melekleri de tanır."
Michael ortaya bir varsayım attı.
"Belki de Marvell, bu cinse yenik düştü. Ya da belki, baş­
langıç olarak onları araştırıyordu."
Yaşlı Fransız omzunu silkti.
"Bu cins yaratıklarla ilgili bir şey söyleyemem. Onları hiç
görmedim."
Görüşmenin sona erdiğini belirtmek için ayağa kalktı. Ve­
da sözleri belirsizdi : "Belki Marvell meleklerle konuşamadığı
için umutsuzluğa kapıldı ama durumun bu olduğuna inanmıyo­
rum. Bence onlarla konuştu ve keyfi kaçtı. Nedenini belki siz
ortaya çıkarabilirsiniz."
"Umanın."
İki dakika sonra ağır kapı Michael'ın arkasından kapandı.
Dışarıda yağmur yağmaya başlamıştı.
4

M E L E KL E R V E F A RKI N D A
Ü L MAYAN LAR

Irmağın üst kesimi havayı serinleten yağmurdan yoksundu.


Susan hafifçe terleyerek yatağında uyuyakaldı. Yanağını yumuşak
yastığına gömüp uykuya dalmak çok iyi geldi. Akılcılığı abartan
biri değildi ama bugün zihnine hayli yüklenmişti. Uykunun
üzüntüsüne biraz olsun iyi geleceğini, kafasına üşüşen düşünce­
lerin akışını yavaşlatacağını umdu. Uykuya ne zaman daldığını,
rüyasının ne zaman başladığını hiç bilmiyordu.
Adı Suze'du. Yedi yaşındaydı. Evden kaçıyordu. Neydi
unutmuştu ama dayanabileceğinin ötesinde bir haksızlığa uğra­
mıştı. Babası ona vurmuş olmalıydı. Sevgili babası ona daha ön­
ce asla el kaldırmamış olduğu için bu onu çok fazla sarsmıştı.
Sanki babasının kızı olmaktan çıkmış da bir hayvana dönüşmüş
gibiydi. Babasının bir daha asla o iyi huylu aile tanrısı olmayaca­
ğını anlamış, işte bundan kaçıyordu.
Ağaçlarla kaplı, iskan edilmemiş geniş bir arazinin yakının­
da yaşıyorlardı. Pencereden çıkıp yanaklarını ıslatan gözyaşlarıy­
la yeşil sığınağına doğru koştu. Oraya gitmemesi için defalarca
uyarılmıştı. Her yaz, dağlardan inen ayılarla ilgili söylentiler çı­
kardı. Fakat hiçbir şey, ihanetin şokundan daha korkutucu de­
ğildi. Her neyse, içgüdüleri, öfkesini tüketebilmek için koşmayı
her şeyden çok istemesini sağladı. U zaklardan başka hiç bir yeri
Melek Yakınlarda 103

hedeflemeden ve bir süre sonra ağlayamayacak kadar kararlı bir


halde, çalılar ve böğürtlenler arasından akan sığ derelerden geç­
ti. Karanlık çökmeye başladığında kendisini daha iyi hissedebi­
lecek kadar bitkin düşmüştü. Geri dönmeye karar verdi. Kaybol­
duğunu anlaması için bir saat geçmesi gerekti. Fakat bundan bir
saat sonra etrafında olması gereken ormanı bile göremiyordu.
Kaçmak, bir çeşit kurtuluş olmuştu ama kurtuluş, ona iyi gele­
meyecek kadar gecikmişti. Zifiri karanlıkta dolaşıyordu. Orada
olduğundan kimsenin haberi yoktu. Ailesi odasında olmadığını
biliyordu. Onlara bir kez daha karşı gelmişti ama onu asla bul­
mayacakları için bunun artık önemi yoktu.
"Eve gitmek istiyorum," diye fısıldadı Suze, paniğine ma­
zeret bulmaya çalışarak. Bu tür mazeretler, onları işitecek birile­
ri olmadıkça işe yaramaz. Işıkla o denli evcil görünen ağaçlar,
sanki aralarında hayal meyal hatırlanan canavarlar varmış gibi es­
rarengiz bir hal almıştı. Çalıların arasında sürünen şeylerin sesi­
ni duyabiliyordu. Titreyerek otururken üç metre uzağında bir
çiftlik baykuşu, ağaçtan aşağı doğru süzülüp Suze'un hemen
önünde çığlık atarak çırpınan bir şeyin üzerine çullandı. Suze,
kontrolsüzce inleyerek daha önce saklandığı sık çalıların arasına
doğru emekleyip oracığa kıvrıldı. Yalnız olmakla sevilmemek
arasında hiçbir fark yoktu. Çocuk mantığı buydu ve son derece
açık seçikti. Kimse yanına gelmediğine göre onu bir daha hiç
kimse sevmeyecekti.
Susan, kendisini, yeni birisi olarak doğuşunu izledi. Yeni
bir duygu doğuyordu içinde. Yetişkinlerin yalnızca kendilerine
özgü olduğunu sandıkları zorlu bir çaresizlikti duygusu.
"Suzy? Suze?" diye seslenen yabancı bir erkek sesi duydu.
Birden yüzüne güçlü bir ışık vurdu. Saklandığı yerden emekle­
yerek çıkmadan önce bir an duraksadı. Adını bilen herhangi bi­
rinden korkmayacak kadar küçüktü. Gözlerini ışığa dikti. Adam,
sık çalılığın arasında Susan 'ı görür görmez gözlerinin kamaşma­
ması için ışığı kapadı.
104 DEEPAKCHOPRA

Ay yükselmişti. Susan yabancıyı ışık olmadan da görebili­


yordu. Tanıdığı biri değildi ama güvenle ona doğru yürüdü.
Adam onu kucağına almak için uzandı. Susan, önceki üzüntü­
sünü unutarak adamın omzuna sokuldu. Uyandığında yatağın­
daydı, üzerinde en sevdiği Taş Devri pijaması vardı. O gün,
okul günüydü. Otobüse yetişmek için aceleyle hazırlanırken an­
nesinin kaçışından söz etmesini bekledi. Eğer babası onu yeni­
den azarlayacak olursa uysalca cezasını çekeceğine yemin etti.
Ama kahvaltı her zamanki sakin tören havasındaydı. Anne­
siyle babası olaydan bahsetmedi. Birkaç gün sonra Susan konu­
yu hiçbir zaman açmayacaklarını anladı. Olayın tuhaflığı ve öne­
minin bilincine ise ancak aradan birkaç yıl geçtikten sonra vara -
caktı. Erişkinlik döneminde babasıyla bu kadar ciddi başka bir
kavgası da olmadı. Zaten o zamana kadar, fırlatılan bir bıçak gi­
bi egemen olmak istediği bir silaha benzeyen öfkesine alışmıştı.
Ve önemli bir soru hiçbir zaman aklına gelmedi. Kendisini kur­
taran yabanc111111 kim oldıığıınıı neden bunca yıldır hiç sorma­
mıştı?

Meleğin Sesi
Çocuklar sevgi ve korunma ister, siz ise bunları
Tann'dan istemeye devam edersiniz. Melekler, sizi
korumakla görevlendirilmiştir. (Sevgi doğamızın bir
parçasıdır, bu yüzden bu bizim için bir görev değil­
dir. ) Sizi, maddeye bürünüp sizin adınıza savaşarak
koruyamayız. Biz, zihinlerinizi etkileyerek sizi koru­
ruz. Size "daha iyi olan meleklerinizi dinleyin" den­
diğinde, bu dinlemeniz gereken kendi düşünce ve
duygularınızdır. Melek etkisi sizden iyi olmanızı talep
etmez. İyi, temelini ahlakınızdan alan bir seçenektir.
Biz ahlakın ötesindeyiz. Sizden istediğimiz farkında­
lık. rarkındalığınız ne kadar yüksekse iyiliğin ortaya
Mdek Yakınlarda 105

çıkması o kadar kolaylaşır. Sevgi ve dürüstlük böylece


ortaya çıkar. Bunlar kazanmak için savaşabileceğiniz
özellikler değildir. Mücadele yaşamı katı ve gergin bir
hale getirir. Gerginliğin olduğu bir yerde sevgi nasıl
varolabilir ki? Sevgi narindir, dürüstlük de öyle. Ger­
çekte sevmediğiniz birini sevmek için kendinizi zor­
larsanız, yanlış titreşimler yayılır. İnce düzeyli dünya­
ya duyarlı olduğunuz için (mantığınız böyle bir dün­
yanın varlığına inanmasa bile), sevgi, dürüstlük ya da
güvenin varlığını hissedebilirsiniz. Biz, sizi, ince dü­
zeyli, süptil duyularınızı keskinleştirerek koruruz.
"İçgüdüsel hissediş" dediğiniz şey, güvenilir olsa da
çok kabadır. İnce düzeyli bir duyu kaba değildir.
Herhangi bir tehlike ya da kriz ortaya çıkmadan önce
hayati kararlar almanızı sağlar. Kim olduğunuza iliş­
kin gerçek kesinlik, duyarlı olduğunuz en iyi işarettir.
Farkındalık için kimsenin dindar olması gerekmez.
Farkındalığınız ne kadar artarsa varlığımızı o kadar
çabuk kabul edersiniz, bizden yardım istemeniz de o
kadar kolaylaşır. Sanki bizler iyiliğiniz uğnına kavga
eden savaşçılarmışız gibi, koruyucu melekleri genel­
likle kılıçla resmedersiniz. Kılıç bir semboldür, keskin
dikkati simgeler. Bizim akıl kılıcımız keskinleştiğinde,
siz herhangi bir durumda neyi ne zaman yapacağını­
zı bileceksiniz. Daha iyi bir koruma isteyebilir misi­
niz? En derin arzumuz, zihinlerinizi donukluktan
arındırmak ve dikkatinizi keskinleştirmektir.

Susan alt kata indiğinde, içinde bir belanın eşiğinde oldu­


ğu sezgisi vardı. Yanıp sönen ışıkları görerek ön kapıya doğru
yürüdü. Auldenların evini çevreleyen yüksek taflanın aralarından
ikindi güneşi sızıyordu. Michael, üzerinde haki pantolonu ve
kamp tişörtüyle merdivendeydi. Yüzünde çok öfkeli olduğu za-
106 DEEPAK CHOPRA

mantarda takındığı ifade vardı. Susan, başını evin arka tarafina


doğru çevirdiğinde, birtakım adamların her yere girip çıkarak
içerde dolaştığını fark etti .
"Neler oluyor?" soru ağzından zorlama bir rahatlıkla çık­
mıştı. Michael, sade giyimli bir adamla yaptığı konuşmayı kese­
rek döndü .
"Önemli bir şey değil," diye aynı tonda cevapladı .
"Peabody ve Sherman, cinayetle ilgili olarak evi araştırıyor. De­
dektif Disney ise bizimle konuşmak istiyor. "
Susan, kendisine sertçe kafa sallayan, buruşuk kıyafetli or­
ta yaşlı adama baktı. Adam bıkkın bir tavırla altın renkli rozeti­
ni bir an gösterip hızla geri çekti. "Ben Columbia Bölgesi Şe­
rif Departmanından Teğmen Disney. Siz, Susan Aulden mısı­
nız? " Demek Michael alay etmemişti.
"Evet," dedi Susan.
"O zaman az önce nerede olduğunuzu söylemenizin bir
sakıncası var mı?"
"Neden? "
" B u sabah kocanızın nerede olduğunu söyleyebilir misi­
niz?" diye kesik kesik devam etti Disney.
"Belki ama önce bütün bunları neden sorduğunuzu söyle­
yin bana. "
"Carol Hardin adında bir kadın tanıyor musunuz?" diye
ısrarla sordu dedektif. Susan başını salladı ama Michael bir an
duraksadı.
"Hastalarımdan biri. Şeker hastası, insülin kullanıyor. Ona
bir şey mi oldu?"
"Öyle de denebilir," diye duygusuzca karşılık verdi Dis­
ney. "İki saat önce ölü bulundu . "
"İnsülin koması mı? Aşırı dozda ilaç m ı almış?" Michael
değişik ölüm nedenleri üzerine durmaya başladı. Uzun süredir
şeker hastası olanlar, felç ve kalp krizine karşı son derece duyar­
lıdır. İnsülinini almayı unutmuş ve asidoza girmiş olabilirdi. Bu-
Melek Yakınlarda 1 07

nun sonuçları da ölümcüldü . Disney, Susan'ı görmezden gele­


rek dikkatini Michael'a çevirdi . "Bugün öğle vakti ile saat iki su­
lan arasında neredeydiniz?"
"Hapishanedeydim ya da çıkmak üzereydim . Bunu zaten
bilmiyor musunuz? " Michael, bu konuşmanın nereye varacağı­
nı biliyordu ama polisin, onun ağzını arıyor olma ihtimalini dü­
şündü.
"Sizce Carol Hardin'in ölümüyle ilgim var mı? Söylediğim
gibi, sadece hastamdı. "
"Onunla ilgili ifade vermeye itirazınız var m ı , Doktor? "
"Hayır. Beni yargılayıp suçlu bulmadan önce, özellikle de
bana bilgi vermediğiniz bir konuda, masum olduğumu varsay­
manız gerekmiyor mu?"
"Avukat gibi konuşuyorsunuz," dedi Disney, öfkeyle.
"'Melek yakınlarda'cümlesi size bir şey ifade ediyor mu?"
"Hayır. "
"Neden kocamı bu saçma sorularla rahatsız etmeye bir son
vermiyorsunuz?" dedi Susan sert bir sesle. Michael, veranda
merdiveninden yukarı çıkmış, elini Susan'ın koluna koymuştu.
Elinin altındaki kaslar gergindi. "Söylemeye çalıştığınız, Carol
Hardin'in öldürüldüğü, öyle değil mi?"
Dedektif Michael'ı uyardı.
"Evinizden uzaklaşıp buraya gelin yoksa sizi kelepçelemek
zorunda kalacağım. "
Fakat Susan'ın aklı bütün bunlardan uzaklara sürüklenmiş­
ti. Tek bir şey hissedebiliyordu, o da Michael'ın koluna doku­
nuşuydu. Bu, dokunuş onun değildi. Bundan adı gibi emindi .
O sırada iki polis evden dışarıya çıktı. Memur Sherman Micha­
el'a dikkatle baktı.
"İhtiyacımız olan her şeyi galiba bulduk," dedi Disney.
Polis, üstünde bulanık sarı boyayla C.C.S.D. yazan büyük plas­
tik bir çöp torbasını elinde tutuyordu. Dedektif başıyla onayla­
dı ve yeniden Michael'a yöneldi.
l 08 DEEPAK. CHOPRA

"Carol Hardin öğle yemeğinden hemen sonra ya da o sı­


ralarda öldürüldü. Korkarım sizi sorgulama için merkeze götür­
memiz gerekiyor, Doktor. "
Susan daha sonra çocukluk rüyasının ya da Rakhel'in küçük
ziyaretinin o anla ilgili olup olmadığını merak edecekti. Micha­
el'ı bekleyen yeni soruna karşın ürkütücü bir şekilde ondan
koptuğunu hissetti. Merdivenin en üst basamağında durup sön­
mekte olan alacakaranlıkta üç güvenlik görevlisini dikkatle izler­
ken gerçek olmadıkları kesinliğini üzerinden atamadı. Birçok in­
san kriz anında benzer duygular yaşadığını anlatır. Uçak kazala­
rında yolcular gecikmiş şok ya da travma sonrası semptomları ya­
şar, ancak kaza anında yaşadıkları sanki başka birisinin başına ge­
liyormuş gibi mutlak bir duygusal kopuştan söz ederler. Susan,
iç dünyasının derinliklerine dalıyordu. Sanki bir adada, seyretti­
ği manzaradan etkilenmeksizin inzivaya çekilmiş gibiydi. Süku­
net denizinde bir adaydı bu ve dinginlik, bir kuş kanadının se­
rinliği gibi yanağını hafifçe okşuyordu. Kulağındaki belirsiz kalp
atışını duymuyor olsaydı, kendisi dışındaki herhangi bir şeyle il­
gilenmeye zahmet etmeyecekti. Uzaktan Michael'ın hakkını ara­
yan sesini duydu, "Evimi arama izniniz var mı? Beni içeri atma­
ya niyetliyseniz, bir izin daha alsanız iyi edersiniz."
Disney ceketinin cebinden katlanmış iki belge çıkardı. "İs­
terseniz bunları okuyabilirsiniz fakat gerçektirler, bu konuda
endişeniz olmasın."
Michael başını salladı. Arkasından bakan Susan erkeğin yü­
zünü okuyamıyordu ama kendisine doğru yayılan cesaretsizlik
dalgasını hissetti. Söylemiş olsa Michael'in ağzından çıkacak,
durıım iimitsiz sözcüklerinden daha bile belirgindi bu. Kocası,
isteksizce dedektifle tartışmaya devam etti. Onu götürecekleri o
son dakikada Susan, tüm netliğiyle her şeyin yanlış olduğunun
bilincine vardı.
Tek bir kelime etmeden arkasını dönüp eve girdi. Kimse ­
nin kendisini takip etmeyeceğini biliyordu. Polis evin altını üs-
Melek Yakınlarda l 09

tüne getirmişti. Ortaya saçılan kağıtların, boşaltılmış çekmecele­


rin, holdeki dolabın içinden çıkarılmış giyecek yığınının üzerine
bastı. Bunların hiçbiri onu etkilemedi, sadece zihninde görün -
tüler olarak kaldı. Dinginliğine eklenen yeni bir duygunun kü ­
çük tohumu haricinde hala sakindi. İnsanlar rüya gördüklerinde
görüntü akışı kendi kendine ilerler. Biz bunları kontrol edeme­
yiz. Genellikle bizi avucunda tutan, tüm benliğimizle kaçmak is­
tediğimiz en güçlü korku ve dehşet duygularıdır. Ama bazen,
rüyaya teslim olmayan iğne ucu kadar bir farkındalık vardır.
Akan rüya görüntülerinin ortasında, elmasın ışıltısı gibi duran o
farkındalık varolduğu sürece, kontrol elimizdedir. Bu iğne ucu,
çok belirsiz ve gerçek hayatta nadiren temas edilse de güce eriş­
menin ta kendisidir. Susan tam o noktadaydı, ona dokunuyor ve
yok olmasına izin vermiyordu. Gücün iğne ucu olağanüstü can­
lıydı. Çok sakin olduğu gerçeğine karşın içindeki en canlı şey
buydu. Bir kahkaha patlaması, coşku dolu bir haykırış ya da bir
ferahlama hıçkırığıyla, kontrolün herhangi bir anda kaybedilebi­
leceğini fark etti. Yıllardan çok yüzyıllarla ölçülen bunca zaman
sonra, bu küçücük şeyi bir kez daha bulmuştu; çünkü şu anda
emin olduğu başka her şeyin yanı sıra bu da bir tür kesinlikti.
Evin arka tarafına geldiğinde mutfak kapısına doğru ilerlerdi.
Ne bir robot gibi mekanik bir şekilde yürüdü, ne de yolda du -
raksadı. Hedefi onlar bir garaja varmadan önce arkadaki teneke
çatılı eski ambara varmaktı. Verandada uyuklayan yaşlı kedilerin
uyanıp üzerine sıçrayacağından korktu ama bu korkusu bir kaç
saniye sürdü. Korkunun dağılmasına neden olan şey, bunun bir
trans durumu olmayışının çok eski yine de yepyeni farkındalığıy­
dı; uyanma tehlikesiyle karşı karşıya değildi. Ama ne olduğunu
henüz tam olarak bilemiyordu. Tüm bu deneyim çok yeniydi.
Dışarıya adım attığında Ortadoğu'da birçok çöl gezintisi
yaptığı emektar gri cipinin durduğu ambarın açık kapısına ulaş­
mak için yalnızca on metre kat etmesi gerekiyordu. Bu son on
metreyi geride bırakmak umulmadık biçimde zor geldi. Güzle-
1 1O DEEPAK CHOPRA

rini yukarı çevirdi. Gökyüzü güneşin son ışıklarıyla turuncu, gri


dalgalarla kaplı koyu bir maviye bürünmüştü. Susan'ı durduran
renkler değil, beklenmedik ve inanılmaz başka bir şeydi. Gökyü­
zü artık düz değildi. Gözünün önünde, sanki onu çok, çok
uzakta kaybolan bir noktaya çeker gibi, yumuşacık ve derinden,
hızla yükseliyordu. Susan donakaldı ama görüşü, karşı durulmaz
bir güç tarafindan çekilircesine gökyüzünün canlı güzelliğine
emildi. Süreç uzun sürmedi. Saniyeler ve dakikalar uzayın içine
doğru sessizce iç içe geçmiş gibi, zaman da onun dışındaydı.
Gökyüzünün çekici ve tehlikeli şarkısının neden Susan'ı sonsu­
za dek tuzağa düşürmediği bir sır. Gözleri istemdışı bir hareket­
le ayaklarının bastığı yere döndü ve o anda yeniden yürümeye
başladı. Cipe gitti, bindi ve motoru çalıştırdı. Geri geri giderek
büyük bir leylak ağacıyla süslü dar yolu takip edip evin çevresin­
de dolaştı. Yolun sonuna kadar ön bahçeyi göremeyecekti. Zih­
ninde ufacık bir şüphe belirmeye çalıştı, Susan güleceğini hisset­
tiğinde kuşku da sinsice gizlendi. Köşede, yolun anayola kadar
olan otuz metrelik kısmının açık olduğunu gördü. Daha önce
yolu kapatmış olan şerifin arabaları çimenlerin üzerine çekilmiş­
ti. Susan çok heyecanlandı ama kendini dizginlemeyi bildi. Mic­
hael, dedektifle iki polisin arasındaydı. Arkasını döndürmüşler,
ellerine kelepçe takmak üzereydiler. Başı öne eğikti.
Susan, topluluğun yanından durmadan geçti. Kimse ona
bakmadı, hatta cipin bile farkına varmadılar. İçinde, dış dünya­
nın da uyum sağladığı bir dinginlik vardı. Hiçbir esinti yoktu,
yalnızca düşen soluk bir ışık ve adamların oluşturduğu küme.
Kimse hareket etmiyordu. Susan, sevgilisini kötü adamlardan
kurtaran haydutlar kraliçesi miydi? Hayır, olaylar böyle gelişme­
di. Gereksiz hareketlerden kaçınarak hafifçe gaza bastı, araba
hareket ettiğinde lastiklerin altındaki çakılların çatırtısını duydu.
Lut'un karısı geriye dönüp bakmış ve bir tuz yığınına dönüş­
müştü. Susan, dikiz aynasına bakmamaya karar verdi. Ana yola
girdi ve gaza basma arzusuna engel oldu. Beş saniye, on saniye,
otuz saniye geçti. Kimse onu takip etmedi.
Melek Yakınlarda 111

Gerçek Michael, Hudson Vadisi'nden ayrılmadan, ana yo­


la on altı kilometre uzaklıkta, arka yollarda harap bir motel bul­
du. Yeni bir yan yol açılınca motel pek iş yapamamaya başlamış­
tı. Resepsiyonda görevli kimse yoktu, fakat zili birkaç kez üst
üste çaldıktan sonra perişan bir kadın arka odadaki televizyonun
karşısından güç bela kalkıp geldi ve Michael'ın kaydını yaptı.
Çukurlaşmış yataklar, ağaçtan düşmüş çürük elmalar gibi gevşek
ve nemliydi. Ama önemi yoktu. Michael'ı şu ana bağlayan kes­
kin dikkati, neredeyse duyulabilir bir sesle buhar olup gitmişti.
Farkındalığının üzerine perde inerken gözleri bir an beyaz bir
kıvılcım sağanağıyla kamaştı. Sağanak sona erdi. Hatırlaması çok
zor bir nedenden dolayı karısını ve evini terk eden sıradan bir
adamdı yeniden. Güve yeniği örtüyü üzerine çekti ve üzerinde
giysileriyle uyuyakaldı. Şefkatli uyku, en azından sekiz saat sür­
müş olmalıydı. Saat ikiyi geçerken bir sıçrayışla uyandı. Dışarı
çıktı. Kendisini kapatılmış hissediyor, odanın hastalıklı küf ko­
kusu yerine köknar ağaçlarının yenileyici kokusunu
içine çekmek istiyordu.
"Tebrikler."
Michael odanın arkasındaki ağaç kabuğu kalıntısının üze­
rine oturacağı sırada, ses arkasından geldi. Geriye döndü .
"Ne için? Adımımı bir tuzağa atacak kadar salak olduğum
için mi?"
Michael sesin Rakl1el'e ait olduğunu tahmin etmişti. Bu
nedenle ince bedeninin köknar gölgeleri arasından çıkıverdiğini
görmek onu şaşırtmadı. Suriye'de kadın kendisi için ve onun ya­
nında savaştığından beri, neredeyse iki yıldır onu görmemişti.
Nerelerde olduğunu sormanın yararı olmayacaktı. Onlar nere­
de, ne zaman, nasıl, neden gibi terimlerle uğraşmazdı. Gandalf
ve Golda Meir karışımı tuhaf kişiliğiyle geri dönmüştü.
"İyi bir şey yaptığımı mı söylüyorsun? Bana sorarsan kör
bir ahmak gibi tökezliyorum," dedi Mic hacl.
1 12 DEEPAK CHOPRA

"Hayır, tuzağa düşürülmemek ve Marvell cinayetini üstlen­


memek için bir şansın olduğunu görüp kaçtın. Bu olağanüstü."
"Hiçbir şey yapmadım. Ben sıvıştım, sonra diğer ben SlVIŞ­
tı."
"Dalga geçme. İkiniz her zaman bir bütündünüz ama hep
ayrıydınız. Hayatta hiç iyi benliğin ve kötü benliğinle ilgili bir
şey duymadın mı? Ben iyi benlikle konuşuyorum."
"Yani sence bu o kadar basit, öyle mi?"
Rakhel omuz silkti. "Hayır sadece bana göre değil. Bu, o
kadar basit. İnan bana, eğer bununla ilgili en ufak bir suçluluk
duysaydın, asla dışarı çıkamazdın."
Bu, Michael'ın böylesi garip tartışmaları ilk duyuşu değil­
di. Rakhel, Michael'ın alışılmış düşünme biçimini altüst etmeye
bayılırdı. Ama Michael, boş bakmış olmalıydı ki, Rakhel sabır­
sızca ekledi. "Seni tebrik ettim, çünkü kendi gerçekliğini biçim­
lendirmek için bir fırsat gördün ve bunu değerlendirdin:
Bu bizim sınama dediğimiz şey. Bu, ağdaki bir delikten atlamak
gibidir.
Sınav, deliği bulmak, nu? Sıradan gerçeklik çok inandırıcı.
Bir kadının ortadan ikiye kesilmesine inanmaz olduktan çok
sonra bile, buna uzun süre boyunca yine de inanmaya devam
eden insanlar tanıdım. İnançları onları hipnotize ediyor ama
gerçeklikte delikler vardır. Kimse bu delikleri aramaz ya da pek
azı arar. Peki ya sonra? O bildik eski hikaye. Herkes ağa takılı
kalır."
"Yani Marvell'ın ölümü bir düzenden ibaret değildi, öyle
mi?"
"Hayır, sen buna gözlerin açık girdin. Az rastlananlardan­
sın. Çıkmak için büyük bir arzu duyuyorsun."
"Harika. Bunu bana göstermek için bu kadar aşırıya kaç­
man gerekiyor muydu?"
"Ben mi? Henüz bu olaylardan kimin ya da neyin sorum­
hı olduğunu saptamadık, değil mi? "
Melek Yakınlarda 1 13

Michael birden duyduğu derin korku ve kuşkunun bilinci­


ne vardı. İçinin kaldıramayacağı bir şiddetle patlamak istedi.
"Senin kozmik oyunun olan Çin <lamasının içinde oradan ora­
ya sürülen mermer bir figüre benziyomm," dedi aldatıcı bir sü­
kunetle.
"Öyle hissediyor olmalısın," diye onayladı Rakhel. "Sana
şefkat göstermem için birkaç dakika ayıralım mı?"
"Zahmet etme."
"Katılma seçiminde özgürsün, biliyorsun," dedi Rakhel.
"Ne anlama geliyor bu?"
"Kendini sınanmaya hazır görmedin ve bu yüzden itilmen
gerekti. Marvell'ın çalışma odasındaki o çekici sahne işe yaradı.
İmkansız bir durumdan kurtulmayı başardın ve bunu yaparak
kendi dışına çıktın."
"Bu mümkün değil."
"Benimle tartışacak mısın? Olan oldu. Sonra daha çok za­
manımız olduğunda sana bunun nasıl olduğunu anlatabilirim.
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, kurtulamayan parçan şu anda
eski konumunda dolanıyor. Tutukladıkları o."
Artık yüz yüze ayakta durmuyorlardı. Düşünmeden kara
köknar ağaçlarına doğru yürümeye başlamışlardı. Michael, Susan
aklına geldiğinde ani bir acı hissetti. Rakhel elini havaya kaldırdı.
"Bekle," diye uyardı.
"Ne için?"
"Bana öfkelenmek istediğini hissedebiliyorum. Eğer müm­
künse kızgınlığını ertelemeye çalış."
"Belki bunu hak ediyorsundur."
"Neden ötürü? Sana gerçeği göstermeye geldiğim için
mi?" dedi Rakhel. "Şu anda, olanların tümüyle etkisinden kur­
tulmuş değilsin, gerçek olmadığını bildiğin olaylara tepki göste­
rivorsun."
Michacl'ın zihninde karısı ve o .ı damla ilgili gürüntüler be­
lirıneye başladı. Kurtulmanın canı cehenneme.

.\ h : k k Y .ı k ı ı ı l .u d .1 - � 8
1 14 DEEPAK. CHOPRA

"Ama gerçekdışı incitebilir," diye karşı çıktı Michael. "İn­


cittiğinde de insanlar tepki gösterir. Ben tepki gösteririm. Ken­
dimi patlamak üzere hissediyorum ve yoluma kim çıkarsa devir­
meye hazırım."
Michael yumruğunu sıktı ama bu işe yaramazdı. Haklı öf­
kesi şimdi boş geliyordu. Duygularını istediği ölçüde doruğa çı­
karamıyordu. Rakhel, Michael'ın bedeninde ya da bedeninin
birkaç santim arkasında bir yerde başka bir yaratık görüyormuş
gibi onu dikkatle izliyordu.
"Teşekkürler," dedi Rakhel kibarca. "Bu daha iyi. Gerçek­
dışına kırgınsın ama anlamsız bir şey bu. Sözle saldırıya uğrama­
nın tepkisellik yaratmayacağı bir gün gelecek. Kendini korumak
için başvurduğun bir enerji israfından ibaret bu."
"Neden korunmam gerekiyor?"
"Çünkü bütün insanlar böyle olduğuna inanır. Hepiniz,
bastığınız yerin katı olduğu duygusuyla yürüyorsunuz. Yine de
bir türlü aklınızdan çıkmayan başka bir görüntü var: Etrafınızda
hiçbir şey olmadan havada asılı duruyorsunuz. Düşmeden hava­
da süzülüyorsunuz ama her an düşebilirsiniz. Çünkü sizi destek­
leyen hiçbir şeyin varlığını hissetmiyorsunuz. Bu korkuyu sön­
dürmek için bir destek hissi yaratıyorsunuz. Birinin sizi tutması­
nı ve sevmesini istiyorsunuz. Para ve güç fantezileri istiyorsunuz.
Ya da para ve gücü yığıp biriktirme tasasına kapılıyorsunuz. Mev­
ki sahibi olmak için can atıyor, gece uyurken kalabalıkların üze­
rinde olmanın rüyasını görüyorsunuz. Sizin için bunlar her şey
olduğu için kendi dışınızdaki bir şeyin desteğine ihtiyaç duyacak­
sınız. Aynı zamanda bu, bana kızma isteğinin de nedeni. Daya­
nağını elinden almıyorum ama sen aldığımı düşünüyorsun."
Michael sarsılmıştı. Rakhel, onu, sınırları çizilmemiş bir
dünyaya doğru sürüklüyordu. Böylece karayı ne zaman geride
bıraktığını hiç bilemeyecekti. Burası, ilgisini her zaman çekmiş
bir alandı, bu yüzden kaçırıldığını söyleyemezdi. Yine de, ansı­
zın tekrar normal olmak için can attı . Susan'ı kaybedemezdi.
Melek Yakınlarda 115

"Belki seni ve senin gibileri unutmak istiyorumdur," dedi


Michael sertçe.
"Demek ben lanetli bir periyim ve sen periler ülkesine gö­
türmeye çalıştığım yitik bir prenssin ha?" dedi Rakhel sinirli bir
kahkahayla. "Kimse seni beni hatırlamaya ya da unutmaya zor­
lamadı. Seninle uğraşmanın en incelikli yolu, seni kendinle baş
başa bırakmaktı." Bu son söz neredeyse tatlı bir tonda söylen­
mişti. Rakhel, ikna yeteneğini kullanmak için çaba harcıyordu.
Michael bunun ona pek de uymadığını hissetti.
"Eğer polisler istediklerinin ben olduğuma karar verirler­
se," dedi Michael, "beni kurtaracaksın ve evime dönebileceğim,
öyle mi?"
"Kimse kimseyi kurtaramaz, canım, ama senin söylemeye
çalıştığın bu değil, öyle değil mi? Bütün bu tuhaf şeyleri nasıl
durdurabileceğini öğrenmek ve karını kurtarmak istiyorsun.
İnan bana, çoğu kişi benzer durumda geride bırakmaya dayana­
madıkları insanları kurtarmak için bağlanıp kaldıklarından ha­
yatlarını feda ettiler."
"Kes şunu. Masum insanlara yardım etmek için parmağını
kıpırdatmazken beni delik deşik ediyorsun."
Rakhel başını salladı. "Konu bu değil." "O zaman ne ol­
duğunu sen söyle," diye üsteledi Michael.
"Söylemeye çalıştım. İnan bana, sana her şeyi anlatmaya
çalışmadığım tek bir an bile olmadı." Rakhel'in gözleri uzakla­
ra, ormana doğru dalıp gitti. Ormanın boşluğu onunla konuşu­
yor gibiydi.
"Devam et," dedi Rakhel. "Rhineford Marvell'ın zihnine
yeni bir gözle bak."
"Bir kez daha onun evine gitmiyorum," dedi Michael.
"Eminim şimdiye kadar çoktan mühürlenmiştir. Mühürlenme­
mişse de daha ne bulmayı umabilirim ki?"
Rakhel başını salladı. "Hayır, oraya geri dönme. İz, ileri
doğru ilerler. Şimdilik kimse senin Marvell'ın saplantısına neden
1 16 DEEPAKCHOPRA

takılıp kaldığını bilmiyor. Ama onun ölümü senin üzerine yıkıl­


dı. Bu da demektir ki, senin bundan alacağın bir şey var. Tuhaf
bir mantık, değil mi? Ama elimizde bundan başka bir şey de
yok."
Michael, kendisini birden yıkılacak kadar tükenmiş hisset­
ti. Gözlerini yere dikti. Rakhel hissettirmeden, belki ormanın
içine, belki de geldiği yere doğru gitti. Eğer bu bir periler ülke­
siyse, diğer periler son derece ürkütücü olmalıydı.

Susan başında bir ağırlıkla, kendini hasta hissederek uyan­


dığında moteldeydi.
Kalktı, yavaşça banyoya doğru yürüdü, sararmış çatlak la­
vaboya baktı. Yüzüne biraz su çarptı. Musluktan akan su buz gi­
biydi. Doğrulduğunda midesinden bir bulantı dalgası yükselip
boğazında düğümlendi. Aynaya ardı ardına küfürler sıraladı.
Neler oluyor bana?
Gün önce yaşadığı o büyük zihin açıklığı geride zehirli bir
kalıntı bırakarak yitip gitmişti. Sıradan gerçeklikten mahrum
kalması, bedenine derin bir darbe vurmuş, deniz tutmuş gibi et­
kilemişti. Artık kendini o kadar da istekli hissetmiyordu. Kritik
bir andı bu. Kendini koyvererek gerçekdışında boğulabilirdi.
Ama pencereye doğru yürüdüğünde kalbi duracak gibi oldu.
Çamurlu park yerinde siyah bir Saab gördü. Gece yarısından
sonra bu motele geldiğinde de araba orada mıydı? Hatırlayama­
dı. Ama sorun bu değildi, öyle değil mi? Bu, Michael olmalıydı.
Başka bir seçenek yoktu. Michael oradaydı, çünkü Susan
onunla olmalıydı. Aksi halde yiter giderdi. Bluciniyle ince pa­
muklu bluzunu üzerine geçirdi, kazağını beline bağladı. Dışarı
çıktığında geceden kalan serinliği hissetti. Ama parmaklarını ka­
pının üzerinde gezdirdiğinde yaz güneşinin siyah Saab'ı
çoktan ısıttığını fark etti. Resepsiyon ve yemek salonu olarak
kullanılan yere doğru yürümeye devam etti. Güven duygusu ka­
pıda azaldı. Eli tokmağın üzerindeyken, bir an için, bütün bun­
ların tümüyle çılgınlık olduğu duygusuna kapıldı.
Melek Yakınlarda 117

Yine de içeri girdi. Görevlinin şen şakrak karşılamasını


"Günaydın hanımefendi" yanıtlamadan sola dönüp yemek salo­
nuna gitti. Michael başını yumurta ve domuz pastırması dolu
tabağından kaldırıp baktı. Yüzü önce ifadesizdi. Hafifçe başını
sallayarak Susan'a gelmesini işaret etti. Susan'ın kalbi delice atı­
yordu ama bu kadar yakındayken renk vermeyecekti. Michael'ın
çaprazındaki deri arkalıklı çürük sandalyeye oturdu. Michael ko­
caman bir gülümsemeyle, "Harikalar diyarına hoş geldin," de­
di.

