Professional Documents
Culture Documents
Kurucu Editör
Metin Kunt, Sabancı Üniversitesi Tarih Profesörü
Türkiye Tarihi muazzam bir girişimi temsil ediyor. Dört ciltlik bu tarih Türklerin
Anadolu'ya girdiği dönem olan ır. yüzyıl sonundan başlayarak Osmanlı devletinin
kuruluşunu, ıs. - ı6. yüzyıllarda doğuda İran sınınndan bahda Macaristan'a, güney
de Kuzey Mrika ve Arap yanınadasına kadar uzanan muazzam topraklan olan güç
lü bir imparatorluk haline gelişini kapsamaktadır. Son cilt imparatorluğun I. Dün·
ya Savaşı sonrasında parçalanışına ve küllerinden doğan modern Türkiye devletinin
tarihine dairdir. Birçok ülkeden yazarlarm katkılan son yıllarda Osmanlı tarihi ile
Türkiye araşhrmalarında görülen son derece önemli ilerlemeleri yansıhr.
Cilt I
Bizans-Osmanlılar, ıo7I-ı453
Kate Fleet (ed.)
Cilt i l
Bir Dünya Gücü Olarak Osmanlı İmparatorluğu, 1453-ı6o3
Suraiya N. Faroqhi ve Kate Fleet (ed.)
Cilt III
Geç Osmanlı İmparatorluğu, ı6o3-1839
Suraiya N. Faroqhi (ed.)
Cilt IV
Modern Dünyada Türkiye
Reşat Kasaba (ed.)
TüRKİYE TARİHİ
GEÇ OSMANLI İMPARATORLUGU
ı6o3-1839
CİLT 3
ÇEVİRİ
FETH İ AYTUNA
KitapYAYlNEVi
OHamedan
Olsfahan
o Medine-i münevvere
o Mekke-i mükerreme
TO RKiYE TAR i H i 13
.....
..ı::..
1= : ��
Ö emli şehi l r
�···ı
oSibin
oTemeşvar
o Saraybosna
Tü R KiYE TAR i H i
ediliyordu ki, yalnız Osmanlı merkezi yönetimiyle değil, aynı zamanda bir
dizi taşra yöneticisiyle de politik düzeyde uzlaşmalar yapılmıştı. Kudüs'teki
Kutsal Kabir Kilisesi'nin tamirini gerçekleştirmenin yanı sıra, Fransisken
ve Cizvitlerin Osmanlı tebaasından Ortodoks veya Ermeni Hıristiyanlan
Papa'nın yüceliğini tanımaya ikna etmelerini sağlamak için de padişahla
uzlaşmak gerekli sayılıyordu.3
Ama ticari kaygılar her şeyin üstündeydi. Savaş zamanında Osman
lı hükümdannın Doğu Akdeniz'de faal durumda olan Avrupa gemilerini
ordularına ve egemenliği altındaki şehirlere erzak sağlamak için kullanma
sına izin veriliyordu. Fransa, Britanya ve Hollanda hükümetleri tebaasının
Osmanlı devletiyle yaptığı ticaretin hacmi göz önüne aldığında, bu davranış
makul bir bedeldi. Levant tüccarlarının Marsilya, Londra veya Amster
dam'da ödedikleri gümrük vergisi ve diğer harçların haricinde, özellikle,
Fransa'da Osmanlı diyarından gelen hammaddeye dayalı önemli endüstri
ler vardı. r8. yüzyılda büyük bir endüstri haline gelen Marsilya sabun fabri
kaları Tunus veya Girit'ten gelen hammaddeler olmadan faaliyete devam
ederneyecek durumdaydı.4 Yünlü imalatı bu durumun tipik bir örneğiydi.
. Osmanlı pazarı r8. yüzyılın sonunda çöktüğünde, Montpellier yakınındaki,
vaktiyle zengin bir tekstil üretim merkezi olan Careassanne bir taşra kasa
bası konumuna düşmüş, sakinleri geçimlerini bağlardan elde ettikleri ge
lirle sürdürmek zorunda kalmışlardı.5
Bir kez daha belirtelim ki, Osmanlı İmparatorluğu toprakları uçsuz
bucaksızdı; üstelik sosyopolitik sistemi sultanların hüküm sürdüğü bölge
lerde derin kökler salmıştı. Tebaa ticari ilişkilerinde bu durumdan yararla
nıyordu. Kervan yollarına daha yakından baktığımızda bu durum açıkça an
laşılır. rg6o'lar ve 7o'lerde, Atlas ve Hint okyanuslarında deniz ulaşımının
arttığını vurgulamak, dünya ticareti tarafından çevrele itilen Osmanlı İmpa
ratorluğu'nun çökmekten kurtulamayacağı sonucuna varmak adet haline
gelmişti.6 Bu görüş bugün bile geniş ölçüde savunulmaktadır. Bununla bir
likte, eğer yanılmıyorsam, bu tür bir yoruma en azından burada incelenen
dönemin büyük bir kısmı açısından ihtiyatla yaklaşmak için sağlam neden
ler vardır. Birincisi, karayolları -ya da Halep'i Hindistan'a bağlayan güzer
gahta olduğu gibi birleşik kara ve deniz yolları- artık ticari trafiğin geneli
ı8 G i Ri Ş
içinde daha az paya sahip olsa da, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüm Os
manlı tüccarlarının elinde kalan kısmının hala önemli bir yer tuttuğunu gö
rürüz. İkincisi, Avrupa'da Balkanlar ve Ortadoğu'dan gelen ham ipek ve di
ğer mallara talebin görece düşüşe geçmesi, ı8oo'lerin başında Avrupa'nın
egemenliğindeki dünya pazarının amansız rekabetine maruz kalmadan ön-
.
ce Osmanlı üreticilerine bir "soluk alma fırsatı" vermişti ki, dünya pazarı
na giriş bir dezavantajdan çok avantaj olacaktı/ Bundan dolayı, Osmanlı
ekonomisinin ı8. yüzyıl ortasından önce gerçekten de marjinal konuma dü
şüp sultanın ordusu ile donanmasına hizmet veremeyecek hale gelmiş ol
duğu çok da aşikar değildir. Fernand Braudel meslek hayatının son dönem
lerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun kara ticareti yollarını kontrol etmesi
sayesinde ı7oo'lerin sonuna kadar gücünü koruduğu sonucuna varmıştır
ki, bu doğru bir değerlendirmedir.8
Tü RKiYE TAR i H i
ti. Sonuçta, buharlı gemiler ve demiryolları ortaya çıkmadan önce sıradan
halk için tüketici malları ithal etmek gerçekçi bir girişim olamazdı. 176o'lar
dan sonra bile, özellikle de asayişin göreceli de olsa yeniden tesis edildiği
Il. Mahmud döneminde (h. ı8o8-ı839), pek çok yerel üretici ithal ürünler
le gayet iyi rekabet ediyordu. r o Buna rağmen, bu dönemde bazı bölgeler gi
derek Avrupa'nın ticaret ağlarına katılmaktaydı. ı8. yüzyılın ikinci yarısın
da ise yeni bağlantılar kurulmuştu; mali hizmetlere duyulan ihtiyaç ve bu
nu sağlayacak Osmanlı bankalarının bulunmayışı yüzünden Fransız tüc
carlar daha önceleri pek karlı bir girişim olmayan mali spekülasyona yöne
lip Osmanlı İmparatorluğu'ndan para ihraç ettiler." Merkezi Osmanlı yöne
timi dış borçlanmaya ilk kez Kırım Savaşı sırasında başvururken, yerel yö
neticilerin en azından bir kısmı bu tarihten yüz yıl kadar önce Avrupalı tüc
carlada mali ilişkiler içine girmişti.
20 G i Ri Ş
manlı pazarlan için çalıştıklarından, repertuarlanna bazı· "Türk" motifleri
de kattılar.'4
Güney Asya'dan gelen malların çoğu Osmanlı İmparatorluğu'na
Kahire üzerinden giriyordu; ancak Kahireli tüccarlar genellikle Cidde'nin
güneyine inmeyi göze alamıyordu. Bunun sonucunda, baharat ithalatı ek
seriyetle Müslüman olan Hintli tüccarların yalnız Kahire ya da İstanbul'a
gitmekle yetinmeyip zaman zaman küçük Anadolu kasabalarında bile gö
rünmesine yol açıyordu. Hintli tüccarların kendi hükümetlerine fazla bel
bağlamamış olmaları, bu ilişkileri daha iyi anlamamızı ne yazık ki engelli
yor. Fransızların, Hollandalıların ve İngilizlerin İstanbul, İzmir veya Say
da'daki varlığının yol açtığı sonuçları bir ölçüye kadar değerlendirmemize
imkan veren diplomatik yazışmalar Hintliler bağlamında mevcut değildir.
İran Ermenileri hakkındaysa, bu tüccarların bizzat sağladığı b�lge
lerin yanı sıra Safevi ve muhtelif Avrupa kaynakları sayesinde daha fazla
bilgi vardır. Osmanlı kayıtlarında da yer aldıkları ise pek bilinmeyen bir ger
çektir.'5 İran'la ticaret siyasi çatışmalar yüzünden sık sık kesintiye uğruyor
du. ı8. yüzyıl başında, bazı yıllarda savaş yüzünden ipek üretimi kesilince
ticaret tam anlamıyla durma noktasına gelmişti.'6 Buna rağmen, yalnız bü
.
yük liman şehirlerinde değil, küçük taşra kasabalarında bile şahın tebaası
olan Ermeni tüccarların varlığı belgelenmiştir. Bu nedenle, hiç değilse bir
kısmının ipek dışında başka malların ticaretini de yaptığını varsaymak zo
rundayız. Belki Ermeni ticaret diasporasının uzak yerlerdeki bağlantıları sa
yesinde bazılan Hint kumaşı ithal ediyordu. Osmanlıların Hindistan ve
İran'la ticari ilişkilerini belgelemek Avrupa'yla ilişkilerine kıyasla daha zor
olsa da, en azından bir kısmı gün ışığına çıkmıştır ve biraz sabırlı olursak
elbette daha fazlası da çıkabilir.
Ayrıca, Doğu'yla ticari ilişkilerin incelenmesi, imparatorluktaki
farklı ticaret merkezlerinin aynı koşulları sunmadığını anlamamızı sağla
mıştır. Merkezi Osmanlı yönetimi bütün vilayetlerinde geçerli olmak üzere
belirli y0netim ilkeleri benimsemişti; bu arada, eğer uygulanabilirliği varsa,
bazen bir önceki yönetim biçimine uyma eğilimi de gösteriyordu. Tüketici
pazarlarına düşük fıyatla mal sağlama kaygısı taşıyordu. En önemlisi de,
ekonomik faaliyeti devlet hazinesine gelir sağlamanın vazgeçilmez ve biri-
Tü RKiYE TAR i H i 21
cik yolu olarak görme eğilimindeydi (Mehmet Genç'in yarattığı formüle gö
re gelenekçilik, provizyonizm ve fıskalizm).'7 Ancak bu genel çerçeve Kahi
re veya Halep'teki ticaret ortamında bir kısıtlama yaratmamıştı. Buradaki
tüccarlar uzakta olmalan sayesinde, aşın devlet denetiminin hüküm sürdü
ğü sultanların başkentindeki tüccarlardan çok farklı olarak önemli ölçüde
serbestliğe sahiptiler.'8
malanna rağmen, bir yüzyıl sonra bile Venedik veya Lehistan gibi ikinci de
recedeki ülkelerde hala büyük fetihler yapabildikleri genellikle unutulan bir
gerçektir. Son araştırmalara göre, Habsburglann 17. yüzyılda doğu sınırla
nnda ilk modem askeri ıslahatı yansıtan teknoloji ve taktikleri kullandıkla
n anlaşılmaktadır. Osmanlılar 17. yüzyılın sonuna kadar imparatorların or
dularına direnebildiğine göre, yöntemleri genellikle düşünüldüğünün aksi
ne o kadar da modası geçmiş değildi. 20 Çoğu zaman Osmanlıların etkisiz as
keri gücünün bir göstergesi olarak kabul edilen devasa toplar aslında "gös
teriş" amacıyla üretilirdi;. tıpkı Avrupa ordularında olduğu gibi, gerçek an
lamda savaşma işi orta ve küçük ölçekli silahiara düşüyordu.
Gerek tek tek seferleri, gerekse Osmanlıların genel askeri gücünü
ele alan bazı araştırmalar sayesinde Osmanlı ordusunun güçlü ve zayıf yan
lan artık daha bir güvenle değerlendirilebilmektedir. 17. yüzyılın sonuna
kadar Osmanlıların en güçlü yanlarından biri ikmal hizmetleriydi. Savaşla
rın yol açtığı sefalet evrensel olsa da, sultanların ordusu genel olarak Avru
palı hasımianna göre daha iyi donatılıyordu. 21 Ordunun geçtiği yollar üze
rindeki menzillerde erzakı köylüler sağlardı. Asayişi korumanın zor olaca
ğı şehir pazarlarına muhtaç olmamak için, zanaatkarlar da birliklerin ya
nında götürülürdü. Tabii bu düzenlemenin sakıncalı yanları da vardı; köy
lülere hizmetleri karşılığında hemen hemen hiçbir şey ödenmiyordu, zana-
22 G i RiŞ
atkarlar ise masraflarını çıkarmayı bile beklemiyordu. Böylece savaşlar, nor
mal koşullarda bile Osmanlı sosyoekonomik yapısının zayıf noktasını oluş
turan sermaye birikimi sıkıntısını daha da ağırlaştırdı. 18. yüzyılın ikinci ya
rısında ordu ikmal sisteminin çöküşü de o yıllardaki askeri yenilgilerin al
tında yatan nedendP• Gıda, giysi ve çadır tedarik edilemez hale gelince as
kerler kendilerini "kaynağında" donatmak amacıyla kasaba ve köylerde ya
şayanlara saldırdılar. Daha da kötüsü, dayanma noktasını aşacak ölçüde ver
gi alınan Rum Ortodoks köylüler çann tarafını tutmaya başlamışlardı. Oy
sa daha önceki yüzyıllarda Hıristiyan hükümdarlar Osmanlı topraklanna
saldırdıklannda, sultanın gayrimüslim kullanndan genellikle çok az destek
bulabiliyorlardı.
İkınal sistemi büyük bir olasılıkla aşırı yüklenıneden dolayı çök
müştü. Uzun süredir, Osmanlı topraklannda ordu için üretim maliyetleri
ni bile karşılamayan fıyattan mal talep etmek adet haline gelmişti. Zanaat
karlar buna mallannın kalitesini düşürerek karşılık verdi. Muhtemelen ta
lihsiz köylülerin menzillerde tedarik ettiği tahıl da genellikle yenerneyecek
gibiydi.23 Yine de 17. yüzyıl sonuna kadar var olan sorunlar başa çıkılabile
cek türdendi, çünkü gıda ve giysi talebi -kuşkusuz oldukça fazla olmasına
rağmen- belirli sınırlar içinde kalıyordu. Ancak, en azından 18. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren, askeri talep artık Osmanlı vergi mükelleflerinin
karşılayamayacağı boyutlara vardı. Belki de bu çöküş, 17oo'ler civarında
Fransa'da yaşanan ve savaşın yol açtığı krizle kıyaslanabilir. Bu bilhassa
tehlikeli dönemde Il. Katerina'nın imparatorluğuyla karşı karşıya gelmek
Osmanlıların talihsizliğiydi. 24 Sonuçta, Rusya kaynaklarını asgari düzeyde
seferber ettiği zaman bile, elinde Balkanlar veya Ortadoğu'da mevcut olan
dan çok daha fazla ağaç, metal ve diğer hammaddeler vardı.
ikmal konusu bir yana bırakılırsa, askeri güç üzerine çeşitli araştır
malar yapılmıştır. Daha 16. yüzyılın ikinci yarısında sadece kılıç ve mızrakla
donanmış süvari birliklerinin önemi giderek azalmaya başlamıştı. Bu süreç
17. yüzyıl boyunca da devam etti. Belli başlı imparatorlukların muhtelif sa
vaşlarda meydana sürdüğü büyük ordulara sahip olmak isteyen sultanlar,
birçok Avrupalı hükümdar gibi, tek bir sefer için tutulan ve tüfek kullanan
paralı askerlere bel bağlamaya başladılar.'5 Buna karşılık, süvarİ hizmeti ve-
TO R K i Y E TAR i H i 23
ren ve padişahın hizmetindeki askeri birlikler arasında ayrıcalıklı bir yeri
olan tımarlı sipahilerin önemi giderek azaldı. 17. yüzyıl boyunca kısa süreli
görevler için tutulan tüfekçiler düzenli askeri birliklerle aralanndaki çekiş
meden dolayı sık sık isyan çıkardılar. Ne de olsa düzenli birlikler, paralı as
kerlerin elde edemediği iş güvencesine sahipti. Bununla birlikte paralı asker
ler de, isyan çıkardıklannda, kendilerini askere alan yerel valileri ayaklanma
nın başını çekmeye zorlayabilecekleri ateşli silahiara sahipti. Gözleri sadra
zamlıkta olan paşalar da zaten fazla kışkırtmaya ihtiyaç duymuyorlardı.
Özellikle 17. yüzyılın başlannda paralı askerlerin çıkardığı isyanlar
Anadolu kasabalan ve köylerinde yaşayan vergi mükellefı halk için son de
rece yıkıçı oldu. Sakinlerinin surlada çevrili şehirlere göçmelennden ya da
kırsal bölgelerdeki kalelerin içinde yaşamalanndan dolayı bazı bölgeler yıl
lar geçtikçe viraneye döndü. Bu durum merkezi hükümet açısından artık o.
bölgeden vergi toplanamayacağı anlamına geliyordu. Devletin terk edilen
köyleri iskan girişimleri de bir yere kadar başanlı oluyordu. Orta Anado
lu'nun özellikle ovalan ve vadilerinden oluşan görece kurak bölgelerinin
terk edilmesi bu dönemden başlamış ve bu süreç ancak rg. yüzyıl sonlann
dan itibaren tersine dönmüştü. Bu felaket paralı askeri güce geçişin dolay
lı bir sonucu olarak görülmelidir.26
G i Ri Ş
di. Nitekim Suriye'nin kırsal bölgelerinde müstahkem evlerde yaşayan top
rak ağaları, Osmanlıların bu bölgeyi ele geçirmesinden sonra yüz yıldan
fazla bir süre boyunca kırsal alanda egemenliklerini sürdürdüler. Merkezi
leşme ı63o'larda kısa bir süre için gerçekleşti, ancak 17oo'lerde yerel bir ai
le kendisini Şam valisi olarak kabul ettirmeyi başardı ve bu mevkiyi yarım
yüzyıldan fazla bir süre boyunca elinde tuttu.28 Suriye'nin hem verimli top
rakları hem de Mekke'ye giden hac yolu üstündeki stratejik konumu nede
niyle, geçmişte Osmanlı merkez yönetiminin bu bölgedeki egemenliğini
abartmış olduğumuz açıkhr.
Ne var ki adem-i merkeziyet bütünün çözülmesi anlamına gelmi
yordu; hatta bugün, telgrafın ve demiryollarının bulunmadığı bir çağın et
kili bir yönetim biçimi olarak görülmektedir.29 Malikaneleri ömür boyu
kullanma hakkına sahip olanların padişahın tebaası olarak kalmakta hna
ti çıkarları vardı. Zira bir vilayet imparatorluktan ayrıldığı takdirde, mali
kanelerde toprağı işleyenierin bu haklarının yeni yönetim tarafından ka
bul edileceğinin hiçbir garantisi yoktu; tabii, egemenliği ele geçiren yeni
hanedan dışında. Ayrıca büyük malikane sahipleri arasında, merkezi Os
manlı yönetiminin böl ve yönet politikası gütmesine sebep olacak derece
de rekabet vardı. 18oo civarında, sultan aşırı güçlenen ayanı etkisiz hale
getirmek istediğinde, yerel rakiplerinin dizginlerini serbest bırakması ye
terli oluyordu. Kıyasıya rekabet ve ortak çıkarların bir araya gelişi, güçlü
hanedanların kendi bölgelerinde hazırladığı ve tahta yeni çıkmış olan Sul
tan Il. Mahmud'un kesinlikle karşı çıksa da razı olmak zorunda kaldığı Se
ned-i İttifak'a zemin oluşturmuştu. Sened-i İttifak'ı imzalayan ayan padi
şaha bağlı kalacaklarına dair söz verseler de, koşullarını daha ziyade ken
dilerinin belirlediği bir bağlılıktı bu.
Osmanlı yönetiminin istikrara kavuşmasında adem-i merkeziyetçi
liğin belki de yararlı olduğu, 19. yüzyıl ortasındaki Tanzimat dönemiyle il
gili bazı çalışmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bu kitaplar ve makalelerin ço
ğu, modern bir merkeziyetçiliği uygulamaya kararlı bürokratların 185o'ler
de ortadan kaldırmaya kesin kararlı oldukları eski gidişah ayrınhlarıyla ele
alır. Nitekim Osmanlı hükümetleri 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başında Ar
navutluk'ta dağlı kabHelerin erkeklerini sık sık paralı asker olarak orduları-
Tü RKiYE TAR i H i
na katmışlardı. Askerlik hizmeti erkeklere kazandıklan ücret dışında itibar
da sağlıyor, bu dağ topluluklannın işine hemen hemen hiç kanşmayan pa
dişaha bağlılıklannı artınyordu. Oysa Tanzimat yönetiminin hedefi silah
sızianmış bir toplum sağlamaktı. Bu toplumun üyelerinin herhangi bir yer
deki köylüler ve şehirliler gibi vergi ödemeleri ve genç erkeklerin askere
alınması hedefleniyordu. Bu tür bir disipline karşı çıkan gruplar "gayri me
deni" olarak nitelendirilip cezalandınlıyordu. Osmanlı yönetimine bağlılı
ğın zayıflamasına büyük ölçüde bu politika neden olmuştu.30
Osmanlı yönetiminin 18. yüzyılda "merkezden uzakta" ve "zor" bir
toplumla, yerel ayncalıklar tanıyarak, yani bir tür adem-i merkeziyet oluştu
rarak tekrar bütünleşmeye çalışmasının bir başka örneği, 1714-1715'te Yene
dik'ten geri alınan Mora'dır. Bu bölgenin ileri gelenleri, Osmanlı yöneti
minde o güne kadar başka örneği görülmeyen v� senato denilen bir meclis- •
26 G i RiŞ
olmak için bu durumdan faydalanıyorlardı. En azından Bağdat'ta, bazıları
malikaneler dahil önemli kaynakları kontrol ediyor, böylelikle camiler ve
hayır kurumları yaptırma imkanı buluyorlardı. Anadolu ve Balkanlar'daki
ayanın kadınları ise şu anda iyi bilemediğimiz nedenlerle aynı fırsata sahip
olamadılar.
S iYASİ KÜLTÜR . . .
Kadınlara daha az ya da daha çok rol düşmesi, köleler ve azatlılar da
hil hane halkının hane reisine karşı yükümlülükleri, hepsi Osmanlı siyasi
faaliyetlerinin kültürel bağlaını içinde yer alır. Hane halkının yükümlülük
leri sorunsalı İstanbul ve Kahire örneklerinde özel bir yoğunlukla incelen
miştir. 16. yüzyılda bazıları zaten güçlü olan, 17. ve 18. yüzyıllarda ise rolle
ri artan mevki sahibi muhtelif kişilerin hanelerindeki düzen küçüklerin bü
yüklere ve {genel bir kural olarak) kadınların erkeklere itaati ve hür�eti
üzerine kurulmuştu.33
Memluk hanelerinde, hiyerarşik olarak aynı düzeyde bulunan kişi
lerin, eğer azatlılarsa, dolayısıyla aynı hane halkı içinde yetişmişlerse, bir
birlerine sadakat göstermeleri bekleniyordu. Bunun dışında sadakat özel
likle sosyopolitik bakımdan daha üstün durumda olan kişilere gösterilme
liydi. Ancak bu kuralın önemli istisnaları vardı. Buna göre, bir Osmanlı be
yefendisinin, ne kadar yüksek bir mevkide olursa olsun, kendi konumuna
bakmaksızın eski hocasına bağlılık ve hürmet göstermesi beklenirdi. Bu
uygulama, şehzadelerin eski hocalarının neden öğrencileri tahta çıktığında
yüksek makam sahibi olduklarını açıklamaktadır.34 Hane düzeyinde sadakat
söz konusu olduğunda, 18. veya 19. yüzyıldaki yüksek mevki sahiplerinin,
kendi evlerinde yetişmiş insanların bürokrasi hiyerarşisinde yükselmeleri
ni sağlamaları mantıklıdır. Böyle yükselmiş bir kişinin de efendisinin çıka
rını gözetmesi beklenirdi. Bu bağlamda, padişahlar hane reisierinin en seç
kin örneğiydi; sarayları diğerleri için bir model oluşturuyordu. Böylece, kay
nakların en bol olduğu Osmanlı sarayı, büyük ihtimalle vezirlerin ve siyasi
açıdan üst düzeydeki diğer kişilerin hanelerinde taklit ediliyordu.
Askeri ve yarı askeri birlikler siyasi açıdan önemli olduklarına göre,
bu insanların toplumsal hayata katıldıkları "kışla kültürü" hakkında şimdi-
T ü R KiYE TARi H i
ye kadar çok az araştırma yapılmış olması şaşırtıcıdır; bu konuda bildikleri
miz de yine İstanbul ve en önemlisi Kahire'yle sınırlıdır.35 Kurumsal askeri
kimlik açısından "Ali'nin kılıcı" gibi simgeler önemliydi. Bu tür simgeler
sancaklara işlenir, haklannda günümüze kadar gelmiş olan hikayeler anla
tılırdı. Kışla kültürünün daha az bildiğimiz ve elimizde neredeyse hiç belge
olmayan bir başka yönü, yeniçerilerin ve diğer askerlerin şehir pazarlarına
kol kuvveti taktiğiyle girişidir. Bunun sokak insanlannın kültürüyle bir bağ
lantısı olduğuna kuşku yoktur. Bu insanların davranışları, Osmanlı şehir
halkının sık sık kadı huzuruna çıkıp şikayette bulunmalarına yol açıyordu.
28 G i Ri Ş
lerinin yeniden hayırseverlik işlerine başlamasının Pasarofça Antlaşma
sı'ndan (r7r8) sonra oluşan barış ortamında Osmanlı devlet yapısının yeni
den inşa edilmesi sürecinin bir parçası olduğu ileri sürülebilir. Bu antlaş
ma Osmanlıların aleyhine olsa da, elli yıl boyunca batı ve kuzey cephelerin
de sadece kısa süreli savaşların görüldüğü bir dönemi başlattı. Aynı yıllar
da merkezi hükümet özellikle de dini yanını vurgulayarak meşruiyetini ye
niden tesis etmek için çaba harcadı. Her yerde görülen hayır kurumlan bü
yük olasılıkla sultanın sadece kullanndan fedakarlık beklemekle kalmadığı
nı, karşılığında orılara bir şeyler sunma arzusunda olduğunu da gösterme
niyetiyle yapılmıştı.
r8. yüzyılda taşradaki yapıların ilginç bir özelliği, bazı banilerin Os
manlı öncesi döneme ait yerel gelenekleri carılandırma eğilimiydi. Nitekim
17. yüzyıl sonunda Halep'te inşa edilen büyük bir handa Memluk arınala
nndaki gibi stilize asiarılar vardır.38 İran sınınndaki Doğubayazıt yakını�da
yerel bir ayan ailesi kısa zamanda terk edilen ama hala ayakta duran, üslu
bunun Selçuklu mimarisinden esirılendiği açıkça görülen bir saray yaptır
mıştı.39 Bununla birlikte, en iyi bilinen örnekler Kahire'dedir. Burada Mem
luk yapılarını çağrıştıran unsurlara sahip birçok bina yapılmıştır.40 Ne yazık
ki, binaların yapımıyla ilgili yazılı kaynaklar bulunmadığı için, banilerin bu
"tarihsici" üslubu neden benimsediklerini aslında bilmesek de bir tahmin
de bulunabiliriz.
Mimarinin erderrıleri ve kusurlan genellikle yazılı olarak tartışıl
mazken, zengin konaklanndaki tüketimin boyutu halkta büyük hoşnutsuz
luğa yol açıyordu. Bu olgu yalnız İstanbul'da değil, taşra şehirlerinde de
gözleniyordu. Gerek kişilerin ölümünden sonra çıkarılan envanterler, ge
rekse hayattayken tutulan kayıtlar, r8. yüzyıl boyunca fresklerle süslenen
duvarların, arşın arşın kumaşlann, kadın mücevherlerinin, erkekler için iş
lenmiş silah ve koşum takırrılarının gitgide boBaştığını gösteriyor. Fransa
veya İngiltere'den güzel yünlüler, Hindistan'dan kaliteli pamuklular geli
yordu; ayrıca Bursa'da ve Sakız Adası'nda üretilen ipek gibi yerli ürürılere
de talep vardı. Minyatürler ve padişah fermarıları da varlıklı şehirlilerin de
ğişen modalara duyduğu ilgiyi belgeler. Buna karşılık, ürünlerini yeni zevk
lere göre değiştirmekte güçlük çeken ve fazla sermaye birikimi olmayan za-
Tü RKiYE TAR i H i
naatkarların şikayetlerine kulak veren sultanlar harcamaları kısıtlayıcı ka
rarnameler çıkararak meşruiyetlerini pekiştirmeye girişiyorlardı.4' Ayrıca
tüketimdeki bu artış, değerli metallerin Hindistan'a gitmesini, varlıklı Ya
hudi ve Hıristiyan erkeklerin kendini beğenmiş tavırlarını ve kadınların ko
calarından gitgide arttığı farz edilen maddi taleplerini onaylamayan bazı ya
zarlar tarafından eleştiriliyordu. Ancak bütün bu yakınmaların ve yasakla
maların, ı8. yüzyıl boyunca gerek Müslüman, gerekse gayrimüslim zengin
Osmanlılar arasında "tüketim kültürü"nün bir nevi erken biçiminin oluş
masını engelleyemediği anlaşılıyor.
SONUÇ
Burada kısaca özetlenen araştırmalar elinizdeki kitabın arkaplanını
oluşturuyor. Yeni ilgi alanlarını yansıtan konular üzerinde özellikle durul-,
du. Nitekim ı8. yüzyılda özel yaşam ve ev içi kültürünün gelişimi nispeten
yeni keşfedilmiş bir alandır ve kadınların tarihiyle yakından ilintilidir. Bu
nedenle her iki konuya da özel bir dikkat harcandı.42 Son yirmi yıl içinde Os
manlı gayrimüslimleriyle ilgili tarihyazımı da büyük gelişme kaydederek
Osmanlı toplumunu eskiye göre daha çoğulcu ve daha çok çelişki barındı
ran bir toplum olarak görmemizi sağladı.
Ayrıca taşra tarihiyle ilgili araştırmalar, Osmanlı devletinin ve toplu
munun işleyişini, merkezi de içine alarak bir bütün olarak yeniden değer
lendirmemizi sağlamıştır. Gerek vakayinameler, gerekse arşiv belgelerin
den oluşan yerel kaynaklardan öğrendiğimize göre, merkezi yönetimin kul
larını algılama şe�i kullar tarafından paylaşılmıyordu. Öte yandan, adem-i
merkeziyet de her zaman siyasi gerileme anlamına gelmiyordu. Bu yerel
kaynaklar sadece şehir ve bazen de kırsal alan eşrafının hedeflerini ve stra
tejilerini yansıtsa da, bakış açımızdaki bu değişiklik geçerliğini koruyacak
tır. Köylülerin ve göçebelerin ümitleri ile korkularını ise belki de asla öğre
nemeyeceğiz; bu çok ciddi ve genellikle hep bir köşeye atmak zorunda kal
dığımız bir gerçektir. Bu konuda en azından ı8. ve ıg. yüzyıl tarihçilerinin
etnologlarla bağlantı kurmaları yararlı olabilir. Avrupa tarihçilerinin baş
vurduğu bu verimli yaklaşımdan Osmanlı İmparatorluğu'nu inceleyen aka
demisyenler şimdiye kadar kaçınmışlardır.
30 Gi RiŞ
Öte yandan, elinizdeki ciltte bariz boşluklar da bulunmaktadır. ı8.
yüzyılda hem Müslüman hem gayrimüslim Osmanlılar bilime, özellikle de
tıbba gitgide daha çok ilgi duymaya başlamışlardı. Ayrıca özellikle Ortodoks
kökenli bazı alimler arasında Avrupa Aydınlanmacılığımn ortaya attığı fi
kirler büyük ilgi görüyordu.43 Bu konuların burada ele alınması gerekirken
yerimiz kısıtlı olduğundan dışarıda bırakıldı. Aynı şekilde, gerek deniz tica
reti, gerekse deniz savaşları açısından Osmanlıların denizle olan ilişkisi
adeta üvey evlat muamelesi görmüştür. Osmanlı İmparatorluğu bu ciltte de
bir kara kütlesi olarak ortaya çıkıyor. Bu durum yeterince doğruysa da bü
tün hikayeyi yansıtmaz. Sonuçta sultanlar, bazı haklı nedenlerle hem kara
da hem denizde egemenlik iddiasındaydı. Demek ki daha yapılacak çok şey
var ve bir kısmı yakın gelecekte ele alınacak. inşallah.
NOTLAR
Linda Colley, Captives, Britain, Empire and the World 1600-1859 (New York, 2002), s. 70-71.
2 Bu sürecin ilk dönemleri için bkz. Lucette Valensi, Venise et la Sublime Porte: la naissance du despo
te (Paris, 1987).
3 Suraiya Faroqhi, The Ottoman Empire and the World Araund it, 1540s to 1774 (Londra, 2004) (Türk
çe edisyon: Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafindaki Dünya, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2007).
4 Boubaker Sadok, La Rtigence de Tunis au XVIIe siecle: ses relations commerciales avec !es ports de l'Eu
rope mtiditerrantienne, Marsei/le et Livourne (Zaghouan, 1987); Patrick Boulanger, Marseille marchti
international de l'huile d'olive, un produit et des hommes, 1725-1825 (Marsilya, 1996).
Claude Marquie, L 'Industrie textile carcassonnaise au XVIIle siecle, titude d'un groupe social: !es marc
handsfabricants (Carcassone, 1993).
6 Niels Steensgaard, The Asian Trade Revolution of the Seventeenth Century: The East India Compani
es and the Veeline of the Caravan Trade (Chicago ve Londra, 1973), s. 8ı.
7 Murat Çizakça, "Incorporation of the Middle East into the European World Economy", Review 8, 3
(1985) , s. 353-78.
8 Fernand Braudel, Civilisation mattirielle: ticonomie et capitalisme, 3 cilt (Paris, 1979), c. lll, s. 408-
4ıo (Türkçe edisyon: Maddi Uygarlık, 3 cilt, imge Kitabevi Yayınlan, Ankara, 2004, 2. baskı) .
9 Daniel Goffman, Izmir and the Levantine World, 1550-1650 (Seattle ve Londra, 1990) (Türkçe edis
yon: İzmir ve Levanten Dünya [1550-165o], Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, İstanbul, 1995); Necmi Ülker,
"The Emergence of Izmir as a Mediterranean Commercial Center for French and English Inte
rests, 1698-1740", International Journal of Turkish Studies 4, I (1987), s. 1-38; Elena Frangakis
Syrett, The Commerce of Smyrna in the Eighteenth Century (1700-1820) (Atina, 1992).
ıo Donald Quataert, Ottoman Manufacturing in the Age of the Industrial Revolution (Cambridge, 1993)
Tü RKiYE TAR i H i 31
WoLF-DIETER HüTTEROTH
BöLGE VE DÖNEM
u bölüm, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kanuni Sultan Süleyman'ın
Tü RKiYE TARi H i 35
sal üretim davranışlarını -ve bunların coğrafYa üzerindeki etkilerini- ele
alıp neden meydana geldiklerini belirlemeye çalışacağız. Yerleşim yeri tayi
ni ve dağılımındaki değişikliklerden hangileri fiziksel nedenlerden kaynak
lanıyordu; acaba bu nedenler egemen sınıfın idari veya askeri icraatına da
yandırılabilir mi ve geç dönem Osmanlı hükümetleri hangi değişikliklere
daha dolaylı neden oldu? Ayrıca, Osmanlı devletinin ekonomik potansiyeli
üzerinde yalnızca dolaylı etkisi olsa da, veba gibi doğal olayları da ele almak
zorundayız.
Ü S M A N LI TO PRAKLAR I N I N E KO LOJi S i
sek değildi. Orta Anadolu ve Suriye bozkırlarındaki nahiyelerde bile göçe
belerin sayısı toplam nüfusun dörtte birini nadiren geçiyordu. Yerleşik ta
rım açısından geri kalmış bu bölgelerdeki bütün göçebelerin sayılmış olma
sı elbette mümkün değildir. Ancak hesaplamalarımız r6. yüzyıl bürokratla
rının sağladığı bilgileri doğrulamaktadır: Bu uzak topraklardaki otlak po
tansiyeli göçebe oranının daha fazla olmasına imkan olmadığını gösteriyor.
İmparatorluğun Avrupa bölümündeyse, Türk Yürüklerinin buraya göçüne
ve Kutsovlah, Arumen ve Karakaçan gibi iyi bilinen yaylacı toplulukların
varlığına rağmen, göçebeler çok daha azdı.
r6oo civarından sonra nüfusun artmaması ve zaman zaman azal
ması genellikle iklime bağlanır. Yağış ortalamasının gerilemesi veya ısı or
talamasının hafifçe düşmesi r6. yüzyıl boyunca tarımsal koşulların kötüleş
mesinin nedenleri olarak kabul edilir. Ancak şimdiye kadar bu tür göıi!şler
doğrultusunda ikna edici kanıtlar ortaya konulamadı. İklimdeki hafıf kötü
leşme 17. yüzyılın ilk yarısında kendini Avrupa'da özellikle Alplerde ve di
ğer yüksek dağlarda buzulların ilerlemesi şeklinde göstermişti. Kuşkusuz
benzer koşullar yüksek Anadolu dağlarında da mevcuttu, ancak daha düşük
rakımıarda bitki örtüsü üzerinde uzun süreli bir etkisi olup olmadığı belir
lenememiştir.3
Orta Avrupa'da bile ısı derecesindeki bu düşüş bir iklim dalgalan
ması olup, tarımsal üretim koşullarını ölçülebilir bir boyutta etkilernemiş
tL Elbette dağların yüksek kesimlerindeki tarlalar istisnaydı. Muhtemelen
bu süre boyunca -aletlerle yapılan ilk gözlemlerden uzun zaman önce- tıp
kı bugün olduğu gibi, sıcaklık ve yağış ortalamalarında birtakım küçük de
ğişiklikler yaşanıyordu. Daha serin yazlar ve soğuk kışlada ilgili tarihi bilgi
lere r6. yüzyılda da sık sık rastlanır; Hazar Denizi'nin az da olsa genişleme
si de aynı doğrultuda bir işarettir.4 Söz konusu yıllarda başarısız bağbozum
ları bile daha sık görülür olmuştur.5 Ancak tarım alanlarında büyük bir de
ğişiklik meydana gelmemiştir. Bu yüzden, eldeki gözlemlere dayanarak ge
nel ve uzun süreli bir iklim değişikliği olduğu sonucuna varmak mümkün
değildir.
Bununla birlikte, özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika örnekleri
ne dayanan, r6. yüzyılda "Küçük Buz Çağı" yaşandığı görüşü yaygındır.6
Tü R KiYE TAR i H i 37
�
00 Budapeşte
Yaş •
Te nıeşvar
•Belgrad �
Bü reş
T ü R K i Y E TAR i H i 39
rımına kadar böyle kalmıştır.'2 Bu durum en azından Akdeniz ve Yakındo
ğu iklimlerine özgü çoğunlukla kışın yağmur alan bölgeler için geçerlidir.
Yağmurun çoğunlukla yazın yağdığı bölgelerde bu değer yaklaşık 400
ının'ye çıkarılmalıdır; çünkü yağan yağmurun büyük bir kısmı buharlaş
mayla kaybolur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Yemen'de elinde tuttuğu tro
pik yaz yağmuru kuşağına sahip küçük bölgeye gelince, bu vilayet 163o'lar
da kaybedilmişti ve ele aldığımız dönemin bitişinin sonrasına kadar geri
kazanılamadı.
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yağmuda sulama yapılan tarımda yıl
lık yağış ortalaması 300 ının'nin albnda değildi. Oysa ı9oo'lerin sonunda
tahıl tarımı için ortalama, Yakındoğu'nun pek çok yerinde 200 mm sınırı
na gerilemişti. Ancak bu sapmanın nedeni çok basittir. Günümüz çiftçileri
bu koşullar altında bazı yıllarda iyi, bazı yıllardaysa kötü hasat elde edecek- ,
lerini, hatta bazen hiç hasat olamayacağını baştan kabul ederler. Ancak gü
venliğin olmaması ve tahılı yıllarca depolama imkanının bulunmaması ne
deniyle, modem öncesi dönemlerin köylüleri için bu bir alternatif değildi.
Ayrıca tahılı birkaç günlük mesafeden daha uzağa taşımak karlı değildi.
300 mm yağış sınırının altında tarım yapmak her zaman riskliydi ve erken
modem dönemin köylüleri yerleşecekleri yerleri buna göre seçiyorlardı.
Sıcaklık koşulları, özellikle Akdeniz iklimini daha serin bölgelerden
ayıran sıcaklık sınırları da son birkaç yüzyıl boyunca değişmemiştir. Akde
niz tarımı'3 +so C Ocak ayı sıcaklık çizgisiyle sınırlıdır. '4 Bu değere geçmişte
olduğu gibi günümüzde de Torosların güneye bakan yamaçlarında, Kuzey
Yunanistan dağlarının eteklerinde ve Dalmaçya kıyılarında rastlanır. Bu
hattın kuzeyindeki iç bölgelerde Akdeniz ikliminin kadim simgesi olan zey
tin ağacı görülmez. Ancak Türkiye'nin Karadeniz kıyıları ve Kırım'ın güne
yindeki bazı kuytu yerlerde görülür. Daha pek çok Akdeniz bitkisi bu iklim
sınırları içinde kalırken, turunçgiller kışın soğuğuna daha dayanıksız, incir
(Ficus carica) daha dayanıklıdır.'5
Yemeklik yağların tüketimiyle ilgili insan alışkanlıkları bu ekolojik
olanakların dağılımıyla bağlantılıdır. Bu durumun en belirgin olduğu yer,
zeytinyağı tüketiminin çok yaygın olduğu Akdeniz iklim kuşağıdır. Karade
niz'in nemli ormanlarındaysa, eskiden beri geleneksel olarak yemeklik yağ
TO RKiYE TAR i H i
.ı:..
N
Kerbela •
T ü R K i Y E TAR i H i 43
Bununla birlikte, Anadolu ve Suriye ormanlarının büyük bir bölü
münün korunmasını ortaçağda gerçekleşen "göçebeleşme" süreciyle bağ
lantılı olarak ele almalıyız. Göçebeler dağ ormanlarını yerleşik köylüler
den çok daha az kullanır; üstelik köylülerin nüfus yoğunluğu göçebelere
göre çok daha yüksektir.'9 Ayrıca, kışın göçebeler daha sıcak kıyı düzlük
lerine taşınırken, yerleşik köylüler yakacak oduna ihtiyaç duyar. Dolayısıy
la, Akdeniz dağ ormanlarının korunması bir ölçüde ortaçağdaki göçebe
leşmenin sonucudur. Bu sürecin bir başka sonucu, yerleşik köylerin üst
sınırının aşağıda kalmasıdır. "Göçebeleşmiş" alanlarda, tarım yapmanın
o zaman da, şimdi de mümkün olduğu yüksek yerlerde bile kalıcı yerle
şimiere rastlanmaz. Günümüz Türkiye'sinin güney dağları bunun tipik
bir örneğidir: 20. yüzyıldan önce bu yüksek bölgelerde kayda değer sayı
da yeni köy kurulmamıştır. Benzer şekilde, geç Bizans döneminden son-,
ra Karadeniz bölgesindeki ormanlarda da göçebelerin sayısı görece artar
ken yerleşim ve nüfus yoğunluğunda kayıplar olmuş; bunun sonucunda
ormanlar yeniden canlanmıştır.20 Bu dağlarda sadece çalılıklar değil, aynı
zamanda geniş yapraklı türden, yarı doğal kerestelik ormanlar tekrar or
taya çıkmıştır.
Doğu Anadolu'da iklim koşulları ısoo-2ooo metrenin altındaki or
manlar için çok kurak, 2500-3ooo metrenin üstündekiler içinse çok soğuk
tur.2' Potansiyel ormanların (başlıca ]uniperus türleri) dar bir şerit oluştur
masından dolayı, her zaman için aşırı düzeyde odun tüketilmiş olmalıdır.
Bu da bütün ormanların azalmasıyla, hatta yok olmasıyla sonuçlanmıştır.
Son yabani ağaçlar muhtemelen Osmanlı döneminden bile önce ortadan
kaybolmuştur. Ağaçların yetişmesi için daha elverişli bir ortam sunan To
roslar'ın güney yamaçlarında, hayvan beslemek amacıyla yoğun dal ve yap
rak kesimi günümüzde ormanların giderek azalmasına yol açmıştır.
Öte yandan Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde ve Kafkasya'nın batı
sında ormanlar büyük ölçüde varlığını koruyabilmiştir. Nemli iklime sahip
bu bölgede, tarım alanları açmanın ve özellikle yeni orman oluşumlarını
önlemenin güçlüğü tarımın gelişimini zayıflatmıştır. Karadeniz'in güney
ve doğu kıyılarında fındık ekim alanlarının, doğu kıyılarında çay bahçeleri
nin ve dağların daha yüksek kesimlerinde patates tarlalarının modern tan-
TO RKiYE TAR i H i 45
İmparatorluğun sınırlarında, Osmanlı'nın doğrudan yönetmediği
bölgelerde kendine özgü farklı koşullar vardır. Günümüz Romanya'sının
çekirdeğini oluşturan Eflak ve Boğdan ile Güneybatı Kafkasya bunun tipik
örnekleridir. Bu ülkelerde 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı hakimiyeti, yerel
beylerin sömürüsü ve komşu devletlerle adeta kalıcı hale gelen çekişmeler
nedeniyle güvenlik sıfıra inmişti. Yerleşimin tekrar başlaması Habsburg
topraklarına göre çok daha geç ortaya çıktı. Eflak'ın güney ovalarına düzen
li olarak yeniden yerleşilmesi ancak 19. yüzyılın sonlarında mümkün oldu.
Geri kalmışlığın ilginç bir simgesi, Boğdan'da ı8. yüzyıla kadar yaban ökü
zünün ( Urus veya Bos primigenius) varlığıydı; Svaneti'de [Kuzeybatı Gürcis
tan'da Svanların yaşadığı bölge] ise Avrupa bizonu (Bison banasus veya B.
europaeus) hala varlığını sürdürmektedir. Bu hayvanlar düşük yerleşim yo
ğunluğunun, büyük yerleşimierin çok uzağında bulunmanın ve Avru-,
pa'nın ilkel çağlardan kalma son ormanlarının simgeleridir.
Bununla birlikte, Macaristan Havzası, Güneybatı Eflak veya Orta
Anadolu platosunun iç kısımları gibi doğası itibariyle ağaç yetişmesine el
verişli olmayan bölgelerin yanı sıra Bereketli Hilal'in kenarlarında yer alan
birkaç orman kalıntısının kontrolsüz kullanımı, bu topraklardaki yabani
ağaçları tamamen yok etmiş olsa gerektir. Buralar erken modern çağların
"insan eliyle yaratılmış bozkırlarıdır". Bölgesel bir atlas Panonya [bugünkü
Macaristan, Hırvatistan, Sırhistan ve Doğu Avusturya'yı kapsayan eski Ro
ma eyaleti] ve Eflak'ta doğal ormanların bulunmadığı alanları açıkça göster
mektedir; yine de Osmanlı dönemi ve sonrasında, insan faktörü olmasaydı
tamamen bozkırlaşmış böylesi topraklar çok daha seyrek görülürdü.23 An
cak 195o'den sonra yeni ağaç dikimleri sayesinde bu manzara bir ölçüde
değişmiştir.
Buna karşılık, Balkanlar'ın özellikle Avusturya sınırına yakın daha
nemli bölgelerindeki ormanlar çok iyi korunmuştu. Hatta sürekli sınır ça
tışmaları yaşanan bu bölgedeki köylerin terk edilmesi yüzünden genişledik
leri bile söylenebilir.24 Daha sonra, yeni bir orman açma dönemi ile Avus
turya'nın 17. ve 18. yüzyıllardaki yeniden iskan projeleri sonucunda paralel
şeritler halindeki münferit tarlalarıyla planlı köyler ortaya çıktı. Daha son
ra, önce Avusturyalıların ele geçirdikleri topraklarda, sonra da bağımsız Ro-
O s M A N LI To PRAKLA R I N I N E KO LOJi s i
manya ve Ukrayna'da dama tahtasını andıran düzenli tarla bloklanndan
oluşan köyler yaygın bir uygulama halini aldı.
Tü RKiYE TAR i H i 47
Çiftliklerde üretilen tanm ürünlerinin dağıtıldığı ve tüketildiği mer
kezler, başta İstanbul olmak üzere batıdaki Osmanlı şehirleri ve tabii ku
zeybatıdaki Avusturya sınınna yakın bölgeydi. Bunun dışında, ele aldığımız
dönem boyunca, Pananya Havzası'ndan Orta Avrupa'yla İtalya'ya resmi ve
ya gayri resmi hayvan ticareti yapılıyordu; bu hayvanlar esas olarak çiftlik
lerde yetiştirilirdi. İmparatorluğun Asya topraklanndaki başlıca pazarlar
Halep ve Kahire'ydP7
Tanma elverişli havzalarda çiftiiiderin yaygın oluşu önemli sonuçlar
doğurdu, sonraki yüzyıllarda yerleşim dağılımını belirledi. Tanının karlı ol
maktan çıkıp koyun ve sığır yetiştirmenin daha karlı hale gelmesiyle, artık
toprağa bakmanın gereği kalmamıştı. işlenınemiş çayırlarda yoğun olarak
hayvan otlatmak şimdi olduğu gibi o dönemde de mümkündü. Sonuçta
akaçlama gereksiz görülerek ihmal edildi. Ancak uzun vadede, bataklıklann •
Ü S M A N LI TO PRAKLAR I N I N EKOLOJi S i
riç- sabit bir artış olduğunu görürüz ve bu gelişmenin merkezinin ovalar ol
duğu söylenebilir. Oysa Osmanlı egemenliğindeki Balkanlar dahil Akdeniz ve
Yakındoğu'da bereketli ovalar terk edilerek dağlar yerleşim merkezleri haline
gelmişti. 19. yüzyıla kadar Tuna boyu ülkelerinde, hatta I930-1950'ye kadar
Doğu Akdeniz topraklan ile İtalya'nın bazı bölgelerinde tarım yerleşimlerinin
görünümü böyleydi. Sonuç olarak, bu ülkelerde yerleşimler modem çağda
dağlardan ovalara inerek daha elverişli iklime ve daha iyi topraklara sahip
alanlara kaydı. Bunun ilk örneklerinden biri, 19. yüzyılın başlannda kalabalık
Ege adalanndan Batı Anadolu'ya göç eden Yunan yerleşimcilerdir.
Tü R KiYE TARi H i 49
Vl
o
Harita 2.3. Erken ve geç yerleşim alanları (yak. ı 8oo'den önce ve son ra)
geler ıslah edildi ve buralara yeniden yerleşildi. Önce, bozkırlar ve orman
lar yeniden genişledi, ardından bu bölgeler yeniden tarıma açıldı.
Özellikle de ovalarda nüfusun azalması esas itibariyle yerli yersiz ha
raç ve vergi talep edilmesinden kaynaklanıyordu. At sırtında dolaşan asker
ler ve vergi tahsildarları ovaları kolayca kontrol edebiliyor, keyfi vergi topla
maları köylere ayakta kalma şansını pek de tanımıyordu. Ayrıca, devletler
arasında durmadan savaş çıkıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'yla Avusturya,
Polonya ve daha sonra Rusya arasında durmadan savaş çıkıyordu. Dahası,
Anadolu ve Bereketli Hilal'de birbirleriyle veya hükümet güçleriyle çatışan,
adeta bağımsız, güçlü göçebe aşiretler vardı. Bu çekişmeler de köylerin yaşa
ma şansını azaltan etkenlerdendi. Öte yandan, yeniden iskan ancak 19. yüz
yılda başladı ve daha çok Osmanlı sonrası dönemde yoğunlaştı.
Buna karşılık, ormanlık ve dağlık arazilerle ulaşılması zor ala�lar
doğal olarak komnaklıydı. Bu alanlar ayrıca yoksuldu, ganimet avcılarına
pek cazip gelmiyordu. Bu dumm Osmanlı devleti için vahim sonuçlar do
ğurdu: ı6. yüzyıldan sonra yoksul köyler ayakta kalırken, bir zamanlar rağ
bet edilen ova köyleri çekiciliklerini kaybetmiş ya da çoğunlukla başka yer
lerde ikamet eden ayrıcalıklı toprağı tasarruf hakkı sahipleri sınıfına ait çift
liklere dönüşmüştü.
Her iki gelişme de hazinenin aleyhine oldu. 17. yüzyıldan 19. yüzyı
la kadar tarımdan elde edilen öşürün azalması olağandışı vergilerin artması
na yol açtı. Bu da yine kırsal hayatın çekiciliğini azalttı. Vergi ödeyen köylü
ler giderek daha çok sömürülürken, şehirler ayakta kalmayı, hatta kısmen
gelişmeyi başardılar; öyle ki, sınai yenilikler bile onlara yabancı değildiY Bu
nun sonucunda, kırsal nüfusta yaygın bir göç hareketi oldu. Bu hareketin
ı6oo'ler civarında görülen ilk aşamalarını Mustafa Akdağ ayrıntılarıyla tas
vir etmiştir.32
Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük bir bölümü için, köylerin terk
edildiği tarihler ancak yaklaşık verilebilir. ı6. yüzyıl ortalarında, yeni köyle
rin kumlması ve eskilerin büyümesi yaygındı. ı6. yüzyıla ait vergi kayıtları
imparatorluğun bütün eyaletlerinde nüfusun arttığını gösterir. Bu istatis
tiksel artış kısmen kayıt tutmanın giderek eksiksiz ve kusursuz bir hale gel
mesinden kaynaklanmış olabilir. Yine de, bunun yanında gerçek bir ilerle-
Tü R KiYE TARi H i sı
me olduğu açıktır. Ancak 17. yüzyılda, yeni ele geçirilen birkaç eyalet dışın
da, artık sistemli nüfus sayımları yapılmaz olmuştu. Bu dönemde, tarımsal
toprakların bozulması artık dikkati çeker hale gelmiş olmalıdır. Köylerin sa
yısı ve kırsal nüfus Filistin'de olduğu kadar Panonya Havzası'nda, Eflak'ta
olduğu kadar İç Anadolu'da da azalmıştı.
Osmanlı işgalinin sonuçları arasında, özellikle Balkanlar'da ve Pan
nonia Havzası'nda ortaya çıkan belirgin etnik değişiklikler vardır. Sırpların
kuzeye doğru yayılması bu sürecin tipik bir ömeğidir. Sırplar önce Avustur
ya topraklarına, sonra da Habsburg hakimiyetindeki toprakların güney
ucundaki Militargrenze denilen askeri sınır bölgesine yerleşmişlerdi. Os
manlı öncesi dönemde, kuzeybatıda bu kadar uzakta Ortodoks nüfus hiç
yoktu. Üstelik 17. yüzyıldan itibaren Müslümanlaşan Arnavutların doğuya,
Sırp nüfusun büyük bir kısmının daha önce terk ettiği Kosova bölgesine,
yerleşmesi bu hareketin bir parçasıdır. Bir diğer önemli etnik değişim, Arn
ınenierin ağır ağır güneye doğru hareket edip Mora Yarımadası'nın dağla
rına yerleşmesiyle gerçekleşmişti. Ayrıca 2 0 . yüzyılın başında Yunanlıların
Makedonya ve Trakya'da çoğunluğu oluşturmaktan çok uzak oldukları gü
nümüzde pek bilinmemektedir. Jovan Cvijic'in etnik haritası I. Dünya Sa
vaşı'nın kısa bir süre öncesinde durumun böyle olduğunu ortaya koyabilir;
ancak H.R. Wilkinson'ın gösterdiği gibi, Cvijic'in haritası bazı bakımlardan
kuşku doğurmaktadır.33 Son olarak önemli bir noktayı daha belirtmek gere
kirse, Macar nüfusu çeşitli savaşlar sonucu o kadar azalmıştı ki, daha son
ra Avusturya devleti Güney Macaristan'ın nüfusu azalan bölgelerine günü
müzde Sırbistan, Romanya, Almanya ve Hırvatistan'ın yer aldığı bölgeler
den yerleşirnciler isicin etmek zorunda kalmıştı.
Güneydoğu Avrupa'daki etnik karışımın önemli bir kısmı Osmanlı
döneminde ortaya çıkmıştı, ancak Avusturya-Macaristan'ın daha sonraki
yeniden isicin politikasının da çok benzer sonuçları olmuştu. Dinin aksine,
dil 19. yüzyıla kadar pek önem taşımıyordu. Yeniden isicin projeleri için
farklı kökenden insanlara ihtiyaç duyuluyordu; bu daha sonra çatışmalara
yol açacak bir nüfus karmaşası yaratmıştı. Ne var ki, Avusturya'nın yeniden
işgaliyle 19. yüzyılın ortaları arasında kimse etnik kökenden bahsetmiyor
du. Ulus devletler siyasi programa dahil edilmediği gibi, belki de hiç akla
ÜS M A N LI TO PRAKLARI N I N E KO LOJi S i
gelmemişti. Milliyetçilik ise zorunlu temel eğitimin başlatılmasına kadar
ortaya çıkmadı.
Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya'daki ve Avru
pa'daki ıssız bölgeleri arasında genel olarak önemli bir fark vardır. Daha ön
ce değinilen alçak ovaların dışında, Avrupa kıtasında nüfusu azalan bölge-
. ler esasen Macaristan, Bosna veya Batı ve Güney Romanya gibi savaşın yı
kımına uğramış yerlerdi. Buna karşılık, Asya kıtasındaki Anadolu, Suriye
ve Irak gibi bölgelerde yüzyıllar boyunca topyekUn savaşa girilmemişti. Bu
bölgelerde nüfus, göçebelere ve eşkıyaya karşı savunulması zor olan veya iyi
bir hasat vaat eden yerlerde azalmıştı.34
TO RKiYE TARi H i 53
ler ortaya çıktı. Bunun başlıca nedenleri aşın otlatma ve çıplak, ekilmemiş
topraklardı. Aniden boşalan sağanak yağmurlar toprağın üst tabakasını ko
layca aşındınp yamaçlarda küçük dereler yaratabiliyordu. Ancak 2 0 . yüzyılın
başına kadar nüfus artışı sınırlıydı ve bunun sonucu olarak hayvan ve otlat
ma yoğunluğu da günümüzdekinden daha düşüktü. Ortaçağda, malum ge
nel güvensizlik ve yeni yaşam alanlannın koşullarına henüz alıŞamamış olan
yeni halkların akını nedeniyle Balkanlar'dan Yakındoğu'ya, tarım arazileri
muhtemelen baştanbaşa tahrip edilmişti.38 Tanm arazilerinin özellikle nehir
yamaçlannın ve taraçalann terk edilmesinden kaynaklanan yan doğal peri
şanlığı, bir bakıma, ortaçağda bu topraklann ihmal edilmesinin sonucuy
du.39 Nehir yataklanndaki yaygın tortu birikiminin yanı sıra hemen yanı baş
lanndaki taraçalar da zarar görmüştü. Bununla birlikte, bütün bu süreçler
esas olarak Osmanlı öncesi dönemde gerçekleşmişe benzemektedir.
Buna karşılık, Osmanlı yüzyıllannda erozyon süreci az çok dengeli
bir hale geldi. Bu döneme damgasını vuran, daha yumuşak tartulaşma sü
reçlerinin göstergesi olan alüvyon ve kil tortulaşmasıdır. Bunun sonucu
olarak, vadi tabanlannın yüzeyleri bugün çakılla değil genellikle kille kaplı
dır. Bütün bunlar ı8oo'lere kadar bitki örtüsünün çok fazla değişmediğine
işaret eder. Bugünkü erozyon tehlikesi oldukça yeni sayılır; 2 0 . yüzyılda
başlamıştır. Hızlı nüfus artışının başlaması sonucu erozyon yeniden yo
ğunlaşarak bir kez daha çorak arazilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Ür
kütücü derecik erozyonu özellikle genç tersiyer zamanın yaygın kireçli top
raklarında yeniden ortaya çıktı. Bu süreç Yakındoğu'da zirveye ulaşmasın
dan onlarca yıl önce muhtemelen Balkanlar' da başlamıştı. Bunun, sık sık
belirtildiği gibi varsayımsal bir yağış değişikliğiyle ilgisi yoktur. Son zaman
lardaki erozyon sadece bitki örtüsünün bozulmasının yol açtığı hızlı akışla
rın bir sonucundan ibarettir. Bitki örtüsünün tahrip olmasına da nüfus ar
tışı ve tarım arazilerinin aşın kullanımı yol açmıştır.
TARIM ÜRÜNLERİ
Osmanlı dönemindeki tarım ürünleri konusunda bilgimiz eksiktir.
Çoğu durumda, kısıtlı ve o döneme ait olmayan verilerden sonuç çıkarmak
zorunda kalmaktayız. ı 6 . yüzyılda yetiştirilen bitkiler ve tarım ürünlerinin
Tü RKiYE TAR i H i 55
daha değerli bir üründü. Balkanlar'ın bazı bölgelerinde, hatta Orta Anado
lu'nun doğusunda çavdar ve yulafa rastlanıyordu; ancak imparatorluğun
büyük bir kısmında bu tahılların fazla önemi yoktu. Yemen'de yetişen sor
gum belki bunun istisnasıydı, ki bugün de öyledir.
Tarımsal yeniliklerden en önemlisi muhtemelen Güneydoğu Avru
pa'ya Türkler tarafından getirilen çeltiğin pazara girmesiydi. Bu tarım ürü
nüne çok değer veriliyordu ve erken dönem Osmanlı taşra kanunlannın ço
ğunda bu ürünün ekimiyle ilgili düzenlemeler vardı. Köylülerin sahip oldu
ğu bazı küçük tarlalar dışında, çeltik tarlaları genellikle bir tür devlet işlet
mesiydi. Bu tarlalarda sulama ve akaçlamanın düzenlenmesinden sorumlu
ustaba Ş ılar ve çeltik dövenler gibi özel işçiler çalışırdı. Bu insanlar maaşla
nnı, değişik miktarlardaki pirinç tayını şeklinde devletten alırdı.42
Resmi Osmanlı kayıtlarına göre, çeltik 1470-I48o civarında M eri�
Vadisi'nde ve 1533 civarında Sofya Havzası'nda ortaya çıkmıştı.43 Sonraki
yıllarda dikkate değer biçimde yayılmış olmalıdır, ancak bu konuda eli
mizde henüz kesin bir bilgi yoktur. Osmanlı'nın sonraki yüzyıllarında
çeltik ekimi giderek nüfuzlu kişilerin özel girişimi halini aldı. ı 8 . yüzyıl
da Balkanlar'ın birçok havzasında yerel ayanın itici gücü olduğu büyük
çiftlikler kurulduğu zamansa kuşku götürmeyecek şekilde yaygınlaştı.44
Bu insanlar ovalarda gereken topraklara sahipti, paraları vardı -tarlalan
çeltik ekimine hazırlamak masraflıydi- ve genellikle tarlalarında ekim
için çalıştırabilecekleri kendilerine bağımlı insanlar vardı. Pirinç her za
man pazar göz önüne alınarak yetiştiriliyordu, tüketenler de zengindi. Pi
rince verilen bu yüksek değer Osmanlı İmparatorluğu'na ve daha sonra
Türkiye'ye özgü bir durumken, pirinç Güneydoğu Asya'da genellikle yok
sul insanların besinidir.
İpekböceğinin ortaya çıkışı hiç şüphesiz bir başka yenilikti. İpekbö
ceği yetiştiriciliği hakkındaki en eski bilgiler ıs. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar
uzanır. Daha sonra, özellikle ı8oo'lerde, ham ipek üretimi özellikle Kuzey
batı Anadolu' da gerçek bir patlama yaşadı. Bursa ipek ipliği üretiminin
merkezi haline gelerek rolünü daha da büyüttü. 2 0 . yüzyılda yapay ipek ve
naylon ürünler pazara girince doğal Anadolu ipeği önemini kaybetti, ama
dut ağaçlan meyveleri için hala yetiştirilmektedir.
Tü RKiYE TAR i H i 57
şer. Osmanlıların Güneydoğu Avrupa'da ilerlemesi pamuk ekiminin yaygın
laşmasını kolaylaştırmıştı, ancak r6. yüzyıla kadar geniş ölçekte pamuk yetiş
tiren büyük çiftlikler yoktu. Yazın sulama için gereken suyu tarlalara taşımak
amacıyla özenle inşa edilmiş kanallara ihtiyaç vardı; ancak bunların yapımı ve
bakımı pahalı olduğundan ancak varlıklı insanlar bu yatırımı göze alabiliyor
du. Sonuç olarak, küçük çiftçilerin pamuk yetiştirmesi, zaman zaman rastla
nılsa da kural değildi. Genel olarak pamuk, pazar için çiftliklerde üretilen bir
üründü: İç tüketim yorgan yastık ve benzerinin doldurulmasıyla sınırlı kalır
ken, köylerde çırçırlanan pamuk miktan dikkate alınmayacak kadar azdı. Gü
ney Mısır bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı pamuğu kısa elyaflı türdendi
ve bu nedenle günümüzde kullanılan uzun elyaflı pamuk kadar çeşitli amaç
lar için kullanılmıyordu. r6. ve rg. yüzyıllar arasında üst sınıfların giderek in
celen zevkleri, Avrupa'nın artan talebi ve Batı'ya yapılan meşru ve gayrimeş-.
ru ticaret imkanlarıyla birleşince pamuk ekimi için güçlü bir sebep sağlamış
olsa gerektir. Osmanlı pamuğu Fransa ve İngiltere'deki imalatçılara, Ameri
ka'dan "Pima pamuğu" ithalatından bile önce ulaşmıştı.48
Pamuk ekimi belirli iklim koşullarına ihtiyaç duyar. Yaz bitkisi ol
duğundan, Balkan topraklarının soğuk kış koşulları ekimini engellemez.
Pamuk kozalannın açtığı, bitkinin "çiçek verdiği" dönemde kuru bir iklim
gerekir; aksi takdirde elyafı kirlendiği için pamuk bozulur. Oysa Balkan
lar'ın kuzeyinde kuru bir yaz mevsimi garantisi yoktur. Dahası, pamuk sa
dece havzaların düzlüklerinde bulunan çok iyi alüvyonlu topraklara ihtiyaç
duyar. Bu tür yerlerde pamuk yaygın olarak yetiştirilir. Bu ürünü yetiştirdi
ği bilinen Serez Ovası dışında, Epir, Makedonya ve Trakya havzalarında da
pamuk ekiliyordu. Meriç Vadisi, Sırbistan'ın güneyindeki polye denilen Ko
sova Ovası ve Arnavutluk'un kıyı şeridinde de pamuk yetiştiriliyordu.49 Bu
nunla birlikte, kuzeye doğru gidildikçe yağışlı yaz aylarından dolayı fazla
pamuk ekimi yapılamaz. Pamuk imparatorluğun Asya topraklarında, yaz
aylarının kurak geçtiği ve sulama olanaklarına sahip bazı nehir vadilerinde
ve iç kısımdaki nehir deltalarında yetiştiriliyordu. Bu koşullara sahip her
yerde en azından iç tüketim için ekiliyordu. Esas üretim alanları, günümüz
de pamuğun yoğun olarak yetiştirildiği büyük ovaların orta kısımları değil
di; zira geçmişte bu tür yerlerde sulama ve akaçlama yapmak çok zordu.
TüRKiYE TAR i H i 59
olaydı. Avrupa iklimi çok daha soğuk ve nemli olduğu için tek hörgüçlü Ara
bistan devesi hemen hemen hiç kullanılamıyordu. Ancak çift hörgüçlü de
veyle tek hörgüçlü deveden Anadolu'da "tülü" denilen melez bir ırk yaratıla
rak en azından yaz aylannda ticari açıdan kullanılabilir hale getirildi. Bunun
la birlikte geriye, Osmanlı Avrupa'sında deve kullanımının uzun mesafeli ti
careti hangi boyutta arttırdığı sorusu kalmaktadır. Tüccarlar açısından deve
ler yol olmadığında bile yürüyebilmek gibi paha biçilmez bir avantaja sahip
ti. Osmanlı Avrupa'sında tekerlekli araçların uzun mesafelere gidebileceği
güzergah sayısı çok azdı, bu yüzden yük ve binek hayvanları tüccarlar için
hayati önem taşıyordu.5° Küçük pazarlara da, hiç değilse uzak mesafeler söz
konusu olduğunda, develerle ulaşılıyordu. Sadece Orta Anadolu'nun düz
lükleri ile Balkanlar'ın ve Yakındoğu'nun bazı ovalarında ilkel iki tekerlekli
bir araba türü genel amaçla kullanılıyordu. Tatar göçebeleriyse dört tekerlek.
li arabalar kullanıyordu. Bu yüzden, iklimin elverdiği ölçüde, modem önce
si zamanların ulaşım sorunu için deve mantıklı bir çözümdüY
SoNuç
Osmanlı zamanında insanlar ile doğal çevreleri arasındaki ilişkiye
çifte bir değişim damgasını vurmuştu: 17. yüzyıldan itibaren ana yerleşim
bölgeleri önce ovalardan dağlara taşındı ve sonra, 19. yüzyıldan itibaren tek
rar ovalara döndü. Bu genel eğilim Arabistan' daki eyaJetlerden başlayarak
Macaristan'a kadar yayıldı. Koca imparatorlukta elbette bölgesel farklılıklar
vardı ve bir yeri terk etmenin gerçek nedenleri bölgeden bölgeye değişiyor
du. Ancak insanlar ile doğa, veya bir başka açıdan bakılırsa, insanlar ile için
de yaşadıkları coğrafya arasındaki genel ilişki örüntüsü, Batı, Kuzey, Orta
ve hatta Doğu Avrupa'da hakim olandan gözle görülür bir biçimde ayrılı
yordu. Zira adı geçen bölgelerde tarihi gelişim esaslı bir kesintiye uğrama
mıştı. Böylece ova ve havzalardaki elverişli toprakların kullanılması ve ekil
mesine, ortaçağın erken veya ileri dönemlerinden itibaren ciddi bir ara ve
rilmeden devam edildi.
Pazar ekonomisinin artan etkisi 16. yüzyıldan 1 9 . yüzyıla kadar olan
dönemde, Osmanlı aleminin dünya pazarıyla kolayca bağlantı kuran bölge
lerinde kendisini hissettirmişti. Kıyı bölgelerinde veya iyi yol bağlantılarına
6o Ü S M A N LI TO PRAKLAR I N I N EKOLOJi S i
sahip iç bölgelerde, ihracata yönelik ekonomi yükselişe geçti. Daha önceden
ekilmeye başlanan pamuk ve çeltik gibi ürünler başka bölgelere yayılırken,
tütün ve mısır gibi yeni ürünler ekilmeye başlandı. 17., 18. ve 1 9 . yüzyıllar
güvenliğin ve merkezi hükümet denetiminin yeterli olmadığı zamanlar ola
bilir, ancak kesinlikle genel bir ekonomik durgunluktan söz edilemez.
Bununla birlikte, tarımsal ürünlere talebin yoğun olmadığı yerlerde,
ekili olmayan otlaklar yakın zamanlara kadar baskın durumdaydı. Balkan
lar'dan Osmanlı yönetimindeki Güneybatı Asya'ya kadar bu durum, etkili
orman ve otlak denetiminin çok geç başlamasından anlaşılabilir. Gelenek
sel İslam hukuku yürürlükte olduğu sürece, kamu veya devlet arazilerine
geleceğin ormanlarını oluşturmak amacıyla ağaç dikme girişimi olmamış
tır. Osmanlı hakimiyeti süresince otlakların etrafı çitle çevfilmediği gibi, ka
muya ait çayırlar ve ormanlarda özelleştirme veya parselierne de yapılpıa
mıştı. Avrupa veya Kuzey Amerika'daki uygulamanın tersine, toprakların
büyük bir bölümü baştan aşağı denetimsiz biçimde "halkın" kullanımına
açık kaldı. Bu durum son Osmanlı yüzyıllarında kırsal alandaki yavaş iler
lemenin yavaş olmasının başlıca nedenlerinden biridir.
NOTLAR
M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli'de Yürükler, Tatarlar ve Eviad-ı Fatihan (İstanbul, 1957).
2 Ömer Lütfi Barkan, "Research on the Ottoman Fiscal Surveys" , Studies in the Economic History ofthe
Middle East from the Rise of Islam to the Present Day içinde, ed. M .A. Cook (Oxford, 1970), s. 163-171.
3 Sım Erinç, "Changes in the Physical Environment in Turkey since the End of the Last Glacial", The
Environmental History ofthe Near and Middle East since the Last Ice Age içinde, ed. W.C. Brice (Lond-
.
ra, 1978), s. 87-no.
4 Hermann Flohn, "Klimaschwankungen in historischer Zeit'', Die Schwankungen und Pendelbewe
gungen des Klimas in Europa seit dem Beginn der regelmiifligen Klimabeobachtungen ı67o içinde, ed.
H .v. Rudloff (Braunschweig, 1967), s. 81-90.
5 Age., s. 87.
6 Jean M. Grove, The Little Ice Age (Londra ve New York, 1988) .
7 Gustav Gassner ve Fritz Christiansen-Weniger, "Dendroklimatologische Untersuchungen über
die Jahresringentwicklung der Kiefem in Anatolien", Nova Acta Leopoldina N. F. 12, 8o (1942/3).
8 Xavier de Planhol, Kulturgeographische Grundlagen der islamisehen Geschichte, çev. Heinz Halm (Zü
rih ve Münih, 1975).
9 Flohn, " Klimaschwankungen".
Tü R K i Y E TAR i H i 6ı
CH RISTOPH K. NEU,MANN
T O R K i Y E TAR i H i
dolayı, şimdilik büyük ölçüde çözülmeden duran bazı sorulan ortaya at
maktan kaçınmamız mümkün değil.
S iya s i e l iti n b i l eş i m i
66 S i YASi VE Di PLOMATi K G E Li Ş M E LE R
yerel yeniçerilerle İstanbul'dan gönderilen birlikler arasındaki çatışmalar
durmak bilmedi. Kapıkulu ile yerel zanaatkarlar o denli iç içe geçmişti ki,
17. yüzyılda onları birbirlerinden ayırmak imkansızlaştı.
Sonuç olarak, başkentin siyasi elitine ı6o3 'ten sonra saraylı ve yeni
çeri hizipleri hakim oldu, bunlara kendi himaye ağlarını oluşturan ulema
da katıldı." Vilayetlerde yörenin nüfuzlu bir kişisi ile onun kurduğu hami
mahmi ilişkileri ağına dayalı siyasi hanelerin yükseldiği görüldü. Daha ön
ce tımarlı sipahilerin sunduğu güvenlik ve yönetimin büyük bir bölümünü
bu haneler sağlıyordu. Bu tür hanelerin ayan denen reisieri genellikle yerel
veya bölgesel düzeyde nüfuzluyken, aralannda Köprülü ailesinin de bulun
duğu bazıları en yüksek makamlara çıkıp Osmanlı siyasetinin belli başlı
oyunculan oldular.12
TüRKiYE TAR i H i
bölgelerini tekrar ele geçirdikten sonra ı624'te Bağdat'ı zaptedip bir Şii
şehri haline getirdi. Sünni nüfusun bir kısmını katiedip Ebu Hanife ve Ab
dülkadir Geylani'nin türbelerini yıktırdı. Osmanlılar ancak ı638'de Bağ
dat'ı tekrar ele geçirdi ve ı639 'daki Osmanlı- Safevi Kasr-ı Şirin Antiaşması
ısss'te çizilen sınırı kabaca yeniden çizdi.
Anadolu' daki huzursuzluk Osmanlı devleti için ciddi sorunlar oluş
turuyordu; eelali birlikleri zaman zaman İranlıların hizmetine bile girdi. Su
riye ve Anadolu' daki valilerin ayaklanmalan Osmanlı devletinin konumunu
daha da sarstı. ı6o6'da eelali lideri Kalenderoğlu Mehmed ve Halep valisi
eanboladoğlu Ali askeri harekatta işbirliği yaptılar. Onları ancak Osmanlı or
dusu bastırabilecekti. Ali Paşa gibi, Dürzi emir Maanoğlu Fahreddin de İtal
ya'da müttefikler buldu; bir yüzyıl sonra Mısırlı Memluk lideri Çerkes Mu
hammed Beyin yaptığı gibi destek bulmak için Avrupa'ya bile gitti.'5 Özellik-,
le Maanoğlu'nun isyanı uzun sürdü (ı6ı3-ı635) ve idamıyla sona erdi. Kalen
deroğlu ve eanboladoğlu Ali'ninkiler dahil diğer isyanların çoğunda, isyancı
valiler merkezi orduya yenilmelerine rağmen yeni mevkiler için pazarlık ya
pabiliyorlardı. Ancak bu sadece idamlarını birkaç yıl geciktirmiş oluyordu.
Yeniçerilerin ı622'de öldürdüğü Sultan II. (Genç) Osman'ın intika
mını almak için ayaklanan Abaza Mehmed Paşa'nın kaderi de aynı olmuş
tu. Onun isyanı özellikle İstanbul siyasetine yeniçerilerin hakim oluşu ile
başkentteki devlet görevlileri ile ileri gelenlerin nüfuzuna karşıydı. Meh
med Paşa taşradaki ayanın beslediği sekban birliklerinin çıkarları doğrultu
sunda hareket ediyordu.
Enerjik ve hırslı II. Osman ı62ı'de Dinyester Nehri üzerindeki Ho
tin Kalesi'ne başarısız bir sefer düzenledi. Osmanlılar ile Lehistan-Litvanya
Birliği arasındaki anlaşmazlık Boğdan üzerindeki egemenlik mücadelesi
ile Kazakların Osmanlı topraklarına yaptığı akınlardan kaynaklanıyordu.
Bu savaşla birlikte Osmanlılar kuzeyde yeni bir cephe açmış oldu.
Osman'ın yeniçerilere karşı duyduğu belirgin düşmanlık ve askeri
hevesleri tahttan indirilmesinin nedeni oldu. Şeyhülislamın kızıyla evlene
rek ulemayı kendi tarafına çekmeyi denedi ve hac ziyaretini Maanoğlu'na
karşı bir seferle birleştirmeyi plarıladı. Ancak bir yeniçeri isyanı sonucu ön
ce tahtını, sonra hayatını kaybetti.'6 Haremin en kıdemli üyesi Kösem Sul-
68 S i YASi VE D i P LOMATi K G E Li Ş M E LE R
tan'ın başını çektiği saray çevreleri ile yeniçeriler arasındaki ittifak bir müd
det Osmanlı siyasetine hakim oldu. Kösem, I . Ahmed'in (h. ı6o3-ı6ı7) ha
sekisiydi ve ne Osman'ın ne de I . Mustafa'nın anneleri hayatta olduğu için
Kösem birkaç padişahın saltanatı sırasında bu önemli konumunu korudu.
Kanuni Sultan Süleyman'ın ıs66'daki ölümüyle Köprülü ailesinin
hüküm sürmeye başladığı ı6s6 arasındaki dönem "Valide Sultanlar Devri"
olarak nitelendirilir.'7 Padişah anneleri yüksek nüfuz ve büyük itibar sahibi
olmanın keyfini çıkarıyordu; zira Sultan Süleyman'dan itibaren hükümdar
ların konumu daha da güçlenmişti. Bunun doğal bir sonucu olarak onlar
sarayda giderek yalnızlaşırken saray çevrelerinin nüfuzu artıyordu. Padişah
anneleri köle kökenli olmaları nedeniyle kul sayılabilirdi, ancak hükümdar
la akrabalık ilişkisi nedeniyle hiç kuşkusuz meşruiyet sahibiydiler. Kaçınıl
maz olarak, padişahın hanehalkının önde gelen üyeleriyle sıkı bağlantıları
vardı. I. Mustafa (h. ı 6r7-ı6r8 ve ı 622-ı623) veya İbrahim (h. ı 64o-r648)
gibi zihinsel rahatsızlıkları olan padişahların döneminde valide sultanların
nüfuzu çok daha arttı. Aynı durum çocuk padişahlar için de söz konusuy
du. Ergenlik çağında tahta çıkan I . Ahmed ve Genç Osman'ın yaşı, IV. Mu
rad (h. ı 623-r64o) veya IV. Mehmed'le (h. ı 648-r687) kıyaslandığında gö
rece daha büyüktü.
Tü RKiYE TAR i H i 6g
nispeten gerici ve aşın tutucu Kadızadeliler hareketiyle bile işbirliği yaptı.
Kadızadeliler, Hz. Muhammed'in zamanında uyulduğu iddia edilen yaşam
ve davranış biçimine geri dönilimesini hedefliyorlardı. Padişah onların bas
kılanyla tütün ve kahve tüketenleri cezalandırdı, meyhaneleri kapattı (o za
manlar resmi olarak sadece gayrimüslimler meyhaneye gidebiliyordu) ve
ayırt edici kıyafet kurallan getirdi. Murad neredeyse skandala varan keyfi
idamlanyla tanınıyordu. Yine de baskıcı bir zorbadan çok devleti yeniden
canlandıran bir hükümdar olarak hatırlanınası o dönemin siyasi düşünce
sini yansıtır.
Murad'ın olumlu imajı, bu dönemi ele alan en etkili Osmanlı vaka
yinamelerinin Köprülü ailesinin muazzam nüfuz sahibi olduğu q. yüzyı
lın ikinci yarısında yazılmış olmasıyla da bağlantılıdır. Murad'ın baskıcı yö
netimini övmek ideolojik bir amaca hizmet ediyordu: Onun yönetimi Köp- •
S iYAS i V E D i P LOMATi K G E L i Ş M E L E R
re de özgü bir durum olup olmadığım sormak anlamlı olabilir. Bu tür bir
saray yaşamı Osmanlı elitinin Fransız, İtalyan, Habsburg ve diğer denkle
riyle paylaştığı dünyanın ne dereceye kadar parçasıydı?
Kö prü l ü d ö n e m i
Son derece şiddetli bir askeri kriz Köprülü Mehmed Paşa'nın sadra
zamlığa getirilmesini hızlandırdı. Venedik donanınası Çanakkale Bağazı'nı
kapatarak Limni, Semadirek ve Bozcaada'yı işgal etmişti. Bu durumda,
Mehmed Paşa görev koşullan konusunda pazarlık etme imkanı buldu. Pa
dişah, sadrazamının politikasıyla çelişen önerileri hiç diniemerneyi kabul
etti. Askeri talih de onlara yardım etti. Amiral gemisinin şans eseri isabet
almasıyla Venedikliler İstanbul'a uyguladıklan ablukayı kaldırmak zorunda
kaldılar. Bundan sonra Venedik'le yapılan savaş uzun ve masraflı olmasına
rağmen denetim altında tutulabilecek hale geldi.
•
Tü RKiYE TAR i H i
başarılı oldular. Erdel Prensi Györgi Rak6czi r 657-r6s8'de tam hükümran
lığa ve Lehistan tahtına göz dikti. Aynı anda, Köprülü Mehmed Paşa'nın
acımasız politikasına karşı Anadolu'da büyük bir isyan çıkmasına rağmen
(isyamn lideri Abaza Hasan Paşa r659'da idam edildi) Osmanlılar Erdel'i
haraca bağladılar ve r 6 6 o 'ta Oradea (Varat) civarındaki bölgeyi topraklarına
kattılar. Osmanlı ordusu Szentgotthard Savaşı'nda bozguna uğramasına
rağmen, Habsburglarla yapılan savaş r 6 64'te -küçük- toprak kazammla
rıyla sona erdi. Son olarak Osmanlılar r 672'de, bugünkü Ukrayna'nın batı
sında bulunan Podolya'yı ele geçirerek Lehistan'a ve Moskova Knezliği'ne
karşı tampon bir Kazak devleti kurmayı denediler. Birkaç yıl sonra Mosko
valılarla yapılan kısa savaş sonunda iki taraf da üstünlük sağlayamadı.
Bununla birlikte, bütün bu kazanımlar İkinci Viyana Kuşatma
sı'ndan (r683) sonra tersine döndü. Bu kuşatmaya o zamandan beri Avru- ,
pa tarihinde bir dönüm noktası olarak bakılır. Sadrazam Kara Mustafa Pa
şa'mn komutasındaki bu sefe ı;in arkasındaki itici güç, Macaristan konusun
da uzun zamandır var olan ihtilaftı. Osmanlılar Emre Thököly'nin başını
çektiği Protestan beylerin ayaklanmasım destekliyordu. Osmanlılar bakı
mından, Lehistan Kralı Jan Sobieski komutasındaki Habsburg müttefikle
rinden oluşan yardım ordusunun, başanya ulaşması muhtemel bir saldırı
dan sadece birkaç gün önce, Viyana yakınındaki Kahlenberg'de Osmanlı or
dusunu yenmesi büyük bir askeri felaket oldu. Bu yenilginin sonuçları da
ha da vahimdi: Sanki her şey eski durumuna dönmüştü, Habsburglar, Pa
palık kuvvetleri, Venedik ve Lehistan'ın oluşturduğu Kutsal İttifak Buda'yı
ve Orta Macaristan'ın büyük kısmını ele geçirdi (r686). Bir yıl sonra Rusya
da bu ittifaka katıldı. r 688'de Belgrad düştü; Mora Yarımadası bu olaydan
da önce Venediklilere kaptırılmıştı. Köprülü Mehmed Paşa'nın ikinci oğlu
Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa Slankamen Savaşı'nda öldürüldü (r69r) .
Habsburgların Zenta Savaşı'nda kazandığı zaferin sonucunda Osmanlılar
kesin bir yenilgi aldı.
Ülke düzeyinde Viyana seferinin başarısızlığı Kara Mustafa Pa
şa'mn hayatına ve IV. Mehmed'in tahtına mal oldu (r687) . Uzun ve başarı
sız savaşın yarattığı mali yük siyasi bir krizi tetikledi. r 6 9 9 'da Karlofça'da
yapılan barış görüşmeleri sırasında Osmanlılar hala kendine güvenen bü-
Tü RKiYE TAR i H i 73
mına geliyordu: işler Osmanlı tarihinin Altın Çağı denilen ve yazarların ge
nellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanına atfettiği dönemdeki kadar iyi
değildi. Bu yazarlar genellikle eski kuralların, eski ayrıcalıkların ve seçkin
ler arasındaki eski işbölümünün yeniden tesis edilmesini istiyorlardı.
Buna karşılık, tarihçi Naima (ö. r7r6) gibi Osmanlı siyaset yazarları
toplumlarını farklı biçimde, yani değişim açısından ele almaya başladı. Na
ima, Köprülü siyasetinin taraftarıydı ve kısmen siyasi hanelerin rolünü hak
lı göstermek için yazıyordu.24 Bu görüş, savaşa bizzat katılan gazi sultan ide
ali gibi yerleşik ideolojik tezlerin sessizce bir yana bırakılması anlamına ge
liyordu. Bu, I I . Osman örneğinde ters tepmiş, ancak IV. Murad tarafından
başarıyla örneklenmişti. r7oo'den sonra, hükümdarların itibarının ordu
komutanı olarak sergiledikleri yetenelde hiçbir ilişkisi kalmadı.
O s m a n l ı e l it i n d e yen i u n s u rl a r
Askeri sınıfın, saray görevlilerinin, bürokratların ve din alimlerinin
mesleki güzergahlarının 20. yüzyılın ilk yarısında düşünüldüğü gibi birbi
rinden kesin çizgilerle ayrılmadığı artık biliniyor.25 Sarayda görev yapmış
olanlar ordu komutanı olabiliyordu; bazıları da ilmiyenin çeşitli kademele
rinden merkezi bürokrasiye geçebiliyordu. Bu tür geçişler Osmanlı yaşamı
nın her zaman bir parçası olmuştu, ancak r7oo'den sonra aristokratlaşma
ya doğru giderek güçlenen bir eğilim olduğunu gözlemlemekteyiz. Saraylı
olsun olmasın bu yeni tarz Osmanlı eliti ile Avrupalı muadilierini karşılaş
tıran incelemeler henüz yapılmadı.'6
Ayan adı verilen taşra ileri gelenleri, o bölge sekenesinin çıkarları ile
vilayet yönetiminin çıkarları arasında arabuluculuk yapan toplumsal bir
katman oluşturuyordu. 17. yüzyıldan itibaren ulema arasında büyük aileler
den meydana gelen bir "aristokrasinin"27 geliştiği gözlemlenebilir. r73o 'da
artık bir avuç aile ilmiye hiyerarşisinin üst basarnaklarına hakimdi.
Ortaya bir de Rum Ortodoks devlet eliti ortaya çıkmıştı. En önemli
leri, sur içi İstanbul'un Fener semtinde yaşadıkları için Fenerliler denilen
topluluktu. Bu aileler Bizans kökenli olduklarını iddia ediyorlardı. Bazı üye-
Tü RKiYE TARi H i 75
kez daha kaybedildi. imparatorluk 1746'ya kadar değişik sonuçlar getiren
savaşlara girdi. Osmanlılar 1715'te Mora Yanmadası'nı Venediklilerden ge
ri alarak bu devletin Akdeniz siyasetindeki rolüne son verdi. İki yıl sonra
Petrovaradin'deki [Peterwardein] ağır yenilgiden sonra Osmanlılar Pasarof
ça Barış Antiaşması'yla Belgrad'ı kaybetti; ancak 1739 'da Eflak'ın bazı böl
geleriyle birlikte geri aldı. Dahası, İran' da Safevi hanedanının çökmesi ve
ardından ortaya çıkan siyasi karışıklık Osmanlıları harekete geçirerek Kaf
kasya'ya müdahale etmelerine, hatta Rusya'yla karşılıklı nüfuz alanlarını ta
nımalanna yol açh. İran'la karşılıklı toprak kayıpları 1746 'ya kadar sürdü.
Bu tarihte Nadir Şah'la yapılan barış antiaşması eski sınırları geri getirdi;
ancak şahın Sünniler ile On İki İmam Şiası arasındaki ayrılığı sona erdire
cek bir antlaşma yapma umudunu boşa çıkardı.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, I7I0-1746 arasındaki savaşlaı;.
pek bir yarar sağlamamışh; ancak Petrovaradin Muharebesi gibi önemli bir
istisna haricinde zafer kazanılmadığı gibi felaketle de karşılaşılmadı. Oysa
ı8. yüzyılda yapılan savaşlar hem masraflıydı hem de halk tarafından des
teklenmiyordu. 173o'da İran cephesinden gelen kötü haberlerin, uzun za
mandan beri işbirliği yapan yeniçerilerle zanaatkarların İstanbul'da ayak
lanmasına yol açmasıyla I I I . Ahmed tahttan indirildi.
Osmanlı elitinin çeşitli gruplan ı7oo'ler boyunca Avrupa'ya önceki iki
yüzyıl boyunca gösterilenden çok farklı bir tepki verdiler. Avrupa teknolojisi
ve saray kültürü bir dereceye kadar rağbet gördü. Bu gelişmenin yansımalan
o dönemin Katolik ve Protestan Avrupa elitleri arasında yaygınlaşan turquerie*
tutkusunda görülür. Elirlerin ilgisi sayesinde açılan kanallar, 1727'de İstan
bul' da bir matbaanın açılmasını sağladı: Bu matbaa esasen Osmanlıca tarih
ve coğrafya metinlerinin yayınlanması için kullanılan, devlet tekelinde bir ku
nıluş olarak iş gördü. Benzer şekilde, Avrupalı aristokrat Claude Alexandre
Comte de Bonneval (ı675-1747) orduyu seri ateş etmeye olanak sağlayan hafif
salıra toplanyla tanışhrdı. Comte de Bonneval, XIV. Louis ve Eugene de Savo
ie'nın hizmetinde başarılı ancak çalkantılı bir subaylık karlyerinin ardından
* Turquerie: Avrupa'da ı6.-ı8. yüzyıllar arasında Osmanlı ("Türk") sanat ve kültürünün taklidine da
yanan Oryantalist moda. Müzik, resim, mimari, giyim kuşam, mobilya vb. Osmanlı üslubunun etkisi
ni taşıyordu. -ç.n.
S i YASi VE D i PLO M AT i K G E L i Ş M E LE R
Osmanlı kuvvetlerine katılmıştı. Humbaraa Ahmed Paşa adını alan Comte
de Bonneval ile matbaayı getiren Macar Ü niteryen mezhebi üyesi"9 Müslü
man oldu. Bu önemliydi; zira 15. yüzyılın sonundan beri din değiştirip Os
manlı elitine katılan yabancı kökeniilere çok seyrek rastlanıyordu. Öte yandan
Fenerli Rumlar gibi gayrimüslim elitler Avrupa bilimini ve ihtiyatla olmakla
birlikte yaşam biçimini benimsemişlerdi. Rum alimler ve eğitimeller bu yüz
yıl boyunca modem bilimsel görüş ile Aristotelesçi dünya görüşü arasmda bir
uyum sağlamaya çalıştılar.30 Batı'dan gelen bilginin benimsenmesinin toplu
mu ne kadar derinden etkilediği hala tartışmaya açık bir konudur.
