Professional Documents
Culture Documents
Ayşe Arman Roportaj
Ayşe Arman Roportaj
Alıştığımız bir şey değildi. Sesini çok sık duyardık. Ama bir süredir ortalıkta yoktu. Nerelerdeydi? Ve? İşte döndü,
Murathan Mungan, ‘Şairin Romanı’yla döndü. 582 sayfalık bir baş yapıtla. Öyle böyle bir kitap değil. Müthiş kurgulu,
sürprizli, oyuncaklı, bulmacalı.
Ama öyle hemen sabah başlayıp akşam bitirilecek bir kitap değil. Güzel bir dağa tırmanır gibi, yavaş çıkıp hızlı iniyorsun.
Ve gerçekten şairinin romanı. Murathan Mungan’in şiirinin müziğini neredeyse kitabın her satırında duyuyorsun, onun
kelimelerini ne kadar özlediğini fark ediyorsun. Kitabın altını çize çize helak oluyorsun. Sorguladığı kavramlara hayran
oluyorsun. Yüzeyselliğin, tek düzeliğin tavan yaptığı bir dünyada bambaşka bir çiçek açıyor hayatınızda. Ve üstelik
okunduktan sonra hemen bir kütüphane rafına kaldırılacak bir kitap değil, her aklınıza düştüğünde, ‘kelimelerin
efendisi’nin kelimelerine dokunmak isteyeceksiniz. Size kitabı anlatmıyorum, alın okuyun, zaten bu röportaj da birkaç
gün devam edecek?
– Zalim bir dünyada ve zalim bir ülkede yaşıyoruz. Kendimi korumak istedim. Ama sessizliğimin kişisel nedenleri de
vardı. Kedimi kaybettim. Kanser oldu. Bir gözünü aldılar, kurtuldu. Ama altı ay sonra nüksetti. Hastalığında ondan rica
ettim: “Pişo, seninle son bir yılbaşı geçirmek istiyorum” diye. Ve 31 Aralık gecesi birlikteydik, pencereyi açtım, dolunay
vardı, dolunayla konuştum. Ertesi gece öldü. Bana fazladan bir gün hediye etti. O zaman diyorsun ki, kainatta gerçekten
görünmeyen bağlar var…
Pişo’dan sonra yeni bir kedi almayı düşündünüz mü? Kimileri ihanet gibi algılar, kimileri de iyi geldiğini söyler?
– Ben ihanet ya da sadakat olarak bakmıyorum ama insan, yasını tutmayı bilmeli. Ayrılığı taşımak, insanların asaletlerini
en zor korudukları alanlardan biri. Özellikle aşk ilişkilerinden sonra. O ayrılığı taşımayı bilemezler, bulaştırırlar. Önce
yaşadıkları aşka, sonra etraflarındaki insanlara. Ve birden o ayrılık, sümüklü bir şey haline gelir.
– Bazı kederler ömre yayılır. Kendimi yeni bir kediye hazır hissetmiyorum. Hazır olmak önemlidir. Bir de benim kafamda
hep ‘kainat bağları’ kavramı var. Bir gün öyle bir şey olacak ki, yeni bir kedi gelip beni bulacak, zamanı gelince, içim
hazır olunca. Ama ben ısmarlamıyorum. Tıpkı aşk gibi, “Aşık olmam gerekiyor” denmez, aşk ısmarlanmaz. Hem ne
demişim? “Aşk Tesadüfleri Sever…”
– Evet.
– Elinde tuttuğun romanı bitiriyordum. Edebiyatçının hem yalnızlığa ihtiyacı vardır hem de kapanmaya. Bir de burası
öyle bir ülke ki, ağzından çıkan bir söz, kirli bir mecrada, iki gün sonra, senin bile tanımayacağın hale geliyor. At iziyle, it
izinin birbirine karıştığı, herkesin kanaat önderi olduğu bir dönem. Oysa ben, eski zaman sanatı yapıyorum. Edebiyat
19. yüzyıl sanatı. Ama günümüzün hızında, sabah pişirdiğini, öğlen servis etmeni bekliyorlar senden. Bu geri çekilmeye
ihtiyacım vardı, bünyemin de vardı. Eskiden, dükkanların camlarına, “Vasıflı elaman aranıyor” diye yazarlardı, şimdi
sadece “Eleman aranıyor.” Vasfın, nitelikli insanın kıymeti kalmadı. İnsanlar, zaten sahip olmaları gereken özelliklerden
ötürü övgü alıyorlar. Bir spikeri, dediği anlaşılıyor diye övüyorlar, bir politikacıyı hırsız değil diye. Bu karmaşa içerisinden
sözümüzü, selametimizi, aklımızı korumanız için, zaman zaman hepinizin içimize kapanmamız ve şöyle bir durmamız
gerekir.
İyi de hiç kendinizi geride kalmış hissetmediniz mi? Twitter’da, orada burada, hakkınızda yorumlar yapılıyor?
