You are on page 1of 6

Zeki Doğukan Bayram

3102160022

Direkleri Aşmak

Nefes ver, nefes al, nefes ver, nefes al. Tüm sürecin devam etmesi için almak her zaman
vermeyi takip etmeli. Akciğerlerini rendeye bir ileri bir geri sürtmek gibi hissettirse bile,
tıpkı bir ofis görevi veya ev işine atıldığın gibi çaba sarf etmen gerekse bile. Dışarı, içeri,
nefes ver, nefes al.

Bir an için bir yudum nefes, bir salıncakta sallanıyormuş bedenini tahta bir kalasa
bırakıyormuş gibi, halatlar avuç içlerini yakıyormuş gibi hissettiriyor. Ah, bence bir
çocuğun yapabileceği/ En hoş şey. Yanlış hatırlanmış, eski bir tekerleme. Bir zamanlar
onu ezbere bilirdi, bir zamanlar tüm öğleden sonralarını parktaki salıncaklarda, saçları
yeri süpürene dek başını geriye atarak, bacaklarını gökyüzüne kaldırarak tüm dünyayı
ters düz ederek sallanmıştı.

Havada ve ağaçların üstünde / Çok uzakları görene kadar. Sözler kafasında, tıpkı sekiz
yaşındaymış ve başı dönecek kadar yükseğe sallanıyormuş gibi bir ileri bir geri gitti. Asla
kontrolünü kaybetmez ve demirlerin üstünden geçmezdi. Bazı sabahlar salıncağı çılgınca
dolanmış şekilde bulur, birilerinin direkleri aştığını düşünür, ve geri çekilir, günün geri
kalanında , belki de bütün hafta salıncaklardan kaçınırdı. Ellen kilisenin aksine gitti, ve
kimse onu Tanrı’nın yeryüzünde görmedi. Direkleri aşsaydı uçar gider, ve asla geri
dönmezdi.

Nefes ver, nefes al, nefes ver, nefes al. Baş dönmesi. Sinirler ve beynin arasındaki
bağlantıyı koparan ilaç yüzünden. Ama bu ilaç incelen kan damarlarındaki ayak
sürtmelerini, kemiklerinde itişip kakışmalarını hissetmesini nasıl engelleyebilirdi? Isırıla
ısırıla dantelleşmiş kemikleri. Eskiden göğüsleri, şimdiyse boşluklarının altında yaralar
var, ama onlar yine de doymak bilmez halde, bir sulama deliğinden diğerine koşturmaya
devam ediyorlar. O doyumsuz gezginler, işlerini neredeyse bitirdiler. Yakında
kendilerini, onları götürecek yolu geç, varış yerinden yoksun bulacaklar. Kanı ve
kemikleri aniden bir geçit üzerinde asılı bir köprü misali, onlar karşıya geçerken sallanıp
kopacak. Nefes ver, nefes al, nefes ver, nefes al.

Onu buraya getirmenin en iyisi olduğuna kim karar verdi? Kocası, yatağını pencereyi
görecek şekilde ayarladı, pencereyi de bahçeyi görecek şekilde ayarladı, ama o gözlerini
açmayı başarabildiğinde, onları yalnızca tavana dikebiliyor. Evde yukarı bakar, sonsuz
bir düzlükte coşan nehirler görürdü; Mars’ın kanalları, ve Ay’ın soluk yüzü vardı. Bir
harita, doktorunun şakaları gibi, kocasının elinin sıcaklığı, çocuklarının anlamsız
bakışları gibi güven verici. Burdaki tavan ise fildişi yumruları gibi tozlaşıp şişmiş deriyi
gösteren bir ayna. Onu sert ve renksiz dudaklarla yiyip bitiren gezginler beyaz. Aklına
diyarı kırıp geçiren vebalar, çekirgeler, kuru rüzgarlar geliyor. İçinde bir kuraklık var;
arterler, damarlar iskelet yapraklarına dönmüş, parçalanıyor.

Ağaçların en iyi ölüme sahip olduğunu düşünüyor, etleri sıkı, temiz ve kuru yanıyor.
Onların kışlarını hatırlıyor, bomboş bir gökyüzüne karşı siyah iskeletler gibiler. Ya da
tamamen ölüler, masmavi yaz havasında dalları, herhangi bir tomurcuk ya da dal
ihtimalinin çok ötesinde taşlaşmışlar. Ve havayı dolduran, nahoş olmayan, derimsi bir
koku veren kabuk değişimleri. Bir zamanlar içindeki hastalıklı boşluktan utanırdı,
şimdiyse utanacak pek bir şey kalmamıştı. Onlar farelerin ayakları, ağızları, ve fare
boyutlarıyla, kaplan süratiyle yediler. Nefes ver, nefes al.