TO R K i Y E TAR i H i 77
KRİ Z KUŞAKlAR!, I768-I838
1768 Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar Osmanlı İmparatorluğu görece
bir huzur ve refah dönemi yaşadı. Yine de o dönemde mutlakıyetçi devlet
lerin esas askeri varlığını oluşturan kalıcı ve düzenli talim yapan bir ordu
oluşturmayı başaramadı. Daha merkeziyetçi bir ekonomik yaklaşım uygu
lanması halinde merkezi yönetimin bu tür bir modern orduyu finanse edip
ederneyeceği hakkında tahmin yürütmek yararsızdır; sonuç itibariyle, ı8.
yüzyıl savaşlarının maliyeti, yeni savaş yöntemlerini benimseyen Fransa,
Rusya ve diğer ülkelerde ortaya çıkan siyasi kriziere büyük katkıda bulun
muştu. ı768'den önceki yirmi yılda, askeri yeniliklerin Osmanlı'nın dönü
şümüne çok da büyük bir etkisi olmadı.
ı768-ı774 Rus Savaşı'ndaki yenilgi Osmanlı tarihinde bir dönüm
noktasıydı. Bu tarihten itibaren artık bir "Doğu Sorunu" vardı. Nispeten za..
yıf bir Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın büyük güçlerinin hem siyasi
hem toprak emellerinin hedefi haline geldi. Sultan 17oo'lerdeki Avrupa
devletlerinin oynadığı diplomatik ve askeri "güç dengesi" oyununun kena
rında köşesinde de olsa önemli bir aktör olmaktan çıkınca, sahip olduğu
topraklar Ruslar, Habsburglar, İngilizler ve Fransızlarca kapışılmaya çalışı
lan birer kemik haline geldi.
Bu yenilginin ikinci bir sonucu, birtakım güç sahipleri veya toplum
sal grupların Osmanlı'nın bünyesinden ayrılmayı tasadamaya başlamasıy
dı. Yenilginin üçüncü bir sonucu ve yansıması olarak Osmanlılar zamanla
daha da kapsamlı bir hal alan bir dönüşüm sürecine girdi. Bu üç eğilim
1774'ten ı838'e kadar meydana gelen siyasi gelişmeleri şekillendirdi. Os
manlıların gerek elit gerekse elit olmayan kesimleri, bu dönemi olağanüs
tü şiddette askeri ve siyasi krizler çağı olarak yaşamış olmalılar.
T ü R KiYE TAR i H i 79
Ta ş ra n ı n bağı m s ı z l ı k e m e l l eri
Tü RKiYE TAR i H i 8ı
' Sened-i İttifak' vasıtasıyla ayanın toplumsal konumları ve siyasi nüfuzları
garanti altına alınmıştı.
Öte yandan I I . Mahmud r8o8'de konumlarını kabul ettiği ayanın
nüfuzunu kısıtlayarak, I I I . Selim'in toplum üzerinde devletin kontrolünü
artıran kurumlar oluşturma girişimini devam ettirdi. I I . Mahmud bundan
sonra, benzer ama daha köklü bir değişiklik yaparak, binlerce askeri öldür
tüp yeniçeri ocaklarını ortadan kaldırdı (r826 ) . Osmanlı devlet ideologları
nın Vak'a-ı Hayriye dedikleri bu olay genellikle Osmanlı devletinde reforma
giden yolun başlangıç noktası olarak görülür.
Bu görüş iki bakımdan sorunludur. Bir yandan, bu görüşü savunan
lar r826 'dan önceki dönüşümlerin etkisini küçümseyebilirler. Öte yandan,
devlet reformları Vak'a-ı Hayriye'den ne önce ne de sonra bir bütün halin
de ele alındı; ayrıca reformlara muhalefet eden bir kesim her zaman mev
cut oldu. Yeniçetilik sonrası Osmanlı ordusu ve askeri değeri hakkında faz
la araştırma yapılmamıştır; bu nedenle I I . Mahmud'un reformlarının aske
ri açıdan ne kadar başarılı olduğunu aslında bilmiyoruz. Açıktır ki, merke
zi yönetimin orduları r83o'larda Mısırlılara karşı pek başarılı olamamıştır.
Bu durum, o dönemde sadrazarnın danışmanı olan Helmuth von Molt
ke'nin "Türkiye' den Mektuplar"ından da anlaşılır.36 Bu açıdan bakıldığında,
Vak'a-ı Hayriye askeri bir reformdan ziyade, toplumu en iyi örgütlenmiş
gruplarından birini ortadan kaldırarak disiplin alhna alma girişimi anlamı
na gelmiş olabilir.
Osmanlı İmparatorluğu r838'de İngiltere'yle Baltalimanı Antlaşma
sı'nı imzaladığında, I I . Mahmud ve elideri devletin yapısını güçlendiren
birtakım önlemler almışlardı. Bu önlemler imparatorluğun Batı'daki mu
adillerine benzemesini sağlamış, üstelik benzeyiş iki tarafın da görmek is
tediğinden daha fazla olmuştu. Merkezi yönetim dönüşüme Weberci ola
rak tanımlanabilecek tarzda bir bürokrasiyle başladı.37 r822 'de kurulan ter
cüme odası, Fransızca konuşan Müslüman bürokratlardan oluşan yeni bir
grubun siyasi bir bilgi birikimi sağladığı ana kanallardan biri haline geldi.
Belki bundan daha da önemlisi, subay, hekim ve bürokrat yetiştiren devlet
okullarının açılmasıydı. Bu okullar temelde merkezi devletin ihtiyaçlarına
hizmet etti ve böylece misyoner ve cemaat okullarının 1 9 . yüzyıl boyunca
82 S iYAS i VE Di PLOMATi K G E Li Ş M E LE R
giderek yaygınlaşmasına fırsat yarattı. Benzer şekilde, I I . Mahmud'un ku
ruluşunu faal olarak desteklediği matbaa ve basın, 185o'lerde devlet kontro
lünde haber ve talimat yayan kurumlar olmaktan çıkıp kamusal tartışma
platformlarına dönüştü.
Ye n i dev l et b i çi m i d e n eyleri
T ü R K i Y E TAR i H i
NoTLAR
Paul Rycaut, The History ofthe Present State ofthe Ottoman Empire, genişletilmiş baskı (Londra, 1686).
2 Demetrius Cantemir, The History of the Growth and Decay of the Ottoman Empire, çev. N. Tindal
(Londra, 1734-1735).
3 Ignatius Mouradgea d'Ohsson, Tableau general de l'Empire othoman, 7 cilt (Paris, 1787-1824) .
4 Joseph von Hammer, Des osmanisehen Reiehs Staatsverfassung und Staatsverwaltung, 2 cilt (Viyana,
1815).
5 Raimondo Montecuccoli, Della Guerra col Tureo in Ungheria (Köln, 1704), s. 45-
6 Luigi Ferdinando Marsigli, Stato militare dell'Imperio Ottomano incremento e deeremento del medesi
mo (Lahey ve Amsterdam, 1732).
7 Metin Kunt, Sancaktan Eyalete: 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi (İstanbul, 1978),
s. 58-84.
8 Rhoads Murphey, Ottoman Warfare, 1500-1700 (Londra, 1999) (Türkçe edisyon: Osmanlı'da Ordu
ve Savaş 1500-1700, Homer Kitabevi, İstanbul, 2007) .
9 Tal Shuval, "Cezayir-i Garp: Bringing Algeria Back into Ottoman History", New Perspectives on Tur-
key 22 (2000), 85-II4.
10 Andre Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, çev. Ali Berktay (İstanbul, 1995), s. 42.
ıı Bkz. Madeleine Zilfi'nin bu ciltteki yazısı (10. Bölüm).
12 Bkz. Carter Findley'in bu ciltteki yazısı (4. Bölüm).
13 Gustav Bayerle, "The Compromise at Zsitvatorok", Arehivum Ottomanicum 6 (1980), 5-53.
14 Petr Stepanek, "War and Peace in the West (1644/5): A Dilemma at the Treshold of Felicity?" Are
hiv Orientalni 69, 2 (2001), 327-340.
15 Albrecht Fuess, "An Instructive Experience: Fakhr al-Dın's Joumey to Italy, 1613-18", Les Europeens
vus par !es Libanais a l'epoque ottomane içinde, ed. Bemard Heyberger ve Carsten-Michael Walbiner
(Beyrut, 2002), s. 23-42.
16 Gabriel Piterberg, An Ottoman Tragedy: History and Historiography at Play (Berkeley, 2003), s. 9-29
(Türkçe edisyon: Osmanlı Trajedisi: Tarih-Yazımının Tarihle Oyunu, Literatür Yayıncılık, İstanbul,
2005)-
17 Leslie P. Peirce, The Imperial Harem: Women and Sovereignty in the Ottoman Empire (New York ve
Oxford, 1993), s. 91-n2 (Türkçe edisyon: Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu'nda Kadınlar
ve Hükümranlık, Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, İstanbul, 2002, 4· baskı) .
18 Linıla T. Darling, Revenue Raising and Legitimacy: Tax CoUection and Finance Administration in the
Ottoman Empire, 156o-166o (Leiden, 1996), s. no-ıı4.
19 Şevket Pamuk (ed.), İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 Yıllık Fiyatlar ve Ücretler, 1469-1998 (Ankara,
2000); s. 13-
20 Rifa'at 'Ali Abou-El-Haj , The 1703 Rebellion and the Structure ofOttoman Politics (İstanbul ve Leiden,
1984), s. 31, 88-93·
21 Bkz. Carter Findley'in bu ciltteki yazısı (4. Bölüm).
22 Molly Greene, A Shared World: Christians and Muslims in the Early Modern Mediterranean (Prince
ton, 2ooo), s. IJ·44·
O aller ile değerler açısından ise islami bir yapıya sahipti. İslami bir
sultanlıkh, aynı zamanda patrimonyal monarşilerin veya iyice ge
nişlemiş haneler modeline dayalı devletlerin bulunduğu daha geniş katego
ride yer alıyordu.' Osmanlı devletinin merkezinde padişah ve hanedan, im
paratorluk sistemini meşrulaştıran fikirler ve değerler, formel -örgütsel,
düzenleyici ve hukuki- yönetim aygıtı ve bu aygıt içinde çalışan elitler yer
alıyordu. Hakim elit "askeri" (tümü gerçek anlamda asker olmasa da) idi,
karşısında ise "reaya" ("sürü"; tebaa) vardı. Resmi olarak elirlerin silahlı ve
•
vergiden muaf olmalan, aynca farklı kıyafetleri, askeri ile reaya, devlet ile
toplum arasında keskin bir ayrıma yol açıyordu. Devleti oluşturan bütün
unsurlar, tıpkı devlet ile toplum arasındaki dengenin değişmesi gibi zaman
içinde değişmekte, önemli sonuçlar doğuran siyasi bir denge veya denge
sizlik içinde birleşmekteydi.
Bu karmaşık sistem ı 6 o3-1838 arasında büyük bir değişim geçirdi.
Bilim insanlan uzun zamandan beri bu değişimi imparatorluğun yükseli
şini izleyen ve ı g . yüzyıldaki reform döneminin öncesine kadar devam
eden bir gerileme süreci olarak değerlendirmişlerdi. Ne var ki, bu dönem
de bazı şeyler gerilerken bazılan yükseliyordu. Bu iki yüzyıl, ileriye veya ge
riye doğru tek eğilim sergilemez. Kısa vadeli eğilimler bile imparatorluk
sisteminin farklı kısımlannın çatallanan yörüngelerini maskeler. r6o3-
1789 arasına damgasını vuran özellik, adem-i merkeziyetçilik ve devletin
gücünün zayıflamasıdır. Yine de, taşrada yeni güç merkezlerinin oluşması,
devletle toplum arasında yeni ara güçlerin ortaya çıkmasının ve en azından
r8. yüzyıl sonundaki krizler tekrar merkeziyetçi eğilimiere yol açana kadar
daha yoğun merkez-çevre bağlantılan yaratılmasının göstergesi olabilir.2 Bu
dönemdeki Osmanlı siyasi kültürünü anlamak için yönetim sistemindeki
değişimi, bu konudaki suistimalieri ve suistimallere karşı ne yapılması ge
rektiği hakkındaki düşünceleri, "hane olarak devlet"in içinde birbiriyle çe-
TüRKiYE TAR i H i
kişen elit hanelerinin yükselişinP ve 1789'dan sonra tekrar merkeziyetçiliğe
dönüşü incelemek gerekir.
Tü RKiYE TAR i H i 91
başlamıştı. Bu durum, hacılığa ve haccın güvenliğine büyük önem verilme
sinden açıkça anlaşılabilir.10 Yine de eski roller önemini büsbütün kaybet
memişti. Savaşta orduya komuta eden padişahlar gazi unvanını almayı sür
dürdü. r774'ten sonraki korkunç yenilgiler padişahların islam'ın savunucu
su olma iddiasının sorgulanmasına ve böylece yeni bir reform çağını başla
tacak saiklerin yükselmesine yol açtı.
Bu dönemde Osmanlı tarihinin çok eskilere dayanması bir başka
meşruiyet unsuru olmuştu. İran'da Nadir Şah (h. r73 6-r747) bir islami bir
leşme fikri ortaya attı; buna göre Osmanlılar Caferi Şiiliğini beşinci mez
hep olarak tanıyacaklar ve İran, Kırım Tatar Hanlığı'na benzer şekilde, Os
manlı İmparatorluğu'nun bir "şubesi" olacaktı. Ancak Osmanlılar İranlıla
rın bu fıkri ortaya atma nedenlerinden kuşkulandılar. Hilafeti ellerinde tut
malarını ve 450 yıldır gazi devlet olarak sürdürdükleri varlıklarını, gazi ge-.
leneğinden yoksun ve istikrarsız hanedanlara sahip İran'la kıyasladılar.
İran'a "önce biriyle, sonra bir başkasıyla evlenerek mendil gibi elden ele do
laşan vefasız kadın" dediler.11
Osmanlı'nın meşruiyet iddiası, Osmanlı hukuk sistemini de içine
alan çok büyük ve kapsayıcı bir emperyal kültür sentezinin parçasıydı. Bu
hukuk sistemi, hem İ slam hem de devlet kanunlarının önemini en üst se
viyeye çıkarması bakımından diğer İ slam devletleri arasında eşsizdi. Ayrı
ca, padişahlar ve üst makamlardaki görevliler sadece ulemaya ait camileri
ve medreseleri değil, geniş bir yelpazedeki tarikatları ve kültürel üretimin
bütün incelikli biçimlerini de himaye ediyorlardı. Entelektüeller Osmanlı
Türkçesinin edebi kültürünü geliştirdi. Arapça, Farsça ve Türkçenin bir
karışımı olan Osmanlıca, Osmanlıların İslam kültürel mirasının tümüne
yönelik iddialarını zımnen yansıtıyordu. "Din-ü-devlet" temasını, yani im
paratorluğun din ile devleti kaynaştırdığı düşüncesini vurgulamış, siyasi
felsefi islam geleneğine ve "daire-i adliye" (adalet çemberi) kavramına yas
lanmışlardı. Daire-i adiiye kavramına göre, padişah ve yönetici sınıflar te
baanın refahı için gereken adalet ve himayeyi sağlarken, tebaa da yönetici
lerin görevlerini yerine getirmesi için gereken kaynağı sağlıyordu. '2 Os
manlı düşünüderi r 6 o o 'den sonra bu felsefi geleneğe katkıda bulunmayı
sürdürdüler.
Tü RKiYE TAR i H i 93
di: Sipahiler ateşli silahlan kullanmak istemiyor, direniyorlardı; yeniçeriler
sayıca artarken disiplin açısından çöküş içindeydi, bunun sonucunda para
lı askerlere (sarıca, sekban, vb) bağımlılık artmışh.'6 Dini elit (ilmiye) de,
başkentteki Kadızadeli hareketi, ardından Arabistan'daki Yelılıabi hareketi,
ı78g 'dan sonra ise Bahlılaşma reformlan gibi çözülmesi gereken mesele
lerle karşı karşıya kaldı. Kadı ve medrese hocalan hiyerarşisinde makam ve
ayncalıklar ancak ı7oo'den sonra yerli yerine oturdu; ancak bu hiyerarşi bi
limsel başandan çok tepedeki aristokratlaşmayı gösteriyordu. '7 qgo'lara ge
lindiğinde, Osmanlıların çıkarlarını askeri yollar yerine diplomatik yollar
dan aramayı tercih etmeleri, divan-ı hümayunlarda ulemanın marjinal kal
masıyla sonuçlanan Avrupalılaşma reformlan çağını başlath.
Devlet örgütünün değişmesinin daha çok kalemiye ve saray hizmet
lerinin işine yaradığı görüldü. Bir zamanlar divan toplanhlannın kayıtları-.
nı birkaç katip tutarken, arhk kalemiye kadrolan sarayın dışındaki büyük
kurumlan doldurur olmuştu. Bu kurumların başta gelenleri, sadrazarnın
yönetim merkezi olan Bab-ı Ali (ı654) veya maliyeye bakan defterdann
merkezi Bab-ı Defteri idi. 179 o'larda 25 civarındaki dairede çalışan toplam
ı soo ila 2ooo katip içinde, tahminen 650 katiple defterdarlık başta geliyor
du. '8 Birçok görev saray dışına çıkınca, saray içinde görülen hizmetler so
nunda yönetici sınıfın adeta ayn bir şubesi haline dönüştü. Mabeyn ("ara
daki" demek olup burada harem ve sarayın diğer bölümleri arasında anla
mında kullanılmaktadır) içinden sultanın saray dışındaki başka birimlerle
iletişimini sağlamakla görevli bir saray katipliğinin çıkması bu değişimi
simgeler. Bir zamanlar hiç ihtiyaç duyulmayan bu işlev, devlet içi iletişim
de kritik bir düğüm noktası haline gelmiştir.'9
Devlet örgütlenmesindeki değişim, imparatorluk merkezinin dör
düncü unsuru olan yönetici sınıfın toplumsal dokusunda da değişim anla
mına geliyordu. Ordu içinde, süvari sipahiler ile piyade yeniçeriterin arhk
işe yaramaması yüzünden reayanın paralı asker olarak silah alhna alınma
sı, yöneten ve yönetilen sınıflar arasındaki aynmı yıpratmışh. Yeniçerilerin
şehir halkına kanşhğı, sıradan erkek ve kadınların gelir sağlama amacıyla
yeniçeri ulufe karnelerini sahn alıp askeri sınıfın vergi muafiyetinden ya
rarlandığı sırada ortaya çıkan kurumsal örgütlenme ve imtiyaz arama süre-
TO RKiYE TARi H i 95
farkı kendi ceplerine atıyorlardı!4 Devlet görevlileri de büyük gruplar halin
de köylere akın edip yiyecek ve samana el koyuyor, nakdi veya ayni büyük
miktarlar talep ediyorlardı (salgun) . Adalet dağıtması beklenen kadılar bile
yaptıklan işlemler için ücret alma hakkını kötüye kullanıyor, gelir elde et
me fırsatı aramak üzere "devre çıkıyorlardı". Adil davranma ideali ile me
murlannın talanı arasında sıkışan sultanlar "memleketin mahvedilmeme
si" için sert uyanlar gönderiyor, uyanlara uymayanlan "şiddetle cezalandır
makla" (eşedd-i siyaset) tehdit ediyor, hatta suiistimali görülen görevlilere
karşı tebaayı silahlanmaya çağınyariardı (nefır-i 'am) . Suiistimallerin buna
rağmen devam etmesi isyanlara, köylülerin şehirlere ya da Osmanlı sınırla
n ötesine göç etmesine ve tarım yapılan topraklarda tekrar göçebeliğe dö
nülmesine yol açtı. 2ı
Bu tür sorunlar hakkında ne yapılması gerektiğine dair tartışmalar •
Tü R KiYE TAR i H i 97
arasında da görülüyordu.35 Osmanlı eliderinin toplumsal gerçeklerini tam
anlamıyla aktarabilmek için bu farklılıkların ve başka şeylerin göz önüne
alınması gerekir. Bununla birlikte, siyasi açıdan en önemli toplumsal or
tam büyük hanelerdi.
Yönetici sınıf içinde elit hanelerin daha önceki dönemde de görülen
oluşumu, bu dönemde birçok nedenden dolayı daha da yaygınlaşmıştı.36
Sultanın hizmetinde en yüksek mevkilere ulaşanlar, büyük bir güce ve bü
yük haneleri çekip çevirmek için gereken son derece yüksek bir gelire sahip
oluyorlardı. Yine de yüksek mevkilerdeki görevliler belirgin sorunlarla kar
şı karşıyaydı ve büyük haneler bu sorunların karşılığıydı.
Osmanlıların askeri genişlemesi yaklaşık ı67o'te sona erip toprak
ları ve gelir kaynakları Karlofça Antiaşması'yla (ı699) daralmaya başlayın
ca, yüksek mevkilere talip olanların aşırı sayısı yaygın bir sorun haline gel- ,
di.37 Bu da pek çok farklı soruna yol açtı. Devlet hizmetinde hızla alçalıp yük
selrnek her zaman görülen bir şeydi. Gerçi elit tabakanın pek çok üyesi ar
tık gerçek anlamda köle olarak devlet hizmetine alınmasa da, padişaha hiz
met etmek insanı hala onun kulu statüsüne sokuyordu. Ancak bu sıradan
bir kölenin statüsünden farklıydı; sultanın resmi kullarını herhangi bir
mahkemeye gerek görmeden kestirmeden cezalandırma hakkı vardı.38 Bu
gün politika anlamında kullandığımız "siyaset" kelimesi, o zaman padişa
hın keyfi cezalandırma yetkisi anlamına geliyordu; ancak bu yetkiyi kulu
olan elitlere karşı kullanırken, tebaası "reayaya" karşı -prensip olarak- kul
lanmıyordu. Padişah hukuken kullarının varisiydi; ölümlerinden veya göz
den düşmelerinden sonra mülklerini müsadere ediyordu. Müsaderelerin
ı8. yüzyılda giderek yaygınlaşması, aile vakıfları kurulması gibi koruyucu
stratejiler geliştirilmesine esin kaynağı oldu.39 Elitler arasında sadece ulema
görece güvendeydi.40
17. yüzyıl ortalarında her yıl yeniden atama (tevcihat) sistemi ortaya
çıktı; genellikle iki atama arasında uzun bekleyişler gerektiren bu sistem
yüksek makamların istikrarsızlığını arttırdı.4' Talihli memurlar tekrar göre
ve atanabiliyordu, ama her defasında sadece bir yıllığına . . . Atanacak bir yer
olmayınca sadece makam verilirdi. Bu sistemde önemli ekonomik çıkarlar
rol oynuyordu. Görevliler her atamacia ücret ödemenin yanı sıra bazen rüş-
Tü RKiYE TAR i H i 99
Akrabalığı ve hısımlığı kullanarak kendilerine bağlı kişiler ağını bü
yüten hane reisleri, stratejik mevkilere maiyetlerindeki kişileri atayarak çı
karlarını koruma mücadelesi verdilerY Yüksek mevki sahibi olmanın ayrı
calıklarından biri de yaygın hamilikti; böylece elit hanelerin yüzlerce, hatta
binlerce insan barındırınasma imkan verecek şekilde büyümeleri kolaylaşı
yordu.48 Paralı kuvvetiere bağımlılığın artması, "mükemmel bir kapı"yı va
lilik veya askeri komutanlık gibi görevlere atanmanın önkoşulu haline ge
tirdi.49 Büyük hane reisieri "mültezim" olarak devlet adına vergi ve asker
toplayıp erzak sağlamaktan sorumlu hale geldiler. Yüksek makamları mül
tezimlikle birleştirmek bu eğilimi pekiştirdi.50 Osmanlı devlet adamları dev
let hazinesini, özellikle iltizamı, servet edinmenin en iyi yolu olarak görü
yordu. Önceleri hane maiyeti üyelerinin, daha sonra ayanın ele geçirdiği
mütesellimlik ve voyvodalık mevkileri yerel güç merkezleri haline geldiY '
Edebi kaynaklar, hanelerin sahip olduğu servet ile toplumsal merdivenler-
de hızla çıkış ve inişleri karşılaştırır. Buna göre, bir kul çabucak devlet ada
mı ve padişahın damadı olabiliyor, ama -bir anda- kellesi vurulup sarayda
başkalarına da ibret olsun diye teşhir de edilebiliyordu.52
Eskiden devlet padişahın her şeyi kapsayan hanesi olarak görülür
dü; bunun yerini sultanın "kullarının kulları" ve sultanın hanesi içinde yer
alan pek çok hane görüşü aldı.53 Ayrıca, farklı bir siyaset geliştirildi; buna
göre, hanelerin üzerine inşa edildiği koşulsuz bireysel sadakatİn yanında
politikalar veya · sorunlar, modern standartlarla düşünüldüğünde, ikinci
planda kalıyordu. Kaside ve hicivlerin çoğu böyle bir siyasi ortamda ödül
için çekişmenin yarattığı ümidi ve ümitsizliği yansıtır.
Yüksek mevkilerde görev yapanların siyasi açıdan ilerlemeleri, ent
rikalara ve sultanın gözüne girmelerine bağlıydı.54 Mevki süresinin belirsiz
liği, sultana yakınlığın biçimi ve memurların kul statüsü, bu yüksek balıis
li oyunun tehlikeleriydi. Bazen bir bürokrat geçici olarak bir nüfuz tekeli
kurabiliyordu. Nitekim Il. Mahmud'un gözdesi Halet Efendi, Yunan ihtila
li başlamadan hemen önce (r82r) İstanbul'da adeta tek nüfuzlu kişi haline
gelmişti.55 Vilayetlerde ayan ailelerinin bazen kuşaktan kuşağa geçen biçim
de nüfuz tekeli kurması r8. yüzyılda yaygınlaşmıştı.56 Bazen iki hane veya
iki hane grubu üstünlük için kapışıyordu. İstanbul'daki kalemiye memur-
hareminde pek çok çekişmeye Y?l açan bu durum nedeniyle, 17. yüzyıl
başları "kadınlar saltanatı" olarak anılır. Bu durum 1 6 5 6 'da sona erdi ve
Valide Turhan Sultan, Köprülüzade Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa atan
masına önayak oldu. Paşaya olağan durumda padişahlann kontrolünde
olan politikalarda ve yüksek rütbeli memur atamalannda tam yetki veril
di.58 İç ve dış krizler karşısında gerçekleştirilen bu girişim, aynı zamanda
diğer hanelere karşı tek bir haneyi güçlü kılarak merkezi kontrolü yeni
den kurmayı amaçlıyordu. Köprülü ailesi elli yıl boyunca siyasete ve ata
malara egemen oldu. Gerçi bu dönemde sultanlar ara sıra tek bir büyük
hanenin reisi ve komutan olarak tekrar öne çıkmaya çalıştılar. Bazı dö
nemlerde yüksek mevkilere yalnızca bir büyük hanenin üyeleri atanıyor,
bazen de atananlar saraydan, ordu kademelerinden ve merkezi idareden
seçiliyordu.59 İkinci Viyana kuşatmasının başarısız olması ( 1 6 83) ve Kar
lofça Antiaşması'yla ( 1 6 9 9 ) imparatorluğun toprak kaybetmesi sonucu
hem Köprülüler gözden düştü hem de sarayın kontrolü yeniden ele geçir
me çabaları duraladı.
Bu dönemden sonra büyük hanelerin rolü arttı. Ulemanın üst kesi
minin aristokratlaşması bu eğilimin ömeğidir. Sonunda, reaya kökenli
ayan bile haneler kurup yüksek mevkiler elde etti. Valilikler iltizamla birleş
tirilip taşradaki büyük milltezimler valilikler satın almaya başlayınca, reaya
M e rkez i l e ş m eye d ö n ü ş
NOTlAR
Bu makalenin hazırlanması sırasında araşhrmalara yardımından ötürü Boğaç Ergene'ye teşekkür ede
rim; Carter Vaughn Findley, Ottoman Civil Officialdom: A Social History (Princeton, r9S9). s. 6-S.
2 Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi (İstanbul, r9S5), s. 222; Dina Rizk
Khoury, State and Provincial Society in the OUoman Empire: Mosul 1540-1834 (Cambridge, 1997). s.
44-4S; Karl Barbir, Ottoman Rule in Damascus, 1708-1758 (Princeton, r9So), s. 6s-ıo7.
3 Jane Hathaway, The Politics of Households in Ottoman Egypt: The Rise of the Qazdağlıs (Cambridge,
1997). s. 24·
4 Leslie Peirce, The Imperial Harem: Women and Sovereignty in the Ottoman Empire (New York ve Ox-
,
ford, 1993), s. 21-2s, 5S-79; Ignatius Mouradgea d'Ohsson, Tableau general de l'Empire othoman, 3
cilt, büyük boy baskı (Paris, r7S7-rS2o), cilt I, s. 93-94, cilt III, s. 315· 31S-319·
Rifa'at Ali Abou-El-Haj, The 1703 Rebellion and the Structure ofOttoman Politics (İstanbul ve Leiden,
19S4). s. S3·
6 Marshall G. S. Hodgson, Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization, 3 cilt (Chi-
cago, 1974), cilt III, s. ss-sS. 103-104, 127-130, 139-140.
7 D'Ohsson, Tableau general, cilt I, s. 253-2sS. cilt III, s. 3n, 319-327, 32S, 329-330, 332-333. 3sS.
S Peirce, Imperial Harem, s. 1s3-ıSs; D'Ohsson, Tableau general, cilt I, s. 26r-26S.
9 Barbir, Ottoman Rule in Damascus, s. 77-Sı.
ro Suraiya Faroqhi, Pilgrims and Sultans: The Hajj under the OUomans, 1517-1683 (Londra, 1994); Bar
bir, Ottoman Rule in Damascus, 3- bölüm.
n Ahmet Zeki İzgöer, "Ragıp Mehmed Paşa tahkik ve tahkik (tahlil ve metin)", yüksek lisans tezi, İs
tanbul üniversitesi (r9SS), s. sS. 6S, S2.
ız Yusuf Khass Hajib, Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig) : A Turko-Islamic Mirror for Princes, ed.
ve çev. Robert Dankoff (Chicago, r9S3), s. 107; R. R. Arat (ed.), Kutadgu Bilig (Ankara, 1947), 20S7-
ZOS9· mısralar, alınh yapan Halil İnalcık, "Ada!etnameler", Belgeler 2, 3-4 (r96s). 49-14s. s. 49·
Mustafa Naima, Tarih-i Na'ima: ravzat ül-hüseyn .fi hülaset ahbar ül-ha.fikeyn, 6 cilt (İstanbul, rS63
civan) , cilt I, s. 39'da daire-i adiiye İbn Haldun'a atfedilmiş ve Osmanlı filozofu Kınalızade'nin bu
kavramı ondan aldığı belirtilmiştir.
13 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. Yüzyıllar) (İstanbul, 199S),
s. 329-331; Saim Savaş, Onaltıncı Asır Anadolu 'sunda Bir Tekkenin Dini ve Sosyal Tarihi: Sivas Ali Ba
ba Zaviyesi (İstanbul, 1992). çeşitli sayfalar.
14 Katib Çelebi, The Balance of Truth, çev. Geoffrey Lewis (Londra, I9S7). s. 9S-99. 132-r3s ve çeşitli
sayfalar; aktaran Naima, Tarih, cilt VI, s. 2rS-220, 226; John J. Curry, "A Comparison of tlıe Kadı
zadeli and Wahhabi Movements" (yayımlanmamış makale) .
SAVAŞ VE BARI Ş
G İ Rİ Ş
smanlı savaşlan v e diplomasisinin I6o3'ten ı838'e kadar tarihini
TüRKiYE TARi H i
lık bir dönemini savaş, diplomasi ve ekonominin birbirine bağımlı karma
şık yapısı içinde incelemenin yanı sıra bu faktörlerin Osmanlı toplumu ve
meşruiyetine etkisini ele almanın tam zamanıdır.
Genel askeri açıdan bakıldığında, 17. yüzyıl, vilayetlerdeki tımarlı as
kerlerin etkisini kaybetmesini ve devşirme sisteminin tamamen ortadan
kalkmasını temsil ediyordu. 18. yüzyıl ise III. Selim'in (h. 1789-1807) Nizam
ı Cedid ordusunun öncülü olan milis kuvvetler ile devletin anlaşıp ücret öde
diği alaylar gibi alternatif sistemleri hızlandırdı. Asker ve ikmal açısından taş
raya dayanmak gerekli hale gelince, hükmeden ve hükmedilenler yeniden yer
değiştirdi. Buna karşılık, bu değişiklik iktidarın güçlenip pekişınesi için fır
satlar yarattı ve Avrupa'da 1660-1760 arası meydana gelen gelişmelere ben
zer şekilde, imparatorluk tarihinin bu iki yüzyılına damgasını vurdu.3
Bu bölümde başlıca üç alan üzerinde durulacaktır: Karşılaştırmalı.
bir bağlam içinde özellikle kara savaşlarında değişen yöntemler ki bu konu
da mihenk taşı vazifesi gören seferlerin tasviri de bu konuya dahildir; dip
lomatik kavramlar ve araçlar ki burada önemli antlaşmaların ve Osman
lı'nın diplomatik stratejisindeki değişikliklerin üzerinde durulacaktır; son
olarak da askeri yenilgilerin siyasi ve toplumsal etkileri üzerinde durulacak
tır ki bu yenilgiler ele alınan dönemin sonunda, 1 9 . yüzyılın reformcuları
na imparatorluğu Avrupa'nın mutlakıyetçi çizgisine göre yeniden yapılan
dırma cesareti verecek kadar önemliydi.
T ü R K i Y E TAR i H i III
ve Tuna' da donanma bulundurulmasında da önemli rol oynamıştı. Bu
amaçla, ayanla gerek sözleşmeye, gerekse himayeye dayalı ilişkilere sık sık
başvuruluyordu. Ancak Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa'nın uzun ve renkli
meslek hayatının gösterdiği gibi, ı8. yüzyıl sonlanndaki ciddi denizcilik re
formları bürokrasinin önem verdiği bir konu olmuştu.7
Yukanda özetlenen savaş ve toplum tartışmasında, Otuz Yıl Savaşla
n (ı6ı8-ı648) ile Napolyon dönemi savaşları, Fransızların silah altındaki
devleti bir gerçeklik haline getiren yeniliklerinden hemen önce Avrupa'daki
bütün askeri sistemlerde bir kördüğüme yol açan belirli bir tür savaşın baş
langıcı ve sonudur. Kale inşası ile topların ateş gücü bir dengeye varınca ku
şatmalar bu tür savaşların etkisiz olduğunu gösterdi. Uzun seferleri sürdü
rebilme, yüz binden fazla insanı besleyip bakabilme ve teçhizatıyla birlikte
taşıma kabiliyeti çöküş noktasına ulaşmıştı. Muazzam orduların savaş mey- ,
danlarında karşılaşması zafer heyecanı yaratma bakımından işe yararken,
müzakere masalannda diplomasi politikasını o kadar da etkilemediği görü
lüyordu; oysa standart askeri tarihyazımı Büyük Friedrich'in görkemli başa
rılarının uzun vadede yarattığı etkiyi gizlemişti bir zamanlar. Bu tür savaşla
rın halk üzerindeki etkisi genel olarak isyanlar, köylerin terk edilmesi ve sık
sık da vergilendirmeye ve konak yeri sağlamaya karşı direnmeyle kendini
gösterdi. Bu huzursuzluğurı yanı sıra merkezi ve yerel elit grupların sürekli
savaş halinin yol açtığı karışıklıkların temsil ettiği fırsatıara verdiği tepki, Os
manlı bağlamında da işe yarayan iki kıyaslama noktası oluşturur.
özellikleri değişmedi. Tuna bölgesi r7oo'den sonra esas Osmanlı sının ha
line gelince kale sistemi de sultanlar ile düşmanlan arasındaki kuşatma sa
vaşının odak noktası oldu. Rusların ve Avusturyalıların askeri koridorlan ve
kale sistemleri de ele alınan dönem içinde benzer şekilde gelişmişti. ıı Os
ınanlılar Tuna'nın güneyindeki kendi bölgelerinde askeri karargahlar kur
maya mecbur kalınca, r8. yüzyıldaki seferlere damgasını vuran ikmal des
teğinden mahrum kalma ve düşman halkların direnişi gibi tecrübeler yaşa
dılar. Avrupalı komutanlar birliklerini kendi topraklannda konuşlandır
maktan kesinlikle kaçınırlardı.
Cepheye uzaklık hem Tuna bölgesinde, hem doğu sınırlarında se
ferleri etkileyen bir başka etkendi. Doğu sının, ele alınan dönemde Osman
lıların savaşmak zorunda kaldığı bölgelerin ikincisiydi. Ruslar da büyük
mesafelerin yarattığı güçlükler nedeniyle sürekli sıkınh içindeydi. Bütün
askerlerin yüzde 2 5 , hatta yüzde so'sine varan kayıplar alışılmadık bir du
rum değildi. '2 Doğudaki düşman önceleri Şii Safevilerdi. Daha sonra bu ha
nedanın çökmesiyle yerini İran'ı fetheden Afgan lider Nadir Şah aldı. Bir
sonraki düşman ise Ruslardı. Bu cephe yaşanınası zor bir arazideydi; oysa
Tuna havzası neredeyse Osmanlının tahıl ambanydı. Doğuda göçebelik
önemli bir rol oynuyordu; nitekim Tatar, Kazak ve Kürt çeteleri farklı savaş
yöntemleri gerektiriyor, at ve soğuk çelik, uzun süren kuşatmalardan daha
SAVAŞ VE BAR I Ş
etkili oluyordu. I . Selim (h. 1512-1520) bile askerlerini bu uzak mesafelerde
kışı geçirmeye ikna etmekte güçlük çekmişti. Yeniçeriler dindaşlarıyla sa
vaşmaktan ve o dönemin hakim savaş tarzı olup ikmal sistemlerini felce uğ
ratan "kılıçtan geçir-yak" yönteminden mutsuzdu. Bu bölgede lojistik fev
kalade önemliydi; 17. yüzyıl ortasında Bağdat bu sayede yeniden ele geçiri
lebilmişti. 13
Ele alınan dönemin tam sonlarında açılan üçüncü cephe Mısır ve
Hicaz oldu. 1798'deki Fransız işgali nedeniyle ortaya çıkan Mehmed Ali Pa
şa'nın oluşturduğu tehdit, bütün askeri ve diplomatik sistemin tekrar göz
den geçirilmesini zorunlu kıldı. Hicaz Bedevileri potansiyel olarak karlı
kervan ve hac ticaretine engel oluşturuyordu. Başlangıçta Mehmed Ali ile
İstanbul arasındaki ilişkiler, onun Yelılıabi isyanını bastırması ve hacıların
Mekke ile Medine'ye girişini sağlayıp transit ticareti koruması nedeniyle '
ı 6oo civa r ı n d a O s m a n l ı o rd u s u
Osmanlıların imparatorluğun topraklarına ve egemenliğine yapılan
onca saldırıya rağmen varlığını sürdürebilmesi insanı hala şaşırtıyor. Ele
alınan dönemde epeyce geniş bir himaye edilen ve bağımlı devletler ağı
içinde faaliyet gösteren Osmanlıların bu nedenle aslında tam hegemonya
kuramadıklarını ileri sürmek kolaydır, ancak Toynbee'nin yaptığı gibi onla
rı "tutuklu uygarlık" diye nitelernek de imkansızdır. ıs Cevap ise, belirli bir
dereceye kadar, Osmanlıların iktidara giden ve değişmekte olan askeri ör
gütün temsil ettiği yolu, itiraf etmeseler de, hesaba katabilmelerinde yatar.
1 9 . yüzyılda modern tarzdaki nezaretlerin ortaya çıkışına kadar, Osmanlı
hükümeti patriyarkal ve patrimonyal ittifakların karmaşık bir sistemi olan
padişahın hanesini temsil ediyordu. Sefere çıkan orduda sadece savaşan as-
Tü RKiYE TAR i H i
kerler değil, imparatorluktaki lancaların bazı üyeleri de yer alırdı. Kırsal nü
fus da sefere çağrılmayı -dehşet içinde- beklerdi, zira köylüler insan gücü,
gıda, ulaşım, yük hayvanı vb sağlıyordu. Bir gözlemci I . Süleyman'ın (h.
152o-ı s 66) ordusunu düğün alayına benzetirken, iki yüzyıl sonra bir diğe
ri orduyu takip edenlerin savaşan askerlerden çok olması yüzünden karar
gahıarın büyük bir pazar yerine dönmesinden şikayet ediyordu.'6 Savaş, er
ken modern imparatorluklarda manzaranın bir parçasıydı; askeri karargah
lar ise küçük girişimciler için herhangi bir iş fırsatıydı.
Ele alınan dönemin başlangıcında geleneksel ya da Kanuni Sultan
Süleyman tarzı askeri örgütlenme geçiş sürecindeydi. Yeniçeri ordusunun
temel insan gücünü hala devşirme sistemi sağlıyordu, ancak bu sabit ordu
taşralıların ayrıcalıklar elde etmek için gönüllü olarak askere yazılmasıyla
giderek büyümekteydi; özellikle esame defterinde yer almak, yeniçeri ulu-.
fesine ve ek ödemelerine hak kazanmak demekti. Ayrıca, tarihçilerin tımar
lı sİpahiler ile yeniçeriler arasında mutlak bir ayrım olduğu konusundaki ıs
rarlarına rağmen, aradaki sınırın bulanıkiaşması muhtemelen genelde ka
bul gören tarihten çok daha önce başlamıştı. Tımarlıların Habsburglar ile
Osmanlılar arasındaki Uzun Savaş'a (ı593-ı6o6) katılmamış ya da yeterin
ce şevkle çarpışmamış olmalarının bir nedeni, bu tür görevlerden artık ye
terli para kazanılamamasıydı; tımarlıların bu durumu merkezde büyük bir
reformun başlatılmasına yol açtı. Bir zamanların askeri tırnarları artık saray
(ve yeniçeri) görevlilerine tahsis ediliyordu. Bu reform zaten bir süredir var
olan bir eğilimin gecikmiş resmi bir kabulü olarak görülebilir. Nicel verile
ri elde etmek zordur; zira yeniçeriler hakkında günümüze kalan istatistik
ler sadece payitahtta ya da Osmanlı topraklarındaki çeşitli garnizonlarda gö
rev yapan yeniçerileri hesaba katıp tımarlıları dikkate almamıştır. 17. ve ı8.
yüzyılda Osmanlı taşrasını çok iyi temsil eden yeniçeri-ayan ihtilafları ve
zımni anlaşmalarında, karlı iltizam sözleşmelerini ele geçirmek için sürdü
rülen çekişmenin yattığını görüyoruz; Osmanlılar gelir yaratma süreçlerini,
ağır ağır da olsa, iltizam sistemiyle değiştirmişlerdi. '7
Osmanlı askeri tarihçileri çeşitli alternatif kırsal sistemler hakkında
'
hala fazla bir şey bilmez; oysa bu sistemler sayesinde belirli bir sefere çıkı
lacağında askeri karargahlara binlerce süvari ve piyade akıyordu.'8 Ateşli si-
n6 SAVAŞ VE BARI Ş
lahlar çıkınca geleneksel güçler direnç gösterdi; hem yeniçeriler hem de ka
pıkulu sİpahileri hantal alaybozan tüfeklerini ve tabancalan taşımayı vakar
Ianna aykırı bulmuşlardı. Ateşli silahların kullanılmaya başlaması alterna
tif piyade birliklerinin örgütlenmesi demekti. Bu süreç Avrupa'daki gibi
milisierin kullanılmasına yol açtı; vergilendirme sisteminin bir parçası ola
rak ya da sancak beylerinin atadığı adamlar tarafından yerel düzeyde örgüt
lenen soo veya ıooo kişilik küçük gruplar oluşturuluyordu.'9 Bu gruplar
sekban, sarıca veya levend gibi adlar almıştı; özellikle başlangıçta güçlü kuv
vetli erkek, haydut veya başıboş serseri anlamına gelen son terim yeniçeri
olmayan askerlerin kaynağını belirtir. Levendler bu dönemde ortaya çıkar,
ancak ı8. yüzyılda levend alaylannın gitgide daha fazla kullanılması askeri
sistemin evrimindeki önemli hususlardan biridir.20
Topçulann durumu daha iyi bilinmektedir. V. J . Parry ve Gabor
Agoston'un son çalışmalan sayesinde, II. Mehmed'in Konstantinopoİis'te
kazandığı zafere damgasını vuran yabancı teknik danışmanlar ile yerli üre
tim bileşiminin imparatorluğun daha sonraki dönemine yol gösterdiği ar
tık açık seçik ortadadır.21 Bu da Rusların yaşadığı tecrübeyle kıyaslanabilir;
Rusya'da hammadde eksikliğinden ziyade yerli uzman eksikliği hissedili
yordU.22 Yeni sefer hazırlıklan daima kale burçlannın tamiri ve tahkim edil
mesiyle başlardı ve bu, komşu devletlere Osmanlının niyetini gösteren bir
işaretti. Topçu birliklerine daima özen gösterilir, ıslahına çalışılırdı. Arada
anlaşılabilir şekilde ihmal edilme dönemleri oluyordu; ancak ı8. yüzyılın
başından ele alınan dönemin sonuna kadar sürekli önemli yenilemeler ya
pıldı. Böylece topçu, Il. Mahmud'un (h. ı8o8-ı83 9) sonunda yeniçerileri
yenmesini sağlayan askeri sınıf oldu. 21
Dönemin savaşlan açısından Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran, tekno
lojiye ilgi duymamaktan ziyade korporatizm ve sermaye yatırımı eksikliğiy
di. 17oo'lerin ortasındaki ekonomik toparlanma ı8oo'e gelinineeye kadar
Rusya'yla sık sık yapılan savaşlar yüzünden boşa gidince imparatorluk ifla
sın eşiğine geldi. 24 Bütçeler ve harcamalar hakkında bilgi bu1mak çok zor
dur ve belli bir do ğruluk derecesine sahip olanlara asla u1aşamayabiliriz.
Ancak son yıllarda ı6oo-ı84o dönemini ele alan ekonomik araştırmalar,
harcamalann seferler sırasında iki katına çıktığını ortaya koymuştur. Buna
TO RKiYE TAR i H i
bağlı olarak kırsal bölgelerden daha fazla vergi alınmış, ancak diğer gelir
kaynaklan da kullanılmıştı; örnek olarak varlıklı kişilere ait mülkierin mü
saderesi, tahıl ve benzeri temel gıda maddelerinin ihracatında uygulanan
sıkı kontroller sayılabilir; müsadere uygulamasını I I . Mahmud hükümdar
lığının sonunda kaldırmıştı. Osmanlı uygulamasını daha iyi anlayabilmek
için, başka alanlarda olduğu gibi, seferler bazında gelir ve ikmal sistemleri
nin mikro düzeyde daha çok incelenmesi gereklidir.25
Finkel'ın 1 5 93-ı6o6 arasında Habsburglar ile Osmanlıların Maca
ristan için mücadelesini inceleyen çalışması bu tür bir mikro incelemedir
ve Osmanlı askeri sistemini hareket halindeyken ele alır. O dönemde Tuna
havzasındaki sınırlar karşılıklı çatışmalara sahne olmaya devam etmişti; an
cak Osmanlılar 159o'a kadar esasen doğu cephesiyle meşguldü, Azerbay
can, Kafkaslar ve Kınm'ın doğusundaki bazı yerlerde hükümranlık oluştur- ,
maya çabalıyorlardı. Bundan sonra dikkatler tekrar Tuna'ya döndü.26 Eflak
ve Bağdan prenslikleri ile günümüzün Polanya ve Ukrayna topraklannda
bulunan bölgeler, Osmanlı devleti ile Habsburg egemenliğindeki Macaris
tan arasında sınır bölgesi haline geldi. Buralarda Katolikler, Ortodokslar ve
Protestanlar arasındaki farklılıklar en az Osmanlı veya Habsburg egemen
liği sorunu kadar bölünmeye yol açıyordu. Savaşlar bölgede en az bir yüzyıl
daha ihtilaf ve sıkıntı yarattı. Uskoklar7 (Dalmaçya bölgesinde Habsburgla
rın hizmetinde Osmanlılara karşı çete savaşları veren Hırvat ve Sırp grup
lar) ile Bosnalı milisler arasındaki sınır çatışmaları Osmanlıların Habsburg
topraklarına saidırmasına yol açtı. Bunun üzerine anlaşmayı bozan impara
tor misillernede bulundu ve 1593'te Osmanlılan Siska'da bozguna uğrattı.
Bir casus belli (savaş sebebi) olan bu saldınya Osmanlılar aynı yıl içinde sa
vaş ilan ederek karşılık verdi. Başlangıçta Osmanlı birlikleri 1593 ve 15 94'te
Estergon'u Avusturya saldınsına karşı başarıyla savundular ve daha batıda
ki Györ kalesini (Yanıkkale) ele geçirdiler. Ne var ki savaş, Tuna'nın bir bu
kıyısına, bir o kıyısına sıçrayarak ve bölgedeki büyük kalelerin bir ele geçi
rilmesi, bir teslim olmasıyla on iki yıl daha devam etti.
Mücadele konusu vasal bölgeler olan Erdel, Eflak ve Boğdan'dı; bun
lar çarpışmalar sürerken Habsburglann himayesine sığındılar. Avusturyalı
lar 1595'te tekrar üstün duruma geçmişti; ancak yeni sultanın (III. Mehmed,
n8 SAVAŞ VE BAR I Ş
h. 159s-ı6o3) başında olduğu Osmanlı ordusu topyekUn bir saldınya geçerek
Mezö-Keresztes'teki (Haçova) büyük çarpışmada zafer kazandı. Devam eden
savaş sırasında ı6os'e kadar Eflak (1599), Bağdan (ı6oo) ve Erdel (ı6os) ye
niden Osmanlı devletinin vasallığına geçerek olaylann Osmanlılan mem
nun edecek şekilde sonuçlanmasına yardımcı oldular. Sağlanan bu üstün
lük, doğuda Safevi Şah Abbas'a (ö. ı629) karşı sefere çıkma ihtiyacı ve ma
aşlı askerlerin hiç kuşkusuz savaşın yarattığı sıkıntılardan dolayı Anadolu' da
çıkardığı çok ciddi bir isyan yüzünden kaybedildi.
Nihayet ı6o6' da imzalanan Zitvatorok Antlaşması'yla, Habsburglar
Kanije ve Eğri kalelerini Osmanlılara bırakırken padişahın stratejik Ester
gon kalesini elinde tutmasını da kabul ettiler. Bu antlaşma her iki tarafı da
adeta tüketen onca çabaya kıyasla küçük kazançlar getiriyordu. Yine de İs
tanbul'un başlıca gıda malzemesi depolan olan prensiikierin kontroli,inü
yeniden ele geçirmek Osmanlılar için önemli bir başanydı.28
Uzun Savaş (ı593-ı6o6) Osmanlı askeri tarihinde çok yönlü bir
öneme sahiptir. Habsburglarla savaş yıllarına İran'a karşı savaşarak geçen
yıllar da eklendiğinde, Osmanlılann 1579'dan ı612'ye kadar sürekli savaş
meydanlannda olduğu görülür; üstelik bu yıllann büyük bir kısmında iki
cephede birden savaştılar. Celali isyanlan, Haçova çarpışmasından sonra
Osmanlı birliklerinin terhis edilmesi (ve fırarlar) nedeniyle şiddetlenmişti.
Boşta kalan bazı askerler Anadolu'ya geçerek sürmekte olan isyanlara katıl
dılar. İstanbul'da da yeniçeriler ile saray süvarileri arasında büyük bir çatış
ma vardı ve ı6o3'te süvarilerin yenilgisiyle sonuçlandı. Taşradaki Celali is
yanlarını bastırmak üzere ı6o8'de yeni tedbirler alındı; ancak çığ gibi bü
yüyerek hanedana karşı büyük tehdit haline gelen bu tür isyanlar bundan
sonra birçok vilayette sık sık görülecekti. 29
Dönemin ilginç bir askeri gelişmesi, köylülerin önce Celalilere kar
şı askere alınması, sonra "tüfenkendaz" olarak Avusturya cephesine gönde
rilmesiydi.30 Halil İnalcık bu milisierin ortaya çıkmasına yol açan farklı sos
yo-ekonomik etkenleri sıralar; ancak sonunda esas neden olarak devletin
ücretli başıbozuklara giderek artan ihtiyacının altını çizer. ı6oo'den önce
ki ve sonraki yıllarda geleneksel tımarlı sınıfının çöküp güçsüzleşmesi Os
manlı yönetimini büyük çaplı bir adem-i merkeziyet politikası benimseme-
Tü RKiYE TAR i H i
ye zorladı.l' Yeni usule göre asker toplamak hem cephedeki ihtiyaçlara ucuz
bir çözüm sunuyor, hem de kırsal alandaki isyanların kontrol edilmesini
sağlıyordu. Böylece, Avrupa'daki bütün modem öncesi orduların benimse
diği bir uygulama başlahlmışh.
Yeniçeriler bu dönemin ürkütücü savaş gücü olmayı sürdürdü; fiili
sayılan muhtemelen 4 0 . 0 0 0 civanndaydı.3• Uzun huzursuzluk yıllarında,
yeniçeriler ile saray hiziplerinin devlet işleri üzerindeki nüfuzlannın gide
rek arthğı görüldü. Yeniçerilerin Il. Osman'ı (h. ı6ı8-ı622) öldürmesi mer
kezde uzun süreli bir iktidar boşluğu yarath. Abaza Mehmed Paşa'nın Do
ğu Anadolu'da çıkardığı bir başka büyük isyan, bütün imparatorluğu yıka
cak kadar büyük bir tehdit oluşturdu. IV. Murad ı623 'te, imparatorluğun o
güne kadar gördüğü en büyük kriz sırasında tahta çıkh. Alh yıl içinde tah
ta çıkan dördüncü sultandı. Her tahta çıkış yeniçeri birliklerine verilen ta- •
* İbahilik: Sünni anlayışın yasakladığı ve günah olarak değerlendirdiği şeyleri yasak görmemek. -ç.n.
ri genellikle bir zaman çarpıtmasıyla bir önceki iki yüzyıla uygulanmış, Os-
manlı askeri hayatının "orta dönemi" hakkında daha berrak bir resim çiz
memize engel olmuştur.
Barut, gülleler ve şaşılacak kadar çeşitli büyüklük ve standartta silah
ların da yer aldığı donanım orduyla birlikte giderdi. Bu durum Batı Avru
pa'da topların konuşlandırılmasına benziyordu; orada da ı8. yüzyıla kadar
tam anlamıyla bir standardaşma gerçekleşmemişti.46 Osmanlı cephanesinin
en büyük parçası olan "balyemez" topu yirmi çift manda tarafından çekiliyor,
topun gülleleri ve barutunu taşımak da büyük masrafa yol açıyordu.47
Osmanlılar topçuluk ve kuşatma konusunda en azından ı7oo'e ka
dar eski durumlarını koruyabildiler. Bununla birlikte, zaferle sonuçlansa
bile uzun seferlerin maliyeti yüksekti. ı66o-ı7oo arasında Osmanlılar Do
ğu Avrupa'nın Hıristiyan güçleriyle sürekli mücadele halindeydi. ı6 64'te
Raab Nehri üzerindeki Szentgotthard hezimetinden sonra Habsburglarla
yirmi yıllık bir barış yapıldı. Ukrayna için Ruslar, Lehler ve Kazaklada yapı
lan savaşta (ı67ı-ı6 9 9) kısa bir süre için Podolya eyaletini ele geçirirken,
ı 645-ı 6 9 9 arasındaki Kandiye f Girit kuşatması sonunda Venediklilere üs
tün geldiler.48
Son uzun Macaristan seferi olan ı683-ı 6 9 9 Osmanlı-Habsburg sa
vaşı, yenilginin simgesi olan ı683 'teki ikinci Viyana kuşatması ve ı697
1 24 SAVAŞ VE BAR I Ş
için artık hayati hale gelen taşralı gruplarla askeri komuta mevkilerini pay
laşmayı reddetmekti: Bu taşralı gruplann içinde köylü milisler ve yerel re
isleri, sancak beyleri, aşiret reisieri ve yeni yeni ortaya çıkmakta olan taşra
soylulan vardı.
Böyle olmasına rağmen, ı 6 g7'de Avusturya, Venedik, Polonya, Pa
pa ve Rusya'dan oluşan Kutsal İttifak, Osmanlı komuta yapısının bariz za
yıflığından yararlanmakta gecikti. Bu tereddüt taraflann birbirine duyduğu
güvensizlik ve beceriksizliğin yanı sıra Batı'daki, İspanya Veraset Savaşla
n'yla iyice belirgin hale gelen muhtemel yeni anlaşmazlıklan yansıtıyordu.
Bununla birlikte sayıca üstün imparatorluk kuvvetlerinin Osmanlı ordusu
nu bozguna uğrattığı Zenta muharebesi savaşın kaderini belirledi. ıoo.ooo
kişiden oluştuğu tahmin edilen Osmanlı ordusu 3o.ooo kayıp verdi; bu sa
yının büyük bölümünü Tizsa Nehri'ni geçmeye çalışırken boğulan askerler •
O s m a n l ı o rd u s u , 1 700-1 838
TüRKiYE TAR i H i 12 5
tarihçinin kabul ettiği gibi, r8. yüzyılın mali yenilikleri Osmanlı devletinin
"zamana ayak uydurmakta" ' son derece yetenekli olduğunu gayet iyi göster
mektedir.55 Asker toplama sürecini etkileyen reformlar arasında vergi topla
ma işinin yerel kişilerin yetkisine bırakılması, hem seferberlik hem ikmal
işinin ayan olarak bilinen yerel güç sahiplerinin elinde toplaması vardır.56
Orduyla ilgili bir başka yenilik "imdad-ı seferiye" adı verilen ve r7r8'den iti
baren yıllık bir yükümlülük haline gelen seferberlik vergisiydi. Bu vergiden
sağlanan gelirler yerel memurlara dağıtılarak kasıtlı olmasa da yerel nüfuz
sahiplerinin süregiden güçlenmesine katkıda bulunuldu.57
Son ve ilginç bir gelişme, "esame" denen yeniçeri maaş cüzdanıarı
nın tahvil gibi alınıp satılmasıydı. Yüzyılın sonunda muhtemelen 40o.ooo
cüzdan dolaşımdaydı.58 Bu sayı asla "fiilen askerlik yapanların" sayısını yan
sıtmıyordu; gerçek sayı muhtemelen bu 40o.ooo'in yüzde ro'unu geçmi- ,
yordu. Ayrıca yeniçeri ocağında reform yapmak son derece güç hale geldi,
zira bu maaş cüzdanıarının dolaşımından bütün Osmanlı yönetimi yararla
nıyordu. I I I . Selim'in r789'da maiyetinden talep ettiği reform gündemin
de, ordu üzerinde denetimi yeniden sağlamak için vazgeçilmez bir önlem
olarak esame reformunun da yer alması çok daha dikkat çekicidir.59
Seferberlik açısından r768 önemli bir tarihtir; Osmanlı ordusu sefe
re çıkacağında çok sayıda "miri levendat"ın, yani devletin finanse ettiği piya
de ve süvarilerin askere alınması bu tarihte standart hale gelmiş, bu kuvvet
ler giderek 179o'larda I I I . Selim'in Nizam-ı Cedid ordusuna dönüşmüştür.
Taşrada askeri aynı zamanda devlet görevlisi olan ayan topluyor, ama bu as
kerlerin maaşı merkezi hazineden ödeniyordu ve gerek yeniçerilerden ge
rekse ayanın kapı halkı adı verilen kendi askerlerinden farklıydılar. 60 Yakın
dönemde yapılan r8. yüzyıl Osmanlı tarihi araştırmalarının en ilgi çekici hu
suslarından biri, nüfuzlu ailelerin bu yeni servet kaynağı üzerindeki anlaş
mazlıkları ve müzakereleri konusunda fikir birliğine varılmasıdır. Benzer
bir tartışma, r6so'den sonra Fransız askeri gücünün yükselişinde hayati bir
unsur olarak monarşi ile soyluların uzlaşması konusunda yapılmıştır. 6'
Askeri reform ve Osmanlı bağnazlığı konusunda son bir söz söyle
mek gerekir. "Gavur icadı" gibi İslami ideolojik retorikten arıncimldığı za
man, r8. yüzyılın savaş meydanlarında topçunun merkezi önemi konusun-
Tü R Ki Y E TAR i H i 12 7
sürülmüştü; Osmanlı güçlerine çoğunluğu muhtemelen Tatarlardan olu
şan her zaman hazır roo.ooo süvari dahildi. Altıya bir asker oranı göz önü
ne alındığında, Büyük Petro'nun kendini kuşatılmış ve r 6 g 6'da ele geçirdi
ği Azak dahil önemli kaleleri teslim etmeye mecbur kalmış bulmasına şaş
mamak gerekir. Belgrad'dan doğuya, Azak'a kadar uzanan kale hattının ye
niden ele geçirilmesi Osmanlı müzakerecilerini hoşnut etmişti. 66
Bununla birlikte, qr6-r7r8 kısa Yenedik-Avusturya-Osmanlı savaşı
büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Muhtemelen Osmanlılara karşı savaşan
komutanların en başaniısı olan Savoie Prensi Eugene, Habsburg impara
torluk kuvvetlerinin üç katı büyüklükteki bir orduyu bozguna uğratmayı ba
şardı. Ağustos r7r7'de Osmanlı devletinin Avrupa'daki kalelerinin temel ta
şı olan Belgrad'ı ele geçirdi. Bütün yüzyıl boyunca olduğu gibi bu savaşta
da Osmanlı ağır kayıplar verdi. 5400 Habsburg askerine karşılık tahminen.
2o.ooo Osmanlı askeri can verdi.67 r7r8'deki Pasarofça Andaşması'yla
Belgrad ile Sırhistan ve Boğdan'ın bir kısmı Habsburg topraklarına katılır
ken, Osmanlılar Mora'yı Venediklilerden geri aldı.
Osmanlılar kuşatma savaşından vazgeçmediler ve yüzyılın başında
Tuna'daki kale hattını tahkim ettiler.68 Büyük kalelerin siperlerindeki sabit
pozisyon yeniçerilerin en üstün olduğu yerdi. At ve süvari kılıcının hala
egemen olduğu Doğu seferlerinden bu nedenle nefret ediyorlardı. 1723 'ten
1746'ya kadar Osmanlı orduları münferit isyanlada ve Kafkasya'daki bazı
uzun seferlerle meşgul olup İran'da Safeviler, Afgan hükümdarlar ve son
olarak Nadir Şah'la (h. 1736-1747) hiç bitmeyen bir mücadeleye giriştiler.
Rusya'nın imparatorluk hedefleri, yani Tatarları hakimiyet altına alıp Kara
deniz kıyısını kontrol etme isteği, zaten biliniyordu; ancak tam anlamıyla
düşman ve uzak topraklarda sefere çıkmanın güçlükleri r7oo'lerin sonuna
kadar girişimlerini yenilgiye uğrattı. Osmanlı kuvvetleri 172o'lerdeki başa
rıları sonucu Ruslada imzaladıkları antlaşma sayesinde Gürcistan, Şirvan
ve Azerbaycan üzerinde kontrol kuradarken Kafkasya' daki Hazar eyaletle
rinde Rusların hükümranlık hakkını tanıdılar.69
Buna karşılık, Nadir Şah ve Afganlar İran'daki nazik iktidar dengesi
ni altüst ederek Osmanlılan yeni ve büyük bir sefer başlatmaya mecbur etti
ler. Bu sefer, 1730' da İstanbul' da çıkan ve büyük gürültü yaratan Patrona Ha-
TO RKiYE TAR i H i 12 9
Belgrad ve Azak'ın yeniden ele geçirilmesi Osmanlıların üstünlük
duygusunu pekiştirerek güçlerinin gerçek durumunu, ateş gücünde süregi
den yetersizliklerini ve prensiikierin bulunduğu sınır bölgelerindeki nazik
durumu görmemelerine neden oldu. Bu sınır bölgelerinde Hıristiyanlar ve
Müslümanların bağlılığını belirleyen, beylerin ve köylülerin hayatta kalma
stratejileriydi; ancak Osmanlı ve Rus politikaları da aynı derecede önem ta
şıyordu. Osmanlıların yerel yöneticilere güvenmemesi sonucu r7r8' den
sonra prensiikiere istanbul'un Fenerli Rum ailelerinden yöneticiler atan
maya başlandı; bu, yerel hoşnutsuzluğu şiddetlendirdi. Osmanlılar için
prenslikler her şeyden önce himaye edilmeleri gereken birer vasaldı; Rus
lar içinse -Ortodoks kardeşlerini himaye etmelerine şiddetle itiraz edilme
sine rağmen- hedef daima bölgesel yayılma ve hegemonyaydı. Sonuçta
kurbanlar Polonya, Tatarlar ve Kazaklar oldu. Polanya'nın varlığı sona erdi. ,
Il. Katerina r783 'te Kırım'ı ilhak ettikten sonra Tatarlar önemli bir sürgün
toplumu oldu. Kazaklar ise yeni Rus toprakları haline gelen Ukrayna'ya
bağlandı. Bütün bunlar 173 9'un mirasıydı.
r768'e kadar süren uzun barış dönemi, Osmanlıların Avrupa'da
175 6-r763 arasında meydana gelen Yedi Yıl Savaşları'nda ortaya çıkan bir
başka askeri yenilikler dalgasını kaçırınası anlamına geliyordu. Bu yenilik
ler arasında iyi eğitimli ve disiplinli alay oluşumları, seri ateşli silahlar ve
küçük kalibreli toplara sahip alaylardan oluşan seyyar ateş gücü, süvari bir
liklerine karşı koymayı sağlayan tüfek süngüsü bulunuyordu.74 Rusya yeni
taktikleri hevesle öğreniyordu; Mareşal Rumiantsev 1768-1774 Rus-Osman
lı savaşında bu taktikleri gayet iyi kullanmıştı.
1770 savaşında Tuna'nın hemen kuzeyindeki Kartal'da (Kagul) tek
ve muazzam bir çarpışma oldu; 40.000 Rus askeri, sayısı roo.ooo ila
ıso.ooo olduğu tahmin edilen Osmanlı askerini dağıttı. Rus donanması
nın başarıları da aynı şekilde şaşırtıcıydı: Il. Katerina'nın Baltık Deni
zi'nden Akdeniz' e inen filosu yolda bazı İngiliz amirallerini de alarak İzmir
yakınlarındaki Çeşme'de Osmanlı donanmasına saldırıp tahrip etti (1770 ) .
Savaşın sonundan önce, Ruslar İstanbul'u alarak savaşa son verme umu
duyla Tuna'nın güneyine indiler; İstanbul'u alma hedefi Il. Katerina'nın
beceriyle kullandığı bir Ortodoks retoriği haline geldi.75 Osmanlı ordusu-
da sürüp giden savaşlann gerçek etkilerini anlamak için daha çok araştırma
yapmak gereklidir.
Otuz yıl süren ve bir sonuç vermeyen savaşlar Osmanlı devletini if
lasın eşiğine getirip I I I . Selim'in Nizam-ı Cedid adlı alternatif orduyu kur-
1 34 SAVAŞ VE BAR I Ş
Bütün bu dönem boyunca askeri ıslahat devam etti. Devlet gelirleri
nin büyük bir kısmını yutan ordu hazinesi, r838'den sonra yeni kurulan
maliye nezaretinin içinde merkez hazinesi haline geldi. Prusyalı danışman
lara en az kuşkulanılan kişiler olarak bakılıyordu; diğer birçok general gibi
Helmuth von Moltke de r833 'den r83 9 'a kadar. Il. Mahmud'a danışmanlık
yaptı. Il. Mahmud ayrıca r834 redif nizamnamesiyle yedek bir ordu kur
du;r 83 6 'a gelindiğinde otuz iki redif taburu vardı. 87 Osmanlı devletini yeni
den büyük bir imparatorluk yapmak için yaratılan yeni kuvvetler ancak im
paratorluktan geriye kalan topraklann çözülmesini frenlemeye yaradı. Nite
kim 179o'lardan r83o'lara kadar Balkanlar'da yayılan isyanlan bastırmak
için savaşıp r83o'lardan itibaren de Suriye vilayetlerinde görev yaptılar.88
Von Moltke gittiği her yerde imparatorluğun modemleşmesi için
gereken şeyin bir Müslüman reformcular kuşağı olduğunu, yabancıhınn
ancak katalizör işlevi görebileceğini söylüyordu. Daha yakın tarihlerde ya
zıldığı üzere, askeri okullardaki reformcu yeni toplumsal gruplardan bir
"bürokratik burjuvazi" çıktı. Bu grubun üyeleri ile büyük ölçüde gayrimüs
limlerden oluşan ticaret burjuvazisinin arasındaki çelişki ise, imparatorlu
ğun sonunu hazırladı. 89
TORKiYE TAR i H i 1 35
Osmanlılar islamın ve Orta Asya'nın imparatorluk ve dünya haki
miyeti kavramlarını güçlü bir ideolojik karışım halinde birleştirdiler ve bu
karışım ı683 Viyana kuşatmasına kadar yarariarına oldu; ama güçlü Avru
pa devletleri ittifakı Viyana'da Osmanlı'nın batıya doğru kaçınılmaz gibi gö
rünen ilerleyişini durdurdu. ı 6 9 9 Karlofça Antiaşması'yla Osmanlı devleti
nin diplomasi stratejisi, şartları dikte etmekten eşitlerle müzakereye ve dip
lomatik ilişkilerin Avrupa koşulları çerçevesinde rasyonalizasyonuna doğru
bir dönüşüm geçirdi. Osmanlılar bunu gerçekleştirebilmek için değişen
hiçbir şey olmadığını ileri sürmek zorundaydı, çünkü Abou-El-Haj 'ın gayet
iyi belirttiği gibi, aksini yapmak Osmanlı yönetiminin meşruiyetini telafısi
imkansız bir zarara uğratırdı. 92 Baştan sona protesto etseler ve hanedanın
"ebediyen süreceği" edebiyatma başvursalar da,93 Osmanlılar yeni ortama
uyum sağladılar, inatçı müzakereciler haline geldiler. Osmanlı Türkçesin- ,
den yabancı dillere yapılan çevirilerde ve tersinde sık sık anlamları tahrif et
me fırsatı doğuyordu.94 Osmanlıların sözlü görüşmeleri tercih edişi -yani
sözlü anlaşmaların aslında yazılı anlaşmalara göre daha güvenilir olabilece
ği- hususu üzerinde fazla durulmamıştır. 95 Belki daha da önemlisi,
174o'tan sonra kapitülasyonların kalıcı ve çok daha kapsamlı bir şekilde ba
rış görüşmelerinin değişmez maddesi haline gelmesiydi; bir tarihçi, diplo
maside karşılıklılık ilkesinin ancak ekonomik denge Avrupa'nın lehine de
ğiştikten sonra gereklilik haline geldiğini ileri sürmüştür.96
Osmanlı diplomasisi açısından ı8. yüzyıla damgasını vuran iki
önemli gelişme olmuştu: kalemiyede dışişlerinin bürokratlaşması ve Avru
pa'yla temasların belki de zorunluluk sonucu artması. Bununla birlikte bu
ikinci husus, III. Selim'in 1793'ten sonra ilk daimi elçilikleri kurması örne
ğinde görüldüğü üzere, yine Osmanlı devletlerinin Avrupa başkentlerine yö
nelik dış politikasınca belirleniyordu. Osmanlı tebaasının Avrupa' da seyahat
etmesini engelleyen pek çok etken vardı; padişahın temsilcileri aşağılayıcı
karantina koşullarına maruz kalıyordu ki karantina Osmanlı topraklarında
1 9 . yüzyıla kadar uygulanmamıştı. İkincisi, Osmanlı geleneklerinin aksine,
Osmanlı elçilerinin masraflarını ziyaret ettikleri saray genellikle karşılamı
yor, pek çok elçinin ev sahiplerinin cimriliğinden yakınmasına yol açıyordu.
Fransızca öğrenmek ancak II. Mahmud yönetiminde diplomatik eğitimin
13 6 SAVAŞ VE BAR I Ş
parçası olduğundan, elçiler görüşmelerini sık sık illiraya uğrayan dragoman
lar aracılığıyla yürütüyorlardı.97 Kültürel açıdan kısıtlayıcı kurallar, özellikle
dinin yasakladığı yemekler ve ibadet yükümlülükleri bugün olduğu gibi o za
man da bir sorundu. Yine de, 18. yüzyıl diplomatlannın günümüze ulaşan
otuz dört raporundan yalnızca sekizi Avrupa'yla ilgili değildir.98
İstanbul Osmanlı ve Avrupa diplomatik faaliyetlerinin vazgeçilmez
merkezi olmayı sürdürmüştü. Elçi olmak meşakkatli bir iş olarak görülü
yordu; Avrupa'ya gönderilen raporlar mali sıkıntılan, temsilcilerin maruz
kaldığı aşağılamalan ve bitmek bilmez törenleri anlatan hikayelerle dolu
dur.99 1 9 . yüzyıl başlanna kadar yabancı güçlerin temsilcileri hükümetleri
nin meşru rehineleri olarak kabul ediliyordu; ikide bir Yedikule zindanlan
na kapatılmalan savaşın başlamak üzere olduğuna işaret ederdi. Bütün bu
tavır takınınalar ve kakofoninin ardında Osmanlılarla denk hale gelm� ve
daha sonra onlara boyun eğdirme süreci devam ediyor, 165o'lerdeki "Avru
pa'nın dehşeti" 185o'lerin "hasta adam"ına dönüşüyordu. Yukanda ana hat
lanyla verilen hususlann bazı yönlerini anlatabilmek için Karlofça ve Belg
rad antlaşmalan arasındaki dönem (1699-1740) ile Küçük Kaynarca ve Bal
talimanı antlaşmalan arasındaki dönem (1774-1838) kullanılacaktır.
1698 yılı Osmanlı stratejisindeki birtakım değişikliklerden dolayı
dikkat çekiciydi: Birincisi, Sadrazam Amcazade Köprülü Hüseyin Paşa uti
possidetis ilkesine dayalı bir banş yapma arzusunu göstermişti; bu, Zenta
hezimeti ve Savoie Prensi Eugene'in Bosna'ya girmesinin ardından geniş
topraklann Avusturya'ya verilmesi anlamına geliyordu. İkincisi, İngiliz el
çisi Paget'ın arabulucu olarak belirlenmesiydi; İngiltere bu görevi bütün 18.
yüzyıl boyunca üstlenecekti. Üçüncüsü, görüşmelerin sorumluluğuna sa
vaş mahallindeki askerler yerine bir bürokrat getirilmişti; bu, yüzyılın
önemli gelişmelerinden biriydi, dış ilişkiler alanında uzman kadroların or
taya çıktığına işaret ediyordu. Sonunda İngiltere ve Hollanda'nın aracılığın
da Karlofça'da bir konferans düzenlendi. Osmanlı devletini, banşı sürdür
meye niyetli yeni diplomat kuşağından tam yetkili elçi Rami Efendi ile baş
tercüman Aleksandr Mavrokordato temsil ediyordu. ilk görüşmeler gör
kemli bir Osmanlı çadırında yapıldı (1698 Kasım ortası) . Ocak 1 6 9 9 sonun
da Osmanlı-Habsburg antiaşması imzalanmıştı; Macaristan ve Erdel Habs-
T ü R K i Y E TAR i H i 1 37
burglara, Podolya Lehistan'a, Mora Venediklilere bırakıldı. Temeşvar eyale
ti biraz daha büyüyerek Osmanlı devletinde kaldı.ıoo Böylece Avrupa'yla sı
nırların belidendiği ve karşılıklı diplomasiye geçilen dönem başladı.
1699-1740 arasındaki dönemde bu eğilim sürdü. Araya 1711'de Bü
yük Petro'yla Prut'ta yapılan kısa savaş ve Venedik ve Avusturya'yla yapılan,
Temmuz 1718 Pasarofça Antiaşması'yla sona eren savaş girdi. ilk savaş İsveç
Kralı XII. Karl'ın Rusya'nın kuzey sınınndaki güç mücadelesi yüzünden iyi
ce karmaşık hale gelmiş ve ançak 1713'te sonuçlanmıştı. İkincisi Belgrad'ın
Avusturyalılara kaptınlmasına neden oldu. İstanbul'da büyük ölçüde sefer
berlik yöntemleri ve diplomatik entrikalar yüzünden ortaya çıkan hizipçi si
yaset ve ayaklanmaların barış yanlısı bir grubu doğurduğunu görmek müm
kündür; özellikle I I I . Ahmed'in (h. 1703-1730) akıl hocalığını yapan Damat
İbrahim Paşa'nın sadrazarnlığı (1718-1730) sırasında savaşlara ve barış görüş- .
melerine rasyonelliğin egemen olması istenmişti. Britanya ve Hollanda'nın
aracılığı devam ediyordu, bütün yüzyıl boyunca da edecekti. III. Ahmed'in
saltanatı Damat İbrahim Paşa'nın dikkate değer diplomatik girişimleri, özel
likle de daha önce Pasarofça müzakerelerinde Osmanlı devletinin yetkili tem
silcilerinden biri olan Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin elçiliği açısın
dan önemlidir. Mehmed Efendi'nin 1720-1721'deki Paris elçiliği Osmanlı ve
Avrupa diplomasinin yeni çağını simgeler.ıoı Aynı derecede dikkat çeken bir
husus, Habsburg ve Rus sınırlannda kaleler inşa edilmesi, mevcutların yeni
den yapılması için sarfedilen büyük çabadır. Bu, giderek "sabit" hale gelen sı
nırın ardındaki yeni savunmacı bakış açısına işaret eder. ıo2
Pasarofça Antiaşması'yla Mora tekrar elde edilmişti; Belgrad'ın ye
niden ele geçirilişiyse 173 6-173 9 Rus-Avusturya-Osmanlı savaşının stratejik
ve diplomatik zaferiydi. Görüşmelerin tam yetkili temsilcileri yine "reis
efendi"lerdi; bu mevki yavaş yavaş sadrazamlığa atlama tahtası haline gel
mekteydi. ilkinde reis Tavukçubaşı Mustafa Efendi'ydi, ikincisinde ise ün
lü Koca Ragıp Paşa. İkisi de imparatorluğun doğu sınırlarında süren bit
mek bilmez mücadeleler sırasında İran hükümdan Nadir Şah'la yapılan
uzun müzakerelerde tecrübe kazanmıştı. 1736'da geçici bir barış yapıldı, zi
ra Osmanlılar Rusya'dan bir saldırı bekliyordu, Nadir Şah'ın dikkatiyse
Hindistan' a yönelmişti. ıoı
SAVAŞ VE BAR I Ş
Osmanlılann Belgrad'ı yeniden ele geçirmelerinin başansı, müza
kerelerde baş arabulucu görevini yapan Fransız elçi Villeneuve'e atfedilir.
Osmanlı yetkilileri saray entrikalannın ve İstanbul'daki "kamuoyunun" in
safına kalmış olsa da, anlaşılan büyük bir azimle hareket etmiş ve -sözde
müttefık- muhataplannın birbirlerine güvenmemelerini gayet güzel kul
lanmışlardı. '04 Osmanlılar Belgrad'ın kendilerine iade edilmesini istediler
ve bunu elde ettiler, aynca pek gerçekçi olmasa da Azak kalesinin yıkılma
�ını talep ettiler; bu iki stratejik kale Osmanlı savunma koridorlannın batı
ve doğu ucunda bulunuyordu. Villeneuve'ün ödülü 174o'ta Osmanlı devle
tinin Fransız kapitülasyonlannı yenilernesi oldu.105 Müzakereler boyunca
Osmanlılar tutanaklara din ve akılcı bir arada uygulanmasını önerdiler; ta
nıklara göre bu bir ilkti. Ruslar ise o sırada reddedilen, ancak yüzyılın so
nunda gerçeğe dönüşen istekler için, yani Kuban ve Kınm'ın kendileqne
verilerek Karadeniz'e serbest geçiş hakkı tanınması için bastırdılar.'06
I740-r768 arası Osmanlı topraklannda görülmemiş bir banş ve en
dikkat çekicisi Büyük Friedrich'in Prusya'sıyla olmak üzere yeni ittifaklar
kurma girişimleri dönemidir. Büyük Friedrich'le uzun süren müzakereler
r76r' de Prnsya'ya bazı imtiyazlar verilmesiyle sonuçlandı. Beydilli'nin gös
terdiği gibi, Sadrazam Koca Ragıp Paşa'nın (1757-63) dikkati ve keskin ze
kası sayesinde Osmanlılar banşçı bir tutum izlediler. 1756 'daki Fransa
Avusturya ittifakı gibi Avrupa diplomasisinde devrim sayılacak gelişmele
rin İstanbul' daki diplomatik çevreleri de etkilemesine rağmen bu durum
değişmedi.'07 0smanlılann diplomasideki çabalan, Avusturya Veraset Sava
şı (r740-I748) ve Yedi Yıl Savaşlan (r756-r763) çerçevesinde genellikle Bü
yük Friedrich'in diplomatik aldatmaca ve savuş turma manevralannın bir
parçası olarak resmedilir. Bununla birlikte, I. Mahmud'un (h. 173 0·!754)
daha önce Avusturya Veraset Savaşı'nda arabuluculuk yapma önerisi, Avru
palı diplomatlar tarafından dikkate alınmamış olsa bile, Osmanlılann yeni
stratejisinin önemli bir göstergesidir.'08
Sınıriann önce genişleyip sonra sabit kalması ve sonunda daralma
sı iç güç dengelerini etkilemiş, Osmanlı hanedanını ciddi yenilikler yapma
ya zorlamıştı. Hanedan taşranın kontrolünü zengin ve nüfuzlu ailelere bı
rakmıştı, ama İstanbul'da iktidan başkalanyla paylaşmayı kesinlikle redde-
Tü RKiYE TAR i H i 1 39
diyordu. Yeni tarz diplomasi ve bu diplomasiyi yürütenierin üstün gelmesi
hem ulemanın hem de yeniçerilerin gücünü azaltınca payitaht çalkalandı
ve hem dikkatleri hem de fınansman olanaklarını çok ihtiyaç duyulan aske
ri ısiahattan uzaklaştırdı.
Konumuz açısından 1774-1838 dönemi, Osmanlı diplomasisinde
Avrupalılaşmanın son aşamasını temsil eder. Küçük Kaynarca Antiaşması
belki de haklı olarak Doğu Sorunu'nun başlangıcını oluşturan belge olarak
kabul edilir, ne var ki Rusların gündemi çok daha önceleri belirlenmişti. I l .
Katerina'nın General Rumiantsev komutasındaki ordusunun tartışmasız
başansı sayesinde savaş meydanının daha önceleri giderilmeyen ihtiyaçları
karşılanmış, böylece ordu Osmanlıları utanç verici bir anlaşmayı imzalama
ya mecbur edebilmişti. Osmanlıların bu durumu bildiği açıktı, zira pahalı
ya malolan bir savaşı durdurmak için yaptıkları girişimler iki aşamada üç ,
yıldan fazla bir süreye yayılan {I77I-I773) müzakerelerle uzadıkça uzadı: İl
kin Prnsya ve Avusturya arabulucu olmuş, Ruslar ise bu arabuluculuğu ke
sinlikle reddetmişti (ı77I-I772) , ardından 1772'den 1773 'e kadar doğrudan
Osmanlı-Rus görüşmeleri yapıldı.
Müzakereler Tatarların bağımsızlığı, Kerç ve Yenikale kaleleri ve
Karadeniz ile Boğazlar'da serbest dolaşım hakkı konularında kesintiye uğ
radı. Yine de 177 4 baharında ordusu tamamen çöken Osmanlılar tüm ko
şulları kabul etmeye mecbur kaldı. Her iki tarafkendi dindaşlarını koruma
haklarını hatırlattılar; o gün bu gündür bu konudaki maddeler tartışılmak
tadır, zira Ruslar 1 9 . yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı topraklarındaki Orto
doks tebaayı "koruma" hakkı için baskı yapmayı sürdürmüştü.109 Tatar so
runu ancak I l . Katerina Kırım'ı 1783'te ilhak edince sona erdi; ama bu du
rum 1792'deki Yaş Antiaşması'na kadar gerçekte Osmanlı diplomatiarı ve
halk tarafından kabullenilmedi. Yaş Antiaşması ise Ruslara daha çok toprak
verip ilhakı onayladı ve bunun dışında Küçük Kaynarca Antiaşması'nın
maddelerini tekrarladı.
1798-1838 belki de Osmanlı hanedanının uzun tarihindeki en çal
kantılı dönemidir. O dönemdeki diplomasiye dair tartışmalar değişmez bi
çimde Doğu Sorunu paradigması tarafından yönlendirilir; tarihyazımının
bu klişesi o kadar bildik bir şeydir ki, Osmanlı görüş açısını öne çıkarma ça-
SAVAŞ VE BAR I Ş
basıyla burada kullanmaktan kaçınacağız. Mali ve askeri sistemde ıslahat
çabalan umutsuz ekonomik koşullara, Balkan ve Arap vilayetlerindeki kor
kutucu iç tehditlere rağmen sürüyordu. Bazı bölgelerde iç tehditler büyük
ölçüde Avrupa müdahalesi olmadan ortaya çıkmıştı. Ne var ki, Mehmed Ali
Paşa'nın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yarattığı tehditle savaşma zorun
luluğu, göz dildikleri toprakları hemen ilhak edemeyen ya da o anda bunu
istemeyen Büyük Güçler'in o bölgelere yerleşmeleri açısından iyi bir baha
ne oluşturdu.
I I I . Selim orduda ıslahata 1793'te başladı; bu süreci, ı826'da yeniçe
ri ocağını lağveden II. Mahmud tamamladı. Bir bakıma, bu kurumun yok
olması, uzun zamandır bilinen formuyla hanedan yönetiminin sonuna işa
ret ediyordu; zira bir sonraki aşamada Avrupa tarzı bürokrasiye ve yöneti
me geçilecekti. Ancak bu, gitgide eşitsiz ve adaletsiz bir hal alan kırıl&an
toplumsal düzenin tamamen alt üst olmasına yol açtı. Bu hayati ikilem so
kaklarda "yobazlar", yani mevkilerinden ve haklarından olunca "gavur icat
larına" karşı ayaklanan Müslümanlar tarafından dile getiriliyordu.
Yeni bir Osmanlı-Rus savaşını sona erdiren r8ı2 Bükreş Antlaşma
sı bu dönemde ortaya çıkan bir başka gelişmeyi, uluslararası diplomasi ile
Sırbistan, ardından Yunanistan, son olarak da Bulgaristan gibi ulus devlet
lerin doğuşunun iç içe geçişini örnekler. Uluslararası bağlarnın hem milli
yetçi gruplar hem de bizzat Osmanlılar tarafından ustaca kullanılmasını
Sırhistan kapsamında gözden kaçırmamak gerekir; aynı şekilde Osmanlıla
rın bu geçiş döneminde bile zaman zaman yeniden gruplama ve yeniden
merkezileştirme becerisi için de geçerlidir. Bölgesel tarihler, eşit kuvvetle
bir güç olarak "Osmanlıcılığı" örtbas etme eğiliminde olup milliyetçi söyle
mi geçiş dönemi söylemine tercih etmişlerdir. Sırhistan sonunda ı82 9
Edirne Antlaşması'yla, Rusların İstanbul'a girmek için tetikte bekledikleri
anda özerkliğini kazandı.
I I . Mahmud ı82 9'dan ı839'da ölümüne kadar imparatorluğu ayak
ta tutma mücadelesi verip yeni bir askeri düzen kurdu ve çeşitli manevra
larla uluslararası güçleri oynattı. Bu oyun, Fransa ve Büyük Britanya'yı ka
rışıklığın içine her zamankinden daha çok çekilmesine yol açtı. I I . Mahmud
Mora'daki Yunan isyanını bastırmak için Mısır Hıdivi Mehmed Ali Paşa ve
Tü R K i Y E TAR i H i
oğlu İbrahim'in çok ihtiyaç duyduğu askeri becerilerine başvurunca kendi
düşmanını yaratmış oldu. Daha sonra da bu türedilerin tehdidine karşı
Anadolu'yu savunmak için Rusya' dan yardım isternek zorunda kaldı; zira
yeni Osmanlı ordusu Mehmed Ali'nin modernleştirilmiş birlikleriyle savaş
maya henüz hazır değildi. II. Mahmud ve halefi I. Abdülmecid (h. r839-
r86r) Osmanlı hükümranlığını, en önemlisi İngilizlerin tüm Osmanlı top
raklannda serbest ticaret hakkını elde ettiği Baltalimanı Antiaşması olmak
üzere her olayda dış taleplere biraz daha teslim ettiler. Mısır sorunu sonun
da r 84o Londra Antiaşması ve r84r Boğazlar Konvansiyonu'yla çözüldü. İl
ki artık Hıdiv diye bilinen Mehmed Ali'nin kalıtsal haklannı tanırken; ikin
cisi, Karadeniz ve Boğazlan yabancı savaş gemilerine kapayarak Doğu Ak
deniz' de güç dengesini geçici de olsa eşitledi.
Batılı tarihyazımının varsaydığı ilerleme çizgisi ister kabul edilsin, •
SAVAŞ VE BARIŞ
de ı 6 9 9 'dan sonra Rusya kuzeyde bir tehdit haline geldiğinde, gerçek an
lamda sabit kalmamıştı. ilaveten, ı8oo'e gelindiğinde, sık sık çıkan büyük
isyanlar ve daha sonra Osmanlı padişahıyla asi komutanı Mehmed Ali ara
sında çıkan savaşlada huzursuz Suriye-Mısır koridoru da sınır bölgesi hali
ne gelmişti. Bu huzursuzlukların sonucunda, belirtilen bölgelerdeki halk
lar sayısız tehlikeler ve belirsizliklerle karşı karşıya geldi.
Aynı şekilde, erken modern dünyada gitgide çoğalan savaşların do
ğurduğu borç döngüsü gerek Batıda gerekse Doğuda gayet iyi belgelenmiş
tir. Askeri teknoloji, zorunlu askerlik ya da ikmal gibi alanlarda ciddi kar
lada büyük yatınmcılan ödüllendiren sistemleri geliştirerek savaşın şidde
tini dizginlemeyi öğrenen hükümetler, ı8. yüzyıl Avrupa'sında meydana
gelen büyük çatışmalarda ayakta kalmayı başararılardı. Bu, özellikle İngiliz
ler, Fransızlar ve yeni ortaya çıkan Prusyalılar için geçerliyken, Osmanlılar
veya Avusturyalılan, hatta son tahlilde Ruslan kapsamıyordu.
Erken modern mutlakıyetçi rejimlerde şiddetin de kendine göre bir
ritmi vardı; hanedanlar topraksız ve işsiz kitlelerden ordular yaratarak iç ve
dış şiddeti dengelerneye çalışmıştı. Patrimonyal Osmanlı devleti bu dinami
ğin en iyi örneklerinden birini oluşturmuş, keyfine göre ödüllendirip ceza
lancimrken gelecekteki muhtemel koalisyonlara da kapıyı açık tutmuştu.
Bu devlet vergi ödeyenierin servet biriktirmesinin, ayrıca egemenliğini cid
di biçimde tehdit edecek korporatizmin gelişmesinin karşısındaydı. I I I . Se
lim'in tahttan indirilişi, ardından I l . Mahmud'un tahta çıkışı (ı8o7-ı8o8)
taşralı ayanla zayıf da olsa bir uzlaşmayı gerekli kıldığında böyle bir tehdit
ortaya çıkmıştı. m
Mehmed Ali örneğinde olduğu gibi devletin atadığı görevlilerin asi
ye dönüşmeleri nasıl açıklanabilir? Ya da aynı savaşta, komutanı olduğu Ar
navut birliklerini cepheye getirmek için hapisten salınan, sonra savaş mey
danını terk etmekle suçlanıp alelacele idam edilen Kahraman Paşa olayı na
sıl değerlendirilebilir?'I2 Kalelere ve muharebe meydanlanna asker bulmak
için acilen alınan önlemlerin Osmanlının hükümranlık tabanını genişlet
mesi gerekiyordu, oysa çok geçici ve önemsiz alanlarda gerçekleşmişti bu.
Önlemler yerel iktidarlara dayanan küçük milis grupları üretmişti; bu grup
ların iktidarlarını ifade etmek için tek yolu kırsal ürünleri ve serveti yasal
Tü R K i Y E TAR i H i 1 43
veya yasadışı yollardan ele geçirmekti. Özellikle kadı sicilieri üzerinde yapı
lan yeni araştırmaların gösterdiği gibi, bu kalıp Osmanlı kırsalında sürekli
kendini tekrar etmişti. Yerel ekonomiletin başlıca müşevviklerinden biri
olan savaş, yeni yeni ortaya çıkan bölge tarihlerinde bile yeterince vurgulan
mamaktadır.
Tahıl üretimi ve dağıtımı, soruna örnek gösterilebilir. Askeri mese
lelerdeki önemi abartılı değildir, zira bütün erken modem dönem orduları
mn hem askerleri hem atları için ihtiyaç duyduğu temel ürün tahıldı. Bu
yüzden savaş vurgunculuğu ve karaborsa açısından müthiş bir potansiyele
sahip olsa gerekti. 6o.ooo kişilik bir ordu, arabacıları, sığırtmaçları, zana
atkarları ve diğer personeliyle gürıde go.ooo kilo ekmeğe ihtiyaç duyuyor
du.113 1768-1774 savaşının kayıtları açıktır: istifçilik, iyi malı kötüyle karıştır
ma ve vurgunculuktan oluşan bir liste; ama aynı zamanda tahıl veya peksi- .
met tedariki, nakliyesi ve özellikle kalelerdeki ambarların yanı sıra muhare
be meydanlarına giden yol boylarında ve gemilerde depolanması. İstan
bul'daki arşivlerden de anlaşıldığı üzere, bu durum hasat üzerinde sıkı de
netim gerektiriyordu. "4
İki hususun belirtilmesi gereklidir: Birincisi, Osmanlı yetkililerinin
zihninde soyut olsa da her askerin refahı vardı ve vergi koyma kurallarım
buna göre eğip büküyorlardı. İkincisi, askeri ikmal, taşrada servet edinme
yi sağlayan bir başka yoldu ve her zaman olmasa da genellikle, yukarıda be
lirtildiği gibi yerel memur-askerlerin elindeydi. Bu, ne son savaşların değiş
mez unsuru olan baskıyı ve zorla askere alma gerçeğini, ne de büyük halk
kesimlerinin yabancılaşmasını inkar etmektir. Sadece bu işlerden kazanç
sağlayanlar olduğunu belirtmektir. Bunların kim olduğu ve devletle nasıl
bir ilişkileri olduğu hala pek bilinmemektedir.