– Geçenlerde bir yayın yönetmeni, “Murathan’ın şiirlerini, öykülerini, oyunlarını filan biliyoruz. Ama en büyük başarısı
hiçbir şey yapmadan bütün düşmanlarını gömmeyi bilmesidir!” dedi. Hoşuma gitti. Haklı, çünkü ben zamanı
seyrediyorum. Bir yaştan sonra da insana şu duygu geliyor, her şeyi tutumlu kullanmak. Zamanı da?
Hayatınızın başka bir döneminde misiniz artık? Nedir sakinleştiniz mi, duruldunuz mu?
– Ben Türkiye’de çok az insanın başardığı bir şeyi beceriyorum: İtibarımı yönetiyorum. Bu kıymetli bir şey. Adımın ve
soyadımın selameti için yaşıyorum. Yaşadığımız çağ, herkesi öfkeli olmaya, neredeyse saldırganlığa ve kapışmaya itiyor.
Televizyon kanallarını açıyorsun, bir sürü medya meczubu görüyorsun. Neredeyse sabahleyin bir kanalda kahvaltı
yapıp, öbür kanalda öğle yemeği yiyip, diğer kanalda uyuyorlar. Artık bunlar derin gözlem bile değil, herkesin bildiği
şey. İşte o yüzden geri çekildim ve ‘Şairin Romanı’nı bitirdim.
Yine yaptığınız yapacağınızı. ‘Şairin Romanı’ diye müthiş bir roman yazdınız. Türü nedir?
– Tanımlaması zor. Fantezi roman diyelim. Bu kitapta, Kızılderili kültüründen, Selçuklu kültüründen, Alevi kültüründen,
İslam kültüründen, Hıristiyanlıktan parçalar var. Tüm bunları ancak başka bir gezegen tahayüllünde aynı kaba koyarak
karıştırabilirdim.
İnsan bir şeyi 15 yılda nasıl yazar, delirmez mi?
582 sayfa ama aksiyon filmi gibi, cırt diye okunmuyor ama insan elinden bırakamıyor?
– Evet bir dağ gibi, yavaş yavaş çıkıyorsun ve birden bire iniyorsun. Yavaşlık, hız, doğu felsefeleri, yolculuk, kimlik
değiştirme, bir esrarın peşine düşme. İçinde bugüne kadar geçtiğim bütün yerlerden, yurtlardan esintiler, izler taşıyan
bir roman?
– Her zaman son aşık, en iyisi değil midir? İnsan bir roman yazarken, ne okumak istediğini de yazıyor aslında.
– Çok basit bir şey: Bana öyle bir atmosfer kursun ki, söylediği her şeye inanayım. Bana öyle bir dille anlatsın ki, ben o
dili özleyeyim ve yeniden sesini duymak için, o kitaba döneyim. İyi bir romandan aklımda hayatımın sonuna kadar
unutamayacağım en az üç sahne kalmalı. Sadece dil atraksiyonu ya da edebiyatçının kültürel performansıyla yazılan
kitaplar var. Ama ben Amerika’da ya da Avrupa’da yazılan bir edebiyatın Türkiye şubesi değilim. Ben kendimi kendi
temalarımla inşa ediyorum.
Kitaptaki karakterler inanılmaz canlıydı. Sanki karşımdaydılar, hâlâ sokaklarda rastlayacağım gibi geliyor onlara?
– İyi bir romandan insana güçlü karakterler kalır. Sonra hayatımızda biriyle tanışırız, “Aaa ne kadar da o romandaki
kadına, adama benziyor” deriz.
YAŞLILIĞA ÖVGÜ
Karakterlerin bu kadar yaşlı (120, 130) olmasının özel bir sebebi var mı?
– Bilinçli olarak yapmadım ama bu romanda, yaşlılığa bir övgü var. Çünkü hayat, bize bir gençlik projesi olarak
öğretiliyor. Hep bir gençlik tapınmacalığı var. Genç kadın olmak, güzel kadın olmak, yakışıklı adam olmak… Hepimiz
bunun tuzağına düşüyoruz. “Yaşına göre giyinmeyen kadın” denir ya da “O yaşta adam bunu mu yapar mı?” Böyle bir
kültürün içinden geliyoruz. Oysa yaşlılıkta, edindiğimiz zenginliklerin esamesi okunmaz.
Çoook uzun yaşamak istediğiniz için mi böyle insanlar kurguladınız? Kendi ruh halinizin bir yansıması mı?
– Hiçbirimiz ölmek istemeyiz. Ama şu var: Yaşlılık, bilinç dışımızda ölümün habercisi gibi kodlanmış. Oysa eski Yunan’da,
Anadolu’daki bazı İslam tarikatlarında ve doğu bilgeliğinde, yaşlılığın erdemleri var. Oysa bizim karşı karşıya olduğumuz
sürekli bir gençlik tapınması?
Peki ya aşk?
Güzelmiş! Romanın kahramanlarından Vyela ile Gamenn bir konuşmalarında, “Aşkın aslında genç kalplerin işi olduğunu
ama aynı zamanda olgunluğun bilgisine ve donanımına ihtiyaç duyduğunu” söylüyorlar?
