You are on page 1of 4472

ADAM

Büyük

FRANSIZCA-7ÜRKÇE
SÖZLÜK
GRAND DICTIONNAIRE FRANÇAIS-TURC

TAHSİN SARAÇ
Büyük

FRANSIZCA-TÜRICE
SÖZLÜK
GRAND DICTIONNAIRE FRANÇAIS-TURC

TAHSİN SARAÇ
SUNUŞ
Tahsin Saraç'ın altı yıllık çalışmasının ürünü olan Büyük Fransızca-Türkçe
Sözlük ilk kez 1976'da Türk Dil Kurumu tarafından yayımlandığı zaman, büyük bir
boşluğu doldurmuştu. Bu önemli kaynak kitabın en büyük özelliği çağdaş
sözlükbilim ilkeleriyle ve bilimsel bir yöntemle hazırlanmış olmasıydı. Büyük
Fransızca-Türkçe Sözlük ADAM YAYINLARI için yayına hazırlanırken yazarı
tarafından yeniden gözden geçirilmiş, Fransızca ve Türkçenin son elli yıldaki
evrimi
göz önünde tutularak dörtte bir oranında genişletilmiştir. Dört yıllık yeni bir
çalışma sonucunda ADAM Büyük FRANSIZCA-TÜRKÇE SÖZLÜK çağdaş
bilim ve teknolojinin ürünü tüm sözcükleri, bilim, sanat, felsefe, hukuk, teknik,
ticaret, ekonomi ve bankacılık terimlerini yeni ve eski karşılıklarıyla içeren
seçkin
bir yapıt niteliği kazanmıştır. 100.000'in üzerinde Fransızca sözcük, kalıpsöz ve
deyimin karşılıklarım içeren bu temel yapıtın dil öğrenenler, her düzeydeki
öğrenim kurumları, öğretmenler, öğrenciler, araştırmacılar ve çevirmenler için
vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olacağına inanıyoruz.
ADAM

Yayınları
ÖNSÖZ
Birinci basımı Türk Dil Kurumu'nca yapılmış olan bu sözlük, 20.2.1984 tarihli
başvurumuzla, adı aynı ama artık yapı ve niteliği değişmiş olan Kurum'dan,
dışarıda bastırılmak üzere, geri alınmıştır.
Gerek anlam, gerek örneklendirme yönünden, Fransızca ve Türkçedeki belli
başlı bütün sözlüklerin taranmasıyla hazırlanan bu sözlükte, Fransızca sözcükler
Türkçe karşılıklarıyla verilmeye çalışılmış, tanımlamalar ve dolaylamalardan elden
geldiğince ve özellikle kaçınılmıştır. Böylece Türkçenin, gerek söz varlığı, gerek
anlatım özelliği bakımından, en ileri Batı dilleriyle boy ölçüşebilecek bir dil
olduğu
bir kez daha kanıtlanmak istenmiştir.
Kapatılmadan önceki Türk Dil Kurumu'nun 1982 yılına dek çıkarmış olduğu
çeşitli terim sözlüklerinde önerilen ve bugün çoğu tutunmuş sözcüklerin büyük bir
bölümü bu sözlüğe alınmış, böylece bunlara daha bir işlerlik kazandırılmak amacı
güdülmüştür.
Gerekli görülen durumlarda, kimi sözcüklere tarafımızdan karşılıklar türetilmiş,
bunlar ve başkalarınca yapılmış bütün öteki öneriler, başlarına bir yıldızcık (*)
konularak belirtilmiş, yer yer de, yanlarında (°) işaretiyle belirlenen eski
karşılıkları verilmiştir.
Okunuşu kural dışı sözcüklerin nasıl okunacağı, hemen sözcüğün yanındaki
köşeli ayraç içinde sesbilim harfleriyle gösterilmiş, bu harflerin okunuşu ise bir
dizelge halinde Sözlük'ün başında sunulmuştur. Sözlüğün H harfi bölümünde, la
"honte, le "hangar örneği bütün H aspiré'ler, başlarına bir yıldızcık (*) konularak
belirtilmiştir.
Sözcüklerin anlamlarını daha iyi belirtebilmek için, kullanılışlarıyla ilgili
örnekler ayraç içinde verilmiş, birden çok anlamı olan sözcüklerin anlamları
numaralandırılmıştır. Sıfat ve eylemlerin, gerek adlar gerek eylemliklerle aldığı
çeşitli ilgeçler belirtilmiş, bunlarla ilgili örnekler yine ayraç içinde
verilmiştir.
Yalnızca anlamı anlaşılır kılmak zorunluğu duyulan yerlerde ve bir de sözcüklerin
terimsel yada deyimsel bir nitelik taşıdığı durumlarda, örneklerin Türkçe
karşılıkları verilmiş, bunun dışında Sözlük'ün oylumunu daha da artırmamak için,
bundan
kaçınılmıştır.
Kimi sözcüklerin anlamlarıyla ilgili örnekler ayraç içinde italik harflerle
verilirken, sözcüğün çağrıştırdığı terim ve deyimler de kimi kez bu vesileyle
verilmiştir; bu nedenle, ayraç içindeki örneklerin okunması özellikle salık
verilir.
Sözcüklerin çeşitli anlamları gösterildikten sonra, bir çengel (§) işaretiyle
kalıpsözler, deyimler ve atasözlerine geçilmiş, bunlar da kendi aralarında abecesel
sıraya göre düzenlenmiştir.
Sözlük, dört yıllık yeni bir çalışmayla yeniden gözden geçirilip genişletilirken,
1985 yılına dek, son teknolojik ve bilimsel gelişmelerle Fransızcaya girmiş hemen
hemen bütün önemli sözcük ve terimler içine alınmış, kapsamı da dörtte bir
oranında büyütülmüştür.
ADAM YAYINLARI'nca çıkarılan bu ikinci basımda, birinci basımdaki dizgi
yanlışları ve karışıklıklar giderilmiş, eksikler büyük ölçüde tamamlanmış, böylece
Sözlük, yepyeni kimliğiyle, tüm sorumluluğunu onurla taşıyacağımız bir niteliğe
kavuşmuştur.
TAHSİN

SARAÇ
KISALTMALAR
ad.
adıl.
anat.
ar.
argo.
ask.
bağ.
bel.
bitb.
biy.
coğr.
Çden.
dilb.
diş.
ed.
ekon.
er.
far.
fels.
fiz.
fizy.
gçigsz.
geom.
gökb.
hayb.
hek.
hlk.
hkr.

Ad (isim)
Adıl (zamir)
Anatomi terimi
Arapçadan
Argo sözü
Askerlik terimi
Bağlaç (rabıt)
Belirteç (zarf)
Bitkibilim (botanik) terimi
Biyoloji terimi
Coğrafya terimi
Çoğul
Denizcilik terimi
Dilbilim-Dilbilgisi terimi
Dişil (féminin)
Edebiyat terimi
Ekonomi terimi
Eril (masculin)
Farsçadan
Felsefe terimi
Fizik terimi
Fizyoloji terimi
Geçişli eylem (Verbe transitif)
Geçişsiz eylem (Verbe intransitif)
Geometri terimi
Gökbilim terimi
Hayvanbilim (zooloji) terimi
Hekimlik terimi
Halk ağzında
Hakaret yollu söylenir

huk.
ibr.
USingisl.
isp.
it.
kim.
lat..
mant.
mat.
mec.
müz.
ruhb.
s.
t.
tar.
tekti.
tkz.
tic.
toplb.
ünl.
vb.
yerb.

Hukuk terimi
İbraniceden
Ilgeç (edat)
İngilizceden
Islavcadan
İspanyolcadan
İtalyancadan
Kimya terimi
Latinceden
Mantık terimi
Matematik terimi
Mecaz olarak
Müzik terimi
Ruhbilim terimi
Sıfat
Türkçeden
Tarih terimi
Teknik terim
Teklifsiz konuşmada
Ticaret terimi
Toplumbilim terimi
Ünlem (nida)
Ve benzerleri
Yerbilim (jeoloji) terimi

Fransızca kısaltmalar:
Quelqu'un (biri)
qn.
Quelque chose (bir şey)
qch.
Faire quelque chose
f.qch.
(bir şey yapmak)
a
A, a er. 1. Fransız abecesinin ilk harfi olup
Türkçedeki a sesini verir (A majuscule: Büyük A;
a miniscule: Küçük a).% Depuis Ajusqu'à Z: A'dan
Z'ye dek; başından sonuna dek; baştan sona (II
connaît le règlement depuis À jusqu'à Z:
Yönetmeliği baştan sona biliyor. Une société
pourrie depuis A jusqu'à Z.A'dan Z'ye çürümüş
bir toplum). Ne savoir ııi A ni B: Okuma yazma
bilmemek, okuma yazması olmamak, elifi görse
mertek sanmak. Prouver par A+B: İki kere iki
dört edercesine ortaya koymak, kesin olarak
kanıtlamak (Il me prouva par A+B que j'avais
tort: Haksız olduğumu kesin olarak ortaya
koy du).2. ilg. A ilgeci başlarında bulunduğu yada
aralarında yer aldığı sözcüklerin türüne, bunlar
arasındaki ilgiye ve eksiltili bir tümcede
bulunmasma göre birçok anlam değişiklikleri
gösterir; örneğin, iki adı birbirine bağladığında
ikincisini birincisinin belirteni yapar (Machine à
écrire: Yazı makinası. Machine à laver: Çamaşır
makinası. Des bas au métier: Makina çorabı). 3.
Kimi eksiltili tümcelerde yöneltme anlatır (Mort
aux traîtres: Hainlere ölüm, kahrolsun hainler.
Honneur aux braves: Yaşasın kahramanlar). 4.
Birincisinin başında de bulunan iki adı
bağladığında, birincisinin başlangıç ikincisinin ise

son durumda olduğunu gösterir (La route


d'Ankara à Bursa: Ankara-Bursayolu. Du malin
au soir: Sabahtan akşama dek). 5. Birbirinin aynı
olan iki tanımlıksız ad arasına girdiğinde, duruma
göre, aralarında ya ardışıklık yada karşılaşma
kurar (Pas à pas: Adım adım. Face à face: Yüz
yüze. Dos à dos: Sırt sırta). 6. İki sayı sıfatı
arasına girdiğinde, o iki nicelik arasında kalan bir
yaklaşıklık anlatır (Vingt à trente personnes:
Yirmi otuz kişi, yirmi otuz kadar kişi). 7.
Birbirinin aynı olan ve nicelik anlatan iki sözcük
arasına girdiğinde üleştirme belirteci yapar
(Marcher trois à trois: Üçer üçer yürümek). 8.
Başına geldiği adıl ile birlikte iyelik düşüncesini
pekiştiren bir deyim oluşturur (Avoir une maison
à soi: Kendinin bir evi olmak. Il a un style à lui:
Kendine özgü bir biçemi var). 9. Bir ad ile bir
eylemlik arasına geldiğinde, eylemlik adın
niteliğini yada hangi işe yaradığını gösteren bir
deyim oluşturur (Maison à louer: Kiralık ev.
Voiture à vendre: Satılık araba. Maître à danser:
Dans öğretmeni. Chemise à laver: Yıkanacak
gömlek). 10. Bir sıfatla bir eylemlik arasına
geldiğinde, eylemlik sıfatın hangi bakımdan
olduğunu yada onun derecesini anlatır (Facile à
dire: Söylenmesi kolay. Difficile à résoudre:
A
Çözümlenmesi güç. Belle à adorer: Tapılacak
kadar güzel, hayran olunacak kadar güzel). 11.
Bir sıfat yada adıl ile bir ad yada adıl arasına
girdiğinde, birincisi ikincisinin konusunu gösterir
(Nuisible à la santé: Sağlığa dokuncalı, sağlığa
zararlı. Semblable au loup: Kurda benzer). 12.
Başında bulunduğu eylemlikleri başka bir
eylemliğin yada eylemin nesnesi durumuna sokar
(Inviter à dîner: Yemeğe çağırmak. J'aime à lire
des poèmes: Şiir okumayı geverim).
13.
Aralarında neden ve sonuç ilişkisi bulunan iki
eylemle bir eylemliği bağladığında, ikincisi
birincisinin derecesini gösteren bir belirteç
niteliğine geçer (Souffrir à crier: Bağıracak kadar
acı çekmek). 14. Bir eylemliğin başına gelir, bu da
bir eylemle nesne olursa "-cek bir şey" anlamını
verir (Il n'y a pas à manger: Yiyecek bir şey yok.
Donnez-moi à boire: Bana içecek bir şey verin).
15. Bir eylemin yada eylem anlatan bir adın
yöneltilmiş olduğu tümleci göstermek üzere bu
tümlecin başına getirildiğinde, Türkçedeki -e
durumunu karşılar (Aller à l'école: Okula gitmek.
La soumission aux lois: Yasalara uyma). 16.
Eylemden sonra gelen tümleç paha anlat an bir söz
ise, o eylemin ne pahasına yapıldığını bildirir
(Dîner à trente francs par tête: Adam başına otuz
franga yemek yemek). 17. Aralarında sonuç ve
neden ilişkisi bulunan bir eylemle bir tümleci
bağladığında, tümleç eylemin nedenini gösteren
bir belirteç niteliğine geçer (On accourutàses cris:
Çığlığı üzerine herkes koştu). 18. Eylemin yada
adın anlattığı iş olduğu yerde kalıyorsa yada
anlam kımıldanışı yoksa, bu işin meydana geldiği
yeri gösteren sözcüğün başına getirilir ve
Türkçedeki -de durumunu karşılar (Nous
habitons au bord de la rivière: Çayın kıyısında
oturuyoruz. Il vit à Ankara: Ankara'da yaşıyor).
19. Kimi kez, Türkçedeki -den durumunu verir
(Saisir quelqu'un aux cheveux: Birini saçlarından
yakalamak. Puiser de l'eau à une fontaine: Bir
çeşmeden su almak). 20. Kimi kez "önünde"
anlamıyla kullanılır (Il fut battu aux yeux de la
foule: Kalabalığın önünde dövüldü, herkesin
gözü önünde dayak yedi). 21. Kimi eylemlerin
nesnesine à getirilir (Songer àsonfrère: Kardeşini
düşünmek. Jouer aux cartes: Kâğıt oynamak). 22.
Başında faire eylemi bulunan eylemliklerin ikinci
derecedeki nesneleri à ile yapılır (Il fait accepter
un cadeau àson maître: Öğretmenine bir armağan
kabul ettirdi). 23. Attendre, trouver, ouïr-dire,
entendre, dire, voir, faire eylemlikleriyle kurulan
tümcelerde ikinci derecedeki nesneleràile yapılır
(J'ai attendu à vous parler que tout le monde fût

16

A
sorti: Sizinle konuşmak için herkesin çıkmasını
bekledim. J'ai entendu dire à votre frère que vous
viendriez: Kardeşinizden geleceğinizi duydum.
J'ai vufaire à ces hommes une action généreuse: Bu
adamların mertçe bir davranışta bulunduklarım
gördüm). 24. Bir eylemle bir tümleç arasına
geldiğinde, bunlar arasındaki anlam ilgisine göre
ikincisi birincisinin belirteci durumunda olur
(Vivre à peu de frais: Az masrafla geçinmek.
Prendre quelqu'un à témoin: Birini tanık tutmak.
Tenir à honneur: Şeref bilmek. Louer à l'année:
Yıllığına kiralamak). 25. Etre eyleminden sonra
geldiğinde, "birinin malı yada sırası olmak"
anlamını kazandırır (Ce livre est à ma sœur: Bu
kitap kızkardeşimindir. C'est à vous de parler:
Konuşmak sırası sizde, söz sırası sizin). 26. Q ı i
adılının başına geldiğinde, kimi kez, yarışma
anlatan eksiltili deyimler meydana getirir (Ils
travaillaient à qui mieux mieux: Yarışırcasına
çalışıyorlardı, kim daha çok iş çıkaracak dercesinè
çalışıyorlardı). 27. Bir sayının yada sayıdan önce
gelen adılın başında bulunduğunda, bir eylemin o
sayı miktarında olan kişilerce yapıldığını anlatan
bir adıl deyimi oluşturur (Louer une maison à
trois: Üç kişi bir evi kiralamak. Etre à deux de jeu:
Oyunda iki kişi olmak. A moi seul: Tek başıma).
28. Birine nispet edilen soyut anlamlı bir anlatıma
getirildiğinde, ona görelik ilgisi katar (A ce que je
crois: Sandığıma göre. A son gré: Keyfine göre).
29. Bir eylemliğin başına getirildiğinde, neden
yada biçim anlatan bir bağ-eylem yada durum ve
koşul anlatan bir deyim meydana getirir (A baiser
des mains les lèvres ne s'usent pas: El öpmekle
dudak aşınmaz. A compter de ce jour: Bugünden
başlayarak. A l'en croire: Söylediğine inanılacak
olursa). 30. Bir adın başına getirilerek yapılan
ünlemler yardım isteme, çağırma, kışkırtma,
kovma, yada içki içilirken iyi şeyler dileme gibi
anlamlarda kullanılır (A moi!: Yetişin! Au feu!:
Yangın var! Au voleur!: Hırsız var! A l'assassin!:.
Adam öldürüyorlar! Aux armes!: Silah başına! Au
secours!: İmdat! A table, messieurs!: Sofraya
buyurun, baylar! A votre santé!: Sağlığınıza!). 31. ;
Zaman anlatan kimi sözcüklerin başına;
getirilerek belirteç yapmaya yarar (A midir
Öğleyin, öğlen. A minuit: Geceyarısı. A la tombéede la nuit: Ortalık kararırken. A
quand: Ne'"'
zamana?). 32. tki ad arasına geldiğinde ikincisini
birincisinin tamlaması yapar ve Türkçedeki -II ;
biçiminde sıfat anlamı kazandırır (Aigle à deux
têtes: İki başlı kartal. Un homme à barbe longue?;
Uzun sakallı bir adam). 33. Zaman anlatan kimi •
sözcüklerin başına getirildiğinde, yine buluşma
abaca
isteği belirten ve selâm yerine geçen deyimler
yapılmasını sağlar (A demain!: Yarma; yarın
görüşürüz; yarına kadar allahaısmarladık. Au
revoir: Şimdilik allahaısmarladık, hoşça kal). 34.
Ulus anlatan dişil sıfatların başına getirildiğinde,
o ufusa özgü olan tarzı anlatır (A la française:
Fransız yollu, fransızlar/ gibi. A la turque: Türk
yollu, türkler gibi). 35. Kimi kez dükkân
levhalarına yazılan simgesel ünvanların başına
gelir (A la boule d'or: Altın Top Mağazası). 36.
Adreslerde ve sunularda sözün başına getirilir (A
Monsieur le Ministre du Travail: Sayın Çalışma
Bakanına.
Au
Ministère de
l'Education
Nationale: Millî Eğitim Bakanlığına). 37. Etre
eylemjne yüklem olan bir ad yada sayı sıfatından
sonra geldiğinde, iki yanın aynı durumda
bulunduğunu gösteren eksiltili bir anlatım verir
(Nous'sommes dix à dix: Ona onuz, onar sayımız
var).
abaca et. Manila keneviri,
abacule er. Mozaik parçacığı,
abaissable
s.
Alçaltılabilir,
indirilebilir,
düşürülebilir
(Taux,
chiffre,
température
abaissable).
abaissante s. Alçaltan, küçülten, küçük düşüren,
abaisse diş. Yufka, pasta vb. için açılmış hamur,
yufka.
abaisse-langue diş. hek. Dil baskısı,
abaissement er. 1. Alçalma; alçaltma (Abaissement
de la voix). 2. tnme; indirme (Abaissement d'un
store, des paupières). 3. Düşme; düşürme;
düşürülme (Abaissement de la valeur d'une
monnaie; abaissement du niveau d'un liquide;
abaissement de la température). 4. Gerileme,
güçten
düşme,
düşkünleşmeye
başlama
(Abaissement d'un empire). 5. Önemden,
gözden, saygınlıktan düşme, düşürme.
6.
Alçalma,
küçülme,
onursuzluğa
düşme
(L'abaissement où le sort les a jetés). 7. Nitelik
düşüklüğü. 8. Bile bile sıkıntılı ve düşük bir yaşam
sürme (Abaissement glorieux de l'humilité
chrétienne).
abaisser yçl. 1. İndirmek, aşağı çekmek (Abaisser
un abat-jour, un store, une voile). 2. Alçaltmak,
küçük düşürmek (Abaisser quelqu'un qui se
vante). 3. Açmak (Abaisser la pâte). 4. Budamak,
kısaltmak, uçlarını almak (Abaisser une branche
d'arbrej. 5. Düşürmek, kırmak (Abaisser la
température, un prix). 6. mec. Önemden, gözden
değerden düşürmek (Abaisser une puissance). §
S'abaisser: 1. Alçalmak, inmek (Le terrain
s'abaisse vers la rivière). 2. Gönül indirmek,
alçakgönüllü olmak, alçakgönüllülük göstermek

17

abandonner
(Quiconque s'abaissera sera élevé). 3. Alçalmak,
küçülmek, boyun eğmek (Les plus fiers sont
quelquefois forcés de s'abaisser). 4. S'abaisser
devant qn: Biri karşısında eğilmek, -in
üstünlüğünü kabul etmek. 5. S'abaisser à qch: -e
fit olmak, razı olmak; tenezzül etmek (S'abaisser
à des compromissions). 6. S'abaisser à f. qch,
s'abaisser jusqu'à f. qch: -cek kadar düşmek;
-meye tenezzül etmek (S'abaisser àfaire une chose
dégradante. S'abaisser jusqu'à trahir ses plus
proches amis).
abajoue
1. (Kimi hayvanlarda) Avurt kesesi. 2.
mec. Sarkık yanak,
abalourdir
gçl.
Şaşkına
çevirmek,
sersemleştirmek, alıklaştırmak, hantallaştırmak,
alığa döndürmek,
abandon er. 1. Yüzüstü bırakma; ilgiyi, ilişiği,
yardımı kesme (Abandon
de famille). 2.
Bırakma, terketme, ayrılıp gitme (Abandon de
navire, du domicile conjugal). 3. Bir şey
üzerindeki hakkından vazgeçme, bir şeyi
başkasına bırakma (Abandon d'un fonds au profit
de la commune). 4. Vazgeçme (Abandon d'une
accusation).
5. Kullanmaz olma,
artık
kullanmama (Abandon d'un projet, d'un type
ancien de machine). 6. Kendini birinin dileğine,
yargısına bırakma (L'abandon envers Dieu). 7.
Yüzüstü bırakılmıştık, bakımsızlık (Lapièce avait
un air d'abandon). § A l'abandon: Yüzüstü
bırakılmış, bakımsız (Tu laisses aller tes affaires à
l'abandon; Julien était à l'abandon). Laisser qch à
l'abandon: Bir şeyi bakımsız, yüzüstü, kendi
haline bırakmak,
abandonnataire ad. Kendisine mal bağışı yapılan
kimse; mal bırakılan kimse,
abandonné, e s. 1. Terkedilmiş, sokağa bırakılmış;
yüzüstü bırakılmış (Enfants abandonnés, une
femme abandonnée).
2. Sahipsiz
(Biens
abandonnés). 3. Terkedilmiş, boş, içinde artık
kimsenin oturmadığı (Maison
abandonnée,
village abandonné).
abandonnement er. 1. Hükmüne bırakma (Saint
abandonnement à la Providence). 2. Yüzüstü
bırakılmışlık, terkedilmişlik (Je me suis trouvé
dans l'abandonnement). 3. Bırakma, ilişiğini
kesme.
abandonner gçl. 1. Bırakıp gitmek, koyup gitmek,
ayrılmak (Abandonner sa patrie, une école). 2.
Bırakmak, salıvermek, azat etmek (Abandonner
un oiseau). 3. Yüzüstü bırakmak, terketmek
(Abandonner une femme). 4. Yardımı, ilişiği
kesmek (Abandonner ses enfants, sa famille). 5.
Yüz çevirmek, yüzüne bakmamak, desteksiz
abaque
bırakmak (Ses alliés l'abandonnent).
6.
Vazgeçmek, yarıda bırakmak (Abandonner la
lutte, la partie). 7. Kullanmaz olmak, gereksiz
bulmak, sırt çevirmek (Abandonner
une
hypothèse, une machine). 8. Oluruna bırakmak.
9. Abandonner qch à qn: Birşeyi birine bırakmak,
vermek, bağışlamak (Abandonner ses biens à un
proche parent). 10. Abandonner qch à qch: Bir
şeyi -e bırakmak, vermek; -ile baş başa bırakmak,
eline bırakmak (Abandonner une ville au pillage.
Abandonner un étudiant paresseux à son triste
sort). 11. Abandonner à qn le soin de f. qch: Bir şey
yapmayı birine bırakmak, onun eline vermek
(C'était à lui qu'on avait abandonné le soin de
trouver une solution
au problème).
§
S'abandonner: 1. Kendinden geçmek; yılmak,
kendini kapıp koyvermek; serbest durmak. 2.
(Kadınlardan söz ederken) Kendini vermek,
teslim etmek. 3. S'abandonner à qch: Kendini bir
şeye bırakmak, kaptırmak, kendini vermek, -e
düşmek (S'abandonner au désespoir).
abaque er. 1. Çörkü denen eski bir hesap aleti. 2.
(Sütunlarda) Başlık tablası,
abasie diş. hek. Yürüyememe, yürüyememezlik.
abasourdir gçl. 1. Sağıra çevirmek, gürültüden
sersemleştirmek, başım kazan gibi yapmak. 2.
Bunaltmak; şaşkına döndürmek, allak bullak
etmek (Cette nouvelle m'a abasourdi).
abasourdissante
s.
1.
Sağıra
çeviren,
sersemleştiren (Un bruit abasourdissant). 2.
Şaşkına çeviren, allak bullak eden (Une nouvelle
abasourdissante).
abasourdissement er. 1. Sersemleşme, başı kazan
gibi olma, bunalma, şaşırma. 2. Sersemletme,
bunaltma, kulağını sağır etme.
abat er. 1. Kesme, kesip devirme (Abat d'arbre). 2.
Yıkma. 3. f. (Kesilen hayvanlarda baş, ciğer,
böbrek, paça gibi) Sakatat (Abats de poulet).
abâtardir gçl. 1. Soysuzlaştırmak, yozlaştırmak,
piçleştirmek. 2. mec. Küçültmek, bozmak (Il est
des victoires qui exaltent, d'autres
qui
abâtardissent).
§ S'abâtardir: Yozlaşmak,
bozulmak, soysuzlaşmak (Race qui s'est
abâtardie).
abâtardissement er. Soysuzlaşma, soysuzlaştırma;
yozlaşma, yozlaştırma; bozma, bozulma,
abat-faim er. Konukların açlığını bastırmak için
çıkarılan ön yemek,
abat-jour er. 1. Işık kesen, ışık siperi, abajur. 2.
Tepe penceresi. 3. Güneş siperi;tente (Elle fit un
abat-jour de sa main).
abattage, abatage er. 1. Ağaç kesimi (A battage d'un
sapin à la scie). 2. Hayvan kesme, öldürme

18

abattre
(Abattage d'unbœufaumerlin). 3. Gemiyikâlafét
için yatırma, karina etme (Abattage d'un nkvitéen
carène). 4. mec. Azar, papara (Nous ağam lui
flanquer un abattage). § A l'abattage: 'fok
pahasına, çok ucuza (Vente à l'abattage.
Travailler à l'abattage). Avoir de l'abqjtjtagK 1argo. İri yapılı olmak. 2. mec.
Kendini iyi satmak,
satmasını bilmek. 3. Başarılı olmak, gözde çlmak
(Actrice qui a de l'abattage).
abattant er. Masa kanadı (L'abattant
d'un
comptoir, d'un secrétaire).
abattement er. 1. Kesme, vurma, öldürme,
devirme. 2. Bitkinlik, dermansızlık, büyük
yorgunluk, bıkkınlık. 3. Umutsuzluk; ruhsal
çöküntü. 4. İndirme, düşürme (Abattement des
salaires).
abatteur er. Kesici (Abatteur d'arbre). § Abatteur
de besogne, de travail: Hamarat, kendisine iş
dayanmaz kişi.
abattis er. 1. Kesilmiş ağaç, dal vb. yığını,. 2.
Sakatat; kesilen piliç, tavuk ve kuşların baş,
kanat, ayak gibi parçaları. 3. ask. Dallardan,
kütüklerden siper. 4. mec. hlk. Kollar, ve
bacaklar. § Numéroter ses abattis: Birkavgayada
kazadan sonra bir yeri kırılmış mı kırılmamış mı
diye kendini şöyle bir yoklamak,
abattoir er. 1. Kanara, mezbaha. 2. mec. Kıyım,
"katliam. Toptan öldürme, kılıçtan geçirme
(Envoyer des soldats à l'abattoir).
abattre gçl. 1. Devirmek, yıkmak (Abattre des
quilles avec une boule). 2. Kesmek, kırmak,
devirmek (Abattre un arbre). 3. Vurmak,
öldürmek (Abattre un animal). 4. Yenmçk; vurup
yere devirmek (Abattre un adversaire). 5.
Yıkmak, yerle bir etmek (Abattre un mur, une
maison, uneforteresse). 6. Düşürmek (Abattre un
avion). 7. Yatıştırmak, bastırmak, dindirmek (La
pluie abat la poussière). 8. Yorgun, bitk^nkiljnak,
zayıflatmak (Cette grossefièvre l'a abattu). 9. mec.
Kırmak, bozmak (Abattre l'orgueil, le coulage).
10. (Bir işi) Hemencecik, çabucak yapmak
(Abattre de la besogne, un travail).. I J . Yan
yatırmak (Abattre un cheval pour le soigner). 12.
Onarmak için, kalafat için yatırmak (Abattrç un
navire en carène). § S'abattre 1. Düşmek,
kapaklanmak, 2. (Uçarken) Alçalmak ,(H
s'abattit sur la poitrine). 3. Yatışmak, djpmejj^Le
vent s'est abattu). 4. Gücü kalmamak; yılmak;
umutsuzluğa düşmek, yılgınlığa ka^Jntal^. 5.
S'abattre sur qn, qch: Birinin, bir şejçjj^üşçfine
çullanmak, atılmak; üşüşmek (Aigle quffyggtfjur.
sa proie. On verra des nuées de concu^j/gtfçàjfes {
s'abattre sur le trésor public).
abattu

19

abattu, e i. ve ad. 1. Devrilmiş, yıkılmış. 2. mec.


Gücü kalmamış, kolu kanadı kırılmış, bitkin (Le
convalescent est encore très abattu). 3. Üzgün,
umutsuz. § A bride abattue: Dolu dizgin (Aller,
courir à bride abattue). L'abattu veut toujours
lutter: Yenilen pehlivan güreşe doymaz,
abat-vent er. Çatı saçağı, baca şapkası, çit gibi, yeli
kesmeye yarayan her türlü siper, *yelkesen.
abat-voix er. Kiliselerde kürstt kubbesi,
abbatial,cf. 1. Abc denilen papazsınıfına değgin. 2.
Abey denen tam örgütlü manastıra değgin. 3.
diş. Abe rütbeli papazın yönettiği kilise,
abbaye diş. Tam örgütlü büyük manastır,
abbé er. 1. Tam örgütlü bir manastırın baş papazı.
2. Kimi rahipler için kullanılan unvan,
abbesse diş. Tam örgütlü bir kadın manastırının
başrahibesi.
abc er. 1. Abece kitabı. 2. Bir bilimin, bir sanatın,
bir işin başlangıç bölümü, temeli, alfabesi, en
başta bilinmesi gereken şeyleri; bir şeyin abecesi
(L'abc du métier).
abcéder gsz. Çıbanlaşmak, çıbana çevrilmek, çıban
vermek, cerahat toplamak; abse yapmak
(Tumeur qui abcède).
abcès er. 1. Çıban (Ouvrir, percer, vider un abcès).
1.mec. Sürüp giden ağır bir sıkıntı. § Crever, vider
l'abcès: Yaraya neşter vurmak, bir yarayı
deşmek, sürüp giden bir derde son vermek.
abdicataire s. ve ad. Feragat eden.
abdication diş. 1. Erkten el çekme; iktidarı, tahtı
bırakma. 2. Bir haktan vaz geçme; feragat (Elle
étonne l'Europe par l'abdication de sa couronne).
abdiquer gsz. 1. Erkten el çekmek. Tahttan feragat
etmek
(La reine Christine fut
obligée
d'abdiquer). 2. gçl. Bir şeyden el çekmek,
vazgeçmek, bir şeyi bırakmak (Abdiquer son
autorité, la couronne). 3. Abdiquer devant qn,
qch:Biri karşısında,bir şey karşısında pes etmek,
dize gelmek,
abdomen er. Karın.
abdominal, e s. Karına değgin, karınsal (Muscles *
abdominaux).
abducteurs, ve er. onat. Uzaklaştırıcı; uzaklaştırın
kas (Muscleabducteur.
Abducteurdugrosorteil).
§ Tube abducteur: Kimyasal bir tepkimeden
doğan gazlan toplayan tüp.
abécédaires, veer. l . j . Abeceye değgin, *abecesel.
2. er. Abece kitabı.
abecquer gçl. (Kuşun) Gagasına yem vermek,
tomşurmak.
abée diş. Değirmeni işleten suyun döküldüğü
delik, poyra,
abeille diş. An (Abeille domestique: Kovan arısı.

abîmer
Abeille mère: Art beyi, bey an. Abeille ouvrière:
Amele arı). § Actif comme une abeille: Arı gibi
çalışkan.
abeiller, ère s. 1. Arılara değgin (Industrie
abeillère). 2. er. Kovan, kovan yeri, kovanlık,
aberrant, e s. Kurala, usa uymayan, yanlış, aptalca,
sapkınca (Une idée, une conduite aberrante).
aberration diş. 1. gökb. fiz. Sapınç. 2. mec.
Sapkınlık. Sapıtma, sapınç, yanılgı, aldanma
(Dans un moment d'aberration, il lui reprocha sa
gentillesse. Par quelle aberration a-t-il agi ainsi?).
aberrer gsz. Aldanmak, yanılmak, sapınca
düşmek.
abêtir gf/. Alıklaştırmak, aptallaştırmak, kafasını
körletmek (Abêtir les écoliers). § S'abêtir:
Alıklaşmak, aptallaşmak, kafası körlenmek (Je
m'abêtis dans ce milieu).
abêtissant, e s. Ahklaştıran, kafa şişiren,
aptallaştıran (Des travaux abêtissants. Spectacle,
journal abêtissant).
abêtissement er. 1. Alıklaştırma, sersemletme,
kafasını körletme. 2. Alıklaşma, aptallaşma,
kafası körelme.
abhorrer gçl. Tiksinmek, nefret etmek; görünce,
duyunca, düşününce tüyleri diken diken olmak
(J'abhorre le despotisme de cet homme). §
S'abhorrer: 1. Kendi kendinden tiksinmek. 2.
Birbirinden tiksinmek,
abiétin, es. Çama değgin; çamgillere değgin.
abiétinées<%. ç. bitb. Çamgillerin bir alt familyası,
abîme er. 1. Uçurum, dipsiz derinlik. 2. Büyük
aynm (Entre un croyant et un athée il y a un
abime). 3. Yıkım (C'est avec ces complaisances
qu'une société va aux abîmes). 4. mec. İçinde yitip
gidilen şey, kuyu, derya (Un abîme de misère,
d'ennuis). § Etre au bord de l'abîme: Uçurumun
kıyısında olmak. Toucher le fond de l'abîme:
Uçurumun, tehlikenin içine düşmek. Creuser un
abîme entre: Arasında uçurum açmak (C'est un
abîme qui se creuse entre nous). L'abîme appelle
l'abîme: Belâ belâ üstüne gelir, belâ belâyı çeker,
abîmé, e s. Yırtılmış, yıpranmış, eski püskü (Un
habit abîmé).
abîmer gçl. 1. Yere göçürmek, batırmak; yıkmak,
gömmek (De si grands maux sont capables
d'abîmerl'Etat). 2. Bozmak, yıkıp kırmak, berbat
etmek, kullanılmaz hale getirmek (Abîmer un
livre, une montre, un vêtement, un meuble). 3.
Abîmer qn: Dayakla pestilini çıkarmak (Un
boxeur qui abîme son adversaire). § S'abîmer: 1.
Batmak, yok olmak, yıkılmak. 2. Bozulmak
(Relevant sa belle robe du dimanche qui aurait pu
s'abîmer). 3. S'abîmer dans qch: Bir şeye dalmak,
abiotique
kendini bir şeye kaptırmak (Bienheureuxceluiqui
s'abîme dans la contemplation de la beauté.
S'abîmer dans ses réflexions).
abiotique s. biy. Yaşamanın olanaksız olduğu;
canlıların
yaşamasına
elverişli
olmayan,
yaşamdan yoksun (Milieu abiotique).
abject,e s. İğrenç, tiksinç, alçak, aşağılık (Un
caractère, un procédé, un chantage abject. Il a été
abject envers nous).
abjection diş. İğrençlik, alçaklık, aşağılık (Vivre
dans l'abjection).
abjuration diş. Bir kamş, bir din, bir inançtan
dönme; bir dini, bir kanışı, bir inancı bırakma
(L'abjuration d'Henri IV).
abjurer gçl. 1. Bir kanış, bir inanç, bir dinden
dönmek; bir din yada inancı bırakmak (Abjurer le
judaïsme). 2. Bir şeyi törenle yada açıkça
bırakmak; yadsımak (Abjurer ses erreurs, ses
soupçons; Abjurer Aristote, Descartes).
ablatif, ive s. dilb. 1. -den halinde olan. 2. er. -den
hali, 'çıkma durumu (Mettre un nom à l'ablatif).
ablation diş. (Bir uru yada vücudun bir üyesini)
Kesip çıkarma, alma (Pratiquer l'ablation d'un
rein).
able er. İncibalığı, çamça, tatlı su kefali gibi pullan
gümüş renginde olan küçfik tatlısu balıklarına
verilen genel ad.
ablette diş. İncibalığı.
ablution diş. 1. Aptes alma, yıkanma; gusttl
(Ablution des musulmans). 2. ç. Hıristiyanlık'ta
kuddas ayininden sonra papazın parmaklarına
dökündüğü su ve şarap (Les ablutions de la
messe). 3. Genel anlamda yıkanma, vücudunu
iyice bir yıkayıp temizleme (Il s'offrit une longue
ablution). § Faire ses ablutions: Aptes almak,
abnégation diş. 1. Bir ülkü uğrunda gösterilen
büyük özveri. 2. Fedakârlık, özveri; vazgeçme,
"feragat (Abnégation de son intérêt, de soi-même).
§ Faire un acte d'abnégation, faire preuve
d'abnégation: Özverili davranmak, fedakârlık
göstermek.
aboi er. 1. Havlama (L'aboi de ce chien est fort
importun. Le soir était tout vibrant d'abois de
chiens). 2. Köpeğin av önünde havlayışı,
çavkırma. 3. ç. Köpeklerle sarılmış avın durumu,
köpeklerle sarılmışlık (Les pleurs de la biche aux
abois). | Etre aux abois: Çok güç bir durumda
olmak, umutsuz bir durumda bulunmak;
açmazda olmak (Un politicien aux abois).
aboiement er. 1. Havlama, ürüme 2. Bağnşma,
çığrışma (Les aboiements des crieurs de
journaux). 3. mec. Rahat kaçıncı sözler, abuk
sabuk lâflar, havlama (Aboiements patriotiques.