Askeri reform arzusu genellikle muharebe meydanlarındaki yenil
gilerden sonra yoğunlaşıyordu; bu yenilgiler Avrupa'da olduğu gibi Os
manlı İmparatorluğu'nda da nedensel bir etkendi. r 6 o o 'ler ve I7oo'lerde
padişahlar ve sadrazamlar bir yandan topçu birliklerini muhafaza ederken
bir yandan da yabancı damşmanlar, İ slamiyeri kabul etmiş subaylar ve tek
nisyeniere güveniyorlardı. Yeniçeriler veya bunların destek birlikleriyle il
gili reformlar, mali istikrarın yavaş yavaş ortadan kalkması ve bunun sonu-
SAVAŞ VE BAR I Ş
cunda askeri teknolojiye yeterince yatırım yapılamaması yüzünden sınırlı
kalıyordu. Yukanda gördüğümüz gibi, Osmanlı hanedam, askeri alanda
yatırım yapabilecek varlıklı tebaalar oluşmasına erken modern Avrupa'yla
kıyaslanabilecek ölçekte izin vermeyerek kendi mali tabanını genişietme
meyi tercih etmişti. Buna izin verdiği takdirde iktidarını paylaşınası gere
kiyordu. Osmanlılar çok eskilere dayanan vergilendirme ayncalıklanna sa
hiptiler; bu ayrıcalıkları yeni yöntemlerle kullanmayı ve ustaca idare etme
yi sürdürdüler, halk kitleleri bu duruma içerlese de hanedamn hakkı ola
rak gördü. Bir dereceye kadar, bu uygulama tek tek köylü ailelerini ve köy
topluluğunu ilerde fılizlenebilecek bir aristokrasiden korudu. Buna karşı
lık Avrupalı hükümdarlar isteksiz halklara vergi koymaya mecbur kalıyor
du ki bu durum yeni ayrıcalıklı sınıflar çıkmasım gerektiriyor, bu sınıfların
üyeleri de kendi hükümdarlarıyla işbirliği yapmaya özen gösterip bun�an
kazanç sağlıyorlardı.
Ne zaman bir askerin, ya da örneğin bir sekban, lonca üyesi veya biz
zat imparatorluk ordusunun savaşa gitmesi mali veya psikolojik açıdan artık
kazançlı olmaktan çıktıysa, o zaman Osmanlı devlet ideolojisinin gerçekçi
olarak gözden geçirildiğini ve hanedan ile onun payandası olan yeniçerilerin
ikonografısine karşı çıkıldığını görürüz. Daha önceki bazı tarihler üzerinde
durulabilir; ancak Müslüman kitleler için gerçek psikolojik açmaz Kırım'ın
ve Tatarların kaybıyla (1774) başlamıştır; bu kayıp genel olarak islami iktidar
ların dünya çapındaki genel çözülmesinin bir parçasıdır. Aynı anda gayri
müslim dini kimliklerin yeni milliyetçi kisveleri içinde ve Rusların ihtirasla
nndan cesaret alarak öne çıkmalan önemsiz bir tesadüf değildir.
İmparatorluktaki dini veya bürokratik elitin reform gündemini ne
zaman ve nasıl dile getirmeye başladığı uzun zamandır tartışılan bir konu
dur. Genel olarak 1 6 . yüzyıldan itibaren Osmanlı sisteminde devleti eleştİ
ren bürokratların olduğu kabul edilir. Ancak özellikle Osmanlı tarihçileri
nin "altın çağ" retoriği, günümüze kadar ulaşan rahatsızlıkların farklı bi
çimlerde okunmasına engel olmuştur. Osmanlıyı eleştirenierin tehlikeyi,
sadece açıkça görülen yenilgileri değil, aynı zamanda bütün bir yaşam tar
zı üzerindeki daha ciddi tehdidi ne zaman gördükleri konusunda hala bir
karara vanlamamıştır. Her zaman yeni yeni kanıtlar ortaya çıkmasına rağ-
Tü RKiYE TAR i H i 1 45
men, Osmanlı'nın reform gündemiyle ilgili parametreler ve kronolojik sı
nırlar yeterince açıklığa kavuşmamıştır."5
1838 Baltalimanı Antiaşması bu incelerneyi noktalamak için uygun
bir andır; zira bütün kültürel boyutlarıyla Avrupalılaşma konusunda hane
danın tam bir teslimiyetini temsil eder. Bunun aslında Osmanlı İmparator
luğu'nun sonu olduğu kolayca ileri sürülebilir. Askeri reformlar açısından
baktığımızda; patrimonyal, Orta Asyalı ve Müslüman hanedan mutlakıyet
çiliğinin Avrupa tarzı bir hanedan yönetimine dönüşmesi 1789'dan 1839'a
kadar geçen sürede, ya da daha gerçekçi olursak 1856'da tamamlandı. Bu
süreç, Büyük Petro'dan I I . Katerina'nın yönetimine kadar Rusların geçirdi
ği benzer dönüşümün yarısı kadar; Avrupa devletlerinin 155o'den 175o'ye
kadar süren uzun askeri devriminin dörtte biri kadar bir zaman aldı. Gerek
Rus gerek Osmanlı imparatorluklanndaki dönüşümün etkileri kötü sonuç- •
lara yol açtı. Bütün halk yığınları, Rusya'daki Pugaçev isyanında (1773-4) gö
rüldüğü gibi, hayatlan üzerinde kurulan yeni denetim yöntemlerine diren
di. Benzer olaylar Osmanlı denetimindeki topraklarda da görülmesine rağ
men gündemin çokluğu nedeniyle o kadar şiddetli yaşanmadı.
Elbette diğer etkenleri, örneğin günümüze kadar Osmanlı tarihyazı
roma egemen olan düvel-i muazzama siyaseti, dini uzlaşmazlık ve milliyet
çilik gibi etkenleri dışlamak istemiyoruz. Bununla birlikte, genel olarak ta
rım toplumlannda gözlendiği gibi, iç dinamilqerin 1 6oo-18oo arasında im
paratorluğun askeri tarihine katkı yaptığını ileri sürmek istiyoruz. Michael
Mann'ın savına göre militarizm "her zaman sadece yıkıcı ve asalak olma
mış", aksine toplumsal ve ekonomik gelişmenin itici gücü olmuştur. Bu ya
tebaanın cebir yoluyla işbirliğine zorlanması ya da ideoloji yoluyla "norma
tif bir uzlaşma" sayesinde gerçekleşmiştir."6 "Osmanlıcılık" nasıl tanımla
nırsa tanımlansın, bu satırların yazannın görüşüne göre, ele aldığımız dö
nem boyunca devlet ve topluma bu bakış tarzı toplumu bir arada tutmuştu.
Hatta bu, "toplumsal otoritenin aşkın bir vizyonu" ya da imparatorluğun yö
netici sınıfında "içkin bir ahlak" idi ki askeri üstünlük edebiyatının artık ya
pılamayacağı bir döneme gelinceye kadar etkisini sürdürdü."7 II. Osman,
IV. Murad, III. Ahmed, III. Mustafa ve hatta III. Selim'in reformları, yöne
tenle yönetilen arasındaki anlaşmayı gevşekçe sürdürülen bir federasyon
SAVAŞ VE BAR I Ş
şeklinde yeniden ele aldı; ancak l l . Mahmud'un reformlan merkeziyetçi yö
netimi ve toplumsal yapının temellerini yeniden tanırolayarak bu bağları
sonsuza kadar kırdı. ııs
NoTLAR
J. C. Hurewitz, "Europeanization of Ottoman Diplomacy: The Canversion from Unilateralism to
Reciprocity in the Nineteenth Century", Belleten 25 (ı96ı), s. 455-466.
2 Charles Tilly, Coercion, Capital and European States, AD 990-1990 (Oxford, 1990); David B. Rals
ton, Importing the European Army (Chicago, 1990); Jeremy Black, European Warfare 1660-1815
(Londra, 1994); Jack Goldstone, Revolution and Rebellion in the Early Modern World (Berkeley,
1991). Bu eserlerin tümü Osmanlılara yer vermekte ve araştırmaların yetersizliğini eleştirınekte
dir. ıs. ve ı6. yüzyıl konusundaki dikkat çeken istisnalar arasında Macar araştırmacılar Gyula
Kol.ldy-Nagy, Geza David ve Gabor Agoston'un eserleri vardır. Ayrıca bkz. Palmira Brıımmett'in sa
vaş temsilleri; Caroline Finkel'in Uzun Savaş (ı593·ı6o6); Mark Stein'ın 17. yüzyıl kaleleri; Rho
ads Murphey'in Bağdat seferi (1638/9) ve ısoo-1700 arasındaki savaşlar; Önder Küçükerm:in'ın
askeri imalat ve Virginia Aksan'ın 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı konusundaki çalışmaları (bkz.
kaynakça) .
Goldstone, Revolution, s. 3-4·
4 Brian Downing, The Military Evalutian and Political Change: Origins of Democracy and Autocracy in
Early Modern Europe (Princeton, 1992); Michael Roberts, The Military Revolution, 156o-166o (Bel
fast, 1956); Geoffrey Parker, The Military Revolution: Military Innovation and the Rise of the West,
1500-18oo, 2. bs. (Cambridge, 1996); Tilly, Coercion; Black, European Warfare.
5 William McNeill, The Pursuit of Power (Chicago, 1982), s. 133.
6 Osmanlılar ve Akdeniz konusundaki tartışmada daha fazla bilgi için bkz. Palmira Brıımmett, And
rew Hess, Salih Özbaran ve Kenneth Setton'ın kaynakçadaki eserleri; ayrıca bkz. İdris Bostan'ın
17. yüzyılda imparatorluktaki askeri tersaneler ve genel olarak Osmanlı donanınası konusundaki
yazıları.
7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, " Sadrazam Halil Hamid Paşa", Türkiyat Mecmuası 5 (1935), 213-67, ve
Stanford J. Shaw, Between Old and New: The Ottoman Empire Under Sultan Selim III, 1789-1807
(Cambridge, MA, 1971).
8 John Guilmartin, "Ideology and Conflict: The Wars of the Ottoman Empire, I453·I6o6", Journal of
Interdisciplinary History ı8 (ı988), s. 746.
9 John Keegan, A History of Waifare (New York, 1993), s. 39 ve ı82.
ro John Stoye, Marsigli's Europe, 16o8-ı7Jo: Life and Times ofLuigi Perdinanda Marsigli, Soldier and Vir
tuoso (New Haven, 1994); Charles King, The Black Sea: A History (Oxford, 2004).
n Carol Belkin Stevens, Soldiers on the Steppe: Army Reform and Social Change in Early Modern Russia
(Dekalb, 1995); Gunther E. Rothenberg, The Military Border in Croatia 1740-1881: A Study of an Im
perial Institution (Chicago, 1966); Michael Khodarkovsky, Russia's Steppe Frontier: The Making of a
Colonial Empire, 1500-18oo (Bloomington, 2002).
Tü RKiYE TARi H i
L1NDA T. DARL1NG
KAMU MALİYESİ:
OSMANLI MERKEZi YÖNETİMİNİN ROLÜ
T ü R K i Y E TAR i H i 1 53
lar ve tırnar sahipleri varlığını sürdürdü) ve yeni gelir kaynaklarına, yeni
vergi toplama ve tahsisat yöntemlerine yöneldi. Bu yeni sistemler, idari ör
gütlenme ve ekonomik denetim ile siyasi meşruiyet ve toplumsal hiyerarşi
yi birleştirmekte asla tırnar sistemi kadar başarılı olamadı.
Geleneksel olarak vergi düzeyleri az çok sabitti; ancak altın ve gü
müş ilişkisindeki değişiklikler, devletin gümüş akçeye göre belirlenen no
mina! vergi oranlarını artırırken altın açısından sabit tutmasını sağlıyordu.
Bu yolla, cizye (gayrimüslimlerden alınan kelle vergisi) r6. yüzyıl ortasında
so-8o akçe iken, 17. yüzyıl ortasında 240 akçeye çıkarılmıştı. Bu son rakam,
ağnam ve şarap vergileri ve tahsildarlar için ödenen ücretle birlikte toplam
325 akçeye varıyordu. Cizye r6. yüzyıl boyunca genellikle vergi tahrirlerinin
hazırlanması sırasında hesaplanır ve kadılar tarafından ayrı defterlere kay
dedilirdi. Ancak ısgo'lardan sonra düzenli tırnar tahtirleri bırakılınca kadı-.
lar bağımsız olarak yeni cizye tahtirleri hazırladılar; vergi ödeyen hanelerin
sayısı doğumlar ve ölümler, dışandan göçler ve dışanya göçler yüzünden
değiştiğinden bu tahtirler bazen yıllık yapılıyordu.5
Avanz-ı divaniye ve tekalif-i örfıye adı verilen bir dizi vergi r6. yüz
yılda arada bir toplanırken 17. yüzyılda yıllık olarak alınmaya başlandı ve
devletin bir kalemde topladığı en büyük gelir kaynağı haline geldi. Bu ver
gi kısmen nakit, kısmen de ayni ya da hizmet olarak ödeniyordu; nakit mik
tan r6. yüzyıl ortasında 6o-8o akçeyken 17. yüzyıl ortasında 300-400 akçe
ye, hatta üstüne çıkarıldı. Avarızın ne kadar alınacağı başlangıçta tırnar ve
cizye tahtirierine dayanarak belirleniyordu, ama 17. yüzyılda bu vergi impa
ratorluğun başka tebaasına da uygulanmaya başlandı. ı6oo'de reaya statü
süne dönmüş eski askeri birimlerden (yaya ve müsellem) avarız alınırken,
ı62o'den sonra diğer Müslüman cemaatler de bu verginin kapsamına gir
di. Maliye örgütü bu vergiyi ödeyenierin sayısını artırmak için çaba harca
dı. ı64o'larda yapılan bazı avanz tahtirleri bütün imparatorluğu vergi kap
samına almaya girişti. Bu tahtirler başlangıçta kadılar tarafından yapılırken
ı62o'den sonra cizye tahtirleri modelini örnek alan maliye katipleri ve as
keri görevliler tarafından da yapılmaya başlandı. Anzi vergiler daha sık top
lanmaya başlayınca, taşradaki görevliler de olağanüstü durumlarda topla
nan tekalif-i şakka denen vergiyi tahsil etmeye başladılar. Bu tahsilat yasa-
TO RKiYE TAR i H i 1 57
17. yüzyılın ortalanna kadar gitgide sıklaştı. Sad
ödemeler ve ayaklanmalar
razam Kemankeş Kara Mustafa Paşa (sadareti ı638-ı644) kısa bir süre için
bütçeyi dengeye oturttu , ancak o görevden alımnca büyüyen açıklar ancak
sultanın şahsi hazinesinden borç alınarak kapatılabildi.
Hazine ve askeri birliklerin dışında vergi gelirlerine talip rakipierin
varlığı, merkezi hükümetin harcamalan karşılamasını daha da zorlaştır
mıştı. Göreve çıkan vergi tahsildarlan gittikleri köylerde konaklama ve bes
lenme talep etme hakkına sahipti; ancak yanlarındaki görevlilerin sayısı gi
derek artarken konaklama süreleri de uzamaya başlamıştı. Ordudan uzak
laştınlanlar, örneğin esame listesine girmeyi başaramayan tırnar sahipleri
veya tek bir sefer için orduya alınan askerler çareyi haydutluğa geçmekte
buluyordu. Bunlar ya doğrudan tahsil edilen vergileri çalıyor ya da köylüler
den haraç alıyordu.9 Valiler ve ayan da vergi gelirinden aldıkları payla ken-,
di askeri birliklerini kurdular. Devletin dürüstlüğünün simgesi olan kadıla
rın bile bazen mutlak bekçisi olduklan sistemi tahrip ettikleri görülüyor
du.10 Vergi mükellefleri sultana şikayette bulunduklan zaman, durumun
düzeltilmesi için verilen emirler, bazen bizzat sorunun parçası olan taşra
daki yetkililere gidiyordu. Bu itaatsiz unsurlar aslında devleti devirmeye ça
lışmıyordu; amaçları yalnızca devletin bir parçası olabilmek, nimetlerinden
yararlanmaktı." Ancak "Osmanlı adabını" yeterince bilmemeleri, meslekle
rinde öngörülebilir bir ilerleme imkanına sahip olmamaları yüzünden'2 yö
netici sınıfiçinde güvenilmeyen bir unsur oluşturuyorlardı. istediklerini el
de edemediideri takdirde çeşitli hizipleri destekliyor veya böyle hiziplerin
başını çekiyor ve devlete karşı koyuyorlardı.'3
Yönetici sınıf içindeki hizipçilik 17. yüzyıl ortasında doruğuna ula
şarak hayati kaynakları tüketti ve gerekli reformların yapılarnamasına ne
den oldu. Köprülü Mehmed Paşa'nın ı 6 s 6 'da sadrazamlığa atanması Os
manlı maliyesinin merkezileşmesinde büyük bir adımdı. Onun hizipler
arası çekişmeleri bastırması sonucu, yüksek mevkilerdeki görevlilerin kasa
lanna veya kalabalık maiyetlerine akan büyük meblağlar hazineye döndü.
Köprülü'nün kırsal alanda barışı yeniden sağlaması, vergi tahsilatı ve gelir
aktanınında güvenliği arttırdı. Yeniçeri maaşları tam olarak, zamanında ve
ayarı doğru sikkelerle ödendi. Bu durum ordunun moralinin yükselmesini
da yapılan savaş mali açıdan daha büyük bir felakete yol açmıştı. Bu sava-
şın maliyetini karşılayabilmek için Sultan I I I . Selim kuruşun ayarını düşür
dü, piyasa oranlarının altında ve sabit fiyatlarla altın ve gümüş satın alma
ya çalıştı; bu da payitahtta yiyecek kıtlığına yol açtı. 22
iltizam sisteminde daha da büyük değişiklikler oldu. ı695'te bir fer
manla Şam, Halep, Diyarbekir, Mardin, Adana, Malatya, Ayntab ve Tokat
vilayetlerindeki tarım arazilerinde malikane sistemi (ömür boyu süren ilti
zam sistemi) oluşturuldu. 23 Bu değişikliğin gerekçesi, bir ila üç yıllık iltizam
sistemine özgü kısa vadeli kar hırsının aşırı sömürüye yol açıp uzun vade
de verimliliği düşürdüğüydü. Malikane sahibinin ödemesi gereken yıllık
miktar (müeccele, ertelenmiş ödeme) önceden belirleniyor ve ömrü boyun
ca değişmiyordu. Böylece devlet eline geçecek geliri önceden bilirken, ma
likane sahibi de malikanenin karlılığını artırmak için motive ediliyordu; zi
ra herhangi bir ek geliri elinde tutabiliyordu. Ayrıca üç yıllık gelire göre be
lirlenen bir tutarı da peşin ödüyor (muaccele, peşin ödeme) , bu tutar ihale
lerde değiştirilebiliyordu. Malikane sahiplerinin genellikle mütesellimler
aracılığıyla kullandıkları bazı idari hakları vardı (yargı hakları yoktu) !4 ı8.
yüzyılda genellikle yerel ileri gelenlerden olan mütesellimler böylece bölge
lerindeki gelirler ve işgücü üzerinde denetim sahibi olup zaman zaman va
lilik bile elde edebiliyorlardı. 25 Bu değişiklik, cizye reformu gibi, teorik ola-
TO RKiYE TAR i H i
dan daha da uzaklaşh. Ayanın sisteme katılması, taşra şehir sakinlerinin
kırsal ekonomi içinde daha da fazla yer almasını sağladı, ancak bu tarıma
yahrımdan ziyade borç verme yoluyla gerçekleşti.37 Şehirlerde zanaatkar ver
gilerini toplama hakkı koruma karşılığında yeniçerilere malikane olarak sa
tıldı. Bu uygulamanın getirdiği maliyet esnaf tekellerinin oluşumunu teş
vik etti, büyümeye ve yeniliklere direnen loncaların kapanmasına yol açh.
Üretim ve deneme üretimi, fınansman ve ulaşım sağlamanın zor olduğu ve
ihracahn devletçe yasaklandığı kırsal bölgelere kaydı.38 imalat ve ticaret fa
aliyeti yüzyılın ilk üçte ikilik bölümünde hızla büyümesine rağmen, üretim
yahrımı çoğu zaman bu engellerin üstesinden gelmeyi önleyecek kadar dü
şük bir kar oranına sahipti. Buna karşılık, devredilen malikanelerin sağla
dığı karlar r8. yüzyılda yüzde 20-40 arasında değişen önemli bir boyuta sa
hip oldu.39 Bu gelir sistemi, anlaşıldığı kadarıyla, kapitalist dünya sistemine .
bağımlı bir ticaret ve rantiye ekonomisinin gelişmesini kolaylaşhrdı. Bu
yüzyılda maliye örgütü devlet bütçesinin açık vermemesini sağlamada ba
şarılı, ama adil bir vergi düzeni kurarak meşruiyet sağlamada başarısızdı.
Çizakça'ya göre, devletin malikane sözleşmelerinin koşullarını de
ğiştirme imkanı olmadığından, hazinenin elde edilen karlardan aldığı pay
zamanla azaldı ve üçte bire, dörtte bire kadar düştü.40 Dahası, Osmanlı
devletinin en büyük ticaret ortağı olan Fransa'nın r763 'teki yenilgisi Akde
niz ticaretinde bir mali kriz yarattı. Hazinenin bıçak sırtında duran istik
rarı 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşıyla iyice tehdit alhna girdi. 1775'te dev
lete kaynak bulmak için esham (hisseler) sistemi adı verilen yeni bir yol
geliştirildL Bu sistemde, bir gelir kaynağının tahmin edilen yıllık karı çok
sayıda hisseye bölünerek yıllık karın beş ila altı kahna halka sahlıyordu. 4'
Hükümet gelir kaynağının kontrolünü elinde tuttuğundan ek karları ken
dinde tutuyor ve verimliliği korumada daha başarılı oluyordu. Vergi devlet
görevlileri veya mültezimler tarafından toplanıyor, hissedarlara kar payı
nın yanı sıra gelir kaynağının masrafları ve bundan kaynaklanan ödeme
ler de yapılıyordu. Bir gelir kaynağının karı arthkça veya diğer kaynaklar
buna eklendikçe daha çok hisse satılabiliyordu. Örneğin İstanbul tütün
gümrüğü mukataasının karı r77s-r8o6 arası dönemde 40o.ooo kuruştan
76o.ooo kuruşa çıkınca hisselerin sayısı da r6o'tan 303'e çıkmışh.42 His-
Tü RKiYE TAR i H i
ma olanağı buldu. Askeri reforma kaynak sağlamak amacıyla imparatorluk
vakıflarına el koyup bunların bütün artı fonlarını kontrol altına aldı. Bütün
büyük malikaneleri yeniden merkezileştirerek, mültezimlerin yerini mer
kezi devlet adına vergi toplayan muhassıllann aldığı uzun bir süreci başlat
tı. Yeni bir pazar vergisi çıkardı ve yeniçerilere yapılan arpalık ödemelerini
durdurdu. ı83o'larda Rumeli ve Anadolu'da yeni bir nüfus sayımı yaptırdı.
Posta sistemini yeniden canlandırdı. Daha iyi yollar döşeterek gelirlerin ha
zineye aktanlmasını kolaylaştırdı. Merkezi devletin taşra üzerindeki kont
rolünü bir kez daha pekiştiren bu reformlar, padişahın ölümünden sonra
ki Tanzimat döneminde de sürdü.
NoTLAR
Sir Harnilton A. R. Gibb ve Harold Bowen, Islamic Society and the West: A Study of the Impact of '
Western Civilization on Moslem Culture in the Near East, 2 cilt (Londra, 1957), cilt I, 2. BL, s. 25.
2 Ömer Lütfi Barkan, "ıo7o-1071 (1660-1661) tarihli Osmanlı bütçesi ve bir mukayese", İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası 17 (1955/6), s. 304-347 (s. 321-325'te) .
3 Şevket Pamuk, A Monetary History of the Ottoman Empire (Cambridge, 2000), s. n2-125, 135-142.
4 Halil Sahillioğlu, "Sıvış Year Crises in the Ottoman Empire", Studies in the Economic History of the
Middle East: From the Rise ofislam to the Present Day içinde, ed. M. A. Cook (Londra, 1970), s. 230-254.
Linda T. Darling, Revenue Raising and Legitimacy: Tax Calleetion and Finance Administration in the
Ottoman Empire, ıs6o-ı66o (Leiden, 1996), BL 2-5.
6 Halil İnalcık, "Military and Fiscal Transformatian in the Ottoman Empire, 16oo-17oo", Archivum
Ottomanicum 6 (1980), s. 283-337 (s. 318, 323-327'de) .
7 Age., s. 323-324.
8 Alphonse Belin, Essais sur l'histoire economique de la Turquie, d'apres les ecrivains originaux (Paris,
1865).
9 Halil İnalcık, "Centralization and Decentralization in Ottoman Administration", Studies in Eighte
enth Century Islamic History içinde, ed. Thomas Naff ve Roger Owen (Carbondale ve Edwardsville,
1977), s. 27·52.
ro Suraiya Faroqhi, "Political Activity among Ottoman Taxpayers and the Problem of Sultanic Legiti
mation (1570-165o)", Journal of the Economic and Social History of the Orient 35 (1992), 1-39, s. 18-
20; Darling, Revenue-Raising, s. 202-203.
n Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization (Ithaca ve Lond
ra, 1994) ·
12 Nonnan Itzkowitz, The Ottoman Empire and Islamic Iradition (Chicago, 1972).
13 Belin, Essais; Evliya Çelebi, Narrative ofTravels in Europe, Asia and A.frica in the Seventeenth Century,
çev. Ritter Joseph von Hammer (Londra, 1834).
14 Sahillioğlu, "Sıvış", s. 243-244.
T O R K i Y E TAR i H i 1 73
YERE L GÜÇ SAH İPLERİ Nİ TANI M LAMA SORUNLARI
Osmanlı İmparatorluğu'nda taşrab güç sahiplerini saptayıp sınıf
landırmaya kalkışmak zorlu bir girişimdir. Bunun zorluğu bir bakıma bu
güç sahipleri arasındaki sınırların kesin çizgilerle belirlenmemiş olması yü
zündendir. Bir yanda askeri ve hukuki kurumların üyeleri gibi resmi idari
mevki sahibi olanlar, bir yanda da ayan diye bilinen ve yerel toplumdaki ko
numları dolayısıyla nüfuz sahibi olan kişiler vardı. Osmanlı siyaset teorisin
de idarifaskeri elit ile ayan olarak bilinen yerel temsilciler arasında açık bir
ayırım bulunmasına karşın, 17. ve ı8. yüzyıllarda bu kesin ayrımın bulanık
laştığı görülmüş, bu durum merkezdeki ulemanın canını sıkmıştı! Ayrıca,
siyasi güç sahipleri hakkında bütün Osmanlı İmparatorluğu'na uygulana
bilecek tam bir genelierne yapmak zordur. Çoğu araştırma büyük şehirleri
ve idari merkezleri ele alır. Yerel elitin kimliği ve devletle değişen ilişkileri .
konusunda vardığımız sonuçlann büyük bir kısmı bu araştırmalara dayan
maktadır. Bu uyarıyı yaptıktan sonra, artık dönüp merkezi devletle taşrada
ki elit arasındaki ilişkileri ele alabiliriz.
Osmanlı devletinin yerel güç sahipleri konusundaki görüşü en iyim
ser bakışla çelişikti. Bir yandan devlet vilayetlerde düzeni korumak için on
ların işbirliğine ihtiyaç duyuyordu; öte yandan yerel elitlerle ittifakının ne ka
dar zayıf olduğunu da çok iyi biliyordu. Merkezi devlet genellikle tebaasına
bürokratların yanı sıra yerel elitin de talep ettiği vergileri ödemesini buyurur
du; ancak rsoo'lerin sonu ve 17. yüzyıl boyunca sık sık halkın vilayetlerdeki
söz dinlemez temsilcilerin taleplerine karşı çıkmasını istedi.3 Bazen de dev
let "adaletname" denen fermanlar yayınlıyordu; bunlar bürokratların, kadıla
rın ve askerlerin haraç alması ve yolsuzluklan hakkındaki şikayetlere yöne
likti.4 Devlet, yerel temsilcileri başkaldırdığında, uzlaşma ve ezme politikala
n arasında bocaladı. Taşrayla merkez arasındaki ilişkilerin muğlak ve oynak
yapısından dolayı, yerel elit O smanlı vilayet düzeni içinde kendi konumuyla
ilgili pazarlık gücünün her zaman farkındaydı. N e var ki, güçleri padişahın
gücü tarafından sınırlanmıştı; zira bu elit tabaka tarafından sömürülen tebaa
başvurduğu takdirde padişah duruma müdahale edebilirdi.
Yeni toprakların fethiyle birlikte Osmanlı hükümeti taşrada üç ayrı
güç merkezi oluşturdu; her birinin başındaki kişi İstanbul'daki hükümete
Tü R KiYE TARi H i 1 75
tü makamlar ve gelirler genellikle merkezi devlet elitine giderken, 18. yüz
yıl başında yerel sermaye sahipleri makam ve gelirleri satın almaya başladı
lar. Bunu büyük ölçüde ticaret gelirlerine ve imparatorluğun bir bölgesin
den başka bir bölgesine insan, para ve mal naklini zorunlu kılan savaş yö
netimine dayalı olarak büyüyen bölgesel ekonomilere borçluydular.'o Son
olarak, yerel elitin yetkileri, askeri seferberlik ve vergi toplama sistemi ne
deniyle pekişti; bu sistem 18. yüzyılda ayanın ve yerel kadılann birliklerin
seferber edilmesi ve vergilerin belirlenmesinde kilit rol oynamasını sağladı.
YöNETici ELiTLER
16. yüzyıl boyunca taşra yönetemine bağlı valiler ve görevliler vergi
tahsilatı, paralı asker toplanması ve vilayetin haydutlann yağmasına karşı
korunmasından sorumluydu. Uç bölgelerde imparatorluğun sınırlannın.
korunması birinci önceliğe sahipti. Ne var ki, Osmanlılann "ehl-i örf' dedi
ği bu kişilerin nüfuzu, vergilendirme sistemindeki değişikliklerden dolayı
önemli ölçüde zayıfladı. Valilik, büyük hanelere ve maiyete sahip taşra bü
rokratlannın satın aldığı ya da onlara tahsis edilen büyük bir mukataa hali
ne geldi; ama bu bürokratlar vilayetin idaresini kısa süre için üstlenemiyor
veya üstlenmek istemiyorlardı. Vilayeti doğrudan yönetmektense kendi ad
lanna yönetecek temsilciler gönderir veya bir mütesellim atarlardı. Aynca,
vergilerin tahsisi ve tahsili, merkezi hükümet tarafından gitgide daha kısa
vadeli dönemler için yerel lleri gelenlere ve askerlere iltizama veriliyordu.
Bu uygulama devletin nakit para ihtiyacını karşılasa da, vali ve emrindeki
bürokratlann etkin yönetme gücünü azaltmıştı. istikrarlı bir taşra liderinin
yokluğunda, yeniçeri birlikleri ve ayan imparatorluğun büyük şehirlerinde
gerçek birer iktidar simsan haline geldiler.
17. yüzyıldaki taşra yönetim sisteminin işleyişine bir göz atmamızı
sağlayacak araştırmalann sayısı çok azdır. 17. yüzyılda üç yerel hanedaııla il
gili bir araştırma yapan Ze'evi, bunlardan ikisinin başlangıçta Rıdvan hane
danının hizmetinde olduğunu ortaya çıkarmıştı. Rıdvanlar ise İstanbul'un
askeri çevrelerine mensuptu, Gazze'nin ve Filistin'in diğer bölgelerinin de
ğişmez yöneticisi olmuşlardı." Lübnan'a gelince, Osmanlılar bu bölgeyi yö
netmenin tek yolunun Seyfeler ve Harfuşlar gibi yerel nüfuzlu aileleri yö-
Tü RKiYE TAR i H i 1 77
laşması'nın imzalanmasından sonra, merkezi yönetim iki yönlü bir politi
ka geliştirerek taşra yönetiminde reform yapmaya çalıştı. Önemli vilayetler
de, hem hazineyi hem de vergi veren halkı soyan bölge temsilcilerini saf dı
şı ederek valilerin bölgesel ve idari etki alanını artırmayı denedi, ayrıca, taş
ra toplumunun bütün kesimlerinden gelen yerel elitlerin ömür boyu geçer
li malikaneler satın alabileceği mali bir tedbiri uygulamaya koydu; vergi
kaynaklan hem şehirlerde hem kırsal bölgelerde malikane olarak verilebi
liyordu. 22 Bu politikaların farklı sonuçları oldu. Özellikle sınır bölgelerinde
ki valiler kalelere ayrılan fonların harcanması, paralı asker toplanması ve
donanımından sorumlu kılındığında, buyruklan halkın huzursuz kesimle
rini kontrol altına almada etkili olmuşa benziyor. Musullu eelililer ve Bağ
dat valileri, kendi birliklerini kullanıp kırsal ve ticari kaynaklara da erişebi
lince yeniçeriler ile yerel eliti hizaya getirmede aynı derecede başarılı oldu- - .
lar.23 Bağdat valisinin kontrol ettiği alan güneyde Basra'dan kuzeyde Mar-
din'e ve doğuda Kürt topraklanna uzanacak kadar genişlemişti. Bağdat im
paratorluğun doğu sınırlannın savunmasında merkez konumuna gelince,
Enderun'dan yetişme Hasan Paşa ve oğlu Ahmed Paşa kabHelerin yaşadı
ğı uzak bölgeleri ve sınırlan merkezin denetimi altına soktular. Bağdat va
lileri, bir memluk ordusu ile kabilelerden zorla toplanan askerlerin karışı
mınma ve padişah sarayını model alan bir bürokrasiye dayanarak, hem
şehri hem de Irak'ın orta ve güney kısmını r83r'e kadar yönetecek bir
memluk elitin zeminini hazırladı."'� Karl Barbir, Şamlı Azm ailesinin hac
yolunu kabHelerin saldırısına karşı koruduğu için şehrin yanı sıra güney
Suriye'nin valiliğini sürdürdüğünü ortaya çıkarmıştır. Aile, bölgedeki kök
leri ve geniş kırsal kaynakları sayesinde, kendi birliklerini oluşturarak asi
yeniçerileri bastırabilmişti. 25
Hükümetin girişimleri sınır bölgelerinde başarılı oldu, çünkü da
yandığı elit aileler hem yerel köklerini başarıyla kullanmış hem de merke
zi devlete sadık kalmayı sürdürmüşlerdi. Halep, Cebel-i Lübnan'ın güne
yi, Filistin (önceleri Şam, sonra Sidon valisinin yetki alanındaydı) gibi ba
şarısız olduğu yerlerde valilerin yetkileri sınırlı kaldı. Cebel-i Lübnan'da
Şihablar, Filistin'de Zahir el-' Umar ve Tunus'ta Hüseyniler, İstanbul'un
sağladığı meşruiyetle kendi nüfuz alanlarını yöneten özerk ve itibarlı aile-
Tü RKiYE TAR i H i ı8 ı
17. yüzyılın ikinci yansında Kahire, Şam, Halep, Musul ve Bağdat'ta
siyasette en fazla söz sahibi olanlar yeniçerilerdi. Şehir ve kalelerde bulun
durulacak yeniçeri sayısı 16. yüzyılda çıkanlan kanunnamelerle belirlen
mişti. 16; yüzyılda nehir iskelelerine ve hisariara muhafızlık eden piyade
birlikleri Rumeli ve Çerkes kökenli askerlerden oluşurken, Bedeviler ve ye
rel kişiler bu biriikiere alınmamıştı.39 Mısır' da Osmanlı döneminden önce
varolan elitler, Mısır'ın askeri toplumuyla bu vilayetteki askeri varlığın bü
yük kısmını oluşturan süvariler vasıtasıyla bütünleşti.40 Bununla birlikte,
daha 16. yüzyılda bile Mısırlılar, Yemen ve Habeşistan'da savaşan düzenli
ordunun içinde yer alıyordu. 17. yüzyıla girildiğinde, yerel kuvvetler olan
"Mısır kullan" ile merkez kuvvetler olan "kapı kullan" arasında ödemeler,
şer'i malıkernelerin hükümlerinden muafiyet ve diğer ayncalıklar konu
sunda anlaşmazlıklar çıkmıştı.
tık başta bu birlikler ilgili şehrin imparatorluk için taşıdığı öneme
göre birkaç yüz kişiden birkaç bin kişiye kadar değişiyordu. Hükümet yok
lama defterlerinde kayıtlı yeniçerilerin sayısını titizce denetlerneye çalıştı;
amaç, 16 . yüzyıl sonlannda bile görüldüğü üzere yerel paralı askerlerin ulu
fe ve başka haklar alma niyetiyle bu defterlere kaydolmasını önlemekti. An
cak bu çabalar bir işe yararnadı ve defterler, yeniçeri birliklerinin ayncalık
lan ile koruyuculuğunu elde etmeyi kafasına koymuş bölge erkeklerinin
isimleriyle doldu. Mali sıkıntılar yüzünden birliklerine maaş ödeyemeyen
devlet, bu insaniann geçinebilmek için ticaret ve sanayiyle uğraşma veya
köylerde ve şehirlerde mültezimlik yapma eğilimlerini görmezden geldi.
Özellikle bazı üst rütbeli yeniçeriler var güçleriyle askeri statüyü siyasi gü
ce çevirmeye çalışıyorlardı. Şam, Mısır, Halep ve Musul'da 18. yüzyılın si
yasi elitleri genellikle yeniçerilerin veya paramiliter kuvvetlerin kumandan
lanndan oluşmuştu.4'
Osmanlı askeri kurumunda 18. yüzyıl sonunda öyle büyük değişik
likler görülüyordu ki, bir araştırmacı yeniçeri teriminin ciddi biçimde yeni
den incelenmesi çağnsında bulunmuştur.42 Kabile mensubu piyadelerin,
karmakanşık bir paralı asker topluluğunun ve muhtelif paramiliter kuvvet
lerin bir arada varoluşu, "ordu" teriminin uygun bir analiz kategorisi olarak
kullanılmasını güçleştiriyor. Arap dünyasında bu konu üzerinde yapılan bir-
dile getirmişti:
Vahyin ruhu dünya düzeninden ibarettir. Şeriat ortadan kaybolursa,
eksik olduğu her nesilde yerini dünyevi kanunlar alır. Osmanlı devletinde
kanun teriminden kastedilen budur. Şeriahn olmadığı memleketlerde uy
gulandığında meşrudur. Mısır, Bağdat, Kuzey Afrika ve diğer İ slam diyar
Iarında ise kanunun uygulanması gayrimeşrudur.44
Yaklaşık üç yüzyıl sonra, Musullu alim Ali el- Umari, Osmanlı hükü
metinin mali ve askeri sistemde reform yapma girişiminden duyduğu ha
yal kırıklığını Osmanlı kanununa saldırarak dile getirmişti. El-Umari'ye gö
re, sultanın sıkınhlannın kaynağı, devletinin i slam hukukundaki ceza sis
temini (hudud) uygulayamamasıydı. Ancak Şa'rani'nin tersine el-Umari
Müslüman Ortadoğu'da Osmanlı yönetiminin hukuki yapısını sorgulamı
yordu. Onun bütün önerisi, hem Avrupa'nın yayılmacılığına, hem de Os
manlı İmparatorluğu'nda henüz başlamış olan idari ve hukuki yeniden dü
zenleme çabalarına direnmek için bu yapıda reform yapmakh.
Farklı zamanlarda, farklı toplumlarda yaşayan bu iki taşra aliminin
görüşleri, belki keyfi seçilmiş olsalar da, Osmanlı hakimiyetindeki ilk üç
yüzyıl boyunca Müslümanların çoğunlukta olduğu idari merkezlerde, mer
kezi hükümet ile yerli dini-ilmi çevrenin değişen ilişkisini gösterir. Yerel
ulema devletin yeni idari düzenlemelerine dağınık risalelerle karşı çıkıyor-
TO R K iYE TAR i H i
lardı gerçi, ama r8. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı idari yapısının
sınırları içinde çalışmakta beceri kazanmışlardı. Bunun neden ve nasıl ger
çekleştiği, taşra toplumlarının en az araştırılmış yönüdür. Biyografik söz
lüklerin ve yerel tarihierin bolluğuna rağmen yargı kurumunun rolü ve bü
yük idari merkezlerde yaşayan ulemayla ilişkisi fazla araştırılmamıştır.
Galal El-Nahal ve Abdul Karim Rafeq, r7. ve r8. yüzyılda yerel yargı
kurumunun dönüşümünü ele alan az sayıdaki tarihçi arasında yer alır. El
Nahal'a göre, Osmanlı Mısır'ında kadılar hiyerarşik olarak örgütlenmişler
di ve vilayet yönetiminden bağımsız olup doğrudan İstanbul'a karşı sorum
luydular. Daha da önemlisi ve Memluklar dönemindeki eski rollerinden
farklı olarak, hem şeriate hem Osmanlı kanuniarına göre hüküm veriyor
lardı.45 Mısır'da merkez kadısının yanı sıra bütün büyük şehirlerin kadıları
İstanbul tarafından, imparatorluğun başka vilayetlerinden seçilip atanıyor- ,
du. Bununla birlikte, q. yüzyılın sonunda vilayet düzeyinde ve daha alt dü
zeydeki kadılık makamları (özellikle kadı naipliği) belli başlı yerel ailelerin
tekeline girdi. Rafeq Şam'la ilgili çalışmasında, yargı kurumunun idari ya
pısını El-Nahal kadar derinlemesine ele almaz. Bununla birlikte, Mısır'da
olduğu gibi Şam'da da r7. yüzyılda kadılık makamının süreç içinde "yerel
leştiğini" düşünmektedir.46
Yargı kurumunda r7. ve r8. yüzyılda ortaya çıkan değişikliklerden
biri de Osmanlı Hanefi mezhebi kurallarının, özellikle toprak kullanımı ve
vergilendirme konularında yavaş yavaş diğer mezheplerin önüne geçmesiy
di. Rafeq'e göre, Şafii mezhebi Şam'da varlığını sürdürmesine rağmen, ba
zı ulema alt düzeydeki kadılık makamlarını elde etmek için Hanefi mezhe
bine geçmişti.47 Buna karşılık Mısır'da Şafii mezhebi daha ön plandaydı. Bir
kısım ulema Hanefilerin üstünlüğüne ve dünyevi kanunun o zamana ka
dar şeriatın yeterince tanımlamadığı alanlara el uzatmasına itiraz etti. Ni
kahta ödenen mihr ve bazı arazilerin vergilendirilmesi bu iyi tanımlanma
mış alanlar arasındaydı.48 Bununla birlikte, r8. yüzyılda şeriat ile kanun ara
sındaki, Osmanlıların sistematik hale getirdiği garip evlilik, hukukçular ta
rafından büyük rağbet gördü.
İkinci değişiklik, kadı yetkilerinin çeşitli idari ve hukuki konuları
kapsayacak şekilde genişletilmesiydi. Muhtesiple birlikte imalat kalitesini
Tü R KiYE TAR i H i 18 5
uygulamalannın kesiştiği yerdi, ancak bu kesişme her zaman uyum içinde
olmuyordu. Bu gibi durumlarda kadı uzaklardaki merkezi devletin buyruk
lan ile şehir sakinlerinin uygulamalan arasında bir orta yol bulurdu.53 Böy
lece ister ticari, ister şahsi veya idari bir konu olsun, kadı belirgin biçimde
Osmanlı olan bir adli kurumu yönetiyordu. Bu kurumun kökleri Memluk
döneminde olsa da Osmanlı merkezi yetkilileri tarafından dönüştürülmüş
ve düzene sokulmuştu.54
Tü RKiYE TAR i H i
mıyla da olsa, taşra şehir ortamı üzerindeki rollerinin geçirdiği dönüşüm
lerin izini sürmek mümkündür. Şehirlerde yaşayan ayan, Osmanlı deneti
mine meydan okuyabilecek (bazen gerçekten de meydan okuyan) güçlü ki
şiler değildi. Daha çok, şehir sakinleri ile devlet arasında iktidar sirnsadığı
yapmak gibi dünyevi işlerle uğraşıyorlardı. Birçok etken sayesinde, ı8. yüz
yılda Bereketli Hilal şehirlerindeki ayan alhn çağını yaşadı. I7. yüzyıldaki
krizin ardından devletin kontrolünün zayıflaması yerel elitin servet birikti
rerek köy ve şehirlerde malikaneleri işletmesini sağladı. Aynı esnada, ehl-i
örf ile sıradan yöre sakinleri arasındaki bariyerlerin yavaş yavaş ortadan
kalkması, halktan bazı kimselerin idari ve hukuki elite katılmasını sağladı.
Nitekim Musul'da ulema kökenli Umari ailesi malikaneler elde ederek böl
genin lideri oldu. Peygamber soyundan gelen Halepli Tahazadeler ı8. yüz
yıl ortalannda vilayetin en büyük malikanelerine sahip oldular. Bağdatlı .
Ubeyd eş-Şavi kabilesinin reisieri malikane işletmeye başladılar ve valiler
ile şehrin artalanındaki diğer reisler arasında arabuluculuk gibi resmi bir
mevkiye sahip oldular.
İltizam sistemi (özellikle ömür boyu işletilen malikane) ı8. yüzyılda
ayanın yükselişine yardımcı oldu. Askeri sınıf ile halkı birbirinden ayıran
engellerin azalması aynı derecede önemliydi; bu durum yerel yarı askeri ör
güt liderlerinin şehir elitiyle bütünleşmesine katkıda bulundu. Önde gelen
aileler arhk yan askeri alaylar besleyebiliyorlardı. Bunu istemedikleri veya
yapamadıklan takdirde, kendi gündemleri çerçevesinde paramiliter kuvvet
ler toplayıp seferber edebiliyorlardı. Örneğin hükümet 1798'de Halepli elit
lerden Fransızlara karşı asker göndermelerini isteyince, nakibü'l-eşraf Mu- .
hammed Kudsi Efendi kendi sütalesinin yandaşlarınd-an 5-6 bin kişiyi çev
resine toplamışh.59 Diğer ayan, merkeze yapılan tahıl ve koyun eti sevkiyatı
tekelini elinde tutan köylerin mültezimleri arasında kendilerine bir yer
edindiler. Halep'te ı8. yüzyılda şehir sakinleri gereksiz yere öyle kıtlık çek
ınişierdi ki asiler buğday ve arpayı istifledikleri gerekçesiyle sık sık ayanın
cezalandırılmasını talep etmişlerdi.60 Aynı şekilde Bağdat'ta tahıl, elit tara
fından şehir halkını baskı altrnda tutmada silah olarak kullanılmışh. Hala
Fattah'ın görüşüne göre, şehirdeki kıtlık genellikle köylerdeki iltizamın bü
yük kısmını ele geçiren elitler tarafından yaratılıyordu. 6'
SoNuç ·
Osmanlı İmparatorluğu tarihyazımı r98o'lere kadar merkezi devlet
ile taşra eliti arasındaki ihtilaflı ilişkiler üzerinde durdu. Kuşkusuz, belirli
bir merkezi devletle onun taşrasındaki elitler arasında her zaman ve her
yerde ihtilaflar olduğu şeklindeki adeta içgüdüsel varsayımın doğruluk pa
yı vardır. Ancak, şu noktayı belirtmek önemlidir: r8. yüzyılda Osmanlı dev
leti ile muhtelif vilayetlerindeki elitler arasındaki ilişkide temel değişiklik
ler meydana gelmişti. Üstelik bu değişiklikler vilayetten vilayete önemli
farklılıklar gösteriyordu. Bazı tarihçiler, yerel elitlerden oluşan geniş bir ke-
T ü R K i Y E TAR i H i
sirnin ı8. yüzyılda "Osmanlılaştığını" ileri sürmüştür. Onlara göre bu "Os
manlılaşma", I7oo'lerin sonunda iyice yaygınlaşan merkezi denetimin çö
zülmesine karşı panzehir işlevi görmüştür.63 Bu savların Arap vilayetlerinin
büyük bir kısmı için geçerli olup olmadığının araşhnlması gerekir.
Vilayetler arasındaki farklılıklar, ı8. yüzyılın merkezi devletinde
merkeziyetçiliğin bozulmasının ve idari denetimdeki kaybın boyutu hak
kında kapsayıcı genellemeler yapılmasını engeller. Ancak günümüzde var
dığımız en önemli sonuç şudur: Osmanlı fArap topraklarının tamamında
olmasa da bazı bölgelerinde, merkezi olarak benimsenen mali politikalar
yerel sosyo-ekonomik gelişmelerle birleşince, devlet kaynaklarını ve görev
lerini elde edebilen farklı kökeniere sahip yerel kişilerin sayısı artmıştır. Be
nim düşüneerne göre, taşradaki elit toplumun daha geniş kesimleri Os
manlılaşmış ve siyasi güç sahiplerinin neden olduğu çok büyük ayaklanma;
lar ve siyasi kanşıklıklara rağmen Osmanlı egemenliğini besleyen istikrar
lı bir toplumsal taban sağlamayı sürdürmüşlerdir.
NOTlAR
Jane Hathaway, The Politics ofHouseholds in Ottoman Egypt: The Rise ofthe Qazdağlis (Cambridge,
1997), s. 24-31; Bruce Masters, "Power and Society in Aleppo in the Eighteenth and Nineteenth
Centuries", Rıwue du Monde Musulman et de la Mediterrantie 62, 4 (1991), 151-158; Karl Barbir, Ot
toman Rule in Damascus, 1708-1758 (Princeton, 1980), s. 13-56; Dina Rizk Khoury, State and Provin
cial Society in the Ottoman Empire: Mosul 1540-1834 (Cambridge, 1997), s. n1-133· Devletin bakış açı
sı için bkz., Ariel C. Salzmann, "An Ancien Regime Revisited: 'Privatization' and Political Eco
nomy in the Eighteenth Century Ottoman Empire", Politics and Society 21, 4 (1993), 393-424.
2 Bu olgunun merkezi devlet düzeyinde ele alınması açısından, bkz. Rifa'at Ali Abou-El-Haj, Forma
tion of the Modem State: The Ottoman Empire, Sixteenth to Eighteenth Centuries (Albany, 1991). Ha
lep için bkz. Bruce Masters, The Origins ofWestem Economic Daminance in the Middle East: Mercan
tilism and the Islamic Economy in Aleppo, 1600-1750 (New York, 1988), s. 43-47; Musul için bkz. Kho
ury, State and Provincial Society, s. II4-120.
3 Halil İnalcık, "Military and Fiscal Transformatian in the Ottoman Empire, 16oo-17oo", Archivum
Ottomanicum 6 (1980), 283-337.
4 Age., s. 307; Suraiya Faroqhi, "Political Activity among Ottoman Taxpayers and the Problem of Sul
tank Legitimation, 1570-1650", journal of Economic and Social History of the Orient 35 (1992), I-39·
5 Galal el-N aha!, The Judicial Administration of Ottoman Egypt in the Sıwenteenth Century (Minneapo
lis ve Chicago, 1979), s. 12-15.
Tü R KiYE TAR i H i
Pi KRET ADANIR
BALKANLAR VE ANADOLU'DA
YARI ÖZERK TAŞ RA GÜÇLERİ
Tü R K i Y E TAR i H i 1 95
Osmanlı İmparatorluğu'nda taşra elitleri karmaşık bir konudur; Os
manlı öncesinde başı çeken grupları ve Osmanlı döneminde bunlardan ge
riye ne kaldığını dikkate almadan yeterince araştırılamaz. Yemen ve Kuzey
Afrika gibi dış çeperdeki bölgeleri ele alırsak, buralarda yönetimin impara
torluk merkezi tarafından çok sıkı kontrol edilmediği ve yerel toplumsal
grupların fetihten hemen sonra öne çıktığı genel olarak kabul görmektedir.5
Benzer şekilde, doğu sınırlarındaki Safevi İmparatorluğu'na komşu kabile
toplulukları da rg. yüzyıl ortalarına kadar yüksek düzeyde özerklik elde et
mişti.6 Ancak "çekirdek"teki Anadolu, Rumeli veya Ege adaları eyaletlerin
de bile, Osmanlı yönetimi daha önceki önder grupların tamamen yerinden
edilmesi anlamına gelmiyordu. İster yayılınacı devletin insan gücü ihtiyacı
nı karşılamak için olsun, ister tabi halkları kendi yanına çekme amacıyla
uyum politikaları (istimalet) güdülmüş olsun, ilk Osmanlılar yerli elitleri,
bünyelerine katmakta oldukça başarılıydılar.7 Özellikle Hıristiyan impara
torların ve prensierin pronoia sistemi dahilinde askerlik hizmeti karşılığı
toprak bağışladığı gruplar, Osmanlılada benzeri bir ilişkiye girmekte hiç de
gönülsüz davranmamışlardı. Örneğin, Trabzon'un r46ı'de fethinden son
ra yöredeki bazı Hıristiyanlara tırnarlar verilmişti. Bu topraklar, sonraki
yüzyıllarda bu kişilerin (çoğunlukla Müslümanlaşmış) soyundan gelenlerin
tasarrufunda kalmıştı; başlangıçta bu toprakların kullanımıyla bağlantılı
olan askeri görevler ise bu arada ortadan kalkmış olabilir. Miras yoluyla ge
çen bu tür toprak mülkiyeti açıkça "daha önceki Trebizond-Bizans uygula
malarından devralınmıştı. "8
Balkanlar'daki gelişme de birçok benzerlik sergiliyordu. Örneğin sı
nır boyundaki Bosna' da, r6. yüzyıla gelindiğinde tırnar sistemi miras yoluy
la geçen toprak mülkiyetine dönüşmüştü; başlıca nedeni yerel ailelere veri
len tırnarların "esasen eski kabile miraslarının bir parçası olan" topraklan
kapsamasıydı.9 Bosna'nın yanı sıra Balkanlar'ın başka bölgelerinde de baSti
na (toprağa miras yoluyla hak kazanılmasını ifade eden Slavca kelime) de
nen bu arazilerin varlığı yine erken Osmanlı dönemindeki Hıristiyan sipa
hilerle bağlantılıydı. Daha sonra bu sipahilerin bazıları tımariarını kaybetti,
ama bir kısmı, Müslüman olsun olmasınlar, taşra toplumundaki önemli
yerlerini korumayı sürdürdü. ıo
Tü R KiYE TAR i H i 1 97
Daha büyük şehirlerin mahallelerinde yerel yönetim birimi esnaf
lancalan veya dini cemaatlerdi. Örneğin Selanik'te r 6 . yüzyılda r2 Yahudi,
ro Rum Ortodoks ve 40 Müslüman mahallesi vanlı.'8 Selanik Yahudileri
farklı coğrafi (İspanya, Portekiz, İtalya ve Almanya) ve sosyo-kültürel köken
lerinden dölayı daha küçük cemaatlere bölünmüştü; her birinin şehrin genel
Yahudi meclisinde birer temsilcisi vardı.'9 Müslümaniann çoğunlukta oldu
ğu Bursa, Ankara, Konya gibi Anadolu şehirlerinde, ı s . yüzyıldan itibaren eş
raf ve ayan gibi genel adlar verilen şehirli gruplar halk ile merkezi hüküme
tin temsilcileri arasında aracı rolünü üstlendiler. Bu gruplar varlıklı tüccar
lardan, tecrübeli esnaftan, ulema, imam ve seyyid gibi sayılan din adamla
nndan ya da askeri birliklerin o şehirde yaşayan kumandanlardan oluşuyor
du. Bu "ileri gelenlerden" biri şehir kethüdası idi; hem merkezi otoritenin,
hem yerel cemaatin temsilcisi olarak görev yapıyor ve şehirlerde bazen yöne- •
timi üstleniyordu. Bazı ileri gelenler vakıf yöneticisi oluyor, kadıya ve muh
tesibe (esnaf denetçisi) yardım ediyor, şehirdeki kamu binalannın ananlma
sını sağlıyor ve kısmen de asayiş sorunlanyla ilgileniyorlardı. •o O döneme ait
Ragusa kaynaklan, Osmanlı Bosna'sındaki benzer kişilerden primati, superi
ori et principali del paeze veya principali dei luoghi diye bahseder.•'
İster şehirli ister kırsal, ister cemaate değgin ister mesleki karakter
de olsun, herhangi bir özyönetim biçiminin önkoşulu belirli bir ölçüdeki
toplumsal bütünleşmeydi. Bu bütünleşme Osmanlı bağlamında, Osmanlı
öncesi dönemin bir başka kalınhsı olan kolektif yükümlülük aracılığıyla
sağlanıyordu. •• Bireyler karşılıklı kefalet ve güvenceler yoluyla kendi grupla
nnın diğer üyeleriyle dayanışma içinde olmaya mecbur kalıyor, ortak görev
leri yerine getirmeye hep beraber yükümlü olan topluluğun üyesi olma yo
luyla da sivil statü elde ediyordu. Dolayısıyla kolektif yükümlülüğün, yerel
özerkliğin gelişmesini sağlayan önemli bir etken olduğu anlaşılmaktadır.Z3
İ ster köy olsun ya da şehrin bir mahallesi, ister dini bir cemaat ya da
esnaf loncası, her birim bir başkanın yönetiminde toplanan ve (yaşlılar ara
sından) seçilmiş bir organ tarafından temsil ediliyordu. Bu liderlerin başlı
ca görevlerinden biri, yaşadıklan şehirde veya vilayette tek tek topluluklar
dan veya gruplardan toplanacak vergi miktan konusunda pazarlık yapmak
ve bu vergi yükünü cemaat üyelerine bölüştürmekti. Kendi köylerinin, ma-
T ü R KiYE TAR i H i 1 99
yol gümüşünün girişi ve bitmek bilmeyen savaşlardı. Aynı tarihlerde, Hı
ristiyan ordularında ateşli silahların kullamlmaya başlanmasıyla askeri iti
barlarını kaybeden sİpahiler ayrıca tımadarının değer kaybına göğüs ger
mek zorunda kalmışlardı. işsiz köy gençleri, valilerin maiyetinde paralı as
ker olma fırsatı aramaya koyuldular. Ne var ki alacakları para valilerin elin
deki fonlara bağlıydı, valiler de fon yaratmak için bölgelerinde yeni yeni ver
giler salmaktaydı. Çoğunlukla, bir savaş bittiği zaman paralı askerler terhis
edilir, edilmediklerinde ise başıboş gezinip köylülerin sırtından geçinmele
rine izin verilirdi. Bunun sonucunda asayiş (özellikle Anadolu'da) çökerek
köylülerin göçüne, kırsal alanların nispeten boşalmasına, taşradaki valilerin
sık sık isyan etmesine ve eşkıyalığın artmasına yol açtı.32 Bu nedenle 17.
yüzyıl, imparatorluğun gerileme sürecini başlatan derin krizler dönemi ola
rak görülür.
Öte yandan, son zamanlarda yapılan yorumlarda, Osmanlı İmpara
torluğu'nun q . , hatta 18. yüzyılı için "gerileme" kelimesini kullanmamaya
dikkat edilmektedir. Büyük karışıklıkların olduğu konusunda görüş ayrılığı
yoktur. Ancak bunların, sözgelimi Fransa'da 17. yüzyıla damgasını vuran
köylü isyanlarından pek farklı olmadığı ileri sürülmektedir. Öyleyse, Fran
sa'daki krizler erken modern devlete giden yolu kolaylaştıran dönüşümün
izleri olarak yorumlamrken, Osmanlı örneğinde "gerilemeden" bahsetmek
nedendir?33 0smanlı araştırmaları alanındaki sözde "gerileme paradigması"
özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasının hemen ertesindeki modernleşme
teorilerinden esinlenmişe benzer; dayandığı başlıca tarihi kaynaklar da şeh
zadeler için yazılan nasihatname tarzı risalelerdir.34 Bu yaklaşımın geçerlili
ği öncelikle 18. yüzyıldaki sosyoekonomik ve siyasi değişimi açıklamaya ça
lışan tarihçiler tarafından sorgulandı.35 Ancak bu konudaki esas hamle için
nasihatnarnelerin bir tür olarak ne olduğunun anlaşılınasım beklemek ge
rekti. Böylece, bu tür metinlerin esasen ahlak üzerine birer söylem olarak
okunınası gerektiği gösterilebildi; bu söylem, kendi dönemlerindeki top
lumsal istikrarsızlıktan ve gelenekiere saygısızlıktan dehşete kapılıp "altın
çağı" idealleştiren yazarların önyargılarını yansıtmaktaydı.36 Anlaşılan işin
can alıcı noktası toplumsal eşitlenmeydi: Köylüler göç etmek zorunda kalın
ca şehirlere yerleşiyor, ticarete atılıp "kazançlarım günden güne artırıyorlar-
Tü R K i Y E TAR i H i 201
zir ve paşa hanelerinde belirginleşerek merkeziyetçilikten uzaklaşmaya yö
nelik eğilimleri destekledi.44 Himaye eden ve edilenlerden oluşan ağlar kısa
zamanda gerek merkezde gerek vilayetlerde Osmanlı sosyopolitik yaşamı
nın karakteristik özelliği haline geldi.'15 Makamlar giderek bürokrat olarak
hizmet etme amacıyla özel eğitilmiş kişiler yerine evlilik veya himaye yoluy
la bir haneyle ilişkisi olanlarca işgal ediliyordu. Bu durum sultanın kişisel
yönetiminin öneminin azaldığının ve sivil bir oligarşinin gücünün giderek
pekiştiğinin açık göstergesidir.46
Yeni düzene gitgide ticatileşen günlük hayat damgasını vurdu. Bu
da hem yönetenlerin hem yönetilenlerin yeterli kaynaklara ve en az bu kay
naklar kadar önemli olan kredi mekanizmaianna erişebilmesini gerektiri
yordu. Örneğin Venedik'le yapılan uzun savaş sırasında (ı645-ı 6 6 g ) impa
ratorluk hazinesinin yükü ağırlaşıp vilayet yöneticilerine tahsis edilen kay-.
naklar yetersiz hale gelince avanz tarzı olağanüstü vergilere daha sık başvu
rulması köylülere ağır bir yük bindirdi.47 Büyük olasılıkla tefeciliğin yaygın
laşması ve köylü borçlannın artması sonucunda, valiler veya yeniçeri komu
tanlan gibi yönetici elit üyeleri topraklara el koydu.48 17. yüzyılın sonuna
doğru durum daha da kötüleşti. Taşrada artan huzursuzluğun yanı sıra şid
detli mali gereksinimler merkezi hükümeti yeni mali tedbirler bulmaya
zorladı. Dolayısıyla geleneksel olarak -en azından Balkanlar'da- haneler
den alınan cizye (gayrimüslimlerden alınan kelle vergisi) ı 6 g ı 'de yerini her
çalışabilir durumdaki gayrimüslim erkeğin ödemekle yükümlü olduğu ki
şisel bir vergiye bıraktı. 49
Uzun vadede daha da önemlisi, ı 6 9 5 'te ömür boyu kullanım hakkı
temelindeki malikane mukataa sisteminin ortaya çıkışıydı. Bu sistemde
malikane sahibi başta teminat olarak � şin bir ödeme yapmanın yanı sıra
hazineye yıllık bir ödeme yapmayı da ta;ilihüt ediyordu. S özleşme koşullan
incelendiğinde malikanenin devlet-n!Üdahalesinden bağışık olma gibi bir
ayncalığa sahip bulunduğu görülür. Aynca malikane sahibi öldüğünde mi
rasçılan ihalede öncelik hakkına sahipti, böylece bir bakıma kullanım hak
kının ailede kalması sağlanmış oluyordu.50 Malikane gelirlerinin aslan payı
nın imparatorluk merkezindeki yüksek mevkileri elinde tutan birkaç aileye
veya sarayla doğrudan ilişkisi bulunan kişilere gitmesi şaşırtıcı değildir. Bu
Tü RKiYE TAR i H i 20 3
na Havzası'nda ve güneyindeki Morava ve Vardar vadileri boyunca kurulan
yeni ticaret yollarını kullandılar.58 Taşra elitleri bu süreçte hayati bir rol oy
nadı; örneğin ihracatla uğraşmalan, üreticilerin Avrupa'nın talep eğilimle
rine göre üretimi değiştirmelerini kolaylaşhrdı. Elitler pamuk, tütün ve mı
sır gibi ihraç ürünlerinin ekimini teşvik edip liman şehirlerine ulaşımı dü
zenlediler ve bölgeleri adına yabancı tüccarlada iş bağlanhlan yaphlar. Bu
nun sonucunda, yüzyılın ortalarına gelindiğinde, sosyopolitik nüfuzlannın
ekonomik temeli iyice güçlenmişti.59
Tü RKiYE TAR i H i
çıkan ayanın sayısı artınca, ayanlık yan resmi bir mevki olarak yaygın kabul
gördü. Ancak bu kurumun tam ne zaman oluştuğu belli değildir. Yine de
1726'dan itibaren Osmanlı yönetimi sancakbeyi, voyvoda, muhassıl veya
mütesellim gibi önemli memurlan yerel ailelerin üyeleri arasından seçmeye
mecbur kalmıştı. Hatta I743'te olduğu gibi Anadolu'nun önde gelen ayanı
na silahlı kuvvetleriyle beraber İran seferine katılmalan için çağn yapmıştı.70
Ayanlığın getirdiği sosyopolitik nüfuz, bu kurumu vilayetlerin bü
tününde hükümranlık kurmaya can atan yerel ailelerin gözde aracı kıldı.
Üstünlük sağlamak için verilen mücadele genellikle ayan hizipleri arasın
da şiddetli düşmanlıklara yol açarak sonunda devletin asayişi sağlamak
amacıyla müdahale etmesine yol açıyordu/' Rakiplerini yenenierin validen
resmi onay, yani "ayanlık buyruldusu" almak için yüklü bir para ödemesi
gerekiyordu. Ama o mevkiyi bir kez ele geçirdiler mi, yaptıklan harcamayı •
Tü RKiYE TAR i H i 20 7
yağmacılığa dönüştü. Rusya'yla savaş devam ettiği için merkezi hükümet
bu duruma etkin bir müdahaleye cesaret edemedi. Hükümet 1774'teki ba
nştan ancak birkaç yıl sonra ayanlık kurumunu yeniden düzenlemeye giriş
tl. 1779'da çıkarılan bir fermanla 1768 reformu yeniden gündeme getirildi
ve ayan seçimleri bir kez daha merkezi otoritenin denetimine geçti. 8 2
Ne var ki merkezi hükümetin ayana bağımlılığı r8. yüzyılın son yir
mi yılında artarak sürdü. Bir yandan vilayetlerde düzeni sağlamak için aya
nın asker sağlaması, hatta salıra ordusunun faal kuvvetlerine ikmal yapma
sı bekleniyor, böyle bir görev ise askeri bir geçmişi olan ve tercihen yeniçe
rilikle ilişkili kişileri gerektiriyordu. Öte yandan elitler arasındaki yoğun re
kabet yüzünden ayanlık iç anarşinin başlıca nedeni haline gelmişti. Bunda
ayanlığın kazançlı bir makam olmasının da payı vardı, zira makam sahiple
ri yaptıklan masraflann karşılanmasını isteyebiliyor, böylece kolay kazanç .
fırsatlannın kapısını açabiliyorlardı. r8. yüzyılın son çeyreğinde Hacıoğlu
Pazarcık (günümüzde Yama'nın kuzeyindeki Tolbuhin) ayanlığına sahip
olan İzaklızade İbiş Ağa, yııkanda belirtilen noktalan iyi yansıtan bir ömek
tir.83 Kuzeydoğu Bulgaristan'da toprak sahibi bir aile olan izaklızadeler, si
yasi ve idari ayncalıklanndan yararlanmak için başta itibaren yeniçerilerle
bağlanh kurmanın yollannı aramışlardı. Zaten İbiş Ağa 1774'ten beri Hacı
oğlu Pazarcık'ta asayişten sorumluydu. r78o'lerin başında, bölgede eski bir
ayanla halefi arasında şiddetli bir siyasi çekişme ortaya çıkınca İbiş Ağa ko
numunu daha da güçlendirerek muhtemel bir ayanlık görevi için kendisini
tavsiye etti. Ardından ortaya çıkan yerel iktidar mücadelesine elinde birkaç
değerli kozla girmişti. Örneğin asayişten sorumlu olması nedeniyle kolluk
kuvveti olarak kullandığı çok sayıda paralı askeri vardı. Akıllıca kullanıldığı
takdirde bu kuvvet dengeyi kolayca onun lehit?-e çevirirdi. Ayrıca sancağın
menzil sistemini yönetmekle de görevliydi; İstanbul' dan Tuna beyliklerine
uzanan yolda seyahat edenlere at, haberci ve kılavuz temin ediyordu.84 Tüm
bunlar İbiş Ağa'yı merkezi hükümet nezdinde vazgeçilmez bir yerel kişilik
kılmışh. Nitekim r786 'da, bir kez daha bölge siyasetine kanşan Deliorman
eşkıyasına karşı sancağın milisierine komutanlık etmesi istendi. Ertesi yıl
Rusya ve Avlısturya'ya karşı yeni bir savaş patlak verince genel seferberliği
yürütmekle görevlendirildi. Savaş dönemine özgü koşullar sonucu, 1788
noktasına getirdi.
Savaşın çıkmasından önce dahi özellikle Bulgaristan'ın Tuna bölge
sinde, Trakya ve Makedonya'da neredeyse bir anarşi ortamı vardı. ı785'ten
itibaren dönemin belgelerinde "kırcali eşkıyası"ndan bahsedilmeye başla
nır; bu terim yeni bir tür eşkıyayı anlatmaktadır. Bu eşkıya genellikle pro
rak tanımaya hazır olduğunu açıklamaya mecbur kaldı. ICko anlaşması adı
verilen bu uzlaşmacı çözüm Ekim ı8o6'da Sırp ulusal meclisi tarafından
onaylansa da, sonunda Rusya tarafından baltalandı. 1 06
26 Aralık ı8o5'te imzalanan Avusturya-Fransa Barış Antiaşması so
nucu Fransa Dalmaçya kıyı şeridini ele geçirmiş ve böylece çann hüküme
tini Osmanlı Balkanlar'ındaki gelişmelerle ilgili politikalarını gözden geçir
mek zorunda bırakmıştı. Ocak ı8o6'da Bosna ve Epir'e gönderilen Rus
ajanları, Fransız planlarını bozmaya çalıştılar.'07 Rusya dışişleri bakanı,
Sırpların Osmanlılara yenildikleri takdirde Fransızların himayesine gire
ceklerini düşünüyordu. Böyle bir durum Rusya'nın emperyal çıkarlarına
aykınydı. 10 8 1 . Aleksandr'ın hükümeti bu olasılığı önlemek üzere daha atak
bir Balkan politikası izlemeye karar verdi. Bunun sonucu olarak Kasım
ı8o6'da Tuna prenslikleri işgal edilince Osmanlı hükümeti aralık ayında
Rusya İmparatorluğu'yla diplomatik ilişkisini kesti.'09 Husumet başlayın�a
Sırhistan yeni operasyonların olası alanı haline geldi. Artık Rusya'dan cesa
ret bulan isyancılar tam bağımsızlık talebi içeren yeni bir siyasi programla
ortaya çıktılar. "o
Şu halde hem Napolyon Fransa'sının hem de Rusya'nın, padişahın
hükümeti ile vilayetler arasındaki ilişkilerin şekillenmesinde epeyce etkisi
olmuştu. m ı8o6'daki görüşmelerde, Fransız diplomatlar Rus saldırganlığı-
Tü RKiYE TAR i H i 21 5
den Nizam-ı Cedid ordusunun başarısına bağlıydı. Ne var ki, bu yeni ordu
nun Rumeli' de Karamanlı Kadı Abdurrahman Paşa kumandasında ortaya
çıkması, bölgedeki yerel güç sahiplerinin saflarını sıklaşhrrnasına yol açtı.
O zamana kadar sultana bağlı kalmayı yeğleyen Tirsinikli İsmail Ağa bile
Tepedelenli Ali Paşa, Filibe, Edirne ve Pazarcık ayanları, Serezli İsmail Bey
ve Vidinli Pasvandoğlu'yla hükümete karşı ittifaka girdi. Aslında bu bütün
Rumeli'nin imparatorluk merkezine başkaldırdığını gösteriyordu."5 Tirsi
niklioğlu'nun Ağustos r8o6 başlarında suikaste kurban gitmesi muhalefe
ti zayıflatmadı. Tirsinikli'nin Rusçuk ayanlığını devralan Alemdar Mustafa
(Bayraktar Mustafa Paşa olarak da bilinir) selefinin hükümet karşıtı çizgisi
ni sürdürdü."6 Sonunda taviz vermek zorunda kalan asiler değil, I I I . Selim
oldu. Serezli İsmail Bey'in arabuluculuğuyla sultan ile Rumeli'deki güç sa
hipleri arasında bir anlaşma yapıldı. Nizam-ı Cedid ordusu Anadolu'ya ge- ,
ri gönderilirken Eylül r8o6'da sembolik bir hareketle yeniçeri ağası sadra
zamlığa atandı. Bu gelişmeler, Nizam-ı Cedid'e karşı çıkan taşra güçleri ile
reforma hevesli İstanbul elitleri arasındaki son hesaplaşmaya giden yolu aç
h. Bayraktar Mustafa, eski kırcali eşkıyasını etrafına toplayarak Tuna cephe
sini Ruslara karşı savunmaya çalışırken aynı zamanda kronik eşkıyalık so
rununun çözümüne dolaylı bir katkıda bulunuyordu. Oysa bu sırada İstan
bul'da, halkın desteklediği yeniçeriler Mayıs r8o7'de I I I . Selim'in tahttan
indirilmesiyle sonuçlanan bir ayaklanma başlattılar. Bu olay o dönemde,
Osmanlı Balkanlar'ındaki yarı özerk taşra güçlerinin konumlarını sağlam
laştırmaya yönelik önemli bir adım olarak görünmüştü.
NoTLAR
Mustafa Akdağ, Celal! İsyanlan (1550-16o3) (Ankara, 1963); William J . Griswold, The Great Anato
lian Rebellion, 1000-1020 j 1591-1611 (Berlin, 1983); Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: The Ot
toman Route to State Centralization (Ithaca ve Londra, 1994), s. 141-188; Suraiya Faroqhi, " Seeking
Wisdom in China: An Attempt to Make Sense of the Celali Rebellions", Zafar-nama: Memorial Vo
lume to Felix Tauer içinde, ed. RudolfVesely ve Eduard Gombar (Prag, 1996), s. 101-24; Halil İnal
cık, "Adaletnameler", Belgeler 2, 3-4 (r965), 49-r45; Yücel Özkaya, "XVII I'nci yüzyılda çıkanlan ada
let-narnelere göre Türkiye'nin iç durumu", Belleten 38 (r974), 445-49r.
2 Weberci sultanizm ve onun daha önceki Aydınlanmacı biçimi olan "oryantal despotizm" için bkz.
Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft. Grundrifl der verstehenden Soziologie, ed. Johannes Winckel-
Tü RKiYE TAR i H i 21 7
B RUCE MASTE RS
ARAP ViLAYETLERİNDE
YARI ÖZERK GÜÇLER
ezayir'den Basra'ya, Halep'ten Sa:n 'a'ya uzanan Arap vilayetleri,
TO R KiYE TAR i H i 22 9
İslami siyaset teorisi İbn Haldun zamanından beri göçebeler ile yer
leşik halklar arasında diyalektik bir gerilim olduğunu varsayar. Bu gerili
min barışçı ilişkileri engellediğini varsaymak yanlış olsa da, devlet otoritesi
zayıfladığında göçebe halklar bundan yerleşik halkların zararına kazanç
sağlıyordu.2 0smanlı bağlamında bu modelin, Fernand Braudel'in Akdeniz
dünyası için önerdiği çizgiler doğrultusunda, imparatorluğun çeşitli dağlı
halklarını kapsayacak şekilde değiştirilmesi gerekir.3 Osmanlılar Bedevileri,
Kürtleri, Dürzileri veya Be�berileri denetim altına alacak ne isteğe ne de in
san gücüne sahipti. Hiçbir zaman kesin yenilgiye uğratılamayan klanlar
dağlardaki veya çöllerdeki müstahkem sığınaklarında bekliyor, dönem dö
nem kendilerini yeniden yapılandırıp devlete meydan okuyorlardı.
ı8. yüzyılda yaşamış bir Suriyeli vakanüvisin deyimiyle, hem taşra
hem de merkez ordularının otoritesi ve meşruiyeti kılıçlarının keskinliğine ,
bağlıydı.4 0smanlı ordusu 17. ve ı8. yüzyılda kargaşa içindeydi. Birbiri ardı
na çıkan mali krizler, imparatorluğun vilayetlerde etkili bir silahlı kuvvet
bulundurmasını güçleştiriyordu; bu, Arap vilayetlerinde olduğu kadar Bal
kanlar ve Anadolu için de geçerliydi. İstanbul düzeni korumak ve vergi ge
lirlerinin merkezi hazineye akmasını sağlamak için yerel silahlı kuvvetiere
güvenmek zorundaydı.5 Padişahların dikkati başka yere yöneldiği anda, bu
taşra kuvvetleri özerklik talebiyle ayaklanıyordu. ironiktir ama, devlet uzak
taki vilayetlerden birine birliklerini yerleştirmeye kalktığında, aynı vilayet
ayrılıkçı eğilimlerin mekanı haline gelebiliyordu.
Dördüncü kategori olan ayan bu dönemde gayet hesaplı kitaplı bir
denge oyunuyla uzlaşma sağlayarak ortaya çıktı ve Bereketli Hilal'in bazı
şehirlerini yönetmeye başladı. Bununla birlikte, ayan arasından atanmış va
lilerin elinde nadiren bağımsız askeri birlikler olurdu. İktidar dizginlerini
ancak pek gevşek tutabildiklerinden, Osmanlı egemenliğine karşı doğru
da� bir tehdit oluşturmuyorlardı.6 Nitekim valiliğe getirildiklerinde, meşru
iyetlerini ancak üzerinde padişahın tuğrası bulunan atama beratıyla elde
edebiliyorlardı. Yine de Şam'daki Azmlar, Musul'daki Celililer gibi ailelerin
siyasi tabanı devletin otoritesini tahrip etme potansiyeline sahipti; zira bu
aileler kendi şehirlerinin sakinlerine himaye elini uzaklardaki İstanbul'a
göre çok daha çabuk uzatabiliyorlardı.
Tü RKiYE TAR i H i 2 33
yük sefer yapılmasına rağmen Lübnan'ın büyük bir J.a.sm� asla kalıcı olarak
boyun eğmedi.9 Bununla birlikte, Suriye'de Osmanlı yönetimine karşı ilk
ciddi tehdit periferideki kabile güçlerinden değil, büyük şehirlerden birine,
yani Halep'e hakim olanlardan geldi.
Osmanlıların Arap topraklarında karşılaştığı birçok sorunda olduğu
gibi, ı6o6-ı6o7'de meydana gelen Canboladoğlu Ali isyanının alhnda da
merkezi hükümetin hem yönetime sadık, hem de bölgedeki yerel güçler
den bağımsız düzenli bir ordu kuramaması yatıyordu. Canboladoğulları,
bir pazar şehri olan Kilis'e gerek fetihten önce gerekse sonra hakim olan bir
Kürt aşiretiydi. Ali'nin amcası Hüseyin ı6o3 'te Halep'i yağmalayan Şamlı
yeniçenlere karşı akrabalarıyla birlikte şehri savunarak öne çıkmıştı. Sultan
I. Ahmed bunun karşılığında Hüseyin'i ı 6o4'te Halep valisi yaptı. Gelgele
lim ailenin talihi kısa zamanda tersine döndü ve Hüseyin ihanet suçlama- .
sıyla ı6os'te idam edildi. Bunun üzerine Ali ayaklanarak Suriye'nin kuze
yinde bağımsız bir küçük devlet kurma tehdidinde bulundu. İmparatorlu
ğun her yerindeki isyanlara rağmen Osmanlı güçleri bölgeye toplandı ve
Ali'nin ordusu ı6o7'de yok edildi.ıo
ı 657'de bir başka Halep valisi, Abaza Hasan Paşa ayaklandı. Özerk
bir Suriye yaratmaktan çok yeni sadrazam Köprülüzade Mehmed Paşa'yı
devirmeyi amaçlayan bu ayaklanmayı Şam valisi de destekledi. Asiler
ı 6 5 9 'da Ayntab'da (Gaziantep) öldürülünce isyan sona erdi. En stratejik vi
layetlerinden birinin bölünme tehlikesiyle karşılaşan İstanbul, Şam'a yeni
bir yeniçeri alayı gönderdi. Ne var ki, yerel halkın büyük ölçüde içine sızdı
ğı eski yeniçeri birlikleri dağıhlmamıştı. Bu durumda ortaya birbiriyle çeki
şen ve sık sık kavga eden iki silahlı grup çıkh: "yerliyye" ve kapıkulları.
Askeri sınıfın saflarına kahlan yerliyye olgusu Şam'a özgü değildi.
ı6oo'lerin başı ve 170o'lerin sonunda, Suriye'de siyasi ve ekonomik açıdan
büyük bir dönüşüm yaşanıyordu. Yönetimin ilk ıso yılı boyunca siyasi ha
kimiyet Osmanlıların elindeyken, güç arhk kırsal alanlarda düzeni ve dola
yısıyla payitahta gelir akışını sağlayabilenlerin eline geçiyordu. Bunlar, Su
riye dışından büyük şehirlere iş ya da ganimet aramaya gelen eskinin mar
jinallerini -aşiret üyelerini, köylüleri, kanun kaçaklarını, yağmacıları- se
ferber edebilen yerel kişilerdi.
TO RKiYE TAR i H i 2 35
çıkmışlardı. Devletin de bu hanedanların ortaya çıkmasında etkin olup ol
madığı tartışma konusudur. Dönemin tarihçilerinden alıntılar yapan Abdul
Karim Rafeq, Azmiann Şam valiliğini ele geçirmesini yerel proto-Arapçı fi
kirlerin ve vilayetlerin özerkliğine doğru kararlı bir yönelişin zaferi olarak ta
nımlar.'3 Bu yoruma karşı çıkan Karl Barbir ise İstanbul'un Şam siyasetine
hesaplı müdahalesine ve bu durumda Azm ailesinin özerkliğinin aldatıcı ol
duğuna dikkat çeker. Barbir'in görüşüne göre, İstanbul Azm paşalannın yö
netimine, hac kervanları Aneze Bedevilerinin bölgesinden sağ salim geçtiği
müddetçe katlanıyordu. Dina Rizk Khoury ı8. yüzyılda Musul'daki Celili ha
kimiyetine benzer bir açıklama getirir. Ancak bu aile, üyelerinin İran saldı
rılarına direnebilmesi yüzünden vazgeçilemez konumdaydı.'4
İstanbul'dan fiili bağımsızlığın derecesi ne olursa olsun, eelililer ve
Azınlar kendi şehirlerinin yönetiminde önemli bir geçişi temsil ediyordu.
Daha önce, valiler başka bir yere atanana kadar görevde bir, en fazla iki yıl
kalırdı. Görevlerinin geçici olmasından dolayı, görev yerlerine sevecenlikle
yaklaşmazlardı. Bazı valiler adil olsa da, çoğu mevkiini terfi amacıyla kul
lanmanın yolunu arardı. Terfinin yolu paradan geçiyor, bu da şehir sakin
lerinin ceplerindeki parayı çekip almak anlamına geliyordu.
Şam'ı 1725'ten ı783'e kadar çeşitli aralıklarla yöneten Azınlar ile
Musul'a 1726'dan ı8o7'ye kadar hakim olan Celililer, halkının refahına he
men hiç ilgi duymayan valilerin yönetimine karşı şehir sakinlerine bir so
luk alma fırsatı sağlamışlardı. Yaptırdıkları yeni kamu binaları ve özel ko
naklar kimlik duygusunun artmasını sağladı, herkes gurur duydu. Yerel va
kanüvisler bu durumu minnetle kaydettiler. Nitekim ı8. yüzyılda bu ailele
ri tarih anlatımının merkezine yerleştiren vakayinameler yazılması, söz ko
nusu yönetimlerin olağandışı olarak algılandığını gösterir. ıs Ancak bu tür
vakayinamelerin yerel gururu yansıtmak amacıyla mı yoksa despotça yöne
timden kurtulmanın ferahlığıyla mı yazıldığı veya Arapçı duyguların coşku
sunu mu yansıttığı, hala tartışmalı konulardır.
Başka şehirlerde yaşayan vakanüvisler her zaman bu yerel kahra
manlara dair olumlu görüşleri paylaşmıyordu. Örneğin Yusuf Dimitri Ab
hud el-Halebi, Halepli hemşenlerinin ı78o'de Yusuf Paşa el-Azm vali atan
dığında duyduğu coşkudan bahseder. Halepliler bu ailenin Şam'daki yöne-
TO RKiYE TAR i H i 2 37
17. yüzyılda Lübnan'dan İ stanbul'un otoritesine esas meydan oku
yan, Dürzi emirliği üzerinde hak iddia eden Maan sü1alesi olmuştu. r8.
yüzyıl başlannda bu sü1alenin talihi ters döndü ve Güney Lübnan'ın siyasi
geleceği belirsizleşti. Celile' de Osmanlı devletinin milltezimi olarak işe baş·
layan Zahir el-Ömer bu kargaşa ortamında Ziyadine kabilesine mensup
Sünni akrabalannı toplayarak güney Lübnan'daki birbirinden çok farklı
Dürzi ve Mitvelli Şii aşiretlerine hükmetıneye başladı. Yüzyılın ortalannda
hem Şam'a hem İstanbul'a açıkça karşı koyacak hale gelmişti. Yüzyılın son
Ianna doğru Sünni Şihabi emirleri, bir zamanlar Maan1ann egemen oldu
ğu topraklann çoğunu geri aldı. Cebel-i Lübnan'da ise Maruni Hazin kabi
lesinin şeyhleri Bab-ı Ali'nin otoritesine sık sık meydan okudular, örneğin
Uniat Yunan Katoliklerine devamlı yardım ettiler.'7
Bu aşiretlerin sınırlardaki askeri başanianna rağmen daha büyük .
Suriye şehirlerinin elitleriyle işbirliği yaparak nüfuz alanlannı genişletme
olasılıklan toplumsal önyargılar yüzünden kısıtlıydı. İster Sünni Müslü
man ister Ortodoks Hıristiyan olsunlar, şehirliler kırsal alanhdaki aşiretle
re derin bir kuşku ve küçümsemeyle bakıyordu. Bu özellikle Dürziler için
geçerliydi. Aslında hoşgörü1ü bir şahsiyet olan Şamlı mutasavvıf ve fakih
Abdülgani en-Nabulsi bile on1an cehennem ateşine layık görmüştü.'8 Ben
zer bir korku Şamlı Hıristiyan Mihail Bureyk'in kaleme aldığı vakayiname
de görü1ür; şehrini 1772'de emir Yusuf eş-Şihab'ın önderliğinde işgal eden
Dürzi askerlerinden bahsederken onlann barbarlığını ve kanun tanımazlı
ğını vurgular.'9 Şam ve Halep'in kenar malıailelerindeki Bedevi, Kürt ve
Türkmenler vakanüvislerde ve muhtemelen şehir halkının çoğunluğunda
benzer tiksinme duygulan yaratmışh. Şehir sakin1eri ile kırsal aşiret üyele
ri arasındaki bu toplumsal farklılık göz önüne alındığında, Halep'te Canbo
ladoğullarının daha önceki başansına özenen, aşiret temelli liderlerin başa
n olasılığı çok zayıftı.
r8. yüzyılda Osmanlılar merkezi Arap vilayetlerini isteseler de kont
rol alhna alamayacak kadar kaynak yoksunuydu; ancak alternatif siyasi güç·
ler de onlann yerini alacak kadar geniş bir tabana yayılmamışh. Bereketli
Hilal'deki yerel askeri ve siyasi elit imparatorluğun egemen1iğini tehdit et
tikçe Araplann bireysel olarak merkezi hükümete eskisinden daha çok ba-
TO R KiYE TAR i H i 2 39
Memluklar payitahttan atanan bir valinin idaresinde Mısır'ı yönetmeye de
vam ettiler. Mısır'daki tarım alanlan Suriye'de olduğu gibi tımariara bölün
memişti. Tek tek Memluklar topladıklan vergi gelirlerini Kahire valisine
gönderiyorlardı.
Osmanlı yönetimip.deki Mısır' da Memluk haneleri yeni üyeleri gele
neksel yoldan, yani köle satın alarak sağlıyordu. Osmanlı döneminde bu kö
leler gen�llikle Kafkasya ve Transkafkasya'dan gelmekte olup çoğunluğu
Gürcü ve Çerkes kökenliydi. Ancak Osmanlı valileri çoğu Anadolu'dan gelen
çapulculan da alıyordu. Hathaway'in ileri sürdüğüne göre, hanelere bu şekil
de adam almak bu haneleri "köle" olarak adlandırmada sorun yaratmaktadır.
Ancak Gabriel Piterberg'e göre, adam alma stratejilerinin bulamklık yarat
masına rağmen hiyerarşide bir aynm görülmektedir. Bu aynm köle köken
liler için kullamlan "Mısırlı" , Müslüman kökenliler için kullamlan "serrac".
(saraç; eğer yapımcısı) terimlerinde belirgindir. Yine Piterberg'e göre, bu ay
nın ikinci grubun Memluk hiyerarşisindeki en yüksek mevkilere (beylik)
ulaşmasım fiilen engellemişti.22 Yine de Cezzar Ahmed Paşa'mn ve muhte
melen Kazdağlı Mustafa Paşa'mn kariyeri, bu aynının serradan en yüksek
mevkiye ulaşmaktan her zaman alıkoymadığım gösterir.
Bazı askeri görevlilerin, özellikle yeniçeriterin kendi hanelerini kur
ması da Mısır'daki M emluk .hanelerini anlamamızı güçleştiriyor. Yeniçeri
haneleri Memluk yöntemiyle yeni üye aldığından eski hanelerle çekişme
içindeydi. İ ster Memluk ister yeniçeri kökenli olsun bütün Mısır haneleri
kültürel olarak Osmanlıdan etkilenmişti ve tercih ettikleri dil Osmanlı
Türkçesiydi. Ancak Mısır'ı merkez alan güçlü ve ortak bir yerel kimlikleri
vardı. En önemlisi, bu kimlik Osmanlı hanedammn kurulmasından önce
varolan bağımsız bir Kahire sultanlığının arnsını taşıyordu. Sonuç olarak,
Osmanlılann Sünni Müslüman dünyamn tartışmasız lideri olduklanna da
ir iddialan Şam veya Bağdat'a kıyasla Kahire'de fazla önemsenmiyordu.23
Bu askeri hanelerin varlığına rağmen Osmanlı'mn Mısır üzerinde
ki hakimiyeti 17. yüzyıl boyunca · güvencedeydi. Birbirine rakip beş birime
bölünen yerel gamizon iktidar için hanelerle çekişiyorsa da hiçbir hane bu
mücadeleden zaferle çıkamamıştı. Vergi gelirleri İ stanbul'a akınayı sürdü
rürken Mısır camilerinde kılınan cuma namazlannda sultanın hükümdar-
TO RKiYE TAR i H i
di Memluklannın Trablus valiliğine atanmalannı sağlayıp Suriye'nin güne
yindeki bütün sancaklann kontrolünü farklı zamanlarda eline geçirdi. An
cak İ stanbul onun çok hızlı yükselişinin yarattığı potansiyel tehlikenin far
kında olduğundan Halep valiliğini elde etme girişimlerini bozdu. Cezzar
Ahmed Paşa müthiş ihtirasına rağmen, kendi özerk iktidannı sultanın
mührü altında oluşturm aya razı oldu. Hatta 1798'de Napoleon Bonaparte�ın
kuvvetlerini Akka'da durdurarak Fransızlann Mısır'ın ötesine ilerlemesini
engelledi. Ancak ı8o4'te ölünce, Bab-ı Ali paşanın hanesini dağıtmak üze
re hemen harekete geçti. 26
Cezzar Ahmed Paşa'nınkinden daha uzun ömürlü bir Memluk ikti
dan ı8. yüzyılda Bağdat'ta ortaya çıktı. Mısır'ın aksine Bağdat'ta Memluk ha
neleri geleneği yoktu; ancak Bedevilerin huzursuzluğu, İ ran'ın istilalan ve
Osmanlı yönetiminde bunlann yarattığı belirsizlik yüzünden uzun süre gö-
•
revde kalan valiler şehrin siyasi geleneğinin bir parçası oldular. 27 Böyle bir va-
li olan Hasan Paşa Bedevilere ve Kürtlere hükmedebileceğini gösterince
uzun bir zaman sultanın gözdesi oldu ve 1704'ten 1722'ye kadar Bağdat va
liliği yaptı. Yerini alan oğlu Ahmed 1723'ten 1747'ye kadar görevde kaldı.