Meleğin Sesi
Eğer bizi uzaklaştıran kuşkuysa, yaklaştıran da
bir o kadar basittir. Melekleri aramamalısınız, yalnız­
ca kendinize bakın. Kendinizi ışıkta görün. Bu, bizi
çağıracak. Bizim, Tanrı'nın ışığı dışında hiçbir mad­
demiz yoktur -sizin de. Işıktaki küçük bir değişiklik
dışında, sizinle diğer ruhsal şeyler arasında hiçbir fark
yok. Bedeninizin katı görünüyor olduğu gerçeği
önemli değil.
Bir odada oturduğunuzu hayal edin. Büyükba­
banızdan kalan saatin tik takları işitiliyor. Kitap oku­
yorsunuz. Sonra birden saatin sesini duymadığınızı
fark ediyorsunuz. Elbette ses size ulaştı. Havadaki tit­
reşimler, kulak zarınızın tepki vermesine neden oldu.
Buna karşılık kulağınız da beyninize sinyaller yolladı.
Mekanik olarak her şey yerli yerindeydi. Ama yine de
saati duymadınız. Bunun nedeni zihninizin buna ka­
tılmamasıdır. Ancak bu da henüz yeterli bir açıklama
değildir. Ruhunuz bir şeyi fark etmedikçe o şey varol­
maz. Zihin, beyin, beden, dış dünya, tüm bunlar ru­
ha hizmet eder. Gerçek olabilmesi için ışığın dünyaya
gönderilmesi gerekir .
1 18 DEEPAK CHOPRA

Melekler bu mesajların taşınmasına ve sizin dik­


katinize sunulmasına yardımcı olur. Biz, işitilmeyen
saat gibiyiz. Bu yerkürede bizim yokluğumuzdan
emin olarak dolaşabilirsiniz ama boşluk sizin içinizde­
dir. Siz, bize katılmıyorsunuz. Katılmak için zihninizi
ruhun mesajlarını almaya, kalbinizi bu mesajları his­
setmeye adamalısınız. Her geçen gün, her olayın ar­
kasındaki gizli anlamlarla bunu sezdiriyoruz. Saati, fi­
ziksel dünyaya uyum sağladığınızda duyarsınız ama
bizi, yalnızca fızikötesini gördüğünüzde duyabilirsi­
niz. Bu, okült bir süreç değildir.
Bunun yerine, varlığından haberdar olduğunuz
diğer bazı basit ama gözle görülemeyen şeylerle işe
başlayın. Güzellik, doğruluk, aşk gibi şeylerle. Bunla­
rı göz önünde bulundurun ve onları gözden saklayan
koyu gölgelerden kaçının. Hiç kimsenin kurban ol­
madığını bilin. Bütün insanlar dikkatlerini ışığa geri
çevirmek için olaylar serabından yürür. Kimse Tan­
rı'nın lütfunun dışında değildir. Çünkü her insan ışık
ve yalnızca ışıktır. Herhangi bir insan nasıl dışarıda
bırakılabilir ki? Bütün gücüne rağmen Tanrı bunu ya­
pamaz, yapmak istemez. Oyun çok daha ince düzey­
de sürüyor, bir saklambaç oyunu bu. Siz, kendi ışığı­
nızdan sak.landınız, bu yüzden Tanrı kendisini sizden
saklıyormuş gibi görünüyor. Her ipucunu izleyin.
Farkındalığınıza daha ve daha çok ışık getirme niyeti­
nize sadık kalın. Böylece sonuç kaçınılmaz olur. Bizi
ve hizmet ettiğimiz şefkatli ışığı göreceksiniz.
Çok geçmeden ikisi de Susan'ın cipindeydi. Michael, Su­
san'a her şeyi anlatırken anayola girdiler. Susan dikkatini zorluk­
la veriyordu. Kapıldığı tuhaf duygu sabahki gibi beklenmedik
bir biçimde yokluyordu yüreğini. Motelde hiçbir şey yememiş,
Michael'ı pastırmalı yumurtalarını çatalla bölerken seyretmek
midesini kaldırmıştı.
Melek Yakınlarda 1 19

"Yani geride bir başka sen daha var, öyle mi?" dedi Susan .
"Ne garip . Bir başka ben de var mı? "
"Hayır, sanmıyorum ."
"Ama eğer öyle bölünebiliyorsan, kendinin gerçek oldu­
ğunu nasıl biliyorsun? "
"Bunu açıklayamam . İnan bana, kendim olduğumu hisse­
diyorum. Ama bu olağandışı şey gerçekleşti işte ve beni düşmek
üzere olduğum tuzaktan çekip çıkardı. Bu tuzağın neden ve
kim tarafından kurulduğunu ortaya çıkarmam gerekiyor."
Michael eşine şefkatle baktı . "Suze, zor ama bir şek.ilde
alışıyorsun," dedi.
Michael gözlerini yoldan ayırmadan haritayı incelerken Su­
san'ı düştüğü şaşkınlık.la baş başa bıraktı. Duruma uyum sağla­
manın yolunu tek başına bulmalıydı . İçgüdüsü Michael'a kır
motelinde durmasını söyledi. Neden bu moteli seçtiğini bilmi­
yordu ama bunun önemi yoktu .
"Rakhel dün gece tekrar göründü," dedi Michael. "De­
vam etmemiz gerektiğini düşünüyor. "
"Biz mi dedi? Kaçımızı kastetti? "
"Galiba yalnızca seni ve beni. Ama Rakhel'in kendince bir
ortaya çıkma yöntemi var."
"Biliyorum. Yürüyerek duvarların içinden geçmek gibi.
Ürkütücü ama büyüleyici. Yoksa arka koltukta mı saklanıyor­
du? "
Michael, Susan'ın eline uzandı. Yumruğunun sıkılı oldu­
ğunu hissedebiliyordu . "Hayatım, inanılmaz bir şey yaptın. "
dedi yumuşak bir sesle. "Rakhel öteye geçtiğimizi söyledi. Ger­
çeklik ağında bir delik bulup oradan atlamışız. "
Michael, Susan'ın d a kendisi gibi hissedip hissetmediğini
merak ederek durdu . İlk karşılaştıkları sıralarda onu ne kadar
çok sevdiğinden söz etmeyi uygun bulmamıştı . Uzun bir zama­
nı konudan uzak durarak, ağız dalaşı yapmak ve şakalaşmakta
geçirmişler, duygularını hafife almışlardı . Sonunda, her şeyi bir
1 20 DEEPAK CHOPRA

yana bırakıp aşık olmuşlardı. Ancak, kendisinden bile gizlediği


bu yeni ruhsal açlık, çok daha zor geliyordu. Başka bir insanın
da sevilmek isteyeceğini düşünebilirsiniz. Cesaretiniz varsa, ay­
nı şeyi istediğinizi ortaya koyar, arzunuzu karşılamak için yola
koyulursunuz. Ancak bir insanın, bütün dünyanın tuzak olarak
görmediği bir tuzaktan kaçmak isteyeceğini düşünebilir misiniz?
"Başaramazsak ne olacak?" dedi Susan.
"Bilmiyorum. Bir dakika sonrasını bile kestiremiyorum."
"Ah, Michael," dedi Susan, "neden yalnızca birbirimizin
olamıyoruz ki? Yanlışımız neydi?"
"Hiçbir şey. Yaptığımız son derece doğruydu. Dün ger­
çekten inanılmazdın," diye tekrarladı Michael, Susan'ın elini sı­
karak.
"Demek ki etkisi geçmiş, çünkü bugün kendimi berbat
hissediyorum." Susan güldü ve bir an için neredeyse ağlayacak
gibi oldu. Bu boşalma iyiye işaretti. Doğal savunma biçimi ken­
dini göstermişti. "Marvell bize birkaç ipucu daha bırakmış.
Kartları arasında bazı isimlere rastladım," dedi Michael. "Olayı
esrarengiz bir cinayet olarak düşünmekten vazgeçmemiz gerek,
çünkü öyle değil."
"Haklı olduğunu biliyorum ama elle tutulur bir bu vardı.
Hakimi suçsuzluğuna inandırmanın yollarını bulmaya çalıştım
ama bu saçma bir şey. Sanki rüyada kendini savunmaya çalışmak
gibi bir şey."
"Kabul. Bu esrarlı bir cinayet olmayabilir ama hala gizemi­
ni koruyor. Belki de önemli olan bunu çözmek. Bu yüzden dı­
şarı çıkamıyoruz, en azından şimdilik."
"Bir labirentteyiz," dedi Susan.
"Çok doğru. Labirentteyiz."
Michacl gözlerini yoldan ayırmaksızın iç çekmesini bastır­
mak zorunda kaldı . Neredeyse Susan'a dün geceki rüyasını an­
i.nacaktı. Son hızla uçurum kenarında ilerleyen bir araban ın
motor kapağına asılı duruyordu. Yaşadığı en büyük korkuydu
Mekk Yakınlarda 12l

bu. Elleriyle parlak yüzeye tutunmaya çabalıyordu. Araba defa­


larca yoldan çıkıp uçuruma yuvarlanıyor, Michael direksiyonda­
ki kadına durması için bağırıyor ama kadın durmuyordu. Şoför,
haykırışı ne kadar güçlü olursa olsun, onu duymuyormuş gibi
yapan ve kaç defa ölüme yuvarlanırlarsa yuvarlansınlar gülmeyi
durduramayan Rakhel'di.

Normal yaşamdan uzaklaşmış olmalarına karşın, bağımsız­


lığın çağdaş araçları hala Auldanların elindeydi. Üç adet gold
card, bir de cip. Birkaç saat sonra, 59. Sokak Köprüsü'nü geçi­
yorlardı. Daha sonra, kuzeye, Harlem'c doğru çıktılar. Susan et­
rafına baktı. Ncw York bir göçmen şehriydi, kaldırımlar dünya­
nın her yerinden insanla doluydu. Çok zaman önce Afrika, Or­
tadoğu ya da Güney Asya'da yoksullara yardım etmeye başladı­
ğında onların bir çoğuyla çalışmıştı. Michael, Amsterdam Bul­
varı'na döndükten sonra aralarından akıp gittikleri yüzler koyu­
laştı. Belki de yanılıyordu ama Susan onlarla ilişkisini koruduğu­
nu hissediyordu.
"Bakıyor musun?" diye sordu Michael.
Susan başıyla onayladı ve işaret etti.
Çatısının dört köşesindeki taret kuleleriyle dönüştürülmüş
bir cephanelikten başka hiçbir şeyi anımsatmayan eski tuğla bi­
nanın çan kulesi yoktu . Susan cebinden çıkardığı kartın üzerin­
deki adresi kontrol etti.
"Yer burası olmalı," dedi.
Bir kilisenin arka kapısı olacağı kimsenin aklına gelmez.
Hepsi siyah olan ve çoğu çiçekli yazlık elbiseler giymiş şapkalı
kadınlardan oluşan topluluğun arasına karışarak ön kapıdan gir­
diler. Dışarıdaki tabelada KUTSANMIŞ İSA'NIN M UCİZE
RAHİPLİĞİ yazıyordu. Yeni yamanmış kalın çizgili basamak­
lar, çatlamış çimentodandı. Michael, kubbeli tavandan ve kas­
vetli geniş mekandaki yarı dolu sıralardan akşam ayininin yakın­
da başlayacağını anladı. Rir dizi tekerlekli sandalyeye ve büyük­
çe bir karton kutu dol usu atılmış koltuk değneğine baktı.
122 DEEPAK CHOPRA

"Gel," dedi, Susan'ın kolunu çekerek. Koridordan içeri


yürürlerken boş yüzler ve kayıtsız bakışlar onları izledi. Sunağın
sol tarafındaki bir kapı, giyinme odalarına açılıyordu . Kendisine
yol açmaya çalışan Michael iriyarı, uzun boylu bir adamla burun
buruna geldi. "Rahip Gideon'la konuşmamız gerek," dedi ada­
ma.
"Herkes istiyor ama şimdilik mümkün değil," dedi adam .
Fedai gibi görünmesine rağmen, bir tür çömez olmalıydı. Ko­
nuşmasında hafif bir Jamaika şivesi seziliyordu .
"Biz belli bir amaç için gönderildik, bir anlamda görevli
sayılırız," diye tartışmaya çalıştı Michael . Mor cübbeli adam
kuşkulu görünüyordu. Michael'a gitmesini söylemekle onu dı­
şarı atmak arasında kararsız kalmış gibiydi. Adam, yolu kapadı­
ğı için şapkalı siyah kadınların birkaçı gülümseyip başlarını salla­
yarak yanından geçti. Adam da onları başıyla selamladı ve küçük
bir erkek çocuğun elinden tutarak gelen kadına birkaç saniye
baktı. Çocuk, siyah takım elbise giymiş, kıravat takmıştı. Koca­
man gözleri vakur bir edayla bakıyordu . Çocuk, annesini geride
bırakıp konuşmaya başlayınca Michael şaşırdı.
"Neden buradasınız?" diye sordu.
"Ben ilgilenirim," dedi papaz yardımcısı. Michael'ı giysisi­
nin kolundan tutarak diğer eliyle Susan'ı yakalamaya hazırlandı.
Küçük çocuk parmağını kaldırdı. Çocuk adamın cevabını bek­
lerken koridordaki hareket durmuş gibi görünüyordu.
"Birisini görmeye geldik," dedi Susan.
Çocuk başıyla onayladı. "Burada tek birisi var," dedi.
Bu karşılık iriyarı adamı kahkahayla güldürdü . "Evet efendim,
Tanrı'ya şükür," diye söze karıştı hevesle . Küçük çocuk, eli ha­
la annesinin elinde, tek bir kelime etmeden uzaklaştı. İri adam
ellerini ovuştururken tavrını birden değiştirerek Michael ile Su­
san'a nezaketle baktı. "Siz arkadaşlar, ayinimize davetlisiniz,
sonra bakalım ne yapabiliriz. Tamam mı? " Michael ile Susan ce­
vap vermeye fırsat bulamadan adam kapıdan içeri girip kilisede
gözden kayboldu .
Melek Yakınlarda 123

Ayin, İsa'nın öğretilerinin yeni bir yorumu üzerineydi. Çö­


mez on beş dakika içinde kiliseyi dolduran kalabalığı heyecana
getirdi. Büyük, hırıltılı orgun başına beyaz peçeli yaşlı bir kadın
oturmuştu. Orada bulunan herkes aynı töreni şüphesiz binlerce
defa yaşamış olmalarına rağmen, her tanıdık notadan zevk alıyor
gibiydi. Çömez hazır bulunanları "Haklı değil miyim? Haklı ol­
duğumu biliyorsunuz" ve "Sizi kim kurtaracak, söyleyin ! " diye
bağırarak galeyana getirdikçe kalabalık, "Evet, evet, İsa, benim
İsa'm! " diye bağırıyordu . Susan ile Michael sol tarafta, arkada
bir yere oturdular. Hava ısındıkça ısınıyordu . Başı önüne düş­
meye başlayan Susan'ın gözleri bir an fal taşı gibi açıldı . Az ön­
ce karşılaştıkları küçük çocuk kürsüdeydi. Üzerinde hala aynı
ağırbaşlı siyah takım elbise vardı. Yumuşak ama tiz bir sesle ko­
nuşarak mikrofona doğru eğildi.
"Doktor İsa'nın sizin için bir mucizesi var! " Küçücük eli­
ni dramatik bir ifadeyle sıralara doğru uzattı. Diğer elinde tut­
tuğu bir paket Mucize Ekmeği havaya kaldırdı. Susan gözlerini
ovuşturup tekrar baktı.
"Bu elimdeki sizin için iyi bir şey," dedi çocuk hararetle .
"Neye iyi geliyor? Bilmek istiyor musunuz?"
"Evet, " diye cevapladı kalabalık. "İstiyoruz! "
Çocuk, arkasında kuvvetli bir rüzgar varmışçasına öne
doğru eğildi ve sözcükleri uzatarak yanıtladı.
"Deprresyoooon, zulüüüüüm, bastırmaaaa ve baskıum.
Acı çekmeniz gerekmiyor. Doktor İsa'nın sizin için bir mucize­
si var! "
"Aradığımız kişi bu mu? " diye fısıldadı Susan.
Gözleri sahneye takılıp kalan Michael başıyla onayladı. Kü­
çük çocuk Mucize Ekmek paketini yırtıp yere attı . Bu bir sinyal
olmalıydı; çünkü org bir ilahiye girerken insanlar da kürsünün
etrafında dönmeye başladılar. Tekerlekli sandalyede ya da kol­
tuk değnekli insanlar. Annelerinin kucağında, çökmüş yüz ifa­
deleriyle hasta olduğu belli çocuklar. Küçük çocuk, mikrofonu
1 24 DEEPAK CHOPRA

aldı ve kürsünün yerleştirildiği, yükseltilmiş platformun ön tara­


fına doğru yürüyerek güçlü sahne ışığının dar çemberi içinde
durdu.
Susan çocuğu şimdi daha iyi görebiliyordu. Teni, sarımsı
kahverengi, kısa kesilmiş saçı sütlü çikolata rengindeydi. Çocuk
elini hasta olanlara dokunmak üzere uzatırken bileklerindeki al­
tın kol düğmeleri göründü.
Zor bir işe hazırlanan birisi gibi yakasını iyice açmıştı. İn­
sanlar yaklaştıkça bir parça ekmek koparıyor, ağızlarına yerleşti­
riyor ve elini avuç içi alınlarına gelecek şekilde başlarına koyu -
yordu. Bu küçük hareketin inanılmaz bir etkisi vardı. Yürüyebi­
lenler kendilerinden geçerek yığılırken yakınları yetişip tutuyor­
du onları. Herkes bu sahneyi daha önceden gördüğünden, has­
ta yakınlan hazır bekliyordu. Tekerlekli sandalyedekiler titreye­
rek öne düşüyorlardı. Kimi hafif kimi güçlü çığlıklar kaplamıştı
ortalığı. Gözyaşı sel gibi akıyor, gelenlerin çoğu, küçük çocu­
ğun elini öpmeden sahneden ayrılamıyordu. Çocuk, her birine
fısıldayarak gülümsüyor, başını sallıyordu. Daha önce hiç böyle
bir sahneye tanık olmamıştı Susan. Çocuk vaiz, kendine bütü­
nüyle hakim, sahneden inip topluluk arasında dolaşırken bir ye­
tişkinin öğrenilmiş özgüveniyle hareket ediyor gibiydi. Herke­
sin katılarak kiliseyi ezgiler, bağırış ve esrik haykırışlarla doldur­
duğu bir ilahi başlattı.
"Buradan çıksak mı?" dedi Susan, Michael'ın kulağına ba­
ğırarak.
"Hayır, bu çocuk labirentin bir parçası. Bakalım ne ola­
cak," dedi Michael.
Susan, şaşkınlık ve tiksinti dolu arkasına yaslandı. Böyle bir
gösteri onun için çok fazlaydı. Sakatların koltuk değneklerini
atıp kendilerinden geçercesine ağladıklarını, tekerlekli sandalye­
dekilerden ikisinin ayağa fırladığını gördü. Bütün bunlar yaşa­
maya zorlandığı rüyanın içinde başka bir rüya gibiydi. Bütün ya­
pabileceği kanal değiştirmekti. Ancak kabul etmesi gereken bir
Melek Yakınlarda 125

şey varsa, o d a şarkı söylemeye hiç ara vermeyen bu çocuk olan­


ca ışıltısıyla tapınan kalabalık arasında dolaştıkça, kilisenin du­
varları arasında dinginliğin, huzurun giderek yoğunlaştığıydı.
"Hepsi bu kadar," dedi çocuk sonunda. Papaz yardımcısı
mikrofonu alıp topluluğu ustaca ve yavaşça kapıya doğru yön­
lendirirken çocuk ortadan kayboldu.
"Bağışlarınızı yapmayı unutmayın! Ve unutmayın, Mucize
Rahipliği yiyecek kuponları ve nakit kabul eder! "
Boşalan kilise bunaltıcı bir hale gelmişti. Gizli bir düğme­
nin sesi geldi, sahne ışığı söndü. Michael ve Susan, loşluğun
içinde son kalanların da gitmesini bekleyerek daha önce gör­
dükleri kapıya yöneldiler. Bu sefer kimse yollarını kesmedi. Ko­
ridorun sonundaki kapıyı çaldılar.
"Girin," diye yanıtladı papaz yardımcısının tok sesi.
Küçük giyinme odasına girdiklerinde, Susan içerideki üç
kişinin -papaz yardımcısı, anne ve küçük vaizin- bir aile olduğu­
nu fark etti. Hepsi de sokak giysileri içinde, gitmeye hazırdı.
"Rahip Gideon?" dedi Michael. Papaz yardımcısı küçük
çocuğu işaret etti.
"Beni kastediyor olabilirsiniz ama sanıyorum buradaki Kü­
çük Gideon'u istiyorsunuz," dedi adam.
Susan, kadının çocuğun annesi olduğu konusunda yanıldı­
ğını anlamıştı çünkü, Küçük Gideon "Baba, Bayan Leeann'i
arabaya götürür müsün? Bu insanlarla konuşmam gerekiyor,"
dedi. Çömez denileni yaptı. Üzerinde epey bir mücevher olan
ve kumaş paltosunun altında kırmızı bir elbisenin kenarı görü­
nen kadın itiraz etti.
"Kalabiliriz, şekerim."
"Tanrı buraya ait olmadığınızı söylüyor, Bayan Leeann."
Kırmızı giysili kadın öfkesini gizlemeden ardında çocuğun
babasıyla birlikte odadan çıktı. Michael, Küçük Gideon'un çar­
pıcı bir şey yapmak üzere olup olmadığını merak etti ama çocuk
126 DEEPAK CHOPRA

ikisine de sakin, iri, kahverengi gözleriyle bakıyordu. Etrafında­


ki yetişkinler sahtekar olsalardı bile o gözleri görünce, çocuğun
da öyle olduğuna inanmak güçtü.
"O yaptığın şeyi nasıl yapıyorsun?" diye sordu Michael.
Başka bir yerden başlamak anlamsız olacaktı.
"Ben yapmıyorum. Melekler yapıyor," dedi Küçük Gide-
on. "Siz çocuk hizmetlerinden değilsiniz, değil mi?"
Michael başını salladı.
"Sana sorun mu çıkarıyorlar?" diye sordu Susan.
"Babamı sevmiyorlar," dedi çocuk. "Ben onlara dua edi­
yorum ama yalnızca bazı zamanlar."
"Sana melekler hakkında bir soru sorabilir miyiz?" diye
sordu Michael. Küçük Gideon başıyla onayladı.
"Onlara her ihtiyacın olduğunda orada oluyorlar mı?" Ço­
cuk tekrar başıyla onayladı.
"Peki seninle konuşuyorlar mı?"
"Duruma göre. Ben her toplantıdan önce dua ederim.
Onlar da gelir, kime dokunacağımı bana gösterirler. Herkes do­
kunulmak ister ama bu benim seçimim değil. Yalnızca bana gös­
terdiklerine dokunuyorum."
"Peki," dedi Michael. Diz çöküp çocuğun gözlerine bak­
tı. "Melekleri nasıl öğrendin?"
"Melekleri hep biliyordum," dedi çocuk. "Ben küçükken
ve büyükannemle birlikte yaşarken, o, meleklerin hep etrafta ol­
duğunu, yaptığımız her şeyi seyrettiğini söylerdi. Ben de onları
görür, onlarla konuşurdum. Onlar da bana cevap verirlerdi. Bü­
yükannem hastalandığında onlardan ilaç istedim. Onlar da bü­
yükanneme kendisini iyi hissettireyim diye benim içime ışığı
koydular. O, cennete yaşamaya gittikten sonra ışığı diğer insan ­
lara yardım etmek için kullanmam gerektiğini söylediler." Ola­
nı anlatıyor, onları inandırmaya çalışmıyordu.
" Peki birisi gelip sana kendisinin de meleklerinle konuş ­
mak istediğini sövleseydi ne yapardın?" diye sordu Michael.
Melek Yakınlarda 1 27

"Burada olan o adamı mı kastediyorsunuz? Onunla konu­


şup yardımcı olmaya çalıştım. Meleklerin onunla konuşmasını
sağlayamayacağımı ona söyledim."
"Demek ki birisi sana böyle bir istekle geldi?" Küçük Gi­
deon yere baktı. "Artık burada olduğunu sanmıyorum."
"Yani hayatta olduğunu mu?" diye sordu Michael.
Çocuğun dudakları titredi. "Doktor İsa'nın onun için bir muci­
zesi yoktu."
"Bu sana gelen adam. Neden seni seçti, biliyor musun?"
diye sordu Susan.
"Bir melekle buluşacağını söyledi ama sonra bir şey oldu,
ne olduğunu bilmiyorum. Ben yalnızca bir çocuğum." Küçük
Gideon iri gözlerle Susan'a baktı. Susan, onun tam olarak ger­
çeği söyleyip söylemediğini merak etti.
"Sen özel bir çocuksun," dedi Susan. Küçük Gideon aya­
ğa kalktı, tavrı değişmişti.
"Sanıyorum gitseniz iyi olur, Bayan," dedi çocuk aniden.
"Bu Bayla konuşmalıyım."
Susan şaşırmıştı.
Onu da Bayan Leeann gibi rahatlıkla gönderiyordu. Mic­
hael'a baktı, başıyla onayladığını gördü.
"Seni arabada bekliyorum," dedi Susan. Susan kapıdan
çıktıktan sonra Küçük Gideon siyah takımının ceketini çıkardı.
"Otur," diye emretti.
Sesi, sahnede mikrofon başında olduğu kadar kendine gü­
venliydi.
"Neden?" diye sordu Michael.
İçinde, sanki kuyruğunu sallayan ve dişlerini gösteren bir
köpekten çekinir gibi bir gerileme isteği vardı.
"Az önce bana, bir şeylerin olmak üzere olduğunu söyle­
diler." Küçük çocuğun gözleri keskinleşti. Michael'ın endişesi­
ni çok net görüyor gibiydi. O anda kapıya vunıldu. Michael az
daha yerinden sıçrayacaktı . Çocuk sakin görünüyordu. "Girin,"
dedi.
128 DEEPAK CHOPRA

Topluluktaki çiçekli elbiseli kadınlardan biri dikkatle kapı­


yı açtı. Ürkek bir hali vardı. "Rahip Gideon, çok geç olduğunu
biliyorum," dedi kadın duraksayarak.
Çocuk başını salladı. "Sorun değil , yüzünüzü görmüştüm.
Onu içeri getirin." Çoktan kutsamaya başlamış gibi elini salladı
ve çiçekli elbiseli kadın "onu" -tekerlekli sandalyede oturan yaş­
lı kadını- kapıdan içeri itti. Çok zayıf ama tetikte görünüyordu.
Michael, her iki bacağı bir battaniyeyle sarılı olmasına rağmen,
bacaklarından birinin büyük ihtimalle çocuk felcinden dolayı
gelişmemiş olduğunu görebiliyordu. Küçük Gideon bir yerden
bir dilim Mucize Ekmek çıkardı. Sakat kadını işaret etti.
"Bunu sizin için sakladım." Her iki kadın da sessiz, nere­
deyse huşu içinde bir teşekkür mırıldandılar. Küçük çocuk on­
ları öylesine büyülemişti ki, Michael'ın odada olduğunu güçlük­
le fark ettiler.
"Anneniz, değil mi?" diye sordu çocuk, çiçekli elbiseli ka­
dına. "İsa, Yolanda'yı beklememi söyledi -o siz misiniz?" Yaşlı
kadın başıyla onaylarken gözyaşlarını zor tutuyordu.
"İsa'ya şükürler olsun," diye mırıldandı.
"Buraya gelebilirsiniz, bunu benim için yapar mısınız?"
Küçük Gideon, odanın ortasında, üzerinde giysiler, kağıt bar­
daklar ve eski bir McDonald's kutusu bulunan uzun masayı işa­
ret etti. Masanın üstündekileri yere atıp gülümsedi. İki kadın çe­
kingen bir tavırla yaklaştı. "Çıkın üzerine, tamam mı? Kolay ol­
madığını biliyorum ama İsa bunu yapmanızı istiyor. Başarabilir­
siniz, tamam?"
Daha genç olan kadın, şaşkın ama uysalca annesinin ayağa
kalkmasına yardımcı oldu. Çekilen battaniyenin ardından Mic­
hael, sol bacağın sağdan daha kısa olduğunu gördü. Uzun ete­
ği yaşlı kadının sakatlığını gizliyordu. Kadın acı içinde masanın
kenarına oturup arkasını dündü. Kızının yardımıyla sırtüstü
uzandı. Gergindi. Nereye koyacağına karar veremediği kollarını
Melek Yakınlarda 129

göğsünün üstünde birleştirmeye karar verdi . Bu, Michael'a, ka­


dının pek çok açık tabutlu cenaze töreninde bulunduğunu dü ­
şündürdü .
"Tamam, çok iyi yapıyorsunuz," dedi çocuk. Ekmek dili­
mini kadının üzerinde tuttu . "İsa bu ekmeği kutsadı, almanızı
istiyor. " Dilimin ortasından küçük bir yuvarlak çıkardı ve bunu
kadının dudaklarına koydu. Kadın parçayı ağzına alıp yuttu . Kü­
çük Gideon daha önce de kalabalığı avcunun içine aldığı gibi,
şarkı söylemeye başladı. Bu sefer daha yumuşak bir tonda, keli­
meleri uydurarak söylüyordu .
"Kurtarıcı burada, evet, O burada, O, acınızı dindirecek,
mucize O'nundur."
Hızlı ve emin bir hareketle, avucunun içiyle kadının alnına
dokundu . Kadının bedeni sarsıldı, soluğu kesildi. Spazm geçer­
ken ayaklan titredi. Kısa bacak Michael'ın gözü önünde uzadı.
Bacakları Michael'a dönük olduğundan, bu hareketi şüphe gö­
türmeyecek şekilde görmüştü .
"Benim için ayağa kalkabilir misiniz, anneciğim? " Küçük
Gideon'un sesi tatlıydı . Kadın korkmuş görünüyor olmasına
rağmen doğruldu, ayaklarını masanın kenarından aşağı sarkıttı,
sonra ayağa kalktı. Bakışlarında tuhaf bir boşluk vardı. Çocuk
kapının yanına gidip kollarını açtı . "Şimdi iyi dinleyin,
İsa bana doğru koşmanızı istiyor," dedi . Yaşlı kadın, hareket et­
meye cesaret edemeyerek olduğu yerde duruyordu . Kızı yüzü­
nü kapatmış, sessizce ağlıyordu .
"Koş! Şimdi ! " diye bağırdı çocuk. Şokun etkisiyle yaşlı ka­
dın düşercesine bir adım attı. Havada bir şeyi yakalamaya çalışa­
rak dengesini buldu ve görünmez bir el onu arkadan itti. Kadın,
aralarındaki mesafeyi dört adımda alarak şifa veren çocuğa doğ­
ru koştu . Ne yaptığını görünce elleriyle ağzını kapattı .
Tanrı 'ya şiikiirler olsun !
Kelimeler, iki kadının ve küçük çocu ğu n ağzından çıkmış
olmalıydı . Michael zihninde bu anlamı süzcüklerdcn çok bir

.\ h: k k Y.1 k 1 1 1 l .ırd.1 - ı-: . 9


1 30 DEEPAK CHOPRA

müzik olarak duydu. Sahne gözünün önünde donmuş gibiydi.


Nefes alamayacak kadar gergin olduğunu neden sonra fark etti.
Hava, büyüyü bozarak ciğerlerine doldu. Bedeni sıçramak isti­
yordu ama o oturduğu koltuğa tutundu. Kucaklaşan ve zıplaya­
rak ağlayan kadınları seyrediyordu. Küçük Gideon'a sarılamaya­
cak kadar huşu içindeydiler ama yaşlı kadın esrik bir halde çocu­
ğun başını öptü. Michael, hayatında ilk defa gerçek coşkuya şa­
hit olmuştu. Küçük çocuğun yüzü ışıldadı ama olacakları bekle­
yerek hiçbir şey söylemedi. Bu, kadınların eğilerek kapıdan geri
geri çıkmalarından beş dakika önceydi. Küçük Gideon onlar gi­
dene kadar gözlerini üzerlerinden ayırmadı. Daha sonra Micha­
el'a döndü.
"Bunu melekler yaptı. Onları gördünüz mü?" Michael ba­
şını salladı, çocuk omuz silkti. "Görebileceğinizi söylediler. On­
lar yanılmaz." Michael'ın söyleyebileceği bir şey yoktu. Küçük
Gideon ceketine uzandı. "Gitsem iyi olur, babam arabada," de­
di.
"Seni dışarı çıkarmamı ister misin?" diye sordu Michael.
Yine siyah takım ceketini giymiş olan Küçük Gideon, kibar Pa­
zar okulu çocuklarına benziyordu. "Hayır, en iyisi siz biraz da­
ha kalın," dedi çocuk düşünceli halde. "Hiçbir zaman yanılmaz­
lar." Uyarıya gerek duymadan elini kaldırdı. Michael sandalye­
sinde öne doğru eğilmiş olarak oturduğundan, çocuğun yumu­
şak serin avcu alnına rahatça uzandı. Bana dokunma, diye dü­
şündü Michael. Sana ihtiyacım yok.
Küçük çocuk Michael'ın zihnini okudu. "Fark etmez.
Doktor İsa'nın aklında başka bir şey olmalı," dedi. Michael tek­
rar koltuğa otururken kendini küçük düşmüş hissetti.
"Melekler seni incitmeyecek," dedi çocuk. Michael, ne bir
şey duydu, ne de Küçük Gideon'un kapıyı arkasından kapatarak
çıkıp gittiğini fark etti. Çok daha önemli bir şey olmaya başlamış­
tı. Kulaklarında sanki arı kovanının içindeymiş gibi bir vızıltı his­
setti. Bir anda onu iki büklüm eden bir krampla midesi ağzına
Melek Yakınlarda 13 1

geldi. Bağırmaya çalışarak ayağa kalktı ancak çok zor nefes alıyor­
du. Güçlü bir el ensesinden itiyormuş gibi dizlerinin üstüne çök­
tü. Vızıltı anlaşılır hale dönüştü ve zihninde sözcükler belirdi.
"Ona yardım et."
Ve bıı sefer doğru olanı yap.
Yeniden Marvell'ın çalışma odasındaydı ve yazarın bedeni­
nin yanına diz çökmüştü. Bu kez bu bir şok değildi. Beden, da­
ha önce olduğu gibi sırtüstü yatıyordu. Michael kendine gelip
bakabildiğinde etrafta neler olduğunu fark etti.
"Kımıldamayın," dedi. "Beni duyabiliyor musunuz? Kı­
mıldamadan yatın." Bu kelimeleri söyleyen sesin kendine ait ol­
duğunu biliyordu ancak ses sanki uzaklardan bir yerden gelir gi­
biydi. Ellerini Marvell'ın göğsüne sıkıca bastırarak göğüs kemi­
ğine güçlü basınç uyguladığını hissedebiliyordu.
Bir ölüyü neden diriltmeye çalışıyordu ki?
Bir anda yerine oturan parçaların çatırtısı geldi. Aklında
komşusunu kurtarmaktan başka hiçbir düşünce yoktu.
"9 1 1 'i aradınız mı?" diye sordu aceleyle. Marvell'ın göğsü­
ne sıkıca bastırıyor, bırakıyor, sessizce sayıp yeniden bastırıyor­
du. Kaburgalarından birini kırma tehlikesi vardı ama kalp atışını
birkaç saniye içinde duyamazsa riski göze alması gerekecekti.
Beth, kendini toplamaya çalışarak kapının eşiğinde duruyordu.
"Evet, aradım. Hastaneye çok uzak olduğumuzdan kasaba
acil servisini arıyorlar."
"İyi." Michael, Marvell'ın ağzını ellerinin arasına alıp bir
dakika kadar suni solunum yaptı. Kulağını adamın göğsüne koy­
duğunda hafif ama düzenli kalp atışlarını duyabiliyordu. Başara­
cak. Tam o anda derinden gelen ritim kaybolur gibi oldu ama
Michael içini dolduran güçlü bir özgüvenle yumruğunu havaya
kaldırdı. Yumruğunu hızla Marvell'ın göğsüne indirdiğinde ke­
mikler kütürdeyerek kırıldı. Darbe, Marvcll'ın bedenini hafifçe
sıçrattı . İşe yaradı. Michacl tekrar dinlediğinde Marvell'ın kalbi
daha hızlı ve güçlü atıyordu.
132 DEEPAK CHOPRA

"Ah, Tanrım," diye inledi Beth. Darbenin şiddetiyle sarsıl­


mıştı.
"Her şey yolunda," dedi Michael. "Yaşama döndü. Ambu­
lans gelene kadar iyi dunımdayız."
"İnanamıyorum," dedi Beth. Sesinde hem sarsıntı hem de
rahatlama vardı.
"Emin misiniz?" Michael başıyla onaylarken dikkatini
Marvell'a yoğunlaştırdı.
"Beni duyabiliyor musunuz? Burada olduğumu algılıyor­
sanız gözlerinizi kırpın."
Sağır bir adama ya da uzaktaki birine seslenir gibi yüksek
sesle konuştu. Hafif bir kıpırdanma oldu. Marvell'ın gözkapak­
larındaki küçük kas hareketlerini görebiliyordu.
"Sadece bir iki defa kı rp ın, efendim. Yeniden aramızda ol­
duğunuzu gösterin."
Marvell'ın gözleri iniltiyle açıldı. Yaşıyordu ama hala haya­
ta dönmüş gibi görünmüyordu. Michael, Beth'in perişan halde
ağladığını duydu. Ayağa kalktı ve Beth'in ileri atılmasını engel­
lemek için onu tuttu. "Şimdilik ona dokunmayalım, olur mu?"
dedi kibarca.
"Buradayım hayatım. Bir doktor çağırdım," dedi Beth acı
dolu bir sesle. Eşinin üzerine atılma dürtüsüne direniyordu.
"Dışarı çıkıp ambulansa yol gösterirseniz bizim için daha
iyi olur," dedi Michael aceleyle.
"Hava hala karanlık. Posta kutusu üzerindeki adınız da zor
okunuyor." Beth kararsız kaldı.
"Hadi gidin," dedi Michael. Ama kadın yerinden kıpırda­
madı.
"Burada kalmam gerek," diye ısrar etti Beth.
Michael onu omuzlarından tutup kapıya doğru çevirdi.
"Şok geçiriyorsunuz. Normal olarak sizi yatırmam gerek ama
zamanımız yok," dedi. Saniyeler sayılıydı. Marvell' ı yalnız bıra­
kamazdı.
Melek Yakınlarda 133

"Anlamıyorsunuz," dedi Beth. "Ben şokta değilim, en


azından sizin kadar değilim." Kadın ince ve güçlü bir yapıya sa­
hipti. Ani bir dönüşle Michael'ın elinden kurtuldu. Michael ge­
riye bir adım attı. Beth'in yüzü değişmişti. Gözleri, kocasının
yaşamı için endişelenen kadının korku dolu, karmaşa içindeki
gözleri değildi artık. Peki o zaman neydiler?
"Daha önce burada bulundunuz," dedi Beth. "Dikkatle
dinleyin. Hatırlamak sizin için zor olacak ama dikkatle dinleyin.
Bütün bu sahne sizin için. Bunu siz kontrol ediyorsunuz. Olay­
ların merkezi sizsiniz. Buraya geri gelerek büyük bir adım attı­
nız ancak bunu sürdürmeye yetecek gücünüz yok. Bakın ona."
Beth'in sesi son derece açık seçik ve güçlü geliyordu. Mic­
hael, konuşanın gerçek Beth olduğunu hissetti. Dönüp yüzü sa­
rarmış, ağzından kan sızan Marvell'a baktı. Cesette az önce ha­
yata döndürülmüş bir adamdan eser yoktu. Michael'ın soluğu
kesildi.
"Olanları anlayabiliyor musunuz?" diye sordu Beth.
"Hayır."
"Ama bir düzlemde anlıyorsunuz. Hepimiz anlarız. Hiçbir
zaman sadece bir olay yoktur. Her şey başka bir seviyede tekrar
tekrar meydana gelir. Önemli olan şey -bunu aklınızda tutmalı­
sınız- hangisini gerçekleştirmeyi seçtiğimizdir. Anlıyor musu­
nuz? Hangi biçimi seçebileceğini bilen tek kişi sizsiniz. Diğer
seçeneklerin tümü Tanrı'nın ışığında yok olur." Michael kadına
baktı. Kalbi çarpmaya başladı.
Bu sefer doğru olanı yap.
Michael, başını yumruk yemiş boksör gibi salladı. Denge­
sini yitirmişti. Bilinçsizce odanın içinde olduğunu kavradı. Oda
loştu, olağanüstü bir tarafı yoktu. Kitaplar raflarda diziliydi, ka­
ğıtlar Marvell'ın masasının üzerinde yığınlar oluşturmuştu. Kalp
krizi geldiğinde büyük ihtimalle bilgisayarının başında oturuyor
olmalıydı, çünkü ekran açıktı. Tuhaf olan tek bir şey vardı. Bü­
yük ayinlerde kullanılan uzun san balmumundan bir mum, bil­
gisayarın yanında yanıyordu .
134 DBEPAK CHOPRA

"Oraya bakmayın. Doktor, doktor! " Beth'in sesi çok ısrar­


cı geliyordu . Neden muma bakmayacaktı ki? Bu ona bir şeyi,
mumlarla dolu başka bir odanın ölgün pırıltısını hatırlattı . İşte
buydu. Tuhaflık yeteri kadar mum olmamasındaydı . Yeteri ka­
dar mı? Beth Michael'ın yüzünü ellerinin arasına alarak kendine
çevirmeye çalıştı. Michael, zihninin bomboş olduğunu hissetti.
Beth onu hafifçe sarstı.
"Tamam, endişelenme. Bu seferki kötü değildi. Bir önce­
kinden çok daha iyiydi. Gerçekten kötü değil, değil mi? "
"Ha? "
Michael kafasının içinde vızıltıyı yeniden işitebildiğini dü­
şündü. Beth'in hemen yanındaki yüzüne baktı. Gözleri dikkat
çekici diye geçirdi içinden. Hiç de paniğe kapılmış bir kurbanın
gözlerine benzemiyordu, hem de hiç. Arı ruhlardan biri olma­
lıydı.
Midesine geçen seferkinin iki katı daha güçlü bir kramp
girdi. Kusmamak için iki büklüm oldu. Güçlükle soluyarak Kü­
çük Gideon'un giyinme odasındaki sandalyeden kalkarak doğ­
ruldu. Marvell, Beth ve bütün sahne kaybolmuştu . Altüst olan
sinirleriyle ağlamaya başladı. Gömleğinin altındaki soğuk teri
bedeninden sızan korku ve başarısızlıkmışçasına hissetti.
Neredeyse doğru olanı yapıyordum, değil mi?
Arıiden bu yerden koşarak kaçmak istedi. Kapıyı çarparak
çıktı. İyi olduğunu umarak Susan'ı düşündü. Marvell'ın ölümü­
ne yaptığı bu zaman yolculuğu ne anlama gelirse gelsin, şimdi­
lik beklemek zorundaydı.

Meleğin Sesi
Kendi gerçeklik yorumunuzu anladığınızda me­
lekleri de anlayacaksınız ve bu titreşimlere bağlıdır.
Doğadaki her şeyin kendi imzası vardır ve her imza
eşsiz bir titreşimden yapılmıştır. Bir kaya, ay ışığı de­
ğildir. Bir ağaç, şimşek değildir. Sizin dünyanızda
Melek Yakınlarda 135

madde ve enerji arasındaki ayrıma titizlikle uyulur.