20
abonder
Les aboiements de la critique).
abolir gçl. Kaldırmak, ortadan kaldırmak,
yürürlükten kaldırmak (Abolir une mode, uneloi,
la peine de mort). § S'abolir: Ortadan,
yürürlükten kalkmak, kaldırılmak,
abolissement er. (Eskimiştir) Ortadan kaldırma,
yürürlükten kaldırma (Abolissement du duel).
abolition diş. Ortadan kaldırma, yürürlükten
kaldırma; yürürlükten kalkma, ortadan kalkma
(Abolition des privilèges, de l'esclavage, de la
peine de mort, d'une loi).
abolitionnisme
er.
Köleliğin
ortadan
kaldırılmasından
yana
olma;
köleliğin
kaldırılması.
abolitionniste ad. 1. Köleliğin kaldırılmasından
yana olan kişi; köleliğe karşı olan. 2. s. Köleliğin
kaldırılmasına değgin,
abominables. 1. İğrenç, ürkünç, tiksinç, (Un erime
abominable). 2. Çok kötü, berbat (Un temps
abominable).
abominablement bel. Tiksindirecek bir biçimde,
iğrenççe.
abomination diş. 1. İğrençlik, tiksinçlik ürkünçlük.
2. Çok kötü, bayağı bir şey (Ce chantage est une
abomination.
Cette ville profane est en
abomination à notre prophète). § Avoir qch en
abomination: Bir şeyden tiksinmek, iğrenmek
(J'ai le mensonge en abomination).
abominer gçl. İğrenmek, tiksinmek, ürkünç
bulmak, kötü gözle bakmak (Le moine que le
prêtre abomine).
abondamment bel. Bol bol, çok çok, bolca (Lapluie
tomba toute la nuit abondamment).
abondance diş. 1. Bolluk, artıklık, fazlalık
(L'abondance des légumes sur le marché). 2. Söz
söyleme kolaylığı, dil uzluğu (Parler avec
abondance). § Abondance numéraire:
Para
bolluğu, piyasada çok para bulunması durumu.
Année d'abondance: Bolluk yılı. Corne
d'abondance: Bereket boynuzu. En abondance:
Bol bol (Vospleurs coulent en abondance). Vivre
dans l'abondance: Bolluk içinde yaşamak; bir eli
yağda, bir eli balda olmak. Parler d'abondance:
Hazırlanmadan,
doğaçtan
konuşmak.
Abondance de biens ne nuit pas: Fazla mal göz
çıkarmaz.
abondant, e s. 1. Bol, gür (Récolte abondante,
abondante nourriture, une abondante chevelure).
2. Zengin (Style abondant). 3. Çok verimli, kolay
ve rahat yazan (Ecrivain abondant). § Etre
abondant en: -bakımından bol, zengin olmak (Ce
pays est bien abondant en vin, en blé).
abonder gsz. 1. Bol olmak, çok bulunmak (Les
abonné

21

fautes abondent dans ce texte. C'est une maison où


l'argent abonde) 2. Abonder en qch: Bir şey
bakımından çok zengin olmak, bir şeyden
kendisinde bol bol bulunmak (La France abonde
en vigne. Cet homme abonde en paroles). §
Abonder dans le sens de qn: Birinin kanısına
katılmak, biriyle eş düşüncede, eş kanıda olmak
(J'abonde dans votre sens).
abonné, e s. ve ad. 1. Abone, 'sürdürümcü. 2.
Sürdürüm. § Etre abonné à qch:l. Bir şeye abone
olmak, bir şeyin abonesi olmuş bulunmak (Jesuis
abonné à cette revue depuis des années). 2. mec.
tkz. Durmadan başına o iş gelmek, bir şeye artık
alışmak, o şeye habire uğramak (Il a subi de
nouveaux échecs, il y est abonné. Il est abonné aux
injures!).
abonner gçl. 1. Abone etmek, abone yazmak. 2.
Abonner qn à qch.: Birini birşeye abone etmek
(Abonner un ami à une revue, à un journal). §
S'abonner à qch: Bir şeye abone olmak,
sürdürümcü yazılmak (S'abonner à un journal, à
un théâtre).
abonnir (Eskimiştir.) gçl. İyileştirmek, daha bir
güzel yapmak (Abonnir le vin dans la cave). §
S'abonnir: İyileşmek, daha bir güzel ve hoş olmak
(Le vin s'abonnit en vieillissant).
abord er. 1. (Gemi için) Bir yere yanaşma (L'abord
de cette côte est difficile). 2. (Birinin yanına, bir
yere)Çıkma,Varma,yaklaşma (Mon abord en ces
lieux). 3. ç. Çevre, dolay (Les abords de la
cathédrale sont bien laids), f D'abord: Önce, ilkin
(Demandons-lui
d'abord son avis,
nous
déciderons ensuite). Tout d'abord; de prime
abord, dès l'abord: Daha ilk anda, ilk bakışta,
hemen (Cet homme, au premier abord, un peu
fermé. Elle avait deviné, de prime abord, qu'ils
avaient en commun bien des rancunes. Dès
l'abord, il surprenait par l'expression farouche de
son visage). Dans l'abord: Önce, başlangıçta
(Dansl'abord, il se met au large). Etred'un abord
facile, difficile: Varılması, yanına yaklaşılması
kolay, güç olmak. D'abord que: (Eskimiştir)
-ince ; -ir -mez (Je n'en ai point douté d'abord que
je l'ai vue: Onu görür görmez hiç kuşku
duymadım).
abordable s. Yanaşılabilir, yanaşılır, yanına
vanlabilir (Une côte abordable, un homme
abordable, un prix abordable).
abordage er. 1. Borda bordaya saldırış, saldırma. 2.
İki geminin çarpışması, tokuşması.
aborder gsz. 1. Kıyıya varmak yanaşmak, karaya
çıkmak (Aborder dans une lie, au port). 2. gçl.
Aborder qch: Bir şeye ulaşmak, varmak; bir şeyi
about
tutmak, almak (Aborder un virage. H aborde avec
prudence les carrefours dangereux). 3. Aborder
qn.: Birinin yanına çıkmak, bir iş için gidip birini
görmek (Ilfut abordé par un inconnu). 4. Üzerine
yürümek (Aborder l'ennemi). 5. Rampa etmek,
çarpmak (Aborder un navire). 6. Ele almak,
girişmek, işlemek (Aborder un sujet, une
question). 7. Aborder de qch: (Eskimiştir) Bir
şeye, birine yaklaşmak, katına varmak, erişmek
(Ils ne peuvent aborder du trône de Dieu). §
S'aborder: Yaklaşmak, yanaşmak, birbirine
yanaşmak
(Tout
le monde
s'abordait,
s'interrogeait sans se connaître).
abordeur s. 1. Kıyıya varan. 2. Rampa eden
(Navire abordeur).
aborigène f. 1. Yerli (Plante, animal aborigène). 2.
er.ç. Bir ülkenin, bir yerin ilk yerlileri (Les
aborigènes de l'Amérique du Sud).
abornement er. Sımr koyma, sınırla çevirme
(Abornement d'un terrain).
aborner gçl. Sımr koymak, sınırla çevirmek
(Aborner un champ, un terrain).
abortif, ive s. 1. Çocuk düşürücü (Un remède
abortif). 2. er. Çocuk düşürücü ilâç (Un abortif).
abot er. Bukağı.
abouchement er. 1. Konuşmak üzre yan yana
getirme, buluşturma (Tentatives d'abouchement
qui n'ont pas réussi). 2. Ağız ağıza, uç uca
getirme, birleştirme, ağızlama (Abouchement de
vaisseaux, de conduits).
aboucher gçl. 1. Ağız ağıza getirmek, birleştirmek
(Aboucher deux tuyaux, deux tubes). 2.
Görüştürmek, karşılaştırmak üzere buluşturmak
(Il m'a aussi abouché avec M. d'Espagne). 3.
Aboucher qn avec qn: Birini bir başkasıyla
görüştürmek, buluşturmak, karşı karşıya
getirmek (Je vous aboucherai avec le ministre). §
S'aboucher: 1. Ağız ağıza gelmek, birleşmek
(Deux tuyaux qui s'abouchent). 2. S'aboucher
avec qn: Biriyle görüşmek, buluşmak (Je
voudrais m'aboucher avec vous en secret.
S'aboucher avec de mauvais garçons).
abouler gçl. 1. hlk. Getirmek. 2. argo. Vermek,
sökülmek (Abouler le fric, abouler du pognon,
son pèse: Paralan sökülmek). Abouler sa viande:
argo. Azıcık yerinden kıpırdamak, kıçım biraz
yerinden oynatmak. § Abouler gsz. yada
S'abouler: hlk. Gelmek, çıkagelmek, damlamak,
aboulie diş. İstenç yitimi, istencini yitirme, iradesini
yitirme. İstençsizlik, iradesizlik,
aboulique s. ve ad. İstencini yitirmiş, iradesini
kaybetmiş kişi. İstençsiz, iradesiz,
about er. 1. (Doğrama işlerinde) Geçme parça. 2.
aboutement
Şırıngaya iğneyi takmak için araya konan maden
parçası.
aboutement er. Uç uca getirme, bitiştirme; uç uca
gelme, bitişme; bitişiklik,
abouter gçl. Uç uca getirmek, bitiştirmek,
aboutir gsz. 1. En sonunda bitmek, sona ermek,
sonuçlanmak, olumlu bir sonuç vermek (Les
recherches, l'enquête ont abouti). 2. Sonu -e
varmak, ulaşmak, -e açılmak (Couloir qui aboutit
dans une chambre). 3. Aboutir à qch: Sonu bir
şeye varmak, -e yol açmak, sonu -e varmak (Ces
mesures ne doivent pas aboutir à grand-chose. Del
questions qui n'aboutissent à rien. Tout aboutit au
même abîme universel). 4. Aboutir dans, sur, en
qch: Sonu -e çıkmak, açılmak (Cette ruelle aboutit
dans une rue animée, sur un boulevard, en un
endroit désert). 5. gsz. (Çıban vb. için) Baş
vermek, uç vermek (Un abcès prêt à aboutir).
aboutissant er. Sonunda varılan, elde edilen şey;
sonuç, ürün (Tout ce que nous sommes est
l'aboutissant d'un travail séculaire). § Les tenants
et les aboutissants de qch: Bir şeyin girdisi çıktısı,
en ince ayrıntı ve ilintileri (Il connaît les tenants et
les aboutissants de ce scandale). Savoir, connaître
les tenants et les aboutissants de qch: Bir şeyin
girdisini çıktısını bilmek; bir şeyi en ince
ayrıntılarıyla bilmek,
aboutissement er. 1. Varılan son, sonuç; en
sonunda varılan, ulaşılan şey, varılan nokta
(Aucune action humaine n'a de source unique, elle
est l'aboutissement de causes dissemblables et
multiples). 2. Bitme, sonuçlanma, bir sonuca
varma, başarıyla taçlanma (L'aboutissement de
ses efforts, d'une recherche, d'une enquête).
abovo bel. Lat. Baştan, başlangıçtan beri, tâ
başından beri.
aboyant, e s. Havlayan.
aboyer gsz. 1. Havlamak, ürümek (Le chien aboie).
2. mec. Hafif bir uğultu çıkarmak (Les canons
continuaient à aboyer sourdement). 3. Aboyer
contre qn, après qn: mec. Birinin ardından atıp
tutmak, bağırmak, yaygarayı basmak (Créanciers
qui aboient après un débiteur). 4. Aboyer aprèsqn,
contre qn, à qn: Birinin, bir şeyin ardından
havlamak ; birine, bir şeye havlamak (Le chien de
garde aboie au voleur, après le voleur, contre le
voleur). § Aboyer à la lune: Boşuna yaygara
koparmak; boşuna havlayıp durmak. Chien qui
aboie ne mord pas: Isıracak köpek dişini
göstermez. Les chiens aboient, la caravane passe:
İt ürür, kervan yürür,
aboyeur, euse s. ve ad. 1. Havlayan, havlayıcı
(Chien aboyeur). 2. Kafa şişiren. 3. (Tiyatroda)

22

abri
Çığırtkan.
abracadabrant, e Şaşırtıcı, us almaz, usa sığmaz,
olağanüstü
ama tutarsız.
(Une histoire
abracadabrante).
abraser gçl. Aşındırmak, kazımak, yıpratmak,
abrasif, ive s. 1. Parlatıcı (Poudre abrasive). 2. er.
Bazı şeyleri perdahlayarak parlatmak için
kullanılan kum, süngertaşı, zımpara gibi
maddeler; perdah maddesi, parlatma maddesi
(L'émeri, les poudres à récurer sont des abrasifs).
abrasion
Aşındırma, kazıma; aşınma, kazınma;
yıpratma, yıpranma (Surface d'abrasion des
dents).
abrégé er. Özet; kısaltma, bir yapıtın kısaltılmış
biçimi (L'abrégé d'une œuvre, d'un livre, d'une
conférence). § En abrégé: Özet olarak, kısaca;
kısaltılmış, özetlenmiş biçimde (Ecrire en abrégé.
Mot, paroles, phrase en abrégé).
abrègement er. Kısaltma, özetleme; kısaltılma,
özetlenme (L'abrègement d'un texte).
abréger gçl. 1. Kısaltmak (Abréger sa vie, ses jours).
2. Özetlemek, kısaltmak (Abréger un texte, un
discours, un livre). 3. gsz. Kısa olmak, kestirme
olmak (Chemin qui abrège). 4. gsz. Kısa kesmek,
sözü uzatmamak (Abrégeons!).
abreuvement, abreuvage er. Sulama, suvarma, su
içirme (Abreuvage des bêtes, abreuvement des
chevaux).
abreuver gçl. 1. Sulamak, suvarmak, su içirmek
(Abreuver un troupeau). 2. Abreuver qn de qch:
Birini bir şeye boğmak, birini bir şey içinde
bırakmak (Abreuver quelqu'un de caresses, de
compliments. Il l'a abreuvé d'injures). 3. Etre
abreuvé de qch: Bir şey içinde kalmak, bir şeye
boğulmak; bir şeyden gına getirmek, bıkmak (II
est abreuvé de louanges). § S'abreuver: 1. Su
içmek. Bol bol içmek. 2. S'abreuver de qch: Bir
şey içinde kalmak, bir şeye boğulmak, bir şeyden
bıkmak, gına getirmek
(S'abreuver
de
compliments).
abreuvoir er. Yalak, suvat, hayvanlara su içirilen
yer (Mener les bêtes à l'abreuvoir).
abréviatif, ive s. Kısaltmalı, kısaltmaya yarayan
(Signes abréviatifs).
abréviation diş. 1. Kısaltma; kısalma. 2. Bir
sözcüğün kısaltılmış biçimi (Liste des abréviations
employées dans un ouvrage).
abri er. 1. Barınacak yer, bannak (Chercher un abri
sous un arbre). 2. Baraka, kulübecik, bannak
(Construire un abri pour garer sa voiture). 3. ask.
Siper, sığınak (Certaines stations de métro ont
servi d'abris pendant la guerre. L'alerte invite les
civils à descendre à l'abri). 4. Koruma, yardım,
abribus
kayırma, himaye (Il chercha auprès d'elle un abri
contre l'hostilité générale). § A l'abri: Güvenlikte,
güvenilir yerde. Se mettre à l'abri, être à l'abri:
Güvenlikte olmak. A l'abri de qch: Bir şeyden
korunmuş olmak, bir şeye karşı korunmuş olmak;
-den uzak olmak; -den "masun (Cette maison est à
l'abri du vent: Bu ev yellere karşı korunmuştur, yel
almaz. Nous sommes à l'abri du danger:
Tehlikeden uzağız). Al'abride: mec. -esığınarak,
güvenerek (A l'abri de ce badinage, je dis des
vérités: Bu şakaya sığınarak,
dayanarak,
gerçekleri söylüyorum).
abribus e r Kapalı otobüs durağı,
abricot er. 1. Kayısı (Compote d'abricots). 2. argo.
Şeftali, ferç, kadının edep yeri. 3. s. Kayısı rengi
(Teint abricot, tissu abricot). § Avoir l'abricot en
folie: Kaşınmak, şeftalisi tutuşmak, cinsel istekle
kıvranmak.

23

absence
abrupt, e s. 1. Sarp, dik, yalçın (Pente abrupte,
rocher abrupt, un chemin abrupt au flanc de la
montagne). 2. er. Dik, dik yamaç. 3. mec. İdare
etmesini hiç bilmeyen kişi, esnekliği olmayan,
dobra dobra hareket eden kişi; doğrucu Davut;
kazık gibi adam.
abruptement bel. I. Doğrudan doğruya, kem küm
etmeden, tepeden inme, beklenmedik bir
biçimde (La question lui fut posée abruptement).
2. Dikine, diklemesine (Les quartiers de roc qui
dévalaient abruptement jusqu'au fond des
douves).
abruti, e i ve ad. 1. Sersemleşmiş, alıklaşmış,
aptallaşmış; sersemce, aptalca, alıkça (Un air
abruti). 2. ad. Aptal, alık, sersem. § Espèce
d'abruti!: argo.Sersem, sersem herif, şaban! Etre
abruti de qch: Bir şeyden kafası sersem gibi
olmak, kazan gibi olmak (Etre abruti de soleil, de
bruit, de vin, de travail).
abrutir gçl. 1. Alıklaştırmak, sersemleştirmek,
sersemletmek, şaşkına çevirmek, bir şey anlamaz
duruma getirmek, kafasını kazana çevirmek
(L'alcool l'abrutissait et lui faisait perdre toute
volonté. Une propagande qui abrutit les masses).
2. Alçaltmak, küçültmek, düşürmek, yıkıma
götürmek (La débauche avait abruti son esprit). 3.
Abrutir qn de qch: Birini -ile bunaltmak (Abrutir
un enfant de travail. Il l'a abruti d'un flot de
paroles).
§ S'abrutir:
1.
Alıklaşmak,
sersemlemek. 2. S'abrutir de qch: -den
bunalmak, bir şey yüzünden hiçbir şey anlamaz
duruma gelmek (S'abrutir de travail, de
vacarmes).

abricoté, e s. 1. Kayısıyı andıran. 2. Kayısılı


(Gâteau abricoté).
abricotier er. Kayısı ağacı.
abrité, e s. Yel tutmaz, korunuk (Une terrasse
abritée).
abriter gçl. 1. Barındırmak, sipere almak (Abriter
quelqu'un sous son parapluie). 2. Bir şeyi
korumak, bir şeye siper olmak. 3. Barındırmak;
içine almak, kapsamak (Cette maison abrite
plusieur familles. Cet hôtel peut abriter deux cents
personnes). 4. Abriterqn, qch deqch,contre qch:
Birini, bir şeyi bir şeyden korumak, bir şeye karşı
korumak (La colline abrite les maisons des vents
du nord. Le tricot de laine l'abritait bien contre le
froid). § S'abriter: 1. Sığınmak (Je me suis abrité
sous le porche pendant l'averse). 2. S'abriter de
qch, contre qch: Bir şeye karşı, bir şeyden kendini
korumak (Elle avait une main sur les yeux pour
s'abriter du soleil). 3. S'abriter derrière qch: mec.
Bir şeyin arkasına gizlenmek, bir şeyi kendine
örtü yapmak, siper yapmak; bir şeyin gölgesine
sığınmak (S'abriter derrière la loi: Yasaların
gölgesine sığınmak, yasaları kendine örtü
yapmak, yasaların koruyuculuğuna sığınmak).
abri vent er. Yel sığınağı, yel siperi, ekinleri yellere

abrutissant, e s. 1. Sersemletici, sersemleştirici,


alıklaştırıcı, bunaltıcı (Un vacarme abrutissant,
un travail abrutissant, la vie abrutissante de Paris).
2. Küçük düşürücü, aşağılık (Les plaisirs
abrutissants de la table).
abrutissement er. Sersemletme, sersemleştirme;
sersemleme,sersemleşme alıklaştırma,alıklaşma
(L'abrutissement d'un peuplesoumis àla dictature).
abscisse diş. mat. Apsis, *yatay konaç.
abscons, e s. Gizli anlamlı, anlamı saklı;

karşı koruyan hasır vb. gibi şeyler,


abrogatif, ive s. Yürürlükten kaldıran, geçersiz
kılan (Loiabrogative).
abrogation diş. Ortadan kaldırma, yürürlükten,
geçerlikten kaldırma (Abrogation d'une loi, d'un
décret, d'un règlement).
abroger gçl. Geçerlikten, yürürlükten kaldırmak
(Abroger une ordonnance,une loi, un règlement.
On abrogea les dispositions contraires à la loi
nouvelle).

anlaşılması güç (Ecrivain abscons).


absence diş. 1. Bulunmayış, olmayış, yokluk, bir
yerde olmayış, ortada görünmeyiş (J'ai bien
regretté votre absence dans ta réunion) . 2. Yokluk,
eksiklik (Absence de goût, l'absence de rideau aux
fenêtres). 3. Ayrılık, uzaklaşma (Son absence de
Paris se prolongera jusqu 'à la semaine prochaine.
L'absence diminue les médiocres passions et
augmente les grandes). 4. Yoksunluk ; -in olmayışı
(L'absence de père est néfaste à un enfant). 5.
absent
Dalgınlık, dalıp dalıp gitme, kendini unutma. 6.
Derse, okula gidilmeyen günler; devamsızlık
(Les absences de cet élève sont très nombreuses).
§ En l'absence de qn: Biri olmadığında, biri orada
yokken (Vous êtes plus expansifen l'absence de
vos parents. En l'absence du directeur, voyez son
adjoint). Avoir des absences: Zaman zaman dalıp
gitmek, kendini unutmak; unutkan olmak,
absent, e s. 1. Bir yerde bulunmayan; (Orada)
olmayan, ortada görünmeyen; yok (Le directeur
est absent aujourd'hui, revenez demain). 2.
Dalgın, kendinde olmayan (Vous avez un air •
absent). 3. Absent de qn, de qch: Birinden, bir
şeyden uzakta, ayrı (Absent de vous, je vous vois
quand même. Il est absent de chez lui depuis
longtemps). 4. ad. Bir yerde bulunmayan kimse,
görünürde olmayan kişi (Dire du mal des absents.
Fixer le nombre des absents. Défendre les absents).
S. Etre absent de qch, dans un»endroit, quelque
part: Bir şeyde, bir yerde bulunmamak; -de
olmamak (Il est absent de Paris. J'ai été absent de la
réunion. La précision est absente de ce texte: Bu
metinde açıklık yok).
absentéisme er. Devamsizhk(Absentéisme scolaire).
absentéiste s. ve ad. Devamsız,
absenter s' gsz. 1. Yerinden ayrılmak yerinde
bulunmamak, bir yerden ayrılmak, uzaklaşmak
(Demander la permission de s'absenter. Il s'est
absenté quelques minutes). 2. S'absenter de qch:
Bir şeyden, bir yerden ayrılmak, uzaklaşmak,
orayagelmemek (S'absenter desondomicile, d'un
poste).
abside diş. Kiliselerde sunağın arkasına düşen
çokgen yada yarım daire biçimindeki bölüm,
apsid.
absinthe diş. I. Pelin. 2. Apsent (içki). 3. mec. Acı,
üzüntü.
absolu, e s. 1. Saltık, salt, mutlak (Un pouvoir
absolu, une autorité absolue). 2. Hiç bir koşula ve
kayda bağlı olmayan, tam, yüzde yüz (Une
confiance absolue dans le bon sens). 3. Hiçbir
ödün vermeyen, en ufak bir eleştiriye gelmeyen,
kesin, değişmez (A votre âge on a des jugements
absolus).
4.
Eksiksiz,
üstüne
toz
kondurulamayan (L'amour absolu n'existe pas
plus que le parfait gouvernement). S. er. fels. Sait,
mutlak (Chercher l'absolu. L'absolu, s'il existe,
n'est pas du ressort de nos connaissances. Etre à la
recherche de l'absolu). § Dans l'absolu: Koşullar,
olanaklar hesaba katılmadan, koşullar göz
önünde bulundurulmadan, düşünülmeden (On
ne peut juger de cela dans l'absolu).
absoluité diş. Saltıkhk, saltlık, mutlaklik.
24

absorption

absolument ad. 1. Saltık olarak, kesin olarak; ille


de (Il refuse absolument votre offre. Il veut
absolument vous voir). 2. Tamamıyla, tamamen,
büsbütün (C'est absolument faux Ceci s'oppose
absolument à ce que vous avez dit précédemment).
3. bel. Nesnesiz (Verbe employé absolument).
absolution diş. 1. Sorumsuz, suçsuz görülme;
suçsuzluk; aklanma (Prononcer l'absolution de
l'accusé).
2.
(Hıristiyanlık'ta).
Suçunu,
günahlannı bağışlama; aklama. § Donner
l'absolution à qn: Birinin günahlannı bağışlamak,
silmek (Donner l'absolution à un pécheur).
absolutisme er. (Devlet yönetiminde) Saltçılık,
mutlakiyet.
absolutiste s. 1. Saltçıhğa değgin. 2. ad. Saltçılıktan
yana olan kişi, saltçılık yanlısı, mutlakiyetçi.
absolutoire s. Bağışlayan, sorumsuz tutan, suçsuz
gören, aklayan (Sentence absolutoire).
absorbable s. Emilebilir, soğrulabilir, çekilebilir,
absorbant, e s. 1. Emici, soğurucu (Tissu
absorbant, papier absorbant). 2. Bir kişinin tüm
zamanını alan, soluk aldırmayan (Un travail
absorbant). 3. er. Emici, soğurucu (Le buvard est
un absorbant).
absorbé, e s. Kafası hep meşgul, bunalmış, işi
başından aşkın (Un air absorbé). § Etre absorbé:
İşi başından aşkın olmak, iş içinde bunalmak,
absorber gçl. 1. İçmek, emmek, içine çekmek,
soğurmak (L'éponge absorbe l'eau. Le buvard
absorbe l'encre). 2. Yemek, içmek, ağzına bir şey
koymak (Iln'arienabsorbédepuishier.
Ilabsorbe
presque deux litres de vin par jour). 3. Silip
süpürmek,
alıp götürmek
(L'achat
de
l'appartement a absorbé toutes mes économies; les
procès ont absorbé son patrimoine). 4. Kendi
içine alıp eritmek (L'église a deux manières de
réagir en présence de l'hérésie: repousser,
absorber). S. Tüm zamanını almak (Ce travail
m'absorbe). § S'absorber: 1. Emilmek, içilmek,
soğurulmak. 2. Erimek, yitip gitmek (Ce tapage
s'absorbait dans le bruissement de la vapeur). 3.
S'absorber dans qch: Birşeye dalmak, kendini bir
şeye kaptırmak (S'absorber dans son travail, dans
ses affaires, dans la lecture de son journal).
absorbeur er. (Petrolcülükte) Gaz emici; emici
aygıt; emme aygıtı, soğurma aygıtı,
absorption diş. 1. Emme, soğurma, içine çekme
(L'absorption de l'eau par le sable. Absorption
d'une crème par la peau). 2. İçme, içine çekme;
yutma (Suicide par absorption d'un poison.
A bsorption de gaz toxiques). 3. İçine alıp yitirme,
içinde eritme (Absorption de l'individu dans le
groupe). 4. Kendi iç evrenine dalmıştık, içe
absoudre
kapanma (L'absorption fixe du fou).
absoudre gçl. I. (Tövbe edenin) Suçunu, günahını
bağışlamak; aklamak (Absoudre un pénitent). 2.
Suçsuz görmek, birinin suçsuz olduğunu
açıklamak, sorumsuz tutmak (Absoudre un
accusé). 3. Bağışlamak, suçunu bağışlamak,
"affetmek (Pendant que la bouche accuse, le cœur
absout ). 4. Absoudre qn de f. qch: Birinin bir şey
yapmasını bağışlamak,
absoute diş. 1. (Kiliselerde) Yarlıgama duası;
ölünün tabutu başında okunan dua. 2. Kutsal
perşembe günü yapılan genel bağışlanma töreni,
abstème s. vead. Şarap tövbelisi; hiç şarap içmeyen
kişi (Nous serions tous abstèmes).
abstenir (s')gsz. 1. Hiç bir şey yapmamak ; çekimser
kalmak (Il est vain d'agir ou de s'abstenir.
S'abstenir aux élections). 2. S'abstenir de qch: Bir
şeyi bilerek atlamak. Bir şeyden çekinmek,
sakınmak, el çekmek, vazgeçmek, bir şeyi
bırakmak (La plupart des journaux s'abstiennent
de tout commentaire. S'abstenir de vin). 3.
S'abstenir de f. qch: Bir şey yapmaktan
vazgeçmek; bir şeyi yapmamak (Ils se sont
abstenus de participer à la course. Il s'abstient de
manger et de boire depuis trois jours). 4. S'abstenir
de qch: Kendini bir şeyden yoksun bırakmak, onu
hiç kullanmamak (Abstenez-vous de café et de
tabac jusqu'à nouvel ordre).
abstention diş. 1. Çekimserlik, çekimser kalma
(Abstention est parfois une attitude politique). 2.
Çekimserler, çekimser oy kullananlar (Le
nombre des abstentions, dans ce scrutin, atteint
près du quart des électeurs). 3. Yansızlık, yan
tutmama, yansız kalma, karışmama, müdahele
etmeme (L'abstention de l'Etat en tout ce qui n 'est
pas intérêt social immédiat).
abstentionnisme er. Çekimserlik, oy vermeme,
oyunu kullanmama (Lutte de l'Etat contre
l'abstentionnisme).
abstentionniste s. ve ad. Çekimser, oyunu
kullanmayan,seçimde oy vermeyen
(Les
abstentionnistes sont plus nombreux aux élections
partielles qu'aux élections générales).
abstergent,e s. 1. Temizleyici, mikroplardan arıtıcı
(Médicaments abstergents). 2. er. Temizleyici ilaç
(Les abstergents).
absterger gçl. Temizlemek, mikroplardan arıtmak
(Absterger une plaie).
abstersion diş. Temizleme, mikroplardan antma
(Abstersion d'une blessure, d'une plaie).
abstinence diş. 1. Perhiz, °imsak, dinsel bir amaçla
bir şeyi yememe (Pourpréserver sa santé il se pliait
à une dure abstinence. Le vendredi est pour les

25

absurde
catholiques un jour d'abstinence). 2. Kendini bir
şeyden yoksun bırakma, bir şeyi yemekten,
yapmaktan vazgeçme (Abstinence des plaisirs.
Abstinence de certains aliments). § Faire
abstinence de qch : Bir şeye perhiz yapmak; bir
şeyi yememek (Il fait abstinence de viande).
abstinent, e s. vead. Perhize uyan; kilisenin istediği
imsaki yapan.
abstraction diş. fels. 1. Soyutlama (L'homme est
capable d'abstraction et de généralisation). 2.
Gerçekte karşılığı olmayan soyut düşünce ve
kavram (La vie est pour lui une abstraction, il
raisonne sans tenir compte de la situation. Ce
personnage de comédie est une pure abstraction).
3. ç. Kurulan düşler, "hayaller; zihin takıntısı,
dalgınlık (Il s'évade en des abstractions fausses).§
Abstraction faite de: ... Bir yana bırakılırsa;
-hariç; -in dışında (Abstraction faite de deux
semaines où je ne serai pas à Paris, j'aurai tout le
temps de faire ce que vous me demandez). Faire
abstraction de qch: Bir şeyi hesaba katmamak,
göz önünde bulundurmamak (Le principe
essentiel de la science c'est de faire abstraction du
surnaturel). Par abstraction: bel. Dalgınlıkla.
abstraire gsz. 1. Soyutlama yapmak, soyutlamaya
gitmek (Il faut abstraire pour généraliser). 2. gçl.
Soyutlaştırmak (Abstraire une idée, un art). 3.
Abstraire qch de qch: Bir şeyden bir şeyi
yahtlamak, almak, çıkarıp almak (Il avait abstrait
de la vie ce qui lui paraissait essentiel). §
S'abstraire: 1. Kendini yahtlamak, dış çevre ve
etkilerden kurtarmak, sıyırmak, soyutlamak (II
arrive à s'abstraire complètement au milieu de cette
agitation). 2. S'abstraire de qch: Bir şeyin dışına
çıkmak, kendini birşeyin etkisinden kurtarmak;
-den soyutlamak (Pour comprendre un fait
historique il faut s'abstraire de l'époque où l'on
vit).
abstrait, e s. 1. Soyut (Idée abstraite, peinture
abstraite, art abstrait). 2. Güç anlaşılır (Auteur
abstrait). 3. Dalgın (Un air abstrait). 4. er.
Soyutluk, soyut planda düşünülen şey (Ne restez
pas dans l'abstrait, donnez des exemples). 5. ad.
Soyut sanatçı, soyut ressam (Les abstraits et les
surréalistes).
abstrus, e s. Güç anlaşılır, kavranması güç,
çapraşık (Idées abstruses, un philosophe abstrus).
absurde s. 1. Saçma, zırva, anlamsız (La vie est
souvent absurde. Agir d'une façon absurde). 2.
Akıl almaz, usa sığmaz, ipe sapa gelmez (Un
raisonnement absurde). 3. Konuşmasında,
düşüncelerinde bir tutarlık olmayan; saçma sapan
konuşan (Vieillard absurde, unefemme absurde).
absurdement
4. fels. Saçma, usdışı. 5. er. fels. Saçma;
anlamsızlık (Raisonnementpar l'absurde). 6. er.
Saçmalık, anlamsızlık, gülünçlük (Sesparadoxes
vont jusqu'à l'absurde).% Théâtre absurde: Usdışı
tiyatro.
absurdement bel. Saçmaca, saçmalıkla, akılsızcaf//
s'est absurdement conduit).
absurdité diş. 1. Saçmalık, akıl almazlik, usdışılık
(L'absurdité de ses propos, d'une conduite). 2.
Gülünçlük, usa sığmazlık (L'absurdité de la
mode). 3. Anlamsızlık (Absurdité de l'existence).
4. Saçma sapan şeyler (Dire des absurdités: Saçma
sapan şeyler söylemek; abuk sabuk konuşmak).
abus er. 1. Kötüye kullanma (Abus de confiance,
abus de pouvoir, abus d'autorité). 2. Aşırı
kullanma, çok kullanma (Abus d'alcools). 3. ç.
Yolsuzluklar, çalıp çırpma, "suiistimal (S'élever
contre des abus. Les abus d'un régime). §
Commettre un abus de confiance: Güveni kötüye
kullanmak. Faire abus de qch: Bir şeyi aşırı
kullanmak, çok kullanmak,
abuser gçl. 1. Kandırmak, aldatmak, yanıltmak (II
cherche à abuser ses petits camarades. La
ressemblance vous abuse). 2. Abuser de qch: Bir
şeyi kötüye kullanmak (Abuser de ses forces, de
son autorité, de son pouvoir). 3. Abuser de qn : a)
-in ırzına geçmek, -i iğfal etmek (Abuser d'une
femme. Un sadique condamné pour avoir abusé
d'une fillette), b) Birinin iyi niyetini kötüye
kullanmak; birinin temizliğinden, saflığından
yararlanmak (Il estparesseux et abuse de tous ceux
qui l'entourent en leur faisant faire son travail). §
S'abuser: Yanılmak, aldanmak (C'est, si je ne
m'abuse, la première fois. Il s'abuse étrangement
quand il pense être estimé).
abusif, ive s. 1. Aşın, gereğinden çok (L'usage
abusif d'un médicament, d'une boisson). 2. Kötü,
yanlış (Emploi abusif d'une expression, d'un
mot). 3. Yasasız, yasalara aykırı, usulsüz, yola
yönteme uymayan (Privilège abusif). 4. s. ve ad.
Kötüye kullanan; gücünü kötüye kullanan;
"suiistimal yapan,
abusivement bel. Yanlış olarak, yanlış (Mot
employé abusivement).
abysse er. coğr. Abis. Yer yada deniz altındaki
derin çukur, uçurum, doğal oyuk (Un abysse de
5000 m).
abyssinie diş. Habeşistan.
abyssinien, ne; abyssin,e i. ve ad. 1. Habeşistanlı,
Habeş. 2. Habeşlere değgin ; Habeşistan' a değgin.
acabit er. tkz. Yaradılış, huy, tip, nitelik (Nous ne
voulons pas avoir affaire à des gens du même
acabit. Il y a trop de garçons de son acabit. Un