Hasan Paşa ve oğlt1; daha önce Bağdat'la bir bağlantısı olmamış Os
manlılardı. Ancak kendilerini kabul ettirdikten sonra hanelerine adam top
lamaya başladılar. Bu adamlar genellikle Güreli köleler olup İ ran şahlarının
sarayında egemen olan kültürel yaşam tarzına uygun davranıyorlardı. Mısır
yerine İ ran modeli kullanılmasına rağmen, Bağdat'ta ortaya çıkan hane sis
temi o dönemin Kahire'sindeki sisteme çok benziyordu. Bu durum Hatha
way'in yeni Memluk hanelerinin Osmanlı tarzı olduğu görüşünü destekle
mektedir. Ahmed Paşa kızı Adile Hanım'ı babasının eski Gürcü kölesi olan
ve Ebu Leyle olarak tanınan Süleyman'la evlendirdi. Ahmed erkek varis bı
rakmadan 1749'ta ölünce Süleyman Bağdat valiliğini elde etti ve 1762'ye ka
dar bu görevde kaldı. Hiç kuşkusuz Adile Hanım kocasının vali olmasında
büyük rol oynamıştı. Aynca Ö mer Paşa'nın 1764'te valiliğe getirilmesini
sağladı. Ömer, Adile Hanım'ın babasının hanesinde yer alan eski bir Mem
luktu ve Adile'nin küçük kız kardeşi Ayşe'yle evliydi.
İ ran'ın yeni hükümdarı Kerim Han Zend'in saldırılan karşısında
Ö mer Paşa'nın zayıfkaldığı görülünce ı776'da Bab-ı Ali tarafından görevden
sünü kazandılar.
ı8. yüzyılda Bağdat valisi Hasan Paşa'nın kurduğu hane Basra'yı
kontrol ediyordu. Güney Irak başlangıçta Osmanlı askeri valileri tarafından
yönetiliyordu. Buna karşılık, Basra'nın stratejik konumu Bağdat'tan daha
hassastı. Tam anlamıyla İran sınınnda bulunan, Portekizlilerin denizden
saldmianna açık ve bataklıklarda düşman Müntefık konfederasyonu tara
fından kuşatılmış olan Basra, bir Osmanlı valisi açısından zor bir görev ye
riydi. Bölge halkından Efrasiyab isimli biri zorluklara göğüs gererek valili
ğe yükseldi. Portekiz ve İran'ın ilgisini ustalıkla kendi çıkan doğrultusunda
kullanarak ı 6 68'e kadar sürecek bir hanedan kurdu. Efrasiyab'ın soyundan
gelen valiler Osmanlı padişahını hükümdar olarak tanıyor, ancak toplanan
vergileri İstanbul'a hemen hiç göndermiyorlardı. Osmanlılar sonunda bu
hanedam devirmeyi başarsalar da yerine başkasını getiremediler. ı6oo'le
rin sonlannda şehir gerçekte Müntefık ittifakının en üst şeyhi tarafından
yönetildi. Bağdatlı Hasan Paşa 17o8'de aşiretleri yenince şehrin valisi olma
hakkını kazandı. Yüzyılın geri kalan bölümünde Basra onun hanehalkı üye
leri tarafından yönetildi. Bununla birlikte, Doğu Hindistan Şirketi kisvesi
altında bölgede nüfuz imkanı arayan Britanya, Basra'daki Memluk rejimi
ne Bağdat Memluklannın elde ederneyeceği bağımsız davranabilme seçe
nekleri sundu. 28
TO RKiYE TARi H i
Mısır ve Irak'taki Memluk haneleri büyük benzerlikler taşıyordu.
Yine de Ahmed Paşa'nın olağanüstü kızları yerine oğulları olsaydı, Bağ
dat'taki rejim Musullu Celililer gibi bir hanedana dönüşmez miydi diye in
san merak ediyor. O zaman da Gürcü Memluklar sadece onların yardımcı
ları olurdu. Vali hanelerine himaye ettikleri kölelerin girmesi, Şam'daki
Azın ailesinde de görülen bir şeydi. Yine de, Ahmed Paşa'nın bir Memluk
hanesi kurması, Osmanlı İmparatorluğu'nda M emluk hanelerinin sadece
Mısır kökenli olduğu iddiasına karşı, Hathaway'in de ileri sürdüğü üzere,
çok ciddi kuşkular doğurmaktadır.
torluğa yeni topraklar eklemek isteği değil, Batı'nın askeri ve ekonomik nü-
fuzunun bu bölgelere sızmasını durdurmak ve karlı ticaret yollarının dene
timini ele geçirmekti. Kızıldeniz'deki Cidde, Suakin, Massava ve Muha li
manlarının yanı sıra Basra'nın ele geçirilmesi, Basra Körfezi ile Kızılde
niz'de pazarlarını ve siyasi hakimiyetlerini saldırganca genişleten Portekiz
lilerin ilerlemesini durdurdu. Aynı şekilde, Osmanlıların Kuzey Afrika kıyı
şeridine duyduğu ilgiye İspanya'nın yayılmasını dengeleme kaygısı yol aç
mıştı. Granada'daki Müslüman krallığın 1492'de yıkılmasıyla birlikte recon
quista* Cebelitarık Bağazı'nın karşı yakasına sıçrayınca İspanyol fıloları bü
tün Kuzey Afrika limanlarını tehdit eder hale geldi. Dolayısıyla, bu bölge
lerdeki Osmanlı müdahalesinin nedenleri Avrupa'daki Osmanlı yayılma
sından açıkça farklıydı. Avrupa'da yayılmanın başlıca itici gücü, büyüyen
orduya tırnar olarak verilebilecek yeni araziler elde etmekti. Stratejik kaygı
ların yanı sıra toprak ve gelir arayışı Osmanlıları Viyana'ya doğru ilerleme
ye sevk etmişti. Buna karşılık, Yemen' deki kahve ticaretinden elde edilen
gelir dışında29 yeni Arap vilayetleri merkezi hazine için zarar anlamına ge
liyordu; zira bölgenin gelirleri, Avrupalıları bu topraklardan uzak tutmak
için gereken ordu ve donanma harcamalarını karşılamaya yetmiyordu.
* reconquista: Ispanyolca "yeniden fetih" anlamına gelir. Endülüs döneminde İber yanmadasındaki Hıris
tiyanların Müslümaniann yanınadadaki varlıklannı ortadan kaldırma amaona verilen addır. -ç.n.
Tü RKiYE TAR i H i 2 45
Osmanlılar ı7ı8'de imzalanan Pasarofça Antiaşması'yla Müslü
man korsanların Avusturya gemilerine saldırılarına son vermeyi kabul et
ti. İ stanbul'daki şeyhülislam bu karara karşı çıkan Cezayir dayısını asi ilan
etti. Buna misilierne olarak, isyanı sürdürdükleri sürece Cezayiriiierin
hacca gitmesi engellendi ve daha önemlisi, Anadolu' dan Türk asker ve de
nizci toplamalan yasaklandı. Aradaki soğukluk 1732'de sona erdi, İspan
ya'yla savaş yüzünden padişah dik başlı tebaasını yeniden kucaklamak zo
runda kaldı. ı8. yüzyılın sonunda, Tunus'ta Hüseyni beyleri Avrupalı güç
lerle doğrudan müzakerelerde bulunuyor, Bab-ı Ali'ye ödeme yapmayı da
ihmal ediyorlardıY Teorik olarak padişah hala bütün bu bölgelerin hü
kümdarıydı; ancak otoritesi, hanecianın sona yaklaştığı yüzyıllarda artık
emirlerine aldırış edilmeyen, sadece unvanı kalmış Abbasi halifelerinin
otoritesine benziyordu.
Osmanlıların Kızıldeniz'e uzanma nedenleri Akdeniz'in ta bahsına
gitmelerine yol açan nedenlerin benzeriydi, ama güneylerindeki vilayetlere
hakim olmaya çalışırken karşılaşhklan sorunlar önemli ölçüde farklıydı.
Padişahlar, yönetimlerini meşru kılmak için eninde sonunda kendilerine
başvuracak olan hırslı korsanlar yerine Osmanlı hanedanının hükümdarlık
iddiasını reddeden halklada karşı karşıyaydı. Yemen aşiretleri ı567'de Zey
di imamların liderliğinde ayaklandılar. Zeydiler "ilmin" Ali'den Muham
med bin Cafer es-Sadık vasıtasıyla kendilerine geçtiği iddiasındaydılar. Os
ınanlılar 157o'te bölgeye yeniden hakim oldu, ancak ayak direyen dağlı ka
bileler cihat ilan edip bir vurkaç savaşı başlattılar. ı636'da Osmanlılan kıyı
düzlüklerindeki Zabid ve Muha şehirlerine püskürtmüşlerdi. Her ne kadar
kahve yetiştirilen dağlarda padişahın hükümranlığını yeniden oluşturma
girişimleri olsa da, San'a ve dağlık bölgelerde doğrudan Osmanlı hakimiye
ti ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında yeniden sağlanabildi.3 2
Osmanlılar Eritre ve Sudan kıyılarında daha talihliydi. 1 9 . yüzyıl
sonlarında Mehdi'nin etrafında bir araya gelen bir dini direniş hareketi
çıkmış olsa da, önceleri bu bölge sakindi. Hicaz' da padişahın otoritesi
Mekke'nin Haşimi emirleri vasıtasıyla sağlanıyordu. William Ochsen
wald'a göre Osmanlıların kendi meşruiyetleri için şeriflere, şeriflerinse
Osmanlıların mali desteğine ihtiyacı vardı. Bundan dolayı bir uzlaşma ger-
Halil İnalcık, "Military and Fiscal Transformatian in the Ottoman Empire, 16oo-1700", Archivum
Ottomanicum 6 (1980), s. 283-337.
6 Albert Hourani, "Ottoman Reform and the Politics of the Notables", Beginnings of Modernization
in the Middle East:The Nineteenth Century, ed. William Polk ve Richard Chambers (Chicago, 1968),
s. 41-65.
7 Örneğin bkz. Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Disco
very (Albany, 1994); Salih Özbaran, "Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan Yolu", Tarih Derğisi 31
(1964), s. 65-164; Andrew Hess, The Forgotten Frontier: A History of the Sixteenth Century Ibero-Af
rican Frontier (Chicago, 1978) .
8 Margaret Venzke, " Syria's Land Taxation in the Ottoman 'Classical Age' Broadly Considered", V.
Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi: Tebliğler (Ankara, 1990), s. 419-434.
9 Abdul-Rahim Abu-Husayn, "Problems in the Ottoman Administration in Syria during the 16th
and 17th Centuries: The Case of the Sanjak of Sidon-Beirut", International journal of Middle East
Studies 24 (1992), s. 665-675.
10 Ali'nin isyanı Osmanlı dönemindeki Suriye tarihinin en çok ele alınan dönemlerinden biridir. Bkz.
Ebu el-Vefa ibn U mar el-Urdi, Maadinü'z-zehab ji el-ayani1 müşerrefo bi him Haleb (Halep, 1987), s.
306-313; Peter M. Holt, Egypt and the Fertile Crescent, 1516-1922: A Political History (Londra, 1966), s.
103-105; William Griswold, The Great Anatolian Rebellion, 1000-1020 / 1591-1611 (Berlin, 1983), s. 61-
156; Abdul-Karim Rafeq, "The Revolt of 'Alı Pasha Janbulad (1605-1607) in the Contemporary Ara
bic Sources and its Significance", VIII. Türk Tarih Kongresi: Kongreye Sunulan Bildiriler içinde, 3 cilt
(Ankara, 1983), lll. cilt, s. 1515-1534; Abdul-Rahim Abu-Husayn, Provincial Leaderships in Syria 1575-
1650 (Beyrut, 1985), s. 24-27, 83-87; Muhammad Adnan Bakhit (çev.), "Aleppo and the Ottoman Mi
litary in the 16th Century", ai-Abbath 27 (1978-9) , s. 27-38; Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats:
The Ottoman Route to State Centralization (Ithaca ve Londra, 1994), s. 189-220.
11 Hourani, "Ottoman Reform"; aynca bkz. Philip Khour, "The Urban Notables Paradigm Revisi-
ted", Villes au Levant. Hommage a Andre Raymond. Revue du monde musulman et de la Mediterranee
55-56 (1990), s. 215-228.
12 Bkz. bu kitapta Dina R. Khoury'nin yazdığı bölüm (7. Bölüm). Osmanlı Arap vilayetlerindeki elit
ailelerle ilgili araştırmalar henüz başlangıç aşamasındadır, yine de dikkat çekici çalışmalar şöyle sı
ralanabilir: Halep üzerine, Margaret L. Meriwether, "Urban Notables and Rural Resources in Alep
po, 1770-1830", International journal of Turkish Studies 4 (1987), s. 55-73; Marco Salati, Ascesa e ca-
Tü R KiYE TAR i H i 2 49
DöRDÜNCÜ AYRlM
To PLUM SAL, DiNi vE S iYASİ G RUPLAR
MADELINE C. ZILFI
OSMANLI ULEMASI
TO RKiYE TAR i H i
deyse bir yandan çok daha önem kazandılar, bir yandan da daha önemsiz
konuma düşebildiler.
Daha önceki İslami yönetimlerde olduğu gibi Osmanlı sisteminde
de padişah ile dinin koruyuculan arasında belirli bir mahrem ilişki gereki
yordu. En ideal olanı, ulemanın hükümdara veya vekilierine tavsiyelerde
bulunabilmesi için yönetim merkezlerine yeterince yakın olmasıydı; böyle
ce yöneticilerin verdiği hükümlerin şeriata uygun olmasını sağlayabilirler
di. Devletin başı olarak hükümdar ise ulemanın refahını sağlamak, Mü
minlerin Serdan olarak onlann mükemmel birer alim ve dürüst birer insan
olmalannı garanti altına almak zorundaydı. islam'ın ilk zamanlanndaki ha
lifeler çağından itibaren, Ulema gerek resmi makam sahibi olarak, gerekse
gayri resmi cemaat yaşamında, yetkin uzman olarak hizmet vermişti. ilk
zamanlarda ulemadan pek çok kişi resmi görevlerin, özellikle kadılık maka- .
ınının doğasında yolsuzluk olduğunu düşündüğünden, kirli işlere bulaş
maktansa görevden uzak durmayı yeğledi. Yine de, Osmanlı devlet aygıtı
nın kudreti ve dini kurumlanna aynlan parasal kaynaklar devlet hizmetine
karşı çıkmayı zorlaştınyordu.
ı6. yüzyıla girildiğinde, imparatorluğun Türkçe konuşulan bölgele
rinde bir medresede ders veren veya bir şeriyye mahkemesinde görev yapan
hemen hemen bütün ulema, bölgelerdeki atanmış görevlilerle birlikte dev
let himayesinde kademelendirilmiş ve maaşa bağlanmıştı. Bu dönemde,
tek tek alimler belirli konularda, özellikle de padişahın kesin taraf tutmadı
ğı konularda bağımsız fikirlerini dayatmayı sürdürdüler. Ne var ki, iktidan
elinde tutanlara karşı borçlu olmayıp belirli bir mesafede duran, kendi ken
dine yeten, bağımsız bir ulemalık kurumunun var olma imkanı giderek za
yıfladı. Devlet himayesi, hukuk sistemine olağanüstü bir erişim alanı ve
merkeziyetçilik verirken aynı zamanda ulemayı bürokratlann uzlaşmacı
haskılanna maruz bırakıyordu. ilmiyye sınıfı mensuplan nüfuz sahibi ol
mak için elit kesimlerden bürokratlar ve yeniçerilerle çekişirken, kendi ara
lannda da meslekte şan şeref sahibi olmak için mücadele ettiler. Diğer
atanmış devlet görevlileri gibi ulema da vergi ödeyen sıradan tebaadan üs
tün ve ayncalıklı bir toplumsal-ekonomik mevki olan "askeri" statüsündey
di. Devlet yetkilileri geniş imparatorluk sahnesinde işte bu hak ve yetkilere
ÜSMA N LI U LEMASI
haiz dini makam sahipleri camiasma başvuruyor, hukuk ve din dışında sa
vaş ve barış ve toplum düzeni hakkında da öğüt istiyordu.
Ulemanın bağımsız davranışlarını dizginlemek için devletin harca
dığı çaba ve bu dini kurumun özerklikte ısran Osmanlı tarihinde tekrar tek
rar ortaya çıkan temalardır. Dini ve dünyevi liderler arasındaki çahşma ni
hai olarak bir iktidar mücadelesiydi, ancak bu iki güç arasındaki çahşma
hatlan kuruluş yüzyıllanndan sonra değişmişti. Dürüst ilim adamlan diye
bilinen ilk ulemanın yerini daha sonralan statü ve ücret meraklılan aldı.
Osmanlı dönemi boyunca din alimlerinin izini süren zengin biyografı lite
ratürüne göre ilk yüzyıllarda çok takdir edilen bir ulema topluluğu vardı.
Pek çok alim yaşadığı çağda sade yaşamı ve cesaretiyle anılmışh. Nitekim
Şeyhillislam Zenbilli Ali Efendi'nin ölüm kalım meselelerinde Yavuz Se
lim'e karşı çıkışından ya da fetvalarını alçakgönüllülükle, bir zenbile koya
rak arzuhal sahiplerine iletişinden bahsedilir. Kuşkusuz, imparatorluğun
17. yüzyıldan önceki dönemini ele alan tarihyazımındaki yaygın "alhn çağ"
nostaljisi, pek çok şey gibi ilk zamanlardaki kadılan da aklamışh. Aslında
cahil ve açgözlü kadılaı;, bütün imparatorluk tarihi boyunca Osmanlı top
raklarında sorun yarathlar. Yine de, biyografılerdeki bilgiler bir araya geti
rildiğinde, erken dönem ulema-devlet ilişkilerinin önemli noktaları ortaya
çıkar. Anekdotlar ilk dönemlerdeki mücadeleleri, aynnhya girsin girmesin,
bireysel direnişin destansı cümleleriyle anlahr. Bu anekdotlar neredeyse hiç
değişmez biçimde yolsuzluğun olası iki kaynağı etrafında döner: devletin
ceza tehditleri ve ödüllerinin baştan çıkancılığı. Daha sonraları, ikisi de "ta
rik-i ulema"nın ayrılmaz özelliği haline gelecektir. Biyografılerde kişisel ce
saretin yerini arhk haysiyet ve toplumdaki konum almışhr; öne çıkan ule
manın kişisel özellikleri değil, ailesi ve toplumsal statüsü anlatılır.
Elbette, ilk dönemlerdeki ulema liderlerinin ulaşhğı yüksek standar
dm istisnaianna bütün kademelerde rastlanıyordu. Yine de, 15. ve ı6. yüzyıl
da halkın ulema hakkındaki görüşleri, sultanların zaten uzun zamandır tak
dir ettiği en saygın alimierin şam şöhretiyle belirlenmişti. Ancak, 17. yüzyı
lın ortalanna gelindiğinde, ulema ilimden çok makam peşinde koşan gözü
kararmış ikbal avcılan olarak görülmeye başlandı. O dönemde çoğunlukla yi
ne ulemanın yazdığı biyografık sözlüklerde, bürokraside şan şöhret elde et-
T ü R K i Y E TAR i H i
me takıntısı yansıtılıyor ve olasılıkla özendiriliyordu. Yine ulemanın yazdığı
vakayinameler ve tarihler de ilmi veya dini değil mesleki başarı ölçütleri üze
rinde durur. Coğrafi köken, aile kökeni ve ölüm tarihi gibi asgari düzeydeki
biyografik bilgilerin dışında, bu eserlerde yer alan kişiler, mesleki açıdan,
memuriyet ve payelerinden ibaretlermiş gibi sunulmaktaydı. Ulemanın bir
çoğu ilk örneklerin geleneğini sürdürse de, bürokratik kariyerizm, meslekte
ilerlemeyi ilme bağlayan liyakati çoğunlukla gölgede bırakırdı.
Dönemin literatürü devlet katlarında mevki sahibi "resmi ulema"yı
"ulema-i tarik" veya "hakiki ulema" dan, yani sözde ulemayı gerçek ilim ir
fan sahiplerinden ayırİr. Biyografik sözlüklerde şu ya da bu alimin edebi
eserleri hakkında bezgin ifadeler vardır: "Şiir yazdı", " Küçük bir divanı var
dı" , " Üç risale yazdı" gibi. Bu bilgilerin baştan savma havası ile nispeten az
sayıdaki dini ya da dünyevi entelektüel esere biyografik bir coşku içinde dü- ,
zülen övgüler zıtlık oluşturur. Liyakati hakkında yaygın bir fikir birliği olan
Zekeriyazade Yahya (ö. r644) ender rastlanan bir örnektir. "Osmanlı şeyhü
lislamlarının en değerlilerinden biri" ve "gerçek fazilet sahibi bir insan" ola
rak övülmüş, "seçkin şiirleriyle, adaleti ve dürüstlüğüyle çağında sadece
onun Ebussuud'un (Sultan Süleyman'ın şeyhülislamı) saygınlığına erişti
ği" belirtilmişti.' Başka birçokları da ateşli sözlerle övülüyordu. Aralarında
Uşakizade, Ebu İshakzade ve Pirizade gibi pek çok alim vardı. Ancak Zeke
riyazade'nin veya daha sonra Minkarİzade Yahya'nın (ö. r678) tersine, bun
lar daha dar bir biçimde, örneğin üretken alimler olarak sunuluyordu; özel
likle makamlarındaki hizmetleriyle hatırlanmayacaktı bu kişiler. Bazen
alimlik ile icraat arasındaki ayrım çarpıcıdır; alim geçmişi kişisel kusurla
rıyla lekelenmiş olan Şeyhülislam Erzurumlu Feyzullah (ö. r703) bunun ör
neğidir. Kendisi de zorlu bir alim olan, r 9 . yüzyıl tarihçi ve hukukçusu Ah
med Cevdet, r8. yüzyılda yaşamış kazasker ve layihacı Tatarcık Abdullah'ı
"ikinci Teftazani" olarak ayrı bir yere koyar; ne var ki Tatarcık'ın ilk yılları
skandaHa lekelenmiştir. 2
r 6 . yüzyılın sonundan itibaren bir kurum olarak ulema -yani ilmi
ye- merkezi elitin diğer kesimleri gibi, ekonomik ve demografik haskılara
maruz kaldı ve yine onlar gibi ayrıcalıklı statüsünü yeni taliplere karşı ko
rumaya çalıştı. Makam sahipleri r7. ve r8. yüzyılda bu duruma en bariz ola-
Os MAN LI U LEMASı
rak daha fazla ikbal peşinde koşarak tepki verdi. Ancak ulemamn en zengin
üyelerinin mesleğe kendi ailelerinin çıkarı açısından bakması, açık ve mad
di desteğe sahip bir eğitim sistemi umutlarını boşa çıkardı.
İ LM İYE
Osmanlı toprakları vilayetlere, vilayetler ise sancaklara bölünmüştü.
Osmanlılar bu askeri-idari tabakaları ayrıca kazalara bölüp buralara kadılar,
müftüler ve mahkeme katiplerinden oluşan küçük birer ordu atıyordu. ı6.
yüzyıl sonunda hukuk personelini eğitmek için kurulan özenle hazırlanmış
yeni bir sistem dahilinde, dört bir yana dağılan medreselerin desteklediği
kapsamlı hukuk sistemi sağlam temellere oturmuştu.
Mahkemelerde adalet dağıtan Osmanlı kadıları ve müftüleri ile ge
leceğin ulema kuşaklarım eğiten müderrislerin, dini doktrinin anlarpını
açık hale getirme ve toplumu inancın kurallarına göre düzenleme sorum
luluğu vardı. Bununla birlikte, dini beklentiler ile toplumsal uygulamaların
karşılaştığı ortamda, Osmanlı kadıları müftülere ve müderrislere göre daha
ön saflardaydı. Kamusal rolleri malıkernelerin dışına taşıyor, onları devle
tin yardımcı görevlileri haline getiriyordu. Kadılar sultanın dünyevi işlerle
uğraşan yöneticilerinin davranışları hakkında raporlar hazırlıyor, pazar yer
lerindeki işlemleri denetliyorlardı. Müşteriyi kazıklama, stokçuluk, suiisti
mal, görevi ihmal, hatta bozuk yollar ve çökmüş köprüler bile kadıların gö
rev alanına girebiliyordu.
Rumeli ve Anadolu ordularının baş kadısı olan iki kazaskerin göre
vi de din ve devlet işlerini birleştirmişti. Bu yüksek rütbeli görevliler ölen
lerin terekesi konusunda miras hukukunun hükümlerini uyguluyor, sefer
berlikte adli görevleri yönetiyor ve en yüksek resmi damşma organı olan di
van-ı hümayunda temyiz hakimi görevi yapıyorlardı. Ayrıca görev alanların
daki kadıların -ı8. yüzyılda toplam sayıları beş yüze yakındı- atanmasın
dan sorumluydular. Divamn daimi üyesi olan kazaskerler; sadrazamlarla,
bürokrasinin, adiiyenin ve hazinenin reisieriyle birlikte adalet ve ahlak so
runlarını ele almanın yanı sıra anlaşmalar ve mülteciler, personel ve ikmal,
bütçe ve fınans meseleleri üzerinde tavsiyelerde bulunuyorlardı. Vilayetler
de ise benzer görevleri kadılar yerine getirirdi. 3
Tü RKiYE TAR i H i
İstanbul'un baş müftüsü olan şeyhülislam, bu dönemde rütbece bü
tün ulemadan üstündü. r6. yüzyıl sonundan itibaren ilmiyenin başı olarak
kabul edildiğinden, sadece en üstün mevkide olmakla kalmayıp ayrıca kuru
mun bürokratik faaliyetlerinden ve makam sahiplerinin davranışlanndan
sorumluydu.4 Asıl dini-hukuki rolü kapsamında ihtilaflı hukuki meselelerin
şeriata uygunluğuna dair görüş bildirmesi nedeniyle, meşruiyet retoriğini
giderek toplumsal düzen ve eşitlikçi islam söylemiyle şekillendiren bir im
paratorlukta kritik bir işlev üstlenmişti. Diğer müftüler gibi şeyhülislam da
dini sorular hakkında bağlayıcı olmayan fetvalar verirdi. Verilen cevaplar ge
lecek kuşaklann yararlanması için genellikle çeşitli konu başlıklan altında
örnek oluşturan ciltler halinde toplanırdı. Bu konu başlıklan abdest almadan
namaz kılmaya, vasilikten boşanmaya ve mülkiyet hukukuna kadar değişi
yordu. Payitahtın baş müftüsü olarak şeyhülislamın devlet ve sultanla öze!
bir ilişkisi de vardı. İmparatorluğun baş dini otoritesi olarak verdiği fetvalar,
padişahlann tahttan indirilmesi dahil önemli devlet politikalan için gerekliy
di. Bu yüksek mevkideki görevli, mesleği itibariyle ilmin temsilini tam anla
mıyla tekeline almıştı; sultan ve vezirler hukukla ilgili olsun olmasın, genel
devlet meseleleri hakkında düzenli olarak onun tavsiyelerine başvururdu.
Hem hukukçu hem de idareci-devlet adamı olarak şeyhülislamın ro
lü, kadı ve kazaskerin rolüyle aynı belirsizliği taşıyordu. Ancak şeyhülisla
mın ikilemi, hükümdarla benzersiz bir ilişkiye sahip olmasından dolayı da
ha karmaşıktı. Şeyhülislam şeriatın sesiydi ve sultan şeriatın hükümlerine
tabiydi, ama şeyhülislamı atayan ya da görevden alan yine sultandı. Kanu
nun kuramsal üstünlüğü ile sultanın kanun uygulayıcılar üzerindeki otori
tesi arasındaki denge her zaman sıkıntılıydı. r 6 . yüzyılın sonunda şeyhülis
lamıann art arda azledilmesi, sultanın hükümetinin ilmiyenin ahlaki otori
tesine kanşmaktan çekindiği yolundaki kanılara son verdi. Şeyhülislamlar
ömür boyu görev yapma hakkını kaybettiler. r7. yüzyılın başında, bu maka
mın sahipleri herhangi bir ağa ya da vezir gibi siyasi kapris uğruna azledi
lebiliyordu. Memekzade Mustafa (ö. r 6 s 6 /S7) sadece yanın gün görevde ka
labilmişti. Dört kez bu makama getirilen Cafer Efendizade Sunullah'ın (ö.
r6I2) her görev süresi ortalama beş aydı. Ancak şeyhülislamın görevde kal
dığı süre artık diğer görevlilerinki kadar kısa olsa bile, bir üst sınır olmama-
ÜSMAN L I U LE MASI
sı bakımından diğerlerinden aynlıyordu. Zekeriyazade Yahya (ö. r644) ,
Mınkarizade Yahya (ö. r 678) , Çatalcalı Ali (ö. r692) ve Yenişehirli Abdullah
(ö. 1743) en az on yıl kesintisiz görev yaptılar. Buna karşılık, şeyhülislamıa
rın sık sık değişmeleri, sultanın ya da sadrazarnın gözünden çabucak düş
meleri artık alışıldık olaylardı.
OSMAN LI U LEMASI
Tablo 10.1 Müderris 1 medrese hiyerarşisi (yukandan aşağı sıralamayla)
Darilihadis-i Süleymaniye
Süleymaniye
Hamis-i Süleymaniye
Musile-i Süleymaniye
Hareket-i Altmışlı
İbtida-i Altmışlı
Salın-ı Sernan
Musile-i Salın
Hareket-i Dahil
İbtida-i Dahil
Hareket-i Haric
İbtida-i Haric
TüRKiYE TAR i H i
leri (bkz. Tablo ıo.ı) yer almıştı. Bununla birlikte ulema statüsünün ölçütü
öğrencilik yıllarının tamamlanması değildi. Bunun yerine, rüus-i tedris adı
verilen öğretmenlik izninin ve bir İbtida-i Haric medresesine (bkz. Tablo
ıo.ı) atanma hakkının alınması gerekiyordu. Bunun için adayların rüus sı
navını vermesi gerekliydi.
Bazı gençler -sayılarını bilmek imkansızdır- rüus sınavına girme
fırsatını asla yakalayamıyor ya da bu fırsata yıllar sonra sahip olduklarından
yarış dışı kalıyorlardı. Daha sonra imparatorluğa tarihçi ve kazasker olarak
hizmet edecek olan genç Mehmed Raşid 1704'te bir rüus adayıydı. Moral
bozukluğu içinde geçen on bir yıl boyunca -genel normdan dört yıl fazla
sırasının gelmesini bekledi. Onun gibi geri çevrilenler arasında on sekiz yıl
bekleyenler bile vardı; bunlar öğrenimlerini sürdürmeye teşvik edilmiyor,
eczacı olmaları, manavlık yapmaları söyleniyordu.6
Refah dönemlerinde bile pek çok kademe aşırı sayıda nitelikli aday
sorunuyla karşılaşmıştı. Yeni müderris olanlar kısa süre önce kurtuldukla
rı Haric darboğazının, katianmaları gereken pek çok engelden yalnızca biri
olduğunu çabucak kavrıyorlardı. Musile-i Salın ("batak" denirdi halk arasın
da) müderrislerinin gereğinden çoğu Salın-ı Sernan hakkını kazanıyordu.
Aynı şekilde aşırı sayıda müderris Altmışlı'dan Süleymaniye'ye yükselme,
Süleymaniye'den kadı adayı olma hakkını elde ediyor, bu döngü böylece sü
rüyordu. Sürekli bir müderrislik kapmaya can atan ulema, istediği medre
se kademesine ulaşınca daha yüksek bir makam aramaktan sevinçle vazge
çiyordu. Buna karşılık, geri kalanların sahip olduğu makam ve unvanlar
ilerleme taleplerini çok seyrek karşılıyordu. Daha da kötüsü, sınırları dara
lan imparatorluğun kaynaklarının azaldığı bu dönemde, hemen her kade
rnede adayların sayısı arttıkça artmaktaydı.
İki sınav arasındaki sürenin giderek uzamasma rağmen rüus sına
vına girmeye hak kazananların sayısı 1703-1839 arasında üç katına çıktı.
Makam talebi büyük ölçüde kadroların genişletilmesi, makamların değeri
nin düşürülmesi ve telafi edici fahri unvanlar verilmesiyle karşılandı. Var
olan medrese ve camilere maaşlı müderrisler atanarak "dersiye" adı altında
"kestirrneden" birçok vakıf statüsünde medrese kuruldu. Dersiyeler de ge
leneksel medreseler gibi kademelendiriliyor, bu kademeler kurucu-bağışçı-
OS M A N L I U LEMASI
lannın statüsüne göre belirleniyordu.7 Kadılara yeni yer açmak daha zordu;
zira yeni makamlar yeni topraklar kazanılmasını veya mevcut kazaların bö
lünmesini gerektiriyoidu. imparatorluk toprak kaybettiğine göre ve mevcut
kazaları bölmek bazen gerekli olsa da yeni sorunlar yarattığından dolayı, so
nunda fahri kademeler oluşturma çözümü bulundu. Daha önceleri pek
rastlanmayan fahri unvanlar, 17. yüzyıl boyunca kadı ve kazaskerlerin ola
ğan özellikleri haline geldi. Her kademe daha itibarlı ve kazançlı esas mev
kinin yanı sıra fahri bir mevki eklenerek ikiye bölünüyordu. Asıl mevkiye
yalnız bir kişi sahip olabilirken fahri unvan sahipleri bazen yarım düzineyi
bulurdu. Fahri mevkilerin maaşı düşüktü gerçi, ama saray çevresinin verdi
ği hediyelere erişim imkanını sağlıyordu.
Rüus sınavına girmeyi beklerken icazet almaktan ümit kesen aday
lar geçimlerini sağlamanın yollarını arıyor, ilmiyenin altyapısını ve PCltri
monyal silsilesini oluşturan geçici veya kalıcı, küçük ve geleceği olmayan iş
lerde çalışıyorlardı. Kıdemsiz müderrislik veya kaza kadılığı, naiplik veya
katiplik yapıyor; büyük şehirlerde işi başından aşkın " Büyük Molla"lara yar
dım ediyorlardı. Alt kademedeki bazı küçük kadılıklar mevcut ve eski kazas
kerler ile şeyhülislamiara arpalık veya ek gelir sağladığından, faal adayların
yanı sıra icazet alamayanlar da bu arpalık sahiplerinin vekili olarak iş bula
biliyordu. Özel ders vermek bir başka gelir kaynağıydı; ancak iş arayan ule
manın ne kadarının böyle geçindiğini bilmek imkansızdır.
Genç bir rüus adayı olan Sıdkı Mustafa'nın tuttuğu sıradışı günlük,
amacı bu olmasa da, adaylık başansı ile bir hami edinme başansı arasında
ki ilişkiyi gösteren bir kılavuzdur.8 Sıdkı 1752'de İ stanbul kadısı İvaz Paşa
zade İbrahim Beyefendi'nin oğullarına hoca olmaktan duyduğu sevinci
günlüğüne yazmıştı. Sıdkı yedi yıllık adaylığı boyunca geçimini sağlamak
için birçok işe girip çıkmıştı. Bayram balışişlerinden özel hocalık yapmaya,
medrese asistanlığından (müid) sınıf akutmanlığına (müzakereci) , vakıf
idareciliğinden (mütevelli) kaza kadılığına, naiplikten islam hukukuna gö
re terekelerin paylaştırılmasının denetlendiği kısmet-i belediye adlı emlak
dairesinde çalışmadan maaş almaya kadar çeşitli imkanlardan yararlandı.
Buna karşılık öğrencilik, adaylık ve yükselme aşamalannın çeşitli noktala
nnda kısıtlı imkanlara sahip olan kişiler her zaman o kadar şanslı olmadı-
Tü RKiYE TARi H i
ğından heveslerine gem vurmak zorunda kaldılar. Sıdkı'nın gelecek vaad
eden bir aday olduğu açıktı; sınava girdiği topluluğun en iyi yedi adayı ara
sındaydı. Yine de, ilk yıllarda ayakta kalmasını sağlayan, önce Şeyhillislam
Kara Halilzade Mehmet Said (ö. 1755) ile, onun görevden uzaklaştırılması
nın ardından varlıklı ve iyi konumdaki İbrahim Beyefendi (ö. 1797/9 8) ile
ilişkileriydi.
Haric medresesine yükselrnek başanlı sınav adaylanna ekonomik
güvence sağlıyordu. Üst düzey elitin standartıanna göre bu gelir, günlük el
li akçe, mütevazıydı. Ancak düzenli bir gelir olduğundan, başka yerlerden
sağlanan arpalıklada birlikte evli bir adayı geçindirmeye yetiyordu. Haric
görevi aynı zamanda statü sağlardı. Bu statü, çiçeği burnunda resmi ulema
yı sayılan yıldan yıla artan, umutsuzca aynı konuma "varmaya" çabalayan
adaylardan ayınyordu. Nitekim bu gerçekleştiği zaman "Haric'e vardım",
denirdi. Günlük yazan Sıdkı 1754'te sınava giren 9 9 adaydan biriydi. Sına
vı yalnızca 26 kişi kazanmıştı. Bunlann dışında uzun yıllar adaylıkta bekle
O S M A N L I U LE MASI
len istihkak; imparatorluğun çeşitli yüksek mevkilerini işgal etme sayesinde
katianan ek gelirler, komisyonlar ve ayrıcalıklar. Üstelik, üst kademelerdeki
memurlar -yüksek protokol üyesi ulema- sadece sultanın ihsan edebileceği
ayrıcalıklara hak kazanıyordu. 1749'da bir öğrenci olan Sıdkı Mustafa, Ra
mazanda peygamberin hırkasını görmeye saraya giden kıdemli ulemaya eş
lik etmişti. Hırka-i Saadet Dairesi'ne davet edilmediğinden kapının ötesine
geçememişti. Günlüğüne bir gün davet almak için dua ettiğini yazdı.9
İstanbul'un din kurumları ve makamları neredeyse fetihten itibaren
vilayetlerdeki muadilierini gölgede bırakmaya başlamıştı. Payitaht gelişiyor,
"taşra" denen vilayetlerin düzeyi devamlı düşük kalıyordu. istanbul'dan
hiçbir şey esirgenmiyordu; vilayet merkezleri ise kültürel altyapıdan mah
rum kalmıştı. Ulema da kaynaklardaki bu kayrnayı yansıtıyordu. 17. yüzyıl
da taşradaki çoğu medresenin mezunlan artık ulema hiyerarşisinde yer, bu
lacak yeterlikte değildi. ı8. yüzyılda ise, bir önceki başkent olan Edirne'nin
medreseleri bile geleneksel denkliklerini kaybetmişlerdi. Böylece impara
torluğun en önemli dini makamıarına neredeyse yalnızca -her zaman istis
nalar vardı- kendi kendinin referansı olan üç yüz civarında müderrisin ve
itibarlı imparatorluk okullarının yetiştirdiği kişiler yerleşiyordu. ro
Dini makamlara atanacak kişilerin merkez tarafından seçilmesi, taş
ra ulemasını yarış dışı bırakıp o sıradaki dini elitin s�nıf çıkarlarını güçlen
dirdi. Ulema kavramına yalnız merkezin mezunları değil, mesleğin kıdem
li üyeleri de bir anlamda sıkı sıkı sarıldılar. ileri gelen ulema, bütünleşmiş
ve açık olması gereken bir emperyal sistemin devasa kaynaklarına pençele
rini geçirmişti. Genç taşralılar hala İstanbul'a öğrenci olarak kabul edildi
ğinden, hiyerarşiye mensup olmak ya da elit üyesi olmak kapalı bir sisteme
yol açmıyordu. Taşralılar bütün eğitimlerini İstanbul'da sürdürerek veya
kendi şehirlerinde başladıkları eğitimi İstanbul'da tamamlayarak rüus sına
vına ve bir Haric medresesine girmeye hak kazanabilirlerdi. Ancak payitah
ta taşınmanın dolaylı ve dolaysız masrafları -ayrıca makam sahibi ulema
nın kendi çocuklarını işe yerleştirebilmesi- ı8. yüzyılda taşra doğumlu ule
ma yüzdesinin en alt düzeye inmesine neden oldu. Buna rağmen taşradan
merkeze gelen öğrenciler ise artık himayeleri altına girebilecekleri ulema
nın isimlerini öğrenecek kadar akıllanmışlardı.
Tü R KiYE TARi H i
Terfi umudu kurum içinde yükselmekte olan hamilere bağlıydı. Bir
akrabanın, özellikle babanın himayesi ise hızlı yükselişin garantisiydi. Sıd
kı Mustafa kendi Haric başarısından bahsederken üzüntüyle belli başlı ule
ma ailelerinin dört eviadının -onun deyimiyle " Dürrizade ve Damadzade
lerin iki kere iki oğulları"- babaları sayesinde sınava girmeden Haric' e yük
seldiğini belirtir." Bu yükseliş, ı8. yüzyılda gitgide genişleyen bir hamiler
ve erkek akrabalar çevresi için genelleştirilen aile haklarından biri sayesin
de mümkün olmuştu. " Ulemazade kanunu", "mollazade kanunu" sayesin
de ulema ileri gelenleri, oğullarının (-zade) başlangıç seviyesinde iyi bir eği
tim gördüğüne dair teminat verebiliyor veya büyük oğullarını ek terfiyle
ödüllendirebiliyorlardı. Haklarını verelim ki pek çok mollazade muaf oldu
ğu halde sınava girmeyi tercih ediyordu. Ancak girmeyen de çoktu; işte bu
sınava girmeden yükselenierin yarattığı adaletsizlik ilmiye kurumunun ya-,
nı sıra ulemayı da zayıflatıyordu. Her halükarda, bütün mollazadeler mes
lek hayatlarının çeşitli dönemlerinde olağandışı terfılere hak kazandılar. ı8.
yüzyılda yüksek kademelerdeki en genç ilmiye mensuplarının, babalarının
kanadı altında yükselen birer mollazade oluşu şaşırtıcı değildi. '2
RiSKLER VE ÖDÜLLER
Din dışı devlet görevlerine kıyasla ilmiye istikrarlı bir sığınaktı. Ken
di geçmişiyle kıyaslandığındaysa, ilmiye mevkileri güvenli olduğu kadar
riskiere de açıktı. 17. yüzyıl ortalarında icazet sahibi bütün ulemanın görev
süresi bir yılla sınırlanmıştı; üstelik bu süre dolmadan görevden alınmala
rı mümkündü. Şeyhülislamiarın görev süresiyse tamamen belirsizdi. 17.
yüzyılda büyük mollalık makamlarında görev süresi önce iki yıldan on se
kiz aya, sonunda bir yıla indirildi. Her iki yüzyılda da süreyi uzatma ve sü
re bitiminde yenileme seyrek görülen bir durumdu. Ancak İstanbul kadılı
ğı, kazaskerlik ve şeyhülislamlıkta tekrar atama yaygındı. Alt düzeydeki ka
dıların görev süresi sonunda iki yıla oturdu, ayrıca süreyi uzatma veya ye
nileme olasılığı daima vardı.
Makam sahibi olmanın getirdiği riskler, 17. yüzyılda fiziki tehlikeler
yüzünden iyice artmıştı. Taşra atamaları, seyahat tehlikeleri nedeniyle her
zaman kaygı vericiydi, ancak 17. yüzyılda artık payitahtta da korkulacak çok
ÜSMAN LI U LE M AS I
şey vardı. IV. Murad'ın on yedi yıl süren saltanatı dehşet verici olaylarla do
luydu. Murad'dan önce ve sonra, şiddetli hizipçilik saray ve ordu elirlerini
allak bullak etmişti. Ulema üyelerinin de bazen topun ağzında olması şaşır
tıcı değildi. Şeyhülislamlar Ahizade Hüseyin (ö. I 634) ve Hocazade Me
sud'un (ö. I656) idam edilmelerinin nedeni herhangi bir suç işlemeleri de
ğil, padişah nezdinde yanlış adım atmalanydı. I 648'de "Mulakkab" (çok la
kaplı) diye bilinen kazasker Muslihiddin, ulema liderlerinin şiddetli itiraz
.lanna rağmen sultan fermanıyla tepeden inme göreve getirilmişti. Kısa sü
re sonra aralannda ulemanın da yer aldığı bir güruh ayaklanmasında öldü
rüldü. Mulakkab'ın başına gelenler dışandan müdahalenin, özellikle de
meslektaşlannın muhalefetine rağmen müdahalenin tehlikeleri konusun
da uygulamalı bir ders gibiydi.
I634'te IV. Murad'ın İznik kadısını idam ettirmesi, dini hiyerarşiıpn
kendilerini Mulakkab ve Ahizade gibi görmeyen sıradan üyelerinin günde
mine şiddeti taşıdı. Meslektaşlannın katline tanıklık eden ve bazen bu doğ
rultuda fetva veren üst düzey ulema, tehlikeli zamanlarda tehlikeli çevrelere
bilerek giriyordu. Oysa İznik kadısı küçük bir medresede eğitim görmüş sı
radan bir kaza kadısıydı. Osmanlı devletinin kudretli çarkındaki küçük bir
dişliydi. Aldığı medrese eğitimi -muhtemelen en fazla beş veya altı yıl sür
müştü- önüne çıkan idari görevlere onu hazırlamakta yetersiz kalmıştı.
idam edilmekle, bir kadıya özgü görevlerin dünyevi kısmında başansız ola
rak din dışı görevler üstlenen memurlann kaderini paylaşmıştı; bütün kusu
ru öfkesi burnunda IV. Murad'ın geçeceği yola iyi nezaret edememekti. Ule
ma bir süre sonra meslek ve gelenek temelinde özel dokunulmazlığını yeni
den elde ettiğinde, bu tür olaylar zihinlerden henüz silinmemişti.
Şeyhillislam ve "muallim-i sultan" olarak imparatorluğun iki büyük
manevi makamını elinde tutan Erzurumlu Feyzullah Efendi, hamisi I L
Mustafa I7ofte tahttan indirildiği zaman katiedildL Hak etmedikleri halde
ilmiye payeleri dağıttığı birçok akrabası ve gözdesi de onunla birlikte öldü
rüldü veya sürüldü. Öldürülenler arasında, pek seyrek verilen "fahri şeyhü
lislam" payesine layık gördüğü oğlu Fethullah da vardı.
Feyzullah Efendi göze batacak kadar umursamazca davranmıştı.
Hükümdar rolü oynamaktan zevk alıyordu; hatta maiyetindeki zorbalar hal-
TO R K i Y E TAR i H i
kı onun geçeceği yollardan uzaklaştırırdı. Bununla birlikte, ilmiye içindeki
ve dışındaki düşmanları için iddialı davranışlarının asıl tehlikeli yanı, önce
hocalığını sonra danışmanlığını yaptığı Sultan I I . Mustafa'yla samimiyetin
den kaynaklanıyordu. Feyzullah bir alim olarak önemli başarılar elde etse
de İstanbul dışındandı. Şeyhülislamlığa ilmiye sisteminin saflarından ve
himaye ilişkileri yoluyla değil, Mustafa'nın müdahalesi sonucu tepeden in
me atanmıştı. Akraba kayırma elit arasında yaygın bir davranış biçimiydi
gerçi, ama Feyzullah'ın şeyhülislamlıkta geçen sekiz yılı, devlet hiyerarşisi
ne ve devletin öğelerine kalıcı bir tehdit oluşturmuştu. Ulemaya göre Fey
zullah'ın manevraları, sırası gelmemiş akrabalarını terfi ettirişi dolayısıyla
değil, neredeyse işe yarar bütün makamları gaspedişi yüzünden son derece
saldırgandı. Bu tür makamlar makam sahibinin ailesi ile himayesindekile
ri ayakta tutan atamaları kontrol ettiği için değerliydi. Feyzullah'ın kurduğtı
hanedan gerek o zaman mevcut olan, gerekse kurulma aşamasında bulu
nan rakip harredanlara fazla hareket alanı bırakmıyordu.
Feyzullah'ın sonu genellikle zorbalık ve açgözlülüğün feci akıbeti
hakkında bir ibret öyküsü olarak anlatılır. Hem dini hem dünyevi otoriteyi
şahsında toplamak isteyen atanmış bir devlet görevlisi, bir güruh tarafından
devrilmiştir. Haklı olarak öykü Feyzullah'ın kişiliği ve alternatif bir hane
dan kurma girişimi üzerinde yoğunlaşır. Daha geniş bir açıdan bakıldığın
daysa, ulema emellerinin ne kadar sınırlı olabileceğini tekrar gözler önüne
serer ve geleceğe, ı8. yüzyılın özelliği haline gelen istikrarlı ilmiye-saray ya
kınlığına işaret eder. Feyzullah perdesinin kapanmasının ardından birey
selleşmiş ve aşırı kendine dönük akraba kayırmacılığı mahkUm edilmişti.
Ne var ki, bu tür kayırınacılık bir sınıfhakkı olarak, yüksek mevkide yan ge
lir sağlamanın otomatik bir yolu olarak devam ettirildi. Feyzullah'tan on yıl
sonra, özellikle kıdemli üyeler işe akraba alma ve miras yoluyla makam dev
retmeyi mesleğin bir parçası haline getirdi.
Ulema kıdem ve kayırınacılık konusunda daima ikircikli kalmıştı.
Kıdem ilmiyenin özerkliğini pekiştiriyor, dışarıdan müdahale etmeye kalkı
şanların cesaretini kırıyordu. Ayrıca makam peşinde koşanların kalabalık
saflarına çeki düzen veriyor, denk görev sahiplerinin birbirleriyle çekişme
lerini azaltmaya yardımcı oluyordu. Özel bir müdahale ortaya çıkınazsa sı-
ÜS M A N L I U LE MASI
rada kimin olduğunu herkes bilirdi. Buna karşılık soyut açıdan eğilimleri
ne olursa olsun, ulemadan kişiler kendi lehlerine bir ferman çıktığında -
"Müderris ola!", "Fahri kazasker ola!"- kıdem konusunu büyük bir sevinç
le askıya alırdı. Yükselmekte olan ulema ve hamisi olmayanlar, kıdem ve sı
nav kuralları konusunda yüksek paye veya güçlü bir hami sahibi olanlara
göre daha ısrarcıydı. Meslekte en büyük makamlara ulaşmış olanlar, padi
şahın lütufları ve kıdem ile payenin getirdiği geniş ayrıcalıkların stratejik
bir karışımıyla yükselmeyi öne çıkarırlardı.
18. yüzyıla kadar ilmiyede sınıfa dayalı patrimonyalizm yalnızca dö
nem dönem görülse de gitgide arttı. Feyzullah'ın şiddetle cezalandırılması,
iyice yaygınlaşmasına engel oldu. 17. yüzyılda personel ve makam enflasyo
nundan zaten yararlanmakta olan makam "zenginleri", ıs. ve ı 6 . yüzyılda
ki ünlü selefierinin -tipik olarak şeyhülislamlar ve muallim-i sultanlar-. bi
rey ve kişi olarak elde ettikleri itibarın keyfini çıkardılar. Kimi sultan ve sad
razamların desteğiyle kişisel ayrıcalıklar -oğullara bağlanan maaşlar ve vak
tinden önce elde edilen terfıler- sınıfhaklarına dönüştü. Bu haklar önce en
üstteki iki veya üç rütbeye, sonra genel olarak büyük mollalara tanındı. ı8.
yüzyılda, mollalık elde eden ulema -bu mertebeye ulaşmakta izlediği yola
bakılmaksızın- sadece himayet ettiği ya da akrabası olan ve meslekle ilişki
li kişilere değil, aynı zamanda henüz mesleğe girmemiş çocuklarına, hatta
bebeklerine bazı haklar sağlayabileceğinden emindi. Üst sınıftan olmanın
sağladığı avantajların yarattığı duygusuzluk, ya meşru bir ayrıcalığın suiis
timali ya da hakların istismarı olarak kendini gösteriyordu. 18. yüzyılda ve
19. yüzyıl başında yazılan tezkirelerde bu durumdan açıkça yakınılmıştı.
Oysa daha önceleri durumu neredeyse algılayan bile yoktu.
Tü R K i Y E TAR i H i
safzade ailelerinden çıktı. Sarayın müdahaleciliği ile ulema aristokrasisi
arasında bir denge kuruldu. İki tarafın birbirlerini tamamlayan patrimon
yalizmleri karşılıklı olarak her birinin erişim hakkını garanti ediyor ve bir
araya geldiğinde başkalannın mesleğe giriş koşullannı belirliyordu. Bu
nunla birlikte, en başta bu ortaklığın itici gücü ilmiye kaynaklannın dosta
ne paylaşımı değil, toplumsal tutuculuktaki ortak çıkarlar ve Osmanlı yöne
tim sisteminde İ slam hukukunun faik statüsünün sürdürülmesiydi.
r8. yüzyılda aristokrat ilmiye önderlerinin hoşgörülü tavn, Osman
lı devlet yönetimindeki büyük değişiklikler ve dolayısıyla rejimin ulemanın
oynadığı rollere daha fazla ihtiyaç duyuşuyla çakışh. r8. yüzyıl savaşlardan
gerek önce, gerekse sonra yapılan ve r6gg 'dan itibaren savaşiann yerini
alan müzakerelerin, diplomatik pazariıkiann yüzyılıydı. Rejim iyi eğitim
görmüş kişilerin becerilerine muhtaçh. Ulemadan kişiler, hariciye memur;
lan kadar diplomatik sürecin merkezinde yer almasalar da sık sık müzake
reci, elçi, danışman ve hukukçu olarak görüşmelere kahldılar. Konu Os
manlı meşruiyeti olduğunda veya dini konularla ilgili bir uzman görüşü ge
rektiğinde, ulema mensuplan vazgeçilmez konumdaydı. Bu iki husus, Na
dir Şah'ın Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabul edilmesi önerisini gö
rüşmek üzere toplanan ortak Şii İran-Sünni Osmanlı ulema meclisinde, ay
nca Kınm'ın elden çıkmasından sonra halifeliği Osmanlı dünyası içinde ve
dışında yaşayan Müslümaniann ruhani koruyuroluğu olarak yeniden bi
çimlendlrme çabalannda önemli rol oynadı.
Ne var ki, ulema-saray ortaklığının tam anlamıyla gerçekleşmesi iç
cephede mümkün oldu. 17. yüzyılda Kadızadelilerin eylemci püritenliğiyle
karşı karşıya gelindiğinde, şeyhülislamlar halkın huzursuzluğunu bashr
mak için Kadızadeliler ile hedef aldıklan sufıler arasında arabuluculuk yap
mak zorunda kalmışh. '3 Kadızadeliler bazı ulema mensuplannın kozmopo
litliğini ve dergahlarla bağlanhlannı da hedef aldığından, ulemanın Kadıza
deli galeyanını ezmekte çıkan vardı. IV. Murad istisna olmak üzere çoğu
sultan ile vezirleri, Kadızadelilerin hoşgörüsüzlüğü ve dışlayıcılığına karşı
genellikle ortayolcu ulemayı destekliyordu. Her halükarda, Kadızadelilerin
ayaktakımının güç kazanmasını savunması, sarayın veya elit ulemanın top
lumsal düzen vizyonuyla hemen hiç uyuşmamışh.
O S M A N L I U LE M AS I
ı8. yüzyılın yeni siyasi gerçeklikleri ulema ile saray arasındaki ilişki
yi pekiştirdi. Yüzyılın başından itibaren savaşın yerini Osmanlının meşru
iyet iddialarının daha görünür ve çekici unsuru olarak toplumsal istikrar al
mıştı. Bu dönemde toplumsal ve kültürel çekişmelerin yanı sıra görünen
manzarada Batılı diplomatik aracılara bel bağlanması, Avrupa'nın ekono
mik büyümesi ve piyasa kültürünün baskın hale gelmesi de vardı. Yabancı
Hıristiyanlar ve onlarla bağlantılı artan sayıdaki gayrimüslim Osmanlılar,
gücü, hediyeleri ve şam şerefi büyük ölçüde sultanın erişimi dışında olan
alternatif bir dünyada hareket ediyorlardı. İç statü hiyerarşisinin çözülme
siyle mücadele etmek, Osmanlı'nın iç emperyal düzenine omuz vermek ve
değerlerinin azaldığını fark eden Müslümanları yüreklendirmek için med
rese eğitimi almış insanların hizmetine ihtiyaç vardı. Hukukun ehliyetli
temsilcisi olan ulema, toplumsal istikrar ve saltanatın meşruiyeti adın� di
ni düsturun güçlü retoriğini kullandı. Kendi saflarındaki toplumsal ayrım
lara ve üyelerinin şu ya da bu saltanat politikasına karşı verdiği farklı tepki
lere rağmen, ulema ile saray ı8. yüzyılın büyük bir kısmında aynı yönetici
bütünün parçalarıydı.
NoTLAR
Bab-ı Meşihat, İlmiye salnamesi (İstanbul, 1334/1915-16), s. 443; ayrıca, Katib Çelebi, Fezleke-i tarih,
2 cilt (İstanbul, 1286j187o) , cilt II, s. 231-232; M üstakimzade Süleyman Sadeddin, Devhat el-meşa
yıh ma zeyl (İstanbul, 1978), s. 47-48.
2 Ahmed Cevdet [Paşa], Tertib-i Cevdet ez-Tarih-i Cevdet, 12 cilt (İstanbul, 1309/1891-2), cilt I, s. ıo8-
II7, cilt IV, s. 58, 256, cilt V, s. 27, 34-39, cilt VI, s. 227-228.
Bu yüzyıllar içinde kazaskerin görevleri değişti ve daha kıdemli olan Rumeli kazaskerinin adli ro
lü arttı.
4 Richard C. Repp, The Müfti of Istanbul (Londra, 1986).
5 )udith E. Tucker, In the House of the Law: Gender and Islamic Law in Ottoman Syria and Palestine
(Berkeley, 1998).
6 Mehmed Raşid, Tarih-i Raşid, 6 cilt (İstanbul, 1282 1 1865), cilt III, s. n9·120.
7 Madeline C. Zilfı, "The ilmiye Registers and the Ottoman Medrese System Prior to the Tanzimat",
Contributions a l'histoire economique et sociale de l'Empire Ottoman içinde, ed. J.-L. Bacque-Gram
mont ve P. Dumont (Louvain, 1983), s. 309-327, muh. sayfalar.
8 Sıdkı Mustafa [bazen Sıdkı Mehrned denir], "Vekayı-i yevmiye", İstanbul Üniversitesi, İnal Ktp.,
TY358o; Madeline C. Zilfı, "The Diary of a Müderris: A New Source for Ottoman Biography", jour
nal of Turkish Studies I (1977), 157-174-
TORKiYE TAR i H i 2 73
MADELINE c. Z I LFI
Tü RKiYE TAR i H i
si bağlantılan olan dindar hayırsever kadındı. 17. ve ı8. yüzyılda, genellikle
saray mensubu olan hayırsever kadının yanı sıra siyasete kanşan valide sul
tan ile can yoldaşı danışmanlan da öne çıktı. 17. yüzyılda Valide Kösem Sul
tan ve Turhan Sultan'ın hayatlan vekayinamelerdeki vefat kayıtlarına sığ
mamış, siyasi olayların merkezine taşmıştı; bunda devleti yönetmelerinin,
ya da bazılarına göre yönetimi haksız biçimde ele geçirmelerinin de payı
vardı. ı8. yüzyılda saray mensubu olmayan ve bir uğraşı bulunan şair Fıt
nat Hanım, aynca I I I . Ahmed, I I I . Mustafa ve I I I . Selim'in kız kardeşleri
ile kızları, tarih literatürü içinde kısa bir an için de olsa yerlerini aldılar.
Başka kadınlarla ilgili başka hikayeler anlatıldığında ise, kadınlar kendi baş
larına bir kategori olarak, cinsellikleri üzerine sabitlenmiş aniatılarda yer al
dılar. " Kadın cinsi" sembolizmine en başta güç ve şekil veren, kadınların
cinselliğiydi.
Osmanlı kadınlarının 17. ve ı8. yüzyıl edebiyatındaki temsilleri bir
birinin varyantı olan Doğu ve Batı biçimleri halindedir. Çoğunlukla her iki
biçim de erkek gözleminin ve daha da sorunlu olarak erkek değerlendirme
sinin ürünüdür. Her iki temsil de, üretildikleri toplumlar gibi, kadın tarih
çilerinin "kadınlara uygun kısıtlı alan ideolojisi" dediği kavramla derinle
mesine bağlantılıdır! Osmanlı ahlakçılan ve onların bel bağladığı klasik
otoriteler, kadınları ailevi ve cinsel terimler içinde düşünmüştür. Örneğin
Gazali (ö. n n ) "kadının katkısı . . . hem evi çekip çevirmek hem de kocasının
cinsel arzularını karşılamaktır" der.3 ı 6 . yüzyılda yaşayan ve muhtemelen
erken modem yüzyılların en sözü geçen ahlakçısı olan ilmihal yazarı Birgi
vi şöyle buyurur: " Kadının yükümlülükleri evin içindedir; ekmek yapmak,
bulaşık yıkamak, çamaşır yıkamak, yemek pişirmek gibi. "4 Aslında kadının
evle ilgili sorumluluklannın ahiret kapsamında bir mesele olduğunu belir
tir: "Eğer bu görevleri yapmazsa günah işlemiş olur. "5 Daha genel bir ifa
deyle, kadına erkek otoritesine boyun eğip akraba olmayan erkeklerin dik
katini çekmemesi -hatta onlara görünmemesi- öğretilir. Yabancılardan
gizlenen terbiyeli kadın kocasının, ailesinin ve evinin ihtiyaçlarına hizmet
etmelidir ve öyle yaptığı varsayılır. Avrupalıların Osmanlı kadını imgesine
gelince, Osmanlı toplumu gibi gezginlerin de bakış açısı kadınların uğraş
Ianna yönelik olsa da anlamaya çalışmaktan genellikle uzaktı. Ev kadını, ita-
Tü RKiYE TAR i H i 2 77
kilde köleciliğin kötülükleri ve kaldınlması bu iki dünyayı ilgilendirmiyor
du. Son dönem tarih yazımında, ıg. yüzyıl sonunda yoğunlaşan Doğu-Batı
kutuplaşmasının Avrupalıların yaphğı bütün gözlemlere yaygınlaşhnlma
eğilimi olmasına karşın erken modem dönemde Doğu- Bah ayırımı kah ve
sistematik değildi.9 Toplumsal uygulamalar mücadelenin bütünüyle ilişkili
görülmüyor ve her halükarda çoğu zaman Doğulu veya Bahlı diye tanım
lanmıyordu.
Lady Mary Wortley Montagu'nün Osmanlı kadınianna karşı duydu
ğu derin saygının karşısındakinin duygularını anlama bakımından başka
örneği olmasa da, erken Aydınlanma çağında hala mümkün olan yeni kül
türlere açık olma olgusunu yansıhr.ıo Anlatımı, daha sonra okurların ve
kendisinin zannettiği kadar "bilge birinci şahıs" tanıklığı olmasa da, Os
manlı kadınlanyla ilgili araşhrmalara bir nebze olsun ampirizm katmışhr. ,
Osmanlı kadınlan derken Montagu ayncalıklı sınıfıara mensup hanımlan
kastetmektedir. Montagu'nün anıları diğer yazarların saldırgan tavırlı yan
lış yorumlarının yarathğı kuşkuları giderir. Montagu'ye göre bu yanlış yo
rumların başında kadınların nasıl temsil edildiği konusu gelir; bu kadınla
ra ne ulaşabilen ne de onları anlayabilen erkek "gözlemciler" Osmanlı ka
dınları hakkında bilgi sahibiymiş gibi davranırlar.
Montagu Avrupalıların örtme ve köle haline getirme arasında kur
duğu kolay eşitliğe kahlmaz. Kendi sınıfsal önyargıları ortada olsa da, üst sı
nıf Osmanlı kadınlarının hayatında tavsiye edilebilecek pek çok şey olduğu
nu iddia eder. Bunların arasında maddi rahatlığı sağlayan imkanlar, köleler
ve hizmetçiler dahil hanenin diğer kadınlarıyla sıcak ilişkiler, aşk evlilikleri
olasılığı ve örtünmenin sağladığı anonimlik sayesinde korunma yer alır.
Montagu bazı değerlendirmelerinde elit Osmanlı kadınlarını Avrupalı ha
nımlann peçeli versiyonları olarak homojenleştirir; Osmanlı kadınları daha
korunaklı yaşar, dolayısıyla sıkılmaya daha yatkındırlar, ama Avrupalı ha
nımlar gibi onlar da eğlenmeye heveslidir. Örtünme ya da Montagu'nün
deyimiyle "ebedi maskeli balo" , yazara göre kadın özgürlüğünün bir aracı,
tanınmamanın getirdiği koruma sayesinde haremin sıkıcılığından kurtul
manın bir yoluydu. ıı Montagu umursamaz kültürel göreceliğiyle Osmanlı
kadınlannın hareket kabiliyetini, hangi sınıftan olursa olsun kadınların
Tü RKiYE TAR i H i 2 79
OSMANLI CİNSELL'İ Gİ VE DİGER ciNSELLİKLER
Avrupa emperyalizmi ve Batı gözüyle Ortadoğu (Osmanlı 1 Mısır 1
Arap 1 İ slam) cinselliği hakkında son dönemde yapılan araştırmalar, Batıda
cinsel olarak hayal edilen "Doğu" konusunda yazanlar üzerine yoğunlaşır.
Bundan dolayı, bir şehvet yuvası olarak harem imgesinin, Batılı hayal gücü
nün tuhaf ürünü olarak ortaya çıktığı düşünülür.'6 Büyük ölçüde gerçekten
de öyledir. Hıristiyanların (veya Batılıların ya da Avrupalılann) bin yıllık İs
lam karşıtı polemiği, ahlaksız ve dizginsiz cinsellik suçlamalarını merkez
alır. Batı'nın Osmanlı dönemi haremiyle ilgili edebi ve görsel anlatımlann
da, Ortadoğulu, "Doğulu" kadını aynı bakış açısıyla değerlendirilir. Haremin
aile, toplum ve mekandaki varlık nedeni göz önüne alınmadan, cinsel at
mosfer -baştan çıkana kadınlar, şehvet, çıplaklık- üzerinde durulur. Ne var
ki, cinsel açıdan hazır ve nazır kadınlardan oluşan bir harem hayali yalnızca ,
Batılılara özgü bir eğlence değildi. Batılılar her ne kadar kıt bilgili veya art ni
yetli olsalar da, haremin cinsellikle ilgili boyutunu, hele de çok eşlilik ve ca
riyeliği yoktan icat etmediler. Bütün toplurnların örgütlenmesinin temelin
de toplumsal cinsiyet ve cinsellik yatıyordu. Hiyerarşiye dayalı Osmanlı sis
teminde, bu unsurlar kendilerini çarpıa somutlukta ortaya koydular.
Cinsellik Osmanlıların kibar sohbetleri için uygun bir konu olma
makla birlikte, Osmanlı siyasi ve toplumsal idaresinde öne çıkan bir özel
likti. Cinsel konulan toplum bilincinden uzaklaştırmayı hedefleyen kurum
lar ve uygulamalar, ister istemez bu konular üzerine ışık tutuyordu. Ahlak
çıların cinsiyetierin aynmı, örtünme, katı toplumsal cinsiyet kuralları ve ai
le şerefinin ölçüsü olarak kadının cinsel iffeti üzerinde ısrarla durması, he
teroseksüelliğin tehlikeli biçimde oynak olduğuna dair karanlık bir vizyona
dayanıyordu. Cinsiyetierin onay dışı bir araya gelmesinde masumiyete hiç
yer yoktu. İslami geleneğe göre evlenmemiş bir erkek ve kadının bir araya
geldiği yerde Şeytan da vardı.'7 0smanlı toplumunda 17. ve ı8. yüzyılda ka
dınların örtünınesi ve sokağa çıkması hakkındaki kanun, tıpkı diğer İslam
devletlerinde olduğu gibi bu konudaki korkulan dile getirmişti. Bu tür pek
çok kanun kadınla:ı;ın yanı sıra ekonomik hedefleri de seçmişti, ancak bo
zuk toplum düzeni teması en çok cinsiyet temelli terimlerle ifade ediliyor
du. Gazali'nin eserindeki evlilik ve toplumla ilgili temel bölümlerde, top-
Tü RKiYE TAR i H i
özgür kişiler olarak algılanır oldu. Ev emeği olarak kölelik ve ev emekçisi
olan kadı'nlar -özellikle alt sınıflardan kadınlar- bu dönüşümden yararla
namadı. Müslüman Osmanlı toplumunda kadın ile köle arasındaki fark bir
ölçüye kadar daima gözardı edilmişti; köle ile erkek arasındaki fark ise im
paratorluğun son dönemlerinde kuvvetle beyan edildi. Her ne kadar zen- ·
girılik ve sınıfsal konum, pek çok kadını bu süreçlerdeki sert işgücü yüküm
lülüklerinden korusa da, 19. yüzyıldan önce tüm kadınlar en azından görü
nürde ortak bir cinsel kültürün unsuruydular. Kölelikte cinsiyetten kaynak
lanan eşitsizlikler, miras kuralları, çocuk yaşta evlilikler ve evlilik dilinde
kadınlann cinsel hizmetle bir tutulması,33 hiyerarşik bir cinsel kültür mey
dana getirdi. Bu kültürün günlük şehir yaşamındaki yansımaları zorunlu
örtünme ve cinslerin zorunlu ayrı tutulmasıydı.
Osmanlı toplumunun yekpare olmadığını söylemeye gerek yoktur . •
sının henüz oluşmadığı 17. yüzyıl ve r8. yüzyılın büyük bölümünde, kadın-
lara yönelik ortak erkek bakışı ulusal köken kadar belirleyiciydi. Ancak han
gi ulustan -ya da Montagu dışında, cinsiyetten- olursa olsurılar, çoğu göz
lemci öğrenilmiş kutupların ötesine geçmeye niyetli değildi. Modern öncesi
dönemde Batı'da anlatılan harem hikayeleri Doğu ile Batı'nın karşıt olduğu
ikili bir dünya önerir. Aynı zamanda, bu hikayeler Doğu'nun kendi hakkın
daki hikayelerinden birine bilmeden de olsa bir alternatif okuma sunar. Ka
dırılar konusundaki Doğu-Batı çerçevesi, kadırıların toplumsal varlıklar ola
rak deneyim çeşitliliğini yalnız görmemekle -yani kabul etmemekle- kalma
yıp büyük ölçüde inkar eden ortak bir geleneği muhafaza etmektedir.
KADlNLAR VE MÜLKİYET
Yakın zamana kadar, kadınların faaliyetlerinin en az bilinen kısmı
tartışmasız ekonomik alandı. Bununla birlikte, kadı sicilieri araştırmaları
mülkü olmayan, ekonomik faaliyette bulunmayan -tek kelimeyle önem
senıneye değmez- kadın düşüncesini kesin biçimde çürüttü. Elit sınıf
mensubu kadınların yanı sıra sıradan kadınlar da epeyce menkul ve gayri
menkule sahip olmakla kalmayıp39 mülkiyet haklarını bizzat koruyorlardı.
Kadınlar sözleşme yapıp feshedebiliyorlardı. Hatırı sayılır miktardaki
mülklerini satabiliyor, miras bırakabiliyor, kiraya verebiliyor, mülke yatırım
TüRKiYE TAR i H i
yapabiliyorlardı.40 Bazen ileri sürüldüğü gibi, eğer kadınlar servetlerini fi
ilen gözetmekle uğraşmıyorlarsa mahkemede bizzat bulunmaları gerek
mezdi; oysa pek çok kadın yanında erkek akrabası olmadan mahkemeye gi
diyordu.
Kadınların gayrimenkul almaktan çok sattığı doğrudur. Yine de bu
davranışın onların özerklik potansiyelini zayıflattığı konusu çok da açık de
ğildir. ilk bakışta, kadınların gayrimenkul satışı, İslam miras sistemine gö
re kadın mirasçıların güvencesini azaltıp gayrimenkulün erkeklerin eline
geçmesini kolaylaştırır gibidir. Oysa bu el değiştirmeler sayesinde kadınla
rın mahkemeye gitmeden pazarlık sonucu neler elde etmiş olabileceğini
bilmiyoruz. Kadın satıcılar aslında mallarını satma kararıyla esaslı faydalar
sağlamış olabilirler. Malını erkek kardeşlerine veya akrabalarına devreden
kadın iyi niyetle, ilerde kardeşlerinden destek ve himaye talep edebilme kar;
şılığı böyle bir alışverişe girmiş olabilir. AnneHes Moors'un ileri sürdüğü
ne göre, mülkiyet hakkının kaybı, sık sık sözgelimi evlilik sözleşmesi yapıl
ması gibi başka alanlardaki kazançlada "çakışır".4' Güvence için yapılan pa
zarlık bizi şaşırtmaz; ancak bir yanda tercih ve bağımsızlık, diğer yanda
beklenti ve baskı arasındaki denge muğlaklığını korumaktadır.
Benzer bir yasal haklar ve toplumsal uygulamalar sorunu mihr ko
nusunda ortaya çıkar. Evlilik sözleşmeleri, yeni geline mihr verilmesi veya
verileceğinin vaat edilmesi üzerine akdediliyordu. Genel olarak Müslüman
Doğu toplumlarında mihri ikiye bölmek uzun zamandan beri uygulanan
bir gelenekti. Mihrin bir kısmı hemen ödenirken, genellikle daha büyük
miktardaki ikinci kısmı daha sonra istek üzerine, çoğunlukla boşanmanın
veya eşierden birinin ölümü ardından verilirdi. Sonradan verilen mihr, ye
ni evli çifte bazı avantajlar sağlardı. Koca, evlilik hayatına mevcut bir açık
yerine gelecekte ödenecek bir borçla başlıyordu. Toplam parayı ödemeyerek
evinin ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Gelin açısından kocasının ona olan bor
cu bir nakit para rezervini, boşanma gibi sıkıntılı bir durumda kullanılma
sı zorunlu olana kadar "bankada duran parayı" temsil ediyordu. Mihr geli
nin yaşadığı süre boyunca ödenmemişse ölümünün ardından varisierine
devroluyordu. Mihr miktarları genellikle mütevazıydı. Verdikleri miktar
mahkeme sicillerine kaydedilen askeri sınıfa mensup ailelerde bile mihr
Tü RKiYE TARi H i
lirgindir. Birincisi, 17. yüzyıldan r8·. yüzyıla yeni vakıfların sayısında genel
olarak bir artış vardı. Kurucu kadınların oranı da önceki yüzyıllara göre art
mıştı. Yediyıldız, vakıf sayısınin r8. yüzyılda hızla arttığını, bunların yüzde
82'sinin aile ("ehli" vakıf) veya yarı-aile vakıfları olduğunu saptamıştır.
Bunlar gelirlerinin tamamını veya büyük bir kısmını kurucu ailenin maddi
refahına ayırıyordu.53 Kadın vakıfları bu genel eğilime uymaktaydı, ama er
kek vakıflarıyla her zaman veya her yerde aynı oranı göstermeyebiliyordu.
Yüksel'in ileri sürdüğüne göre, genelde vakıfların sayısındaki artış ve özel
de aileye yardım için kurulan vakıflara kaçış, r8. yüzyılda devletin özel mül
kiyet müsaderelerindeki artışla bağlantılıydı. Aile servetini koruma dürtü
sü, mülkleri kanunen el koymaya uygun olmayan bireylerin servetine karşı
devletin iştahının kabarınasının sonucuydu.54 Erkekler gibi kadınların da
vakıf kurma çaresine yatkın olması bu durumun sonucu olarak görülmeli-,
dir. Buna karşılık, vakıfların kamusal yanı, r8. yüzyıldaki aile vakıfları ça
ğında bile göz ardı edilemez. Gerçi r8. yüzyılda tamamen hayır amacıyla
kurulmuş vakıfların yüzdesi azalsa da, bu dönemdeki vakıfların yüzde 75
gibi bariz bir çoğunluğu yarı-ailevi ve dolayısıyla yapısı gereği en azından
kısmen hayır amaçhydı.55 Vakıfkuranların aklında sadece ailelerinin güven
cesi yoktu.
Kadınların ara sıra ev dışında üstlendiği görevlerin arasında mülte
zimlik de vardı. Bu iş çoğunlukla onlara miras olarak kalıyor veya saray
mensubu kadınlarda olduğu gibi saltanat görevinin bir parçası oluyordu.
Çoğu erkeğin yaptığı gibi kadınlar da iltizamlarını taşeronlar vasıtasıyla yö
netiyordu.56 Ancak bu karar kadınlar için kolaylıktan ziyade zorunluktu. Ka
dınların kamusal alanda herhangi bir şekilde servete doğrudan erişme im
kanı kısıtlıydı. Pek çok engelin yanı sıra resmi devlet mevkilerinden ve bu
mevkileri elde etmeyi sağlayan eğitim kurumlarından -okullar, askeri bir
likler ve benzeri kurumlar- uzak tutulmuşlardı. Kadınlar mütevelli olduk
ları zaman bile çoğunlukla aile vakıflarını ve genellikle daha küçük vakıfla
rı yönetiyorlardı. Erkeklerin kurduğu büyük hayır vakıfları tamamen kap
sam dışıydı. Bunların yönetimi üst düzeyde, unvan sahibi bir ulema sınıfı
mensubuna veya vakıf sözleşmesinde belirtilen bir başka memura veriliyor
du. Saltanat mensupları veya vezirlerin kurduğu vakıfların verdiği maaşlar
AiLE VE KİMLİK
Kadınların toplumsal faaliyet özgürlüğü son tahlilde aile ve hane
içindeki yerlerine bağlıydı. 17. ve ı8. yüzyıl Osmanlı toplumundaki kadın ve
erkeklerin yaşamının merkezinde yer alan toplumsal gerçek aile, daha doğ
rusu hala aileydi. Ailenin biçimlenişi, talihinin yolunda gidip gitmemesi ve
hepsinden önemlisi kaybı veya yokluğu, hayatta insanın önüne çıkan fırsat
ları erken modern dönemin herhangi bir özelliğinden daha çok belirliyor
du. Bireylerin hayatlarını her ne düzenliyorsa düzenlesin -erkekler için ola
sılıklar kadınlara göre çok daha fazlaydı- bir bireyin toplumdaki yeri önce
likle aile üyesi oluşuna bağlıydı.
Tü R KiYE TAR i H i
Aile, biçimi ne olursa olsun özellikle kadınlar için belirleyiciydi. Ka
dınlar ailenin içinde ve ailenin üyesi olarak gerçekten görünür hale geliyor
lardı. Önce doğup büyüdüğü ailesi, sonra evlendiği takdirde -ve çoğu kadın
evleniyordu- yeni ailesi, kadının toplumsal ilişkiler ağının kaynağıydı. Ay
nı zamanda, kadınlar din ve toplumsal tavır eğitimini de ailede alıyorlardı
ki bu, çoğu kadının gördüğü yegane eğitimdi. Aile ilişkileri, akrabalık ve ha
nehalkının içinde ve ötesinde, kimliğin anahtarıydı. Bir kadının kabul gör
mesi ve ona değer verilmesi birinin "annesi" veya "kızı" olmasıyla belirle
niyordu. Köleler bile bir ailenin içinde yer aldıkları ölçüde himaye görüp bir
ölçüde toplumsal varlık kazanıyorlardı.
Aile haneleri istikrarlı olmaktan çok uzaktı. Aileler doğaları gereği
sürekli değişim halindeydi; evlilik, boşanma ve ölüm yoluyla eksilir veya
üye kazanırlardı. G o İdeal anlamda Osmanlı aile haneleri bir ebeveyn çift ve ,
evlenmemiş çocuklardan evli ve bekar tomnlara kadar uzanan çok kuşaklı
karmaşık bir yapı halindeydi; bu yapıda çeşitli eşler, evde kalmış teyzeler ve
yetim yeğenler genellikle bir arada karışık bir yığın olarak yaşıyordu. Za
manla bütün haneler daraldı. Bazı yaşlı veya daha önce evlenmiş kadınlar
tek başlarına yaşasa da, bu kırk yılda bir görülen bir durumdu. Ekonomik
bağımlılık, erkeklerin himaye ve koruması altında yaşama geleneği, komşu
ların gözünün sahipsiz kadınlar üzerinde olması ve yeniden evlenme eğili
mi6' kadınların reis olduğu hanelerin sayısının düşük ve ömrünün kısa ol
masına yol açtı. Ekonomik güvence yokluğu gerek dullar gerekse boşanan
ların yeniden evlenme oranını artırdı. Ancak, hala çocuk dağurabilecek yaş
ta olanlar evlenme konusunda daha şanslıydı ve boşanmışlar dullara tercih
ediliyordu. Daha çok imkana sahip olan kadınların yeniden evlenme konu
sunda fazla istekli olmadığı düşünülebilir; ancak bu konudaki dağınık bul
gular tahmin yürütülebilecek bir kalıptan çok bir eğilimi göstermektedir.62
Evliliği özendiren diğer unsurlar gibi, evlilik ve ailenin dini ve toplumsal
açıdan neredeyse her yerde yerinde ve yakışık alır görülmesi de, gerek er
kek gerekse kadınların bekar yaşamasının aleyhineydi.
Reşit olmayan çocuklarla ilgili davalar hanelerin esnekliği konusun
da bol kanıt sunmaktadır. Çocuğun vesayetiyle ilgili anlaşmazlıklarda, mah
keme karar verirken hanehalkının oluşup oluşmadığına değil çocuğa bakan
Tü RKiYE TAR i H i 2 91
deyimiyle her iki taraftan akrabalar "makbul"dü.65 Bununla birlikte, anne
nin talebi karşısında bile hukuken erkek vasilerin ve velilerin tercih edilme
si, erkek akrabaların kültürel öneminin ve aileler ile hanelerin erkekler ta
rafından yönetildiği ataerkil idealin güçlenmesine yol açtı.
Şu halde erkek ideali uygulamada hemen hemen her yerde destek
leniyordu; ancak işler aksi gittiğinde birçok çocuk yasaların tercihine uygun
yeni bir ev bulamıyordu. Savaşlar ve demografik fırtınalar yüzünden ebe
veynler, dedeler ve nineler, olası başka vasiler ölüyordu. Çocukların cinsiye
ti bu durumda önemliydi. Doğrudan kanıt olmadığında zorunlu olarak ya
pılan genellernelere başvurarak şöyle bir tahmin yürütmekten başka çare
miz yok: Kültürel açıdan erkek çocukların tercih edilmesi ve birkaç istisna
dışında bakıma muhtaç erkeklerin daha yüksek ekonomik değere sahip ol
ması nedeniyle, ana babasız kızlar daha fazla ihmal edilebiliyor ve suiisti,
male daha açık olabiliyordu. Kızlar çocuk yaşta evlendirilebiliyor, bu du
rumda suiistimale uğrama olasılıklarını önlemede şeriat büyük sıkıntı çeki
yordu. "Buluğa erenlerin seçeneği", çocuk yaştayken evlendirilen kızlara
buluğa erdiklerinde kocalarını reddetme hakkı veriyordu. 66 Seçeneğin, öz
gürce yapılan evlilikleri olumlaması yine de kısıtlıydı; zira baba veya büyük
baba tarafından ayarianan evlilikleri kapsamıyordu. Mahkeme kayıtlarını
gösterge kabul edersek, reşit olduğu zaman evliliğine karşı çıkan kızların
sayısı çok azdı. Her halükarda, karşı çıktıklarında da bağımsızlıklarını kaza
namıyorlardı. Bir kere, yasaya göre reşit olduklarında bile çocuk yaştaydılar.
Kuşkusuz birçok kız ailesinin teşvikiyle olmasa da desteğiyle hareket etmiş
ti, çünkü bazen daha avantajlı bir evlilik imkanı ortaya çıkabiliyordu.
Anne olan kızlar için herhangi bir olay ikamet yerinin yanı sıra rol
değişimine de neden olabilirdi. Yeni gelin genellikle babasının evini kocası
nın evine yerleşmek üzere terk ederdi. Ancak bunun ardından gelen adım
ların ataerkillik veya erkeğin ailesiyle birlikte kalma geleneğine uyması her
zaman mümkün olmuyordu. Ölüm ve doğum olaylarının etkisi, hem kadı
nın hem erkeğin aile üyelerinin arzuları ve malıkernelerin takdirleri, norm
lar ile davranışlar arasındaki mesafeyi açıyordu. Bunların dışında bir de er
ken modern dünyanın kendisi vardı. Kıtlık, kırsal göçler, çocuk ve genç ye
tişkin ölümleri bu iki yüzyıl boyunca art arda İran, Venedik, Rusya ve Avus-
Tü RKiYE TAR i H i 2 93
yük benzerliğe sahiptir. Batı'da birkaç çocuk ile büyükanne ve büyükbaba
dan oluşan model sanayi devriminden çok daha önce ortaya çıkmıştı. Her
ne kadar büyük aileler Batı Avrupa'da olduğu gibi Osmanlı Türkiye'sinde
ve Bulgaristan'ın Hıristiyan ve Müslüman halklan arasında varlığını sür
dürse de, karmaşık haneler esasen Rusya ve Doğu Avrupa'nın büyük kıs
mında ezici üstünlüğe sahipti.73
Aile ortamı içinde, kadınların ikincil konumunun -genelde genç ka
dınların ve özelde dışandan gelen gelinlerin- acı yanı, karmaşık veya büyük
ailelerdeki kuşaklar arası cinsiyet ve yaş hiyerarşisiyle ilişkilendirilir. Bu hi
yerarşi özellikle düzenli işgücü ihtiyacını hizmetkarlar ve köleler vasıtasıy
la karşılayamayan ailelerde geçerlidir. Bununla birlikte çekirdek aile biçimi
nin varlığı çekirdek işlevierin yerine getirilmesini garanti etmiyordu. Os
manlının yasal ve geleneksel uygulamalan ailenin karşılıklı ilişkilerini ve ,
bağımlılığını çekirdek birimin ötesinde güçlendirdiğinden çekirdek işlevie
rin uygulanabilirliği çok zordu. Aile hukukunun ana hatlarına -vesayet
hakları, miras kurallan ve erkeklerin boşanma ayncalıklanna- ıg. yüzyıl
dan önce dokunulmadı.74 Dönüşüm geçirmekte olan ekonominin aile düze
yindeki zayıflığı da eşitlikçi evliliğe yönelişi engelliyordu.75 Aileler tek tek ba
kıldığında farklı beklentiler sergilese de, davranışları kuralcı sistemin ken
disini eleştirecek bir genelleme meydana getirmiyordu. Büyük veya çok
üyeli ideal örnek yalnızca aileler çok üyeli yapılanmalar içinde yaşadığından
değil, hane yapısına bakılmaksızın aile bağları ve benzeri bağlar erkek ve
kadınlara açık bir fayda sağladığı için varlığını sürdürdü. Toplumsallık mo
delleri, akrabalık yükümlülükleri, ebeveyn olup çocuk bakmanın pek çok bi
çimi ve beklentileri ile kapsayıcılığın ve karşılıklı sorumluluğun dini-etik
değerleri, akrabalık ve fıktif akrabalık dayanışmasını savunmada kullanılan
'
güçlü kanıtlardı.
Geniş anlamda ailenin capcanlı ve iyi olduğu, ancak bu dönemde
evlilik için aynı şey söylenemeyeceği ileri sürülebilir. Büyük aileye artı bir
değer verilmesi ve erkeklerin aile ilişkileri içindeki önceliği evlilik bağlarını
gerginleştiriyordu. Ortadoğu toplumu evli bir toplumdu. Ancak bu özellik
le evlilik bağlarının güçlü olmasından değil, erken evliliğin, çabucak yapı
lan ikinci evliliğin ve evli olmanın idealleştirilmesinden kaynaklanıyordu.
T O R KiYE TAR i H i 2 95
kadınların bağımsız olduğunu varsayacak kadar ileri gitmek mümkün de
ğildir. Aslında bazı hul davalannın kadınlardan çok kocalannın stratejisini
yansıttığı açıktır. Böylece kocalar önceliği kaniarına bırakarak istemedikleri
evlilikten nafaka veya mihr (mihr-i müeccel) ödemek zorunda kalmadan
kurtulabiliyordu. Boşanma girişimi koca tarafından geldiği takdirde nafaka
ve mihr ödemekle yükümlüydüler. Boşanırken ödeme yapma yükünden
kurtulan kocalar yeni bir eş ararken mali durumlarını geliştirmiş oluyorlar
dı. Kocaya ve kanya sağladığı kişisel avantajlar bir yana, hul sürecinin top
lumsal nedenlerle talaka yaygın bir alternatif olması mümkündür. Toplum
hulun karşılıklı nzaya dayalı dinamiklerini, talakın açık tek taraflılığına ter
cih etmiştir.8' Hulun sık sık, erkeklerin boşanma girişimi olan talaka gizli
bir seçenek olarak kullanıldığına inanmak için sağlam nedenler vardır.
Hul beyanının uyumluluk gösteren sözleri, boşanmaların aileleri •
E R K E N M O D E R N ÇAG DA M ü S L Ü M A N KAD l N LA R
likle orta ve alt sınıfa mensup kadınlar mahkeme kapılarını sık sık aşındın
yordu. Boşanmayla ilgili anlaşmazlıklarm bilinmeyenleri gözler önüne se
ren dünyası haricinde kadınların hukuki girişimleri erkekleriTikine benzer
di. Büyük şehirlerde boşanma davalan kadınların açtığı davaların aslan payı
nı oluşturmaktaydı. Her halükarda, kadınlar eve kapanma ve erkeğin onun
adına hareket etmesi gibi katı olması gereken uygulamalara rağmen mahke
melere başvuruyorlardı. Kadınların mahkemeye başvurma oranının yüksek
liği, onlan mahkemeye sürükleyen davaların çeşitliliği ve mahkemelerdeki
tavırlan -şikayetlerini doğrudan dile getirmek üzere çoğu zaman bizzat du
ruşmalara gelmişlerdi- hukuk sistemine ve hukuki şahsiyetler olarak kendi
konumlanna duyduklan güvenin göstergesidir. 85 Mahkeme başvurulan bi
reysel çözümlerin başarısızlığını gösterse de, kadınların toplumsal esenliği
ni destekleme konusunda malıkernelerin hayati rolünü vurgulamaktadır. ,
Modem öncesi toplumun modem çağa göre kadınlara daha yüksek
statü ve himaye sağladığına dair günümüzde öne sürülen savlar çerçevesin
de başarısız evlilik kayıtlan hakkında yorum yapmak zordur. Aynca, boşan
malann sıklığı, yerleşik literatürün bir erkeğin reisliğindeki ailelerin istik
rarlı, uyumlu ve kadınlar için koruyucu olduğu vizyonuyla kolayca bağdaş
tınlamaz. Tarihsel kayıtlar ortaya karmaşık bir resim koymaktadır; üstelik,
yeterli verilerin mevcut olduğu zaman ve mekanlar için bile bu kayıtlar ek
siktir. Boşanmaya yol açan sosyoekonomik çevreler, yüksek askeri-idari
mevkilerde görülen çok eşlilik ve belki alt rütbelerde sık görülen boşanma
lar ve ardından yine tek eşli evlilikler, yanı sıra cephedeki askerlerin esir ka
dın elde edebilmesi, bütün bunlar göz önüne alındığında, bu tür ailelerde
doğan veya evlilik yoluyla böyle ailelere giren kadınların durumu nüfusun
geneline, hatta elitin sivil unsurlarına oranla çok daha istikrarsızdı.
TO RKiYE TARi H i 2 97
güvenlik siperi olarak büyük aileye güven duyulmuştu. q. yüzyıl ortaların
dan 19. yüzyıl başlarına kadar aile adı olarak kullamlan ünlü "zade" sıfatı,
"tanınmış" isimli kişilerin86 yani aynı sülaleden gelen ve kuşaklar boyunca
aynı makamda görev yapanların artan hakimiyetini gösteriyordu. Özellikle
17. yüzyıl sonlarında erkek elit tabakaya dahil olabilmenin yolu hemen he
men bütünüyle aile bağlarından geçmekteydi. Bu döneme damgasım vuran
sadece uzun r8. yüzyılın aile kurumunun çapı değil, yönetici elitin yüksek
mevkilerine seçilebilmek için gerekli ve yeterli nitelik olan aile bağlarının,
özellikle baba tarafı bağlarının utanmazca kullamlmasıydı. Üst yönetim ka
demelerine yükselebilmek için uygun aile bağları gerekiyordu. Osmanlılar
aynı dönemde aristokratlar çağına uygun düşecek, hanecianın aileye daya
nan gücünü ve toplumsal istikrar temelindeki meşruiyetini pekiştirecek bir
aile imajı yaratmanın peşindeydi. 87
Aile bağlarının önemi saltanat kadınlarının bazı imparatorluk pro
jelerine katılmasım kolaylaştırdı. Doğumları ve düğünleri şaşaayla kutla
nan sultan kızları, kız kardeşleri ve yeğenieri Osmanlı törenleri, saray haya
tı ve şehir kültüründe gitgide artan bir rol oynadılar. Saltanat kadınlarının
hayatlarındaki önemli anlar, hanecianın kendini sunuşunda ön plana çıktı.
Hanedan erkeklerinin evliliği saray içi bir mesele olarak kalırken, padişahın
yakın akrabası olan kadınların düğünleri halkın tüketmesi için sunulan
malzemeydi. Düğünler, pek çok aile arasında başı çeken hanecianın daha
geniş toplumsal hak iddiasının cisimleşmiş haliydi. Hanedan üyeleri olan
hammsultanlar, siyasi bir tehdit oluşturmadan Osmanlı hakimiyetini yan
sıtıyorlardı. Sultan kızı düğünlerinin vitrine çıkarılması -ve vezir damatla
rın siyasi ve maddi sermayesinin alenen onaylanması- bir gösteriye dönü
şüyor, belki böylece şehir halkının gönlü alınıyordu.