Ancak doğal düzende, titreşimler varolan en küçük
şeyden en büyüğüne, hareket eden yaradılışın sürekli
akışını, arkını, gökkuşağını oluştururlar. Melekler için
herhangi bir kesin aynın anlamsızdır. Bütün hatlar­
dan akarak geçeriz. Gökkuşağı üzerinde ilerler gibi.
Bazen rüyalarda görünürüz, bazen gün ışığında orta­
ya çıkarız. Göksel bir parıltı ya da bir kutsallık esinti­
si çıkarabiliriz ya da hiçbir şey yaymayız çevremize.
Bizim maddesel olmamız ya da yalnızca böyle görün­
memiz yorumdan ibarettir, çünkü pek az vizyoner,
meleklere dokunacak kadar gözü pek olduğunu öne
sürmüştür.
Melekler istediklerinde madde ya da enerji ola­
rak görünebiliyorlar, peki ya siz? Belki siz de bizim
dünyamıza adım atabilirsiniz. Ancak bunun olması
için, ışıktan yaratılmış olduğunuzu görmeniz gerekir.
Bu mümkün müdür? İnsan evriminin gizemi çok az
çözülebilmiştir. Aslında evrimin kendisi bile daha ye­
ni başlamıştır. İnsan ruhunun gelecekte nereye doğru
gideceğini kimse tahmin edemez. Sizin kanatlara sa­
hip olma yetiniz vardır. Ama türünüzü tükenişin eşi­
ğine getirme yetiniz de vardır. Işık sizi bekler ancak
yönetmez. Işık sizin kaderinizse, şimdi ve bundan
sonra onun her işaretine yanıt vermelisiniz. Bu, sizi
ışıktan ayıran yanılsamalardan adım adım kopmanız
anlamına gelir. Kendinizi tanımanıza yardım etmek
için Tanrı pek çok mesaj gönderir. Bunların içinde en
önemlisi şudur: Korkudan özgürleşin. Korku güçlü­
dür ancak ışık değildir özü. Aynlıkt_an doğar ve ayrı­
lıktan kurtulmak için korkuya kulak vermeyi bırakma­
nız gerekir. Melekler, zamanlarının çoğunu korkuyu
yok etmeye çabalamaya adar. İnsanoğlunun en büyük
ilerleyişi buna bağlıdır.
5

D ioi

Ted Lazar, sırtında yastık ve altında battaniyeyle duvara


yaslanarak sığınağın beton zeminine oturdu . Cam duvarlar ar­
dında korunan, havada asılı duran ışığa baktı. Fotoğrafları çek­
tiklerinden beri değişmemişti. Lazar zaman kavramını yitirmişti
ama gece yarısını geçtiğini tahmin ediyordu . Tutsak tarafından
yayılan parlaklığı kendine yakın hissetmeye başlamıştı. Gözleri
onu yavaşlatamıyor, zihni, titreşimlerinin şifresini çözemiyordu .
Yine de alışmıştı ona . . . onun farklı ruh hallerine . En uygun
kelime gerçekten buydu . Işık, üzüntü ve mutluluk, esriklik ve
yalnızlık, umut ve umutsuzluk hisseden Lazar aracılığıyla insan
doğasını gözden geçirir gibiydi. Bu değişiklikler yaz sağanağı
gibi çabucak oluyor, hatta bazen üst üste biniyordu . Lazar ken­
disini, içindeki gömlekler, şortlar, yastık kılıfları ve iç çamaşırla­
rıyla bir renk alacası halinde dönen bir kurutma makinası tam ­
burunu seyreder gibi hissediyordu . Her türlü çamaşır vardı. An­
cak anlaşılmayacak kadar hızlı dönüyorlardı . Işık, insan duygu­
larını böyle bir hızla döndürüyordu . Lazar büyülenmişti .
"Çok güzel," diye mırıldandı. "Devam bebek, hiç durma. "
Lazar, ışığın insanlaşmaya başladığını açıklayacak olursa
ordunun ona saldıracağını biliyordu . Ama bu da su götürmez
bir gerçekti. Hiç kuşku yoktu . Lazar'ın gözlemlediği, düşmüş
bir göktaşı değil, bir kadmdı . Sırlar oyunu iki yönlü çalışıyordu
ve Lazar onlarmkini biliyord u .
Melek Yakınlarda 137

Stillano, tutsağı yok etmek üzere emir almıştı. Hemen de­


ğil, çünkü o zaman savunma üzerinde yaratabileceği sorunları
gözden kaçırabilirdi. Ancak Lazar ve Simon işe yarar sonuçlar
üretemezlerse ordunun ışığı yok etmekten başka seçeneği kal­
mayacaktı. Onu herhangi bir yerde saklayamazlardı, bu çok
riskliydi. Tutsağı dünyanın geri kalanıyla paylaşsalar, birisi gelip
onu ele geçirerek bu ışıktan bir süper silah yapabilirdi.
"Titreşimini yavaşlatabilir misin? Beni deliye döndürüyor­
sun," dedi Lazar yüksek sesle.
Belli ki tutsak onu duymamıştı, çünkü aldığı titreşimler ha­
li aynı yoğunluktaydı.
"Tamam, konuyu değiştirelim. Seni yok etmeye çalıştıkla­
rını biliyorsun, değil mi? Ordu aklı işte. Onları kızdırman en ha­
fif deyişle hoşlarına gitmiyor. Seni nasıl kızartacaklarını bulma­
ları an meselesi. Sonra, bayan, bomm! Bunu hesaba kattın mı?"
Lazar'ın üç gün boyunca ışığa zihinsel görüntüler gönder­
dikten sonra insan beyninin nasıl çalıştığını ona tanıtma konu­
sunda başarılı olup olmadığından hala emin değildi. Hatta tut­
sağın onu dinleğinden bile emin değildi.
"Belki o kadar da parlak değilsindir," dedi Lazar.
"Belki de uzun bacaklı ve ucuz bir bebeksindir." Işık, an­
ladığını gösterir ya da kimbilir belki de ona güler gibi belli be­
lirsiz titredi. Lazar'ın kalbi duracak gibi oldu. Bu, tutsağın onu
anladığına dair ilk belirtiydi. Ayağa kalktı.
"Aptal kızlar beni sever," dedi yüksek sesle.
"Konu bu mu? Beni beğendiğini söylemek için mi bekli­
yordun? Utangaç mısın?" Işık duraksamaksızın yeniden titredi.
Lazar heyecanlandı.
"Peki, ilk buluşmada yatar mısın?"
Uzun bir duraksama. Lazar şansını zorlamıştı. Işık hiçbir
tepki vermedi.
"Sadece espri anlayışının olup olmadığına bakıyordum ,"
dedi Laz ar.
1 38 DEEPAKCHOPRA

"Hoş değil mi?"


Yanıt gelmedi . Lazar, volta atmaya koyuldu. Bağlantıyı
sürdürmek için ne söyleyebilirdi?
"Sana sormak istediğim pek çok şey var," diye açıkladı ,
yüksek sesle düşünerek.
"Ancak basitten başlamalıyız. Sana bir şey sorduğumda
evet için bir kez, hayır için iki kez titremeni istiyorum . Bunu ya­
pabilir misin? " Lazar bekledi ama hiçbir titreme yoktu .
"Bu kabul edilemez bir şey mi? " diye sordu.
Yine hiçbir titreme olmadı.
"Kahretsin. Ah, afedersin. Anladım. Yanıtlamak için titre­
men gerekiyordu ve sen titremeyi kabul etmedin, öyle değil
mi?"
Işık mavi beyaz parlaklığını korudu.
"Dur biraz, biraz daha düşüneyim ." Lazar kafasını çalıştır­
maya başladı. Kendisini hiçbir zaman yabancı bir yaşam biçimiy­
le konuşan ilk insan olarak hayal etmemişti. Bırakın konuşmayı,
ona kötü şakalar yapmayı hiç hayal etmemişti.
Işık, iletişim kurmak için neden bu anı seçmişti ki? Lazar'ın
(kendisininkine kıyasla) geri, duygusal aklını karıştıracak bir çı­
kış mı bulmuştu? Lazar düşündükçe bunun böyle olmadığını
anlıyordu. Titreşimi radyo dalgalarından daha yüksekti ve bilin­
meyen sayıda frekansı aynı anda yakalama yetisine sahipti ki, bu
da onun "düşünme" hızının -tabii eğer düşünüyorsa- inanıl­
maz derecede yüksek olduğunu gösterirdi. Eğer Işık Einstein'ı
sönük ampul gibi bir kenarda bırakabiliyorsa, Lazar'ın zihnine
girmesi günler değil, sadece birkaç dakika alırdı. Bu yüzden, bu
bayanın kendi düşüncelerini uzun zamandan beri anladığını
varsayabilirdi Lazar. "Galiba anladım," dedi. "İletişimi başlatan
benim, değil mi?"
Tek titreşim. Değişikliğin belli belirsiz olmasına rağmen
Lazar, neredeyse havaya sıçrayacaktı. "Ben olmalıydım değil mi?
Melek Yakınlarda 1 39

Kim buraya gelip sana bir şey öğretebilir ki? Burada kelimesiyle
bile ilgilenmiyor olabilirsin . Üsteki herkesin zihnini okuyabildi­
ğine bahse girerim, hem de hepsini bir anda. "
Tek titreşim . Elbette . Anlamlı tek olasılık buydu . Işık o ka­
dar yüksek hızda titreşiyordu ki, yüzlerce zihni bir seferde oku­
ması çok doğaldı.
"Bizimle ilişkinde dikkatli olman gerekiyor, çünkü zihinle­
rimizi patlatabilirsin. Senin sorunun bu. " Lazar bir anda Si­
mon'ın burada olmasını istedi. Yetenekli sayılabilecek başka bir
zihnin olması işe yarayabilirdi.
"Şimdi bunu açıklayayım, tamam mı? Ben düz düşünü­
rüm . A düşüncesinden B düşüncesine, oradan da C düşüncesi­
ne geçmem gerekir ama belki sen bana baktığında hepsini bir
anda görüyorsundur. Belki ben beş yaşımdaki doğum günümü
hatırlarken sen bütün doğum günlerimi hatırlıyorsun, bütün
anılarımı. İyi, kötü ve dünya dışı olanları . Vay canına! " Bu "Vay
canına! " Lazar'ın ne kadar etkilendiğini gösteren son ünlem de­
ğildi. Lazar yeni, çarpıcı ve bütünüyle mütevazı bir içgörüye
ulaşmıştı.
"Beni tanıdın bile, değil mi? " Işık titremedi ama Lazar ne
söylediğini yine de anlayabiliyordu.
Seni, senden daha iyi tanıyorum.
Lazar ilk defa onu koruyabilmeyi istedi. Gerçek anlamda
anlaşılmaya dair bu en derin insani güdü doyum buluyordu -
hem de en yanlış zamanda.
"Harika," diye mırıldandı Lazar hüzünle .
"Artık seni kesin patlatacaklar. " Bir anda yoruldu ve göz­
leri neredeyse yaşlarla dolu, beton zemine yığıldı. Vardığı sonu­
cun yanlış olduğunu düşünmek anlamsızdı. B u kadın, onu
tanıyordu . Bu kadın onu olduğu gibi tanıyordu . Kadının bekle­
diği şey buydu, birisinin onu anlaması. O iki asker anlayamamış­
tı ama birazcık olsun etkilenmişlerdi, çünkü ışık onların içine
Tanrı korkusunu ya da Tanrısal bir şey yerleştirmişti . Lazar on-
140 DEEPAKCHOPRA

!ardan daha sıkıydı. Bu kadın onu ilk defa geçen gün sığınakta
fırlattığında fark etmişti. Bu, büyük ihtimalle bir sevgi dokunu­
şuydu. Böyle olsa bile kadının ne yapmak istediğini anlaması La­
zar'ın bir haftasını almıştı. Artık biliyordu.
"Seni buradan çıkarmalıyız," diye mırıldandı Lazar.
Işığa baktığında, orada öylece asılı durduğunu gördü. Yanıt ver­
miyordu. Ve belki daha önce de gerçekten titrememişti. Hayır,
titremişti. Lazar, hayranlık içinde onu saran zihinsel aktivitenin
bütün gelgit dalgalarını harekete geçirenin bu hafif titreşimler
olduğunu fark etti. Bu kadın Einstein, Freud, Leonardo Da
Vinci ve Budda toplamının binle çarpılmışıydı.
"Seni kurtaracağım," diye fısıldadı Lazar. "Beni duyduğu­
nu düşünmek çılgınca olabilir ama seni öldürmek istedikleri için
onlar daha çılgın. Bana yardım et, tamam mı? Bu önemli. Bize
bir plan gerek."
Kendi söylediklerine şaşırdı. Hayatında ilk kez cesaret gös­
teriyor, vericiliğe bu kadar yaklaşıyordu. Garip bir duyguydu.
Sıçrayarak ayağa kalktı.
"Seyahat giysilerini giy, bebek. Uçuyoruz buralardan! İs­
min olmadan seninle konuşmak zor geliyor. Bu yüzden, sana .. "
Zihni bir an boşaldı. "Didi! Bu nasıl? Nereden geldiğini bilmi­
yorum. Herhangi bir şeyin nereden geldiğini bildiğimi düşün­
mek hataydı zaten."
Lazar'ın heyecandan başı dönmüştü. Gevezelik ettiğini bi­
liyordu ama sarhoş bir derviş gibi arkasını döndüğünde, ışığın
son titreşimini kaçırdı. Kadın, ilk andan beri onun ne düşündü­
ğünü biliyordu ama Lazar'ın yüreğinde kuşku vardı. Bu da za­
man ve atılım gerektiriyordu. Kadını tanımasını, gizlerini deş­
mesini, hatta onu korumasını değil. Bu son titreşim Lazar'ın,
kendisine en hafif sevgi pırıltısını gönderen ilk insan olduğunu
ona anlatmak içindi.
Melek Yakınlarda 141

Meleğin Sesi
Haydi Düşmandan söz edelim şimdi. Kötüyü
soyut olarak düşünmek insana zor gelir. Bu yüzden,
ona bir insan yüzü giydirirler. Şeytan, sizin kozmik
kötü için bulduğunuz insan yüzüdür. Hiç kimse
onunla karşılaşmamıştır. Yine de, düşünme yöntemi­
niz için gereklidir o. Çoğu durumda kötü, evrensel­
likten uzaktır. Köklerini bencillikten, itaatsizlik ve
başkaldırıdan alır. Bunlar çocuklukta öğrenilen dür­
tülerdir. Bu dürtüleri yetişkin kılığına sokabilir, savaş­
la silahların vahşetini kullanarak daha tehlikeli bir ha­
le getirebilirsiniz. Ancak bizim için karmaşık olmak­
tan uzaktırlar. Koşulsuzca sevilip istendiğini hisseden
bir çocuk böyle değerleri edinecek şekilde büyümez.
Dünya, korku ve nefreti kuşaktan kuşağa aktarmaz ol­
duğunda, bu biçimdeki kötülük, çiçek hastalığı gibi
tamamen silinip gidecektir. Çok daha derinlere kök
salmış inancınız ise insan doğasının kötü olduğudur.
Kötülüğün bu türü şeytansı ya da günahkar olarak
adlandırılır. Bunu genellikle cenneten kovulmaya ka­
dar gerilere götürürsünüz. Efsanelerinizin çoğunda
temeldeki benliğinizi kontrol edemediğiniz için yok
olan bir yeryüzü cenneti vardır. Oysa cennet zihni­
nizden başka hiçbir yerde değildir ve suçluluk duygu­
nuzun üstesinden gelirseniz, şu andadır. Mükemmel
olmadığınız için günahkar olduğunuzda ısrar ediyor­
sunuz. Peki, neden mükemmel olmanın ne anlama
geldiğini keşfetmek için uğraşmıyorsunuz? Çünkü
Tanrı mükemmellikten başka bir şey görmez.
Mükemmelliğin karşılığı bütünlüktür.
"Kötü" bir düşünceniz varsa ve bundan şiddet
doğuyorsa ya da suçluluk ve utanca sebep olan davra­
nışlarda bulunuyorsanız, doğal dürtünüz , bu davranı -
142 DEEPAKCHOPRA

şı hafizanızdan itip atmaktır. Başkalarının görmesini


istemediğiniz, hatta kendinizin bile bakamadığı bir
parçanız haline gelir. Ancak böyle parçalar hiçbir za­
man kaybolmaz. Düşünce enerjidir ve enerji ne var
edilebilir ne de yok edilebilir. " Kötü" kısımlarınız
gizlenir. Yine de, bilinçaltınızda istedikleri gibi gezin­
meye devam ederler ve fırsat bulunca, eski enerjinin
basıncı yeterince güçlüyse; kötü, gün ışığına çıkar.
Ani şiddet patlamaları en huzurlu yerlerde ortaya çı­
kar. Size tamamen yabancı görünen karanlık dürtüler,
haklarını talep etmek için geri gelecektir. Zihninizde
doğdu onlar, dikkatinizi çekmek haklarıdır. Dikkati­
nizi doğru yöne yöneltirseniz, kötü kaybolur. Doğru
yön demek, sorumluluğu kabul etmek ve ne kadar ka­
ranlık olurlarsa olsunlar, dürtülerinizle birleşmek de­
mektir. Tanrı gizli utanç ve günahlarınız yüzünden
acı çekmenizi istemez. Onları tamamen ışığa çıkarabi­
lirseniz, O bunların ağırlığını sizden alacaktır. Melek­
lerin diğer bir işi de budur. İsterseniz utanç ve suç iğ­
nesini çıkararak herhangi bir enerjiyi dönüştürüp ye­
rine ışığı koyabiliriz. Sözünü etmediğimiz tek kötü­
lük türü, nispeten küçük olan kozmik kötülüktür.
Kozmik kötünün şiddet ya da suçla ilgisi yoktur. Yok
etme gücüdür. Yaşamın kendisini yenilemesi gerekir
ve bu süreçte eski, ayrışarak yeniye yol açar. Eski bir
düşünceyi bırakmadan tek bir yeni düşünceye bile sa­
hip olamazsınız. Ancak eğer bu doğal yıkım gücün­
den korkarsanız, korkuyu kendinize çekersiniz. Ener­
ji, benzer benzeri çeker ilkesini izler. İnce düzeyde
insan zihninin yıkıcı enerjileri, daha büyük kümeler
halinde toplandı.
Bu, yıldızları ve galaksileri oluşturan toza ben­
zer. Alev alev yanan bir yıldız milyarlarca yıl zararsız-
Melek Yakınlarda 1 43

ca gezinen soğuk tozdan meydana gelir. Kozmik kö­


tü , yani yıkımın yoğunlaşmış gücü de ufacık tohum­
lardan doğar. B u "şeytani" kötüye her olumsuz dü­
şünceyle yeni tohumlar eklersiniz ve bu devasa karan­
lığı yıkmaya kimsenin gücü yetmez. Kozmik kötünün
çözümü nispeten daha basittir: Bütün yapacağınız
onu kendinize çekmeyi bırakmaktır. Işığın içinde ya­
şarsanız kötü sizinle ilgilenmez. Melekler burada da
yardımınıza gelir, çünkü bizim ışığımız sizinkinden
çok daha güçlüdür. Bizi kendinize çekerseniz, biz de
sizi korumak için ışık yoğunluğunu artırırız. Ne kadar
farklı olursa olsun, kötünün bütün bu düzeylerine ba­
kacak olursanız, ortak noktaları olduğunu görürsü ­
nüz : Hepsi de sizin farkındalığınızda varolur. Tek
düşmanınız, iç düşmanınızdır. Bu nedenle ,
Tanrı'yı içinizde aradığınızda, kötüyü yenecek farkın­
dalığı elde edersiniz. B u , karanlığı yenmenin kanıt­
lanmış yoludur.

Bağırması, mesajı hiç kimseye daha çabuk ulaştırmasına ya­


ramayacak olsa da "Çabuk buraya gelin ! " diye haykırdı Marty
Carter, duvardaki telefona. Artık donuk ve mat görünen kalın
cam duvarlara baktı . "Ve General Stillano'yu yatağından kaldı­
rın . Önemli bir güvenlik ihlali var. Çabuk onu buraya getirin ! "
Otuz saniye sonra üstte ilk alarm seslerini duydu . Sığınağın ka­
ranlığı içinden bir gölgenin yaklaştığını görebiliyordu . Carter,
polis aklına sahip olmakla övünürdü . Suç bölgesine ilk gelen ki­
şinin, özellikle de kazara geliyorsa, genellikle birinci derece şüp­
heli olduğunu biliyordu . Yalnız bu sefer, gölge yaklaştıkça bu ­
mm gruplarındaki en önemsiz kişi olduğunu gördü, yardımcı
Albay B urkc .
"Albay ," dedi Cartcr. "Kurabiye kavanozdan kaçmış . "
144 DEEPAK CHOPRA

Yirmi dört saatlik güvenlik uygulandığı düşünülürse, nor­


malde Burke, sığınağın neden bu kadar karanlık olduğunu so­
rardı. Ancak karanlık şimdi daha uğursuz bir anlam taşıyordu.
"Öylece çekip gitmiş olamaz," dedi Burke.
"Tepkinizin özeti bu mu?" dedi Carter saldırganca. " Bu­
raya düşünebilen birisini getirin."
Burke bakakalmıştı. Havada asılı duran ışığın olması gere­
ken, yüksek teknolojili güvenlik ışınlarının ve ses alıcılarının ol­
duğu yerde şimdi hiçbir şey yoktu.
"Nasıl olur?" diye sordu.
"Birlerinin onu üstü açık bir arabayla giderken görüp gör­
mediğini merak ediyorum," dedi Carter. "Unutma, duvarları
eritmiş olabilir. Güvenlik kameralarını kontrol edelim. Bu ara­
da, bütün güvenlik düzeylerinde kırmızı alarma geçersek onu
yeniden yakalama şansımız olabilir."
Burke toparlanarak oraya gelmek üzere yola çıkn11ş olan
generali aradı. Carter, bıkkın bir şekilde, terk edilmiş kafese
doğru yaklaştı. Ordunun her şeyi berbat ettiğini düşünmeden
edemiyordu. Haftalar yerine saatler içinde çözülmesi gereken
bir durum olduğunda, hantal ordu zihniyeti asla işe yaramıyor­
du. Bir şey yapmak yerine sadece seyrederek ışık üzerinde çok
oyalanmışlardı. Onu tepki vermeye zorlamak yerine hep test et­
mişlerdi. Carter'ın ikinci bir şansı olsaydı her şey farklı olurdu.
Stillano göründüğünde, yüzü bir maske kadar sertti. Ama Car­
ter, onun çok korktuğundan emindi. Bu, yüzyılın en önemli
buluşunda yapılan büyük bir beceriksizlikti. Stillano'nun, bir­
birlerine tuhaf ve saldırgan davranan o iki bilim adamı hariç, bi­
lim dünyasını uzakta tutma kararının berbat bir karar olduğu,
geç de olsa anlaşılmıştı. General, araştırma komitesinin önünde
yerin dibine girecekti.
"Ne demek istiyorsunuz? Bunu yapmalarına kim izin ver­
di?" Carter, Stillano'nun cep telefonuna bağırışını duyabiliyor­
du. Yanına yaklaşarak dikkatini çekmeye çalıştı ancak Stillano ar­
kasını dönüp konuşmaya devam etti.
Melek Yakınlarda 145

"Bir saatten fazla mı oldu ? Kahretsin. Hiç kimse izni kont­


rol etmedi mi? " Carter bu konuşmanın Siman ve Lazar'la ilgisi
olduğunu anladı . Stillano'yu omzundan çekti . "Hangi arabayı
almışlar? Plaka numarasını verin bana," dedi çabucak.
Carter, o sırada kendi cep telefonunu çıkarmış, Virginia'yı
arıyordu . Otoritesini kaybetmek istemeyen general , kaşları ça­
tık, omzunun üzerinden baktı . Ancak kendi mezarını daha faz­
la kazmanın hiçbir faydası olmadığını anlamıştı.
"O kahrolası beyaz şeylerden birini almışlar. Hepsi birbiri­
ne benziyor zaten," diye homurdandı Stillano .
Bağırarak bir emir verdi ve birkaç dakika içinde Carter, üs­
sü terk etmiş olan beyaz Buick Sedan'ın plakasını aldı. Araç, gü­
neydeki G Kapısı'ndan çıkmıştı . Bu da, güneye doğru bir rota
izlediklerini gösteriyordu . Meksika'ya mı? New Mexico ve Ari­
zona'nın eyalet otoyol devriyeleri, yerel şerif departmanlarıyla
birlikte bir saat içinde alarma geçirildi. Carter, kendi gerisini
kollamış, prosedür olarak da doğru olanı yapmıştı. Yine de bu,
üzerindeki kasveti dağıtmaya yetmemişti. New Mexico polisi ne
yapacaktı ki?
"Neden kaçtıklarına dair fikrin var mı? " diye sordu Stilla­
no'ya. General başını salladı. Carter, boş cam kafesi işaret etti.
"Bir şey biliyor olmalılar . "
Stillano somurtarak onayladı . " B u tesadüf olamaz. Neyle
kaçtıklarını kim bile bilir ki? "
"O şeyi serbest bırakmanın bir yolunu buldular, bilgiyi de
bizden sakladılar," diye araya girdi Burke . "Buna suç denir.
Bence vatan hainliğine çok yakın bir suç . "
"Böyle mi düşünüyorsun? " dedi Carter alaycı bir tavırla.
"Onları neyle suçlayacağız, Noel ağacını çalmakla mı?"
Kendi görevi için hızla yü rüyerek uzaklaştı . Hala askeri otorite
altında olabilirdi ama otorite de tutsakla birlikte kümesten kaç­
mıştı . Emre itaatsizlikten ya da her ne haltsa ondan suçlansa bi -

,\ kkk Y.,kınl.mb - l' . 1 0


1 46 DEEPAK CHOPRA

le, Carter tutsağı yakalamak konusunda kendi stratejisinin, şu


anda yanından ayrıldığı kişilerinkinden daha iyi olacağından
emindi.

Bundan bir saat önce Siman, bilgisayarının başında uyuk­


luyordu. Başının klavyenin üzerine düştüğünün farkında olma­
dan kafasını kaldırdı. Saate baktı ve ne kadar geç olduğunu fark
edince şaşırdı. Kendini güvende hissetmiyordu. Aşırı titiz insan­
ların dağınıklıktan ötürü duyduğu rahatsızlıktan farklı bir
şeydi bu. Gri damalı ceketini koltuğun arkasına asmış, yeleğinin
düğmelerini açmıştı. Kirli sarı saçı, sürekli yaptığı gibi parmak­
larıyla taranmış görünüyordu. Hatta aynı gömleği üst üste üç
gün boyunca giymişti. Yaşamında onca sadık olduğu davranış
kalıpları ve alışkanlıklar, ordunun dayanılmaz bilme ihtiyacı yü­
zünden aksamıştı. Buradan uzaklaştıktan sonra erken emekliliği
düşünmeye karar verdi. Lazar'a ayrılmış olan bilgisayara baktı.
Bilgisayar sürekli Doom oyununu gösteriyordu ama eski, gürül­
tülü Aerosmith parçalarından hiçbirini duyamıyordu. Bu, Lazar
gitti anlamına geliyordu. Siman namluyu ensesinde hissettiğin­
de varsayımının doğru olmadığını anladı.
Kahretsin seni, Tannm, diye düşündü.
"Sana ihtiyacım var, Watson, buraya gel," dediğini duydu
Lazar'ın. "Geri döndün. Ne oluyor?" diye sordu Siman. Soğuk
namlunun kafasına biraz daha sert bastırıldığını hissetti.
"Sana ihtiyacım var dedim, bu da ayağa kalk demek. Gitmemiz
gerek." Lazar'ın sesi sakin ve normal geliyordu . Siman, bunun,
Lazar'ın gelişmiş espri anlayışı olabileceğini düşündü. Ama dik­
katle ayağa kalkıp sordu , "Arkamı dönebilir miyim?"
"Evet." Şaka değildi.
Lazar, blucini ile altmışlardan kalan , kendi elleriyle
SAVAŞ DEĞİL, BEBEK YAP IN yazdığı, savaş karşıtı en sevdi­
ği tişörtünü giymişti. Bu, ordu asalaklarına vermekten hoşlandı-
Melek Yakınlarda 147

ğı rahatsız edici küçük bir mesajdı. Bakışları neşeli ve kayıtsızdı.


Bu da yeni bir şey değildi. Simon neler olduğunu merak etti.
"Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu.
"Gidiyoruz." Lazar tabancanın namlusuyla işaret etti. Si­
mon kapıya doğru yürümeye başladı. Biraz zaman almıştı ama
çok korktuğunu fark etti.
"Yürüyebilir miyim, bilmiyorum. Kusabilirim," dedi. Söy­
lediklerinin inandırıcı olmasını umdu.
"Benim üzerime kusma, lütfen," dedi Lazar. "Smokinimi
berbat edeceksin." Simon'ın kapıyı açmasına izin verdi. Odanın
ardındaki koridor boş ve korumasızdı. Dış kapı, üssün bitişiğin­
deki çöle açılıyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dökülmüş
çatlak asfaltlı, tozlu yolda duran karartılmış camlı beyaz bir Bu­
ick dışında burası da boştu. Simon durdu. "Filmlerde bir gezin­
tiye çıkacağımızı söylemek adettir. Ama ben bunu yapmayaca­
ğım." Bir an için korkusunu yenecek kadar duruma içerlediğini
hissetti. Bu sadece bir an sürmüştü, çünkü Lazar silahı
kulağına dayadı. Korku, hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde ge­
ri geldi.
"Arabaya bin. Birbirimizden nefret ettiğimizi biliyorlar.
Ama seni sorguya çekerlerse ya aşağılık derece utanç verici bir
yağcılıkla gammazlayacaksın ya da seni bir komplo teorisine
bağlayıp anahtarı da denize atacaklar."
Simon yolcu tarafına yürüdü, arabaya bindi. Birkaç saniye
sonra Lazar direksiyondaydı. Ana giriş yoluna yönelip binaların
etrafından dolaştılar. Araba güneye döndü. Lazar silahı kucağı­
na koydu. Keyfi yerinde görünüyordu. "Filmlerde senin rolün­
dekinin hiçbir zaman başaramayacağımı söylemesi de adettir,"
dedi. G Kapısı'na varana kadar birkaç kapı geçtiler. Araba dur­
du.
"Birkaç dakika için çok sessiz olmanı istiyorum," dedi La­
zar dikkatle.
148 DEEPAK CHOPRA

"Eğer askeri polis sana herhangi alışılmış bir soru sorarsa,


alışılmış bir cevap ver. Biraz daha az korksaydın bunu daha iyi
yapardın elbette, öyle değil mi?" Simon başıyla onayladı.
"Tamam o zaman. Seni öldürmeyeccğimden emin olabi­
lirsin. Delirmedim. Sen sadece taktik bir gerekliliksin, anladın
mı?"
"Bu da ne demek oluyor?" dedi Simon, daha az korkarak.
"Al, bunu iç. Şişeyi elinde tut." Lazar ona, Simon'ın şük­
ranla başına diktiği bir su şişesi uzattı. Boğazı kupkuruydu.
"Sana ihtiyacım olduğunu söylerken, tek başıma dışan çık­
ma şansımı kastetmiştim. Tabii güvenlik ikinci bir kontrol yap­
mazsa. Ve iki kişinin tek kişiden çok daha kolay kaçabileceği so­
nucuna vardım."
Simon karşılık vermedi ama araba çoktan yola koyulmuştu
bile. Zincirli ve lazer alarmlı kapılann önünde duran, iki çitle
korunan beyaz koruma kulübesine yaklaştılar. Simon, Lazar'ın
silahı bacağının altına sıkıştırdığını gördü. Kapıya on metre ka­
la Lazar kornaya basmaya başladı. Genç askeri polisin yanına
vardıklarında Lazar'ın bütün havası değişmişti.
"Ben Doktor Lazar, neden ana kapı bizim için açık değil?
Bu beklememiz gerektiği anlamına mı geliyor? Tannm."
Kağıtları ve güvenlik kartını kendilerine bakan korumaya
sert bir tavırla uzattı.
"Sizde zaten bir kopyası var, iki saat önce okumuş olmanız
gerekiyordu," dedi. Genç askeri polis el feneriyle arabayı hızla
taradı. Işık Simon'ın yüzünde saniyenin onda biri kadar durur
gibi oldu.
"Bunun bir kopyasını almadım, efendim," dedi koruma.
Sesi özür diler gibi çıkıyordu.
"Tannın, bu generalin geçişini de haber almadığınız anla­
mına geliyor," dedi Lazar.
"General mi, efendim?"
Melek Yakınlarda 1 49

"Hemen arkamdan geliyor. Mümkün olan en az karışıklı-


ğı çıkararak üsten ayrılmamız gerekiyor."
"Bunun için telefon etmeliyim, efendim."
Lazar emir kağıtlarının ortasına parmağını vurdu.
"Görebildiğin gibi, bu yalnızca General Stillano'ya özel-
dir. Arayabileceğin tek kişi o ve o da şu an yolda. Onu arabasın­
dan aramayı dene. İşte numarası burada. Kullandıktan sonra ka­
ğıdı yırtıp at."
Askeri polis gergin bir halde kağıt parçasını Lazar'ın elin­
den aldı ve kulübeye doğru koştu. Başka bir onbaşıyla hararetle
konuştuğunu görebiliyorlardı. Daha sonra birisi telefonu kaldı­
rıp numarayı çevirdi. Simon kalbinin duracağını sandı. Otorite
taklidiyle inanılmaz bir iş yapan Lazar'daki değişiklik, onu hay­
retler içinde bırakmıştı. Birkaç saniye sonra ikinci askeri polis
yaklaştı. El feneriyle arabanın içine bakındı.
"Evet, nedir?" diye sordu Lazar.
"Bir mesaj var, efendim. Mesaj, generalin saat 23:00'te
burada olacağını söylüyor."
"Tamam, o zaman bizi bırakın. Yolun bir kilometre aşağı­
sında bekleyeceğiz. Ondan sonra konuşmaya yetkim var."
Bir anlık kararsızlıktan sonra onbaşı selam verdi ve kulübeye el
salladı. Simon kapıların açılmaya başladığını gördü. Onbaşı ara­
badan geriye çekildi.
"Bir şey unutmadınız mı?" dedi Lazar aniden. Simon'ı işa­
ret etti. "Emir kağıdına yapıştınlanla onun kartını da kontrol
edin."
Simon pencereyi açarken, onbaşı onun tarafına doğru ace­
leyle yürüdü. Cüzdanını çıkaran Simon, kartını uzattı. Koruma
kartı geri verdi ve selam durdu. "Tamam efendim, gecikme için
üzgünüm."
"Eh, ordudayız değil mi?" dedi Lazar, bağışladığını göste­
rircesine gülümseyerek.
"Evet, efi:ndim. "
1 50 DEEPAK CHOPRA

Korumanın sesi süt dökmüş kedi gibiydi. Lazar, acelesi


olan bir adam gibi çabucak kapıları geçti. Siman, Lazar'ın ger­
çekten acelesi olduğunu düşündü.
"O mesajda Stillano'nun sesini nasıl taklit ettiğini bana
söylemeyeceğini sanıyorum, yanılıyor muyum?"
"Övünülecek bir şey değil. Bize diske kaydedilebilen sesli
mesajlar gönderiyordu, değil mi? Bunları düzenleyip istediğini
almak işten bile değildi. Bütün yapmam gereken gerekli kısım­
ları dijital ortamda birleştirmekti."
"Peki arabasının telefon numarası?"
"Sahte. Onlara senin numaranı verdim. Bulduklarında
epey eğlenceli olacak, ne dersin?"
Siman kendi kendine küfretti. Lazar gerçekten onu öyle iyi
kıstırmıştı ki, silahı çıkarıp görünür bir yere koyması bile gerek­
miyordu. Çöl soğuktu, sıcaklık yirmi dört saat içinde otuz de­
receden fazla değişiyordu, ay ışığının altında ürkütücü bir par­
laklığı vardı. Siman ürperdi. Yorgunluğunu hissetmeye başlı­
yordu. Üsten yarım kilometre kadar uzaklaştıklarında araba dur­
du. Lazar inerken silahı yanına aldı. Siman, bir an için arabanın
etrafından dolaşıp kendisini öldürerek cesedini atacağından
korktu. Oysa Lazar gidip bagajı açtı. Bir şey oluyordu. Sonra
dönüp Simon'ın kapısını açtı.
"Dinle, eğer beni şimdi bırakırsan," diye mırıldandı Si­
man, sesi çatlayarak. Bir an için, hendekte yatan kendi cesedi­
nin görüntüsü gözünün önüne geldi. Ancak ondan sonra kızı
görebildi. Üstünde hiçbir takı olmayan mavi pamuklu dar bir el­
bise giymişti. Saçı, elbisesi kadar soluktu, ay ışığı hatlarını tam
olarak seçmeye yetmiyordu.
"Gel buraya, be adam, çık arabadan da kız binsin." Lazar,
Simon'a dışarı çıkmasını işaret etti. Kız sessizce, ona bakmadan
arka koltuğa oturdu. Lazar başıyla onayladı ve Simon tekrar ara­
baya bindi.
Melek Yakınlarda ısı
"Uslu ol," diye uyardı Lazar. "Bu Didi. Benim kız arkada­
şım değil ve merhaba demek zorunda da değilsin."
"Zaten bir kız arkadaşın olamazdı," diye sertçe karşılık ver­
di Simon. Nedendir bilinmez, bu ergenlik şakası Lazar'ı hayli
eğlendirdi. Birkaç dakika içinde önlerinde gece yarısı gibi bom­
boş uzanan yola tekrar koyulmuşlardı. Lazar pencereyi açıp ta­
bancayı çöle fırlatana kadar birkaç dakika boyunca kimse konuş­
madı. "Şaşırdın mı, ha?" dedi Lazar gülümseyerek.
"Durdur arabayı, durdur şu kahrolası arabayı!" diye bağır­
dı Simon.
"Neden? Silahı fırlattığımı gördüğün için mi? Önemli de­
ğil. Güvenliği geçtin. Bu yüzden büyük ihtimalle seni de arıyor­
lardır."
Simon az daha kekeleyecekti. "Seni ele vereceğim. Hikaye­
mi duyduktan sonra kimse benden şüphelenmeyecek. Sen tama­
men delirmişsin. Akli dengen bozuldu ve yarım akıllı birisi bile
bunun böyle olacağından şüphe etmezdi."
"Böyle mi düşünüyorsun? Nereden buluyorsun bu kelime­
leri, sözlükten mi? Senin gerçekten namert ve rezil gibi kelime­
leri bulmaya çalıştığını duyabiliyorum. Beyninin, kelime seçen
bölümünün ilmeği çoktan boynuma geçirdiğinden eminim."
Lazar dikiz aynasından yolcularına baktı. Yirmilerinde görünen
kız, arka koltukta sessizce kıvrılmış, gözlerini yere dikmiş bakı­
yordu. Ya çekingendi ya da çok korkmuştu. Simon onunla ya da
nereden geldiğiyle ilgilenmiyordu.
"Şu arabayı durdur dedim!" Elini arabanın plastik kaplı ön
paneline vurunca boğuk bir ses çıktı.
Lazar başını salladı. "Beynini kullan. Şu anda adrenalinin
yüksek olabilir ama seni her an eşek sudan gelinceye kadar dö­
vebilirim. Bir jimnastik salonunun içini en son ne zaman gör­
dün, tabii hiç gördüysen? Ayrıca ne kadar bilgili olursan ol, ce­
bimde bir cop var. Kendini birkaç saat için bu arabanın bagajın­
da mı, yoksa arabadan çok kcrtc nkck trafiği göreceğin yol kc -
152 DEEPAK CHOPRA

narında mı bulmak istersin? İkincisi, seni şüphe altında bıraka­


cak birkaç ipucu için epey uğraştım . Örneğin, harddiskinde du­
ran o emirlerin sahtesini almak gibi . Ayrıca, adına düzenlenmiş
sahte silah kaydı da var - bunun gibi hoş şeyler işte . "
"Başaramayacaksın," diye uyardı Simon .
"Nedir, yine film m i çekiyoruz? Ne yapmaya çalıştığım
hakkında hiçbir fikrin yok."
Simon düşüncelerine dalarak arkasına yaslandı. Şimdiye
kadar sadece araba kaçırmış gibi görünüyorlardı . Bu yasalara ay­
kırıydı ama belgelerin hepsi de onun adınaydı. Bunların yanı sı­
ra Lazar, kaçırma ya da silahlı saldırıyı kanıtlayabilecek olan sila­
hı da atmışn. Simon'ın, ne kadar çılgınca olursa olsun, uygula­
nan planı beklemekten başka şansı yoktu . İç geçirerek,
ay ışığı olsun olmasın bu denli nefret ettiği çöle baktı .
"O küçük beynin çalıştığını duyabiliyorum," dedi Lazar
sakin bir tavırla. "Şimdi tam sırası . Eğer iyi çocuk olursan, sana
cüzdanını bile geri verebilirim . "
Siman, arka cebine uzanıp beklediğini yapmış olma zevki­
ni Lazar'a vermedi. Bunun yerine su şişesini açıp bir yudum al­
dı ve tuhaf işkencecisine şimdilik hiçbir şey söylememeye karar
verdi. Birkaç dakika sonra sinirlerindeki aşın gerilimden dolayı
uyuyakaldı. Lazar'ın alay edebileceği kimse kalm amıştı ve nere­
deyse partneri kadar korktuğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunday­
dı. Didi hakkında ya da nasıl ortaya çıktığı konusunda düşün­
mek istemiyordu. Herhangi bir doğaüstü yolla olmamıştı bu.
Lazar, koridordan odasına doğru yürürken, çıplak ampullerin
aydınlattığı kasvetli koridoru döndüğünde, hemen oracıkta du­
ruyordu kız. İkisi de konuşmamıştı. Lazar, kızın kim olduğunu
ve bunun ne anlama geldiğini bir anda kavradı. Böyle bir şey
karşısında inme inmemiş olması hayret vericiydi . Bu kız, ancak
fantezilerinde çıkabileceği tatlı bir kız gibi görünüyordu . Sarı
saçlarının üzerinde hale yoktu , dudaklarından Tanrı beni gön­
derdi gibi sözcükler de dökülmemişti .
Melek Yakınlarda 1 53

