You are on page 1of 497

SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ

FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ


TARİH BÖLÜMÜ

“GELECEK GEÇMİŞİ TARTIŞIYOR”


ULUSAL TARİH ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU
BİLDİRİLERİ
2-4 MAYIS 2013

EDİTÖRLER
Arş. Gör. Elif AŞCI
Arş. Gör. Onur GEZER
Mehmet SARGIN
Fatih DEMİR

ISPARTA 2013
©Süleyman Demirel Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
ISBN: 978-9944-452-73-1

Editörler
Arş. Gör. Elif AŞCI
Arş. Gör. Onur GEZER
Mehmet SARGIN
Fatih DEMİR
Yayına Hazırlayan & Kapak Tasarımı
Fatih DEMİR

Birinci Basım: Kasım 2013


Bu kitaba esas olan
Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu 2-4 Mayıs 2013/Isparta

Sempozyum Onur Kurulu


Prof. Dr. Mehmet Metin HÜLAGÜ (TTK Başkanı)

Sempozyum Bilim Kurulu


Prof. Dr. Süleyman SEYDİ
Prof. Dr. Fahrettin TIZLAK
Doç. Dr. Behset KARACA
Doç. Dr. Abdurrahman UZUNASLAN
Yrd. Doç. Dr. Cabir DOĞAN
Yrd. Doç. Dr. Kadir KASALAK
Yrd. Doç. Dr. Murat KILIÇ
Yrd. Doç. Dr. Abdullah BAKIR
Yrd. Doç. Dr. Hakan KARAGÖZ
Arş. Gör. Dr. Kansu EKİCİ
Arş. Gör. Dr. Günnaz ÖZMUTLU

Sempozyum Düzenleme Kurulu


Mehmet SARGIN
Fatih DEMİR
Ceyda FİDAN
Yurdagül TIK--Mehmet KILIÇ--Gülümser GÜÇLÜ--İnci Gül ÖZEN
Güner ZORLUER--İbrahim KOÇ--Yalçın ÇINAR--Sinan DURNA--Rabia KORKUT
Burcu AYDIN--Beyhan YAVUZ--Müzeyyen ÖZKAN--Ayşe Nur FIRTINA
Sevgi ÇELİK--Gözde ERKEN--Roza BİLGİN--Aslıhan ÇAYLI--Esin AKYOL
Hacer BAHADIR--Gamze TEKİN--Özlem ÇOBAN--Seval KESMEN
Müzeyyen ATEŞ--Barış FIRAT--Burak YİĞİT-- Esma YILMAZ
Ebru GÜNEŞ
Sempozyum Yürütme Kurulu
Arş. Gör. Elif AŞCI
Arş. Gör. Onur GEZER
Mehmet SARGIN
Fatih DEMİR
Ceyda FİDAN
İrtibat Adresi
Süleyman Demirel Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
32260 Çünür/ISPARTA
Tel: 0 246 2114189/2114129
Elektronik Posta: elifasci@sdu.edu.tr
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER....................................................................................................................... I
AÇILIŞ KONUŞMALARI................................................................................................. IV

İslamiyet Öncesi Türk Kadını


Aydanur AKEL .........................................................................................................................1
Tarihin Kaynakları Ve Yazı
Ozan ARSLAN ....................................................................................................................... 8

Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı


Serkan ÇOLAKLAR ............................................................................................................. 17

Atlıkarınca Alayı
Zozan ÇETİN........................................................................................................................ 30
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle
Beraber Yükselen Garplılaşma Ve İslâmlaşma Tartışmaları
Ayşe Şakire NEBİLİ ............................................................................................................ 38
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul
Umut VAR............................................................................................................................... 48
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
Murat YILMAZ ..................................................................................................................... 60
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
Ömer YAVUZ ........................................................................................................................ 72
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları
Önder PATAR ...................................................................................................................... 87
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu
Mesut DAVULCU ...............................................................................................................112
Piri Reis ( ? / 1552 )
Esma YILMAZ .................................................................................................................... 125
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI ............................................................................. 135
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros)
Yasin ÖZDEMİR ............................................................................................................... 146
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in
Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler
Göktuğ İPEK ...................................................................................................................... 164
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi
Serhat ALTINKAYNAK .................................................................................................. 174

I
Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni
Emre Çağrı GEZEN .......................................................................................................... 193
Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman: Halide Edip Adıvar
Duygu YAŞAR & Atike AYSOY ..................................................................................... 202
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte
Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük Yaşantıdaki Yansımaları
Ayşe Nur TELLİ ................................................................................................................. 210
Dönmelik ve Sabatay Sevi
Ebru GÜNEŞ ....................................................................................................................... 221
Büyük Kaçış Akdeniz 1914
Irmak KARABULUT ......................................................................................................... 229
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU ............................ 243
Selçuklularda Dîvân-ı Berîd Ve İstihbaratçılık
Sevgi Kübra AKDEMİREL ............................................................................................. 256
Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri
Özge TOGRAL ................................................................................................................... 268
Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması
Emine ALTAY & İlyas ER .............................................................................................. 277
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN ........... 285
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış
Fatih DEMİR ....................................................................................................................... 296
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları
Abdullah TOK...................................................................................................................... 314
Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği)
Elif DEMİRTOK ................................................................................................................ 326
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla
Mücadele Yöntemleri
Fatma YILDIZ .................................................................................................................... 334
Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi
Mehmet GÜLER................................................................................................................. 344
Türk Kültüründe Halıcılık
Mehmet SARGIN ............................................................................................................... 352
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri:
Mübarizeddin Er-Tokuş
Sevil İLİ.................................................................................................................................. 374
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
Berna BAYDAN .................................................................................................................. 387

II
Avrupa’da Türk İmgesi
Burcu ÖNEL........................................................................................................................ 400
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk
Ahmet KELEŞ ..................................................................................................................... 414
Tercüme-i Hâl Varakası Ve Sicill-i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış
Çalışmalar
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ ................................................................................... 431
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri
Müzeyyen ÖZKAN ............................................................................................................ 445
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar
Tayfun AKGÜN .................................................................................................................. 456
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı
Alican KİRİŞOĞLU ........................................................................................................... 466
FOTOĞRAFLAR................................................................................................................ 480

III
Prof. Dr. Ali Kökce’nin* Konuşması

Madem bugün burada “gelecek geçmişi tartışacak” Süleyman Demirel


Üniversitesi ailesi olarak geleceğimizin insanlarına şimdiden gerekli itibarı
göstermek adına geleneksel hitabı bir kenara bırakarak müstakbel Türk Tarih
Kurumu Başkanlarına, müstakbel Bölüm Başkanlarına ve müstakbel bilim
insanlarına hoş geldiniz diyorum.
Üniversitemiz Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğrencileri ve
Akademik Personelinin düzenlediği “Gelecek Geçmişi Tartışıyor” adlı Ulusal
Tarih Öğrenci Sempozyumuna katılım ve katkılarınızdan dolayı teşekkür ederim.
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Metin HÜLAGÜ’ye müstakbel
meslektaşlarını, akademik hayatlarına ilk adımlarını attıkları şu günde yalnız
bırakmadığı için ayrıca teşekkürlerimi sunarım. Ve yine bugünün Tarih Bölümü
Başkanı Prof. Dr. Süleyman Seydi’yi, Tarih Bölümü’müzün bütün hocalarını ve
özellikle Tarih Bölümü’müzün öğrencilerini, hem kendilerine hem de bize
“geleceğin bilim insanlarını” tanıma fırsatı veren bu organizasyonu tertipledikleri
için tebrik ediyorum.
Her fırsatta gençlerin kendilerini izah edebilecekleri platformların
gerekliliğinden bahsediyor olmamıza rağmen, bunu pratiğe yeterince
dökebildiğimizi söylemek pek de mümkün değil. Ancak onlara bir şey
verebilmenin ve kazandırabilmenin yolunun, onlardan bir şey almaktan geçtiğini
kabul etmek ve dolayısıyla bu tip organizasyonları desteklemek zorundayız. Bu
sempozyumu tertiplemek suretiyle, söz konusu zorunluluğun gereğini yerine
getiren herkesi en içten dileklerimle kutluyorum.
Şimdi bırakalım da gelecek konuşsun.

* Süleyman Demirel Üniversitesi Fen edebiyat Fakültesi Dekanı

IV
Prof. Dr. Süleyman Seydi’nin* Konuşması

Sayın Türk Tarih Kurumu Başkanım, Sayın Dekanlarım, Sevgili


Öğrenciler,
Tarih Bölümü tarafından organize edilen “Gelecek Geçmişi Tartışıyor” adlı
Ulusal Öğrenci Sempozyum’una hoş geldiniz.

Bizlere, genç arkadaşlardan sempozyum ile ilgili böyle bir proje


geldiğinde, acaba öğrenci sempozyumu rağbet görür mü diye tereddüt etsem de
evet dedik. Ama beklediğimizden çok daha fazla ilgi gördü ve 100 civarı bildiri
geldi. Ancak bildirilerin belli bir kesimini alamamak durumunda kaldık. Takdir
edersiniz ki bu durum imkânlardan dolayı değil, bunu çok farklı mekanlara
yaydığınız zaman belli bir sonuç elde edemiyorsunuz. Daha samimi bir ortam
oluşması için seçerek almak durumunda kaldık. Buraya davet edemediğimiz
arkadaşlara eğer mesajımız ulaşıyorsa, onlardan özür diliyoruz ve başka
sempozyumlarda veya etkinliklerde görüşeceğimizi umuyoruz.

Sizler buraya gelip, bu cesareti göstermekle büyük kazanımlar elde ettiniz.


Yarının tarihçileri olarak yarına yönelik bizlere büyük umutlar verdiniz. Sayın
hocam Prof. Dr. Metin HÜLAGÜ sizlere Türk Tarihçiliği konusunda çok şeyler
söyleyecektir ama birkaç şey de ben eklemek isterim. Türk Tarihçiliğinde önemli
gelişmeler var ama netice itibariyle hala istenilen yerde değiliz ve büyük bir
medeniyetin tarihçileri olarak maalesef henüz kendimizi gösteremedik. Sayın
Metin HÜLAGÜ hocam Türk Tarih Kurumuna geldikten sonra pek çok projelere
imza attı. Gelecek adına bizlere çok önemli şeyler söyleyecek ve sizin gibi
dinamik, geleceğe yönelik planları ve projeleri olan gençlere onun hitap etmesi
daha faydalı olacaktır.

Son olarak sempozyum hazırlamanın oldukça zorlu ve zahmetli bir süreç


olduğunu zikretmeliyim; çok fazla emek var ancak hepsini burada telaffuz etme
imkânı yok, ama işin arka planında çalışan değerli arkadaşlar var. Öncelikli olarak
Tarih Bölümü hocalarımıza ve daha da ziyade bölüm asistanlarına, elbette ki
Dekanlığımıza ve Rektörlüğümüze anlamlı katkılarından dolayı çok teşekkür
ediyorum.

Ben, burada sözlerime son vermeden önce bir kaç teşekkür daha etmek
istiyorum. Fen Edebiyat Fakültesi Fen Sosyal Bilimciler Derneğine ve diğer
sponsorlarımıza katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Ama en büyük
teşekkürü de Ankara’dan buraya sadece bizlerle buluşmak için gelen ve büyük bir
özveri gösteren Sayın hocam Prof. Dr. Metin HÜLAGÜ’ya göndermek istiyorum
ve şükranlarımı iletiyorum.

Katılımınız için Teşekkür ediyor, sempozyumun başarılı geçmesini


temenni ediyorum.

Saygılar sunuyorum.

* Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

V
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

İslamiyet Öncesi Türk Kadını

Aydanur AKEL*
——————————————————————————————

ÖZET
Kimi zaman hakim,kimi zaman komutan olan,hatta kimi zaman da rütbesiz bir
asker olan Türk kadını,aynı asırlarda yaşamış diğer milletlerdeki gibi ikinci plana itilmiş,
köleden dahi aşağı durumda bulunan ve hatta kendisine isim dahi verilmeyen bir kadından
çok farklı olan Türk kadınının değeri ve önemi paha biçilemez.İslamiyet öncesi Türk kadını
her zaman namusu korumuş,aile içinde hem ana hem baba olmuş ve gelecek nesilleri
namusu ile yetiştirmiştir.Bu bildiride,Türk kadınının hayat şartlarına göre yaşamları ve
dönemin diğer toplulukları ile farkları işlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Türk Kadını, Hayat Şartları, İslamiyet Öncesi Türk Kadını
——————————————————————————————
Eski Türklerde kadının durumu çağdaşlarına göre oldukça farklı idi. Aile
düzeni pederşahi, değil pederi idi. Toplumda tek evlilik esastı; ancak idareci
zümreye mensup ailelerde çok evliliğe de rastlanmaktaydı. Yalnız, sonraki kadınlar
hiç bir zaman "katun" durumuna gelmezler, çocukları da yönetimi ele geçirmezdi.
Katun daima hakanın yanında yer alır, hakan savaşa gidince onun görevlerini
yerine getirirdi.

1.Türk Toplumunda Kadının Statüsü


Türk Toplumunda kadının statüsü konusunu, anılan dönemlerin
penceresinden bakmak suretiyle toplumlar arasındaki ortak ve farklılıkları ortaya
koymaya çalışacağım.Bahsi geçen dönemlerde Türk toplumunun hayat tarzı
genelde, “atlı-göçebe’’ veya “göçerevli” olarak tanımlanmaktadır.Konunun
bütünlüğü bakımından ve özellikle değişme-gelişme çizgisini tayin edebilmek
düşüncesiyle,”yerleşik hayat tarzına” da kısmen yer vermek istiyorum.

1.1. Göçerevli Türk Kadınları


Türk halklarının tarihinde ki göçerevlilik(atlı-göçebelik) döneminde
ailedeki bütün bireylerin yani baba, anne ve çocukların görev ve sorumlulukları
vardı. Bu yüzden aile ve toplum bireylerinden her birisi üretkendi ve bir tehlike
anında, savunma ve savaşabilme konusunda da donanımlı olurlardı. Zira bu yüzden
Türk halklarında, kız çocuklarının da erkek çocuk gibi yetiştirilmiş olmaları bir
tesadüf değildir. Eski Türklerde kadın evin sahibesi idi.Bundan dolayı ev kadın için

* Erciyes Üniversitesi, Tarih Bölümü, 2. Sınıf Öğrencisi.[ aydanur_55@hotmail.com.tr]


İslamiyet Öncesi Türk Kadını 
——————————————————————————————
“evci” tabiri kullanılmıştır.Göktürkler,kadına “eş”, Osmanlılar “evdeş”, Çağatay
Türkleri “evlik” tabirini kullanmışlardır.1 Dede Korkut’ta kadın konusunda,
ben yerimden durmadan(ayağa kalkmadan),kadın yerinde durması gerek”
mealindeki sözler, kadının ev içindeki konumu ve özelliğini ifade etmektedir. Türk
kadını evini çekip-çevirmesi bakımından “evin dayağı’’,çocukları için “saçını
süpürge eden bir “ana’’ olduğu gibi “iffetli-namuslu’’ bir eştir.2Türk tarihinde
kadın, sadece evinde değil,evin dışında da kocasının en yakın güven ve en güç
kaynağı idi.Çünkü göçerevli hayat tarzının gerektirdiği hallerde,kocasının yanında
bir savaşcı bile olabiliyordu.Bu yüzden,kız çocukları da tıpkı oğulları gibi her türlü
oyunlara,yarışlara katılır ve kendilerini geleceğe hazırlardı.Türk coğrafyasını
ziyaret eden yabancı seyyahların hemen tamamı bu görüşü doğrulayan bilgiler
vermektedir. Göçerevli Türk toplumunda kadınlar, aile içinde çocuğun terbiyesi,
ailenin mali işleri, çadırın kurulması, keçe yapılması,çorap,eldiven,baş giyim
örülmesi,sütün sağılması,yoğurt-peynir yapılması,yağ çıkartılması ve giysilerin
dikilmesi,onarılması gibi işler yanında,kocası olmadığı hallerde evin büyün işleri
ile meşgul olurlardı.Kız çocuklarının geleceğe hazırlanması,oğlanlarla her türlü
yarışlara katılmaları,hatta bir gencin bir kızın gönlünü alabilmesi,katılmış oldukları
yarışta gencin galip gelmesi ile mümkündü.Günümüzde Kazık-Kırgızlarda kız
kovalamaca adıyla böyle bir gelenek kırsal yörelerde bugün de yaşatılmaktadır.

1.2. Mitoloji,Efsane ve Destanlarda Kadın


Türk destanlarına gelince, kahramanlar genelde,eşlerinin veya
kardeşlerinin gayretleri sonucu felaket ve ölümden kurtuldular.Manas
destanında,kadın evinin şansı ve namusunun koruyucusu olarak
gösterilir.Kahramanların yanılarak yanlış yapmalarına yine kadınlar engel olmakta
ve çoğu zaman da,bu davranışları ile onları ölümden kurtarırlardı. Günümüze kadar
gelmiş olan “at,kadın ve silah” üçlüsü kahramanların olmaz ise olmazları olarak
bilinir. Dede Korkut’ta, “erkek kahramanlar gibi ata binen,kılıç kullanan,ok atan
kadınlar,aynı zamanda kendi döneminin de sıfatları arasında; Alplik,cesurluk ve
kahramanlık gibi özellikler vardı.3

Dede Korkut hikayelerindeki kahramanlar tek eşli idiler.Nitekim Dirse


Han,evladı olmadığından dolayı karısına darılıyor. Bu ayıp sende midir? Bende
midir? diyor ve ikinci bir kadınla evlilikten söz edilmiyor. Kanturalı evlenmek
istediği kız konusunda, “ Baba,ben yerimden durmadan(kalkmadan) o

1 Bahaeddin Ögel,Türk Kültürünün Gelişme Çağları,Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul


1971,s.251.
2 Bahaeddin Ögel, a.g.e , s. 252.
3 M.Kaplan, “Dede Korkut Kitabında Kadın”,Türkiyat Mecmuası, c.IX,1951,s.105-108

2
 
 
 
Aydanur AKEL 
——————————————————————————————
durmuş(kalkmış) ola,ben Karakoç atıma binmeden o binmiş ola.Ben kanlı kafir
iline varmadan o varmış,bana baş getirmiş ola” ifadesi ile Türk kadını tipini
tanımlamıştır.
Dede Korkut’ta, eş, ana ve evin dayanağı olacak kadının,kız anası tarafından
terbiye edilmesi gerektiği,aile içinde ve zamanında iyi yetiştirilmemiş bir kızın bu
özellik ve güzellikleri sonradan kazanmasının güç olduğunu “kız anadan
görmeyince öğüt almaz” sözleri ile ifade edilir.

2. Diğer Topluluklarda Kadına Verilen Önem


2.1. Hint Toplumunda Kadın
Eski Hint toplumunda kadının hakim olduğu yani “maderşahi” aile tipi
vardı. Bu dönemde,bir kadının birkaç kocaya sahip olması mümkündü.Öyle ki
erkek kardeşlerin aynı kadınla evlendikleri de görülürdü.Sonraki dönemlerde
dışarıdan gelen yabancı kavimlerin istilalarına bağlı olarak,Hint ailesinde
“maderşahi” karakterden “pederşahi” aile sistemine geçilmiştir.Eski Hint
adetlerinde,dul kalan kadın yeniden evlenemezdi; öle kocasının öbür dünyada da
onun sevgisine ve hizmetine mahkum edilirdi.Babanın ölümünden sonra miras oğla
geçer,kız çocuklarının miras hakkı yoktu.Sadece oğlu olmayan babaların kızlardan
doğan erkek evladı da bazı şartlarla “dayı hakkı” olarak miras alabilirdi ve Hint
hukukuna göre koca eşini kendi isteğine bağlı olarak ve tek yanlı olarak
boşayabilirdi.4

2.2. Çin Toplumunda Kadın


Eski Çin ailesi de eski devirlerde “maderşahi” iken daha sonraları
“pederşahi” sisteme geçilmiştir.5 Çin toplumunda ailenin reisi baba olup mutlak
otoriteye sahipti.Kız çocukları baba evinde baba veya ağabeysi,evlenmesi halinde
de kocası veya büyük oğlunun nüfuzu altında bulunurdu.6 Boşanma hakkı
sadece erkeğe mahsustu. Kadının böyle bir hakkı yoktu. Kadının, ıslah edilmesi
gereken bir varlık olarak görülmüş,bu konu ile ilgili olarak,bir Çin atasözü;madem
karını sabahleyin dövdün,öğleyin de niçin dövemeyeceksin ki?

2.3. İran Toplumunda Kadın


İran toplumunda pederşahi aile geleneği hakim olduğu için,kadın ve
çocuklar babalarına itaate mecbur idi.Babasına itaat etmeyen çocuklar baba

4 Abdulkadir Donuk,”Çeşitli Topluluklarda ve Eski Türklerde Aile”,Tarih Dergisi,İstanbul 1982,S.


33,s.149-150.
5 W.Eberhard, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1947,s.33
6 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,C.II,İstanbul

1971,s.29

3
İslamiyet Öncesi Türk Kadını 
——————————————————————————————
mirasından mahrum bırakılırdı.Çok çeşitli evlilik vardı ve kadın akrabalığı
evlilikler eski İran toplumunda engel sayılmadığı için,kardeşler arasında evlilikler
de olabilirdi.7

2.4. Grek(Yunan) Toplumunda Kadın


Eski Yunan toplumunda pederşahi aile geleneği vardı. Kadınlar her türlü
siyasi haktan mahrum idi.Isparta şehir devletinde ise,evlenme mecburi idi ve
evlenmenin gayesi devlete vatandaş yetiştirmekti.Çünkü çocuklar ana-babanın
olmaktan ziyade devletin idi.

2.5. Latin(Roma) Toplumunda Kadın


Roma’da baba ailenin yönetiminden sorumlu idi. Baba aile üzerinde her
türlü haklara sahipti. Eşini dövebilir, satabilir, hatta öldürebilirdi. Roma’da kadın
tıpkı bir eşya gibi satın alınırdı.Daha sonraki yüzyıllarda aile ve kadın hayatında
büyük değişiklikler olmuştur.

2.6. Moğol Toplumunda Kadın


Moğollarda “maderşahi” aile geleneği vardı. Kan akrabalığı esas olduğu
için, aralarında kan bağı olanlar arasında evlilik olamazdı. Böyle olunca herkes
oğluna kendisi ile kan bağı olmayan bir aileden kız bulmak zorunda idi.Evliliklerde
kız tarafının “çeyiz” oğlan tarafının da “kalın” vermesi gelenekti.8Moğol
toplumunda da aile zamanla “pederşahi” sisteme dönüşmüştür.9

2.7. Cahiliye Devrinde Arap Toplumunda Kadın


Cahiliye devri Arap toplumunda da, önceleri “maderşahi” aile geleneği
olsa da “pederşahi” aile sisteminin büyük hususiyetlerini taşıyordu.10 Kadınlar
çocukları olduktan sonra aileye dahil olabilirlerdi. Kadınlar varis olma ve miras
hakkına sahip değillerdi. Birden çok kadınla evlilik muteber sayılırdı.Toplumda
doğan çocuğun “oğlan” olması şenlik yapılmasına “kız” olması ise adeta felaket
sayılır ve yas tutulmasına sebep olunurdu.Bu yüzden cahiliye devri Arap
toplumunda babalar,kız evlatlarının ergenlik çağına düşeceği durumu görmemek
için kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek suretiyle bu utançtan kurtulduklarına
inanırlardı.

7 S.Maksudi Arsal, Umumi Hukuku Tarihi, İst.Üniversitesi Yayını, İstanbul 1944,s 82-83
8 B.Y.Vladimirsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, çev.Abdulkadir İnan,Türk Tarih Kurumu Yayını
Ankara 1944,s.77-78
9 S.Maksudi Arsal, Umumi Hukuku Tarihi,İst.Üniversitesi Yayını,İstanbul 1944,s.376
10 Halil Cin,İslam ve Osmanlı Hukukunda Evlenme,Selçuk Üniversitesi Yayınevi,Ankara 1974,s.31

4
 
 
 
Aydanur AKEL 
——————————————————————————————
2.7 Ortaçağ Avrupası’nda Kadın
Ortaçağ Avrupa’sında bazı filozoflar arasında, kadınların ruhunun olup
olmadığı hatta yer yer şeytan olduğu tartışması bile yapılmıştır. İngiliz Piskoposu
Dour'un 1888 yılında Westminster Kilisesinde vaaz verirken söyledikleri tüyler
ürperticidir.“Bundan yüz sene öncesine kadar kadın, erkeğin sofrasına oturma
hakkına sahip olmadığı gibi, sorulmadan söze başlaması caiz değildi. Kocası
basının ucuna kocaman bir sopa asardı ki karısı ne zaman bir emrini tutmazsa onu
kullanırdı. Kadının sözü kızlarına geçmezdi. Erkek çocuklar ise, analarına ev
içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi.”

3. Eski Çağlarda Türk Toplumunda Kadın


Türk kadını miras hakkına sahiptir. Mesela Yakutlarda kadının kendine ait
mülkü mevcuttur. Buna "and " veya "semse" adı verilir. Kadının bunu, istediği gibi
kullanma hakki vardır. Zina edenlerin en ağır şekilde cezalandırıldığı Türk
halkında muhakkak ki iffetin derin bir manası vardı.Nitekim eski bir Türk inanışına
göre,kadınların doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan Ayzıt adında bir doğum
perisi olduğu kabul edilmektedir.Ayzıt’ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı
vardı:İsmetini muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına ne kadar yalvarırlarsa
yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler takdim ederlerse etsinler
bir türlü gelmezdi.11 Bu misaller gösteriyor ki, Müslüman olmadan önce bile
Türklerde sağlam bir iffet ve namus anlayışı vardı.

Macar Bilgini Zolotnitskiy,Orhun Yazıtlarında çok kadın almanın izine


rastlanamaz demektedir.Rasonyi,Turfan harabelerinde bulunan bir Uygur
türküsünün bu konuyu aydınlatması bakımından dikkat çekici olduğunu belirtir.Bu
türküde evine bağlı,iffetli bir kadına duyulması gereken saygı anlatılmakta ve
burada Uygurlardaki tek eşliliğin varlığı ortaya çıkmaktadır.

Ayıpsız tişike er / Ayıpsız kadın önünde


Boyunun sumış kerek / Başı eğmek gerek (erkeğin boynunu eğmesi)
Ol anda tüzün birle / O zaman temizlik ile
Tiriglik kılmış erkek / Hayat kılmış gerek
Akikat bolsa tüzün / Hakikaten temiz olsa
Anga can birmiş kerek / Ona can vermek gerek12

4.Devlet Yönetiminde Türk Kadını

11 Mustafa Rahmi Balaban,Tarih Boyunca Ahlak,Gayret Kitabevi,İstanbul 1949,s.97


12 Mehmet Eröz, Türk Ailesi,M.E.B Basımevi,İstanbul,1977,s.24.

5
İslamiyet Öncesi Türk Kadını 
——————————————————————————————
Göktürk Kitabelerinde “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer
yaratıldığında arasında insanoğlu yaratıldı. Türk milleti yok olmasın diye
Tanrı,babam İlteriş Kağan ile anam İl-Bilge Hatun’u tepelerinden tutmuş,üstlerine
çıkarmıştır” ifadeleri,hakan ile birlikte hatunun da kut sahibi olduğunu
göstermektedir.13Hanların buyrukları yalnız Hakan buyuruyor ki ifadesiyle
başlamamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devlet elçilerinin kabulünde hatun
da hakanla beraber olurdu. Törenlerde, şölenlerde kadın, hakanın soluna oturur,
siyasî ve idarî konulardaki görüşlerini beyan ederdi. Kadınların savaş meclislerine
katıldığı dahi olurdu. Örneğin; Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk bans
antlaşmasını Mete Han'ın hatunu imzalamıştır.14
Uygurlarda Kağan’ın eşi yahut annesi, Kağan’ın yanında bulunmakta ve ona her
türlü yardımı yapmaktadır. Uygurlar, 7.y.y da henüz devlet kurmadan önce, Uygur
oymağının reisi savaşlarla meşgul olurken,annesi Uluğ Hatun,halkın arasında çıkan
ihtilaflara ve davalara bakıyor, kanuna tecavüz edenleri şiddetle cezalandırıyordu.15

Sonuç
Bu sosyal statü içerisinde Türk kadını kimi zaman komutan, kimi zamanda
devlet başkanı olmuştur. Aynı yüzyılda diğer milletlerdeki gibi ikinci plana
atılmış,köleden dahi aşağı durumda bulunan bir kadından çok farklı olan Türk
kadını,İslam Dini ile birlikte daha da ulvileşmiştir ve Peygamber Efendimiz Hz.
Muhammed’in(S.A.V) “Cennet anaların ayakları altındadır” Hadis-i şerifinde ki
kadın olmuştur. Türk Irkı hariç hiçbir millet kadına bu kadar değer vermemiştir ve
Türk milleti hariç, kadınları aşağılamayan, hor görmeyen bir millet yoktur. Türk
kadınının, böyle ihtişam içinde ve saygı görerek yaşaması, Türk karakterinin
yüksek değerini ifade eder. Türkler hariç,köle olsun olmasın,kadınları
aşağılamayan,onları hakir görmeyen başka bir toplum yoktu. Muhakkak ki böyle
bir durum, çeşitli milletlerin tarih içinde teşekkül edip, karakter kazanan ahlak ve
aile anlayışlarının tabi bir sonucu idi.

13 H.N.Orkun, Eski Türk Yazıtları,Türk Dil Kurumu Yayınları,Ankara 1987,s.15-26


14 Bahaeddin Ögel,"Türk Kültürünün Gelişme Çağları",Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,s.32
15 Özkan İzgi,”İslamiyetten Önceki Türklerde Kadın” T.K Araştırmaları Dergisi 1973-1975,s.159

6
 
 
 
Aydanur AKEL 
——————————————————————————————
Kaynakça
BALABAN, Mustafa Rahmi; Tarih Boyunca Ahlak, Gayret Kitabevi, İstanbul
1949,s.97.
CİN, Halil; İslam ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Selçuk Üniversitesi Yayınevi ,
Ankara 1974,s.31.
DONUK, Abdulkadir ;”Çeşitli Topluluklarda ve Eski Türklerde Aile”, Tarih
Dergisi, İstanbul 1982,S. 33,s.149-150.
EBERHARD,W;Çin Tarihi,çev. Nimet Uluğtuğ,,Türk Tarih Kurumu Yayını,
Ankara 1947,s.33.
ERÖZ, Mehmet; Türk Ailesi, M.E.B. Basımevi,İstanbul,1977,s.24.
İZGİ, Özkan; ”İslamiyetten Önceki Türklerde Kadın”, T.K Araştırmaları Dergisi,
1973-1975,s.159.
KAPLAN, M. ; “Dede Korkut Kitabında Kadın”, c.IX,1951,s.105-108.
ARSAL. S . Maksudi ;Umumi Hukuku Tarihi, İst.Üniversitesi Yayını, İstanbul
1944,s 82-83.
ORKUN, H.N; Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1987,s.15-
26.
ÖGEL, Bahaeddin ;Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, İstanbul 1971,s.251.
VLADİMİRSOV, B. Y. ; Moğolların İçtimai Teşkilatı, çev.Abdulkadir İnan, Türk
Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1944,s.77-78.

7
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tarihin Kaynakları Ve Yazı

Ozan ARSLAN 

ÖZET
Bu çalışmada tarihin kaynaklarıyla özdeşleştirilen yazılı belgelerin karşısında
nispeten daha önemsiz görülen sözlü ve görsel kaynakların da (coğrafi şekiller, tarihi
objeler, tarihi binalar vb.) tarih çalışması için önemli birer kaynak olabileceği
belirtilmektedir. Bunun yanı sıra tarih paradigmasındaki değişimlerin sonucu olarak tarih
algısında yaşanan değişimlerin ve bu değişimlerin tarihin kaynaklarını nasıl etkilediği
belirtilmektedir.
Tarihsel kaynak denildiğinde genellikle akla ilk yazılı belgeler gelmektedir.
Hâlbuki tarihçinin araştırdığı konuyla ilgili günümüze ulaşan her türlü tarihsel kalıntı tarih
için kaynak oluşturmaktadır. Fakat bu kaynaklar arasında yazılı belgelere büyük önem
verilmesine karşın diğer sözlü ve görsel kaynaklara yeterince önem verilmemektedir.
Tarihçi için araştırdığı konuyla ilgili her türlü tarihsel kalıntı(yazılı, sözlü, görsel
vb.) görmezden gelinemeyecek derecede önemlidir. Ayrıca tarihçinin yazı dışındaki diğer
kaynaklara yönelmesi araştırmasını zenginleştirmesinin yanı sıra onu kütüphaneler ve
arşivlerden dışarı çıkararak sahaya inmesini de sağlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Tarihin Kaynakları, Tarih Felsefesi, Tarih Yazımı

——————————————————————————————
1.Tarih ve Yazı
Yazının icadına kadar, tarihi birikim ve tecrübe bugün folklor kavramı
içerisinde ele aldığımız kaynak ve kanallar tarafından muhafaza edilip aktarılmıştır.
Bu yaratım ve aktarım süreci ilk zamanlarda sözlü olarak sürerken sonradan yazılı
ortamla beraber devam etmiştir.1 Bu aktarım işlemi neandertal insandan günümüze,
avcı toplayıcılıktan artık değerin üretilip depolandığı uygarlık süreçlerine dek sözlü
ve görsel ifadelerin vasıtasıyla bazen ayrı bazen birleşik bir şekilde aktarımı tarih
boyunca mevcut olmuştur.2

Modern anlamda tarih ise 19. yüzyılda Leopold von Ranke ile akademik
bir disiplin olarak yerini almıştır.3 Bu yeni modern tarih bilimi genellikle kendi

 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tarih Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi,


[ozanarslan111@gmail.com]
1 Ruhi Ersoy, “Folklor Tarih İlişkisi”, Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet Şimşek,

Yeditepe Yay., İstanbul, 2011, s.572.


2 Kemal Üçüncü, “Sözlü Tarih”, Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet Şimşek,

Yeditepe Yay., İstanbul, 2011, s.435.


3 Georg G. Iggers, Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yay.,

İstanbul, 2000, s.26.


 
 
 
 
 
 
Tarihin Kaynakları Ve Yazı 
—————————————————————————————— 
başlangıcı olarak geçmişi mitlerden arındırarak tarihi insani eylemler olarak
aktaran ve bu aktarım işini tanıklar yoluyla gösteren 5. yüzyıl Yunan tarihçisi
Heredot’u gösterir.4

Aslında genel yaklaşımın Heredot’u tarih biliminin başlangıcına


yerleştirmesi de modern tarihin değerleriyle gerçekleşmiştir. Çünkü modern tarih
paradigmasında bir tarihsel araştırma için olmazsa olmaz olan ilkelerden biri de
geçmişten günümüze gelen tarihsel bulgulardan yola çıkarak yani tarih
araştırmasının kanıtlara dayanılarak oluşturulmasıdır. Nitekim Heredot yazmış
olduğu History eserinde kendinden öncekilerde rastlanmayan pek çok yenilik
barındırmıştır. Tabi bu yenilik diye adlandırdıklarımız da modern tarih biliminin
oluşmasıyla beraber kabul gören ilkelere dayanılarak belirlenen ilkelerdir.
Collingwood, tarih dediğimiz şeyin dört temel özelliğinin bulunduğunu belirtip
bunlardan birinin de “kanıta başvurulması” olduğunu belirtmekte ve Heredot’un
eserinde görgü tanıklarına dayandırması da olmak üzere bu dört temel özelliği
barındırması onu modern tarih çalışmalarına yaklaştıran unsurlardan biri olduğunu
belirtmiştir.5 Böylelikle 19. yüzyıl da şekillenen modern tarih paradigması
çerçevesinde Heredot’un eseri modern anlamda tarihin başlangıcı olarak kabul
edilmiştir.

19. yüzyılda L. Ranke ile modern bir disiplin olan tarihin modern disiplin
ve buna eşdeğer olarak da modern olmayan öncesi arasındaki ayrımın en önemli
ince ayrımlarından biri tarihsel araştırmada kullanılan kaynaklardır. Bu kaynaklar
da Ranke’nin birincil kaynaklara dayanmayan her türlü tarih yazma girişimini
yadsımasındandır.6 Tarihin sadece birincil kaynaklara dayanılarak araştırılması
görüşü dönemim hem egemen düşünce paradigması olan ulusçuluk gibi, hem
egemen tarih paradigması olan ulus, siyasi, devlet kurumlarının, büyük insanların
tarihi gibi üst yapı unsurlarının tarihiyle birbirlerini tamamlayıcı şekilde olmasıyla
başlıca tarihsel kaynaklarda arşiv belgeleri olmuştur.

Arşiv belgeleri, daha kapsamlı olarak yazılı kaynakların tarihin başlıca


kaynakları olmasıyla beraber maddi kalıntılar, sözlü anlatımlar gibi kaynaklarda
tarihin dışında kalmıştır. İronik bir biçimde modern tarihin kendi başlangıcı olarak
kabul ettiği Heredot’un sözlü, anısal kaynak kullanım yöntemi de tarihin dışında
kalmıştır. Bu da tarihçileri sadece arşivlere ve kütüphanelere kapatarak saha
araştırmalarından neredeyse koparmıştır.

Tarih ile yazılı kaynaklar o kadar özdeşleştirilmiştir ki akademilerde


bilimsel bir disiplin olan prehistorya kavramı, tarih ile yazı arasındaki özdeşliği
vurgulaması bakımından dikkat çekicidir. History kelimesi Yunanca historia
kelimesinin kökünden gelmiş olup Türkçesi tarih, pre eki ise Latince prea ekinden
gelmiş olup Türkçesi öncesi anlamını katmaktadır. Prehistorya ile kastedilen anlam

4 R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, Doğu Batı Yay., Ankara, 2007, s.56.
5 R. G. Collingwood, a.g.e, s.56.
6 Georg G. Iggers, a.g.e., s.25.

9
 
 
 
Ozan ARSLAN                  
——————————————————————————————
ise yazının kullanılmadan önceki tarihsel sürecin belirtilmesidir.7 Kabaca
prehistorya kavramını Türkçeye çevirirsek tarih öncesi demektir. Yani yazının
kullanılmasından önceki dönem tarih öncesi olurken yazının kullanılmasıyla
beraber ise tarihin başladığı belirtilmektedir. Demek ki tarih öncesi ve tarih
arasındaki ince çizgiyi belirleyen faktör yazıdır. Buradan yazı öncesi dönem tarih
olarak görülmeyip tarih öncesi olarak görülmesi sonucunu çıkarabiliriz.

Hâlbuki tarihin kapsamı bakımından, tarihin başlangıcını yazı öncesi-yazı


sonrası gibi basit bir ayrım yapmak yetersiz kalmaktadır. Bunun yerine “Tüm
tarihin ilk öncülü, doğal olarak, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Şu halde
saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu
örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geri kalan bölümüyle olan
ilişkileridir.”8 düşüncesini varsayabiliriz. Çünkü tarihin konusu insani eylemler
olduğu için tarihin başlangıcını insani eylemlerin gidebildiği geçmişe kadar
dayandırabiliriz.

2.Tarihsel Kalıntılar
En basit tanımıyla bir tarihçi geçmişteki bir olayı, kişiyi vb. konuyu ele
alırken her zaman ele aldığı konudan günümüze gelen kalıntıları kaynak olarak
kullanıp araştırmasını sürdürmekte ve yorumlamaktadır. Çünkü tarihçi dayandığı
temelleri önce kendisine, sonra kendisini hem takip edebilecek, hem takip etmek
isteyen başka birine sergileyerek doğrulaması gerekmektedir.9 Bu tarihsel
kaynaklar da insanların geçmişteki faaliyetlerinden geriye kalan her türlü bulguyu
içerir: yazılı ve sözlü dil, coğrafi yüzey şekillerinin durumu ve insan yapımı maddi
kalıntılar, güzel sanatlar ile fotoğraf ve film.10 Fakat genellikle bu tarihsel
kaynaklardan sadece yazılı kaynakların kullanımına büyük önem verilmesine
karşın diğer tarihsel kaynaklara yeterince önem verilmemektedir.

Tarihçilerin yazılı kaynaklara büyük önem vermesinin belki de büyük


nedenlerinden biri tarihçilerin araştırma alanlarından kaynaklı olabilir. Özellikle
19. yüzyılda L. Ranke’yle akademik ve modern bir disiplin olan tarih, insanlık
kadar geriye giden yeni kuşaklara geçmişi anlatma ve geçmişe merak anlayışının
değişime uğradığı önemli safhalardan biridir. Çünkü bu dönemde tarih anlayışının
modern bir bilim olarak kalıpları ve sınırları oluşturularak bu kalıpların ve
sınırların dışında kalan anlayışlar bilim dışı kabul edilmiştir.

19. yüzyıl da Ranke’yle modernleşen tarih kendisine malzeme olarak


belgeyle sınırlandırırken diğer bir sınırlandırmayı da konu olarak yapmıştır.
Aslında insani etkinliklerin sadece belgelendirilenlerin tarihin konusu olarak
tanımlamasıyla, tarihin öncelikle konusunun da devlet, devlet yöneticileri ve

7 Oxford Advanced Learner’s Dictionary, 8th Edition, Oxford University Press, s.1153.
8 K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çev. Sevim Belli, Sol Yay., Ankara, 1999, s.39.
9 R. G. Collingwood, Tarihin İlkeleri, Çev. Ahmet Hamdi Aydoğan, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005,

s.87.
10 John Tosh, Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2005, s.31.

10
 
 
 
 
 
 
Tarihin Kaynakları Ve Yazı 
—————————————————————————————— 
kurumları olduğu da saptanmıştır.11 Bunun sonucu olarak da siyasi olmayan tarih
bu yeni akademik disiplinden dışlanmıştır.12 Böylelikle başlıca araştırma konuları
ile başlıca kaynaklar birbirlerini tamamlayarak yazılı belge dışındaki kaynaklar
tarihin dışında kalmıştır.

L. Ranke’nin sınırlarını çizdiği bu modern tarih yaklaşımına karşın 20.


yüzyıl boyunca gelişen annales okulu, yerel tarih gibi yaklaşımlarla birlikte tarihin
sınırları siyasi tarih merkezli olmaktan toplumsal-sosyal alana doğru genişlerken,
hatta sınırları belirsizleşirken yazılı belgelerin egemenliği de sarsılıp anılardan
görsellere kadar tarihsel kaynak çeşitliliğini arttırmıştır. Fakat yine de tarih
araştırmalarında yazılı kaynaklar egemenliğini neredeyse mutlak bir şekilde
sürdürürken yazı dışındaki kaynaklar ise genel olarak olmasa da olur konumunu
sürdürmektedir.

Yazılı kaynakların tarih araştırmalarında tabi ki büyük bir önemi vardır.


Fakat asıl eksiklik yazı dışındaki kaynakların görmezden gelinmesi
önemsenmemesidir. Belirli bir dönem Topkapı Sarayı Müze başkanlığı yapmış
olan İlber Ortaylı, Radikal’e verdiği röportajda “Biz tarihçilerin hiçbir şekilde
pratikle ilgisi yoktur. Bütün dünyada bu böyledir. Objeyi üvey evlat olarak
görürüz. Öz evladımız belgedir. Hâlbuki obje çok önemlidir. Bu bakış açısını bana
burası (Topkapı) verdi ve bu sayede dış müzeleri gezmeye başladım. Objeye
bakarak tarih yapma alışkanlığını biraz edindim. Bu da benim için mektep oldu.”13
diyerek tarihçilerin yazı dışındaki tarihsel kaynaklara yeterli önemi vermediklerini
ve objelerin yani görsel kaynakların önemini belirtmektedir.

Tarihçi için sadece yazılı belgeler değil aynı zamanda diğer anısal, maddi
kalıntılar gibi tarihsel kaynaklar da önemli olmalıdır. Lucien Febvre’nin de
belirttiği gibi: “Kuşkusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa,
onlarsız da yapılabilir ve yapılmalıdır. Balı alınacak her zamanki çiçeklerin
yokluğunda, tarihçinin zengin buluşları içinde ne varsa hepsi kullanılarak
yapılmalıdır. Sözlerle de tarih yapılabilir, resimlerle de. Toprak parçasıyla da, çatı
kiremitleriyle de. Tarla biçimleri ve yaban otlarla da. Ay tutulmasıyla da at
yularıyla da. Jeologların uzmanca taş-kanıtlarıyla da, kimyacıların kılıçların
madeni üzerine yaptığı araştırmalarla da. Bir sözcükle: İnsandan kalma olan, insana
bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını,
zevklerini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle tarih yapılır ve
yapılmalıdır.”14

11 Esra Danacıoğlu, Geçmişin İzleri, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 2009, s.137.
12 Peter Burke, Fransız Tarih Devrimi: Annales Okulu, Çev. Mehmet Küçük, Doğu Batı Yay.,
Ankara, 2005, s.32.
13 Ömer Erbil, “Bakanlık Benden Bıktı, Bende Onlardan”,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=
RadikalDetayV3&ArticleID=1093536&CategoryID=77, 08.07.2012. (Erişim Tarihi 18.02.2013)
14 Lucien Febvre’den aktaran, E. H. Carr - J. Fontana, Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Çev.

Özer Ozankaya, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s.39.

11
 
 
 
Ozan ARSLAN                  
——————————————————————————————
3.Zamanın Göreceliliği
Tarihsel süreçte siyasi olayların hızlı bir biçimde akışı kişilerde zamanın
çok hızlı geçtiğini ve çok uzun olduğu algısını yaratabilmektedir. Fakat tarihsel
süreçte olaylar hızlı bir şekilde geçmesine, hatta modernizmle birlikte daha da hızlı
bir toplumsal ve maddi dönüşüm yaşanmış olmasına rağmen toplumsal yapılar,
insan yapımı maddi kalıntılar(antik objeler, binalar, yollar, vb.) ve coğrafi şekiller
geçmişten günümüze göreceli daha az değişim geçirmişlerdir. Örneğin 50 yıllık bir
zamanda birçok siyasi olay yaşanmasına ve pek çok değişiklikler olmasına rağmen
coğrafi şekillerde ise gözle fark edilemeyecek derece az bir değişim olmuştur. Yani
50 yıllık bir süreci karşılaştırdığımızda bu zaman dilimi hızlı geçen siyasi olaylar
için uzun bir zamanken çok az değişen coğrafya için ise kısa bir zaman dilimidir.

Zamanın göreceliliğini göstermesi bakımından özellikle Fernand


Braudel’in ünlü II. Philippe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası isimli eseri
takdire değer bir çalışmadır. Peter Burke, 1977 yılında yaptığı bir mülakatta
Fernand Braudel’e bu kitabı yazma amacını sorduğunda Fernand Braudel: “Ele
aldığım asli sorun, çözmek zorunda olduğum tek sorun, zamanın farklı hızlarda
hareket ettiğini göstermektir.”15 cevabını vermiştir. Fernand Braudel’in üç
bölümden oluşan bu eserine kısaca değinecek olursak, ilk bölümünde hemen
hemen hareketsiz bir tarihi, insanın onu çevreleyen onunla ilişkileri içindeki
tarihini gündeme getirmektir; bu tarih akmakta ve değişmekte yavaş, sıklıkla ısrarlı
geri dönüşlerden ve sürekli olarak yenilenen devrelerden meydana gelen yani insan
ve çevresi arasındaki tarihtir. İkinci bölüm de bu hareketsiz tarihin üstüne daha
yavaş bir ritmi olan toplumsal, iktisadi ve siyasi yapıların değişimlerini, üçüncü
bölümde ise hızlı bir şekilde akan geleneksel siyasi olayların tarihidir.16

Zamanın göreceliliği bağlamını göz önüne aldığımız zaman nispeten daha


az bir değişime uğrayan ve adeta tarihin içinden çıkıp gelen coğrafya, tarihi eserler
gibi maddi görseller tarihçi için önemli birer tarihsel kaynak olabilir. Hatta yeri
gelir yazılı belgelerden bile daha önemli bir tarihsel kalıntı olarak kaynak olabilir.
Bunun yanı sıra kırsal toplumdaki gündelik alışkanlıklarda ve değerlerde değişim
sanılanın aksine daha yavaş olmuş olabilir. Bu da günümüzdeki bu değerlerden
yola çıkarak geçmişteki insani yaşam ve toplumsal yapılarla ilgili bazı çıkarımlar
yapabilmemize yardımcı olabilir. Zaten bu amaçla halkbilimi ve tarih disiplinleri
arasında gelişen bağlar ile folklor ürünlerinin de tarih yazıcılığında kullanımını
sağlamak için sözlü tarih çalışmaları yapılmaktadır.17

15 Peter Burke, a.g.e., s.82.


16 Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, Çev., Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., Ankara, 1992,
s.21.
17 Ruhi Ersoy, a.g.e., s.574-575.

12
 
 
 
 
 
 
Tarihin Kaynakları Ve Yazı 
—————————————————————————————— 
4.Anı versus Yazılı Belge
Sözlü anlatı, tarihin içine 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren yavaş yavaş
girmesine karşın aslında söz ile tarih arasındaki ilişki hiç de modern zamanlara
özgü değildir. Hatta durumu şu şekilde formüle edebilmemiz mümkündür: Önce
söz vardı. İnsanların kuşaktan kuşağa aktardıkları bireysel anılar uzun yıllar
boyunca tarihçilerin yararlandığı ana malzeme olmuştur.18 Nitekim Heredot, M.Ö.
5. yüzyıl da yazmış olduğu eserinde sözlü tanıkların kullanılması yöntemini
uygulamıştır. Yine 19. yüzyıl da Fransa’nın önde gelen tarih uzmanlarından Jules
Michelet 1847–1853 arasında Fransız Devrimi adlı kitabını yazarken eserinde
sözlü tanıklara bolca yer vermiştir. Clarendon 17. yüzyıl İngiltere’sini anlattığı
History of Rebellion and Civil Wars England isimli eserinde kendi tanıklığına
Voltaire XII. Charls’in Tarihi (1731) kitabında sözlü kaynakların bilgileri teyit
etmesiyle övünmüştür.19

Tarih ile anılar arasındaki ilişki, tarihin bilimselleşmeye başladığı 19.


yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Tarih, 19. yüzyılda kendi bilimsel ilkelerini
oluşturup modern bir disipline dönüşmesinin sonucu olarak yazılı belge dışında
kalan anısal kaynakları bilim dışı olarak görüp yollarını ayırmıştır. İronik bir
şekilde tarihin bilim-dışı diye alanından çıkardığı bu sözlü anılar sosyoloji,
antropoloji, etnoloji-folklor tarafından önemli bir kaynaksal veri olarak
kullanılmaya başlanmıştı.20 Tarihten dışlanan bu anıların tarihin içine tekrar
girmesi ise 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren yerel tarih çalışmalarının önem
kazanmasıyla başlamıştır. Tarih alanında Sözlü Tarih olarak adlandırılan bu
yaklaşım ağırlığını günümüzde de arttırarak sürdürmektedir.

Sözlü tarihe yönelik ilk kayda değer çalışma Amerika’da 1929 Ekonomik
Bunalımı sonrası işsiz kalan araştırmacılara ve gazetecilere iş imkanı sağlamak
amacıyla oluşturulan “Federal Yazarlar Projesi” kapsamıyla oluşturulmuştur. Bu
proje kapsamında yazarlar ve gazetecilerden Amerikan kırsalındaki yaşam
öykülerini –kadınların, Kızılderililerin, eski kölelerin, savaş gazilerinin, sıradan
insanların sıradan hayatları- derlemeleri istenmiştir. Bugün bu arşiv Amerika’nın
19. yüzyıl sosyal tarihine dair en önemli kaynaklardan birini oluşturmaktadır. Buna
benzer bir çalışma yine Amerika’da II. Dünya Savaşı sırasında askerlerin savaşa
dair anılarının hemen kayıt altına alınmasıydı. Bu çalışma türünü 1942 yılında
Joseph Gould, Sözlü Tarih ismine vererek bilimsel terminolojiye sokmuştur.21

1960’lı yıllardan sonra yerel tarih çalışmalarının ve tarihin dışında


bırakılan marjinal kesimlerin(göçmenler, azınlıklar, kadınlar, sıradan insanlar vb.)
tarihin gündemine gelmesiyle sözlü tarih çalışmalarının önemini daha da
arttırmıştır. Çünkü tarihçinin dünyasına giren bu yeni konularla ilgili belgeler

18 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.136.


19 Kemal Üçüncü, a.g.e., s.439-440.
20 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.137.
21 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.135.

13
 
 
 
Ozan ARSLAN                  
——————————————————————————————
bulmak çok zor olduğu için bu da tarihçileri sözlü tarih yoluyla belgeler
oluşturmaya zorlamıştır.22

Sözlü tarih, tarihsel kaynaklar arasına girmesiyle bazı itirazları da


beraberinde getirmiştir. Bu itirazları iki temel konuda toplayabiliriz. Bunlardan
birincisi anıların nesnelliği meselesidir. İnsanların, anılarına kendi duygu ve
düşüncelerini de içine katarak anlattığından dolayı sözlü kaynakların tarih için
meşru olamayacağı görüşüdür. Bu eleştiri büyük olasılıkla belgelerde gerçeklerin
yalın görüntülerin yansıdığının kabulüne dair pozitivist bir bakışın ürünüdür.23
Hâlbuki belgeler de bize hiçbir zaman arı olarak gelmezler çünkü her zaman onu
kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar.24 Yani yazılı belge de onu kaleme alanın
(sosyal statüsü, belgenin ne için ve kime yazılmış olduğu, vb. değişkenlerin)
ürünüdür. Bundan dolayı bir sözlü tarih görüşmesi, bir yazılı belge kadar güvenilir
veya güvenilmezdir.25

Sözlü tarihe yönelik diğer eleştiri ise yazılı belgelerin değişmezliğine


karşın insan anılarının zaman içinde değişebilmesidir. İnsanların olayları neyi, nasıl
anımsayabildikleri olayın üzerinden geçen zamanın bıraktığı ize, yaşam sürecinde
kişiliğin, kültürel kodların aldığı biçime ve nihayet görüşme sürecinde
araştırmacıyla girilen ilişkiye bağlı bir şekilde değişim gösterebilmektedir. Fakat
bir sözlü tarih çalışması zaten olayın geçtiği döneme ait bir belge değil, anlatıldığı
ana ait bir belgedir.26 Ayrıca sözlü tarih eğer imkân varsa birden çok kişiyle
yapıldığı için anlatıları karşılaştırma olanağı sağlar. Bu da araştırılan konu
hakkında sonradan yapılan bazı ekleme, çıkarma gibi unsurları ortadan kaldırma
imkânı sağlayabilir. Aynı zamanda anlatıcının kendi kültürel kimliği, bakış açısı,
çıkarına yönelik eklemeler ve silmeler gibi unsurlar da her zaman göz önünde
alınır.

Sözlü tarihin, tarihin içine girmesi son derece önem arz etmektedir. Çünkü
sözlü tarih çalışmasıyla sadece anılar malzeme olarak tarihin alanına girmemiş aynı
zaman da halkın not defterleri, giysileri, fotoğrafları, çeşitli notlar ve diğer somut
materyaller de sözlü tarih araştırmaları kapsamı ile tarihin içine girmişlerdir.27
Bunların arasında olaylar yaşanırken çekilen fotoğraflar, filmler, albümler,
kartpostallar, pullar, basında çıkan fotoğraflar, karikatürler, haritalar, planlar gibi
iki boyutlu görsellerin yanı sıra üç boyutlu olarak nitelendirebileceğimiz tarihi
mekânlar, binalar, heykeller, ilgili dönemde kullanılan eşyalar da tarih
araştırmalarında kullanılabilecek görsel kaynaklar arasındadır.28

22 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.138.


23 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.139.
24 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir ?, Çev. Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yay., İstanbul, 2005,

s.26.
25 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.139.
26 Esra Danacıoğlu, a.g.e., s.140.
27 Kemal Üçüncü, a.g.e., s.436.
28 Fatma Acun, “Görselden Tarih Yazmak”, Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet

Şimşek, Yeditepe Yay., İstanbul, 2011, s.422.

14
 
 
 
 
 
 
Tarihin Kaynakları Ve Yazı 
—————————————————————————————— 
Görsel kaynaklar tıpkı insan anıları gibi tarih çalışması için önemlidirler.
Fakat tarih çalışmaları için çok değerli bir kaynak türü olan fotoğraf ve benzeri
türden görsel veriler bilgi üretmek yerine genellikle yazıyı desteklemek ve
gösterim amaçlı kullanılmaktadır.29

20. yüzyılın başlarında yerel tarih anlayışının gelişmesiyle beraber tarihin


sınırları genişleyip belirsizleşirken tarihsel kaynak olarak sadece yazılı belgeleri
görme anlayışı da değişmeye başlamıştır. Özellikle anılar ve görsel kaynakların
tarihin içine girmesi tarihsel kaynakları çeşitlendirerek tarihin ufkunu genişletmiş
ve zenginleştirmiştir. Fakat yine de sözlü anılar ve görsel kaynaklar, yazılı
kaynakların yanında yeterince önemli görülmemektedir.

5.Sonuç
Tarih, 19. yüzyılda bilimselleştiği zaman genellikle araştırdığı ana konu
ulus, siyasi tarih, büyük insanların tarihi gibi daha çok toplumsal üst yapılar
olmuştur. Araştırdığı konulara paralel olarak da temel tarihsel kaynak olarak arşiv
belgelerini kullanmıştır. Tarihin devlet, siyasi merkezli olması diğer toplumsal
konuları tarihin dışında bıraktığı gibi yazılı belge dışındaki diğer tarihsel
kaynakları da önemsizleştirmiş ve bilim dışı saymıştır. 20. yüzyılın başlarında
annalescilerin çabaları ile tarih, siyasi tarih merkezli olmaktan sosyal ve kültürel
merkezli olmaya doğru genişlerken aynı zamanda tarihsel kaynak olarak, yazı
dışındaki diğer tarihsel kaynaklar da tarihin kapsamına dâhil olmaya başlamıştır.

Tarih yazımında annalescilerin sarsmış oldukları siyasi tarih merkezli


tarihçiliğe bir diğer etkiyi ise 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen yerel tarih
anlayışı yapmıştır. Yerel tarihçilik ile 19. yüzyıl da tarihin bilim olmasıyla tarihsel
kaynaklar arasında silikleşen sözlü tarih anlayışı bir kez daha tarihsel kaynaklar
arasına girerek tarihi yazılı kaynak fetişizminden kurtararak ufkunu genişletmesini
sağlamıştır. Gelişmekte olan yerel tarih anlayışı sadece insan anılarını tarihsel
kaynaklar içine sokmakla kalmamış aynı zamanda diğer obje, mekân, coğrafya gibi
tarihsel kalıntıları da tarihin kapsamına koymuştur.

Tarih paradigmasında yaşanan bu değişimlerin sonucu olarak tarihçilik


artık arşivlerle, kütüphanelerle sınırlı kalmayıp sahalara doğru yolu açılmıştır.
Araştırılacak olan konudan günümüze gelen her türlü obje, mimari eser, coğrafi
şekiller gibi kalıntılar tarihçi için artık göz ardı edilemeyecek derecede önemli
tarihsel kaynaklardır. Böylelikle tarihçiler için kaynak olan tarihsel kalıntılar artık
sadece kütüphanelerde ve arşivlerde değil aynı zamanda da sahalardadır. Bundan
dolayı tarihçilerin bir ayağı da artık sahada olması gerekmektedir.

29 Fatma Acun, a.g.e., s.434.

15
 
 
 
Ozan ARSLAN                  
——————————————————————————————
Kaynakça

BRAUDEL, Fernand, Tarih Üzerine Yazılar, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge
Kitabevi, Ankara, 1992.
BURKE, Peter, Fransız Tarih Devrimi: Annales Okulu, Çev. Mehmet Küçük,
Doğu Batı Yay., Ankara, 2005.
CARR, E. H., J. Fontana, Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Çev. Özer
Ozankaya, İmge Kitabevi, Ankara, 1992.
CARR, E. H., Tarih Nedir?, Çev. Misket Gizem Gürtürk İletişim Yay., İstanbul,
2005.
COLLİNGWOOD, R. G., Tarihin İlkeleri, Çev. Ahmet Hamdi Aydoğan, Yapı
Kredi Yay., İstanbul, 2005.
, Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, Doğu Batı Yay., Ankara,
2007.
DANACIOĞLU, Esra, Geçmişin İzleri, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 2009.
ENGİN, Vahdettin, Ahmet Şimşek, (Ed), Türkiye’de Tarih Yazımı, Yeditepe Yay.,
İstanbul, 2011.
ERBİL, Ömer, “Bakanlık Benden Bıktı, Bende Onlardan”,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?
aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1093536&CategoryID=77,
18.02.2013.
IGGERS, Georg G., Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Çev. Gül Çağalı Güven, Tarih
Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2000.
MARX, K., F. Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çev. Sevim Belli, Sol Yay.,
Ankara, 1999.
Oxford Advanced Learner’s Dictionary, 8th Edition, Oxford University Press.
TOSH, John, Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay.,
İstanbul, 2005.
 

16
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı

Serkan ÇOLAKLAR 

ÖZET
Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu olarak nitelendirilen Şeyh Edebalı ile
alakalı olarak literatürde mevcut çeşitli ve kısa bilgiler bulunmaktadır. Ancak Osmanlı
Devleti’nin Kuruluş Dönemi’nde var olan ve kapalı kutu olarak nitelendirilen gerçekler
Şeyh Edebalı’yı da içerisine dâhil etmektedir. Çünkü elde bulunan bilgiler sığ vaziyette,
Osmanlı Devleti’nin kurulmasına vesile olan değerli şahsiyetlerin tam olarak
aydınlatılmasından uzak mahiyettedir. Bu çalışmamız ile beraber Osmanlı ve Türk tarihi
açısından önemli bir konumda bulunan Şeyh Edebalı’nın hayatı, Osmanlı Devleti ile olan
bağı, Türk ve Anadolu coğrafyası üzerindeki önemi üzerinde durulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Şeyh Edebalı, Osman Gazi, Bilecik, Babai İsyanı, Vefailik,
Ahilik.

——————————————————————————————
1. Şeyh Edebalı

Tarihimizde Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu olarak addedilen Şeyh


Edebalı, Karaman’da doğmuştur. Kaynaklara dayandırılmasa da asıl isminin
İmamüddin Mustafa b. İbrahim b. İnac el-Kırşehri olarak belirtilmektedir1.
Kroniklerde ve tarihi kaynaklarda ise Ede-Şeyh2, Atabali ve Edbalı3 isimleri ile
karşılaşmaktayız.

Şeyh Edebalı’nın doğum ve ölüm tarihleri konusu tam olarak kesinlik


içermemektedir. Ancak yüz yirmi yaşında4 vefat ettiği belirtilmektedir. Ölüm tarihi
olarak ise 726/13265 tarihi karşımıza çıkmaktadır. Taşköprülüzade’nin vermiş
olduğu ölüm tarihinden hareketle ve Şeyh Edebalı’nın yüz yirmi beş yıl yaşadığı
bilgisinden yola çıkarsak, Edebalı’nın yaklaşık olarak 1201 yıllarında doğmuş
olabileceği sonucuna ulaşabiliriz.

 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Tez Aşaması.


1 Abdi-Zade Hüseyin Hüsameddin Efendi, Amasya Tarihi III, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları,
Amasya, 1986, s. 206.
2 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri, I, haz. Ömer L. Barkan-Enver Meriçli, Ankara, 1988,s. 282.
3 Hadidi, Tevârih-i Âl-i Osman, haz. Necdet Öztürk, Marmara Üniversitesi Basımevi, İstanbul, 1991,

s. 30.
4 Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, haz. M. Altay Köymen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,

1991, s. 47.
5 Taşköprülüzade, Osmanlı Bilginleri, eş- Şakâiku’n-Nu’mâniyye fî ulemâi’d- Devleti’l-Osmâniyye,

ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 23.


 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
1.1. Şeyh Edebalı’nın Eğitim Hayatı
Karaman doğumlu olan Şeyh Edebalı, eğitim hayatına doğduğu yer olan
Karaman’da başlamıştır. Burada fıkîh âlimlerinin önde gelenlerinden Hanefi
Necmeddin ez-Zahiri’den fıkıh eğitimi almıştır.

XIV ve XV. yüzyıl döneminde Anadolu’da bulunan ilim ve fikir adamları,


alanlarında derin ihtisas yapmak amacıyla genel olarak Anadolu dışını tercih
etmektedirler. Tercih edilen ilim merkezlerinin başında ise Mısır, Suriye, İran ve
Orta Asya ülkeleri gelmektedir. XIV ve XV. yüzyılda Anadolu’nun önde gelen
ilim ve fikir adamları da bu ülkelerde ihtisaslarını tamamlamışlardır. Davud-ı
Kayseri Kahire’de, Muhsin-i Kayseri Şam’da, Kara Hoca Alaüddin İran’da,
Kadızade-i Rumi Musa Horasan Maveraünnehir’de, Molla Fenari Kahire’de,
Germiyanlı Ahmedi Mısır’da ve Şeyh Edebalı ise Şam’da bulunarak meslek
ihtisaslarını bu ülkelerde tamamlamışlardır. Bu yüzyıllarda Anadolu’da bulunan
ilim adamlarının ihtisas olarak seçmiş oldukları bu bölgeler eğitim-kültür seviyesi
sebebiyle tercih edilmiştir. Ancak bu yüzyıldan sonra Anadolu’daki çeşitli atılımlar
ve ilim alanında bu ihtisas yapmış alimlerin katkıları ve çalışmaları ile Anadolu
ilim, kültür ve eğitim alanında ön plana çıkmıştır6.

Şeyh Edebalı, Karaman’daki eğitimini tamamlamasının ardından yukarıda


bahsedildiği üzere ihtisas eğitimi amacıyla Şam’ın Dımaşk bölgesine göç etmiştir.
Şam’da da fıkıh eğitimini daha da genişletmiş; fıkıh ilmine ek olarak ise, tefsir,
hadis, usul ve furu eğitimi almıştır7. Fıkîh konusunda oldukça ileriye gitmekte ve
bu konuda önde gelen isimler arasında gösterilmektedir8. Edebalı, Şam’da kaldığı
süre zarfında zamanının en önemli alimlerinden Sadreddin Süleyman b. Abü’l-İz
ve Celaleddin el Hasiri’den ders almıştır9. Baba İlyas Horasani’den almış olduğu
derslerin ise tasavvuf konusunda derinleşmesinde büyük etkisi olmuştur10.

Şam’daki ihtisas tahsilinin ardından Edebalı’nın Anadolu’ya dönüşü


konusunda net bilgi yoktur. Ancak Şam’daki ihtisasının akabinde Osmanlı
Beyliği’nin bulunduğu bölgeler olan Eskişehir ile Söğüt arasındaki Çukurhisar’ın
güney doğusu olan İtburnu mevkiine yerleşmiş ve burada tekke kurmuştur. Bu

6 İsmail H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I Cild, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s. 521.
7 Taşköprülüzade, a.g.e., s. 23.
8 Mecdî, Hadaiku’ş-Şakaik, neşr. Abdülkadir Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989, s. 20.
9 Seyfettin Erşahin, Türk Hakimiyet Geleneğinde Bilge Kişi: Osmanlı Hakimiyetinde Şeyh Edebalı

Örneği, İslami Araştırmalar, XII/3-4, 1999, s. 305.


10 Ahmet Şimşirgil, Birincil Kaynaklardan Osmanlı Tarihi Kayı I, KTB Yayınları, İstanbul, 2008, s.

27.

18
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
bilginin yanında Edebalı’nın Şam dönüşünde Ertuğrul Gazi’nin yanında Söğüt
bölgesine yerleştiği de belirtilmektedir11.

1.2. Şeyh Edebalı’nın Ailesi


Şeyh Edebalı’nın ailesine ait bilgiler, eldeki kaynaklar ve kroniklerdeki
bilgiler neticesinde, özellikle kız çocukları konusunda çok çeşitlilik göstermektedir.
Bu konuya değinmeden önce, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında pay sahibi olan
Şeyh Edebalı’nın gençliğinde ve pirliğinde olmak üzere iki defa evliliği olduğu
konusunda kayıtlar vardır12. Edebalı’nın gençliğinde evlendiği hanımından olan
kızı Osman Bey’in hanımıdır. Pirliğinde evlendiği hanımı Geredeli Taceddin
Kürdi’nin kızıdır. Bu hanımından olan kızı ise Hayreddin Paşa ile evlidir13.

Şeyh Edebalı’nın ailesi konusunda ayrıntılı olarak İsmail Hakkı


Uzunçarşılı’nın silsilesi karşımıza çıkmaktadır. Ancak Uzunçarşılı bu silsileye
şüpheyle yaklaşmaktadır. Bu silsilede Ahi Şemseddin Şeyh Edebalı’nın kardeşidir.
Ahi Hasan ise Edebalı’nın kardeşi Ahi Şemseddin’in oğludur. Bu silsilenamede
Edebalı’nın dört tane çocuğu olduğu belirtiliyor. Şeyh Mahmut ve Mehmet Paşa
adında iki tane oğlu, Bala Hatun ve Dursun Fakih’in zevcesi olan kızı olmak üzere
iki tane kızının olduğunu belirtiyor.

Şeyh Edebalı’nın oğlu Şeyh Mahmud, Şeyh Mahmud’un oğlu Ahmed


Paşa, Ahmed Paşa’nın oğlu ise Süleyman Çelebi’dir. Şeyh Edebalı’nın diğer erkek
çocuğu olan Mehmed Paşa’nın oğlu ise Yakub Çelebi’dir14.

Şeyh Edebalı’nın kızı olan ve Osman Gazi’nin hanımı olan kişinin ismi
konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Oruç Beğ, Hadidi ve Şükrullah bu ismi
Rabia15 olarak belirtmişlerdir. Aşıkpaşazade ve Neşri’de ise; Malhun Hatun olarak
geçmektedir16. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük pay sahibi olan Şeyh
Edebalı’nın evlenme yolu ile bu kuruluşta büyük pay sahibi olduğu gerçektir.
Ancak yukarıda belirtilen Rabia Hatun, Malhun Hatun ve Mal Hatun isimleri
gerçeklikten tamamen uzaktır. Şeyh Edebalı’nın Osman Gazi ile evlenen kızının
ismi Bala Hatun’dur. Bu evlilikten ise şehzade Alaüddin Bey doğmuştur17.

11 Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, Câm-ı Cem Âyîn, Sadeleştiren F. Kırzıoğlu, Osmanlı Tarihleri I,

İstanbul, 1947, s. 394.


12 Neşri, a.g.e., haz. Mehmed Altay Köymen, s. 85; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, haz. Necdet Öztürk,

Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2008, s. 9; Aşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2011, s. 21.
13 Oruç Beğ, a.g.e., haz. Necdet Öztürk, s. 8.
14 İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 562.
15 Oruç Beğ, a.g.e., s. 9; Hadidi, a.g.e., s. 32.
16 Aşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız. S.21; Mevlânâ Mehmed Neşrî, a.g.e., Haz. Necdet Öztürk, s. 42.
17 İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 560.

19
 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
1.3 Şeyh Edebalı’nın Osmanlı Beyliği’nin Kuruluşundaki Etkileri Ve Osman
Bey İle İlişkileri

Osmanlı Beyliği’nin kurulması aşamasında Anadolu’nun siyasi ve etnik


durumunun yanında, Anadolu topraklarına Orta Asya’dan gelen ve Anadolu’nun uc
bölgelerine yerleşen dervişlerden bahsetmek gerekir. Selçuklu Devleti’nin
içerisinde bulunduğu siyasi durum ve Anadolu’da uc bölgelere yerleştirilen bu
dervişlerin bulundukları bölgelerde meydana getirmiş oldukları zaviyeler, bölge
halkı ile olan ilişkilerin gelişmesinde etken vaziyettedir18. Anadolu’nun uc
bölgelerine yerleştirilen ve Âbdâlân’ı Rum olarak adlandırılan dervişlerin
oluşturduğu bu kesim, genellikle bulundukları bölgedeki arazinin yüksek yerleri ve
hakim tepeleri seçerek buralarda zaviyelerini kurmuşlardır. Öte yandan
Anadolu’da bulunan Ahi teşkilatına mensup şahısların varlığı ve çeşitli tarikatların
mevcudiyeti, Anadolu’daki çeşitli beylikler üzerinde nüfuzlarını ortaya çıkarmıştır.
Anadolu’daki bu grupların varlığı özellikle Osmanlı aşiretinin bir Beylik ve devlet
olabilme yolunda en önemli zümreleri oluşturmaktadır19.Anadolu’nun bu siyasi ve
kültürel durumunun göstergesi, yeni yeni siyasi teşekküllerinin kaçınılmaz
olduğudur. Bu siyasi ortam neticesinde çeşitli bölgelerden iskan ettirilen bilgeler,
alimler, şeyhler, fakılar yeni kurulacak olan siyasi teşekküllere bir nevi danışman,
yol gösterici vazifesi gösterir niteliği taşımaktadır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Şeyh Edebalı’nın Osman Bey ile


ilişkileri, kuruluşta çok mühim öneme sahiptir. Anadolu’da var olan âlim ve
manevi şahsiyetlere hürmet eğilimi, Orta Asya Türk geleneğinin ana çıkış
noktasından hareketle yine aynı paydada buluşmaktadır. Ancak zamanın ve
şartların değişmesi ile birlikte, özellikle teşkilatlanma açısından bu manevi
şahsiyetler ve âlimlerin yol göstericiliği daha da önem kazanmıştır. Anadolu
Selçuklu Sultanı I. Alaaddin şehre girmeden önce Bahaeddin Veled’in dizini
öperek ona olan hürmetini göstermiştir. Bahaeddin Veled’in ölümüyle birlikte ise
kırk gün yas tutmuştur20. Bu hadise de eski Türk töresinin bir göstergesidir. Devrin
önde gelen şahsiyetlerine hürmet her dönemde kendini göstermektedir.

Bölgenin önde gelen âlimlerinden olan Edebalı, tahsilinden sonra


Anadolu’ya dönmesi ile birlikte Osmanlı ülkesine yerleşerek, burada bir zaviye
inşa ettirmiştir. Ancak Edebalı’nın Anadolu’ya döndüğü vakit nereye yerleştiği
konusundaki bilgiler net değildir. Bu konuda İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Edebalı’nın
tahsilini tamamlamasının ardından, Eskişehir ile Söğüt arasında bulunan

18 Ömer L. Barkan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri, Türkler Ansiklopedisi,

Cilt 9, Türkiye Yayınları, Ankara, s. 136.


19 İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 530.
20 Seyfettin Erşahin, a.g.e., s. 304.

20
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
Çukurhisar bölgesinin güneydoğusunda kalan İtburnu sahrasında oturduğunu
belirtmektedir21. Diğer taraftan Edebalı’nın Anadolu’ya döndüğünde Söğüt
bölgesine yerleştiği ve bu yerleşmenin Ertuğrul Gazi dönemine rastladığı
konusunda görüşler de mevcuttur22.

Şeyh Edebalı’nın ilmi ve dini konulardaki olgunluğu Osman Gazi


dönemine rastlamaktadır. Aldığı eğitim neticesinde ilim sahibi, ilmiyle amel eden
bir kişilik olduğu için halkın onun zaviyesini sık sık ziyaret ettiği rivayet
edilmektedir23. Aşıkpaşazade, Edebalı’yı kerameti görünen, halkın inancı ve
güvenini kazanmış bir kişi olarak nitelemektedir. Ayrıca servetinin çok olmasına
rağmen, dervişliğinin görüntüde değil gönlünde olduğunu belirtilir. Özellikle
zaviyesi halk tarafından sık sık ziyaret edildiği için, zaviyesinin hep kalabalık
olduğunu belirtilir ve bu durum ise Şeyh Edebalı’nın bölge halkının önde gelen
şahsı olduğunu kanıtlar. Ayrıca Osman Gazi’nin de kendisini ziyaret ederek konuk
olmaktan hoşnut olduğu rivayet edilir24. Neşri ise Edebalı’yı şöyle nitelemektedir:
Gayet kemal sahiplerindendi, veliliği, kerameti belli olmuştu, halkın itikat ettiği
kimse idi. Bütün illerde meşhur olmuştu. Rüya ilmini iyi bilirdi. Dünyalığı
sonsuzdu, fakat fakirmiş gibi görünürdü. Hatta (kendisine) derviş (fakir) lakabı ile
hitap ederlerdi. O bir zaviye yapıp gelene gidene hizmet ederdi.25

Osman Gazi’nin beyliğin kurulmasından itibaren başlatmış olduğu gaza


hareketi neticesinde, halkına yeni ülkeler açmak ve ele geçirdiği ülkelerdeki halkı
direk olarak İslamlaştırmak amacı taşımamaktadır. Osman Gazi’nin başlatmış
olduğu gaza hareketi ile Müslüman olan gayri Müslimler, gerçek Müslüman olarak
sayılmayarak farklı bir statüde tutulması sağlanarak İslam hukukunun belirtmiş
olduğu kurallar neticesinde belli bir konumda tutulmuşlardır. Osman Gazi, Alpleri
ile gerçekleştirmiş olduğu gaza hareketinin neticesinde Müslüman olan bu gayri
Müslim halka nasıl davranılacağı hususunda döneminin dini âlimlerine danışmayı
ihmal etmemiştir. Fıkıh okumuş olan Şeyh Edebalı ve Tursun Fakih, Osman
Gazi’nin bu konularda danışmanı olmuşlardır26.

1.4. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşuna Etki Eden Rüya Motifi


Osmanlı’nın kuruluşunda mevcut olan rüya motifi konusunda elimizdeki
kaynaklardan hareketle, rüyayı Ertuğrul Gazi veya Osman Gazi’nin görmüş olduğu
konusunda çeşitli görüşler mevcuttur:

21 İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 60.


22 Bayatlı Mahmut Oğlu Hasan, a.g.e. s. 394.
23 Taşköprülüzade, a.g.e., s. 23.
24 Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 19.
25 Neşrî, a.g.e., haz. Mehmed Altay Köymen, s. 46.
26 Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), İSAM Yayınları, İstanbul, 2011, s.

22-23.

21
 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
Nişancı Paşa, Osmanlı’nın kuruluşundaki rüyayı Ertuğrul Gazi’nin görmüş
olduğunu belirtir: Hikaye edildiğine göre Ertuğrul bir gece bir fakihin evinde
misafir kaldı. Fakih, kendisine arkasında saygı gösterilmesi gereken bir kitap yani
Kur’an olduğunu söyledi. Evdekiler uyuduktan sonra Ertuğrul kalkıp yıkandı.
Kur’an tarafına döndü, namaz kılanlar gibi ellerini göbeğinin üstüne koydu, sabah
oluncaya kadar ayakta durdu, sonra uyudu. Düşünde yüce Tanrı tarafından
birisinin kendisine: “Kelamımıza büyük saygı gösterdin. Onu arkanda bırakmadın.
Biz de seni, arkandan gelecekleri ve çocuklarını yüceltiriz27 şeklinde belirterek,
rüyanın içerisinde geçen fakihin ismi belirtilmese de Edebalı’yı işaret ettiği
kanaatindeyiz.

Oruç Beğ de Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinde belirttiği üzere rüyanın
Ertuğrul Gazi’ye ait olduğunu, rüyayı yorumlayanın Şeyh Edebalı olduğunu, Şeyh
Edebalı’nın ise Konya’da bulunduğu bilgisini verir28.

F. Giese’nin neşretmiş olduğu Anonim Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinde


ise rüyayı görenin Ertuğrul Gazi olduğu, rüyayı tabir edenin Konya’da bulunduğu
ve isminin Abdülaziz olduğu bilgisini verir29.

Enveri Düstur-name-i Enveri adlı eserinde, ulu bir kişinin Ertuğrul’a


gelerek ona, kendisine bir kılıç verildiği ve bu kılıç ile İslam fetihlerinde bulunarak
soyundan gelenlerin Rumeli’yi fethedeceğini müjdelemiştir. Ertuğrul’a gelen yaşlı
ve temiz yüzlü zatın kendisini Hızır olarak tanıttığı ve akabinde ortadan
kaybolduğu belirtilir30.

Bu bilgilerin dışında, Aşıkpaşazade, Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, Neşri,


Ruhi ve Hadidi’nin kroniklerinde ve eserlerin rüya motifi işlenmiştir. Bu eserlerde
ise rüya Osman Gazi’ye aittir. Rüyayı tabir eden kişi ise Şeyh Edebalı’dır. Ayrıca
rüya motifinin işlendiği bölümlerde Şeyh Edebalı’nın Konya’da olduğu bilgisine
rastlanmamıştır31. Diğer taraftan Şükrullah ve Ahmedi’nin eserlerinde de rüya
motifine rastlanmamıştır.

27 Nişancı Paşa, Osmanlı Sultanları Tarihi, çev. İ. Hakkı Konyalı, Osmanlı Tarihleri I içinde, İstanbul,
1949, s. 344.
28 Oruç Beğ, haz. Necdet Öztürk, s. 8.
29 F. Giese, Anonim Tevarih-i Al-i Osman, haz. Nihat Azamat, Marmara Üniversitesi Yayınları,

İstanbul, 1992, s. 10.


30 Enveri, Düstur-name-i Enveri, Osmanlı Tarihleri Kısmı (1299-1465), haz. Necdet Öztürk, Kitabevi,

İstanbul, 2003, s. 22.


31 Aşıkpaşazade, Târih, neşr: Âli Bey, İstanbul, 1332 s. 6; Aşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, s. 19-20;

Bayatlı Mahmud oğlu Hasan, s. 295; Mevlânâ Mehmed Neşri, a.g.e., haz. Necdet Öztürk, s. 40-41;
Ruhî, Ruhî Tarihi, haz. Halil Erdoğan Cengiz-Yaşar Yücel, TTK Belgeler, XIV/18 (1989-1992) s.
380; Hadidi, a.g.e., s. 29-31.

22
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
Türk mitolojisinde ağaç simgesi Gök Tanrı inancının bir yansımasıdır.
Ağaç Allah’a ulaşmanın bir göstergesidir. Ertuğrul Gazi veya Osman Gazi’nin
görmüş oldukları rüyada da göğüsten çıkan ağaç görülmeyecek şekilde
yükselmektedir. Türk mitolojisinde de ağaçların başları insan gözüyle
görülmeyecek şekilde yükselmesi ve sonucunda cennete ulaşılması anlamını
taşımaktadır32.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu müjdeleyen bu rüya motifinin dışında, bu


kuruluşu müjdeleyen başka belirtiler ve bilgilerde mevcuttur. Ruhi tarihinde
mevcut olan bilgiye göre, Korkut Ata’dan nakl ederler ki, hanlık Oğuz Han
vasıyyeti mucebince ahir zamanda Kayı Han evladına düşse gerektir; ta kıyamete
dek ol nesilden anı kimse almasa gerektir şeklindeki ifadeler Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunu müjdeleyen bilgilerdir33. Osmanlı’nın kuruluşuna işaret eden bu bilgiler
neticesinde rüyayı kabul ederek XIII. yüzyılda Anadolu’da var olan Moğol baskını
dolayısıyla göç eden asker, fakı, şeyh, ahi gibi zümrelerin Anadolu’nun batısına,
Bizans uc bölgesine gelmeleri doğaldır34. Bu göç sebebiyle bu bölgelerde bulunan
halkın özellikle Allah’ın övgüsüne layık görülen Ertuğrul Gazi veya Osman
Gazi’nin etrafında toplanarak Osmanlı Devleti’nin oluşumunu meydana getirmeleri
doğal bir sonuçtur.

1.5. Osman Gazi’nin Şeyh Edebalı’nın Kızı İle Evililiği Konusu


Kroniklerden ve kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler neticesinde, Ertuğrul
Gazi’nin veya Osman Gazi’nin görmüş olduğu rüya neticesinde Osman Gazi ile
Şeyh Edebalı’nın kızı olan Malhun Hatun veya Rabia Hatun’nun evlendirilmesi
konusu karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir evliliğin var olup olmadığı konusu da
günümüzde tartışmaya açık bir seyir izlemektedir. Ancak kesin olarak bilinen konu
ise Osman Gazi’nin tek evlilik yapmadığı konusudur. Özellikle kroniklerde de sık
sık geçen Malhun Hatun35 ile Osman Gazi’nin evliliği konusu gerçeği
yansıtmamaktadır. Malhun Hatun’un babasının, Mart 1324 tarihli Orhan Beg
vakfiyesine göre Mevlana Fakih Ömer olduğu belirtilmiştir36.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna etki eden bu evlilik konusunun akabinde,


Orhan Gazi’nin validesinin kim olduğu konusu karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda
da diğer konularda olduğu gibi çeşitli görüş ve fikirler mevcuttur. Özellikle
kronikler, Şeyh Edebalı’nın rüyayı yorumlamasının ardından gerçekleşen Osman

32 Metin Ergun, Türk Ağaç Kültü İnancının Dede Korkut Hikayelerindeki Yansımaları, Milli Folklor,

Sayı 47, Ankara, Güz 2000, 23-25.


33 Ruhi Tarihi, a.g.e., s. 370.
34 Şükrullah, Behçetü’t Tevârîh, haz. Atsız, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 203.
35 Mevlânâ Mehmed Neşrî, a.g.e. haz. Necdet Öztürk, s. 41; Aşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, s. 20.
36 Halil İnalcık, Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı?, Söğüt’ten İstanbul’a, der. Oktay Özel-
Mehmet Öz, İmge Kitabevi, İstanbul, 2000, s. 141.

23
 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
Gazi ve Malhun Hatun evliliğinden doğan şehzadenin Orhan Gazi, yani Osmanlı
Devleti’nin ikinci hükümdarı olduğunu zikretmektedir37. Bu bilgiler neticesinde
Orhan Gazi’nin dedesinin Şeyh Edebalı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Fakat
kabul gören yaygın bir geleneğin aksine Malhun Hatun’un Mevlana Fakih Ömer’in
kızı oluşu bu kabul gören bilgileri geçersiz kılmaktadır.

Bu bilgiler ışığında bir sonuca varmak gerekirse, Osmanlı Tarihleri ve


kroniklerde Şeyh Edebalı’nın kızından şehzade Orhan ve Alaadin adında
çocuklarının oldukları bilgisi mevcuttur. Ancak 1324 (H. 724) tarihli Orhan Beg
vakfiyesinin38 belirttiği üzere Malhun Hatun’un Mevlana Fakih Ömer’in kızı oluşu,
Osman Gazi’nin iki tane zevcesi olduğunu kanıtlar. Osman Gazi’nin Malhun Hatun
ile olan evliliğinden Orhan, Bala Hatun ile olan evliliğinden ise Alaaddin dünyaya
gelmiştir39. Alaadin, diğer kardeşi Orhan’dan ayrılarak dedesi gibi dervişlik yolunu
seçmiştir.

1.6. Şeyh Edebalı Zaviyesi, Vakıf Ve Tımar İle İlgili Kayıtlar


Osmanlı Devleti’nin kurulduğu aşamada, Anadolu’nun uç noktalarına
gelen şeyhler, fakılar, ahiler ve askerler yoğun olarak bu bölgelere yerleşmişlerdir.
Bu yerleşim sonucunda bölgeye gelen zümrelerin bir kısmı, yeni yurtlar açmak ve
fütuhat yapmakla uğraş vermişlerdir. Öte yandan, fakîhlar ve dervişler ise yeni
gelinen boş topraklarda zaviyeler kurarak buraların kültür, imar ve din merkezleri
haline gelmesinde öncülük etmişlerdir ve bu doğrultuda kuruluşa hizmet
etmişlerdir40.

Bu derviş ve Türkmen dedelerinin, tahta kılıçlar ile düşmana karşı


gösterdikleri kahramanca faaliyetler neticesinde hükümdarların her zaman
iltifatlarının ana kaynağı olmuşlar, onlara yaptırdıkları tekkeler ve bu tekkelerde
onları sık sık ziyaret etmeleri onlara olan bağlılıkların bir göstergesidir. Osmanlı
hükümdarlarında bu durum bir gelenek halini almıştır. Osman Gazi, kendi dönemi
dervişleri ve fakihlerinden olan Edebalı ve Tursun Fakih’e her zaman bağlılığını
göstermiştir. Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi döneminde de bu vazife devam
etmiştir. Orhan Gazi de kendi dönemi ulemasından Çandarlı, Davud Kayseri ve
kardeşi Alaadin’e olan bağlılık ve hürmetini hiç eksik etmemiştir41.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluş dönemine dönecek olursak Osmanlı


Beyliği’nin kuruluşunu hızlandıran rüya motifi ve evliliğin akabinde, Osmanlı

37 Oruç Beğ, a.g.e., s. 13; Hadidi, a.g.e., s. 32;Mevlânâ Mehmed Neşrî, haz. Necdet Öztürk s. 69.
38 Halil İnalcık, Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okumanlı?, Söğüt’ten İstanbul’a, s. 141-142.
39 İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 106.
40 Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 140.
41 Fuad Köprülü, Anadolu’da İslamiyet, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005, s. 68-70.

24
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
Devleti’nin bağımsız olarak tamamen vücuda gelmesi ile beraber bazı görev ve
sorumluluklar hususunda düzenlemelere gidilmiştir. Şeyh Edebalı ile kurulan
evlilik bağının göstergesi olarak bazı görevler dikkat çekmektedir. Osman Gazi
bağımsızlık ile beraber, kayınbabası olan Şeyh Edebalı’yı emir-i fetva görevine
memur tayin etmiştir42.

Osman Gazi, beyliğin kurulmasından itibaren gerçekleştirmiş oldukları


seferler neticesinde alınan toprakları, çevresinde bulunan gazilere, fakihlere ve
dervişlere bahşetmiştir. Özellikle Karahisar’ın alınması ile birlikte (H. 689),
kayınpederi Şeyh Edebalı’ya Bilecik’in tımar gelirini vermiştir43.

Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin, kuruluş aşamasında Beyliğin vücuda


gelmesinde büyük emekleri dokunan şahıslara bağlılıklarını, onlara hürmette kusur
etmeyip, zaviyelerini, tekkelerini ziyaret ederek göstermişlerdir. Alınan toprakları
gaza ettikleri şahıslara bağışlamalarının yanında, vakıf toprak bağışladıklarını da
bilmekteyiz. Osman Gazi ve Orhan Gazi döneminde verilen vakıfların büyük bir
kısmının “şeyh” ve “baba” unvanlı kişilere verilmesi, kuruluş döneminde din
adamlarına devlet bazında büyük saygı gösterildiğinin açık bir kanıtıdır44. Öte
yandan çalışmamızın da ana noktasını oluşturan Şeyh Edebalı’nın vakıf kayıtları da
mevcuttur: Karye-i Kozağaç ki vakıfdır. Osman Beğ’den, mezkûr Ede oğlu Mahmut
Paşa tasarruf iderdi. Şimdi oğlu Şeyh Mehmet tasarruf ider”45, “Karye-i Kozcu ki
vakıfdır, Osman Beğ’den Ede oğlu Mahmud tasarruf idar. Şimdi Mahmud oğlu
Şeyh Mehmed tasarruf ider imiş46 şeklindeki vakıf kayıtları mevcuttur. Bunun
yanında Avdancık köyünde bir pare yer Orhan Gazi’den, Yunak köyünde 5 dönüm
arazi zaviyeye Osman Gazi’den vakfedilmiştir47.

Ayrıca Hâliyâ Mü’min Dede nâm kimesne mutasarrıf48 ifadesi ile mevcut
olan kayda göre Şeyh Edebalı’nın oğlu Mahmud ve torunu Şeyh Mehmed’in elinde
padişahın nişan-ı hümayununun olduğu bilgisinden hareket edersek, şeyhlik
vazifesinin kuşaktan kuşağa aktarıldığı sonucuna ulaşabiliriz.

42 İlmiyye Salnamesi, S. A. Kahraman-A. N. Galitekin-C. Dadaş, İstanbul, 1988, s. 276.


43 Oruç Beğ, a.g.e., s. 13; Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s. 32; Mevlânâ Mehmed Neşrî, a.g.e. haz. Necdet
Öztürk, s. 54.
44 Raif Kaplanoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Avrasya Etnografya Vakfı Yayınları, İstanbul,

2000, s. 146.
45 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, haz. Ömer L. Barkan-Enver Meriçli, Ankara, 1988, s. 282.
46 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, s. 283.
47 Refet Yinanç, Söğüt Vakıfları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Metodoloji ve Sosyoloji

Araştırmaları Merkezi Sosyoloji Konferansları, 7. Kitap, Gür-Ay Matbaası, İstanbul, 1988, s. 56.
48 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, s. 282.

25
 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
1.7. Şeyh Edebalı’nın Ahiliği İle İlgili Sorgulama
Özellikle Osmanlı Devleti’nin kurulduğu aşamada ön plana çıkan Şeyh
Edebalı’nın dahi ahi şeyhi olduğu konusunda hemen tüm araştırmalar hem fikir
gözükmektedir49. Günümüze kadar Şeyh Edebalı ile ilgili tüm veriler ahiliği
üzerinde yoğunlaşmıştır. 1980’li yıllarda ortaya çıkarılan ve ehemmiyeti
konusunda üzerinde durulması gerekli olan bilgiler, Şeyh Edebalı’nın ahiliği
konusunu başka bir boyuta taşımıştır. Tarihi gelenekleri değiştiren bu çalışma,
Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-Kudsiyye Fî Menâsıbi’l-Ünsiyye adlı eseridir. Bu
kaynak Şeyh Edebalı’nın hayatı hakkındaki bilgilerin dışında, Babai isyanı ile ilgili
vermiş olduğu bilgiler açısından da dikkat çekicidir.

Elvan Çelebi, Baba İlyas’ın soyundan geldiği için tarikat ile ilgili birçok
bilgiyi eserinde sunarak birçok geleneksel ifadeyi değiştirecek mahiyette bir eser
ortaya koymuştur. Vefaiyye tarikatı ile ilgili yapılan araştırmalar, Osmanlı
Devleti’nin kuruluşundaki rol ve ehemmiyeti ön plana çıkarmıştır50. Özellikle
tarikata mensup olan Edebalı ile ilgili bilgileri dikkat çekicidir. Elvan Çelebi’nin
eserinde sunmuş olduğu:

Hâcı Bektaş şol sebebden hiç


Göze almadı tâc-ı sultân-î
Edebali vü bundagı huddâm
Gördiler Hâcıdan bu seyrânı51

bu kayıtlar neticesinde Edebalı ile Hacı Bektaş-ı Veli’nin Vefaiyye tarikatına


mensup olduğunu kanıtlar. Ayrıca Babai İsyanına katılmayarak kendilerinin
selamete kavuşturduklarını belirtir. Bununla beraber Baba İlyas (1240)52 ile
Edebalı’nın ilişkisinin imkansız olduğunu belirtir.

Şeyh Edebalı’nın Vefaiyye tarikatına bağlı olduğu konusu sadece bu esere


ait bilgi değildir. XIV. yüzyılda Vefaiyye tarikatına mensup olan Şihabettin el-
Vasıti tarafından kaleme alınan bir metinde ise: Osman Gazi tâbe seâhu
hazretlerinin kavmi içinde Hazret-i Tâcu’l-Ârifîn Seyyid Ebu’l-Vefâ kuddise sırruh
hulefâsından bir aziz var idi…Hazret-i Şeyh Edebalı dirlerdi şeklindeki ifade,

49 Fuad Köprülü, a.g.e., s.70; İsmail H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 560.


50 Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye Fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, Haz. İsmail E. Erünsal-Ahmet Yaşar
Ocak, Türk Tarik Kurumu, Ankara, 1995, s. XLVI.
51 Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169.
52 Elvan Çelebi, a.g.e., s. XXII.

26
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
Edebalı’nın Baba İlyas’ın halifesi, yani Vefaiyye tarikatına mensup olduğunu
kuvvetlendirir53.

Bu kaynak ortaya çıkmadan önce, Şeyh Edebalı’nın ahi reisi olduğu


konusunda hem fikir olunmasının yanında, bu bilgiye karşı çıkacak mahiyette ise
Mehmed Neşri’nin Edebalı didikleri azizin bir karındaşı var idi. Adına Ahı
şemseddin dirler idi. Anın dahi oğlu Ahi Hüseyin…54 ifadeleri, Şeyh Edebalıu’nın
ahi olmadığına bir işarettir.

Elvan Çelebi’nin ortaya koymuş olduğu bilgiler ve Neşri’nin ima ettiği


bilgilerden hareket ile Şeyh Edebalı’nın ahiliği konusu başka bir boyut kazanmıştır.
Özellikle gelenek halini almış olan Şeyh Edebalı’nın ahiliği konusunun aksine,
elde ettiğimiz kaynaklardan hareket edecek olursak, ahiliğin Şeyh Edebalı’ya ait
olmayıp, kardeşi Şemseddin ve Şemseddin’in oğlu olan Hüseyin’e ait bir
unvandır55.

Kaynakça
Kaynak Eserler
ABDİ-ZADE HÜSEYİN HÜSAMEDDİN EFENDİ, Amasya Tarihi III, Amasya
Belediyesi Kültür Yayınları, Amasya, 1986.
AŞIKOĞLU AHMED, Tevârih-i Âl-i Osman, (Neşr. Ali Bey), İstanbul, 1332.
AŞIKPAŞAZADE, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (Haz. Atsız), Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2011.
BAYATLI MAHMUD OĞLU HASAN, Câm-ı Cem Âyîn, (Haz. Fahrettin
Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I’de, İstanbul, 1947.
ELVAN ÇELEBİ, Menâkıbu’l-Kudsiyye Fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, (Haz. İsmail E.
Erünsal- Ahmet Yaşar Ocak), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1995.
ENVERÎ, Düsturnâme-i Enverî, Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1465), (Haz. Necdet
Öztürk), Kitabevi, İstanbul, 2003.
GIESE F., Anonim Tevârih-i Âl-i Osman, (Haz. Nihat Azamat), Marmara
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 1992.
HÜDAVENDİGÂR LİVASI TAHRİR DEFTERLERİ, (Haz. Ömer Lütfi Barkan-
Enver Meriçli), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1988.
HADİDİ, Tevârih-i Âl-i Osman (1299-1523), (Haz. Necdet Öztürk), Marmara
Üniversitesi Basımevi, İstanbul, 1991.

53 Elvan Çelebi, a.g.e., s. LXVI-LXVII; Ahmet Yaşar Ocak, Ahilik ve Şeyh Edebalı: Osmanlı
Devleti’nin Kuruluş Tarihi Açısından Bir Sorgulama, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 12, sayı 3-4,
1999, s.227.
54 Mevlânâ Mehmed Neşrî, a.g.e., haz. Necdet Öztürk s. 61.
55 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.m., s. 227.

27
 
 
 
Cihan İmparatorluğu’nun Kuruluşundaki Kilit Şahsiyet: Şeyh Edebalı 
—————————————————————————————— 
İLMİYYE SALNAMESİ, (Haz. Seyit Ali Kahraman-Ahmed Nezih Galitekin-
Cevdet Dadaş), İstanbul, 1988.
KARAMANLI NİŞANCI MEHMED PAŞA, Osmanlı Sultanları Tarihi, Osmanlı
Tarihleri I’de, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1949.
MECDÎ, Hadaiku’ş-Şakaik, (Neşr. Abdülkadir Özcan), Çağrı Yayınları, İstanbul,
1989.
MEVLÂNÂ MEHMED NEŞRÎ, Cihânnümâ, (Haz. Necdet Öztürk), Çamlıca
Yayınları, İstanbul, 2008.
NEŞRÎ, Kitâb-ı Cihânnümâ, I-II, (Haz. Mehmet Altay Köymen), Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.

ORUÇ BEĞ, Oruç Beğ Tarihi (Osmanlı Tarihi-1288-1502), (Haz. Necdet Öztürk),
Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2008.
RUHÎ, Ruhî Tarihi, (Haz. Halil Erdoğan Cengiz-Yaşar Yücel), Türk Tarih Kurumu
Belgeler, XVI/18 (1989-1992), ss. 359-472.
ŞÜKRULLAH, Behçetü’t Tevârîh, (Haz. Atsız), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2011.
TAŞKÖPRÜLÜZADE, Osmanlı Bilginleri, eş-Şakâiku’n-Nu’mâniyye fî ulemâi’d-
Devleti’l-Osmâniyye, (Terc. Muharrem Tan), İz Yayıncılık, İstanbul, 2007.

Araştırma Eserleri
BARKAN, Ö. Lütfi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri,
Türkler Ansiklopedisi, Cilt 9, Türkiye Yayınları, Ankara
ERGUN, Metin, Türk Ağaç Kültü İnancının Dede Korkut Hikâyelerindeki
Yansımaları, Milli Folklor, Sayı 47, Ankara, Güz 2000.
ERŞAHİN, Seyfettin, Türk Hakimiyet Geleneğinde Bilge Kişi: Osmanlı
Hakimiyetinde Şeyh Edebalı Örneği, İslami Araştırmalar, XII/3-4, 1999.
İNALCIK, Halil, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), İSAM
Yayınları, İstanbul, Kasım 2011.
İNALCIK, Halil, “Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı?” Söğüt’ten İstanbul’a,
(Der. Oktay Özel-Mehmet Öz), İmge Kitabevi, İstanbul, 2000.
KAPLANOĞLU, Raif, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Avrasya Etnografya Vakfı
Yayınları, İstanbul, Ocak 2000.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Anadolu’da İslamiyet, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005.
OCAK, Ahmet Yaşar, Ahilik ve Şeyh Edebalı: Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Tarihi
Açısından Bir Sorgulama, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 12, sayı 3-4,
1999.
ŞİMŞİRGİl, Ahmet, Birincil Kaynaklardan Osmanlı Tarihi Kayı I, KTB Yayınları,
İstanbul, 2008.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt I, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

28
 
 
 
 
 
Serkan ÇOLAKLAR 
——————————————————————————————
YİNANÇ, Refet, Söğüt Vakıfları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Metodoloji
ve Sosyoloji Araştırmalar Merkezi Sosyoloji Konferansları, 7. Kitap, Gür-
Ay Matbaası, İstanbul, 1988.

29
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Atlıkarınca Alayı

Zozan ÇETİN 
——————————————————————————————

ÖZET
Pek çok savaşa sahne olan Dünya Tarihi, bu sahnede çocukların yer alışını çok
nadir göstermiştir bize. Bunlardan biri de 1096 yılında başlayan Haçlı Seferleri esnasında
karşımıza çıkan çocuklardır. 1212 yılında yola çıkan çocukların, önce Etienne liderliğindeki
Fransız çocuklar ki yaşları 15’ten büyük değildi, daha sonra bundan etkilenen Nikolaus
önderliğindeki Alman çocuklar, yaptıkları yolculuk seferler arasında sayılmasa da 1212
yılındaki çocukların bu hareketi dikkat çekiciliğiyle makalemize konu olmuştur. Fransız
çocukların başlattığı sonrasında Alman çocukların takip ettiği bu sefer, hava koşulları ve
uzun, yorucu yol yüzünden birçok çocuğun hayatına mal olurken, Haçlı Seferleri tarihi
açısından da tarihi kaynaklar en dramatik sonu yazmıştır.

Anahtar Kelimeler: 1212, Etienne, Nikolaus, Haçlı Seferleri, III. İnnocentius

——————————————————————————————
Giriş
Çocuk dendiğinde çoğu insanın aklına gelmez bir çocuğun elinde silah,
savaş meydanlarında, kendinden yaşça büyük insanlara meydan okuması. Bununla
birlikte hiçbir şeyin imkânsız olmadığını okuyabildiğimiz tarihin satır araları
göstermiştir ki çocuklar, savaşın soğuk ve acımasız yönüyle yüzleşmek zorunda
kalmışlar, meydanlarda kendilerince mücadele etmişlerdir. Tıpkı Kurtuluş Savaşı
sırasında Van’da kara, soğuğa inat savaşa katılan 120 çocuk, İtalya’da II. Dünya
Savaşı sırasında savaşa alınan 14 yaşın üstündeki çocuklar ve yine II. Dünya
Savaşı zamanında savaşı kaybedeceğini anlayan Almanya’nın savaşçılar arasına
çocukları da eklemesi gibi. Çocukların savaş meydanlarına zorla sürülmesinin
dışında tarih, gönüllü küçük kahramanları tanımamızı da sağlamıştır.

Savaşçı küçük adamlar arasında en dikkat çekenlerden biri Haçlı


Seferlerinin çocuk ordusuydu. Çocuklar, büyüklerin yapamadıklarını kendilerinin
yapacağına duydukları inançla yola çıkmış, bu onlara pahalıya patlamıştı.
Tarihçilerin nedenini anlamadığımız bir şekilde fazla yer vermediği bu olayı
anlatmaya çalışırken bu çocukların yaşadığı dönemin zihniyetinin, inançlarının dile
getirilmeden geçilmesi, mutlaka bir boşluğa neden olacaktır. Keza bu çocukların
dönemin şartlarından etkilenmediğini savunmak, imkânsız ve akıl dışıdır. Her
insan döneminin özelliğini ister istemez taşımakla birlikte her hareket, her icat ve

Ege Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3. Sınıf öğrencisi


[zozancetin@hotmail.com]
 
 
 
 

Atlıkarınca Alayı 
—————————————————————————————— 
hatta belki konuşulan sözcükler bile dönemin bir yansımasıdır. 1212 yılında
gerçekleşen çocukların seferini, dönemin papası III. Innocentius ve haçlı ruhu
taşıdığını savunan insanlar dikkate almadı, bu durumdan çok sonra haberdar
oldular. Oysa Almanya’dan ve Fransa’dan yola çıkan, uzun bir mesafe kat eden ve
çoğunun yaşının 15’ten büyük olmadığı bu çocuklar kayba uğramadan, hastalıkla
karşılaşmadan umursansaydı sonuç bu derece üzücü olmazdı. Subjektif bir yorum
olarak görünmesini istemeyiz ama bunu belirtmeden de geçemeyeceğiz ki
tarihçiler, çocuk haçlıları tarih sayfalarına daha fazla taşıyabilirler, her ne kadar
tarihi açıdan bir değişim yaratmamış olsa da bu konuyu bu kadar geri planda
kalmaktan kurtarabilirlerdi.

1. Çocuk Seferleri Öncesi Haçlı Seferlerine Genel Bakış


Tarih boyunca inançlar uğruna savaşlar verilmiştir. Bazen de din ve
insanların inandığı tüm değerler, savaşların gerekçesi olarak gösterilmekle birlikte
asıl sebebin bambaşka olduğu savaşlar olmuştur. Bu savaşlardan biri de batı
dünyasındaki devletlerin düzenlediği ve kutsal toprakları ele geçirme gerekçesiyle
yola çıkıldığı 1096-1291 yılları arasında1 gerçekleşen Haçlı Seferleridir.2 Dünya
tarihi açısından da büyük ehemmiyete sahip olan bu seferler, Ortaçağın önemli ve
çağa damgasını vuran olaylarındandır. Birçok insanın hayatını kaybetmesine yol
açarken İslam ve Hıristiyan dünyasının keskin çizgilerle birbirinden ayrılmasına ve
aralarındaki düşmanlığın artmasına neden olmuştur.
I. Haçlı Seferi iki koldan gerçekleşmiş, ilk kolu başarılı olamayınca ikinci
grup da yola çıkmış ve ikinci grup sefer esnasında Urfa, Antakya, Kudüs ve
Trablus’da krallık kurmuştu.3 Ancak Musul emiri İmadettin Zengi’nin 1144 yılında
Urfa’yı alması üzerine II. Haçlı Seferi hazırlıkları başladı. II. Seferin sonucu ise
Haçlıların istediği gibi olmadı, Urfa’yı geri alamadılar.4 Haçlılar, Urfa’yı
kaybetmiş olsalar da Kudüs’ü ellerinde bulundurmanın güvencesi nedeniyle biraz
olsun rahat hissediyorlardı ki hemen sefer hazırlığı yapmadılar. Fakat Selahattin
Eyyubi’nin Kudüs’ü ele geçirmesi üzerine bu durum batıda büyük bir yankı
uyandırdı ve yeni bir seferin sinyalleri verilmeye başlandı. Bunun sonucu da
haçlılar Kıbrıs’ı ele geçirdiler.

Seferler arasında en şaşırtıcı istikamet IV. Sefer sırasında izlendi. Haçlılar


beklenmedik bir şekilde yönlerini dindaşlarının başkentine çevirip İstanbul’u
yağmalayarak halka zarar verdiler. Üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen

1 Ana Britannica, 1095-1270 yılları olduğunu söylemektedir.


2 TDV İslam Ansiklopedisi, C. 14, 1996, s. 525.
3 Işın Demirkent, Haçlı Seferleri, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 1.
4 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, C.10,

‘Haçlılar’ maddesi.

31
 
 
 
 
 
 
Zozan ÇETİN 
—————————————————————————————— 
hala hafızalarda kazılı olan bu olay hem doğu hem batı tarihçileri tarafından
amacından sapan bir sefer olarak yorumlandı ama şunu görmemiz gerekir ki
başından beri seferlerin altında yatan gizli neden zenginliği elde edişti ve bu
nedenle belki de bu sapış çok normaldi. Ayrıca dindaşları üzerine yaptıkları ilk
sefer bu değildi. 1208 yılında papa, Güney Fransa’da ortaya çıkan ve papanın
siyasetine karşı olan Albililer5 olarak adlandırılan Hıristiyanlar üzerine sefer
çağrısında bulunmuştu. İstikameti, diğer seferlerden oldukça farklı olup
söylencedeki hedefe hiç uymayan bu sefer neticesinde İstanbul’da Latin Devleti
kuruldu ve Hıristiyanlar arasında 1050’de gerçekleşen ayrım bu olayla birlikte daha
onarılmaz bir hale geldi. Papanın istemediği bir şekilde sonuçlanan sefer, yeni sefer
çağrılarına hiç zaman kaybetmeden başlamasına neden oldu ama bir süre çağrısına
karşılık bulamadı. Keza katılacak olan ülkelerin bazıları iç meseleleriyle
uğraşıyordu. III. Innocentius yeni sefer planları yapmaya hazırlanırken ilginç bir
Haçlı grubu ortaya çıktı. Bu grup çocuklardan oluşmaktaydı ve çok şaşırtıcıdır ki
çocuklar zarar görmeden kimse onlara dur dememişti. 1212 yazından başlayarak
gerçekleşen iki ayrı Çocuk Haçlı Seferi’nde binlerce çocuk öldü ya da esir
pazarlarında köle olarak satıldı.6

2. Fransız Çocuğun Rüyası


1212 yılı Mayıs ayında Haçlı Seferlerine katılmaya gönüllü beklenmedik
bir grup ortaya çıktı, bu grubun başında on iki yaşında bir çocuk olan Etienne
vardı. Orleannais bölgesindeki Cloyes şehrinde doğan Etienne, çobanlık
yapmaktaydı.
Fransa Kralı II. Philippe ve saray erkânı Saint-Denis’de bulunduğu sırada
karşılarına çıkarak bir çocuğun ağzından duyulması beklenmeyen sözler söyledi.
Etienne’nin söylediğine göre, koyunlarını otlattığı sırada İsa kendisine görünmüş
ve Haçlı Seferini vaaz etmesini söylemiş hatta ona krala vermesi için bir mektup
vermişti.7 II. Philippe karşısına aniden çıkan bu çocuğu dikkate almadı ama kralın
kendisini dikkate almaması Etienne’i fikrinden vazgeçirmedi ve Saint-Denis
Manastırı’nın kapısı önünde vaaz vermeye başladı. Bir çocuğun Haçlı Seferlerini
vaaz etmesi için İsa tarafından görevlendirildiğini söylemesi elbette ilginçti ama ilk
değildi. Daha doğrusu savaş esnasında ilahi işaret aldığını söyleyip savaşa katılan
çocuklar, öncesinde de sonrasında da tarih sahnesine çıkmıştı. Bunlardan biri de

5 Onlara göre ideal hayat, sadelik ve fakirlikti. Şiddetin günah olduğuna


inanıyorlardı, İsa’nın gerçek öğretisinin saf ve fakir olmak olduğunu
savunuyorlardı ve yine Albililere göre maddi ihtiras kötülüğe kapı açardı.
6 Ana Britannica, C. 10, 1988, s. 250.
7 Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih

Kurumu, C. III, Ankara, 1987, s. 123.

32
 
 
 
 

Atlıkarınca Alayı 
—————————————————————————————— 
yine Fransız olan Jean d’Arc idi.8 Bu ve başka örneklerden yola çıkarak
araştırmalarını sürdüren uzmanlar, dönemin zihniyetinden ve içinde bulundukları
savaş ortamının etkisiyle çocukların bilinçaltının bu şekilde dışa vurduğu sonucuna
ulaşıyorlar. Bu sonuca katılmamak mümkün değil ama bizim mantık çerçevesiyle
ulaşabildiğimiz bu sonuç, dönem zihniyeti itibariyle düşünülmeyecek bir fikirdi.
Hele ki on iki yaşında bir çocuğun bunları düşünmesi beklenemezdi. Etienne
İsa’nın kendisine göründüğüne inanıyordu ve onun kendisine verdiği görevi yerine
getirecekti.

Etienne, manastır önünde verdiği vaazlarda sadece erkek çocukları değil,


kız çocuklarını, genç papazları ve yaşlı hacıları da ikna etti. Ona inananların
çoğalması üzerine tüm Fransa’yı dolaşmaya başladı, çocuklar da ondan etkilenip
etrafına toplandılar. Hatta bu çocuklar da onun adına çağrı yapmak için ülkeyi
dolaştılar.9 Etienne, Hz. Musa’nın önünde ikiye ayrılan Kızıldeniz gibi onların
önünde de denizin ayrılacağını, büyüklerin yapamadıklarını onların yapacağını ve
kutsal toprakları ele geçireceklerini söylüyordu.10 Çocuklar bir ay içinde
Vendome’da toplanmaya ve oradan doğuya doğru hareket etmeye karar verdiler.
Haziran sonuna doğru toplanan çocuklar, dönemin çağdaşlarına göre on iki
yaşından küçük olmayan otuz bin çocuktan meydana geliyordu. Bu tartışmalı bir
veri olabilir ama kesin olan şu ki çocuklar, ülkenin farklı yerlerinden gelerek
binlerce kişilik bir sayıyı oluşturdular.11 Çocuk haçlılar, ellerinde bir de sembol
taşıyorlardı. Bu sembol, üzerinde altın renginde üç zambak bulunan mavi bir
bayraktı.12 Çocuklar arasında ailesinin rızası olanların yanında ailesinden gizlice
katılan asilzade oğlanlar da vardı. Sefere katılanların hepsi yayan olarak
ilerliyorlardı. Fakat peygamber gibi kabul ettikleri Etienne’e bir araba temin
edilmişti. Ayrıca asil çocuklar da atlarıyla hareket ediyorlardı Yola çıkışlarının
ardından atlıkarınca alayı da denilen küçük haçlılar, Tours ve Lyon üzerinden
Marsilya’ya doğru ilerlemeye başladılar.13 O sırada sıcağın bastırıp kuraklığın baş
göstermesi çocukların hiç beklemediği bir şeydi ve bu sürpriz çocukların bir
kısmının yollarda ölmesine yol açarken bir kısmının da geri dönmesine neden oldu.
Yaşadıkları bu zorluğun ardından geriye kalan küçük bir grup Marsilya’ya varmayı
başardı.14

8 Yüzyıl Savaşları esnasında ilahi işaret aldığını söyleyerek Orleans


kuşatmasına katılan 17 yaşındaki Fransız kız çocuğu.
9 Runciman, a.g.e., s. 124.
10 George Zabriskie Gray, The Childeren’s Crusade, The Riverside Press,

Cambridge, 1870, s. 57.


11Runciman, a.g.e.,s. 124.
12Ebru Altan, “Çocukların Haçlı Seferi(1212)”, Popüler Tarih, Sayı 40, Aralık 2003, s. 40.
13 Altan, a.g.m., s. 40.
14 Gray, a.g.e., s. 59.

33
 
 
 
 
 
 
Zozan ÇETİN 
—————————————————————————————— 
Marsilya’ya vardıkları anda mucizenin gerçekleşmesini beklediler ama
olmadı, deniz önlerinde ikiye ayrılmadı. Hayal kırıklığı yaşayan çocukların bir
kısmı kandırıldıklarını düşünerek evlerine geri dönmeye karar verdiler. Geriye
kalan çoğunluk ise Demir Hugue ve Domuz Guillaume adında iki Marsilyalı tacirin
onları ücretsiz Filistin’e götürme tekliflerini kabul edip, gemilerle yola çıktılar.15
Bu teklifi kabul etmeleri çocuklar için sonun başlangıcı olacaktı, keza yolculuk
sonucu çoğu boğularak ölecek, geriye kalanlar ise köle olarak satılacaktı. Bu
durum karşısında şu düşünce insanın aklına gelmiyor değil. Tüccarlar, dini
duygularla mı çocukları ücretsiz götürmeyi istediler yoksa onları köle olarak
satmanın getireceği kazancı düşünerek mi? Bu sorunun cevabı hiçbir zaman
bilinemeyecek olsa da çocuk haçlılar konusunda bu düşünce hep soru işareti
oluşturacaktır.

Yola çıkan yedi gemiden on sekiz yıl sonra haber alındı.16 Bu habere göre,
1230 yılı civarı gemiler fırtınaya yakalanmış, iki gemi Sardinia Adasında kazaya
uğrayıp parçalanmış ve ne yazık ki bütün çocuklar boğulmuştu. Geriye beş gemi
kaldı, geriye kalan gemilerdeki çocuklar köle olarak satıldı.17 Böylece Etienne ve
peşinden sürüklediği çocuklar yolculukları çok uzun sürmeden hazin bir son
yaşadılar. Hayatta kalıp köle olarak satılan çocuklar hakkında yeterli bilgi
bulunmamakla birlikte sefer sırasında evine dönen çocukların akıbeti de
bilinmemektedir.

3. Alman Çocukların Seferi


Etienne’nin vaazlarına başlamasından kısa bir süre sonra onun vaaz
haberleri Rheinland’a ulaştı. Etienne’nin harekete geçişinden birkaç hafta sonra
Nikolaus da aynı vaazları vermeye başladı. Rheinland köylerinden birinde doğan
Nikolaus, sefer çağrıları yapmaya Köln şehrindeki Aziz Üç Krallar Kilisesi’nde
başladı. Alman çocukları, kutsal toprakları ele geçirmek için Fransız çocuklardan
daha farklı bir yöntem izlemeyi düşünüyorlardı. Fransızların zorla ele geçirmeyi
planladığı toprakları onlar, dinsizleri imana getirerek ele geçireceklerdi.18
Nikolaus’ın hedefi ise İtalya sahilleriydi. O da Etienne gibi takipçilerine bir
mucizenin gerçekleşeceğini müjdelemişti. Ona göre, İtalya limanlarına yani
Cenova, Amalfi ya da Pisa’ya ulaştıkları takdirde deniz önlerinde açılacaktı.

15 Altan, a.g.m., s. 40.


16
Runciman, a.g.e., s. 125.
17
Altan, a.g.m., s. 40.
18
Gray, a.g.e., s. 70.

34
 
 
 
 

Atlıkarınca Alayı 
—————————————————————————————— 
Nikolaus liderliğindeki çocuklardan oluşan ordu, birkaç hafta içinde Köln’de
toplandı ve İtalya’ya gitmek üzere yola çıkmaya hazırlandı. Alman çocukların yaşı,
Fransız çocukların yaşına göre daha büyüktü ve çocuk ordusundaki kız sayısı
Fransızlarınkine göre daha fazlaydı. Alman çocukların seferini incelediğimizde
başka bir fark daha ortaya çıkar. Bu çocukların arasında daha fazla olan asilzade
çocukların yanında adı kötüye çıkmış serseri ve hayat kadını da vardı.19

Çocuklar, seferlerini iki gruba ayrılarak gerçekleştirdi. Sayısı yirmi bini bulan
ilk grubu Nikolaus idare ediyordu.20 Bu grup, Rhein Nehri boyunca Basel’e ve
Mont-Cenis geçidinden Alpleri geçmek üzere İsviçre ve Cenevre üzerinden
yürüdüler. Bu, oldukça uzun ve yorucu geçen yolculukları sonucunda çocukların
çok azı hayatta kalabildi. Nikolaus’ın liderliğindeki grubun üçte birinden daha az
çocuk, Ağustos ayı sonlarında Cenova surları önünde göründü.21 Burada bir gün
kalmak isteyen çocuklara, oradaki idareciler daha fazla kalmaları için izin
verecekken, Almanların hile yapmasından korkarak sadece bir gün izin verdiler.
Çocuk ordusu, ertesi gün yeniden yola koyuldu. Aynı mucizeyi, denizin önlerinde
açılmasını onlar da bekledi. Bu beklentinin gerçekleşmemesi sonucu hayal
kırıklığına uğrayan çocukların çoğu Cenevizlilerin kendilerine yaptığı teklifi kabul
ettiler ve Cenova vatandaşı oldular.22 Nikolaus ve yanında kalan çoğunluk ise
yollarına devam etti. Birkaç günün ardından Pisa’ya varan çocuklar, karşılaştıkları
gemileri şans olarak görseler de netice pek hoş olmadı. Çünkü gemiye binen bir
kısım çocuğun akıbeti hiçbir zaman bilinemedi.23 Nikolaus ve bir grup çocuk ise
gemiye binmedi. Büyük ihtimalle Nikolaus hala bir mucize bekliyordu. O ve
onunla kalan çocukların şimdiki amacı papanın huzuruna çıkmaktı. Aslında
başından beri ilk önce bunu yapmak istemişlerdi. Zorlu bir yolculuğun ardından
Roma’ya varan küçük haçlılar, bitap düşmüş bir halde papanın huzuruna çıktılar.
Papa, çocukların bu hallerini görünce acımış olacak ki onlardan hemen dönmelerini
istedi. Papa III. İnnocentius, onlara hemen evlerine dönmelerini, daha sonra
büyüdükleri zaman ettikleri haçlı yeminini yerine getirmelerini söyledi. Çocuklar,
çoktan yorulmuş olmanın etkisiyle olacak ki papayı dinlediler, seferden
vazgeçtiler.

19
Runciman, a.g.e., s. 125.
20
W. B. Stevenson, The Crusaders In The East, Cambridge Universty
Press, İngiltere, 1907, s. 285.
21
Runciman, a.g.e., s. 126.
22
Stevenson, a.g.e., s. 287.
23
Altan, a.g.m., s. 41.

35
 
 
 
 
 
 
Zozan ÇETİN 
—————————————————————————————— 
Çocuk haçlılardan birçoğu özellikle kızlar, İtalya’nın köy, kasaba ve
şehirlerinde kaldı. Eve dönenler de oldu fakat pek azı ertesi ilkbahar ayında
Rheinland’a vardı.24 Evlerine dönen çocuklar mahvolmuştu, birçoğunun da akıbeti
bilinmiyordu. Bu durum karşısında aileler, derin üzüntü ve kızgınlık içine düştüler.
Aileler, Nikolaus’ın babasına karşı öfke duyuyorlardı. Oğlunu sefere şan, şöhret
uğruna teşvik ettiğini düşündükleri için onun tutuklanmasını istediler.25 Aşırı
üzüntüleri öfkeye dönen aileler, Nikolaus’ın babasını ele geçirerek astılar.26 O
sırada Nikolaus neredeydi? Evine varmış mıydı, yoksa daha yolda mıydı? Bu
konuda kaynakların bir şey yazmıyor oluşu, Nikolaus’ın da akıbeti belli olmayan
çocuklar arasında olduğu düşüncesini doğurmaktadır. Bu fikrin kesinliği belli
olmamakla birlikte, Nikolaus ve akıbeti bilinmeyen birçok çocuğun zarar gördüğü
Alman Çocukların Seferinin ilk kolu böylece sonlanmış bulunmaktaydı.

Çocuklardan oluşan ikinci grup ise daha farklı bir yol izleyerek hedeflerine
ulaşmaya çalıştılar. Onlar, Orta İsviçre yolunu izleyip Sankt Gotthard geçidi
üzerinden İtalya’ya indiler.27 Bu zorlu yolculuk çocukların büyük kayıplar
yaşamasına yol açtı. Bu kayıplar sonucu nihayetinde Ancona yanından denize
ulaştılar. Çocukların yolculuğu, doğu kıyısı boyunca devam etti ve bunun ardından
Brindisi’ye vardılar.28 Burada, onların karşısına da Filistin’e gitmek üzere olan
gemiler çıktı. Gemiler sadece bir kısmını götürecek kapasiteye sahipti. Çocukların
bir kısmına Filistin’e götürülme teklif edilince onlar da kabul edip hayallerini
gerçekleştireceklerini düşünerek sevinç duydular. Gemi yolculuğuna çıkan ve
nelerle karşılaştıkları hala ortaya çıkarılmayan bu çocuklar gibi, geriye kalıp eve
dönmeye karar veren çocuklar hakkında da pek bir şey bilinmemektedir.

4. Çocukların Ardından
1212 yılı seferi, sefer niteliği taşımayan, sadece satır aralarında
rastladığımız tarihin şaşırtıcılıklarından biridir. III. İnnocentius bir şeyi çok iyi
biliyordu ki çocukların bu hareketinden bir sonuç çıkmayacaktı. Papanın asıl hedefi
ise büyüklerin yer alacağı bir sefer düzenlenmesiydi. Bu amaçla, 1215 yılında
Lateran Konsili toplandı ve beşinci bir seferin düzenlenmesi kararlaştırıldı.29 III.
İnnocentius’un görmeye ömrünün yetmeyip III. Honorius’un yerini aldığı V. Haçlı

24
Runciman, a.g.e., s. 126.
25
Stevenson, a.g.e., s. 288.
26
Altan, a.g.m., s. 41.
27
Stevenson, a.g.e., s. 289.
28
Altan, a.g.m., s. 41.
29
Runciman, a.g.e., s. 128.

36
 
 
 
 

Atlıkarınca Alayı 
—————————————————————————————— 
Seferinden30 çok bahsetmeyeceğiz fakat şu bilinmeli ki sefer, Doğudaki Latinlerin
isteği dışında gerçekleşti, çünkü o dönemde Müslümanlarla ticari barış anlaşması
yapmışlar ve bunun bozulmasını istemiyorlardı.31 Nitekim korktukları başlarına
geldi ve haçlıların mağlup olduğu bu seferin asıl faturası Mısır’daki yerli
Hıristiyanlara kesilerek birçok hak ellerinden alındı.32

Doğu ve batı dünyasının savaşı Haçlı Seferleri adı altında ya da başka


birtakım isim değişikliğiyle uzunca bir süre devam etti. Her savaşta olduğu gibi, bu
savaşın masumları da kadınlar ve çocuklardı. Haçlı Seferleri tarihinde kadın pek
anılmazken çocuklar, çok şaşırtıcı bir şekilde bir sefer düzenlemiş, ön plana
çıkmıştır.

Kaynakça
ANA BRİTANNİCA ANSİKLOPEDİSİ, C. 10, 1988, s.s 248-250.
ALTAN, Ebru, “Çocukların Haçlı Seferleri(1212)”, Popüler Tarih, S. 40, Aralık
2003, ss. 38-40.
DEMİRKENT, Işın, Haçlı Seferleri, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1997, ss. 187-
194.
GRAY, George Zabriskie, The Childeren’s Crusade, The Riverside Press,
Cambridge, Mayıs 1870, ss. 57-70.
RUNCİMAN, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih
Kurumu, C. III, Ankara, 1987, ss. 123-128.
STEVENSON, W.B, The Crusaders In The East, Cambridge Universty Press,
İngiltere, 1907, ss. 285-289.
TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, C. 14, 1996, ss. 525-539.

30
Ayrıntılı bilgi için bkz. Işın Demirkent, Haçlı Seferleri. Steven
Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi. TDV İslam Ansiklopedisi… vs.
31
Demirkent, a.g.e., s. 187.
32
Demirkent, a.g.e., s. 194.

37
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle


Beraber Yükselen Garplılaşma Ve İslâmlaşma Tartışmaları

Ayşe Şakire NEBİLİ 


——————————————————————————————
ÖZET
XIX. Yüzyıl Türk ve Dünya tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir. Batı’da ilim
ve teknoloji alanındaki gelişmeler sanayileşme ile doruk noktasına ulaşmış, Osmanlı
Devleti de bu gelişmelerin etkisinde kalmıştır. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin çöküşe
doğru sürüklenmesi, aydınları devleti kurtarma çabalarına yöneltmiştir.
Meşrûtiyet isteyen Osmanlıcılık akımı, bir süre sonra hedeflerine ulaşmakta
kullanmayı düşündükleri araçlar yönünden onlardan ayrılan Adem-i Merkeziyetçiler ve
özellikle II. Meşrûtiyet ile beraber istibdat döneminin prangalarından kurtulan fikir
akımlarının içerisinde Garpçılık ve Sultan II. Abdülhamid’in devleti kurtarma reçetesi olan
İslâmcılık hareketleri döneme damgasını vurmuş ve hatta Cumhuriyet ile devam edecek bir
tartışmanın da temelini atmıştır.
Anahtar Sözcükler: Meşrûtiyet, Osmanlıcılık, Garpçılık, İslâmcılık, hürriyet,
II.Abdulhamid, Namık Kemal, Said Halim Paşa.
——————————————————————————————
Giriş
XIX. Yüzyıl Türk ve Dünya tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir.
Batı’da ilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler sanayileşme ile doruk noktasına
ulaşmış, Osmanlı Devleti de bu gelişmelerin etkisinde kalmıştır. Devlet-i Aliye-i
Osmaniye’nin çöküşe doğru sürüklenmesi, aydınları devleti kurtarma çabalarına
yöneltmiştir.
Meşrûtiyet isteyen Osmanlıcılık akımı ve özellikle II. Meşrûtiyet ile
beraber istibdat döneminin prangalarından kurtulan fikir akımlarının içerisinde
Garpçılık ve Sultan II. Abdülhamid’in devleti kurtarma reçetesi olan İslâmcılık
döneme damgasını vurmuş ve hatta Cumhuriyet ile de devam edecek bir
tartışmanın da temelini atmıştır.
Bu akımlardan ilki meşrutiyeti doğuran “Osmanlıcık” akımı olmuştur, çok
etkili olmamakla beraber I.Jön Türk Kongresi’nde onlardan ayrılan Prens
Sabahattin de Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurarak bu fikir
ortamına etki etmiştir. Sonrasında ilan edilen II.Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi ile de
fikir hareketleri bu özgürlükçü ortamda daha çok gelişme ve yayılma imkanı
bulmuşlardır. Garpçılık, İslamcılık, Adem-i Merkeziyetçilik, Türkçülük ve

NiğdeÜniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, 3. Sınıf öğrencisi,


[Ayse_Baz_Nebili@hotmail.com]
 
 
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle Beraber Yükselen Garplılaşma Ve 
İslâmlaşma Tartışmaları 
——————————————————————————————
Osmanlı Devleti sanayileşemediğinden ve dolayısıyla bir işçi sınıfı ortaya
çıkaramadığından hiç etkili olamamakla beraber sosyalizm gibi fikir akımları
ortaya çıkmıştır. Bunlardan Garpçılık ve İslamcılık beraberinde bir çok tartışmayı
da getirmiştir.

OSMANLICILIK
XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’ndeki hıristiyan azınlıkların hedeflerinden
biri, burada yaşayan Müslüman çoğunlukla aynı haklara sahip eşit yurttaşlık idi.
Avrupalı devletler bazı durumlarda, kendi ülkelerindeki uygulamalarla çelişkili
olsa da, bu, dinî ayrım yapmaksızın eşit yurttaşlık fikrini Türkler’e dayatıyorlardı.
Osmanlı liberalleri ve reformcuları da bu tür düşünceleri benimsemekteydi1. İşte
Osmanlı liberalleri ve reformcularını bu fikirlere yaklaştıran en önemli sebeplerden
biri de devleti yabancı devletlerin baskısından kurtarmak ve çöküşü engellemekti.

1.1. Millî Tefekkürün Oluşmasında Tanzimat ve Matbûatın Etkisi


Tanzimât ile Meşrûtiyet arasındaki devre zarfında mantık medrese
haricinde ve halk arasında rağbet görmeye başlamıştır. Her şeyden evvel
tanzimatın takip ettiği yeni maarif sistemi ve medrese dışında devletin rüşdiye ve
idadiye gibi yeni mektepler vücuda getirmesi bu medreselerde mantık tedrisatının
Türkçe olarak yapılmasını zorunlu kılmıştı. Bu suretle bütün Osmanlı devrinde
mantığa dair şerh ve haşiyeler Arapça yazıldığı halde ilk defa olarak bunların yerini
tutacak Türkçe kitaplar vücuda geldi.
Bundan başka matbaaların çoğalması da yalnız bu tercümelerin değil,
Arapça metin ve şerhlerinin de kolaylıkla neşrini temin etti. Bir taraftan
Avrupalılaşma ve muasırlaşma temayülleri kuvvetlenirken, diğer taraftan İslâm
Medeniyeti’ ne bağlanmak ve mantık, kelam, tasavvuf eserlerini tercüme suretiyle
halka neşretmek arzuları da şuurlu bir hale gelmişti2.
Tüm bunlar sonucunda felsefi tefekkür daha geniş bir zümre içerisinde
münakaşa mevzuu olmuş ve bu şekilde Devlet’te cemiyetin kendi içinden millî bir
tefekkür de doğmaya başlamıştır.
1.2. Genç Osmanlılar ve “Hürriyet” Kavramı
Genç Osmanlılar Cemiyeti başlangıçta bir edebî akım gibi ortaya çıkmış
olsa da, zamanla politik bir nitelik kazanmıştır. Batı Avrupa kurumlarının etkisi
altında, padişahların istibdatına son verilmesi, imparatorluğun meşruti yönetimlerle
idare edilmesi gibi istekler ileri sürüyorlardı. Böylece devletin güçleneceği, modern
bir devletin doğacağı inancı yaygındı. Düşüncelerinde milliyetçiliğe karşı bir tutum

1Bernard LEWİS, Ortadoğu, Çev. Selen Y. Kölay, Arkadaş Kitabevi, Ankara 2011, s.404.
2Hilmi Ziya ÜLKEN, “Tanzimattan Sonra Fikir Hareketleri”, Tanzimat, M.E.B., Maarif Matbaası,
Ankara 1940, s.768.

39
 
 
 
 
Ayşe Şakire NEBİLİ
——————————————————————————————
sezildiği gibi, azınlıklarla işbirliğine de hazır görünüyorlardı.Cemiyet mensupları,
Devlet-i Aliye Osmaniye’nin eski gücüne kavuşmasında batı’daki yeni değerlerin
alınması ve bunlara kendi değerlerimizin de katılmasını gerekli görüyorlardı3.
Aynı dönemlerde (1867) büyük olaylar çıktı. Mısır’ı yöneten Kavalalı
Sülalesi’nden Mustafa Fazıl Paşa, Mısır Valisi İsmail Paşa’nın kardeşi idi ve ondan
sonra da sıra kendisine gelecekti. İstanbul’da memurluk yaparken Fuat Paşa ile
anlaşmazlığa düştü ve Avrupa’ya sürüldü. Bundan bir süre sonra da Mısır
Valiliği’nin veraset usulü değiştirilmişti. İsmail Paşa’nın yerine Mustafa Fazıl Paşa
geçemeyecek, İsmail Paşa’nın oğlu geçecekti. Mustafa Fazıl Paşa büyük kızgınlık
ile Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin sorunlarını inceleyen uzun bir mektup yazmış ve
yayınlamıştı4. Mektupta Osmanlı Devleti’nde Genç Türkler’ in varlığından söz
ediyor ve Osmanlı dertlerinin çözümünün meşrutiyette olduğunu belirtiyordu.
Böylece basın özgürlüğü anlamında hürriyetin ötesinde, meşrutiyet talebini de
içeren yeni bir “hürriyet” kavramı ortaya çıkmış oluyordu.
Paşa, Nord adlı gazeteye yolladığı mektupta şöyle diyordu: “ Kendisini
insan olarak bilen bir kimsede, mutlaka, vatan ve vatanının yüceltilmesi kaygısının
bulunması gereklidir. Mensubu olmakla iftihar ettiğim Osmanlı milletinde yeni ve
ileri fikirleri yaymaya çalışan gençlerin de tek amacı budur 5.”
O dönem büyük yankılar uyandıran mektup sayesinde hükümet,
aleyhindeki hürriyetçi akımın farkına vardı. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi
İstanbul’ dan uzaklaştırıldı. Paris’te toplanan gençler, burada Yeni Osmanlılar
Cemiyeti’ni kurdu ve gazete yayımlamaya başladılar.
Devletin eski gücüne kavuşmasında batıdaki yeni değerlerin alınması
gerektiğine ve devletteki tüm unsurları bünyesinde toplayan “Osmanlı milleti”
fikrine sahiplerdi. Meşrutiyet ile devletteki her unsura yönetimde yer verilmeli ve
böylece de yabancı devletlerin Osmanlı üzerindeki etkisi azaltılarak, güçlü, modern
bir devletin yapılanması sağlanmalıydı. İtalyan devletinin kurulmasında rol
oynayan gizli hücrelerden müteşekkkil “Carbonari” örgütü örnek alınarak 1865’te
kurulan cemiyet başlangıçta kendilerine İttifak-ı Hamiyyet (Yurtseverler Birliği)
adını vermişti. Sonraları ise Genç yahut Yeni Osmanlılar denmeye başlandı.
Avrupa’ya kaçtıktan sonra ise özellikle Batılılarca yaşlarının genç, fikirlerinin yeni
olması sebebiyle “jeune” yani Jön-Türkler olarak anılmaya başlamışlardı. Bu
deyim, kendilerince “Türkistan’ın Evlâd-ı Şebabı- Türkiye’nin Genç Evlatları”
şeklinde yorumlanmıştı6.

3 Kadir Kasalak, “Cumhuriyet Fikrinin Öncüleri”, S.D.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Sayı 20, Aralık 2009, s.69-78.
4 Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007, s.35.
5 Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, günümüz Türkçesine çev. Şemsettin Kutlu, Hürriyet

Yayınları, İstanbul 1973,s.21.


6 Kasalak, a.g.m., s.69-78.

40
 
 
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle Beraber Yükselen Garplılaşma Ve 
İslâmlaşma Tartışmaları 
——————————————————————————————
Eserinde, onların kuruluş aşamasında Carbonari Örgütü’nün kendilerine
nasıl ilham olduğunu anlatan Ebuzziya Tevfik şöyle anlatır; “ Namık Kemal ve
diğerleri İstanbul’un Belgrad Köyü’nün Valide bendine bakan, o güzellikle eşi
benzeri bulunmaz ağaçlıkları altında, yerlere serili hasırlar üzerinde, Sardunya gibi
küçük bir devleti Avrupa’nın güneyinde, biri hıristiyanlık dinini sadece zulüm ve
öc aleti yapan papalık makamını, diğer ikisi Toskano ve Napoli gibi yalnız zulüm
temelleri üzerine kurulmuş olarak hüküm süren iki idareyi devirip de sosyal adaleti
öngören bir İtalya Devleti’ne dönüştüren kömürcüler adlı fedakar gençlerin azim
ve imanla dolu teşebbüslerini okudukça kimbilir nasıl kükremiş birer hürriyet
aslanı kesiliyor ve bu uğurda canlarını seve seve vermeyi tasarlıyorlardı7.İşte bu
duygularla harekete geçen Genç Osmanlılar’ın İlk gazeteleri olan ve Londra’da
yayımlamaya başlayan “Hürriyet” in ilk sayısında meşrutiyet ile ilgili olarak, “
Hubb’ ul-vatan min-el iman” yani vatan sevgisi imandandır başlığı ile şöyle
diyordu: “Yeni Osmanlılar ki, eski Osmanlı şan ve şerefinin yeniden canlanmasına
çalışanlardır. Onlar, sadece Kanuni Sultan Süleyman zamanının o üstün ve seçkin
döneminin gelmesini istemektedirler. Ancak, bunu çağımızın gerektirdiği düzen ve
uygarlık havası içinde ararlar. Bunun çaresi adalettir; adalet ise Osmanlı milletinin
bütün fertlerinin her alanda eşitliği ile gerçekleştirilebilir. Hak eşitliği ise
meşrutiyet usulü ile sağlanabilir8.”
Hareketin önde gelen ismi Namık Kemal Fransız İhtilali’nin ideolojisinden
etkilenmişti ancak savunduğu fikirlerin Müslümanlar tarafından benimsenmesi
için, onları İslamî değerlerle temellendirmeye çalışmıştı. Örneğin Rousseau’nun
toplum sözleşmesi kuramını alıp, bunun Osmanlı’da biat töreninde var olduğunu
söylemiştir. Yani biat töreni ile uyruklar padişahı tanımak karşılığında, padişah ile
zulüm yapmaması, adaletli davranması için bir sözleşme yapmış sayılıyorlardı.
Bundan, zulüm yapılır ise o zaman direnme ve isyan hakkının doğduğu
anlamı çıkıyordu. Siyasal hakları, parlamento usulünü ise Kur’an’daki “danışınız”
(meşveret) emrine bağlıyordu9.
Hürriyet fikrinin adeta tanrılaştırıldığına değinen Cemil Meriç, büyük bir
Batı hayranı ve hürriyet aşığı, Osmanlı Devleti’nin Berlin Büyükelçisi Sadullah
Paşa’nın Paris’te bir resim sergisini gezerken duyduğu hayranlığını şöyle dile
getirir; “Paşa, bu beday-i âsâr’ın görünmeyen halikini arar. Bakışları birdenbire
“hürriyet” heykeline takılır. Muammanın anahtarı bulunmuştur artık. Gördüğümüz
bu kemalat, hürriyetin eseridir baştanbaşa. ” ve devam eder, “Sadullah Paşa’ nın
bu hayranlık ifadeleri bir musevî müsteşriki olan Bernard Lewis’i yersiz
genellemelere sürüklüyordu.” Lewis’e göre bu görüşler Ortadoğuluların ortak
görüşünü belirtiyordu; “Bu endilijansiya için Batı’nın gücü de, başarısı da gizli bir

7 Tevfik, a.g.e., s.77-78.


8 Kasalak, a.g.m.,s.72.
9 Akşin, a.g.e.,s.37.

41
 
 
 
 
Ayşe Şakire NEBİLİ
——————————————————————————————
kaynaktan geliyordu: siyasî hürriyet. Siyasî hürriyet lambasıyla terakkî denen cini
emrine râm edecek, muhteşem Batı’nın efsanevi hazinelerini elde edebilecekti10.”
Burada Cemil Meriç, Bernard Lewis’e şöyle cevap verir; “Osmanlı
ülkesinde hükümet tarafından yapılacak kanun dışı davranışlara karşı vatandaşı
koruyacak aşılmaz kaleler vardır: Şeriat ve Örf.”
Adem-î Merkeziyet – Teşebbüs-î Şahsî
Hareketin öncüsü olan Prens Sabahattin 1902’de Paris’te I.Jön Türk
Kongresini toplamıştı. Bu kongrede askerî kuvvet kullanma gerekliliği ve özellikle
Ermeni delegelerce Avrupalı devletlerin müdahalesinin gerekliliği gibi konular
tartışıldı. Prens Sabahattin bunların her ikisini de benimsiyordu. Ahmet Rıza,
Doktor Nazım, Yusuf Akçura bu fikirlere karşı çıktılar. Böylece de jön Türk
hareketi bölünmüş oldu.
Sabahattin, Le Play’nin kurucusu olduğu bir toplumbilim akımına bağlı E.
Demolins adındaki yazarın düşüncelerini benimsedi. Demolins’e göre iki tür
toplum vardı: Tecemmüî (toplulukçu) ve İnfirâdî (Bireyci). İnfiradi toplumlara en
iyi örnek İngiltere’dir. Bu tür toplumlarda yönetim adem-i merkeziyetçidir. Prens
Sabahattin’e göre Osmanlı toplumunun kurtuluşu infirâdî bir topluma dönüşmesi
ile olanaklı olacaktı ve bu amaçla da Paris’te Teşebbüs-î Şahsî ve Adem-î
Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu11.

GARPÇILIK (BATICILIK)
Hilmi Ziya Ülken garpçılık akımını 4 kümede ele almaktaydı.Tanzimat
medeniyetçileri: Osmanlıcılığa inananlardı,kabahati toplum yapısında bulup,
burada Anglosakson toplum yapısını geliştirmek isteyen ve bunun için de “adem-i
merkeziyet” ve “teşebbüs-i şahsî” fikirlerini savunanlar ki, bunların başında Prens
Sabahattin gelmekteydi. Servet-i Fünûn, Ulum-u İktisâdiye ve İçtimaiye Dergileri
etrafında toplanan pozitivistler.ki, İttihat ve Terakkîciler’den Ahmet Rıza bu
gruptaydı.
Batı’ya hayran köktenciler. Bunların en ünlüsü İttihad-ı Osmânî adıyla
İttihat ve Terakkî’ yi kurmuş olan 5 Askerî Tıbbiye öğrencisinden, İçtihat Dergisi
sahibi Abdullah Cevdet’tir. Latin harflerini savunmuş, eşiyle birlikte Sirkeci’de
şapka giymiş, hatta bir ara Avrupalılar ile melezleşmeyi bile savunmuştu. Beşir
Fuad, Baha Tevfik, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı ve kısmen Rıza Tevfik de bu
gruptandı12. Niyazi Berkes, Batılılaşma akımının hareket noktalarından olan ve
1896’dan sonra başlayan Edebiyat-ı Cedide akımının ideolojisini “ütopyacı
bireycilik” olarak dile getirir. Ona göre, “ Yeni Edebiyat akımının yazarları

10 Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 19. Baskı, İstanbul 2010, s.208.
11 Akşin, a.g.e., s.50.
12 Akşin, a.g.e., s.88.

42
 
 
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle Beraber Yükselen Garplılaşma Ve 
İslâmlaşma Tartışmaları 
——————————————————————————————
Avrupa’daki natüralizm, realizm, sosyalizm fikirlerini taşıyan kitapları okudukları
halde, bunların etkisi altında geliştirdikleri düşünce biçimi, bunların hiçbirisine
uymaz.
Onlar Avrupa’nın toplumunu değil, kişisinin maddi hayatını, konforunu
hayal güçlerinde güzelleştiriyorlardı. Sınıf eşitsizlikleri, cinayet ve yoksulluk,
bankerleri ve sömürülmüş kömür işçileri ya da Nana’ları olan bir toplum bu
güzelleştirilmiş tabloyu çirkinleştiriyordu. Bu yüzden ilgilerini Stendhal, Balzac,
Flaubert, Zola gibi büyüklerin rahatsız edici eserlerinden, daha aşağı kalitedeki
yazarların kitaplarına yönelttiler. Akımın Tevfik Fikret, Halit Ziya, Hüseyin Cahit
gibi isimlerinin hiçbiri Avrupa anlamıyla realist değildir13.”
Tanpınar, bunlardan Tevfik Fikret’in his dünyasını şöyle anlatır: “ Garplı
olmak… Sade teknikle, umumî yaşayışla değil, insana hakiki kıvamını veren
manevi kıymetler itibariyle de garplılaşmak, bir deniz felaketini ve dalgaların
hırsını yenmiş bir atletin eriştiği toprak parçası üstündeki silkinişiyle maziyi olduğu
gibi, iyi ve kötü atmak ve yeni bir hayata başlamak…14”
Batıcılık akımının radikal grubunu temsil eden Abdullah Cevdet ve
İbrahim Temo İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ni -1895’te Paris’te Ahmet Rıza ile temas
kurduktan sonra İttihat ve Terakkî olarak adı değişmişti- kurmuşlardı.
Ahmet Rıza ise Paris’te başını Auguste Comte’un çektiği pozitivist bir
hareketin içinde bulunmaktaydı. Ona göre, Osmanlı’yı kurtaracak olan anayasa ve
meşrutiyetten çok, yeni bir insan tipi yetiştirmekti. Bu ise Batı’dan ithal edilecek
olan bilim ve eğitimi yaygınlaştırarak sağlanacaktı15.
Ahmet Rıza bu şekilde düşünürken İngiliz müsteşrik Sir Denison Ross
şöyle diyordu: “Şark bizden teknik ve metod öğreniyor, fakat onun bütün
teşebbüslerine istikâmet vermek, onun tarihine, bugünkü hayatına ve mesaisine
kıymet biçmek daima Garb’ın elinde olacaktır. Avrupalılar’ın zihniyeti ve metodu
Avrupalılar’ ın patentidir. Şarklılardan münferid bazı şahsiyetlerin bunları
benimsemesi vaziyeti değiştiremez16”.
Buradan hareketle garplılaşma hareketinin dayatan cephesinde bir
sömürgecilik fikri olduğu düşünülebilir mi? Erol Güngör’e göre Avrupa’nın sosyal
Darvinci, materyalist, rasyonalist düşüncesi içeride büyük sınıf çatışmalarının,
dışarıda ise sömürgecilik politikasının başlıca itici gücünü teşkil ediyordu.
Avrupalılar sömürge yaptıkları ülkelerin insanlarını “insanlığın tekâmül çizgisi”
üzerinde ileriye doğru götürdüklerini iddia ediyorlardı. İşte ilim ve teknolojideki
ilerlemeler, insanlık tarihinin -biyolojik ve sosyal- bütünü hakkında da “terakkîcî”

13 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2012,s.380-381.


14 Taha Akyol, “Tevfik Fikret’in Modernleşme Anlayışı”, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 107, İstanbul
1982,s.34.
15 Akşin,a.g.e.,s.49
16 Dücane Cündioğlu, Felsefe’nin Türkçesi, Kapı Yayınları, İstanbul 2010, s.8.

43
 
 
 
 
Ayşe Şakire NEBİLİ
——————————————————————————————
doktrinlerin ortaya atılmasıyla bir arada yürüdü17. Cemil Meriç de bu terakkî ve
aydınlanma düşüncesini tenkîd ederken şöyle der,” Osmanlı’nın düşmanı
aydınlatarak dost yaptığını; Avrupa’nın ise en güzide evlatlarımızı ayartarak işe
koyulduğunu dile getirir. Ona göre Avrupa, kelimelerle büyüler endilijansiyamızı
ve edebiyat, irfan kalemimize sokulan tahta at; Genç Osmanlılar ise Avrupa’nın
yeniçerileridir18.”

İSLÂMCILIK (PANİSLÂMİZM)
Panislâmizm, Batı ve Kuzey devletlerinin Asya ve Afrika’da yayılmasını
önlemek maksadıyla hıristiyanlığa karşı İslâm âleminin halife etrafında birleşmesi
olarak tarif edilebilir. Bu siyaset bir müdafaa sistemi kurmayı gerektiriyor, aslında
da Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin varlığını korumak gayesini güdüyordu19.
Sultan II. Abdülhamid’in İslamcılık siyaseti başlangıçta panslavizme bir
tepki olarak doğmuştur. Bu uygulama Garplılaşma hareketinin karşı cephesini
teşkil ederken, Tanzimatçıların garplılaşma siyasetini tenkîd eden ve 1860’lardan
sonra “İttihad-ı İslam” fikrini savunan Yeni Osmanlılar’ın düşüncesine uygundu.
Yeni Osmanlılar akımının önde gelen isimlerinden Namık Kemal,
Osmanlıcılığın olduğu kadar Çağdaşçı İslamcılığın da babasıdır20.
Hareket, Şeyh Cemaleddin Afgani’ nin 1892’de İstanbul’a yerleşmesiyle
en yüksek noktasına erişmişti. O, 1881’den itibaren gittiği çeşitli ülkelerde
panislâmizmi yaymıştı ve bunu gerçekleştirirken Batı’nın istila ve sömürüsüne
düşmanlığı düşüncesine temel unsur yapmıştı21.
İslamcılık akımının önemli isimlerinden biri de Said Halim Paşa idi. II.
Meşrûtiyet devriminin fikir ve devlet adamlarından olan Paşa, 1913-16 yıllarında,
Balkan Harbi’nin sonu ile I. Dünya Harbi’nin ilk senesinde sadrazam olarak
hükümetin başında bulunuyordu ve İslâmcılık akımının en önde gelen
temsilcilerinden biri idi. Dolayısıyla meseleleri bu açıdan ele almıştır.
Eserinde Batı hayranlarının halini, hastalıklardan korunmak ve tam bir
sıhhate sahip olmak arzusu ile tıp kitapları okuyan bazı kimselere benzetmekteydi.
Ona göre, mütefekkirlerimiz de bunlar gibi mensubu bulundukları cemiyete daha
iyi bir sıhhat temin etmek arzusuyla tahsil edip, bilgi topladıkları halde, sonunda
onu en tehlikeli ve en kötü dertlere düşmüş görüyorlar. Edindikleri bilginin onlara
vatanlarını bir elem ve ızdırap kaynağı halinde göstermekten başka bir faydası

17 Erol Güngör, İslâmın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981, s.65.
18 Mustafa Armağan, Cemil Meriç’in Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s.214.
19 Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, der. Mümtaz’er Türköne, TDV

Yayınları, Ankara 1994, s.83.


20 Akşin, a.g.e., s.83.
21 Kuran, a.g.e., s.87.

44
 
 
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle Beraber Yükselen Garplılaşma Ve 
İslâmlaşma Tartışmaları 
——————————————————————————————
olmuyordu. Neticede, bu vatana sadece ırsî fakat idrâk dışı bir his ile bağlı
kalabiliyorlardı22.
Bu çeşit bilgi sahipleri de tıpkı tıp heveslisi gibi, tahsillerinde bir usûl ve
gaye takip etmediklerinden, kendilerini hasta sanırlar. Gerçekten de batı
hayranlarının manevi, içtimâî ve siyasî meseleler hakkındaki bilgileri iki mühim
özellik göstermektedir:
Bu meselelerden hangisine dair olursa olsun, bizimle ilgili olan taraflarını
bilmemek, öğrenmeye de tenezzül etmemek,
Bizimle ilgili olanların dışında pek çok metod ve prensiplere vâkıf bulunmak23.
Özetle İslamcılık akımı, Müslümanların kurtuluşunu ve saadetini İslam’da
görenlerin yer aldığı bir tefekkür idi. Batı’ya bakış açısı ise , onun iyi olan
taraflarından faydalanmak ile sınırlandırılmıştı. En önemli yayın organı Sırat-ı
Müstakim idi ve meşrutiyetle birlikte de adı “Sebilürreşad” olmuştu.
Osmanlı Çağdaşçı İslamcıları arasında Mehmet Şemseddin (Günaltay),
İsmail Hakkı İzmirli, Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, Mehmet Ali Aynî gibi isimler
sayılabilir. Çağdaşçı olmayan, başka bir ifade ile İslam’da yenilik olabilir, çağın
şartlarına göre içtihat kapısı açıktır fikrinin karşısında olanlar arasında ise Ahmet
Naim ve Mustafa Sabri’yi zikredebiliriz.
Ayrıca Osmanlı Devleti dışında da Mısır’da Muhammed Abduh; Kazan’da
Musa Carullah; Hindistan’da Seyyid Ahmet Han, Muhammed İkbal gibi önemli
isimleri zikretmek mühimdir24. Abduh’tan, Ferid Vecdi’den, Ali Abdurrazık’tan,
Kasım Emin’den yapılan çevirileri dikkate almaksızın II. Meşrûtiyet dönemi
İslamcılığının yönelimlerini, çelişkilerini, güç ve zaaflarını açıklayamazsınız.
Sözgelimi, Mehmet Âkif merhum, 1919’da açıkça, “Mısır Müftüsü Şeyh
Muhammed Abduh ile Mısır efâdil-i şübbanından Muhammed Ferid Vecdi’den
gayet büyük istifadem oldu”,diyordu25.
Mehmet Akif’in İslamcılık akımı ve batılılaşma üzerine fikrini şu dizeleri bize en
iyi şekilde anlatmaktadır:
“Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini,
Veriniz hem de mesainize son sür’atini,
Çünkü kaabil değil yaşamak bunlarsız,
Çünkü milliyeti yok san’atin, ilmin; yalnız
İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin
Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için

22 Said Halim Paşa, Buhranlarımız, haz. Ertuğrul Düzdağ, Tercüman 1001 Temel Eser:9, s.100.
23 Said Halim Paşa , a.g.e., s.101.
24 Akşin,a.g.e., s.84.
25 Cündioğlu, a.g.e., s.69.

45
 
 
 
 
Ayşe Şakire NEBİLİ
——————————————————————————————
Kendi cemâhiyyeti ruhiyyeniz olsun kılavuz
Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz.”
Ve yine bir başka şiirinde dediği gibi:
“ Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene,
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine.
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı,
Şayet isterseniz ağacın donanıp üstü başı,
Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline,
Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!
İşte dert, işte deva, bende ne var? Bir tebliğ…
Size ait, sizi tahdis edecek say-i beliğ.” (Safahat)

Neticeye gelecek olursak, Panislâmizm propagandası, Sultan


Abdülhamid’in yoğun çabalarıyla İngiltere ve Amerika’ya kadar yayılmıştı.
1903’te Londra’da Abdullah Suhrawardy tarafından kurulan bir dernek Pan-İslâm
Dergisi çıkardığı gibi, Muhammed Webb adlı bir Amerikan dönmesi de,
Washington Elçiliği aracılığı ile Padişah Abdülhamid’ ten maddi destek görerek,
1893’te New York’ta Moslem World başlığı altında bir aylık dergi yayınlamaya
başlamıştır26.
Ayrıca 1901’de Şam’da inşasına başlanan Hicaz Demiryolu 1908’de
Medine’ye ulaşmıştı ve padişahın şahsî serveti ve dünya Müslümanlarının malî
yardımıyla tamamlanan bu eser, Halife’ye İslâm âleminde büyük itibar
sağlamıştı27.
Gelgelelim I. Dünya Savaşı döneminde 11 Kasım 1914’te Osmanlı
Devleti, Almanya’nın yanında İtilaf Devletleri’ne savaş ilan ettikten sonra, 23
Kasım’da törenle Cihad-ı Ekber ilan edildi ve tüm İslam alemine duyuruldu ya da
duyurulmaya çalışıldı ancak bunun fazla bir etkisi olmadığı gibi İngilizler ve
Fransızlar Osmanlı ordusu karşısında Müslüman sömürgelerinden asker
kullandılar ve Osmanlı uyruğu Hicazlılar ile daha başka pek çok Arap, Osmanlı
ordusuna silah çekmekten çekinmediler28.
Dolayısıyla I. Dünya Savaşı esnasında yaşanan bu hadise ile İslamcılık
politikasına olan inanç da sarsılmış oldu.

Sonuç

26 Cündioğlu, a.g.e.,s.88-89.
27 Kuran, a.g.e.,ss.89.
28 Akşin, a.g.e., ss.96.

46
 
 
Meşrûtiyet’i Doğuran “Osmanlıcılık” Akımı Ve II. Meşrûtiyet İle Beraber Yükselen Garplılaşma Ve 
İslâmlaşma Tartışmaları 
——————————————————————————————
Tarihi hadiselerin etkisi çoğu zaman yaşadığı çağı aşarak günümüze kadar
ulaşır. Nitekim II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan bu akımlar da günümüzde
hala etkisini sürdürüyor desek yanılıyor olmayız. Zira bu tefekkür ortamının
günümüze bıraktığı en büyük miras fikirlerin çatışması ve mütefekkirlerin
kutuplaşması oldu. II. Meşrutiyet döneminin batıcılık akımının materyalizme
yaklaşan pozitivist kesiminin bakış açısını, bundan yıllar sonra, 1937’de Descartes
Kongresi’nde memleketimizi temsil eden Ziyaeddin Fahri’nin söylediği şu sözlerde
buluruz:
“ Şarkkâri skolasizme bağlı kalındıkça, fikriyât sahasında Muhammed’in
hakimiyeti kuvvetini muhafaza ettikçe Avrupalılaşamazdık…29”
Ayrıca kendi döneminde bile tam mutabık olamayan bu fikir akımları
bugün de hala tartışılmakta. Gerek gündemdeki başkanlık rejimi ve federal devlet
tartışmaları ile dönemin “Adem-i merkeziyetçi” fikir akımı ve gerekse konuşulan
“Yeni Osmanlıcılık” söylemlerindeki “üst kimlik” ve “milliyetçilik” tartışmaları ile
meşrutiyeti doğuran Yeni Osmanlılar hareketinin içinde yer alan “ittihad-ı anasır”
kavramı ve ırsî millet kavramının üstündeki Osmanlı millet sistemi arasındaki
benzerlikler bu tartışmaların bitmediğini , bir başka deyişle tarihin tekerrür ettiğini
göstermektedir.

Kaynakça
AKŞİN, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007.
AKYOL,Taha, “ Tevfik Fikret’in Modernleşme Anlayışı”, Türk Edebiyatı Dergisi,
S.107, İstanbul, 1982.
ARMAĞAN, Mustafa, Cemil Meriç’in Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.
CÜNDİOĞLU, Dücane, Felsefe’nin Türkçesi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.
GÜNGÖR, Erol, İslâmın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1981.
KASALAK, Kadir, “Cumhuriyet Fikrinin Öncüleri” , SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi, S.20, Aralık , 2009.
KURAN, Ercüment, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, Türk Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara, 1994.
LEWİS, Bernard, Ortadoğu, Arkadaş Kitabevi, Ankara, 2011.
MERİÇ, Cemil, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.
SAİD HALİM PAŞA, Buhranlarımız, Tercüman 1001 Eser Serisi:9.
TEVFİK, Ebuzziya, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1973.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, “Tanzimattan Sonra fikir Hareketleri” , Tanzimat, Maarif
Matbaası, İstanbul 1940.

29 Cündioğlu, a.g.e.,s.38.

47
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul

Umut VAR 1
——————————————————————————————
ÖZET
Düşündüğümüzün aksine tarihin daha eski dönemlerinden beri üzerinde çeşitli
yerleşimler bulunan İstanbul şehri, Önceleri Yunanlar tarafından bir koloni daha sonra ise
Roma imparatorluğu hakimiyeti altında bir kent ve nihayetinde bir başkent olmuştur.
İmparator Konstantinos’un kurduğu bu başkent daha sonra gelen imparatorlar zamanında
da geliştirildiği gibi doğal afetler, isyanlar gibi sebeplerden dolayı felakete de uğramıştır.
Erken Bizans dönemi boyunca muhteşem yapılarla donatılan bu şehir Roma’nın yeniden
doğuşu ve ihtişamını da bize göstermektedir.

Anahtar Kelimeler: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, Megara, Roma,


Konstantinos, Byzas

——————————————————————————————
Kıyamet gününde, yalnız erkek ve kadınların değil, geçmişteki hallerinden
dolayı, şehirlerin de sorguya çekileceklerini rivayet ederler. İstanbul şehrine
gelince, böyle bir sorgudan, şüphesiz ki, hiçbir korkusu olmayacaktır. Birçok
cinayet ve felaketlere sahne olmakla beraber İstanbul'un tarihi başından sonuna
kadar şan ve şerefle doludur. Mevkiinin ve binaların güzelliği, mevcudiyetini ispat
eden kafi delillerdir. Her şeyden ziyade entelektüel sahada meydana getirmiş
olduğu eserlerle de bütün insanlığı kendisine borçlandırmıştır. 2

İstanbul gerek jeopolitik konumu gerek kaynaklarından dolayı


kuruluşundan ve hatta ilk yerleşmeye açılmasından itibaren bir cazibe merkezi
haline gelmiştir. İstanbul'un tarihi geçmişi aslından bizim düşündüğümüzden çok
daha eski dönemlere dayanır. Batı Avrupa'daki bir kent müzesine gittiğinizde o
kentin zaman derinliği yüzbinli yıllarla anlatılırken, yakın zamanlara kadar
İstanbul'un geçmişi İstanbul düşünce sisteminde 2.500 yıl, Yenikapı kazılarından
sonra ise 8.000 yıl öncesine uzanmıştır.3 Ancak bu tarihi yarımadanın dışında
İstanbul'un Paleolitik Çağ’dan beri yerleşim yeri olarak kullanıldığını biliyoruz.
Yarımburgaz Mağarası bu sürecin en eski ve en korunmuş izlerini barındırır.
Mağaranın yaklaşık 800.000 yıllarına, Orta Pleistosen Çağı'na tarihlenen alt

1 İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi, [varumutt@gmail.com]


2 Steven Runciman, Bizanslılar Zamanında İstanbul Üniversitesi, Çev. Münire Bâkır Çelebi, İstanbul
1944.
3 Mehmet Özdoğan, “Tarih Öncesi Dönemlerde İstanbul”, Byzantion’dan İstanbul’a; Bir Başkentin

8000 Yılı, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul 2010, s. 37.


 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
katmanları insan ile ilgili ülkemizdeki en eski buluntu yerlerinden biridir.4

M.Ö. 8-7 yüzyıllarda nüfus artışı ve toprak yetersizliği gibi nedenler, Ege
çevresindeki Yunan kentlerini denizaşırı bölgelede koloni kurmaya yöneltmiştir.
Kolonist kentler arasında, Yunanistan'ın Boiotia bölgesindeki Megara'nın adı
geçer. Megaralılar kuzeydoğuya yelken açarak Marmara denizi kıyılarındaki bazı
bölgeleri kolonize etmiştir.5 Heredotos'un kaydettiğine göre daha sonra Byzas
başkanlığında M.Ö. 660 yıllarında Khalekodon’un karşı kıyısında bir koloni
kurulmuştur. Diğer rivayetlerden en dikkat çekeni ise şudur, Megaralı göçmenler
ülkelerinden çıktıklarında kâhine nereye gidebileceklerini sorarlar kâhin gidin
“Körler ülkesi”nin karşısına yerleşin” demiştir. Byzas gİderken gözleri karşı kıyıda
uzanan üçgen toprak parçasına takılır. Megaralılar bu toprağın olanaklarını çabuk
değerlendirdiklerinden kendi toprakları yerine burayı seçmiş olabilecek olan
Khalkedon halkının kâhinin sözünü ettiği kör insanlar olduğu sonucuna varır.6

İşte bu muazzam şehrin koloni olarak kuruluşundan M.Ö. 73 yılında


İmparator Vespasianus döneminde Roma hakimiyetine alınana kadar gerek
stratejik konumu gerek dönemin gerekliliklerini fazlasıyla karşılaması sebebiyle
Traklar'ın saldırısına uğramış, ardından Pers hakimiyetine girmiştir. Hatta
Makedonya Kralı II. Phillippos'un seferlerinin amaçlarından biri olarak Makedonya
Krallığını Ege Denizine doğru genişletmek ve Helen Kolonilerinin bulunduğu
Karadeniz'e ulaşmak fikri Byzantion kuşatmasında etkili olmuştur.7. Roma
hakimiyeti altında Antik Byzantion'un sonunu getiren Dalmaçya kıyılarındaki
ordunun komutanı Septimus Severus ile Suriye idarecisi Niger arasında
imparatorluk için yapılan savaşlar olmuştur. Çünkü bu savaşlarda Byzantion'un da
içinde bulunduğu doğu tarafındaki gornizonlar Niger'i destekliyordu. Yapılan üç
savaşı da kazanan Septimus Severus, Niger'in öldürülmesinden sonra, ona bağlı
kalan kentleri sert bir biçimde cezalandırmış ve ağır vergiler ödemek zorunda
bırkamıştır.8 Septimus Severus, Byzantion’un surlarını dahil yerle bir etmiş ve
eskiden Bithinia Eyaletine bağlı olan Bizantion’un statüsünü indirgeyerek
Perinthos (Marmara Ereğlisi)’a bağlamıştır.9 Ancak Severus da bu harap ettiği
muazzam şehrin önemini anlamış olacak ki şehri yeniden imar etti. Şehre oğlu

4 Mehmet Özdoğan, a.g.m., s.38.


5 İnci Delemen, “Byzantion; Koloni, Kent, Başkent”, Byzantion’dan İstanbul’a; Bir Başkentin 8000
Yılı, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul 2010, s. 54.
6 Tamara Talbot Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam, Bizans’ın mücevheri Konstantinopolis, Çev. Bilgi

Altınok, Göçebe Yayınları, İstanbul 1998, s. 20-21.


7 Önder Kaya, Konstantin’in Kutsanmış Şehri: Üç Devirde İstanbul, Küre Yayınları, İstanbul 2008,

s.16.
8 Mehmet Özsayit, “Anadolu’da Roma Hakimiyeti”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi,İstanbul

1982, C.II, s. 335.


9 İnci Delemen, a.g.m., s.57.

49
 
 
 
 
 
 
Umut VAR 
—————————————————————————————— 
Antonius Bassianus (daha sonra İmparatorCaracalla) şerefine Augusta Antonina
adını verdi.10 Septimus’un yapı programında Zeuksippos Hamamı ile onun
güneybatısındaki bir Hippodrom’u içeriyordu. Ancak her iki yapı da Septimus
Severus’un ölümüyle yarım kalmış, I. Konstantinos tarafından tamamlanmıştır.

M.s. 3. yüzyıldaki buhranlar evresinin reformcu imparatoru Diocletianus


tarafından Galerius'la birlikte Caesar yapılan Constantius' un Helena'dan olan oğlu
Constantinos, babası ölünce ordu tarafından oy birliğiyle Caesar ilan edildi.
Constantinos kendi muhaliflerinni özellikle Licinius'u ortadan kaldırdıktan sonra
tek başına 323’ te Roma'nın hakimi oldu.11

İşte Byzantion tam da bu dönemde yeniden yükseldi. İmparator


Constantinos, İmparatorluğun tamamını 3. yüzyıl buhranlar evresinden kurtarmayı
planlayan Diockletianus'un reformlarını devam ettirdi. İmparatorluğun doğuya
doğru yayılması ve bu toprakların tek Roma'dan idare edilmesinin zorlukları
görüldüğü için Constantinus imparatorluk başkentini daha doğuya kaydırmak
istedi. Aslında zaten devletin doğuda bir merkezi vardı: Nikomedeia.
Diockletianus, müşterek hükümdarı Maximianus'a devletin batı yarısını bırakarak
doğu yarısını kendisine ayırıp çoğu zaman Nikomedeia'da hüküm sürdü.12
Diocletianus’ta evvelden şarkın cazibesini keşfetmişti. Ayrıca Doğu’nun bu çağrısı
kolayca açıklanabilirdi. Roma’nın ekonomisi zapt edilen eyaletlerin sömürüsüne
dayanıyordu. Ekonomik ağırlık merkezi doğu eyaletlerinin imparatorluğa
bağlanması ve fetih savaşlarının sona ermesiyle doğal olarak eyaletlerde üstünlük
doğuya geçti ve doğunun ekonomik üstünlüğü başkentin taşınmasıyla da
onaylanmış oldu.13 Ancak Konstantinos'un düşündüğü daha ihtişamlı olmuş olacak
ki o Diockletianus’un Doğu’ya hükmettiği bu şehirle yetinmedi. Roma son birkaç
yüzyılın gösterdiği gibi büyüyen toprakların yönetimine uygun bir yer değildi.
Fırat'ın doğusuna ve Mısır'a kadar doğuda genişlemiş olan Roma topraklarına
sürekli olarak doğudan, batıdan ve Tuna boylarından saldırılar yapılmakta idi. Bu
nedenle başkentin bunlara ivedi olarak yanıt verecek biçimde imparatorluğun
ortasında ve yolların kavşağında bir yerde bulunması gerekli olmuştur. Bunun
dışında bir de Roma ve İtalya siyasi olaylarla fazlaca iç içe olmuştu.14 Konstantinos
bunlar gibi imparatorluğa zarar veren durumları göz önüne alarak yeni bir başkent
arama yoluna gitmiştir. İmparator önce Naissus’u daha sonra Troya’yı başkent

10 Işın Demirkent, “İstanbul” Tarih, DİA, C.XXIII, s.205.


11 Ayrıntılı bilgi için bkz. Valesius Seçkileri, Çev. Turhan Kaçar, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2008.
12 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara 1999, s.41.


13 M. Levtchenko, Bizans Tarihi, Çev. Maide Selen, Doruk Yayınları, İstanbul 2007, s.13.
14 Hakkı Dursun Yıldız, “Bizans Tarihi, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, C. III, s.435.

50
 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
yapmayı düşündü ancak Konstantinos, Byzantion'un birçok yönden daha avantajlı
olduğunu düşünmüş olacak ki tereddüt etmeden başşehri Byzantion'u inşaya
başladı.15 İnşaat 324 yılı Kasım ayında16 başladı ve beş buçuk yıl sonra başkent
tamamlandı. 11 Mayıs 330'da, şehir Yeni Roma ya da imparatora ithafen
Constantinopolis adıyla kuruldu. Bundan başka şehir Avrupa ile Asya arasındaki
trafiğe ve Ege denizinden Karadenize giden deniz yoluna hakimdi; böylece şehir
kısa zamanda o zamanki dünyanın en önemli ticaret ve trafik merkezi haline geldi.
Bin yıl süreyle Konstantinopolis ya da Yeni Roma, Bizans İmparatorluğunun
iktisadî, askerî, kültürel ve dinî merkezi ve düğüm noktası olmak sıfatıyla politik
dünya olayları ve insanlığın kültürel gelişmesi üzerinde en büyük bir etkiye sahip
olacaktı.17 Konstantinos, kenti, kendi ata yurduymuş gibi büyük bir ihtişamla
süsledi ve bu kentin Romaya denk olmasını arzu etti. Sonra kente her yerden
vatandaşlar davet etti ve kent içinde neredeyse imparatorluk hazinesini iflas
ettirecek kadar para harcadı..18 Constantinopolis, kuruluşu üzerinden daha yüzyıl
geçmeden Roma'dan daha fazla nüfusa sahip olup 6. yüzyılda herhalde yarım
milyonluk bir ahaliye malikti.. Roma'nın sahip olduğu imtiyazlar
Constantinopolis'e de tanındı. Büyük Konstantinos yeni başşehrin parlaklığını ve
zenginliğini arttırmak hususunda elinden gelen hiçbir şeyi esirgemedi.19 Dönemin
bazı tarihçileri Constantinos'un Constantinopolis için yaptığı bu harcamaları
eleştirmekten geri kalmamıştır. Buradan anlıyoruz ki Constantinos gerçekten de
yeni başşehri tüm ihtişamıyla eskisine benzetmekten ziyade eskisinden birçok
yönden daha muazzam bir şehir yaratmak istemiştir. Constantinos, şehirde özellikle
kilise inşaatına özen göstermiştir. Bunun sebebi de Constantinos'un muhteşem
politik anlayışında yatar. Roma'nın ilk Hıristiyan imparatoru olarak da tanınan
Constantinos, başşehrin kurulduğu bölgedeki halkın dini anlayışını Roma kimliği
altına sokmuş ve böylece devletin birçok yönden gelişmesini sağlamıştır.20
Hıristiyanlık dini Roma’da ve Konstantinopolis’te farklı bir gelişim gösterdi.
Roma’da bu yeni inancın yerleşmesi için çalışırken önderlerinin yolundan giden
misyonerler, bu dini yeni kabul edenler ve dinsel metinleri kaleme alan yazarlar
tarafından tanıtılıp yayıldı. Bunun üzerine kilise Roma’da bir kere kurulunca doğal
olarak ilk rahipler bu önderler arasından seçildi. Konstantinopolis’te ise durum
böyle değildi. Burada din hem devlet başkanı hem kilisenin koruyucusu hem laik

15 Steven Runciman, Byzantine Civilization, Meridian Books, New York 1960, s. 11.
16 Steven Runciman, a.g.e., s.11.
17 Ostrogorsky, a.g.e., s. 41.
18 Excerpta Valesiana, Çev. Turhan Kaçar, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2008, s. 43.
19 Georg Ostrogorsky, a.g.e., s. 42.
20 Konstantinos’un Hıristiyanlığa bakışı meselesi için bkz., Turhan Kaçar, Geç Antikçağ’da

Hıristiyanlık, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2009.

51
 
 
 
 
 
 
Umut VAR 
—————————————————————————————— 
bir imparator hem de yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi olduğu için siyasal ve dinsel
çevrelerde üst düzeyde olan Konstantinos tarafından destekleniyordu.21

Bizanslılar bu muazzam şehrin kaynaklarını kullanmayı çok iyi bildiler.


Ticarette de kısa zamanda önemli bir noktaya ulaşan Bizans’ın halkı küçük bir
koya haklı olarak Altın Boynuz adını vermişlerdi. Çünkü bütün uluslardan
tüccarlar burayı kullanmaya başladıktan sonra Dünya’nın en zengin limanına
dönüşerek gerçekten öyle olduğunu kanıtladı.22

Konstantinos halkı buraya çekmek için birçok girişimde bulundu. O, Tiber


Nehri üzerindeki pek çok özelliği Boğaz’a taşımıştır. Doğuya taşınıp
Konstantinopolis’in yeni Senatosunu oluşturmayı kabul eden senatör ailelerine
toprak vermiş ve ayrıcalıklar tanımıştır. Bedava ekmeğe hak kazanmak, yeni ev
yapımıyla ilişkilendirilmiştir. Yeni Roma’da ev yapanlar şehrin on dört bölgesinde
belirli noktalarda günlük taze ekmek alacakları ekmek pulları veriliyordu. Şehrin
ihtiyacını karşılamak üzere tahıl siloları ve sarnıçlar inşa edilmişti. 359 yılında
şehri Roma modeline göre yönetecek bir vali atanmış ve imparatorluğun bütün
yetkileri onda toplanmıştı.23

Şehirdeki o dönem yapılarından en eski ve en muazzamı olan Hipodrom,


Roma’daki Circus Maximus örnek alınarak Septimus Severus tarafından yaptırıldı.
Daha sonra I. Konstantinos tarafından geliştirildi.24 Hippodromda imparatorun
yarışları seyretmek için khtisma denilen bir locası vardı. Bu loca spiral
merdivenlerle Büyük Saray’a bağlanmaktadır. Yani Hipodrom halk ile imparatorun
karşılaştığı bir yerdi. Yarış alanının ortasında yapılan ve sanat eserleriyle süslenen
duvara spina deniliyordu.İmparatorlar spinayı değerli eserlerle süsledi. Yarışlarda
Kırmızılar, Beyazlar,Maviler ve Yeşiller olmak üzere halkı temsil eden partiler
vardı. İmparator’da bu partilerden birini tutar ve bunu açıkça belli ederdi. Ayrıca
bu grupların başka ciddi görevleri de vardı: Saraydan doğruca Hipodrom’daki
locasına geçen imparatora alkış tutarlardı. Kişiler ya da gruplar kızgınlıklarını ifade
etmek için tarafları kullandıklarından bu sorumluluktan siyasi bir boyut gelişti.
Zorunlu olan alkış tutmadan sonra sahnelenen müdahalelerle Yeşiller ve Maviler,
söz gelimi yüksek fiyatlar hakkında, eleştirel ifadeleri dile getiriyorlardı.25. Bunun
yanı sıra Hipodrom, Bizanslıların, şehrin her zaman 11 Mayıs’ta kutlanan yaşgünü
törenleri; düşmanların ya da mahkûm edilmiş suçluların ölümü; genç imparatorun

21 Tamara Talbot Rice, a.g.e., s. 18.


22 Tamara Talbot Rice, a.g.e., s. 19-20.
23 Judith Herrin, Bizans Bir Ortaçağ İmparatorluğu’nun Şaşırtıcı Yaşamı, Çev. Uygur Kocabaşoğlu,

İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s.38.