Shirine Hamadeh'in r8. yüzyıl İstanbul'unda mimari anlam konu
sundaki çalışması, kent mekanındaki elit kadın banilerin dönüştürücü rolü
ne dikkat çeker. Saltanat kadınlarının sarayları görkemli ikametgahlardı. Ba
zıları daha önce herhangi bir tür konutun bulunmadığı yerlere kurulmuştu. 88
Saltanat kadınları maiyetlerindeki erkek ve kadınların giyim tarzından saray
larının dekorasyonuna kadar, r8. yüzyılda gelişmeye başlayan tüketimeiliğin
tarz belirleyicileriydi. Onların dünyası, sultan ve hanecianın diğer üyelerinin
TO R K i Y E TAR i H i 3 01
çıkarmanın görünüşteki amacı kadınların ahlakıdır, yani bazı kadınların
ahlaktan yoksun olması ve bütün kadınların ahlaklı olması gereği. Bunun
la birlikte, düzenleme metinlerinin ayrıntılan cemaat sınırları ve dini kim
lik sorunu etrafında dolaşır.
Fermanlarda bütün kadınlar iffetli ve sade olmaya çağrılır. Ancak,
özellikle giyim kuşam ve tavırlada ilgili ihlallerde Müslüman kadınların he
sap vermesi de istenir. Göze batan kabahatler ne olursa olsun -ve bunlar
bir hükümdar döneminden ötekine değişir- kadınların davranışı hem ah
laki hem toplumsal bakımdan yerilir.95 Müslüman ve gayrimüslim arasın
daki dış görünüş farklılıklannın korunmasında ısrar eden fermanlarda,
"mümin kadınlar" gayrimüslimlerinkini andıran giysiler giydikleri için
azarlanır. Müslüman kadının tek tip sokak giysisinden sapanların namus
larını lekelediği söylenir. Dini cemaatler arasındaki sınırları belirsizleştiren
bu günahkarlar bizzat mürninler toplumunu tehdit etmektedir. ı8. yüzyıl
da kadınların sokağa çıkmasına getirilen çeşitli kısıtlamalar, bu dönemin
kadın kıyafetleri konusunda yapılan ikazlada uyum içindedir. Tek tek dü
zenlemelerin ardında yatan nedenlere bakılmaksızın, özel hayatla ilgili kı
sıtlamalar toplumsal endişe konusunda çok şey anlatır. Kadınların yasakla
rı ihlalinin bazılannca kışkırtıcı bulunduğu açıktır. Kadınlar yerli Hıristiyan
ve Yahudi tüccarlar dahil siyasi hayatta marjinal kalmış birçok gruptan sa
dece biriydi; bu grupların fiziki varlığı -yeni giyim biçimleri veya alışılma
dık görünürlük ve hareketlilikleri- toplumsal uyumsuzluğu arttırıyordu.
Şehirli kadınlar -daha doğrusu müsadere edilebilecek servetleri sayesinde
yeni modaları ve boş zaman geçirme biçimlerini deneyebilen orta ve üst sı
nıftan şehirli kadınlar- çıkarılan yasaların başlıca hedefıydi. Kadınlar kesin
likle eski bir gerilim noktasını temsil ediyordu. Ancak ı8. yüzyılda, yeni
yeni gelişen orta sınıfa mensup kadınların ortalıkta daha çok görünmeye
başlaması toplumsal hak iddiasının yeni bir unsuruydu. Kanunlara gelince,
onlar kadınların farklı ve değişmekte olan toplumsal gerçekliğine tanıklık
ediyorlardı. Hukuk dili kadınları sınırları tek bir ahlak standardıyla çizilmiş
birleşik bir kategori olarak telaffuz etmişti, oysa her yeni düzenlemeyle bir
likte, hukukun kendi reçeteleri kadınların farklılığı ve toplumun değişim
eğilimine dair kanıtları tekrar tekrar dile getirdi.
Tü R KiYE TAR i H i 3 03
MıNNA RozEN
OSMANLI YAHUDiLERİ
HALK
smanlı Yahudi cemaati 17. yüzyılın başlarında Katolik dünyasın
Tü RKiYE TAR i H i 3 11
ratorluğu'na doğru ı 8 . yüzyıl başlarından ı88o'lere kadar süren akışı tama
men sona erdi.3
ÜSMAN LI YAH U D i LE R i
man çevrelerinde mistisizm açısından karşılıklı etkilerin de göz önüne alın
ması gerekir.'4 Beğeniler ve adetlerin farklılık ve özümsenme derecesi yeri
ne göre değişiyordu. Örneğin, Yahudilerin en büyük dini cemaati oluştur
duğu Selanik'te, bir Yahudi Judeo-Espanyolca dışındaki bir dilde en fazla
birkaç cümle sarf ederek bütün ömrünü geçirebilirdi. Bu olgu yalnız kültür
ve dil koşullan açısından değil kendini tanımlama açısından da önemliydi.
Örneğin Selanik'te yaşayan bir Yahudi kendisini tam bir Selaniidi olarak,
diğer dini grupların üyelerini ise gözden çıkanlabilir yabancılar olarak gö
rüyordu. Eğer yabancı kültürden birileriyle temas etmesi gerekirse bu an
cak Müslüman ve Türkçe konuşan yönetici sınıfın üyeleri oluyordu; zira
onlarla iş ilişkileri vardı ve onların himayesi altında olmaktan memnundu. '5
Öte yandan İstanbul Yahudisi çevresindeki topluma farklı yaklaşıyordu. Ya
hudiler başkentin devasa nüfusu içinde küçük bir azınlık olduğundan ve
şehrin ekonomisi büyük ölçüde sarayın etrafında döndüğünden, buradaki
Yahudi cemaati başka yerlere göre Müslüman toplum tarafından daha çok
kuşatılmışh. İmparatorluğun ve hükümdarların kaderi hakkında diğer şe
hirlerdeki Yahudi cemaatlerine göre çok daha fazla ilgileniyordu. Müslü
man toplumuna benzerneye çalışmak burada daha fazla dile getiriliyordu.
Bu durum özellikle hayatı Osmanlı elitinin daha mütevazı bir versiyonu
olan Yahudi eliti için geçerliydi.'6 Toplumsal yelpazenin öbür ucundaki ka
yıkçılar ve balıkçılar, kahvehane sahipleri ile diğer marjinal gruplar Yahudi
olmayanlada daha içli dışlıydı.'7 Genel olarak İstanbul Yahudi cemaati im
paratorluktaki diğer Yahudi cemaatlerine göre Türkçeyi daha fazla kullanı
yordu. Yine de ı8. yüzyılın sonunda buradaki Yahudilerin büyük çoğunlu
ğu kendi aralannda Judeo-Espanyolca, daha az sayıdaki bir kısmı da Rum
ca konuşmaktaydı.
İmparatorluğun taşradaki şehirlerinde yaşayan Yahudiler de Yahu
di olmayanlada daha fazla ilişki kurmaya mecbur kalıyordu. Orta büyüklük
teki ve küçük kasabalarda nüfusun küçük bir yüzdesini oluşturan Yahudi
ler, çevrelerindeki toplumla sürekli ilişki kurmak zorundaydılar. Bu durum
kalıcı izler bırakmıştı; etkileri çevrelerindeki topluma göre değişiyordu.
İçinde yaşadıklan toplum Slav ise Yahudiler de daha Slav gibi görünürken,
Rumca konuşan bir toplum tarafından sarılınışiarsa Rum gibi davranıyor-
Tü RKiYE TAR i H i
lardı. Bu durumun etkisi Judeo-ispanyolca bir deyimde görülür: " Kasaliko
-medio kristianiko" ("Taşralı [Yahudi] yarı Hıristiyandır") .'8 Pek çok Rum
ve yabancı Hıristiyanın oturduğu "gavur" İzmir'de, Yahudilerin hayatı Hı
ristiyan Avrupa ve çevrelerindeki Hıristiyan toplumla kurdukları bağlardan
etkileniyordu. '9
Bu gelişmeler coğrafi çeşitlilikteki ifadesini Judeo-Espanyol lehçe
sinde buluyordu. Arapça konuşulan ülkelerde dile Arapça kelimeler girer
ken; Bulgaristan, Sırhistan ve Bosna'da Slavca kelimeler dahil edilmişti. İs
tanbul'da konuşulan Judeo-Espanyolcada, Selanik'te konuşulana göre daha
çok Türkçe kelime vardı. 20
OSMAN LI YAH U D i L E R i
hain emellerine alet etmek için ayartınakla suçlanırlar!3 Demek ki Müslü
man Osmanlılar Yahudileri akıllı, korkak ve aşağılık olarak görürken Orto
doks Rumlar onların düpedüz kötü ve tehlikeli olduklarını düşünüyordu.
Tü R K i Y E TAR i H i
lara verdiği cevaplar bile Yahudi yasalannın (halakha) sıkıcı tekrarlarından
ibaret olup yenilik ve özgünlükten tamamen yoksundu.27
OSMAN L I YAH U D i L E R i
Bu cemaat yapısı sürgünlere ve göçmenlere yurtlarından uzaklaş
manın travmasını atıatmada yardımcı olsa da bedeli çok yüksekti.32 impara
torluk fetih momenturuunu kaybetmediği sürece Yahudiler de merkeziere
akan ganimetin getirdiği ekonomik kazançtan yararlandılar. Ancak r 6 . yüz
yıl sonundaki yapısal kriz ile 17. yüzyıldaki mali kriz, imparatorlukta yaşa
yan Yahudileri örgütsel kültürlerini rasyonelleştirmeye itti. Bu süreç aslın
da r 6 . yüzyılda başlamıştı. Osmanlı vergi politikası, Yahudileri daha iyi ko
şullar sağlamak amacıyla saflarını sıklaştırmaya ve vergi yükünü kendi ara
larında en makul şekilde paylaştırmaya zorlamıştı. Büyük topluluklara ait
cemaatler de toplum, refah ve eğitim konularında işbirliği yapmaya mecbur
kalmıştı. Eğitim bütün imparatorluk topraklarında topluluğun en büyük
masrafkalemini oluşturuyordu. Herkes eğitimden kar sağlamadığı için her
zaman bir anlaşmazlık konusu oluyordu. Sayıları zenginleri kat kat aşan fa
,
kir çocukları eğitmek, cemaatin kurumlarını finanse eden zenginler için
her zaman baş ağrısıydı. Her zaman masrafları kısma arzusuyla, tarih bo
yunca Yahudilerin ayakta kalmasını sağlayan olgunun eğitim olduğunu bil
mek arasında sıkışıp kalıyorlardı. Bu soruna farklı semtlerde farklı çözüm
ler getirilmişti. r 6 . yüzyıl başında padişah (muhtemelen I . Selim) İ stanbul
Yahudilerine Eminönü semtinde bir arsa bağışladı. Bugünkü Yeni Ca
mi'nin bulunduğu yerdeki bu arsanın şehrin muhtaç Yahudilerine destek
vermesi amaçlanıyordu. Bu arsaya dikilen üç katlı bir binayla, çeşitli cema
atlerin yardımlarıyla geçinen başkentin yoksul Yahudilerinin barınma ihti
yacı giderildi. Üçüncü katta Yahudi okulu vardı. Yukarıda gördüğümüz gi
bi her cemaat kendi yoksulunu desteklese de, durum gerektirdiğinde güç
lerini birleştiriyorlardı.33 Ne var ki, örgütsel merkezileşmeye yönelik eğilim,
17. ve r8. yüzyılda çok sık çıkan yangınlar yüzünden sonuçsuz kaldı.34 Bu
yangınlar yüzünden aynı cemaatin üyesi olup aynı geçmişe sahip Yahudi
ler, farklı bir dil konuşup farklı tarihi anılara sahip olan başka mahallelere
ve cemaatlere taşındılar. r66o'da yanan Yahudi mahallesinin kalıntıları
üzerinde Yeni Cami'nin inşa edilmesi üzerine; Osmanlı yönetiminin baş
langıcından, hatta daha öncesinden beri burada yaşayan Yahudiler, Hasköy
ve Balat'a taşınmaya mecbur kaldılar.35 Bunun üzerine farklı cemaatlerden
oluşan yapıyı sürdürmenin bir anlamı kalmadı. Kaynakların da azalmasıy-
Tü RKiYE TAR i H i 31 9
la birlikte, cemaatlere ait halıarnlık mahkemelerinin kaldınlıp yerlerini böl
ge mahkemeleri ve hakim kurullannın alması artık an meselesiydi. 17. yüz
yıl sonuna gelindiğinde şehirdeki Yahudi topluluğunun örgütsel modeli be
lirginleşmişti. Farklı halıarnlık mahkemelerine sahip özerk cemaatlerin ye
rini Hasköy, Balat ve Galata'daki üç büyük bölge mahkemesi almıştı. Bun
ların üzerinde üç bölgenin hakimleri (dayanim) arasından seçilen ve rav ha
kolel adı verilen bir heyetin başkanlık ettiği bir yüksek mahkeme vardı. Bu
dini mahkemenin çeşitli kürsüleri vardı. Dayanei hahazakot (sabit varlıklar
kürsüsü) ,36 ahlak davalarına bakan kürsü -her ikisinin kuruluşu 1 6 . yüzyıl
başlarına kadar gidiyordu37 - ve 17. yüzyılda ortaya çıkan beit din isur ve-he
ter (yasak yiyecekler, bireysel statü ve benzeri konularla ilgilenen dini adet
ler kürsüsü) bunlar arasındaydı.38 Benzer bir süreç Yahudilerin 1 6 . yüzyıl
başlannda Talmud Torah ha-Gadol adı verilen bir külliye inşa ettikleri Se- ,
lanik'te yaşandı. Bu külliyede bir hastane, bir tımarhane, bir imaret, bir
yurt, bir yün fabrikası ve deposuyla bir okul vardı. İstanbul' daki muadilinin
tersine, Selanik'teki Yahudi okuluna şehrin zengin-yoksul bütün Yahudi
çocuklan devam ediyordu. Zengin ailelerin çocuklan ücret öderken yoksul
çocuklar bedava eğitim görüyordu. Yoksul çocuklara ayrıca her yıl parasını
cemaatin ödediği bir takım elbise verilirdi. Okulda dört ile on üç yaş arasın
daki çocuklara Tevrat öğretiliyordu. En yetenekli öğrenciler, aynı kililiyede
bulunan daha yüksek bir yeşivaya (din okulu) devam ediyordu. Burayı biti
renler haham, dayanim veya aynı kililiyede ve imparatorluğun muhtelif yer
lerinde öğretmen oluyordu. Birkaç yüzyıl boyunca işlevini sürdüren bu kül
liye yalnız toplumsal bir kurum olmakla kalmayıp Selanik'teki cemaatlerin
1 6 . yüzyıl boyunca sahip olmaya çalıştığı şeylerin -mali ve adli özerkliğin
ve egemenliğin korunması- antiteziydi.39 Talmud Torah ha-Gadol'un varlı
ğı, Selanik cemaati için yeni bir yüksek halıarnlık mahkemesinin kurulma
sına yol açtı. Burada çeşitli cemaatlere mensup halıarnlar sırayla görev ya
pıyordu. Onların üstündeyse başkan olarak aralanndan seçilen bir halıarn
-rav ha-kolel- vardı. S elanik'in 17. ve ı8. yüzyılda ekonomik açıdan gerile
mesi, cemaat kurumlan karşısında müşterek yargı kurumlannın güçlen
mesine yol açtı. Cemaatlerin elinde sadece mahalle sinagoglan kaldı. Bun
lar ibadet mekanı olmanın dışında, halkın ortak çıkarlarını ilgilendiren ko-
3 22 Os M A N L I YAH U D i LE R i
ma yöntemleri büyük ölçüde Müslüman muadilierine benzerken, farklı
gruplara ait loncalar arasında çok az işbirliği vardı.47
Sonuç olarak, 17. - r8. yüzyılda imparatorlukta yaşayan Yahudilerin
ekonomik durumuna damgasını vuran özellikler etnik açıdan içine kapa
nıklık, girişim ve yenilik yapmaktan korku, servet birikiminin birkaç kişi
nin tekeline geçmesiydi.
TO RKiYE TAR i H i
lenin yaşadığı harem akrabalar dışında erkek misafırlere kapalıyken, erkek
lerin kabul edildiği selamlık ziyaret zamanlannda kadınlara yasaktı. "İffet
li" bir Yahudi kadını Müslüman muadili gibi, ancak aile ziyaretleri, suya
girme törenleri veya kutsal bir mekanı ziyaret için dışarı çıkıyor, yine de
kendisine hizmetkarlar veya erkek akrabalar eşlik ediyordu. Öte yandan sı
radan kadınların böyle "ayncalıkları" yoktu.48
Böylece ilk gelen sürgünlerin aile kavramı ile Osmanlı İmparatorlu
ğu'na Yahudilerin yerleşmesinden iki yüz elli yıl sonra egemen olan zihni
yet arasında büyük bir uçurum oluşmuştu. Bu durum halıarnların !7· yüzyıl
sonunda imparatorluğa yerleşen Frankolara yönelttiği eleştirilerde görülebi
lir. Özellikle sert tepkilere yol açan iki adet, Franko kadınlannın sokakta tek
başına dolaşmaları ve Franko erkeklerinin eşleri ve kızlanyla gezmeleriydi.
Belirli alanlarda değişim gerekmiyordu. Örneğin Müslüman toplu- ,
munda olduğu gibi Yahudilerde de özellikle kızlan çocuk denecek yaşta ev
lendirmek adettendi; kızlar için on iki yaş evlilik için ideal çağ olarak görü
lüyordu. Bunda hiç kuşkusuz o dönemde insan ömrünün genelde kısa ol
masının da payı vardı.
SONUÇ
Bütün açılardan, ı6oo'ler ve ı7oo'ler imparatorluğun Yahudileri
için en "Osmanlı" olan çağdı. Bu dönemde Yahudi göçmen toplumu çevre
sindeki kültürle iyice bütünleşirken Hıristiyan Avrupa'yla var olan bağların
büyük kısmı kopanldı. Gerçekten geriye kalan tek bağlantı Judeo-Espanyol
dili ve edebiyat geleneğiydi. Dil, dinle birlikte, Yahudiler ile taklit etmeye ça
lıştıkları egemen Müslüman toplumu arasında bir ayrışma çizgisi olmayı
sürdürdü. Ancak, Yahudi cemaatinin Osmanlı düzeniyle bütünleşmede
gösterdiği başarı, çevresini saran bu topluma yeni bir şeyler katabilme yete
neğini azaltmıştı. Bu yaratıcı potansiyelin kaybı, Yahudi topluluğunun siya
si statüsünün Tanzimat arifesinde kötüleşmesinin başlıca nedenlerinden
biriydi.
OSMAN LI YAH U D i LE R i
NOTlAR
Avigdor Levy (ed.), The jews ofthe Ottoman Empire (Princeton, 1994) ; Bemard Lewis, The jews ofis
lam (Princeton, 1984); Stanford J. Shaw, The jews of the Ottoman Empire and the Turkish Republic
(New York, 1991); Walter F. Weiker, Ottoman Turks and the ]ewish Polity (Lanham, 1992).
2 Franko (Franco) İspanyolcada özgür anlamına gelir. Bir başka olasılık bu tanımın Osmanlıcadan alın
mış olmasıdır. Osmanlıca "efrenci" kelimesi, Katolik Avrupa'dan gelen anlamında kullanılıyordu.
3 Minna Rozen, "Collective Memories and Group Boundaries: The Judeo-Spanish Diaspora betwe
en the Lands of Christendom and the World of lslarn", Michael 14 (1997) s. 35-52; Mirına Rozen,
" Strangers in a Strange Land: The Extraterritorial Status of Jews in Italy and the Ottoman Empire
in the Sixteenth to Eighteenth Centuries", Ottoman and Turkish jewry: Community and Leadership
içinde, ed. Aron Rodrigue (Bloomirıgton, 1992), s. 123-166; Minna Rozen, "Contest and Rivalry in
Mediterranean Maritime Commerce in the First Half of the Eighteenth Century: The Jews of Sa
lonika and the European Presence", Revue des Etudes ]uives 147 (1988) , s. 309-352; Minna Rozen,
"Tzarfat vi-Yhudei Mitzrayim: Anatomyalı shel Yehasim, 1683-1801", The jews of Ottoman Egypt
(1517-1914) içinde, ed. Jacob M . Landau (Kudüs, 1988) , s. 421-470.
4 Mirına Rozen, A History of the ]ewish Community of Istanbul: The Formative Years (1453-1566j (Le
iden, 2002), s. 16-34.
5 Age., s. 209-214.
6 Avraham Ya'ari (ed.), "Mas'ot Rabbi Yeshayah mi-Zalazitz", Mas'ot Eretz Yisrael içinde, ed. Avra
ham Ya'ari (Ramat Gan, 1973), s. 390; Yitzhap Ben Tzevi, "The 'Mas'ot Sasson Hai ben Qastiel"',
Mehqarim u-Meqorot içinde, ed. Yitzhaq Ben Tzevi (Kudüs, 1966), s. 469; Minna Rozen, "La vie
economique des juifs du hassin mediterraneen de l'expulsion d'Espagne (1492) a la fin du XVIIle
siecle", La societijuive a travers !es ılges içinde, ed. Samuel Trigano, cilt III (Paris, 1993), s. 341-343,
ve notlar 561-564.
7 Minna Rozen, "Tzarfat ve-Yhudei Mitzrayim"; Thomas D. Philipp, "The Farhi Family and the
Changirıg Position of Jews in Syria, 1750-1860", Middle Eastem Studies 20, 4 (1984) , s. 37-52; Jacob
Marcus, The jew in the Medieval World: A Sourcebook, 315-1791 (New York, 1938), s. 15-19 (ayrıca irı
temette bkz. http:Jfwww. fordham.edufhalsallfjewish/1772-jewsinislam.html) .
8 Mii:ına Rozen, The Last Ottoman Century and Beyond: The ]ewish Community of Turkey and the Bal
kans 18o8-1945, 2 cilt (Tel Aviv, 2005), cilt I, s. 98-99; Avigdor Levy, The Sephardim in the Ottoman
Empire (Princeton, 1992), s. 1-3.
9 Gershom Sclıolem, Sabbetai Sebi (Princeton, 1973), s. 233; Jacob Bamai, "Messianism and Leaders
hip: The Salıbatean Movement and the Leadership of the Jewish Communities in the Ottoman
Empire", Ottoman and Turkish jewry: Community and Leadership içinde, ed. Aron Rodrigue (Blo
omirıgton, 1992), s. !: 67-182, s. 169-170 ve 174-175'te.
10 Minna Rozen, "Contest and Rivalry", s. 338.
II Rabbi Yosef lbn Lev, Responsa, cilt III (Amsterdam, 1725) , kısım 4:3a; Rabbi Yosefben Mosheh mi
Trani, Responsa, 2 cilt (Lvov, 1861), cilt II, kısım 244:46a, 1619 yılından fetva, kısım 33:51b.
12 Tova Be' eri, "Shelomoh Mazal-Tov ve-Nitzanei Hashpa 'atah shel ha-Shirah ha-Turkit 'al ha-Shi
rah ha-'Ivri", Pe'amim 59 (1994), 65-76; Andreas Tietze ve Joseph Yahalom, Ottoman Melodies Heb-
TO RKiYE TAR i H i
B RUCE MASTERS
TORKiYE TARi H i 32 9
Hıristiyan için dini kimlik tartışmaya açık hale geldi ve en sonunda yeniden
ifade edildi. Üç eğilimin hepsi birbiriyle ilişki içinde olup yükselen güç mü
cadelesine katkıda bulundu. Bu mücadelede, payİtahtın Hıristiyan elitleri
egemenliklerini taşradaki dindaşları üzerinde genişletmenin yollarını arar
ken, yerel elitler merkezin çekimine karşı direnmeye çalışıyordu.5 i stan
bul'un Rum Ortodoks ve Ermeni Apostolik Hıristiyanları, ı8. yüzyıl orta
sında sultanın fermanı sayesinde Ermeni ve Rum Ortodoks milletlerinin
kesin olarak tanınmasıyla birlikte, amaçlarına eriştiler. Ne var ki bu zaferle
ri, vilayet merkezlerinde yaşayan sıradan Hıristiyan halkın sıkıntılarını şid
detlendirmekten başka bir işe yaramadı. Bu sıkıntılar, 19. yüzyılda milliyet
çilik söylemiyle yeni bir şekil kazanarak tekrar ortaya çıkacaktı.
Millet sistemiyle birlikte, imparatorlukta yaşayan Hıristiyanların varlı
ğı Osmanlı bürokrasisi tarafından ya başkentin Fener semtinde bulunan Rum '
Tü R KiYE TARi H i 33 1
asım kanıtıayacak bir ferman sunamadı. Söylediğine göre bir zamanlar böy
le bir ferman vardı, ancak bir yangında kül olmuştu. Buna karşılık, söyle
diklerinin doğru olduğuna yemin eden üç yaşlı yeniçeri takdim etti.ıo İsmi
bilinmeyen bir patrik 945 'te (1538/9) bu iddiayı tekrarladı. Bu sefer, bu ola
ya tanıklık eden iki Müslüman vardı. Söylediklerine göre, Fatih Sultan
Mehmed bu hakları "keşiş" Gennadios'a verirken onlar da sultanın huzu
rundaydılar. Soruyu şeyhülislam Ebussuud Efendi'ye yöneiten kişi, belki de
bu tanıklığın akla yakın olmadığını hissederek, tanıklardan birinin 130, di
ğerinin n6 yaşında olduğunu belirtmişti." Her ne kadar iki olayda da, bu
iddianın canlandırılına nedeni İstanbul' daki Ortodoks kiliselerinin camiye
çevrilmesini önlemek olsa da, "fetih zamanına" kadar giden bir geleneği
hatırlatma, millet sisteminin meşruiyeti ve ayrıcalıkları konusundaki tartış
mayı destekleyici nitelikteydi. Hiç kuşkusuz Rumların geçmişe yönelik;
meşruiyet arayışından esinlenen İstanbul'un sadık Ermeni kulları, 18. yüz
yılda yeni bir iddia ileri sürdüler. Buna göre, Fatih Sultan Mehmed İstan
bul'un fethinden önce Bursa'da, Piskopos Yuvakim'in bütün Ermeniler
üzerindeki otoritesini kabul etmişti. Böylece Ermeniler iddia kaynaklarının
eskiliği bakımından Ortodoksların önüne geçiyorlardı.'2
I I . Mehmed Hıristiyan tebaasının din hayatını tek bir otorite altında
toplamayı gerçekten düşünmüş olsa bile, ı6. yüzyıldaki halefleri, bu tebaa
dünyevi ittifakı kendileriyle yaptığı sürece dini ittifakı kiminle yaptığını
umursamadılar. Ekümenik Patrikliğin her zaman yanında olmadıklarının
göstergesi, daha önce otosefal olan Peç metropolirliğinin 1557'de bağımsız
bir patrikliğe dönüştürülmesiydi. Bu olay Sokollu Mehmed Paşa'nın isteği
üzerine gerçekleşmiş, patriklik görevine de paşanın kardeşi Makerije geti
rilmişti. Sultan I . Süleyman hiç kuşkusuz bütünüyle Slav bir kilise hiyerar
şisi yaratırken, Osmanlı hanedanıyla dost bir Slav Ortodoks patriğin, Kut
sal İttifak'ın Balkanları imparatorluktan koparmaya çalıştığı bir dönemde
bölgede güvenliği artıracağını hesaplamıştı.'3 Siyasi yararın Ortodokz otori
tesine galebe çaldığı bir diğer vaka, Osmanlı yetkililerinin Dubrovnik'teki
tüccar prensierin çağrısı üzerine, 17. yüzyılda Balkanlar'da yaşayan Orto
doks Hıristiyanların dinlerini değiştirmeye çalışan Katolik rahipleri koru
mak üzere müdahale etmeleriydi. 14
Tü R K i Y E TAR i H i 333
Sultanların kendilerine karşı tutumlarını değiştirmesine rağmen
Katolik misyonerler, Fransız himayesi altında ve Roma'da eğitim gören ye
rel din adamlarının katılımıyla, Katolik misyonunu koruyup yaymayı başar
dı.'9 Bunun sonucunda skhizma (bölünme) ortaya çıktı. ı 8 . yüzyıl ortaların
da, artık bütün Doğu kiliselerinde geleneksel ruhhan sınıfına benzer bir
Katolik hiyerarşisi vardı. ibadet biçimleri biraz değişse de, yeni " Uniat" ki
liseler Roma'daki papaya bağlılıklarını bildirerek Katolik Avrupa ile ilişki
kurdular. Bu şekilde Antakya piskoposluğunda Melkit Katolik Kilisesi Yu
nan Ortodoks Kilisesinden ayrılırken, Nasturilerden ayrılanlar Keldani Ka
tolik Kilisesini, Apostolik Kilise'den ayrılanlar Ermeni Katolik kilisesini, di
ğerleri kendi Katolik kiliselerini kurdular. Bütün bu kiliseler sultanın fer
manına göre yasadışıydı; ancak yerel Müslüman otoriteler rüşvete yatkın ol
duğundan sultanların buyruğu her yerde uygulanamıyordu. Filistin ve Lüb,
nan'ın liman şehirleri ile Halep'in yanı sıra, İ stanbul'daki sultanın burnu
nun dibinde dahi yeni Katolik kurtarılmış bölgeler ortaya çıktı. Buralarda
yaşayan Ermeni tüccarlar, hayatları ve servetleri pahasına Katolik davasını
0
azimle desteklediler. 2
Balkanlar'da, Bosna dışında Katolikler, Ortodoks Slavların veya Yu
nanlıların kalıcı ruhani bağlılığını kazanma konusunda pek büyük başarılar
elde edemediler.2' Buna rağmen Ekümenik patriklerin Katolik korkusu, kili
se hiyerarşisini denetimleri altındaki her yerde merkezileştirmeye girişme
lerine neden oldu. Girit veya Kıbrıs 'ta bunun anlamı yerel din adamlarının
yerine başkentten rahipler atamaktı.22 Ancak Slav topraklarında merkezileş
menin anlamı Helenleştirmeydi. Siyasi olarak bu, ı766'da bağımsız Peç pat
rikliğinin, bir yıl sonra da Ohri başpiskoposluğunun lağvedilmesiyle gerçek
leşti; zira bunlar Slav Ortodoks kültürünü besliyordu. Bu güç kullanımı,
Habsburg yönetimi altındaki Voyvodina'nın Karlofça kasabasındaki bağım
sız Sırp başpiskoposluğunun önemini arttırdı. Peç'teki patriklik kaldırılınca
Sırp patrik hemen Habsburg topraklarına taşındı. O andan itibaren Sırpla
rın kiliselerini ve bunun sonucunda uluslarını ayağa kaldırma tutkulan sul
tanın kontrolü dışında büyüdü. 23 Bütün kilise otoritesinin Yunanca konuşan
ların elinde toplanmasıyla oluşan merkeziyetçilik, Ortodoks Bulgarların 17.
ve ı8. yüzyılda, krallıklarının tarihine ve yazılı Bulgar dilinin gelişimine duy-
Tü R K i Y E TAR i H i 335
"Millet savaşlannı" Ortodoksluk kazandı. r8. yüzyıl ortalannda Os
manlı devleti, merkeziyetçi ana kilisenin yokluğunda ortaya çıkan yerel
özerklik akımlan ile ve yeni Katoliklik hareketlerine karşı "geleneğin" mu
hafızlanna yardım etmeye hazırdı. Ancak bu zaferin bir bedeli vardı. İmpa
ratorluğun Hıristiyan topluluklan yalnız elitleri değil, bütün mensuplannı
etkileyen bir mücadele yaşadı. Hangi dilde dua edileceği temel öneme sa
hip bir sorun haline geldi. İnananiann ruhani bağlılığını hangi otoritenin
sahipleneceği de aynı derecede bir siyasi sorun oldu. Bu sorunlar hakkında
alınacak kararlar sonuçta Osmanlı Hıristiyanlannın kimliklerini yeniden
biçimlendirecekti.
NoTlAR
•
Yousseff Courbage ve Philip Fargues, Christians and Jews under Islam, çev. Judy Mabro (Londra,
1997), s. 99-109; Oded Peri, Christianity under Islam in Jerusalem: The Q.uestion of the Holy Sites in
Early Ottoman Times (Leiden, 2001), s. 10-24; Bruce Masters, Christians and Jews in the Ottoman
Arab World: The Roots ofSectarianism (Cambridge, 2001), s. 53-6o.
2 Ömer Lütfi Barlcan, "Essai sur les donnees statistiques des registres de recensement dans l'empi
re ottoman aux XVe et XVIe siecles", Journal ofthe Economic and Social History ofthe Orient I (1957).
9-36, s. 2o'de; Charles Issawi, "Comment on Professor Barkan's Estimate of the Population of the
Ottoman Empire, 1520·1530n, Journal ofthe Economic and Social History ofthe Orient I (1957) , s. 329-
31; Dennis Hupchick, The Bulgarians in the Seventeenth Century: Slavic Orthodox Society and Cultu
re under Ottoman Rule (Jefferson, 1993), s. 13-18; Ronald C. Jennings, "Urban Population in Ana
tolla in the Sixteenth Century: A Study of Kayseri, Karaman, Amasya, Trabzon, and Erzurum", In
ternational Journal ofMiddle East Studies 7 (1976), s. 21·57·
3 Daniel Goffman, The Ottoman Empire and Early Modem Europe (Cambridge, 2002), s. 83-91, 170-182.
·
4 Richard Clogg, "The Greek Mereantile Bourgeoisie: 'Progressive' or 'Revolutionary'?", Balkan So
ciety in the Age ofGreek Independence içinde, ed. Richard Clogg (Londra, 1981), s. 85-ııo.
5 Hagop Barsoumian, "The Dual Role of the Armenian Amira Class within the Ottoman Govem
ment and the Armenian Millet (1750·1850)", Christians and Jews in the Ottoman Empire: The Func
tioning ofa Plural Society içinde, 2 cilt, ed. Benjamin Braude ve Bemard Lewis (New York ve Lond
ra, 1982) , cilt I, s. 171·184.
6 Victor Roudometof, "From Rum Millet to Greek Nation: Enlightenment, Secularization, and Nati
onal Identity in Ottoman Balkan Society, 1453·1821", Journal of Modem Greek Studies 16 (1998) , s.
II-48.
7 Masters,_ Christians and Jews, s. 61-65.
8 P. J. Vatikiotis, "The Greek Orthodox Patriarchate of Jerusalem between Hellenism and Arabism",
Middle Eastem Studies 30 (1994) , s. 916-929; Peri, Christianity under Islam, s. 98-99.
B
.
yüzyılda O smanlı Imparatorluğu'nda ortaya çıkan belirli dönüşüm
leri anlama konusunda her zaman çok önemli görüldü. Bu görüşle
rin ardındaki tartışmaya göre, Batı'yla ticaret ve Batı devletlerinin Levant'ta-
ki ekonomik varlığı, uzun vadede Osmanlı İmparatorluğu'nun Bahlı güçle
rin hakimiyetindeki bir ekonomik sistemle yavaş yavaş bütünleşmesin� yol
açmışh. Ancak bu bütünleşme genellikle olumsuz anlamda değerlendirili
yor, Osmanlı'nın pasifliğinden, ekonomisinin Avrupa'nın ticari ve sınai ha
kimiyeti altına girme belirtileri göstermesine kadar değişik görüşler ileri sü
rülüyordu. Bu açıdan, Doğu Akdeniz havzasındaki Batı ticari faaliyetlerinin
evrimiyle ilgili senaryoların, Osmanlı İmparatorluğu'nun hem genel olarak
hem de askeri ve diplomatik performansı bakımından Bahlı ülkelerin artan
gücü karşısında gerilediğine dair, çoğunlukla eleştirilen görüşleri pekiştir
ınesi çarpıcıdır. Aslında siyasi ve diplomatik bir sorun olan Doğu Sorunu,
kaçınılmaz biçimde Avrupa ile Osmanlılar arasında üç yüzyılı aşkın bir geç
mişi olan karşılıklı ticari ilişkilerin sonuçlarıyla da bağlanhlıdır.
Bunun 17. ve 18. yüzyıl için daha da doğru olduğu ileri sürülebilir.
Osmanlı kapitülasyon rejiminin ortaya çıkıp Fransız ve İngilizlere ilk ticari
"ayncalıklann" verilmesi 1 6 . yüzyılda gerçekleşmişti. Ancak bunun ardında
yatan, gücüne güvenmekten kaynaklanan bir cömertlik ve bazı Batılı güç
lerle siyasi ittifaklar oluşturma arzusuydu. Ne var ki, Osmanlının üstünlü
ğü ve bağımsızlığı imgesi 17. yüzyıldan itibaren giderek bozuldu. Nedeni
Avrupa'nın Osmanlı topraklarındaki ticari faaliyetlerinin daha tecavüzkar
hale gelmesiydi. Fransızlar, Venedikliler ve Cenevizlerle mevcut ticaretin
gelişmesi, aynı kulvarda yanşan İngilizlerin ciddi bir rakip haline gelişi ve
bir başka deniz gücünün -Felemenk- ortaya çıkışı, bütün bunlar, en bariz
Tü RKiYE TARi H i 34 1
işaretlerinden biri "Atlantik ekonomilerinin yükselişi" olan Batı mucizesi
nin o zamana dek Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki iktisadi ve
ticari ilişkilere damgasını vuran güç ilişkilerini değiştiİmek üzere olduğu
nu teyit ediyordu.
Bu anlamda, bu tedrici dönüşümün mantıksal sonucu ancak ı8.
yüzyıl olabilirdi. Bu yüzyıl, önceki trendin teyidi olarak, başta Fransa olmak
üzere Batılı ülkelerin Levant ticareti üzerinde hakimiyet kuracaklannın sin
yallerini veriyordu. Aynca Batılılann Osmanlı pazarlannı tamamen ele ge
çireceği 19. yüzyılın bu açıdan bir dönüm noktası olacağını önceden göster
mişti. Batı'yla ticaret hem nicelik hem nitelik olarak bir dönüşüme yol aç
mış , ticaretin hacmi artmakla kalmayıp eşitsiz alışveriş genel bir eğilim ha
line gelmişti; Avrupa'nın mamul mallan Osmanlı pazarlannı istila eder
ken, Osmanlı ekonomisi Batı'nın büyüyen sanayiini hammaddelerle besle- ,
yen itaatkar bir role zorlanmıştı. Üç yüzyıl süren amansız bir mücadelenin
sonucunda, Batılı tüccarlar baş oyunculanyla birlikte Osmanlı ekonomisi
ne boyun eğdirmeyi becerdiler, imparatorluğun son yüzyılında gerçekleşe
cek şiddetli bir kapitalist Avrupa yayılmasına zemin hazırladılar.
S öylemeye hiç gerek yok ki, bu epeyce mekanik senaryo görece az
gelişmişliğin daha geniş açısından bakıldığında aslında çok daha karmaşık
olan bir süreci aşın basitleştirdiğinden, daha dar ticari üstünlük açısından
bakıldığında da çok daha marjinal, dolayısıyla daha az belirleyici olduğun
dan, uzun zamandır eleştirilmektedir. Bu modelin bariz kusurlanna rağ
men kabul edilmesi gereken bir gerçek vardır. Avrupa'yla Osmanlı İmpara
torluğu arasındaki ticaret başlangıçta eşit durumdayken, hatta Osmanlıla
nn üstünlüğünden söze edilebilecekken, bu durum zamanla Batılı ekono
mik aktörlerin Osmanlı pazarlan, üretimi ve tüketimi üzerinde en iyi tanı
mıyla fiili hakimiyeti veya nüfuzuna dönüşmüştür.
Bu, Batı ticaretinin imparatorluktaki marjinal konumu ve etkisi ol
duğu kavramının, giderek yan-sömürgeci tarzda tam bir hakimiyete dönüş
mesi kavramıyla bir arada varolma sorununu, paradoks da olsa, ortaya atar.
Dolayısıyla bu iki kavramı birleştirmek, düz bir çizgi izlemeyen, karmaşık
bir nedensellik zincirini gerektirir. Bu zincir, 17· ve ı8. yüzyılda Levant tica
retine damgasını vuran oldukça yumuşak düzeyde yayılmacılık ile Tanzi-
T ü R K i Y E TAR i H i 345
şan belgelerin toplanmasından çok dağılması söz konusudur.' Çqğu zaman,
geniş bir zaman dilimiyle ilgili tutarlı bilgi veya veri dizileri oluşturmaya
engel olan genel bir dağınıklık vardır. Genel olarak bir "iktisadi bilinç" bu
lunmadığı için bunun yerini mali yaklaşım almıştır. Mali araştırmaya konu
olan nesnelerin boyutu, miktarı, hacmi veya değeri hakkındaki önemli ay
rıntılara girmeden, özet vergi veya gümrük rüsumu listeleri tercih edilmiş
tir. Son olarak, ister yazışmalar şeklinde ister ticari faaliyetlerle ilgili muha
sebe kayıtlan ve raporlar şeklinde olsun, kişisel belgeler neredeyse hiç yok
tur . Dolayısıyla, özellikle r8. yüzyıla ait Avrupa kaynaklan araştırmacıların
ticaretin belli başlı unsurlarıyla ilgili kesintisiz istatistik tablolar yapmasına
imkan verir, aynca bu bilgiyi raporlar ve kişisel yazışmalardan derlenen pa
ralel bir gözlem, yorum ve kestirim akışıyla destekler. Osmanlı kaynaklarıy
sa araştırmacılan padişah fermanlan, mahkeme kayıtlanndan seçilmiş bel- ,
geler, gümrük faaliyetleri hakkında zaman zaman yapılmış tahrirler ile Os
manlı topraklanndaki yabancı devletlerin temsilcilerine hitaben yazılmış
veya bu temsilcilerin yazdığı notlar ile anılardan oluşan bir yamalı bohçay
la uğraşmak zorunda bırakır. Bu ifade kulağa sert gelebilir; ancak Batılı kay
naklar Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Batı ticaretinin tarihiyle ilgili kimi pe
şin hükümlerden sorumlu olsa da, Osmanlı kaynaklan kendi başlarına böy
le bir tarihin yazılmasına imkan vermez gibi görünmektedir.
Avrupa ve Osmanlı arşivciliği arasındaki bu farkların kendine özgü
bir mantığı vardır. Çoğu Avrupa devletinin bakış açısına göre, Levant'ta ti
caretin yürütülmesi hayati öneme sahipti; bu ülkelerin ticareti ya devletin
bir dairesi ya da bir ticari şirket veya ticaret odası gibi tüzel bir kuruluş va
sıtasıyla yürütülüyordu. Dolayısıyla arşivlerdeki belge yığını, yalnızca bu ti
caretin yürütülme şeklini yansıtır. Benzer şekilde, istatistik ve ekonomik
amaçlı belgelerin bolluğunu, dönemin Avrupa devletlerinin saldırgan mer
kantilist konumlarının mantığı içinde anlamak gerekir. Bu devletler için,
dış ticaretin niceliksel gelişimini izleyip ticaret dengesinin basit mantığıyla
uyumlu muhasebe yöntemlerini kullanmak öncelikliydi. Buna karşılık Os
manlılann ticarete büyük ölçüde fıskalist açıdan bakışı, ticari kayıt tutmaya
önem verilmemesini haklı çıkarıyordu. Bunun yerine, bu ticaretin yarattığı
mali gelirleri kaydetmek -devlete göre- çok daha faydalıydı. Aynca kimse,
Tü RKiYE TAR i H i 3) 1
ma olan "ahidname" (taahhüt, anlaşma) konusunda bazı teknik bilgiler ver
mek gerekir. Aman kavramı, İslami bir yönetimin tebaası olmayıp bir İs
lam ülkesinden geçmek ya da geçici olarak burada yaşamak isteyenlere ve
rilen geçiş iznini tanımlamak için kullanılır. Bu izin, İslam topluluğunun
herhangi bir üyesi ya da yöneticileri tarafından, bireylere ya da gruplara ve
rilebilirdi ve teorik olarak bir hicri yılla sınırlıydı. Bu süre dolduğunda müs
te'min (amandan yararlanan kişi) ya bölgeyi terk etmek ya da zimmi statü
sünü ( İslami yönetim alhnda yaşayan gayrimüslim) kabul etmek zorunday
dı.8 Bu konuda asıl sorun müste'minlerin yasal statüsünden kaynaklanıyor
du. Özünde dine dayalı bir islam devletinin kanunlan, Müslüman olmadı
ğı sürece yabancılara uygulanamıyordu. Bir başka deyişle, bu durumu Ro
ma hukukuyla karşılaştırdığımızda, Osmanlı İmparatorluğu dahil İslam
devletleri Müslüman tebaasına jus quiritium uygularken, gayrimüslimlerin ,
yaşamını düzenleyecekjus gentium muadili bir kanun yoktu.9 Gayrimüslim
tebaa için bulunan çözüm "zimmet" uygulamasıydı. Bu uygulamaya göre,
devlete bağlılık ve tebaa statüsünün kabul edilmesi karşılığında, bu toplu
luklara kendi hukukiarına göre kendilerini yönetme hakkı tanınıyordu. Ya
bancılara gelince, zimmi statüsünün kabulü dışında tek çözüm, geçici müs
te'minlik statüsünü, din dışı hukuki bir araçla daha kalıcı bir hale dönüş
türmekti. Geçmişi Haçlılara kadar giden bu uygulama, ahidname veya ta
ahhüt olup Osmanlılar buna "ahidname-i hümayun" adını vermişti. Böyle
ce imparatorluğa yerleşmek isteyen, belirli bir devletin tebaası gayrimüslim
yabancılara müste'min statüsünü uygulamak mümkün hale gelmişti. Dev
leti vefveya yöneticisi sultandan böyle bir taahhüt almamış olan yabancılar
için, bu taahhütü elde etmiş bir hükümdar tarafından korunmak aynı sta
tüyü sağlamanın yeterli koşulu oluyordu.
Bahda kapitülasyon olarak bilinen bu ahidnameler iki taraflı anlaş
malar değildi, çünkü alıcı tarafın imzasını gerektirmiyordu. Bu taahhüdün
kapsamına giren bireylere yasal çerçeve veya toplu geçiş izni sağlama çaba
sıyla, tek taraflı tanınmış haklardı. Ayrıca, ahidnamelerde karşılıklılığa açık
bir atıf bulunmuyordu, sistematik bir referans olarak "karşılıklı dostluk ve
iyi niyet" böyle bir anlama gelse de . . . Bununla birlikte en önemli husus, bu
belgelerin aslında ticari bir içeriğe sahip olmamasıydı; zira bir hükümdann
Tü RKiYE TARi H i
bu devlet, Adriyatik Denizi'ndeki stratejik konumunun ve gümrük vergile
rinde büyük oranda indirim yapmanın semeresini almıştı. Bu özellikler
Dubrovnik'e, Osmanlı topraklannın yanı başında neredeyse bir serbest li
man konumu sağlıyordu. Öyle ki, 1 6 . yüzyılın ilk otuz yılı boyunca zengin
bir ticari büyüme dönemi yaşadı. Ancak 153o'lardan itibaren ticaret hac
minde hızlı bir düşüş oldu. Aslında şehrin ticari faaliyeti sadece Osmanlı
lar Venedik'le savaştığı zaman canlanıyordu, çünkü bu dönemlerde başlıca
rakiplerinin Spalato (Split) ticari üssünden sultanın topraklanna doğrudan
mal göndermesi yasaklanıyordu. Bundan dolayı, Ragusa ticareti 17. yüzyıl
boyunca iki istisna dışında büyük bir öneme sahip olmadı. 1645-1 6 6 9 Girit
savaşı ve 1683-16 9 9 Avusturya-Osmanlı savaşlan sırasında şehir, muazzam
ancak kısa süren bir ticari canlılık yaşadı.30
Bundan dolayı güvenle, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletle- ,
ri arasındaki yapılan ticarete Avrupa'nın önayak olduğu -Osmanlı'nın bu
konuda tamamen pasif davrandığını düşünmeden- iddia edilebilir. Os
maıılı devletinin bu ticarete katılımı ve müdahalesi -hatta kontrolü- çoğun
lukla imparatorluğun sınırlan içindeki ticari faaliyetlerle sınırlıydı. İki taraf
arasındaki bu dengesiz durumu açıklamak için pek çok fıkir ileri sürülebi
lir. En önemlisi muhtemelen denizierin kontrolü ve teknolojidir; zira Le
vant ticareti Doğu Akdeniz havzası ile Avrupa limaıılan arasındaki yoğun
deniz taşımacılığına bağlıydı. Batı'nın denizci devletlerinin ticari ve askeri
fılolan Osmanlı sulannda düzenli taşımacılık ve devriye yapıyordu; buna
karşılık Osmaıılı devletinin batıya yönelik düzenli taşımacılık yapan bir fı
losu veya bunu himaye edecek bir donanınası yoktu. 1 9 . yüzyıl sonlanna ka
dar Levant ticaretinde taşımacılık açısından Avrupalılar ile Osmanlılar ara
sında bir işbölümü varmış gibi görünmektedir. Avrupa ve Osmanlı liman
lan arasındaki deniz yollan Avrupalılara aitti; Osmaıılılar -ve diğer " Doğu
lular"- ise kara taşımacılığına ve iç dağıtım ağlanna hakimdi.
Bunun dışında, Osmanlı devletinin asla, Avrupa devletlerinin kendi
tebaasının gerçekleştirdiği uluslararası ticaretin gelişimi ve teşviki için yaptık
Ianna benzer bir çaba göstermediği açıktır. Batılı devletler merkantilist poli
tikalanna uygun olarak tebaalannı beratlar, tekeller, diplomasi, konsolosluk
hizmetleri ve donanma korumasıyla destekliyordu. Buna karşılık Osmanlı
Tü R KiYE TAR i H i
lışmayı bir yana bırakıp bu ticaretin imparatorluğa etkileri konusuna yo
ğunlaşmak kolaylaşır. Batı ticaretinin Osmanlı ekonomisi üzerindeki başlı
ca etkisinin, dünya ekonomisine tedrici bir süreçle (pasif f bağımlı) bütün
leşmesini sağlamak olduğu sık sık ileri sürülmüştür.J' Bu sürecin bazı işa
retleri daha r 6 . ve 17. yüzyılda görülmüştü.32 Bunun örneği, "fiyat maka
sı"nın indirdiği darbeyle çöken Bursa'daki ipek sanayiidir; çöküş, Batı'nın
artan talebinin tetiklediği ham ipek fiyatları artışı ve ithal kumaşların yerel
ürünlere rakip oluşunun sonucudur.33 Bununla birlikte, Batılıların belli baş
lı Osmanlı pazarlarına böyle erken bir tarihte girmesinin, özellikle de çoğu
yerel sanayinin -Bursa ipek sanayii dahil- r8. yüzyılın büyük bölümünde
geliştiği düşünüldüğünde, etkili ve kalıcı olup olmadığı konusunda bazı
kuşkular vardır.34 " Bütünleşme modeli"nin, bütünleşme kalıplarının 1 9 .
yüzyıldan geriye doğru yansıtılarak ex post facto görülme beklentisi ile yerel,
sanayiler ve ticaretin ekonomik performansı hakkında hala yeterince bilgi
olmayışının biraraya gelişiyle ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Nitekim, o dö
nemde hala marjinal olan Batı ticaretinin Osmanlı ekonomisinde yapısal
dönüşümlere neden olması mümkün değildir. 17. ve r8. yüzyıl için bu kriz
leri münferit ve kısa süreli değişiklikler olarak görmek, daha mantıklı bir
yorum olacaktır. Bu değişiklikler Osmanlı ekonomisinin sergilediği güçlü
esnekliği tehdit edecek boyutta değildi.
Ancak 17. yüzyıl ortalarında Avrupa ticaretinin neden olduğu bir
başka "kriz", Levant ticaretinin Osmanlı ekonomisinin en temel dengele
rinden bazılarını -yine kısa bir süre için- nasıl bozduğuna ışık tutabilir.
r6so'lerin başında Osmanlı topraklarına Fransız beş sol'lük sikkelerin (p i
eces de cinq sols) girişi öyle başarılı oldu ki, Fransa ve diğer ülkelere mensup
tüccarlar kısa zamanda bu yeni ticari fırsatı kötüye kullanmaya başladı. Os
manlı pazarlarına gitgide daha fazla sahte ve ayarı düşük sikkeler gönderil
di. Böylece Osmanlı ekonomisi sağlam sikkelerden mahrum kaldı. Güney
Fransa ve kuzey İtalya'ya geri gönderilen bu sikkeler yeniden sahte pieces de
cinq sols yapımında kullanılıyordu. Bu sahtekarlık, Osmanlı devleti bu sik
keyi r 6 6 9 'da tedavülden kaldırana kadar, neredeyse yirmi yıl sürdü.35 Uzun
süre Avrupalıların ekonomik açıdan deneyimsiz bir toplumu istismar et
mesi olarak yorumlanan bu şaşırtıcı sahtecilik, aslında Osmanlı toprakla-
TO RKiYE TARi H i
list ve korumacı ilkeleri göz ardı edilmesinden çok, Batı ticaretinin marji
nalliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle, Osmanlı
devletinin -anti-merkantilistten ziyade- merkantilist olmayan bir tavır
seçmesinin nedeni, Batı'nın mamul mallarının ithalinin yarattığı tehdi
din, gümrük gelirlerinin fiskalist kullyanımının sağladığı avantajlardan
çok daha az olmasıdır.38 Ne olursa olsun, Bahlı tüccarlar kendi amaçları ile
Bab-ı Ali'nin geleneksel politikaları arasında bir "çıkar birliği" olduğunun
gayet iyi farkındaydılar; bu da verdikleri dilekçelerin retoriğine yansıyor,
sürekli devletin provizyonizm korkularına, fiskalist hırsiarına ve gelenek
çi duruşuna karşı çıkıyorlardı.39
Osmanlı devletinin -en azından prensipte- Avrupa'nın müttefiki
olması ve Osmanlı pazarının -merkezi devletin bakış açısından marjinal
düzeyde olsa da- nüfuz edilmeye açık olması nedeniyle, Osmanlı İmpara;
tariuğu'nun Avrupa tüccarları için güvenli bir cennet olduğuna inanılabilir
di. Aslında birçok bakımdan verimli olan Osmanlı topraklarında Batılı tüc
carlar faaliyetlerini geliştirip uzun vadeli ticari girişimlerin tohumlarını
ekebilirdi. Bu durumun gerçekleşmesinin en çarpıcı örneklerinden biri, İz
mir'in imparatorluktaki Batı ticaretinin başlıca merkezi olarak yükselişiydi.
Bu Batı Anadolu liman şehrinin özelliği, Batılı tüccarların önceden mevcut
bir ekonomik yapıya kendilerini aşıladığı diğer Osmanlı şehirlerinin aksi
ne, neredeyse tamamen burada yaşayan yabancı tüccarlar topluluğunun
varlığı sayesinde gelişmiş olmasıydı; İzmir sonunda Anadolu ipek ticareti
nin daha önceki güzergahını değiştirecekti. 40
Ne var ki bu elverişli ortam, Osmanlı topraklarındaki Batı ticareti
nin sorunsuz gelişimini engelleyen bazı "dirençlerle" yolundan saptı. Bu
dirençlerin bir kısmı doğrudan Batılılarla bağlanhlıydı. Aynı ülkenin veya
farklı ülkelerin tüccarları arasındaki şiddetli rekabet, konsolosluk yetkilile
riyle tüccarlar arasındaki çahşmalar, yurtlarındaki siyasi ihtilafların yansı
maları bunların bazılarıydı.4' Ancak Osmanlılar açısından Batı ticaret potan
siyelinin tam anlamıyla gelişimi önünde iki büyük engel vardı: ekonominin
Batı'nın girişine direnmesi ve siyasi sistemden kaynaklanan engeller. Bu
iki özelliğin sık sık birleşerek düşmanca bir ortam yaratması, yabancı tüc
carların şikayetleri ve dilekçelerinde sürekli dile getiriliyordu.
Tü RKiYE TAR i H i
paratarluk ile Batı pazarlan arasındaki ticaret koşullan ve kanallarını kont
rol altında tutuyorlardı. Kısacası, Batılıların şikayetlerinin özde siyasi etki ve
tepkiler üzerinde yoğunlaşması işin bir yönüydü, çünkü bu engellemeler
keyfi ve gayrimeşru görülüyordu. Bu görüş, Osmanlı despotizmi ve İslam
fanatizmi konusundaki basmakalıp Batılı düşüncelerle iyice pekiştiriliyor
du. Ayrıca Batılılar Osmanlı pazanna yerleşmelerinin çoğunlukla siyasi ve
diplomatik eylemiere bağlı olduğunu, bunun da en somut ifadesinin kapi
tülasyonlar olduğunu iyi biliyorlardı. Avania genel adı altında toplanan si
yasi suistimaller, usandırmadan rüşvet almaya, kapitülasyonları umursa
mamaktan açık şiddet uygulamaya kadar değişiyordu. Bazıları, sultan ve
sadrazamdan taşradaki bir kasabanın kadısına ya da gümrük görevlisine ka
dar değişen yetki sahiplerinin beklediği hediyeler ve bağışlar gibi "yapısal"
nitelikteydi. Doğrudan şantaj veya şiddet tehdidi içermediği sürece, rüşve�
isternek normal karşılanıyordu; bunlar açgözlü oldukları iddia edilen Şark
lı memurlara özgü davranışlardı. Bundan dolayı gerçek şikayetler her tür
den fiziki suistimal veya tehditle -hapsetme, fidye isteme, sınır dışı etme
ve kapitülasyonların açıkça ihlal edildiği çeşitli hareketlerle -aşırı vergilen
dirme, zorla alınan ve genellikle ödenmeyen borçlar, gerekçesiz cezalar,
vb- bağlantılıydı.44
Bu suistimal vakalarının çoğunun çeşitli nedenlerle abartıldığına
ve tüccarlada konsoloslann yazışmalarında rastlananın ötesinde, istisnai
olduklarına hiç kuşku yoktur. Yine de, piyasada bir dereceye kadar güven
sizlik, keyfilik ve siyasi gaspların varlığı muhakkak ki Osmanlı toprakla
rındaki genel ticari koşulların bir parçasıydı. Kısmen nedeni, 17. ve ı8.
yüzyılda, yerel otoritelerin sahip olduğu görece özerklikti. Ayrıca elçiler ile
Bab-ı Ali'nin üzerinde hemfikir olduğu kapitülasyonlar ve diğer anlaşma
ları taşra şehirlerinde uygulamak son derece zordu; zira buralarda oyu
nun kuralını belirleyen, ticaret toplulukları ile yetkililer arasındaki yerel
güç dengeleriydi.45 Avrupalı tüccarların bildirmediği -ya da en azından şi
kayet etmediği- şey, çoğu zaman kendi lehlerine çalışan sistemin esnek
liğiydi. Bu esneklik sayesinde, ticarete kısıtlamalar getiren bu kuralların
ve düzenlernelerin atlatılması ya da açıkça umursanmaması mümkün
oluyordu.
TO RKiYE TAR i H i
mışh. Ancak Fransız merkantilizminin kesin zaferini sağlayan, İngilizlerin
ticaret merkezinin ve ilgisinin o dönemden itibaren Hint ve Atlas Okyanu
su'na kayması oldu.46 Fransız ticareti 173 0'dan itibaren hakim konuma geldi
ve 18. yüzyılın sonuna kadar bu üstünlüğünü sürdürdü.
Fransız ticareti 17oo'lerden itibaren istikrarlı olarak arttı; yüzyılın ba
şında yaklaşık 10-15 milyon livres tournois tutanndayken, bu miktar yüzyıl so
nunda yaklaşık 50 milyona yükseldi. Bir önceki yüzyıl İngiltere'yle yapılan ti
carette olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ihracah, Marsilya'dan yapı
lan ithalatı kat kat aştı. Yüzyılın ikinci yansında Fransa'nın ticaret açığı top
lam ticaret hacminin yaklaşık beşte birini oluşturuyordu. Levant'a yaphğı ih
racat, ithalatının yaklaşık yüzde 70'ini karşılamışh (bkz. Tablo 14. 1 2 ) . Ancak
bu açık ticaret dengesine dayalıydı, ticaretin "görünmez" kalemlerinin -nav
lun, sigorta, para transferlerinden sağlanan karlar- yer aldığı ödemeler den- ,
gesi hesaba katılmamışh. Üstelik Osmanlı mallannın fıyahnı Fransız ihraç
mallanna göre yükseltme eğilimindeki dönemin istatistikleri bu açığı abart
maktaydı. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Fransız ticaretinin yüzyıl bo
yunca oldukça dengeli biçimde büyüdüğü ve Fransız nakit stoklannda ciddi
bir kan kaybına yol açmadığı anlaşılmaktadır.47
Kısıtlı sayıda tüccar ve gemiyi seferber eden İngiliz ticaretinin ak
sine, Fransız ticareti 1 8 . yüzyılda yoğun bir gelişme göstererek birçok li
man kasabası ve şehrine -echelles du Levant (Doğu iskeleleri)- yayıldı. Böy
lece birçok tüccar, yönetici ve bunlara bağlı kişi (1769 sayımına göre en az
1 2 n erkek ve kadın) bu faaliyetin içinde yer aldı.48 Birçok gemiye iş imka
nı doğdu; yıllık ortalama sayı 1 3 o 'du (bkz. Tablo 14. 5 ) . Ayrıca Marsilya Ti
caret Odası'ndan Paris'teki Donanma Bakanlığı'na kadar dev bir bürokra
si seferber edildi. Ancak Fransa'nın Levant ticaretine ağırlığını koyması
nın bir diğer işareti, alışverişi yapılan mailann çeşitliliğiydi. İngiltere'nin
ticareti ipek ithalatı ve kumaş ihracatıyla sınırlı kalırken, Fransa'nın tica
reti çok daha geniş bir ürün yelpazesi içeriyordu: pamuk, yün, tiftik, zey
tinyağı, boyarmaddeler, deri, balmumu, hatta dokumalar. İhracatın büyük
kısmını oluşturan kumaşlara ek olarak Fransızlar sömürgelerden gelen
büyük miktarda ürünü de pazarlıyordu: kahve, şeker, çivit ve kırmız böce
ği boyası (bkz. Tablo 14. 1 2 ) .
Tü RKiYE TAR i H i 37 1
sahip olan İstanbul'un- Batı'dan ithal edilen ürünlerin satışıyla yerel ürün
lerin alımını karşılayamayan ihracata yönelik limanlan finanse etmesi sağ
lanmıştı. Bu basit sistem en azından 17. yüzyıldan beri kullanılıyordu: is
tanbul' daki tüccarlar karlannın bir kısmını çevredeki limanlarda bulunan
alıcılara birer senet vasıtasıyla gönderiyordu. Bu havalelerin bedeli yerel Os
manlı yetkililerinin -valiler, mültezimler vb- saltanat hazinesine gönder
meleri gereken miktardan düşülüyordu. Böylece bu miktar taşradaki yerel
yetkililer tarafından Avrupalı tüccarlara, payitahttaki Avrupalı tüccarlar ta
rafından da hazineye ödeniyordu. Böylece limanlann kendi aralannda ve
Batı ticaretinin bir dereceye kadar Osmanlı mali ve siyasi ağlanyla bütün
leşmesi sağlanıyordu. so
YEREL DİRENiŞLER
Bah ticareti Marsilyalı taeirierin liderliğinde, yerel koşulların üste
sinden gelip üretim, dağıhm ve tüketimin belli yönleri üzerindeki hakimi
yetini güçlendirmekte ciddi bir ilerleme sağlasa da, yerel ekonomik aktörle
rin potansiyel direnişiyle karşı karşıyaydı. Daha önce 17. yüzyıl için bahset
tiğimiz koşulların çoğu elli ya da yüz yıl sonra hala geçerliydi. Elit tüketici
ler tarafından çok beğenilmesine rağmen Avrupa ihraç mallan hala paha
lıydı ve pazar paylan hala çok yüzeyseldi. Kumaşlannın kalitesi ve fıyah sa
yesinde İngiliz, Felemenk ve Venedikli rakiplerinin yerini almakla övüne
bilecekleri bir zamanda bile, Fransız tüccarlar ulaşmış gibi göründükleri tü
ketim tavanı ile kaba yerel kumaşların ve güzel Hint kumaşlannın sürekli
rekabet tehdidi arasında sıkıştıklarının bilincindeydi. Her halükarda, bu ti
caretin hassasiyeti, nihayet yüzyılın son çeyreğinde Levant'a ihraç edilen
kumaş miktanndaki büyük düşüşle ortaya çıkh. Bu düşüş konusunda pek
çok neden ileri sürüldü: Fransa' da kontrollerin gevşemesi nedeniyle kalite
nin düşmesi; Alman ve İngiliz kumaşlannın artan rekabeti. Ancak bir kez
daha, en temel nedenlerden biri, büyük yıkımiara yol açan uzun savaşların
sonucunda Osmanlı tüketicisinin yoksullaşmasıydı. Fiyat esnekliğinin dü
şük olması nedeniyle Fransız kumaşlan bu duruma ayak uydurmakta zor
lanıyordu. Bu kaybın bir kısmının kahve ve şeker ihracahyla giderildiği doğ-
T O R K i Y E TAR i H i 375
ruydu. Kısmen de olsa yerel kahvenin yerini Amerikan benzerinin alması,
ayrıca sömürgelerde üretilen şekerin tüketiminin teşvik edilmesi muhak
kak ki olumlu gelişmelerdi. Ancak bu hacimli ama getirisi az ticaret, kumaş
ticaretinin yarattığı karlan ve tatmini sağlamaktan uzaktı.59
Gerek ihracatta gerekse ithalatta Batılı taeirierin başlıca zaafı, Os
manlı tacirleri ile araelianna görece bağımlı olmaktı. Satışlar güçlü toptancı
gruplarına -genellikle ortaklıklara- satış noktasındaki komisyoncular aracı
lığıyla yapılıyordu. En iyi ürünleri satın alabilmek için yerel temsilcilerin hiz
metine bel bağlanmıştı; bu mümkün olmadığı takdirde mal yerel tüccarlar
dan satın alınırdı. Perakende ticaret söz konusu değildi; perakende karlann
büyük kısmı Osmanlı tebaası olan toptancılara kalmaktaydı. Ancak İstan
bul'da durum farklıydı; burada alım satım genellikle takas ve tahmini işlem
lerden oluşan ve koşullan genellikle yerel tüccarlar tarafından belirlenen kar�
maşık bir sistem içinde yürütülüyordu. İki taraf da bir faaliyet veya işlemden
karşılıklı kar sağladığı takdirde, işler yolunda giderdi. Ancak Osmanlı illeca
n ticari çıkarianna karşı bir tehdit hissettiğinde, meydana çıkan ihtilaf ya
bancı tüccarlar topluluğu için ciddi hasarlada sonuçlanabiliyordu. Yerel ilic
cariann sindirme veya saidırma politikasının tipik örnekleri arasında, Batılı
tüccarlan fıyat kırmaya zorlamak amacıyla yabancı ürünlerin sık sık boykot
edilmesi yer alıyordu. Satılınayan stoklann ufak bir sermayeyle iş yapan ya
bancı tüccarlar için sancılı bir engel oluşturduğunu; bir milletin diğerine kar
şı kullanılabileceğini; kooperatif sisteminin dayanışmacı yapısı sayesinde güç
lü bir boykot yapma olasılığına sahip olduklannı bilen Osmanlı tüccarlan, he
men her zaman isteklerini Batılı meslektaşianna kabul ettirebiliyorlardı. Ben
zer taktikleri sık sık ürünlerinin fıyatını arttırmak isteyen yerel satıcılar da kul
lanırdı; yarattıklan yapay kıtlıklarla Batılılann gözünü korkutup sonunda pes
etmelerini sağlıyorlardı. İlginçtir, İstanbul'daki Fransız milleti 1720 ve
173o'larda bu tür bir kumaş boykotuyla karşılaşınca, bu hamleyi üyelerini ka
tı bir dayanışmaya zorlayarak -arrangements-savuşturdu; bu uygulamada tüc
carlar, aslında onlara karşı kullanılan Osmanlı korporatist sisteminin aslına
oldukça sadık bir taklidini benimsernek zorunda kalmışlardı. 60
Bu dururnda Batılı tüccarlann, Osmanlı pazarlannda sağlam ve gü
venli bir yer edinip ticaretlerini kazançlı bir hale getirmek istedikleri takdir-
Tü RKiYE TAR i H i
SoNuç: MuGLAK BİR TABLO
Osmanlı İmparatorluğu'nda Batı ticaretinin 17. - ı8. yüzyıldaki du
rumunun genel bir değerlendirmesi, yarı tahminleri ve yan gerçekleri ba
rındıracaktır. Levant ticareti konusunda Batılı kaynakların zenginliğine kar
şılık Osmanlı arşiv belgelerinin kıtlığı, ele alınan birçok konuyu kısmen de
olsa kuşatan bir kuşku ve yetersizlik hissi yaratır. Yine de, eksik ve denge
siz belgelerin ışığında ortaya çıkan belirli trendler, dönemle ilgili toplu bir
değerlendirme yapmaya izin verir. Bu değerlendirmenin birçok çelişkili ve
paradoksal unsur içermesi, bir kusur olmaktan çok, olsa olsa pre-kapitalist
toplumsal ve ekonomik ortam olarak tanımlanabilecek bir dünyada, birbi
rinden ayrılan -ve bazen birbirine karşıt- eğilimlerin bir arada var oluşu
nun sonucu olarak görülmelidir.
Bu gelişmemişliğin muhtemelen en çarpıcı yanları ekonomik ve ti- ,
cari baskının yanı sıra hakimiyet biçimleridir. Batı ticareti iki yüzyılı aşkın
bir süre imparatorluğun ekonomisi üzerindeki hakimiyetini gitgide artır
mıştı; ancak elde ettiği ticari ve iktisadi yararlar öyle cüzi ve yüzeyseldi ki,
beslendiği alt edilmesi güç -ve biraz arkaik- ekonominin dinamikleri üze
rinde çok cılız bir tehdit oluşturuyordu. Osmanlı ekonomisi ve büyük aktör
leri, Batılı tüccarların artan varlığıyla zaman zaman tehdit edilse de, 19.
yüzyıla kadar açık direnişten geçici işbirliğine kadar değişen birçok etki ve
tepki arasında seyredecek yeterince boşluk buldu. Avrupalı tüccarlar görece
başarılarından dolayı kısmen de olsa aldanarak bu yabancı ortamda bir de
receye kadar hakimiyet kurduklarına inanmışlardı; oysa kendi pre-endüst
riyel ekonomileri, elde ettikleri avantajları zafere dönüştürmeye yetecek
araçlarla henüz donanmamıştı. Avrupalı tüccarlar hakimiyet ilişkileri gör
müşlerdi: İlişkiler oradaydı, ama hakimiyet yoktu. Bütünleşme kalıpları ku
rulmuştu, ancak bütünleşmenin kendisi henüz gerçekleşmemişti.
Yine de, hakimiyet ve bütünleşme yoUuğunda bile, kalıplar yeterince
önemli ve ciddiydi. Yerel tüccarla ilişkiler örnek verilebilirdi. Fransızlar Os
manlı tüccarlarını siyasi nüfuz vasıtasıyla ve onlara kendi ticari ağları içinde
bağımlı ama hoşnut edici bir rol sunarak kontrol altına almayı başarmıştı. Fe
lemenk tüccarlan ise tam tersini yaparak ticari işlerinin vekil tayin ettikleri
yerel tüccarlar tarafından "fethedilmesine" izin vermiştF3 Her iki durumda
T ü R K i Y E TAR i H i
Tablo ı.p Britanya ve Fransa'nın Doğu Akdeniz' e çuha ihracah, r666-q8g
(parça çuha olarak)
İngiltere Fransa
1666-1671 13.672
1672·1677 20.075
1678-1683 19.652
1684-1690 17·543
1691-1695 12.895
1696-1700 15.122
1701-1705 18.836 5·550
1706-1710 18.300 6.8oo
I7II-1715 14.56o 1}047
1716-1720 18.6n II.299
172I-I725 14.805 12.235
1726-1730 15.673 20.708
1731·1735 14-706 26·979
1736·!740 n.865 29·327
1741·1745 6.986 23·782
1746·1750 9·897 28.722
175I-I755 3-210 27.246
1761-1765 3.618 3!.925
1766-1770 4!.389
1771·1775 47-083
1776-1780 44·529
1781-1785 35·65o
1786-1789 29.686
Kaynaklar: Davis, Aleppo and Devonshire Square, s. 42; Archives de la Chambre de Commerce de Mar
seille (ACCM), H 171-3, Etats des draps expedies en Levant. Aslı demi-pieces (yarım parça) şeklinde dü-
zenlenmiş olan Fransız r�arnları ikiye bölünmüştür. 1706 ve 1707 yılları Fransız verileri eksiktir.
sonu
yüzde
Yeni Dünya 2.000.000 6.000.000 2,4
Birleşik Devletler 4-000.000 1,6
Karayipler 5 6.ooo.ooo 22 > 4
Kuzey 6.ooo.ooo 7·7 12.000.000 4·8
Batı kıyısı 4-000.000 5.I 12.000.000 4·8
İspanya ve Portekiz 8.000.000 10,3 20.000.000 8,o
Kuzey Afrika 8.000.000 10,3 1 6.ooo.ooo 6,4
Afrika köle ticareti 6.000.000 2,4
İtalya 20.000.000 25,6 40.000.000 16,o
Levant 30.000.000 38·5 64.000.000 25,6
Avusturya 4-000.000 1,6
Doğu Hint Adalan 10.000.000 4 ·0
Toplam 78.ooo.ooo 100,0 250.000.000 100,0
TO RKiYE TAR i H i
Tablo 14.5 Doğu Akdeniz ve Atlas Okyanusu'ndan Marsilya !imanına
giriş yapan gemiler, ızıo-ız94
Doğu Akdeniz Atlas Okyanusu
I7IO · J7I4 128 79
1720-1724 II3 so
1730-1734 13 S 149
1740-1744 131 1 9S
1750·1754 135 262
1760-1764 83 r89
177°-1774 172 502
1780-1784 rs 8 298
1790-1794 II4 3S 6
Tablo 14.6 Britanya'nın Doğu Akdeniz ticareti, ı6zı-ı856 (bin Sterlin olarak)
Doğu Akdeniz'den ithalat Doğu Akdeniz' e ihracat
mamul dokuma gıda boyar diğer toplam mamul hammadde top.
mal miz. maddesi madde ith. m. ihr.
1G21, 1G30, 1G34 !07 Gs s 72 249
1GG3. 1GG9 24 S 79 ss 39 421
1G99-1701 27G 8 13 17 314 217 17 234
1722-1724 32G 7 7 1G 3SG 190 I9 209
I7 S 2-I7S4 II4 II 2G IS2 137 ıs 1 S2
1784-178 G 241 8 24 273 38 40 78
I794-179G 285 1G 47 30 378 49 83 132
18o4-18oG 37 GG 73 Gs 241 105 Gs 170
1814-r81G 2 9G 127 II3 78 4IG 17S 141 JIG
r824-r82G 7 842 78 !48 79 !.154 S9° II7 707
1834-183G 3 279 83 rG1 4S2 !.274 !.203 r8r I.J84
1844-184G 33 940 2S7 3G1 207 !.798 2.893 373 pGG
18 s4-18 s G 321 2-594 2.142 S41 7II G.309 s -G 94 !.384 7-078
Kaynak: 1G2r-1GG9 için: R. Davis, "English Imports", s. 202; 1G99-1754 için: Davis, Aleppo and
Devonshire Square, s. 31; 1784-18 s G için: Davis, The Industrial Revolution and British Overseas Trade, s. 88-
93• II0-12 S .
Notlar: 1G21-1GG9 dönemi için ihracat rakamlan mevcut değildir. 1G2r-17 S 4 arasındaki ithalat rakamla-
nnda, az sayıda imalatçı (özellikle dokumacılıkta) "diğer" kategorisine kahlmış olabilir. r784-r8 s G ara-
sındaki ihracat rakamianna reeksport dahildir. Levant 1784-18 s G dönemindeki istatistiklerde Balkanlar,
Anadolu, Mısır ve Rusya'nın Karadeniz'deki limanlannı da kapsamaktadır.
Kaynak: Hesaplama Davis'in The Industrial Revolution and British Overseas Trade adlı çalışmasınılin ya
pılmıştır, s. 55, 88-93; Davis, "English Imports", s. 202.
Notlar: Asya, K. Amerika ve G. Amerika için 1701'e kadar olan rakamlar K. Amerika sütununda toplan
mıştır. Batı Hint Adalan ve Avustralya, "Kuzey Amerika"ya dahil edilmiştir. Yakındoğu'nun kapsamına
Balkanlar, Anadolu, Mısır ve Rusya'nın Karadeniz limanlan da katılmıştır.
Tablo ı�.8 Fransa'nın Doğu Akdeniz ticareti, ı6zı-ız82 {bin livres tournois olarak}
Doğu Akdeniz' den ithalat Doğu Akdeniz' e ihracat
mamul dokııma boyar diğer toplam mamul gıda boyar toplam
mal miz. md. ith. m. md. md. ihr
1 671-1675 6 . 676
1681-1685 5.8o4
1691-1695 6.644
1702·1704 385 5·457 206 2.272 8.320
17II·1715 13.920
1721·1725 9·480 4·597
173ı-ı735 12.000 4-499
1741•1745 13 · 372 18.452
1750·1754 1.716 11.439 757 9·ll91 23.030 8.553 1820 2.330 12.683
1761-1765 16.841 16.439
1771·1775 27.800 17-977
1781-1785 25-160 16.700
q86·1789 2-530 19-145 1.9°9 5-405 28.989 6.712 5-145 3.6o8 15-465
Kaynaklar: ACCM, I 19, Etats des marchandises envoyees en Levant et Barbarie (1748-1769); I 20, Etats
des marchandises envoyees en Levant et Barbarie (ı776·1779, 1786-1789); I 26, Etats estirnatifs des
marchandises venant du Levant et de Barbarie (1700·1747); I 27, Etats des marchandises venant du Le
vant et Barbarie (1725-1759); I 28, Etats des marchandises venues du Levant (1776-1789); J 1560, Etat es
timatif du commerce d'entree et de sorti edu Levant depuis l'annee 1726 jusques et compris 1777, ext-
TORKiYE TAR i H i
rait des etats particuliers deposes dans les archives de la Chambre du Commerce de Marseille, 1779;
Masson, Histoire du commerce français au XVIIe siecle, ek IV, s. xiü; Paris, Histoire du commerce, s. 6oo-
1; Eldem, French Trade, s. 13-15.
Not: 1671-1725, 1756, I759-176o, 1762 ve 177o-ı775 yıllan için Marsilya'dan Levant'a ihracata ait veri yok
tur. 1721-ı725 döneminin ihracat rakamı aslında I726-ı730 dönemine aittir; I77I-I775 döneminin raka
rnıysa ı766-ı78o ve ı776-ı78o dönemlerinin ortalamasıdır.
Kaynaklar: ı62ı, ı63o, ı634, ı663, ı669 ve 170I-ı765 için, Davis, "English Imports", s. 199, 202; Da
vis, Aleppo and Devonshire Square, s. 42, 139; 1784-1856 için, Davis, The Industrial Revolution and British
·
Overseas Trade, s. uo-125.
Not: Libre sütunundaki rakamlar 24 onsluk "büyük libre" cinsinden verilmiştir. Asya" başlığı esas ola
•
rak Hindistan'ı, ı834'ten sonra ek olarak Çin'i tanımlar. "Diğer" başlığı ı784'e kadar genel olarak İtal
ya'yı kapsamakta, bu tarihten sonraysa Batı Avrupa başı çekmektedir. Levant 1784-1856 istatistiklerinde
Balkanlar, Anadolu, Mısır ve Rusya'nın Karadeniz limarılannı da kapsar.
Tü RKiYE TAR i H i
Tablo 14.12 Osmanlı devletinden Marsilya'ya ihraç edilen ve bu limandan ithal
edilen başlıca ürünler (ızoo-ız8g) ile Fransa'nın ticaret açığı (livres toumois olarak)
1700·1702 1750·1754 1785·1789
İhracat
İpek 2.416.ooo 2.095·000 ı.638.ooo
Ham pamuk 225.000 3·760.000 9·85J.OOO
Pamuk ipliği 1.303.000 1.924.000 2.939·000
Koyun yünü 737·000 911.000 2.257·000
Devetüyü 17J . OOO 879 ·000 1.021.000
Tiftik 639·000 1.835·000 1.437·000
Deri 537·000 318.ooo 966.ooo
B oyarmaddeler 2o8.ooo 746.ooo 1.919.000
Zeytinyağı 743·000 1.451.000 3.26ı.ooo
Balmumu 250.000 387.000 753·000
Buğday ve arpa 725.000 3 ·489.000 409.000
Dokumalar 38poo 1.715.820 2.52 9·75 2
Diğer 1.628.900 2.289.180 2.457·248
Toplam 9 · 970.000 2ı.8oo.oo 32·440.0008
İthalat
Kumaş 8.243.000 5·767.000
Diğer tekstil ürünleri 290.000 945 ·000
Şeker 980.000 ı.62o.ooo
Kahve 840,000 3·525·000
Bayarmaddeler 2.330.000 3.6o8.ooo
Diğer 1.917.000 2.015.ooo
Toplam 14.600.000 17·480.000
H alep
Marsilya'dan ithalat 2.366.ooo 2 . I30.000
İzmir
Marsilya'ya ihracat 2.342.000 5.089.000 I4.22I.OOO
Marsilya' dan ithalat 4-059-000 6.r66 .ooo
İstanbul
Marsilya'ya ihracat 906.ooo 842.000 2.554-000
Marsilya' dan ithalat 3.IOI.OOO 4·769.000
Selanik
Marsilya'ya ihracat 282.000 L399.000 2.873-000
Marsilya' dan ithalat I.24}000 r . 6 9 6 . ooo
Toplam
Marsilya'ya ihracat 9·970.000 2r.8oo.ooo 32·440.000
Marsilya'dan ithalat r4.6oo.ooo I7.480.000
Tü R KiYE TAR i H i 39 1
S URAIYA N. FAROQHI
Tü R K i Y E TAR i H i 397
şehirlerin alt tabaka mensuplannın yer alabildiği evliya menkıbeleri bile ge
nellikle esnaf tarafından üretilmemişti.5
Tüccarlar yetkililerin gözünde genellikle potansiyel bozguncu un
surlardı; ancak bir yandan da saray, ordu ve bürokrasiye gıda malzemesi ve
hammadde sağladıklan için hizmetleri gerekli olar;:ık görülüyordu. Esnaf
ise normal olarak tüccarların ekonomik gücüne sahip değildi; dolayısıyla
onlara daha da az önem verilirdi. Kural koyucu metinlerde ortaya çıktıkla
nndaysa, yerleşik teamüle sıkı sıkıya uyması ve zengin olmaya kalkışma
ması gereken "reaya fukarası"nın içinde yer alırlardı. Bu bakış açısına göre,
zenginlik ancak tüketicinin sırtından elde edilebilirdi Belki de elitin üre
timle uğraşmaması nedeniyle, yetkililer dünyaya tüketicinin penceresinden
bakma eğilimindeydi. 6
E s NAF vE KÖYLÜLER
Cevaplandırmakta büyük sıkınh çektiğimiz temel bir soru, Osman
lı esnafının kırsal alanla bağlantısının olup olmadığıdrr. Yün, deri, pamuk,
tahıl ve diğer vazgeçilmez hammaddeler şehirlerde değil, şehirlerin etrafın
daki köylerde üretiliyordu. Bazı zanaatkarlar mallarını doğrudan "kayna
ğından" sağlamış olabilirler. Bu düzenlemeye, yeniçeri kıyafetlerinin dikil
g
diği yün kumaşlan dokuyan Selanik Yahudileriyle ilgili bel elerde rastlanır.
17. yüzyılda ve daha önceki dönemlerde, devlet dokumacıların ihtiyacı kar
şılanana kadar tüccarların pazara girmesini yasaklayarak dokumacıların
ham yün temin etmesini sağlıyordu. Ayrıca, Anadolu'nun güney kıyı şeri
dindeki küçük kasabalarda, ele alınan dönem boyunca, hatta çoğu yerde gü
nümüze kadar, kasaba sakinlerinin yaz aylannda yayiaya çıkma geleneği
va:ı;dı. Bazı zanaatkarlar, buralarda dükkanlar kurarak sadece hemşerilerine
değil, r6. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu bölgeyle ilgili birçok belge
de rastlanan panayıdan ziyaret eden köyiiliere ve göçedere satış yapıyordu?
Muhtemelen bu zanaatkarlar aynı zamanda kendi yün, post ve deri ihtiyaç
larını birinci el üreticilerden sahn alıyordu.
Bu özel durumun dışında, köylülerin bazı işlerini şehirli zanaatkar
la ilgili olarak seyrek de olsa bazı kadı sicillerinde rastlanan bilgiler vardır.
Nitekim ı g . yüzyılın başlarında, hatta muhtemelen daha önceleri, Nablus
lON CA Ü Y E L E R i VE ESNAF
civarındaki köylüler, düğünlerde şart olan yeni elbiseler dikmek üzere ku
maş satın almaya şehre geliyorlardı. 8 ı 6 . yüzyıl sonlannda Konya'ya yakın
köylerde yaşayıp mücevher sahibi olan kadınların varlığının saptanması da
bu pazar bağlantılannın göstergesidir.9
Ancak esnafla kırsal alan sakinleri arasındaki bu tür doğrudan tica
ri alışverişler muhtemelen istisnaydı. Köylüler ihtiyaç duyduklan ürünlerin
çoğunu kendileri üretirken, pek çok esnaf malını kendi loncası vasıtasıyla
vefveya mültezimlerden alıyor, yani köylülerden doğrudan satın alınıyordu.
Çoğu zaman köylülerin nakit para kazanmaktaki asıl amacı hazır mal al
mak değil vergilerini ödemekti. Öte yandan şehir esnafı yönetici sınıfın ve
perakendecilerin yanı sıra diğer tüccar ve esnafın ihtiyaçlarına da hizmet
ediyordu. Ancak gördüğümüz gibi bu durumun epey istisnası vardı.
TÜ R K i Y E TAR i H i 399
tan, belirli bir miktar malzemeyi satın alması gerekebiliyordu.'2 Bu tür dü
zenlemeler ancak dağıtım bir şekilde merkezileştirildiği takdirde işierdi
ki, bu durumda bile birtakım zorluklar çıkıyordu. B elirli bir maden söz ko
nusu örü dışında daha ucuza elde edilebiliyorsa, kaçakçılık yaygınlaşıyor
du. Ne yazık ki, loncalann gayrimeşru yollardan satın almaya istekli olup
olmadıklarını ya da bu tür konuların tek tek esnafın girişimine kalıp kal
madığını bilmiyoruz.'3
İŞBÖLÜMÜ
En göze çarpan ve dolayısıyla hakkında en çok belge bulunan ima
latçılar kuşkusuz lonca üyeleriydi. Küçük kasabalarda zanaat örgütlerinin
yapısı nispeten basit olabiliyordu; örneğin kumaş alıp hazır elbise diken tek
-veya en fazla birkaç- tür terzi vardı. Ancak büyük şehirlerde İmalatçılar,
son derece uzmanlaşmıştı. Farklı ama benzer mallar farklı loncalar tarafın
dan üretiliyordu. Her biri deriyi kendi şehrindeki tabakhanelerden alan
dört beş farklı kundura imalatçısı olabilirdi. Ya da deriyi, imalatçılara iş ge
tiren ve farklı ayakkabı türlerini pazarlamada uzmanlaşmış kundura tüccar
lan tedarik edebilirdi.'4 Müşteriler arasında yeni bir tür ayakkabı tutulduğu
takdirde, bu imalatçılar yeni ürünü hangi loncanın üretmesine izin verile
ceği konusunda yetkililere danışıyordu.'5
Biz "tipik" zanaatkar deyince gözümüzde kendi mülkü olan veya bir
vakıftan kiraladığı küçük bir dükkanda çalışan birini canlandınyoruz. Oysa
bir loncaya veya birbirine yakın birkaç loncaya mensup esnaf. ihtiyaç duy
duklan malzemeyi birikimlerini bir araya getirerek satıp alıp ortak bir atöl
yede bir arada çalışabiliyordu. Bu tür büyük atölyelerin binalan genelde bir
vakfa aitti. Bu tür bir iş örgütlenmesi, boyacılann kullandığı bakır boya tek
nesi örneğinde olduğu gibi, özellikle yatırımların çok masraflı olduğu işkol
larında yararlı oluyordu. Bu örgütlenme 17. yüzyılın sonu ve özellikle ı8.
yüzyılda yaygınlaşmişa benziyor -ne yazık ki şu anda, istatistik açıdan bu
kanıyı doğrulama ya da çürütme imkanı yoktur.'6 Muhtemelen bütün ı8.
yüzyıl boyunca süren yüksek enflasyon oranı yüzünden, vakıflar gelirleri
nin eridiğini fark ederek zararlarını kapatabilmek için kira getiren gayri
menkuller inşa etmişlerdi. Pek çok vakıf yöneticisi merkezdeki yetkililerle
400 LO N CA Ü Y E L E R i VE E S N A F
ilişki kurabildiğinden, tercihleri sorulmaksızın zanaatkarların bu hanlarda
çalışmasını huyuran padişah fermanları elde edebiliyordu.
Ancak bazı durumlarda kolektif atölyeler daha büyük esnaf tarafın
dan tercih edilmişti. Nitekim istanbul'un ünlü saraçlar sitesi Saraçhane
-kuruluşu Fatih Sultan Mehmed zamanına uzanan "eski" bir kolektif atöl
ye- ı693 'te yanmıştı.'7 Maddi durumu çok iyi olmayan saraçlar bu olayı fır
sat bilip şehrin değişik yerlerine dağılırken, daha varlıklı saraçlar siteyi tek
rar ipşa ettirdiler. Bu mekan 19o8'de çıkan bir yangınla yıkılına kadar kul
lanıldı. Bu olay genel bir örnek olarak kabul edildiği takdirde, daha nüfuz
lu (ayrıca her zaman olmasa da çoğu zaman meslektaşlarından daha zen
gin olan) lonca üyelerinin kolektif atölyeleri toplumsal denetimin uygun bir
aracı olarak gördüğü düşünülebilir. Nitekim bir çarşıdaki bir sokağın belir
li bir ticaret alanına tahsis edilmesinin ötesinde, kolektif atölyeler her üye
nin geliş gidişin izlenınesini mümkün kılan mekanlardı. Günümüze kadar
kolektif atölyenin, iş sürecinin aşamalara bölündüğü ve bir ürünün tamam
lanana kadar birinden diğerine aktanldığı imalathaneler şeklinde kullanıl
dığına dair bir örneğe rastlanmamıştır.18 Bazı zanaatkarlar kolektif atölyede
"nüfuzunu" dayatmayı denese de, kimse meslektaşlarının üretime yönelik
faaliyetleri üzerinde hakimiyet kuracak kadar ileri gidemiyordu.
Ne var ki, bu görece bağımsızlık alanı, esnaf bir şirkette ortak oldu
ğu zaman küçülüyordu. Bu tür yapılanmalar tüccarlar arasında yaygın olup
şimdiye kadar yapılan araştırmalar işin bu ticari yanı üzerinde yoğunlaş
mıştır. '9 Ancak zaman zaman bir boyahanede çalışan esnafın yalnız lonca
üyeliği vasıtasıyla değil, daha yoğun olarak bir şirket içinde ortaklık kurdu
ğuna rastlamaktayız. Bu sayede lonca mensupları muhtemelen daha yakın
dan izleniyordu. Herhangi bir nedenle dışlananlar ise boyacı olarak iş bul
makta sıkıntı çekiyordu. Ancak bir zanaatkar atölyeden ayrıldığı takdirde
yatırdığı sermaye ve mevcut kardan payına düşen kendisine ödeniyordu.
Günümüzdeki bilgilerle esnafın ortaklıklar vasıtasıyla ne kadar yaygın
örgütlenebildiğini söyleyebilmemiz mümkün değildir.20
Bunun dışında daha "modem" bir iş bölümü de mevcuttu. İpek, ka
dife, ince deri ayakkabı gibi imalatı zahmetli ürünler, tüketiciye ulaşmadan
önce farklı zanaatkarların elinden geçebiliyordu. Örneğin boyanmamış
T ü R KiYE TARi H i 4 01
ham ipekten seraser kumaş üretmek için birçok imalatçı birlikte çalıştığı
zaman, dışandan insanlar bu süreci denetleyip koordine edebiliyordu. 17.
yüzyıl Bursa'sında, ipek imalah kazzaz denen taeirierin denetimindeydi.