26

accablant
poulet de cet acabit).
acacia er. Akasya.
académicien, ne ad. I. Akademi üyesi (Nu comme
le discours d'un académicien. Colette était
académicienne
à l'Académie
Royale de
Belgique). 2. Eski Yunan'da, Eflatun'un
öğrencilerine verilen ad.
académie diş. 1. Akademi (Académie de Médecine,
des Sciences). 2. Bir ustanın kendi yöntemine göre
müzik, resim, dans gibi dersleri öğrettiği yüksek
okul, akademi (Académie d'équitation, de billard,
de danse, de peinture). 3. Çıplak bir modele göre
çalışılan resim (Les meilleurs
morceaux
d'académie que Rubens a peints). 4. tkz. Çıplak
vücut görünüşü, çıplak vücut (Elle a une belle, une
superbe académie).
académique s. 1. Akademiye değgin;akademililere
yaraşan;
akademililere
özgü
(Discours
académique). 2. Geleneksel kurallar dışına
çıkamayan, kurallara çok bağlı ama soğuk, tatsız
tuzsuz (Une peinture académique, une langue
académique). § Une pose académique: Kurum,
çalım, kasılma. Un
style
académique:
Tumturaklı, süslü püslü bir biçem.
académiquement bel. Soğuk, kurumlu, çalımlı bir
biçimde.
académisme er. Geleneksel kurallara sıkı sıkıya
bağlılık, katılık; akademililik (On a parfois accusé
Ingres d'académisme, sans comprendre son
originalité profonde).
acagnarder (s') gsz. Avare avare oturmak; bir
köşeye çekilip oturmak (Il finit par s'acagnarder
sur une chaise).
acajou er. 1. Maun ağacı. 2. s. Maun renginde (Des
meubles acajou).
acalèphes er. ç. hayb. Denizısırganları,
acanthacées diş. ç. bitb. Kengergiller, kenger
familyası.
acanthe diş. 1. Kenger; ayıyoncası. 2. (Mimarlıkta)
Kenger yaprağı biçiminde oyma.
acariâtre s. Hırçın, geçimsiz (Unefemme acariâtre.
Un caractère acariâtre).
acariâtreté diş. Hırçınlık, geçimsizlik,
acariens, acarides er. ç. hayb. Uyuzböcekleri.
acarpe s. Meyvesiz, meyve vermeyen (Plante
acarpe).
acaruscr. Peynirkurdu, seyrik.
acatène, acathène .v. Zincirsiz (Une bicyclette
acathène).
acaule s. Sapsız (Plante acaule).
accablant, e s. 1. Bunaltıcı (Une chaleur
accablante). 2. Ezici, ağır (Un travail accablant).
3. Bitiren, dayanç bırakmayan (Une peine, une
accablement
douleur accablante). 4. Suçlayıcı (Un témoignage
accablant). 5. Can sıkıcı, bıktırıcı, rahatsız edici
(Un enfant accablant).
accablement er. 1. Bitkinlik, bitmişlik, çökmüşlük,
güçsüzlük (Son accablement devant la mort de sa
femme faisait peine à voir). 2. Bunalma, iş altında
ezilme (Etre dans l'accablement du désespoir). 3.
Ezici, bunaltıcı bir şey; *ezinç (Un accablement
indicible pesait dans l'air).
accabler gçl. 1. Belini bükmek, dayancım kırmak
(Ce deuil cruel l'accable). 2. Bunaltmak (La
chaleur accablait tous les touristes peu habitués à ce
climat). 3. Bitkin hale getirmek, ezmek, göz
açtırmamak (Il a accablé son adversaire. Tuseras
accablé sous une telle charge). 4. Accabler qn de
qch: a) Birini bir şeyle bunaltmak, çok rahatsız
etmek (L'enfant accablait son père de questions).
b) Birini bir şey altında ezmek (Accabler un
peuple d'impôts, accabler quelqu'un de travail), c)
Birini bir şeye boğmak, garketmek (Accabler
quelqu'un d'injures, de reproches. Accabler
quelqu'un de bienfaits, de cadeaux). 5. Etre
accablé de qch: a) Bir şeyden bitmek, bitkin hale
gelmek (Je suis accablé de fatigue), b) Bir şeyden
göz açamamak, başını alamamak (Il est accablé de
visites), c) Bir şeyden bunalmak, bir şey altında
ezilmek (Il est accablé de dettes. Je suis accablé de
travail).
accalmie diş. 1. (Deniz yada yel için) Kısa bir süre
için durma, yatışma, limanlama, dinme
(Attendons l'accalmie de la pluie, sous ce chêne;
L'accalmie de l'orage, delatempête). l.mec. Kısa
bir süre için dinme, durma, yatışma, dinlenme (II
y a une accalmie dans sa fièvre; je n'ai pas un
instant d'accalmie dans ma journée).
accaparement er. 1. (Ticarette) İstifçilik (Pendant
la Révolution on condamna les commerçants pour
accaparement). 2. Göz açtırmama, tüm vaktini
alma (L'accaparement d'un médecin par sa
clientèle).
accaparer gçl. 1. İstifçilik etmek; toplamak, istif
etmek (Accaparer sur le marché tous les stocks
d'étain pour maintenir les prix. Les trusts ont
accaparé la production). 2. Kendine ayırmak,
yalnız kendi elinde bulundurmak, kendi tekeline
almak, "gaspetmek (Accaparer le pouvoir, les
honneurs; A table, il accapare la conversation). 3.
Accaparer qn: Birinin yakasını bırakmamak,
bütün zamanım almak (Ce travail m'accapare
depuis des semaines; La cliente accaparait le
vendeur depuis une demie heure. Toute la journée,
il était accaparé par des visites).
accapareur, euse s. veod.İstifçi; tekelci ;°gaspeden,

27

accentuation
"gasıp.
accastillage er. Geminin su üstünde kalan bölümü,
accéder gçl. Accéder à: 1. -e girmek (Le perron par
où on accédait au corps principal de l'école). 2. -e
varmak, erişmek, kavuşmak (Connaître, c'est
accéder à la vision). 3. -i kabul etmek, yerine
getirmek ; -e razı olmak (ila accédé âmes prières, à
mes désirs). 4. (Eski) Biriyle -de anlaşmak,
uzlaşmaya varmak (Accéder à un traité).
accélérateur, trice s. 1. Hızlandırıcı, hız artırıcı
(Force accélératrice). 2. er. Gaz pedalı (Appuyer
sur l'accélérateur). 3. Hızlandırıcı, devinim
hızlandırma aygıtı,
accélération diş. 1. Hızlandırma, hızını artırma
(L'accélération d'un mouvement, d'un véhicule).
2. Hızlanma, hızı artma (L'accélération du
pouls, de la respiration).
accéléré er. (Sinemacılıkta) Hızlandırılmış devinim
(Le film passe en accéléré).
accélérer gçl. 1. Hızlandırmak, hızını artırmak
(Accélérer le mouvement, le train, le moteur). 2.
mec. Çabuklaştırmak, hızlandırmak (Accélérer
les travaux). 3. gsz. Gaza basmak, gaz pedalına
basmak (Accélérez, changez de vitesse). §
S'accélérer: Hız';nmak; çabuklaşmak (Les
battements du cœur s'accéléraient).
accent er. 1. Vurgu, hece vurgusu (L'accent es t sur la
dernière syllabe). 2. Ses tonu (L'accent de la
colère: Seste öfke tonu). 3. Söyleyiş, ağız (Accent
anglais, accent turc). 4. Sesli harflerin üzerine
konan ve bunların söylenişini gösteren im, vurgu
imi (Accent aigu, accent grave, accent
circonflexe). 5. Yabancı yada taşralı söyleyişi;
söyleyiş bozukluğu, şive bozukluğu (Avoir un
accent). 6. Söyleyiş biçimi, söyleyiş yolu; anlam,
anlatım yolu (L'accent est l'âme du discours. Un
accent amer, un accent douloureux, un accent
plaintif). 7. ç. Sesler (Ces accents pleins d'amour,
de charme et de terreur. Les accents guerriers du
clairon). § Donner de l'accent: Daha bir
yoğunluk, koyuluk vermek (Donner de l'accent à
une couleur). Mettre l'accent sur qch: Bir şey
üzerinde durmak, ısrar etmek, bir şeye daha çok
önem vermek, bir şeyi vurgulamak (Je mettrai
l'accent sur les problèmes sociaux).
accentuable s. Belirtilebilir, vurgulanabilir,
accentuation diş. 1. Vurgulama (Les règles de
l'accentuation d'une langue). 2. Yazıda vurgu
imlerinin konması yada konuşmada hece
vurgularının
belirtilmesi
(Les
fautes
d'accentuation). 3. Belirginlik, daha çok belirli
olma (Un visage qui semble mou, malgré
l'accentuation de certains traits). 4. Yoğunlaşma,
accentué

28

accessoire

interdit. ) 2. Yol, giriş yolu (La police surveille tous


şiddetlenme (L'accentuation de la hausse des prix
les accès de la maison). 3. Birinin yanına çıkma
entraine des revendications de la part des salariés).
serbestliği. 4. Nöbet (Accès de fièvre, accès de
accentué,e s. Çok belirgin; vurgulanmış,
toux). 5. Kriz (Un accès de colère, de fureur, de
accentuer gçl. 1. Vurgu imlerini koymak (Accentuer
folie). § Par accès: Kısa sürelerle, zaman zaman,
un texte). 2. Konuşurken hecelerin vurgularını
düzensiz bir biçimde, ara ara (Etre joyeux par
belirtmek, vurgulamak (Accentuer la voyelle
accès. Ses névralgies reviennent par accès. Il avait,
finale en français). 3. Daha bir belirtmek,
par accès, des velléités de résistance). Avoir accès
vurgulamak (Son geste accentuait la puissance de
auprès de qn, près de qn : Birinin huzuruna
sa voix). 4. Yoğunlaştırmak, arttırmak,
çıkmak, yanına varmak (Avez-vous accès auprès
çoğaltmak (La barbe accentue la tristesse de sa
du ministre?). Etre d'un accès facile, difficile:
physionomie. Accentuer ses efforts, ses activités).
acceptabilité
diş.
Kabul
edilebilirlik, • Yaklaşılması, yanına varılması kolay olmak, güç
olmak (L'île est d'un accès difficile). Avoir accès à
benimsenebilirlik.
qch: Bir şeye, bir yere girmek, varmak. Donner
acceptables. Kabul edilebilir, kabule değer (Une
accès à qch: Bir şeyin yolunu açmak; -mek
proposition acceptable).
olanağını vermek; sonu -e varmak, bir yere, bir
acceptant, e s. ve ad. Kabul eden, kabullenen, razı
şeye açılmak ( Cet examen donne accès à la carrière
olan.
d'ingénieur: Bu sınav mühendislik yolunu açıyor,
acceptation diş. 1. Bir şeyi kabul etme, kabul
bu sınav mühendislikyapma olanağını veriyor. La
(L'acceptation d'un don, d'un cadeau. La guerre
porte
du jardin donne accès au grand boulevard:
c'est l'acceptation pure et simple de la mort). 2.
Bahçe kapısı ana caddeye açılıyor, çıkıyor).
Razı olma, boyun eğme (Acceptation du divorce).
accessibilité diş. 1. Varılabilirlik, varış kolaylığı,
accepter gçl. 1. Kabul etmek (Accepter un don, un
erişme olanağı, erişebilirlik (Accessibilité à un
cadeau, une proposition). 2. Accepter qn: Birini
lieu, à un poste, à une fonction). 2. Kabul
y amna, huzuruna almak, kabul etmek. 3. Bir şeye
edilebilirlik, kabul edilme, yanına varma olanağı.
tahammül göstermek, dayanmak; bir şeyi
accessible
s. 1. İçine girilebilir (Cette région est
hoşgörü ile karşılamak (Il n'accepte aucune
difficilement accessible). 2. Varılır, yanaşılır,
critique). 4. İnanmak (Il accepte aveuglement les
erişilir, açık (Parc accessible à tous les visiteurs). 3.
prédictions des somnambules et du marc de café).
Elde edilebilir, öğrenilebilir, ele geçirilebilir
5. Bir şeye razı olmak, boyun eğmek (Accepter
(Science accessible à tout le monde). 4. Accessible
son sort, la mort, un malheur). 6. Accepter qch de
à qch: a) Bir şeye açık, bir şeye karşı duyarlı (On
qn: Birinden bir şey kabul etmek, almak
est accessible aux flatteries), b) -den anlayan, -e
(Accepter un cadeau de son ami). 7. Accepter de f.
yabancı olmayan, -den yoksun olmayan (Tu es
qch: -meyi kabul etmek (Tu as accepté de
accessible à la raison. Il est accessible à l'art).
collaborer avec nous. Il a accepté de m'aider). 8.
accession diş. 1. Çıkma, geçme (Accession au trône,
Accepter qn pour... : Birini... olarak kabul etmek
au pouvoir). 2. Kavuşma, elde etme (Accession
(Accepter quelqu'un pour époux).
d'un État à l'indépendance). 3. Katılma
accepteur er. 1. (Bir poliçeyi) Kabul eden. 2. i. ve
(L'accession d'un Etat à un traité).
ad. Kendi içine alan, alabilen, kendine çeken
accessit er. (Okullarda) İkinci dereceden ödül (Il
(Corps accepteur d'oxygène, d'hydrogène).
acception diş. 1. Yeğleme, yeğ tutma, tercih. 2.
gagna un accessit d'histoire naturelle).
Ayrılık gözetme, ayrı seçi, ayrılık yaratma, ayrı
accessoire s. 1. Katılmış, katkın (Retrancher d'un
gayrı deme. 3. Anlam (Prenez ce mot dans son
développement les idées accessoires.) 2. İkinci
acception la plus large). § Dans toute l'acception
derecede olan, ikinci planda gelen (Ces
du mot, du terme: Sözcüğün tam anlamıyla. Sans
remarques ne présentent qu'un intérêt accessoire.
acception de: -ayrımı yapılmaksızın; ...ayrılığı
Au prix de la chambre s'ajoutent quelques frais
gözetilmeksizin (Sans acception de fortune:
accessoires). 3.er. Daha az önemli olan şey; ikinci
Zenginlik ayrımı gözetilmeksizin, bu zengin bu
planda gelen şey; ayrıntı (Laissons de côté
yoksul demeden; zengin yoksul ayırmaksızın).
l'accessoire pour en venir au principal). 4. er. ç.
Faire acception de: Arasında ayrım yapmak (Ne
Takımlar, yedek parçalar (Les accessoires d'une
faire acception de personne: Hiç kimseyi ayrı
automobile sont la manivelle, le cric etc. Acheter
tutmamak;
hiç
kimse
arasında
ayrılık
un poêle à mazout avec ses accessoires). S.
gözetmemek).
(Tiyatroda) Sahne donatımı, sahne takımları
accès er. 1. Girme, giriş (L'accès de ce parc est
aksesuar (Accessoires de théâtre).
accessoirement

29

accessoirement bel. 1. Katma olarak; ikinci


derecede; sonra da (Ce livre s'adresse
principalement aux étudiants, accessoirement au
grand public). 2. Belki, olur ki, ola ki
(Accessoirement, nous ferons appel à sa
collaboration pour cet ouvrage). 3. Bu arada,
olanaktan yararlanarak,
accessoiriste ad. Donatımcı; tiyatro ve sinemada
sahne donatımcısı; aksesuarcı,
accidenter. 1. Kaza ( Un accident d' avton, detravail,
de voiture. Le nombre des accidents de circulation
est en constante augmentation). 2. Aksama,
aksaklık, çaparız (On ne compte plus les accidents
de sa carrière politique. L'opération chirurgicale a
entraîné plusieurs accidents secondaires). 3.
Rastlantı (La poésie n'était pas mon métier, c'était
un accident heureux)A. fels. tlinek. S. miiz.
Diyez, bemol ve bekarın ortak adı, değişiklik imi.
6. coğr. Yer şekilleri, engebe (Accidents de
terrain). % Par accident: Rastlantı olarak, kazara,
rastlama yoluyla, tesadüfen (Si par accident vous
le rencontrez, vous lui ferez toutes mes amitiés).
Avoir, subir un accident: Başına bir kaza gelmek,
accidenté,e s. 1. Engebeli (Région accidentée). 2.
Hareketli, türlü olaylarla dolu, serüvenlerle dolu
geçmiş, inişli çıkışlı (Une vie accidentée). 3.
Değişken. 4. Kazaya uğramış, kaza geçirmiş (Une
voiture accidentée). S. ad. Kaza geçirmiş kişi,
"kazazede (Verser une rente à des accidentés du
travail).
accidentelle s. 1. Kaza ile, kaza sonucu olan (Mort
accidentelle). 2. Rastlantısal, rastlantıya bağlı
(Une découverte accidentelle: Rastlantısal bir
bulgu). 3. fels. İlineklere değgin,
accidentellement bel. 1. Kaza ile, kaza sonucu,
kazara (Il est mort accidentellement l'année
dernière). 2. Bir rastlantı sonucu, rastlantı olarak,
tesadüfen (En parcourant votre manuscrit, je
suis tombé accidentellement sur un détail que je
n'ai pas compris).
accidenter gçl. 1. Engebeli kılmak (Accidenter un
terrain, une région). 2. Değişkenlik
vermek,
renklilik
vermek,
çeşitlilik
vermek,
tekdüzelikten kurtarmak (Accidenter son style).
3. Accidenter qn, qch: Birini, bir şeyi kazaya
uğratmak, hasara uğratmak, zedelemek (En
frôlant de trop près la balustrade du pont, il
accidenta l'aile de sa voiture).
accipitre er. hayb. Yırtıcı kuş, alıcı kuş.
accise diş. İçkilerden alınan dolaylı vergi,
acclamateur er. Alkışçı, alkış tutucu,
acclamation diş. Alkış, alkış haykırışları (Le bruit
des acclamations arrive jusqu'à nous). § Par

accoler
acclamation: Alkışlarla, alkışlar arasında (Elire,
nommer qn par acclamation: Birini alkışlarla
seçmek, atamak).
acclamer gçl. 1. Alkışlarla, sevinç çığlıklarıyla
karşılamak, selâmlamak (La foule acclame le
vainqueur). 2. Alkışlamak, alkışlarla seçmek. §
Se faire acclamer: Kendini alkışlatmak, alkış
toplamak (Ils se sont fait acclamer en jetant
l'anathème sur les gouvernements).
acclimatable s. İklime uyabilir (Une plante
acclimatable).
acclimatation diş. İklime alışma; iklime alıştırma
(Jardin d'acclimatation.
Acclimatation
des
végétaux à un milieu).
acclimatement er. Yeni bir iklime, yeni bir ortama
alışma, uyarlanma (L'acclimatement de ces
fauves a été particulièrement difficile).
acclimater gçl. 1. İklime, ortama alıştırmak,
uydurmak (Acclimater des oiseaux exotiques.
Acclimater des plantes tropicales en pays
tempérés). 2. Acclimater qn, qch: Birini, bir şeyi,
bir şeye, bir yere alıştırmak; uyarlamak (Il était
habitué à vivre sans la moindre contrainte, son
éducation n 'était pas faite pour l'acclimater à la vie
monotone du bureau). 3. Acclimater qch: İçeri
sokmak, getirmek, ithal etmek (Acclimater chez
soi une idée, une habitude, un usage étranger). §
S'acclimater: 1. İklime, ortama alışmak, uymak
(Si le désir de m'acclimater m'était venu). 2.
Yerleşmek, oturmak (Cet usage s'est très vite
acclimaté en France). 3. S'acclimater à qch: Bir
şeye alışmak, uymak; uyarlanmak, kendini
uyarlamak (Le petit paysan commençait à
s'acclimater à la vie du lycée).
accointance diş. 1. İlişik, ilişki. 2. Tanıdık, tanış;
tanıdık kimseler, ahbaplar (J'ai des accointances
dans les milieux politiques). § Avoir des
accointances avec qn: Biriyle ilişkisi, ahpaplığı,
dostluğu, tanışıklığı olmak (Il a des accointances
avec les hommes au pouvoir).
accolade diş. 1. Kucaklama, boynuna sanlma. 2.
(Noktalama işaretlerinden) Kaş işareti. 3.
Şövalyeliğe alınan birinin omuzuna kılıcın yanıyla
üç kez vurma töreni. 4. Beğenme anlamında
birinin omuzunu okşama (Le général lui épingla la
légion d'honneur et lui donna l'accolade). §
Donner l'accolade à qn: -in boynuna sanlmak, -i
kucaklamak,
accolage er. Hereğe bağlama, herekleme,
accotement er. Birleştirme, bitiştirme; bitişme,
birleşme.
accoler gçl. 1. (Birinin) Boynuna sanlmak (Az
kullanılır). 2. Hereklemek (Accoler la vigne). 3.
accolure
Bir kaş işaretiyle birleştirmek. 4. (İki şeyi) Bir
arada, yan yana göstermek, yan yana koymak
(Accoler deux noms sur une liste). 5. Accoler qch à
qch: Bir şeyi -e bağlamak, eklemek; bir arada
bulundurmak (Il a accolé la particule à son nom
afin de s'anoblir. Sur la même affiche on avait
accolé au nom de la vedette ceux d'artistes sans
talent). 6. Etre accolé à qch: Bir şeye bağlı, ekli
olmak; bir şeyle beraber bulunmak. § S'accoler:
Birbirinin boynuna sarılmak, dolaşmak (Deux
papillons qui s'accolent).
accolure diş. 1. Herek bağı. 2. (Irmakta
yüzdürülüp taşıtılan) Tomruk bağı.
accomodage er. (En çok yemekler için) Yapım,
hazırlama.
accomodant, e s. Uyar, uysal, uygun, geçimli
(Personne accomodante.
Il s'est
montré
accomodant dans cette affaire).
accomodation diş. 1 .Uygunluk, elverişlilik. 2. Uyar
hale getirme, uygun kılma. 3. Yapma, hazırlama
(Accomodation d'une salade). 4. Düzeltme;
düzelme. 5. biy. (Gözde) Uyum.
accomodement er. 1. Düzenleme. 2. Uyuşma,
uzlaşma (Rechercher un accomodement entre
deux gouvernements).
accomoder gçl. 1. (Yemek için) Yapmak, özel
biçimde, usulünce hazırlamak (Accomoder une
salade; Accomoder du poisson avec une sauce). 2.
Accomoder à: -e elverişli olmak, -in işine gelmek
(Cela m'accomode: Bu benim işime gelir). 3.
Accomoder qch avec qch: Bir şeyi -ile uzlaştırmak,
bağdaştırmak (Accomoder la religion avec les
plaisirs). 4. Accomoder qch à qch: Bir şeyi -e
uydurmak (Accomoder
son discours aux
circonstances). S. Accomoder qn: (Eskimiştir)
Birini gülünç düşürmek, rezil etmek. §
Accomoder quelqu'un de toutes pièces: Birini
kötülemek, zemmetmek, aleyhinde söylemedik
şey bırakmamak. § S'accomoder à qch: 1.
Uymak, bir şeye uymak, kendini bir şeye
uydurmak (S'accomoder
à de
nouvelles
conditions
d'existence.
La science
doit
s'accomoder à la nature). 2. S'accomoder de qch:
-ile yetinmek, -e en sonunda razı olmak; fit olmak
(C'est un homme conciliant qui s'accomode de
tout. Il a dû s'accomoder de cette chambre d'hôtel
incorfortable). 3. S'accomoder avec qn, qch: -ile
anlaşmak, uzlaşmak (S'accomoder avec ses
créanciers).
accompagnateur, trice ad. (Müzikte çalana yada
okuyana) Eşlik eden, *eşlikçi (Cette pianiste est
l'accompagnatrice
d'un chanteur). 2. Bir
topluluğa eşlik ve kılavuzluk eden, eşlikçi,

30

accon
"refakatçi (Le billet est valable pour dix enfants et
un accompagnateur).
accompagnement er. 1. Eşlik, eşlik etme, birlikte
gitme, "refakat (La voiture présidentielle passa à
grande vitesse avec un accompagnement imposant
de motocyclistes). 2. Gerekli öteberi, takım
taklavat.
accompagner gçl. 1. Accompagner qn: Birine eşlik
etmek, yamnda gitmek,birinin yanında gitmek,
bulunmak, "refakat etmek
(Pouvez-vous
m'accompagner au cinéma). 2. -ile beraber olmak
(Tous mes voeux vous accompagnent: Bütün
başarı dileklerim sizinle).3. Kollamak, yanında
bulunmak. 4. Eşlik etmek (Accompagner un
pianiste, un chanteur). 5. Accompagner qn de qch:
Birini bir şeye boğmak, maruz bırakmak
(Accompagner quelqu'un de ses moqueries, de ses
sarcasmes). 6. Accompagner qch de qch. Bir şeye
bir başka şey eklemek, arkasından katmak
(Accompagner un repas d'un vin. Il accompagna
sa réponse d'un sourire bienveillant). 7. Etre
accompagné de qch, par qch: Bir şeyin eşliğinde
olmak, ...ile beraber bulunmak, olmak (Que les
noms de personnes soient accompagnés de leur
titre honorifique). S'accompagner de qch: ...ile
beraber bulunmak; beraber olmak, gelmek (Une
défaite s'accompagne toujours de quelque
humiliation. Sa phrase s'accompagna d'un geste
de menace).
accompli, e s. 1. Olmuş bitmiş, tamamlanmış,
geçmiş (Vingt années accomplies). 2. Eksiksiz,
yetkin, tam (C'est un diplomate accompli. Un
modèle accompli de toutes les vertus). §. Un fait
accompli: Oldubitti. Laisser, mettre qn devant un
fait accompli: Birini bir oldubitti karşısında
bırakmak. Rester, être mis devant un fait
accompli: Oldu bitti karşısında kalmak. Céder,
s'incliner devant un fait accompli: Bir oldubittiye
boyun eğmek.
accomplir gçl. 1. Yapmak, gerçekleştirmek, yerine
getirmek (Accomplir une tâche, un ordre, un
devoir, un service. Accomplir son service
militaire). 2. Yerine getirmek, istenilmiş olan
şeyi yapmak (Accomplir un voeu, un souhait). §
S'accomplir: Olmak, gerçekleşmek, yapılmak,
yerine gelmek (Son souhait s'est accompli).
accomplissement er. Sona erme, sona erdirme;
tamamlama, tamamlanma; yapma, yapılma;
gerçekleştirme, gerçekleşme; yerine getirme,
yerine getirilme (L'accomplissement d'un projet,
d'un souhait, d'un devoir, d'un service).
accon, acon er. 1. Mavna. 2. Midye tarlalarında
kullanılan sandal.
accord
accord er. 1. Duygu ve düşünce uygunluğu,
anlaşma, bağdaşma, uzlaşma (Le bon accord qui
règne entre nous). 2. Uygunluk, birlik. 3. dilb.
Uyum (Accord du participe passé). 4. Antlaşma;
anlaşma (Les divers pays réunis à Genève
conclurent un accord sur l'arrêt des expériences
atomiques, les syndicats et le directeur signèrent
un accord de salaires). 5. (Çalgıda) Düzen, akort
(Ce piano ne tient 'pas l'accord). 6. (Müzikteki
anlamıyla) Ezgi. 7. ç. Nişan töreni. § En accord:
Tam anlaşarak, uyum içinde, uzlaşma içinde
(Vivre en accord, en parfait accord). D'accord:
Olur, hayhay, tamam; anlaştık. Etre d'accord
avec qn: Biriyle anlaşmak, uyuşmak, eş kamda
olmak. Etre d'accord sur qch: Bir şey üzerinde eş
kanıda, aynı düşüncede olmak. Tomber
d'accord: Uzlaşmak, anlaşmak.
Tomber
d'accord avec qn sur qch: Biriyle bir konuda, bir
şey üzerinde anlaşmaya varmak, uzlaşmak. D'un
commun accord: Oy birliğiyle herkesin
katılmasıyla. Conclure un accord, arriver à un
accord: Bir anlaşmaya, uzlaşmaya varmak (Après
plusieurs heures de discussions, nous sommes
arrivés à un accord). Donner son accord: Kabul
etmek, olur demek, evet demek. Donner son
accord à qch: Bir şeyi kabul etmek; bir şeye izin
vermek.
Mettre
d'accord:
Anlaştırmak,
uzlaştırmak, barıştırmak (Il les a mis d'accord en
les renvoyant tous les deux). Se mettre d'accord:
Anlaşmak, uzlaşmak; düşünce birliğine, eş
kanıca varmak. Tenir l'accord: Düzen tutmak,
akort tutmak (Ce violon ne tient pas l'accord).
Etre en accord avec qch: -ile uyuşmak, gitmek,
uygun düşmek (L'architecture de la maison est en
accord avec le paysage).
accordable s. 1. Uzlaştırılabilir; verilebilir; yapılır,
kabul edilebilir. 2. (Çalgılar için) düzene gelir,
akort edilebilir, düzen tutar,
accordage, accordement er. (Çalgılar için)
Düzenleme, akort etme.
accordailles diş. ç. (Evlenmede) Söz kesme,
accordé, e ad. Yavuklu, sözlü,
accordéon er. Akordeon, körüklü çalgı,
accordéoniste^. Akordeon çalan, akordeoncu,
accorder gçl. 1. Anlaştırmak, uzlaştırmak (Soyez
joints, mes enfants, que l'amour vous accorde).
2: Yatıştırmak (Accorder une querelle). 3.
(Çalgıya) Düzen vermek, düzenlemek, akort
etmek (Accorder un piano, un violon). 4.
(Tartışmada) Kabul etmek (Je vous accorde que
j'ai eu tort). S. Vermek (Accorder un crédit, un
délai, une faveur). 6. Atfetmek, vermek
(Accorder de l'importance, de la valeur). 7.
31

accoter
Accorder qch à qn, à qch: -e bir şey vermek
(A ccorder un crédit à un petit paysan. Accorder de
l'importance, de la valeur à un projet). 8. Accorder
qch avec qch: a) Bir şeyi -ile birleştirmek, bir şeyi
-e katmak, eklemek (Il accorde sa raison
particulière avec la raison universelle. Il avait su
accorder admirablement une demie intelligence et
une demie ambition), h) Bir şeyi -ile uyum
yaptırmak (Accorder le verbe avec le sujet). §
S'accorder: 1. Anlaşmak, uzlaşmak, uyuşmak,
uyum yapmak. 2. S'accorder avec qn: Biriyle
anlaşmak. 3. S'accorder sur qch: Bir şey üzerinde
anlaşmak. 4. S'accorder pour f. qch, à f. qch: Bir
şey yapmak için, bir şey yapmakta anlaşmak,
elbirliği etmek (S'accorder pour dire, pour
décider). 5. S'accorder qch: a) Biribirine ...
vermek (Ils ne s'accordent pas de répit:
Biribirlerine rahat vermiyorlar; rahat yüzü
gösterdikleri yok), b) Kendisine ... vermek (II ne
s'accorde jamais de repos: Hiç dinlendiği yok,
kendisine bir dakika dinlenme verdiği yok).
accordeur, euse ad. 1. Uzlaştıran, barıştıran,
yatıştıran. 2. (Çalgılara) Düzen veren,
düzenleyici, akortçu.
accordoir er. (Çalgılar için) Düzen anahtarı,
accore s. 1. Sarp, dik (Côte accore). 2. er. (Gemi
kızağında) Destek, payanda,
accorer gçl. (Gemiler için) Kızağa almak, kızağa
çekmek.
accort, e s. Cıvıl cıvıl, kımıl kımıl, canlı, sevimli,
cana yakın (Une femme, une jeune fille accorte.
Dans cette auberge une accorte serveuse
s'empressait auprès des clients).
accortement bel. Sevimlice; tatlı tatlı (Vous me
jouez, mon frère, assez accortement).
accortise diş. Sevimlilik, cana yakınlık,
accostable s. l.Yanaşılabilir, yaklaşılabilir (Rivage
accostable, quai accostable). 2. mec. Yanına
varılabilir, konuşulup dostluk kurulabilir
(Femme accostable).
accostage er. (Gemiler için) Kıyıya yanaşma,
yanaşma (L'accostage du quai était rendu
impossible par la houle. Un bonhomme dirigeant
l'accostage des rares Caïques).
accoster gçl. 1. Yanaşmak (Accoster le quai, le
rivage). 2. Accoster qn : Birinin yanına
yanaşmak, sokulmak, yaklaşmak (Il accoste les
jeunes filles dans la rue pour leur faire la cour. Un
passant l'accosta pour lui demander l'heure).
accotement er. Şose ile hendek arası; yol yanı, yol
eteği (Stationner sur l'accotement).
accoter gçl. 1. Accoter qch, quelque part: Bir şeyi,
bir şeyini bir yere dayamak (Accoter satêtesur
accotoir
son fauteuil, son coude au comptoir). 2. Accoter
qch contre qch: Bir şeyi -e dayamak, tutturmak
(Accoter l'échelle contre le mur).
accotoir er. Dayanak, dayangaç.
accouardir gçl. Korkaklaştırmak.
accouchée diş. Lohusa.
accouchement er. 1. Doğurma, doğum yapma,
doğum
(Accouchement
naturel, à terme,
prématuré. Douleur de l'accouchement). 2.
Doğurtma, doğum (Ce médecin a fait des
centaines d'accouchements).
accoucherez. 1. Doğurmak, doğum yapmak (Elle
a accouché dans une clinique parisienne.
Accoucher avant terme). 2. gçl. Accoucher qn:
Birini doğurtmak, birine doğum yaptırmak (Le
médecin accouche une femme). 3. Accoucher de
qn: ...doğurmak (Accoucher d'un garçon,
d'une fille, de jumeaux). 4. Accoucher de qch:
mec. Yazmak, yaratmak, meydana getirmek
(Accoucher d'un roman, d'un livre). 5. gsz. argo.
Dilinin altındaki baklayı çıkarmak (Tu inventes
des prétextes, accouche donc enfin: Bahaneler
uydurup duruyorsun, çtkar dilinin altındaki şu
baklayı). § Accoucher d'un bon mot: Cevher
yumurtlamak. Accoucher d'une souris: Doğura
doğura bir fare doğurmak, umulanı vermemek
(La montagne a accouché d'une souris: Dağ fare
doğurdu).
accoucheur er. Doğum hekimi, kadındoğumcu.
accoucheuse diş. Ebe.
accoudement er. 1. Dirseklerine dayanma.2. Dirsek
dirseğe gelme,
accouder (s') gsz. 1. Dirseklerine dayanmak. 2.
Dirsek dirseğe gelmek. § S'accouder à qch, sur
qch: Bir yere, bir şeye dayanmak (S'accouder à la
fenêtre, sur une table. Elle s'accoude au parapet
pour regarder).
accoudoir er. Dirsek dayanağı, dirsek yastığı,
dirseklik, kol (Les accoudoirs d'un fauteuil).
accouer gçl. Birbirinin kuyruğuna bağlamak
(Accouer les chevaux).
accouple diş. (Avcılıkta köpekleri çifter çifter
bağlamakta kullanılan) Bağ, çifte tasma,
accouplement er. 1. Bir araya getirme (Un étrange
accouplement de mots). 2. Çiftleştirme; çiftleşme
(Les bêtes fauves qui se cachent dans leurs
accouplements).
accoupler gçl. 1. Birbirine bağlamak, koşmak, eş
etmek, eşleştirmek (Accoupler deux roues par
une bielle. Accoupler des générateurs électriques).
2. Bir araya getirmek, toplamak (Accoupler deux
mots, des idées disparates). 3. Çifte koşmak,
bağlamak, koşmak (Accoupler les bœufs à la

32
accoutumer
charrue). 4. Çiftleştirmek. 5. Accoupler qch et
qch; qch avec qch: -ile çiftleştirmek (Accoupler
une vache flamande et (à) un taureau anglais.
Accoupler un chien loup et (à) une chienne). §
S'accoupler: 1. Birleşmek, çiftleşmek, cinsel
birleşmek. 2. Birbirine bağlanmak, koşulmak,
accourcir gçl. 1. (Eskimiştir) Kısaltmak (Accourcir
un ehemin, les herbes). 2. gsz.Kısalmak(Les jours
accourcissent).
accourcissement er. 1. Kısaltma. 2. Kısalma,
accourir gsz. Koşmak, koşuşmak, üşüşmek (Ses
amis accourent aussitôt pour le féliciter. Nous
avons accouru l'aider, pour l'aider).
accoutrement er. 1. Gülünç kılık, rüküşlük. 2.
(Eski) Giysi,
accoutrer gçl. 1. Gülünç kılığa sokmak, gülünç
şekilde giydirmek. 2. (Sırmacılıkta) Haddenin
deliğini düzeltmek. § S'accoutrer: 1. Giyinmek
(Elle s'accoutre toujours d'une
manière
étonnante). 2. Rüküşçe giyinip süslenmek. 3.
S'accoutrer de ' qch; être accoutré de qch: Bir şey
giymiş olmak, giymek (Il est grotesquement
accoutré d'un habit trop court).
accoutumance diş. 1. Alışkanlık; alışma (Après
quelques semaines dans ce climat humide et chaud,
il se produit une certaine accoutumance). 2.
Accoutumance à qch: -e alışkanlık, alışma (Ily a
certainement une accoutumance au malheur.
Accoutumance à un poison).
accoutumé, e s. 1. Alışık, alışkın. 2. Alışılan,
alışılmış, her günkü (Faire sa promenade
accoutumée. J'ai pris mon chemin accoutumé). §
Etre accoutumé à qch; à f. qch: Bir şeye, bir şey
yapmaya alışmak, alışık olmak.§ A l'accoutumée:
Alışıldığı gibi, her zamanki gibi, olageldiği gibi (II
est passé à 8 heures comme à l'accoutumée).
accoutumer gçl. 1. Alıştırmak. 2. Accoutumerqnà
qch; à f. qch: Birini bir şeye, bir şey yapmaya
alıştırmak (On ne l'a pas accoutumé à la discipline,
à travailler. A ccoutumer un cheval à galoper sur le
bon pied; Accoutumer les enfants à l'obéissance).
3. Avoir accoutumé de f. qch, être accoutumé de f.
qch : Bir şey yapmaya alışmış olmak (J'avais
accoutumé d'aller, de faire. Ces terrers avaient
accoutumé de produire beaucoup. Des docteurs
qui n'avaient pas accoutumé de se trouver en si
grand nombre).4. Etre accoutumé à qch; à f. qch:
Bir şeye, bir şey yapmaya alışmak (J'étais
accoutumé à ne plus fumer). § S'accoutumer: 1.
Alışmak. 2. S'accoutumer à qch; à f. qch: Bir şeye
alışmak; bir şey yapmaya alışmak (Je me suis
accoutuméàlasolitude;ons'accoutumeàsepasser
de Paris).
accouvage
accouvage er. (Makine ile) Kuluçkacılık;kuluçkaya
yatırma.
accouver gçl. 1. Kuluçkaya yatırmak. 2. gsz.
Kuluçkaya yatmak. § S'accouver: Kuluçka
olmak, gurk olmak,
accréditer gçl. 1. Doğrulamak; doğru, inanılır
olduğunu belirtmek (Accréditer une nouvelle, un
bruit qui court. Les journaux ont accrédité la
nouvelle d'une révolte militaire). 2. Saygınlık yada
güvenilirlik vermek. 3. Doğurmak, yol açmak
(Des bruits trop répandus que la haine accrédite).
4. Güven belgesi vermek (Accréditer un
ambassadeur auprès d'un chef d'Etat, auprès d'un
gouvernement). 5. Accréditer qn: Birine hesap
açmak, kredi açmak (Accréditer un commerçant).
6. Etre accrédité auprès de qn: Birinin yanında
kredisi olmak, kendisine hesap açılmış olmak
(Etre accrédité auprès d'un banquier). §
S'accréditer: 1. Doğrulanmak, gitgide doğruluk,
gerçeklik kazanmak; yayılmak (Le bruit de sa
démission s'accréditepeu à peu dans les couloirs de
l'Assemblée Nationale). 2. Saygınlık yada güven
kazanmak; sayılır, güvenilir olmak (Ils'accrédite
de jour en jour).
accréditeur er. Akreditif açtıran, akreditif amiri,
accréditif er. (Bir bankanın başka bir bankaya, biri
için verdiği) Ödeme buyruğu, akreditif,
accroc er. 1. Yırtık (Faire un accroc à son pantalon:
Pantolonunu bir yere takıp yırtmak). 2. mec. Leke
(Un accroc à la vertu, à la réputation, à l'honneur).
3. Güçlük, pürüz (Jusqu'icinous n'avons euaucun
accroc sérieux). 4. Takıntı (Les choses se passent
sans le moindre accroc). § Faire un accroc à qch:
Gölge düşürmek, zarar vermek, leke sürmek
(Faire un accroc à la liberté, à l'honneur).
accrochage er. 1. Asılma, asma; takılma, takma
(L'accrochage des toiles dans un musée.
L'accrochage d'un rideau). 2. Çarpma; çarpışma
(Accrochage entre deux véhicules). 3. Yakalama,
yakalanma; enseleme, enselenme. 4. Çarpışma,
vuruşma (llya un accrochage entre les gendarmes
et les contrebandiers). S. hlk. Beklenmedik
zorluk, çaparız. 6. hlk. Kavga, ağız dalaşması (ila
eu un accrochage avec sa concierge).
accroche-cœur er. Zülüf.
accrochement er. Accrochage ile eş anlamda olup
daha az kullanılır,
accroche-plat er. (Duvara asmak için) Tabak askısı.
accrocher gçl. 1. (Kanca, çengel, çivi gibi bir şeye)
Asmak, takmak, iliştirmek (Accrocher un
tableau, ses vêtements, son chapeau). 2. Takmak,
kaçırmak, yırtmak (Accrocher un bas). 3.
Takılarak çekmek, takılarak tutmak. 4.