24 Işın Demirkent, “İstanbul” Tarih, DİA, C. XXIII, s.206.
25 Judith Herrin, a.g.e., s.60.

52
 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
doğumu ya da taç giymesi gibi törensel olaylar için toplanılan yerdi. Bizanslıların
hayatında öyle bir yer alıyordu ki imparator bunun için özel fonlar ayırıyorlardı.26

Konstantinos şehre bir de Konstantinos Forumu yapıldı. Bu forumun en


güzide parçası da Konstantinos Sütunu’dur. Bugün Çemberlitaş olarak bildiğimiz
sütun Roma’dan Konstantinopolis’e getirilmişti ve üzerinde Apollo’nun heykeli
vardı. Konstantinos bu heykeli söküp yerine kendi heykelini koydurttu. Önceki
heykelin altında Apollon için yazılan şu yazıda Konstantinos Apollon'u sildirerek
kendi adını kazıttırmıştır. "Güneş gibi parlayan Konstantinos"

Konstantinopolis’te Konstantinos tarafından yaptırılan din ve ibadetle ilgili


binaların sayısının ne kadar olduğu belli değildir. İmparatorluk mozolesinin daha
sonra bağlandığı, Havvariyun Kilisesi’ni, Aya İrini Katedral Kilisesi’ni ve din
uğruna hayatını vermiş iki yerel şehit Mokios ve Akakios kültüne adanmış
kiliseleri muhtemelen o planladı.27 337 yılında öldüğünde henüz tamamlanmamış
ancak oğlu Constantius tarafından tamamlanacak olan Havvariyun Kilisesi’ne
gömüldü.

Konstantinopolis, Konstantinos’un ardılları tarafından da çeşitli yapılarla


donatılmıştır. Bunlardan en önemlilerinden birisi İstanbul'un su ihtiyacını
karşılamak içim İmparator Valens zamanında yapımı bitirilen ve imparatora ithaf
edildiğinden Valens Su Kemeri olarak bilinen yapıdır. Bu su kemerinin yapımı
üstelenen ise 368-373 yılları arasında Praefectus Claerchus'dur.28

Konstantinos öldükten elli yıl sonra Konstantinopolis ilk felaketiyle


karşılaştı. Gotlar Romalıları Hadrianapolis (Edirne)’ te esaslı bir şekilde yenince
büyük bir kriz yaşandı. Valens Batıdan gelecek takviyeyi beklemeden barbar
istilacıları geri püskürtmek için büyük bir ordunun başında sefere çıktı. Ancak
seferde öldü. Gotlar imparatorluk topraklarını Kosntantios'un surlarına kadar olan
kısmı yağmaladılar.29

Yeni bir hanedanın kurucusu ve katı bir Hıristiyan olan imparator


Theodosios zamanında 383'de Batı eyaletlerinde mukabil imparator ilan edilen
Maximus'a karşı kazandığı zaferin anısına 390'da Konstantinopolis Hipodrom
spinasına Mısır'dan getirilmiş olan ve Firavun III. Tutmosise’e ait olan obeliski
diktirdi.30 Bu Bu obeliskin getiriliş nedeni ilgi çekicidir. Birinci nedeni uzaklarda

26 Judith Herrin, a.g.e., s.61.


27 Judith Herrin, a.g.e., s.40.
28 Semavi Eyice, “Türkiye’de Bizans Sanatı”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, C. III, s.521.
29 Judith Herrin, a.g.e., s. 43.
30Işın Demirkent, “İstanbul” Tarih, DİA, C. XXIII, s. 207.

53
 
 
 
 
 
 
Umut VAR 
—————————————————————————————— 
zorluk ve fedakarlıkla getirilip dikilmesi, ikinci sebebi de obelisk üzerindeki bir
takım işaretlerin halkı etkileyip tılsım etkisi yaratmasıdır.31 Bunun yanı sıra
bugünkü Beyazıt Meydanı’nın da bir bölümünü oluşturduğu Theodosios Zafer Takı
yaptırılmıştır. Burada Theodosios’un heykeli bulunmaktadır.

Theodosios kendi zamanında Roma İmparatorluğunun geleceğini


belirleyen bir karar aldı. Devletin batı yarısındaki uzun süren bir iç savaştan sonra
Theodosios ölümünden kısa bir süre önce bütün imparatorluğu bir defa daha
hâkimiyeti altına birleştirmişti. Fakat ölüm döşeğinde, bu kadar zorlukla birliği
sağlanmış olan devletin yeniden taksimini emretti. Ayrıca bu taksim sırasında
devletin doğu yarısına reddedilmeyecek bir üstünlük verdi.32 Daha önceden olan
Doğu-Batı Roma ayrımı resmi bir ayrım değildi. Roma’da çıkan kanunlar doğuyu
da batıyı da aynı şekilde etkiliyordur. Ancak bu ayrım ile artık Roma
İmparatorluğu Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye ayrılacaktır. Theodosios 395
yılında devletin doğu yarısını oğlu Arkadios’a, batı yarısını ise küçük oğlu
Honorius’a taksim etti.33

Theodosios, geçmişten dönemine uzanan bazı itikat problemlerini çözmek


amacıyla imparatorluğun başkenti Konstantinopolis’te toplandı. 381 Mayıs ayında
toplanan bu genel konsil de Konstantinopolis’in kilise hiyerarşisindeki yeri ile ilgili
de benimsediği üçüncü yasaya göre, Konstantinopolis, kilise hiyerarşisinde çok
hızlı bir şekilde yükselerek, Roma’dan sonra ikinci sırayı aldı.34

Tahta 408 yılında geçen II. Theodosios devrinde Konstantinopolis


gelişmeye devam ediyordu. Roma 410 yılında yağmalandıktan sonra
Konstantinopolis’te üç günlük yas ilan edildi. Doğu Roma İmparatoru II.
Theodosios bunun dışında Batı başkentine pek az yardım etti: Fakat Theodosios’un
bakanları bu olaydan sonra Konstantinopolis’i büyük surlarla kuşatmaya başladılar.
Hala günümüz İstanbul’unu çevreleyen Theodosios’un surları Ortaçağ boyunca
Roma İmparatorluğu’nun ayakta kalan başkenti olarak Konstantinopolis’in
zaptolunmaz konumunu özetledi.35. II. Theodosios’un başkenti artık tüm tarihi
yarımadayı kaplıyordu. Ana caddeler, kamu alanları topografyaya göre
düzenlenmişti. Mese adı verilen sütunlu ana cadde, Augusteion Meydanı’ndaki
Million Taşı’ndan başlayarak, birkaç büyük forumdan geçiyordu: Daire biçiminde

31 Özkardeşler Ezher, İstanbul'un Bizans Devrine Ait Abidevi Anıtları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Bitirme Tezi, İstanbul 1976,s. 40.


32 Ostrogorsky, a.g.e., s.49.
33 Ostrogorsky, a.g.e., s.49.
34 Turhan Kaçar, a.g.e., s.122.
35 Peter Brown, Geç Antikçağ’da Roma ve Bizans Dünyası, Çev. Turhan Kaçar, Tarih Vakfı Yurt

Yayınları, İstanbul 2000, s.85.

54
 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
Konstantinos Forumundan sonra bir ana kavşağı belirleyen tetrapylon (sütunlarla
belirlenen dört kapı), sonra I. Theodosios’un yaptırdığı Roma’daki Traianus
Formu’nun kopyası olan Tauri Forumu gelirdi, Mese bundan sonra Trakya’yı kente
bağlayan iki ana karayoluna ayrılırdı.36

II.Theodosios döneminde şehirde eğitim alanında büyük ilerlemeler


yaşanmıştır. Bugünkü İstanbul Üniversitesinin Osmanlı öncesi temeli sayılan okul
Konstantinos zamanında kurulmuş olup, Konstantius tarafından geliştirilmiştir. II.
Theodosios tarafından tam anlamıyla kurulmuştur.37 Bu okulda 10 Grekçe 10
Latince gramerci, 5 Grekçe ve 3 Latince retorik hocası, 1 filozof ve 2 hukukçu
bulunmaktadır.38 Grekçenin bu bariz üstünlüğünden de anlaşılacağı üzere Bizans
bulunduğu coğrafyanın etkisi altın altına girerek Grekleşmeye başlamıştır.

Bu dönemde Bizans’ı uğraştıran diğer bir dış güç ise Hunlardır. Hun
hükümdarı Attila idareyi kurduktan kısa süre sonra imparatorluğun Doğu tarafına
akınlar yaptı.Hunlar yaptıkları akınlarda Naissus’u dahi aldılar. Ancak Attila,
Konstantinopolis’e saldırmaktan çekindi.39 Bunun sebebini düşündüğümüzde
donanması olmayan Hunlar başkente saldırırsa arkalarında bıraktıkları kavimlerin
hareketlenebileceğinden çekinmiş olabilecekleri aklımıza gelebilir. İşte bu gibi
savunma faaliyetleri için II. Theodosios, Konstantinopolis surlarını genişletip
onartmıştır.

5. yüzyılın ilk çeyreğinde kentin istatistiksel bir anlatısını, Notitia urbis


Constantinopolitanae olarak tanınan kentin, tıpkı Roma gibi, bölünmüş olduğu 14
bölgeyi sıralayan, kısa Latince bir belge verir. İşte bunlardan bazıları; 8 kamusal ve
153 özel hamam; 4 forum; 5 tahil ambarı, hipodroma ek olarak 2 tiyatro; 322
sokak; 4.388 domus (zenginlerin konakları); 52 revaklı giriş (portico); 20 kamusal
ve 120 özel fırın; 14 kilise.40

İmparator Markianos döneminde ise Khalkedon dini inanç kavgalarına bir


çözüm bulmak ve sapkın inançları önlemek için bir konsile ev sahipliği yapmıştır.
Ayrıca oİmparator Markianos döneminde dikilen ve bugün Kıztaşı olarak bilinen
Marcianus Sütunu, imparator onuruna şehrin praefectusu Tatianus tarafından
diktirilmiş olduğu bilinmektedir.

36 Robert Ousterhout, Bizans Konstantinopolis’inden Kalan Mimari Miras, Byzantion’dan İstanbul’a;

Bir Başkentin 8000 Yılı, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul 2010, s. 125- 126.
37 Ostrogorsky, a.g.e., s.51.
38 Runciman, a.g.e., s.179.
39 Levtchenko, a.g.e. s.43.
40 Cyrill Mango, Bizans Yeni Roma İmparatorluğu, çev. Gül Çağalı Güven,Yapı Kredi Yayınları,

İstanbul 2008, s.85.

55
 
 
 
 
 
 
Umut VAR 
—————————————————————————————— 
491 yılında yaşlı bir saray memuru olan Anastasios, daha önceki imparator
Zenon’un ölümünün ardından dul kalan karısı Ariadne ile halkın bir hükümdar
istemesi üzerine evlenmişti. Bu yolla imparator olan Anastasios, Ortodokslukla zıt
görüşleri olan Monofizit görüşün yanındaydı. Daha önceden bahsettiğimiz
Hipodromdaki spor grupları olan Maviler ve Yeşiller din konusunda da siyasette
olduğu gibi ayrı görüş içerisindeydiler. Yeşiller daha çok Doğulu halkı temsil
ettiklerinden Monofizit inanca mensup, Maviler ise daha üst düzey Bizanslıları
temsil ettiğinden onların görüşü olan Ortodoksluk inancına mensuplardı. Bu
dönemde Konstantinopolis işte bu sebepten dolayı bir isyanın mekanı olacaktı.
İktisadî siyaseti, ticaret ve zanaati destekleyen dini siyaseti ise Monofizitleri açıkça
himaye eden Anastasios, Yeşillerin dostu idi. Bunun neticesinde Mavilerin ona
karşı isyanı oldu. Arka arkaya kamuya ait binalar ateşe verildi; imparatorun
heykelleri yıkılarak sokaklarda sürüklendi. Hipodrom’da birçok kere imparatorun
kutsal şahsına karşı düşmanca gösteriler yapıldı: İhtiyar hükümdara küfredildi,
hatta üzerine taş atıldı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra, kent valisi görevden alındı,
yerine Yeşillerin başkanı geçirildi. Kilise litürjisindeki “Üç defa kutsal” yani
Trisagion, ilahisinin Monofizitçe bir tamamlanması yüzünden 512 yılında
İstanbul’da neredeyse Anastasios’un tahtına mal olacak bir ihtilal daha patlak
verdi.41 Bu kargaşa durumunda siyasi birtakım hedefleri olan kimseler de isyan
etmiş ve zaten Konstantinopolis’teki isyan yeterince ağırken bir de bu durum
eklenmişti.

6. yüzyıla geçerken Bizans İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu'nun


geçirdiği büyük buhrandan sıyrılmış ancak gerek kavimler göçü gerek iktisadi ve
devlet yönetim sistemiyle ilgili sorunlar içerisinde boğulmaya başlamış olan
Bizans'ın başına geçen İmparator Iustinianus döneminde Konstantinopolis'te birçok
önemli yapı inşa edildiği kadar şehir bir o kadar da zarar görmüştürŞehir için
dönemin en büyük tehlikesi de Nika İsyanı'dır. 532 Ocak ayındaki Nika İsyanı –
gösericilerin attığı Nika (Fethet!) sloganından dolayı öyle anılır- Iustinianus
yönetiminin temposunu çarpıcı bir şekilde değiştirdi. İsyan Doğu Roma tarihindeki
en şiddetli patlamaydı.42 Ertesi gün yolsuzluklardan ve keyfi yönetimden bıkmış
Mavi ve Yeşiller de isyana katıldı. 13 Ocak günü, Hipodrom’da Iustinianus’tan iki
mahkûmun salınması istendi. Reddedilmesi üzerine olağanüstü bir kalabalık,
muhafız alayı kışlasını kuşatıp muhafızları öldürdü ve hapishaneye saldırdı;
mahkûmları serbest bıraktıktan sonra hapishaneyi yaktı. Zincirden boşanmış
kitlenin öfkesinden çok ürken zenginler, İstanbul Boğazı’nın Asya kıyısına

41 Osrogorsky, a.g.e. , s.62.


42 Peter Brown, a.g.e., s.93.

56
 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
kaçtılar.43 İmparator bazı tavizler verdiyse de bu isyancıları durduramadı. Birikmiş
kalabalığın haykırışlarının duyulduğu uzaklıkta, saray iskelesinden kayıklarla
kaçışın ayrıntılı planları yapıldı. Daha sonra, kalabalığın ve alkışların yöneldiği
İmparatoriçe Theodora, bir adım öne çıkarak gitmeye hazır olmadığını açıkladı.
“Erguvan renginden güzel kefen olur; ben bu imparatorluk giysisinin içinde ölmeyi
tercih ederim” dedi. heodora’nın bu sözlerinden hareketle imparator kaçmak yerine
bu sorunu çözmeyi yeğledi. Onu Belisarios'un kararlılığı ve Narses'in becerisi
kurtardı. Narses mavilerle müzakereye girişerek asilerin birleşmiş cephesini
parçaladı; Belisarios ise imparatorluğa sadık bir savaş birliği ise Hipodroma
saldırarak âsileri kılıçtan geçirdi. Binlerce kişinin hayatına mal olan bu korkunç
katliam isyan hareketinin sonu oldu.

Konstantinopolis'e büyük kayıplar verdiren bu ayaklanma en çok da


İmparatorluğun en önemli kiliselerinden biri olan Hagia Sophia Kilisesi'ni etkiledi.
Dönemin en büyük kilisesi olarak yeniden inşa olunan Hagia Sophia’nın inşasında
binlerce kişi çalıştı. İmparator daha 31 metre çapında ve kilisenin orta nefi üzerinde
zemninden yüksekliği 55 metre olan muazzam bir kubbe oturtulması, daha önce hiç
denenmemiş bir maharetin gerçekleştirilmesi için Trallesli Antemios ve Miletoslu
Isidoros adlarındaki mimar- mühendisleri görevlendirdi.44 Yapı muazzam derecede
büyük ve gösterişliydi. Ancak bu değerli yapı imparatorlukta büyük bir mali krize
yol açacaktı.

Ayrıca imparatorun bir heykeli de yapılmıştır. Forum Augustion’da yer


alan sütun üzerindeki tunçtan yapılmış atlı heykelinde, süvari olarak tasvir
edilmiştir.45 Heykel ata binmiş Doğuya yönelmiş bir vaziyette idi. Sol elinde
kudretin timsali olan, karaların ve denizlerin hakimi olduğunu gösteren ve üzerinde
haç bulunan bir küre vardı. Sağ elini yukarı kaldırmış, imparatorluğun sınırlarına
hürmet etmek amacıyla İran'lıları işaret eder vaziyettedir. At ise yürür vaziyette bir
ayağı yukarı yapılmıştır. Iustinianus'un elindeki küre yeryüzünü, haç ise Tanrının
çarmıhta can verdiği inancını simgeler.46 İşte buradaki apokaliptik tema olan küre,
Türkler'deki Kızıl Elma kavramıyla birebir örtüşmekte ve hatta Kızıl Elma fikrinin
temelini oluşturmaktadır.

Daha sonraki yıllarda Konstantinopolis başta Türkler ve Araplar olmak


üzere birçok kavmin kuşatmalarına göğüs gerecekti. Bunu yaparken giderek

43 Levtchenko, a.g.e., s.69.


44 Judith Herrin, a.g.e., s.94.
45 Prokopius, Iustinianus Dönemi’nde Yapılar, Birinci Kitap, Çev. Erendiz Özbayoğlu, Arkeoloji ve

Sanat Yayınları, İstanbul 1994, s.24.


46 Bu konu için bkz. Stefanos Yerasimos, “Ağaçtan Elmaya: Apokaliptik Bir Temanın Soyağacı”,

Cogito Bizans, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999.

57
 
 
 
 
 
 
Umut VAR 
—————————————————————————————— 
gücünü arttıracak ve üzerinde kurulduğu imparatorluğa bu gücünü yansıtacaktır.

Bizantion, Konstantinopolis ya da İstanbul biz ne dersek diyelim, bu denli


muazzam imparatorluk şehirleri üzerinde bulunan eski yapılarından geriye sadece
bir taş parçası dahi kalmış olsa ruhunu hiçbir zaman yitirmeyecektir. Bize düşen bu
ruhu olabildiğince konserve etmek ve ne yazık ki gittikçe tükenen bu mükemmel
şehrin önemini en azından Megara, Bizans ve Osmanlı kadar kavrayabilmektir.

Kaynakça

Bizantion’dan İstanbul’a Bir Başkentin 8000 Yılı, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul
2010.
BROWN, Peter, Geç Antikçağ’da Roma ve Bizans Dünyası, Çev. Turhan Kaçar,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000.
DEMİRKENT, Işın, “İstanbul” Tarih, DİA, C. XXIII, s. 205- 212, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, İstanbul 2001.
DIEHL, Charles, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. Cevdet R. Yularkıran, Kanaat
Kitabevi, İstanbul 1939.
DÜZGÜNER, Fırat, Iustinianus Dönemi’nde İstanbul’da Yapılar Procopius’un
Birinci Kitabının Analizi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2004.
EYİCE Semavi, Bizans Devrinde Boğaziçi, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007.
“Türkiye’de Bizans Sanatı”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi,
C. III, s. 514-564, Görsel Yayınlar Ansiklopedik Neşriyat, İstanbul 1982.
Excerpta Valesiana, Çev. Turhan Kaçar, Kabalcı Yayınları Humanitas Yunan ve
Latin Klasikleri, İstanbul 2008.
HERRİN, Judith, Bizans Bir Ortaçağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı, Çev.
Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul 2010.
KAÇAR, Turhan, Geç Antikçağ'da Hıristiyanlık, Arkeoloji ve Sanat Yayınları,
İstanbul 2009.
KAYA, Önder, Konstantin'in Kutsanmış Şehri: 3 Devirde İstanbul, Küre Yayınları,
İstanbul 2008.
LEVTCHENKO, M.V., Bizans Tarihi, Çev. Maide Selen, Doruk Yayınları,
İstanbul 2007.
MANGO, Cyrill, Bizans Yeni Roma İmparatorluğu, Çev. Gül Çağalı Güven, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2008.
OSTROGORSKY, Georg, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1999.
ÖZKARDEŞLER, Ezher, İstanbul'un Bizans Devrine Ait Abidevi Anıtları, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Bitirme Tezi, İstanbul
1976.

58
 
 
 
 
 
 
Erken Bizans Dönemi’nde İstanbul 
——————————————————————————————
ÖZSAYİT, Mehmet, “Anadolu’da Roma Hakimiyeti”, Anadolu Uygarlıkları
Ansiklopedisi, C. II, s. 325-361, Görsel Yayınlar Ansiklopedik Neşriyat,
İstanbul 1982.
Procopius, Gizli Tarih, Çev. Orhan Duru, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul
2011.
Procopius, İstanbul’da Iustinianus DönemindeYapılar Birinci Kitap, Çev. Erendiz
Özbayoğlu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1994.
RICE, T. Tamara, Bizans’ta Günlük Yaşam; Bizans’ın Mücevheri
Konstantinopolis, Çev. Bilgi Altınok, Göçebe Yayınları, İstanbul 1998.
RUNCIMAN, Steven, Byzantine Civilization, Meridian Books, New York 1960.
YILDIZ, Hakkı Dursun, “Bizans Tarihi”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, C.
III, s. 434- 511, Görsel Yayınlar Ansiklopedik Neşriyat, İstanbul 1982.

59
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi

Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
ÖZET
Tanzîmat döneminin baş aktörlerinden biri olan Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895)
Türk düşünce târihimizde üstün bir yere sahiptir.

Cevdet Paşa medreseden yetişmiş, ilmiye sınıfına dâhil biri olduğu halde kendi
dönemindeki medresenin kalıplarını kırarak o günkü Avrupa’da yavaş yavaş gelişen
ilimlere de merak salmış ve aldığı klasik medrese eğitiminin yanı sıra modern ilimlerde de
kendisini geliştirmiştir.

Târih felsefesi konusunda en çok İbn Haldûn’un görüşlerinden etkilenmiş ve onun


fikirlerinden yola çıkarak kendi sistemini oluşturmuştur. Târih alanında birçok eseri
bulunan Paşa’nın târihe bakışı ve târihten beklentileri kendisinden önceki Osmanlı
vak’anüvislerine göre oldukça farklıdır. Tekdüze bir olay yazıcılığı yerine geçmişteki
olayları eleştirel yönden inceleyen Paşa, târihin insanlara ders verici nitelikleri üzerinde
durarak devlet ve toplum düzeninin aksayan yönlerini tedavi etmede târihin ilaç görevinde
olduğunu belirtmiştir. Târihî olayların meydana geliş sebeplerini ise ilâhî güce
dayandırmıştır.

Kendisinden önceki vak’anüvislerden farkını ortaya koyan Cevdet Paşa, bir


târihçide olması gereken özellikleri sıralayarak modern Türk târihçiliğinin de alt yapısını
oluşturmuştur. Târihî olayların tam olarak aydınlatılmasında târihçiye düşen görevleri
sıralamıştır. Bunun yanında Osmanlı vak’anüvisleri arasında bir ilki gerçekleştirerek
Avrupa târihini doğrudan ele almış ve taassuba takılmadan Batı’yı modern bir Doğulu
olarak gözlemlemiştir.

Kendi târih anlayışı doğrultusunda târih denilen zaman çizgisini çağlara ayıran
Paşa, Avrupalı târihçiler tarafından yapılan çağ taksimatını da eleştirmiş ve kendi çağ
kurgusunu oluşturmuştur.

Anahtar Kelimeler: Ahmed Cevdet Paşa, Târih felsefesi, Târih-i Cevdet

——————————————————————————————
1. Giriş

Cevdet Paşa gerek siyâset ve hukuk gerekse dil ve din alanında çok yönlü
bir kişiliğe sahiptir. Ancak bunlardan da öte bir târihçidir. Bunun nedenleri olarak
kendisinin kaleme almış olduğu târihe dâir eserlerinin büyük önem arz etmesi,

 Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Târih Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi.
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
târihin kendisi için bir disiplin olması ve diğer bütün çalışmalarının ana kaynağını
târihin oluşturmasıdır.1

Cevdet Paşa’nın klasik şark târihçiliğinin en üstün örneğini veren bir


vak’ayinâmeci mi yoksa Batı tarzı târihçiliğin kapılarını açan modern bir
araştırmacı mı olduğu konusunda tartışmalar vardır.2 Mükrimin Halil Yınanç
Osmanlı târihçiliğini edebi kaygı ağır basan süslü nesirle yazılmış İran etkisindeki
nakilci ve tasvirci târihçilik ile olaylara sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde eleştiri
süzgecinden geçirilerek aktarılan faydacı târihçilik olarak ikiye ayırmıştır.3 Cevdet
Paşa ise klasik Osmanlı târihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiş; târihçilik, târih
felsefesi ve yöntemi bakımından da eski vak’anüvis târihlerinden farklı yeni bir
anlayışın yolunu açmıştır. Paşa, Osmanlı târihçiliğinin klasik İslâm geleneğine
şeklen bağlı görünmektedir. Ancak İslâm târihçiliğinin ilmî târihçilik ekolünü takip
etmekle birlikte, bu ekolün belâgata önem veren İran tarzı edebi târihçilikle ahenkli
bir terkibini gerçekleştirmiştir. Böylece Kâtip Çelebi ve Müneccimbaşı gibi aynı
terkibi yapmış olan târihçi neslin son temsilcisi olmuş, eski ile yeni târihçilik
anlayışı arasında bir köprü vazifesi görmüştür.4

Paşa’nın Batılı târihçilerden etkilenip etkilenmediği konusunda tartışmalar


vardır. Muallim Cevdet hocası Selim Sabit’ten naklettiğine göre Cevdet Paşa’nın
fikrî dünyasının gelişiminde Batılı târihçilerin de etkili olduğunu belirtmiştir.5
Ancak Ümit Meriç bu iddianın doğruluğunu kabul etmezken6 Tanpınar ise sadece
uzak da olsa Paşa’nın Vak’a-i Hayriye tasvirinde Michelet’in Fransız İhtilâli’nin
betimlemesinin bir etkisi olabileceğini ve muhtemelen yabancı kaynaklar
hususunda kendisine yardım eden Hoca Sahak gibi kişilerin Michelet’in eserini
Paşa için kısmen tercüme etmiş olabileceklerini savunmuştur.7 Gerçekten de
bakıldığında Paşa’nın Batılı târihçilerden yararlanması dolaylı yoldan
gerçekleşmiştir. Paşa’nın Encümen-i Dâniş’in hâricî üyesi Hammer’le ilişki
hâlinde bulunması8, Muallim Ali Şahbaz Efendi aracılığıyla Batı târihi ve hukuku

1 Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul
2012, s. 176.
2 Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat Tarih-i Cevdet’in Siyasi Anlamı, Çev. Meltem

Arun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, ss. 208-215.


3 Mükrimin Halil Yınanç, “Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar Bizde Tarihçilik”, Tanzimat, C.2, MEB

Yayınları, İstanbul 1999, s. 575.


4 Yusuf Halaçoğlu, Mehmet Akif Aydın, “Cevdet Paşa”, TDVİA, C.7, İstanbul 1993, s. 446.
5 Muallim Cevdet, “Dârülmuallimin Yetmiş Birinci Sene-i Devriyesi Vesilesiyle Müessesenin İlk

Müdürü Cevdet Paşa’nın Hayat-ı İlmiyesi Üzerine Konferans”, Tedrîsât Mecmuası, C.7, S.39,
Haziran 1333, s. 435.
6 Ümid Meriç, Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1975,s. 10.
7 Tanpınar, a.g.e., s. 178.
8 Ahmed Cevdet, Tezâkir 40- Tetimme, Yay. Cavid Baysun, TTK Yayınları Ankara 1991, s. 74.

61
Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
konularında bilgiler edinmesi9 Mekâtib-i Umûmîye Nâzırı Kemal Efendi’den
Avrupa’da târih yazma usulüne dair bilgiler almaya çalışması10 ve Hoca Sahak’ın
da Paşa için Batı dillerinde yazılmış bazı târihî kaynakları tercüme etmesi durumu
gözler önüne sermektedir. Bunun yanında Encümen-i Dâniş’in de Batı
kaynaklarından yaptırdığı çevirileri göz ardı etmemek gerekir. Tüm bu sebepler
Paşa’nın Batı kaynaklarından haberdar olmasını sağlamıştır. Ancak tüm bunlara
rağmen Paşa’nın târih görüşünde ve yönteminde Batılı târihçilerin etkisinin
görüldüğü söylenemez. Ümit Meriç’in de ifâde ettiği gibi Paşa’nın Batı
sistemleriyle yakın bir münâsebeti olduğu düşünülemez, buna ihtiyacı da yoktur.11
Cevdet Paşa’nın târih felsefesinde Batılı târihçilerin etkili olduğu iddiası bu hâliyle
pek geçerlilik kazanamamaktadır.

Paşa’nın Batılı ilim adamlarından ne kadar faydalandığı tartışmalı olsa da


İbn Haldûn’un görüşlerinin onun târihçilik anlayışında önemli bir yer tuttuğu
söylenebilir. İbn Haldûn’un asabiyet prensibini Osmanlı Devleti’ne uygulayarak,
bu devleti “Türklüğe mahsus olan sıfât-ı sâbite-i memdûha ile şecâat ve diyânet-i
Arabiyye’yi cem’ etmiş bir cem’iyyet-i cemile”12 şeklinde ifâde etmiştir. Cevdet
Paşa, târih felsefesi ve yönteminde büyük ölçüde bir kısmını tercüme ettiği
Mukaddime’nin yazarı İbn Haldûn’un etkisinde kalmıştır. 15. yüzyılda yaşamış
olan ve İslâm dünyasının belki de dönemine göre ileride sayılabilecek fikirlere
sahip tek târihçisi İbn Haldûn’u Cevdet Paşa dışında hiçbir târihçi gerçek mânâda
anlamak kabiliyetini gösterememiştir.13 Bundan dolayı Tanpınar onu İbn
Haldûn’un son şakirdi sayarken;14 Mehmed Cemâleddin Efendi de onun İbn
Haldûn’un halefi olduğunu söylemiştir.15

Cevdet Paşa İbn-i Haldûn’un “beş tavır” nazariyesini Kâtip Çelebi,


Müneccimbaşı ve Naimâ gibi Osmanlı târihçilerine benzer bir anlayışla nakletmiş
ve her devlet gibi Osmanlı Devleti’nin de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme
ve çöküş dönemlerinden geçeceğini; ancak beşinci tavrın tıpkı diğer Osmanlı

9 Ali Ölmezoğlu, “Cevdet Paşa, İA, C.3, İstanbul 1977, s. 114.


10 Bekir Kütükoğlu, “Tarihçi Cevdet Paşa”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri 27-28 Mayıs 1985
Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, s. 108.
11 Meriç, a.g.e., s. 10.
12 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, Tertib-i Cedid, Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, s. 29.
13 Kemal Sözen, Ahmet Cevdet Paşa’nın Felsefi Düşüncesi, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, s. 49.


14 Tanpınar, a.g.e., s. 177.
15 Mehmed Cemâleddin, Osmanlı Târih ve Müverrihleri (Âyine-i Zurefâ), İkdam Matbaası, Dersaadet

1314, s. 114.

62
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
târihçilerinin söylediği gibi değiştirilebileceğini belirtmiştir. Böylece târihte mutlak
bir determinizm olmadığı yönünde görüş bildirerek İbn Haldûn’dan ayrılmıştır.16

2. Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi


2.1. Târihin Önemi Ve Gerekliliği
Cevdet Paşa’ya göre târih ezeli bir akıştır. Bütün beşeri kıymetleri ve
hakikatleri değiştiren bir “hengâme-i ibrettir”.17 Paşa, târihin önemimi şöyle
belirtir: “İlm-i târih efrâd-ı nâssı vekayi ü meâsir-i mâziyyeye ve vükelâ ve havâssı
hafâya ve serâir-i mukteziyyeye muttali idüb nef’î âmme-i âleme âid ve râcî
oldığından âmme-i eşhâs mütâlaasına mecbul ve beynü’l-havâss makbûl ü mergûb
bir fenn-i kesîri’l menâfidir.”18

Târihten maksat sadece bir maddenin filan târihte olduğunu bilmek


değildir. Târih kitapları geçmiş olayları anlatarak gelecek kuşaklara iyiyi ve
kötüyü, haklıyı ve haksızı gösterip bunlardan ibret almalarını sağlamakla
yükümlüdür. Aynı şekilde târih yazarının asıl borcunun da doğruyu söylemek
olduğu açıktır.19 Cevdet Paşa’ya göre târihin görevleri arasında gelecek nesilleri iyi
davranışlarda bulunması yönünde uyarmak, yaşanılan iyiliklerden faydalanmalarını
sağlamak ve geleneklere dayanak olmak vardır. Târih, dünyanın, insanlığın,
geçmişinden şimdiki ve gelecek toplumlara haber verme aracı olduğu gibi dünya
çağında yaşayan örnekleri, hatıraları ve uygulamaları içeren bir yapıdır. Ayrıca
geçmişte muhtelif milletlerin birbirlerine nispetle üstünlük ve ileri değerde
olduğunun ölçü ve miyârıdır.20 Özellikle insanlığa kendisinin geçmişini öğreten bir
ilim olması itibariyle târihin faydasına inanan Paşa’ya göre “…her millet vekaayıî
kendi târihi üzere tertîb edip tevârih-i sâireyi ana kıyâs ile bulur ve aksi insana ters
gelir. Bu cihetle her millet kendi târihini muhâfazaya mecbûr olur.”21

Paşa, medeniyetin koruyucu unsuru olarak târihin rolüne dikkat çekmiştir.


Nitekim târih sayesinde duraklama dönemindeki devletlerin idârecileri geçmişin
tecrübelerinden faydalanacak ve mevcut hâli bu birikimin ışığında ıslah
edebileceklerdir. Cevdet Paşa devlet düzeninin korunması, devletin eski usûllerinin
târih aracılığıyla tespit edilip saklanması ve yeri geldiğinde günün şartlarına uygun
bir şekilde yeniden ele alınarak devlette kullanılmasının faydalı olacağı

16 Ercüment Kuran, “Türk Tefekkür Tarihinde Ahmet Cevdet Paşa’nın Yeri”, Ahmet Cevdet Paşa
Semineri 27-28 Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, s. 9.
17 Ümit Meriç Yazan, “Bir Osmanlı Sosyologu Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Cevdet Paşa Vefatının

100. Yılına Armağan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s. 13.
18 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 15.
19 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 2.
20 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 3.
21 Ahmed Cevdet, Tezâkir 40- Tetimme, s. 241.

63
Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
kanaatindedir. Bu nedenle de târih eğitim ve öğretimi gereklidir.22 Böylece Cevdet
Paşa geleneksel târih anlayışından ayrılarak halkı da târih öğrenimine dâhil
etmiştir. Artık ibret almak üzere târihi olayların hikmetini araştırmak, geçmişte
olduğu gibi sadece târihçilerin değil herkesin işi haline gelmiştir.23

Bazı insanlar geçmişten aldığı öğretici, düzenli, hayırlı ve gerekli bilgilerle


hayırlı işler yapar. Yine bu nitelikteki insanlar eskileri geçerek daha ileri bir görüşe
varmayı bir uğraş sebebi sayarlar. Cevdet Paşa’ya göre de eldeki bilgilerle,
geçmişten bugüne gelip olayların asıl sebepleri keşfetme yeteneğine sahip olanlar
saygıdeğerdir.24 Târih ilminde de aranılan gerçek hakikattir: “İlm-i târihten garaz-
ı aslı vuk’uatın sıdk ve kezbine ve esbâb-ı hakikiyesine vukûf ile mucib-i teyakkız ve
intibah olacak malûmat-ı iktisâbından ibâret olmağın…”25

Paşa’nın târih konusundaki görüşlerinde ilginç bir özellik de târihin akışını


Allah’ın irâdesine bağlamasıdır. Ona göre olayların sebeplerini Allah’ın âdetine
bağlamak üzere bir târih seyri söz konusudur. Bu sebepleri ortaya çıkarmak ise
fenn-i târihin vazifesidir: “Fakat âdet-i ilâhiye kâffe-i vuku’âtı esbâb-ı âdiyyesine
rabt ve isnâd itmek üzere câri olub vuku’âtın esbâbını beyân dahi fenn-i târihin
vazifesi oldığına nazaran…”26 Böylece Cevdet Paşa târih ilmine mutlak hikmet
sahibi Allah tarafından olayların meydana gelmesine yol açan sebepleri ve
sebeplerin de arka planında yatan hikmetleri araştırma görevini yüklemiştir.
Paşa’nın düşüncesine göre târihi olayların perde arkasında ilâhî bir adâlet ölçüsü
olduğu muhakkaktır: “Bu misillü vuku’âta basar-ı basiret (ile) bakıldığı hâlde
verây-i perde-i hafâda bir mizân-ı adl-i ilâhi olduğu sübut buluyor. Ale’l-husûs
Devlet-i Aliyye’de mükâfat ve mücâzât kaa’ideleri lâyıkıyle icrâ olunmadığından
pek çok vuku’âtın bu mizân-ı ilâhi ile tartıldığı ve pek çok kimselerin bu âlem-i
şühûdda mânevi mükâfat ve mücâzâta mazhar olduğu ashâb-ı ibrete ma’lûm ve
iyân oluyor.”27 Paşa’ya göre bir işin nihâyete ermesi Allah’ın takdirine bağlıdır.
“Ne çâre ki takdir-i ilâhi müsâid olmadıkça rey ve tedbir kârger tesîr olamıyor.”28

Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki târih yazımında da târihsel süreç insan


ürünü değil Tanrı’nın murâdı sonucunda oluşan olaylar dizisi olarak görülmüştür.
Her olay belli bir amaçla Tanrı’nın isteği doğrultusunda var olmuştur. Buna göre

22 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 16.


23 Bedri Gencer, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet, Kapı Yayınları, İstanbul 2011,
s. 99.
24 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 2.
25 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 14.
26 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.4, Tertib-i Cedid, Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, s. 88.
27 Ahmed Cevdet, Tezâkir 13-20, Yay. Cavid Baysun, TTK Yayınları, Ankara 1991, s.112.
28 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.9, Tertîb-i Cedîd), Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, ss. 44-

45.

64
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
Roma İmparatorluğu da belli bir işlevi yerine getirmek ve getirdikten sonra yok
olmak üzere târihte uygun bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır.29 Yani târihte külli
irâde hâkimdir. Cevdet Paşa’nın görüşü ise İslâm’daki kader anlayışını târihî
olayların meydana gelmesinde bir etki olarak belirtmesidir. Her ne kadar Allah her
şeyi önceden bilip görse de insan eylemlerine karışmamakta ve cüz’î irâdeyi
olayların gelişiminde serbest bırakmaktadır. Hristiyan târih yazımında mutlak
kadercilik hâkimken Paşa’nın anlayışında ise irâdeci görüş ön palandadır.

2.2. Târihçide Bulunması Gereken Özellikler


Cevdet Paşa’nın belirttiği üzere bir târih yazarının üç temel görevi vardır:
İnsanlara faydalı olabilecek haber vermek, târihi olayların gerçek sebeplerini
araştırmak ve bunları herkesin anlayabileceği şekilde açık ve akıcı bir şekilde
yazmaktır: “müverrihin vâzife-i zimmeti fâidei haber virecek ve medâr-ı ibret
olabilecek vek’âiyin esbâb-ı sahîhasını tetebbu idübde herkesin anlayabileceği
vechle selis ü münekkaha olarak ifâde itmekdir. Yoksa teklifât-ı münşiyâne ile
ibrâz-ı fazl ve hüner iylemek veyâhud jurnal yollu rûzmere vukûâtı söylemek
değildir.”30 Târih yazımı konusunda târihçinin seçici olması gerekmektedir. Eskiye
dâir her şey târihçinin konusu olamaz. Bu nedenle târihçi titiz davranmalı ve
gereksiz konulara girmemelidir. Böyle davranılmazsa okuyan kişinin fayda ve ibret
alamayacağı küçük ve lüzumsuz olaylar asıl anlatılmak istenenin arasına girerek
olayın seyrini bozar ve okuyucunun dikkatini dağıtır. Cevdet Paşa kendisinden
önceki târih yazarlarını büyük küçük demeyip her şeyi târih olarak yazmakla
eleştirerek bunun mânâsız bir iş olduğunu söylemiştir.31

Bir târihçi eserini kaleme alırken yazdıklarını belgelerle desteklemelidir.


Paşa’ya göre bir olayın gerçekliği, onun vesikaya dayanmasına bağlıdır. Senet
sayılabilecek bir kayda ulaşılamadığında, bu olay yalnızca ağızdan ağza nakil ve
hikâye olunur. Sarf edilen sözler birer rivâyet olmakla işin hakikati meçhul kalır.32
Cevdet Paşa, târihî belgeleri yorumlama ve değerlendirme bakımından da modern
târihçiliğin öncülüğünü yapmıştır. Bu konuda kendisinden önceki târihçiler onun
kadar başarılı olamamıştır. Önceki vak’anüvisler yazdıkları târihlerinde ferman ve
hatt-ı hümâyûn gibi çeşitli belgeleri yayınlamıştır; ancak belge değerlendirmesi ve
yorumlaması yoluna gitmemişlerdir. Daha önceki târihçiler belgeler arasında ilişki
kuramadıkları veya kurmadıkları gibi olayları neden-sonuç çerçevesi içerisinde de
ortaya koyamamışlardır. Paşa ise bu çalışma yöntemiyle kendisinden sonraki

29 R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, Doğu Batı Yayınları, İstanbul 2010, s.
92.
30 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 14.
31 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.3, Tertîb-i Cedîd, Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, s. 110.
32 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.4, s. 271.

65
Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
târihçilerin eserlerinin gerçekçi ve doğru temellere dayandırılması bakımından
önemli rol oynamıştır.33

Paşa’nın dikkat çekici bir tespiti de târihçilerin olaylar hakkında açıklama


yaparken kişisel görüşlerinin etkilerinde kalma hatâlarıdır. Bundaki en önemli
sebep ise anlattıkları olayların kahramanlarına kin duymaları veya başkalarına hoş
görünme çabasıdır. Bu nedenle târihçilerin belgeye dayanmayan yazılarını ele
alırken bu gerçeği göz önünde tutmak gerekir: “Çünkü müverrihler muâsırlarının
çoğundan ale’l-husûs serkârda bulunanlardan ekseriya bâzı esbâba mebni yâ
müteşekkir veyâ müteneffir bulunur ve bu cihetle zihinleri bi’t-tab bir tarafa
mütemâyil olur ve ana göre lisân kullanur. Binâenaleyh muâsırlarının tercüme-i
hâllerini beyân makâmında ifrât ve tefritden hâli kalmazlar ama vukû’atın
muhâkemesiyle hakikat-ı hâl meydâna çıkar.”34 Târihçilerin bazı olayları gizli
tutmak ve saklamak zorunda kalmaları ve buna mecbur olmaları anlaşılabilir;
ancak iftira ve garaz için yalan sözler yazmaları asla mazûr görülemez.35

Cevdet Paşa, târih ilmini okuyucuya zihnî terbiye vermesi ve belli odaklar
çerçevesinde telkinlerde bulunması bakımından önemli görmüştür. Paşa’ya göre
târihçi, olayları derinlemesine incelemelidir. Bu inceleme, olayların anlaşılmasını
ve olaylardan ibret alınmasını sağlar.36 Târihin bu şekilde okuyucuya etki
edebilmesi için de tarihçi yazdıklarında son derece tarafsız olmak zorundadır.
Çünkü târih yazımında öznel davranmak târihçiyi hatâya düşürür. Bu bakımdan
konuları olabildiğince yansız olarak ele almak gerek târih ilmi gerekse târihçi
açısından önemlidir. Paşa kendisine âit Târih’ini kaleme alırken buna özellikle
dikkat etmiştir. Joseph von Hammer Târih-i Cevdet’in 3. cildi hakkındaki
görüşlerini ifâde ederken bunu teyit etmiştir: “…bu cildin şâmil olduğu vekaayi’nin
beyân ü hikâyesinde dahi mukaddemki cildlerde olduğu gibi kaaide-i bî-tarafî ve
bî-garazîye ez-her-cihet ve kemâl derecede riâyet kılınmış…”37

Paşa’nın ifâde ettiği üzere bir târihçi olayların sebep ve sonuçlarını tam
olarak bilmekle yükümlüdür. Bu bakımdan da neden-sonuç ilişkisi içerisinde
geçmiş incelenerek günün olayları yorumlanmalıdır: “Bir asrın vukû’atı ise a’sar-ı
sâbıkanın a’dâd ve tehiye itdiği ilel ve esbâb-ı müteselsilenin netâyic ve
müsebbebâtı idüğünden yazılacak vekâyi-i târihiyye ne makûle esbâbın asârı idüğü

33 Yücel Özkaya, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Tarih’inde Arşiv Belgeleri”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri
27-28 Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, ss. 145-146.
34 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.12, Tertîb-i Cedîd, Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, s. 110.
35 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.2, Tertîb-i Cedîd, Matbaa-i Osmâniye, Dersaadet 1309, s. 279.
36 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.3, s. 119.
37 Ahmed Cevdet, Tezâkir 40- Tetimme, s. 74.

66
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
bilinmek lâzım gelür.”38 Târihçi, târihî olayların doğrularını yanlışlarından,
lüzumlularını gereksizlerden ayırmalı ve olayların meydana gelmesinde görünür
sebeplerin ardındaki gerçek sebepleri bulmalıdır.39 Çünkü mucip sebepler
anlatılmadan sadece olayların hikâyesinden gerçek ortaya çıkamaz.

2.3. Avrupa Târihine Bakış

Cevdet Paşa’nın târih anlayışındaki özelliklerinden birisi de Avrupa


târihine olan ilgisidir. Osmanlı târihi çerçevesinde Avrupa’nın iyi tanınması ve
olaylar üzerinde Batı’daki gelişmelerin etkileri onun için önemlidir. Avrupa’daki
olayları ve kurumları sağlam bir şekilde kavramış olan Paşa, bunları net bir şekilde
nakletmiştir. Bu bakımdan Doğu-Batı mukayesesi, medeniyet târihçiliği yapan
Cevdet Paşa için önemlidir.

Eserlerinde yeri geldikçe Avrupa’yı ilk oluşumundan itibaren inceleyen


Paşa, klasik dönem Osmanlı târihçileri gibi yüzeysel ve dışarıdan gören bir gözle
önyargılı bir şekilde değil, Avrupa’da meydana gelen olayları derinlemesine
eleştirel bir yaklaşımla ele alıp günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan bir takım
tespitlere ulaşmıştır. Batı târihinin yüzyıllar içerisinde geçirdiği süreci ve bu süreç
esnasında Avrupa’da oluşan siyâsî, sosyal ve ekonomik yapıları açık bir şekilde
ortaya koyan Paşa zaman zaman da Avrupa ile Asya kıt’alarını40, Avrupa devletleri
ile Osmanlı veya İslâm devletlerini41, Avrupa hükümdarları ile Osmanlı
hükümdarlarını42 ve Hristiyanlık ile Müslümanlığı43 mukayese etmiştir. Böylece
okuyucuya karşılaştırma yapma imkânı sunarak tespitlerinin anlaşılmasını
pekiştirmiştir.

Bu anlamda Avrupa târihinin meselelerine ciddi mânâda ilk defa el atan


kendisi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılını bilhassa siyâsî, ekonomik ve
kültürel bakımlardan etkilediğini bildiğimiz Fransız İhtilâli’nin Avrupa ve diğer
devletler açısından önemini kavrayarak, bu ihtilâlin Osmanlı Devleti’ne
yansımalarının boyutlarını tespit için sadece ihtilâl dönemi üzerinde durmayıp
Avrupa’nın siyâsi gelişimini ve müesseselerini de ele almıştır.44

38 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 16.


39 Yusuf Halaçoğlu, “Ma’rûzât ve Tezâkir’de Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat Erkânı”, Mustafa
Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, TTK Basımevi, Ankara 1987, s. 29.
40 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 163.
41 Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet, C.1, s. 187.
42 Ahmed Cevdet, Tezâkir 40- Tetimme, ss. 219-220.
43 Ahmed Cevdet, Ma’rûzât, Haz. Yusuf Halaçoğlu, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, ss. 107-109.
44 İlber Ortaylı, “Cevdet Paşa ve Avrupa Tarihi”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri, 27-28 Mayıs 1985

Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, s. 166.

67
Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
2.4. Çağ Tasnifi Girişimi
Günümüzde hâlâ tam olarak üzerinde anlaşmaya varılmayan târihin çağlara
ayrılması konusu tartışmalıdır. Sonradan ortaya çıkmış bir kurgu olan çağ
taksimatını üçlü şekilde (Eskiçağ-Ortaçağ-Yeni/Yakınçağ) sistemleştiren Hristiyan
teolog ve târihçiler olmuştur. Dolayısıyla Batılıların ortaya koyduğu şekilde çağ
taksimatı Hristiyanlıktaki üçlü teslis inancının bir yansımasını ifâde etmiştir. Hz.
İsa’nın milâd olarak târihin merkezine yerleştirilmesi ve çağları birbirinden ayıran
olayların Batı Avrupa’yı alâkadar eden hâdiselerden meydana gelmesi bu anlayışın
en açık göstergeleridir.45

Cevdet Paşa ise Batı merkezli bu târih kurgusuna karşı çıkmıştır. Milâdî
15. yüzyıl Avrupa için “asr-ı cedid” olduğundan dolayı Avrupalı müverrihler Hz.
Âdem’den Batı Roma Devleti’nin yıkıldığı 476 yılına kadar geçen döneme “Târih-
i Atik”, buradan İstanbul’un fethi olan 1453 veya Amerika’nın keşfi olan 1492
yılına kadar geçen döneme “Kurûn-ı Vustâ” ve o dönemden sonrasını ise “Târih-i
Cedid” diye adlandırmışlardır Ancak bu tip bir çağ taksimatını yanlış bulan Cevdet
Paşa sadece Müslümanların açısından değil, Avrupalılar açısından da İslâmiyet’in
ortaya çıkışının Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından daha büyük bir öneme
sahip olduğunu söyleyerek târihî çağların iki kısma ayrılması gerektiğini ileri
sürmüştür. Ona göre “devr-i Âdem’den asr-ı saâdet-i Muhammediyeye Târih-i Atik
ve andan sonrasına Târih-i Cedid” denilmesi daha doğrudur. Bunun yanında
Târih-i Cedid içerisinde de milâdî 15. yüzyılın ilmin ve sanayinin yüksek seviyeye
çıkarak Avrupa’nın medeniyet yolunda hız almasını sağladığı için ayrı bir dönem
olarak ele alınabileceği görüşündedir.46

3. Sonuç
Çalışmamızda görüldüğü üzere Cevdet Paşa klasik Osmanlı
vak’anüvisliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Kâtip Çelebi ve Müneccimbaşı
gibi târihçi neslin son temsilcisi olmakla birlikte klasik ile modern târihçilik
arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Özellikle târih felsefesi ve yöntemi
konularında selefi olan târihçilerden farklı bir tarz benimsemiş, bu hususlarda
büyük ölçüde İbn Haldûn’un tesiri altında kalmıştır. Târihte mutlak bir
determinizme inanmamakla İbn Haldûn’dan ayrılırken, değişmez belirlilik yerine
irâdeci görüşe taraftar bir tavır sergilemiştir.

45 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Necmettin Alkan, “Tarihin Çağlara Ayrılmasında ‘Üç’lü
Sistem ve ‘Avrupa Merkezci’ Tarih Kurgusu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.2, S.9,
Sonbahar 2009, ss.23-42.
46 Ahmed Cevdet, Tezâkir 40- Tetimme, s. 242.

68
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
Kendisinden önceki târihçileri ilmî mânâda tenkit eden Paşa, Târih’inde
yararlandığı kaynakları süzgeçten geçirerek ciddî bir şekilde eleştirmiştir. Ele
aldığı olayların analiz ve sentezini de yaparak sadece yaşanmış olayların anlatıcısı
olan pasif târihçi pozisyonuna düşmekten kurtulmuş ve modern bir târihçinin
görevlerini üstlenmiştir. Târihî olayların sebeplerini ve sonuçlarını ele alarak
düşünce ve yorumlarıyla târih felsefesi konusundaki bilgisini ortaya koymuştur. Bu
da Paşa’nın târihi olayların yalnızca görünür kısmıyla değil, bütüncül bir bakış
açısıyla perde arkasında kalanları da göz önünde tutarak yargılara vardığını
göstermektedir. Cevdet Paşa, târihî olayları vesikalara dayandırarak neden-sonuç
ilişkisi içerisinde tenkitçi bir yaklaşımla ele almış ve bu yönüyle de gelenekçi
Osmanlı târih yazımından sıyrılmıştır. Bu bakımdan Paşa’yı çağdaş Türk târihçileri
içerisinde değerlendirmek gerekir.

Daha önceki Osmanlı târihçilerinden farklı olarak Avrupa târihine de


eğilen Paşa, yeri geldikçe Avrupa devletlerinin durumundan, onların kendi
aralarındaki münâsebetlerinden ve Osmanlı’ya karşı uyguladıkları politikalardan
açık bir şekilde bahsederek, uluslar arası politika ve dengelerden kaynaklanan
olayların iç yüzünü aydınlatmaya çalışmıştır. Doğu-Batı arasındaki kültürel
ilişkileri de karşılaştırmalı olarak ele alan Paşa, Osmanlı Devleti’nin târihî
olaylardan ders alarak kendisini geliştirmesini arzu etmiştir. Aynı şekilde târih
eğitimine büyük önem veren Paşa, târih bilinciyle birlikte daha önce yapılan
hatâlardan ders alınıp aynı hatâlara düşülmeyeceğini belirtmiştir. Târih öğrenimin
sadece devlet ve ilim adamları için değil, halk için de önemli bir kazanım olduğunu
açıklayan Paşa, târihin ibret alınacak olaylar dizisi olduğunu söylemiştir.

Târihe geçmişten ders alarak geleceği inşâ etme görevi yükleyen Cevdet
Paşa, devlet ve toplum düzeninin aksayan yönlerini tespit ve bunları tedavi etme
işlemlerinde de târihi bir araç olarak kullanmıştır. Bu bağlamda Paşa’nın
târihçiliğin amacının salt bir geçmişin görüntüsü vermek değil, yaşadığı dönemdeki
Osmanlı devletine ve toplumuna yön vermek olduğu gayet açıktır.

Cevdet Paşa modern târihçiliğin temel ilkeleri olan eleştiri, tarafsızlık,


doğruluk, karşılaştırma, gözlem ve fayda gibi konulara dikkat çekerek 20.
yüzyıldaki Türk târihçiliğinin oluşumuna ve yöntemine katkıda bulunmuştur. Tüm
bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi Cevdet Paşa hakkında, Osmanlı târihçiliğine
damga vurmuş ve günümüz Türk târihçiliği için başlangıç noktasını oluşturmuş
değerli bir ilim adamımızdır tanımlamasını yapabiliriz.

69
Murat YILMAZ 
——————————————————————————————
Kaynakça
AHMED, CEVDET, Târih-i Cevdet, C.1-2-3-4-9-12, Tertib-i Cedid, Matbaa-i
Osmâniye, Dersaadet 1309.
----------------------, Tezâkir 13-20, 40-Tetimme, Yay. Cavid Baysun, TTK
Yayınları, Ankara 1991.
----------------------, Ma’rûzât, Haz. Yusuf Halaçoğlu, Çağrı Yayınları, İstanbul
1980.
ALKAN, Necmettin, “Tarihin Çağlara Ayrılmasında ‘Üç’lü Sistem ve ‘Avrupa
Merkezci’ Tarih Kurgusu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.2,
S.9, Sonbahar 2009, ss.23-42.
COLLINGWOOD, R. G., Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, Doğu Batı
Yayınları, İstanbul 2010.
GENCER, Bedri, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet, Kapı
Yayınları, İstanbul 2011.
HALAÇOĞLU, Yusuf, “Ma’rûzât ve Tezâkir’de Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat
Erkânı”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, TTK Basımevi, Ankara
1987, s. 25-29.
HALAÇOĞLU, Yusuf; AYDIN, Mehmet Akif, “Cevdet Paşa”, TDVİA, C.7,
İstanbul 1993, s. 443-450.
KURAN, Ercüment, “Türk Tefekkür Tarihinde Ahmet Cevdet Paşa’nın Yeri”,
Ahmet Cevdet Paşa Semineri 27-28 Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat
Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, s. 7-12.
KÜTÜKOĞLU, Bekir, “Tarihçi Cevdet Paşa”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri 27-28
Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986, s. 107-
114.
MEHMED, CEMÂLEDDİN, Osmanlı Târih ve Müverrihleri (Âyine-i Zurefâ),
İkdam Matbaası, Dersaadet 1314.
MERİÇ, Ümid, Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü, Ötüken Yayınevi,
İstanbul 1975.
MERİÇ YAZAN, Ümit, “Bir Osmanlı Sosyologu Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet
Cevdet Paşa Vefatının 100. Yılına Armağan, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1997, s. 9-16.
MUALLİM, CEVDET, “Dârülmuallimin Yetmiş Birinci Sene-i Devriyesi
Vesilesiyle Müessesenin İlk Müdürü Cevdet Paşa’nın Hayat-ı İlmiyesi
Üzerine Konferans”, Tedrîsât Mecmuası, C.7, S.39, Haziran 1333, s. 429-
440.
NEUMANN, Christoph K., Araç Tarih Amaç Tanzimat Tarih-i Cevdet’in Siyasi
Anlamı, Çev. Meltem Arun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000.

70
 
 
 
 
Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi
——————————————————————————————
ORTAYLI, İlber, “Cevdet Paşa ve Avrupa Tarihi”, Ahmet Cevdet Paşa Semineri
27-28 Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986,
s. 163-172.
ÖLMEZOĞLU, Ali, “Cevdet Paşa”, İA, C.3, İstanbul 1977, s.114-123.
ÖZKAYA, Yücel, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Tarih’inde Arşiv Belgeleri”, Ahmet
Cevdet Paşa Semineri 27-28 Mayıs 1985 Bildiriler, Edebiyat Fakültesi
Basımevi, İstanbul 1986, s. 145-162.
SÖZEN, Kemal, Ahmet Cevdet Paşa’nın Felsefi Düşüncesi, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh
Yayınları, İstanbul 2012
YINANÇ, Mükrimin Halil, “Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar Bizde Tarihçilik”,
Tanzimat, C.2, MEB Yayınları, İstanbul 1999, s. 573-595.

71
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati

Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
ÖZET
Sultan Abdülaziz dönemi (1861-1876), XIX. Yüzyılda hükümran olmuş diğer
Osmanlı padişahları ve dönemlerine kıyasla hakkında daha yüzeysel araştırma ve inceleme
yapılmıştır. Bu dönemin diğerlerinden eksik kalmayan ıslahat ve yenileşme hareketleri
içermektedir. Bununla beraber Osmanlı yenileşme dönemi kapsamında yapılan
çalışmalarda özellikle Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati çoğu kez göz ardı edilmektedir.

Tanzimat devrinin önemli devlet adamlarından Âlî ve Fuad paşaların, Sultan


Abdülaziz’in saltanatında çok küçük aralıklar dışında devlet yönetiminde önemli
mevkilerde bulunmuşlardı. Bu devrin Osmanlı modernleşmesi açısından ne kadar önemli
olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Sultan Abdülaziz’in on altı yıllık saltanatında
Vilayet Nizamnamelerinden, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne, aşiretlerin iskânından,
ziraatta makineleşmeye kadar birçok ıslahat çalışması ve yenilik faaliyeti yürütülmüştür.
Sefere çıkma geleneği hariç tutulursa, Osmanlı sultanlarının dış ülkelere seyahatte
bulunmadıkları bilinir. Sultan Abdülaziz’in 1867de gerçekleştirdiği Fransa, İngiltere,
Avusturya ağırlıklı Avrupa seyahati, bunun tarihteki ilk ve tek istisnai örneği olmuştur.
Kırk altı gün gibi uzun denebilecek bir sürede tamamlanan ve döneminde büyük yankı
uyandıran seyahatin, Osmanlı toplumundaki etkileri de büyük olmuştur.

Anahtar Kelimeler: Sultan Abdülaziz, Vilayet Nizamnameleri, Avrupa seyahati


——————————————————————————————
Giriş
XIX. Yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu
tüm koşullara rağmen, yine de dünyadaki en büyük devletlerdendir. Egemen
olduğu topraklar üç kıta üzerinde yayılmıştır. Bu dönemin en önemli olayları;
Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı, Kırım Harbi, 93 Harbi olmuştur. XIX. Yüzyıl
başlarındaki ayaklanma hareketlerine karşı Osmanlı Devlet adamları, kalıcı
çözümler yerine geçici çözümler aramışlardı. 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da
Islahat Fermanı ilan edildi. Bu düzenlemeler de Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlüğünü korumakta faydalı olamadı. II. Mahmut’un, Avrupa’ya öğrenci
göndermesi ile Osmanlı Devleti’nde aydın bir kesimin oluşmasını sağladı. Bu
aydın kesim XIX. Yüzyılda batılılaşma hareketlerine hız kazandırdı. Tanzimat

 Kafkas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans
Öğrencisi, [omeryavuz3655@gmail.com]
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
Fermanı’nın yayınlanmasıyla Avrupa ile ilişkiler yeni bir döneme girdi. Sultan
Abdülaziz’in Avrupa seyahati ile bu ilişkiler en üst düzeye yükseldi.

Bu seyahat ilk defa ve barış döneminde, Osmanlı padişahının İslam


Halifesi olarak Hristiyan ülkelere yaptığı ilk ve son seyahattir. Aslında bu gezi
onun arzusundan çok yakınındaki devlet adamlarınca planlanmıştır. Kırım
Savaşı’nın üzerinden on seneden fazla bir zaman geçmiş ve bu arada Avrupa’da
siyasi ve askeri dengeler değişmiş, Rusya’ya karşı politikalar, eskisinden farklı bir
görünüm almıştı. Sırbistan ve Girit isyanlarında Rusya’nın yanında batılı
devletlerin de parmağı olduğu açık bir biçimde görülmüştü. Paris Anlaşması’na
rağmen, Osmanlı Devleti, Sırbistan olayları, Girit isyanı ve Şark Meselesi’nin
tekrar alevlendirilmesi gibi sebeplerden dolayı endişe verecek bir vaziyette idi.
Reşit Paşa gibi Ali Paşa da bir taraftan bu olaylarla mücadele ederken, diğer
taraftan Rusya’nın entrikalarına karşı eski müttefikleri olan Fransa ve İngiltere’nin
desteğini almayı zorunlu görüyordu. III. Napolyon’un Paris’te açacağı Uluslararası
sergi bu amaç için önemli bir fırsattı. Gezinin altyapısını oluşturan Ali Paşa aslında
geziyi bir emr‐i vaki haline getirmişti.1

Bilindiği üzere sergiler bir ülkenin sanayi, ziraat, küçük zanaat ve güzel
sanatları içeren ürün, mamul ve eserleriyle, memleket hayatına ait teşkilatları
gösterip, anlatmak için devlet, kurum ve fertlerin teşebbüsüyle kurulan ve açılan
yerlerdir.2 Osmanlı Devleti, 1867 tarihinde düzenlenen Uluslararası Paris Sergisi
dışında, 1851’de Londra, 1855’te Paris, 1862’de Kensington Gardens’ta açılan üç
uluslararası sergiye katılmış, 1863‘de İstanbul’da Sergi-i Umumi-i Osmani adı
altında uluslararası sergi düzenlemiştir.3

1. Avrupa Seyahatinin Amaçları


Osmanlı Sultanlarının çağdaş Avrupa liderleri ve ülkelerine olan ilgisi
XVIII. Yüzyılla beraber daha da artmıştır. III. Selim’in daha şehzade iken Fransa
İmparatoru XIV. Loius ile mektuplaşması, II. Mahmut ise Avrupa ülkelerine
öğrenci göndermesiyle artan bu ilginin açık örnekleridir.4 Kırım Savaşı’nı Osmanlı
Devleti lehine sonuçlandıran Paris Barış Antlaşması’nın üzerinden on yıl geçtikten
sonra Balkanlarda yeniden karışıklıklar başlamıştı. Bu süre zarfında Eflak-Boğdan,

1 Nejdet Gök, “Mütercim Halim Efendi’nin Notları Çerçevesinde Sultan Abdülaziz’in Avrupa
Seyahati ve Sonuçları (21 Haziran 1867 – 7 Ağustos 1867)”, Tarih Peşinde Uluslararası Tarih ve
Sosyal Araştırmalar Dergisi, S.7, 2012, s. 186.
2 Ayhan Öney, İktisadi ve Ticari Terimler Sözlüğü, Turhan Kitabevi, Ankara, 1978, s. 274.
3 Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İmge Kitabevi,

Ankara, 1998, s. 271.


4 Osman Köksal, “Sultan Aziz’in Avrupa Seyahati Dönüşü Münasebetiyle Yapılan Kutlamalar ve Bir

Manzum Tarihçe”, Osmangazi Üniversitesi SBD, C: 4, S: 1, Eskişehir, 2003, s. 118.

73
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
Sırbistan ve Karadağ bağımsızlık çabaları içine girmiş, Osmanlı Devleti bu
bölgelere imtiyazlar vermek zorunda kalmıştı. Bu olaylara bir de Girit meselesi
eklenince Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında gerginlikler başlamıştı.5
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi-ekonomik buhranlardan dolayı
Avrupa basınında Osmanlı Devleti aleyhine yazılar çoğalmıştı. Ali ve Fuat Paşalar,
bu yayınların önüne geçmek, devleti iyi idare etmek ve Osmanlı Devleti’nin
müttefiki olan İngiltere ve Fransa ile iyi ilişkileri sürdürmek istiyorlardı.6

Fransa İmparatoru, Avrupalı hükümdarlarını Paris’teki sergiye davet


etmişti. Davet edilenler arasında Sultan Abdülaziz’de vardı. Sultan Abdülaziz’in
Avrupa’ya seyahati evrensel nitelikte olan Uluslararası Paris Sergisi’ni ziyaret
etmek gibi görünse de temelinde siyasi nedenler bulunmaktaydı. Sultan Abdülaziz
ziyareti gerçekleştirerek Girit meselesinde zaman kazanmaya çalışıyordu. 16 Mayıs
1865’de Sultan Fransa Elçisi Bouree’ye Napolyon’u ziyaret etmek istediğini
bildirmiştir. Fransa’ya Mayıs ayı içinde sultanın sergiye katılma davetini kabul
ettiği haberi iletildi. Fakat Osmanlı Hükümdarının ziyaretinin asıl sebebi sergi
değildi.7 Ziyaretin asıl sebepleri şunlardır; Medeniyetin Osmanlı’da ne kadar
ilerlediğini göstermek, Rusya’nın beslediği emeller ve çizdiği korkunç projeler
hakkında Avrupa’nın dikkatini çekmek, Hıristiyan hükümdarlar yanında padişahın,
dolayısıyla devletin itibarının ne kadar büyük olduğunu Osmanlı ülkesindeki
azınlıklara göstermek ve Avrupa ülkelerinden maddi yardım sağlamaktı.8

Ali ve Fuat paşalar, Sultanın Batı uygarlığını, buradaki gelişmeleri kendi


gözüyle görmesi ve Osmanlı Devleti’nde yapacakları reformlar için bu ziyaretin
önemli olduğunu düşünüyorlardı. Elçi Bouree’de Fransızların, Osmanlı Devleti
üzerinde gerçekleştirmek istedikleri emelleri için bir fırsat olarak görüyordu.9
Fransa İmparatoru Napolyon, Girit’in Yunanistan’a verilmesi ile Girit sorunun
çözülmesini istiyordu.10 Ayrıca yabancıların mülkiyet hakkı üzerinde özellikle

5 Nihat Karaer, Paris, Londra, Viyana; Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, Phonex Yayınları, Ankara,
2007, ss. 34-35.
6 Turgut Subaşı, “Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz”, Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, C: 7,

Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 234.


7 Judy Upton-Ward, “Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.2, Yeni Türkiye

Yayınları, Ankara 1999, s. 119.


8 Hüseyin Dikme, “Osmanlı’da Halkla İlişkiler: Sultan Abdülaziz Dönemi Örneği”, Uluslararası

Sosyal Araştırmalar Dergisi, C: 5, S: 21, Bahar 2012, s. 298.


9 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 119.
10 Süleyman Kani İrtem, Sultan Abdülaziz ve Bir Seraskerin İhtilali, Haz. Osman Selim Kocahanoğlu,

Temel Yayınları, İstanbul, 2004, s. 62.

74
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
duruyorlardı. Bunların dışında vakıf arazilerinin statüsünde yaygınlaştırıcı öneriler
ileri sürüyorlardı.11

İngiltere ise Girit konusunda tarafsız kalmıştı. İngiliz hükümetinin amacı


Sultan Abdülaziz’e kuvvetli bir donanmaya ve zengin ekonomiye sahip olduklarını
göstermekti. Ülkelerindeki sosyal ve endüstriyel ilerlemeyi göstermeye
çalışmaktaydı. Ayrıca Sultan Abdülaziz’e Meşruti Monarşi’nin Mutlak Monarşi
kadar kuvvetli olduğunu yerinde gösterme fırsatı idi.12

2. Sultan ve Eşrafı
Sultan Abdülaziz bu seyahate, yanında hanedan üyelerinden başka, üst
düzey askeri ve sivil erkânı ile çıkmıştır. Böylelikle hem kendisi hem yöneticileri
hem de maiyetini dünyaya göstermek, yanındakilerin de Avrupa kültür, medeniyet
ve gelişmelerinden yararlanmasını sağlamış olacaktı.

III. Napolyon, sultan ve maiyeti hakkında bilgi almak için Paris


Büyükelçisi Cemil Paşa’dan bilgi istedi. Bab-ı Ali tarafından Cemil Paşa’ya
gönderilen listede;

Hanedana Mensup Kişilerden; Zat-ı Şahane, büyük oğlu Yusuf İzzettin


Efendi, Veliaht Şehzade Murat Efendi, Şehzade Abdülhamid Efendi,

Üst Düzey Görevliler: Hariciye Nazırı Fuat Paşa, Hariciye Teşrifatçısı


Mehmet Kamil Bey, Divan-ı Hümayun Baş Tercümanı Arifi Bey Özel Kalem
Müdürü Ali Fuat Bey,

Sivil Memurlar: Başmabeyinci Hüseyin Cemil Bey, Başkatip Mehmet


Emin Bey, İkinci Mabeynci Halid Bey, Baş İmam Hayrullah Efendi, İkinci Katip
Halimi Efendi, Üçüncü Mabeynci Ziver Bey, Dördüncü Mabeynci Hafız Mehmet
Bey, Katip Fazıl Bey, Mabeynci Fuat Bey,

Askeri Şahsiyetler: Amiral Rasim Paşa, Başhekim Marko Paşa, Başyaver


Rauf Paşa, Esat Paşa, Yaver Albay Rıza Bey, Albay Hafız Bey, Yaver Yarbay
Salih ve Fazıl beyler, Emir Subayı Binbaşı Hakkı ve Muzaffer beyler, Veliaht
Murat Efendi’nin yaveri Albay Mehmet Bey, Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin
yaveri Yarbay Ahmet Bey, Emir Subayı olarak beş Binbaşı, bir Teğmen, altı
silahşor bunlardan başka Padişahın emrinde Esvabcıbaşı Ahmet Bey ile on iki
hademe, şehzadelerin emrinde altı hademe, Hariciye Nazırı Fuat Paşa’nın torunu
İzzet Fuat Bey ile birlikte katılmıştır. İkinci imam Akşehirli Hoca Hasan Efendi,
11 Karaer, a.g.e., s. 36.
12 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 119.

75
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
İstanbul Şehremini Muavini Ömer Faiz Bey de bu geziye katılanlar arasındadır.13
Sultan Abdülaziz’in Şehzade yeğenlerini yanında götürmesinin nedeni, İstanbul’da
bırakmaktan korkması, yanında götürerek gözü önünde bulunması, ayrıca
Avrupa’nın ilerleyişini kendi gözleri ile görmelerini sağlamaktı.14

3. Sultan Abdülaziz Ziyarete Başlıyor


Sultan Abdülaziz 21 Haziran 1867’de Cuma namazını Ortaköy Camisinde
kıldıktan sonra halkın coşkulu tezahüratları ile saat 16.00’da saray önünde
bekleyen Sultaniye vapuruyla yola çıkmıştır.15 Ertesi gün Sultaniye vapuru
Çanakkale’ye (Kala-i Sultaniye) vardı. Vapur, Çanakkale Boğazının ağzında
Fransız donanması tarafından karşılandı. Boğazın iki tarafından atılan toplarla,
sahilleri dolduran halk, Sultanı selamladı.16 Girit meselesi sebebiyle Yunanistan ile
sorunlar olmasına rağmen 24 Haziran’da Mora açıklarından geçen Sultan, 25
Haziran’da Sicilya’da Messina Limanına ulaştı. Burada küçük bir İtalyan
donanmasınca karşılandı ve 28 Haziran’da Napoli’ye vardı.17

29 Haziran Cumartesi günü sabah saat 05.30 sıralarında Tulon’a varıldı.


Tulon Limanı’nda top atışlarıyla Sultan Abdülaziz selamlandı. Savaş gemilerinin
yüz bir para top atışları ile halkın muhteşem törenleriyle karşılandı. Osmanlı
Devleti’nin Paris Büyükelçisi Cemil Paşa da karşılamada hazır bulundu. III.
Napolyon, Sultan Abdülaziz’i karşılaması için üst düzey görevlileri Tolun’a
gönderdi.18 Tulon baştanbaşa süslenmiş, Sultan Abdülaziz’in geçeceği yere halılar
serilmiş, iskeleye Osmanlı Bayrağı asılmıştı. Her taraf çiçeklerle süslenmiş, askeri
birlikler deniz komutanlığı merkezine kadar iki taraflı sıralanmıştı. Burada bulunan
Osmanlı tebaasına mensup Müslümanlar, Ermeniler ve Rumlar da Sultan
Abdülaziz’i selamlamaya gelenler arasındaydı. Sultan Abdülaziz burada askeri,
sivil ve özel kabullere başladı. Daha sonra sultan ve maiyetindekiler şerefine öğle
yemeği verildi.19

Bundan sonraki yolculuğuna trenle devam eden sultan ve maiyeti, Marsilya


üzerinden 30 Haziran’da Paris’in Lyon Garına ulaştılar. Sultan, İmparator III.
Napolyon tarafından garda karşılandı ve iki hükümdar büyük tezahüratlar

13 Karaer, a.g.e., s. 53-55.


14 İrtem, a.g.e., s. 63.
15 Köksal, a.g.m., s. 120.
16 Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriat, C: 5, İstanbul, 1994, s. 216.
17 Köksal, a.g.m., s. 120.
 Fransa’nın eskiden beri Akdeniz üzerindeki üssü ve Akdeniz donanmasının merkezi idi. Bkz.

Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, C: 5, s. 216.


18 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 120.
19 Karaer, a.g.e., s. 58.

76
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
içerisinde Tuiyeri Sarayına gittiler.20 Sultan burada İmparatoriçe ile görüştükten
sonra konaklaması için hazırlanan Elize Sarayına geçti. Aynı akşam Sultanın
onuruna Tuiyeri Sarayında akşam yemeği verildi. Konuklar arasında Fransız
Prensler, Paris’te bulunan yabancı krallar, Sultan ve maiyeti bulunmaktaydı. Ertesi
gün bazı önemli şahsiyetler ile görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler sonucunda,
Avusturya, Belçika, Rusya, İsveç ve İspanya’yı ziyaret etmesi için davetler aldı.
Sultan Abdülaziz, Avusturya’dan gelen teklifi kabul etti.21

1867 Uluslararası Paris Sergisi çok geniş bir alanda kurulmuştur, sergi
alanı 687.000 m2 yer kaplamaktadır. Orta kısımdaki merasim salonu, hepsi
numaralı olmak üzere 20.000 koltuk alacak genişliktedir.22 1867 Uluslararası Paris
Sergisi’nin kataloğuna göre devletlere ayrılan alan ve katılan kişi sayısı şöyledir:

Sergiye Katılan Devlet Sergileme Alanı


Fransa 63.640
İngiltere 21.059
Prusya 12.795
Rusya 6.060
İtalya 3.459
Osmanlı Devleti 1.525

Osmanlı Devleti’ne tesis edilen alan kısıtlı olmasına rağmen Osmanlı teşhir
vitrinlerinde pastırma ve sucuktan tahin ve pekmeze; simitten salebe kadar hemen
her şeyin sergilenmesi sergiye katılım açısından ikinci sırayı almasına neden
olmuştur.23 1867 Uluslararası Paris Sergisi’nin ödül dağıtım töreninin 1 Temmuz
1867’de Endüstri Sarayı’nda saat 14.00’da yapılması kararlaştırılmıştır. Saat
13.45’te imparatorluk korteji, Tuiyeri Sarayından Sultanın korteji Elize
Sarayı’ndan hareket ettiler. İki kortej yol üzerinde birleşerek Endüstri Sarayına
geçti. Sultan Abdülaziz Saat 14.15‘te İmparator ve İmparatoriçe ile birlikte sergi
salonunun ortasında bulunan tahttaki yerini aldı. Sergi Komisyonu başkan
yardımcısının konuşmasından sonra ev sahibi olan III. Napolyon bir konuşma
yaptı. Bu konuşma sonrasında ödül töreni gerçekleştirildi. Sultan, İmparator ve
İmparatoriçe sergi salonunu gezdiler. Tören saat 15.40’ta tamamlanmış, Sultan ve
İmparator sergiden ayrılmıştır. İmparator III. Napolyon aynı gün içerisinde Türk

20 Köksal, a.g.m., s. 120.


21 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 120.
22 Baki Asiltürk, “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnameler”, Turkish Studies Dergisi, C: 4, S: 1-1,

Kış 2009, s. 936.


23 Timur, a.g.e, s. 272.

77
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
Pavyonu Komiseri Selahaddin Bey’e Lejyon Donör nişanı, komite üyesi Miralay
Esad Bey’e de şövalye rütbesi vermiştir.24

2 Temmuz 1867’de Veliaht Prens, Sultan’ı Elize Sarayı’nda ziyaret


etmiştir. Daha sonra Sultan Abdülaziz, oğlu ve yeğenleriyle beraber Prenses
Clotilde’yi ziyarete gitmiştir. Sultan, aynı gün bazı diplomatik görüşmelerde
bulundu. 3 Temmuz’da Sultanı Viskont Ferdinand de Lesspes ziyaret etti.
İskenderiye’de Fransız Konsolosluğunun açılması ve Süveyş Kanalı ile ilgili bazı
sorunlar hakkında görüşmeler yaptı.25 Aynı gün içerisinde Londra Belediye
Başkanı Lord Maire ile görüşmüştür. Bu görüşmeden sonra Buloyn ormanında
gezintiye çıkmış, gezinti sırasında halk tarafından sevinçle karşılanmıştır. Sultan,

Katılan Kişi Sayısı


Fransa 11.645
Osmanlı Devleti 4.449
İtalya 3.992
İngiltere 3.609
Prusya 2.206
Rusya 1.392

Maksimilyen’in ölümü üzerine kendisi için hazırlanan kutlamaları durdurmuştur.26

5 Temmuz’da I. Napolyon’un da mezarının bulunduğu Invalides’i ziyaret


etti. Burada bulunan yaralı askerler için yapılmış yurdu gezerek en yaşlı olan
gaziye mecidiyeler vermiştir. 6 Temmuz’da Sultan ve maiyeti uluslararası sergiyi
gezmiş ve ödül alan ürünlerin sergilenmesinden pek hoşnut kalmıştır. Akşama
doğru opera izlemeye gitmiştir. 7 Temmuz günü üzeri açık bir arabayla koruma
aracı olmadan bir gezintiye çıkmıştır. 8 Temmuz’da Endüstiri Sarayı’nın
bulunduğu yerde askeri bir resmi geçit yapılmıştır. Aynı gün Prusya’nın Paris
Büyükelçisi Kont Goltz, Sultanı Berlin’e davet etmek için görüşmelerde bulundu.
Akşama doğru Fuat Paşa’nın onuruna Osmanlı Bankası tarafından yemek verildi. 9
Temmuz öğleden sonra Sultan St Cry’daki askeri okulu ziyaret etti. Daha sonra
görkemli bir yapıt olan Versailes Sarayı’nı ziyaret etti. 10 Temmuz akşamı
İmparator III. Napolyon, sultan için veda yemeği verdi.27 11 Temmuz Perşembe
günü Sultan dinlenmiş, bir ara İmparator ve İmparatoriçeye veda etmek için

24 Karaer, a.g.e., ss. 77-81.


25 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 121.
26 Karaer, a.g.e., s. 82.
27 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 121.

78
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
Tüiyeri Sarayına gitmiştir. Bu sırada maiyetleri ise yolculuk hazırlıkları
yapmışlardı. Sultan saat 19.00’da İngiltere’ye götürecek olan tren ile halkın
alkışlarıyla Paris’ten ayrılmıştır.28

İngiltere’ye Ziyaret:
III. Napolyon tarafından 11 Temmuz’da Paris’ten uğurlanan Abdülaziz,
seyahatinin ikinci durağı İngiltere’ye hareket etmek üzere maiyetiyle Boulogne’de
yeniden gemilere binerek İngiltere’nin Duvr Limanı’na doğru yola çıktı.29 12
Temmuz günü Duvr’a ulaşan Sultan Abdülaziz’i, Veliaht Prens Gal, Dük De
Cambridge, Dük De Sutherland, Lord Sydney, Duvr Belediye Başkanı, diğer
belediye yetkilileri, kale subayları, Osmanlı ve İran elçileri tören üniformalarıyla
karşıladı. Sultan, iskeleye yanaşınca top sesleri ve halkın tezahüratlarıyla, alkış
sesleriyle karaya çıktı. Buradan Lordan Varden Hotel’ine giderek yemek yedi.
Kendisini Londra’ya götürmek üzere şahane bir şekilde hazırlanan trene bindi.
Sultan, Duvr’dan ayrıldıktan sonra 15:00 sıralarında Londra’nın Charing-Cross
Garı’na yaklaşınca, burada karşılama için hazırlanan Bando Türk marşı çaldı.
Sultan için hazırlanan Kortej ile Buckingham Sarayı’na geçildi. Burada Lorda
Chamberlain, Lord Steward ve saray görevlileri tarafından Türk marşları eşliğinde
karşılandı. Sultan Abdülaziz, yorgun olduğu için 12 Temmuz’u sarayda dinlenerek
geçirdi.30

13 Temmuz günü Sultan, Kraliçe ile görüşmek için Windsor Sarayı’na


geçmiştir. Burada top atışları ve asilzadeler tarafından sarayın merdivenlerinde
Kraliçe tarafından Türk usulünde karşılanmıştır. Karşılama bittikten sonra tekrar
Buckingham Sarayı’na dönülmüştür. Ertesi gün sultan, Hidiv ve bazı kişilerle
görüşmüş daha sonra Prens De Gal ile üstü açık bir araba ile gezmeye çıkmışlardır.
Teddigton’da Kraliçeye verilen saray kayıklarıyla Thames Nehrinde gezinti
yapmış, Dük De Bucclenche’ı ziyaret ettikten sonra tekrar kendisi için hazırlanan
Buckingham Sarayı’na dönmüştür. Akşam ise İtalyan operasına gitmiştir.31

16 Temmuz 1867’de sultan Galler Prensi ve Dük de Cambridge ile birlikte


Woolwich Cephaneliğini ziyaret etti. Akşam Crystal Palace’da onuruna verilen
eğlenceye katıldı. Eğlenceden önce alkışlarla karşılanan Sultan Abdülaziz için
eğlence sonunda havai fişek gösterileri yapıldı. 17 Temmuz Çarşamba günü
Portsmouth’ta kendisi için hazırlanan donanma geçit törenine katıldı. Bu geçit

28 Karaer, a.g.e., ss. 94-95.


29 Köksal, a.g.m., ss. 120-121.
30 Karaer, a.g.e., ss. 101-104.
31 Karaer, a.g.e., ss. 104-109.

79
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
töreni oldukça büyük bir organizasyondu. Hava şartlarının kötü olmasına karşın
organizenin ve donanmanın büyüklüğü sultanı oldukça etkilemişti.32

18 Temmuz günü Sultan önce kendisini merasimle karşılayan Site’yi


ziyaret etti. Burada üst düzey resmi kişiler tarafından karşılandı. Site’ye Sultan
Abdülaziz, oğlu ve yeğenleri ile birlikte gelmişti. Burada konser düzenlenmiş, gece
balo ile son bulmuştu. 23:00 sularında balonun bitmesiyle Sultan, oğlu ve yeğenleri
ile birlikte Site’den ayrılmıştır. 19 Temmuz Cuma günü Sultan Abdülaziz
Londra’da gezintiye çıkmıştır. Londra Kalesi’ni, silahhaneyi, postaneyi ve diğer
bazı resmi kurumları gezmiştir. Akşam sultanın onuruna verilen özel bir programa
katılmıştır. Bu programdan önce Dük De Cambridge ile akşam yemeği yedi.
Program Dış işleri Bakanlığı’nın doğu ülkeleri ile ilişkileri yürüten servisi
tarafından verilmişti. Sultan salona Prenses Alice’nin kollarında girerken, kendisi
için oldukça zarafetle bir yemek hazırlanmıştı. Gece sonunda alınan bir haber
sonrası herkes üzülmüştü. Bu eğlence Sultan onuruna verilen son eğlence olmuştu.
Çünkü Londra Sefiri Musurus Paşa’nın eşinin ani ölümü herkesi derinden
etkilemişti.33 Kraliçe ve sultan, Musurus Paşa’ya taziyelerini bildirdiler. Ertesi gün
Reform Kulübü Temsilciler Heyeti’ni kabul etti ve görüşmeler yaptı. Akşam
Wimbeldon Common’da askeri geçit töreni düzenlendi. Hem hava şartları hem de
Musurus Paşa’nın eşinin ölümü nedeniyle askeri tören kısa tutuldu. 21 Temmuz
Pazar günü Sultan bütün günü Buckingham Sarayı’nda geçirerek görüşmelerde
bulundu. Dışişleri Sekreteri Stanley ile bir saatlik bir görüşme yaptı. Görüşmede
esprilerin olduğu ve önemsiz konuların konuşulduğu Stanley tarafından
belirtilmiştir.34

Sultan, Londra’daki son günü 22 Temmuz 1867 Pazartesi veda


ziyaretlerinde bulundu. Prens De Gal, Dük De Cambridge ve Leydi Palmerstone’u
ziyaret ederek vedalaştı. Daha sonra parlamentonun iki meclisi, toplantı halinde
iken teşrif etti. 23 Temmuz 1867’de Padişah ve maiyetindekiler ayrılık için
hazırlıklara başladılar. Kraliçe, o gün Osborne’de olduğu için uğurlamaya
gelememesine rağmen telgrafla iyi yolculuklar diledi. Aynı gün içerisinde Osmanlı
Bankası tarafından bir ziyafet verildi. Bu ziyafet sonrasında Charing-Cross Garı’na
geçildi. Londra’daki fakirlere dağıtılmak üzere Fuat Paşa tarafından Belediye
Başkanı’na 2.500 lira verildi. Halkın ve resmi şahsiyetlerin alkışlarıyla on bir gün
kaldığı Londra’dan ayrılarak Duvr Limanı’na doğru yola çıkıldı.35

32 Judy Upton-Ward, a.g.m., ss. 122.


33 Karaer, a.g.e., ss. 115-120.
34 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 123.
35 Karaer, a.g.e., ss. 121-124.

80
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
Prusya-Avusturya Ziyareti:
Manş’ı geçtikten sonra Sultan hava koşullarının etkisiyle gece saat 01.00
sıralarında Liege İstasyonu’na vardı. Burada Belçika Kralı Leopold tarafından
halkın sevgi gösterileri ile karşılandı. Bir saat süren yemekten sonra Sultan
Liege’den ayrılarak Prusya topraklarına doğru yola çıktı. 24 Temmuz 1867’de
Sultan Abdülaziz’i taşıyan tren Koblenz İstasyonu’nda girdi. Sultan, Prusya Kralı
tarafından top atışları ile Koblenz’de karşılandı. Daha sonra yemek için geçilen
şatoda, Sultan adına büyük bir yemek düzenlendi. Gece, konser ve dans gösterileri
ile devam etti. Sultan Abdülaziz, Krala Nişan-i Osmani madalyası ve mücevherler
verdi. Buna karşılık Kral’da Prusya’nın en büyük madalyası olan Black Eagle’yi
Sultana takdim etti. Ertesi gün Sultan için yedi bin kişilik askeri tören yapıldı. Kral,
Fuat Paşa’ya Black Eagle, diğer erkana ise Red Eagle madalyası taktı.36

Koblenz Garı’nda düzenlenen tören ile Prusya’dan ayrılan Sultan, Bavyera


kentine ulaşmış, bir gece burada istirahat ettikten sonra yola devam etmiş, 27
Temmuz 1867’de sabah saatlerinde Viyana’ya ulaşmıştır. Tren gara girer girmez
bando ulusal marş çalmaya başlamış, Sultan, vagondan iner inmez imparator
tarafından karşılanmıştır. Daha sonra İmparator Joseph ile birlikte tören arabasına
binerek Schoenbrunn Sarayı’na geçilmiştir. Yolda Sultan’ı görmek için gelen halk
alkışlar ile Sultan’ı karşılamıştır.37 Schoenbrunn Sarayı’nda Sultan Abdülaziz
onuruna akşam yemeği verildi. Bu yemeğe sadece Sultan, İmparator Joseph,
Arşidükler, Dük Alexander, Dük William, Dük Philip Wurtenburg, Prens Wasa ve
Fuat Paşa katıldı. Yemekten sonra imparator ile sultan birlikte bir araba ile
gezintiye çıktılar. 28 Temmuz günü sultan, Kapellensaale’de diplomat ve
generaller ile görüşmeler yaptı. Ayrıca Viyana’da yaşayan Türk cemaatlerin
üyelerini kabul ederek onlarla da görüştü. Aynı gün içeresinde İmparator, Sultan ve
Osmanlı şehzadeleri trenle Laxanburg’a gittiler. Burada yemek yendi, gezintiye
çıkıldı. Bazı gösteriler hazırlanmışsa da hava şartlarının kötü olmasından dolayı bu
gösteriler iptal edildi. Akşam 19.00’da Schoenbrunn Sarayı’na geri dönüldü.
Akşam Belediye meclis üyelerinin verdiği resepsiyona katıldı.38

29 Temmuz Pazartesi günü öğleden önce Sultan Belvedere galerisindeki


tabloları incelemiştir. Ambras Şatosunu gezen Sultan Abdülaziz Viyana Kalesine
geçerek burada bir gezinti yapmıştır. Öğleden sonra ise Sultan, onuruna düzenlenen
resmi geçit törenine katılmıştır. Sultan Abdülaziz akşam Viyana Belediye Başkanı
tarafından düzenlenen ziyafetin ardından An de Wien Tiyatrosu’nda bale

36 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 123.


37 Karaer, a.g.e., s. 130.
38 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 124.

81
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
gösterisini izlemiştir. Aynı gün içerisinde Fuat Paşa ile Avusturya Başbakanı Kont
Dö Beust arasında bir görüşme olmuştur. 30 Temmuz’da istihkâm birliklerinin
yaptığı tatbikat izlenmişti. 30 Temmuz Sultan Abdülaziz’in Viyana’da kaldığı son
gündür. 31 Temmuz 1867’de Preşi iskelesine gelen Sultan ve İmparator şeref
kıtasının selamları ile karşılandı. Daha sonra Sultan Abdülaziz ve maiyetindekiler
Szechenyi Vapuruna binerek Viyana’dan ayrılmışlardır. Sultan Viyana’dan
ayrılmadan önce Viyana Belediye Başkanı’na Viyana’da bulunan fakirler için
10.000, Rum ve Yahudilere dağıtılması için 20.000 florin olmak üzere Viyana’da
kaldığı sürede toplam 500.000 Frank bağış ve harcama yapmıştır. Bunların dışında
bazı önemli kişilere nişan vermiştir. Başbakan Buest’e elmastan yapılmış büyük
kordon Mecidiye Nişanı, Osmanlı Büyükelçisi Haydar Efendi’ye büyük kordon
Mecidiye Nişanı ile büyük kordon Leopold Nişanı verilmiştir.39

Sultan Viyana’dan trenle değil vapurla Budapeşte’ye geldi. Burası


1526’dan 1686’a kadar Osmanlı hâkimiyeti altında kalmıştı. Macar halkı eski
hükümdarlarının torununu büyük gösteriler ile karşıladı. Peşte’de bir gün kalan
Sultan, kraliyet sarayında bütün Macar ileri gelenleri ve Macaristan Bakanları ile
görüştü.40 1 Ağustos 1867 Perşembe günü Macar halkının sevgi gösterileriyle
Budapeşte’den ayrılan Sultan, Mithat Paşa’nın vali olduğu Tuna’ya gelmiştir.
Burada Mithat Paşa tarafından karşılanan Sultan, halkın sevgisinden oldukça
memnun kalmıştı. Sultanın gelişi sebebiyle bazı mahkumlar için af çıkartılmıştı. 4
Ağustos’ta sultan top atışları eşliğinde Rusçuk’a varmıştır. Sultanı, Sadrazam Ali
Paşa ve devlet erkanı karşılamıştır. Geceyi vilayet konağında geçirdikten sonra
ertesi gün Rusçuk’ta görev yapan konsolosları, devlet memurlarını ve Bulgar
heyetini kabul etmiştir. Romanya Prensi Charles ile bir görüşme yapmıştır. 6
Temmuz Salı günü Rusçuk’tan ayrılan Sultan ve Maiyeti Varna’ya hareket
etmiştir.41 Sultan, Varna’ya trenle gelmiştir. Burada kendisi için düzenlenen
merasime katılmış, İngiliz şirketi tarafından yapılan demiryolunun resmi açılışına
katılmıştır. Sultan Varna’dan 6 Ağustos akşamı Sultaniye Vapuruyla İstanbul’a
doğru hareket etmiştir. 7 Ağustos’ta sabahın erken saatlerinde İstanbul’a
varmıştır.42

Padişahın gelişi nedeniyle denizde merasim düzenlendi. Önde kılavuz bir


vapur, iki tarafta ise karşılamaya giden irili ufaklı vapurlar, ortada sultana mahsus
sancak çekilmiş olarak sultanın zırhlısı, arkada maiyetinin vapurları göründü.
Sultanı karşılamak için halkın kiraladığı vapurlar selam için dizildiler. Bütün halk

39 Karaer, a.g.e., ss. 134-138.


40 Öztuna, a.g.e., C: 5, s. 218
41 Karaer, a.g.e., ss. 141-144.
42 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 125.

82
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
ayakta bekliyordu. Padişah geçerken denizde ve karada “Padişahım çok yaşa”
nidalarıyla beraber bando sesleri yükseliyordu.43 Bab-ı Ali Sultanın dönüşü
şerefine üç gün üç gece şenlik yapılması için karar aldı. Fuat Paşa’nın, Ali
Paşa’nın, Mısır Hidivi ve İran Sefirinin, Mustafa Fazıl Paşa’nın, Kamil Paşa’nın,
Saffet Paşa’nın yalıları aydınlatmalar ile süslendi. Ayrıca Galatasaray, Galata
Kulesi, Taksim Kışlaları, Topkapı Sarayı, Mısır Çarşısı, Bizans Surları diğer
süslenen ve aydınlatmalar ile donatılan yerlerdi. 8 Ağustos Perşembe günü sultan
sarayda diplomatik heyetleri kabul etti. Sultan geri dönüşünden dolayı kutlandı,
gezinin Osmanlı Devleti’nde refah ve başarı için yeni bir dönem olması dileğinde
bulunuldu. Cuma günü ise Cuma selamlığını Ayasofya Camii’nde yaptıktan sonra
Beyoğlu taraflarında hazırlanan hoş geldin merasimine katılmıştır. Daha sonra üstü
açık arabasıyla Dolmabahçe Sarayı’na geri dönmüştür.44

Ülkedeki bu genel kutlamalar dışında Abdülaziz’in Avrupa seyahatini


ebedîleştiren, dönemin bazı şairleri veya bazı devlet adamları tarafından kaleme
alınan manzum eserler oldu. Bu şairlere birkaç örnek vermek gerekirse; Divan-ı
Muhasebat üyelerinden Hacı Emin Bey, Çıldır eski Kaymakamı Galip Paşa,
Zaptiye Mektupçusu Tahir Bey, Evkaf-ı Hümayun Nezareti mektupçusu Hakkı
Bey, Müttehizan-ı Şuara’dan Hayri Efendi, Bâb-ı Ali duacısı (Hoca) Hayri Efendi,
Burdur eski Kaymakamı Raşid Efendi, isimleri sayılabilir. Bunların dışında birçok
kalem erbabı da şiir yazmıştır.45

4. Ziyaretin Neticeleri
Bu ziyaret Osmanlı Devleti tarihinde hükümdarların toprakları dışına barış
yanlısı olarak yaptığı ilk seyahattir. Sultan Abdülaziz’in ve hükümetin amacı
Avrupa devletleriyle iyi ilişkiler kurmak, halka Osmanlı Sultanı’nın Avrupa’nın
önde gelen hükümdarlarıyla aynı derecede kabul gördüğünü göstermekti. Sultan
Abdülaziz’in ziyaretinin her iki amacına da ulaştığı söylenebilir. Sultan’ın ziyaret
ettiği tüm ülke hükümdarları ona karşı saygılı davranmışlar, kendilerini
onurlandırdıklarını belirtmişlerdir.46 Bunun dışında Avrupa devletleri ile iyi
ilişkilerde olduğunu Hıristiyan tebaaya göstermek ve Rusya ile olan
münasebetlerde müttefik aramak ziyaretin amaçlarındandı. Rusya’nın, Sultan
Abdülaziz’in Avrupa seyahatinden rahatsız olduğu açıkça görülmektedir. Sultan’ın
İngiltere ziyaretinin önemi ise sömürgelerinde yaşayan birçok Müslüman halkın
manevi liderinin kendilerini ziyaret etmiş olmalarıdır. Bu nedenle İngiltere, sultanı

43 Leyla Saz, Haremde Yaşam Saray ve Harem Hatıraları, Haz. Sedat Demir, Dün Bugün Yarın

Yayınları, İstanbul, 2012, s. 143.


44 Karaer, a.g.e., ss. 147-148.
45 Köksal, a.g.m., ss. 125-130.
46 Judy Upton-Ward, a.g.m., s. 125.

83
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
en iyi şekilde ağırlayarak sömürgelerinde yaşayan Müslüman halkın bağlılığını
arttırmak istemiştir.47

Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati dönüşünde Osmanlı Devleti’nde bazı


yenilikler yapılmıştır. Bu seyahat sonucu Sultan dönüşte yayınladığı bir ferman ile
değerlendirme yapmıştır.48 Fermanda, Avrupa’da kendisine gösterilen ilgi ve
alakayı hiçbir zaman unutmayacağını bildirmiştir. Sultan, Avrupa’da gördüğü refah
ve medeniyeti Osmanlı Devleti’nde de temin edeceğini, memleketin kalkınması ve
güvenliğinin sağlanması için uğraşacağını, eğitim ve bilimin yaygınlaştırılacağını,
yolların çoğaltılacağını, deniz ile kara kuvvetlerinin düzenleneceğini ve maliyenin
güçlendirileceğini bildirmiştir.49

Seyahat dönüşü eğitime önem verilmesi gerektiğini düşünen Sultan


Abdülaziz, 1869 Maarif Nizamnamesini yayınladı ve bu nizamname ile eğitimdeki
açıkları gidermeye çalıştı. Maarif Nizamnamesi ilk etapta İstanbul’da uygulanmaya
konuldu.50 Sıbyan Okulları ıslah edildi. Rüştiye okullarının sayısı artırıldı. Vilayet
merkezlerinde sultaniler kuruldu. İlk olarak İstanbu’da Fransızca eğitim veren
Galatasaray Sultanisi kuruldu. Yapılan bu yenilikler sonucunda eğitimde ilerleme
kaydedilmiştir.51

Sultan Abdülaziz’in seyahat amaçlarından biri de maddi yardım temin


edebilmekti. Her ne kadar beklenen yardım alınamamışsa da Kredi Mobiller
şirketinden elli üç milyon Franklık bir borç para tedarik edilmiştir.52

Sultan Abdülaziz, seyahati sırasında onuruna düzenlenen resmi geçit


törenlerinde askerlerin durumunu görmüştü. Seyahat sonrasında ordu ve
donanmanın kuvvetlendirilmesi hususunda çalışmalar da bulundu. İlk olarak
Seraskerliğe Hüseyin Avni Paşa’yı getirmiştir. Avni Paşa, Prusya’yı örnek alarak,
18 Ağustos 1869’da Kuvve-i Umumiye-i Askeriyye’ye Dair Nizamname ile orduda
düzenlemeler yapmıştır.53 Askerlik hizmeti için bütün Osmanlı halkı mecbur

47 Karaer, a.g.e., ss. 151-153.


48 Süleyman Kocabaş, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul, 2001, s. 24.
49 Karaer, a.g.e., s. 155.
50 Ebubekir Keklik, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri Anadolu Islahatları, Gazi

Üniversitesi SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009, s. 32.


51 Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, C: 3, TTK Yayınları, Ankara 1983, s 346.
52 Karaer, a.g.e., s. 159.
53Ayten Can Tunalı, Tanzimat Döneminde Osmanlı Kara Ordusunda Yapılanma (1839-1876), Ankara

Üniversitesi SBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2003, s. 104-105.

84
 
 
 
 
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati
——————————————————————————————
tutulurken, sadece İstanbul ve Girit muaf olmuştur. Silahlı kuvvetler yedi ordu
ayırarak yeniden teşkilatlandırdı.54

Sultanın seyahat nedeniyle ülkede bulunmaması özellikle İstanbul’da


bulunan vatandaşları oldukça üzmüştür. Fakat seyahatin devlet için faydalı
sonuçlar getireceğini kabul ederek Sultan’ın dönmesini beklemişlerdir.55
Seyahatten önce ve sonra Sultan Abdülaziz devlet ve milletin durumunu yakından
görmek için hemen her cumayı bir başka camide geçirmiştir. Tahtta kaldığı süre
içinde halkla yakın temas kurmuştur. Buralarda dinlediği sorunlara hemen çözüm
bulunmasını emretmiş ve buyruklarının yerine getirilip getirilmediğini de sıkı bir
şekilde takip etmiştir.56

Sonuç
Sultan Abdülaziz, Avrupa Seyahati Ortaköy Camii’nde Cuma Namazından
sonra görkemli törenlerle başlamıştır. Gezi, 21 Haziran 1867 ‐ 7 Ağustos 1867
tarihleri arasında tam kırk altı gün sürmüştür. Sultan ve maiyeti elli altı kişiden
oluşuyordu. Sırasıyla Paris, Londra ve Viyana’yı gezmiştir. Hıristiyan devletleri ilk
defa ziyaret edecek olan Osmanlı Devleti Sultanı ve tüm Müslümanların Halifesi
Sultan Abdülaziz, Osmanlı toplumu tarafından ilk başta olumsuz karşılanmıştı.
Fakat Şeyhülislamın verdiği fetva gereği bu gezi cihat sayılmış, tepkiler aşağıya
çekilmişti. Gezi sırasında Avrupa Devletlerinde yaşayan halk, Sultan Abdülaziz’i
görmek için can atmış, bu durum sultanın hoşuna gitmişti. Halkın sultana bu kadar
ilgi göstermesi ise ilk defa Osmanlı Devleti Hükümdarını görmek olacaktı.

Genel olarak bakıldığında; Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati görünüş


olarak muhteşem ve parlak bir seyahattir. Osmanlı yöneticilerinin bu seyahat
sonucunda ulaşmak istedikleri hedeflere tam olarak ulaştığını söylemek mümkün
değildir. Bu seyahat Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumun Avrupa ile
mukayesesi olmuştur. Sultan ve maiyeti Avrupa’nın her alandaki ilerlemesini
yakından görme fırsatı bulmuş, ülke şartlarının biran önce iyileştirilmesi
gerektiğinin farkına varmışlardır. Sultan Abdülaziz bunun için seyahat sonrası bir
ferman yayınlamış, bu fermanda adeta tebaasına söz vermiştir. Eğitim başta olmak
üzere her alanda yeni atılımlar başlatmış, bu ilerlemeler kendisinden sonra gelen
Osmanlı Sultanları tarafından da takip edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde yapılan bu seyahat ilk olmasıyla beraber, Sultan


Abdülaziz’den sonra gelen hükümdarlar için de bir önemli bir gelişmedir. Çünkü

54 Karal, a.g.e., C: 3, ss. 187-189.


55 Karaer, a.g.e., s. 155.
56 Dikme, a.g.m., s. 302

85
 
Ömer YAVUZ 
——————————————————————————————
bu geziye katılan Şehzade Murat ve Şehzade Abdülhamid, Sultan Abdülaziz’den
sonra başa geçmişlerdir. Sultan Murat fazla tahta kalamasa da, Sultan Abdülhamid
bu gördüklerini ve Sultan Abdülaziz’in izlediği yolda devam etmiştir. Hatıralarında
hep Sultan Abdülaziz’den bahsetmekte ve onu öldürenlerden intikamını almak için
çaba göstermiştir.

Kaynakça

ASİLTÜRK, Baki, “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnameler”, Turkish Studies Dergisi,


C: 4, S: 1-1, Kış 2009, s. 911-995.
DİKME, Hüseyin, “Osmanlı’da Halkla İlişkiler: Sultan Abdülaziz Dönemi Örneği”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C: 5, S: 21, Bahar 2012, s. 293-305.
GÖK, Nejdet, “Mütercim Halim Efendi’nin Notları Çerçevesinde Sultan Abdülaziz’in
Avrupa Seyahati ve Sonuçları (21 Haziran 1867 – 7 Ağustos 1867)”, Tarih
Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, S: 7, 2012, s. 165-188.
İRTEM, Süleyman Kani, Sultan Abdülaziz ve Bir Seraskerin İhtilali, Haz. Osman Selim
Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2004.
Judy Upton-Ward, “Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Osmanlı Ansiklopedisi, C: 2, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 119-128.
KARAER, Nihat, Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, Phonex Yayınları, Ankara 2007.
KARAL, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, C.3, TTK Yayınları, Ankara 1983,
KEKLİK, Ebubekir, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri Anadolu Islahatları, Gazi
Üniversitesi SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, , Ankara 2009.
KÖKSAL, Osman, “Sultan Aziz’in Avrupa Seyahati Dönüşü Münasebetiyle Yapılan
Kutlamalar ve Bir Manzum Tarihçe”, Osmangazi Üniversitesi SBD, C: 4, S: 1,
Eskişehir 2003, s. 117-131.
ÖNEY, Ayhan, İktisadi ve Ticari Terimler Sözlüğü, Turhan Kitabevi, Ankara 1978.
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriat, C. 5, İstanbul 1994.
SAZ, Leyla, Haremde Yaşam Saray ve Harem Hatıraları, Haz. Sedat Demir, Dün Bugün
Yarın Yayınları, İstanbul 2012.
SUBAŞI, Turgut, “Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz”, Genel Türk Tarihi
Ansiklopedisi, C: 7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 205-252.
TİMUR, Taner, Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İmge
Kitabevi, Ankara 1998.
TUNALI, Ayten Can, Tanzimat Döneminde Osmanlı Kara Ordusunda Yapılanma (1839-
1876), Ankara Üniversitesi SBE, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2003.

86
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları

Önder PATAR 
——————————————————————————————

ÖZET
“M.Ö. V. Yüzyıl Pers (Ahameniş) – Yunan Savaşları” konulu bu çalışmada
Anadolu, Yunanistan ve Mezopotamya coğrafyasından başlayarak; Mısır ve Balkanları
kapsayıp, bilinen dünya’yı etkilemiş; bir Doğu-Batı mücadelesi anlatılmıştır. Pers - Yunan
Savaşları Anadolu ve Anadolu’ya komşu olan coğrafyaları etkileyen bir konudur. İlkçağ
tarihçilerinden, bu dönemde yaşamış olan Herodot’un “Herodot Tarihi”(Historiai) Pers
Tarihi hakkında kıymetli bilgiler vermektedir.

Bu çalışmada ilk olarak giriş bölümünde İlkçağ’da Doğu – Batı mücadelesinin


çıkış noktası üzerinde durulmuştur. Ayrıca İlkçağ’da Anadolu’daki coğrafi bölgeler tasnifli
bir şekilde aktarılmıştır. Kısaca Yunan ve Pers tarihi anlatılmış, olağanüstü olaylardan da
alıntılar verilerek zenginleştirilmiştir. Daha sonrasında asıl konumuz olan Pers – Yunan
savaşlarına yer verilmiştir. Savaşlar yapıldıkları coğrafyalara göre tanzim edilmiştir. Sonuç
bölümünde savaşların sonucunda neler olduğu, iki tarafı hangi yönlerden etkilediği
üzerinde durulmuştur. Dipnot kısmında okuyucunun aklındaki soru işaretlerini gidermek,
detaylı bilgiler verilmek ve konuyla ilgili çıkarımlarda bulunmak amacıyla açıklamalara yer
verilmiştir. Hanedan soyları hakkında kronolojik sıralama yapılmıştır. Anlatılanlar
pekiştirilmek için resimlere yer verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Pers, Yunan, Anadolu, Sparta, Atina, I. Darius, I. Kserkses,


Hellen

——————————————————————————————
Giriş
Tarihte bilinen ilk Doğu-Batı mücadelesinin Medler ve Lidyalılar arasında
olduğu görüşü yaygındır. Batı’ya doğru hızla genişleyen Medler, Kapadokya’ya
kadar ilerlemiş ve böylece Lidyalılar ile Medler karşı karşıya gelmiştir. Bu iki
gücün arasındaki savaşlar beş yıl sürmüştür. M.Ö. 28 Mayıs 585 yılında Kızılırmak
Savaşı meydana gelmiştir. İlk mücadele böylece gerçekleşmiştir. Bazı tarihçilere
göre ilk mücadele Troia Savaşı ile başlamaktadır (M. Ö. 1193-1184). Herodotos ise
kız kaçırma silsilesi sonunda düşmanlığın başladığını aktarmaktadır. Meseleyi
şöyle açıklamaktadır: İlk olarak Fenikeliler Argos Kralı Inakhos’un kızı İo’yu
kaçırmışlardır. Sonraki zamanda Giritliler ise Fenike diyarına giderek Europe’yi
kaçırırlar. Yunanlılar Kolkhis’e1 giderek Kral’ın kızı olan Medeia’yı kaçırırlar. En

 Giresun Üniversitesi, Fen – Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, IV. Sınıf Lisans Öğrencisi
1 Doğu Karadeniz kıyılarındaki antik bölgedir.
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
sonunda Troia Kralı Priamos’un oğlu Prens Aleksandros (Paris) Yunanistan’dan
Sparta Kralı Menelaos’un karısını kaçırır ve bütün Akhaioslar Troia’ya savaş
açarak Birleşik Yunanistan Troia’ya çıkarma yapar. Sonunda Troia yakılıp yıkılır.
Bu savaş nedeniyle iki medeniyet arasında düşmanlık başlamıştır. Persler
Anadolu’yu ve orada yaşayanları kendilerinden saymışlardır. Persler için Avrupa
ve Hellenler ise yabancıdır.2

Doğu’da Pers İmparatorluğu bilinen dünya’nın neredeyse hepsine


hükmediyordu. Anadolu merkez olarak düşünülürse Bilinen Dünya: Yakın
Doğu’da Armenia; Uzak Doğu’da Parthia, Baktria, Sogdiane, Hindistan; Güney’de
Arabistan, Libya, Mısır, Nubya; daha Güney’de Etiyopya bulunuyordu. Batı’da
Yunanistan, İtalya, Sicilya, İspanya, Avrupa’nın bir bölümü bilinmekteydi;
Kuzey’de İskit ve Kimmer halkları bulunuyordu. Anadolu’nun Güneydoğusu
Mezopotamya Bölgesi’nin sınırları içerisindeydi. Mezopotamya ikiye ayrılır:
Yukarı ve Aşağı Mezopotamya. Yukarı Mezopotamya Toroslardan bugünkü
Bağdat’a uzanır. Aşağı Mezopotamya Bağdat’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan
bölgedir.

Batı’da Yunan şehir devletlerinden olan Atina ve Sparta kendi aralarında


anlaşmazlık içindeydi. Persler, bu küçük site devletlerini tek hamlede yutacaklarını
zannettiler. Persler, Yunan devlet yöneticilerine rüşvet vererek içten yıkmaya
çalıştıysa da Yunan ordusu Perslere karşı büyük zaferler kazandı.

Yunanlılar kendileri dışındaki uluslara barbar gözüyle bakmışlardır.


Bunların kendilerinden daha aşağı olduklarını savunmuşlar ve itaat altına almak
için çalışmışlardır. Barbaros, barbaroi dili yabancı olan, anlaşılamayan toplum
anlamına gelmektedir. Batı insanları sürekli Doğu’ya egemen olmak hayalindeydi.
Doğu’nun geleneği ise Batı’nın insanlarını ve hayallerini yutmak olmuştur.

Anadolu bir takım coğrafi bölgelere ayrılmıştır. Bunlar; Batı’da,


Kuzey’den Güney’e doğru Troas, Mysia, Aiolis, İonia, Lydia ve Karia; Karadeniz
kıyısında, Batı’dan Doğu’ya doğru Bithynia, Paphlagonia ve Pontos; Orta
Anadolu’da Phrgia, Galatia ve Kappadokia; Güney’de ise Lykia, Pauphylia,
Pisidia, Isavria, Lykaonia ve Kilikia’dır.

2 Herodotos, Tarih(Historiai), Çev. Furkan Akderin, Alfa Yayınları, İstanbul 2007, s. 4 – 5

88
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
Kısa Yunan Ve Pers (Ahameniş) Tarihi
Yunanistan’da Siyasal Yapı:
Yunanistan M.Ö. 2000’lerde kuzeyden, Tuna boylarından Akhaiosların
akınına uğradı. Teselya’ya ve Peloponnes Yarımadası’na yerleştiler. En ünlü
şehirleri Miken (Mykenai)dir. Miken merkezli yeni bir uygarlık kurudular.
Sarayların, sağlam şatoların, anıtsal mezarların olduğu gelişmiş bir şehir kültürü
yarattılar. Bu gelişimin sonucunda doğan uygarlığa Miken Uygarlığı denir.

M.Ö. 1200-1150 yıllarında Yunanistan’a Dorlar girdi ve Akhaiosları


yurtlarından sürdüler. Akhaioslar bunun sonucunda Ege Denizi’ni geçerek Batı
Anadolu’ya yerleştiler ve Aiol ile İon yerleşimlerini kurdular. İlk olarak Ionia’da
şehir devletleri (polis) kurulmuştur. Ionia’ya gelen Akhaioslar şehir kurma
kültürüne sahiptiler ve bu yabancı topraklarda tutunabilmek için daha korunaklı
şehirlere ihtiyaçları vardı. Bunun sonucunda etrafı surlarla çevrili, içinde sarayı
olan, halkın içinde rahatça yaşayabileceği şehir devletleri kurdular.
Yunanistan’daki Akhaios şehirleri kendilerinden daha az gelişmiş olan Dorlar
tarafından tahrip edildi. Daha sonra Girit, Rodos ve Güneybatı Anadolu (Karia
Bölgesi) kıyılarına kadar Dor istilası gerçekleşti. Ancak kültürce geri bir medeniyet
olan Dorlar bir süre sonra Akhaios kültürünün etkisinde kaldı ve zamanla Dor ve
Akhaios kültürünün kaynaşması ile Yunan (Hellen) kültürü doğdu. Dor göçlerinin
olduğu bu döneme “Karanlık Dönem” denir.

Kolonizasyon, bir kavmin ya da bir kent halkının tarımsal veya ticari


organizasyonlar oluşturmak için uzak memleketlerde elverişli toprakları yurt
edinmesine ve bu sürece denir.3 Nüfusun Yunanistan’da fazlaca artmasıyla beraber
göç dalgası ilk adalar ve Anadolu kıyılarına vurmaya başladı. Ege, Marmara,
Akdeniz, Karadeniz kıyılarında, M.Ö. 750-550 yılları arasında çok sayıda koloni
kuruldu. Bu sürece “Büyük Kolonizasyon Dönemi” denir. M.Ö. VIII. yüzyılda
asiller (Sparta dışındaki bütün Hellas şehirlerinde) kralları tamamen ortadan
kaldırarak bütün devlet idaresini ele geçirdiler. İon şehirleri M.Ö. VII. yüzyıla
doğru bir çeşit ilkel demokrasi ile yönetilmeye başladı.4 M.Ö. VI. yüzyılda kentleri
tiran adı verilen kişiler yönetti. Yönetimi zorla, yasal olmayan bir şekilde ele
geçirdiler. Genellikle tiranlar toplumun zengin sınıfından çıkıyordu.

3Oğuz Tekin, Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, s. 70
4Veli Sevin, “Anadolu’da Yunanlılar” , Anadolu Uygarlıkları, Görsel Anadolu Tarihi Ansiklopedisi,
C. II, Görsel Yayıncılık, İstanbul 1982, s. 218

89
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Sparta Krallığı, kudretli ordusu, amansız disiplinli toplumu ile Eski Yunan
Dünyası’na korku salmıştır. Lakonya’nın merkezi olan Sparta şehri Peloponnes’in
güneydoğusunda yer alan ve Dor asıllı Lakedemonyalılar’ın yaşadığı Lakonya’nın
kuzeybatısındadır. Spartalılar, Peloponnes Yarımadası’nın tamamını ele
geçirememekle birlikte, devir devir nüfuzlarını bu bölgede kabul ettirmişlerdir.
Sparta tahtına iki Kral otururdu. Bu geleneğe göre Ajid ve Proklides veya
Eurypontides hanedanlarından birer kişi Kral olurdu.5 Atina Cumhuriyeti,
donanması, deniz ticareti, zenginliği, özgür erkek vatandaşlarına mahsus
demokrasisi, disiplini, sanatı ve fikir hayatının üstünlüğüyle Yunan Dünyası’na
hükmetmiştir.

Yunanistan’da şehir devletleri arasında uygulanan savaş sistemi falanks (


falanj, yun. Phalagks ) dır. Falanks, bileşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak
biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz saftan oluşan, omuz omuza savaşan
hopliteslerden6 kurulu düzendir.7 Bir bütün olarak hareket eden birkaç bin zırhlı
hoplitesden oluşan bir saldırının, süvari birliklerini ya da herhangi bir gücü savaş
alanında bozacağı taktik açısından görüldü. Bu durum anlaşılınca, her şehir devleti,
yurttaşları arasında olabildiğince büyük bir falanks örgütleyip yetiştirmek zorunda
kaldı. Atiklik, güçlülük ve yüreklilik istenen niteliklerin yalnızca bir bölümüydü.
Her bir savaşçının kalkanı yanındakinin sağ tarafını örtmeye yardımcı olmalıydı,
her bir savaşçının güvenliği yanındaki savaşçının yerini yitirmemesine bağlıydı. En
iyi biçimde eğitilmiş falanks; Sparta falanksı idi. Thebailerle yapılan Leutra
Savaşı’na (M.Ö. 371) kadar süren bu sistem, bu savaşta kullanılan çapraz nizam
taktiği sonucunda etkinliğini yitirdi.8

Kısa Pers Tarihi:


Pers Krallığı’nın Kuruluşu:
Persler çeşitli dillerde Parsa, Parsua, Fars, Fürs gibi adlarla anıldılar.
Siyasi güç olarak Pasargad boyundan Akameniş, Ahemeneş ya da Ahameniş
Klanına mensuptular.9 M.Ö. 1300 yıllarında Kafkaslar yoluyla Kuzeybatı İran’a

5 Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar (İlkçağ ve Asya – Afrika), Cilt III, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara 2005, s. 344
6 Hoplites: Ağır silahlarla donatılmış piyade eridir. Falanks sisteminde önemli yer tutar. Yaklaşık 35

kilo tutan sığır derisinden yapılmış oval bir kalkan, miğfer, zırh, iki tarafı keskin düz kılıç ve iki metre
uzunlukta mızraktan oluşan takımları vardı.
7 Cüneyt Akalın, Taş Devri’nden Orta Çağ’a Uygarlık Tarihi, Derin Yayınları, İstanbul 2010, s. 88
8 Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. XI, İstanbul 1992, İnter Press Basın ve Yayıncılık, s. 5387
9 Hasan Bahar, Eski Çağ Uygarlıkları, Kömen Yayınları, Konya 2011, s. 297

90
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
giren Persler, Hint – Avrupalı bir kavmin Aryan kolundandır. 10 Persler 3 bölgede
ortaya çıktı: Parsua (Urumiye Gölü’nün güneybatısında), Parsama ya da Parsuma
(Elam’ın kuzeyinde) ve Parsa (Bugünkü Fars eyaleti). Parsa’nın çorak topraklarına
yerleşmiş olan Persler, askeri alanda, zengin Doğu ovalarının halklarından çok
üstün olduklarını kanıtladılar. Grek kaynakları 10 boydan oluştuklarını söyledikleri
Perslerin büyük oranda köy ve kentlerde tarımla uğraştıklarını ve bazılarının da
hayvan sürüleriyle göçebelik yaptıklarından söz eder.

Pers Kralları Elam, Asur ve Med egemenliği altında yaşadılar. Asur Kralı
Asurbanipal’in Perslerin desteğiyle Elam Devleti’ni yıkması (M.Ö. 640) ileride bu
bölgede Perslerin devlet kurmalarında önemli rol oynamıştır.11 Pers Beyi
Kambyses’in yerine geçen oğlu II. Kyros (Büyük Kirus, Kurus, Keyhüsrev) , M.Ö.
559’da Pasargad’da Anzan Beyi ilan edildi. Heredot’un II. Kyros’un doğumu ve
başa geçişiyle ilgili verdiği bilgiler dikkate şayandır:

“Med Kralı Astyages’in Mandane isimli bir kızı vardı. Bir gece rüyasında
kızının işediğini ve bütün Asya’yı sel bastığını gördü. Rüyayı yorumlattı. Falcılar
tahtının tehlikede olduğunu söyledi. Bunun üzerine kızını Medlerden daha aşağı bir
kategoride olan Pers soylusu Kambyses’e verdi. Evlendikten bir sene sonra babası
Astyages bir rüya daha gördü. Kızının rahminden bir asma uzanıyor ve bütün
Asya’ya yayılıyordu.12 Falcılar çocuğun kendisinin yerini alabileceğini ve hemen
öldürülmesini söyledi. Astyages, saray nazırı ve akrabası olan Harpagos’a çocuğu
öldürmesini emretti. Harpagos çocuğa kıyamadı. Dağa bırakması için Mithridates
isimli bir köle görevlendirildi. Mithridates’in de yeni doğmuş bir çocuğu vardı.
Çocukları değiştirip kendi çocuğunu dağa terk etti. II. Kyros’u büyütmeye başladı.
Bir olay sonucu Astyages çocuğun yaşadığını Mithridates’ten öğrendi. Bunun
üzerine Harpagos’a çok kızarak, Harpagos’un oğlunu öldürttü, pişirtti ve babasına
yedirtti. II. Kyros’u babası Kambyses’in yanına gönderdi. Harpagos, II. Kyros ile
iyi geçinmeye başladı. Astyages’e karşı ise büyük bir intikam düşüncesi içindeydi.
Daha sonra persler ayaklandılar. Pers ve Med orduları karşılaştı. Med komutanı
Harpagos ve Med ordusunun bir kısmı Pers tarafına geçti. Med ordusu bozguna
uğradı ve Astyages esir düştü”. 13

10 Veli Sevin, “Anadolu’da Pers Egemenliği”, Anadolu Uygarlıkları, Görsel Anadolu Tarihi, C. II,

Görsel Yayıncılık, İstanbul 1982, s. 268


11 Hasan Karaköse, Siyasi Düşünce Tarihi, Nobel Yayınları, Ankara Şubat 2007, s. 33
12 Osmanlı zamanında Osman Bey’in gördüğü rüya ile benzerlik vardır. Osman Bey rüyasında kendi

göğsünden çıkan ağacın dalları hızla büyüyerek bütün Dünya’ya yayılıyordu. Bu hikâyelerdeki amaç
hanedana kutsiyet kazandırmaktır.
13 Herodotos, a.g.e. , s. 64

91
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Böylece M.Ö. 550 yılında Med hanedanı sona ermiş oldu. Perslerin hüküm
süreceği dönem başladı. II. Kyros sıfırdan bir devlet kurmak zorunda kalmadı,
çünkü elinde hazır bir Med Krallığı bulunuyordu. II. Kyros Med mirasını
devralarak ve üstüne ekleyerek farklı bir İmparatorluk kurdu. Bunu da fethettiği ya
da farklı şekilde idaresi altına aldığı halklara barış, şefkat ve dostluk sunarak
gerçekleştirdi. Yerel dinler ve din adamları yüceltildi, mümkün olan her yerde
yerel yöneticilerin görevlerine devamı sağlandı ve günlük yaşama müdahale
edilmedi.14

Büyük Kyros, doğuda Kirman, Belucistan, Sind, Doğu Afganistan,


Parthanistan, Maveraünnehir ve bugünkü Türkmenistan’ı ele geçirdi. İran’da
hâkimiyetini güçlendirdikten sonra gözünü Batı’ya dikti. Babil (Kalde) Devleti’ne
son vererek Mısır sınırına kadar topraklarını genişletti (M.Ö. 538). Oğlu II.
Kambyses, Mısır’ı ele geçirdi (M.Ö. 525).

Kyros ele geçirdiği bölgeleri “Khşatrapa” adı verilen, Yunanlıların


“Satrapes” dediği valiler aracılığıyla yönetiyordu. Kyros Anadolu’yu ele
geçirdikten sonra Anadolu’yu iki satraplık bölgesine ayırdı. Birinci satraplık
bölgesi başkenti Daskyleion olan Katpatuka, ikincisi başkenti Sardes olan Sparda
idi. 15 I. Darius satraplık örgütünü geliştirerek tüm krallığı 20 vergi bölgesine
ayırdı. Satraplar idari ve askeri sorumlulukları olan Kral’ın vekilleriydi. Memleket
nigahbanı (satrap unvanını taşıyan umumi valiler) olarak adlandırılırdı. Satraplar
asayiş ve nizamı koruyacak kudret ve nüfuzla yetkilendirilirdi. Ancak Kral’a karşı
sorumluydular. Hudutları korur, isyanları bastırır, yolların emniyetini sağlardı.
Ayrıca yıllık vergileri toplar, adalet işlerine bakardı. Satraplar genellikle Pers
soylularından seçilirdi. “Kralın gözleri ve kulakları” denen denetçiler, bütün
İmparatorluğu dolaşır, önceden haber vermeden yöneticileri görmeye gider,
satrapların işleri nasıl yürüttüklerini incelerlerdi.16

Perslerde “Ölümsüzler” denilen İmparator’un özel muhafız ordusu


bulunmaktaydı (Bkz. Resim I). 10 taburdan oluşan ölümsüzler, daimi orduyu teşkil
ederdi. Sayısı 10 bin kişiydi. Bu 10 bin kişilik kuvvet ne azalıyor ne de artıyordu.
Eksilince hemen 10 bine tamamlanıyordu. Bu nedenle ölümsüzler olarak
adlandırıldılar. İmparatorluğun elit askeri sınıfıdır. 20 ila 50 yaşları arasında
görevde kalınırdı. Bu güç merkezi otoriteyi herhangi bir sıradan düşmana karşı

14 Christan I. Archer vd., Dünya Savaş Tarihi, Çev. Cem Demirkan, Akyüz Yayınları, İstanbul Ekim

2006, s. 36
15 Elmar Schwertheim, Antik Çağ’da Anadolu, Çev. Nuran Batu, Kitap Yayınları, İstanbul Mayıs

2009, s. 39
16 Seton Lloyd, Türkiye’nin Tarihi, Tubitak Yayınları, Ankara Aralık 1997, s. 122

92
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
daha baskın hale getiriyordu. Bu ordunun yalnızca varlığıyla, herkes bir
başkaldırının anında ve büyük karşılık göreceğini önceden bildiği için, uzak
eyaletler bile İmparatorluğun asker göndermeleri yönündeki buyruğa uymak
zorunda kalıyordu.17

Lidya’nın Pers Hâkimiyeti’ne Girişi:


Lidya Kralı Kroisos (Krezüs, Karun)18, Med Kralı Astyages’in Kyros
tarafından yenilgiye uğradığını ve Kyros’un güçlenmeye başladığı haberini aldı.
Kroisos, Astyages’in kaynıydı. Bu tehlike üzerine Kroisos, Delphoi kâhinine
danışmayı uygun buldu. Kâhin’e Perslerle savaş ihtimalini sordu. Kâhin, Kroisos’a,
eğer Perslerle savaşa girerse büyük bir İmparatorluğun yıkılacağını söyledi.19 Bu
cevap üzerine Kyros’u yeneceğini ve yıkılacak İmparatorluğun Persler olacağını
düşündü. Kroisos, Mısır ve Lakedaimanlar ile ittifak yapmaya çalıştı. Daha sonra
ordusunu toplayarak Kappadokia’ya yürüdü. Kyros da ordusunu hazırladı ve
Kappadokia’ya hareketinde geçtiği yerlerden orduya katılımlar oldu. İki ordu
Kappadokia’nın Pteria bölgesinde karşılaştı. Kyros, İon kentlerini Kroisos’a karşı
ayaklanmaya teşvik etti. Miletos dışında diğer İon kentleri Kyros’un girişimlerini
önemsemedi. Çünkü Perslerin İonia’ya kadar ilerleyeceklerini tahmin etmediler.

Perslerle savaşılacağı bir sırada Sandamis adlı bir Lidyalı, Kral Kroisos’a
“Kralım, savaşacağımız insanların haline bir bak. İstedikleri kadar değil,
buldukları kadar yemek yiyebiliyorlar. Şarap nedir bilmezler. İçkilerine su
karıştırırlar. Ülkelerinde incir gibi güzel meyveler yetişmez. Sana verecekleri bir
şeyleri yok ki! Fakat yenilirsen bizim elimizdeki şeylerin tadını alacaklar. Bir daha
da bırakmak istemeyecekler. Bence tanrılar Perslerin aklına Lidya’ya saldırmayı
getirmediklerinden kendimizi mutlu saymalıyız” demiştir (Bkz. Resim V). Ancak
Kroisos, Sandamis’in söylediklerini dikkate almamıştır.20

Savaşta her iki tarafında kaybı fazlaydı. Akşam olunca savaş kesildi. İki
taraf arasında denge vardı. Ertesi gün savaşılmayınca Kroisos, Sardes’e geri döndü.
Mısır ve Lakedaimanlardan yazın saldırıya geçmek için yardım istedi. Kış
mevsiminin gelmesinden dolayı Kyros’un geri döndüğünü zannetti. Kyros,
Kroisos’un planını anladı ve Sardes şehrine hareket etti. Kroisos beklemediği anda

17 William H. McNeill, Dünya Tarihi, Çev. Alaettin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara 1989, s. 58
18 Merymad hanedanındandır. Gyges zamanında hükümdarlık Heraklesoğullarından alınmıştır. M.Ö.
560 – 546 yılları arasında hüküm sürdü.
19 Collette Estin – Helene Laporte, Yunan ve Roma Mitolojisi, Çev. Musa Eran, Tubitak Yayınları,

Ankara Ekim 2004, s. 69


20 Herodotos, a.g.e. , s. 42

93
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Pers ordusunu Sardes kapılarında gördü. Bunun üzerine ordusunu topladı ve Sardes
yakınlarında bir ovada iki ordu tekrar karşılaştı.

Persler yeni bir taktikle Lidyalı atlıları bertaraf etmek amacıyla, ağırlıkları
taşıyan develere askerler bindirildi. Daha sonra Lidya atlıları üzerine hücum
ettirildi. Atlar, develerin kokusuna ve görüntüsüne dayanamayıp kaçtı.21 Ancak
Lidyalı süvariler atlarından inip piyade gibi savaşmaya başladı. Fazla dayanamayıp
şehre çekildiler. Hemen Kyros Sardes’i kuşattı. Kuşatmanın 14. gününde Sardes
düştü ve Kroisos yakalandı (M.Ö. 547).22

Kyros bu zaferle, bu zamana kadar büyük babaları gibi Anzan Kralı unvanı
yerine Pers Kralı unvanı aldı.23 Lidya’nın ele geçirilmesi Persleri büyük bir deniz
gücü haline getiriyordu. Perslerin Kartaca24 ile anlaşması sonucu Yunanlılar
karşısında durumlarını kuvvetlendiriyorlardı. Amaçları Yunanistan Seferine
çıkarken, Kartaca da donanmasıyla Yunan sitelerine yardım için gelme ihtimali
olan Sicilya’daki Yunan unsurları sindirmekti.25

İon İsyanı (İon İhtilali) ve Lade Savaşı:


M.Ö. 521 yılında Pers tahtına I. Darius (Dara, Darayawus) geçti (Bkz.
Resim II). M.Ö. 511’de Balkan seferine çıktı. İstanbul Boğazı’nı Samoslu
Mandrokles’in planladığı köprü ile 700 bin kişilik ordusu ile geçti.26 Amacı İskitler
(Skyht) üzerine yürümekti. Ancak İskitler karşısında başarı sağlayamadı. Buna
rağmen Makedonya ve Trakya’yı hâkimiyet altına aldı. Boğazlara hâkim oldu.
Adaların bir kısmı Pers hâkimiyetine girdi. Böylece Yunanistan sıkıştırılmış oldu.

Bu fetihlerden sonra İonia için için kaynamaya başladı. Çünkü siyasal


bağımsızlığın elden gitmesinin ve tiranlığın yönetimde etkili olması hoşnutsuzluğa
neden oldu. Buna Ionia’nın ekonomik bunalıma düşmesi de eklenince homurtular
başladı. I. Darius’un boğazların kontrolünü ele geçirmesiyle Yunan şehir
devletlerinin Marmara ve Karadeniz’deki kolonileri ile ilişkilerini zorlaştırması
ekonomik bunalımda etkili olmuştur. Çıkar çatışmaları ile de ortam iyice karıştı.

21 Herodotos, a.g.e. , s. 47
22 Kyros’un huzuruna getirilen Kroisos, bir odun yığınının üstüne çıkarıldı. Kroisos “Hiçbir canlı
mutlu değildir” dedi. Kyros bu sözü duyunca aynı durumun kendi başına da gelebileceğini düşündü.
Kroisos’un hayatını bağışladı ve danışmanı yaptı.
23 Tarihten Evvelki Zamanlar ve Eski Zamanlar, İstanbul Devlet Matbaası, C. 2, s. 172
24 Bugünkü Tunus civarında kurulmuş bir Fenike kolonisiydi. Zamanla zenginleşerek güçlenmiştir.

Denizcilikte ileri bir medeniyettir.


25 Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası; İnsanlık Tarihine Giriş( İlkçağ I), Cem Yayınevi,

İstanbul Aralık 1994, s. 278


26 Lloyd, a.g.e. , s. 125

94
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
Sonunda M.Ö. 500 yılında Perslere karşı Miletoslu Aristagoras önderliğinde İonia
ayaklandı.27 Kısa sürede kuzeyde Marmara Bölgesi’nden, güneyde Kıbrıs’a kadar
yayılan bu isyana İonia İhtilali denir. Aristagoras önce yardım için Sparta’ya
başvurdu. Spartalılar ilk olumlu baktıkları bu yardım teklifini daha sonra Pers
merkezine bir harekâtın yapılamayacağını, denizden uzaklaşamayacaklarını
bildirerek teklifi kabul etmediler. Bunun üzerine Aristagoras Atina’ya başvurdu.
Atina bu yardım teklifine sıcak baktı. 20 gemiyi İonia’ya gönderdi. Eretria’da28 5
gemiyle yardımda bulundu.

M.Ö. 497’de Persler savaş hazırlıklarını tamamladı. Donanmayı Fenikeliler,


Kıbrıslılar, Kilikialılar ve Mısırlılardan oluşmak üzere 600 gemiydi. İon donanması
ise Miletos, Priene, Myrus, Teos, Khios, Eretria, Phokaia, Lesbos, Samos
şehirlerinden oluşan 353 gemiden ibaretti.29 Lade Adası’nda toplanan İonialılar
aralarında çıkan anlaşmazlıktan dolayı Samoslular ve Lesboslular donanmadan
ayrıldılar. Lade Adası önlerinde yapılan savaşı, İonialılar kaybetti (M.Ö. 494).

Pers orduları ihtilale katılan bölgeleri teker teker ele geçirmeye başladı.
İsyan’da yakılan Sardes Şehri’nin intikamını almak için M.Ö. 494’te Miletos
Şehri’ni karadan ve denizden kuşatan Persler, şehre girerek yakıp yıktılar ve halkı
köleleştirdiler. Bu isyan sırasında zaten bağımsız olan Lesbos ve Samos Adaları’nı
da Persler ele geçirdi.

İhtilal şehir devletlerinin isyan sırasında birbirleriyle dayanışma içinde


olmamalarından, bir bütün olarak hareket etmediklerinden başarısız oldu. I. Darius,
Atinalıların bu isyana destek vermelerine çok öfkelenmiştir. Öyleki
hizmetindekilerden birine emir vererek kendisinin her gittiği yerde Atinalıları
unutmaması için “Kralım! Atinalıları unutma!” demesini istemiştir.30 Böylece Pers
– Yunan savaşları başlamış oldu. Yunanlılarla Persler arasındaki savaşın bu birinci
evresini Persler kesin bir zaferle bitirmiş oldu.

Perslerin Balkan Seferi:


İon İsyanı ile Batı Anadolu’da bozulan otorite tekrar sağlandıktan sonra
Balkanlarda hâkimiyeti sağlamak ve Yunanistan şehirlerini tek tek ele geçirmek
için M.Ö. 492 yılında, Mardonios komutasındaki Pers ordusu Trakya’ya bir sefer
düzenledi. Trakya’da otoriteyi sağladı. Kara ordusu Makedonya’ya kadar ilerledi.
Ancak Pers donanması fırtınaya yakalandı ve önemli bir kısmı battı. Kara ordusu,

27 Sevin, “Anadolu’da Yunanlılar”, s. 223


28 Eğriboz (Euboia) adasında bir kenttir.
29 İsmail Gezgin, Arkaik ve Klasik Dönemde Batı Anadolu, Detay Yayıncılık, Ankara 2007, s. 31
30 Herodotos, a.g.e. , s. 435

95
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Makedonya’da Trakialı Bryglerin saldırısına uğradı. Önemli kayıplar verdi.
Komutan Mardonios yaralandı. Yine de Brygler mağlup edildi ve Pers
egemenliğine girdi. Zengin Trakia kıyıları ele geçirildi ve yeni bir sefer için
sıçrama noktası oldu. Bu kayıplardan dolayı ordu geri döndü. Ancak genel olarak
sefer başarısızlıkla sonuçlandı ve istenilen sonuç alınamadı.

Yunanistan’daki Pers – Yunan Savaşları


Marathon Savaşı:
Atina’da Temistokles’in başını çektiği, tacir ve zanaatçıların partisi,
Atina’nın ticaret yollarını ve pazarlarını, boğazları ele geçirmek, iktisadi olarak
kuvvetlenmek için Perslere karşı girişken davranılmasından yanaydı. Pers istilaları
üzerine yurdu Trakya’yı terk etmiş olan zengin ve soylu Miltiades de Perslere
karşıydı; ancak başını çektiği parti, toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil ettiğinden
sadece topraklarını düşünüyordu ve bir savunma savaşından yanaydı. Atina halkı
için ise Pers istilası demokrasinin yani giderek bir uygarlığın yok olması demekti.31

Balkan seferi başarısız olunca I. Darius, doğrudan doğruya Yunanistan’a bir


sefer düzenleyip, İonia İhtilali’ne destek veren Atina’yı cezalandırmayı amaçladı.
Medli Datis ve Artaphrenes Atina’yı köleleştirmek üzere I.Darius tarafından
atandı. Pers ordusu Kilikia’ya geldi ve Aleion Ovası’nda kamp kurdu.32 Pers
Ordusu’nu karşı kıyıya geçirecek gemi sayısı 600 idi.

M.Ö. 490 ilkbaharında Pers donanması Kilikia’dan hareket ederek Naxos ve


Delos’u alıp, Euboia’nın karşısında, Attika Bölgesi’nin doğu kıyılarındaki
Marathon Ovası’na bir çıkartma yaptı. Atina’ya 34 kilometre uzaklıktaki
Marathon’a çıkan Persler önce Eretria üzerine yürümüştür. Şehri yağmaladılar ve
halkı köleleştirdiler. Atina tehlikeyi anlayınca Sparta’dan yardım istedi. Ancak
Sparta’da şenlik zamanı olduğundan hemen yardım gönderilemeyeceğini bildirdi.
Bunun üzerine Halk Meclisi tarafından Başkomutan seçilen Atinalı Miltiades
komutasındaki on bin Hoplites ile harekete geçti. Platia kenti bin kişilik yardımcı
birlikle destek verdi.

Persler Yunanlılara elçiler göndererek toprak ve su istediler; bu, “teslim


olun” anlamına geliyordu. Bu öneriyi birçok şehir reddetti. Özellikle Atina ve
Sparta açıkça reddederek Pers elçileri öldürüldü. Yunanlılar ile Persler Marathon
Ovası’nda karşılaştı. Persler merkez hattında üstünlük sağlasalar da kanatlarda

31 Tanilli, a.g.e. , s.281


32 Gezgin, a.g.e. , s. 44

96
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
Yunanlılar daha baskın çıktı ve bu göğüs göğse savaştan Yunanlılar galip çıktı.
Savaşta 6.400 Pers öldü. Yunan kaybı ise 192 savaşçıydı.33

Zaferi haber vermek için Atina’ya bir koşucu gönderildi. Zaferi duyurduktan
sonra yorgunluktan öldü. Savaşı kaybeden Persler bu kez deniz yoluyla Suion
Burnu’nu aşıp Atina Ordusu’ndan önce Atina Şehri’ne varmaya çalıştıysa da
Atinalılar daha önce davrandı. Persler bu başarısızlıktan sonra Asya’ya döndü.

Marathon Savaşı M.Ö. 16-17 Ağustos 490 tarihinde olmasına rağmen Sparta
yardımı 19 Ağustos’ta iki bin hoplitesle oldu. Atinalıların zaferini kutlayıp
ülkelerine geri döndüler. Bu zaferle Atinalılar hem Yunanistan’ı Pers istilasından
kurtarmış olmanın şerefiyle ün kazandılar hem de Perslerin yenilmeyecek bir
düşman olmadığını göstermekle kendilerine güvenleri arttı. Bu zaferle Atina
parasında bulunan baykuş (baykuş Athena’nın simgesidir, Atina’nın koruyucusu
Athena’dır) kanatlarını açmıştır (Bkz Resim VI – VII).34

Savaştan sonra Yunan şehirleri Pers tehlikesini anlayarak aralarında ittifak


kurmakta gecikmedi. Sparta demokratik Atina’nın düşmanı olsa da birleşmeden
yanaydı. Çünkü denizden gelecek bir Pers istilasına karşı koyabilecek durumda
değildi. 481 yılının sonbaharında Pers istilasına karşı alınacak tedbirleri görüşmek
için şehir devletleri toplantı kararı aldı ve toplantıya temsilciler gönderildi. Birkaç
şehir devletinin (Teselya siteleri, Thebai ve Sparta’nın düşmanı olan Argos Persleri
tuttuklarından) dışında tüm Yunan şehirleri, Atina ve Sparta liderliğinde Hellen
Birliği’ne katıldı (M.Ö. 481).35 Bu birliğe giren şehirler birbirleriyle saldırmazlık
ve yardımlaşma üzerine anlaşmalar yapıyorlardı. Bir genel barış ve Yunanistan’ın
birleşik halde Perslere karşı koymaları bu birlikle gerçekleştirilmeye çalışılıyordu.
Şehirlerden yalnız başlarına Perslerle müzakereye girmemeleri isteniyordu. Bu
isteği görmezden gelen şehirler tahrip ve talan edilecekti. Birliğin kara ve deniz
kuvvetlerine Sparta kumanda edecekti.36

Thermpylai ve Artemision Savaşları:


I.Darius’dan sonra yerine I.Kserkses (Xerxes, Kşayarşa, Serhas) geçti
(M.Ö. 486). Atina’da da politik nedenlerle Miltiades’in yerine Themistokles başa
geçti. M.Ö. 483 yılında Persler sefer hazırlıklarına başladı. M.Ö. 480 yılı
ilkbaharında Yunanistan’a karşı karadan ve denizden harekete geçti. M.Ö. 10

33 Herodotos, a.g.e. , s. 491


34 Estin, a.g.e. , s. 41
35 Nazmi Özçelik, İlkçağ Tarihi ve Uygarlığı, Nobel Yayınları, Ankara Nisan 2011, s. 161
36 Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, s. 279

97
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Nisan 481 yılında Sardes’ten hareket eden Kserkses gündüz güneş tutulmasını
görmüş ve olayı “Tanrı, Yunanlılara kentlerinin kararacağını haber veriyor”
şeklinde yorumlamıştır. 37

Çanakkale Boğazı’ndan Abydos yakınlarından yaklaşık yüz bin kişilik


ordu ile Harpalos adlı bir Yunanlının hazırladığı plana göre önden ve arkadan
demirlemiş ve birbirine bağlanmış gemilerden iki köprü üzerinden yedi günde, hiç
durmadan geçilmiştir.38 Kserkses ordusunun disiplinini kırbaç ile askerlere
vurulmasıyla sağlıyordu.

Hellen Birliği ilk olarak düşmanın Yunanistan’a girmeden durdurulmasını


kararlaştırılmış ve Makedonya’dan Teselya’ya girişi sağlayan geçitlerin tutulması
için bir miktar kuvvet gönderilmişti. Fakat Teselyalı’lara güvenilmemesinden ve
yurtlarından uzakta pek dövüşmek istemeyen Spartalıların baskılarından dolayı
Teselya boşaltılarak Orta Yunanistan’ın kapısı olan Thermpylai Geçidi’nin
tutulması kararlaştırıldı.39

Trakya ve Makedonya üzerinden Pers Ordusu Kuzey Yunanistan’daki


Teselya’ya vardı. Trakya üzerinden Teselya’ya gelirken yol üzerinde büyük tahıl
depolarıyla ordunun iaşesi temin edildi ve ırmaklar üzerine köprüler kurularak
ordunun geçişi sağlandı. Persler hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Teselya’ya
girdiler ve bu geniş ovalık arazide piyade ve süvarileri için mükemmel bir üs
oluşturdular. Pers donanması kıyıdan giderek kara ordusunu takip ediyordu.
Yunanlılar 5 520 hoplitesten oluşuyordu ve başlarında Sparta Kralı Leonidas
bulunuyordu. Bu ordu Teselya’yı boşaltarak Pers Ordusu’nu Orta Yunanistan’daki
Thermopylai40 geçidinde durdurmayı planladı. Geçitte sayısal üstünlük önemsiz bir
hale gelecekti. Persler iki gün boyunca geçidi zorladı ama aşamadı. Ancak Malisli
Ephialtes isimli bir çoban, Kserkses’e geçidin yerini gösterdi.41 Böylece
Yunanlıların etrafı sarılarak Sparta Kralı Leonidas ve 300 kişi öldürüldü. Persler
Ağustos 480’de savaşı kazandı. Ksekses, Sparta Kralı Leonidas’ın cesedinin
kafasını kestirtti, vücudu kazığa vuruldu. Kserkses, Leonidas’tan nefret ediyordu
bu yüzden ölüsüne böyle bir saygısızlık yapmıştır. Ancak bütün olarak

37 Gezgin, a.g.e. , s. 48
38 Bahar, a.g.e. , s. 323
39 Mansel, a.g.e., s. 281
40 Sıcak kapılar olarak da bilinir. Termal kaynaklar bulunuyordu. Teselya ve Lokris arasında çok dar

bir geçiş yoludur.


41 Herodotos, a.g.e. , s. 603

98
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
bakıldığında Dünya’da Persler kadar düşmanlarının cesaretine saygı gösteren başka
bir halk yoktur.42

Themistokles ileri görüşlü bir devlet adamıydı. Attika’daki gümüş


madenlerinde yeni damarlar bulunması ve bunların sistemli şekilde işletilmesi
sonucunda elde ettiği zenginlikle bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede 180 gemilik
donanma oluşturmuştu (482 – 481).43 Bu başarılı politika sayesinde Atina 482
yılında Yunanistan’ın en büyük deniz gücü konumuna gelmişti. 120 Atina
gemisinin bulunduğu 270 gemilik birlik donanması Thermopylai hizasında
Artemision açıklarında demirlemişti. Pers ve Yunan donanmaları da
Artemision’da44 karşılaştı. Tragedya yazarı Aishilos’a göre 1207 Mısır, Suriye,
Fenike, Kıbrıs, İonia gemisinden45 oluşan donanmalarıyla Persler savaşı rahat
kazanacaklarını düşünmüşlerse de çok gemiler kaybettiler. Savaş bir sonuca
varmadı. Themistokles, Thermopylai Savaşı’nın kaybedildiğini ve Pers
Ordusu’nun güneye ilerlediğini duyunca güneye doğru geri çekildi.

Thebai teslim olmak suretiyle tahripten kurtuldu. Delphoi de Pers


egemenliğini tanıyarak tapınaklarında birikmiş olan hazineleri yağmadan kurtardı.
Attika Persler tarafından yakılıp yıkıldı. Atina’ya kadar yol temizlenmiş oldu.
Atinalılar kenti boşalttı. Halkın büyük kısmı Salamis’e ve Aigina’ya kaçtı. Eli silah
tutan erkekler düşmana karşı silahlandırıldı. Persler kısa sürede Atina’ya girdi. İon
İhtilali’nde yakılmış olan Sardes’e karşılık Atina baştanbaşa yakıp yıkıldı.

Salamis Deniz Savaşı:


Yunanlıları denizde de yenmek isteyen Kserkses, donanmayı Salamis’te46
bekleyen Yunan donanmasının üzerine gönderdi. Aiginia, Peloponnes ve Kiklad
adalarından gelen gemilerle birlikte birliğin gemi sayısı 300’ü geçti. Pers
donanması kayıplarla beraber 600 – 700 civarında gemiye sahipti.

Yunanlılar arasında donanmanın nerede ve ne zaman kullanılması


gerektiğine dair görüş ayrılıkları vardı. Başta Spartalılar ve Korintliler olmak üzere
Peloponnesliler İstmos’ta savunmaya geçmek ve donanmayı Peloponnes kıyılarını
korumakla görevlendirmek istiyorlardı, donanma geri çekildiği takdirde
Megaralılar, Aiginalılar ve Atinalılar şehirlerinin Perslerin eline geçeceğini

42 Herodotos, a.g.e., s. 613


43 Mansel, a.g.e., s. 277
44 Euboia Adası’nın kuzey ucundaki burundur.
45 Mansel, a.g.e., s. 281
46 Pire’nin batısında, Aighina Körfezi’nde ada.

99
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
savunarak bu görüşe şiddetle karşı çıkıyorlardı. Themistokles sonunda taktiksel
açıdan son derece zekice bir plan hazırlayarak harekete geçti.

Themistokles Perslerle hemen muharebeye girebilmek ve Pers donanmasını


üzerine çekmek için adamlarından birini gizlice Kserkses’e gönderdi. Bu kişi
Yunan donanmasının firar etmek üzere olduğunu, Yunanlılar arasında
dayanışmanın olmadığını ve ufak bir sarsıntının bunları yok etmeye yeteceğini ileri
sürerek hemen taarruza geçmesini tavsiye etti. Kserkses ya bu sözlere inandığından
ya da Güney’e yapacağı saldırıda Yunan donanmasının sağlam şekilde kalmasını
sakıncalı gördüğünden veya kış gelmeden önce kesin zaferi görmek istemesinden
dolayı donanmasını Salamis koyuna geçirmeye karar verdi (M.Ö. 27 Eylül 480).47
Aynı zamanda Persler Yunan donanmasının geri çekilme yolunu kesmek için
Salamis’in güneyine bir filo gönderdi.

Yunan donanması komutanı Atinalı Themistokles, Pers donanmasını Yunan


Anakarası ile Salamis Adası arasındaki dar ve sığ Salamis koyuna çekti. Persler bu
dar alanda bütün gemilerini savaşa sokamadığı ve ağır gemilerin sığ sularda
hareket kabiliyeti az olduğu için iyi savaşamayan Pers donanması gemilerinin
çoğu, küçüklükleri oranında büyük manevra kabiliyetine sahip olan Yunan
donanması tarafından batırıldı (M.Ö. 29 Eylül 480). Pers donanmasındaki askerler
yüzme bilmediklerinden boğuldular. Yunanlılar ise yüzme bildiklerinden Salamis
kıyısına ulaştılar. Savaşı Attika kıyılarında izleyen Kserkses yenilgiyi görünce
irkilmiştir. Savaştan sonra “Bugün erkekler kadın gibi, kadınlar da erkek gibi
savaştılar!” demiştir.48

Bu yenilgiyle Pers donanması geri çekildi. Kserkses ise bazılarına göre


korkudan, bazılarına göre de Atina’yı yakıp yıkarak amacına ulaştığından
Anadolu’ya geri döndü. Yerine komutanı Mardonios’a bıraktı. 60 bin kişilik bir
kuvvetle kışı Teselya’da geçirecek olan Mardonios, daha sonra Peleponnes’i ele
geçirmesi emri verildi.

Platia Savaşı:
Mardonios, Atina’ya elçiler göndermiş, teslim olmalarını ve Büyük Kral’la
anlaşma yapmalarını istemişse de, Atinalılar bunu reddetmişlerdir. Bunun üzerine
Mardonios ikinci kez boş olan Atina üzerine yürümüş ve kenti yakıp yıkmıştır
(M.Ö. Haziran 479). Bu sırada Atina, Spartalılardan yardım istedi. Sparta ise

47 Mansel, a.g.e., s. 287


48 Herodotos, a.g.e. , s. 651

100
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
Peleponnes geçitlerini kapatmaya çalışıyordu. Bu nedenle ilk bu yardımı kabul
etmediler. Daha sonra Atina ile Perslerin anlaşma yapma ihtimali üzerine teklifini
kabul ettiler. Sparta Kralı Pausanias komutasındaki birleşik Yunan ordusu kuzeye
doğru harekete geçti.

Atina’yı tekrar ele geçirdikten sonra Persler kuzeye çekilerek Platia49


Ovası’nda ordugâh kurdu. Bu sırada Yunan birlikleri Platia’ya geldi. Hellen ordusu
yüz bin kişiye yakındı. Persler ise bazı kaynaklarda üç yüz bin bazı kaynaklarda ise
yüz bin civarındaydı. Her iki tarafın falcıları saldıran tarafın karşıdakilerin olması
gerektiğini söylediğinden 12 gün savaş düzeninde beklenildi. Pers atlıları küçük
saldırılarla Hellen Ordusu’nun ikmal hattını bozmaya çalışıyordu. Bu durum
Hellenlerin moralini bozuyordu. Hellen Ordusu’nda yiyecek ve su sıkıntısı
çekiliyordu. En sonunda Hellenler sahte bir geri çekilme yaptı. Persler buna
inanarak Hellenlerin peşinden gittiler. Hellenler aniden geri dönerek saldırıya
geçtiler. Pers komutanı Mardonios öldürülünce savaşın seyri değişti. Göğüs göğse
savaşta üstün olan Yunan hoplitesler, Pers sol ve sağ kanatlarını ezdiler. Pers
Ordusu’nun merkezi de bozulunca ağır bir yenilgiye uğradılar (M.Ö. 479). Pers
Ordusu hızla kuzeye doğru kaçtı. Buradan boğaz yoluyla Anadolu’ya geçtiler.
Yunanlılar kaçmakta olan Persleri izlemedi. Çünkü yenilen düşmanı takip ederek
yok etmek o zamanın savaş taktiğinde henüz uygulanmamaktaydı.50 Bu sonuçla
artık Perslerin, Yunanistan’a olan saldırı gücü ortadan kalktı. Yunanistan’daki Pers
tehlikesi bertaraf edildi. Savaştan sonra hemen Perslerin tarafını tutan Thebai
üzerine yüründü ve şehir alınarak yağmalandı.

Sparta Kralı Pausanias bu büyük zafer anısına Delphoi’deki Apollon


Tapınağı’na Pers ganimetlerinin eritilmesi yoluyla yapılan üçayaklı bir altın kazan
armağan etti (Bkz. VIII). Kazanı birbirine sarılmış üç yılandan oluşan bir sütun
destekliyordu. Kazanın üstünde Pers Savaşlarına katılan kentlerin adları
yazılmıştır.51

49 Boiotia’da, Kithairon ve Asopos arasında yer alan kenttir. Savaşın yapıldığı yer, Asopos ırmağı

kenarıdır.
50 Mansel, a.g.e., s. 292
51 İstanbul’un Sultanahmet semtinde yer alan Hipodrom’dan (At Meydanı) kalan en eski eserlerden

biridir. Sekiz metre boyundaki yılanlı sütunu, İmparator Constantin 324 yılında getirterek
Hipodrom’un ortasına diktirdi. 1204’te Haçlı seferleri sırasında anıt zarar gördü. 17. yy.dan sonra
yılanların kafaları kayboldu. Kafalardan bir parçası İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde (Bkz. Resim IX),
diğeri British Museum’da sergilenmektedir. Üçüncü baş kayıptır. Burmalı sütun ismiyle de
bilinmektedir (Bkz. Resim X)

101
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Aynı yıl Sicilya’da Syracusa52 tiranı Gelon, Perslerin müttefiki Kartaca’yı
Himera Savaşı’nda53 yenilgiye uğratmıştı (M.Ö. 480). Böylece Perslere bir darbe
daha indirilmiş oldu.

Anadolu’daki Pers – Yunan Savaşları


Mykale Savaşı:
Hellenler, savaşı karşı kıyıya taşıdı. Bu yoldaki girişimlerinde savaş
gemilerinin görünmesi bile bazı İon kentlerinin ayaklanma yolunda
yüreklendiriyordu. Spartalı Leotykhidas, Yunan donanması ile Delos’a geldiği
sırada, Samos’tan gönderilen elçiler, Yunan komutanlardan, Ionia’nın özgürlüğü
için, Perslere karşı yardım istedi. Leotykhidas’ın elinde muhtemelen yüz on gemi
bulunuyordu.54 Yardım teklifini Hellaslar kabul etti.

Yunanlıların üzerlerine geldiğini gören Pers donanması ana karaya doğru


çekildi ve Mykale’ye sığındılar. Mykale’deki ordu, Kserkses’in Yunanistan
Seferi’ne götürdüğü ordudan, Ionia’yı korumak için bıraktığı 60 bin kişiden
oluşuyordu. Perslerin Mykale’ye çekildiğini gören Yunanlılar savaş hazırlıkları
yaparak onları takip ettiler. Pers donanması kıyıya çekilmiş bulunuyordu.
Yunanlılar bu durumdan faydalanarak Pers donanmasını yaktılar.

Leotykhidas kıyıya yaklaştığında Ionia’lılara kendi tarafına geçmelerini


söyledi. Bunu anlayan Persler, Ion askerlerinin elindeki silahları topladı.
Miletosluları, Mykale yollarını korumakla görevlendirdiler. Amaçları onları
yanlarından uzaklaştırmaktı. Bu sırada Platia zaferi haberi gelince Yunanlıların
güveni arttı. İki savaşta aynı günde yapılmıştır. Sabah Platia, öğleden sonra Mykale
savaşı yapıldı.55

İonialılar, Hellenlerin yanına geçti ve Persler fazla dayanamayarak


kaçmaya başladılar. Kaçan Pers askerleri, Miletosluların yanlış yönlendirmesiyle,
Yunanlıların önüne çıktılar. Böylece Persler tam bir bozguna uğratıldı. Bu savaş
sonucunda, İonialılar yeniden özgürlüklerini kazanmış, Pers donanması Ege
Denizi’nden çekilmiş ve yerini Yunan donanması almıştır. Platia ve Mykale
Savaşları bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra Yunanlılar, savunan değil saldıran
taraf olacaklar, savaş Yunanistan’dan Akdeniz ve Anadolu’ya taşınacaktı.

52 Sicilya’nın güneydoğusundaki en gelişmiş ilkçağ şehirlerinden biri.


53 Kartacalılar Hamilkar komutasında Sicilya’ya çıkarma yaparak adayı istila etmeye çalıştılar. Ancak
adadaki Yunan siteleri Gelon’un önderliğinde birleşerek Himera meydan muharebesinde Kartaca’yı
yenilgiye uğrattılar.
54 Gezgin, a.g.e. , s. 54
55 Herodotos, a.g.e. , s. 725

102
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
Attika - Delos Deniz Birliği:
Anadolu’ya gönderilen Spartalı Pausanias’ın, Pers Kralı iş birliği yapması56
ve Anadolu’daki Yunanlılara karşı bir tiran gibi davranmaya başlaması, Yunan
kentlerinin bu durumu Atina’ya şikâyet etmeleri ve Atina’nın Yunan kentlerine
lider olmasını istemeleri üzerine Atinalılar Yunan kentlerinin liderliğini
müttefiklerinin de onayıyla ele geçirmiş oldular.

M.Ö. 478 – 477 tarihinde, Pers tehlikesini ortadan kaldırmak ve onların


Yunanistan’da yaptıkları tahribatların öcünü almak için Atina tarafından kuruldu.
Atina M.Ö. 478’de merkezi Delos Adası olmak üzere Ion şehirleri, Ege Adaları,
Trakya ve Makedonya kıyı şehirleri ittifakta yer aldı. Yaklaşık 300 kent devleti
ittifakta bulunuyordu.57

Birliğe katılan devletler içişlerinde serbestti ve bağımsızlık haklarını da


koruyorlardı. Fakat ittifaka belli sayıda gemi ve asker verilecekti. Atina’ya, kara ve
deniz kuvvetleri oluşturmanın yanında tehlikeye açık yerlerde garnizonlar kurma
hakkı verildi. 10 Atinalı maliye memuru tarafından denetlenen ittifak, Delos’taki
Apollon Tapınağı’nda bulunan hazineye yıllık 460 altın vergi toplanıyordu. Birlik
hazinesi M.Ö. 454’te Delos’tan Atina’ya getirildi. Merkezin Atina’ya taşınmasıyla
Attika – Delos Birliği adıyla anılmaya başladı.

Kentlerin çoğu Atina hegemonyasına girdiklerini ve haraç öder durumda


olduklarını görüyorlardı, birlikten ayrılmaya kalkışanlar, başkaldıran uyruklar
denilerek cezalandırılıyordu. Böylece konfederasyon’un çok geçmeden bir Atina
İmparatorluğu’na dönüşmesi kaçınılmaz oldu. Sparta ise deniz aşırı savaşlardan
çekiniyordu. Atinalılardan hoşlanmadıklarından dolayı da, Spartalılar bu ittifaka
katılmadı. Bunun sonucunda birliğin, savaşın yönetimi Atina’nın eline geçti. M.Ö.
431 yılına kadar bu birlik işleyişini sürdürdü.

Eurymedon Savaşı:
Birlik donanması önce Trakya kıyılarını Perslerden temizledi. Byzantion ve
Boğazları ele geçirdi. Karia ve Likya kıyılarındaki kentlerin Yunan birliğine fazla
rağbet etmemeleri üzerine M.Ö. 466 yılında, Atinalı Kimon, iki yüz gemi ile
birlikte Karia kıyılarına bir sefer düzenlemiş ve buradaki kentleri de birliğe
katılmaları için ikna etmiştir.

56 Perslere karşı “Hellen Birliği” başında önemli işler yapmış olan Sparta Kralı Pausanias, Perslerle
işbirliği yaptığı belgelenmiş ve idama mahkûm edilmiştir (M.Ö. 467).
57 Bahar, a.g.e. , s. 324

103
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
Kserkses, Kimon’a karşı büyük bir ordu sevk etti. İki yüz Fenike, Kıbrıs,
Kilikia gemisi hazırlandı. Eurymedon58 nehri ağzına kadar Persleri takip eden
Yunanlılar, burada yapılan deniz savaşında Yunanlılar iki yüz gemi batırarak zafer
kazandı. Daha sonra karaya çıkarma yapan Yunanlılar, Pers kara kuvvetlerini de
yenilgiye uğrattı. Böylece Ege Denizi üzerinde Yunan hâkimiyeti kesinleşti. Likya,
Karia’daki Yunan kentlerinin çoğu bu sefer sonrasında birliğe katıldı.

Yunanlıların Doğu Akdeniz Seferi:


Lesbos, Khios, Samos, Mykonos, Naxos, Paros, Anros, Tenos, Rhodes,
Knidos, Kıbrıs’ta Salamis, Paphos, Soli ve tüm kıyı İonia kentleri birliğe katıldı.
Akdeniz, Yunan donanmasının eline geçmiş oldu. Buna bağlı olarakta Pers
donanması Doğu Akdeniz’e kapanmak zorunda kaldı. Atinalı Kimon, Kıbrıs’a iki
yüz gemi gönderirken, Kıbrıs’ın istila edilmesiyle savaşın yeniden canlanacağını
düşünüyordu. Bu sırada Mısır, Pers egemenliğine karşı isyan etmiş ve Atina’dan
yardım istemişti (M.Ö.460).

Buğday açısından zengin bir ülke olan Mısır, eskiden beri Atina’nın ilgisini
çekiyordu. Kıbrıs’a giden donanma, yardım için Mısır’a yöneldi. Önemli başarılar
elde edildiyse de Memphis59 yakınında büyük bir yenilgiye uğrayan Yunanlılar geri
döndü (M.Ö. 454).

Yunanlılar, Mısır yenilgisini unutturmak için M.Ö. 450’de Doğu Akdeniz’e


iki donanma gönderdiler. Kimon komutasındaki donanma Kıbrıs’a giderken, bir
başka donanma da Mısır’daki isyanı diriltmek amacıyla Mısır’a yöneldi. Fakat
Kimon’un ölümüyle yerine Perikles60 geçti.

Atinalı Perikles Kıbrıs’ta Salamis açıklarında Fenike donanmasına karşı


parlak bir zafer kazandı. Daha sonra Perslerle barış hazırlıklarına girişildi.

Barış’ın Sağlanması
Perikles, Kıbrıs’taki Salamis açıklarında Fenike donanmasını yenmesine
rağmen donanmayı geri çekti. Daha sonra Atinalı Callias’ın başkanlığında bir heyet
barış görüşmeleri için Susa’ya gönderildi (M.Ö. 449). Pers Kralı I. Artakserkses’in
huzuruna gelen Callias müzakerelere başladı. Atinalıların amacı, Ionia’nın

58 Eurymedon, Pamphylia’da bugünkü Köprü Çayı’dır.


59 Kahire’nin 35 km güneyinde eski bir Mısır sitesidir.
60 M.Ö. 443-429 yılları arasında Atina’yı yönetti. Atina’da siyasal yaşamın demokratikleştirilmesine

çalıştı. Yunan sitelerine Atina’nın hegemonyasını kabul ettirmek için barışçıl yöntemler uyguladı.
“Perikles Yüzyılı” denen Atina’yı uygarlığın zirvesine çıkardı.

104
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
bağımsızlığının sağlanması, barış ile beraber Atina kendini hem toparlayacak, hem
de kopmuş olan ticari ilişkileri yeniden canlandırmaktı.61

M.Ö.449 ilkbaharında kabul edilen ve Callias Barışı olarak bilinen


antlaşmaya göre; Pers donanması kuzeyde Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na
giremeyecekti; güneyde donanmanın sınırı Likya’daki Phaselis’ti. Anadolu sahili
su çizgisinden başlayarak üç günlük yürüyüş uzaklığına kadar askerden
arındırılmış bölge olacaktı.

Atina; Kıbrıs, Libya ve Mısır’dan kesin olarak vazgeçiyordu, buna karşılık


Perslerde Ionia kentlerine karşı egemenlik haklarını kullanmayacaklardı. Böylece
Persler Batı Anadolu’nun Yunan, Yunanlılarda Doğu Akdeniz’in Pers nüfuz alanı
olduğunu karşılıklı olarak kabul ediyorlardı.

Sardes’in Ion İhtilalcileri tarafından yıkılmasından başlayıp I.


Artakserkses’in saltanatının XVII. yılına değin yarım yüzyıl süren Pers – Yunan
Savaşları şimdilik sona ermiş oldu.

Sonuç
Bu savaşlar Perslerin Batı’ya sürekli ve sistemli yayılışından doğmuştur.
Perslerin bu yenilgisi beş milyon kilometre kareye hâkim olan bir Kral için önemli
değildi. Pers Kralları bundan sonra harem entrikalarının döndüğü saraylarından çok
nadiren ayrıldılar. Satraplar bu zafiyetten yararlanarak eyaletlerinde güçlerini
kötüye kullanmaya ve taktikleri Perslerden üstün olan Yunanlılardan para karşılığı
yararlanarak sık sık ayaklanmaya başladılar. Perslerde sürekli bir taht değişimi ve
veliahtların öldürülme olayı görüldü. Bundan dolayı güçlü Krallar İmparatorluğun
başına geçmedi.

M.Ö.480 – 479’da Kserkses’in büyük bir yenilgiye uğradığı Salamis ve


Platia Savaşları’ndan M.Ö.431’de Peloponnes Savaşı’nın başlayışına kadar geçen
hemen hemen elli yıllık bir dönemde, özellikle Atina ve genel olarak da tüm Yunan
Dünyası bir altın çağ yaşadı. Atinalılar, Yunan kültürünün hemen hemen her
yönüne, tiyatroya, felsefeye, tarihe, hatipliğe, mimarlığa ve heykeltıraşlığa klasik
biçimlerini kazandıracakları yolda öne atıldılar. Bu sürece Klasik Dönem denir.

M.Ö. 445 yılında, gerginlik yaşayan Atina ve Sparta arasında 30 Yıl Barışı
yapıldı. Ancak bu barışın ömrü azdı. Atina denizlerde üstünlük kurduktan ve
Perslerle savaşını bitirdikten sonra, Hellen halklarını birleştirmeyi düşünmeye
başlayınca, iki devlet arasında gerginlik kaçınılmaz hale geldi.

61 Gezgin, a.g.e. , s. 64

105
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
II. Darius (M.Ö. 424), Peloponnes Savaşları’ndan yararlanarak Ionia’ya
girdi. Böylece Attika – Delos Birliğini ortadan kaldırdı. Callias Barışı da çiğnenmiş
oldu. Spartalılar Perslerin desteğiyle Atinalıları yendiler (M.Ö. 404). Atinalıların
bu yenilginin ardından gücünü kaybetmesiyle Anadolu’daki Yunan sitelerini Pers
Kralı’na bırakmayı kabul ettiler. Persler, Yunan askerlerini para karşılığı ordularına
kattılar. Buna en güzel örnek Kyros’un, M.Ö.404’de tahta çıkan ağabeyi II.
Artakserkses Mnemon’a isyan etmesidir. Kyros’un ordusunda Yunanlı paralı
askerler yer alıyordu. Kyros öldürüldükten sonra Yunanlı paralı askerler çileli bir
geri dönüş yolculuğu yaşamışlar ve bu dönüş yolculuğuna “Onbinlerin Göçü”
denilmiştir.

Makedonyalı İskender büyük doğu seferine çıkarak M.Ö. 334’te Granikos,


M.Ö. 334-333 Issos, M.Ö. 331 Gaugamela Savaşları ile Pers İmparatorluğu’nun bir
dönemine son verdi.

Savaşların sonucunda mağlup olan kadar galip geleni de olumsuz


etkileyen bir mücadeledir. Yunanistan bu savaşlar sonucu yerle bir oldu.
Milyonlarca insan öldü, köle oldu, yokluk çekti. Yunanistan yeniden kalkınırken
eserlerde savaşlar öncesinde gülen yüzler, savaşlardan sonra tepkisizleşmiştir.
Böylece tarihteki önemli süreçlerden biri olan Pers – Yunan Savaşları geçici olarak
bitmiştir. İki tarafta bundan sonra iç meselelerini halletmeye çalıştı.

Kaynakça
AKALIN, C. , Taş Devri’nden Orta Çağ’a Uygarlık Tarihi, Derin Yayınları,
İstanbul 2010
ARCHER, C. I. , FERRİS, J. R. , HERWİG, H. H. , TRAVERS, T. H. E. , Dünya
Savaş Tarihi, Çev. Cem Demirkan, Akyüz Yayınları, İstanbul Ekim 2006
BAHAR, H. , Eskiçağ Uygarlıkları, Kömen Yayınları, Konya 2011
Büyük Larousse, İnter Press Basın ve Yayıncılık, İstanbul 1992
ESTİN, C. , LPORTE, H. , Yunan ve Roma Mitolojisi, Çev. Musa Eran, Tubitak
Yayınları, Ankara Ekim 2004
GEZGİN, İ. , Arkaik ve Klasik Dönemde Batı Anadolu, Detay Yayınları, Ankara
2007
HERODOTOS, Tarih (Historiai), Çev. Furkan Akderin, Alfa Yayınları, İstanbul
2007
KARAKÖSE, H. , Siyasi Düşünce Tarihi, Nobel Yayınları, Ankara Şubat 2007
LLOYD, S. , Türkiye’nin Tarihi, Çev. Ender Varinlioğlu, Tubitak Yayınları,
Ankara Aralık 1997
MANSEL, A. M. ,Ege ve Yunan Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1984

106
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
MCNEİLL, W. H. , Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, İmge Yayınları, Ankara
1989
ÖZÇELİK, N. , İlkçağ Tarihi ve Uygarlığı, Nobel Yayınları, Ankara Nisan 2011
ÖZTUNA, Y. , Devletler ve Hanedanlar (İlkçağ ve Asya – Afrika), C. III, T.C.
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2005
SCHWERTHEİM, E. , Antikçağ’da Anadolu, Çev. Nuran Batu, Kitap Yayınları,
İstanbul Mayıs 2009
SEVİN, V. , ”Anadolu’da Pers Egemenliği” , Anadolu Uygarlıkları, Görsel
Anadolu Tarihi Ansiklopedisi, C. II, Görsel Yayınları, İstanbul 1982
SEVİN, V. , “Anadolu’da Yunanlılar” , Anadolu Uygarlıkları, Görsel Anadolu
Tarihi Ansiklopedisi, C.II, Görsel Yayınları, İstanbul 1982
TANİLLİ, S. , Yüzyılların Gerçeği ve Mirası; İnsanlık Tarihine Giriş (İlkçağ I),
Cem Yayınevi, İstanbul Aralık 1994
Tarihten Evvelki Zamanlar ve Eski Zamanlar, İstanbul Devlet Matbaası, C. I
TEKİN, O. , Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları, İstanbul 2011

Hükümdarlar

Pers İmparatorluğu (555 – 330)


Pers Kralları (770 – 555)
1. Hahamaniş (Yun. Achemenes, Fars. Cemşid) (700 – 675)
2. Çispiş (Yun. Teispes) b. Hahamaniş (675 – 640)
3. Ariaramna b. Çispiş (640- 610)
4. I. Kyros (Yun. Cyrus, Kurus, Kiros) b. Çispiş (640 – 600)
5. Kambuziya (Yun. Cambyses, Kambiz) b. I. Kyros (600 – 559)
6. Arşama b. Ariaramna (615 - ?)
7. II. Kyros “Büyük” b. I. Kambuziya (559 – 555)
Pers İmparatorları (555 – 330)
1. II. Kyros “Büyük” (555 – 530)
2. II. Kambuziya b. II. Kyros (530 – 522)
3. Bardiya – Gaumata (Yun. Smerdis) (522)
4. I. Darius “Büyük” (Darayawahuş, Fars. Dara) (522 – 486)
5. I. Kserkses (Yun. Xerxes, Fars. Hşayarşa) (486 – 465)
6. I. Artakserkses (465 – 424)
7. II. Kserkses (424 – 432)
8. II. Darius (423 – 404)
9. II. Artakserkses (404 – 359)
10. III. Artakserkses (359 – 338)

107
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————
11. III. Kserkses (338 – 336)
12. III. Darius (336 – 330)
13. VI. Artakserkses (330)
Atina Cumhuriyeti (561 – 386)
1. Peisostratos (561 – 556), 2. Hipparkhos (528 – 514), 3. Hippia (514 –
510), 4. Kleistenes (510 – 496), 5. Hipparkhos (496 – 493), 6.
Themistokles (493 – 492) – (489 – 470), 7. Miltiades (492 – 489), 8.
Kimon (470 – 461), 9. Ephialtes (461 - ?), 10. Perikles (461 – 429), 11.
Kleon (429 – 421), 12. Nikias (421 – 420) – (415 – 413), 13. Alkbiades
(420 – 415) – (408 – 406), 14. Peissandros (411 – 410), 15. Teramenes
(410 – 408) – (406 – 404), 16. Kritias (404 – 403), 17. Trassibulos (403 –
386).

Sparta Krallığı (1186 – 219)


Proklides Hanedanı:

1. Prokles (1186 – 1142), 2. Soos (1142 - ?), 3. Eurypon, 4. Prytanis (? –


986), 5. Eumones (986 – 907), 6. Polydektes (907 – 898), 7. Kharilaos
(775 – 750), 8. Nikandros (750 – 720), 9. Theopompes (720 – 675), 10. I.
Anaxandridas (675 – 645), 11. Zeuxidamos (645 – 625), 12. II.
Anaxidamos (625 – 600), 13. I. Arkhidamos (600 – 575), 14. Agasikles
(575 – 550), 15. Ariston (550 – 515), 16. Dematates (515 – 491), 17.
Leotykhides (491 – 469), 18. II. Arkhidamos (469 – 427), 19. II. Agis
(427 – 398), 20. II. Agesilas “Büyük” (398 – 361), 21. III. Arkhidamos
(361 – 338), 22. III. Agis (338 – 331), 23. I. Eudamidas (331 – 304), 24.
IV. Arkhidamos (304 – 252), 25. II. Eudamidas (258 – 244), 26. IV. Agis,
27. III. Eudamidas (240 – 228), 28. V. Arkhidamos (228 – 227), Fasıla
(227 – 219) 29. Lykurgus (219 – 210), 30. Pelops (210 – 206), 31. Nabis
(206 – 192).