Bunlar önemli bir girdi olan İran ipeğini ithal ederek eğiricilere, kassarcıla
ra ve boyacılara veriyordu. Bu zanaatkarlar kendi aletlerine sahip olup ken
di atölyelerinde çalışıyorlardı, ancak büyük bir olasılıkla ham ipek satın
almaya yetecek sermayeleri yoktu. Yine muhtemel ki, mamul mallan pazar
lamanın gerektirdiği bağlanhları da kuramamışlardı. Böylece 17. yüzyılda
Bursa' daki ipek imalah, kazzazlann yürüttüğü, zanaatkara hammadde ve
rerek "iş yaptırma sistemi"nin (putting-out) bir örneği haline geldi.2'
Bu kapsamda çalışan kırsal bölge zanaatkanyla ilgili bilgiler çok da
ha kıthr. "İş yaphrma" sistemi Ankara civarındaki köylerde mevcuttu. 16.
yüzyıl ortalannda bu köylerde taeider için yün eğiren kadınlar vardı. Bun- ,
lar hiç kuşkusuz 17. yüzyılda da işlerini sürdürmüştü. 1 6 . yüzyılın son yıl
larında, lstanos (Zir) , Miranos ve Erkeksu köylüleri çiftçi değil dokumacı ol
dukları için, genel olarak Osmanlı köylülerine uygulanan arpa vergisinden
muaf tutulma isteğiyle yönetime dilekçe vermişti. 22 Yine bu döneme ait bir
fermanda Ankara'nın bahsındaki küçük kasabalarda yaşayan tiftik üretici
lerinden bahsediliyordu. Bu üreticiler, vergi tahsildarlannın kabul ettiği tür
sikkeleri temin edemiyordu, çünkü kendilerine hep değeri düşürülmüş sik
kelerle ödeme yapılıyordu. Bu olgu muhtemelen sonraki yıllarda da devam
etmişti.23 Elimizdeki 17. yüzyıla (tam tarih belirtmek gerekirse 1 678/1679
yılına) ait belgelerde, Bah Anadolu'da pamuklu kumaş imalahnı denetleyen
tüccarların varlığına dair anzi referanslara rastlanır. İmalat bölgelerinde
boyahanelerin henüz gerekli görülmediği için inşa edilmediği dönemlerde
Denizli, Buldan veya Manisa'da dokunan kumaşlar boyanmak üzere Ti
re'ye getiriliyordu. Yine anzi bazı referanslardan, Bursa'nın etrafındaki
köylerde eve iş verme sistemiyle çalışan dokuma imalatının varlığını öğren
miş bulunuyoruz.24 Ankara'nın kırsal bölgeleri dışında, belgelenmiş örnek
lerin hiçbirinde, kabul gören tanımlamaya göre köylülerin yaşamının hasa
dın boyutuna göre değil, baskın bir yerel imalahn sağladığı refah veya geri
lemeyle koşullandığı tam bir prota-sanayinin varolduğunu varsaymamıza
izin veren kanıtlar yoktur.25
LO N CA ÜYELERi VE ESNAF
İ ş çi KATEGORiLERİ
Şehirlerde bir tacir için çalışmak lonca üyeliğine engel değildi; an
cak kırsal bölgelerdeki zanaatkarlar büyük olasılıkla örgütlenmemiş du
rumdaydı. Bu durum kırsal bölge zanaatkarını günümüz tarihçilerinin gö
zünde görünmez kılar; varlıklarının diğer konularla ilgili belgelere dayanı
larak saptanması gerekir. Birkaç istisna dışında, aynı durum özellikle Bur
sa'da önemli bir rol oynayan kadın işçiler için de geçerlidir. r678'de yapılan
bir sayımda, bu şehirde kabaca üç yüz civarında çıkrık olduğu ve yarısını ka
dınların çalıştırdığı ortaya çıkmıştı. O tarihlerde pek de mantıksız olmayan
bir şekilde, işgücünün büyük ölçüde yoksul kadınlardan oluşması dolayısıy
la bir vergi indirimi talep edilmişti. 26 Ancak Ankara' da da tiftik imalatında
çalışan kadınların sayısı göz ardı edilemeyecek kadar çoktu. Boyama, ev
ekonomisinin bir örneği olarak Bursa kadınları tarafından yapılıyor, loı;ı.ca
lara kayıtlı boyacıların işini büyük ölçüde bozuyordu. Mum imalatı da aynı
şekilde evlerde yapılıyordu. Örgütlü mumcular bazen ev kadınlarının reka
betinden şikayet ediyordu. r72o'de donanma tophanesinde çalışan demir
cilerin karılarının paça pişirip satması, paçacılar lancasının bu rakiplerden
kurtulmak için harcadığı çabalara rağmen engellenememişti. 27 Köylü kadın
lar da bu tür mesleklerde çalışmış olsa gerektir; ancak mevcut belgeler sa
dece şehirlerde yaşayan imalatçılara değinmektedir.
Bu tür zanaatkar kadınların mallarını nasıl pazadadığı konusunda
pek az bilgimiz vardır. Bir kısmı mallarını muhtemelen kayıt dışı olarak
komşularına satıyordu. Bu konuda bizi aydınlatacak bir belge yoktur. Bazı
ları da mallarını, son çıkan ürünleri göstermek üzere zengin hanelerin ka
dınlarını ziyaret eden seyyar satıcı kadınlara emanet ediyordu. En azından
Bursa'da kadınlar pazarında kendi ürünlerini satanlar vardı. Rakip esnafbu
durumdan rahatsız olsa da bu pazardaki vergi muafiyeti vardı, çünkü "fu
kara kadınların" kendilerini geçindirmesine izin verilmeliydi. 28 Kendileri
için çalışan kadınların dışında hem Ankara'da hem Bursa'da kocalarına
yardım eden kadınlar da olsa gerekti. Birçok dokuma tezgahının atölyeler
de değil de evlerde oluşu işi kolaylaştırıyordu. 29
Atölyelerdeki işgücünün nasıl eğitildiği ve işe alındığı ayrıntılarıyla
bilinmiyor. Çırakların çalışma süreleri farklıydı ve muhtemelen yalnız atöl-
TüRKiYE TARi H i
yede değil ustalannın evlerinde de çalışmalda yükümlüydüler.30 ı622 'den
kalma bir fermana göre, Bursa'daki kadife imalatçıları işçilerini haftada
bir kurulan açıkhava pazarlarından buluyordu. İşe alınacağını deneyimli
ustalar (ehl-i hibre) belirliyordu; ancak düzgün bir eğitim almış olanlar iş
verenin atölyesine giı:ebilmeliydi. Ancak bu kural genellikle sözde kalmak
taydı. Yeterince işçi bulunmadığı zaman ustaların düşük eğitimli olanlan
işe alması bir yana, işçiler avans ücret isteyebiliyor ve kendilerine verilen
işi daha tamamlamadan hafta ortasında ortadan kaybolabiliyorlardıY Kadi
fe imalatında çalışan bu kişilere kalfa değil işçi denmesi dikkat çekicidir.
Ustaların bu yüzer gezer işgücüne ek olarak kalfa çalıştırıp çalıştırmadığı
meçhuldür.
LO N CA Ü Y E L E R i VE ESNAF
postalını, ceketini ve çadınnı tedarik etmekle görevlendirilirdi; gereken har
camalan ilgili lancalann yapması zorunluydu.32 Bu durum patlamaya hazır
bir sorun haline gelebiliyordu. 173o'da, III. Ahmed'in tahttan indirilip Sad
razam Damat İbrahim Paşa'nın öldürülmesiyle sonuçlanan Patrona Halil is
yanı bazı esnaftan yandaş bulmuştu, çünkü sefere çıkacaklan donatmak için
çok para harcayan esnaf, ordunun Ü sküdar' da kaldığını, kıymetli paralannın
boşa harcandığını görüp öfkelenmişti.33
Bazı lancalardan talep edilen bir diğer hizmet tersaneler ve donan
ınayla ilgiliydi. Kadırgalar 17. yüzyıl içinde giderek ortadan kalkana kadar,
her seferden önce bu gemilerde çalıştınlacak kürekçiler seçilirdi. N ormalde
bu hizmeti yerine getiren mahkUmlar ve esirler arasına, kısmen güvenliği
sağlamak amacıyla, "hür" kürekçiler de yerleştirilirdi. "Hür" kürekçilerin
bir bölümü, sur içi İstanbul ile Üsküdar, Galata ve Boğaz köyleri arasıpda
ulaşımı sağlayan kayıkçılardan oluşuyordu.34 Osmanlı donanmasına ait ge
milerde çalışan kürekçilerin yaşam süresi hakkında elimizde hiç veri yok
tur. Ancak bu gemilerin koşulları, bazı bilgilere sahip olduğumuz diğer Ak
deniz kadırgalarına benzediğinden, yaşam riskleri oldukça yüksek olsa ge
rekti. Bunun dışında, bir deniz seferi sırasında çok sayıda gemi yapmak zo
runlu oluyordu. Bu işi yapmak için normal zamanlarda özel müşterilere ça
lışan zanaatkarlar seçiliyor, bunlara normal piyasada kazandıkları paranın
çok altında ücret ödeniyordu.
Tü RKiYE TAR i H i
görevliler, resmi olarak tespit edilen fıyatlan (narh) denetlemekle yüküm
lüydü. Çok sayıda siyasi ayncalıklı tüketicinin yaşadığı payitahtta, narh ko
nan ürünler diğer şehirlere göre çok daha fazlaydı.37 Aynca esnaftan vergi
toplayan muhtesipler, 17. yüzyıldan itibaren bu vergi toplama işini iltizama
verdiler. 18. yüzyılda, muhtesibin oynadığı belirgin rol giderek azaldı; zira
muhtemelen artık tamamen mali çıkar peşindeydi. Dolayısıyla esnafın bir
birini denetlemesinin önemi arttı; bu nedenle, esnafın loncalar vasıtasıyla
karşılıklı denetim sağlamasına dair belgelerin büyük ölçüde 18. yüzyıla ait
olması tesadüf değildir.38
lO N CA Ü YE L E R i VE ESNAF
-ya da yan-askeri- birliklerin mensupları bir meslek veya ticaret lancası
na girmek isteyebiliyordu. Kahire' de askeri bir kurumun üyesi olan esnaf
ile bir loncaya katılan askeri birbirinden ayırt etmek güçtü. Aldıkları dü
şük maaş nedeniyle, özellikle evli olan askerler geçinmek için çalışmak
zorundaydı.
Bununla birlikte bazı yerlerde, bir askeri birliğe katılmak sıradan es
nafa açık bir tercih değildi. Nitekim ı8. yüzyıl Musul'unda, her mesleğin sa
dece önde gelen mensupları yeniçerilere katılabiliyordu. Bunun sonucun
da, ilgili loncalar içinde toplumsal farklılaşma artmıştı.40 Belli şehirler ve
bölgeler kapsamında lonca mensupları ile askeri birlikler arasındaki ilişki
ye dair monografiler bulunmasına karşılık, bu konu henüz karşılaştırmalı
bir açıdan incelenmemiştir.
TORKiYE TAR i H i
ilgili bilgiler sunar.43 Anlaşılan esnaflann katılımıyla ilgili, daha edebi me
tinlerin temelini oluşturan nispeten aynntılı sayılabilecek resmi kayıtlar,
daha sonraki tarihlerde kutlamalan düzenleyen yetkililer için emsal oluştu
ruyordu.44 Nitekim r 675/r676 yıllannın İstanbul'unda IV. Mehmed'in dü
zenlediği şenliğe katılan bedesten tüccan ve yün dokuma satıcılan lonca
sından 172o'de benzer bir şenlikte yer almalan istenmişti.
Hükümdara hediyeler sunmak esnaf alaylannın bir parçasıydı; es
naf aynca üzerinde loncalannın faaliyetleri sergilenen son derece özene be
zene hazırlanmış arabalar yapmakla yükümlüydü. Arabalarda itilerek veya
hamallann sırtında taşınarak sergilenen bu üç boyutlu sahnelerde, geçit tö
renine katılan zaiıaatkann sanatını icra ettiği minyatür atölyeler canlandın
lıyordu. Elbette sahneler biraz stilize edilmiş, basitleştirilmişti -zira İstan
bul'un dar sokaklanndan büyük arabalann geçmesi çok zordu-yine de, rg. ,
yüzyıl öncesi esnaf atölyelerinin görünümü açısından ender rastlanan gör
sel belgeler oluşturur. Bu törenler esnafın becerilerini vurgulamak için de
bir fırsat yaratıyordu; hareket eden bir arabanın üstünde tehlikeli bir den
gede durup bir ayakkabı üretmek ya da bir yelek dikmek başlı başına bir
mesele olsa gerekti. Aynca, eğer Evliya Çelebi'nin anlattıklan makul bir ger
çeklik taşıyorsa, loncalar bu fırsatı pirlerine atıf yaparak onurlu statülerinin
altını çizmek için kullanıyordu.
Osmanlı şenlikleriyle ilgili bugüne dek yapılmış araştırmalar, genel
likle şenlik sanatlan içinde gösteri sanatlannın payı veya tek tek surnarne
lerin dilbilim ve sanat tarihi açısından incelenmesiyle sınırlı kaldı.45 Sonuç
olarak, erken modem dönem Avrupa festivalleri konusunda uzman olanlar
arasındaki tartışmalar Osmanlı araştırmacılannın pek ilgisini çekmedi. An
cak bu tartışmalann bazılan Osmanlı zanaatkarlannı araştıran tarihçiler
için de önemlidir. Özellikle şenlikterin toplumsal çelişkileri (geçici olarak)
yatıştırmanın bir yolu olup olmadığı sorusunu cevaplandırmak açısından
önem taşır. Ya da, şenlik mekanı siyasi ve toplumsal çelişkilerin dışa vurul
duğu bir yer olarak görülebilir. Esnafın katıldığı alaylar muhtemelen Os
manlı yönetimi tarafından düzenleniyordu; bu törenler, hükümdarın yücel
tilmesine katkıda bulunarak meşruiyetini kabul etmesi beklenen şehirli te
baanın yönetime bağlılığını sağlamanın bir aracıydı. Bu tür alayların bazen
LO N CA Ü Y E L E R i VE ESNAF
bir seferden önceki sıkıntılı zamanlarda yapılması bu varsayımı doğrula
maktadır. Bununla birlikte, esnafın her zaman resmi siyasete uygun dav
ranınayıp kendi senaryolarını geliştirmiş olması muhtemeldir. Ya da en
azından, geçit töreninin yapıldığı yeri loncalar arası rekabetin dışa vuruldu
ğu bir yer olarak kullanmış olabilirler.
Tü RKiYE TAR i H i
ruyordu.50 Bu son aşama nihayet kethüdanın görevini onaylamakla beraber,
uzun bir makam süresini garanti etmiyordu. En azından ı8. yüzyıl Bur
sa'sında, kethüdanın başarısızlığından şikayet edip değiştirilmesi için kadı
ya başvuran ustalara sık rastlanmıştı. iletilen şikayetler son derece önemsiz
konularla ilgili olsa bile kadılar genellikle ustalan haklı görürdü. Bu durum,
Müslüman kethüdalannı değiştirmek isteyen gayrimüslim ustalar için bile
geçerliydi. Kabalık, yaşlılık veya söz konusu meslek dalıyla fiilen uğraşma
mak, bir lonca sorumlusunu azietmenin nedenleri arasındaydı.
Makamlarını iltizama veren veya aslında hakları olan resmi maaşı
almaktan vazgeçerek atanınayı sağlayan kethüdalar daha uzun süre görev
de kalabiliyordu. Başkası yararına makamından feragat eden kethüdalara
sık rastlanıyordu. Bu gibi durumlarda, söz konusu kethüdanın makamı
üzerinde, satın aldığı için veya başka nedenlerden dolayı belli bir hakka sa;
hip olduğu açıktı. Durum böyle olduğu takdirde, özellikle kethüdalık mer
kezi yönetimden satın alınmışsa, lonca ustalannın kethüda seçimini etkile
rnesi zorlaşıyordu. Zira bu durumda, yeni adayın selefıne tazminat verip
ayrıca genelde olduğu gibi, sultanın hazinesine ek bir para ödemek için ye
terli servete sahip olması gerekiyordu. Buna rağmen kethüdalar sık sık de
ğişiyor, bazen kethüda ustalar kendisinden memnun olmadığı için istifa
ediyordu. Ne var ki, böyle olaylarda sürdürülen pazarlıklan ve güç mücade
leleri çoğu zaman bilgimiz dışında kalmıştır. Ayrıca özellikle kethüdalık
makamının zaman içinde geçirdiği evrim konusunda fazla bilgiye sahip de
ğiliz. Ancak geçerli bir hipotez olarak, genelde lonca ustalarına göre kethü
danın konumunun ı8. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyıl başlannda güçlendiğini
varsayabiliriz.
Osmanlı devletinin merkezi topraklarında, ortaçağ sonlarında ahile
rin geliştirdiği dini ritüeller pek çok lonca tarafından benimsenmiş olsa da,
17. veya ı8. yüzyılın lonca örgütlenmesindeki din unsurunun abartılmama
sı gerekirY Hem Müslüman hem gayrimüslim üyesi olan çok sayıda lonca
olşu, din ve cemaat bağlılıklarının ustalan loncalarına bağlayan etkenierin
dışında kaldığını gösteriyordu. Nitekim 172o'de İstanbul'da faaliyet göste
ren fınncılann listesinde Müslüman, Ermeni ve birkaç da Rum usta vardı.
Yahudi fınncıların listede yer almaması, Yahudi ritüeline göre pişirilen ek-
4 10 LO N CA Ü YE L E R i V E ESNAF
rneğin "sıradan" ekmeğe göre daha pahalı olması, dolayısıyla Yahudi olma
yan müşterilerin ilgisini çekmemesinden kaynaklanmış olabilir.52 Kahi
re'deki kuyumcuların çoğu Kopt'tu, ancak bu, Müslümanların kuyumcu
lukla uğraşmadığı anlamına gelmiyordu. Kuşkusuz Kahire' deki loncalar iş
yerlerinin bulunduğu mekana göre örgütlendiğinden, aynı mesleği icra et
mek aynı loncaya mensup olmak anlamına gelmiyordu.53 Diğer hususlarda
olduğu gibi bu açıdan da, şehirler ve bölgeler arasındaki farklılıklar önemli
rol oynamıştı.
Karışık loncaların kethüdaları her zaman Müslüman oluyordu. Gay
rimüslim loncalarının başında da Müslüman kethüdalar bulunabiliyordu.
Ancak gayrimüsli'm lonca mensuplarını genellikle gayrimüslim bir yiğitba
şı temsil ederdi. Lonca üyelerinin dinine bakılmaksızın bütün kethüdaların
Müslüman olup olmadığına karar vermek için henüz çok erkendir. Ne ya- ,
zık ki, bu alt düzeydeki görevlilerin günlük faaliyetleri hakkında fazla bilgi-
miz yoktur. Bir atölye içinde bir arada çalışan Müslüman işçiler ve gayri
müslim ustalara rastlanıyordu; ancak bu durum bazı Müslüman din otori
teleri tarafından kesinlikle onaylanmıyordu, çünkü bir işçinin işverenine
saygı göstermesi gerekiyordu. Bununla birlikte, eğer Evliya Çelebi'nin yaz
dıkları doğruysa, Sultan I. Selim bu görüşe katılmamıştı. Sonradan Kanuni
Sultan Süleyman olacak oğlu, rivayete göre Trabzon'da bir Rum kuyumcu
nun yanına çırak verilmişti ve ustasının verdiği cezaya boyun eğmişti.54 Bur
sa'da, Müslüman kadife imalatçılarının Hıristiyan işverenler yanında çalış
masını yasaklayan bir fetva çıkarılmıştı (15 95). Bu fetva için başvuranlar biz
zat kadife imalatçıları olduğuna göre, din kurallarına uyma arzusunun ya
nı sıta belki işçi bulma rekabeti de olayın kökeninde yatıyordu.55
Tü RKiYE TAR i H i
mıştır; yayımlanmamış bir tez ise 18. yüzyıl sonu ve 1 9 . yüzyıl başındaki
Tokat'ı incelemektedir.57 Suriye şehirlerine gelince, bu konuda yaklaşık son
otuz yıldır yazılan birçok monografıden bilgi derlenebilir. Ancak pek çok
durumda olduğu gibi bu alanda da temel kaynaklarda büyük eksiklikler var
dır. Osmanlı lancaları oldukça derme çatma biçimde ele alınmıştır. Dolayı
sıyla, buradaki genellemeler esas olarak bir yanda İstanbul ve Bursa, bir
yanda da Kahire'ye dayanmaktadır.
Son dönem Osmanlı lancaları tarihinin can alıcı konusu gedik ( Su
riye kaynaklarında kedek) sistemidir. Gedik teriminin iki farklı anlamı var
dır: Birincisi, kişinin belirli bir mahalde kendi işini sürdürme hakkı; ikin
cisi, söz konusu işi sürdürmek için gereken donanım ve hammadde. Ge
dik her iki anlamıyla, söz konusu mesleği yürütebilecek yeterliğe sahip ol
dukları takdirde bir ustanın oğullarına miras kalabiliyordu. Böyle bir vari,s
olmadığı takdirde, en yaşlı kalfa belirli bir para ödeme koşuluyla bu hakka
sahip olurdu. Bundan dolayı gedikler ancak aynı lonca içinde devredilebi
liyordu. Gedik, "kişinin belirli bir mahalde işini sürdürme hakkı" anla
mında kullanıldığında, normal olarak bu anlamı bağlarnından çıkarma
mız gerekiyor. Buna karşılık, sadece donanımlar ve hammaddeler söz ko
nusuysa, genellikle 18. yüzyılın resmi belgelerinde bu durum açıklanıyor.
Şu halde, bu kelimenin ikinci anlamının fazla yaygın kullanılmadığını var
sayabiliriz.
17. yüzyıla ait Osmanlı belgelerinde, hatta 1700 başlarındaki metin
lerde, gedikle ilgili değinmeler son derece azdır. Daha önce gördüğümüz
gibi İstanbul'da bir fırıncı eksik gramajlı ekmek sattığında, donanımları ve
dükkandaki malları imparatorluk hazinesi adına diğer fırıncılara satılıyor,
böylece fırıncı cezalandırılıyordu. Ancak böyle fırıncıların gediklerini kay
bettiklerine dair hiçbir bilgi yoktur (1720) . Bu bağlamda, o zaman uygulan
mış olsa terimin kullanılmayacağını düşünmek zordur. Bundan dolayı, İs
tanbul'un bu önemli mesleğinde gedikler 18. yüzyıl başında muhtemelen
fazla önemli değildi. 17. yüzyıl Bursa'sındaysa, !onca örgütlenmesi görünü
şe bakılırsa daha da gevşekti. Burada başlıca üyelik ölçütü, bir ustanın bü
tün meslektaşları gibi vergisini ödemesiydi. Faal meslek yaşamları boyun
ca bazı zanaatkarlar birden fazla loncaya üye olabiliyordu.58 Bir mesleğin ic-
412 LO N CA Ü Y E L E R i V E ESNAF
rası normal olarak gedik hakkına bağlandığında, böylesi bir esneklik elbet
te imkansız hale gelmişti.
Tanınmış zanaatkarlar yeni adayların mesleğe girişini zorlaştırmayı
r 6 . yüzyılda bile denemişlerdi.59 Ancak bu denemeler r8. yüzyılın ikinci ya
rısında daha da sıkiaşmış olmalıydı. I72o'ler ile r76o 'lar arasında pek çok
işkolunun nasiplendiği refah düzeyi, r768-r774 Osmanlı-Rus savaşı yüzün
den birdenbire ortadan kalkmıştı. 60 Böylece daha önce gördüğümüz gibi,
İstanbul esnafının kullandığı dükkaniarın büyük bir kısmının sahibi olan
vakıfların kira arttırma taleplerinin, gedik sisteminin başlıca sebebini oluş
turduğu ileri sürülür. 6' Bu sava göre, esnaf böylece şehirli kadıların da des
teğiyle, sadece küçük bir grup içinde devri mümkün olan yeni bir mülkiyet
biçimi geliştirmişti. Dükkaniara ve atölyelere olan talebi kısıtlayan bu sis
tem, işgücü dolaşımını kısıtlama pahasına, kira artırımını zorlaştırdı. An
cak işgücü dolaşımını artıran her süreç, Osmanlı (ve diğer) !onca üyele;ine
göre bir tehdit demekti. Ayrıca, yukarıda ele alındığı gibi, ortak atölyelerde
bir "yere" sahip olma, bunun yol açtığı yoğun karşılıklı denetimle birlikte,
mesleğe girişle ilgili kısıtlamaları artırmış olabilir. Belirli bir mesleğin icra
atı, belirli bir han veya atölyeyle sınırlandığı zaman, lonca o mekanda bir
"yeri" olmayan ustalan bu imkandan kolayca dışlayabiliyordu.
Ancak kilit konumdaki gedik kurumunun dışında, r8. yüzyıl lonca
ları en azından belirli bölgelerde, toplumsal bağlılığı destekleyen başka
araçlar da geliştirdiler. Bu dönemde hem İstanbul hem Bursa'da, sık sık
loncaların kurduğu vakıflada karşılaşıyoruz ki, bu r 6 . ve r7. yüzyılda sık
rastlanan bir olgu değildir. Bu vakıflar mevlid okutmak vejveya lonca usta
larının ortak yemeğinin masrafını karşılamak gibi faaliyetlerde bulunuyor
du. En azından Bursa' da, r8. yüzyıl sonlan boyunca, bu tür vakıflar bütün
varlıklarını parada tutup sabit bir faiz oranıyla (genellikle yüzde ıs) borç ver
mişti. Vakıf yöneticisi bu işlem için kadıya düzenli hesap vermekle yüküm
lüydü. Şehirdeki önemli loncaların çoğu bu tür vakıflar kurup sık sık ser
maye artırarak kontrolden çıkmış olan enflasyona karşı kendilerini koru
yordu. Muhtemelen bir vakfın borç vermesi durumunda kurucu loncanın
üyeleri rüçhan hakkına sahiptiler. Ancak lonca mensubu olmayan esnaf da
bu kaynaktan sık sık borç alıyordu. Böylece lonca vakıflan, farklı loncalara
Tü RKiYE TAR i H i
mensup esnaf arasında bağ kurulmasına yardımcı oluyordu. Bu gözlem
önemlidir; zira bir Osmanlı şehrinde yaşayanların bir bütün olarak şehirle
ri için hiçbir tasa gütmeden sadece kendi dini cemaatlerine, lancalarına ve
mahallelerine bağlılık duyduklan zaman zaman ileri sürülmektedir.62
LO N CA Ü Y E L E R i VE ESNAF
halk ayaklanmalanna katıldığı kesindir. Bu gözlemlere dayanarak, bazı çağ
daş tarihçiler ı8. yüzyıldaki Osmanlı esnafının gün be gün gösterdiği dav
ranışları, "zayıfın silahlarını" kullanma girişimi olarak yorumladılar. Günü
müz antropologlan, esnaf veya köylünün bir toplumdaki güçlülerin onları
daha iyi kontrol etmek amacıyla geliştirdiği yapıları kendi amaçları doğrul
tusunda ustaca kullanabileceğini bize göstermiştir.64 Biz bu metinde, Os
manlı esnafının durumunu bu görüş açısına göre değerlendirmeye çalıştık.
N OTLAR
Mübahat Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri (İstanbul, 1983).
2 Halil İnalcık, "Capital Formatian in the Ottoman Empire", journal of Economic History 29, I
(I969), s. 97-I40; Nelly Hanna, Making Big Mone:y in 16oo: The Life and Times of Isma'il Abu Taqiy-
'
ya, Egyptian Merchant (Syıacuse, I998).
Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, 2 cilt (İstanbul, I969), cilt I, s. n-I3.
4 Esnafla ilgili Osmanlı belgelerine Başbakanlık Arşivi Mühimme Defterleri ile Şikayet Defterlerin
de ulaşılabilir. Ayrıca bazı şehirlerde kadı sicilieri günümüze ulaşabilmiştir. Ayrıca I8. yüzyıl için
Başbakanlık Arşivi Vilayet Alıkarn Defterleri vardır. I8. yüzyıl lstanbul'uyla ilgili geniş bir seçki
için bkz. Ahmet Kal'a ve diğ. (ed.), İstanbul Külliyatı: İstanbul Ahkam Defterleri (İstanbul, I997)
Başbakanlık Arşivi Maliyeden Müdevver bölümünde, kayıt nüshası olarak saklanan sayısız münfe
rİt hüküm vardır.
Bruce Masters, "The View from the Province: Syıian Chronicles of the Eighteenth Century", Jour
nal of the American Oriental Society n4, 3 (I994), s. 353-362; Paolo Odorico ve diğ., Conseils et mi
moires de Synadinos pretre de Serres en Macedonie (XVIIe siecle) (Paris, I996); Suraiya Faroqhi, "The
Life Story of an Urban Saint in the Ottoman Empire", Tarih Dergisi (İsmail Hakkı Uzunçarşılı özel
sayısı) 32 (I979), s. 655-678, I009·IOI8. Söz konusu ermiş, kunduracılık öğrenmişti.
6 İnalcık, "Capital Formation", s. 97-98.
7 Suraiya Faroqhi, "Sixteenth Century Periodic Markets in Various Anatolian sancaks: İçel, Hamid,
Karahisar-i Sahib, Kütahya, Aydın and Menteşe", Journal of the Social and Economic History of the
Orient 22, I (I979), s. 32-79.
8 Beshara Doumani, Rediscovering Palestine: Merchants and Peasants in ]aba! Nablus, 1700-1900 (Ber
keley, Los Angeles ve Londra, I995)-
9 Suraiya Faroqhi, "The Peasan ts of Saideli in the Later Sixteenth Century", Archivum Ottomanicum
8 (I983), s. 2I6-25o.
IO Haim Gerber, Economy and Society in an Ottoman City: Bursa, ı Goo-1700 (Kudüs, I988).
ıı Age., s. 48-5ı.
I2 Lütfi Güçer, "XV-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Tuz İnhisan ve Tuzlalann Işletme
Nizamı", İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası 23, I-4 (I962-3), s. 97-I4 3; Heidemarie Do-
Tü RKiYE TAR i H i
SuRAIYA N. FAROQHI
DOKUMA İMALATlNDA
GERİLEYİ Ş LER VE CANLANI Ş LAR
Tü RKiYE TAR i H i
rnek kolay olmayabilir. Büyük şehirlerdeki zanaatkarlann kaybı pekala kır
sal bölgelerdeki rakiplerinin kazancı olabilir.
Tü RKiYE TAR i H i
yıldan itibaren giderek Hollandailiann tekeline girmişti.22 Kaliteli Hint pa
muklulan ipek kumaşlarla yanşırken, varlıklı olmayan müşteriler yünlü
nün yerini tutabilen, içi ham pamukla doldurulmuş kapitone elbiseler giyi
yordu. Hint kumaşlannın popülaritesi, pamuldu kumaşlarla ilgili Hintçe
bazı teknik terimierin Osmanlı diline girmesine yol açtı. 23
S iYASETi N ETKİSİ
Ekonomik etkenierin dışında, 17. yüzyılın siyasi sorunlan da Os
manlı dokuma üreticilerinin sıkıntılannı ağırlaştırdı. En azından ı64o'lara
kadar geri giden Celali isyanlan ve asi valilerin eylemleri yollan genellikle
geçilmez hale getirmişti. Böylece yerel pazara hitap etmeyip dış pazar için
üretilen mallar uzun bir süre satılamadı. Pamuk tarlalannın ve yünü için
beslenen sürülerin yok edilmesi, arzı kısıtlayan diğer etkenlerdi. Bursa, Ur;
fa, Ankara ve Tosya gibi bazı tekstil şehirleri isyaneliann saldırısına uğra
yınca veya işgal edilince buralardaki ürünler topluca yağmalanmıştı.24 Aynı
esnada kuzey Suriye'de Canboladoğlu Ali Paşa'nın isyanı ve sadrazam Ku
yucu Murad Paşa'nın bu isyanı bastırmak için düzenlediği seferin etkileri
yaşanıyordu. Askeri faaliyet özellikle ipek arzında daralmaya yol açmış olsa
gerekti; zira savaştan kaçan kadıniann ipek böceklerini düşünecek halleri
yoktu. İran ipeğine gelince; Osmanlılar ile İran arasında ı639'a kadar yapı
lan pek çok savaş, üretimin gerilemesinin başlıca nedeniydi. Bu gerileme,
Osmanlı askerlerinin ganimet olarak getirdikleri yığınla ipek tarafından
karşılanamayacak kadar büyüktü. Ekonomik konjonktüre karşıt olarak sa
vaşlann yol açtığı zarann boyutlannı belirlernemize imkan verecek rakam
lar elimizde olmamakla birlikte, gerek içerde gerek dışanda yapılan savaş
Iann ciddi etkilerinin olduğunu söyleyebiliriz. Çizakça Bursa ipek sanayiiy
le ilgili araştırmasında, yerel üreticilerin yaşadığı krizin baş sorumlusu ola
rak Avrupalılann ham ipeğe talebini göstermektedir.25
TO RKiYE TAR i H i
r67r/r672'de Uşak'ı ziyaret eden Evliya Çelebi, büyüme döneminde
bu şehri anlatan, Osmanlı ya da yabancı olsun, tek yazardır.32 Develer ve
kağnılarla şehre bol miktarda yün getiriliyor, çarşıda canlı bir alışveriş sü
rüyordu. Şehre yakın Boyalı adlı bir köyde yetişen bir bitki kökünden elde
edilen kırmızı boya, yerel üreticilere verilirdi. Uşak halılanna doğuda Ku
düs'teki Ermeni manastınnda, batıda Transilvanya gibi uzak yerlerde bile
rastlanıyordu.
Evliya Çelebi'nin Uşak halılarını Isfahan ve Kahire halılanyla kıyas
laması yalnızca bir övünme değildir. Uşak halılannın en belirgin özelliği,
r 6 . yüzyıla kadar giden Anadolu kilimlerinde gördüğümüz geometrik de
senler ve stilize hayvan motiflerinden farklı zarif desenleridir. Muhtemelen
zevkteki bu değişiklik saraydan kaynaklanmıştı. Safevi sarayının halılan
zengin desenleriyle sarayda büyük bir etki bırakmışlardı. Evliya Çelebi ayn-,
ca küçük Kula kasabasının ürünleri arasında kırmızı ve çok renkli kilimie
rin yanı sıra halılar da bulunduğunu belirtir.33
r6. yüzyılda " Memluk üslubundaki" halılanyla büyük bir üne sahip
olan Kahire'de üretim 17. yüzyılda da devam etmişti. Şehri r657'de ziyaret
eden Jean Thevenot, Avrupa'da "Türk halısı" diye satılan ürünlerin çoğu
nun aslında Kahire'de dokunduğunu iddia eder. Thevenot, "klasik" Os
manlı halılan imal edilen bir atölyeyi tarif eden birkaç yazar arasındadır.
Genç çırakların bir ustanın gözetiminde çalıştığına, bu ustanın elinde bir
desen modeliyle her tezgaha zaman zaman göz attığına tanıklık etmiştir.
Usta elindeki kağıda bakarak her desendeki renkler için gereken düğüm sa
yısını çıraklara söylüyordu. Thevenot hızlı üretimden çok etkilenmişti.34
Anadolu halıları anlaşılan IJ. yüzyıldan beri Akdeniz Avrupa'sının
yanı sıra Tibet'e bile ihraç ediliyordu. Ancak 17. yüzyılda yaşayan Felemenk
ressamlarının dünya zenginliklerini resmetıneye meraklı olmaları sayesin
de, kuzey Avrupalı alıcıların tercih ettiği türler hakkında, önceki dönemler
de üretilmiş türlere göre daha çok bilgimiz bulunmaktadır. Halı ihracatının
Osmanlı ulemasının dikkatini çektiği, mihraplı halı imalatını yasaklayan
r6rofr6rı tarihli bir padişah fermanından anlaşılmaktadır.35 Genellikle küf
fara satıldığı düşünüldüğünden, halıların dini simgelerle süslenmeleri ya
saklanmıştı. Ancak Avrupa koleksiyonlarında çok sayıda mihraplı halı bu-
Tü RKiYE TAR i H i
18. YÜZYI LDAKi GELİŞM E LE R: F RANSIZ ALI M LARI VE PAM UKLU SANAYİ İ
TüRKiYE TAR i H i
Marsilyalı tüccarların ihraç ettiği pamuldu kumaşların ana kaynağı olan
Halep, pazar payını sürekli arttırdı. Böylece 1772-1776 döneminde, Fran
sa'ya bu ürünü gönderen şehirler arasında, Halep ve çok daha az miktar
da olmak üzere İ skenderiye dışında, önemli bir şehir yoktu. Ayntab (bu
günkü Gaziantep) , Fransız tüccarlara satılan ve gerek çivit boyalı gerek
beyaz olarak üretilen ajami adlı kumaşın önemli bir merkeziydi. Ancak
Fransızların yaptığı alımların dağılımı, Halep ve İ skenderiye'nin sadece
geniş bir içbölgenin üretiminin pazarlandığı yer olarak düşünülmesi ge
rektiği anlamına gelir. Bu iki şehir Osmanlı İmparatorluğu'nda pamuldu
kumaş üreten yegane merkezler değildi. Nitekim Tesalya ve bazı Ege ada
ları, ihraç edilmese de bu kumaşların önemli miktarda üretildiği diğer
yerlerdi. 48
Ancak Yunanca konuşulan vilayetlerde en bilinen dokumacılık mer-.
kezi, dağ kasabası Ambelakia idi. Viyana, Buda ve Alman topraklan gibi do
kuma sanayiinin yeni doğduğu yerlerde kullanılan pamuk ipliği burada eğ
rilip zamanın tüketicilerinin çok beğendiği "Türk kırmızısı"na boyanıyor
du. Bir tür anonim şirket gibi örgütlenen Ambelakialı eğiriciler ve boyacı
lar özellikle r8. yüzyılın son on yılında zenginleştiler.49 Ancak İngiliz tica
retinin r8r5'ten sonra kıtada yeniden başlamasıyla birlikte Ambelakialı üre
ticiler, zorlaşan koşullar altında, artık alıcılara ulaşmakta olan İngiliz maki
ne ipliğiyle rekabet etmeye mecbur kaldılar.
YüNLÜ İMAlATI
Bugünkü güney Bulgaristan'da ı6. ve 1 7. yüzyıllarda aba üretimi Fi
libe bölgesiyle sınırlıyken, ı8. yüzyılda bu bölgenin sınırlarını aşmıştı. Ta-
SoNuç
Yaklaşık son yirmi beş yıldır yapılan araştırmalann ortaya koyduğu
üzere, Osmanlı dokumacılığının ı6. yüzyıl sonundan itibaren bütün dina
mizmini kaybettiğini iddia eden eski varsayımın artık savunulacak bir yanı
kalmamıştır. Kuşkusuz lüks ve yan lüks kumaşlar, ticaret yollannın kapan
masına yol açan savaşların dışında, kıt hammaddelerde Avrupa'nın rekabe
tinden de olumsuz etkilenmişti. Moda değişikliklerinin de zararlı etkisi var
dı; ince Hint pamukluları o dönemde Avrupa'da olduğu gibi, hali vakti ye
rinde Osmanlı tüketicisinin de ilgisini çekerek ipeğe olan talebi azaltmıştı.
Bununla birlikte, bu yüksek değerli sektörde bile, halı ihracatı atılım yapa
rak,q. yüzyıl Felemenk ressamlannın eserlerinde görülen binlerce tasvire
yansıdı. Aynca, ı8. yüzyılda Sakız adasındaki ipek dokuma sanayii, Osman
lı sarayının ilgisini çekecek düzeydeydi.
muştu.
Vergi ödeyenierin açısından bakıldığında, Osmanlı vilayetlerinin ço
ğunda yaşayanların muhtemelen fazla seçeneği yoktu. Her yıl İstanbul'a
büyük miktarda para gönderilmesi nedeniyle, taşralılar gelecek sefer topla
nacak vergilerin parasını çıkarmak için mallarını bölge dışına (tercihan ver
gi paralarının biriktiği başkente) satmak zorundaydı. Onca dokumanın ye
rel orta gelir düzeyindeki tüketicilere yönelik imalatı nedeniyle, bu sürecin
daha zor hale gelmiş olması mümkündür. Ancak satış rakamlarının yoklu
ğunda bundan emin olmak imkansızdır. Şu gerçeği göz önünde bulundur
malıyız: Bağımsızlıktan sonra Balkan devletlerinde toprak sahibi olmak ko
laylaşıp vergi yükü hafıfleyince, dokumacılık büyük ölçüde ortadan kalk
mıştı. Tercih imkanı olan köylüler, pazar için kumaş üretmek yerine kendi
lerine yetecek kadar tarım yapmayı seçmişti. İşleri azalan şehirli ustalar İs
tanbul veya Selanik'e göç etti ya da yeniden tarıma döndü. Bu durum, ı8.
yüzyıldaki pazara yönelik üretim artışının, bürokratların yerel sanayii koru
mak için ancak ara sıra ve gelişigüzel tedbirler almasına rağmen, devlet gü
dümlü olduğunu göstermektedir.72
KIRSAL YAŞAM
T ü R K i Y E TAR i H i 441
dü.3 Aynı dönemde, orta Anadolu ovalanndaki birçok köy terk edilmiş, ama
Manisa ve İzmir civanndaki kıyı bölgelerine göç edilmişti. Bütün yasakla
malara rağmen, bölgede üretilen pamuk, kuru üzüm ve buğdayın ihracatı
da artık son derece karlıydı.4
Gayrimüslimlerden alınan cizyeyle ilgili defterler nüfus tahmin ara
cı olarak kullanılmasına rağmen bazı araştırmacılar vergi verilerinin böyle
bir amaçla kullanılmasını imkansız olarak görmektedir. 17. yüzyılda bazı
köylerden götürü vergi alınırken bu durum r69o'larda değişmiş, böylece
ergenlik çağını aşmış olan her gayrimüslim erkekten alınan cizye, gerçek
bir kelle vergisi olarak uygulanmıştı.5 Kırsal bölgelerde yaşayan Yahudilerin
sayısı çok az olduğundan, cizye defterleri Hıristiyan köy nüfusunu eskiye
göre daha doğru olarak yansıtıyor olmalıdır. Bununla birlikte, 17. yüzyılda
özellikle Balkanlar'da Hıristiyan hanelerin azalmasını nasıl yorumlayacağı- ,
mız açık değildir.6 Aslında bir nüfus azalması olmuşsa, bunun nedeni
muhtemelen veba ve tifüs salgınlanydı; özellikle Epir'de veba yaygındı.7 An
cak araştırmacılar son yıllarda, bir kişinin vergi ödemiş gibi görünmesine
rağmen aslında bunun iki ya da daha fazla kişi için ödenmiş olabileceği so
nucuna varmışlardır. Şu halde 17. yüzyıl sonu rakamlannı bile demografik
kaynak olarak kullanmak güçleşmektedir. Aynca, r 6 . yüzyılda cizye mikta
rını götürü hesaplamanın yaygın olduğu fikrine de karşı çıkılmıştır.8
Böylece 17. yüzyılda cizye ödeyenierin sayısındaki gerilemenin nü
fusta azalmayı -şayet varsa- yansıttığı oldukça kuşku götürür. Özellikle bu
günkü Arnavutluk'un yer aldığı bölgede, din değiştirip Müslüman olania
nn ortaya çıkan farkın en azından bir kısmını oluşturma ihtimali yüksek
tir. Cevabı verilerneyen bir başka soru, bazı taşra ayanının, köylüler üzerin
deki himayeci statülerini pekiştirrnek amacıyla kayıtların gerçeği yansıtma
sını engelleyip engellemediğidir. Merkezi devlet köylülerden daha az vergi
aldığı takdirde, ayan lehine bazı mali avantajlar doğabileceği açıktır. 18. yüz
yılda gayrimüslimler arasında vergi ödeyenierin sayısı bir kez daha artmış
tı. Ancak yine bu verilerin demografik doğruluğu hakkında herhangi bir id
dia ileri sürmeden önce epeyce araşhrma yapmamız gerekiyor.
En sağlam belgelerin bir kısmı 183o'lara, bir başka deyişle, ele aldı
ğımız dönemin tam sonuna aittir. Katolik Bulgar köylerindeki rahiplerin
44 2 K ı RSAL YAŞAM
Trent konsili sonrası kilise geleneklerine göre vaftiz, nikah ve cenaze kayıt
larını tutmasıyla ortaya çıkan bu belgeler ı87o'lere kadar sürer.9 Burada bir
ölçüde ailelerin rekonstitüsyonu mümkün olabilmiştir; böylece kadınlarda
evliliğin on sekiz ila yirmi yaşta, erkeklerde yirmi yaşında gerçekleştiği, ev
lilikten sonra mümkün olan en kısa zamanda çocuk sahibi olunduğu görül
mektedir. Doğum kontrolü hemen hiç yokken ölüm oranı gerek çocuklar
da gerek annelerde çok yüksekti. Herkes evleniyordu; aileleriyle birlikte ya
şayan dindar Katolik kadınların sayısı, bu küçük yerleşimlerde bile nüfus
yapısında yansıyacak kadar fazla değildi.ıo Şehirlerde, özellikle erkekler ara
sında görülen geç yaşlarda evlilik, henüz kırsal alanda yaygınlaşmamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda köylüler yerel yöneticilerinden izin al
madan köylerinin dışına yerleşemiyorlardı. Devlet ı8. yüzyılda İ stanbul'a
göçü önlemek istediğinde, bu kuralı oldukça sıkı biçimde uygulamaya çalı ş
tı. Muhafızlar yollardaki kontrol noktalarında seyahat edenleri denetledi. Şi
kayet dilekçesi vermek isteyenlerin bile şehre girişi kısıtlandı. n Yine de pek
çok göçmen bu kısıtlamaları atlattı. Birçok işkolu, köylü/kasabalı göçmen
ler tarafından "kolonileştirilmişti"; ilk gelen göçmenler akrabalarını hemen
şehre çağırıyordu. Özellikle İstanbul pazarcıları arasında çok sayıda Balkan
köylüsü vardı." Belgelerde ayrıca, özellikle kırsal kökenli olmak üzere bir
çok köle göçmene rastlanmaktadır.
Kı RSAL YAŞAM
tajlı bir konuma sahip oldu. Zira münferit yerleşimler ve vergi yükümlüle
rine vergileri tevzi ederken götürü miktarlar belirlediklerinden, "Nüfuzlan
nı" bol bol kullanma fırsatı buluyorlardı. 26 Hanefi hukuku toprağı ekenlerin
aleyhine ve toprak sahibi elitin çıkarlannı koruyacak şekilde geliştirilmişti. 27
Yine de, köylü olmayan tasarruf sahipleri öldüğünde, arazi onlann yasal va
rislerine geçmeyip müsadere ve tescil edilerek, zamanı gelince diğer elit
mensupianna "satılıyordu".
Aşağı yukan r g 8 o'den önce tarihçiler köylü olmayan kişilerin elin
deki çiftiikierin ortaya çıkışını genellikle ihracat pazarlannın büyümesine
bağladı. Ancak bu çiftiikierin dağılımıyla ilgili ampirik araştırmalar bu gö
rüşü önemli ölçüde değiştirdi. En azından 175 o'den önce, Karadeniz'in ba
tısında ve Ege Makedonya'sının görece pazara yönelik kıyılannda, kayıtlara
geçen ve köylü olmayanlara ait çok sayıda çiftlik vardı. Ne var ki bunlann
çoğu, 1774'ten önce dış ticarete açık olmayan bölgelerdeydi. Genellikle orta
büyüklükte olup ortakçılann çalıştığı bu çiftlikler, muhtemelen -eğer tica
retle herhangi bir bağlan varsa- İ stanbul'a yönelik üretim yapıyordu ve ma
kam sahiplerinin köylü üretiminin aslan payını kendine ayırdığı birer araç
olmaktan ibaret değillerdi. 2 8
Köylüler yasalara göre özgür insanlar olarak kabul ediliyordu. Hatta
yerel yöneticilerle anlaşmazlıklannı kadılara ya da İstanbul'daki makamlara
iletme hakkına sahiptiler. Osmanlı merkezi yönetimi köylünün yasalardaki
statüsünün alçaltılmasını asla kabul etmiyor, bunu mümkün olan her fırsat
ta düzeltilmesi gereken bir suistimal olarak görüyordu. Öte yandan köylüle
rin köylerinde yaşayıp talep üzerine birtakım hizmetleri sağlama yükümlü
lüğü, onlan Osmanlı elitinin mensuplan karşısında boynu bükük kılıyordu.
Yine de uygulamada, köylüler -hatta şehirliler- ciddi baskılarla karşılaştıkla
n zaman uzak vilayetlere kaçmışlardı. Bir kısmı şehirlere göç edip ücretli iş
çi olarak geçinmeye çalışmıştı. Bu sığınınacılar bazen paralı askerlik yapma
ya çalışmış, bazen kıt kanaat geçinmenin çaresini eşkıyalıkta bulmuştu.
Tü R K i Y E TAR i H i 447
tekim r6oo yıllarında Anadolu'da, çok uzun bir dönem boyunca yeterince
yağmur yağmamıştı.29 Çiftçilerden talep edilen vergilerin bazıları -en azın
dan prensipte- hasatla orantılıydı ve ürün cinsinden ödenebiliyordu. Diğer
vergileriyse sabit bir para meblağıyla ödemek gerektiğinden, hasat kötü ol
duğu zaman ciddi nakit sıkınhsı yaşanabiliyordu. Köylüler açısından daha
kötüsü 17. yüzyıldaki avarız vergisiydi. Bu vergi, merkezi yönetim için baş
lıca gelir kaynaklarından biri olmuştu. Hizmetler, tahıl teslimatı ve elbette
parayla yapılan ödemelerin hepsi avarızın ödeme biçimleri olup sonuncu
sunun boyutu, her zaman hatırı sayılır düzeyde olan mali ihtiyaçlara göre
değişiyordu .30 Dolayısıyla, vergiler gelire göre derecelendirilse bile, mali ta
lepler her zaman çiftçilerin ödeme gücüyle orantılı değildi. Belirli bir yılda
tahılına ihtiyaç duyulmayan köylülerden bunun yerine önemli miktarda pa
ra ödemeleri istenebiliyordu. Nakit sıkınhsı çekilen bir ortamda talep edi-,
len miktarı bulmak zordu. Bunun dışında, ordunun konakladığı bir nokta
ya tahıl taşıma yükümlülüğü, gerçekte talep edilen arpa veya buğday mikta
rının çok üzerinde masraflara yol açabiliyordu. Ayrıca resmi ulaklar, yiye
cek ve saman talebiyle köylülerin üzerine çullanabiliyordu. Sultanın sahn
alma memurlarına gelince, onlar da saray, ordu, donanma ve payitaht için
gereken bölgesel ürünleri pazarın altında fiyatlarla talep ederek köylülerin
kesesini boşaltılmaktaydı.
Sultanın vergi tahsildan olarak faaliyet gösteren görevlilere bu hiz
metlerine karşılık ödeme yapılması, devlet görevlileri kahnda meşruydu. Oy
sa bir de yerel yöneticilerin ve diğer güç sahiplerinin talepleri vardı; bunların
meşruiyeti şüpheli olmakla birlikte köylüler onlara da ödeme yapmak zorun
daydı. 17. yüzyılda valilerin yönetimlerinin fınansmanını büyük ölçüde ken
dilerinin karşılaması bekleniyor, onlar da büyük miktarda paraya el koyma
yı genellikle beceriyorlardıY Güç görece de olsa merkezi olmaktan uzaklaşh
ğında, yerel güç sahipleri herhangi bir yasal dayanakları olmasa da yeni ver
giler toplayabiliyordu. Kendilerini bir savaş bölgesinde bulan köylülerin du
rumuysa perişandı. Askerlerin, asker kaçaklarının ve diğer haydutların talep
leri, bu köylüler için en az düşman saldırılarının sonuçları kadar yıkıcıydı.32
"Meşru" borç kaynakları sınırlıydı. Anadolu ve Balkanlar'ın büyük
şehirlerindeki bazı vakıflar yüzde ro-ıs faizle borç veriyordu, ancak bu va-
KI RSAL YAŞAM
kıflar genelde köylülerin değil şehirlilerin ihtiyacım karşılıyordu. Köylü ba
zen ihtiyaç maddelerini satın aldığı esnaftan borç alırdı.33 17. yüzyılda Kara
ferye bölgesinde (bugünkü Yunanistan'da Verroia) yaşayan köylülere bölge
nin Müslüman ileri gelenleri borç veriyordu. Bir insan öldüğü zaman bü
tün borçlannın ödenmesini ve bütün alacaklarının tahsilini gerektiren şer'i
hukuk emirlerine aykırı olarak, bu borçlar kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve
köy cemaatinin her üyesi, çifti çubuğuyla birlikte bunun bir payım devralı
yordu.34 Bursa bölgesiyle ilgili araştırmalar, köylüler ve şehirlilerden oluşan
karışık bir müşteri topluluğuna borç vermenin, 173 o'larda gerek şehirli es
naf gerekse merkezi yönetimin görevlileri için önemli bir gelir kaynağı ol
duğunu göstermektedir. Borç vermenin genellikle küçük ölçekte olduğu
gözlemlenen 17. yüzyılın Kayseri'sinin tersine, bu kişiler yüzlerce borçlusu
olan önemli tefecilerdi. Bazıları borcunu ödeyemeyenierin bahçesine ve, ba
ğına el koyarken, bazıları bu mülkü satıp parasım işini büyütmek için kul
lanıyordu. Tefeciler, borç verdikleri kişilerin borcunu ödemesini engelle
mek için muhtelif hilelere başvurabiliyordu. Bu onların faizi şişirmesini
sağlıyordu. Bu uygulamalar borç para bulmanın güç olduğunu ve ticarileş
miş bölgelerde bile, yerel ileri gelenlerin bazen ellerindeki nakdi yatırıma
dönüştürme olanağı bulmakta zorluk çektiklerini göstermektedir.35
KI RSAL ZANAATLAR
Kırsal zanaat faaliyetlerinin boyutu belli olmamakla birlikte, terimin
dar anlamında, yani bir köy topluluğunun ana gelir kaynağı olarak tarımın
yerini bir zanaatın alması bağlamında, prota-sanayileşme çok az yerle sınır
lıydı. Bunun en bilinen örneği günümüz Yunanistan'ımn kuzeyindeki Am
belakia köyüdür. Bu köy, en parlak dönemini yaşadığı ı8. yüzyıl sorılannda
birkaç yıllığına bir kasahaya dönüşmüştü.36 Köyün pamuk bükücüleri,
ı8oo'den önceki ve sonraki yıllarda büyük bir yükseliş yaşayan Avusturya
dokuma sanayii için iplik üretiyordu. Zengin Osmanlıların tercih ettiği tarz
da zarif evlerin varlığı, bu kasabanın yaşadığı kısa refah döneminin göster
gesidir. ı8. yüzyılda Sakız adası, ipek dokuma üretim merkezi haline geldi.
Adada şehirlerin fazla gelişmemiş olduğu düşünüldüğünde, bu da büyük öl
çüde kırsal sanayi olsa gerekti. ı8. yüzyılda, Balkan katırcılan kışın aileleri-
Kı RSAL YAŞAM
calık tanıdıysa, yegane sebebi Avrupa'yla yapılan ticaret hakkında bol belge
olmasıdır. Ancak ihracata yönelik tarım ile çiftiikierin ortaya çıkması ara
sındaki ilişkinin, daha önce varsayıldığı kadar sıkı olmadığını belirtmiştik.
Taşra eliti köylüleri vergilendirerek artı değeri kolayca cebe indirebiliyordu,
ama Osmanlı devletinin de -az çok- kuralları vardı; dolayısıyla bu önde ge
len şahsiyetlerin tarım arazilerine açıkça el koymaları sık sık engelleniyor
du. Böylece Osmanlı İmparatorluğu önemli boyutta bir köylüler ülkesi ola
rak kaldı. 40
r8. yüzyılın sonu ve 1 9 . yüzyılın başlarında, tahıl Osmanlı payİtahtı
na bugünkü Bulgaristan'ın doğu bölgeleri ile Eflak ve Bağdan'dan gönderi
liyordu. İstanbul tacirlerinin egemenliğindeki tahıl ticareti devlet tarafın
dan sıkı sıkıya denetlenirdi. Buğday ve arpa sevkiyatının ötesinde, kırsal
bölgelerde yaşayanların bu ticarette payı yoktu. Ödenen ücretiere gelince; '
Tü RKiYE TARi H i 45 1
nunla birlikte, diğer endüstriyel kullanım alanianna yönelik değirmenlerle
ilgili bir bulgu yoktur.43
İstanbul civannda, Ü sküdar'ın büyümesi, tarla ve otlaklann bahçe ve
bağa dönüşmesini hızlandırdı. r8. yüzyıl boyunca Boğaz'da hem Müslüman
lar hem gayrimüslimler bağalık yapardı. Müslümanlar üzüm suyunu bazen
şarap yapılmak üzere gayrimüslimlere satıyordu. Bu faaliyet yüzyılın ikinci
yansında iyice gelişmişti.44 Kara surlannın dışında süt, yoğurt ve yumurta
üretilen birçok mandıra vardı. Aynca qoo'lerde ortaya çıkan uzman bahçı
vanlar, zengin şehirlilerin bahçeleri için çiçek yetiştirip satıyordu. Bu zengin
ler aynca faal bir çiçek pazannı destekleyecek ölçüde talep yaratmıştı.45
r8. yüzyılın Şam şehri, komşu liman şehri Sayda'yla birlikte, çok es
ki rakibi Halep görece gerilediğinde, çevre vahalarda bol sebze ve meyve
üretilmesinden kazançlı çıkmıştı.46 Aynca yeni başlayan şehirleşmesiyle,
Cebel-i Lübnan, Şam hinterlandının bir parçasıydı ve bu bölge r6oo'lerin
başında dut bahçeleri ve ipekböcekçiliğiyle ünlüydü.47 Sayda sakinleri bile
geçimlerini ticaretten çok pamuk, portakal, limon ve ham ipekten sağlıyor
du. Art bölgelerde o sıralar durum kritikti. Nitekim daha önceleri zenginle
şen Baalbek bölgesi, r8. yüzyılda yerel çatışmalardan dolayı harap olunca
eski önemini büyük ölçüde kaybetti.
Kı RSAL YAŞAM
lerinde uygulanan yasaklar burada geçerli değildi.49 Marsilyalı sabun üreti
cilerinin kullandığı zeytinyağının büyük kısmı Girit'te üretiliyordu. Os
manlılann adayı fethinden sonra (ı645-ı6 6 9 ) , burada üzümün yerini alan
zeytin, esas ticari ürün oldu. Tunus kıyılarındaki zeytinliklerin de sayısı art
tı. Buradaki yerel yöneticiler ihracat ruhsatı satıyor, aynca kendileri de zey
tin ticaretiyle uğraşıyordu.
ı8. yüzyılda imparatorluğun başka bölgelerinde, tanm ürünleri ye
rel ayanca satılıyordu. Ayan bu ürünleri merkezi hazinenin iltizama verdi
ği köylü vergilerinin bir parçası olarak elde ediyordu. Ayan köylülerin ken
dilerinin sattığı ürünlere aracılık da yapıyordu. Muhtemelen bu hizmet için
ayana bir ücret ödenınelde birlikte, köylülerin eline sonuçta daha iyi para
geçiyordu. s o Kıyı bölgelerinde gerek ayan gerekse daha mütevazı düzeydeki
ileri gelenler, Avrupa'nın yükselen pamuk, tütün ve buğday talebinde:q ka
zanç sağlamak için çiftlikler satın aldılar. Fransız Devrimi'ni izleyen savaş
lar sırasında ve Napolyon'un iktidarda olduğu dönemde (ı792-ı8ıs) özellik
le buğdaya büyük talep vardı. Ordular ve donanmalar sefere çıktığında tahıl
fıyatlan en yüksek düzeyine ulaşıyor, Anadolu, Makedonya ve Kuzey Afrika
buğdayı Napolyon'un tebaası tarafından tüketiliyordu. ıssız bölgelerin o za
mana kadar dış ticarette yer bulamayan tahıl ürünleri bile şiddetle aranır ol
du.l' Her ne kadar Osmanlı tahılına talep ı8ıs 'ten sonra tekrar gerilese de,
bu durum büyük bir Osmanlı bölgesinin, Avrupa ölçeğinde dünya ekono
misiyle tam anlamıyla bütünleşmesinin esaslı bir örneğiydi.
NOTLAR
Kayoko Hayashi ve Mahir Aydun (ed.), The Ottoman State and Societies in Change: A Study ofthe Ni
neteenth Century Temettuat Registers (Londra, 2004) .
2 Wolf-Dieter Hütteroth ve Karnal Alıdul Fattah, Histarical Geography of Palestine, Tran�ordan and
Southem Syria in the Late Sixteenth Century (Erlangen, 1977) , s. 56-59; Machiel Kiel ve Friedrich Sa
uerwein, Ost-Lokris in türkiseher und neugriechischer Zeit (ı46o-ıg8ı) (Passau, 1994), s. 46-50.
Af\toine Alıdel Nour, Introduction a l'histoire urbaine de la Syrie ottomane (XVIe-XVIIIe siecle) (Bey
rut, 1982), s. 61-G s .
4 Daniel Goffman, Izmir and the Levantine World, 1550-ıGso (Seattle ve Londra, 1990), s. 20-21, 82-83.
5 Bruce McGowan, Economic Life in Ottoman Empire: Taxation, Trade, and the Strugglefor Land, ı6oo
ı8oo (Cambridge, 1981), s. 8o-ıo4 .
ÖGRETİM VE AKTARIM
Osmanlı kültürünün diğer alanları ile devlet yönetiminde yazının
ezici önemiyle tam bir zıtlık içinde, Osmanlı/Türk geleneksel müziği her
zaman sözlü olarak öğretilip aktarılmıştı. Antoine Galland, Carsten Ni
ebuhr, Giovanni Battista Donado, Jean-Benjamin de Laborde, Gianbattista
Toderini, Charles Fonton ve Ignace Mouradgea d'Ohsson gibi q. ve ı8.
yüzyılda yaşamış pek çok Avrupalı gezgin, araştırmacı ve yazar, yazılı notas
yon bulunmadığını görünce hayrete düşmüştü. Bu yazarların bir kısmı, bu
durumun gerektirdiği hafıza becerisine hayranlığını ifade ederken, bazıları
yazılı notasyon olmamasını bir müzik teorisinin olmayışma yormuştu.
Osmanlı/Türk geleneğinde oldukça yakın zamanlara kadar, müzik
eğitimi sürecinde yazılı notasyanun sistematik olarak kullanılması gerçek
ten uygun görülmüyordu. Basılan ve yayımlanan ilk notasyon örnekleri an
cak ı87o sonlarında, İbrahim Müteferrika'nın ilk Osmanlı matbaasını kur
masından yaklaşık yüz elli yıl sonra görüldü.3 Osmanlı müzik literatürünün
en önemli formu, yüzlercesi günümüze ulaşmış olan güftefşarkıfilahifayin
mecmualarıydı.
Sözlü öğretim ve aktarım sürecine "meşk" adı veriliyordu.4 Meşkin
varlığı ve uygulanışı konusunda ı 6 . yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanan
belgeler vardır. ı63o'larda Topkapı Sarayı'na bağlı içoğlanlarına müzik eği
timi tek meşkhanede veriliyordu.5 ı64o'lar ve ı6so'lerde yazan Wojciech
OsMAN LI M ü z i K G E LE N EG i
Bobowski (Albertus Bobovius ve Ali Ufki Efendi adlarıyla da bilinir) , saray
daki bu müzik okulunda verilen müzik eğitimi ve uygulamalarının yanı sı
ra günlük yaşamı da canlı ayrıntılada aktarır.6
Meşk yalnızca müzik teorisi, çeşitli çalma teknikleri veya belirli bir
çalgının öğretilmesini içermiyordu. Aynı zamanda, bütün -enstrümantal
veya sözlü, dini veya dünyevi- müzik repertuarının aktarılmasının aracıydı.
Meşk, hoca ve öğrencilerin zorunlu olarak yüz yüze ilişki içinde bütün re
pertuarı ezberlemesi ve yeniden çalmasına dayanıyordu.
Meşk zaman içinde basit bir pedagojik yöntem olmanın çok ötesine
geçti. Örneğin müzikte ustalık mümkün olduğu kadar çok bestenin ezber
lenmesini gerektiriyordu ki bugün de bir ölçüde hala öyledir. Yeni bir bes
te ancak sözlü aktarım yoluyla öğretiliyor, yayılıyor ve çalınıp söyleniyordu.
Bu süreç, farklı kuşaklardan bestecileri ve icracıları birbirine bağlaya:q bir
aktarım silsilesini besledi, bir birlik ruhunun, gerçek veya hayali bir daya
nışma duygusunun dağınasına yol açh.
Meşk ile öğretme ve aktarma, aynı zamanda özel icra tarzlarını bi
çimlendirip sonunda bazı temel ilkelerine bugün bile uyulan toplumsaljah
laki ve müzikal davranış kodları yarattı.7 Ayrıca sözlü aktarım ve bu aktan
mm her icracıya belirli bir dereceye kadar sağladığı özgürlük, aynı eserin
farklı yorumlarının veya varyantıarının üretilip yayılmasını mümkün kıldı.
Ama bu arada, bazı bestelerin "özgün" biçimi, belki telafısi mümkün olma
yan biçimde kayboldu.8 Bazı eserlerin de yıpranıp yitirilmesi kesinlikle ka
çınılmaz olmakla beraber, repertuarın hacmi üzerindeki genel etkisi günü
müzde oldukça abartılmaktadır.
MüziK VE TOPLUM
Müzik eğitimi ve icrası evlerde, camilerde, tekkelerde, hatta kahve
hanelerde sürdürülüyordu. Osmanlı müzik geleneğinin toplumsal temeli
saray ya da yakın çevresiyle kısıtlı olmaktan çok uzakh. Dolayısıyla müzik,
yöneten grubun baskısından ve himayesinden bağımsız olarak yaşayabilir
di ve yaşadı.
Önceki müzik geleneklerine zıt biçimde, I?· ve ı8. yüzyılların Os
manlı/Türk müziği artık şehirli profesyonel elitin özel alanı değildi. Yine
Tü RKiYE TARi H i
belirttiğimiz gibi, saray müzik yapılan yegane merkez değildi. 9 Aşağıdaki
olay karşıt bir örnek olarak verilebilir: Birbiri ardına tahta çıkan iki sultan,
I I I . Osman (h. I754-I757) ve I I I . Mustafa (h. I757-I774) müzikten hiç hoş
lanmadıklan için Topkapı Sarayı'ndaki meşkhaneyi kapatıp saraydaki bü
tün müzik faaliyetlerine son verdiler.10 Bu düşüncesizce karann şehrin mü
zik hayatını aksatan bir etkisi olmadı. Yirmi yıl sonra, büyük bir besteci ve
sanat hamisi olan I I I . Selim (h. ı789-ı8o7) , sarayda çabucak usta müzisyen
ve bestecilerden oluşan bir heyet kurmakta hiçbir sıkıntı çekmedi. Bir baş
ka deyişle, gelenek şehrin toplumsal dokusuna yeterince dağılıp kökleşmiş
tL Hükümdarların müzik zevki, hevesi ve tercihlerinde meydana gelebile
cek rastgele değişikliklerin yaratabileceği olumsuz etkilere dayanacak kadar
esneklik kazanmıştı. n
Bu görüş, ı7. yüzyılda ve ı8. yüzyıl başında yaşamış besteci ve mü- ,
zisyenleri anlatan Atrabü'l-asar fi tezkiret-i urefai 'l-edvar adlı önemli tezkire
nin yazan Şeyhülislam Esad Efendi'nin (ö. I753) verdiği bilgiyle de onayla
nıyor. Muhtemelen ı72o'lerin sonunda yazılmış olan bu metinde ele alınan
yaklaşık yüz musikişinasın ismi ve unvanının gösterdiği toplumsal dağı
lım, şehir nüfusunda kesinlikle çok geniş bir kesitin müzik faaliyetinde yer
aldığını düşündürmektedir. Paşa, bey, efendi gibi unvanıardan anlaşıldığı
üzere, aralannda çeşitli payelere mensup dini yetkililerin, tasavvuf dergih
Iarına mensup şeyhler ve dervişlerin de bulunduğu kimi üst düzey görevli
ler bu faaliyetlerde yer alıyordu. Ancak çoğu müzisyenin kökeni daha mü
tevazıydı; bu durum Tavukçuzade, Taşçızade, Sütçüzade veya Suyolcuzade
gibi isimlerden anlaşılmaktadır. Ayrıca, Esad Efendi'nin tezkiresinde geçi
mini ipekli dokumacısı, sokak satıcısı, debbağ ya da taş ustası olarak sağla
yan pek çok müzisyenden övgüyle bahsedilmektedir.'2
Daha sonraki dönemin en aşikar örneği, Türk bestecilerin belki en
dikkat çekici ismi olan İsmail Dede Efendi'dir (ı778-ı846). Bir Mevlevi der
vişi olan İsmail İstanbul'da dünyaya gelmişti, bir hamamemın oğluydu. Bu
yüzden hayatı boyunca genellikle " Hamamcıoğlu İsmail" ya da " Derviş İs
mail" olarak anıldı. Ancak daha sonra, Cumhuriyet Türkiye'sinin aristokrat
bir müzik geçmişi nostaljisi ve idealizasyonu sonucu, adı "Hammamizade
İsmail Dede Efendi" gibi acayip bir şekle sokuldu. Osmanlı İstanbul'unda-
O S M A N L I M ü z i K G E LE N EG i
ki müzik dünyasına toplumun bütün sınıflanndan geniş bir kahlım vardı;
bu dünya sınıf veya servete dayalı değildi. Ayrıca q. yüzyılın başlangıcın
dan itibaren, Mevlevilerinki başta olmak üzere dergahlar önemli müzik eği
tim ve aktanm merkezleri haline gelerek geniş bir dini ve dünyevi müzik
repertuannı her sınıftan insana ulaştırdı. '3
Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler gibi dinijetnik azınlıklar da, özel
likle ele aldığımız dönemin ikinci yarısında geniş çapta temsil edildiler. 17.
ve 18. yüzyılın en ünlü gayrimüslim bestecileri elbette büyük olasılıkla kili
sede kantarluk yapan Rum Ortodoks Zaharya (ö. 1740 ?) ile besteci ve I I I .
Selim'in tanbur hocası olan Yahudi müzisyen İsak Fresko Romano (1745?-
1814) idi. Musi diye de bilinen halıarn Moşe Faro (ö. 1760) bir diğer önem
li besteciydi. Besteciler içinde gayrimüslimlerin oranı, 19. yüzyılın ikinci ya
rısında, muhtemelen Tanzimatla birlikte artmışh. Söz konusu dönem• bo
yunca, kilise ve sinagoglarda icra edilen müzik pek çok bakımdan, ana akım
olan geleneksel Osmanlı/Türk şehir müziğinin etkisini taşıyordu.
TO RKiYE TAR i H i
Bütün Ortadoğu' daki modem öncesi repertuarın mevcut yegane
müzik notasyonunu oluşturan bu iki derlemenin değeri çok büyüktür. Bu
derlemeler paha biçilmez öneme sahip birinci elden kaynaklardır. Ne var
ki, Cantemir'in teknik ustalığı, İstanbul' dan ayrılır aynlmaz unutulmuştu.
Ali Ufki ise nota yazma becerisinden dolayı Topkapı Sarayı meşkhanesin
de bulunduğu sürece sihirbaz gibi görüldü. Ancak ölümünden kısa bir sü
re sonra, elyazması iki nota derlemesini John Covel Londra'ya, Antoine
Galland Paris' e götürdü. İstanbul'da ne Cantemir ne de Bobowski'nin izin
den giden kimse olmadığı için, elyazması notasyonları, inkar edilemez bir
kayıtsızlığın göstergesi olarak çoğaltılmadı. Cantemir'in 356 eser içeren no
ta derlemesinin tamamının transkripsiyonu ve yayımlanması, ancak çok ya
kın bir tarihte gerçekleşti.'6 Ali Ufki'nin çok önemli iki müzik elyazmasının
sa henüz eleştirel basımı yapılmadı.'7 Şu anda bu elyazmalarından sadece '
birinin tıpkıbasımı mevcuttur.'8
Nota sistemleri konusunda buluş yapan diğer iki kişi de benzer bir
kaderi paylaşmıştı. Ünlü bir Mevlevi şeyhi ve besteci olan Osman Dede (ö.
1729) hakkında, çağdaşı Esad Efendi'9 sanki çok acayip bir iş yapmış gibi,
"nağmeler yazabildiğinden" bahseder. Ancak Osman Dede'nin bu konuyla
ilgili hiçbir elyazması günümüze ulaşmamıştır. Yine bir Mevlevi şeyhi olan
Osman Dede'nin torunu Abdülbaki Nasır Dede (1765-1821)'0 I I I . Selim ta
rafından ebced hesabına dayalı bir nota yazma sistemi geliştirmesi için teş
vik edilmişti. Abdilibaki Nasır Dede dört eserin notalarını yazdı; üçü, hami
si olan Selim tarafından yine bu padişahın geliştirdiği Suzidilara makamın
da bestelenmişti. Ne var ki, sultandan teşvik görmek müzik çevrelerinde
buna denk bir kabul sağlamadı ve bu sistemi uygulayan başka kimse çıkma
dı. Böylece Abdilibaki Nasır Dede'nin 1794 tarihli elyazması ("Tahririye")
türünün tek örneği olarak kaldı. Yarattığı notasyon sistemi daha sonra hiç
kullanılmadı.
Bir ölçüde başarı kazanan tek notasyon Hampartzum Limoncu
yan'a (1768-1839) aitti. 1813-1815 civarında geliştirilen bu sistemin esin kay
nağı, Ermeni kilise ilahilerinin (şarakan) notasyonunda kullanılmakta olan
semboller (neumalar) idi. Sembollerle kısaltılarak yazılan bu notasyon sis
teminin basitliği ve İstanbul'da yaşayan pek çok Ermeni müzisyen tarafın-
OsMAN LI M üz i K G E L E N E G i
dan bilinmesi, görece başansında pay sahibiydi!' Genellikle Batı porte sis
temiyle bir arada kullanılan Hampartzum notasyonu, kullanıcıların pek çok
eseri unutulmaktan kurtarmasını sağladı. Gerek özel gerekse devlet kütüp
hanelerinde, Hampartzum notasıyla yazılmış pek çok derleme mevcuttur.
Tü RKiYE TAR i H i
zi-i Mısri'nin birçok güftesini bestelemişti.'4 17. yüzyılın en ünlü bestecile
rinden olan Hafız Post, aynı zamanda ilk Osmanlı güfte mecmualarından
birinin sahibidir.'5 Owen Wright'ın ayrıntılı analizinde görüldüğü gibi, bu
derleme tür için bir model haline gelmiştir.•6
Buhurcuoğlu Mustafa Efendi veya daha bilinen adıyla Itri'nin
(ı64o ?-q12) beste yelpazesi hayret vericidir. Muhtemelen Hafız Post'un
öğrencisi ve bir Mevlevi muhibbi olan Itri, Osmanh/Türk müziğinin en
önemli isimlerinden biridir. Mevleviler ve diğer tarikatlar için ayinlerin ya
nı sıra din dışı besteler de yapmıştır. Itri'nin dini bestelerinden bazıları öy
le sevildi ki, deyim yerindeyse temel biçim haline gelerek kendi türlerinin
gelişimini neredeyse sona erdirdi. Türkiye' deki camilerde düzenlenen
Mevlid gibi bazı ritüellerde Itri'nin salat-i ümmiye'sinin söylenmemesi dü
şünülemez. Mevlevi tarikatının kurucusu Celaleddin Rumi'nin Farsça met-,
ni üzerine bestelediği naat (Peygamber için yazılan kaside) , herhangi bir
makamdaki herhangi bir Mevlevi ayininin vazgeçilmez, adeta zorunlu açı
lış eseri haline gelmiştir. Mevlevi müzik ritüelinin o günden beri sahip ol
duğu biçim ve yapı, kesinlikle Itri'nin bir bestekar olarak konumu, tesiri ve
itibarı sayesinde gerçekleşmiştir. Belki de Itri'nin tesiriyle, özellikle ı8. yüz
yılın ikinci yarısında, M evieviler müzik üretimi açısından bütün tarikatların
önüne geçmiştir.
İlıadette en çok kullanılan müzik biçimi ilahiydi. ilahi birçok alt tür
den oluşan geniş kapsamlı bir terimdir; bu alt türlerden biri zikir töreni sı
rasında söylenirdi. 27 ilahiler sabit usuldeydi, sözleri genellikle Türkçeydi.
Arapça ilahilere şugl deniyordu. Belirleyebildiğimiz kadarıyla, Halveti, Cer
rahi veya Kadiri zikir törenlerinde söylenen ilahiler arasında açık bir biçim
veya üslup farkı yoktu. Bu tarikatiara mensup birinin bestelediği ilahi, di
ğer tekketerde de pekala söylenebiliyordu. Nitekim pek çok ilahi güftesi der
lemesinde çok çeşitli tarikatiara "ait" eserler yer alır.'8
Zikir törenleri dışında söylenen ilahilere "tevşih", "tesbih" ya da
"cumhur ilahi" adı veriliyordu. Son ikisi camilerde sık sık okunurdu, Ancak
çoğu dergahtaki uygulamanın aksine, ilahiler camilerde her zaman a capel
la okunuyor, herhangi bir çalgının, hatta ritmin eşliğine izin verilmiyordu.
Ayrıca ilahi gibi önceden bestelenmiş ama -istisnai olarak- belirli bir usu-
Os M A N L I M ü z i K G E L E N E G i
lü olmayan tekke müziği de vardı. Bunlar naat ve durak idi. Duraklar zikir
töreninde bazı özellikle kutsal duraklama noktalarında veya Mevlid okunur
ken söyleniyordu.
Başlangıcından itibaren ayin ve müzik açısından belki en karmaşık
tasavvufı ritüel Mevlevilere aitti. Mevleviyye, herhangi bir zikir töreninin ya
pılmadığı ve ilahilerin okunmadığı tek Sünni tarikatıdır. Mevlevi törenleri,
belirli bir makamda önceden bestelenmiş bir ayinin, sema yapan dervişle
re eşlik etmesinden ibarettir. Bütün bu törene "mukabele" adı verilir. Ayin
metinleri ve bunları bestelernekte kullanılan usullerle ilgili iç kanıtların
gösterdiğine göre, bu uzun ayinlerin en eski örneklerinin, yani Beste-i ka
dim adı verilen ve bestekarları bilinmeyen üç eserin 16oo'lerin başından
önce bestelenmiş -veya biçimlendirilmiş- olması mümkün değildir.29 Da
ha sonra Itti'nin naatının eklenmesiyle birlikte, Mevlevi ayini büyük bir ola-
'
Tü RKiYE TARi H i
GRUPLAR, ÇALGlLAR VE İCRACI LAR
Osmanlı/Türk müziği, gerek genel icra tarzları gerek muhtelif toplu
luklarda yer alan icracılann sayısı bakımından özünde bir "oda müziği" idi.
Bu görüşü destekleyecek yeterli belge bulunmaktadır}• Bilinen tek istisnası sa
rayın askeri bandosu olan mehterdi. Askeri müzik çalan mehter takımı özel
töreniere şatafat ve debdebe katıyordu. Dolayısıyla ürettiği sesin mümkün ol
duğunca "yüksek" çıkması gerekiyordu. Ancak genel olarak mehter türü, kul
lanılan çalgılar -başlıca zurna, zil ve muhtelif çapta davullar- ve en büyük ola
sılıkla da repertuan, Osmanlı/Türk sanat müziğinden büyük ölçüde farklıydı.
Avrupalılar mehteri genellikle Türk müziğiyle bir tutuyordu, zira bu müzik
18. yüzyıl Avrupa'sında çok rağbetteydi. Oysa Osmanlılar açısından, mehter
çalgılan ve icrası "kaba saz" diye, 18. yüzyılda ana akımı oluşturan klasik Türk
müziği için kullanılan "ince saz" teriminin karşıtı olarak nitelendirilirdi.
Bunun dışında, 17. ve 18. yüzyılda -ve daha sonra- müzik yapmak
esasen tek tek icracılann bireysel becerisine dayanıyordu; icracılan görece
küçük ve yakın bir dinleyici topluluğu dinlerdi. İcracı topluluklar küçüktü,
genellikle bir ya da iki şarkıcıyla bir avuç çalgıcıdan oluşurdu. Çalgıcılar sık
sık, doğaçlama olsun olmasın, solo geçişler yaparak hünerlerini ortaya koyar
lardı. Topluluk içinde olsa bile çalmak ve söylemek her zaman bireysel bir iş
ti. Dolayısıyla koro ve orkestra gibi kavramlar asla ortaya çıkmamıştı. Toplu
luk disiplini yerine bireysel virtüozluğun ve kişisel yaratıcılığın sergilenme
si ön plandaydı. Son olarak, yazılı notasyonun bulunmayışı ve her gösteride
"yeniden üretilmesi" gereken bir müzik "modeli" kavramı, standartıaşmayı
dışlıyordu. Müzik çalındığı zaman ortaya çıkan sonuç, bir bestenin doğru
dan ve basit biçimde icrası yerine, yeniden yaratılmasıydı.
Gerçek bir tarihi kaynağın kayda geçirdiği en büyük müzik toplulu
ğu, 5 Rebiülevvel 1239'da (9 Kasım 1823) Sultan I l . Mahmud'un (h. 1808-
1839) huzurunda bir fasıl icra edendi. Bu topluluk, çoğu saraya bağlı top
lam on iki şarkıcı ve çalgıcıdan oluşmuştu.33 1 9 . yüzyıl başlarındaki İstan
bul'da, müziksever bir hükümdar tarafından bir araya getirilen bu topluluk
tan daha büyük başka bir müzik topluluğu olamazdı. Bununla birlikte,
Cumhuriyet Türkiye'sinde daha büyük müzik organları aşamalı olarak, kü
çük ve samimi geleneksel toplulukların yerini alacak, dolayısıyla klasik
kısmında geçici olarak, halkın gözde çalgısı olan udun yerini almışh.
Tü RKiYE TAR i H i
17oo'ler tanburun yükselişine tanıklık etti. Bu çalgı, udun daha sonraki ge
ri dönüşü göz önüne alınmazsa, o zamandan beri "Türklerin gözde çalgısı"
olarak kaldı.37 Eksizsiz perdeli ve uzun saplı bir çalgı olan tanbur, ayrı mik
rotanal aralıkiann belirtilmesini, icrasını ve ayırt edilmesini kolaylaştırdığı
gibi, gerektiğinde standart bir sesölçer olarak kullanılabilir. Yaygınlığının
artmasını sağlayan derin ve dokunaklı sesinin çlışında, pratik yararlanndan
dolayı böyle bir çalgıya ihtiyaç olsa gerekti. Zira 17oo'ler, Osmanlı/Türk
müziğindeki temel tonal sistemin büyük değişimlerden geçip sürekli yeni
makamlar ve terkipler yarahidığı bir dönemdi.
Yaylı ve telli çalgılara gelince, bunlann başında keman veya keman
çe geliyordu. Dikey çalınan bir viyol olan kemançenin iki veya üç ipek teli
ile küresel bir gövdesi vardı. Bu çalgıya daha sonra rebab adı verildi. 18. yüz
yıl sonlannda yeni bir alet olarak bu aileye kahlan viola d'amore, keman kar,
şısında sinekernam adını aldı. Vurmalı çalgılardaysa, tekke müziğinin icra
sı için büyük önem taşıyan kudüm, onun küçük örneği olan nakkare ve
bendir, 17· yüzyılda zaten mevcuttu.
Müzisyenlere gelince; ister şarkıcı ister çalgıcı olsunlar, 17. ve 18.
yüzyılda, hatta daha sonra bile bugünkü anlamına göre "profesyonel" dene
bilecek düzeyde olaniann sayısı çok azdı. Amatör-profesyonel arasındaki
fark genellikle muğlaktı. 17· ve 18. yüzyılla ilgili tarihi kaynaklarda adı ge
çen müzisyenlerin çok azı, geçimlerini sanatlanndan sağlamayı vefveya
toplumsal açıdan sadece müzisyen olarak algılanmayı başarmışh. Atrabü 1-
asar'da yer alan 17. ve 18. yüzyıl müzisyenlerinin dörtte birinden bile azı
nın, şu ya da bu şekilde sarayda görev yaphğı veya mali ilişki içinde olduğu
belirtilir. Tüm hükümdarlar içinde müzikle en çok ilgilenen I I I . Selim'in
zamanında bile, saraya bağlı müzisyenlerin sayısı asla on beş veya yirmiyi
aşmamışh.38 Müzisyenler için devlet dışındaki gelir kaynaklan kıt v� düzen
sizdi; zira müzik eğitimi ve aktanını genellikle doğrudan parayla ödüllendi
rilmiyor, aksi çoğu zaman gayriahlaki görülüyordu.39
47 0 OS M A N L I M ü z i K G E L E N E(�;i
müzik geleneğine doğrudan aktarılmadığı anlaşılıyor.40 Ali Ufki'nin nota
derlemeleri, 165o'lerde bile yeni Osmanlı/Türk vokal biçimlerinin -nakış,
semai ve murabba (veya murabba beste)- yerleşmiş olduğunu gösterir.4' Bu
derlernede ayrıca birçok ilahi, halk müziği biçimleri olan türkü ve varsağı
da bulunur. Hanende ve sazendelerden oluşan bir topluluğun icra ettiği fa
sıl ise, bundan sadece elli yıl sonra Cantemir tarafından ayrıntılı olarak
açıklanmıştır.
Fasıl eklemli bir terkip biçimi, aynı makamda ama farklı tarzlarda
ki eserlerin sabit bir sırayla çalındığı bir tür konser süitidir. Fasıl, hem ic
racıları hem izleyiciyi seçilen makamın "ruhuna" alıştıran bir taksirole
başlar. Ardından gelen enstrümantal giriş (peşrev) , genellikle hane adı ve
rilen üç ya da dört bölümden oluşur ve her hanenin sonunda bir nakarat
(teslim) yer alır. Fasıl yine enstrümantal bir parça olan saz semaisiyle, so
na erer; saz semaisinin de benzer bir biçimi olmakla birlikte 1oj8'lik ak
sak ritm e sahiptir. Bu iki biçim arasında muhtelif vokal türleri yer alır: bir
kar, bir veya daha fazla beste, semailer ve şarkılar çoğunlukla bu kesin sı
ralamayla icra edilir. Fasılın orta bölümüne vokal ya da enstrümantal do
ğaçlamalar yerleştirilebilir.
Fasılın yapısı göründüğü kadar katı değildi. İcraoların bazı parçala
rı atlamasına ya da kendi seçtikleri parçaları ekleyerek bir ya da daha fazla
terkibi çoğaltmalarına izin veriliyordu. Fasılın diğer bazı biçimsel nitelikle
ri ancak 18. yüzyılın sonunda ve olasılıkla I I I . Selim döneminde ya da he
men ertesinde ortaya çıktı. İki beste ve iki semaiden oluşan sıralama, gide
rek fasılın vokal kısmına bir alt-yapı olarak yerleşti. İlk bestenin nispeten
uzun, ikincisinin kısa bir usulü olması gerekiyordu. Semailere gelince, ağır
semai adı verilen birincisi 1oj8'lik bir ritim yapısına sahip olup yürük se
maiden önce çalınırdı. Yürük semainin 6j4'lük veya 6j8'lik üçlü bir usulü
vardı. İki beste ve iki semaiden oluşan bu alt-yapıya 19. yüzyılda takım adı
verildi ve müzisyenler aynı makam içinde takımlar bestelemeye başladı.
19. yüzyılın diğer gelişmeleri arasında, daha hafifbesteler olan şarkı
ların, fasıl içinde ritmik yapılarındaki zaman birimlerine göre sıralanması
yer alır. Daha uzun ritmik yapıya sahip olanlar vejveya daha yavaş tempolu
olanlar önce çalınıyordu. 19. yüzyıl sonunda, Yunanlıların sirto ve Romen
NoTlAR
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Osmanlılar zamanında saraylarda musiki hayab", Belleten 41 (1977), s.
79·II4-
2 Owen Wright, Words without Songs: A Musicological Study ofan Early Ottoman Anthology and its Pre
cursors (Londra, 1992), s. 284-
3 Cem Behar, "Transmission musicale et memoire textuelle dans la musique classique Ottoma
nefTurque", Revue du Monde Musulman et de la Mediterrannee 75/76 (1996), s. 91-ıo2.
4 Cem Behar, Zaman, Mekan, Müzik: Klasik Türk Musikisinde Eğitim (Meşk), İcra ve Aktanm (İstan·
bul, 1993); Cem Behar, Aşk Olmayınca Meşk Olmaz (İstanbul, 2003 [1998]); Behar, "Transmissi-
on".
5 Uzunçarşılı, "Osmanlılar".
6 Cem Behar, Ali Ujkf ve Mezmurlar (İstanbul, 1990).
7 Behar, Zaman.
8 Owen Wright, "Aspects of Histerical Change in the Turkish Classkal Repertoire", Musica Asiatica
5 (1988), S. 1-109.
9 Wright, Words without Songs, s. 204.
10 Uzunçarşılı, "Osmanlılar".
n Behar, Zaman, s. 28-29.
12 Wright, Words without Songs, s. 204-205; Behar, Zaman, s. 36-37.
13 Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, Dini Eserler (İstanbul, 1943/4), I. ve II. cilt.
47 2 OS MAN LI M ü z i K G E L E N EG i
TÜLAY ARTAN
SANAT VE MİMARLIK
SANAT VE M i MAR L I K
lekten, çeşit çeşit kıyafetler içindeki grup grup insanlar kalabalıklar arasın
da dolaşır; tek tek figürler sayfanın her yerine serpiştirilmiştir. Genelde
Bağdat minyatürleri, saray ekolünün renk yelpazesi ve katı, kalıplaşmış,
geleneğe bağlı istifleriyle çarpıcı bir karşıtlık içindedir. Manzaralar bile
dramatize edilmiştir. Bazen bir ölçüde perspektif denemeleri yapılır: Atlar
arkadan resmedilir, manzara öğeleri arasında insan figürleri sadece kıs
men seçilebilir.
1590-1610 arasındaki dönemden geriye neredeyse otuz tezhipli ki
tap ve mecmuasından ayrı düşmüş birçok varak kalmış olsa da, Hasan Pa
şa'mnkiler dışında bu eserlerin nasıl ısmarlandığı pek bilinmiyor. Müşteri
ler Hadikatü's-süe'da, Maktel-i Hüseyin ve Ahval-i Kıyamet gibi dini eserleri
tercih ediyordu. Bağdat Mevlevilerinin ve birkaç valinin dışında, minyatür
lü Kerbela öyküleriyle ilgilenenler muhtemelen yerel seçkinlerdi. Kerb,ela
olayını ve Şiileri bugün bile etkileyen diğer olayları anlatan birçok tezhipli
yazma vardır. İslamiyetİn bu mezhebi, bütün Osmanlı dönemi boyunca
Bağdat'ta önemini korumuştu. Bağdat ekolünün ortaya çıkardığı çarpıcı öz
günlükteki ürünlerin yüzeysel bir incelemesi bile, sanatsal yeniliklerin tü
münün aslında hiç de Osmanlı merkezinde başlatılmadığım gösterir.
Resimli şecereler ya da padişah albümleri I I I . Murad'ın saltanat dö
neminde (1574-1595) "(yeniden) icat edildi" ve Zübdetü 't-Tevarih ve Şema 'il
name (Kıyafetü7-insaniye fi Şema'ilü7-'0smaniye) diye bilinegeldL I I I . Mu
rad'ın ölümünden sonra İstanbul'da bir daha şernailname üretilmedi, ama
halefi I I I . Mehmed döneminde (1595-1603) , Bağdat'ta iki şernailname resim
lendi. Bağdat'taki katipierin yazdığı silsilenameler de bu dönemde ortaya çık
tı.3 Bu eserler İslam dininin kabul ettiği peygamberler, halifeler, Osmanlı ön
cesi Müslüman hanedanlar ve son olarak İstanbul'da hüküm süren padişah
ların imgelerini içeriyor, böylece Osmanlıların ahir zamandan önce dünyaya
hükmedecek meşru hanedanların sonuncusu olduğu mesajı veriliyordu.
Bağdat'ta muhtemelen Osmanlı devlet adamları için hazırlanan birçok silsi
lename Topkapı Sarayı koleksiyonlarında yer buldu. Devlet adamları model
leri doğrudan İstanbul'daki saray atölyelerinden sağlıyor, tamamlanan eser
ler ya kendi hazine dairelerine giriyor ya da sultana, yüksek mevki sahibi sa
ray görevlilerine, hatta diğer Müslüman saraylarına hediye ediliyordu.
SANAT VE M i MA R LI K
I I I . Murad'ın Aralık 1574'te tahta çıkmasını izleyen iktidar mücade
lesi sırasında Nakkaş Hasan'ın durumu gayet iyiydi. ıs8ı'e ait kayıtlarda ka
pıcı olarak geçerken aynı zamanda Nakkaş Osman'ın yardımcısıydı. Ocak
1595'te I I I . Mehmed tahta çıkıp yeni rejimin güçler dengesi biçimlenince,
Hasan anahtar oğlanlığına atandı. Ardından 1596'da padişahın dülbend gu
lamı ve ertesi yıl büyük mirahur oldu. Belgelerden anlaşıldığına göre, ı6o3
baharında kapıcıbaşı olarak saraydaki görevini tamamlayıp Tophane nazır
lığına getirildi. I. Ahmed tahta çıktıktan sonra (ı6o3-ı6ı7) , Nakkaş Hasan
yeniçeri ağası oldu, Macaristan seferine katılacak askerleri eğitti. 6 Haziran
ı6o4'te Belgrad'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. Artık Hasan Paşa de
nilen Nakkaş Hasan, kış başlangıcında İstanbul'a döndü ve Şubat ı6os'te
vezirliğe getirildi. Bu sırada, I . Ahmed'in Bursa'yı ziyaretinden hemen ön
ce şehirdeki sarayın restorasyonunu üstlendi ve bir fener tasarladı. Bir!<aç
ay sonra sadaret kaymakamı olduğunda, isyancı askerlere karşı bir sefer dü
zenledi; maaşları dağıttı ve askeri tatbikatları denetledi. Aralık ı 6 o8'de, di
van toplantılarında beşinci vezir olarak ortaya çıktı. I. Ahmed döneminin
başlarında, I I I . Murad'ın kızlarından biriyle evlendi. Kasım ı 6ı4'te Rume
li beylerbeyi olarak Budin'e gönderildi. I I . Osman'ın tahta çıkmasının he
men ardından önce dördüncü, sonra üçüncü vezirliğe terfi etti. Polonya se
ferine katılan Hasan Paşa, Eylül ı62ı'de diğer divan-ı hümayun üyeleriyle
birlikte payitahta döndü ve ertesi yıl hastalanıp öldü.
Demek ki, ikincil literatürdeki iddiaların tersine, Hasan Paşa'nın fa
al bir askeri-bürokratik kariyeri vardı. Bir zamanlar yalısının yer aldığı bur
na onun anısına Nakkaşbumu adı verildi. Birçok siyasi sorumluluk üstlen
mesine rağmen, bir Divan-ı FuzuJı ve Firdevsi'nin Şahname'sinin bir nüs
hası dahil tarihi ve edebi konuları işleyen yirmiden fazla yazınada Nakkaş
Hasan Paşa'nın eli tespit edilmiştir. Nakkaş Hasan ayrıca I. Ahmed'in bir
tuğrasını tezhipleyip imzasını bu büyük levhanın sol alt köşesine atmıştı.