33

accroissement
Çarpmak, çarpıp takılmak (Sa voiture a accroché
mon pare-chocs). 5. ask. Tutmak, ilerlemesine
engel olmak, ilerletmemek (Accrocherl'ennemi).
6. Ele geçirmek, kapmak, elde etmek (Accrocher
une bonne place). 7. Çarpışma zorunda
bırakmak, çarpışmak (Accrocher une troupe). 8.
Accrocher qch contre qch: Bir şeyi -e çarpmak
(Accrocher sa voiture contre le mur). 9. Accrocher
qn: a) Birini yolundan alıkoymak (J'ai été
accroché au sortir du bureau par un importun qui
m'a retenu une heure), b) Birinin dikkatini kendi
üzerine çekmek (Le titre du journal accrochait les
passants). 10. Accrocher qch à qch: Bir şeyi -e
asmak (Accrocher ses vêtements au portemanteau. Accrocher une toile à un mur.
Accrocher
son chapeau à un clou). 11. gsz. Takılıp kalmak
(La conférence a accroché sur un point délicat). §
S'accrocher: 1. Takılıp kalmak, asılmak. 2.
S'accrocher à qn: Birine asılmak, bir kimseye
askıntı olmak, birine tebelleş olmak (S'accrocher
à une femme. Sa maîtresse ne l'aime plus, mais lui
s'accroche à elle). 3. S'accrocher à qch: Bir şeye
sarılmak, asılmak, tutunmak (S'accrocher à un
rocher, àsonpassé, à ses illusions. Il s'accrochait à
l'espoir de la voir arriver par le train suivant). 4.
S'accrocher avec qn: Biriyle takışmak, dalaşmak
(Il s'est accroché avec un de ses collègues). § Se
l'accrocher: hlk. Hava almak, üstüne bir bardak
su içmek, bir şeyden yoksun kalmak (Tu peux te
l'accrocher: Hava alırsın, sen bunun üstüne bir
bardak su iç).
accrocheur, euse s. l.Direngen, direnen, yılmayan
(C'est un garçon accrocheur qu'un échec ne
décourage jamais). 2. er. Yapışkan, yakasına
sarıldı mı bir türlü bırakmayan (C est un bon
vendeur, c'est un accrocheur). 3. Takan, iliştiren,
çarpan kişi. 4. i ve ad. İlgi çeken, dikkati zorla
çeken, çekici (Une publicité accrocheuse). S. tkz.
İstediğini ustalıkla eİde eden, ele geçiren kişi,
tuttuğunu koparan,
accroire gçl. 1. Faire accroire qch, laisser accroire
qch: (Olmayan bir şeye) İnandırmak, kandırmak,
yutturmak (Il veut nous faire accroire que...). 2.
Faire accroire qch à qn: Bir şeyi birine yutturmak.
3. En faire accroire à qn: Birini kandırmak,
olmayan bir şeye inandırmaya çalışmak;
yutturmak (Le récit de tes exploits est faux; tu
cherches à m'en faire accroire). 4. S'en faire
accroire: Fasulye gibi kendini nimetten saymak;
kendini pek beğenmek, kendim dev aynasında
görmek (Il s'en fait accroire).
accroissement
er.
1.
Artma,
çoğalma
(L'accroissement de la production industrielle.
accroître

34

accuser

Accroissementdeladouleur). 2. Büyüme,gelişme
basmak (Un vaisseau qui accule). 4. Acculer qn à
(Période d'accroissement).
qch: Birini bir şeye zorlamak (Acculer un
accroître gçl. 1. Çoğaltmak, artırmak, yükseltmek
commerçant à la faillite. Cette exigence nouvelle
(Accroître ses biens, sa production,
son
accula ses adversaires à un choix difficile). 5.
patrimoine. Le réarmement accroît les possibilités
Acculer qn à qch, dans qch: Birini bir şeye atmak,
de guerre. Il s'agit d'accroître le bien-être de la
içine düşürmek, itmek (La ruine de la famille l'a
population).
2. gsz. Artmak, çoğalmak,
acculé au désespoir). 6. Etre acculé à qch: Bir şeye
yükselmek (Sa fortune accroît tous les jours). 3.
zorlanmak, sürüklenmek (Etre acculé à
la
Accroître à qn: -e düşmek (Lapart de leur cousin
faillite: İflasa zorlanmak, sürüklenmek). §
est accrue aux autres héritiers). § S'accroître:
S'acculer: Sırtını dayamak, sırtını bir yere
Durmadan çoğalmak, boyuna artmak (Sa
vermek.
popularité s'accroît de jour en jour. Le danger • acculturation diş. 1.
Kültürlüleşme; -in kültürünü
d'inflation s'est sérieusement accru. La tension
özümleme (L'acculturation des Amérindiens). 2.
s'accroît entre les deux pays).
(Yabancı bir ülkenin) Kültürünü benimseme,
accroupi, es. Çömelmiş; bağdaş kurmuş (Accroupi
kültürüne uyma (L'acculturation d'un immigré).
à la turque).
accumulateur er. 1. Akümülatör, 'biriktireç.
(Charger, décharger ses accumulateurs: Aküleri
accroupir (s') gsz. Çömelmek (L'enfants'accroupit
doldurmak, boşaltmak).2. Accumulateur,trice s.
pour ramasser ses billes).
Biriktirici, yığıcı.
accroupissement er. Çömelme.
accumulation diş. Biriktirme, yığma; birikme,
accru er. (Ağaçlarda) Kök sürgünü, fışkın,
accrue diş.
(Sulann
çekilmesiyle)
Arazi
yığılma (L'accumulation des stocks).
genişlemesi, toprak artması. 2. Orman
accumuler gçl. 1. Biriktirmek, yığmak (Accumuler
genişlemesi, orman alanının çoğalması,
de la terre pour faire les parterres d'un jardin). 2.
accu er. (Accumulateur'ün kısaltılmışı) Biriktireç,
Toplamak (Accumuler des notes, des preuves en
akümülatör.
vue d'écrire un ouvrage). § S'accumuler:
Birikmek, yığılmak, üst üste gelmek (Les nuages
accueil er. Karşılayış, karşılama. § Faire accueil à
s'accumulaient à l'horizon. Les mauvais présages
qn: Birini karşılamak. Faire bon accueil, mauvais
s'accumulaient).
accueil à qn; à qcb: -i iyi karşılamak, kötü
accusable 5. Suçlanabilir, suçlu görülebilir,
karşılamak ( On nous a fait un très bon accueil. Le
accusateur, trice s. vead. 1. Suçlayan, suçlayıcı, suç
public a fait un accueil chaleureux à cette pièce).
yükleyen (Documents accusateurs. Un regard, un
Recevoir un bon accueil, un mauvais accueil, un
doigt accusateur). 2. (Fransız Devrimi'nde)Savcı.
accueil chaleureux, un accueil froid, un accueil
accusatif, ive s. dilb. 1. -i halinde olan, yükleme
glacial: İyi, kötü, sıcak, soğuk, buz gibi
durumunda olan. 2. er. dilb. -i hali, yükleme
karşılanmak (Il reçut à son retour un accueil
durumu.
chaleureux).
accueillant, e s. İyi karşılayan, güler yüzlü, sevimli
(Un hôte accueillant. Une auberge, une maison
accueillante).
accueillir gçl. 1. Karşılamak (Accuellir un ami
chaleureusement, froidement. Accueillir une
nouvelle, une demande avec un sourire ironique).
2. Bir şeyi iyi karşılamak, benimsemek. 3.
(Yanına) Kabul etmek (Il nous a accueillis chez
lui).
accul er. 1. (Bir yere) Sıkıştırılma, kıstırılma. 2.
Çıkmaz, açmaz. Çıkmaz sokak,
acculement er. Sıkıştırma, kıstırma; sıkıştırılma,
kıstırılma.
acculer gçl. 1. Kıstırmak, sıkıştırmak (Le cerf était
acculé contre le chêne et faisait face aux chiens.
Acculer l'ennemi à la mer, au fleuve). 2. (Birini)
Mat etmek, pes dedirtmek, yanıt bulamayacak
duruma düşürmek. 3. gsz. (Gemi için) Kıçı

accusation diş. 1. Suçlama. 2. Kınama. 3. Kusur


yükleme, suç yükleme; itham; dâva (Le
procureur renonce à l'accusation). 4. Yüze
vurma § Acte d'accusation: huk. İddianame (Le
procureur donne lecture de l'acte d'accussation).
Porter accusation contre qn: Birine bir suçlamada
bulunmak (Qui a porté contre moi de telles
accusations?).
accusatoire s. huk. Suçlayıcı, itham edici;
suçlamaya değgin,
accusé, e ad. 1. Sanık (L'accusé s'en tire avec un an
de prison). 2. s. Belirtilmiş, belirgin (Les traits
accusés d'un visage). § Accusé de réception:
makbuz, alındı.
accuser gçl. 1. Suçlu göstermek, suçlamak (Tout le
monde accuse ce pauvre petit garçon). 2.
Göstermek, belirtmek, ortaya koymak (La
lumière accuse les reliefs. Les rides accusent son
acéphale
âge). 3. (Kendinde olan bir durumu) Söylemek,
dile getirmek (Accuser une douleur: Bir yerinin
ağrıdığını söylemek
bir ağrısı
olduğunu
belirtmek). 4. Kabul etmek,itiraf etmek,birşeyin
kendisinde bulunduğunu yadsımamak (Accuser
une habitude, ses péchés). 5. Accuser qn de qch:
Birini -ile suçlamak (Accuser une personne d'un
vol, d'un crime etc. Les habitants du village
accusèrent le malheureux du vol qui avait été
commis à la mairie). 6. Accuser qndef. qch: Birini
-mekle suçlamak (On l'accuse d'avoir renversé
accidentellement un piéton). 7. Accuser qch de
qch: Bir şeyin kusurunu, suçunu -e yüklemek; bir
şeyi -den bilmek (Accuser la malchance de ses
insuccès
aux
examens:
Sınavlardaki
başarısızlığını şansızlığına yüklemek, vermek). §
Accuser réception de qch: (Ticarette) Bir şeyi
aldığını bildirmek (J'accuse réception de votre
lettre du 14 courant). S'accuser: 1. Suçunu kabul
etmek; kendini suçlamak. 2. Belirmek, ortaya
çıkmak (Son mauvais caractère s'accuse avec
l'âge). 3. S'accuser de qch: Bir şeyi kabullenmek,
kabul etmek, itiraf etmek, üstüne almak
(S'accuser de ses péchés, de ses fautes:
Günahlarını, suçlarını kabul etmek). 4. S'accuser
de f. qch, d'avoir fait qch: Bir şeyi yaptığını,
yapmış olduğunu kabul etmek (Ils'accuse d'avoir
commis un crime, de commettre une grave faute).
acéphale s. ve ad. Başsız, başı olmayan (Monstre
acéphale).
acéracées diş. ç. bitb. Akçaağaçgiller.
acérage er. Çelik ekleme, çelikleme.
acérain, e s. Çeliksi.
acerbe s. 1. Kekre (Un goût acerbe). 2. Sert,
dokunaklı (Langage acerbe, un ton acerbe.
Paroles, critiques acerbes. Répondre d'une
manière acerbe).
acerbitédiş. 1. Kekrelik. 2. Sertlik, dokunaklılık,
acéré, t s. 1. Çelikli. 2. Keskin, sivri (Lame acérée,
couteau acéré, dent acérée). 3. mec. Dokunaklı,
acı, çok sert (Des railleries acérées. Ecrire d'ung
plume acérée).
acérer gçl. 1. Çelik eklemek, çeliklemek. 2. mec.
Keskinleştirmek,
sertleştirmek,
dokunaklı
kılmak (Acérer son style, ses railleries).
acérurediş. Demire eklenecek çelik parçası,
acescence diş. Ekşimeye başlamışlık, ekşimişlik,
ekşimeye yüz tutmuşluk (Acescence des vins).
acescent, e s. Ekşimiş, ekşimeye başlamış,
ekşimeye yüz tutmuş (Bière acescente).
acétate er. kim. Asetat,
acéteux, euse s. Sirke tadında, sirke gibi.
acétiflcation diş. Sirkeleşme;
sirkeleştirme

35

achat
(Acétification du vin).
acétifiergçl. Sirkeleştirmek, sirkeye çevirmek,
acétimètre, acétomètre er. Sirkeölçer.
acétique s. Sirkeye değgin; sirkeyi andıran (Acide
acétique, odeur acétique).
acétone diş. kim. Aseton,
acétylène er. kim. Asetilen,
achalandage er. 1. (Ticarette) Alıcı çekme. 2.
(Ticarette) Gedikli alıcılar,
achalandé, e s. 1. İşlek, göz alıcı (Un magasin
achalandé). 2. İçinde çok mal bulunan (Librairie
bien achalandée).
achalander gçl. 1. (Ticarette) Alıcı sağlamak,
müşteri toplamak. 2. Malla doldurmak,
donatmak (Achalander un magasin).
acharné, e s. 1. Azgın, kızgın (Nos adversaires les
plus acharnés. Un ennemi acharné). 2. Zorlu,
çetin (Un joueur acharné, un match acharné). §
Etre acharné à qch; à faire qch: a) Bir şeye, bir şey
yapmaya antlı olmak, kararlı olmak (Des ennemis
acharnés à se détruire), b) Bir şeye çok düşkün
olmak (Il est acharné au travail comme au jeu).
acharnement er. 1. Hırs, gözü dönmüşlük (Les
défenseurs de la ville combattaient avec
acharnement). 2. (Bir şeye) Aşın düşkünlük
(Acharnement au travail, au jeu). § Avec
acharnement: 1. Dört elle sarılarak, canla başla
(Il faut travailler avec acharnement).
2.
Kudurmuşcasına, kıyasıya, gözü dönmüşçesine
(Combattre avec acharnement).
acharner gçl. 1. Çullandırmak, saldırtmak (Une
férocité naturelle acharnait les soldats sur les
vaincus). 2. (Tuzağa, oltaya) Yem takmak. 3.
Acharner qn contre qn, qch: Birini, birine, bir
şeye karşı kışkırtmak (Acharner les fidèles contre
les infidèles). § S'acharner: 1. Kızmak,
kudurmak, saldırmak. 2. S'acharneràqch, f. qch:
Bir şeye, bir şey yapmaya dört elle sanlmak;
bütün varlığıyla kapılmak, sarılmak (Ils'acharne
à cejeu comme illefait pour n 'importe quel travail.
Il s'acharnait à réunir une documentation dont
l'ampleur aurait découragé les autres. S'acharner
au combat, à l'étude). 3. S'acharner contre qn, sur
qn: Birine, bir şeye yüklenmek, saldırmak,
üstüne çullanmak (Il s'acharne sur son ennemi
dans l'espoir d'un succès rapide. Un vautour qui
s'acharne sur sa proie. S'acharner contre un
adversaire).
achat er. 1. Satın alma, alım, alış (L'achat d'une
voiture, d'une maison). 2. Satın alınan şey; aldık
(Un cabas remplis des achats faits au marché. Je
vais vous montrer mon nouvel achat). § Le pouvoir
d'achat: Satın alma gücü. Le prix d'achat: Alış
ache

36

acidification

fiyatı. Achat au comptant: Peşin satın aima;


parasını tıkır tıkır sayarak alma. Achat à crédit:
Veresiye satın alma. Faire des achats: Ahş veriş
yapmak; bir şeyler satın almak. Faire l'achat de
qch: Bir şeyi satın almak; bir şeyden satın almak.
ache diş. Sukerevizi.
acheminement er. 1. Yol alma, ilerleme
(L'acheminement vers le bonheur). 2. Gidip
gelme, t aşınma (L'acheminement des trains vers la
capitale a subi d'importants retards aujourd'hui).
acheminer gçl. 1. Yola salmak, göndermek, yola,
çıkarmak, kaldırmak (On a acheminé rapidement
ces médicaments par avion. Acheminer un train
supplémentaire). 2. Acheminer qch vers qch: -e
doğru götürmek, salmak, yürütmek (Acheminer
des troupes vers les points menacés). 3. Acheminer
à qch: -e götürmek, yol açmak; sonu -e varmak
(La réforme de 1860 acheminait au régime
parlementaire). § S'acheminer: 1. Yol almak,
dolaşmak (Nous nous acheminons par des sentiers
creux). 2. S'acheminer vers qch: -e doğru gitmek,
yönelmek; -in yolunu tutmak (Il aUuma une
cigarette et s'achemina vers le petit bois). 3.
S'acheminer à qch: Aşama aşama -e doğru
ilerlemek (L'homme s'achemine à de sublimes
destinées).

produit qui n'a pu trouver acheteur). 2. Bir kurum


yada mağaza için toptan mal almakla
görevlendirilmiş kişi (Les acheteurs d'un grand
magasin).
achevé, e s. 1. Tamamlanmış, bitmiş, eksiksiz,
yetkin (Un modèle achevé). 2. Tam, sözcüğün tam
anlamıyla (Un fou achevé: Tam deli, zırdeli).
achèvement er. Tamamlama, tamamlanma;
bitirme, bitme, bitirilme (L'achèvement de
l'immeuble demandera encore six mois. La station
sera fermée jusqu'à l'achèvement des travaux).
achever gçl. 1. Tamamlamak, bitirmek, sona
erdirmek, sonunu getirmek (Il est mort sans
avoir achevé son roman. Il acheva son discours
au milieu des applaudissements. Ilachève ses jours
dans une maison de retraite). 2. Tüketmek,
bitirmek, yıkmak (Ce deuil l'a achevé, il ne s'en
relèvera pas). 3. (Birini) Öldürmek, işini
bitirmek, temizlemek (Ils achèveront le grand
blessé, s'il alourdit l'avance d'une armée). 4.
Achever def. qch: Bir şeyi yapmayı bitirmek, sona
erdirmek; sonu -meye varmak (Ses réprimandes
achevèrent d'indisposer contre itti ses élèves. II a
vite achevé de manger).
achillée diş. bitb. Civanperçemi, binyaprakotu,
arapsaçi.
achetable s. Satın alınabilir, satın alınır; çarşıda
bulunur.
acheter gçl. 1. Satın almak (lia acheté un bon stylo).
2. Elde etmek, ele geçirmek (Vous achetez bien
cher votre tranquillité. Acheter sa liberté par de
lourds sacrifices). 3. Acheterqn: a)( Askerlik için)
Bedel tutmak, b) Para ile satın almak; para ile
birini elde etmek (Il acheta
quelques
fonctionnaires subalternes). 4. Acheter qch à qn:
a) Birine bir şey satın almak (Acheter des jouets à
un enfant), b) Birinden bir şey satın almak
(Acheter une robe à un grand magasin) S. Acheter
qch pour qn: Birine, biri için bir şey almak (J'ai
acheté ce tissu pour ma fille). § Acheter au
comptant: Peşin para ile satın almak. Acheter à
crédit: Veresiye, taksitle satın almak. Acheter en
gros: Toptan satın almak. Acheter cher: Pahalı
almak. Acheter à bon marché: Ucuz almak, ucuza
almak. Acheter de seconde main: Elden düşme
almak, ikinci elden almak. Acheter chat en poche:
Kapalı gözle satın almak. Se laisser acheter:
Kendini para için satmak. § S'acheter: Satın
alınmak, para ile sağlanmak (Ce ne sont pas des
choses qui s'achètent). 2. S'acheter qch:
Kendisine ...satın almak (Je me suis acheté une
cravate).

acholie diş. hek. Safra salgısı yokluğu yada azlığı,


achoppement er. Engel (Il y a là un grand
achoppement
pour
l'esprit).
§
Pierre
d'achoppement: 1. Engel, çaparız (La question
des tarifs agricoles a été pendant longtemps la
pierre d'achoppement des négociations). 2. mec.
Kişiyi ayartan, doğru yoldan çıkaran neden; ayak
sürçmesi (La rencontre de cette femme a été une
pierre d'achoppement pour lui).
achopper gsz. 1. Sürçmek, ayağını çarpmak. 2. mec.
Başarısızlığa uğramak, takılıp kalmak (Les
négociations achoppèrent sur undifférend mineur.
Il achoppe toujours sur les problèmes de
géométrie). § S'achopper à qch: -e çarpmak,
çatmak (S'achopper à une situation sans issue).
achromatique s. fiz. Renksemez,
achromatisme er. Renksemezlik.
achromatopsie diş. Renk körlüğü,
aciculaire s. 1. İğne şeklinde billurlaşan (Le faciès
aciculaire de certains silicates). 2. bitb. Sivri uçlu,
iğne gibi (Feuilles aciculaires).
acides. 1. Ekşi (Fruit encore vert et acide). 2. mec.
İğneli, batıcı, dokunaklı (Despropos acides, des
réflexions acides). 3 .er. kim. Asit(Acideacétique,
nucléique).
acidifiable s. Asitleşebilir; asitleştirilebilir.
acidification diş. Asitleşme; asitleştirme.

acheteur,eusead. 1 .Satın alan kişi,alıcı,müşterifUn


cidifler

37

acidifier gçl. Asitleştirmek. § S'acidifier:


Asitleşmek (Matières qui s'acidifient).
acidimètre en kim. Asitölçer.
acidimétrie dis. Asitölçüm, asitölçme.
acidité diş. 1. Ekşilik (Acidité du citron). 2. kim.
Àsitlik 3. mec. Sertlik, iğnelilik, batıcılık
(L'acidité d'un caractère, des propos).
acidulé,é s. Ekşimtırak, ekşimsi, mayhoş (Des
bonbons acidulés).
aciduler gçl. Azıcık ekşilik vermek, biraz ekşimsi
kılmak, mayhoşlaştırmak,
acier er. 1. Çelik (Acier inoxydable). 2. mec. Bıçak,
kılıç gibi kesici silah. 3. Çelik renginde, çeliği
andıran (Gris acier). § Cœur d'acier: mec. Katı,
taş gibi bir yürek; sert, sarsılmaz bir yürek.
D'acier: Çelik gibi, sağlam, güçlü (Des muscles
d'acier: Çelik gibi sağlam kaslar).
aciérage er., aciération diş. Çelikleştirme, çelik
haline getirme (Aciérage de l'aluminium).
aciérer gçl. 1. Çelik haline sokmak, çelikleştirmek.
2. Çelik eklemek, çeliklemek.
aciéreux, euse s. Çeliğe değgin; çelikli,
aciérie
Çelik fabrikası,
acmé diş. 1. Sayrılıkta belirtilerin en yoğun olduğu
dönem, sayrılığın en belirgin biçimde kendini
gösterdiği dönem. 2. mec. Doruk noktası;
gelişmenin, ilerlemenin en son noktası, en yüce
noktası, son dönemi,
acné diş. Ergenlik, ergen çağdaki kimselerin
yüzünde çıkan sivilce (Acné juvénile, acné
rosacée).
acnéique s. Sivilceli (Peauacnéique).
acolytat er. Papaz adaylığı,
acolyte er. I. Papaz adayı. 2. tkz. Yamak, ayaktaş,
hempa (Tous les membres de la bande sont sous les
verrous,le chef comme les acolytes). 3. Birinin
ardından ayrılmayan, peşini bırakmayan kişi,
kuyruk.
acompte er. 1. Borca saymak üzere ödenen para,
sayışmalık. 2. Pey (Verser un acompte lors de la
commande d'une voiture. Commerçant qui exige
le versement d'un acompte).
acon, accon er. 1. Mavna. 2. Midye tarlalarında
kullanılan sandal,
aconit er. bitb. Boğanotu.
aconitine
Boğanotu cevheri, akonitin,
a contrario bel. °Mefhumu muhalifinden,
acoquinement er. Sıkıfıkılık; aşnafişnelik.
acoquiner gçl. tkz. 1. (Kötü anlamda) Kendine
çekmek, kendine bağlamak (Ces soumissions où
les hommes les acoquinent). 2. Etre acoquiné avec
qn: Biriyle ahbaplık kurmak, biriyle içtiği su ayrı
gitmemek (Il est acoquiné avec un homme
acquérir
d'affaires véreux). § 1. S'acoquiner avec qn:
Biriyle çabuk sıkı fıkı olmak; aşna fişne olmak;
görüşmek, düşüp kalkmak, işbirliği yapmak (11
s'est
acoquiné
avec
un individu
peu
recommandable. Vous vous acoquinez avec le
premier venu). 2. S'acoquiner à f. qch: Bir şey
yapmaya çok alışmak, yapmadan edememek (On
s'acoquine à servir ces gredins-là).
à-côté er. 1. İkinci derecede önem taşıyan sorun,
önemsiz nokta, ufak ayrıntı (C'est un à-côté de la
question, revenez à l'essentiel). 2. Birkaç kuruş;
asıl kazanç dışında sağlanan ek gelir; ücret, maaş
dışındaki ek kazanç (Il faut prévoir les réparations
et les petits à-côtés imprévus. Il gagne tant sans
compter les à-côtés). § Se faire quelques à-côtés:
(Dışardan, başka işler yaparak) Bir kaç kuruş
kazanmak, yolunu bulmak (Tu peux te faire
quelques à-côtés par de petits travaux dans les
appartements de l'immeuble).
à-coup er. Birdenbire durmaktan yada ansızın
devinime geçmekten ileri gelen dengesizlik
sarsıntısı; sarsıntı (Il y a des à-coups dans le
moteur. L'économie du pays subit quelques
sérieux à-coups en ce moment). § Par à-coups:
Duraklaya duraklaya, kesintiye uğrayarak,
kesintilerle (Il travaillepar à-coups). Sans à-coup:
Sürekli, kesintiye uğramadan, duraklamadan
(La séance se déroule sans à-coups. La voiture a
marché sans à-coup).
acousticien,ne ad.'Yankıdüzenci, akustik uzmanı,
acoustiques. 1. İşitmeye yarayan (Nerf acoustique:
İşitme siniri. Cornet acoustique: Sağırların
kullandığı işitme borusu).2. diş. fiz. Yankıbilim.
3. diş. Sesin dağılışı, sesin duyulma niteliği,
yankılanım, sesdağıhm. 4. Yankıdüzeni (La
bonne acoustique, la mauvaise acoustique d'une
salle. La mauvaise acoustique d'une salle de
cinéma nuit à la qualité d'un spectacle).
acquéreur er. Edinici, sağlayıcı, alıcı, satın alıcı;
iktisap eden ( Ce tableau n'a pas trouvé acquéreur.
J'ai trouvé un acquéreur pour ma voiture. Aucun
' acquéreur ne s'est présenté pour l'appartement).
acquérir gçl. 1. Bir şeyin sahibi olmak, bir şeyi satın
almak (Acquérir une maison de campagne. Cette
voiture d'occasion a été acquise dans de bonnes
conditions). 2. Edinmek, kazanmak, elde etmek
(Acquérir un droit, de la célébrité, une gloire, une
habitude. J'ai acquis une solide expérience
dans ce domaine. Ce timbre acquiert de la valeur).
3. Acquérir qch à qn: Birine bir şey sağlamak
(Trois amants que ses charmes lui acquirent
successivement. L'aisance que ses efforts lui ont
acquise). 4. Etre acquis à qn, à qch: Birine
acquêt

38

bağlanmak, bir şey hesabına kazanılmak, bir şeye


katılmak, onu benimsemek (Vous pouvez
compter sur moi, je vous suis tout acquis. Il est
maintenant acquis à notre projet). § S'acquérir: 1.
Kazanılmak, elde edilmek. 2. S'acquérir qch:
Kendine bir şeyi sağlamak, elde etmek,
kazanmak, edinmek (Ils'est acquis l'estime de ses
chefs. S'acquérir de solides amitiés).
acquêt er. huk. Evlendikten sonra edinilip mal
ortaklığına giren mal.
acquiescement er. 1. Uyma, boyun eğme, katlanma
(Acquiescement à la volonté de Dieu: Tanrının •
buyruğuna boyun eğme. Acquiescement aux
volontés de quelqu'un: Birinin isteklerine tam bir
katlanış). 2. Kabul, kabul etme, kabullenme,
rıza, onama, razı olma (Elleprit notre silencepour
un acquiescement). 3. huk. Dâvada iddiayı kabul
etme. § Donner son acquiescement à qch: Bir şeyi
kabul etmek, bir şeye rıza göstermek, "muvafakat
etmek (Le ministre refusa de donner son
acquiescement à l'augmentation des salaires).
acquiescer gsz. 1. Uymak, boyun eğmek,
katlanmak, razı olmak, karşıdaki ile eş kanıda
olmak. (Il acquiesce d'un signe de tête). 2.
Acquiescer à qch: Bir şeye uymak, bir şeyi kabul
etmek, bir şeye razı olmak, muvafakat etmek
(J'acquiesce aux conditions énoncées dans votre
lettre).
acquis er. 1. Bilgi, görgü, edinilmiş denemeler,
edinti, "müktesebat (Avoir de l'acquis). 2.
Kazanılmış mal, mal mülk.
acquis, e s. 1. Sonradan kazanılmış, çalışarak elde
edilmiş, "müktesep (Les qualités tant acquises
que naturelles: Doğal olduğu kadar sonradan
kazanılmış iyi nitelikler). § Un droit acquis:
Kazanılmış hak, "müktesep hak. 2. Acquis à qn:
Birisi için tanınmış, kabul edilmiş (Ce droit lui est
acquis). 3. Etre acquis à qch: Bir şeyden yana
olmak (Il est acquis maintenant à notre projet). 4.
Gerçekleşmiş, olmuş, bitmiş, kesin (Nous
pouvons considérer comme acquis ce premier
point).
acquisitif, ive s. Kazandırıcı, edindirici.
acquisition diş. 1. Edinme, kazanma, elde etme,
edinim, "iktisap (Acquisition d'une connaissance
profonde, d'un titre). 2. Satın aima (Faire
l'acquisition d'un terrain). 3. Elde etme,
kandırarak ele geçirme, satın alma (L'acquisition
des membres chez les Batraciens). 4. Edinilmiş
şeyler, edinti, "müktesebat.
acquisivité diş. Bir şey edinme içgüdüsü.
acquit er. 1. Alındı, "makbuz. 2. Aklama, "ibra. §
Par manière d'acquit: Baştan savma, lâf olsun

acrimonie
diye (On n'en fit qu'une commémoration fort
légère et par manière d'acquit). Par acquit de
conscience: 1. tçi rahat etsin diye, kendine düşeni
yapmış olmak için, bulunç ezinci çekmemek için,
"vicdanı rahat etsin diye (Je pensais qu'il n'était
pasà Paris; par acquit de conscience j'ai téléphoné
chez lui). 2. Usul gereği. Pour acquit: (Hesapların
altına yazılır). Ödenmiştir,
acquit-à-caution er. Transit belgesi, geçiş belgesi,
acquitable s. 1. Ödenebilir. 2. Aklanabilir, "ibra
edilebilir.
acquittement er. 1. Ödeme (L'acquittement d'une
dette). 2. Bir hesabı kapatma, bir hesabın, bir
faturamn altına ödenmiştir diye yazma
(L'acquittement d'une facture). 3. Aklama,
temize
çıkarma,
beraat
ettirme,
"ibra
(L'acquittement des accusés fut accuelli par le
public avec une joie manifeste).
acquitter gçl. 1. Ödemek (Acquitter un impôt, une
dette). 2. Temizlemek, bir şeyin hesabını
temizlemek (Acquitter ses impôts, une note
d'hôtel, la facture d'électricité). 3. Bir hesabın
altına ödenmiştir diye yazmak (N'oubliez pas
d'acquitter la facture). 4. Acquitter qn: a) Birini
aklamak, beraat ettirmek, temize çıkarmak (Le
jury acquitta l'accusé), b) Birini borçtan
kurtarmak. § S'acquitter: 1. Borcunu ödemek;
yapılan bir iyiliğe karşı olan borcunu, görevini
ödemek (L'ingratitude
vient peut-être de
l'impossibilité où l'on est de s'acquitter). 2.
S'acquitter de qch: Bir şeyi ödeyip kurtulmak;
yapmak, yerine getirmek (S'acquitter d'une dette.
S'acquitter d'un devoir, d'un engagement, d'une
promesse. Je me suis acquitté de ma .promesse
envers vous). 3. S'acquitter envers qn: Birine olan
borcundan kurtulmak; birine karşı borçsuz
duruma gelmek (Il n'a jamais pu s'acquitter envers
ses créanciers).
acre diş. Elli iki ar kadar olan eski bir yer ölçü
birimi.