Akciğerlerini acıtan şey, bir elden diğer ele geçen demir, havanın ağırlığı, çiçeklerin
cenaze kokusuydu. Zarı tıkanmış olan zambak, solucan yumuşaklığında sapları saran
lalelerdi. Bugün o beklenmedik şekilde geldi; işte, ya da çocuklarla olmalı. O bugün
burda, çünkü çiçekler, onun nefes almasını imkansızlaştırdığını, onun gücünü bulup da
tutup fırlatmasını mümkünatsız kıldığını biliyor.

Çiçekleri ve vazoyu alıp götürüyor. Şimdi o, lalelerin yapraklarının gerilmesini,


zambakların kurup büzüşmesinin gürültüsünü duymak zorunda değil. Şimdi nefesinin
ciğerlerine girip çıkmasının yavaş, düzensiz, salıncakvari gıcırtısını duyabilecek.
Çiçekleri atması ve yatağa geri dönmesi uzun zaman alıyor. Eskiden onun otellerde,
havaalanlarında çocukları giydirmesini, ya da soyunmasını beklerdi. Şimdiyse hayata
tutunduğu kıl kadar ince ipin kesilip atılacağı anı bekliyor. Çık, gir. Önce ver, sonra al,
Önce al, sonra ver, yoksa salıncak tamamen duracak.

Ölüm hepimizin başarabileceği bir şey olabilir. En azından ölmek, onun gibi ölmek
başka bir mesele. Bu bir kontrol kaybı. Pes etmek değil, kayıp; giderek ilerleyen, geri
döndürülemez, mutlak. İşlevini yapan, itaatkar ve sonsuz sayıdaki hücrelerden biri kötü
huylu hale gelir. Memnuniyetsiz, tatminsiz bir asi haline gelir. Bir hücre sıralardan firar
eder, kendini değiştirir, kendi gibi bir başka hücreyi yaratır. O yaratılan da bir başkasını
yaratır, o da bir başkasını. İşlevleri diğer hücrelerden pek de farklı değil, yerler ve
çoğalırlar ve seyahat ederler, yalnızca farklı bir rotaya; Metastaza. Onun bedeni,
gezginler tarafından yenip bitirilen, tüm köprüleri geri dönecek bir rota bırakmayacak
şekilde yakılan bir kıta. Kanında ve beyninde geziyorlar, kemiklerini kazıyorlar, ve onun
vücudu kapıları, pencereleri, kapatılacak ne varsa kapatarak karşılık veriyor. Buna
yetmezlik diyorlar, böbrekleri, karaciğeri, dalağı yetemiyor. Bedeni, denklem
bilinmeyenleriyle dolmaya başlayan bir sınav kağıdı gibi.

İlk başta asi hücreleri umursamadı. ‘Hiçbir şekilde müsaade etmiyorum. Siz istediğinizi
yapabileceğinizi sanıyorsunuz, istediğiniz kadar değişin, ama birinizin bile istediğini
almasına izin vermeyeceğim’ Arkadaşları bu tutumunu alkışladılar, o bir savaşçıydı,
gölge vadisinde kasıla kasıla yürüyecekti. Ama bir şey onu yüzüstü bırakmıştı –ne
arkadaşları, ne de ailesi-. Taktik değiştirmek zorunda kalmıştı, hücrelere ders verecek, bir
on yıl sonra tıpkı çocuklarına yapacağı gibi eğitecekti. ‘Yaptığınz şey aptalca ve
anlamsız, anlayamıyor musunuz? Beğenseniz de beğenmeseniz de burada otorite benim,
ve benim kurallarıma göre oynamak zorundasınız.’ En azından uzlaşmayı denedi. ‘Sizi
besleyen gözü oyduğunuzun farkında değil misiniz? Eğer ben ölürsem, nasıl gezecek,
nereye gideceksiniz? Yaptığınız tamamen mantıksız, kimseye faydası yok, muhakkak
anlıyorsunuz.’