Aides (Ajid) Hanedanı:


1. Eurythenes (1186 - ?), 2. I. Agis, 3. Ekhestrates, 4. Leobotas, 5. Dorissos
(986 – 957), 6. Agesilaos (815 – 785), 7. Arkhelaos (785 – 760), 8.
Telekleos (760 – 740), 9. Alkamenes (740 – 700), 10. Polydoros (700 –
665), 11. I. Eurykrates (665 – 640), 12. Anaxandros (640 – 615), 13. II.
Eurykrates (615 – 590), 14. Leon (590 – 560), 15. Anaxandridas (560 –
519), 16. I. Kleomenes (519 – 491), 17. I. Leonidas (491 – 480), 18.
Plistarkos (480 – 458), 19. Plistoanax (458 – 444), 20. Pausanias (444 –

108
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 
394), 21. I. Agesipolis (394 – 380), 22. I. Kleombrotos (380 – 371), 23.
II. Agesipolis (371 – 370), 24. II. Kleomenes (370 – 309), 25. I. Areos
(309 – 265), 26. Acrotatos (265 – 264), 27. II. Areos (264 – 254), 28. II.
Leonidas (254 – 242) – (241 – 235), 29. II. Kleombrotos (242 – 241), 30.
III. Kleomenes (235 – 221), 31. Euclidas (227 – 221), Fasıla (221 – 219),
32. III. Agesipolis (219 – 215).

Resimler

Resim I: Ölümsüzler (www.wikipedia.org) Resim II: Pers Kralı I. Darius


(www.nndb.com)

109
M.Ö. V. Yüzyıl Pers – Yunan Savaşları 
——————————————————————————————

Resim III: (www.dersyorum.com)

Resim IV

110
 
 
 
 
 
 
Önder PATAR 
—————————————————————————————— 

Resim VI: Atina parası Bir yüzünde


Resim V: Kroisos’un hazinesinin en Tanrıça Athena, diğer yüzünde onu temsil
kıymetli parçası olan Kanatlı eden baykuş motifi bulunmaktadır.
Denizatı (www.milliyetsanat.com). Marathon Savaşı’ndan önceki parada
baykuşun kanatları kapalıdır

Resim VII: Marathon


Savaşı’ndan sonra Atina
parasındaki baykuş kanatlarını
açmıştır
(www.cevaplar.mynet.com)
Resim VIII: Platia zafer Resim X:
anıtının ilk Sultanahmet’teki yılanlı
hali(www.fotografakimlari. sütun
blogspot.com)

Resim IX: İstanbul


Arkeoloji Müzesi’nde
sergilenen 3 yılandan birinin
başının bir kısmı

111
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu

Mesut DAVULCU 

——————————————————————————————
ÖZET
İlk çağlardan itibaren toplumlar bir lidere ihtiyaç duymuş ve ona yücelik
atfetmiştir. Klanlarda, boylarda tarihin en eski devirlerinden beri var olan yönetimlerde de
olsa da totaliter idareler büyük adamların vücut bulduğu önemli rejimlerdir. Düzen, nizam,
intizam kahramanın vazgeçilmezleridir.

Kahramanların tarihi olan Anıtsal tarih/pragmatik tarih öğretici ögeler içermekle


beraber bireylere büyüklük aşılayıp çeşitli değerler empoze etmektedir. Mevcut mevzu
edebiyat gibi bir disipline de destan, masal gibi ürünlerin oluşumuna katkı sağlamıştır.

Türk ve dünya ülkelerinde devletleşme sürecinde yaratılan önder olgusunun


tarihsel temel yapıdan yola çıkılarak felsefik ve psikolojik manada incelenmeye
çalışılmasıyla algılara kahramanın nasıl yerleştiği, kişinin önce kral daha sonra nasıl tanrı
olduğu sorusuna cevap aranırken oluşturulan/oluşan büyük adamın tarih yazımına etkisi
irdelenecektir

Anahtar Kelimeler: lider, kahraman, put, algı, totaliterizm

Giriş
İnsan psikolojisi ve yaratılışında önemli yer tutan korunma ile kollanma
içgüdüsü ve ihtiyacının kendisini gösterdiği yegane alan devletleşme sürecidir.
Günümüzde olduğu gibi devlete yapıştırılan ya da devletin üstlendiği ve empoze
ettiği bir nevi rol model olarak benimsenen ‘’Baba’’ figürü, yöneticilere atfedilen
‘’Devlet büyüğü’’ sıfatı ile vücut bulmuştur.

Türk ya da dünya tarihine bu perspektiften bakacak olursak bir askeri,


siyasi, sosyal tarihin altına gizlenmiş; dönem için gayet normal fakat yakın
zamanda, hatta bugünde pek farklı sayılmayan, insanlık tarihinin derinlerinde yatan
‘’liderler Tarihi’’ bölmesi vardır.

Beşeri bir bilim olan tarih özellikle böyle bir konuda disiplinler arası ciddi
bir çalışmaya daha çok ihtiyaç duymaktadır. Edebiyat, felsefe, psikoloji ve
sosyoloji ile beraber kolektif bir çalışma ile bu mevzu derinlemesine ancak

 Kocaeli Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3.Sınıf öğrencisi, [bradonmes@gmail.com]


 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
incelenebilir. Zira dönemden ziyade insan fıtratında olan ait olma ihtiyacının
devletsel manaya dönüşmesi irdelenmeli ve lideri peşinde kelle koltukta emin
adımlarla ilerleyip ‘’yolunuza başım feda’’ ifadeleriyle efendisinin gücünü
oluşturan aktif kuvvet olduğunu ve ‘’Onun’’ efendiliğindeki payın onu efendi
yaptığı bilinç ve etki alanı düşünülmelidir.

Tarih boyunca ‘’Tanrı-Kral’’ ya da ‘’Kut alma’’ gibi teolojik kökenlere


dayandırılarak hükümdarın kutsallaştırılması, Tanrının gölgesi olduğundan dolayı
meşruiyetinin sorgulanamaz yerden olması hakimiyetini kurduktan sonra bir şanlı
tarihin büyük adamlar tarafından oluşturulması amacıyla vakanüvislik, devlet
tarihçiliği, resmi tarihi oluşturmada liderin rolü yadsınamaz ve ayrıştırılamaz.

Tarihsel olarak incelendiğinde, denilebilir ki, tarihi ideolojik bir argüman


olarak kullanmak ve tarihte sapmalar yaratmak gereksinimi ulus devletlerin ortaya
çıkmasıyla yoğunluk kazanmıştır1

Görülen ile görülmek istenenin sancısından doğan büyük adam, toplumları


şekillendirmede birer maşadır.

Freud’a göre ‘’baba’’, Nietzsche’ye göre ‘’put’’ Antik Yunanlılara göre


‘’tanrı’’dır yönetici ve boyunduruğundan kurtulmadan özgürleşemez bireyler.

Pragmatik Tarih Anlayışı Üzerine 


Türk edebî ve tarihî ürünlerinden yazıtlar, destanlar öğretici tarih türüne
giren eserlerdir. Bu eserlerin yazılmasının en önemli sebebi, genç nesle değer
aşılamaktır2.

İnsanlara bu bilgiyi ve itaati empoze etme ya da öğretme, Doğu’da Orhun


Abidelerine dayandığı gibi Batı’da dikilitaşlara, üzerine oturtulan altından kral
heykellerine kadar gider, yani insanın ebedileşmesinin edebileşmeyle
gerçekleşeceğinin farkedilmesiyle oluşur bir nevi pragmatik tarih.

Tarihte yaratıcı gücün bireysel dehalar olduğunu kanıtlama isteği tarih


biliminin ilkel düzeylerine özgüdür3.

Pragmatik tarihin en bariz hususiyeti, tarihte ün yapmış şahsiyetlere büyük


yer vermesi; bu şahısların idealleştirmesi, hatta insan üstü varlıklar haline

1 Ümit Tol, ‘’Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü ve Tarih Yazımında Nesnellik
Tartışmaları’’, Akademik Analiz Dergisi, Sayı. 4, Mayıs, 2012, s.31
2 İbrahim Şirin, Namık Kemal’in Tarih Anlayışı, Pamukkale Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek

Lisans Tezi, Denizli, 1998, s.37


3 Edward H. Carr, Tarih Nedir, Çev. Misket Gizem Gürtürk, İletişim yayınları, İstanbul 2011, s.98

113
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
getirmesidir4. Pragmatik tarih, büyüklük idealinin aşılanmasında işe yarar. Böyle
bir tarihi okuyan genç, büyük düşünmeye ve davranmaya teşvik edilir. Bu bir
süreliğine yararlıdır. Süre uzadıkça bu tür tarih anlayışı, zararlı hale gelir. Bireyin
kişiliği kahramanın varlığı altında kalır, ezilir. Nietzsche’nin dediği gibi
kahramanlarını gerektiğinde gömemeyen toplumlar, yeni kahraman kazanmada
başarılı olamaz. Kahraman sadece savaş meydanlarında yiğitçe dövüşen değildir.
Şair, yazar, sanatçı, siyasetçi, ve akademisyen, kısaca toplumun bütün kesimlerini
içine alarak genişleyen bir kavramdır. Tarihçi, aynı zamanda elde kazma kürek
kahraman ortaya çıkartmayı vazife bildiği kadar, ortaya çıkardığı kahramanları
gerektiğinde gömmeyi de bilendir5. Dünya sahnesinde taş üzerine taş koyabilmenin
yoluna taş koyan bir anlayış olarak karşımıza çıkması zararlı yönlerini gösterdiği
andır. İleriki boyutu puta tapıcılık ve dokunulmazlıktır. Edebiyattan bakacak
olursak ‘’Aruz vezninde Fuzuli’den başkasını tanımam’’ ifadesi şairin putlaşmasını
ve şiiriyatın körelmesine nedendir, doruk noktası, doyum eşiğidir ve bu eşiği
kapatmak daha iyilerin olmasına engeldir. Aynı şey mimaride de geçerlidir. Mimar
Sinan’a saygısızlık yapmamak adına inşa edilen binalarda ufak kusurlar bırakılırak
Sinan’ın şanı sürdürülmüştür. Nitekim Ayasofya geçilmeye çalışılmıştır fakat
Süleymaniye ile yarış yapılmamıştır. Çünkü o bizim eserimiz, bizim üstadımızın
eseridir. Hiç mi Sinan’ı geçecek mimar yetişmemiştir? Yetişmiştir mutlaka ama
Sinan efsanesinin içinde kaybolmuştur.

Ahlak eğitimini hedef alan, tarihsel olayları mevcut dünya görüşü içinde,
mevcut ahlaka göre yorumlayıp buradan ‘’ders’’ çıkartan tarih yazıcılığıdır6. Olanı,
olması gerektiği gibi göstermesidir çoğunlukla aksi takdirde genç dimağlarda soru
işareti oluşur ve şüphe ile inançsızlık anarşi kaynağıdır. Bu da pragmatizme ters
düşer çünkü totaliter rejimlerin tarih eğitimlerindeki temel anlayışlarındandır.

İtaat ve sadakat nizamı oluşturur. Şüpheci insan, hangi sarsılmaz


prensiplere bağlı kalacaktır?7 Bağlı kalması için bazı durumlar hasıraltı edilirken
bazı bilgiler yüceltilmelidir. Mesela Stalin’in sürekli hoş gördüğü arşiv tahrifi
dolayısıyla SSCB, Ciliga’nın deyişiyle ‘’büyük yalanlar ülkesine’’ dönüşmüştür8.

Büyüklüğün sürekliliğini ispatlamak için ne kadar büyük bir zorla


geçmişin özelliğinin genel bir kalıba sığdırılması ve her sivri uç ve çizgide tetabuk
uğruna kırılması lazımdır. Tarih tekrarlanmadığı sürede, geçmiş büyüklüğün

4 İbrahim Şirin, a.g.t., s.37


5İbrahim Şirin, ’’Genel Tarih Anlayışları’’ Tarih Nasıl Yazılır?, Der. Ahmet Şimşek, Tarihçi
Kitabevi, İstanbul, 2011, s.106
6 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul, 2010, s.129
7 Thomas Carlyle, Kahramanlar, Çev. Behzat Tanç, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s.8
8 Edward H. Carr, a.g.e., s.237

114
 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
sebepleri bügünkü büyüklüğün sebepleri ile aynı olmaz; bu sebeple abidevi tarih,
tarihi olguların sebeplerini konu etmemeğe belirli bir eğilim gösterir. Son tahlilde,
tıpkı karnaval gibi halk içinde popüler bayramlarda, veya dini ve askeri
günlerinde muhayyel bir mitos ile abidevi geçmişin karıştırılmasına sebep olur.
Böylece abidevi tarih suistimale son derece açıktır9. Tarih yazımı yakın çağın
devletleşme sürecinde değil Antik çağda da Örneğin Cicero için Historyagraflar
insanlara geçmişten ‘’ders’’ (kıssadan hisse) çıkartan kişilerdir10. Bu bağlamda
tarih her dönemde bir kaçma bir kılıf uydurma ya da bir güç bulma merkezi olarak
görülmüştür.

Biyografilerde Büyük Adam


Biyografi tek başına tarih yazımı değildir; ama biyografisiz tarih yazımı
da mümkün değildir11. Biyografi bir tarih türü, bir açıklama usulü, küllü tarihin bir
parçasıdır. Daima biyografi yazarına poz verenler, büyük adamlardır. Biyografi,
kahramanın tarihidir Biyografilerde tarih tenkidi çok az yer tutar. Onların ilk
görünümü methiyedir. En eski biyografiler bilgi edinmenin çilelerini bilmezler.
Onlar muhayyilenin zevklerini ve şahsiyet kültünün mübalağalarını tercih ederler12.

Araştırmanın konusu olan özneyle özdeşleşme eğilimine karşı uyanık olmak


gerekliliği ile betimlenen öznenin insani yönünü bir derece olsun ortaya
koyabilmek için kaçınılmaz olan empati kurma gerekliliği arasındaki gerilim,
biyografi yazarıyla biyografiye konu olan özne arasında sürekli, karşılıklı, eşitsiz
ve benzersiz ilişki kurulmasına neden olur13. Kişiyle empatik bir ilişki kurmak, söz
konusu kişinin kişiliğiyle ilgili model üzerinden kaynağa ‘’kulak vermede’’ ona
yardımcı olan bir ilişki, dogmatik kişilik teorilerinden kaçınmak ve hipotez ile bilgi
arasındaki sürekli gidip gelmeler yavaş yavaş kişinin portresini oluşturur. Bu
yaklaşımı kullansa bile hiçbir biyografın kişisinin doğru bir tasvirini yaptığı iddia
edemez14. Akademik tarihçiliğimizin biyografiye mesafeli yaklaşımında,
ortaöğretimdeki tüm tarih dersleri ve yükseköğretimdeki Atatürk İlke ve İnkılapları

9 İbrahim Şirin, a.g.t., s.54


10 Doğan Özlem, a.g.e., s.29
*Bu dönem biyografik ürünleri arasında Eski Yunan ve Roma’daki biyografiler, Orta Çağ’daki aziz
ve ermişlerin yaşamlarını anlatan biyografiler (hagiography) ya da İslam dünyasındaki tezkiretü’l-
evliya türündeki eserler, XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda ortaya çıkan meşhur adamlar ve özellikle
edebiyatçı sözlük ve koleksiyonları gösterilebilir
11 İlber Ortaylı, Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedit Neşriyat, Ankara, 2011, s.142
12 İbrahim Şirin, a.g.t., s.50
13 Özgür Türesay,‘’Tarih yazımı ve biyografinin dönüşü’’, Halil İnalcık Armağanı-I, Der. Taşkın

Takış ve Sunay Aksoy, DoğuBatı Yayınları, Ankara, 2009, s.346


14 Jamez William Anderson, ‘’Psikobiyografinin Metodolojisi’’, Tarih Okulu Dergisi, Çev. Gökhan

Kağnıcı, VII., Mayıs Ağustos 2010, s.96

115
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
derslerinin, genel hatlarıyla bir ‘’büyük adamlar’’ tarihi olarak kurgulanıp
anlatılmasıdır15.

Klasik biyografi Eski Yunan’dan XVIII. Yüzyıla kadar uzanır*. Temel


kuralları aşağı yukarı bellidir: Erdemlerin altı çizilir, siyasi, ahlaki ya da dini bir
amaçla yola çıkılır. Kişi ve eseri ikiliği üzerine kurgulanan bu biyografiler,
okuyana iyi bir örnek, izlenmesi gereken bir model sunarlar. Bunun sonucunda
ortaya çıkan da kahramanlar, üstün nitelikli insanlardır16.

Menkıbe, bilinçli kullanıldığında tarih yazımını saptırmaktan çok,


tarihçinin yorumunu aydınlatan bir kaynaktır; bu husus özellikle tarihi biyografiler
için geçerlidir17.

Kahraman Metaforu
Batı antikitesisinde tarihin öznesi Tanrılar ve kahramanlardır. Kahramanlar
çağı denilince akla mitoloji ve efsane gelir. Efsane, kutsal bir tarihtir. Efsanenin
kişileri insani varlık değildir. Bunlar Tanrılar ve medenileştirici kahramanlardır18.

Kahraman sana öncülük edebilmek için, senin onu erişilmez bir Tanrıya
dönüştürmene göz yummak zorundadır. Çünkü; Onu olağandışı bir insan olarak
görmek istersin. Böylece sen, kendi ellerinle yeni efendini ortaya çıkarmış
olursun19. Kahramanlar doğal olanı örtbas etmek için kullanılırlar. Toplumun ve
insanın ikiyüzlü yaradılışı, bizim tek boyutlu kahramanlarımıza yansıtılmaz.
Kahramanın tersine, bizler çelişkili yaparız. Kahraman ise kararlı ve tutarlıdır20.
Kahramanın muğlak, belirsiz, kuşkulu yanları yoktur. Bize kahraman olarak
sunulanları temsil eden tüm imgeler totaliterdir21.

‘’ Sana yakın olan şeyi aşağılıyorsun. Büyüklerine ya da üstlerine saygı


gösterebilmek için, onları bir altlık üzerinde, yerden yükseğe koyuyorsun. Dünya,
tarihini yazmaya başlayalı beri, büyük adamların senden uzak durmasının nedeni
budur22.’’ Taştan suretini bile kendinden yükseğe koyarak ona olan saygısını
bağlılığını sunarak kendi mesafesini kendi yaratmıştır. Halkın yarattığı kişi

15 Özgür Türesay, a.g.m., s.333


16 Özgür Türesay, a.g.m., s.334
17 İlber Ortaylı, a.g.e., s.139
18 İbrahim Şirin, a.g.t., s.100
19 William Reich, Dinle Küçük Adam, Çev. Ayşen Türkmen, Altınpost Yayınları, Balıkesir, 2012,

s.11
20 Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.78
21 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.79
22 William Reich, a.g.e., s.63

116
 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
hakkında halkın az şey bilmesinin ve ona dokunamamasının nedeni de budur.
Kendi yücesini yaratmıştır ve kendinden bile sakınmıştır.

Kahramanın ‘’insani’’ yanı, totaliter düzenin işine yaramaz. Bizim de


‘’insani’’ olana bir saygımız yoktur. Saygıyı kahramana gösteririz. Kahraman
insan değildir. Kahramanlık eylemi ve onun halesinden yansıyan şeyler dışında,
kahraman hakkında ne denli az şey bilirse o kadar iyi olur. Kahramanın,
kahramanlığıyla ilgili olmayan günlük yaşantısı sansüre tabidir23. Tarihi
kahramanlar saltanat-ı amme sahibidir. Onlar bütün bir milleti temsil eder. Özel
hayatları olmaz Onlar, kendi iradeleriyle kendi nefislerini yenmişlerdir24.

Kahraman inancında samimi olduğu için itaatkar ve sadıktır. İtaatkar ve


sadık olduğu için nizam ve intizam adamıdır. Şüphe ve nizamsızlık bir kahraman
için tahammül edilemez şeylerdir25.

Düzen, nizam ve intizam devletin sürekliliği ve uzun ömrü için gerekli olan
kavramlardır ve devleti kuranın elinde toplandığı anlaşılmaktadır. ‘’Teklik’’
kargaşayı önler, kargaşa/anarşi bir devletin yada klanın en büyük düşmanıdır. İlkel
dönemlerden itibaren tek bir liderleri tek bir ’baş’ları vardır toplulukların. Tek
olmak için ya savaşılır ya da üstün bir maharet sergilenir, bazen ise vücutta
bulunan küçük bir izden dolayı ona tapınılır ataları ilan edilir. Bu da demek oluyor
ki sıradan olmayan kişi liderdir ve toplum farklı olandan korktuğu kadar da
güvenmek zorundadır ya da korktuğundan teslim olmuştur. Tabi tek hakimiyet
korkuyla değil sevgiyle de kurulur ya da korku sevgiye dönüşür.

Büyük adamların, kahramanların diğer mühim vasfı da, yüreklerinin sevgi


ile dolup-taşan insanlar olmalarıdır. Büyük Adamlar kin ve nefret adamı değil,
aksine, sevgi ve aşk adamıdırlar. Onlar Büyük Gönüllü insanlardır26.

Sadakat denilen şey tam manasıyla dini inanca benzeyen birşey değil
midir? İnanç, ilham dolu bir öğreticiye, manevi bir kahramana olan bağlılıktır.
Öyleyse, toplumun hayat soluğu olan bu bağlılık, bu sadakat kahramanlara-
tapınma’nın bir uzantısı, gerçekten büyük olana karşı duyulan hayranlıktan başka
nedir? Toplum kahramanlara tapınma üzerine kurulmuştur. İnsan toplumunun
dayanakları olan bütün büyük rütbeler heroarşi diyebileceğimiz Kahramanlar
Saltanatını oluşturur. Yahut da bir hiyerarşiyi; zira bu da kendi başına yeteri kadar
kutsaldır. Dük, Dux demektir; yani Önder. Kral ise Könning veya Kan-ning

23 Gündüz Vassaf, a.g.e.,s.78


24 İbrahim Şirin, a.g.t., s.118
25 Thomas Carlyle, a.g.e., s.9
26 Thomas Carlyle, a.g.e., s.9

117
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
demektir ve bu da bilen veya yapabilen, gücü yeten adam anlamındadır27. Rex
(yönetici, düzenleyici), Roi gibi adlar verilmiştir. Fakat bizim kullandığımız
Könning, King, Canning; Güçlü Adam, Ehil Adam kelimesi daha yerindedir28.

Kahraman olmayınca, bizler birer bireyiz. Kahramanlarla birlikte ise bir


grup oluşturuyoruz. Gruplar uyum yeteneğine sahiptirler ve yasaları vardır.
Bireysel olarak yaşarız, oysa kolektif olarak ancak varlığımızı sürdürürüz29. Bir
fert öyle bir hale konulabilir ki, bilinçli kişiliğini kaybederek, bu kişilik özelliğini
kaybettiren operatörün bütün telkinlerine itaat ve kendisinin bütün karakter ve
alışkanlıklarına zıt davranışlar yerine getirir. Dikkatli gözlemlerle sabittir; bir süre
boyunca faal bir kitle içinde bulunan kimse -bu kitleden yayılan telkinlerin ve
enerjinin etkisiyle yahut henüz bilinmeyen başka sebeplerle- çok geçmeden,
kendisini uyutan (hypnotiseur) kimsenin elleri arasında uyuyan şahsın düştüğü gibi
büyülenmiş (fascinaton) bir hale düşer. Uyutulan kimsede bilinçli faaliyet felce
uğradığından, uyutucunun kendi arzusuna göre idare ettiği bütün bilinçaltı
faaliyetlerin esiri olur. Artık bu adamda bilinçli kişilik kaybolmuştur,irade yeteneği
kalmamıştır.Hisleri fikirleri o zaman uyutucunun belirleyeceği istikamete
yönelir.30. Kitlesel hareketleri yönetme liderin başarısıdır.

Küçük bir kralken Yunanistan’ın Efendisi olan Büyük İskender’in babası


Makedonyalı Philippos’un bir çobanın sürüsünü dolaştırdığı gibi insanları
eyaletten eyalete gönderdiğini söylerler. Ayrıca güç gösterisi ve hakimiyet sahibi
olduğunu göstermek adına; yeni şehirler yapmalı, halen var olanları yıkmalı,
oturanların yerlerini değiştirmelidir. Kısacası o eyalette dokunulmadık hiçbir şey
bırakmamalıdır. Hiç bir rütbe, mevki, görev ya da servetin sizden gelme olduğunu
bilmeyen kişilerin elinde tutulmadığından emin olmalıdır31. Ayrıca kahramanlara
yalnızca itaat etmekle kalmıyor, sorgusuz sualsiz izliyoruz32.

Kahramanlar, içimizdeki totalitarizmin karakteristik özellikleridir. Onlar


aynı zamanda, totaliter yönetimler içinde vazgeçilmezdirler33. Kahramanlar
öylesine totaliterdir ki, bir kez yaratıldıktan sonra, öldüklerinde bile sorun olmaya
devam ederler. Totaliter bir toplum, kahramanını belirli bir döneme özgü koşullar

27 Thomas Carlyle, a.g.e., s.27


28 Thomas Carlyle, a.g.e., s.249
29 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.80
30 Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Çev. Hasan İlhan, Alter Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 21-22
31 Niccolo Machıavelli, Söylevler, Çev. Alev Tolga, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s.112
32 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.81
33 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.76

118
 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
içinde yaratır ve tanır. Liderlerin değişmesi, geçmişteki bazı kahramanların terk
edilmesine yol açar. Sovyetler Birliği bunun tipik bir örneğidir34.

Tarihte tekelleşme Kahraman yaratımıyla meydana gelir, bu durumda


genelde totaliter rejimlere özgüdür. Milliyetçilik akımı ‘’Ulus devlet’’ kavramını ve
çeşitli ideolojileri ortaya çıkarmış ve bunu meşrulaştırma ‘’Tek adamlar’’ın
tarihine kalmıştır.

Milliyetçiliğin doğuşu bir bakıma milli tarihin doğuşu demektir; bazen bu


tarih objektif gerçeklerden çok efsanelerden ve arzulu-düşüncelerden ibaret olsa
bile, daima aynı fonksiyonu görür: İnsanları millet denen bir sosyal bütünün
parçaları olduklarına inandırmak, böylece onlar arasında birlik ve dayanışmayı
sağlamak. Hiç şüphesiz, bu tarih yazımları “millî” bir sosyal nizamı meşru ve haklı
göstermek gibi bir gaye de taşıyabilir35. İdeolog, aklın sınırları içinde kendini rahat
hissetmez, aracın tanrılaşmasını haklı çıkaracak herşey iyidir. Herşey mitolojik bir
doğrunun saygınlığını kazanabilir, sahte ilahiliğe dönüşebilir36. Ulusa ilişkin
kimliğin inşasında önemli ve işlevsel bir rol üstlenen tarihçilik bu inşa sürecinde
efsanevi, tutarlı, süreklilik arz eden, doğrusal bir tarih inşa etmeye çalışır. Bu çeşit
bir tarih, senaryovari ve pragmatiktir. Tarih yazıcılığı, bu inşa süreci içinde, kendi
savlarını yaralayacak örnekler ve olayları görmezden gelir. Çünkü amaç doğru
tarih yazmak değil, milli bilinç aşılamak ve böylelikle manipüle edilen kitlelere,
ulusun temsilcisi olan devlet aygıtının yapıp etmeleri bakımından meşrulaştırıcı
argümanlar sunmaktır37.

Totaliter düzen, ’’tek eylemli’’ kahramanların, insanlaşmadan ve yaşlılık


vb. Nedenler yüzünden utanç verici hale gelmeden önce kamuoyunun gözü
önünden çeker. Çünkü kahramanın canlı tutulabilmesi için, sadece insanların
imgeleminde yaşaması gerekir. Bu yüzden kahramanlar gerçekte olduklarından
daha büyük olarak düşlenir. Bir kahramanla karşılaştığımız zaman, en olağan
tepkilerimizden biri, onu düşlediğimiz kadar büyük bulmadığımız için hayrete
düşmek olur. Kahramanın özel hayatına dair ayrıntıların bilinmesi kahramanın
insanileşmesinin başlangıcı dolayısıyle ölümü demektir38.

34 Gündüz Vassaf, a.g.e., ss.81-82


35 Ahmet Güneş, ‘’Tarih, Tarihçi ve Meşruiyet’’, OTAM, S.17, 2005 ss.37-38
36 Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s.160
37 Ümit Tol, a.g.m., s.32
38 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.78

119
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
Fakat her kahraman ölümü yeni kahramanlar içindir. Yeni kahramanını
üretmediği anda toplum liderini gömmüş olur.

Tarih Yazımından Örneklerle Büyük Adam


En büyük Hristiyan kahramanı İsa’yı ele alalım. Tasvirlerinde, ten ve göz
rengi, görüntüsünün sergilendiği yere göre değişir. Böylece İskandinavya’da İsa
mavi gözlü, sarışın bir Sakson iken, Akdeniz’de esmer tenli bir Sami’dir. Kaç
Hristiyan gerçekte olması gerektiği gibi sünnetli bir İsa hayal eder?39

Mahmut Paşa, menakıbnamelerde karizmatik bir otorite, sayısız görevi


başarıyla yürüten ve keramet sahibi bir vezir olarak tasvir edilir40. Dikkate alınması
gereken husus, menakıbname metinlerinde muhtevadan çok, devrin iktidar
ilişkilerini değerlendirmekte göz önünde tutulacak bir yorum ve söylemdir41.

Tüm toplumların, grupların, dinlerin, hareketlerin kendi kahramanları


olmuştur. Sovyet İhtilali’nin kahramanı Lenin, mumyalanmış Kızıl Meydan’da
yatmaktadır. Neden tarihin ve yığınların gücüne inanan bir sosyalist devlet, bir
kahramanı ‘’canlı’’ tutmaya bu kadar özen göstersin42.

Geliri ‘’Tayyare cemiyeti’’ne bağışlanan, 1928 Ağustosunda ‘’ Hakimiyeti


Milleye Matbaasında basılan ‘’Türk’ün yeni Amentüsü’’nün ilk sayfası da yakın
dönem Türk tarih yazıcılığında Liderin vasfını incelemek açısından faydalıdır.

Milyonlarca insan tarafından yüceltilen bir kahraman bir gecede aynı


milyonlar tarafından terk edilebilir. Tarihte bunun birçok örneğini gördük.
Yaşadığımız yüzyılda bunun belki de en belirgin örneği, Çin Halk Cumhuriyeti ve
Başkan Mao’dur. Nerdeyse bir gecede (ama ölümünden sonra) onun temsil ettiği
her şey yeni yönetim tarafından karalandı. Bir milyarı aşan nüfusuyla dünyanın en
kalabalık ulusu da bunu tümüyle onayladı, en yakın destekçileri ve karısı dahil.
Daha önce fanatikçe el sallayıp, kendilerinden geçerek Mao’nun kırmızı kitabından
özdeyişler okuyan aynı bir milyar insan, Mao’nun neredeyse tam karşıtı olan bir
lideri alkışlamaya başladı43.

17 Şubat 1959 da ise Türkiye’nin çok partili hayata geçişteki ilk başbakanı
Adnan Menderes’in Londra seyahati sırasında uçağının düşmesi ve mucizevi bir
şekilde kurtulmasından sonra Ankara Gar’ında, can düşmanı İsmat Paşa’nın da

39 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.79


40 İlber Ortaylı, a.g.e., s.138
41 İlber Ortaylı, a.g.e. s.139
42 Gündüz Vassaf, a.g.e., ss.76-77
43 Gündüz Vassaf, a.g.e., s.82

120
 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
katıldığı görkemli bir törenle karşılanan Menderes’e yol boyunca develer kurban
edildi. Demokrat Parti Örgütü, onbinlerin döküldüğü sokaklara, Menderes’in
peygamberliğini yaydı. Menderes’in yakın çalışma arkadaşlarından Müsteşar
Mehmet Salih Korur yıllar sonra bu konuda açıklama yaparken Menderes’in ne
kadar değiştiğini ileri sürecekti ; ‘’Müşterek mesaimiz devam etti. Fakat artık eski
Menderes yerine, kimseyi ciddi almayan, Allah’ın kendisini Türkiye’yi idare etmek
için yarattığına inanan, hiçbir tenkide tahammülü olmayan, çabuk kızan,
övülmekten hoşlanan bir insan haline gelmişti. Bazen ellerini havaya kaldırıp ‘’bak
bu ellerimi görüyor musun, bu ellerle Türkiye’yi hamur gibi yoğurarak
kalkındıracağım, Cenabı Allah beni bunun için yarattı’’ diyecek kadar ileri
gidiyordu 44.’’

Halkın tezhüratı ile kendini kutsal hisseden Menderes’ de küçük çapta


Mao’nun kaderini yaşadı. 26 Mayıs’ta sevgi selinde başı dönerken 28 Mayıs’ta
halk ondan nefret ediyor. Onu deviren Askeriyeyi temsilen tankları çiçek
yağmuruna tutup pencerelere bayrak asarak bayramını kutluyordu.

Ayrıca bir tek edebiyat değil sanatta ölümsüzleşmede, ebedileşmede çokça


kullanılmıştır, Roma İmparatoru Augustus hakimiyeti ele geçirdiği andan itibaren
tüm memleketi cansız suretleri olan heybetli gölgeleri ile donatmıştır. Bu
heykeller/büstler ile halkın gözündeki yenilmez komutan beyinlerine işlenmiştir.
Keza heykel faktörü önemli bir imgelem, Komünist olan Lenin Rusya’sı; eşitliği,
adaleti savunurken neden dört bir yanı lider heykelleri ile doludur? Çünkü güç
liderindedir ve rejim ne olursa olsun halk bunu sorgulamaz.

Şaha kalkmış at üzerinde sarsılmaz duruş ile vahşi ata hakim bir pozisyon
sergileme ‘’büyük adamlar’’ın egemenliğinin sembolize edilmiş halidir. Bu imge
Avrupa’daki mutlak monarşiler ile yayılım göstermiştir. Eğer bu furyaya Sfenksleri
de ekleyecek olursak Kuzey Afrika’ya kadar genişletmiş oluruz ard bölgemizi ve
tarihsel bağlamda milattan önceye ulaşırız. Buradaki basit bir önermeyle ‘’büyük
adam’’ faktörünün dil, din, ırk ve coğrafya gözetmediği insanın olduğu her yer de
bu bilicin olduğu anlaşılır. Tarih de insandan arta kalanı incelemiyor muydu zaten.
Şöyle der Nietzsche: "Ben nerede canlı bir varlık buyduysam, orada kudrete
yönelik iradeyi gördüm. Hizmet edenin iradesinde bile efendi olabilme iradesini
gözlemledim."

44 Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1986, s.206

121
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
Diğer bir mesele paralar, paraların üzerindeki hükümdar suretleri. Türk
geleneğinde de hakim olan hükümdarın adına sikke bastırması hükümdarlık
alametlerinden, yapması gereken ritüellerden biridir. Lider ve tek güç olduğunun
simgesidir. 26 Aralık 1938’de toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı’nda Atatürk’ün
‘’Ebedi Şef’’, İnönü’nün de ‘’Milli Şef’’ olarak anılması İnönü’nün CHP’nin
değişmez genel başkanı olması kabul edildi. İsmet İnönü aynı tarihlerde devam
eden para basımını durdurarak paralara kendi resmini koydurdu. Bu fiiliyat;
hakimiyeti somutlaştırma alanında dünyada da birçok örneği olan hareketlerden
biridir.

Anıtsal tarih olan Pragmatik tarihin bu ürünlerine anıtları da eklemezsek


olmaz, Mısır piramitleri ve mumyalama mevzusu başlı başına büyük adam algısı,
ebediyeti ve nekrofili üzerine araştırma sahasıdır.

Sonuç
Bazı idealistler, ‘’tarihi, insanların eylemleri yapar ve bu eylem onların
iradesinin sonucudur’’ tezini kabul ederler. Bunu açıklayan, fikir, irade, eylem
süreci değildir. Bunun gibi bazıları, 18. Yüzyılda Diderot ve ansiklopedicilerin,
halk içinde teorilerini yayarak, insanların iradesini ayarttıklarını ve onları
kazandıklarını, sonuç olarak da devrime neden olduklarını ileri sürerler. SSCB’de
de, Lenin’in fikirleri aynı şekilde yayılmıştı. İnsanlar bu fikirlere uygun olarak
davrandılar, eylem de yaptılar, derler. Buradan devrimci fikirler olmasaydı,
devrimde olmazdı sonucu çıkar. Bu görüşe göre de, tarihin devindirici gücü büyük
önderlerin fikirleridir ve tarihi büyük önderler yapar45. Ayrıca ünlü deha Albert
Einstein ‘’ Otoriteye körü körüne inanmak, gerçeğin en büyük düşmanıdır.’’
Diyerek bu konuda önemli bir noktaya dikkat çekmiştir. ‘’Söz ola kese başı, söz ola
bitire savaşı..’’ demiş eskiler, sözün kudretine ya da yaratabileceği tehlikelere
dikkat çekmek için. Tarihin uzak ve yakın koridorlarında yankılanan önemli
konuşmalara kulak verdiğimizde, kimi sözlerin estirdiği fırtınayla rejimleri
değiştirip, saltanatlar yıktığına; kimilerininse kitleleri önüne katıp değişikliklere
kapı açtığına şahit oluyoruz. Küçük bir kelimenin çıkardığı kıvılcamla dünyalar
tutuşuyor adeta46. O bahsedilen söz tek bir kişiye tek bir büyük adamımıza ait.
Yakın dönem için adamımızın aklında şekilleneni uygulaması halka hitabından,
halkının gönlünü fethetmesinden geçtiği de önemli bir ayrıntı.

Tarih bilinci, tarihe verilen anlama ve bakış açısına göre farklı zamanlarda
farklı anlam ve içeriklere sahip olabilir. Bu manada tarih bilincinin kendisi de

45 Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Çev. Hasan İlhan, Alter Yayıncılık, Ankara, 2010,
s.184
46 Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Konuşmalar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.9

122
 
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Büyük Adam Sorunu 
——————————————————————————————
tarihseldir ve değişime açıktır. Nitekim bilinci, özelde ise tarih bilincini etkileyen
faktörler farklı oldukları için antikçağın, ortaçağın, aydınlanma ile modernite ve
postmodernitenin tarih bilinçleri de farklı olacaktır47

Görüldüğü üzere tarih insanın inşâsı olduğu gibi, tarih ‘’büyük insan’’ın
inşâ ettiği, algıların inşâ ettiği olgudur bir bakıma. Dönemsel oluşan esintiye göre
şekillenir. Zihinlerde oluşturulan imge ve sembollerin metamorfik yaptırımına
maruz kalmaktır bir nebze kahraman algısı.

Bu çalışmada; büyük adamın tarihe ve tarih yazımına etkisi incelenmeye


çalışılmıştır. Büyük adamın tarih yapmadaki rolü üzerinden giden bir metindir.
Kahraman algısı üzerinden nasıl bir güç elde edildiğine değinilmiştir. Anıtsal
tarihin muhteviyatından, yazımına ve kahraman şablonu ile devam edip tarihten
örneklerle son bulmuştur.

Başında da belirttiğim üzere araştırma sahası ve bakış açıları bakımdan


birçok alanla temas edilerek hazırlanacak bir mesele hakkında bilimsel metin
çıkarmak oldukça zor ve doğal olarak bu bildiri büyük eksiklikler barındırmaktadır.

Kaynakça

ANDERSON, William James, ‘’Psikobiyografinin Metodolojisi’’, Çev. Gökhan


Kağnıcı, Tarih Okulu Dergisi, VII. Mayıs-Ağustos, İzmir, 2010, ss. 77-97
CARLYLE, Thomas, Kahramanlar, Ötüken Yayınları, Çev. Behsat Tanç, İstanbul,
2004
CARR, Edward Hallet, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, Çev. Misket Gizem
Gürtürk, İstanbul, 2011
ÇİMEN, Ali, Tarihi Değiştiren Konuşmalar, Timaş Yayınları, İstanbul, Ankara,
2008
DARYUSH, Shayegan, Yaralı Bilinç, MetisKitap, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul,
2012
GÜNEŞ, Ahmet, ‘’Tarih, Tarihçi ve Meşruiyet’’ OTAM, S.17, Ankara, 2005, ss.1-
48
KAYA Ramazan, ÖZDEMİR Yavuz ve ŞİMŞEK Ufuk, ‘’Genç Cumhuriyet ve
Oluşturulmaya Çalışılan Tarih Bilinci’’ Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Dergisi, Sayı.9 Erzurum, 2004, ss.271-281
LE BON, Gustave , Kitleler Psikolojisi, , Alter Yayıncılık, Çev. Hasan İlhan,
Ankara, 2009,

47Ramazan Kaya vd., ‘’Genç Cumhuriyet ve Oluşturulmaya Çalışılan Tarih Bilinci, Kazım Karabekir
Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı.9, Erzurum, 2004, s.272

123
Mesut DAVULCU 
—————————————————————————————— 
MACHIAVELLİ, Niccolo, Söylevler, Say Yayınları, Çev. Alev Tolga, İstanbul,
2009
ORTAYLI, İlber, Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedit Neşriyat, Ankara 2011
ÖYMEN, Örsan, Bir İhtilal Daha var, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1986
ÖZLEM, Doğan, Tarih Felsefesi, Say Yayınları, İstanbul, 2010
POLİTZER, Georges, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Alter Yayıncılık, Çev. Hasan
İlhan, Ankara, 2010
REİCH, Wilhelm, Dinle Küçük Adam, Altınpost Yayınları, Çev. Ayşen Türkmen,
Balıkesir, 2012
ŞİRİN, İbrahim, ‘’Genel Tarih Anlayışları’’, Tarih Nasıl Yazılır?, Der. Ahmet
Şimşek, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, 2011
ŞİRİN, İbrahim, Namık Kemal’in Tarih Anlayışı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Pamukkale Üniversitesi, Denizli, 1998
TOL, Ümit, ‘’Ulus Devletleşme Sürecinde Tarihçiliğin Rolü ve Tarih Yazımında
Nesnellik Tartışmaları’’, Akademik Analiz Dergisi, S.4, Mayıs 2012, s.31-
34
TÜRESAY, Özgür, ‘’Tarih Yazımı ve Biyografinin Dönüşü’’, Halil İnalcık’a
Armağan-I, Der. Taşkın Takış ve Sunay Aksoy, DoğuBatı Yayınları,
Ankara, 2009

124
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Piri Reis ( ? / 1552 )

Esma YILMAZ 

ÖZET
15. ve 16. Yüzyıllar Osmanlı’nın en geniş sınırlara ulaştığı dönemdir. Fatih Sultan
Mehmet ile başlayan coğrafya ve haritalara ilgi artarak devam etmiştir. Piri Reis
15.yüzyılın sonlarına doğru Gelibolu’da doğmuş amcası Kemal Reis’in yanında yetişmiş
büyük bir Türk denizcisidir. Onu diğer denizcilerden ayıran özelliği haritacılık ile
ilgilenmiş olmasıdır. 1521’de tamamladığı Kitab-ı Bahriyyesini 1526’da İbrahim Paşa
vesilesiyle Kanuni Sultan Süleyman’a sunmuştur. Eser daha sonradan el yazmaları ile
çoğaltılıp Osmanlı denizciliğinde kullanılmıştır. Günümüze kadar ulaşan bu eser ülkemizde
ve yurtdışında çeşitli kütüphanelerde ve müzelerde yer almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Piri Reis, Kemal Reis, haritacılık, 1521, Kitab-ı Bahriyye,
1526, İbrahim Paşa, Kanuni Sultan Süleyman

——————————————————————————————
Giriş
Çizdiği haritalarla tanınmış büyük bir Türk denizcisi, amirali ve coğrafya
bilginidir. Asıl adı Muhyiddin Piri’dir.1 Doğum tarihi hakkında kesin bir yargıya
varılamamıştır. Erhan Afyoncu’ya göre; 1465, Mahmut Ak’a göre 1470, diğer
çeşitli kaynaklara göre 1475 doğumludur. Gelibolu‘da doğmuştur. Babası Hacı
Mehmet’tir,2 büyük Türk amirali Kemal Reis’in yeğenidir3.

Doğduğu yer olan Gelibolu coğrafi yapısı dolayısı ile denizle bütünleşmiş
bir şehirdir. Bu nedenle buradaki ahalinin geçim kaynağının denizcilik olduğunun
çıkarımı yanlış olmaz. Piri Reis’in memleketi olan Gelibolu’da doğanları Erhan
Afyoncu’nun aktarımıyla meşhur Osmanlı Şeyhülislamı ve tarihçisi İbni Kemal
şöyle anlatır ; “Gelibolu’da doğan çocuklar timsah gibi su içinde büyürler.
Beşikleri ecel tekneleridir. Sabah ve akşam gemilerin sesleri ile uyurlar.’’4

 Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Lisans 3.Sınıf öğrencisi.
[yilmazesmaa@gmail.com]
1 İdris BOSTAN, ’Piri Reis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 34, İstanbul 2007,s.283.
2 BOSTAN, a.g.e., s. 283.
3 Mahmut AK, “Hind Donanması Kaptanı ve Bahriye Müellifi Piri Reis”, Osmanlı Bilim, C. 8, Yeni

Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s.372.


4 Erhan AFYONCU, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2010, s.195.
Piri Reis ( ? / 1552 ) 
——————————————————————————————
Piri Reis’in eğitimi hakkında fazla bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte
Gelibolu’da ilk eğitimini aldığı ve özellikle küçük yaşlardan itibaren amcasının
yanında bulunarak denizcilikle ilgili bilgileri yaşayarak öğrendiği hemen hemen
her kaynakta mevcuttur.

1487–1493 yılları arası amcası ile birlikte Akdeniz’in batı kıyılarında


korsanlık yapmıştır.5 Osmanlı İmparatorluğu’nun hizmetine girmeden önce
Endülüs Müslümanlarını İspanyolların zulmünden kurtarıp Kuzey Amerika
sahillerine taşınması sırasında Piri Reis ’de görev yapmıştır.6

Amcasını Osmanlı hükümdarı II. Bayezid‘in davet etmesi üzerine Piri Reis
‘de onunla beraber Osmanlı donanmasında çalışmaya başladı. 1502’de Osmanlı
Venedik Savaş’ında bir geminin kaptanı olarak görev yaptı. Amcasının 1511’de
ölümü üzerine Piri Reis bir süre Barbaros’un yanında çalıştı ve daha sonra
Gelibolu’ya çekilerek, ilk eseri olan dünya haritasını hazırlamaya başladı.7 Piri
Reis Gelibolu’da korsanlık yıllarında ve daha sonraki dönemlerde kendi
gözlemlerine dayanarak bir dünya haritasını çizmiştir.

Yavuz Sultan Selim Mısır Seferine çıktığında Osmanlı donanmasına Piri


Reis’i çağırtmıştı. Bu fetih sırasında Osmanlı donanmasında komutan olarak yer
aldı. İskenderiye‘nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarı ile Yavuz Sultan Selim’in
övgüsünü kazandı.8 Piri Reis burada ayrı bir filo ile Nil ‘den Kahire ‘ye gitmiş, bu
yolculuğu boyunca bu bölgeleri de çizmiş olduğu çoğu kaynakta mevcuttur.
Çizdiği ilk dünya haritasını ise bu fetih sırasında Yavuz Sultan Selim‘e sundu.9

İdris BOSTAN‘ın Bahriyye kitabından alıntısına göre; “Kanuni


döneminde Rodos’un fethine, ardından da Veziriazam İbrahim Paşa’nın Mısır
yolculuğuna katıldı. İbrahim Paşa’nın filosunda kılavuz olarak görev yaptı.
İbrahim Paşa ile yakından görüşme fırsatı buldu; bu sırada sadrazam onun yazdığı
ilk Kitab-ı Bahriyye müsveddesini gemide inceledi. Hava muhalefeti yüzünden
İbrahim Paşa, Rodos’tan sonra yolculuğuna karadan devam edince Piri Reis
sadrazamın isteği üzerine kitabını temize çekmek için Gelibolu‘ya döndü. 1526 ‘da
Kanuni’ye sundu.”10 Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilen bu eser, Kanuni’nin
oldukça dikkatini çekmiştir. Eserin padişah tarafından beğenilmesi üzerine yeni
bilgiler ilave edilerek İkinci Dünya Haritasını 1528 ‘de Kanuni’ye sundu. Bu

5 www.belgeler.com/blg/gpx/piri-reis. 19 Mart 2010.


6 AK, a.g.e., s.372.
7 AFYONCU , a.g.e.,s.196.
8 www.belgeler.com/blg/qpx/piri-reis. 19 Mart 2010.
9 www.belgeler.com/blg/qpx/piri-reis. 19 Mart 2010.
10 BOSTAN, a.g.e., s.284.

126
 
 
 
 
Esma YILMAZ 
—————————————————————————————— 
tarihten sonra güney denizlerinde görev yapan Piri Reis 1547 ‘de Hind
Kaptanıderyalığına getirildi.11 Amiralliğe eş olan bu makam, Umman Denizi ve
Kızıldeniz’deki Türk donanmasının en büyük makamıydı. Bu görevde iken Aden’i
fethetti. Maskat kalesini aldı ve Hürmüz kalesini kuşattı.12 Hürmüz’ün kalesinin
kuşatılması kaldırıldı.

Sahip olduğum bazı görüşlere göre; Hürmüz Kalesi’nin kuşatmasının


kaldırılmasındaki neden Piri Reis’in Portekizlilerle anlaşarak haraç ve hediyeler
aldığı yönünde bir iddia mevcuttur. Kuşatmanın kaldırılmasının nedeni; Erhan
Afyoncu’ya göre; Portekizlilerin aşırı direnç göstermesidir. Araştırdığım ve
edindiğim bilgiler doğrultusunda Piri Reis’in rüşvet aldığı hususu bana inandırıcı
gelmemektedir. Çünkü Hürmüz’ü alamayan Osmanlı donanması Basra’ya
gelmiştir. Ve ardından bunun haberini alan Portekizliler Basra’ya doğru yola
çıkmıştır. Eğer Piri Reis Portekizlilerle anlaşmış olsaydı veya rüşvet almış olsaydı
Osmanlı donanmasının arkasından Portekizliler Basra’ya gitmezlerdi. Bu durum
bizlere açıkça Piri Reis’e iftira atıldığının kanıtıdır. Yani Piri Reis rüşvet almamış
Hürmüz’de aşırı direnç karşısında kuşatmayı kaldırarak Basra’ya gitmiştir.

Basra’ ya ulaşan Osmanlı donanması Piri Reis ile birlikte üç kadırganın


dışında bütün gemiler körfezde dolaşıyordu. Portekizlilerin geleceklerinin haberi
ulaşınca körfezde dolaşan gemilerin toplanılması imkânı olmadığından üç kadırga
oradan uzaklaştırılmış ve Mısır’a doğru hareket etmişlerdir. Yolda batan bir gemi
yüzünden Mısır’a iki gemi ile varılmıştır.

İdamı
Bu seferler sırasında kendisinden yardımı esirgeyen Basra Valisi Kubad
Paşa’nın girişimi ile Piri Reis’in aleyhine olumsuz bir hava yaratıldı.13 Mısır
Beylerbeyi bazı kaynaklarda, Ahmet Paşazade Mehmet Paşa bazı kaynaklarda,
Semiz Ali Paşa olarak zikredilen beylerbeyi tarafından iyi karşılanmadı. Mısır
valisinin divân-ı hümayûna yazdığı onu kötüleyen mektubu üzerine İstanbul’dan
Piri Reis’in idam edilmesi emri geldi. Bu büyük Türk denizcisi ve âlimi 1552’ de
Mısır’ da idam edildi. 14

Genel olarak idam edilmesinde iki siyasi sebep ileri sürülmektedir. Biri,
Kubad Paşa’ya onu hoşnut edecek hediyeler vermemesi, diğeri sadrazam damat
İbrahim Paşa’nın himaye ettiği biri olmasıdır.

11 AFYONCU, a.g.e. , s.196.


12 www.belgeler.com/blg/gq0/piri-reis. 31 Mart 2010.
13 AFYONCU, a.g.e. , s.197.
14 AFYONCU, a.g.e. , s.197.

127
Piri Reis ( ? / 1552 ) 
——————————————————————————————
“Piri reis öldüğünde seksen yaşını aşmıştı; mirasçısı olmadığından (her ne
kadar Portekiz kaynakları bir oğlu olduğundan bahsediyorsa ) malı mülkü hazineye
devredildi. “Prof. Dr. Ertuğrul ÖNALP’in aktarımı ile Katip Çelebi, Piri Reis’in
ölümünden sonra serveti konusunda şöyle demektedir; “Hesapsız malı çıkıp miriye
zapt olundu... Ağzı mürebba içi altın dolu mertabani kavanozlar devlet kapısına
gönderdiler.”15

Kendi kaderine terkedilen Basra’daki Osmanlı donanmasına ne olmuştu peki


?

Kanuni Sultan Süleyman Basra’da kalan 21 kadırganın yedisinin acemlerle


yapılan savaşlarda kullanılmak üzere Şattülarap’ta kalmasını, geri kalan on
beşininde Süveyş’e getirilmesini emretti. Bu son görev için 1550 yılında
Portekizlilerce kuşatılan ve daha sonra Türklerin terketmesi üzerine ele geçirilen
Katif kalesinin eski kumandanı Murad Bey uygun görüldü.16Yani Piri Reis’ten
sonra Murad Reis Portekizlilerle mücadeleye başladı. Şiddetli çarpışmalar sonucu
başarı sağlayamadı. Donanma Basra Körfezi’nde mağdur kaldı, gemilerden biri
Portekizlilerce zaptolundu ve Murad Reis de vazifeden alındı. 17

Piri Reis Haritaları


Piri Reis dünyaca ünlü haritalar çizmiştir. Denizci olduğu kadar büyük bir
haritacıydı da. Ona göre haritacılık bilgi ve tecrübeyi getirmektedir. Piri Reis daha
önce yazılmış olduğu denizcilik kitaplarını ve haritaları gözden geçirdi.
Araştırmalar yaptı. Ünlü haritalarını hazırlayabilmek için tam 34 haritadan
yararlandı. Bunlar arasında Tunuslu İbrahim Efendi’den, Cristoffer Colomb’un
haritalarına varıncaya kadar birçok harita vardı. Piri Reis haritalarını bütün dünyayı
içine alacak şekilde hazırlamıştı. Ne varki elimize, geçirilememiş ancak iki parçası
günümüze kadar gelebilmiştir.18

“26 Ağustos 1956’da Goorgetown Üniversitesi, Piri Reis’in haritalarıyla ilgili


radyoda bir açıkoturum düzenlemiştir. Oturuma katılan bütün haritacılar, haritanın
olağan üstü bir keşif yaptığı yargısına vardılar. Harita Piri Reis’in ilmi metotlarına
son derece bağlı ve sadık kaldığını açıkça göstermektedir.

Harita, teknik yönden mükemmellikleri yanında Ortaçağın haritalarında eksik


olmayan kusur ve noksanlardan da uzaktır. Onun bu özelliği günümüz

15 Ertuğrul ÖNALP, Osmanlının Güney Seferleri, Berikan Yayınevi, Ankara 2010, s.272
16 ÖNALP, a.g.e. , s.272
17 Nazım TEKTAŞ, Çadırdan Saraya Saraydan Sürgüne Osmanlı, Yeni Şafak, İstanbul, s.218.
18 www.belgeler.com/blg/gp0/piri-reis. 31 Mart 2010.

128
 
 
 
 
Esma YILMAZ 
—————————————————————————————— 
haritacılığına tamamen uygun düşmekte, tarafsız gözlemler sonucu yapılmış
kusursuz bir harita olduğu kanaatine varılmıştır.”19

Birinci Harita
1925 yılında Topkapı Sarayı’nda bulunan harita deri üzerine 9 renkte boya ile
resm edilmiş, 86 cm boyunda, üst kısmı 61 cm, alt kısmı 41 cm genişliğindedir.

1513 ‘te Gelibolu’ da hazırlanan haritada üçü küçük, ikisi büyük 5


rüzgârgülü ve çeşitli yön çizgileri bulunmaktadır. Standart portolan çizimlerinde
rüzgârgüllerinin 17 olduğu bilindiğine göre, bunlar eklendiğinde haritanın tam
dünya haritasının bir parçası olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Piri Reis Hint ve
Çin denizlerinin şimdiye kadar Anadolu’da kimsede bulunmayan yeni haritalarını
çıkardığını ve bunu Mısır’da Yavuz Sultan Selim’e sunduğunu belirtmektedir.
Atlas Okyanusu’nun iki yakasını ihtiva edecek şekilde, Batı Afrika Kıyıları, Asor
Kanarya ve Yeşil burun takımadaları; Atlas Okyanusu, Güney Amerika ve Orta
Amerika‘nın bilinen kısımları, Florida ve Antiller yer almaktadır. 20

Piri Reis haritaları denilince sadece belli bir coğrafyası aklımıza


gelmemelidir. Piri Reis çizmiş olduğu haritalarında çizilen yerde ve deniz altındaki
akıntıları belirttiği gibi demir atılacak yerleri, koyları, körfezleri, boğazları,
limanları ve hatta o coğrafyadaki hayvanları, bitkileri, ibadethaneleri haritasında
göstermiş ve not tutturmuştur. Çoğu haritasını incelediğimiz zaman bilinen yerleri
göstermiş, bilinmeyen yerleri ise boş bırakmıştır. Örnek gösterecek olursak Afrika
ve İspanya’nın kuzey kısmı koparılmış gibi bir haritası mevcuttur. Yavuz Sultan
Selim’e takdim edilen gerek tekniği ile gerekse Colomb’un keşiflerine en eski eser
olması ile yerli ve yabancı ilim insanlarının büyük ilgisini çekmiştir. Bu harita
bugün Topkapı Sarayı Müzesi, Yeni Kütüphane’ de 1633 no da kayıtlıdır.

19 www.belgeler.com/blg/gpx/piri-reis. 19 Mart 2010.


20 Mahmut AK,Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, C. 2, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2008, s.439-440.

129
Piri Reis ( ? / 1552 ) 
——————————————————————————————

Harita 1: http://tarihvemedeniyet.org/wp-content/gallery/piri-reis-
haritlari/piri_reis_dunya_haritasi1.jpg

İkinci Harita
Ceylan derisi üzerine 8 renkle boyanmış olan harita 68x69 cm ebatlarında
olup Osmanlı tarzı çerçevesi ile süslenmiş, ilk haritadan daha itinalı çizilmiştir.
Çerçevenin sadece kuzey ve batı yönünde olması bunun da bir parçası olduğunu
göstermektedir. Birincide olduğu gibi bunda da Piri Reis‘in ismi ve haritanın tarihi
yer almaktadır. Dördü büyük süslü, ikisi küçük altı rüzgârgülü ile iki adet mil
ölçeği bulunmakta, ölçeğin altında, haneden haneye ellişer mil noktadan noktaya
onar mil olduğu belirtilmektedir. Haritada Atlas Okyanusu’nun kuzeyi ve Orta

130
 
 
 
 
Esma YILMAZ 
—————————————————————————————— 
Amerika’ya yer verilmektedir.21 Bu harita bugün dünya ilim çevrelerince Kuzey
Amerika’ nın en eski ve en orijinal ilk ilmi haritası olarak kabul ediliyor.

Harita 2: Sevim Tekeli,The Oldest Map Of Japan Drawn By A Turk Mahmud Of


Kashgar The Map Of America By Piri Reis, Ankara 1986.

“Piri Reis’in haritalarıyla ilgili ilk incelemeyi Alman Prof. Paul Kahle yaptı
ve bu incelemelerini, 1931 yılının Eylül ayında Leiden’de toplanan 18.
Şarkiyatçılar Kongresinde sundu. Tebliğ dünya ilim çerçevesinde ilgiyle karşılandı.

1931 yılının Aralık ayında Viyana akademisi haritası ile ilgili bir açıklama
yaptı. Bunu 23 Temmuz 1932’ de Türk Tarih Kurumu’nu The Illustroted London
News dergisinde yayınlandığı bir yazı takip etti. Bundan bir sene sonrada Prof. Paul
Kahle bununla ilgili küçük bir kitap yayınladı. Ayrıca harita 1932‘de en eski
haritası adıyla 325 sayılı Deniz Mecmuasında yayınlandı. Dikkatlerin Piri Reis’in

21 AK, a.g.e ,s.440.

131
Piri Reis ( ? / 1552 ) 
——————————————————————————————
haritalarının üzerine çevrilisi ise 1935‘te başladı. Türk Tarih Kurumu önce
haritalardan birini tanıtıcı bir broşür ile birlikte yayınladı. O yıllarda Cenevre’de
bulunan Prof. Dr. Araf İNAN Cenevre Coğrafya Kurumu’na haritanın bir
kopyasını verdi. Harita büyük bir ilgiyle karşılandı.1937‘de ise değişik ülkelerin
gazetelerinde yayınladı”.22

“ Harita üzerinde ilk inceleme yapanlardan biri Amerikalı haritacılık


uzmanı H.Mallery idi. H.Mallery önce Kitab-ı Bahriye’deki Akdeniz haritasını
tetkik etti. Bütün ayrıntıların eksiksiz olduğunu gördü. “ Sanki Piri Reis dünyanın
yuvarlak olduğundan haberi vardı. Çünkü harita bütünü ile bu esasa göre çizilmişti.
Hayretini gizleyemeyen Mallery, durumu ABD Deniz Kuvvetleri hidrografya
bölümünde çalışan meslektaşı Walters’a anlattı. Bu defa haritalar çağdaş bir küreye
uygulandı. Karşılaştırma sonunda bütün yönleriyle doğru olduğu anlaşıldı. Sadece
Akdeniz değil, Kuzey ve Güney Amerika içinde söz konusudur.23

Haritalar çizildiği dönem şartları içerisinde (uzay gemilerinin, uyduların


olmadığı) hangi metotlarla ve nasıl bu kadar doğru çizildiğini bilim insanları
günümüz şartlarında dahi açıklayamamaktadır.

Kitab-ı Bahriyye
1521’de ilk telifini gerçekleştirdiği eserini 1525’te tekrar gözden geçirerek
yeniledi ve İbrahim Paşa aracılığı ile Kanuni’ye sundu. Eserde Akdeniz ve Ege
kıyılarındaki şehir ve ülkeleri tarif ederek resim ve haritalarını verir.

Fasıllara ayrılan kitabın ilk iki faslında eser yazma sebebi ve Kemal Reis
ile beraber geçen deniz seferleri üçüncü ,,dördüncü ve beşinci fasıllarda fırtına ve
rüzgarların yönleri pusulaya dair bilgiler, altıncı ve yedinci fasıllarda haritalar,
sekizincide dünyayı kapsayan denizler ,dokuzuncuda Portekizlerin coğrafi keşifleri
verilir. Diğer bölümlerde Hint Denizi, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu anlatılır.

Kitab-ı Bahriyye üslup olarak özellikle nesir kısımlarında okuyucu ile


konuşur gibi kaleme alınmış bir ilmi eser olmayanın da bütünü ile büyük bir hızla
devam eden Akdeniz’deki deniz faaliyetlerinde sıkça kullanacağı düşünülerek özlü
ve kolaylıkla takip edilebilir bir anlatım tarzıyla yazılmıştır. Eserin malzemesi Piri
Reis tarafından toplanmış fakat telifi Muradi tarafından yapılmıştır.24

22 www.belgeler.com/blg/gq0/piri-reis. 31 Mart 2010.


23 www.belgeler.com/blg/gq0/piri-reis. 31 Mart 2010.
24 AK, a.g.e.,s.440.

132
 
 
 
 
Esma YILMAZ 
—————————————————————————————— 
“Kitab-ı Bahriyye’nin Ayasofya kitaplığındaki yazma nüshası 424
yapraklıdır. 1935’te Türk Tarih Kurumu’nca bu yapıtın bir tıpkı basımı yapılmıştır.
Sadeleştirilerek 1973’te iki cilt olarak yayımlanan yapıt, 1988–1991 arasında da
özgün metni ile birlikte sadeleştirilmiş biçimi ve İngilizcesi bir arada dört cilt
olarak yeniden basılmıştır.”25

Denizcilere rehberlik etmek üzere bugün birçok denizci milletler tarafından


ve çeşitli dillerde sürekli seriler halinde yayınlanmakta bulunan, Denizcilik
Literatüründeki yayınların tipik başlangıcı olmuştur. Denizcilik ve gezi kılavuzu
niteliğinde olan Kitab-ı Bahriyye Türk Denizciliği için bir iftihar vesilesi
olagelmiştir.

Sonuç
Osmanlı İmparatorluğunun en ihtişamlı döneminde donanmanın başında
bulunmuştur. Piri Reis’in gerek Akdeniz’deki Türk varlığının pekiştirilmesinde,
gerek Kızıldeniz’in Portekiz tecavüzlerinden korunmasında gerekse de Osmanlı
nüfusunun Hind sularına taşınmasındaki rolü büyüktür. Türk denizciliğine büyük
hizmetleri geçmiştir.
Piri Reis çağdaş bilim insanları gibi yalnız gözlem, inceleme ve
araştırmalarıyla yetinen biri olmamıştır. Bilgiye erişmek ve bunu değerlendirmek
istemesinin amacı elde ettiği sonuçları toplumun ve bireylerin yararlanmasına
sunmuştur, bunun en büyük örneği haritaları ve Bahriyye’sidir. Araştırmalarını
insanlar için yapmış, bulup öğrendiği gerçekleri, bilinçli olarak başkalarına
yansıtmak istemiştir.

Piri Reis’in şüphesiz en önemli, kalıcı hizmeti çizdiği haritalar ve haritalarıyla


süslediği Kitab-ı Bahriyyesiyle de Osmanlı coğrafya yazıcılığında çok haklı ve yeri
doldurulamayacak bir mevki elde etmiş, bu yönüyle ünü uluslararası boyutlara
ulaşmıştır.

25 www.belgeler.com/blg/gpx/piri-reis. 19 Mart 2010.

133
Piri Reis ( ? / 1552 ) 
——————————————————————————————
Kaynakça
AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul 2010.
AK, Mahmut, “Hint Donanması Kaptanı ve Bahriye Müellifi Piri Reis”, Osmanlı
Bilim, Cilt 8,Ankara 1999.
AK, Mahmut, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul
2008.
BOSTAN, İdris, “Piri Reis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 34,
İstanbul 2007.
ÖNALP, Ertuğrul, Osmanlının Güney Seferleri, Ankara 2010.
TEKELİ, Sevim, The Oldest Map Of Japan Drawn By A Turk Mahmud Of
Kashgar The Map Of America By Piri Reis, Ankara 1986.
TEKTAŞ, Nazım, Çadırdan Saraya Saraydan Sürgüne Osmanlı, İstanbul (Basım
yılı yok).
www.belgeler.com/blg/gp0/piri-reis
www.belgeler.com/blg/gpx/piri-reis
http://tarihvemedeniyet.org/wp-content/gallery/piri-reis haritlari/piri_reis_
dunya_haritasi1.jpg

134
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci

Duygu ÇELİK *
Ramazan ŞAMLI **
——————————————————————————————

ÖZET
Kadınların siyasi hayattaki yerini tam anlamıyla alması ancak 20.yüzyılda
mümkün olabilmiştir. Kadınların da erkekler gibi siyasi haklarını elde etmesi elbette uzun
bir süreç gerektirmiştir. Gerek İslamiyet öncesinde gerekse de İslamiyet sonrasında kurulan
Türk devletlerinde kadınlar toplumsal yaşamın bir parçası olarak belirli haklara sahiptirler.
Osmanlıların Meşrutiyeti ilan etmesiyle birlikte kadın toplumsal yaşamdaki bu haklarını
daha da zenginleştirmek istemiş ve haklar konusunda daha büyük adımlar atmıştır. Bu
adımların bir neticesi olarak, İttihat ve Terakki Fırkasının iktidarı zamanında kadınların
siyasal hayata katılımı konusu gündeme gelmiş ve bu konuda ilk tartışmalar yaşanmıştır.
Tartışmalar meyvesini Cumhuriyet döneminde vermiş; Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk
kadını siyasal haklarına kavuşabilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Kadın hakları, Siyasi hayat, Cumhuriyet, Kadın, Meşrutiyet.


——————————————————————————————
Giriş
1. İslamiyet Öncesi Türklerde Kadın:
Türkler İslamiyet öncesinde göçebe bir hayat yaşamaktaydı. Bu yaşam
tarzında Türklerin doğal, geleneksel kültürlerinin kadına kazandırmış olduğu
kişilik canlı ve hareketlidir. Bu süreçte ele alacağımız kadın ana ve kahramanlık
modelidir. Türk kadını giydiği rahat elbiseler sayesinde ata binmiş, silah kullanmış
ve savaşma yeteneklerine sahip olmuştur.1 Eski Türklerde kadının durumu diğer
medeniyetlerdeki hemcinslerine göre oldukça farklıdır. Halk arasında tek evlilik
hakim iken yönetici ailelerde çok evlilik görülmüştür. Hakanın ilk eşi her zaman
katun (hatun) konumundadır. Hakan savaşa gittiği zamanlar görevlerini katun
yürütürdü.2 Türklerde katun hem hakandan hem de halktan saygı görürdü.
Katunların kendilerine ait orduları ve otağları bulunurdu. Tören sırasında katun
hakanın soluna otururdu. Siyasi ve idari konularda görüşlerini sunar, yabancı devlet

* Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tarih Bölümü 3. sınıf öğrencisi, [duygu-celik@windowslive.com]


** Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tarih Bölümü 3.sınıf öğrencisi,[ramazan_samli07@mynet.com]
1 Aytunç Altındal, Türkiye’de Kadın, Alfa Yayınları, İstanbul,2004,s.27.
2 Zübeyde Terzioğlu, Basına Göre Türk Kadının Siyasi Hakları (1930-1935),Marmara Üniversitesi

Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi ABD, Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul,2007,s.15.
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
——————————————————————————————
elçilerini hakanla beraber kabul ederdi. Türk hakanlarının fermanları yürürlüğe
gireceği zaman mutlaka “Hakan ve hatun buyurur ki’’ diye başlardı.3

Eski Türklerde evlilik kurumunda üstünlük kadına tanınmıştır. Eti ve


Sümer Türklerinde kadın erkek kadar askerdir. Hun Türklerinde erkekler
kadınlarıyla birlikte savaş alanında bulunmuşlardır.4

İslamiyet öncesi Türk devletlerinden olan Hunlar, Göktürkler ve


Uygurlarda kadın özgür bir karakterdir ve önemli haklara sahiptir. İslamiyet
öncesindeki Türk kadınının durumunu Ziya Gökalp şu şekilde dile getirmektedir.
“Eski kavimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak
vermemişler ve saygı göstermemişlerdir.’’5 İslamiyet öncesi Türk devletlerine ait
en önemli yazılı belge şüphesiz Orhun Abideleridir. Orhun Abideleri aile hukuku,
mülkiyet meseleleri kurallarına göre düzenlenmiştir. Kızların evlenmesi sırasında
ana babanın onayı gerekmektedir. İslamiyet öncesindeki Türk devletlerinde evli
olan kadın kutsaldır ve tecavüz edenin cezası idamdı. Yüksek sınıftan olan bir
kadın halktan olan birisi ile evlenemezdi. Kadınların aile içindeki hakları erkek ile
eşitti. Kadın ve erkeğin ayrı tanrı ve tanrıçaları vardı. Şamanizm’e göre gökyüzü ve
güneş kadın, yeryüzü ve ay erkek kabul edilmiştir. Kadın giyim tarzı itibariyle
kapalı değildir. Evlenme yaşına gelen kızların yemek yapabilme, hanım kız olma
gibi marifetlerinden ziyade ata binme ve silah kullanma yeteneklerine bakılırdı.6

Kadın İslamiyet Öncesindeki Türk destanlarında da kendisine yer


bulmuştur. Şüphesiz bunda kadının üstün özellikleri etkili olmuştur. Örneğin
Yaratılış Destanında ve Dede Korkut Hikâyelerinde kadına yer verilmiştir.

2. İslamiyet’te Türk Kadını:


Burada ilk olarak ele almamız gereken konu Türklerin İslamiyet’i kabul
süreci ve kadının bu dönemdeki yeridir. Türkler İslamiyet’le M.S 9.yüzyılda
tanışmaya başlamışlar ve 11.yüzyılda da İslamiyet’i benimseme tamamlanmıştır.

Örneğin Selçuklularda kadının durumu eski Türklerden farklıdır.11 ve


13.yüzyıllar arasında Selçuklu kadını başta yozlaşmaya yüz tutmuş biçimde de olsa
hala süregelen Türk, Acem ve son olarak da Bizans kültür etkilemelerinin

3 Vahap Sağ ,“Tarihsel Süreç İçerisindeki Türk Kadını ve Atatürk”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler

Dergisi, C.II, S.1,Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi.


4 Nuran Ülker, “Türk Kadını” Lisans, Yeditepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi

Enstitüsü, İstanbul,2010 s.8


5 Belkıs Konan, “Türk Kadınının Siyasi Hakları Kazanma Süreci’’, Politikada Kadın, Ankara

Üniversitesi Hukuk Fakültesi, s.5.


6 Aytunç Altındal, agm. s.25

136
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI 
——————————————————————————————
oluşturduğu bir düzen içinde yaşamaktadır. Anadolu kadınının gelecekteki Osmanlı
Devlet inde varlığını hiç duyuramayacak hale geçişinin süreci ilk Selçuklularda
başlamıştır. Göçebe Oğuz kadını ilk kez Türk erkeğinden geride kalmaya
başlamıştır. Toplumsal olayların dışında bırakılmıştır. Selçuklular İslamiyet’i
devlet düzeninde uygulamışlardır bu da beraberinde saraylı kadınların dahi
erkeklerle karşı karşıya oturup fikirlerini savunmasının önünü kapatmıştır.7
İslamiyet’e girmemizden sonra 1070 yılında yazılan Kutadgu Bilig, eski Türk
destanları gibi kadını yüksekte görmez. Kız çocuğunu değersiz bulur. Kadınların
örtünmelerini ister. Artık Türk toplumunda kadına bakış değişir. Selçukluların
X.yy. Anadolu’ya gelene kadar, İslamiyet’in etkisine rağmen kadın aktif bir rol
üstlenir.8

İslam dinini kabul etmesine rağmen Türklerin İslam öncesi törelere saygı
göstermeye devam ettikleri bilinmektedir. Dede Korkut Hikâyelerine göre
kadınlarda kahramanlık analık önemlidir. Dede Korkut’ta kadın eş ve anne olarak
toplumda saygın durumdadır ve tek evlilik esastır. Ancak daha sonra durum yavaş
yavaş bozulmaya başladığı görülmektedir. Nitekim Selçuklu Veziri Nizamül-mülk
“siyasetname” yapıtında şu öğütlerde bulunmaktadır. “Hükümdarın emrindeki
kişilerin iktidarı kullanmaları caiz değildir. Bu kural özellikle kadınlara
uygulanmalıdır. Çünkü onlar çarşaf ve peçe giyen ve aklen gelişmemiş kimselerdir.
Onların tek görevi neslin devamını sağlamaktır… Ne zaman ki hükümdarların
eşleri devlet işine karışır ise o zaman işler kötüye gider…” demektedir. Görüldüğü
üzere İslamiyet’in kabulünden hemen sonra Türk kadını için hemen bir değişiklik
olmamış ancak, zamanla sokağa çıkmayan ve gerek evlerde gerekse sokakta belli
kurallar içinde hareket etmek zorunda kalan bir kadın tipi gelişmiştir.9

İslamiyet’i kabul eden Türkler bir yandan kendi gelenek ve göreneklerini


korumaya çalışmışlar bir yandan da İslamiyet’ten etkilenmişlerdir. Özellikle
zamanla Anadolu’da ortaya çıkan tarikatlar ile kadının statüsü de değişmeye
başlamıştır. Bu tarikatlardan en önemlileri Bektaşilik ve Mevleviliktir.10

Müslüman toplumlarda kadın hakları konusundaki durum son derece


vahimdi. Aşiret ve köylerde günlük hayatın icabı gereği kadın ve erkek yan yanadır
ancak şehir ve kasabalarda kadın kapalıydı ve cemiyet hayatından kopuktu. İslam
hukukunun koruyucu kayıtlarına rağmen evlenme ve boşanmalarda kadının söz
yetkisi yoktu. Bu da kadının çok defa bir mal ve alınıp satılır eşya haline

7 Aytunç Altındal, agm. s.58


8 Ülker a.g.t. s.2
9 a.g.t , s.2
10 Afet İnan, Atatürk Ve Kadın Haklarımızın Kazanılması, İstanbul,1968

137
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
——————————————————————————————
getirmişti.11İslamiyet’in kabulünden sonraki süreçte kadın eski etkinliğini
yitirmiştir. Bunun nedeni, İslâm dininin kendisinden çok O’nun yanlış anlaşılması,
yani Kur’an ayetlerinin doğru yorumlanmamasıdır. Ayrıca İslam’a uydurma
hadisler sokulması ve temas kurulan Bizans, İran ve Arap kültürleriyle etkilenmesi
gibi nedenlerden ötürü asırlar boyu kadınlar haklarından mahrum edilmiştir.12

3. Osmanlı Devleti Zamanında Türk Kadını:


Cumhuriyet döneminde kadının siyasal haklarına bakmak için önce
Osmanlı Devletinde kadının statüsünü bilmek gerekmektedir. Bilindiği üzere
Osmanlı Devleti teokratik bir yapıya sahiptir. Bu sebeple kadın bu teokrasi ve
taassubun altında kalmıştır. Kadının statüsü Osmanlı döneminden ziyade daha
evvelden de düşmeye başlamıştır.

Osmanlı toplumunda kadın kamusal hayatta boy göstermekten daha çok ev


yaşamına doğru çekildi. İslami kuralların dar ve muhafazakâr yorumları sonucunda
eve kapanan kadın, hem sosyal yaşamdan, hem de bu yaşamdaki siyasi haklarını
kullanma yetisinden mahrum kalmıştır. Oysa 1333’de İzmir’e gelen İbn-i Battuta
Orhan Bey’in karısı Nilüfer Hatunun huzurunda kabul edilmiş ve “bu ülkede
gördüğüm ve beni epeyce şaşırtan tutumlardan biri de erkeklerin kadınlara
gösterdikleri aşırı saygıdır. Bu memlekette kadınlar erkeklerden daha üstün
sayılırlar” şeklinde ki sözleriyle Türk kadınının 14. asırda yönetimdeki önemine
değinmişti.13

Osmanlı Devleti’nde kadının ikinci plana itilmesindeki faktörlerden bir


tanesi de Osmanlı’nın kuruluştan itibaren Bizans etkisinde kalmaya başlamasıdır.
Bu etki ile beraber Osmanlı kadını haremle tanışacaktır. Haremde kadınlar sadece
çocuk büyütmek, cariyelik etmek gibi işlerle meşguldür. Bu da hukuki olarak
olmasa da toplumsal olarak kadını arka plana itecektir. Osmanlı Devleti
bünyesinde şehirli kadınlar eve kapanık bir vaziyet almaya başlamışken kırsal
kesimde kadın üretime katılmakta daha fazla dışa dönük yaşamaktadır. Kanuni
Sultan Süleyman ve Üçüncü Selim dönemlerinde kimi kadınlara çalışma hayatına
girme fırsatı verilmiştir. Örneğin bu dönemde kadınların pratik hekimlik
yaptıklarına dair belgeler bulunmuştur. Kadınların çalışma hayatından uzak
tutulması onları eşlerine ve çocuklarına daha yapmıştır.14Elbette kadın böyle bir
statüye sahipken Osmanlı Devleti zamanında önemli siyasi haklara sahip olması da

11 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul,2011, s.244


12 Sağ, a.g.e , s.7.
13 Konan, a.g.m , s.6.
14 Oya Çiftçi, Kadın Sorunu ve Türkiye’de Kamu Görevlileri Kadınlar, A.İ.E Yayınları, Ankara,1982

138
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI 
——————————————————————————————
beklenemezdi. Zira devlet teokratik bir yapıda ve padişah tarafından
yönetilmektedir. Siyasi alanda erkeğin bile önemli haklara sahip olduğundan söz
edilemezdi. Böylesine bir yönetim şeklinde kadının hakkını araması için
faaliyetlerde bulunması da beklenemezdi.

Osmanlı Tanzimat’ın ilanından sonra Batılılaşma hareketi ile kadınlarla


ilgili yaşanacak yeni gelişmelere zemin oluşturulmuştur. Aynı dönemde Arazi
Kanunnamesi kabul edilmiş böylece kadına eşit miras hakkı gelmiş. Kıyafet ve
sokağa çıkma yasakları eskisi gibi şiddetle uygulanmamış, kızlar için yeni
okulların açılmasına hız verilmiştir.15Osmanlı dönemi Türk kadınının durumu
Tanzimat’la bir ölçüde hareketlenmiştir. Halide Edip’in ve o dönem aydınlarının
katkıları ile kadınların eğitimi konusunda önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde
kadınlarla ilgili çeşitli dernekler kurulmuş ve öğrenim görmüş kadınlar artık
peçesiz dolaşmaya başlamışlardır. Ayrıca “Kadınlar Dünyası” adlı dergi ve Kızıl
Has’ın kadın kolunun Türk hemşireleri eğitmeye başlaması da bu döneme rastlar.16

Türk kadını Osmanlı Devleti döneminde uzak kaldığı siyasi ve sosyal


alandaki haklara şüphesiz Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu cumhuriyetle
uzanacaktır. Topyekûn verilen milli mücadele sırasında Türk erkeğinin gerek
arkasında gerekse de cephede yanında yer alan kadınlarımız Mustafa Kemal
tarafından unutulmamıştır. Şimdi de Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın layık
olduğu yere gelmeleri konusunda atılan adımlara değinelim.

4. Cumhuriyet Döneminde Türk Kadını:


Konuyu ele almak için ilk önce Türk kadınının milli mücadele öncesi ve
milli mücadele sırasındaki durumuna değinmek gerekir. Türk topraklarının içine
düştüğü acı durumdan bir an önce kurtarılması için memleketin her tarafında
yabancı işgallere karşı protesto mitingleri başlamıştır. Bu mitinglerden ilki Redd-i
İlhak milli heyetinin 14-15 Mayıs 1919 gecesi yaptığı çağrı üzerine İzmir in
maşatlık semtinde düzenlenmiştir.16 Mayısta Denizli, Kastamonu, Tavas,
Bayramiç, Seydişehir’de 17 Mayısta Giresun, Trabzon, Zonguldak, Edremit,
Çal’da 18 Mayısta ise İstanbul Darülfünunun konferansta hocaların
protestolarından sonra kadınlar da söz hakkı almıştır.17İzmir’in işgalinden iki gün
sonra Üsküdar Kız Kolejinde ki toplantıda kadınlar ve konuşmacı olarak katılan
Halide Edip işgali kınamıştır.18 Mayıs 1919 tarihinde yapılan İstanbul

15Ülker a.g.t. s.4-?


16Gülen Özdemir, ”Türk Kadının Toplumsal Konumunun Gelişim Süreci”, Namık Kemal
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tekirdağ,2009,s.8.
17Afet İnan, Tarih Boyunca Türk Kadının Hak ve Görevleri, İstanbul 1982,s.108.

139
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
——————————————————————————————
Darülfünununda yapılan toplantı sırasında bir hanım ’’Kim demiş bir kadın küçük
şeydir. Bir kadın belki en büyük şeydir’’ diyerek Türk kadını erkeği yanında
mücadeleye hazır olduğunu haykırıyordu.18

Böylece Türklerin milli mücadele ruhu kadın ve erkeğin bir arada


olmasından ve bunun getirmiş olduğu hareketten yeni bir vatanın doğuşu
hazırlanmıştır. Türk kadını gerek cephede savaşmış gerekse de cephe arkasında
sırtında cephane taşımıştır. Bu milli mücadele seferberliği neticesinde Mustafa
Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet ve inkılaplara giden yol açılmıştır.
Birçok cemiyet kurarak sesini duyuran Türk kadını vatanın yaralarını sarmayı
bilmiş, kurulacak yeni vatanın anası olmuştur. Millî Mücadeleye katılan kadınlar
vatan zincirini oluşturmuşlardır. Bu kadınlar Halide Edip, Asker Saime, Kılavuz
Hatice, Tayyar Rahmiye, Fatma Seher Hanım (Kara Fatma),Gördesli Makbule,
Nezahat Hanım, Süreyya Sülün Hanım ve daha nicelerini saymak mümkündür.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadınına güveni sonsuzdur. Kadının


önemini çok iyi bilen Atatürk Milli Mücadele sırasında kadın cemiyetleriyle her
daim münasebet içinde olmuş, onları takdir ve teşvik etmiştir. Kadına verdiği
önemi şu sözleriyle belirtmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletinde Anadolu
köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir
milletin kadını ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım. Milletime halasa ve
zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim diyemez.’’ 19Böyle bir
düşünceye sahip olan Mustafa Kemal in kadın hak ve hürriyetleri için çalışması
elbette kaçınılmazdır. İlk olarak 4 Nisan 1926 da Medeni Kanun çıkarmış,
kadınların bu kanundan yararlanmasını sağlamıştır. Bu haklar küçük yaşta evlenme
ve çok eşlilik kaldırılmış, mirasta kadın ve erkek eşit hale getirilmiştir. Mustafa
Kemal kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi gerektiğini daha 16 Ocak 1923
tarihinde İzmit’te yapmış olduğu bir konuşma sırasında ifade etmiştir.20Daha sonra
bizzat Mustafa Kemal’in teşvikiyle dönemin Paris büyükelçisi Ali Fethi Okyar
tarafında 12 Ağustos 1930 tarihinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası Türk
kadınının siyasi haklar elde etmesi sürecinde incelemeye değerdir. Özellikle
partinin kadınlara seçme ve seçilme hakkını ( belediye seçimleri)parti programına
eklenmiş ve Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanımın(Atadan) parti içinde
bulunması kadınların partiye ilgisini arttırmıştır. Ancak SCF beklenenin tam tersine
bir tesir yarattığı için fazla uzun ömürlü olamamıştır.3 Nisan 1930 da kadınlara
belediye seçimlerinde,5 Aralık 1934 de milletvekili seçme ve seçilme hakkı

18 Kemal Arı burnu, Milli Mücadelede İstanbul Mitingleri,1975,s.5-10.


19 Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C.II, Ankara 1981,s.147-148
20 Terzioğlu, s.22

140
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI 
——————————————————————————————
verilmiştir. Türk kadınlar bu hakkı elde ettiği zaman daha Avrupa, Amerika ve
Asya’daki birçok ülkede kadınlar bu haklardan yoksundular. Bu da kadın
haklarının önemini daha da arttırmıştır.

Bu hakkın Cumhuriyetin kuruşundan itibaren neden gecikmiş olduğuna


gelirsek meclis henüz böyle bir uygulamaya hazır değildir. Nitekim bu konuda
mecliste zaman zaman çok sert tartışmalar olmuştur.1923-1924 yıllarında
Milletvekili Seçimi Kanunu görüşülürken kadınlara seçme ve seçilme hakkı
verilmesi konusunda uzun tartışmalar olmuş ve kabul edilmemiştir.21

Türkiye’nin ilk kadın belediye başkanı, 5 Ekim 1930 tarihinde gerçekleşen


belediye seçimlerinde Artvin-Yusufeli’nin Kılıçkaya (eski adı Ersis) Belediyesine
Belediye Başkanı seçilen Sadiye Hanım olmuştur. 1930 belediye seçimlerinde pek
çok yerleşim yerinde kadınlar belediye meclislerine üye olarak girebildi. 22

Kadınların milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934


‘de sahip olan Türk kadını meclise 18 milletvekiliyle girmiştir. Bu vekillerin
isimleri, meslekleri ve seçim bölgeleri şu şekildedir:

Mebrure Gönenç (Afyonkarahisar): 1900’de İstanbul’da doğdu. 1919’da


Arnavutköy Amerikan Koleji’nden mezun oldu Fransızca ve İngilizce bilen
Gönenç bir süre Çamlıca Kız Lisesi ve Üsküdar Amerikan Koleji’nde dil hocalığı
yaptı. Adana Belediyesine seçilen ilk kadın meclis üyesidir. Seçilmeden önce CHF
’den Mersin Belediye üyesiydi. Bir dönem milletvekilliği yaptı.

Hatı Çırpan(Satı Kadın- Ankara ): 1890’da Kazan’da doğdu. Milli


savaşta malûl olmuş bir askerin eşiydi. Beş çocuğu vardı. Çiftçilikle uğraşan Satı
Kadın hususi eğitim gördü. Seçildiğinde Kazan Köyü muhtarıydı. Bir dönem
milletvekilliği yaptı.

Türkan Örs Baştuğ (Antalya): 1900’de Üsküdar’da doğdu. İstanbul


Darülfünunun Felsefe Şubesinden mezun oldu. Fransızca biliyordu. Uzmanlık alanı
felsefe, sosyoloji ve eğitimdi. Üsküdar Kız Sanat Mektebinde müdürlük yaptı.
Seçimden önce Feyziâti Lisesi Kız kısmı müdürlüğündeydi. İki dönem
milletvekilliği yaptı.

21 Şefika Kurnaz, Yenileşme Sürecinde Türk Kadını 1839-1923,Ötüken Yayınları, Ankara,


2011,s.255-256.
22 http://www.artvindernegi.com/artvinsayfalari/ilkkadinbelediyebaskani.

141
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
——————————————————————————————
Sabiha Gökçül Erbay (Balıkesir ): 1900’da Bergama’da doğdu. İstanbul
Kız Muallim Mektebinde ve Yüksek Kız Muallimin İhzari (hazırlık) kısmında
okumuştur. İzmir Kız Muallim Mektebinde edebiyat öğretmenliği ve müdürlük
yapmıştır. Adana Lisesi ve İstanbul Erenköy Kız Lisesinde de öğretmenlik yapan
Gökçül V. Dönemde Balıkesir, VI. ve VII. Dönemde ise Samsun milletvekili
olmuştur. TBMM Başkanlık Divanı Kâtip üyeliğinde de bulunmuştur.
Şekibe İnsel (Bursa): 1886’da İstanbul’da doğdu. Ortaokul mezunuydu.
Almanca biliyordu. Seçilmeden önce çiftçilikle uğraşıyordu. V. Dönemde
milletvekiliydi.

Hatice Özgener (Çankırı): 1865’te Selanik’te doğdu. Rüştiye ve hususi


eğitim gördü. Rumca bilen Özgener milletvekili olmadan önce Darüleytam
Müdürlüğünden emekli bir maarifçiydi. 1936 ara seçiminde parlamentoya girdi.

Huriye Öniz Baha (Diyarbakır): 1887’de İstanbul’da doğdu. Tahsilini


Londra Üniversitesi kadın kısmında Betford Kolej’de pedagoji eğitimi görerek
tamamladı. İngilizce bilen Öniz İstanbul Kız Muallim Mektebi ile eski İnas
İdadisinde pedagoji ve uygulama dersi ile ev idaresi derslerini okuttu. Balkan
Harbinden sonra muhacirlere açılan kurslarda ders vermiş ve türlü hayır işlerinde
çalışmış, Hilal-i Ahmer’in açtığı kursa giderek gönüllü hastabakıcı olmuştur.
Milletvekili seçilmeden önce Türkçe öğretmenliği yapmaktaydı. Yeniköy Rum
Mektebinde de öğretmenlik yapan Öniz, 1950’de vefat etti.

Fatma Memik (Edirne): 1903’te Safranbolu’da doğdu. İlköğrenimine


Safranbolu’da başlayan Memik sekiz yaşında İstanbul’a geldi. Burada Beyazıt İnas
numune Mektebi ile Bezm-i âlem Valide Sultan Mektebinde okuduktan sonra
Tıbbiye’ye girdi. Tıbbiye’den 1929’da birincilikle mezun oldu ve Gureba
Hastanesinde çalıştı. Dâhiliye uzmanı olan Memik seçilmeden önce Gureba
Hastanesi Poliklinik Şefi idi. V. VI. , VII. Dönem Edirne Milletvekilliği yapan
Memik 1991’de vefat etti.

Nakiye Elgün (Erzurum):1882’de İstanbul’da doğdu. Kız Muallim


Mektebi mezunu olan Elgün, ülkemizin en eski eğitimcilerinden biri olarak
biliniyor. İstanbul Kız Lisesi müdürü iken,1930’da İstanbul Şehir Meclisine ilk
kadın üye olarak seçildi. Daimî Encümende üye olarak kaldı.3 dönem Erzurum
milletvekilliği yaptı.

Fakihe Öymen (İstanbul): 1900’de İşkodra’da doğdu. Darülfünunun


Coğrafya bölümünden mezun oldu. Fransızca bilen Öymen, Maarif ve Coğrafya
uzmanıydı. Bursa Kız Muallim Mektebinde tarih ve coğrafya öğretmenliği ve

142
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI 
——————————————————————————————
Bursa Kız Lisesi Müdürlüğü yaptı. V. VI. VII. Dönem İstanbul, VIII. Dönem
Ankara Milletvekilliği yapan Öymen, 1983’te vefat etti.

Ferruh Güpgüp (Kayseri ): 1891’de Kayseri’de doğdu. Öğrenimi hususi


olan Güpgüp Arapça biliyordu. Biçki dikişle de ilgilendi ve Kayseri CHF Vilâyet
İdare Heyeti ile Belediye Meclisi üyeliğinde bulundu.

Bahire Bediş Morova Aydilek (Konya): 1897’de Bosna’da doğdu. Bolu


orta mektebinden mezun oldu. Bolu Kız Sanat Okulu’nda resim öğretmenliği yaptı.
Seçimden önce Bolu Belediye Meclisi üyesiydi. V. Dönemde milletvekilliği yaptı.

Mihri Bektaş (Malatya): 1895’de Bursa’da doğdu. Amerikan Kız Koleji


Mezunuydu. Fransızca ve İngilizce biliyordu. Robert Kolej’de İngilizce
öğretmenliği yaptı ve CHF Kütüphane Encümenine seçildi. V. VI. VII.
Dönemlerde Malatya Milletvekilliği yaptı.

Meliha Ulaş (Samsun): 1901de Sinop’ta doğdu. Darülfünun ’un Edebiyat


Şubesinden mezun oldu. Fransızca ve İngilizce biliyordu. İstanbul Kandilli
Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği ile beş yıl Erzurum Kız Muallim Mektebinde
başmuallimlik ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Seçilmeden önce Samsun Lisesi’nde
edebiyat öğretmeniydi. V. ve VI. Dönem Samsun Milletvekilliği yapan Ulaş
1942’de vefat etti.
Esma Nayman (Seyhan): 1899’da İstanbul’da doğdu. Lise mezunuydu.
Fransızca, İngilizce ve Rumca biliyordu. Belediyecilik alanında uzmandı. Adana
Belediye Meclisi üyeliğinde bulundu. Bir dönem milletvekilliği yapan Nayman
1967’de vefat etti.

Sabiha Görkey (Sivas ): 1888’de Üsküdar’da doğdu. Üsküdar Kız Sanayi


Mektebinden sonra Dârülmuallimât’ı bitirdi.1917’de Dârülfünûn’un Riyaziye
Şubesinden mezun oldu. Fransızca bilen Görkey Kız Muallim Mektebi Müdür ve
Muallimliklerinde bulundu. Seçilmeden önce Tokat orta mektebinde Riyaziye
öğretmeniydi.

Seniha Hızal (Trabzon ): 1897’de Adapazarı’nda doğdu. İlköğrenimini


İstanbul Fatih Rüştiyesi’nde, ortaöğrenimini Kız Sanat Mektebi’nde
yükseköğrenimini ise Darülfünun Fen Fakültesi’nde tamamladı. (1918) Fransızca
bilen Hızal, Dârülmuallimât Lisesi Müdürlüğü’nde bulunduktan sonra Maarif
Umum Müfettişliği ’ne tayin edildi. Kendisi Türkiye’de ilk kadın müfettiş olarak
bilinmektedir. İstanbul Kız Muallim Mektebi Müdürlüğü ile Fevziye Lisesi
Müdürlüğünde bulundu. Selçuk Kız Sanat Okulu’nda da öğretmenlik yaptı. Şişli’de

143
Türk Kadınının Meclise Yürüyüş Süreci
——————————————————————————————
açtığı ilk ve orta tahsilli Yeni Türkiye Özel Mektebi’nde müdürlük ve öğretmenlik
yaptı.

Benal Nevzad İstar Arıman (İzmir ): 1903’te İzmir’de doğdu. İlk ve orta
öğrenimini İzmir’de yaptı. 1921’de Paris Sorbonne Üniversitesi’nin Edebiyat
bölümünden mezun oldu. Döndükten sonra Hilâliahmer ve Himaye-i etfal gibi
yerlerde sosyal faaliyetlerde bulundu. CHF vilayet heyeti üyeliği de yapan Arıman,
Fransızca ve Rumca biliyordu. Uzmanlık alanı belediyecilik, sosyoloji ve
edebiyattı. İzmir Belediye üyeliği de yapan Arıman,V,VI.,VII., ve VIII. Dönemde
İzmir Milletvekilliği yaptı. 1990’da vefat etti 23

Günümüzde Türkiye Büyük Millet Meclisin de bulunan partilerin kadın ve


erkek milletvekili dağılımı aşağıda verilmiştir:24

Cinsiyete Göre Dağılım

Kadın Erkek Parti Toplam


Parti Adı
Sayı Oran Sayı Oran
Adalet ve
46 % 14,06 281 % 85,93 327
Kalkınma Partisi
Cumhuriyet Halk
19 % 14,17 115 % 85,82 134
Partisi
Milliyetçi Hareket
3 % 5,76 49 % 94,23 52
Partisi
Barış ve Demokrasi
9 % 31,03 20 % 68,96 29
Partisi
Bağımsız
2 % 33,33 4 % 66,66 6
Milletvekili
Genel Toplam 79 % 14,41 469 % 85,58 548

Sonuç
Türk kadını, Milli Mücadele öncesindeki miting ve faaliyetleriyle, Milli
Mücadele sırasında cephede ve cephe gerisindeki duruşuyla neler yapabileceğini
dünyaya göstermiştir. Bağımsızlığımızı kazanmamızda sembol olan kadınlarımız
siyasi hayattaki yerlerini geç de olsa almayı başarmışlar. Bu geç kalmanın sebebine
yukarıda değinmiştik. Bir nevi kadınlarımız sırasıyla 1930 belediye seçimleri ve

23 Ayten Sezer, Türkiye’deki ilk Kadın Milletvekilleri ve Meclisteki Çalışmaları, s.7-8.


24 http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim

144
Duygu ÇELİK & Ramazan ŞAMLI 
——————————————————————————————
1934 milletvekili seçme ve seçilme hakkı ile cephede ki azmini siyasi alana taşımış
oluyordu. Şüphesiz ki Mustafa Kemal Atatürk de kadınların neler yapabileceğinin
farkındaydı. Bu sebeple onların meclis koltuklarına taşınmalarına yardımcı oldu.
Sosyal ve siyasi alanlarda hak sahibi olan kadınlarımız kendilerine gerekli olan
saygıyı bulmuş ve bu saygı ile vatana yeni ideolojide gençlerin yetişmesinde aracı
olmuşlardır. Böylece Cumhuriyet gençliğinden itibaren sosyal hayatta kadın daha
önemli bir konuma gelmiş ve toplumdaki saygısı daha da artmıştır. Kadın ve erkek
meclis kürsülerinde de yan yana yollarına devam etmektedirler.

Kaynakça
ALTINDAL, Aytunç, Türkiye’de Kadın, Alfa Yayınları, İstanbul,2004,Ss.27-58
ARIBURNU, Kemal, Milli Mücadelede İstanbul Mitingleri,1975,s.5-10.
Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C.II, Ankara 1981,s.147-148
ÇİFTÇİ, Oya, Kadın Sorunu ve Türkiye’de Kamu Görevlileri Kadınlar, A.İ.E
Yayınları, Ankara,1982
İNAN, Afet, “Atatürk Ve Kadın Haklarımızın Kazanılması”, İstanbul,1968
İNAN, Afet, Tarih Boyunca Türk Kadının Hak ve Görevleri, İstanbul 1982,s.108.
KONAN, Belkıs, “Türk Kadınının Siyasi Hakları Kazanma Süreci”, Politikada
Kadın, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, s.5-6
KURNAZ, Şefika, Yenileşme Sürecinde Türk Kadını 1839-1923,Ötüken Yayınları,
Ankara, 2011,s.255-256.
ÖZDEMİR, Gülen, ”Türk Kadının Toplumsal Konumunun Gelişim Süreci”, Namık
Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tekirdağ,2009,s.8.
ÜLKER, Nuran, “Türk Kadını” Lisans, Yeditepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri Ve
İnkılap Tarihi Enstitüsü, İstanbul,2010S s 2-8
SAĞ, Vahap ,“Tarihsel Süreç İçerisindeki Türk Kadını ve Atatürk”, C.Ü. İktisadi
ve İdari Bilimler Dergisi, C.II, S.1,Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi.
SEZER, Ayten, Türkiye’deki ilk Kadın Milletvekilleri ve Meclisteki Çalışmaları,
s.7-8.
SÜREYYA, Şevket Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul,2011, s.244
TERZİOĞLU, Zübeyde, Basına Göre Türk Kadının Siyasi Hakları (1930-
1935),Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Atatürk
İlkeleri ve İnkılâp Tarihi ABD, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul,2007,Ss.15-
22
http://www.artvindernegi.com/artvinsayfalari/ilkkadinbelediyebaskani.
http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim

145
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Zıt Kutupların Ortak Sonu


(Rigas ve V.Grigoros)

Yasin ÖZDEMİR 
——————————————————————————————
ÖZET
İhtilâl yapan uluslar içinde daima fikir ayrılıkları yaşanmış, iki grup birbirlerine
fikirlerini kabul ettirmeye çalışmış ya da birbirlerini dışlamışlardır. Yunan ihtilâli öncesi bu
durumun tekrarı yaşanmış, Osmanlı yandaşı olan gruplar ile bağımsız olmak isteyen
Yunanlı gruplar arasında büyük tartışmalar yaşanmıştır. İki farklı kutup olan Rigas ve
V.Grigoros bu tartışmaların merkezlerinde yer almıştır. Rigas milliyetçilik, hürriyet, gibi
kavramlardan etkilenmiş, V.Grigoros ise bu fikirlere karşı büyük bir savaş vermiştir.V.
Grigoros yetkisi ile Rigas ve arkadaşlarını aforoz etmiştir. Rigas’ın Belgrad’da ölümünün
ardından yazdığı eserler halk arasında yayılmıştır. Buna rağmen 1821’de ihtilâle destek
suçlamasıyla Patrikhane’nin orta kapısında idam edilmiştir. İki kişinin ölümü ise Yunan
halkının milli bilinçlerinin oluşmasında büyük etki yaratmış ve Yunan ulusu uzun süreden
beri beklediği bağımsızlığa 1829 yılında zorlu mücadelelerden sonra Avrupalı devletlerin
de desteği ile kavuşmuştur. Lakin kendi iki kahramanını da unutmamış gönüllerinde,
dillerinde yaşatmaya devam etmişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Rigas, V.Grigoros, Osmanlı, Yunan İhtilâli, Patrikhane

——————————————————————————————
Giriş
Dünya tarihinde gerçekleşen hemen her ihtilâlin bir kahramanı, bir sembol
karakteri olmuştur. Bu kahraman ya da sembol karakterler bazen bizzat ihtilâle
katılmamış olsa bile görüşleri, eserleri, en önemlisi ölümleri ihtilâl ateşini
etkilemiştir. Roma’daki köle ayaklanmasında simgeleşen Spartacus, İngilizlere
karşı Fransız bilincini oluşturan Jean de Arc, Türk Kurtuluş Savaşının lideri
Mustafa Kemal ATATÜRK, bu simgelere örnek teşkil edilebilir. Yunanlılara
bağımsızlığını getiren 1821 yılında ki ihtilâl hareketinin de iki büyük sembol ismi
vardı; ilki eserleri, duruşu ve ölümü ile 18. yüzyıldan günümüze dek önemini
koruyan Velestinli Rigas, ikincisi ise idamı ile ihtilâlin yönünü değiştiren
V.Grigoros’tur. Biri millî duygularına sadık, diğeri Tanrı’ya, biri bağımsız bir
Yunanistan’da yaşamak isterken, biri Tanrının kendilerine layık gördüğü ülkede
yaşamak istemekteydi. Bu iki zıt kutbun buluştuğu tek nokta ise darağacı olmuştur.

 Ege Üniversitesi, Tarih Bölümü, [ozdemiryasin91@gmail.com]


 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
Bu iki ilginç kişinin hayatları ve sonlarını anlatmadan önce Yunan İhtilâline ve onu
doğuran etmenlere genel olarak bakalım.

1. Yunan İhtilâline Genel Bakış


“Yunan ulusunun tarihini ve kültürel özünü tam olarak saptamak güçtür.
Öyle bir ulus ki, Balkanlı fakat Slav değil, Ortadoğulu fakat Müslüman değil,
Avrupalı fakat Batılı değil…1”

Belirli bir coğrafyada ortak kültür veya etnik kökene sahip toplulukların
siyâsî ve tarihî meşruiyetiyle yücelmesini hedefleyen siyasal, sosyal, kültürel, dini
düşünce ve yaklaşımlarla ideolojik anlamda millî devletin güçlenmesini en önemli
hedef sayan2 fikir akımına (genel olarak) milliyetçilik denir. Milliyetçilik 18.
Yüzyıl ile birlikte ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmış olsa da kişinin içinde
bulunduğu sosyal gruplara ve kültürel unsurlara yakınlık göstermesi insanlık tarihi
kadar eskidir.

Ulusalcılık Balkanlar’da Osmanlı egemenliğinin başından beri özü var olan


ve zamanla gelişip güçlenen bir olgudur3. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli
dinlere bağlı ve çeşitli diller konuşan unsurları arasında 16. Yüzyıldan beri gerek
kültürel, gerekse ulusalcı nitelikli bazı hareketlerin, hiç değilse kıpırdanmaların
varlığı bilinmektedir. Bu nedenle Balkanlar’daki ulusal uyanışı doğrudan 1789’un
bir sonucu gibi göstermek pek doğru değildir. Balkan halklarının ulusal bilinci bir
yerde onların ortaçağdaki devlet varlıklarının ve kültürlerinin bir mirasıydı4.

Yunanlıların ihtilâl nedenlerine genel olarak bakacak olursak öncelikli


olarak millî bilinçlerini çok iyi koruduklarını görmekteyiz. Bizans ile birlikte
başlayan Ortodoks kilisesi bu bilincin korunmasında büyük role sahiptir. Osmanlı
imparatorluğu 15. Yüzyılın ortalarına doğru Ortodoks kilisesine bağlı halkların
devleti olmuştu. 1453 yılında İstanbul’un fethiyle birlikte II. Mehmed bu gücü
Katolik Dünya’ya karşı kullanmak istemiştir. Bundan dolayıdır ki Katoliklerin
amansız düşmanı Gennadios’u patrik tayin etmiş, ona Bizans devrinde
gösterilmeyen bir saygı göstermişti. Bulgar ve Sırp ulusal kiliselerinin ilgası ve
İstanbul patrikliğine bağlanması, Ortodoks olan tebaanın tek çatı altında ama
özellikle Rum kültürü altında birleşmesini sağlamıştır. Böylece İstanbul patriği
bütün Balkan Ortodoksları üzerinde ruhanî, malî ve adlî yetkilere sahip olmuştu.

1Konstantin Çukalas, Yunanistan Dosyası, Çev. Şeyla, Ant Yayınları, İstanbul, 1970, s.14.
2“Milliyetçilik”, TDVİA, C.30
3İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayıları, İstanbul, 2010, s.67
4Ortaylı, a.g.e., s.70-71

147
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
Ortodoks Rumlar, imparatorluktaki imtiyazı nedeniyle Yunan dili ve eğitimi bir
engelle karşılaşmadan yaşayabiliyordu. Bab-ı Âlî tarafından yerine göre Rumca
fermanlar kaleme alınmış ve Rumca yarı resmi dil olarak yaşamıştır5.

17. yüzyılda ticaret ile zenginleşen ve “Fenerli” olarak adlandırılan grup


ihtilâlin ortaya çıkışındaki bir diğer etkendir. Devlet bürokrasisinde, kitâbet
hizmetlerinde kullanılan tek gayrimüslim grup olan Fenerliler, çocuklarını özellikle
1665’ten sonra İtalya’da ki Padua üniversitesine göndermişler ve birçok Avrupa
dili öğrenmelerini sağlamışlardır. Aynı yüzyıllarda Avrupa ile ilişkilerin artması
sonucunda bürokrasi alanında Batı dillerini bilen bu Fenerlilere ihtiyaç artmıştır.
Yüksek bir mevki edinen ilk Fenerli, 1669 yılında Köprülü Ahmed Paşa tarafından
baş tercüman yapılan Panagiotis Nikousis’tir. Karlofça ve Pasarofça
antlaşmalarında da Fenerli diğer kişiler görev almıştır6. Bu Fenerliler Eflak ve
Boğdan voyvodalıklarını elde etmişler ve ihtilâle kadar bu mevkilerini
korumuşlardır.

Rumların denizciliği, Rönesans’tan beri İtalya ve Orta Avrupa ile ilişkileri,


ayrıca Avrupa’da 18. Yüzyılda kendilerine karşı duyulmaya başlanan yakınlık bu
etnik grubun ulusçu duygulara çok erkenden, fakat bir yönüyle Avrupa etkisiyle
sahip olmasına neden oldu. Osmanlı egemenliği, Yunan eğitiminin ve kültürünün
yaşamasında engelleyici bir olay olmadı. Hatta 17. Yüzyıldan beri ticaret ile
zenginleşen Rumlar sadece Mora ve Epir’de değil, Karadeniz kıyılarında, Batı
Anadolu’da okullar açtılar. Örneğin Ayvalık’ta yetmiş sınıflı, amfili, kütüphaneli
bir okul için 7000 kuruş harcanmıştı7.

Destan ve kehânetlerde Rumların bağımsız yaşama isteklerini destekler


nitelikteydi. 17. yüzyıla ait “kstanhon genos” destanı kuzeyden gelip Yunanlıları
Osmanlı hâkimiyetinden kurtaracak sarı saçlı, özgür bir ırktan bahsetmekteydi8.
Bilge Leon’a atfedilen bir kehanete göre ise İstanbul’un ele geçirilmesinden 320 yıl
sonra yani 1773’te Yunan halkının Türklerin esaretinden kurtulacağından
bahsetmektedir. Özellikle bu iki olgu ve 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı,
Yunanlılar için büyük bir umut olmuştur.

5Ortaylı, a.g.e., s.73, Osmanlı’daki millet sistemi ve Rumların sahip olduğu diğer imtiyazlar için bkz.
M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları, İstanbul, 2007
6Barbara Jelavich, Balkan Tarihi I, Çev. İhsan Durdu, Haşim Koç, Gülçin Koç, Küre Yayınları,

İstanbul, 2009, s.61


7Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 43
8Richard Clogg, Modern Yunanistan Tarihi, Çev. Dilek Şendil, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.

31

148
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
1814’te Odessa’da kurulan Philike Hetairia (Filiki Eterya-Dostluk
Cemiyeti) büyük ölçüde Karadeniz limanlarındaki ve Rusya’daki Yunanlı aydın ve
tüccarların toplandığı gizli bir cemiyetti. Bu tür cemiyetler birçok yerde
kurulmuştur. Hatta bazı yerlerdeki hetairia’lara Bulgarlardan ve Fenerli beylerden
de üyeler katılıyordu. Cemiyetin etkin rol oynadığı alanlar, kültür hareketleri,
eğitim ve siyasal propaganda olarak sayılabilir9.

Avrupa’nın Yunan ihtilâline etkisine bakacak olursak örneğin; İtalya


coğrafyasında Ortaçağdan beri görülen çeviri faaliyetleri ve bunların Avrupa’nın
diğer yererine yayılması büyük bir etkendir10.

Fransa’nın ise ihtilâle hem fikren hem de askerî güç olarak desteği
olmuştur. Fransız İhtilâli’nin ardından kendilerini Antik Yunanın devamı ve
özgürlüğün tek kalesi olarak gören Fransızlar, özellikle Napolyon döneminde
Yunanlıları çok etkilemişlerdir. Voltaire gibi Fransız aydınlarının görüşleri
Yunanlılar tarafından benimsenmiştir.

İngiltere Yunan kültürü ile Rönesans’la birlikte tanışmıştır. İngiliz


aristokrasisi Osmanlı topraklarına tertiplenen “Büyük Turlara” katıldılar11. Bu
geziler sonunda İngilizler Yunanlıları genellikle “ ne Batı’nın ışığıyla, ne de
Doğu’nun egzotik parıltısıyla aydınlanan alacakaranlık bir bölgede yer alan” bir
toplum olarak değerlendirmişlerdir12. İngiltere halkı yinede ihtilâl sırasında
Yunanlılara büyük destek olmuştur. Akhilleus âşığı olan Lord Byron bu kişilerden
en ünlüsüdür. Yunanlılar için birçok şiir yazan Lord Byron İhtilâle katılmış ve
1824’te Misologni’de savaşırken ölmüştür.

Yunan ihtilâline kuşkusuz en büyük destek Rusya’dan gelmiştir. Bizans


döneminde başlayan ilişkileri gün geçtikçe artmış olan iki halk, Bizans’ın sona
ermesi ve Rusya’nın kendisini üçüncü Roma olarak görme politikası sonucu
ilişkiler artmıştır. Özellikle Rusya’nın Osmanlı’ya karşı verdiği savaşlar sonucunda
elde ettiği Ortodoksları koruyuculuğu hakkı ilişkileri daha da arttırmıştır. Çariçe
II. Katherina’nın “Grek Projesi” olarak adlandırılan planı bu konuda büyük katkı
sağlamıştır.

9Ortaylı,a.g.e., s.93
10Ayrıntı için bkz.; Preservend Smith, Rönesans ve Reform Çağı, Çev. Serpil Çağlayan, İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.s. 115-119
11Sacit Kutlu, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi

Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2007, s. 54


12Kutlu, a.g.e, s.50

149
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
1820’de Boğdan’da Aleksandr Hypsilantis önderliğinde başlattığı isyan
bağımsız Yunan devleti için gerçekleşen ilk harekettir. Kuzeyde olayların
başlamasının ardından hükümet özellikle merkeze yakın şehirlerde yaşayan
Rumların ellerinden silahlarını almıştır13. Lakin kuzeydeki isyan başarıya
ulaşamamış ve Mora yarımadası ile adalar ihtilâlin merkezi olmuştur. 12.2.1821 de
başlayan olaylar bütün Mora ve adalara sıçramıştır14. Haberler sonucu merkeze
büyük bir soruşturma açılmış ve isyanda parmağı olanlar ya da şüphe taşıyanlar
büyük cezalara çaptırılmıştır. Ancak ihtilâl hareketi bütün hızı ile devam etmiş,
Mehmed Ali Paşanın yardımları, Avrupa devletlerinin Navarin baskını sonucu
yetersiz kalmıştır. Rusya, Osmanlı’ya harp ilanı ve Osmanlı’nın yenilmesi üzerine,
1829 yılında Edirne antlaşması ile Yunanlılar bağımsız bir ülke kurmuşlardır.
Şimdi bu hareketin önemli iki ismine bakalım.

2.Velestinli Rigas (ΡήγαςΒελεστινλής-Φεραίος) 1757-1798 (Resim 1)


1757 yılında Teselya’nın Velestino kasabasında dünyaya gelen Rigas’ın,
aslen Ulah olan halkı zaman içinde Helenleşmiştir. Babası tarla ve han sahibi
zengin biriydi bu yüzden çocuğunun iyi bir eğitim almasını istiyordu. İlk eğitimini
köy papazından alan Rigas ardından iyi bir eğitim almak için Teselya’ya gitmiştir.
O dönemde birçok kişinin yaptığı gibi İstanbul’a giden Rigas burada özel
öğretmenlik yapmış, ticaretle ilgilenmiş ve Hypsilantis15 ailesinin sekreteri olarak
çalışmıştır. Bu sırada eğitimine devam eden Rigas yabancı diller öğrenmiş16 ve
Batı dünyasının kültürünü öğrenmiştir17. 1786-1790 yıllarında Rigas bir süre
Eflâk’ta yerel bir bey olan Brancoveanu’nun yanında sonra ise Eflâk Beyi Nikolas
Maurogenis’in yanında çalışmış ve cemaat içinde saygın bir yer edinmiştir. 1790
Haziranında Viyana’ya giden Rigas burada altı ay kalmıştır. Bu kısa süre içinde
“Duyarlı Âşıkların Okulu” ve “Bilgesever Helenler İçin Fizik Derlemesi”
eserlerini yayınlamıştır18. Bu yıllarda Viyana’da büyük bir Yunan Cemaati vardı.
Rigas bu cemaatin içindeki en aktif ve politik açıdan bilinçli kişiler ile bağlantı
kurmuştur.

13Tekfurdağ (Tekirdağ) örneği için bkz.BOA, C. DHL, 6970, 23.Ş.1236


14Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, C. 4, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2005,
s.23
15Fenerli bir aile olan Hypsilantisler uzun süre Eflâk ve Boğdan voyvodalığı yapmıştır. 1820 yılında

ki Eflak ayaklanmasını Rus Çarının yaveri olan Aleksandır Hypsilantis başlatmıştır. Bu ayaklanmanın
başarıya ulaşamayınca kardeşi Dimitrios Hypsilantis Mora da Yunan İhtilâl hareketini başlatmıştır.
16Yunanca, Fransızca, Türkçe, Arapça, İtalyanca ve Almanca biliyordu.
17Millas,a.g.e., s. 89
18Millas, a.g.e., s. 91

150
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
1793’te Eflâk’ta karşımıza çıkan Rigas 1 Ağustos 1796’da ikinci kez
Viyana’ya gitmiştir. Lakin bu yıllarda Avusturya, Fransa ile arasında süren savaş
ve ülkesindeki Macarlardan dolayı, düzeni değiştirmek isteyen liberallere karşı sert
önlemler alınmıştır. Rigas’ın Fransızlar ile iş birliği içinde olduğu haberi hükümete
ulaşınca, Rigas da dikkat edilecekler listesine alındı ancak Rigas bu gelişinde
yoğun bir yayın hazırlığına girişir. “Eflâk’ın Yeni Haritası”, “Boğdan’ın Genel
Haritası” ve “Hellas’ın Haritası’nı”(Resim 2) yayınladı. Bunların içindeki en
önemli eseri kuşkusuz Hellas’ın Haritasıdır. 12 parçadan oluşan harita 2x2 metrelik
bir pano oluşturmaktaydı. Kapladığı alan Tuna boylarından, Girit’e ve Adriyatik
denizinden, Anadolu ortalarına kadardı. Haritada her yörenin antik ismi, Antik
dönemdeki önemli olaylar ve ünlü kimseler belirtiliyordur. Antik para ve Bizans
imparatorları da eklenen harita, Yunan Uygarlığının yüceliğini gösteren bir çalışma
olmuştur.

Rigas’ı Yunan halkının başkahramanı yapan en ünlü eseri “Thourios (Marş


19
Şiiri) ”’ (Resim 3) dur. Bu şiir devrimci bir manifesto niteliğindedir. 1796
yılından sonra isyana kalkışan çevrelerde ve devrimci toplantılarda Marşın hem şiir
hemde şarkı biçiminde okunduğu, Rigas’ın kendisinin de kavalını çalarak katıldığı
bilinmektedir20. Şiir genel olarak Fransa’da yapılan devrimin aynısının Osmanlı
coğrafyasında yapılmasını gerektiğini söylemektedir. Özgürlüğü yücelterek
başlayan şiir, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün ulusları hatta başka ülkelerde
yaşayan Yunanlıları da tiranı (Padişahı) devirmek için bir arada olmaya
çağırmaktadır. Çünkü tiranlık herkesi, vezir ya da tercüman (Müslüman ya
daHıristiyan) farkı gözetmeden ezmektedir.Devrimin ardından insanların kendi
kendini (Hellen kültür çatısı altında) yönetmesini istemektedir.

Marş adlı şiirin dili Çağdaş Yunancadır; Yunanca konuşan herkesin


anlayabileceği halk dilindedir. Edebiyat değeri sınırlıdır. Ama tarihsel ünü ve
değeri büyüktür. 1790 yıllarında geçerli olan kimi ideolojik yaklaşımları ve
değerlendirmeleri açık biçimde yansıtmaktadır. Egemen anlayışı da zamanın
“demokrat” ve burjuva anlayışıdır: Tiran halkı ezmektedir; herkes, kardeşçesine bir
araya gelip, özgürlük adına savaşacaktır. Beğenilmeyen durumlar ise köleliktir,
servetlerin kaybolması yani keyfi olarak gelire el konmasıdır, tiran yüzünden
yurdunu terk etmeleridir. Hıristiyan ve Türk’e sertlikle acı çektiren tirana karşı
bütün Osmanlı uluslar, Maltalılardan Araplara, bu savaşa davet edilmektedir21.

19Bu şiirin tamamının çevirisi ve yorumları için bkz. Millas, a.g.e, s. 275-263
20Millas, a.g.e., s. 98
21Millas, a.g.e, s. 101

151
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
Rigas’ın şiirinde yer alan bu birleştirme çabaları, bazı yazarları Rigas’ın
Bektaşi olduğu düşüncesine22 bazı isimleri ise mason olduğu 23 fikrine itmiştir.
Lakin bu iki fikrinde doğruluğu tartışmalıdır.

Rigas’ın sonunu getiren eser ise Fransız Anayasa ve İnsan Hakları


Bildirgesine dayanarak hazırladığı eser olmuştur24. İki bölümden oluşan eserin ilk
bölümü İnsan Haklarına, ikinci bölüm ise Anayasa’ya ayrılmıştır. Bu devrimci
anayasa Viyana’dan Triyeste’ye, sandıklar içinde sözde ticaret malları gibi
gönderildi; peşlerinden de 19 Aralık 1797’da Rigas şehre ulaştı. Bildiriler basımevi
sahibi olan Koronios’a gönderilmişti. Ancak bildiriler ortağıDimitrios
Oikonomou’nun eline geçti. Dimitrios da olayı Avusturya polisine ihbar etmiş,
bunun sonucunda da yayınlara el koyunmuş, Rigas ve işin içinde olanlar
tutuklanmıştır.

Avusturya içinde olaylara karışan Yunanlılar arasında tutuklamalar devam


eder. Rigas iki ay sorgulanır. Sorgu sırasında Rigas’ın; güney Mora’ya gidip
devrimi başlatmak, bütün Mora Osmanlı yönetiminden kurtulduktan sonra kuzeye
gidip oradaki halklar ile birleşmek ve genel ayaklanma ile birlikte diğer bölgeleri
kurtarmak olduğu belirtilmiştir. Sorgulanmanın ardından Osmanlı uyruklu olan,
aralarında Rigas’ın da bulunduğu sekiz kişi 10 Mayıs 1798 tarihinde Belgrad’da
Osmanlı yönetimine teslim edilir. Bu sırada patrik V.Grigoros Rigas’ı aforoz eder.
Rigas ve arkadaşları kesin olmayan bilgilere göre kırk gün kırk gece işkence
gördükten sonra, İstanbul’dan gelen fermana göre öldürülürler. Bazı söylentilere
göre kementle boğulmuşlar ve cesetleri Tuna’ya atılmıştır25.

Rigas’ın eserleri günümüze aktaran kişi ise Khristophoros Perraibos’tur.


Rigas ile birlikte tutuklanan Khristophoros, Fransız vatandaşı olduğu için serbest
bırakılmıştır. Khristophoros 1798 yılında Korfu adasına gitmiş ve Rigas’ın
şiirlerini basmış, 1860 yılında da Rigas’ın biyografisini yazıp yayınlamıştır26.

Rigas’ın marş isimli şiiri Korfu adasında basılınca gizli yollardan Mora’ya
ve Yunanlıların yaşadığı diğer yerlere gönderilmiştir. 1797 Mayıs ayında Marş’ın

22Frederick William Hasluck, Christianty and Islam under the Sultans, Oxford, 1929, p. 586-596, bu
yazarın görüşlerini aktaran Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (Yay. Haz. Ahmet Kuyaş),
YKY, İstanbul, 2012, s. 158
23Örneğin; Herkül Millas
24Rigas’ın hazırladığı Anayasa ve Fransız Anayasası ile karşılaştırması için bkz. Millas, a.g.e., s. 263-

294
25Millas, a.g.e., s. 110
26Millas, a.g.e., s. 111

152
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
Makedonya’nın Siatista kentinde söylendiği bilinmektedir27. Bunun dışında şiir
özellikle ihtilâl sırasında Palikaryalar tarafından tutku ile söylenmiştir. Rigas 1829
yılında kurulan Yunan Devletinin temellerinden biri sayılmış Atina Üniversitesinin
bahçesine bir heykeli dikilmiştir. Rigas diğer Balkan ulusları tarafından da çok
çabuk tanınmıştır. Öldürüldü kale’ye hayatını anlatan bir anıt dikilmiş (Resim4),
bunun yanında Belgrad’a bir heykeli dikilmiştir. Rigas’ın “tiran”’a karşı verdiği
mücadele Yunanlıları o kadar çok etkilemiştir ki 1970’ler de cunta’ya karşı direnen
solcuların bile simge ismi olmuştur (Resim 5).

3.V.Grigoros (Γρηγόρος Έ) (1746-1821)


Üç defa patriklik tacını takan28, Türkiye’de ise Patrikhane’nin kapısında
asılan Patrik olarak bilinen V. Grigoros, fakir bir ailenin çocuğu olarak 1746
yılında Dimitsana şehrinde doğdu.Onun toplum tarafından bilinen ismi Georgıos
Angelopulos (Γεωργιος Αγγελοπουλος)'tur. Grigoros öğrenmeye meraklı bir
kişiydi. İlk olarak kendi şehrinde okuyan Grigoros 1756’da okumak için Atina’ya
gitti. İki yıl burada okuduktan sonra amcasının yanına İzmir’e geldi ve beş yıl
burada eğitim gördü. Yetişme tarzı ve sakinliği onu manastır hayatına çekti. İlk
olarak Mora’da bulunan Moni Filosofou manastırına gitti. Ardından Strofades’te
rahip oldu ve Grigoros ismini aldı. İlahiyat ve felsefeye merak saldı.Baş diyakoz29
olarak hizmet ederken İzmir piskoposu Prokopios30 tarafından zangoç olarak atandı
ve İzmir’e yerleşti. 1785 yılında Prokopios patrik olarak atanınca Grigoros’ta İzmir
metropoliti olmuştur. Burada ki faaliyetlerinden dolayı 19.04.1797’de patrik olarak
seçilmiş ve V.Grigoros adını almıştır31.

Osmanlı yanlısı bir politika izleyen V.Grigoros ilk patrikliği sırasında


“dinsiz Fransızlara” ve Rigas’a karşı aforoznâmeler yayınlamış, kitap yayınlarına
ve satışlarına sansür uygulamıştır. Dönemin Avusturya diplomatik çevreleri
V.Grigoros’u “düzenin korunması uğruna Fransız ilkelerine savaş açmış tutarlı bir
din adamı” diye övmüşlerdir32. Ancak 1798 yılında patriklikten ihraç edilir ve
Moni İvirov manastırına yerleşir. Burada yedi yıl kaldıktan sonra 1807 yılında
İstanbul’a tekrar Patrik seçilerek çağırılır33. İkinci patrikliği esnasında kuzeyde Sırp
isyancılar ile uğraşıldığı için Rapsakes risalesini yayınlamıştır. Bu eserinde ihtilâl

27Millas, a.g.e., s. 257


28Türkçe kaynaklarda yer almayan V.Grigoros’un hayatını bana Yunanca metinden çeviren değerli
hocam Songül DURAN’a teşekkür ederim.
29Papaz yardımcısı.
301785-1789 yılları arasında patriklik yapmıştır.
31http://www.ec-patr.org/list/index.php?lang=gr&id=282 04 Nisan 2013.
32Herkül Millas, a.g.e., s. 144
33 Ayanoroz manastırından geri çağırılışı ile ilgili ruhsatname için bkz. BOA, Hat, 222/12425 (Ek)

153
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
fikrine kapılanları İsa’ya ihanet eden Yahuda ile eş tutmuş, egemenliğin tanrı
tarafından verildiğini, kendilerini besleyen ve koruyan devlete karşı haince yapılan
her şeyin Tanrı’ya karşı yapılmış olduğunu söylemiştir. Ayrıca “tanrısal yasaları
ve dinsel yazıtları ihlal ettiklerinden, minnet ve teşekkür edilmesi gerekenlere karşı
nankörce davrandıklarından, ahlak ve politik kurallara karşı
geldiklerinden,masum ve sorumluluk taşımayan soydaşlarımızın ölümlerine neden
olduklarından, aforoz edilmişlerdir ve ölümlerinden sonra da bedduaedilmiş ve
affedilmemiş olarak kalacaklardır ve üstelik onlara katılanlar da aynı yolu
izleyecektir”34diye eklemiştir. Bu yayınlarına rağmen,1808 yılında III. Selim’i
tahtan indiren yeniçeri isyanı V.Grigoros’a da sürgün yolu göstermiş ve
Büyükada’ya sürgün edilmiştir. 1810 yılında ise Selanik’in güneyinde bulunan
Agio Oros manastırına yerleşmiştir.

14 Aralık 1818’te üçüncü kez patrik seçilen V.Grigoros halk arasında


yayılan antik Yunan hayranlığına karşı 1819 yılında bebeklerin antik isimler ile
vaftiz edilmesini yasaklamıştır. İhtilâl haberleri başkente gelmeye başlayınca,
Osmanlı patrikhaneye; ihtilâl de yer alanların cezalandırılacağını ancak patrik ve
tüccarlara dokunulmayacağına dair bir takım fermanlar göndermiştir. Bu
fermanların gelmesi üzerine patrik metropolitlere ve papazlara aforoznâmeler
göndermiş ve bunları Bâb-ı Âli’ye bildirmiştir35. Yunan askerinin askeri lideri
konumunda olan Koloktrones; Sultanın fermanı kleftlerin öldürülmesi yönündeydi.
Patrik’in aforuzu da birlikte geldi demekte ve iki belgenin Mora’daki Türkleri ve
Rumları Koloktrones kardeşlere karşı kışkırttığını söylemektedir.Yaşanan bu
olaylara rağmen Mora’da ihtilâl hareketi başlayınca Sadrazam V.Grigoros’u
huzuruna çağırdı. Olayı Şanizade’den aktaran Cevdet Paşa Sadrazamın patriği
makamına çağırdığını ve bu hareketlerden haberi olup olmadığını
sorduğunda,V.Grigoros bu olaydan haberi olmadığını ancak bilirse on iki
metropolitin bileceğini söylemiştir36. Bu konuşmanın ardından Bâb-ı Âli’den
ayrılan Patrik, Kadıköy ve ardından Patrikhaneye gönderilmiştir. 10 Nisan 1821
öğleden sonra saat üçte V.Grigoros, patrikhanenin orta kapısında idam edilmiştir
(Resim 6). Cesedi üç gün boyunca orada kalan patriğin cesedini Yahudiler almış ve
yerlerde sürüklemişler, karnını yardıktan sonra ayağına taş bağlayarak cesedi
denize atmışlardır37. Nikos Sklavos isimli bir kaptan cesedi bulmuştur ve gizlice
Odesa’ya getirmiştir. Ardından ceset Samos’taki Agios Triados manastırına
gömülmüştür (Resim 7).

34Herkül Millas, a.g.e., s. 147


35 Ahmed Cevdet, Tarih-i Cevdet, C.XI, Matbaa-i Osmaniye, 1301, s.192
36 Konuşmanın tam metni için bkz. Ahmed Cevdet, a.g.e., s. 232-233
37 Cevdet, a.g.e., s. 232

154
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
İdamlar ile gücünü gösterdiğini ve isyanları bastıracağını düşünen Osmanlı
yanıldığını çok çabuk anlamış ve zaten Mora’da başlamış olan ihtilâl hareketi ile
yüz yüze gelmiştir. Patriğin ve diğer metropolitlerin idam haberleri Mora’da
yayılınca ihtilâl hareketine destek bir anda artmış ve Türklere karşı büyük bir kıyım
hareketine girişilmiştir. İhtilâl hareketi boyunca her iki halktan da binlerce kişinin
ölümüne sebep olmuş ve bağımsız Yunanistan kurulmuştur. Kurulan devleti
patrikhane 17 yıl tanımamasına rağmen sonunda tanımıştır.

V.Grigoros’ta şehitlik mertebesine yükseltilmiş ve ikonları


yapılmıştır(Resim 8). İdam edildiği kapı o günden bugüne değin Patrikhane’nin
orta kapısı kapalı kalmıştır ve her 10 Nisan günü kapının önünde Patrikler ayin
yaparak o günü hatırlamışlardır(Resim 9).

Sonuç
Yunanistan’ın bağımsızlığı kazanmasında hayâtî öneme sahip olan bu iki
kişinin sonu darağacı olmuştur. Eğer bu iki kişinin hayatı bu şekilde sonlanmasa idi
ne olurdu? Yunanistan bağımsız olur muydu? Bu sorular maalesef ki ebediyen
insanın aklını kurcalamaya devam edecektir.

Kaynakça
Arşiv Kaynakları
BOA
Hat
Gömlek No:222 Dosya No:12425
Cevdet Dâhiliye
6970
Araştırma Eserler
ARIKAN, Zeki, “1821 Yunan İsyanının Bşlangıcı”, Askeri Tarih Bülteni, S.22,
Ankara 1987, ss.97-132
BAYRAK, Meral, “Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında Rum İsyanı Sırasında
Avrupalı Devletlerin Tutumu”, Osmanlı Ansiklopedisi, YTY, C.2,
Ankara, 1999, ss.71-86
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (Yay. Haz. Ahmet Kuyaş), YKY,
İstanbul, 2012
CEVDET, Ahmed, Tarih-i Cevdet, Matbaa-i Osmaniye, 1301
CLOGG, Richard, Modern Yunanistan Tarihi, Çev. Dilek Şendil, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2009

155
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
ÇUKALAS, Konstantin, Yunanistan Dosyası, Çev. Şeyla, Ant Yayınları, İstanbul,
1970
ERCAN, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve
Davranış Hukuku”, OTAM, C.1,S.1, Ankara, 1990, ss. 117-125
HASLUCK, Frederick William, Christianty and Islam under the Sultans, Oxford,
1929
http://www.ec-patr.org/list/index.php?lang=gr&id=282 04 Nisan 2013
İNALCIK, Halil, “Helenizm, Megali İdea ve Türkiye”, Doğu-Batı Yayınları, S. 31,
İstanbul, 2005, ss. 8-25
JELAVİCH, Barbara, Balkan Tarihi I, Çev. İhsan Durdu, Haşim Koç, Gülçin Koç,
Küre Yayınları, İstanbul, 2009
JORGA, Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Nilüfer Epçeli, Yeditepe
Yayınları, C.V, İstanbul 2005
KENANOĞLU, M. Macit, Osmanlı Millet Sistemi, Klasik Yayınları, İstanbul,
2007
KUTLU, Sacit, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı
Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007
KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., “Yunan İsyanı Sırasında Anadolu ve Adalar
Rumlarının Tutumları ve Sonuçları”, Üçüncü Askeri Tarih Semineri
Bildirileri, Ankara 1986, ss.133-161
MİLLAS, Herkül, Geçmişten Bugüne Yunanlılar Dil, Din, Kimlikleri, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004
------------------Yunan Ulusunun Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, İstanbul,
2010
ÖZCAN, Azmi, “Milliyetçilik”, TDVİA, C.30
ÖZTUNA, Yılmaz, Devletler ve Hanedanlar, C. 4, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Ankara, 2005
PRESERVEND, Simith, Rönesans ve Reform Çağı, Çev. Serpil Çağlayan, İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009
SEZER, Hamiyet, “Mora İsyanı ve Yunanistan’ın Bağımsızlığı (1821-1829),
Osmanlı Ansiklopedisi, C.2, Ankara 1999, ss. 87-93

156
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————
Ek 1

Ek 1: V. Grigoros’un ikinci kez Patrik ilan edildiği ve Aynaroz Manastırından


İstanbul’a gelmesi için verilen ruhsatname. 29 Zilhicce 1221 (9 Mart 1807)

157
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 
Resimler

Resim 1: Velestinli Rigas

158
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————

Resim 2: Hellas’ın genel haritası.

159
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 

Resim 3: Rigas’ın Marş şiirinin ilk kısmı.

160
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————

Resim 4: Rigas’ın idam edildiği Belgrad yakınlarındaki kaleye dikilen anıt.

Resim 5: Rigas 1970’ler de Askeri yönetime karşı direnen solcuların da


simgesi olmuştur.

161
 
 
 
Yasin ÖZDEMİR 
—————————————————————————————— 

Resim 6: V.Grigoros’un idamı ve sonradan gelişen olayları anlatan bir gravür.

Resim 7: V.Grigoros’un mezarının bulunduğu kilise

162
 
 
 
 
Zıt Kutupların Ortak Sonu (Rigas ve V.Grigoros) 
——————————————————————————————

Resim 8: Aziz ilan edilen V. Grigoros’un ikonu.

Resim 9: V. Grigoros’un idam edildiği kapı ve kapının önünde yapılan


ayin.

163
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in


Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler

Göktuğ İPEK
——————————————————————————————
ÖZET
İçinde bulunduğumuz ay, Türk tarihinde önemli olayların yaşandığı aylardan
birisidir. Bu olayların en önemlilerinden ikisi; 15 Mayıs 1919’daki İzmir işgali ve 19 Mayıs
1919’daki Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıdır. Aslında bu iki hadise ilk bakışta her ne
kadar birbiriyle bağlantısız gözükse de dikkatli bakıldığında hiç de öyle olmadığı
anlaşılmaktadır. Zira bu iki olay ile hem Batı’da Kuvay-ı Milliye’nin hem de ülke
genelinde İstiklal Harbi’nin temelleri atılmıştır.

Türk tarihinde çok mühim bir yer teşkil eden bu iki olayın tabi ki sadece yaşandığı
dönemi etkilemesi ve o dönemde yankı bulması beklenemez. Tarihi olayların özellikle de
milletlerin kaderine yön veren olayların kalıcılığından yola çıkarak bu iki olayın 1940’lı
yılların ikinci yarısında İzmir Basını’nda hatırı sayılır bir yer edinmiş olan Dokuz Eylül
gazetesinde ne gibi yansımaları olduğu inceleme gereği hissedilmiştir.

Anahtar Kelimeler: İzmir İşgali, 19 Mayıs 1919, Dokuz Eylül, İzmir Basını

——————————————————————————————
Giriş
I.Dünya Savaşı’ndan önce meydana gelen Trablusgarb Savaşı ve Balkan
Savaşları sonucunda kaybedilen topraklar Osmanlı Devleti yöneticileri ve halk
üzerinde kapanmaz yaralar açmıştı. Osmanlı Devleti bu psikolojik çöküntü
içerisindeyken I.Dünya Savaşı gelip kapısına dayanmıştı. O tarihlerde yönetimi
elinde bulunduran İttihatçılar savaşın kaçınılmaz olduğunu anladıkları andan
itibaren bir yandan İngiltere ve Fransa ile anlaşarak onların safında savaşa
katılmaya çalışırken diğer yandan da Almanya ile ilişkilerini devam ettirmiştir.
Ancak İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti’ni savaşta paylaşılacak bir pasta olarak
görmeleri ve onlara yarardan çok zarar getireceği görüşünde olmaları sebebiyle
Osmanlı Devleti’nin ittifak teklifini reddetmişlerdi. Böyle olunca zaten Alman
sempatizanı olan iktidar Almanya ile 2 Ağustos 1914’de gizli bir ittifak anlaşması
imzaladı. Daha sonraki gelişen süreçte ise Osmanlı Devleti’nin fiilen savaşa
müdahil olması için gereken sadece ufak bir bahaneydi. Bu bahanede Goben ve
Breslav isimli iki Alman zırhlısının İngilizlerden kaçarak Osmanlı Devleti’ne
sığınmasıyla kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Bu iki gemiyi satın aldığını

Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Yüksek Lisans
Öğrencisi, [goktugpek@hotmail.com]
 
 
 
   
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler 
——————————————————————————————
belirterek İngilizlere teslim etmeyen Osmanlı Devleti, mürettebata Osmanlı
kıyafetleri giydirilerek Karadeniz’de tatbikata gönderildiği sırada Alman
askerlerinin Sivastopol’u bombalaması sonucu savaşa fiilen katıldı. Ve böylece
savaş Avrupa kıtasından sonra Osmanlı topraklarına da sıçramış oldu.

1.1. Savaşın Sonucu


1. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru İttifak Devletleri savaşı kaybettiklerini
ve İtilaf Devletleriyle mütareke yapmaktan başka şanslarının olmadığını
anlamışlardı. Özellikle Bulgaristan’ın 29 Eylül’de imzaladığı mütareke ile savaştan
çekilmesi Osmanlı Devleti iyice zor duruma sokmuştu. Avusturya- Macaristan
İmparatorluğu ve Almanya’nın da barış istemesinin akabinde Osmanlı Devleti de
İtilaf Devletlerinden barış talebinde bulunmuş, yapılan müzakereler sonucu 30
Ekim 1918’de Mondros Mütareke’si imzalandı.

1.2. İzmir’in İşgali


İtilaf devletleri 19 – 21 Nisan 1917 tarihleri arasında aralarında yaptıkları
gizli anlaşma ile İzmir ve çevresini İtalya’ya bırakmışlardı. Ancak savaş sonrasında
İngiltere İtalya’nın bu bölgede güçlenmesini aleyhine bulduğundan İzmir ve
çevresini Yunanistan’a verdi. İngiltere Başbakanı Lloyd George İzmir’in
Yunanistan tarafından işgalini ABD Başkanı ve Fransa Başbakanı’na da kabul
ettirdi. İşte bu koşullar altında 15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılar tarafından işgal
edildi. İzmir’in işgali ülke çapında büyük tepkiye yol açtı. Bunun sebepleri
arasında işgali yapanların yunanlılar olmasının yanı sıra işgal sırasında Türklere
yapılan zulüm ve işgalin genişleme korkusu da vardı. İstanbul’da dahil olmak üzere
ülkenin hemen her tarafında mitingler yapılmış, payitahta ve İtilaf Devletleri
temsilcilerine protesto telgrafları çekilmişti. İzmir’in işgali olayı adeta uyuyan bir
devi uyandırmıştı.

1.3. Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı


Mondros Mütareke’si imzalandığı tarihte Yıldırım Orduları Grubu
Kumandanlığı’na atanan Mustafa Kemal, kısa süre sonra görevinden ayrılarak
İstanbul’a gelmişti. M. Kemal İstanbul’a gelir gelmez ülkenin kurtuluşu için çare
aramaya başlamış ve önemli mevkilerdeki kişilerle görüşmelere başlamıştı.
Şişli’deki evinde güvendiği arkadaşlarıyla toplantılar yapmıştı. Bu görüşmeler ve
toplantılar sonucunda İstanbul’da bir şey yapmanın mümkün olmadığını anlayan
M. Kemal çareyi Anadolu’ya geçmekte görmüştü. Zaten hükümet de onun
İstanbul’da bulunmasından rahatsızdı. Onu başkentten uzaklaştırmak istiyordu.
Samsun ve çevresinde, sözde Türklerin Pontus Rumlarına saldırarak öldürdüklerini

165
Göktuğ İPEK 
——————————————————————————————
savunan İtilaf Devletleri buradaki asayişin sağlanması için İstanbul hükümetinin
önlem almasını istiyordu. İşte M. Kemal’in aradığı fırsat ortaya çıkmıştı. M.
Kemal’in 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilmesine karar verildi. Ve
böylece Kurtuluş Savaşı’nın bir başka kıvılcımı daha çakılmış oldu.

2.Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in


Samsun’a Çıkışı İle İlgili Çıkan Makaleler
Dokuz Eylül gazetesi, yaklaşık üç sene yayın hayatında kalan, haftalık
yayınlanan bir gazete olduğu için ve konu gereği çıkan haberler sadece mayıs
ayındaki sayılarda yer aldığı için toplamda 9 makale incelenmiştir. Gazetenin takip
ettiği siyasi çizgi ise milliyetçi ve anti-marksist idi.1 Ayrıca gazete hiçbir partinin
yayın organı ya da savunucusu olmadığını söylese de Türkmen Parlak’ın
belirttiğine göre CHP’nin fikir ve prensipleri paralelinde yayın yapmıştır.2
Gazetedeki makaleleri incelerken bunları da göz önünde bulundurmak faydalı
olacaktır. Konuyu daha düzenli ve iyi verebilmek açısından makaleleri İzmir’in
işgali ve Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı olarak ikiye bölmek daha faydalı
olacaktır.

2.1. İzmir’in İşgali İle İlgili Makaleler


İzmir’in işgaliyle ilgili çıkan ilk makale gazetenin yayın hayatına başladığı
daha ilk sayısında görülmektedir. Bu makalede İzmir’in işgaline bizzat şahit
olanlar ve gazetenin çıktığı tarihlerde hala yaşayan kişilerle röportaj yapılmıştır.
Makaleye, İzmir’in Milli Mücadele destanın şaheser bir yaprağı olduğundan ve
milli cephenin ilk defa İzmir’in işgalinden sonra kurulduğundan bahsederek
başlanmış, Necip Mirkelamoğlu bu röportajı yapmasının sebebi olarak Türk
gençliğine o dönemlerde neler yaşandığını anlatmak olduğunu söylüyor (Ek – 1).

İlk röportaj yapılan kişi Ali Gönenli isimli kişidir. Bu kişinin o tarihlerde
Ankara Palas’ın yanında bir dükkanı vardır. Yani bu kişinin o tarihlerde bir esnaf
olduğu anlaşılmaktadır. Ali Gönenli’nin anlattığına göre, Aya Fotini kilisesi
metropoliti Hrisostomos İzmir’deki Rumları teşkilatlandırarak işgale zemin
hazırlıyordu. Ayrıca Ayvalık, Midilli ve diğer adalardan Rum getirterek İzmir’deki
Rum sayısını arttırmaya çalışıyordu. Yunanlılar İzmir’i işgale başlayınca Vasıf,
Necati ve Haydar Rüştü gibi gençler halkı uyandırmaya çalışmış ve başarılı da
olmuştur. Hemen Redd-i İlhak cemiyeti kurulmuş ve bir beyanname
yayınlanmıştır. Yunan askerleri karaya çıkmaya başladığında halk da

1 Hasan Mert, “Necdet Öklem ve 1940-1960 İzmir’de Siyasi Hayat”, (Ege Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, İzmir 1995), s.22
2 Türkmen Parlak, Yeni Asır’ın İzmir Yılları, İzmir, 1990, c.II, s.596

166
 
 
 
   
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler 
——————————————————————————————
hapishanelerin ve cephaneliğin kapısı açarak silahlanmış Yunan askerlerini
karşılamaya gitmiştir. Gönenli, bu esnada aralarından bir kişinin Yunan askerine
bir el ateş ettiğini ve ateş eden bu kişinin bugün hala bilinmediğini belirtiyor. O
tarihlerde bilinmese de bugün bilinmektedir ki bu kişi Hasan Tahsin’dir. Bu olayın
üzerine Yunan askerleri dağılarak siper almış sonra da kışlayı basarak Türk
askerlerine saldırmışlardır. Ertesi gün yakalanan Gönenli dövülmüş, soyulmuş ve
hakarete uğramıştır. Bu sırada Gönenli’yi tanıyan bir Rum Yunan askerlerini onun
zararsız olduğuna inandırmış ve serbest bırakılmasını sağlamış. Yerli Rumlar işgal
ordusunun askerleriyle birleşip Türk evlerini basıp yağma etmişlerdir. Bu şartlar
altında İzmir’de kalamayacağını düşünen Gönenli Alaşehir’e gitmiş ve orada
Kuvay-ı Milliye’ye katılmıştır. Onun deyimiyle …bu günden 9 Eylül’e kadar
geçen zaman zarfında her gün başka bir dağda başka bir bucakta gavur
kovaladım. Kah Kütahya’da göründüm, kah Gediz’de çarpıştım, bazen Bozdağ
akıncılarına katıldım, bazen Uşak yollarını tuttum. Fakat her zaman vatan yolunda
ve vatan emrinde idim…3

Bu tarihteki diğer yazı da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden önce


Redd-i İlhak cemiyetinin yayımladığı beyannamedir (Ek – 2). Beyanname EY
BEDBAHT TÜRK! diye başlamış, Türklerin hakkı ve namusunun gasp edildiği
söylenmiştir. İzmir’in Rumların Türklerden çok olduğu için Yunanlılara verildiği
yazıldıktan sonra Rumların Türklerden çok olup olmadığı ve bu işgalin kabullenip
kabullenmeyeceği İzmir’deki Türk halkına sorulmuştur. …Artık kendini göster!...
diyerek Türklerin işgale sessiz kalmaması istenmiş ve herkes maşatlığa
çağrılmıştır.4

1948 yılında İzmir’in işgaliyle ilgili herhangi bir makale çıkmamıştır. Ki


bu durum böyle milliyetçi bir gazete için bir hayli ilginçtir. 1949 yılında ise
Haftanın Gidişi isimli köşede oldukça kısa bir haber yer almıştır (Ek – 3). İzmir’in
Kara Günü başlığını taşıyan yazıda, İzmir’in 30 yıl önce 15 Mayıs’ta işgal
edildiğini, hala o günleri tüylerinin ürpererek hatırladıklarını, yaşananların
hatıralarından silinmediği ve silinmeyeceğinden bahsedilmiştir.5 1949 yılı için son
makale ise daha geniş kapsamlıdır. Makalenin alt başlığında, Yunanlıların her
fırsattan Türklere besledikleri kin ve düşmanlığı dile getirdiklerini ve bu yüzden
onlara güvenilemeyeceği belirtiliyor (Ek – 4). Yazar, Behçet Kemal Çağlar ile
yaptığı son Atina seyahati sırasında aslen Safranbolu’da doğmuş ve büyümüş bir

3 Necip Mirkelamoğlu, Kara günlerini unutan milletler istiklallerini devam etmeğe asla hak
kazanamazlar!, 29 Mayıs 1947, s.5
4
“İlhakı red cemiyetinin İzmir’in işgalinden önce yayınlanan beyannamesi”, 29 Mayıs 1947, s.1
5 “İzmir’in Kara günü”, 16 Mayıs 1949, s.2

167
Göktuğ İPEK 
——————————————————————————————
Rum papaz ile sohbetlerini anlatarak makaleye başlıyor. Rum mübadillerinden olan
Müftüoğlu Yordan isimli bu papaz, ecdadının bir kelime bile Rumca bilmediğini,
kendilerinin de Rumca’yı bile Türkçe okuyup yazdığını söylemiştir. Etnik-i Eterya
cemiyetinin Anadolu’ya papazlar, doktorlar ve öğretmenler göndererek onları
kandırdığını ve onları Türk düşmanı yaptığından yakınmıştır. Daha sonra o ve onun
gibiler mübadele ile Yunanistan’a gidince Türk soyu diyerek aşağılanmışlar, işsiz
kalmışlardır. Yine yazarın Atina notlarından alınarak gazeteye aktarılan anılarında
Yunanlıların 25 Mart’taki İstiklal bayramlarında Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren
Türkleri aşağıladıklarından bahsedilmiştir. Makalenin ikinci kısmında ise konuya
bağlantılı bizi ilgilendiren asıl bölümüdür. Yunan askerleri İzmir’de gemilerden
karaya çıktıktan sonra Hrisostomos zafer işareti olarak denize üç kez ateş etmiş ve
Yunan kumandanını öpmüştür (burada öpmekten kasıt takdis etme, kutsamadır).
Daha sonra açıkça belirtilmese de İzmir’in yerli Rumlarından olduğu anlaşılan
şekerci Çatalsakal’ın oğlu ve bir Yunan subayı bilinemeyen bir sebepten polis
komiseri Giritli Sabri Bey’i öldürmüştür(Giritli Sabri Bey’in işgale tepki gösterdiği
için öldürülme olasılığı yüksektir) . Bunu gören bir Türk genci de onları öldürünce
çevredeki kahveden ve otelden Yunanlıların üzerine kurşun yağmaya başlamıştır.
Bunun üzerine Yunan binbaşı askerlerine Opiso Pesiya yani Kaçın, geriye dönün!
diye bağırmıştır. Yazar, işte bu kaçışın İnönü, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarına
kadar devam ettiğini belirtiyor.6

2.2. Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler


Bu konuyla alakalı 1947 yılında herhangi bir yazı kaleme alınmamıştır.
1948 yılında ise dört tane makale ile karşılaşılmıştır. Bunlardan ilki, Türk inkılap
hareketlerinde 19 Mayıs’ın yerinin anlatıldığı makaledir (Ek – 5). Yazara göre, iki
yüzyıldan beri batılılaşma yolunda ilerleyen Türk milletinde inkılap hareketlerinin
başlangıcı Lale Devri’ne kadar gitmektedir. Fransız İhtilali Türkleri batılılaşmaya
itmiştir. O dönemde orduda ve diğer alanlarda bazı yenilikler yapılsa da halkın
tutuculuğu yüzünden daha fazlasının yapılamadığını belirten yazar, inkılap
hareketlerinin bize Türk vatanında 70 – 80 yıl boyunca iki farklı (batılı ve doğulu)
görüşe sahip kurumların yaşamasına engel olamadığını göstermiştir. İşte bu tüm
yenileşme hareketleri 19 Mayıs ile başlayan son büyük Türk inkılabının ne kadar
bilinçli ve köklü olduğunu göstermiştir. Türk milleti nasıl 10 Kasım’ı Mustafa
Kemal’in öldüğü gün olarak görüyorsa 19 Mayıs’ı da onun doğum günü olarak
alması gerekmektedir. Yazara göre, 19 Mayıs’ta Türkiye Devleti fiilen doğmuş ve
Türk milleti yeniden dünyaya gelmiştir.7

6 S. Şükrü Pamirtan, “İzmir’in İşgalinin Kara Günlerinde OPİSO PEDİYA”, 30 Mayıs 1949, s.3
7
Namık Tekin Turan , “Türk inkılap hareketlerinde 19 Mayıs’ın yeri”, 22 Mayıs 1948, s.2

168
 
 
 
   
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler 
——————————————————————————————
İkinci makalede, Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişi olmasının
kesinleşmesinden sonra yaptığı bazı resmi görüşmeler, bizzat onun ağzından
anlatılmıştır (Ek – 6). Görüştüğü kişiler arasında Sadrazam Damat Ferit Paşa,
Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, İsmet Paşa, Bekirağa Bölüğü’nde hapis yatan
Fethi Bey vardır.8

Üçüncü makalede ise, 19 Mayıs’ın daha çok felsefi yönü ele alınmıştır (Ek
– 7). Alt başlıkta Türk gençliğinin 19 Mayıs’a Atatürk İhtilali adını verdiğinden
bahsedilmesinden sonra Profesör Glotza, Albert Bayet ve Bergson gibi son
yüzyılın filozoflarının Fransız İhtilali’nin kaynaklarına dair yazdıklarından
bahsediliyor. 1789 ve 1919 ihtilalinin kaynakları bakımından benzerlikleri
olduğunu belirten yazar, 19 Mayıs ihtilalinin isyancı kökenini prehistorik
devirlerde ilk halini alan Türk ruhunun deryasında bulunduğun söylemektedir.
Buna ek olarak Tük ihtilalinin kökeninin en az Fransız İhtilali kadar derin ve tarihi
anlam taşıdığı iddiasında bulunuyor. Ancak Batı daha çok insan hakları ve hürriyeti
ile Doğu’daki ayaklanmalar ise Türklük bilinci ile meydana geldiği için 19 Mayıs
ihtilali daha kutsaldır. Yine yazara göre, Fransız İhtilali’nden sonra burjuvanın
baskı kurduğu bir rejim yaşanmaya başladı ve Napolyon diktatörlüğü kuruldu.
Fakat Türk kurtuluş mücadelesi hiçbir zümreye dayanmayan bir halk hareketidir.
İki ihtilalin son farkı ise Fransa halkının başındaki krala ve ayrıcalıklı sınıfa karşı
mücadele etmesine karşı Türk halkı tüm dünyaya karşı mücadele verdi.9

Bu yıla ait son makalede yazar, 19 Mayıs’ı her Türk’ün doğum tarihi
olarak görmektedir. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmadan önce Vahdettin ile
yaptığı özel görüşme onun ağzından verildikten sonra yazar Mustafa Kemal’i Türk
milletinin kaderini omuzlarında taşıyan adamı ağır yüklü yolcuya benzetiyor (Ek –
8). Mustafa Kemal’in Samsun’a doğru yola çıkışından sonra İstanbul hükümeti ve
onun efendisi İngilizler pişman olsalar da ona göre artık iş işten geçmişti. M.
Kemal’in Samsun’da karaya çıkışı yine kendi anlatımıyla verildikten sonra, onun
Samsun’a çıkışı Türklerin boyunduruk altında yaşamayacağının bir göstergesi
olarak verilmiştir.10

8 “Atatürk anlatıyor”, 22 Mayıs 1948, s.2


9 Kemal Göksel, “19 Mayıs’ın ihtilalci kaynaklarına dair”, 22 Mayıs 1948, s.2
10 Cihat Tunca, “19 Mayıs 1919 radyum kadar kuvvetli bir güneşin Samsun dağlarından Türk

milletine güldüğü gündür”, 22 Mayıs 1948, s.3

169
Göktuğ İPEK 
——————————————————————————————
1949 yılında tek bir makale ile bu konuya ilgili yazılar sona ermektedir (Ek
– 9). Bu yazıda 19 Mayıs’ın öneminden, Türk milleti için değerinden epik bir
şekilde bahsedilerek 19 Mayıs adeta destanlaştırılmıştır.11

Sonuç
Dokuz Eylül gazetesi incelendiğinde görülmektedir ki İzmir’in işgali ve
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili makaleler hemen hemen eşit sayıda yer
almıştır. Gazete haftalık çıktığı için toplamda dokuz tane makale olması normal
gözükse de milliyetçi çizgiye sahip olan bir gazete için bu sayı azdır. Ancak yine
de eldeki yazılar bize kaynak sağlamaktadır. Gazetede İzmir’in işgalinden ziyade 9
Eylül yani İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu ile ilgili makaleler daha
ağırlıklıdır. Bunun sebebi bu tarz tarihi olaylarda kötü olaylardan ziyade zaferleri
içeren olaylar gazetelerde daha fazla yer bulmaktadır. Bu da gayet normaldir. Bu
açıdan bakıldığında İzmir’in işgali başta İzmir halkı olmak üzere tüm Türk halkı
için halen elem verici bir olaydır. Zira gazetenin adı neden 15 Mayıs değil de 9
Eylül ? sorusu sorulduğunda da 9 Eylül ile ilgili yazılar neden daha çok olduğu
anlaşılmaktadır.

Bu iki olay Türk tarihinde adeta birer dönüm noktası olmuştur. Tarihte
eğer lerle konuşulmaz ama İzmir işgal edilmeseydi belki de İstiklal Harbi’nin fitili
ateşlenmeyecek, Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basmasaydı
belki Mustafa Kemal Atatürk olamayacak, Türk milleti esaretten kurtulamayacaktı.
Bu iki hadise gazetedeki makalelerden de anlaşılacağı üzere ne o tarihlerde ne de
günümüzde Türk ve dünya tarihi açısından öneminden hiç bir şey kaybetmemiştir
ve tarihçiler için hala her yönüyle araştırılacak konular olmaya devam etmektedir.

Kaynakça
ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839 – 1950), İstanbul, 2004.
Dokuz Eylül Gazetesi
ÖZAKMAN, Turgut Vahdettin, M.Kemal Ve Milli Mücadele, Ankara, 1997.
ÖZALP, Kazım, Milli Mücadele (1919-1922) I, Ankara, 1998.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 1. Kitap, Ankara, 1991.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Cilt 1, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2009.

11 “19 Mayıs”, 16 Mayıs 1949, s.1

170
 
 
 
   
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler 
——————————————————————————————
Ekler
Ek – 1

29 Mayıs 1947, 5. Sayfa

Ek – 2

29 Mayıs 1947, 1. Sayfa

Ek – 3

16 Mayıs 1949, 2. Sayfa

Ek – 4

30 Mayıs 1949, 3. Sayfa

171
Göktuğ İPEK 
——————————————————————————————
Ek – 5

22 Mayıs 1948, 2. Sayfa

Ek – 6

22 Mayıs 1948, 2. Sayfa

Ek – 7

22 Mayıs 1948, 2. Sayfa

Ek – 8

22 Mayıs 1948, 3. Sayfa

172
 
 
 
   
Dokuz Eylül Gazetesi’nde İzmir’in İşgali Ve Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı İle İlgili Makaleler 
——————————————————————————————
Ek – 9

16 Mayıs 1949, 1. Sayfa

173
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

II. Kılıç Arslan:


Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi

Serhat ALTINKAYNAK 
“…En büyük başarılar bile,
ilerde anımsanabilmelerine olanak verecek yolda,
bir bakıma, tarihin korumacılığına emanet edilmezlerse,
sözü edilmezliğin karanlığında kaybolup giderler.”

Anna Komnena
——————————————————————————————

ÖZET
Makalenin temelinde II.Kılıç Arslan dönemi Selçuklu Türkiyesi’nde bu büyük
devlet adamının akıllıca politikaları ve sonucunda Bizans’ın inhitata girişinin başlangıcı
ifade edilmiş; ek olarak da yüksek mühendis Ramazan Topraklı’nın ilgi çekici keşfi
üzerinde durulmuştur.

Kılıç Arslan Türkiye’yi Türkiye yapan savaşa kadar çeşitli badireler atlatmış ve en
umutsuz olduğu zamanda akıllı politikası sayesinde Anadolu’nun zirvesine oturmuştur. O
zirveye oturduğu zaman fark edildiğinde Manuel Komnenos, onu ve hamisi olduğu Türk
toplumunu tek bir hamle ile Türkiye’den çıkarmaya çalışmıştır. Ancak Manuel’in hatası
neticesinde onun hazırladığı muazzam kuvvet dar bir vadiye girmiş ve o muazzam gücünü
kullanamadan Türkler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Coğrafi avantajını kullanarak
mükemmel bir strateji belirlemiş olan Kılıç Arslan, büyük bir zafer kazanmış ve Bizans’ın
sonunun başlangıcına imzasını atmıştır. Ardından Anadolu’da mücadelelerine devam eden
Kılıç Arslan Türk devlet geleneğini uygulayarak günümüz Türkiyesi’nin idari
yapılanmasının da temelini atmıştır. Kısacası Kılıç Arslan, kişisel maharetiyle kendisinden
sonraki inkişafın da haberini vererek Türk tarihindeki mühim yerini almıştır.

Anahtar Kelimeler: II.Kılıç Arslan, Miryokefalon, Manuel Komnenos, Yenice


Köyü Köprüsü, Türkiye Selçukluları, Bizans İmparatorluğu.

Kılıdj Arslan II:


Ingenıous Strategy And Dıscovery Of A Hıstorıcal Geography
ABSTRACT
On the basis of article, in Seljuq Turkey during the period of Kilidj Arslan II, the
wise policies of this great state men and as a result of this Byzantine’s the beginning of the
enterance to period of fall was implied; in addition, the interesting discovery of Ramazan
Topraklı who is a professional engineer was emphasized.

Kilidj Arslan got over different unforeseen dangers until the war that made Turkey
to Turkey and in that time when he was the most hopeless, he sat on the top of Anatolia
through his smart policy. When he was realized in time of sitting the top, Manuel

Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
Comnenus tried to take him and Turkish community which he was the patron of it from
Turkey with a single move. However, as a result of Manuel’s fault, the great command that
he had prepared entered a narrow valley and it was eliminated by Turks without using
massive force. Kilidj Arslan who had set an excellent strategy by using his geographical
advantage won a major victory and put his signiture for the beginnig of the end of the
Byzantine. Then, Kilidj Arslan ongoing his struggles in Anatolia also laid the faundation of
the administirative restructuring of contemporary Turkey by applying the Turkish state
tradition. In brief, Kilidj Arslan took his important place in Turkish history by his personal
skill, giving the news of the next improvement after himself.

Key Words: II.Kilidj Arslan, Myriokephalon, Manuel Comnenus, Bridge of Yenice


Village, Seljuqs of Turkey, Byzantine Empire.

——————————————————————————————
Giriş
Anadolu tarihine umumî olarak baktığımızda zaferle sonuçlanan ve
Anadolu’yu Türklerin memleketi olarak tasdik eden üç önemli savaş zikredebiliriz.
Bunlardan ilki Malazgirt Savaşı; ikincisi Miryokefalon Savaşı; üçüncüsü ise
Sakarya Savaşı’dır1. Tarihi süreç içerisinde Anadolu’da birçok savaş meydana
gelmişken neden bu üç savaş önemlidir? Çünkü bu savaşların üçünün uzun süreçte
birbirini takip etmesi Anadolu’nun Türk vatanı olma sürecidir. Kısaca; Malazgirt
ile Anadolu Türklere açılmış, Miryokefalon ile Anadolu’nun tapusu alınmış ve
aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Anadolu’nun Türk yurdu olduğu son
savunma savaşı olan Sakarya Savaşı ile tekrar tasdik edilmiştir.

Bu savaşlar içinde Miryokefalon Savaşı’nın ayrı bir yeri vardır. Çünkü


Miryokefalon Savaşı kendisinden önceki bir durumu da tasdik etmişti. Keza
I.Mesud (1116-1155) döneminde II.Haçlı Seferine iştirak eden papaz Ode de Deuil
Türklerin hâkimiyeti altındaki bölgeleri (Turchia, Turkhia, Turquia) Türkiye olarak
adlandırmıştı2. Buradan da anlaşılıyor ki Miryokefalon zaferi ile II.Kılıç Arslan
Anadolu’nun Türk vatanı olduğunu haykıra haykıra Bizans’a kabul ettirmişti.

1Refik Turan, “Göller Yöresi’nde Tarihle Yaşamak”, Göller Bölgesi Tarih ve Kültür Varlıkları Bilgi
Şöleni, Ankara, 2011, ss. 34-35.
2Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan yay., İstanbul, 1971, s.196; Salim Koca,

Türkiye Selçukluları Tarihi (Malazgirt’ten Miryokefalon’a 1071-1176), C.II, Karam yay., Çorum,
2003, s.142; Salim Koca, “Diyâr-ı Rûm’un (Roma Ülkesi=Anadolu) Türkiye Haline Gelmesinde
Türk Kültürünün Rolü”, Selçuklu Devri Türk Tarihinin Temel Meseleleri, Berikan yay., Ankara,
2011, s.226; Muharrem Kesik, Sultan I.Mesud Dönemi (1116-1155), TTK yay., Ankara, 2003,
s.118, 137; Muharrem Kesik, “Sultan Melikşah (Şahinşah) ve Sultan I.Mesud Dönemleri”, Türkler,
C.6, Yeni Türkiye yay., Ankara 2002, s.560.

175
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
Savaşa Kadar II.Kılıç Arslan’ın Atlattığı Badireler ve Kişisel Dehası
Kılıç Arslan, Meliklik döneminde babası I.Mesud’un yanında sürekli
seferlere iştirak etmiş3 ve devlet tecrübesini bu sıralarda az çok edinmişti. Sultan
I.Mesud 1155’te vefat etmeden önce Türk devlet geleneğine göre mevcut
topraklarını üç oğlu (Kılıç Arslan, Dolat/Devlet ve Şahinşah) arasında paylaştırmış4
ve seferlerinde yanında olan oğlu Kılıç Arslan’ı da Sultan ilan etmişti5. Bu süreçte
Kılıç Arslan 1155 güzünde Türkiye Selçuklu yönetimini eline almıştı6.

Kılıç Arslan yönetiminin ilk zamanlarında kardeşleri ile iktidar


mücadelesine girmiş ve kardeşi Devlet’i boğdurarak ortadan kaldırmış, ardından
Şahinşah’ın üzerine yürümüşse de onu elinden kaçırmıştır. Kaçabilen Şahinşah
kendi Meliklik bölgesi olan Ankara - Çankırı bölgesine gitmiştir7. Ayrıca Kılıç
Arslan, bu süreçte hâkimiyetini sağlamlaştırmak için kendisine karşı olan devlet
adamlarının da çoğunu ortadan kaldırmıştır8. Bu sıralarda Danişmendli Yağıbasan,
Kılıç Arslan’ın kardeşi Şahinşah’ı himaye etmiştir9. Bu sebepten iki taraf arasında
mücadeleler meydana gelmiş; kısa süre sonra bu mücadeleler geçici bir musalaha
ile sonuçlanmıştır10. Bunda temel sebep Zengi Atabeyliği’nden Nureddin
Mahmud’un ve Ermeni Prensi Stefan’ın Selçuklu topraklarına karşı giriştikleri
harekâtlardır. Bunlara karşın Kılıç Arslan da Zengiler ve Ermeniler üzerine
yürüyerek bu problemi çözmüştür (1157)11.

Kılıç Arslan bu olumsuz durumu bertaraf ettikten sonra kendisine karşı


Anadolu’da planlı bir ittifaklar silsilesi vücuda geliyordu. Kılıç Arslan’ın

3Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde Dönüm Noktası, Orkun Yayınevi, İstanbul, 1984,
ss.33-34.
4Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Ankara Üniversitesi yay., Ankara, 1975, s.33; Göktürk,

Karahanlı ve Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Türkiye Selçuklu Devleti’nde de devlet
hanedan üyelerinin ortak malı sayılmıştır. Bu bakımdan bu üleştirme Türk devlet geleneğine
uygundur. Bkz. Osman Turan, a.g.e., ss.216-217.
5Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayinâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D. Andreasyan,

TTK yay., Ankara, 2000, ss.308-314; Osman Turan, a.g.e., s.192.


6Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, TTK yay., Ankara, 1999, s.393.
7Süryani Mihael, Vekayiname, Çev.Hrant D.Andreasyan, II.Kısım (1042-1195), TTK basılmamış

eser, Ankara, 1944, ss.177-178; Tamara Talbot Rice, The Seljuks in Asia Minor, T&H, London,
1961, s.61.
8Ortadan kaldırılan devlet adamlarından biri de babasının kâtibi Bahaeddin’dir. Bkz. Urfalı Mateos,

a.g.e., s.313; Salim Koca, a.g.e., s.156.


9Feridun Dirimtekin, Konya ve Düzbel, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1944, s.95.
10Osman Turan, a.g.e., ss.198-199; Osman Turan, “II.Kılıç Arslan”, M.E.B.İ.A., C.6, İstanbul, 1977,

ss.688-689; Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.34-35; Abdulhalûk Çay, II.Kılıç


Arslan, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1987, s.24-25.
11Urfalı Mateos, a.g.e., ss.318-319; Osman Turan, a.g.e., ss.199-200; Osman Turan, a.g.md., s.689;

Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.36-38; Abdulhalûk Çay, a.g.e., ss.25-28;


Abdülkerim Özaydın, “II.Kılıçarslan”, T.D.V.İ.A., C.25, Ankara, 2002, s.399.

176
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
güçlenmesi neticesinde sıkıntıya düşen Nureddin Mahmud ve Bizans İmparatoru
Manuel Komnenos 1159’da Kılıç Arslan’a karşı bir ittifak yaptılar. Ardından bu
ittifaka Manuel’in daveti ile Danişmendli Beyi Yağıbasan da katıldı. Ayrıca
Ankara-Çankırı Meliki Şahinşah’ı da Kılıç Arslan’ın yerine Sultan yapmak için bu
ittifakın içine çektiler. Yine bu ittifaka kazanç sağlamak için Danişmendlilerden
Kayseri Meliki Zunnûn ve Malatya Meliki Zülkarneyn de katılmıştır12. Böylece
Kılıç Arslan, Anadolu’da adeta yalnız bırakılmıştır. Bu politika ile İmparator
Manuel de Türk hükümdarları arasındaki rekabeti kendi lehine çevirmiştir13.

Kılıç Arslan önce Manuel, sonra da Yağıbasan ile yakınlaşmayı denediyse


de bu ittifakı bozamadı. Aynı zamanda o, Saltuklu Beyi İzzeddin Saltuk’un kızıyla
nikâhlanmıştı. Erzurum’dan hareket eden gelin alayı yolda Yağıbasan tarafından
durduruldu ve Kılıç Arslan’ın nikâhlı eşi kaçırıldı14. İslâmî telakkiye göre nikâhlı
birisinin başka birisiyle evlenmesi uygun olmadığı için kaçırılan gelin önce
İslâmiyetten çıkarılıp nikâh düşürüldükten sonra Yağıbasan’ın yeğeni Zunnûn ile
evlendirildi ve tekrar İslâmiyet’e geçirildi15. Bu duruma çok büyük tepki gösteren
Kılıç Arslan ordusuyla Yağıbasan’ın üzerine yürüdüyse de Bizans’ın Yağıbasan’ı
desteklemesi neticesinde başarılı olamadı. Böylece Kılıç Arslan, ittifakın merkezi
İstanbul’a gitmeye karar verdi (1162)16.

Bizans İmparatoru Manuel, Kılıç Arslan’ı seksen gün kadar İstanbul’da


misafir etti. Bu ziyaret neticesinde iki taraf arasında da bir antlaşma yapıldı. Bu

12Ioannes Kinnamos, Historia, Haz. Işın Demirkent, TTK yay., Ankara, 2001, s.145; Osman Turan,
a.g.e., ss.200-201; Abdülkerim Özaydın; a.g.md., s.399.
13Tamara Talbot Rice, a.g.e., ss.61-62; Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.38-39;

Salim Koca, a.g.e., s.164.


14Tamara Talbot Rice, a.g.e., s.62.
15İbnü’l-Esir ve Müneccimbaşı, gelinin kaçırılma hadisesini Kılıç Arslan’ın İstanbul’dan

dönmesinden sonra 1164/1165 yılı olayları içerisinde verirler. Bkz. İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih,
C.XI, Çev. Abdülkerim Özaydın, Bahar yay., İstanbul, 1987, ss.257-258; Müneccimbaşı Ahmed
b.Lütfullah, Câmiu’d-Düvel, C.II, Yay. Ali Öngül, Akademi Kitabevi, İzmir, 2001, s.32; Faruk
Sümer, Doğu Anadolu Türk Beylikleri, TTK yay., Ankara, 1998, ss.31-32; ancak Osman Turan,
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi adlı eserinde bu hadiseyi Kılıç Arslan’ın İstanbul’dan
dönmesinden sonra 1165 tarihinde vermektedir. Bkz. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri
Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul, 1980, ss.16-17; yine aynı müellif diğer bir eserinde ise bu
hadiseyi Kılıç Arslan‘ın İstanbula gitmesinden önceki bir tarih aralığına koymaktadır. Bkz. Osman
Turan, Selçuklular Zamanında…, s.201; Osman Turan, a.g.md., s.690; M.Halil Yinanç,
“Danişmendliler”, M.E.B.İ.A., C.3, İstanbul, 1977, s.472; I.Melikoff, “Danishmendids”,
Encyclopaedia of Islam, Vol.2, Leiden, 1986, s.111; Müellifler arasında hadisenin vuku bulduğu
tarihi - daha doğru olarak - 1161 tarihinde gösteren Süryani Mihael vermiştir. Bkz. Süryani Mihael,
a.g.e., ss.189-190; Buradan hareketle hadisenin 1164 yılında olma ihtimali düşük de olsa vardır.
Ancak Danişmendli Yağıbasan’ın 1164 yılında öldüğü düşünüldüğünde hadisenin bu tarihten
önceki bir zamanda olması daha doğrudur.
16V.Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Çev. Azer Yaran, Ankara, 1988, s.50; Ioannes Kinnamos,

a.g.e., s.149; Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, s.201; Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun
Türkleşmesinde…, s.39; Feridun Dirimtekin, a.g.e., s.98; Abdülkerim Özaydın, a.g.md., s.399.

177
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
antlaşma ile Kılıç Arslan Bizans’tan aldığı yerleri iade etmeyi ve Bizans’ın dostuna
dost düşmanına düşman olmayı kabul etmiş ve yüklü bir de para almıştı. Aslında
bu durum Kılıç Arslan için olumsuz görünse de ona zaman kazandırmış ve
İmparatoru müttefiklerinden ayırmak için önemli bir adım atmıştı. Bu dostluk ile
Sultan Kılıç Arslan İstanbul’dan Selçuklu ülkesine dönmüştü17. Aslında bu duruma
Manuel zaviyesinden baktığımızda da o, Anadolu’da ittifak kuran diğer Türk
beylerinin güçlenmelerine karşı bir denge unsuru olarak Kılıç Arslan’ı bir müttefik
gibi karşılamıştı. Çünkü zayıf olana destek vermekle Bizans güç dengesini lehine
çevirip ipleri sürekli kendi elinde tutmayı amaçlamıştı18. Ancak Kılıç Arslan’ın bu
ziyareti yapmakla ne kadar akıllıca bir politika izlediği sonra ortaya çıkacak,
Manuel bu durumu fark ettiğinde iş işten geçmiş olacaktı.

Kılıç Arslan, Anadolu’ya geçtiğinde Yağıbasan da Sivas’tan Çankırı’ya


kaçmış ve 1164’te orada vefat etmiştir. Anadolu’daki avantaj da Kılıç Arslan’a
geçmiştir. Ardından Şahinşah ve Zünnûn da mağlup edilmiş; onlar da Nureddin’e
sığınmışlardır19. Aynı zamanda doğuda Haçlı Kuvvetleri ile de mücadeleler
yaşanıyordu. Bu haseple Kılıç Arslan ve Nureddin barış yaptılar20. Kısa süre sonra
Nureddin’in ölümü (1174) ile Kılıç Arslan için Anadolu’da büyük bir rakip de
kalmamıştı. Böylece son Danişmendli toprakları da kısa sürede ele geçirilmiş
(1175)21; bunun sonucunda büyük oranda Anadolu’da milli birlik de kurulmuştu22.
Bu süreç içinde Kılıç Arslan’ın diplomatik dehasını görmekteyiz. Kendisine karşı
yapılan ittifakları akıllıca bir hamle ile ortadan kaldırmasını bilmiştir. Keza bunu
yaparken ittifakların kaynağını barışçı bir politika ile çözdükten sonra diğer küçük
ittifakları da halletmiştir. Aynı zamanda onun biraz da şanslı olduğunu
görmekteyiz. Çünkü güneyde Nureddin’in erken ölümü onun Anadolu’da milli
birliği kurmasını kolaylaştırmıştır. Bizans İmparatoru bu sıralarda (1162-1174)

17Urfalı Mateos, a.g.e., s.334; Ioannes Kinnamos, a.g.e., s.151; Tamara Talbot Rice, a.g.e., s.62; Kılıç
Arslan İstanbul’da iken günde iki defa ona altın ve gümüş sofra takımı ile yemek gönderiliyor ve
takımlar geri alınmıyordu. Böylelikle her gün iki defa yeni sofra takımları getiriliyordu. İstanbul’da
kaldığı son gün İmparatorla Sultan aynı sofrada yemek yediler. Yemekten sonra sofrada bulunan
bütün takımla beraber tezyinat eşyası ve hediyeler Sultana verildi. Bkz. Süryani Mihael, a.g.e.,
ss.190-191; A.A.Vasiliev, History of the Byzantine Empire, Madison, 1961, s.428.
18Salim Koca, a.g.e., s.167.
19Süryani Mihael, a.g.e., s.209; Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde..., ss.40-41;M.Halil

Yinanç, a.g.md., s.473; Feridun Dirimtekin, a.g.e., s.99; Abdülkerim Özaydın, a.g.md., s.400.
20İbnü’l-Esir, a.g.e., ss.314-315; Müneccimbaşı Ahmet b.Lütfullah, a.g.e., ss.20-21.
21İbn Bibî, el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Ala’iye, C.I, Çev.Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı Yay.,

Ankara, 1996, s.13; Süryani Mihael, a.g.e., s.233; M.Halil Yinanç, a.g.md., s.474.
22Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, ss.202-205; Osman Turan, a.g.md., ss.690-692;

Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, s.45; Abdulhalûk Çay, a.g.e., ss.41-48.