Tü R K i Y E TAR i H i 479
Resim 1 9.2 Bir kıyamet yaratığı olan dabbetü'l-arz. Tercüme-i Cifrü 'l-caml,
i stanbul Ü niversitesi Kütüphanesi, T. 6624. ı ı ı b.
SANAT VE M i MARLI K
arttırmışh. Falcılık, belli başlı elit mensuplan arasında bile yaygınlaşınca,
Farsça ve Arapçadan buna uygun eserlerin tercüme edilmesi moda oldu.7
Bu tür bazı kitaplar saray için tezhip ediliyordu. I I I . Mehmed ve I. Alı
med'in ayn ayn siparişleri üzerine el-Bistami'nin Ci.frü'l-camt adlı eserinin
iki tercüme nüshası da farklı sanatçıların elinden çıkma elli kadar minya
türle süslenmişti.8 Bu nüshalarda Nakkaş Hasan'ın üslubu ağırlık kazan
mıştır. Figürlerin dış hatlan belirgindir, renkler birbirine kanşmamışhr ve
saçlar olağanüstü bir dikkatle resmedilmiştir. Sıradan insanların tasviri ol
dukça deneyseldir, ama efsanevi yarahklar standartiaşmış olup sadece kıya
fetleri farklılaşır (Resim 19.2).
Metni tercüme eden Şerifb. Seyyid Muhammed' e göre, Babüssaade
ağası Gazanfer Ağa (r6o2-3'te idam edildi) tercümeyle ilgilenmiş, belki re
simlenecek masallan da o seçmişti. Ci.frü 'l-camt hem "popüler" hem de or-
. '
todoks Islam'a ait hikayeler içerdiğinden, üretim süreci saray hizipleri ara-
sındaki, daha sonra Gazanfer Ağa'nın hayahna mal olan çekişmeleri yansı
tıyor olabilir. İslamiyet öncesi Arap şehirlerinde kahinlik saygın bir meslek
olmakla birlikte, ortodoks Sünnilikte falcılık yasakh. Buna karşılık Şiiler,
peygamberin damadı Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin ahir zamana ka
dar bütün olacakları bildiklerine inanıyordu. Alarnet ve sayı listelerinin ya
nı sıra bunlarla ilgili açıklamalar, bu ortamda kıyamet gününü tahmin et
mek için kullanılıyordu.
Metnin ikinci bölümü, kıyamet belirtisi olarak görülen doğaüstü
olaylan veya doğal felaketleri anlahr. Kıyamet belirtileri Hicri rooo frs g r-2
yılı civarında sürekli gündemdeydi. Bunlar arasında, Müslümanların kabul
ettiği kıyamet belirtilerinden olan Mehdi'nin gelişi vardı. Zamanla Osman
lı padişahının Mehdi olduğu söylenmeye başladı. Dolayısıyla Konstantino
polis'in fethi yeniden yorumlanarak I I . Mehmed -en azından ima yoluyla
peygamberle özdeşleştirildi. Aynca I . Selim'in padişahlığı dönemine (I5I2-
I520) ait, İran ve Mısır hükümdarlanyla savaş gibi sahneler el-Bistami'nin
metnine eklendi. I . Selim'in adının sık sık geçmesi, bazı saray çevrelerinde
Mehdi olarak görüldüğünü akla getirir. Daha sonra IV. Murad (h. r623-
r 64o) bu unvanı benimsedi. Sadece Osmanlı halk inançlannda değil, saray
daki hizip çekişmelerinde de, kıyamet habercileri zamanın siyasi kişi ve
TO RKiYE TARi H i
olaylarıyla ilişkilendiriliyordu. Nitekim yazar Gelibolulu Mustafa Ali, beş
kez sadrazamlık yapan baş düşmanı Sinan Paşa'nın kendi Deccal'ı olduğu
nu söylüyordu.9 Cifrü'l-camt tercümanının Gelibolulu Ali'yle yakınlığı bilin
mektedir.
B i r keh a n et d a h a : Ka l e n d e r Pa ş a m u a m ma s ı
SANAT VE M i M A R L I K
vuru kitabı olarak kullandıklan falnarnelerin konulan arasındaydı. Ender de
olsa, endişeli okura yeni bir eve taşınma veya haneye girme, hayvan veya kö
le satın alma, bir çocuğu sütten kesme, din eğitimine başlama ya da güçlü
kimseleri ziyaret edip yardım dilerne gibi konularda öneriler de yapılıyordu.
17. yüzyıl başlannda saray çevresine mensup kişilerin yazdığı, bu tür
konulan işleyen ve günümüze kadar gelen iki büyük boyutlu falcılık kitabı
vardır. Birini, I. Ahmed'in vezirlerinden Kalender Paşa derlemişti. Sanatçı
lara yardım eden ve kendisi de ünlü bir tezhip ustası olan paşa, kağıtlan biz
zat kesip biçip, çizgi çekip yapıştırarak zarif murakkalar (vassale)yapıyordu."
Kalender Paşa işe önce maliyede başlayıp zaman içinde defterdar yardımcı
lığına atanmıştı. Şehremini olduğunda, Sultan Ahmed'in yaptıracağı cami
nin inşa edileceği alanda incelemeler yapan heyetle yer aldı ve daha sonra in
şaat alanında baş yönetici olarak çalıştı. Defterdar yardımcılığına dönmefiine
rağmen bu sorumluluğu da devam etti. ı612 sonbahannda, kendisi gibi sa
natçı olan Nakkaş Hasan'la birlikte divan-ı hümayun toplantılanna katıldı.
Aynı yılın aralık ayında paşalığa terfi ederken, bir yandan da Sultan Ahmed
camii inşaatındaki denetleme görevine devam etti. N e var ki, Kalender Paşa
ı6ı6 yazının sonuna doğru öldü, inşaatın tamamlandığını göremedi.
Kalender Paşa'ya Osmanlı dilinde geleneksel kurallara aldırmayan
tarikat ehli için kullanılan bu " Kalender" ismi ya da lakabının o dönemde
resmen fazla kabul görmeyen dervişlerle bağlantısından dolayı takılmış ol
ması muhtemeldir. Ancak, Kalender'in yükselmeden önce şahlann hüküm
sürdüğü topraklardan göçüp bir Osmanlı ileri geleninin hanesinde hizmet
etmiş olması ihtimali de vardır. Safevi üslubunda müzehhep yazmalann
müşterisi olan birçok devlet görevlisi, yönetici gruba bu şekilde katılmayı
başarmıştı. 1578 Osmanlı- Safevi savaşının ardından Osmanlı topraklanna
yerleşen edebiyatçı, sanatçı ve zanaatkarlar da öyleydi. Şah Talımaslı'ın fal
namesi, o zamanlar Osmanlı sarayının rağbet ettiği kıyamet belirtileriyle il
gili tüm kehanet kitaplanna örnek oluşturmuştu. İran'la eski bağlantısı, Ka
lender diye tanınan bu sanatçı devlet adamının bu alanda ürün vermesine
yol açmış olabilir.
Kalender Paşa Osmanlı falnamesi için Türkçe bir giriş ve her res
min altyazısını kaleme almakla kalmayıp altın yaldızlı tezhiplerini de yap-
TüRKiYE TAR i H i
mıştı. Bu eserin başlıca özellikleri kalın fırça darbeleri ve parlak renklerin
yanı sıra tezhibin ayrıntıianna önem verilmesidir. Minyatürü yapılacak ko
nulann seçimi özellikle dikkat çekicidir; zira eserde Eski ve Yeni Ahit'teki
bazı dini ve simgesel ternalann İslam mitolojisine geçmiş biçimlerini içe
ren otuz beş büyük boy minyatür yer alır. Ayrıca kökleri antikçağ Yakındo
ğu'suna uzanan Yaratılış Mucizeleri hikayelerinin, gezegenler ve burçlada
ilgili efsanelerin yanı sıra peygamberlerin, azizierin ve evliyalann mucize
leri ele alınmıştır. Yani yazma, Osmanlı minyatürlerindeki İncil'den alın
ma efsaneler ikonografısini özet halinde bir araya getirmektedir; fantastik
figürler büyük bir hünerle tasvir edilmiştir. Bu tarz sanat eserleri, dini oto
riteler tarafından onaylanmadığı, dolayısıyla formel dinle bağlantılı bir me
saj içermediği halde, dini bir hava taşımaktaydı.
Falnamelerde peygamber ve azizierin mucizeleri arasına Esk\
Ahit'ten pek çok sahne de dahil edilmişti. Sadece İslamiyetİn kabul ettiği
peygamberler bu yazmalarda kendilerine yer bulmuştu; seçilmelerinin ne
deni muhtemelen tasavvuf hareketinde özel bir önem taşımalanydı. Muta
savvıf yazar ve sanatçılar bu hikayelere yeni yorumlar getirip yeni ikonogra
fıler yaratmış, genellikle esas mucizelerden hemen önceki anlan vurgula
mışlardı. Müslüman hükümdarlar, ideal kral olarak Süleyman'a büyük say
gı duyup doğaüstü güçlerine huşu içinde yaklaştıklanndan, hem heterodoks
hem en ortodoks yazarlar çoğu zaman Süleyman'la ilgilere hikayelere atıf ya
pıyordu. Musa'nın mucizelerine de aynı şekilde yaklaşılıyordu. Kalender Pa
şa'nın falnamesinde ayrıca, Cebrail'in Yunus'u balığın karnından kurtardığı
sahne yer almıştı (Resim ıg.3). Bu hikayeyi de mutasavvıflar, özellikle Cela
leddin Rumi yeniden yorumlamışlardı. Öte yandan falnarnede yeniden yo
rurnlanan tek Yeni Ahit karakteri, çocuk İsa'yı emziren Meryem' di. İsa'nın
hayatını anlatan islam minyatürleri genellikle sadece onun doğumunu ve öl
dürülmesini resmeder, çarmıhı tasvir etmekten kaçınırlardı. Bu sahneler ta
savvuf literatüründe işlenmiyordu; alternatif ikonografık motifler bulunma
dığından, nakkaşlar muhtemelen Avrupa modellerini kullanmışlardı.
Dervişler ve müritleri, kahramanlık destanianna mistisizm ve ruha
nilik öğeleri katıyordu. Farklı tarikatiann kendi gözde kahramanlan olmak
la birlikte, bu özel tercihlere, incelediğimiz yazma eserlerde rastlanmaz.
SANAT VE M i MARLI K
Minyatürlerin ikonografısinde, daha ziyade, birçok tarikatın ortak tercihi
olan düşünsel ve ruhani motifler yer alır. Bu tür metinlerin ı6oo'ler civa
rındaki Osmanlı sarayında hazır okurları vardı; zira bu dönemde padişah
lar dindarlıklarıyla tanınır, çoğu zaman tarikat şeyhlerinin öğütlerini dinle
meye yatkın olurlardı. Bu kitaplar imana dair olmasalar bile, anlaşılan pek
çok Osmanlı elit mensubunun o dönemde ihtiyaç duyduğu kehanet ve bü
yüye dairdi.
Tercüme-i Cifrü'l-camt ve falnarnelerin dışında, yazarı bilinmeyen ve
malışer günüyle sonrasını anlatan iki Ahval-i Kıyamet nüshası ilgiyi hak
eder. Bu metin, dünyanın sonuyla ilgili Arapça ve Farsça yazılmış risalele
rin Türkçeye uyarlanmış hali olup öbür dünyada cezalandırılmaya neden
olan bu dünyadaki kötülüklerin listesini verir. Bu iki Ahval-i Kıyamet nüs
hası, sade üsluba sahip olmakla birlikte, yaratıcı desenleri ve ikonograijleri
açısından dikkat çekicidir. Temaları Tercüme-i Cifrü'l-camt ve iki falnamey
le aynı olsa da Ahval-i Kıyamet nüshaları tasavvufı içeriğe sahip değildir. Ah
val-i Kıyamet'ler i stanbul'da üretilmiştir; ancak bu yazmalardan birindeki
ne benzer bir ikonografı programının bir bölümünü oluşturan ve bir yaz
madan kopmuş birkaç yaprak üslup olarak Bağdat ekolüne yakındır.
TO R KiYE TAR i H i
Resim 1 9.3 Bir mele�in yard ı m ıyla balı�ın karn ı ndan çıkan Yu nus. Falname
Topkapı Sarayı M üzesi Kütüphanesi, h. 1 703, 35b.
SANAT VE M i M A R L I K
1 6 oo'lerin başında murakkalar için yapılan tek tek resimlerin orta
ya çıkışı, daha kapsamlı projelerin artık himaye görmediğini gösteriyor ola
bilir. I I I . Murad albümü olarak bilinen, ancak daha yeni eserleri de içeren
murakkada derviş, kadın, asker, genç erkek, bir tutsak ve Safevi sarayı men
suplan portreleri yanında bir av sahnesi ve hayvanlar yer alır.12 Bu murak
kanın iyi bilinen bir minyatüründe bir kahvehanenin içi resmedilmiş olup
Osmanlı görsel repertuanndaki tür resminin ilk ömeklerindendir. Saray
atölyelerinde üretilen eseriere bir durgunluk, kaygılı bir tükenmişlik ha
kimdi; oysa tam tersine, bu murakkalarda yer alan nakkaşlar, anlaşılan ken
di seçtikleri konular üzerinde çalışabilmeleri nedeniyle, gelenekleri inkar
edebilmiş, yeniden yaratmış, geliştirmişlerdi.
17. yüzyıl başianna ait, başka murakkalar da vardır. Padişahın talebi
üzerine muhtemelen Kalender Paşa tarafından derlenen bu murakkalar,dan
birinde, eski minyatürler ve tek figürler yer alır; ancak bu murakka, I . Ah
med dönemindeki toplumsal yaşamı yansıtması bakımından özel öneme
sahiptir.'3 Dönemin belirgin üslubunu yansıtan, o toplumda yaşayan çeşitli
tipleri betimleyen elli kadar portre çalışması dahil bu eserleri yapan sanat
çılann adlan bilinmemektedir. Albümde Osman Gazi'den l l l . Murad'a ka
dar padişah portrelerinin yanı sıra çıplak kadınlar da vardı, "tuhaf tipler"
arasından Yahudiler, Avrupalılar ve İranlılar yer alıyordu. Girişinde padişa
hın sanat ve sanatçılara karşı -daha önce belirtildiği gibi, belki de tümüyle
gerçekçi olmayan- hisleri anlatılmıştı. Ardından murakkanın hazırlıklan
ve kullanılan kağıt türlerinin ayrıntılan derleyici tarafından verilmişti. Bu
murakka büyük bir olasılıkla derleyicinin üstlendiği ilk görev değildi. I . Alı
med'in albümü, bu dönemde özellikle hikaye aniatmayı ve fal bakmayı ko
laylaştırmak üzere yapılmış büyük boy resimlerle birlikte, ileriki yıllardaki
sanatsal üretimin parametrelerini belidemişti (Resim 1 9 .4 ve 19.5).
Tü RKiYE TAR i H i
neğinin son örneğiydi. Firdevsi'nin büyük eserinin Osmanlıca uyarlaması
olan Tercüme-i Şehname'nin nüshalarında, İran destanlarından seçilen te
malar arasında I I . Osman ve sarayının tasviri de yer alır. Buna rağmen, bu
dönemde sarayda üretilen eseriere egemen olan hükümdar portreleriydi.
Sultan imgeleri popüler İ slam klasiklerinde, örneğin Kazvini'nin Acaibü'l
Mahlukat (1622 civarı) adlı eserinin bir nüshasında bile yer alıyordu. Aynı
durum Hoca Sadeddin'in (ö. 1599) hanedan tarihini anlatan Tacü 't-tevarih
adlı eserinin 1 6 1 6 'da yapılmış resimli iki nüshası için de söz konusuydu.
Ancak portredlik modasının en belirgin olduğu eser 17. yüzyıl baş
larına ait olup, Taşköprülüzade'nin (ö. 15 61) yüzlerce ünlü Osmanlı alimi
ve şeyhinin yaşam öyküsünü anlattığı eserinin tercümesidir: Tercüme-i Şa
kayık-i Nu'maniye (1619 civarı) . Bu ciltte yer alan minyatürlerde uzun za
man önce ölmüş alimler ya tek başına ya da meslektaşları, öğrencileri veya ,
zamanın padişahıyla birlikte -her zaman oturmuş olarak ve tercihan açık
havada- resmedilmişti. Tercüme-i Şakayık-i Nu maniye nin minyatürlerini
' '
SANAT VE M i MARLI K
Resim 19.4 1 . Ahmed albümü nden m inyatü rler. Topkapı Sarayı M üzesi Kütüphanesi, B. 4o8, ı 6b.
TO R KiYE TARi H i
ai
49 0
ğından, ı622'de padişahın trajik sonuyla nakkaşın görevinin sona erdiğini
düşünmek akla yakındır. Ahmed Nakşi'nin yüzün üzerinde minyatür yap
tığı saptanmış olup çoğu alh yazınada ve üç murakkada yer alır.
Ahmed Nakşi sarayın biyografi yazarı (Ganizade) Mehmed Nacli
ri'yle (ö. ı627) , kendilerinden önceki ikili Osman ve Lokman ile sonraki iki
li Hasan ve Ta'likizade gibi, birlikte çalışıyordu. Yazarlada dolu bir aileye
mensup olup Şeyhülislam Sun'ullah Efendi'nin kızıyla evlenen Nadiri,
muhtelif kaynaklarda öne çıkar. Bununla birlikte, padişah ve sarayın önde
gelenlerine sunduğu şiirler rakipleri ve düşmanları hakkında şikayetlerle
doludur. Ahmed Nakşi bu gerilimli ortamda Divan-ı NCidiri'yi resimledi.
Eseri, Babüssaade ağası Gazanfer Ağa'nın desteğiyle bizzat Nakşi derlemiş
ti. Ahmed Nakşi'nin, padişahların müzehhep yazma koleksiyonlarını ince
leyebildiği, ayrıca saray kütüphanesinde bulunan ve ı6. yüzyıl sonlaqnda
Avrupalı sanatçıların yaphğı gravürleri gördüğü tahmin edilmektedir. Il.
Osman'ın saltanat dönemindeki yeni sanatsal gelişmeler işte b u son dere
ce özgün nakkaş sayesinde gerçekleşmişti.
Ahmed Nakşi, Il. Osman'ın yiğitliğini yüceltmek amacıyla yazılan
bir şehnameye katkıda bulundu; çalışması, Polonya seferinin canlılığı ve he
yecanını izleyicilere aktarışı bakımından olağanüstüdür. Sanatçının kompo
zisyon şernaları kalabalık figürlerle öne çıkar, her figürün yüz hatları ayırt
edilebilir; özellikle mimari detayları betimlerken perspektif denemeleri ya
par; incelikli ve zarif fırça darbelerini, canlı renkleri tercih eder. Manzaralar
da derinlik duygusunu güçlendirmek ve mekanı resim çerçevesinin ötesine
taşımak için çeşitli teknikler kullanır. Bu amaçla arka planda ağaçlar, küçük
figürlerden oluşan kompozisyonlar ve mimari külliyeler betimler. Ahmed
Nakşi dikkat çekici bir perspektif duygusu sergiler. Bu durum özellikle to
nozların, kemerli pencere ve kapıların resimlenmesinde dikkat çeker. Figür
lerinin duruşu ve kumaş kıvrımlarının gölgelendirilmesi onun Bah sanahnı
bildiğini gösterir. Her figürü tek tek yüz hatlarını vurgulayacak şekilde ko
numlandırmayı tercih eder ya da insanları ve atları Andrea Mantegna'yı an
dıran bir tarzda arkadan gösterir. Sanatçının ilk dönemini yansıtan Şaka
yık'taki tek figürler ve şurada burada yer alan binaların tersine, Divan ve Şeh
name deki minyatürlerde kalabalık kompozisyonlar tercih edilmiştir.
'
T O R KiYE TAR i H i 49 1
Resim ı g.6 Ahmed Nakş1' n i n Cuma selamlı�ı için Topkapı Sarayı'ndan çıkan l l l . Mehmed'i gösteren min
yatürü. H . 88g, 4a.
Divan-ı Nadiri,
49 2 SAN AT VE M i MARLI K
Ayrıca, nakkaşın resme kattığı canlanan taşlarda, üzerindeki yazıla
rın okunduğu kitaplar, tomarlar ve kağıt parçalannda şakacı bir tavır sezi
lir. Ahmed Nakşi, I I I . Murad ve I l . Osman'ı geleneksel kompozisyonlar
içinde betimlerken bile kendine özgü bir eklektizm ve mizalı sergiler. III.
Murad'ın Topkapı Sarayı'ndan çıkış alayını betimlediği minyatürde, saray
kapısının ardından alayı gözetleyen meraklı bir kapıcı ve bir bekçinin su
çüstü yakaladığı bir yankesici vardır ( Resim 1 9 . 6 ) .
Atl ı portre l e r v e av
494 SANAT VE M i MA R L I K
�...
1
�
.;;
;;.
i
-�
;
"-
..<:
�
"'
·;;;
ı:ı
·�
::;
�
i5.
V>
.l2
"-
,2
.:ı<
�
'"'
E
...!..
�
�
..s::
�
1;
�
,;
.J:l
:ı
Sı
ı:
GJ
>
111
·
;;;
'"
E
�
:ö
3<
GJ
-u
ı:
·
;;;
·
-e
nı
o.
�
..
!!'
E
·=
ııı:
SANAT VE M i MARLI K
gı pek doğru değildi; zira zaman içinde gelenekler ve simgelerle yapılan ce
sur denemelerin resim sanatında önemli yeniliklere yol açtığım görüyoruz.
Bunun iyi bir örneği, Tercüme-i İkd al Cumanfi Tarih Ehl-ez Zaman adlı yaz
mayı süsleyen minyatürlerdir. Orijinali Memluklar döneminde Ayni (ö.
1485) tarafından yazılan bu i slam tarihi tercümesi, kozmografya ve coğraf
ya konularını da içerir. r 6 93-r694'te üç cilt halinde istinsah edilen eserin
ilk cildinde gezegen ve takımyıldızların alegorik minyatürleri vardır. Gök
cisimleri, olasılıkla Avrupalı prototipiere dayanarak çıplak kadınlar şeklinde
çizilmiştir. Aynı motifler, İkd al Cuman 'ın 1747-1748 tarihine ait yeni bir
nüshasında da tekrarlanır. Bu kez Batı Avrupa atlaslarından esinlenerek
çıplak erkeklerle kadınların çeşitli hayvanlarla bir arada yer aldığı cüretli fi
gürler kullanılır. Yakın zamana kadar, r6so'den sonra sarayın yüksek nite
likli minyatür sipariş etmeye son verdiği düşünülüyordu. Ancak bu varsayı
'
mın doğru olmadığı ortaya çıktı. Artık ressam Levni'nin ve onun ustası Hü
seyin İstanbuli adıyla da bilinen Musavvir Hüseyin'in, Edirne'deki sarayda
IV. Mehmed için yaptığı silsilenameler ve kıyafet albümlerinde sergilediği
yaratıcılığı takdir edebiliyoruz.
Evliya Çelebi'nin, Bitlis'in Kürt hükümdan Abdal Han'ın kütüpha
nesi hakkında anlattıklarına ihtiyatla yaklaşmamız gerekir. 22 Evliya'ya göre
bu hükümdar hat levhaları ve tezhipli Kur'an örnekleri dahil altı binden
fazla yazma ve murakkaya sahipti. Abdal Han'ın kütüphanesinde sözümo
na bunların dışında Avrupalı yazariara ait iki yüz kitap vardı ki çoğu bilim
sel konularda olup büyük bir kısmı renkli resimliydi. Ayrıca en iyi İran ve
Osmanlı sanatçılarının yaptığı pek çok minyatürü içeren iki yüz murakka
vardı. Avrupalı bir ressamın yaptığı, bir deniz savaşını gösteren tablo, Ev
liya'ya göre öyle canlıydı ki, sanki gemiler hala savaşıyordu. Bu tür bir ko
leksiyonun Osmanlı vezirlerinin imkanları, hatta rüyalarımn ötesinde ol
duğu, sultanların bile bunun yanına yaklaşamayacağı ileri sürüldü. Ancak
Evliya Çelebi'nin abartılı anlatımı bir yana bırakılırsa, bu hikaye, iyi eğitim
almış ve ilgi alanı geniş olan bir Osmanlının neleri biriktirebileceğini gös
terir. Ayrıca, Abdal Han'ın kitap listesinin gerçekle bir nebze ilgisi varsa,
bu durum sarayın artık tezhipli yazma koleksiyonlarında tekel olmadığı
anlamına gelir.
SANAT VE M i MARLI K
yazdığı tarihçede hamisini övmüştü. Dfvan-ı Nildiri'nin tezhipli bir kopya
sında, Gazanfer Ağa'nın iki tasviri yer alıyordu. Bunlardan birinde Osman
lıların zaferiyle biten Haçova muharebesinde sultanla birlikte, diğerindeyse
hala mevcut olan medresesine (yapım yılı 1596) gelen bir devlet adamı ola
rak betimlenmişti. Karaağalardan Habeşi Mehmed Ağa ve Cüce Zeyrek
Ağa da hami olarak kayda geçmişti.
Alt d üzey d e h a m i l e r: i l k k ı y afet a l b ü m l e ri n i n y a ptı rı l m a s ı
s oo SANAT VE M i MARLI K
bu sanatçılara hamilik yapıyordu. Evliya Çelebi yazma üretiminde özel giri
şim örnekleri verir ve müstensihlerin aldığı ücretlerden bahseder. Bütün
vakitlerini dolduracak kadar resmi işleri olmadığında maaşlı görevliler
muhtemelen özel sipariş alıyorlardı. Bu uygulama, himayenin kısıtlı oldu
ğu bu dönemde meydana çıkmış olabilir; öte yandan, daha önceki dönem
lerde de uygulanıyor olabilir ve böylece zaman zaman rastladığımız gibi,
tek bir sanatçının yaptığı resimli kompozisyonların birden fazla nüshasının
bulunması açıklık kazanmış olur.
ı68o'den kalma bir hazine defteri, sarayın bu özel olarak korunan cia
iresindeki tezhipli yazmalar hakkında bize bir fikir verebilir. Bu yazmalar
arasındaki dini ve edebi eserlerden altısı şehnameydi; şehnamelerin bir kıs
mı takım halinde olduğundan toplam n cilt vardı.27 Tercüme edilmiş "klasik
metinlere" ek olarak gerçek Osmanlı yazmalan da vardı. Büyük bölümü ıari
hi nitelikli bu eserler arasında örneğin Zübdetü't-tarih ile bugün Tarih-i Hind
i Garbt adını verdiğimiz, Amerika kıtalan hakkında ı6. yüzyılda yazılmış, Me
nakıb-ı Yeni Dünya adlı metin vardı. Hazine dairesinde aynca bir Surname,
adı bilinmeyen bir yazarın hanedan tarihini anlattığı Tevarih-i Al-i 'Osman ve
adı tespit edilemeyen resimli bir cilt vardı. Bunların dışında minyatürler içe
ren dört, hat örnekleri içeren birkaç murakka bulunuyordu. Padişahlann sa
hip olduğu yazmalann tümü hazine dairesinde saklanmıyordu. Sarayın içine
dağılmış çeşitli köşkler ve odalarda da yazmalar vardı; bazıları, Edirne'de ça
lışan ressarnlara örnek oluştursun diye bu şehre götürülmüş olabilir.
G üzel l i k a rayı ş ı : H a n ı m s u ltan b a h çe l eri n d e n Bedeste n ' e
5 02 SANAT VE M i MAR L I K
Kökeni belirlenemeyen bazı albümlerin Paris'le bağlantılı olduğu
açıktır. Başta de Npintel olmak üzere İstanbul'daki Fransız elçiler piyasa
için çok sayıda ürün veren yerel sanatçılan istihdam etmişe benziyorlar.
Böyle ısmarlanan 1 6 8 8 tarihli bir murakka Fransa kralına sunulmuştu.30
Murakkada yanında kılıçdan ve rikabdanyla bir sultanın minyatürü vardı;
murakkanın tarihinden dolayı bu sultan ll. Süleyman olabilir. Ancak IV.
Mehmed olması da mümkündür; zira bu sultanın sevgili hasekisi Gülmiş
Emetullah her iki murakkada hanımsultanlara özgü ihtişamıyla boy göste
rir (Resim 1 9 . 8 ) . İkinci murakka da 17. yüzyılın son çeyreğinde yapılmış ol
sa gerektir. Paris albümlerinin o döneme göre yüksek sanatsal nitelikleri
nin yanı sıra resimsi üsluplan göz önüne alındığında, saray çevreleri için
İstanbul veya Edirne'de üretilmiş olmalan muhtemeldir. Bu yazmalarda
sadrazam ve diğer saray mensuplannın yanı sıra tüm kesimlerden sıraQan
insanlar ve sanatçının olasılıkla şahsen tanıdığı bir nakkaş vardı. Resimler
de betimlenen valide sultanın maiyetindeki kadınlar, giysileri ve özellikle
başlıklanyla dikkat çeker. Önceki albümlerde yer alan hükümdar portreleri
gibi bu resim de IV. Mehmed'in ünlü sanatçısı Musavvir Hüseyin'in rafine
fırçasından çıkmış olabilir. Ancak Hüseyin üslubunu bilen bir Avrupalının
varlığını da göz ardı etmemek gerekir.3'
Altı n , gü m ü ş ve ren k: M u s awi r H ü seyi n ' i n ayı n c ı öze l l i kleri
T O R KiYE TAR i H i ) 03
Resim ı g.8 Haseki Sultan ve hizmetk§rı. M usawi r H ü seyin : M u rakka,
Bibl iotheque Nationale Od. 7, lev. 2 0 .
SANAT VE M i MARLI K
daha sonraki dönemin sanatçılarına model sağlamış olabilir. Ehl-i hiref def
terlerinde adı geçmeyen bu Süleyman muhtemelen Nakkaş Hasan Pa
şa'nın yanında öğrenim gören bir hasoda mensubu olup dışandan müşte
rilerin işlerini de yapıyordu. ı688 tarihli allıümde padişah portrelerini bü
yük ustalik ve başarıyla yapan Musavvir Hüseyin bile, Avrupalı müşteriler
için seri üretim yapan atölyelerde çalışıyordu.
Musavvir Hüseyin imzasını taşıyan iki silsilenamenin -biri ı682 ta
rihlidir- yanı sıra yine ona atfedilen dört murakka daha vardır. Bu dört mu
rakkadan ikisi ı688 ve ı692 tarihlidir. Silsilenamelerin yapıldığı sırada,
Musavvir Hüseyin ustalığını kanıtlamış olsa gerekti. Ününün gayet iyi far
kında olan sanatçı, resimlerini imzalamakla kalmayıp Osmanlı nakkaşlan
arasında benzeri görülmemiş bir şekilde birine mühür basmıştı. Bugün
Ankara'da bulunan yazınada yer alan Il. Mehmed portresi, musavvirin .ha
zine dairesindeki resünleri inceleme imkanı olduğunu ve Nakkaş Osman
geleneğinden ayrılacak kadar kendine güvendiğini gösterir. Musavvir bura
da, Il. Mehmed'in Sinan Beg tarafından yapılan ünlü portresini yeniden yo
rumlamıştır. Üstelik her iki imzalı yazmanın başında bulunan Adem ve
Havva tasvirleri, sanatçının Hıristiyan resim sanatıyla aşinalığını gösterir.
Özellikle daha önceki silsilenamelerde sadece Adem ve başmelek Cebrail'in
varlığından yola çıkarsak, Havva'nın bu resimlerde yer alması bir yeniliktir.
Musavvir Hüseyin büyük olasılıkla bir zamanlar Sadrazam Kara
Mustafa Paşa'nın maiyetindeydi; zira yaptığı silsilenamenin nüshalanndan
biri sadrazarnın Viyana'ya götürdüğü şahsi eşyalan arasında bulunmuş ve
Habsburglarca ganimet alınmıştı. Kara Mustafa Paşa bu metinde bahsedi
len son sadrazamdır; padişah bir fatih gibi övülür ve metnin son cümlesin
de yeni fetihler yapması temenni edilir. Dolayısıyla, eserin aslında padişa
ha sunulan bir hediye olduğunu, Viyana seferinde uğur getirsin diye sadra
zama verildiğini düşünmek mantıklıdır.
Son iki silsilenamede yer alan IV. Mehmed portrelerine gelince,
padişah halen tahtta olsa bile musavvirin yerleşmiş bir formata sadık kal
maya mecbur olduğu, böylece konusuyla arasına belirli bir mesafe kaya
bildiği sonucuna varılmıştır; padişahın ı687'de tahttan indirilmesinden
sonra bu kurala uymasına gerek kalmamıştı. Musavvir Hüseyin'e atfedi-
TO RKiYE TAR i H i
len son iki cilt sırasıyla ı688 ve 1720 tarihlerinden beri Fransa' dadır ve
Fransız zanaatkarlarca yeniden ciltlenmiştir. Hüseyin hamilerinin aziedil
mesinden sonra da çalışmaya devam ederken, yeni müşterileri arasında
Fransız diplomatlar bulunuyordu. Sanatçı altın, gümüş ve renk kullanma
daki olağanüstü ustalığını sadece sultanı betimlerken konuşturmasına
karşılık, diğer eserlerinde zarif fırça işçiliği ve sofıstike renkleriyle bir fark
yaratmıştı.
Levni: Ş i i r m i res i m m i ?
s o6 SANAT VE M i MAR L I K
Levni'nin bazı murakka minyatürleri İran tebaasına ilişkindir: Bazı
kişilerin Safevi sarayının ileri gelenleri olduğu bellidir. Nitekim zarifçe
uzanmış genç bir erkeğin, Şah Tahmasp'ın Şah Osman adlı gözdesi oldu
ğu belirlenmiştir. Bu resimlere model oluşturan murakka o zamanlar yak
laşık yüz yıllıktı ve muhtemelen I I . Osman döneminden kalmaydı. Levni
bu murakkadaki yabancı Doğulu fıgürlere Bursalı gençleri ekledi; bunların
çoğu yine İran çağnşımlı müzisyenlerdi. Bir grup kadın müzisyen, bir
dansçı, güzellik ve cazibelerini açıkça sergileyen kadınlar, Osmanlı elitinin
cinselliği, erkekliği, dişiliği ve cinsel "normalliği" nasıl algıladığını bir an
olsun görmemizi sağlar (Resim 1 9 . 9 ) ·
Böylece, siyasi ve toplumsal zorluklara rağmen, sarayın 1703'te tek
rar İstanbul'a taşınmasının ardından kıyafet albümleri üretilmeye devam et
ti. 17. yüzyılın kadın resimleri yapan musavvirleri bazen acayipliklere merak
duysa da, artık kadınlara muzipçe bir ilgi resme hakim olmuştu. Bunu�la
birlikte, Levni'nin genç erkekler ve açıkça cinsellik sergileyen kadınlan gös
teren erotik portreleri, hocası Musavvir Hüseyin'in betimlediği zarifhanım
sultanlada aynı çizgideydi. Kıyafetlerin betimlenmesinde ayrıntılara, renkle
re, modellere, malzerneye ve tipiere verilen önem, Levni'nin albümünü, ka
dın modası hakkında keskin gözlemler içeren bir belgeye dönüştürmüştü.
Levni'nin ayrıca yaptığı bazı janr resimleri bugün Topkapı Sarayı dı
şındaki birkaç koleksiyana dağılmış durumdadır; aslında bir murakkadan
çıkma olan bu resimler muhtemelen 1723'ten önce yapılmıştı. Minyatürle
rin üçü çift sayfaya yayılmış olup ikisi Boğazda eğlenen kadınlan (Resim
r 9 . ı o) , diğeri genç erkeklerin bir toplantısını gösterir.35 Başka iki minyatür
Mevlevi çevresini yansıtır. Birinde, Dalınabahçe sahilinin arkasındaki tepe
lerde tütün ve kahve içen yedi derviş vardır.3 6 İkincisindeyse Beşiktaş Mev
levi dergahındaki sema ayini betimlenir.37
Levni'nin üretkenliği hükümdann sanatı saygıyla himaye etmesi sa
yesindeydi. Sultan Ahmed'in kitap sevgisi gayet iyi belgelenmiştir. Sultan,
bir zamanlar sadrazaını ve damadı olan Ali Paşa'nın kütüphanesine el koy
makta tereddüt etmemişti. Padişahın kitap toplamaya duyduğu ilgiyi pek
çok üst düzey görevli de paylaşıyordu. Sadrazam Damat İbrahim Paşa'nın
topladıklan arasında Karahisari ve diğer ünlü hat ustalannın eserleri, tez-
Tü RKiYE TARi H i
Resim 19.9
Rakseden kız. Abdü lcelil Levnf:
M urakka
Topkapı Sarayı M üzesi Kütüphanesi,
21 64, ı Sa.
s o8 SANAT VE M i MARLI K
hipli bir Farsça Kur'an, padişah portrelerinden oluşan bir murakka, muh
telif minyatürlerden oluşan bir cilt, bir Akdeniz adası, 22 harita ve tahmi
nen ordunun kullandığı r8 harita vardı. Bir zamanlar Kaptan-ı Derya Kay
mak Mustafa Paşa'ya ait olan kitapların nereye gittiğini belirlemek müm
kün değildir; ancak ölümünden sonra hazırlanan bir envanter sayesinde
nasıl bir hazineye sahip olduğunu biliyoruz. Bu hazinede resimli bir Şe
ma 'ilname, muhtelif minyatür ve hat örnekleriyle dolu birçok murakka, altı
portolan ve iki baskı koleksiyonu vardı. Buna karşılık sadrazam kethüdası
nın evinde sadece r4 kitap vardı; anlaşılan bu zat kitapları gelecekte bir kü
tüphaneye bağışlamaktan çok kendini tatmin için toplamıştı. Bu yüzden,
küçük koleksiyonunda hepsi minyatürlü olan bir Tabakatü 'l-aşıkin, iki cilt
Şehname, bir İskendername, bir Timurname bulunması daha önemlidir.
Bunların dışında sadece "musavver murakka'at" diye tanımlanan dört re
simli cilt daha vardır.38 Kara ağalarının başı Beşir Ağa (ö. r746) da kitaplara
karşı tutkusuyla tanınır, saray kütüphanesindeki bazı yazmalarda onun
mührü vardır. Dönemin en değerli tezhipli yazması olan Surname-i Veh
bi de birkaç sahnede görünmesine karşın kitabın üretiminde herhangi bir
'
TüRKiYE TAR i H i
Resim tg.to
Bo�az kıyısında bir bahçede eğlenen
kad ı n l a r. Abdü lceli l Levnl: M u rakka
M useum für lslam ische Kunst, Staatl iche M u seen zu
Berl i n / Georg N iedermeiser, J 28 / 75, lev. 4301 .
5 10 SANAT VE M i M A R L I K
Bu dönemde İstanbul'a yerleşen Avrupalı ressamlar ön plana çıktı.
Ressam Jean-Baptiste Van Mour (r67r·r737) r699'da, Fransız elçi Ferriol'la
birlikte Osmanlı payitahhna geldi. Görevi manzara resimlerinin yanı sıra
egzotik insanlar ve olayların eskizlerini hazırlamakh. Bunların dışında bize
portreler, tören sahneleri, hatta I I I . Ahmed döneminin sona ermesine yol
açan 1730 ayaklanmasıyla ilgili bir resim bıraktı. Van Mour'un elit kadın
portreleri, kıyafet ve başlık ayrıntılarını ustaca verişiyle Levni'yi tamamlar.
Stüdyosu yabancı diplomatlar ve maiyetlerinden oluşan seçkin bir toplulu
ğun Osmanlı sanatçılarıyla kaynaştığı kozmopolit bir merkezdi. Bu ilişkiler
yeknesaklık ve hareketsizlikten yakınan Osmanlı ressamiarına yeni ufuklar
açtı. Levni, bu sanat çevresiyle temasları sonucu perspektifi keşfetmiş, da
ha zengin bir mekan kavramına yönelmiş olabilir. Ancak ikincil musavvir
lerin bile r8. yüzyıl ortalarında guvaş-tempera kullanmaya başlaması, y�rel
sanatçıların arhk payitahtta veya diğer liman şehirlerinde yaşayan Avrupa
lıların atölyelerinde çalıştığına işaret etmektedir. r6. ve 17. yüzyıl minyatür
lerinde bilinmeyen gölge ve derinlik, bu resimlerde kural haline gelmişti.
r8. yüzyıl ortalarının musavviri Abdullah Buhari'nin kadın figürle
riyse ikonografi açısından yeniliği temsil eder; zira bu figürlerin soylu sta
tüsü iyice vurgulanmıştır. Özellikle sanatçının imzasını ve 1745 tarihini ta
şıyan, zarif bir hanımı gösteren resim böyledir.39 Buhari'nin elit kadınları
daha ziyade oyuncak bebek görünümlü, tombul ve asık suratlıdır. Bazı min
yatürlere bakıldığında musavvirin canlı modellerle çalışmış olabileceği akla
gelir (Resim r9.rı). Buhari'nin en ünlü eseri harnarnda yıkanan bir kadını
gösteriyor olsa da bu yeni bir konu olmayıp daha eski örnekleri mevcuttur;
özellikle de r6so'lerden kalma bir kıyafet albümünde benzer bir sahne yer
almaktadır.
r8. yüzyıl sonlarında üretilen murakkalar arasında, bütünlük açısın
dan, I. Abdülhamid dönemine (1774-89) ait olan, saray ve devlet aygıhnda
dönemin yeni değişimlerini yansıtan üç eserden bahsedebiliriz. Bu eserle
ri sipariş edenlerin bazılarını bugün biliyoruz. Örneğin biri, İstanbul'daki
Polanya elçisinin tercümanı Stanislas Kostka'ydı. Yazma I779-r78o'de,
muhtemelen siparişi veren asıl kişi olan son Polanya kralının eline ulaş
mıştı.40 Bir diğer görkemli eser, I I . Friedrich'in gönderdiği Prnsya elçisi Ge-
Tü RKiYE TARi H i
Resim 19.11 i stanbull u zarif bir hanım. Abd ullah Buhar1: M u rakka
H. 2 1 4 3 , n a .
Topkapı Sarayı M üzesi Kütüphanesi,
SANAT VE M i MARL I K
neral Diez için I. Abdülhamid'in emriyle hazırlanan Diez albümüydü.4' Bu
tür murakkalann pratik amacı, yabancı elçilere ordudakiler ve haremdeki
ler dahil Osmanlı görevlilerinin tam bir listesini sağlamaktı. Bunlann ara
sına yer yer sıradan insanlar da serpiştiriliyordu. Murakkalann biri sadece
tek figürler içerirken, diğer ikisi mimari betimlemeleriyle dikkat çeker. Bu
resimlerde görkemli konaklann içi ve dışı, bir hamam, bir kahvehane, bir
çeşme, bir Mevlevi dergahı ve bir camiyle karşılaşırız. Son iki murakkada
aynca çeşitli ritüel ve törenler yer alır: cülus töreninde kılıç kuşanan I. Ab
dülhamid, altı atın çektiği bir arabayla gezen saray kadınlan, yabancı elçile
rin kabulü, Cuma selamlığına giden sultan, yüksek mevki sahibi birinin tö
ren alayı ve elbette haremdeki eğlenceler ...
Muhtemelen Diez albümünü yapan nakkaşlann elinden çıkan iki
minyatür dizisi, Zenanname ve Hubanname'yi (1792-3) süsler. Fazıl ;Bey
Enderuni'nin (ö. 1809/10) yazdığı bu uzun nazım eserler, başta istanbul
ve çevresi olmak üzere farklı bölgelerden kadın ve erkeklerin erdemleriyle
kusurlanndan bahseder. İki albüm de toplumun alt sınıflan ile etnik/dini
azınlık üyeleri ve bazı yabancılada ilgili betimlemeleri nedeniyle ilginçtir.
19. yüzyılın başına ait olup daha kaba resimler içeren iki başka albüm ise
yine başka kaynaklarda pek görülmedik biçimde orta halli insanlan sergi
ler. Bunun dışında, Zenanname'de janr resmiyle ilgili örnekler yer alır.
Bunlann arasında güzel manzarasıyla ünlü bir yeri gezen kadınlar, doğum
yapan bir kadın, harnarnda kadınlar ve bazı aykın kadınlar vardır. Görünü
şe bakılırsa nakkaş, payitahtın yoksul kesimlerinin yaşamına aşinaydı.
Muhtemelen bu tarz minyatürlerin sayısı elimize ulaşandan çok daha faz
laydı; ne yazık ki kimin eline geçtikleri bilinmiyor.
Bununla birlikte, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başına ait minyatürle
rin çoğu, Zenanname ve Hubanname' dekilerin kalitesinde değildi. Aslında
minyatür sanahnın çöküşünü bu döneme tarihlernek gerekir. Konstantin,
Rafail, Istrati ve Mecdi gibi musavvirlerin imzasını taşıyan ve hepsi birer al
bümde kendilerine yer bulan genç erkek ve kadın portreleri, anatomi bilgi
sini ortaya koyar. Aynı tarihlerde küçük boy yağlı boya resimler de yaygın
laşmışhr. Osmanlı eliti arhk yeni bir dünyaya adım atmaktadır.
Tü RKiYE TAR i H i 5 13
ANlTSAL MİMARİ
i m pa ratorl u k ge l e n e k l e ri
SANAT VE M i MARLI K
yer alan mimarbaşılar tarafından denetleniyordu.45 Bu hanilik sisteminde
merkez ile vilayetler arasında üslup farklılıklarına, sultan ile kulları arasın
da himaye farklılıklarına yer yoktu. Payitahtta emperyal kurumların kamu
sal, anıtsal birer cisimleşmesi olan yapılar için getirilen merkezi kurallar,
camiler, türbeler, hamamlar, kervansaraylar, köprüler, imarethaneler, hat
ta mezarlıklar aracılığıyla hemen her yerde yaygınlaşmıştı. Hem hami hem
de sanatçı ve mimar olarak rol üstlenen birçok devlet görevlisi, "Osmanlı
tarzı"nın temsilcisi oldu. Böylece sanatsal kuralların yanı sıra sarayda bi
çimlenip payİtahtta geliştirilen ritüeller, törenler, kodlar ve davranış biçim
leri taşra merkezlerine aktarıldı, saltanat imgesinin yayılmasına, taşra elit
lerinin sisteme dahil edilmesine ve Osmanlı yönetiminin meşruiyetine hiz
met etti.4 6
S afiye S u lta n ve s a ray h i z i p l e ri
Tü RKiYE TAR i H i
S a n atçı l a r ı n s iya s i kariyeri o l u r m u ?
Mimar Sinan çok ileri bir yaşta öldüğünde (ıs88), hassa mimarları
arasında ikinci derecede bir görevli olan ve suyolları inşaatını denetleyen
Davud Ağa (ı575-I582, ıs84-ı588) , ustanın halefi olarak atandıY Bu iki mi
mar, muhtemelen Edirne'deki Selimiye külliyesinden başlayarak birçok
projede işbirliği yapmıştı. Belki birlikte çalışmaları ikisinin de yeniçeri oca
ğından gelmesine dayanıyordu. Vakanüvis Selaniki'ye göre Davud mühen
dis olarak ünlü bir isimdi. Sinan'ın döneminde bile, bilhassa yaşlı usta hac
ca gittiği zaman, Davud gerek saray gerekse şehirde bazı projelerin sorum
luluğunu üstlenmişti. Bu dönemde (ı586-ıs87) Darüssaade ağası Habeşi
Mehmed Ağa adına bir cami ve hamam yaptı. Davud Ağa bir yandan Si
nan'ın yarım kalan projelerini tamamlarken, bir yandan da yeni projelere
başladı; bunların arasında Sadrazam Sinan Paşa'nın saray bahçesinde I I I . ,
Murad için yaptırdığı iki köşk vardı.48 Ne var ki, Davud Ağa mimarbaşı ola
rak atandıktan sonra dönemin büyük projelerine imza atmadı. Bu projeler
arasında Babüssaade ağası Gazanfer Ağa'nın ve Sadrazam Cerrah Mehmed
Paşa'nın yaptırdığı, ikisi de 1593-94'te tamamlanan külliyeler vardı. İki mi
marın anıtsal sivil mimariye mermer cephe kaplamaları, devasa sütunlar,
yeni bir renk yelpazesine sahip İznik çinileri ve uzak diyarlardan getirilen
değerli inşaat malzemesiyle sağladığı katkı, olgun ve merkezileşmiş bir in
şaat faaliyetini yansıtır.
Davud Ağa 1597 yazında, dönemin hükümdan I I I . Mehmed'in va
lidesi Safiye Sultan için bir cami yapımına başladı.49 Ancak inşaat alanın
daki teknik sorunlar ve daha önce burada yaşayan Yahudi Karaim cemaati
nin başka bir yere yerleştirilmesi yapılan harcama, inşaatın yavaş ilerleme
sine neden oldu. Davud Ağa, Sinan'ın Şehzade Camii için hazırladığı pla
nın bir benzerini tasarladı; buna göre hem caminin içi hem avlu kare şek
lindeydi. Yüzyılın sonlarında Sinan'ın mükemmel biçimde uyguladığı se
kiz fılayaklı plandan yüzyıl başlarında kullandığı dört fılayaklı plana geri
dönen Davud Ağa, anlaşılan ünlü selefine meydan okumaktan kaçınmıştı.
1599 'da belki de vebadan öldüğünde, "ileri düşüncelere" sahip olduğu
-bir başka deyişle inanç sapkınlığı- gerekçesiyle öldürüldüğüne dair söy
lentiler çıktı. so
5ı 6 SANAT VE M i MARLI K
Öte yandan Safiye Sultan da birçok düşman edinmişti; bu yüzden
inşaatın başlaması kutlamaları birkaç ay ertelendi. r6oo'de oğlu onu geçici
olarak iktidar merkezinden uzaklaştırıp Eski Saray'a gönderdi. Sebebi, an
nesinin hayır işleri için harcadığı paralar yüzünden bazı saray ileri gelenle
ri ve yeniçerilerle anlaşmazlığa düşmesiydiY Safiye bu dönemde ayrıca Da
rüssaade ağası ve eski hizmetkarı Osman Ağa'nın (ö. r6o2) Kahire'deki ca
miinin yapımını üstlendi. İnşaat kendisinin ölümünden sonra r6os'te ta
mamlandı. Ancak bu yıllar içinde Safiye Sultan bu defa nihai olarak iktidar- ·
dan uzaklaştırıldı; I . Ahmed r6o3 'te tahta çıkar çıkmaz onu tekrar Eski Sa
ray'a gönderdi. Böylece Safiye Sultan'ın büyük projesini tamamlama umut
ları iyice azaldı.
Ama Davud Ağa'nın planını bir süre halefi Dalgıç Ahmed uyguladı.
Yeni mimarbaşı daha önce her iki selefiyle de çalışmıştı. Daha önce isim
yapmasını sağlayan sedefkakmacılığı, onun geometriyle ve bunun sonucun
da mühendislikle tanışmasına yol açmıştı. Dalgıç Ahmed inşaat alanındaki
sorunların üstesinden dalıice geldi; demirle sağlamlaştırılmış taş temeller ve
muhtemelen bir dizi adacığı birbirine bağlamak için köprüler kullandı.52 An
cak inşaat alt pencerelerin düzeyine geldiğinde I . Ahmed projeyi durdurdu;
Dalgıç Ahmed ise belki bu dönemde görevden alındı. r6o6 başlarında yeri
ne Sedefkar Mehmed Ağa getirilmişti. Bu görev değişikliği oldukça dikkat
çekicidir; zira r8. yüzyıl tarihçisi Naima'nın belirttiğine göre, mimarbaşılar
r65o yıllarına kadar bu göreve ömür boyu atanıyordu. Dalgıç Ahmed artık bi
na emini, yani sadece mali konulara bakan bir bürokrat olarak Silivri'deki
köprülerin yeniden inşasını (Ekim r6o6'ya kadar) üstlendi. Ayrıca bu dö
nemde askeri idareciler (ümera) sınıfına katılıp Silistre valisi oldu. Kendisi
gibi sanatçı ve devlet adamı olan Nakkaş Hasan Paşa'nın, paralı askerlerin
çıkardığı büyük bir isyanı bastırmak için gönderilen kuvvetlerine katılmak
üzere yoldayken Şubat r6o8'de öldürüldü. Ölümünden önce bir vakıf kur
muş olduğundan, belirli bir statü ve servete kavuşmuş olsa gerekti.53
Nakkaş Hasan Paşa'yla birlikte Dalgıç Ahmed Paşa'nın karlyeri sa
ray için çalışan sanatçıların seçilmesinde bir değişikliği örnekler. Belli baş
lı şahsiyetlerin seçtikleri sanata kendilerini adamanın yanı sıra artık mari
fetlerini bürokratik ve askeri mevkilerde de göstermeleri gerekiyordu. 17.
Tü RKiYE TAR i H i
yüzyıl saray sanatı ve mimarlığını, Nakkaş Osman ve Sinan'ın ölümünden
çok bu değişiklik belirledi.
D i n d a r S u lta n Ah med ve ca m i i
5 ıs SANAT V E M i MARLI K
Mustafa Ali'nin görüşüne pek çok 'devlet adamı katılmıştı.56 Hepsinden öte,
inşaatın gerek mali gerekse sanatsal bedelleri vardı. Hipodromun güney ka
nadının tamamen temizlenip inşaata yer açılması için sadece büyük Bizans
kalıntılannın değil, bazılannı bizzat Mimar Sinan'ın yaptığı çeşitli vezirle
re ve padişahın kızlanndan birine ait saraylann yıkılınası gerekiyordu.57
Ne var ki, I . Ahmed, Mustafa Ali'nin görüşlerine şiddetle karşı çık
mış olan imaını Mustafa Safi sayesinde kendine önemli bir yandaş buldu.
Projenin tüm hızıyla ileriediği r6ıı yılında yazan Safi, erdemli davranışta
aşırılığın mümkün olmadığını, kullarının padişahın cömertliğinden fayda
lanması gerektiğini savundu. Devletin selameti ve hanecianın varlığını sür
dürmesinin temel kaynağı bu duyguydu.58 Safi aynca hükümdannın adil,
dindar ve Allah korkusuna sahip olduğunu savundu, inşaatın I. Ahmed'in
kibir günahından muaf olmadığını gösterdiği suçlamasını çürütmeye ç"!lış
tı. Safi sultanın günlük yaşamında, özellikle halkın içinde bulunduğu zor
şartlar göz önüne alındığında, bir tutumluluk örneği oluşturduğunu söylü
yordu. Dini vakıf kurup inşaat yaptırması onun kendini beğenmişliğinin
işareti olarak görülmemeliydi. Alçakgönüllülük ve kibirden kaçınmanın bu
şekilde vurgulanması, özellikle Anadolu'daki isyanlann devam ettiği bir dö
nemde yerindeydi.59 Safi, çok konuşulan büyük ölçekli projeleri, halkın gün
lük ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik daha sıradan girişimleri anlatarak den
gelerneye çalışıyordu.
Sonunda bütün güçlüklere rağmen, türünün tarihi yanınadadaki son
örneği olan bu gösterişli külliyenin inşası tamamlandı. Bu inşaatta gerek mi
marbaşı olarak Mehmed Ağa, gerek önce şehremini sonra bina emini ve bi
na nazırı olarak mali konulardan sorumlu olan, ünlü minyatürlü murakka
lann yaratıcısı Kalender Paşa başrol oynamıştı. İnşaat r6ro yılı Mart ayının
sonlannda başladı. Kalender Paşa defterdarlığa atandıktan sonra dahi külli
ye inşaatını denetlerneyi sürdürdü, inşaatın r 6r7'de tamamlanmasından kı
sa süre önce, r6r6 yazının sonunda öldü.60 Mimarbaşı Sedefkar Mehmed
Ağa projeyi r6r8'de ölmeden önce tek başına tamamlamayı başardı.
Sultan Ahmed Kililiyesi projesinde cami dışında medrese, imaret
tabhane, darülkurra, darüşşifa, hamam, arasta ve sebiller vardı. Bu binala
rın yapımı r6r7-r 62o arasında tamamlandı. I . Ahmed r6r7 yılında ölünce
Tü RKiYE TARi H i
türbesi de külliyeye eklendi. Çoğu günümüzde mevcut olmayan bu bağım
sız yapılar, eski külliyelerdeki gibi bir iç avluya açılmak yerine cephelerinin
külliyeyi kuşatan sokaklarda bulunması nedeniyle şehir mimarisiyle uyum
luydu. 61 Cami gösterişli olmakla birlikte geleneldere uygun yapılmıştı.
Uyumlu ve zarif dış cephesine altı minarenin egemen olmasına karşın Sü
leymaniye'de eğri çizgilerin, küresel kütlelerin, boşlukların ve ritimlerin ya
rattığı gerginlik burada görülmüyordu. Mimar Sinan'ın Edirne'deki başya
pıtı Selimiye'nin sükUnetine ve klasik orantilanna da sahip değildi.
Caminin içi dört yapraklı yonca gibidir; dört yarım kubbenin çevre
lediği merkezi bir kubbe vardır. Yarım kubbelerin üçü daha küçük kubbe
ler tarafından desteklenir. Milırabın bulunduğu yerdeki yarım kubbeyi ise
benzer iki küçük kubbe tutar. Osmanlı mimarisinde bir yenilik olarak ca
miye eklenen hünkar kasn, Boğaz ve Marmara'yı gören konumuyla gör- ,
kemli bir mekandı. Padişah burada namazdan önce ve sonra dinlenip ziya
retçi kabul ediyordu. Hünkar kasrındaki gösterişli eşya ve sanat objelerinin
bir kısmı, Evliya Çelebi'nin babası kuyumcubaşı Derviş Mehmed Zılli tara
fından yapılmıştı. Daha sonra yapılan bütün selatin camilere bu tür bir me
kan ekle;ndi.
Çok beğenilmesine rağmen, caminin içini süsleyen mavi çiniler, Si
nan'ın eserlerinde kullanılan çinilerle boy ölçüşecek düzeyde değildi. Tür
beyi süsleyen çiniletin kalitesiyse daha da düşüktü. 62 İznik'teki ocaklar birer
. birer kapanırken, çini ustalan ekonomik sıkıntılar ve önceden kestirileme
yen taleplerle baş edebilmek için standartiaşmaya gitmişti. Bunun anlamı
bütün binalarda aynı çini desenlerinin bulunmasıydı. Buna rağmen mih
rap, minher ve hünkar mahfilindeki zengin süslemeler; halılar, vitraylar,
kalem işleri, rahleler, devekuşu yumurtalan ve aydınlatma unsurlarıyla bir
likte dönemin sanatlannın etkileyici örneklerini oluşturuyordu. Pencere ke
penklerindeki, bizzat Sedefkar Mehmed Ağa'ya atfedilen sedef kakmalar
özellikle muhteşemdi.
I. Ahmed ve Sedefkar Mehmed Ağa'nın bir diğer büyük girişimi olan
Kabe'nin restorasyonu yine itirazlada karşılanmıştı. Bu kutsal mekanın ha
rap durumda olduğu I I I . Murad'ın döneminden beri biliniyordu ve Mimar
Sinan burada kapsamlı bir onarım yapmayı planlamıştı. Ancak bir kısım
52 0 SANAT V E M i MARLI K
güçlü ulema ananının caiz olmadığını ilan etti. Bu sırada Macaristan ve İran
seferleri yapıldığından çalışmalar ertelendi. 63 Nihayet eski şeyhillislam Su
nullah, ı6ıo-II tarihindeki hac ziyaretinin ardından acil ananının zorunlu
olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Mehmed Ağa, daha önce Mimar Sinan'ın
yaptığı önerilere dayanan yeni bir tasanın yapmakla görevlendirildi.
D i n d ı ş ı ya p ı l a r
5 22 SANAT VE M i MARLI K
termektedir. Tam bu sırada Osmanlı sarayı için resimlenen yazmalarda da
aynı hesaplamalada yer alıyordu. Bununla birlikte sonunda, gerek biyogra
fı yazan gerekse kahramanı, kıyamet gününde kendilerini cezadan kurtara
cak yegane şeyin iman olduğuna inanarak İslam dinine olan bağlılıklannı
belirtmeye karar vermişlerdi.7°
Din aynı zamanda mimarbaşının meslek yaşamında sıkıntılar ko
nusunda teselli bulmanın bir yoluydu. Cafer Efendi'nin belirttiğine göre,
bu makamın önceki sahipleri tarafından yapılan pek çok kamu binası aslın
da Sedefkar Mehmed Ağa'nın eseriydi. Kendisi böylece sahip olması gere
ken itibardan yoksun kalmıştı. Risalenin yazıldığı sırada (r6r4-I5) , Cafer
Efendi'nin özel bir yer verdiği Sultan Ahmed Camii henüz tamamlanma
mıştı.7' Oysa Mehmed Ağa çoktan bezmişti; ağır iş yükünün onu bunaith
ğından yakınıyordu. Aynca Kuyucu Murad Paşa hariç zamanının büyükle
rini beğenmiyordu; bu hayal kınklığının başlıca nedeni ulema arasındaki
anlaşmazlıklardı.72
TORKiYE TARi H i
fa Paşa (ı638-ı644) ve Köprülü Mehmed Paşa'nın (ı6s6-ı66ı) hemşerisiy
di. Siyasi kariyeri, müttefiki olan çeşitli devlet büyüklerinin kaderine göre be
lirlenmişti. Gerek Evliya Çelebi gerekse Naima onun hırslı ve dünya nimet
lerine tutkulu biri olduğunu belirtir. Kasım Ağa ı6sı başlannda IV. Murad
ve İbrahim'in annesi, IV. Mehmed'in büyükannesi olan Valide Kösem Mah
peyker Sultan'ın kethüdalığını elde etmeye çalıştı. Bu muradına ancak Kö
sem Sultan'ın halefi Hatice Turhan Sultan zamanında kavuşurken aynı za
manda hemşerisi Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazam olması için uğraştı.
Kasım Ağa bu amacına da ulaşınakla birlikte, Köprülü'nün sadrazamlığa
atanması ardından onun adını işiten olmadığı gibi ölüm tarihi bile bilinmez.
Saray entrikalarına ilgi duyduğunu bildiğimiz Kasım Ağa himaye
den de mahrum kalınca mimari veya sanatsal becerilerini -şayet varsa
gösterme fırsatı bulamadı. ı633 ve ı64o'ta iki büyük yangın, ı648'de bir
'
deprem meydana gelmesine rağmen, tarihi yarımadadaki inşaat ve yenile-
me faaliyetleri durma noktasındaydı; istisnası, Kasım'ın pek çok müttefi
kinden biri olan Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın Çarşıkapı'da bir külliye
yaptırmasıydı (ı64ı) . l<ösem Sultan'ın hanlan ise hanedan haniliğinin şe
hir merkezindeki tek örneğiydi.
Bununla birlikte, Üsküdar'ın bir tepesinde Kösem Sultan'ın yaptır
dığı Çinili Külliyesi'yle faaliyet sürüyordu. Külliye cami, medrese, iki ha
mam ve çeşmelerden oluşuyordu. ı64o'ta tamamlanan cami, genellikle İz
nik işi zannedilen yüksek kaliteli Kütahya çinileriyle ünlendi. Desenler öv
güye değer olmakla birlikte sadece mavi ve gri renkler kullanılmıştı.74 Bü
tün bu özellikler son derece gelenekseldi. Genç padişahın büyükannesi,
ı6so'deki ölümünden kısa bir süre önce, Çinili Külliyesi'ne gelir sağlasın
diye Eminönü ticaret merkezinde yan yana iki yapıdan oluşan Valide Ha
nı'nı yaptırdı. Hiçbirinde Kasım'ın eli değdiğine dair bir ize rastlanmaz.
Topkapı Sarayı'nın içinde IV. Murad'ın ciddi katkıları oldu. Re
van'ın (Erivan, ı635/6) fethi anısına zarif bir köşk yapılırken aynı derecede
görkemli bir diğeri, Bağdat'ın yeniden fethini (ı638/9) kutlamak üzere in
şa edildi. Bu köşklerin Hasan Ağa tarafından inşa edilmesi, önemli görev
lerin siyasi müdahalelerle atanan Kasım Ağa'ya emanet edilmediği düşün
cesini doğrular.
SANAT VE M i MARLI K
Haç planlı Revan ve Bağdat köşkleri merkezi kubbelere sahip olup
geniş saçaklı revaklada çevrilidir. Her iki köşkün süslemesinde kısmen 15.
ve r 6 . yüzyıldan kalma, kısmen yeni yaptınlan çiniler kullanılmıştır. Pence
re kepenkleri ve dolap kapaklanndaki sedefler ve üst sıra pencerelerindeki
vitraylarda birinci sınıf işçilik görülür. Her iki köşk muhteşem Boğaz ve
Haliç manzarasına sahiptir, cepheleri mermer ve çini kaplıdır. İnce kesil
miş levhalann simetrik şekiller biçiminde düzenlenmesini gerektiren mer
mer kaplamalann yanı sıra, mermer ve somaki kaplı diğer yüzeyler Revan
Köşkü'nü farklı kılar. Öte yandan, Bağdat Köşkü'nün revaklan Kahire
M emluk üslubunda kaplamalara sahiptir; neden bu modelin seçildiği soru
sunun cevabı halen verilememiştir.
Bunlann dışında, r 6 2 o'lerden beri Kazak saldınsı tehdidi altındaki
Boğaz köylerine daha önce görülmedik biçimde önem verildi. Boğaz'ın ku
zey ağzı yakınında Kavakhisar, Rumelikavağı ve Anadolukavağı kaleleri'ya
pılırken, Boğaz kıyısındaki yalı ve bahçelerin sayısı giderek artıyordu.
IV. Murad muzaffer ve gözüpek bir padişah olsa da, şehre şahsının
ve hanedanının damgasını vuracak anıtsal bir cami proj esine girişmedi.
r 6 r7'den sonraki dönemin büyük ekonomik bunalımlan bu durumu kıs
men açıklar. Mali darlığı arttıran etkenlerden biri yeni bir sultan tahta çıktı
ğı zaman askerlere dağıtılması gereken cülus bahşişiydi. I . Ahmed'in ölü
münden sonra bu bahşiş çok kısa aralıklarla dört kez dağıtılmıştı.75 IV. Mu
rad'ın cami yaptırmamasında muhtemelen Kadızadeli hareketiyle kurduğu
garip ittifakın da payı vardı. Bu hareketin mensuplan, dünyevi gösterişi açık
ça ayıplıyordu. Bu düşünceleri, padişahın bani olarak faal bir rol oynaması
nı belki de engellemişti. Üstelik IV. Murad hiç "küffara" karşı savaşmamış
tı; dolayısıyla diğer Müslüman devletlerden elde edilen ganimetin vakıf kur
mak için uygun olup olmadığı konusunda kuşkular uyanmış olabilirdi.
IV. Murad dışında 17. yüzyılda yaşayan padişahlar, artık sonuçlann
dan emin olamadıklan seferlere komutan olarak katılıp meşruiyetlerini ris
ke atmaya pek de istekli değildiler. Doğrudan askeri liderliği yavaş yavaş
sadrazarnlara bırakmış olan bu sarayda oturmaya niyetli -ya da en iyi ihti-
TO RKiYE TARi H i
malle sefere seyrek çıkan- sultanlann, kendi adiarına külliye yaphrmaları
doğru olmayacaktı. Buna karşılık her padişahın hükümdarlığını simgele
yen ve adını ölümsüzleştiren bir köşk ya da kasr yaphrması sonucu, saray
büyümeye devam ediyordu. Ancak bu görece özel bir çabaydı; bu yapılan
sadece Topkapı Sarayı'nın kısıtlı dünyasına kabul edilme ayrıcalığını yaşa
yanlar görebiliyordu. İbrahim'in döneminde Sünnet Köşkü'ne, I. Süley
man'ın hasodasından alınanlar dahil eski ve yeni çinilerin karışımıyla yeni
ve çarpıci bir cephe yapıldı. Aynı dönemde bir süs havuzu ile fıskiyesi olan
mermer bir teras (sofa-ı hümayun) ve küçük ama gösterişli İftariye Köşkü
(ı64ı) inşa edildi.
Aynı anda sultanlar hanecianın uzun ömürlü olduğunu belirten me
sajlar vasıtasıyla yönetimlerinin meşruiyetini sağlama kaygısına düştüler.
Bunun nedeni, 17. yüzyılda yaşayan sultanların tahta çok genç yaşta çıkma
'
ları, bazılarınınsa akıl sağlığının bozuk olmasıydı. Bu yüzden, bir önceki
yüzyılda yaşayan selefierinin otoritesine sahip değildiler. Veraset kurallan
da değişmişti; artık hanecianın en yaşlı erkek üyesi tahta çıkıyordu. Ancak
bu süreç onlarca yıl boyunca belirsiz kaldı. N edeni belki sultanların hane
danın kırılganlığının farkında olmasıydı. I. Ahmed, I I . Osman ve IV. Mu
rad, ilk Osmanlı padişahlarının türhelerinde dua etmek amacıyla Bursa'yı
ziyaret ettiler. I . Ahmed ayrıca Gelibolu'ya gidip Osmanlıların ilk kez Bal
kanlar'a geçmesini sağlayan Süleyman Şah ve diğer gazilere dua etti. Bu ye
ni adetlerin gösterdiği gibi, sorunlu dönemlerde sultanlar kendilerini şanlı
ve uzun zaman önce ölmüş atalarıyla ilişkilendirerek hanecianın devamlılı
ğı ve meşruiyetini sergiliyorlardı.
Genç IV. Mehmed yüzyılın ortasında, payitahtta çıkan isyanlar ile
Venediklilerle Girit'te süren savaş yüzünden meydana gelen yiyecek kıtlı
ğından korunması için Edirne'ye gönderildi. Olağanüstü yetkilerle donah
lan ihtiyar sadrazam sultanı rakip hiziplerden uzaklaştırmak istemiş de ola
bilir. İstanbul resmi payitaht olarak kalmasına rağmen Edirne yaklaşık elli
yıl boyunca hükümetin fiili merkezi olacaktı. IV. Mehmed tıpkı selefieri gi
bi Gelibolu'daki ilk Osmanlı gazilerinin türbelerini ziyaret etti. Bir yandan
da Köprülü ailesi sadrazamlarının zaferleri sayesinde bir vakayiname, bir
surname ve resimli bir silsilename yaphrdı. Böylece Osmanoğullarının ik-
Tü R K i Y E TAR i H i
zisi arasına bir şerit gibi yerleştirilmiştir. Alt sıradaki pencere nişlerinde
mermer üzerine altın yaldızla hakkedilen yazılarda IV. Mehmed. övülüp
uzun ve hayırlı bir saltanat dönemi yaşaması dilenir. Saray-ı hümayundald
yeniden inşa ve restorasyon faaliyeti, ı66o'larda sadaret kaymakamı olan
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yürütülmüştü.
Padişahın Edirne'deki saraya yerleşmesi önemli bir mimarlık faali
yetine yol açmadı. Birkaç görkemli konaktan bahseden Evliya'ya göre, Mu
sahip Mustafa Paşa'nın konağının ihtişamı sadrazamlannkini gölgede bı
rakmıştı. Sultan sarayında (yeniden) inşa faaliyeti tek bir büyük projeden
oluşmuyordu; bu yapılar bütünü İstanbul'daki muadili gibi, birbirine ekle
nen yapılada organik bir şekilde büyüdü. IV. Mehmed'in Edirne'ye taşın
masından kısa bir süre sonra, İstanbul' dakine benzer bir adalet kulesi inşa
edildi. ı665'te divan toplantılannın yapıldığı oda ile arz odası yeniden yap:r
lıp bezendi.76 Külliyenin tamamıyla birlikte yıkılan bu iki odanın, Topkapı
Sarayı'ndaki ikiz köşklere benzediğinden emin olabiliriz.
H an ed a n m e n s u b u o l m aya n l a rı n k u rd u ğu va k ı fl a r
v e ö n e m l i b a n i l e r o l a ra k Kö p rü l ü l e r
SANAT VE M i MARLI K
rağmen bu aileler sahip olduklan ayrıcalıkları kuşaklar boyunca korudu ki
önemli bir örneği Köprülülerdi. 17. yüzyılın ikinci yarısında altı sadrazam
çıkaran bu ailenin bütün üyeleri önemli mimari eserler yaptırdı.
Bu sadrazamlar hanedanının İstanbul' da yaptırdığı külliyeler tek
tek ele alındığında küçük olmakla birlikte, toplu olarak bakıldığında son de
rece dikkat çekiciydi. Ailenin sadrazam olan ilk mensubu Mehmed Paşa,
Amasya yakınındaki Köprü/Vezirköprü kasabasını evi gibi benimsemiş ve
yörenin ileri gelenlerinden birinin kızıyla evlenmişti. Payitahtın ayrıcalıklı
ana caddesi Divanyolu'nda pek çok binayı kül eden büyük bir yangın, sad
razarnın Çemberlitaş'ta, ölümünden hemen önce r66r yılında bir külliye
yaptırabilmesi için arsa sağladı. Külliyenin orijinal hali bir hamam, medre
se, mescit, şadırvan ve bir sebilden oluşmuştu. Banisinin türbesinin de yer
aldığı külliyeye gelir sağlamak amacıyla birkaç dükkan yapılmıştı. Mehmed•
TüRKiYE TARi H i
fon'da (ı667 ) ve doğduğu köyde yaptırdığı caminin ı s . yüzyıl örneklerini
andıran dikdörtgen planı vardır. Bunların dışındaki örneklerde, dönemin
İstanbul külliyelerinde görülen medrese-mescit planı, Köprülü ailesinin
ve alt kademedeki diğer devlet adamlarının yaptırdığı taşra külliyelerinde
uygulandı. Nitekim Safranbolu'daki Köprülü Mehmed Paşa Camii ve İn
cesu'daki Kara Mustafa Paşa Külliyesi kare zemin planlı ve tek kubbeliydi.
Duvarlar ve kubbeler arasında tromplar geçiş unsuru olarak kullanılmıştı.
Büyük şehirlerdeki örneklere uygun biçimde, ana binaların girişinde re
vaklar vardı. 79
Taşradaki diğer inşa projeleri arasında kapalı çarşılar, iş hanları ve
kırsal alandaki kervansaraylar yer alıyordu.80 Gerek payitahttaki gerekse taş
radaki baniliği genellikle aynı kişiler üstleniyordu. Nitekim Köprülü ailesi
nin mensupları, ticari mimarlığın büyük örneklerinin yaptırılmasında yin�
karşımıza çıkar. Fazıl Ahmed Paşa'nın İstanbul'daki Vezir Ham'nın dışın
da, aile mensupları Amasya Gümüşhacıköy'de Köprülü Hanı'nı, Merzi
fon'da Kara Mustafa Paşa'nın Taş Han'ını ve yine onun İncesu ile Vezir
köprü'deki kervansaraylarını yaptırmıştı. Tüm bu yapılar eksiksiz biçimde
inşa edilmesine rağmen nispeten mütevazı olup pratik ihtiyaçlara göre dü
zenlenmişti. Köprülü ailesi bunların dışında, mensuplarından ikisinin fet
hinde sorumluluk üstlendiği Girit'te bazı binalar yaphrdı. Kandiye'deki ka
le, çeşmeler, sokaklar ve meydanlar bu bani aile sayesinde şehre bir Os
manlı görünümü kazandırmıştı. 8 1
53 0 SANAT VE M i MARLI K
Valide sultan, söz konusu şehrin fatihi, yeniçeri ağalan gibi bazı Os
manlı ileri gelenleri yeni camiler yaptırıyordu. Ancak padişah, r6. yüzyılda
fethedilen şehirlerde olduğu kadar belirgin temsil edilmemişti. Demek ki
bu yeni kururnların hamiliği, Osmanlı eliti içinde hakim olan güç odakla
nnda bir değişme olduğunu, vezir ve paşa haneleri mensuplannın özel bir
ağırlık kazandığını gösteriyordu. 83 Gerek merkez gerekse taşradaki iktidar
yapısında büyük değişiklikler ve vergi gelirlerinin tahsisatı konusunda
önemli çekişmeler olmasına rağmen, Osmanlı eliti yeni fetihleri mimari
vasıtalarla kendine mal etmeyi sürdürdü. Ayrıca bu toplumsal-dini külliye
ler yerel nüfusun bir kısmının kültürel açıdan asimile edilmesini ve uzun
vadede Osmanlılara dönüştürülmesini sağlıyordu.
Örneğin, Podolya'nin yeni fethedilen Kamaniçe şehrinde (r672), IV.
Mehmed'in zafer alayıyla şehre girip Katolik katedralinde Cuma nama.zını
kılmasının ardından, bu yapı dışında yedi kilise daha camiye çevrildi. 84 Bu
camiler padişaha, valide sultana, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'ya,
ikinci vezir ve padişahın damadı Musahip Mustafa'ya, üçüncü vezir Kara
Mustafa Paşa'ya ve padişahın gözde vaizi Yani Mehmed Efendi'ye vakfedil
di. Bütün kutsal imgeler ve çanlar kaldırıldı, Hıristiyanların kilise bahçele
rinde gömülü cenazeleri taşındı, yapılara minareler eklendi ve bütün ileri
gelenlerden kendi vakıflarını kurmalan istendi. ileriki yıllarda iki yeni cami
yapıldı. Dini kururnlar ile özel ve kamu vakıflan şehrin kısa süren Osman
lılaştırılmasında önemli bir rol oynadı; ne var ki bu konuda daha kapsamlı
araştırmalara ihtiyaç vardır.
17. yüzyılda ortaya çıkan yeni bir himaye türünün ilk örnekleri taşra
da görüldü. Halep'te r678-r682 arasında inşa edilen Han el-Vezir, yerel ya
pı geleneği ve zevkinin örneğiydi. Ancak yeni estetiğin en belirgin olarak ser
gilendiği yapılar zenginlerin konutlanydı. Halep'in Cideyde denen Hıristi
yan mahallesinde, yükselen burjuvazinin yaptırdığı evler sayesinde, 17. ve
r8. yüzyıl Halep yapılarının en güzel örnekleri ortaya çıktı. Bunların en muh
teşem örneği simsar İsa bin Butrus'un eviydi. r6oo-r6o3 yıllannda yapılıp
kırmızı rengin hakim olduğu bir şemaya göre bezenen binanın ana odası
Mezmur metinlerinden oluşan kitabeler, Eski ve Yeni Ahit'ten salınelerin
yanı sıra ejderha, zümrüdüanka ve ki'lin gibi efsanevi yaratık tasvirleriyle be-
Tü RKiYE TARi H i 53 1
zenmişti.85 Sanatçı Haleb Şah bin İsa adını saçakta ölümsüzleştirmişti. 16.
yüzyıl sonunun saz üslubunu mükemmel bir beceri ve zarafetle uyguladığı
gibi Osmanlı ve Safevi saray minyatürlerinin ikonografisini de iyi biliyordu.
53 2 SANAT V E M i MARLI K
Ya l ı l a r: Ye n i m e ş r u iyet kriz i n e ceva p
vı
> Resim 19.12 Beşiktaş Sarayı. M uradgea d'Ohsson, Tableau gtnı!ral de /'empire othoman (Paris, 1 824) ,
z
çizim: Espinasse.
�
<
"'
s:
;::
>
"'
!:
"'
lara da önemli bir rol verilmişti. Padişah kızları, kızkardeşleri ve yeğenleri,
devlet büyükleriyle evlendikten sonra Haliç ve Boğaz kıyılanndaki yalılara
yerleşiyordu. Böylece kendileri görünmez olsalar da, varlıklan sürekli ken
dini hissettiriyordu (Resim 19.13) .90
B i r h a m i o l a ra k D a m at i b ra h i m Paşa
� Resim 19.13 H atice Sulta n ' ı n Defterdarburnu Sarayı. Vayage pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore (
�
...
Paris, 1 8 ı g ) , çizi m: Antoine-l gnace Melling.
<
"'
�
;::
)>
"'
c:
"
lardan bir miktar çini getirildi.9 2 İstanbul'da Damat İbrahim Paşa'nın hi
mayesinde bir çini atölyesi kuruldu; ancak bu canlandırma girişimi hami
lerin fazla ilgisini çekmediği gibi, işletme sadrazarnın 173o'daki ölümün
den sonra yaşamadı.
18. yüzyıl vezirleri, örnekleri ilk kez 17. yüzyılda görülen dini ve ha
yır amaçlı küçük külliyeler yaphrdılar. Kaptan İbrahim Paşa İstanbul Beya
zıt'ta böyle bir külliye inşa ettirdi (1708). Çorlulu Ali Paşa'nın buraya çok ya
kın bir yerdeki medresesi de aynı yılda yapıldı. Çorlulu'nun aynı yıl yaphr
dığı bir diğer cami Tophane sahilinde yer alıyordu. O zamanlar bulunabi
len inşaat arsalannın düzgün olmayışı nedeniyle, 18. yüzyıl külliyelerinde
asimetrik yerleşimler görüldü. Damat İbrahim Paşa 172o'de, şehrin kalaba
lık semtlerinden Şehzadebaşı'nda medrese, mescit, kütüphane ve çeşme
den oluşan bir külliye yaphrdı; yapıya 1728-9 yıllarında bir sıra dükkan,ek
lendi. Bu dükkanlan caddeden: ayıran ve Direklerarası adıyla ünlü bir eğlen
ce merkezi olmasına yol açan iki sıra revak 19. yüzyıla kadar varlığını sür
dürdü. Sadrazam hanesi bu sıralarda nihayet padişahın hanesinden aynldı;
bu gelişme 16. yüzyılın sonlarında görülmeye başlanmışh. Bu yeni elde edi
len bağımsızlığı somutlaşhrmak isteyen Damat İbrahim Paşa, daha sonra
Bab-ı Ali'ye dönüşecek olan yeni bir saray yaphrdı.
Damat İbrahim Paşa bazı selefieri gibi İzmir'de gelir getiren kay
naklara sahipti. Vezirlerin bu faal liman şehrinde ticari ve sınai amaçlı bi
nalar yaptırması, bu bölgedeki seçkinlerin ve ayanın onlara öykünmesine
yol açmıştı. Çok geçmeden cami, çeşme ve mezar taşlan yenilikçi dekora
tif motiflerle bezenecekti.93 Damat İbrahim Paşa ayrıca gerçekten büyük
bir projeye girişerek doğduğu köyü, bugün Nevşehir diye bilinen şehre dö
nüştürdü. 94 Bu kasaba, düzenli sokaklan ve çarşı ile cami arasındaki uzun
meydanıyla, Osmanlı şehir planlamasının nadir örneklerinden biridir. Bu
rada da Avrupa etkisinin herhangi bir izi yoktu; sadrazam bir nevi parli
şahlık tutkusunu, mekan üzerinde kendi düzenini kurarak dile getirmişti.
Hisann bulunduğu tepenin yamacına kurulu kililiyede caminin yanı sıra
medrese ve kütüphane de mükemmel işçiliğiyle göze çarpar. Cami, klasik
tarzdaki diğer taşra camilerine benzemez; ancak özgünlüğüne bakarak bu
üslubu "Anadolu barok" diye adlandırmamızın doğru olup olmadığı kuş-
TO R K i Y E TAR i H i 537
kuludur.95 Damat İbrahim Paşa, muazzam serveti ve uzun sadrazamlık
dönemi sayesinde, bu olağanüstü mimari projenin altından kalkabilmişti.
Bazı vilayetlerde, özellikle 18. yüzyıl Suriye ve Mısır'ında, konut sek
törü başta olmak üzere ciddi bir inşaat faaliyeti vardı. Özellikle göl ve ırmak
kıyılarında birçok etkileyici özel konut yapılıyordu. Başlıca örneği Kahi
re'nin Azbakiyya mahallesiydi. Ne var ki yerel inşaat tarzları, değişen Os
manlı zevkinden fazla nasibini almamıştı.96 Halep'te birçok zengin beze
meli ev olması, şehrin büyük bir ticaret merkezi olarak önemini koruduğu
nu gösteriyordu.97 Konut mimarisi Hama, Trablus, Kudüs ve Şam gibi di
ğer taşra şehirlerinde de atılım yapmıştı. Suriye ve Filistin'in kıyı şehirlerin
de olduğu gibi Cebel-i Lübnan' da da, o tarihlerde yapılan birçok güzel ev
hala ayaktadır. Anadolu ve Rumeli'de ayanın ve yeni yükselen burjuvazinin
yaptırdığı evlerse dayanıksız keresteden inşa edildiği için, günümüze kalan ,
örneklerin çoğu 18. yüzyıl sonuna aittir.
SANAT VE M i MARLI K
çük ve orta boylu yapılar belirli bir simgesel işieve sahip seçkin binalar ha
line geliyordu; yararlılık önemli olmakla birlikte mesele sadece bundan iba
ret değildi.
Yoldan gelip geçenlerin su içtiği çeşme ve sebiller de ı8. yüzyıl ba
nilerinin gözde projelerindendi. Sultan I I I . Ahmed'in Topkapı Sarayı'nın
yakınında yaptırdığı anıtsal çeşme (1728) , türünün ilk örneği olup bir kez
daha bu padişahın kişisel tercihlerini yansıtıyordu. Suya ithaf ettiği uzun
kaside frizde, alçak kabartmayla yaprak ve çiçek desenleri arasında, bol
renkli ve yaldızlı olarak yazılmıştı (Resim 1 9 . 14) . ı8. yüzyılda İstanbul çeş
me ve sebilleri çoğu zaman daha eski örneklerin yerine yapılıyordu; ancak
artan su talebini karşılamak için yeni inşa edilen ve su kulelerinin yanı sıra
sukemerlerini de kapsayan suyollarıyla bağlantılı olarak yeni çeşmeler de
yapıldı. Azapkapı'daki Saliha Sultan, Kabataş'taki Hekimoğlu Ali Paşa ve
Tophane'deki I . Mahmud çeşmeleri aynı yıl içinde inşa edilmişti (ı732j3) .
Üç çeşme de dönemin Edirnekari işçiliğini andıran canlı ve hoş çiçek de
senleriyle süslüydü. Ne var ki bu su mimarisinin taşrada fazla örneği yok
tu. Sadece Kahire'de ı8. yüzyıl sonlarında, Abdürrahman Kethüda adlı ba
şarılı bir komutan genellikle sıbyan mekteplerinin zemin katianna yapılan
sebillerin dikkat çekici bir mimari özelliğe kavuşmasını sağladı.9 8
Çoğu zaman Osmanlı devletinde sanatsal değişimin dış nedenlere
bağlı olduğu varsayılır; bir başka deyişle tarihçiler bu olguyu tamamen "Ba
tılılaşmanın" bir biçimi olarak görmüştür. Sözümona, Fransız ve İtalyan sa
natından alınan motifler "Osmanlı baroku"nu oluşturmuştur; terim Os
manlı ile Avrupa unsurlannın karışımı anlamında kullanılmaktadır. Bu de
yimin yaratıcısı Doğan Kuban, qı8-ı730 arasında Batıdan alınan ve Lale
Devri'nde bile gözlemlenen biçimsel unsurları ele almıştır.99 Ancak bu gö
rüş tartışmaya açıktır; zira resim, müzik ve edebiyat gibi başka sanatsal ge
leneklerdeki değişim, mimarlıktaki değişimle koşuttu. Ne var ki bu başka
alanlarda Batılılaşmanın izleri pek azdı. roo
Buna karşılık Ayda Arel, el sanatları yoluyla ortaya çıkan Avrupa et
kisinin ı8. yüzyılda başlıca mimari bezerne alanında görüldüğünü ileri sü
rer; üstelik barok ve rokokodan uyarlanan sanat formlannın ilk kez yüzyıl
ortasından önce görüldüğünü, dolayısıyla bu uyarlamaların III. Ahmed ve
VI
>
z
�
<
m
Resim 19.14 l l l . Ahmed Çeşmesi ve Ayasofya Meyd a n ı . Miss j u l i a Pardoe, The Beauties of the Bosphorus (Londra, 1 838, s. 62·3) ,
s:
0:: çizi m: Wil l i a m H. Bartlett.
>
.,
!:
"'
sadrazaını Damat İbrahim Paşa'nın himayesine atfedilemeyeceğini belir
tir.'0' Biraz daha geç tarihlerde "klasik" mukamas volüte, rumi denen deko
ratif form arabeske dönüştü. Sanat hamilerinin Batı biçimlerine ilgisi sanat
tarihçilerince genellikle abartılmışhr. Yeni eğilimler sadece Avrupa formla
nnın taklidi değil, yeni imkanların araştırılması vasıtasıyla Osmanlı mima
risinin bıkılacak kadar fazla kullanılmış norm ve biçimlerini zenginleştir
me çabasıydı; zira anlaşılan 17oo'ler civarında hamiler ve sanatçılar yerle
şik sanat biçimlerinin kendilerini tükettiğine dair bir hisse kapılmışlardı.
Osmanlı baroku denen tarzın ortaya çıkmasına yol açan gelişmeler
arasında, üçüncü boyuta ağırlık veren dekoratif motiflerin benimsenmesi
başta geliyordu. Daha önceki dekoratif biçimler kesinlikle iki boyutluydu.
Aslında mimaride yeni bir estetiğe yönelik hamleler kısıtlı olmakla birlikte
tamamen yok denemezdi. Nitekim İstanbul'daki göz alıcı Hekimoğlu Ali
Paşa Külliyesi'nde (1735), yapılar asimetrik yerleştirilmiş ve şaşırtıcı gÖrü
nümler sağlamak için perspektif kullanılmışh. Yüzyıl ortasında yapılan bü
yük Nuruosmaniye Külliyesi (1755), yeni plan özellikleri gösteren cami mer
kezli ilk toplumsal-dini külliyeydi. Daha sonra aynı unsurlar Topkapı Sara
yı'na da eklendi. Buna rağmen Arel bilinçli bir üslup değişikliği fikrini ka
bul etmekte zorlanır. Osmanlı payitahtındaki ikinci sınıf Avrupalı sanatçı
lar ile serbest çalışan Ermeni ve Rum mimarlar, Batı kökenli bazı dekoratif
ayrıntılardan sorumlu olabilir; belki bu kişiler desen ve gravür albümlerin
de gördükleri motifleri kullanıyordu.
Tü RKiYE TARi H i 54 1
Damat İbrahim Paşa'nınki dahil, 18. yüzyıl sadrazamlannın yaphr
dığı hiçbir külliye, görkem bakımından Hekimoğlu Külliyesi'yle yarışacak
durumda değildir. 1735'te inşa edilen yapı, tarihi yarımadanın yedinci tepe
si olan Kocamustafapaşa'da bütün heyberiyle yer alır. Külliyede cami, tür
be, kütüphane, sebil ve şadırvanın dışında birkaç çeşme mevcuttur.'03 Oysa
16. yüzyılın en güçlü sadrazamlannın bile saltanat şehrinin siluetine hakim
olmasına izin verilmemiş, tepeler sultanların yaphrdığı eserlerin sergilen
mesine aynlmışh. Külliyedeki cami tek başına etkileyici olup eski düzenin
son güzel örneği olarak kabul edilir.104 "Barok" ve "rokoko" süslemeleriyle
klasik bir plana sahiptir. Büyük güller ve Ialeler gibi zamanının modem ola
rak kabul edilen desenleriyle bezeli çiniler İ stanbul atölyelerinde yapılmış
h. Bu özellik padişahın sadece Hekimoğlu ile paylaşhğı bir ayncalıkh. Üs
telik külliyede yer alan hünkar kasrı ve giriş rampası, hanedana özgü ayn�
calıklar olup vezirlerin yaphrdığı camilerde normalde rastlanmayan unsur
lardı. Payitahtta hayır amaçlı başka binalar da yaphran Hekimoğlu'nun kül
liyede elbette türbesi de yer almaktadır.
I . Mahmud ve halefi I I I . Osman 1748-1755 arasında Nuruosmaniye
Camii'ni yaphrdılar. Osmanlı sarayı bu dönemde arhk süslü ve gösterişli
biçimleri tercih ediyordu. I I I . Osman, inşaahn büyük kısmı 1754'te, tahta
çıkmasından önce tamamlandığı halde, haksızca davranarak "Osmanlıların
nuru" anlamına geldiği bahanesiyle camiye kendi adını verdi. Kalabalık şe
hir merkezinde, Kapalıçarşı'nın kapılanndan birine bitişik yapının anıtsal
lığı, cami ve iç avlunun çapraz yerleştirilmiş kıvrımlı merdivenlerle çıkılan
bir taban üzerine oturtulmasıyla sağlanmışh.
Türünün tek örneği olarak cesurca at nalı şeklinde yapılan iç avlu
özel bir ilgiyi hak eder. Açıkça Bah mimari dilini hahrlatan yuvarlak galeri
ler, merkezdeki açık mekanın etrafında dalgalanıyormuş gibi bir izienim
yaratır. Caminin kendisiyse, etrafındaki çarşı ve hanların küçük kubbeleri
ortasında göze çarpan büyük kubbesiyle taçlanmıştır. Mimari unsurlar de
koratif aynnhlann ardında gizlenmediğinden tek başına bu bile yenilikçi
bir repertuann göstergesidir.'05
18. yüzyılın ikinci yarısında, III. Mustafa'nın padişahlığı döneminde
üç büyük proje tamamlandı. Bunların ilki Üsküdar'daki Ayazma Külliyesi
54 2 SAN AT VE M i MARLI K
(ı757-6o) , ikincisi Beyazıt'taki Laleli olarak bilinen külliye (1759-63) ve üçün
cüsü Fatih Camii'nin eklentileriyle beraber yeniden inşa edilmesidir. Henüz
tamamlanmış Laleli Camii 22 Mayıs 1766 depreminde hasar gördü; ancak
asıl ağır hasar sadece avlusu ve kuzey kapısı ayakta kalan Fatih Camii'ndeydi.