– Evet, aşkın doğasında böyle bir çelişki var. Kendi hayatımdan da görüyorum. “Ya demek öyle! Kapı açık, arkanı dön ve
çık” demeyi bir beceri zannederken, bir yaşa geldikten sonra, en şiddetli tartışmada bile karşındakine, “Bunu yarın
konuşalım” demeyi öğreniyorsun. Aşkı yaşatan ve ilişkiyi uzatan şey, zamanın ve hayatın sana öğrettiği şeyleri kullanışlı
kılmak. Genellikle insanların beceremediği, dostlukta da, sevgide de, arkadaşlıkta da, aşkta da, birbirleri için kutsal
olana dokunmamak…
Açar mısınız?
– Tam tersine gidiyoruz, onu Aşil topuğundan vuruyoruz. Sevdiklerimizi korumak yerine, ilk hamlede onların kutsalına
saldırıyor ve onarılmaz yaralar açıyoruz.
– Olgunlaştıkça öğreniliyor. Ama her yaş alan olgunlaşmıyor. Herkes farklı yaş alıyor. Öğrenmeye ne kadar açık
olduğunla ve kalbinle ne yapmak istediğinle alakalı?
http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=13141544
Şiirin çok büyük bir değer olduğu bir gezegen kurmanızın özel bir sebebi var mı?
– Şiir hakkında söylediğim temel tezler var kitapta. Şiir, dilden önce var. Şiir aslında annenin ninnisinde de var, ilk
insanların ses tekrarlarında da var. Ve bütün kutsal kitaplar, şiirle yazılmış. Ama sadece edebiyattaki şiirden söz
etmiyorum, hayatın şiirini öldürmüşüz biz, kalbimizin şiirini öldürmüşüz. En büyük şiir de, varoluşun şiiri. Tabiattan
koptukça, var oluşun şiirinden de kopuyoruz. Hepimiz evrenden kopmamızın bedelini ödüyoruz.
– Evet, bu kitap pagan bir kitap. İnsanlara dolu dolu tabiatı hatırlatmak istedim. Evrenden koptuğumuz gibi kendi
gezegenimizden de kopmuş vaziyetteyiz. Bir tutam yeşile, ağaca hasretiz. Düşünsene, kaç kuşak toprağa basmadan
yürüyor. Apartmanlarda, asfaltlarda, yollarda. Bu kitap belki de bir ruh çağırma. Ben ruhları çağırdım. Geldiler, beraber
yazdık.
– Kendinden nefret eden insanlar tanıdım. Günün birinde yanlışlıkla biri onlara aşık olduğu zaman, en çok istedikleri bu
olduğu halde, o insana düşman kesiliyorlar. Kendini sevmeyen ve sevilmez bulan biri, bir başkasının da kendisini
sevmesini kabul edemiyor. O zaman onu hor görmeye, küçük görmeye başlıyor. İnsanın kendisiyle barışması önemli bir
eşik.
Bir arkadaşımın doğum günü nedeniyle Nevizade’de bir meyhanedeydik. Duvarlarda 60’lardan resimler vardı, kalktım
baktım, çocuklar da baktı, sonra oturduk sohbet ettik. Çıktıktan sonra çocuklara bir hikaye anlattım, “Ya ne güzel! Ne
zaman yazdın bu hikayeyi?” dediler. “Az önce” dedim. Oysa biz hepimiz aynı resimlere bakmıştık. İşte o kurgulayan,
bakan, gören göz önemli. Resimlere bakarken kafamda hikaye oluştu. Ben hayattan çok beslenen bir yazarım. Karşıya
giderken mesela artık arabayla gitmiyorum. Motora biniyorum, insanları seyrediyorum, konuşmalarına kulak
kabartıyorum. Romanın kahramanlarından Sahremina’nın Bendag’a söylediği lafa bayılıyorum mesela, “Sakın ölmeyi
düşünme, daha kanın susmamış senin!” Benimki de o hesap. Bir de Bendag’ın, “Hayat yalan olduğunda güzel?” lafını
seviyorum.
Nasıl yani?
– Bir arabaya biniyorsun, taksi şoförüyle muhabbet ediyorsun, bir daha muhtemelen görmeyeceğin biri. Bu durum
bana başka bir kimliği oynama imkanı veriyor. Ne yaptığımı soruyor, işimi yani. Bir deniz nakliyat şirketinde çalıştığımı
söylüyorum. Amacım adamı kandırmak değil, rolüme çalışıyorum, yazarlığıma çalışıyorum. “Yazarım” demekten uzun
zaman önce vazgeçtim, çünkü “Hangi gazetede yazıyorsunuz?” diye soruyorlar. Komik şeyler de oluyor, mutlaka tanır
zannettiğim biri hiç tanımıyor ama çok alakasız bir yerin garsonu getirip kitabını imzalatıyor. Tanır zannettiğim o insana
mesela, “Muhasebeciyim” diyorum, bir gün öğrendiğinde mahcup olsun diye. Bunlar hoşuma gidiyor, hayatın
zenginliği, küçük oyunlar.