178
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
Avrupa ile meşgul bulunduğu için Bizans - Selçuklu münasebetleri de iyi
seyretmiştir23.

Coğrafya’nın Avantajı ve Miryokefalon Zaferi (17 Eylül 1176)


Kılıç Arslan kendisine karşı 1159’da kurulan ittifaktan başarıyla
sıyrılmasını bilmişti. Doğu ve güney coğrafyasında hâkimiyetini
kuvvetlendirdikten sonra Türkleri son büyük taarruz ile Anadolu’dan atmaya
çalışacak olan Bizans İmparatoru Manuel Komnenos ile karşı karşıya kalmıştı.

Kılıç Arslan Anadolu’da kendisine karşı ittifaklar ile ilgilendiği sıralarda,


Manuel de Balkanlar ile meşgul oluyordu. Öte yandan Selçuklu Devleti’nin
kontrolü dışında olan göçebe Türkmenler de Bizans’ın batı sınırını sarsmaya
devam ediyorlardı. Aslında bu durum Kılıç Arslan’ı da memnun ediyordu. Ancak
o, Manuel’in herhangi bir harekâtına karşı sıkıntıya düşmemek için ona bir elçi
yollamıştır. Manuel de buna karşılık yanında bulunan Zunnûn ve Şahinşah’ın
topraklarının geri verilmesini istemiş; ancak bu istek Kılıç Arslan tarafından
reddedilmiştir. Aslında bunun temelinde iki sebep vardır: İlk sebep Danişmendli
topraklarının kaybedilme ihtimalinin nazar-ı dikkate alınması; ikincisi de 1173
yılında Germen (Alman) İmparatoru Friedrich Barbarossa ile Kılıç Arslan arasında
münasebetlerin gerçekleşmesidir. Bu münasebetle Germen (Alman) İmparatoru,
Kılıç Arslan’ı Manuel’e karşı mücadeleye teşvik etmiştir24.

Böylece Manuel, Kılıç Arslan’ı ezerek Konya’yı ele geçirip25 Türk


milletini ortadan kaldırmak26 amacıyla 117627 baharında ordusuyla İstanbul’dan
hareket etmiş28; ancak bu harekâta karşın Kılıç Arslan yine İmparator’a bir elçi
yollamış ve barışın korunmasını istemiştir. İmparator, teklifi reddederek29; barışın

23Feridun Dirimtekin, a.g.e., s.103; Abdülkerim Özaydın, a.g.md., s.400.


24M.V.Levçenko, Bizans Tarihi, Çev. Maide Selen, Özne yay., İstanbul, 1999, s.208; Feridun
Dirimtekin, a.g.e., ss.105-106.
25A.A.Vasiliev, a.g.e., s.428.
26Claude cahen, “Kilidj Arslan II”, Encyclopaedia of Islam, Vol.5, Leiden, 1986, s.104.
27İbnü’l-Esir ve Müneccimbaşı, Manuel’in 1173/1174 tarihinde Konya’yı ele geçirmek için harekât

yaptığını belirtmişlerdir. Bkz. İbnü’l-Esir, a.g.e., s.329; Müneccimbaşı Ahmet b.Lütfullah, a.g.e.,
s.21; ancak Manuel’in 1174 yılına kadar Balkanlar ile ilgilendiği düşünüldüğünde onun Konya’ya
harekâta giriştiği tarihin 1175 ve sonrası olması kuvvetle muhtemeldir.
28Niketas Khoniates, Historia, Çev. Fikret Işıltan, TTK yay., Ankara, 1995, s.123; Tamara Talbot

Rice, a.g.e., s.63; Bizans ordusu ile iligili olarak kaynaklardaki sayılar ihtilaflıdır. Kinnamos,
Trakya’dan sayısız yük hayvanı ve 3.000’den fazla araba Bkz. Ioannes Kinnamos, a.g.e., s.214;
Süryani Mihael, 5.000 araba Bkz. Süryani Mihael, a.g.e., s.249; İbnü’l-Ezrak, abartılı olarak
700.000 süvari ve 70.000 araba olduğunu ifade etmiştir. Bkz. Osman Turan, Selçuklular
Zamanında…, ss.207-208; Osman Turan, a.g.md., s.693.
29Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, ss.207-208; Osman Turan, a.g.md., s.693.

179
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
ancak Selçuklu kuvvetlerinin tamamıyla imhasından sonra mümkün olabileceğini
belirtmiş; barış şartlarını Konya’da bildireceğini ifade etmiştir30.

Bu arada Manuel’in Anadolu’daki yıkım planı ise şöyleydi: Öncelikle asıl


ordu Denizli-Homa istikametinde hareket edip Konya’yı ele geçirecek; Andronik
Vatatzes komutasındaki başka bir kuvvet de Zunnûn ile birlikte Niksar’ı
kuşatacaktı31. Kinnamos’un kaydına göre; 150 gemiden oluşan bir donanma da
Mısır’a gidecekti. Ek olarak Kudüs Kralı da Bizans’a yardım edecekti32.

Andronik Vatatzes ve Zunnûn’un Niksar kuşatması başarısızlıkla


sonuçlanmış; Vatatzes, Niksar kale muhafızları tarafından yakalanmış ve başının
kesilmesine engel olamamıştır. Kesilen başı da Kılıç Arslan’a gönderilmiştir33.
Diğer taraftan Bizans ordusu Homa’ya gelinceye kadar Selçuklu kuvvetleri hiçbir
şekilde müdahale etmemişlerdir. Kılıç Arslan hiçbir şekilde Bizans ordusuna karşı
bir meydan muharebesi yapmayı istememiştir. Sadece aralıklı taarruzlar ile
Türkmenler tarafından Bizans ordusu taciz edilmiş ve Bizans ordusunun
güzergâhındaki yerlerdeki kuyular zehirlenmişti34. Bizans ordusu bütün bunlara
karşın kendinden emin bir şekilde ilerliyordu. Ancak Manuel, savaşın cereyan
edeceği vadiye hiçbir önlem almadan girmişti. Onun düşüncesine göre savaşa
uygun olmayan böyle bir coğrafyada Selçukluların kendisine saldırmasını da hiç
beklemiyordu. Ancak burada boğazın önü Türk askerleri ile tutulmuştu. Aniden
vadinin iki yakasından şiddetli ok yağmuru başlamıştı. Böylece son hamleyi Kılıç
Arslan yapmıştı. Keza savaşın yerini ve uygun zamanı seçmeyi bilmiş ve Manuel
de ona bu fırsatı vermişti. Manuel’in ordusu vadiye sıkışmıştı ve gücünü
kullanamıyordu35. Aynı zamanda savaş Türk topraklarında olduğu için Bizans,
Selçuklular tarafından ahalisine ve arazisine yabancı olduğu bir coğrafyaya
çekilmişti36. Burada savaş ile ilgili olarak “coğrafya” faktörünün ne kadar önemli

30Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, Çev.Yıldız Moran, İstanbul, 1979, s.116;
Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, s.101; Feridun Dirimtekin, a.g.e., s.109.
31Abdulhalûk Çay, a.g.e., s.97; M.V.Levçenko, a.g.e., s.208.
32Feridun Dirimtekin konu ile ilgili kaydı Kinnamos’tan olduğu gibi alıp kullanmıştır. Bkz. Feridun

Dirimtekin, a.g.e., s.110; ancak Işın Demirkent yaptığı çeviride konu ile ilgili bilgiyi diğer
kaynaklarla tutarlı bir şekilde aydınlatmıştır. Keza Kinnamos’un verdiği kronoloji yanlıştır. Bizans
filosu Mısır’daki Selahaddin Eyyübi kuvvetlerine karşı Kudüs Krallığı’nı desteklemek için
Miryokefalon Savaşı’ndan sonra 1177’de bölgeye gönderilmiştir. Bkz. Ioannes Kinnamos, a.g.e.,
s.215.
33Süryani Mihael, a.g.e., ss.246-248; Tamara Talbot Rice, a.g.e., s.63; Feridun Dirimtekin, a.g.e.,

s.110.
34Niketas Khoniates, a.g.e., s.123.
35Refik Turan, Abdulvahit Çakır, “Selçuklu Dönemi Türk Tarihi Çerçevesinde Anadolu’da Savaş ve

Tabiat”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Reşat Genç Özel Sayısı, C.29, S.1, Ankara, 2009, ss.333-
334.
36Abdulhalûk Çay, a.g.e., s.104.

180
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
olduğu ortaya çıkmaktadır. Keza savaşta coğrafi mekânın kullanılması “savaş
prensipleri”ndendir. Burada II.Kılıç Arslan bu prensibi akıllıca uygulamıştır37.

Bizans ordusunun ilerlediği yol o kadar dardı ki tüm ordu 10 mil


uzunluğunda bir yürüyüş kolu halinde bulunuyordu. Ayrıca arazi sarp ve dik
olduğu için muharebe esnasında ordunun büyük kısmının öncü ve artçı kuvvetlere
yardımı mümkün olmayacaktı38. Ayrıca anlaşılıyor ki bu geçit boyunca yaklaşık 30
bin civarındaki Türkmen kuvveti Yenice Köyü Köprüsü ve Akdağ arasındaki
bölgede mevzi almıştı. 50 - 60 bin civarındaki Selçuklu süvari kuvveti ise Akçapa
Öreni ve Sütkuyusu civarında Sultan’ın işaretini beklemekteydiler. Savaşın Bizans
kuvvetlerinin geçidi tamamen doldurmasından sonra başladığı görülüyor39.

Bizans ordusunda öncü birliklerin başında İoannes ve Andronikos


bulunmaktaydı. Bu öncü birlikleri Konstantinos Mavrodukas ve Andronikos
Lapardas komutasındaki kuvvetler takip ediyordu. Bizans ordusunun sağ kanadını
İmparator’un kayınbiraderi Antakyalı Konstans’ın oğlu Baudoin, sol kanadını da
Theodoros Mavrozomes kontrol ediyordu. Bunların arkasında ağırlıklar ve ordunun
hizmetkârları, kuşatma aletlerini taşıyan arabalar, daha sonra da asıl çekirdek
kuvvetler ile İmparator Manuel gelmekteydi. Artçı birliklerin komutanı ise
Andronikos Kostostephanos idi. Türk kuvvetleri ani bir saldırı ile Bizans ordusunu
vadide ikiye parçalamışlar ve büyük kısmını da imha etmişlerdi. Bu parçalanmada
Bizans ordusunda öncü birlikler ile onları izleyen birliklerin arasında mesafe
bırakmaları etkili olmuştu40. Aynı zamanda vadinin her iki yakası da Türk
kuvvetleri tarafından tutulduğu için Bizans ordusunun ric’at yapması da
imkânsızlaşmıştı. Bu sıralarda İmparator Manuel’in yeğenlerinden Andronic
Vatatzes’in kesik başı da bir mızrağın ucuna takılmıştı. Bu durumu Manuel görmüş
ve durumunun ne kadar kötü olduğunu anlamıştı. Tam bu sıralarda da bir kum
fırtınası meydana gelmişti41. Manuel, ordusunun sağ ve sol kanadıyla birlikte artçı
kuvvetlerinin de imha edilmesini izledikten sonra Kılıç Arslan’ın kendi hassa
kuvvetleri üzerine taarruz etmesi neticesinde çok zorlanmıştı. Ancak son bir
gayretle kendisinden ayrı olan öncü birliklerine katılabilmişti. Akşam karanlığı
çöktüğünde Kılıç Arslan büyük bir zafer kazanmıştı. İmparatorun katıldığı öncü
kuvvetler de Türkler tarafından çevrelenmişti. Türkler, Bizans ordusunda bulunan

37Refik Turan, Abdulvahit Çakır, a.g.m., s.339.


38Feridun Dirimtekin, a.g.e., ss.115-116.
39Ramazan Topraklı, Değişen Coğrafya ve Miryokefalon Savaşı, Semih Ofset, Ankara, Mayıs 2011,

s.118-119; Ramazan Topraklı, “Semmânî Sivrisi Zaferi”, I.Uluslararası Selçuklu Sempozyumu,


Kayseri, 23-30 Eylül 2010, s.5.
40Niketas Khoniates, a.g.e., ss.124-125; Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.108-

109; Feridun Dirimtekin, a.g.e., ss.116-117.


41Niketas Khoniates, a.g.e., s.127.

181
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
soydaşlarını o gece kendi yanlarına katılmaya davet ettiler. Keza sabah olunca
çevreledikleri kuvvetlerin tamamını kılıçtan geçireceklerini ifade ettiler. Böylelikle
sabah taarruz başlamıştı ki Kılıç Arslan daha fazla beklemeyerek Türk
kuvvetlerinin taarruzunu durdurdu. Ardından iki taraf arasında bir antlaşma yapıldı
ve Manuel, Kılıç Arslan’ın isteklerini kabul etti42. Anlaşmaya göre: 1)İmparator
Manuel, İstanbul’a dönüşünde 100.000 altın, 100.000 gümüş fidye ödeyecek43;
2)Doryleon (Eskişehir) ve Homa (Soublaion) istihkâmlarını yıkacak; 3)Türk
topraklarından ayrılıncaya kadar bir Türk müfrezesi Bizanslıları koruyacaktı44.
Burada ilginç olan durum ise II.Kılıç Arslan bu kadar büyük bir zaferden sonra
Manuel’i niçin serbest bırakmış ve neden Bizans İmparatorluğu’na son bir harekât
ile son vermemiştir? II.Kılıç Arslan’ın Manuel’i serbest bırakması ve Bizans
İmparatorluğuna son vermemesinin sebeplerinden birisi Türk karakteri ile
açıklanabilir. Türk Sultanı karşısındakini zayıf bulduğunda onu ezmekten çok
destek olmayı ve himaye etmeyi bilir45. Aynı zamanda onun bir müfreze ile serbest
bırakılmasında başka bir sebep de olabilir. Şöyle ki; daha önce Sultan Alp Arslan
Malazgirt zaferinden sonra Romenos Diogenes (Romen Diyojen)’i ülkesine
dönmek için serbest bırakmıştı. Ancak o daha yolda iken İstanbul’da taht
değişikliği ile Mihail Dukas’ın Bizans’ın başına geçtiğini biliyoruz. Bu yönetim
değişikliği hem Alp Arslan ile Romenos Diogenes arasındaki anlaşmanın
bozulmasına hem de Bizans ile yeni mücadelelerin tetiklenmesine sebebiyet
vermişti. Aynı durum burada da mümkün olabilirdi. Manuel serbest bırakıldığında
aynı şekilde bir taht değişikliğinin olması Bizans ile Türkiye Selçuklularını yeni
mücadelelerin eşiğine getirebilirdi. Aynı zamanda Kılıç Arslan, Manuel’i serbest
bırakmak ile büyük bir mağlubiyet almış olan rakibinin iktidarının devamında
tekrar kendi üzerlerine böyle bir harekâtta bulunamayacağını da düşünmüş
olabilirdi. Sonuçta sebepler bir bütün olarak düşünüldüğünde Kılıç Arslan ile
Manuel arasında yapılan anlaşmada bizzat bir müfreze ile İmparator’un ülkesine
dönmesi ile ilgili bir maddenin bulunması; yani bu durumun resmiyete dökülmüş
olması sunulan tüm sebeplerin bir bütün olabileceğini bize göstermektedir.

17 Eylül 1176’daki zafer sonucu Bizanslılarda bulunan üstünlük yerini


Selçuklulara bırakmıştır. Bu bozgun ile Bizans, Anadolu’da savunmaya geçmiş ve
Anadolu’daki topraklarını korumakta zorluk çekmeye başlamıştı46. Böylece

42Abdulhalûk Çay, II.Kılıç…, ss.69-76; Feridun Dirimtekin, a.g.e., ss.117-119.


43FeridunNafiz Uzluk, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi-III = Histoire des Seldjoukides d’Asie
Mineure, Ankara, 1952, s.25.
44Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.118-119; Abdulhalûk Çay, a.g.e., ss.77-78.
45Salim Koca, a.g.m., s.227.
46M.V.Levçenko, a.g.e., s.208.

182
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
İstanbul’un fethine doğru da ilk adım atılmıştı47. Aslında bu mücadelede Manuel’in
Selçuklu payitahtını ele geçirmek amacıyla başlattığı harekât Türklerin ellerindeki
vatanlarını savundukları bir mücadele örneği idi. Bu zaviyeden bakıldığında bu
savaş devlet ve vatan koruyan zafer olarak da ifade edilebilir48. Tarihçi Vasiliev’e
göre bu zafer sonucunda Bizanslıların Türkleri Anadolu’dan atma ümitleri
büsbütün kırılmış ve doğu kaderinin gölgesi üzerlerine çökmüştü49. Bizans
açısından bakıldığında bu bozgun daha önce de aynı akıbetle sonuçlanan Malazgirt
Savaşı’na benzetilebilir50. Oluşum bakımından Malazgirt Savaşı, Miryokefalon gibi
bir vadi savaşı değildi. Ancak önemi ve sonuçları bakımından geniş perspektifte bu
iki savaş Bizans’ın inhitatında bir başlangıç olmuştur. Ayrıca Manuel bu
yenilgisini Alman İmparatoru F.Barbarossa’ya ve İngiliz Kralı II.Henry’ye
yolladığı mektubunda gizlemiştir. Ancak Kılıç Arslan Alman İmparatoru’na elçi
yollamış ve durumu anlatmıştır. Böylece Alman İmparatoru da Manuel’in
güçsüzlüğünü görmüş ve onu Batı İmparatorluğu himayesine davet etmiştir. Bu
yenilgiden sonra Manuel ölene kadar bu yenilginin acısını yaşamıştır51.

Göller Yöresi’nde Bir Tarihi Coğrafya Keşfi


Miryokefalon Savaşı’nın yeri ile ilgili günümüze kadar birçok tez ileri
sürülmüştür. Buna göre, Kumdanlı mevkiî52, Denizli civarı Hoyran Gölü
yakınındaki bir geçit53, Karamıkbeli54, Düzbel Geçidi55, Gelendost Ovası56, Çivril

47Feridun Dirimtekin, a.g.e., ss.122-123.


48Salim Koca, a.g.e., s.194; Salim Koca, a.g.m., s.227.
49A.A.Vasiliev, a.g.e., ss.429-431; Lazslo Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE yay., Ankara, 1971,

s.194.
50Tamara Talbot Rice, a.g.e., s.64
51Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, ss.210-211; 1179 yılında bir müddet İstanbul’da kalan

Tyre kentinden William, Miryokefalon Savaşı’ndan sonra Manuel’in ruh hali ile ilgili şunları
söylemişti: O günden sonra imparatorun dayanmaya çalıştığı söyleniyordu; bu kötü yıkımın
hatırası kalbinde derin bir acı bıraktı. Bundan sonra, ona ne kadar yalvarsalar da, kendisinde çok
karakteristik olan mutluluk ve eğlenceyi hiç kimsenin yanında göstermedi. Yaşadığı süre boyunca
asla daha önceden sahip olduğu sağlığın tadına varamadı. Sözün kısası, yaşadığı bu yıkımdan
kalan hatıraların baskısı ona gönül rahatlığını ve ruhundaki huzuru tekrar yaşatmadı. Bkz.
A.A.Vasiliev, a.g.e., ss.428-429.
52W.M.Ramsay, The Cities And Bishoprics Of Phrygia, Oxford, 1897, ss.346-347; Osman Turan,

Selçuklular Zamanında…, s.208; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti,


Ötüken Yay., İstanbul, 2003, s.292; Osman Turan, a.g.md., s.693.
53İbrahim Kafesoğlu ve Hakkı Dursun Yıldız, savaşın meydana geldiği yerin Denizli civarında

Hoyran Gölü yakınındaki dar ve sarp bir geçit olduğundan bahsederler ancak tam bir yer
göstermezler. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, M.E.B. Yay., İstanbul, 1972, s.95;
H.Dursun Yıldız, “Anadolu Selçuklu Devleti”, Türk Dünyası El Kitabı, C.I, T.K.A.E. Yay., Ankara,
1992, s.287.
54Abdulhalûk Çay, Anadolu’nun Türkleşmesinde…, ss.84-95; Abdulhalûk Çay, a.g.e., s.69.
55Feridun Dirimtekin, “Selçukluların Anadolu’da Yerleşmelerini ve Gelişmelerini Sağlayan İki

Zafer”, Malazgirt Armağanı, TTK Yay., Ankara, 1972, s.254; Feridun Dirimtekin, a.g.e., ss.104-
130; A.Z.Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul, 1946, s.195.

183
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
Kûfi Çayı Vadisi57, Çardak Geçidi58 ve Sultan Dağı geçitleri59 savaş yeri olarak
ileriye sürülmüştür.

Yukarıdaki görüşlerin temel noktasında ise Bizanslı tarihçi Niketas


Khoniates’in tasvirleri önemli yer tutmaktadır. Özellikle Niketas Khoniates,
Myriokephalon bölgesindeki Tzibritze Geçidi’nden bahseder ki bu geçit dar ve sarp
bir geçittir. Kuzeye doğru yamaçların dikliği azalmakta, güneye doğru ise yamaçlar
dikleşmektedir60. Bizanslı tarihçi yaptığı tasvirle bugüne ışık tutmuştur. Birçok
tarihçi yapılan bu tasvirden hareket etmiştir. Savaş yeri ile ilgili birçok görüş ileri
sürülmüştür. Bu görüşleri bir bütün olarak düşündüğümüzde değişmeyen tek
gerçek vardır ki Miryokefalon (Myriokephalon) Savaşı Göller Yöresi’nde dar ve
sarp bir geçitte 17 Eylül 1176’da vuku bulmuştur.

Buradan hareketle Miryokefalon Savaşı’nın yeri ile ilgili şimdiye kadar hiç
düşünülmemiş bir projelendirme yapan Y. Mühendis Ramazan Topraklı’nın ortaya
koyduğu yeni tezi ifade etmek yerinde olacaktır. Günümüze kadar yapılan
çalışmalarda Manuel’in kuvvetleri Uluborlu (Sozopolis)’ya kadar getiriliyor ve
buradan itibaren ordunun izi kaybediliyordu. Böylece savaş bölgesi ile ilgili
bilinmezlik de devam ediyordu. O halde Miryokefalon neresiydi? Tzibritze Geçidi
neredeydi? Cybricymani (Sivrisemani) ne demekti? Ramazan Topraklı
çalışmalarında bu soruların cevabını aramıştır61.

Yazarın üzerinde durduğu temel noktalardan birisi olarak Değişen


Coğrafya gösterilebilir. Çünkü ilk olarak Eğirdir Gölü ile ilgili geniş bir inceleme
gerçekleştirerek gölün 1176 yılındaki durumu ile günümüzdeki durumu arasında
nasıl bir değişikliğe uğradığını tespit etmiştir. Şöyle ki Bizans kaynaklarında
Pasgusa olarak geçen Eğirdir Gölü’nün eskiye oranla 4,5 m. yükseldiğini ortaya

56Hüseyin Şekercioğlu, Gelendost Tarihi, Bayrak Yay., İstanbul, 1989, s.108-110.


57Salim Koca, Çivril’den itibaren Kûfi Çayı Vadisi’ni savaşın gerçekleştiği yer olarak belirtmiştir.
Bkz. Salim Koca, a.g.e., s.180; Bilge Umar, “Myriokephalon Savaşının Yeri: Çivril Yakınında Kûfi
Çayı Vadisi”, Belleten, C.LIV, S.209, Ankara, 1991, ss.99-116; Bilge Umar, Türkiye Halkının
Ortaçağ Tarihi, İnkılap yay., İstanbul, 1998, ss.110-112; Kemal Turfan, “Myriokephalon
Savaşı’nın Yeri Üzerinde Yeni Araştırmalar”, X.Türk Tarih Kongresi, C.III, TTK Yay., Ankara,
1991, s.1155; İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.I, TTK Yay., Ankara, 1982, s.2.
58Çardak, Denizli’nin doğu kesimindeki bir ilçesidir. Savaşın burada olduğu belirtilmiş ancak

herhangi bir delil gösterilmemiştir. Bkz. F.Taeschner, “Anadolu”, Encyclopaedia of Islam, Vol.1,
Leiden, 1986, s.466.
59Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.II, Çev. Fikret Işıltan, TTK Yay., Ankara, 1992, s.345;

Tamara Talbot Rice, a.g.e., s.63; H.Hüseyin Yaprakçı, Myriokephalon’un Sultandağı Geçidi
manasına geldiğini ve savaş bölgesinin Sultan Dağları’nın bulunduğu Phrigia (Frigya) bölgesinde
olduğunu ifade etmiştir. Bkz. H.Hüseyin Yaprakçı, Sultandağı Geçidi (Myriokephalon) Savaşı,
Isparta Mühendislik Fakültesi Matbaası, Isparta, 1983, s.17.
60Niketas Khoniates, a.g.e., s.124.
61Refik Turan, a.g.m., s.35.

184
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
çıkarmıştır. Aynı zamanda daha önceden Eğirdir Gölü’nün iki parça olarak
birbirinden kopuk olduğunu (Kuzeydeki Hoyran Gölü, Güneydeki Eğirdir Gölü) ve
arada da 10-15 km’lik bir ırmak olduğunu belirtmiştir62. Bir diğer durum ise
Hoyran ve Eğirdir Gölü arasındaki ırmak üzerinde bir köprü bulunmaktadır. Bu
köprünün varlığını ise 438 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri’ndeki
siyakat hattı ile vakf-ı köprü-yi garye-i yeñice, nakid 400 (akçenin) ripinden hâsıl
olan meremmetine sarf oluna deyu meşruttur.(Köprünün bakımı için 400 akçe
gelirli bir vakıf kurulmuştur.) kaydından anlamaktayız63. Bugün bu köprü yıkılmış
bir halde Eğirdir Gölü’nün en dar bölgesinde sular altında kalmıştır64. Aynı
zamanda bu köprü üzerinden geçen yol da doğudan batıya doğru Avşar Kazası,
Yenice Köyü, Dedelik (Kızılalı) Mevkiî, Yenice Köyü Köprüsü, Senirkent ve
Uluborlu üzerinden Denizli’ye giden Roma döneminde kullanılan askeri bir
yoldur65. Aynı zamanda Osmanlı çağında bir köy durumunda olan Gelendost’un 4
km mesafedeki Afşar Kazasına bağlı olmayıp da hangi sebeple gölün öteki
yakasında bulunan Barla Nahiyesi’ne bağlı olduğu da bugün kafaları karıştırmıştır.
Bu durumda Gelendost66 ile Barla arasındaki bağın geçmişe dayandığı da açıkça
görülmektedir. Kısacası bu iki yerleşim yerini birbirine Yenice Köyü Köprüsü ya
da gölün iki parça olduğu dönemde başka bir köprünün bağlıyor olması kuvvetle
muhtemeldir67.

Önemli olan bir diğer nokta ise yıkık Miryokefalon (Myriokephalon)68


istihkâmı nerededir? Yazara göre, Yenice Köyü Köprüsü’nün yaklaşık 4 km

62Ramazan Topraklı, a.g.e., ss.28-42; Ramazan Topraklı, a.g.m., s.1.


63Ramazan Topraklı, a.g.e., s.49; Ramazan Topraklı, Yol ve Tarih, Semih Ofset, Ankara, 2012, s.4.
64Refik Turan, zaman içerisindeki bu coğrafi değişimi tabiatın bilim adamlarına yönelik bir azizliği

olarak değerlendirmiştir. Bkz. Refik Turan, a.g.m., s.36.


65Ramazan Topraklı, a.g.e., s.57; Bu yol ilk çağlardan beridir kullanılmış olan ünlü Kral Yolu (Efes-

Konya-İran) idi. Bu tezi destekleyen somut deliller ise adı geçen yol üzerinde bulunan mil taşlarıdır.
Bkz. Ramazan Topraklı, Yol…, ss.12-14, 86.
66Önceki çalışmalarda adı geçen Kelainai (Kelenai=Kelenes=Kelenos)’nin, Dinar’ın 100 km.

doğusundaki Gelendost olduğu ifade edilmiştir. Aynı zamanda bu durum Kral Yolu’nun da
habercisi olmuştur. Bkz. Ramazan Topraklı, Yol…, ss.10-12, 15-32, 85.
67Ramazan Topraklı, a.g.e., ss.49-50; Ramazan Topraklı, a.g.m., s.1; Gelendost ile Barla arasında

Limen-gömü/Melen-gömü (Limnai=Limenia=Limenopolis) adlı bir yerleşim yerinin varlığı ile ilgili


bir rivayet de nesilden nesile aktarılmıştır. Bkz. Ramazan Topraklı, Yol…, s.45, 95, 103; Ayrıca
Topraklı’nın araştırmalarından önce Dinar’da kabul edilen Apameia/Apameya adlı yerleşim yerinin
de Kemer Boğazı’nın 10 km güneyinde Barla’nın doğusunda yani Barla ile Gelendost arasında
olduğu ifade edilmiştir. Bkz. Ramazan Topraklı, Yol…, ss.82-88; Sonuçta Gelendost – Barla
arasının da verimli bir ova olan Altınova/Aşağıova olması yani iki göl arasının büyük bir ova
olması ve bu iki yerleşimin de göl altında bulunması kuvvetle muhtemeldir. Bkz. Ramazan
Topraklı, Yol…, s.90.
68Miryo: Binlerce; Kefalon: Kafalar anlamına gelmektedir. Şu halde Miryokefalon, şehitliğin, yani

toplu bir mezarlığın işareti olabilir. Bkz. Güray Kırpık, “Yenice Sivrisi Zaferi’nde Türkmenlerin
Tavrı”, Göller Bölgesi Tarih ve Kültür Varlıkları Bilgi Şöleni, Ankara, 2011, s.36. Ramazan

185
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
batısında Akkeçili Köyü civarındaki Karababa Tepesi yıkık Miryokefalon
istihkâmıdır. Hatta burada yapı kalıntılarına da rastlanmıştır69. Buradan hareketle
savaş bölgesinde Cybrilcymani, Sivri’l-simân-i, Sybrize, Tzibrelitzemani, Tzibritze,
Turrice, Civrici veya Sivrisi olarak ifade bulan geçit, üzerinde Yenice Köyü
Köprüsü’nün de bulunduğu ve Manuel Komnenos’un 10 mil olarak belirttiği 16
km’lik sahadır70. Kısacası 17 Eylül 1176’da Türkiye Selçuklu Devleti ile Doğu
Roma İmparatorluğu arasında vuku bulan Miryokafelon Savaşı’nın yeri hakkındaki
bu yeni keşif coğrafyanın tarihe tanıklığını ve küçücük bir arşiv kaydının tarihe
nasıl yeni bir ufuk açtığını bize göstermiştir.

Zafer Sonrası Anadolu’daki İlk İdari Düzenleme ve Kılıç Arslan’ın


Vefatı
Büyük badireler atlatan Kılıç Arslan Türkiye’de hükümetini sağlam
temeller üzerine kurmuş ve ölmeden önce Türk hâkimiyet telakkisine göre de
ülkeyi oğulları arasında paylaştırmıştır71. Paylaşımı yapılan yerler genelde Türkiye
Selçuklularına yeni katılan yerlerdir. Buralara gönderilen oğullar orada yeni
teşkilatlar kurmuşlar; ayrıca oralarda halkı devlete ısındırmak için yerinden
yönetimler de uygulamışlardır. Takriben 1180’li yıllarda gerçekleşen bu paylaşım
şöyledir72: 1)Rükneddin Süleyman Şah – Tokat; 2)Nasıreddin Berkyaruk Şah –
Koyluhisar ve Niksar; 3)Mugiseddin Tuğrul Şah – Elbistan; 4)Nureddin Sultan
Şah73 – Kayseri; 5)Kutbeddin Melik Şah – Sivas ve Aksaray; 6)Mu’izeddin Kayser

Topraklı’ya göre ise Miryokefalon kelimesinin manası binlerce veya onbinlerce su gözü, su kaynağı
anlamına gelmektedir. Bkz. Ramazan Topraklı, a.g.e., s.102; Ramazan Topraklı, Yol…, s.6, 33-38.
69Ramazan Topraklı, a.g.e., s. 100; Ramazan Topraklı, a.g.m., s.4.
70Ramazan Topraklı, a.g.e., ss.103-114.
71Aydın Taneri, a.g.e., s.33; Göktürk, Karahanlı ve Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Türkiye

Selçuklu Devleti’nde de devlet hanedan üyelerinin ortak malı sayılmıştır. Bu bakımdan bu üleştirme
Türk devlet geleneğine uygun olarak yapılmıştır. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında…,
ss.216-217.
72İbn Bibî, a.g.e., s.41; İbn Bibî, Selçuknâme, (Muhtasar) Çev. M.Halil Yinanç, Haz.Refet Yinanç ve

Ömer Özkan, Kitabevi yay., İstanbul, 2007, s.20; Aksarayi ve Ahmed b.Mahmud, Kılıç Arslan’ın
11 oğlundan bahsetmiş ancak bunlardan Arslan Şah’ın ismini vermemiştir. Bkz. Kerîmüddin
Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, nşr. Osman Turan, TTK yay., Ankara, 1999, ss.29-30;
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev.Mürsel Öztürk, TTK yay., Ankara,
2000, ss.22-23; Ahmed b.Mahmûd, Selçuk-nâme, C.II, haz. Erdoğan Merçil, Tercüman yay.,
İstanbul, 1977, ss.147-148; Abu’l-Farac, Kılıç Arslan’ın 12 oğlu olduğundan bahsetmekle beraber
bütün çocukların isimlerini vermez. Bkz. Abu’l-Farac, a.g.e., s.463; Müneccimbaşı, Kılıç Arslan’ın
12 oğlu olduğunu ifade etmiş ancak 11 tanesinin ismini vermiştir. Bkz. Müneccimbaşı Ahmed
b.Lütfullah, a.g.e., ss.25-26; Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, s.217; H.Namık Orkun, Türk
Tarihi, C.4, Akba Kitabevi, Ankara, 1946, s.42; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi
Coğrafyası’na Giriş I, TKAE, Ankara, 2000, s.48; Claude Cahen, a.g.e., s.122; Claude Cahen
ansiklopedi maddesinde Kılıç Arslan’ın 9 erkek çocuğu, 1 erkek kardeşi ve 1 de yeğeni olduğundan
bahsetmiştir. Bkz. Claude Cahen, a.g.md., s.104.
73Aksarayi ve Ahmed b.Mahmûd, Nureddin Sultan Şah’ın ismini Nureddin Mahmud bkz. Aksarayi,

a.g.e., nşr. Osman Turan, ss.29-30; Aksarayi, a.g.e., Çev.Mürsel Öztürk, ss.22-23; Ahmed

186
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
Şah – Malatya; 7)Sancar – Ereğli; 8)Arslan Şah – Niğde; 9)Nizameddin Argun
Şah74 – Amasya; 10)Muhyiddin Mes’ud Şah75 – Ankara; 11)Gıyaseddin Keyhüsrev
– Borgulu (Uluborlu).

Kısa süre içinde Kılıç Arslan’ın oğulları arasında iktidar kavgaları


başlamıştı. Kılıç Arslan da bu iktidar kavgaları devam ederken fazla yaşamadı ve
1192’de hayatını kaybetti. Ölmeden önce kendisine veliaht tayin ettiği oğlu
Gıyaseddin Keyhüsrev Konya’ya gelerek babasının naaşını Alaeddin Tepesi’nde
yaptırdığı Künbed-hâne adlı anıt mezara defnetti76.

Sonuç
Büyük Türk Sultanı II.Kılıç Arslan babasından devraldığı Türkiye’yi Türk
vatanı olarak, birçok badireler atlattıktan sonra akıllı, siyaseti neticesinde büyük bir
zaferle Bizans’a kabul ettirmiştir. Büyük Sultan’ın bu başarısı Bizans’ı inhitata
sürüklerken, Türkiye Selçuklularının ve daha sonra iktidara gelen Osmanlı’nın
inkişafının da başlangıcını ve devamını sağlamıştır.

Kaynakça
Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, TTK yay., Ankara,
1999.
Ahmed b.Mahmûd, Selçuk-nâme, C.II, haz. Erdoğan Merçil, Tercüman yay.,
İstanbul, 1977.
BAYKARA, Tuncer, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası’na Giriş I, TKAE, Ankara,
2000.
CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, Çev.Yıldız Moran,
İstanbul, 1979.
______________, “Kilidj Arslan II”, Encyclopaedia of Islam, Vol.5, Leiden, 1986.
ÇAY, Abdulhalûk, Anadolu’nun Türkleşmesinde Dönüm Noktası, Orkun
Yayınevi, İstanbul, 1984.
______________, II.Kılıç Arslan, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1987.
DİRİMTEKİN, Feridun, Konya ve Düzbel, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1944.
__________________, “Selçukluların Anadolu’da Yerleşmelerini ve Gelişmelerini
Sağlayan İki Zafer”, Malazgirt Armağanı, TTK Yay., Ankara, 1972.

b.Mahmûd, a.g.e., ss.147-148, Claude Cahen, iki ismi birleştirerek Nureddin Mahmud Sultan Şah
bkz. Claude Cahen, a.g.e., s.122, Tuncer Baykara da Nureddin Melikşah olarak vermiştir. Bkz.
Tuncer Baykara, a.g.e., s.48.
74Claude Cahen, Nizameddin Argunşah’ın Kılıç Arslan’ın oğullarından Sancar’ın oğlu olduğunu ifade

etmiştir. Bkz. Claude Cahen, a.g.e., s.122.


75Ahmed b.Mahmûd, Muhyiddin Mes’ud Şah’ın ismini Muhyiddin Behram Şah olarak vermiştir. Bkz.

Ahmed b.Mahmûd, a.g.e., ss.147-148.


76Salim Koca, a.g.e., ss.210-212.

187
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
GORDLEVSKY, V., Anadolu Selçuklu Devleti, Çev. Azer Yaran, Ankara, 1988.
Ioannes Kinnamos, Historia, Haz. Işın Demirkent, TTK yay., Ankara, 2001.
İbn Bibî, el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Ala’iye, C.I, Çev.Mürsel Öztürk,
Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1996.
______, Selçuknâme, (Muhtasar) Çev. M.Halil Yinanç, Haz.Refet Yinanç ve Ömer
Özkan, Kitabevi yay., İstanbul, 2007.
İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, C.XI, Çev. Abdülkerim Özaydın, Bahar yay.,
İstanbul, 1987.
KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi, M.E.B. Yay., İstanbul, 1972.
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, nşr. Osman Turan, TTK
yay., Ankara, 1999.
__________________________, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev.Mürsel Öztürk, TTK
yay., Ankara, 2000.
KESİK, Muharrem, Sultan I.Mesud Dönemi (1116-1155), TTK yay., Ankara,
2003.
_______________, “Sultan Melikşah (Şahinşah) ve Sultan I.Mesud Dönemleri”,
Türkler, C.6, Yeni Türkiye yay., Ankara 2002.
KIRPIK, Güray, “Yenice Sivrisi Zaferi’nde Türkmenlerin Tavrı”, Göller Bölgesi
Tarih ve Kültür Varlıkları Bilgi Şöleni, Ankara, 2011.
KOCA, Salim, Türkiye Selçukluları Tarihi (Malazgirt’ten Miryokefalon’a 1071-
1176), C.II, Karam yay., Çorum, 2003.
___________, “Diyâr-ı Rûm’un (Roma Ülkesi=Anadolu) Türkiye Haline
Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü”, Selçuklu Devri Türk Tarihinin Temel
Meseleleri, Berikan yay., Ankara, 2011.
LEVÇENKO, M.V., Bizans Tarihi, Çev. Maide Selen, Özne yay., İstanbul, 1999.
MELİKOFF, I., “Danishmendids”, Encyclopaedia of Islam, Vol.2, Leiden, 1986.
Müneccimbaşı Ahmed b.Lütfullah, Câmiu’d-Düvel, C.II, Yay. Ali Öngül,
Akademi Kitabevi, İzmir, 2001.
Niketas Khoniates, Historia, Çev. Fikret Işıltan, TTK yay., Ankara, 1995.
ORKUN, H.Namık, Türk Tarihi, C.4, Akba Kitabevi, Ankara, 1946.
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “II.Kılıçarslan”, C.25, T.D.V.İ.A., Ankara, 2002.
RAMSAY, W.M., The Cities And Bishoprics Of Phrygia, Oxford, 1897.
RASONYİ, Lazslo, Tarihte Türklük, TKAE yay., Ankara, 1971.
RİCE, Tamara Talbot, The Seljuks in Asia Minor, T&H, London, 1961.
RUNCİMAN, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, C.II, Çev. Fikret Işıltan, TTK Yay.,
Ankara, 1992.
SÜMER, Faruk, Doğu Anadolu Türk Beylikleri, TTK yay., Ankara, 1998.
Süryani Mihael, Vekayiname, Çev.Hrant D.Andreasyan, II.Kısım (1042-1195),
TTK basılmamış eser, Ankara, 1944.

188
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 
ŞEKERCİOĞLU, Hüseyin, Gelendost Tarihi, Bayrak Yay., İstanbul, 1989.
TAESCHNER, F., “Anadolu”, Encyclopaedia of Islam, Vol.1, Leiden, 1986.
TANERİ, Aydın, Türk Devlet Geleneği, Ankara Üniversitesi yay., Ankara, 1975.
TOGAN, A.Z.Velidi, Umumî Türk Tarihine Giriş, İsmail Akgün Matbaası,
İstanbul, 1946.
TOPRAKLI, Ramazan, Değişen Coğrafya ve Miryokefalon Savaşı, Semih Ofset,
Ankara, Mayıs 2011.
__________________, Yol ve Tarih, Semih Ofset, Ankara, 2012.
__________________, “Semmânî Sivrisi Zaferi”, I.Uluslararası Selçuklu
Sempozyumu, Kayseri, 23-30 Eylül 2010.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan yay., İstanbul, 1971.
_____________, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Nakışlar Yayınevi,
İstanbul, 1980.
______________, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken Yay.,
İstanbul, 2003.
_____________, “II.Kılıç Arslan”, M.E.B.İ.A., C.6, İstanbul, 1977.
TURAN, Refik, “Göller Yöresi’nde Tarihle Yaşamak”, Göller Bölgesi Tarih ve
Kültür Varlıkları Bilgi Şöleni, Ankara, 2011.
TURAN, Refik, ÇAKIR, Abdulvahit, “Selçuklu Dönemi Türk Tarihi Çerçevesinde
Anadolu’da Savaş ve Tabiat”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Reşat Genç
Özel Sayısı, C.29, S.1, Ankara, 2009.
TURFAN, Kemal, “Myriokephalon Savaşı’nın Yeri Üzerinde Yeni Araştırmalar”,
X.Türk Tarih Kongresi, C.III, TTK Yay., Ankara, 1991.
UMAR, Bilge, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılap yay., İstanbul, 1998.
___________, “Myriokephalon Savaşının Yeri: Çivril Yakınında Kûfi Çayı
Vadisi”, Belleten, C.LIV, S.209, Ankara, 1991.
Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayinâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant
D. Andreasyan, TTK yay., Ankara, 2000.
UZLUK, Feridun Nafiz, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi-III = Histoire des
Seldjoukides d’Asie Mineure, Ankara, 1952.
UZUNÇARŞILI, İ.Hakkı, Osmanlı Tarihi, C.I, TTK Yay., Ankara, 1982.
VASİLİEV, A.A., History of the Byzantine Empire, Madison, 1961.
YAPRAKÇI, H.Hüseyin, Sultandağı Geçidi (Myriokephalon) Savaşı, Isparta
Mühendislik Fakültesi Matbaası, Isparta, 1983.
YILDIZ, H.Dursun, “Anadolu Selçuklu Devleti”, Türk Dünyası El Kitabı, C.I,
T.K.A.E. Yay., Ankara, 1992.
YİNANÇ, M.Halil, “Danişmendliler”, M.E.B.İ.A., C.3, İstanbul, 1977.

189
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————
Ekler

17 Eylül 1176’da Miryokefalon (Myriokephalon) Savaşı


(Kaynak: R.Topraklı; Değişen coğrafya ve Miryokefalon Savaşı)

LOGO

atanertokat@yahoo.com 2

17 Eylül 1176’da Miryokefalon (Myriokephalon) Savaşı


(Kaynak: R.Topraklı; Değişen coğrafya ve Miryokefalon Savaşı)

190
 
 
 
 
II. Kılıç Arslan: Dâhiyâne Strateji Ve Bir Tarihi Coğrafya Keşfi 
—————————————————————————————— 

LOGO

atanertokat@yahoo.com 5

Sarı renk ile gösterilen kısımlar gölün günümüzdeki durumunu; mavi gösterilen
kısımlar ise savaş dönemindeki durumunu ifade etmektedir.
(Kaynak: R.Topraklı; Değişen coğrafya ve Miryokefalon Savaşı)

1176 Yılında Eğirdir ve Hoyran Gölü’nün durumu.


(Kaynak:R.Topraklı;Değişen Coğrafya ve Miryokefalon Savaşı)

191
 
Serhat ALTINKAYNAK 
——————————————————————————————

Eğirdir ve Hoyran Gölleri’nin geçirdiği değişim.


(Kaynak: R.Topraklı; Değişen coğrafya ve Miryokefalon Savaşı)

192
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni


Emre Çağrı GEZEN *

ÖZET
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâplar Tarihi Enstitüsü Tarih
Metodolojisi dersi için hazırlanan bu çalışma, dipnotun eski çağlardan günümüze devam
edegelen değişim süreci ile ilgilidir. Amacı, tarihin geçirdiği aşamalarla dipnotun geçirdiği
süreç arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. “Her iki süreç beraber mi yoksa ayrı mı
evrilmiştir?” sorusu cevaplanacaktır. Konu dipnotun metnin içinde yer alış biçimine göre 3
evre halinde ele alınmıştır. Bunlar; antik çağlardan 19. yüzyıla kadar olan, metin içinde
erimiş olarak bulunduğu 1. evre, 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında metin dışında
ayrıştırılmış olarak bulunduğu 2. evre ve 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında metnin içine
yerleştirilmiş olarak bulunduğu 3. evredir.

Anahtar Kelimeler: Histografya, atıf araçları, Ranke, Türk tarih yazımında anlatı
geleneği

——————————————————————————————
Giriş
Kelime anlamı bakımından dipnot, metin içinde geçen herhangi bir bilgi ile
ilgili olarak sayfa altına, çalışmanın sonuna konulan açıklama veya kaynak bilgisi,
izah demektir.1 Yani, bir konu hakkında daha detaylı bilgi vermek ve kaynak
göstermek için dipnot kullanılır. Dipnot, adından da anlaşıldığı üzere sayfanın
dibinde olabileceği gibi metnin, bölümün veya kitabın sonunda da olabilir. Yazara
serbestçe yorum yapabileceği geniş bir alan sağlayan dipnot, ana konudan ayrı
olarak, farklı konuların da ele alınabileceği bir yer sunar. Yazar bu “sınırsız
meydan”ı metinden ayrı konuları tartışmak için istediği kadar uzatılabilir. Nitekim
bu konuda uç bir örnek vermek gerekirse, 1840 yılında basılan “The History of
Northumberland” adlı eserde, yazar John Hodgson 400 sayfalık kitabının tam 165
sayfasında bir dipnot kullanmıştır. Yazar eserin 1/3’üne yakınını dipnotlara
ayırarak, bu ”sınırsız meydan”ı ulaşabileceği en son sınırlara kadar kullanmıştır.
Yazının geneline bakıldığında konuyu dağıtmadan anlatmaya yarayan ve bu sayede
kısacık bir yerde bahsi geçen konu ile ilgilenenlere fazlasıyla yardımcı olan dipnot,
atıfta bulunmanın dışında bu yönüyle de akademik anlamda araştırmacıya büyük
yarar sağlar.

*Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâplar Tarihi Bölümü, Yüksek lisans öğrencisi
1 TDK,

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.50db4e2a98a6b7.71
016329, 10 Ocak 2013.
   
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni 
——————————————————————————————
Dipnotlar, özellikle tarih disiplininde en sık kullanılan atıf aracıdır.
Araştırmacı gerek birinci el bir kaynağa, belgeye atıfta bulunarak; gerek kendinden
önce çalışılmış bir konuyu ele alarak, ona atıf yaparak eserinde ilerler. Bunları
yaparken de, dipnot kullanımına azami surette dikkat eder. Dipnotun atıf aracı
olmak dışında da vasıfları vardır. Bunlar yorum yapmak, bildirim yapmak, metni
korumak, iz sürmek ve doğrulamak olarak sıralanabilir.2 Görüldüğü üzere,
dipnotların çeşitli fonksiyonları vardır. Bu çalışmada dipnotlar atıf aracı olarak
kullanılması bakımından incelenecektir. Sebebi, dipnotların, en çok bu amaçla
kullanılmasıdır. Arşiv belgeleri ve kaynaklara atıf yapılabilineceği gibi, basılı
eserler ve çalışmalardan da alıntı yapılarak atıfta bulunulabilir.

Mevcut bilgileri sunması kadar o bilgileri üretenlere hakettiği değeri


vermek adına da dipnot kullanılır. Ayrıca bu sayede bilgi hırsızlığı anlamına gelen
intihalden kaçınılmış olunur. Günümüzde akademik alanda sıkça karşılaşılan bu
etik sorun, çözülmesi gereken büyük bir problemdir. Dipnot vererek bilginin
paylaşılması, bu sorunun önüne geçmek adına en uygun yöntemdir.

Aşağıda konu, özette belirtilen 3 evre halinde ele alınacaktır. Bu


evrelerdeki değişmeler ve gelişmeler sonuç kısmında değerlendirilecektir.

1. Evre: Antik Çağlar – 19. Yüzyıla kadar: Dipnot metnin içinde


“erimiş” halde
Dipnotun ilk olarak tarih sahnesine çıkışı 5. yüzyıla kadar uzanır. Hukuki bir
metinde atıf yapmak amacıyla kullanılan bu dipnot, bir profesörün öğrencilerine
verdiği ders notlarında, modern dipnotların atası sayılabilecek nitelikte ortaya
çıkar.3 Sadece kitap ve bölüm adı verilerek değil, aynı zamanda, sayfa sayısına
kadar bilgi verilmiştir. Dipnotların ilk kullanım amacı hukuki konulara atıf yapmak
üzerine olmuş ve bu şekilde ilerlemiştir. Çağlar boyunca bir atıf aracı olarak
kullanılan dipnotlar, Rönesans’a kadar düzenlemeler ve ufak değişikliklerle
gelmiştir. Zamanla geliştirilen bu atıf yöntemi, tarih alanında kullanılan formuna,
Pierre Bayle’in felsefi kitabında kullanılan şekli ile kavuşur. Modern zamanlardaki
halinin ilk örneği sayabileceğimiz dipnotlar bu yazarın Tarihsel ve Eleştirel Sözlük
adlı eserinde biyografilerden yaptığı alıntılarda görülür. Bu eseri takiben, J. F.

2 Acun, Fatma, “CIEPO Uluslararası Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Tarihi Araştırmaları 6. Ara Dönem
Sempozyum Bildirileri, Osmanlı Tarihi Araştırmalarında Dipnotlar, (Uşak: Uşak Üniversitesi, 14-17
Nisan 2011), s. 61-62
3 Grafton, Anthony, The Footnotes, A Curious History, Harward University Press: Cambridge,

Massachusetts, 1999, s. 30 - 31

194
 
 
 
 
 
 
Emre Çağrı GEZEN 
—————————————————————————————— 
Budeus’un Yahudi Felsefesinin Tarihi (1702) ve C. Thomasius ‘un Vom Laster der
Zauberei, Über die Hexenprozesse (1712) adlı eserleri de dipnot örnekleri içerir.4

Eskiçağ tarihçileri, tarihin ilerleyişini kavrayamamış, bütün her şeyin


sonsuz şimdiki zamanda gerçekleştiğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle Eskiçağ
tarihçiliği, ahlaki felsefeyi insana kazandırmak amacıyla hitabet şeklinde var
olmuştur. Ayrıca, bu dönem tarih anlayışında delil gösterme ve ispat etme endişesi
neredeyse yoktur. Başkasına atıf yapmaksa en alt düzeydedir. Ortaçağ tarih anlayışı
bu yolda devam etmiştir. Buna ilave olarak, bu dönemde kilisenin din görevlileri
yıllıklar tutmuşlar ve olayları kronolojik olarak kayıt altına almışlardır. Tarih
yazıcılığı bakımından pek verimli geçmeyen bu dönem, Rönesans’ta da devam
etmiş, bu dönem tarihçileri, tarih felsefesine pek ilgi duymamışlardır. Fakat
Reformasyon dönemi, tarih için bir kırılma noktası olmuştur. Mezhepler arası
çekişmelerde tarih sürekli destek bulmak amacıyla başvurulan bir alan haline
gelmiştir. 18. yüzyıl Aydınlanma Dönemi, Avrupa’da bilimsel alanda çalışmaların
hızlandığı ve yayıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönem aydınları ise fikirleriyle
tarihe yeni bir yön katmışlardır. Bu kişiler gerçeğe deneysel bir bakışla bakılmak
gerektiğine inanmış ve bu bakış açısı tarih yazıcılığı için uygun bir yol olarak
benimsemiştir.5

Reformasyon ve Aydınlanma Çağı, bilimsel çalışmaların ve araştırmaların


hızla yükseldiği bir dönem olduğu gibi, bilimsel metotlar da gelişmiştir. Çeşitli
felsefi ve eleştirel çalışmalarda kullanılan dipnotlar, bu dönemde kendine daha
fazla yer bulmuştur. Yazarların kendilerini çeşitli saldırılara karşı savunma isteği
de bu dönemde dipnotun yaygınlaşmasında etkili olur. Aydınlanma ile birlikte
artan bilimsel çalışmalar, bunları saklama konusunda da çalışmalar yapılması
ihtiyacını ortaya çıkarır. Çalışmalar sınıflandırıldıkça, bu çalışmalara yapılan atıflar
da kolaylaşır. Yazarlar eski yöntemleri, dönemin şartlarına göre yeniden
yapılandırır. Dipnot vermek, eskisinden daha kolay ve sistematik olur. Bu dönemin
dipnotları metin içinde erimiş haldedir. Yani yazar, eserinde bahsettiği fikir ya da
bilginin kaynağını metnin içinde zikreder. Yaptığı atıf için, ayrı bir parantez açmaz.
Alıntıları, alıntı yaptığı kaynakla birlikte metnin içinde anlatır.

Türk-İslam dünyasında tarihin serüveni Avrupa’dan farklı bir yol izler.


İslami düşünce hayatında tarih yazımının hadis ilminin ortaya çıkışıyla başladığı
kabul edilir. Çünkü tenkit geleneği, Hz. Muhammed (A.S.)’e atfedilen hadislerin
doğruluğunu tespit etmek amacıyla hadis ilminde kullanılmıştır. Güvenilir hadisin

4 Acun, a.g.m. s. 64
5 Acun, Fatma, Yakin Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları: Ankara, 2008,
s.13

195
   
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni 
——————————————————————————————
başlıca beş şartı vardır ve hadislerin bu şartları karşılaması gerekmektedir.6 Bu
sebeple, İslam dünyasında eleştirel bakış açısı oluşur.

İslam bilginleri arasında tarihe bir anlam katan ve bir teoriye dayandıran
ilk düşünür İbn-i Haldun (1332-1406) olmuştur. İslamî tarih anlayışında önemli
teoriler ortaya atmış ve bu teoriler Osmanlı tarihçilerini de etkilemiştir.7
Eserlerinde atıflarda bulunan İbn-i Haldun, bunların kaynağını yazarın ya da eserin
adını metinde zikrederek belirtir. Mukaddime (1375) adlı eserinde, Musa
peygamberin Yakup (diğer adıyla İsrail) peygambere uzanan soyu hakkında bilgi
verirken bunu “Tevrat’ta böyle anlatılıyor.” diyerek Tevrat’tan alıntılar. Yine,
Musa peygamber ile Yakup peygamberin yaşadıkları yıllar arasında geçen süreden
bahsederken Arap tarihçi El-Mesûdî’nin “Murûc ez-Zeheb ve Ma'âdin el-Cevâhir”
(947) adlı eserine “Mesudî’nin anlattığına göre …” diye El-Mesûdî’nin ismini
zikrederek alıntı yapar.8

Osmanlı tarih yazımına bakacak olursak, 18. yüzyıla kadar “büyük anlatı”
geleneğinin hâkim olduğunu görürüz. Büyük anlatıda, Osmanlı tarihçileri Osmanlı
Devleti’ni büyük İslam tarihinin bir devamı olarak görmüş ve onu dünya tarihi ile
İslam tarihinin içine dâhil etmişlerdir. Osmanlı tarih yazımı, gelenek olarak dünya
tarihi, İslam tarihi ve Türk tarihi çizgisini takip eder. Âşık Paşazade, Osmanlı
tarihini anlattığı “Tevârîh-i Âl-i Osman” adlı eserinde, Osmanlı hanedanının soy
ağacını Sultan II Bayezit’ten başlatarak Nuh peygamber’e kadar ulaştırır.9 19.
Yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığına Avrupa etkisi girene kadar böyle devam
etmiştir.

Büyük anlatıda, dipnotlara yer verilmediği için Osmanlı tarih yazıcılığına


modern manada dipnotlar ancak 19. Yüzyılın son çeyreğinde kendilerine yer
bulmuşlardır. O tarihe kadar, büyük anlatı geleneğinde nesilden nesile aktarılan ve
neredeyse hiç değişmeyen anlatılar bulunur. Örnek vermek gerekirse, Âşık
Paşazade, 1402 Ankara Savaşı’ndan bahsederken, bunu savaşta bulunan birinden
dinleyerek yazar ve bu kişinin ismini vermez.10 Süleyman Paşa 1876’da Tarih-i
Âlem’i yazarken, 15. yüzyılda Âşık Paşazade’yle başlayan ve o günden bu yana
söylenen Türklerin Anadolu’ya geçiş hikâyesinden bahseder ve bunun için dipnot

6 Talat Koçyiğit, Hadîs Usulü http://www.diyanet.gov.tr/turkish/hadis/hadis_usulu.aspx . 2012.


7 Acun, a.g.e. , s.15-16
8 İbn-i Haldun, Mukaddime I, Çev: Turan Dursun, Ankara: İlkyaz Basımevi, 1977, s.76-77
9 Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Haz. Hüseyin Nihal Atsız, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2011, s.14-15
10 Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s.8

196
 
 
 
 
 
 
Emre Çağrı GEZEN 
—————————————————————————————— 
vermeye ihtiyaç duymaz.11 Yapılan atıflar da, İbn-i Haldun örneğinde olduğu gibi,
yazar adı ya da eserin adı metin içinde anılarak yapılır.

Tarihsel sürecin ilerleyişi, tarihe bakış açısının değişimine de yol açar.


Ortaçağda sadece kiliselerde alınan kayıtlara göre belirlenen tarih, reformasyon
döneminde fikirleri desteklemek amacıyla müracaat edilen bir alan haline gelmiştir.
Bu yönü sebebiyle 19. yüzyıla gelindiğinde, tarihin sistematize olması gerektiği
düşünülür ve tarih ve tarih yazımı için yeni bir evre başlar.

2. Evre:19. Yüzyıl – 20. Yüzyıl: Dipnot metnin dışında “ayrıştırılmış”


halde
Toplumsal alandaki hızlı değişimler ve bilimdeki ilerlemeler, 19. yüzyılın
ve takip eden yüzyılların seyrini değiştirmiştir. Avrupa’nın batısında meydana
gelen Fransız İhtilali ve yeni kıtada ortaya çıkan ABD’deki düşünce adamlarının
yaydığı fikirlerin etkisi hızla yayılmış, dünyanın adeta seyrini değiştirmiştir. Tarih
de, bu değişimden nasibini almış ve ayrı bir akademik disiplin olarak ortaya
çıkmıştır. Modern tarihçiliğin klasik eserleri bu zamanda ortaya çıkmış, geçmiş
daha organize bir şekilde incelenmeye başlanmıştır. Tarihte eleştirel metodun
kullanılması, çeşitli kurumların kurulması, tarih araştırma enstitülerinin kurulması,
tarihle ilgili dergilerin yayınlanması 193 yüzyılın ürünüdür. Tarih yazımının
sistematikleşmesi yönünde atılan adımlar, tarih bilincinin ortaya çıkmasına zemin
hazırlamıştır. Bu yönleriyle 19. yüzyıl tarih için adeta bir altın çağ olmuştur.12

Bu alanda atılan en büyük adım şüphesiz Alman tarihçi Leopold von


Ranke (1795-1886) tarafından atılmıştır. Ranke, tarihin bir anlamı olduğunu ve bu
anlamın tarihi belgelerin tasnifi, düzenlenmesi ve ehil kişiler tarafından ayrıntılı bir
şekilde incelenmesinin sonucu ortaya çıkacağına inanmış ve çalışmalarını bu
minvalde sürdürmüştür. Ona göre tarihçi, olgular hususunda yorum yapmamalı,
belgeler kendi ışığıyla gerçekleri göstermeliydi. Objektif tarih bu bakış açısının
üzerine kurulur. Yani, doğru belge ve olgular düzgün kronoloji ile dizildiği vakit
mutlak hakikat kendiliğinden ortaya çıkacaktır düşüncesi savunulur. Böylece, tarih
yazım metodu da bu yönde ilerler.

Ranke, tarihi olguları incelerken yeni araştırma yöntemleri icat eder.


Tarihsel olguyu bir bütün olarak ele aldıktan sonra, hakikati destekleyecek belge ve
kaynakları derler. Bu noktada dipnotlar, atıfta bulunmaktan ziyade ispat amacıyla
kullanılan bir yöntem olmuştur. Konuya ilişkin belge ve kaynaklar, dipnotlar

11 Acun, a.g.m., s.66


12 Acun, a.g.e. , s. 13

197
   
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni 
——————————————————————————————
vasıtasıyla okuyucuya gösterilir. Bu evrede dipnotlar metnin altında ve ayrıştırılmış
halde bulunur. Diğer bir ifadeyle, konunun dışında, metine destek olacak şekilde
ama ayrı bir yerde bulunur. Ranke, kendi fikir ve düşüncesi sebebiyle pek sık
dipnot kullanmasa da, onun ortaya attığı objektif/bilimsel tarihçiliğin ihtiyacını,
metin altında verilen atıfla ve belgelerle dipnotlar karşılamıştır. Bu halde bile,
dipnot kullanımının tam anlamıyla kabul gördüğünü ve yaygınlaştığını
söyleyemeyiz.

19. yüzyıl yazarları dipnot kullanımı konusunda zaman zaman standardı


tutturamazlar. Bu yazarlar dipnotu, belli bir konu hakkında yorum yapmak ya da
bir yere atıfta bulunmak yerine belli bir cemiyete ait olduğunu göstermek adına
dipnot kullanmışlardır. Yazdıklarının sağlam dayanaklar üzerinde olduğuna
inandırmak için birçok kere özensizce alıntılar seçilmiş ve dipnotlar da bolca
kullanılmıştır. Bu durum Ranke’nin dipnot konusundaki gönülsüz tavrını bir nebze
mazur gösterebilir. Fakat dipnot konusundaki genel hoşnutsuzluğunun tek sebebi
bu olamazdı. Ranke, bütün okuduğu kaynakları ve belgeleri bütün bir eser haline
getiriyor, onları büyük resmin anlatımında kullanıyordu. Bütün bu işlemler
bittikten sonra deliller, notlar, kitaplar araştırıp dipnota koymaya başlardı.
Meydana getirdiği eserlerin ağırlığının dipnotlar üzerinden incelenemeyeceğini
anlatmak üzere söylediği sözler, niyetini göz önüne sermektedir. Ranke bir dipnotta
“Alıntılıyorum” der, “bulmak isteyenler için, bulmamak için bakanlar için değil.
Aklıma gelmişken, bu kitap, birinin bir fincan kahveyi içerken, alıntıladığım
yayınlardan sadece birisiyle inceleyebileceği türden bir kitap değildir.”13

19. yüzyılda Türk Tarihçiliği yönünden bir değişim söz konusudur.


Tanzimat Fermanı’nın ilanı (1839) ile yüzünü Batıya çeviren Osmanlı aydınları,
her alanda olduğu gibi tarih yazıcılığında da Batının eserlerini incelemeye koyulur.
Bu durum, tarih yazıcılığında değişimlere yol açar. Avrupa dillerinin öğrenilmesi,
okuryazar oranının artması ve matbaanın gelişi ile insanların okuma merakı artar,
farklı türden tarih eserlerine ilgi başlar. Bu dönemde Osmanlı ülkesine giren
milliyetçilik kavramı, yeni bir tarih anlayışına yol açar. Artık “Türkiye” ve “Türk”
kavramları daha çok bahsedilir. Bunun sonucunda, Türk tarihini, dünya ve İslam
tarihinden ayrı tutarak, kaynağı Orta Asya olan bir Türk tarihi anlatısı doğar. Bu
anlatı, “büyük anlatı” geleneğine nazaran sınırları daha daraltılmıştır fakat üslup
aynıdır. Bu yüzden “orta anlatı” terimiyle ifade etmek daha doğru görünmektedir.14
Burada dipnota, büyük anlatıya nazaran daha fazla ihtiyaç duyulur.

13 Acun, a.g.m. , s. 65-66


14 Acun, a.g.m., s. 68

198
 
 
 
 
 
 
Emre Çağrı GEZEN 
—————————————————————————————— 
19.yüzyılın tarih kitaplarından Tarih-i Cevdet, 1854-1885 yılları arasında
Cevdet Paşa tarafından kaleme alınmıştır. Bu eserde dipnota rastlanmaz fakat
Cevdet Paşa, yararlandığı kaynakları “Tarih-i Cevdet’in Mehazları” başlığı altında
sıralar. Osmanlı tarih araştırmalarında, bilinen modern manada ilk dipnot ise
Mustafa Celaleddin Paşa tarafından Les Turcs, anciens et moderne (1869) adlı
eserinde kullanılmıştır. Mustafa Celaleddin Paşa bu eserinde modern dipnotu
kullandığı gibi, bu dipnotların bir kısmı açıklama amacıyla kullanılmıştır.15

Bu anlatının cumhuriyet dönemindeki önde gelen temsilcileri olan Fuat


Köprülü ve Halil İnalcık, eserlerinde anlatıyı orta ölçekte tutarlar fakat gelenek
hala aynıdır. İlk eserlerinde dipnota az yer verirler. Alıntıları da sadece isim
zikrederek yaparlar, eserden bahsetmezler. Kullanılan dipnotlar ise atıf yapmak
amaçlı kullanılmıştır. Yorum, tartışma ve açıklamalar metin içerisinde
yapılmaktadır. Bu dönemin bir diğer temsilcisi olan İsmail Hakki Uzunçarşılı,
dipnotu atıf ve açıklama yapmak amacıyla kullanmıştır. Ömer Lütfü Barkan, yoğun
belge kullandığı için fazla atıfta bulunmaz. Belgelere yaptığı atıflarda çoğu kez
belgenin adı ile saklandığı yer ve numarasıyla belirtir, sayfa sayısı vermez ve bunu
metnin içerisinde yapar. Mustafa Akdağ ise dipnotu, bahsi geçen tarihçiler arasında
en sık ve en çok yönlü kullanan tarihçidir. Dipnotu alıntı yapma, tartışma, bilgi
verme amaçlı kullanmıştır.16

Tarihin bir disiplin haline gelmesi noktasında büyük katkı sağlanmış,


modern tarihçilere tarih yazımı ve araştırma metotları konusunda bir yol
gösterilmiş olsa da ortaya atılan objektif/bilimsel tarih görüşü 20. yüzyılda etkisini
yitirir ve yerini göreli tarihe bırakır. Bu değişimin etkisi, doğal olarak dipnotun
kullanım şekline de yansır. Dipnotlar artık daha fazla kullanılacağı için, pratik
kullanıma uygun olarak, parantez içerisinde yazar adı verilerek metnin içinde
“yerleştirilmiş” olarak kullanılır.

3. Evre:20. Yüzyıl – 21. Yüzyıl: Dipnot metin içine “yerleştirilmiş”


halde
Ranke’nin öğretisi, olgulara büyük anlamlar yüklemiş, başlı başına sadece
olgulara bakarak hakikatin bulunabileceği savını ortaya atarak adeta onları
kutsallaştırmıştır. Onun bu görüşü, Amerika’da yükselen pragmatik düşünce
tarafından yoğun eleştirilere maruz kalır. Bu eleştiriler ve ortaya atılan onca tezin
sonucunda göreli tarih kavramı meydana gelir. Buna göre, bir tarihçinin bütün
olgulara hâkim olması mümkün değildir. Zira bir olaya birden fazla olgunun etki

15 Acun, a.g.m. , s. 67
16 Acun, a.g.m. , s. 68-69

199
   
 
 
 
 
 
Tarih Yazımında Dipnotun Serüveni 
——————————————————————————————
etmesi kuvvetle muhtemeldir ve geçmişte meydana gelen bir olayın tüm olgularını
bulmak, neredeyse imkânsızdır. Üstelik bulunsa bile, amaçlanan anlamı, yani
hakikati ortaya çıkarmama ihtimali de vardır. Bunun üzerine tarihçiler, belge ve
olguları kendi düşüncelerine göre seçip düzenlemeli ve bu yolla hakikate ulaşmaya
çalışmalılardır. Çünkü belge ve kaynağın kendisi gibi, tarihçi de, tarihin ayrılmaz
bir parçasıydı ve mutlaka onun da etkisi olmalıydı. Bunun kaçınılmaz bir neticesi
olarak, 19. yüzyılın tek hakikatli döneminden 20. yüzyılın tarihçiden tarihçiye
değişen göreli hakikatlerine doğru bir geçiş yaşanmıştır.17

Tarihçinin çalışma alanı bu görüş temelinde daha da genişlemiş, konusu


insan olan geçmiş her şey tarihin inceleme alanına girmiştir. Sadece siyasi tarih
çalışılan 19. yüzyıldan sonra bu yüzyıl, tarihçi için geniş bir alan açmıştır. Bunun
akabinde dipnot kullanımı bir önceki yüzyıla göre daha da yaygınlaşır. Çünkü tarih
araştırmacısı eserinde gerekli kaynaklara atıf yapmak ihtiyacı hisseder. Anlatı
küçülmüştür ve artık daha fazla atıflarla desteklenmesi gerekir. Bu durum, haliyle
dipnot kullanımında daha pratik yollara gidilmesine yol açar. Bu sebepten
dipnotlarda küçülmeye gidilir. 19. yüzyılda ayrıştırılmış olan dipnotlar, bu yüzyılda
metnin içine özenle yerleştirilmiştir. Parantez içerisinde belli bir kalıpta verilen
dipnotlar, atıf işini kolaylaştıracak, hem okuyucuyu hem de yazarı rahatsız
etmeyecektir. Bunların dışında bahsi geçen noktayı açıklamak, gerekirse daha
detaylı bilgilerle okuyucuya yol gösterip yardımcı olmak adına yapılan tartışmalar
metin içinde yapılmaya başlanır. Fakat yer sıkıntısı ve konudan sapma tehlikesi ile
karşı karşıya gelinir.

Türk tarihi bakımından ele alındığında ise, dönemin tarih anlayışı Türk
tarihçilerin çalışmalarına işlemiştir. 1970 sonrasında yazan Cumhuriyetin ikinci
kuşak tarihçileri, ilk yıllardaki “orta anlatı” geleneğinden “küçük anlatı” anlayışına
geçiş yapmıştır. Bu durum sebebiyle en fazla dipnot kullanımı bu anlatıyla
başlamış, en fazla tarihçi de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Artık, sınırlar daha
daralır ve çalışmalar daha küçük mahalleri kapsar. Dipnot kullanımı artık modern
bir standarda bürünmüştür.

Değerlendirme
Tarihin, Eskiçağ ile 19.yüzyıl arasında geçirdiği süreçte dipnot, büyük
anlatı geleneğine bağlı olarak atıf amacıyla kullanılmıştır. Rönesans, Reformasyon,
Aydınlanma Çağı gibi evrelerde tarihe biçilen misyon ve anlam değişirken, dipnota
da yüklenen fonksiyonlar değişir. Tarihin 19. yüzyılda sistemleştirilmesiyle ortaya
atılan objektif/bilimsel tarih görüşü, dipnot kullanım şeklinde de dönüşüme yol

17 Acun, a.g.e. , s.7-8

200
 
 
 
 
 
 
Emre Çağrı GEZEN 
—————————————————————————————— 
açar. 20. yüzyılın göreli tarih anlayışı, anlatıyı küçülttüğünden, dipnot kullanımına
daha çok ihtiyaç duyulur ve bu da dipnotun pratik kullanımına sebep olur.

Tarihin evrimi, dolaylı yollardan dipnotun kullanımı ve şeklini etkilemiştir.


Yani her iki kavram, tarih ve dipnot, birbirini etkileyerek, birlikte evrilmişlerdir.
Tarih, günümüzün göreli tarih anlayışı sonucunda dipnota ihtiyaç duyuyor. Dipnot
ise bugünkü şeklini tarihin bu anlayışına borçludur. Her iki kavram da birbiri ile
yakın bir ilişki içerisindedir ve tarihin en başından beri bu ilişki süregelmektedir.

Kaynakça

ACUN, Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi


Yayınları: Ankara, 2008
ACUN, Fatma, “CIEPO Uluslararası Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Tarihi
Araştırmaları 6. Ara Dönem Sempozyum Bildirileri, Osmanlı Tarihi
Araştırmalarında Dipnotlar, (Uşak: Uşak Üniversitesi, 14-17 Nisan 2011),
ss. 61-70.
Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Haz. Hüseyin Nihal Atsız, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2011
GRAFTON, Anthony, The Footnotes, A Curious History, Harward University
Press: Cambridge, Massachusetts, 1999
İbn-i Haldun, Mukaddime I, Çev: Turan Dursun, Ankara: İlkyaz Basımevi, 1977
KOÇYİĞİT, Talat, Hadîs Usulü,
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/hadis/hadis_usulu.aspx . 2012.
TDK (Türk Dil Kurumu) Internet Sözlüğü,
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=
gts&guid=TDK.GTS.50db4e2a98a6b7.71016329

201
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman:


Halide Edip Adıvar

Duygu YAŞAR 
Atike AYSOY 

ÖZET
Osmanlı Devleti, XIX. yüzyıldan itibaren iç ve dış faktörlerin etkisiyle siyâsi,
iktisâdi, ictimâi, sosyal, kültürel yönden bazı olumsuz durumlar ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu durum devlet açısından içerde ve dışarıda siyâsi, sosyal ve iktisâdi bunalımlara neden
olmuştur. XX. yüzyılın başında Balkan Savaşlarıyla birlikte devlet büyük toprak
kayıplarına uğramış ve bunu takip eden yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi
Osmanlı Devleti’nin fiilen sonunu hazırlamıştır. 1918 yılında İtilaf Devletleriyle yapılan
antlaşma muvacehesince Osmanlı Devleti parçalanmış bunun akabinde Türk Toplumu
Kurtuluş Savaşında mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Kurtuluş Savaşında büyük mücadele veren Türk Toplumunun değişik kesimleri bu


savaşta büyük katkılarda bulunmuştur. Bunlar arasında belki de en önemlisi bir aydın kadın
kahraman olarak Halide Edip Adıvar’ın önemli bir yeri vardır. Halide Edip Adıvar,
Kurtuluş Savaşında hem silahlı olarak mücadele etmiş hem de bir aydın olarak kalemiyle
bu savaşa büyük katkı sağlamıştır. Kurtuluş Savaşında bu savaşın baş kahramanı Mustafa
Kemal Atatürk ile olan ilişkileri büyük önem arz etmektedir. Halide Edip Adıvar’ın çok iyi
derece İngilizce bilmesi bu savaş esnasındaki tercümelerin bu yazar tarafından yapılması
savaşa ayrı bir anlam kazandırmıştır. Ayrıca, Türk Toplumunu bu savaş konusunda
bilinçlendirilmesi ve mücadele ruhunun tekrar ortaya çıkarılması noktasında Halide Edip’in
mitingler düzenlemesi ve bu mitinglerde konuşma yapması bu mücadeleye ayrı bir
ehemmiyet kazandırır.

Netice itibariyle bu bildiride Halide Edip Adıvar’ın hem askeri anlamda hem de
aydın bir yazar olarak Kurtuluş Savaşına ne tür katkılar verdiği irdelenecektir. Ayrıca,
Halide Edip Adıvar’ın bir kadın kahraman olarak Kurtuluş Savaşındaki rolü
değerlendirilecektir. Böylece, bu bildiri ile bilim dünyasına bir katkı sağlanması
amaçlanmaktadır.

——————————————————————————————

 Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü IV. Sınıf öğrencisi,
[duygu_9157@hotmail.com]
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü IV. Sınıf

Öğrencisi, [atik_e03@hotmail.com]
 
 
 
 
Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman: Halide Edip Adıvar 
—————————————————————————————— 
Hayatı
Halide Edip Adıvar 1884 yılında Beşiktaş, İstanbul'da doğdu. Annesini
küçük yaşta veremden kaybetti. Evde özel dersler alarak ilköğrenimini tamamladı.
Halide Edip’in çocukluğu ve yetişme yılları Osmanlı Devleti’nin yıkılış döneminde
geçmiştir1.Yedi yaşında iken yaşını büyüterek girdiği Üsküdar Amerikan
Lisesi’nden kısa bir süre sonra padişahın “Hıristiyan okullarında Müslüman
öğrencilerin okuyamayacağı” emri ile alınmış ve evde özel ders görmeye
başlamıştır. Kolejde İngilizce ve Fransızca öğrenmiş, aynı yıl yeniden Üsküdar
Amerikan Koleji’ne kaydolmuştur. Bu okulda aldığı eğitimin yaşamında büyük
etkisi olmuştur. 1901 yılında mezun olduğu bu okulun ilk kız öğrenciler
arasındaydı. Halide Edip, kolejin son sınıfında iken matematik öğretmeni
olan Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl evlendi.1903 yılında ilk oğlu
Ayetullah, bundan on altı ay sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo
dünyaya geldi2.

Meşrutiyetin ikinci kez ilan edildiği 1908 yılı Halide Edip’in hayatında bir
dönüm noktası oldu. 1908'de gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya
başladı. İlk yazısı Hüseyin Cahit'in çıkardığı Tanin'de yayımlandı. Başlangıçta,
eşinin isminden ötürü yazılarında Halide Salih imzasını kullandı. Yazıları, Osmanlı
içerisindeki muhafazakâr çevrelerin tepkisini çekti. 31 Mart Ayaklanması sırasında
öldürülme endişesiyle kısa süre için iki oğluyla Mısır'a gitti. Oradan İngiltere’ye
giderek kadın hakları konusundaki yazıları nedeniyle kendisini tanıyan İngiliz
gazeteci Isabelle Fry’ın evinde konuk oldu. İngiltere’ye gidişi o dönemde kadın-
erkek eşitliği konusunda sürüp giden tartışmalara tanık olmasına, Bertrand
Russell gibi fikir adamlarıyla tanışmasına vesile oldu3.

1909'da İstanbul'a geri döndü; siyasi içerikli yazılarının yanı sıra edebî
yazılar da yayımlamaya başladı. Heyyula ve Raik'in Annesi adlı romanları basıldı.
Bu arada Kız Öğretmen okullarında öğretmenlik ile vakıf okullarında müfettişlik
görevlerinde bulundu. İleride yazacağı Sinekli Bakkal adlı ünlü romanı, bu görevler
gereği İstanbul’un eski ve arka mahallelerini tanıması sayesinde ortaya çıkmıştı.

Halide Edip, eşi Salih Zeki'nin evlilik dışı ilişkilerine, çocukları yüzünden
ve belki de Salih Zeki'ye karşı sevgisi yüzünden katlanmaya çalışır. Salih Zeki'nin
ikinci bir eş alacağını ilan etmesi, bardağı taşıran son damla olur. Halide Edip uzun

1 İnci Enginün, Halide Edip Adıvar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989, s.1.
2 Nazan Bekiroğlu, Halide Edip Adıvar, Şule Yayınları, İstanbul 1999, s.21.
3 Beyhan Uygun Aytemiz, Halide Edib-Adıvar ve Feminist Yazın, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Edebiyatı Bölümü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Haziran
2011, s.3.

203
   
 
 
 
 
 
Duygu YAŞAR & Atike AYSOY 
—————————————————————————————— 
uğraşlardan sonra, boşanmayı aklına bile getirmeyen Salih Zeki'nin kendisinden
boşanmasını sağlar4. Boşandıktan sonra ise; buhran dolu bir dönem geçirir. Artık
yazılarında Halide Salih yerine Halide Edip adını kullanmaya başladı. Aynı yıl
Seviyye Talip romanını yayımladı. Bu roman, bir kadının kocasını terk ederek
sevdiği erkekle yaşayışını anlatır ve feminist bir eser olarak değerlendirilir.
Basıldığı dönemde birçok eleştiriye maruz kalmıştır. Halide Edip, 1911 yılında
ikinci kez İngiltere'ye gitti, kısa bir süre kaldı. Yurda döndüğünde 1912 yılında
Balkan Savaşı başlamıştı5.

Halide Edip Adıvar yazdığı eserlerinde ve yaptığı konferanslarda II. Meşrutiyet


sonrası dönemi, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı yılları ve 1918’den sonra başlatılan
Milli Mücadele, Sakarya Savaşı ile Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
hakkında bilgi verir6.

Balkan Savaşı Yılları


Halide Edip Adıvar üzerinde önce Trablusgarp ve daha sonra Balkan
Savaşı uyarıcı bir tesir yapar. Balkan savaşı Halide Edip’e batının insaniyetçiliği
hakkında ömrü boyunca muhafaza edeceği bir kanaat kazandırır. Balkan savaşında
Müslüman Türklere karşı girişilen katliama batı sessiz kalmıştır. Halide Edip bu
tecrübelerinden Turkey Faces West (Türkiye Batıya Bakıyor) adlı eserinde geniş
olarak söz eder ve batılı kaynaklardan aldığı raporları zikreder. Halide Edip
batılıların Türklere karşı kullandıkları çifte standartları gördükçe onları daha
yakından tanır ve onlara karşı beslediği hayranlık azalır7.

Balkan Savaşı yıllarında kadınlar toplum yaşamında daha aktif rol almaya
başlamışlardı. Türk kadını, ülke işgal altındayken vatanın kurtuluşu için canla başla
çalışmıştır. Uğranılan yenilgiler de kadınları ümitsizliğe düşürmemiştir8. Halide
Edip de bu yıllarda Teâli-i Nisvân Cemiyeti’nin (Kadınları Yükseltme Derneği)
kurucuları arasında yer aldı ve yardım işlerinde çalıştı. Öğretmenlik mesleğinin
içinde olduğundan eğitim ile ilgili bir kitap yazmaya yöneldi ve Amerikalı düşünür
ve eğitimci Herman Harrell Horne'un The Psychological Principle of Education
(Eğitimin Psikolojik Temeli) adlı eserinden yararlanarak Talim ve Edebiyat adlı

4 Hülya Adak, “Otobiyografik Benliğin Çok-Karakterliliği: Halide Edibin İlk Romanlarında


Toplumsal Cinsiyet”, s.161-162 http://research.sabanciuniv.edu/5302/1/Hulya_Adak.pdf.06.04.13.
5 Nazan Bekiroğlu, a.g.e, s.25.
6 Bülent Yorulmaz, “Hint Basınında Halide Edip Adıvar”, Türklük Araştırmaları Dergisi, Marmara

Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sayı:4, İstanbul 1989, s.180.


7 İnci Enginün, a.g.e, s.11.
8 Kelime Erdal, “Halide Edip’in Bakış Açısıyla Kadının Çalışma Hayatı”, Gaziantep Üniversitesi

Sosyal Bilimler Dergisi, C.7, Sayı:1, Gaziantep 2008, s.119.

204
 
 
 
 
Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman: Halide Edip Adıvar 
—————————————————————————————— 
kitabı yazdı9. Aynı dönemde Ocağı içinde Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet
Ağaoğlu, Hamdullah Suphi gibi yazarlarla tanıştı. Bu kişilerle dostluğu sonucu
Turancılık fikrini benimseyen Halide Edip, bu düşüncenin etkisiyle Yeni Turan adlı
eserini yazdı. 1911'de Harap Mabetler ve Handan isimli romanları yayımlandı10.

I. Dünya Savaşı Yılları


Balkan Savaşları 1913’te sona ermişti. Öğretmenlikten istifa eden Halide
Edip, Kız Mektepleri Umumi Müfettişliği görevine getirildi. I. Dünya
Savaşı başladığında bu görevdeydi. 1916'da Cemal Paşa'nın daveti üzerine okul
açmak üzere Lübnan ve Suriye'ye gitti. Aynı yıl bir aşk romanı olan Son Eseri adlı
kitabı basıldı. Arap eyaletlerinde iki kız okulu ve bir yetimhane açtı. Orada
bulunduğu sırada babasına verdiği vekâlet ile Bursa’da, aile doktorları Adnan
Adıvar ile nikâhları kıyıldı. Türk ordularının Lübnan ve Suriye'yi boşaltması
üzerine 4 Mart 1918’de İstanbul'a döndü. Yazar, hayatının buraya kadar olan
bölümünü Mor Salkımlı Ev adlı kitabında anlatmıştır.

Milli Mücadele Yılları ve ABD Mandası Tezi


Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti için hüsranla noktalanmış,
İmparatorluk parçalanmıştı. İmparatorluğun her bir bölgesi işgalci güçler
tarafından paylaşılmaya başlanmıştı. Bunun sonucu olarak Osmanlının asli vatanını
oluşturan Türkiye toprakları da işgale uğruyordu. İmparatorluğun başkentinde artık
işgal güçlerinin askerleri dolaşıyor, yerli halk esir, yabancı işgalciler ise; hâkim güç
oluyordu. Resmi tarih kitaplarında sadece “İstanbul işgal edildi” diye geçen
satırlar, hiçbir zaman, işgalin içindeki bir şehrin acısını tarif etmeye yetmez.

Halide Edip, İstanbul’a döndükten sonra Darülfünun’da Batı edebiyatı


okutmaya başladı. İzmir'in işgalinden sonra “Millî Mücadele” en önemli işi haline
geldi. Türk Ocakları’nda çalıştı. “Karakol” adlı gizli örgüte girerek Anadolu’ya
silah kaçırma işinde rol aldı. Vakit Gazetesi'nin sürekli yazarı, M. Zekeriya ve
eşi Sabiha Hanım'ın çıkarttıkları Mecmuanın başyazarı oldu.

Milli Mücadele taraftarı aydınların bir kısmı işgalcilere karşı ABD ile
işbirliği yapma düşüncesiydi, Halide Edip bu düşüncedeki Refik Halit, Ahmet
Emin, Yunus Nadi gibi aydınlarla 14 Ocak 1919'da Wilson Prensipleri
Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Halide Hanım, milli mücadelenin

9Halide Edip Adıvar, “Mor Salkımlı Ev”, http://www.edebiyatekibi.com/index.php?option=com_

content&task=view&id=
123&Itemid=29.07.04.2013.
10Tuncay Yılmazer, “Bir Milliyetçinin Otobiyografisi-Mor Salkımlı Ev”, www.derindusunce.org, 08

Eylül 2008.

205
   
 
 
 
 
 
Duygu YAŞAR & Atike AYSOY 
—————————————————————————————— 
önderi Mustafa Kemal'e yazdığı bir mektupla ABD mandası tezini açıkladı. Ancak
bu tez temmuz ayında Mustafa Kemal önderliğindeki Erzurum Kongresi'nde uzun
uzun tartışılacak ve reddedilecektir. Yıllar sonra Mustafa Kemal'in Nutuk adlı
eserinde tam metnine yer vereceği mektubu yüzünden Halide Edip, "mandacı"
olarak suçlanmış, hatta "hain" olarak değerlendirilmiştir.

Yıllar sonra Halide Edip Türkiye'ye geri döndüğünde verdiği bir


röportajında Milli Mücadele için , "Mustafa Kemal Paşa haklıymış !" demiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında kadın Millî Mücadele’ye erkek kadar hizmet


etmiş, en zor şartlara katlanmış, cephede erkekle omuz omuza düşmana karşı
savaşmış, zaman zaman düşmana esir düşüp işkenceye maruz kalmış ama her şeye
rağmen mücadelesine sonuna kadar devam etmiştir11. Kurtuluş Savaşı esnasında
her kesimden kadın bu mücadeleye katılırken aydın bir kadın olan Halide Edip ise;
yaptığı konuşmalarla kadınlara destek olmuş ve onlara güç vermiştir.

Halide Edip Adıvar anılarında, Millî Mücadele yıllarında halkı


bilinçlendirmek, vatan meselelerini anlatmak için yaptığı toplantılardan birinde
karşılaştığı bir olayı şöyle aktarır : “Salonda İstanbul ve Ankara kadınları ile
birlikte köylü kadınlar da vardı. Onlara Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu
açıkça anlattım. Konuşma bitince yanıma yaklaşan bir köylü kadını: Senin ne
dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darü’l-Muallimâtta bir kızım var.
O da hizmet edecek. Ben fukara bir çamaşırcı kadınım. Ona tahsil verebilmek için
her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak, senin konuştuğun gibi
konuşacak. Benim oğlum Çanakkale’de öldü. Ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum,
çünkü kızıma tahsil veremem. Sonra koynundan çıkardığı parayı Hilâl-i Ahmer’in
yaralılarına diye uzattı. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. O ana kadar
Türkiye’nin geleceğine bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle bir
unsur mevcut oldukça memleketimiz için her türlü cefâ ve fedakârlık azdır bile.”
Aynı toplantıda Ankaralı kadınlar da bütün Ankara’da Hilâl-i Ahmer’e erkeklerin
tümü tarafından verilen kadar para yardımı yaparlar12.

İstanbul Mitingleri ve İdam Kararı


15 Mayıs 1919 günü İzmir’i Yunanlıların işgal etmesi üzerine İstanbul’da
ardı ardına protesto mitingleri düzenlenmekteydi. İyi bir hatip olan Halide Edip, 19
Mayıs 1919 günü Asri Kadınlar Birliği’nin düzenlediği ve kadın hatiplerin de
konuşmacı olduğu ilk açık hava mitingi olan Fatih Mitinginde kürsüye çıkan ilk
konuşmacıydı, attığı nutuk ile belleklerde büyük iz bıraktı. 20 Mayıs’ta Üsküdar

11 Tülin İçli, “Atatürk ve Türk Kadını”, ATAM, Cilt: IX, (Ankara: Kasım 1992), Sayı:25, s.67-72.
12Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Çan Yayını, İstanbul 1962, s.188-190.

206
 
 
 
 
Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman: Halide Edip Adıvar 
—————————————————————————————— 
mitingi, 22 Mayıs’ta Kadıköy mitingine katıldı. Bunları Halide Edip’in
başkahramanı haline geldiği Sultanahmet mitingi izledi. İngilizler İstanbul’u 16
Mart 1920’de işgal ettiler. Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler arasında
Halide Edip ve eşi Dr. Adnan Adıvar da vardır. 24 Mayıs’ta padişah tarafından
onaylanan kararda idama mahkûm edilen ilk 6 kişi şunlardı: Mustafa Kemal, Kara
Vasıf, Ali Fuat Paşa, Ahmet Rüstem, Adnan Adıvar ve Halide Edip.

Anadolu'da Mücadele
Haklarında idam kararı çıkmadan önce Halide Edip, eşi ile birlikte
İstanbul'dan ayrılıp Ankara’daki milli mücadeleye katılmıştı. Çocuklarını
İstanbul’da yatılı okulda bırakarak 19 Mart 1920 günü Adnan Bey ile at sırtında
yola çıkan Halide Hanım, Geyve’ye ulaştıktan sonra buluştukları Yunus Nadi
Bey ile birlikte trene binip Ankara’ya gitmiş ve 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya
varmıştı.

Halide Edip, Ankara’da Kalaba(Keçiören)’daki karargâhda görev aldı.


Ankara yolunda iken Akhisar İstasyonu'nda Yunus Nadi Bey ile birlikte
kararlaştırdıkları gibi Anadolu Ajansı isimli bir haber ajansının kurulması Mustafa
Kemal Paşa'dan onay görünce ajans için çalışmaya başladı. Ajansın muhabiri,
yazarı, yöneticisi, ayak işlerine bakanı olarak çalışıyordu. Haber derleyip milli
mücadeleye ilişkin bilgileri telgrafı olan yerlere telgrafla iletmek, olmayan yerlerde
cami avlusuna afiş olarak yapıştırılmalarını sağlamak; Avrupa basınını takip edip
batılı gazetecilerle iletişim kurmak; Mustafa Kemal'in yabancı gazetecilerle
görüşmesini sağlamak, bu görüşmelerde tercümanlık yapmak; Yunus Nadi Bey'in
çıkardığı Hâkimiyet-i Milliye gazetesine yardımcı olmak ve Mustafa Kemal'in
diğer yazı işleri ile ilgilenmek Halide Edip'in yürüttüğü işlerdi.

1921’de Ankara Kızılay başkanı oldu. Aynı yılın Haziran ayında Eskişehir
Kızılay’da hastabakıcılık yaptı. Ağustos’ta orduya katılma isteğini Mustafa
Kemal’e telgrafla iletti ve cephe karargâhında görevlendirildi. Sakarya
Savaşı sırasında onbaşı oldu. Yunanlıların halka verdiği zararları incelemek ve
raporlamakla sorumlu Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirildi. Vurun
Kahpeye adlı romanının konusu bu dönemde oluştu13. Türk'ün Ateşle
İmtihanı(1922) adlı anı kitabı, Ateşten Gömlek(1922), Kalp
Ağrısı (1924), Zeyno’nun Oğlu adlı romanlarında Kurtuluş Savaşı'nın değişik
yönlerini gerçekçi biçimde dile getirebilmesini savaştaki deneyimlerine borçludur.

13 İnci Enginün, a.g.e, s.38.

207
   
 
 
 
 
 
Duygu YAŞAR & Atike AYSOY 
—————————————————————————————— 
Savaş boyunca cephe karargâhında görev yapan Halide Edip, Dumlupınar
Meydan Muharebesi’nden sonra ordu ile İzmir’e gitti. İzmir’e yürüyüş sırasında
rütbesi başçavuşluğa yükseldi. Halide Edip, aynı zamanda siyasal bir liderdi ve
Türk Bağımsızlık Savaşı’na aktif olarak katılan “İlk Kadın Onbaşı” lâkabını
almıştı14. Savaştaki yararlılıklarından ötürü İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.

Kurtuluş Savaşı, Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandıktan sonra Ankara'ya


döndü. Eşi, Dış İşler Bakanlığı'nın İstanbul temsilciliği ile görevlendirilince birlikte
İstanbul'a gittiler. Anılarının buraya kadar olan kısmını Türk'ün Ateşle İmtihanı
adlı eserinde anlatmıştır.

Halide Edip, cumhuriyetin ilanından sonra Akşam, Vakit ve İkdam


gazetelerinde yazdı. Bu arada Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk
ile siyasi fikir ayrılıkları yaşadı. Eşi Adnan Adıvar'ın Fırkasının kuruluşunda yer
alması sonucu iktidar çevresinden uzaklaştılar. Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasının kapatılıp Takrir-i Sükûn kanununun kabul edilmesiyle tek parti dönemi
başlayınca, kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrılmak zorunda
kalarak İngiltere'ye gitti. 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca yurtdışında yaşadı. Bu
sürenin 4 yılı İngiltere'de, 10 yılı da Fransa'da geçti.

Halide Edip, 1954 yılında siyasi hayata veda eder. Bundan sonra yazarlık
faaliyetleri devam eder. 1955’te eşi Dr. Adnan Adıvar’ın vefatından sonra Halide
Edip kendisini yalnız hisseder ve sıhhati bozulur. Yine bu günlerde özellikle Milli
Mücadele dönemini sık sık hatırlar. Halide Edip 9 Ocak 1964’de hayatını
kaybetmiştir. Halide Edip’in İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odası
küçük bir müze olarak düzenlenmiştir15.

Sonuç
Halide Edip Adıvar, yaşadığı dönemde; II. Meşrutiyet sonrası dönemi,
Balkan Savaşı yıllarını, I. Dünya Savaşı yılları ve 1918’den sonra başlatılan Milli
Mücadele ile Sakarya Savaşı ve daha sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
evrelerini görmüştür. Bu dönemlerde gerek savaş alanlarında olsun gerekse kalemi
ile sürekli olarak halkın haklı kurtuluşuna büyük destek vermiştir. Aynı zamanda
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinden sonra, fikir alışverişi yapmak
için mektuplaştığı aydınlar arasında Halide Edip de bulunmaktadır. Adıvar, Milli
Mücadele döneminde Atatürk’ün çevresinde İngilizce okuyup yazabilen yegâne
kişidir. Bir süre sonra kendi isteği ile orduya asker olarak katılan Halide Edip,

14 Hüner Tuncer, “Türk Kadınının Geçirdiği Evrimin Tarihçesi ve Bugünkü Durumu”, ATAM, Cilt:

IV, (Ankara: Kasım1989), Sayı:16, s. 163-172.


15 İnci Enginün, a.g.e, s.47-48

208
 
 
 
 
Kurtuluş Savaşında Aydın Bir Kadın Kahraman: Halide Edip Adıvar 
—————————————————————————————— 
burada “onbaşı” rütbesi ile cephe karargâhında çalışmaya başlar. Bu yıllarda aynı
zamanda cephe gerisindeki yerleşim yerlerini de görevli olarak dolaşan Adıvar,
buralarda ve cephede gördüklerinden yararlanarak Milli Mücadele’nin en güzel
romanlarından kabul edilen eserlerini vermiştir ve Kurtuluş Savaşı’nın kadın
kahramanları arasındaki yerini almıştır.

Kaynakça
ADIVAR, Halide Edip; “Mor Salkımlı Ev”, http://www.edebiyatekibi.com/
index.php?option=com_content&task=view&id=123&Itemid=29.04.2013
ADIVAR, Halide Edip; Türk’ün Ateşle İmtihanı, Çan Yayını, İstanbul 1962.
AYTEMİZ, Beyhan Uygun; Halide Edib-Adıvar ve Feminist Yazın, Bilkent
Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Edebiyatı
Bölümü, Haziran 2011.
ERDAL, Kelime; “Halide Edip’in Bakış Açısıyla Kadının Çalışma Hayatı”,
Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.7, S.1, 2008.
ENGİNÜN, İnci; Halide Edip Adıvar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989.
ADAK, Hülya; “Otobiyografik Benliğin Çok-Karakterliliği: Halide Edibin İlk
Romanlarında Toplumsal Cinsiyet”,
http://research.sabanciuniv.edu/5302/1/Hulya_Adak.pdf.06.04.13.
İÇLİ, Tülin; “Atatürk ve Türk Kadını”, ATAM, Cilt: IX, (Ankara: Kasım 1992),
Sayı:25, s.67-72.
TUNCER, Hüner; “Türk Kadınının Geçirdiği Evrimin Tarihçesi ve Bugünkü
Durumu”, ATAM, Cilt: IV, (Ankara: Kasım1989), Sayı:16, s. 163-172.
YILMAZER, Tuncay, “Bir Milliyetçinin Otobiyografisi-Mor Salkımlı Ev”,
www.derindusunce.org, 08 Eylül 2008.
YORULMAZ, Bülent; “Hint Basınında Halide Edip Adıvar”, Türklük
Araştırmaları Dergisi, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, S.4,
İstanbul 1989.

209
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte


Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük Yaşantıdaki Yansımaları

Ayşe Nur TELLİ 

——————————————————————————————
ÖZET
Tarih boyunca insanlar yaşayışlarını kolaylaştırmak için çeşitli malzemeler
üretmişler ya da keşfetmişler ve bu malzemeleri günlük yaşantılarında kullanmışlardır.
Pusuladan navigasyon cihazına, çevirmeli telefonlardan akıllı işletim sistemli telefonlara
kadar gelişen ve değişen teknoloji ve sanayi modern yaşamda hayatımızın her evresinde
kullanılmaya başlanmıştır.

Tanzimat Dönemi ile başlayan hızlı sanayi ve teknoloji gelişimi bireylerin


yaşantısına etki etmiş çeşitli fabrikaların açılması ve sanayi kollarının kurulması
modernitenin de yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Süregelen savaşlar ekonomiyi olumsuz
etkilemiş ancak sonrasında kurulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan çalışmalar,
sanayi ve teknoloji alanında atılan adımlar günlük yaşantının da buna göre şekillenmesine
sebebiyet vermiştir. Bildirimizde Tanzimat’tan bugüne kadar atılan bu adımların günlük
yaşantıya etkilerinden bahsederken, bu adımların geçmişten yola çıkarak yakın gelecekte de
nasıl şekillenebilir olacağından bahsedeceğiz.

Anahtar kelimeler: modernleşme, bilim, teknoloji, sanayi, yenilik


——————————————————————————————
Giriş
Sözlük anlamı: “Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan
araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi”1
olan teknoloji, geçmişte etkisi büyük birçok önemli olayın gerçekleşmesine katkıda
bulunmuştu. İnsandan ve modernleşmeden bağımsız düşünülemeyecek olan
teknoloji, sanayi alanındaki çalışmalarda da kullanıldı zamanla günlük hayattaki
yerini aldı. Tanzimat fermanı Osmanlı toplum yapısındaki ve kentlerdeki yaşam
biçimini değiştiren modernleşme sürecinde atılmış ilk büyük atılım olduğu için
yapılacak sanayi ve teknoloji çalışmalarının da adeta habercisi gibiydi.

Avrupa’da 18. yy’ da Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesiyle sanayi ve


teknikte olan ilerlemeyi Osmanlı Devleti’nin fark etmesi ve bu konuda çalışmalar
yapması Tanzimat devri ile oldu. Avrupa insanının makine-fabrika seri üretiminde

 Dumlupınar Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.

[aysenurtelli87@gmail.com]
1 http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=TEKNOLOJ%C4%B0 12.04.2013
 
 
 
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük 
Yaşantıdaki Yansımaları 
—————————————————————————————— 
iken, Osmanlı vatandaşının el tezgahında üretim yapması ve bunun sonucu olarak
üretimde yaşanan gerileme Osmanlı’da sanayileşmeyi zorunlu kıldı.

1. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme


Avrupa’nın, 17. Yüzyıldan günümüze kadar yaşadığı, ekonomik,
toplumsal, kültürel ve siyasal alanda yaşadığı büyük ve köklü değişiklikleri ifade
eden modernite, “Bilimsel, Siyasal, Kültürel ve Sanayi Devrimleri” 2 ile başlamıştı.

Osmanlı Devleti’nin, Tanzimat Fermanı’yla kırılma noktasına gelen


modernleşme çabalarının amacı, İmparatorluğu içinde bulunduğu dar ve sıkıntılı
durumdan kurtarmaktı. Bundan dolayı Tanzimat’tan itibaren modernleşme çabaları
yeni bir medeniyet ve gelecek oluşturmaya amacındadır. Fakat Cumhuriyet ile
birlikte yapılan modernleşme hareketleri yeni bir boyut kazanarak, batılılaşma
düşüncesi önem kazanmıştır.3

Tanzimat döneminde henüz fark edilmeyen ancak Cumhuriyet


Türkiye’sinde en önemli değerlerden olan “modernitenin ürettiği temel değerler;
akılcılık, bireyselleşme, sekülerizm, bilimsellik, pozitivizm, kentleşme,
sanayileşme, laiklik, bürokrasi, demokrasi ve ulus devlettir. Modernite,
farklılaşmaya zemin hazırlayan akılcılığa ve aklın yaratıcılığına vurgu yapsa da,
toplumsal ve siyasal yapı da tekçi, bütünleştirici, birleştirici ve homojen
politikaların varlığını gerekli görür.”4

Çeşitli zamanlarda meydana gelen bilimsel devrim, siyasal devrim, kültürel


devrim, teknik ve endüstriyel devrim, modernlik fikrinin dört köşe taşını, bireyin
en üst derecede bir değer olduğunu; bilime gerçekten değer verilmesi gerektiğini ve
ilerlemenin şart olduğunu söylemekteydi fakat süreç takip edilemedi ve devrimler
hep ani ve tepeden yapıldı.5

1.1., Sanayi ve Teknoloji


“19. yüzyıla girerken Avrupa’nın gerçekleştirmiş olduğu sanayi devriminin
olumsuz etkileri artmıştı ve bu yüzden, kendisini teknolojik olarak yenileyemeyen
Osmanlı sanayi kollarının rekabette gerilemesinde ve çökmesinde bu etki birinci

2 Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”: Doğuşu ve Doğası”, Adıyaman


Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, s 7, Aralık 2011, s. 10.
3 Hale Biriciklioğlu, "Türk Modernleşmesinde Kadın", Second International Conference on Women's

Studies, EMU-CWS,2006, s. 1.
4 Gamze Aslan Yaşar, a.g.m., s. 11.
5 H. Tahsin Fendoğlu, “Osmanlı Yenileşme Döneminde Türk Düşüncesi” Yeni Türkiye S 46,

Temmuz-Ağustos/2002,s. 151.

211
 
Ayşe Nur TELLİ 
—————————————————————————————— 
derecede önemli rol oynamıştı. Osmanlı yöneticileri bu durum karşısında çeşitli
önlemler almaya ve bazı sanayileşme girişimlerine başvurmaya yönelmişlerdi.
Yapılan yeni teşebbüsler, eski mevcut tesisleri genişletmek ve yeni fabrikaların
kurulması şeklinde olmuştu.”6

Tanzimat ilan edildiğinde “gittikçe kuvvetlenen Batı rekabeti karşısında


yerli sanayinin ancak Avrupa'nın üretim teknik ve metotlarını alarak seri imalata
geçmesi suretiyle tutunabileceğine inanılmaktaydı. Bu bakımdan 1840-1860 yılları
arasında devletçiliğin ağır bastığı bir sanayileşme politikası takip edildi. Ne var ki
çoğu, Avrupa'dan satın alınan makinelerle teçhiz edilen, yabancı işçi ve
mühendisler tarafından işletilen tesislerden beklenilen sonuç gerçekleşmedi. Bunun
üzerine Osmanlı Devleti 1860'lardan itibaren bir takım yeni tedbirler aldı ki, bunlar
içerisinde en önemlisi Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun kurulması oldu.”7

Sanayileşmeye yönelik olarak yapılan çeşitli girişimler, bir bakımdan çoğu


kez Batı’daki gelişmelere bir özlemi ifade etmişti. Ancak ülkenin sahip olduğu
maddi koşullar çoğu kez göz önünde bulundurulmadan yapılan sanayileşmeye
yönelik Islah-ı Sanayi komisyonu, Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı, gibi
çalışmalar etkisini çok gösteremedi.8 Özellikle İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde
yapılan çalışmaları örnek aldığı anlaşılan Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun
çalışmalarında Osmanlı Devleti’nin altyapısı ve yeterliliği düşünülemedi.9

Osmanlı’da, sınırlı da olsa, bir ön-sanayinin doğuşu yüzyılın sonlarına


doğru kendisini göstermeye başladı. “İmalat-ı Harbiye Fabrikaları”nın ordunun ve
devlet yönetim kademelerinin ihtiyaçlarını karşılamakla yetindiği biliniyordu. Yeni
gelişmelere ihtiyaç vardı. Yüksek maliyetlerle üretim yapan piyasadan bağımsız,
pazarda oluşan fiyatlara duyarsız bir devlet sanayi olarak kalan Osmanlı’da ticaret
alanında ilk gelişme ve değişmeler, parasallaşma, kurumsallaşma, ulaşım ve
iletişim araçlarının etkinleşmesi sonucu pazara yönelik bir imalat sektörünün ilk
filizlerini vermesiyle sonuçlandı. Bu “imalat atölyeleri, dokumacılık, debbağcılık
gibi alt sektörlerde gelecek vadeden bir açılıma yol açmış; bu gibi alanlarda
Batı’dan bilgi ve beceri getirilmişti”.10

6 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii”(1839-1876), OTAM, C 28 S 46,


Ankara, 2009, s. 58.
7 Rıfat Önsoy, “Tanzimat Dönemi Sanayileşme Politikası (1839-1876)”, H.Ü. Edebiyat Fakültesi

Dergisi, Ankara, Cilt 2, S 2, 1984. S. 5-12, s. 11.


8 Zafer Toprak, "Osmanlı Devleti ve Sanayileşme Sorunu", Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye

Ansiklopedisi, cilt V İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s. 1343-1344.


9 Rıfat Önsoy, a.g.m, s. 9.
10 Zafer Toprak, a.g.m., s. 1343-1344.

212
 
 
 
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük 
Yaşantıdaki Yansımaları 
—————————————————————————————— 
Bahsedilen sanayi girişimlerinin sonucu olarak Tanzimat döneminde
devletçe kurulan, uzun süre saray için üretim yapan fabrikalardan birisi, en uzun
ömürlü olanı ve kalıcı olanı olan Hereke Fabrikasıydı. Fabrika önce özel kişilerce
kurulmuş daha sonra devlet eline geçmişti. Bunun dışında çuha fabrikaları ve
Bursa’da bir ipek fabrikası da kuruldu. 1790’a kadar İstanbul ve Anadolu’da pek
çok fabrika ve atölye açıldı.11

“Osmanlı Devleti’nde dokuma ve deri sanayi dışında aynı zamanda gelişen


bir diğer sektör savaş sanayisi oldu. III. Selim döneminden itibaren Tophane’de
üretilen top ve tüfekten sonra, barut üretim ve satışı da Tophane’ye verildi. II.
Meşrutiyet’ten sonra İmalat-ı Harbiye Müdüriyeti altında toplanan savaş sanayi,
savaş sırasında Alman teknolojisi ile donatılmıştı”.12

1.1.1, Kentleşme, Küreselleşme Süreci ve Modernleşme


Modernleşmenin günlük hayata yansıması kentleşmedeki değişim ile de
kendini göstermiştir. “Gerek etkisinde geliştiği temel parametreler, gerek içerdiği
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari işleyiş sistemi ve gerekse Batı dışı
nitelikleriyle kendine özgü olan Osmanlı-Türk kentleri, Batıda yaşanan sanayi
toplumu olma sürecine paralel, Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun yaşadığı
değişim ve dönüşümün bir parçası olarak farklı nitelikler kazanmış ve kentleşme
olgusu ile yüz yüze gelmiştir. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi idari boyutu
bulunan bu süreç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras niteliğindeki belli başlı temel
özelliklere ek olarak kazanılan yeni niteliklerle devam etti.”13

Kent’in en küçük birimi olan mahallenin kendi iç dinamiklerini muhafaza


etmesi “18. yüzyıl sonlarına kadar sürdü. Bu tarihten itibaren artan nüfus,
ekonomik etkenler, farklılaşmaya başlayan toplumsal doku o güne kadar varolan
sosyo-kültürel çerçeveyi parçalayarak, mahalleyi çokmerkezli, yaşam ölçekleri
değişik bir kentsel düzen içinde eritmeye başladı.”14

Osmanlı toplumunda hal böyleyken yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde


Kentleşme, sanayileşme ile çok yakın bir ilişkiye girdi. Orantılı bir biçimde
gelişemediği ve sanayileşmenin ihtiyaçlarına cevap veremediği için sağlıksız ve
düzensiz bir biçim aldı. Bu da kentleşmenin “sahte, sağlıksız ve çarpık” gibi
özelliklerle anılmasına neden oldu. Yaşanan küreselleşme sürecinde Bazı kentlerin

11 Mehmet Seyitdanlıoğlu, a.g.m., s. 63-64.


12 Zafer Toprak, a.g.m., s. 1347.
13 Mustafa Ökmen, ” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Kent Ve Kentleşme”, Türkler

Ansiklopedisi, Cilt:17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara/2002, s. 505.


14 Ekrem Işın, “19.yy’da Modernleşme ve Gündelik Hayat” , Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye

Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C 5, 1985, İstanbul, s. 545.

213
 
Ayşe Nur TELLİ 
—————————————————————————————— 
önemi arttı. Stratejik öneme sahip olan bu kentler bundan dolayı da “metropol” ya
da “dünya kenti” ismini aldılar. Ülkemizde İstanbul, birinci dereceden kararların
verildiği bu dünya kentlerinden biridir.15

1.1.2, Posta ve Telgraf ve Telefon ve Modernleşme


“Posta ve telgraf icat edilmeden önce postalar, Osmanlı Devlet teşkilâtında
atla giden, devlete ait resmî belgeleri bir yerden başka bir yere götürüp getiren
resmî postacılar olan“Ulak”lar tarafından taşınmıştı. Uzun asırlar boyunca varlığını
sürdüren ve dünya siyasetine yön veren Osmanlı Devletinde haberleşme
kurumunun, hizmet yönünden iki devreye ayrıldığı görülmektedir. “Ulak-
Menzilhane” adı verilen ve 1840 Eylülüne kadar devam eden ilk dönemde kurum,
sadece devlete ait haberleşme islerini sağlamaya yönelik faaliyetlerde bulunmuştur.
Bu tarihten sonra Avrupa kökenli yeni bir isimle birlikte yeniden yapılanan
haberleşme kurumu Posta Nezareti adını almış ve dönemin Avrupa’sında olduğu
gibi halkın haberleşmesini de üstlenmiştir.”16

Osmanlı Devletinin, Posta Nezaretini kurmasındaki temel amaçlardan en


önemlisi, “ülke sınırları içerisinde postalarını kendi tekeli altında tutmak ve
böylece haberleşmedeki çok başlılığı gidermekti.”17 Bundan dolayı “önceleri
yabancı kişilerin elinde olan Posta hizmetinin devlet garantisi altında vatandaş
hizmetine girişiyle 1834 yılında İstanbul ile İzmit arasında bir posta yolu yapılmış
ve yer yer postaneler kurulmuş, haberleşme pratik hale getirilmiştir.”18

Posta ve Telgraf, “kendi çapında önemli bir bürokratik kültür ortaya


koymayı başarmıştı. “Meclis-i İdare” ve “İntihab-ı memurin Komisyonu” gibi
kalabalık “danışma” ve “seçme” bölümleri nezaretin profesyonelleşme anlamında
kat ettiği mesafeyi gözler önüne sermekteydi.”19

“Haberleşmenin düzenli ve emin bir biçimde temini kadar, süratli haber


iletiminin gerçekleştirilmesinin önemi de anlaşıldı. 19. yüzyılın ikinci yarısında bu
sahada yeni bir gelişme olarak telgraf görüldü.20 Elektrikli telgraf ise Osmanlı

15 Mustafa Ökmen, a.g.m., s. 510-515.


16 Faris Çerçi, “Haberleşme Hizmetleri ve Osmanlı Devleti’nde Ulak Organizasyonu (Gelibolulu
Mustafa Ali’nin Bu Konudaki Görüşleri)”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S 20,
2003,, s.206-207.
17 Tanju Demir, “Osmanlı İmparatorluğunda Deniz Posta Taşımacılığı Ve Vapur Kumpanyaları”,

OTAM, S 17, 2006, s.12.


18 Necdet Aysal, “Çöküşten Mütarekeye Osmanlı’da Haberalma”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap

Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 40, Kasım 2007, s. 529.


19 Erkan TURAL, “Osmanlı Posta Bürokrasisi 1908–1914”, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları

Dergisi, C 28, S 46, 2009 s. 206.


20 Nesimi Yazıcı, “Tanzimatta Haberleşme Ve Kara Taşımacılığı”, OTAM, S 3, 1990, s.344.

214
 
 
 
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük 
Yaşantıdaki Yansımaları 
—————————————————————————————— 
İmparatorluğu'nda ilk defa 1839'da, Samuel Morse'un telgrafın çalışan bir modelini
icadından 4. yıl sonra, ortaya çıktı.21 Bundan sonra Osmanlı Devleti, bu alanda
Avrupa ve Amerika'dan pek geri kalmadı. 1839'daki sonuçsuz girişimden sonra,
1847'de Beylerbeyi Sarayında önce Abdülmecid (9 Ağustos 1847), ertesi gün de
devlet ileri gelenlerinin huzurunda iki başarılı telgrafçılık denemesi yapıldı.”22

Osmanlı Posta ve Telgraf Nezareti rekabeti de denemiş, ancak başarılı


olamamıştır. Bunda haberleşme altyapısını sağlayacak modern ve hızlı ulaştırma
vasıtalarına sahip olmamak hususu o dönemde en çok üzerinde durulan
eksikliklerden biri olmuştur.23

Osmanlı Devleti Tanzimat dönemi ve sonrasında üzerinde durulan Posta ve


Telgraf, Milli Mücadele’de de etkin bir şekilde kullanıldı. “Mustafa Kemal, telgrafı
kullanmada usta olduğunu kanıtladı. Anadolu'da üslerde çalışarak, müttefiklerin
işgal ettiği İstanbul'da gizli destekçilerle temasa geçmek, işgal güçlerine karşı
siyasi ve askeri hareketleri koordine etmek ve dış dünya ile temas kurmak için
telgraf kullandı Anadolu'daki telgraf ağı Kemal' in büyük silahıydı. Muhalif
milliyetçiler telgrafı İstanbul hükümeti aleyhine kullandılar ve kazandılar.”24

Posta ve telgraftan sonra en önemli iletişim aracı olan telefon ise, “Osmanlı
Devleti'ne 1881 tarihinde girdi. Memlekette ilk telefon hattı, İstanbul'daki Posta-
Telgraf Nazırının odası ile Telgraf Müdürlüğü arasında çekildi. Fakat bu hatlar,
Sultan II. Abdülhamit tarafından, gizli işlerde kullanılabileceği endişesi ile
söktürüldü. Nitekim II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yeniden ele alınan bu konu,
19 Nisan 1911 tarihli "İrade-i Seniyye" ile Türkiye'de bir telefon şirketinin
kurulması ve bu şirket vasıtasıyla haberleşmenin sağlanması kanunlaştı.”25

Üretim ve nakliyat teknolojilerindeki büyük dönüşüm, bu alanla ilgili yan


sektördeki bilgilerin de gözden geçirilmesine ve klasik modellerin aşılması
yönünde güçlü taleplerin doğmasına yol açtı. İnsanoğlunun yüzyıllardan beri
neredeyse tek haberleşme kaynağı mektuplar olmuştu ve sermaye çağının iletişim
sistemleri, bu hızı kaldıracak donanımda olmalıydı.26

21 Roderıc H. Davison, "Osmanlı İmparatorluğu’na Elektrikli Telgrafın Girişi” Çev. Yrd. Doç. Dr.

Durdu Mehmet Burak, , OTAM, Sayı: 14, 2003, s. 348.


22 Nesimi Yazıcı, a.g.m., s.344.
23 Tanju Demir, a.g.m., s.13.
24 Roderıc H. Davison, a.g.m., s.385.
25 Necdet Aysal, a.g.m., s.529.
26 Erkan Tural, a.g.m., s. 205-206.

215
 
Ayşe Nur TELLİ 
—————————————————————————————— 
Bilim ve tekniğin baş döndürücü hızda ilerlemesi postaları da etkiledi, bu
sektör uçak postaları devreye sokularak uluslararası bir boyut kazandı. Avrupa ve
Amerika ülkelerinde, başka araçların ulaşamadığı köy ve kasabalara helikopter
servisleri konuldu. Koli ve mektuplar en hızlı şekilde gönderilmeye başlandı.
Eskiden mektup, telgraf ve para havalesi gibi isleri yapan bir kuruluş olan “PTT”
daha sonraları telefon, telsiz, radyo, teleks ve benzeri yeniliklerle genişledi ve
yakın zaman kadar televizyon yayınları, cep telefonları ve internet bağlantıları bu
hatları kullanmaktaydı.27

1.1.3, Ulaşım ve Modernleşme


Otomobil, gündelik hayata 19. yy ‘la birlikte giren teknolojik araçların
başında gelmekteydi. Daha önce Avrupa’dan ithal edilen ve sonra yerli teknolojiyle
de üretilen faytonlar, 19. yy sonuna kadar İstanbul trafiğinin atlı tramvaylarla
birlikte yegane ulaşım araçlarından olmuştu. Fayton sahibi olmak 19. yy
İstanbul’unda önemli bir statü sembolü sayılmaktaydı.28

Tanzimat öncesinde normalde hayvanlarla yapılan taşımacılık atlı arabaya,


faytona geçmişti. Bu ulaşım sistemindeki önemli bir değişimdi. Tanzimat
dönemiyle Otomobil büyük önem kazanmıştı.29 Aslında İstanbul gümrüğüne
getirilen ilk otomobil, büyük şaşkınlık yaratmıştı. Gümrük tarifelerinde henüz adı
geçmeyen bu garip araca kendiliğinden hareket eden anlamında “zatü’l hareke”
denilmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Basınında görülen otomobil
reklamları, bu sembolün üst tabaka arasında oldukça yaygınlaştığını, statü sembolü
olduğunu, kanıtlar.30

Ancak yaşanan bu gelişmelerle otomobilin kara taşımacılığında


kullanılması zamanla yolların önemine dikkat çekti. Tanzimat döneminde yolların
önemi iyice kavranmış olduğu halde, yol yapımında yeterince başarılı olunamadığı
için, ülke genelinde büyük çapta araba taşımacılığına geçilemedi. Kara
taşımacılığının yeterince geliştirilmemiş olması, haklı olarak farklı alanlarda
ulaşım ve taşımacılığın gerekliliğini vurgulayarak deniz, hava ve demiryolunda
yapılacak olan nakliyatın önemini arttırmıştır. Daha hızlı ve ucuza gerçekleşen bu
tarzın, önemli ölçüde geliştiği görüldü.31

27 Faris Çerçi, a.g.m., s.221.


28 Ekrem Işın, a.g.e, s. 557.
29 Nesimi Yazıcı, a.g.m., s. 368.
30 Ekrem Işın, a.g.e., s. 557-558.
31 Ekrem Işın, a.g.e., s. 368-369.

216
 
 
 
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük 
Yaşantıdaki Yansımaları 
—————————————————————————————— 
1.1.4., Cumhuriyet Dönemi Sanayi, Teknoloji Ve Modernleşen Türk
Toplumu

Cumhuriyet’in devraldığı Türkiye’de yeterli düzeyde sanayi ve teknoloji


yoktu. Bu duruma Cumhuriyet’i kuran önderler kayıtsız kalmadılar. Bununla
birlikte, 1920’ler boyunca, Türkiye’de sanayi adına iki önemli girişim gerçekleşti.
Bunlardan ilki 1925 sanayinin temellerinin atılmasıydı. Diğeri ise 1927 “Teşvik-i
Sanayi Kanunu” idi.32 Uzun süre yürürlükte olan bu kanun ile sanayi alanında
geniş çapta kolaylıklar sağlandı.

Ülkenin sınırlı kaynaklarını en etkin bir şekilde değerlendirebilmek


amacıyla 1930’lar boyunca Türkiye’de iki tane beş yıllık sanayi planı hazırlandı ve
uygulamaya konuldu. Bu planlar “Birinci ve İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” adı
altında açıklanan özel sektörün de içinde bulunacağı girişimlerdi ve ilk olarak
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, öngörülen süreden önce hayata geçirildi. 1934
yılında Bakırköy Bez Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası ve Isparta’da Gülyağı
Fabrikası işletmeye açıldı. 1935 yılında ise Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Şişe
ve Cam Fabrikası, Zonguldak’ta Antrasit(kömür) Fabrikası işletmeye açıldı. 1936
yılında İzmit Kağıt Fabrikası üretime geçti. 1937’de Ereğli Nazilli Bez Fabrikaları
işletmeye açıldı. İkinci Plan’da ise enerji ve madencilik gibi temel sanayi alanlarına
ağırlık verildi. 1950 yılına kadar olan dönemde planın kapsadığı projeler içinde
ancak Guleman Krom, Ergani, Murgul ve Kuvarshan Bakır, Divriği Demir
İşletmeleri, Karabük Demir-Çelik Fabrikalarının demir boru fabrikası ve bazı
gemilerin satın alınması gerçekleştirildi.33

İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı başaran Türkiye savaşın yarattığı


olumsuz gelişmelerin çoğunu yaşamak zorunda kaldı. Bundan dolayı 1980’lere
kadar teknoloji alanında adım atma şansını yakalayamadı. Ancak Türkiye’de
1980’lerden sonra özellikle “Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda teknoloji
politikaları üzerine ufak çapta çalışmalar olduğu görülür. Yapılan kalkınma
planlarından Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na “Bilim Teknoloji Atılım
Projesi”nin girmesiyle Türkiye’de bilim ve teknoloji’yi ekonomiye ve topluma
yararlı hale getirme çabalarında bulunuldu. Son dönemde ise bilim ve teknoloji
alanında ulusal ya da uluslararası düzeyde faaliyet gösteren birçok kuruluş
meydana geldi. Bunlardan en büyüğü TÜBİTAK’tır. Burada “bilime ve teknolojiye
katkıda bulunulması, hükümete yardım, hedef saptama, plan ve program hazırlama,

32 Murat Koraltürk, “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler, Cilt 17, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara 2002, s. 585-586.
33 Murat Koraltürk, a.g.m., s. 590-591.

217
 
Ayşe Nur TELLİ 
—————————————————————————————— 
araştırmacı insan kaynağı sağlama ve araştırma merkezlerini kurma” gibi çeşitli
görevler bulunmaktadır.34

1.1.5., Günümüz Teknolojisi ve Modernizme katkısı


Günümüzde gelişmişlik, teknoloji ve sanayileşmeden ayrı
düşünülemeyecek olan öğelerdendir. Gelişen dünya ve ülkeler, teknoloji, bilim ve
sanayiye büyük katkısı olan ülkelerdir. Sağladığı kolaylıklardan dolayı da
teknolojinin günlük hayattaki yeri artmıştır. Özellikle bilgisayarın ve internetin
günlük yaşamda yer almasıyla iletişim çok daha kolay hale gelmiş ve artmıştır.
İnternet sadece ağdaki bilgiye ulaşılmasından daha fazlasını sundugu icin İnternet
kişilerin ihtiyacı olan bilgiye ulaşmalarını ve onların dünya ile iletişim kurmalarını
sağlamakta ve onların bilme ihtiyaçlarını karşılamaktadır. 35
Üretilen teknolojik aletlerden cep telefonları, 1990’lardan sonra müthiş bir
ilerleme kaydetmiş ve internete bağlanma, mobil veri aktarımından birçok farklı
teknolojik cihazla mümkün olan multimedya olanaklarına da imkan sağlamaktadır.
Kısa zamanda büyük bir gelişim kaydeden cep telefonları daha önce sadece
konuşma ihtiyacını giderirken, artık üretilen akıllı işletim sistemli telefonlar ile
bilgisayar, mp3 dinleme, video kamera kaydı, fotoğraf makinesi özelliği, ajanda
tutma, bankacılık işlemlerinin yapıldığı ATM gibi farklı teknolojilerin tüm
özelliklerini kapsamaktadır.36

Tarihte birçok keşfe sebep olmuş olan ve Pusula’nın yerini alan, yön
bulmaya yarayan, günümüz teknolojisi navigasyon cihazları kullanıcılarına büyük
katkı sağlamaktadır. Üstelik bu cihazların özellikleri, gelişen cep telefonlarında da
bulunabilmektedir.

Taşımacılıkta kullanılan at arabalarının yerini otomobiller, trenler ve


uçaklar almışlardır. Bir yerden bir yere gitmek oldukça kolaylaşmıştır.
Sonuç
Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi ile bilim, sanayi ve teknoloji gibi
alanlarda büyük atılımlar gerçekleştirilmişti. Osmanlı Devleti ise bu süreci
Tanzimat Dönemi ile yakalayabilmişti. Bunun üzerine çeşitli girişimlerde

34 Bahadır Yıldız, Hale Ilgaz, S. Sadi Seferoğlu, “Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikaları:

1963’den 2013’e Kalkınma Planlarına Genel Bir Bakış”, Muğla Üniversitesi Akademik, Akademik
Bilişim, 2010, s. 2.
35 Hüseyin Çakır, Nursel Yalçın, “İnternet ve İntranet’e Dayalı Sanal Dershane Sistemi”, Kastamonu

Eğitim Dergisi, Mart 2006, Cilt:14, No:1, s. 101.


36İlknur Aydoğdu Karaaslan, Leyla Budak, “Üniversite Öğrencilerinin Cep Telefonu Özelliklerini

Kullanımlarının ve Gündelik İletişimlerine Etkisinin Araştırılması”, Journal of Yasar University,


2012 26(7), s. 4549.

218
 
 
 
Tanzimat, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Günümüz Ve Yakın Gelecekte Sanayi Ve Teknoloji’nin Günlük 
Yaşantıdaki Yansımaları 
—————————————————————————————— 
bulunulup, Batı’yı yakalama süreci başlamış, fabrikalar açılmış, reformlar
yapılmıştı. Ancak yapılan bu girişimler ağırlıklı olarak askeri kaynaklı atılımlar
olmuştu. Batı’ya yetişmek için akılcılığın, bilimselliğin, tekniğin gerekliliği çok
daha sonra anlaşıldı.

Cumhuriyet ilanı sonrası Türkiye’de yöneticiler tarafından sürecin


doğurduğu bu kavramlar anlaşılmıştı. Fakat süregelen savaşlar ve ekonomik
darboğazlar teknik ilerlemeyi geciktirdi. Yine de Sanayi alanında büyük atılımlar
gerçekleşti, kalkınma planları yapıldı ama teknolojik alanda gözle görülür ilerleme
sağlanamadı. Yapılan atılımlar kentleşme, küreselleşme bağlamında da değişimlere
yol açtı.

1980’lerden sonra teknolojik anlamda adımlar atılmaya başlandı. Bilim ve


teknoloji kuruluşları açıldı ve bu alanda yatırımlar yapılmaya başlandı. Daha önce
ülkeye giren posta, telefon, telgraf gibi yenilikler gelişerek günlük hayatın
vazgeçilmez öğeleri olmaya devam etti. Otomobil ulaşımda en çok kullanılan
araçlardan biri haline geldi.

Gelişen teknoloji kendini yenilemeye devam etti. Telgraf bir antika olarak
rafa kalkmıştı ama posta; e-mail, mesaj sistemine dönüştü. E-mail, yakın zamana
kadar kullanılan daktilonun dahi yerini aldı. Televizyon müthiş bir evrim yaşadı.
Ulaşım lüks otomobiller, yüksek hızlı trenler ve uçaklar vasıtasıyla yapılmaya
başlandı. Bilgisayar teknolojileri neredeyse tüm cihazlarda kullanılır oldu. Üretilen
cihazlar ve araçların sağladığı kolaylıklar günlük hayatın her alanını kapladı.

Bilim adamları yakın gelecekte teknolojinin muazzam boyutlara


ulaşacağını dile getirmektedirler. Düşünce okuma, belki ışınlanma keşfedilecektir.
İmkansız denilen çok fazla gelişmenin mümkün olduğunu bize tarih göstermiştir.
Yapmamız gereken bu gelişmelerden geri kalmamak, insanlık için üretmeye
çabalamaktır. Atatürk’ün “muasır medeniyet” idealindeki varmak istediği sonuç
budur.

Kaynakça
AYSAL, Necdet, “Çöküşten Mütarekeye Osmanlı’da Haberalma”, Ankara
Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 40,
Kasım 2007, ss. 523-543.
AYDOĞDU, İlknur Karaaslan, BUDAK, LEYLA “Üniversite Öğrencilerinin Cep
Telefonu Özelliklerini Kullanımlarının ve Gündelik İletişimlerine Etkisinin
Araştırılması”, Journal of Yasar University, 2012 26(7), ss. 4548-4571.
BİRİCİKLİOĞLU, Hale, "Türk Modernleşmesinde Kadın", Second International
Conference on Women's Studies, EMU-CWS, 2006, ss. 1-12.

219
 
Ayşe Nur TELLİ 
—————————————————————————————— 
ÇERÇİ, Faris “Haberleşme Hizmetleri ve Osmanlı Devleti’nde Ulak
Organizasyonu (Gelibolulu Mustafa Ali’nin Bu Konudaki Görüşleri)”,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S 20, 2003, ss. 190-221.
ÇAKIR, Hüseyin, Yalçın, Nursel, “İnternet ve İntranet’e Dayalı Sanal Dershane
Sistemi”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Mart 2006, Cilt:14, No:1, ss. 101-
112.
DAVİSON, Roderıc H., "Osmanlı İmparatorlugu’na Elektrikli Telgrafın Girişi”
Çev. Yrd. Doç. Dr. Durdu Mehmet Burak, , OTAM, Sayı: 14, 2003, ss.
347-386.
DEMİR, Tanju, “Osmanlı İmparatorluğunda Deniz Posta Taşımacılığı Ve Vapur
Kumpanyaları”, OTAM, S 17, 2006, ss. 1-17.
FENDOĞLU, H. Tahsin, “Osmanlı Yenileşme Döneminde Türk Düşüncesi” Yeni
Türkiye S 46, Temmuz-Ağustos/2002, ss. 145-155.
IŞIN, Ekrem, “19.yy’da Modernleşme ve Gündelik Hayat” , Tanzimattan
Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C 5, 1985,
İstanbul, ss. 538-566.
KORALTÜRK, Murat, “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler, Cilt 17, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002, ss. 581-597.
ÖKMEN, Mustafa, ”Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Kent Ve Kentleşme”,
Türkler Ansiklopedisi, Cilt:17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara/2002, ss.
505-518.
ÖNSOY, Rıfat, “Tanzimat Dönemi Sanayileşme Politikası (1839-1876)”, H.Ü.
Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, Cilt 2, S 2, 1984. ss. 5-12.
SEYİTDANLIOĞLU, Mehmet, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii(1839-1876)”,
OTAM,
C 28 S 46, Ankara, 2009, ss. 53-69.
TOPRAK, Zafer, "Osmanli Devleti ve Sanayilesme Sorunu", Tanzimat'tan
Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, cilt V İletişim Yayınları, İstanbul,
1986, ss. 1340-1362.
TURAL Erkan, “Osmanlı Posta Bürokrasisi 1908–1914”, Ankara Üniversitesi
Tarih Araştırmaları Dergisi, C 28, S 46, 2009, ss. 205-230.
YAŞAR ASLAN, Gamze “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”: Doğuşu ve
Doğası”, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, s
7, Aralık 2011, ss. 10-26.
YAZICI, Nesimi, “Tanzimatta Haberleşme Ve Kara Taşımacılığı”, OTAM, S 3,
1990, ss. 333-377.
YILDIZ, Bahadır, ILGAZ, Hale, SEFEROĞLU, S. Sadi, “Türkiye’de Bilim ve
Teknoloji Politikaları: 1963’den 2013’e Kalkınma Planlarına Genel Bir
Bakış”, Muğla Üniversitesi Akademik, Akademik Bilişim, 2010, ss. 1-6.

220
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Dönmelik ve Sabatay Sevi

Ebru GÜNEŞ *
——————————————————————————————
ÖZET
Toplumların sancılı anlarında daha çok kendisini hissettiren “beklenen kurtarıcı”
yani Mesih inancı şüphesiz çoğu toplumun bünyesinde kendisine yer edinmiştir. Üç semavi
dinde de yeri olan Mesih inancı sadece Yahudi inancında iman akidesi olmuştur. Sabatay
Sevi ve onun başlatmış olduğu Mesihçi cereyan Osmanlı coğrafyasında başlamış tüm
Avrupa’ya etkisini göstermiştir. Yahudi tarihinde bu cereyanın Hz. Süleyman’ın mabedinin
yıkılması ve Bar Kohba isyanından sonra en büyük olay olduğu Yahudi tarihçiler tarafından
da kaydedilmektedir. Sevi’nin başlatmış olduğu hareket Osmanlı yönetimini ve toprak
bütünlüğünü de hedef alan bir hareketti. Bu manada hem devrimci hem de bölücü bir
mahiyet arz ediyordu. Sabatay Sevi için ilk Siyonist tabiri de kullanılmaktadır. Sabatay’ın
bu hareketi kendi dönemiyle sınırlı kalmamış etkisi ta günümüze kadar devam etmiştir.
Sevi’nin IV. Mehmet’in sarayında Müslüman olmasıyla hareket farklı bir seyir izlemiş,
harekete mensup bireyler iki kimlikli bir yapıya bürünüp Osmanlı coğrafyası içinde
hayatlarını devam ettirmişlerdir. Daha çok Selanik’te yaşayan cemaat bireyleri Sabatay
Sevi’nin ölümünden sonra farklı gruplara ayrılmışlardır. Bu harekete mensup bireyler,
gerek Osmanlı yönetiminde gerekse Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde etkili olmuş, kilit
noktalara gelmişlerdir. Osmanlıda saray içinde, Osmanlının batılılaşmasında, Jön Türk
Hareketinde, İttihat Terakki içinde ve son olarak Cumhuriyetin ilanıyla yeni Türk
devletinin kuruluşunda ve batılılaşmasında çok büyük etkileri olmuştur.
——————————————————————————————
Giriş
17. Yüzyıldan itibaren Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde özellikle
Selanik’te Müslüman adı ve görünümü altında yaşayan “gizli Müslüman-Yahudi
cemaati” fertlerine Osmanlı Türkleri tarafından, Musevilikten İslam’a döndüklerini
belirtmek üzere, verilen isimdir. Dönme kelimesi yerine eskiden “avdeti” kelimesi
nezaket kastı ile söylenirdi.1 Dönmeler kendilerine “Ma’aminim” (Müminler),
“Haberim” (Ortaklar), “Ba’ale milhame” (Mücahitler) gibi isimler vermişlerdir.
Edirne’de yaşayanlara “sazanicos” (küçük sazan balıkları) denilmiştir. Bu lakabın
veriliş nedeni hikayelere bağlanarak bu cemaat evinin Edirne’de balık pazarının
yakınında yer alışına, bir diğer söylem ise balık burcu adı altında baki olacağı
inancıdır.

Bu gizli Müslüman-Musevi cemaatinin kurucusu, İspanyalı Yahudi


göçmen Sabatay sevi’dir. Sabatay sevi (1632-1675) hahamlık eğitimi görürken

*Süleyman Demirel Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3.Sınıf öğrencisi, ebrugnstrh@gmail.com


 
 
 
 
 
 
Dönmelik ve Sabatay Sevi 
—————————————————————————————— 
1648’de “Mesih” olduğunu öne sürdü. Değişik gezilerden sonra 1666’da iddiasını
yeniledi.

Dönme-Dönmelik
Mesih
Terim olarak Mesih; günü geldiğinde yeryüzüne inerek Yahudileri
kurtaracak, bozulan düzeni yeniden kuracak, dünyayı adaletle dolduracak ilahi bir
temsilcidir.

Yahudilere göre, Hz. Davut soyundan birisi olacak ve yalnız Yahudileri


kurtaracaktır. Hıristiyanlara göre, Hz. İsa olacaktır ve ikinci gelişiyle
gerçekleşecektir. Müslümanlara göre ise, “Mehdi” şeklindedir belirli kimse değildir
ve Hz. İsa sadece ona yardımcı konumundadır.2

Mehdi
“Hidayete eren, doğru yola giden, doğru yolda bulunan anlamlarında
kullanılır. Arapça da “kendisine rehberlik eden, Allah tarafından yol gösterilen”
manasındadır.

Kıyametten önce, dünyada adaleti, dirlik ve düzeni sağlamak için


gizlendiği yerden çıkıp tüm dünyayı egemenliği altına alacağına inanılan kişidir.
Tanrının doğru yolu göstermesiyle Müslümanlığı kabul edenlere “muhtedi” ya da
“mehdi” denilmiştir.3

Kabala ve Kabbalizm
Kutsal kitap metinleri ve sözlü gelenekleri üzerine Yahudilerin gizemli ve
bâtınî (içrek) yorumların tümüne “kabala” denir.4 Kabala’dan kaynaklanan
Kabbalizm; ancak İspanya hareketinden sonraki Mesihi akımla daha iyi anlaşılır.
Bu hareketten önce Kabala, Mesihlikle daha az ilgilenir. İlk Kabbalistler; eski
gnostik ve felsefi fikirlerden yararlanarak, Tanrı‟ya ruhi yönden ulaşmak için,
mistik ve sembolik görüşlere kendilerini terk eder; Kutsal Kitap’ın harflerine,
zahiri anlamları dışında bâtınî anlamlar vererek, istedikleri sonuca ulaşmaya çalışır.
İbrani alfabesinin harfleri kabala için önemlidir. Harflerin kendi aralarında gizemli
ilişkileri, ilahi bir anlamları ve mistik bir açıklamaları olduğuna inanılır.

Terim olarak “dönme” iki şekilde incelenir.

2 Abdurrahman Küçük, Dönmeler (Sabatayistler) Tarihi, Ankara 2001, s.113.


3 Selahattin Galip, Bütün Yönleriyle Dönmeler ve Dönmelik Sabatay Sevi, Ankara 2004, s.16.
4 Selahattin Galip, a.g.e. , s.263.

222
 
 
 
 
 
 
Ebru GÜNEŞ 
—————————————————————————————— 
1. Umumi (genel manası) Manası (XVII. Yüzyıllar önceki manası) Eski
Türkçede “değişme, başka hale gelme” dini veya siyasi bir inancın, bir kanaatin
yerine bir başkasına benimsenmesi “tebeddül” kelimesi ile ifade edilmiştir.5 Başka
bir dinden İslam dinine geçenlere “mühdeti” veya “avdeti” terimi de
kullanılmıştır.6 Bu olaya da “ihtida” denilmiştir. İslam’ı bırakıp herhangi bir dine
geçen veya dinsizliği geçen kimselere “mürted”, bu olaya “irtidad” denir.7 Dıştan
iman ettiği halde içinden inanmayan, İslam kuralları altında başka bir dini, inancı
taşıyana “münafık” denilmiştir. İslam dışında herhangi bir dine inananlara
mütedeyyin denir. Bu terimlerin hepsi de din değiştirmeyi, dönmeyi ve bir din
sahibi olmayı içermesine rağmen gerçek anlamda “dönmelik” değildir.
2. Hususi Manada Dönme ve Dönmelik “Dönme” 1912 Balkan Harbi’nden
evvel Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Selanik şehrinde yaşayan bir
kısım Osmanlı vatandaşlarını ifade etmektedir. Önceden Musevi dininde
bulunmakta iken bazı siyasi sebeplerle İslâmiyet’i kabul etmiş olmaları yüzünden
kendilerine dinden dönmüş manasına gelen Dönme denilmekteydi.

Sabatay Sevi
Mesihin Ortaya Çıkışını Hazırlayan Durumlar
“Sevilla-Sharon, Mesih Sabatay Sevi’yi ortaya çıkaran şartları sıralarken
üç sebepten bahsetmektedir; Yahudi milletinin sürgündeki genel durumu. Kurtuluş
için ‘Mesih’ inancının gerektirdiği alt yapının varlığı. Yeniçağ Yahudi dünyasında
‘Kabala edebiyat’ının aktüel olması, özellikle 1630-1640’lı yıllarda etkinlik
kazanan Kabala üstadı İzak Luria’nın yaklaşımı, güçlü Mesihlik duygularını
uyandıracak ve kurtuluş saatinin yakın olduğuna dair ilanları. Yeni çağ
Avrupa’sında Yahudilere yönelik zülüm ve katliamların varlığı. Özellikle
Polonya’daki 1648 Kmielnetzki katliam’ının ortaya çıkması, Yahudiler nezdinde,
Mesih‟in yakında geleceği umutlarının artırması, bu katliamın Sabatay Sevi’yi de
etkilemesi sonucu kendisinin Mesih olduğuna o sırada inanmaya başlamasıdır.”8

Sevi’nin Mesihliğinin ortaya çıkışında etkili olan etmenlerin tespitinde


kaynaklarda farklı bilgilendirme görülmektedir.

Sabatay Sevi
Sabatay Sevi’nin kökeniyle ilgili olarak kaynaklarda farklı yaklaşımlar
vardır. Sevi’nin kökeni ile ilgili olarak A. Galente şunları söyler: “Sabatay Sevi, 7

5 Ferit Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara, 2007, s.1046.


6Ferit Derevelioğlu, a.g.e, s.715.
7 DEVELİOĞLU, a.g.e, s.448.
8 Sevilla-Sharon Moshe, Türkiye Yahudileri, İstanbul 1992, s. 69.

223
 
 
 
 
 
 
Dönmelik ve Sabatay Sevi 
—————————————————————————————— 
Temmuz 1626’ya denk düşen, İbrani Takvimi’ne göre 5386 yılının Ab ayının
9’unda İzmir’de İspanyol kökenli Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babası Mordehay Sevi İzmir’e yerleşmek üzere Mora’ dan gelmişti.9 diye
belirtmiştir. Sabatay Sevi’nin adı gibi, doğum yeri, yılı ve menşei de ihtilaflıdır.
İspanyol asıllı bir Yahudi aileden, 7 Temmuz 1626 tarihini gösteren İbrani
takvimine göre 5386 (İbrani Takvimi, dünyanın yaradılışını, Hz. İsa’nın
doğumundan önce 3760 olarak alır. Bugün de aynı takvim kullanılmaktadır) senesi
Ab ayının 9’unda İzmir’de doğmuştur. Sabatay’ın doğduğu ev İzmir’de “Lambard”
sokağındadır. . Öğrenmeyi zor bulmayan, çok tuhaf bir çocuk, azimli, küçük bir
Yahudi’ydi. Her şeyi çabucak anlıyordu ve bir şeyi bir kere öğrendi mi bir daha
asla unutmuyordu. Böylelikle, bir insanın ancak çok uzun sürede öğrenebileceği
kadar engin bir bilgi birikimine sahip oldu. Ne var ki bir insanın uzun süredir
bildiği bir şey, onun en çok önemsediği şey olmaz. Bu yüzden Sabatay kısa
zamanda sadece kendi görüşlerini oluşturmaya ve eleştirel olmaya değil, ayrıca
sahip olduğu bilginin ona verildiği tekebbürle İbranice de bile kusur bulmaya
başladı. Bu dili seviyordu fakat gelişme döneminde bozulup sıradanlaştığını ve
kabalaştığını düşünüyordu. Hırslı küçük bir öğrenci olarak peygamberlerin o
anlaşılır ve tınılı konuşmalarından büyülenmişti. Sabatay’ın cemaatten çeşitli
nedenlerle kovulmuştur. Mora, Atina, İstanbul, Selanik, kahire, Kudüs, Gazze
şehirlerine giderek kendi Mesihliğini doğrulayacak yalanlar bularak itibarının
artmasına ve mevcudiyetinin sağlamlaşmasına vesile olmuştur.

“Osmanlı imparatorluğu IV. Mehmet zamanında Girit seferi ve Venedik


savaşı ile uğraşıyordu. Sevi ile uğraşacak vakitleri yoktu. İzmirli hahamların
ihbarları üzerine dikkate alan Osmanlı otoriteleri sonunda 1666’da Sevi’yi
Çanakkale’deki Aydos kalesine hapsedildi. Eylül 1666’da divana çıkarılan Sabatay
Sevi’ye Müslüman olması eğer Müslüman olmazsa öldürüleceğini söylenince Sevi,
dinini değiştirdi. Ve “Aziz Efendi ” ismini almıştır.10

Sabatay Sevi’nin Müslüman kıyafetine girerek Mehmet Efendi adını


aldıktan sonra Mesihlik davası kapanmış değil, ancak şeklini değiştirmiştir.
Sabatay, Edirne Sarayı’nda Sultan’ın hizmetinde olmasına karşın müritleriyle
haberleşmeyi sürdürüyordu. Bunu haber alan otoriteler Sevi’yi tek bir Yahudi’nin
dahi yaşamadığı Arnavutluk da ki bir kasabaya sürdüler. Burada 30 Eylül 16762da
ölmüştür.11

9 Abraham Galante, Sabatay Sevi ve Sabataycıların Gelenekleri, İstanbul 2003, s. 24


10Selahattin Galip , a.g.e. , s.179.
11Abdullah Küçük, a.g.e. , s,252.

224
 
 
 
 
 
 
Ebru GÜNEŞ 
—————————————————————————————— 
Aziz Mehmet Efendi, ölümünden önce kendine sadık kalanları bir çatı
altında toplamak üzere taraftarlarına riayet edecekleri 18 maddelik inanç ilkeleri
miras bırakmıştı. Aziz Mehmet Efendi’nin ölümünden sonra taraftarlarından çoğu
ona bağlılığını devam ettirmişlerdir. Dönmelerin büyük çoğunluğu Selanik’te
yaşamaktadır. Selanik, bir nevi Sabatayistlerin merkezidir. Onun ölümüyle
Sabatayist Hareket son bulmamıştır. Ona inananlara göre Sabatay ölmemiş, sadece,
Dünyadan çekilmiştir. Sabatay Sevi’nin ölümünden sonra sabatayistlik Yakubiler,
Karabaşlar, Kapancılar olmak üzere 3 kola ayrılmıştır.

Sabatayistlerin Adetleri
A. Küçük Dönmelerin genel adetlerini şöyle sıralamaktadır. “Dönmelerin
inanç ve ibadetleri, Sabatay Sevi’nin 18 Emrinde vardır. Bu 18 Emrin içinde;
Sabatay Sevi’nin “Mesihliğine iman, Müslümanlarla evlenmekten kaçınma,
Müslüman adetlerine ve dini vecibelere görünürde riayet, gizlice Mezamir okuma,
Kameri ayların ilk günlerine dikkat ve hürmet yer almaktadır. Bunun dışında,
Müslümanlarla yaptıkları bayramlardan başka, on iki kadar bayramları vardır. Bu
hususi bayram günlerinde, gündüzleri bayram yapılmaz; ancak geceleri evlerde
toplanılarak bayram edilir. Bunun dışında Dönmeler, Mesihlerinin öldüğüne asla
inanmazlar. Özellikle Yakubiler’in, her Cumartesi, bir kadını çocukları ile beraber
deniz kenarına göndererek Mesih’i getirecek geminin gözüküp gözükmediğine
baktırdıkları; ihtiyarların da her sabah ufukta böyle bir gemi aradıkları ileri
sürülmektedir. Bunun yanında rivayetlere göre Müslümanlar arasına karışarak
camiye gittikleri ve Ramazan‟da oruç tutar göründükleri hatta arada sırada hacca
gidenlerin bile olduğu ifade edilir. Cennet’e girmek sadece kendilerine aittir. İyi bir
Müslüman, tenasüh yolu ile 40 defa dünyaya gelir ve her gelişinde hayır işlerse,
ancak Cennet’e girme hakkını kazanabilir gibi düşünceler de onların aralarında
yaşamaktadır. Üç dönme zümresinin Nesl-i Gerif denilen en asil ailelere mensup
birer lideri vardır. Bunlar cemaat ihtiyarlarının oyları ile seçilir ve ölünceye kadar
orada kalır. Bet-Din denilen liderler tarafından tayin olunan, nikâh, talak
(boşanma), doğan çocuğun 8. günü sünnet merasimi, ölülerin teçhiz ve tekfini,
Selanik ve İstanbul’da ki hususi mezarlıklara defni, cemaatin iç işlerini ifası ruhani
liderler tarafından yapılır. Bu liderler, Tevrat’ı olduğu gibi, Zoharı da ezbere okur.
İbranice ve Yahudi İspanyolcasını da mukaddes bir dil gibi öğrenirler. Dönmeler,
Müslümanlardan kız alıp vermedikler gibi, kendi aralarında da alıp verme
konusunda da oldukça hassas davranırlar. Müslümanlardan veya kendilerinden
başka bir zümreden kız alan “Cemaat” dışı sayılarak kararmış diye anılır.12

12 Abdullah Küçük, a.g.e. , 349.

225
 
 
 
 
 
 
Dönmelik ve Sabatay Sevi 
—————————————————————————————— 
XX. Yüzyılın başlangıcında, Dönmeler, geniş Müslüman Türk topluluğu
içinde eriyecekleri korkusuyla, üç grup arasındaki ayrılığı kaldırmak üzere ciddi
teşebbüslere girişmişlerdir. Ancak bu teşebbüsün sonucunun ne olduğu hakkında
kesin bir bilgiye sahip olunamamıştır. Bu Cumhuriyet’in ilanından sonra
kendilerini Müslüman Türk toplumuna uydurduklarından değil modernleşme ve
toplumun onların da benimsediği yönde bir değişime uğramasından fark edilemez,
tespit edilemez olmuştur. Dönmeler ticaret ve sanayi hayatını ellerine geçirdikten
sonra, tıp, hukuk, mülkiye tahsiline yönelmiş; idari memurluklarda valilik,
müsteşarlık, siyasette. mebusluk ve bakanlığa kadar yükselmiş, öğretmenlik ve
gazetecilikte başarılı olmuştur. Basın ve Yayını ellerine geçirerek Batılılaşma
Hareketi’nin, Türkiye’de öncülüğünü de yapmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde Avrupa’ya tahsile gidenlerin ekseriyetini Dönmeler teşkil etmiştir.
Yabancı dillere büyük ehemmiyet veren Dönmeler, ticaret maksadıyla, sık sık
Avrupa’ya gidip gelmiş; ilericilik adı altında yeni fikirler yaymaktan geri
durmamıştır. Selanik’te aralarında topladıkları paralarla, Fevziye ve Terakki adı
altında lise derecesinde iki okul açmış; Türk-Yunan mübadelesi sonunda, bu
fikirlerini, okullarını ve gruplarını Anadolu’unun bazı şehirlerini özellikle
İstanbul’a getirmişlerdir. Bunlar; eğitim ve öğretime ve büyük bir ehemmiyet
vermiş aralarında hemen hemen okur-yazar olmayan kimse kalmamıştır.”13

Sabatay Seviden Sonra Oluşan Sabatayistlik


Osmanlı Devletinin zayıflaması ve parçalanmasında Yahudi, Mason ve
diğer gayr-i Müslimler yanında dönmelerden de söz edilmektedir. Jön Türk
Hareketi’nde, İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Dönmelerin rollerinden;
Hareketin asıl beyinleri arasında Dönmelerin bulunduğuna ve Selanik Dönme
zenginlerinden mali destek gördükleri belirtilmektedir. 13 Nisan 1909 tarihinde
gerçekleşen 31 Mart Vakasında rol oynayan Rumeli’den gelen birliğin askerlerinin
çoğunluğunun gayr-i Türkler den meydana geldiği ve başındaki Remzi adındaki
komutanın Dönme olduğu, Abdulhamid’i tahtan indirenlerin, İmparatorluğu
yıkmak için gayret gösteren teşekküllerin başında azınlıkların, Masonların ve
Dönmelerin bulunduğu, Abdulhamid’in Selânik’te ki sorumlusunun da Remzi
Bey’in kardeşi Dönme Tefik olduğu ileri sürülen görüşler arasındadır.1908’den
sonra kurulan hükümetlerde görev alan Dönme bakanlardan bahsedildiği gibi bu
dönemin önde gelen kadın liderlerinden olan Suriye’ye Türk kültürünü yaymak
için gönderilen Halide Edip Adıvar’ın da Dönmelerden olduğu, Suriye’de konusu

13Abdullah Küçük, a.g.e. , s.353.

226
 
 
 
 
 
 
Ebru GÜNEŞ 
—————————————————————————————— 
Tevrat’tan alınan Kenan Çobanları başlıklı operayı sahneye koyarak Yahudi
propagandası yaptığı ve bu temsil ile İsrail müjdesini sergilediği belirtilmektedir.14

“Selanik’te yaşayan dönmeler, ticaretle uğraşan, zengin, varlıklı,


kimselerdi. Çocuklarını okuttukları için içlerinde bir aydın kitlesi de oluşmuştu.
Oturmuş bir düzenleri vardı. Düzenlerinin bozulacağı, varlıklarının sarsılacağı
gerekçesiyle Mübadele’ye karşı çıkıyorlar, Yunan vatandaşı olarak Selanik’te
kalmak istiyorlardı. Hâlbuki Mübadele şartı’na göre, Müslüman ve Hıristiyan
olmak esas alınmıştı. Dönmeler de Müslüman olduklarına göre denilerek
Mübadeleye dahil edilmişlerdi. Dönmeler Mübadeleye tabi olmamak için harekete
geçtirler. Bunda ırkı hatta Müslüman olmadıklarını ön plana çıkardılar. Müslüman
ve Selanikli Türk unsuru arasında yer alan Dönmeler, takasa (mübadele) karşı
çıkarak Yunan hükümetine başvurdular ve Sabataycı kökenlerini öne sürüp
Mübadele’ye tabi edilmemeyi talep ettiler. Ticaretle uğraşan bir unsurdan yakayı
sıyırmak isteyen Atina yönetimi, Dönmeleri sıradan bir Türk vatandaşı gibi kabul
ettiklerini açıkça beyan ederek Mübadeleye tabi olduklarını bildirdi.”15

Dönmeler Türkiye’ye geldikten sonra burada varlıklarını korumak


istemişler, bunun için aynı mahallelere oturmaya çalışmışlarsa da aralarında
diyalog tam olarak kurulamamış göç cemaatin bağlarını kırmış asimilasyonu
hızlandırmıştır. Sabataycılar Türkiye’ye geldikten sonra nüfus kayıtlarında
Müslüman yazılmıştır. Ancak bu insanların İslam inancıyla hiçbir bağlantıları
yoktu.

Sonuç
İnsanların sancılı anlarında kurtuluş ümidiyle sarıldıkları Mesih inancı
şüphesiz ki bütün toplamlarda kendi öz dinamikleriyle yoğrulmuş bir şekilde
varlığını devam ettirmiştir. Hele bu sürekli dışlanan ve sürgünler geçirmiş bir
toplumda olunca kendini daha ağır bir şekilde hissettirmiştir. Bu durum Yahudi
inancında da kendine yer edinmiştir. Yahudiler II. Sürgünle birlikte bulundukları
coğrafyada hep bu inançla yaşamış ve Mesihleri ile birlikte Kudüs’e dönüşün
hayallerini kurmuşlardır.
Sabatay Sevi önderliğindeki Mesihçi hareketlerden daha etkili ve geniş
kitleleri etkisi altına alan bir harekettir. Sevi hareketi onun ölümünden sonra da
devam etmiş ve Sevi’nin bir gün çıkıp geleceği inancı taraftarlarınca
benimsenmiştir. İzleri ve tesirleri günümüze kadar devam eden bu Mesihçi hareket
hala sürmektedir.

14Abdullah Küçük, a.g.e. , s.440.


15Selahattin Galip, a.g.e ., s.395

227
 
 
 
 
 
 
Dönmelik ve Sabatay Sevi 
—————————————————————————————— 
Sevi’nin yaşamında kendi taraftarları için belirtmiş olduğu çift kimlikli
yaşamın 18 kuralında hem Yahudi inançlarını yerine getirme gayesi vardır hem de
içinde yaşamış oldukları İslam toplumunun inançlarını yaşıyor görünmenin
izlenimini verme vardır. Ve buna dayanarak ne Müslümanlarla ne de Yahudilerle
bir ilişki halinde olmuşlardır. Dolayısıyla içinde bulundukları durum dolayısıyla
istenmeyen topluluktular. Kendi kabukları içinde yaşar dar varlıklarını sürdürüp
giderlerdi.

Kaynakça
DEVELİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 2007
GALANTE, İbrahim, Sabatay Sevi ve Sabataycıların Gelenekleri, İstanbul 2003
GALİP, Selahattin, Bütün Yönleriyle Dönmeler ve Dönmelik Sabatay Sevi, Ankara
2004
KÜÇÜK, Abdurrahman, Dönmeler (Sabatay Sevi) Tarihi, Ankara 2001
MOSHE, Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, İstanbul 1992

228
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Büyük Kaçış Akdeniz 1914

Irmak KARABULUT 
——————————————————————————————
ÖZET
I.Dünya Savaşının ilk günlerinde Almanya’nın Akdeniz donanmasına mensup
Goeben ve Breslau adlı gemiler Kuzey Afrika’daki Fransız limanlarını bombaladıktan
sonra 15’e yakın İngiliz gemisi ve bir o kadar da Fransız gemisinin arasından kaçıp
kurtulmayı başaracaklardı. Bu kaçış esnasında Alman gemileri, bölgedeki tek müttefiki
Avusturya ‘dan da yardım alamayacak buna karşılık İtalya ve Yunanistan’dan kömür
alabilecek ve yol boyunca sadece bir kez kendisinden oldukça düşük güce sahip bir hafif
kruvazör ile çatışmaya gireceklerdi. Üstelik o sıralarda Türk-Alman İttifak Antlaşması’nın
da imza edilmesi Alman gemileri için çıkış noktası sağlayacaktı. Alman gemileri için süreç
oldukça olumlu işlerken; telsiz iletişim sorunu yaşayan, verilen emirleri tam olarak
anlayamayan, Goeben’i koşulsuz üstün güç olarak nitelendiren ve gemilerin batıya gideceği
yönünde saplantılı olan ve Tük Alman ittifakından da habersiz olan, İtilaf devletleri güçleri
Goeben’i ve Breslau’yu yakalama fırsatını defalarca kaçıracaklardı. Sonuç olarak gemiler
ve Amiral Souchon sadece Osmanlı’ya sığınmakla kalmayıp Rus limanlarının
bombalanması ve Türkiye’nin henüz hazır olmadığı bir savaşın içine girmesinde de etkili
olacaklardı.

Anahtar Kelimeler: I.Dünya Savaşı, Osmanlı Donanması, Goeben, Breslau,


Wilhelm Souchon, Berkley Milne

——————————————————————————————
Büyük Avrupa devletleri arasındaki ilişkilerin 1800’lerin sonu ve
1900’lerin başı arasında bozulması, beraberinde kamplaşmayı getirdi.1914 yazı
itilaf ve ittifak güçleri arasında oldukça hareketli geçecekti. 28 Haziranda bir Sırp
milliyetçisinin Avusturya veliahdını öldürmesi ardından geçen süreçte, taraflar
arasında iyi bir kriz yönetimi yapılamayacaktı. O güne kadarki Bosna krizi, Agadir
krizi ve Balkan Savaşları gibi krizler bir Avrupa savaşına neden olmazken,
Rusya’nın seferberlik ilan etmesi, Fransa’nın onu büyük ölçüde desteklemesi,
Almanya’nın müttefiki Avusturya’nın yanında yer alması ve arabulucu olarak
nitelendirilebilecek tek güç olan İngiltere’nin uzlaştırma adına attığı adımların
sonuçsuz kalması nedeniyle bu suikast savaşla sonuçlanacaktı. Sırp
milliyetçiliğinin önlenemez durumu, Avusturya’nın Sırp yükselişini önleme isteği,
Batıya doğru genişleme hamlesinde bulunan Ruslar ve Avusturyalılar arasındaki

 Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi,

[irmak.kaabulut@hotmail.com]
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
rekabet,1 İngiltere’nin Belçika konusundaki hassas tutumu gibi nedenler suikast
sonrasında savaşa giden mesafeyi kısaltan olaylar arasında gösterilecekti.

28 Hazirandan tarafların seferberlik ilan edip savaşa tutuştukları Ağustos


ayına kadar geçen sürede önemli gelişmelerin yaşandığı bölgelerden biri de
Akdeniz oldu. Akdeniz’deki hareketliliğin en büyük nedeni de Almanya’nın
Akdeniz filosunu teşkil eden Goeben ve Breslau adındaki iki Alman gemisi ve
bunların faaliyetleriydi. Bunlardan Goeben; 1900’lerin başında Almanların 4 ağır
toptan daha fazlasını taşıyan, 20 bin tonluk savaş gemileri yapmaya başlamasıyla
ortaya çıktı. Bu şekilde 4 serilik gemi yapımına girişen Almanlar, bu serinin
üçüncü üyesi olarak Goeben’i inşa ettiler. Breslau ise, 4 gemilik Magdeburg sınıfı
gemilerinin bir üyesi ve en hızlı kruvazörlerdendi2.

28 Haziran’da veliahdın ölüm haberini alan Goeben’in komutanı Souchon,


olası bir savaşta gemsinin hazır olmasını düşünerek bakım için Avusturya limanı
olan Pola’ya gitti. Temmuz ayını burada bakımı yapılarak geçiren Goeben, 27
Temmuz’da buradan ayrıldı. Breslau ile Brindizi önlerinde buluşan Goeben burada
İtalyanların kendisine kömür vermekte direnmeleri üzerine Messina’ya geçti3.
Nitekim, 1913’de Avusturya-Macaristan ve İtalya ile yapılan görüşmeler
sonucunda oluşturulan ortak hareket planına göre Fransa ile Rusya arasında savaş
çıkması durumunda ortak hareket noktası Messina olacaktı4. Kararlaştırılan bir
diğer nokta ise harp durumunda Fransa’nın Kuzey Afrika’dan yapacağı asker
sevkiyatını durdurmaktı5. Aynı gün yani 27 Temmuzda İngiltere’nin Akdeniz
komutanı Milne’de savaşın yakın olduğu bildiren bir mesaj aldı6. Milne kendisine
verilen emir doğrultusunda Malta’da tüm donanmasını toplayacaktı. 30 Temmuzda
ise ilk amaçlarının Fransızlara yardım etmek olduğu ve üstün kuvvetlerle
çatışmaktan çekinmeleri belirtiliyordu7. İngiliz amirale verilen bu görev 1912-
1913’de gerçekleşen Fransa ile İngiltere arasındaki çeşitli görüşmelere
dayanıyordu. Buna göre, İngilizler kuzey denizinde yoğunlaşırken Fransızlar,
kuvvetlerini Akdeniz’de yoğunlaştıracaktı. Ayrıca İngiltere savaş halinde

1 Clive Ponting, Thirteen Days - Diplomacy and Disaster, the Countdown to the Great War, London
,2003, s.XI
2 Bülent Eryavuz,”SMS Goeben ile SMS Breslau” Yayınlanmamış Makale, ss.1-7
3 Barbara Tuchman “Yavuz ve Midilli’nin İstanbul’a Gelişi ve Gelişin Doğurduğu Sonuçlar”,

Çev.Turhan Özer, Donanma Dergisi, sayı. 451, 1965, s.110


4 Hermann Lorey, Türk Sularında Deniz Hareketleri Cilt I, Çev. Sami Tekirdağlı, Deniz Matbaası,

İstanbul, 1936, s.3


5 Pierre Renouvin, Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye 1914-1918, Çev. Örgen Uğurlu, Örgün Yayınevi,

İstanbul, 2004,s. 209


6 Redmond Mc Laughlin, Yavuzun Kaçışı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978, s. 28
7 Dan Van Der Vat, Dünyayı Değiştiren Gemi, Çev. Ali Cevat Akkoyunlu, Alfa Yayınevi, İstanbul,

2013, s.78

230
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
Fransa’nın asker nakliyesini temin edecek, Avusturya ve İtalyan donanmalarının
birleşmesine engel olacaktı8.

Goeben ve Breslau Messina’da, İngiliz Filosu Malta’da onarımdan


geçerken Osmanlı Devleti de aynı tarihlerde uzun zamandır aradığı müttefikini
bulmuş, ittifak antlaşmasını imzaya girişmişti. Daha önce İngiltere, Rusya ve
Fransa ile bağlaşma denemelerinde bulunan ancak bunların hepsi reddedilen
Osmanlı, Temmuzun bu son günlerinde Almanya’ya ve Avusturya’ya teklifte
bulunacak ancak adı geçen devletler önce bu tür bir antlaşmayı gereksiz görürken
Avusturya, Sırbistan’a ültimatom verecek ve savaşa giden yolda önemli bir adım
atılacaktı. Osmanlı bu aşamada Rusya’nın Karadeniz’e çıkışını kapatacak bir
müttefik olarak İttifak Devletleri için yararlı olabileceğinden durum tekrar
düşünülecekti9. Bu şekilde Alman büyükelçi Wangenheim ittifak yapmak ile
görevlendirildi. Bir ittifak metni taslağı hazırlanmakla beraber Alman Başbakanı
Berthalm Hollweg, "Türkiye'nin Rusya'ya karşı önemli bir harekete gireceğinden
emin olmadığı takdirde Osmanlı İmparatorluğu ile bir ittifak antlaşması
imzalamaması" talimatını gönderecekti10. Bu aşamada Osmanlı Devleti’nin
Rusya’ya karşı yapabileceklerinin konuşulduğu, Alman Büyükelçiliğinde Enver
Paşa, Wangenheim ve Liman Von Sanders’in katılımıyla 1 Ağustos’ta
gerçekleştirilen toplantıda; aynı zamanda Goeben’in rotası konusunda önemli bir
adım atıldı. Nitekim Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin başarılı olabilmesi için
Karadeniz’de üstün bir donanmaya ihtiyacı olduğu konusunda her üç devlet adamı
da hem fikirdi. Bu görüşmede Goeben ile Breslau’dan oluşan Alman Akdeniz
filosunun, Karadeniz’deki Osmanlı Filosuna destek amaçlı İstanbul’a gelmesinin
doğru olacağı kararlaştırıldı11. Bu görüşmenin ardından Wangenheim ile Liman
von Sanders, Alman Amiralliğine, Goeben ile Breslau’nun İstanbul’a gelmesi için
başvurdular12. Berlin’e çektikleri telgrafta “Eğer Goeben’i Akdeniz’de kullanmak
lüzumu yoksa; o Türk Donanmasıyla birleşmiş olarak Rus Karadeniz Donanmasına
karşı koyabilir. Romanya ile kablo vasıtasıyla muhaberatı güvence altına alabilir ve
Bulgar kıyılarına Rus askeri çıkartılmasını önleyebilir…”denilmektedir. Ancak
Wangenheim’a verilen cevap “Goeben Kruvazörü henüz serbest değildir”

8 Beda Von Bercham, “Goeben ve Breslau’nun Kurtulmasında Avusturya Donanmansın Rolü”,Çev.


BinbTahir, Deniz Mecmuası cilt 44, sayı: 326, 1932. s.188
9Tuchman, a.g.m., s.107
10 Kansu Şarman, “İngiliz Gemileri Kime Vaat Edilmişti”, Popüler Tarih Dergisi, sayı 13, 2001,s.15
11David Fromkin, Barışa Son Veren Barış; Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı, Çev. Mehmet

Harmancı, Epsilon Kitapevi, İstanbul, 2004, s.57


12 Mc Laughlin, a.g.e., s.69

231
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
şeklindedir13 ve görüldüğü gibi olumsuzdur. Nitekim henüz Almanya Türkiye ile
kesin olarak bir antlaşma imzalamamıştır.

Rus-Alman savaşı başladıktan sonra 2 Ağustos’tagizlilik içerisinde


Osmanlı-Alman İttifak Antlaşmasını imzalayacaktır. Bu antlaşmadan sonra ise
Berlin, Goeben’in Osmanlı’ya gitmesini onaylayacak ve geminin ilerideki amacını
da belirleyecekti. Daha 3 Ağustos’ta Berlin Ateşemiliteri Cemal Bey, Berlin Nazırı
ile görüştüğünü ve Almanların her türlü yardımı yapacağını, Goeben ve
Breslau’nun Çanakkale Boğazı’nı emniyet altına alacağını ve bir kez Karadeniz’e
çıkış izni onlara verilirse Bulgaristan ve Romanya’nın da tereddüdünün ortadan
kalkacağını belirtmektedir.14 Alman gemilerinin Türkiye’yi savaşa sokma,
Rusya’ya karşı güç unsuru oluşturma amaçlarının dışında Osmanlı’nın komşularını
da İttifak devletleri lehine etkileme amacının olduğu bir gerçektir.

Antlaşmanın imza edildiği gün Churchill, 3 Ağustos’ta Türkiye’ye teslim


edilmesini planladığı Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine, son taksitlerinin
ödenmesinin ardından “İngiltere’nin yakın bir tehlikenin eşiğinde olduğu ileri
sürerek” İngiliz Hükümetinin el koyduğunu açıklayacaktı15. Babıali’ye yalnızca
Dış işleri Bakanı Grey’in üzüntüsünü bildiren bir telgraf gönderilecekti. Bu el
koyma işlemi muhtemel ki Almanya ile yapılan antlaşmadan şüphe duyulmasını
engelleyecek16, Türkleri, İngilizler tarafından Almanların saffına bir kez daha
itecek ve daha sonrasında Goeben ve Breslau’nun Osmanlı hükümetince satın
alınışı da bazı çevrelerce de buna bağlanacaktı. Nitekim Churchill bu konuda suçlu
addedilecektir. Suçlamayı yapanların başında da Edward Grey olacak ve Grey bu
iddiasını 1920’lere kadar sürdürecekti.17

Akdeniz’deki gelişmelere dönersek; 1 Ağustos’ta Almanya’nın Rusya’ya


savaş açtığını ve Fransa ile de savaşın yakın olduğunu öğrenen Souchon, planın
ikinci kısmı olan Fransız taşımacılığı engellemek üzere 3 Ağustos’ta yola çıkmıştı.
Ayrıca 2 Ağustos’ta Milne, Amirallikten, Fransız amirali ile birlikte hareket etme
konusunda emir almış bunun üzerine Toulon’da bulunan Fransız amirali
Lapeyrere’ye, ona ne türlü yardım edebileceği sorulmuş ancak Milne ile Fransız
Amiral Lapeyrere arasında telsiz haberleşmesi bir türlü kurulamamış bunun üzerine

13 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi Cilt II, Kısım, IV, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1991, ss:648-649
14 Veli Yılmaz, I.Dünya Harbinde Türk-Alman İttifakı ve Askeri Yardımlar, İstanbul, 1993, ss.63-64
15 İskender Tunaboylu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Yavuz (Goeben) Zırhlısı, Deniz Basımevi,

İstanbul, 2006, s.19


16 Tuchman, a.g.m., ss.107-108
17 Fromkin, a.g.e., s.65

232
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
Milne, emrindeki bir diğer hafif kruvazörü Fransız Amiral’in yanına bir mektupla
göndermişti18.

Bu zaman zarfında Akdeniz’deki Fransız Amirali Lapeyrere’ye de Goeben


ile ilgili haberler gelmeye başladı. 2 Ağustos akşamı Tunus’un Bon burnundaki
Fransız telsiz istasyonu, Goeben ve Breslau’nun telsiz haberleşmelerinden yola
çıkarak gemilerin Sina civarında olduklarını bildirdi. Konu ile ilgili önlem almak
isteyen Lapeyrere, Bizerta ve Cezayir limanlarına telsizle emir vererek harp
gemileri bölgeye ulaşana kadar Fransa’ya gidecek olan nakliyatı ertelemelerini
sağladı. Ancak bu emir bölgedeki kuvvetlerin savaşın ilk devrelerinde atıl
kalmalarına neden olacaktı19. Üstelik Lapeyrere’nin bu kararı Fransız amiralliği
tarafından desteklenmedi ve Fransız Amiralliği 2 Ağustos’ta bir an önce demir
almaları ve Lapeyrere’nin direttiği konvoy düzeni yerine tek tek gemilerle yola
çıkmalarını istedi. Ancak Lapeyrere demir almadı ve bu noktada konvoy düzeni ile
gidilmesinde ısrar etti. Bu belirsizlik Fransız donanmasının hareketinin
gecikmesinin bir diğer nedeni idi20. Nitekim Lapeyrere ancak 3 Ağustos saat
16:00’da harekete geçti. Üstelik Fransız Amiralliğinin emrinin tersine konvoy
düzeni uygulayacaktı. Bunun tam tersini yapsa idi, Goeben’in yerini tayin etmesi
olası idi21. Lapeyrere’nin hata olarak nitelendirilebilecek diğer davranışı ise
filosunun Cezayir’e seyri sırasında, arızalanan gemilere göre hareket edilmesini
bildirmesi, yani düşük hızla gidiş emri vermesi idi. Bu olmasaydı Alman gemileri
ile karşılaşma ve onları geciktirme durumu söz konusu olacaktı. Lapeyrere, filonun
büyük bir kısmını Cezayir’e yönlendirmiş o da gemilerin batıya gideceği saplantısı
ile hareket etmişti. Oysa o sırada gemilerin güzergahı çizilmişti.Lapeyrere filosu ile
yola çıktığında, Milne’nin yardım talebini aldı ve cevap olarak Adriyatik’teki
İtalyan, Alman ve Avusturya filolarının hareketlerini izlemeleri halinde memnun
olacağını belirtti22. Ancak Fransız amiralin cevabı Milne’ye ulaşmadı23.

3 Ağustos’ta Souchon, Amirallikten Fransa ile savaşın başladığı haberini


aldığında Fransız limanlarına doğru yola koyulmuştu. 4 Ağustos sabahı henüz
Cezayir sahillerine az bir mesafe kalmışken yeni bir haber geldi. “Türkiye ile
ittifak yapılmıştır. Goeben ve Breslau derhal Konstantinapol’e”. Sonunda açık bir

18 Lorey, a.g.e., s.13


19 H.W. Wilson, Büyük Harpte Deniz Muharebeleri, Çev.Lütfü Talat, Deniz Matbaası, İstanbul,1931,
ss. 236-237
20 Van Der Vat, a.g.e., s.66
21 Wilson, a.g.e., s.237
22 Van Der Vat, a.g.e., ss.68-70
23 Van Der Vat, a.g.e., s.83

233
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
emir alan ve gideceği yer tayin edilen Souchon inisiyatif kullanarak önce Cezayir
sahillerini bombalamaya karar verdi24.