Sonrasındaysa tüm müzakereleri sonlandırdı, zira onlar artık asiler değil, büsbütün işgalci
bir ordulardı. Tüm zorbaların kökünü kurut! Kafalarının derisi yüzüldü, yakıldılar, onu da
zehirleyen kimyasallara boğuldular. Belki beş, belki de üç tanesi bu saldırı sonrası
hayatta kalabildi. Tbir araziye kaçıp, kamp yapıp, güçlerini topladılar, ve tamamen
savunmasız kısımlara öncü kuvvetlerini yollayıp, oraları da istila ettiler. Bu aşama
doktorunun şakaları yapmasını sonlandıran, kocasının kavrayan elinin pek de sıkı
olmadığı noktaydı. Çocuklarının tertemiz yüzleri ona baktığında kirlendiler, kendini bile
kurtaramıyorsa onlara nasıl yardım edebilirdi? Akabinde son bir kez konuştu, bu sefer
isyankarlara değil, sayıları sonsuz muzaffer bir orduya hitap etti. ‘Şimdi anlıyorum. Beni
istila etmiyorsunuz, sizi buraya kendi vücudum yolladı, planınızı programınızı bile yaptı.
Beni öldürerek kendinizi de yok ettiğinizi bilmiyor bile olabilirsiniz, belki de
umursamıyorsunuzdur. Beni öldürten siz değilsiniz. Bedenim intihar ediyor ve bu konuda
hiçbir söz hakkım yok. Vücudum benimle konuşmayı bıraktı.’

İlk operasyondan sonra onu eve getirdiler ve çirkin desenli eski perdeleri astıkları misafir
odasına yerleştirdiler. Durumdan hoşnuttu. Burada dinlenebilir, enkazdan bir şeyler
kurtarabilir, ruhu olarak nitelendirdiği şeyden güç toplayabilirdi. Bu Dante okuma,
Bach’tan başka bir şey dinlememe zamanıydı. Ama baskı gözlerini tırmaladı, notalar
yavaş birer adacyoya dönüştüler. Pekala, o zaman gözlerini, kulaklarını kapatır,
perdelerini kapatırdı. Kare beyaz bir yatakta yatar, kendini gömer, öğrendiği her şeyin,
doğru olmasını istediği her şeyin gerçeğini ortaya çıkarırdı. Tüm doğum, büyüme ve
hücrelerin çoğalarak birleşmesi, sperm, yumurta, bunların hiçbirinin bi önemi yoktu.
Sadece bu kötücül doğum, isyankar hücrelerin eşeysiz üremesi gerçekti. Ölmek için
doğmuştu, bu vücudunun, tüm deri katmanlarının, kaslarının, mendil kadar kırılgan
kemiklerinin ortaya çıkardığı gerçekti.

Yine de, hiçbir anlam ifade etmedi. Bunu bilmek ne huzur, ne kesinlik, ne de istemenin
sonunu getirmişti. Yine de, çocukları odasına geldiğinde kollarını açıp onlara sarıldı.
Onları uzun uzadıya, sıkıca tuttu, mis gibi kokularını içine çekti. Kocası reddetse de
gerçek buydu. O ne doğru ne yanlış umursamıyordu, tek umursadığı inancın açıları
tarafından ölçülen aşkın geometrisiydi. Bu konuda açık ve netti, ölen o değildi.
Bildiği ve hissettiği, izlediği ve boylu boyunca düşündüğü her şeyi, tutunabileceği her
dalı, kaydettiği en ufak bir aşamayı kaybetmişti. Ölüyor olması yeni bir şeyi keşfetmesine
yok açmadı, yalnızca belirsizliği doğruladı. Ama pes etmeyecekti. Bedenine ne
olduğunun ve neden olduğunun kontrolünü kaybetmiş olsa bile, en azından nerede ve
nasıl olacağını dikte edebilirdi. Evinden alıp götürülmeyecek, acının ve uyuşukluğun
sınırından sürüklenip, yabancıların onunla sadece şırıngalar, serumlarla konuştuğu pırıl
pırıl parlayan bir terminale terk edilmeyecekti.Ama işin sonunda götürüldü, sürüklendi,
ve atılarak terk edildi. Sonrasında ise nasihat verdiler: Özel ilaçlara, bakıma ihtiyacın
var. Kocan artık başa çıkamıyor, çocuklar için çok zor hale geldi. Ambülans çalışanları
standartların altında kalan birer melekti; onu sanki ellerini değil de kanatlarını
kullanıyorlarmış gibi, sakarca kaldırdılar. Onları bedeniyle reddedemedi, zira emirlerine
itaat etmeyi uzun süre önce bırakmışlardı. Peki şimdi morfinle bulanıklaşmış ve
yalpalayan zihniyle onları nasıl reddedebilirdi?