âcre i. 1. (Biber yada hardal gibi) Acı, yakıcı (Une


saveur âcre. Fruits verts qui ont une saveur âcre). 2.
mec. Sert, dokunaklı, batıcı, acı (L'âcre frisson de
l'amour-propre blessé. Il lui répliqua d'un ton
âcre).
âcrement bel. I. Acı bir halde. 2. Sertçe,
âcreté diş. 1. Acılık, yakıcılık (L'âcreté d'un fruit).
2. Sertlik (L'âcreté de ses propos. L'ironie, chez
Lesage, n'a aucune âcreté).
acridiens er. ç. hayb. Çekirgeler,
acrimonie diş. 1. Tat sertliği. 2. mec. Sertlik,
aksilik, terslik (Exprimer ses griefs avec
acrimonie. Il lui a parlé sans acrimonie de son
acrimonieux

39

absence).
acrimonieux, euses. 1. Tadı sert. 2. mec. Sert, acı,
ters (Un ton acrimonieux,
des propos
acrimonieux).
acrobate ad. 1. Cam baz (Les acrobates exécutèrent
une pyramide humaine). 2. mec. Bir işin ustası;
ince dalavereler, oyunlar çeviren kişi; cambaz
(Les spéculateurs, acrobates de l'industrie et de la
finance.C'est un acrobate de la récitation).§ Faire
l'acrobate: Cambazlık etmek,
acrobatie diş. 1. Cambazlık (Faire, effectuer des
acrobaties: Cambazlık yapmak;
gösteriler,
numaralar yapmak.
L'aviateur
effectuera
quelques acrobaties aériennes). 2. mec. Büyük
ustalık, hüner, virtüozluk (Ce n'est plus du piano,
c'est de l'acrobatie. Il rétablit son budget par
quelques acrobaties dont il a le secret).
acrobatique 5. 1. Cambazlığa değgin, cambazlığa
özgü; cambazca
(Exécuter
un
numéro
acrobatique. Le gardien de but a fait un arrêt
acrobatique). 2. Çok ustalıklı, çok ustaca,
cambazca (Le redressement acrobatique d'une
situation financière catastrophique).
acrobatisme er. Cambazlık; cambazlık sanatı,
cambazlık mesleği,
acrophobie diş. hek. ruhb. Yükseklik yılgısı.
Yüksek yerlerde durmaya karşı duyulan aşın
korku.
acrostiche er. Uçlama, akrostiş,
acte er. 1. îş, eylem (Les actes doivent suivre les
paroles. On juge les hommes sur leurs actes). 2.
Yapılan işler, icraat (Les actes du gouvernement.
Les actes d'un pouvoir). 3. Davranış, hareket (Un
acte de bravoure, de courage, de générosité. Un
acte de grandeur, un acte de faiblesse. C'est de
votre part un acte inamical. Ce mouvement de
colère a été chez lui un acte instinctif). 4. Bağıt,
akit. 5. Belgit, senet (Signer un acte devant
notaire. Passer un acte de vente). 6. Belge, cüzdan
(Acte de naissance, acte de mariage, acte de décès).
7. (Resmi) Karar. 8. (Tiyatroda) Perde (Pièce en ^
un acte, pièce en trois actes). 9. Dönem; aşama,
"safha ( Cette conférence diplomatique ne fut que le
premier acte d'un conflit qui devait durer plus de
dix congrès des linguistes). 10. ç. Evrak § Acte
d'accusation: huk. İddianame, suçlama yazısı.
Acte administratif: "İdari tasarruf. Acte
authentique: Resmi senet. Acte d'aliénation:
Temlik işlemi, temlik muamelesi, temlikname.
Acte de caution: Kefalet senedi. Acte de
commerce: Tecimsel işlem, "ticarî1 muamele. Acte
de l'état civil: Kimlik belgesi, nüfus cüzdanı. Acte
de procuration: Vekâletname. Acte de propriété

actif
foncière: Tapu senedi, tapu. Acte illicite: Haksız
fiil. Acte impudique: Adâba aykırı fiil. Acte sous
seing privé: Adi senet. Demander acte:
Tanıtlamak (Je vous demande acte que nous avons
attiré votre attention depuis longtemps sur les
dangers de décisions prises
hâtivement).
Demander acte de qch: -in tanıtlanmasını istemek.
Donner acte: Bir şeyin var olduğunu, bir şeyin
varlığından haberli bulunulduğunu açıkça ve
resmen belirtmek, kabul etmek; bildirmek, dile
getirmek (Je vous donne acte que vos promesses
ont été remplies). Donner acte de qch: -i yasaca
tanıtlamak. Faire acte de: -göstermek, yapmak
(Faire acte de courage: Cesaret göstermek. Faire
acte de bonne volonté: İyi niyet göstermek. Faire
acte de bravoure: Erkeklik yapmak, yiğitlik
göstermek, erkeklik etmek). Faire acte de
présence: Nezaket gereği şöyle bir görünmek, boy
göstermek, görünüp gitmek. Prendre acte: -diğini
kabul etmek, saptamak, düşünmek, görmek (Je
prends acte que vous acceptez aujourd' hui
l'ensemble de nos propositions). Prendre acte de
qch: -i bir yana kaydetmek, not etmek,
gözönünde tutmak (Je prends acte, pour l'autre
vie, de ma conduite en celle-ci). Traduire qch en
acte: -i eyleme dönüştürmek, eylem haline
getirmek, gerçekleştirmek, sözde bırakmamak
(Traduire en acte les engagements pris à l'égard de
ses électeurs).
acteur, trice ad. 1. Tiyatro, sinema sanatçısı;
oyuncu. 2. mec. (Bir işte) Eli olan, parmağı olan
(Les acteurs et les témoins de ce drame). 3. mec.
Oyuncu, numaracı,
actif, ive s. 1. Güç ve erk dolu, zinde (Elle est restée
active malgré son âge). 2. Çalışkan, hamarat,
*işçimen (C'est un homme bien actif). 3. İşle
geçen, çok hareketli (Une vie active)1.4. Etkili (Un
remède actif, un poison actif). S. Etkin "faal (Un
volcan actif. Militant actif d'un parti politique.
Participation active des diverses classes sociales à
l'expansion économique. La méthode active dans
l'enseignement). 6. dilb. Etken (Un verbe actif:
Etken fiil). 7. Edimli, edimsel, "fiilî (Service actif :
Edimli hizmet). 8 .er. Elde bulunan, var ve alacak
(L'actif d'une succession, de la communauté,
d'une société). § A son actif: Yaptıkları olumlu
şeyler arasında, başarıları arasında (ila mis à son
actif la réalisation de plusieurs cités ouvrières:
Başarıları arasına bir çok işçi sitelerinin
kurulmasını da kattı). Avoir qch à son actif:
Boynunda, sicilinde, üzerinde, defterinde,
yaptıkları arasında
olmak (Cette bande
compte à son actif plusieurs agressions: Bu çetenin
actinie
üzerinde, günah defterinde birçok saldırılar var.
Cet homme a plusieurs vols à son actif: Bu adamın
boynunda birçok hırsızlık var; bu adam birçok
hırsızlıktan sorumludur).
actinie diş. hayb. Denizısırganı denilen hayvan,
denizgülü.
actinique s. 1. Kimi cisimler üzerinde kimyasal etki
yapan, kimyasal etkili (Les rayons ultraviolets
sont actiniques). 2. Işığa bağlı, güneş ışığından
ileri gelen (Dermatite actinique).
actinisme er. Kimyasal etkililik; kimyasal
etkilenim.
actinomètre er. Işınölçer,
actinométrie diş. Işınölçümü.
actinomycose diş. (İnsan ve hayvanlarda) Mantar
hastalığı.
actinothérapie diş. hek. Işın tedavisi,
action diş. 1. Davranış, tutum, hareket (Les motifs
de son action restent obscurs). 2. Iş, eylem (Un
homme d'action. Commettre une bonne action,
une mauvaise action). 3. Etki (L'action du remède
se fait sentir). 4. Çalışma, etkinlik (Un parti
détermine son programme d'action, sa ligne
d'action). 5. Hareket, eylem (Passer à l'action:
Harekete geçmek. Se jeter dans l'action: Eyleme
atılmak). 6. Savaşım, mücadele (L'action
politique: Siyasal mücadele. Engager l'action:
Savaşıma, mücadeleye girişmek). 7. Canlılık
(Cela manque d'action). 8. (Şiirde) Konu. 9.
(Tiyatroda) Olay; olayın akışı, olayın gelişmesi,
*dolantı (Une pièce où il n'y a pas d'action). 10.
huk. Dâva; kovuşturma (Intenter une action:
Dâva açmak). 11. ask. Çarpışma. 12. ç. Hisse
senedi, pay belgiti, esham (Acheter, vendre des
actions). 13. mec. ç. Saygınlık, itibar (Ses actions
baissent, ses actions augmentent). § Action
alimentaire: Nafaka dâvası. Action civile: Hukuk
dâvası, kişisel hak dâvası. Action de grâce: Gönül
borcu, şükran. Action en annulation: İptal dâvası.
Action en bornage: Sınır tesbiti dâvası. Action en
constatation: Tesbit dâvası. Action en divorce:
Boşanma dâvası. Action en dommages et intérêts:
Zarar ziyan dâvası. Action en évacuation: Tahliye
dâvası, boşaltma dâvası. Action en nullité: Butlan
dâvası. Action en partage: Taksim dâvası. Action
en possession: Zilyetlik dâvası. Action en
séparation de corps: Ayrılık dâvası, ayrılma
dâvası. Action négatoire: Müdahalenin men'i
dâvası. Action principale: Aslî dâva. Action
publique: Kamu dâvası, "amme dâvası. Champ
d'action: Çalışma alanı. Sousl'action de: Etkisiyle
(Le mur s'est détérioré sous l'action de l'humidité).
Etre en action: Çalışmakta olmak, iş başında

40

activité
olmak (Des équipes sont déjà en action pour
réparer les voies endommagées de la ligne de
chemin de fer). Mettre qch en action: -i
gerçekleştirmek,
uygulamak;
eyleme
dönüştürmek (Mettre ses projets en action).
actionnable s.huk. Dâva edilebilir,
actionnaire ad. Hissedar, esham sahibi, pay
belgitleri olan kişi (L'assemblée des actionnaires.
L'actionnaire qui touche un coupon).
actionnement er. İşleme, çalışma; işletme,
çalıştırma (L'actionnement d'une machine).
' actionner gçl. 1. İşletmek, çalıştırmak (Actionner la
manivelle pour faire partir un moteur. Un
moulin à eau fournit le courant qui actionne les
meules). 2. huk. Dâva etmek, mahkemeye
vermek (Actionner un escroc). 3. hlk. Harekete
geçirmek, ay ağa kaldırmak (Je vais actionner tout
le ministère).
activation diş. 1. (Bir cismi ışınıma tâbi tutarak)
Fiziksel ve kimyasal gücünü, özelliklerini artırma
(Activation du charbon). 2. biy. (Döllenmede)
Dişi eşeylik gözesinin canlanma dönemi. 3.
Etkinleştirme; etkinleşme. Hareketlendirme;
hareketlenme (Vactivation des mouvements
sociaux).
active diş. 1. Silah altında bulunan bütün subay ve
erler. 2. Muvazzaf hizmet (Soldat de l'active. Les
officiers d'activé).
activement bel. Canla başla; eylemli olarak;
etkenlikle, etken olarak (Collaborer activement à
la modernisation du pays. Rechercher activement
une personne disparue. Mener activement les
préparatifs d'une action militaire).
activer gçl. 1. Hızlandırmak, canlandırmak
(Activer les travaux, les préparatifs). 2. Activer
qch: Bir şeyi daha da şiddetlendirmek (Le vent
activait l'incendie). 3. Activer gsz. yada
S'activer: Elini çabuk tutmak, acele etmek,
çabuk çabuk birşeyler yapmak, çabuk olmak
(Des ouvriers s'activaient ça et là. Allons, activez
un peu, le train n'attend pas).
activeur er. Etkinleştirici.
activisme er. Etkincilik. Şiddet hareketlerinden
yana olma; aşınlıkçılık.
activiste 5. ad. Etkinci. Aşırılıktan, şiddet
hareketlerinden yana olan kişi ; aşırılıkçı (Attentat
commis par des activistes).
activité diş. 1. Çalışma (Activité physique,
intellectuelle). 2. Etkinlik (Se disperser dans de
nombreuses activités. Sa sphère d'activité est très
étendue). 3. Çalışma dalı, alanı (Industrie qui
étend ses activités à l'étranger). 4. Davranış,
hareket, (Contrôler l'activité d'un subordonné,
actrice
d'une personne). § Faire preuve d'activité:
Etkinlik göstermek. Etre en activité: İş üstünde
olmak; görevini yapmakta olmak; işinde hâlâ
çalışır olmak (Un employé encore en activité).
Maintenir qn en activité: Birini görevinde tutmak,
işinde çalıştırmak^Maintenir un officier en activité
au-delà de la limite d'âge). Cesser toute activité:
Çalışmayı bırakmak; emekliye ayrılmak (Il a
cessé toute activité).
actrice diş. (Tiyatro ve sinemada) Kadın oyuncu,
actuaire er. Malî sorunlarda istatistiklere
dayanarak oranlama hesaplar çıkaran uzman.
İstatistik hesap uzmanı,
actualisation diş. 1. Güncelleştirme, günün olayı
haline getirme. 2. fels. Olabilir durumundan
olmuş durumuna geçirme (L'actualisation des
souvenirs).

41

addition
adagio bel. İt. müz. Adacio.
adamantin, e s. Elmas gibi (Sert ve parlak),
adamique s. Adem'e özgü, Adem gibi (Innocence
adamique).
adamisme er. Adem baba gibi yaşamadan yana
olanlann öğretisi ; evlilik kurumuna düşman olma
akımı; evliliğe karşılık,
adaptabilité diş. Uyarlanabilirlik; uyma yeteneği,
uyarlanma yeteneği,
adaptable s. Uyarlanabilir (Une pièce adaptable).
adaptateur, trices. vead. 1. Uyarlayıcı, uyarlamacı
(Les scénaristes se font souvent les adaptateurs des
romans célèbres). 2. er. * Uyarlaç, "adaptör (Le
transformateur électrique est un adaptateur
d'impédance).
adaptatif, ive s. Uyarlama yada uyarlanmaya
değgin; uyarlamayla ilgili, uyarlanmayla ilgili
(Les mécanismes adaptatifs qui nous protègent
contre les microbes).
adaptation diş.
1. Uyarlama; uyarlanma
(L'adaptation d'un roman à la scène). 2. Duruma
uyma, uyarlanma (Il faut faire un effort
d'adaptation).
3. Uydurma, uygun kılma
(L'adaptation d'un plan de fabrication aux
nécessités économiques). § Faire l'adaptation de
qch à qch: -e uyarlamak, -e uyarlamasını yapmak
(Il fera l'adaptation d'un roman pour le cinéma).
adapter gf/. Adapter qch à qch: 1. Bir şeyi -e takmak
(Adapter un robinet au tuyau d'arrivée d'eau.
Adapter un nouveau carburateur à un moteur
d'automobile). 2. Bir şeyi -e uydurmak (Adapter
la musique aux paroles. Adapter sa conduite aux
circonstances, ses désirs à la réalité). 3. Bir şeyi
-e uyarlamak (Adapter un roman au cinéma). §
S'adapter à qch: 1. -e iyice oturmak, geçmek,
takılmak, yerleşmek (Le tuyau s'adapte bien au
robinet). 2. -e uymak, alışmak, uyarlanmak,
"intibak etmek (S'adapter à un climat, aux
circonstances).
adapteur er. *Uyarlaç, "adaptör (Adapteur de
phase)

actualiser gçl. 1. Güncelleştirmek, günün konusu


yapmak,
günün
koşullarına
uydurmak
(Actualiser un problème). 2. fels. Olabilir
durumundan olmuş durumuna geçirmek,
actualité diş. 1. Güncellik, tazelik, günün koşul ve
havasına uygunluk (L'actualité des problèmes
économiques. L'actualité d'une œuvre d'art). 2.
Günün olayları, günün konulan (S'intéresser à
l'actualité politique, sportive,
universitaire,
médicale). 3. ç. Dünya olaylan; günün konularına
değgin kısa film (Actualités télévisées. Les
actualités passent en général avant le grand film). §
Coller à l'actualité: (Bir kadını) Gölge gibi
izlemek, ardını bırakmamak,
actuel, le s. 1. Güncel, şimdiki, günlük (La mode
actuelle impose des couleurs vives). 2. Günün
havasına uyan (Le sujet très actuel de son roman).
3. fels. Edimsel, edimli, "fiilî,
actuellement bel. 1. Şimdiki halde, şimdilik, bugün
için (Le temps est actuellement très froid). 2. fels.
Edimsel olarak, edimli olarak "fiilen,
acuité diş. 1.Sivrilik, yoğunluk, son noktasında oluş
(L'acuité d'une douleur, l'acuité d'une crise
politique). 2. İncelik (L'acuité d'un son). 3.
Keskinlik (L'acuité du regard. Une bonne acuité ' addenda er. Bir yapıta katılan
ek; yapıtın sonuna
visuelle).
eklenen notlar,
acuminé, e s. bitb. Ucu sivri,
additif, ive s. 1. Katılacak, eklenecek (Terme
acupuncteur, acuponcteur er. Akupunktur uzmanı,
additif, segments additifs). 2. er. Katma, katılacak
akupunkturcu.
şey, ek, "ilâve (Ona voté un additif au budget. Je
acuponcture, acupuncture diş. İğne batırma
proposerai un simple additif à votre article). §
tedavisi, sayn organlara çeşitli iğneler batırma
Additif alimentaire: (Dayanmayı ve pazar
yoluyla: tedavi, akupunktur
(L'acuponcture
çekiciliğini sağlamak üzere bir gıda maddesine
chinoise).
konan) Katkı maddesi .
additioa diş. 1. Katma, ekleme, "ilâve etme
acutangles. Dar açılı (Triangle acutangle).
(Addition de quelques lignes à un texte. Addition
adage er. (Atalar sözü niteliğinde) Eski söz; büyük
d'un sirop à une eau minérale). 2. mat. Toplama
sözü.
additionnel
(Faire une addition, vérifier une addition). 3.
(Lokanta, kahve, otel gibi yerlerde) Hesap
(Demander l'addition au garçon. Payer, régler
une addition au bureau de l'hôtel).
additionnel, le s. Katılmış, eklenmiş, katma, ek
(Assemblée qui vote un article additionnel).
additionner gçl. 1. Toplamak (Additionner deux
nombres). 2. Additionner qch de qch: Bir şeyin
içine... katmak (Les anciens additionnaient
toujours d'eau le vin). 3. Additionner qch à qch:
Bir şeyi -e eklemek, katmak, ilâve etmek
(Additionner
des produits chimiques aux
aliments). § S'additionner: Birbirine eklenmek,
bir araya gelmek, birbirinin üstüne gelmek
(Toutes ces complications s'additionnent pour
rendre la situation inextricable).
adducteurs, veer. 1. anat. Yaklaştıncı; yaklaştırıcı
kas (Muscle adducteur. L'adducteur du gros
orteil). 2. er. (Kaynaktan depoya) Su yolu.
adduction diş. 1. (Kaslar için) Yaklaştırma işlevi. 2.
(Bir yerden bir yere su yada başka sıvıları)
Getirme, akıtma, °sevketme (Adduction d'eau,
de gaz, de pétrole).
adénite diş. hek. Bez yangısı, bezeme, "adenit,
adénoïde s. hek. Bezimsi (Végétations adénoïdes:
Boğaz etleri).
adénome er. hek. Bez uru.
adénopathie diş. hek. Adenopati.
adent er. (Doğramacılıkta) Geçme ek.
adenter gçl. (Doğramacılıkta) Geçme ile eklemek,
geçme ekler takıp eklemek,
adepte ad. 1. Bir inancı, bir mesleği, bir akımı tutan;
-den yana olan, yandaş (Les adeptes d'un parti,
d'une religion, d'un courant littéraire). 2. (Gizli
tutulan bir meslekten) El almış; uygulamaya
izinli, yaymaya izinli; "tilmiz,
adéquat, e s. 1. Tam, eksiksiz, tam gereken, uygun
(C'est l'expression adéquate, la réponse adéquate.
Nous avons trouvé l'endroit adéquat). 2. Adéquat
à qch: -e uygun (L'expression ne paraît pas
adéquate à la situation).
adéquatement bel. Gerektiği gibi, uygun şekilde,
tam yerinde,
adéquation diş. Denklik, tam uygunluk,
adhérence diş. 1. Yapışıldık, yapışma, sıkı sıkıya
değme (Adhérence du timbre à l'enveloppe.
Adhérence des pneus au sol). 2. mec. Bağlılık
(Deux âmes déliées de toutes adhérences
humaines). 3. hek. Yapışma, "iltisak (Adhérence
pleurale).
adhérent,e s. 1. Yapışık (Matière adhérente à la
peau). 2. ad. (Bir partiye, bir kuruma yada bir
öğretiye) Katılmış, girmiş kişi, üye, "mensup

42

adirer
(Carte d'adhérent, les adhérents d'une doctrine).
adhérer gsz. 1. Yapışık olmak, yapışmak, iyi
tutmak (La nouvelle suspension permet à cette
voiture d'adhérer mieux dans les virages). 2.
Adhérer à qch: a) -e yapışmak (Le papier gomme
adhérait à ses doigts. La viande, mise àfeu trop vif,
adhérait au fond de la poêle), h) -den yana olmak ;
-e katılmak, -i benimsemek (Adhérerà une idée, à
une doctrine, à un idéal). 3. -e girmek, katılmak,
üye yazılmak (Adhérer à un parti, à une
association). 4. mec. Tam uymak, uygun gelmek,
tam gelmek.
adhésif, ive s. 1. Yapışıcı (Ruban adhésif;
Pansement adhésif). 2. Katılma ile ilgili, girmeye
değgin (Formules adhésives à un pacte). 3. er.
Yapıştırıcı (Mettre un adhésif surla coupure d'un
doigt).
adhésion diş. 1. Yapışıklık. 2. Katılma, girme
(Adhésion à un parti, à un pacte). 3. Benimseme,
onama, kabul, "tasvip (Ses idées ont recueilli une
large adhésion auprès de -l'opinion publique). §
Donner son adhésion à qch: -i benimsemek, kabul
etmek ( Donner son adhésion à un projet). Refuser
son adhésion à qch: -e katılmayı reddetmek,
girmemek, benimsememek,
ad hoc s. Lat. Uygun, gerekli, ilgili, özel (Cela est
contre le règlement, ilfaut un ordre ad hoc. Oncréa
une commission ad hoc pour régler ce différend).
adiabatiques.//z. Isıiletmeyen, *ısıgeçirmez;ısısız.
adiabatisme er.fiz. "Isıgeçirmezlik, ısıiletmezlik.
adiante er. bitb. Baldinkara.
adiaphane s. Işıkgeçirmez.
adieu Uni. 1. Elveda! Allahaısmarladık. Hoşça kal,
kal sağlıcakla, hadi eyvallah. 2. er. Ayrılık
esenleşmesi, "veda. § Faire ses adieux à: -e veda
etmek (Faire ses adieux à la famille avant de
partir). Dire adieu à qn: Birinden izin isteyip
gitmek, yanından ayrılmak, -e hoşça kal demek.
Dire adieu à qch: -i artık bırakmak, -den
vazgeçmek; -i arkada, geçmişte bırakmak (Dire
adieu à la vie de bohème). Adieu paniers
vendanges sont faites: Atı alan üsküdan geçti; iş
işten geçti, artık çok geç.
à-dieu-va ünl. Evvel Allah, tanrının izniyle!

N'olacaksa olsun, nerden inceyse ordan kopsun!


adipeux, euse s. Hayvan yağı niteliğinde olan;
içyağımsı, içi yağ doluymuş gibi, yağlı (Un visage
adipeux et plat. Tissu adipeux).
adiposité diş. Yağlılık; yağ bağlama,
adipsie diş. hek. *Susamazlık; susama duygusunun
azalması yada tümden yitimi,
adirer gçl. huk. (Eskimiştir) Yitirmek (Un titre
adiré).
adjacent
adjacent, es. 1. Bitişik; komşu (Angles adjacents:
Komşu açılar). 2. Adjacent à: -e bitişik,
adjectif, ive s. 1. Sıfat niteliğinde olan (Locution
adjective). 2. er. Sıfat,
adjectivement bel. Sıfat yerine, sıfat olarak, sıfat
gibi.
adjectiver gçl. Sıfatlaştırmak, sıfat olarak
kullanmak.
adjoindregç/. 1. Katmak, yanına vermek, koşmak.
2. Adjoindre qch à qch: Bir şeyi -e katmak,
eklemek, vermek (Les anciens adjoignaient
souvent un surnom à leur nom patronymique.
Adjoindre un réservoir spécial à une voiture de
course). 3. Adjoindre qn à qn: Birini birine
yardımcı vermek; yardım etsin diye göndermek
(On lui a adjoint une secrétaire pour assurer le
courrier. Il leur a adjoint un bataillon en garde
soldé). § S'adjoindre qn: Birini kendine yardımcı
almak (Je me suis adjoint un collaborateur pour
achever ce travail).
adjoint, es. ve ad. 1. Yardımcı (Directeur adjoint.
Les adjoints administratifs). 2. Adjoint à qn:
Birine yardımcı; birinin yardımcısı (Adjoints au
maire).
adjonction diş. Katma, ekleme; katılma, eklenme
(L'architecte décida l'adjonction d'un garage à la
maison. Le parti a décidé l'adjonction de deux
nouveaux membres au comité directeur. Faire
quelques petites adjonctions à un texte).
adjudant er. 1. Komutan yardımcısı subay yada
erbaş. 2. Fransız ordusunda başçavuştan yüksek
erbaş. 3. tkz. Höthötçü, mızmız ve buyurgan.
adjudicataire ad. 1. Üstenci, "müteahhit. 2. (Bir
açık artırmada) Üstüne kalan kimse, üstlenen;
ihaleyi kazanan; açık artırmada mal alan.
adjudicateur, trice ad. Artırma eksiltme memuru.
Açık artırmayı yapan,
adjudication diş. 1. (Satışta) Artırma usulü; (Satın
almada) eksiltme usulü. 2. Artırma ya da eksiltme
usulü ile birine bir şey verme; üsterme, °ihale. §
Adjudication à la surenchère, aux enchères:
Artırmalı üsterme. Açık artırma. Adjudicationau
rabais: Eksiltmeli üsterme. Açık eksiltme.
Adjudication de qch à qn: Bir şeyi birine üsterme,
ihale etme (Adjudication des travaux de voirie à un
entrepreneur). Mettre qch en adjudication: -i
üstermeye çıkarmak, üstermek, "ihaleye
koymak.
adjuger gçl. 1. Üstüne bırakmak, üstermek, ihale
etmek. Açık artırmayla vermek. 2. Adjuger qch à
qn: a) Bir şeyi birine üstermek, ihale etmek (On a
adjugé les meubles au plus offrant), b) Bir şeyi
birine vermek (Adjuger une récompense aux

43

administration
meilleurs élèves). § Adjuger au plus offrant: En
çok verenin üstünde bırakmak § S'adjuger qch:
Bir şeyi kendine ayırmak, zaptetmek, bir şeye
konmak (Comme toujours il s'est adjugé la
meilleure part).
adjuration diş. 1. Ant verme. 2. Yalvarıp yakarma
(Il s'entêtait, malgré les adjurations de sa famille).
adjurer gçl. 1. Ant vermek, ant içmek (Je vous
adjure au nom de la patrie: Yurdun başı için. ,.)2.
Adjurer qn de f.qch: Birinden -meşini dilemek,
rica etmek (On adjura le ministre de recevoir la
délégation. Je t'adjure de ne pas exposer ta vie dans
une aventure aussi risquée).
adjuteur er. Yardımcı.
adjuvant er. 1. Yardımcı, destekleyici ilaç. 2. mec.
Canlandırıcı. 3. Katkı maddesi (Les adjuvants du
béton).
ad libitum Lat. bel. İsteğe bağlı, keyfe kalmış,
admettre gçl. 1. Kabul etmek (J'admets vos excuses,
vos raisons). 2. Sanmak, farzetmek, tut ki -mek
(Admettons que vous ayez réussi à votre examen,
tous les problèmes n'étaient pas pour cela résolus).
3. El vermek; -e gelmek; götürmek, kaldırmak
(Ce poème admet plusieurs interprétations. Il
n'admet pas la discussion. Cette affaire n'admet
aucun retard). 4. Kabul etmek, almak (Admettre
quelqu'un à sa table, à un examen, dans sa
familiarité, dans une société). 5. Admettre qn à f.
qch: Birinin -meşine izin vermek; -sini kabul
etmek (Admettre quelqu'un à siéger). § En
admettant que: Tut ki... dir; sayalım ki... dir (En
admettant que cela soit vrai...).
adminicule er. 1. Yardımcı araç. 2. Yardımcı belge,
yardıma tanıt,
administrateur, trice ad. Yönetici, yönetmen,
"idareci (Les administrateurs de la Sécurité
Sociale, de la Comédie Française).
administratif,ive s. Yönetime değgin, yönetimle
ilgili, yönetimsel, "idarî (Directeur adminisratif.
La division administrative d'un pays). § Prendre
des mesures administratives: Yönetim önlemleri
almak, "idarî tedbirler almak,
administration diş. 1. Yönetim, "idare
(L'administration d'un pays. L'administration
des départements est confiée aux préfets). 2. hek.
Verme, zerk etme; verilme, zerk edilme
(L'administration de médicaments rte semble pas
indiquée dans le présent cas). 3. Aşketme, vurma ;
aşkedilme, vurulma (Administration d'une paire
de gifles, d'une fessée à un enfant). §
Conseil d'administration: Yönetim
kurulu.
Entrer dans l'administration: Yöneticiliğe
girmek, yöneticilik yaşamına atılmak.
administrativement

44

adoptif

administrativement bel. Yönetime göre, yönetim


edilebilir, -i elde edebilir, yapabilir (Tous les
yoluyla,
yönetimce
(Il
est
interné
citoyens sont également admissibles à toutes
administrativement.
Il
est
chargé
dignités, places et emplois publics). 3. ad.
administrativement de veiller à la bonne exécution
Kazanmış, başarı göstermiş, kazanan (Liste des
des travaux).
admissibles).
administrée s. ve ad. Yönetilen, yurttaş (Chers
admission diş. Kabul, kabul edilme, alınma (J'ai
administrés: Sayın yurttaşlar!. Le maire annonça à
envoyé au président du club ma demande
ses administrés que les travaux pour l'adduction
d'admission).
d'eau commencerait prochainement).
admonestation diş. Azar; azarlama, paylama
administrer gçl. 1. Yönetmek (Administrer un
(L'admonestation d'un policier à un prisonnier).
département, une grande entreprise, les biens d'un
admonester
gçl.
Azarlamak,
paylamak
mineur). 2. Yapmak, yerine getirmek (Le prêtre • (Admonester publiquement un élève
pour ses
qui administrait le baptême à Clovis). 3.
retards injustifiés. Le juge s'est contenté
Administrer qch à qn: a) hek. Vermek, zerk
d'admonester le prévenu).
etmek (Administrer un remède à un malade), b)
admonition diş. 1. Dikkat çekme, uyarma, "ihtar. 2.
Vurmak, yerleştirmek aşketmek (Administrer
Azar, zılgıt.
une gifle, une fessée à un enfant).
adolescence
diş.
Yeniyetmelik
(L'âge
admirable s. Hayran olunacak, hayranlığa değer;
d'adolescence).
çok güzel (Paysage admirable).
adolescent, e ad. Yeniyetme (Film interdit aux
admirablement bel. Hayran olunacak şekilde; son
adolescents).
derece, çok (Elle est admirablement belle).
adonc, adoncques, adonques bel. 1. O sırada. 2.
admirateur,trice s. ve ad. Hayran (Il pose sur elle
Öyle ise.
un regard admirateur. Elle décourageait les
adonis er. 1. Fidan gibi delikanlı, tığ gibi delikanlı,
admirateurs qui s'empressaient autour d'elle.
2. Güzel bir tür gündüz kelebeği. 3. diş. Parlak
C'est une de vos admiratrices).
kırmızı çiçekli bir bitki, kançiçeği.
admiratif,ive s. 1. Hayran kalmış, hayranlık içinde
adoniser(s')gsz. Süslenmek, fiyakalı giyinmek (Un
(Les touristes s'arrêtaient, admiratifs).
2.
homme qui se mire et qui s'adonise).
Hayranlık dolu (Un regard admiratif).
adonner (s') gsz. 1. Kendini vermek, bağlamak. 2.
admiration diş. Hayranlık (Il poussa un long
S'adonner à qch: Kendini -e vermek (S'adonnera
sifflement d'admiration). § Avoir, éprouver une
l'étude, au travail, à la boisson).
(de 1') admiration pour qn, qch: Birine, bir şeye
adoptable s. I. Evlât edinilebilir. 2. Kabul
karşı hayranlığı olmak, hayranlık duymak. Etre
edilebilir.
en admiration: Hayranlık içinde olmak, hayran
adoptant, e ad. Evlât edinen, evlâtlık alan.
kalmak (Il était en admiration devant ce tableau.
adopté, e s. 1. Evlât edinilen; evlâtlık. 2. Kabul
Elle est en admiration devant son gosse). Exciter,
edilen.
soulever l'admiration: Hayranlık uyandırmak.
adopter gçl. 1. Adopter qn: Birini evlât edinmek,
Faire l'admiration de qn: -i hayran bırakmak (Son
gömleğinden geçirmek (Ils ont adopté un enfant
courage fait l'admiration de tout le monde).
de l'Assistance publique). 2. Adopter qch: Bir şeyi
admirativement bel. Hayranlıkla, hayran hayran,
kabul etmek, benimsemek (Adopter une religion,
admirer gçl. 1. Hayran olmak, hayranlıkla
une idée).i. Takınmak, almak (Pour me parler, il
seyretmek (J'admire votre courage. Admirer le
adopte un ton qui ne lui est pas habituel. Adopter
portail d'une cathédrale). 2. Admirer que...:
des mesures exceptionnelles pour faire face à une
-diğine şaşmak (J'admire que vous restiez
crise économique). 4. Oyla kabul etmek,
impassible devant tant de sottises). 3. Admirer qn
onaylamak (L'Assemblée a adopté le projet de loi.
de f. qch: Birinin -sine hayran olmak; -sini çok
Adopter une motion à mains levées).
beğenmek (J'admire cet homme de pouvoir
adoptif,ive s. 1. Evlâtlığa yada analığa, babalığa
travailler si sérieusement).
kabul edilmiş, *edinik (Enfant adoptif, père
admissibilité diş. Kabul edilebilirlik, kabul
adoptif, fils adoptif, fille adoptive). 2. mec. İkinci
(L'admissibilité aux emplois, à la fonction
sırada gelen, asıl gibi, seçilerek benimsenmiş (La
publique. Liste d'admissibilité).
France est sa patrie adoptive: Fransa onun için
admissibles. 1. Kabul edilebilir, akıl alır, usa yatkın
ikinci bir yurttur). 3. (Birini) Evlâtlık edinen (Cet
(Une proposition admissible. Ce n'est pas
enfant passe ses vacances dans sa famille
admissible). 2, Admissible à qch: -e kabul
adoptive).
adoption
adoption diş. 1. Kabul etme, onaylama (L'adoption
d'un projet de loi, d'un programme). 2. Evlât
edinme. 3. Edinme, kendinin sayma (L'adoption
d'un enfant. Un pays d'adoption).
adorable s. 1. Tapılacak, tapınılacak, tapılmaya
değer (Péché contre l'adorable bonté divine). 2.
Çok güzel, çok sevimli, tapılası ( Un adorable petit
chien).
adorablement bel. Tapınılacak gibi, çok güzel bir
biçimde (Vous êtes adorablement bien mise).
adorateur, trice ad. 1. Tapan, tapıcı (Les lncas
étaient des adorateurs du Soleil). 2. mec.
Taparcasına seven, hayran, vurgun, tutkun
(Volage adorateur de mille objets divers. La foule
de ses adorateurs l'accueillit avec enthousiasme).
adoration diş. 1. Tapınma, tapma (L'adoration des
dieux) 2. mec. Büyük sevgi, tutkunluk, hayranlık
(Son respect pour elle allait jusqu'à l'adoration). §
Avoir une (de I') adoration pour qn, qch: -e karşı
büyük bir hayranlığı, sevgisi saygısı olmak
(L'enfant avait une grande adoration pour son
père).Etre en adoration devant qn, qch:Birini, bir
şeyi taparcasına sevmek (// est en adoration devant
elle).
adorer gçl. 1. Tapmak, tapınmak (Adorer le soleil,
le feu, le Dieu des Chrétiens). 2. önünde eğilmek,
yükünmek (On l'adore comme un Dieu). 3.
Taparcasına; tapınırcasına sevmek (C'estpeu de
dire aimer Elvire, je l'adore). 4. hlk. Bayılmak,
çok sevmek (Des fraises à la crème, j'adore ça. Il
adore la musique dejazz). § Adorer lesoleillevant:
Günoğlu olmak. Kimin yıldızı parlarsa hemen
ondan yana oluvermek. Adorer ce qu'on a brûlé:
İnanç ve kanılarından yüz seksen derece dönüş
yapmak. Eskiden sövdüğünü şimdi över olmak.
Etre adoré de qn:.. .tarafından çok sevilmek (Ce
roi est adoré de son peuple. Ce père est adoré de ses
enfants).
ados er. (Tanmda) Toprak yastık,
adossé,e s. 1. Sırt sırta getirilmiş. 2. Adosséàqch: -e
sırtını dayamış, dayanmış, sırt vermiş (Le Théâtre
était adossé à la citadelle. Une école adossée à la
mosquée).
adossement er. Sırtım dayama, arkasım bir yere
verme, dayanma,
adosser gçl. 1. Dayamak. 2. Adosser qch à qch,
contre gch: Bir şeyin arkasını -e verdirmek,
dayatmak (Adosser une maison à un grand rocher,
contre un rocher. Adosser une armée à une colline,
contre une colline). § S'adosser à qch: -e
dayanmak, sırtını dayamak, arkasını vermek (Le
château s'adossait au flanc du coteau, dominant la
vallée. Le vieillard s'adossa au mur pour allumer

45

adresser
une cigarette).
adoucir gçl. 1. Tatlılaştırmak (Mettez un peu de
crème fraîche pour adoucir la sauce. Un épais
brouillard adoucissait le ton des verdures). 2.
Kısmak,azaltmak, alçaltmak (Une voix suraiguë
qu'elle cherchait vainement à adoucir. La cour
d'appel adoucit la condamnation de l'accusé). 3.
Perdahlamak, yumuşatmak, parlatmak ( Produits
pour adoucir la peau). 4. mec. Yatıştırmak,
dindirmek, yumuşatmak, sertliğini gidermek
(Cette lettre adoucira peut-être votre chagrin). §
S'adoucir 1. Yumuşamak (Le temps s'est adouci).
2, Hafiflemek, azalmak (La pente s'adoucit
lorsqu'on arrive près du sommet du col). 3.
Düzelmek; pürüzlerini, sertliğini yitirmek (Son
caractère ne s'est pas adouci avec les années).
adoucissage er. 1. Perdah; perdahlama, parlatma
(Adoucissage d'une glace, d'un marbre, d'une
pierre taillée). 2. Rengini açma, parlatma
(Adoucissage d'un métal).
adoucissant, e s. Yumuşatıcı, yatıştırıcı (Huile
adoucissante. Paroles adoucissantes).
adoucissement er. 1. Tatlılaşma; tatlılaştırma. 2.
tekn. Perdahlama, parlatma. 3. Yumuşama;
yumuşatma (Adoucissement de la température, du
caractère, de l'eau). 4. Hafifleme; hafifletme,
giderme (Apportez de l'adoucissement à mes
peines).
adoucisseur, euse ad. tekn. 1. Perdahçı. 2. Suyun
içindeki kireç vb. maddeleri giderme aleti,
ad patres bel. Lat. Atalara doğru. § Envoyer ad
patres: Öte dünyayı boylatmak, öldürmek, canım
cehenneme yollamak,
adragante diş. 1. Kitre elde edilen ağaç. 2. Kitre
(Kitre anlamında gomme adragante,
yada,
gomme d'adragante da denir),
adrénaline diş. Adrenalin.
adresse diş. 1. Uzluk, ustalık (Jeux d'adresse, tours
d'adresse, l'adresse d'un jongleur, d'un joueur de
basket). 2. Kurnazlık, keskin zekâlılık (Elle est
d'une adresse à désespérer un diplomate). 3.
Adres, *buhınak (Il m'a donné son adresse). 4.
Ortaklaşa dilekçe "mahzar. § A l'adresse de qn:-e
hitaben (Lire un communiqué à l'adresse des
auditeurs). Avoir de l'adresse à f. qch: Bir şey
yapmakta usta olmak, becerikli olmak (Elle a une
adresse remarquable à berner tous ceux qui
l'approchent).
adresser gçl. Adresser qch à qn: 1. Birine bir şey
söylemek, dile getirmek, sunmak (Adresser des
compliments à qn). 2. Yöneltmek (Adresser des
reproches, des questions à un ami). 3. Göndermek
(Adresser un colis à ses parents, un faire-part de
adroit