Bana kaçmam için yardım etmek mi istiyordun? İşte sana


firsat, der gibi sakince bakmıştı. Gerisi Lazar'ın anlattığı gibi
geldi. Ancak şimdi, çölün mürekkep mavisi karanlığında kendi­
ni rahatsız hissetmeye başlamıştı Lazar. Rahatsızdan da öte,
dehşet içindeydi. Didi doğrulup usulca omzuna dokunduğunda
az kalsın yoldan çıkacaktı.
"Ah, Tanrım, yapma şunu! " diye bağırdı.
Gözü sola doğru kaydı. Oralarda bir yerde ışıklar gördü.
Kız da onları görmüş olmalıydı. Ortalarında daha büyük
bir parıltı olan, göz kı rp an dağınık ateşler vardı.
"Dur," dedi Didi.
Lazar hemen frene bastı. Arkasını dönüp kıza baktı. Di­
di'nin gözleri parıldayan ışıklara kilitlenmişti.
"Dışarı çıkmak istiyorsun, değil mi?" dedi Lazar. "Biz."
Didi, bunu söylerken şoför kapısını işaret ediyordu. Lazar kapı­
yı açıp incecik kızın dışarı çıkmasına yardım etti. Bir süre sonra
kız, parıltıların olduğu yönde ilerlemeye başladı. Lazar takip et­
mesi gerektiğini biliyordu. Bölge dereler ya da göçükler yüzün­
den gece tehlikeli olabilirdi. Ancak ayakkabıları kaymıyordu.
Ayakkabıları insan ayağı değmemiş toprağın mineral çöküntüle­
rinden oluşan üst tabakasına gömüldükçe hafif bir çıtırtı yükse­
liyordu. Ateşler arabadan çok uzakta görünüyordu ama Lazar
ile kız çabucak yaklaştılar. Nereye gidiyoruz? diye fısıldamak is­
tedi Lazar. Kız, Lazar'ın zihnini okuyarak sol tarafı işaret etti.
Tamam, diye düşündü Lazar, ben diişün iirken konuşa bili­
riz. Lazar, kızın, zihnindeki utanılacak şeyleri okumamasını
ümit ediyordu.
Bunu da okumuş olmalıydı, çünkü kızın başı Lazar'a doğ­
ru döndü. Lazar'ın, Didi'nin gülümsediğini bilmesi için karan­
lıkta görebilmesi gerekmiyordu.
Solda ne var? diye sordu. Zihnine hiçbir cevap gelmedi. Bıı
tek yönlii bir telepati mi olacak? Bu sorunun da karşılığı gelmedi.
Daha sonra bir şeyler geldi, çünkü Didi gerçekten konuşmuştu.
1 54 DEEPAK CHOPRA

"İnsanlar, kalabalık değil. Bir aile . "


"Yani bazen konuşacaksın, öyle mi? " diye fısıldadı Lazar.
"Öğreniyorum," dedi Didi . Kızın bir şey öğrenmesi gere-
keceği Lazar'ın aklına gelmemişti. Bu soruyu daha sonraya sak­
ladı. Lazar, kendilerine ayrılan arazide gezinen Navajoların
kampına doğru ilerlediklerini fark etti . Etrafta hiçbir toprak Na­
vajo kulübesi ya da kerpiç ev yoktu . Kamp, dağınık ateşler ve
halka biçiminde park edilmiş bir düzine kamyonetin ortasında­
ki daha büyük bir ateşten oluşuyordu . İnsanları görebilecekleri
kadar yaklaşmışlardı. Sesler geliyordu. Kadınlar, kızılderililere
özgü alçak, şakırcasına sesleriyle, ve erkekler de keskin, gırtlak­
tan çıkan sesleriyle kutsal şarkılar söylüyorlardı. Melek birden
elini kaldırarak Lazar'dan durmasını istedi. ( Birkaç gün sonra
yol kenarında Meksika dürümü yerken Lazar, geri dönüp baktı­
ğında bu anın melek sözcüğünü ilk kez aklından geçirdiği an ol­
duğunu fark etti. ) Didi şarkıları dikkatle dinliyor gibi görünü­
yordu. Lazar, kızın bunları anladığını düşündü. Törene çıngı­
raklar ve ayaklarını yere vuran dansçıların yaptığı dans da katıl­
mıştı. Lazar bunu, görmekten çok hissetti. Yabancı ama gizem­
li ritimlerin kendisini etkilemesine izin verdi.
"Gel . " Didi küçük bir hareketle sol tarafı işaret etti. Yer
daha dikleşmişti. Kayalar, Lazar'ın ince, eski spor pabuçlarına
çarpıyordu. Bir anda karşılarına gökyüzünden daha siyah bir şey
çıktı. Bir kayatepe. Kız, Lazar'a tutunup tutunamayacağını sor­
madan tırmanmaya başladı.
"Ben bu işten anlamam," diye mırıldandı Lazar.
Bütün dikkatini düşmemeye verdi. Tepe dikleştikçe aşağı­
yı göremediği için seviniyordu . Ayağının altından sürekli taşlar
ve çakıllar yuvarlanıyordu. Bir ara çığ kelimesini düşündü. Ken­
disini, kafatasım çatlatan bir parça kumtaşıyla boşluğa düşerken
hayal etti. Hemen o anda zihninde Didi'nin güldüğünü duydu .
Soytarılık ettiğimi mi diişüniiyorsun? Bu şimdiye kadar ya ­
şadığım en garip gün, diye düşündü Lazar, kızın bunu okuyup
Melek Yakınlarda l 55

okumadığını umursamayarak. Tırmanışın sonlarında elleri üze­


rinde ilerlemeye başlamışlardı. Lazar'ın sinirleri boşalmak üze­
reydi ki yarım saat sonra tepeye ulaştılar. Lazar'ın bunu nasıl ba­
şardığını Tanrı bilirdi; çünkü ay battıktan sonra herhangi bir şey
görmek imkansızdı.
İyi idman, diye duydu Lazar zihninde . Kayatepenin kena­
rına yürüdüler. Buradan aşağıdaki kampçılar kolaylıkla görüne­
biliyordu. Tören giysileri içinde yirmi Navajo ateşin etrafında
oturuyordu. Şarkılar son bulmuştu. Ateşin turuncu parıltısı çöl
kayalarını ışık içlerinden gelir gibi aydınlatıyordu. Böyle şeylerle
hiç ilgisi olmayan Lazar için bile bunun kutsal bir an olduğunu
anlamamak imkansızdı. Neye karıştım ben böyle? Lazar, asker­
lerin savaşta, yaylım ateşi bedenlerine ulaşmadan hemen önce,
sesi duyduklarında gelen dehşet verici içgörüyle ölümün varlığı­
nı hissetti. Havada ölüm vardı ve Didi bunun için gelmişti. Bir
an için, kızın kendisini uçurumdan aşağı, eski bir Toltec kurba­
nı olarak atacağı gibi çılgınca bir hisse kapıldı. Bebeği o zaman
gördü. Üç metreden daha yakındaki bebek, kayatepenin kenarı­
na yerleştirilmişti. Kara saçları ve kara gözleri vardı. Ateşin parıl­
tısı, çıplak bedenini sanki yeni doğmuş gibi parlak gösteriyordu.
Didi, bebeğe gülümsedi, bebek ayağa kalkarak parmak uçların­
da durdu. Agu sesiyle dönmeye başladı. Anlamın ötesinde bir
sahneydi bu. Bebek bir yaşından daha büyük olamazdı. Sanki
küçücük bir Navajo taş bebeğin canlanmış hali gibiydi. Bu yaş­
taki bebekler bırakın dönmeyi, ayağa bile kalkmazlar. Lazar,
sahneyi kendi kabul edebildiği gerçekliğe oturtmaya çalışıyordu.
Bebek tek parmağının üzerinde, minyatür bir derviş gibi dön ­
meye başladı, boğazından katıksız bir coşkunun sesleri yükseldi.
Minicik bedeni, ağırlıksızmış gibi dönüyordu, yavaşça yerden
yükselmeye başladı. Havada asılı durmuyor, sürüp giden esrikli­
ği ile dönerek yükseliyordu. Vay canına. Kıskandım doğrusu.
Didi ellerini avuç içleri yukarı bakacak şekilde kaldırdı. Başını
geri atmış olan bebeği yerden kaldıran şey bu hareketiydi sanki.
1 56 DEEPAK CHOPRA

Tanrım, böyle daha pek çok şey göreceğim, diye düşündü


Lazar. Daha fazla sayıda meleğin çağırıldığından emindi. Belki
de gelmişlerdi bile. Son derece tuhaf bir andı. Lazar'ın ne yap­
ması gerektiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu. Eğilmeli miy­
di, kutsal bir şeye saygı mı göstermeliydi, bunu dile mi getirme­
liydi, yoksa istavroz mu çıkarmalıydı? Şimdiye kadar bunların
hiçbirini yapmamıştı ( Katolik bile değildi), ama havada öyle bir
enerji yükü vardı ki, zihni kutsal bir yanıt yakalamaya çalışıyor­
du. Beni umursama. Diişiinmemeye çalışacağım. Mümkün ol­
duğu kadar küçük ve görünmez olmanın daha iyi olduğunu his­
sederek bunu söylemişti. Didi'nin yukarıya bakmayı bir süre da­
ha sürdürmesine karşın bebek gitti.
"Ölüyor muydu?" diye sordu Lazar, yüksek sesle.
Didi başını salladı. Lazar, zihninde şunları duydu: Bu sabah öl­
dii. Annesiyle birlikte olmak istiyordu. İkisi de çok iizgündü.
Beni gördiiğünde girm eye hazırdı ve bu onu murlu etti.
"Vay, mutluluk buysa ben gerçekten depresyonda olmalı­
yım, çünkü böyle bir şeye hiçbir zaman yaklaşamadım bile" de­
di Lazar. Bu, üzerinde düşünmeye değer bir konuydu ancak de­
vamını getirmedi. Aşağıdaki kamp ateşleri sönmeye yüz tutmuş­
tu. Ailelerin oluşturduğu çember parçalara bölünmüş, her biri
kendi kamyonetine gidiyordu. Melek, vizyonları olsun olmasın,
boynunu kırmadan aşağı inmek için ne gerekiyorsa yapmalıydı.
Burada bana yardım edip etmemeni umursamıyorum, diye
düşündü, ama en azından bıı kahrolası kayan taşlar göriintüsii­
ne saplanıp kalmama engel ol.
Karanlıkta Didi'yi gülerken duyabiliyordu.

Harlem'de kiliseden paldır küldür çıkan Michael, artık en­


dişelenmeye başlamıştı. Susan cipte değildi. Çevresine baktı. So­
kağın karşı köşesindeki birkaç bıçkın siyah genç sert bakışlı göz­
lerini ona dikmişti. Daha aşağıda, arabalar ışıkta durduğunda bir
adamın zorla lastik cam sileceği satmaya çalıştığını gördü. Hiç
Melek Yakınlarda 157

kimse ona dokunmuyordu. Bu sokak, bu insanlar, bu şeyler bü­


tünüyle başka bir gezegene de ait olabilirdi pekala. Susan, kili­
senin arkasındaki köşeyi dönüp koşarak geldi.
"Arabaya bin, Marvell bize bir ipucu daha bıraktı," dedi.
"Nasıl? Kartvizit kutusu bizde değil ki." Michael arabaya
bindi. Susan hareket etti. Küçük bir patinajla Amsterdam Bul­
varı yönünde hızla ilerledi.
"Bir telefon kulübesinden sana mesaj bırakılıp bırakılmadı­
ğını kontrol ettim," dedi Susan. "Jack Temple birkaç tane bı­
rakmış ama önemli olanı şu: Marvell kısa bir süre bir akıl hasta­
nesinde yatmış. Kendisi itiraf etmiş."
"Ne zamanmış bu?"
"Ölmeden hemen önce. Orada yaklaşık bir hafta geçirmiş,
sonra ayrılmış. Yani geçen hafta bile olabilir. Kimsenin öğren­
mesini istememiş olmalı ki şehrin hemen dışında özel bir hasta­
ne seçmiş." Susan kırmızı ışıklan geçerek, yavaş giden taksilere
ve yanyana park etmiş kamyonetlere el işaretleri yaparak çılgın
gibi sürüyordu.
"Yattığı yerin adı ne?" diye sordu Michael.
"Mount Aerie Hastanesi. Hiç adını duydun mu?"
"Hatırlamıyorum. Belki."
"Sanıyorum, alkolik ünlülerin tedavi edildiği pahalı bir
rehabilitasyon kliniği de var orada."
Susan'ın sesi mutlu ve kendine güvenliydi. İzledikleri yol,
ne zaman onları normal, Susan'ın çözebileceği ya da en azından
anlayabileceği izlere sürüklese, enerji düzeyi belirgin ölçüde
yükseliyordu. Michael, Küçük Gideon'la olanları Susan'a anlat­
mayı başka bir zamana bıraktı. Geçmişe gitmek yeterince garip­
ti ama peki bu gittiği neden geçmişin başka bir versiyonuydu ki?
Mount Aerie, Westchester'da daha önce bir topluluğun dinlen­
me yeri olan, bir dizi alçak bungalovdan oluşuyordu. Hiçbir ka­
pı ya da çit yoktu. Yaşlı bir karaağaç korusunun altındaki küçük
park yerinde durdular.
158 DEEPAKCHOPRA

"Bizim için mükemmel bir yer," dedi Susan arabadan çı­


karken.
"Dünyanın yarısından çoğu bu görüşünü paylaşırdı," dedi
Michael. Ana yapının ağır tahta kapılarını geçince Mount Ae­
rie'nin kunıluş amacını gösteren ilk işaretlerle karşılaştılar: Bir
camekanın ardında iki hemşire ile yan tarafında bir konımanın
durduğu kabul masası.
"Yardımcı olabilir miyim?" dedi masadaki hemşire mikro­
fonuna. Susan bir an bile beklemedi.
"Kaydolmak için geldim."
"Nasıl?" Hemşire onlara bakarak cama biraz daha yaklaştı.
Michael, Susan'ın ne yaptığını bilmiyordu ama oyunu sürdür­
dü. "Beni kastediyor. Karımı yatırmaya geldim," dedi Michael.
Hemşire bir an duraksadı. Sonra panoya iliştirdiği notlarını aldı.
"Kayıtlar bugün için kapandı," dedi kağıtları karıştırırken. "İs­
miniz neydi?"
"Aulden," dedi Michael çabucak. Hemşire kaşlarını çatar­
ken uzun bir bekleyiş oldu. Michael güvenliğin olduğu yöne
bakmamaya çalıştı. "Endişelenme, her şey düzelecek," dedi Su­
san'a, rahatlatıcı bir sesle. İkisi de nefeslerini tuttu. Gerçekliği
etkileme, onu arzularına göre şekillendirebilme gibi garip bir
güçleri varsa sınanma zamanı gelmişti.
"Ah, evet. Susan Aulden mı?" diye sordu hemşire. Susan
başıyla onayladı. Bedenini bir heyecan dalgası kaplamıştı. Duy­
gularına hakim olmaya çalıştı. Çılgın bir kadın, heyecanlandı­
ğında daha da çılgın görünür müydü acaba. Kulaklarına bir vı­
zıltı geldi. Misafir odasını andıran küçük bir görüşme odasına
alındılar. Kapılarda sağlam kilitler yoktu. Etraftaki tek doktor,
onun da doktor olduğunu öğrendikten sonra Michael'a saygıy­
la yaklaşan bir stajyerdi.
"Eşiniz daha önce kaydolmuş, doğru mu?" diye sordu
adam. Dosyalardan çıkardığı bir çizelgeye bakıyordu. Michael,
teşhisi tahmin etmeye çalıştı.
Melek Yakınlarda 159

"Evet, tekrarlayan depresyonlardan şikayetçiydi daha önce.


Yirmili yaşların başında akut şizofrenik bir rahatsızlık olmuş ola­
bilir. Bu konuda hiçbir güvenilir kayıt yok."
"Hımm." Stajyer çizelgeye bazı notlar düştü, başka bir
sayfaya geçerek Susan'a dostça baktı.
"Son zamanlarda ne oldu? İntihar düşünceleri mi arttı?
Geçtiğimiz ocak ayında bu nedenle gelmiştiniz, değil mi?"
Susan başıyla onayladı. "Evde kalınca kendimi güvende hisset­
miyorum bu aralar," dedi. Sanki ne oynarlarsa gerçek olacakmış
gibi, bu saçmalığın gittikçe daha doğal gelmesi çok şaşırtıcıydı.
Yoksa herkes bunun gerçek olduğuna önceden inanmış mıydı?
"Doktorunuzun geç gelebileceğinize ilişkin bir notu var bura­
da," dedi stajyer. "Dr. Bruson inceleme için hafta sonu buraya
gelmenizi istemiş." Susan yine başıyla onayladı. Aniden, birkaç
dakika içinde yalnız kalacağının farkına vardı. Endişeyle Micha -
el'a baktı.
"Onu bu gece ziyaret edip sabah yine gelebilir miyim?" di­
ye sordu Michael.
"Elbette." Stajyer Susan'a gülümsedi.
"Endişelenecek bir şey yok. Size iyi bakacağız." Susan,
adamın verdiği zoraki güvence yüzüden, ona hayli kötü bakmış
olduğunu anladı. Stajyer hekime şükran dolu bir gülümseme ile
karşılık verdi.
Onu arka taraftaki üçüncü kulübeye, ufak bir kır evini an­
dıran, ağaçlar içine gizlemiş küçük bir odaya götürdüler. Susan
mobilyaları, Yankee battaniyelerini, halıları ve iki ikiz yatağı in­
celedi.
"Endişelenmeyin," dedi hemşire.
"Kendi başınıza kalabileceğiniz birkaç saatiniz var. Oda ar­
kadaşınız akşam yemeğinde." Susan dudağını ısırdı. Zenginler
için yapılmış bir akıl hastanesinde, "oda arkadaşı"nın ne anlama
gelebileceğini düşünmemişti. Ama kapıda asma kilit olmadığına
göre, burayı güvenliği en az bölge olarak düşünülebilirdi. Mar-
160 DBEPAK CHOPRA

veli da böyle bir kulübede mi kalmıştı, yoksa buraya gelirken yol


üzerinde geçtikleri daha güvenli bölgelerde kilit altında mı tu ­
tulmuştu?
"Diğer hasta gelene kadar eşimle kalmak isterim," dedi
Michael. Hemşire gülümsedi ve bir dizi temiz havluyla hastane
giysisini yatağın üzerine bırakarak oradan ayrıldı .
"İşte , içeri girdik," dedi Susan kapı kapandıktan sonra.
"Şimdi neler olduğunu bulmalıyız."
Michael, Susan'ın karşısındaki boş ikiz yatağın üzerine
oturdu .
"Marvell'ın son zamanlarda artan bir stres içinde olduğu ­
n u sanıyorum. Hayatının buluşunun peşinde olduğunu düşün­
dü . Şu son notuna bak: Melek yakınlarda. Bir karşılaşma bekli­
yordu . Ama sonra onu kaybetti, dengesini yitirmeye başladı,
böylece buraya geldi. "
"Belki . Ama buraya birisiyle buluşmaya gelmiş de olabilir.
Bizim gibi, o da yönlendirilmişti belki . "
"Tamam . Bu durumda o bağlantının kim olduğunu bula­
bilirsin . " Susan başıyla onayladı. B lucinin çıkarıp yatağın üzeri­
ne bırakılmış olan mavi geceliği giymeye başladı. Michael, gece­
liği Susan'ın arkasından bağladı. İkisi de artık konuşmuyordu.
Susan'ı ensesinden öptü.
"Oda arkadaşın ben de olabilirdim," dedi Michael bir an­
da uzun zamandır birlikte olmadıklarını hatırlayarak. Susan, ar­
kasını döndü ve dudaklarının Michael'ın dudaklarında gezinme­
sine izin verdi.
"Nerede olduğumuzu bilmiyorum," dedi Susan .
" Korkutucu olan , buna gittikçe alışıyoru m . "
"İşte benim kadınım . " Birbirlerine usulca sarılarak birlikte
yatağa uzandılar. Heyecan verici bir yer değildi, cinsel bir coşku
da hissetmiyorlardı ama içinde bulundukları durumun ürkütü ­
cülüğü kayboldu . Bir anlığına bedensel yakınlığa sığındılar. Do­
ku nmanın verdiği sıcaklık, gizli yaraları ve sars ıntıları hafifletti .
Mdek Yakınlarda 161

"Korkmayacaksın, değil mi?" diye fısıldadı Michael.


"Göreceğiz. Kendi üzerime bahse girmeyi bir süre önce bırak­
tım." Susan daha fazla düşünmek istemiyordu. Orada yatıp
Michael'ın yüzünü okşayarak ışığı kapadı. Zaman usulca çözül­
dü. Bir yarı unutuşun içinde rahatladılar. Çekip gitmek bu de­
mekse, artık bundan korkmuyorlardı. Özgürlük, henüz yuvala­
rı gibi değildi ama artık boş bir arazi de sayılmazdı.

***
"Eyalet birliklerini aramayı bırakabilirsin," dedi Lazar Si­
mon'a, gözlerini önündeki yoldan ayırmayarak.
Sanki Lazar'ın hız sınırı diye bir kavramdan haberi yokmuş
gibi, araba asfalt yolda gittikçe hızlanıyordu.
"Onlara rastlamayacağız." Neredeyse şafak sökmüştü ve
Simon bir saattir uyanıktı. Sırtı ağrıyarak doğruldu. Gözlerini
Lazar ile arkadaki kızdan kaçırdı.
"Nereden biliyorsun? İstediğin zaman adam kaçırabilmen
için polis sana ayrıcalık mı tanıdı?" dedi Simon saldırısını gizle­
meye çalışmaksızın.
"Çünkü New Mexico gözden uzak bir eyalet ve bütün ana
yollardan uzak duruyorum. Buralara kadar birlik gönderme
zahmetine giremezler," dedi Lazar.
"Bu arada, seninle konuşmamız gerekiyor. Mercek altında­
yız, aynı fikirde değil misin, eski dostum?"
"Gitmeme izin verseydin bu noktaya gelmemiş olurduk,"
dedi Simon.
"Kes şunu. Acı içindesin ama tanıdığın şeytan tanımadı­
ğından daha iyidir, öyle değil mi?" Lazar dikiz aynasına baktı.
Didi uyumuyordu. Görünüşe bakılırsa arabaya döndükle­
rinden beri, gece boyunca bir kere bile pozisyonunu değiştir­
memişti. Derin bir sükunet içinde sessizce oturuyordu. Kız La­
zar'a gülümsedi .
162 DEEPAKCHOPRA

"Seni yalnızca tanık olarak yanıma alıyorum. Burada olma­


nın tek sebebi bu," diye devam etti Lazar.
"Bunu avukatlarıma anlatabilirsin."
"Gerekirse anlatırım. Ama heni.iz yakalanmadın bile. Arka­
daki bu genç kadın bizim tutsağımız. "
"Tanrım, onu da mı kaçırdm?" dedi Siman.
"Siman, tutsağımız dedim. Ordunun bir lazer ışığı parçası
olarak üsse getirdiği tutsak. "
"Ne? "
Simon'ın başını hızla geriye çevirip gözlerini Didi'ye dikti.
Kız Siman' a bakmadı. Altın sarısı, solgun şafakta yanıyor gibi
görünen çölü seyrediyordu. Lazar'ın gözleri, önünde uzanıp gi­
den yoldaydı. "İşte buna dönüştü. Bir biçim gerekiyordu ona.
Bunu seçti. Ben de yardımcı oldum. " Kendi kendine gizlice
güldü. Son cümlesi biraz abartılıydı. Işığa birçok görüntü gön­
dermişti. Didi, Lazar'ın yaşamından birisini, bir kız kardeş ya da
eski bir kız arkadaşı değil, üniversitede kampüsü geçerken bir an
için gözünün ucuyla gördüğü, çok çekici genç bir kadını seç­
mişti. Kız kaybolup gitmiş ama onun yüzünü hiç unutmayan
Lazar ona kendi yarattığı Didi ismini vermişti. "Tepki göstere­
cek misin, göstermeyecek misin?" dedi Lazar hayretten ağzı açık
kalmış Simon'a bakarak. "Dışarı atlamadan önce hız göstergesi­
ne bir bak istersen. Ellinin üzeri genellikle ölümcüldür. "
"Lütfen, ne yaptığını bir düşün," dedi Siman, yalvarır gibi.
"Hastasın sen . " Lazar güldü, "Seni de sürükleyerek iyilik yap­
mış oluyorum, biliyor musun? Henüz bunun farkında değilsin.
Sana bir iyilik yapıyorum, çünkü sıfır noktasında olmanın eşsiz
deneyimini yaşıyorsun. Böyle bir şeyin daha önce gözlemlendi­
ğini mi sanıyorsun? Stillano onu yok edecekti, bundan eminim.
Bu yüzden onu kurtarmak benim görevimdi. "
Siman sınırlarını zorlayan çılgmlığa direniyordu. Şans ese­
ri yolun yarım kilometre ilerisinde bölge şerifinin arabasını gör­
dü. Şerifin arabasına ulaştıklarında dikkat çekmenin yollarını
düşünmeye başladı.
Melek Yakınlarda 1 63

"Tanrım, hiç vazgeçmiyorsun," dedi Lazar. "Bir benzin is­


tasyonuna gelene kadar o polis arabasının arkasından gidece­
ğim. Enerjini harcamayı bırak. Düşünmen gerek."
Simon arkasını dönüp Didi'ye baktı. "Kimsin sen? Bu ada­
mın ne kadar çılgın olduğunun farkında mısın?" Kız gülümse­
meden baktı. Onu ilk defa görüyormuş gibiydi. Kızın saçlarına
vuran güneş, başının çevresinde parlak bir hale oluşturacak ka­
dar yükselmişti. Eliyle saçlarını geri attı.
"Resmen doğrulanan habere göre Başkan Kennedy, Dallas
saatiyle yaklaşık bir otuzda öldii, " dedi kız yumuşak bir sesle.
"Coca - Cola, hayatm gerçek tadı. Toprak Ana 'yla oyun olmaz. "
"Aman ne güzel, demek onu da kendi halüsinasyon dünyana
çektin, öyle mi?" dedi Simon öfkeyle.
"Dili kullanmaya çalışıyor," dedi Lazar. "Benim beynim­
den rastgele birçok deyim aldı, şimdi bunları sıraya koyması ge­
rek."
Simon söyleyecek bir şey bulamayarak arkasına yaslandı.
"Bu sadece bir örnek," diye ekledi Lazar neşeyle. Başını arka
koltuğa doğru çevirdi. "İyi misin?" diye sordu.
" Uçur beni, ben Sandy. Ve diinya gözlerinde devam etti
dönmeye," dedi Didi dikkatle.
"Bilgileri, benimki gibi çöple dolu bir beyinden almamış
olmasını isterdim," dedi Lazar. "Sence bunlardan geriye kalan
var mıdır?"
"Tımarhanede oda komşusu olsanız pek mutlu olurdunuz
herhalde," diye homurdandı Simon.
Lazar, sözüne sadık kalarak şerifin arabasının arkasından
gitti ve arkasında bir toz bulutu bırakarak eski bir benzin istas­
yonuna saptı. İçerideki kasiyer elini salladı ama dışarı çıkmadı.
"Pekala, gitmek isteyen varsa burası tam yeri," dedi Lazar.
"Ben ödemeye gidiyorum. Ve Simon, bebeğim, kasadaki ada­
mın yanına gitmeye çalışma, çünkü aranızda duracağım, tamam
mı?"
164 DEEPAK CHOPRA

Lazar, arabadan dışarı adımını attığında Simon tekrar arka­


sına döndü.
"Dinle, bu adam seni ilaçla uyuşturdu mu, sana bir şey ver-
di mi?"
Melek sakin ve hareketsizdi.
"Sevgili Simon, seni çok düşündük," dedi dikkatle.
Bunun anlamlı bir cümle olduğunu biliyordu, çünkü yüzü
aydınlanmıştı.
"İyi. Harika." Düş kırıklığı ve tiksinti ile arabadan inip tu­
valetlere yöneldi.
Aklına kendisini içeri kilitlemek geldi ama koridora bakan
kapı ardına kadar açık, paslı eski asma kilit ise kırılmak üzereydi.
İçerisi berbat kokuyordu ve Simon yaptığı şeye bakmadan nefe­
sini tuttu. Eğer bir yolunu bulamazsa bütün günü arabanın
içinde lanet bir şekilde geçirecekti. Ama ne yapabilirdi? Çıkar­
ken tuvalet kapısını öfkeyle tekmeledi. Kapının, koridorun du­
varında bir şeye çarptığını duydu. Kalbi duracak gibi oldu ve
dikkatle kapının arkasına baktı. Kapı, daha önce gözünden ka­
çan jetonlu telefona çarpmıştı. Simon ahizeyi kaldırdığında
Tanrı onunlaydı. Çevir sesini duydu. Kalbi deli gibi atıyordu.
İki dakika içinde ya da daha kısa süre sonra Lazar ona bakmaya
gelecekti. Yakalanmayı göze alamazdı. Ama eğer 911 'i denerse,
burada herhangi birine bağlanacağından nasıl emin olabilirdi?
Lazar, Simon'ın cebinde hiç bozukluk bırakmamıştı. Simon ani­
den kararını verdi. Asla kullanmaması gereken gizli numarayı
arayacaktı. Bu yüzden başı belaya girerse suçu üstlenecekti. Baş­
ka seçeneği var mıydı? Otuz saniye sonra köşeyi döndüğünde,
Lazar arabanın yanında duruyordu. "Musluk mu sızdırıyordu,
yoksa kendine yeni arkadaşlar mı buldun?" diye sordu. Simon'a,
Lazar'ın gözlerinden kuşku ışığı geçmiş gibi geldi. "Git kendin
bak." Simon arabaya bindi. Küstah ya da budalaca davranıp dav­
ranmadığını bilmiyordu. Eğer Lazar kontrol etmek için gidip
jetonlu telefonu görseydi, sert bir tepki güstcrccckti. Buna şi.ip-
Melek Yakınlarda 1 65

he yoktu. Bunun yerine arabaya binip motoru çalıştırdı. On da­


kika sonra yeniden yola çıktıklarında Lazar, "Sana anlattıklarıma
karşılık vermedin. Bir bilim adamı olarak bana ne düşündüğünü
söyle," dedi.
"Çıldırmış olduğunu söyledim ya," dedi Siman.
"Bu benim bilim adamı olarak görüşümdü. Geri kalanı, ya­
ni tutsak ve bu kız, yorumu hak etmiyor."
"Böyle mi düşünüyorsun? Tutsakla ilgili teorin neydi?
Hayvan, bitki ya da çok akıllı bir mineral olmalıydı. Farkındalık
sahibi olabileceğini kabul edemez misin? Sayısız şekillerinin her­
hangi birisine bürünebilen, bilinçli bir hologram hayal et. Bu,
işte o."
"Saçmalamaya devam et, Bay İşe Yaramaz," diye mırıldan­
dı Simon.
"Bütün söyleyeceğin bu mu?" diye sordu Lazar.
"Ne kötü. Çünkü bu, sen öğrenene dek daha uzun süre
birlikte olacağımız anlamına gelir."
Sonraki bir saat boyunca sessizce yollarına devam ettiler.
Lazar, Didi'nin, İngilizce'yi ne derece öğrenebildiğini bilmiyor­
du ama beyin dalgalarından daha fazlasına ihtiyaç duyabileceği­
ni düşünerek radyoyu açtı. Haber kanalı onlarla ilgili haber ya­
yınlamadı. Lazar, tutsağı çevreleyen güvenlik katmanlarını dü­
şünerek buna şaşırmadı. Radyo çalışırken melek kendi kendine
mırıldanıyordu. Aniden Lazar'ın omzuna hafifçe vurdu.
"Evet?" dedi Lazar. "Aç mısın? Duralım mı?"
"Hayır, arkadaşım," dedi kız, net, kendinden emin bir ses­
le.
"Bu biraz zamanımı aldı ama nereye gitmemiz gerektiğini
biliyorum. Alışılagelmiş yoldan, otomobille yol alabiliriz. Bu
yolculuğa değecek."
"Vay, neredeyse başardın." dedi Lazar. "H ala bir Sovyet
tercüman vasıtasıyla konuşuyormuşsun gibi geliyor ama bu çok
daha iyi. Nereye gideceğimizi söyle." Kız Lazar' ın kulağma ya-
166 DEEPAK CHOPRA

pacaklarını fısıldarken, Simon put gibi durdu. Telefon etmişti


ama rota değişikliği olabileceğini hesaba katmamıştı. Ordu he­
likopterleri gelip de arabayı bulamazsa, bu onun şanssızlığı ola­
caktı.
"Gloria in excelsis Deo," dedi arka koltukta oturan kız.
Lazar arabayı tam gaz sürmeye başladı ve kuzeye döndü.
Taco( * ) tezgahı eski domuzyağı, keçi eti ve yeşil biber kokuyor­
du. Alışageldiğiniz standartları unutup ortamı bütünüyle ele
alırsanız, burası harika bir birleşimdi. Çam ağaçları ve sonsuza
uzanıp giden kırmızı toprağı kubbesi altına alan engin New Me­
xico gökyüzü. Lazar derin bir nefes aldı. "Tanrım, size de Dor­
set'te nisan ayını hatırlatmıyor mu?" dedi ama Simon ona aldır­
madı. Açlıktan ölüyordu, kendini bıırrito grandesinden iri lok­
malar koparmaya vermişti.
Tezgah açık havadaydı. Üzerine branda gerilmiş bir çardak
altında. Siyahlar içinde iki Meksikalı kadınla yaşlı bir beyefendi
bir kenarda kısık sesle konuşuyorlardı. Hiç değilse Didi bundan
hoşlanmıştı. Lazar onun yemek yiyip yemeyeceğini merak edi­
yordu. Yedi. Bir elinde dökerek yediği taco, diğerindeyse bir
Coca- Cola tutuyordu.
"Ne kadar da Amee-ri-kalıya benziyorsunuz, küçük ha­
nım," diye sözcükleri uzatarak konuştu Lazar. İçinde olduğu
gerilim nedeniyle kızı eğlendirmeye çalışmaktan kendini alıko­
yamıyordu. Fakat kızın gözlerindeki asla yok olmayan pırıltı La­
zar'ı etkilemişti. Didi, kendisini sürekli eğlenceli ve
ilginç hissetmesini sağlıyordu. Bu, bağımlılık yaratmaya başla­
yan bir ilüzyondu.
"Burası iyi yapılmış," dedi Didi, gözleriyle çölü tararken.
"Temiz ve açık. Huzur veriyor."
"Doğru." Lazar'a göre Didi'nin dili hala aşırı çeviri koku­
yordu ama bu da hoşuna gidiyordu. Yemeği bitirdiler. Didi, il-

(') Meksika dürümü (ç. n.)


Melek Yakınlarda 167

gisini hatıra eşyaları satan dükkana çevirdi. Çardağın eski çam


çatı kirişlerinde, Albuquerque'ye giden yoldan geçen turistlerin
gözüne çarpabilecek turkuvaz boncuklar, siyah Navajo gömlek­
leri, pantolonlar ve çeşitli süs eşyaları asılıydı.
"Buraya gel," dedi Didi.
Askıdan giysiler alıp inceliyordu.
"Beğendiğin bir şey mi buldun?" diye sordu Lazar.
"Hayır, bu senin için. Değişik görünmelisin." Yanıt bekle-
meden, eskitilmiş bir blucin, siyah bir tişört ve parlak kırmızı­
turuncu renklerden oluşan bir pançoyu gösterdi.
"Panço dışında her şey olur," dedi Lazar ılımlı şekilde.
Arabaya girip, üzerini değiştirdi. Sonra, dikkatle faturayı hazır­
lamaya başlamış olan iki kadına ödeme yapmak için geri döndü.
Ama Didi henüz gitmeye hazır değildi. Elinde bir makasla La­
zar'a el sallıyordu.
"Onu da nereden buldun?" dedi Lazar.
İki dakika sonra yolun kenarında çömelmiş oturuyor, yağ­
lı saç öbekleri rüzgarda uçuşuyordu.
"Bunu yalnızca Tanrı aşkına yapardım, biliyor musun?"
dedi Lazar. Gerginlik yaratacak bir süre boyunca Didi saçlarını
kesmeye devam etti. Lazar, kendine bakmak için arabanın yan
aynasında gittiğinde saç tıraşının gerçek ve geri dönüşsüz oldu­
ğunu gördü. Saçına ilk baktığında endişelendi. Sonra Didi'nin
yumuşak, sıcak nefesini kulağında hissetti.
Onu heyecanlandınyorıım, diye düşündü dehşet içinde.
Şiddetli bir acı onu yerinden sıçrattığında bir çığlık attı.
Kulağına götürdüğü eline kan bulaştı. Didi, sol kulağını
delmiş, dikkatle gümüş bir küpe takmakla meşguldü.
"Çok acıyor," diye sızlandı Lazar.
"Bebeğim," dedi Didi.
İşaret parmağıyla kulak memesine hafifçe dokundu ve acı
yok oldu.
l 68 DEEPAK CHOPRA

Lazar artık yansımasına bakabilirdi. Lisedeki cehennem yıl­


huında kafasına göre takılmak asla ulaşamayacağı bir hayaldi .
Şimdiyse, on yedi yaşında, kafasına göre takılan bir züppeye dö­
nüşmüştü .
"Nasıl bildin? " diye sordu Lazar. "Hayır, bu soruyu unut,
çünkü hepsini biliyorsun, şimdiye dek düşündüğüm her şeyi .
Asıl soru, neden? "
" B u yalnızca yolculuk için yaptığım bir şey" dedi Didi, gi­
zemli bir gülümsemeyle.
Lazar'ın nereden geldiğini bilmediği makas, şimdi ortadan
yok olmuştu . Küpe ya da Didi'nin kulağını nasıl deldiği hakkın­
da bir şey sormadı. Arabaya döndüklerinde, Simon'dan iğnele­
yici sözler bekledi ama partneri hiçbir şey söylemedi. Lazar, ya­
rım saat sonra yalnızca tek bir kelime mırıldandığını duydu .
"kancık'' diyor gibi geldi.