– Onu yurtdışında yapıyorum. Bir keresinde sabun alıyordum, girer girmez, satıcı kadının benden hoşlandığını fark
ettim. Etrafımda pervane, seçtiğim sabunları beğeniyor, iltifat ediyor, “Eşiniz çok şanslı bir kadın olmalı!” dedi. Ben de
ona bir aile hikayesi anlattım ve onu mutlu ettim, daha doğrusu onun hayal ettiği bir ilişkiyi anlattım. Sadece masa
başında yazmıyorsun yani.
– Evet ama başkasını kandırmak, aldatmak anlamında bir yalandan bahsetmiyorum. Burada karşılıklı bir hayat
güzelleştirmesi var.
HER ZAMAN RENKLİ BİR SEKS HAYATIM OLDU
– Edebiyatta bazı şeyler temel çengel. Aşk ve çocukluk bunlardan biri. Bahsetmeye başladığınızda, okuru esir
alıyorsunuz. Ve söylemek istediğiniz diğer şeyler gölgede kalıyor. Seks de öyle bir şey.
– Her zaman renkli ve zengin bir seks hayatım oldu, bununla da ne övündüm ne yerindim. İçinde seks olmadığı halde,
çok erotik sahne var. Düşünsün istedim insanlar, Gamenn, yatamadığı kadınlara aşık oluyor. Gerçekten de çok saygı
duyduğu, gözünde idealize ettiği, büyüttüğü kadınlarla yatamayan erkekler vardır.
Yine karakterlerden biri, “Kadının kadına duyduğu aşkı erkekler anlayamaz” diyor?
– Evet, anlamak, kendini ötekinin yerine koyabilme kabiliyetidir. Erkekliğin en büyük tuzaklarından biri, kendini
ötekileştirememektir çünkü kendini korumak üzerine kurmuştur bütün inşaatını. Erkekliğinden yeterince
vazgeçmeyenler, kadınlar arasındaki aşkı anlayamaz.
Kitaptaki metaforları, kavramları görünce aklım uçtu. Tamam, “Ben şairim benim için nefes almak gibi bir şey”
diyorsunuz ama ben bir kere daha hayran oldum. Peki insan bir süre sonra kendine hayran olmuyor mu?
– Olmaz olur mu? Narsist değilsem neden sanatçı olayım? Bunu biliyorsan, söyleyebiliyorsan, artık şımarıkça
yaşayamazsın. “N’apim ben de böyleyim” demezsin. Kendime hayran da olurum, narsist de olurum. Fakat bunu
başkaları için kabul edilebilir bir hale getirmem gerekir ve bunun benim için nasıl bir tuzak olacağını görmem gerekir.
Kendinden bu kadar sarhoş olan adam, sonunda kendi mezarına düşer.
Dilimizde çok kullanılan bir kelimeyi 582 sayfa boyunca hiç kullanmadım
Kitapta bir oyun yaptım, bir bulmaca. Hürriyet okurlarına söylüyorum. Tıpkı George Perec’in bir kitap boyunca e harfini
kullanmadığı gibi, dilimizde çok kullandığımız bir sözcüğü bu romanda hiç kullanmadım. 582 sayfa boyunca yalnızca bir
tek yerde o sözcük geçiyor. Onu da özellikle bıraktım. Geri kalan her yerden ayıkladım. Sözcük anlamı dışında, yan
anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük. Edebiyat bir yalnızlık oyuncağıdır. Çocukken oyun severiz, yaş aldıkça
oyunlarımızın kurgusu değişir, ama yine de severiz. Ne yaparsak yapalım, biz oyun oynayan çocuklarız.
Geçenlerde 1976’daki sevgilimle karşılaştım. İçki içen biri değilim ama o akşam da tekila ve votka gecesi yapmışım. Çok
neşeliydim. Şiddetli bir aşktı. Ben 22 yaşındaydım, o 21. O zamandan bir kırgınlığım vardı; bana o gece, yaşananların
benim zannettiğim gibi olmadığını anlattı. Oysa ben 20 yıl boyunca öyle zannetmişim. Gençken konuşmuyor ki insanlar.
Şimdi hayatta olsa babamla bir iki şeyi, şimdiki kelimelerimle konuşmak isterdim mesela. Çocukluk önemli bir şey. Kaç
yaşında olursan ol, annen ya da baban hayattaysa, sen hâlâ birinin çocuğusun. Ben çok erken kaybettim onları…
—————————————————————-
RÖPORTAJ saati.
Telefon açıyorum.
İşte o zaman bir farklılık olduğunu anlıyorum. Son röportajı 3 sene önce yaptık.
O zaman da muhteşem bir adamdı, bu geçen yıllar, ona daha da iyi gelmiş.
İçinde, birbirinden güzel, milyonlarca konuşacak kavram vardı ve ben neresinden başlayacağımı bilemedim.
Artık Murathan Mungan gibi isimler azalıyor. Ya da onlar, pek konuşmayı tercih etmiyor.