46

mariage à tous ses amis). 4. Baş vurdurmak (Son


médecin habituel adressa le malade à un
spécialiste). § Adresser la parole à qn: Biriyle
konuşmak (Personne ne lui adresse la parole). §
S'adresser à qn: 1. Hitap etmek, seslenmek;
ilgilendirmek (C'est à vous que ce discours
s'adresse. Ce livre s'adresse au grand public). 2.
Başvurmak, müracaat etmek (Je ne peux pas vous
renseigner, adressez-vous à la concierge).
adroit,e s. 1. Usta, becerikli, eli uz (Un enfant très
adroit de ses mains). 2. Ustaca, çok ince, esnek
(Mener une politique adroite). 3. Adroit à, en qch:
-de usta, becerikli (Une femme adroite en couture,
un homme adroit au billard). § Etre adroit à f.qch:
-mekte çok usta olmak, eşi benzeri bulunmamak
(Il est adroit à ourdir des manigances).
adroitement bel. Uzlukla, ustalıkla, ustaca,
adsorbant er. *Yüzergen.
adsorber gçl. *Yüzermek.
adsorption diş.kim. *Yüzerme.
adulateur, trice s. ve ad. Dalkavuk, pohpohlayıcı,
pohpohcu (Les louanges de ses adulateurs lui
avaient tourné la tète).
adulation
diş. Dalkavukluk,
pohpohçuluk,
pohpohlama (Il se comportait sans bassesse ni
adulation à l'égard de ses chefs).
aduler gçl. Birine dalkavukluk etmek, birini
pohpohlamak, övgüye boğmak (Vous adulez
bassement le souverain pendant sa vie).
adulte s. ve ad. Yetişkin, ergin ( Cours du soir pour
adultes).
adultérateur, trice ad. Başka şeyler katarak bir şeyi
bozan kişi, karıştırmacı.
adultération diş. Başka şeyler katarak bir şeyi
bozma, karıştırma, soysuzlaştırma,
adultère er. 1. Eşlerden birinin öbürünü başkasıyla
aldatması, eş aldatma, zina (La femme pourra
demander le divorce pour cause d'adultère de son
mari). 2 .s. vead. Eş aldatıcı,eş aldatmaya değgin,
"zinaya değgin; yasa dışı, yasak (Une femme
adultère. Des désirs adultères).
adultérer gçl. Bozmak, soysuzlaştırmak (Beau/éde
ce visage que rien ne vient adultérer).
adultérin,e s. Evlilik dışı doğmuş, zina ürünü
(Enfant adultérin).
aduste s. Güneşten yanmış,
ad valorem bel. Lat. Değerine göre.
advenir gsz. 1. (Ancak mastar halinde, bir de
üçüncü şahısta kullanılır) Olmak, başa gelmek
(On a vu ce qu'il est advenu du régime après sa
mort). 2. Advenir de qch:-den doğmak, ortaya
çıkmak(Quepeut-il advenird'unpareil [>rojet?)§l\
advient que... : -dığı olur (Il advient que toute une
aérer
saison passe sans pluie). Advienne que pourra!:
Ne olursa olsun, sonu neye varırsa varsın!
adventice s. 1. Dıştan gelen, "arızî (Elle avait
encombré sa vie de maintes
préoccupations
adventices). 2. fels. Doğuştan olmayan. 3. biy.
Ortama yabancı; yeni bir ortama yeni getirilip
sokulmuş.
adventif,ive s.
Aynı nitelikte
organların
bulunmadığı noktada biten, ek (Bourgeons
adventifs, racines adventives).
adverbe er. dilb. Belirteç, zarf (Adverbe de temps,
adverbe de manière).
adverbial,e s. dilb. Belirteç niteliğinde, zarf
niteliğinde (Emploi adverbial d'un adjectif).
adverbialement bel. dilb. Belirteç olarak, zarf
olarak
(L'adjectif
"haut"
est
employé
adverbialement dans la phrase "Ilparle haut").
adversaire ad. 1. Hasım (Cet ami de la veille est
devenu un adversaire acharné). 2. Karşı
düşüncede olan, aykırı düşüncede olan, 'karşıtçı,
"muhalif (Les adversaires du matérialisme).
adversatif,ive s. dilb. Karşıtlık belirten, itiraz
anlamı taşıyan (Conjonctions adversatives).
adverses. 1. Birbirine hasım, muhasım (Les forces
adverses sont restées sur leurs positions). 2. Karşı;
karşı tarafa değgin (La partie adverse: Karşı taraf.
L'avocat adverse: Karşı tarafın avukatı). 3. Ters,
aykırı (Fortune adverse: Ters talih).
adversité diş. 1. Ters talih, talih tersliği, kara baht,
alnın kara yazısı (Il s'était raidi contre l'adversité).
2. mec. Kara gün, felâket (Il est possible d'être
homme même dans l'adversité).
aède er. (Eski yunanlılarda) Ozan (Homère a été le
plus grand et le dernier des aèdes).
aérage er. (Yeraltı geçeneklerinde) Temiz hava
dolaşması, havalanma; havalandırma (L'aérage
ne se faisait pas au fond de cette voie).
aérateur er. Havalandırıcı, esimlik; havalandırma
aygıtı.
aération diş. Havalandırma; havalanma (Conduit
d'aération).
aéré,es. 1. Havalandırılmış ( Une chambre aérée). 2.
Havadar (Un bureau bien aéré; On étouffe, la salle
à manger est heureusement très aérée). 3. Hava
geçirir, dokuması seyrek (Une étoffe aérée; Nylon
aéré).
aérer gçl. 1. Havalandırmak (Aérer une chemise.
Aérer un lit en retournant un matelas). 2.
Yoğunluğunu,
ağırlığını
azaltmak,
biraz
hafifletmek (Vous auriez dû aérer un peu votre
exposé). § S'aérer: Kafasını dinlendirmek, hava
almak (Il est allé s'aérer à la campagne pendant les
vacances de Pâques).
aérien
aérien,ne s. 1. Havadan yapılmış (Les anges
prennent un corps aérien). 2. Hava gibi, hafif (Une
musique d'une grâce aérienne). 3. Havada
yaşayan (Le peuple aérien: Kuşlar). 4. Havada,
açıkta kalan; hava ile beslenen (Racines
aériennes). S. Havacılığa değgin, havacılıkla ilgili
(Lignes aériennes, forces aériennes. Base
aérienne, attaque aérienne). 6. Hava yoluyla
yapılan, havada olan (Transport aérien. Circuit
aérien). 7. Hava ile ilgili, göklere değgin (Violer
l'espace aérien d'un pays).
aérifêres. Hava veren, hava geçiren (Tubeaérifère,
conduits aérifêres).
aérification diş. Gazlaşma; gazlaştırma,
aérifïergç/. Gazlaştırmak,
aériforme s. Hava gibi, havamsı.
aérobies, ve er. Havalı yerde üreyen (Le bacille du
charbon est un aérobie).
aérodrome er. Havaalanı, uçakalam.
aérodynamique diş. 1. Hava hız ve basıncının
etkilerini inceleyen bilim; hava etkilçri bilimi,
aerodinamik. 2. s. Bu bilime değgin, aerodinamik
(Laboratoire, soufflerie aérodynamique).
3.
Aerodinamik
kurallarına
uygun
(Profil
aérodynamique). 4. Hava direncine en az
uğrayacak biçimde yapılmış, havayener (Frein
aérodynamique).
aérographe er. Boya tabancası.
aérolit(h)e er. Havataşı.
aéromètre er. fiz. Havaölçer.
aéromoteur er. Hava ile işleyen motor,
havamotoru.
aéronaute er. Balon güdümcüsü, balon pilotu,
aéronautique s. 1. Balonculuk yada uçakçılığa
değgin,
havacılıkla
ilgili
(Constructions
aéronautiques, une usine aéronautique). 2. diş.
Havacılık (Ecole Nationale Supérieure de
l'Aéronautique).
aéronef er. Havagemisi.
aérophagie diş. hek. Hava yutma, "havayutum.
aéroplane er. Uçak.
aéroport er. Havalimanı. Bir kentin hava ulaşımııfı
sağlayan kuruluşların topu.
aéroporté,e s. Hava taşıtlarıyla taşınan, havadan
taşınan (Troupes, divisions aéroportées).
aéroportergf/. Havadan taşımak. Uçak, helikopter
vb. ile nakletmek,
aérostat er. Balon,
aérostation diş. Balonculuk.
aérostatique s. 1. Balonla, balonculukla ilgili. 2. diş.
Durgun hava ve gazlarla ilgili denge kuramı,
"aerostatik.
aérostierer. Balon tayfası, baloncu.

47

affainéantir
aérotechnique diş. 1. Hava yolculuğu tekniği. 2. s.
Hava yolculuğu tekniğine değgin,
aérothérapie diş. hek. Hava tedavisi, hava ile
tedavi.
affabilité diş. Gönül okşayıcıhk, naziklik, incelik,
tatlı dillilik (Recevoir des invités avec affabilité.
Témoigner de l'affabilité à l'égard de ses amis).
affable s. Gönül okşayıcı, nazik, tath dilli
(Répondre d'un ton affable. Se montrer affable
avec des visiteurs). § Etre affable avec qn: -e karşı
kibar davranmak (Le ministre a été affable avec
nous).
affablement bel. Gönül okşayarak, nazikçe, tath
dille.
affabulation diş. 1. (Bir öyküden çıkarılan) Öğüt
payı, "kıssadan hisse. 2. Bir öykü, roman yada
oyundaki olguların düzeni. 3. ruhb. Uydurmaca;
uydurmacılık,
affabuler gçl. 1. Kurmak, düzenlemek (Affabuler
une intrigue). 2. gsz. Uydurmak, uydurmacılık
yapmak, kendi kendine masallar uydurmak,
affadir gçl. 1. Tatsızlaştırmak, tadını bozmak,
yavanlaştırmak (Affadir un mets, un style, une
couleur). 2. Bunaltmak, içini bulandırmak (Un
été orageux sévit, affadissant toutes les volontés).
3. mec. Bıktırmak. § S'affadir: Tatsızlaşmak,
tadını yitirmek, bozulmak (Une sauce qui s'est
affadie. Ces critiques se sont affadies avec le
temps).
affadissement er. 1. Tatsızlaşma, tatsızlaştırma
(L'affadissement d'une sauce). 2. Bıkkınlık
verme, tadını kaçırma; yavanlık, tatsız tuzsuzluk
(L'affadissement de la tragédie classique).
affaiblir gçl. 1. Güçsüzleştirmek, zayıflatmak,
anklaştırmak, < zayıf düşürmek
(Affaiblir
quelqu'un. La fièvre a affaibli le malade). 2.
Azaltmak, zayıflatmak (Les crises continuelles
affaiblissent l'autorité de l'Etat). 3. Hafifletmek,
sertliğini biraz gidermek (Il a dû affaiblir certains
traits). § S'affaiblir: Zayıflamak, güçsüz düşmek,
yoğunluğu azalmak (Un parti qui s'affaiblit de jour
en jour. L'intérêt que je lui porte s'est affaibli).
affaiblissante s. Arıklaştırıcı, zayıflatıcı (Régime
affaiblissant).
affaiblissement er. Arıklaşma, arıklaştırma;
zayıflama, zayıflatma; yumuşatma, yumuşama;
zayıflık, güçsüzlük (Affaiblissement des forces, de
la santé. L'affaiblissement
de l'autorité
gouvernementale).
affainéantir gçl. Tembelleştirmek, avareleştirmek.
§ S'affainéantir: Tembelleşmek, avareleşmek
(Les grandes passions sont cause que l'on
s'affainéantit).
affaire
affaire
1. İş (J'ai à régler une affaire urgente). 2.
Şey (C'est l'affaire de quelques heures). 3. Dâva
(L'affaire viendra devant le tribunal à la prochaine
session. L'affaire
Dreyfus).
4. (Silahla)
Çarpışma, savaş (L'affaire d'Algérie). 5. Sorun,
"mesele (C'est affaire de goût). 6. Düello (Nous
vidons sur le pré l'affaire sans témoins). 7. Sıkıntı,
başa açılan iş, baş belâsı (C'est toute une affaire).
8. Girişim, ticaret, teşebbüs (Lancer, gérer une
affaire). 9. Eşya (Cet enfant perd toujours ses
affaires). 10. Ticaret, alışveriş, iş (Un homme
d'affaires). 11. Maddi durum (Mettre de l'ordre
dans ses affaires. Etre bien, mal dans ses affaires).
12. İşler, genel durum (Où en sont les affaires?). §
Avoir affaire à qn: Biriyle işi olmak; görüşecek,
konuşacak bir şeyi olmak. Birine işi düşmek (II
aura affaire à moi). Avoir affaire avec qn: Biriyle
anlaşmazlığı olmak. Avoir son affaire: 1. hlk.
Hesabı görülmek, ölmek (Il a son affaire). 2.
Sonuçlanmak, işi görülmek. Avoir affaire de qch:
-e ihtiyacı olmak; -e gereksinimi olmak,
gereksinim duymak (Avoir affaire d'argent.
Qu'ai-je affaire de toute ces querelles?). Etre audessous de ses affaires: İşin
altından kalkamamak.
Etre au-dessus de ses affaires: İşlerim iyi
yürütmek, işi yolunda olmak. Faire l'affaire: İş
görmek, işe yaramak (Un morceau de ficelle fera
l'affaire, le paquet n'est pas gros). Faire affaire
avec qn: Biriyle ticaret, alış veriş yapmak. Faire
qch son affaire: Bir şeyi üstüne almak (Je fais mon
affaire régler cette histoire). Faire son affaire à qn:
Birinin hakkından gelmek, hesabını görmek.
Faire l'affaire de qn: -in hesabına, işine gelmek
(Cela fait mon affaire). Se tirer d'affaire: İşin
içinden çıkmak, sıyrılmak. Avoir ses affaires:
argo. (Kadın) Aybaşı olmak,
affairé,e s. İşi başından aşkın; işi çok olan yada öyle
görünen (Un homme affairé). § Etre affairé i f.
qch: -mekle uğraşmak (Jesuis affairé à achever un
second volume).
affairement er. İş çokluğu, işi başından aşkınhk (Je
ne puis appeler travail cet affairement).
affairer (s') gsz. 1. Uğraşmak, ilgilenmek (Les
infirmières s'affairaient auprès du blessé). 2.
S'affairer autour de: Etrafında dört dönmek; -ile
çok ilgilenmek (Le portier s'affairait autour des
clients qui descendaient de voiture). 3. S'affairer à
f. qch: -mekle uğraşmak, -meye çalışmak,
koşuşturmak (Elle s'affaire à préparer son dîner).
affairisme er. Çıkarcılık. Her şeyden çıkar sağlama
eğilimi. Dümencilik,
affairiste ad. Çıkarcı, dümenci. Her şeyden çıkar
sağlamaya bakan kişi.

48
affecter
affaissement er. 1. Çökme (Affaissement de terrain,
d'une voie ferrée). 2. Manevî bakımdan çökme,
azalma (On s'inquiéta de cet affaissement
progressif de son intelligence).
affaisser gçl. Göçürtmek, çökertmek, çöktürmek
(Les fortes pluies de ces jours ont affaissé la route).
S S'affaisser: 1. Çökmek, bel vermek (Le sol s'est
affaissé. Le plancher s'est légèrement affaissé). 2.
Çökmek, yığılıp kalmak (Ilperdit connaissance et
s'affaissa sur le trottoir). 3 .mec. Zayıflamak, zayıf
düşmek, gücünü yitirmek (Mon âme s'affaisse de
jour en jour).
affaler gçl. den. İndirmek, aşağıya almak, çekerek
suya indirmek (Affaler un cordage, un chalut). §
S'affaler: 1. Yığılmak, gömülmek, çökmek,
kendisini atıvermek (S'affaler sur le divan, dans
un fauteuil). 2. (Gemi için) Kıyıya çok yaklaşmak ;
suya gömülmek, batmak,
affamé,e s. 1. Acıkmış, aç (Des gens affamés). 2.
mec. Gözü aç, açgözlü. 3. Affamé de qch, de f.qch:
-e acıkmış, susamış; -meye susamış, acıkmış
(Affamé de gloire, d'un grand idéal, d'entendre
parler de l'art). 4. ad. Aç insan, aç (Des troupeaux
d'affamés). § Ventre affamé n'a pas d'oreilles: Aç
ayı oynamaz; aç köpek fınn deler,
affamer gçl. Aç bırakmak (Affamer un population,
une ville).
affameur er. İstifçi, kıtlık yaratıcı; aç bırakıcı, rızk
kesici.
affectation diş. 1. (Bir şeyi bir işe) Ayırma; tahsis
etme (Décréter l'affectation d'un immeuble à un
service public). 2. (Bir birliğe) Atama, verme
(Affectation d'un officiera une garnison). 3. mec.
Askerî birlik (Rejoindre son affectation). 4.
Gösteriş, yapmacık (Affectation de vertu, de piété.
Affectation dans le geste, dans le parler, dans les
manières. Parler avec affectation).
affecté,e s. 1. Yapmacık, yapmacıklı (Un homme
affecté. Une prononciation affectée. Il montre une
douceur affectée). 2. Etkilenmiş, üzülmüş (J'ai été
très affecté par la nouvelle de ce décès). 3. Etre
affecté,e de qch, de f.qch: -den üzüntü duymak;
-mekten üzüntü duymak (Il a été affecté de la
maladie de son enfant, Je suis fort affecté d'avoir
perdu son amitié).
affecter gçl. 1. Kendini.. .imiş gibi göstermek, -lik
taslamak (Affecter la joie, la gravité. Il affectait
pour elle une tendresse qu'il n'éprouvait pas). 2.
Özenmek (Affecter un accent, un langage). 3. Bir
şeye düşkün olmak. 4. ... biçimine girmek (La
roche affecte uneforme curieuse). 5. Dokunmak,
duygulandırmak, üzmek (Sa misère m'affecte
trop). 6. Etkilemek (Sa conduite m'a bien affecté).
affectif
7. Affecter de f. qch: ...imiş gibi yapmak, ...gibi
davranmak (Affeder d'être ému, de ne pas
entendre). 8. Affecter qn à qch: Birini -e atamak,
tayin etmek (On l'a affecté à la direction de
l'entreprise). 9. Affecter qch à qch: Bir şeyi -e
ayırmak, "tahsis etmek (Le budget a affecté de
grands crédits à l'éducation nationale). §
S'affecter: 1. Üzülmek. 2. S'affecter de qch: -den
üzüntü duymak; -e üzülmek,
affectif, ives. 1. Duygulandın», dokunaklı. 2. ruhb.
Duygusal (La vie affective. Uneréactionpurement
affective). 3. Duygulu, içli.
affection diş. 1. Sevgi, "şefkat (L'affection d'une
mère pour ses enfants. Perdre, gagner l'affection
de quelqu'un).
2. ruhb.
Duygulanma;
duygulanım. 3. hek. Hastalık, saynlık (Affection
aiguë, chronique). 4. Etkileme,
affectionné,e s. ve ad. 1. Sevilen, sevgili, gönülden
bağlanılan (Votre affectionné. Votre fille
affectionnée). 2. Gönülden bağlı, vefalı,
affectionner gçl. Sevmek (Affectionner son enfant,
les livres). S S'affectionner à qn, à qch: 1. Birine,
bir şeye bağlanmak (Nous nous affectionnons aux
gens qui nous consolent). 2. S'affectionner pour
qn: -e gönül vermek, tutulmak, vurulmak,
affectivité diş. Duygulanma yetisi; duygululuk. 2.
Duygusal yaşamdaki olayların bütünü,
affectueusement bel. Sevgiyle, sevecenlikle;
"şefkatle (Embrasser, regarder affectueusement).
affectueux,euse s. Sevgi dolu, sevgi taşan; "şefkatli
(Un sourire affectueux. Un enfant affectueux
envers ses parents).
affenage er. Yem verme, yemleme (Affenage du
bétail).
afféner gçl. Yem vermek, yemlemek (Afféner un
cheval).
afférent,e 1. Bağlı, ilgili (Le Conseil des ministres a
discuté du problème des importations et des
questions afférentes). 2. Afférent à qch: -e değgin,
-ile ilgili (Renseignements afférents à une affaire).
3. huk. Afférent,e à: -e düşen (La part afférente à
cet héritier), § Part afférente; Portion afférente:
huk. Yaygın pay, "hissei şayia. Vaisseaux
afférents: anat. Toplardamarlar,
affermage er. Kiralama, tutma,
affermer gçl. (Çiftlik yada tarla için) Kiralamak.
Kiraya vermek yada kira ile tutm&kfAffermerun
terrain).
affermir gçl. 1. Sağlamlaştırmak, berkitmek (Un
accord qui affermit la paix). 2. Sertleştirmek,
pekiştirmek (Un traitement qui affarmit les chairs,
les tissus). 3. Güvenli, sağlam kılmak;
güçlendirmek, kuvvetlendirmek (Affermir son

49
affilier
pouvoir, son autorité. Cela n'a fait que l'affermir
dans sa position).
affermissement er. Sağlamlaştırma, pekiştirme,
güçlendirme, kuvvetlendirme (L'affermissement
des caractères. L'affermissement de l'Etat).
affété,e s. Özentili, yapmacık (Un langage affété).
afféterie diş. Özenti, yapmacık,
affichage er. İlân yapıştırma (Tableau d'affichage,
panneau d'affichage. Affichage interdit).
affiche diş. Ası, ilân edilen şey, duvar ilânı (Affiche
judiciaire, légale, publicitaire. Mettre une pièce à
l'affiche. Un spectacle qui reste à l'affiche§ Tenir
l'affiche: (Tiyatroda oyun için) Uzun süre
oynamak. Quitter l'affiche: Artık oynamamak.
afficher gç/. 1. Duvarda ilân etmek, asıp ilân etmek
(Afficher une vente aux enchères, une pièce de
théâtre, les résultats d'un examen). 2. -lik satmak,
.. .göstermek, etmek (Afficher un savoir que l'on
n'a pas. Afficher des prétentions exagérées). 3.
Dile düşürmek (Afficher unefemme, un amant). §
S'afficher: Görünmek; gözleri kendi üzerine
çekmek, adını çıkarmak, kendini dile düşürmek
(S'afficher dans des endroits à la mode. S'afficher
avec une femme).
affichette
Küçük duvar ilânı, ilâncık (Poser une
affichette. Une parti politique qui fait poser des
affichettes sur les murs).
afficheur er. Duvara afiş, ilân yapıştıran kişi.
affichiste er. Afiş sanatçısı, afişçi,
affldavit er. "Yeminli beyan, 'antlı bildirim.
affldé,e s. 1. Güvenilir,inanılır.2.ad. Gizligörevli,
çaşıt,"hafiye.3. ad. tkz. Hempa,
affilage er. Bileme.
affilé,e s. Bilenmiş, keskin (Un couteau bien affilé).
§ D'affilée: Durmadan, sürekli olarak (11 a
travaillé dix heures d'affilée. Parler trois heures
d'affilée).
affiler gçl. Bilemek (Affiler un couteau avant de
trancher la viande). § Avoir la langue bien affilée:
Çok geveze olmak, zevzek olmak. Dili uzun
olmak.
affiliation diş. 1. Alınma, kabul edilme (Le club
local a demandé son affiliation à la fédération). 2.
Girme, katılma, "intisap (Affiliation à un club, à
un parti politique. Son affiliation au club lut
permettra de bénéficier des installations sportives).
affilié,e s. vead. 1. (Derneklerde) Üyeliğe alınmış;
"mensup, üye (Les affiliés d'une association, d'un
club, d'un parti). 2. Affilié,e à: -e bağlı (Un
syndicat affilié à une confédération générale).
affilier gçl. 1. Almak, kabul etmek. 2. Affilier qnà
qch: -e sokmak, üye yapmak (Un ami l'affilia à la
franc-maçonnerie). § S'affilier à qch: -e üye
affiloir
olmak, girmek (S'affilier à un parti politique, àun
syndicat).
affiloir er. El bileğisi, masat,
affinage er. (Madenler için) Temizleme, arıtma
(Affinage des métaux, du verre).
affinement er. İnceltme, incelme; geliştirme,
gelişme (L'affinement du goût).
affiner gç/. 1. Geliştirmek, inceltmek (Affiner son
goût, son esprit). 2. Temizlemek, arıtmak
(Affiner du cuivre, du verre, du sucre).
affinerie diş. (Madenler için) Arıtma yeri,
arıtımevi.
affineur,euse ad. Maden arıtıcı,
affinité diş. 1. Evlenme dolayısıyla iki yanın üyeleri
arasında meydana gelen yakınlık, hısımlık. 2.
Yakınlık, benzerlik, ilişki (Il existe une certaine
affinité entre les tendances actuelles de la peinture
et celles de la musique). 3. kim. Kaynaşma
anıklığı, ilgi.
affiquets er. ç. İncik boncuk, ufak tefek kadın
süsleri.
affirmatif,ives. 1. Doğrulayıcı, destekleyici (Parler
d'un ton affirmatif). 2. Kesin, kararlı (Il a été très
affirmatif, elle ne viendra pas). 3. mant. ve dilb.
Olumlu (Forme affirmative. Une réponse
affirmative).
affirmation diş. 1. Doğrulama, kesinleme, "teyit
(Affirmation de créance). 2. mant. ve dilb.
Olumluluk, olumlama. 3. Sav, "iddia (En dépit de
vos affirmations, je n'en crois rien).
affirmative diş. Kabul etme, evet deme (Dans
l'affirmative, vous passerez par le bureau pour
signer le contrat).
affirmativement bel. Doğrulayıcı olarak; olumlu
olarak (Répondre affirmativement
à une
demande).
affirmer gçl. 1. Bir şeyin doğru olduğunu söylemek,
bir şeyi doğrulamak (Le besoin d'affirmer leur
amitié par mille témoignages). 2. Savlamak, ileri
sürmek, "iddiaetmek (J'affirme que les choses se
sont passées ainsi). 3. Kesin olarak söylemek,
kesinlemek. 4. Affirmer f.qch: -diğini ileri
sürmek, savlamak, "iddia etmek ;-diğine ant içmek
(J'affirme l'avoir vu). § S'affirmer: Ortaya
çıkmak, doğrulanmak, kendini göstermek, belli
olmak (Son talent s'affirme).
affixal,e s. dilb. Eklere değgin, *eksel.
affixe er. dilb. 1. Ek (Affixe de formation: Yapım
eki). 2. mat. diş. Takı.
affleurement er. 1. Düzlemleme, eş düzeye
getirme. 2. Toprak yüzeyine çıkma (Affleurement
d'un filon).
affleurer gçl. 1. İki şeyin yüzünü yan yana aynı

50

affoler
düzlem
üzerine
getirmek,
düzlemlemek
(Affleurer les battants d'une armoire). 2. Affleurer
qch, yada à qch: Bir şeyle eş düzeyde olmak, bir
şeyin düzeyine yükselmek (L'eau affleure les
berges. Le rocher affleure à peine à la surface du
sol).
afflictif,ive s. Bedene uygulanan (Les peines
afflictives).
affliction diş. Büyük acı, derin üzüntü,
affligeant,e s. Acıklı, üzücü, üzüntü verici (Une
situation affligeante).
affliger gçl. 1. Ağrı vermek, acı çektirmek (Elle
affligeait son corps par des austérités continuelles).
2. Acı vermek, üzmek, dertlere salmak (Sa mort a
affligé tous ceux qui le connaissaient). 3. Yıkıp
geçirmek, kasıp kavurmak (Les maux qui
affligent la terre). § S'affliger: 1. Üzülmek,
dertlenmek. 2. S'affliger de qch, de f. qch: Bir
şeye, bir şey yaptığına üzülmek (Je m'afflige des
injustices sur terre, de ne pouvoir vous aider).
affluence diş. 1. Akın, üşüşme (L'affluence des
clients était telle que les employés étaient débordés.
Eviter de prendre l'autobus aux heures
d'affluence).
2.
Bolluk.
3.
Kalabalık
(L'exposition a attiré une grande affluence).
affluent,e s. ve er. Başka bir akarsuya dökülen su,
kol (Une rivière affluente. Les affluents de la
Seine).
affluer gsz. 1. Akmak, bol bol gelmek, dökülmek,
hücum etmek (Dans ses moments de colère, le
sang lui afflue au visage). 2. Akın etmek, üşüşmek
(La foule afflue dans le métro. Les gens affluaient
de toutes parts).
afflux er. 1. (Suyuklar, vücuttaki sıvılar için) Akın,
hücum (L'afflux du sang). 2. Üşüşme, akın
(L'afflux des capitaux est considérable. Un afflux
de clients remplit en quelques instants la boutique).
affolant,e s. 1. Şaşırtıcı, çıldırtıcı (La femme qui
cache et montre l'affolant mystère de la vie). 2. Us
almaz, korkunç, kaygı verici (La vie augmente
tous les jours, c'est affolant).
affolé, e s. ve ad. 1. (Üzüntüden, korkudan,
şaşkınlıktan) Çılgına dönmüş (Une femme
affolée). 2. Sapıtmış, yanlış işleyen, sersem sepet
çalışan (Boussole affolée).
affolement
er.
(Üzüntüden,
korkudan,
şaşkınlıktan)
Çılgına
dönme,
şaşkınlık
(L'affolement du joueur qui perd chaque partie.
L'affolement
qu'il manifeste est hors de
proportion avec l'événement).
affoler gçl. 1. Aklını almak, deli etmek, çıldırtmak.
2. Şaşkına çevirmek. § S'affoler: 1. Çıldırmak,
şaşkına dönmek (La mère s'affola en voyant que
affouage

51

affût

son fils ne jouait plus près d'elle). 2. S'affoler de


un avion, un car).
qch, de f. qch: -den, -mekten şaşkına dönmek,
affréteur er. Kiralayıcı, tutan,
nerdeyse aklını kaçırmak. Etre affolé de qn:
affreusement bel. 1. Son derece, korkunç bir şekilde
Birine vurulmak, tutulmak (Elle est affolée de ce
(Cette réponse le fit affreusement pâlir). 2. Berbat,
Léandre).
iğrenç bir şekilde, fena halde (ila été affreusement
affouage er. Baltalık hakkı,
torturé).
affouager gçl. 1. Ormanda baltalığa ağaç ayırmak.
affreux,euse s. 1. Korkunç (Un affreux
2. Baltalık hakkı olanların listesini yapmak,
bonhomme). 2. Berbat, iğrenç (Voyage affreux,
affouillement er. Su yada yel aşıntısı,
repas affreux). 3. Çok çirkin, çok kötü, iğrenç (Un
affouiller gçl. (Su yada yel) Aşındırmak,
visage affreux).
affouragement er. (Hayvanlara) Ot dağıtma, yem
affriander gçl. 1. Yemek seçmeye alıştırmak. 2.
verme, yemleme,
Tamahlandırmak, iştahını kabartmak. 3. mec.
affourager gçl. Yemlemek, yem vermek,
Kendine çekmek (Une ville qui affriande les
affourcher gsz. (Gemi için) Çatal meydana
étrangers).
getirecek biçimde çift demir atmak,
affriolant,e s. 1. İstek kamçılayan, iç gıcıklayan (Il
affranchi, e s. 1. Azatlı, azat edilmiş (Un esclave
trouvait cette femme très affriolante). 2. Ağız
affranchi, serf affranchi). 2. Gelenek ve
sulandıran, istenir, çekici (Ce voyage n'a rien
söylentilere pek kulak asmayan, şuna buna pek
d'affriolant. Un programme qui n'est pas
aldırmayan (Le plus ferme et le plus affranchi des
affriolant).
esprits). 3. Affranchi,e de qch: -den kurtulmuş (Il
affrioler gçl. Kendine çekmek, kapana çekmek
est affranchi des obligations pénibles d'un horaire
(Elle tentait de l'affrioler par quelques agaceries).
de travail très strict). 4. ad. Yasa, kural
affront er. 1. Alçaltma, hakaret (Il a subi un grand
dinlemeyen, yasadışı bir yaşam süren kişi. Pek
affront). 2. Onur yarası, leke, yüz karası (Laver
töre kaygısı olmayan kişi (Iljouait aux affranchi).
un affront dans le sang). § Faire un affront à qn:
affranchir gçl. 1. Azat etmek, özgür kılmak
Birine bir hakarette bulunmak,
(Af franchir un esclave). 2. Vergisini kaldırmak. 3.
affrontement er. 1. Karşısında kalma, uğrama,
Önceden ödemek. 4. Kurtarmak, özgürlüğüne
maruz kalma (L'affrontement d'un péril, d'un
kavuşturmak (Affranchir un pays). 5. Affranchir
malheur). 2. Karşılaşma, çarpışma, çatışma
qn, qch de qch: Birini, birşeyi -den kurtarmak (Il
(L'affrontement
de deux adversaires, des
faut affranchir le pays de la domination étrangère).
puissances). 3. Uç uca, ağız ağıza getirme.
6. Affranchir qn: hlk. Gizli tutulan bir şey
(L'affrontement les lèvres d'une plaie).
konusunda aydınlatmak, gözünü açmak (II ne
affronter gçl. 1. Meydan okumak, hiçe saymak,
parait pas connaître leurs
machinations,
karşısına çıkmak, karşısında kalmak, korkusuzca
affranchissons-le).
7.
(Posta)
Pulunu
karşılamak (Affronter la mort, un adversaire. Il a
yapıştırmak, pullamak (Affranchir une lettre, un
affronté de grands dangers. Le navire affronte la
paquet). 8. Yasa ve töre dışı yaşama yoluna
tempête). 2. Uç uca, yüz yüze yada kenar kenara
sokmak. § S'affranchir: 1. Kurtulmak, azat
getirmek (Affronter les lèvres d'une plaie, deux
olmak. 2. S'affranchir de qch: -den kurtulmak;
pièces de bois). § S'affronter: Çarpışmak,
elinden kurtulmak (Il s'est enfin affranchi de cette
çatışmak (Deux puissances qui s'affrontent).
timidité dont il était prisonnier. On ne peut pas
affublement er. Gülünç giyim, tuhaf kılık.
s'affranchir ainsi des lois de son pays).
, affubler gçl. 1. Gülünç bir biçimde giydirmek,
affranchissement er. 1. Azatetme, azatolma; özgür
gülünç kılığa sokmak (Affubler un enfant). 2.
kılma, özgür kılınma; kurtarma, kurtulma
Affubler qn de qch: Birine ...giydirmek (On
(Affranchissement d'un esclave, d'un pays). 2.
m'avait affublé d'un chapeau haut de forme. Ces
Pullama (Tarifd'affranchissement pour la France,
singes que l'on affuble d'une robe). § S'affubler: 1.
pour l'étranger). 3. Açılma, özgürleşme,
Gülünç bir şekilde giyinmek. 2. S'affubler de qch:
tutsaklıktan kurtulma (L'affranchissement de la
.. .giyinmek (Il ne savaitpas s'habiller et s'affublait
femme au XX ème siecle).
toujours de vêtements trop voyants).
affres diş. ç. 1. Boğucu sıkıntı ; işkence (Les affres de
affusion diş. Sulama, su serpme,
la mort). 2. Tinsel acı, boğuntu (Les affres de
affût er. 1. Top kundağı. 2. Tuzak, avcının av
l'incertitude, du doute).
beklediği yer, öneze, gömültü (Il choisit un bon
affrètement er. (Taşıt için) Kiralama,
affût pour tirer le lièvre). § Etre à l'affût de qch: Bir
affréter gçl. Kiralamak, tutmak (Affréter un navire,
şeyi beklemek, kollamak, elde etmek için fırsatını
affûtage
kollamak, ardından koşmak (Il est toujours à
l'affût d'idées nouvelles.Ce journaliste est toujours
à l'affût d'une nouvelle sensationelle). § Se mettre
à l'affût: Tuzağa yatmak, siperlenmek (Mettezvous à l'affût derrière cette porte).
affûtage er. 1. Bileme. 2. Bir işçiye gerekli âletlerin
topu, takımlar,
affûter gçl. 1. Bilemek (Affûter un couteau). 2.
fdmanlamak, koşuya hazırlamak (Affûter un
cheval).
affûteur er. Bileyici,
aflttteuse diş. Bileyi makinesi,
affutiaux er. ç. X. Kıvır zıvır, süs eşyası. 2. hlk.
Âletler, takım taklavat,
afghan,es. 1. Afganistan'adeğgin.2.a<i. Afganlı. 3.
er. Afgan dili, afganca.
afin de, afin que dilb. tçin, diye (Afin de travailler,
afin que vous puissiez travailler).
a fortiori Lat. bel. Haydi haydi; bundan dolayı (Je
ne suis pas capable de savoir si je serai prêt à la fin
de la semaine; a fortiori, je ne puis vous donner une
réponse positive pour les vacances prochaines).
africain,e s. ve ad. Afrikalı; Afrika'ya ve
afrikalılara değgin,
africanisation diş. Afrikalılaştırma; afrikalıiaşma.
africaniser gçl. Afrikalılaştırmak. § S'africaniser:
Afrikalılaşmak.
africaniste ad. Afrika dilleri ve uygarlığı uzmanı,
*Afrikabiiimci.
aga,agha er. T. Ağa.
agaçant,e s. 1. Kamaştırıcı. 2. Tırmalayıcı. 3. mec.
Sıkıa, sinirlendirici,
agace, agasse diş. Saksağan,
agacement er. 1. (Diş için) Kamaşma, kamaştırma.
2. (Kulak) Tırmalama, tırmalanma. 3.
Sinirlendirme, sinirlenme; rahatsız etme,
rahatsız olma.
agacer gçl. 1. Kamaştırmak (Le citron agace les
dents). 2. (Kulağı) Tırmalamak (Un bruit qui
agace l'oreille). 3. Sıkmak, sinirlendirmek,
rahatsız etmek (C'est un type qui agace tout le
monde). 4.mec. Kendineçekmek, tavlamak (Elle
tente del'agacer par des mines et des attitudes qui le
font sourire).i S'agacer: 1. Sinirlenmek, kızmak.
2. S'agacer de f.qch: -diğine kızmak (//s'agace de
te voir tourner autour de lui).
agacerie diş. Cilve, kırıtma (Elle attirait mon
attention par quelques agaceries).
agaillardir gçl. Neşelendirmek,
agames. bitb. (Mantarlar gibi) Gizli döllenimli.
agami er. hayb. Borazankuşu. Güney Afrika'da
yaşayan, kara kızıl tüylü, tavuk büyüklüğünde az
uçabilen bir kuş, °agami.