Bir kez doğadan sıyrılsam, bir daha / Doğal bir biçim almayacak bedenim. Şair bu
konuda söz hakkı olduğunu nereden çıkardı? Ruh göçü, bedeninin bir köpeğin, kedinin,
sıçanın, ya da kendinin bir başka versiyonunun içine sokulması, o versiyonun otuz yıl
kusursuzca çalışması, verilen her emri itaatkarca yerine getirmesi, verilen mesajları
kelimesi kelimesine, kana, dokuya, plasentaya iletmesi mümkündü. Çocuklarının, tıpkı
bir zamanlar onun taşıdığı gibi, vücudunu içlerinde, bedeni ve onun anahtarını taşıması,
ama ruhunu, aklını, onu tahta bir kalastan kaldıran, geri çeken, ve yeniden bir kavisle
gökyüzüne yollayan pnomö-bilmemneyi taşımaması. Nefes ver, nefes al.

Büyük şaire göre ruhun bedenle birlikte yok olduğunu düşünenler yanmaya mahkumdur.
Buna rağmen o, sonsuz mutluluğu, güllerin potpurisini, ya da ateşi kabullenemiyordu.
Melekleri bile, tırnakları kesilip kanatları kırpılmış beyaz, kutsal, kutsal, kutsal diye
gaklayan sultan papağanlarını düşünmediği sürece hayal edemiyordu. Ameliyat
masasında kısa süreliğine ölüp, o sisli beyaz ışığı görüp hayata dönenler hakkında birkaç
şey okumuştu. En azından hak ettiğimiz ahireti yaşıyor muyuz? Yoksa ölümümüzü
olması gerektiği gibi yaşamamıza mı bağlı? Bu konuda tıpkı piyano resitalleri, sınavlar,
ilk aşkı için kıyafetlerini çıkarması gibi gergin. Yine de her şey çok basit görünüyor,
yapması gereken tek şey, zamanı geldiğinde transparan hale gelmek. Ruhu bir zerreden,
aynaya bırakılan bir nefesten daha ağır olmayacak. Kağıdın şöminede yanarak bacadan
ayrılması gibi ya da çocukların tam gaz bir salıncaktan atlaması gibi bedeninden ayrılıp
süzülecek.

Nefes al, nefes ver... Kocası işten sonra her gün ziyaret ediyor, çocukları getirmeyi
bıraktı. Onlar şehrin başka bi tarafında halalarıyla kalıyorlar. Onların boyamalarını,
çizdikleri beş çizgi ve bir halkadan oluşan basit bedenlere sahip çöp adamlarını getiriyor.
Boya çizgileri silinemez, sadece kazınabilir ve kazındığında renk gitse bile, bir çizgi
kanamayı bırakmış bir kesik gibi kalacak. O hayatlarındaki dört ve iki yılda çocuklarına
sarıldı, onlara şarkı söyledi, yıkadı, azarladı. Onu hatırlayacaklar. En kötüsü beyaz bir
yatağa çizilmiş bir çöp adam gibi, en iyisi kollardan, göğüslerden ve kucaktan oluşan
geçici bir beşik şeklinde. Öğrenir öğrenmez ona yeniden evlenmesi gerektiğini söyledi.
Doktordan dönerken aldıkları bir şişe Liebfraumilch içiyorlardı (Checkov’un doktoru ona
şampanya emretmişti). ‘Senin için bir eş, çocuklar için bir anne’ Onun Cathy’sine bir
Heathcliffe olmasını istemediğini söylemişti. O da Olivier’ın yakınından bile geçmeyen
bir taklidini yapmıştı.

Ben kıyaslanamaz şekilde sizden yukarıda ve ötedeyim. Eğer söyleyebilirse, eğer birileri
dinleyecekse, bunlar onun son sözleri olacaktı. Böyle şeyler olur, herkes yalnız ölür, fakat
bazıları yanında seyircileri olacak kadar şanslıdır. Çünkü bu bir gösteri, özgüvenin,
kayıtsızlığın, paniğin ya da dönüşmüş enerjilerin şovu; vücudunun ciğerlerinin kağıt
poşetlerini buruşturup açmaya, kanını halsiz mermilerine, ayakları ağrımış aç tümörlere
sonsuz misafirperverlik dağıtımaya harcadığı efor, çürümenin yavaş alevlerine gidecek.
Kötümser ya da sağlıklı hücreler, hepsi cezalandırıldı.