4 Ağustos’ta Fransa’nın Afrika sahillerinde yer alan Bona ve Phillipe


limanlarını bombalayan Goeben ve Breslau, limanlardan çıktıklarında iki İngiliz
savaş kruvazörü, İnflexible ve İndomitable ile karşılaştı.Nitekim Milne daha önce
Birinci Kruvazör Filosu komutanı Troubridge emrinde Adriyatik sahillerinde
dolaşma emri verilen bu gemiler için, Churchill’den gelen “asıl hedefin Goeben”
olduğu mesajı üzerine, iki İngiliz gemisini Troubridge’nin filosundan almış ve
Sicilya boyunca batıya gitmesini emretmişti25. Bu şekilde yol alan gemiler işte o
gün Alman gemileri ile karşılaşmışlardı. Savaşın ilk günlerinde Akdeniz’de ilk kez
iki devletin güçleri karşı karşıya geliyordu. İngilizler üstün silah gücüne sahip
olmakla beraber ateş etmediler. Nitekim henüz savaş ilan edilmemişti26. Ancak en
azından harp ilan edilene kadar onları izleme gayesindeydiler. Durum İngiliz
Donanma bakanlığına bildirildi, Churchill’in tepkisi; Alman gemilerinin Fransız
nakliyesine saldırması durumunda onları batırın şeklinde oldu27. Gemilerin
rotasından habersiz olan Churchill onların batıya gittiğini sanmaktaydı. Zaten
Churchill daha sonra bu talimatını iptal edecekti çünkü kabine savaş ilan edilmeden
böyle bir talimatı uygun bulmuyordu28. Nitekim gemilerin batırılmasının
gecikmesinde bir diğer zafiyette İngiltere’nin savaşın bu ilk günlerinde takındığı
tutumdu. İngiltere kabinesi savaşa girilip girilmemesi konusunda bir ikilem
yaşıyordu. İngiliz kabinesinin çoğunluğu savaş karşıtı idi. Ancak önde gelen
isimler olan Churchill, Asquith, Grey savaş yanlısı idi29 ve kabineyi ancak
Belçika’nın işgali söz konusu olduğunda savaşa ikna edebilecekler ve Almanya’ya
ültimatom verilecekti.

Alman gemileri 21:00 gibi İngiliz gemilerinin elinden kurtulurken,


İngiltere saatiyle 23:00’da ültimatomun süresi doldu ve iki ülke arasında savaşın
başlayacağı haberi Souchon’a ertesi gün sabah saatlerinde ulaştı. Yine Souchon’a,
İtalya’nın merkezi devletler safında savaşa girmesine şüphe ile bakıldığı
bildirildi30.Ancak Alman gemileri bir İtalyan limanı olan Messina’ya girdiklerinde,
Almanya’ya bir sefere mahsus kömür verme izni verilecekti. Bu arada Souchon 5
Ağustos’ta müttefik kuvvet olan Avusturya’dan yardım istedi; Avusturya Amirali

24Eryavuz, a.g.m., s.9


25 Van Der Vat, a.g.e., ss.83-85
26Mc Laughin, a.g.e., s.10
27Tuhcman, a.g.m., s.115
28 Van Der Vat, a.g.e., s.89
29 Van Der Vat, a.g.e., s.86
30 Lorey, a.g.e,. s.9

234
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
Haus’tan, Messina’ya gelmesi talebinde bulundu31. Nitekim Messina’dan
çıktığında tüm Fransız- İngiliz deniz gücünü karşısında görmeyi tahmin ediyordu.
Bu tahmini gerçekleşmediği gibi yardım talebi de reddedildi. Avusturya
seferberliğe yeni başlamış olmasının yanı sıra henüz İngiltere ile savaş halinde
değildi ve bu sebepten ötürü karşı karşıya gelmek de istemedi. Böylece Souchon,
bölgedeki tek müttefikinden de umudunu kesti.

6 Ağustos’ta ise Souchon’a verilen İstanbul’a gidilmesi kararının iptal


edildiği bildirildi32. Nitekim Enver Paşa; 4 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’nın
güneyinden sorumlu komutana, Alman ve Avusturya gemilerine boğazlardan içeri
giriş izninin verilmesini bildirdi33 ancak kabine üyeleri bu emre karşı çıkacak ve
geri adım atması konusunda ısrarcı olacaklardı34. O gün Wangenheim ile görüşen
Sait Halim Paşa, Bulgaristan ile antlaşma imzalanana kadar Goeben ve
Breslau’nun boğazlardan girişine izin verilmeyeceğini bildirdi35.Bunun üzerine
Berlin, 5 Ağustos’ta Souchon’a söz konusu mesajı göndermiş, Souchon’un bu
mesajı alması 6 Ağustosu bulmuştu36. Yine mesajda kendisine hareket özgürlüğü
olduğu da bildirilmişti. Souchon’un kararı İstanbul’a gitmekti. Daha sonra bunun
nedenini “Türkleri harbe sokmak, harbi Türklerin ezeli düşmanları Ruslara karşı
yaymak”37olarak tanımlayacaktı.

Ancak Souchon’un İstanbul’a varmadan önce bir kez daha kömür yüklemesi
yapması gerekiyordu. Bu amaçla Yunan sahilleri seçilmişti. Aslında Yunanistan’ın
kaçışta kömür yükleme yeri olması dışında çok daha önemli bir rolü vardı. Nitekim
Türk- Alman İttifakı imzalandıktan sonra Alman İmparatoru Wilhem, Yunanistan’ı
da kendi yanına çekme peşindeydi. Bu amaçla bir türlü ikna olmayan Yunan kralını
ikna için Berlin’in Yunanistan elçisi Theotokis’e Türk-Alman ittifakının imza
edildiğini duyurdu. 3-4 Ağustos gecesi Goeben ve Breslau Messina’da iken
Theotokis durumu Atina’ya bildirmiş; “Şu an Akdeniz’de bulunan Alman gemileri
Türkiye ile birlikte hareket edebilmek için Türk donanmasının bir parçası olmak
üzere ”demiştir. Bundan şüphelenen Konstantin, 6 Ağustos’ta Türkiye’den
seferberlik ile ilgili güvence isterken tarafsızlığını da sürdürmüştür38. Nitekim
Konstantin bunun bir blöf olabileceğini de düşünmüş ve olayı Yunanistan’daki

31 Afif İzzet Büyüktuğrul, “Akdenizde Yavuz ve Midilli”,Deniz Mecmuası, cilt 46, sayı 333, 1934,
s323
32 Mc Laughin, a.g.e., s.99
33 Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s.121


34 Tuchman, a.g.m., s.117
35 Aksakal, a.g.e., s.129
36Ulrich Trumpener, Germany and Otoman Empire, Caravan Books, New York, 1989, s.27
37 Tuchman, a.g.m., s.117
38 Geoffrey Miller, Superior Force The Conspiracy Behind the Escape of Goeben and Breslau,

University of Hull Pres, London 1996, ss.180-181

235
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
İngiliz Deniz Misyonun başkanı Kerr’e anlatmıştır. Kerr’in harekete geçmesi için
olayların biraz daha olgunlaşması gerekecektir. Bu arada İngiliz Maslahatgüzarı
Eriskine, 5 Ağustos’ta Venizelos ile görüşmüştür. Venizelos o tarihte Theodoskis
tarafından bilgilendirilmişti. Görüşme sonunda Eriskine’nin Grey’e gönderdiği
mesajda Goeben ve Breslau’dan bahsedilmezken “Yunanista’a gelen bilgiler
Almanların Türkleri işbirliğine zorladığını gösteriyor. Venizelos bana Berlin’deki
Yunan elçinin hükümet çevrelerinden öğrendiğine göre Türkiye ile askeri
işbirliğinin tamamlandığını bildirdi” der.39 Ancak İngiliz amiralliği bundan
Milne’ye söz etmezken önlem de almaz40

6 Ağustos öğle saatlerine kadar Messina’da kömür aldıktan sonra Goeben


ve Breslau demir alacaklardı. Bu arada aslında rota ile ilgili sorunda çözülmüştü. 6
ağustos gece yarısı kabine bir toplantı yapmış ve toplantı sonunda
kapitülasyonların lağvı, Bulgaristan ile ittifakın desteklenmesi, Ege adalarının
iadesi, Doğu Anadolu’da sınır değişikliği gibi maddeleri içeren kararlar
Wangenheim’a iletilecek ve ancak bunlar kabul olunursa gemilerin girişine izin
verileceğini bildirilecekti. Wangenheim’da bunları kabul edecekti. Tek sorun bu
bilgi Souchon’a biraz geç ulaşacaktı 41.

5 Ağustosta Almanların Messina’da olduğunu öğrenen Milne’ye, İtalya’nın


tarafsız olduğu ve 6 milden fazla kıyılarına yaklaşılmaması gerektiği
bildirilmişti42.Görüldüğü gibi Almanlar, İtalya’nın tarafsızlığına riayet etmeyip
kömür alırken ve tarafsız bir liman olan Messina’da 24 saatten fazla konaklarken,
İngilizler bu konuya fazlaca sadık kalmışlardı.

Milne, Avusturya’nın henüz savaşta olmadığı ancak Adriyatik’e dikkat


edilmesi ve Almanların buradan içeri girmelerine ve Avusturya’nın dışarı
çıkmasına engel olmaları yönünde uyarılmıştı. Gemilerin batıya gideceğini
düşünen Milne’ye, Amirallikten Adriyatik bölgesine özen gösterilmesini bildiren
mesajlar gelince o da savaş gemileri eşliğinde boğazın batı çıkışını
tuttu43.Sicilya’nın batısı ile Sardunya arasında karakol yapıp bu şekilde Fransız
nakliyatına da yardım edebileceğini düşünüp sadece Gloucester hafif kruvazörünü
boğazın doğu çıkışında bıraktı. Oysa beklenen haber bu küçük kruvazörden
gelecekti. Nitekim Milne’ye akşamüstü Goeben ve Breslau’nun boğazdan çıkışını

39 Miller, a.g.e., s. 189


40 Stefanos Yerasimos, İstanbul 1914-1918, Çev:Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997,
s.45
41 Aksakal, a.g.e., s.131
42 Tuchman, a.g.e., s.116
43 Mc Laughlin, a.g.e., s.96-97
 Gloucester Kruvazörü Breslau ile aynı boyuttadır ancak hızı ondan 3 mil daha düşüktür

236
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
haber veren mesaj geldi44. Aynı gün akşam Amirallik, Akdeniz filosuna, Alman
gemilerini Messina Boğazı’ndan itibaren takip etme izni verdiyse de artık geç
kalınmıştı45.

Messina Boğazı’ndan çıkan Goeben ve Breslau’nun arkasına takılan


Gloucerster ‘dan kurtulmak isteyen Souchon, batıya doğru yol alarak, güneydoğu
rotasına gittiğini belli etmek istememiş ve bir şaşırtmaca yapmayı amaçlamıştı.
Ancak takipçiyi uzaklaştıramamaları üzerine Souchon kendi rotasına girmek
zorunda kaldı. Bunun üzerine Gloucester, Goeben’in güney rotası tutuğunu
Amirale bildirmeye çalışırken, Goeben’de de İngiliz gemisinin telsiz
mesajlaşmasını bozmak için çaba harcamaktaydı46.

Goeben’in güneydoğuya ilerlediğini bildiren mesaj Adriyatik’te karakol


gezen Troubrige’ye ulaştı. Troubridge 7 Ağustos sabahı saat 6:00’da Goeben’e
saldırmayı planlamıştı47. Troubridge’nin emrinde bir Kruvazör Filosu vardı ve
filonun atış menzili Goeben’inkinden kısa idi. Troubdige Alman gemilerinin
eninde sonunda batı rotasına gideceklerini ve Goeben’in o sıradaki doğu rotasının
aldatmaca olarak düşündü ve konumunu değiştirmedi. Bunun bir aldatmaca
olmadığını fark ettiğinde ise çok geçti. Artık sabah saat 06:00 sularında Goeben ile
karşılaşma olasılığı suya düşmüştü. Sabah saat 04:00 sularında fikrini değiştirecek,
takipten vazgeçecekti. Güneş yükseldiği saatlerde Goeben ile çatışmaya girmesi
ihtimalinin olmadığına inanıyor48, elindeki kruvazör filosu ile bir savaş
kruvazörünün karşına çıkamayacağı zira savaş kruvazörünün o şartlar altında,
kruvazör filosundan daha güçlü olduğu fikrindeydi. Nitekim elindeki kuvvetlerle
onu ancak dar sularda sıkıştırıp menziline alırsa başarılı olacağına inanıyordu49. Bu
şekilde “üstün kuvvet” olarak nitelediği Goeben ile çatışmaya girmeyecekti çünkü;
Churchill’in 30 Temmuz tarihli “üstün kuvvetlerle etkileşime girmeyiniz” emri söz
konusu idi. Oysa Churchill daha sonra “üstün kuvvet” teriminden Avusturya
donanmasını kastettiğini belirtecekti50.Daha sonra savunacağı bir diğer görüş ise iki
savaş gemisinin kendi yanında olması gerektiği idi51 ancak o sırada bu savaş
kruvazörleri kömür almakla meşgullerdi.

Daha karşılaşma imkanına sahip olmadan Troubridge takipten vazgeçmişti.


Milne ise “Neden Goeben’in yolunu kesmeyi denemediniz sadece 17 mil

44 Doğan Hacipoğlu, Osmanlı İmparatorluğunun I.Dünya Harbine Girişi, Deniz Kuvvetleri


Komutanlığı İstanbul,2003, s.73-74
45 Lorey, a.g.e., s. 31
46Van Der Vat, a.g.e., s.133
47 Hacipoğlu, a.g.e., s. 78
48 Tuchman, a.g.e., s. 118-120
49 Mc Laughlin, a.g.e., ss.172-175
50Mc Laughlin, a.g.e., s.105
51 Mc Laughlin, a.g.e., s.174

237
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
yapıyordu” diyecekti. Bir kruvazör filosuna sahip olan Troubridge izlemeyi
bırakmış ancak hafif kruvazör Gloucester gece boyu takibi sürdürmüştü.7 Ağustos
sabahı Gloucester’e, Milne’den “Goeben’in gerisinde kal” mesajı geldi ancak bir
tehlike görmeyecek emre itaat etmeme kararı aldı52. Üstelik Breslau’nun, Goeben
ile Gloucester arasına girerek, onun görüş açısından çıkarmaya çalışması üzerine
Breslau ile Gloucester arasında karşılıklı ateş açıldı ancak isabet kaydedilmedi.
Gloucester’de biraz geride kalarak takibi sürdürdü. Gloucester bu takibi 8
Ağustos’ta Milne’den gelen emir üzerine bıraktı. Zira kömürü de azalmıştır. Bu
şekilde takibin en başarılı elemanı ateş açmayı dahi göze alan ve 2 gün boyunca
Goeben’i takip eden Gloucester’in kaptanı Kelly olarak addedilir.

Milne ise 8 Ağustos’ta 8 saat süren kömür alma işleminden sonra


Malta’dan ayrılarak doğuya seyretmeye başladı. 12 mil gibi düşük bir hızla
seyrediyordu. Öğlen saatlerinde ise Amirallikten yanlış bir mesaj aldı. Bu mesajda
Avusturya ile savaşın başladığı belirtiliyordu. Kendisinin böyle bir durumda görevi
Adriyatik’i tutmaktı ve bu yüzden geri döndü. Amirallikte ise hata iki saate yakın
bir süre sonra fark edildi. Mesajın Milne’ye ulaşması, Milne tarafından
doğrulanmasının istenmesi oldukça zaman aldı. Milne tekrar yola çıktığında
hedeften oldukça uzaktaydı53.

9 Ağustos’ta ise Goeben ve Breslau, Denusa’da kömür ikmali


yapacaklardı.Nitekim Yunanistan’ın Alman elçiliğini 5 Ağustos’ta haberdar eden
Souchon, 800 tonluk bir kömür gemisi istemişti. Alman elçisi Quadt bu mesajı
gece yarısı alır ve sabahı beklemeden Venizelos’tan izin belgesini almayı başarır54.
O tarihte Goeben’in gideceği yönü tahmin eden Venizelos’un kömür verme iznini
Miller, O’nun, Goeben’in gücünden korkmasının yanı sıra geminin hedefinin
Rusya olduğunu tahmin etmesine bağlamış ve nitekim haklı çıkmıştı; Fransız ve
İngilizler yetişip Çanakkale’yi kapatırken tek hedef Rusya olarak kalıyordu55.

Sonuç olarak ayarlanan kömür gemisi Breslau tarafından Denusa’ya


getirilecek ve kömür yükleme işlemi gerçekleşecekti. Atina’daki telsiz istasyonu
Fransızların elinde olduğundan Souchon İstanbul ile iletişim kuramıyordu56. Bu
yüzden bir Alman gemisi olan General vapuru ile iletişim kurarak onu, İzmir’e
gidip buradan İstanbul Deniz Ateşeliğine bir telgraf çekmekle görevlendirdi.
Telgrafta; “kaçınılması imkansız askeri şartlar düşmana Karadeniz’den bir hücum
yapmayı gerektiriyor. Boğazlardan geçebilmem için gerekli tertibatı mümkün

52 Van Der Vat, a.g.e,. ss.103-105


53Tuchman, a.g.m., ss. 120- 121
54 Miller, a.g.e., s.190
55 Miller, a.g.e., s.277
56 Lorey, a.g.e., s.25

238
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
olduğu takdirde Türk hükümetinin rızasını alarak, mümkün olmadığı takdirde
hileye başvurarak al”57 denilmekteydi.

8-9 Ağustos gecesi ise Enver Paşa, Çanakkale Müstahkem mevkiiler


Komutanlığı’na Goeben ve Breslau’nun Boğazlardan geçiş izni konusunda emir
verir58. Yine Cemal Paşa, Humann’ın kendisini 8 Ağustos’ta ziyaret ettiğini ve
gemiler için kömür istediğini, bunun üzerine Enver ve Talat Paşalar ile
görüştüğünü ve olumlu cevap vermesinin kendisine bildirildiğini59 yazar 10
Ağustos günü ise Souchon’a General vapurundan “Giriniz” mesajı gelir.60

9 Ağustos’ta hem Milne’ye hem Londra’ya, St.Petersburg kaynaklı olarak


Alman gemilerinin Syra’da kömür aldığına dair mesajlar geldi ancak bunlar
yanlıştı. Nitekim Alman gemileri Denusa’da idi. Gemilerin Syra’da olabileceğine
dair haberlerin kaynaklarından biri de Kerr’di. Nitekim Milne 7 Ağustos’ta
Yunanistan’ı Alman gemilerinin doğuya gittiği yönünde uyardığında Kerr;
kendisine verilen bilginini blöf olmadığını anlayacak ve ancak bu tarihte harekete
geçecekti61. Durumu Londra’ya bildirirken Atina üzerinden değil St Petersbug
üzerinden göndermeyi tercih etti. Bunu yaparken bilginin St Petersburg üzerinden
daha temiz olarak Londra’ya gideceğini farz etmiş olmalıydı. Nitekim Rus
donanma bakanlığı İngiltere’ye gece 04:00’te, Goeben’in Matapan’dan 7
Ağustos’ta çıktığını ve kuzeye doğru gittiğini yazdı ama bu bilgi İngiltere’ye 9
Ağustos gecesi ulaştı. Londra’ya ulaştığında ise kaynağı tespit edilemedi. Daha
sonra bu bilgiyi Kerr’in verdiği ortaya çıkacaktı. Kerr, bir diğer mesajı da
Atina’nın İngiliz elçiliğindeki görevlisine gönderdi. Mesaj Milne’ye bu şekilde
göndermişti62. Goben'in Syra 'dan kömür aldığına dair yanlış bilgiyi veren
mesajdan sonra deniz kuvvetlerinden başka bir yardım almayan63 Milne; 10
Ağustos’ta Cervi kanalını geçip Ege’ye girecek, Ege’nin nerede ise tamamı
taranacak, 11 Ağustosta ise gemilerin boğazdan geçtiğini öğrenecekti.64

10 Ağustos’ta Alman gemileri Boğazlara yaklaştıklarında Enver Bey


durumdan haberdar edildi ve gemilerin boğazdan geçişine izin verdi. Gemilerin
akıbeti ile ilgili yapılan toplantıda ise gemilerin silahsızlandırılması fikri Alman
Büyükelçisi Wangenheim tarafından kabul edilmedi bunun üzerine gemilerin satın

57 Tuchman, a.g.m., s.122


58 Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, 1914 Yılı Hareketleri, Gnkur. Basımevi, Ankara,
1964, s.67
59 Cemal Paşa, Hatıralar, Haz. Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2010,

ss. 143-144
60 Tuchman, a.g.m., s.122
61 Miller, a.g.e., s.189
62 Miller, a.g.e., s.182-186
63 Miller, a.g.e., s.132
64 Hacipoğlu, a.g.e., s.83

239
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
alınması gündeme geldi. Birkaç gün sonra gemilerin 80 milyon marka Türklerce
satın alındığı ilan edildi. Ancak tabii ki böyle bir bedel ödenmeyecekti. Gemi ise
pek çok açıdan Alman özelliğini koruyacak, değişen sadece adı ve bayrağı
olacaktı65. Gemiler Türk donanmasına dahil edilmedi, aksine Türk donanması
Alman gemilerine katıldı66. Gerçektende Almanlar I.Dünya Savaşı boyunca gemiyi
satmakta direnecekler, Mondros imzalandıktan sonra ancak gemi teslim
edilecekti.67

Gemilerin kaçışını önemli kılan bir diğer olayda hem İngiltere’de hem
Fransa’da geminin kaçışı ile ilgili olarak görevli komutanlara dava açılmasıdır.
İngiltere’de Milne tanık sıfatı ile mahkemede yer almış, takibi başlamadan
sonlandıran Troubridge ise doğrudan yargılanmış ancak beraat etmiştir. Konuyu
bir soruşturma mahkemesine götüren Fransa’da; Lpeyrere yargılanmış, bu süreçte
Depeche Colaniale, “Fransızlar tarafından öyle hatalar yapıldı ki her vatansever
okurken ar ve hicabın ve hayretin en acısını hissedecekti…” demiştir.68 Ancak her
iki davada da sanıklar aklanmıştır.

Tüm bu yaşananlar ve kaçırılan fırsatlar akıllara soru işareti getirmiş ve


gemilerinin kaçışına planlı olarak izin verilip verilmediği zihinlerde soru işareti
yaratmıştır. Bu soruyu soranlar arasında yer alan Yerasimos; “.. Goeben
Türkiye’ye ulaşmasıyla Türklerin Alman saflarında savaşa girmesine aynı zamanda
da Rusya’nın Karadeniz üstünlüğünün sona ermesine neden olacaktı. Rusya’nın
İstanbul’u ele geçirmesinin zorlaşması İngiltere ve Fransa’yı
keyiflendirir.’’demektedir.69 Aynı noktaya Miller’da değinmiş, şüphe ile ilgili bir
bölüm ayırdığı kitabında kasıtlı bir şey olmadığı sonucunu çıkartmıştır.

Goeben’in Türkiye’ye gelmesi, Karadeniz limanlarını bombalaması savaşa


giriş için atılan ilk adımında önemli bir oyuncusu olmasını beraberinde getirmiştir.
Nitekim, Morgentau, Alman gemilerinin İngilizler tarafından batırılması
durumunda Türkiye’nin savaş dışında kalma potansiyelinin yüksek olduğunu,
neden olarak da bu kruvazörlerin dahli ile zamanı geldiğinde Türk ve Alman
güçlerinin birleşmesinin kaçılmaz olduğunu belirtmiştir. Nitekim bu iki geminin
katılışı ile donanma güçlenmiş ve Rusların saldırısını da güçleştirmiştir.70 Grey
hatıralarında,’’.. iki Alman kruvazörü İstanbul’a ulaşmasaydı Türklerin,

65Saim Besbelli “Tarih Yapan ve Tarih Açan Gemi”, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, cilt 9, Sayı:52,
1972, s.19
66 Henry Morgenthau, Büyükelçi Morgentau’nın Öyküsü, Çev. Atilla Tuygan, Belge Yayınları,

İstanbul, 2005, s.68


67 Besbelli, a.g.m., s.11
68 Lorey, a.g.e., s.34
69 Yerasimos, a.g.e., s.45
70 Morgenthau, a.g.e., s.70

240
 
 
 
 
 
Irmak KARABULUT 
—————————————————————————————— 
Almanlarla yaptıkları Antlaşma hükümlerine uymakta acele etmeyeceğini ve belki
de savaşa girmeyeceğini..’’71 özellikle belirtirken; Mustafa Aksakal, “ Goeben ve
Breslau 10 Ağustos’ta Boğazlara gelmemiş olsaydı, Rusların Karadeniz Filosunun
Osmanlı başkenti ile Boğazları almaya kalkışması pek de ihtimal dışı değildi.’’
72
demektedir.

Alman gemileri olmasa Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini söylemek doğru


olmasa da, gemilerin zamanlamayı belirleyen önemli bir faktör olduğu kesindir.
Nitekim pek çok ihmalin yaşandığı bu 10 günlük takipten sonra Osmanlı Devleti,
verdiği sözü yerine getirmek zorunda kalacak ve Almanların baskıları sonucunda
savaşa girecektir.

Kaynaklar
AKSAKAL, Mustafa; Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Son Savaşına Nasıl Girdi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010
BAYUR, Yusuf Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi, Cilt III, Kısım I, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara,1991
BAYUR, Yusuf Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi Cilt II, Kısım, IV, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara,1991
BELEN, Fahri; Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, 1914 Yılı Hareketleri, Gnkur.
Basımevi, Ankara, 1964
BESBELLİ, Saim; “Tarih Yapan ve Tarih Açan Gemi”, Belgelerle Türk Tarih
Dergisi, cilt 9. sayı:52, 1972
BÜYÜKTUĞUL, Afif İzzet; “Akdenizde yavuz ve midilli”, Deniz Mecmuası, cilt
46, sayı 333, 1934
CEMAL PAŞA; Hatıralar, Haz. Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul,2010
ERYAVUZ, Bülent;”SMS Goeben ile SMS Breslau” Yayınlanmamış Makale
FOMKİN, David; Barışa Son Veren Barış; Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı, Çev.
Mehmet Harmancı, Epsilon Kitapevi, İstanbul,2004
HACİPOĞLU, Doğan; Osmanlı İmparatorluğunun I.Dünya Harbine Girişi, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı, İstanbul,2003,
LOREY, Hermann; Türk Sularında Deniz Hareketleri, Cilt I, Çev. Sami
Tekirdağlı, Deniz Matbaası, İstanbul, 1936
MC LAUGHLİN, Redmond; Yavuzun Kaçışı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978
MİLLER, Geoffrey; Superior Force The Conspiracy Behind the Escape of Goeben
and Breslau, University of Hull Pres, London 1996

71 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt III,Kısım I, Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ankara,1991, s. 140
72 Aksakal, a.g.e., s.117

241
 
 
 
 
 
Büyük Kaçış Akdeniz 1914 
—————————————————————————————— 
MORGENTHAU, Henry; Büyükelçi Morgentau’nın Öyküsü, Çev. Atilla Tuygan,
Belge Yayınları, İstanbul, 2005
PONTİNG, Clive Thirteen Days - Diplomacy and Disaster, the Countdown to the
Great War, London ,2003
RENOUVİN, Pierre ; Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye 1914-1918, Çeviren Örgen
Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul,2004
ŞAMAN,Kansu; “İngiliz Gemileri Kime Vaat Edilmişti”, Popüler Tarih Dergisi,
sayı 13, 2001
TRUMPENER, Ulrich; Germany and Otoman Empire: Caravan Books. New York.
1989
TUCHMAN, Barbara; “Yavuz ve Midilli’nin İstanbul’a Gelişi ve Gelişin
Doğurduğu Sonuçlar”, Çev.Turhan Özer, Donanma Dergisi, sayı.451,1965
TUNABOYLU, İskender Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Yavuz (Goeben) Zırhlısı,
Deniz Basımevi, İstanbul, 2006
VAN DER VAT, Dan; Dünyayı Değiştiren Gemi, Çev.Ali Cevat Akkoyunlu, Alfa
Yayınevi, İstanbul, 2013
VON BERCHAM, Beda; “Goeben ve Breslau’nun Kurtulmasında Avusturya
Donanmansın rolü”,Çev. BinbTahir, Deniz Mecmuası cilt 44, sayı: 326,
1932.
WİLSON, H.W.; Büyük Harpte Deniz Muharebeleri, Çev. Lütfü Talat, Deniz
Matbaası, İstanbul, 1931
YERASİMOS, Stefanos; İstanbul 1914-1918, çev. Cüneyt Akalın İletişim
Yayınları, İstanbul, 1997
YILMAZ, Veli; I.Dünya Harbinde Türk-Alman İttifakı ve Askeri Yardımlar,
İstanbul, 1993

242
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ

Rabia KARABULUT 
Yasemin İRGİN *
Nur AYDOĞDU **
——————————————————————————————

ÖZET
Türkiye’nin sosyal bilimler alanında yetiştirdiği meşhur bilim adamlarından biri
olan M. Fuad Köprülü 4 Aralık 1890 yılında İstanbul’da doğdu. Baba tarafından soyu
onuncu göbekten Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’ya ulaşan Köprülü, Türkiye’de Bilimsel
tarihçiliğin kurucusu olup; XX. yüzyılda Türkiye’de sosyal bilimler alanında yetişmiş olan
en büyük bilim adamı ve Türkiye’nin modern anlamdaki ilk Türkoloğudur. Elli yıla
yaklaşan bilimsel faaliyetleri ile Türkiye’de olduğu kadar dünyada da büyük bir üne
sahiptir.
İşte bu çalışma; yorulmak bilmeyen bir çalışma gücüne sahip olan Fuad
Köprülü’nün hayatını ve eleştirel ve kapsamlı bir terkip kuvveti ile ortaya koyduğu tarih
anlayışı ve tarihçiliğini ele almaktadır.
Anahtar Kelimeler: M. Fuad Köprülü, Annales Okulu, Tarih Yazıcılığı

——————————————————————————————
Giriş: Fuad KÖPRÜLÜ
Hayatı
Türkiye’de Bilimsel tarihçiliğin kurucusu Fuad Köprülü; XX. yüzyılda
Türkiye’de sosyal bilimler alanında yetişmiş olan en büyük bilim adamı olup,
Türkiye’nin modern anlamdaki ilk Türkoloğudur. Elli yıla yaklaşan bilimsel
faaliyetleri ile Türkiye’de olduğu kadar dünyada da büyük bir üne sahiptir.
Fuad Köprülü, 4 Aralık 1890’da İstanbul’da bir yüzü Sultan Mahmud
türbesine, diğer yüzü Divanyolu Caddesi’ne bakan ve o zamanlar maliye nazırı
Halil Efendi Konağı adı ile bilinen kargir binada doğdu. Onuncu göbekte baba
tarafından soyu Köprülü Mehmet Paşa’ya dayanan Fuad Köprülü, Tanzimat devri
ileri gelenlerinden Divan-ı Hümayun Beylikçisi Köprülüzade Arif Bey’in oğlu
olan eski Bükreş sefirlerinden Ahmed Ziya Bey’in torunudur. Babası Faiz Bey,
Ahmed Ziya Bey’in ortanca oğlu, annesi Hatice Hanım ise İslimye eşrafından ve
ulemadan Arif Hikmet Bey’in kızı idi Fuad Köprülü” Mercan İdadisi’ni bitirdikten

 Bartın Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [rkarabulut@bartin.edu.tr]


**
Bartın Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [yirgin@bartin.edu.tr]
***
Bartın Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [naydogdu@bartin.edu.tr]
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
sonra 1907–1910 yılları arasında Mekteb-i Hukuk’a (Hukuk Fakültesi) gitmiş,
fakat hocaların yetersiz bulduğu ve uzmanlaşmak istediği ilim alanının bir mektebi
olmadığı için öğrenimini yarıda bırakarak, Mercan, Kabataş, Galatasaray ve
İstanbul Liseleri’nde Türkçe ve edebiyat hocalıkları yapmıştır. 1913 yılında Halid
Ziya Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfunun (Üniversitesi) Türk Edebiyatı
Tarihi müderrisliğine (profesör) getirilmiştir. 23 yaşında profesör olan Fuad
Köprülü, Mercan’da öğrenci iken Teavün adlı bir mecmua çıkarmış, 15 yaşında
yazdığı ilk şiiri de Musavver Terakki’de basılmıştır. İlk ilmi yazıları Bilgi
Mecmuası’nda yer almıştır. 1913 yılında kadar yazdığı şiirler ve makaleler
Mehasin ve Servet-i Fünun’ da yayımlanmıştır.1
Köprülü “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” (1913) adlı makalesiyle Türk
Edebiyat tarihinin ilmi bir görüşle nasıl yazılabileceğinin esaslarını ortaya
koymuştur. Ayrıca metodolojik problemler üzerinde durarak, bu problemlerin hem
tarih, hem de edebiyat tarihi bakımından nasıl çözüleceğini açıklamıştır. Onun bu
makalesi daha sonraki çalışmaları için bir yol haritası niteliği taşımaktadır.
Köprülü bu dönemde Şahabedin Süleyman ile birlikte edebiyat tarihine dair
önemli çalışmalar yapmıştır. Milliyetçilik ve Türkçülük alanlarında önemli bir rol
oynayarak, Ziya Gökalp ile birlikte Milli Tetebbular Mecmuası’nı çıkarmıştır. Bu
mecmua Türkoloji alanında yapılmış ilk ciddi yayın olup, Türkiyat Mecmuası’nın
bir portotipi mahiyetindedir.
Köprülü, bu dergide Türk edebiyatının kökenlerini araştıran iki önemli
makaleyle birlikte tamamlanmamış olan, Anadolu’da Selçuklu varlığını inceleyen
bir araştırma da yayınlamıştır. Köprülü, ayrıcı 1908’de Türk Derneği’nin 1911 ‘de
Türk Yurdu Cemiyeti’nin 1912’de ise Türk Ocağı’nın üyeleri arasında yer
almıştır. Köprülü 1918 yılı sonlarında ilk büyük eseri olan “Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar” ile ilim dünyasında büyük bir şöhret bulmuştur. Ünlü Macar
Profesör Nemeth, Prof. Mordtmann ve Prof. Huart bu eserinden dolayı sadece
Köprülü’yü değil, Türkiye’yi de tebrik etmişlerdir. Halil İnalcık tarafından
Türkiye’de modern tarihçiliğe açılan kapı olarak değerlendirilen bu eser, ilmi
değerini günümüze kadar korumuştur.2
1922’de Edebiyat Fakültesi Mecmuası’nda yayınladığı “Anadolu’da
İslamiyet” adlı makalesiyle ünlü Şarkiyatçı Franz Babinger’in “Der İslam in

1 Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu 'nun Kuruluşu, Akçay Yay. Ankara 2003,
s. 13; Köprülü, Orhan Fuad, Fuad Köprülü, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Gaye
Matbaası, 1987, s. 8 – 9.
2 Halil İnalcık, "Türk İlmi ve M. Fuad Köprülü" Türk Kültürü, S. 65, (1968) s. 291; Palabıyık, M.

Hanefi, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün İlmi Hayatı ve Tarihçiliği” Ankara: Akçağ Yayınları,
2005, s. 27.

244
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
Kleinasien” isimli makalesine cevap vererek, önemli düzeltmelerde bulunmuştur.3
Köprülü aynı zamanda idari görevlerini de sürdürerek, 1923’de Edebiyat Fakültesi
Reisliği (Dekanlığı)ne seçilmiştir. Aynı yıl “Türkiye Tarihi”ni yayımlamıştır.
Köprülü’nün yapmak istediği ilmi milliyetçiliği takdir eden Ziya Gökalp, 1923 ‘te
çıkardığı “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında, “Köprülüzade Fuad Bey, Türkiyat
sahasında büyük bir mütebahhir bir alim oldu. İlmi eserleriyle Türkçülüğü tenvir
etti” diyerek onun yaptığı çalışmaların önemini belirtmiştir. 1924’te Maarif Vekili
Vasıf (Çınar) Bey’in ısrarıyla bu vekâlete yeni bir düzen verebilmek amacıyla, 8
ay bu bakanlığın müsteşarlığına tayin edilmiştir. Buradan ayrıldıktan sonra,
Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan Türkiyat Enstitüsü’nün müdürlüğüne
getirilerek, bizzat Atatürk’ün isteğiyle 1925’de İstanbul’da toplaması düşünülen
ilk Milletlerarası Türkoloji Kongre’nin hazırlanmasıyla görevlendirilmiştir. Onun
çalışmaları yabancı ülkelerde de dikkatle takip edilmiştir. Bunun sonucunda
Köprülü 1925’te Rusya’nın o dönemdeki en tanınmış şarkiyatçıları olan Barthold,
Kraçkowsky ve Oldenburg’un ortak teklifleri ile Sovyetler İlim Akademisi
muhabir üyeliğine seçilmiştir. 1927’de Heiderberg Üniversitesi tarafından “fahri
felsefe doktoru” unvanını almıştır. 1926’da yayımlanan “Türk Edebiyat Tarihi”
adlı eseriyle Türk edebiyat tarihi ilk defa modern bir sınıflandırmaya tabi
tutulmuştur, Bu eser Köprülü’yü hem Türkiye’de hem de dünyada Türkoloji
alanının en büyük otoritesi haline getirmiştir.4
Köprülü 1923’te Paris’teki Dinler Kongre’sine, 1926’da Bakü’deki
Türkiyat, 1928’ de ise Oxford’ daki müsteşrikler kongrelerine önemli tezlerle
katılmıştır. 1931 ‘de “Bizans Müesseseleri’nin Osmanlı Müesseselerine Tesiri
Hakkında Bazı Mülahazalar” (Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası) adlı
monografisi ile Avrupalı tarihçilerin haksız iddialarını çürütmeyi başarmıştır.
Kabul edilen müesseselerin doğrudan Bizans’tan Osmanlılara değil, Abbasiler
aracılığıyla Ortadoğu geleneği şeklinde etki ettiğini savunmuştur. 1931 -32
yıllarında Encyclopacdia of İslam (Leiden) in Turks maddesine Türk Edebiyatı
Tarihi kısmına ait yazdığı maddeyle katılarak, bu yandan Türk edebiyat tarihini
yepyeni bir görüşle ve hiç kullanılmamış kaynakları kullanarak incelerken, diğer
yandan da bu edebiyatın yeni meselelerini ileri sürmüştür.5
Köprülü, İstanbul Üniversitesi’nin yeniden kurulmasında önmeli rol
oynamıştır. 1934’te, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı iken
Atatürk’ün ısrarı ile politikaya girerek Kars Milletvekilliğine seçilmiştir. 1935’ten
sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsünü korumakla birlikte,

3 Bülent Arı-Selim Aslantaş "Türkiye'de Modem Tarihçiliğin Öncüsü Fuad Köprülü" Doğu Batı,
S.12 Ankara 2000, s. 194.
4 Köprülü, Osmanlı, s. 14 – 15; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 11.
5 Köprülü, Osmanlı, s. 15; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 12.

245
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
Ankara’daki Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Orta zaman Türk Tarihi
kürsüsüne getirildiği gibi, Siyasal Bilgiler Mektebi’nde de Müesseseler Tarihi
hocalığına getirilmiştir.6 1934 yılında Sorbanne Üniversitesi’nin daveti üzerine
orada verdiği konferanslar. ,bir yıl sonra “Les Origines de L’empire Otoman” (
Paris 1935) adıyla yayımlamış ve büyük yankılar uyandırmıştır. Köprülü burada
Gibbons tarafından Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve Osmanlı hanedanının kökeni
hakkında ileri sürülen fikirleri çürütmüş ve kendi tezini delilleriyle birlikte ortaya
koymuştur.7 Bu konuyu tamamlayıcı nitelikte olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun
Etnik Menşei Meseleleri isimli makaleyi de 1943’te yayınlamıştır.
1941 yılından sonra milletvekilliğini tercih etmek zorunda kalarak fiili
hocalık hayatını bitirmiş, ancak çeşitli kitap ve makaleleriyle ilmi çalışmalarını
devam ettirmiştir. 1940 yılında Dr, Adnan Adıvar’ın murahhas müdürlüğü altında
yayımlanmaya başlayan İslam Ansiklopedisi’ne 1940 – 50 arasında yazdığı 71
makale ile katkıda bulunmuştur.8
II. Dünya Savaşı’nın sonunda ülkenin demokratik bir düzene geçmesi için
verilen Dörtlü Takrir’i imzalayanların arasında yer almıştır. Bu takrir’in
reddedilmesinden sonra 1945’ten itibaren Vatan gazetesinde çıkan makaleleri ile
ülkede ciddi anlamda bir muhalefet hareketi başlatmıştır. 7 Ocak 1946’da Celal
Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan ile birlikte Demokrat Parti’yi
kurmuştur. Bu arada Kuvvet, Kudret, Vatan ve diğer gazetelerde yazılar yazmayı
sürdürmüştür. Köprülü, 1946 Temmuz’unda yapılan seçimler ile İstanbul
milletvekili seçilmiş, buna rağmen 1950 genel seçimlerine kadar geçen süreye
kadar ilmi çalışmalarına devam etmiştir. 1950 seçimleri sonunda D.P.’nin iktidara
geçmesi üzerine, Dışişleri Bakanı olmuş, 1955’teki kısa bir dönem hariç 1956
Mayıs’ına kadar bu görevini sürdürmüştür. Köprülü, 1952’de Türkiye’nin
NATO’ya girişinde büyük rol oynamıştır. Mayıs 1956’da D.P.’nin iç politikadaki
tutumunu onaylamadığı için 1957’de partiden ayrılmış, önce Hürriyet Partisi, 1960
İhtilalinden sonra ise kendi kurduğu Hür Demokrat Parti’de bir süre daha siyaset
yapmış, fakat bu çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır.9
Harward Üniversitesi’nin daveti üzerine 1958 – 59 ders yılını
Cambridge’de geçirmiş, Columbia ve Harward’da bazı konferanslar vermiştir.
1959 yazında Türkiye’ye dönüş, 1960 İhtilalinden sonra siyasi faaliyette
bulunmasından çekinildiği için, 6 – 7 Eylül olayları bahane edilerek, tutuklanmış
ve Yassıada’ya gönderilmiştir. Üç aylık tutukluluk süresinden sonra tahliye

6 Köprülü, a.g.e. s. 15
7 Arı, Aslanbaş, a.g.e. s. 195; Palabıyık, a.g.e., s. 29.
8 Köprülü, a.g.e. s. 16; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 13.
9 Arı, Aslanbaş, a.g.e. s. 204

246
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
olmuştur. İlerleyen dönemlerde çalışmalarını F. A. Tansel’in yardımıyla eski
kitaplarının yeni baskıları ile uğraşarak geçirmiştir. Köprülü 15 Ekim 1965 Cuma
günü Ankara’da geçirdiği trafik kazası sonucunda yatağa düşmüş ve 28 Haziran
1966’da İstanbul’da Balta Limanı Kemik Hastanesi’nde vefat etmiştir. Sultan
Mahmut Türbesi karşısındaki eski Köprülü Türbesi’nde babası Faiz Bey ile aynı
mezarı paylaşmaktadır.10
Fuad Köprülü, birçok ilmi mecmuanın kurucusu ve müdürü olarak ülkenin
ilim ve fikir hayatında önemli bir rol oynamıştır. Bunlardan bazıları; ilk ciddi
1915’te çıkan “Milli Tetebbular Mecmuası”, Türkiyat Enstitüsü’nün organı olarak
1925’den beri yayınlanan “Türkiyat Mecmuası” ki bunun altıncı cildi Köprülü’nün
müdürlüğü sırasında çıkmıştır. 1931–39 yılları arasında iki cilt halinde basılan
“Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası”, Ankara’da 1944’de sadece bir cildi
basılabilen “Türk Hukuk Tarihi Dergisi” ve “Ülkü” mecmuasıdır.11 Ayrıca onun
başkanlığındaki bir komisyonca yapılan Belleten, 1937’ den bu yana yayımını
sürdürmektedir.
Köprülü’ye yabancı ülkeler tarafından verilen ilmi unvanlar arasında
şunlar da yer almaktadır.
1929’da Çekoslovak Şark Cemiyeti Muhabir üyeliği, 1937’de Atina
Üniversitesi fahri doktorluk, 1939’ da Sarbonne Üniversitesi fahri doktorluk,
1939’ da Macar İlimler Akademisi muhabir üyelik (bu üyelik 1964 ‘te şeref
üyeliğine çevrilmiştir), 1947’de American Oriental Society tarafından şeref
üyeliği, 1953’te Hür Ukrayna Üniversitesi fahri doktorluk, 1956’da Karaçi
Üniversitesi fahri hukuk doktorluğu, 1959’da Amerika Tarih Cemiyeti şeref
üyeliği, 1964’de School of Oriental ve African Studies muhabir üyeliği.12
Köprülü, yaklaşık 6 yıl görev yaptığı Dışişleri Bakanlığı sırasında da
Fransa ve Almanya başta olmak üzere Yugoslavya, Arjantin v.s. gibi yabancı
devletler tarafından verilen sekiz nişana sahipti.13
Köprülü, 1500’ün üzerinde kitap ve makale yazmıştır. Onun yazıları
hakkında ilk bibliyografya Şerif Hulusi tarafından 1935’de yayımlanmış, bunu
aynı yazarın “Fuad Köprülü’nün Yazıları İçin Bibliyografya” (İstanbul 1940)
izlemiştir. Sami Özerdim’in “Fuad Köprülü’nün Yazıları 1908–1950” (Türk Dili
ve Araştırmaları I, 1950, s.159–248) adlı üçüncü bibliyografya Şerif Hulusi’nin
hazırladığı iki bibliyografyayı geliştirmiştir. “Fuad Köprülü Armağanı” adlı
makaleler mecmuasında Osman Turan’ın “Prof M. Fuad Köprülü” (İstanbul, 1953)
10 Köprülü, a.g.e. s. 17; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 20.
11 Köprülü, a.g.e. s. 17
12 Köprülü, a.g.e. s. 17 – 18
13 Köprülü, a.g.e. s. 18; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 22-24.

247
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
başlığı altında, Köprülü’nün ilmi faaliyetlerinden bahseden araştırma yazısının
sonunda “Fuad Köprülü’nün İlmi Neşriyatı” başlığı altında Köprülü’nün 1912–50
yılları arasındaki ilmi yazılarım ele alan bibliyografyayı dördüncü bibliyografya
olarak sayabiliriz.14
Köprülü’nün ölümünden sonra ise Sami Özerdim’in 1908–50 arasında
kendi eksiklerini tamamlayan yazısı F.A. Tansel tarafından (Belleten XXX; sayı
120, Ekim 1966, s. 631–632) yayımlanmış, Tansel aynı yazısının 633–635.
sayfalarında, Köprülü’nün 1950–66 arasında yayımlanan kitap ve makalelerini ek
olarak vermiştir. Tansel daha sonraki dönemlerde “Türk Kültürü”nde (Haziran
1968, s. 68) önceki makalesine yeni bazı ilavelerde bulunmuştur. İlerleyen yıllarda
Orhan Köprülü tarafından eski bibliyografyaların tamamlanabilmesi için üç
makale yayımlanmıştır. Bunlar; Dr. Orhan F. Köprülü, “Prof. Fuad Köprülü için
Yazılmış, Bibliyografyalar ve Bunlara Bazı ilaveler”(Türk Kültürü, Ankara 1970
VII, 616–620); Dr. Orhan F. Köprülü, “Fuad Köprülü Bibliyografyasına Yeni
ilaveler (Türk Kültürü, Ankara 1972, X. s. 1242–1245), Dr. Orhan F. Köprülü,
“Köprülü Bibliyografyası’nda Yeni Gelişmeler” (Türk Kültürü, Ankara 1975,
XIV, s. 52_55)15
Fuad Köprülü hakkında yerli ve yabancı bilim adamları tarafından 1975’te
George Park’ın tespitine göre 65, Orhan Köprülü’nün araştırmalarına göre ise 80
makale yayımlanmıştır. Fakat bunlardan hiçbiri bir monografi özelliğinde değildir.
Köprülü hakkındaki en iyi monografi George Park’ın 1975’te John’s Hopkins
Üniversitesi doktor unvanını aldığı “The Life and Writing of Mehmet Fuad
Köprülü” isimli 432 sayfalık basılmamış doktora tezidir. Köprülü hakkındaki
yazılan ikinci kitapta Amerika’da yaşayan bir Türk alan Ali Galip Erdican
tarafından İngilizce olarak yazılan “Mehmet Fuad Köprülü”, A Study of His
Contribution to Cultural Reform in Modem Turkey” (Hartford Connecticut 1974)
dir.16
Tarih Anlayışı Ve Tarihçiliği
Fuad Köprülü’nün tarih anlayışına geçmeden önce onun tarih anlayışında
önemli bir yere sahip olan Annales Okulu’ndan bahsetmekte yarar vardır. Annales
Okulu, Lucien Febvre ve Marc Bloch’un 1929’da Strasburg Üniversitesi ‘nde
kurdukları Annales dergisi etrafındaki Fransız tarihçilerinin oluşturduğu etkili bir
ekoldür. Anneles Okulu, olayların basit bir kronolojisini sunmakla yetinen mevcut
tarihsel metodolojinin eleştirisi olarak bir total tarih geliştirmeye çalışmıştır. Bu
okula bağlı tarihçiler siyasal tarihten uzaklaşarak, toplumların uzun dönemlere

14 Köprülü, a.g.e. s. 18; Palabıyık, a.g.e., s. 35.


15 Köprülü, a.g.e. s. 18; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 28
16 Köprülü, a.g.e. s. 19

248
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
yayılan mikro-tarihsel analizlerine dikkat çekmeyi amaç edinmişlerdir. Maurice
Helbwachs, Andre Slegrie ve Georges Duby gibi tarihçileri de bünyesinde
toplayan bu okul, tarihin disiplinlerarası bir alan olduğunu, dolayısıyla çok uzun
tarihsel dönemlerin incelenmesi gerektiğini savunurken, aynı zamanda coğrafi
ortam, maddi kültür ile toplum arasındaki etkileşimleri incelemişlerdi. Okulun ilk
üyelerini çalışmalarını, örneğin “Feodal Toplum” adlı eseriyle Ortaçağ
toplumunun bütünsel bir analizi ortaya koymaya çalışan Bloch’un temsil ettiğini
söyleyebiliriz. Savaştan sonraki dönemde ise sosyal bilimlerde özel olarak iki eser
büyük bir etki bırakmıştır. Bunlar Femand Braudel’in Akdeniz’i anlattığı
incelemesi “Akdeniz ve II. Philip Çağında Akdeniz Dünyası” ile Le Roy
Ladurie’nin XIV. yüzyıldaki bir köyü ele aldığı eseridir.17

Fuad Köprülü’nün tarih anlayışına geçmeden önce onun tarih anlayışında


önemli bir yere sahip olan Annales Okulu’ndan bahsetmekte yarar vardır. Annales
Okulu, Lucien Febvre ve Marc Bloch’un 1929’da Strasburg Üniversitesi ‘nde
kurdukları Annales dergisi etrafındaki Fransız tarihçilerinin oluşturduğu etkili bir
ekoldür. Anneles Okulu, olayların basit bir kronolojisini sunmakla yetinen mevcut
tarihsel metodolojinin eleştirisi olarak bir total tarih geliştirmeye çalışmıştır. Bu
okula bağlı tarihçiler siyasal tarihten uzaklaşarak, toplumların uzun dönemlere
yayılan mikro-tarihsel analizlerine dikkat çekmeyi amaç edinmişlerdir. Maurice
Helbwachs, Andre Slegrie ve Georges Duby gibi tarihçileri de bünyesinde
toplayan bu okul, tarihin disiplinlerarası bir alan olduğunu, dolayısıyla çok uzun
tarihsel dönemlerin incelenmesi gerektiğini savunurken, aynı zamanda coğrafi
ortam, maddi kültür ile toplum arasındaki etkileşimleri incelemişlerdi. Okulun ilk
üyelerini çalışmalarını, örneğin “Feodal Toplum” adlı eseriyle Ortaçağ
toplumunun bütünsel bir analizi ortaya koymaya çalışan Bloch’un temsil ettiğini
söyleyebiliriz. Savaştan sonraki dönemde ise sosyal bilimlerde özel olarak iki eser
büyük bir etki bırakmıştır. Bunlar Femand Braudel’in Akdeniz’i anlattığı
incelemesi “Akdeniz ve II. Philip Çağında Akdeniz Dünyası” ile Le Roy
Ladurie’nin XIV. yüzyıldaki bir köyü ele aldığı eseridir.18

Bu okulun kurucuları olan Bloch ve Febvre’nin üstadı İtalyan tarihçi Henri


Pirenne idi. 1946’dan itibaren adı Annales: Ekonomies Societes, Civilisations
olarak değişmiştir. Bu okulun takipçisi olarak İngiltere’ de de “Past and Present”
adlı bir dergi çıkmaya başlamıştı.

17Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2005, s 216-17 18 Arı-Aslanbaş,

s. 96
18Marshall, a.g.e., s. 96 ; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 49.

249
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
Bu ekolden etkilenen Fuad Köprülü, düzgün bir tarih eğitimi almadığı
halde Türkiye’de modern tarihçiliği kuran kişi olmuş, Türk tarih yazıcılığı onun
“Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar” adlı eseri ile modern tarihçiliğe ilk adımını
atmıştır. Bu başarısının temelinde onun metodolojiye verdiği önem
yatar. Ona göre ilmin esası usuldür. Her ilim ancak kendisini özel ilmi
usullerin kullanılmasıyla oluşabilir. Bu anlayış Batılı anlamdaki
metodolojik yaklaşımdır. Köprülü, “Türk Edebiyat Tarihinde Usul” adlı
ünlü makalesinde hala geçerliliğini yitirmemiş ve hiçbir zaman da yitirmeyecek
olan metodolojisini ortaya koymuştur.19

Köprülü’nün eserlerinde görülün bazı ortak özellikler vardır. Bu özellikler


onun bilimsel kariyerinin niteliklerini ortaya koyar. Bunlar şöyle sıralanabilir:

 Köprülü Türk tarihinin önemli konularını ve sorunlarını görüp teşhis


edebilmiş, araştırmalarını her zaman için değerini ve güncelliğini koruyacak
önemli meseleler üzerinde yoğunlaştırmıştır.
 O, ayrıntıyla uğraşarak bir sürü gereksiz bilgi yığını içinde
boğulmamış olaylara genel açıdan bakan gerçek bir bilim adamıdır.
 Ele aldığı her sorunu, yalnızca o sorunla sınırla tutmamış çok daha
geniş çerçevede ve karşılaştırmalı bir yöntemle araştırmıştır.
 Ulaştığı sonuçlar, daha sonraki araştırmalarında elde ettiği verilerce
doğrulanmadığı veya farklı biçimler aldığı durumlarda bunları açıkça belirtmiştir.
 Araştırmalarında her zaman birinci elden, orjinal kaynaklara
dayanmayı tercih etmiştir. Ele aldığı konuların kaynakların tenkitli bir şekilde
tanıtmış ve bilimsel değerlerini ortaya koyarak, kendinden sonra gelen
araştırmacıların işini kolaylaştırmıştır.
 Bunların hepsinden daha da önemlisi, araştırmalarını her zaman
mutlaka sosyal tarih bakış açısı ile. yapmış olmasıdır. Bu onun araştırmalarına hiç
bir zaman kaybolmayacak ikna edicilik özelliği kazandırmıştır.

Bunlan işe yarar hale getiren onun bilimsel sezgi ve sentez yeteneğidir.
İşte onu Köprülü yapan, eserlerine uzun ömürlü ve klasik hale getiren de onun bu
yönüdür.20 Köprü’lü de Annales’ciler gibi materyalist (bilimsel) bir düşünme

19Arı, Aslanbaş, a.g.e. s. 196; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 60.


20Ahmet Yaşar Ocak "Fuad Köprülü, Sosyal Tarih Perspektifi ve Günümüz Türkiyesi'nde Din ve
Tasavvuf Araştırmalarında Tarihin Saptırılması ve Problemi", Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 3, (i
997), s, 222.

250
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
tarzına ve geniş bir kültür birikiminden hareket ederek karşılaştırmalı tarih
sorunlarını ortaya atabilme yeteneğine sahiptir.21

“Tarih-i Tekâmül” Köprülü’nün geçmişe bakışının özü ve Türkler’in


tarihine uyguladığı ana fikirdir. Tarih her şeyden önce değişmenin bilimidir.”
diyen Marc Bloch gibi, Köprülü de tarihçinin hedefini” herhangi bir cemiyetin
muayyen bir zaman ye mekân içindeki gidişinin sebeplerini izah etmek” olarak
tanımlar.22

Cevdet Paşa ile başlayan terkibi tarihçilik Köprülü ile olgunluğa ulaşarak
alanını genişletmiş ve Türkiye’de modern sosyal tarih anlayışının temellerinin
atılmasına vesile olmuştur. Köprülü bizdeki tarih yazıcılığının hanedan ve devlet
büyüklerini temel alan klasik anlayıştan sıyrılarak modern anlayışla yeni bir
zemine oturtulması gerektiğine inanır. Ona göre tarihin konusu toplum ve onun
ürettiği değerler olmalıdır. O, eserlerinde arşiv vesikalarından çok
menakıbnameler, şair tezkireleri ve divanlar esas almıştır.23

Köprülü’nün bütün incelemeleri o zamana kadar yapılan işlerin özenle


gözden geçirilmesi ve eleştirilmesi ile başlar Batılı yazarların bu eski geleneğini
ilim edebiyatımıza önce o getirmiştir. O, Türk tarih ve edebiyatı ile ilgili Batı’daki
çalışmaları eleştiri süzgecinden geçirerek, yalnız Türk âlimlerin değil, Batılı
âlimlerin de bazen dar görüşler içinde kalarak yanlışlara sürüklendiklerini
göstermiş ve geniş bilgisi, ilmi metodu, açık ve kesin üslubu ile fikirlerini onlara
da kabul ettirmiştir.24

Köprülü'nün ilmi araştırmaları aslında Türk Kültür tarihinin belli


cephelerinden incelenmesidir. O Türk edebiyat tarihi ve Türk din tarihinin
kurucusu kabul edilmektedir.25

Köprülü'nün ilgi alanı çok geniş olmasına rağmen onun düşüncesine göre
tarihçiler yalnız Ortaçağ'la uğraşanlardır. İlkçağ arkeolojidir. Yeniçağ gazete
koleksiyonu karıştırmaktır. Ortaçağ ise yazılı vesikaları arşivde araştırmak,
kütüphanelerde vakanüvislerin abartılı bir dille yazdıkları eserleri okuyup
anlamaktır. Ona göre tarihçi yalnız Ortaçağ'ı inceleyenler arasında çıkar

21 Halil Berktay "Tarih Çalışmaları", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.9. İletişim Yay.
İstanbul 1983, s. 2466; Palabıyık, a.g.e., s. 85-88.
22 Berktay, a.g.m, s. 2466; Palabıyık, a.g.e., s. 94.
23Arı-Aslantaş, a.g.e. s.197.
24 İnalcık, s. 290 24 a.g.m, s. 291.
25 İnalcık, a.g.e. s. 291; Palabıyık, a.g.e., s. 97.

251
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu meselesi onun tarihçiliğinde önemli bir
konudur. Çünkü kuruluş devri Batılı tarihçilerin üzerinde en fazla
spekülasyon yaptıkları, Türk tarihçilerin ise efsane ve rivayetlerden bir
türlü gerçeklere ulaşamadıkları bir alandır. Köprülü Osmanlı tarihini
bağımsız olarak ele almaz. Osmanlı tarihi genel Türk tarihinin akışı içinde bir
anlam ifade eder. Bu nokta ondan önceki tarihçilerin üzerinde durmadıkları bir
konudur. Onun tarih oluşumunda Orta Asya Türk Tarihi, Horasan'daki Türk
varlığı, Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti bir bütünün parçalarını
oluşturur.26

Türkiye'de metodik din ve tasavvuf tarihi araştırmaları Köprülü'nün "Türk


Edebiyatın İlk Mutasavvıf1ar" isimli eseriyle başlamıştır. Kitabın birinci kısmı
görünüşte Ahmet Yesevi'ye, ikinci kısmı Yunus Emre'ye ayrılmışsa da kitap esas
itibariyle bir bütün olarak, Osmanlı dönemi de dâhil Türk süfıliğinin ilk genel tarih
tecrübesi kabul edilebilir. Kitaba bu kimliğini veren, en az metinler kadar önemli
olan uzun dipnotlarıdır. Bu dipnotlar, kaynaklar, hakkındaki tenkitli bilgilerin
yanında, birçok önemli sorunu gündeme getirir, analize tabi tutar ve tartışır.27 Bu
eser Türk edebiyat tarihi, din tarihi ve genellikle Türk kültür tarihi üzerinde devir
açmıştır. Din tarihi araştırmaların devamı niteliğinde 1921 'de "Anadolu'da
İslamiyet" 1930'da "Abu İshak Kazerunı" ve 1935'te "Mısır'da Bektaşilik"
makalelerini yayınlamıştır.28

Genel Türk tarihiyle ilgili olarak ise 1915'te "Selçukiler Zamanında


Anadolu'da Türk Medeniyeti" 1941 'de "Altınordu'ya Ait Yeni Araştırmalar" ve
1943'te "Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları" makalelerini
yazmıştır.29

Fuad Köprülü'nün zamanla olgunlaşan tarihçiliği, Cumhuriyet


ideolojisinin resmi tezlerden çok daha sağlıklı, gerçek izdüşümünü
oluşturmaktadır. 20. yüzyıl başlarının Oryantalist paradigmasını, bilim dünyasını
ikna ederek yıkıp, yerine bütüncül bir kavrayış getirmiştir.30

Cumhuriyet dönemi tarihçiliğinin son kırk yılının önemli isim ve


eserlerine bakıldığında en önlerde, çalışmalarını Köprülü'nün taslağının çeşitli
alanlarında yapan Köprülü'nün asistan ve öğrencileriyle karşılaşırız Şamanizın'in

26 Arı-Aslanbaş, a.g.e. s. 199–200; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 75.


27 Ocak, a.g.e. s. 223; Köprülü, Fuad Köprülü, s. 97.
28İnalcık, a.g.e. s. 292
29İnalcık, a.g.e. s. 292
30 Berktay, a.g.m. s. 2465; Palabıyık, a.g.e., s. 101.

252
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
tarihçisi Abdülkadir İnan, Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar her aşamada Türk
göçebe kabile yaşantısını izleyen Faruk Sümer, Ortaçağ mezhep ve tarikatlarımızı
en iyi bilenlerden Abdülkadır Gölpınarlı, dünya çapındaki halkbilimcimiz Pertev
Naili Boratav, Selçuklu uzmanı Osman Turan, özgün araştırmalarında daha çok
16. yüzyıl sonu buhranı üzerinde duran, fakat Selçuklu-Osmanlı sosyo-ekonomik
tarihine ilişkin sentetik denemeler de kaleme alan Mustafa Akdağ ve günümüzün
en önemli Ottomanist'i sayılan Halil İnalcık bunlardan bir kaçıdır.31

Sonuç
Türklerin bütün zamanlar da yetiştirdiği en büyük tarihçilerden biri olarak
kabul edilen ve modern tarihçilğin ülkemize yerleşmesinde birinci sırada bir paya
sahip olan Köprülü, katıldığı uluslararası ilmi toplantılar, kurduğu veya kuruluşuna
katkıda bulunduğu ilmi kurumlar, yayınladığı dergiler ve yetiştirdiği talebeleri ile
dönemindeki ve kendinden sonra ki milli tarihçiliğimize 'Okul' (Köprülü Mektebi )
bırakmış bir alimdir.

Köprülü, bilimsel örneğini Batı'nın bilimsel kuruluşlarından ve bilimsel


çalışma metotlarından almış ve bunları tatbik etmiştir. Ona göre bilim adamlığo
ağır ve ideal bir iştir, çok uzun ve ciddi bir çalışma gerektirir. Sıradan okuma
yazma bilenlerin yapabileceği bir iş değildir. Köprülü, saha çalışmasına ve
ihtisasın kaçınılmaz ve ihmal edilemez olduğuna inanmakla birlikte; kişinin,
felsefeyi ve çalıştığı konuya ait yan bilimlerden bilmesi gerekeni de öğrenmesi
mecburetini kabul eder.

Eserlerine, tarihçilik mesleğini bütün yönlerinden örnekler serpiştirerek,


dünya tarihçiliğinde ciddi bir yer edilen Köprülü, Annales Okulunun ülkemizdeki
ilk takipçilerindendir. O, sosyal tarih anlayılıyla medeniyet tarihinin siyaset,
hukuk, din, toplum, ordu, sanat vd. dallarında ilk ciddi örnekler vermiş bir
tarihçimizdir. Tüm çalışmalarını umumi Türk tarihinin bütün kurumlarını göz
önünde bulundurarak, mukayeselibir şakilde yapmış ve aynı zamanda ele aldığı
her konuyu, bütün Türk devletlerinden ve tarihi süreçlerini de göstererek
yazmıştır.

Dünya çapında birçok bilim kuruluşunun üyesi olan Köprülü, Türk dini,
hukuku, sosyal hayatı, sanatı, edebiyatı vd. hususlarda yazdığı eserlerinde,
sosyolojiden arkeolojiye, antropolojiden psikolojiye, birçok bilimlerden
yararlanmak suretiyle umumi Türk tarihinin problemlerine çözümler sunmuş ve
elde ettiği sonuçlarla bilhassa Batılı âlimleri etkilemeyi ve ikna etmeyi başarmıştır.

31 Berktay, a.g.m. s. 2469

253
 
 
 
 
 
 
Türk Dünyasında Bir Tarih Ekolü: Fuad KÖPRÜLÜ 
——————————————————————————————
Avrupa ilim çevrelerinde Türk tarihinin bazı meseleleri ve Osmanlı
tarihiyle alakalı birçok yanlış bilgi ve Osmanlı tarihiyle alakalı birçok yanlış bilgi
ve ön yargıyı bilimsel delillerle yıkan Köprülü, eserlerini, modern ilmi metodlar ve
birinci elden kaynaklarla güçlendirmiştir.

Köprülü, tüm çalışmalarında kendi bilim tarihçilik anlayışına uygun


davranmış ayrıca bilim hayatının ilk döneminde kabul ettirdiği evrensel usul ve
ilmi çalışma prensiplerine, ilk yazılarından son yazılarına kadar tutarlılıkla sadık
kalmıştır. Yani Köprülünün tarih anlayışı, ilk okumalarından itibaren belirmiş ve
yerleşmiştir. Araştırmalarını da daima bu anlayış çerçevesinde yapmış ve
yazmıştır.

Profesör Fuad Köprülü, yalnız Türkiyat ilminde Milletlerarası bir sima


olmakla değil, bilhassa Avrupa medeniyetinin temeli olan, ilmi zihniyet ve
metotları Türkiye’ ye nakil ve tesiste, kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak
derecede, bir hizmet ifa etmiş bulunmaktadır.

Fuad Köprülü, Gökalp gibi, karşılaştığımız yeni kültür meseleleriyle


alakadar olmakla beraber, çalışmalarını doğrudan doğruya hal ve istikbalden
ziyade Türk milletinin tarihindeki medeni ve kültürel faaliyetlerine, bu hususta
birçok mühim problemlerin vaaz ve halline teksif etmek suretiyle medeniyet
sentezi davamızın bir cephesi için zaruri olan ilmi temelleri atmıştır.

Türk tarihinin inşası ve Türk cemiyetinin hakiki hüviyetiyle meydana


çıkması için kaynakların kifayetsizliği Köprülü’yü çok mütenevvi sahalarda
çalışmaya ve yeni kaynaklar bulmağa sevmiştir. Etnoloji ve folklar sahasındaki
araştırmalardır. Profesör Wittek Köprülü zade katiyen bir ihtisas şubesi içinde
mahsur kalmış bir âlim değildir. Umumi alakası onun kadar geniş adamlara kolay
kolay tesadüf edilmez sözleriyle bunu ifade eder.

Köprülü’nün, mesleğine başladığı devirdeki havaya uygun olarak,


tetkiklerinde daima milliyetçi görüş hâkim olmuştur. Köprülü’nün bütün Türklerin
tarih, edebiyat ve kültürlerini zaman ve mekân içerisinde bir kül olarak, yani eski
çağlardan bugüne, Moğalistan’dan Tuna boylarına kadar bir bütün halinde tetkik
edilmedikçe anlaşılamayacağı tarzındaki kanaatine ve bu kanaate göre vücuda
getirdiği eserlere Türkçülük mefkûresinin ilmi temelleri nazarıyla bakılabilir ve bu
hem onun ideolojik anlayışına da uygundur, hem tarihi realite karşısında ilmi
başka bir sözü de olamaz; tetkikat da bunu meydana koymuştur.

254
 
 
 
 
 
 
Rabia KARABULUT & Yasemin İRGİN & Nur AYDOĞDU
—————————————————————————————— 
Kaynakça
ARI, Bülent, Aslantaş Selim "Türkiye'de Modem Tarihçiliğin Öncüsü: Fuad
Köprülü", Doğu Batı, Sayı 12 Ankara, 2000, s. 193–205
BERKTAY, Halil, "Tarih Çalışmaları", Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, C.9, İletişim Yay., İstanbul 1983, s. 2456-2475
İNALCIK, Halil, "Türk ilmi ve M. Fuad Köprülü", Türk Kültürü, S.65, s. 289295
KÖPRÜLÜ, Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Yay., Ankara
2003
KÖPRÜLÜ, Orhan Fuad, Fuad Köprülü, Ankara: Kültür ve Turizm
BakanlığıYayınları, Gaye Matbaası, 1987.
MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay, Ankara, 2005
OCAK, Ahmet Yaşar, "Fuad Köprülü Sosyal Tarih Perspektifi ve Günümüz
Türkiyesi'nde Din ve Tasavvuf Tarihi Araştırmalarında 'Tarihin
Saptırılması Problemi", Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.3, (1997), s.
217–229
PALABIYIK, M. Hanefi, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün İlmi Hayatı ve
Tarihçiliği” Ankara: Akçağ Yayınları, 2005.

255
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Selçuklularda Dîvân-ı Berîd Ve İstihbaratçılık

Sevgi Kübra AKDEMİREL


——————————————————————————————

ÖZET
Başında Sâhib-i Berîd’in bulunduğu Dîvân-ı Berîd, Hz. Peygamber devrinde
işlemeye başlamış olup, zamanla ismi ve görev alanı genişleyerek Emevî Halifesi Muaviye
b. Süfyân döneminde sistemli posta teşkilatı haline gelmiştir. Ancak bu teşkilatın mahiyeti
sadece postadan ibaret olmayıp aynı zamanda da bir istihbarat ve haber alma teşkilatıdır.
Bu teşkilat Büyük Selçuklu Devletinde oldukça mühim bir devlet dîvânı halini almış ve
devletin gerek iç işlerinin işleyişinde nizamın kontrolü, gerekse dış devletlerle münasebetin
yönünü çizmesi bakımından, devletin bekâsı için süratli bir haber alma kurumu şeklini
almıştır.

Anahtar kelimeler: Selçuklular, Nizâmü’l-mülk, Dîvân-ı berîd, Sâhib-i berîd,


İstihbarat.
——————————————————————————————
Giriş
İslâm devletlerinde resmî posta ve istihbarat teşkilatına “berîd” adı
verilmiştir1. İslâm dünyasında ilk olarak özellikle Emevî ve Abbasîler tarafından
kullanılmış olup kökü, muhtevası ve İslâm devletlerine nereden ve nasıl geçtiği
hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Ebu Dâvud, kelimenin Latince “posta
hayvanı” manasında olan “veredus”tan geldiğini söyler2. Mehmet Fuat Köprülü ise
Arapça “berede” veya Farsça “kesik kuyruklu” anlamına gelen “berîde düm”
ifadesinden geldiğini ifade eder3. Zamanla kelime Arapçalaştırılıp hafifletilmiş,
sonra da ona binaen haberciye “berîd” denilmiştir4

Kaşgar ve Semerkant Karahanlıları’nın da tesiriyle, Büyük Selçuklular


döneminden başlamak üzere, İslâm devletlerinde postaya verilen berîd ismi yerine,
Türk postacılığının en eski bir deyimi olup ulamak fiilinden yapılmış bir isim olan
ve M.S. 629 yılında Batı Göktürk Devleti içinden geçerek, Hindistan’a kadar giden

Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi,

[Sevgikubraakdemirel@hotmail.com]
1Mehmet Aykaç, Abbasi Devletinin İlk Dönemi İdarî Teşkilatında Dîvânlar (132-232/750-847), TTK

Yayınları, Ankara, 1997, s. 40.


2Ebû Davud, “Cihad/151”, s. 189’dan nakleden Nevzat Keleş, Ortaçağ Müslüman-Türk Devletlerinde

Siyasal Yapılanma, (Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi), Van, 2008.


3Fuat Köprülü, “Berîd”, İA, c. II, MEB Yayınları, İstanbul, 1997, s. 541; Mehmet Zeki Pakalın,

Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983, , s. 208.


4El-Kettâni, Muhammed Abdulhay, et-Teratibu’l-İdariyye (Hz. Peygamberin Yönetimi), c. II, (Çev:

Ahmet Özel), İz Yayınları, İstanbul, 2003, s. 9.


 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
ünlü bir Buda rahibininde bahsettiği ulak kelimesinin, tarihi ve edebî eserlerde
kullanılmaya başlandığı görülür5.

Bu dîvânın görevi, merkezin vilayetler ile haberleşmesini düzenlemek ve


her tarafta olup bitenleri en ufak ayrıntısına kadar merkeze bildirmekti. Bu
bakımdan Dîvân-ı Berîd’in günümüz istihbarat teşkilatı, bu dîvânın başında
bulunan “Sâhib-i Berîd”in de bu teşkilatının başkanı olduğu söylenebilir. Mehmet
Fuad Köprülü’nün Sâmânîler devrine ait olduğu tahmin edilmekle birlikte müellifi
meşhul olan Zafernâme isimli eserden naklettiğine göre, Sâhib-i Berîd’in vasıfları
şunlardı6:

a. Davaları dinleyip, hükmetmekle mükellef olduğu için bütün Şer’i


meselelere vakıf, zahid, mütakki, alim ve salih olması
b. Her işi yeterince araştırması
c. Doğru sözlü olması
d. İyi huylu olması
e. Herkesin iyiliğini isteyen bir yapıda olması
f. Olayları arz ederken etraflı düşünmesi, yani ani karar vermemesi
gereklidir.

Dîvân-ı Berîd’de, dîvânın başkanı konumunda olan Sâhib-i Berîd dışında


başka göreliler de bulunurdu. Teşkilât içinde münhî, kar-agahan (haberciler),
peykan (ulaklar), postacılar gibi görevliler de çalışmaktaydı7. Sâhib-i berîd’in
emrinde çok sayıda kişinin çalıştığını söyleyen Mehmet Aykaç da bu görevliler
arasında berîd âmili, mürettibler, muvakkîler, fervanîkîler, vükelâ ve muhbirlerleri
saymaktadır8. Zeydan ise bu görevlilere ek olarak saî, şuûzî, kühbânların da
bulunduğunu söyler9. Bunların dışında Dîvân-ı Berîd adına vilayetlerde görev
yapan memurlar da bulunmakta olup bunlara “Sâhib-i Haber” denilmekteydi.

1- İslam Tarihinde İlk Berîd Teşkilatı


İslâm tarihinde haberleşme ve postacılık çalışmaları, Hz. Peygamber
devrinden başlamıştır. Hz. Peygamber yazışma, talimat ve anlaşma metinlerini
göndereceği zaman, durum ve şartlara göre en muktedir ve ehil kimseleri

5Köprülü, a.g.m., s. 547.


6Köprülü, a.g.m., s. 544.
7Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 1995, s. 510.
8M. Aykaç, A.g.e., s. 55.
9Corci Zeydan, İslâm Uygarlıkları Tarihi, c. I, (Çev: Nejdet Gök), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004,

s. 214.

257
 
 
 
 
 
 
Sevgi Kübra AKDEMİREL 
——————————————————————————————
seçiyordu10. Hulefâ-yı Râşidîn döneminde posta sadece resmi işlerde sınırlı
kalmayarak halkında faydalandığı bir teşkilat haline getirilmiştir11. Haberleşmenin
sağlanabilmesi için postacı diye nitelenecek görevliler ihdas edilmiştir. Hz. Ömer
döneminden itibaren posta ile ilgili işlerin yaygınlık kazandığı söylenebilir.
Nitekim Hz. Ömer zamanında Kûfe yakınlarında ve Aynu’t-Temr bölgesinde
dâru’l-berîdlerin (posta evi, postahane) inşa edildiği, postacı, haberci veya elçilerin
ihtiyaçlarını gidermek için yol boylarındaki bu berîdlere uğradıkları ve buralarda
konakladıkları belirtilmektedir12. Buna görede sistemli ve düzenli olarak, Muaviye
b. Ebî Süfyan tarafından “berîd” adı altında kurumsallaştığı kabul edilen berîd
teşkilatının işlevsel olarak Hz. Ömer döneminden itibaren yaygınlık kazandığı
söylenebilir13.

Emevîler döneminde İran ve Bizans müesseselerini örnek alarak sistemli


bir posta teşkilatı kuran ilk halife Muaviye’dir14. Bu ilk postacılığın kuruluşu,
Şam’da bulunan halife ile Mısır, Irak ve İran’da vazife yapan valiler arasında
süratli bir haberleşmeyi temin içindi. Daha sonra Muaviye, bu memuriyeti (berîd)
genişleterek, ona vali ve diğer devlet erkânı hakkında tahkikatta bulunma salahiyeti
de verdi15.

Muaviye, yeminli postacılara, kendi özel mührü ile mühürledikten sonra


mektupları verir ve onları valilere, komutanlara gönderir, böylelikle de devlet
haberleşmesini temin ederdi. Muaviye, Suriye’nin fethinden beri orada valilik
yapmakta idi ve Bizans’tan kalan idare mekanizmasından ondaki eksiklik ve
kötülükleri gidermiş, bu arada ‘berîd’ adı altında posta teşkilâtını da kurmuştu16.
Emevî hazinesinin bu teşkilâtın düzenli çalışması için 4 milyonu bulan bir para
ayırdığı bilinmektedir17. Halîfenin emirlerinin valilere bildirilmesi yine bu valilerin
durumları, merkeze olan sadakatlari, yeni aldığı bir cariyesine aşırı düşkünlüğü
nedeniyle devlet işlerini aksatan bir valinin durumu, vergi görevlilerinin halka

10Muhammed Hamidullah, İslam Tarihine Giriş, (Çev: Ruhi Özcan), Beyan Yayınları, İstanbul, 1999,

s. 1018.
11İbrahim Harekat, “Berîd”, DİA, c. V., Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 499.
12M. Mahfuz Söylemez, “Berîd Teşkilatının Menşeine Dair Bazı Yeni Bulgular”, İslâmiyat, IV/II,

Ankara, 2001, s. 147.


13Kalkaşandî, Subhü’l-Aşâ fî Sinâ’ati’l-inşa, Nşr: Heyet, XIV, Beyrut, 1987, s. 413’den nakleden

Keleş, a.g.t.
14İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, IV, (Çev: M. Beşir Eryarsoy), Bahar Yayınları, İstanbul, 1989, s.

13.
15Ziya Kazıcı, “Abbasîler Dönemi Şehir Hayatı ve Yerel Yönetim Hizmetleri”, İslâm Geleneğinden

Günümüze Şehir Hayatı ve Yerel Yönetimler, I, Edit: Vecdi Akyüz, İlke Yayınları, İstanbul, 2005, s.
400.
16İsmet Kayalıoğlu, İslâm Kurumları Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara, 1985, s.

64.
17Köprülü, a.g.m., s. 542.

258
 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
muameleleri, kısaca bu geniş ülkede olup biten her şeyden merkezdeki halifenin
haberdar olması bu teşkilât sayesinde gerçekleştirilebilmekte idi. Bu istihbarat
görevi dolayısıyla “sâhibü’l-ahbar ve’l-ahbar” olarak da anılmışlardır. Hatta
Fas’ın fethedilip İslâm fatihlerinin Atlas okyanusuna erişmesinin bir nişanesi
olarak kavanoz içine konmuş balık, oradan devlet merkezine kadar berîd örgütü
vasıtasıyla getirilmişti18.

Abbasîler döneminde berîd teşkilatının öneminin devam ettiği görülür.


Halife Mansur’un, kontrol ve nezaret görevleri konusunda “devletimin muntazam
idaresi için dört becerikli ve temiz idareciye ihtiyacım vardır. Birincisi, her türlü
şüpheden uzak, doğruluktan ayrılmayan kadı; ikincisi, zayıfın hakkını kuvvetliden
alabilme gücüne sahip emniyet amiri; üçüncüsü, maliye işlerini düzenli şekilde
yürüten harac reisi ve nihayet bu üç memurun durumunu bana doğru olarak
iletecek berîd reisi” sözleri, berîd görevlilerinin seçimine verilen önemi göstermesi
bakımından dikkat çekicidir19.

2. Selçuklularda Dîvân-ı Berîd ve İstihbaratçılık


Selçuklularda Dîvân-ı Berîd ve istihbarat faaliyetleri hem eski Türk
devletlerinin20 hem de Emevîler ve Abbasîlerden sonra bütün İslam dünyasına
yayılan İslam devlet geleneğinin bir devamı olarak varlığını devam ettirmiştir21.
Orta çağ’da Karahanlı ve Gaznelilerle birlikte Türklerde istihbarat ve istihbarat
teşkilatları ile ilgili bilgilerimiz daha da netleşmeye başlamaktadır. Özellikle
Ortaçağ’ın büyük bir bölümüne damgasını vuran Büyük Selçuklu Devleti’nde ise
istihbarat teşkilatı ve istihbaratçılık ile ilgili kaynaklarda birçok bilgi
bulunmaktadır22.

18Kayalıoğlu, a.g.e., s. 66.


19Zeydan, a.g.e., s. 214.
20“Binlerce yıllık Türk tarihinde kurulduğunu bildiğimiz büyük-küçük birçok devlet veya

imparatorluğun bağımsızlıklarını koruyabilmek için ismi ne olursa olsun sonuçta istihbaratla uğraşan
basit veya gelişmiş teşkilatlara sahip oldukları muhakkaktır. Bütün milletlerde olduğu gibi Türklerde
de istihbarat ve istihbaratçılarla ilgili kavramlara rastlamaktayız. Türkler devletlerinin temel düzenini
yıkmaya, devleti ortadan kaldırmaya, milleti esir etmeye çalışan casuslara “çaşıt-çaşut” derlerdi. İhbar
işine ise “çaşutlama” derlerdi. Göktürk yazıtları ile yazılmış Türkçe yazılarda haberci, için “sabçı”
denmiştir. Türkler devletler arasında gidip gelen kağan elçilerine şimdiki gibi “elçi” derlerdi. Oğuzlar,
aileler arasındaki elçi ve habercilere “yazıkçı-salıkçı” derlerdi. Aynı zamanda bu katip demekti. Yine
adı haberci ve casuslara ise “körüg, tıl(dil), tıgrak”da derlerdi. Türklerde “çabar, çapar”sözleri de
kurye ve elçi demekti. Diğer taraftan eski Türklerin “kılağuz” “yirçi”dedikleri kılavuzlar, devlet ve
ordu içinde çok önemli rol oynuyorlardı. Bu kişiler, çok gezmiş ve çok görmüş kimselerdi. Ayrıca
fevkalade askerlik bilgisi ile, idari tecrübeye de sahip idiler. Askeri kılavuzlara “yi(e)zek” denirdi.”
Ayrıntılı bilgi için bkz, Hamit Pehlivanlı, “Eski Türkler ve Selçuklularda İstihbaratçılık”, Türkler, V,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 523 vd.
21Kayalıoğlu, a.g.e., s. 71.
22Pehlivanlı, a.g.m., s.525.

259
 
 
 
 
 
 
Sevgi Kübra AKDEMİREL 
——————————————————————————————
Selçuklular döneminde Dîvân-ı Berîd ve istihbaratçılık konusunda geniş
bilgi veren kaynakların başında Büyük Selçuklu Devletinin en önemli devlet
adamlarından biri olan Nizâmü’l-mülk tarafından kaleme alınan “Siyâsetnâme”
adlı eser gelmektedir. Nizamü’l-mülk Siyâsetnâme’sinde bu konuyla ilgili şunları
söylemektedir: “Bu iş çok nazik ve çok üstün bir iştir. İstihbarat hakkında şüphe
bulunmayan kimselerin eline, diline ve kalemine bırakılmalıdır. Zira memleketin
salaha kavuşması ve fesada uğraması onlara bağlıdır.”23

Yine aynı konuyla ilgili eserinin 4. bölümünde, vergi toplayıcıları,


vezirler ve güven tesis etmiş olanlar hakkında da sürekli gizli sorgulama yapılması
gerektiğini vurgulamaktadır. Bu, sultanın, ülkesinin ve ona bağlı olanların iyiliği
içindir24. Tecrübeli vezir, bir sultanın, uzakta da yakında da olsa, halkı ve
ordusunun durumunun farkında olması gerektiğini ifade etmekte ve “O, küçük ya
da büyük, önemli ya da önemsiz bütün her şeyi bilmek zorundadır”25 demektedir.

Nizâmü’l-mülk, Berîd teşkilatını, sıradan bir haber alma veya posta


teşkilatı olarak değil, başlı başına bir istihbarat teşkilatı olarak görüyordu. Nitekim
Siyâsetnâme’nin bir yerinde posta memurları ile ajan diyebileceğimiz gizli haber
alma memurları veya istihbaratçıları birbirinden ayırarak “Hafiye ajanlar (sâhib-i
haber) daha iyidir, çünkü posta ajanları, devlet adamlarının kontrolündedir”26
demiştir.

Ebû Mansur es-Seâlibî’nin “Hükümdarlık Sanatı” adlı eserine


bakıldığında, eserin ‘İstihbarat ve Casusluk’ faslında yer alan ifadelere göre; “Emir
Ebû’l-Hasan b. Simgûr avânesini ve memurlarını hesaba çeker genel olarak tüm
hadiseler, özel olarak ta Nişâbur’la ilgili konularda istihbarat toplamalarını
emrederdi. Her çarşı, mahalle, meclis ve evde onun gözcüleri vardı. Asil yada
sıradan, şeyh veya esnaf, herkesin toplantısında onun adamları olurdu. Gizli işleri
bildiren, sırf bu işle uğraşan görevlilerin yanı sıra, olan biteni gördüğü ve duyduğu
şekilde aynen ona ileten ihtiyar kadınlar mevcuttu. Onun diğer ülkelere saldığı
casuslar, kalabalık bir ordu gibiydi: Onların bütün ihtiyaçları görülür, yaşamaları
ve geçinmeleri için her şey temin edilir ve ödüller verilirdi... Hemde bizzat Ebû’l-
Hasan tarafından.”27

23Nizâmü’l-mülk, Siyasetnâme, (Çev: Mehmet Altay Köymen), TTK Yayınları, Ankara, s. 94.
24Omid Safi, “Büyük Selçuklularda Devlet-Toplum İlişkisi”, Türkler, V, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara, 2002, s. 661.
25Safi, a.g.m., s. 662.
26Safi, a.g.m., s. 661.
27Ebû Mansur es-Seâlibî, Hükümdarlık Sanatı, (Çev: Sait Aykut), İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s.

112.

260
 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
Bununla beraber Sultan Alp Arslan’ın devletin “posta ve istihbarat”
işlerine bakan Dîvân-ı Berîd’e çok önem vermediği ve özellikle istihbarat kısmını
büsbütün kaldırdığı görülmektedir28. Zira İbnü’l-Esir’in kaydına göre “Sultan Alp
Arslan, casusluktan, casuslardan ve jurnalden nefret etmekte idi.”29 Sultan
Mahmud ve Sultan Mesud’un baba oğul birbirlerinin sarayında casus
bulundurmalarını bile hoş karşılamayan Alp Arslan, böyle çalışan bir teşkilâtın
‘dostları düşman, düşmanları da dost’ gösterebileceğini söylemişti. Yine 1072-3
yılında büyük vezirin düşmanlarının onun hakkında bazı gizli bilgiler toplayarak
Alp Arslan’ın seccadesinin altına yerleştirmişlerdi. Sultan veziri Nizâmü’l-mülk
(öl.1092) aleyhindeki jurnali okuduktan sonra Vezîrini çağırmış ve kendisine “Eğer
doğru söylüyorlarsa ahlâkını düzelt, eğer iftira ediyorlarsa onları af eyle ve bu gibi
işlere vakit bulamamaları için onları mühim işlerle uğraştır” tavsiyesinde
bulunmuştu30.

Nizâmü’l-mülk, Sultan Alp Arslan’ın Sâhib-i Berîdlerle ilgili


düşüncelerini eserinin başka bir yerinde şu şekilde belirtir: “Ebu’l-Fazl Sigizi şehid
Alp Arslan’a ‘Niçin sâhib-i berîdlerin yoktur?’dedi. AlpArslan: ‘Mülkümü havaya
uçurmak mı, taraftarlarımı benden ürkütmek mi istiyorsun?’ dedi. Ebu’l-Fazl:
‘Niçin?’ dedi. Alp Arslan: ‘Bir sâhib-i haberi nasıl göreyim?; beni seven,
dostluğuna yeganeliğine itimadım tam olan (kimse) sâhib-i habere önem vermez ve
ona rüşvet vermez. Muhalif düşman ise, onunla dostluk kurar ve ona para (mal)
bahşeder. Böyle olunca sâhib-i berîd mecburen bizim dostlarımız hakkında
kulağımıza daima kötü (sözler); düşmanlar hakkında iyi sözler ulaştırır. İyi ve kötü
söz ok gibidir; biri hedefini bulur. Bu sebebten, her gün gönlümüz dostlara (karşı)
daha fazla kırılır. Onları (nezdimizden) daha fazla uzaklaştırır ve düşmanları ise
kendimize daha yakınlaştırırız. Bakıldığı zaman az zamanda bütün dostlar düşman
olurlar ve düşmanlar onların yerini alırlar. O zaman padişahlıkta hiç telafi
edilemeyecek bozukluklar doğar’ dedi. Eğer bu böyle ise sâhib-i berîdlerin
olmaması takdire şayandır. Yalnız (o) itimada değer ve dindar olmalıdır.

28Bundârî’ye göre Deylem devletinin ve onlardan evvelki padişahları memleketin hiçbir tarafını,
haberciden (casusdan) ve postadan hali bırakmazlar, bundan dolayı Irak’taki ve yakındakilerin, âsî ve
mutiin haberleri onlara gizli kalmazdı. Alp Arslan Muhammed bin Dâvud tahta çıktıktan sonra
Nizâmü’l-mülk, haberciler nasbetmek hususunu, Alp Arslan’a arzetti. Alp Arslan “Habercinin bize
lüzumu yoktur, dünyanın her kıt'asında (şehrinde) dostlarımız da düşmanlarımız da bulunur. Haberci
bize bir haber getirdiği zaman kendinin bir garezi varsa, dostu düşman düşmanı dost suretinde
gösterebilir.” dedi ve kendi fikriyle bu âdeti kaldırdı.” el-Bundârî, Zübdetü’n-Nusre ve Nuhbetü’l-
Üsre, (Terc. Kıvameddin Burslan), Irak ve Horâsân Selçukluları Tarihi, Ankara 1999, s. 67.
29İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, X, (Çev: Abdülkerim Özaydın), Bahar Yayınları, İstanbul, 1989, s.

79.
30İbnü’l-Esîr, A.g.e., s. 79-80; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ötüken

Yayınları, İstanbul, 2010, s. 192.

261
 
 
 
 
 
 
Sevgi Kübra AKDEMİREL 
——————————————————————————————
Padişahın bütün fenalık isteyenlerden gam çekmeyecek ve endişe duymayacak
kadar, akıllı ve dirayetli olması lazımdır. İnşallahu Teala”31.

Gerçekten de Sultan Alp Arslan zamanında Nizamü’l-mülk’ün bütün


ısrar ve telkinlerine rağmen berîd veya istihbarat teşkilatına önem verilmemiştir.
Ancak bu yaklaşımının zararını bizzat kendisi görmüştü. Nitekim Bundârî’nin
kaydına göre Sultan’ın, Nizâmü’l-mülk’ün ısrarlı tavsiyelerine rağmen
Deylemlilerin yani Bâtınîlerin faaliyetlerinden haberdar olmak haberciler ve
casuslar görevlendirmemesi sebebiyle “bu kavmin, ka'ideleri muhkemleşmiş ve
vaziyetleri sağlamlaşmış bir şekilde birdenbire meydana çıktıklarına şahit
olmuştu”32.

Günümüzde o dönem ile ilgili çalışan araştırmacılar arasında Sultan Alp


Arslan’dan sonra teşkilâtın yeniden canlandırılıp canlandırılmadığı konusunda
görüş ayrılıkları vardır. İbrahim Kafesoğlu, “Sultan Alp Arslan tarafından
kaldırılan berîd teşkilâtının, Nizâmü’l-mülk’ün bütün ısrarlarına rağmen Melikşah
devrinde yeniden kurulduğuna dair de kat’i delilleri yoktur”33 diye yazmaktadır.
Ancak Mehmet Fuat Köprülü bu kanaatte değildir. Köprülü “…bu kadar kuvvetli ve
geniş bir imparatorluk idaresinde, merkezi idare ile vilayetler ve büyük sultan
arasında süratle muhabereyi temin edecek resmi posta teşkilâtının ve her türlü
istihbarat vasıtalarının bulunmamasına asla ihtimal verilemez”34 demekte ve
Melikşah, Sultan Sancar zamanından bazı örneklerle düşüncesini pekiştirmektedir.
Gerçektende her ne kadar Sultan Alp Arslan casusluk ve casuslardan hoşlanmadığı
için teşkilâtı kaldırmışsa da, bu durum daha sonraki dönemlerde hiçbir suretle
resmi posta teşkilâtının bozulduğunu göstermez35. Bununla birlikte kesin olan bir
şey varsa o da bu devletin merkezinde dîvân reisi seviyesinde bir görevlinin
postanın idaresinde bulunmadığıdır36. Ancak daha sonra Sultan Melikşah ve Sencer
devrindeki olaylardan anlaşılacağı üzere, Büyük Selçuklular’da casus kullanmakta
olup, bir haber alma teşkilâtına sahiptiler37. Zaten posta olmadan bu büyüklükte bir
devletin idaresi mümkün değildir.

Nizâmü’l-mülk’ün, izlenen ve teftiş edilen bütün gruplar arasında


kadılara ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Siyâsetnâme’sinde, “Sultan, her

31Nizâmü’l-mülk, a.g.e., s. 89.


32Bundârî, a.g.e., s. 67.
33İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953, s.

154.
34Köprülü, a.g.m., s. 546.
35Pehlivanlı, a.g.m., s. 527.
36Kayalıoğlu, a.g.e., s. 71.
37Sevim-Merçil, a.g.e., s. 510.

262
 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
kadının yaptığı işler hakkında tek tek bilgi sâhibi olmalıdır”38 demektedir. Vezir,
bu sözlerini biraz daha açarak, gerçekte kadıların, sultanın birer temsilcisi (padişah
naibi) olduğunu söylemektedir39.

Eskiden beri kervancılar vasıtasıyla elde edilen haberlerin, Selçuklular


zamanında bizzat devlet eli ile yürütüldüğü görülmektedir. Memleketin her
tarafından haber getirmek üzere ‘peyk’ler yani piyade ‘sai’ler istihdam edilirdi.
Peyklerin nakip ismi verilen tımar sâhibi amilleri vardı40. Raporlar derviş
kılığındaki sailerle gönderilirdi. Gizliliğe son derece riayet edilirdi. İstihbarat
elemanının yakalanması halinde raporların düşman eline geçmesini önlemek için
birtakım usullere başvurulmaktadır. Bilgiler bazen bir mum içine veya bir asâ
arasına yerleştirilmek suretiyle gizlenmektedir41. Haberler değişik usullerle gerekli
yerlere ulaştırılırdı. Bu iş için at, güvercin, bilhassa Suriye ve Irak taraflarında deve
gibi hayvanlar kullanılmaktadır42. Kullanılan güvercinler vesilesiyle beş günlük bir
yolculukla katedilecek kadar uzak bir yerde dün cereyân etmiş bir olay bugün
hemen duyulabilirdi. Güvercin tutma işi Irak diyarından günümüze kadar devam
eden köklü bir uygulamadır. Bu kuşların bir tanesinin 200 altınlık bir değere sahip
olduğu bilinir43.

İstihbaratın en önemli unsurlarından olan güvenilir haberleşmenin düzenli


ve hızlı yapılabilmesi için yollar üzerinde karakollar ve daimi kontrolü gerektiren
yerlerde, kontroller için ribatlar kurulurdu44. Nizâmü’l-mülk’e göre büyük yolların
mühim noktalarında ribatlar yapmak hükümdarın başlıca vazifelerindendir.
Stratejik mevkilerde kurulan ve haberleşmede önemli rol oynayacak olan bu
ribatlar aynı zamanda askeri amaçlı olarak da kullanılmaktadır. Ordunun herhangi
bir seferde yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve ihtiyaçlarından dolayı halka eziyet
etmemesi için menziller çevresindeki arazinin devletleştirilmesi uygun
görülmektedir. Böylece elde edilen mahsul ribatlarda ve çevresindeki köylerdeki
ambarlarda saklanmalıdır. Düşmanın durumu ile alakalı bilgi toplamada başka
unsurlardan da yararlanılmaktadır. Ateş kuleleri ve davul çalmak bunların
arasındadır. Düşman hücumu karşısında ateş kuleleri ile uzaklara haber verildiği

38Safi,a.g.m., s. 661.
39Safi,a.g.m., s. 661.
40İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, Ankara, 1984, s. 45.
41Köprülü, a.g.m., s. 545.
42Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VII, İstanbul,

1988, s. 204.
43Ebû Mansur es-Seâlibî, a.g.e., s. 111.
44İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, c. X, s. 400.

263
 
 
 
 
 
 
Sevgi Kübra AKDEMİREL 
——————————————————————————————
gibi, civardaki ahaliye de davullarla tehlike işareti veriliyordu. Bundan sonra
herkes ribatlarda toplanıyor, müdafaa için hazırlık yapılıyordu45.

İşlek yollar üzerinde kurulan bu merkezlere elli fersah mesafedeki


yerlerden haber toplamak üzere belli ücret mukabili peykler tayin edilirdi. Böylece
günlük olarak ülkenin her tarafından haber sağlanmış olurdu. Teşkilât gizli ve açık
istihbarat ile bilhassa meşgul olmaktadır46.
İstihbarat elemanlarının görevlerini yaparken şüphe çekmemek için hangi
iş, sanat, meslek erbabı olarak hareket gizliliği sağlayacakları da belirtilmektedir.
İstihbaratçılar tüccar, seyyah, sufî, derviş, satıcı, eczacı, elçi vs. kılığında ülkenin
çeşitli yerlerine giderek olan biteni hükümdara bildirecektir47.

İstihbarat teşkilâtı ve elemanlarının oldukça geniş görevleri vardır. İç


istihbarat görevi bu teşkilâta yüklenmiş durumdadır. Ülkenin her tarafındaki
kumandanların, valilerin, kadılar ve maliye memurlarının hal ve hareketlerini takip
etmektedir. Yine bu görevlilerin hükümdara karşı besledikleri niyetlerini tetkik
ederek en kısa zamanda merkeze bildirmektir48. Resmi teftiş vazifelerinden başka
sultanın hususi casusluğu görevini de ifa etmektedirler. Melikşah ve Nizâmü’l-
mülk’ün hususi casuslar kullandıkları bilinmektedir. Mesela Sultan Sancar’ın, Edip
Sabir’i casusluk amacı ile Harezm’e yolladığı ve onun gönderdiği bir resim
sayesinde aleyhinde hazırlanan bir suikasttan kurtulduğu bilinmektedir49.

Yine vezir Nizâmü’l-mülk dış istihbarat ile askeri ve stratejik istihbarat


görevini elçilere yüklemektedir. O hükümdarların birbirine elçi göndermelerinden
maksadın, sadece haber ulaştırmak veya mektup göndermekten ibaret olmadığını
belirtmektedir. Elçiler görünen resmi görevlerinin dışında birçok gizli vazifeleri
yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar ülke için önemli olan stratejik ve askeri
istihbarat yapmak durumundadırlar. Bunun için yolların, boğazların, ovaların,
otlakların durumunun nasıl olduğunu tespit edeceklerdir. Yani ordunun herhangi
bir sefer esnasında yollar ve boğazlardan kolaylıkla geçip geçemeyeceği; o günün
şartlarından ordu için stratejik bir madde olan otun nerelerde bulunup bulunmadığı
gibi hususlarda istihbarat yapacaklardır. Yine asker sayısının tespiti, alet ve
teçhizatın miktar ve mükemmelliğini de istihbar edeceklerdir. Hedef ülkenin
yönetimi ve yöneticileri ile memurları hakkında bilgi toplayacaklardır. Kişilik
tahlili bunların başında gelmektedir. Hükümdarın sofrasının, meclisinin, sarayının,

45Mehmet Fuat köprülü, “Ribat”, Vakıflar dergisi, c.II, Ankara, 1974 (2.b), s. 274.
46Köprülü, “Berîd”, İA, s. 545.
47Pehlivanlı, a.g.m., s. 528.
48Pehlivanlı, a.g.m., s. 528.
49Pehlivanlı, a.g.m., s. 529.

264
 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
oturuş ve kalkışının nasıl olduğu dikkatle gözlenecektir. Huy ve tabiatı, bahşiş
vermesi, çalışması, çehresi ve işi hakkında bilgi toplanacaktır. Halkı ve ülkesi ile
ilişkileri incelenecektir. Bu meyanda, zalim mi, adil mi; ülkesi mamur mu, harab
mı; ordusu kendisinden hoşnut mu, değil mi; halkı zengin mi, fakir mi
araştırılacaktır. Yine hasis mi, cömert mi, devlet işlerinde uyanık mı, gafil mi,
dindar mı, doğru (dürüst) mu, yoksa aksi mi, sevdiği sevmediği şeyler nelerdir
öğrenilecektir50.

Hükümdarın yanındaki devlet adamlarının tahlili de önem arz etmektedir.


Bu bakımdan elçiler, hükümdarın kabiliyetli bir veziri, iş bilir, tecrübeli
komutanları; zarif ve liyakatli nedimleri var mı, yok mu tetkik edeceklerdir.
Hükümdarın kişiliğinin önemli bir göstergesi sayılan himmet ve şefkati, ciddiyeti,
açık, saçık, boş sözlerle, gulamlara veya kadınlara rağbet edip etmediği de elçilerin
öğrenmeye çalıştıkları hususlardır. Nizâmü’l-mülk elçilerin tespit ettiği bu
bilgilerin ne maksatla kullanılacağını da açıklamaktadır. Hedef ülke ve hükümdarı
hakkında elde edilen bu bilgiler, o hükümdarın ele geçirilmesi veya ona karşı
alınacak tavırlarda belirleyici rol oynayacaktır. Yani şahsiyeti, açık ve noksan
tarafları, ülkesinin ve yöneticilerinin durumu bilindiği için ona karşı gerekli
tedbirleri almakta güçlük çekilmeyecektir. Bu yüzden Selçuklu döneminde elçilere
karşı çok dikkatli davranılmakta ve açık verilmemeye azami gayret
gösterilmektedir. Semerkant hükümdarı elçisi, satranç oynadıktan sonra kazandığı
bir yüzüğü sağ eline taktığı için Nizâmü’l-mülk’ün bir râfizî olduğu kanaatine
varmıştır. Bu kanaatini de hükümdarı Şemsü’l-mülk’e, Selçukluların bir zafiyeti
olarak anlatmıştır51. Yönünü çizmesi bakımından, devletin bekâsı için süratli bir
haber alma kurumu şeklini almıştır.

Sonuç
Başında Sâhib-i Berîd’in bulunduğu Dîvân-ı Berîd, Hz. Peygamber
döneminde işlemeye başlamış olup, zamanla yetki alanının genişlemesiyle Emevî
Halifesi Muaviye b. Süfyân döneminde sistemli posta teşkilatı haline gelmiş olan
bir istihbarat/haber alma teşkilatıdır.

Büyük Selçuklu Devleti’nde oldukça mühim bir devlet dîvânı halini almış
ve gerek devletin gerek iç işlerinin işleyişi ve nizamın kontrolü, gerekse dış
devletlerle münasebetin yönünü çizmesi bakımından, devletin bekâsı için süratli bir
haber kaynağı şeklinde kurumsallaşmıştır. Bu teşkilat her ne kadar Nizâmü’l-
mülk’ün bütün ısrarlarına rağmen Sultan Alp Arslan döneminde ihmal edilmiş,

50Pehlivanlı, a.g.m., s. 529.


51Pehlivanlı, a.g.m., s. 530.

265
 
 
 
 
 
 
Sevgi Kübra AKDEMİREL 
——————————————————————————————
hatta kaldırılmış ise de sonraki dönemlerde tekrar önem kazanmış ve
Selçuklulardan sonraki bütün Türk İslam devletlerinde de devam etmiştir.

Kaynakça

ALPTEKİN, Coşkun, “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm


Tarihi, c. VII, İstanbul, 1988.
AYKAÇ, Mehmet, Abbasî Devletinin İlk Dönem İdarî Teşkilatında Dîvanlar (
132-232 / 750-847 ), TTK Yayınları, Ankara, 1997. Ss. 71-94.
EBU DAVUD, “Cihad/151”. ( “KELEŞ, Nevzat, Ortaçağ Müslüman-Türk
Devletlerinde Siyasal Yapılanma, Van, 2008.” Aktarımıyla ).
EBU MANSUR ES-SEÂLİBÎ, Hükümdarlık Sanatı, (Çev: Sait Aykut), İnsan
Yayınları, İstanbul, 1997.
EL-BUNDÂRÎ, Zübdetü’n-Nusre ve Nuhbetü’l-Üsre, (Çev: Kıvameddin Burslan),
TTK Yayınları, Ankara 1999.
EL-KETTÂNÎ, ABDULHAY, Muhammed, et-Teratibu’l-İdarîye (Hz. Peygamber
Dönemi), c. II, ( Çev: Ahmet Özel ), İz Yayınları, İstanbul, 2003.
HAMİDULLAH, Muhammed, İslâm Tarihine Giriş, ( Çev: Ruhi Özcan ), Beyan
Yayınları, İstanbul, 1999.
HAREKAT, İbrahim, “Berîd”, DİA, c. V, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1992,
ss. 498-501.
İBNÜ’L-ESİR, el-Kâmil fi’t-Tarih, c. II, (Çev: M. Beşir Eryarsoy), Bahar
Yayınları, İstanbul, 1989.
KAFESOĞLU, İbrahim, “Selçuklular”, İA, c. X, ss. 400.
KAFESOĞLU, İbrahim, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu,
İstanbul, 1953.
KALKAŞANDİ, Subhü’l-Aşâ fî Sinâ’ati’l-İnşâ, Nşr: Heyet, XIV, Beyrut, 1987. (
“KELEŞ, Nevzat, Ortaçağ Müslüman-Türk Devletlerinde Siyasal
Yapılanma, Van, 2008.” Aktarımıyla ).
KAYALIOĞLU, İsmet, İslâm Kurumları Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, Ankara, 1985.
KAZICI, Ziya, “Abbasîler Dönemi Şehir Hayatı ve Yerel Yönetim Hizmetleri”,
İslâm Geleneğinden Günümüze Şehir Hayatı ve Yerel Yönetimler, I, Editör:
Vecdi Akyüz, İlke Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 203-218.
KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuat, “Berîd”, İA, c.II, MEB Yayıları, İstanbul, 1997, ss.
541-549.
KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuat, “Ribat”, Vakıflar Dergisi, c. II, Ankara, 1974 (2.b), ss.
274.
NİZAMÜ’L-MÜLK, Siyasetnâme, (Çev: Mehmet Altay Köymen), TTK Yayınları,
Ankara, 1999.

266
 
 
 
 
 
 
Selçuklularda Dîvân‐ı Berîd Ve İstihbaratçılık 
——————————————————————————————
PEHLİVANLI, Hamit, “Eski Türkler ve Selçuklularda İstihbaratçılık”, Türkler
Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 522-534.
SAFİ, Omid, “Büyük Selçuklularda Devlet-Toplum ilişkisi”, Türkler Ansiklopedisi,
c. V, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 352-363.
SÖYLEMEZ, M. Mahfuz, “Berîd Teşkilatının Menşeine Dair Bazı Yeni Bulgular”,
İslâmiyat, IV/II, Ankara, 2001, ss. 139-142.
TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken Yayınları,
İstanbul, 2010.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Medhal, TTK
Yayınları, İstanbul, 1941.
ZEYDAN, Corci, İslâm Uygarlıkları Tarihi, I, (Çev: Nejdet Gök), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004.

267
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri

Özge TOGRAL

——————————————————————————————
ÖZET
Bektaşilik geleneğinin, Balkanlar’da nasıl oluştuğu ve hangi koşullarda tarikat,
dergah modeline geçtiği belirtilerek Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında ve
Osmanlının Rumeli’ye geçişi süreci içinde incelenmiştir. Bektaşiliğin, temellerinin
Balkanlarda hangi koşullarda atıldığını inceledikten sonra Balkanlarda uzun yıllar boyunca
varlığını korumakta olan çeşitli Bektaşi dergahlarının nerelerde bulunduğu saptanmıştır.

Yapılan araştırmada, Balkanlar adı verilen coğrafyada kurulmuş olan Bektaşi


dergah ve tekkelerinin isimleri verilerek özellikleri kısaca belirtilmiştir. Bektaşi dergahları
ve tekkeleri aracılığıyla bölgenin gayrimüslim halkının etkilendiği ve adeta Osmanlı
ordusunun bölgeyi fethetmeden önce neredeyse halkı psikolojik olarak fethe hazır hale
getirmesi tarihsel süreç içinde incelenmiştir. Bektaşi zaviye şeyhleri, dindeki müsamahalı
tutum ve davranışları olduğu için Hristiyanların ihtidalarını kolaylaştırdığı düşünülebilir.
Bu nedenle Bektaşi geleneğinin Balkanların Müslümanlaşmasında önemli bir yere sahip
olduğu açıktır. Ayrıca Bektaşi geleneğinin, Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanması
sürecinde Arnavut Müslümanlarını birlik ve beraberliğe yönelten özellikleri olması
nedeniyle sadece dinsel değil siyasi olarak da önemli bir yere sahip olduğu açıktır.

Ayrıca 1826 yılında Yeniçeri Ordusu’nun kaldırılması ile birlikte tahribata


uğramış olsa da günümüzde Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve
Makedonya sınırları içinde bulunan pek çok Bektaşi geleneğine sahip tekke ve zaviyeler
bulunmaktadır. Örneğin; Arnavutlukta bulunan Sarı Saltuk Dergahı gibi hem Hristiyanlar
hem de Müslümanların ziyaret ettiği yani çifte ziyaretgah özelliği olan Bektaşi öğretilerinin
hakim olduğu pek çok dergah, zaviye ve tekkeler varlıklarını sürdürmektedirler.

——————————————————————————————
1.Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri
1.2. Balkanlarda Bektaşiliğin Şekillenmesi
Balkanlarda Bektaşi Dergahlarını açıklarken Bektaşilik geleneğinin,
Balkanlar’da nasıl oluştuğu ve hangi koşullarda tarikat, dergah modeline geçtiği
sürecini Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, Rumeli’ye geçişi süreci içinde
incelenmesi gerekir. Fakat Osmanlı öncesinde de Balkanların İslamlaşmasında ve
Bektaşiliğin ilk adımı olarak Anadolu Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde bir
adım vardır.

 Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, (Yeniçağ Osmanlı Tarihi Bilim
Dalı),Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi [ozge_tograll@hotmail.com]
 
 
 
 
 
 
Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri 
——————————————————————————————
Nitekim Yavuz Hamzaoğlu’nun Balkan Türklüğü adlı eserinde Sarı Saltuk
ismini vererek bu durumu açıklamıştır. “Osmanlı’dan önceki dönemde Balkan
Yarımadası’nın İslamlaşması’nda Sarı Saltuk’un da rolü çok büyüktür. Sarı Saltuk
1261 yılında Anadolu’dan 10 bin aileyi kapsayan 40 Türkmen kabilesi ile
Dobrua’ya iskan etmiştir. Bu yıllardan itibaren Dobruca her şeyi ile tamamen bir
Müslüman olmuştur. Sarı Saltuk, Balkan Yarımadası’nda İslam’ı yayan bir
misyoner olarak gösterilmektedir. Sarı Saltuk’un, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu
yıllarda dini faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. O, Ramazan’da Tuna
Irmağı’nın civarındaki Balkan Hristiyan ülkelerinde yaşayan Müslümanları gizlice
ziyaret ederek, onlarla beraber oruç tutup, beş vakit namaz kılıyor ve bayram
yapıyordu.”1

“1300’lerde yazılmış olan Elvan Çelebi Menakibnamesi, bize Şeyh Ede-


Bali’nin Vefaiyye halifelerinden biri olduğunu, dinsizleri ve kafirleri İslamiyete
kazandırdığını, Hacı Bektaş’tan dünya saltanatına heves etmediğini
kaydetmektedir. Zira Babailer, genelde yerleşik devletin kontrolü ve baskısına
isyan eden savaşçı dervişlerdendir.”

Bilindiği gibi her Osmanlı kuruluş dönemini içeren eserlerin birçoğu, Şeyh
Edebali’nin Osmanlı kuruluş dönemi için ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu
göstermektedir.2 Osmanlı kuruluş sürecinde Bektaşi zümrenin etkin bir zümre
olduğunu görmek mümkündür.

Sufi akımlar Osmanlı fetihlerinin Balkanlarda hızlı yayılmasının


sebeplerinden biridir. Tarikat şeyhleri ve halkla daha yakın temasta bulunan
dervişler Osmanlıların Balkan ilerleyişinde önemlidir.

1501 yılında, Bektaşi tarikatını yeniden düzenleyen Balım Sultan olmuştur.


Balım Sultan, Rumeli’dan Kızıl Deli Tekkesine mensuptur. Bu dönemde
Rumeli’de en önemli Bektaşi tekkesi Edirne’ye yakın, Dimetoka yöresinde bulunan
Kızıl Deli Tekkesidir. Kızıl Deli, aynı zamanda Meriç ırmağının bir kolunun
ismidir. İsmini Bektaşi tekkesini XVI. yüzyılda kurmuş olan Seyyid Ali Sultan’dan
almaktadır. Kızıl Deli Tekkesi faaliyetlerini 1826 yılına kadar sürdürmüştür.3

Fakat Balım Sultan önce de Bektaşi geleneğinin Balkanlar ve Trakya’da


olduğuna dair Refik Engin, Trakya ve Bulgaristan’da Bektaşiler ve Bektaşi

1 Yusuf Hamzaoğlu, Balkan Türklüğü, c.1, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 2000, s.466.
2 Ayrıntılı Bilgi için Bkz. Mehmed Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Akçağ
Yayınları, Ankara, 2004.
3 Cemal Canpolat, Osmanlının Manevi Temelini Oluşturan Gerçek Dervişler- Babalar ve Bektaşi

Dergahları, Markiz Yayınları, İstanbul, 2012, s.102.

269
 
 
 
 
 
 
Özge TOGRAL 
—————————————————————————————— 
Sürekleri adlı makalesinde Bektaşi erkanı uygulayan sürekler başlığı altında bir
değerlendirme yapmıştır ve bu sürekleri de şu şekilde belirtmiştir. “1. Seyyid Ali
Sultan erkanı uygulayan Kızıl Deli Bektaşileri, 2. Seyyid Ali Sultan erkanı
uygulayan Ali Koç Baba Bektaşileri, 3.Otman Baba Bektaşileri (Babailer), Hasköy
ve Deliorman bölgelerinden olanlar ki bunlar musahipli ve musahipsiz olarak
bilinmektedir.”4

Bektaşiliğin, Osmanlının kuruluş aşamasında Balkanlara yayılış sürecinde


önemli bir yere sahip olduğu açıktır. Sadece Edirne’ye yakın olan Dimetoka ile
sınırlı değildir. Balkanlar olarak adlandırılan coğrafya’nın hemen hemen her
köşesinde Bektaşi dergahlarının varlığına dair bilgiler bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin bizzat kendisi, Nevşehir ve Kırşehir havalisindeki


Hıristiyanlarla temas halinde iken Halifesi Sarı Saltuk’u, henüz Türk ordularının
ulaşamadığı bir dönemde, Rumeli topraklarına, İslam’ı yaymak için göndermişti.
Gürcistan Beyini İslamlaştırıp ona elini öptüren Sarı Saltuk, Rumeli’de başarılı
faaliyetleri gerçekleştiren duruma gelmiştir. İslamlaştırma faaliyetini rastgele değil
de belli bir plan ve stratejiye göre gerçekleştiren Hacı Bektaş, bir kısım halifelerini
Rumeli’ye gönderirken, Sarı Saltuk, Kara

Donlu, Barak Baba, Hoy Ata ve Can Baba gibi halifelerini de Moğol zümrelerini
İslamlaştırmakla görevlendirmiştir.5

Aslında Balkanlar’daki Bektaşi çevrenin oluşup gelişmesini, Osmanlı


padişahlarının Bektaşi dergah ve tekkelerinin kurulmasını, Osmanlı hakimiyet
anlayışı ve savunma mekanizması içerisinde desteklediklerini görmekteyiz. Her ne
kadar daha sonra açıklanacağı üzere 1826 Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından
sonra değişse de bu durumu örneklerle değerlendirmek gerekirse;

Peter Bartl’ın ifadesine göre; Arnavutluk’taki Bektaşi geleneğinin


oluşması şu şekildedir; “Bektaşilerin Arnavutluk’taki yayılmalarını sağlayan asıl
sebeplerden biri si de Sultan II. Bayezid’in 1492 yılında Safevi taraftarlarını
Anadolu’dan Rumeli’ye özellikle Yunanistan, Sırbistan ve Arnavutluk’a

4 Refik Engin “Trakya ve Bulgaristan’da Bektaşiler ve Bektaşi Sürekleri”, Geçmişten Günümüze


Alevi ve Bektaşi Kültürü, Editör: Ahmet Yaşar Ocak, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2009,
s.145.
5 Kadir Özköse, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufi Akım ve Zümrelerin

Rolü” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: VII / 1, Sivas, Haziran 2003,
s.264.265.

270
 
 
 
 
 
 
Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri 
——————————————————————————————
nakletmesidir. Bu mecburi göçe maruz kalanlar arasında bulunan çok sayıda derviş
kısa sürede yeni cemaatler kurarak, yerli halk üzerinde ekili olmuşlardır.”6

2. Balkanlarda Bektaşi Dergah ve Tekkeleri


2.1. Babadağ ve Sarı Saltuk Türbesi:
Bulgaristan’ın Dobruca’da şehrinde bulunmaktadır. Bulgaristan’da Türkler
için en kutsal ziyaret yeri, Babadağ yani Sarı Saltuk Türbesidir. 1272 yılında
Bizanslılar, kuzey sınırlarını korumaları için on bin kadar Selçuklu Türkü'nü
Babadağa göndermişlerdir.7

Aslında Sarı Saltuk hakkında pek çok şey şey söylenmekte ve Balkanlarda
pek çok şehirde Sarı Saltuk adıyla ziyaretgah bulunmaktadır. Şöyle ki; “ Evliya
Çelebi; Sarı Saltuk Mehmed Buhari adı ve ünvanları ile anıyor, Aşıkpaşazade;
Gaziyan-ı Rum diyor ona. Ayrıca bir diğer adı da Türk’ün Noel Baba’sıdır. Sarı
Saltuk Dede’nin, erenlerden olduğu da söylenmektedir. Arnavutluk, Makedonya,
Hersek’te dahi türbeleri bulunmaktadır.”8

Diğer bir adı da Kaligra Sultandır. Nitekim Evliya Çelebi


Seyahatnamesi’nde “Tekiyye-i Kaligra Sultan olarak yer almaktadır.

Sarı Saltuk’un, Horasan üzerinden Anadolu’ya gelerek ardından


Balkanlar’a geçtiğini ifade etmektedir. Sarı Saltuk, Anadolu’da 20, Balkanlar’da
ise 13 makam mezarı bulunmaktadır. Ancak asıl türbesi Tunceli’nin Hozat
ilçesindedir. Alevi-Bektaşiliğin 13. yüzyılda Balkanlar’daki önder isimlerinden
biridir.9 Sarı Saltuk adıyla Balkanlarda birden çok dergah bulunduğu bilinmektedir.
Bu durum Sarı Saltuk’un Balkanlar’da yapmış olduğu başarılı icraatlarının
sonucudur.

2.2. Demir Baba Dergahı


Demir Baba Dergahı, Bulgaristan’da Rusçuk ilinin Kemaller kasabasının
altı kilometre batısında Mumcular köyünün yakınlarında bulunmaktadır. Demir
Baba’nın adı çeşitli kaynaklarda Hasan Demir Baba veya Pehlivan Baba olarak
geçmektedir. Dergahın ismi de Hasan Demir Baba Tekkesi, Deli Orman Bektaşi

6 Peter Bartl, Milli Bağımsızlık Hareketleri Esnasında Arnavutluk Müslümanları, Çev: Ali Taner,
Bedir yayınları, İstanbul, 1998, s.179.
7 Altan Araslı, Avrupa’da Türk İzleri, Akçağ Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2009, s. 90.
8 Araslı, a.g.e., s. 92.
9 Canpolat,a.g.e., s.160.

271
 
 
 
 
 
 
Özge TOGRAL 
—————————————————————————————— 
Tekkesi, Timur Baba Tekkesi, Pehlivan Baba Tekkesi olarak anılmaktadır. Demir
Baba Tekkesi, Alevi-Bektaşi inanç temelinde önemli bir yere sahiptir.10

2.3. Otman Baba Dergahı


Otman Baba’nın ilk zaviyesinin Bulgaristan’ın güneyindeki Haskova’da
bulunduğu bilinmektedir. 15. yüzyılda yaşayan Otman Baba, Hacı Bektaşi Veli
felsefesi ile beraber anılmakta olan önemli tarihi bir isimdir. Otman Baba, Anadolu
ve Balkanlar’da etkin zümre olan Babailer ile ilişkileri olduğu ve aynı çevrelerde
etkin bir rol oynamıştır. Otman Baba’nın asıl faaliyet alanı Bulgaristan olmuştur.
Otman Baba’nın Varna’da kurmuş olduğu bir tekke vardır. Varna’da kendisine
yoldaş olanların sayısı giderek artmış ve Otman Baba Batı Anadolu’da
Gelibolu’dan, Edirne’ye, Balkanlarda ise Sırbistan’a kadar etkili bir derviş
olmuştur.11

Tüm bunlardan Otman Baba’nın sadece Bulgaristan’da değil, Balkanlar


denilen büyük bir coğrafyada Bektaşilik geleneğinin oluşup gelişmesinde önemli
bir isim olduğu gerçeğini göstermektedir.

2.4. Gülbaba Türbesi ve Tekkesi


Gülbaba Türbesi, Macaristan’ın Budin ilinde, Veli Bey Kaplıcasının
güneydoğusunda Gül Baba’nın, fethine katıldığı ve Gaziyan-ı Rumlardan olduğu
bilinmektedir. Budin’in fethinde şehit olduğu bilinmektedir. Gülbaba Tekkesi’nin
kalıntıları, XIX. yüzyıl sonunda kaldırılmıştır. Gül Baba Tekkesi’nin Bektaşi
tarikatı kural ve öğretilerine uyduğunu, Osmanlı Devleti ve ordusu ile ilgisini
olduğunu Evliya Çelebi ve Peçevi kaydetmiştir.

2.5. Seyyit Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan ) Dergahı


Seyyit Ali Sultan diğer bir adıyla Kızıl Deli Sultan Dergahı Yunanistan’ın
Dimetoka şehrinde bulunmaktadır. Tanrıdağ Bektaşi Tekkesi olarak da
bilinmektedir. Seyyid Ali Sultan Dergahı, Bektaşilikte bir Halifelik makamıdır ve
Bektaşiliğin sayılır dergahları arasında yer almaktadır. Seyyit Ali Sultan tarafından
1397 yılında kurulmuştur. Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın diğer bir adı da Kızıl Deli
Sultan Dergahı’dır. Kızıl Deli Sultan Dergahı denilmesinin sebebi, dergahın
kurulduğu yerde bulunan Kızıldeli Irmağından gelmektedir.12

10 Canpolat, a.g.e., s.126-127.


11 Canpolat, a.g.e., s.118.
12 Canpolat, a.g.e., s.189-190.

272
 
 
 
 
 
 
Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri 
——————————————————————————————
Kızıl Deli Sultan Dergahı 1826 yılında II. Mahmud tarafından başlatılan
Yeniçeri-Bektaşi katliamlarından dolayı zarar görmüştür. Dergahda son postnişin
olan Cefai Baba şehit olmuştur. 13

2.6. Horasanizade Mevlana Derviş Ali Bektaşi Dergahı


Horasanizade Mevlana Derviş Ali Bektaşi Dergahı, Yunanistanda’dır.
Tekke, gazi ve şehid olan Deli Hüseyin Paşa’nın yaptırdığı bir hayrattır.
Horasanizade Mevlana Derviş Ali komutasında bir Bektaşi’ler Girit Savaşı’na
katılarak büyük bir fayda sağladıkları için Serdar Gazi Deli Hüseyin Paşa, İnadiye
Kalesi eteklerinde 1650’li yıllarda bu dergahı yaptırarak hizmete açmıştır. 1811
yılında Horasan’dan gelen aynı ismi taşıyan Derviş Ali Baba isimli biri dergahı
tamir ettirmiştir. Müslümanların Girit’i mecburen terk etmelerinden sonra bu
yapının yıkıldığı bilinmektedir.14

Ayrıca Yunanistan’da; Seyyit Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan) Dergahı,


Yanya Bektaşi Dergahı ve Horasanizade Mevlana Derviş Ali Bektaşi Dergahı
dışında Mağaralı Köy Bektaşi Dergahı, İbrahim Baba Dergahı, Resmo Dergahı,
Bektaşi Tekkesi, Abdullah Paşa Bektaşi Tekkesi, İneova Tekkesi, Hasan Baba
Dergahı, Salih Dede Bektaşi Dergahı, İstanköy Adası Dergahı adında pek çok
Bektaşi dergah ve tekkesi bulunduğu bilinmektedir.15

2.7. Tiran Dergahı


Arnavutluk’ta Bektaşiliğin merkezi sayılan Tiran Dergahı’nın bulunduğu
Tiran şehri 1912 yılına kadar Osmanlı egemenliğinde bulunan bir yerdir. Eski
dergahlardan biri olan Tiran Dergahı’nın son postnişini Salih Niyazi Dedebaba’dır.
Ondan sonra Mücerred Ali Rıza Baba 1942 yılında Tiran Dergahı’ndaki posta
oturmuştur.16

Bektaşiler 1929 yılından itibaren ruhani özerklik kazanan Bektaşiler,


Arnavutluk Müslümanlarının lideri konumuna gelmişlerdir. Tarikatın teşkilatı,
merkezi Tiran şehrinde bulunan “Büyük Dede”de ve bunun altında bulunan
merkezleri Gjirokaster, Fracheri, Priehte, Korça ve Elbasan ‘da bulunan beş
dededen ve çeşitli tekkelerin babalarından, dervişlerden, muiblerden ve aşıklardan
meydana gelmektedir.17

13 Canpolat, a.g.e.,s.191.
14 Araslı, a.g.e., s.214.
15 Ayrıntılı Bilgi için Bkz. Canpolat, a.g.e , ve Murat Küçük, Bir Nefes Balkan, Horasan Yayınları,

İstanbul, 2006.
16 Canpolat, a.g.e.,s.215.
17 Popoviç, Aleksandre Popoviç, Balkanlarda İslam, İnsan Yayınları, İstanbul,1995, s.30.

273
 
 
 
 
 
 
Özge TOGRAL 
—————————————————————————————— 
2.8. Saru Saltuk Dergahı
Arnavutluk’taki Bektaşiler için en ünlü ve kutsal yer Kruja’da bulunan Sarı
Saltuk Dergahı’dır. “Saru Saltuk, Bektaşiler tarafından kutsal bir şehir ölçüsünde
bir değere sahiptir. Rivayete göre kendisi Hac-ı Bektaşi Veli’nin arkadaşlarından
birisidir ve onunla birlikte Sultan Orhan’ın (1326-1360) sarayına gelmiştir.
Bursa’nın fethinden sonra yetmiş derviş ile birlikte İslamiyet’e taraftar
kazandırmak görevi ile Avrupa’ya gönderilmiştir.”18

Ayrıca sadece Müslüman Kruja halkı değil Hristiyanlar ve diğer Bektaşiler


de Sarı Saltuk’a hürmet ederler.19 Tüm bunlardan Sarı Saltuk Dergahı’nın, çifte
ziyaretgah olarak işlev gören bir Bektaşi Dergahı olduğu açıktır.

Bunlar dışında Arnavutluk’ta bulunan pek çok Bektaşi Dergahı ve tekkesi


vardır. Melcan Bektaşi Dergahı, Dıraç (Durres) Tekkesi, Kumarı Tekkesi, Driza
Tekkesi, Hacı Süleyman Baba Tekkesi (Ergiri), Arnavutluk sınırları içinde 1826
yılında her üç dergahtan biri tahrip edilmiştir. Bunun etkisi ile gizli olarak yaşatılan
Bektaşiliğin giderek siyasallaştığı söylenebilir.20

2.9. Harabati Baba Tekkesi


Harabati Tekkesi Makedonya Kalkandelen’dedir. Tekkenin kurucusu
Bektaşi Sersem Ali Babadır. İstanbul’a çağrıldığı için Kalkandelen’de fazla
bulunamamıştır.Bektaşi Sersem Ali Baba, İstanbul’a gidince onun yerine Harabati
Baba geçmiştir ve bu tekke Harabati Baba ismi ile anılmıştır.21 Kurucusunun
isminden anlaşılacağı gibi Makedonya’da kurulmuş olan bir Bektaşi dergahı
olduğu bilinmektedir.

2.10. Sarı Saltuk Tekkesi


Sarı Saltuk Tekkesi, Makedonya’da Ohri Gölü kıyısında bulunmaktadır.
Hristiyanlar tarafından “Aya Naum” olarak da bilinmektedir.22 Hristiyanlarca Aya
Naum olarak bilinen Sarı Saltuk Tekkesi’nin sadece Bektaşi Tekkesi değil aynı
zamanda Balkanlarda bulunan çifte ziyeratgah olduğunu göstermektedir. Sarı
Saltuk daha önce belirtildiği gibi, hakkında pek çok rivayet vardır ve
Bulgaristan’da da bulunmaktadır. Harabati Baba Tekkesi, Sarı Saltuk ve Kanatlar
Tekkesi dışında Makedonya’da birçok Bektaşi Dergah ve Tekkeleri vardır.

18 Bartl, a.g.e., s.183.


19 Bartl, a.g.e.,s.184.
20 Murat Küçük, Bir Nefes Balkan, Horasan Yayınları, 2006 İstanbul, s.14
21 Araslı, a.g.e, 2009 Ankara, s.133.
22 Canpolat a.g.e, s.177.

274
 
 
 
 
 
 
Balkanlarda Bektaşi Geleneği Dergah Ve Tekkeleri 
——————————————————————————————
Makedonya’da bulunan Müslüman cemaati’nin idari teşkilatı ve yapısı,
günlük dini yaşam, dini eğitimin işleme mekanizması hakkında çok az bilgi
bulunmaktadır. Buna karşılık tarikatlar, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu
tarikatlardan bazıları şunlardır; Bektaşiler, Halvetiler, Kadiriler, Melamiler,
Nakşibendiler, Rıfailer, Sadiler ve Sinaniler’dir.23 Bu kadar çeşitli Müslüman
cemaatinin olduğu Makedonya’da, incelenen tüm eserlerde Bektaşi dergah ve
tekkelerinin varlığının yoğun olduğu görülmektedir. İncelenen eserler,
Makedonya’da özellikle Prizren, Üsküp, Tetovo ve Kırçova’da Bektaşi Dergah ve
Tekkelerinin yoğun olduğunu ve bu çevrede Bektaşilerin çok fazla taraftarı
olduğunu göstermektedir.

Makedonya’da Harabati Baba Tekkesi ve Sarı Saltuk Tekkesi dışında Hıdır


Baba Bektaşi Tekkesi ve Kanatlar tekkesi adında Bektaşi öğretilere sahip tekkeler
de bulunmaktadır.

Sonuç
Balkanlarda bulunan Bektaşi Dergahları bulundukları konum açısından
önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Fakat 1826 Yeniçeri Ocağı kapatılışı daha
sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla beraber hem Balkanlarda hem de
Anadolu’da kapatılmaya başlanmıştır. Yeniçeri ocağı ile Bektaşiliğin arasındaki
bağı Zeki Tekin şöyle açıklamıştır: Tamamen Sünnî bir çizgi takip eden Bektaşi
geleneği özellikle II. Bayezid devrinde Balım Sultan’ın Dimetoka’dan getirtilerek
Bektaşi Asitanesine tayin edilmesiyle Bektaşilik yeni bir forma bürünmüş ve Sünni
çizgiden ayrılarak kendisini daha rahat ifade eden bir formatı benimsemiştir. II.
Mahmud’un devlet için bir problem haline gelen ve kuruluş amacından saparak bir
güvensizlik ve kaos nedeni olan Yeniçeri Ocağının 1826 yılında kanlı bir şekilde
ortadan kaldırılmasıyla birlikte yeni bir dönem başlamıştır. Kesin sonuç alabilmek
ve toplum ile bağlarını kesebilmek için Bektaşi tekkelerinin de kapatılması ve mal
varlıklarının eritilmesi gerekmekteydi. Bu nedenle kısa sürede Bektaşi tekkeleri
hem Anadolu içinde hem de Rumeli’de kapatılarak ve mal varlıklarına el
konulmuştur. 24

Fakat bunlara rağmen incelenen eserlerde gördüğümüz üzere, günümüze


kadar varlıklarını sürdüren Bektaşi Dergahları bulunmaktadır. Bugün Balkanlarda
çifte ziyaretgah olarak işlev gören birçok Bektaşi Dergahı’nın ziyarete açık olduğu
bilinmektedir.

23Popoviç, a.g.e,s.222.
24Zeki Tekin, “Kapatılan Bazı Bektaşi Tekkelerinin Mal Varlıkları Üzerine Bir Değerlendirme”
Tarih Kültür Ve Sanat Araştırmaları Dergisi, c.1 No:2 Haziran 2012,Karabük, s.74-75.

275
 
 
 
 
 
 
Özge TOGRAL 
—————————————————————————————— 
Kaynakça
ARASLI, Altan, Avrupa’da Türk İzleri, Akçağ Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2009.
BARTL, Peter, Milli Bağımsızlık Hareketleri Esnasında Arnavutluk Müslümanları,
Çev: Ali Taner, Bedir yayınları, İstanbul, 1998.
CANPOLAT, Cemal, Osmanlının Manevi Temelini Oluşturan Gerçek, Markiz
Yayınları, İstanbul, 2012.
ENGİN, Refik “Trakya ve Bulgaristan’da Bektaşiler ve Bektaşi Sürekleri”,
Geçmişten Günümüze Alevi ve Bektaşi Kültürü, Editör: Ahmet Yaşar Ocak,
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2009, ss.144-167.
HAMZAOĞLU, Yusuf, Balkan Türklüğü, c.1, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara,
2000.
KÜÇÜK, Murat, Bir Nefes Balkan, Horasan Yayınları, İstanbul, 2006.
ÖZKÖSE, Kadir, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufi Akım
ve Zümrelerin Rolü”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
C.VII., Sivas, 1 Haziran 2003 , ss. 249-272.
POPOVİÇ, Aleksandre, Balkanlarda İslam, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995.
TEKİN, Zeki “Kapatılan Bazı Bektaşi Tekkelerinin Mal Varlıkları Üzerine Bir
Değerlendirme” Tarih Kültür Ve Sanat Araştırmaları Dergisi, C.I No:2,
Karabük, Haziran 2012, ss.71-86.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C.I., Ankara, 1998.

276
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması

Emine ALTAY 
İlyas ER **
——————————————————————————————

ÖZET
Bu sözlü tarih çalışması; kaybedilmiş topraklardan Eskişehir’e yönelen göçün,
belleklerde bıraktığı acı hatıraların izini sürmeye yöneliktir. Yöntem olarak sıradan
insanların öznel bakış açılarına odaklanan sözlü tarih, Türkiye’nin kültürel kimliği ve
demokratikleşme süreci üzerine yapılan tartışmalara önemli katkılar yapabilir. Bu bağlamda
sözlü tarih, hem akademik ortamda, hem de sivil toplum alanında önemli bir rol oynayabilir
bu disiplin Türkiye’de son 15 yıl içerisinde gelişme göstermeye başlamıştır. Çalışma
kapsamın da dördü Bulgaristan, üçü Makedonya, dördü Kırım ve biri Çerkez olmak üzere
toplam on iki görüşmeciyle görüşme yapıldı. Eskişehir’in kent kimliğinde göçmenlerin
nereden, ne zaman, neden, nasıl göç ettikleri, neden Eskişehir’i tercih ettikleri, Eskişehir’e
aidiyetleri bağlamında incelendi. Devam eden bir çalışmanın ilk sonuçları olmakla birlikte
göçmenlerin birçoğunun Eskişehir’in yapılanmasında kendilerini başat unsur olarak
gördüğü ortaya konmuştur. Vatan olgusuyla geldikleri bu topraklar da hak etmediği
muamelelere de maruz kaldıklarını ifade eden göçmenler kendilerini Eskişehir’in bir
parçası olarak görseler de ‘nerelisiniz?’ sorusuna verdikleri cevaplar ikili bir vatan
duygusunu yaşadıklarını gösteriyor.

Anahtar Kelimeler: Sözlü Tarih, Hatıra, Eskişehir, Göç, Aidiyet, Vatan


——————————————————————————————
1. Proje Hakkında
Projenin amacı Eskişehir’de yaşayan farklı yerlerden göç etmiş Türk
kökenli yurttaşların bugünkü kültürel, toplumsal ve iktisadi konumlarını tarihsel bir
bakış açısıyla araştırmak, bu alana ilişkin belgeye dayalı tarihçiliğin kaydetmediği
anlatıları, söylenceleri, oyunları, ağıtları, yaşam öykülerini mümkün olduğunca
kaydetmek ve kaydedilen yaşam anlatılarını standartlara uygun bir biçimde
arşivlemektir. Böylelikle proje, belgelenmeyen geçmişin kayıtlarını yok olmadan
genç kuşaklara aktarmaya yardımcı olacaktır. Bu projede farklı zaman, yer ve
nedenlerle Eskişehir’e göç etmiş kişilerle görüşmeler yapıldı. 12 farklı göçmen ile
projemizin temelini oluşturan göç ile geride bırakılan yerin sosyal, ekonomik,
siyasal durumu, göç güzergâhı, Eskişehir’le ilgili ilk izlenimler ve Eskişehir’e
aidiyetleri olmak üzere 4 başlık altında görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerde,

 Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü


** Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
 
 
 
 
 
 
Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması 
——————————————————————————————
kaynak kişimizden aile tarihleri ve göç hikâyeleri ile ilgili anımsadıklarını
anlatmalarını istedik. Sohbet havasın da geçen görüşmelerimiz daha çok birer aktif
dinleme çalışmasıydı. Amacımız her kişinin kendi anlatısını oluşturmasını
mümkün kılacak bir atmosfer yaratmaktı. Kaynak kişilerimize, genellikle bir
görüşmecinin bir başkasını önermesi üzerine kurulu teknikle ulaştık1. O kişilerle
asıl görüşme yapılmadan önce bir ön görüşme yapıldı. Proje hakkında detaylı bilgi
verilerek kullanma ve yayınlanma izni alındı. Bu çalışmada tamamen kaynak
kişilerimizin anlattıkları esas alınmış, yayınlanmış ya da arşivde bulunan konuyla
ilgili hiçbir araştırma veya analize yer verilmedi.

1 Kartopu tekniği

278
Emine ALTAY & İlyas ER 
——————————————————————————————

Osmanlının son dönemlerinde yaşadığı toprak kayıpları, o topraklarda


yaşayan Türk kökenli insanların azınlık konumuna düşmesi ve bu bağlamda zulme
varan baskılar; onları göç etmeye zorlamıştır.
Neden Eskişehir?

1. Göç yolları üzerinde bir durak noktası: Konumu itibariyle Eskişehir göç
yolları üzerinde olduğundan birçok göçmen buraya gelmiştir. Kimisi burada kalmış
kimisiyse bir sıçrama tahtası olarak kullanıp yoluna devam etmiştir.

2. Genellikle yeni yerleşime uygun olması ve ekonomik elverişliliği:


Yerleşmeye açılabilecek birçok yeri vardı. Ayrıca ekonomisi yeni girişimlere
açıktı.

3. Geride bırakılan yerlerle taşıdığı benzer coğrafi özellikler: Genel olarak


iklimi ve coğrafyası Balkanları anımsatmakta fiziki olarak benzerlikler
göstermektedir. Kaynak kişimizin neden Eskişehir? Sorusuna verdiği cevap buna
örnek gösterilebilir. Makedonya göçmeni olan görüşmecimiz “Eskişehir’in
Üsküp’e birebir benzediğini ikisinin de ortasından nehir geçtiğini, düz ovaya
kurulmuş olduklarını ve etrafının tepelerle çevrili olduğunu dile getirmiştir.

4. Akraba ilişkileri: Sürekli göçün olduğu Eskişehir'e daha önceden gelmiş


akrabalarının ya da hemşerilerinin varlığı göçmelerin Eskişehir'i tercih etmelerinde
etkili olmuştur.

5. Hükümet politikaları:

279
 
 
 
 
 
 
Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması 
——————————————————————————————
2.Kişisel Hikâyeler
2.1. Suç Gibi Bir Şey
Cavit bey, 1949 Üsküp doğumlu bir Türk. 53 yıl sonra bile gözyaşlarıyla
anlatır hayatının dönüm noktası ola bilecek olayı: “Sene 1960.Yazın orada okul
olmadığı zaman Üsküp’e gidip çekirdek satıyorduk. Ama orada işportacılık
yasaktı. Yakalanıp karakola götürdüler.10-11 yaşlarında bir çocuğum. Neyse
“nesin sen?” dediler “Türküm” dedim. Türküm dediğin zaman pek çekemiyorlardı.
İster adliyede olsun isterse karakolda olsun nerde olursa olsun Türküm demek suç
gibi bir şeydi yani. “Seni zorla Hıristiyan yapacağız” dedi. Anlıma da haç işareti
çizdi. Şimdi bile dokunur, zoruma gitti yani, çünkü baskıyla bir şeyi kabul ettirmeye
uğraşırsan zordur. Yani affedersin tecavüz gibidir. Gerçi şöyle akılda veriyorlar.
Bak okuyun falan gibisinden. Neyse bıraktılar ama bu seferde kinleniyorsun ister
istemez. İstediği kadar Hıristiyan ya da Katolik iyi olsun olmuyor. Yani bu yağla su
gibi olduk birleşmemize imkân yok. Karıştır karıştır yine ayrı kalır.”

Cavit Bey’in hayali olan ve kurmak istediği ülke ya da en azından bir


şehir, hayatı boyunca yaşadığı ayrımcılığın acısını yansıtıyor. Onun isteği kimsenin
kimseye farklı bakmadığı, nerelisin demediği, insan olmanın değer görmek için
yeterli olduğu bir ülke.

2.2. Babamın Evi…


Furkan Bey, Eskişehir Osmangazi üniversitesinde yüksek lisans yapan,
babası Bulgaristan, annesi Selanik göçmeni 24 yaşında bir öğrenci. Aile tarihini
araştıran bunun etkisiyle hayatına yön veren, mesleğini seçen, aidiyetini sorgulayan
Furkan Bey bunu çarpıcı bir şekilde şöyle dile getirmektedir: “Ben burada
doğdum; ama fotoğrafları gördüğümde gözü dolan bir adamım. Oraya gitmemiştim
ama orası benim ülkem benim, vatanım. Onlara ülkemi benden aldılar gözüyle
baktım, her zaman. Bulgar’la Yunan babamın evini, dedemin evini benden aldı;
gözüyle bakıyorum. Kaybedilmiş bir yer olarak baktım oraya. Türkiye’yi
kazanılmış bir yer olarak görmedim. Orası benimdi, aslında. Şöyle düşünün; kara
kışın ortasındasınız, birileri gelip sizi ısıtan kalın paltoyu alıp yerine incecik bir
mont veriyor. Ama olsun bu montu bana verdiler. Hayır, bizden o paltoyu aldılar!
Ben hep bu gözle baktım.”

Türkiye’nin değişmeyen şartları ve düşünce yapısı ailenin 2 kuşağında da


kendini gösterir: “Düşünün ben 1995-96’da ilkokula başladım. Babamlar 1950’de
buraya geldiler, 46 yıl var arada.46 yıl sonra, bana aynı soru soruldu. 97’de ( ben
2. Sınıftayken) siz Bulgar mısınız? sorusu soruldu. Ben hayatımda ilk dayağı sınıfta
o gün yedim. Bir öğrenciye yumruk attığım için, sınıf arkadaşlarım tarafından

280
Emine ALTAY & İlyas ER 
——————————————————————————————
dövüldüm. Düşünün bugün bile bize rahatlıkla Bulgar göçmeni denebiliyor .
Bulgar’ın bir millet adı olduğunu unutup, yine o milletin bu insanlara zulüm
ettiğini hatırlamamaktadır. Bulgar ile Bulgaristanlı Türk kavramlarını birbirine
karıştırıp bize Bulgar diyen insanlar görüyoruz.”

2.3. Geride Kalanlar


48 yaşında 2.kuşak Makedonya göçmeni olan emekli esnaf Bilgayip Bey
göç hikâyenin diğer yüzünü, orada kalanları anlatıyor: “2002 senesinde Makedonya
çok karışmıştı. Yani Makedon, Arnavut ve Müslümanlar savaşın eşiğine
gelmişlerdi. Benim akrabalarım Türk oldukları için Türkiye’ye kaçmak zorunda
kaldılar. Çünkü Makedonya’da yaşıyorsunuz ve Müslümansınız; ama aynı
zamanda Makedon vatandaşı olduğunuz için askere gitmeniz gerekiyor.
Makedonlar askere geleceksin diye zorluyor. Eee! Karşıda Müslümanlarla
savaşacağınız için gitmek istemiyorsunuz. Diğer taraftan Müslümanlarda, "
Bizimle beraber savaşacaksın onlara karşı.” diyorlar. Onlar, oranın vatandaşı
olmanın bedelini çok ağır ödediler. Bu yüzden, ne Makedonyalıların yanında ne de
Müslümanların yanında askerlik yapmak istemediler. Ve çareyi Türkiye’ye
kaçmakta buldular. İki sene falan Türkiye’de bizim yanımızda yaşadılar orada
sular durulunca geri döndüler.”

Akrabalarının yaşadıklarının burukluğuyla anlatmaya devam ediyor


Bilgayip Bey: “ Oradaki ayrımcılık anlatılmaz yaşanır derler ya, düşünün 500-600
sene efendilik yaptığın toprakta 500-600 sene sonra artık sen ikinci sınıf vatandaş
konumuna düşüyorsun. Dinin ayrı, dilin ayrı, milletin ayrı yani onu şimdi
kelimelerle ifade etmek gerçekten çok zor. Ben babamlardan dinlediğim kadarıyla
söylüyorum. Bir yere bir iş için başvuru yaptıkları zaman yahut bir ticari işletme
kurmak istedikleri zaman, bunlara iş vermeyin “Bunlar, Türk bilmezler iş
yapmayı.” gibi sözlerle karşılaşmışlar.

2.4. Benim Adım…


Ahmet Bey 1989’da Bulgaristan da doğar. Daha 8 aylık bebekken ailesi
Türkiye’ye göç eder. Ailesinin anlatımıyla bilir oraları, dedesinden babasından
dinlediği göçün nedenini buğulu gözlerle anlatıyor : “Bu göçün nedeni tamamen o
dönemdeki Bulgaristan hükümetinin yaptığı politikalardan kaynaklanıyordu. O
zamanın başbakanı Todor Jivkov2 oldukça milliyetçi bir kişiliğe sahipti ve
başkanlık koltuğu sallanırken intikamını Türklerden aldı. Türklere karşı
asimilasyon politikasına başladı. Bunun da nedeni Türkiye’de İslamcılığın ve
Milliyetçiliğin yayılmasıydı. Hani bu Bulgaristan’ı da etkiler mi, korkusu. Açıkçası

2
1962-1971, Bulgar Komünist partisi

281
 
 
 
 
 
 
Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması 
——————————————————————————————
dedemlerden falan duyduğum bir rivayet vardı. Daha önce onların
hesaplamalarına göre 20 yıl sonra Türk nüfusu Bulgar nüfusuna denk gelecek.
Böyle bir nüfus denkliği ya da nüfus olarak azınlığa düşme korkusu varmış. Ama
ben kaynaklarda ulaşamadım böyle bir şeye. Asimilasyon politikaları başlıyor.
Türklerin isimleri değiştiriliyor. Müslüman kalmaları yasaklanıyor. Daha sonra
Türk okulları, radyoları kapatılıyor. Doğar doğmaz bana Bulgarca isim koymuşlar.
Mesela benim oradaki adım Millen! 1989 yılda baskılar iyice artmış. Köyden yaya
olarak çıkamıyorsun. Otobüsle veya başka araçla çıkıyorsun. Onda da seni sıkı bir
kontrolden geçiriyorlar. Aynı dönemde anlattıklarına göre; bir soykırım niyetleri
de var. Köyün yakınlarına kuyular falan kazmışlar. Baya büyük kuyular, derin.
Tüm bunların üzerine hükümetler anlaşınca, ailem her şeyini bırakarak çıkıp
gelmiş.”

2.5. Kuponla Vesikayla Ekmek


1934 Bulgaristan Mestanlı doğumlu esnaf emeklisi Hayrullah Bey
kominizim yönetimi altında yaşadıklarını, Türkiye algısını sessiz ;ama heyecanla
anlatıyor: “Biz orada kominizim devrinde vesikayla kuponla ekmek alıyorduk. Ben
ortaokula gittiğim zaman, bir ekmek alıyorduk. Biz süpürge tohumundan ekmek
yaptık, yedik. Kuru fasulyeden, mısır koçanından ekmek yaptık. Ekmeğin bitmemesi
için ( bir kerede yenmemesi için ) babam evin en yüksek yerine ekmeği
kaldırıyordu. Yani ekmek her öğün yetecek şekilde, hesapla veriyordu. O güçlükleri
yaşadıktan sonra Türkiye’ye geldikten sonra rahat bir hayat yaşadık. Orasıyla
kıyaslanamaz yani. Vatan duygusuyla geldik biz; ama halk cahil. Bize Bulgar
tohumu diyenler, oldu. Bunlarda bizden gibi bir şey demediler yani.(uzun bir
sessizlik) Sonra sonra kaynaşmalar oldu yani.”

2.6. Balık Yemek Günah


Burak 24 yaşında kendini 4. Nesil Çerkez olarak tanımlıyor. Kardeşi
Janberk’le en büyük hayalleri, dedelerinin geldiği toprakları gidip görmek. Orda
kalan akrabalarıyla tanışmak istiyorlar. Burak Bey göç olgusunun kültürlerine
yansıdığını söylüyor: “Göç ederken çok büyük zorluklarla karşılaştıklarını
biliyoruz. Büyük, büyük dedelerimiz göç ederken büyük felaketler yaşamışlardır.
Bazılarının gemileri batmış. Bu yüzden balık yemeyi bile günah olarak görürlermiş
mesela. O kadar etkilenmişler yani. Denize girmezlermiş, atalarına saygıdan
dolayı. Çünkü gemide bir hastalık kapanları hastalığın yayılmasını önlemek için
canlı canlı denize atmışlar, balıklar yemiş onları. O yüzden dedelerini yiyen
balıkları yememişler. Taa eski eski dedelerimiz.”

282
Emine ALTAY & İlyas ER 
——————————————————————————————
2.7. Dört Kardeşim Ve Bir Mezardan Başka Varlığm Yok!
1950 doğumlu 1.kuşak Kırım göçmeni hayatını Kırımlı olma üzerine
kurmuş. Kültürünü yaşatma adına çeşitli kitaplar yazmış. Emekli Hasan Bey, bu
göç hikâyesini bir facia olarak tanımlamakla birlikte bölünmüş bir aile ferdi
olmanın kendisine yansıyan derin yaralarını anlatıyor: “Ben anneannemi
görmedim. Teyzelerim var. Dedemi ben küçük yaştayken kaybettik. Bir kısım
akrabam Rusya’da öldü. Bir kısmı Kırım’da öldü. Bir kısmı Özbekistan’da öldü.
Ben bunların eksikliğini her zaman hissettim. Burada herkes amcasına giderken
babaannesi anneannesine giderken ben bunlara gidemememin ezikliğini yaşadım.
Bundan 10 sene kadar önce Almanya ve Avusturya bir barışma fonu kurdu.
Avrupa’daki çalışma kamplarında yaşayanlara birtakım paralar ödemek istedi.
Bende Avrupa’da yaşadığımız trajedinin, kurulan fondaki değerini öğrenmek
istedim.Ve ailem adına formları doldurup yolladım. Oradan bir cevap geldi. Benim
anneme ve bizlere bu fon 1254 Euro’luk bir değer biçti. Ve hiçbir hak iddia
etmeyeceğimize dair bizden imza istedi. Ben bunlara cevap yazdım. Fondaki
mütercim Pınar’a hitaben yazdım. Ben dedim anneannemi, babaannemi, dedemi,
amcalarımı, yeğenlerimi, kuzenlerimi bunların hiçbirini göremedim. Bizi bu hayata
mahkûm eden Almanya’nın Rusya’yı işgali ve 2.Dünya savaşı. Ben bunlardan
yoksun kaldım. Türkiye de 4 kardeşim ve 1 mezarımdan başkada bir varlığım yok.
Sizin bana layık gördüğünüz para 1254 Euro. Orada çalışmayanlara verdiğiniz
işsizlik parası 2000 Euro. Bana takdir ettiğiniz para, bu paranın altında. Bu parayı
alın başınıza çalın, dedim ve bize verdiğiniz bu acılı hayatı bilin…”

2.8. Türkiye Cennet Orası Zindan


Fevzi Bey, kör bir babanın tütün işinde çalışan bir annenin 5 çocuğundan
biridir. 1960 Bulgaristan doğumlu Fevzi Bey 12 yaşında geldiği Türkiye'yi "ana
vatanım" olarak nitelendirmesinde; annesinin "Türkiye cennet orası zindan"
demesi etkili olmuştur. Doğduğu topraklarda göç etmelerinden bir yıl önce
indikleri şehirde annesinin maruz kaldığı muamelelerden kırgınlıkla bahsediyor:
"Annem bir ekmek almak istediğinde Bulgarca konuşamadığından 'bir ekmek ver'
diyor. Karşı taraf bir ekmek istediğini anlasa da Bulgarca ' daimeydin hilap'
dedirtene kadar ekmeği vermemiş." (derin bir sessizlik)

Buradaki rahat hayatını babasına borçlu olduğunu her fırsatta dile getiren
Fevzi Bey hemen hemen yaptığımız tüm sohbetleri hatıralarında yaşattığı anne
babasıyla sonlandırdı. Lüle taşı ustası olan Fevzi Bey kaybedilmiş topraklar olarak
ifade ettiği Bulgaristan'a özlemden çok kızgınlık duyduğunu söyledi. "Mesleğinizi
oralara götürmek gibi bir niyetiniz var mı?" sorusuna " Bir projem var eğer

283
 
 
 
 
 
 
Kaybedilmiş Toprakların Acı Hatırası: Bir Sözlü Tarih Çalışması 
——————————————————————————————
gerçekleştire bilirsem ben gitmeyeceğim, Bulgaristan gelecek benim ayağıma"
verdiği cevapla, bu kızgınlığını ortaya koydu.

3. Sonuç
3.1. Köken, Kimlik Ve Aidiyet
Genel olarak göçü bizzat yaşayan kesim kendisini “Türk” olarak
tanımlıyor, bunun yanı sıra bu kişiler için Türk olmak ile Müslüman olmak aynı
şeyi ifade etmektedir. Eskişehir’de doğup büyümüş sonraki kuşaklar ise geldiği yer
kökenli Türk olduğunu belirtiyor ( Bulgaristan Türkü, Kırım Türkü…). Kuşaklar
arasındaki tanımlama farkının kökeninde, yaşanmışlıklar ve eğitim düzeyinin
farklılığı yatmaktadır. Yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kalmış kişiler oralarda
yaşadıkları sıkıntılar ve daha sonra çektikleri zorluklardan dolayı geldikleri yerleri
kabullenme sürecini daha çabuk atlatmışlardır. Çünkü gidebilecek başka yerleri
yoktu. Daha sonraki kuşaklar; geçmişine, kökenine ilgi duymaya başladı ve kendini
Makedonya Türkü, Kırım Türkü gibi tanımlamalara başladı.

Geçen uzun zamana rağmen yaşanmış bir göçün birincil veya ikincil kişisi
olmak göç olgusunun bıraktığı derin yaraların niteliğini, hissiyatını değiştirmemiş.
Her kuşakta ve zamanda farklı etkiler; ama aynı acıyı bırakmıştır. Hala devam eden
bir çalışma olmakla birlikte; şimdiye kadar yapılan görüşmelerin ilk sonuçlarına
bakıldığında, mevcut duruma uyum sağlanmış olsalar da terk edip geldikleri ve
"asıl kökenimiz" dedikleri yerlerden vazgeçiş söz konusu değildir. Aksine
kültürünü yaşatma, aktarma çabası içinde oldukları gözlemlenmiştir. Bu amaç için
her göçmen grubu kendi içinde dernekleşme çalışmaları yapıyor. Dayanışma,
yardımlaşma ve kültür aktarımı tabanlı çalışmalar yürütmekte ve aktifliklerini
korumaya çalışmaktadır.

Kaybetme acısını yaşamış "Aldığımız nefesten başka bir şeyimiz yoktu."


diye anlattıkları o yokluk günlerinde çalışkanlıkları ve azimleriyle kendini topluma
ispatlamış ve bir yerlere gelmiştir. Bu insanlar, öte yandan Eskişehir’in
kalkınmasında ve gelişmesinde kendilerini başat unsur olarak nitelendirecek kadar
nüfuzludur.

Osmanlının kaybettiği topraklarda, Türk nüfusunu silme çalışmalarını


görüşmecilerimizin o topraklara da maruz kaldığı terimlerde de gözlemlemek
mümkün olmuştur. Türklere yönelik kullanılan çok sayıda terim arasında " Turçin,
Çingene, Torbeş ve birbirlerine küfür anlamında kullandıkları Türk" sayıla bilir.
Bu argoya varan aşağılayıcı ifadelerin etkileri midir bilinmez; ama göçmenler
kamusal alanda Türk-Türkçülük kimliğine daha fazla sahip çıktığı
gözlemlenmekte.

284
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek


Surre Alayları

Oğuzhan GÜNEL
Hacı Ahmet AK *
Kürşat ÖZKAN **
Zekeriya İLHAN ***
——————————————————————————————

ÖZET
Müslümanların hac farizasını yerine getirmeleri için güzergâhın ve Kâbe’nin
hazırlanması ve asıl önemlisi iktisadi kaynaklardan yoksun olan bir bölgenin, yani Mekke
ve Medine fukarasının geçimini sağlayacak sadakanın taşındığı hac kervanıdır. Osmanlı
devleti Mekke ve Medine fukarasına yardım etmenin ve oradaki yoksulu doyurmanın yanın
da, Osmanlı hükümdarları için doğudan batıya bütün İslam dünyası üzerinde tamamen
ideolojik olmamak fakat belki ruhani değil ama psikolojik önderlik için önemli bir yapı
teşkil etmekteydi. Bu bakımdan Osmanlı devleti 16.asrın başından itibaren bu görevi hac
yollarının güvenliği, her yıl artan hac kâfilerini ağırlayarak, sağlık hizmetlerindeki
örgütlenmelerle, su ve konaklama tesislerinin tamiri ve inşası gibi konulara titiz davranmış
ve ortaçağdan yakınçağa uzun imparatorluk süresince imparatorluk içerisinde bu detaylara
dikkat etmiş ve bu uzun imparatorluk süresince Bayezid den, Mehmet Reşat’a kadar bu
surre olaya itina göstermişlerdi.

Anahtar Kelimeler: Surre, Alay, Haremeyn,

——————————————————————————————
Es-surre kelimesi, Arapça bir isimdir1 çoğulu suredir. Anlamı; para kesesi,
para demektir2, içine altın ve para gibi şeylerin konulup ağzı sıkıca bağlanan
keseye surre denilmektedir. Genel olarak bir açıklama yaparsak “surre” kelimesi;
hem içerisine para konulan kese, çıkın, torba, cüzdan anlamlarına gelmekte, hem
de bunların içerisindeki para ve altının kendisine denilmektedir.

*
Ordu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğrencisi
**
Ordu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğrencisi
***
Ordu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğrencisi
****
Ordu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğrencisi
1 Münir Atalar, ‘‘Haremeyne denizden sürre gönderilmesi’’ , Ankara Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi,

C.32, S.1, 1991, ss.121


2 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitapevi, 29.baskı, İstanbul,2012,

s.1126
 
 
 
 
 
 
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları 
——————————————————————————————
Türk islam Sultanları’nın, hac mevsiminden önce, recep ayında,
İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye oraların ileri gelenlerine, hacılara ve oraların
fakirlerine dağıtılmak üzere özel bir törenle ve alayla gönderdikleri para, altın ve
armağanlardır. Paranın dışında diğer özel hediyelerde gönderilmiştir bunlardan
bazıları: kürk, inci ve elmaslarla süslü giyecek, kaftan, halı, yünlü dokuma, kadife
ve yiyecek maddeleri de gönderilmiştir. Surre’nin bir diğer ismi de “ma’lümiye”dir
ve bilinen anlamına gelmektedir.

Öteden beri islam ülkeleri ile Osmanlılar tarafından Mekke ve Medine’ye


Surre ve armağanlar gönderilirdi. Mekke ve Medine’nin kutsallığına manan
Osmanlılar ve diğer islam ülkeleri, bu kutsal yerlerde okuyan fakirlere, şeriflere,
imam, müezzin, din görevlilerine her sene hac mevsimi yaklaşınca çeşitli
hediyelerin yanı sıra para gönderilirdi. Bunun nedeni bu yerlere olan sevgi ve
saygılarından doğmakla beraber aynı zamanda kendilerinin şan ve otoritesini
gösteriyordu. Her sene Haremeyn’e Surre gönderilirken yapılan merasim Darüs-
saade ağalarının yönetimi ile olurdu. Surre karadan gönderildiği zamanlarda
genellikle recep ayının 12. Gününde ya da 13 recep ayında gönderilmesi istenirdi.
Öteden beri islam ülkelerinin hükümdarları ile Osmanlılar tarafından Mekke ve
Medine’ye gönderildiği bir gerçektir3. Öteden beri İslam ülkelerinin hükümdarları
ile Osmanlılar tarafından Mekke ve Medine’ye gönderildiği bir gerçektir.

Mekke ve Medine’nin kutsallığına inan Osmanlılarla diğer İslam


hükümdarları, bu kutsal yerlerde oturan fakirlerle Haremeyn-i şerifeyn’de hizmet
eden imam müezzin, kayyum ve diğer görevlilerle hac mevsimi yaklaştıkça çeşitli
hediyelerin yanı sıra paralar gönderirlerdi. Bu davranışlar bu yerlere olan sevgi ve
saygılarından olmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin şan ve otoritesini de
simgeliyordu ikinci husus siyasi yönden önemi büyüktür. İşte, hac dolayısıyla hac
mevsimde İstanbul’dan Haremeyn’e Surre yollanmasına “Surre ihracı” Padişah
tarafından Haremeyn’e yollanan para ve armağanlara “Surre-i hümayun” Mekke ve
Medine (Haremeyn) halkına dağıtılmak üzere gönderilen para ve hediyelere özel
birlik ve merasimlere de “surre alayı” denmiştir.

Surre alayının hazırlanmasından 2 ay önce, Mekke’ye giden kaftan


ağasının durumudur. Şöyle ki;

Genellikle surre hareketinden 2 ay önce haftan ağası denilen saray görevlisi


Mekke’ye kadar giderdi. Emire ve Mekke ve Medine, Kudüs Şeyhül-haremlerine,
Mekke ve Medine kadılarına, padişaha 500 er altın ihsasını verirdi.

3Münir Atalar, Osmanlı Devleti’nde Surre-i Hümayun ve Surre Alayları, Diyanet işleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara,1991, s.2

286
 
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN 
—————————————————————————————— 
Haremeyn’e gönderilen ilk surre Abbasiler zamanına rastlamaktadır. Bu
dönemde başlayan adet onlardan sonraki bütün Müslüman devletlerce
benimsenerek devam etmiştir. Miktarı 315.426 filori altın olan El-Muktedir
Bi´llah’ın (saltanat: 908- 932) göndermiş oldugu Surre Haremeyn’in sakinlerine ve
oranın ziyaretçilerinin yoksulları yararına gönderilmisti. Bu surrenin yine yöre
ahalisi ve ziyaretçileri için her yıl gönderilmesinin adet haline gelmesi ise 311/923-
924 yılında âdet olmustur. Fatımiler döneminde de Haremeyn’e para gönderilirdi.
Hicazı kendilerine baglamak için Haremeyn’e para gönderen Fatımiler; her sene
Hicaz’a mürettebat gönderirlerdi ve bu mürettebatın miktarı ise 120.000 dinar idi.
Vezir Bazuri zamanında bu rakam 200.000 dinara çıkarıldı. Osmanlı dönemine
degin Hicaz’a gönderilen paranın miktarının, hiçbir devlet zamanında bu miktara
ulaştığı görülmemiştir. Mısır hükümetleri Haremeyn’e gönderdikleri “mahmil”e
pek ziyade itina ederlerdi. Hatta Mekke’ye varıncaya kadar uğradığı yerlerin en
büyük memurlarının “mahmil”i tasıyan devenin ayagını öpmesi riayet olunan
usuldendi. Mekke Emirlerinin de devenin ayagını öptükleri bilinirdi. Bu adet H.
843 (1439-1440) yılında Mumluklulardan Sultan Çakmak tarafından kaldırılmıştır.

Altı kişiye bu suretle yılda ayrıca üç bin altın gönderilirdi fakat esas
hediye, bunların her birine birer hil’at Emire ayrıca iki top kumaş, padişahın
Türkçe yazılmış mektubunda götürürdü. Bu suretle açılacak hac mevsiminde bu
yüksek görevlilerin yerlerinde kaldığı, azillerin düşünülmediği ona göre görev
yapmaları kendilerine bir çeşit hatırlatılırdı. Haremeyn e surre gönderilmesi ilk
olarak Abbasiler döneminde başlamıştır ve diğer Türk İslam milletleri neticesinde
Osmanlılarda surre gönderme geleneğini devam etmiştir. Abbasiler devrinde ise ilk
olarak hiç şüphesiz mehdi zamanında gönderilmiştir. Mehdi ilk olarak hac yollarını
ve posta yollarını ilk olarak tadilatını yarak bu alanda büyük gelişmeler kat
etmişlerdir. Fatimiler, hicazı kendilerine bağlamak amacıyla haremeyne para
göndermişlerdir. Her yıl hicaza gönderdiği mürettebatın miktarı 120.000 dinar idi.
Memlüklüler ise ilk sürreyi 664 ‘te (1266) yollamış olmalarına rağmen Yemenli
Resuliler ile Memlüklüler arasında surre rekabeti baş göstermiş, Sultan Baybars’ın
1269 hacca gitmesi ve surre ile kabe örtüsü gönderme hakkının Memlükler de
olduğunu pekiştirmesine kadar devam etti 4. Memlüklülerin, hem dini hassasiyetin
hem de siyasi bakımdan halkın sempatisini kazanma suretiyle gerçekleşmiştir.

1.Bayezid Devrinde Surre:


Osmanlı İmparatorluğu Surenin başladığı tarih ve padişah tarafından
gönderildiği kesin değildir. Fakat büyük olasılıkla Mekke ve Medine’ye surre

4 Şit Tufan Buzpınar, İslam Ansiklopedisi, Cilt. 37, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, s.567

287
 
 
 
 
 
 
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları 
——————————————————————————————
gönderen ilk padişah yıldırım Bayezid olup sureyi Edirne’den 80.000 altın olarak
göndermiştir.

2.Çelebi Mehmet Devrinde Surre:


Çelebi Mehmed Mekke ve Medine’ye 2 defa surre gönderdiği
bilinmektedir. Surrelerin ilkini 816/1413 tarihinde 14.000 altın olarak göndermiştir.
İkinci 825/1421 tarihinde Edirne’den göndermiştir. Fakat 2.Surrenin ne kadar
olduğu belirli değildir.

3.Murat II. Devrinde Surre:


2.murat her sene kendisinin bulunduğu şehirden Evlad-ı Peygamberiye
(seyidlere) kendi eliyle 1000 filori altını dağıtmayı adet edinmiştir. Âşık Paşazade
II. Muradın her yıl 3500 filoriyi Mekke ve Medine’ye gönderdiğini yazar. Fakat
yılını kesin olarak yılını söylememişti. Neşri ise gönderiliş tarihine 827/1424
olarak belirtmiştir.

4.Mehmet II. Devrinde Surre:


Fatih İstanbul’u fethinden sonra başarıyı müjdelemek için Mekke’ye çeşitli
hediyeler göndermiştir. Ayrıca padişah 2000 altın ile ayrıca ganimet malından da
7000 altın gönderdiği bilinmektedir.

5.Bayezid II. Devrinde Surre:


II. Bayezid suresi 14.000 düka altını idi. Bu surenin her yıl gönderilmesi
886/1489 yılında adet olarak benimsenmiştir.

6.Yavuz Sultan Selim Devrinde Surre:


Padişah Mekke ve Medine’ye 200.000 filori altın ile ve deniz yoluyla bol
miktarda zahire(tahıl) göndermiştir.

7.Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Surre:


Padişah Mekke halkına 3000 irdep, Medine halkına 3000 irdep, fakirlere
verilmek üzere ise 500 irdep göndermiştir.

8.II. Selim Döneminde Surre:


Başa geçtiğinde Sadakatü’l Hub’u 3000 dirhem artırdığı ve Mekke ehlinin
bazılarına elbise hediye ettiği bilinmektedir.

9.III. Murad Döneminde Surre:


996/1587 senesinde hazinesinde 34.063 tezkire göndermiştir.

288
 
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN 
—————————————————————————————— 
10.III. Mehmed Döneminde Surre:
1003/1594 senesinde 438 sikke göndermiştir 1003/1594 senesinde 43.280
sikke göndermiştir.1003/1594 senesinde 108.199,5 sikke göndermiştir.

11.I.Ahmed Döneminde Surre:


1012/1603 yılında 13.808 sikke,1013/1604 yılında 10.824
sikke,1016/1607yılında 33.189 sikke,1018/1609 yılında 2411 sikke, 1019/1610
yılında 10.888 sikke gönderilmiştir ve bu tarihlerden sonra sikkeler düzenli bir
şekilde gönderilmiştir.

12.I.Mustafa Döneminde Surre:


1032/1622-23 tarihinde 2617 sikke göndermiştir.

13.II. Osman Döneminde Surre:


1029/1619 yılında 15.364 sikke gönderilmiştir, 1030/1620 yılında 2617 sikke.

14.IV Murad Döneminde Surre:


1039/1629 yılında 450 sikke, 1047/1637 yılında 15.421 hasene göndermiştir.

15.IV. Mehmed Döneminde Surre:


1061/1650 yılında 52.980 sikke filori 1077/1666 yılında 42.706
sikke,1083/1672 yılında gönderilmiştir fakat miktar belli değildir.

16.II. Ahmed Döneminde Surre:


1107/1695 yılında 340 adet kuruş gönderilmiştir.

17.II. Mustafa Döneminde Surre:


1113/1701 yılında 5000 kuruş gönderilmiştir.

18.III. Ahmed Döneminde Surre:


1117/1705 yılı gönderilmiştir fakat miktar belli değildir. 1132/1719 yılı
340 kuruş. 1135/1722 yılı miktar belli değildir.

19.I.Mahmud Devrinde Surre:


1150/1737 YILI 86.094 gönderilmiştir.

20.III. Mustafa Döneminde Surre:


1178/1764 yılında 500 kuruş

289
 
 
 
 
 
 
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları 
——————————————————————————————
21.I.Abdulhamit Devrinde Surre:
1190/1776 YILI 23.812 kuruş.

22.III. Selim Döneminde Surre:


1213/1798 YILI 952 sikke,824 sikke,405 sikke,295 sikke gönderilmiştir.

23.II. Mahmud Döneminde Surre:


1230-1235/1814-1818 yılı miktar belli değildir. 1236/1820 yılı 1333 sikke,
1244/1828 yılı miktar.

24.I.Abdulmecid Dönemimde Surre:


1260/1844 YILI 1498 rub’iye,1261/1845 yılı 1125 sikke,1260/1844 yılı
170.968 kuruş.1269/1845 yılı172.764. kuruş. 1263/1846-47 yılı 172.351 kuruş

25.II. Abdulhamit Devrinde Surre:


1296/1878-1297/1879 yılında miktar belli değildir 1297/1879-80 yılında 43.367
kuruş

26.Mehmed V.(Reşad) Devrinde Surre:


1339/1912 yılında Mekke’ye 42 çanta gönderilmiştir 1331/1912 yılında 55.813
kuruş.

Surre nin ulaşımı konusunda zamanla değişimler olmuş, tahminen 1839-40


yılına kadar katır ve develerle recep ayında gönderilen surre bu tarihten sonra 1908
yılında itibaren deniz yoluyla gönderilmeye başlanmıştır. Deniz yoluyla mesafenin
kısalması nedeniyle surre Recep ayı yârine şaban ayında yola çıkmaya başlamıştır5.
Hicaz demir yolu yapıldıktan sonra ise surre demir yolu ile gönderilmeye
başlanmıştır. Surre alayı buharlı vapurların yapılmasından sonra deniz yoluyla
gönderildiğini söylemiştik. surre alayı için İstanbul da gösterişli merasimler
düzenlenir ve alay harem iskelesine paşa kapıdan çıkarılarak indirilir ve orada sure-
i hümayuna özel olarak ayrılmış bulunan Girit vapuruna yüklenirdi. Surre İstanbul
dan (dersaadet)yola çıktıktan sonra Beyrut’a doğru yol alırdı. surre Beyrut a doğru
yol alırken Beşiktaş-paşakapısı(Üsküdar),harem-gelibolu-çanakkale-bozcaada-
midilli-sakız-sisam-rodos-kıbrıs-beyrut güzergâhlarını kullanırdı. Beyrut a ulaşan
surre kafilesi orada vali izzet paşa tarafından gösterişli törenin ardından Şam a
gönderilirdi. Surre alayı şamdan sonra Medine’ye ulaşırdı. Burada peygamberin
merkadı ziyaret edilir, 2 Temmuzda Cuma namazından sonra Mekke’ye hareket

5Münir Atalar, ‘‘Haremeyne denizden sürre gönderilmesi’’ , Ankara Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi,
C.32, S.1, 1991, ss.122

290
 
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN 
—————————————————————————————— 
eden kafile 5 gün sonra Mekke’ye ulaşır, burada gerekli ziyaretler yapılır, hacıların
durumuna değinilir, surre-i hümayun resmi heyeti Mekke şerifi ile vali paşayı
ziyaret edilir, şerif tarafından surre emini ve kethüdasına yeşil kaplı siyah samur
kürkler giydirilirdi. Surre görevini tamamladıktan sonra Cidde’ye iner, vapurla
Süveyş’e hareket edilirdi. Buradan trenle Mısır’ın İskenderiye şehrine geçilir,
Pire’ye vapurla hareket eden kafile İzmir ve Çanakkale üzerinden İstanbul’a
ulaşırdı. Surre kafilesinde 4500 civarında hacı bulunurdu. Hicaz kıtasının dışından
gelen ve Senevi denilen iki yaratıcının varlığına inanan ziyaretçilerde bulunurdu.
Surre hicaz demir yolunun yapılmasından sonra (31 ağustos 1908)trenle
gönderilmeye başlanmış, Haydarpaşa’dan yük vagonuna bindirilen surre yolda
açılmaması için kurşunlanır ve Medine’ye yollanırdı.

Osmanlılar Hz. Peygamber’in evladından olan Mekke emirlerine karşı


samimi alakalarını her fırsatta meydana koymuşlar ve İslamiyet’in beşiği olan
hicazdaki emirlerle, şeriflerle münasebetlerini devam ettirmişlerdir.

Haremeyn’e gönderilen hediyelerin ve hububatın muntazam defterleri


tanzim edilirdi. Bundan gaye birkaç yerden surre alaylarının ve bu konuda hıyaneti
meydana çıkaranların surelerinin iptal edilmesiydi. Bu gibilerin sureleri derhal
kesilirdi. Tespitlerimize göre, Osmanlılarda Haremeyn’e ilk kez surre gönderen
padişah Yıldırım Bayezid olup, bu surre o zaman devlet merkezi olup Edirne’den
gönderilmiştir. Âşık paşazade, Çelebi Sultan Mehmed’in imaretler yaptırdığını,
Mekke ve Medine’ye paralar gönderdiğini yazar Neşri ise Çelebi Mehmed’in
Medine’ye kendi vilayetinden bazı yerleri vakf ettiğini ve hediyeler gönderdiğini
yazar6. II. Murat Ankara yakınındaki Balıkhisar bölgesinin gelirleri ile o bölgede
yaptırdığı büyük bir köprünün geçiş ücretlerini de Mekke ve Medine ye vakf
etmiştir. Aynı padişah düzenlettirdiği vasiyetnamesinde Manisa’daki malının 1/3
ünü(10.000 flori)Haremeyn’e vakf etmiştir. İkinci Bayezid’in suresi yukarıda
belirttiğimiz gibi 14.000 düka altın idi. İkinci Bayezid’in bu suresinden dolayı
büyük Arap şairi, Medineli Ahmed b.Uleyyif Haremeyn halkının şükran
duygularını dile getiren ve padişahı öğen bir kaside yazıp padişaha sunulmak üzere
göndermiştir.

Kâbe’yi eski halifeler gibi, tamir ve tezyine çalışan, ilk padişah kanuni
sultan Süleyman olmuştur7. Bu tezyinatın cevazı hakkında müftü ebu’s-suud
efendiden fetva almıştır. Hanefi, şafi, Maliki ve Hanbeli mezhepleri için 4 ayrı

6 Neşri tarihi, Aşiretten İmparatorluğa Osmanlı Tarihi, Çev. Necdet Öztürk, Timaş yayınları,
İstanbul,2011, s.219
7 Münir Atalar, ‘‘Türklerin Kabeye Yaptıkları Hizmetler’’ , Ankara Üni. İlahiyat Fakültesi Dergisi,

C.30, S.1, 1988, ss.122

291
 
 
 
 
 
 
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları 
——————————————————————————————
medrese yaptırıp, bunlara Osmanlı Medreseleri usulüne uygun olarak talebe tayin
etmiştir. Hz. Peygamberin zevcesi Hz Hatice, önce mescide dönüştürülen evini
tamir ettirerek üzerine bir kubbe yaptırmıştır. Mekke’nin en büyük ihtiyacı olan
suyolları için tahsisat ayırmış, Kâbe örtüleri için vaktiyle mısır sultanları tarafından
kurulan vakıflara yenilerini ilave etmiştir. Aynı zamanda Kanuni, imparatorluğun
diğer yörelerinde bu türlü tesisler meydana getirmiştir. Bağdat da Şiilerin çok
önceden yıkmış oldukları imam-ı azam Ebu Hanife türbesini onartmıştır ve bunun
yanında camii ve imarethane yaptırtmıştır. İkinci selim imar ve suyollarını tamir
ve mescid-i haramı mermer kubbelerle tezyin ettirilmiştir. III. Murat 1576 da
Mekke’ye üç parça kandil göndermiştir. Bu kandiller, altında yapılmış olup, süslü
taşlarla murassa ve çok süslü birer eseri idiler. III. murat Osmanlı sultanları içinde
haremeyne ilk kez kandil astırmak şerefine ulaşmıştır.