52

agent
agamidés er. ç. hayb.
Borazankuşugiller;
agamigiller.
agape diş. Dostlar sofrası, şölen,
agaric er. bitb. Çayırmantarı.
agassin er. (Bağ kütüğünde) Kısır tomurcuk,
agate diş. Akik.
agave er. Nergisgillerden bir Amerika bitkisi.
age er. (Sabanda) Ok; saban oku.
âge er. 1. Ömür. 2. Yaş (Quel âge avez-vous?). 3.
Çağ (L'âge du bronze. Les premiers âges de
, l'humanité). 4. Kuşak, nesil. 5. Devir, zaman,
dönem. 6. Yaşlılık (Courbé par l'âge. L'âge a
marqué les traits deson visage). 7. ç. Yıllar. S L'âge
critique: Kadınların aybaşı olmaktan kesildikleri
yaş. L'&ge d'homme: Erişkinlik yaşı. L'âge d'or:
Altın çağ (Un empire qui a connu son âge d'or).
D'âge en âge: Yüzyıllardan beri, çağlar boyu,
yüzyıldan yüzyıla. Etre sur l'âge: Kafa kâğıdı
biraz eskimek; yaşı ilerlemiş olmak. Les quatre
âges: Eskilerin l'âge d'or, d'argent, d'airain, de fer
diye saydıkları dünyanın dört çağı ki birincisi
bolluk ve mutluluk, ikincisi bunun daha az bir
derecesi, üçüncüsü haksızlık ve savaş başlangıa,
sonuncusu ise dünyadan bet bereketin kalkması
dönemini dile getirir. Age scolaire: Okul çağı. Age
de raison: Us çağı. Age mental: Zekâ yaşı. Age
légal: Doğum yaşı. Age tendre: Çocukluk ve
ergenlik.
figé,es. 1. Yaşlı (Une femme assez âgée). 2. Agé de:
.. .yaşında (Un enfant âgé de douze ans).
agence diş. Acente, ajans (Une agence de voyages.
Agence de publicité). 2. Şube, bölüm (L'agence
d'une banque).
agencement er. 1. Kurma (Agencement d'une
phrase). 2. Düzenleme, yerleştirme; düzen
(L'agencement très moderne de leur salle de
bains).
agencer gçl. 1. Kurmak (Agencer l'intrigue d'une
pièce de théâtre. Agencer une phrase). 2.
Düzenlemek, yerleştirmek (Agencer les divers
éléments d'une bibliothèque démontable). §
S'agencer: Düzenlenmek, kurulmak,
agenda er. Andıç, "ajanda.
agenouillement er. Dizçökme
(L'agenouillement
des fidèles à la mosquée).
agenouiller (s') gsz. 1. Diz çökmek (S'agenouiller
pour nettoyer le parquet). 2. Dize gelmek (Il est
habitué à s'agenouiller devant n'importe quel
pouvoir).
agenouilloir er. Üzerine diz çökülen küçük iskemle.
agent er. l.fels. kim. Etken. 2. Görevli. 3. Acente.
4. Casus, çaşıt, ajan (Traiter ses adversaires
politiques d'agents de l'ennemi). S Agent
agglomérat

53

comptable: Sayman, saymanlık görevlisi. Agent


de change: Borsada hükümet görevlisi. Agent de
police: yada yalnızca Agent: Polis, polis memuru.
Agent municipial: Belediye çavuşu. Agent secret:
Gizli görevli; gizli polis,
agglomérat er. yerb. Yığışım,
agglomération diş. 1. Toplanıp yığılma; toplayıp
yığma (Une agglomération de pierre et de terre au
bas de la colline effondrée). 2. İnsan kalabalığı,
ahali (Agglomération urbaine). 3. Kasaba yada
köy; yerleşme yeri (Le train traverse plusieurs
petites agglomérations avant d'atteindre Dijon).
aggloméré er. Toz halindeki yakıtlardan yapılan
topak, yakıt topağı,
agglomérer gçl. 1. Yığmak, toplayıp yığmak (Le
vent a aggloméré la neige contre le mur). 2. Bir
araya
getirmek,
karıştırmak,
karmak
(Agglomérer du sable et du ciment).
agglutinant,e s. 1. Yapıştırıcı, topaklayım. 2. dilb.
Bitişken, bitişimli. 3. er. Tutturucu, yapıştırıcı
(Un agglutinant). § Langues agglutinantes: dilb.
Bitişimli diller,
agglutination diş. 1. Bitişme, bitiştirme. 2. Yeniden
toplaşma. 3. dilb. Bitişkenlik,
agglutiné,e s. Bitişmiş, yeniden yapışmış,
agglutiner gçl. Bitiştirmek, yapıştırmak (Xa chaleur
avait agglutiné les bonbons dans le sachet). §
S'agglutiner: Yapışmak (Les mouches viennent
s'agglutiner contre la paroi du bocal de confitures).
aggravant,e s. Tehlikeyi artıran, kötüleştiren;
ağırlaştırıcı (Circonstances aggravantes).
aggravation diş. 1. Ağırlaşma, artma, şiddetlenme
(L'aggravation des impôts, d'une maladie). 2.
Ağırlaştırma,
şiddetlendirme,
artırma
(Aggravation d'une peine).
aggraver gçl. Artırmak, ağırlaştırmak (Le tribunal
a aggravé la peine qui avait été infligée à l'accusé.
Votre geste a aggravé sa colère). § S'aggraver:
Ağırlaşmak, kötüleşmek (L'état du malade
s'aggrave).
agile s. Çevik, atik, ayağı na çabuk (fin/an/ agile). 2.
Tez kavrayan, cin gibi (Un esprit agile).
agilement bel. Çeviklikle, atikçe,
agilité diş. 1. Çeviklik, atiklik, ayağına çabukluk. 2.
Tez kavrayış, cin gibilik, kafa esnekliği,
agio er. Acyo.
agiotage er. Borsa oyunu,
agioter gçl. Borsa oyunu oynamak,
agioteur,euse ad. Borsa oyuncusu,
agir gsz. 1. Bir şey yapmak, bir iş görmek (Il n'a
même plus la force d'agir). 2. Harekete geçmek,
çalışmak (Ne restez pas inerte, agissez). 3.
Davranmak, hareket etmek (Agir bien, mal. Agir

agnelet
en ami). 4. fels. Etken olmak. 5. Dava açmak
(Agir par voie de requête). 6. Agir sur: Üzerine
etki yapmak (Sa volonté n'avait pas cessé d'agir
sur son destin). § Il s'agit de: 1 söz konusudur.
Söz konusu olan... dır (Il s'agit d'une intervention
armée). 2. İş... dedir; amaç ...dır; önemli
olan.. .dır; konu.. .dır (Ils'agit avant tout de sauver
le pays).
agissant,es. 1. Eli işte, iş gören, çalışan. 2. Etkili. 3.
Etkin.
agissements er. ç. (Yermeli anlamda) Etkinlik,
"faaliyet; davranış, tutum, hareket (La police
décou vrit trop tard les agissements de la bande. Les
journaux ont relaté abondamment les agissements
de l'escroc).
agitateur, trice ad. 1. Kışkırtıcı (Les agitateurs du
soulèvement, de l'émeute). 2 . f i z . Karmaç,
agitation diş. 1. Çalkantı, çırpıntı, kıpırdanma
(L'agitation de la mer, des feuilles). 2. Karışıldık
(Des agitations dans un pays). 3. Bozukluk
(L'agitation de son esprit se manifeste par le
mouvementfébrile deses mains). 4. Sıkıntı. 5. hek.
Çarpıntı (L'agitation du malade ne se calme pas).
agité,es. 1. Çırpıntılı, çalkantılı (Une mer agitée). 2.
Sıkıntılı, huzursuz. (Un sommeil agité). 3. Sinirli,
yerinde duramayan (Un enfant agité). 4. Ateşli;
kızgın (Les esprits étaient agités).
agiter gçl. 1. Sallamak (Le chien agite sa queue; la
brise agite les feuilles). 2. Çalkalamak (Agiter un
flacon avant de verser le liquide). 3. Zihin
karıştırmak,
şaşırtmak.
4.
Kışkırtmak,
ayaklandırmak (Agiter la foule). 5. Açmak,
kurcalamak, görüşmek, tartışmak (Agiter une
question, un problème). 6. Coşturmak, heyecana
getirmek (Tous ces discours finissaient toujours
par agiter profondément les ouvriers). § S'agiter:
1. Sallanmak (Les feuilles s'agitent). 2.
Çalkalanmak, dalgalanmak, çırpıntılı olmak (La
mer s'agite). 3. Kıpırdanmak, ayaklanmak (Le
peuple s'agite). 4. Coşmak, heyecanlanmak. 5.
Rahatsız, huzursuz olmak, kızıp sinirlenmek. 6.
Kıpırdayıp durmak (Cesse de t'agiter sur la
chaise). 7. Dört dönmek, durmadan gidip gelmek
(Le restaurant était plein, les garçons s'agitaient).
agnathe s.ve ad. 1. Çenesiz. 2. er.ç.hayb.
Çenesizler.
agneau er. 1. Kuzu. 2. Yumuşak huylu kimse, kuzu
gibi adam. 3. Kxaueti(Mangerdel'agneaurôti).
§
L'agneau sans tache: İsa Peygamber,
agnelage er. Kuzulama, kuzu doğurma (Agnelage
de printemps, d'automne).
agnelergsz. Kuzulamak,
agnelet er. Küçük kuzu, süt kuzusu, kuzucuk.
agneline
agneline diş. Kuzu yünü, kuzulardan ilk kırkılan
parlak ve kıvırcık yün.
agnosie diş. 1. ruhb. Tanıyamazlık, tanısızlık. 2.
fels. Bilisizlik,
agnosticisme er. fels. Bilinemezcilik,
agnostiques, fels. 1. Bilinemezciliğe değgin. 2. ad.
Bilinemezci.
agonie
1. Can çekişme (Son agonie fut longue).
2. mec. Yavaş yavaş çökme, yıkılma (L'agonie
d'un empire, d'un régime). § Etre à l'agonie:
Ölmek üzere olmak, can çekişmek,
agonir gçl. Bunaltmak. § Agonir qn d'injures:
Birine sövüp saymak,
agonisant,e s. 1. Can çekişen. 2. Çökmekte,
batmakta olan. 3. ad. Can çekişen kişi.
agoniser gsz. 1. Can çekişmek ( Un blessé agonisait
sur le bas-côté de la route). 2. Çökmekte,
batmakta, sönmekte olmak (Le régime agonisait
dans l'indifférence générale).
agora diş. Yun. (Eski yunan kentlerinde) Halk
alam, pazar yeri, çarşı,
agoraphobie diş. ruhb. *Alan yılgısı; alan, park,
sokak gibi açık yerlerden duyulan ürkeklik
hastalığı.
agouti er. hayb. Amerika'da yaşayan, tavşan
büyüklüğünde kemirici bir hayvan, aguti.
agrafage er. Kopçalama.
agrafe diş. 1. Kopça. 2. Kenet. 3. (Mimarlıkta)
Kemerlerde kilit taşı. 4. Süs iğnesi,
agrafer gçl. l.Kopçalamak (Agrafer une robe, une
ceinture). 2. Agrafer qn: tkz. Birini çene çalmak
için tutmak (J'ai été agrafé dans la rue par un ami
qui m'a raconté ses mésaventures).
agrainer gçl. Yem serpmek,
agraire s. Toprağa, tarlaya, tanma değgin
(Réforme agraire. Loi agraire).
agrandir gçl. 1. Büyültmek (Agrandir une
propriété, une photographie). 2. Genişletmek (Il
agrandit le cercle de ses connaissances). 3. Büyük
göstermek (Agrandir la scène d'un théâtre par des
décors en perspective). A.mec. Büyüklük vermek,
yükseltmek.
agrandissement er. Büyültme, büyültülme;
genişletme, genişletilme; büyük gösterme,
agrandisseur er. (Fotoğrafçılıkta) Büyültme aygıtı.
'Büyültür.
agrarien, agrairien, ne J. 1. Toprak yasasına
değgin. 2. Toprak reformu yanlısı,
agréable s. 1. Hoş, hoşa giden (Une agréable
promenade; une région agréable). 2. Sevimli (Un
garçon agréable). 3. er. Hoş, iyi (Joindre l'utile à
l'agréable).
agréablement bel. Hoş bir şekilde, hoşça.

54

agricole
agréé er. (Ticaret mahkemelerinde) Davavekili.
agréer gçl. 1. Kabul etmek (Agréer une demande.
Agréer quelqu'un pour gendre). 2. Agréer à: -in
hoşuna gitmek (Cet homme m'agrée infiniment.
Cet employé n 'agréepas à ses chefs).
agrégat er. yerb. ve toplb. Katışmaç,
agrégatif,ive s. 1. Bitiştirici, birleştirici. 2. ad.
Doçentliğe hazırlanan kişi.
agrégation^. 1. Doçentlik sınavı (L'agrégationest
le concours de recrutement le plus élevé dans
l'enseignement). 2. Alınma, kabul edilme
. (Agrégation à unefamille noble, à une compagnie,
à une société). 3. fiz. Topaklanma,
agrégé,es. ve ad. Doçent (Un agrégé. Unprofesseur
agrégé).
agréger gçl. 1. fiz. Topaklamak (La glaise a agrégé
les graviers en une masse compacte). 2. Agréger qn
à: Birini -e kabul etmek, almak, getirmek
(Agréger quelques éléments jeunes à la direction
d'un parti). § S'agréger qn: Birini bünyesine
almak (La troupe théâtrale s'est agrégé quelques
nouveaux acteurs).
agrément er. 1. Hoşluk, tatlılık; hoş şey, tatlı şey
(Trouver de l'agrément dans un séjour à la mer. Un
livre plein d'agrément). 2. İzin, rıza, onam (Je
voulais avoir l'agrément du ministre, soumettre la
chose à son agrément). 3. Tat (L'agrément de la
vie). 4. ç. Süs, bezek,
agrémenter gçl. 1. Süslemek, bezemek. 2.
Agrémenter qch de qch: Bir şeyi -ile süslemek
(Agrémenter un habit de broderies. Il a agrémenté
d'anecdotes son exposé).
agrès er. ç. 1. Gemi donanımı, °arma. 2.
(Cimnastikte) Alet, araç gereç (Exercices aux
agrès).

agresseur s. ve ad. Saldırgan, saldıran, çatan,


sataşan (Il n'a pas pu donner le signalement de ses
agresseurs. Le pays agresseur a été condamné).
agressif, ive s. Çatıcı, sa t aşıcı, sataşkan, saldırgan
(Tenir un discours agressif. Avoir une attitude
agressive).
agression diş. Saldırı, saldırganlık, çatma, sataşma,
sataşkanlık (L'agression hitlérienne contre la
Pologne. Un passant victime d'une agression).
agressivement bel. Saldırganlıkla, saldırganca,
sataşarak, saldırarak,
agressivité
diş.
Saldırganlık,
sataşkanlık
(Agressivité constitutionnelle ou accidentelle chez
l'adulte).
agreste s. 1. Kıra, köye değgin. Köysü, kır, kırsal
(Paysage agreste. Mener une vie agreste). 2.
Kabaca, köylümsü (Des manières agrestes).
agricole s. 1. Tanma, çitftçiliğe değgin (Travaux
agriculteur

55

agricoles. Enseignement agricole). 2. Tarımcı (La


Turquie est un pays agricole).
agriculteur er. Çiftçi, tarımcı,
agriculture diş. Çiftçilik, tarımcılık,
agriffer (s') gsz.
Cırnaklarıyla
takılmak,
pençeleriyle tutunmak,
agripaume diş. bitb. Aslankuyruğu,
agripper gçl. Kapma kfLe voleur agrippa le sac de la
passante et s'enfuit).% S'agrippera: -e yapışmak,
tutunmak, sarılmak (L'enfant ne savait pas nager
et s'agrippait au cou de son père).
agrochimie diş. Tarımsal kimya,
agrologie diş. Tarımbilgisi; toprak bilgisi,
agronome s. ve ad. "Tarımbilimci (L'institut
national agronomique forme des ingénieurs
agronomes).
agronomie
"Tarimbilim.
agronomique
s.
Tarımbilime
değgin,
"tarımbilimsel.
agrostide diş. bitb. Çayırgüzeli,
agro-pastoral,e s. Tarımcı-hayvancı (Société agropastorale).
agrumes er.ç. Turunçgiller, "narenciye.
agrumiculturedij.Narenciyecilik,narenciye tarımı,
agroupement er. 1. Öbekleme. 2. Öbeklenme.
agrouper gçl. Öbeklemek. § S'agrouper:
Öbeklenmek.
aguerrir gçl. 1. Savaşa alıştırmak. 2. Zorluklara
alıştırmak, pişirmek (Ces âpres discussions l'ont
aguerri). § S'aguerrir: 1. Savaşa alışmak;
güçlüklere alışmak, pişmek. 2. S'aguerrir à qch:
-e alışmak; -de pişmek (S'aguerrir à la douleur,
au froid).
aguets er. ç. Pusu. §Etre, rester, se tenir aux aguets:
Pusuda beklemek; kulağı kirişte olmak (Le
chasseur resta aux aguets derrière la haie. Elle était
aux aguets, attentive au moindre bruit). Mettre qn
aux aguets: Gözcü koymak,
agueusie diş. Tad duygusundan yoksunluk; ağzının
tadını bilmeme,
aguichant,e s. İşveli, cilveli, oynak, iç gıcıklayıcı
(Une femme aguichante).
aguicher gçl. Tavlamak, kendine çekmek, avlamak
(Elle cherche à aguicher ses collègues de bureau
par des toilettes provocantes).
aguicheur, euse s. ve ad. İşveli, cilveli, oynak,
fingirdek, civelek (Unepetite aguicheuse).
ah Uni. (Uzunca söylenir). Yerine göre sevinç,
hayranlık, acıma, acı, sabırsızlık gibi duygular
anlatır (Ah! Quel plaisir!: Oh ne hoş! Ah! Que je
vous plains!: Ah! size ne kadar da acıyorum! Ah!
que vous êtes lent!: Aman! ne kadar yavaş
davranıyorsunuz! Ah! vous me faites mal!: Uf!

aïe
canımı acıtıyorsunuz! Ah! ne croyez pas cela:
Buna inanmayın ha! Poussez des ah: Ah vah
etmek. Ah, ah! vous arrivez enfin! Eh! nihayet
geldiniz/).§ Ah bah!: 1. Ya! 2. Adam seri de!
ahan er. 1. Kendini zorlama. Uflayıp puflama. §
D'ahan: Güçlükle,
ahaner gsz. 1. (Çalışırken odun yaranlar gibi) Hık
diye ses çıkarmak, hıklamak. 2. Çok yorulmak,
canı çıkmak.
aheurtement er. 1. Bir engele çatma. 2. Direnme,
ayak direme. 3. Kuvvetli bağlılık,
aheurter (s') gsz. 1. Bir engele çatmak. 2.
Direnmek, ayak diremek,
ahuri,es. ve ad. Şaşkın, sersem, hayretten ağzı açık
kalmış (Rester ahuri devant un spectacle. Rangetoi donc, ahuri.').
ahurir gçl. Sersemleştirmek, şaşkına çevirmek,
hayretten dondurmak (Une réponse qui m'a
ahuri).
ahurissant,e s. Şaşırtıcı, şaşkına çeviren; hayrette
bırakan (Une nouvelle ahurissante).
ahurissement er. Şaşkınlık, sersemlik, hayretten
donakalma.
aï er. hayb. Brezilya ormanlarında yaşayan,
memelilerin eksikdişli takımından ağır yürüyüşlü
bir hayvan.
aide diş. 1. Yardım, destek (Je lui offre mon aide
pour le sortir d'affaire. Accorder, recevoir une
aide. Prêtez-lui votre aide). 2. ad. Yardımcı (aide
de laboratoire, de bureau). 3. diş. ç. (Eskiden)
Dolaylı vergi. § Aide de camp: Yaver, emir
subayı. A l'aide de: Yardımıyla, -ile (Pénétrer
danslegrenieràl'aided'uneéchelle).
Al'aide:uni.
İmdat! Yetişin! Appeler qn à l'aide: -i yardımına
çağırmak. Venir en aide à qn: -in yardımına
koşmak.
aide-mémoire erBir bilimin enönemliparçalannı,
ilkelerini kısaca anlatan yapıt, özet, akıl defteri,
akıl kitabı.
aider gçl. 1. Yardım etmek (Aider les pauvres). 2.
Aider qn à f. qch: Birinin -meşine yardım etmek
* (Aider un ami à surmonter les difficultés
financières. Je l'ai aidée à porter ses valises à la
gare). 3. Aider à qch: -i kolaylaştırmak (La
présence de ces personnalités dans le comité de
patronage aidera à la réussite de notre projet. Ces
notes aident à la compréhension du texte). §
S'aider de qch: Kullanmak, yararlanmak (S'aider
d'un dictionnaire pour traduire un texte. Il s'aide
uniquement de ses mains pour grimper à la corde).
aïe! Uni. Ay! Uf! (Türkçedeki "ay!" gibi acı
duyulduğunu belirtir) (Aïe! Fais donc attention, tu
m'as marché sur le pied).
aïeul

56

aiguiserie

aiguayer gçl. 1. Suda çalkalamak. 2. (Hayvanı)


aïeul,e ad. 1. Büyükbaba, dede. Büyükanne, nine
Suya sokmak,
(Une aïeule entourée de ses petits-enfants). 2. Bir
aigue-marine diş. Maviye çalan bir cins zümrüt,
şeyin kurucusu,pir.(Busözcüğün çoğulu iki türlü
aiguière diş. İbrik.
olur). Les aïeuls: Büyükbabalar, dedeler. Les
aiguillage er. 1. (Demiryollarında) Makas
aïeux: Eski dedeler, atalar (Ses aïeuls habitaient
manevrası
(Cabine
d'aiguillage.
Erreur
un petit village du Centre. Nos aïeux ont fait la
d'aiguillage). 2. mec. Yönlendirme, yön verme
révolution de 1789).
(Mauvais aiguillage d'un enfant).
aigle er. 1. Kartal. 2. mec. Çok akıllı adam, büyük
aiguille diş. 1. Dikiş iğnesi, iğne (Enfiler une
adam. 3. diş. Dişi kartal. § Papier d'un grand
aiguille. Tirer l'aiguille après l'avoir poussée avec
aigle: Büyük forma kâğıt. Avoir des yeux d'aigle,
un dé). 2. Tığ, şiş, saat akrebi, pusula iğnesi,
un regard d'aigle: Keskin bakışlı, şahin bakışlı
» yıldırımsavar çubuğu, terazi dili, sivri kaya, sivri
olmak.
kule, dikili taş, çam yaprağı gibi ince uzun şeylere
aiglon,ne ad. 1. Kartal yavrusu. 2. er. İkinci
ve zargana gibi ince uzun balıklara da denir. 3.
Napolyon.
(Demiryollarında) Makas. § De fil en aiguille:
aigre s. 1. Ekşi (Vin, fruit aigre). 2. Sert (Un vent
Sözden söze geçerek; şu bu derken (De fil en
aigre. On entendait la voix aigre du concierge). 3.
aiguille, il en est venu à parler de sa situation).
Acı, yılan dilli, içe dokunan (Les aigres
Discuter sur la pointe d'une aiguille, sur les pointes
remontrances d'une femme. Il est toujours aigre
d'aiguilles: Gereksiz ayrıntılar üzerinde durmak.
dans ses critiques). 4. Çiğ (Couleurs aigres). S.
Chercher une aiguille dans une botte de foin: Kara
Ters, hırçın. 6. Kötü, kem (Paroles aigres). 7, er.
gecede kara keçiyi bulmaya çalışmak; bulunması
Ekşilik. 8. er. (Hava için) Sertlik. § Tourner à
olanaksız bir şeyi bulmaya çalışmak,
l'aigre: Sertleşmek, kötüye dönmek (Leur
aiguillée diş. (İplik, tire vb. için) Sap.
discussion amicale tourna à l'aigre quand il fut
aiguiller gçl. 1. (Bir katara) Makas açmak. 2.
question d'argent).
Yöneltmek, yön vermek, yönlendirmek (II
aigre-doux,ce s. 1. Mayhoş (De petites cerises
aiguilla la conversation sur un prochain voyage.
aigres-douces. Des fruits aigres-doux). 2. mec.
Les élèves seront aiguillés vers un enseignement
Sert (Des paroles aigres-douces).
long).
aigrefin er. Kurnaz, hinoğluhin, düzenbaz,
aigrelet,te s. Ekşimsi, ekşimtrak (Un vin aigrelet,
aiguilleter gçl. 1. (Bir şeyin) Kordonlarım
bağlamak. 2. den. Halatla bağlamak,
une voix aigrelette).
aiguillette diş. 1. Bir ucu maden kordon. 2.
aigrement bel. Terslikle, sertçe (Répondre
Emirsubayı kordonu. 3. Halat. 4. İnce uzun
aigrement).
kesilmiş et dilimi,
aigremoine diş. bitb. Kasikotu.
aiguilleur er. (Demiryolunda) Makasçı. $
aigrette diş. 1. Kuş tepeliği (L'aigrette du paon). 2.
Aiguilleur du ciel: Hava trafik kontrolü görevlisi
Sorguç, tuğ (Casque à aigrette). 3. bitb.
(La grève des aiguilleurs du ciel perturba le trafic
Şeytanarabası. 4. hayb. Tepelibahkçil.
aérien).
aigreur diş. 1. Ekşilik. 2. mec. Acılık, sertlik,
aigri,e s. Küskün ve alıngan; kırgın; hırçın,
aiguillier er. İğnelik, iğne kutusu,
aigrir gçl. 1. Ekşitmek (Le temps orageux a aigri le
aiguillon er. 1. Üvendire. 2. Arı iğnesi, 3. Ağaç
lait). 2. mec. Acısını çoğaltmak. 3. mec.
dikeni. 4. mec. İtici güç, neden, dürtü (L'argent
Sertleştirmek, hırçınlaştırmak (Ses déceptions
est le seul aiguillon de son activité).
sentimentales ont aigri son caractère). 4. gsz.
aiguillonner gçl. 1. Üvendire ile dürtmek
Ekşimek (Le lait aigrit, levinaigrit). § S'aigrir: 1.
(Aiguillonner un bœuf). 2. mec. Dürtmek,
Ekşimek. (Le vin s'aigrit). 2. Hırçınlaşmak (Il
kamçılamak (Le désirphysique, cette belle fatalité
s'aigrit. Son caractère s'aigrit en vieillissant).
qui aiguillonne le monde).
aigrissement er. Ekşime.
aiguisage, aiguisement er. Bileme (L'aiguisage
d'un rasoir).
aigu,ëj. 1. Sivri (Un couteau aigu). 2. Keskin (Avoir
aiguiser gçl. 1. Bilemek, sivriltmek (Aiguiser
des dents aiguës). 3. mec. Dokunaklı, acı, iğneli
un couteau, un outil). 2. Keskinleştirmek,
(Paroles aiguës). 4. mec. Derin, çok şiddetli
şiddetlendirmek (Aiguiser un sentiment, un
(Douleurs aiguës). S. er. (Müzikte) Tiz, ince ses
désir). § Aiguiser l'appétit: İştah kabartmak, iştah
(Passer du grave à l'aigu). § Accent aigu: é harfi
açmak, istek kamçılamak, isteklendirmek.
üzerindeki vurgu işareti. Angle aigu: mat.Daı açı.
aiguiserie diş. Bileyici dükkânı, bileyici tezgâhı.
aiguail er. Yapraklar üstündeki çiy, "şebnem.
aiguiseur
aiguiseur, euse ad. Bileyici,
aiguisoir er. Bileyi.
ail er. Sarmisak.
allante er. bitb. Aylandız,
aile diş. 1. (Kuşlarda, böceklerde, yel
değirmeninde, pervanede, uçakta, orduda,
burunda) Kanat (L'aile d'un oiseau, d'un insecte,
d'un moulin à vent, d'une armée, du nez). 2.
(Binalarda) Kol (L'aile d'une maison, d'un
château. 3. Hamle, atılım (Les ailes de
l'imagination, de la foi, de la gloire). 4. mec.
Kanat, koruma (Se réfugier sous l'aile de
quelqu'un: Birinin kanadı altına sağınmak.
Tendre l'aile sur qn: Birinin üstüne kanat germek,
onu korumak. Prendre qn sous son aile: Birini
korumak, kanadı altına almak). $ A tire d'aile:
Olabildiğince çabuk, yıldırım hızıyla (La perdrix
s'éloigna à tire d'aile). D'un coup d'aile:
Durmadan, bir uçuşta, bir yere konmadan, ara
vermeden (L'avion relie d'un coup d'aile Paris à
Montréal). Battre de l'aile: Güç durumda olmak;
çırpınıp durmak (L'entreprise commerciale bat de
l'aile). Avoir du plomb dans l'aile: Ağır yara
almak. Çökmek üzere olmak. Kolu kanadı
kırılmak. Onulmaz bir derde tutulmak. Donner
des ailes à qn: Derhal harekete geçirmek,
tutuşturmak (La peur lui donna des ailes et il
s'enfuit sans demander son reste).Rogner les ailes à
qn: Birinin gelirini azaltmak; gücünü, etkisini
kırıp azaltmak; kuşa döndürmek. Voler de ses
propres ailes: Kimsenin yardımına gereksinme
duymamak, kendi işini kendi başarmak,
ailé, e s. 1. Kanatlı (Des fourmis ailées). 2. (İyi
anlamda) Tüy gibi; hafif (Des rêves ailés).
aileron er. 1. Kanat ucu (Les ailerons d'un poulet).
2. (Uçaklarda) Manevra kanadı (Les ailerons
d'un avion). 3. (Bazı balıklarda) Yüzgeç (Les
ailerons d'un requin).
ailette diş. Küçük kanat, kanatçık (Bombe à
ailettes).
ailier er. ( Ayaktopunda) Açık, sağ ve sol açıklarda
oynayan oyuncu (Ailier droit, ailier gauche).
aillade diş. Sarımsaklı tarator; sarımsaklı sirkeli
salça.
aliler gçl. Sarmısaklamak.
ailleurs bel. Başka yere, başka yerde (Nous irons
ailleurs). § D'ailleurs: 1. Başka yerden (Ces tissus
ne sont pas fabriqués ici, ils viennent d'ailleurs). 2.
Zaten. 3. Ayrıca, bundan başka, bir de, hem,
üstelik (C'était d'ailleurs une forte tête). 4. Başka
nedenden. 5. -mekle beraber. Par ailleurs: 1.
Başka yerden, öte yandan. 2. Başka yoldan. 3.
Başka nedenden, ayrıca, üstelik (Je l'ai trouvai

57

air
très abattu, et par ailleurs irrité de cette pitié qui
l'entourait).
ailloli er. Zeytinyağlı sarmisak ezmesi, sarımsaklı
mayonez.
aimable s. 1. Sevimli. 2. Kibar, nazik, ince
(Adresser des paroles aimables à un visiteur). 3.
Hoş, sevilmeye değer. § Etre aimable avec qn: -e
karşı kibar davranmak (Il est aimable avec tout le
monde). Faire l'aimable: Hoş görünmek istemek,
göze girmeye çalışmak,
aimablement bel. 1. Sevimli bir tarzda, tatlılıkla. 2.
Kibarca (Recevoir quelqu'un
aimablement.
Refuser aimablement une invitation).
aimant,e s. Sevgi dolu, seven (Il a une nature
aimante).
aimant er. Mıknatıs.
aimantation diş. Mıknatıslama; mıknatıslanma,
aimanter gçl. Mıknatıslamak (Aimanter un barreau
de fer).
aimer gçl. 1. Sevmek (Aimer sa mère, sapatrie). 2.
Hoşlanmak, beğenmek (Aimer un animal, unart,
une région). 3. Aimer f. qch, à f. qch: Bir şey
yapmayı sevmek (Aimer aller au cinéma. Aimer à
regarder un paysage). § Aimer mieux: Yeğlemek,
"tercih etmek (J'aime mieux travailler ici). Aimer
ses aises: Rahatına düşkün olmak. § S'aimer: 1.
Kendini pek sevmek, beğenmek (Je ne m'aime
pas dans cette robe). 2. Birbirini sevmek;
sevişmek,
aine diş. Kasık.
aîné,es. ve ad. Yaşça büyük ; ağabey ; abla (Fils aîné,
fille aînée. Il est mon aîné. Elle est mon aînée.
Ecoutez vos aînés. Il est mon aîné de cinq ans: O
benden beş yaş büyüktür).
aînesse diş. Yaşça büyüklük; ağabeylik; ablalık
(Droit d'aînesse: Ailenin en büyük çocuğuna
tanınan hak. "Ekber evlât hakkı).
ainsi bel. 1. Böyle, şöyle, öyle (Tu ne devrais pas agir
ainsi). 2. Böylece, böylelikle, öylece (Il a ainsi
changé son sort). 3. Demek oluyor ki, öyleyse, şu
halde. § Ainsi que: -dığı gibi, nasıl... ise öyle
« (Ainsi que le soleil dissipe les nauges: Güneşin
bulutları dağıttığı gibi; güneş bulutları nasıl
dağıtırsa öyle). Ainsi soit-il: Amin; Tann kabul
etsin. Pour ainsi dire: Sanki, âdeta, tıpkı (Il est
pour ainsi dire l'âme de ce mouvement).
air (I) er. 1. Hava (L'air de la mer, l'air de la
montagne. L'air vicié de la chambre). 2. Hava,
iklim (Le médecin lui a commandé de changer
d'air). 3. kim. Hava (Air comprimé, air liquide.
Pesanteur de l'air). 4. Yel, rüzgâr (Ilyade l'air, il
fait de l'air: Yel esiyor, hava rüzgârlı). 5. Gök;
gökler (La conquête del'air. S'éleverdansl'air). 6.
air
(Resimde) Derinlik (Ilfaudrailmettre un peu d'air
dans ce tableau). 7. Ortalık (Il y a de la bagarre
dans l'air). 8. Havacılık; hava (Ecole de l'air.
Ministère de l'air. Armée de l'air). 9. Havayolu,
havayolları (Transportspar air). § Le grand air, le
plein air: Açık hava. Les habitants de l'air:
Kuşlar. Une tête en l'air: Aklı bir karış havada,
başında kavak yelleri esen; zirzop. En l'air:
Havadan, boş, ciddiyetten uzak (Des paroles en
l'air). En plein air: Açık havada. Donner de l'air:
Havalandırmak. Envoyer qch en l'air, flanquer
qch en l'air: -i atmak, atıp kurtulmak, başından
savmak. Etre libre comme l'air: Tam özgür
olmak, hiçbir takanağı bulunmamak. Jouer de la
fille de l'air: Tüymek, kaçmak. Mettre qch en
l'air: -i aran taran etmek, darmadağın etmek, alt
üst etmek. (Il a mis toute la pièce en l'air). Prendre
l'air: 1. Hava almak, çıkıpşöylebir dolaşmak (J'ai
besoin de prendre l'air). 2. Havalanmak (L'avion a
pris l'air). Prendre l'air du bureau: Havayı şöyle
bir koklamak, ortalığı kolaçan etmek, ne var ne
yok diye bilgi edinmek. S'envoyer qn en l'air: 1.
-ile cinsel ilişkide bulunmak. 2. -den büyük bir
cinsel tat almak. Vivre de l'air du temps: Umarsız
olmak, çaresizlik içinde olmak, olanaksızlıklar
içinde bulunmak,
air (II) er. 1. Görünüş (Il a un drôle d'air). 2. Hâl,
durum, hava (Vous avez un air terrible
aujourd'hui). 3. Tarz, yol (Je n 'aime pas son air de
parler). § Bel air, bon air, grand air: 1. Yüksek
tabakadan bir kimse hâli. 2, (Eşyada) Güzel
görünüş. Faux air: Yapmacık, gösteriş. Sans en
avoir l'air: Hiç de öyle görünmeden, çaktırmadan
(Sans en avoir l'air, il fait beaucoup de travail).
Avoirl'air: -gibi görünmek, -e benzemek (IlaTair
intelligent). Avoir l'air de: -e benzemek, -i
andırmak (Tuas l'air d'un paysan. Cette maison a
l'air d'un château). Avoir l'air de f. qch: -miş gibi
görünmek, -miş izlenimi bırakmak (Ce problème
a l'air d'être très facile). Avoir l'air en dessous:
Sinsi tavırlı olmak, saman altından su yürütmek.
Avoir mauvais air: Kötü bir adam gibi görünmek.
En jouer un air: Kaçmak, tüymek. Foutre qch en
l'air: -i başından savmak, atmak, defetmek.
L'avoir en l'air: argo. Kamışı kalkmak. N'avoir
l'air de rien: Pek bir şeye benzememek, değersiz
gibi görünmek, görünüşü kötü olmak. N'avoir
l'air d'y toucher: -in yanından bile geçmemiş
olmak (La philosophie, il n'a pas l'air d'y
toucher). Prendre de grands airs avec qn: -e pek
yukardan bakmak, -i pek önemsememek.
S'envoyer en l'air avec qn: argo. -ile yatmak,
cinsel ilişkide bulunmak.