Meleğin Sesi
Melekler duaları aldıklarında genellikle şunu du­
yarız: "Lütfen, Tanrım, neden burada olduğumu söy­
le. Hayatımın amacı nedir? " Cevap, her zaman aynı­
dır ve şimdiye kadar yaşanmış en önemsiz ya da bü­
yük yaşam kadar sizin hayatınız için de geçerlidir.
Yaşamın amacı, yaşamın kendisidir.
Bu sizin için geçerli olmayan yuvarlak bir cevap
gibi mi görünüyor? Yuvarlak değil, çünkü yaşam gi­
zem doludur. Her şey gizem doludur. Yalnızca ya­
şam, anlamı kendi dışında aramak zorunda değildir.
Çoğunuz Tanrı'nın, bir yaşam biçimini onaylarken
diğerini onaylamadığına inanırsınız . Bu, böyle değil­
dir, çünkü yaşamın kendisi nihai anlamı içerir. O, saf
altındır. Tanrı yaşamı sever. O, yaşamı sevilebilir ol­
ması için yarattı . Yaşama Kendisinden o kadar çok şey
Melek Yakınlarda 1 69

katar ki, var olmak ya da değerli olmak için yaşamın


Tanrı'nın iznini istemesine gerek yoktur. Yaşam, bü­
tünüyle kendine yeterlidir. Sizin en büyük amacınız
yapmak, hissetmek, tamamlamak, çabalamak, müca­
dele etmek ya da başarmak değil, yaşamaktır.
Bu gerçeği nasıl anlayabilir ve hayata geçirebili­
riz? Anne olmayı düşünün. Annelik, sevinci barındırır
ancak daha fazlası da vardır. "Anne" , evrensel bir
enerjidir. Evren doğdu, aynı şekilde bir sivrisinek de
doğdu. Şeytanın olduğu kadar segoya ağacının da an­
nesi var. Annelik, Tanrı'nın yaratıcı dürtüsüne yakın­
dır. "Anne"nin enerjisi, dışarıdan yardım almadan,
yaşamın kendisini çoğaltabilme yetisini temsil eder.
Tann'nın bütün seven anneler tarafından hissedilen
özelliği, ölümsüz ve kendine yeterli oluşudur.
Aynı şey, yaşamın tümü için geçerlidir. Sevgiye
anlamını veren nedir? Sevginin kendisi. Şefkati anlam­
lı kılan nedir? Şefkatin kendisi. Biz melekler Tanrı'yı
kutsarız, çünkü O'nu açık seçik görürüz ve O'nun bir
parçası olduğumuzu biliriz. Bu yüzden, kapalı bir
çember vardır. Tann'yı kutsadığımızda kendi yaşamı­
mızı, kendi yaradılışımızı, kendi benliklerimizi kutsa­
rız. Yine de, Tanrı bizden bunu beklemez. Kutsan­
maya ihtiyacı yoktur. O'nu kutsamayı bıraktığımızda
bizi tehdit etmez. Bizi özgür kıldı. Sizler gibi biz de
kozmik yaşamın okyanusunda damlalarız.
Yaşamı kendinizi geliştirmek için kullanırsanız
daha anlamlı hale mi gelir?
Hem evet hem hayır. Yaşamın evrensel özelliği­
ni, yani Tann olan kısmını geliştiremezsiniz. Ancak
ayrılık içinde yaşadığınız için, "Ben"in kendi iradesiy­
le bu kaynaktan uzaklaşabilirsiniz . Bu da, kendiniz ­
den uzaklaşmanız anlamına gelir. Bu durumda, yaşa-
170 DEEPAK CHOPRA

mı ayrılıktan kurtularak geliştirebilirsiniz. Bu, sizin


işiniz değildir. Kendinizi bilmeyi ertelemeye karar ve­
rirseniz, Tanrı, sizden hiçbir şey almaz. Böyle ertele­
meler her zaman geçicidir. Neden? Çünkü yaşamın
kendisi tek gerçek, sonsuz sevinç kaynağıdır. Kendi­
nizi sevinçten kalıcı olarak mahrum etmek için hiçbir
neden yoktur. Sevinci para, mevki, sahip olduklarınız,
başarılarınız, seks ve diğer zevklerde ararsınız. Aslın­
da bütün bu arayış tek bir açlıkta, daha çok yaşamın
yaşam için duyduğu açlıkta gizlidir. Böylece, bütün
yaradılış Tanrı'nın yönünde akar.
Eğer Tanrı kelimesini hiç duymadıysanız, eğer
hiç kimse size din hakkında temel bilgi vermediyse bi­
le, nıhsal yolculuğunuz sizi sürekli Tanrı'ya yaklaştı­
rır. Kaynağınızı bulmak istersiniz. Bazı insanlar bunu
fark eder, bazıları etmez. Seven bir annenin, çocuğu­
nun yaramazlığına izin vermesi gibi, kafa karışıklığına
da izin verilir. Hangi yolu seçerseniz seçin, yaşamınız
ve siz sonsuz derecede değerlisiniz.

Michael, Mount Aerie'deki kulübeden ayrıldıktan yarım


saat sonra Susan uyudu. Kapı hiç açılmadı. Susan oda arkadaşı­
nın girdiğini duymadı. Ancak, ertesi sabah uyandığında birisinin
kendisini seyrettiğini hissetti. Doğnılduğunda, karşı yatakta
çoktan giyinmiş halde oturan iri, ürkütücü bir kadınla yüz yüze
geldi.
"İçeri girdiğimde seni uyandırmak istemedim," dedi ka­
dın. Kısa saçı ve dikdörtgen çenesiyle kırklarında görünüyordu.
Soluk gri renkli gözlerini kendisini bir gardiyan ya da akıl has­
tanesi hemşiresiyle karşılaşmış gibi hisseden Susan 'a
dikmişti. Nerede olduğunu hatırlaması biraz zamanını aldı. Ya­
takta doğruldu ve evde olsa başucunda olacak olan komodinin
üzerindeki saate uzandı.
Melek Yakınlarda 171

"Yedi buçuk. Şimdi gidiyorum, çalışmam gerek," dedi oda


arkadaşı. Kadının üzerinde eski bir blucin ve gömlek vardı. Su­
san çabucak kendine geldi.
"Dur, hiç değilse sana kendimi tanıtayım," dedi.
"Tamam, ama teşhisini sonraya sakla. Bunu öğrenmem ge­
rekmiyor."
Oda arkadaşı koca elini uzatarak kendisini Claude olarak
tanıttı.
"Ailem Fransızdı. Claude aynı zamanda kadın ismidir,"
dedi.
"Şimdi kahvaltıya gidebilir miyim?" diye sordu Susan.
Claude başıyla onayladı. "Ana patikadan aşağı in. Büyük
bir bina var, göreceksin." Claude ayağa kalktı ve kapıyı açık bı­
rakarak çıktı. Çam reçinesi ve uzaktan gelen mutfak kokularını
getiren serin hava içeri doldu. Michael dokuz buçukta gelecek­
ti. Ona bildirebileceği bir şeyler olup olmayacağını bilmiyordu.
Buradaki diğer yerler gibi yemek salonu da hastaneden çok bir
dinlenme yerini andırıyordu. Pek çok hasta tek başına ya da
gruplar halinde yemek yiyordu. Susan yemek kuyruğuna girdi.
Bir kenarda duran altı yedi hemşireyle güçlü kuvvetli görevli
dikkatini çekti. Yemek yemiyor, gözleriyle yemek salonunu
kontrol altında tutuyorlardı. Neşeli bir servis görevlisinden bir
tabak kreple koyu bir fincan kahve aldı. Hastalara hayli güveni­
liyor olmalıydı; tabaklar, kaşıklar ve çatallar plastik değildi.
Köşede tek başına bir yere oturdu, ağzına götürdüğü hiçbir şey­
den tat alamayarak yemeye koyuldu. Normal görünen bütün
bu sahne ayrıntılara inildiğinde tuhaflaşıyordu. Yalnız başına
oturan yaşlı bir kadın, sandalyesinde yavaşça sallanıyor, kendi
kendine mırıldanıyordu. Başka bir genç kadının saçı çatalla ka­
rıştırılmış gibi görünüyordu. Eğer Marvell'ın dinlenmeye ihtiya­
cı olsaydı, burası gerçekten iyi bir seçim olurdu. Şüphesiz para­
sı vardı, diye düşündü Susan. Kendini Marvel'ın yerine
koyamadığı sürece hiçbir yere varamayacaktı. İlerlemiş bir deli-
l 72 DEEPAK CHOPRA

lik çok az insanı arabasına binip kendi ayağıyla teslim olacak ka­
dar az etkilerdi. Daha büyük bir olasılık, Marvell'ın -ya da karı­
sının- daha önceden başka bir nedenden ötüıii burada bulun­
muş ve yaşadığı şeye geri dönmüş olmasıydı.
Meleklerle ilgili bir şey miydi bu? Eldekiler hiçbir anlam
ifade etmiyordu. Tam o sırada yemek salonunun diğer ucunda
kargaşa çıktı. Şahin yüzlü, vahşi bakışlı genç bir adam sıcak kah­
veyi başından aşağı dökmeye başlamıştı. İki görevli onu tutmak
için koştu. Susan buradan çıkması gerektiğini fark etti. Kendi
kendine mırıldanan yaşlı kadının yanından geçerken "Jetleri
uçurmak istiyorum, efendim. Jetleri uçurmak istiyorum,"
dediğini duydu. Yüıiirken korkuyu üstünden atmaya çalıştı. Es­
ki açelya ve şimşirlerin arasına kara çam öbekleri serpiştirilmişti.
Susan birinin kolunu çekiştirdiğini hissettiğinde bir parça güneş
ışığı bulmaya çalışarak amaçsızca geziniyordu.
"Altı katil için sen ne yapacaksın?"
Başını çevirdi. Kendi kendine mırıldanan yaşlı kadındı ko-
nuşan.
"Seni tanıyorum," diye tısladı yaşlı kadın.
"Sonımlusu sensin."
Kemikli, güçlü parmaklarını Susan'ın koluna geçirdi.
"Haydi bırak kolumu," dedi Susan, kadının parmaklarını
zorla açarak.
"Büro senin hakkında her şeyi anlattı bana," diye fısıldadı
yaşlı kadın.
"Anlatmışlardır. Hiç sır saklamazlar."
Susan psikozla oyun oynamanın işe yaramadığını fark etti­
ğinde çok geç kalmıştı. Yaşlı kadının gözleri ani, derin bir kor­
kuyla kapandı. Ağzı titriyor, nerede olduğundan habersiz görü­
nüyordu. Susan'ın korkusu yerini çaresizliğe bıraktı.
"Senin için ne yapabileceğimi bilmiyorum. Bana sen söy ­
le," dedi .
Melek Yakınlarda 1 73

Yaşlı kadının ağzı açıldı ve boş gözlerle bakmaya başladı. O


sırada, ağaçların arasından birisi çıkageldi. Claude'du. Yaşlı ka­
dını kollarına alıp bebek gibi kaldırdı.
"Hadi gidelim, Bayan Blakeley, sizi geri götüreceğiz," de­
di Claude.
Yaşlı kadın, kollarını küçük bir çocuk gibi Claude'un boy­
nuna doladı. Susan çılgın kadının tırnaklarının battığı kolunu
ovuşturdu.
"Teşekkür ederim," dedi.
Claude karşılık olarak başını salladı ve gitmek için arkasını
döndü.
"Nerede olduğunu unutma," dedi Claude.
"Bana nerede olduğumu anlatabilir misin?" diye sordu
Susan. "Bilmem gerek." Bu sözlerin neden ağzından çıktığını
bilmiyordu ama Claude, sanki bir gösterinin ödülünü şöyle bir
tartarcasına keskin, onaylayan bir bakış fırlatıp çabucak yoluna
koyuldu. Bir an sonra Susan yeniden tek başınaydı. Kulübesine
giderken olayı aklından çıkaramıyordu. Michael'ın gelmesine
daha bir saat vardı. Yatağa uzandıktan on dakika sonra Claude
göründü. İş kıyafetleri ve kirli eldivenleriyle -bahçeyle uğraştı­
ğı belli oluyordu- kapıda durdu ve "Buraya göre değilsin," de­
di.
Susan doğruldu, "Neden?"
"Nedenini biliyorsun."
"Doktorumdan daha iyi bilmene sevindim," dedi Susan,
Claude'un ters bakışlarına güçlük.le direnerek.
Kadın öfkeyle "Sana tavsiyem oyunu profesyonellere bırak­
man tatlım," dedi.
"Profesyoneller kim, sen misini" Meydan okuduğundan
değil, oyun oynamaya alışık olmadığı için ayağa kalktı. Ne kadar
tuhaf bir dunıma ilişkin olursa olsun gerçekleri bilmesi gereki­
yordu. Bir süre daha güzlerini ona diken Claude sonunda belli
belirsiz yumuşamıştı.
1 74 DEEPAKCHOPRA

"Tamam , madem ısrar ediyorsun, gel benimle . " Susan'ın


kendisini takip etmesini işaret etti . Claude yeniden konuşmaya
başladığmda kulübenin dışında, ormanın içindeki patikalardan
birine sapmışlardı.
"Normal olarak sana dikkat etmezdim . Kimler geldi geçti
buradan. Ben yarı hasta, yarı personel olarak çalışıyorum . Tasar­
ruf oluyor."
"İyi bir de kılıf," diye tahmin yürüttü Susan yüksek sesle.
Claude güldü . İfadesinde belirsiz bir beğeni gizliydi. "Öyle de
diyebilirsin," dedi. "Sana uyurken baktığımda bile numara yap­
tığını gördüm . Bu deli filan değil, dedim kendi kendime. Peki o
zaman içeri girip benim kulübeme gelmeyi nasıl başardın? Rast­
gele yoldan geçen birisi olamazsın."
"Sen ne sonuca vardın? " diye sordu Susan .
"Bir sonuca varmadım. Bütün gece oturdum ama nasıl gir-
diğini bulamadım. Sen söyler misin?"
"Önce sen. Sen nasıl girdin? "
"Pekala. "
Claude büyük, açelyalarla çevrili bir açıklığın ortasında
durdu. "Ben bir çeşit yardımcıyım. Buraya geldim, çünkü bu in­
sanlar sorun yaşıyor ve benim gibi birine ihtiyaçları var. Dikkat
çekmemeye çalışıyorum . Nedenini tahmin edebilirsin. "
"Sen d e benim gibi çekip gittin. "
"Evet. Bizim gibi çok insan var ama ben, senin karşılaştı­
ğın tek kişiysem şaşırmış olmalısın ."
Claude eldivenlerini atarak yere çömeldi. Savunmada de­
ğildi. Susan'ın söyleyeceklerini dinlemeye hazır görünüyordu .
"Gerçekten şaşırdım," dedi Susan, açıklığı battaniye gibi kapla­
yan çam iğnelerinin oluşturduğu yumuşak yere otururken. Ken­
disini tarih öncesi çağlara ait bir Kelt ormanında cinlerle otur­
muş toplantı yapar gibi hissetti .
"Ama eğer aynıysak, seni bulmamm sebebi bu olmalı . "
"Kuşkusuz. Bir kere çekip gitmeye karar verdiğinde kader dışm -
Melek Yakı nlarda 1 75

da hiçbir şey planlı değildir. Eğer bu tip bir şeye inanıyorsan . "
Claude daha da rahatlayarak sırtüstü uzandı . Solgun gün ışığı ,
ağaçların arasından süzülerek yüzüne düşüyordu . Claude sanki
bu ışığı çağıran kendisiymiş gibi gülümsedi . "Ne kadar şanslı ol­
duğunu bilmiyorsun . Hemen herkes bunu ta derinlerde istese
de, milyonda bir insan bile nasıl çekip gidileceğini bilemez. "
Ben istemedim, diye düşündü Susan ama hemen ardından bu­
mm bir yalan olabileceğini anladı. Yeterince acı çekmişti . Bu
yüzden kaçma düşüncesi ona yabancı değildi. Yalnızca bunları
ciddiye almamış, birisinin kendisini dinlediğine inanmaya cesa­
ret edememişti. "Hikayem gerçekten tuhat�" dedi . "Senin de
söylediğin gibi, hiçbir şey planlı değildi . Peki ama buradaki in­
sanlara nasıl yardım ediyorsun ? "
"Küçük bir örneğini gördün . Kalırsan daha fazlasını göste­
ririm ."
Susan'a doğru yan tarafına yuvarlandı . "Ama kalmayacak­
mışsın gibi bir his var içimde . "
"Ölen bir adamdan dolayı buradayım . Adı Marvell'dı . "
Claude'un kaşları havaya kalktı. Susan, bir saniye için bile olsa
onu şaşırtabilme yetisi olduğunu görmekten mutluydu .
"İyi bir dedektifsin," dedi Claude . "Buradaydı . Öldü mü
dedin? Onunla çok az karşılaştım . Deli olduğunu bilmeyenler
kadar deli görünüyordu . Ama buraya yatmak için gelmemişti .
Birisini bulmaya çalışıyordu ."
"Bunu tahmin etmiştim. Kimi? Bir hastayı mı? "
"Hem evet hem hayır. Daha çok bir hayalet. Gel, sana gös­
tereceğim." Claude ayağa kalktı ve Susan'ın alışmaya başladığı
ani hareketleriyle yan yollardan birinden aşağı doğru yürümeye
koyuldu . Susan, daha uzaklarda bulunan kulübelerden birine
gelene kadar onu takip etti . Claude içeriye girmeden önce gö­
rü lüp görülmediklerini anlamak için etrafa baktı . Ku lübenin içi
karanlıktı . Susan ilk anda uyuyan birisi oldu ğunu göremedi .
Yaklaştığında, uyuyanın genç bir kız olduğunu g ürd ü . Kız u y u -
1 76 DEEPAK CHOPRA

muyordu. Geniş deri bantlarla yatağa bağlanmış, bileklerine ge­


çirilen beyaz bezler yatak demirlerine düğümlenmişti. "Tan­
rım," diye fısıldadı Susan.
Kız uyanıktı. Başını çevirip boş gözlerle içeri giren iki kişi­
ye baktı.
"Mary, benim. Beni tanıyor musun?" diye sordu Claude,
yatağın üzerine eğilip kızın ıslak, birbirine dolanmış saçlarını
okşayarak. Cevap olarak bir nefeste dökülen, anlamsız heceler­
den oluşan sesler geldi. Kız, derin bir soluk aldı ve tekrar saçma
şeyler söylemeye başladı.
"Dinsel bir hezeyan mı bu?" diye sordu Susan.
"Tanrı'nın onun ağzından mı konuştuğunu soruyorsan ce­
vap hayır," diye yanıtladı Claude. "Dunım bu kadar iyi değil.
Aslında iyi bile değil."
Kız anlaşılmaz sözler söylemeye devam ederek kayışların
altında kıvranmaya başladı. Buna rağmen, yüzünü buruşturmu­
yordu. İşkence çeken bir psikotik gibi görünmüyordu.
"Tuhaf bir vaka," diye devam etti Claude. "Adı Mary
McBride. Yaklaşık üç yıl önce gazetelerde okumuş olabilirsin.
'Melek tarafından ele geçirilen kız.' Haberin özü buydu."
"Ele geçirilen mi?" Susan yatağın yanına yaklaştı ama Mary
McBride onu fark etmedi.
"Evet, bu bir davaya dönüştü. Ailesi onu nıh çıkarma için
papazlara götürdü. O sırada kız, cennetten sesler duyuyor, viz­
yonlar görüyordu. Meleklerle birlikte olmak istediğini söyleyip
duruyordu ."
"Ruhumuzu ele geçirenin kötü ya da şeytansı olduğunu
düşünürdüm hep," dedi Susan.
"Neden öyle olsun ki? Yeterince açılırsan her şeyi davet
edebilirsin." Claude perdeleri kapadı. Ayaklı lambayı yaktı.
" S en şimdi bu kızın içinde bir melek olduğu nu mu söylü­
yorsun bana? " dedi Susan kuşkuyla. Claudc başını salladı.
Melek Yakınlarda 1 77

"Hayır, Mary o kadar şanslı değil. Ruh çıkarma konusun­


da büyük bir çatışma yaşandı. Medya sonunda olayın kokusunu
aldı. Ailesi durumu kaldıramadı , bu yüzden kızı buraya gizlice
getirdi. Dur bir saniye." Claude sessiz olmasını işaret ederek ya­
tağa yaklaştı ve ellerini Mary McBride'ın şakaklarına koydu. Kız
bir anda kıvranmayı bıraktı ve bedeni çarşafın altında gevşedi.
"Güzel, çok güzel" diye fısıldadı Claude.
"İnsanlara böyle mi yardım ediyorsun?" dedi Susan.
"Bazen, ama bu durumda onu yalnızca teselli ediyorum.
Bunun tuhaf bir vaka olduğunu söyledim. Bu kız yalnızca belir­
li bir şekilde ele geçiriliyor -kendisi öyle istiyor. Cennetten ge­
len yaratıklarla temasta olduğunu düşünüyor ama değil. Onlar
yalnızca iyi birer sahtekar."
"Onlar mı?"
"Astral yolcular, kayıp ruhlar, gidecek bir yer bulamayan
açgözlü varlıklar. Mary gibilerle avlanıyorlar. Yollarına devam
etmeleri gerekiyor ama kapanıştan sonra gitmeyen bar müda­
vimleri gibi, etrafta gezinmeye devam ediyorlar."
Susan, Claude'un inanılmaz ifadeleri duygusuzca sarf et­
mesine alışmıştı ama yine de aklı karıştı. "Böyle bir şey nasıl ola­
bilir?" Claude başını salladı.
"Birçok insan Tanrı adına çıldırır , çocuğum. Belki
bilmiyorsun ama burasıyla ötesi arasında kaybolabileceğin bir­
çok yol vardır, inan bana. Marvell'ın görmeye geldiği kişi buy­
du. Boyalı basında kız hakkında bir şey okuduğundan şüphele­
niyorum."
"Kızı ele geçirenin gerçekten melek olduğunu umduğu
için mi?"
"Evet. Marvell'da bir çeşit saplantı vardı. Ama tek istediği
zavallı kızla konuşmak değildi. Şuraya bak." Claude yatağın
üzerindeki çerçeveli küçük resmi işaret etti. Susan yaklaştı ve loş
ışıkta soluk mavi giysi içindeki ince, genç bir kadının tebeşirle
yapılmış çizimini gördü.

� l ı.: l ,..:k Y.1 k ı ı ı l .ırd.ı l· 1 �


178 DEEPAK CHOPRA

"Bunu Mary çizdi," dedi Claude.


"Kendi meleği olduğunu düşünüyor. Sanıyonım Marvell,
bir yerde bunun baskısını gördü. Dediğim gibi, çok fazla rekla­
mı oldu."
Ancak Susan'ın aklı başka yerdeydi. Bu çizimin, ateşe çeki­
len pervane gibi Marvell'ın ilgisini çekmiş olmasının ötesinde
bir şey, Susan'ı canevinden vurmuştu. Bu, Marvell'ın notunda­
ki melekti. "Melek yakınlarda," diye mırıldandı Susan.
"Yeteri kadar yakında değil. Bu bir aldatmacadan ibaret."
Claude, Susan'a baktı. "Onlara nasıl yardım ettiğimi bilmek is­
tediğini söylemiştin. Otur ve izle. Onu şaşırtmanı istemiyo­
rum."
Susan söyleneni yapıp köşede duran eski bir koltuğa çök­
tü. Sesler kesildiğinde Claude çabucak işe koyuldu. Deri kayış­
larla kızın bileğine bağlı bezleri çözdü. Daha sonra, bir annenin
emzirmek için bebeğini göğsüne doğru kaldırması gibi, Mary
McBride'ı yatağından kaldırdı. Kızın başını kalbine yasladı. İn­
lemeye benzer yüksek, derin bir nefes sesi duyuldu. Kız bir ke­
re titredi ve kendini kurtarmaya çalıştı.
"Mary?" diye fısıldadı Claude, uzaktaki birisini çağırır gi­
bi. Kız elini ağzına götürdü. Susan, kızın çığlık atacağını düşün­
dü ama eli düştüğünde Mary gülümsüyordu. "Seni gördüğüme
o kadar sevindim ki," dedi kız.
"Ben de," dedi Claude. "Annen az önce çıktı. Birazdan
dönecek."
Mary başını salladı. Susan'ı gördü. "Kim bu?"
"Bir dost. Bu sabah seni buraya getirdiklerinde yalnız kal­
mamanı istediler. Onun için buradayız. Arkadaşımın adı Su­
san." Bu açıklama, kızı tatmin etmiş görünüyordu. Kibarca gü­
lümseyerek Susan'ı başıyla selamladı. Onu uyandırmak için Cla­
ude nasıl bir güç kullandı ise, Mount Aerie'ye üç yıl önce değil
de o sabah geldiğine açı kça inanmıştı.
Melek Yakınlarda 1 79

"Çok güzel zaman geçiriyordum," dedi Mary, rüyadaymış


gibi. "Bana cenneti gösteriyorlardı. Bunu Rahip Patrick'e anlat­
malıyım. Büyük kaleler ve kapılar vardı. Hiç oraya gittin mi?"
Claude başını salladı. "Hayır. Gerçekten oraya gittiğini düşünü­
yor musun?"
Mary McBride'ın aklı karışmış görünüyordu. "Bana inan­
mıyor musun?"
"Öyle demek istemedim. Sen buna inanıyor musun?"
Susan, kızın korkudan hafifçe sindiğini görebiliyordu.
"Bunu bana sormamalısın. Böyle konuşmanı istemezlerdi."
"Neden? Bu kadar eminsen benim kuşkularımın ne önemi
var, var mı?"
Claude kıza keskin bir bakışla bakmaya başladı. "Sanıyo­
rum meleklerin seni cennete götürmediklerini biliyorsun, öyle
değil mi?"
Mary McBride'ın yüz kasları şiddetle kasıldı. "Bayan bana
gösterdi. Onu gördüm."
Claude başını salladı.
"Ben böyle düşünmüyorum. Dikkatli düşün. Bayanı
gördün, evet, ama seni cennete götüren başka biriydi. Haklı mı­
yım?"
Kız başını şiddetle salladı.
"Hayır, bu yanlış, çok yanlış."
Claude pes etmedi.
"Beni dinle, Mary. Seni birkaç kez ziyaret ettim ve tekrar
geleceğim. Buraya seni incitmek için gelmiyorum. Aklın ne ka­
dar çelinmiş olursa olsun, hala içinde ikna olmayan küçük bir
nokta var. Bu küçük, ufacık kuşkuya karşı savaşıyordun. Onun
düşmanın olduğunu düşünüyorsun. Ben sana olmadığını söylü­
yorum. O, senin tek dostun ve sen bunu görene kadar hiç kim­
se eve gitmene izin vermeyecek. Anlıyor musun?"
Bu uzun açıklama sona erdiğinde kız şiddetle sarsılıyordu.
Claude, çırpınarak kendisine zarar vermemesi için kızı tutmak
1 80

zorunda kaldı. "Seni geri almaya çalışıyorlar, değil mi?" diye


sordu, gözlerini kızdan ayırmayarak.
"Bayanla birlikte olmak istiyorum," diye ağlayarak bağırdı
Mary McBride. Gözyaşları yanaklarından akıyordu. Gözlerini
sımsıkı kapamıştı.
"Seni durdurmayacağım. Nereye istersen gidebilirsin ama
geri geleceğim. Bunu unutmamaya çalış, tamam mı?" Claude,
kızı yatağına yatırıp doğruldu. Mary McBride'ın bedeni nere­
deyse komaya girmiş gibi hareketsiz yatıyordu.
"Şimdi çok derine gidecek," dedi Claude üzüntüyle.
Susan ayağa kalkıp yatağa yaklaştı. "Onu burada tutamaz
mısın?"
"Sadece bir an için, bazen bundan biraz daha fazla. Sahte­
karlarını kalıcı olarak gönderemiyorum, çünkü dediğim gibi,
onlara inanmak istiyor."
"Neden?"
"Kim bilir? Fantezileri çok öncelere dayanıyor, belki bu ya­
şamdan öncesine. Ruhu ele geçirilmiş." Claude düzenli bir şe­
kilde kayışları takmaya başladı.
"Ne yazık," diye mırıldandı Susan. Bir cennet mahkumu,
diye düşündü asık bir yüzle.
"Hayır, yazık değil. Ne istiyorsa onu elde ediyor, hepimiz
gibi. Bizim için kötü olanı istediğimiz zaman yazıktır," dedi
Claude.
Tekrar yatağın üzerindeki resmi işaret etti. "Yani ipucun o,
eğer gereksindiğin bir ipucuysa."
Susan, maviler içindeki ince kadına baktı. "Bir halüsinas­
yondan ne öğrenebilirim ki?" diye sordu.
"Mesajı haberciyle karıştırma," dedi Claude, sesinde belir­
gin bir uyarıyla. "Marvcll onu gördüğünde son derece heyecan­
lanmıştı. Neredeyse esriklik içinde koşup gitti diyebilirim."
"Kendi saplantısına mı yaklaştı? "
Melek Yakınlarda 18 1

"Belki de." Claude perdeleri açtı, lambayı söndürüp eşya­


ları eski yerlerine getirdi. "Ben yargılamam. Ahmaklarla kutsal
ahmaklar, Tanrı adına çıldıranlarla sadece çıldıranlar arasındaki
çizgi çok incedir." Kulübeden çıkarlarken Claude elini Susan'ın
omzuna koydu. "Sanıyonım asıl önemli soru, bütün bunlar so­
na erdiğinde hangi tarafa düştüğündür."

Meleğin Sesi
Arayanlar mıknatıs gibidir. Onların dualarına,
arzularına verdiğimiz kadar önem vermeyiz. Aramak,
ışığı arzulamaktır ve ışık isteği melekleri kendine çe­
ker. Herhangi birisi bizi bu yolla çağırabilir, ancak
çok azı bunu yapar. Çoğu dua bir yardım haykırışıdır.
Tanrı bunlara kulak verse de insanlar kendilerine ye­
terlidir. Yeterince ışık elde ederseniz, bütün sorunları
çözebilirsiniz. Çünkü ışık, enerji ya da saf mutluluk
hissinden daha fazla bir şeydir. Işık, zekadır, güçtür.
Tanrı ve O'nun bütün krallığı ışıktan yapılmıştır.
Kozmostaki her şey bu ana kaynaktan yaratılmıştır.
Işığa değer verdiğinizde, size hizmet eder. Işık aşıla­
yarak ilişkileri değiştirebilirsiniz. Size karşı olanlara
ışık göndererek anlaşmazlık.lan çözebilirsiniz. Bütün
derin soruların yanıtları ışık yoluyla yollanır. Zihin
ışık.la dolduğunda ayrılık içinde yaşayan herkese acı
veren yalnızlık ve anlamsızlık duyguları şifa bulur.
Çoğu kişi yaşamlarındaki en zorlu açmazları ge­
reksiz yere kendileri çözmeye çabalar. Yanıt ne ıstırap
içindeki zihinden gelebilir ne de duygusal acı, kaygı
ve endişeden. İnsan bunu çoktan öğrenmiş olmalıydı.
Yine de berraklık için ışığı çağıracağın ıza, kendi yarat­
tığınız karanlıkta gezinmeyi tercih edersiniz. Bu far­
kındalık eksikliği, şu andaki dünyanın büyük trajedi-
1 82 DEEPAKCHOPRA

sidir. Sizi, aynı yanlış çözümleri tekrar tekrar uygula­


maya, onlara inanmasanız da mekanik olarak sürdür­
meye mahkum eder. Işık olmadığında, bilinç, bencil­
lik, korku ve ayrılığa saplandığında çok az berraklık
vardır. Tanrı'yla birlikteliğinizin ortak bilincinin bağ­
ları olmadan, bir insanın ailesi dağılmış bir ailedir.
Tanrı'nın en büyük lütfu, ışık armağanıdır. Tan­
rı, meleklerini bu armağanı vermek üzere görevlendi­
rir. Bizim arada bir sizi ziyaret edip sonra yanınızdan
ayrılarak yaptığımız budur. Ya gelip aranızda kalsak
nasıl olurdu?
Ben, bu soruyu cevaplamak üzere gönderilmiş
olan meleğim. Beni, kutsamanın meleği olarak adlan­
dırın.
6
..
M U Cİ ZELER VE Ü TE S İ

"Bir uzaylıyla evlendim," diye mırıldandı Simon.


"Ne dedin? " Lazar partnerine baktı. Arabada birkaç saat
daha geçmişti. Rio Grande Vadisi'nin yakında olduğunu göste­
ren daha yeşil bölgenin, Albuquerque'nin eteklerindeydiler.
"Boyalı basında yer aldığın manşetleri hayal ediyordum da," di­
ye açıkladı Simon. "Üç başlı dana ve bu şekilde Paskalya yumur­
tası yumurtlayabilecek olan tavukla çiftleşmiş tavşanın yanında. "
Didi'nin zevkle dinlemeye devam ettiği radyodaki müziği bastı­
rarak konuşuyorlardı. Didi artık kesik kesik konuşmasa da ağzı­
nı çok nadir açıyordu . Lazar, otoyolun ortasında aniden frene
bastı.
"Hadi, atla dışarı," dedi Lazar.
"Bu yolda bir sürü kamyon var. Biri seni alabilir ya da eze­
bilir. "
Uzanıp Simon'ın kapısını açtı.
"Burada olanların inanılmaz derecedeki önemini kavraya­
mayacak kadar kalın kafalıysan seni kim ne yapsın?"
Simon daveti kabul etmedi . "Hikayende itiraz ettiğim tek
nokta, inanılmaz olması . Ama bu da ta başından bu yana bu tu ­
haf işin bir özelliği sanki . "
"Ee ? "
"E'si, bu kavramı olabildiğince mantıklı açıklamam için
bana para ödendiğinden dolayı," diye devam etti Simon, "ra-
1 84 DEEPAK CHOPRA

hatlıkla burada görevimi yaptığım söylenebilir. Sana komplo


kurduğum yok. Gözlem yapıyorum."
Lazar sabırsızlanmıştı. "Eğer vicdanını kuru temizleme
yöntemin buysa, kolay gelsin . Bu kızın, ordunun elindeyken da­
ha iyi olduğuna gerçekten inanıyor musun?"
Simon cevap vermeyince Lazar kapıyı kapatıp tekrar yola
koyuldu. Simon'la atışmak yorucuydu . Onu kendisini dinleye­
cek ilk yetkiliye gammazlaması an meselesiydi. Lazar'a gereken
komplo ortağı ya da gözlemci değildi. Havada asılı duran ışığın
kendisini mavi giysi içinde bir kıza dönüştürdüğünü görmemiş­
ti ama kendini Didi'ye çok yakın hissediyordu. Didi, Lazar'ın
bilinçaltından toparlanmış bir fantezi bulutu gibiydi. "Şimdilik
kalabilirsin," diyerek Simon'a izin verdi.
"Ama bu gece ödeşeceğiz. "
" B u n e anlama geliyor? "
"Halka açıklayabileceğin bir hikaye üzerine anlaşacağımız
anlamına geliyor ve koyduğumuz kuralları bozarsan hoş olma­
yan keskin aletlerle sen uyurken yanına gelirim. Capisce? "
Dürüst olması gerek.irse Lazar, Simon'ı koltuk değneği olarak
kullanmıştı. Üstte bir melekle yalnız olmak korkutucuydu . Her
neyse, küstah ordu elemanları ve CIA de zor durumdaydı .
Uzaylı kaçırma konusunda hiçbir yasa ya da düzenleme yoktu.
Artık uzaylı, Didi için kullanılabilecek doğru kelime değildi. Di­
di, Lazar'ın şimdiye kadar karşılaştığı bir eşi daha olmayan ilk
şeydi. Her şeyi, nereye gittiklerini, ne yaptıklarını olabildiğince
Didi'nin dizginlerine bırakmasının sebebi de buydu .
"Neredeyse geldik," dedi Lazar dik.iz aynasına bakarak.
"Hala kafasına göre takılan biri gibi görünüyor muyum?
Yani demek istediğim kulağım kanamıyor, değil mi? Lise hayal­
lerimi tekrar yaşamak garip geliyor. Şimdi keşke spor salonunun
altına yıl sonu balosundan önce gazyağına batırdığım paçavrala­
rı koymasaydım diyoru m . " Didi gülümsedi . En yakın şehre git­
mek istemişti . Lazar bir motel ya da benzin istasyonunda araba-
Melek Yakınlarda 185

nın plakasını değiştirmezse Albuquerque'de anayollara çıkamaz­


lardı. Ama bu paranoyayı bir yana bıraktı. Birkaç polis arabası
yanlarından geçmiş ama şimdiye kadar hiçbiri en ufak bir ilgi bi­
le göstermemişti. Ters gibi görünse de ya otoyol devriyesi pla­
ka numarasını kontrol etmemişti ya da melek onların fark edil­
mez olmalarını sağlamıştı. Kim bilebilir? 1-25 karayolu şehre
yaklaştıkça trafik yoğunlaşmaya başladı. Didi, resmi geçit yapar
gibi giden araba ve kamyonlara ya da gözlerini yola dikip kor­
nalarına basan şoförlere hiç ilgi göstermiyordu. Lazar turistlerin
gezindiği eski şehre doğru döndü. Didi burayı görmek istemiş­
ti.
Araba park edildikten sonra Old Mexico'yla dev bir alışve­
riş merkezinin meleziymiş gibi görünen açık meydana yürüdü­
ler.
"Çok güzel," dedi Didi, içten gelen bir hayranlıkla. Sanki
Didi'nin içipde bir enerji patlaması olmuştu. Meydanda ceylan
gibi hoplayıp zıplayacak gibi bir hali vardı. Önündeki manzara­
dan büyülenmiş, ayakta duruyordu. Didi'yi böyle izlemek şaşır­
tıcıydı. Lazar'ın bütün gördüğü sıradan insanlardı. Simon'a gö­
reyse daha da kötüsü, sümüklü veletlerinden başka bir şeyi ol­
mayan insanlardı bunlar. Turistler, İspanyol melezler ve fakir
sokak insanlarının karışımından oluşuyordu. Navajo kadınları
gölgeli bir kapının altında kayıtsızca oturmuş, ucuz gümüş mü­
cevher satıyorlardı. Kız, bütün bu görünüm karşısında hayrete
düşmüştü.
"Sizin gezegeninizden farklı mı?" diye sordu daha şimdi­
den sıkılan Simon.
"Ne oldu? Bu niye seni delirtiyor ki?" diye sordu Lazar.
Didi'nin gözlerinde yaşların biriktiğini düşündü. "Sana
anlatmanın bir yolunu bulmalıyım. Bana biraz zaman ver. Bir
şey deneyebilir miyim?" diye sordu Didi, Lazar'a.
"İstediğin iznimse, elbette. Ama buna ihtiyacın yok," de­
di Lazar.
1 86 DEEPAK CHOPRA

"Burada kalın o zaman, gerekebilir," diye yanıtladı kız.


Böyle bir şey beklemeyen Lazar duraksadı ama kalıp Simon'ı da
yanına çekti. Didi, kalabalığın içinde yürümeye başladı. Hediye­
lik eşya dükkanlarına girip çıkan sürekli bir turist trafiği vardı.
Yupileşmiş başka bir grup, kahvelerde sütlü kahvelerini içiyor,
çocuklar meydanın ortasındaki savaş anıtına yaslanıyor, kaykay­
cılar vızır vızır her yere girip çıkıyordu. Didi'yi onlardan ayıran
tek şey, karşılaştığı herkesin gözlerinin içine bakmasıydı. Mey­
danı rahat bir havayla dolaşıyordu. Beş dakikadan fazla sürme­
di, başladığı yere geri döndü, beklenti içinde iki adama baktı.
"Bana bir şey mi soruyorsun?" diye sordu Siman. "Galiba
soruyor," dedi Lazar.
"Az önce hiçbir şey fark etmedin mi?"
"Hayır, sen ettin mi?"
Lazar biraz sarsılmış görünüyordu. "O ortalıkta yürürken
bir sürü şey oldu."
"Ben hiçbir şey görmedim," dedi Siman.
"Dikkatle bakacaktın. Şu köşedeki eski kerpiç kiliseden ge­
len çan sesini duyuyor musun? Tam Didi kapının önüne adımı­
nı attığında çalmaya başladı. Altı metre ilerideki gül ağacının
üzerinde üç tane çiçek vardı ama o geçtikten sonra beş tane ol­
du. Peki savaş anıtının yanındaki o çift? Birkaç dakika önce epey
yüksek sesle kavga ediyorlardı. Şimdi öpüşüyorlar."
"Bütün bunları gördün mü sen?" diye sordu Siman. Lazar
başıyla onayladı.
"O zaman telkine çok açıksın, dostum."
Ama Lazar'ın dikkati ona değil arkasını dönüp kalabalığı
inceleyen Didi'ye yoğunlaşmıştı.
"Çok etkileyiciydi," dedi Lazar Didi'ye.
"Bunların hepsini sen yaptın ve hiç kimse fark etmedi. Et­
meleri gerekir mi?"
Didi omzunun üzerinden baktı.
"Duruma göre. Burada kal . "
Melek Yakınlarda 187

Meydanın etrafında ikinci yürüyüşüne başladı. Bu sefer Si­


mon, onu şahin gibi gözlerle izlemeye çalıştı. Daha önce oldu ­
ğu gibi çok rahat yürüyordu ama Lazar'ın gördüğünü iddia et­
tiği hiçbir değişikliği göremedi Simon. Birkaç dakika içinde Di­
di geri dönmüştü.
"Bu sefer çuvalladın," dedi Simon.
"Öyle mi? Fark etmedin mi?"
"Bu seferki neydi?"
"Sessizlik. Ses düzeyi neredeyse yarıya düştü . O gittiğin­
den beri bir korna bile duymadım. Ya şu kaykaycılar? Kaldırım­
da hiç kimseye çarpmadılar. İnanılır gibi değil." Simon 'un etra­
fın sakinleştiğini kabul etmesi gerekiyordu. Ancak bu, Lazar'ın
aklına soktuğu bir şey olabilirdi ve bunu kıza atfetmek, uydur­
manın da ötesindeydi.
"Nasıl yakalayacağını sana göstereceğim," dedi Lazar,
partnerinin itirazlarını keserek. "Kız yoğunluğunu her seferinde
artırıyor. Artık öğrenmiyor. Şimdi bizim sınırlarımızı deniyor."
Melek ilk defa spekülasyonlarını duyduğunu bildirdi. "Evet,"
diye karşılık verdi.
"Emin olmam gerek."
Ve tekrar meydanı dolaşmaya başladı. Bu sefer Simon'ın
dikkatle izlemesi gerekmedi. Kız, insanların yanından geçerken,
genellikle elbiselerin üzerinden, asla tenlerine temas etmeden
onlara elleriyle dokunuyordu. Geçen her üç kişiden birini seçi­
yordu . Yine de, her biri aynı şekilde davranıyordu . Kahkahalara
boğuluyorlardı ya da en azından yüzlerinde mutlu bir gülümse­
me beliriyordu . Herkese dokunmuş olsaydı, kalabalık manik bir
kaosa kapılırdı ama kız dikkatliydi. Bir karmaşa çıkmasına sebep
olacak sayıda insana dokunmadı. Kendinden şüphe edilmemesi­
ni sağlayacak sayıda insanı neşelendirmekle yetindi.
"Epey yoğun, ha, ahbap?" dedi Lazar.
"O saçma küpeyi çıkarana kadar bana ahbap deme," diye
yanıtladı Simon. Sert karşılığı, alışılmış keskinliğinden yoksun-
188 DEEPAK CHOPRA

du. Kız geri gelip arabaya dönmek istediğini belirttiğinde hiçbir


şey söylemedi.
"Bu bir başarı sayılır mı?" diye sordu Lazar merakla.
"Evet."
"Demek ki, insanları yalnızca dokunarak mutlu edebiliyor­
sun?"
"Hı-hı."
"Bundan sonra yapacağın bu mu? Etrafta dolaşıp insanları
mutlu mu edeceksin?"
"Hayır. Bu, planın bir parçası değil."
Lazar daha önce ondan plana benzer bir kelime duyma­
mıştı ama Didi, o an için deneylerini bitirmiş gibi görünüyordu.
Arabaya bidiklerinde söyleyecek başka bir şeyi yoktu.
Lazar'ın uykuya ve yemeğe ihtiyacı vardı. İki gündür hareketle­
ri kız tarafından yönetiliyordu. Şimdi, normal insan fonksiyon­
ları ortaya çıkıyordu. Simon'ın kaçıp kaçmadığıyla ilgilenmedi­
ğinden hayat biraz daha olağan bir hale gelebilirdi. Şehir içine
yakın bir yerde bir motel buldular. Kaç oda tutacakları konu­
sunda bir an için bir tutukluk yaşandı ama Simon ve Lazar'ın bi­
rer oda tutup kızın da arabada kalacağı anlaşıldı. Bu, kızın ken­
di isteğiydi ve uykuya ihtiyacı yokmuş gibi göründüğünden La­
zar itiraz etmedi. Olanları gözden geçirmek için yalnız kalmaya
gereksiniyordu. Didi'nin bir dokunuşla neler yapabileceğini
gördükten ve ışığın o iki askeri mistik hezeyana sokma yetisini
öğrendikten sonra kendisinin bağışık olduğunu düşünemezdi.
Kız, onun sakin olmasını sağlıyordu. Büyük olasılıkla Simon'ın
da sakin olmasını sağlıyordu, çünkü onun saygısızca alay edişi
normaldışı bir tepkiydi. Normal tepkinin nasıl olacağını kestir­
mek kolay değildi ama Lazar, bunun felç edici bir uyuşuklukla
anlamsız sesler haykırma arasında bir yerlerde olduğunu varsa­
yıyordu. Bu konuyu düşünmekten uyuyamadı. Sabahın üçünde
düşen çiy, camları örtmüştü. Lazar cama vurduğunda Didi arka
camı açtı .
Melek Yakınlarda 189

"Plan nedir?" diye sordu Lazar.