Hicaz ın Türkler elinde kaldığı 4,5 asır boyunca Hz. Peygamber’imizin


türbe kandillerinde gül yağı yakılmıştır. II. Mahmut da üç mücevher ve murassa
avize yaptırıp, ravzaya göndermiştir. ravza’dan alınıp, tamir için İstanbul’a
gönderilen iki elmas ve zümrüt avize ile birlikte Medine’ye gitmiştir Abdülmecit’te
kandil göndermiştir.

Bu sıralamış olduğumuz; avizeler, kandiller, şamdanlar, pırlanta yüzükler,


elmaslar dışında gönderilen başka hediyelerde olmuştur. Bu hediyeler şunlardır:

Nadir ve kıymetli halılar; paha biçilmez Mushaflar, okkalarla buhurlar,


tütsüler, mücevherli kılıçlar, gümüş perde halkaları, yaldızlı levhalar, inciden,
mercandan değerli taşlardan yapılımış değerli tespihler göndermişlerdir.

Osmanlının, haremeyne yardımı, sadece ekonomik yönden değildir. Bu


bölgede, bilimsel ve kültürel faaliyetlerin gelişmesini sağlamak amacıyla da büyük
çabalar harcandığı görülür. Nitekim başta Osmanlı sultanları olmak üzere her
kademedeki devlet görevlileri ile imkân sahibi olan diğer kimseler tarafından vakıf
suretiyle yüksek dereceli medreseler kurulmuştur. öyleki Medine’deki III. murat ve
III. Mehmed medreseleri, devrin, en yüksek tahsil veren medreseleri olarak kabul
ediliyordu. Ayrıca Osmanlılar, buralardaki kütüphanelere de merkezden, yani
İstanbul’dan birçok kitap göndermiştir. II Mahmut Medine’de kurduğu
kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlamıştır.

Sultan II. Mahmut ve sultan Abdülmecid, Medine’de birer kütüphane ile birlikte
birer de medrese kurmuşlardır. Abdülmecid, han, kendi kütüphanesine 1659 kitap
göndermiştir. Şeyhülislam arif hikmet efendinin Medine’ye gönderdiği yazma eser
sayısı ise,5404 dür. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlılar, bölgenin
bilimsel bakımından gelişmesi için de imkânları nispetinde orayı yardımı bir görev

292
 
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN 
—————————————————————————————— 
biliyorlardı. Gönderilen bu eserler Arapça, farsça ve Türkçe eserlerdir. XIX.
yüzyılın başında Mekke ve Medine’nin Vehhabilerin yönetimde kaldıkları yıllar
hariç 1915 yılına kadar kesintisiz bir biçimde sürdü. 1916 yılında Şerif Hüseyin
isyan hareketi neticesinde surre Medine’de kaldı Mekke’ye ulaştırılamadı. 1917-
1918 yıllarında surre Dımaşk’a kadar gidebildi. Son Osmanlı padişahı VI.
Mehmed, 1919’da surre yollanması için hazırlıkların yapılması istendiyse de
gönderildiğine dair bir bilgi yoktur8.

Bütün bu saydığımız husular Türklerin kabeye yaptıkları hizmeti


göstermektedir.

Surre’nin Osmanlı Devleti Açısından Siyasi Önemi


Osmanlı İmparatorluğunda hacla ilgili gerçekleştirilen törenlerin yalnızca
dini amacı yoktu. Tebaanın kolayca izlemesi sağlanan bu törenler sayesinde
hükümdarın konumu, zafer kazanma yeteneği ve hanedanın sürekliliği vurgulanmış
olurdu. Büyük bir bölümü halka açık olan bu törenlerde kervanın yola çıkısı ve
dönüsü özellikle İstanbul, Kahire ve Sam sokaklarında en parlak halini alıyordu
(Suraıya Faroqhı).

Kaynakça

ATALAR, Münir, ‘‘Haremeyne denizden sürre gönderilmesi’’ , Ankara Üni.


İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.32, S.1, 1991.
_____________, Osmanlı Devleti’nde Surre-i Hümayun ve Surre Alayları, Diyanet
işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,1991.
_____________, ‘‘Türklerin Kabeye Yaptıkları Hizmetler’’ , Ankara Üni. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C.30, S.1, 1988.
BUZPINAR, Şit Tufan, İslam Ansiklopedisi, Cilt. 37, Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2009, s.567
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitapevi,
29.baskı, İstanbul.
Neşri Tarihi, Aşiretten İmparatorluğa Osmanlı Tarihi, Çev. Necdet Öztürk, Timaş
yayınları, İstanbul, 2011.

8 Buzpınar, a,g,e.., s.568

293
 
 
 
 
 
 
Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a Uzanan Gelenek Surre Alayları 
——————————————————————————————
Ekler

294
 
Oğuzhan GÜNEL & Hacı Ahmet AK & Kürşat ÖZKAN & Zekeriya İLHAN 
—————————————————————————————— 

295
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış

Fatih DEMİR
——————————————————————————————
ÖZET
Türk ve dünya tarihinin büyük askeri dehalarından biri olan Timur, kurmuş olduğu
devletiyle dünyayı değiştirirken, tüzükleri ile de tarihe damga vurmuş bir şahsiyettir.
Devletini yönetirken kullandığı tüzükleri, Cengiz yasası ve İslam yasalarının karışımı bir
yapıda olup, devlet kurma ve yönetim ilkelerini de içinde barındıran bir vasiyetname
niteliğindedir.

Timur’un tüzüklerine kısa bir bakış adlı bu çalışmada, Timur’un şahsiyeti ile ilgili
bilgiler verilirken bizzat Timur ile görüşüp aynı dönemde yaşayan tarihçilerin ve günümüz
tarihçilerinin eserlerinden yararlanılmıştır. Tüzükler ile ilgili bölümde ise Timur’un kendisi
tarafından yazdırılmış olan Çağatayca eserin farklı çevirilerinden faydalanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Timur, Timurlular, Cengiz Han Yasası, Tüzükat.

A Brief Overview of Timur Regulations


ABSTRACT
While Timur, being one of thegreat militar ygenius at Turkishand World history
changes the World with his government that he set up, he is a figure who marked to the
history with his statutes. As he directs his goverrment, the statutes that he usedare a form of
Cengiz Lawand Islam Laws' mixture, are a test amentquality which includes setting up the
government and rule principles.
In this work named as a brief view to Timur's statutes, while the information
concerned with Timur's personality is given,historians who interview with personally
Timur, live at the same period are benefited from the works of the present historians. In the
part related with the statutes, Cagatay Turkish work which is dictated by personally Timur
is derived benefit from different translations.

KeyWords: Timur, Public of Timur, Chengiz Khan Law, Statute.


——————————————————————————————
1.Timur Kimdir?
Timur’un tüzüklerine geçmeden önce, Timur’un kim olduğu, kişiliği,
yaşadığı ortama kısaca değineceğiz. Böylece tüzüklerinin oluşum süreci ve
Timur’un neden Türk Dünyasının büyük hükümdarlarından birisi olduğunu daha
iyi anlaşabilir.

 Süleyman Demirel Üniversitesi, Tarih Bölümü, IV. Sınıf Öğrencisi, [fatih.demir015@gmail.com]


 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
Eldeki bilgilere göre, Timur’un babası Muhammed Tarağay Bahadır, bir
Türk-Moğol aşireti olan Barlasların lideriydi. Annesi Buharalı asil bir aileden olan
Tekine hanımdır. Şereffeddin Ali-i Yezdî’nin Zafernâme’sinde Timur’un doğumu
25 Şaban 736 (9 Nisan 1336) Salı günü olarak verilmektedir.1 İbni Arabşah
Timur’un doğumuyla ilgili olarak Maveraünnehir’de ki Keş (Şimdi ki
Özbekistan’ın Şehrisebz) şehrinin Hâce İlgar köyünde dünyaya geldiğinden söz
eder.2

1370’de Maveraünnehir bölgesine tek başına egemen olarak tüm emirleri


kendi otoritesi altında toplayan Timur, Semerkand’a gelerek tahta çıkmıştır. Çok
değil, tahta çıkmasından yaklaşık yedi sene sonra da Kuzey Hindistan, İran,
Azerbaycan ve Irak’ı ele geçirmiş; ardından 1401’de Suriye’yi,1402 Ankara Savaşı
sonunda bazı Osmanlı topraklarını hâkimiyeti altına almıştır. Timur, Ankara Savaşı
sonunda Anadolu’da fetih hareketlerine hızla başlamış İzmir’i Hıristiyanlardan
almış, hatta bir gün içinde Uluborlu, Eğirdir ve Niş kalelerini alarak üç kale
fethetmiştir.3 Emir Timur böylece Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’yı, Irak,
Suriye ve İzmir’e kadar Anadolu’yu ele geçirmiştir. Çin, imparatorunun binlerce
Müslüman’ı öldürdüğünü ve onlara baskı yaptığını duyan Timur putperestlere ağır
bir darbe indirmek için 1405 yılında 200.000 kişilik bir orduyla Çin seferine
çıkmaya karar verir. Otrar’a kadar gelir burada hazırlıklar için bir müddet kalır.
Hava şartlarının kötü olması, yaşlılığının verdiği zayıflıkla burada hastalanır ve
vefat eder.4

Tarihin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Timur’un Türk mü Moğol mu


olduğu yani soyu üzerine tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Genellikle
Timur devri tarihçileri onun soyunu Cengiz Han’a bağlamışlardır. Her ne kadar
soyu Moğollara bağlansa da Timur yaşayış tarzı ve kültür olarak Türk idi. Bunu
kendi dizeleriyle şöyle açıklamıştır: “Biz ki Mülük-i Turan, Emir-i Türkistan'ız. Biz
ki Türkoğlu Türk'üz; Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu, Türk'ün
başbuğuyuz!”5

Timur’un babası Emir Turagay ilime, hocalara ve âlimlere çok değer verir
ve onları korurdu. Emir Turagay’ın bu özelliğini oğlu Timur’da devam ettirdi.
Ulemayı çevresinden ve sarayından hiç eksik etmezdi. Timur, Arap tarihçilerine
göre namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek, cami ve medrese

1 İsmail Aka, Timurlular Devleti Tarihi, Berikan Yay., Ankara 2010, s. 20.
2 İbni Arabşah, Acâibu’l makdûr Fî Nevâib-i Timûr, Çev. Ahsen Batur, Selenge yay., İstanbul 2012, s.
32.
3 Nizamüddin Şâmi, Zafername, Çev. Necati Lugal, TTK Yay., Ankara 1987, s.321.
4 İsmail Aka, a.g.e., s. 48.
5 Emrullah Tekin, Timur ve Devlet Yönetim Stratejisi, Burak Yay., İstanbul 1994, s. 124.

297
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
yaptırmak gibi İslam dininin gereklerini yerine getiren bir hükümdardı.
Komutanları, devlet adamları ve âlimlerle daima istişarelerde bulunurdu. Ayrıca o,
ulema ve şeyhlere saygıda ve ikramda kusur etmezdi. Onları herkesten üstün tutar,
kendileri ile sohbet edip, görüşlerini alır ve nasihatlerini dinlerdi. Ayrıca fethettiği
yerlerdeki ilim ve sanat ehli kişileri başkenti Semerkand’a götürerek ilim ve
sanatlarını orada yapmaları için onlara her türlü imkânı sağlardı.6

Timur, Mâverâünnehr’i şehirleştirmeye çok önem verdi. Obaları iskân etti.


Su kanalları inşasıyla toplumu tarıma geçirdi. Büyük şehirleri ticaret yollarına
bağladı. Pek çok medrese ve kütüphane yaptırdı. Özellikle başkent Semerkand
şehrini imar etti. Burada pek çok sanat eserleri yaptırarak, onu örnek ve zengin bir
şehir haline getirdi. Ayrıca 1389 yılında Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini yaptırdı.

2.Timur Tüzüklerinin Dayandığı Kaynaklar


İslamiyet öncesi Türk devletlerinde yasa olarak töre uygulanırken
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra kurulan Türk-İslam devletlerinde
törenin yanında şeriat kuralları da uygulanmaya başlanmıştır. İşte Türk-İslam
devletlerinden birisi olan Timurlular Devleti de bu yapıda kurulmuş bir devlettir.

Timurlular Devleti’nin kurucusu olan Emir Timur, Cengiz yasasına göre


han olabilmek için mutlaka Cengiz Han soyundan gelmenin şart olduğu bir
coğrafyada yani Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın ülkesinde devlet kurduğu için
hâkimiyetini Cengiz yasasıyla sağlamıştır. Cengiz Han yasasını iki yüzyıl sonra
dönemin şartlarına göre yeniden ele alan Timur, dönemin Arap tarihçileri
tarafından verilen bilgilere göre Çağatay soyundan gelen bir han adına ülkeyi
yöneterek hâkimiyetini sağlamıştır.7 Ayrıca Cengiz yasalarına bağlılığının bir diğer
göstergesi de Cengiz Hanın soyundan gelen Kazan Han’ın kızı Saray Mülk
hanımla evlenerek Han damadı anlamına gelen Küregen (Gürgân) unvanını
almasıdır. Timur, “bütün dünya iki hükümdarın sâhip olacağı kadar değerli ve
büyük değildir. Tanrı nasıl bir tane ise Sultan da bir tane olmalıdır.” 8 sözü ile
sahip olduğu hâkimiyet anlayışını da ortaya koymuştur.

Ayrıca Timur’un yetiştiği Türk-Moğol kültürünün yanında İslâm


kültürünün de etkisiyle devletini idare ederken kullanabileceği diğer yol da şeriat

6 Musa Şamil Yüksel, “Arap Kaynaklarına Göre Timur Ve Din”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 2008, c.

XXIII, S. 1, s. 241-243.
7 Musa Şamil Yüksel, a.g.m., s. 241.
8 İsmail Aka, “Timur Sâdece Bir Asker mi İdi?”, Belleten, LXIV/240, s.464.

298
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
idi. Mührüne şeklinde damga vurdurup “râsti rusti”9 yazdıran Timur, İbni
Arabşah’ın verdiği bilgiye göre Cengiz yasasını şeraitin önüne geçirdiği için
Mevlânâ Şeyh Hafızuddin Muhammed el Bezzâzî ve Mevlânâ Alaaeddin
Muhammed el-Buharî gibi âlimlerin Timur’u kâfir ilan ettiğinden bahsetmektedir.10
Ayrıca o devrin bazı tarihçilerine göre Timur, Cengiz Han’ın yasasını şeriata tercih
etmiş ve bu durumu da “Cengiz kanunları, Timur için İslâm fıkhı ve Hz.
Peygamberin yolu gibidir” cümlesi ile ifade etmişlerdir.11 Timur için her ne kadar
Cengiz yasaları, İslâm yasalarından daha önce geldiğini bazı âlimler iddia etse de
Timur Müslümanlıktan uzak bir kişi değildi. Timurlu kaynaklarına baktığımızda
ise onun daha çok şeriatı uyguladığından söz edilmektedir.12 Timur, günlük
hayatında namazlarını kılar ve orucunu tutardı. Kısacası İslâmiyet’in gereklerini
yerine getirip din adamlarına saygıda kusur etmez ve onların nasihatlerini dinlerdi.
Ama bir yandan da İslâm dinini kendi siyasi amaçları için iyi bir şekilde kullanır ve
yaptıklarına dinî bir meşruluk verirdi.13

İspanyol elçisi Clavijo seyahatnamesinde, Timur’un bir suçluyu halka ibret


olsun diye nasıl ceza verdiğine şahit olduğundan bahsetmektedir. Buna göre Timur
altı yıllık sefere çıkmadan önce Semerkant şehrine baş hâkim yani vali olarak Dina
adında nüfuzlu birini atamıştır. Ancak Timur seferden dönünce valinin halka zulüm
ederek yetkilerini kötüye kullandığını öğrenmiş ve Dina mahkemeye çıkartılmıştır.
Mahkeme valiyi suçlu bularak mallarına el koyulması ve Dina’nın idamına karar
vermiştir. Clavijo bir başka adalet örneği diye bahsettiği olay ise üç bin attan
sorumlu bir görevlinin Timur’un yokluğunda ki altı yıl boyunca hayvanların
hiçbirini çoğaltamadığından dolayı idam edildiğinden bahsetmektedir. Çeşitli
cezalara çarptırılanların aralarında malını yüksek fiyattan satan esnafında yer
aldığını anlatmaktadır. Yine Clavijo’nun aktardığı bilgiye göre ölüm cezası alan
kişi yüksek dereceli biri ise idam edilir ancak halktan birisi ise başı kesilirdi.14
Clavijo tanık olduğu bu cezaların maalesef şeriata göre mi yoksa Cengiz yasasına
göre mi verildiğinden bahsetmemektedir.

Clavijo, Semerkant şehrini ziyareti sırasında burada gördüğü mahkemeler


ve hâkimlerle ilgili bilgiler vermektedir. Buna göre mahkeme için üç çadır
kurulurdu ve hâkimlerden bazıları insanlar arasında ki büyük anlaşmazlıklarla

9 Farsça bir ibare olan râsti rusti “adalet kuvvettir” , “doğru sözlülük kurtuluştur” anlamlarına
gelmektedir.
10 İbni Arabşah, a.g.e., s. 431.
11 Musa Şamil Yüksel, a.g.m. , s. 241.
12 Musa Şamil Yüksel, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, TTK Yay., Ankara 2009, s. 55.
13 İsmail Aka, “Timurlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. 8, Yeni Türkiye Yay., Adana 2002, s. 904.
14 Ruy Gonzales De Clavijo, Anadolu Orta Asya ve Timur, Çev. Ömer Rıza Doğrul, Ses Yay.,

İstanbul 1993, s.155-156.

299
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
ilgilenirken, diğerleri de hükümetin gelirleriyle ilgili ilgilenirdi. Yakalanan suçlular
mahkemeye çıkarılarak yargılanır ve yargılama sonunda da verilecek ceza hâkimler
tarafından oylanırdı. Davalar karara bağlandıktan sonra Timur’a rapor edilir ve
herhangi bir hükmün yazılması istendiğinde de kâtipler bunları kısaca not eder
daha sonra da kayıt defterlerine aktarırlardı. Bu hükümler sonra bir hâkime
verilerek dört gümüş mühür ile mühürlenirdi. Bu mühürlerin ortasına da “bu
haktır” anlamına gelen bir yazı ve Emir’in mührü vurulurdu.15 Timur döneminde ki
mahkemelerle ilgili bize bilgi veren Clavijo nedense yine adaletin neye göre
sağlandığından yani şeriata göre mi yoksa Cengiz yasasına göre mi tecelli
ettirildiğinden söz etmemiştir.

Zeki Velidi’nin Atsız Mecmua’da yayınlanan makalesine göre, Timur


zamanında Şamanizm ve eski Türk‐Moğol gelenekleri ön plandadır. Aynı
makalede Timur’un ilk zamanlarında Şamani geleneklerden etkilendiğinden daha
sonra da İslam medeniyetinin tesiri altına girdiğinden fakat ömrünün sonuna kadar
da eski ananelere sadık kaldığında bahsedilmiştir. Zeki Velidi makalesinde “Diğer
Türkler ve Çağataylar gibi Temür de bütün işlerinde Çingiz Han'ın yasasına itimat
ederdi ki buna türe diyorlar. Türe Moğolca mezhep demektir. Temür bu türeyi
bilmekle zamanında nazirsizdi” ifadesini İbn Tengri Berdi’den yorumsuz bir
şekilde alıntı yapmıştır. Ayrıca Zeki Velidi, İbni Arabşah’ın “Temür için Çingiz
Yasası İslâmlar için fıkıh gibi idi.” ifadesine dayanarak “Belki de Temür ve
Çağataylar Çingiz Yasasını şeriate tercih ediyorlardı.” şeklinde bir ifade
kullanmıştır. 16

Timur’un Tüzüklerinde ilk tüzük olarak yer alan “ Allahü teâlânın dinini ve
hazret-i Muhammed’in şerîatını dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her
yerde İslâmiyet’i destekledim.” ifadesi şeriata bağlılığının bir göstergesidir. Ayrıca
sadık ve emin vezirlerin tüzüğü bölümünde ise “Hırsızın, suçu ispat edilince
Cengiz Han’ın yasasına göre cezalandırılsın. Halk içinde dövüşme, diş kırmak, göz
çıkarmak, kulak ve burun kesmek, sarhoşluk ve namusa saldırı ile ilgili konularda
bunların şeriatla ilgilerini sorulsun, örf-adet işleriyle ihdâs kadısı
görevlendirilsin.” ifadesi hem Cengiz yasasının hem de şeriatın uyguladığının bir
ispatı sayılabilir.

3.Timur’un Tüzükleri
“Tüzük” nizam demektir. Timur’un kendi ağzından devlet kurma, yönetme
ilkeleri ve uygulamalarını ortaya koyan tüzükler Çağatay Türkçesiyle yazılmıştır.

15 Clavijo, a.g.e., s.181.


16 Zeki Velidi, “Temür Bek’in İslamiyet’e Bakışı”, Atsız Mecmua, S. 13, 15 Mayıs 1932, s. 7-11.

300
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
Vakayiname, Melfuzât ve Tüzükat kısmı olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır.
Vakayinamenin Timur’a ait olup olmadığı meselesi tartışma konusunu olmakla
beraber eser bir vasiyetname özelliğini de taşımaktadır.17 Vakayinameyi
Çağatayca’dan Farsçaya çeviren Ebu Talib el-Hüseyni yazdığı önsözde, Yemen
valisi Cafer paşanın kütüphanesinde Timur ile ilgili bir el yazması nüshaya
rastlandığını söylemektedir. Daha sonra Babür İmp. Şah Cihanın emrine giren Ebu
Talib el-Hüseyni yine Şah Cihan’ın isteğiyle eseri Farsça ’ya çevirerek hükümdara
sunmuştur. 18 Şah Cihan daha sonraki yıllarda Muhammed Eşref Buhari’ye, Ebu
Talib’in yaptığı Farsça çeviriyi Şerefeddin Ali Yezdî’nin Zafername’si ve diğer
bazı eserle karşılaştırarak kontrol etmesini istemiştir.19

William Erskine, Babür’ün Hatıratı adlı eserin önsözünde Yemendeki


Cafer paşa kütüphanesinde bulunan orijinal eserin farsça çevirisini Bombay da
gördüğünden bahsetmektedir. Eserin Farsça metnini ilk defa İngilizceye Doğu
Hindistan Şirketinin değerli üyesi Binbaşı Davy tercüme etmiştir. Daha sonra 1783
yılında Oxford’da Profesör Joseph White esere önsöz ve indexs gibi eserin
anlaşılmasına yardımcı olacak notlar ekleyerek yayınlamıştır.20 Eserin Tüzükat
kısmı ise Louis-Mathieu Langles tarafından tercüme edilmiştir. Langles’in bu
Fransızca çevirisini de Mustafa Rahmi 1923 yılında Timur ve Tüzükatı ismiyle
Osmanlıcaya çevirmiştir. Tüzükat’ın günümüz Türkçesine yapılmış çevirileri
genellikle Mustafa Rahminin Fransızcadan yaptığı Osmanlıca neşrine
dayanmaktadır.

Timur Tüzükât’ının başına şu sözleriyle başlamıştır:


“Kahraman oğullarıma, devletli torunlarıma mâlum olsun ki, Tanrı
Teâlâ’dan ümidim vardır; benim evlâd ve nesillerimden çok kişiler uzun yıllar
saltanat tahtına oturacaklardır. Buna göre saltanat kurma, devlet tutma işlerini
belli tüzüklere bağladım. Kendi saltanatımı devam ettirmek için müfredât
kurallarını yazıp koydum. Bu saltanat devletine ele geçirişte pek çok savaş
muharebe kılıp o kadar emek ve meşakkat çektim. Sonunda Rabb’in yardımı, dîn-i
İslâm şerâfeti, Muhammed Aleyhisselâm’a ve onun evlâd ve ashâbına beslediğim
muhabbet ve dostluğumdan dolayı bu büyük saltanatıma sahip oldum. Şimdi benim
evlâd ve nesillerimden hangisi benden sonra bu saltanat devletine sahip olursa, bu
kurulmuş tüzükleri gerçekleştirerek iş yapsın. Eğer saltanat işlerinde bu tüzükleri

17 Tüzükât’ın Timur’a ait olup olmadığı ile ilgili münakaşalar hakkında Bkz. Sahibkıran Emir Timur

Muhammed Tarağay Bahadıroğlu, Timur’un Günlüğü Tüzükât-ı Timur, Yay. Haz. Kutlukhan
Şakirov-Adnan Aslan, İstanbul 2010, s. Sözbaşı 10-15.
18 Sahibkıran Emir Timur, a.g.e. , s. 9.
19 Major Charles Stewart, The Mulfuzat Timury Or Autobiographical Memoirs Of The Moghul

Emperor Timur, Holborn 1830, s. Appendix 10.


20
Major Charles Stewart, a.g.e., s. Preface v-vi.

301
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
kılavuz edinirlerse, benden onlara kalan saltanat devletini uzun zamanlar ziyandan
zevalden koruyabilir.”21

A) Timur’un On İki Tüzüğü


Yirmi yedi ülkenin hâkanı olan Timur, başarılarının sırrını ve devlet
yönetme ilkelerini 12 maddede toplamış ve bunlara, oğullarının da uyması
vasiyetiyle tüzükât’ında şöyle belirtmiştir22:

Birincisi; Allahüteâlânın dinini ve hazret-i Muhammed’in şerîatını dünyaya


yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslâmiyet’i destekledim.
İkincisi; Etrafımda olan adamlarımı 12’ye ayırdım. Gerek ülkeler fethi ve gerekse
fethettiğim ülkeleri idarede bunların bazısı bana kolları, bazıları
meşveretleriyle yardım ettiler. Bunların ikbalinin artması için istihdam ettim.
Bunlar sarayımın süsüydüler.
Üçüncüsü; Düşman ordularını mağlup ve eyaletler feth etmekte, âlimler ve
emirlerle istişâre ettim. Hükûmet idâresinde yumuşaklık, insâniyet ve sabırla
hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünürken her şeyi sıkıca
kontrolüm altında bulundurdum.
Dördüncüsü, Hükümet idaresinde töre ve tüzüğe bağlılığım o dereceydi ki bunu
gören vezirler, emirler, askerler ve halk kendi mertebesini korudular.
Beşincisi, Emirler ve sipahilerime cesaret vermek için unvan, altın ve cevâhir
sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Böyle kıymetli bazılarının
ve cengâverlerimin yardımıyla yirmi yedi imparatorluğun hükümdarı oldum.
Altıncısı; Adâlet ve tarafsızlıkla Allah kullarının hep iyiliğini istedim ve onların
teveccühünü kazandım. Günahlı günahsıza şefkat edip hakla hükmettim.
Mazlumların hakkını zalimlerden aldım.
Yedincisi; Seyyitlere, bilginlere, fıkıh bilginlerine ve tarihçilere çok iyi muâmele
ettim. İyi ve cesur adamlar benim dostlarımdı. Ulemâyla sıkı münâsebette
bulundum. Bunlarla istişare ettim. Bunların hayır duâları bana zaferler temin
etti. Derviş ve fakirleri himâye ettim. Bunlara zerre kadar fenâlık etmemeye
uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde söyleyenleri
sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet
vermedim.

21 Mustafa Rahmi, Timur ve Tüzükatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1923, s. 37. ; Sahibkıran Emir Timur,
a.g.e., s. 71. ; Alemdar Yalçın, Benim Devletim Timur Tüzükât-ı Timûrîn ve Cengiz yasası, Fetih yay.,
İstanbul 1974, , s. 55. ; Timurlenk, Timur’un Prensipleri, Yay. Haz. Basad Kocaoğlu, s. 29. ; Ali
Bademci, Cengiz ve yasası Timur ve tüzükatı, ,Ötüken Neşriyat Yay., İstanbul 2012, s. 241.
22 On iki tüzükle ile ilgili Bkz. Mustafa Rahmi, a.g.e., s. 37-55.Sahibkıran Emir Timur, a.g.e. , s. 72-

75. ; Timurlenk, a.g.e., s. 29-34. ; Alemdar Yalçın, a.g.e., s. 55-67. ; Ali Bademci, a.g.e., s. 241-248.

302
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
Sekizincisi; Her teşebbüsümü sonuçlandırmakta azimli ve sebatkâr idim. Herhangi
bir hususta bir kere karar verdim mi artık bütün zihnim onunla meşgul
olurdu. Onu başarmadıkça asla değiştirmedim. Hiçbir vakit şiddetle hareket
etmedim. Yapacağım şiddetli muameleye göre Tanrı’nın da bana sertlik ile
muamele etme korkusuyla hiç kimseye hiddet ve gazapla muamele etmedim.
Dokuzuncusu; Halkın hâline vâkıf idim. Büyüklere kardeşim, küçüklere
çocuklarım gibi muâmele ettim. Her eyâlet ve her şehrin ahâlisinin
durumuna ve seciyesine göre âdetler edindim.
Onuncusu; Bir kabîle veya bir Arap ve bir Acem göçebesi bayrağımın altına
girince beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre îtibâr ile kabul
ettim. İyilere iyilikle muâmele ettim ve kötülere fenâlıklarını iâde eyledim.
Düşmanım olan adam sonra haksızlığını anlayarak benden himaye ve lütuf
dilemiş ise onu da dostlukla karşıladım.
On birincisi; Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes
iyiliğimden nasiplerini aldılar. İkbal ve saâdetimin parlaklığı ve yüksekliği
hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı. Oğullarımda, torunlarımda kan bağına
hürmet ettim. Onların hayat ve hürriyetine suikast etmedim.
On ikincisi; Gerek leh, gerek aleyhte hareket etsinler, her zaman sipahilere hürmet
ettim. Çünkü bunlar hürmete layık kişilerdir. Onlar cihâda koşarlar ve
hayatlarını feda ederler. Değerli canlarından fâni dünya için vazgeçerler.
Düşmanım olan ve beylerine pek sağlam bağlı bulunan cenk erlerine kalben
dostluk besledim. Benim bayrağım altına geçerlerse onların bahadırlıklarını
ve sadakatlerini en samimi adamlarım arasına almakla mükâfatlandırdım.

B) Yasalar Ve Nizamlar 23
Timur, Tüzükât’ının ikinci maddesinde saltanat işlerini töre ve tüzüğe
bağlayarak saltanatının yükselmesi için halkını on iki taifeye yani sınıfa
ayırdığından bahsetmektedir. Bu on iki taifeyi devlet müesseselerinin on iki ayı ve
saltanatının on iki burcu olarak saydığından söz edip bu on iki taifeyi24 şöyle
sıralamaktadır:25

Birinci taife; Seyyidler, Ulemâ, Bilginler, Şeyhler: Timur, bu kişilere daima


kapısının açık olduğunu, sarayının süsü olduklarını ve onlarla istişarelerde
bulunarak faydalandığını söyler.

23 Kanunlar ve nizamlarla ile ilgili Bkz. Sahibkıran Emir Timur, a.g.e., s. 85-97. ; Timurlenk, a.g.e., s.
37-54. ; Alemdar Yalçın, a.g.e., s. 68-86. ; Ali Bademci, a.g.e., s. 248-256.
24 Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar, sınıf
25 On iki taife ile ilgili Bkz. Mustafa Rahmi, a.g.e., s. 50-55. ;Sahibkıran Emir Timur, a.g.e. , s. 72-75.

;Timurlenk, a.g.e. , s. 29-34. ; Alemdar Yalçın, a.g.e., s. 68-72. ; Ali Bademci, a.g.e, s. 248-250. ;
Emrullah Tekin, a.g.e., s. 17-18.

303
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
İkinci taife; Akıllı Hikmet Sahibi, Tecrübeli ve Güngörmüş İhtiyarlar:
İhtiyarlardan, danışman olarak yararlanmış ve onları kendisine eşitmiş gibi
muamele etmiştir.

Üçüncü taife; Din Adamları: Barış ve harp zamanlarında din adamlarından faydalı
dualar almıştır.

Dördüncü taife; Emirler, Reisler ve Subaylar: Askerlik işlerinde komutanlarla


istişare etmiştir.

Beşinci taife; Ordu ve Halk: Orduyu ve halkı eşit tutmuştur.

Altıncı taife; Akıllı, Tecrübeli Güvenilir Kişiler: Saltanat işleri, iç işleri ve gizli
işler konusunda istişarelerde bulunmuştur.

Yedinci taife; Vezirler ve Kâtipler: Tüm ülkelerde ki hükümet işlerini, günlük


olayları, asker ve halk durumuyla ilgi bilgiler almıştır.

Sekizinci taife; Hekimler, Müneccimler, Mühendisler: Saltanat müessesesinin


kalkınmasında yardımcı olmuşlar, hastaları tedavi, yıldız burçları ve bina
yapımlarında yararlanmıştır.

Dokuzuncu taife; Tefsir, Hadis Âlimleri ve Tarihçiler: Peygamberlerin ve


evliyaların hayat hikâyesi, dünya devletlerinin gelişmeleri ve çöküş nedenleri
hakkında bilgiler edinmiştir.

Onuncu taife; Hüner ve Zanâat Sahipleri: Seferde ve barış zamanlarında askerin


gereken ihtiyaçlarının karşılanmasında yararlanmıştır.

On birinci taife; Din Bilginleri, Meşâyih ve Sufîler: Dünyevi olayları terk etmiş
kişilerle ahret ve dini konularda sohbetlerinden sonra huzur bulmuştur.

On ikinci taife; Tüccarlar, Kervanbaşları ve Gezgin Seferler: Bu kişilerden


ticaretin canlanmasında ve gittikleri ülkeler hakkında bilgi edinmek konusunda
yararlanmıştır.

1.Türk, Arap, Acem Ve Bütün Yabancı Kabilelerin Tüzüğü


Timur, bayrağı altına yeni giren kabilelerin eli silah tutanlarını uygun
ücretle ordusuna, sanat bilenleri de devlet hizmetine almış, sermayesini ve alet
edevatını kaybedenlerinin zararlarını karşılamıştır. Bir kişi bir defa suç işlemişse
suçunu bağışlamış fakat ikinci ve üçüncü defa suç işleyene cezasını vermiştir.

304
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
2. Saltanatı Tutma Tüzüğü
Timur’un hiç ayrılmadığı 12 düsturu sayesinde tahta çıkmış ve bu
düsturları dikkate alınmayan bir hükümdarın hiçbir zaman gücünü
koruyamayacağından bahsetmiştir.

a) Ordu, hakanı ne derse yapmalı ve başkasının tesiri altında olmamalıdır.


b) Hükümdar her işi gözetmelidir. Özellikle vezir seçerken dikkatli olmalı iffetli,
doğru ve adil vezir seçmelidir. Adaletli bir vezir, hükümdarının haksız yere
gösterdiği hiddet ve şiddeti ve haksızlığı tamir eder. Fakat vezir de hükümdarı
gibi zorba ise o devlet yıkılmakta gecikmez.
c) Bir hükümdar verdiği emirlerinde kararlı olmalı onları düzeltme ve
değiştirmeye yermeden doğru emirler vermelidir.
d) Hükümdar kararından kesin olarak dönmemelidir.
e) Hükümdar tarafından verilen emir, ne olursa olsun uygulanmalıdır.
f) İmparatorluğun işlerine yabancı el sürdürmemek hikmeti hükümet gereğidir.
Hükümet işleri güvenilir adamlara emanet edilmeli ki her biri kendi işiyle
meşgul olsun ve hükümdarlığa göz koymasın.
g) Hükümdar hiçbir kimsenin tavsiye ve teklifini küçük görmemelidir. Bunlardan
uygun gördüğünü hafızasında ve kalbinde saklamalıdır.
h) Hükümdar ordu ve halk meselelerinde hiç kimsenin tesiri altında olmamalıdır.
Eğer vezirler ve komutanlar birinin leh ve aleyhinde bir şey söylerlerse
hakikat ortaya çıkıncaya kadar onları hikâye gibi dinlemelidir.
i) Hükümdarın halk ve asker üzerinde mutlak egemenliği olmalı ki isyan etmek
cesaretini gösteremesinler.
j) Hükümdarın tutum ve davranışları başkasının tesiri altında olmamalıdır.
k) Hükümdar, idaresinde, nizamlar yaymada yanına asla ortak almamalıdır.
I) Bir hükümdar dikkatlice etrafında kileri tanımalı ve onlara karşı daima tedbirli
davranmalıdır.

3.Ordu Teşkilatı Tüzüğü


On askerin içinden hikmetli, bilgili ve tecrübeli olan diğer dokuz kişinin başına
geçirilsin.
On başı içinden zekâ ve diğer onbaşılardan vasıflı olan yüzbaşı yapılsın.
On yüzbaşının amiri tecrübeli, harp işlerinde hünerli, cesaretli ve kahraman olan
bir Beyzade’dir.

305
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
4. Subayların Ve Erlerin Tahsilâtı Tüzüğü
Binbaşı, yüzbaşı ve onbaşıların maaşları şöyledir:
Cesur ve faal bir erin maaşı atının kıymeti kadardır. Seçkin bir askerin
maaşı ikiden dört ata kadardır. Onbaşı on er maaşı alır. Yüzbaşıların maaşı,
onbaşıların iki misli ve binbaşıların maaşı ise onbaşılarının maaşının üç mislidir.
Başkomutan diğer subaylardan on kat fazla maaş alır. Divan reisi ve vezirler on
subay maaşı alırlar. Saray muhafız ve çalışanları maaşlarını yıllık olarak divandan
alırlar. Diğer askerler altı ayda bir alırlar. Onbaşıların maaşı, şehir ve eyalet
gelirinden verilir. Subayların ve başkomutanların maaşları ganimetlerden gelir.
Diğerleri kıymetlilik ve layıklarına göre arazi, içecek ve mükâfat alır. Her askerin
maaş almak için eline kuponu vardı
Hizmette hatası görülen askerlerin maaşının onda biri kesilir. On başı
maaşını yüzbaşısına, yüzbaşı maaşını binbaşısına onaylattıktan sonra alır. Binbaşı
da maaşını başkomutanına tasdik ettirdikten sonra alır.

5) İllerin Gelirlerinin Bölünme Şekli Tüzüğü


Bir eyaletin gelirleri oraya verilen subay tarafından üç sene boyuncu
alınırdı. Sonra eyalet dâhilinde halkın subaylardan memnun olup olmadığı ve
araziye iyi bakıp bakmadığının teftişi yapılırdı. Eğer gerekli şartlar yerine
getirilmişse subaya görevine devam ederdi. Eğer yerine getirilmemiş ise subayın
aldığı vergiler geri alınır ve o kişiye sonra ki üç sene ona hiçbir şey verilmezdi.

6) Oğulları Ve Akrabalarının Tahsilâtı Tüzüğü


Timur, büyük oğlu ve varisi Mehmet cihangir’e on iki bin süvarinin maaşı
ve eyalet kethüdalığı, ikinci oğlu Ömer şeyh’e on bin süvarinin maaşı ile bir eyalet
kethüdalığı, üçüncü oğlu Miran şah’a dokuz bin süvarinin maaşı ile bir eyaletin
valiliği, dördüncü oğlu Şah Ruh’a yedi bin süvarinin maaşı ile bir eyalet valiliği
vermiş. Akrabalarına da maharetlerine göre birinci mertebeden yedinci mertebeye
kadar emirlik ve valilik verilmesini buyurmuştur.

7) Oğulları, Torunları, Akrabaları, Emirler Ve Vezirleri


Cezalandırma Tüzüğü
Timur, oğullarından birinin hakanlığa göz dikerse, onun katline veya kötü
davranılmasını veya uzuvlarından birinin kesilmesini istememiştir. İç mücadeleye
mani olmak için Hakanlığa göz dikeni vazgeçinceye kadar hapsettirmiştir.
Torunlarından veya akrabalarından birisi ona karşı isyan ederse, ellerinde malını
mülkünü alır dilenecek hale getirirdi. İş zamanında vazifesini yapmayanları
azletmiş, ülkede kargaşa çıkarını bulunduğu mevkilerin den daha aşağı indirmiştir.

306
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
8) Sadık Ve Emin Vezirlerin Tüzüğü
Bir vezir, hanı devirmek için bir plan yapmış ise bile direk idam
edilmemelidir. Meseleyi ayrıntısına kadar öğrendikten sonra hüküm verilmelidir.
Çünkü bazı alçak insanlar kendi gayeleri için kıymetli insanları öldürtecek yalanlar
söyler. Bir vezir hırsızlık yaparsa ödeme yoluyla kendisi ödetilmeli, eğer geliri
yetmiyorsa gelirine el konulmalıdır. Eğer çaldığı üç misli ise bütün malına ve
mülküne el konulmalıdır. Eğer bir asker fakirlere zulmederse, yaptığı zulüm aynen
kendisi yapılsın.

Hırsızın, suçu ispat edilince Cengiz Han’ın yasasına göre


cezalandırılsın.26Halk içinde dövüşme, diş kırmak, göz çıkarmak, kulak ve burun
kesmek, sarhoşluk ve namusa saldırı ile ilgili konularda bunların şeriatla ilgilerini
sorulsun, örf-adet işleriyle ihdâs kadısı27 görevlendirilsin.

9) Vezir Tutma Tüzüğü


Göreve getirilecek bir vezirde aranacak nitelikler:

a. Bir vezirde dört özellik olmalıdır:


a) Akıl ve feraset
b) Asalet ve nesil temizliği
c) Asker ve halka hoş muamele etmek
d) Barışçı ve sabırlı olmak

b. Bir vezir dört imkâna sahip olmalıdır:


a) Her işte bağımsızlık
b) Sultanın güveni
c) Sağlamlık ve kuvvetlilik
d) Sözü geçen

c. Bu özellik ve imkâna sahip vezirden dört şey esirgenmemelidir:


a) Güven
b) Saygı
c) İcraatında serbestlik
d) Yeterince yetki ve sorumluluk

26 Cengiz yasasına göre hırsızın cezası için Bkz. Ek 1


27 Örf, adet ve gündelik işlerden sorumlu görevli

307
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
En mükemmel vezir, idare işlerinde olduğu kadar mali işlere de bir nizam
verebilendir. Mükemmel bir vezir; hikmet, itidal ve iyiliği nefsinde toplayabilendir.
Fena, hain, açgözlü ve intikamcı vezirler derhal azledilmelidir. İyi vezir, affı ve
hiddeti birleştirendir. Çok yumuşak olursa açgözlü insanların kurbanı olur. Fazla
şiddet de herkesi, her şeyi bozar. İyi vezir, bir elinde orduyu bir eline halkı tutar.
İşlerinde serbest ve adildir. Her işin sonunu önceden düşünür ve konuşmalarında
dostlukla hareket eder. Faal ve tecrübeli vezir, halkın huzurunu, ordunun kuvvetini
ve hazineyi daima gözü önünde tutar. Daima devletin yükselmesi ve güçlenmesi ile
meşgul olduğu gibi devletin zaaf ve çökmesine neden olacak şeylerden devleti
kurtarmak için gerekirse servet ve hayatını feda etmekten çekinmez.

C) Ümera28 Ve Rüesa29 Teşkili Tüzüğü 30


Timur, yakınlarından zekâ, hile, cesaret, tedbir, uyanıklık, sebatkârlık,
kahramanlık ve ihtiyatkârlık konularında yeterlilik gösteren üç yüz on üç kişiyi
komutanlığa terfi ettirmiş. Bu üç yüz on üç emir arasında 100 on başı, 100 binbaşı,
100 yüzbaşı ve 100 binbaşı seçilerek bütün ümera başkomutanlığa bağlanmıştır.

Emirler arasından seçilmiş dört kişi beylerbeyi ayrıca başkomutan


yapılmıştır. Başkomutan savaş ve iş zamanında ümera ve askerleri kontrol
edebilme yetkisi vardı. Eğer Timur ordunun başında bizzat sefere çıkarsa
başkomutan muavin görevi yapardı. Her Emire bir muavin verilerek emirlerinin
halefi yapılmıştır. Bu muavinler savaş ve barış zamanı emir muavinliğini
yapabilirlerse orduda komutanlıklara kadar getirebiliyorlardı.
Timur ayrıca tanınan ve akil kişilerden oluşan on iki emir atamıştır. Birinci
Emir’in maiyetine 1000 süvari, ikinci mir’e 2000 süvari, üçüncü,
dördüncü,beşinci……on ikinci emir’in maiyetine ise 12000 süvari vermiştir.

1) Askerlerin Terfi Tüzüğü


Seçkin asker ilk önce onbaşılığa sonra yüzbaşılığa en sonunda da
binbaşılığa kadar terfi ederdi. Bir binbaşı düşman ordusunu bozguna uğratırsa
birinci emirliğe, düşman ordusunu kaçıran birinci emir, ikinci emirliğe
yükseltilirdi.
Firar eden asker ganimetten hissesine düşen mal kadar ganimeti
kaybederdi. Savaş da yararlanan asker şerefli bir şekilde anılırdı. Eğer bir asker

28 Beyler, emirler, amirler.


29 Başkanlar, reisler.
30 Ümera ve Rüesa Teşkili ile ilgili Bkz. Mustafa Rahmi, a.g.e., s. 70-105. ; Sahibkıran Emir Timur,

a.g.e., s. 97-131. ;Timurlenk, a.g.e., s. 57-76. ; Alemdar Yalçın,a.g.e., s. 86-116. ; Ali


Bademci,a.g.e.,s. 258-274.

308
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
yaralandığı için savaş meydanında geri çekilirse takdir edilirdi. Hiç kimsenin
hizmetleri unutulmazdı.

2) Emirleri, Vezirleri, Askerleri Ve Halkı Cesaretlendirme Tüzüğü


Bir ülkeyi veya düşman ordusunu yenen Emire üç türlü mükâfat verilirdi:
Unvan ve şeref, atına nişan ve nekkare31, emire’de bahadır unvanı verilirdi.
Düşmandan ülke alan her emir o bölgeye üç sene sahip olurdu. Yararlı asker
yükseltilir, bir otağ ile kılıç ve at verilir ve onbaşılığa terfi ettirilirdi.

3) Ordunun Silah Ve Levazım Tüzüğü


Savaş zamanında 18 askere bir çadır düşer ve her çadırı iki at taşırdı.
Çadırda bir ok, bir ok kılıfı, bir kılıç, bir eğe, bir kunduracı bezi, bir torba, bir
çuvaldız, bir balta, on iğne bulunurdu.

Seçkin savaş askerlerinin beşinin bir çadırı, her birine birer miğfer, zırh,
kılıç, ok, ok kılıfı ve on iki atı olurdu. Her onbaşının birer çadırı, kılıcı, oku, ok
kılıfı ve beş atı vardı. Yüzbaşının on atı, bir çadırı ve diğer silahları vardı.
Binbaşının çadırında birde güneş çadırı bulunmakla beraber, çadırında pek çok da
silahı olurdu.

4) Vezirlerin Vazifesinin Tüzüğü


Timur, meclisinde daima dört vezir bulunmasını isterdi:

a) Vilayet ve halk veziri: Halk, ziraat, ticaret ve zabıta işlerinden sorumlu olan bu
vezir ayrıca vilayetlerin gelir kaynaklarından da sorumludur.
b) Serasker: Askerlerin durumlarından, görevlerinden ve maaşlarından
sorumludur.
c) Seyyahların ve emanet mallarının veziri: Bu vezir hazineyle ilgilendiği gibi
kayıpların, ölenlerin, firarilerin mallarıyla ve seyyahların ödeyeceği vergilerle
meşguldür. Mera, çayırlık ve göllerden alınacak vergileri toplar.
d) Sarayı hümayun veziri: Gelir ve giderleri, atların ve diğer hayvanların
yiyeceklerini hesaplardı.

5) Vakıflar, Koşun, Tümen Reislerinin Tüzüğü


Kabile reisleri savaş zamanı her evden bir süvari alırlardı. Bunların
ihtiyaçlarını nerede dururlarsa o yerin ahalisi karşılardı. Ulus emirlerine İrko
denilen bir nişanla Bırç denilen bir madalya verilirdi. Timur, idaresinde ki 40
oymağın 12 tanesine emirlik damgası vermiştir. Bu oymaklar: Barlas, Tarhan,

31Bir tür davul, kös.

309
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
Argun, Çalayır, Dolgancı, Doldu, Moğol, Seldoz, Toga, Kıpçak, Erlat, Tatar.
Emirlik damgası olmayan diğer 28 oymak reisleri de savaş zamanında süvari
getirmekle görevliydiler.

6) Mecliste Bulunma Tüzüğü


Timur, oğullarının ve torunlarının derecelerine göre tahtının etrafında
oturmalarını emretmiştir. Hâkimler, filozoflar, din adamları, bilginler, ihtiyarlar ve
eşraf Timur’un sağında oturur. Başkomutan, emirler, beyler, reisler, oymak
binbaşı, onbaşılarda Timur’un solunda otururlardı. Divan beyi ve vezirler tahtın
karşısında, kethüdalar, eyalet ve idare adamları birinci sıranın arkasında
otururlardı. Bahadır unvanı kazanmış askerler tahtın arkasında ve sağında, tabur
reisleri yine tahtın arkasında ama solda otururlardı.

7) Krallıkların Fethi Tüzüğü


Timur, fetihlerine başlarken 4 düstur çerçevesinde hareket etmiş ve bu
düsturlara uymuştur. Bunlar:
a) Sevkiyatlardan önce uzun incelemeler bulunup çok dikkatli davranma
b) Çeşitli milletlerin huy ve adetlerini öğrenme ve bu doğrultuda hareket etme
c) Başarıya ulaşmak için plan ve harekâtlarda bir bütün gibi hareket eden 313
Emir’i
d) Bugünün işini asla yarına bırakmamak ve siyasetle çözülecek olaylarda kılıç
kullanmamak

8) Feth Edilen Memleketlerde Halka Edilecek Muamele Tüzüğü


Yeni ele geçirilen memleketlerin askerleri eğer biat ederlerse Timur’un
ordusuna katılırdı. Ele geçirilen memleketin halkına katil, yağma ve esaret etmek
yasaktı. Bilginlere, ihtiyarlara, büyüklere ve eşrafa hürmet edilir onlara
dokunulmazdı. Dilenciler toplatılır ve bir daha dilenmesinler diye onlara her gün
yiyecek verilirdi. Eğer yine dilenirlerse tekrar toplatılır ya uzak illere sürülür ya da
satılırdı.
Sonuç
Timur’a atfedilen manzum kronikte “saltanat fatihi bahtlı çocuklarıma,
cihanın ulu padişahları neslime” diye söze başlanmıştır. Bu eser 12 düsturu
kapsamaktadır. Timur bu düsturlar sayesinde cihangir bir devlet kurduğunu ve
fetihlerini koruduğunu söyler.

Timur adamlarını on iki sınıfa ayırır. Eserde oğullarına nasihat edip doğru
yolları göstermektedir. Timur; âlimler ile meşveret, uyanıklık, ihtiyat, istişare, sabır
ve insaniyetle hareket ettiğini, dost ve düşmanlarına eşit surette iltifat ettiğini

310
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
söyler. Kanunlara uymanın kendisinin asıl kuvvetini oluşturduğunu anlatır. Subay
ve askerlerini gayrete getirmek için altın ve cevahir sarfından çekinmediğini, onları
sofrasında oturttuğunu, ihtiyaçlarını temin ettiğini bu sayede 27 ülkenin zapt
edildiğini, adalet ve tarafsızlıkla yönettiğini söylemektedir. Timur, Tüzükât’ı ile
kendisinden sonra gelen devlet adamlarına hâkimiyet sırlarını vasiyetname halinde
bırakmıştır.

Tüzükât da ayrıca Timur’un hâkimiyeti altında olan kabilelerin isimlerine,


saltanatı nasıl himaye ettiğine, ordu teşkilatına, ordunun gelir ve maaşlarına,
vilayet idaresine ve hanedan üyelerine verilen cezalarla ilgili bilgilere kadar
ulaşılmakla beraber çeşitli emir ve tavsiyeler bulunmaktadır

Kaynakça

AKA, İsmail, Timurlular Devleti Tarihi, Berikan Yay.,Ankara 2010.


----------------,“Timur Sâdece Bir Asker mi İdi?”, Belleten, c.LXIV, s.453-466.
----------------,“Timurlular”, Türkler Ansiklopedisi, c. 8, Yeni Türkiye Yay., Adana
2002, s. 893-932.
ALINGE, Curt, Moğol Kanunları, Çev. Çoşkun Üçok, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları, Ankara 1967.
BADEMCİ, Ali, Cengiz ve yasası Timur ve tüzükatı, Ötüken Neşriyat Yay.,
İstanbul 2012.
İbni Arabşah, Acâibu’l makdûr Fî Nevâib-i Timûr, Çev. Ahsen Batur, Selenge
Yay., İstanbul 2012.
İNALCIK, Halil, “Türk Tarihinde Türe (Töre) ve Yasa Geleneği”, Doğu Batı
Makaleler 1, Doğu Batı Yay., Ankara 2005.
Mustafa Rahmi, Timur ve Tüzükatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1923.
Nizamüddin Şâmi, Zafername, Çev. Necati Lugal, TTK Yay., Ankara 1987.
Ruy Gonzales De Clavijo, Anadolu Orta Asya ve Timur, Çev. Ömer Rıza Doğrul,
Ses Yay., İstanbul 1993.
Sahibkıran Emir Muhammed Tarağay Bahadıroğlu Timur, Timur’un Günlüğü
Tüzükât-ı Timur, Yay. Haz. Kutlukhan Şakirov-Adnan Aslan, İstanbul
2010.
STEWART, Charles, The Mulfuzat Timury Or Autobiographical Memoirs Of The
Moghul Emperor Timur, Holborn 1830.
TOGAN, A.Zeki Velidi, “Emir Timur'un Soyuna Dair Bir Araştırma”, İstanbul
Üniversitesi Tarih Dergisi, Sayı 26, 1972, s.75-84.
YALÇIN, Alemdar, Benim Devletim Timur Tüzükât-ı Timûrîn ve Cengiz Yasası,
Fetih Yay., İstanbul 1974.

311
 
 
 
 
 
 
Fatih DEMİR 
——————————————————————————————
YÜKSEL, Musa Şamil, “Arap Kaynaklarına Göre Timur Ve Din”, Tarih
İncelemeleri Dergisi, 2008, c. XXIII, S. 1, s. 239-258.
----------------------------, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, TTK Yay., Ankara 2009.
Timurlenk, Timur’un Prensipleri, Yay. Haz. Basad Kocaoğlu, İlgi Yay., İstanbul
2011.
TEKİN, Emrullah, Timur ve Devlet Yönetim Stratejisi, Burak Yay., İstanbul 1994.
Zeki Velidi, “Temür Bek’in İslamiyet’e Bakışı”, Atsız Mecmua, S. 13, 15 Mayıs
1932.

Ek 1
Cengiz Han Yasası 32
Halil İnalcık, Cengiz yasası olarak bahsedilen yasaların aslında Türk
devletlerinde ki töreden başka bir şey olmadığını ifade etmektedir.33 Cengiz
yasanın orijinal metni ele geçmemiştir, ancak bazı parçaları veya içeriği hakkında
bazı bilgiler Arap ve İranlı tarih yazarlarının veya seyyahlarının eserlerinden
toparlanarak bir araya getirilmiştir. 34

 Kâinatı yaratan tek bir Tanrı’dır. Bu Tanrı’ya tapılacaktır.


 Cengiz’in erkek evladı çocuklarından olmayan hiçbir kimse kendini Han
ilan edemez. Bu çocuklar da ancak kurultay kararı ile Han olabilir.
 Düşmanlar teslim olmadıktan sonra onlarla barış yapılamaz.
 Ordu 100, 100, 10.000 kişilik kıtalardan oluşacaktır. Silahları muhafazaya
memur, subay ve askerlere silahlarını elden teslim eder. Savaşın sonunda
askerler silahlarını depoya iade eder. Askerler silahlarını birde kışın ava
gitmek için alabilirler.
 Saray ve ordu kışın yiyecek bulabilmesi için halk Mart’tan Ekim’e kadar
geyik, ceylan vs, avlayamaz.
 Hayvanların kanı ve bağırsakları tüketilebilir.
 Harbe gitmeyenler genel hizmetlerde ve hafta da bir gün de Han’ın
hizmetinde çalışacaktır.
 Çaldıkları şey önemli ise hırsız idam edilir. Fakat değilse 7 ila 700 değnek
vurulur. Bununla beraber çalınan malın dokuz kat değerini ödeyenler
dayak cezasından kurtulurlar.

32 Mustafa Rahmi, a.g.e., s. 105-107. ; Timurlenk, a.g.e., s. 105-106. ; Emrullah Tekin, a.g.e., s.15-16.
33 Halil İnalcık, “Türk Tarihinde Türe (Töre) ve Yasa Geleneği”, Doğu Batı Makaleler 1, Doğu Batı
Yay., Ankara 2005, s.73.
34 CurtAlınge, Moğol Kanunları, Çev. Çoşkun Üçok, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,

Ankara 1967, s.31.

312
 
 
 
 
 
 
Timur’un Tüzüklerine Kısa Bir Bakış 
——————————————————————————————
 Moğollar ve Tatarlar kendi millettaşlarından köle edinemezler. Başkasının
kölesine sahibinin izni olmadan kendi hizmetinde kullananlar idam olur.
Kaçan bir köleye rastgelen kişi, onu sahibine getirmeye memurdur.
Getirmeyen idam cezasına mahkûm olur.
 Erkek, birinci ve ikinci derecede yakın akrabasında olmamak şartıyla eşini
satın alacaktır. İdare edebileceği kadar zevce ve cariye satın alınabilir.
 Gayrimeşru münasebette bulunan kadınlar idam olunur. Böylelerini
görenler öldürebilirler.
 İki aile ölen çocuklarını, o ölenler için düğün merasimi yaptırarak
evlendirebilirler. Bu evlenme muteberdir.
 Casuslar, yalancı şahitler, sihirbazlar idam olunur.
 Hırsızlığı sabit olan kethüda idam edilir. Hırsızlığı az ise Han’ın huzuruna
çıkacaktır.
 Muhafızların ve asilzadelerin aynı kabahati dokuz defaya kadar
affolunabilir.
 Gök gürlerken suya girmek yasaktır.

313
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Hasta Adamı Kurtarma Arayışları

Abdullah TOK 
——————————————————————————————
ÖZET
Bünyesinde birbirinden farklı ırk, din ve mezhepten topluluklar barındıran
Osmanlı İmparatorluğu içerden ve dışarıdan gelen olumsuzluklar sonucu eski ihtişamını
kaybedip yıkılış tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve bu yıkılış tehlikesine karşı çeşitli
çözümler aranmıştır. İmparatorluğu kurtarma adına gelişen ve uygulanmak istenen
Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük sonuç itibariyle başarılı olamamış fikirler
olarak kalmış ve en nihayetinde imparatorluk yıkılmıştır. Bu fikirlerden olan Osmanlıcılık
gayrimüslim milletlerin Osmanlı Devletinden ayrılmasıyla başarısızlığa uğramış ve bunun
yerine İslamcılık politikasına umut bağlanılmıştır. II. Abdülhamit ile özdeşleşen İslamcılık
fikri Arapların Osmanlıya sırt çevirmesiyle hayal olmuştur. Balkan Savaşları sonucunda
yalnız kalan Türkler ise Türkçülük fikrine sarılmışlardır. Türkçülük fikri bir nevi bütün bu
yaşananlara karşı bir tepki olarak doğmuştur. Batıcılık fikri ise çok uzun seneler tartışma
konusu olmuştur. Burada tartışılan batının sadece tekniği mi alınacak yoksa batı medeniyeti
her şeyiyle mi alınacak konusudur. Batı emperyalizmine karşı kurtuluş mücadelesi veren
Mustafa Kemal Atatürk ulusal bir devlet kurmayı başarırken devletin temellerini kültür
birliğine dayandırmıştır. Atatürk, hedef olarak da batı medeniyetini göstermiştir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Düşünce Akımları, Osmanlıcılık, İslamcılık,


Garpçılık, Türkçülük

——————————————————————————————
Osmanlı Devleti, altı yüz yılı aşkın bir süre yaşamış ve dünya tarihine
damga vurmuş büyük bir imparatorluktur. Osmanlı İmparatorluğunun toprakları
Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya kadar uzanmış yine buna paralel olarak bünyesinde
birden çok ırk, din ve mezhepleri barındırmıştı. İmparatorluğun güçlü olduğu
dönemlerde bu kozmopolit yapısı sorun teşkil etmezken daha sonra bu durum
başını çok ağrıtacaktır. Fransa’da çıkan milliyetçilik fikri ve Avrupalı devletlerin
sömürgeci politikaları imparatorluğu hızla yıkılışa götürecektir. İmparatorluğun
çöküşünde içerde yaşanan sorunlar da elbette çok etkili olmuştur. Bu sorunların
başında bağnazlık, dünyadaki gelişmeleri takip etmeme, yetersiz yöneticiler ve
rüşvet gelir. Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sürecine girmesi ile beraber bunun
önüne geçmek için fikir akımları da ortaya çıkacaktır. Osmanlıcılık, İslamcılık,
Batıcılık ve Türkçülük gibi fikir akımların her biri çöküntüye doğru giden
Osmanlıyı ayakta tutma uğraşı vereceklerdir. Bu fikir akımlarından Osmanlıcılık,

Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi,
[abdtok@hotmail.com]
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
İslamcılık ve Turancılık bir ütopya olarak kalırken Türkçülük ve Batıcılık fikirleri
yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde önemli bir yer edinmişlerdir.

Tarihimiz açısından Meşrutiyet dönemi çok önem arz eden bir süreçtir. Bu
dönemde her türlü fikir doruk noktasına ulaşırken batılı fikirler de ülkeye girmiştir.
Bunun yanında Osmanlıyı kurtarma çareleri ve fikir akımları da ön plana çıkmıştır.
Burada başrolde aydınlar olmuştur. Bu fikir akımlarını savunan aydınlar yaşanan
olaylara uzak durmamış ve yaşanan bu kötü süreçten kurtulma çareleri
aramışlardır. Bu fikirlerin hepsi de “Osmanlı İmparatorluğu bu durumdan nasıl
kurtarılabilir?” sorusunun cevabını aramışlardır. Meşrutiyet aydınları bu fikirlerin
içinde yer almışlardır; fakat bu fikir akımları içerisinde hiç yer almayan aydınlar da
yok değildir. En azından bu fikir akımlarından birine ait olduklarını iddia
etmemişlerdir. Örnek olarak Tevfik Fikret, Ali Kemal ve Nüzhet Sabit’i bunlara
örnek olarak gösterebiliriz. Bu kişiler her ne kadar bu akımların içinde yer
almasalar da bu akımlarla ilgili düşüncelerini belirtmekten geri kalmamışlardır.
Fikir akımlarına mensup kişiler genel itibarıyla Abdülhamit yönetimine karşı
mücadele etmişler ve hürriyetçidirler. Bunların içinde irticai şahsiyetler de vardır.
Bu fikir akımlarını yürüten kadronun 1922’ye kadar etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti döneminde de aktif rol oynamış
kimselerdir. Örneğin; Ziya Gökalp, M. Şemsettin(Günaltay), Fuat Köprülü, Celal
Nuri, Abdullah Cevdet ve Mehmet Akif gibi kişiler Cumhuriyet döneminde de
etkin olmuşlardır1. Bu aydınların bir kısmı siyasette bir kısmı da fikir hayatında
önemli görevler üstlenmişlerdir.

Bu dönemde Osmanlıcılık, İslamcılık, ve Türkçülüğü aynı kota içinde


birleştirme çabaları da olmuştur. Bunun yanında tam bir fikirde karar kılamayanlar
da vardır. Örneğin Yusuf Akçura II. Meşrutiyetten dört yıl önce yayınladığı Üç
Tarz-ı Siyaset eseriyle Türkçülük, İslamcılık, ve Osmanlıcılık fikirlerini tartışmış
ve bunların artı ile eksi yanlarını analiz etmiştir. Fakat kendisi de bu fikirlerin
herhangi birinde tam karar kılmış değildir. Akçura, hangi fikrin yarar getireceği
konusunda emin değildir2. Hemen şunu da belirtelim ki Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı
Siyaset makalesinde Türkçülük fikrini Osmanlı Devleti aydınlarına sunmuştur.
Yusuf Akçura, burada Osmanlıcılık ve İslamcılığı Türkçülük fikrinden ayırmıştır3.

1 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, Arba Yayınları, İstanbul,
1996, ss.75-77.
2 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK, Ankara, 1998, ss.24-36.
3 Sina Akşin v.d., Türkiye Tarihi III:Osmanlı Devleti 1600-1908,(yay.yönetmeni:Sina Akşin), Cem

Yayınevi, İstanbul,1997, s.339.

315
 
 
 
 
 
Abdullah TOK 
——————————————————————————————
Ziya Gökalp de üç fikir akımı arasında hiçbir terslik görmeyip üç fikrin de
birbirini tamamlar nitelikte olduğunu düşünmüştür4. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak”, fikri onun üç fikri beraber yaşatmak istediğini de
gösterir niteliktedir. Fakat Arapların da imparatorluktan ayrılmasıyla İslamcılık
fikri etkisini kaybedecektir. Ziya Gökalp 1919’dan sonra acı gerçekle karşılaşınca
o da Atatürk’ün politikasını benimsemek durumunda kalmıştır5.

Osmanlı Devleti tarihine baktığımızda imparatorluğun son yüzyılı dış


baskıların altında geçtiğini görürüz. Aslında imparatorluğu en çok zorlayan durum
da buydu. Nitekim Osmanlı Devleti varlığını koruyabilmek için çabalarken
Avrupalı devletler de Osmanlının çağdaşlaşması için sürekli baskı yapıyordu. Fakat
ne yazık ki Avrupalılar bunu kendi amaçları doğrultusunda yapmak istiyorlardı.
Avrupalılar özellikle azınlıkları kullanıp bölgede nüfuzlarını kurmak ve bölgeyi
paylaşmak istiyorlardı6. Bu nedenle Avrupalılar ısrarla azınlıklarla ilgili
Osmanlı’ya baskı yapıyorlardı. Osmanlı da bu oyuna karşı azınlıkları ve
gayrimüslimleri çıkardığı yasalarla devlete olan bağlılıklarını sağlamlaştırmak
istiyordu ki bu çaba nafile idi; Zira Avrupalı ülkelerin amacı gayrimüslimlerin
zararlı faaliyetlerini rahat yapabilecekleri bir ortam oluşturmaktı. Bu bağlamda
kurtarıcı olarak gelişen fikir akımları bir sonuç vermemiştir. Biz de şimdi kısaca bu
fikir akımlarını tek tek inceleyeceğiz.

1. Osmanlıclık
Osmanlıcılık fikrinin temellerine baktığımızda bunun II. Mahmut
dönemine kadar gittiğini görebiliriz. Özellikle imparatorluğun bütünlüğünü
korumak ve ayrılmaların önüne geçmek için Osmanlıcılık fikri ön plana
çıkartılmıştır. Bunun somut örneklerini de II.Mahmut’un sözlerinde ve
davranışlarında görebiliyoruz. II.Mahmut’un kiliselerin tamirine para ayırması ve
“Tebaamın farkını sadece Camilerde, Kiliselerde ve Sinagoglarda görmek isterim”
şeklindeki sözleri bunun bir göstergesidir. Yine Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı
ve Kanunun-i Esasi’de de Osmanlıcılık fikri doğrultusunda adımlar atıldığını
görebiliyoruz. II.Abdülhamit devrinde baş gösteren Jön Türk hareketinde ise farklı
düşünceler bir birileriyle çatışmıştır. Bu dönemdeki Osmanlıcılık anlayışı ise
farklılık göstermiştir. Ahmet Rıza’nın Osmanlıcılık anlayışı buna örnek
gösterilebilir. Ahmet Rıza’nın Osmanlıcılık anlayışı genel olarak Türklüğü ön
plana çıkartırken İsmail Kemal Bey ise Osmanlıcılığı azınlık milliyetçiliğine araç
olarak algılamaktaydı. Abdullah Cevdet ise herkesin her alanda eşit olduğu ve

4 Mete Tunçay v.d., Türkiye Tarihi IV:Çağdaş Türkiye 1908-1980,(Yay.yön:Sina Akşin),Cem


Yayınevi, İstanbul, 2000, s.38.
5 Ergün Aybars,”Atatürk ve İnkılâpçılık”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi I/2,Dokuz

Eylül Üniversitesi Basımevi, 1992, s.3.


6 Tunçay,a.g.e., s.38.

316
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
Türkçe konuştuğu bir Osmanlı düşüncesindeydi. Ona göre halkın ortak bir çıkar
içerisine girmesi gerekiyordu. Yine Prens Sabahattin ise idari anlamda yerinde bir
yönetim anlayışı savunmuş ve bütün halkların ortak bir çıkar ve kardeşlik anlayışı
etrafında birleşmeleri gerektiğini savunmuştur. II.Meşrutiyet ile beraber
Osmanlıcılık daha da ön plana çıkmıştır. Bu dönemde Osmanlıcılığı kendi parti
programlarına koyanlar da vardı. Osmanlı Ahrar Fırkası, Osmanlı Demokrat
Fırkası, Mutedil Hürriyet Perveran Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fıkrası bunlara örnek
olarak gösterilebilir. Bunların genel olarak üzerinde durdukları konu farklı halkları
ortak bir çıkar etrafında birleştirmek ve bu grupları eşitlemekti. Konuşulacak dil
konusunda ise farklar daha belirgindir. Bir grup Türkçeyi resmi dil ve eğitim dili
olarak ön plana çıkartırken bazı guruplar ise farklı dillerin aynı anda kullanılmasını
savunmuştur. Bu konuda Süleyman Nazif de Osmanlı’da sade bir ırkın olmadığını
bütün ırkların karıştığını ve herkesin artık yeni bir ırk haline gelen Osmanlı
olduğunu bu nedenle herkesin Osmanlıcılık fikri etrafında birleşmesi gerektiği
belirtmiştir. Kısaca Osmanlıcılık fikri ilk ortaya çıkan akımdır. Başta dinsel
ağırlıklı olmuştur. Yani bütün herkesin Allah’ın kulu olduğu ve herkesin otorite
karşısında hak ve adalet konusunda eşit olduğu anlayışı ön plandadır. Burada halk
pasif konumdadır. Meşrutiyetle beraber halkın yönetime katılma fikri de gelişme
göstermeye başlamıştır. İlk etapta Osmanlı’nın homojen yapısına dikkat çekilip
Türkçülüğün imkânsız olduğuna değinilmiştir. Burada İslamcılık fikri de
mevcuttur. Örneğin Namık Kemal Osmanlıcılığı savunurken İslamcılık fikrinin de
kaynağı durumunda idi. Bu fikirlerin dağılmayı önleyememesi nedeniyle bütün
bunlara tepki olarak Türkçülük anlayışı ön plana çıkacaktır7.

Bu dönemde Osmanlıcılık fikri İmparatorluk içindeki farklı din ve ırktaki


grupları bir arada tutmanın tek çaresiydi. Fakat bu fikrin uygulanması çeşitli
nedenlerden dolayı imkansız hale gelmiştir. Bu noktada devletin içinde bulunduğu
ekonomik çöküntü, batılı devletlerin sömürgeci emelleri ve zararlı faaliyetleri,
milletlerin bağımsızlık isteği gibi etkenler bu fikri baltalayan etkenlerdir. Ulus
devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinde ise kültür birliği temel alınmıştır.

Sonuç olarak Osmanlıcılık, ayrılıkçı isyanları durdurup ülkenin


bütünlüğünü korumak için ülkede yaşayan farklı milletleri aynı çatı altında
birleştirmeyi ve ayrılmaların önüne geçmeyi hedefliyordu8. Osmanlıcılık fikri yeni
Osmanlılar muhalefeti ile başlamış ve Jön Türk muhalefeti ile sürmeye devam
etmiştir. Osmanlıcılık fikrine 1876 Anayasası ile yaklaşılmıştır. Burada toplumu
bütün olarak Osmanlı çatısı altında birleştirme hedeflenmiştir. Tabi Jön Türklerin

7 Selçuk Akşin Somel “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913),” Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt I, (Ed:Tanıl Bora, Murat Gültekingil) , İletişim Yayınları, İstanbul,
2009, s.s 88-115 .
8 Durmuş Yalçın v.d, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2008, s.13.

317
 
 
 
 
 
Abdullah TOK 
——————————————————————————————
projeleri birbirinden farklıydı. Aralarında tam birlik yoktu. Bu dönemde en çok
birleştikleri nokta meşrutiyetti. II. Meşrutiyette İttihad ve Terakki, merkeziyetçi ve
Türkçü bir yönetim sergileyince Osmanlıcılık, muhaliflerin çoğulculuğu savunma
aracı halini almıştır. Nihayetinde Balkan Savaşları’nın çıkması ve kaybedilen
topraklar Osmanlıcılığın bir hayal olduğu ve Türklerden başka kimseyi
bağlamadığı durumunu net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bu gelişmelerle
beraber Osmanlıcılık fikri iflas etmiştir9. İmparatorlukta yalnız kalan Türkler de
adeta bir ölüm kalım savaşı sonucu yepyeni bir devletle yollarına devam etmeyi
başarmışlardır.

2. İslamcılık
İslamcılık fikri diğer fikirler gibi bir kurtuluş reçetesi niteliğinde ortaya
çıkmıştır. II. Abdülhamit Genç Türklerin Meşrutiyet’e dayanan Osmanlıcılığına
karşı istibdada dayanan İslamcılığı devreye sokmuş ve bunu hem içte hem dışta
kullanmaya çalışmıştır. İslamcılık bir nevi Abdülhamit ile özdeşleşmiştir.
Abdülhamit’in İslamcılık fikrine sarılmasının çeşitli nedenleri vardır. Birincisi
Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan Devletler ile olan ilişkisinin
bozulduğunu görmüştür. Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin meclisi açıp
Kanun-i Esasi’yi ilan etmesine rağmen bunu alaya almışlardır. Bunun yanında
Rusya sözde Hıristiyanların haklarını korumak bahanesi ile Osmanlı’ya saldırmıştı.
İkinci neden ise Avrupalı Devletler durmadan Osmanlı’daki Hıristiyanları bahane
edip Osmanlı’nın içişlerine karışması ve Hıristiyanlar adına eşitlik istemesi. Diğer
bir neden de Müslüman memleketlerin sömürgeci devletlerce istila edilmesidir.
Dördüncü neden ise İslam Dünyasında İslam birliği lehinde fikirler ortaya
çıkmasıdır. Bu gibi nedenlerden dolayı İslamcılık fikri uygulanmak istenmiştir10.
Burada temel hedef İslami kurallara daha sıkı bağlanmaktan ziyade Müslümanları
halifelik çatısı altında tutmak ve Osmanlı Devleti içerisindeki Müslümanların
ayrılmalarını önlemektir. Yoksa İslam’a daha sıkı sıkı bağlanma isteği Osmanlı
Devletinde başından beri mevcuttu.

İslamcılık fikrinin önemli savunucularının başında Cemaleddin Afgani


gelir. Cemaleddin Afgani’ye göre Hıristiyanlık alemi çeşitli ırk ve mezheplerden
oluşmasına rağmen bunlar Müslümanları ortadan kaldırmak için tam iş birliği
içindedir. Cemaleddin Afgani’ye göre Haçlı zihniyeti bütün hızıyla devam
etmektedir. Hıristiyan dünyası Müslümanlar ve İslamiyet’e nefretle bakmaktadır.
Dünya hukuk kuralları Müslüman devletlere uygulanmamaktadır. Zira
Müslümanlara barbar oldukları gerekçesiyle saldırılırken aynı zamanda bu

9 Sabri Sürgevil, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir, s.s. 231-

232.
10 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VIII, TTK ,Anakara 2011,ss.539-542.

318
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
devletler İslam devletlerinde yapılması düşünülen yeniliklere karşı çıkıyorlar ve
hatta buna engel olmak için savaşmayı bile göze alıyorlar. Avrupalı devletler kendi
ülkelerinde milliyet ve vatanseverliği göklere çıkartırken aynı şeyi doğu yaptığı
zaman bunu bir taassup olarak görüyorlar. Cemaleddin Afgani bütün bunlara karşı
İslam birliğinin kurulmasını ve Avrupa’daki teknik ile düşüncenin öğrenilmesi
gerektiğini savunmuştur11. Ne yazık ki Avrupa’nın bilim ve tekniğini alma
düşüncesi pek de başarıya ulaşamamıştır. Batı, Doğudaki bilimin ışığından
etkilenip aydınlanırken Doğu, elinde yanan kandili söndürmüştür. Doğu dünyası
düşünme ve bilimi ikinci plana attığı için Avrupa’nın gerisinde kalmıştır.

Cemaleddin Afgani, yukarda saydığımız fikirleri savunurken bu fikirler


İstanbul’da da etkisini göstermeye başlayacaktır. Cemalleddin Afgani, İstanbul’a
gelip II. Abdülhamit ile tanışır. Cemaleddin Afgani, Abdülhamit ile İslamcılık ile
ilgili bilgi alışverişinde bulunulacak ve II. Abdülhamit, Cemaleddin Afgani’nin
fikirlerden fazlasıyla etkilenecektir. II. Abdülhamit her yönüyle İslamcılığı
savunurken hukuk alanında bir sıkıntı olduğunu da görmüştür. Osmanlı’da
Hıristiyan ve Musevi gibi dinler de olduğu için İslam’ın hukukunu bunlara
uygulamak zor olmuştur. Osmanlının bu kötü duruma düşmesine bir sebep de bir
din birliği olmamasıdır. Eğer bütün Müslümanlar birlik olursa İslam
İmparatorluğunda da İslam Hukuku uygulanacak ve başarılı olma şansı çok daha
yüksek olacak. Abdülhamit, Cemalleddin Afgani’nin fikirlerinden etkilenmiş ve bu
doğrultuda adımlar atmıştır. Abdülhamit, padişah ve sultan yerine Emir-ül
Müminin ünvanını kullanmaya başlamıştır. Abdülhamit yine iç idarede de özellikle
Araplara ve Arapçaya daha çok önem vermiş ve hatta bir ara da Arapçayı resmi dil
olarak kullanmak istemiştir. Yine Berlin Kongresi’nden sonra vilayetlerin Salname
tasniflerine Edirne yerine Hicaz vilayetlerinden başlanılmıştır. Bunun yanında
büyük Arap aşiretlerinin çocukları için İstanbul’da bir okul açmış ve bütün
giderleri karşılanmış aynı zamanda onlara maaş da bağlanılmıştır12. Bütün bunlar
İslamcılık politikasına ağırlık verilmesi ve batıya karşı Müslüman Araplarla
yakınlaşma çabaları sonucu doğmuştur. Tabi İslamcılık fikrinin vilayetlerin
sıralamasını değiştirmek, Arapların zengin aile çocuklarını okutmak ve Emir-ül
Müminin ünvanını kullanmakla başarıya ulaşma şansı zaten çok zordu.

II. Abdülhamit dış siyasette İslamcılığı kullanırken başlıca iki amacı vardı.
Birincisi Osmanlı Devleti’nin varlığını korumaktı. İkinci amacı ise halifelik çatısı
altında Dünya İslam Birliğini kurmaktı. Abdülhamit milliyetçilik fikirlerine karşı
gelmiş ve bunların İngiltere’nin bir oyunu olduğunu savunmuştur. Ona göre
İngiltere, milliyetçilik fikirleri ile Arabistan’ı, Arnavutluk’u ve Suriye’yi

11 Karal, a.g.e., s.543.


12Karal, a.g.e.,ss. 544-546.

319
 
 
 
 
 
Abdullah TOK 
——————————————————————————————
ayaklandıracak yine Mısır’da da ayaklandırma çıkartıp Halifeliği Mısır Hidivi’ne
geçirtecek ve bu da din birliğini zedeleyecek. Nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu
çökertilecektir. Abdülhamit halifeliği hem din birliği hem Müslüman birliği için
kesin olarak gerekli görüyordu. Abdülhamit kendisini dünyadaki 230 milyon
Müslüman’ın başı olarak görmekteydi. Abdülhamit İslam dünyasındaki mezhep ve
tarikatları da birleştirip güçlü bir birlik kurmak istemiş ve halifenin emriyle
Müslümanların İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı ayaklanıp güçlü özgür bir İslam
birliği kurma hayalini kurmuştur. Bu nedenle bölgelere ajanlar da gönderip büyük
bir propaganda başlatmıştır13. Abdülhamit bütün bunların yanında Almanya’yı
kendine yakın görmüş ve Almanya ile yakınlaşmıştır. Abdülhamit Almanya’yı
karakter olarak yakın görmüş ve II. Wilhelm ile çok yakın ilişkiler kurmuştur.
Almanya’nın daha önce Müslümanlar ile savaşmaması da Abdülhamit’in gözünde
önemli idi. Buna paralel olarak Abdülhamit demiryolu inşasını da Almanlara
vermiştir. Abdülhamit Bağdat ve Hicaz gibi memleketlerle demiryolu ile de
bağlantı kurup Halifeliğini ve İslamcılık düşüncesini iyice pekiştirmek istiyordu. II.
Abdülhamit İslamcılık fikri doğrultusunda faaliyet gösterirken Genç Türkler daha
farklı bir tavır sergilemişler. Özellikle İttihat ve Terakki İslam birliği ve
Müslümanlığa gönülce destek verirken bu politikanın yarar getirmeyeceğini
savunmuşlardı. II. Abdülhamit İslamcılık fikrini kurtuluş için vasıta olarak
kullanırken İttihat ve Terakki bunun yarar getirmeyeceğini bunun daha çok zarar
getireceğini savunmuştur14.

II.Abdülhamit’in bunları yaparken yanıldığı noktalar da yok değildi.


Örneğin kendisini 230 milyon Müslüman’ın başı olarak görürken Müslümanlar için
durumun tam da öyle olmadığını söyleyebiliriz. Yine Arapları ön plana çıkarıp
onlara sarılırken Arapların Osmanlı ile bağlarını kopartmak istediğini görüyoruz.
Abdülhamit’in yanıldığı bir diğer nokta da Almanları kendine yakın görmesiydi.
Oysaki Almanların da gözü Osmanlı topraklarındaydı. Teoride iyi olarak gözüken
Abdülhamit’in İslamcılık politikası uygulamada ne yazık ki başarıya
ulaşamamıştır.

İslamcılık fikrini savunucularına baktığımızda karşımıza iki gurup çıkar.


Birinci gurup muhafazakâr İslamcılardır. Bu gurupta Şeyhülislam Musa Kazım ve
Mahmut Esat gibi kişiler vardır. Bu guruptaki kişiler İslami kanunların en katı
şekilde uygulanması gerektiğini savunurken Mehmet Akif, M. Şemsettin(Günaltay)
ve Sait Halim Paşalar gibi kişiler ise batının bilim ve teknolojisinin alınabileceğini
savunurken hukuk, devlet, gelenek ve eğitim gibi unsurlarda İslam’a bağlılığın
temel alınmasını gerektiğini savunmuşlardır. Ziya Gökalp ise şeriatın iki eksenli

13 Karal,a.g.e.,ss. 546-547.
14 Karal,a.g.e., ss. 549-550.

320
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
olduğunu bunlardan birinin Nas (Kur’an ve Sünnet) diğerinin Örf (Hukuk) olduğu
ve örfün değişebileceğini belirtmiştir15. Bütün bu gelişmelerden sonra Halifenin
cihat ilan etmesine rağmen Araplar, İngiliz ve Fransızlarla anlaşınca ve dünyada
laik yönetimler ön plana çıkınca İslamcılık fikri de bir ütopya olarak kalmıştır16.

3. Garpçılık (Batıcılık)
Osmanlı Devletinde görülen Batılılaşma hareketleri bir zorunluluktan
kaynaklanır. Osmanlının içine girdiği bunalım onu kurtuluş çareleri aramaya sevk
etmiştir. Bu dönemde batının özellikle teknik olarak çok üstün hale gelmesi
Osmanlıyı batıya yöneltti. II. Meşrutiyetle beraber batılılaşma sistematik bir hale
getirilip toplumun temel sorunu olarak sunulmuştur17. Aslında Osmanlı
İmparatorluğunda batılılaşma çabaları çok daha eskiye gider. Osmanlı
İmparatorluğu Avrupalı devletlere karşı savaş meydanında yenilgiler almaya
başlayınca bunun sebeplerini araştırmaya başlayacaktır. Burada batının silah ve
askeri olarak üstünlüğü görülmüş ve Osmanlı İmparatorluğu da askeri alanda
yenilik yapmaya başlamıştır. Oysaki Avrupa’nın üstünlük sebebi ordu değil bilim
ve düşüncede ulaştığı dereceydi. Savaş meydanlarında kazanılan zaferler bilim ve
düşüncenin bir meyvesiydi. Osmanlı devlet adamlarının gözden kaçırdıkları önemli
nokta da buydu. Osmanlı devlet adamları ihtiyaç olarak gördükleri askeri
yenilikleri Avrupa’dan tereddütsüz alırken bilim ve düşünce konusunda aynı şeyi
yapamamışlardır.

Garpçılık akımı İçtihat Dergisi başta olmak üzere bazı dergilerde ortaya
atılıp tartışılmıştır. Garpçılar arasında genele olarak bir fikir birliği olmazken
bunlar içtihat dergisinde batılılaşma ile ilgili önemli tezler ortaya atmışlardır. Bu
yazılarda neden geri kalındığını büyük bir açıklılıkla tartışıp en büyük sorumlu
olarak aydınları görmüşlerdir. Garpçılar genel olarak iyimser olup uçurumun
kenarına gelmiş imparatorluğun kurtulabileceğini belirtmişler. Batıcalar Osmanlı
İmparatorluğunun geri kalmaktan ancak batı ilmiyle kurtulabileceğini ve bu
sorunların ortadan kaldırılabileceğini belirtmişlerdir. Eğer bu yapılırsa bütün
hatalar anlaşılıp çözümler üretilebilecektir. Onlara göre Osmanlının tek kurtuluş
çaresi batılılaşmaktır. Garpçılar Batı Nedir? Sorusunu sorup bunun cevabını da
aramışlardır. Onlara göre batı öncelikle dost değildir. Merhameti yoktur. Batı,
karşısındakinin zaafından yararlanan faydacı bir toplumdur. Bütün bunlara rağmen
batı ekonomik ve sosyal yeniliklere sahip ileri bir toplumdur. Onlara göre batı
refah içinde ve bir çok yönden son derece güçlüdür. Her türlü teknik ve sosyal
gelişmişlik mevcuttur. Bu nedenle Avrupa dünyaya hükmetmektedir. Bu yüzden

15 Sürgevil, a.g.e.,s.234.
16 Yalçın v.d., a.g.e.,s.16.
17 Sürgevil, a.g.e., s.234.

321
 
 
 
 
 
Abdullah TOK 
——————————————————————————————
Osmanlı da yüzünü batıya çevirip batılılaşmalıdır. Batı dışında başka bir medeniyet
mevcut değildir. Fakat bu batılılaşma bilinçsizce bir taklit olmamalıdır. Bu noktada
Garpçılar Avrupa’dan neler almalıyız sorusunu soracaklar; fakat burada farklı
fikirler ortaya atılacaktır. Genel itibari ile Osmanlı toplumunu batının bilim ve
tekniği ile donatmak ve batının ekonomik ile sosyal hayatını almak fikri ön plana
çıkmıştır. II. Meşrutiyet ile beraber batıdan alınacak şeyler konusunda tartışmalar
alevlenmiştir. Batıcılardan bir kısmı batının sadece teknik olarak üstün olduğunu
ahlaki olarak ise geri olduğunu bu yüzden sadece tekniğinin alınmasını isterken bir
gurup da batının her şekliyle alınmasını gerektiğini savunmuşlardır. Celal Nuri’ye
göre medeniyet iki türlüdür. Biri teknik ikincisi gerçek medeniyettir ki batı teknik
medeniyette ileridedir ama gerçek medeniyette ileri değildir ve bu nedenle batıdan
sadece teknik medeniyet alınmalı. Japonya, buna örnek olarak gösteriliyordu. Tabi
Osmanlı yöneticileri bu ayrımı yapamamışlar ve bu nedenle başarıya
ulaşamamışlardır. Celal Nuri’nin bu tezine karşı Abdullah Cevdet ise batının her
şeyiyle alınması tezini savunmuştur. Ona göre batı medeniyeti bir bütündür ve bu
medeniyet gülü ve dikeni ile alınmalıdır. Böylece batıcılar arasında da fikir
ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kılıçzade Hakkı ise dinin bir amaç değil araç olduğunu
sadece dini reform ile devletin kalkınamayacağını savunmuştur. İktidar çevresi
İslamcı-Milliyetçi bir programa taraftardılar. Bu nedenle Garpçılığa karşı
mesafeliydiler. Bunun sonucunda garpçılık büyük bir tesir yaratmamıştır.
Abdullah Cevdet ve Celal Nuri gibi kişiler Cumhuriyet Döneminde de
faaliyetlerine devam etmişlerdir. Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı TBMM’de
milletvekili olmuşlardır. Abdullah Cevdet ise Mütareke yıllarında İctimai
Muavenet Umum Müdürü idi. Bu arada Abdullah Cevdet, Cumhuriyet’in ilanından
sonra da ilginç bir tez daha savunmuştur. Bu tez “ Türk kanına kan ilavesi” tezidir.
Abdullah Cevdet’e göre Türk kanına evlilik yoluyla Alman ve İtalyan kanı
katılmalıydı18. Abdullah Cevdet’in özelikle bu tezi çok büyük tepki çekmiştir. Bu
tez bir nevi Türkleri hor görme şeklinde algılanmıştır. Nitekim üstünlüğün kanda
görülmesi büyük bir yanılgıydı. Zira üstünlük bilim, teknik ve iyi ahlakla olur. Bu
noktada Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de “Muhtaç olduğun kudret
damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözü çok anlamlıdır. Sonuç olarak Garpçılık
fikri de Osmanlıyı kurtaramamıştır ama yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
yüzü Mustafa Kemal Atatürk tarafından batı medeniyetine çevrilmiş ve batıya
rağmen sağlam temeller üzerine oturtulan uygar bir devlet ortaya çıkartılmıştır.
Atatürk, batılılaşmanın en ideal yolunu takip edip başarıya ulaşmıştır.

18 Tunaya, a.g.e., ss.78-81.

322
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
4. Türkçülük
Osmanlı Devletinin buhranlı döneminde bu devlet nasıl kurtulur sorularının
karşısına cevap olarak gelen bir fikir akımı da Türkçülük akımıdır. Osmanlı
Devletinde Türk olmak çok da önemli bir durum değilken Osmanlı Devletinde
ayrılmaların başlamasıyla Türklerde milliyetçilik düşüncesi de yavaş yavaş
gelişmeye başlamıştır.

1897’de Türk-Yunan savaşı yaşanınca Osmanlıdaki bazı aydınların


milliyet duygusu kabarmıştır. Örneğin M. Emin Türkçe Şiirler adlı kitabında
Türklüğü ile övünen şiirler yazmıştır. Osmanlıda milliyetçilik duygusunun
güçlenmesinde yurt dışına giden öğrenciler, Kafkaslardan gelen aydınlar ile
imparatorlukta çıkan ayrılmalar etkili olmuştur19. Türkçülük fikrinin oluşmasında
ve gelişmesinde her ne kadar birden fazla neden gösterilse de en etkili nedeninin
Osmanlıda başlayan ayrılmaların olduğunu belirtmekte yarar vardır.

“Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusuna bazı aydınlar Türkleşmekle diye


cevap bulmuşlardır. II. Meşrutiyet Devrinde Türkçü kadrolar öncelikle Osmanlı
Devleti içinde şuursuzca yaşayan Türkleri bir millet haline getirmeyi amaçlamışlar.
Türkler, şuurlu bir millet bilincine ulaşınca saltanat da yeniden kuvvetlenecektir.
Güçlü bir oluşum oluşunca içerde bu sefer de ülke sınırları dışında aynı dil ve dine
mensup olup Türklerle birleşme yoluna gidilecektir. Bu fikir de Turancılıktır.
Türkçülük cereyanı daha sonra kurulacak Türkiye Cumhuriyetinin de bir nevi
temelini oluşturacaktır. Bu fikir kendini açık bir şekilde Müdafaa-i Hukuk
hareketinde gösterecektir. Meşrutiyet döneminde bu fikre liderlik eden Ziya
Gökalp’tır. Hemen şunu da belirtelim ki Müdafaa-i Hukuk doktrininde Turancılık
söz konusu değildir. Türkçülük fikrinin kaynağı Birinci Jön Türklere gitse de ilk
defa bu dağınık fikirleri sosyolojik bir metotla toplayıp sistemleştiren Ziya
Gökalp’tır. Türkçüler, millileşmeyi batılılaşmak ve batılı milletlerin seviyesine
çıkmak olarak da görmüşler. Onlar millileşmeyi batılılaşmanın önünde bir engel
olarak görmezler. Nitekim onlara göre Osmanlıda bir millet yoktur. Osmanlılık bir
devlet organizasyonudur. “Türk milleti var mıdır?”sorusuna ise şöyle cevap
verilmiştir: Avrupa, Osmanlıdaki her kötülükten Türkleri sorumlu tutmaktadır.
Yine içerde dışarıda ne tür bir yanlış yapılsa hemen Türkler sorumlu tutuluyordu.
Oysa Türkler daha var olduklarını bile bilmiyorlar ve milli bir idealden
yoksundular. Bütün bunların yanında Balkan Savaşlarında yaşanan hezimet
Türklere milliyetçilik fikrini aşılamıştır. İdealsiz bir milleti cesede benzeten
Türkçüler kesin olarak milli bir idealin gerekliliğini savunmuşlar. Türkçüler,
Türkleşmeyi milletin vücut bulması ve yeni bir sosyal inkılap olarak görmüşler.
“Yeni Hayat” fikrine göre dinde yapılacak reform ile hukuk ve bilim din karşısında

19 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, TTK, Ankara, 1988, ss.341-346.

323
 
 
 
 
 
Abdullah TOK 
——————————————————————————————
bağımsız olacak ve medreselerin ilim üzerindeki baskısı son bulacak ve devlette
laik bir yapı oluşturulacaktır. Yine demokratik bir milliyetçilik yapısı
oluşturulacak, halkçılık ön plana çıkartılacak ve vatan birliği fikri
sağlamlaştırılacaktır. Türkçüler aynı zamanda Batılılaşma fikrini de gütmüşlerdir.
Fakat onlara göre batıyı her şeyiyle almaya gerek yoktur. Öncelikle güçlü bir Türk
kültürü ile doğru ve sağlam bir inanç oluşturulacaktır. Batıdan da gerekli şeyler
ihtiyaç çerçevesinde alınacaktır. Türkçüler, Osmanlılığı ve İslamcılığı da
bırakmayıp üçlü bir sentez de oluşturmaya çalışmışlar20. Yusuf Akçura da salt
Türkçülük ile Türk birliği ve İslam birliğinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini
zira bunlar bir birine karıştırıldığında olumsuz sonuçları olacağını belirtmiştir.
Örneğin salt Türkçülük için çalışıldığında Müslüman halkın Türk ve Türk olmayan
olarak bölüneceğini bunun da toplumun zayıflamasına neden olacağını belirtir21.
Nihayetinde Türkçülük fikri de Osmanlıyı yıkılmaktan kurtaramamış ama bu fikir
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında başrol oynamıştır.

Sonuç olarak Osmanlı Devletinin yıkılma sürecine girmesi ile beraber


imparatorlukta Osmanlının kurtuluşu için çareler aranmış ve bu çareler uzun uzun
tartışılmıştır. Bu arayışlar sonucunda ortaya fikir akımları çıkmıştır. Bu fikir
akımlarının hepsi devleti yıkılmaktan kurtarmayı amaçlamışlardır. Fakat bu fikir
akımları imparatorluğu yıkılmaktan kurtaramamıştır. Bu amaçlarında başarılı
olamasalar da Türkçülük ve Batıcılık fikirleri Türkiye Cumhuriyetinin
Kurulmasında bir nevi rol oynamışlardır. Bu fikir akımları Cumhuriyete de intikal
etmiştir. Nitekim halen Türkiye’de particilik anlamında ana hizipleşme noktası
Batıcılık, Türkçülük-Milliyetçilik, İslamcılıktır. Senelerdir olduğu gibi bugün de
mecliste bunun örneği görülmektedir. Osmanlıcılık ise diriltilmeye dahi
çalışılmıştır. Ancak Batılı ülkelere bakıldığında parti hizipleşmelerinde asıl olanın
ekonomi olduğu göze çarpmaktadır. Nitekim siyasi temeli oturmuş olan Avrupa
ülkeleri daha çok ekonomiye kafa yormaktadır. Bu noktada geçmişte yaşanan
olaylardan ders alınması ülkenin geleceği açısından büyük önem arz etmektedir.

20 Tunaya, a.g.e., s.s.86-92.


21 Sürgevil, a.g.e.,s.243.

324
 
 
 
 
 
Hasta Adamı Kurtarma Arayışları  
—————————————————————————————— 
Kaynakça
AKÇURA, Yusuf , Üç Tarz-ı Siyaset,TTK, Ankara,1998.
AKŞİN,Sina v.d., Türkiye Tarihi III: Osmanlı Devleti 1600-1908, (yay.yönetmeni:
Sina Akşin), Cem Yayınevi, İstanbul,1997.
AYBARS, Ergün,”Atatürk ve İnkılapçılık”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları
Dergisi I/2,Dokuz Eylül Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1992.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt VIII, TTK, Ankara, 2011.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.Metin Kıratlı ,TTK, Ankara,
1988.
SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-
1913)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt I, Ed:Tanıl Bora, Murat
Gültekingil , İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
SÜRGEVİL, Sabri, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri , Ege Üniversitesi
Yayınları, İzmir, 2005.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri,
Arba Yayınları, İstanbul, 1996.
TUNÇAY, Mete, v.d., Türkiye Tarihi IV:Çağdaş Türkiye 1908-1980 , Yayın
yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000.
YALÇIN, Durmuş, v.d., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi
Ankara, 2008.

325
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Görünmeyen Hükümdarlar
(Timur Örneği)

Elif DEMİRTOK 
——————————————————————————————

ÖZET
Kadınların toplum yaşamındaki yerlerini belirlemede din, birçok şey etken
olmuştur. Orta Asya Türklerinde İslamiyet’i kabul eden diğer toplumlara nazaran kadın her
zaman devlet hayatının içinde olmuştur. Ziyafetler veren, elçileri kabul eden ve yeri
geldiğinde elçi olarak görevlendirilen bu kadınlar, Türkler için önemli olan ata binmeyi de
çok iyi bilirlerdi. Timurlular Müslüman olmasına rağmen, bu devletin egemenlik alanında
kadınının toplum yaşamındaki statüsünü belirlemede eski Türk ve Moğol adetleri
uygulanırdı. Timur, Cengiz Han soyuna mensup olan hanımlarla evlenerek ‘han damadı’
unvanını almış ve bu şekilde siyasal anlamda meşruiyetini elde etmeye çalışmıştır. Timur,
Devlet hayatında oldukça etkili olan bu kadınlar için Timur bağlar, bahçeler, saraylar ve
camiler yaptırmış, onlara suyurgaller vermiştir. Ayrıca Timurlu Kadınlara devleti idare
edebilecekleri kadar eğitim ve bilgi verilmesi de sağlanmıştır. Timurlu kadınlar, almış
oldukları bu eğitimler sonucunda devlet idaresinde her anlamda etkin hale gelmişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Timur Devleti’nde Kadın, Timur, Cengiz Soyu, Toplumsal


Yaşam.

Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği)

Tarih boyunca her şey zamana, mekâna, yaşanılan toplumun gelenek,


görenek ve dinine göre değişime uğramıştır. Nasıl ki geçmişten günümüze bilim ve
sanat gibi pek çok alanda değişmeler olduysa, insanoğlunun gördüğü değer de
tarihin pek çok döneminde farklı olmuştur. Bu değerin farkı sadece zamanın
geçmesiyle sınırlı değildir. Aynı yüzyıllarda yaşayan birçok toplumda insanoğluna
verilen haklar farklı olmuştur. Timurlular Devleti’nde kadının toplumsal hayattaki
yerine değineceğimiz bu çalışmada onları günümüzdeki kadınlarla kıyaslamaktan
ziyade, aynı yüzyılda yaşayan diğer toplumlardaki kadınlarla kıyaslayarak
aralarındaki yaşam farklarını anlatmaya çalışacağız. Zira eski toplumlarda kadının
toplumsal hayatıyla ilgili yargıda bulunurken, o günün koşullarını göz ardı ederek
günümüz ölçütleriyle değerlendirme yapmak, tarihi bir anlamla tahrif etmek
anlamına gelir.

Din, gelenek ve görenekler, kadınların toplumsal hayattaki yerini


belirlemede belki de en önemli etkenlerdir. Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe göre

 Ege Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3.Sınıf öğrencisi [demirtokelif@gmail.com]


 
 
 
 
 
 
Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği) 
—————————————————————————————— 
kadın, yasak meyvenin yenmesine neden olmuştur. Tanrı bu nedene kadının
çilesini arttırmıştır. İslamiyet’te ise bunu gibi inanışlar yoktur. Cahiliye döneminde
siyasi bit meta gibi alınıp satılabilen kadın, islamiyetle birlikte toplumda
sayılmaya başlanmış ve örneğin eğitim hayatlarında önemli gelişmeler olmuştur.
Hatta zamanla âlim kadınlar yetişmiştir.

Tarihsel açıdan değerlendirecek olursak, tüm bu bilgiler, kadınların


toplumsal yaşamdaki statüsünü birçok şeyin etkilediğinin göstergesidir. Timurlular
döneminde kadınlara bakacak olursak, onların, daha devlet kurulmadan etkili
oldukları görülmüştür. Bu durumu Timur’un ilk hanımı olan Olcay Terken
Aga’dan1 anlayabiliriz.

Timur’un soyu, aslen Moğollara dayanmaktadır. Moğolların büyük


çoğunluğunda olduğu gibi Timur ve ailesi de Türkleşmiş Moğol’dur. Timur’dan
önce Çağatay ulusunun başında Emir Kazagan bulunuyordu. Timur, Cengiz
soyundan olmadığı için kendisini Han ilan edememiş, bu yüzden Cengiz soyu ile
akrabalık kurmaya çok önem vermiştir. Bu amaçla, Emin Kazagan’ın torunu Olcay
Terken Aga ile evlenerek Cengiz soyu ile güçlü bir bağ kurmaya çalışmıştır. 1370
yılında Maveraünnehr hâkimiyetini elinde bulunduran Emir Hüseyin’in
faaliyetlerinde son verdiğinde, onun hareminde bulunan Kazan Han’ın kızı Saray
Mülk Hanım ile evlenip ‘Han damadı’ anlamına gelen Küregen (Gürgân) lakabını
almak suretiyle meşruiyetini kuvvetlendirmeye zorlamıştır.2 Timur, Cengiz
soyundan gelen eşlerini meşruiyet aracı olarak kullanmış. Bundan dolayı Timur
Devleti’nde kadınlar için Cengiz soyundan olmak her zaman ayrı bir ehemmiyet
taşıyordu.

Timurlularda Orta Asya Türklerinde İslamiyet’i kabul eden diğer


toplumlara nazaran kadın her zaman devlet hayatının içinde olmuştur. Devlet
görevlilerine ziyafetler veren, elçileri kabul eden ve yeri geldiğinde elçi olarak
görevlendirilen bu kadınlar, Türkler için çok önemli olan ata binmeyi de iyi
bilirlerdi. Silah kullanımını bilen bu kadınlar ok atarlar ve güreş yapmaktan da geri
kalmazlardı. Timurlular Müslüman olmalarına rağmen, onların döneminde kadının
toplum yaşamındaki statüsünde eski Türk ve Moğol adetleri uygulanıyordu. Bu
yüzden Timurlu kadınlarda kaç-göç meselesi yoktu. Diğer toplumlarda kadınlar
İslamiyet’in tesiriyle erkeklerden kaçarken, Timurlu kadınlar her yerde yüzleri açık
dolaşırdı.

1 Aga: prenses anlamındadır.


2 Altan Çetin, Ortaçağda Kadın, Lotus Yayınevi, Ankara, 2011, s.572.

327
Elif DEMİRTOK 
—————————————————————————————— 
Timurlu aristokrat kadınlara bakacak olursak, bunarın akla ilk gelenleri
hükümdar eşleri, hükümdarın kız kardeşleri, kız çocukları ve mirzaların eşleridir.3
Erkeklerle aynı konumda olan bu kadınlara çok büyük saygı gösterilirdi. Özellikle
Cengiz soyundan gelen Tuman Aga ile Saray Mülk Hanım çok büyük itibar
görürdü. Hanımlar umumiyetle seferlere de katılırlardı. Halil Sultan’ın hanımı Şad
Mülk, Şahruh’un hanımı Gevherşad Aga, Hüseyin Baykara’nın annesi Firuze
Begim ve hanımı Hatice Begim hükümdarlar üzerinde ve devlet idaresinde önemli
ölçüde söz sahibi olmuşlardı.4

Timurlu hanımlar eğitim konusunda da erkeklerden ayrı tutulmazlardı.


Hanedana mensup tüm kız çocuklarının yetiştirilmesi ve eğitimleri konusunda
gerçekten büyük bir ihtimam gösterilmekteydi. Yani doğumdan sonra annesinden
ayrılan kız çocukları da sütannesi ile beraber saraydaki büyük hanımlardan birinin
nezaretine verilir, eğitimlerine özen gösterilir ve hatta erkeklerde olduğu gibi
onlara da birer ateke5 tayin edilirdi. Böylece Timurlu kadınların da devleti idare
edecek mirzaları yetiştirebilecek ya da gerektiğinde devleti kendileri idare
edebilecek kadar eğitim ve bilgi sahibi olmaları sağlanırdı.6

Timurlu kadınlar aldıkları bu eğitimler sonucunda devlet idaresinde her


anlamda etkin hale gelmiş, büyük bir ihtişam içerisinde dâhil oldukları resmi
törenlerde aktif rol almışlardır. Bu husus, İspanyol elçi Clavijo’nun
seyahatnamesinden de açık biçimde anlaşılmaktadır. Semerkand’a elçi olarak
gelen Clavijo için Timur 13 Ekim 1404 yılında ziyafet vermişti. Clavijo bu ziyafet
esnasında Saray Mülk Hanım’ın ihtişamını şu şekilde anlatmıştır: ‘Timur’un baş
zevcesi olan Saray Mülk hanım otağından çıkarak geldi. Kırmızı ipekten yapılmış
altın sırma işlemeleri olan ve eteği yerde sürünmesin diye 15 kadın tarafından
tutulan uzun elbise giyiyordu. İnciler, yakutlar ve firuzelerle süslü miğferi andıran
bir başlığı vardı. Başının kenarında ise büyük inciler ve mücevherlerle işlenmiş
halis altından bir file bulunmaktaydı. Ayrıca üzerinde üç büyük yakut parlamakta
olup, bunlara bir de uzun bir tüy eklenmiş idi. Hanım huzura çıkarken bu tüy
dalgalanmakta ve güzelliğine güzellik katmakta idi. Siyah ve uzun saçları arkaya
serpilmiş, yüzünde ise beyaz bir krem tabakası (pudra?) vardı. Yüzüne güneş
vurmaması için tam başının üzerinde ipekten bir şemsiye açılmıştı. Maiyetinde

3 Çetin, a.g.e.,s.570.
4 İsmail Aka, Timurlular Devleti Tarihi, Berikan Yayınevi, Ankara 2010,
s.124,
5 Ateke; kız çocuklarının eğitimi için görevlendirilen kişidir.
6 Çetin, a.g.e., s.571.

328
 
 
 
 
 
 
Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği) 
—————————————————————————————— 
birçok kadının yansıra güvenliğini sağlayan harem ağaları da bulunmaktaydı.
Saray Mülk Hanım Timur’un yanına maiyetindeki kadınlarla birlikte oturdu’. 7

14. yüzyılda yaşamış olan Arap seyyah İbn Battuta Deşt-i Kıpçak8
seyahatinde gördüğü hanımlardan ve onların törene katılmalarından şu şekilde
bahseder. ‘Törenlerden biri Sultan Mehmet Özbek’in cuma günleri namazdan
sonra altın kubbede oturmasıdır. Sultan bu tören sırasında anılan tahtta oturunca
yanında Taytuğlu Hatun yer alır. Onun öte tarafında ise Kebeğ Hatun, sol
tarafında da sırası ile Bjellon ile Ordaca Hatun otururlar. Tahtın sağ kenarında
hükümdarın oğlu Tin Beg, solunda ise öteki oğlu Can Beğ ayakta beklerler. Ön
tarafta sultanın kızı Küçücek oturur idi. Bunlardan biri içeriye girdiği zaman
sultan ayağa kalkarak onu karşılar, elinden tutar ve tahta kadar götürüp yerine
oturturdu. Kadınlar hiç kimseden kaçmadıkları için bu tören halkın gözü önünde
yapılmakta idi’.

İbn Battuta, yalnız aristokrat hanımlar ile ilgili değil, esnaf ve satıcıların
eşlerine dair de malumat vermiştir. ‘Bunlardan birini atların çektiği bir arabada
gördüm. Yanında eteklerini tutan üç, dört cariye, başında mücevherlerle
donatılmış, ön tarafı tavus tüyünden sorgucu bulunan “batak” denilen hotoz
bulunmakta idi. Arabanın pencereleri açık olduğu gibi, kendi yüzü de örtülmemişti.
Zira Türk kadınları yüzleri açık dolaşırlar, erkeklerden kaçmazlardı. Bir başka
kadını da aynı şekilde gördüm, yanındaki köleleriyle pazara süt, yoğurt getirip
satar, karşılığında koku ve esanslar satın alırdı. Bazen kadınlara erkekleriyle
beraber rastlarsanız, o zaman bu adamları kadınların hizmetkârı zannedersiniz
çünkü Türk erkekleri sırtlarına koyun derisinden yapılma postlar, başlarına ise
yine ona uygun deri külahlar giyerlerdi.’9

Timur, hanımları için çok güzel bağlar, bahçeler, otağlar ve köşkler


yaptırmıştır. Timurlular devletinde kadınlara ne kadar önem verildiğinin bir başka
göstergesi de budur. Timur bilhassa Semerkand’ı imara çok önem vermiş, ele
geçirdiği ülkelerden getirttiği usta ve sanatkârlara köyler kurdurtmuş, şehrin
dışında bazıları hanımlar için olmak üzere Dilguşa, Şimal, Nakş-i Cihan, Çınar ve
Taht-ı Karaca adlarını taşıyan bahçeler inşa ettirmiştir. Semerkand‘da yapılan
yapıların en muhteşemi, Saray Mülk Hanım için yapılan Bibi Hanım Camii’dir.
Timur bu yapıları çok ihtişamlı bir şekilde yaptırmıştır. İspanyol elçi Clavijo

7Altan , a.g.e., s.575.


8 Kafkas Dağlarının kuzeyinde, Dinyester ile İrtiş ırmakları arasındaki
bölgenin tarihsel adıdır. Kıpçak çölü veya Kıpçak bozkırı anlamına da gelir
9 Nazmiye Togan, “Temür Zamanında Aristokrat Türk Kadını’’, İslam

Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, C.V, Cüz 1-4,1973 ss.3-4.

329
Elif DEMİRTOK 
—————————————————————————————— 
seyahatnamesinde Dilguşa bahçesini ve buradaki köşkü anlatır. Clavijo, bu
bahçenin her tarafında çeşit çeşit ağaçlar olduğu ve buradaki köşkün muhteşem bir
şekilde döşendiğini son derece kıymetli halıların ve sırmalı perdelerin
bulunduğunu, gül renginde ipek perdeler ile kaplı olduğunu anlatmıştır. Saraydaki
işlemelerin yakuttan ve zümrütten olduğunu, bunun dışında yatak odalarına giden
yolun ortasında altından yapılmış bir masanın bulunduğunu ve masanın üzerindeki
şarap bardaklarının altından yapıldığını öğreniyoruz.

Hiçbir şeyden mahrum bırakılmayan Timur kadınına “suyurgaller”10 tahsis


edilmişti.11 Uygurcada suyurgamak sözünden alınan Suyurgal, hükümdarın bir
kimseye bağış ve ihsanda bulunmasıdır12.Suyurgalin verilmesi tamamen
hükümdarın keyfi davranışına bağlıydı.13 Timurlu hanımlar buralardan elde
ettikleri gelirlerle birçok hayır kurumu inşa ettirdiğini görüyoruz. Örneğin, devlet
idaresinde büyük bir nüfuza sahip olan Şahruh’un hanımı Gevherşad Aga imar
faaliyetlerinde kendisini göstermişti. Yapımı bu hanım tarafından mimar
Kıvameddin’e bırakılan ve 1418 yılında tamamlanan Meşhed’deki caminin
açılışında Şahruh ile birlikte Gevherşad da hazır bulunmuştu. Gevherşad,
Herat’taki İncil kanalının kıyısında da bir camii yaptırmıştı. İki minaresi ve
çinileriyle güzel bir görünüm arz eden bu camiinin kitabeleri ise oğlu
Baysungur’un yanında bulunan devrin meşhur hattatı Cafer’e aitti. Fakat
Gevherşad’ın, yaptırdığı en büyük eser kendi adına inşa ettirdiği medresesidir.
Gevherşad ayrıca bir türbe de yaptırmıştır. Gevherşad’ın kendisi ile pek çok
Timurlu şehzadesi buraya defnedilmiştir.14

Çalışmamızın başında bahsettiğimiz üzere Timur, iktidarının meşruiyeti


için Cengiz soyu ile bağ kurmaya çalışmış, Cengiz soyundan olan kadınlarla
evlenmiştir. Bu durum Timurlu kadınlar arasında Cengiz soyundan olanları
ayrıcalıklı hale getirmiştir. Bunun en belirgin örneklerini Saray Mülk Hanım ve
Tükel Hanım’da görürüz. Bunlar Timur’a erkek çocuk vermemelerine rağmen
Timurlu haremindeki yerleri ayrı olmuştur. Saray Mülk “büyük hanım” Tükel
Hanım ise “küçük hanım” olarak adlandırılmıştır. Timur’un seferlerinde genellikle
Saray Mülk Hanım’ı yanında götürdüğü ve elçilerin kabul törenlerinde onun diğer

10 Suyurgal; hükümdarın bağış ve hibede bulunmasıdır. Hükümdarın bir kişiye

bağışladığı bu arazi o kişinin mülkü olurdu.


11 Çetin, a.g.e., s. 573.
12 Kazım Paydaş, ‘’Moğol ve Türk-İslam Devletlerinde Suyurgal
Uygulaması’’, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 39, Güz/2006, s.
195.
13 Bu konuda bkz Kazım Paydaş “Moğol ve Türk-İslam Devletlerinde

Suyurgal Uygulaması” bilig, Güz / 2006, sayı 39: 195-218


14 Aka, a.g.e., s. 138.

330
 
 
 
 
 
 
Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği) 
—————————————————————————————— 
hanımlardan daha önde ve daha kalabalık bir maiyete sahip olarak Timur’un
yanında yer aldığını görüyoruz.15

Cengiz soyundan geliyor olmak, Türk ve Moğol toplum ve kültür


hayatında önemli bir yere sahip olan “levirat”16 geleneğinde de önemli bir
unsurdur. Ergenlik çağını görmüş olan dört oğlundan Cihangir ve Ömer Şeyh’in
daha babalarının sağlığında ölmeleri üzerine, Timur, dul kalan gelinlerinin
arasından Cengiz soyundan olanlarını seçerek Miranşah ve Şahruh ile
evlendirmiştir. Çağatay ülkesinde yüksek bir saygı ve itibar ifadesi olan küregen
unvanını kazanmak ve soyu anne tarafından Cengiz’e ulaşan evlatlara sahip olmak
amacıyla bu kadınlarla evliliği destekleyen Timur, çocuklarının da bu tip siyasi
evlilikler yapmasına önem vermekteydi. Fakat bu Cengiz soyundan olan her dul
geline levirat yapıldığı anlamına gelmemektedir.17

Saray Mülk Hanım: Gazan Han’ın kızıdır. Timur Cengiz soyundan gelen
bu hanımla evlenerek küregen (damat) unvanını almıştır. İspanyol elçi Clavijo, bu
hanımın otağının şu şekilde anlatır.’ ‘Hanımın otağı muhteşem idi. Kapılar ince
çubuklarla örülmüş ve bunun üzerine kül rengi ipekliler geçirilmişti. Çadırın
ortasında bir sandığın üzerinde kadehler ve tabakalar duruyordu. Bir insanın
göğsüne gelecek kadar yüksek olan bu sandık halis altındı. Üzeri muhteşem bir
şekilde işlenmiş, ayrıca büyük inciler ve kıymetli elmaslarla süslenmişti. Sandığın
üst kısmında, tam ortada açık yeşil büyük bir zümrüt vardı. Yine altından yapılma
iki karış yüksekliğinde bir sehpa ise sandığın karşısında yer alıyordu ki, bu da
büyük inciler zümrütlerle süslenmişti. Buraya yakın bir yerde ise altından bir ağaç
vardı. Bir adam boyunda olan bu ağacın meyveleri yakut, zümrüt, zebercet ve
firuze idi.18

Tükel Hanım: Bu hanım da Cengiz soyundan gelmektedir. Timur bu


evlilikle yapmayı düşündüğü Çin Seferini emniyet altına almıştır. Tükel Hanım
Timur ülkesinde çok büyük ihtişamla karşılamış, hanımın her durduğu yerde toylar
düzenlenerek ziyafetler verilmiştir. Onu karşılamaya giden emirlerin hanımlarına
büyük hediyeler verilmiştir. Timur bu hanım için Dilguşa bahçesini yaptırmıştır.
Ona Timur hareminde ‘küçük hanım’ denilirdi.

15 Çetin, a.g.e., s.579.


16 Levirat; dul kalan gelinin kocasının erkek kardeşiyle evlenmesi olayıdır.
17 Musa Şamil Yüksel, ‘’Türk Kültüründe Levirat ve Timurlularda

Uygulanışı’’, Literature and History of Turkish or Turkic Volume, 5/3


Summer, 2010, ss. 2047-2048(21-22).
18 Çetin, a.g.e., s.577-578.

331
Elif DEMİRTOK 
—————————————————————————————— 
Tümen Aga: Timur Devleti’nde birinci derecede hanım muamelesi
görmek sadece Cengiz soyundan olanlara özgü değildi. Bu hanım zekâsı sayesinde
çok itibar görmüştür. Timur bu hanım için Bağ-ı Behişt’i inşa ettirmiştir.

Tulun Aga: Ömer Şeyh Mirza’nın annesidir. Timur’un bu hanımla evliliği


de tıpkı diğerleri gibi siyasi amaçlıdır.

Hanzade: Miranşah’ın eşi Timur’un gelinidir. Hanzade’nin diğer hanımlar


gibi ordası yani toprağı, hatta ordusu bile vardı. Clavijo Hanzade’nin verdiği
ziyafetler hakkında da bilgi vermiştir. Buradaki sakilerin şarap sunma sahnesi çok
ilgi çekicidir. ‘İçki alırken kadınlar ellerinde beyaz mendil bulunduruyorlardı.
Onlara şarap küçük altın kadehlerde veriliyordu. Bu kadehler de tepsilere
konuluyordu. Önde sürahi yahut başka bir zarf içinde şarabı tutan birisinin,
sakinin elinde tepsi ve kadehler bulunduruluyordu. O bir kibar kadının yanına
geldiğinde dizini üç defa yere dokundurup, kadının karşısında dururdu. Kadın da
elindeki beyaz mendille kadehi alırdı. Bu kadehe kadınlar mendilsiz sade elle
dokunmazlardı. Şarap verildikten sonra, saki yine kadeh ve tepsilerle yüzü
hanımlar tarafında olarak geri çekilir ve bir daha dizlerini yere dokundururdu.
Kadehler içildikten sonra onlar gidip yine bükülerek kadehleri alırlardı. Emir
bekleyerek dururlar, sonra yine bükülerek geri dönerlerdi’.19

1405 yılına gelindiğinde, Timur artık ölmek üzeredir. Bunu anlayınca


eşlerini ve çocuklarını başına toplayıp onlara nasihatte bulunmuştur. Hanımlarına,
“memleketin maslahatı ve tebaanın refahı hakkında, ne söylenmişse onları hatırda
tutunuz” demiştir. 18 Şubat 1405’te vefat etti. O gün bütün kadınlar siyah
giyinmişler ve çok büyük matem olmuştur. Hepsi başlarını açmışlar, saçlarını
dağıtmışlar, yüksek sesle feryad ederek yüzlerini yırtıp kendilerini yere atmışlardır.
Şehirde bulunan Hanzade ve diğer hanımlar saçlarını dağıtıp, yüzlerini siyaha
boyamış ve ağlamışlardır. Buradan anlaşılan Avrupa’da gördüğümüz matem âdeti
olan siyaha bürünmek demek ki Timurlular Devleti’nde de vardı.20 Matemden
sonra kadınlar Timur’un beğleriyle birlikte devletin birliğinin bozulmaması için
müşterek biçimde çalışmışlardır.

Sonuç olarak denilebilir ki, devrin diğer kadınlarına nazaran Timurlu


kadını her yönüyle adından söz ettirmiş ve çok itibar görmüştür. Gerek hükümdarın
kadınlara olan tutumu ve gerekse kadınlar için inşa edilen bağlar, bahçeler ve
otağların ihtişamı bu itibarın kanıtlarıdır. Yeri geldiğinde ziyafetler veren, yeri

19 Togan, a.g.m., s.11-13.


20 Togan, a.g.m., s.14.

332
 
 
 
 
 
 
Görünmeyen Hükümdarlar (Timur Örneği) 
—————————————————————————————— 
geldiğinde eğlence meclislerinde içki içen Timurlu kadını yüzyıllar öncesinden bu
ihtişamlı yaşamıyla araştırılmaya değerdir.

Kaynakça

AKA, İsmail, Timurlular Devleti Tarihi, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010.


SPULER, Bertold, İran Moğolları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1957.
ÇETİN, Altan, Ortaçağda Kadın, Lotus Yayınevi, Ankara, Mart 2011.
PAYDAŞ, Kazım, ‘ Moğol ve Türk-İslam Devletlerinde Suyurgal Uygulaması’,
Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, S.39, Güz 2006, ss.195-218.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, ‘Kadın’ C.29, İstanbul 2011,ss. 82-94.
TOGAN, Nazmiye, ‘Temür Zamanında Aristokrat Türk Kadını’, İslam Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, C.V, Cüz1-4, 1973, ss.1-14.
YÜKSEL, M.ŞAMİL, ‘ Türk Kültüründe Levirat ve Uygulanışı’, Literature and
History of Turkish or Turkic Volume, 5/3 Summer, 2010, ss.2047-2048.

333
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla


Mücadele Yöntemleri

Fatma YILDIZ 

ÖZET
19. Yüzyılda Anadolu coğrafyasının pek çok bölgesinde veba, kolera, çiçek, sıtma
vb. gibi salgın hastalıklar ortaya çıkmıştır. Halk ve devlet, 19.yüzyıldaki siyasi
başarısızlıkların, ard arda gelen yenilgilerin, toprak kayıplarının üstüne bir de salgın
hastalıklarla uğraşmıştır. Resmi kaynaklara göre; Devlet bu salgınları durdurabilmek için
halkı bilinçlendirme yoluna gitmiş, karantina önlemleri almış, sağlık alanındaki
denetimlerini arttırmış, tabip, baytar, eczacı tayin etmiş, hastalık olan illere aşı ve ilaç
göndermiş, okulları tatil etmiştir. Devlet tarafından alınan tedbirler ölümleri bütünüyle
engellememiş olsa bile Anadolu’nun hemen her köşesinde mücadelede etkili olmuştur.

——————————————————————————————
1. Salgin Hastaliklar
1.1. Veba
İnsanların ölümüne sebep olan veba hastalığı “kara ölüm” ismiyle de anılır.
1
Veba hastalığı iki türlüdür. Birincisi, yabani kemirgenlerdeki (fare vb.) pirelerin
insanları ısırması sonucu oluşan hıyarcıklı vebadır. Bu veba, genellikle rutubetli
aylarda daha sık görülür. En çok yayılma ortamları ise; nadir temizlenmiş veya hiç
temizlenmemiş halı ve elbiseler, evler, nadasa bırakılmış tarlalar, çöplükler veya
depolardır. 2 İkincisi ise; akciğer vebasıdır. Bu veba türü, pirelerden değil soğuk
havadan dolayı mikrobun akciğerlere yerleşmesi sonucu oluşur ve burundan kan
gelmesine yol açar. Enfeksiyonlu kişi öksürüğü ve tükürüğü ile vebayı diğer
kişilere bulaştırabilir ve böylelikle bu mikrobu alan insanlar kısa sürede hayatlarını
kaybederler. 3

Veba salgını ,1333 yılında Orta Asya’da patlak vererek ticaret yolları
vasıtasıyla, İtalya ve Fransa’ya oradan da Almaya, İngiltere, İskandinavya ve
Polonya’ya ulaşmıştır. Daha sonra ise 1352’de Rusya ve Karadeniz sahillerini
hakimiyeti altına alarak, Avrupa nüfusunun dörtte birinin yok olmasına sebebiyet

* Pamukkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi.


1 Behiç Onul, İnfeksiyon Hastalıkları, Ankara Üniv. Tıp Fak. Yayınları, s.614.
2 Daniel Panzac, Çev. Serap Yılmaz, Osmanlı İmparatorluğunda Veba (1700-1850), Tarih Vakfı Yurt

Yayınları, s.42- 43.


3 Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler (1914- 1918),T.T.K yayınları, s.22.
 
 
 
 
 
 
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla Mücadele Yöntemleri 
—————————————————————————————— 
vermiştir. Daha sonra veba yavaş yavaş etkisini azaltsa da 18. yy’ın başına kadar
hala Avrupa’yı tehdit eden bir hastalık olmaya devam etmiştir. 4

Peki bu hastalık 19. yy da ki Osmanlı’ya ne kadar tesir etmiştir? Bu


sorunun cevabı arşiv kaynaklarının taranmasıyla verilebilir. 19. yy da Anadolu
coğrafyasının bütün bölgeleri bu hastalıktan nasibini almıştır. 1801’den başlayarak
1898‘de dahil incelediğimiz kaynaklarda, 1801’de Erzurum da, 1812’de Aydın,
Galata, Kasımpaşa da, 1814’de Gümüşhane, Ankara, Sivas, Bursa civarında,
1815’de Ankara da, 1827’de İstanbul ve Diyarbakır civarında, 1835’de Çanakkale
de, 1836’da Muğla da,1838’de Bayburt, Kayseri ve Kırşehir civarında, 1844’de
Danişmend kazası civarında görülmektedir. 1844’den sonra ise sığır vebasının
Anadolu’da hakim olduğu arşiv kaynaklarından anlaşılmaktadır. 5

Veba salgınının Osmanlı Anadolu’sundaki blançosu’na, 1815’de Ankara


da zuhur eden veba hastalığından bin beş yüzden fazla insanın öldüğü, 1827’de
Diyarbakır da her gün yüz kişi’nin öldüğü, 1835’de Kal’a-i Sultaniye de de günde
on veya on beş kişinin öldüğü örnek olarak verilebilir.6 Ayrıca veba salgınları,
ekonomik hayatta pahalılığa, enflasyona sebep olarak açlık ve sefaleti de
beraberinde getirmiştir. Salgın, ordunun hareketini sınırlayarak savaşların
kaybedilmesinde ve siyasi olarak başarısızlığa uğramamıza sebebiyet vermiştir.
Sosyal hayatta insanların göç etmelerine, toplumsal olarak karışıklığa ve
düzensizliğe yol açmıştır. 7

1.2 Kolera
Bulaşıcı olmasının yanı sıra, gerekli olan tedavi yapıldıktan sonra
hastaların iyileşmesi ile sonuçlanan kolera hastalığı, bir bağırsak hastalığıdır.
Hastaların dışkılarında bulunur. Hastaların dışkılarıyla bulaşmış içme suları ve
yiyecekler hastalığın bulaşma yollarının başında gelir. Hastalık kusma ile başlar,
pirinç suyu biçiminde kendini gösterir. 8 Kolera’nın yayılmasına en müsait yerler
olarak; Büyükşehirler ve buralardaki yoksulların karanlık, rutubetli, havasız ve pis
olan evlerde ikamet etmesi gösterilir. 9

4 İnci Hot, “Orta Çağ’da Batı Tıbbı”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Yayınları, s.67-68.
5 BOA, C.DH.20/1044, HAT 280/16568, C.SH.6/290, HAT 497/24385, C.ML.280/16568,

C.ML.149/6305, HAT 524/25569/C, HAT 524/25569/L, C.SH.26/1262, HR.MKT.1/42, HAT 451/


22361.
6 BOA, C.ML.149/6305, HAT 524/25569/C, HAT 451/ 22361.
7 Hikmet Özdemir, a.g.e, s.5.
8 Behiç Onul, a.g.e, s.646.
9 Nuran Yıldırım, “ Su İle Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul Suları”, Toplumsal Tarih, S.145, s.18.

335
 
 
Fatma YILDIZ  
—————————————————————————————— 
Kolera, Osmanlı Anadolu’sunda ilk kez 1822 yılında Basra körfezinden,
Bağdat yoluyla Anadolu ve Akdeniz sahillerine ulaşarak görülür.10

Arşiv kaynaklarındaki verilere göre kolera; 1848’de İzmir ,Aydın,


Eskişehir, Yozgat, Kırşehir, Çankırı, İzmit, Bursa, Bolu, Kastamonu, Gaziantep,
Siverek ve Diyarbakır civarlarında11, 1849’da Kayseri, Yenişehir, Adana,
Gaziantep, Edirne dolaylarında12, 1891’de Antep, Maraş, Urfa, Antakya, Kilis,
Adana, Mersin, Osmaniye ve Erzincan civarlarında 13, 1892’de Erzurum, Van,
Kars, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt dolaylarında14, 1894’de Malatya ve
Diyarbakır civarında , 1895’de Adana ve Kayseri civarında ortaya çıkmıştır.15

İstanbul’da kolera 1865 yılında bir Osmanlı paşasının Mısırdan vapurla


gelmesiyle başlamış. Vapurda ölen kişiler denize atılmış, vapur direk tersaneye
girmiş, o gün iki asker hastaneye kaldırılmış birkaç gün sonra da hastalık İstanbul’a
yayılmıştır.16 Ayrıca İstanbul’da hastalığın yayılma sebebi olarak, yerleşim
yerlerinin dağınık olması hasebiyle sokakların temizlenememesi, içme sularının
hijyenik yöntemlerle halka ulaştırılamaması, kanalizasyonun da düzenli olmaması
gösterilebilir. 17

Ayrıca, hastalıklı insanların karantinaya alınmaması ve yer değiştirmeleri


koleranın kontrolünü zorlaştırmış ve yayılma alanını genişletmiştir. Mesela, kolera
salgınının yaşandığı İzmir’de maddi imkanı iyi olan kişilerin hastalıktan ölme
korkusuyla diğer yer ve kasabalara kaçmış olmaları, bu şehirdeki izdihamın
hafiflemesine iyi yönde katkı sağlamış olsa da kolera hastası olarak kaçanların,
hastalığın geniş alanlara yayılmasında etkileri olmuştur. Kolera çok sayıda
ölümlere yol açtığı gibi, normal hayatın yaşanmasını da zorlaştırmıştır. Örneğin
Sivas’ta baş gösteren salgında 21 hastadan 11’nin ölmesi, hastalığın ağır
seyrettiğini göstermektedir.18 Yine Kolera hastalığının eğitime engel olduğu da
görülür. Malatya’da ortaya çıkan koleranın, sona erinceye kadar Elazığ da ki
okulların açılamamasına19, Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’nin son sınıf öğrencilerinin

10 Mesut Ayar, Osmanlı Devleti’nde Kolera İstanbul Örneği( 1892-1895) , Kıtapevi Yayınları, s. 22.
11 BOA, A.MKT.MVL.10/76, İ.DH.167/8827, A.MKT.MHM. 7 / 65, A.MKT. 156 / 46,
A.MKT.MHM. 753 /33, A.MKT. 149 /81, C.SH.10 / 473.
12 BOA, A.MKT. 168 / 6, A.MKT. 167 / 36, A.MKT.MHM. 8/96, A.MKT.MHM. 9 / 88.
13 BOA, DH.MKT.1791/6 , DH.MKT.1796/68, DH.MKT.1796/78, Y.PRK.ASK.66/13.
14 BOA, BEO. 99/7379, DH.MKT.2012/9 , Y.PRK.SH.3/65, DH.MKT.2021/89.
15 BOA, MF.MKT.224/10, Y.PRK.SH.5/ 17.
16 Gülden Sarıyıldız, “ Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Belleten, C. LVIII, S.222,s.

360.
17 Nuran Yıldırım, “Su İle Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul Suları”, s.20.
18 Mesut Ayar, a.g.e, s.105-115.
19 BOA, MF.MKT.224/10

336
 
 
 
 
 
 
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla Mücadele Yöntemleri 
—————————————————————————————— 
salgın münasebetiyle alamadıkları teşrih derslerinden muafiyetlerine karar
verilmesi ve genel sınavlarının ertelenmesi örneklerden yalnızca birkaçıdır.20

1.3 Çiçek
Çiçek yaptığı tehlikeli salgınlarla, insanların korkulu rüyası olan, dünyanın
her tarafında ortaya çıkabilen bir hastalıktır. Çiçek hastalığı mevsimle ilgili
değildir. Fakat İnsanların soğuk kış aylarında kapalı yerlerde birlikte yaşamaları
nedeniyle bu hastalık daha çok yayılma gösterir. Çiçek hastalığı ateşle başlar ve her
yaştan insanda ortaya çıkabilir. Ancak hastalık çocuklarda ve yaşlılarda ağır
seyreder. Çiçek; sağlam kişilere, hasta olan kişinin öksürüğünden çıkan tükürük
damlacıkları ile bulaşır. Hastanın kullanmış olduğu nevresim takımları, çamaşırları
ve yiyecekleri de bu enfeksiyonun bulaşmasında etkilidir. Hastaya bakan
insanlarda çiçeğin yayılmasında bir aracı rolü üstlenmektedirler. 21

Arşiv kaynaklarında yapılan hızlı bir taramada Çiçek hastalığının,


19.yüzyılda Anadolu da hemen her bölgede zuhur ettiği görülmektedir. Ancak bazı
tarihlerde bazı bölgelerde hastalığın yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. 1834’de
Trabzon da, 1846’da Bolu da, 1847’de Adana, Nevşehir ve Kayseri de, 1848’de
Denizli de, 1853’de Çanakkale, Bolu ve Trabzon da, 1857’de Isparta ve Bursa da,
1859’da Rize de, 1862’de Trabzon’da, 1863’de Adana ve Tarsus ta, 1863’de
Trabzon ve İstanbul da, 1865’de Konya ve Bolu da, 1887’de İstanbul, Aydın,
Hakkari de, 1888’de Edirne, Muğla, Yozgat ve Trabzon da, 1889’da Niğde, Konya,
Ankara, Isparta, Diyarbakır, Trabzon da, 1892’de Trabzon, Van ve Muş ta,
1893’de Erzincan, Adana, Kayseri de, 1895’de Sivas, Konya, Amasya, Tokat ve
Kastamonu da, 1898’de Konya ve Antalya da görülmektedir.22

Resmi belgelere göre çiçek hastalığından pek çok vefat olmuş ise de
devletin almış olduğu tedbirlerle, örneğin; tabip ve çiçek aşısı gönderme
çalışmaları ile bu vefatlar oldukça azaltılmıştır.

1.4 Sıtma
Eski çağlardan beri bilinen, tropik memleketlerin hastalığı olan sıtma;
yaygın ve kapalı bir bulaşıcı hastalıktır. Hastalığın insandan insana geçmesi
sivrisinek aracılığıyla olur. Sivrisineklerin daha çok çocukları ısırması, hastalığın
yayılmasına sebebiyet verir. Ayrıca sıtma hastalığı erkeklerde kadınlara oranla

20 Mesut Ayar, a.g.e, s.374.


21 Behiç Onul, a.g.e, s.141-144.
22 BOA, HAT 1266 / 49027/M, MVL 8/ 33, A.}DVN 23/ 10, C.SH. 17/823, A.MKT.UM. 125/ 52,

A.MKT.UM. 286/ 41, A.MKT.MHM 130 / 76, A.MKT.MHM. 163/23, DH.MKT. 1559/ 55,
DH.MKT. 1673/32, DH.MKT. 1963/ 101, DH.MKT. 1940/ 24, DH.MKT. 385/ 9, BEO. 804/ 60280.

337
 
 
Fatma YILDIZ  
—————————————————————————————— 
daha fazladır. Çünkü erkeklerin, bataklık kurutma işlerinde çalışmaları ve tropik
bölgelerde askerlik yapmaları bu salgına yakalanma oranlarını arttırır. Kişi sıtma
nöbeti geçirmeden birkaç gün önce halsizlik, neşesizlik, kabızlık, iştahsızlık, baş,
sırt ve bacak ağrıları ile karşılaşır. Bu da sıtmaya yakalanma belirtileri olarak
ortaya çıkar. Daha sonra hastada nöbet; yüksek ateş ve titreme ile başlayıp, terleme
ile sona erer. 23

Resmi kayıtlara göre 19.yy da sıtma hastalığı, 1858’de Denizli de, 1865’de
Düzce de, 1869’da Aydın, Konya ve Vakf-ı Kebir civarında, 1879’da Ankara ve
Konya da, 1889’da İzmit ve Bilecik de, 1890’da Afyon da, 1891’de Adana’da,
1892’de Konya ve Isparta da, 1893’de Konya ve İzmir de etkili olmuştur. 24

Sıtmanın Osmanlı ülkesindeki etkilerine, Aydın Valisinden sadarete iletilen


bilgiler örnek olarak gösterilebilir. Aydın valisinin telgrafına göre, Tire, Ödemiş,
Aydın taraflarında ortaya çıkan zehirli sıtmadan her gün yirmi beş otuz kişi vefat
etmekteydi.25

2. Salgınla Mücadele Yöntemleri


2.1 Kamuoyunun Bilinçlendirilmesi
Osmanlı devleti yöneticileri, salgın hastalıklara karşı halkı
bilinçlendirmenin salgının daha da yayılmasını engellemede bir çare olarak
görmüşlerdir. Bu yüzden de devlet, müslim ve gayrimüslim ayrımı yapmaksızın
halkı bilinçlendirme yoluna giderek her milletin kendi lisanında risaleler
bastırmıştır. Buna misal olarak; 22 Eylül 1848’de Biga sancağı dahilinde kolera
illeti zuhur ettiğinden, tedavinin sebepleri vesairesine dair Rum ve Ermeni
dillerinde basılan risalelerden on iki kıtasının Biga sancağı dahilinde despot ve
kocabaşlara verilmesi buyrulmuştur. 26 Çiçek hastalığıyla nasıl mücadele
edileceğine dair devlet şehadetme hazırlatmış ve halka ulaştırılması için vilayetlere
göndermiştir. Hatta bunlar yetersiz kalınca vilayetlerden şehadetname talebi olmuş
ve talep üzerine vilayetlere ikinci defa şehadetname gönderilmiştir. Mesela, 1887
tarihinde Aydın vilayetine önceden verilen şehadetler yetersiz kalınca valilik 390
nüsha daha şehadetnamenin gönderilmesini istemiştir. .27

23 Behiç Onul, a.g.e, s.805-813.


24 BOA, C.SH.17/823, A.MKT.MHM. 340/57, A.MKT.MHM. 436/87, A.MKT.MHM. 428/16, İ.ŞD.
43/2292, DH.MKT. 1401/83, DH.MKT. 1658/49, DH.MKT. 1766/29, DH.MKT. 2012/ 44
25 BOA, A.MKT.MHM. 421/96.
26 BOA, A.MKT.150/34.
27 BOA, DH.MKT. 1419/106.

338
 
 
 
 
 
 
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla Mücadele Yöntemleri 
—————————————————————————————— 
İstanbul gazeteleri de halkı bilinçlendirmek için sayfalarında, askerlere
kaynatılmış su içirilmesi, kalabalık yerlerde hastalık daha da çok yayıldığından
kalabalık yerlerin boşaltılması, temizliğe dikkat edilmesi için belediye ile işbirliği
içerisinde bulunulması gibi uygulamalarının yapılmasına dikkatleri çekmiştir. 28

2.2 Hekim, Eczacı, Baytar Tayinleri


Devletin bulaşıcı hastalıklara karşı aldığı tedbirlerin başında Anadolu’da
ihtiyaç duyulan yerlere doktor, eczacı, aşıcı ve baytar tayini gelir. Mesela
I.Abdülmecit 1845’de çıkan çiçek salgınıyla yakından ilgilenerek, Anadolu’ya aşı
yapmakla görevli aşıcılar yollamıştır. 29 Bunun gibi arşiv kaynaklarında çok sayıda
örnek bulunmaktadır. 16 Nisan 1846’da Kocaeli sancağında çiçek illeti zuhur etmiş
ve birçok çocuğun ölümüne sebebiyet vermiştir. Kocaeli sancağına bağlı köylere
ve kasabalara gönderilmek üzere Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye ve padişahtan
çıkan emirle İzmit’te olan üç tabibin Kocaeli’ye gönderilmesi istenmiştir. 30

30 Ağustos 1868’de Tire, Ödemiş, Aydın taraflarında meydana gelen sıtma


neticesinde yirmi beş, otuz kadar vefat meydana geldiğinden İzmir’de bulunan üç
doktorun Aydın’a hareket etmeleri bildirilmiştir. 31

12 Kasım 1892’de Pasinler de meydana gelen Kolera illetinden dolayı


Erzurum valiliğince sadrazama gönderilen telgrafname gereğince verilen emirle,
Erzurum’a acilen üçü mektepli olmak üzere altı tabibin, eczacıların ve eczanelerin
gönderilmesine karar verilmiştir.32

Kastamonu vilayetlerinde meydana gelen kolera salgınından dolayı buraya


gönderilen doktor, eczacı, temizlik memurları 38 kişiyken, bundan başka sıhhiye
nezareti tarafından da 4 doktor, 4 temizlik memuru daha gönderilmiştir. Ağustos
1894’te ise; Anadolu vilayetlerine yeniden 12 doktor ve 6 tathirat memuru
yollanmıştır

2.3 Karantina
Osmanlı devleti salgınların sirayetinin önüne geçebilmek için karantina
önlemlerine başvurmuştur. Tecridhanelerde bekleme süresi genelde kırk gün
olduğundan bu usule de kırk( quarante) dan ilham alınarak karantina denilmiştir.
1838’den itibaren Kuleli kışlası karantina haline getirilmiş, Akdeniz ve Karadeniz

28 Mesut Ayar, a.g.e, s.84.


29 Nuran Yıldırım, “Tanzimattan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları”, Tanzimattan
Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim yayınları, C.5, s. 1334.
30 BOA, A.MKT.MHM 2/9.
31 BOA, A.MKT.MHM.421/96.
32 BOA, DH.MKT, 2012/11.

339
 
 
Fatma YILDIZ  
—————————————————————————————— 
yönünden gelecek gemilerin yoklanması ve hastaların tedavi edilmesi için
kullanılmıştır. Kuleli kışlası tahaffuzhane olmanın yanı sıra, karantina
hizmetlerinde çalışan memurların eğitildiği bir okul da olmuştur. İstanbul’da
karantina teşkilatının tam olarak oluşmasına çalışılırken, Anadolu’da da karantina
uygulamasına başlanmıştır. Anadolu’daki karantina yerleri; Erzurum, Bursa, Sinop,
Aydın, İzmir, Kastamonu, Ereğli, Balıkesir, Bergama, Bozok, Menteşe, İzmit,
Kayseri, Bolu, Erdek, Kütahya, Ankara, Samsun, Edirne, Köstence, Gelibolu,
Isparta, Eskişehir, Antalya dır.33

Devlet sadece gemileri, trenleri ve insanları karantinada bekleterek önlem


almamıştır. Ayrıca bulaşıcı hastalığa yakalanan insanların eşya ve giysilerinin
basınçlı su buharı ile, hastalıkların görüldüğü ev ve işyerleri gibi mekanları
dezenfekte etmekle görevli kurumlar olan tebhirhaneleri de oluşturmuştur.
Buralarda etüv makineleri ve pülverizatörler kullanılmıştır.34

2.4 Okullarda Sağlık Kontrolleri ve Okulların Tatil Edilmesi


Bulaşıcı hastalıkların okullarda görülmesi ve yayılması sonucu tedbirler
arttırılmıştır. Bu sebeple, bütün okullarda öğrencilerin düzenli bir şekilde doktorlar
tarafından muayene edilmesine ve hasta olan öğrencilerin hemen teşhis edilerek
hastalığın diğer öğrencilere bulaşmasına engel olunmaya uğraşılmıştır.35 Bulaşıcı
hastalığın görüldüğü okullardaki öğrenci ve diğer görevlilerin günlerce kordona
alınmasının büyük zorluk oluşturacağı endişesi ve ailelerin çocuklarını okulda
bırakmak istemeyecekleri düşüncesi ile çocuklar eve gönderilerek, evde
karantinada tutulmalarına çalışılmıştır. Böyle durumlarda eve gönderilen hastanın
10 gün kordon altına tutulduğu, buna paralel olarak okulların 10 gün tatil edildiği,
bu tatil süresince de okulda dezenfeksiyon çalışmalarının yapıldığı dikkat
çekmektedir. Tatil dönemlerine denk gelen salgınlarda, hastalığın ortadan
kalkmasına kadar bazı bölgelerde okulların açılmaması da önemli tedbirler
arasındadır.36

2.5 Aşı Gönderilmesi ve Halka Ücretsiz İlaç Dağıtılması


Devletin halkı bilgilendirmesi, doktor ve uzman heyetlerin gönderilmesi
dışında kolera veya diğer hastalıklara yakalanıp tedavi imkanı bulamayan fakir
halk için belediye dahilinde merkezler oluşturulmuş ve nöbet eczanesi denen

33 Gülden Sarıyıldız, a.g.m, s.353,362-370.


34 Mesut Ayar, a.g.e, s.319.
35 Fatma Ürekli, “Okullarda Sağlık Kontrolünün Yapılması”, Tarih ve Toplum Ansiklopedi Dergi,

İletişim Yayınaları, C.33, S.193, s.39.


36 Mesut Ayar, a.g.e, s.330.

340
 
 
 
 
 
 
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla Mücadele Yöntemleri 
—————————————————————————————— 
yerlerde halka lazım olan ilaçlar hazırlanarak ücretsiz olarak dağıtılmıştır.37
Çocukların parasız aşılanması için Galatasaray Tıp Mektep müdürü Dr. Bernard’ın
çabaları gibi kişisel gayretler de dikkati çekmektedir. Dr. Bernard 1843 yılında
devreye girmesiyle “parasız aşı bürosunda 953 Türk, 613 Ermeni, 782 Rum, 130
Musevi, 217 Avrupalı Katolik çocuk başarı ile aşılanmıştır.” 38

Arşiv kaynakları, devletin vilayetlerden gelen aşı taleplerini karşılamak


için büyük bir çaba göstermesine rağmen bazen yetersiz kaldığına da işaret
etmektedir. Mesela, 1 Mayıs 1890’da Siirt sancağında zuhur eden çiçek hastalığı
için Bitlis vilayetinden 50 adet aşı kalemi istenmesine karşın, valiliğin Tıbbiye
Nezareti ile yaptığı yazışma sonrasında ancak 25 adedinin gönderilmesine karar
verilmiştir . 39

Devlet taşradan gelen ilaç taleplerini de karşılayarak hastalıklarla


mücadelede halka destek olmaya çalışmıştır. 31 temmuz 1865 tarihli bir belgeye
göre Düzce’de vuku bulan sıtma hastalığından dolayı Bolu kaymakamlığı, Sadaret
ve Mekteb-i Fünun-ı Tıbbiye Nezareti arasındaki yazışmalar sonucunda, Bolu halkı
için talep edilen 30 şişe sülfatın acilen gönderilmesine karar verildiği
görülmektedir . 40

2.6.Yiyecek Maddelerinin Korunması, Bozuk Yiyeceklerin


Yasaklanması ve Gıda Yardımları
Devletin bulaşıcı hastalıklara karşı aldığı tedbirlerden birisi de gıda
maddelerine ilişkin düzenlemelerdir. Devlet bir taraftan yiyecek maddelerinin
korunmasına özen gösterilmesi ve bozulmuş yiyeceklerin satış ve tüketiminin
yasaklanması için karar çıkartırken diğer taraftan da ihtiyaç duyulan gıda
maddelerini yardım usulüyle halka ulaştırmaya çalışmıştır. Bunun haricinde
özellikle şehirlerdeki temizliğe dikkat edilmesi hususunda yetkililer uyarılmıştır.

Örneğin, devlet 1813 yılında İstanbul kadısına, sokak ve mahalle aralarında


biriken çöplerin hastalığa sebep olmasından söz ederek mahalle halkı ve esnafı
tarafından kaldırılması için gerekli tedbirin alınmasını emreden bir hüküm
vermiştir. 41

37 Mesut Ayar, a.g.e, s.286.


38 Bayhan Çubukçu, “Osmanlı İmparatorluğunun Sağlık Sisteminde Eczacılığın Yeri ve Halka
Ücretsiz İlaç Sağlanması”, s.788.
39 BOA, DH.MKT,1721/84.
40 BOA, A.MKT.MHM, 340/57
41 Gülden Sarıyıldız, “Osmanlı’da Hıfzısıhha”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.17,

s.320.

341
 
 
Fatma YILDIZ  
—————————————————————————————— 
Koleranın sularla bulaşıp yayıldığının anlaşılmasıyla da, su ürünleriyle
dereler ve kuyular gibi kaynaklarla sulanıp, yetiştirilen sebze ve meyvelerin
yasaklanması, etlerin ve sebzelerin açıkta satılmaması da dikkat çeken
önlemlerdendir. 42 Bu önlemlerin uygulanması için hıfzısıhha müfettişleri
görevlendirilmiş ve yapılan teftişlerde görülen bozuk, çürük ve halkın sağlığını
tehdit edecek gıdaların toplatılıp denize dökülmelerini sağlamışlardır. 43

Kaynakça
Arşiv Belgeleri:
A.DVN: 23/ 10.
A.MKT: 156 / 46, 149 /81, 168 / 6, 167 / 36.
A.MKT.MHM: 7 / 65, 753 /33, 8/96, 9 / 88, 130 / 76, 163/23, 340/57, 436/87,
428/16. 421/96, 150/34, 2/9.421/96, 340/57.
A.MKT.MVL: 10/76.
A.MKT.UM: 125/ 52, 286/ 41.
BEO: 99/7379, 804/ 60280.
C.DH: 20/1044.
C.SH: 6/290, 26/1262, 10 / 473, 17/823.
C.ML: 280/16568, 149/6305.
DH.MKT: 1791/6, 1796/68, 1796/78, 2012/9, 2021/89, 1559/ 55, 1673/32, 1963/
101,
1940/ 24, 385/ 9, 1401/83, 1658/49, 1766/29, 2012/ 44, 1419/106, 2012/11.
1721/84.
HAT: 497/24385, 524/25569/C, 524/25569/L, 451/ 22361, 1266 / 49027/M.
HR.MKT: 1/42.
İ.ŞD: 43/2292.
İ.DH: 167/8827.
MF.MKT: 224/10.
MVL: 8/ 33.
Y.PRK.ASK: 66/13.
Y.PRK.SH: 3/65, 5/ 17.
Kitap ve Makaleler:
AYAR, Mesut, Osmanlı Devleti’nde Kolera İstanbul Örneği( 1892-1895), Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 2007.
HOT, İnci, “Orta Çağ’da Batı Tıbbı”, Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı,
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, İstanbul, 2007.

42 Nuran Yıldırım, “Kolera ve İstanbul Suları”, s. 24.


43 Mesut Ayar, a.g.e, s.274.

342
 
 
 
 
 
 
19. Yüzyılda Anadolu’da Ortaya Çıkan Salgın Hastalıklar Ve Salgınla Mücadele Yöntemleri 
—————————————————————————————— 
ONUL, Behiç, İnfeksiyon Hastalıkları, Ankara Üniv. Tıp Fak. Yayınları, Ankara,
1971.
ÖZDEMİR, Hikmet, Salgın Hastalıklardan Ölümler (1914- 1918),T.T.K
yayınları, Ankara, 2010.
PANZAC, Daniel, Çev. Serap Yılmaz, Osmanlı İmparatorluğunda Veba (1700-
1850), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Ekim 2011.
SARIYILDIZ, Gülden, “ Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”,
Belleten, C. LVIII, S.222.
SARIYILDIZ, Gülden, “Osmanlı’da Hıfzısıhha”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C.17, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998.
ÜREKLİ, Fatma, “Okullarda Sağlık Kontrolünün Yapılması”, Tarih ve Toplum
Ansiklopedi Dergi, C.33, S.193, İletişim Yayınları, İstanbul, Ocak 2000.
YILDIRIM, Nuran, “ Su İle Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul Suları”, Toplumsal
Tarih, S.145.
YILDIRIM, Nuran, “Tanzimattan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları”,
Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, C.5, İletişim yayınları.

343
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi


Mehmet GÜLER *

——————————————————————————————

ÖZET
Bu çalışmada Tek Parti döneminde tarih eğitimi ele alınmıştır. Çalışmanın amacı
tek parti döneminde tarih eğitimi nasıldı, sorusuna cevap aramaktır. Sistematik olması
açısından çalışma iki bölümden oluşturulmuştur. Birinci bölüm (1923-1938) Atatürk
döneminde Tarih Eğitimi; ikinci bölüm ise (1938-1950) İnönü Döneminde Tarih
Eğitimi’dir. Birinci bölüm Türk Tarih Tezi, Tarih Eğitimi, Türk Tarihinin Ana Hatları
Kitabı ve liselerde okutulan tarih kitapları ile ilgili bilgiler; İkinci bölüm ise Türk tarihinden
hümanizme geçiş, okul kitaplarında değişme ve maarif şuralarıyla ilgili bilgiler
içermektedir. Çalışmada betimsel tarama yönteminden yararlanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Tarih eğitimi, Tek Parti Dönemi, Türk Tarih Tezi, Tarih
Kongreleri

——————————————————————————————
1.Atatürk Döneminde Tarih Eğitimi (1923-1938)
“Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte eğitimin her alanında olduğu gibi,
Tarih eğitim ve öğretiminde de önemli değişiklikler yapılmıştır.’’1 Cumhuriyetin
ilanından sonra TTK ve TDK’ kurulmuştur. Her ikisinin de ortak gayesi kültür ve
soyda birlik tezini oluşturmaktır.” Atatürk, tarih anlayışına yeni bir yön vermek
için 1932 yılında I. Tarih Kongresi toplayarak, Türk kimliğinin topluma
kazandırılmasını ve milli kimlik etrafında yeni bir devlet anlayışının
yerleştirilmesini istemiştir. Millî kimliği meydana getirmede ve vatandaşlık şuuru
geliştirmede tarihe yüklenen bu görev tarih eğitimini de şekillendirmiştir.’’2Yeni
Türk devletinde tarih yazılması, Cumhuriyetçi kadrolar tarafından bir devlet görevi
addedilmiş ve tarih eğitimi, Cumhuriyet ideolojisine uygun hale getirilmiştir.

“1927 yılında daha kapsamlı bir değişikliğe gidilerek Türk Tarihini temel
alan bir tarih eğitimi esas alınırken, diğer taraftan da kitapların hacmi ve ders

*Sakarya Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Tarih Eğitimi Yüksek Lisans Öğrencisi [Me-
guler@hotmail.com]
1Mesut Çapa “Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi

Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Kasım, 2012, s.40.


2Bahheddin Yediyıldız-Yaşar Yücel; “Tarih ve Kültür” Millî Kültür Unsurlarımız Üzerinde Genel

Görüşler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1990,s.46.


 
 
 
 
Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi
——————————————————————————————
saatleri konusunda düzenlemeler yapılmıştır.’’31926 programı 1927-28 öğretim
yılından itibaren uygulanmaya başlanmış, İlkokulların IV. ve V. Sınıflarına
doğrudan doğruya Tarih dersleri konmuştur.’’4Ahmed Hamid ve Mustafa
Muhsin’in “Türkiye Tarihi”, 1924-1929 yılları arasında ortaokullarda
okutulmuştur. ‘’Henüz Türk Tarih Tezinin oluşmadığı bir dönemde okutulan 700
sayfalık kitap Osmanlı devletinin Yükselme devrinden başlar ve 1924 yılında son
bulur.’’5İstanbul’un fethinden başlayan kitabın, ağırlık noktasını Osmanlı Tarihi
oluşturmaktadır. ‘’Atatürk’ün talimatıyla Türk Tarih Tezinin esasları
doğrultusunda “Türk Tarihinin Ana Hatları” ve Türk Tarihinin Ana Hatlarına
Methal” kitapları ve bu kitaplar temel alınarak İlk ve Orta Öğretim için yeni tarih
kitaplar yazıldı.’’6

Türk Tarih Tezinin okul programına yansıdığı ilk program 1936 programı
olmuştur. “Türk Tarihinin Ana Hatları” 606 sahife olarak 1930 yılında Devlet
Matbaasında basılmıştır. Kitap, esas itibariyle Türk milletin tarih öncesi ve tarihi
devirlerde olağanüstü yayılmasına ağırlık verildiği ve Türkler hakkında yanlış ve
maksatlı görüşlere karşı geçmişte büyük medeniyetler kuran bir millet
olduğunungösterilmiş olması bir anlamda önceki Avrupa-merkezli tarih anlayışına
karşı bir cevap niteliği taşmaktadır.Acele yazıldığı için kitabın birçok kısımlarında
yanlışlar ve noksanlıklar vardı. Yine de kitap, Türk Tarih Tezinin belli bir şekil
almasında etkili olmuş ve aynı zamanda daha sonraki Tarih çalışmalar için bir
anlamda kılavuzluk etmiştir.Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kuruluşundan hemen
sonra Atatürk’ün emriyle 1931 yılından itibaren Liselerde okutulması için Türk
tarihinin Ana Hatları temel alınarak dört ciltlik tarih ders kitabı yazmakla
görevlendirildi.‘’Cemiyetin yoğun çalışması sonunda Türk Tarih Tez’inin esasları
doğrultusunda 4 ciltlik tarih kitabı hazırlanarak 1931-1932 ders yılından itibaren
liselerimizde okutulmaya başlandı.’’7Daha sonra 1932 yılı müfredatında tarih
derslerinde önemli değişiklikler olmuştur.‘’Türk Tarih Tezi temel alınarak yazılan
okul tarih kitaplarında daha öncekilerden farklı olarak Türk milleti merkezli bir
tarih anlayışı ile dünya tarihine bakılmaya başlanmış, Orta Asya’nın dünya
medeniyetinin merkezi olduğu ve Türk milletinin yüceliği ve medeniyet kurmadaki

3 Hasan Cicioğlu, Türkiye Cumhuriyeti İlk ve Ortaöğretim Tarihi Gelişimi, Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimler Fakültesi Yayınları, Ankara,1985, s.198.
4Mete Tuncay; “İlk ve Orta Öğretimde Tarih” Felsefe Kurumu Seminerleri, Türk Tarih Kurumu

Yayınları, 1977,ss.277-278,.
5Nevzat Köken, “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Tarih A.B.D. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta 2003, s.194.
6Uluğ İğdemir, Yıllarından İçinden Makaleler, Anılar, İncelemeler, Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ankara, 1991, s.195.


7 İğdemir “Yılların İçinden” a.g.e. s.25.

345
Mehmet GÜLER  
——————————————————————————————
öncülüğü dile getirilmiştir.’’8Türk Tarih Tezinin temel esasları içerisinde kalınarak
yazılan bu 4 ciltlik kitapta Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tarih anlayışı ilk defa
yer alıyordu. Bu kitapların I. cildi tarihten önceki ve eski çağ konularını ihtiva eder.
II. cilt, orta zaman tarihi, III. cilt, yeni ve yakın zamanlarda Osmanlı tarihi, IV. cilt
ise, Türkiye Cumhuriyeti Tarihidir. Kitapta, ‘Türk ırkı için yapılan açıklamalarda
Baykal Gölü çevresinden başlayarak Altaylar ve Orta Asya’dan itibaren Hazar
Denizi ve Karadeniz havzalarıyla Ege denizi ve Tuna boylarına kadar olan geniş
sahada binlerce ve binlerce senelerden beri genel olarak beyaz renkli Türkler
bulunduğuna ve Türk ırkının kafa şeklinin çoğunlukla brakisefal olduğuna işaret
edilmiştir.’’9

Kitapta dikkat çeken bir hususta günümüzde tartışılan on altı Türk


devletine de yer verilmesidir. Amaç, Türkler de devlet kurma kabiliyeti olduğunu
göstermektir.Türk Tarih Tezinin kitabın geneline yansıdığı görülmektedir.
“Laiklik” ve “Milliyetçilik” fikirlerini benimsetilmek istendiği açıkça
görülmektedir. Kitapta günümüz tarihçileri tarafından pek kabul görmeyen
hususlar da yer almıştır. Saman oğulları devletinin Müslüman Türk devletleri
arasında sayılması,İspanya fatihi Tarık Bin Ziyad’ın ‘’Türk asıllı’’10gösterilmesi ve
kitap da “Karahata” olarak adlandırılan‘’Karahitaylıların Türk devleti olarak kabul
edilmesi’’11bunlara örnek gösterilebilir. Osmanlı devleti anlatılırken “ Türk
Ordusu, Türk milleti, Türk devleti, Osmanlı Türkleri, Müslüman Türkler, Osmanlı
Türk devleti, Türkiye12”vb. tabirler kitapça sıkça kullanılmıştır.Liseler için yazılan
tarih kitaplarının sonuncusu olan Tarih-IV,(1934, II. Baskı), 358 sayfadan ibaret
olup, içerisinde 12 harita ve 5 renkli olmak üzere 181 resim vardır. Türk Tarih
Tezinin oluşumundan sonra yazılmış olan Tarih-IV, muhteva ve ana hat olarak hem
Cumhuriyet kadrolarının tarihe bakışını, hem de Cumhuriyet tarihi yazımında
temel konuların neler olduğunu belirlediğinden, daha sonra yazılan Cumhuriyet
tarihi kitaplarına kaynak ve örnek teşkil etmiştir. Türk milletinin tanımı için
”Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen,
Türk mefkûresini benimseyen her fert, hangi dinden olursa olsun Türk’tür.’’
denmiştir.13Sonuç olarak kitaplarda Türk göçleri ve göçlerden sonra Ön Asya ve
Anadolu medeniyet kurmaları; Osmanlı Tarihi dışındaki Türk tarihinin
yüceltilmesi, Avrupa’daki gelişmeler ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu temel
alınmıştır.

8 İğdemir “Yılların İçinden” a.g.e. s.26.


9Tarih-I,Devlet Matbaası, İstanbul,1931, ss.16-17.
10Tarih-II, Kaynak Yayınları, İstanbul,2001, s.133.
11 Tarih-II, a.g.e. s.245.
12 Türk Tarihinin Ana Hatları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1999, s.26.
13Tarih-IV, Devlet Matbaası, İstanbul, 1934, s.183.

346
 
 
 
 
Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi
——————————————————————————————
2. İnönü Döneminde Tarih Eğitimi (1938-1950)
İnönü dönemi tarih anlayış ve uygulamalarını anlayabilmek için, bu
dönemde ki ders müfredatları, tarih kongreleri, kongrelerde sunulan ve kabul gören
bildiriler önemli kriterler olarak karşımıza çıkmaktadır.İnönü döneminde özellikle
1940-46 yılları arasında uygulanan tarih politikaları, 1946 yılından sonra
kamuoyunda tartışılmaya başlanmış ve bu kapsamda İnönü dönemi tarihçiliği ve
tarih müfredatı sorgulanmıştır. 1948’den sonra Türk tarihinin belli bir kesiti değil,
bütün dönemleri inceleme kapsamına alınmıştır.1946’da çok partili hayata geçiş ve
demokratikleşme çalışmalarının hızlanmasıyla birlikte, İnönü döneminde
uygulanan hümanizm merkezli tarih politikalarına karşı, alternatif tarih görüşleri
ortaya çıkmıştır. Özellikle Fuat Köprülü ve Nihal Atsız, Türklerin Yunanlı
oldukları veya Yunanlıların da Türk oldukları yönündeki görüşleri yazdıkları
yazılarla eleştirmişlerdir. Nihal Atsız, Fuat Köprülü ve Zeki Veledi Togan’ın tarih
konusundaki görüşleri arasında büyük benzerlikler görülür.

III. ve IV. Tarih Kongrelerinde öğretmenler çağrılmamış sadece TTK


üyeleri ve öğretim üyeleri katılmış, buna rağmen tarih ders kitaplarını Tarih
Kurumunun üyeleri yazmıştır. Böylece tarih ders kitaplarının hazırlanması ve
okutulmasında öğretmenlerle yazarlar arasında kopukluk yaşanmıştır.Atatürk’ten
sonra Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün devlet politikasında etkili bir şahıs
olarak ön plâna çıktığı ve daha çok “Millî şef” dönemi olarak bilinen bir devir
başlamıştır. İnönü döneminde Atatürk döneminin temel ilkelerinden olan
milliyetçilik ve Türk Tarih Tezi terk edilerek yerine eski Yunan ve
Latin(Hümanist) kültürü ikame edilmeye çalışılmıştır. Ülkenin kalkınması için
temel hedef batılılaşmadır. Bunun için de ‘’Batı medeniyetin asli unsurları Yunan
ve Latin kültürlerinin tanınması ve benimsenmesi gereklidir.’’14‘’Cumhuriyetin ilk
yıllarında tarih araştırmalarında Ege ve Anadolu’nun antik tarih ve kültürünün
ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmaların da Türk aydınları arasında “Hümanist”
eğilimlerin gelişmesinde önemli payı olmuştur.’’15

İkinci Dünya Savaşından sonra gelen barış ortamı ve hürriyet ve


demokratik taleplerle birlikte Batı değerlerinin yüceltilmesine yol açan Hümanist
eğilimlerin gelişmesine zemin hazırladığı da bir gerçektir. Atatürk’ün ölümünden
sonra İnönü dönemi Türk fikir hayatı üzerinde önemli etkisi olan Hümanizma, II.
Dünya Savaşının sıkıntılı günlerinde eğitim ve kültür hayatında temel ilke olarak
kabul edilmiş ve geniş bir eğitim seferberliğine girişilmiştir. Hümanizmin bir

14Ali Ata Yiğit, İnönü Dönemi Eğitim ve Kültür Politikası (1938-1950), Boğaziçi Yayınları,

İstanbul,1992, s.94.
15Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, TürkTarih Kurumu Basımevi, Ankara1988, s.92.

347
Mehmet GÜLER  
——————————————————————————————
kültür politikası olarak benimsenmesi Hasan Ali Yücelin Millî Eğitim Bakanlığı
döneminde olmuştur. ‘’Atatürk döneminin eğitim-kültür politikasının temel
ilkelerinden olan Milliyetçilik terk edilerek eski Yunan ve Latin(Hümanist) kültürü
ikame edilmeye çalışılmıştır.’’16İnönü dönemi eğitim politikasının en bariz
hususiyetinin, hümanistleştirme olduğu görülür. 1940 yılında devletin kültür
politikasındaki değişikliğe uygun olarak okul kitaplarının yeni görüşler
doğrultusunda değiştirilmesi ve yeniden yazılmasına başlandı. Atatürk’ün himayesi
ile yazılan ve 1931 yılından itibaren liselerde okutulan 4 ciltlik tarih kitapları
kaldırılıp, onların yerlerine yeni kitaplar yazdırıldı. Fakateğitimdeki milli
anlayıştan tam olarak vazgeçilmediğinden başlangıçta yeni kitapların yazımında
Atatürk döneminin 4 ciltlik tarih kitaplarının genel çerçevesini korunmaya özen
gösterildi.Bu değişikliğin ilk örneği olan 1939 yılında Şemseddin Günaltay’ın
yazmış olduğu lise birinci sınıf tarih kitabı, Türk Tarihinin Ana Hatları” ve “Tarih-
I” kitabına birçok yönden benzerlik göstermektedir. Tez de olduğu gibi kitapta da,
‘’Türklerin ilk medeniyeti Orta Asya’da kurduğunu ve iklim değişikliği sebebiyle
ana yurttan göç ederek Ön Asya, Çin, Anadolu, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin
kurulmasında ve gelişmesinde önemli etkileri olduğu vurgulanmıştır.’’17Kitap, 403
sayfadan oluşmaktadır. Kitabın sonundaki 15 harita konuların daha iyi
anlaşılmasında yardımcı olması bakımdan dikkati çekicidir.

Günaltay’ın kitabından sonra 1942 de Arif Müfit Mansel, Cavit Baysun ve


Enver Ziya Karal‘ın yazdığı Tarih-I kitabı 1939 baskısında küçültülerek 218
sayfaya düşürülmüştür.Şemseddin Günaltay’ın kitabında olduğu gibi bu kitapta da
Türk Tarih Tezinin etkisi görülür. Tarih-IV kitabı yerine yazılması gereken kitap,
ancak 1944 yılında yazılabilmiştir. ‘’Enver Ziya Karal’ın Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi kitabı, ancak 1945 yılında tamamlanabilmiştir.’’18Zamanla tarih öğretiminde
Yunan ve Roma tarihi ve medeniyetinin öğretilmesi, Türk tarih ve medeniyetinin
öğretilmesinden öne geçmeye başladı.1947 yılında Emin Oktay ve Niyazi Akşit
yazdığı Tarih 1, kitabı 35 yıl şekil ve muhteva yönünden hiç değişikliğe uğramadan
okullarımızda okutulmuştur. Bu kitabın konularına göre dağılımına bakıldığında,
Türk Tarihi% 4, Eski Anadolu Tarihi%8,Yunan Tarihi %40, Roma Tarihi %40 ve
diğer konular %8 dir. Kitap da M.Ö. XII yüzyıldan itibaren Roma ve Yunan
medeniyetini bütün yönleri ile ele alınmasına karşılık Türk eski çağı yok sayılacak
derecede az yer verilmesi dikkat çekmektedir.’’191939 yılında yapılan “Birinci

16Şükrü Karatepe, Tek Parti Dönemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1993, s.87.
17Şemseddin Günaltay, Tarih I, İstanbul 1939, s.89.
18Cumhur Aslan; ”Erken Cumhuriyet Dönemi İdeolojisinin Temelleri: Türkleşmek, Çağdaşlaşmak ve

Anti-Osmanlılık-1” Türkiye Günlüğü, Kasım-Aralık-1996,s.43.


19Abdülkadir Yuvalı; ”Türkiye’de Tarih Öğretimi” “Fırat Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk

Tarihinin Meseleleri Kollokyumu” 21-26 Mayıs 1984,Bildiriler, Elazığ,1990, s.256.

348
 
 
 
 
Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi
——————————————————————————————
Maarif Şûrası’nda “hümanizm “konusu tartışılmıştı. Daha çok ahlaki eğitimin
tartışıldığı İkinci Maarif Şûrası çalışmalarının büyük bölümünü tarih dersi ile ilgili
konulara ayırmıştır. Şuranın hazırladığı raporda, ‘’ilkokulların tarih ders
programının çocukların anlayış ve ruh yapılarına uygun olmadıkları ve bu
programa dayanılarak yazılan tarih kitaplarının yetersiz olduklarını ileri
sürerek,’’20okullar için yeni tarih kitapları yazdırılmasına karar verilmiştir. ‘’Lise
Tarih kitapları içinde 1942-1943 ders yılından itibaren okutulmaya başlayan ders
kitaplarının, öncekilere göre daha öğretici olduğu ifade edilmiştir.’’21İkinci Maarif
Şûra’sında tarih ders kitapları yanında,özellikle Tarih öğretiminde araç ve
gereçlerin kullanımı hususunda önemli teklifler sunulmuştur.’’22

1949 yılındaki “Dördüncü Maarif şûrası” nda daha çok “demokratik


eğitim” üzerinde durulmuştur.’’23Türk Tarih Tezi tenkit edilmiştir. ‘’ Bir zaman
tarih ve dil tedrisatımıza kadar sirayet eden –bütün milletlerin Türk olduğu- veya-
bütün dillerin Türk dilinden çıktığı-şeklinde ki hayalle karışık nazariyeler, okul
tedrisatında asla yer bulmamalıdır. Esasen bütün milletlerin Türk olması, Türklük
için bir temayüz de değildir. Bilakis bütün milletler için de, Türk milletinin özel
meziyet ve faziletlere sahip olmanın ehemmiyeti ve belirtilmesi; çocuklarımızda;
onların millî benliklerine ve millî tarihlerine olan güvenlerini artırıcı bir ifade olur.
Tarih tedrisatımızda şu noktaya sarih olarak inanmalıyız ki, Türk milletinin, millî
ve medenî mazisiyle iftihar etmek mevzuunda herhangi büyütülmüş ve hayali bir
tarihe ihtiyacı yoktur. Tarih ilminin katî olarak bizim mâzimize mal etmediği
medeniyetlerin tarihini, biz, hele ilk ve orta tedrisatımıza koyarak, çocuklarımızı
şüpheye düşürmeyelim.” 24 Şeklinde eleştiriler getirilmiştir.

Sonuç
Yeni devlet kurulduktan sonra geriye kalan en önemli sorun, yeni rejimin
getirmiş olduğu siyasal ve toplumsal düzenin halka benimsetilmesiydi. Bu amaçları
gerçekleştirmek için araç,tarih ve okullarımızda verilen tarih öğretimi olmuştur. Bu
nedenle eğitim sistemi, yeni rejimin amaç ve ilkeleri doğrultusunda yeniden
düzenlenmiştir. Ümmet anlayışı yerine laik millet ideolojisine sahip olan bir tarih
eğitimi oluşturulmuştur. Tek parti döneminde tarihçilere göre Türkler, İslamiyet’i
kabul etmeden önce de çok güçlü bir uygarlık ortaya koymuşlardı. Bu amaçla
resmi bir tarih tezi oluşturuldu. Tezin en önemli amaçlarından biri Osmanlıdan

20İkinci Maarif Şûrası 15-21 Şubat 1943 Çalışma programı Raporlar, Konuşmalar, Millî Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1991, s.199.
21 İkinci Maarif Şûrası, a.g.e. s.200.
22İkinci Maarif Şûrası, a.g.e. s.303-204.
23Yiğit, a.g.e. s.55.
24Dördüncü Maarif Şûrası, İstanbul, 1999, ss.81-82.

349
Mehmet GÜLER  
——————————————————————————————
bağımsız yeni bir ulusal kimlik ortaya koymak olmuştur. Türk dili ve Türk ırkının
binlerce yıldır Anadolu’da yaşadığı, çok köklü bir ulus olduğu bilinci verilmeye
çalışılmıştır. Tarih eğitimi, bu tez çerçevesince şekillendirilmiştir. Liseler de tarih
eğitimi için hazırlanan kitaplarda zaman zaman amacından sapılmıştır. Asıl maksat
ideolojiyi benimsetmek olmuştur. Daha çok destansı ve romansı bir tarih eğitimi
görülür. Kitaplarda kendi tarihimizin yanı sıra Avrupa tarihi de yer edinmektedir.

1923-1938 Atatürk dönemi tarih eğitimi, daha çok Türk Tarih Tezi
eksenindeyken; 1938- 1950 İnönü dönemi tarih eğitimi, hümanizm düşüncesi
çerçevesinde oluşturulmuştur. Tarih eğitimi, Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk
döneminde, yeni rejimin yerleşmesi ve benimsetilmesi konusunda bir araç olarak
kullanılmıştır. İnönü döneminde ise eski Yunan ve Latin kaynaklarından çeviriler
yapılmış ve bu eserler tarih öğretiminde kullanılmıştır.Kısaca, dönemin şartları ve
siyasi iktidarın görüşleri, dönemin ders kitaplarına yansıtılmıştır. Tarihin
öğretilmesinde, ulusal bilincin yerleştirilmesinde tarih eğitiminin tartışılmaz bir
yeri vardır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, eğitimin romantik, gerçekdışı,
abartılı ve çarpıtılarak verilmemesidir. Tarihin amacı; ulusal bir tarih bilincini;
tarihsel gerçeklere uygun, ama aynı zamanda tarihsel düşünme becerilerini de
engellemeyecek bir anlayışlaverebilmektir. Bu nedenle bilimsel bir tarih eğitimi
için tarihçilere çok önemli görevler düşmektedir.

Kaynakça
ASLAN, Cumhur, “Erken Cumhuriyet Dönemi İdeolojisinin Temelleri:
Türkleşmek, Çağdaşlaşmak ve Anti-Osmanlılık-1” Türkiye Günlüğü,
Kasım-Aralık-1996.
CİCİOĞLU, Hasan, Türkiye Cumhuriyeti İlk ve Ortaöğretim Tarihi Gelişimi,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimler Fakültesi Yayınları, Ankara,1985
ÇAPA, Mesut “Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi “, Ankara Üniversitesi
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Kasım, 2012
Dördüncü Maarif Şûrası, İstanbul, 1999.
GÜNALTAY, Şemseddin, Tarih I, İstanbul, 1939.
İĞDEMİR, Uluğ, Yıllarından İçinden Makaleler, Anılar, İncelemeler, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1991.
İkinci Maarif Şûrası, 15-21 Şubat 1943 Çalışma programı Raporlar, Konuşmalar,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1991.
KARATEPE, Şükrü, Tek Parti Dönemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1993.
KÖKEN, Nevzat, “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları”, Süleyman Demirel
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih A.B.D. Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Isparta 2003.