O yüzden de insan, Murathan Mungan gibi biriyle günlerce, gecelerce konuşmak istiyor.
Uzuuuuun bir röportaj oldu, pazar günü başladık, birkaç gün devam edecek. Sizi Murathan Mungan ile baş başa
bırakıyorum…
– “Kendinden ne yapmak istiyorsun?”, temel soru hep bu. Bir tane hayatın var, sana öğretilenler ve dayatılanlar var, bir
de senin arzuların ve hayallerin var. Kendinden ne yapmak istiyorsun? İşte bunu fark ettiğin ve emek harcadığın zaman,
o ömür bir hayat niteliği kazanıyor. Özen gösterirsen, kendini eğitirsen, kendini oldurursan… Hepimiz, iyi kötü, Okul Aile
Birliği’nin yazdığı defterleriz, sonra günün birinde bir anlarız ki, o öyle değilmiş, bu böyle değilmiş, başlarız elimizde
silgiyle silmeye. Küçükken yanlış öğrendiğin sözcükleri düzeltebiliyorsun ama yanlış öğrendiğin bilgileri, ölçüleri
değiştirmen daha zor oluyor. İnsanların yine zor kabul ettikleri şeylerden biri de şu: Herkese göre, annesi ve babası
iyidir. Oysa bizim bildiğimiz düpedüz kötü insanlar var. Peki, onlar kimin anası, babası? Hangi çocuk, annesinin kötü
olduğunu kabul eder? Babamızı hep iyi adam sanırız, öyle midir gerçekten? Örneğin işyerinde bir zalim olduğunu kabul
etmek bizim için zordur…
Günümüz erkekleri, gözüne baktığı zaman, kendi açıklarını görebilecekleri bir kadın istemiyor. Röntgenini çeken
bakışlar da istemiyor. Bir tas su dökünüp, rahatlıkla arınıp, ertesi gün bir şey hatırlamayacağı ilişkilerin kolaylığını
seviyor. “Bazı kadınların gölgeleri uzun, hatıraları ağır olur” diyor Gamenn. Gerçekten de öyledir, hayata yayılır, bu da
korkutur erkekleri…
Erkekler sekste hikâye aramıyor, kadınlar arıyor. Kadınlar, cinselliğin o ilişkinin tacı olacağını düşünüyor. Oysa erkekler,
kafalarını meşgul etmeyen, sorumluluk duymayacakları ilişkiler arıyor. Ya da o güne kadar öyle yaşayıp, iç yoksunluğu
duyduklarında “Artık hikâyesi olan bir ilişki istiyorum” diyorlar…
İÇİNDEKİ HAYVANI KORU
* Kitabın karakterlerinden Mottah bir yerde, “Tabiatta hiçbir şey hayvan kadar saf ve kendiliğinden olamaz!” diyor…
– Evet. Biz kendimizi ancak yaparak güzelleştirebiliriz. “Ben” dediğimiz şey, bir yapımdır. İçine hemen emek giriyor, akıl
giriyor, bilgi giriyor, görgü giriyor, tarih giriyor. Biz hiçbir zaman hayvanlar kadar saf olamayız.
– Aynen.
– Öncelikle bilgiyle. Aklın ve kalbin bilgisiyle. İçinde koruman gereken bir hayvanın olduğunu kabul edeceksin. Ve şair
kalmak istiyorsan bu hayvanı ehlileştirmeye, uygarlaştırmaya çalışmayacaksın… O senin kâinatla bağındır.
– Tabii ki öyle. Ben bunları 25 yaşında da söylerdim desem inanacak mıydın bana? Önemli olan, yaşadıklarımızdan yeni
kendimizi nasıl inşa ettiğimiz. Ben mesela, acılaşmaktan hep korktum. Çünkü yaş aldıkça, acılaşan çok insan gördüm.
Başarısızlık, hayal kırıklığı çok çabuk kötülüğe dönüşebilen bir şey. Müsaitsen, içinin körfezleri buna açıktır. Tabii şunu
da kabul etmem lazım, bu konuda hayat bana iyi davrandı. Sevgiyi, onaylanmayı, başarıyı tattım. “Başarın nedir?” diye
sorarsan, ben kendimi gerçekleştirdim. Ve başarının sarhoşluğuna kapılmadım. İnsanın kendini ve malzemesini
yönetmesi, değerlerini, ilkelerini koruması, yüklerini indirmesi kolay değil.
Şimdiye kadar yaptıklarınız size, ‘Vay be! Ben neler yaptım’ hissi veriyor mu?
Başkalarının hayatına sızmaktır edebiyatın ödülü. Gece yarısı kalkıp rafa uzandığın zaman bana dokunmak istiyor
musun, kelimelerime dokunmak istiyor musun? Eğer öyleyse, ben hayattan alacağımı almışım demektir.
– Veriyor. Ama her seferinde ağaç gibi titremiyorum. Hoş bir duygu. Anadolu’da imzaya gittim, karşıma 12-13 yaşında
bir oğlan çocuğu geldi. Annesi babası da var, ama onun adına imzalıyorum. “Adın ne?” dedim, “Murathan” dedi. “Aaa
ne güzel, adaşız” dedim.