Açık havada tişörtü ve şortuyla duruyordu.
"Uyuyamadım. Sen bir plan olduğunu söylemiştin. "
"Kutsal planı kastettim," dedi kız sakin bir tavırla. Mavi
giysisi kırışmamış, yıpranmamıştı. Dağılmamış saçları ve açık, ar­
kadaş canlısı hatları kadar taze görünüyordu.
"Planın bir parçası olmayı seçmezsem ne olacak? Vazgeç­
meli miyim, yoksa aklımı yine karıştırana kadar beni sürükleye­
cek misin?"
"Vazgeçmen gerekmiyor. Bunu kendini korumak için söy-
lüyorsun," dedi Didi.
"Üşümüyor musun?"
"Hayır. Kendimi neden koruyacakmışım?"
"Dışlanmaktan. Planın dışında bırakılmaktan korkuyorsan
kendini vazgeçerek savunursun. En azından bir seçim yaptığını,
dizginlerin senin elinde olduğunu hissedersin. "
Karşılaştıklarından bu yana en uzun konuşmasını yapmıştı
Didi.
"Anlıyorum. " Lazar gerçekten anladı ve bunun da kızın
etkisi olduğunu biliyordu. "Senin bana, kendimi istediğin gibi
hissettirebileceğini düşünüyorum. Korkmuş, belleğini yitirmiş
ya da her neyse. " Sözler ağzından hızla dökülüyordu. Gergindi
ama meydan okur bir hali vardı. Didi tepki göstermedi. "Be­
nimlesin. Senin için tehlike yok. Başlangıçta korkuya karşı sana
destek olmak gerekliydi ama kimse seni kontrol etmiyor. "
"Tanrı konusunda yanlışın ne olduğunu sana söyleyebilir mi­
yim?" dedi Lazar.
"Zaten biliyorum. "
"Bu konuda çok düşündüm, biliyorsun. "
"Terk edilmek. Herkes aynı şeyi düşünüyor. " Didi kendin­
den çok emin görünüyordu. Küstah ya da haddini bilmez değil­
di. "Hepsi de Tann'nın yokluğundan, varsa da kendilerini terk
ettiğinden korkuyor. Kazananın olmadığı bir dunıın"
190 DEEPAKCHOPRA

"Ama durum bu."


"İçeri gir," dedi Didi.
"Sana bir şey göstereceğim." Lazar ön koltuğa oturdu. Di­
di öne doğru eğildi. "Çok istediğin ve sahip olamadığın bir şey
hayal et. Hesap yapma ve şu anda yeni bir şey düşünme. Yalnız­
ca bir arzuyu hatırla."
Lazar gözlerini kapattı. Kız omzuna dokundu. Gözlerini
açtığında ön panelin üzerinde bir yığın yüz dolarlık kumar fişi
vardı. En üsttekini aldı. Üzerinde CAESAR'S PALACE yazı­
yordu.
"Bunlar gerçek mi?"
"Evet. Senin gerçek bir arzunu tatmin etti mi?" diye sor­
du Didi.
"Elbette, ama .. "
"Tamam, bu küçük şeyler senin niyetinden ortaya çıktı. Şu
anda görünmelerine yardımcı oldum ancak süreci sen başlattın
ve meyvelerini aldın. Kutsal planın mümkün olan en basit açık­
laması budur."
Lazar fişleri cebine attı.
"Hiç de kutsal bir plana benzer yanı yok bu işin," dedi.
"Neden olmasın ki? Niyet ve doyum arasında pek çok aşa-
maya alışkın olduğun için mi? Bunların tümü dram, plan değil."
"Tanrı'nın da bizi dramdan yoksun bırakması için hiçbir
neden yok, öyle mi?"
"Hayır, bir an için bile yok."
"Ama bunları maddeleştirebiliyorsan o zaman O, elinin bir
hareketiyle bütün kötülüğü silip atabilir, değil mi?"
"Gözbağcılık değil bu. Evren bir makinedir. Tanrı her
molekülü hesaplamış, buyurmuşnır. Galaksinin iki uzak köşe­
sindeki iki atom aynı anda döner, çünkü Tanrı'nın zihni böyle
olmasını ister. İstediği tek bir normaldışı olgu vardı. İradesine
uymak zorunda olmayan bir ya'ratık yerleştirdi makinenin içine.
Bu sizsiniz . Meleklere bile büyle bir ayrıcalık tanınmamıştır. Bu-
Melek Yakınlarda 19 l

nunla birlikte, kötü zamanlarda kendinizi terk edilmiş


hisseder, yardım çığlığı atarsınız. Tanrı bu duaları her zaman
dinler ancak O'nun kurtarışı hayal ettiğiniz gibi değildir. O, so­
rumluluğu asla üstlenmez; çünkü bu, Yaradılış'ta sahip olduğu­
nuz tek gerçek ayrıcalığı ortadan kaldırmak olur.
"Karanlık, Tanrı'nın iradesinin bir parçası olan kendi ira­
denizi anladığınızda sona erer. İrade, planın parçasıdır. Tan­
rı'nın sanatı size her şeyi vermek ama ona kendi kendinize ulaş­
manıza izin vermesidir. Yaşamın görünmez düzeni mekaniktir
ancak çalışması sevgiyi içerir. Bir makinanın böylesine bir dakik­
likle çalışması, bununla birlikte zarafetin ta kendisi olması gi­
zemlidir."
"Peki senin plandaki yerin nedir?"
"Ben planın bir parçasından ibaretim," dedi Didi.
Zihinsel açıklamalar olarak bunları pek çok kez duymuş
olan Lazar, bu kavramlardan derinlemesine etkilenmişti. Ancak
Didi'den duymak göğsünde bir acı hissetmesine yol açtı.
"Nedir bu acı?" diye sordu.
"Çatışma. Benim söylediklerim seni rahatlattı ancak doğru
olmadığından korkuyorsun. Korku ve sevgi herkesin kalbinde
çatışma halindedir. Dramın sürüp gitme nedeni de budur."
"Sen planın bir parçasıysan, o zaman bu yolculuk ne olu­
yor? Bir eğlence ya da hayvanat bahçesine yapılan bir gezi mi?"
Lazar, Didi'nin suratının asıldığını görüp söylediğine pişman
oldu.
"Her birinizin ne kadar değerli olduğunuzu bilmiyorsu­
nuz. Ben, Tanrı'nın istediği gibi bunu göstermek için yeryüzü­
ne indim," dedi kız.
"Kime göstereceksin?" diye sordu Lazar.
"Duruma göre."
Bunca şey söyledikten sonra Didi sustu. Esrarengiz olma­
ya çalışmadığı belliydi. Yalnızca süykşikrine ara veriyordu. Ama
Lazar'ın aklına daha karanlık bir düşüıKe gelmişti.
192 DEEPAK CHOPRA

"Peki ya Siman? O da planın bir parçası mı yoksa?" "Si­


mon'ı da kimse kontrol etmiyor," dedi Didi.
Lazar, Simon'ın dışandan gelen sesini işitti. Bir işaret al­
mıştı sanki.
"Burada uyumak imkansız. Hiçbir yere varmayacak çılgın­
ca bir hareketle her şeyi mahvettiniz. Bana kim olduğunu söy­
leyene kadar hiçbir yere gitmiyorum. Lütfen bunu ciddiye alma­
nız gereken bir uyan olarak düşünün."
"Tanrım, benim kötü ikizim gibi," diye homurdandı La­
zar.
"Bu düşünceyi unutma," dedi Didi.
Sabn sonsuz görünüyordu. Pencereyi açıp Simon'a baktı.
Tamamen giyinikti. "Cevap vermeden önce düşün," dedi Si­
man sertçe. Bakışlan Lazar'dan kıza kaydı. Lazar'ı iç çamaşırla­
n içinde ve kucağında kumarhane markalarıyla gördüğünde şa­
şırmış olsa bile bunu belli etmedi. Aklı önceden hazırladığı ko­
nuşmasındaydı.
"Kim olduğumu zaten biliyorsun. Bu bilgiyi reddediyor­
san, inkar içinde olmalısın. Seni rahatsız etmeyeceğim. Bu inka­
n bir kenara bırakmayı dilersen, bırakırsın. Her şeyin bir zama­
nı var," dedi Didi ve pencereyi kapadı. Koyu renk camın ardın­
da kayboldu.
"Bu bir cevap değil," diye bağırdı Siman yumruğunu ara­
banın tavanına vurarak. Park yerinde yan çıplak oturan Lazar bir
an soğuğu ve davranışının aptalca olduğunu hissetti. Arabadan
indiğinde duygusu katışıksız öfkeye dönüştü. "Tannın, Siman,
şu haline bak. İtiraz üstüne itiraz getiriyorsun. Bu kızın
tutsağımız olduğuna inanmıyor musun? Tamam, o zaman Stil­
lano'yu ve o hıyar Carter'ı ara. Onlara bebeklerini kaybedip kay­
betmediklerini sor. Bunu yapar mısın?"
"Yaptım bile."
"İyi. Aferin. O zaman neden seni burada gizlenmekten
kurtarmadıklarını kendine sor. "
Melek Yakınlarda 193

Simon'ın karşılığını beklemeden odasına doğru koştu.


Uyuyamayacak kadar çalkantılıydı zihni, ama uyumuş olmalıydı.
Çünkü kendisine geldiğinde park yerindeki büyük kamyonların
gürültüsü ve gözünü alan parlak ışıklardı algıladığı . Birliklerin
tepeyi aşıp nihayet geldiklerine şüphe yoktu. Michael, Susan'ın
Mount Aerie'deki yatağının kenarına oturdu. Yanında aldığı
birkaç şeyle dokuz buçukta gelmişti: Tuvalet malzemeleri, hav­
lu, ilkyardım çantası, şişe suyu ve Susan'ın üzerini değiştirebil­
mesi için beyaz bir bluz. Susan malzemeleri kurcalarken ilkyar­
dım çantasını bulunca güldü. "Yılan sokmasından mı korkuyor­
sun?"
"Bu benim sığınağım. Çok görme," dedi Michael. Susan
kendini toparlarken Michael duşun sesini dinledi.
"Sence burada herhangi bir şey bulmamız gerekmiyor
mu?" diye sordu.
Su sesi kesildi, Susan kurulanarak banyo kapısını açtı.
"Hayır, Marvell bu genç kızın, Mary McBride'ın melekler­
le temasta olduğunu düşünüyordu. Marvell'ın da istediği buy­
du. Ancak sanıyorum bir şey ters gitti. Bağlantısı koptu ya da o
kopardı. Her iki şekilde de sahte mesih rolüne bürünmek zo­
runda kaldı." Michael düşünceliydi.
"Ben olsam ona biraz daha fazla güvenirdim. Marvell du­
rumu anlamış, anladığım kadarıyla epey de bilgi toplamıştı.
Belki de mesajlar alıyordu, bunlar onu çıldırttı. Ama ben her­
hangi bir mesih olma eğilimi görmedim."
"Doktor olan sensin," dedi Susan.
"Bunu kanıtlamak için ilkyardım çantan yanında." Bluci­
niyle Michael'ın yatağın üzerine bıraktığı yeni bluzu giyerken
gülümsedi.
"Ben doktorun bir yüzüyüm. Sence diğeri şimdi ne yapı­
yor?"
"En ufak fikrim bile yok. Arkadaşın Rakhel o sırrı açıkla­
madı mı?"

ı\ k lı.:k Y., k. ı ı ı l .ı rd.ı ı--:. 1 ,i


194 DEEPAKCHOPRA

"Hayır. Umarım ikizim ortalıkta dolanıp hastalarımla uğ­


raşmıyordur."
Susan suratını buruşturdu. Kulübenin açık kapısından içe­
ri geceyi dolduran ağaç kokuları geliyordu. Ama bunlar şimdi
dezenfektan, alkol ve belki de elektroşokun keskin kokusuyla
karışmıştı.
"O adam için endişelenemezsin," dedi Susan. "Kuralların
ne olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yok. Belki o gerçek bir
doktordur. Belki de yok olup gidecek olan bir halüsinasyon. Ya
da senin hayalet ikizin. Tanrı bilir." "Ne olduğunu öğrenmem
gerek. Marvell bize başka ipucu bırakmamış. Saplantısı burada
sona eriyor." Michael, Küçük Gideon'un bu tuhaf yolculukla­
rında yeni bir aşamayı tetiklediğinin iyiden iyiye farkındaydı.
Marvell'ın çalışma odasına gitmiş ve bir an için bile olsa onu ha­
yatta görmüş olduğu gerçeği, olaylara üçüncü bir olasılık ekli­
yordu. Olaylar bir şekilde çözülmeliydi. Bunun da yolu Mar­
vell'ın evine dönmekten geçiyordu.
Arabayla şehre gitmek üç saatlerini aldı. Eve saat bir civa­
rında vardılar. Geri dönmek tuhaf bir duygu uyandırmıştı. Mic­
hael ikizini verandada elinde silahla görmeyi bekliyordu. Arka­
daki garaj boştu. Bu da, birkaç gün önce motelde terkedilmiş
olan Saab'ın ikizi olmadığı anlamına geliyordu. Susan cipi park
edip Michael'a döndü. "Yapmak istediğinin bu olduğundan
emin misin? Hala kefaletle dışarıda olduğunu biliyorsun. Carol
Hardin'le ilgili suçlamalardan dolayı aranıyor olabilirsin."
"Biliyorum. Fakat buradan kalıcı olarak sürüldüğümüzü
sanmıyorum. Marvell'in hangi ölüm biçiminin gerçek olduğunu
bilmek istemez misin?"
"Bu, durumunu daha da kötüleştirecek bir biçim de olabi­
lir," diye uyardı Susan.
Bu uyarı, bir titreme şeklinde Michael'ın omurgasından
yukarı doğru tırmandı. Arayışın bir sonraki aşamasını kaldırıp
kaldıramayacağı belirsizdi. Bir kez kaçmışken tuzağa kendi iste-
Mdek Yakınlarda 195

ğiyle dönerek aptallık mı ediyordu? Arka kapı Susan'ın bıraktığı


gibi açıktı. Ev karanlık ve boş görünüyordu. İçeri önce dikkatli
adımlarla Michael girdi, sonra Susan'a kendisini izlemesini işa­
ret etti. Yaz sıcağına rağmen mutfak mahzen serinliğindeydi.
"Sence gitti mi?" diye sordu Susan.
"Şimdilik konuşma. Etrafı bir kontrol edeyim."
Loş yemek salonunda Rakhel'in kendisini beklediğini gör­
mek Michael'ı rahatlattı. Uzun meşe masanın başına oturmuş,
erkeklerin gelmesini bekleyen liseli bir kız gibi ayaklarını sallı­
yordu.
"Geri döndün," dedi Rakhel.
"Evet ve sen buna hiç şaşırmadın."
Rakhel onaylamadığını gösterir bir biçimde başını salladı.
"Seni izlemediğimi mi düşünüyorsun?"
"Tamam, o zaman Marvell'ı tekrar gördüğümü biliyor ol­
malısın. Bu sefer o kadar da ölü değildi."
"Evet. Garip ama öyle. Olanlara alışıyorsun, bu da iyi."
Rakhel dikkatle baktı. "Neden bu kadar gerginsin?" "İkizim yü­
zünden. Hala ortalıkta mı? Burası artık benim evim olmayabilir."
"Ortalarda görünmüyor. İkinci cinayetten dolayı tutuklan­
dı ve bu sefer dışarı çıkmadı." Rakhel çok sakindi. Yine de Mic­
hael kendini tuhaf hissetti.
"Dur biraz. Bunu tartışmamız gerek."
Mutfağa gidip arka kapıda bekleyen Susan'ı çağırdı. Susan
Rakhel'i selamlamak yerine başıyla bir hareket yaptı. Bu yaşlı ka­
dın ne zaman ortaya çıksa başlarına bir şey geliyordu. Susan on­
dan hala şüpheleniyordu. Rakhel, odadaki gerginliği bilmezden
geldi.
"Hala kopamadın mı?" diye sordu.
Michael güldü. "Kopmak deli olmadığımın işareti, öyle
değil mi? Aklı başında olmak benim durumumda pek işe yara­
mıyor gibi görünüyor. Delirmenin bazen işe yaradığmı söyledi­
ğini sanıyordum."
1 96 DEEPAK. CHOPRA

Rakhel omuz silkti. "Ya da uyanmanın ki benim bahsetti­


gım de buydu. Seni tekrar kutlamayacağım. Bu seni rahatsız
ediyor sanki. Ancak başarılı bir yolculuk yaptın. Bazı insanların
aklı karışır ve ölür ya da kendilerini Philadelphia'da bulurlar."
"Şu eski gülmece kitaplarını mı okuyorsun?" diye sordu
Susan.
"O kitaplar yazılırken ben vardım, tatlım. Yalnızca birta­
kım iyi seçimler yaptığınızı söylemeye çalışıyorum. Bu senin iki­
zin, bir ikiz değil. İç dünyanın bir başka biçimi. Normalde in­
sanlar bir seferinde bir biçimi deneyimler. Bu durumda ise, iki­
sinin varolmasına izin verildi. Onu bırakabilir, bütün yükümlü­
lüklerinden kurtulabilirsin."
"Ama eğer o bense, o zaman içerdeyim ve yargılanaca­
ğım," diye karşılık verdi Michael.
"Doğru. Bu kısmı yanılsama. Marvell'ın kaderinden so­
rumlu olmadığını hissettiğin zaman sona erecek."
"Bu mantığı kabul ettiğime inanamıyorum," dedi Micha­
el. "Ürkütücü bir şey."
Rakhel iç geçirdi. "Gerçekten ürkmüş değilsin. Ben ikini­
zin de epey iyi uyum sağladığını düşünüyorum. Uyuyordunuz,
öyle değil mi? Mide bulantısı ya da sayıklama yok muydu?"
İkisi de başını salladı.
"Gördünüz mü, o kadar da zor değil."
"Yani bütün bunlar, Michael Marvell'ın ölümünden so­
rumlu tutulmayı seçtiği için mi oldu?" diye sordu Susan.
"Evet. Doğal olarak fırsat hazırdı. Herkes kendi durumu­
nu seçer. İnsanlar bunun böyle olmadığı yanılsamasıyla yaşar.
Olayların gökten yağan yağmur gibi, öylesine oluverdiğini dü­
şünürler."
"Yağmur gerçekten de gökten iner," dedi Michael.
Söylediği şeyin zayıflığını fark etti ama Beth'in sözlerini
hatırladı. Neredeyse doğrıı_ııdıı yaptığm .
"Sanıyorum bu karmaşık durumdan çıkmayı seçmemiz ge­
rekiyor," dedi Susan.
Melek Yakınlarda 1 97

"Hemen şimdi. Büyük bir tehdit altında olduğumu hisset­


mediğim bir dakika bile olmadı."
"Tehdit edici olmasaydı dikkatini vermeyecektin. Bu bir
çeşit kural, tatlım. Bunu hatırlamak isteyebilirsin. Ama eğer se­
ni daha mutlu edecekse, ikizini kullanmak zorunda değilsin.
Ondan kurtulup yerine seni hapse koyabiliriz," dedi Rakhel.
Kendi fikrine gülümsedi.
"Yani seçim benim mi?" dedi Michael.
"Doğru."
"Pekala, seçenekler neler?"
"Devam et. Kurşunlardan sakın, doğaçla, ilerledikçe yarat.
Yaşamanın gerçek tek yolu budur. Geri kalanı harekette bulun­
maktır, bu da yeterli değildir," dedi Rakhel.
"Yalnızca eğitim için değil, gerçeğin tadına bakman için de
doğaçlamana izin vermek önemliydi. Yarattığın durumların al­
tından kalkana kadar hiçbir zaman erişemeyeceksin."
"Erişecek bir yer olmasa bile, öyle değil mi?" diye sordu
Michael.
"Öyle. Yolculuk devam eder. Ama sana şunu söyleyeyim,
daha da ilginçleşecek. Elbette yolculukla ilgilendiğini varsayar­
sak."
Michael Susan'a baktı. Başka hiçbir şey olmasa bile Su­
san'ın macera duygusu devam etmek istemesine neden oluyor­
du. Ama Michael, devam etmesi için başka nedenler olduğunu
da biliyordu. Son birkaç gün Susan'ı duygusal olarak etkilemiş­
ti. Henüz her şeyi kavrayamamıştı Susan ama Michael, onun
kendisine hiç olmadığı kadar yakın olduğunu hissediyordu. Çe­
kip gitseydi Susan da onunla gelirdi.
"Tamam," dedi hoşnut görünen Rakhel.
"Tanışmanız gereken biri var. Elimde bir ad ya da bir yüz
yok ama bu kesin. Doğru yerde olursanız karşılaşma gerçekleşe­
cek."
"Hepsi bu mu? Başka ipucu yok mu?" dive sordu Michael.
1 98 DEEPAK CHOPRA.

"Hayır. "
"Peki nereye gitmemiz gerekiyor? "
"Bu önemli değil. Önemli olan gitmek isteyip istemediği­
niz . "
"Bu kişinin kim olduğunu bilmiyorsak onu nasıl bulaca­
ğız?" diye sordu Susan.
"Bulmayacaksınız. Bilirsiniz ve gidersiniz, bu kadar. "
"Marvell'ın yaptığı gibi mi? " diye sordu Michael, tahmin yürüt­
meye çalıştığının farkındaydı.
"Marvell yalnızca tahmin etti . Biliyor olsaydı, ölmeyecek­
ti," dedi Rakhel. "Sizin gerçeklik dediğiniz şeyin hiçbir biçimin­
de ölmeyecekti. "
"O halde kaderimizle karşılaşmaya y a d a benzer bir şeye
hazır olmamız gerektiğini mi söylüyorsun? " dedi Michael.
"Yaklaştın. Kader, tuhaf bir kumardır. Her şeyi ya da hiç­
bir şeyi riske atmazsın . Ya her şeyi riske atarsın ya da hiçbir şe­
yi. " Rakhel kendinden o kadar hoşnut görünüyordu ki, Micha­
el ondan söylediğini açıklamasını bile istemedi . Rakhel ayağa
kalkıp üzerindeki kırıntıları temizler gibi eteğini silkeledi. Bu
küçük, bilinçdışı bir hareketti. Ama bu hareket bir anda
Michael'ın, Rakhel'in onlarla olmadığında nasıl yaşadığı hakkın­
da gerçekten hiçbir fikri olmadığını düşünmesine neden oldu .
"Bizimle gelebilirsin, biliyorsun," dedi Michael .
"Endişelenme, her zaman sizinleyim," dedi Rakhel. "Ama
önce yapılması gerekenler var. Sadece bu gece burada kalın.
Oyalanmak iyi olmaz. Bu evin bir kara deliğe dönüşme potan­
siyeli var."
Odanın dört bir yanını şüpheyle inceledi ama kimseyi bek­
leyen ani bir tehlikenin olmadığından emin olunca gitti . Micha­
el ile Susan'ın evlerinin rahatlığına ihtiyaçları vardı. Rakhel'in
kara delikle neyi kastettiğini ise hiçbir zaman anlamadılar.
Melek Yakınlarda 199

Meleğin Sesi
Çok daha eski Yahudi meleklerinden ödünç
alınmış olmalarına rağmen, Hristiyan melekleri bura­
larda yenidir. Hindistan melekleri daha da eskidir.
Onlara devalar adı verilir, kanatları yoktur. Ama Gab­
riel, Raphael ve Michael (hepsinin sonu da "el"le bi­
ter çünkü İbranice bu, Tanrı anlamına gelir) gibi de­
valar da Tanrı için savaşır. Düşmanları da asuralar ya
da kötü mhlardır. Yaradılışın bütünün, bir ipin bir
ucundan devaların, diğerinin de asuraların çekmesiy­
le çalkalanarak varolduğu söylenir. Dünya, kozmik
sütten yayık gibi çalkalanarak elde edilen tereyağıdır.
Melekler ve kötü mhlar çekişmeye devam eder, za -
man varoldukça da edeceklerdir. Yaşamın sürmesini
sağlayan ışık ve gölge, iyi ve kötüdür. Bu yüzden,
Hindistan kötü mhlar konusunda rahattır. Uzun va­
dede ne kötü mhlar bütünüyle yenilir ne de melekler
mutlak bir zafer elde eder. İki gücün de aynı anda va­
rolması gerekir. Eski Hintliler, insan doğasının da ay­
nı olması gerektiğini düşündü. Devaların asla kazan­
mayacağını bilmek karamsarlık verir ancak bu, göre­
celiğe inanırsanız doğmdur. Eski Hintliler ise inan­
mıyordu. Onlar, mutlak olana inanıyordu. Meleklerin
ötesinde, mutlak saf farkındalık ya da Olmak vardı.
Olmak ya da olmamak onlara göre bir som değildi .
Olmak, kimsenin hiçbir zaman görmeyi umamayaca­
ğı, görünmez bir elmas gibiydi ama bu elmasın yüz­
leri sevgi, gerçek, irade, güç, şefkat ve güzelliktir. Bu
değerler içinizde derinlerde bir yerdeyken Tanrı'nın
mücevherinden parıldayan ışığı görmüşsünüzdür.
Mutlak Oluş, yaradılışa büründüğünde sonsuz çeşit­
lilikte formlara büründü. Bir filin biçimi, ipek bir ter-
200 DEEPAIC CHOPRA

liğin biçimiyle aynı değildir. Yine de, her ikisi de aynı


mutlak malzemeden oluşur. Eritecek olursanız, Tan­
rı'nın ışığına ulaşırsınız. İnsan ruhunu eritirseniz, yi­
ne Tanrı'nın ışığı olur bulduğunuz. Bir asura ya da
kötü ruhu erittiğinizde yine Tanrı'nın ışığını bulursu­
nuz. Bu, kozmik şakadır. Devalar da buna ortaktır.
Neşe içinde savaşırlar, çünkü kötülük ve karanlığın
mutlak olmadığını, ışığın çok iyi kılık değiştirmiş
formları olduğunu bilirler. Asuralar ise bu sırra nail
değildir. Bu nedenle de büyük bir içtenlikle savaşırlar.
Ya da kimbilir belki bu sırrı bilirler ve kaderleri olan
yenilgiyi kabul edemediklerinden savaşa böylesine bir
güçle devam ederler.

Lazar pantolonunu üzerine geçirip motelden çıktı. Ağır


motorların sesini duyunca ordu ciplerini ya da kamyonlarını gö­
receğini sanmış, zihninde dehşet görüntüleri kurgulamıştı. Ara­
bayı içindeki kızla birlikte ezip geçen bir tank gibi. Ancak, bü­
tün gördüğü, yanında kendisine benzer biriyle birlikte siyah bir
minibüsten çıkan Carter oldu.
"Arkanızdan içeri girmeye hazırlanmıştık," dedi Carter,
yumuşak, vurgusuz konuşmasıyla.
Öndeki minibüsün farları Lazar'ın uyumaya çalıştığı odayı
aydınlatıyordu . Carter, her zamanki gibi ütülü gri takımını giy­
mişti. Simon'ın telefonu üzerine peşlerine birini takacaklarını
tahmin etmiş olmasına rağmen, "Endişelenme, gelmenizi bekli­
yordum," diye yalan söyledi Lazar.
Gözlerini kısarak gökyüzüne baktı. "Helikopter yok mu?
Peşimizden Waco'ya gideceğinizi düşünmüştüm."
"Büyüklük sanrıları görüyorsun. Potter nerede?" diye sor­
du Carter. Arkadaki minibüsten sade giysiler içindeki diğer iki
adam çıktı .
Melek Yakınlarda 20 l

"Yan oda," dedi Lazar, başıyla o yöne işaret ederek. Car-


ter bir işaret yaptı ve iki adam Simon 'ın kapısını çalmaya gitti.
"Aceleyle ayrıldınız," dedi Carter.
"Neden? "
"İlkbahar ateşi. Mahkum değildim , öyle değil mi? "
"Güvenlik kalkanı altındaydınız. Aşağı yukarı aynı şeydir,"
diye yanıtladı Carter.
"Tam tutsak kaybolduğu zaman kaçtınız. Biliyordunuz,
öyle değil mi? Aksi halde bu, büyük bir tesadüf olurdu . "
"Sen söyle. " Lazar, Carter'ın büyük olasılıkla kendisini tu­
tuklamak için orada olmadığı sonucuna varmıştı. Bu yüzden
yardımcı olacak herhangi bir bilgi vermedi. Güvenlik kamerala­
rına yakalanmadıysa, kızdan kimse şüphelenemezdi. Simon iki
yanında iki adamla odasından çıktı.
"Aradığın adamlar bunlar mı? " diye sordu Lazar. Simon
yanıtlamaktan kaçındı.
"Benim için mi geldiniz?" diye sordu Carter'a.
"Tam olarak değil," dedi Carter. Las Cruces'in kuzeyinde
bir yerden yaptığınız telefon kulübesi iletisini aldık. Ordu gitti­
ğiniz rotaya helikopter gönderdi. Ben beklemeye karar verdim .
Bir süre sonra birkaç kredi kartı harcaması geldi. Sizi izlemek
zor olmadı . "
"Anlıyorum," dedi Simon .
Carter'a yönelttiği baykuş bakışlarını içinde Didi'nin otur­
duğu renkli camlı beyaz arabaya çevirdi.
"Mesajınızdan rehin olduğunuz anlaşılıyordu, bu varsayım
üzerine polisi aradım," diye devam etti Carter.
"Hikayeniz hala bu mu?" Lazar nefesini tutmamaya çalış­
tı . Eğer gerçekler ortaya çıkacaksa şimdi işte o andı. Simon tek­
rar beyaz arabaya baktı .
"Bir saniye," dedi .
Oraya doğru yürüyerek arka pencereden içeri baktı. "Ha­
yır, rehin değilim ," diye seslendi omzuının üzerinden . "Lazar
202 DEEPAK CHOPRA

arabadan çıkmam için bana bir şans verdi. Özgür irademle kal­
mayı seçtim. Bir bilim adamı olarak kaldım."
Carter'dan gelen bir sinyalle iki adam, koltukaltlarmdaki
kılıflardan silahlarını çekip arabaya koştular. Arabanın tavanına
vurdular. Didi dışarı çıktı. Şaşırmış görünmüyordu. Aynı şey
görevliler içinse pek söylenemezdi. "Ellerinizi yukarı kaldırın,"
diye emretti biri. Didi ona bakmadan emre uydu.
Bıı da planın bir parçası mı? diye düşündü Lazar. Carter
kaşlarını çattı. "Kızı buraya getirin," dedi. Ama Didi çoktan ar­
kasında Simon ve elleri silahlı adamlarla birlikte ona doğru geli­
yordu.
"Kız hanginizle?" diye sordu Carter.
"Şu polis kafasını bir yana bırak. Konu, bundan çok daha
ilginç," dedi Lazar.
"Üstten bu yüzden ayrıldık," diye açıkladı, hala gergin ve
kendisinden emin olmayan Simon.
"Devam edin," dedi Carter gergin bir tavırla.
"Bu kız tutsak. Neden olduğunu bilmememe rağmen La­
zar onunla kaçmaya kalktı."
"Neden bahsediyorsun sen?" dedi Carter öfkeyle.
"Uygun ışık aracılığıyla bir çeşit dönüşüm gerçekleşti; bi­
linmeyen bir tip hologram gibi. Sanıyorum bu kız aslında gör­
sel bir yanılsama."
Carter, Simon'ın sözünü kesti. "Dur. Ben salak değilim.
Gözden saklamaya boşuna çalıştığın şey, bir kızı kaçırmış oldu­
ğun. Bu ne, bilim adamı aşkı mı?"
"Dinlemiyorsun," diye üsteledi Simon. Daha da umutsuz
görünüyordu. "Ordu ellerinde tuttuğu şey için bir açıklama is­
tiyordu. İşte bu."
"Tanrım," dedi Carter. İki FBI adamı silahlarını kaldırıp
sırıttı. Arkadaki minibüse doğru gitmeye başladılar. Cartcr, bir
an kızı inceledi.
Melek Yakınlarda 203

"Kendi isteğinizle mı kalıyorsunuz, bayan?" Didi başıyla


onayladı.
"İstediğim ıçın buradayım. Böyle yaşamayı sürdürecek
olursanız, güvende olmayan sizlersiniz."
"Yeter," dedi Carter.
"Hepinizi içeri alacağız. Hapishaneye mi gidersiniz, yoksa
hastaneye mi, ben karışmam. Bu kızın kovalanmaya değmeye­
cek biri olduğu açıklığa kavuşana kadar sizi gözetim altında tut­
mak için yeterince güvenlik ihlali yapıldı."
Lazar'ın beyni yaşamında birkaç kez boşalmıştı, bu da o
anlardan biriydi. Öfke onu kör etti. Simon'ın midesine okkalı
bir yumruk oturttu. Siman bağırmadı ama ciğerlerindeki bütün
nefes hafif bir "uff'' sesiyle boşaldı. Lazar'ın ihanete uğradığı
duygusu öylesine güçlüydü ki, Simon'ı yakasından kaldırıp tek­
rar yumruklamak istedi ama bunu yapmaya fırsat bulamadı. Du­
mm fazlasıyla garip bir hal almıştı. Carter bağırarak Lazar'ı tut­
mak için uzanırken silahlı iki adam Simon'ı korumak için koştu­
lar. Elbette buna koşma denebilirse. Çünkü üçü de çok yavaş,
projektörü gittikçe yavaşlayan bir sinema filminin dörtte biri hı­
zında hareket ediyordu. Lazar ağzını açtığında sözcüklerin ağ­
zından kontrolsüzce döküleceğini sanıyordu ama sesi son dere­
ce doğal çıktı. "Savaş benimle, seni korkak! " diye bağırdı. Si­
man gözlerini pilleri bitmiş robotlar gibi hareket etmeye devam
eden üç FBI'lıya dikmişti. Lazar'la ilgilenmedi. Didi, elini La­
zar'ın koluna koydu.
"Bunun nasıl olmasını istiyorsun?" diye sordu.
"Ne?"
"Bizi geri götürmemeleri gerek. Siman onları buraya ge­
tirdi, çünkü korkuyor. Sen de korkuyor musun?"
"Hayır."
Lazar bedeninde fışkıran adrenalini hissetmesine rağmen
zihninin şaşılacak ölçüde açık olduğunu fark etti .
204 DEEPAK CHOPRA

"Benim Tanrı'dan geldiğimi kabul ediyor musun?" diye


sordu melek.
Lazar başıyla onayladı . Durduğu yerde sallanan Simon'ı
ikisi de görmezden geldi.
"Böyle devam edemem. Bana neden burada olduğunu
söyle," diye fısıldadı Simon soluk soluğa.
"Her şeyi daha iyi kılmak için," dedi kız.
Simon'ın içinde bir çığlık yükseldi. "Hayır, bu yeterli bir
açıklama değil," dedi sesi çatlayarak.
O anda ve birlikte olduklarından bu yana Lazar ilk defa Si­
mon'a şefkat duydu, çünkü benzer durumdaydılar. Simon'ın
yaradılışla olan akdi her zaman çok basit olmuştu. Yaradılış, or­
taya çıkarılmasına izin verilen gizemler taşır. Mutlak cevaplara
ulaşamadan ölebilirdi. Ama yaşadığı sürece tüm gizemlerin açı­
ğa çıkarılabilme ihtimali ve evrenin hiçbir yerindeki hiçbir şeyin,
sezgi ya da kutsal güce tabi olmadığı inancı vardı. Şimdi, yara­
dılış, ona mantık ve aklın çözemeyeceği bir olgu -kabus gibi bir
olgu- sunarak sözünü bozmuştu.
"Beni bir uzaylı olarak düşünüyorsun," dedi kız usulca,
"çünkü bu senin beklentilerine uyuyor. Ama bunları değiştire­
ceğim. Yavaş yavaş ve zamanla."
"Sana o şansı vermiyorum," dedi Simon meydan okuyarak.
Lazar onunla tartışmayı kalkışabilir ya da onu bir kardeş gibi
kucaklayabilirdi. Bu kararsızlık anında melek onu alıp götürdü.
Lazar bunun nasıl olduğunu göremedi. Kız ellerini çabucak
onun gözlerine kapamış ya da arkadan iterek dengesini bozmuş
olabilirdi. Ne olduğunu bilmiyordu. Ama bir an sonra çölde,
açıkta tek başlarına duruyorlardı. Artık Simon, motel,
Carter ve yardımcıları yoktu. Lazar nefes almadan ya da şaşkın­
lıkla haykırmadan önce, aptalca, mekanik bir mantıkla saatine
baktı . Saat, Carter'ın ilk ortaya çıktığı otel saatinden yirmi daki­
ka öncesi, sabahm dört buçuğuydu.
"Gittiler," dedi Lazar.
Melek Yakınlarda 205

Anlamsız sonuçlar çıkarma becerisini koruyordu. Karanlık­


ta Didi'yi görememiş ama onu yanında hissetmişti. "Evet, ken­
di başımızayız şimdi. Bu daha önce olabilirdi ama Simon'a bir
şans vermek istedim."
Başlarının üzerindeki yıldızlar parlak ve kusursuzdu. Aşırı
aydınlatılmış şehirlerde görünmeyen samanyolu, gökyüzüne ya­
yılmış, bir karanlık ırmağını saf gümüşe dönüştürmüştü. "Her
yıldızın bir hikayesi vardır."
Meleğin sesi düşüncelere dalmış gibi geliyordu. Gerilim ya
da hoşnutsuzluktan eser yoktu.
"Sahi mi?" dedi Lazar.
Omurgasından yukarı bir ürperti yükseldi.
Didi'nin, yıldızların anlattığı her hikayeyi bildiği gibi ürkü­
tücü bir duyguya kapıldı. Çabucak kendini yokladı. Fiziksel bir
zarar görmemişti. Adrenalinin yükseldiğini gösteren bir nabız
artışı hissetmedi. Şiddetli bir öfkeyi izleyen duygulara da kapıl­
mamıştı. Bunun yerine kendini tetikte, canlı ve olağanüstü mut­
lu hissediyordu. Güldü.
"Aslında, biraz hayal kırıklığına uğradım. Onları kurbağa­
ya ya da başka bir şeye dönüştüreceğini düşünmüştüm." Gözle­
ri karanlığa alışmaya başlıyordu. Anayoldan yüz metre uzakta
olduklarını gördü. Gecenin bu saatinde uzun yol şoförleri bile
ortalarda değildi. Ufukta yükselen koyu gölge Sandia Zirvesi ol­
malı, diye düşündü. Demek ki hala Albuquerque yakınlarınday­
dılar.
"Hadi, yola doğru gidelim. Otostop yapacağız," dedi La­
zar.
"Sana yardım edeyim." Karanlıkta Didi'nin elini buldu, fa­
kat Didi elini çekti. "Hayır. Otur." Lazar, nasıl bir deliliğin ken­
disini Didi'ye sıradan bir kız gibi davranmaya yol açtığını me­
rak ederek boyun eğdi. Kumlu toprak hala sıcak günden kalan
ısıyı yayıyordu. Yumuşak ve temizdi.
206 DEEPAK CHOPRA

"Sana söylemem gerek, durum benim için tuhaflığını ko­


ruyor," dedi Lazar.
"Biliyorum. Sükünete ihtiyacın var. "
Didi, beklenmedik bir hareketle Lazar'ı kendine çekti. La­
zar'ın elini usulca göğsünün üzerine koydu . Bu, başlangıçta La­
zar'ı ürküttüyse de Didi'nin yaptığı şeyde dinginlik vardı.
Bir süre sonra Lazar "Biz sizi melek olarak adlandırıyoruz, sizin
kendiniz için kullandığınız bir isim var mı? " diye sordu .
"Var sayılmaz. Ben kendime baktığımda bütün gördüğüm bir
pencere," diye yanıtladı Didi. "Eğer dilersen, benim içimden
bakabilirsin. "
"Pencere bir şey değil, yalnızca bir sembol. Sen hiçbir şey
olmadığını mı söylüyorsun? "
"Hiçbir şey olmadığımı söylemek istemedim . Sana yalnız­
ca gerçeği söyledim . Ben saydamım . Tanrı'nın karşısında böyle­
yim, bundan ötürü kendi karşımda da böyleyim. "
"Cevabını beğendim . Ama seninleyken bir parçam çok
gergin. Hep seni çözmeye çalışıyorum . "
"Siman 'a b u yüzden ihtiyacın vardı. "
"O benim zihinsel müttefikim, mantık arkadaşım olduğu
için mi?"
"Evet. Onu bırakmak senin için zor oldu. Ona sert ve ani
çıkışlarla tepki gösterdiğinde aslında kendi yansımana saldırıyor­
dun. "
"Ama şimdi gittiğine göre seni görmeye y a d a senin aracı­
lığınla görmeye, her neyse, cesaretim olup olmadığını anlayaca­
ğım. "
"Hayır, bunu anlamana gerek olmayacak. Ben sana uyum
sağlayacağım . Yalnızca görebildiğin şey olacağım . Biz bunu hep
böyle yaparız."
Lazar'a kendisini aniden yatışmış hissettiren şey belki Di­
di'nin sesindeki şetkat ya da endişelerinin giderilmesiydi . Derin
bir iç geçirdi .
Melek Yakınlarda 207

"Hissedebildin mi?" dedi Lazar.