350
 
 
 
 
Tek Parti Döneminde Tarih Eğitimi
——————————————————————————————
SİNANOĞLU, Suat, Türk Hümanizmi, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara,1988.
Tarih-I, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931.
Tarih-II, Kaynak Yayınları, İstanbul,2001.
Tarih-IV, Devlet Matbaası, s.183, İstanbul, 1934.
TUNCAY, Mete, “İlk ve Orta Öğretimde Tarih”, Felsefe Kurumu Seminerleri,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,1977.
Türk Tarihinin Ana Hatları Kaynak Yayınları, İstanbul, 1999.
YEDİYILDIZ, Bahheddin, Yücel, Yaşar, “Tarih ve Kültür” Millî Kültür
Unsurlarımız Üzerinde Genel Görüşler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını,
Ankara, 1990.
YİĞİT, Ali Ata, İnönü Dönemi Eğitim ve Kültür Politikası, (1938-1950) Boğaziçi
Yayınları, İstanbul,1992.
YUVALI, Abdülkadir, ”Türkiye’de Tarih Öğretimi” “Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu” 21-26 Mayıs
1984,Bildiriler, Elazığ,1990.

351
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Türk Kültüründe Halıcılık

Mehmet SARGIN 

——————————————————————————————
ÖZET
Her motifinde bir kültür barındıran halıları bu çalışmada ‘’erken dönem halıcılık’’,
‘’Selçuklu dönemi halıcılık’’, ‘’Osmanlı dönemi halıcılık’’ olmak üzere üç ana başlık
altında inceliyoruz.

Erken dönem halıcılık denince tabiki de akla ilk gelen Pazırık halısıdır. Pazırık
kurganında Rus arkeolog Rudenko tarafından 1947 yılında bulunan bu halı tarihin en eski
halısı olarak bilinmektedir. Bunun dışında Doğu Türkistanda bulunan halılar ve Çin
kanaklarındaki ifadelerde bu döneme ışık tutmaktadırlar.

1071 yılında Türklerin Anadoluyu fethedip buraya yerleşmesiyle gelişmini


sürdüren, Selçuklu dönemi halıları olarak ifade edilen halılardan 8 tanesi Konya Alaeddin
camiinden, 3’ü Beyşehir Eşrefoğlu camiinden ve 7’si Fustat’tan olmak üzere tam ve parça
olarak 18 tanesi günümüze ulaşmıştır. Bu dönem halılarında en çok dikkat çeken ve halılara
büyük bir iltişam katan hayvan figürleri olmuştur.

Beylikten büyük bir imparatorluk haline gelen Osmanlıda da önemli bir yere sahip
olan halılar zaman içinde büyük bir gelişme göstererek bütün dünyaya yayılmıştır.

Osmanlı halıları ‘’Erken Osmanlı dönemi halıcılık (15-16. yy)’’ , ‘’Klasik Osmanlı
dönemi halıcılık (16 .yy)’’, ‘’Geç Osmanlı dönemi halıcılık (17. yy) ‘’ olarak üç bölüme
ayrılmaktadır.

15-16. yüzyıllarda Osmanlı beyliği zamanında dokunan ve Osmanlının ilk halı


grubunu teşkil eden halılar erken dönem Osmanlı halıları olarak adlandırılırlar. Saray
halıları ve Uşak halılarının yer aldığı 16. yüzyılda dokunan halılar da klasik Osmanlı
dönemi halıları olarak adlandırılırken, Osmanlının son zamanlarında dokunan 17. yüzyıl
halıları ise geç Osmanlı dönemi olarak bilinir.

Anahtar Kelimeler: Halıcılık, Türkler de Halı, Pazırık, Doğu Türkistan, Selçuklu,


Osmanlı

——————————————————————————————

 Süleyman Demirel Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3. Sınıf Öğrencisi,


 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
1.Tarih-Kültür-Halıcılık
Maddi nesnelerin konuşmasına izin vermeliyiz.Ekonomik yaşamdan
eğitime, sosyal yaşamdan politik yaşama kadar hemen her alanda maddi nesneler
kültürün çevresel ilişkilerinin birer mimarı konumunda yer alırlar.

Kültür kavramının oluşmasını insanın yaşamına borçluyuz.Yaşamın tüm


varlıkları kültürün her aşamasında yer edinmiştir.Kültürsüz bir toplumdan söz
etmek yanıltıcıdır, bu yüzden toplumları, kültürleri sayesinde diğerlerinden ayırt
ederiz.

Kendi kültürlerine sahip çıkamayan toplumlar kendi bireylerine yabancı


kalırlar, bu türden toplumlar zamanın getirdikleri karşısında duyarsızdırlar.Bu
bağlamda geleceğin sağlıklı olması bizlerin bugün duyarlı olmamızla
ilgilidir.Kültürümüzü okumalıyız ve onu çözümleyerek tarihimizin karanlıkta kalan
kısımlarına ışık tutmalıyız.

Türk toplumu maddi kültür alanında fakir bir toplum değildir.Halıcılık bu


bağlamda sadece bir kesittir ve halı kültürü, toplumumuzun çok belirgin bir
tasvirini sunmaktadır.

Halı kelimesinin aslını kâli teşkil eder. Çeşitli kaynaklarda, kâlinin


(küçültmeli şekli kâliçe) Farsçadan geldiği ileri sürülmekteyse de Jarnes W.
Redhouse 1890’ da yayımladığı sözlüğünde kelimeyi Türkçe olarak vermiştir.F.
Steingass da iki yıl sonra çıkardığı Farsça sözlükte hem kâlinin hemde bu dilde
onunla aynı anlamı taşıyan kâlinin (değerli bir halı çeşidi: küçük halı, seccade)
türkçe olduğunu belirtmiştir.Doerfer ise pek çok kaynaktan faydalanarak bu iki
kelimenin Türkçeden Farsça’ya geçtiğini kanıtlarıyla ortaya koymaktadır.1

Halı ve kâlı sözü, bugünkü Türkler arasında çok yayılmış olan


deyişlerdir.Anlaşıldığına göre, önceleri ancak ‘’kentli Türkler’’ bu deyişi çok
kullanıyorlardı.Sonradan da köyler ile yaylalara yayılmış oldu.Fakat bu yayılma
şimdi bile tamamlanmış değildir.Çünkü 14. yüzyıldan önceki kaynaklarda halı, kâlı
sözlerine rastlamıyoruz.Gerçi Dede Korkut gibi ‘’yaylacı Türkler’’ e ait olan
söyleşilere ‘’seksen yerde ala kâlı, ipek döşenmiş idi’’ gibi sözleri duyuyoruz.Altay
Türkleri gibi dış tesirlerden uzak Türk kültür çevrelerinde de, kâlı sözünü
görmediğimizi söylemek zorundayız.2

1Hades-Hanefi Mehmet Efendi,’’Halı’’, DİA , C.15 , İstanbul, 1997, s.251.


2Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.3, ‘’Türklerde Ev Kültürü(Göktürklerden
Osmanlılara)’’, Kültür Bakanlığı Yay. , Ankara, 1991, ss.145-147.

353
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 
Halı; argaç, arış ve ilme ipliklerinden meydana gelmiş, tüylü (hav’lı) bir
dokumadır.Arış, tezgah boyunca uzanan iplikler olup, dokumanın iskeletini
oluşturur.Düğümler, arış üzerine yapılır.Argaç ise dokumanın bir kenarından öteki
kenarın, çözgüler arasından geçirilen ipliklerdir.Halı dokumada düğüm sıralarından
sonra geçirilerek düğümlerin sıkışmasını sağlar.3

Halı denince akla ilk gelen Türkler olmuştur. Çünkü halıcılık koyunculuk
ile derin bir yün ve boya bilgisi gerektirir.4 Türkler en önemli geçim kaynakları
olan hayvanların kıl ve yününü, kendi mamulleri olan alet ve tezgahlardan
geçirdikten sonra halı dokuyarak çadırın zeminindeki nemden, soğuktan korunmayı
amaçlamışlardır. Daha sonraları ise artan halı üretimiyle bir geçim kaynağı
sağlamayı başarmışlardır. 5

Yaşam koşullarını, kültürlerini, inanışlarını büyük bir duygu ve düşünce ile


birleştiren türk kadını bunları halılara nakşetmiştir.Bugün bile yarı göçebe dendiği
zaman burun kıvıran Avrupalılar Türk kadının zevkinin ve emeğinin ürünü olan bu
halıları almak için adeta servet dökmektedirler.(resim 1-2)

Türk halıları köy evleri ve çadırları kadar sarayları da süslemiştir.


Camilerde, ve kliselerde insanlar halıların üstünde secdeye varmış, ya da onları
başka tür ibadetleri için kullanmıştır. Türk halılarının üstüne oturulup ya da yatılıp,
düşünülebilecek bütün günahlar işlenmiştir.(resim 3-4) Her amaç için
kullanılabilen bu şahane halılar, Türk halklarının kimlik ve tarihlerinin simgesi
olmaktan da ötedir.6 Çalışmamın başında da belirttiğim gibi bu ve bunun gibi
nesnelerin konuşmalarına izin vermeliyiz. Çünkü bunlar tarih yüklüdür tâbiri
yerindeyse tarih kokmaktadırlar.

Halıların dokunması sırasında iki farklı düğüm tipi uygulanır: gördes veya
Türk düğümü, sena (sine) veya acem düğümü. Birinci tipte düğüm, iplik iki arışın
üzerinden geçirilip aradan çıkarılarak atılır ve simetrik bir görünüm verir. İkinci
tipte ise düğüm, iplik bir arışın altından sağa ve sola doğru geçirilip diğerine
dolanmak suretiyle atılır; bu tipte görüntü simetriktir.7

3Neriman Görgünay-Kırzıoğlu, Altaylardan Tunaboyuna Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler),

TC. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2001, ss. 20-21


4Bahaeddin Ögel, a.g.e. , s.143
5 Mehmet Eröz, Yörükler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul, 1991, s.171
6 Carter v. Findley, Dünya Tarihinde Türkler, Çev. Ayşen Anadol, Timaş Yay., İstanbul, 2012, s.19
7 Hades-Hanefi Mehmet Efendi, a.g.e. , s.253

8 Hades-Hanefi Mehmet Efendi, a.g.e. , s.252

354
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
2.Halıcılığın Nesnel Araç Ve Gereçleri
Halının ham maddeleri yün (koyun, deve), ipek, pamuk ve tiftik olup
düğüm ipleri yün veya ipekten (yahut bu ikisinin karışımından) yapılır.8

Konar göçer bir hayat süren Türklerde sürekli hareket halinde olunuşundan
dolayı kolay kurulup sökülebilen ve taşıması daha rahat olan yatay yer dokuma
tezgahları kullanılırken zamanla yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte daha büyük
halıları dokuyabilecek büyük tezgahlara geçilmiştir.(resim 2-5-6)

Yatay durumundaki yer tezgahları iki tiptir. Bunlardan biri dar tahtalarla
diğeride geniş tahtalarla yapılmaktadır. Geniş tahtalı tezgahta halılar, dar tahtalı
tezgahta çadır bantları ve bağları (bağcık) dokunmaktadır.Dar tahtalı dokuma
tezgahı konar göçer hayat tarzına uygun olarak gerektiğinde kolayca parçalara
ayrılıp başka yere nakledilebilmektedir.9

Halıcılıkta mükembel bir eser ortaya koymak için bir takım küçük el
aletlerinden de faydalanılmaktadır.Bu aletler farklı coğrafyalarda farklı isimler
almıştır. Halı dokunurken düğüm atıldıktan sonra ucu yukarı doğru kıvrık ‘’
keser’’adı alan bıçak, bir sıra bittikten sonra düzgün bir yüzey temin etmek için
düğümleri düzleştiren ‘’sınd’’ (makas) ve çözgüyü sıkılaştırmak için dişleri
demirden sapı da ağaçtan olan ‘’tarak’’lar bunlardan birkaçıdır.10(resim 7)

3.Erken Dönem Halıcılık


3.1. Pazırık Halısı
Altaylarda Rus erkeolog Rudenko tarafından pazırık yaylasında bir
kurganda bulunan bu halı tarihin en eski halısıdır.

Bulunuşunun (1947) üzerinden yıllar geçmesine rağmen halen menşei


hakkında tartışmalar devam etmektedir.Rudenko Pazırıktaki bu halıyı İskitlere mal
ederek mö. 5. yüzyıla tarihlendirmiştir.Daha sonraki bilginler mö. 6-3. yüzyıllara
koymuşlardır. Abdulkadir İnan ‘’altaylarda pazırık hafriyatından çıkarılan atların
vaziyetini türklerin defin merasimi bakımından izahı’’ adlı makalesinde,
Bahaeddin Ögel ‘’İslamiyetten önce Türk kültür tarihi’’ adlı eserinde Pazırık
kurganlarının Büyük Hun imparatorluğuna ait olduğunu yazmışlardır.Prof. Dr.
Oktay Aslanapa’da ‘’ölülerin gömme adetleri, mumyalanmış ölülerin tipleri ve
Altay bölgesinin tarihi ile komşu kurganlarda çıkan öteki eserler karşılaşınca

9Nalân Türkmen, Orta Asya Türkmen Halıları İle Tarihi Anadolu Türk Halılarının Ortak
Özellikleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., Ankara, 2001, s.36
10 Nalan Türkmen, a.g.e. , s.36

355
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 
halının Asya Hunlarına ve mö. 3-2. yüzyıllara mal edilmesi akla yakın
gelmektedir.’’ demiştir.11

Kurgandan çıkarılan bu eser; ‘’1.89x2m. boyutlu ve çok ince yünden


(iplik) yapılmış olup, 10cm2 de 36.000 gördes düğümü ile inanılmaz ve daha
sonraları erişilememiş bir ustalık eseridir. Halı, süvari figürlerinden geniş bordür,
geyik figürlerinden ikinci geniş bordür, grifonlardan bir iç ve bir dış dar bordür,
zeminde 24 kare halinde haçvari çiçeklerden, kırmızı zemin üzerinde beyaz, sarı,
mavi renklerin hakim olduğu dama tahtasına benzer bir örnek göstermektedir.’’12
(resim 8-9, çizim 1)

Pazırık halısını çeşitli yönleriyle inceleyen sayın Tekçe de halının 24


kareye bölünmüş olmasını hem Asya Hunlarının 24’lü devlet örgütünü hem de 14
boyunu düşündürdüğünü ayrıca atların 28 adet olmasının Hunlar gibi Göktürklerde
de tanrıdan kut almış sayılan devletin 28 dereceli düzenini anımsattığını
belirtiyor.13

3.2. Doğu Türkistan’da Bulunan Halılar


Pazırık halısınının keşfinden 45 yıl kadar önce Aurel Stein 1906-1908’de
Doğu Türkistanda Lop Gölü batısında Lou-lan’da 3. ve 4. yüzyıllardan kalma
düğümlü halı parçalarını bulmuştu.Bunlar sert, kalın ve boyanmamış yünden
bükülmüş ipliklerden tek argaçlar üzerine düğüm atılıp bazen beş sıra arış
geçirilerek hazırlanmıştır.Üç çeşit sarı, koyu mavi, kırmızı, mat yeşil ve
kahverengiden canlı ve parlak renkler baklavalar, şeritler ve çok sitilize çiçeklerden
ibaret basit örnekleri meydana getirmektedir.(resim 10) Bundan birkaç yıl sonra
1913’de A. Von Le Coq, Turfan araştırmalarını yaparken Kuça’nın batısında
Kızıl’da diğer bir düğümlü halı parçası bulmuştur. 16x26 cm boyutlu parça yine
sert, kalın boyasız yünden bükülmüş ve arışlarla tek argaç üzerine düğümlü fakat
ayrıca bir atlamalı argaçlar üzerine ince yün iplik düğümlerle zenginleştirilmiş bir
tekniği vardır. Kırmızı zemin üzerine siyah konturlu sarı renkte bir kıvrık dal veya
ejder kuruğunu andıran örnek canlı renklerle belli olmaktadır.14

3.3. Eski Tarihi Kaynaklara Göre


Kök-türk devrinden bir Çin masalında, Kök-Türkler’in veya Kangılı
boyların, şölen sırasında, çayırlara yün halılar serdikleri anlatılmaktadır. Yine,
kaynakların ifadesine göre, ‘’miladi ilk asırlarda, bugünkü Doğu Çin’in batısındaki,

11 Neriman Görgünay-Kırzıoğlu, a.g.e. , ss.52-53


12 Oktay Aslanapa, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren Yay. , İstanbul, 1987, ss.9-10
13 Neriman Görgünay-Kırzıoğlu, a.g.e. , s.56
14 Oktay Aslanapa,Türk Halı..,s.10

356
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
şimdiki Kan-Su vilayetinde bulunan ve eski adı Ho-Hsi olan, Türkler arasında,
gesi-gecsi diye söylenen, P’ing-Liang şehri Gök-Türklerin önemli bir kültür çevresi
idi.P’ing-Liang, İç Asyada bilinen bir halı merkezine yakın idi.Gesi’nin (P’ing-
Liang) doğu komşusu bir ilde, Çinlilerin T’u-Yü-Hun dediği ve Türk oldukları
sanılan bir kavim halı dokumakta ve hem Doğuya, hem Batıya satmakta idi.’’
Yine, Kök-Türk, Kangılı ve Uygur kağanlıkları devrinde (745-911), Doğu
Türkistan’daki Uygurların eski başkenti Koço bölgesi bir kilim ve halı üretim
merkeziydi. 13-11. yy’da, Doğu Türkistan’da, Uygurlar devrinde halı dokunduğu,
Koço yakınındaki bir Uygur Budist tapınağındaki, 9-12. yy’larda yapılmış duvar
resimlerinde, düğümlü halı üzerinde Uygur hatunlarının resimlerinin yer aldığı
söylenmektedir.15

4. Selçuklu Dönemi Halıları


1071 yılında Anadolunun fethi ile Türk halıcılığı gelişimini anadoluda
sürdürmeye devam etmiştir. Türk halı sanatının Anadoludaki ilk temsilcisi olan
Selçuklu halılarının temeli Orta Asya Türk halı sanatına dayanır. Çünkü yarı
göçebe Türkler Anadoluya geldikleri zaman halı kültürlerinide beraberlerinde
getirmişlerdir.

Genel olarak Orta Asya Türkmen halıcılığının temel prensibini meydana getiren
sonsuzluk anlayışı, selçuklu halılarının kompozisyonunda da mevcuttur. Ayrıca
hemen hemen bütün Türkmen boylarının halı ve diğer düz dokuma yaygılarında,
kaydırılmış eksenler üzerinde sıralanan büyük sekizgenlerin meydana getirdiği göl
motiflerine Selçuklu halılarında da rastlanmak mümkündür. Bununla ilgili en güzel
örnek: 1905 yılında Konya Aleddin camiinde bulunduğu için Konya Selçuklu
halıları diye tanınan grubun içinde yer almaktadır.Bugün İstanbul Türk ve İslam
eserleri müzesindeki bu halıda deve tabanı diye adlandırılan basık sekizgenler
(göller) kaydırılmış eksenler halinde sıralanmıştır. Bu göl Türkmenlerin sarık ve
yomut gölleri ile bir benzerlik taşımaktadır.16 (resim 11-12)

Selçuklu halıları 8 tanesi Konya Alaeddin camiinden, 3’ü Beyşehir


Eşrefoğlu camiinden, 7’si Fustat’tan olmak üzere tam ve parça olarak 18 adettir.Bu
18 parça incelendiğinde, Selçuklu halılarında genelde geometrik motiflerin
kullanıldığı; ayrıca stilize edilmiş bitki motiflerinede yer verildiği görülür.Bunlar;
baklavalar, sekizköşeli yıldızlar, kenarları düz veya çengellerle süslü altıgen ve
sekizgenler, ‘’çakmak’’ denilen ‘’S’’ şekilleri, koçboynuzları, U ve V şekillerinin
yerleştiği dörtgenler, elibelindekız motifleridir.Zemin kompozisyonu ise, sade

15 Bekir Deniz, Türk Dünyasında Halı ve Düz Dokuma Yaygıları, Atatürk Kültür Merkezi Yay. ,

Ankara, 2000,s.21
16Nalan Türkmen, a.g.e. , ss.53-54

357
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 
şekillerden ibaret olan motiflerin, kaydırılmış eksende yerleştirilerek, sonsuzluk
ifade eden sıralanmaları ile, meydana gelmiştir.Selçuklu halılarının en karakteristik
özelliği uçları ok başını andıran sivri üçgenlerle nihayetleşen, iri ve dik, kûfi yazıya
benzer örneklerle süslü, gözalıcı bordürleridir. Selçuklu halılarının bordürlerinde
kûfi benzeri yazıların yanısıra, koşan köpekler ile halk arasında
‘’deveboynu/aşşık/kaydırma ve çeşitli adlarla bilinen ‘’ZZZZZZ’’ şeklindeki
motiflerle, ok-yay/yaba ‘’—C—C—C ‘’ motiflerinde de yer verilmiştir.17 (resim
13-14-15-16, çizim 2)

14. yy. da ortaya çıkan hayvan figürlü halılar Selçuklu halılarına ayrı bir
iltişam katarken Türk halı sanatınında ayrı bir safhasını oluşturmuştur. Bu
yüzyıllarda görülen en önemli hayvan figürü çift başlı yada tek başlı olarak
nakşedilmiş olan kartal figürleridir.18 Kartal figürleri dışında da , halı zemininin
birbirinden bağımsız sekizgenlerle kaplanarak, içlerine stilize kuş yada kuruklu
hayvan figürlerinin dolgulandığı motifler işlenmiştir.19(resim 17-18-19)

Osmanlı halıcılığına geçmeden önce beylikler dönemindeki halılarada


kısaca bir göz atalım.Selçuklu devletinin politik açıdan, 1308 yılında yıkılmasından
sonra ortaya çıkan beylikler döneminde de, halı ve düz dokuma yaygılar
dokunmaya devam etmiştir: beylikler dönemi halıları, Türk halı sanatı tarihinde,
14-15. yy. Anadolu Türk halıları diye adlandırılır. Bu halılar genellikle hayvan
figürleriyle süslüdür. Bu nedenle hayvan figürlü Anadolu halıları diye de bilinir.
Bu halılar başlangıçta rönesans dönemi ressamlarının tablolarına bakılarak tayin
edilmiş, daha sonra anadoluda yeni örneklerinin bulunmasıyla beylikler devri
halıları hakkında bilgiler çoğalmış ve daha önce Selçuklu dönemine ait olduğu
sanılan pek çok halının da 14-15. yy.’dan kaldığı ortaya çıkmıştır.20

17Neriman Görgünay-Kırzıoğlu, a.g.e. ,s.131


18Neriman Görgünay-Kırzıoğlu, a.g.e. ,s.294
19 Nalan Türkmen, a.g.e. , s.58
20 Bekir Deniz, a.g.e. , ss.25-26

358
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
5. Osmanlı Dönemi Halıcılık

5.1.Erken Osmanlı Devri Halıları


15-16. yüzyıllarda Osmanlı beyliği zamanında dokunan bu halılar
Osmanlının ilk halı grubunu teşkil eder.Dört grupta incelenen erken Osmanlı devri
halılarının 1. Grubu;

Halılar küçük karelere bölünmüş, halı zemininde, karelerin içine


yerleştirilmiş sekizgenler ve bunların arasındaki, kaydırılmış eksenler halinde
düzenlenen, eşdörtgen motifleriyle karakteristiktir.Sekizgen motifler köşelerde ve
kolların orta yerinde koç başını andıran düğümler meydana getirir. Ortasında bir
gül motifi bulunur.Eşdörtgenin kısa kenarlarının iki ucunda çoğukez elibelindekız
motifleri yer alır. Kenar bordürlerinde ise, ögülü kûfi yazılar ve çiçek motifleri
bulunur.21 (resim 20)

İtalyan ressam Lotto’nun tablolarında resmedildiği için Lotto halıları


olarak adlandırılan 2. grup erken Osmanlı halılarının bu halıların genel şeması
birinci grup halılara benzer. Halı zemini karelere ayrılır.Karelerden her birine
sekizgen motifler, bunların arasında kalan boşluklarada eşkenardörtgenler
yerleştirilir. Her iki bölümün içerisi üsluplaştırılmış bitki desenleriyle bezenir.
Kenar bordürlerinde örgülü kûfi yazılar ve çiçek desenleri bulunur.22

Üçüncü grup halılarda zemin iki, üç veya dört eşit kareye bölünür.
Karelerden her birine sekizgen motifler yerleştirilir. Bunların da içerisine sekiz
köşeli yıldız ve bitki desenleri, bazen üsluplaştırılmış hayvanlar ve birbirleriyle
21 Bekir Deniz, a.g.e. ,s.28
22 Bekir Deniz, a.g.e. , s.28

359
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 
mücadele eden hayvan figürleri işlenir. Karelerin dışında kalan bölümler çiçek
desenleriyle süslenir. (resim 21)

Erken osmanlı devri halılarının dördüncü grubu, şekil ve teknik


bakımından, üçüncü grup halılarına benzer. Zeminde üst üste yerleştirilmiş bir veya
iki kare bulunur. Bazı örneklerde de üç tane kare görülebilir.

Bunların dışında Nalan Türkmen’in 18. ve 19. Yy. Türkmen halılarında


boylara bağlı olarak gelişen göl ve kompozisyon anlayışı adlı eserinde bahsettiği
erken Osmanlı dönemi halılarının bir grubunu da Holbein halılarının oluşturduğunu
söyler: Holbein halılarının menşei 15. yüzyıla kadar inmektedir. Yere serildiği gibi,
masa, dolap, pencere kenarı ve gemilerin iç süslemesinde de kullanılan Holbein
halıları 1460-1550 yılları arasında İtalyan, İspanyol, Fransız, İngiliz ve Floman
resimlerinde de yoğun biçimde görülmektedir.23

5.2.Klasik Dönem Osmanlı Halıcılığı


5.2.1.Saray Halıları
16. yüzyıldan itibaren saray çevresinde düğüm tekniği ve pastel renkler
kullanılan son derece grift desenlerle bezeli olan bu halılar saray halıları olarak
tanımlanır.

Herhangi bir gelişmeye bağlanmadan birden meydana çıkan bu halılarda


söz edilen hançer yaprakları, palmet ve madalyonlar, tamamı ile naturalist lale,
sümbül, karanfil ve nar çiçekleri ile birleştirilerek yepyeni bir üslup
yaratılmıştır.24(resim 22-23)

Çok ince ve zengin desenli bu lüks halılarda uçları birbirine daha yakın
olduğu için İran düğümü tercih edilmiştir. Yün ve pamuktan yapılan düğümler, (
metrekarede 200.000-700.000 arasında) daha sık olup, kadifeyi andıran yumuşak
bir tesir bırakır. İpek düğüm yoktur.Yalnız argaç ve arışlarda bazen ipek
kullanılmıştır.25

Bu halılar İran halılarına benzeselerde sadece İran düğümü kullanılmıştır.


‘’ İran örneklerinde ana zemin motiflerinin küçük ve sık olması sebebiyle öne
çıkan madalyon Osmanlı saray halılarında geri planda bir süsleme unsuru halini

23 Nalan Türkmen, a.g.e. , s.70


24 Oktay Aslanapa, Türk Sanatı El Kitabı, İnkılap Kitabevi Yay. , İstanbul, 1993, s.128
25 Oktay Aslanapa, Türk Halı… , s.137

360
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
almış, buna karşılık ana zeminin iri motifleri esas süsleme elemanı olarak öne
çıkmıştır.’’26

Osmanlı saray halılarının istanbuldan gönderilen örneklere göre Kahirede


yapıldığı fikri ilk defa Erdmann tarafından ileri sürülmüş ve geniş ölçüde
benimsenmiştir.Fakat Kühnel, bunlardan bazılarının teknik özelliklerine göre
İstanbulda veya 1474’den beri halılarının adı geçen ipekçilik merkezi Bursada
yapılabileceğini belirtmiştir.3. Murad’ın 1585 tarihli bir fermanıda bu görüşü
desteklemektedir. Bunda 11 halı ustasının boyanmış yün ipliklerle Kahireden
İstanbula gönderilmesi emredilmektedir.27

5.2.2.Uşak halıları
Uşak çevresinde dokunduğu için Uşak halısı adını alan bu halılar yün
malzemesi ve saray halısındaki İran düğümü aksine Türk düğüm tekniğiyle
dokunmuştur. Renklerinde de mavi, kırmızı, kahverengi hakimdir.

5.2.2.1.Madalyonlu uşak halıları


Madalyonlu Uşak halıları, daha önemli bir grup olarak 18. yüzyıl içinde de
gelişmiş, 10 metreye kadar uzun olanları yapılmıştır. Orta eksende yuvarlak,
yanlarda sivri dilimli madalyonların sıralanmasından ibaret ve sonsuzluğu işaret
eden kompozisyon, İran halılarının sınırları belli ve kapalı kompozisyonundan
farklıdır.Sonsuz örnek halinde sıralanmış madalyonlardan kesilmiş bu
kompozisyon düzeninde ancak madalyonlar bazen oval, bazen yuvarlak olarak
değişmiş, sıralanışta zeminin boyutları farklı olsa bile bir değişme olmamıştır.En
iyi cinsleri sarı çiçeklerle doldurulmuş lacivert zemin üzerine, koyu kırmızı ve
mavi madalyonlardır. Kırmızı zeminliler daha zengindir ve madalyonları hep
lacivert olur.Umumiyetle yünden yapılmış, bazen pamuk kullanılmıştır. Kırmızı,
lacivert ve parlak sarı hakim renkler olup, ikinci derecede yeşil, mavi renkler,
konturlarda siyah kullanılmış, üç asıl, iki yardımcı renkle zengin şahane dekorlar
meydana gelmiştir.28 (resim 24-25)

5.2.2.2.Yıldızlı uşak halıları


Yıldızlı grup, genel kompozisyonu itibariyle ve daha çok geç örneklerinde
madalyonlu Uşak halılarına benzemektedir. Erken örneklerinde ise merkezde sekiz
köşeli yıldızla uzantısında yer alan yarım ve çeyrek baklava şeklinde küçük
madalyonların kaydırılmış eksenler üzerinde alternatif sıralandığı ve bitkisel

26Hades-Hanefi Mehmet Efendi, a.g.e. , s.257


27 Oktay Aslanapa ,Türk Halı…, s.137
28 Oktay Aslanapa, Türk Sanatı…,,s.121

361
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 
desenli soluk zemin dolgularının ikinci bir sıralama yaparak Holbein halılarını
hatırlatan bir kompozisyon oluşturduğu görülür.29Yıldızlı Uşaklar 17. yüzyılı
geçmediği halde, kısa zamanda gelişmesini tamamlamış bir bozulma
olmamıştır.16. yüzyıldan günümüze ancak 20-25 kadar Uşak halısı
kalmıştır.30(resim 26-27)

5.3.Geç Dönem Osmanlı Halıcılığı


17. yy. Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve ekonomik alanda gücünü
yitirmeye başladığı bir dönemdir. Bu yüzyıl aynı zamanda osmanlı devletinde
Batılılaşma dönemininde başlandığı bir zamana rastlar. Politik başarısızlıklarının
aksine, imparatorluk sınırlarında, sanatın hemen her alanında bir gelişme görülür.
Deyim yerindeyse adeta sanatta rönesans dönemi yaşanır. Bu dönemde ortaya
çıkan bu halılara geç Osmanlı dönemi halıları diyebiliriz.31

Kaynakça
ASLANAPA, Oktay, Türk Sanatı El Kitabı, İnkılap Kitabevi Yay. , İstanbul, 1993
----------------, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren Yay. , İstanbul
BEKİR, Deniz, Türk Dünyasında Halı Ve Düz Dokuma Yaygıları, Atatürk Kültür
Merkezi Yay. , Ankara, 2000
ERÖZ , Mehmet, Yörükler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay. , İstanbul, 1991
FİNDLEY ,V. Carter , Dünya Tarihinde Türkler, Çev. Ayşen Anadol, Timaş Yay. ,
İstanbul, 2012
HADES-Hanefi ,Mehmet Efendi,’’Halı’’, DİA. , C.15 , İstanbul, 1997
KIRZIOĞLU-Görgünay, Neriman, Altaylardan Tunaboyuna Türk Dünyasında
Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı Yay. , Ankara, 2001
ÖGEL, Bahaeddin , Türk Kültür Tarihine Giriş, C.3, ‘’Türklerde Ev
Kültürü(Göktürklerden Osmanlılara)’’, , Kültür Bakanlığı Yay. , Ankara,
1991
TÜRKMEN ,Nalân, Orta Asya Türkmen Halıları İle Tarihi Anadolu Türk
Halılarının Ortak Özellikleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay. ,
Ankara, 2001

29 Hades-Hanefi Mehmet Efendi, a.g.e. , ss.258-259


30 Oktay Aslanapa, Türk Sanatı…, s.113
31 Bekir Deniz, a.g.e. , s.31

362
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 
Ekler
 

(resim 1) Findley V. Carter , Dünya Tarihinde Türkler, Çev. Ayşen


Anadol, Timaş, İstanbul, 2012
 

(resim 2) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

363
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 

( resim 2) Türkmen Nalân, Orta Asya Türkmen Halıları İle Tarihi


Anadolu Türk Halılarının Ortak Özellikleri, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001

( resim 5) Eröz Mehmet, Yörükler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,


İstanbul, 1991

364
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 

( resim 7 ) Türkmen Nalân, Orta Asya Türkmen Halıları İle Tarihi


Anadolu Türk Halılarının Ortak Özellikleri, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001

( resim 8 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

365
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 

( resim 9 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

( resim 10 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

366
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 

( resim 11 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

(resim 12 ) Türkmen Nalân, Orta Asya Türkmen Halıları İle Tarihi


Anadolu Türk Halılarının Ortak Özellikleri, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001

367
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 

( resim 13 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

( resim 14 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

368
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 

( çizim 2 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

( resim 16 ) Görgünay Neriman, Oğuz Damgaları ve Göktürk


Harflerinin El Sanatımızdaki İzleri, TC Kültür Bakanlığı, Ankara,
2002

369
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 

( resim 17 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

( resim 18 ) Kırzıoğlu-Görgünay Neriman, Altaylardan Tunaboyuna


Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), TC. Kültür Bakanlığı,
Ankara, 2001

370
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 

( resim 20 ) Bekir Deniz, Türk Dünyasında Halı Ve Düz Dokuma


Yaygıları, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 2000

( resim 21 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

371
 
Mehmet SARGIN 
—————————————————————————————— 

( resim 22 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

( resim 24 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

372
 
 
 
 
Türk Kültüründe Halıcılık  
—————————————————————————————— 

( resim 26 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 1987

( resim 27 ) Aslanapa Oktay, Türk Halı Sanatının Bin Yılı, Eren


Yayıncılık Ve Kitapçılık, İstanbul, 198

373
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri:


Mübarizeddin Er-Tokuş
Sevil İLİ ‫٭‬
——————————————————————————————

ÖZET
Türkiye Selçuklu Devleti’nin tarihini incelediğimizde genellikle ticari politikalara
önem verildiği görülmektedir. Buna bağlı olarak devlet erkânı da bu yönde girişimlerde
bulunmuştur. Akdeniz ve Karadeniz ticaretinde önemli hedefler belirlenmiş ve elde edilen
başarılar sayesinde de bu mühim hedeflere kısa sürede ulaşılmıştır. Mübarizeddin Ertokuş
da I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1196, 1205-1211), I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) ve
I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) dönemlerinde sahip olduğu serleşkerlik (valilik) gibi
mühim mevkilerde bu politikaların garantörlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Anadolu ticaretinde mühim limanlar olan Antalya, Alanya ve akabinde güney sahillerinin
ele geçirildiği dönemlerde sultanların yenilmez fatihi olarak önemli başarılara imza attığı
görülmektedir. Yalnızca bu bölgeleri fethetmekle kalmayan Mübarizeddin Ertokuş’un
gerek giriştiği vakıf ve imar faaliyetleri gerekse adil ve hoşgörülü yönetimiyle Antalya ve
çevresindeki halkın sevgisini de kazandığını kaynaklarda görmek mümkündür. Nitekim
askeri fütûhatın kalıcılığını, tarih boyunca şahit olduğumuz ve Anadolu Selçukîleri
döneminde de başarıyla tekerrür eden bu Türk yönetim anlayışı ve geleneğine bağlamak
yanlış olmayacaktır.

Anahtar Sözcükler: Mübarizeddin Ertokuş, Alanya (Kolonoros), Antalya, Atabeg,


Isparta, Medrese

Commendar Of Three Ages Wıth Steadıness Locatıon In Turkey Seljuqs:


Mübarizeddin Ertokuş
ABSTRACT
When we examine the history of Seljuqs in Türkey, it is seen that the emphasis is
given on the commercial policies in general. Accordingly, the statesman also made an
attempt in this point. The important positions were set in the trade of Black Sea and
Mediterranean and also by means of these successes gained, these important positions were
reached in a short time. In the periods of Gıyaseddin Keyhüsrev 1 (1192-1196,1205-1211),
Izzeddin Keykavus 1(1211-1220) and Alaeddin Keykubad 1 (1220-1237) ,Mübarizeddin
Ertokuş also appears in front of us as a guarantor of the policies in important places like his
having governorship. It was seen that he had put his signiture for important successes as an
invincible conqueror of the sultans in the periods when Antalya, Alanya having the
important parts in Anatolian trade and eventually Southern shroes. ıt is possible to see in
the resources that Mübarizeddin Ertokuş did not only stay with annihilating these areas but
also he gained the affection of the community living in Antalya by means either of his

‫٭‬
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Bölümü
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
attempt of endowment and development activity or his method of tolerance. In fact, it
would not be wrong to attribute the permanence of military conquests to the Turkish ruling
system and tradition seen throughout the history and recurs successfully in the history of
Seljuqs.

Key words: Mübarizeddin Ertokuş, Alanya (Kolonoros), Antalya, Atabeg, Isparta,


madrasa

——————————————————————————————
Giriş
Tuğrul ve Çağrı Beylerin akınlarıyla başlayan Anadolu’nun keşif süreci,
1048 Pasinler Savaşı ile Bizans karşısında dengelerin belirlenmesi ile nihayete
ererken; Anadolu’da Türklerin daimi bir hakimiyet kurabilmeleri Türk Tarihi
açısından bir dönüm noktasını ifade eden 1071 Malazgirt Zaferi ile
gerçekleşebilmiş; böylece Türkler kalabalık gruplar halinde Anadolu’yu yurt
edinmeye başlamışlardır.1 Alparslan ve komutanlarının önderliğinde teşekkül eden
beylikler döneminde girişilen imar faaliyetleri ile Anadolu’nun tapusu kesin olarak
ele geçirilmiş kalıcı bir Türk-İslam kültürü yerleştirilmiştir.2

Akabinde Süleyman Şah önderliğinde 1075 yılında İznik merkezli kurulan


Türkiye Selçukluları sayesinde Anadolu’da bu kültürün Bizans ve Haçlılara
rağmen sağlamlaştığını görmekteyiz. Öyle ki; Anadolu’ya akın eden Haçlıların
yıpratma süreci boyunca başsız kalınan dönemlerde dahi dirayetli devlet adamları
ve akılcı politikaları sayesinde en az zararla bu süreç atlatılmış ve Anadolu’nun
Türk vatanı olduğu tüm Avrupa’ya, II. Kılıçarslan döneminde vuku bulan 1176
Miyokefalon (Kumdanlı) Savaşı ile kabul ettirilmiş oldu. Böylece Haçlı istilaları
sebebiyle 1097’den 1176’ya kadar Bizans’ta olan üstünlük tekrar Selçuklulara
geçmiştir.3 Bu tarih itibariyle Bizans hem moral hem de askeri güç açısından büyük
çöküntüye uğramış buna karşılık Anadolu Türkleri ise muzaffer olmanın verdiği
coşkuyla I. Alaeddin Keykubad döneminin sonlarına kadar sürecek belirgin bir
taarruz gücüne kavuşmuş oluyordu.

Kuruluş dönemine genel olarak bakılırsa, Süleyman Şah’ın vefatıyla


boşluğa düşen ve Haçlı saldırısıyla darbe alan Türkiye Selçukluları I. Kılıçarslan
(1092-1107) döneminde payitahtı Konya’ya taşıyarak tekrar toparlanmaya
muvaffak olmuş, yeni yerleşilen bölgede tehlikeye düşen Türk varlığını sonuna

1A.Sevim-Y.Yücel, Türkiye Tarihi, TTK, Ankara, 1990, C.1, ss. 60-61.


2Claude Cahen, “İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, Türkler, C.6, Yeni Türkiye Yay.,
Ankara, 2002, ss.203-212.
3Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken, İstanbul, 2004, s.94, 235.

375
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
kadar savunmakla kalmamış bir de yönünü Doğu Anadolu’ya çevirerek burada
başarılı faaliyetlere imza atmıştır. Devam eden süreçte yine I. Mesut (1116-1155)
Bizans ile mücadeleye devam ederek Sakarya Vadisi ve İznik yakınlarına kadar
ilerlemiş, Bizans’ın Akşehir’e gelerek şehri yakıp yıkması üzerine 1146 yılında
Konya’da, 1147 yılında da Eskişehir’de kazanılan zaferler ile Haçlılara ağır bir
darbe daha vurulmuş oldu.4

II. Kılıçarslan (1155-1192) döneminde, mühim imar faaliyetlerine


girişilerek, o dönemde Kolonea adını alan şehir 1170 yılında tekrar inşa edilerek
sultanın kurduğu saraya ithafen şehre Aksaray adını almış bunun yanı sıra
Danişmendlilere son vererek Anadolu siyasi birliği yolunda mühim bir adım
atılmış, yukarıda da bahsettiğimiz ve Anadolu tarihi açısından mühim olan,
Malazgirt zaferinden sonra ikinci büyük darbe olan 1176 Miryokefalon (Kumdanlı)
Zaferi vuku bulmuştur.5 Yine saltanatının son dönemlerinde Türk veraset
sisteminin getirdiği bir gelenek olarak ülkeyi oğulları arasında paylaştırmıştı. Bu
paylaşıma göre: Kutbeddin Melikşâh, Sivas ve Aksaray’a; Rükneddin Süleyman-
şâh, Tokat ve civarına; Nureddin Sultanşah, Kayseri Bölgesine; Mugîseddin
Tuğrulşâh, Elbistan’a; Muizeddin Kayserşâh, Malatya’ya; Muhyiddin Mesud,
Ankara, Çankırı, Kastamonu ve Eskişehir’e; Gıyaseddin Keyhüsrev, Uluborlu ve
Kütahya havalisine; Nasreddin Berkyarukşâh, Niksar ve Koyluhisar’a; Nizameddin
Argunşâh, Amasya’ya; Arslanşâh, Niğde’ye; Sancarşâh da Ereğli ve güney uçları
verilmişti.6 Bu taksimat üzerine II. Kılıçarslan’ın vefatından sonra bir müddet
kardeşler arasında taht mücadelesi meydana gelmiştir. Bu taht mücadeleleri
neticesinde diğer kardeşlerine karşı başarılı olan ve babası tarafından da ölmeden
önce veliaht ilan edilen I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1192 yılında Türkiye Selçuklu
tahtına geçmiştir. Bu tarih itibariyle üç dönem boyunca komutalık yapmış olan
Mübarizeddin Ertokuş’un faaliyetleri karşımıza çıkmaktadır.

Mübarizeddin Ertokuş Tarih Sahnesinde


I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1192 yılında tahta çıkmışsa da Rükneddin
Süleyman Şah’ın 1196 yılında Konya’yı alıp tahta geçmesi üzerine ilk saltanat
dönemi sona ermiş 9 yıllık bir süreçte gurbet hayatı yaşayarak önce doğuya daha
sonra da İstanbul’a yönelmiş ve 1204 yılında Rükneddin Süleyman Şah’ın ölümüne

4Osman Turan, a.g.e., s.207-211.


5Osman Turan, a.g.e., ss.255-259.
6İbn Bibi, el-Evamirü’l Alaiye fi’l Umuri’l Alaiye, Çev. Mürsel Öztürk,TTK 1996, s.41; İbn Bibi,

Selçukname (kısaltılmış) Çev. Mükrimin Halil Yinanç, Haz. Refet Yinanç ve Ömer Özkan, Kitabevi
Yay, İstanbul, 2007, s. 29-30; Kerimüddin Mahmudi Aksarayi, Müsameretü’l Ahbar, Çev. Mürsel
Öztürk, TTK, Ankara, 2000, s. 22-23; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası’na Giriş-I,
TKAE, Ankara, 2000, s. 48.

376
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
kadar da burada kalmıştır. Süleyman Şah’ın vefatıyla birlikte küçük yaşta7 tahta
geçen III. Kılıçarslan’ın saltanatı da uzun sürmemiştir. Mübarizeddin Ertokuş tam
da burada tarih sahnesine çıkmaktadır. Kimi kaynaklarda, Keyhüsrev’in İstanbul’a
kaçışında yanında olduğu8 kimi kaynaklarda ise Konya’da kalan ve Keyhüsrev’in
dönmesi için gizlice Hacip Zekeriya ile mektup yollayan emirler arasında Ertokuş
da zikredilmiştir.9

Osman Turan ise bu muhtelif kaynaklara Hamdullah Kazvini’yi de


Aksarayi doğrultusunda düşünenlere eklemekle birlikte İbn Bibi’nin daha güvenilir
bilgi verdiğini belirtmiştir.10 Keyhüsrev’in tahta geçmesinde esas rol oynayan
Danişmendli beyleri ve Mübarizeddin Ertokuş bu hususta çevre emirleri de etrafına
toplayarak onlardan ahidnameler almış ve bu gizli süreç sonrasında önceleri
Hacipliğini yapmış olan Zekeriya’ya bu ahidnameleri ve kendi mektuplarını da
vererek kayınpederi Mavrozomes’in yanındaki Sultana göndermiştir.11 Bu sayede,
İstanbul’da Latin Krallığı’nın kurulduğu zamana denk gelen bir dönemde
Keyhüsrev iktidarına geri dönmüş oldu.12 Mübarizeddin Ertokuş, I. Gıyaseddin
Keyhüsrev’in gulaman-ı haslarındandır.13 İkinci saltanatı (1205- 1211) döneminde
Sultanın yanında payitahta geri döndüğünü ve mühim seferlerde yanında olduğunu
görmekteyiz.

1204 yılında yapılan IV. Haçlı Seferi ile İstanbul Latinler tarafından ele
geçirilmiş, Antalya ve çevresine Yunan terbiyesi görmüş olan Aldo Brandini
adında bir İtalyan hakim olmaya başlamış, bu dönem itibariyle ticaret yollarının
güvenliği sarsılmıştır.14

7Osman Turan, a.g.e., s.294; İbn Bibi eserinde III. Kılıçarslan’ın 11 yaşında tahta geçtiğinden
bahseder, Bkz. İbn Bibi, a.g.e., s.14; Thamara Talbot Rice ise Kılıçarslan’ın tahta geçtiğinde 3
yaşında olduğundan bahseder. Bkz. Thamara Talbot Rice, Seljuks in Asia Minor,T&H, London,
1961, s.66.
8Osman Turan, “Mübarizeddin Ertokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, C. XI, S. 43, TTK, Ankara, 1947, s.

415.
9Aksarayi bu konu ile ilgili şu kaydı düşmüştür: Atabeg Ertokuş, Yağıbasan’ın oğulları Pervane

Müzafereddin İli ve Bedreddin Yusuf, Zekeriya Hacib’i gizli olarak Gıyaseddin Keyhüsrev’i
çağırmaya gönderdiler. Bkz. Aksarayi, Musameretü’l Ahbar, Çev. Mürsel Öztürk, TTK, Ankara,
2000 ; Aydın Taneri,”Ertokuş”, TDVİA, C.11, İstanbul, 1995, s.312; Ali Sevim, “Keyhüsrev I”,
TDVİA, C.25, Ankara, 2002, s. 348.
10Osman Turan, a.g.m., s.415.
11Osman Turan, a.g.e., ss. 291-297.
12Thamara Talbot Rice, a.g.e., s.67.
13Küçük yaşlarda saraya alınarak eğitilen hükümdara bağlı askerlerdir, bu sınıfa mensup askerler

zamanla makamlarında yükselebilir mevki sahibi olabilir devletin kritik yerlerinde söz sahibi
olabilirlerdi. Bkz. Refik Turan, “Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beyliklerinde Teşkilat”, Türkler,
C.7, Yeni Türkiye Yay., Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 151-160.
14Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Turan Yay., İstanbul, 1971, s.134-139; Ali Sevim, a.g.m.,

s.348.

377
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
1207 yılında bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinden zarar gören tüccarların
sultanın adil yönetimine sığınması ile yapılan Antalya Seferi’nde görevli mühim
komutanlar arasında Ertokuş da Sultan’ın yanında yer almıştır. Bu dönemde Gürcü
ve Ermenilere karşı mühim başarılar elde edilmiş ve Sinop’tan sonra Akdeniz
ticaretinin de önü açılmış, Mısır ve Avrupa arasındaki ticaret güvence altına
alınmıştır. Sultan’ın topladığı büyük ordu ve dirayetli komutanlarıyla, yerli Rum
halkının da desteği ile harekete geçerek Antalya’nın fethedilmesi ve bölge
tüccarlarının mallarının tekrar iadesi ile sonuçlanan bu fetihte başarılı komutan
Mübarizeddin Ertokuş’un da Antalya ve çevresinin sübaşılığına tayin edildiği
görülmektedir.15 Bu tayin ile ilgili İbn Bibi’de şu kayıt dikkat çekicidir: Altıncı gün
Sultan, Antalya şehrinin valiliğini ve sübaşılığını (emaret u serleşkeri-yi mahruse-i
Antalya), gurbette yanından hiç ayrılmayan, verilen görevleri yapmada yeterli,
dirayetli, bilgili ve becerikli olan; sınırları korumada ve halkın sorunlarını
çözmede maharetiyle tanınan yakın adamlarından (gulaman-ı has) Emir
Mübarizeddin Ertokuş’a verdi.16

Mübarizeddin Ertokuş’un başarılı bir komutan olduğunu ve Sultan ile


yakın bir ilişkisi olduğunu bu sözlerden anlayabiliyoruz. Savaştan hemen sonra
Türk yönetim anlayışına uygun olarak bölgenin imarı ve iskânı ile ilgili faaliyetlere
girişildiği, malları soyulan tüccarların zararlarının tazmin edilmesi ve şehre
atamaların yapılması için gerekli çalışmaların başlatıldığı ve bu çalışmaların
başrolünde de Mübarizeddin Ertokuş’un olduğu görülmektedir.17 Antalya’nın
Fethi, devletin siyasi ve ekonomik anlamda büyük ilerlemeler kaydetmesini
sağlamış, Türkiye Selçukluları’nın Avrupa ticaretinde söz sahibi olması bu limanın
ele geçirilmesi ile gerçekleşmiştir.18 Bu liman aynı zamanda yeni teşekkül eden
Türk donanması için önemli bir üs görevi görmüştür.19

Kaynaklar, Mübarizeddin Ertokuş’un bölgedeki valiliğinin I. Gıyaseddin


Keyhüsrev’in ölümüne kadar sürdüğünü belirtmişlerdir.20 I. İzzeddin Keykavus’un
1211-121921 yılları arasında başa geçmiş ve kardeşi Alaeddin Keykubad ile taht

15İbn Bibi, a.g.e., ss.115-120; Thamara Talbot Rice, a.g.e., s.67; Seton Lloyd- D.Storm Rice, Alaıyya,
Çev. Nermin Sinemoğlu, TTK, Ankara, 1964, s.1-9; Osman Turan, Selçuklular Zam…, ss. 305-309;
İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Kültür Yayınları, İstanbul, 1972, ss. 97-98; Osman Turan,
a.g.m., ss. 415-419; Aydın Taneri, a.g.m., s.312; Osman Turan, “Keyhüsrev I”, MEBİA, C.6,
İstanbul, 1977, ss. 616-617; Ali Sevim, a.g.m., s. 348.
16İbn Bibi, a.g.e, s. 119.
17İbn Bibi, a.g.e, ss. 115-120.
18
Osman Turan, a.g.e, s.305-309.
19Osman Turan, Selçuklular ve…, ss. 134-139.
20Osman Turan, a.g.m., s. 416.
21Aksarayî 1211-1219 olarak verirken; Bkz. Aksarayî, a.g.e., s.25; Osman Turan, 1211-1220 olarak

zikretmiştir. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zam…, s. 340.

378
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
mücadelesine girişmiştir. Bu taht mücadelesi sırasındaki karışıklığı fırsat bilen
Kıbrıs’taki Frenkler ayaklanarak bölgedeki Selçuklu hâkimiyetine son verdiler.
Kardeşi Keykubad’ı Malatya’da Minşar Kale’sine hapsederek bu karışıklığa son
veren I. İzzettin Keykavus’un yönünü tekrar bu bölgeye çevirerek 1214 yılında
Antalya’yı istirdad ettiği ve buranın sübaşılığını tekrar Ertokuş’a verdiği
görülmektedir:22

…Kale duvarlarını tamir ettirip oraları yükseltti ve sağlamlaştırdı.


Sübaşılığı (ser-leşkerliği) yeniden, daha önce sahilde yaşayan halkın geleneklerini,
dillerini ve adaletlerini öğrenmiş olan Mübarizeddin Ertokuş’a verdi…23

Antalya’nın ikinci fethi hakkında kaynaklarda herhangi bir tarih


belirtilmemekteyse de İbn Bibi, bu fethin Sinop’un 1214’te ele geçirilmesinden
sonra vuku bulduğunu belirtmektedir.24 Mübarezeddin Ertokuş’un istirdaddan
sonra ikinci kez göreve getirilmesiyle mevkiini uzun bir müddet sürdürmüş olması,
bu bölgedeki deneyiminin yanı sıra Sultan’ın itimadının da tabî bir sonucu olarak
görülmektedir.

Alaeddin Keykubad (1219-1236)25 devrine denk gelen, devletin zirvesini


yaşadığı bu dönemde Ertoku, görev alanını, daha da genişletmek suretiyle
muhafaza etmeyi başarmış ve bu bölgede fetihlere devam etmiştir. Yine bu
başarılarla I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve I. İzzeddin Keykavus döneminde sahip
olduğu konumunu, mevkiini ve itibarını I. Alaeddin Keykubad döneminde de
devam ettirmiştir. Öyle ki Sultan’ın babası döneminden itibaren bölgeye hakim
olması hasebiyle Alaeddin Keykubad’ın da güven ve saygısına sahip olduğuna
Alanya (Kaloros/ Kalonoros/Alaiyye) Kalesi’nin fethinde oynadığı etkin rol ile
ulaşabilmek mümkündür. Nitekim Kalonoros Kalesi’nin alınması için Sultanı bu
bölgenin güzellik ve ihtişamından bahsederek teşvik eden kişi olarak başarılı
komutan Mübarizeddin Ertokuş’u görmekteyiz. İbn Bibi bu konuda Mübarizeddin
Ertokuş’un: …emirlerin büyüklerinden ve ileri gelenlerinden, mal, mülk, hazine ve
define bakımından denize madene ve çöle benzeyen, her zaman padişahın tahtının
önünde bulunabilen, tacın ve tahtın övdüğü Emir Mübarizeddin Ertokuş dizlerinin

22Osman Turan, “Keykavus I”, MEBİA, C.6, İstanbul, 1977, s. 636; Faruk Sümer, “Keykavus I”,
TDVİA, C.25, Ankara, 2002, ss. 352-353.
23İbn Bibi, a.g.e, s.162-167.
24Osman Turan,Türkye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar adlı eserinde ise İbn Bibi bu konu

hakkında tarih vermediği gibi onu Sinop’un fethinden (611/1214) önceki bir tarihte ele aldığı için
diğer tarihçileri de yanıltmış fakat Antalya Surları kitabelerinde:…Keykavus sayısız askerleriyle
612 yılı Ramazan’ının ilk günü şehri muhasara etti… diye bahsetmektedir. Bkz. Osman Turan,.
Türkye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, TTK, Ankara, 1988, s. 415-419.
25Aksarayi, bu tarihi 1219-1236 olarak verirken; Bkz. Aksarayi, a.g.e., s.25; Osman Turan, 1220 -

1237 olarak zikretmiştir. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, s. 347.

379
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
üzerine eğilerek Yunan’ın mülkü ve İskender’in saltanatı, tamamiyle siz cihan
padişahının eline geçti: - Deniz kenarında bir şehir var. Oranın kışı insana
mutluluk veren bahar gibidir;Kırı laleden lal rengine bürünmüş olup güzelliğinden
dolayı suyunda taş yoktur; Orası çok latif ve taze açmış bir gül gibidir. Fakat var
olan dikeni yüzünden rahat değildir; Antalya gibi cennet güzelliğe sahip değilse de
toprağı tamamen amber yapısındadır… olarak bahsettiği, Kalonoros’u cennet
güzelliklerine benzeterek anlattığı bölümlere eserinde geniş yer vermiştir. Buradan
da anlaşıldığı üzere kalenin alınmasında Mübarizeddin Ertokuş’un Sultan üzerinde
hatrı sayılır derecede etkisi olmuştur. Zira Sultan bu fikri kabul etmiş ve yine
büyük hazırlıklara girişmiştir.26

Haçlıların 1204 yılında İstanbul’a girerek Latin Krallığı kurması ile ortaya
çıkan, muhtelif bölgelere hakim, yerel beylerden biri de Kalonoros Kalesi’ne
hakim olan Kyr Fart idi. Alara kalesine de yine bu yerel beyin kardeşi hakimdi.27

Kuşatılan kale, Kyr Fart’ın komşuluğuna sığınarak Mübarizeddin


Ertokuş’tan aracılık konusunda ricacı olmak için haberci göndermesi üzerine,
deneyimli komutan sayesinde teslim alınmış ve genişleme siyaseti doğrultusunda
devletin zirve dönemine yakışır parlak bir barış sağlanmıştır. Bu durum üzerine
Konya Alaşehir ikta olarak birkaç köy de mülk olarak Kyr Fart’a verilmiştir.28
Aynı zamanda Kyr Fard ile sıhri bağ kurma yoluna gidilmiş ve Alaeddin Keykubad
Kyr Fart’ın kızıyla evlenmiştir. Karatay Medresesine ait vakfiyede zikredilen
Kivrat adını taşıyan köyün de bu kişiye ait olduğu ve adının da buradan geldiği
belirtilir.29

Yine bu sefer sırasında Kyr Fart’ın kardeşinin yönetimindeki Alara Kalesi


de fethedilmiş ve bu seferlerin ardından Sultan Aleaddin Keykubat bu bölgenin
imarı ve düzenlenmesi emrini vermiş, Sultan ve bölge valisi Mübarizeddin Ertokuş
tarafından şehre mühendis işçi ve ustalar tayin edilerek cami, medrese, hamam gibi
mimari eserler yapılmış, şehir Türk kültürüne uygun bir şekilde yeniden
düzenlenmiş, şehre muhtelif bölgelerden insanlar getirtilip yerleştirilmiş ve şehir
Sultan tarafından bir nevi kışlık ikamet mekanı olarak kullanılmıştır. Aynı
zamanda şehrin ticari açıdan önemi haiz olan Antalya ile bağlantılı yol üzerine
kervansaray inşaları gerçekleştirilmiştir. Şehrin adı da bölgeyi fetheden ve tekrar

26İbn Bibi, a.g.e, ss. 254-255.


27Osman Turan, “Mübarizeddin Ertokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, 43, C. XI, S. 43, TTK, Ankara, 1947,
s. 417.
28Osman Turan, “Keykubad I”, MEBİA, C.6, İstanbul, 1977, s. 647; Osman Turan, “Mübarizeddin

Ertokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, 43, C. XI, S. 43, TTK, Ankara, 1947, ss. 416-417.
29İbn Bibi, a.g.e, 258-271; Osman Turan, a.g.m, s.417; Aydın Taneri, a.g.m, s.312.

380
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
inşasını sağlayan Alaaddin Keykubad’a ithafen Alaiyye olmuştur.30 Bölgeye 1228
yılında Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’nde “beş tersaneden biri” olarak bahsettiği
Alaiyye tersanesi inşa edilmiştir ki31 Türkiye Selçukluları’nın bölgede izlediği
ticari politika doğrultusunda geliştirmek mecburiyetinde olduğu donanması ve aynı
zamanda Türk Denizcilik Tarihi açısından mühim bir adım olarak
niteleyebileceğimiz bir gelişme olarak görmek pek de yanlış olmaz.

Bu başarılarda hiç şüphesiz Ertokuş’un etkisi vardır ve aynı zamanda onun


faaliyetleri bu etkiyi daha da genişletmek için bir vesile olmuştur. Nitekim
kaynaklarda geçtiği şekliyle bir dönem Alaeddin Keykubad’ın mühim komutan ve
devlet adamlarıyla arası açılmış ve Sultan bu hissettiği muhalefetin daha büyük
neticeler yaratmasını engellemek için harekete geçmek istemiştir. Alaeddin
Keykubad’ın bu beyleri ortadan kaldırmaya kat’î suretle karar vermiş olmasına
rağmen Ertokuş vesilesiyle bunu bir müddet erteleme ve ondan habersiz olarak
gerçekleştirme gereği duyması dikkat çekicidir.

Alaiyye fethinden sonra, yazları geçirdiği Kayseri’ye dönen Sultan’ın


mutlak otoritesine karşı şüpheye düşmesine neden olan bazı olaylar vuku bulmuş,
zira devlet içerisinde ve Alaeddin Keykubad nezdinde nüfuzu artan beyler arasında
yalnızca Mübarizeddin Ertokuş yoktu. Zaten saltanat mücadelesi sırasında bu
beylerin İzzeddin Keykavus tarafına yönelmeleri baştan bir güvensizlik yaratmıştı.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev, I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaeddin Keykubad’ın kendi
de dahil olmak üzere üç sultanın tahta geçmesinde büyük etki sahibi olan bu
beylerin devlet içerisinde yükselen otoritesi ve Sultan’la boy ölçüşür şekilde
tavırları da dikkat çekmekteydi. Zenginlikleri, mahiyetleri ve Sultan’dan daha fazla
lütufta bulunmaları; Sultan konağında otuz koyun kesilirken Seyfeddin Ayaba’nın
seksen koyun kestirmesi gibi rivayetler de buna eklenmiş artık aradaki ilişki öyle
bir hal almıştı ki iki taraf da birbirinden karşı bir hareket bekler olmuş ve Sultan
emirler tarafından Seyfettin Ayaba’nın köşküne çağırılıp orada tuzağa düşürülerek,
yerine küçük kardeşi Celaleddin’in getirilmesini istediklerinden Hokkabaz oğlu
Seyfeddin sayesinde haberdar olmuştur. Sonuçta Alaeddin Keykubad, Seyfeddin
Ayaba, Zeyneddin Başara, Bahaeddin Kutluğca ve Mübarizüddin Behramşah’ın
başını çektiği bu beyleri ortadan kaldırmaya girişti.32 Fakat yakın adamı haline
gelmiş olan Hokkabaz oğlu Seyfeddin’in uyarısı dikkat çekicidir. Çünkü Sultan’ın
hazırlandığı bu girişim için Mübarizeddin Ertokuş’un takriben 20 yıldır valilik

30İbn Bibi, a.g.e, s.262; Osman Turan, a.g.m, s.417; Mükrimin Halil Yinanç, “Alaiyye”, MEBİA,
C.1, İstanbul, 1978, s.287; Osman Turan, a.g.e., ss. 357-358; İdris Bostan, “Alanya”, TDVİA, C.2,
İstanbul, 1989, ss. 339-340.
31Osman Turan, a.g.e., 2004, s. 360; Faruk Sümer, “Keykubad I”, TDVİA, C.25, Ankara, 2002, s. 358.
32Faruk Sümer, a.g.m., s.358.

381
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
yaptığı Antalya’nın uygun olmadığından, bu işin Kayseri’de gerçekleşmesi
gerektiğinden bahseder. Sultan’da Ertokuş’un nüfuzundan çekinerek Antalya’da
böyle bir girişimde bulunmamış Kayseri’ye gidene kadar beklemiştir.33 Artık
burada Antalya valisinin nüfuzunun ulaştığı seviye görülmektedir. Elbette ki bu
nüfuz diğer beylerin devlet üzerindeki etkisinden daha çok bir hürmet, saygı
derecesindedir. Aksi şekilde bir etki söz konusu olsaydı herhalde diğer emirlerle
aynı kaderi paylaşması kaçınılmaz olurdu.

Bu olaydan birkaç sene sonrasında iç siyasette rahatlamış olan Alaeddin


Keykubad’ın Anadolu-Suriye arasındaki ticaret yolu üzerinde tecavüze uğrayan
tüccarların hakkını korumak ve kendisine İttifak teklifinde bulunan Antakya
Prensine yardım maksadıyla Ermeniler’e karşı bir sefere giriştiği görülmektedir.
Buna bağlı olarak Hüsameddin Çoban Suğdak’a, Mübarizeddin Çavlı Ermeni
ülkesine sefere gönderilirken Mübarizeddin Ertokuş da güney sahillerinin güvenliği
için, hem Kıbrıs’tan kuzeye doğru yönelimleri engellemek için hem de Ermenilere
taarruz maksadıyla bölgeye memur edilmiştir. Ertokuş’un fütûhat hareketleri ile
ilgili olarak İbn Bibi eserinde: Magfa, Aydos, Andusanc; Silifke ve Anamur başta
olmak üzere hepsinin adının anılması sözün uzamasına sebep olabilecek,
okuyucuları sıkabilecek 40 kale fethetti ifadesinde bulunmuştur.34

Güney sahilleri boyunca; Manavgat, Anamur, Silifke, Maraş üzerinden


Çukurova’ya kadar olan yerleri fethedip Akdeniz Limanlarını ele geçirerek elde
edilen bu zaferleri Sultan’a bildiren Mübarizeddin Ertokuş’un aynı zamanda daha
ileri gitmek ve Kıbrıs’a geçmek istediği kaynaklarda geçse de35 böyle bir seferin
gerçekleşmemesinden Alaeddin Keykubad’ın bu sefere izin vermediği
anlaşılmaktadır.36 Denizlerde yeni yeni söz sahibi olmaya başlayan bir devletin
donanmasını, her ne kadar tüm giriştiği işler zaferle taçlansa da yüzyıllardır
bölgeye hakim olan denizci devletler karşısında çok da hazır hissetmemesi
sağduyulu bir hareket olarak görülebilir.

Mübarizeddin Ertokuş açısından bakıldığında, deneyimli ve muzaffer


komutanın her işinde ne kadar başarılı olduğu referans alınırsa bu kararın çok ani
ve düşünülmeden değil; aksine inançla ve kendine olan sağlam güveniyle alındığı
düşünülebilir. Zira ne kadar sağlam bir donanması olduğu güney sahillerindeki
başarılı fetihlerine bakarak da anlaşılabilir.

33İbn Bibi, a.g.e, s.283-286; Osman Turan, a.g.m, s.417- 418; Osman Turan, a.g.e, s. 360-363;
Osman Turan, Selçuklular ve…, s.136-137; Aydın Taneri, a.g.m, s.312.
34İbn Bibi, a.g.e, s.354-355.
35İbn Bibi, a.g.e, ss.354-355; Osman Turan, Selçuklular Zamanında…, s.365; Aydın Taneri, a.g.m,

s.312.
36Osman Turan, a.g.e., ss.364-365; Aydın Taneri, a.g.m, s.312.

382
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
Bu fütuhat hareketini müteakip Aleaddin Keykubad yönünü Şarka
çevirmiştir. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı doğu sınırlarını güvencede tutmak
isteyen Sultan, Erzincan’da Mengücek Beyliği Hakimi Fahreddin Behramşah’ın
ölümü üzerine yerine geçen oğlu Davudşah’ın kendisine karşı birtakım muhalif
hareketlere giriştiğini ve Sultan’a bağlılığını bildiren bazı beylerin hapsedildiğini
yine Davudşah’ın elinden kaçıp Sultan’a sığınan beylerden öğrenmişti.37

Gerçekten de Erzincan Hakimi ve Sultan arasındaki bağ büyük zarar


görmüştü. Davudşah’ı tedip etmek için Alaeddin Keykubad’ın harekete giriştiğini
öğrenen Davudşah Sultan’ı Kayseri’deki sarayında ziyaret edip bağlılığını bildirse
de Erzincan’a döndüğünde muhalif hareketlere devam etmiştir. Bunun üzerine
harekete geçen Sultan Erzurum seferini bahane ederek Davudşah’ı yakalamış
böylece Mengüciklilerin Erzincan kolu nihayete ermiş bulunuyordu. Bu süreçte
Sultan, Davudşah’ın kardeşi Muzafferüddin Muhammed’in hakim bulunduğu
Kögonya’yı ele geçirmek maksadıyla Mübarizeddin Ertokuş’u görevlendirmiştir.38

Kögonya Melik’i, Ertokuş’tan Sultan’la arasında arabuluculuk yapması


karşılığında teslim olacağını bildirmiş, Ertokuş zafer haberini Sultan’a iletmiştir.
Bu başarıdan sonra Ertokuş’un takriben 22 yıl süren Antalya valiliğinden ayrılmış
olduğu anlaşılmaktadır. Kırşehir havalisi Melik Muzafferüddin’e verilirken
Ertokuş’un da Devletin emirlerinin büyüklerinden, sınırların korunmasında, önemli
işlerin halledilmesinde Sultan adına elde ettiği başarılar hasebiyle bölgeye Melik
tayin edilen Gıyaseddin Keyhüsrev’in Atabey’i olarak görevlendirildiğini
görmekteyiz.39

Anlaşıldığı üzere son görevi de atabeylik görevi dahilinde kara ordusunun


başında Melik Gıyaseddin Keyhüsrev (II. Gıyaseddin Keyhüsrev) ile birlikte çıktığı
1228 Trabzon Seferi olmuştur. Dehşet içerisinde bir muhasara gerçekleşiyor iken
çıkan bir fırtına neticesinde askerlerin irtibatı kesilmiş ve Trabzon’un ele
geçirilmesi an meselesi iken fırtına, durumu Selçuklu aleyhine çevirmiştir. Bu
sebeple de Selçuklu ordusunun çekilmesine Trabzon’un Fethi’nin Fatih Sultan
Mehmet dönemine kadar ertelenmesine neden olmuştur.40

Ertokuş’un bu son görevinin ne kadar sürdüğü ve ne zaman öldüğü


bilinmemektedir. Fakat Keykubad’ın ölümünden önce Gıyaseddin’in Atabey’i

37Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Turan Yay, İstanbul, 1973, s.64-66
38İbn Bibi, a.g.e. s. 355-361; Osman Turan, a.g.e, s.64-66; Osman Turan, Selçuklular Zamanında…,
ss. 372-378; Aydın Taneri, a.g.m, s.312.
39İbn Bibi, a.g.e. ss. 371-174; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E Yay.,

İstanbul, 1984, ss. 135-136.


40Osman Turan, a.g.e, s.378-384.

383
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
olarak Şemsettin Altunaba’yı tayin ettiği görülmektedir ki bu arada ölmüş
olabileceği düşünülmektedir.41 Bu son görevine binaen onun komutan ve siyaset
insanı olmasından öte Atabey unvanı ile bahsedildiğini görmekteyiz ki yine onun
bu görevine izafen Isparta’da Atabey (Agros) İlçesi bugün hala aynı isimle
anılmaktadır. Bölgenin; Keyhüsrev, Keykavus ve Keykubad tarafından
Mübarizeddin Ertokuş’a temlik edilmiş olması gerekmektedir.42

Bu ilçe sınırlarında da Alaeddin Keykubad döneminde Abdullah oğlu


Mübarizeddin adına yapıldığına dış kapısı üzerindeki kitabeden anlaşılan 1224
senesinde inşa edilmiş bir Medrese bulunmaktadır.43 Atabey İlçesinde 1224 yılında
yapılan bu medresenin yanı sıra Uluborlu’daki 1229 tarihli cami ve Eğirdir’deki
1237 yılında yapılan medrese44 de bölgenin fethi sonrasında Alaeddin Keykubad’ın
Emir Mübarizeddin Ertokuş ile işbirliği yaparak başlattığı imar faaliyetlerinin bir
parçası olarak sayılmaktadır. 1224 yılında yapılan Atabey Medresesi sadece
bölgenin değil tüm Selçuklu Döneminin en önemli medreselerindendir. Öyle ki
dönemin en önemli bilimsel çalışmaları burada yapılmakta, bütün dersler
okutulmaktaydı ve burada tahsil gören öğrenci ve müderrislerin ihtiyaçlarını
karşılamak üzere bir vakıf da tahsis edilmişti.45

Bunun yanında vakfiyesinde kendinden sonra bu vakfa bakma görevini


azadlı kölelerinden Armağanşah’a bırakması evladı olmadığını göstermektedir.
Aynı zamanda Mübarizeddin Ertokuş’un bölgeden ayrılmasından sonra da
bölgenin valiliğini icra ettiği sanılmaktadır. Atabeylik yaptığı sırada çıkan Babai
İsyanında görev alan Armağanşah Baba İshak’ı öldürerek başarılı olduysa da Baba
İshak’ın müridleri tarafından şehit edilmiştir.46

Sonuç
Anlatmaya çalıştığımız üzere Selçuklu Saltanatının en önemli üç dönemi
içerisinde büyük öneme sahip muhtelif mevkilere gelerek bunlardan başarı ile
çıkmış, devletin parlak zaferlere ulaşmasına vesile olmuş, üç Sultan’ın -özellikle

41Osman Turan, a.g.m., ss.415-419; Aydın Taneri, a.g.m, s.313; Ertokuş’un ölümü hususunda
Böcüzade hicri 670 (1272) tarihini vermektedir. Bkz, Böcüzade Süleyman Sami, Isparta Tarihi,
Çev. Suat Seren, Serenler Yayını, İstanbul, 1983, C.1-2, s.111.
42Osman Turan, a.g.m, s.424.
43Böcüzade Süleyman Sami, a.g.e., s.109; Nermin Şaman Doğan, “Selçuklu Döneminde Siyasi ve

Bani Kimliği ile Mübarizeddin Ertokuş”, Edebiyat Fakültesi Dergisi, c.27, s.8.
44İlhan Erdem, “13. Asrın İkinci Yarısı ile 14. Asrın İlk Yarısı Arasında Göller Bölgesinin Siyasi,

İktisadi ve Kültürel Vaziyetine Genel Bir Bakış”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C.17, S. 28,
s.54.
45İlhan Erdem, a.g.m. s. 11.
46Osman Turan, a.g.m, s.420-422.

384
 
 
 
 
 
 
Türkiye Selçuklulular’ındaki Sarsılmaz Konumuyla Üç Devrin Emiri: Mübarizeddin Er‐Tokuş  
—————————————————————————————— 
Alaeddin Keykubad’ın- ve valiliğini yapmış olduğu bölge halkının takdiri ve
sevgisini kazanarak tarihteki yerini almıştır.

Bölgede giriştiği imar faaliyetlerinin izleri bölgede bugün hala


görülmektedir. Selçuklu Devleti’nin önem verdiği ticaret politikasına süreklilik
sağlanmasında büyük rol oynayan devlet adamlarının başında gelen Mübarizeddin
Ertokuş’un sahip olduğu güç ve mevki döneminde çoğu kesim tarafından aşırı
görülmüşse de bu hiçbir zaman gözden düşmesine neden olmamış aksine daima
Sultanların gözde devlet adamlarının arasında yer almayı başarmıştır.

Kaynakça

BAYKARA, Tuncer, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası’na Giriş-I, Türk Kültürünü


Araştırma Enstitüsü, Ankara, 2000.
BOSTAN, İdris, “Alanya”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.2, İstanbul,
1989.
Böcüzade Süleyman Sami, Isparta Tarihi, C.1-2, Çev. Dr. Suat Seren, Serenler
Yayını, İstanbul, 1983.
CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E Yayınları, İstanbul,
1984.
______________, “İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, Türkler
Ansiklopedisi, C.6, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
DOĞAN, Nermin Şaman, “Selçuklu Döneminde Siyasi ve Bani Kimliği ile
Mübarizeddin Ertokuş”, Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.27.
İbn Bibi, el-Evamirü’l Alaiye fi’l Umuri’l Alaiye, Çev. Mürsel Öztürk, Türk Tarih
Kurumu, 1996.
______, Selçukname (Muhtasar), Çev. Mükrimin Halil Yinanç, Haz. Refet Yinanç
ve Ömer Özkan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007.
ERDEM, İlhan, “13. Asrın İkinci Yarısı ile 14. Asrın İlk Yarısı Arasında Göller
Bölgesinin Siyasi, İktisadi ve Kültürel Vaziyetine Genel Bir Bakış”,
Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 17, S. 28.
Lloyd, Seton- Rice, D.Storm, Alaıyya, Çev. Nermin Sinemoğlu, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, 1964.
KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi, Kültür Yayınları, İstanbul, 1972.
Kerimüddin Mahmudî Aksarayî, Müsameretû’l Ahbar, Çev. Mürsel Öztürk, Türk
Tarih Kurumu, Ankara, 2000.
SEVİM, Ali, “Keyhüsrev I”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.25,
Ankara, 2002.
SEVİM, Ali; YÜCEL, Yaşar, Türkiye Tarihi, C.1, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1990.

385
 
 
 
 
 
 
Sevil İLİ 
—————————————————————————————— 
SÜMER, Faruk, “Keykavus I”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.25,
Ankara, 2002.
____________, “Keykubad I”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.25,
Ankara, 2002.
RICE, Thamara Talbot, Seljuks in Asia Minor, T&H, London, 1961.
TANERİ, Aydın,”Ertokuş”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.11,
İstanbul, 1995.
TURAN, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Turan Yayınları, İstanbul,
1973.
______________, “Keyhüsrev I”, MEB İslam Ansiklopedisi, C.6, İstanbul,1977.
______________, “Keykavus I”, MEB İslam Ansiklopedisi, C.6, İstanbul, 1977.
______________, “Keykubad I”, MEB İslam Ansiklopedisi, C.6, İstanbul, 1977.
______________, “Mübarizeddin Ertokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, Cilt: XI, S. 43,
Türk -Tarih Kurumu, Ankara, 1947, s. 417.
______________, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Yayınları, İstanbul,
2004.
______________, Selçuklular ve İslamiyet, Turan Yayınları, İstanbul, 1971.
______________, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1988.
TURAN, Refik, “Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beyliklerinde Teşkilat”, Türkler
Ansiklopedisi, C.7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
YİNANÇ, Mükrimin Halil, “Alaiyye”, MEB İslam Ansiklopedisi, MEB İslam
Ansiklopedisi, C.1, İstanbul, 1978.

386
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri

Berna BAYDAN 

——————————————————————————————
ÖZET
Avrupa da Yahudilerin neden sorun olarak görüldüğü ve Yahudi sorunu ile
başlayıp, daha sonra bölgesel sınırsal değişim olarak göç ve sürgüne değinip, yaşananların
sonucuna bakacağız.

Avrupa, Yahudilik dinine, ırkına, diline ve kültürüne saldırılarda, İnsanlığa


yakışmayan işkence, eziyet ve saygısızlıklarda bulunmuş. Bunun nedenlerini açıklamamış
ve entegre etmeye çalışmadan sadece Yahudi adını duydukları her insanı yediden yetmişe
sürgünlere, göçlere mecbur bırakmış ve gettolara kapatmıştır. Bununla yetinmeyen Avrupa
her yahudinin maddi ve manevi tüm değerlerini ve gücünü kullanmıştır. Avrupa Yahudileri
sorun ilan ederek bunları uygulamıştır.

Göç eden Yahudiler daha çok nerelere gitmiş ve hangi şartlarda neden göç etmiştir
gibi güncel sorulara cevap arayacağız. Yahudilerin, Avrupa da Hristiyanlığın
yayılmasından, İsrail devletinin kuruluşuna kadar olan Avrupa ki yaşam sürecini ele
alacağız.

Avrupalı yöneticilerin Yahudileri sorun olarak görmesi ve bu düşünceyi halka


aşılayıp sonrasında Yahudileri cezalandırmak için ne gibi stratejiler uygulamıştır?
Yahudilerin göç etmesine sebepler nelerdir? Göç yolları nasıl çizilmiştir? Sorularına cevap
aranmıştır.

Anahtar sözcükler: Yahudi, sürgün, göç ve Avrupa, Yahudi politikası.


——————————————————————————————
Giriş
Yahudiler, Hristiyanlığın Avrupa da yayılmaya başlamasının ardından
ırkları ve kökenleri sorgulanmadan direk Hristiyanlar tarafından yargılanmış ve
damgalanmışlardır. Hristiyanlar daha çok kilise tarafından ve devletleri tarafından
kışkırtılacaklardır. Avrupa’dan İsrail devletine Yahudi göçü ve nedenlerini objektif
bir gözle sorgulamak gerekir.

Aşkenazlar kimdir?

Aşkenaz: "Aşkenaz" terimi İbranicede "Almanya" kelimesinden


türemiştir.1 Aşkenazlar veya Aşkenaz Yahudileri, genel anlamda, ortaçağlarda,

 Süleyman Demirel Üniversitesi, Tarih Bölümü Lisans 4. Sınıf öğrencisi,

[berna.baydan@hotmail.com]
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————
Almanya’nın batısında, Ren nehri kıyılarında yaşayan Yahudilere verilen genel bir
addır. 2

Aşkenazlar tüm dünya Yahudilerinin yüzde 80 ini oluşturur.3

Anti semitizm nedir?

Yahudilik dinine, ırkına, diline, kültürüne karşı duyulan düşmanlığı ve


saldırganlığı belirtmek için kullanılan bir terimdir.

Yahudiler Avrupa’yla nasıl tanıştı?

Babil’den sürüldükten sonra doğu Avrupa’ya (Rusya, Polonya-Litvanya)


göç eden Yahudiler daha sonraları batıya doğru yayılarak (Almanya) Avrupa’ya
yerleşmiş ve vatanları olarak benimsemişlerdir. “Haçlı seferleri sırasında (11. Ve
13. Yüzyıllarda) Polonya, kentlerini yeniden inşa etmek amacı ile 1264 yılında
Yahudileri göçe teşvik etmiştir. Ortaçağın sonlarına kadar Yahudi nüfus çok
küçüktü. 1300 yıllarında sadece 5000 Yahudi nüfusu olduğu tahmin edilmekte ve
1490 yıllarında 10000 ve 30000 e yükseldiği (genetik araştırmalara göre) tahmin
edilmektedir.”4 Ticaretten çok iyi anlayan Yahudiler ekonomik anlamda Avrupa’ya
fazlaca katkıda bulunmuştur. Bunun yanında özellikle yeniliğe açık oldukları için
diğer milletlerden öğrendikleri teknikleri ve kültürel malzemeleri geliştirerek
Avrupa’ya entegre etmişlerdir. Örneğin “Haham ben Ezra, ortaçağda yaşamış
hahamlardan biri olarak bilinen ve ay takvimiyle birlikte aritmetikteki ondalık
sistemini de bulduğuyla bilinen ibn Ezra aylarca çalışıp gezerek çalışmalar
bırakmış, aynı zamanda ünlü bir gezgindir. Sefer ha-Mispar, Sayıların Kitabı adlı
bir eser yazmış ve kitabında Hint-Arap sayı sisteminde olmayan sıfır sayısını
kullanarak Avrupa dünyasına aritmetik de yeni bir ondalık sistem kazandırmıştır.”5
Bu ve bunun gibi devrim yaratan değişikliklere kilise karşı çıkıp yasaklar
koymuştur fakat halk daha fazla dayanamayıp pratik yöntemlerini kullanmaya
başlamışlar. Bunun gibi durumlar ise Yahudilere bulundukları yerlerde sempatizan
kazandırmaya başlamıştır. “Ama olayın gerçek kahramanları her zaman ki gibi
kaybedecekti. Nitekim yaşadıkları topraklarda her zaman ev sahiplerine refah ve
bereket sağlamış olan Yahudiler, bu kez de onların sayesinde yıldızı parlayan
imparatorluğa sadakat yeminleriyle bağlanan yeni birleşmeler kazandırmış ve
böylece giderek büyüyüp gelişen Germen imparatorluğunun sınırları yeniden
çizilmiş, yeni diller doğmuştu. Küçük yerleşim yerleri bile ticaret sanatını

1 http://www.turkyahudileri.com/content/view/253/223/lang,tr/
2 Metin Delevi, Aşkenaz Yahudileri Tarihi, İstanbul, 2012, s.1
3 http://hugr.huji.ac.il/AshkenaziJews.aspx, Çev. Berna Baydan
4 http://hugr.huji.ac.il/AshkenaziJews.aspx, Çev. Berna Baydan
5 Paul Krıwaczek, Yahudi Medeniyeti, Çev. Ayşe Belma Denhi, İstanbul, 2007, s.118

388
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————
öğrenmişlerdi. Kuşkusuz bunda Yahudilerin rolü çok büyüktü.”6 Bu kadar
gelişmeye neden olmaları sorunu engellemiyordu.

Yahudi sorunu neden Avrupa da baş gösterdi?

Hristiyanlığın merkezi konumunda olan Avrupa, sempatizan kazanmaya


başlayan ve hatta Hristiyanlığı dejenere etme ihtimali bulunan bu din toplumunu
istemedi. Ayrıca Yahudilerin İsa’yı öldürdüğü veya ölümüne sebebiyet verdiği
gözü ile bakıyorlardı. Bunun üzerine tanrının tek temsilcisi papanın Yahudilere
karşı kesin ve acımasız tutumu Yahudileri kesin olarak suçluyor ve lanetliyordu.
Hristiyanların Yahudilerle olan ilişkilerini tamamen kesmek için papa VII. Gregory
1076 da Roma imparatorluğunun yayınladığı bildiriye destek vererek Hristiyan
halkın Yahudilere karşı kin ve nefretini körükledi. Kilisenin bu katı tavrı ticareti ile
bulundukları her yeri canlandıran Yahudiler ve ticaretleri için hiç iyi sonuç
vermemiştir. Ayrıca Hristiyan halkın ve esnafın bir süre sonra Yahudi tüccarlara
karşı büyük bir kıskançlık duyduklarını ve bir süre sonra onları istememeye
başladığını görüyoruz.

Avrupa da Yahudi sorunu nasıl ilerledi?

Kilisenin etkisi ve ticari kıskançlıklar sorunu giderek Yahudilerin


dışlanmasını sağlıyordu. Bu doğrultuda yaşanan zıtlık politikası sonucunda,
onuncu yüzyıldan itibaren esnaf ve zanaatkarlar birliği kuran Hristiyanlar özellikle
Yahudileri bu birliğe almamışlardır. Dahası onlara karşı acımasız saldırılarda
bulunuyorlardı.7

Roma imparatoru Jüstinyen kendi dinine karşı çıkan, inanmayan, karşı


koyan Yahudilerin özgürlüklerini ve ibadet haklarını sınırlamıştır(534). Justinyen ;
“Yahudiler bu toprakların nimetlerinden asla faydalanma mutluluğuna
erişemeyecekler, aksi halde acı çekecekler ve işkenceyle cezalandırılacaklar”
diyerek bu sözü düstur haline getirmişti.8

Halk ise hem papaya destek vermiş hem Yahudi azınlığa karşı ilgi
duyuyordu bu durum hem yöneticileri hem kiliseyi rahatsız etmiştir. Bu durum
kilisenin yeni bir hamle yapmasını gerektirdi ve kilise dini yaymaları için
yöneticiler görevlendirdi onlara gizli destek ve imtiyazlar tanıdı. Aslında
çatışmalara tepkili gibi görünen kilise bu çatışmaları alttan alttan destekliyor ve
çatışmalardan aslında gayet memnun bir tavır içindedir. Yöneticiler ise Yahudi

6 Paul Krıwaczek, a.g.e., s.120


7 Paul Krıwaczek, a.g.e., s.120
8 Paul Krıwaczek, a.g.e., s.121

389
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————
halka karşı yapılanları görmezden geliyordu. Takınılan bu tavır Yahudi sorununun
başladığı anlamına geliyordu.

Kilise Yahudilere olan tavrını açıkça ortaya koyarak, Yahudi sorununun


asla çözülemeyecek olduğuna işaret ediyordu.

Yahudilerin her yaptıkları beğeniliyor ama yönetici ve kilisenin baskısı


ekonominin Yahudilere dönmesi yüzünden bulundukları coğrafyada
istenmiyorlardı. Sıradan halk kilisenin tavrı ve çok şey öğrendikleri Yahudilere
karşı ilgi duymak arasında bir karmaşa yaşamış. Bu durum kiliseyi tedirgin etmiş,
Hristiyanlık dinini tehlikeye soktuğu fikri yaygınlaşmıştır. Bir süre sonra halk
Yahudilerin bir karmaşa yarattığına ve din hizipleşmesine neden olduklarına karar
vermiştir.

Kilise yetkilileri halkı sürekli babaları olan tanrı korkusu ile tehdit ederken,
kral ve imparatorları da bu konuda halka hoşgörüsüz olmaya çağırıyordu. Bu
doğrultuda kilise Hristiyan dinini yaymak için bir tür acımasız kampanya başlatmış
olup halkı Hristiyan dini konusunda yanlış yönlendirmeye başlamıştı. Papanın
yeryüzünde tanrının tek temsilcisi olduğu ve onun buyruklarına inanmanın tanrıya
inanmak demek olduğu yönündeki bu fikri baskı, hiç kuşkusuz çok geçmeden
bağnaz ortaçağ insanının üzerinde istedikleri yönde olumlu bir etki yapmıştı.
Rahipler verdikleri vaazlarda tanrının papaya ve onun kurallarına karşı çıkan
krallara çok öfkelendiği, onları ve onlara inananları cennetine almayacağını
buyurduğu şeklindeki sözler karanlık devrin münzevi insanlarında kırbaç etkisi
yapıyordu. Kilisenin dini yaymak adına sarf ettiği bu sözler ve takındığı katı model
tamamen insanlık dışıydı. Papa’nın ve onun piskoposlarının yolunu tutan zengin
toprak sahipleri de, bu konuda en az rahipler kadar güçlüydü. ‘Bu baskı ve işkence
döneminde halk zorunlu olarak, sempati duydukları Yahudilerden kopmuş ve
gittikçe yayılan skolastik düşünce bir kabus gibi toplumun üzerine çökmüştü.’9

Bu katı düşünce ile hareket eden kilise halkın üzerinde baskı kurmayı ve
Yahudiler ile ilişkilerini kesmeyi başarmıştır. Yahudiler artık tamamen dışlanıyor
ve izole ediliyorlardı. Bu dışlanmanın ve nötrlenmenin devamı ise kin, nefret ve
eziyetle gelecektir. Avrupa da Yahudilerin vatan umutlarını köreltiyordu.

Yöneticiler Hristiyan olduğu ve dini yayma görevini üslendikleri için


Hristiyan halk üzerinde psikolojik savaşlarını kazanmışlardır. Onuncu yüzyılın
sonlarından itibaren bu din baskısı iyice şiddetlenmiş ve insan hayatının dahi hiç
önemi kalmamıştı. Din uğruna ölümü göze alan insanlar Yahudileri İsa’yı
öldürmekle suçlayarak ve lanetleyerek kin ve nefret duymaya başlamışlardır.

9 Paul Krıwaczek, a.g.e., s.122

390
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————
Yahudiler artık Avrupa’nın doğusunda Hristiyan çoğunluğun baskısı altında
yaşayamıyordu.

Nitekim onların Germen topraklarından ilk sürülme hadisesi on birinci


yüzyılın başlarında yaşanmıştır. 1012 yılında Mainz şehri rahibinin Yahudi dinine
dönmesiyle buradan kovulmuşlar ancak şehrin onlarsız olamayacağı düşünülmüş
olmalı ki, tekrar geri çağrılmışlardır.10
Kilise yeni dindarlık çalışmaları başlatmış ve bunun kapsamında toprak
sahiplerini görevlendirip dini yaymaları için onlara imtiyazlar dahi tanıdı.
Hristiyanlığı yaymaları için tanınan imtiyazları hem kendi çıkarlarına ağırlaştırarak
kullanmış hem de insanlara büyük acılar çektirmişlerdir. Bir süre sonra kanlı bir
savaşa dönüşen bu istismar kilisenin “tanrı adına barış” sloganı ile olayları
durdurmak istemesi biraz frenlemiş olsa da engelleyememiştir. Yahudiler her
gittikleri yerde sıkıntı yaşıyor ve karantina hayatı yaşıyordu.

Hristiyanlıktan önce de Museviliğe yönelen saldırılar iki kaynaktan


geliyordu: ‘taptığı putu aşağılayan Yahudi’ye bir aşağılama ile cevap veren
putperest ve dininin kendisini zorladığı getto hayatından ve ağır boyunduruktan
sıkılan Helenleşmiş Yahudi. Gerçi Sanhedrin’in bu iki düşmanla baş etmesi kolay
değildi, ama her iki hasmın da tevarüs ettikleri dar inanç kalıpları içindeki etkileri
sınırlıydı. Çünkü her ikisi de inanan kişinin vicdanının kabul edebileceği yeni bir
alternatif sunmaktan acizdi.’11 Buradan da anlaşılacağı gibi Hristiyanlar zaten
Yahudilere karşı önceden bir ön yargı oluşturmuştu. Bunun üzerine de git gide
ağırlaşan ve suçlayıcı tavırlar sergilenmekte geç kalınmamıştır.

2. Urbanın papalık makamına oturduktan sonra Müslümanların doğu


Roma’yı tehdit etmesi ile Hristiyanlık dinini iyice tehlikede gören Hristiyan
dünyası iyice saldırganlaşmıştır. Bu durum üzerine papa Hristiyanları toplayarak
bir ordu oluşturdu ve Yahudiler bu orduya zorunlu olarak orduya alınmıştır.
Anadolu topraklarına doğru yol alan ordu amacından saparak Yahudi yerleşim
yerlerine girerek; talan ettiler ve büyük kitleler halinde Yahudileri bir katliama tabi
tuttular. “Worms’taki katliamdan kurtulan tek kişinin kayıtları ise şöyleydi:

Onlar tek kişinin bile kaçmasına izin vermediler genç, ya da yaşlı, hatta beşikteki
bebeleri bile! Geldiler ve onları evlerinde kestiler! Güzel bekar kızların, genç
kadınların, hatta yaşı geçkin olanların bile ırzına geçtiler! Sonrada hepsini keserek

10 Paul Krıwaczek, a.g.e., s.123


11 Mahmut Nana, Yahudi Tarihi, İstanbul, 2008, s.462

391
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————
öldürdüler. Onları katlederken, tanrının buyruğu üzerine öldürdüklerini
söylüyorlardı.”12

Anti-Semitizm dalgasının tüm Avrupa’da yayılması Yahudilere karşı daha


ağır darbelerin habercisi olmuştur.

“Antisemitizm öteki taraflarıyla düşmanlıklarına gerekçe olarak şunları


öne sürdüler:
1.Din ayrılığı
2.Ekonomik istismar
3.Irksal ayrılık
4.Siyasal ayrılık”13

Avrupa’da Yahudi halkı nasıl kullanıldı? Neler yaşadı?

Polonya-Litvanya topraklarının doğusunda kendi kültürlerini ve dinlerini


rahatça yaşayan Yahudiler Polonya yönetimi tarafından ayrıcalıkları ellerinden
alınınca Rusya’nın Moskova şehrine doğru çekilmişlerdir.

Bu kez de Moskova’nın otokrat yönetimi altında “Yahudi olma sorununu”


yaşıyorlardı. Bu doğrultuda Yahudi olmak, ideallerini terk etmek ve zorla topluma
ayak uydurmak demekti. Çarın verdiği elindeki sopayla her köşe başından çıkan
Rus askerlerinin Yahudileri, gerçek kimliklerini unutturup zorla Rus olduklarına
ikna etmek demekti. Bunun için ilkin Yahudilerin Polonya’ya girmeleri
yasaklanmıştı. O andan itibaren Rusya’nın bir parçasıydılar.

1804 yılında gelen ikinci emir Rusya’yı kalkındırmaktı.14

Rusya’nın Karadeniz kıyısında ki köy ve kasabaları kalkındırması için


görevlendirilen Yahudiler, Moskova’dan ve belli merkezlerden toplanarak büyük
kitleler halinde köy ve kasabalara götürülmüşlerdir. Aslında bu bir zorunlu göç
olarak da görülebilir. Yahudiler öyle büyük kitleler halinde göç ediyorlardı ki
gittikleri yerlerde bir anda yüzde 91e varan Yahudi nüfusu oluşuyordu. Yahudilerin
para kazanma yeteneğini, ticari faaliyetlerini kullandıkları bu emir Yahudiler için
hiç iyi sonuçlar doğurmamıştır çünkü birden bire bu kadar kalabalık iş
bulamamıştır. Yüz yıllarca bolluk bereket içinde yaşamaya alışık olan Yahudi
toplumu gönderildikleri yerlerde işsiz kalmışlardır ve ilk kez bir Yahudi proleterya
sınıfı ortaya çıkmıştır. Yahudilerin Rusya içerisinde ki bu göçleri ve uygulanan
politikalar toplum düzenini bozmuştur. “Öte yandan katı Moskova rejimi onları
12 Paul Krıwaczek, a.g.e., 127
13 Selahattin Galip, Dönmeler ve Dönmelik, İstanbul, 2004, s. 65
14 Paul Krıwaczek, a.g.e., 382

392
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————
Rus olmaya zorluyordu, Yahudi çocuklarının Rus okullarına gidilmesi emredilmiş,
Yahudi nüfusunu azaltmak için erken yaşta evlenmeleri yasaklanmıştı. Dahası çar
1. Nikolas 1825 te tahta çıktığında –Rusya’nın nüfusunu otuz yıl boyunca
dondurun- demiş ve Yahudilerin geleneksel giysilerle etrafta dolaşmasını
yasaklamıştı. Daha da önemlisi kendi içlerinde kurdukları Kahalları 1844 yılında
ukaz denilen bir bildiri yayınlayarak iptal etmişti.”15 Bu sözler yıllarca kendini
kahile yöntemi ile yönetmiş Yahudilerin kendi yönetimlerini ellerinden alıyordu.
Kendi yönetimlerinin ellerinden alınması ise toplanıp karar almalarını yasaklamak
demekti. Rusya da bu bildiri üzerine daha sınırlı bir yaşam sürdürmeye başlamıştır
Yahudiler. Zaten sürekli göç ediyor ve geçim sıkıntısı çekiyorken birde bu kısıtlı
durumda mücadele veriyorlardı. Bu artık dillerini, dinerini, kültürlerini ve
kimliklerini unutturmak demekti.

Bunu takip eden zamanlarda Yahudi evlerinden toplanan insanlar işe yarar
ve yaramaz olarak ikiye ayrılıp gençler ve ergenliğe yeni giren çocuklar dahi
askere alınmıştır ve bu çocukların birçoğu hastalıktan ölmüş, geri kalanı ise ya
denizci olup karaya bir daha çıkamamış ya da Rusya – Kırım savaşında ölmüştür.
Aynı dönemde insan hakları adına başlangıçlar yapan Avrupa ise Yahudilere
yapılan bu zulme ve haksızlığa göz yumarak destek vermiştir.

1855 yılında 2. Alexander, Rus tarihinin reformcu ve liberal olarak bilinir.


Köleliği kaldırarak, Yahudi çocuklara yapılan eziyetleri yasaklamıştır. Fakat bunun
koşulu Rusça öğrenilmesiydi. Böylece yeni gelen Yahudi nesli İbranice -değil
Rusça bilecekti ve geçmişlerini silmek için önemli bir adım olacaktır. Fakat Rusça
bilmeyen 6 ve 7 yaşındaki çocuklar dahi askere alınıyordu. Bu durumdan dolayı
Yahudiler geçmişlerinden vaz geçirilmiş Avrupa’ya entegre olma hayalleri
kurulmaya başlanmıştır. Artık Yahudiler geçmişlerinden koparılarak
Ruslaştırılmışlardır.

Bu sıralarda Polonya dış borçları ve mahvolan ordusu ile düşüşteydi.


Etrafındaki güçlü ülkelere karşı Polonya ekonomisini düzeltemiyordu. Polonya
Moskova’nın kuklası durumuna düşünce tüm ülkeler tarafından bölünmeye
başlamıştı. Bunun üzerine Yahudileri topraklarından kovup girmelerini yasaklayan
Polonya, pişmanlık duymuş ve dört ülke hahamlarını toplayarak özür dilemiştir.
Yaptıkları eziyetlerden dolayı ne kadar pişmanlık duyduklarını anlatan bir bildiri
yayınlamışlardır. Ekonomilerinin geleceği için Yahudilerle ilişkilerini düzeltip
entegre olma kararı almıştır.

15 Paul Krıwaczek, a.g.e., 383

393
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————
1503 den itibaren Polonya kralı hahamları kendi atamaya başlayarak
Yahudi yönetimini de kendi eline aldı aslında. “Hahamlara sınırsız yetkiler verildi.
“Krallığın Yahudilere yetki vermekteki amacı tabii ki kendi menfaatlerineydi.
Polonyalılar Yahudilere düşmandılar. Örneğin tüccar sınıfının güçlü olduğu
Cracow’dan Yahudiler genellikle uzak tutuluyorlardı, Yahudi topluluklarının
gelişmesine izin vererek onları bilahare sömürmenin daha karlı olacağını
anladılar. Hahamlık ve Yahudi konseyleri esasen vergi üreten kurumlardı.” 16

“Doğuya daha fazla sızmalarını engellemek için Rusların koyduğu


engeller, Yahudilerin yoğun olarak Polonya-Litvanya ve Ukrayna ya
yerleşmelerine sebep oldu. Karanlık ve ortaçağlarda olduğu gibi, burada da tarım
ve ticarette hızlı bir gelişme kaydederek, Yahudiler kolanizasyon sürecinde önemli
rol oynadılar. 1500 ler de Polonya’nın toplam nüfusunun sadece 20000 – 30000 i
Yahudi iken toplam nüfus 7 milyona ulaşınca Yahudi nüfüs 150000 e ulaşmıştı ve
daha sonra artış daha da hızlandı.”17

1569 yılında oluşan Polonya Litvanya birlikteliği ile yönetim sınırlarını


doğu yönünde genişletmiş ve hiç gelişmemiş Ukrayna topraklarını almışlardır. Bu
toprakları değerlendirmek ticaret yapmak ve bu coğrafyayı geliştirmek için oraya
Yahudiler istihdam edilmiştir ve onlara rehberlik yapmaları emredilmiştir. Yahudi
halk da bunu fırsata çevirerek orada kendilerine yer edinmeye çalışmış yeni
fırsatlar yaratmak istemişlerdir. Bölgeyi büyütüp zenginleştirmiş ve amaçlarına da
ulaşmışlardır. Kendilerini refaha kavuşma arzusu ile kamçılamış ve çalışmışlardır.
Bura da toprak sahipleri bölgenin yargıçları olduğu için kanun çıkarıp infaz etme
hakları da vardı. Ekonomik yükü kaldıran ve kendilerinden istenileni yapan
Yahudiler yine kullanılmıştı.

Bu sıralarda çıkan kazak isyanı yine Yahudilerin katledilmesine sebebiyet


vermiştir. Bu isyanın hedefi Polonya hükümeti ve Katolik kilisesidir. Polonya’nın
üzerine yürüdü fakat öfkeli isyancıların hedefi Yahudiler olmuştur. Polonya
hükümeti bu isyan karşısında arkasına bakmadan kaçmıştır ve Yahudileri kaderi ile
baş başa bırakmıştır. “Ölen Yahudilerin sayısını tam olarak bilmiyoruz. Tarihi
Yahudi kayıtlarına göre, 100000 kişi ölmüş, 300 toplum mahvedilmiş. Modern bir
tarihçiye göre, Yahudilerin çoğu kaçmış ve katliamlar Polonya’da ki Yahudi
ahalisinin tarihinde ki sabit gelişmesinde ve yayılmasında kısa bir ara idi.
Kayıtlarda ki rakamlar abartılmış olabilir, fakat sığınmacıların anlattıkları sadece

16 Paul Johnson, Yahudi Tarihi, Çev. Filiz Orman, s. 316


17 Paul Johnson, a.g.e., s. 315

394
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————
Polonya’daki Yahudileri değil dünyanın her yerinde ki Yahudileri derinden
etkiliyordu.”18

Bu kez de Yahudileri Polonya iç savaşı ile karşı karşıya kalmış ve Polanya


– Litvanya birlikteliğinin altında ezilmek tehlikesiyle karşılaşmışlardır. Azalan
nüfuzları ile ticaret yapmaya çalışan Yahudiler bu şartlarda başarılı olamıyorlardı.
Nitekim Polonya papa 14. Benedikt’i ikna ederek Yahudilere sermaye amaçlı
yüksek borçlar vermiştir ve onlara ülkenin borçlarını ödemeleri için çalışma
zorunluluğu getirmiştir. Yahudiler çok büyük bir borcun altına sokulmak
isteniyordu. Bunun karşılığında onlara bir daha geri gitmemek üzere istedikleri
şehirde kalma izni ve sayısız imtiyaz verilmiştir. Böylece Yahudiler tarihlerinde ilk
kez borçlu konumuna düşüyorlardı. Ülkenin borçlarını ödeyemiyor hahamlar
aracılığıyla farklı ülkelerde ki Yahudilerden borçlar alıyorlardı. Çalışan, borçları
kapatmak için sürekli borçlanan Yahudilere birde Polonya hükümeti teşekkür
etmek yerine ağır bir vergi cezası getirmiştir. Tüm bunlar Yahudilerin Avrupa
toplumu tarafından ne kadar ağır şekillerde kullanıldıklarını ve üstelik aşağılık
konumuna düşürdüklerini gösteriyor.

Zaten kısıtlı olan kültürel hareketlerini tamamen yasaklayan bir yasa


çıkarılmış ve dört ülke konsülünün imzaladığı bu yasa Yahudilerin kendi aralarında
toplanmalarını dahi yasaklamıştır. Artık Yahudilerin kendi idareleri yoktu. Bu
duyuru Polonya – Litvanya Yahudilerinin güç ve ayrıcalıklarını kaybettiklerinin
açık kanıtı ve Yahudi medeniyetinin çöküşünün başlangıcıdır.

Polonya tamamen yok olmaya başlayınca etrafında ki ülkeler Polonya’yı


yağmalamaya, parçalamaya başlamış ve Yahudiler hem dışlanmış hem de telafisi
mümkün olmayan hasarlara uğratılmışlardır.

“Çağdaş bir yazar dönemi şöyle özetlemektedir:

Sınırlar kırmızıyla çizilmiş… kapılar tüm uluslara kapanmıştı… bölgede ki şehir


konseyleri artık söz konusu değildi. Artık onların liderleri bir araya gelmiyor hatta
ortalıkta bile nadir görülüyorlardı… hepsi kendini asi olarak gören yönetimden
soyutlamıştı, sinegogları terk etmişler ve evlerine kapanıp, odalarında dua etmek
için yüksekçe bir yer yapmışlardı. Bu İsrail’in düşüşünün başlangıcıydı.”19

Yahudi halkı bu yaşananların sonucunda ne yaptı?

18 Paul Johnson, a.g.e., s. 327


19 Paul Krıwaczek, a.g.e., s. 339

395
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————
1898 yılına kadar Avrupa’ya entegre edilerek kullanılan Yahudiler bu
tarihten sonra ulus olarak parçalanan Avrupa’ya kendilerinin bir ulus olduklarını
kanıtlamışlardır. Tüm ulusların gazete dergi yayınlama hakları varken Yahudilerin
bu hakları ellerinden alınmıştır. Ulus olarak kabul edilmiş olmak Yahudi, nüfusun
yeni vatan hayalini körüklese de ulusal hareketleri engeller dolayısı ile başarısız
sonuçlanmıştır.

Bunların ardından 1914 de çıkan 1. Dünya savaşı sırasında Ukrayna’lı


general Petlyura Yahudi şehirlerine planlı olarak saldırarak 50000 den fazla
insanı katletmiştir. Bu savaşlar sonrasında ise Hitlerin yaptığı büyük soykırım
hareketi: “ve aşağıda ki toplama kampları ölüm fırınlarıyla birlikte hazırlandı:

*Gere Buchenwalt *Mauthausen


*Dora *Northausen
*Auschwiitz *Struthof
*Maidenek *Bwiecim
*Rauenbuck *Plaszow
*Belsen *Treblinez…”20

Yahudi medeniyetinin Avrupa da ki yaşamına son noktayı koymuştur.

Nasıl bir göç yolu izlenmiştir?

Başlıca dışa göç veren ülkeler: Rusya, Romanya, Galiçya bölgesi ve


Arjantin.

Başlıca içe göç alan bölgeler ise: Uruguay, Bolivya, Peru, Paraguay,
Brezilya, Güney Afrika.

Başlıca çıkış limanları: Odessa, Riga, Danzig, Hamburg.

Aşkenazi göçü ile birlikte Rusya merkezli başlayan göç Odessa limanından
Yafa limanına yani Filistin’e göçtüler. Filistin’e göç eden 70000 Yahudi olduğu
tahmin ediliyor. Rusya’nın batısına doğru hareket eden Yahudi kitleler, Avustuya,
Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa ve İngiltere’ye göç ettiler. Bir çoğu bu Avrupa
ülkelerine yerleşmeye çalışırken büyük çoğunluğu da bu ülkeler üzerinden
Amerika kıtasına göç ettiler.

20 Selahattin Galip, a.g.e., s. 66

396
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————
Sonuç
Avrupa da bundan sonra kaçış hareketi başlatan Yahudilere kilise
mutlulukla destek veriyordu. Ağırlıkla Amerika, Karayip adaları, Güney Afrika,
Avusturya gibi yerlere gitmek istiyorlardı fakat birçoğu gidemedi. Avrupa da ki
acente sahiplerinin fırsatçı tavırları yüzünden birçoğu izin alamadığı için
denizlerde günlerce sefil olmuştur. Amerika yerine Galler’e ve ya Arjantin’e
götürülmüşlerdir. Avrupalı Hristiyanların yaptığı acımasız zulümlerden göçle
kurtulabilmişlerdir. Yahudilerin tam anlamı ile rahata kavuştukları zaman ise 1947
resmi İsrail devletinin kuruluşudur.

Tüm bunlara bakıldığında, Avrupalıların Yahudilere bu kadar sorun


çıkartması ve Yahudilerin sürekli engellenmesi, tarih boyunca uygulanan
zulümlere rağmen bu günkü dünyaya etkileri ile mukayese edilince eğer Yahudi
dünyası bunları yaşamasaydı bu gün dünyayı yönetecek tek güç konumunda
olabilirlerdi.

Göç Yolları

397
Avrupada Yahudi Sorunu Ve Yahudi Sürgünleri
——————————————————————————————

398
 
 
 
 
 
 
Berna BAYDAN 
——————————————————————————————

Kaynakça

DELEVİ, Metin, Aşkenaz Yahudileri Tarihi, İstanbul, 2012


GALİP, Selahattin, Dönmeler ve Dönmelik, İstanbul, 2004
JOHNSON, Paul, Yahudi Tarihi, İstanbul, 2001
KRIWACZEK, Paul, Yahudi Medeniyeti, İstanbul, 2007
NANA, Mahmut, Yahudi Tarihi, İstanbul, 2008
Türk Yahudi Cemaati, http://www.turkyahudileri.com
The Hebrew University Of Jarusalem, http://hugr.huji.ac.il/

399
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Avrupa’da Türk İmgesi

Burcu ÖNEL 

——————————————————————————————
ÖZET
Günümüzde disiplinlerarası bir alan olarak kabul gören imgebilim, edebiyattan
antropolojiye, etnografyadan tarihe kadar birçok alanda çalışmalara konu olmuştur. Bu
çalışma alanlarından biri de tarihte önemli bir yere sahip olan, Avrupa ve Türkler
arasındaki ilişkiler üzerinde durmaktadır. Dünya tarihinde yüzyıllar boyunca var olan
Türkler yalnız kendi tarihleri açısından değil tüm devletlerin tarihinde de oldukça önemli
bir yere sahip olmuşlardır. Fakat bu devletler Türk kimliğini, Avrupa'nın kendi kimliğini
tanımlayabilmesi, birlik ve bütünlüğüne zemin teşkil edebilmesi için tehdit olarak gördüğü
bir “öteki” olarak algılanmıştır.

Avrupalı birçok devlet tarafından “öteki” olarak algılanan Türklerin bu imgesinin


oluşmasında Avrupa’ya karşı izlediği tutum oldukça önemlidir. Dönemin yazarları ve
yöneticileri üzerinde kötü bir izlenim bırakan Türkler “saldırgan, savaşçı ve kaba bir
millet” olarak gösterilmiş, Avrupa’nın başına gelen felaketlerin sorumlusu kabul edilmiştir.
Netice itibariyle, bu değerlendirmeler Türkiye'nin kimlik ve kültür değerleriyle
Avrupalıların kimlik ve kültür değerleriyle farklı olması uzlaşmaz oldukları sonucunu
doğurmaz. Türk ve Avrupalı kimlikleri birbirlerinin oluşturucu ötekileri olarak kabul
edilmelidir.

Anahtar Kelimeler: Türk, Müslüman, Avrupa, Hıristiyan, İmge, İmgebilim


——————————————————————————————
İmge
İmge, hemen hemen her alanda karşılaştığımız ve her defasında da başka
anlamlar yüklediğimiz ama hiçbir zaman gerçek tanımını bilemediğimiz bir
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Latince “imagos” kelimesinden türemiş olan
imge Türkçe’de ise “imaj” olarak karşımıza çıkar.1 İmge ya da imaj kelimesinin
Türkçede birçok farklı anlamı bulunmaktadır.

Türk Dil Kurumu’na göre imge, “Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi


özlenen şey, düş, hülya, hayal” ve “genel görünüş, izlenim, imaj” olarak

 Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Karşılaştırmalı Tarih Yüksek Lisans Öğrencisi,
[burcuonel35@gmail.com]
1 Serhat Ulağlı, İmgebilim Öteki’nin Bilimine Giriş, Sinemis Yay., Ankara,2006,s.3.
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
tanımlamaktadır. TDK Psikoloji alanında ise imgeyi “duyu organlarının dıştan
algılandığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj” ve “duyularla
alınan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve
olaylardır.”şeklinde tanımlanmaktadır. 2 Farklı alanlarda birçok tanımı olan imge
sözcüğü genel anlamıyla bilinçaltının istemli ya da istemsiz olarak belirli
çağrışımlar ile dışa vurumu olarak tanımlanabilir.

İmge ile ilgili yapılan çalışmalar çok eski dönemlerde başlamış olsa da hala
çözülemeyen sorunlar ve tartışmalı konuları bulunmaktadır. Bu çalışmalar
günümüzde üç farklı ekolün imge anlayışları çerçevesinde şekillenmişlerdir. Jean
Marrie Carrè ile başlayan Fransız ekolü, “imge bir edebiyat incelemesidir.”
İddiasında bulunurken Rene Wellek’in temsilcisi olduğu Amerikan ekolü ise “imge
bir tarih veya sosyoloji incelemesidir.” Görüşünü savunmaktadır.3

İmge hem bir yazarın iç dünyasını tanımamıza hem de bir gerçeğin yazar
tarafından yeniden şekillendirilmesine olanak sağladığı için oldukça önemli bir
kavramdır. Yazar dış çevreden algılamış olduğu gerçeği kendi zihninde kendi
değer yargıları ile yeniden anlamlandırmıştır. Norman Friedman’a göre ise imge
“fiziksel bir algılamanın ürettiği bir duyumun zihinde yeniden üretilmesidir.”4
İmge okuyucuya gösterilen nesne ya da olguyu fiziki olarak görmesi yerine,
deneyimleri kültürü ve okuduğu eserlerdeki edinmiş olduğu izlenimlere dayanarak
hayal etmesine katkıda bulunur. İmgenin temel amacı hayal ettirmektir.

İmgebilimin kapsamı ve araştırma alanları


İmgebilim çok geniş bir çalışma alanına sahip olduğu için kendi içinde
belli gruplarla ayrılmaktadır. Güzel sanatlar ve estetik bilimleri alanında edebiyat,
spor, mimari, sanat tarihi gibi branşlarda karşılaştığımız İmgebilim insani
bilimlerde ise eğitim bilimi, turizm, ilahiyat, coğrafyadır. Yönetim bilimlerinde
hukuk, siyaset bilim, ekonomi olarak bilinen imgebilim düşünsel bilimler alanında,
matematik, psikoloji, felsefe; tarihsel bilimlerde ise tarih, antropoloji ve arkeoloji
gibi branşları kapsamaktadır.” 5

2 Türk Dil Kurumu sözlüğü, T.D.K., Ankara, 1998,s.1076.


3 Ulağlı, a.g.e., s.iv.
4 Norman Friedman, ”İmge”, Kitap-lık, sayı: 74, 2004, s.80’den aktaran Ulağlı, a.g.e., s.7.
5 Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, cilt:1, Gündoğan yayınları, Ankara, 1992, s.21.

401
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
İmge araştırmalarının sağlam bilimsel temellere dayanması ve kalıcı
genellemelere ulaşabilmeleri, yazın tarihi, yazın kuramı gibi bilim dallarının
verilerinden yararlanması ile mümkün olmalıdır. Günümüzde disiplinlerarası bir
alan olarak kabul gören imgebilim, edebiyattan antropolojiye, etnografyadan tarihe,
uluslararası ilişkilerden sosyal psikolojiye kadar birçok alanda çalışmalara konu
oluyor. Farklı branşlardaki araştırmacılar öteki olarak adlandırılan kültürün ve
toplumların nasıl algılandığı, ayrılık ve farklılıkları, kültürel uyum sağlama, belli
bir kültürden uzaklaşma ve yabancılaşma, kendine dair imge konularını
incelemektedir.6

İmgebilim ilk meyvelerini Avrupa’da karşılaştırma edebiyat çalışmalarında


vermiştir. Aydınlanma, Rönesans, Reform hareketleri ile yoğun bir süreçten geçen
Avrupa literatürü bu incelemelere olanak vermektedir; Aslında, Avrupa’da ulusal
karakter konusu uzunca bir süredir ilgi görmüştür. Avrupa’da ulusal kalıp yargıları
oluşturan söylem ve kültürel gelenekler, Avrupa literatüründe son üç yüz yıl ve
onun Avrupa merkezci bakışına uzanır. Böylece, Avrupalı ulusların kendileri ve
ötekiler hakkındaki imgelerinde ikili bir dağılım vardır. Uzaktaki uluslar ve
toplumlara dönük Avrupalı bakış açısı, onları ufaltarak gösterir nitelikte Avrupa
merkezlidir. Avrupa içindeki kültürlerarası kalıpyargıların oluşumu ise, daha
sertçe, gerçek dünyadaki karışıklığı klişelerle basitleştirmekte, azaltmaktadır.

Sonuç olarak, Avrupa’dan uzak, Avrupalı olmayan kültürlerin imgesi,


birincil kaynaklarda, genel bakış açısını basitleştiren bir temalaştırmayla sunulur.
Son dönemdeki zengin kaynak ve sömürgecilik sonrası çalışmalarla modern bilim
etnikmerkezci ve Avrupa merkezciliği aşılmasında rehber olması umut ediliyor.7
Her milletin ayrı ve karşılıklı farklılıkları olduğuna, farklı özleri olduğuna dair
yaklaşımlar, bu ulusal karakterlerin analiz edilmesine dayanmıştır.

1. Avrupa’nın Türk İmgesi


Türkler, sekiz yüzyılı aşan bir zaman önce Akdeniz kıyılarına ulaşmış olan,
büyük uygarlıkların son temsilcilerindendir. Akdeniz o dönemde hem dinsel hem

6Ulağlı, a.g.e., s.52-54.


7Johan Soenen, “Imagology and Translation”, Multiculturalism: Identity and Otherness, ed. Nedret
Kuran Burçoğlu İstanbul: Boğaziçi University Press, 1997,s.126.’dan aktaran Engin Buz, Alevi
Yazınında Osmanlı İmgesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010, s.14.

402
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
de siyasal ayrımlara bölünmüştü. Sekiz yüz yılı aşkın bir zaman önce buraya gelen
Türkler, Akdeniz'in güney ve doğu kıyılarının egemen gücü olmuşlardır. Bu
egemenlik Batı 'da, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan tüm halkların Türklükle
özdeşleştirilmesine de sebep olmuştur. Aynı zamanda, Avrupalılar için Türk
sözcüğü Müslüman sözcüğü ile eşanlamlı olarak da kullanılmıştır. Bununla
birlikte, Osmanlıların Akdeniz'in içlerine kadar ilerlemeleri, Avrupa'nın karada
kuzeybatı yönünde ilerleyerek kendini yeniden tanımlamasına neden olmuştur. İşte
bu bağlamda Avrupa açısından tarih boyunca ötekini temsil eden unsurlardan biri
de "Müslüman-Türk" kimliği olmuştur.

Türk kimliği, Avrupa'nın kendi kimliğini tanımlayabilmesi, birlik ve


bütünlüğüne zemin oluşturabilmesi için tehdit olarak gördüğü bir "öteki" olarak
algılanmıştır. Müslüman sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılan Türk kelimesi,
Türk kimliğinin esas bileşeninin İslam olarak algılanmasına da yol açmıştır.
Böylece Türkler ve İslam, Avrupa kimliğinin negatif tanımlayıcıları durumuna
gelmişlerdir. Türk varlığı, Hıristiyan Avrupalıların ortak düşmana karşı
birleşmelerinin ve Avrupalıların Avrupa çerçevesinde ortak bir bilinç
oluşturmasında da katkıda bulunmuştur.

Avrupa'nın Hıristiyan dinini benimsemesiyle kıtanın Hıristiyanlaşması ve


Türklerin de Müslümanlaşarak Anadolu'nun büyük bölümünü egemenlikleri altına
almalarının tamamlanması ile birlikte, uzun yüzyıllar boyunca devam edecek bir
çatışmanın iki tarafı da ortaya çıkmış oldu. Haçlı Seferleri'nden başlayarak 18.
yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun bir dönem ise Avrupa'da Türk ve Türkiye
imajının oluşmasına zemin hazırladı.8

Tarihin derinliği içinde var olan uygarlıklardan yalnızca iki tanesi coğrafi
adların yanı sıra bir de yön işareti taşımaktadır. Bunlar Doğu ve Batı'dır. Yön
kişinin kendi konumuna göre belirlediği durumu ifade etmektedir. Yani her yer
doğu veya her yer batı olabilir veya aynı yer farklı kişilere göre, hem doğu, hem de
batı olabilir. Bu da bizi mutlak bir doğu ya da mutlak bir batının
konumlandırılmasının imkânsızlığına götürür. Bununla birlikte bu durum bizi doğu
ile batının ancak birbirine nazaran ve birbirlerini karşılıklı kabulü halinde varlık

8Mehmet Ali Kılıçbay, "Fakir Akrabanın Talihi", Doğu Batı Düşünce Dergisi: Doğu Ne? Batı Ne?,
Yıl: I, Sayı: 2, 1998, s. 50.

403
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
kazanabilecekleri noktasına da ulaştırır. Yani burada durum, birinin diğerini kendi
aynasında üretmesinden kaynaklanmaktadır.

Yüzyıllar öncesine dayanan Doğu - Batı ayrımının ne zaman oluştuğu ve


bu ayrımın kime göre tanımlandığı oldukça önemlidir. Doğu, Antikçağdan beri,
egzotik varlıkların, akıldan çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü
deneyimlerin mekânı olarak Avrupalılar tarafından yaratılmıştır. Bununla birlikte
Doğu, Avrupa'nın en geniş, en zengin ve en eski sömürgelerini kurduğu bir bölge
olmuştur. Ortaçağ'la birlikte Batı kendini, Universitas Hıristiyan âlemi, İslamiyet'i
ise öteki çerçevesinde tanımlamıştır. Bu da, Doğu'yu Avrupa'nın kültürel rakibi ve
karşıtı durumuna sokmuştur.

Yeni Çağ'ın başlarından itibaren ise Batı'nın yeni deniz yollarının bulunuşu
ile birlikte o güne değin varlıkların bilinmeyen toplumlarla karşılaşması, daha
tarihin ilk günlerinden beri insanlığın karşısında bulunan Doğu-Batı sorununa yeni
bir anlam ve yeni bir boyut kazandırmıştır. 18. yüzyılın ortasından itibaren ise
Doğu-Batı ilişkilerinin iki temel özelliği olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki,
Avrupa'nın Doğu üzerinde sistematik, gelişen bir bilgiye sahip olmasıdır. Doğu-
Batı ilişkilerinin yeni şekil içindeki ikinci özelliği de Avrupa'nın üstünlük
iddiasında bulunmasa dahi güç dengesini daima kendi tarafında tutuşudur. Politik,
kültürel ve hatta dini alanda dahi Doğu-Batı ilişkileri temelde daima zayıf ve güçlü
ortaklar arasında olduğu şekli ile kalmıştır.

Görüldüğü gibi Doğu-Batı kavramının çıkış noktası aslında ötekini


algılama ve anlama sorunsalından kaynaklanmaktadır. Edward Said 1978 yılında
yayınlanan “Orientalism” adlı eserinde de belirttiği gibi Doğu, Batı 'nın Doğu'yu
Avrupa merkezci bir şekilde algılaması üzerine oturtulmuştur. Yani Said'in çıkış
noktası da ötekini algılama ve anlama sorunsalından kaynaklanmıştır. Batı 'nın
Doğu'yu çekip çevirmede gösterdiği başarı ve ona ilişkin bilgisi, Doğu'yu yaratmış
ve Doğulu böylece varlık kazanmıştır.9

Bu dönemde Türkleri ötekileştirici niteliğe sahip bir başka belge ise


mektuplardır. Bu mektuplardan en önemlisi Bizans İmparatoru I. Aleksios'a ait
1088 tarihli mektuptur. Mektup, Papa tarafından İslam'ın yayılmasını önlemek ve
kutsal yerlere sahip olmak amacıyla, Haçlı Seferi'ne çıkılması için başlıca gerekçe

9
Edward Said, Oryantalizm, çev. Nezih Uzel, İstanbul. İrfan Yayıncılık. 1998, s.26.

404
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
olarak kullanılmıştır. Bizans İmparatoru'nun mektubunda yer verdiği Türkler
hakkındaki anlatımlar, Hıristiyanlığın ortak hafızasına yerleşen olumsuz imgelerin
oluşmasını sağlamıştır.10

14. ve 15. yüzyıllarla birlikte Batı Avrupa'daki Türk imgesini her şeyden
önce Osmanlıların, Balkanların büyük kesimleri üzerinde egemenlik kurmalarıyla
ve 1453'te İstanbul’u fethetmeleriyle sonuçlanan savaşlar belirlemiştir. 1453'te
İstanbul’un Türklerin eline geçmesiyle birlikte, Türklerin Batıya akınlar
düzenleyecekleri ve Hıristiyanlığı yok edecekleri korku ve endişesi belirmeye
başlamıştır.11 Oluşan bu korku ve endişe ise Türkler hakkındaki Batılı imajın
meydana gelmesinde en güçlü etken olmuştur. Bu itibarla, Osmanlı
İmparatorluğu'nun gücünün süratle yayıldığı bu dönemlerde, "korkunç Türk",
Hıristiyan Avrupa tarafından "öcü" olarak imgelendirilmiştir.12 Bundan sonra
Türkler, Batı Avrupa'nın birçok yerinde, "Türk tehlikesi" propagandası yapılarak
Deccal'in habercileri olarak dehşet uyandırıcı bir biçimde tanıtılmaya
başlamışlardır.13

Seyyahların eserlerinin yanında ayrıca, I. Haçlı Seferi esnasında Haçlı


komutanları tarafından Avrupa'ya gönderilen birçok mektupta da Türkler ve
dolayısıyla İslam "ötekileştirici" olarak betimlenmiştir. Avusturya/Habsburg
İmparatorluğu'nun İstanbul'daki Büyükelçisi Ogier Ghiselin von Busbeck
tarafından 1554-1562 tarihleri arasında kaleme alınan “The Turkish Letters of
Ogier Ghiselin De Busbecq” adlı eser bu çerçevede oldukça önemlidir. Eser
Busbeck'in İtalya’daki öğrencisi ve daha sonra Alman İmparatoru'nun Portekiz'de
elçisi olan Nicholas Michault'a yazdığı dört mektuptan oluşmaktadır. Mektuplar
Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. yüzyıldaki genel görünümünü vermektedir.14
Mektuplar, olumsuz imgelemeler içerse de, imgesini olumlu olarak yansıtanlar da
vardır. 1554-1562 yılları arasında İstanbul’da görev yapan Busbeck kısa zamanda
Türk karakterine sevgi ve yakınlık duymuştur. Elçi, günlük yaşam içerisinde Türk

10 Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, İstanbul, Büke Kitapları, 2006, s.261.
11 Hadiye Tuncer, 17 ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu ve Danimarka İlişkileri, Ankara,
Doruk Kitabevi, 1991, s.7.
12 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003, s.18.
13Karpat ,a.g.e.,57.
14
Kula, Alman Kültüründe.. I…, s.31-35.

405
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
halkının az konuşma ve mütevazılıklarını övgüye değer davranış biçimi olarak
değerlendirerek, Türk savaşçılarının ve birliklerinin düzenliliğini de övmüştür.15

16. yüzyılda Hollanda'da "Türkler" hakkındaki önyargıların, Hollanda'nın


kendi siyasi çıkmazları bakımından sorgulandığını görüyoruz. Bu dönemde
Hollandalılar İspanyollara karşı yürütmüş oldukları bağımsızlık mücadelesinde,
Türkleri bir müttefik olarak algılamışlardır. Hollandalıların bu bağımsızlık
mücadelesi sürecinde en sık kullandıkları sloganlardan biri "Katoliklerdense
Türkler" slogan olmuştur. Bu sloganın Hollanda'nın bağımsızlık mücadelesinde sık
kullanılmasının en önemli nedenlerinden biri, Osmanlı yönetiminin Hıristiyan
Yahudilere karşı göstermiş olduğu hoşgörüden haberdar olmasıdır. Bununla
birlikte, yine de Hollanda'da Türkler hakkındaki genel algı diğer Avrupa
ülkelerinden farklı olmamıştır.16

Dönemin İspanya imparatoru V. Carlos ise Hollanda’daki bu tutumun


aksine Hıristiyanlar için en kutsal savaşın Türklere karşı verilen savaş olduğunu
savunmuştur. V. Carlos 1523 yılı başlarında Sessa Dükü aracılığıyla Papa VI.
Hadrianus'a sunduğu raporunda, Hıristiyan dünyasını korumak için Türklerin
saldırılarına karşı koymak gerektiğini söylemiş ve Bâbıâli'ye karşı savaşmak için
Papalık Devletinin askeri yardımı artırmasını istemiştir. V. Carlos ayrıca,
Macaristan ve Rodos Krallarına da yardım edilmesi ve Türk saldırılarına uğrayan
Napoli ve Sicilya Krallıklarının korunması için gerekli önlemlerin alınması ve
İtalya kıyılarını korumak amacıyla Papa'nın kadırgalarının İspanyol kadırgalarıyla
iş birliği yapmasını da önermiştir. Bu çerçevede Türk tehlikesine karşı koymak için
V. Carlos'la sıkı bir iş birliği içerisinde bulunan Papa VI. Hadrianus, Türklerin
Roma için gizli ama gerçek bir tehlike olduğuna inanıyordu.17

Bu dönemde Batılı yazarların eserlerinde Türkler akıllı ve olgun,


Avrupalının zıddı olarak sunuldular. Almanya’da, özellikle Luther'in söylemlerinde
korku ve barbarlığı sembolize eden Türk kelimesi bazı dinsel şarkılarda "Tanrı'nın

15 Kula, Avrupa Kimliği…s.245. Ayrıca bkz. Ogier Ghiselin von Busbeck, The Turkish Letters of

Ogier Ghiselin De Busbecq Imperial Ambassador at Constantinople 1554 - 1562, Latinceden çev.
Edward Seymour Forster, Oxford, Oxford University Press, 1968, s.85-168.
16 İsmail Hakkı Kadı , "Hollanda'da Şarkiyat Araştırmaları", Doğu Batı Düşünce Dergisi, Doğu Batı

Yayınları, 2005, Yıl: 5, Sayı: 20, s. 86.


17 Paulino Toledo, "Osmanlı-İspanyol imparatorluklarında Dünya imparatorluğu Fikri: 16. Yüzyıl",

Pablo Maritn Asuero (ed.), İspanya-Türkiye: 16. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Rekabet ve Dostluk, İstanbul,
Kitap Yayınevi, 2006, s. 15 -29.

406
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
cezası, tanrının kırbacı ve şeytanın hizmetçisi" olarak tanımlandı. Hıristiyanlar
günah işledikçe Tanrı Türkler aracılığıyla onları cezalandırıyordu.18 Ayrıca
Türkler, bu dönemin edebiyat ve tiyatro eserlerinde "günahkârları yargılayan
Tanrı cezası” olarak da anılmışlardır.19

Martin Luther ise Türk tehdidinin Hıristiyanlar üzerinde ilahi bir kamçı
olduğu iddiasında da bulunmuştur.20 Luther ayrıca yapıtlarında İslâm’a ve Osmanlı
tehlikesinin yayılmasına ilişkin pek çok atıfta da bulunmuştur.21

Her ne kadar bu dönemin aydınları Türkler hakkında genelde olumsuz


yorumlarda bulunmuş olsalar da, Avrupalıların ve Hıristiyanların herhangi bir
bakımdan Osmanlılardan üstün olduğunu dile getirmemişlerdir. Aksine
kendilerinin zayıf, bölünmüş, düzensiz, tehdit altında ve güvensiz olduklarını
söylemişlerdir. Hatta Luther'in bile, Osmanlı İmparatorluğu’nda keşfettiği ve kendi
ülkesinde bulamadığı için acıyla belirtmek zorunda kaldığı birkaç örnek
bulunmaktadır. Bu örneklerden birinde, ordunun itaatkârlığı ve disiplini, Türk
dindarlığı, Türk kadınlarının sadakatini ve çocukları açık yürekli yetiştiren eğitim
sistemi Luther tarafından gıpta ile dile getirilmiştir.

Türk tarihi uzmanı ünlü İngiliz tarihçi Richard Knolles ise "Türklerin tarihi
Hıristiyanların yıkımının tarihidir." ifadelerini kullanmıştır. 1621 tarihli "Türklerin
Genel Tarihi" adlı eserinin girişinde Knolles, Türklerin dünyadaki en dehşet verici
güç olduğunu kaygıyla ifade etmiştir. Ona göre dünyada Türkler kadar imrendirici
ve tuhaf, ihtişamlı ve kuvvetli, tehlikeli ve korkunç bir devlet bulunmamaktadır.22

16. Yüzyılda Osmanlı Devleti, Avrupa siyasi yapısını ve ekonomisini


derinden etkileyen faktörlerin başında gelmiştir.23 Hatta 16. ve 17. yüzyıldaki
Avrupa bütünleşme tasarılarının gelişmesinde dış faktör olarak Osmanlı
İmparatorluğu çok önemli bir rol oynamıştır. Bu yüzyıllarda Türk tehdidi dışarıdan

18 Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk imgesi II, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1993, s.72-77.
19 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1996, s.299.
20 Arnold. J. Toynbee, "Osmanlı İmparatorluğu'nun Dünya Tarihindeki Yeri", Kemal Karpat (der.),

Osmanlı ve Dünya, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003, s.52.


21 Albert Hourani, Avrupa ve Orta Doğu, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, Yöneliş, 2001,s. 27.
22 Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa'yı Keşfi, çev. İhsan Durdu, İstanbul, Ay ışığı Kitapları,

2000, s.33.
23 Halil İnalcık, "Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün", Doğu Batı Düşünce Dergisi (Vol.1 No.2) Ankara,

Felsefe Sanat ve Kültür yayınları, 1998, s.7.

407
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
gelen ve Avrupa'yı sarsan tehlike olarak algılanmaktaydı.24 Bu dönem içerisinde de
Avrupa kendini, kendi içinde değil ötekiyle ilişkisi bağlamında tanımlamıştır. Yani,
16. ve 17. yüzyılda Osmanlılara karşı oluşturulmuş propaganda da tehdit unsuru
üzerine temellendirilen bir Avrupa fikrine rastlamak mümkündür. 1686'da
Osmanlı'ya karşı savaş planı hazırlayan Rahip Coppin, Türklere karşı savaşta
Avrupa devletlerinin bir koalisyonda bir araya gelmelerini ve ortak bir kuvvet
oluşturmalarını önermiştir. 1693'de büyük bir Avrupa Birliği'nin planlarını yapan
William Penn ise, Türklerinde bu birlik içerisinde yer alabileceklerini fakat bunun
bir şarta bağlı olduğunu bu şartın da Türklerin dinlerini değiştirmeleri olduğunu
ifade etmiştir.25

Bu dönem içerisinde az da olsa Türklerden övgüyle bahseden


seyahatnamelere rastlamakta mümkündür. Henry Blunt'un 1634 tarihli
seyahatnamesi bunların en önemlilerindendir. Blunt, 1634 yılında İstanbul ve Doğu
Akdeniz' e yaptığı seyahatin ardından kaleme aldığı eserinde Türkler hakkında şu
görüşleri ortaya koymaktadır: "Dünyamızın güney doğusunda Türklerin yönetimi
altındaki bölgelerde insanların yaşamları farklıdır. Türkler yegâne modern
millettir. Yeni atılımlar ve işlerde büyüktürler, onların imparatorluğu birdenbire
dünyayı istilâ etmiştir”.26

Türk imgesi özellikle de 16. yüzyıl Fransız edebiyatında sık sık karşımıza
çıkar. Bu dönem boyunca tüm yazar ve şairler, en çok da askeri ve dinsel
kavramlarla, Türklerden söz ederler. Osmanlılar, korkunun yanı sıra merak ve
cazibenin de odağında bulunmaktadır. Ronsard, Du Bellay, Baif, Belleau gibi
şairlere göre, Osmanlı Türkü doğuludur ve baş düşman rolü için Araplar ve diğer
Müslümanlarla yarışır. Bu düşman iki bakış açısıyla ele alınır. İlki, bir savaşçı
olarak gösterdiği tavır ve Osmanlı devlet yönetimine özgü unsurlar, ikincisi, onu
geleneksel düşman haline getiren farklı bir dinsel cemaate ait olması
bakımındandır.27

24 Beril Dedeoğlu, “Avrupa Birliği Bütünleşme Süreci I: Tarihsel Birikimler", Beril Dedeoğlu (der.),

Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul, Boyut Yayıncılık, 2003, s.28.


25 Halil İnalcık, "Tarihte Avrupa Birliği ve Türkiye", Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol. 8 No.31,

Ankara, Felsefe Doğu Batı Yayınları, 2005, s.72.


26 Gülgün Üçel-Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve insanları (1530-1699),

İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.74.


27 Edith Mazeaud-Karagiannis, "16. Yüzyıl Fransız Şiirinde Türk İmajı: Ronsard, Du Bellay, Baif,

Belleau", Özlem Kumrular (der.), Dünyada Türk imgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 301-309.

408
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
17. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Devleti'nin 1683'teki Viyana
bozgunu onun Avrupa için askeri bir tehlike olmaktan çıkarmıştır. Fakat
Osmanlı'nın askeri bir tehdit olmaktan çıkması bile 18. ve 19. yüzyıllardaki
Avrupa'daki Türk imajını değiştirmeye yetmemiştir. Bu dönemde Türkler
Avrupalının zihninde askeri tehdit olarak değil "kültürel tehdit" olarak yerlerini
aldılar. 18. yüzyıl İngiliz yazarlarından Lady Mary Montagu'nun "Brief asu dem
Orient" adlı eseri bu dönem açısından oldukça önemlidir. Lady Mary Montagu'nun
mektupları kocası Edward'ın 1716 yılında İstanbul’a elçi olarak görevlendirilmesi
ile başlamaktadır. Lady Montagu, farklı ve yabancı bir kültürü anlamaya, onlara
kendi kültürü açısından bir anlam vermeye çalışmıştır. Mektuplarda hamam ritüeli
ön plana çıkartılmış ve kültürel bir öğe olarak anlatılmaya değer bulunmuştur.
Lady Montagu ayrıca, ilk defa İstanbul’da karşılaştığı suçiçeği aşısını İngiltere’ye
götürmüş ve aşının burada kullanılmasını sağlamıştır.28

Bu dönemde ayrıca, Türklere karşı Avrupa Hıristiyan birliğini oluşturma


hevesi devam etmiştir. Bu döneme ait en dikkat çeken fikir ise Kardinal
Alberoni'ye aittir. 1753'de de İspanya’da Kardinal Alberoni "Testement Politique
du Cardinal Jule Alberoni" adlı eserinde, Türklere karşı Avrupa Hıristiyan birliğini
oluşturma teklifinde bulunmuştur.29

19. yüzyıla gelindiğinde ise Alman kadın yazarlarından Ida von Hahn-
Hahn'ın "Orientalische Briefe" da oldukça ilgi çekicidir. Ida von Hahn- Hahn 1843
yılında Doğu'ya gezilerini başlatmak için Dresden'den yola çıkarak neredeyse tüm
Anadolu’yu gezmiştir. Ida von Hahn-Hahn İstanbul’da bulunduğu sıralarda
mektuplarında dar sokaklardan, köpek ve eşek sürülerinden, çöplerden ve
kanalizasyon sorunlarından bahsetmiştir. Bununla birlikte yazar İstanbul’dan
Doğu'ya açılan büyük ve sihirli bir kapı olarak da bahsetmiştir. Yazar İstanbul’un
Doğu-Batı arasında bir kültürel, ekonomik, dini, sosyal ve politik köprü konumunu
da ifade etmeye çalışmıştır.30

28 Kadriye Öztürk, "Ida von Hahn-Hahn'ın "Orientalische Briefe" ve Lady Mary Montagu'nun "Briefe
At ıs Dem Orient" Adlı Eserlerinde Doğu ile İlk Karşılaşmada Yabancılık", Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2006, Sayı: 16, Aralık 2006, s. 473-491.
29 Özkan Açıkgöz, "Avrupa Birliği'nde Kültürel Entegrasyon ve Türkiye'nin Durumu", Stratejik

Öngörü, Vol.1 No.1, İstanbul, TASAM Yayınları, 2004, s. 62.


30 Bozkurt Güvenç, "Kimlik, imaj ve Türk İmajı", Özlem Kumrular (der.), Dünyada Türk imgesi,

İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 173-178.

409
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
Genel olarak baktığımızda, tarihin akışı içerisinde Türklerin Avrupa'daki
imajı oldukça olumsuzdu. Fakat bunun istisnaları da olmuştur. Daha öncede ifade
edildiği gibi, Osmanlıların zaman içinde askeri ve ekonomik alanda zayıflamaları
onları Avrupalıların gözünde büyük bir tehdit olmaktan uzaklaştırarak, dönemin
koşullarına göre zaman zaman zayıf bir düşman, zaman zamanda zayıf bir müttefik
olarak görülmelerine neden olmuştur. Bunun ilk örneği, Türklerin Avrupalı
kimliğinin onaylanmasıyla sonuçlanan 1854 Kırım Savaşı ve sonrasında imzalanan
1856 Paris Antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, Osmanlı
imparatorluğu, Avrupa devletler topluluğunun eşit bir üyesi olarak Avrupalı
devletler tarafından kabul edilmiştir. Fakat gerek bu destek gerekse de imzalanan
antlaşma Türkiye'nin Avrupalılığını sonsuza dek onayı anlamına gelmiyordu.31

Bu istisnalara verilecek ikinci örnek ise I. Elizabeth dönemi İngiliz


eserleridir. Bu dönemdeki bazı İngiliz eserlerinde, günlük ve seyahatnameler gibi,
Türklere karşı daha yumuşak ve daha hoşgörülü bir yaklaşım bulunmaktadır.
Bunun en önemli sebebi, Osmanlıların düşmanı olan İspanya ve Fransa gibi
Katolik ülkelerin İngiltere'ye rakip olmalarıdır. Buna ek olarak, Akdeniz
ticaretinden pay sahibi olmak isteyen İngiltere, Venedik ve Ceneviz gibi İtalyan
kent devletleriyle mücadele içerisindeydi ve bu anlamda Osmanlılar ile iyi
geçinmeye dikkat etmekteydi.32

Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'nın en önemli ötekisi olması tabiidir.


İmparatorluk, kuruluşunun hemen ardından Avrupa'ya yayılmış, uzun yüzyıllar
Avrupa coğrafyasında hâkim olmuştur. Öyle ki 20. yüzyıla bile gelindiğinde
Avrupa'nın dörtte biri Osmanlı nüfuzunun altındadır. Yüzyıllar süren bu fiziksel
varlığın siyasi, toplumsal ve kültürel etkisinin olması ise gayet doğaldır. Birbiri ile
hep mücadele içinde olan Avrupalılar, Osmanlı’nın doğudaki varlığı ve baskısı
sayesinde birlik ve bütünlük düşüncesine ve bilincine sahip olmuşlardır.33

Genel olarak Avrupa, Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak


Hıristiyanlık, Reformasyon, Rönesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi
devrimlerinin ürettiği değerler üzerine kurulmuş olmasına karşın bu değerleri bir

31 Hüner Tuncer, Doğu Sorunu ve Büyük Güçler (1853-1878) Osmanlı 'nın Kader Yılları, Ankara,

Ümit Yayıncılık, 2003, s.70.


32 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s.300
33 Nuri A. Yurdusev, "Avrupa Kimliği'nin Oluşumu ve Türk Kimliği", Atilla Eralp (der.), Türkiye ve

Avrupa, Ankara, İmge Kitabevi, 1997, s. 61.

410
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
araya getiren ve Avrupalılar' bu değerler çerçevesinde birleştiren en önemli faktör
dışsaldı. Avrupa kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu rolü Türkler
üstlenmişlerdir. Avrupa'nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesinde İslam-
Hıristiyanlık çatışması önemli bir rol oynamıştır. Hatta Avrupa merkezli dünya
görüşünün oluşması da bu çatışmadan doğmuştur. Türk varlığı, Hıristiyan
Avrupalıların ortak düşmana karşı birleşmelerinin yanında Avrupalıların Avrupa
çerçevesinde ortak bir kimlik bilinci teşkil etmelerini sağlamıştır.

Türklere ve Türkiye'ye karşı olumsuz algılamaların temelinde şüphesiz


dinin yanında, pratikte Osmanlıların Avrupa aleyhine yayılması ve Türklerin 18.
yüzyılın sonuna kadar Avrupa'nın en önemli güçlerinden birisi olması da yatar.
Türkler Avrupa'nın gördüğü en büyük tehdit olarak algılanır.34

Netice itibariyle, bu değerlendirmeler Türkiye'nin kimlik ve kültür


değerleriyle Avrupalıların kimlik ve kültür değerleriyle farklı olması uzlaşmaz
oldukları sonucunu doğurmaz. Türk ve Avrupalı kimlikleri birbirlerinin oluşturucu
ötekileridir. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa topraklarında altı asırlık
hâkimiyeti olmuş ve Avrupa medeniyeti, bu açıdan, Aydınlanma, Rönesans ve
Reformasyon hareketlerinin dinamiklerini ve yönelimlerini önemli ölçüde Doğu ve
İslam mirasına borçludurlar. Bunun ötesinde, Türkler güçlü bir tehdit unsuru olarak
Avrupa'da haçlı seferlerini hazırlayan siyasi ve toplumsal birlikteliklerinin
oluşmasında etkili bir rolde üstlenmiştir.35

Bütün bir Avrupa kimliğinin varlığı Avrupa içindeki farklılıkları ve diğer


yerel kimlikleri yok etmediğine göre, Türkiye ile Avrupa'nın beraber olması
farklılıkların yok olmasını gerektirmez. Bilakis, farklı kimlikler birbirlerini
zenginleştirmektedirler. Farklı kimlikleri koruyan ve saygı gösteren bir yaşam
biçiminin ya da bir arada yaşama isteğinin herkesin çıkarına olacağı kesindir.
Genel olarak baktığımızda, yüzyıllar boyunca aynı coğrafyayı paylaşan Avrupa ve
Türkler arasındaki ilişkiler zaman zaman büyük gerilimlere sahne olsa da genelde
iniş çıkışlı bir grafik izleyerek günümüze kadar ulaşmıştır.

34 Meyda Yeğenoğlu, Avrupa Kimliğinin ideolojik Arka planı", Doğu Batı Düşünce Dergisi, Vol.8
No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s.89.
35 Hüseyin İnaç, "Avrupa Birliği Entegrasyonu Sürecinde Türkiye'nin Kimlik Problemleri", Doğu

Batı Düşünce Dergisi, Vol.6 No.23, 2003, s. 189.

411
Burcu ÖNEL 
—————————————————————————————
Kaynakça
AÇIKGÖZ, Özkan, "Avrupa Birliği'nde Kültürel Entegrasyon ve Türkiye'nin
Durumu", Stratejik Öngörü, Vol.1 No.1, İstanbul, TASAM Yayınları,
2004.
DEDEOĞLU, Beril, “Avrupa Birliği Bütünleşme Süreci I: Tarihsel Birikimler",
Beril Dedeoğlu (der.), Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul, Boyut
Yayıncılık, 2003.
GÜVENÇ, Bozkurt, Türk Kimliği, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1996.
GÜVENÇ, Bozkurt, "Kimlik, imaj ve Türk İmajı", Özlem Kumrular (der.),
Dünyada Türk imgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005.
HOURANİ, Albert, Avrupa ve Orta Doğu, çev. Ahmet Aydoğan ve Fahrettin
Altun, İstanbul, Yöneliş, 2001.
İNAÇ, Hüseyin, "Avrupa Birliği Entegrasyonu Sürecinde Türkiye'nin Kimlik
Problemleri", Doğu Batı Düşünce Dergisi, Vol.6 No.23, 2003.
İNALCIK, Halil, "Tarihte Avrupa Birliği ve Türkiye", Doğu Batı Düşünce Dergisi,
Vol. 8 No.31, Ankara, Felsefe Doğu Batı Yayınları, 2005.
İNALCIK, Halil, "Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün", Doğu Batı Düşünce Dergisi,
Vol.1 No.2, Ankara, Felsefe Sanat ve Kültür yayınları, 1998.
KADI, İsmail Hakkı, "Hollanda'da Şarkiyat Araştırmaları", Doğu Batı Düşünce
Dergisi, Doğu Batı Yayınlan, 2005, Yıl: 5, Sayı: 20.
KARPAT, Kemal, Osmanlı ve Dünya, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003.
KILIÇBAY, Mehmet Ali, "Fakir Akrabanın Talihi", Doğu Batı Düşünce Dergisi:
Doğu Ne? Batı Ne?, Yıl: I, Sayı : 2, 1998
KULA, Onur Bilge, Alman Kültüründe Türk İmgesi I, Ankara Gündoğan Yayınları,
1992.
KULA, Onur Bilge, Alman Kültüründe Türk imgesi II, Ankara, Gündoğan
Yayınları, 1993.
KULA, Onur Bilge, Avrupa Kimliği ve Türkiye, İstanbul, Büke Kitapları, 2006.
LEWİS, Bernard, Müslümanların Avrupa'yı Keşfi, çev. İhsan Durdu, İstanbul, Ay
ışığı Kitapları, 2000.
TOLEDO, Paulino, "Osmanlı-İspanyol imparatorluklarında Dünya imparatorluğu
Fikri: 16. Yüzyıl", Pablo Maritn Asuero (ed.), İspanya-Türkiye: 16.
Yüzyıldan 21. Yüzyıla Rekabet ve Dostluk, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2006.

412
 
 
 
 
Avrupa’da Türk İmgesi
——————————————————————————————
MAZEAUD-KARAGİANNİS, Edith, "16. Yüzyıl Fransız Şiirinde Türk İmajı:
Ronsard, Du Bellay, Baif, Belleau", Özlem Kumrular (der.), Dünyada Türk
imgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005
ÖZTÜRK, Kadriye, "Ida von Hahn-Hahn'ın "Orientalische Briefe" ve Lady Mary
Montagu'nun "Briefe At ıs Dem Orient" Adlı Eserlerinde Doğu ile İlk
Karşılaşmada Yabancılık", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Yıl: 2006, Sayı: 16, Aralık 2006.
SAİD, Edward, Oryantalizm, çev. Nezih Uzel, İstanbul. İrfan Yayıncılık. 1998.
TOYNBEE, Arnold. J., "Osmanlı İmparatorluğu'nun Dünya Tarihindeki Yeri",
Kemal Karpat (der.), Osmanlı ve Dünya, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003.
TUNCER, Hadiye, 17 ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu ve Danimarka
İlişkileri, Ankara, Doruk Kitabevi, 1991.
TUNCER, Hüner, Doğu Sorunu ve Büyük Güçler (1853-1878) Osmanlı 'nın Kader
Yılları, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2003
ÜÇEL-AYBET, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve
insanları (1530-1699), İstanbul, İletişim Yayınları, 2007.
YEĞENOĞLU, Meyda, Avrupa Kimliğinin ideolojik Arka planı", Doğu Batı
Düşünce Dergisi Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005.
YURDUSEV, Nuri A., "Avrupa Kimliği'nin Oluşumu ve Türk Kimliği", Atilla
Eralp (der.), Türkiye ve Avrupa, Ankara, İmge Kitabevi, 1997.

413
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk

Ahmet KELEŞ *
——————————————————————————————

ÖZET
Yapmış olduğumuz bu çalışmada tüfenğin Çin’de ortaya çıkışından 16. yüzyılda ki
kullanımına kadar olan kısım ele alındı. Tüfenk ilk olarak Çin’de ortaya çıkmış olup,
Cengiz Han’ın 1241’de Polonya ve Macaristan’ı işgal etmesi ile Avrupa’ya gelmiştir.
Osmanlılar ise ilk olarak Sırplardan ateşli silahları öğrenmişler ve bu silahları geliştirerek
ordularında uygulamışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ile ateşli silahlarda
devrim yapmışlardır. 16.yüzyılda ise devlet tüfenğin reayanın eline geçişine engel
olamamış ve celali isyanlarında devlete pahalıya mal olmuştur. İsyanlar neticesinde devlet
tüfenği reaya ve isyan eden leventlerden toplatma çalışması başlatmış, bu işleri özveri ile
yapanlara da karşılığının verileceğini bildirmiştir.

Anahtar Kelimeler: Tüfenk, İsyan, Celali, Şehzade Bayezid, Şehzade Selim


——————————————————————————————
Giriş
Osmanlı defter serileri içerisinde önemli bir yere sahip olan Mühimme
defterleri, Divan-ı Hümayunda sadır olan hükümlerin özet sırasına göre bir deftere
kaydedilmesi ile oluşurdu. Bu defterlerde yer alan kayıtlara göre yabancı
devletlerle olan münasebetlere dair hükümlere rastlanıldığı gibi konumuzun ana
temasını teşkil eden tüfenk ile ilgili hükümlere de rastlanılmıştır.
Söz konusu makalemizde Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
tarafından yayınlanan 3 Numaralı Mühimme Defterinin (966-968/1558-1560)özet
ve transkripsiyon halinden yararlanılarak içerisinden tüfenk ile ilgili hükümler
seçilmiştir. Tüfenk ile ilgili farklı hükümler olmasına rağmen konumuz dışına
çıkıldığı için bu hükümler kullanılamamıştır.

1.Tüfengin Ortaya Çıkışı


Eskiden (M.Ö. 476-221) insanlar ok ve yay kullanarak ancak 100 adım
uzaklıkta olan düşmanlarını öldürebiliyorlardı. Tüfenk ortaya çıktığından beri
mancınık ve arbaletin eski gücü kalmamıştır.Savaş sanatında, ateş ile düşmana
saldırmak ile ilgili bilgiler ve ateşin nasıl kullanıldığına dair kayıtlar çok ayrıntılı
değildir. Kullanımırüzgâra bağlı olan bu silahlar hakkında çok az şey
bilinmektedir. Rüzgârın yönü ve şiddeti gereken şartlarda oluşursa işe yararlar. Bu

*AhiEvran Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi


[ahmetkeles71@hotmail.com]
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
silahlar, günümüzün tüfeklerine benzememektedir.Tüfenkler; Song (960-1279) ve
Yuan hanedanlığı (1280-1368) zamanlarında kulanılmaya başlanmıştır. Ming
hanedanlığı (1368-1644) zamanında ise kullanım alanları genişlemiştir. Eski
tüfenklerin bir elle tutulup, diğer elle fitilinin ateşlenmesi gerekirdi. Bu nedenle,
tüfenk hedefi görmeden ateşlenmiş olurdu. Ateş edilirken uzaklık, yakınlık,
yükseklik, alçaklık ayarlanamazdı. Oldukça kullanışsızdı.1
“İlk gerçek ateşli silahlar 1100’lerin ilk yarısına tarihlenebilir.
Sichuan’daki bir Budist mağara tapınağındaki heykeller bunu kanıtlamaktadır.
Figürlerin doğaüstü olmasına karşın, taşıdıkları silahlar tanıdıktır. Kılıçlar, kısa
mızraklar, yanan bir fünye ile bir bomba gibi. Bu, Avrupa’da betimlenen 1326
tarihli en eski ateşli silah da dâhil olmak üzere, eski toplar için tipik bir biçimdir.
Mağaradaki en eski yazıt 1128 tarihlidir; ama sonraki yazıtların tümü de 1100’lü
yıllara aittir ki, bu heykelin, Avrupa’da en eski ateşli silah betimlemesinden en
azından 125, belki de 200 yıl eski olduğu söylenebilir.Bugüne kalan en eski ateşli
silah, arkeologların 1970’te Mançurya’da bulduğu bir tunç toptur. 17,5 cm
uzunluğunda ve 2,5 cm çapında bir namludan, barut için 6,6 cm çapında bir barut
yatağı ve kabza için boru biçiminde bir yuvadan oluşmaktadır. Kabzasız 34 cm
uzunluğunda 3,5 kg ağırlığındadır. Bu silah 1234’te son bulan Jürchen Jin
Hanedanı’nda adet olduğu üzere, bronz sanat eserleri ile birlikte gömülmüştü ve
ateşli silahların kullanıldığı bilinen 1287 ve 1288’deki savaş meydanlarına yakın
bir yerde bulunmuştu. Buna dayanarak, Avrupa’da kanıtlanan en eski ateşli
silahlardan hemen hemen kırk yıl öncesine, en geç 1288’e ait olduğu söylenebilir.2”

2. Ateşli Silahların Avrupa’da Tanınması Ve Tüfengin Gelişimi


Ateşli silahların Avrupa’da tanınmasından önce bu silahların
ateşlenmesinde vazgeçilmez bir unsur olan barutu anmadan geçemeyeceğim. Barut
özellikle savaş sırasında kendisine en çok ihtiyaç duyulan ve barış döneminde ise
üzerinde hassasiyetle durulması gereken yegâne maddelerden biri olmuştur. İlk
defa Çinliler tarafından bulunduğuna oradan da bütün Asya ve Avrupa kıtasına
yayıldığı kanaatinin hakim olduğu barutun savaş malzemesi haline gelmesi, savaş
alanında kullanılabilir olması değerinin artmasına ve aranılan bir madde olmasına
neden olmuştur. Kullanımı daha ziyade Haçlı seferleri sırasında artmış olan
barutun İslam dünyasında kullanımı ve yaygınlaşması Osmanlı Devleti zamanına
tekabül etmiş ve bu dönemde hızla yaygınlık kazanmıştır. Barut’a dayalı silahlar II.
Dünya Savaşı sırasında köklü değişikliklere maruz kalmışsa da bugün ki
silahlanma yarışında barut tarihi değerini ve önemini korumaktadır. Siyah barutun

1Giray Fidan, Çin’de Osmanlı Tüfeği ve Osmanlılar, Yeditepe yay., İst, 2011,s.118-119.
2Kenneth Chase, Ateşli Silahlar Tarihi, Çev. Füsun Tayanç-Tunç Tayanç, Türkiye İş Bankası Kültür
Yay., İst, 2008, s. 40.

415
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
üç unsurundan en önemlisini teşkil eden ve büyük bir kısmını oluşturan ayrıca
dumansız barutlarda da kullanılan ve külçe halinde madeni bir maddeden oluşan
güherçile eskiden barut yapımında kullanılmıştır. XVIII. asırda çok daha hızlı
yayılan % 12,5 kömür, % 12,5 kükürt ve % 75 güherçile maddesinden meydana
gelen kara barutun da yine önemli bir kısmını güherçile meydana getirmiştir.3

Barutu ve ateşli silahları Avrupa’ya getirenler ise Moğollar


olmalıdır.Cengiz Han, 1214’te, Çinli mancınık uzmanlarından, 1219’da
Maveraünnehr’i işgal edecek olan ilk Moğol ordusunun bir bölümünü oluşturacak
bir birlik kurdu.Çin kuşatma teçhizatı Maveraünnehr’de 1220’de, Kuzey
Kafkaslar’da da 1239-1240 yıllarında kullanıldı. Bu ikinci seferden kısa süre sonra,
Moğollar Polonya ile Macaristan’ı da işgal ettiler; ama 1241’de kağanın ölümünün
ardından geri çekildiler.Güherçile, Avrupa’da 1200’lere değin bilinmediğinden,
daha önceki formüllerin gün ışığına çıkmamış olması olasıdır. Çin’de ortaya çıkan
barut tariflerine ya da barutlu silahlar ile ilgili yüzlerce yıllık deneyimlere ilişkin
hiçbir kayıt Avrupa’da bulunmamaktadır. Çinliler, her çeşit kimyasalı her oranda
denerken, Avrupalılar doğru kimyasalları ve doğru oranları kullanarak işe
başladılar. Çinliler ateşli silahları keşfetmeden önce çeşit çeşit alev makinesi, roket,
bomba, mayın üretirken, Avrupalılar doğrudan ateşli silahları öğrettiler. Hatta ilk
Avrupa “el topu” 1288’deki Çin topuna çok benzemektedir.4
Avrupa’da ateşli silahlara ilişkin en eski kayıt 1326 tarihini taşır.
Avrupa’da ateşli silahların ilk kez Kuzeydoğu İtalya’da, 1331’de, Cividale
kuşatmasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Top ateşiyle yıkılan ilk surların da
Fransa’da, 1374’te, Saint-Saveur-le Vicomte olması olasıdır. Bu tarihte hala tek tek
kişilerin elle kullandıkları ateşli silahlar enderdi; arabalara yerleştirilmiş çok
namlulu silahlar daha çok kullanılıyordu.5

Arabalar ateşli silahların iki zayıf noktasını örtüyordu:


Ateşli silahları, savaş boyunca süvarilerden ve piyadelerden koruyordu,
ayrıca savaş aralarında da ateşli silahları taşıyorlardı. Üç bileşen; güherçile, kükürt,
odun kömürü dövülür ve kuru karıştırılırsa sonuç “serpantin barut” adı verilen
madde olur. Avrupalılar, 1400’lerin ilk yarısında, barutun, bir sıvı ile karıştırılıp
kalıplarda dondurularak kurutulduktan sonra ince, ama çok ince olmayan bir toz
halinde ufalanınca güçlendiğini keşfettiler. Elde edilen ürün “taneli barut” olarak
bilinmektedir. Bu barut, başlangıçta topta kullanmak için çok güçlüydü, bu nedenle

3
M. Metin Hülagü, “Osmanlı Devleti’nde Güherçile Üretimi ve Kayseri Güherçile Fabrikası” Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.11, 2001, s.73.
4 Chase, a.g.e., s.70-71.
5 Chase, a.g.e., s.73.

416
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
serpantin barut bir süre daha kullanıldı ama taneli barut tüfenklerin yapılmasını
sağladı.6

Tüfenğin ataları, 1400’lerin başlarında bazı Alman kentlerinin surlarına


oturtulmuş “kancalı silah”tı. 1400’lerin sonlarında, savaş alanına taşınabilen ateşli
silahlar (“arkebüs”) ortaya çıktı, 1500’lerin başlarında da onları Y biçiminde
desteklerden ateşlenen daha ağır türleri (“tüfenk”) izledi. Arkebüs ve tüfenk, ikisi
de omuz silahlarıydı; piştollar 1500 ortalarına değin görülmedi. Tüfenk
yaygınlaştıkça, askerler kullanışsız zırhlarının çoğundan vazgeçtiler. Bu da,
1800’lere değin “tüfenk” teriminin kullanılagelmesine karşın, ağır tüfenği gereksiz
kıldı.Ateşli silahlar 1400’lerin sonlarına, Avrupa’ya girişlerinden bir buçuk yüzyıl
sonrasına kadar hem kuşatmaların hem de savaşların yönetilmesinde olduğu gibi,
kuşatmalarla savaşlar arasındaki ilişkide de etkin olmaya başladı.7

3. Osmanlı İmparatorlugu’nda Tüfengin Kullanılması


Osmanlılarda ilk ateşli silahların ne zaman kullanıldığı tartışma konusu
olmuştur. Çeşitli kaynaklarda Osmanlı ordusunda topun ilk kez, 1386’da
Karamanoğulları ile yapılan savaşta, daha sonra da 1389 I.Kosova Savaşı’nda
kullanılmış olabileceği belirtilmektedir. Tahrip güçleri zayıf olan bu toplar daha
sonra teknik olarak oldukça geliştirilebilmiş ve 1439’larda kale dövebilecek ve
yıkabilecek, 1444’lerde ise gemi batırabilecek düzeye erişmişlerdir.8

Ancak bu bilginin sıhhati şüphelidir. Öyle bile olsa bu Osmanlıların topu


bilmedikleri, tanımadıkları anlamına gelmez. Bazı yazarlar ateşli silahların
Osmanlıya Balkanlar aracılığıyla geldiği konusunda hem fikirdirler. 1351’de
Venediklilerin Macar saldırılarına karşı Zara şehrine 8 top yollamalarıyla
Balkanlara giren topu Dubrovnikliler 1378’de imal etmeye başlamış ve hatta
1389’da Sırplar Osmanlı’ya karşı I.Kosova Savaşı’nda kullanmışlardır. Bunun
benzeri şekilde Osmanlılarında topu bu sayede öğrendikleri ve hatta ilk topu
I.Kosova Savaşı’nda kullandıkları ileri sürülmüştür. Çeşitli iddialara neden olsa da
Osmanlılar topu en erken Yıldırım Bayezid’in İstanbul Kuşatması’nda (1392-1402)
kullanmış oldukları görüşü daha ağırlıktadır. 1422 İstanbul ve 1430 Selanik
seferlerinde Osmanlı ordusunda topların bulunduğuna artık şüphe yoktur. Topun

6 Chase, a.g.e., s.75.


7 Chase, a.g.e., s.76.
8 Yavuz Unat, “Osmanlı Teknolojisine Genel Bir Bakış”, Osmanlı, Cilt 8, Yeni Türkiye yay., Editör:

Güler Eren, Ankara, 1999, s.2.

417
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
sahrada kullanımı için ise II. Murad zamanını yani 1440’ların sonunu beklemek
gerekecektir.9

Varna Savaşı’nda Macarların “wagenburg” savunma sistemi (arabalarla


oluşturulan savunma hattı), Osmanlılar için meydan muharebe usulleri açısından
belirleyici olmuştur. Muhtemelen bu tarihten (1444) itibaren meydan savaşlarında
topun yanında tüfenğe benzer silahlar (arkebüs) kullanımı gündeme geldi. II.
Kosova Savaşı’nda Osmanlı ordusu top’un yanında tüfenk ile de takviye edilmiştir.
Bu savaşın kaderi açısından belirleyici olmuştur. Osmanlılar bu sistemi kendi ana
sistemlerinin bir parçası haline getirdi, yani top, tüfenk ve arabalar ekleyerek
mevcut ana “seyyar kalesini” daha da güçlendirdi.10

3.1.,Osmanlı’da İlk Tüfenkler ve Tüfenkli Birlikler


Osmanlı kaynaklarında orijinal tabiriyle karşımıza çıkan tüfek/tüfeng adlı
silah, içi boş boru şeklindeki demir parçasını ifade eder. Kelime Divani Lügati’t-
Türk’de rastlanan “tüvek” tabirine dayanır.11

Elde tutulan bu ateşli silah Macar veya Sırpların verdiği ad ile değil kendi
dillerine has bir terminoloji ile Osmanlıya geçişine açıklık getirir. Bu tür silahların
ilk kullanımı içi boş bir demir parçası içerisine küçük taş taneleri konularak
fırlatma işlemine dayanır.

Daha sonra içerisine barut konularaktemas sonucu görülerek benimsenmiş


olması da muhtemeldir. Her ne olursa olsun tüfenğin ilk kullanımını (1421,1430,
1442-1444) öngören tarihler zayıftır. Nitekim tüfeğin yaygın bulunmadığı bir
çağda yaşayan Ebubekir Tihrani (ö.1480 dolayı) 1407’de Memluk-Akkoyunlu
savaşı’nda Memlukların top ve tüfenkleri olduğunu yazması ilginçtir. Bu bilgiyi
tekrar eden Safevi tarihçisi Hasan-ı Rumlu (ö.1577) o zamana kadar henüz tüfenğin
icat edilmediğini belirterek, ortaya çıkışı hakkındaki söylentiyi nakleder.
Osmanlıların II. Kosova Savaşı’nda tüfenk cinsi bir silah kullandıkları kesindir.
Ancak bu silah arkebüs veya şakaloz denilen kalın namlulu küçük top cinsinden bir
silah olmalıdır. Buna bir kundak ilavesiyle elde taşımak mümkün olabilmekte
ancak desteksiz, omuza dayayarak atış yapmak geri tepme hızından dolayı
mümkün değildir. Daha çok kale müdafaalarında kullanılmıştır. Bugünkü tüfenğe
benzeyen ilk tüfenk tipi 15.yüzyılda geliştirilmiştir. Bu ilkel tüfenklerin fitilli ve

9FeridunEmecen, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, Timaş yay, İst, 2010, s.30-31.
10Emecen, a.g.e., s.32.
11 Emecen, a.g.e., s.33.

418
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
tetiksiz ateşsiz ateşleme mekanizmasına sahip olduğu bilinmektedir. Müzelerde bu
tüfek tipine örnek bulunmamaktadır.12

Osmanlılarda tüfenk ile ilgili ilk resmi kayıtlar bu konuda çalışan diğer
tarihçilerin de dediği gibi İstanbul’un fethi ve sonrasında yazılan tahrir
defterlerinde yer alır.Bu kayıtlar tüfenk ve tüfekçilerin 1455 gibi erken bir tarihte
özellikle sınır kaleleri ve önemli istihkâmlarda bulunduğunu gösterir.13

“1455 tarihli tahrir defterinde Novaberda Kalesi’nde 3 büyük top, 5 prangı


tipi küçük top, 55 tüfenk vardı. Kalede zemberekçi (kurmalı yay kullananlar),
topçu ve tüfenkçi muhafızlar görev yapıyordu. Bu durum tüfenkçilerin
Balkanlardaki kalelerde sadece Sırp ve Osmanlıların Hıristiyan vasallerinden
oluştuğunu anlatan kaynakları desteklemektedir. Ayrıca 1455 gibi erken bir tarihte
yeniçerilerin tüfenkle donatıldığını da ortaya koyar. Söz konusu bu bilgiler
Osmanlı askeri teşkilatı bünyesinde tüfenklerle mücehhez bir ordunun en geç
1455’e kadar indirgenebileceğini gösterir.14”

Peki, yeniçerilerin tüfekle donanımı nasıl olmuştur? Bir Venedik raporu bu


duruma kısmen de olsa açıklık getirmektedir. Papa V. Nicolo’nun adamı olup
İstanbul’un Fethi’nden sonra Türklere karşı ne gibi tedbirler alınacağına dair
yazılar yazan Lompo Birago muhtemelen 1453-1455 yılları arasında Kardinaller
meclisinde görüşülen yazısında Osmanlı ordusu hakkında bilgiler veriyor. 50 bin
süvari, 10 bin yeniçeri yanında iyi teçhiz edilmiş 4000-5000 kapıkulu sipahisinden
oluşan asker yapısı içerisinde yeniçerilerin öne çıktıklarını, harp sırasında
fevkalade savaşçı olduklarını, üst göğüs ile omuzlarında zırh parçaları dışında ağır
bir şey olmadığını, sol omuzlarına Eflak tipi küçük kalkan koyduklarını, çok iyi ok
atıcısı olup ayrıca küçük bir de kılıç taşıdıklarını belirtir ve bunların çoğunun
İstanbul’un fethi’nin ardından tüfenkle donatıldığını belirtir. Tüfenk Birago içinde
yeni bir silah türüdür. Çok gürültü çıkaran bir harb aleti olmasından dolayı eskiden
kimse tarafından bilinmediğini, Rumların bu silaha“molibdoboli” dediklerini
bildirmekten kendisini alamaz. N. Machiavelli ise tüfenğin çıkardığı sesin buna
alışık olmayanlara can sıkıcı bir etki yaptığını ve bunun dışında tüfenğin her hangi
bir öneminden bahsetmez. Hatta kendi döneminde “Büyük Türk (Yavuz Sultan
Selim)in İran şahını ve Suriye sultanını topların ve tüfenklerin gürültüsüyle şaşkına
çevirmiş ve böylece düşman ordularını dağıtmıştır. Böylelikle Büyük Türk kolay
bir galibiyet elde etmiştir diyerek, tüfenğin ateş gücünü önemsemez ve bir bakıma

12 Emecen, a.g.e., s.34.


13 Emecen, a.g.e., s.35.
14 Emecen, a.g.e., s.36.

419
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
bu niyette olmasa da Osmanlı tüfenk kullanımının batıdanüstün olduğunu belirtir.
1473 Otlukbeli Savaşı’nda da tüfenkli yeniçeriler mühim roller oynamışlardır.
Yavuz Sultan Selim 24 Ağustos 1516 Mercidabık ve 22 Ocak 1517 Ridaniye
Savaşları’nda Memluk ordusunu bozguna uğratmış savaşın kazanılmasında tüfenkli
yeniçeriler önemli roller oynamışlardır.15

Küçük ateşli silahlarda Osmanlılar kendilerine has çizgiyi 18. yüzyılın


sonuna kadar devam ettirdiler. Bu Osmanlı modelleri 18. yüzyılın başına kadar
Avrupalılarınkinden geri değildi. 1680’lerdeki Avusturya savaşlarına kadar
Osmanlıların kullandıkları tüfenkler Avrupa tüfenkleri seviyesindeydi ve
Avusturya tüfenklerinden daha uzun menzilliydi.16

Rus General Golitsny’e göre, Türk tüfenkleri daha uzun ve sağlamdı ve


Avrupalılarınkine kıyasla daha kaliteli demirden imal ediliyordu ama Türkler
bunları çok ağır kullanıyor ve sabredemeyip düşmana kılıçla hücuma
geçiyorlardı… Piyade ateşi onları durduramıyordu. Onların şevkini ancak süngü
kırabiliyordu. Bu ifade Türk silahlarının sağlamlığını göstermesi bakımından
önemlidir.17
3.2.,16.Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Tüfengin Kullanımının Reayanın
Eline Geçişi
1578-1590 İran Savaşları ve 1592-1606 Avusturya Savaşları hazinenin açık
vermesine neden oldu. Çünkü değişen savaş taktikleri ve teknolojisi klasik Osmanlı
savaş düzeni ve askeri yapısını derinden etkiledi.

On altıncı yüzyılın sonunda, ateşli silahlarla donatılmış, çoğu kez başına


buyruk davranan paralı askerler kullanmaya başlamışlardı; çünkü yönetimin
Habsburglarla ve Safevilerle mücadelede tüfenk kullanmasını bilen askere ihtiyacı
vardı; ayrıca bu durum mali ve askeri sorunlara ucuz ve etkili bir çözüm gibi
görünüyordu.18

Osmanlı askeri yapısının temeli olan tımar sistemi bu sebeple bozulmaya


başlamış ve yerini piyade birliklerine bırakmak zorunda kalan süvari tımarlı
sipahilerin tımarları da hazineye alınmaya başlanmıştır.

15 Emecen,a.g.e., s.37.
16 Jonathan Grant , “Osmanlı Gerilemesini Yeniden Düşünmek: 15.-18. Yüzyıllardaki Askeri
Teknoloji Yarışında Osmanlı İmparatorluğu’nun Konumu” Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak
(Gerileme Paradigmasının Sonu), Haz. Mustafa Armağan, Timaş yay, Temmuz 2011, İst, s.194.
17 Jonathan Grant, a.g.e., s.196.
18
Marc David Baer, IV. Mehmed Döneminde Osmanlı Avrupası’nda İhtida ve Fetih, Çev. Ahmet
Fethi Yıldırım, Hil yay., İst, Ağustos 2010, s.77.

420
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
Modern Avrupa tarihi alanında uzman Rıfa’at Ali Abou-El-Haj isetımar
sistemi ile alakalı olarak akçenin kıt, ateşli silahların yaygınlaşması,nüfus artışı,
gibi etkenlerin tımar sisteminin bozulmasında halen tartışmalı olduğundan
bahsetmektedir.19 Her ne kadar tartışmalı olsa da genel kanaat tımar sisteminin
işlevsiz hale gelmesinin nedeni olarak savaşlarda ateşli silahların yaygın olarak
kullanılmaya başlanması gösterilmektedir. Ateşli silah olarak topun yanında tüfenk
kullanımının yaygınlaşması kast edilmektedir.20

Tüfenk kullanımının devlet kontrolünden çıkarak reayanın eline geçişi ise


XVI. yüzyılın ilk çeyreğine tekabül etmektedir. 1524 tarihli Mısırkanunnamesinde
tüfenğin görevliler haricinde kişiler tarafından taşınması yasaklanmıştır. Bu konuda
her şey devletin tekelindeydi.21

Kısa bir süre sonra 1528 tarihinde Karesi ve Biga sancakbeylerine


gönderilen fermanda kimlerin tüfenk taşımaya izinli olduğu belirtilerek İstanbul’a
bildirilmesi istenmekteydi. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Bayezid olayına kadar
tüfenğin kullanımı ve imalinin devlet kontrolünde olduğu görülmektedir. Fakat bu
hadiseden sonra artık tüfenk reayanın eline geçti.22

3.3.,Şehzade Bayezid İsyanı ve Tüfenk


Şehzade Mustafa’nın idamından sonra Hürrem Sultan saltanat yolunda
oğulları arasında bir tercih yapmak durumunda kaldı. O her zaman Bayezid’i tercih
etti. Fakat Selim’e karşıda herhangi bir harekette bulunmadı. Bayezid Düzmece
Mustafa isyanında ağır davrandığı gerekçesiyle neredeyse isyanın tertipçisi gibi
görüldü. Kanuni onu cezalandırmak istediyse de araya Hürrem’in girmesiyle
bundan vazgeçti. Dolayısıyla annesi Hürrem en büyük destekçisi ve
koruyucusuydu. Bayezid abisi Selim’i kendine rakip bile görmüyordu. Bu konuda
lalası Mustafa Paşa en çok güvendiği kişilerden biriydi. Güçlü bir konumda olan
Lala Mustafa Paşa ise şehzadeler arasına daha fazla fitne fesat sokuyor, Bayezid’in
güveninin aksine Selim’i destekliyordu. Bayezid’e bir mektup yazarak ağabeyinin,
yani Selim’in sarhoş olduğundan, yeteneksiz olduğundan uzun uzun bahsederek,
Bayezid’i ağabeyine karşı harekete geçirmeyi başardı. Bayezid ağabeyi Selim’i
mücadeleye davet etti. Amaç Şehzade Mustafa’nın başına gelenler tekrar edilip

19
Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, Modern Devletin Doğası (16.Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı
İmparatorluğu), Çev. Oktay Özel-Canay Şahin, İmge Kitabevi, Ankara, Kasım 2000, s.51-52.
20 Mehmet İnbaşı vd, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ed.: Tufan Gündüz, Grafiker Yay, Ankara, 2013,

s.240.
21 3 Numaralı Mühimme Defteri (966-968/1558-1560), (Özet ve Transkripsiyon), Devlet Arşivleri

Genel Müdürlüğü yay., Ankara, 1993,s.502,503,509.