Annesi babası geldi, “Biz sizin şiirleriniz sayesinde tanıştık” dedi. Edebiyatın ödülü işte budur…
Başka bir sefer, bir kadın geldi, kardeşinin kitabını verdi. Öldüğünde, benim kitabımı okuyormuş, o kitabı imzalamamı
istedi. Bundan ötesi yok. “O onu dedi, bu bunu dedi” hepsi boş. İkincisi, tamam gençken hepimiz toy olduk, yanlışlar
yaptık fakat ben kendime bakıyorum, hata yapmışım ama günah işlememişim. Geçmişini taşıyamayan, ilerleyemez.
Ama bu geçmişi, bir yük gibi taşımaktan söz etmiyorum, günahıyla, sevabıyla, yüzleşerek, adını koyarak ilerlemekten
söz ediyorum. Bunu becerebiliyorsan, o zaman hep bir “yeni kendin” var. Ve insan olmanın en önemli erdemi affetmeyi
öğrenmekmiş. İnsan, en son kendini affetmeyi öğreniyor. Ben henüz oraya gelemedim. “Kitabım çıktı, romanım çıktı”
süksesi dışında bir şey söylüyorum. Sanat beni tamir eden, onaran bir şey…
—————————————————————————–
Artık Murathan Mungan, Cihangir’de yaşamayacak, uzun bir süredir yaptırmakta olduğu bahçeli evine geçmek üzere…
Sadece Şairin Romanı’ndan değil, hayattan, ilişkilerden, var oluştan ve her şeyden söz ediyoruz…
Baştan uyarayım, önce “Kim okuyacak bu tuğlayı” diyorsunuz, ama sonra, içine girince, aşık oluyor ve kopamıyorsunuz.
Murathan’ın bütün kitaplarında bir müzik var, bu kitapta o müzik inanılmaz güçlü.
Dille bu kadar aşk yaşayan, onun dileği gibi kullanan, içimizde taşıdığımız farkında olduğumuz ve olmadığımız bütün
duyguları böyle apaçık orta koyabilen birine hayran olmamak mümkün değil…
Ev, roman kahramanız Moottah gibi, sizin için de bir kaçış mı?
– Ben bahçe istiyordum. Yeşil istiyordum, toprakla boğuşmak istiyordum, Avrupa yakasında bahçeli ev alacak halimiz
yok, malum. 55 tane kitap yazmak Avrupa yakasında bahçeli ev sahibi etmiyor insanı…
Bir televizyon dizisi yazabilirdiniz…
– O bir seçim. Ben kabullerinden çok retlerin biçimlendirdiği biriyim. İnsanın önce kendine verecek cevabı olmalı. Ben
kimseyi tercihleri ve seçimleri nedeniyle yargılamıyorum ama tutum tutarlılığı arıyorum. Her seçim, seni başkalaştırır.
Dizi yazmak gibi bir tercihim olmadı. Ki tahmin edersin, pek çok teklif geldi, hâlâ geliyor, milletvekilliği bile geldi, ama
bana göre değil bu tür şeyler.
– Anadoluhisarı’nda. 30-40 yıllık halis muhlis oralı insanların arasında. Çabuk kaynaştım.
– Öyle de denebilir. Zaten yıllardır kalede yaşıyordum ama metaforik bir kaleydi. Şimdi gerçek kale.
– Yok canım, aksine hayata daha fazla dokunuyorum. Ben Cihangir’de 20 metrekarede yaşıyormuşum meğer. Şimdi
Çengelköy’de, Kuzguncuk’ta kahvelerde oturuyorum, ara sokaklarda bir sürü yer keşfediyorum…
– Hayır. Yolları kullanmak da hayat bilgisi. Üsküdar motoru ve Beykoz dolmuşu, yarım saat sonra evimdeyim.
– Az eşya ve sessizlik. Çalışma masamdan orman seyredebiliyorum. Yıllardır çok tıkış tıkış yaşadım, şimdi az eşya.
Hayatın yüklerini indiriyorum. Alt kat, çalışma mekanı ve mutfak. Mutfakta vakit geçirmek istiyorum. Belki turşu
basacağım, belki reçel yapacağım. Meyve ağaçlarım var, vişne, kiraz, erik. Biraz toprakla uğraşmak, çamura bulanmak
istiyorum. Bir de tabii eşim dostum için pazar kahvaltıları hazırlamak, bahçeye kanasta masası kurmak istiyorum.
Kandilli, Anadolu Hisarı, Beykoz bilmezmişim ben, şimdi keşfediyorum. Mardin’de büyüdüm, yıllarca uzaktan İstanbul’u
seyrettim, 60’lı 70’li yıllarda Türk filmlerinden seyrettiğim o İstanbul’u, bu yaşımda karşıda buldum. Evler bozulmamış,
sokak araları şahane, kahveler, insan münasebetleri… Edebiyatın ve sinemanın İstanbul’una kavuşmuş gibiyim yeniden.