"Sırtımdan sanki kilolarca yük kalktı. Ben hala -bağışla
ama- beni kızartabileceğini düşünüyordum."
"Asla böyle bir şey olmazdı. Ben Tanrı'danım."
Bu gece bu deyimi ikinci kullanışıydı. Lazar kendisini ne­
redeyse ağlayacakmış gibi hissetti. Beni çok hızlı coşturma, diye
düşündü. Tanrı'dan olan herhangi bir şey, güneşte kavrulmuş
toprakta, Lazar'ın hatırlayabildiğinden de uzun zamandır kuru­
muş olan umut .tohumunun doğmasına yol açıyordu. Kalbinde
tohumun yeniden filizlendiği yerde bir sızı vardı. "Medya varlı­
ğını öğrendiğinde meşhur olacaksın," dedi Lazar. Sesi inandırı­
cı olmaktan uzaktı. Duyguları baş edemeyeceği kadar alışılma­
dıktı. Belki de konuşmaktan vazgeçmesi gerekiyordu. Didi bu
fikrini paylaşıyor olmalıydı. Medyaya ilişkin hiçbir şey söyleme­
di. Lazar'ın alnından serin bir nefese benzer bir şey geçti, an
sonra uykuya dalmıştı.

Meleğin Sesi
Bir verilen gibi görünse de, gerçek gizil güçten
ibarettir. Her gün yaptığınız en yaratıcı şey, gizil güç­
leri gerçeğe dönüştürmektir. Görünmez gizil güç
öbekleri biçime bürünür, dünyaya gelirler. Melekler
buna yardımcı olur. Biz, her bir düşüncenin, arzu­
nun, rüyanın ya da görünün dışa vurulmadan önce
içinden geçmesi gereken mekanizmayız. Hayatınız­
daki dışavurumlar, sizin seçimlcrinizdir. Biz yardım
ederiz, ama yaptırmayız. Herkesin olaylara ilişkin de­
ğişik bir yorumu ve hayata eşsiz bir bakış açısı vardır.
Şu anda deneyimlediğiniz şey, en küçük ayrıntısına
kadar bakış açınızın somutlaştırılmış biçimidir. Tan­
rı'nın kaynağından yaşam enerjisi yayılır. Sizin bulun­
duğunuz düzeye ulaşır. Siz , zihninizi kullanarak bu-
208 DEEPAIC CHOPRA

mı iki yoldan birine yönlendirirsiniz. Yaşam eneqısı


bir yanda hayatınızdaki bütün iyi şeyleri üretirken di­
ğer yanda yaşamınızdaki bütün olumsuzlukları üretir.
Bu iki kanala doğru akan görünmez yaşam enerjisi ır­
mağı her şeyi yaratır. Neden bunun böylece sürüp
gittiğinin bilincinde değilsiniz? Çünkü beş duyunuz,
evrenin sadece en ufak dilimini kaydediyor. Her in­
san, durmadan kaynayan kuantum çorbasından haya­
ta dair kendi yorumuna uyan özellikleri seçer. Bu, her
zaman bir önceki görüşten bir sonrakine hareket etti­
ğiniz anlamına gelir. Kendinizi görmeye şartladığınız
şeyi görürsünüz, kendinizi düşünmeye şartladığınız
şeyi düşünürsünüz. Bir kez seçilince, bu bakış neden­
sonuç etkisinin akışını yaratır. B u , karma olarak bili­
nen şeydir: A'dan B 'ye gitmek için kullandığınız
enerjiyle harmanlanmış olaylar paketi . Karmayı yarat­
tığınız ya da değiştirdiğiniz her seferinde olasılıkları
değiştirirsiniz. Deneyimlemeyi istediğiniz, büyük dra­
malar ya da çok küçük olaylar olabilen eski "olay çiz­
gileri "nden geçersiniz ve bunlar rollerini oynarken
yaşamınıza yenilerini toplarsınız. Dış dünyayla her et­
kileşim önce zihni gerektirir. Zihin önce her bilgi kı­
rıntısını işlemden geçirir ve bunu eski şartlanma şe­
malannıza ve edinilmiş inançlarınıza uydunır. Zihnin
kendi alışkanlık kalıplan dışından gelen bilgilerle uğ­
raşma becerisi çok azdır. Bu beceri ruha aittir. Gör­
düğünüz gibi, zihninizin her olay akışını, her senar­
yoyu, dramayı değiştirme yeteneği olmasına rağmen,
o, geçmişte verdiği kararlar tarafından tuzağa düşü­
rülmüştür. B u , gerçek, derin dönüşümü kazanmadan
önce üstünde çalışmanız gereken bağlayıcı karmadır.
Eğer yapabilseydi, ruhunuz yaşam enerjinizin tümü­
nü ıyıyc yönlendirirdi . Sizi bütü n koşu llanmalardan
Melek Yakınlarda 209

özgürlüğe olabildiğince çabuk sevk edecek olayları


seçerdi. Bu, dinlerin kurtuluş dediği nihai hedeftir.
Fakat ruh yolunu bir anda bulamaz. Kurtuluş bir sü ­
reçtir.
Tıpkı yaşam yolculuğu için arkadaşlarınızı seçti­
ğiniz gibi, rnh yolculuğunuz için de arkadaşlarınız
vardır. Biz onlardanız. Bir melek birçok yolla arkadaş
olabilir. Biz, dışavurumunuz için istediğiniz enerjiyi
yaratmanıza yardımcı oluruz. Biz, siz geliştikçe sizi
yüreklendiririz. Biz, bazı kritik noktalara ulaştığında
enerjinizi dengeleriz. Fakat biz, aynı türden ruhlar
değiliz. Sadece diğer insanlar bu tür arkadaşlarınız
olabilirler. Eğer melekler yeryüzünü ziyaret etmek
yerine yeryüzünde yaşasalardı, insanlar ruh seviyesin­
de yaşamak zorunda kalırdı. Tıpkı şu anda, madde se­
viyesinde bilinçli yaşadığınız gibi, bunu da bilinçli
yapmanız gerekirdi. Böyle bir değişiklik ruh yolculu­
ğunuzu çok hızlandım ve milyarlarca insanı etkilerdi.
O zaman neden biz bu büyük kitlesel değişimi teşvik
etmiyoruz? Denemediğimizi kim söyledi?

Michael, şafaktan hemen sonra Susan'ı aşağı katta buldu.


Eski evleri artık hoş bir ortam olmaktan çıkmıştı. Kötü bir uy­
kunun ardından Susan kendisini alt kattaki karanlık odalarda
dolanırken buldu.
"Garip," dedi.
"Buradan ayrılmak umrumda değil ama başka hiçbir evin
de bunun yerini tutmayacağı hissine kapılıyorum."
"Bu seni üzüyor mu? " diye sordu Michael .
"Bilmiyorum. Karşılaşmayı ummadığım bir durum değil
bu . "
Michacl dalgın bir hareketle televizyonu açtı. Gördüğü şey
aniden heveı.:anlanmasına neden oldu .

,\ \ c k k \'.ı k ı ı ı l., rd.ı F . 1 -1


210 DEEPAK CHOPRA

"Susan, buraya gel. Şuna bak." Michael televizyonun


önünde çömeldi. Ekranda bir hava fotoğrafı vardı. İlk bakışta
sönük beyaz bir parıltı dışında hiçbir görüntü yokmuş gibiydi.
Fakat daha yakından incelendiğinde bombalanmış bir köyün or­
tasında yıkılmış bir binanın ayrıntıları seçilebiliyordu. "Bu sabah
güney Kosova'da," diye duyurdu spiker. "Birleşik Devletler or­
du yetkilileri, Arhangeli'deki ücra köyde çekilen gizli fotoğraf­
ların sızdırılmasını kınadı. Görünüşe göre, keşif uçaklarından
çekilmiş olan gece fotoğraflarının daha önce yalanlanmış bulu­
nan gizemli bir ışık kaynağını görüntülediği iddia ediliyor."
Susan "Sana bir şey ifade ediyor mu?" dedi.
"Emin değilim ama galiba bu Marvell'ın aradığı şey."
Sonraki görüntüde fotoğraftaki kilisenin etrafında toplan-
mış huzursuz kalabalık vardı. "NATO yetkililerinin doğaüstü
herhangi bir olay olmadığına dair sürekli itirazlarına rağmen,"
diye devam etti spiker, "bir haftadan fazla bir süredir köyde di­
ni gösteriler yapılıyordu. Yerel Ortodoks kilisesinin sözcüsü
herhangi bir mucizenin doğrulanmadığına dikkati çekti ve
hükümeti bu şaşırtıcı yeni kanıtı açıklamaya davet etti."
Bir sonraki habere geçildiğinde Michael televizyonu kapa­
dı.
"Marvell kendince daha önce hiç meydana gelmemiş bir
olayın gerçekleşmesini bekliyordu, doğaüstü bir olay. Sanırım
bu o. Bu, Marvell'ın dünyaya inen meleğiydi."
"İnanılır gibi değil. Ona ne oldu?" dedi Susan.
"Ordu inkar oyunlarını oynamaya devam ettiği sürece bu­
nun cevabını asla öğrenemeyeceğiz. Fakat böyle bir olay fark
edilir ve ordu tarafından dikkate alınır," diye tahmin yürüttü
Michael.
"Sanırım böyle bir ihtimalle karşı karşıyayız, yine de Mar­
vell'ın gerçek bir iz sürdüğünü düşünmemiştim."
"Tek bir fotoğrafın Marvell'ın fantezilerini gerçeğe dönüş­
türdüğünü mü düşünüyorsun?" dedi Susan.
Melek Yakınlarda 211

"Hayır, tam olarak değil ama tam şu anda neredeyiz? Bu,


tam anlamıyla 'bahisler kapandı' durumu . "
Evin arka kısmında sabahın ilk ışıkları dantel perdelerin
arasından süzülüyordu .
"Bütün bunlar neyi değiştiriyor? " diye sordu Susan. "Bizi
bir yere götürüyor mu? "
"Marvell'ın saplantısım bizim dışımızda bilen kişiye götü-
rüyor."
"Beth mi? "
"Evet."
"Seni tuzağa düşüren o. Bu seni rahatsız etmiyor mu?"
"Yapabileceğim tek şey, kendi kendime bunun bir tuzak olma­
dığını hatırlatmak. Bir açılıştı bu, benim itilmeyi istediğim tuhaf
bir kapının açılışı. "
"Yani sen şimdi Beth'in bizimle işbirliği yapmasını istiyor­
sun. Seni hapse attırdıktan sonra kolayca bizimle anlaşacak, öy­
le mi?"
Susan rol dağılımında şüpheci rolünü sürdürdüğünün bi­
lincindeydi. Yine de, sorularını ya da endişesini sürdüren şey
kuşkuculuk değildi. Diğerlerinin onun ne istediğini sormadan
kendisinin de dahil olmasını istedikleri bir filmi dışarıdan izle­
mekte olduğu duygusundan kurtulamıyordu. "Beth seni yine
ele verebilir, biliyorsun . "
"Hayır, b u sonuç e n düşük olasılık. Polis, insanların bildi­
ği kadarıyla zaten beni içeri attı. "
"Ama b u aldatıcı olabilir. Eğer Beth olayların bu biçimine
ortak olmadıysa bile - bu da fazla şey istemek olur- onu labirent­
te bir yere oturtuyorsun, ama nereye? "
"Onunla konuşana dek bunu bilemem . Başka bir çıkış da
göremiyorum . "
Televizyon haberinin Michael'da yarattığı heyecan henüz
tümüyle yatışmamıştı . Mantıklı olmaya çalışarak sakince konu ­
şuyordu ama beden dili huzursu zluğunu dışa vuruyordu . Şim -
2 12 DEEPAK CHOPRA

diden zihninde Beth Marvell'la yüzleşmekteydi. Ona ilk hangi


soruyu soracağını biliyordu.
"Pekala, geride durarak bir şey elde edebileceğimizi sanım­
yorum," diye itiraf etti Susan. Şimdi hedefleri Marvell'ın ölü­
münü çözmek, bir meleğin izini sürmek ya da onları ilk gördü­
ğü anda Beth'in isteriye kapılıp kapılmayacağını sınamak değil­
di. Peşinde oldukları şey, onlara şimdiye kadarki her şeyden da­
ha derini gösterecek olan labirentin bir sonraki dönemeciydi.
Cipi Marvelların garaj yoluna sürdüklerinde, Susan evin mistik
bir görünüm sergilemesini bekliyordu. Oysa ev, gökyüzünün al­
tında neredeyse dümdüz görünüyordu. Bulutlarla onlardan da­
ha yüksekte duran bir güneşin, kendisini şekillendirmesini bek­
liyor gibiydi. Susan bakışını aniden önlerinde duran arabaya çe­
virdi. Gizemin sırası değildi. Görünüşe bakılırsa evde yine birisi
vardı. Michael arabanın arkasında durdu.
"Onların arabası," dedi.
"İlk ziyaretimden hatırlıyonım." Sesi istemeden sıkıntılı
çıkmıştı. Kapıyı çalıp çalmama sorunu ön kapının açık olduğu­
nu görmeleriyle ortadan kalktı. Merdivenleri çıkıp Viktorya dö­
nemine ait geniş verandaya geldiklerinde, Susan kötü bir şey
olacağını hissetmiş gibi duraksadı. Kapının açık olması, beklen­
dikleri anlamına geliyordu. Bu evde yaşayan hiç kimse şimdiye
kadar onlara dostça davranmamıştı. Michael yine de kapıyı çal­
dı. Şark halısı ve büyük saksılardaki eğrelti otlarıyla süslü serin
girişe adımını attı. Ortalık, ölüm evi hissi vermiyordu.
"Beth?" diye seslendi Michael. Kimse cevap vermedi ama
evin derinliklerinden konuşmaya benzer sesler geliyordu. Mic­
hael, Susan'a Marvell'ın çalışma odasına giden tanıdık holde yo­
lu gösterdi. Çalışma odasına geldiklerinde kapı kapalıydı. Sesler
diğer taraftan geliyordu. Radyo ya da televizyon açık olmalıydı.
Michael, Susan'ın yüzüne baktı fakat herhangi bir şey söyleme­
sine fırsat kalmadan çalışma odasından gelen yüksek bir kahka­
ha sesi duydular. Michacl gerginleşti . Bu, peşinden gelen alkış
Melek Yakınlarda 213

sesiyle bastırılan bir erkek kahkahasıydı. Marvell odanın içinde


olmalıydı. Ne yapacağı ya da ne söyleyeceğini bilmese de Mic­
had onunla karşılaşmak istedi. Bir kadın sesi onları durdurdu­
ğunda Michael'ın eli kapı tokmağının üzerindeydi.
"Bekleyin."
Terlikleriyle sessizce yürüyen Beth Marvell holün diğer
ucundan onlara doğru yaklaştı. Yatak kıyafeti olabilecek çok sa­
de bir elbise giyinmişti. Şaşırmış ya da korkmuş görünmüyordu.
"Benimle konuşana kadar içeri girmeyin," dedi.
Ev Beth'e ait olduğu, kendileri de davetsiz misafir olduk­
ları için Michael kapıyı açma dürtüsüne direnmeye çalıştı ama
bu kolay değildi.
"Onunla konuşmam gerek," dedi Michael.
Beth başını salladı. "Gelin, lütfen. İkiniz de."
Susan tanıştırılmayı beklemedi.
"Eğer içerideki adam kocanızsa, konuşmaktan daha fazla­
sını yapmamız gerekiyor."
"Lütfen," diye tekrarladı Beth, başka bir odayı işaret ede­
rek.
Sesi karşı konulamaz bir ısrar taşıyordu. Bu iki yabancıyı
içeren, fakat kapının ardındaki adamı dışarıda bırakan, söze dö­
külmemiş bir anlaşma istiyordu Beth. Az sonra Susan ile Micha­
el, evin geri kalanı gibi lüks, sahte görünümlü Viktorya tarzı bir
çizim odasındaki büyük bir kanepede, Beth'in karşısında oturu­
yorlardı. Beth'in ilk sözleri onları şaşırttı.
"Zavallı adam, bunun gerçek olmasını öylesine çok istiyor
ki. Ne kadar sevinçli olduğunu duydunuz."
"Kosova'yla ilgili haberi mi izliyor?" diye sordu Michael.
"Evet. Videoya kaydetti, tekrar tekrar izliyor."
"Mantıklı görünüyor," dedi Susan.
"Günlüklerin vurguladığı bir şey varsa o da dünyaya gelen
bir melekle ilgili saplantıları olduğu. Yalnızca gelen değil, aynı
zamanda tutsak edilen."
2 14 DEEPAK CHOPRA

Marvell'ın kişisel eşyalarına bakmamışlar gibi davranmanın


anlamsız olacağına karar vermişti.
"Haklısınız, saplantılıydı," dedi Beth.
"Asıl sorun şu, bazen en çok arzuladığımız şeyi elde etme­
ye dayanamayız."
"Bu bizi öldürse bile mi?" diye sordu Michael. "Yani aslın­
da onu korumak için sahnedesiniz, öyle mi? Ama eğer siz saf
ruh ya da bir çeşit yardımcı olsanız bile, kafam hala karışık."
"Ben yalnızca onun koruyucusu değilim. Beni etkiledi,
çünkü bir hayalperestti. En az benim kadar sıradışı birisiyle bir­
likte olmalıydım," dedi Beth, yatıştırıcı bir sadelikle. "Kim ol­
duğumu ve nereye ait olduğumu çözmek kolay olmadı."
"Yani uzun bir zaman hayatınızda garip olaylar olduğunu
ve başkalarının bunun olası olduğunu bile kabul etmeyecekleri­
ni fark ettiniz, öyle mi?" dedi Michael. O anda, Beth'e ilk ola­
rak sormaya karar verdiği soruyu hatırladı. "Neredeys e başardı­
ğımı söylediğinizde ne demek istediniz?"
"Neredeyse kocamı kurtardığınızı söylemek istedim."
"Anlayamıyorum. Bir şekilde onun ölümü benim nasıl
davrandığıma ya da nasıl bir tepki verdiğime bağlı ama neden?"
"İstediği şeyin gerçekleşmesine dek hayatta kalabilecek du­
rumda değildi. Kalbi iyi değil ama bundan fazlası da var. Melek­
leri hayvanlar gibi avlayamazsınız. Bir doğruluk, haklılık olma -
lı."
"Peki o hak etmedi mi?" diye sordu Susan.
"Etmesine etti. Ama dünya hak etmedi. Ya da daha açık bir
ifadeyle, dünya kocamın tasavvur ettiğini hak edebilirdi de et­
meyebilirdi de.
"Nihai kurtuluş denen şey bu muydu? Bütün kötülükleri
iyiliğe çevirecek yüce ve kutsal bir haberci mi?" diye sordu Mic­
hael.
"Basite indirgiyorsunuz ama aşağı yukarı öyle. Rhineford,
bunun toplum önünde sergilenmesini umutsuzca istiyordu ama
Melek Yakınlarda 215

sonuçlarını hesaba katmamıştı. Bu büyük ziyareti çağırmanın


sorumluluğunu üzerine almıştı fakat sonucun iyi olmayabilece­
ğini göremedi. Kaos, hatta yıkım olabilirdi."
Bütün olanlar içinde Michael'ı en çok şaşırtan bu sözler ol­
du. "Yani bir melek ziyaretinin bize zarar verebileceğini mi söy­
lüyorsunuz?"
"Zarar verebilecek olanın bizim tepkimiz olduğunu söylü­
yorum. Sizce dünya cennete dokunmaya dayanabilir mi, yoksa
biz çok vahşi ve yıkıcı mıyız? Peygamberler çoğunlukla öldürü­
lür, Michael, değil mi?" Beth ilk defa ona adıyla seslenmişti. Kü­
çük bir jestti bu ama hepsini bir komplonun içine çekiyordu
sanki.
"Evet, öldürülürler," dedi Michael, sıkıntılı bir tavırla.
"Kocam saplantısına dahil olmama izin vermezdi. Oysa onu
uçurumdan koruyabilirdim. Yoğunluğunu yumuşatabilirdim
ama o kendisini delilik uçurumuna sürüklemede ısrar etti," dedi
Beth. Susan sözünü kesti. "Marvell'ın ölmesi mi gerekiyordu?"
"Olaylar karmaşık bir ağ şeklinde örülüyor. Eğer dünya bu
önemli olayı kaldıramıyorsa, kocam daha fazla burada olmak is­
temeyecektir."
Michael irkildi.
"Tanrım, asla anlayamamıştım. Beni aradığınızda intihar
etmişti."
"Doğru. Size onun deliliğin eşiğinde olduğunu söyledim.
Bir potasyum klorid enjeksiyonu kalp krizine neden olacaktı.
Otopside ortaya çıkması çok zordur. Beni, sigortadan para al­
madan bırakmak istemiyordu.
"Bu arada belirtmek istediğim bir şey var," diye araya gir­
di Susan.
"Onun hakkında konuşurken geçmiş zaman kullanıyoruz .
Oysa ş u anda hayatta değil mi?"
Beth ayağa kalktı. Tetikte görünüyordu. Başını hole doğ­
ru çevirdi .
2 16 DBEPAIC CHOPRA

" Onu askıya almayı başardım ."


"Açıklayın," dedi Michael .
" Ölüm nedeniyle ilgili yetkili raporu var . "
"Askıya aldığım bedeni değil," dedi Beth .
"Kaderini askıya aldım . Her detayı açıklamam gerekiyor
mu? "
Michael neredeyse açıklamasını isteyecekti ama zihni hızla
çalışıyordu .
"Beni, yeni bir hikayeyi, onun hayatını kurtaracak hikaye­
yi başlatmak için buraya çağırdınız," dedi.
"Evet. Sesimden anlamışsınızdır, telefonda çaresizdim .
Kocamı seviyorum . Harika bir adam ya da ben onu öyle görü­
yorum. Ve ben de bencilce dürtülerden uzak değilim. Ona ih­
tiyacım var."
Elbette seviyor, diye düşündü Michael .
Bu dünyada birbirini anlaya bilecek iki insan onlar.
Susan karşı çıktı. "Doğru anlıyorsam, Marvell hem ölü
hem değil. "
Beth yeniden resmi bir tavır takındı. "Evet. B u durumdan
ötürü sizden özür dilemeliyi m . Artık tuzak kurmadığımı gördü­
nüz. Ancak olaylar hiç beklenmeyecek bir şekilde oyunu oyna­
mama yol açtı. "
" Bence," dedi Susan . Tam o sırada bir kapının açıldığını
duydular.
"Neredesin? " dedi bir erkek sesi.
"Bu kahrolası müthiş şeyi görmen gerek, Beth ? "
Marvell çalışma odasından çıkıyordu . Eşi tek söz bile et­
meden koridora koştu . Konuşmaya başladıkları duyulabiliyor
ancak kelimeler anlaşılmıyordu .
"Hadi gidelim," dedi Michael.
Man'ell'la karşılaşmasının kendisi için bir felaket olabilece ­
ğini düşündü . Beth, sona erdiremeyeceği şeyleri harekete geçir­
mişti . Şu anda bütü n yaptığı doğaçlamaydı.
Melek Yakınlarda 217

Michael, Susan'ı kapıya doğru çekti . Koridora baktığında


kimseyi göremedi . Beth'in kocasının dikkatini dağıtmak isteme­
diğini düşündü . Ziyaretçilerin arka tarafa dolaşmaları bir daki­
kadan uzun sürmezdi . Michael yolu öğrenmişti . Beş dakika son­
ra Marvell'ın evinden uzaklaştıklarında Susan "Beth'e sempati
duyuyorum ama . . " diye söze başladı.
"Ama ne? " Michael arabayı şehir yönündeki eski evlerine
doğru sürüyordu .
"Seni aldattı," dedi Susan.
"Pek öyle sayılmaz. Bir müttefike ihtiyacı vardı . Ya şans
eseri ya da sezgisel olarak beni buldu. "
"Beklediği neydi? "
" B u Marvelllar biraz tuhaf ama ben de öyleyim . Onun yap
bozuna uyuyorum. Ama bu birçok insan için böyle değil. "
"Tamam, böyle olduğunu varsayalım . Beth ya d a Rakhel
ya da oradaki herhangi birisinin senin de söylediğin gibi bunu
tasarladığını varsayalım. Peki şimdi ne olacak?"
"Beth, Marvell'ın ölümünü geciktirmekle meşgul. Sanıyo­
rum Marvell evi terk etseydi ya da yanlış insanlar onun hayatta
olduğunu görselerdi, işler bu kadar büyümezdi . "
"Bunların Beth'i sana yaptıklarından nasıl kurtaracağını
göremiyorum . "
"Kurtarmıyor. Ama başka bir şey kurtarıyor. "
Michael ilk defa sis perdesini aralıyor, bundan da sevinç
duymaya başlıyordu . Arayışının ağırlığı dönüşmek üzereydi.
" Beth, bizi çılgın bir gerçekliğe sürükledi ," dedi .
"Ama durumu basitleştirdiğinde ulaştığın sonuç ne? Ken­
dimize bir melek bulmamız gerektiği . Başka bir çıkış yolu yok."

Albuquerque, onları çok fazla bir arada tutmadı. Lazar, ılık


çöl kumu üzerinde uykusundan uyandı . Ne kadar uyuduğunu
bilmiyordu ama uykuya dalarken güneşin heni.iz doğmamış ol­
duğuna dikkat etmişti . Bu ·yüzden , yal nızca bir ya da iki saat
geçmiş olmalıydı. Didi biraz ileride otu ruyordu .
2 18 DEEPAKCHOPRA

"Sanıyorum uyanıksın," dedi Lazar.


"Yani demek istediğim, her zaman uyanık olmalısın."
Didi Lazar'a baktı. Lazar kızın kendisinden sıkılıp sıkılma-
dığını merak etti. "Ben biraz tuhaf bir tipim ve belki öyle biri­
sini bulmalısın ki, biraz daha . . "
Sesi yavaş yavaş canlılığını yitirdi .
"Kutsal mı?" dedi Didi, Lazar'ın cümlesini bitirerek. Di-
di'nin sesi neşeli geliyordu.
"Bu tür ayrımlar yapmayız. Bunu size bırakırız."
"Pekala," dedi Lazar.
Ayağa kalktı. Uzaktan, kamyonların bulunduğu yerden de­
ğil de ufuk yönünden bir gürültü geliyordu. Carter'dan sonra
Stillano'nun da peşlerinde olma ihtimali yüksekti.
"Gitmemiz gerek," dedi Lazar.
"Senin gerçekte kim olduğunu biliyorum. Ama bu gördü­
ğüm beden ve içindeki . . Öldürülebilir mi?"
Didi sessizce onayladı. Kızın sükunetine rağmen Lazar'ın
kalbinde keskin bir acı yükseldi.
"O kadar korkma," dedi Didi.
"Ne olursa olsun hiçbir şey bana dokunmayacak."
Lazar donup kaldı. Yukarıdan gelen gürültü gittikçe yakla­
şıyordu. Tepelerde arama ışıklan olabileceğini tahmin ettiği pa­
rıltılar görür gibiydi . Zihni bir anda boşaldı. Didi'ye ölüm ve
kötülük, gezegenin uğradığı kontrol edilemez vahşet ve teca­
vüz, hiçbir kutsal plan olmadığını kanıtlayan her şey hakkında
sorular sormak istedi. Didi Lazar'ın düşüncelerine katılarak şöy­
le dedi .
"Tanrı'nın planını yaşamak üzere tasarlandınız. Hepiniz.
Eğer bu doğruysa, talimat istemeye gerek yok. Gereken özgür
olmanız."
"Koşu llar ne olursa olsun mu ?" dedi Lazar.
"Acı verse bile mi?" İşkencenin son derece temiz ve kur­
banlarını sakatlayan modern biçimlerini düşündü.
Melek Yakınlarda 219

"Çok acı verse bile," dedi Didi.


Lazar kızı alıp buradan kaçmak istedi ama sükfı.netini ko­
nıdu.
"Sesi duydun mu? Simon başımıza daha da fazla dert açtı.
Helikopterlerin saldırıya geçmemesi şaşırtıcı."
"Bana kalsa endişelenmezdim."
Artık Didi'nin kendisine güldüğünden emindi.
"Yalnızca bana eşlik etmek için inmedin, değil mi?" diye
sordu Lazar huzursuzca.
"Hayır."
"O zaman bir amacın olmalı ve eğer Stillano seni alıkoyar­
sa bunu yapamazsın. Stillano başarmak istediğin şeyi en azından
daha da zorlaştıracaktır. Kahretsin, bana ne yapacağımı söyle!
Seni incitemeyeceklerini biliyonım ama yapabilirler. Bunu hisse­
diyonım." Lazar'ın panik içinde söylediği sözler Didi'yi heye­
canlandırmadı. Bir anda hava durgunlaştı, sessizleşti, sonra me­
lek bir anda araya girdi. Lazar, rüzgar sesi gibi bir ses duyduğu­
nu düşündü ama üstlerinden uçan bir baykuş da olabilirdi. Bir
dakika sonra güneş ışığıyla parlayan sisle kaplı, yeşil bir kırda bul­
dular kendilerini. Kral Arthur tarzı kahramanlıkların ya da kötü
sonla biten hikayelerin en büyüklerinden birinin sahnesini andı­
rıyordu. Burası da neresi? Diye sormak istedi Lazar ama daha ağ­
zını açamadan sahne anında buzulların nefes kesen yarıklar oluş­
turduğu bir dağ başına dönüştü. Lazar en uçta duruyor, dünya
her taraftan kayıp gidiyordu. Bu kez konuşmayı başardı. Tuhaf
bir ayrıntıyı gözden kaçıracak kadar aklını kaybetmemişti.
"Nasıl oluyor da üşümüyoruz?" diye sordu.
"İşaretini ara," dedi melek. Didi hala aynı biçimde yanın­
da duruyordu ama sesinde doğaüstü bir egemenlik vardı. Lazar
aşağıya, dağ yamacı boyunca kilometrelerce uzayan buz tabaka­
larına baktı. Yükseklik korkusundan dolayı nasıl kusmadığını
merak etti. Ne iş;ın:ti? Yüksek hızda, geçtikleri bölgeler daha da
olağandışı görünüyordu. Karmaşık bir dansla hareket eden üç
220 DEEPAK CHOPRA

güneşli karanlık gezegen mitlerini süsleyen boynuzlu ve pullar­


la kaplı hayvanların olduğu düş dünyaları gibiydi. Melek, La­
zar'ın şaşkınlığına gülüyordu. "Görebildin mi?" diye sordu. La­
zar'ın yanıtlamasını beklemedi. Yeniden yola koyulmuşlardı.
Lazar gördükleri bütün yerleri hatırlamaya çalıştı ama bu im­
kansızdı, çünkü bir ayrıntıya -açık gökyüzünü yansıtan safir ren­
ginde egzotik vahşi bir çiçek- gözlerini sabitlediğinde kendi gö­
zünün yansımasını görüyordu. Kız onu bir ayna dünyasına gö­
türmüştü. Her şey hatırlanamayacak kadar mükemmeldi. Renk
ve güzellik o kadar yoğundu ki, tek yapabildiği nefes almaktı.
Melek sözünü tuttu ve Lazar'a uyumlandı. Güç, fazla yükseldi­
ğinde Lazar'ın bir sonraki geçişe kadar dayanabileceği şekilde
kendiliğinden azalıyordu. Sanki kızın elinde bir mucizeler liste­
si vardı ya da belki bu listeyi Lazar'ın yazmasına izin veriyordu.
Bir adadaki olağanüstü berrak bir lagünden ona el sallayan şeh­
vetli bir Havva göründü. Lazar onunla birlikte yüzdü ve Hav­
va'nın kollarında kumda uzanırken melek bir geceliğine ortadan
kayboldu. Bir başka sefer gökyüzü, ahenkli bir pus gibi iç içe ge­
çen müzikli bulutlarla doluydu. O kadar tatlıydı ki, herhangi
başka bir müzik bunun yanında gürültüden ibaret kalırdı.
Şeytanla anlaşma yapmak gibi bir şey mi bu? diye düşündü
Lazar bir an için.
"Arada bir fark var," dedi melek düşüncelerini okuyarak.
"Biz fatura göndermeyiz." Şimdiye kadar kurduğu her fantezi­
nin, keskin haz dilimleri, esrime bıçakları biçiminde billurlaşmış
aynasına dalmak Lazar'ı yok edebilirdi. Kimi bayağı arzularıyla
yüzleşmek utandırabilirdi onu. Ama böyle olmadı. Lazar kızın,
hatırlayamadığı zamanlardan kalma rüyalarını, kendisi olmadan
önceki fantezilerini gerçeğe dönüştürdüğünü biliyordu. Yaşa­
mında ilk kez planın bir parçasını kavradı ve bunun doğru oldu­
ğunu bildi.
"İstediğimiz her şeye sahip olabiliriz," dedi Lazar. "Bizi
reddeden kimse vok."
Melek Yakınlarda 22 1

Melek hoşnut görünüyordu. "Planın biricik nedeni de


bu," dedi. "Tanrı'nın bundan öte bir niyeti yok. Her şeyi bildi­
ğinden, her şeyi gördüğünden, her şeye sahip olduğundan, size
hizmet etme amacından başka bir plana gerek yoktur."
"Tanrı bize hizmet mi ediyor?"
"Kesinlikle."
"O zaman bana göstermekte olduğun bu fantezileri neden
yaşamıyoruz? Tanrı ona inanmamızı istemiyor mu?"
"Hayır. Bu, bir gereksinim olurdu ve onun hiçbir şeye ih­
tiyacı yoktur."
"Bunu kabul ettim diyelim. Tanrı, kendi planının işlemesi­
ni istemez mi? Aksi halde neden onunla uğraşsın ki?"
"Bunu sana inandırıcı bir biçimde anlatamam. Belki bir
işaret daha istersin?" Otuz santim büyüklüğündeki kızıl kanatlı
kelebeklerin ağaçlardan sarktığı koyu zümrüt yeşili bir yağmur
ormanında yürüyorlardı. Olağanüstü güzeldi. Lazar kendi mu­
cizelerine bağımlı hale gelmeye başladığını biliyordu. "Bir son­
raki işareti ancak ben istediğimde alıyorum, öyle değil mi?"
"Tanrı kimseyi bilgi sahibi olmaya zorlamaz." Lazar, ancak
ondan sonra yaşam hakkındaki bütün ipuçlarının Tanrı tarafın­
dan bırakılmış olabileceğini düşündü. Bu ilgi çekici bir olasılık­
tı. Ama ha.la ne istediğini bilmiyordu Lazar. Bu yüzden melek
bekledi. Zaman geçti. Yağmur ormanı Lazar'ı herhangi başka
bir yerden daha çok büyüledi. Çağlayanların altından yürüdüler.
Lazar bu kadarının yeterli olduğunu hissedene dek günlerce
-yolculuklarında gece yoktu- mağaralarında dinlendiler. La­
zar'ın zihni büyüyü bozacak olan bir soru üzerinde düşündü.
"Bütün bunlar ne kadar gerçek?" diye sordu. "Bunlar görüntü­
dür."
"Sahte olduklarını mı söylüyorsun? Hem de hepsinin?"
Yüreğini dolduran düş kırıklığına direnmeye çalıştı.
"Hayır. Sen haz istedin. Haz çoğunlukla görüntü olarak
gelir. Beş duyu görüntüleri oluşturur, siz de haz dolu olanların
222 DEBPAK CHOPRA

ardından gidersiniz. İstediğiniz şey görüntü ve duygudur. Ben


de buradan başlamamız gerektiğini düşündü m . "
Lazar, yüzlerce sümbül renkli papağanın süzüldüğü gök
ku bbeye baktı . Renkli çocuk kitaplarından kesilmiş gibi görünü­
yordu . "Yalnızca görüntüleri istemiyorum," diye mırıldandı La­
zar.
"Bir sonraki şey de görüntü mü olacak? "
"Hayır. "
Lazar duraksadı . Belki de cenneti, yalnızca hafif bir tatmin­
sizlik yaşadığında değil de, gerçekten usandıktan sonra bir yana
bırakmak daha iyi olurdu . Yoksa içinden yükselen huzursuzluk,
cennetin şimdiden geride kaldığını mı gösteriyordu? Melek, La­
zar'ın zihnini okudu . "Hayır, yalnızca bu cennetin geride kaldı­
ğını gösteriyor. Daha iyileri de olabilir, biliyorsun . " Lazar kızın
kendisini olduğu gibi tanıdığını hatırladı . Bu nedenle de eğer
Didi herhangi bir şeyi ortaya sürmüyorsa bu, yalnızca onu dü­
şündüğündendi.
"Bütün istediğim görüntüler değil," diye tekrarladı Lazar.
Bu, bir sonraki adıma hazır olduğunu söylemesiyle aynı şey ol­
malıydı. Fantastik zümrüt yeşili orman kayboldu ve kendilerini
kirli bir kentin ortasında, günün en yoğun saatinde onlarca baş­
ka yayayla birlikte bir sokakta yürürken buldular. Lazar, mele­
ğin bunu nasıl yaptığını bilmiyordu . Kızın dürtüsü -ya da belki
Lazar'ın dürtüsüydü- onları buraya getirmişti . Köşedeki trafik
ışığı değişti ve sabırsız insan bedenlerinden oluşan kuru sel ha­
reket etmeye başladı . Lazar ve melek de itilip kakılarak kalaba­
lıkla birlikte hareket etti . Ucuz gri takımlı bir adam, çantasıyla
dizine sertçe vurarak Lazar'a çarptı . Lazar'ın içinden adama
yumruk atmak geldi . Gözü aceleden bir şey görmeyen adam
kaşlarını çatıp koşturmaya devam etti . Bir taksi çevirip anında
gözden kayboldu .
"Sence bana kasten mi v urdu ? " diye sordu Lazar. "Sen ne
düşünüyorsu n?"
Melek Yakınlarda 223