Nefes ver, nefes al. Belirli bir stille öleceğini düşünmüştü. İlk olarak kafasında,
etkileyeceği kesin olan bir misafire tasarlarığı planlar gibi ilüzyonları düşündü. Ama
hiçbiri gerçekleşmedi. Bir zamanlar izlediği bir filmi hatırladı, büyük, ay yüzlü bir
kadının ölümün başını kucakladığı bir imgeyi hatırladı. Ama hiçbir Kibele gelip de
göğsünü ikram etmedi. Daha bir evcil hayvanın yasını tutmayı bile öğrenmemişlerdi,
şimdiyse sonsuza dek mimlendiler. ‘Anneleri onlar çok gençken öldü’ Herr Angst’a bir
tanıtım mektubu.

Kocası elini tutuyor. onlar bir dizi kemik, ellerinde parçalanacağından korkmuyor mu?
Kocası zorunlu ziyaretlerini eksik etmiyor, ve o onun varlığından, tıpkı güneşin
yörüngesinde dönen Jüpiter ve Satürn’ün varlığından haberdar olduğu gibi farkında.
Görünmez ve hesaplanamaz bir uzaklıkta. Nefes ver, nefes al, yukarı sallan, saşağı
sallan, ipleri sıkıca tut, sımsıkı.

Kıyaslanamaz şekilde yukarıda ve ötede. Kocası üzerine usanıyor, ne istediğini, ona bir
şey get irip getiremeyeceğini, canının acıyıp acımadığını soruyor. Ona sadece yukarı
sallandığında yüzüne vuran rüzgarı hissetiğini nasıl söyleyebilir? Zihniyle bedeni
arasında bir yerde, açıklaması çok zor ve o sesini kaybetti, tıpkı parmaklarının bir
çocuğun elini dahi kavrayabilecek gücünü kaybettiği gibi. Nefes ver, nefes al. Ama onun
bu arada kalmışlığını anlamasını istiyor. Tıpkı ana hatlarının tam olarak bağlanmadığı
renk saydamlığı gibi, çekilen çizgiyle rengin başladığı yer arasında bir boşluk var. Bir
boşluk. Varlık değil, ve kesinlikle bir uçurum değil, ama beklenmedik bir kayma var.
Aynı salıncakta yükseklere çıkıp, hızlı şekilde atılıp direkleri aşmanın ihtimali gibi.

Çocukken asla yapamamıştı, ve kendi çocuklarının denemesini yasaklamıştı. Çünkü


kemiklerini kırar, kafataslarını patlatır, ve hastaneyi boylarlardı. Yukarı sallan, aşağı
sallan, daha hızlı sallan, daha yukarıya. Geride bıraktığı için çok aptaldı, çocuksu bir
şeymiş gibi, utanılacak bir şeymiş gibi. Kendi çocuklarını parka götürdüğünde
salıncaklardan kaçınmış, bi kum havuzunun köşesinde oturup, üstüne kum gelmemesiyle
uğraşmıştı. Şimdiyse onu birinin bu şekilde, uzun saçları yeri süpürürken yalnız ve özgür
görmesini umursamıyordu. Dünya tersine dönmüş, gökyüzü yıldızlarla dolu.

İleri geri sallanmak, demirler gıcırdayana kadar daha yükseğe atılmak. Havada ve
ağaçların üstünde / Çok uzakları görene kadar. Şu anda her şeyi görebiliyordu,
tepesindeki çatlak tavanın, yaranın kenarlarından çekilen et gibi geri çekilmesi gibi.
Açıklık, çizgiyle rengin arasında her ne varsa gösteriyor . Dante, Bach, Mehr Licht. Ama
zihnini dolduran tek şey bir tekerleme. Dışarı, içeri, dışarı. Salıncak en yüksek noktasına
geliyor, ipleri öyle tutuyor ki ellerini parçalıyor. İçeride bir şey kopuyor, çok ince bir
çatlak, coşkun bir şey, dökülen cam kadar net. İçeri, dışarı. Dışarı.

Direklerin üstünden.

You might also like