– Benim yaptığım hiçbir şey onlara inanılmaz gelmez! Onlar benim nelerimi gördü!
Şimdiki yazarların çoğu, sinemadan beslendi. O yüzden çoğu neredeyse resim altı yazar gibi yazıyor. Oysa ben, radyo
oyunları dinleyerek büyüyen bir kuşağın yazarıyım. Radyo hayal gücünü etkin kılar. Pasif seyirci değil, aktif
dinleyicisinizdir. Ayrıca benim kuşağım, Tarık Gürcan’lar, Baki Süha Ediboğlu’lar, Zafer Cilasun’lar ve Jülide Gülizar’ların
Türkçesiyle büyüdü. İyi yazarlar kadar, iyi konuşanlardan da beslendi Türkçemiz. Kulaklarımızda sedaları kalanların
yazdıklarımızda da hatırları vardır.
Bazı şeyleri de sonradan anlıyorsun. Annem mesela, çok az insanda görülen bir özelliğe sahipti. Başkalarının
sevincinden keyif almayı bilen bir kadındı. Ne yazık ki, bizim insanımızın çok az bildiği bir şey bu. Kederini, acını
paylaşmayı bilir de, mutluluğunu paylaşmayı bilmez. Anneme bir arkadaşımın çocuğu olmuş dediğimde, sesi sevinçten
çınlardı, gerçek bir coşku gösterir, sahiden mutlu olurdu. Annem öldükten sonra iyi bir şey gelmişse başıma, “Dur bir
annemi arayayım, anlatayım” hissine çokça kapıldım. Ama tabii artık o yoktu…
Benden sonra da o ev, adı “Pişo” olan bir hayvan barınağı olacak. Pişo sadece bana bağlı bir canlıydı. Bir akraban, bir
yakının öldüğünde, onu hatırlayacak en az 50 kişi vardır ama kedimi benden başka kim hatırlayacak? Ölüm acısı, insanı
başka türlü terbiye ediyor. Belki çok saf bir ilişki olduğu için Pişo’nun gidişi beni bu kadar etkiledi. Ben onu hiç
kırmamışım, o bana tek bir kötü söz etmemiş. Ondan söz ederken yaramın kabuğu kalkıyor…
Ben daimi okurların, akrabam olduğunu düşünürüm. En çok onlardan korkarım. “Ya sen n’apıyorsun, biz seni bunun
için mi sevdik” diyecekler diye. Sevgiye layık olmak önemlidir…
Saf yanlarım çok. Zekâma yakışmayan salaklıklarım var. İnsan salağıyım mesela. Kanarım, inanırım. Ama işimle ilgili pek
yanılmadım. Bu romanın edebiyatımızdaki yerini görüyorum. Kitabı yayınlanmadan önce 9 kişi okudu, edebiyat zevkine
kıymet verdiğim insanlar. İki tane polisiye uzmanına da özellikle okuttum. Sağ olsun sevgili Engin Geçtan da okudu,
ondan duyduğum sözler beni uçurdu zaten. Kitabımın edebiyat değerinden kuşkum yok, umarım okurunu bulur…
—————————————————————————-
Tamam yaşlandım, büyüdüm, ama sadece yaşla mı açıklanır bilmiyorum… Sanki bir eşikten geçtim gibi… Şimdi size,
üçüncü gözüm açıldı filan demeyeceğim…
Diğer saflıklarım devam ama duygusal zekâm arttı, algılarım güçlendi, daha duyarlı oldum.
Ama şikâyetçi değilim, çünkü dışımdaki evrenin farkına vardım. Sırlar var, varlığımız bile sır, bilmiyoruz neden varız,
nereye gidiyoruz, şu sorunun cevabı bile yok, “Ölüler nereye gider”…
Sonra bazı şeyler oluyor, şaşırmıyorum, biliyorum olacağını, ya da “Her şey birbiriyle bağlantılı” diyorum.
İçim eldiven gibi dışına çıkmış bir dönemde okudum Şairin Romanı’nı ve orada gördüm ki, benim kelimelere
dökemediğim şeyleri anlatıyor Murathan Mungan…
* SİZ bütün istediklerini gerçekleştirmiş, her türlü tatmini iktidarı yaşamış, hayatından memnun bir yazar mısınız?
* Dur, durun, biz daha bu yeni romanla aşk yaşıyoruz! Nasıl birikiyor bütün duygular sizde?
– Sahneler, olaylar, durumlar geliyor gözümün önüne. Evlat acısının çok zor bir acı olduğunu tahmin edebiliyorum,
çocuğu ölmüş bir kadın, çok yıl sonra, eski bir sandık karıştırırken çocuğunun ilk çıkardığı dişi saklamış, onu buluyor.