"Kaçırmayacaktım." Lazar tekrar o ana dönüp adamı için­


den geldiği gibi yumruklamayı diledi. Cennetteki gibi bir dürtü
değildi bu. Lazar ani düşüşlerinden hoşlanmamıştı. "Bunun bir
görüntü olmayacağını söylediğini sanıyorum. Oysa hayli kirli bir
görüntüye benziyor," diye homurdandı.
"Bakmaya devam et."
"Neye? Bunu zaten binlerce kez gördüm," dedi Lazar, so­
kağı geçen bir sonraki insan bedenleri dalgası tarafından tepe­
taklak edilmemeye elinden geldiğince dikkat ederek.
"Bakmaya devam et."
Cüsseli bir kadın, taşıdığı iki alışveriş torbasını kalkan gibi
kullanarak Lazar'ın yanından geçti. Lazar, birden durarak arka­
sından gelenin küfretmesine neden oldu. Dönüp kalabalığa
baktı. Kalabalık, etrafından geçmek için ikiye ayrıldı. Hiç kimse
ona bütünden ayrı, çılgınca bir engel olmaktan öte ilgi göster­
medi. Yüzler boştu, gözler başka yöne bakıyordu. Hiç kimse
Lazar'ın sorun yaratıp yaratmayacağından emin olamazdı. Bu
yüzden varlığını sokakların en büyük aşağılaması olduğu kadar
en yüksek saygı belirtisi de olan şeyle karşılıyor, ona olası bir
tehlike kaynağı gibi davranıyorlardı.
"Gerçekten baktığında hayli çirkin," dedi Lazar sakin bir
tavırla.
"Önemli olan bu değil," dedi melek.
"Denersen anlayacaksın."
Lazar yanılmaktan nefret ederdi.
Herhangi birisiyle nadiren ciddi konuşma nedenlerinden
biri de buydu. Sonu gelmez görünen kalabalık, binalardan ve
metro girişlerinden akmaya devam ediyordu. Lazar birden ağla­
ma isteğine kapıldı. Hareket etmedi. Melek, onu izleyerek ya­
nında durdu. Lazar, Tanrı'nın neden araya giremediğini gördü.
"Hepsi boş vermiş. Yani planı demek istiyorum. Değerli olduk­
larını bilmiyorlar. Bu yüzden, hareket etmeye devam ediyorlar,
yalnızca hareket ediyorlar."
224 DEEPAK CHOPRA

Onayladığını görmek için kıza bakması gerekmiyordu . Bir


anda kendini daha da kötü hissetti. Olağanüstü güzellikteki bü­
tün o haz dolu görüntüler ya da cennet vadilerinin hiçbiri bu yı­
kıcı kayıp duygusunu onaramazdı.
"Ben de mi bıraktım?" diye sordu Lazar.
"Duyduğum diğerleri gibisin. Planı istemeden bıraktın."
"Peki ne yaptığımızı düşündük?"
"Elinizden gelenin en iyisini yapıyordunuz. Bırakmak
mantıklı görünüyordu, çünkü hiçbir zaman hak edemeyeceğini­
zi düşündüğünüz bir şeyi istiyordunuz -Tanrı'nın sevgisini.
Kendinizi, bunun yerine koyduklarınızı yaşamaya koşulladınız.
Bunlara gerçekmiş gibi davranmak için elinizden geleni yapıyor­
sunuz." Melek, derin bir şefkatle çevresine baktı. "Yüreğinin
derinliklerinde herkes vazgeçtiğini biliyor ama unutmayı yeğli­
yorlar."
"Hayatta kalabilmek için mi böyle yapıyorlar?"
"Düşündükleri bu." Didi, Lazar'ın acı verici duygularını
bir süre daha yaşamasına izin verdi. Böyle incinmek istemiyo­
rum, gibi hırçınca bir şey söylemek istedi Lazar. Bunun yerine
şöyle dediğini duydu, "Yalnızca görmem gerekeni bana göste­
riyorsun, değil mi?" "Hala bana güveniyor musun?" diye sordu
kız.
"Sanıyorum."
"O zaman cevabın bu."
Bir şeyler oturmaya başlıyordu. Meleğin davranışı şımartı­
cı değil -bu şekilde adlandırılabilirse eğer- sevecendi. "Durum
umutsuz değil," dedi kız sonunda. "Plan işleyecek."
"Nasıl? Dur söyleme, tahmin edeyim. Cevabın bir soru
olacak: Bir sonraki işareti görmek istiyor muyum?"
"İstiyor musun?"
"Kararsızlığım giderek artıyor. Bir sonraki kısım Tahiti gi­
bi mi olacak, yoksa otobüs çarpması gibi mi? "
Melek Yakınlarda 225

"Neye izin vereceğine bağlı bu. Bana kalsaydı bütün bun­


ları -koluyla geniş bir daire çizdi- benim gözlerimden görürdün.
O zaman çok farklı olurdu. "
Uzanılsa dokunulacak bir şefkat vaadi gibiydi. Plan onun
bütün hayatıydı.
"Hadi gidelim," diye mırıldandı Lazar.
Kendisinden pek de emin değildi.
"Akşam trafiğinden daha kötüsü yoktur. "

Michael'la Susan içeri girdiklerinde, Michael'ın ilk ziyare­


tinin tersine Madam Artaud'nun park yeri doluydu. Şu ünlü
hafta sonu toplantılarından biri vardı. Arabadan çıkıp malikane­
ye doğru yürüdüler. Patika bu sefer boş değildi. Satış masaları
ve köşeleriyle doluydu. Satılanlarsa meleklerdi. Vantuzlu araba
süsleri, diz boyundan göğüs yüksekliğine her boydan alçı melek
heykeli sergileniyordu. Melek çanlarının berrak sesleri duyulu­
yordu.
"Tam yerine düştük," dedi Susan alaycı bir tavırla.
Stantlardan birinin yanındaki elle yazılmış tabelada şunlar oku-
nabiliyordu: KANATLARLA DOĞMADIYSANIZ SONRA­
DAN ÇIKMALARINA ENGEL OLMAYIN. "Gidebileceğimi­
zi düşündüğüm tek yer burası," dedi Michael. Ama ortalığa ya­
yılmış bu rüküşlük alemi onu yüreklendirmiyordu. Ön kapıdan
eve girmek istiyordu Michael. Arielle'le karşılaşabilse kadın ona
kimi okült bilgileri açabilir ya da en azından Marvell'ı kurtarma­
sına yarayacak bir ipucu verebilirdi. Ancak görüş alanına şimdi
giren ön kapı kayıt masası ve yaka kartları dağıtan resmi görü­
nüşlü tiplerce kapatılmıştı.
"Bu çöplüğe baktığımda," dedi Susan, "herhangi bir şeye
inanasım gelmiyor. Aşırılıktan dolayı Tanrı tanımaz olunur mu
acaba?"
"Gel," dedi Michael evin arka tarafına doğru yönelerek .
Kayıt sırasını geçip ırmak kıyısındaki çayıra kurulu büyük beyaz

� k k k Y .1kıııl.1rd.1 - f' 1 ;;
226 DEEPAK CHOPRA

bir çadıra küçük gruplar halinde giden insanları izlediler. Ho­


parlörden bir adamın sesi geliyordu: "1996'da Palamar Gözle­
mevi'ndeki astronomlar gökyüzünde bilinmeyen bir ışık keşfet­
ti. Samanyolunun sınırında bulunan bu gizemli ışığın ne oldu­
ğu bilinen herhangi bir yöntemle belirlenemedi. Herhangi bir
yıldız ya da galaksiye uymuyordu. Üç yıl geçti ve hala hiçbir ce­
vap bulunamadı. Meleksi Geçiş olarak biz, ışığın ne olduğunu
biliyoruz. Sanıyorum siz de biliyorsunuz. Bize katılıyor musu­
nuz?" Çadırdan coşkulu ama kibar bir gürültü yükseldi.
"Tuhaf," dedi Susan. "Marvell'ı harekete geçiren şey bu mu?"
"Kim bilir?" Michael çadıra girenleri takip etmeyerek dışarıda
durdu. Evin arka kapısının nerede olduğunu ve istenmeyen
ziyaretçilere karşı birilerinin kapıya adam koymayı düşünüp dü­
şünmediğini merak etti.
Arkalarından biri, "Bu adam düş aleminde. Melekler
uzayda gezmez," dedi.
Michael'la Susan arkalarına dönüp baktıklarında üç günlük
sakalı ve kısa kesimli siyah saçıyla otuz yaşlarında bir adam gör­
düler. Giysisi yatarken çıkarılmamış gibiydi.
"Ne hakkında konuşuyor?" diye sordu Michael.
Adam omuz silkti. "Tuhaf bir çeşit yıldızsı nesne olduğu
ortaya çıkacak. Sen hapisteki doktorsun, değil mi?"
Michael çok şaşırdı. Basında yer aldığından haberi yoktu.
"Resmimi mi gördün?"
Adam kafasını salladı. "Hayır. İçsel bilgi. Gelin." Başka bir
şey söylemeden eve doğru yöneldi. O anda daha iyi bir seçenek­
leri olmadığı için Michael, Susan'ın koluna girip adamı izledi.
"Bir açıklama istiyorum," dedi Michael adamın arkasın­
dan.
"Bunu çoktan aşmış olmanız gerekirdi şimdiye kadar," di­
ye yanıtladı adam. "Dikkatinizin çekilmesi için ben gerekiyor­
dum. Bu arada, adım Lazar."
Porsukağacından büyük bir çitin çevresinden geçtiler. Çi­
tin ardında malikanenin arka kapısı vardı. Burası, açık renk saç-
Melek Yakınlarda 227

lı, solgun mavi bir giysi içinde genç bir kadının beklediği eski bir
hizmetçi girişiydi. "Bu yöne doğru gitmiyoruz herhalde," dedi
Susan biraz geri çekilerek.
"Gidiyoruz," dedi Lazar.
Kızı tanıyormuş gibiydi. Kızla birlikte Michael ve Susan'ın
yanlarına gelmesini beklediler.
"O adam ışık konusunda kötümserdi," dedi kız bir araya
geldiklerinde. "Yıldızsı nesne bir melek olabilir. Bunun aksine
hiçbir kural yok."
Michael'ın yüzündeki ifadeyi gördüğünde güldü. "Belki
de aslında açıklama istemiyordun."
"Bu beyefendinin beni nasıl tanıdığı konusunda bir açıkla­
ma istiyorum," dedi Michael, dikkatle.
"Ona ben söyledim."
Kızın duruşunda doğaüstü bir olgunluk ve zarafet vardı.
Verdiği yanıt doyurucu olmaktan uzaktı ama Michael ona karşı
çıkmak istemedi. Yoğun ama anlaşılmaz bir bakışla çadıra bakı­
yordu kız. Bir süre sonra Michael'a döndü.
"Kanatlarla doğmadıysanız, sonradan çıkmalarına engel ol­
mayın," dedi. Ön taraftaki tabelayı okuduğu açıktı.
"Benim engel olduğumu mu düşünüyorsunuz?" diye sor­
du Michael.
"Çoğu insandan daha az," dedi kız.
Arkasını dönerek kapıyı açtı, onları eve aldı. Arka taraf,
Michael'ın ilk ziyaretinde kısaca gördüğü ön bölümlerden daha
da karanlıktı. Ancak yan odalar ve dar geçitler arasında mekik
dokuyan kız, burayı tanıyor gibiydi. Ev, düzenli bir labirent gi­
biydi. Birkaç dakika geçmeden nerede olduklarını bilemez hal­
deydiler. Kız, çok sayıda hizmetkarın gözlerden uzak çalıştığı
günlerden kalan başka bir yadigar olan dar bir merdiven bulup
tırmandı. Michael'ın tanımsız duyguları belirginlik kazanmaya
başladı. Kızla daha önce tanışmış ya da yakın zamanlarda fotoğ­
rafını görmüştü.
228 DEEPAK CHOPRA

"Burası," dedi kız. İkinci katta oymalı yatak odası kapısı­


nın önünde duruyorlardı. Michael bir anda Arielle Artaud'nun
kapının ardındaki odada olduğunu bildi.
"Yaşlı hanımı tanıyor musunuz?" diye sordu Michael.
"Evet." Kapıyı açıp diğerlerinin girmesi için geri çekildi.
Sanki evin sahibi gibiydi. Odaya girdiklerinde beyaz, sade bir el­
bise içinde pencerenin yanında duran ufak tefek birini gördüler.
Kadın arkasını döndüğünde Michael'ın gördüğü, Madam Arta­
ud'nun bir hafta öncesine göre çok daha çökmüş ve yaşlı bir
gölgesiydi.
"Geri geldim," dedi Michael öne çıkarak. Kız kapıyı kapa-
mıştı. Neredeyse görünmeyeceği bir yerde dumyordu.
Madam Artaud, Michael'a kayıtsız bir bakış attı.
"Zahmet etmeseydiniz," dedi.
Bakışını yeniden ırmak ve kıyısındaki çadıra çevirerek ken­
di kendine "gülünç," diye mırıldandı.
"Oraya gidecek misiniz? Önce sizinle konuşmak isterim,"
dedi Michael. Asık suratlı ve ilgisiz görünen Susan'a baktı. Su­
san bu konuyu istediği şekilde halletmesi için Michael'a bırak­
mıştı.
"Gitmek mi?" dedi Madam Artaud acı bir sesle. "Hepsine
gitmelerini söyleyeceğim. Gülünçler ve beni gülünç dumma
düşürdüler." Sesi hafifçe titredi ama kadın eski dramatik tavrıy­
la sesini tekrar yükseltti. "Hepsinden daha fazlasını gördüm an­
cak yine de hiçbir şey görmüş sayılmam."
Pencereden ayrılıp kırmızı ipeklerin aşağı sarktığı dört di­
rekli dev bir karyolanın kenarına oturdu.
"Ne gördünüz?" diye sordu kız hala grubun arkasında du­
rarak. Arielle Artaud içini çekti.
"Çok önceydi. Sekiz yaşlarındaydım. Rüya aleminde yaşı­
yordum. Babamın Fransa'nın güneyinde, Midi'dc zeytin bahçe­
leri ve bağları vardı. Bütün bildiğim o arazi parçasıydı. Bir gün
beni iki büyük atın çektiği bir at arabasıyla hasada g ötürdü . Yol-
Melek Yakınlarda 229

dan uzak durmamı söyledi. Arabayı bir ağacın gölgesine çekmiş­


ti. Uyumuş olmalıyım. Sonra bir şey beni uyandırdı. Bir şekilde
koşum takımları kırılmış ya da arabanın mili gevşemişti. Araba
tepeden aşağı iniyordu. Önceleri yavaştı ama sonra hızlandı."
"Eğim kayalık ve dikti. Bir uçurumla sona eriyordu. Bağır­
maya başlamış olmalıyım, çünkü babamı ve iki zeytin toplayıcı­
sını ellerini sallayıp haykırarak bana doğru koşarken gördüm.
Güneş tepemizdeydi, parlıyordu. Zaman çok yavaş ilerliyordu.
Araba o kadar hızlanmıştı ki bana yetişmeleri olanaksızdı. Son­
ra bir anda durdu. Arıiden! Neredeyse düşecektim. Arkamı dön­
düm. İnce yapılı genç bir adam gördüm, çıplak elleriyle arabayı
durdurmuştu. Arka tarafı tutmuş gülümsüyordu. Bana iyi olup
olmadığımı sordu.
"Başımla onayladım. Omzumun üstünden arkama baktı­
ğımda babamla işçilerinin donup kaldıklarını gördüm. Yüzleri
kireç gibi bembeyazdı. Beni kurtaran adam şimdi uzaklaşıyordu.
Korkum geçmişti. Babamın neden koşup ona teşekkür etmedi­
ğini merak ettim.
"Bir an sonra babam gelip beni kollarına almıştı. Arabayı
durduran kişiyi tanıyıp tanımadığını sordum. Başını salladı. 'Ari­
elle, bu üç yüz kiloluk bir araba. Bunun ne anlama geldiğini bi­
liyor musun?' Bilmiyordum, o da üzerinde durmadı. Böyle ağır
bir arabayı tepeden aşağıya inerken durdurabilecek kimse ola -
mazdı elbette. Şimdiye kadar başıma gelmiş en önemli şeydi bu."
Odadaki kimse ağzını açmadı. Susan güçlükle toparlanıp
sordu. "Onun kim olduğunu düşünüyorsunuz?"
"Sorulması gereken bu değil. Kim olduğunu biliyorum,"
dedi yaşlı kadın.
"Ama bir daha hiç görünmedi. Ondan sonra hep inanç ve
sesler olduğunu umduğum şeyler üzerine çalıştım. Ama bugün
seslerin bana söyleyeceği tek bir şey var. Bana umut etmemi,
dua etmemi ya da inanmamı söylemiyorlar. Yalnızca bunun, ba­
bamın ölümünün yıldünümü olduğunu söylüyorl ar. "
230 DEEPAK CHOPRA

Michael'ın zihninde iri yapılı, elleri nasırlı bir çiftçi görün­


ti.isü belirdi ama alışılmış kaba yünden giysileri yerine ordu üni­
forması giymişti. Yerde yatıyor, hareket etmiyordu. Yüzünün
yarısı havan topu mermisiyle yok olmuştu. Ölümünün verdiği
acı, geride kalanların çektiği acının yanında hiç kalırdı.
"Üç yüz değil dört yüz kiloluk bir arabaydı," dedi genç kız.
Madam Artaud'nun görebileceği şekilde öne çıkmıştı. Bu­
nu çok rahat bir tavırla söyledi. Ancak yine de yaşlı kadın gözle
görülür bir korkuyla irkildi.
"Sen," dedi yaşlı kadın derinden gelen bir sesle. Geçirdiği
sarsıntı birkaç kelimenin neden olabileceğinden çok daha şid­
detliydi. Kız, yatağın yanına yürüyüp bir elini Madam Arta­
ud'nun omzuna koydu .
"Bana son bir kez bak," dedi.
"Bu öleceğim anlamına mı geliyor?" diye sordu yaşlı kadın.
"Hayır. Neden böyle düşündün ki?" diye sordu kız.
"Neden olduğunu biliyorsun. Kimi gördüğümü biliyor-
sun." Bütün bu konuşma yalnızca birkaç saniye sürmüştü ama
Michael'ın zihni bilmesi gereken bir gerçeği, yarı hatırladığı gö­
rüntüleri birleştirmeye çalışarak çözmek için çılgınca çalışıyor­
du . Bir anda buldu . Kız, Madam Artaud'nun alt kattaki şömine
rafının üzerindeki eski fotoğraflardaki kızdı. Kimi Paris'te, bazı­
ları Cherbourg limanları ya da Atlantik'i geçen buharlı gemile­
rin güvertelerinde çekilmiş öyle çok resimde yer alıyordu ki kız,
yanılmak olanaksızdı. Kız, Madam Artaud'nun gençliğiydi.
"Bu nasıl olabilir?" diye sordu yaşlı kadın. Başlangıçtaki
şoku atlatmış, şimdi korkuyla karışık şaşkınlık içindeydi. Su­
san'ın gözleri yaş doluydu. Lazar'ın ise rengi atmış. "Tanrı bil­
meni istiyor ki, inancını gereğince korudun," dedi kız. "Bu yal­
nızca bir görüntü ama bu görüntünün yaşamasına izin vererek
sen, yaşadığını bileceksin."
Madam Artaud kızın elini tutup öptü. Michael buna şaşı­
ram .wao k kadar çok şey görmüştü. Odanın sanki gürünıncz bir
Melek Yakınlarda 231

şekilde genişlediğini hissetti . Duvarları yoktu artık, Michael'ın


duyularının ötesine uzanıyordu. Ötelere, Tanrı'nın kuşkusuz iz­
lemeye devam ederek ötesinde olduğu, her zaman uzansa do­
kunacakmış gibi olan, ama asla dokunamadığı bir ufka doğru
genişliyordu. Daha sonra, gerçeklik normale benzer bir hale
döndüğünde, bu duygu Michael'da bir çeşit inisiyasyon olarak
varlığını sürdürecekti.
"Seninle konuşmak istiyorum," dedi kıza Madam Artaud
usulca. "Pek çok şey hakkında."
"Buna gerek yok. Bu görüntüyle bir daha karşılaşmayacak­
sın. İstediğin küçük bir şeyden ibaret bu," dedi Didi.
"Her şeyin yanıtlanmaya değer olduğunu bilmen için
önemliydi." Bu sözler yaşlı kadını hem rahatlatmış hem
de yormuştu. Kadın yavaşça yatağına uzandı ve kısa bir süre
sonra uyudu. Küçük grup yeniden holdeydi. İçlerinden biri sö­
ze başladığında merdiveni yarılamışlardı bile.
"Kız bunu yapıyor," dedi Lazar. "Ben onun peşine takıl­
dım."
"Böyle mi yalanlıyorsun?" diye sordu Michael. Az önce
gördüklerinden sonra söylediklerinin kulağa ne kadar hafif gel­
diğine şaşırmıştı. Belki de normale bu kadar çabuk dönebilmesi
iyiye işaretti.
"Bu hilelerin herhangi birini anladığımı düşünmeni istemi­
yorum. Beni ortalıkta dolaşırken görebilirsin ama aslında sersem
ölümlüler için yoğun bakım ünitesindeyim ben."
"Seni anlıyorum. Sonuç olarak ben de eyalet hapishanesin­
deyim," dedi Michael.
Bu hatırlatma Michael'ı kendine getirdi. Artık Madam Ar­
taud'ya danışması gerekmediğini biliyordu ama genç kız onun
için ne yapacaktı acaba? Kız, grubu bir hamlede merdivenden
aşağıya indirdi . Arka kapıya ulaşıp çimenliğe çıktı. Susan Micha­
el'ı kolundan yakaladı. " Labirentin sonlarına yakın olmalıyız, "
diye mırıldandı.
232 DEEPAK CHOPRA

"Umanm," dedi Michael.


Didi, çimeni geçerek büyük çadırın girişinde durup bekle­
di. Hesap yapıyor gibiydi.
"İçeri mi gireceksin?" diye sordu Lazar .
"İstiyorum. İçeride çaresizce beni görmek isteyen üç kişi
var," dedi melek.
"Ama?"
Kız iç geçirdi.
"Bu planda yok." Pişman görünüyordu. Sanki bir hamle­
de kanatlarını açacakmış gibi kolları hafifçe bedeninden uzaklaş­
mıştı. Kollarını tekrar bıraktı. Kararını vermişti. O anda güçlü
bir rüzgar esti. Rüzgar, branda bezini çarpıp gürültü çıkararak
herkesin dikkatini çekebilecek kadar güçlüydü. Başlar döndü,
yüzler yukarı yöneldi. Üç kişi kapıda duran kızı görebilecek ka­
dar başlannı çevirdi. Ağızları açık kaldı ve aynı anda oturdukta­
n yerden fırladılar. Kıza doğru koşabilirlerdi ama ilkinden daha
güçlü ikinci bir esinti, çadırın yanındaki bağları söküp attı. Do­
kuz on metrelik çadır karmaşa yaratarak çöktü.
"Hadi gidelim," dedi Lazar.
Didi, çoktan park yerine doğru yola koyulmuştu. Üç daki­
ka sonra hepsi cipe binmiş, otoyola doğru gidiyorlardı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Lazar.
"Hangi konuda? Her şey hakkında mı, yoksa hikayenin
yalnızca arka koltukta bir melekle bizi eyaletlerarası ilişkilere sü­
rükleyen kısımları hakkında mı?" dedi Michael.
Son derece heyecanlıydı yine. Açıklamaları bekleyemeye­
cek haldeydi. Susan gibi, onda da bir son duygusu vardı. Ma­
dam Artaud kendi sonunu çoktan yaşamıştı. Daha genç olan
kendisiyle yollan yeniden kesişmeyecek, yalnızca onu ölüme ve
ötesine cesaretle götürecek olan bir kesinlik olarak bu hatırayı
taşıyacaktı.
"Bunlar hakkında ne düşündüğün beni ilgilendirmiyor,"
dedi Lazar.
Melek Yakınlarda 233

"Helikopterden bahsediyorum."
Michael dışarıya baktı. Üzerinde ordu işaretleri olan bir
helikopter tepelerinde gürültüyle uçuyordu. Silahli bir helikop­
terden çok küçük bir kurtarma aracına benziyordu . "Bunun bi­
zimle bir ilgisi var mı?" diye sordu Susan.
"Bizi takip ediyor," dedi Lazar.
"Neden?"
"Şu Simon denen herif." Lazar, melek ve onun takipçileri
arasındaki mücadeleyi önleyemeyeceğini artık biliyordu. Bunun,
planın bir sonraki kısmı olduğunu düşündü.
"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Michael.
Coşku yerini endişeye bırakmıştı. Didi konuştu.
"Devam et. Marvell'a ulaşmalıyız."
Michael, kızdan bu adı duyduğuna şaşırmaksızın başını sal­
ladı. Gaza bastı. Helikopter ve mürettebatı Michael'ın ne yapı­
yor olduğunu anlasa da anlamasa da müdahale etmeyip geri çe­
kildi. Temas anına kadar beklemek üzere üç yüz metreden ara­
bayı izlemeyi sürdürdüler.
Marvell'ın garaj yoluna saptıklarında, üç askeri araç onlar­
dan önce oraya varmıştı.
"Burada dur," dedi Lazar, Michael'ın omzuna dokunarak.
Simon'ı, siyah bir arabanın içinden Carter'la birlikte çıkarken
gördü.
"Her şey yolunda mı?" diye sordu Michael, kıza bakarak.
Kız başıyla onayladı. Lazar arabadan çıkıp onlara doğnı yürüyen
iki kişiye yaklaştı. Michael da arabadan indi. Lazar adamları ta­
nıyor gibiydi ama tavrı dostça değildi.
"Demek aşağılık köpeklerle dolaşıyorsun, Simon. Sana ya­
kışıyor." Lazar'ın konuştuğu , İngiliz olduğu açıkça belli olan
adam, kaşlarını çattı.
"Her şeyi mahveden sensin," dedi adam suçlayıcı bir ton­
la.
"Nasıl? Bizi rahat bırakmanı istcvcrck mi ? " dedi Lazar.
234 DEEPAKCHOPRA

"Yanına bir şey almıştın, hatırladın mı?" dedi Ray-Ban


gözlüklü, mavi takımlı diğer adam. Michael, bu randevu için ne
kadar uzaktan ve ne kadar hızla geldiklerini düşündü.
"Demek Siman sizi buna ikna etti, öyle mi?" dedi Lazar.
"Peki konu ne? Kızla konuşmak için mi buradasınız, yok­
sa onu yok etmek için mi? Hayır, sanırım herhangi bir yolla onu
yakalayacaksınız. Devamı sonra gelecek." Lazar boynunu uzat­
tı ve ordu araçlarından birinden çıkarak sabırsızca bekleyen Stil­
lano'yu gördü. "Miğferkafalıların şefinin arkada durduğunu gö­
rüyorum," dedi Lazar. "Onu sen de kaybettin Carter. Ama sa­
nıyorum işin içinden ustaca çıktın, ha?"
"Bu kim?" diye sordu Carter, Lazar'ın saldırılarını duy­
mazdan gelerek. Güneş gözlüklerini çıkarıp Michael'ı işaret et­
ti.
"Ben masum bir izleyiciyim, medyaya konuşan türden,"
dedi Michael. Zihni kaygıyla evin içinde dolandı. Beth'in ya da
Marvell'ın kendilerini fark edip etmediğini düşündü.
"Buradan gitmenizi öneririm," dedi Carter. "Bir şey patla­
yabilir ve genellikle de şarapnel parçalarından ilk zarar gören
masum izleyiciler olur." Eğer bu bir tehditse, Carter'ın silahı
çekmesiyle gayet güzel desteklenmişti. Michael, ne yapılacağını
hatırlayana kadar karasız kaldı.
"Eve giriyorum. Ben doktorum ve içerde birisinin yardımı­
ma ihtiyacı var."
Bu karşılaşmanın tam ortasında, Michael'ın basmakalıp
sözleri kulağa anlamsız geliyordu. Carter'ın silahı kendisine
doğrulttuğunu görünce heyecanlandı. Askerler Marvell'ın evine
kendisinden önce girerlerse Marvell ölmüş ya da çalışma odasın­
da ölmekte olabilirdi. Son bu mu olacaktı?
"Tanrım, bunların tümü zırvalık," diye bağırdı Lazar.
"Kesin şunu. Bu kız bir uzaylı değil . Bu kız. . '' kelimeler
boğazmda düğümlendi.
Melek Yakınlarda 235

"Bu kız Tanrı'dan mı geliyor?" diye alay etti Siman. "Ne


zaman halüsinasyonuna kapılmış olduğunu söylemek zor, değil
mi?"
Duyamayacağı bir mesafede durduğu için Stillano çok sa­
bırsızlanmış olmalıydı. Bir manga asker, etrafı araştırarak sessiz­
ce cipe doğru ilerliyordu. Michael gözünün ucuyla bu hareketi
yakaladı. Ancak Susan'la kızın yanına koşabilecek kadar vakti
vardı.
"Seni almaya geliyorlar," dedi Michael kalbi küt küt ata­
rak. "Bizi buradan dışarı çıkarmaya çalışacağım." Didi başını
salladı. "Ben tehlikede değilim. Şimdi senin zamanın."
Michael kıza baktı.
"Ne demek istiyorsun? Gitmeyecek misin?"
"Ben hiç gitmiyorum ki," dedi kız gülümseyerek.
O sırada askerler silahlarını hazır konumda tutarak cipin
çevresini sarıyordu. Başlarında, saçı alabros tıraşlı bir çavuş vardı.
"Bayan, arabadan uzaklaşın," diye bağırdı çavuş. Michael
tehlikeyi, ensesinde soluyan bir hayvan gibi hissetti. Düşünme­
den dışarı uzanıp en yakındaki silahın kabzasını itti.
Teğmen silahını sıkıca tuttu. "Geri çekilin efendim, yoksa
sizi tutuklamamız gerekecek."
Michael artık durumla ilgilenmiyordu. Şimdi senin zama ­
mn. Bu ne anlama gelirse gelsin, pek bir şey ifade etmiyordu.
Susan'ı kolundan tutup çekti.
"Gel," diye mırıldandı.
Lazar, Carter'la Simon'ı geçerek ön kapıya yöneldiler.
Beth'in yüzünü dantel perdenin ardında görür gibi oldu. Hiç
kimse onu fark etmedi. Hiç kimse cipin olduğu yöndeki karma­
şadan başka bir şey fark etmedi. Kapıdaki korumalar, Stillano ve
evin etrafındaki birliklerle beraber ileri atılıp cipe doğru koşma­
ya başladı . Her şey bir kargaşaya dönüşüyordu. Ateş edildi. La­
zar haykırdı , "Hayır!" Michael arkasına bakmaması gerektiğini
biliyordu .
236 DEEPAK CHOPRA

"Acele edin, acele edin!" Beth kapıdan uzak durarak onla­


rı içeri çağırdı. Koşarak tanıdık karanlık girişte yol gösterdi. Ha -
va serindi. Michael, Susan'ın avucundaki elinin titrediğini fark
etti. Beth, çalışma odasının kapısına usulca vurdu.
"Ne var? Git buradan," dedi sinirli boğuk bir ses.
Beth, Michael'la Susan'a anlamlı bir bakış attı. "Onu bu­
rada tutmak çok güç oldu. En iyi yol, onu müdahaleyle tehdit
etmekti."
Saygılı eş maskesini takınarak kapıyı açtı.
"Rhineford, hayatım," dedi Beth. "Burada seni görmek is­
teyen birisi var."
"Ne var kahrolası!" ama Marvell fırlayıp kapıyı yüzlerine
kapatamadan Michael ve Susan odaya daldılar. Dışarıdan silah
sesleri geliyordu. Marvell, seslerin farkında değilmiş gibiydi. Et­
rafındaki hiçbir ayrıntı değişmemişti. Kitap, kağıt yığınları yerli
yerindeydi. Birkaç mum yakılmıştı -Michael'ın ilk geldiğindeki
gibi düzinelerce değil- havada yanıp bitmiş tütsü kokusu vardı.
"Sizi tanıyorum. Siz komşularsınız, öyle değil mi? Gidin," dedi
Marvell. Çoktan doğru yoldan sapmış, sanrısal bir yolculuğun
son aşamasındaymış gibi çılgınca bir ifade vardı yüzünde.
"Gidemeyiz," dedi Michael. "Size meleğinizi göstermek
için buradayız."
Marvell duraksadı. "Ne?" diye mırıldandı, kafası karışmış
bir halde. Michael, Marvell'ın şişiyormuş gibi görünen ve kıza­
ran yüzüne baktı. "Sakin ol," dedi. "Seni bekliyor." Marvell sı­
kıca sandalyesine tutundu.
"Gitmeyeceğim. Siz kimsiniz? Ne biliyorsunuz bu .. "
"Yeteri kadar biliyoruz. Gelin," diye ısrar etti Susan daha
nazik bir tavırla. Önce dikbaşlı, sonradan sersemlemiş bir hayva­
na dönüşen Marvell, kendisini götürmelerine izin verdi. Kori­
dor bu kez o kadar da karanlık görünmüyordu. H atta Michael
girişe varmadan, kapının üzerindeki dantel perdelerin beyaz bir
ışıkla parladığını gördü.
Melek Yakınlarda 237

"Koş, çabuk! " diye bağırdı. "Yoksa kaçıracağız."


Marvell'ı sürükleyen Michael, adamı kapıya götürdü. Kapı­
yı açıp yazan verandaya doğru itti.
Cipin olduğu yerde şimdi yalnızca dümdüz toprak kalmış­
tı. Askerler etrafinda halka olmuş, başlarını geriye atmış, silahla­
rını fırlatmışlardı. Baktıkları, beyaz bir işaret fişeği gibi ama on­
dan yüzlerce kez daha parlak bir şeydi. Işıktan derin bir uğultu
geliyordu. Retinalarının çoktan yanmış olması gerekirdi ama
yanmamıştı. Havada asılı duran ışık, onları dondurmuş
gibiydi. Eğer bu kutsal bir vizyonsa, Michael'ın fark edecek za­
manı yoktu; çünkü bir saniyeden az bir sürede kaybolmuştu.
Işık gittiğinde gözünde oluşan mavi büyük bir nokta görmesini
engelledi.
"Tanrım," diye mırıldanıp duruyordu Marvell. "Tanrım."
Michael tekrar görebilmeye başladığında, önce gece oldu­
ğunu düşündü. Karanlıkta kaçmadığından ya da düşmediğinden
emin olmak için el yordamıyla Marvell'ı bulmaya çalıştı. Ama
bir saniye içinde her şey netleşti ve hala öğleden sonra olduğu­
nu gördü. Bir metre ilerde Marvell dizlerinin üstüne çökmüştü.
Susan'la Beth yanında duruyordu. Bu donmuş karenin ne kadar
sürdüğünü kimse söyleyemezdi ama askerlerin oluşturduğu tab­
lo, hala olduğu gibi duruyordu. Marvell bu sefer neredeyse in­
ler gibi konuştu. "Geri getirin onu, geri gelmeli."
Michael, adamın ağlayacağını düşündü. Marvell böyle bir
fırtınanın merkezi olduğunu, kendi özel saplantısının çok ötele­
rine yayılmış olaylara zemin oluşturduğunu biliyor muydu aca­
ba? Beth ileri doğru bir adım attı, kocasını yerden kaldırıp ku­
cakladı.
"Üzgünüm, Ford," dedi. "Bütün alabileceğin, hepimizin
bütün alabileceği buydu. En iyisi bu."
Susan ya da Michael'a bakmadan Marvell'ı içeri götürdü.
Tepkileri gecikmiş olan askerler harekete koyuldular. Bazıları
kendini yere atarken diğerl eri tiitcklcrine sarılıp etrafra düşman
23 8 DEEPAK CHOPRA

aradı, birkaçı da sadece kaçtı. Karmaşanın tam ortasında Stilla­


no emirler yağdırdı. Lazar, vahşice gülerek olduğu yerde durdu.
Birkaç defa yüksek sesle "Yaşasın!" diye bağırıp onlara
doğru yürüdü. Verandaya yaklaştığında, "Sizler buralarda mı
yaşıyorsunuz?" dedi.
"Öyleydi," dedi Susan.
Michael'a sarılmış gülüyordu.
"Buralarda takılmayı mı planlıyorsun? Eve gitmek isteyece-
ğini sanırdım," dedi Michael.
"Gidemem," diye karşılık verdi Lazar.
"Kız bana her şeyi anlattı. Planı biliyorum."
Michael o anda bu planın ne olduğunu merak etmedi. Du­
daklarını Susan'ın kulağına yaklaştırdı.
"Güvendeyiz," diye fısıldadı. Susan, kollarının arasında tit­
riyordu.
"Labirentin dışındayız," diye tekrarladı Susan, "ve bir da­
ha asla geri dönmeyeceğiz."
Melek Yakınlarda 239

S o Ns ö z

Times'ın arka sayfalarının sadık bir okuruysanız, bölgede


karışıklık olduğuna dair bir haber size ulaşmış olabilir. Bölge şe­
rifi ve eyalet polisi kısa bir araştırma yaptı, ancak parlak ışık ol­
duğuna dair herhangi bir kanıt ya da bölgede yaşayanlar tarafin­
dan rapor edilen bir patlama izine rastlamadı. UFO grupları ara­
sında küçük bir hareketlenme oldu ki bu da başka hiç kimsenin
hikayeyi ciddiye almayacağının garantisi sayılırdı. Carter
ve Stillano, birbiriyle aşırı şekilde çelişen ve New England'daki
hava kurtarma yetersizliğinden dolayı dış gruplara ağır suçlama -
larda bulunan ayrı birer gizli rapor hazırladılar. Simon Potter,
halka duyurulmadan birim içinde terfi etti ve emekli maaşı ke­
sinleştikten birkaç ay sonra emekliye ayrıldı. Emeklilik tazmina­
tıyla İskoçya'nın kuzey kıyısı açıklarında, Orkney Adaları'nda,
herkesten uzakta bir kulübe satın aldı. Daha sonra hakkında hiç
haber alınamadı. Palomar'da l 996'da belirlenen, Samanyolu sı­
nırındaki esrarlı ışık, tayfı bilinen bütün galaksi ve gök cisimle­
riyle karşılaştırılmasına rağmen hala gizemini koruyor. Koso­
va'daki durum daha kötüye gitti. Arhangeli köyünde bir melek
belirdiğine dair inancın getirdiği umut kıvılcımı da söndü. Böl­
ge, kimsenin önüne geçemediği etnik vahşetle sarsıldı. Susan
Aulden, zaman zaman bölgedeki katliamın haber görüntülerini
izledi ve herkesin istediğini elde edip etmediğini merak etti.
Michael Aulden'ın hakkındaki bütün davalar düştükten sonra
emekliye ayrıldığı söylentisi yayıldı. Kendisi ya da eşiyle çok az
kişi karşılaştı. Çoğu insan, taşındıklarını ve evlerinin satıldığını
240 DEEPAKCHOPRA

düşündü. Bir seferinde bir fırtınada iki çocuklu bir kadın, yol­
dan çıkıp neredeyse taşmış olan nehre düşüyordu. Otoyol dev­
riyesi göründüğünde, kadın suya kaymak üzere olan arabasının
mucizevi bir şekilde bir adam tarafından çekilerek kurtarıldığı
konusunda histerik bir şekilde ısrar etti. Tarifine uyan tek kişi
Aulden'dı, ancak adresini bulma yönündeki çalışmalar sonuç
vermedi.
Tutsak hakkındaki tek önemli yankı, bir yıl sonra Rhine­
ford Marvell, Melek Yakınlarda adındaki romanı, emekli fizikçi
Theodore Lazar'la birlikte yazdıktan sonra ortaya çıktı. Kitap,
onu inceleyenlerce vahiy ya da illüzyon olarak değerlendirildi.
Romanda, yazarla bir melek Maine ormanlarındaki gizli yerde
saatlerce konuşur. Melek, Noel'de on yaşında kardan bir kız ço­
cuğuna dönüşür. Meleğin mesajında peygambersi bir hava var­
dır ama asla gözdağı vermemektedir.
"Tanrı hala Kendisi'ni fark etmenizi bekliyor," der melek
kitapta bir yerde.
"Bu noktaya gelmek, çok uzun zaman aldı; ancak Kendi
kutsal planını açığa vurmazsa, çok azının uyanacağına karar ver­
di. Bu yüzden böyle olacak."
"Plan nedir?" diye sorar yazar.
"Sana anlatayım."
Ve melek, kutsal plana ilişkin bütün bilinen itirazlar -ölüm
ve kötülük, dünyanın kontrol edilemez vahşeti ve uğradığı teca­
vüz- sonunda kaybolana kadar dünyada adım adım yükselerek
genişleyen ışığın ve bilginin şaşırtıcı metnini anlatmaya koyulur.
Planın başarılı olacağından hayli emin görünür melek. Bununla
birlikte, zaman belirtmez.
Marvell'ın birçok kurgu romanının aksine, bu eseri ilk he­
yecanın ardından da satmaya devam etti ve kimileri bir kült
oluşturduğundan söz etti. Yazar kitabını imzaladığında hep şu
değişmeyen sözcükleri yazsa da kitabın satışına kayıtsız gibi gö­
rünüyor: Kana tlarla doğm.ı dıysanız, sonradan çıkmalarma en ­
gel olmaym .

You might also like