22 İnbaşı, a.g.e., s.241.

421
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
Selim’e de aynı şeyin olmasını sağlamaktı. Bunun için başörtüsü, peştamal ve yün
eğirmek için kullanılan aletlerle birlikte bir mektup göndererek onu mücadeleye
davet etti.23

Selim bu durumu babasına bildirdi. Böylece Bayezid haksız duruma


düşmüş oldu. Kanuni Sultan Süleyman iki Şehzadenin de yerini değiştirdi.
Bayezid’i Amasya’ya, Selim’i ise Konya’ya tayin etti. Sonunda Şehzade Bayezid
Amasya’ya gitmek üzere Kütahya’dan ayrıldı fakat yolda çok yavaş ilerliyor, bir
taraftan da yevmlü24adı verilen paralı asker topluyordu. Bayezid babasına bir
mektup yazarak savaşı ima etti. Olaylar Bayezid’in aleyhine dönmüş, ağabeyi
Selim’i babasına karşı isyankâr ve kötü göstermek isterken kendisi aynı konuma
düşmüş ve asker toplamaya hız vermiştir. 21 Aralık 1558’de Amasya’ya
vardığında çevresinde 30 bin asker vardı. Bu askerleri silahlandırdı. Bu askerler
ileride çıkacak olan Celali isyanlarının tohumlarıdır. Bunun üzerine padişah
Selim’e de asker toplaması için haber gönderdiği gibi Sokullu Mehmed Paşa’yı
yardım için görevlendirdi.

Sultan Süleyman’ın oğlu Bayezid’e karşı yaptığı savaş ehemmiyetli


miktarda para sarf edilmesine sebep olmuştu.25

Sokullu Mehmet Paşaya gönderilen hükümde ise Şehzade Sultan Selim


için gönderilen cephanenin bir an önce ulaştırılması istenmiştir.26Diğer taraftan
Şehzade Bayezid sancağından ayrılması durumunda asi, bu hareketin ise isyan
kabul edilerek katli için ulemadan fetva istedi. Şeyhü’l-İslam ve bazı din adamları
padişaha bu neviden bir fetva verdiler. Bayezid 30 bin kişi ile ağabeyi Selim
üzerine yürüdü. 30 Mayıs 1558 tarihinde Konya’da yapılan savaşı padişahın
desteği ile Selim kazandı ve Bayezid savaş meydanından kaçmak zorunda kaldı.
Kanuni Sultan Süleyman ölü ya da diri yakalanması için emirler gönderdi.27

Kanuni, Şehzade Bayezid’in Arabistan’a gideceği yönünde duyumlar


alması üzerine Şam Beylerbeyine bir hüküm göndermiş, bu hükümde Bayezid’i
ümera, meşayih ve Arap kabileleri ile birlikte ele geçirmesini istemiştir28

23 İnbaşı, a.g.e., s.192.


24 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.94,95,104,558,629,699.
25
Ziya Karamursal, Osmanlı Mali Tarihi Hakkında Tetkikler, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara,1989,s.7.
26
3 Numaralı Mühimme Defteri, s.13.
27 İnbaşı, a.g.e., s.194.
28 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.29.

422
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
İsyan eden Şehzade Bayezid’i ele geçirenlere ise karşılığının verileceği
bildirilmiştir.29

Şehzade Bayezid’in ise hududu geçerek İran’a iltica etmesine mani


olamadılar. Kanuni Şah Tahmasb’a bu münasebetle gönderdiği ilk mektubunda
oğlu Beyazid’in isyanını, Konya savaşını anlattıktan sonra aradaki dostluğa binaen
onun iade ve teslim edilmesini aksi takdirde asi şehzadeyi yakalamaya me’mur
edilen Osmanlı kuvvetlerinin İran topraklarına girmeye mecbur kalacaklarını
bildiriyordu. Diğer taraftan Selim‘de, Şah Tahmasb’a aynı mealde yarı rica, yarı
tehdid-i tazammun eden mektuplar gönderiyordu. Fakat Şahın Kanunî‘ye ilk cevabı
Bayezid için babasına şefaatte bulunmak yolunda idi. Zira Kazvin’de Bayezid’in
maiyetinin sebep olduğu bazı hadiselerin doğurduğu huzursuzluk ve kuşku
yüzünden Şah Tahmasb da artık Bayezid'in, Kanunî tarafından affı hususunda
şefaatte bulunmaktan vazgeçmiş ve onu padişahın elçilerine teslim etmek
temayülünü göstermişti.30

Bu isyanın önemli sonuçları vardır. Osmanlı devlet düzeni açısından


yeniçeriler taşraya gönderilmeye başlandı. İkincisi ise isteyen her şehzade sancağa
çıkabiliyordu. Artık bu uygulama kaldırılmış ve en büyük oğla sancağa çıkma
hakkı tanınmıştır. Bu isyanda Bayezid ve Selim’in reaya’ya tüfek dağıtması celali
isyanlarının çıkmasına önemli bir etkendir.

3.4.,Celali İsyanlarında Tüfenk


“XVI. yüzyılın son on yılı ve XVII. yüzyılın ilk on yılına tekabül eden ve
Osmanlı devlet düzenine karşı başlıca resmi devlet görevlileri tarafından yapılan
baş kaldırılar Celali isyanları olarak bilinmektedir.31”

Celali isyanlarının çıkış nedenleri iktisadi darlığın bir neticesi olarak


Anadolu’da ve Rumeli’de çiftbozan reaya’nın artması yüzünden her tarafta
levendat adı verilen medrese öğrencilerinin türemesi, memurla halk arasında
anlaşmazlık çıkması, Osmanlı askeri yapısının değişmesi neticesinde tımar
sisteminin bozulması ve işlevini yitirmesi gibi nedenlerle Celali isyanları
çıkmıştır.32

29 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.30.


30 Tayyip Gökbilgin, “Süleyman I”, Türkler, C.9, Yeni Türkiye yay., Ankara, 2002, s.1013.
31 Fatma Acun , “Celâli İsyanları (1591-1611)”, Türkler, C.9, Ankara, Yeni Türkiye yay., 2002, s.704.
32 Mustafa Akdağ, “Celali Fetreti”, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, C16, S.1,2,

1958, s.53.

423
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
Celali isyanları bakımından İran ve Avusturya harblerinin halk, bilhassa
köylü üzerinde ki kötü tesirleri ise çok daha şiddetli olmuştur. Bu sıralarda harb de
işe yarar hizmet ücretli ve gönüllü kimseler tarafından yapıldığından bu hususta
halkı ilgilendiren bir şey yoktu. Fakat pek büyük olan harb masrafları yine
reaya’nın belini büküyordu.

Seferler için halktan alınan vergileri iki isim altında toplamak mümkündür:

Birisi “Tekâlif-i Divaniye”, yahut “avarız” vergileridir ki bu sınıfa dâhil


olanları devlet kendisi tahsil etmiştir. Diğeri ise “has, zeamet, tımar” vergileridir ki
normal miktarlarını aşarak halkın zararına çok vakit birkaç misli alınmıştır.33

Tımar sistemi Osmanlı askeri ve idari teşkilatının temelini


oluşturmaktadır.II. Murad döneminde tekâmül eden sistem miri toprak rejiminin
uygulandığı eyaletlerde kurulmamıştı. Devlet bu sayede vergileri yerinde
toplayarak asker ihtiyacını da gidermekteydi. Ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısında
sistem iç ve dış faktörler nedeniyle büyük bir değişim sürecine girdiğinde askeri
sistemin temelini oluşturan tımar sistemi bu değişimden payını almaya başladı.
Artan nüfus artışına paralel olarak yetersiz tarım üretimi olan Avrupa’nın Osmanlı
Devleti’nden tarımsal üretim ithalini eklediğimizde Osmanlı Devleti’nde yüksek
enflasyon ortaya çıktı.34

Celali adı Yavuz Sultan Selim döneminde Bozok sancağında isyan eden
Şeyh Celal oğlu Şah Veli’den gelmektedir. Asıl Celali isyanları 1596-1610 yılları
arasında 1596 Haçova Meydan Muharebesinden sonra başlayan ve Anadolu’yu
kasıp kavuran ayaklanmalar olarak bilinmektedir.Avusturya savaşları sırasında
tüfenk satın alındı. Ancak savaşlarda ganimet elde edilemeyince uzun yıllar savaşta
kalmanın getirdiği ekonomik kayıplar ise yoksulluğu artırmıştı. Yeniçeriler ise
enflasyon sonucu ortaya çıkan fiyat artışından ve maaşlarının ayarı düşük akçe ile
ödenmesinden yakınıyorlardı. Avusturya’ya karşı mücadele etmek için silâhaltına
alınan sekbanlar ise işleri bitince kendilerine celaliler arasında kolayca yer
bulabiliyordu.Celaliler ise sınır tanımıyor, şehirleri kasabaları basıp yakıyor, soyup
soğana çeviriyordu. Ticaret yapılamıyor, tarım ise durmuş vaziyetteydi. Anadolu
halkı şaşkındı ve korkuyordu. Can korkusu ise cabasıydı.35

Celali İsyanları sırasında reayanın elinde tüfenğin yaygınlaşması sonucu


isyanlar daha içinden çıkılamaz bir hal almış birde bu isyanlara leventlerin ve

33 Akdağ, a.g.m., s.54.


34 İnbaşı, a.g.e., s.247.
35 İnbaşı, a.g.e., s.249-250.

424
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
softaların katılması isyanların genişlemesine neden olmuş devlet göndermiş olduğu
hükümlerle isyancılarda bulunan tüfenkleri toplatmaya çalışmıştır.36

Softalar Rum vilayetinde ellerinde tüfenkler ile kasabaları gezip fitne ve


fesat çıkardıkları bilinmektedir. Osmanlı bu suhtelerin ele geçirilmesi hakkında
fermanlar göndermiş ve yakalayanlara da karşılığının verileceğini bildirmiştir.37

Suhte veya Softaların başlıca isyan merkezleri aynı zamanda halkın da


hükümeti sürekli müşkül duruma düşürdüğü yerlerdi. Karesi, İzmir, Isparta,
Denizli, Alaiye, Muğla ve Aydın çevreleri ehl-i örf ile silahlı mücadeleye
başlamışlardı. Medrese talebelerinin ise tüfenk taşıması artık alışılagelmiş bir
durumdu. Devletin yapmış olduğu teftişlerden birinde Silahdar Ağası Ali Ağa,
Aydın Saruhan ve Menteşe sancaklarını teftiş etmiş ve tüfenk kullanımının
olmayacağına dair söz almıştır.38

3.5., Celali İsyanları’nın Sonuçları


“Celalilerin halka yaptıkları zulümlerin haddi hesabı yoktur. Malların
yağmalanması, kadın, kız ve oğlanların kaçırılması sıradan vakalar haine
gelmişti.39”

Köylünün elinde avucunda ne varsa almak için ellerinden gelen her türlü
işkenceyi yapıyorlardı. Bu işkencelerden bir tanesinde yiyeceklerin yerini
öğrenmek için köylüleri ayaklarından asıyorlardı. Öncelikle devlet, Celali
eşkıyalığına son verebilmek için askeri tedbirler aldı. Ancak kayda değer önemli
bir başarı elde edilemedi.40

Celalilerin askeri, idari sisteme alınması işlemlerinde çoğu zaman asi


liderler adamları içinde sancakbeyliği, bölükbaşılık gibi görevler istiyorlardı.
Devlette eşkıyaları kontrol altında tutabilmek için genellikle istedikleri görevleri
veriyordu. Özellikle 1603-1610 yılları arasında Büyük Kaçgunculuk (Anadolu
köylüsü arasında büyük bir göç hareketi) döneminde bile Celali liderleri
birbirleriyle uzun süreli ittifaklar kuramamışlar ve bu itibarla devletten ayrılacak
güce hiçbir zaman ulaşamamışlardır.41

36 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.119,215,216,224,225,578.


37 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.122,186,187,201,400.
38
Mücteba İlgürel, “Osmanlı İmparatorluğunda Ateşli Silahların Yayılışı”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi, S.32, 1979, s.306-308.
39 İnbaşı, a.g.e., s.261.
40 İnbaşı, a.g.e., s.262.
41Akdağ, a.g.m., s.99-100, 106-107.;İnbaşı, a.g.e., s.263.

425
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
Merkezileşme açısından bakıldığında, XVII. yüzyılda devletin merkezi
kontrolü elinde bulundurduğu görülmektedir. Devlet eşkıyalarla pazarlıklar
yapmaktadır. Merkezi otoritenin zayıflaması, mahalli kazanımlar ve otonomi
sağlaması XVIII. yüzyılda gerçekleşecektir.42

Sonuç itibariyle 1596’da Haçova ile başlayan bu süreç devletin aşabildiği,


fakat Anadolu’nun yakılıp yıkılmasına neden olmuş bir dönem olarak karşımıza
çıkar. Anadolu yakılıp yıkılmasına rağmen bu süreci çabuk atlatarak zirai ve ticari
hayat isyanlar öncesine dönmüştür.43

Tüfenk, XVI. yüzyılın ilk yarısında devlet kontrolünden çıkmış ve reayanın


eline geçmeye başlamıştı. Özellikle Selim-Bayezid mücadelesinde hem Selim’in
hem de Bayezid’in yevmlü olarak adlandırdığımız reaya menşeli askerlere tüfek
dağıtıp orduya alması celali isyanları içerisinde kendini göstermektedir. Vermiş
olduğumuz örneklerde talebe kılığına girip halkı soyan, kâfir giysisi ile ayaklanan
softaları görmekteyiz. Devlet bu isyanları bastırmak için elebaşlarını önemli
vilayetlere vali tayin etmiş, orduda da kumandanlık gibi önemli mevkilere
getirmişlerdir. Selim-Bayezid mücadelesi tüfenğin bu kişilerin eline geçmesinde ve
kullanılmasında etkili olsada devletinde tüfenğin reaya eline geçmesinde bu
olaydan geri kalır yanı yoktur. Yani sonuç olarak tüfenk XVI. yy da Osmanlı
devleti içerisinde herkesin kolaylıkla elde edebildiği bir silah olmuş ve Osmanlıyı
bu isyanlar sırasında oldukça zor durumda bırakmıştır.

İsyanlarda tüfenk kullanılması devletin aldığı tedbirlere rağmen artış


gösterirken, tüfenk ile birlikte az da olsa topun kullanıldığı anlaşılmaktadır.
İsyanlara karşı devlet ciddi bir baskı oluşturacağı zaman topa da ihtiyaç duymuş
sevk edilen ordularda top da bulundurmuştur. Asilerde gerek meydan savaşlarında,
gerekse kale kuşatmaları ve müdafaalarında top kullanmışlardır. Bu sebeple elde
ettikleri topları müdafaada kullandıkları gibi, terk ettikleri taktirde ellerindeki
topları alıp götürmüşlerdir. Özellikle XVII. yüzyıldaki isyanlarda tüfenk çokça
kullanılırken topun dahi kullanımının arttığı anlaşılmaktadır.44

3.6., Tüfengi Reayanın Elinden Toplatma Çalışmaları


Tüfengin reaya eline geçmesiyle devlet vilayetin çeşitli merkezlerine
fermanlar göndererek reaya ve reaya sınıfına dâhil olmayan kimselerin tüfenk
kullanımı yasaklanmıştır. Ancak devletin aldığı bilgilere göre reaya ve diğer

42 Acun, a.g.m., s.704.


43
İnbaşı, a.g.e., s.265.
44
İlgürel, a.g.m., s.314.

426
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
kimselerin dağlarda avlandıkları tespit edilmiştir. Bu kimselerin tüfenk kullanımı
yasaklanmış ve emre aykırı hareket edenlerin tespitine çalışılmıştır. Tespit edilenler
kürek cezasına çarptırılmışlardır.45

XVI. yüzyılın sonları ve XVII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da tüfengin


yaygınlaşması devleti daha farklı tedbirler almaya sevk etmiştir. Bu tedbirler
eşkıya teftişi dolayısı ile tüfenk teftişi de olabildiği gibi dirayetli vezirlerin sadece
tüfenk teftişine çıktıkları da oluyordu. Yayınlanan fermanlarda ve teftiş emirlerinde
özellikle tüfengin üzerinde durulmaktadır.46

Böylelikle devlet tüfenğin kullanımını sınırlayarak kendi tekeline almaya


çalışmıştır. Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti vilayetlerde ki yöneticilere gönderdiği
emirler ile reaya ve leventlerde bulunan tüfenkleri toplatma çalışmasına girişmiştir.

Devlet aldığı tedbirlerle tüfenğin yayılmasını önlemeye çalışırken bir


taraftan da yasak olmasına rağmen imaline göz yumuyordu. Zira yeniçeriler
cephaneden tüfenk alabildikleri gibi bazı yeniçerilerinde kendilerine ait şahsi
tüfenkleri bulunmaktadır. Özel mülke sahip olanlar devletin verdiğini tercih
etmemekteydi. Devletin vermiş olduğu bu tüfenkler özel üretim olduğu için
genellikle kullanımı savaşlarda tercih dilmektedir. Devlet birden yandan toplatma
çalışması yaparken, bir yandan da tüfengin yayılmasına zaman zaman göz
yummuştur.47

Vezir İsmail Paşa,isyandan sonra Anadolu müfettişliğine atanarak


Anadolu’yu Celalilerle ilgisi bulunan kişilerden temizlemekle görevlendirildi.
Teftişte binlerce insan katledildi. Ahaliden 80.000 kadar tüfenk toplanarak
İstanbul’a getirildi. Bu teftişte askeri zümreden birçok kimse cezalandırıldırıldığı
gibi müderris ve kadı gibi ilmiyeden de çok kişi aynı akıbete uğramıştı.48

Değerlendirme ve Sonuç
Tüfenk ilk ortaya çıkışında kullanışsızdı. Ancak tüfenğin Avrupa’ya
gelmesi ile ortaya çıkan arkebüs adlı küçük silahlar kale kuşatmalarında önemli
roller oynadı. İstanbul’un fethinde tüfenkli yeniçeri birlikleri önemli roller
üstlenmişlerdir. Yavuz Sultan Selim’in Safeviler ile yaptığı savaşlarda süvari savaş
taktiğinden vazgeçmeyen Safevi devleti ağır bir hezimete uğramıştır. Safeviler bu

45 3 Numaralı Mühimme Defteri, s.119,225,440,442,493,578,649.


46
İlgürel, a.g.m.,s.302.
47
İlgürel, a.g.m., s.303.
48 Bilgehan Pamuk vd, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ed,: Tufan Gündüz, Grafiker yay., Ankara, 2013,

s.314.

427
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
yenilgiden sonra ordularında tüfenkli birlikler bulundurmaya başlamışlardır.
Şehzade Bayezid isyanı ise Lala Mustafa Paşa’nın gayretleri ile çıkmış ve Celali
isyanlarının tohumlarını atmıştır. Devlet otoritesinin zedelendiği dönemlerde her
şehirde suhte, müderris, sahte sadatlar, sipahsalarlar, yeniçeriler, levendler
ellerinde tüfenklerle isyan etmişler bu olaydan da en çok Anadolu halkı zarar
görmüştür. Devlet, halkının can ve mal güvenliğini koruyamamış, halkta
silahlanmak zorunda kalmıştır. Vezir İsmail Paşa’nın Anadolu’dan 80.000 tüfenk
toplaması bu konuda şaşırtıcı gelmemelidir. İsyanların en önemli suçlusu devlettir.
Ellerinde rahatlıkla tüfenk bulunan Anadolu halkını Şehzade Bayezid
mücadelesinde askere alması ve imparatorluk sınırları içerisinde levend, azab ve
gönüllü olarak görevlendirilmesi isyanların artmasında başrol oynamıştır. 3
Numaralı Mühimme Defterinde ki hükümlerden de görüleceği üzere devlet tüfenk
kullanımı konusunda hassas davranmıştır ve kati surette reayanın kullanımı
yasaklayarak kendi iradesine almaya çalışmıştır.
Gelişen teknoloji açısından bakıldığında Osmanlı Devleti’ni öncü olarak
görmek mümkün değildir, ancak yeni gelişen askeri teknolojileri kendilerine
uyarlayıp kullanmada genellikle çığır açıcı olmuşlardır. Onlar sadece yeni
teknolojiyi almakla kalmamış, aynı zamanda bu teknolojinin etkin olarak
kullanılabileceği devasa askeri-siyasi organizasyonlar oluşturmuşlardır. Onların
erken dönemlerdeki başarısı eski göçebe askeri taktiklerine ve yeteneklerine
dayansa da ki bunları yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir. Daha sonra tüfeği
geliştirip barutu kullanmakta oldukça hızlı davranmışlardır.49

49
Cemal Kafadar, “Osmanlı Tarihinde Gerileme Meselesi”, Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak
(Gerileme Paradigmasının Sonu), Haz. Mustafa Armağan, Timaş yay., İst, Temmuz, 2011, s.112.

428
 
 
 
 
3 Numaralı Mühimme Defterine Göre Osmanlı Devleti’nde Tüfenk 
——————————————————————————————
Kaynakça
3 Numaralı Mühimme Defteri (966-968/1558-1560),(Özet-Transkripsiyon)
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yay., Ankara 1993.
ABOU-EL-HAJ, Rıfa’at Ali, Modern Devletin Doğası (16.Yüzyıldan 18. Yüzyıla
Osmanlı İmparatorluğu), Çev. Oktay Özel-Canay Şahin, İmge Kitabevi,
Ankara, Kasım 2000.
ACUN, Fatma, “Celâli İsyanları (1591-1611)”, Türkler, C.9, Ankara, Yeni Türkiye
yay., 2002, s.695-708.
AKDAĞ, Mustafa, “Celali Fetreti”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Dergisi, C16, S.1,2, 1958, s.53-107.
BAER, Marc David,IV. Mehmed Döneminde Osmanlı Avrupası’nda İhtida ve
Fetih, Çev. Ahmet Fethi Yıldırım, Hil yay.,İst, Ağustos 2010.
CHASE, Kenneth, Ateşli Silahlar Tarihi,(Füsun Tayanç-Tunç Tayanç, Çev.),
Türkiye İş Bankası Kültür yay., İst., 2008.
EMECEN, Feridun, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, Timaş yay, İst. 2010.
FİDAN, Giray, Çin’de Osmanlı Tüfeği ve Osmanlılar, Yeditepe yay., İst., 2011.
GÖKBİLGİN, Tayyip, “Süleyman I”, Türkler, C.9, Ankara, Yeni Türkiye yay.,
2002, s.521-554.
GRANT, Jonathan, “15.-18. Yüzyıllardaki Askeri Teknoloji Yarışı”, Osmanlı
Tarihini Yeniden Yazmak (Gerileme Paradigmasının Sonu),Haz. Mustafa
Armağan, Timaş yay., İst, Temmuz, 2011, s.175-198.
HÜLAGÜ,M. Metin, “Osmanlı Devleti’nde Güherçile Üretimi ve Kayseri
Güherçile Fabrikası” Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, S.11, 2001, s.73-93.
İLGÜREL, Mücteba, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ateşli Silahların
Yayılışı”,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S.32,1979,
s.301-319.
İNBAŞI, Mehmet vd, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ed: Tufan Gündüz, Grafiker yay.,
Ankara, 2013.
KAFADAR, Cemal, “Osmanlı Tarihinde Gerileme Meselesi”,Osmanlı Tarihini
Yeniden Yazmak (Gerileme Paradigmasının Sonu),Haz. Mustafa Armağan,
Timaş yay., İst, Temmuz, 2011, s.97-150.
KARAMURSAL, Ziya, Osmanlı Mali Tarihi Hakkında Tetkikler, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.
PAMUK, Bilgehan vd, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ed: Tufan Gündüz, Grafiker yay,
Ankara, 2013.
UNAT, Yavuz, “Osmanlı Teknolojisine Genel Bir Bakış”, Osmanlı, Cilt 8, Yeni
Türkiye yay., Editör: Güler Eren, Ankara, 1999, s.627-654.

429
Ahmet KELEŞ 
——————————————————————————————
Ekler
Ek-1

Fitilli Tüfenk (Ejderhan)


Milliyeti: Osmanlı
Dönemi: 16. yüzyıl
Kime Ait Olduğu: Sokullu Mehmet Paşa
Ek-2

Fitilli Tüfenk
Milliyeti: Osmanlı
Dönemi: 17. yüzyıl başı
Kime Ait Olduğu: Silahdar Mustafa Paşa (Bosna?-1641)
Ek-3

Çakmaklı Metris Tüfeği


Milliyeti: Osmanlı
Dönemi: 18. yüzyıl’ın sonu, 19. yüzyıl başı
Metrislere (siper, istihkâm), kale mazgallarına dayandırılarak kundak altına
yerleştirilen bir çatal ayak üzerinde kullanılan, kalın ve uzun namlulu, birden fazla
kişi tarafından taşınan ağır bir tüfek tipidir.

430
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tercüme-i Hâl Varakası Ve Sicill-i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış


Çalışmalar

Ahmet YADİ 
Harun YILMAZ **
——————————————————————————————

ÖZET
19. yüzyılın son çeyreğinde II. Abdülhamit Han’ın tahta çıkışının ardından kurulan
Sicill-i Ahvâl Komisyonu ile memurların sicil kayıtları tutulmaya başlanmıştır. Sicill-i
Ahvâl Komisyonu da memurlar tarafından kendi el yazılarıyla doldurulan tercüme-i hâl
varakasını kaynak alarak biyografileri hazırlamıştır. Bu tercüme-i hâl varakalarında 5 tane
soru bulunmaktadır. Bu sorular, memurları belgeyi nasıl dolduracağı hakkında
yönlendirmekteydi. Doldurulan tercüme-i hâller Sicill-i Ahvâl Komisyonu’na gönderilmiş
ve komisyon tarafından bu bilgilerin doğruluğu onaylandıktan sonra temize çekilmiştir. Bu
şekilde yaklaşık 52 bin memurun kayıtları tutulmuştur. Yine bu çalışmada araştırmacılara
yol gösterecek olan Sicill-i Ahvâl kayıtlarıyla ilgili yapılmış çalışmalar da yapıldığı tarihe
göre sıralanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Tercüme-i Hâl, Sicill-i Ahvâl, II. Abdülhamit, Bürokrasi


——————————————————————————————
Giriş
Osmanlı Devleti’nin en uzun yüzyılı olarak nitelenen XIX. yüzyılda yapılan
reformlardan biri de memurlarla ilgili düzenlemelerdir.1 Devlet idaresinde
kurumsallaşmanın arttığı, bürokrasinin uzmanlaştığı ve daha fazla merkeziyetçi bir
görünüm kazandığı bu dönemde memur istihdamı konusunda birtakım köklü
değişiklikler yapılmıştır. Osmanlı devlet teşkilatında görev alan memurlara ait
resmi belgelerin kaydedildiği defterlerin tescili işlemine Sicill-i Ahvâl, meydana
gelen defterlere de Sicill-i Umumî adı verilmiştir.2 Tercüme-i hâl varakalarındaki
Sicill-i Ahvâl tanımı da şu şekildedir: Sunûf-ı me’mûrîn ve müstahdemîn-i Devlet-i
Aliyye’nin asıl tercüme-i ahvâl-i zâtiyyeleriyle sair vukû’ât-ı mütenevviâ-i
resmiyelerinin müteselsilen kayd ve tahrir ve zabt ve tesciline mahsûs olmak ve
me’mûrîn ve ketebe ve müstahdemîn-i saire haklarında intihâbât ve terakkiyât ile

 Giresun Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.
[ahmetyadi87@gmail.com]
** Giresun Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.

[hrnylmz28@gmail.com]
1 Her konuda yardımına başvurduğumuz ve bizden desteğini esirgemeyen saygıdeğer hocamız Yrd.

Doç. Dr. Sezai BALCI’ya müteşekkiriz.


2 Yusuf İhsan Genç ve diğerleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, 2.Baskı, Başbakanlık Devlet

Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, İstanbul, 2000, s.240.


 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
mükâfât ve mücâzât ve saire her nev’-i muâmelât ve icrâatda ma’mûl bih tutulmak
üzere vaz’ ve te’sis buyrulmuşdur.3

Osmanlı Devleti hizmetinde çalışan memurların biyografilerinin


kaydedildiği ve hizmetlerindeki değişiklikleri gösteren sicillerin tutulması
hususunda önemli bir çalışma, II. Abdülhamit’in saltanatı başlangıcında (6 Şubat
1879) Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun kuruluşu ile olmuştur.4 Sicill-i Ahvâl
Komisyonu, 1887’de tespit edilen bir tarifeye göre, ilmiye ve askeriye dışındaki
mülkiye ve adliye memurlarının sicil kayıtları hülasalarını toplamıştır.5 1896’da
Sicill-i Ahvâl Komisyonu lağvedilmiş ve yerine Memurîn-i Mülkiye Komisyonu
kurulmuştur.6 Bu komisyonun amacı ise memurların atama, nakil, azil, seçimi ve
teftişleri ile ilgili iş ve işlemleri yerine getirmekti. Ayrıca mülkiye ve maliye
müfettişleri de memurların görevlerini doğru yapıp yapmadıklarını teftiş edecekler
ve tuttukları raporları da her üç ayda bir Memurîn-i Mülkiye Komisyonu’na
göndereceklerdi. Kısacası bu komisyon, memurların hem atamaları hem de
personel sicil sistemini düzenlemekten sorumluydu.7

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanını müteakiben Memurîn-i Mülkiye


Komisyonu kaldırılarak yerine Sicill-i Ahvâl İdaresi adıyla Dâhiliye Nezareti’ne
bağlı ayrı bir daire kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam eden
Dâhiliye Nezareti Memurîn ve Sicill-i Ahvâl İdaresi tescil işlemleri, bu defterlere
zeyl olacak şekilde ilave edilmiş, Memurîn Muamelât Dosyaları halinde tanzim
edilerek saklanmıştır. Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun 1879’da kurulmasından 1909
yılına kadar süren 30 yıllık zaman dilimi içinde yaklaşık 92.000 memurun sicil
kayıtları 201 defterde toplanmıştır.8 Ancak mükerrer kayıtların ayıklanması sonucu
memur sayısı 51.698 olarak tespit edilmiştir.9

3 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Hazine-i Hassa Nezareti Sicill-i Ahval İdaresi Memur Zarfı
(HH.SAİD.MEM), No: 45/5; 46/1.; Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl İdaresi Memur Zarfı
(DH.SAİD.MEM), No: 8/13.; Şûrâ-yı Devlet Sicill-i Ahvâl İdaresi (ŞD.SAİD), No: 7/13; 14/2.
4 Atila Çetin, “Sicill-i Ahvâl Defterleri ve Dosyaları”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Türk Dünyası

Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s. 34.


5Bekir Kütükoğlu, “Son Devir Osmanlı Biyografik Kaynakları”, Vekayi’nüvis Makaleler, İstanbul

Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1994, s.214.


6 Gülden Sarıyıldız, Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun Kuruluşu ve İşlevi(1879-1909), Der Yayınları,

İstanbul, 2004, s.89-90.


7 Yasemin Beyazıt, “Sicill-i Ahvâl Defterleri’nin Tahlili ve Denizli Merkez Doğumlu Memurlar

Üzerine Bir Prosopografi Denemesi”, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültüz Sempozyumu
(Denizli, 6-7-8 Eylül 2006), Basılmamış Bildiri Metni.; Kemal Daşcıoğlu, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine
Göre Buldanlı Memurlar” Buldan Sempozyumu (23-24 Kasım 2006), s.561.
8 Genç ve diğerleri, a.g.e., s. 240-241.
9 Gülden Sarıyıldız, “Sicill-i Ahvâl Defterleri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.37,

Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, s.135.; Mükerrer kayıtlara bir örnek vermek gerekirse,

432
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
Memurlar matbû’ sicil varakasını kendi beyanlarına göre doldurduktan
sonra verdikleri bilgilerin doğru olup olmadığı ilgili daire amirlerince tasdik
edilmiştir. Memurlarla ilgili belgelerin asılları ya da onaylanmış suretleri görülerek
iade edilmiştir. Böylece Sicill-i Ahvâl Komisyonu tarafından doğruluğu
kanıtlanmış sicil dosyaları defterlere kaydedilmiştir. 1879-1885 yılları arasında,
Sicill-i Ahvâl Komisyonu’na verilen biyografilerin önemli bir kısmı ise inceleme
yapılmadan ve resmi bilgilerle doğrulukları kanıtlanmadan sicile geçirilmişlerdir.
Bu yüzden de, memurlarla ilgili bilinmesi gereken pek çok nokta sicil kayıtlarında
aydınlatılamamıştır. Biyografilerin bir başka kusuru ise memurların vukuat
cetvellerinin sicil komisyonuna ulaşamaması ve bu yüzden sicillere ilave
edilememesidir.10 Fakat bu bilgilerin gerçek olup olmadığı arşiv kayıtlarından
doğrulanabilir.

1.Tercüme-i Hâl Nedir?


Osmanlı’da Tercüme-i hâl, bugün ise biyografi denilmekte olan bu hâl
tercümeleri, şahısların hayat hikâyeleridir. Şemsettin Sami’ye göre; meşhur ya da
herhangi bir memurun özel hallerini tarihe geçirmek ve memuriyet esnasındaki
hallerinin beyan olunduğu varakadır.11 Pakalın da; bir kimsenin hayatının geniş
tarzı, başından geçenlerinin olduğunu ve hal tercümesi olarak kullanıldığını
zikretmektedir.12 Tercüme-i hâlin çoğulu olarak ise terâcim-i ahvâl kullanılmıştır.

Hâl tercümeleri, Ortaçağda, İslam dünyasında yaygın şekilde


yazılmaktaydı. Hâl tercümeleri tarihte önemli şahsiyetlerin çevresini, devrini,
yetişme şartlarını bildirmesi bakımından da önemlidir. Günümüzde bilhassa
şehirlerde kasabalarda yetişen ve meşhur olarak nitelenen şahıslar daima ilgi
çekmiş ve hayatları hakkında bilgiler veren çalışmalar yapılmıştır.13 Osmanlıda 19.
yüzyıla gelinceye değin şairlerin, şeyhülislamların, hattatların, musikişinasların ve
önemli devlet adamlarının biyografileri terâcim-i ahvâl adıyla kaleme alınmıştır.
Kanun-i Esasi’nin ilanından sonra II. Abdülhamit Han’ın saltanatı başlangıcında
yani 6 Şubat 1879’da Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun kurulmasıyla birlikte devlet

Babıali Tercüme Odası memurlarından Azra Şemiya Efendi’nin ikisi Dahiliye Nezareti’ne ve ikisi
Hariciye Nezareti’ne ait olmak üzere toplam 4 dosyası bulunmaktadır.; BOA, Dahiliye Nezareti Sicill-
i Ahvâl Defterleri (DH.SAİD.d), No: 103/267; 156/67.; Hariciye Nezareti Sicill-i Ahval İdaresi
(HR.SAİD), No: 9/13; 20/22.
10 Sarıyıldız, a.g.e.,s.168.
11 Şemsettin Sami, Kamûs-i Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2007, s. 395.
12 Fransızcası bioqraphie’dir.; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, C..3, Milli

Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul, 1946, s.240.


13 Ayhan Yüksel, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde Tirebolulu Memurlar (1879-

1909), Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2004, s.7.

433
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
memurlarının biyografileri kayıt altına alınmaya başlanmıştır.14 Tercüme-i hâl,
evraklarda; Devlet-i Aliyye’nin sunûf-ı me’mûrîn ve ketebe ve müstahdemîn-i
sairesine mahsûs tercüme-i hâl varakasıdır şeklinde beyan edilmiştir. Evrakların
üzerine ise kıymet değeri olarak, kıymeti 10 kuruştur şeklinde belirtilmiştir.15 Bu
evraklar doldurulduktan sonra ilgili birimlere teslim edilmekteydi.

Tercüme-i hâl varakaları özellikleri itibariyle sicil kayıtlarının esas teşkil


eden belgelerdi. Sicill-i Ahvâl Kayıtları’na ait olan Tercüme-i Hâl varakalarını
memurlar kendi el yazılarıyla doldurmaktadır. Bu hal tercümelerinde, memurların
adı, unvanı, babasının adı ve unvanı, doğum tarihleri ve yerleri, öğrenim gördüğü
okullar, bildiği diller, memuriyete kaç yaşında ve nerede başladığı, hangi
görevlerde bulunduğu, ne kadar maaş aldıkları, rütbe ve nişanları ile suç ve cezaları
ilgili bilgiler bulunmaktadır.

2.Tercüme-i Hâl Varakasındaki Sualler ve Cevaplandırılması


Tercüme-i hâl varakaları sual, cevap ve mülahazat olmak üzere üç
bölümden oluşmaktaydı.16 Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun hazırladığı tercüme-i hâl
varakalarının kenarlarında bulunan sorulardan, bu evrakların nasıl doldurulacağı
hakkında bilgi sahibi olmaktayız. Bu sicil varakalarında beş soru bulunmaktadır.
Buna göre;

1- Memurun kendisiyle babasının ismi, mahlas ve şöhreti, babası memur


ise rütbesi, memur değil ise ne iş yaptığı, nereli olduğu, hayatta olup olmadığı,
etnik kökeni ve tabiiyetinin ne olduğu, ailesinin hangi sülaleye mensup olduğu.17
2- Memurun doğum yeri ve tarihi (Hicrî ve Rumî tarih).18
3- Hangi okullarda öğrenim gördüğü, aldığı dersler, diplomasının
(tasdikname, icazetname, şehadetname) olup olmadığı, bildiği yabancı diller ve
basılmış kitap ve risalelerinin olup olmadığı.19

14 Çetin, a.g.m., s.34.


15 BOA, HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.; DH.SAİD.MEM., No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.
16 Sarıyıldız, a.g.e., s.127.
17 Sahib-i tercümenin kendisiyle pederinin ismi ve mahlas ve şöhreti ve lakabı ve gerek kendisi ve

gerek pederi ismiyle mi mahlasıyla mı veya hem ismi hem de mahlasıyla mı ve yahud şöhretiyle mi
yâd olunduğu ve kendisi ve babası bey midir efendi midir ağa mıdır paşa mıdır ve babası
me’mûrînden ise son me’mûriyet ve rütbesi ve değil ise hangi sınıfdandır ve nerelidir ve ber-hayat
mıdır değil midir ve milliyet ve tabiyyeti nedir ve ebeveyni cihetinden ma’rûf bir sülaleye mensub
mudur?; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.; HH.SAİD.MEM., No:
45/5; 46/1.
18 Mahal ve tarih-i vilâdeti: sene-i hicriye ve ana müsâdif sene-i maliyenin mümkün mertebe şühûr ve

eyyâmı tasrih olunarak gösterilmelidir.; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13;
14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.

434
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
4- Devlet hizmetine ne zaman ve kaç yaşında girdiği, mülâzemetle20 işe
başlayıp başlamadığı, memuriyeti boyunca aldığı maaş ve harcırahı, bulunduğu
memuriyetlerdeki işe başlama ve işten ayrılma tarihleri, aldığı rütbe ve nişanlar.21
5- Devlet memurluğu süresince hakkında şikâyet olup olmadığı, görevini
kötüye kullanıp kullanmadığı, yargılanıp yargılanmadığı, yargılandı ise ceza alıp
almadığı.22

Bu şekilde sorulan soruları memurlar kendi el yazısıyla doldurmak


zorundaydı.23 Bunun dışında varakanın sağ alt kısmında mülahazat bölümü vardır.
Mülâhazât’ın karşısındaki boş alanda varaka sahibinin amirleri tarafından

19 Hangi memleket ve mekteblerde hangi ilm ve fenn ve sanat ve lisanları ne dereceye kadar tahsil
eylediği ve şehadetname ve tasdikname ve icazetname alıp almadığı ve hangi lisanlarla kitâbet ve
yahud yalnız tekellüm etdiği beyan olunmalıdır ancak tekellüm ve kitâbetiyle me’lûf ve ma’rûf
olmadığı lisanların usûl ve lugâtını adî bilmekle o lisanlarla tekellüm ve kitâbet ederim denilmeyüp
okudum aşinâyım ve o lisanları tekellüm ve kitabetle me’lûf ve ma’rûf ise tekellüm ve kitabet ederim
denilmelidir kütüp ve resailden bâ ruhsat-ı resmiye tab’ ve neşr olunduğu ihtira’at-ı fenniye ve
sanaiye ve saire dair bâ berât-ı âli bir imtiyâzı haiz olduğu halde hangi fenn ve sanata dair hangi
şey’i ve nerede ve hangi tarihde ihtira’ etmiştir ve bir me’mûriyete dair intihabnamesi var ise hangi
mahalden verilmişdir ve hangi me’mûriyete dair ve ı me’mûriyetin kaçıncı sınıfındandır ve tarih ve
numarası gösterilmelidir.; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.;
HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
20 Stajyer.
21 Hidmet-i devlete hangi tarihde ve kaç yaşında ve nerede ve muvazzafan mı ve yahud mülâzemetle

mi dahil olmuştur ve andan sonra sırasıyla maaşlı ve maaşsız gerek daimi ve muvakkat ve gerek
asâlet ve vekâlet veya ilâve-i me’mûriyet suretiyle hangi me’mûriyetlere geçmiştir ve her birinden ne
kadar maaş veya maaşa mukabil ve yahud fevkalade harcırah ve yevmiye ve ücret-i maktû’a ve gayr-i
maktû’a ve aidât-ı saire almışdır ve muayenatınca daimi ve muvakkat ne kadar zamâyim ve tenzilât
vukû’ bulmuşdur ve her bir hidmet ve me’mûriyetde hangi tarihde işine mübâşeret etmiş ve maaşını
istifâya başlamış ve hangi tarihde iş başından ayrılıp hangi tarihe kadar ne mikdar maaş almışdır ve
kezalik sırasıyla hangi rütbe ve nişanlara ve ne sebeblerle nâil olmuşdur ve hidmet-i devlete
duhûlünden tercüme-i hâlini tanzim eylediği tarihe kadar bazen açıkda kalmış mıdır ve müddet-i
mazûliyeti ne kadar imtidad etmiş ve o müddetde mazûliyet maaşı almış mıdır almış ise mikdarı nedir
ve ecnebi nişanını hamil olanlar nerede ve ne sebeble hangi devletin hangi nişanını almıştır ve bunun
kabul ve taliki hakkında hangi tarihde irâde-i seniyye-i hazret-i pâdişâhî şeref-müteallik
buyrulmuşdur ve hidmet-i devletde bulunmadığı esnâda hidemât-ı husûsiyede bulunmuş ise nerede ve
kimin hidmetinde ve ne kadar müddet bulunmuşdur ve andan ne sebeble ayrılmışdır ve hidemât-ı
husûsiyede bulunmamış ise o müddeti hangi mahalde emrar eylemişdir buraları sene-i hicriye ve ana
müsâdif sene-i maliye tarihlerinin mümkün mertebe şühûr ve eyyâmı tasrihiyle tahrir olunmalıdır
şayed sahib-i tercümenin işbu tarihler tamamıyla mazbutu değil ise takriben falan senenin falan
ayının evâil veya evâsıt veya evâhirinde ibâresiyle iktifâ kılınır bunlara dair yedinde evrak-ı müsbete-
i resmiye olub olmadığı ve var ise neden ibâret idüğü tasrih olunmalıdır.; BOA, DH. SAİD. MEM,
No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
22 Hidmet-i devlete duhûlünden varakası tarihine kadar arada infisâli vukû’ bulmuş ise esbâb-ı

hakikiyesi ve bir zann ve şüphe ve şikâyet üzerine işden el çekdirilmiş ise ne sebebe mebni ve ne
tarihde el çekdirilmişdir ve neticesi ne olmuşdur ve tekrar işine mübâşeret edenler ne müddet sonra
ve ne tarihde me’mûriyetine ircâ’ edilmişdir ve aradaki eyyâm maaşı nasıl tesviye olunmuşdır ve taht-
ı muhâkemeye alınmış ise töhmet veya berâetinden ne hükme netice vermişdir ve ceza görmüş müdür
ve yedinde beraet-i zimmet evrakı var mıdır?; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No:
7/13; 14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
23 Sarıyıldız, a.g.m., s.135.

435
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
hakkındaki düşünceler yazılmaktaydı.24 Tercüme-i hâl varakasında belirtilen Hicri
tarihlerin yanında parantez içinde Rumi karşılıklarının da verilmesi gerektiği
tercüme-i hâl varakasının arkasında bulunan ihtar kısmında açıkça
belirtilmektedir.25 Varakanın ilgili memur tarafından doldurma işlemi
tamamlandıktan sonra altına beş kuruşluk pul yapıştırılır Hicri ve Rumi tarihleri
(gün/ay/yıl) olarak belirtilirdi. Yine varaka sahibi varakayı yazdığı sırada
bulunduğu yeri ve memuriyeti de pulun altına yazarak mühürlemek zorundaydı.
Tercüme-i hâl varakasının doldurma işlemi tamamlandıktan sonra sahibi tarafından
ilgili olduğu birime verilirdi.26

Tercüme-i hâl varakasının arkasında bulunan uyarı kısmında bir memurun


sadece bir tercüme-i hâl vermesi gerektiği belirtilmektedir. İlk verdiği tercüme-i
hâl varakasının onaylanmasından sonra verilen ikinci bir tercüme hâlin tescil
edilmesi doğru değildi. Herhangi bir memur tercüme-i hâl varakası verdiği halde
Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun eline geçmediği takdirde tercüme sahibinin elinde
ikinci bir tercüme-i hâl nüshası var ise elindekini; yok ise yeni bir tercüme-i hâl
varakasının doldurularak teslim edilmesi istenmekteydi. Bunun yanında memurun
hangi memuriyette kaç defa tercüme-i hâl varakası doldurup, nereye ve kime teslim
edildiğinin de en son doldurduğu tercüme hâl varakasında belirtmesi gerekiyordu.27

24 Sarıyıldız, a.g.e., s.128.


25 Tercüme-i hâl evrakına kaffe-i vukûatın tarihleri ibareten Arabî ve yanlarına kavs içinde rakamen
Rumî olarak yazılıp mümkün olduğu halde tarihler günü gününe tasrih edilir ve mümkün olamadığı
takdir de bi’t-tabi’ takriben yazılır.; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13;
14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
26 (İhtar) Tercüme-i hal varakaları bâlâdaki suallere nazaran tanzim ve cevab hanelerine terkim

olundukdan sonra zirine beş kuruşluk bir pul yapışdırılıp tanzim olunduğu sene ve ay ve günün hicri
ve mali tarihleri hangi mahalde yazıldığının ve müstahdem bulunduğu esnada me’mûriyet-i hazıresi
ve mazûl ise son me’mûriyeti tasrihiyle imzası vaz’ olundukdan sonra mühür zatı ile temhir olunur
vukû’at-ı mezkûrenin muahharan tashihi istidasına ve istilâmlarla izaa-i vakte ve sahiblerinin dahi
intizarlarına hâcet kalmamak için kemâl-i dikkat ve ihtimâm ile mümkün ise kendi hatt-ı destiyle
yazılması ve zahr-ı varakada enva’i tadâd olunan evrak-ı müsbetenin musaddak suretlerinin ve yahud
yine iade olunmak üzere asıllarının işbu varakaya rabt olunması lazım gelir.; BOA, DH. SAİD. MEM,
No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
27 Bir me’mûrdan bir daire veya vilâyetce bir kere tercüme-i hal varakası ahz ve ale’l-usûl daire-i

umûmiyesine irsâl ile tescil olundukdan sonra gerek oraca ve gerek ahar daire veya vilâyetce diğer
tercüme-i hâl varakası ahz ve tescili asla haiz değildir ancak bu kere tercüme-i hâl varakası vermiş
olan zevatın varakası şayed bir tarafda kalubda Sicill-i Ahvâl Dâire-i Umumiyesi’ne vasıl olmamış ve
sicilât-ı umûmiye ve husûsiyeye geçmemiş olur ise sahibi nezdinde nüsha-i saniyesi bulunduğu halde
anın ve olmadığı takdirde tekrar bir tercüme-i hâl varakasının ahz ve tescili ve ashabınında itâ ve
takdim etmeleri vazife-i asliye ve umûr-ı zarûriyeden ise de sahib-i tercümenin mukaddemâ hangi
tarih ve me’mûriyetde ve kaç defa tercüme-i hâl varakası itâ eylediğini ve nereye ve ne vasıta ile
verdiğini ahiren tanzim eylediği varakasına işaret eylemesi muktezidir.; BOA, DH. SAİD. MEM, No:
1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.; HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.

436
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
Yine tercüme-i hâl varakasını doldurmadan önce değişik memuriyetlerde bulunlar
bulundukları görevlerini de sırasıyla belirtecekti.28
Tercüme-i hâl varakasına ek olarak birinci ve ikinci sorunun cevabı için
nüfus tezkiresi, üçüncü sorunun cevabı için aldıkları diplomaları, nişan beratlarının
ve eğer varsa yayınladığı kitap ve risalelerin de ruhsatnamelerini teslim etmeleri
gerekiyordu. Yine bunların dışında dördüncü ve beşinci soruların cevapları için ise
memuriyetiyle ilgili mazbata, ilam, ruus, ferman ve berat gibi resmi vesikalarında
tercüme-i hâl varakasına eklenmesi gerekiyordu. Bunların tercüme-i hâl varakasına
eklenmesindeki amaç, sorulara verilen cevapların doğruluğunu ispatlamaktı.29

Tercüme-i hâl varakalarını teslim etmeyenlere birkaç kez yapılan uyarıların


ardından kurumdan kuruma farklılık gösteren bazı yaptırımların uygulandığı da
görülmektedir. Uygulamada bir standart olmadığı, bu konuda hemen hemen her
kurumun farklı işlemler yaptığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Yaptırımlar arasında,
mazul sayılma, maaş kesintisine gitme, mazuliyet, tekaüt maaşı vermeme,
memuriyetin asaletini tasdik etmeme gibi uygulamalar görülmektedir. Yine
bunların dışında memurların taltif ve tayin gibi işlerinin onaylanması da tercüme-i
hâl varakası verip vermediğine bağlıydı. Tercüme-i hâl vermeyenlerin, taltif ve
tayinleri tercüme-i hal varakalarını verdikten sonra onaylanmaktaydı.30

28 Tercüme-i hâller hukuk-ı müşterekeyi yani bir tarafdan devletin ve diğer cihetden bendegânın

hukukunu mutazammın olduğundan sahib-i tercümenin hidmet-i devlete duhûlünden varakası tarihine
değin ne kadar hidmet ve me’mûriyetlerde bulunmuş ise bunların kaffesibi vakıa mutabık olarak
müteselsilen göstermesi nizâmi iktizâsından olub sahib-i tercümenin bunu yalnız kendi hukuk-ı
şahsiyesinden ibaretdir za’mıyla velev bir güne sui niyetden münbais olmasın bazı me’mûriyet ve
hidmet veya maaşlarını ve sair cihetlerini göstermemesini asla ve kat’en caiz değildir ve bu kaideyi
itba’ etmeyen me’mûrîn ve ketebe ve müstahdemîn-i saire haklarında bâlâda muharrer madde-i
nizâmiye hükmünce sicilât-ı umûmiye ve husûsiyede mukayyed olan tercüme-i hallerine şerh verilir.
29 Tercüme-i hal varakaları mündericâtının isbatı içün sahibleri taraflarından rabt ve ibrâzı meşrût

olan evrakın envai ber-vech-i atî tadâd olunur: Tercüme-i hâl varakalarında muharrer birinci ve
ikinci suallerin cevabı için: sahib-i tercümenin tezkire-i osmaniyesi ve mesnub olduğu sülaleyi irae
eder evrak-ı mevsûka, üçüncü sualin cevabı için: Devlet-i Aliyye Maarif Nezâreti’nin taht-ı tasdikinde
bulunan mekâtib şehadetname ve tasdiknamelerle dersiam ulemâ-yı kirâm icazetnameleri ve haricen
memâlik-i mütemeddine mekteblerinin o devlet Maarif Nezareti’nce musaddak şehadetname ve
tasdiknameleri ve Maarif Nezareti’yle vilâyât-ı şâhâne maarif me’mûrları tarafınlarından verilen
resmi ruhsatnameler ve te’lif ve neşr olunan kütüb ve resailin birer nüshası ve ihtiraat-ı fenniye ve
sanaiye imtiyâz berâtları ve me’mûriyet intihabnameleri, dördüncü ve beşinci suallerin cevabı içün:
muharrerât ve mezâbıt ve ilâmât-ı resmiye ve ruus ve feramin-i hümâyûn ve berevât-ı aliyye ve evrak-
ı mevsuka-i saire ve yahud bir makâm-ı resmiden musaddak olmak ve aslındaki mühür ve imza ve
tarih ve numaralar ile beraber kaffe-i mündericâtına harfiyen mutabık bulunmak üzere sûretleri ibrâz
olunmak ve işbu evrak-ı mesbutede maaşlı ve maaşsız ve asâlet ve vekâlet ve daimi ve muvakkat ve
ilâve-i me’mûriyet suretiyle ne gibi hidmet ve me’mûriyetlerde hangi tarihden hangi tarihe kadar
istihdâm olunduğu ve mikdar-ı maaşı ve aidatı ve keyfiyet-i infisâl ve beraeti tamamen musarrah
bulunmak meşrutdur.; BOA, DH. SAİD. MEM, No: 1/9; 8/13.; ŞD.SAİD., No: 7/13; 14/2.;
HH.SAİD.MEM., No: 45/5; 46/1.
30 Sarıyıldız, a.g.e., s.75-76.

437
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
3. Tercüme-i Hâl Varakalarının İncelenmesi ve Tescili
Memurlar tarafından kendi el yazılarıyla doldurularak amirlerine teslim
edilen ve amirleri tarafından mülahaza yazılan tercüme-i hâl varakalarının İstanbul
iki ay, taşrada ise dört ay içerisinde amirleri tarafından Sicill-i Ahvâl
Komisyonu’na gönderilmeleri gerekmekteydi. Ancak bu sürelere uyulmadığı
belgelerdeki ifadelerden anlaşılmaktadır.31

Tercüme-i hâl varakaları Sicill-i Ahvâl Komisyonu’na geldikçe varakadaki


sorulara varaka sahibi tarafından verilen cevapların doğruluğu araştırılarak,
varakaya iliştirilmiş olan evrak veya evrak suretleriyle karşılaştırılırdı. Doğruluğu
tespit edilemeyen durumlarda gerektiğinde ilgili dairelerle yazışmalar yapılır,
hazine ve teşrifat kayıtlarına da başvurulurdu. Sicill-i Ahvâl Komisyonu, kuruluşu
olan 1879’dan 1884’e kadar tercüme-i hâl varakalarını tetkik etmeden ve
doğruluğunu araştırmadan yalnızca amirlerinin yazdığı sathi tasdiklerle kabul ve
tescil etmişti. 1884’ten sonra ise bu bilgilerin doğruluğu için resmi evraka
başvurmaya dikkat edilmiştir.32
Tercüme-i hâl varakasındaki bilgilerin doğruluğu tescil edildikten sonra,
sıra varakanın tebyiz edilmesine yani temize çekilmesine gelmekteydi. Tashih işi
bittikten sonra Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nca hazırlanan örneğine uygun olarak bir
hülâsa kaleme alınırdı. Bu tercüme-i hâl hülasaları komisyonda görüşüldükten
sonra umumi sicillere kaydedilmekteydi. İlgili memurun bir göreve atanması, nakli,
mahkemede yargılanmadığı veya ilgili kurumca soruşturma geçirdiği durumlarda
tercüme-i hâl varakasına başvurulması gerekmekteydi. Bu gibi hallerde sicil
defterlerindeki hülasanın bir sureti, isteyen memura veya resmi daireye verilirdi.
Bu şekilde oluşturulan belgelere tercüme-i hâl varakası hulasası sureti
denilmekteydi.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan Sicill-i Ahvâl kayıtlarının


bulunduğu fonlardan Hariciye Nezareti, Hazine-i Hassa Nezareti, Şura-yı Devlet ve
Dâhiliye Nezareti’nin Memur Zarfları kısmındaki belgeler dosyalar şeklindedir.
Bunun yanında Dâhiliye Nezareti’nin Sicill-i Ahvâl İdaresi Defterleri de adından
da anlaşılacağı üzere defterler şeklinde tanzim edilmiştir. Bu temize çekilen
belgeleri incelediğimizde bazı bilgiler için tercüme-i hal varakasında mezkûrdur,
mesturdur, münderiçtir ve muharrerdir gibi ifadelerin sıkça kullanıldığını
görmekteyiz.33 Tercüme-i hâllerdeki bilgiler temize çekilmiş belgelerdeki bilgilere
göre daha ayrıntılıdır. Örneğin; tercüme-i hâl varakasında memurun doğum yeri

31 Sarıyıldız, a.g.e., s.136.


32 Sarıyıldız, a.g.e., s.136-137.
33 BOA, DH.SAİD.d., No: 113/165; 114/171;156/295; 163/57; 165/253; 176/47; 179/323.

438
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
mahallesine kadar yazılmışken, temize çekilmiş belgelerde ise sadece doğduğu
kazanın ya da vilayetin ismine yer verilmiştir.

4. Sicill-i Ahvâl Kayıtlarının Önemi ve Yapılmış Çalışmalar


Sicill-i Ahvâl kayıtları, yerel ve aile tarihi araştırmalarına öncülük edecek
derece öneme sahiptir. Sicill-i Ahvâl kayıtları ile ilgili çalışmalar yeni yeni
yapılmaya başlanmıştır. Binlerce memurun biyografisi incelenmek üzere
araştırmacıları beklemektedir. Aynı zamanda bu belgelerde memurların aile, eğitim
ve memuriyetleri hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabilmekteyiz.

Bu çalışmamızda Sicill-i Ahvâl kayıtlarıyla ilgili araştırma ve inceleme


yapan ilim adamlarının kitap, tez ve makale gibi eserlerini yayınlandığı tarihe göre
sırasıyla verilmiştir. Sicill-i Ahval kayıtlarıyla ilgili çalışmak yapmak isteyen
araştırmacılara yardımcı olacağı düşüncesiyle tespit edilen kaynaklar aşağıdadır.

Ülkemizde Sicill-i Ahvâl kayıtlarıyla ilgili ilk kitabı Ali Çankaya


neşretmiştir. Ali Çankaya, 1954’te yayınladığı “Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler”
adlı 8 ciltlik kitabının ilk üç cildinde Mekteb-i Mülkiye mezunlarının Sicill-i Ahvâl
kayıtlarını kullanmıştır.34 Sicill-i Ahvâl kayıtları hakkında bir başka kitap ise Ali
Çankaya’dan sonra ansiklopedik ve biyografik birçok esere imza atan Mehmet
Zeki Pakalın’ın kaleme aldığı Sicill-i Osmanî Zeyli’dir. Eser uzun yıllar Türk Tarih
Kurumu kütüphanesinde bekledikten sonra Sicill-i Osmanî Zeyli: Son Devir
Osmanlı Meşhurları Ansiklopedisi adıyla 19 cilt halinde 2008’de yayınlanmıştır.35

Sicill-i Ahvâl kayıtlarına dikkat çeken bir başka araştırmacı ise Amerikalı
Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal
Tarihi adlı kitabında Hariciye Nezareti Sicill-i Ahvâl kayıtlarını kullanarak Türk
tarihçilerinin dikkatini çekmiştir.36 Bu alanda yapılmış diğer çalışmalarda şu
şekildedir:

Çakaloğlu, Cengiz, “Sicill-i Ahvâl Kayıtlarına Göre Osmanlı Devleti’ndeki


Manisalı Mülkî Amirler”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.25,
Erzurum 2004, ss.221-242.
Dağdelen, İrfan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Ünye Doğumlu Osmanlı
Devlet Adamları, Ünyeliler Derneği Yayınları, İst. 2004.

34 Ali Çankaya, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Örnek Matbaası, Ankara, 1954.


35 Mehmet Zeki Pakalın, Sicill-i Osmanî Zeyli: Son Devir Osmanlı Meşhurları Ansiklopedisi, 19 Cilt,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Yay. Haz. M. Metin Hülagü ve diğerleri, Ankara, 2008.
36 Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, Tarih Vakfı

Yurt Yayınları, (Çev. Gül Güven Çağalı), İstanbul, 1996.

439
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
Yüksel, Ayhan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde
Tirebolulu Memurlar(1879-1909), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2004.
Ardel, Ayten, “Sicill-i Ahval Defterleri’ndeki 19. Yüzyıl Osmanlı
Bürokrasisinde Üsküdar Doğumlu Osmanlı Bürokratlar”, Üsküdar Sempozyumu II
Bildirileri, Üsküdar Belediyesi Yayınları, C. 2, İstanbul 2005, , ss.513-528.
Yüksel, Ayhan, Göreleli Memurlar, (Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre 1879-
1909), Melisa Matbaacılık, İstanbul 2005.
Aslan, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde
Afyonkarahisarlı Devlet Memurları (1879-1909), Muğla Üniversitesi, Sos. Bil.
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Muğla Ekim 2006.
Daşcıoğlu, Kemal, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Buldanlı Memurlar”
Buldan Sempozyumu (23-24 Kasım 2006), ss.561-570.
Soyluer, Serdal, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde
Muğlalı Devlet Adamları (1879-1909), Muğla Üniversitesi, Sos. Bil. Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, Muğla 2006.
Gazel, Ahmet Ali, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Dönemi’nde
Görev Yapan Anamurlu Memurlar”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, S. 32, Erzurum 2007, ss. 203-213.
Beyazıt, Yasemin, “Sicill-i Ahvâl Defterleri’nin Tahlili ve Denizli Merkez
Doğumlu Memurlar Üzerine Bir Prosopografi Denemesi”, Uluslar arası Denizli ve
Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu, 1.Baskı, C.1, Denizli 2007, ss.502-510.
Erkartal, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerindeki Safranbolulu (Zağfiranbolulu)
Memurlar (1878-1909), Sakarya Üniversitesi, Sos. Bil. Enstitüsü, Yüksek Lisans
Tezi, Sakarya Ekim 2007.
Sunay, Serap, II. Abdülhamid Döneminde Balıkesirli Mülki Görevliler
Hakkında Bir İnceleme (Sicill-i Ahval Kayıtlarına Göre 1879-1909),
Afyonkarahisar Üniversitesi, Sos. Bil. Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
Afyonkarahisar Mayıs 2007.
Adak, Engin, Sicill-i Ahvâl Kayıtlarına Göre Erzincanlı Memurlar, Celal
Bayar Üniversitesi, Sos. Bil. Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Manisa 2008.
Çağ, Galip, “Sicill-i Ahvâllere Göre Gelibolulu Devlet Adamları”,
Çanakkale Savaşları Tarihi, C.II, Değişim Yayınları, İstanbul 2008, ss.1053-1066.
Balcı, Sezai, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Silifkeli Memurlar”,
Mersin Sempozyumu 19-22 Kasım 2008, C.1, Mersin 2009, ss.2149-2159.
Özger, Yunus, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Bürokrasisinde
Yozgatlı Devlet Adamları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul Mayıs 2010.
Özkan, Selim Hilmi, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Merzifonlu
Memurlar (1879-1909)”, Geçmişten Günümüze Merzifon Sempozyumu, Amasya,
2010, Vol.1, ss.539-553.

440
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
Tuğa, Behçet, “Osmanlı Devleti’nde Sicill-i Ahvâl ve Sicill-i umumi
Defterlerinde Bingöl Memurları”, 3. Bingöl Sempozyumu 17-19 Eylül 2010,
Bingöl.
Sürmen, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Bürokrasisinde
İstanbul Doğumlu Yahudi ve Rum Devlet Adamları, Bozok Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Yozgat 2011.
Bozkurt, Nurgül, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Simavlı Memurlar”,
Akademik Bakış Dergisi, Sayı 27,Kırgızistan Kasım – Aralık 2011, ss.1-12.
Gündüz, Ahmet, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Kayserili Müslim ve
Gayrimüslim Memurların Aldıkları Madalya, Rütbe ve Nişanlar (M.1879-1909)”,
History Studies, Vol.3/3, 2011, ss.123-145.
Gündüz, Ahmet, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Kırşehir Doğumlu
Memurlar (1879-1909)”, History Studies, Vol.3/1, 2011, ss.131-154.
Kırıcı, Ahmet Önder ve İrfan Yiğit, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı
İmparatorluğunda Çorumlu Devlet Adamları, Atalay Matbaacılık, Çorum 2011.
Özger, Yunus, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Bazı Yahudi Memurların
Sosyo-Kültürel Durumları”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.4, S. 16,
Kış 2011, ss.381-401.
Dağdelen, İrfan ve Mehmet Akif Bal, Osmanlı Arşiv Belgelerindeki
Trabzonlu Devlet Adamları ve Bürokratlar (1879-1909), Trabzon Kitaplığı,
İstanbul 2012.
Gündüz, Ahmet, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Kayserili Memurların
İşledikleri Disiplin Suçları (1879-1909)”, History Studies, Vol.4/1 2012, ss.251-
277.
Özger, Yunus, “Osmanlı’da Kadınların Memuriyette İstihdamı Meselesi ve
Sicill-i Ahvâl’de Kayıtlı Memurelerin Resmi Hal Tercümeleri”, History Studies,
Vol. 4/1, 2012, ss.419-447.
Kılıç, Musa, “Sicill-i Ahvâl Kayıtlarına Göre II. Abdülhamid Dönemi
Osmanlı Bürokrasisinde Yahudi Memurlar”, OTAM, XXXI/2012, ss.129-155.
Yadi, Ahmet, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Ordu Doğumlu Memurlar”,
ODÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.3, S.6,
Aralık 2012, ss.300-312.

Sonuç
Osmanlı Devleti’nin son döneminde kurulan Sicill-i Ahvâl Komisyonu’yla
devlet kademesinde yer alan memurların biyografileri tercüme-i hâl varakası olarak
tabir edilen evraklara kaydedilmiştir. Bu kayıtlardan Osmanlı bürokrasisi içinde yer
almış hemen hemen bütün devlet memurlarının, resmi olarak devlet eli ile tutulmuş

441
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
kayıtlarını ve hayat hikâyelerini bulmak mümkündür. Ayrıca yerel ve aile tarihiyle
ilgilenen kişiler için bu kayıtlar temel kaynak niteliğindedir.

Tercüme-i hâl evraklarında bulunan sorular memurlar tarafından


doldurulduktan sonra ilgili oldukları birimlere teslim edilmekteydi. Sicill-i Ahvâl
İdaresi’nde biriken bu tercüme-i hâl varakaları, ilgili birimlere yazılan yazılarla
doğrulandıktan sonra tercüme-i hâl hülasası hazırlanmakta ya da defterlere
kaydedilmekteydi. İncelediğimiz belgelerden anladığımız kadarıyla bu tercüme-i
hâl varakaları temize çekilmiş evraklardan daha fazla ayrıntı bilgi vermektedir.
Yapılacak olan araştırmalarda bu Sicill-i Ahvâl kayıtlarının arşivdeki diğer
belgelerle desteklenmesi gerekmektedir.

Kaynakça
1-Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
DH.SAİD.d., No: 55/239, 103/267, 113/165, 114/171, 156/67, 156/295, 163/57,
165/253, 176/47, 179/323.
DH.SAİD.MEM, No: 8/13.
HH.SAİD.MEM, No: 45/5, 46/1.
HR.SAİD, No: 5/3, 9/13, 20/22.
ŞD.SAİD, No: 7/13,14/2.
2-Kitap ve Makaleler
ÇANKAYA, Ali, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Örnek Matbaası, Ankara, 1954.
ÇETİN, Atila, “Sicill-i Ahvâl Defterleri ve Dosyaları”, Türk Dünyası Tarih
Dergisi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 1992, ss.34-
42.
DAŞCIOĞLU, Kemal, “Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Buldanlı Memurlar”
Buldan Sempozyumu (23-24 Kasım 2006), ss.561-570.
FİNDLEY, Carter V., Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal
Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, (Çev. Gül Güven Çağalı), İstanbul,
1996.
GENÇ, Yusuf İhsan ve diğerleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, 2.Baskı,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, İstanbul, 2000.
KÜTÜKOĞLU, Bekir, “Son Devir Osmanlı Biyografik Kaynakları”, Vekayi’nüvis
Makaleler, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1994, ss.211-216.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, C..3, Milli Eğitim
Bakanlığı Basımevi, İstanbul, 1946.

442
 
Ahmet YADİ & Harun YILMAZ 
——————————————————————————————
PAKALIN, Mehmet Zeki, Sicill-i Osmanî Zeyli: Son Devir Osmanlı Meşhurları
Ansiklopedisi, 19 Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Yay. Haz. M. Metin
Hülagü ve diğerleri, Ankara, 2008.
SARIYILDIZ, Gülden, “Sicill-i Ahvâl Defterleri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C.37, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, ss.134-136.
SARIYILDIZ, Gülden, Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun Kuruluşu ve İşlevi(1879-
1909), Der Yayınları, İstanbul 2004.
Şemsettin Sami, Kamûs-i Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2007.
YÜKSEL, Ayhan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde Tirebolulu
Memurlar (1879-1909), Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2004.

Ekler

Ek-1 Tercüme-i Hâl Varakası Örneği (BOA, ŞD.SAİD, No: 7/1

443
 
 
 
 
 
 
Tercüme‐i Hâl Varakası Ve Sicill‐i Ahvâl Kayıtları İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
——————————————————————————————
Ek-2 Tercüme-i Hal Varakası Hülasası Örneği (BOA, HR.SAİD. No: 5/3)

Ek-3 Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl İdaresi Defterlerinden Dosya Örneği (BOA,
DH.SAİD.d, No: 55/239)

444
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri

Müzeyyen ÖZKAN *

——————————————————————————————
ÖZET
Osmanlı padişahlarının savaş dışında özel hayatı ve ilgilendikleri alanlarını vardır.
Her dönemde padişahların farklı hobileri karşımıza çıkmaktadır. Bazı hobilerin ise devlet
yönetiminde de etkili olduğunu görmekteyiz. Osmanlı padişahlarının bilinmedik yönleri ve
bu yönlerinden ortaya çıkan güzellikleri bu makalede ayrıntılarıyla ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Padişah, Hobi

——————————————————————————————
Giriş
Osmanlı padişahları denince genellikle gözümüzün önüne Arz Odası'nın
önünde gürleyen veya savaş meydanlarında kılıcı çekip cengâverlik eyleyen siyasî-
askerî liderlerin gelmesine fazlasıyla alışmış durumdayız. Sürekli savaşlardan beri
gelmeyen, hiçbir hobisi bulunmayan padişahlar olarak görülmektedir. Sanki onlar
hiç ağlamaz, gülmez, üzülmez, sevincinden haykırmaz, kahrolmaz, canları
sıkılmaz... Genelde kitaplarımızda Osmanlı padişahları adeta Harem-i Hümayun
haricinde şahsî hayatları olmayan bir tür robota benzetilmiştir. Hâlbuki onlarında
her insanda olan doğal yönleri ve uğraştıkları hobileri bulunmaktadır. Başları ağrır,
canları sıkılır, âşık olurlar... Örneğin; Sultan I.Abdülhamid' in cariyesi Ruhşah' a
yazdığı sevda mektupları ya da Kanunî Sultan Süleyman' ın Hürrem Sultan' a âşık
olması bunlar hepsinin birer göstergesidir. Gönül sızılarını sadece seferler açarak
veya devlet idaresine hayatlarını adayarak çözmezlerdi elbette. Kimisinin mûsikiye
ve şiire, hat sanatına, kuyumculuğa, avcılığa, giyim kuşama, biniciliğe, güreşçiliğe,
marangozluğa hatta nakış dikiş gibi kadın meşgalelerine sığındıkları bir sır
değildir. Ve genelde bu saydığım örnekleri bir çoğumuz ayrıntılı şekilde
bilmiyoruz. Osmanlı hanedan üyesi her erkek şehzade, el sanatları veya güzel
sanatları veya güzel sanatların bir yada birkaç dalında ustalaşacak şekilde
yetiştirilmiştir. Osmanlı şehzadeleri çocukluklarından itibaren sarayda Ahîlik veya
Fûtûvvet gelenekleri gereği mutlaka bir mesleğe yönlendirilmiştir. Bu
yönlendirilmenin asıl amacı her erkek çocuğunun talihlerinin iyi gitmediği
zamanlarda geçimlerini sağlayabilecekleri bir sanata veya zanaata, günümüzün

*Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi,
[muzeyyennozkann00@hotmail.com]
 
 
 
 
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri 
—————————————————————————————— 
tabiriyle "bir altın bilezik" e sahip olması gerektiği yolundaki eski Türk ve İslam
geleneğidir. Geleceğin padişahları Enderun' un bir parçasını oluşturduğu
"Şehzadeler Okulu' unda" yetiştirilirken kimi hobiler geliştirmeleri ve çeşitli
meslek ve meraklara eğilim duymuş olmaları gayet olağandır. Tabi Osmanlı
Devlet' inin başına geçmiş 36 padişahın ayrı ayrı hobileri bulunmaktadır. Fakat
dikkat çeken ve bilinmedik yönleriyle döneme damgasını vuran padişahları ele
aldım. Bahçesinde gül aşılayan bir Fatih, altını eriten ve dantel gibi işleyen bir
Yavuz, hacılara asa imal ederek kutsal topraklara gidemeyişinin sızısını
hafifletmek isteyen bir II. Selim, haremdeki cariyeleri görmemek için özel
ayakkabı yaptıran III. Osman, avcılığa düşkünlüğü yüzünden geceleri saraydan
gizlice kaçan IV. Mehmed' i tanımayı kim istemez ki?

1. Fatih Sultan Mehmed(1451-1481)


30 Mart 1432 tarihinde Edirne' de dünyaya geldi. III. Murad' ın dördüncü
oğlu olup, annesi Hüma Hatun' dur.1Kaynaklara bakılırsa Fatih Sultan Mehmed
orta boylu, iri kemikli, çok geniş omuzlu bir tiptir. Devrin en meşhur alimlerinden
Molla Güranî, Molla Hüsrev, Akşamseddin, Sinan Paşa vs. hocalardan ders aldı.
Böylece yüksek bir kültüre sahip olan şehzâde Mehmed, arapça, farsça, yunanca,
lâtince, slavca ve îbranice' yi ayrıca Uygur alfabesini ve lehçesini öğrenmişti. Fatih
azim ve irade sahibi, açık fikirli, ilmi muhasebelerden hoşlanan ve ilim adamlarını
himaye eden büyük bir hükümdardır. Aynı zamanda şairdir ve şiirlerinde “Avnî”
mahlasını kullanmıştır.2 Kendisini bizzat görmüş olan Venedikli Zorzi Dolfin adlı
şahit, onun az gülen, zeki, çalışkan, cömert, amacına ulaşmakta inatçı, her gün
mutlaka kitap okuyan, Roma tarihini, papaların hayatını, Heredot' un tarihini ve
daha birçok tarih kitabını okutup dinleyen, araştırmalar, incelemeler yapan eşsiz bir
insan olarak tanıtır. Tutku derecesine varan bir diğer hobisi de haritacılıktı. Devrin
Venedik matbaacıları ona harita beğendirmek için birbirleriyle adeta yarışırlardı.
1466' da Batlamyos' un “Geopraphica” adlı eserini tercüme ettirmiştir. Bilime
önem verdiği için yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul' a getirtirdi.
Nitekim astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul' a geldi.3 Ünlü
ressam Bellini' yi de İstanbul' a davet ederek kendi resmini yaptırmıştır.4 Zinkeisen'
in gözünden Fatih, tahta 2 kez çıkması yüzünden karakterinin karanlık ve içine
kapalı bir yana sahip olduğunu ve ruhunun derinliklerinde taşıdığı nefret, babasının
en sadık hizmetkarları onun kaprisleri karşısında titrediğini söylemektedir.5Oysa

1“ Fatih Sultan Mehmed", Osmanlı Ansiklopesidisi, C.XII, Yay. Kur. Halil İnalcık- İlber Ortaylı, Yeni

Türkiye Yay., Ankara, 1999, s.47.


2 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C.II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1983,

s.525.
3 Necdet Sakaoğlu, "Mehmed II (Fatih)",Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, C.II,

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.86.


4 Yavuz Bahadıroğlu, Osman Gazi’ den Sultan Vahdettin’ e Cihan Sultanları, Nakkaş Yayınevi.,

İstanbul, 2011, s.69.


5 Uzunçarşılı, a.g.e., s.150.

446
 
 
 
 
Müzeyyen ÖZKAN 
—————————————————————————————— 
bizim tarihimizde Fatih' in ikinci defa tahta geçtiğinde acemelikten uzak, eline
aldığı işi bütün icapları ve incelikleriyle kavramış ve kendisini şahsî meziyetler
bakımından da yetiştirmiştir.6

Ayrıca Fatih' in elinden aynı zamanda ok için parmağa takılan yüzükler,


kemer tokaları, ve kılıç kınları imalatı gibi zanaat işleri de gelirdi. Bir de değerli
taşlar uzmanı olduğu rivayeti mevcuttur. Bu daha sonra Yavuz ve Kanunî' de
ortaya çıkacak olan mücevher tutkusunun da başlangıcı olmalıdır. Fatih okçuluğa
da çok meraklıydı.

Okçuluğu ciddi kurallara bağlayarak yarışma esası içine alan ve okçular


için tesis kuran hükümdardır. İstanbul' un fethinden hemen sonra, Kasımpaşa
semtinde kurulan ve bugüne maalesef pek az bölümü gelebilmiş olan Ok Meydan'ı
Fatih' in bu spora verdiği büyük önemin göstergesidir. Saltanatı boyunca birçok
yeniliği hayatına geçiren tarihimizin en önemli siması Fatih, sefer hazırlıkları için
uğraşırken 1481' de aniden sancılandı ve vefat etti. Fatih Camisi' ndeki türbesine
büyük bir merasimle gömüldü.7

2. Yavuz Sultan Selim (1512-1520)


II. Beyâzıd' ın oğlu olan Selim, Osmanlı tarihçilerince "Yavuz" lakabıyla
anılmaktadır. 1470 yılında Amasya' da doğmuştur. Annesi bir rivayete göre Ayşe
Hatun ya da Gülbahar Hatun' dur. Kaynaklar onu sert tabiatlı, azim ve irade sahibi,
dinamik ve cevval bir kişi olarak tarif eder. Fiziki özelliği de uzunca boylu, iri
siyah gözlü, "Ene-i Osman" namıyla bilinen bir buruna sahip, sakalsız, uzun pala
bıyıklı, yüzü gayet renkli, bacakları kısa, yukarı kısmı uzun olarak tarif eder.8
Yavuz ataları gibi sakal uzatmamıştır. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele
vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir.9 Bazı rivayetlere göre kulağına
küpe takardı. Topkapı Sarayı’nda bulunan ve sol kulağında incili bir küpe görünen
resim genellikle Yavuz' a atfedilirsede ona ait değildir. Kulağında küpe hele bu
resimdeki gibi incili bir küpe taşıdığı söylenemezse de bazı yerlerde ”mengûş” yani
bakır bir halka taktığı da rivayet edilir. Ama Yavuz kulağını deldirip küpe
takmamıştır.10 Zira Mısır seferi dönüşünde oğlu Süleyman' ın süslü elbisesini
görünce, "Bre Süleyman, sen böyle giyersen anan ne giysin ?" dediğini biliyor ve
onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.
Yavuz süs ve ihtişâmdan hoşlanmayan bir padişahtır. Selim' in bütün emeli devlet

6 Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C.I, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2011,

s.593.
7 Vasfi Mahir Kocatürk, Osmanlı Padişahları, Buluş Yayınevi, Ankara, 1957, s.121.
8"Yavuz Sultan Selim",Osmanlı Ansiklopesidisi, C.XII, Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, Yeni

Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.77.


9 Bahadıroğlu, a.g.e., s.98.
10 Necdet Sakaoğlu, "Selim I", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.VI, İstanbul, 1994, s.500

447
 
 
 
 
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri 
—————————————————————————————— 
hazinesini her ihtimale karşı dolu bırakmaktı.11 Selim olağanüstü bir zekaya
sahipti. Çoğu zaman halk arasında gezer ve tanınmamak için her defasında
elbisesini değiştirirdi.12 Selim çok güzel farsça şiirler yazardı. Ayrıca Osmanlı
padişahları içerisinde çok okumaktan dolayı gözlerinin bozulmuştur ve bu yüzden
gözlük kullanırdı.13

Selim iyi yay yapmayı, ok atmayı çocuk yaşta öğrenmişti. Kılıç


kullanmadaki maharetini Nil nehri kıyısındaki bir timsahı tek vuruşta ikiye
bölmesinden anlayabiliriz.14 Yavuz aynı zamanda bir koleksiyonerdi. Suriye ve
Mısır'dan getirttiği kutsal emanetler ve diğer değerli eşyalar, Osmanlı Sarayı’nın en
değerli parçaları olarak muhafaza edilmiştir.15 Selim sırtında çıkan çıbanın
büyüyüp şirpençe olmasıyla 1520 yılında ölmüştür.16

3. Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566)


Sultan I.Süleyman 1494 tarihinde babası Selim' in şehzadeliği sırasında
Trabzon' da dünyaya geldi. Annesi Hafsa Sultan'dır. Osmanlı kaynakları kanun
koyucu vasfından dolayı, kendisini "Kanunî", Batı dünyası ise büyük ve kudretli
vasfından dolayı "muhteşem" unvanı ile tanımıştır. Kanunî uzun boylu, yuvarlak
çehreli, ela gözlü, arası açık kaşlı, doğan burunlu ve seyrek dişli olarak tasvir
edilmiştir.17 Sultan Süleyman Osmanlı İmparatorluğu' un her tarafını muhteşem
eserlerle donattı. İhtişam ve debdebeyi çok seven biriydi.

Kanunî ne çok sert ne de her istenileni yapacak kadar yumuşak başlı idi.
Her yaptığı işi birçok kez düşünür ve öyle karar verirdi. Ama bir kere karar verdi
mi asla geri dönmezdi.18 Ataları gibi şiire de oldukça meraklıydı. "Muhîbbî"
mahlasıyla şiirler yazıp “Muhîbbî Divan' ı” adlı kitapta toplamıştır.19 Meşhur şair
Baki' in şiirdeki kudretini anlayarak onun elinden tutmuş ve yetişmesine himmet
etmiştir. Baki' de Kanunî' nin ölümünden sonra kaleme aldığı mersiyeyi yazarak
nimetşinaslığını göstermiştir.20 Kanunî, babası ve dedesi aksine şık, süslü ve
haşmetli giyinmeyi severdi. Üstünde çok fazla zenginlik ve ziynet eşyası
bulunurdu. Babası Yavuz gibi de kuyumculuğa meraklıydı; ustalığı o kadar
fazlaydı ki, İtalyan kuyumculuk sanatının örneklerini tanıyacak kadar

11 Ahmet Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000,
s.147.
12 J.Von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C.I, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2008, s.432.
13 Uzunçarşılı, a.g.e. , C.II, s.305.
14 Mustafa Armağan, Osmanlı’ nın Mahrem Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.67.
15 A.g.e., s.67.
16 Baki Kurtuluş, Osmanlı Padişahları, Kurtuluş Yayınları, Ankara, 1978, s.81.
17"Kanunî Sultan Süleyman", Osmanlı Ansiklopesidisi, C.XII, Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı,

Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.82.


18 Yavuz Bahadıroğlu, Resimli Osmanlı Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, s.182.
19 Mehmet Işık, İğneli Tahtın Sultanları, Yediveren Yayınları, İstanbul, 2011, s.83.
20 Uzunçarşılı, a.g.e., C.II, s.420.

448
 
 
 
 
Müzeyyen ÖZKAN 
—————————————————————————————— 
mükemmeldi.21 Kanunî'ni ayrıca büyük bir mareşaldir. Aynı zaman da askerlik
oyunlarına, av eğlencelerine meraklıdır. Ve kılıç kullanma ve binicilikte de çok
maharetliydi.

Kanunî' nin en ilginç özelliği de yüzünün solgun olması nedeniyle sağlıklı


görünmek için yüzüne kırmızı pudra sürmesidir.22 Kanunî devrinde Ebûsuud
Efendi ile başlayan kanun ve hukukî nizam daha sonraki devlet adamlarına yol
gösterici olmuştur. 26 yaşında tahta geçip 46 sene saltanat sürmesi Osmanlı
padişahları arasında en uzun süre tahta kalan unvanın da sahibi olmuştur. Kanunî
son seferi Zigetvar' da ağırlaşarak hayatını kaybetmiştir. Mezarı Süleymaniye
Cami' nin yanındaki türbededir. 23

4. II.Selim (Sarı Selim) (1566-1574)


Kanunî' in Hürrem Sultan'dan doğan ikinci oğludur. 1524 yılında
doğmuştur. Kaynaklarda uzuna yakın orta boylu, uzun bacaklı, açık alınlı, sarışın
ve ela gözlü, ince kaşlı ve peltek konuşan bir padişahtır. Karakter olarak halim ve
selim biridir. Eğlenmeyi, avlanmayı ve sohbet etmeyi seven biridir.24 İstanbul' da
ilk vefat eden Osmanlı padişahı da II. Selim' dir. Ayrıca merakların adamı olarak
da tanınır. Hacı adaylarının hac yolunda destek alacakları asâlara hilâller kondurur
ve adamları vasıtasıyla onlara hediye ettirmekten mutlu olur, kendi gitmese de
elleriyle imâl ettiği nesnenin kutsal topraklara gitmesini sağlardı.25 II. Selim diğer
Osmanlı padişahları gibi müstâkim bir hayat yaşayamamıştır. Atalarının kalıbıma
ulaşamayan ilk Osmanlı padişahıdır. Hep ilklerin padişahı olma özelliğini taşıyan
II. Selim ilk kez ordusunun başında sefere çıkmayan padişahtır. İçki müptelası
olduğu iddiasıyla kendisine sarhoş denilmiştir. Bazı tarihçiler Selim' in sofuluk
bahanesiyle, sırf şarap içmek ve başka dünya zevklerinden yararlanmak için
sarayın gizli dairelerine çekildiğini iddia ederler. Gerçek olan şudur ki; Selim
görünürde son derece dindar gözükürdü ve beş vakit namazını da muntazam kılan
bir kişiydi.26 II. Bayezıd' la başlayan bestekâr sultanlar serisinin ikinci önemli
kişisiydi. Sanata çok düşkündü ve iyi bir şairdi. Şiirlerinde "Talibi" takma adını
kullanıyordu. Sultan Selim 8 yıl padişahlık yaptıktan sonra hamama gittiği bir
sırada ayağa kayıp mermerlerin üstüne düştü ve on gün hasta yattıktan sonra 15
Aralık 1574 vefat etti. Ayasofya' ya defnedildi.27

21 Armağan, s.73.
22 Necdet Sakaoğlu, Kanunî Sultan Süleyman, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi,
C.II, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.555.
23 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad. ss.117-123.
24 A.g.mad., s.125.
25 Uzunçarşılı, a.g.e., C.III, s.40.
26 Akgündüz-Öztürk, a.g.e., ss.163-164.
27 Yavuz Bahadıroğlu, Resimli Osmanlı Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, s.198.

449
 
 
 
 
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri 
—————————————————————————————— 
5. IV.Mehmed (1648-1687)
Sultan İbrahim' in Hatice Turhan Sultan'dan doğma oğlu olup 1642 yılında
dünyaya geldi. Kaynaklar onu orta boylu, beyaz tenli fakat güneşten yanık çehreli,
ata bindiği için öne mütemâyil duruşlu olarak tarif etmektedir. Tarihçiler av merakı
yüzünden kendisine "Avcı" lakabını uygun görmüştür.28 Hammer, IV. Mehmed' i
yeryüzünde "Allah' ın gölgesi unvanını temsil etmekten uzak... , halkını yorulmak
bilmeyen bir avcının hikâyesinden başka bir şey bırakmayan bir padişah" olarak
tanımlar.29 IV. Mehmed fazla bir zekâ sahibi olmamakla beraber, iyi kalpli, cömert
ve kan dökmekten hoşlanmazdı. Çekingen ve mahçup bir hali olduğu, sade
giyinmeyi tercih ettiği, saray eğlencelerinden bile çabuk usandığı söylenir.

IV. Mehmed tarihe av iptilası olarak geçmiştir. Çocukluğundan tahtan indirilinceye


kadar artan bir av tutkusu vardır. Haftalarca devam eden pek masraflı ve külfetli
sürek avlarını tertip ettirirdi. Mesela Filibe civarında yapılan bir av eğlencesinde
35.000 kişiye bir ormanı sürdürmüştür. Avcı meraklısı olduğu için tarihimize
"Avcı Mehmed" olarak geçmiştir. Hatta bu avcılığı yüzünden tahttan indirilmiştir.30
Halk arasında av yüzünden padişaha karşı tepkiler artınca IV. Mehmed geceleri
sarayın arka kapılarından çıkarak ava gitmeye başladı. İstanbul' da ara sıra uğradığı
camilerin vaazlarında yüzüne karşı acı tenkidler de bulunarak avdan ve eğlenceden
vazgeçmesini söylediler. Hatta IV. Murad daha da ileri giderek sevgili av köpekleri
için köşkler yaptırdı.31 Uzunçarşılı' ya göre bütün devlet idaresini köprülülere
bırakması ve kendi vaktini avcılığa ayırması hasebiyle devleti zor durumda
bırakmıştır. Daha sonra IV. Mehmed avcılığa tövbe edecektir. Ayrıca Kanunî' den
sonra tahtta en fazla kalan padişahlar arasındaydı. 39 yıl süren saltanatlığı vardır. 6
Aralık 1693' de Edirne' de vefat etti. Mezarı Yeni Cami' deki türbesindedir.32

6. III.Ahmet (1703-1730)
IV. Mehmed' in oğlu olan III. Ahmed 31 Aralık 1673 tarihinde dünyaya
geldi. Annesi Rabia Emetullah Gülnuş sultandır. Kaynaklar onu yakışıklı bir
padişah olarak kaydetmektedir. Küçüklüğünden beri iyi hocalardan eğitim almıştır.
Ayrıca iyi kalpli, vakur tavırlı, zarif, halim ve selim bir padişah olduğu da söylenir.
Kadınlar arasında yaşamaktan hoşlanırdı ve onların işleri ile uğraşmayı sevdiği
için, harpten katiyen hoşlanmadığı rivayet edilir. Osmanlı padişahları arasında en
çok evlenen kişide III. Ahmed' dir. Bazı kaynaklara göre 18 zevcesi olduğu
olmuştur. Bazı kaynaklara göre de bu eşlerinden 50 çocuğu olmuştur.33Hammer

28 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad., s.159.


29 Hammer, a.g.e., C.XII, s.152
30 “IV. Mehmed”, İslâm Ansiklopedisi- İslâm Âlemi, Tarih, Coğrafya, Etnografya ve Biyografya

Lûgatı, C.VII, Milli Eğitim Yayınları, Eskişehir, 2001, s.556.


31 Kocatürk, a.g.e., ss.253-254.
32 Halil İbrahim İnal, Osmanlı Tarihi, Nokta Kitap, İstanbul, 2012, ss.231-238.
33 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad., s.176.

450
 
 
 
 
Müzeyyen ÖZKAN 
—————————————————————————————— 
onun için "Güzel ve ihtişamlı bir yüze, manalı ve hoş bir ses tonuna sahip bulunan,
kendisini kadınlara sevdiren bütün vasıflara da sahipti." demiştir.34 III. Ahmed
kadınlar arasında yaşamayı sevdiği gibi onların işleri ile de uğraşmayı severdi.
Üsküdar' da ki Fatma Sultan Sarayı' na giderek Marmara Denizi' ne bakan bir
pencerenin önüne oturup kadınlarla birlikte nakış ve gergef işlediği rivayet edilir.35

III. Ahmed ayrıca sanata meraklı, sanatkârı koruyan ve kendisi de Osmanlı


hanedanının yetiştirdiği en önde gelen hattatlarından birisidir. Kendi el yazısıyla 4
adet Kur' an-ı Kerim yazdığı rivayet edilir. Aynı zamanda şair de olan padişah,
şiirlerinde "Necîb" mahlasını kullanmıştır.36 Ataları gibi av eğlencelerini sevmezdi.
Ara sıra ata binerek İstanbul sokaklarında dolaşır, kendini millete göstermekten
zevk alırdı. Sultan III. Ahmed 27 yıllık saltanatından sonra 1 Temmuz 1736 ' da 63
yaşında vefat etmiştir.37

7. I.Mahmud (1730-1754)
II. Mustafa' nın büyük oğlu olan Mahmud, 2 Ağustos 1696 tarihinde Edirne
Sarayı' nda dünyaya geldi. Tahsiline 6 yaşında başlamıştır. Annesi Saliha Sultan'
dır. Kaynaklarda zayıf kısa boylu, zeki ve aydın bir insan olarak tarif ediliyor.38
I.Mahmud açık fikirli, iyi niyetli bir hükümdardır. "Sebkatî" mahlasıyla şiirler
yazan I.Mahmud mûsikiye de vakıf idi. Lala yetiştirdiği ve satranç oynadığı
bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı padişahları arasında en tutumlu padişah olarak
bilinirdi.39 Sultan I.Mahmud' u kitaplara ve kütüphane yaptırmaya en fazla önem
veren, hatta Osmanlı' da bir "kitap rönesansı" başlatan hükümdardır. Bazı
araştırmacılar onun dönemini kütüphaneciliğimizin altın çağı olarak kabul
etmektedir. Topkapı Sarayı' ında III. Ahmed' in kurduğu kütüphane içinde Revan
Köşkü bölümünü açtırmış, buraya kitaplar vakfetmiştir. Böylece İstanbul adeta
kütüphanelerle süslenmiştir. Belgrad' da bir kütüphane vücuda getirmiş ve İstanbul'
dan değerli kitaplar göndermiştir.

I.Mahmud aynı zamanda yüzüklere çok meraklıydı. Müsait zamanlarında


kantaşı üzerine mühür kazardı. 24 yıl saltanat süren I.Mahmud 1754 yılında hasta
olarak gittiği cuma namazı merasiminden dönüşte saraya giderken at üstünde
ölmüştür. Mezarı Yeni Cami yanındaki türbededir.40

34 Hammer, a.g.e., C. XIV, s.136.


35 Mustafa Armağan, Osmanlı' nın Mahrem Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.143.
36 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad., s.176.
37 Kocatürk, a.g.e., s.176.
38 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad, s.183.
39 “I.Mahmud”, Osmanlı Ansiklopedisi/Tarih/ Medeniyet/Kültür, C.V, Yay. Kur. Abdülkadir Özcan-

Bekir Şahin, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.75.


40 Abdülkadir Özcan, “I.Mahmud”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXVII, İslam

Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2003, s.352.

451
 
 
 
 
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri 
—————————————————————————————— 
8. III.Osman (1754-1757)
II.Mustafa' ın Şehsuvar Sultan' dan doğma oğlu olup 1699' da doğmuştur.
Kaynaklara göre Osmanlı padişahlarının en şişmanıdır. Boynu başından fark
edilmeyen asabî sert mizaçlı, kuşkucu, aceleci, fakat dindar ve fukara dostu olarak
tarif ediliyor. Hayatının yarım asırdan fazlasını loş ve rutubetli bir saray odasında
hapiste geçirdiği için bedenen ve fikren hasta denecek derecede zayıf düşmüştü.41
Bundan dolayı sevgisine ve gazabına inanılmazdı. Kimseye itimatı olmadığından
küçük bir sözden şüpheye düşerdi. Baron dö Tott, III. Osman' ı asabî, zayıf
karakterli, sabırsız ve son derece de mütecessis olarak tavsif etmiştir. III. Osman
musiki’ den nefret edecek derece de zevksizdi. Saraydaki bütün musîkişinasları
oradan uzaklaştırdı. Ayrıca sarayda gezerken cariyelerden hiç kimsenin karşısına
çıkmasını istemediği için ayağına gümüş çivili ayakkabı giyerek mermerler
üzerinde yürürken ayak sesini duyan cariyeler birer köşeye saklanır, karşısına
çıkanları ise cezalandırırdı. Hiç çocuğu olmamasına şaşmamalıyız? III. Osman' ın
ilginç özelliklerinden biriside sık sık halkın arasına çıkarmış. İstanbul' un muhtelif
semtlerinde dolaşmayı adet edinmiştir. Haftada 3 gün kendi gezdiği günlerde
kadınların sokağa çıkmasını menettiği gibi kadınların süslenmesini de
yasaklamıştır.42

III. Osman “yangınlar padişahı" olarak da bilinir. Çünkü saltanatı boyunca


7 büyük yangın felaketleri olmuştur. Kapalı hayatın da etkisiyle zaten epeyce
yıpranmış olan III. Osman şirpençe hastalığından 30 Ekim 1757 yılında ölmüştür.43

9. II.Abdülhamid (1876-1909)
Abdülmecid' in Çerkez asıllı kadın efendisi Tir-i Müjgan' dan doğma
oğludur. 21 Eylül 1842 tarihinde Çırağan Sarayı' nda doğmuştur. Kaynaklarda
kartal burunlu, orta boylu, hafif kambur, parlak ve iri gözlü, siyah düz saçlı olduğu
anlatılmaktadır.44 Sultan Abdülhamid Han Osmanlı Devleti' ni yakından
ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir
padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet
adamıdır. Hayat tarzı itibariyle Sultan Abdülaziz' e benzeyen, tam bir müslüman,
tam bir Osmanlı, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında "veliyyullah" olarak
bilinmiştir.45

Fevkalâde bir zekâya ve hafızaya sahipti. Bir kere gördüğü veya sesini işittiği
kimseyi asla unutmazdı. Ölünceye kadar her sabah ılık suyla duş yapmayı

41 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad., s.187.


42 Uzunçarşılı, a.g.e. , C.V, s.337
43 “II. Abdülhamid”, Osmanlı Ansiklopedisi/Tarih/ Medeniyet/Kültür, C.V, Yay. Kur. Abdülkadir

Özcan-Bekir Şahin, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.221.


44 Yay. Kur. Halil İnalcık-İlber Ortaylı, a.g.mad, s.232.
45 Akgündüz-Öztürk, a.g.e. , s.265.

452
 
 
 
 
Müzeyyen ÖZKAN 
—————————————————————————————— 
alışkanlık haline getirmiştir. Batı müziğinden, opera ve tiyatrodan hoşlanırdı.
Jimnastiğe de meraklı olup kılıç kullanma ve tabanca atmakta mahîr idi.46
Abdülhamid gerçek bir sanatkârdı. Alman Karl Jansen' den marangozluk ve
oymacılık öğrenmişti. Eserleri hala müzayedelerde satılır.47 Atlara o kadar
meraklıydı ki bir Arap aşireti reisinin yaralı sahibini savaş meydanından
uzaklaştıran "Ferhan" isimli atını elde etmek için aracılar yollamış ve ne yapıp ne
edip kendisine hediye ettirmiştir.48

Hatta bu hayvan merakı yüzünden Halid Ziya Uşaklıgil' in “Saray ve


Ötesi” eserinde bu merakından bahsedilmiştir. Ayşe Osmanoğlu' na göre en azgın
atları bile idare edebilmesi sayesinde, padişahlığında başına gelen mühim bir
kazadan kurtulmuştur. II.Abdülhamid ayrıca vakte çok bağlı idi. Her işini bir saate
bağlayarak düzgün ve programlı bir ömür geçirmiştir.49 II. Abdülhamid, nadide
eserlerinden oluşturduğu 10 bin ciltlik kütüphanesi vardır. İstanbul ve imparatorluk
için hazırlattığı fotoğraf albümleri İstanbul Üniversitesi kütüphanesindedir.50
Sultan Abdülhamid 33 yıllık saltanatı boyunca sığdırdığı şahsi özellikleri ile birçok
kişi tarafından örnek alınmıştır. 10 Şubat 1918 ' de 76 yaşındayken vefat etmiştir
ve dedesi II. Mahmud türbesindedir.51

Sonuç
Osmanlı padişahları, siyasi yönlerinden başka yani padişahlıktan başka ne
ile uğraştıklarını, vakitlerini nasıl geçirdiklerini, padişahlığın yorucu ve yıpratıcı
taraflarından arta kalan zamanlarını nasıl değerlendirdiklerini ele aldım.
Komutanlık ve devlet yöneticiliği kimliğiyle tanıdığımız birçok padişahın ilginç
hobileri vardı. Her insan gibi rutin meşguliyetlerinin yanında gönlünün arzuladığı
işleri yapmak, padişahların içinde bulundukları psikolojik sıkıntılardan uzaklaştırır
aynı zamanda bu durum mevcut koşuşturmacanın dışında farklı bir düşünme
pratiğine imkân sağlardı.

Osmanlı sarayı içerisinde şehzadeler mektebinde şehzadeleri yetiştiren lala'


ların onları ilmi yönden yetiştirdikleri gibi aynı zamanda şahsî yönden de
gelişimlerini tamamlamaları için ortam sağlarlardı. Bu durumda her şehzade el
sanatları ve güzel sanatların birkaç dalına hakim olacak şekilde yetiştirilirdi. Ve bu
mefhumda yetişen şehzadelerin birçok farklı yönlerde uğraştıkları alanlar ortaya
çıkardı. Osmanlı tarihi boyunca 36 padişahın ayrı ayrı özellikleri bulunmaktadır.
Bu padişahların özellikleri bazen dönemlerine katkı sağladığı gibi bazen de

46 Cevdet Küçük, " II. Abdülhamid", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.I, , İslam Diyanet

Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988, s.223.


47 Necdet Sakaoğlu, a.g.e. , s.56.
48 Armağan, a.g.e., s.213.
49 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Selis Kitaplar, İstanbul, 2007, ss.24-31.
50 Kocatürk, a.g.e. , ss.386-387
51 Sakaoğlu, a.g.e. , s.56.

453
 
 
 
 
Osmanlı Padişahlarının Kişilikleri Ve Hobileri 
—————————————————————————————— 
olumsuz sonuçlar doğurmaktaydı. Mesela IV. Mehmed' in avcı sevdalığı yüzünden
döneme etkilerini buna örnek verilebilir.

Çelebi Mehmed' den itibaren de Osmanlı padişahlarının özelliklerinin daha


belirgin olduğunu ve daha net bilgilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı
Padişahları aynı zamanda sevdikleri hobilerinden yaptıkları eşyaları çarşı
pazarlarda satıp elde ettikleri kazançları sadaka olarak dağıtırlardı. Ve böylelikle
Osmanlı Devleti’nde ki meslekler ve hobiler Osmanlı padişahlarının ayrılmaz birer
parçalarıydı. Bu parçalar devletin sonuna kadar icra etmiş bizlere de önemli miras
ve eserlerini bırakmışlardır.

Kaynakça

AKGÜNDÜZ AHMET-ÖZTÜRK SAİD, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı


Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000.
ARMAĞAN MUSTAFA, Osmanlı’ nın Mahrem Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul,
2001.
BAHADIROĞLU YAVUZ, Osman Gazi’ den Sultan Vahdettin’ e Cihan
Sultanları, Nakkaş Yayınları, İstanbul, 2011.
____________, Resimli Osmanlı Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007.
HAMMER, J.VON, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Kum Saati Yayınları, İstanbul,
2008, C.I, C.XII, C.XIV.
HALİL İNALCIK-İLBER ORTAYLI, Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara, 1999, C.XII
IŞIK MEHMET, İğneli Tahtın Sultanları, Yediveren Yayınları, İstanbul, 2011.
İNAL HALİL İBRAHİM, Osmanlı Tarihi, Nokta Kitap, İstanbul, 2012.
KOCATÜRK VASFİ MAHİR, Osmanlı Padişahlar, Buluş Yayınevi, Ankara,
1957.
KURTULUŞ BAKİ, Osmanlı Padişahları, Kurtuluş Yayınları, Ankara, 1978.
KÜÇÜK CEVDET, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İslam Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara, 2003, C.I.
OSMANOĞLU AYŞE, Babam Sultan Abdülhamid, Selis Kitaplar, İstanbul, 2007.
ÖZCAN ABDÜLKADİR, “I.Mahmud”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İslam Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2003, C.XXVII.
ÖZCAN ABDÜLKADİR-ŞAHİN BEKİR, Osmanlı Ansiklopedisi / Tarih /
Medeniyet / Kültür, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1994, C.V.
SAKAOĞLU NECDET, “Mehmed II (Fatih), Yaşamları ve Yapıtlarıyla
Osmanlılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul,
2008, C.II.
__________, “Selim I” , Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Yapı
Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008, C.II.

454
 
 
 
 
Müzeyyen ÖZKAN 
—————————————————————————————— 
__________, “Kanunî Sultan Süleyman” , Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar
Ansiklopedisi, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008, C.II.
UZUNÇARŞILI İSMAİL HAKKI, Büyük Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 1983, C.II, C.III, C.V.
ZİNKEİSEN JOHANN WİLHELM, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Yeditepe
Yayınevi, İstanbul, 2011.

455
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar


Tayfun AKGÜN *

——————————————————————————————
ÖZET
Şeyh Bedreddin(1359-1416) zamanın en önemli ilim merkezlerinde eğitim
almıştır. Fetret devrinde Musa Çelebi’nin yanında Osmanlı bürokrasisinin önemli bir
mevkisi olan kazaskerlik görevinde bulunmuştur. Şeyh Bedreddin, Mehmet Çelebi’nin
1413 yılında kardeşi Musa Çelebi’yi bertaraf etmesi üzerine İznik’e sürgün edilmiştir.
Aydın ve Manisa taraflarında Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanından sonra
İznik’ten kaçarak, İsfendiyar Beyliğine gelmiş ve oradan Rumeli taraflarına geçerek
kaynaklarda geçen isyan hareketine girişmiştir. Bu isyan hareketi Osmanlı Devleti’nin
iktisadi ve içtimai krizleri zamanında ortaya çıkarken, merkezi bir devlet kurma çabası
içinde olan Mehmet Çelebi’ye karşı bir reaksiyon olarak karşımıza çıkar.

Anahtar Kelimeler: Şeyh Bedreddin, İsyan, Osmanlı Devleti

——————————————————————————————
Giriş
Osmanlı tarihinde hiçbir şahsiyet Şeyh Bedreddin kadar ilgi çekmemiştir.
Şeyh Bedreddin’in bu kadar çok ilgi çekmesinin sebebi; onun âlim, mutasavvıf,
filozof ve Osmanlı bürokrasisinin en üst makamı olan kazaskerlik mevkiinde görev
yapmasının yanı sıra kaynaklarda geçen isyan hareketinde adının geçmesidir. Şeyh
Bedreddin’in “isyancı” ve “ihtilalci” kimliği, âlim ve mutasavvıf kimliklerinin
önüne geçmiştir. Ancak son zamanlarda onun sadece Osmanlı Devleti’ne isyan
eden bir aksiyon adamı olarak değil, ilmi yönleri üzerine de ciddi araştırmalar
yapılmaya başlanmıştır.1

Şeyh Bedreddin’in bu kadar çok popüler olmasının diğer bir sebebi; edebi
metinler olan roman ve tiyatrolara konu olmasıdır. Her bir romanda farklı bir Şeyh
Bedreddin imgesi mevcuttur. Romanların kuramaca metinler olması yazarların
ideolojilerinin romanların içeriğini etkilemesi sonucunu doğurmuştur.2

*Pamukkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, 3.Sınıf


1 Şeyh Bedreddin’in hukukçuluğu için bkz. Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Şeyh Bedreddin,

Döler Reklam Yayınları, İstanbul, 1977; Şeyh Bedreddin’in Camiu’l-Fusuleyn, Letâifü’l-İşârât ve et-
Teshîl adlı fıkıh eserlerinin sistematik bir şekilde inceleyen çalışma için bkz. Ayhan Hira, Şeyh
Bedreddin bir sufi âlimin fıkıhçı olarak portresi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012.
2 Şeyh Bedreddin üzerine yazılan romanların değerlendirilmesi için bkz. Murat Kacıroğlu, “Tarihin

Nesnesinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedreddin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar 
——————————————————————————————
Şeyh Bedreddin olayının içyüzünün aydınlatılması çetrefilli bir çaba olarak
karşımıza çıkar. Şeyh Bedreddin’i bizzat gören İbn Arabşah, Dukas’ın eseri ve
Şeyh Bedreddin’in torunu olan Hafız Halil b. İsmail’in Menakıbnâmesi, bu olaya
dair çağdaş kaynaklar konumundadır. Bu çağdaş kaynaklarda yer yer farklılıklar
vardır. En eski kaynaktan yenisine doğru gidildikçe, gerek Şeyh Bedreddin’e,
gerekse hareketine dair ayrıntı giderek artmakta olduğu ve bazı konularda
çelişkilerin ortaya çıkması3 ve kaynaklarda geçen bazı ifadelerin Marksist
çevrelerce kullanılması gibi sebeplerde bu konunun ilgi çekmesine neden olmuştur.
Marksist kesim Dukas tarihinde geçen;

“Kadınlar dışında her şey, örneğin yiyecekler, giyecekler, çift hayvanları,


tarlalar ortak mal olmalı. Ben senin evine kendi evim imiş gibi gelebileceğim ve
sen benim evime senin evinmiş gibi gelebileceksin.”4 gibi ifadeler Börklüce
Mustafa’ya ait iken, Şeyh Bedreddin’e atfederek, büyük bir hataya düşmüşlerdir.

Şeyh Bedreddin, Türkiye’de sol kesim ve sağ kesim arasında çekişmeye


neden olmuştur. Nazım Hikmet Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nda
onu “paylaşımcı, eşitlikçi, materyalist ve feodal düzene karşı gelen ihtilalci” olarak
anlatır.5 Sol kesim Şeyh Bedreddin tipini bu düşünceler üzerine bina etmiştir.. Sağ
kesim ise Bedreddin’i ilk başta Osmanlı devletini yıkmaya çalışan Bâtınî olarak,
daha sonra ise Sünni İslam’a sıkı sıkı bağlı biri olarak göstermeye çalışmıştır.6
Bilimsel çalışmaların bazılarında da Şeyh Bedreddin için “komünist”,
“materyalist”7 ve “sosyal demokrat”8 gibi nitelendirmelere rastlanır.

Şeyh Bedreddin üzerine yapılan çalışmalar isyan ettiği veya etmediği gibi
iki karşıt terim üzerine kurulmuştur. Aslında ilk dönem Osmanlı tarih
kaynaklarından olan Aşıkpaşazâde, Neşri, Oruç ve İdris-i Bitlisî9 onun devlete

Üzerine”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2011,S.30, S. 239-274;Cafer Gariper-


Yasemin Küçükçoşkun, “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Darağacı Romanında Şeyh Bedreddin
İmgesinin Dönüşümü”, ERDEM, 2007, S.49, s.151-182.
3 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,

İstanbul, 1999, s.138.


4 Doukas, Tarih Anadolu ve Rumeli (1326-1462), trc. B. Umar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları,

İstanbul, 2008, s.98-99.


5 Hazel Melek Akdik, “Sözlü Kültürden Modern Edebiyata Bir Köroğlu Anlatısı; Simavne Kadısıoğlu

Şeyh Bedreddin Destanı”, Milli Folklor, S. 96, 2012, s.129-136.


6 Ocak, a.g.e., s.140-142.
7 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 1, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1971,

s.162.
8 Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simavenî, İhsan Gümüşayak Matbaası, İzmir, 1957, s.79.
9 Aşıkpaşazâde, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. Nihal ATSIZ, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2011, s.96-97;

Anonim Osmanlı Kroniği(1299-1512), haz: Necdet ÖZTÜRK, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,
İstanbul, 2000, s.63-65; Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, nşr. N. ATSIZ, Üç Osmanlı Tarihi , İstanbul,
2011, s.62-64; Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ, Haz. Faik Reşit Unat- M. Altay Köymen, C. 2, Türk Tarih

457
Tayfun AKGÜN 
——————————————————————————————
isyan ettiğini kaydeder. Daha sonraki dönem eserleri olan Taşköprülüzâde10 ve
Hoca Sadeddin’in11 eserlerinde ise, XV.yüzyılda kaleme alınan Menakıbnâme’nin
de etkisiyle, âlim bir kimliğe sahip olan Şeyh Bedreddin’in iftiraya kurban
gittiğinin üzerinde durulmuş, aynı bakış açıları modern araştırmalara da
yansımıştır.

Bu çalışmada; Şeyh Bedreddin’in düşünce dünyası ve kimliği, Osmanlı


bürokrasisine girişi ve Fetret dönemindeki rolü, kaynaklarda geçen isyanın niteliği
ve süreci konuları ele alınacaktır.

Şeyh Bedreddin’in Kimliği Ve Düşünce Dünyası


Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısını öğrenmemiz için aile durumuna,
yetiştiği çevreye, eğitimine, ders aldığı hocaların kişiliğine ve düşünce yapısına,
ders arkadaşlarına ve yazdığı eserlere bakmamız gereklidir.

Menakıbnamede Şeyh Bedreddin’in atalarının Rumeli’ye geçen ilk


gazilerden olduğu kayıtlıdır12. Babası İsrail’in hem gazi hem kadı kimliği vardır.
Şeyh Bedreddin doğal olarak anne ve babasından etkilenmiştir. Bedreddin
Mahmud’un Osmanlı medreselerinde uzun süre okutulan Câmiü’l-fusuleyn,
Letaifü’l-işârât ve et-Teshîl gibi fıkıh konusunda önemli eserler meydana getirmesi
onun düşünce yapısının oluşmasında babasının etkisini gösterir. Hıristiyan dönmesi
olan annesi Melek Hatun’un Hıristiyan öğretilerini ve Grekçeyi oğluna öğretmiş
olması muhtemeldir13.

Şeyh Bedreddin Edirne, Konya, Kudüs, Kahire ve Tebriz gibi önemli


eğitim merkezlerinde astronomi, mantık, felsefe, fıkıh ve tasavvuf dersleri
almıştır.14 Edirne, Konya ve diğer yerlerdeki hocaların Bedreddin Mahmud’u ne
derecede etkilediğini kaynakların yetersiz bilgiler vermesi ve araştırmaların bu
konuda yoğunlaşmamış olması sebebiyle bilemiyoruz. Hayatının dönüm noktası
hiç şüphesiz Kahire olmuştur. Kahire’de o zaman için çok sayıda Anadolu’dan

Kurumu, Ankara 1987, s.542-547; Şerefettin Yaltkaya, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Hayatı-
Felsefesi-İsyanı, haz: İsmail AKA-Mustafa DEMİR, Temel Yayınları, İstanbul, 2001, s.87-96.
10 Taşköprülüzâde, Osmanlı Bilginleri, çev: Muharrem TAN, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.65-66.
11 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, haz: İ. Parmaksızoğlu, C. 2, Kültür Bakanlığı Yayınları,

Eskişehir, 1992, s. 109-114.


12 Şeyh Bedreddin’in atalarının faaliyetleri hakkında bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu

Şeyh Bedreddin ve Manâkıbı, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2008, s.236-245.


13 Ocak, a.g.e., s.145-146;Michel Balivet, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, çev. Ela GÜNTEKİN,

Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011, s.42-43.


14 Eğitimi hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak,a.g.e., s.146-150; Balivet, a.g.e.,

s.43-57; Yaltkaya, a.g.e., s.27-34; Kaygusuz, a.g.e., s.34-41; Taşköprülüzade, a.g.e., s.65-66; Bilal
Dindar, “Bedreddin Simâvî”, C. 5, DİA, İstanbul, 1992, s.333-334.

458
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar 
——————————————————————————————
eğitim almak için gelen öğrenci vardı ve Şeyh Bedreddin onlarla tanışma fırsatı
buldu. Hiç şüphesiz o ders arkadaşlarından da etkilenmiştir.15 Onun düşünce
yapısında büyük değişikliğe neden olacak olan Seyyid Hüseyin Ahlatî ile
tanışması, bu önemli ilim merkezinde olmuştur. Seyyid Hüseyin Ahlatî ile
tanışması sonucunda Şeyh Bedreddin, maddeci felsefe ile karışık tasavvuf öğrendi
ve Şeyh Bedreddin’in Varidat’taki düşüncelerinin temelinde bu öğreti vardır16.

Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısını öğrenmemiz için tasavvuf konusunda


yazılmış olan Vâridat17 adlı eseri önemlidir. Vâridat’ın kitap formatından uzak
olması, Şeyh Bedreddin’in elinden çıkan nüshası bulunmaması ve o devire ait en
yakın tarihli nüshanın 16. yüzyıla ait olması eserin güvenilirliğini sarsmaktadır.
Ancak onun düşünce yapısını ortaya koyan bir eserdir. Eser; cennet-cehennem,
melek, şeytan, cin, ahiret, tanrı, evren, insan, cesetlerin haşredilmesi gibi konuların
yanında, Şeyh Bedreddin’in mistik müşahadelerini de ihtiva eder. Eserin
sistemsizliği, konular arasında bağlantıların kopukluğu, standart bir kitabın
formatından uzak olması, eserde yer yer çelişkili ifadelerin bulunması, eserin belli
bir kısmından sonra “Tanrı rahmet eylesin, dedi ki” sözünün çok kullanılması,
mukaddime ve hatimenin bulunmaması, bu eserin sohbetlerden sonra Şeyh
Bedreddin’in müridleri tarafından kaleme alınan derleme bir eser olduğunu
gösterir18. Gölpınarlı, eserin Bedreddin Mahmud tarafından kontrol edildiğini,
ancak onun ölümünden sonra esere eklemeler ve çıkarımlar yapıldığının tespitinin
zor olduğunu belirtir. Eserin yazılış tarihi olarak eserde geçen tarihleri,
müşahadeleri ve Bedreddin’in kendi anlayışını öne sürmesi gibi durumları göz
önüne alarak 1407 yılında yazıldığını dikkat çeker19. Ocak ise eserin Bedreddin
tarafından kontrol edilmesinin zor olduğu görüşündedir20. Kurdakul, Şeyh
Bedreddin’in torunu Hafız Halil’in menakıbnâmede Bedreddin’in eserlerini beyan
ederken en son Vâridât’ı sayması ve sıkıntılı günler geçirdiği İznik’te bu eseri

15 Şeyh Bedreddin’in ders arkadaşları olarak, amcaoğlusu olan Müeyyed b. Abdülmümin, daha sonra

önemli bir astronomi bilgini olacak olan ve Timur sarayında görev yapan Kadızâde-i Rûmî lakapla
Musa Çelebi, felsefe ile uğraşan Seyyid Şerif Cürcânî, Aydınoğlu sarayında hekimlik ve kadılık
yapan Hacı Paşa gibi isimleri biliyoruz. Kısa bilgi için bkz. Hira, a.g.e., s. 52-54.
16 Ahmet Yaşar Ocak, “XIV.Yüzyılın Ahlatlı Ünlü Bir Sufi Feylesofu: Şeyh Bedreddin’in Hocası

Hüseyn-i Ahlatî”, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Timaş, İstanbul, 2011, s. 42; Seyyid Hüseyin Ahlatî
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Balivet, a.g.e., s.50-54; Ocak, a.g.e., s.154-158.
17 Eser pek çok kez Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bkz. Cemil Yener, Şeyh Bedreddin Varidat,

Milenyum Yayınları, İstanbul, 2008; Vecihi Timuroğlu, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve
Varidat, Su Yayınları, İstanbul, 2013; Abdülbaki Gölpınarlı- İsmet Sungurbey, Simavna Kadısıoğlu
Şeyh Bedreddin ve Manâkıbı, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2008, s.131-180; Kaygusuz, a.g.e.,
s.121-167.
18 Müfid Yüksel, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Yarın Yayıncılık, İstanbul, 2010, s.104-105;

Yener, a.g.e., s.41-44; Gölpınarlı- Sungurbey, a.g.e., s.103-104; Ocak, a.g.e., s.189-190.
19 Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s.104.
20 Ocak, a.g.e., s.190

459
Tayfun AKGÜN 
——————————————————————————————
yazma ihtimalinin düşük olması gibi durumları göz önüne alarak, eserin Rumeli
bölgesindeki sohbetlerden oluştuğu kanaatindedir21. Bilal Dindar ise eserin İznik’te
yazılmış olabileceğini, ancak Kurdakul’un görüşünün daha güçlü olduğu
hususunda görüş bildirir22.

Vâridât’ta geçen cehennem-cennet ve ahiret inancı gibi konularından


dolayı eser Osmanlı uleması arasında tartışmalara neden olmuştur. Niyâzî Mısrî
(ö.1694), Molla İlahî (ö.1491) ve Ebussuud Efendi’nin babası olan İskilipli
Muhyiddîn Muhammed (ö.1516) Vâridât’ın önemli bir eser olduğu konusunda
hemfikirdirler23. Mahmud Hüdai Efendi padişaha sunduğu bir tezkirede Şeyh
Bedreddin için Vâridât adlı bir kitap yazıp bu eserin içinde cesetlerin diriltilmesini
ve kıyamet alametlerini inkar eden fikirler ileri sürüp küfür ve ibahe düşüncelerini
dile getirmiştir24 ifadelerini kullanmıştır. Vâridat’a şerh yazan Nûreddinzâde
Muslihüddîn Mustafa (ö.1573) da Mahmud Hüdai gibi eseri aynı kriterlere göre
eleştirmiştir25.

Balıvet, eserin Dukas’ta geçen mal paylaşımı, sultana karşı açık isyan,
mehdilik iddiası, “mum söndü” ayinleri, dinlerüstü bir anlayışın olmaması,
seleflerine ya da çağın düşünce akımlarının göndermelerin az bulunması nedeniyle
hayal kırıcı olarak nitelendirir26. Gölpınarlı ve Ocak, Vâridât’ın Şeyh Bedreddin’in
inançlarında bocalayan, kendini mânâ âleminden kurtaramamış bir kişilik
sergilemesi bakımından önemli bir eser olduğu üzerinde hemfikirdirler27.

İsyanın Süreci Ve Niteliği


Şeyh Bedreddin, Mehmet Çelebi’nin Musa Çelebi’yi taht kavgasında
bertaraf etmesi üzerine, 1413 yılında İznik’te ikamete mecbur tutulmuştur. Sürgün
hayatında Letâifü’l-işârât’a şerh olarak et-Teshîl isimli eseri yazmakla meşgul
olmuştur. Onun bu mahpus hayatında istediği kişilerle görüşebildiği rivayet edilse
de, Teshil’in mukaddimesindeki; “ hapis ve gurbet belası, hüzün ve elemlerin
devamlı acı vermesi ile zorluklar ve güçlükler içinde bulunuyorum. Bu şekilde
kalbimin içindeki ateş düşüyor ve günden güne artıyor. Öyle ki kalbim demir bile
olsa sertliğine rağmen onu eritecek.”28 sözleri onun nasıl bir ruh hali içinde

21 Kurdakul, a.g.e., s.70-74.


22 Dindar, a.g.m., s.334.
23 Niyâzî Mısrî, Vâridat’ı şu beyitle över: “ Cân kuşunun her zaman ezkârıdır Vâridat. Akl u hayâlin

heman efkârıdır Vâridat.” Bkz. Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s.123.


24 Mahmud Hüdaî Efendi’nin tezkiresinin tam metni için bkz. Yaltkaya, a.g.e., s.106-109.
25 Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s. 126; Ocak, a.g.e., s.196.
26 Balivet, a.g.e., s.119.
27 Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s.114;Ocak, a.g.e., s.196.
28 Yaltkaya, a.g.e., s.78.

460
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar 
——————————————————————————————
olduğunu rahatlıkla gösterir. Aydın vilayetinde Börklüce Mustafa ve Manisa’da
Torlak Kemal’in isyanı üzerine Şeyh Bedreddin İznik’ten kaçmış ve İsfendiyar
Beyliğine sığınmıştır. Şeyh Bedreddin daha sonra Rumeli bölgesine geçerek
Deliorman’da kaynaklarda geçen isyan hareketine girişmiştir. Bu isyan Osmanlı
kuvvetlerince bastırılmış ve Şeyh Bedreddin Divân-ı Hümâyûn’da yargılanarak, 18
Aralık 1416 yılında Serez çarşısında idam edilmiştir29.

Fetret Devri’nin getirdiği siyasi keşmekeşlik, iktisadî ve içtimaî çöküntü


Şeyh Bedreddin isyanına zemin hazırlamıştır30. Gölpınarlı, Şeyh Bedreddin’in
“ulûm-ı garibiye” kitapları okuduğunu, özellikle Abdurrahman Bistami’nin
eserinin düşünce yapısını etkilediğini, Fetret Devrinin etkisiyle kendisinin “sahib-ı
zuhur, sahib-ı hurûc” olacağını inandırmış olabileceğinin üzerinde durur31. Ahmet
Yaşar Ocak onun gazi geleneğinin olduğu ve merkezi bir devleti arzu etmediği için
isyan ettiğini ve Şeyh Bedreddin’in mehdi kimliğinin bulunduğu görüşündedir32.
Halil İnalcık; Yıldırım Beyazid döneminde merkezileşme ile beraber Sünni İslamın
geliştiğini, 1402 Ankara Savaşı ile toplumsal ve politik bir kargaşanın ve tepki
çağının başladığını, Şeyh Bedreddin isyanını husursuzluk işareti olarak görür33.

İlk dönem Osmanlı kaynakları Şeyh Bedreddin ile Börklüce Mustafa


arasında kazaskerlik-kethüda ilişkisi bulunduğunu yazarlar. Börklüce Mustafa’nın
Aydın-Karaburun bölgesindeki hareketini şu ortak ifadelerle anlatırlar: Mustafa
Aydıneli’ne vardı. Orada Karaburun’a vardı. O ilde hayli mürailik etti. Aydıneli
halkının çoğunu kendine döndürdü. O dahi bir türlü tertip kurdu. Elhâsılı kendine
peygamber dedirdi.34 Şeyh Bedreddin isyanından bahsetmeyen Şükrullah’ın
Behçetü’t-Tevârih isimli eseri ile Dukas’ın eseri35 bu bilgileri tamamlayan
niteliktedirler. Torlak Kemal hareketi de kaynaklarda çok az bilgi malumatı ile
geçiştirilir. Kaynaklarda Torlak Kemal’i anlatan şu ifadelere rastlıyoruz; Ve dahi
Hû Kemal derlerdi, bir torlak var idi. Kendi sınarı birkaç yüz torlaklar ve aşaklar
yanınca çengler, çegâneler ile illerde gezip enva-ı fesad ederler idi. Andan Bayezid
Paşa, Börklüce’nin işini tamam edip, Manisa’ya gelip, Torlak Hû Kemal’i anda

29 Şeyh Bedreddin fikirlerinden dolayı değil, devlete isyan ettiği için idam edilmiştir. Bkz. Ahmet

Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Phoneix Yayınevi, Ankara, 2007, s. 111; Şeyh
Bedreddin’in yargılanması için bkz. Yaşar Şahin Anıl, Osmanlı Döneminde İki Dava Şeyh Bedreddin
ve Midhat Paşa Davaları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995.
30 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1979, s.346.
31 Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s.76.
32 Ocak, a.g.e., s.169.
33 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Çev. R. Sezer, İstanbul, 2008,

s.196.
34 Aşıkpaşazade, a.g.e., s.96; Anonim, s. 63; Oruç Beğ, a.g.e., s.62; Neşri, a.g.e., s.545.
35 Şükrullah, Behcetü’t-tevârîh, nşr. N. ATSIZ, Üç Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2011,

s.224; Doukas, a.g.e., s.98-100.

461
Tayfun AKGÜN 
——————————————————————————————
bulup, anı-dahi birkaç müridiyle boğazından asa kodu.36 Menakıbnamede Şeyh
Bedreddin’in Domaniç bölgesinde bir grup Torlakla karşılaştığı ve onların Şeyh
Bedreddin’e mürid olduğu kayıtlıdır37, ancak bunun Torlak Kemal’in grubu
olduğunu kesin olarak bilemiyoruz.

Şeyh Bedreddin’in Rumeli’deki propagandası şu şekildedir; Gelin!


Şimdiden sonra padişahlık benimdir. Taht benim elimdedir.38 Aşıkpaşazade’yi
kaynak olarak kullanan Neşri ve Oruç tarihlerinde de bu ifadelere rastlanır.
Kaynaklar Şeyh Bedreddin’in Osmanlı saltanatını ele geçirmek için isyan ettiğini
belirtirler. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı kroniklerinden hareketle Şeyh
Bedreddin’in; Anadolu ve Rumeli’de isyanlarla henüz iç mücadele sarsıntılarından
kurtulmuş olan Osmanlı Devleti’ni gafil avlayarak şeyhlikten şahlığa geçmek39
istediğini yazar.

İsyana imtiyazları ellerinden alınmış kesimler, uc mıntıkalardaki gazi


sınıfı, tımarlarını kaybetmiş olanlar, Hıristiyan feodaller, işsizler, nasipsiz medrese
öğrencileri, akıncılar ve Türkmen aşiretleri gibi gruplar katılmışlardır. Şeyh
Bedreddin kazaskerlik görevini yürütürken uc gâzilere ülkenin iç bölgesinden
tımar verilmesini sağlayarak uclarla merkezî devlet arasındaki eski anlaşmazlığa
son vermek istemiştir.40 Şeyh Bedreddin böyle yaparak bölgede sevilmiştir.
Nitekim Aşıkpaşazade; Musa’nın yanında kazasker iken kendilerine tımar
alıverdiği adamlar yanına geldiğini41 kaydeder. Menakıbname’de Şeyh
Bedreddin’in Selçuklu soyundan geldiği kayıtlı ise de, bu iddianın isyanda
propaganda olarak kullanıldığı konusunda kesin bilgilerimiz yoktur. Balivet, Şeyh
Bedreddin’in Selçuklu soyunda gelme durumunu gözönüne alarak, Varna, Silistre,
Edirne ve Serez’de yerleşmiş İzzeddin taraftarların soyundan gelenlerle bağlantı
kurmuş olabileceğini belirtir. Şeyh Bedreddin’in Rumeli’deki bu hareketine katılan
grupları bir araya tutan özellikler olarak; temelleri 13.yüzyılda atılmış olan
evrensel sûfi kabulleri, Batı Anadolu ve Balkanlardaki Hıristiyan ve Yahudiliğe
açık dinlerüstü kimlik42, Şeyh Bedreddin’in gazi bir çevreden gelmesi, bölgede çok
sevilmesi, Fetret Devrindeki iktisadi ve içtimai çöküntü ve Şeyh Bedreddin’in âlim,
mutasavvıf ve filozof kimlikleri gibi durumları sayabiliriz.

36 Neşri, a.g.e., s.545.


37 Gölpınarlı-Sungurbey, a.g.e., s.343-344.
38 Aşıkpaşazade, a.g.e., s.96; Neşri, a.g.e., s.545-547; Anonim, s.64-65; Oruç Beğ, a.g.e., s.63.
39 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1988, s.363.
40 Halil İnalcık, a.g.e., s.196.
41 Aşıkpaşazade, a.g.e., s.97.
42 Şefaettin Severcan, “Şeyh Bedreddin Olayı”, Türkler, C. 9, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,

s.264.

462
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar 
——————————————————————————————
Sonuç
Çalışmanın sonunda Şeyh Bedreddin’in iddia edildiği gibi “komünist” ve
“sosyal demokrat” gibi kimliklerinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Şeyh Bedreddin
önemli merkezlerde eğitim görerek çok yönlü bir insan olmuştur. Şeyh Bedreddin’i
değerlendirirken alim, mutasavvıf ve isyancı kimlikleri ayrı ayrı incelenmelidir.

Şeyh Bedreddin’in isyan hareketine katılan grupların uc gazileri, akıncılar,


tımarları elinden alınmış sipahilerin, işsizlerin ve Hıristiyan feodallerin katılması
gibi nedenlere bakarak; bu isyan hareketine Fetret Devrinin getirdiği siyasi kargaşa
ortamı, iktisadî ve içtimaî çöküntüden etkilenen kesimler de dahil olmuştur.
Bedreddin Mahmud’un gazilere kazaskerlik yapması, babasının gazi olması ve uc
beylerinin desteğini alan Musa Çelebi’nin yanında yer alması gibi durumlar
gözönüne alınarak onun Osmanlı Devleti’nin merkezîleşme politikasına muhalif
kesimde yer almasını sağlamıştır.

Kaynakça
Kaynak Eserler
Anonim Osmanlı Kroniği(1299-1512), Haz. Necdet ÖZTÜRK, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000.
Aşıkpaşazâde, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. Nihal ATSIZ, Ötüken Yayınevi, İstanbul,
2011.
Doukas, Tarih Anadolu ve Rumeli (1326–1462), Çev. B. Umar, Arkeoloji ve Sanat
Yayınları, İstanbul, 2008.
Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, Haz. İ. Parmaksızoğlu, C. 2, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Eskişehir, 1992.
Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ, Haz. F. R. Unat- M. A. Köymen, C. 2, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, 1987.
Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, nşr. N. ATSIZ, Üç Osmanlı Tarihi , Ötüken Yayınevi,
İstanbul, 2011.
Şükrullah, Behcetü’t-Tevârîh, nşr. N. ATSIZ, Üç Osmanlı Tarihi , Ötüken
Yayınevi, İstanbul, 2011.
Taşköprülüzâde, Osmanlı Bilginleri, Çev. Muharrem TAN, İz Yayıncılık, İstanbul,
2007.
Araştırma Eserleri
AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 1979.

463
Tayfun AKGÜN 
——————————————————————————————
AKDİK, H. Melek, “Sözlü Kültürden Modern Edebiyata Bir Köroğlu Anlatısı;
Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı”, Milli Folklor, S.96, 2012,
ss. 129-136.
ANIL, Y. Şahin, Osmanlı Döneminde İki Dava Şeyh Bedreddin ve Mithat Paşa
Davaları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995.
BALIVET, Michel, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, Çev. E. GÜNTEKİN, Türk
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011.
DİNDAR, Bilal, “Bedreddin Simâvî”, T. D. V. İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul,
1991, s.331-334.
GARİPER, Cafer, KÜÇÜKÇOŞKUN, Yasemin, “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun
Darağacı Romanında Şeyh Bedreddin İmgesinin Dönüşümü”, Erdem,
2007, S. 49, ss. 151-182.
GÖLPINARLI, Abdülbaki, SUNGURBEY, İsmet, Simavna Kadısıoğlu Şeyh
Bedreddin ve Manâkıbı, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2008.
HİRA, Ayhan, Şeyh Bedreddin Bir Sufi Alimin Fıkıhçı Olarak Portresi, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2012.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ(1300-1600), Çev. R. SEZER,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.
KACIROĞLU, Murat, “Tarih Nesnesinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedreddin
Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası Üzerine”, Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2011, S. 30, ss.239-274.
KAYGUSUZ, B. Nusret, Şeyh Bedreddin Simavenî, İhsan Gümüşayak Matbaası,
İzmir, 1957.
KURDAKUL, Necdet, Bütün Yönleriyle Şeyh Bedreddin, Döler Reklam Yayınları,
İstanbul, 1977.
MUMCU, Ahmet, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Phoenix Yayınevi, Ankara,
2007.
OCAK, A. Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 1999.
OCAK, A. Yaşar, “XIV. Yüzyılın Ahlatlı Ünlü Bir Sufi Feylesofu: Şeyh
Bedreddin’in Hocası Hüseyn-i Ahlati”, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Timaş
Yayınları, İstanbul, 2011, s. 35-43.
SEVERCAN, Şefaettin, “Şeyh Bedreddin Olayı”, Türkler, C. 9, Yeni Türkiye
Yayınevi, Ankara, 2002, s.259-271.
TİMUROĞLU, Vecihi, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve Varidat, Su
Yayınları, İstanbul, 2013.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara,
1988.

464
Şeyh Bedreddin İsyanı Üzerine Tartışmalar 
——————————————————————————————
YALTKAYA, M. Şerefettin, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Hayatı-
Felsefesi-İsyanı, haz: İsmail AKA-Mustafa Demir, Temel Yayınları,
İstanbul, 2001.
YENER, Cemil, Şeyh Bedreddin Varidat, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2008.
YÜKSEL, Müfid, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Yarın Yayınevi, İstanbul,
2010.

465
Gelecek Geçmişi Tartışıyor Ulusal Tarih Öğrenci Sempozyumu Bildirileri
2-4 Mayıs 2013 Isparta

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı

Alican KİRİŞOĞLU 
——————————————————————————————

ÖZET
Tarih ilmi ve tarihçilik mesleği son derece ehemmiyetli bir alan olup, bir devletin
milli şuuru açısından vazgeçilemezleri arasındadır. Osmanlıda tarihçilik anlayışı Tanzimat
Fermanı ile birlikte büyük bir değişime uğramış, Meşrutiyet döneminde de bu değişim
yaşanmaya devam edilmiştir. XVIII. ve XIX. Yüzyıllar da Avrupa’da yaşanan büyük
değişim ve gelişimler kuşkusuz ki sadece sanayi alanında ve siyasi hayatta değil bilim
dünyasında da farklı cereyanlara yol açmıştır. Avrupa’nın modernleşme sürecinden
Osmanlı da etkilenmiş ve ilk kez bu dönemlerde Osmanlı kendi tarih çalışmalarına
başlamıştır. Cumhuriyet’in ilanı sonrası Tükiye’de tarihçilik tamamen modern tarih
anlayışıyla yazılmaya başlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Tarih Yazıcılığı.

——————————————————————————————
1.Tarih ve Tarihçiliğe Kısa Bir Bakış
Bugüne kadar pek çok tarihçinin yapmış olduğu tarih tanımları vardır,
fakat kısaca ve anlaşılır bir üslupla tarih tanımı yapmak gerekirse; Geçmişte
insanlar arasında yaşanılan olayları sebep sonuç ilişkisi içerisinde, belgelere
dayanarak, objektif bir biçimde bilim dünyasına aktaran sosyal ilime tarih ilmi
diyebiliriz.

Bir milleti millet yapan tarih bilincidir. Bu sebepten ötürü tarih bilinci bir
devlet için vazgeçilmez bir unsurdur. Bir devlet tarih ve tarihi şuura ne kadar önem
verir ise milletin tabi olduğu devlet o denli köklü, birbirinden koparılamaz bir
unsur olarak karşımıza çıkması muhtemel olur.

Tarihin sosyal alanda bir bilim dalı olduğu tüm dünyaca kabul görmüş bir
gerçektir. Aynı zamanda tarih diğer sosyal bilimlerden faydalanır ve onlarla iç
içedir. Filoloji, Felsefe, İktisat, Nümizmatik, Sosyoloji, Antropoloji, Coğrafya,
Arkeoloji ve daha pek çok sosyal bilim tarihe yardımcı bilim dallarıdır. Aynı
zamanda tarih de bu bilim dallarına gerektiği zaman yardımcı olabilir. Hiçbir
bilimin bağımsız, yani tek başına hareket edemeyeceği ve bilimin bir bütünlük
gerektirdiği unutulmamalıdır. Tarihçi şüphesiz ki tarih ilmini icra eden kişiye denir.

 Uşak Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, 4.Sınıf Lisans Öğrencisi,
[alicankirisoglu@hotmail.com]
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
Bu bağlamda tarihçinin üstlendiği görev bir toplum ve millet için oldukça mühim
bir noktayı teşkil eder.

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü tarih ilminin ve


tarihçinin ne kadar büyük bir vazifeye haiz olduğunu vurgular nitelikte; “Tarih
yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen
hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Tarihçilik ve tarihi merak hemen hemen tüm insanlarda var olan bir duygu
türüdür aslında. Anılar, seyahatnameler, mektuplar ve daha pek çok yazılı yazısız
buluntular tarih için malzemedir. İnsanlarda geçmişi merak etmek, yaşadıkları
durum ve duyguları yazılı olarak paylaşmak ve gelecekteki insanlara geçmişten bir
takım belgeler bırakmak tarih boyunca her zaman rastlanılan bir durum olmuştur.
Yani kısacası tarihi merak, yazmak-çizmek ve anlatmak insanın yaradılışından beri
süre gelmiştir.

2.Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarih Yazıcılığına Genel Bir Bakış


Anadolu coğrafyasında Türkler’in tarihini konu alan ilk eserler Selçuklu
dönemine kadar dayanmaktadır. Lakin bu eserler özellikle İslamiyetin etkisiyle
Türkçe olarak değil, Farsça ve Arapça olarak kaleme alınmıştır. Türkiye (Anadolu)
coğrafyası içerisinde ise ilk Türkçe eserleri kısmen Beylikler, fakat daha ziyade
Osmanlı kuruluş döneminde görebiliyoruz.

Osmanlı kuruluş dönemi tarihçilik anlayışı kronolojik bir şekilde tarih


yazmaktan ziyade okuyucuları eğlendirmeyi ve eğitmeyi hedef alan bir tarih
anlayışla yazılmıştır1. Bunun yanında bize bilgiler veren “menakıbnameler”2 Türk
kültür ve tarihi bakımından oldukça öneme haizdir. Velilerin daha çok
kerametlerinin anlatıldığı bu eserler, IX. yüzyıldan sonra İslam dünyasında
yaygınlık kazanmıştır.

Osmanlı devrinde ise padişah, sadrazam ve vezir gibi Osmanlı


bürokrasisinde önemli şahısların hayatlarını ve kahramanlıklarını konu edinerek
kaleme alınmış eserlere “menakıbname” denmiştir3. Menakıbnamelerin tarih
metotlarına uygun şekilde kaynak olarak kabul edilmeleri münakaşalara yol açmış,
özellikle Fuad Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı, Zeki Velidi Togan, Orhan F.
Köprülü, Ahmet Yaşar Ocak gibi bilim insanları menakıbnamelerin Türk tarih ve

1 Ahmet Aydın, “Osmanlılarda Tarih Yazıcılığı”, Türkler, C.11 Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları,

Ankara 2002, s.417.


2 Bu konuda tafsilatlı bilgi için bkz.: Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak

Menakıbnameler, TTK, Ankara 2010.


3 Haşim Şahin, “Menakıbname”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.29, s.112.

467
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
edebiyat açısından önemini ortaya koymuşlardır4. Lakin özellikle
menakıbnamelerin tarihi bir kaynak olarak değerlendirilmesinde şu hususun göz
ardı edilmemesi gerekir; menakıbnameleri tarihi gerçeklere dayanan ve tarihi
gerçeklere dayanmayan (hayali) olarak ikiye ayırmakta fayda vardır.

Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminden kalan ve net sonuçlara


dayanan kronolojik kaynaklar ne yazık ki pek fazla yoktur.Özellikle kuruluş devri
“Osmanlılar’la ilgili ilk kayıdlar çok kısa olup sadece sultanların doğumlarını ve
cüluslarıyla önemli fetihleri kapsıyor; ancak daha yakın yıllara ait bilgiler çok
daha tafsilatlı olup her yılın maddesinde çeşitli olaylar yer almaktadır”5. Bu
sebepten ötürü Osmanlı tarihçileri özellikle kuruluş dönemini incelerken büyük
sıkıntılar çekmektedir. Bu dönem için inceleme yapan tarihçiler genellikle Arap,
Fars, Fransız ve Bizans kaynaklarına başvurabilmektedir. Mevcut kaynakların
tarafsız olmadığı işin ayrı bir boyutudur. “Kaynak malzemenin hem dilsel hem
kültürel açıdan oldukça çeşitli oluşu ve farklı dinsel ve milliyetçi hiziplerin bir
savaş alanı olması yüzünden, Osmanlı tarihinin ilk dönemleri yalnızca sıradan
okuyucuların değil konunun uzmanlarının da kafasını karıştırmaktadır”6. Bu tür
zorluklardan dolayı Osmanlı tarihinin özellikle kuruluş mevzusu tarihçiler için
tartışmalı ve iddialı bir çalışma konusu olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed dönemi Osmanlı tarih yazıcılığında gelişmeler


mevcuttur fakat bunun yanında II. Bayezid dönemi, klasik Osmanlı tarih yazıcılığı
hususunda özel bir yer teşkil eder. Yavuz Sultan Selim ve II. Selim dönemlerinde
Osmanlı tarihçiliği yol kat etmiş, şu an çağdaş Osmanlı tarihçilerinin başvurduğu I.
el kaynaklar bu dönemlerde ve bu padişahların destekleriyle oluşturulmuştur
diyebiliriz.

Bu dönemlere ışık tutan tarihi eserler-kitaplar; selimnameler,


süleymannameler, şehnameler, gazavatnameler, fetihnameler, zafernameler,
menakıbnameler, siyasetnameler, nasihatnameler gibi pek çok yazılı eser
sıralayabiliriz. Bu eser türleri farklı padişah dönemlerinde yazılmış, nihayet XVIII.
Yüzyılda “vekayinname” türü, yani Osmanlı resmi tarih yazıcılığının ilk somut
örnekleri belirmiştir.

4 Şahin, a.g.m. , s.113.


5 V.L. Menage, ”Osmanlı Tarihinin Başlangıcı” (Çev. Salih Özbaran), Osmanlı Tarih ve Tarihçileri,
Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 9, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınevi, İstanbul 1978,
s.230.
6 Colın Imber, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten İstanbul’a, Osmanlı Devleti’nin

Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Derleyenler: Oktay Özel, Mehmet Öz, Kızılay-Ankara, İmge
Kitabevi, 2. Baskı, Mayıs 2005, s.60.

468
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
Konumuz itibariyle Osmanlı kuruluş ve yükselme dönemlerinin tarihçilik
anlayışından kısaca bahsettikten sonra bu dönem için başlıca kaynakları şöyle
sıralayabiliriz;

-AHMEDİ: İskendername

-AŞIKPAŞAZADE: Tevarih-i Al-i Osman

-ENVERİ: Düsturname-i Enveri

-İBN KEMAL: Tevarih-i Al-i Osman

-KEMALPAŞAZADE: Tevarih-i Al-i Osman

-NEŞRİ, MEHMED: Kitab-ı Cihannuma

-ORUÇ: Tevarih-i Al-i Osman

-YAHŞİ FAKİH: Menakıb-ı Al-i Osman

Akla gelen bu ilk kaynakları tabi ki çoğaltmak mümkün. Lakin Osmanlı Kuruluş
ve Klasik çağına ışık tutan başlıca eserleri bu şekilde sıralayabiliriz.

2.1.Osmanlı’da Resmi Tarih Yazıcılığı; Vak’anüvislik


Söz konusu Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de tarihçilik ve tarih
anlayışı olunca tabii olarak Tanzimat öncesi Osmanlılar da tarihçilik geleneği ve
bilhassa vakanüvislik7 kurumundan kısa da olsa bahsetmeden geçmek olmazdı.

Vakanüvis8 Osmanlı bünyesinde resmi olarak tarih yazan kişiye denir.


İbrahim Mütefferrika’nın Osmanlı’da ilk matbaayı kurması vakanüvislerin işini
oldukça kolaylaştırmıştır. Bu bağlamda kitapların eskiye nazaran daha rahat ve
daha fazla basılabilmesi, kitap basım ve yayın olanaklarının artması neticesinde
vakanüvislik kurumu temellenmiş, tarih kitabı yazımı ve basımı artmıştır. “Arapça
vak’a ile Farsça nüvis (yazan, yazıcı) sıfatından meydana gelen tabir önceleri
“vekayi’nüvis” şeklinde de kullanılmıştır”9. Gerek vakanüvislik, gerek
şehnamecilik gelenekleri göz önünde tutulduğu takdirde aslında Osmanlı’nın tarihe
verdiği önem, padişah ve sadrazamların tarihte vukuu bulan ve bilhassa İslam ve

7 Vakanüvislik; daha ziyade edebi yönü ağır basan, fakat bunun yanında yarı resmi tarih yazıcılığı

sayılabilecek “şehnameciliğin” gelişmiş, ve resmileşmiş hali sayılmaktadır.


8 Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa tarafından görevlendirilen, resmi olarak ilk kez maaşlı tarihçilik

yapan, ilk vakanüvis; Naima Mustafa Efendidir (1128-1716). Eseri; Tarih-i Naima. Naima Mustafa
Efendinin vakanüvisliğe ne zaman atandığı ve hangi tarihe kadar bu görevi icra ettiği tam olarak
bilinmemektedir.
9 Bekir Kütükoğlu, “Vak’anüvis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.42, s.457.

469
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
Osmanlı tarihlerinin yazılı hale getirilmesi hususu konusunda oldukça belirgin bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Osmanlı vakanüvisliği yazım tekniği olarak İslam tarihi yazıcılığına


bağlılığını sürdürmüştür. Vakanüvislik görevlerine ise Divan-ı Hümayun
kalemlerinden veyahut ilmiye mensubu saraylı ve yetenekli kişiler tayin
edilmekteydi10. Söz konusu vakanüvislik Türk tarih yazıcılığı açısından çok mühim
bir yer teşkil eder. XVIII. Yüzyılın başlarından itibaren vakanüvislik geleneği
başlamış fakat bunun öncesinde ki şehnamecilik geleneği Osmanlı’da tarih
yazıcılığı hususunda alt yapıyı sağlamıştır. Tanzimat ve sonrası içinde vakanüvislik
daha da modernleşerek yol almıştır.

3.Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerine Toplu Bir Bakış


Dönemin siyasi ve kültürel yapısını ele almadan ve incelemeden edebiyat,
tarih ve bilim dünyasında gerçekleşen ilerlemeleri incelemek mümkün değildir. Bu
bağlamda Avrupa’da gerçekleşen yenilikler, sanayileşme ve sömürgecilik
hareketleri oldukça hız kazanmıştır ve kendi içindeki kavgayı sona erdiren Avrupa
dışarıya yönelmiştir. Özellikle sömürgeci faaliyetlere başlayan ve başını
İngiltere’nin çektiği batı devletleri bir Doğu Sorunu olarak karşısında duran “hasta
adam” sıfatıyla Osmanlı’yı bulmuştur. Bu gelişmeler karşısında çare arayan
Osmanlı, süreci Tanzimat Fermanı ile karşılamış ve bu süreç Osmanlı’da büyük
akisler uyandırmıştır. 1839 yılında Osmanlı tebaası içerisinde bulunan Gayri
Müslim ve Müslüman olan halkın hak ve hukukunu yeni kanun ve nizam
oluşturularak savunulması ve düzenlenmesi işin görünen ve kulağa hoş gelen
kısmıydı. Aslında Mustafa Reşid Paşa’nın Tanzimat Fermanı’nı ilan etmesinin asıl
amacı bilhassa İngiltere’nin ve Avrupa’nın baskılarını azaltmaktı11.

Avrupa’nın bu tutumu ve milliyetçilik akımı ile büyük sorunlar yaşayan


Osmanlı, karşısında bir dizi sorun bulmuştur. Ortaya farklı görüşler atan aydınların
çabaları pek de netice vermemiştir. Özgürlükçü ve yenilikçi çabalarla gerçekleşen
Tanzimat, Islahat Hareketleri ve akabinde I. ve II. Meşrutiyet dönemleri içerisinde
Osmanlı’yı kurtarmak, Osmanlı’yı eski gücüne kavuşturmak için pek çok fikir
akımları baş göstermiştir. Bu fikir akımları ilk etapta kendi etrafında büyük ilgi
görseler de ne yazık ki tam çözüm olamamıştır.

Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve Batıcılık akımları bölünmelere ve


ayrımlara sebep olmuştur. Yaşanan bu olaylar tabii olarak edebiyat, düşünce, tarih

10Kütükoğlu, a.g.m. , s.458.


11Tuncer Baykara, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul,
2.Baskı, Ekim 2009, s.30.

470
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
alanlarına da tesir etmiş ve yazarlar bu düşüncelerden etkilenmişlerdir. Örnek
olarak Ziya Gökalp Turancılık akımının öncüsü olmuş ve bu akım çerçevesinde
eserler kaleme almıştır. Siyaset ve fikir alanına yansıyan “Türkçülük, milliyetçilik,
Turancılık, Pantürkizm” gibi kavramlar aslında aynı manaya gelmekte fakat bunun
yanında siyasi bölünmelere sebep olmuş, Türkçüler arasında tam bir görüş birliği
oluşturamamıştır12. Osmanlı artık Avrupa’nın üstünlüğünü kabul etmiş bir
durumdaydı. Batı’yı daha iyi tanımak için çalışmalar başlatılmış, Avrupa’da daimi
elçilikler açılmıştı. Batıcılık kavramı ise bu bağlamda başlamış, Batı’yı geçmenin
yolu Batı’yı anlamak, tanımak şeklinde telakki edilmişti. Lakin ne Batıcılık ne
Osmanlıcılık ne İslamcılık ne de diğer fikir akımları ve Türk aydınları Osmanlı
devletinin bilhassa batı karşısında eriyip gitmesine mani olamayacaktı. Tanzimat
ile başlayan zaman süreci aslında Batı’nın üstünlüğünü resmileştirmek ve Osmanlı
için kısmen sonun başlangıcı mahiyetini alacaktı.

4.Tanzimat’la Birlikte Değişen Tarih Anlayışı


1789 Fransız İhtilali ile adeta Avrupa’nın çehresi değişmiş, akabinde tüm
Avrupa’ya yayılmaya başlayan milliyetçi düşünceler Avrupa’yı zor durumda
bırakmıştır. Sonrasında Avrupa’da yaşanan iç savaşlar, İngiltere’de başlayan büyük
sanayileşme hareketleri Avrupa’yı bir değişim noktasına getirmiştir. Bu olanlar
sonrasında Avrupa’da milliyetçilik akımı ve bağımsızlık düşüncesi hız kazandığı
gibi yaşanan sanayileşme süreci Avrupa’nın bu dönemde büyük atılımlar
yapmasına sebep olmuştur. Bunun yanında Avrupa’da teknoloji hızla ilerlemeye
başlamış ve bilime olan bakış açısı da modern ve araştırıcı bir yöntemle
değişmiştir. Bu olanların tamamından tabii olarak etkilenen Osmanlı’da değişim
sürecine Tanzimat Fermanı ile girmiştir.

Tarih bilimi ve tarih anlayışı açısından oldukça önem arz eden bu dönemde
tarihçilik Osmanlı’da yeni bir boyut kazanmaya başlamıştır. Tanzimat Dönemine
kadar Osmanlı’da tarih anlayışı hikayeci bir üslupla yazıldığı gibi İslami motiflerle
bezenerek İslam tarihi üzerinde durulmuş, Osmanlı tarihi ile İslam tarihi
harmanlanmıştır. Bu dönemde değişmeye başlayan Osmanlı tarihçilik anlayışı
Meşrutiyet dönemlerinde de değişmeye devam ederek tarihçilikte modernleşme
yolunda ilerlemeye devam edilmiştir. Tanzimat dönemi ile birlikte Osmanlı tarih
yazıcılığında hem eski usuller takip edilmeye devam edilmiş, fakat bunun yanında

12 Nevzat Köken, “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi (1923-1960)”, Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümü, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
Isparta 2002, s.39.

471
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
Avrupa tarih yazıcılığı metotlarından ilham alınarak tamamen modern tarzda
eserler kaleme alınmaya başlanmıştır13.

İlk kez Meşrutiyet dönemlerinde batı dillerinden de çeviri eserler kaleme


alınmıştır. II. Mahmud döneminde Avrupa’ya eğitim için öğrenciler gönderilmiş,
Tanzimat devrinde yabancı dil bilenler artmış, bunun yanında Avrupa’daki olaylar
takip edilmiştir14. Ayrıca Batı’ya gönderilen öğrenciler ve aydınlar, ilk kez bu
dönemlerde Avrupa’dan çeviri eserler kaleme almışlardır. “Öte yandan daha
Tanzimat’tan önce başlayan dilde sadeleşme hareketi bu dönem tarihçiliğini
önemli ölçüde etkilemiştir. Bu hareket, 1832’de Takvim-i Vakayi’nin yayınlanmaya
başlanmasından sonra biraz daha genişledi”15.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde bahsettiğimiz Osmanlı tarih


yazımında ve tarihçilik anlayışında değişimler gerçekleşmiş olsa da bu
değişimlerin bakış açısında köklü yenilikler gerçekleştirdiğini ve sağlam temellere
oturtulduğunu söylemek yanlış olacaktır. Osmanlı’da değişen ve gelişen bilim daha
çok yüzeysel olmuştur. Tanzimat döneminde tarih yazıcılığı bir takım ideolojilerin
güdümüne girmiş, bu bakımdan tarih yazıcılığı amacından sapma emareleri
göstermiştir16.

Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye’sine tarih alanında bu gibi gelişmeler


yaşanmış, lakin en köklü, çağdaş, yani tam anlamıyla araştırıcı tarih anlayışının
temelleri Cumhuriyet’in kurulması ve bilimde yapılan yeniliklerle ortaya çıkmıştır.
Özellikle batı dünyası Türkler’i kaleme almış olduğu eserlerde onları aşağılık
(2.ırk), barbar, medeniyetten bihaber, tek geçim kaynaklarının hayvancılık olan
insanlar olarak telakki etmişlerdir. Bu tür eserlerin ve yakıştırmaların örneklerini
vermek mümkündür. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün destekleriyle 1931
yılında açılan Türk Tarih Tedkik Cemiyeti tarih alanında Türkler’in kadim tarihini
araştırmak, batının yapıştırmış olduğu yaftaların çürük ve basit tezlere dayandığını
kanıtlamak amacıyla kurulmuş, araştırmacı tarih anlayışıyla çalışmalara
başlamıştır. Bu dönemle birlikte yapılan çalışmalar, kaleme alınan eserler de batı
kaynaklı eserlerin dayandığı tezler kolaylıkla çürütülmüştür. Türkler’in barbar ve
medeniyetten bihaber olmadığı kolayca anlaşıldığı gibi aslında Türk tarihinin ne

13 Necdet Hayta, Uğur Ünal, “Modernleşme Döneminde Osmanlı Tarih Yazıcılığı (1789-1908)”,
Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı,
Mayıs 2011, s.143.
14 Azmi Süslü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e: I”, Fırat Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk

Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Fırat Havzası Araştırma Merkezi, Elazığ 1990, s.160.
15 Zeki Arıkan, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tarihçilik”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C. 6, İstanbul 1985, s.1584.


16 Zeki Arıkan, “Osmanlı Tarih Anlayışının Evrimi”, Tarih ve Sosyoloji Semineri (Bildiriler), İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınevi, İstanbul 1991, s.90.

472
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
kadar köklü, teşkilatçı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmış ve dünya politikası
içerisinde her zaman aktif olarak en ön saflarda yer aldığı kanıtlanmıştır.

5.Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Eser Vermiş Tarihçilerimiz


İlk ciddi ve araştırmacı tarih çalışmalarına Tanzimat döneminde başlanmış,
sonrasında ilmi metotlarla hazırlanan tarih çalışmaları artarak devam etmiştir.
Tanzimat döneminin Osmanlı tarih yazıcılığı açısından bir dönüm noktası
olduğunu, bunu Meşrutiyet dönemlerinin de izlediğini söylemiştik. Tanzimat’tan
Meşrutiyet dönemlerine kadar, o döneme göre çağdaş tarihçilikle kaleme alınan
eserlerin çeşitliliği ve tercüme eserlerin varlığı oldukça dikkat çekicidir. Özellikle
Ahmed Cevdet Paşa, Lütfi Paşa gibi şahsiyetlerin önemli tarih çalışmaları vardır.

-Ahmet Cevdet Paşa: Tarih-i Cevdet: 12 cilttir. Ahmed Cevdet Paşa’nın en başarılı
olduğu eseridir. 30 senelik çalışmanın ürünüdür. Osmanlı Devleti'nin 1774-1825
seneleri arasındaki tarihini anlatır.

Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: 12 kısımdır. Cevdet Paşa'nın en tanınmış


eseridir. Tezakir-i Cevdet, Ma’ruzat,

Mecelle: Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmıştır.

Divançe-i Cevdet, Kavaid-i Osmaniye,

Ayrıca; Belagat-ı Osmaniye - Kavaid-i Türkiye, Takvim-ül Edvar-Miyar-ı Sedad,


Adab-ı Sedat fi-İlm-il-Adab, Hülasatül Beyan fi-Te’lifi’l -Kur’an, Asar-ı Ahd-i
Hamidi, Hilye-i Seadet, Ma’lumat-ı Nafia.

-Ahmet Vefik Paşa: Müntehabat-ı Durub-ı Emsal (Atasözleri), Hikmet-i Tarih,


Fezleke-i Tarih-i Osmani (Kısa Osmanlı Tarihi), Secere-i Türki, Lehçe-i Osmani
(İlk Türkçe sözlüklerden birisidir).

Ayrıca; Victor Hugo ve Voltaire’den tercüme eserleri bulunmaktadır.

-Mütercim Asım: Burhan-ı Katı (Farsça-Türkçe sözlük), Tuhfe-i Asım (Arapça-


Türkçe manzum sözlük), Asım Tarihi.

Meşhur tercüme eserleri:

Siyer-i Halebi (siyer).

El-Okyanusu'l Basıt fi Tercümeti'l-Kamusü'l-Muhit (İranlı Muhammed Mecdüddin


Yakup Firuzabadi'nin sözlüğünün tercümesidir).

Telif Eserleri: Merahü'l-Meali fi Şerhi'l-Emali, Tuhfe-i Asım.

-Hayrullah Efendi: Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye.

473
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
-Lütfi Paşa:Tevarih-i Ali Osman, Asafname ise Lütfi Paşa'nın en tanınmış eseridir.

Halisil Ümme Marifeti-l eimme.

-Abdurrahman Şeref Efendi: Coğrafya-i Umumi (2 cilt, 1313: 1. cilt, 3. baskı,


1303, 2. cilt, 1. baskı), Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, Fezleke-i Tarih-i
Düvel-i İslâmiyye, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, Tarih-i Asr-ı Hâzır, Harb-i Hâzırın
Menşei.

-Şanizade Ataullah Efendi: Hamse-i Şanizade, Miratü’l Ebdan fi Teşrih-i Azaü’l-


İnsan, Usulü’t Tabia, Miyaru’l-Etibba, Kanunü’l-Cerrahin, Mizanü’l-Edviye,
esaya Name-i Seferriyye, Usul-i Sak, Tembihat-i Hükümran, Tanzim-i Piyâdegân
ve Süveriyân, Şânizade-i Divan, Tarifat-ı Sevahil-i Derya.

Çeviri Eserleri: Usul-i Hesap, Usul-i Hendese, Cebir Mukabele.

5.1.Yabancı Dilde Yazılan Bazı Eserler


-Mahmud Rif Efendi;Tableau des nouveaux de I Empire Ottaman (İstanbul,1793).

-Ermeni asıllı Noradounghian Gabriel Efendi; Recueil d’actes internationaux de I


Empire Ottaman (Paris 1897-1903,4cilt).

-Mahmud Muhtar Paşa; Evenements d’Orient (Paris,1908).

-Murad Bey; Le palais de Yıldız et la Sublime Porte (Parsi,1895).

-Ahmed Cemal Paşa; Memories of a Turkish Staresman (London,1922).

6.II. Meşrutiyet ‘ten Cumhuriyet’e


Dönemin Osmanlı’sında siyasi pek çok gelişmenin yanı sıra Türkçülük
akımı ve İttihat ve Terakki partisi, tarihçiliğin yönünü adeta belirler bir nitelik
kazandırıyor. Bu dönemde ilk kez gelenekselci tarih anlayışı tamamiyle bir kenara
bırakılarak özellikle milli fikirlerin de etkisiyle tarihi eserler kaleme alınıyor.
“Meşrutiyet döneminde, Rusyalı Türkçü tarihçiler milli tarih yazımının zeminini
hazırlayan katkıyı sağladılar. Rusya’dan gelen Türkçüler, etnik-kültürel bir
muhafelet tecrübesi kazandıklarından Türk milliyetçiliğine malzeme taşıdılar. Rus
Çarlığına karşı mücadele eden Krım, Kazan ve Azerbaycanlı Müslüman Türkler,
kimliklerini Müslümanlık ve Türklükle tanımlıyorlardı”17.

II. Meşrutiyet dönemi tarih anlayışı, Cumhuriyet dönemi tarih anlayışına


alt yapı hazırlamıştır. Bu dönemde dikkati çeken en büyük çalışma “Tarih-i

17 Kemal Koçak, “Osmanlıdan Cumhuriyete Tarih Anlayışına Tesir Eden Faktörler”,


http://www.akademiktarih.com/pdfler/
store/kemalkocak2.pdf, 27.03.2013, s.15.

474
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
Osmani Encümeni” dir. “Encümenin kuruluşu, Padişah Mehmed Reşat’ın saltanatı
ve Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci sadrazamlığı zamanında gerçekleşmiştir.
Mehmed Reşat’ın Abdurrahman Şeref Efendi’yi 17 Mayıs 1909’da vakanüvisliğe
atamasıyla encümenin kuruluş süreci de başlamıştır. Encümen, 27 Kasım 1909’da
kurulmuştur”18. 1918 yılına kadar bu encümen, çalışmalarını sürdürmekte fakat
sonrasında etkinliğini kaybetmektedir. Yusuf Akçura ve Fuad Köprülü gibi kişiler
bu encümenin ortaya koyduğu fikirleri sert bir şekilde eleştirdiler. “Öte yandan II.
Meşrutiyet siyasal ve kültürel Türkçülük hareketinin gelişmesine de ortam
hazırladı. Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t-Türk adlı ünlü anıtsal eserinin II.
Meşrutüyet döneminde bulunup yayınlanması, Türkoloji araştırmalarına geniş
ufuklar açtı”19.

Görüldüğü üzere Türkiye’de tarihçilik pek çok evreler geçirmiş, pek çok
yol katetmiştir. II. Meşrutiyet döneminin akabinde Anadolu coğrafyası işgale
uğramış, milli şuur şaha kalkmıştır. Özellikle batılı ülkelerin yüzyıllardır kendi
yazdıkları asılsız tarihi tezlere dayanarak Anadolu coğrafyasını işgale girişmişler,
lakin milli şuuru yenemeyerek “geldikleri gibi gitmişlerdir”. İşte bu bağlamda
baktığımız zaman Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in ilanı ile tarihi
alanda ciddi çalışmalar yapılması, memlekette tarih şuurunun oluşturulması, en
önemlisi kadim Türk tarihinin bilimsel metotlara dayanarak araştırılması ve
çalışmaların başlatılması için ön ayak olmuştur.

Cumhuriyet döneminde yapılan yenilikler sayesinde modern yönde eğitime


geçiş sağlanmış bu da tabii olarak tarih bilimini ve tarih anlayışını etkilemiştir.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren tarih çalışmaları modern araştırıcı
yöntemlerle yazılmaya başlanmış ve yapılan reformlar sayesinde tarih bilimi
kurumsallaşmıştır. Bunun en somut örneği olarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
(1931) gösterilebilir. Sonrasında ismi Türk Tarih Kurumu şeklinde değişen kurum,
tarih alanında çok ciddi çalışmalara ön ayak olmuştur. Ayrıca bunun yanında
yapılan üniversite reformu ve Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Ankara’da
açılması hem tarih hem de diğer bilim dallarına yeni kurulmuş Türkiye
Cumhuriyet’inin bilim alanında devrim niteliğinde çalışmaların başlamasını
sağlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan yeniliklerin ve
gerçekleşen modern çalışmaların artık çok sağlam tezlere dayanarak batı dünyası
ile rekabet edebilecek düzeye ulaşabildiğini rahatlıkla görebiliyoruz.

18 Yenal Ünal, “Türkiye’de Tarihçilik Tarihçiliğin Gelişimi (15-20.YY) ve Türk-Batı Tarihçiliğine


Örnek İki Kitabın Karşılaştırmalı Analizi”, Kelam Araştırmaları 2010,
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D03265%5C2010_2/2010_2_UNALY.pdf, 19.03.2013, s. 193.
19 Arıkan, “Tanzimat…“. s.1590.

475
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
6.1.Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliğin İki Mühim Siması;
Ord.Prof.Dr.Mehmet Fuad Köprülü ve Ord.Prof.Dr.Ahmet Zeki Velidi Togan
Bu iki önemli şahsiyet Cumhuriyet dönemi Türkiye sinde tarih yazıcılığına
ve Türk tarihine damgalarını vurmuştur. Zeki Velidi Togan ve Fuad Köprülü
öğrenci yetiştirmenin ve bilgi birikimlerini öğrencilere aktararak yeni yetişen genç
tarihçi adaylarına faydalı olmanın ne kadar mühim bir vazife olduğunu
benimsemişlerdir.

Fuad Köprülü20, Osmanlı tarihinde çok mühim işlere imza atmış olan
meşhur sadrazamlar Köprülü sülalesine mensuptur. Ankara Hukuk Fakültesindeki
hocalarını kifayetsiz bulan Fuad Köprülü, üniversite hayatını yarıda bırakarak
kendini bilime adamıştır. Edebiyat ve tarih alanında yapmış olduğu çalışmalar
dünyaya nam salmış, ünü her geçen gün artarak devam etmiştir. Çok genç yaşta
liselerde muallimlik vazifelerini üstlenmiş, sonrasında İstanbul Üniversitesi,
Mülkiye, Sanayi-i Nefsiye mektepleri, İlahiyat Fakültesi ve Ankara
Üniversitesi’nin Dil ve Tarih-Coğrafya, Siyasal Bilgiler Fakültelerinde hocalık
görevini icra etmiştir21. Çok üretken bir şahsiyet olan Fuad Köprülü’nün bugün
tarihçilik alanında müthiş eserler veren Halil İnalcık, Mehmet Altay Köymen,
Osman Turan, Hüseyin Nihal Atsız, Faruk Sümer, Akdes Nimet Kurat gibi
şahsiyetlerin yetişmesinde fazlasıyla emeği geçmiştir. İlgi ve çalışma alanı daha
çok kültür, edebiyat ve medeniyet tarihi üzerine olan Köprülü, batılı tarihçilerin
basit ve asılsız tezlere dayanarak Osmanlı tarihi üzerine yapılan çalışmalara,
sağlam ve ilmi metotlarla dayanarak eleştirilerde bulunmuş, bu eserlerin dayandığı
tezleri teker teker çürütmüş ve bilhassa Osmanlı Kuruluş evresine ışık tutmuştur.
Özellikle edebiyat tarihi ve Osmanlı tarihi üzerinde sayısız eserleri bulunan Fuad
Köprülü’ nün ne yazık ki siyaset hayatına atıldıktan sonra üretkenliği sekteye
uğramıştır. Türkiye’nin hem edebiyat alanında hem tarih alanında ki modern ilmi
çalışmalarına ışık tutmuştur.

Zeki Velidi Togan22 ise Başkurdistan’da 1890 yılında doğmuş ve gençliği,


kendi halkının Rus baskısından kurtulması için Ruslarla mücadele ederek
geçmiştir. Türkçülük akımı ve Basmacı Hareketi’nin önde gelen siması olan Zeki
Velidi Togan, Başkurdistan’ın bağımsızlığı için Lenin, Stalin ve Troçki ile

20 Tafsilatlı bilgi için bkz. Orhan Köprülü, Fuad Köprülü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1987; Ömer Faruk Akün, “Mehmed Fuad Köprülü”, TDVİA, C. 28.
21 Halil İnalcık, “Modernleşme Döneminde Osmanlı Tarih Yazıcılığı (1789-1908)”, Türkiye’de Tarih

Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı, Mayıs 2011,
s.179.
22 Tafsilatlı bilgi için bkz. Tuncer Baykara, Zeki Velidi Togan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,

Ankara 1989.

476
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
görüşmüş fakat bir sonuç alamamıştır. Türkistan’a çekilip burada mücadelesine
devam eden Togan, başta Yusuf Akçura ve Fuad Köprülü’nün gayretleriyle
Türkiye’ye davet edilmiştir23. Zeki Velidi Togan, 1927 sonrasındaki İstanbul
Üniversitesi’nin öğretim kadrosuna dahil olmuştur24. Ünlü Rus Türkologlarıyla
tanışan, görüşen, onlarla fikir alışverişinde bulunan Togan, ilmi gezilerde
bulunmuş ve pek çok belgeyi gün yüzüne çıkarıp ilim dünyasına sunmuştur.
Türkiye’ye geldikten sonra ilmi çalışmalarına hız kesmeden devam eden Togan
özellikle Orta Asya Türk tarihi, Türkistan ve Orta zaman Türk tarihine ışık tutan
pek çok eser vermiş, o ana kadar hiç araştırılmamış mevzuları araştırmıştır. Zeki
Velidi Togan Türkistan sahasında adeta bir önder olarak kabul görmüş, Rus
baskılarına karşı yıllarca direnmiştir. Bugün gene Türk tarihçiliği açısından çok
önemli şahsiyetlerin yetişmesinde büyük emeği geçen Zeki Velidi Togan’ın
öğrencilerinden bazıları; benim de hocam olan Tuncer Baykara, Gülçin
Çandarlıoğlu, Mustafa Kafalı, Enver Konukçu, Fahrettin Kırzıoğlu, Salih Tuğ gibi
simalardır. Bunların dışında kendi evlatlarını (Prof.Dr.Sübidey Togan-
Prof.Dr.İsenbike Togan) da bu yolda yetiştirmiş, tarih için önce kaynak dillerinin
bilinmesi gerektiğini sonrasında tarih ilminin yapılabileceğini bizzat İsenbike
Togan’a telkin etmiştir. Bunların haricinde Zeki Velidi Togan çok iyi bir at
binicisiydi ve kımızı çok severdi. Hatta evlatları hasta olduğunda ilaç niyetine
kımız içirdiğini İsenbike Togan nakletmiştir.

Gerek Zeki Velidi Togan gerek Fuad Köprülü Türk tarihçiliğinin modern
anlamda kilometre taşlarıdır. Bu iki şahsiyet aynı yılda doğmuş, F. Köprülü
Osmanlı, Z.V.Togan da Çarlık Rusya devirlerinin kültür ve etkisiyle
yetişmişlerdir25. Mevzu tarihçilik olunca Türkiye coğrafyasında bu iki alimin
çalışmaları ve emekleri akla gelmektedir. Dünyaca nam salmış bu iki bilim
insanının bitmek tükenmek bilmeyen çalışma azimleri, kaynaklara hakim oluşları
modern ve araştırıcı tarih anlayışında birer örnektir. Kendilerinden sonra gelen
tarihçilere adeta rehber olan bu iki mühim insanın hayatları Türk bilim dünyasına
bir şey daha katabilme umuduyla geçmiştir. Zeki Velidi Togan da Fuad Köprülü de
hem doğu dillerine hem de batı dillerine oldukça aşina idiler. Bu iki bilim insanının
hayatları ve yapmış oldukları çalışmalar kuşkusuz ki nesiller boyu övgüyle söz
edilecektir.

23 Bu konuda bkz. A.Zeki Velidi Togan, Hatıralar - Türkistan ve Diğer Müslüman Doğu Türklerinin
Milli Varlık ve Kültür Mücadeleleri, Türkiye Diyanet Vakfı, 2.Baskı, Ankara 2012.
24 Tuncer Baykara, “Zeki Velidi Togan”, Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Tarihçilik ve Tarih

Yayıncılığı Sempozyumu Bildirileri, TTK., Ed. Mehmet Öz, Ankara 2011, s.16.
25 Baykara, a.g.m., s.19.

477
 
Alican KİRİŞOĞLU 
—————————————————————————————— 
Teşekkür
2 - 4 Mayıs 2013 tarihleri arasında Isparta, Süleyman Demirel
Üniversitesinde, lisans ve yüksek lisans düzeyindeki öğrencilerin katılımıyla
gerçekleştirilmiş olan, “Gelecek Geçmişi Tartışıyor” adlı sempozyumda emeği
geçen Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümündeki
tüm akademik kadroya, bu sempozyuma katılma sürecinde benden desteklerini
esirgemeyerek bana vakit ayıran hocam; Uşak Üniversitesi, Tarih Bölümü öğretim
üyesi Yrd.Doç.Dr. M. Salih Erkek’e, Süleyman Demirel Üniversitesi tarih bölümü
öğrencilerine emeklerinden ötürü ve bizlere sunulan imkanlardan dolayı canı
gönülden teşekkürlerimi sunar, ve bu tür etkinliklerin devam etmesini temenni
ederim.

Saygılarımla
Alican Kirişoğlu
İzmir
07.08.2013.

Kaynakça
AYDIN, Ahmet, “Osmanlılarda Tarih Yazıcılığı”, Türkler, C. 11 Osmanlı, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002.
ARIKAN, Zeki, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tarihçilik”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C. 6,İstanbul 1985.
_________, Zeki, “Osmanlı Tarih Anlayışının Evrimi”, Tarih ve Sosyoloji
Semineri (Bildiriler), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınevi,
İstanbul 1991.
BAYKARA, Tuncer, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul, 2.Baskı, Ekim 2009.
_________, Tuncer, “Zeki Velidi Togan”, Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de
Tarihçilik ve Tarih Yayıncılığı Sempozyumu Bildirileri, TTK., Ed. Mehmet
Öz, Ankara 2011.
HAYTA, Necdet, Ünal Uğur, “Modernleşme Döneminde Osmanlı Tarih Yazıcılığı
(1789-1908)”, Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet
Şimşek, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı, Mayıs 2011.
IMBER, Colın, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten İstanbul’a,
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Derleyenler: Oktay
Özel, Mehmet Öz, Kızılay-Ankara, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Mayıs 2005.

478
 
 
 
 
 
 
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Tarih Yazımı  
—————————————————————————————— 
İNALCIK, Halil, “Modernleşme Döneminde Osmanlı Tarih Yazıcılığı (1789-
1908)”, Türkiye’de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin, Ahmet Şimşek,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı, Mayıs 2011.
KOÇAK, Kemal, “Osmanlıdan Cumhuriyete Tarih Anlayışına Tesir Eden
Faktörler”,
http://www.akademiktarih.com/pdfler/store/kemalkocak2.pdf, 27.03.2013.
KÖKEN, Nevzat, “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi (1923-
1960)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Bölümü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta 2002.
KÜTÜKOĞLU, Bekir, “Vak’anüvis” mad. , Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C. 42, İstanbul 2012.
MENAGE, V.L. , ”Osmanlı Tarihinin Başlangıcı” (Çev. Salih Özbaran), Osmanlı
Tarih ve Tarihçileri, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 9, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınevi, İstanbul 1978.
SÜSLÜ, Azmi, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e: I”, Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Fırat Havzası
Araştırma Merkezi, Elazığ 1990.
ŞAHİN, Haşim, “Menakıbname” mad. , Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 29, Ankara 2004.
ÜNAL, Yenal, “Türkiye’de Tarihçilik Tarihçiliğin Gelişimi (15-20.YY) ve Türk-
Batı Tarihçiliğine Örnek İki Kitabın Karşılaştırmalı Analizi”, Kelam
Araştırmaları 2010,
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D03265%5C2010_2/2010_2_UNALY.pdf,
19.03.2013.

479
 
   
 

   
 

 
 

 
 

 
   
 

 
 

   
 

You might also like