“Hah” diyorum, bu sahneyi romanda şu karakterde kullanayım. Böyle böyle birikiyor…
– Hepsi. Ama en çok, ailelerin kusurlu çocuklarını ölmeye bıraktıkları bir kabilenin oğlu dilsiz Horad’ım galiba. Daha
sonra Horad, toprak altından çıkan tabletlerdeki eski ölü dilleri, yeryüzü diline çeviren biri oluyor. Tuhaf bir şekilde,
kendimi en çok o çocukla özdeşleştiriyorum. Belki ben içimdeki dilsiz yüzünden bu kadar çok yazıyorum. Dile
sığınıyorum, dile yaslanıyorum. Dil benim varoluşumu, evrenle olan bağımı kuruyor…
– Hani, 130’unu devirmiş “rüya terbiyecisi” Khora var ya, onu. Biliyorsun o gezegende “rüya terbiyecileri” var.
İnsanların rüyalarını terbiye ediyorlar. Bak onu oynamak enteresan olurdu, çünkü Khora, “saf kötülük”. İnsan, hep
“ötekini” oynamak ister, kendine çok benzeyen birini oynamanın marifeti yok.
– Kimse değil. Ama yine de Khora, bana en uzak karakter. Kötülüğün seyirlik bir yanı var. O yüzden günümüzde kötülük
edebiyatı çok yapılıyor. Ama bizimkilerin kötülük düzeyi, Türk filmlerinin kötü adamlarının sığ malzemesini geçemiyor.
– Kurmaca edebiyatın en temel trüklerinden biri cinayet, kökü taa Kabil’le Habil cinayetine kadar gidiyor. Böyle bir
kitap yazarken entelektüel olmayan okurun da haz alacağı bir ritim ve hikâye örgüsü olmasına dikkat etmek gerekiyor.
Ama bu kitapta entelektüel okurlara göz kırptığım çok yer var…
– Hem de nasıl! Adını iyi edebiyatçıya çıkarmış yazarlardan öğrendiğim kadar, polisiye ve bilimkurgu yazarlarından da
öğrendim, öğreniyorum…http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=13174197
– Bunlar şairliğimin çiçekleri. Böbürlenmek gibi sanma ama nefes alır gibi kolay yaptığım bir şey. Ama bunu sahneye
yedirmek, bunlarla romanın kurgusunda devamlılık sağlamak, işte o roman teknisyenliği. Şairin Romanı, ikisini
birleştirdiğim bir kitap.
* “Büyük tutkular taşıyan aşklar nasıl büyük bir düşmanlığa dönüşüyor…” Öyle mi gerçekten…
– Çok görülen bir şey. Tutkusuz beraberlikler, idareten aşklar, ısmarlama ilişkiler için söz konusu değil ama tutku ve
büyük aşk çoğu zaman beraberinde büyük bir düşmanlık getiriyor.
– Bu, Agabu’nun görüşü. Ama Türkiye’deki erkeklerin çoğu böyle düşünmüyor mu? Ben de kahramanlarımın
yalancısıyım.
– Çok şey. Hangi birini sayayım? Çok iyi anlaşan çiftler her şeyi birbirine benzeyen çiftler değildir. Hayatın bütün kör
denklemi şurada yatar: Benzeyen ve benzemeyen dişlilerin birbirine iyi tutması gerekir. Çünkü zıtlıklarla da beslenir
aşk. Allah aşkına kim kendisinin birebir eşi olan biriyle yaşamak ister? Yani benzerlikler kadar, benzemezlikler de ilişkiyi
diri tutan bir şeydir.
– Felsefi olarak öyle. Şiir bir hakikat sanatıdır ama yalan söyleyerek yapılır. Bir şiirinde, “Geceler yalnızdır” dersin, öbür
şiirinde, “Hiçbir gece yalnız değildir” dersin. İkisi de doğrudur, çünkü şiirin doğrusu hayat gibidir, değişkendir. O yüzden,
bilim dili değildir, yalanlaştırılmış hakikattir. Temel malzemesi odur. Bu da paradoks ama yaşam da böyle bir şey.
– Mutluluk, benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Anların tadını çıkarmak önemli. Mutlu olmak abartılan, mitolojik
hale getirilen bir şey. “İnsanlar mutlu olmak için âşık olmazlar, aşk bir kaçınılmazlıktır” diyor romanda Vylea. Bence
duygular ve değerler konusunda bize öğretilen şeyleri yeniden gözden geçirmeliyiz.
İyi bir yazarın işi, kelimelerin gerçekliğini iade etmek. “İncelikli” lafı çok moda oluyor, her şey için, “Ay çok incelikli bir
şey, incelikli bir film…” filan deniyor. Dünyanın en kaba halleri için bile, “incelikli” lafı kullanılır oldu. Genelgeçer, o
günün anahtarı oldu kelimeler, maymuncuk gibi. Buna, “Söylem” de dahil, “Aşkım” da dahil, “Keyif” de. Dilimizin içi
boşaldı. Babamın kullandığı laflar, “izzetinefisli olmak”, “tenezzül etmemek”, bunlar çok kıymetli şeylerdi. “Oğlum, asla
tenezzül etme!” derdi, “İzzetinefis sahibi biri bunu yapmaz!” Şimdi o sözcüklerin Türkçeleri yok ama kendileri de
kalmadı. Değerlerle kelimeler arasındaki ilişki de koptu…