Üsküdar'ın tepelerinden birinde inşa edilen Ayazma Camii, Nuruos
maniye'nin daha küçük ölçekli benzeriydi, ama bezemesi daha basitti. "Os
manlı baroku" ayrıntılarıyla tekrar tekrar dikkatleri üzerinde toplamasına rağ
men, aslında bu döneme özgü sıkışık iç melcinda deniz kabuğu ve bitki motif
leri bulunmaz. Hünkar mahfıli, caminin bir sultana ait olduğunu gösterir. Pa
dişahın validesi Mihrişah Emine Sultan ve kardeşi Süleyman anısına yaptırdı
ğı külliyede bağımsız bir muvakkithane, sıbyan mektebi ve hamam vardır. Go
odwin'in doğru olarak saptadığı gibi, Ayazma Camii'nin en ilginç yeniliği, bü
yük dairevi bir merdivenle çıkılan çok yüksekteki son cemaat yeridir.'06
Nuruosmaniye ve Laleli camilerinin mimarının Simeon (Komya
nosjKomnenos) Kalfa olduğu anlaşılınadan önce bile, iki külliye arasında
ki, özellikle de camilere çıkan anıtsal merdivenler gibi benzerlikler dikkat
çekiciydi. '07 Öte yandan Laleli Camii'nin planı ü sküdar' daki muadilinin pla
nına benzer. Nuruosmaniye'den küçük olmakla birlikte, malzemesi ve iç
mekanın niteliği daha zengindir. Yine hünkar kasrı, muvakkithane, avlu ve
özellikle heybetli ana giriş, en dikkat çekici unsurlardır.
Fatih Camii'ndeki çalışma ı767'de başladı. Bina eski temeller üze
rinde yeniden inşa edildi, ancak burada bir kez daha yakındaki Şehzade Ca
mii'nin planı örnek alındı. Yine de yuvarlak pencereler, İyon sütun başlık
ları ve ı8. yüzyıla özgü bir saltanat rampasıyla çıkılan hünkar mahfıli döne
min özelliklerini yansıtır. Aynı dönemde yapılan Zeynep Sultan Camii
(ı769) gibi, yeni görünümüyle Fatih Camii belirli bir Avrupa etkisi barın
dırınayıp daha eski Osmanlı unsurlarının çeşitlernelerini yansıtır. 10 8 Bu üç
büyük proje yürütülürken mimarbaşı Mehmed Tahir Ağa'ydı.'09 Onun kö
keni ve yaşam öyküsü hakkında çok az şey biliyoruz.
S i meon Kalfa' n ı n m i ra s ı
SANAT VE M i MARL I K
kapı Sarayı'ndan aldığı özellikleri ortaçağın inşaat gelenekleriyle ustaca bir
leştirmişti. '23
17. ve r8. yüzyılın Osmanlı mimarisinde, yerleşik gelenekler sürü
yor, ama yanı sıra yeni unsurlar ve motif kombinasyonlan geliştiriliyordu.
"Klasik geleneğin" tükendiğini düşündükleri anda yeni mimari özellikler
icat veya ithal eden geç dönem Osmanlı mimar ve hanilerinin yaratıcılığını
vurgulamak, bu açıdan anlamlıdır. Batılılaşma ve gerileme gibi geniş gele
neksel kategoriler, bu zenginlik ve karmaşıklığı yeterince açıklayamaz; bu
nun yerine, haniler ve mimariann genellikle tanımlanması zor dürtülerinin
izini sürebilmek için yazılı metinleri incelememiz gerekir.
NoTLAR
Günsel Renda, Batılılaşma Döneminde Türk Resim Sanatı 1700-185o (Ankara, 1977) .
,
2 Nurhan Atasoy ve Filiz Çağman, Turkish Miniature Painting (İstanbul, 1974), s. 55-63; Filiz Çağ
man, "Mevlevi dergahlannda minyatür", I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi içinde, ed. Hakkı Dur
sun Yıldız, Erol Şadi Erdinç ve Kemal Eraslan (İstanbul, 1979), s. 651-677; Rachel Milstein, Mini
ature Painting in Ottoman Baghdad (Costa Mesa, 1990).
Serpil Bağcı, "From Adam to Mehmed III: Silsilename", The Sultan's Portrait: Picturing the House
of Osman içinde, ed. Selmin Kangal (İstanbul. 2000), s. 188-2oı.
4 Rıfkı Mehlül Meriç, Türk Nakış Sa'natı Tarihi Araştırmalan I: Vesikalar (Ankara, I953-1954) .
5 Zeren Akalay (Tanındı) , "XVI. yüzyıl nakkaşlanndan Hasan Paşa ve eserleri", I. Milletlerarası Tür
koloji Kongresi içinde, ed. Hakkı Dursun Yıldız, Erol Şadi Erdinç ve Kemal Eraslan (İstanbul, 1979),
s. 607-626; Zeren Tanındı, "Nakkaş Hasan Paşa", Sanat 6 (1977) , s. 14-125; Banu Mahir, "Hasan
Paşa (Nakkaş)", Yaşamlan ve Yapıtlanyla Osmanlılar Ansiklopedisi (İstanbul, 1999), s. 541.
6 Abdülkadir Efendi, Topçular Katibi Abdülkadir (Kadri) Efendi Tarihi (metin ve tahlil), 2 cilt (Anka
ra, 2003).
7 Banu Mahir, "A Group of r7th Century Paintings Used for Picture Recitation", Art Turc: 10e Cong
res international d'art turc (Cenevre, 1999), s. 443·455·
8 Büsarnettin Aksu, "Tercüme-i Cifr (Cefr) el-Cami' Tasvirleri", Yıldız Demiriz'e Armağan içinde, ed.
M. Baha Tanman ve Uşun Tüke! (İstanbul, 2oor), s. 19-23.
9 Comeli Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa 'Ali
(1541-16oo) (Princeton, 1986).
ro Metin And, Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası (İstanbul, 1998).
n Banu Mahir, "Kalender Paşa", Yaşamlan ve Yapıtlanyla Osmanlı Ansiklopedisi içinde (İstanbul, 1999),
s. 692. Aynca, bkz. Abdülkadir Efendi, Topçular Katibi Abdülkadir (Kadri) Efendi Tarihi, cilt I, s. ii.
12 Vladimir Minorsky. A Catalogue of the Turkish Manuscripts (Dublin, 1958), s. 439·
13 A. Süheyl Ünver, "L'Album d'Ahmed ler", Annali dell'1stituto Universitario Orientale di Napoli
(1963), S. 127-162.
Tü RKiYE TAR i H i 54 7
HATİCE AYNUR
OSMANLI EDEBiYATI
GİRİŞ
irçok üretken Osmanlı şair ve yazarım, birçok metni, edebi yak
OSMAN LI E D E BiYATI
nettarlığını özel bir kasideyle dile getirmişti.7 Cevrl, Yazıcı Selahaddin'in
1408 tarihli Şemsiyye adlı eserini Melhame başlığıyla yeniden yazdı, Bitlisli
Şükri'nin 1521'de yazdığı Selımname'yi tekrar yazarken bu kez orijinal baş
lığı korudu. Cevrl bu yeniden yazımlann gerekçesini açıklarken eserlerin
dilinin "Türki-i kadim" olduğunu, herkesin uzun zamandan beri yeniden
yazılmalannı istediğini, bu neden1e bu işi kendisinin üstlendiğini belirti
yordu. Metinlerinde Türkçe kelimelerin yerini Arapça ve Farsça karşılıklan
almış, başlıklar tamamen Farsça hale getirilmiş, kimi bölümler çıkarılırken
bazı eklemeler yapılmıştı. Cevrl'nin selefierinin kullandığı dilin eski oldu
ğunu düşündüğü belliydi. Bu nedenle Türkçe kelimeler yerine kendi be
nimsediği ve dönemin edebiyatçılan arasında yaygın olarak kullanılan
Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri kullanmıştı. Selımname'yi yeniden yaz
ması 1627'de Köse Ali Paşa tarafından teşvik edilmiş, hatta belki ısmarkm
mıştı. Paşa kelimeleri doğru olsa da orijinal metnin bir ruhu olmadığını,
dolayısıyla anlatılan fetihlerden zevk almanın ya da ders çıkarmanın imkan
sız olduğunu düşünüyordu. 8
Bununla birlikte, ele alınan dönemin tüm sanatçılannın Cevrl'yle
hemfıkir olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Tam tersine, 18. yüzyıl başla
nnda günlük konuşulan Türkçeye yeniden değer verildiğini görüyoruz. Ni
tekim Osmanzade Taib (ö. 1724) , Gelibolulu Mustafa Ali'nin Mahasinü1-
adab (1596) adlı eserinin dilini basitleştirme işini üstlenmişti. Bu defa, ye
niden yazım işini bizzat padişah istemişti. Taib eserin girişine yazdığı kasi
dede yöntemini savunarak, eski yazan çok takdir etmesine rağmen kitabın
dilini beğenmediğini belirtiyordu. Ali'nin kullandığı dili yaşlılığında "seli
sü'l-kavl"e (akıcı söze) düşkün olmasına yormuştu; ona göre Ali, kelime
tekrarlannı ve seeiyi tercih eder olmuştu ki, bun1ar eserin gereksiz yere
uzun olmasına yol açıyordu. Taib sıralamayı bozmadan metni kısalttığını,
böylece esere "revac-ı nev" (yeni itibar) kattığını yazmıştı. Ali'nin tekrarlar
dan anndınlan hikmetleri artık daha iyi takdir edilebilirdi. Artık beş kısım
da toplanan metin, eskisiyle kıyaslandığında bir kayıp olmadığı ortadaydı;
hatta eser Taib'in müdahaleleriyle zenginleşmişti. Onun yorumlanna bir
başka değişikliğin göstergesi olarak bakılabilir; zira Lale Devri olarak bili
nen I II. Ahmed ve Damat İbrahim Paşa döneminde (1718-1730) yaşayan ya-
T ü R K i Y E TAR i H i 557
zar döneminin konuşulan, okunan ve yazılan Türkçesini kullanıyordu. Bu
dönemde genellikle resmi destekle birçok eser Arapça ve Farsçadan Os
manlıcaya çevrilmişti. Bu dilleri bilen seçkinler, muhtemelen beğendikleri
eserleri yine de Türkçe okumak istemişlerdi.9
Şuara tezkirelerinde genellikle şairlerin Arapça ve Farsça şiir yazabil
diği vurgulanırdı. Aydın Osmanlılar öğrencilik zamanlarında bu dillerdeki
önemli edebiyat eserleriyle karşılaşıyor ve o zaman çalıştıkları metinler ileri
ki yıllarda kendi edebi eserlerine örnek oluşturuyordu. " Saray şairi" olarak
atanan Osmanzade Taib yazdığı bir kasidede, İranlı şair Sadi'nin Gülis
tan 'ını okumadan şiir yazmaya kalkışanları eleştirmişti. Medreselerde oku
tulan edebi metinlerle ilgili elimizde henüz ayrıntılı bir araştırma olmamak
la birlikte, Evliya Çelebi ve Nebi Efendizade Ali b. Abdullah el-Uşşaki'den (ö.
1785/6) bu konuda bazı bilgiler edinebiliyoruz.ıo Medrese eğitimi sırasında ,
öğrenilen ve Osmanlıcaya yerleşen Arapça ve Farsça kelimelerin sayısı 16.
yüzyıldan itibaren artmıştı. Olayın doğal seyri içinde, bu gelişme dilin zen
ginleşmesi olarak kabul ediliyordu. Belirttiğimiz gibi, bu 16. yüzyılın ikinci
yarısında yaşayan Mustafa Ali'nin görüşüydü ve dört yüzyıl sonra Ziya Paşa
da bu görüşe katılmıştı. Bununla birlikte, edebi bir metinde kullanılan Arap
ça ve Farsça sözcüklerin sayısı yazarın eğitimi, mesleği ve sosyal çevresinin
yanı sıra hitap etmek istediği okuyucuya göre de değişiyordu.
Bu durum, 17. yüzyılın ikinci yarısı ve 18. yüzyıl başlarında Osman
lı edebiyat dünyasının başta gelen isimlerinden biri olan Nabi'nin (1642-
1712) eserlerinde özellikle belirgindir. N abi'den geriye dördü mensur diğer
leri manzum olmak üzere on kitap kaldı. 18. yüzyıl sonlarında yaşayan şair
Şeyh Galib, Nabi'nin Hayrabad'daki Farsçalaşmış üslubunu eleştirir, İngi
liz oryantalist Edward Gibb de bu değerlendirmeye katılır. Buna karşılık 19.
ve 20. yüzyılın yalınlaşmaya ve yerelliğe ağırlık veren edebiyat hareketleri
ni destekleyen yazarlar Ziya Paşa ve Ahmed Harndi Tanpınar ile tarihçi Fu
ad Köprülü, bu eğilimin ilk ışıklarını Nabi'nin şiirlerinde görür." Agah Sır
rı Levend ise, Nabi'nin şiirleri ile düzyazıları yan yana getirildiğinde aynı
yazarın kaleminden çıktıklarından kuşku duyulacağını belirtir.' 2 Nitekim
yazarın Mekke'ye yaptığı hac yokuluğunu anlatan Tuhfotü'l-haremeyn bir
kaç değişiklikle Türkçeden çok Farsçaya benzecek olan birçok cümle içerir.'3
O S M A N L I E D E B i YATI
Zaten Nabi, Musahib Mustafa Paşa adlı gözde bir saray mensubunun bir
süre katipliğini yapmıştı, dolayısıyla başarılı bir katibin bilmesi beklenen
bütün üslup farkianna aşinaydı. Tanınmış münşi Veysi'nin kaleminden
çıkma Siyer-i Nebi'ye zeyl yazan Nabi, hem türün gereklerinden hem de
kendisinden önceki yazann üslubundan vazgeçmez. Buna karşılık Surna
me ve Hayriyye adlı mesneviler ile Türkçe şiirlerinden oluşan divanında çok
daha yalın bir tarz benimsemiş, hatta bir gazel divanının Arapça sözlük ol
madığını belirtmişti. 4 N abi'nin dili kullanma şeklini yorumlamak istediği
miz takdirde yeni yaklaşırnlara ihtiyacımız olduğu açıktır.
"Melhame" (veya çoğul şekliyle "melahim") denen eseriere gelince;
bunlar yine dil ve üslubun önceden kararlaştınlmış bir şey olmadığını, bu
özelliklerin yazann tasavvur ettiği okura göre belirlendiğini gösterir. Bu
metinlerde, gelecekten haber vermek için belirli bir ay ya da günde yı!dız
lann konumu ve bazı iklim ve doğa olayları kullanılır. Bu edebi tür, sıra
dan insanların günlük kaygılarını yansıttığı için dikkat çekicidir. Melha
meler vasıtasıyla bu insanların kendi maddi kültürlerine nasıl baktıkları
hakkında biraz olsun fikir ediniriz. Aynı şekilde coğrafya, hatta bir bütün
olarak evren hakkındaki yaygın görüşleri öğrenmek mümkündür. Bu me
tinler günlük konuşma diline yakın bir Türkçeyle yazılıyordu; hatta bir ör
nekte yazma sürecini hızlandırmak için imla bile basitleştirilmişti.'5 Farklı
bir anlayışla, r83g'dan önce yazılan bilimsel eserlerin dili incelendiği za
man, ele alınan konuların dışında bu kitapları okuması umulan okur tü
rünün, yazarların kullandığı Arapça ve Farsça kelimelerin sayısını belirle
diği görülüyordu. '6
Başka dillerden zaman zaman birçok kelime alınmasına rağmen,
bu dönemde yazılı ve sözlü edebiyatın büyük bir kısmında ve ayrıca günlük
konuşmada kullanılan dil Türkçe ve özellikle İstanbul ağzıydı. Bunun dile
dayalı milliyetçilikle bir ilgisi yoktu; daha ziyade, farklı etnik kökenierden
insanlar İstanbul Türkçesi kullanarak birer Osmanlı oluyorlardı; bu dili ko
nuşabilmek bir ayrıcalık olarak görülüyordu. Muhtemelen r8. yüzyıl başla
rında yazılmış ve yazarı bilinmeyen Risale-i Garibe' de bazı kişiler şu sözler
le azarlanmıştı: " ... ve bu şehr-i azime gelüp ne için geldiğin bilmeyüp elli
altmış yıl ömr sürüp lisanın tashih etmeyüp Türkçe öğrenmeyüp yaprağa
Tü R KiYE TARi H i 56 ı
bulabilmek için Arap alfabesindeki harflerin sayısal karşılıklarını bilmek
gerekir.
Halil Erdoğan Cengiz "şarkı"yı bestelenrnek üzere kaleme alınan şi
ir veya daha genel anlamda bestelenmiş şiir olarak tanımlar, böylece şarkı
yı bir nazım türü olarak değil edebi bir biçim olarak görür.21 Bu gibi şiirler
murabba, muhammes ve müseddes gibi biçimlerde olabilir. Konusu genel
likle aşktır ve diğer şiir türlerine göre dili oldukça yalındır. Naili-i Kadim (ö.
1666), divanında on bir şarkıya yer veren ilk şairdir. Diğer eserlerine göre
daha çok yerel renk barındıran bu eserler, aynı zamanda şairin yaşadığı or
tamı en belirgin olarak ortaya koyanlardır. Nedim'den Enderunlu Vasıfa
kadar çeşitli şairlerin yazdığı şarkılarda İstanbul ve Boğaziçi'nden, bu me
kanlarda geçen gönül meselelerinden, gezintiler ve eğlence duraklarından
bahsedildiğini görürüz ... Şarkı 18. yüzyılda önem kazanmıştır. Bu durum Q
dönemde yazılan edebiyat tarihlerinde bu şiir türünün örneklerine bol yer
verilmesinden anlaşılır. Damat İbrahim Paşa'nın sadrazamlığı sırasında sa
fa alemleri doruğa çıktığında, Mehmed Feyzi'nin şarkıları meşhur olmuş,
bunlardan biri Saha makamında bestelenmişti.
Taşlama ve alay içeren şiirli sataşmalar (hiciv, hezel) dönemin şair
leri arasında çok yaygındı. Nitekim İstanbul'daki ünlü Kariye Camii'nde ba
basının yerine imam olan Mevlevi Şani, hezelleriyle tanınıyordu; Rahmi
Kuburizade Havayi (ö. 1715) tarzında yazdığı mısralan bütün şehirde ağız
dan ağza dolaşmıştı. Ancak hezel açık saçık ve küfürlü bir tarz olduğundan,
ünlü şair Şeyh Galib'in desteğiyle Esrar Dede'nin hazırladığı ve Mevlevi şa
irlerin yer aldığı Tezkire-i Şuara-yı Mevleviyye'de Şani'nin adına rastlamıyo
ruz. Hayat hikayesinde belirtildiğine göre şair Rahimi (ö. 1727-8) ve çağda
ŞI Nabi'nin eğlenceli atışmalan, okurlar ve dinleyiciler arasında çok rağbet
görmüştü.
Ancak bireyleri hedef alan en tanınmış hiciv yazan kesinlikle Ne
fi'ydi (ö. 1635) . SiMm-ı kaza (Kaza Oklan) adlı hiciv mecmuasında yalnız
sert eleştiriler ve tehditler değil, hakaretler, hatta müstehcen ifadeler oldu
ğunu görürüz. Nefi'nin hicivleri, zaman zaman örnekler verdiği methiye
nin tam karşıtı olarak düşünülebilir. Methiyenin dili mekanik olarak tam
tersine çevrildiği zaman hicve dönüşüyordu. N efi hicivlerinde tabu olan ke-
OS M A N L I E D E B i YATI
limeleri, güçlü siyaset ve ulema çevrelerine mensup kurbanlarının sosyal
veya dini statüsünü aşağılamanın silahı gibi kullanıyordu. Şair bu konuda
babasına bile acımamıştı. Sık sık onun hedefleri arasına giren diğer şairler
bazen ona aynı şekilde cevap verirdi. Sonuçta epey düşman kazanan Nefi,
ılımlı olmayı bilmediği için mevkiini kaybetti. Artık hiciv yazmayacağına
dair Sultan IV. Murad'a söz vermesine rağmen sözünü tutmadığı için öldü
rüldü. Nasıl öldürüldüğü hala bilinmiyor.
Bazı şairlerin ve nesir yazarlarının vefeyat türünde eserler kaleme
aldığını 17. Yüzyıl şuara tezkirelerinden öğreniyoruz. Ele alınan kişilerin
ölüm tarihleri de verildiğinden, terim vefat kelimesinden türetilmiştir; ama
söz konusu kitaplar aslında kısa biyografık sözlüklerdir. Bursalı Mehmed
Selisi, Bursa'da ölen ulemanın ve dergah şeyhlerinin hayat hikayelerini Ve
feyat adı altında toplamıştı.23 Seyyid Hasib-i Üsküdari'nin (ö. 1785) Vefer.at-ı
ekabir-i İslamiyye adlı derlernesi daha iddialı bir şekilde Adem'le başlayıp İs
lam tarihinin ve özellikle Osmanlı aleminin önemli şahıslarını ele alıyordu.
Benzer şekilde, Alaybeyizade Mehmed Emin (ö. 1666) , Vefeyat-ı pür- 'iber li
üli 'l-elbabı men 'ihteber adlı eserinde yaklaşık yedi bin kişinin ölüm tarihleri
ni ve kısa biyografılerini toplamıştı.
Vefeyat yazarlarının en özgünü yeniçeri ocağında baltacılar kethü
dası olan Hafız Hüseyin Ayvansarayi (ö. 1787) idi kuşkusuZ.24 Başka türde
eserlerin yanı sıra yazdığı Vefeyat-ı selatın ve meşahir-i rical'deki dizelerde ele
alınan kişilerin ölüm tarihi metnin son satırına gizlenmişti. Bunun dışın
da Veftyat-ı Ayvansarayı olarak da bilinen Tercemetü 'l-meşayihin adlı ikinci
bir kitap yazdı. Ancak bu yazarın en bilinen çalışması, Osmanlı payitahtın
daki camiler ve tekkelerle ilgili kapsamlı başvuru kitabıdır. Bu eserde vakıf
kuran erkek ve kadınlar ile bu vakıflardaki kitabeler hakkında bilgiler var
dır. İçindeki şiirlerde tarihierin gizli olduğu derlernesi Mecmu'a-i tevarih,
bugün hiçbiri ayakta olmayan tarihi binalar hakkında birçok bilgi içerdiğin
den özellikle ilginçtir. Ayvansarayi ayrıca farklı şairlerin müstezad tarzında
ki şiirlerini içeren, aynı tarzdaki kendi eserlerini de ekiediği Eş'arname-i
müstezad adlı bir derleme hazırladı. Ne yazık ki, 18. yüzyıl edebiyat tarihi
hakkında henüz yeterince bilgimiz olmadığından, Ayvansarayi'nin bu alı
şılmadık türlerde nasıl eser verdiğini açıklayamıyoruz. Adının standart ede-
Tü RKiYE TARi H i
biyat tarihlerinde geçmemesi, eserlerinin r7oo'lerdeki yaygın anlayışın dı
şında kaldığınının işareti olabilir.
15. yüzyıldan itibaren şehrengiz adı verilen bir türde, bir şehri öven
eserler yazılması yaygınlaşmıştı. 17. yüzyıldaysa biladiyye adlı bir tür ortaya
çıktı; terim, belde kelimesinin çağulu olan "bilad"dan türemişti. Fasihi
(ölüm tarihi bilinmiyor) , Ferdi (ö. I7o8-r7ıo arası) ve Derviş Ömer (ölüm
tarihi bilinmiyor) gibi yazarların yazdığı bu tür metinlerde, yazar ile şehri
arasındaki ilişkinin ele alındığını görürüz. Bazen bu eserler yazarın coğra
fi çevreye bakış açısını yansıtır.25
Fatih Sultan Mehmed, şehzadelerin sünneti veya padişah kızları ile
kızkardeşlerinin düğünleri gibi hanedanla ilgili olayların devlet törenleriyle
kutlanması geleneğinin öncüsüydü. Bu şenlikler birçok bakımdan önemliy
di: Tüketimin artmasıyla birlikte zanaatkarların işi çoğalıyor, saray iktidar,
ve itibarını sergileme imkanı buluyor, sıradan insanlar ise günlük hayatın
sıkıcılığı ve geriliminden birkaç gün için de olsa kurtuluyordu. Bu şenlikle
ri anlatan edebi eseriere surname denir. Bu eserler mensur veya manzum
ya da ikisinin karışımıydı. ilki r582'de, I I I . Mehmed'in şehzadeliği sırasın
da yapılan sünnet düğünü için hazırlandı. Surnameler r858'e kadar yazıldı,
yaklaşık üç yüz yıl boyunca II farklı şenliği anlatan 19 eser üretildi. Ekono
mik krizler veya askeri yenilgiler hayatı çekilmez hale getirdiğinde, hane
dan şenlikleri özellikle debdebeliydi. Nitekim surnamelerde ele alınan II
şenliğin altısı, 17. ve r8. yüzyılın sancılı dönemlerinde düzenlenmişti. Bili
nen 19 surnamenin dokuzu bu altı şenliği anlatır. Surname yazarları ara
sında Nabi, Abdi, Vehbi, Hazin ve Haşmet gibi önemli edebi kişilikler var
dı; dolayısıyla bu metinler sadece sosyal ve iktisadi tarihçileri ilgilendiren
bilgiler içermeyip edebi değerleri açısından da ineelenmeleri gerekir.
Tanınmış dergah şeyhlerinin hayatını ve kerametierini anlatan me
nakıbname türü 17. ve r8. yüzyılda rağbetteydi; hatta içerikte kısmi değişik
likler olmasına rağmen bir ölçüde yeniden canlamıştı. Sebebi, sık sık çıkan
sosyo-ekonomik krizler yüzünden insanların mistik hayata yönelmesi. do
layısıyla tarikatların çevresinde daha çok mürit toplanması olabilir. Birçok
menakıbnamenin genellikle küçük taşra kasabalarda yaşamış Türk şeyhle
rini anlatması, gerek kendi tarikatları içinde gerekse dışında iyi tanınan
OSMAN LI E D E B i YATI
şeyhlerin hayatını anlatan ve islam dünyasında çok yaygın olan menakıbna
me geleneğine ters düşer. Bununla birlikte, hayatlarının yazılmasından
yüzyıllar önce yaşamış ünlü kişilere duyulan ilgi hiç kaybolmadı. Nitekim
ünlü tarihçi ve şair Nevizade Atayi, Celvetiyye tarikatının kurucusu olan
Aziz Mahmud Hüdayi'nin (ö. ı628) hayatını, Menakıb-ı Şeyh Mahmud el
Üsküdari adlı eserinde anlattı.26 Şabaniyye tarikatının kurucusu olan Şeyh
Şahan-ı Veli ise, tarikatın önde gelen üyelerinden Ömer b. Muhammed el
Kastamoni'nin yazdığı eserle ölümsüzleşti. Ünlü bir şeyh olan Niyazi-i Mıs
ri'nin (ö. ı694) hayatı ve kerametleri, İbrahim Rakım Efendi'nin (ö. 1750)
yazdığı Vakıat-ı Mısri'de yüceltilmişti.27
ı8. yüzyılda görülen bir yenilik, yalnızca dergah şeyhlerini ele alan
tezkirelerin ortaya çıkmasıydı. Daha önce evliyanın hayatını anlatan eserler
ya bir kişiyi ele alıyordu veya ulemanın hayatını da kapsayan biyografı� ta
rihlerin içinde bulunuyordu. Bu tür derlemelerde bir tarikata özgü adetler
ve edep kuralları da tartışılabiliyordu. Nitekim Bayrami-Melami tarikatı
mensubu Lalizade Abdülbaki Efendi (ö. 1746), önemli dervişleri anlattığı
Menakıb-ı Melamiyye-i Bayramiyye adlı bir eser yazmıştı. Aynı konuyu kısa
bir süre sonra Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö. 1787) ele aldı.28
Bu bağlamda, ı7o o'ler ve ı8oo'lerde üç büyük edebiyat akımı oldu
ğunu belirtmek gerekir: sebk-i hindi; Hikemi akımJNabi ekolü; anlatımı
güncel dile yaklaştırmak isteyen mahallileştirme akımı. İlk grubun temsil
cileri olarak Fehim-i Kadim (ı627-ı 648) ve Neşati'yi gösterebiliriz. İkinci
akımda N abi ve Rami Mehmed Paşa ön plana çıkar. Üçüncü grubun en ün
lü ismiyse kuşkusuz Nedim' dir.
Tü R KiYE TAR i H i
le ilgili bir tezkire olan Tezkire-i Şuara-yı Mevleviyye'yi gördük; yazarın bu
eseri hazırlamadaki amacı, kendi tarikatına mensup şairlerin daha genel
derlemelerde yeterince vurgulanmadığını düşünmesiydi.
Şairlerle ilgili ilk Osmanlı başvuru kaynağı 1538'de Sehi tarafından
yazılan Heştbehişt adlı eserdir.29 Osmanlı edebiyatında şiirin ağır basmasın
dan dolayı, bu tür çalışmalarda yer alan değerlendirmeler, o dönemin ede
biyatını genel olarak anlamanın bir tür anahtarını oluşturur. Bir tezkire ya
zarı genel olarak şairin adı ve mahlası, kökeni, eğitimi ve mesleği hakkında
bilgiler verip ders aldığı önemli hocalardan bahseder. Ardından şairin ölüm
tarihi ve biliniyorsa mezarının yeri verilir. Tezkire maddesinin sonunda bir
iki anekdot anlatılabilir. Bunların dışında, ele alınan şairin edebi becerileri
hakkında değerlendirme, eserlerinin listesi ve birkaç örnek parça yer alır.
Ele alınan şair ile tezkire yazarının ilişkisinin mesafesine göre, bu bilgiler,
daha az ya da çok olabilir.
17. yüz}rıldan günümüze ulaşan yedi tezkire vardır: Sadıki'den Mec
ma 'ü'l-havas (derlenme tarihi 1 6 0 2 ? ) , Riyazi'den Riyazü'ş-şu 'ara (1609), Fa
izi' den Zübdetü'l-eş'ar (1620) , Rıza'dan Tezkire-i şu'ara (1640) , Yümni'den
Tezkire-i şu 'ara (derlenme tarihi 1662'den önce) , Asım'dan Zeyl-i Zübdetü'l
eş 'ar (1675'ten önce) ve Güfti'den Teşrifatü'ş-şu 'ara (1658-6o). Faizi, Yümni
ve Asım'ın verdiği biyografık bilgiler kısa olduğundan, eserleri daha ziyade
antolojilere benzer. Edimeli Güfti'nin alışılmadık biçimde mesnevi tarzın
da hazırladığı, 2400 beyitten oluşan tezkirede ro6 şair hakkında bilgi yer
alır.3 0 Güfti'nin eseri N efi'nin Siharn-ı kaza'sıyla benzer özellikler içerir. Ya
zar, kişiliğini veya şairliğini beğenmediği meslektaşlarıyla alay etmekten çe
kinmez. Hakim olan alaycı ve kaba dil ile taşlamalar nedeniyle eseri hiciv
edebiyatma sokmak mümkündür. 18. yüzyıldan tezkire tarzında dokuz ese
re sahibiz: Mudb'den Tezkire-i şu 'ara (derlenme tarihi 1710), S afiyi'den
Nuhbetü'l-asar minfevadi 'l-eş'ar (1721), Salim'den Tezkire-i şu'ara (1721), Be
liğ'den Nuhbetüi'l-asar li-zeyl-i Zübdeti'l-eş 'ar (1727) , Mürninzade Hasib'den
Silkü'l-leal-i Al-i 'Osman (1730-4) , Safvet'ten Nuhbetüi'l-asar fi fevadi'l-eş'ar
(1782) , Ramiz'den Adab-ı Zürefa (1783 ) , Silahdarzade'den Tezkire-i şu 'ara
(1789), Akiften Mir'at-ı Şi 'r (179 6 ) . Bunlara daha önce gördüğümüz Esrar
Dede'nin Tezkire-i şu 'ara-yı Mevleviyye'sini (1796) eklemeliyiz.
5 66 OS M A N LI E D E B i YATI
18. yüzyıldaki tezkire yazarlannın 1 6 . yüzyıl eserlerini örnek aldığı
nı ve ele aldıkları yazarların biyografısine daha da özen gösterdiklerini gö
rürüz. Bu eğilim, bazı bölük pörçük bilgileri uygun bağlama yerleştirmemi
ze yardımcı olur. Örneğin Mehmed UyU.ni İ stanbul'a su dağıtınakla görev
li dairede katip olunca yazdığı Nev'icad adlı manzum eserde, benrlerin ve
samıçiann neden gerekli olduğunu açıklamıştı. Ayrıca bu yapıların inşası
nı emredenler hakkında ayrıntılı bilgi veriyordu.3'
18. yüzyıl şuara tezkirderi içinde Mürninzade Hasib'in (ö. 1747) Sil
kü'l-ldU-i Al-i 'Osman adlı eseri içerik ve biçim açısından dikkat çekicidir.
Öncelikle belirtelim, bu eser 18 bin beyitten oluşan genel bir tarih olup
önemli bir kısmı şair biyografılerine ayrılınıştı (16. yüzyılda Gelibolulu
Mustafa Ali de Künhü'l-ahbar adlı eserini benzer tarzda hazırlamıştı) .32 Üs
telik yazar, kaynaklarından alışılmadık kadar sık söz ediyor, ancak onları
kendi şiirsel hüneri ve hayal gücüne göre yorumluyordu. Eserde yer alan 56
şairin tümü Osmanlı edebiyatının ilk döneminde, yani 1389-1481 arasında
yaşamıştır.
Hasib'e göre, halkın gözünde bu ilk döneme kıyasla şairlerin itibarı
azalmıştı. Fatih Sultan Mehmed'in zamanında şairler vezirliğe bile atana
biliyordu; oysa kendi döneminde devlet yetkililerinden övgüden başka bir
şey alamamıştıY Yazar Osmanlı devlet çarkı içinde bir mevki elde etmeyi
umduğundan, eserini Sultan I. Mahmud'un (h. 1730-1754) himayesini ka
zanmak amacıyla yazdığım açıkça belirtmişti.
U zun manzum metinler genellikle mes nevi tarzında olup her beyit
kendi içinde kafıyeliydi. Oysa Hasib'in eseri kaside biçimindeydi; her kıta
kafıyeli bir beyitle başlıyor, sonra bu kafıye diğer kıtalarda tekrarlanıyordu.
Şair eser boyunca tek vezin kullanmış, böylece farklı biçim ve türleri birbi
rine karıştırmıştı.
Safiyi'nin (ö. 1725/6) yazdığı şair tezkirelerine yakından baktığımız
da, bir yazarı böyle bir eser vermeye iten tür gelenekleri ve toplumsal değer
yargıları hakkında bir fikir sahibi oluruz. Safayi tezkiresinin önsözünde
kendi edebi üslubunu geliştirmek amacıyla şair tezkirelerini okuduğu za
man, bu eserlerde eski şairleri minnetle anan yazariara hayranlık duyduğu
nu belirtir. H.1050 1 ı64o'tan beri böyle bir kitap yazılmadığından, bu ek-
TÜRKiY E TAR i H i
sikliği · gidermeye karar verdiğini söyler. Aslında yazann bahsettiği yıl ile
kendi dönemi arasında beş tezkire ve antoloji yazılmasına rağmen, o bun
ları ciddiye almamıştır. Safayi erken dönem Osmanlı edebiyatına duyduğu
hayranlık nedeniyle, kitabının Latifı, Aşık Çelebi, Riyazi ve Hasan Çele
bi'nin yazdığı tezkirelere benzemesini diler; hepsinde yazarların katkısı bü
yük olup örnek verilen şiir sayısı kısıtlıdır.34
Safayi yoğun bir meslek hayatı geçirmişti. Görevleri notlarını kap
samlı bir kitaba dönüştürmesini uzun süre engelledi; ancak kısa bir süre
görevden ayrıldığında kalemi eline alabildi. Daha sonra Sadrazam Damat
İbrahim Paşa'nın himayesine girerek şıkk-ı sani rütbesiyle defterdarlığa
atandı ve ölünceye kadar bu makamcia kaldı. Safayi ayrıca dönemin önde
gelen ı8 şairinin eseri hakkında yorum (takriz) yazmasını sağlayıp önsöze
koydu; hepsi yazann çabalarını övüyordu.35 Ne var ki bu övgü dolu metinler ,
bazen pek muğlak olabiliyordu. Nitekim takriz yazan şairlerden biri olan
Salim, bir başka eserinde Safayi'nin iyiyi kötüden ayırt etmekten aciz oldu
ğunu ve çok basit bir üslupla yazdığım iddia etmişti. İşte bu nedenle kendi
si, Salim, daha şatafatlı, mensur bir tezkire yazacaktı; ne var ki ilham kay
nağı muhtemelen selefinin eseriydi. Safayi ise, Salim'in eserini yorumlar
ken meslektaşının kişiliğini ve başanlarını övmekle yetinmişti. Saray şairi
Taib kendine halef olarak Seyyid Vehbi'yi (ö. 1736) seçince, Vehbi bu olayı
ünlü bir kasideyle kutladı, ayrıca Safayi'nin muhakeme yeteneğinin hedef
lediği işi yapmaya yetecek çapta olmadığını iddia etti. Kendisi de bir şuara
tezkiresi yazan şair Ramiz (173 6-88) , Safayi'yi çok basit üslubundan dolayı
eleştirmekle birlikte, verdiği bilgilerin güvenilir oluşunu övgüye değer bul
muştu.
Safayi'nin eserinin önsözünde yer alan bütün bu takrizierin işlevi
neydi? Kaynaklar bu yazann biraz saf olduğunu anlatıyor. Muhtemelen bu
ı8 edebiyatçının takriz yazmasını eleştirileri önleme arzusuyla istemişti. Yi
ne de sorunun cevabını, dönemin edebiyat dünyasının geleneklerini daha
iyi öğrendiğimiz takdirde cevaplayabiliriz. Yazann eleştirilere duyarlı oldu
ğu, eserini tamamlamak için uzun zaman harcamasından belliydi. Safayl,
kısmen okuyuculardan gelen itirazlar doğrultusunda, 25 yıl içinde en az
dört kez eserini gözden geçirmişti. Etrafından nasıl yardım rica ettiği, Kü-
5 68 OSMA N LI E D E B i YATI
tahya'da nüfuzlu bir dergah şeyhi olan Sak:ıb Dede'yle ilişkilerinden anlaşı
labilir. Tezkiresine koymak için bir gazel istemesi üzerine Sakıb Dede iki
örnekle birlikte bir mektup göndermişti. Safayi bu mektubu derlemesine
aldığını, çünkü şeyhin nesirde ustalığını göstermek istediğini söylüyordu.
Oysa büyük ihtimalle amacı bu son derece saygın kişiyle ne kadar iyi ilişki
ler içinde olduğunu teşhir etmekti.36
T ü R K i Y E TAR i H i
şairlere "tarz sahibi" denirdi. Şairler ve yazarlar selefierinin ve çağdaşları
mn eserlerini de okurdu; dolayısıyla sürekli bir değerlendirme söz konu
suydu. Çağdaşları arasında popüler olmanın ölçütü, bir yazarın elyazmala
'rımn ulema arasında elden gele geçirilip okunmasıydı; bu, aynı zamanda
tezkire yazarlarının dikkate aldığı bir husustu. Örneğin Raşid Efendi'nin (ö.
1735/6) hem şiirleri hem vekayinamesi zamanında çok popüler olmuştu.37
17. yüzyılda ünlü bir seyahatname yazan Evliya Çelebi'nin (ı6n·
ı683 'ten sonra) , IV. Murad'a takdim edilmesi hakkında anlattığı bir hikaye·
de gayet geniş bir edebi beceri nosyonu görülür.38 Sultan kendisinden ezbe
re bir şey okumasını isteyince Evliya Çelebi, ona İ slam aleminin yetmiş iki
diyarından hangisine ilgi duyduğunu sorar; çünkü o sırada genç bir edebi
yatçı olan Çelebi Farsça, Arapça, modern Yunanca, İbranice, Süryanice, an
tik Yunanca ve Türkçe şiir okuyabilmektedir. Ayrıca Sultan Murad'ın her-,
hangi bir makamda müzik veya herhangi bir tarzda şiir dinlemek isteyip is·
temediğini sorar. Şiirde şu biçimleri sıralar: balır-ı tavil, kaside, terci-i bend,
terkib-i bend, mersiye, ıydiye, muaşşer, müsemmen, müsebba, müseddes,
muhammes, gazel, kıta, müselsel, dü-beyt, müfret ve ilahi. Bütün Kuran'ı
yedi saatte ezbere okuyabildiğini iddia eden Çelebi, belli ki bilgisine ve ha
fızasına güveniyordu. Sultan delikanlının iddiasını hissetmiş olmalı; Çele
bi'yi sınamış ve iddialarının doğru olduğuna kanaat getirmişti. Evliya Çele
bi'nin Arapça ve Farsça da yazılabilen şiir türlerine ağırlık verdiği listesi, 17.
yüzyıl başlarında "geniş edebi bilginin" ne anlama geldiği hakkında bize
epey fikir veriyor.
Evliya Çelebi anlaşılan İslam dünyasındaki bütün edebiyat teorisi ve
belagat ustalarının tavsiyelerine uymuştu; buna göre bir şair adayı çok sayı
da manzum eser ezberlemeli ve kendi denemelerinde bunları örnek alma
lıydı. Hevesli bir şair, büyük ustaların, özellikle İran geleneğinden gelenle
rin şiirlerini sürekli okuyarak ustalaşabilirdi.39 Şair tezkirelerinin yazarları,
sık sık hangi şairin hangi ustayı yürekten benimsediğinden söz etmişlerdi.
Os M A N l i E D E B i YATı
zeminler de vardı. Taş ve mermer özel bir yer tutuyordu. Daha önce bir ca
mi, mektep veya çeşmenin yapımından sorumlu kişi veya kişiler ile yapım
tarihi hakkında bilgi vermekten ibaret olan kitabeler, 17. yüzyıldan itibaren
birkaç beyit içerir hale gelmişti. Bu mısralarda söz konusu yapının işlevleri
daha ayrıntılı açıklanıyordu. Seçkin bir yapı için birkaç şair bu tarz mısralar
yazabiliyordu, ama bunların yalnızca biri, ya egemen çevrelere mensup ya
da iktidara yakın olan bir şair, eserinin böylece ölümsüzleştirilmesi şerefi
ne erişiyordu. Ayrıca bu amaçla halka açık yanşmalann yapıldığına dair ka
yıtlar vardır.40
Manzum kitabelerin en tercih edilen mekanı çeşmelerdi. Bunun dı
şında, mezar taşlannda sayısız örnek görülür; nitekim Ramiz'in derlediği
şiirlerin büyük bir kısmı bu kaynağa dayanır. Bir şair öldüğü zaman rah
metlinin anısına beyit yazaniann kaydını tutmak ve mezar taşında bu mıs-
ralann hangisinin kullanılacağını seçip hangi hattata yazdıulacağını belir-
'
lemek önemli sayılırdı. Fasih Ahmed Dede öldüğü zaman Nihadi'nin yaz
dığı ve ölüm tarihini içeren dizeler mezartaşına hakkedilmişti. Ardından
Kınm ham Şahin Giray, Şahi mahlasıyla yazdığı dizelerden oluşan bir taş
gönderdi. Böylece mezannda iki taş bulunan Fasih Ahmed Dede'nin çok
büyük bir onura sahip olduğu kabul edildi.4' Kİtabelerde kullanılması ama
cıyla bu kadar çok beyit yazılmasından dolayı ayrı bir "çeşme ve mezar taşı
şiiri" türünden bahsedebiliriz.
Günlük kullanım amaçlı şiirler de yazılıyordu. Hiciv şairi Nefı (ö.
ı635) mührüne şu beyti kazıtmıştı: "Muhteri'-i tarz-ı bedayi'-eser f Natık-ı
esrar-ı ilahi 'Ömer."42 Kemer tokalarma da beyit yazmak mümkündü; şair
Fahri bu hizmeti Sultan IV. Murad için yerine getirmişti.43 Meskerılerin,
tekkelerin, kahvehanelerin duvarlannı süsleyen levhalara çok değer verilen
şiirler yazılırdı. Örneğin Şakir Feyzullah'ın Nuruosmaniye Camii'nin ta
mamlanması hakkında yazdığı beyit bir levhaya kopyalanmışh.44 Koca Mus
tafa Paşa dergahının şeyhi Nureddin Efendi, ölümünün ardından aynı şe
kilde ölüm tarihini gösteren dizelerle onurlandırılmışh. Kemter adını kul
lanan bir şair tarafından yazılan bu dizeler şeyhin türbesine asılan bir lev
haya geçirilmişti.45
Tü RKiYE TARi H i 57 1
Şiir sanatı yalnızca edebi ustalık, zevk ve anlayışın ürünü değildi; şa
irler kişisel mesajlar iletmek için de şiir yazıyordu. Nitekim Pinzade Sahib
Efendi Sadrazam Ragıb Paşa'nın katıldığı cuma namazianna hastalığından
dolayı art arda dört kez gidemeyince mazeretini kısa bir şiirle bildirmişti.
Kendisi de bir şair olan muhatabı, mazeretinin kabul edildiğini bildiren na
zik bir şiirle karşılık verdi. Bunun dışında, bir dost terfi ettiğinde veya ço
cuk sahibi olduğunda, kutlama amacıyla birkaç beyit yazmak yaygın bir uy
gulamaydı. Buna karşılık meslektaşlar yine mısralar yoluyla eleştiriliyordu.
Örneğin Hayati es-Seyyid İbrahim Efendi bir ara Kahire'de kadılık yapmış
tı; döndüğünde hayatının bu döneminde Arapça şiir yazınada usta olduğu
na dair abartılı bir kanaatİ vardı. Gelgelelim meslektaşı Mürninzade Hasib
Ahmed bu balonu söndürmekte gecikmedi.46 Bütün bunlar şiir sanatının,
günlük yaşamın bir parçası haline geldiğini gösteriyordu. Hayatında bir ki-,
tabın kapağını doğru dürüst açmamış insanlar için bile şiir yabancı değildi,
çünkü çeşme kitabelerinde, kahvehane duvarlanndaki levhalarda, sevdikle
rinin mezar taşlannda, hatta resmi mühürlerde mısralar görüyorlardı.
57 2 OSMA N L I E D EBiYATI
en azından üç kategoriyi ayırt edebiliriz: aşıklarjsaz şairleri, mutasavvıf şa
irler ve saray merkezli şairler. Bu son gruptakilerin eserleri genellikle eksik
siz olarak bulunduğu için araştırmamızın aslan payını onlara ayıracağız.
Kendisini aşık olarak tanımlayan bir şair, sanatını kahvehane, me
sire yeri veya panayır gibi halka açık yerlerde icra ederdi. İki saz şairi kar
şılaştığı takdirde doğaçlama beyitlerle karşılıklı atışırlardı. Bir aşık daima
saz çalardı. Divan şairleri Sünbülzade Vehbi (ö. ı8o9) ve Keçecizade İzzet
(ı785-r829) taşraya gittiklerinde eşrafın evlerine davet edilip saz çalmaları
istendiğinde, "o tür bir şair" olmadıklarını kuşkusuz hayal kırıklığına uğ
rayan ev sahiplerine açıklamak zorunda kalınca rahatsız olduklarını aktar
mışlardı.49
Saz şairleri ile divan şairleri arasında sürekli bir çekişme vardı. Di
van şairleriyle ilgili tezkirelerde, aşıkların kullandığı şiir biçimleri ve ya,lın
Türkçeyle hep alay edilirdi. Saraya yakın şairler, "halk" şairi meslektaşları
nın şiir sanatının değerini düşürdüğünü sık sık dile getiriyordu. Buna kar
şılık saz şairleri, doğaçlama sanatında kibar meslektaşlarını geride bıraktık
larını düşünüyorlardı. Yetkin bir saz şairinin, hiçbir hazırlık yapmadan her
hangi bir konuda ve herhangi bir kafıyeyi kullanarak doğaçlama şiir yarata
cak beceriye sahip olması gerekirdi. Öte yandan divan şairlerinin doğaçla
ma yeteneği özel bir nitelik olarak görülürdü; şair tezkirelerinin yazarları
böyle bir yetenekle karşılaştıkları zaman görmezlikten gelmezlerdi; ancak
bu, başarının olmazsa olmaz bir koşulu değildi. 17. yüzyılın talihsiz hecca
vı Nefı, bu alanda tartışmasız en büyük yetenekti. IV. Murad ondan hazi
mn önünde bir şiir okumasını istediğinde N efi bir kağıt parçası çıkarıp 39
beyitten oluşan ünlü Bahariye kasidesini ezbere okudu. Şiir bittiği zaman
kağıdın boş olduğunu gören sultan çok etkilenerek şairi ödüllendirdi.50
S az şairleri hami arayışı içinde bir yerden diğerine dolaşırken, saray
çevrelerinin edebiyatıyla az çok yakın ilişki kurma imkanı buluyorlardı. Di
van edebiyatının en azından bir bölümünü bilen şairlere "kalem şairi", di
ğerlerineyse "meydan şairi" denirdi (meydan bir tekkenin toplantı odası an
lamında da kullanılabilir) . En ünlü saz şairleri, 19. yüzyıla kadar taklit edi
len Aşık Ömer (r6sr ?-qo7?) ve Gevheri'ydi (r7. - r8. yüzyıl) . Bu iki şairin
ünü, saray şairlerinin şikayetlerinde adlarının sık sık geçmesinden belli-
T ü R K i Y E TARi H i 573
dir . s ' Ancak "halk" şairlerinin doruktaki ismi hiç kuşkusuz, muhtemelen 17.
yüzyılda yaşamış olan Karacaoğlan' dı.
Bütün şiirleri bir araya getirilmiş saz şairi azdır. Bununla birlikte,
bazı ünlü saz şairlerinin eserleri cönklerde bir araya getirilmiştir. Ayrıca
aşık çevrelerinde çoğu şair geçmiş veya çağdaş şairler hakkında şairname ya
da dasitinlar yazardı. Kimliğini bilme imkanımızın olmayacağı pek çok
aşık 1 saz şairini cönkler ve şairnameler sayesinde tanıyoruz ve hangi şiiri
kimin yazdığım belirleyebiliyoruz.s• Sıradan halka yakın olan ve onlann
kaygılannı dile getirenler bu şairlerdi. Nitekim Temeşvarlı Gazi Aşık Ha
san, Osmanlılar Buda'yı 1686'da kaybettiği zaman burada yaşayan Müslü
maniann duygulannı yazmıştı.53 Ancak 19. yüzyılda, bütün standart ve de
ğerlerin büyük bir değişime uğradığı dönemde, bu şairler saray çevrelerin
de de büyük itibar görmeye başladı.
Mutasavvıf şairler eserlerini inançlannı ifade etmenin aracı olarak
gördükleri için, biçim ve vezin konusunda kuralcı değillerdi. Bu yüzden on
lann genellikle divan şiirinden aldıklan bazı unsurlan daha "popüler" bir
gelenekle kaynaştırdıklannı görüyoruz. İşlenen konular arasında Allahın
üstün varlığı ve birliği, Hazreti Muhammed, sahabe ve ermişlere duyulan
sevgi, tasavvuf hayatının uyulması gereken şartlan ve zorluklan, tüm var
Iıkiann birliği ve faniliği yer alıyordu. Genellikle tekke hayatından gelen din
şairleri, saray çevrelerine mensup meslektaşlan kadar esnek olmamakla
birlikte ele aldıklan konulann alanını genişletmek üzere bazı girişimlerde
bulundular. Şiirlerinde didaktik amaçlar çok belirgindi. Buna uygun olarak
kullandıklan dil görece yalındı. Çoğu şair medrese eğitimi almasına rağ
men Arapça ve Farsça kelime ve terkipleri az kullanmıştı. Bu türün büyük
şairleri arasında Aziz Mahmud Hüdayi (1541-1648) , Abdülahad Nuri (15 94-
165o), Nakşi-i Akkirmani (ö. 1654) , Oğlanlar şeyhi İbrahim (1591-1655),
Gaybi Sunullah (1615-16), Niyazi-i Mısri (1618-94) , Diyarbakırlı Ahmed
Mürşid (ö. 1760) , İbrahim Hakkı Erzurumi (ö. 1722), İsmail Hakkı Bursa
vi (ö. 1724) , Hasan Sezai (ö. 1737) , Zati Süleyman Efendi (ö. 1738), Üsküdar
lı Haşim (ö. 1783) ve Şeyh Galib'i (1757-99) sayabiliriz.
insani düşünceler bir yana, din içerikli şiirler Tannnın takdirini ve
inayetini kazanmak amacıyla yazılıp ezbere okunabiliyordu. Nitekim Ab-
574 O S M A N L I E D EBiYATI
dülbaki Arif Mi 'raciyye diye bilinen ünlü bir eser yazmışb., ayrıca her Miraç
kandilinde Eyüp Sultan Türbesi'nde bir toplanb. tertipliyordu. Şair, eserin
den bir bölümün okunduğu bu merasime ulemayı, şeyhleri ve diğer ileri
gelenleri davet edip misafirlerine şerbet sunardı. Safayi bu şair hakkındaki
biyografısinde Mi 'raciyye'nin, Allah'ın Abdilibaki Arifi bağışlamasına yete
cek kadar büyük bir eser olduğunu belirtmişti.54
Sarayda ya da saraya yakın çevrelerde bulunan şairler hakkında epey
bilgi verdik. Şuara tezkirelerinin gösterdiği gibi, iyi şiir yazahilrnek Osman
lı elirinden olaniann kimliğinin bir parçasıydı. Elit mensubu olmayan şair
ler bu tezkirelere çok ender girebiliyordu. İstisnası, kendi kendini yetiştir
miş olan Diyarbakırlı Hami'ydi. Muhsinzade Abdullah Paşa'nın destekledi
ği şair, hamisi sadrazam olunca hükümet katipleri arasında önemli bir
mevki edindi. Ancak Ramiz'e göre, bu şairin Anadolu ve İran'ın ince cila
sından nasibini almadığı belliydi.55 Şiir sanannın kalıtsal olduğuna inanılı
yordu. En azından, bazı edebiyatçılar seçkin bir babaya sahip olmanın ayrı
calığı sayesinde isim yapmış olarak anlab.ldığından, böyle anlıyoruz.56
Nasıl şair olduğunu ayrınb.sıyla anlatan çok az kişi vardır; en ilginç
örneği şiirlerinde Raşid adını kullanan İbrahim Raşid b. Nurnan'dır (ı8ı2-
92). Şair divanının girişinde, bir gazel ve kaside arasındaki farkı ilk kez on
alb. yaşında keşfettiğinden bahseder. Aynı yıllarda babasını ve bir kardeşini
kaybettiği için aile dostlan yazmayı öğrensin, üzüntüsünü basb.rsın diye
onu Hoca Ayni Efendi'nin şiir meclisine davet ederler. Münifin çok beğe
nilen şiirlerini okumaya başlayan Raşid, benzer üslupta bir gazel yazar. Ba
bası vezirlik ve Suriye valiliği yapmış olan Mahmud Nedim Beyefendi bu
gazeli beğenerek Raşid'i parayla ödüllendirir. Raşid bu genç beyefendinin
daveti üzerine onun meclislerine kab.lıp maiyetine girer. Sonunda şiirlerini
bir divanda toplamaya karar verdiğinde, niyeti hamisinin cömertliğini bel
geleyerek ona değerli bir armağan sunmakur. Bu nedenle Raşid, gelecekte
eserini çoğaltacak müstensihlerden Mahmud Nedim'i öven kısa girişi atla
mamalannı rica eder. Besbelli eserinin müstensihler tarafından çoğaini
mak yerine matbaada basılacağı fikrini henüz kabullenememiştir. Oysa
tahminen Raşid'in divanını derlediği ı8oo'lerin ortalannda matbaa yaygın
laşmışb..57
ÜS M A N LI E D E B iYATI
di. Gerek İstanbul'da doğan, gerekse taşradan gelen şairler hami arayışı
içinde oluyordu. Örneğin 1721 yılına kadar Bursa'da yaşamış ünlü kişileri
ele alan bir tezkire yazmış olan İsmail Beliğ (ı668-ı729) İstanbul'a gelerek
eserini sadrazam Damat İbrahim Paşa'ya sunmuş ve kabul görmüştü. Ça
lışmalarını tamamlayan ve şiir yazalıilen ulema aynı şekilde bir makama
atanmak için kendilerine hami ararlardı; dolayısıyla edebi ustalık iyi bir ka
riyer sahibi olmanın da aracıydı. Elimizde Alaşehirli Veysi'nin 159o'ların
başında, Mısır'daki Beni Haram sancağına atanmasını nasıl sağladığına da
ir iki hikaye var. Şair yazdığı Farsça hiciv beğenilince bu makamı elde et
mişti. Ya da dostları, şairin yoksulluğu hakkında birkaç yerinde değerlen
dirme yaparak eserini nüfuzlu kişilere göstermiş ve bu yöntem işe yaramış
tı. Veysi birçok makam sahibi oldu. Onu beğenen Evliya Çelebi, yazdığı her
şiirin kendisine yeni bir atanınayı sağladığını iddia ediyordu. 62
Elit mensuplarının himayesine girmek için bu çevrelerde beğenilen
tarzda şiir yazmak gerekliydi. Peki, sarayla ilişkisi olduğu bilinen saz şair
leri elitin himayesine nasıl giriyordu? Bu konuda Levni'nin (ö. 1732) duru
mu ilginçtir. Levni payitahta Edirne'den gelmiş ve Topkapı Sarayı nakkaş
hanesine çırak olmuştu. Burada önce tezhip, sonra nakkaşlık eğitimi aldı.
I I . Mustafa ve I I I . Ahmed döneminde saray nakkaşıydı, I. Mahmud döne
mindeyse nakkaşhanenin başına getirildi. 63 Yazdığı bir şiirden, inceliği ve
nüktedanlığı dolayısıyla padişahın musahibi olduğunu anlıyoruz.64 Lev
ni'nin şairliği nakkaşlığına göre ikinci planda kalıyordu. Üç sultanın hane
sindeki konumunu şairliğine değil nakkaşlığına borçluydu.
Yine de, Levni'nin saz şiiri yazma kararı ne kadar bağımsız bir ruha
sahip olduğunu gösterir. Elbette bunun bedelini ödemişti. Şiirleri muhtelif
mecmualarda tek tek yer aldı, ama asla bir divanda toplanmadı; adı zama
nın tezkirelerine girmedi. Bunun şifr konusunda bilgili çağdaşlarının onun
eserlerini sevmemesinden mi, yoksa Levni'nin saz şairlerinin yanında ol
mayı tercih etmesinden mi kaynaklandığı bilinmiyor. Saz şairleri elbette
onun yazdıklarını dikkate alıyordu; yalın dille yazılmış ve Levni'nin içine
atasözleriyle kurduğu bir öğüt destanı özellikle beğenilmişti. Ş air şarkı ya
zarken aşka ağırlık vermekle birlikte savaş ve kahramanlık konularını da iş
lemişti. Seyyid Vehbi'nin surnamesini minyatürleriyle süsleyen Levni'nin,
OSMA N L I E D E B i YATI
olarak tanınan Kami (ö. 1723), hakemlik -ama itiraz edilen bir hakemlik
yaptı. Şairler herkesin kabul ettiği bir ustanın bulunmayışını şiir sanatının
gerilediği şeklinde yorumladılar. Bundan dolayı, I I I . Ahmed'in Taib'i saray
şairi, Seyyid Vehbi'yi de vekili olarak ataması, pek çok edebiyatçıyı rahatlat
tı. Bu iki şairin kararlarına saygı duyuluyordu; bazı r8. yüzyıl şairleri hak
kında Ramiz'in söylediği ilk şey, Taib ve Seyyid Vehbi tarafından beğenil
meleriydi.68 Bu sadece bir edebi itibar meselesi değildi; şiirde ustalık ulema
ve diğer görevlilerin kariyerinde önemli bir unsur olduğundan, bu iki şair
gerçek anlamda güç sahibiydi. Taib, Seyyid Vehbi'nin farklı meslek grupla
rından en iyi şairleri seçmesini istemiş, hatta kötü şiirin cezalandırılmasını
önermişti.
Öğrenim görüp meslekte ilerleme amacıyla İran'dan ve Farsça ko
nuşulan başka bölgelerden İstanbul'a gelen şairlere, tezkire yazarları büY,iik
değer veriyordu. Bu şairlerin bazıları Türkçeyi o kadar iyi öğrenmişti ki, bu
dilde şiir yazabiliyor, tezkirelere seçilenler arasında yer alıyorlardı. Nakşi
bendi şeyhi Buharalı Saida İstanbul'a gelince bir süre Eyüp Sultan Türbesi
yakınlarında yaşadı. Ulema ve yüksek bürokratlarla arası çok iyiydi, hatta
Buhara'ya dönmeye karar verdiğinde yol masraflarını ev sahipleri karşıla
mıştı. "Çağının ustası" Nabi bile yeni yazdığı Zeyl-i Siyer'i Saida'ya göster
meye karar vermişti. Saida'nın beğeni dolu dizeleri, N abi'nin kitabında, bu
seçkin ziyaretçinin belirlediği sayfada yer aldı. 69
DiVAN DERLEMEK
Arap ve Fars edebiyatında olduğu gibi, Osmanlı dünyasında da bir
kişinin mesneviler dışında tüm şiirlerini bir araya getirdiği derlerneye di
van adı veriliyordu. Kütüphane katalogları ve edebiyat ansiklopedileri ince
lendiğinde, bunun kolay ulaşılan bir onur olmadığı görülür. Bir divana sa
hip olmak, bir şairin yaşamını taçlandıran bir olay olarak değerlendirilirdi.
Nitekim İstanbul kütüphanelerinde, 17. yüzyılda gözde olan 153 şairin diva
nına rastlıyoruz.70 Bir karşılaştırma yapmak için, İsmail Beliğ'in r62ı-ı7o4
arasında ölen şairlere yer verdiği tezkiresine bakabiliriz. Bu eserde 353 şair
yer almasına karşılık ancak 6ı'i divan sahibidir.7' r 8 . yüzyıl tezkirelerinde
toplam 1322 şair yer alır/2 ancak bugün İstanbul kütüphanelerinde divanı
s8o O S MA N L I E D E B i YATI
şiirlerini Hüsn-i Mecazı adı altında toplamıştı. Kadılık makamından alınıp
bir Nakşibendi dergahına çekilince, tasavvufi şiirlerini Hüsn-i Hakıkı başlı
ğı altında topladı. Şairin Hüsn-i Mecazf'deki şiirleri arasında gazeller ile
kahve ve tütün gibi dünya zevkleri hakkında bilgi veren kısa şiirler (kıt'a)
vardı. Ayrıca Hüsn-i Hakıkı'de hiç yer almayan bir özellik olarak bir tarihi
gizleyen elli"kadar şiir bulunuyordu. Bu ikinci divanda yazarın çevresinde
ki kişilerden bahsedilmediği gibi, diğer edebiyatçıların yazdıklarına verdiği
cevaplar da konmamıştı; kısacası, ağırlık öbür dünyadaydı.78
Bazen ölen bir şairin dost ve akrabaları eserlerini bir divanda bir
araya getiriyordu. Nitekim Ragıb Paşa'nın şiirleri, arkadaşı şair Müstakim
zade tarafından derlenmişti. Ancak bu şair, arkadaşının bütün eserlerini bir
araya getirmeyi başaramamıştı. Mecmu 'a-i Ragıb Paşa adlı bir elyazmasın
da, paşanın üç dilde yazdığı şiir ve düzyazı eserlerin yanı sıra resmi ve �ay
riresmi yazışmalarıyla, ölümünden sonra hazırlanan divanında çoğunluğu
yer almayan 65 kaside vardı. Ayrıca Safayi'den öğrendiğimize göre, şair
Remzi'nin şiirleri, eski öğrencisi Rüşdi tarafından derlenip toplanmıştı.79
Bir divanda yer alacak şiirler düzenienirken hakim olan değer ölçü
leri neydi? Genellikle bir şairin kalıcı itibarını sağlayan kitaba, sadece aruz
vezniyle yazılan şiirler girmeye uygun görülüyordu. 16. yüzyıla kadar, şair
ler Türkçenin aruz veznine uygun olmadığından yakınırdı. Bu şikayetler 1 7 .
yüzyılda kesildi, çünkü Arapça ve Farsçadan alınan birçok kelime, şairlere
artık çeşitli seçenekler sunuyordu. Halk şairlerinin kullandığı, her mısrada
önceden belirlenmiş hece ve durak sayısına dayalı hece vezni 18. yüzyıla ka
dar divanlarda yer almadı. Bu geleneği ilk bozan şair Nedim oldu.
Daha önce belirttiğimiz gibi, 1 7 . yüzyıldan itibaren divanlar, günlük
yaşama önceki dönemlere göre daha fazla yer vermeye başladı. Nabi'nin
toplu şiirlerinden yaşam öyküsünü belirlemek mümkündür. Cevri ise, sa
rayda yaşayan kadınların, özellikle padişahın kudretli annesi Kösem Sul
tan'ın ismini zikreden ilk şairdi. Cevri ayrıca bazı şiirleri "ha-teklif' yani is
tek üzerine yazdığım açıkça belirtmişti; nitekim saray kadınlarının kurdu
ğu vakıfların kuruluş tarihini ebcet hesabıyla bildiren şiirler ile padişahın
isteği üzerine, huzurda şarkı söyleyen hanendelerin sanatını öven bir kasi
de yazmıştı. 8 0
T ü RKiYE TAR i H i 5 sı
KAsinE, GAZEL VE NAZİRE
ilk kez Arap edebiyatında ortaya çıkıp, önce Farsçaya ardından
Türkçeye geçen kaside, bir kişiyi övmek veya yerrnek için kullanılıyordu.8'
Bu şiir türü 17. yüzyılda yaygınlaştı. Önemli kişileri övmek için yazılan bir
çok kaside, şairler ile yönetici sınıf arasında bu dönemde yakın ilişkiler ku
rulduğunu gösterir. 17. yüzyılda yaşayan kaside şairlerinin en tanınmışı, bu
türde 62 eser veren Nefi'ydi.82 Getirdiği bir yenilik kasidelerinin fahriyye
bölümünde kendiyle övünmesiydi. Bu eser sonraki birçok şaire örnek oldu.
Bu dönemde, kasidelerde ele alınan konular çeşitlendi; Veysi (ıs6ı
ı628) gibi bazı şairler toplumsal sorunlardan, ekonomik sıkıntılardan, gü
venilmez politikalardan, zamanın yozlaşmış iktidar sahiplerinden söz etti
ler. Ama Veysi, en eleştirel kasidesini divanına koymamayı yeğlemişti. El
yazmalannın birindeki bir derkenardan, o kasideyi kendisinin yazıp yazma- ,
dığı sorulduğunda kesinlikle inkar ettiğini öğreniyoruz.83 Kaside aynı za
manda, bir şairin bir hamiden yardım rica etmesi için uygun bir araçtı. Ör
neğin memuriyette başarılı olamayıp yoksulluktan kurtulamayan Bosnalı
Sabit, kasideyle hediye istemekle kalmayıp yapılan yardımı öven bir kaside
yazmıştı.84 ı8. yüzyılda Nedim ve Şeyh Galib, bu ilirün başta gelen temsil
cileri olarak görülüyordu. Enderuni Fazıl Bey'in verimi daha çok olmakla
birlikte niteliği onlarınki gibi tartışmasız değildi.
Osmanlı şiirinin önde gelen türü gazeldi. Bir şairin başarısı büyük
ölçüde bu türde verdiği ürünlerle ölçülüyordu. Toplumsal yaşamda gazelie
rin amacı da kasideler gibiydi. Şairler olası hamilerine saygı sunarken bu
türü kullanırlardı. Haşmet, Osmanlı ulema hiyerarşisinin başında bulunan
Şeyhillislam Kara Halilzade Mehmed Said Efendi'ye hitaben bir kaside ve
gazel yazınca müderrislikle ödüllendirilmişti.85 Ayrıca bir şair, dostlarına ve
bu sanatın tutkunlarına bir gazel sunabiliyordu. Dost meclislerinde en çok
okunan şiir türü gazeldi. Bununla birlikte ı8. yüzyılda gazelin itibarı biraz
gerilemişti. İsmail Beliğ, Şehrengfz-i Burusa adlı eserinde gazelin artık para
etmediğinden, genç kuşağın Aşık Ömer'in "halk" şiirlerini veya eğlenceli
fıkraları dinlemeyi tercih ettiğinden yakınıyordu. 86
17. yüzyıldan itibaren beş beyitten oluşan gazeller en yaygın kullanı
lan tür oldu. Büyük olasılıkla nedeni şairlerin kısalığa önem vermeye baş-
ÜS M A N L I E D E B i YATI
lamasıydı. Ama bazılan eskiden olduğu gibi uzun biçimlerde yazmayı sür
dürdü. Mevlevi Sakıb Mustafa Dede ( ı652-1735) uzun gazelleri tercih et
miş, tarikatının krizde olduğu bir dönemde savunma amacıyla bu olanağı
kullanmıştı. 87 Var olan bir metne bir şairin mısralar eklemesiyle ortaya çı
kan gazel türleri de vardı. Müstezat adı verilen bu akım ı8. yüzyılda iyice
yaygınlaştı. Böylece beytin üstünlüğü ortadan kalktı ve münferit mısralar
daha çok önem taşımaya başladı. Bu gelişme büyük bir edebi değişiklik ola
rak görülmelidir.
Bir şair beğendiği ya da dikkatini çeken bir esere manzum bir kar
şılık yazmak istediğinde, gazel bu işe çok uygun düşüyordu; burada vezin,
kafıye ve cinasın orijinal esere uygun olması gerekiyordu (tanzir, nazire) .
Bu dönemde bir gazel veya başka bir şiire birçok nazire yazılması övgü sa
yılırdı ve tanzir o şiirin ebedi bir parçası haline geliyordu. Seyyid Uşşak;iza
de yeni bir tarzda gazel yazınca, çağdaşlannın ona nazire yazarak eseri süs
ledikleri söylenmişti. 88 Ancak bu alanda sivrilen şairlerle ilgili bazı eleştiri
lerden anladığımıza göre, bu tür şiirler yazmak yaratıcı bir faaliyet değil
edebi ustalık gösterisi olarak yorumlanıyor, hatta bazen şairin yaratıcı ruhu
nun kaybolduğunun işareti sayılıyordu. Ne var ki bütün edebiyat türleri
kendi geleneğini yeniden biçimlendirerek gelişir. Nazire yazmanın rağbet
görmesi, bazı şairlerin beğendikleri selefierinin şiirlerinden yola çıkarak
kendi yeteneklerini biçimiendirmesi olarak düşünülebilir.
Ele aldığımız döneme Nabi ve Nedim'in büyük şahsiyetleri damga
sını vurmuştu. Bu iki şair bazı şiir tarzlarına isimlerini verdi. Nabi, İranlı
şairler Şevket-i Buhari (ö. ı699) ve Saib-i Tebrizi'yle (ö. ı 6 6 9-167o) pay
laştığı "mütehakkim" tarzıyla ünlüydü. Nabi'ye göre en yüksek mevki an
lama verilmeliydi. Kendinden önceki şairleri sevgilinin bedenini ve yüzünü
anlatan kalıplaşmış imgeleri aşarnamakla suçluyordu. Bu şairler sevgiliyi
gül, servi ve bülbül gibi basmakalıp imgelerle kıyaslamışlardı. Buna karşı
lık Nabi çarşıda konuşulan dili kullanmaya ve şehirle ilgili konulan ön pla
na çıkarmaya hevesliydi; böylece bir gazelde ele alınabilecek konu çeşidini
arttırmıştı.
Nedim'in getirdiği yenilikler farklıydı. Didaktiklik ve dini gönder
melerden kaçınırken aşk, zevk ve eğlenceye ağırlık vermişti; bahsettiği "gü-
TüRKiYE TARi H i
zel insanlar" hayali değil, gerçekti. Kullandığı dil zamanın istanbul Türkçe
siydi. Hatta bazı Arapça ve Farsça kelimeleri orijinal halleriyle değil, 18.
yüzyılda Osmanlı payitahtında yaşayanların telaffuzuyla kullanmışh. Bu
onun diline, okuraldinleyiciye gerçek konuşmayı hahrlatan bir esneklik
vermişti. Nabi ve Nedim'in üsluplarının son derece başarılı olduğu, heves
li taklitçilerinin çokluğundan bellidir.
MESNEVİ
İş bir şiir hakkında hüküm vermeye geldiği zaman, Osmanlılar ga
zeli şairliğin "şahidi" olarak görürlerdi; mesnevi ise "hakim"di. Mesneviler
de vezin sabit olup her beyit kendi içinde aa 1 bb 1 cc şeklinde kafıyelidir. 89
Beyit sayısında sınır yoktur; bu sayede şair konu seçimi ve anlatırnda büyük
esnekliğe sahiptir. Yirmi ila otuz beyitten oluşan kısa şiirler olduğu gibi;,
uzun aşk hikayelerini, tasavvufı ve ahlaki öyküleri içeren binlerce beyitlik
eserler de vardır. 90 18. yüzyıldan itibaren mesnevi biçiminde kaside ve mek
tup yazmak yaygınlaşmıştı. Nitekim Mirzazade Salim'in (ö. 1743) divanın
da yer alan methiyelerden birinde şairin kendini övdüğünü görürüz. Akra
ba ve arkadaşlarına yazdığı manzum mektuplar da hep mesnevi formunda
dır. Daha önceki dönemlerde bu tür eserleri divanda toplamak adet değildi.
Osmanlı şiirinin genellikle katı kurallarla yönetildiğine inanılınasına rağ
men, mesneviyi tercih etmeyip kaside ve kıt'a yazan şairler olduğunu görü
yoruz. Örneğin Enderuni Fazıl Bey (ö. 1810) Çenginame'sini kıt'a biçimin
de yazmışh. Belki bu değişiklikler 18. yüzyılda yeni ortaya çıkan bir esnek
liğin göstergesiydi.
Mesnevi formundaki hacimli kitaplar bir giriş, hikaye ve sonuçtan
oluşan önceden belirlenmiş bir planı izlerdi. Popülerliğinin zirvesine 16.
yüzyılda ulaşan mesnevinin, ele aldığımız dönemde yaygınlığı azalmışh.
Diğer türler, mesnevinin görece gerilemesiyle oluşan boşluğu doldurdu
mu? 17. ve 18. yüzyıldan kalma örnekler, öncekilerle aynı türde miydi, yok
sa diğer formlarla birbirine mi karışmışh? Bu gelişmenin yol açhğı sonuç
lar hakkında daha çok araşhrma ve tartışmaya ihtiyacımız var.
Şeyh Galib'in bugün bile büyük ilgi çeken eseri Hüsn ü Aşk'ın mes
nevi formunda yazılmış son büyük eser olduğu kabul edilir.9' Şeyh Galib'le
OSMA N L I E D E B i YATI
önceki şairler arasında yaklaşım farkı şöyle özetlenebilir: Farklı anlatıcılar
tarafından nakledilen bütün eski hikayelerde, "geleneksel" mesnevi yazarı
nın anlattığı hikayeyi .kendinden önceki anlatıcılardan öğrendiğini iddia
edilir. Ancak Hüsn ü Aşk'ta yazar okur ile hikaye arasına ölçülmesi imkan
sız bir zaman boşluğu koymaz, böylece hikayenin efsane boyutu azalır, ça
ğına yakınlığı artar. 92
Öte yandan Hüsn ü Aşk beş farklı düzeyde okunabilir: Birinci ve en
basit düzeyde insani bir aşk hikayesi vardır. Ancak bu aynı zamanda sema
vi düzeye çıkma, Allah'a doğru yükselme girişimi olarak okunabilir. Farklı
bir açıdan bakıldığında, bir Mevlevi dervişinin izlediği tasavvufı yolun anla
tılması, bir Mevlevi ayini sırasında ortaya çıkan duyguların bir aniatı biçi
mine dönüşmesidir. Son olarak Mevlevi düşüncesine göre, bir insanın Al
laha ulaşmak için yürüdüğü yolda geçmesi gereken aşamaların simgelyn
mesidir.93
TüRKiYE TAR i H i
kübera topluluklarında kabul görmüştü.96 ı8. yüzyılda, çağının beğenisini
en iyi temsil eden şair kuşkusuz Sururi'ydi. Bütün enerjisini bu türe yoğun
laştıran Sururi, sadece önemli insanlar veya olaylar için tarih düşmüyordu.
Minareden atlayarak intihar eden bir adam, camiden ayakkabı çalınması,
hatta bir kedinin ölümü bile onun tarih düşürmesine yol açıyordu.97 19.
yüzyılda, Avrupa kökenli sanat biçimlerinin iyice yaygınlaştığı dönemde bi
le, şairler ve okurları tarih düşüren mısralara ilgilerini kaybetmedi. Bu tür
kesinlikle daha yakından incelenmeyi hak ediyor.
5 86 O s M A N L I E D E B iYATI
Tezkireci Salim, Sıdki Hanım için "zen-i merdane" (erkek gibi ka
dın) deyimini kullanmışh. Şairenin biyografısi çok ayrınhlı olmadığından,
Salim'in ona neden böyle dediğini tahmin etmek zorundayız: Sıdki Ha
nım'ın Bayramiyye tarikatının bir kolu olan Himmetiliğin şeyhi Himmet
Efendi'ye (ö. ı684) başvurup tarikata kabul edilmesi, iyi gazeller ve birçok
kişi için tarih manzumesi yazması kendisine bu sıfatın yakışhnlmasında
rol oynamış olabilir. Salim tezkiresinde bu manzumelerden birkaç örnek
vermişti; biri şeyhinin ölümü hakkındaydı.98 Sıdki Hanım'ın divanını gör
düğünü belirten Safayi, eserlerinden bazı örnekleri hazırladığı tezkireye
koymuştu.99 Sıdki Hanım'ın divanının dışında, kaynaklar bazı tasavvufı şi
irlerini ( Genc-i Envar ya da diğer adıyla Kenzü'l-envar ve Mecma 'ü'l-ahbar) ve
bazı gösterişli risalelerini belirtiyor; hiçbiri incelenmiş değildir.
Tezkireci Ramiz, kızkardeşi Fatma Faize Hanım hakkında baz� il
ginç bilgiler verir. Sıdki gibi onun da başarılı bir şair ve nesir yazarı oldu
ğunu, erken dönem Osmanlı kadın şairleri Mihri Hatun ve Zeynep Ha
tun'u beğendiğini belirtir. Fatma Faize'nin Arapça bilgisi özellikle takdir
ediliyordu. Yazar sadece Sıdki'nin başarılı görüldüğünü iddia etmesine rağ
men, Faize birçok konuda son derece hünerli olduğundan epeyce kıbkanç
lığa neden olmuştu. Asıl ilginç olan Ramiz'in kadınların eserlerini değer
lendirmeye kudreti olmadığını, bu yüzden kısa kestiğini belirtmesidir. İki
kızkardeş Edirnekapı Mezarlığı'nda, babalannın yanında gömülüdür.100
Ani Fatma Hatun çok bilgili olmasıyla ünlenmişti. Biyografısini ya
zan Salim ona hace-i zenan (kadınların hocası) diyordu. Aynı zamanda usta
bir hattath. 10' Salim' e göre nesih ve talik hatlan yanı sıra gazelleriyle de bir
çok erkeği geride bırakmıştı. Ayrıca Ani Fatma'nın, ı6. yüzyılın tanınmış şa
iri Zeynep Hatun'dan daha iyi olduğunu düşünüyordu. Burada dikkat çeki
ci olan, Ani Fatma'nın gazellerine büyük değer vermiş gibi görünen Sa
lim'in iş ünlü kişilerle kıyaslama yapmaya gelince şairi Nedim veya Nabi'yle
değil, bir başka kadınla karşılaştırmasıdır. Salim'e göre Ani Fatma Hatun,
zamanın erkekleri arasında yaygın olan kelime oyunlarına dayalı kötü bir şa
kanın hedefi olmuştu. Fatma Hatun'un bu "şakayı" tezkirenin yazan kadar
eğlenceli bulup bulmadığı sorusunu akıldan çıkarmamak gerekir; zira bu şa
ka yüzünden kuşkusuz güzel hatla yazılmış olan divanı, onaulamayacak bi-
Tü RKiYE TAR i H i
çimde tahrip görmüştü.'02 Şairin evliliğinden olan ve Emirzade olarak bili
nen oğlu, Yenişehir kadısıyken 171o'da öldü. Muhtemelen annesinin edebi
yatla uğraşmasından dolayı kendisi de alay konusu olmuştu. '03
Kadın şairler içinde en büyük ilgiyi Fıtnat Hanım'ın çektiği anlaşılı
yor. Koca Ragıb Paşa ve Haşmet'le karşılıklı latifelerinden hazırcevaplığı bel
liydi. Osmanlı yönetici sınıfına mensup diğer şairler gibi, padişah cülusları
na, şehzade ve sultan doğumlarına, cami, çeşme ve sahilhaneterin tamam
lanmasına tarih düşen şiirler yazmıştı. Ayrıca kendisinden önce yaşamış şa
irlere nazire yazdığım görüyoruz.'04 Koca Ragıb Paşa ve dolayısıyla N abi'nin
etkisinde olan şiiri, zamanın beklentilerine sadece içerik değil biçim açısın
dan da uygundu; başka bir deyişle, şiirlerinin bir kadının kaleminden çıktı
ğı belli değildi.105 Kuşkusuz kamuoyunda tanınma bakımından kadırıların er
kekler kadar şansı yoktu ve yerleşik kurallara uyum sağlama zorunlu bir ko- ,
şul olarak görülüyordu. En azından Türkiye kütüphanelerinde yapılacak da
ha kapsamlı bir incelemenin bugüne kadar bilinmeyen bazı kadın yazarları
gün ışığına çıkarmasını ümit edebiliriz. Kısa bir süre önce mektupları bulu
nup yayınlanan kadın derviş Asiye Hatun, günümüz araştırmacılarının ye
niden bulmaya çalıştığı o unutulmuş yazarlardan biri olabilir.106
NESİR
Yazarlar 19. yüzyılda Batı'nın edebi biçimleriyle temas kurana ka
dar, nesir şiire göre hep ikinci planda kaldı ve üsluba içerikten daha fazla
önem verildi. Nesir yazarları şairlerin öncülük ettiği biçimleri taklit etme
eğilimindeydi. Nesir örnekleri arasında dini metinler, islam tarihi menkı
beleri, dini-destani metinler, bilgili kişiler veya "sıradan" halk için yazılan
hikayeler, tanınmış ya da tanınmamış kişilere dayalı kahramanlık hikayele
ri, Osmanlı hanedanının tarihi, bürokrat ve şair tezkireleri, eski metinlere
düşülen şerhler, seyahatname ve sefaretnameler, yükselme heveslisi bürok
ratlar için hazırlanan ve resmi evrak örneklerinden oluşan derlemeler
(münşeat) yer alıyordu. 17. ve 18. yüzyıla ait yüzlerce metin bu kategoriler
den birine giriyordu ve özellikle bol tarihi metin vardı. 107
Fahir İz Osmanlı nesrini üç kategoriye böler. Birincisi (sade) gün
lük konuşma diliyle yazılmış metinleri kapsar. İkinci kategoride (süslü, in-
5 ss ÜSMAN Ll E D E B i YATI
şa) yer alan metinlerde ise çok az Türkçe kelime vardır; sözlüklerden geli
şigüzel seçilmiş Arapça ve Farsça kelimeler ait olduklan dillerin gramerine
göre kullanılır; seci esashr ve divan şiirinin kelime oyunlan bu kategoride
yaygındır. Üçüncü kategori de (orta) günlük konuşma dilinden oldukça
uzak bulunmakla birlikte, yazar edebi hünerlerini sergilemekten çok içeri
ğe önem verir.108 Birinci kategoriye giren masal, hikaye, kıssa gibi metinler,
resmi eğitimden geçmemiş kişilerin anlayabileceği türdendir. Buna karşı
lık ikinci kategoride, üslup hedefe ulaşmakta kullanılan yol değil hedefın
kendisidir; öyle az bilinen Arapça ve Farsça kelimeler kullanılır ki, bunlan
ancak çok iyi öğrenim görmüş kimseler anlayabilir. Farsça gramere göre
oluşturulmuş tertipler uzun ve karmaşık, cümleler uzun ve dolambaçlıdır.
"Halk Osmanlıcası" olarak tanımlanan üçüncü kategoriyse, Arapça ve Fars
çanın dil özelliklerini, bu dillerdeki şiiri az bilen okuryazar şehirlilere r,öne
liktir ve gündelik Türkçeye de yer vardır.'09
Osmanlı nesri deyince akla ilk gelen yazarlar "süslü" nesirde usta
laşmış olanlardı. Veysi (1567-1628), Nevizade Atayi ve N ergisi (ö. 1635) gibi
bu tür yazarlar aslında şairdi. Veysi'nin özellikle Siyer-i Veysi ve H'ab-name
i Veysi adlı eserleri 18. yüzyıl yazarlannca örnek alınmıştı. Bu yazarlar, Fars
ça örnekleri yeğleyen diğer şairlerin tersine Osmanlı selefierine önem veri
yordu. Yazdıklan süslü nesir sayesinde beğenilen yazariann çoğu ya bir
devlet dairesinde katipti ya da kadılık gibi bir meslekleri vardı. Dostlanna
veya hamilerine yazdıklan mektuplar, üslup elkitaplannda örnek verilerek
günümüze kadar ulaştı.
Yer darlığından dolayı yalnız iki nesir örneğini, Evliya Çelebi'nin on
ciltlik seyahatnamesi ile Aziz Efendi'nin (ö. 1798) Muhayyelat-ı ledünn-i ila
hi'sini seçeceğiz. İki yazar da çağdaşlannca değil, 19. yüzyıl sonu ve 20.
yüzyıl eleştirmenlerince takdir edildi: Evliya, hem Osmanlı dünyasının coğ
rafyası ve etnografyasını tasvir etmesi hem de hikaye aniatma geleneklerini
capcanlı sürdürmesiyle, Aziz Efendi ise Doğu'nun masal ve hikaye metin
leri ile Osmanlı yazarlannın 19. yüzyılın ikinci yansında kaleme aldığı ro
man ve öyküler arasında bir köprü oluşturmasıyla."o
Evliya yeknesaklıktan kaçınmak için Osmanlı yazarlannın bildiği
tüm nesir türlerini kullanıp çeşitli üslup denemelerine başvurmuştu.m
T ü R K i Y E TAR i H i
Hendrik Boeschoten Evliya'nın yazılarını dört kategoriye ayırmıştır: düz
anlatım, yazann metnin içine yerleştirdiği şiirler, diğer yazarlardan alıntı
lar ve diğer dil ve ağızlardan kelime örnekleri. ıız Evliya'nın renkli ve akıcı an
latımı, yeteneği ve engin tecrübesinin yanı sıra IV. Murad'ın sarayında En
derun'da aldığı iyi eğitimden kaynaklanır.ıı3 Üslubunu, Fahir İz'in belirledi
ği "orta" nesir kategorisine yerleştirmek doğru olur. Muhayyelat-ı ledünn-i
ilahi'nin yazan Aziz Efendi Girit'te doğmuş ve gençken babasından kalan
serveti çarçur edince İstanbul'a gitmişti. Burada önce silahşoran-ı hassada
görev yaptı, sonra bürokraside başarılı bir karlyer sahibi oldu. İlk daimi
Prusya büyükelçisi olarak Berlin'e gitti ve qg8'de burada öldü. Hayatının
bir döneminde bunalıma girince kendini tasavvufa vermişti. Hayatından
birçok sayfa Muhayyelat'taki hikayelere yansımıştır.
Aziz Efendi'nin eseri, başka metinlerle kurduğu zengin bağlarla ,
dikkat çeker. Yazar Bin Bir Gece Masallan gibi derlemeleri ve diğer Orta
doğu masallarını referans noktası olarak kullanmıştı; metinlerinde mes
nevilerin dışında antikçağ Yunan mitleri ve Müslüman evliya efsanelerin
den de izler olduğunu görürüz."4 Eseri oluşturan üç büyük kısma "hayal"
adı verilir. İlk bölümde Kamercan adlı şehzade ve Gülruh adlı sultan kızı
nın, sonra da çocukları Asil ve Nesil'in maceralan anlatılır. İkinci bölüm
Cevad adlı dervişin tasavvufı yolculuğu hakkındadır. Üçüncü bölümse bir
diğer tasavvufı arayışı, bu kez Şehzade Naci'nin arayışını ve oğlu Dila
gah'ın maceralarını anlatır. Her bölümde çeşitli öyküler ortak bir çerçe
veyle birbirine bağlanır. Bunların birbirine bağlantısı o kadar yakındır ki,
eserin tümü bir romanı andırır. Bu anlamda bugün büyük ölçüde unutul
muş olan bu metin, ı g . yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan geç dönem
Osmanlı romanına özgü özellikler barındırır. Ayrıca Aziz Efendi'nin giri
şi atmosfer bakımından oldukça modem, hatta post-modemdir. Yazar ori
jinali Farsça olan kurmaca bir eseri yeniden biçimlendirip daha da kurma
ca haline getirdiğini iddia eder. Böylece okurun bu hikayelerin hayal ürü
nü olduğunu bilmesi sağlanır. Yine de arka planda bunların gerçek olabi
leceğine dair bir yanılgı olasılığı her zaman vardır. Kuşkusuz yazar, dün
yayı Allah'ın nakşı olarak gören tasavvufı görüşlerini dile getirmeyi arzu
lamıştı. ıı5
59 0 OSMAN L I E D E B i YATI
Aziz Efendi'nin bu eseri ölümünden uzun bir süre sonra, ı852'de
basıldı."6 Bazı Osmanlı eleştirmenleri eseri karakter açısından çok " Şarkva
ri" bulmuş, bir sürü kocakan masalı içerdiğini iddia etmişti. Buna rağmen
hikayeleri çok yarahcı bulan 1 9 . yüzyıl aydınları eseri büyük bir merakla
okudular."7 Geç dönem Osmanlı romanının yerel köklerini yeterince ince
lememiş olabiliriz. Elbette Fransız romancıların sunduğu örnekler belirle
yici olmakla birlikte, Osmanlı geleneği içindeki unsurlar yolu açmasaydı,
onların bu kadar kolay benimsenmesi imkansız olurdu.
NOTlAR
Osmanlı şair ve yazarlan, eserleri ve bunlarla ilgili araşhrmalar için, bkz. Agah Sırrı Levend, Türk
Edebiyatı Tarihi, Cilt I: Giriş, 2. baskı (Ankara, 1973) ; Andreas Tietze ve Georg Hazai, Turkologisc
her Anzeiger (Viyana ve Budapeşte, 1975-); Hatice Aynur, Üniversitelerde Eski Türk Edebiyatı Çalış-
'
maları: Tezler, Yayınlar, Haberler (İstanbul, 1991-) .
2 Bosnalı Alaeddin Sabit, Divan, ed. Turgut Karacan (Sivas, 1991), s. 306.
3 17. ve 18. yüzyıldaki bu göreceli ihmal, Ahmet Atilla Şentürk'ün hazırladığı mükemmel antolojide
belirgindir: 68 yazardan sadece 12si ele alınan dönemde eser vermiştir: Osmanlı Şiiri Antolojisi (İs
tanbul, 1999).
4 Biri 16. yüzyılda, diğeri 19. yüzyılda yaşamış iki yazar, bu bakış açısına örnek oluşhırur: Gelibolu
lu Mustafa Ali 1592 tarihli bir yazısında Türk dili hakkında şunlan belirtiyordu: "Fi'l-vaki fi zerna
nina vilayet-i Ruma'da cari olan !isan bu el-acebü'l-lisane-i çardan mürekkeb bir nutk-ı pak-ı mü
zehhebdir ki ehl-i diller tekeliüroünde guya ki sairinden azebdir. Faraza !isan-ı Arabi tekellümü
farz veya vacib olsa ve zeban-ı Farsi istimali sünnet-i seniyye makamında kıyam bulsa beyan olu
nan halavetden mürekkeb !isan-ı Türki telaffuzu müstahab ve basitinin Türki fusaha kavlince neh
yi vacibdir": Comeli H. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian
Mustafa 'Ali, 1541-16oo (Princeton, 1986), s. 253-254. 19. yüzyıl içinse devlet adamı, aydın ve edebi
yatçı Ziya Paşa'nın (1825-80) görüşlerini aktaracağız: Ziya Paşa'ya göre Türkçe muhakkak benzer
siz bir dildir ama Farsça onun güzelliğini iki kat arthrmış olup bu iki dil mükemmel bir uyıım için
dedir. İki ilham ve irfan denizi bir araya gelip daha büyük bir deniz yaratmışhr. Aynca Farsça da
ha önce Arapçayla kusursuz hale geldiğinden, bu üç deniz bir okyarrus meydana getirmiş ve bu ok
yanusa Osmanlı dili rlenmiştir: Ziya Paşa, Harılbeit (İstanbul, 1291 f 1874), ı. Cilt, s. 8-9 (Mukad
dime, yazann çevirisi) .
5 Hüseyin Ayan, Cevri: Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni (Erzurum, 1981).
6 Nuran (Üzer) Alhıner, "Safayi ve tezkiresi", doktora tezi, İstanbul Üniversitesi (1989), s. 140.
7 Sedit Yüksel, Şeyh Galip: Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri (Ankara, 1980), s. 20.
8 Ayan, Cevri, s. 14. Bazı işe yarar tarihi bilgiler içermesine karşın, üretken selimname edebiyahnın
başanlı bir örneği olarak görülmeyen Bitlisli'nin eserinin 17. yüzyılda h:1la akımması ilginçtir. Ni
tekim 162o'de Çerkesler Katibi Yusuf, bu eserin manzum uyarlamasını yazmışh.
TüRKiYE TAR i H i 59 1