58

aissette
air (III) er. müz. Ezgi; hava; türkü (Ilsifflait un air
populaire). § En avoir l'air et la chanson:
Göründüğü gibi olmak, içi dışı bir olmak,
airain er. \.T\ıx\<;(Coeurd'airain,l'âged'airain).2.
mec. Top. 3. mec. Çan. § Avoir une âme, un coeur
d'airain: Taş yürekli olmak. ...d'airain: Çelik
gibi, bükülmez, sarsılmaz, aşılmaz, zorlanmaz
(Avoir une foi d'airain).
airbus |«A.r.v| er. Havaotobüsü.
aire diş. 1. Harman; harman yeri. 2. Alan (Etendre
son aire d'influence; aire d'activité). 3. mal. Yüzey
* ölçümü, *yüzölçü. 4. Taban. 5. (Yırtıcı kuşlar
için) Yuva (Aire d'aigle, de vautour). 6. den. Yel
doğrultusu,
airée diş. Harman dolusu,
airelle diş. bitb. Yabanmersini.
airer gsz. (Yırtıcı kuşlar için) Yuva kurmak,
ais [c] er. Tahta.
aisance diş. 1. Serbestlik, kolaylık, rahatlık
(Aisance de parler). 2. Geçim kolaylığı, bolluk,
refah, gönenç, zenginlik (Son aisance ne date que
de la dernière guerre). § Cabinet d'aisances, lieu
d'aisances: Ayakyolu, yüznumara.
aise diş. 1. Halinden memnunluk, keyif, rahat. 2.
Yaşama kolaylıkları, rahat (Aimer ses aises:
Rahatına düşkün olmak). § Avoir ses aises:
Konfor içinde olmak, rahat etmek. Etre à l'aise:
Hali vakti yerinde olmak (Un commerçant à
l'aise). Etre à l'aise, se mettre à l'aise: Rahat
etmek, teklifsiz davranmak; keyfi, rahatı yerinde
olmak (Il a eu une jeunesse difficile, mais il est
maintenant à son aise. Mettez-vous àl'aise, à votre
aise!). Etre mal à son aise. Rahatı, keyfi yerinde
olmamak. N'en prendre qu'à son aise: Kolayına
geldiği gibi yapmak. En prendre à son aise: Cam
istediği gibi yapmak, tatlı canını pek üzmemek (II
en prend vraiment à son aise avec les engagements
qu'il a souscrits). En parler à son aise: Kafasına
estiği gibi konuşmak. Prendre ses aises: Rahata
kavuşmak, rahat etmek,
aise s. Memnun, hoşnut. § Etre bien aise de f. qch:
-mekten memnunluk duymak, -diğine sevinmek
(Je suis bien aise de vous voir en bonne santé).
aisé,e s. 1. Kolay (Un livre aisé à comprendre). 2.
Rahat, sıkıntısız, güçlük çekmeden (Ilparle d'un
ton aisé). 3. Geçimi iyi, hali vakti yerinde (Une
famille aisée). 4. Kendisiyle kolay geçinilir,
geçimli (Un caractère aisé).
aisément bel. Kolayca, sıkıntısızca, rahat rahat,
aisseau er. Paçavra.
aisselle diş. 1. Koltukaltı. 2. Yaprakla sapın bitiştiği
yer, yaprakla sapın birleşim noktasındaki dar açı.
aissette diş. Fıçıcı keseri.
ajointer
ajointer gçl. Uç uca getirmek, bitiştirmek.
ajonc er. bitb. Dikenli katırtırnağı.
ajour er. 1. (Mimarlıkta) Kafes oyma. 2. (Örgüde)
Ajur, delikli örgü. Gözenek,
ajouré. 1. Kafes oymalı. 2. Ajurlu, gözenekli,
ajourer gçl. Kafes açmak, ajur açmak, gözenek
yapmak (Ajourer un napperon).
ajournement er. Bir başka güne bırakma, geri
bırakma, başka tarihe atma, erteleme "tehir,
°tâlik
(L'ajournement
d'un
voyage.
L'ajournement d'un procès).
ajourner gçl. 1. Bir başka güne bırakmak, geri
bırakmak (On a ajourné la décision touchant
l'augmentation des salaires. La session de
l'Assemblée Nationale a été ajournée d'une
semaine). 2. (Mahkemece) Ertelemek, "tehir,
"tâlik etmek. Başka bir döneme bırakmak
(Ajourner un procès. Ajourner un candidat, un
conscrit). 3. Ajourner qch à...: Bir şeyi -e
bırakmak, ertelemek (Ajournerun rendezvousau
vendredi suivant, aumois prochain. Laréalisation
de ces grands travaux a été ajournée à l'automne
prochain).
ajout er. Eklenti, ekleme (Faire quelques ajouts à un
texte. Edifice gâté par des ajouts).
ajouter^/. 1. Katmak, eklemek,ulamak (Ajouter
du sel, du sucre).!. Ajouter qch à qch: Bir şeye bir
şey katmak, eklemek (Ajouter un chapitre au texte
original. Ajouter un nombre à un autre. Ajouter
quelques oignons à la soupe). 3. gsz. Ajouter à
qch: -i artırmak, daha da çoğaltmak,
şiddetlendirmek (Le mauvais temps ajoute encore
aux difficultés de la circulation). § Sans rien
ajouter ni retrancher: Hiçbir şeyi ekleyip
çıkarmadan, olduğu gibi. Ajouter créance à qch:
Bir şeye inanmak. Ajouter foi à qch: Bir şeye
inanmak, iman etmek (Elle n'ajoute aucune foi à
ces abominations. J'aujoutefoiàces nouvelles qui
viennent du front). Y ajouter du sien: Kendinden
bir şeyler katmak, eklemek, uydurmak, biraz
abartmak (C'est ce qu'il raconte, mais ily ajoute du
sien). § S'ajouter: 1. Eklenmek, katılmak. 2.
S'ajouter à qch: -e eklenmek, üstüne binmek (Cet
ennui s'ajoute à tous ceux que nous avons eus ces
derniers temps).
ajustage er. 1. (Maden paralara) Ayar verme,
ayarlama. 2. (Makine parçalarını) Takıp
alıştırma.
ajustement er. 1. Ayarlama. Takıp uydurma. 2.
Düzeltme (Le projet de loiasubiquelques derniers
ajustements).
ajuster gçl. 1. Düzeltmek (Elle ajusta un peu sa

59
alarmer
coiffure avant d'entrer dans le salon). 2.
Ayarlamak. 3. Kurmak. 4. Düzenlemek (Ajuster
des manuscrits de manière à obtenir un texte). 5.
Nişan almak (Le chasseur ajuste les grives). 6.
Ajuster qch. à qch: Bir şeyi -e uydurmak, uyar
hâle getirmek (Le tailleur ajuste un veston à la
carrure de son client. Le caoutchouc est mal ajusté
au robinet).
ajusteur er. Düzleyici, tesviyeci,
ajutage er. Musluk, boru lülesi (Ajutage d'un tuyau
d'arrosage).
akène, achaine diş. bitb. Kapçık meyve, kapçık
yemiş.
akkadien, nés. 1. Akadlara değgin; Akadlı (L'art
akkadien). 2. er. Akad dili, akadça.
alabandine diş. Koyu kırmızı renkte Süleyman taşı.
alacrité diş. Keyiflilik, neşelilik.
alaire 5. Kanada değgin, *kanatsal (Plumes
alaires).
alaise, alèse diş. 1. Hastalann, çocukların altına
yayılan katlanmış çarşaf. 2. Bir tahtayı
genişletmek için eklenen parça,
alambic er. îmbik. § Passer qch par l'alambic; tirer
qch à l'alambic: İmbikten geçirmek,
alambiquage er. Aşırı incelik.
alambiqué,e s. mec. Aşırı derecede ince, karışık,
anlaşılması
çok
güç (Phrases,
idées
alambiquées).
alambiquer gçl. 1. İmbikten geçirmek. İmbikten
çekmek, damıtmak. 2. Pek inceltmek, süze süze
inceltmek.
alanguir gçl. 1. Bitkin bir hale sokmak,
bitkinleştirmek, soldurup sarartmak (Cette
chaleur nous alanguit). 2. mec. Ağırlaştırmak,
hantallaştırmak
(Des
descriptions
qui
alanguissent le récit). § S'alanguir: Uyuşmak,
dermanı kalmamak, bitkinleşmek, saranp
solmak (Elle s'alanguit peu à peu).
alanguissement er. Bitkinlik, dermansızlık,
alarmant,e s. Kaygı verici, telâşa düşürücü, ürkü
salan (Une nouvelle alarmante).
"alarme diş. 1. Silah başı işareti, alarm (Sonner
l'alarme). 2. Tehlike işareti (La sirène donne
l'alarme. Tirer la poignée du signal d'alarme pour
faire arrêter le train). 3. mec. Bozgun havası. 4.
Korku ve telâş (L'épidémie de typhoïde jeta
l'alarnïe dans la petite cité). § Donner l'alarme,
sonner l'alarme: Tehlike işareti vermek. Jeter
l'alarme dans: -e ürkü salmak. Tenir qn en
alarme: Birini korku ve kaygı içinde bırakmak
(L'absence de nouvelle m'a tenu en alarme
jusqu'au soir).
alarmer gçl. 1. Tehlike işareti vermek. 2. Telâşa
alarmiste
düşürmek, kaygılandırmak, ürküntüye salmak
(La rupture des négocations alarma l'opinion
publique). 3. Etre alarmé de qch: -den
kuşkulanmak, kaygıya düşmek (Le peuple était
justement alarmé d'une fuite possible du Roi). §
S'alarmer: I. Kaygılanmak, telâşa düşmek,
ürküntüye kapılmak. 2. S'alarmer de qch, de f.
qch: -den kaygıya düşmek, meraklanmak (Je me
suis alarmé de son retard).
alarmiste er. I. Bozguncu, ortalığı ürküntüye
salacak söylentiler yayan kişi, "telâşe memuru. 2.
s. Bozguncu, kaygı verici (Un communiqué
alarmiste).
albanais,e s. ve ad. 1. Arnavut. 2. er. Arnavutça,
Arnavut dili.
albâtre er. yerb. Kaymak taşı "albatr. § D'albâtre:
mec. Dunı, ak, kaymak gibi (Peau, cou
d'albâtre).
albatros er. Güney okyanusta yaşayan iri bir kuş,
albatros,
albinisme er. Akşınlık,
albinos [albinos] s. ve ad. Akşın, "albinos.
albuginé,e 1. s. Akımsı, akçıl, beyazuntrak. 2. diş.
Taşağı saran lifli zar.
album er. Albüm,
albumen er. Yumurta akı.
albumine <4$. Albümin.
albuminé,e s. Albüminli, albümin taşıyan.
albumineiK, euse s. Yumurta akına benzeyen;
albümin içeren,
albuminoïde s. 1. Albüminimsi. 2. er. Albüminli
madde.
albuminurie diş. hek. Albümin işeme hastalığı;
sidikte albümin bulunması,
alcade er. 1. İspanya'da yargıç, sorgu yargıcı. 2.
Belediye başkam,
alcali er. Alkali, "kalevi,
alcalimitre er. Alkaliölçer.
alcalimétrie diş. kim. Alkali ölçümü,
alcalin,e s. kim. 1. Alkalik. 2. er. Alkali,
alcalinité diş. Alkalilik.
alcaliser gçl. Alkalileştirmek.
alcaloïde er. Alkoloit.
alcée diş. bitb. Gülhatmi.
alcénidés er. ç. hayb. Yahçapkımgiller.
alchimie diş. 1. Simya, alşimi. 2. (Sanatta) Büyü,
"sihir. § L'alchimie du verbe: Söz büyücülüğü,
sözün büyülülüğü.
alchimiques. Simyasal.
alchimiste er. Simyacı (Les alchimistes du moyen
âge).
alcool er. 1, Alkol (Alcool d'un vin. Alcool à 95
degrés). 2. İçki (Prendre de l'alcool: İçki içmek).

60

alerte
3. İspirto (Alcool à brûler. Réchaud à alcool).
alcoolat er. Kokulu alkol,
alcoolature diş. Bitki özlü alkol,
alcoolé er. Alkollü ilaç.
alcoolémie diş. hek. Kandaki alkol oram.
akooliflcation diş. Alkolleşme
alcooliques. 1. Alkollü (Les boissons alcooliques).
2. ad. İçki hastası, "alkolik (Il est alcoolique. Un
vrai alcoolique).
alcoolisables. Alkolleştirilebilir.
alcoolisation diş. 1. Alkolleştirme; alkolleşme. 2.
Alkol katma, alkol verme,
alcoolisé,e s. Alkol katılmış (Bière fortement
alcoolisée).
alcooliser gçl. 1. Alkolleştirmek, alkol haline
getirmek. 2. Alkol katmak, alkollemek
(Alcooliser un vin, une boisson). § S'alcooliser:
İçki içmek, kafayı çekmek,
alcoolisme er. İçkiye düşkünlük, içkicilik, alkolizm
(ila sombré rapidement dans l'alcoolisme).
akooltest, alcootest er. Alkol testi,
alcoomètre er. kim. Alkolölçer.
alcoométrie diş. kim. Alkolölçümü.
alcôve diş. 1. Yataklık, yüklük, "musandra. (Bir
odada) Yatak konan yer. 2. mec. Kan koca hali;
yatak; sevişme yeri (Des histoires d'alcôve. Les
secrets de l'alcôve).
alcyon er. 1. Bahri, yuvasını dalgalar üstüne kuran
bir masal kuşu. 2. hayb. Selenterelerden bir tür.
aldéhyde er. kim. Aldehit,
aldéhydlques. Aldehide değgin,
aie [f/] diş. İngiliz birası.
aléa er. Talih, baht, rastlantı, iyi yada kötü olasılık.
(Il faut compter avec les aléas de l'examen).
aléatoires. 1. Şüpheli, belli olmaz, rastlantıya bağlı,
rastlantısal (Son succès est bien aléatoire). 2. er.
Rastlantı, sonu belli olmayan şey (Dans toute
aventure de ce genre, on se lance dans l'aléatoire).
alêne diş. (Delgi anlamında) Biz, biz.
alentour bel. 1. Çevrede, dolaylarda, etrafta,
ortalıkta (Roder alentour. La plaine déserte
s'étendait alentour) 2. er. ç. Etraf, yan yöre, kıyı
köşe (Les alentours d'une ville. A vant d'aborder la
question, je voudrais en explorer les alentours). §
Aux alentours de: Civarında, yöresinde,
yakınlarında (Sauf incident, nous serons ce soir
aux alentours d'Avignon).
alérion er. 1, Motorsuz uçak. 2. Küçük kartal,
alerte s. 1. Çevik, çabuk (D'un bond alerte, il
esquiva le coup). 2. Sağlam, çelik gibi (Mesjambes
restent alertes; je n'ai aucun rhumatisme). 3. Gözü
açık, uyanık, diri, zinde (Le vieillard était encore
alerte). 4. diş. Dikkat işareti, uyan, uyarma
alerter
işareti, tehlike belirtisi (A la première alerte, nous
appellerons le docteur. Il s'inquiète à la moindre
alerte). 5. diş. Alarm (La sonnerie d'alerte. Ce
jour-là il y eut trois alertes aériennes). 6. Uni.
Dikkat, sakın, aman ha ! (Alerte! ce projet attente à
nos libertés). § Donner l'alerte à qn: Uyarmak,
dikkatini çekmek (Le trouble qu'il montra nous
donna l'alerte) Mettre qch en état d'alerte: -i alarm
durumuna geçirmek (Mettre les troupes en état
d'alerte).
alerter gçl. 1. Uyarmak (Son travail est mauvais, il
faut alerter le père sur les conséquences de cette
insuffisance). 2. Haber vermek (Il y a une fuite
d'eau, alerte les voisins). 3. Tehlike işareti
vermek, alarm vermek,
alésage er. (Boru biçimindeki şeylerde) İç perdah,
aléser gçl. (Boru biçimindeki şeylerin) İçini
perdahlamak (Aléser le tube d'un canon).
alésoir er. Perdah çubuğu, perdah burgusu,
bıcırgan.
alevin er. (Balıklandırmak için havuzlara atılan)
Balık yavrusu,
alevinage er. Havuzda balık yetiştirme, bir havuzu
balıklama, balıklandırma,
aleviner gçl. (Bir havuzu) Balıklamak, balık
yavrusu atmak, balıklandırmak,
alevinier er. yada alevinière diş. Balık yavruları
yetiştirilen göl yada havuz; balık tarlası,
alexandrin,e s. 1. tar. İskenderiye okulundan olan
(La période alexandrine de la littérature grecque:
Yunan yazınının iskenderiye dönemi). 2 .s. veer.
On iki hecelik Fransız dizesi, aleksandren (Vers
alexandrin). 3. Titiz, kılı kırk yaran (Discussions
alexandrines: Kılı kırk yaran tartışmalar).
alexiediş. hek. Okumayitimi.
alezan,es. (At donlarından) 1. Al (Chevalalezan).
2. ad. Al at (Un alezan).
alfa er. bitb. Halfa. §N'avoirphısd'alfasurleshauts
plateaux: (argo) Dazlak olmak, saçları
dökülmek, başında saç kalmamak,
alfange diş. Pala.
alfénide er. Çatal bıçak takımı yapılan alaşım,
alfenit.
algarade diş. Zılgıt, tersleme, haşlama, papara,
dalaşma, g Avoir une algarade avec qn: Biriyle
münakaşa etmek, dalaşmak,
algèbre
mat. 1. Cebir. 2. mec. Akıl ermez şey. §
C'est de l'algèbre: Akıl sır ermez, anlaşılır şey
değil bu.
algébrique s. mat. Cebirsel, cebire değgin
(Résoudre un problème algébrique).
algébriquement bel. Cebirsel olarak,
algébriste ad. Cebirci.

61

alignement
algérien,ennes. vead. 1.Cezayirli.2.er. Cezayirce,
Cezayir dili.
algide s. (Hastalık için) Üşütücü.
algidité diş. (Hastalık) Aşın üşüme,
algorithme er. 1. Algoritma, *uziş.
alguazil er. Ar. (İspanya'da) Polis memuru,
algue diş. bitb. Suyosunu.
alibi er. 1. Suçun işlendiği anda birinin başka bir
yerde bulunduğunu kanıtlaması (Invoquer un
alibi. Fournir un alibi très acceptable). 2. mec.
Oyalama, şaşırtma, kandırma (Ses contacts avec
ce parti ne sont qu'un alibi).
alibiles. Besleyici, besinli,
aliboroner. 1. mec. Eşek, çüşçüş. 2. mec. Mankafa,
bilgisiz, kara cahil. § Maître Aliboron: Bilgiçlik
taslayan budala, eşek hazretleri,
alidade diş. Ar. Alidat.
aliénabilité diş. huk. (Başkasına) Geçirilebilen
miktar, verilebilirlik, devredilebilirlik, "temlik
edilebilirlik (Aliénabilité d'un droit).
aliénable s. huk.
(Başkasına) Verilebilen,
devredilebilen, geçirilebilen, "temlik edilebilir
(La libérté n'estpas aliénable).
aliénataire ad. huk. Kendisine ferağ yapılan kimse,
aiiénateur, trice ad. huk. Ferağ eden.
aliénation^. 1 .huk. (Başkasına) Verme,geçirme,
devretme; temlik (Aliénation d'un territoire). 2.
mec. Bozma, bozulma, bulandırma, bulanma
(Aliénation d'esprit). 3. Akıl bozukluğu, delilik,
bunama (L'aliénation entraîne une mesure
d'internement
ou
de
protection).
4.
Yabancılaşma,
aliéné,e s. ad. Akıl hastası, deli (Asile d'aliénés:
Tımarhane).

aliéner gçl. 1. huk. Temlik etmek. Vermek,


devretmek (Aliéner un bien. Ils ont aliéné leur
petite maison de campagne contre une rente
viagère). 2. Kendi aleyhine çevirmek, kendinden
uzaklaştırmak, soğutmak (Les augmentations
d'impôts lui ont aliéné les esprits les plus
. favorables). 3. Kendi isteğiyle bırakmak (Le
peuple a parfois aliéné ses libertés entre les mains
d'un dictateur). 4. Karıştırmak, bulandırmak
(Aliéner les esprits). S. Yabancılaştırmak,
aliénisme er. Akıl hekimliği, ruh hekimliği, ruh
doktorluğu,
aliéniste er. Ruh doktoru,
alifère s. (Böcekler için) Kanatlı,
aliforme s. Kanat biçiminde,
alignement er. i . Dizme, dizilme, sıralama,
sıralanma (Se mettre à l'alignement, sortir de
l'alignement: Hizaya girmek, hizadan çıkmak. A
droite!
Alignement!:
Sağa
bak!
Hiza!
aligner
L'alignement des maisons, des allées). 2. Çırpıya
getirme. § Alignement monétaire: Para kurunu
ayarlama.
aligner gçl. 1. Dizmek, sıralamak (Aligner les élèves
les uns derrière les autres). 2. Art arda dizmek,
liste halinde sıralamak (Aligner des noms, des
chiffres. Il aligne des phrases bien faites, mais vides
de pensée). 3. Aligner qch sur qch: Bir şeyi -e
uydurmak, uyarlamak, -e göre ayarlamak (Le
ministre des Finances décide d'aligner la monnaie
sur le cours réel actuel). 4. Yapmacığa kaçmak. 5.
Çırpıya getirmek. § Les aligner: tkz. Paraları
sökülmek (Affaire conclue, tu peux les aligner).
S'aligner: 1. Hizaya girmek, dizilmek. 2.
S'aligner avec qn: tkz. a) -ile dövüşmek,
vuruşmak, b) -e karşı cephe almak, -in karşısına
geçmek.
alimente/-. 1. Besin. 2. ç. Nafaka. § Fournir, donner
un aliment à qch: Bir şeye yol açmak, neden
olmak, mahal vermek (Voilà qui donnera encore
un aliment à sa mauvaise humeur).
alimentaires. Besine değgin, besinsel (Son régime
alimentaire est trop sévère). § Dette alimentaire:
Nafaka borcu. Plante alimentaire: Besin bitkisi,
yenen bitki. Pension alimentaire: Geçimlik,
"nafaka (Une pension alimentaire a été versée à la
femme et aux enfants). Pâtes alimentaires:
(Makarna, şehriye gibi) Unlu besinler,
alimentation diş. Besi, besleyiş, bakım, besleme,
beslenme (Les bases de l'alimentation humaine
ont été profondément modifiées. L'alimentation
des machines se fait régulièrement).
alimenter gçl. 1. Beslemek, besin vermek
(Alimenter une personne, un animal, un malade).
2. Doyurmak, beslemek, gereksinimini sağlamak
(Alimenter les marchés en viande congelée). 3.
Konu vermek, konu olmak (Ce scandale financier
alimentait la conversation. Les démêlés conjugaux
de vedettes alimentent les colonnes de certains
journaux). § S'alimenter: 1. Beslenmek. 2.
S'alimenter de qch: -ile de beslenmek ,-yemek(7/
ne s'alimente que de fruits).
alinéa er. 1. Satırbaşı. 2. İki satırbaşı arasındaki
ibare. 3. huk. Bent.
aliquantes. diş. (Birbütünü)Tam bölmeyen (sayı),
*Tümbölmez.
aliquote s. 1. (Bir bütünü) Tam bölen. 2. diş. (Bir
bütünü) Tam bölen sayı. "Tümbölen.
alise, alize diş. bitb. Alıç.
alisier, alizier er. bitb. Ahçağacı
alismacées diş. ç. bitb. Kazayağıgiller.
alisme er. bitb. Kazayağı.
alitement er. 1. Hasta yatma süresi. 2. Hastayı

62

alléger
yatırma; yatağa düşme, yatakta yatma,
aliter gçl. Yatırmak, yatağa düşürmek (Aliter un
malade. Une grippe m'a alité une bonne semaine).
§ S'aliter: Yatağa düşmek, hasta olup yatmak (ila
dû s'aliter hier).
alizarine diş. Alizarin.
alizé,e s. ve er. coğr. Alize, alize yeli (Vent alizé.
L'alizé austral soufflait avec la plus exquise
douceur).
alkékenge er. bitb. Güvey feneri,
allaitement er. Emzirme.
allaiter gçl. Emzirmek (Allaiterunenfantausein, au
biberon).
allant,e ç. 1. Giden. 2.Gezmesini seven ('l u es plus
allante que moi). 3. er. Atılganlık, girginlik
(Soldat plein d'initative et d'allant). 4. er. ç.
Gidenler (Allants et venants: Gidip gelenler, gelip
geçenler). § Avoir de l'allant: Girişken olmak;
girgin olmak; atılgan olmak (Il a de l'allant et il est
capable d'entraîner les autres).
alléchant,es. Çekici, ilgi çekici, iştah kabartıcı (Une
odeur alléchante, une proposition alléchante. Un
repas alléchant).
allécher gçl. İlgisini çekmek, kendine çekmek,
iştahım kabartmak. Yemlemek (Allécher les
lecteurs).

allée diş. 1. (Eski) Koridor, üstü kapalı geçit. 2. İki


yanı ağaçlı yol, "hıyaban (Les allées du parc sont
pleines d'enfants. Une grande allée de tilleul mène
jusqu'à la villa). § Les allées et venues: Gidip
gelme; koşuşturma; dolaşma (J'aiperdu toute la
matinée en allées et venues pour obtenir mon
passeport).
allégation diş. İleri sürülen şey, sav, "iddia (Les
allégations du prévenu sont vérifiées. Il répondit
habilement aux allégations de son adversaire).
allège diş. 1. Mavna. 2. Pencere altı duvarı, pencere
eteği.
allégeance 1. Dinginlik, hafiflik, yatışma, kuş tüyü
gibi hafif olma (Elle goûte ce soir la même
allégeance qu'à ses réveils d'alors). 2. (Ortaçağda)
Bağlılık. Bir devlete, bir hükümdara bağlılık
(Sermeni d'allégeance: Bağldık andı). 3.
Uyrukluk, "tabiiyet (Double allégeance: Çifte
uyrukluk).
allégement er. 1. Yeğniltme, hafifletme (Demander
l'allégement des programmes scolaires). 2. mec.
Yeğnilik, hafiflik, yatışma, avunma,
alléger gçl. Yükünü azaltmak; yeğniltmek,
hafifletmek; dindirmek (Alléger un fardeau.
Alléger les charges publiques. Alléger les
contribuables, les taxes. Ces mots de consolation
ne sauraient alléger sa peine).
allégorie
allégorie
ed. * Yerine, "istiare (L'allégorie de la
justice est représentée par une femme tenant en ses
mains une balance).
allégoriques. *Yerinel, "istiareli (Lesfables sont des
récits allégoriques).
allégoriquement bel. Yerinel olarak, "istiare
yoluyla.
allégoriser gçl. Orunlamah (temsili) bir anlam
vermek, *yerinelleştirmek.
allègre s. Canlı, neşeli, şakrak (Marcher d'un pas
allègre. On vous entend chanter, vous êtes bien
allègre aujourd'hui).
allègrement bet. Neşe ile, sevine sevine, sevinçle,
allégresse diş. Neşe, sevinç, şakraklık,
allegretto bel. ve er. müz. Allegretto,
allegro bel. ve er. müz. Alegro.
alléguer gçl. 1. İleri sürmek (Alléguer des excuses,
des prétextes.). 2. Tanık, neden, dayanak olarak
göstermek (Alléguer un texte de loi, un auteur).
alléluia er. 1. "Tanrıya övgü" anlamına İbranice bir
deyim olup sevinildiği zaman söylenir, aleluya. 2.
Paskalya sırasında çiçek veren bir kuzukulağı
türü. § Entonner l'alléluia: Çok övmek, göklere
çıkarmak.
allemand,e ve ad. 1. Alman. 2. er. Almanca,
allemande diş. 1. Bir çeşit oynak dans. 2. Bir çeşit
salça.
aller gsz. 1. Gitmek (Il va à son travail; à la maison).
2. Varmak (Ce chemin va à Paris; la route va
jusqu'à Bursa. Le sentier va à la rivière). 3.
Yürümek, gitmek (Aller à pied. Ce cheval va très
vite). 4. Erişmek (Cette montagne va jusqu'aux
nues). 5. Durumda olmak (Comment allezvous?
Nasılsınız? Comment çava? Nasılsınız, işler nasıl.
Aller bien, mal, mieux: Sağlığı iyi, kötü, daha iyi
olmak). 6. İşlemek, çalışmak, gitmek (Les
affaires vont bien. Cette horloge va mal; le poste de
radio va bien). 7. Aller à:-e yakışmak, uygun
gelmek (Cette robe lui va bien. La clé va à la
serrure). 8. Aller f. qch: (Yakın gelecek zamanı
gösterir) (Je vais travailler: Çalışacağım). 9.
Olmak (Les plaisirs ne vont pas sans tristesse) .10.
Aller sur: -e yaklaşmak, merdiven dayamak (liva
sur ses quarante ans). 11. Dayanmak (Cet habit
n'ira pas jusqu'à l'hiver prochain). 12. Aller
contre: -e karşı olmak, muhalif olmak, -e karşı
cephe almak (Il va contre son oncle). § Aller à la
guerre, à la pêche, à la chasse,à la baignade:
Savaşa, balığa, ava, yüzmeye gitmek. Aller aux
urnes: Oy vermek, sandık başına gitmek. Aller
aux voix: Oya baş vurmak. Aller en avant:
İlerlemek. Aller à la dérive: Çıkmaza doğru
gitmek. Aller au devant de: -i karşılamaya gitmek,

63

aller
karşılamak. Aller à la rencontre de: -i karşılamaya
gitmek, karşılamak. Aller à l'aventure: Maceraya
atılmak, serüvene gitmek. Aller à l'encontre de:
-in tersi olmak, ile bağdaşmamak, -in zıddı olmak.
Aller à tâtons: El yordamıyla yürümek. Aller au
cœur: Kalbine hitap etmek, yüreğine yerleşmek,
duygulandırmak. Aller au fait: Doğrudan
doğruya konuya girmek, işin özüne girmek. Aller
au plus pressé: Çok önemli bir şeyle uğraşmakta
olmak. Aller aux renseignements: 1. Bilgi
toplamak. 2. tkz. Bir kadının orasını burasını
ellemek. Aller comme sur des roulettes: Yolunda,
tıkırında gitmek. Aller comme un gant: Çok
yakışmak, uygun düşmek. Aller de l'avant:
Önden gitmek, öncülük etmek. Aller de mal en
pis: Gittikçe kötüleşmek, beter olmak. Aller de
pair avec: -ile eş değerde olmak, denk olmak, at
başı gitmek, birbirine koşut gitmek. Aller le droit
ehemin: Doğru yolu tutmak. Aller le nez au vent:
Başıboş, aylak aylak dolaşmak. Aller planter ses
choux: Köye çekilip yaşamak; köşeciğine
çekilmek. Aller jusqu'au bout: Sonuna dek
gitmek, nerden incelmişse ordan kopsun demek.
Aller à bien: Başarmak, başarıya ulaşmak. Ne pas
aller sans...: -sız olmamak (Le malheur ne va pas
sans quelque consolation. Une nombreuse famille
ne va pas sans ennuis de toute sorte). Aller grand
train: 1. Hızını aksatmadan gitmek. 2. Çok
masraf etmek, bir eli yağda bir eli balda olmak,
rahat yaşamak. Aller à la selle: Yüz numaraya
gitmek. Y aller: Davranmak, yapmak, hareket
etmek (Y aller doucement). Y aller de qch: Bir
şeye -ile katılmak (J'y vais de vingt francs: Ben bu
işe yirmi frankla katılıyorum). Il y va de: ... söz
konusudur (Il y va de mon honneur, de ma vie:
Şerefim söz konusudur, söz konusu olan
hayatımdır). Aller son ehemin, son petit
bonhomme de ehemin: Kendi işinde olmak, şunun
şurasında yaşayıp gitmek. Aller à tout vent:
Çabuk
etkilenmek,
herkesin
etkisinde
kalıvermek, her önüne çıkana kapılıvermek. Il va
sans dire que: Tabii, çok doğal ki, hiç kuşku yok
ki. Il va de soi: Tabii, hiç kuşku yok ki. Allez:
Haydi. Allons: Haydi. Allons done: Haydi canım!
Haydi canım sen de! § Laisser aller: gçl.
Bırakmak, salıvermek, engel olmamak (Je le
laisse aller où il veut. Il laisse aller tout). Se laisser
aller: Kendini koyvermek, salıvermek. Se laisser
aller à qch: Kendini -e kaptırmak (On se laisse
aller aux appas d'une passion). S'en aller: 1.
Ayrılıp gitmek, başını alıp gitmek, çekip gitmek.
2. Ortadan kalkmak, geçmek, yitip gitmek (Les
taches d'encre s'en vont avec ce produit). 3. Yok
aller
olması ya da ölmesi yakın olmak, gidici olmak (Ce
malade s'en va).
aller er. 1. Gidiş (J'ai fait l'aller à pied, mais suis
revenu par l'autobus). 2. Gidiş bileti (Un aller
pour Paris). § Aller et retour: 1. Gidiş dönüş. 2.
Gidiş dönüş bileti (J'ai pris un aller et retour pour
Versailles). 3. tkz. Sille; iki tokat (Il lui a flanqué
un de ces allers et retours).
allergène s. ve er Alerji yapan,
allergie diş. *İtinç, alerji, tepki, ters tepki (Allergie
respiratoire, cutanée). § Avoir de l'allergie i qch:
-e karşı alerjisi olmak, itinç duymak,
allergiques. 1. Alerjisi olan, alerjili. 2. Allergique à
qch: -karşı alerjisi olan; -i hiç sevmeyen, -den
tiksinen (Etre allergique à certaines poussières. Il
est allergique au téléphone, à la vie moderne).
allergologie diş. hek. Alerjibilim, "itinçbilim.
allergologiste, allergologue ad. hek. Alerji uzmanı,

alerjibilimci, 'itinçbilimci.
alleu er. (Batı derebeyliğinde) Tımar,
alliacé,e s. Sarımsağa değgin (Goût alliacé:
Sarmısak tadı).
alliage er. 1 .kim. Alaşım (Les alliages légers entrent
dans la fabrication des avions). 2. mec. Katışım,
katışık (Un créole sans le moindre alliage de sang
coloré).
alliaire diş. bitb. Sarmisakotu.
alliance diş. 1. Evlenme. 2. Hısımlık. Dünürlük,
kayınlık. 3. Nişan yüzüğü. 4. (Devletlerarasında)
Bağlaşma, "ittifak (Conclure un traité d'alliance).
5. Birleşme (L'alliance des deux familles assurera
la fortune des conjoints).
allié,e s. ve ad. 1. Hısım. 2. Bağlaşık, "müttefik (La
victoire des Puissances alliées sur l'Allemagne en
1945. Les alliés du Marché commun).
allier gçl. 1. kim. Alaşımlamak, karıştırmak (Allier
le fer et le cuivre. Allier l'or avec l'argent). 1.
Bağdaştırmak, birleştirmek, katmak. 3. Allier
qch à qch, avec qch: Birşey -ile birleştirmek (Il sait
allier la fermeté avec une bienveillance souriante.
Elle allie la beauté à de grandes qualités de cœur). |
S'allier: 1. Birleşmek, bağlaşmak. 2. S'allier à
qch: -e katılmak, katışmak (Ils'est allié à une riche
famille). 3. S'allier avec: -ile bağlaşmak,
bağlaşma kurmak, "ittifak yapmak (La France
s'est alliée avec l'Angleterre).
allier, hallier er. Kuş ağı.
alligator er. Amerika timsahı, aligator.
allitération diş. ed. Ses yinelemesi; bir uyum etkisi
sağlamak için aynı sesleri, aynı harfleri yada aynı
heceleri yineleme,
allo ünl. (Telefonda) Alo!
allobrage er. mec. Kaba adam, hırbo.

64
allume-gaz
allocataire ad. Ödenek alan, yardım gören; para
yardımı alan.
allocation diş. 1. Ödenek (Toucher les allocations
familiales. Une allocation de devises). 2. Para
yardımı (Verser une allocation aux gens âgés).
allocution diş. Kısa söylev, demeç (Prononcer une
allocution à lafin de la cérémonie. On annonce une
allocution télévisée du Premier Ministre).
allodial,e s. Tımara ait olan, tımar sahibine ait
(Biens allodiaux).
allogène s. Yerli olmayan, yerlilerden ayrı bir
kökenden olup ülkeye sonradan gelip yerleşen
(Eléments allogènes).
allonge diş. 1. (Bir çok şeyler için) Uzatma eki,
parçası. 2. Et çengeli. 3. (Boksörün) Kol
uzunluğu.
allongées. 1. Uzatılmış, uzamış, sarkmış. 2. mec.
Asık, asılmış (Mine allongée, figure allongée).
allongement er. 1. Uzatma; uzama (L'allongement
de la tige d'une plante). 2. Uzunluk, uzun biçim
(L'allongement de l'aile d'un avion). 3. (Süre için)
Uzama, uzatılma,
allonger gçl. 1. Uzatmak (Allonger une robe pour se
conformer à la mode. Ce détour allonge notre
itinéraire. Il ne faut pas allonger votre texte). 2.
Germek, uzatmak (Allonger les bras, les jambes,
le cou). 3. Allonger qch à qn: a) Birine... vermek,
(Allonger une somme. Allonger un pourboire au
garçon), b) hlk. Birine... atmak, vurmak
(Allonger un coup de pied à quelqu'un. Il lui a
allongé un coup de poing sur la figure). 4.
Uzatmak, asmak (Allonger le visage, le nez). S.
Sıklaştırmak, çabuklaştırmak (Allonger le pas).
6. gsz. Uzamak (Les jours allongent). §
S'allonger: 1. Asılmak; uzamak (A cette nouvelle,
son visage s'est allongé. La route s'allonge toute
droite devant nous). 2. Serilmek, uzanmak,
yayılmak (S'allonger sur le lit).
allotropie diş. Alotropi,
allotropiques. Alotropik.
allouer gçl. 1. Buyrultu çıkarmak. 2. (Ödenek)
Ayırmak, vermek (Des crédits importants ont été
alloués pour la mise en valeur des régions
déshéritées). 3. Allouer qch i qn: Birine... vermek
(On lui a alloué une indemnité pour frais de
déplacement).
allumage er. Yakma; yanma (L'allumage d'une
pipe, d'un feu). § Avoir du retard fc l'allumage:
Anlayışı ağır olmak, geç anlamak, jetonu geç
düşmek.
allume-feu er. Çıra gibi ateş tutuşturmaya yarayan
şey, tuturuk,
allume-gaz er. Ocak çakmağı, havagazı çakmağı.
allumelle
allumelle diş. Ağaç dallarının kömürleştirildiği
ocak, ağaç kömürü ocağı,
allumer gçl. 1. Yakmak (Allumer une cigarette, une
pipe, du feu). 2. mec. Tutuşturmak (Allumer une
guerre). § Allumer la bile de qn: Öfkelendirmek.
Allumer le sang de qn: Kanına dokunmak.
Allumer le brandon de la discorde: Yangına
körükle gitmek. S S'allumer: 1. Yanmak,
tutuşmak (Du bois humide qui s'allume mal. La
guerre s'allume en Afrique). 2. Parlamak, ışıl ışıl
olmak, kor gibi olmak (Son regard s'allume).
allumette diş. 1. Kibrit (Une boîte d'allumettes.
Craquer une allumette contre le frottoir). 2. İnce
uzun kuru pasta (Allumette au fromage). §
Pommes allumettes: Çöp gibi ince kızarmış
patates.
allumettier,ire ad. Kibritçi.
allumeur,euse ad. 1. Fener yada kandil yakıcısı,
fenerci, kandilci (Un allumeur de réverbères). 2.
diş. Oynak kadın, fingirdek kadın,
allumeur er. Yakıcı, tutuşturucu, 'yakmaç,
allure diş. 1. Yürüyüş, gidiş (L'allure d'un homme,
d'une voiture,d'un cheval). 2. Davranış, tutum
(L'allure digne d'un professeur. Cet individu aune
allure louche). 3. İşleyiş. § Avoir de l'allure: Bir
inceliği, güzelliği olmak; yakışıklı olmak (ila de
l'allure sous l'uniforme).
alluré,e s. Şık, albenili, göz alıcı (Une robe très
allurée).
allusif,ive s. Anıştırmak, "imâli (Ses reproches
étaient très allusives).
allusion diş. Anıştırma, "imâ, "telmih. § Faire
allusion à qch: -i anıştırmak, anıştırmada
bulunmak, telmih etmek (A quoi faites-vous
allusion?).
alluvial,e; alluvien,ne s. yerb. Lığlı, alüvyonlu
(Plaine alluviale).
alluvion diş. yerb. Lığ, alüvyon,
alluvionnaire s. Lığa değgin, alüvyona değgin
(Pépites alluvionnaires).
alluvionnement er. Lığlanma, alüvyonlanma
(Zones d'aluvionnement).
alluvionner gçl. Lığ bırakmak, alüvyon bırakmak,
alüvyonlulaştırmak (Le fleuve alluvionne la
plaine).
almanach er. Yıllık, almanak. § Faiseur
d'almanach: Gelecekten haber veren, falcı. Un
almanach de l'an passé: Bu, bildirin hikâyesi.
Önemi kalmamış artık; modası geçmiş,
aimée diş. Mısır çengisi,
aloès er. bitb. Sarısabır.
aloi er. 1. (Altın, gümüş için) Ayar. 2. mec. Nitelik.
I De bon aloi: İyi, makbul, namusluca, hakkıyla

65

alpin
(Un succès de bon aloi). De mauvais aloi:
Niteliksiz, değersiz, entipüften
alopécie diş. hek. Saç dökülmesi; saç ve kılların yer
yer yada tümden dökülmesi,
alors bel. 1 . 0 zaman, o sırada ( La France était alors
en guerre contre l'Allemagne). 2.0 halde, öyle ise
(Alors, n'en parlons plus). § Alors que: 1. -diği
sırada,... iken (Il continuait à travailler alors que
tout le monde dormait: Herkes uyurken o
çalışmasına devam ediyordu). 2. -diği halde ; -sine
karşın (Vous avez fait cela, alors que je vous l'avais
défendu: Size yasak ettiğim halde bunu yaptınız).
alose diş. hayb. Tirsibalığı.
alouate er. hayb. Uluyan maymun,
alouette diş. Çayırkuşu, tarlakuşu, toygar. §
Attendre que les allouettes tombent toutes rôties
dans la bouche: Hazıra konmak istemek. Armut
piş ağzıma düş demek (Il attend que les allouettes
lui tombent toutes rôties dans la bouche).
alourdir gçl. Ağırlaştırmak (Ces nouvelles dépenses
improductives alourdissent la charge de l'Etat).
alourdissement er. Ağırlaştırma;
ağırlaşma
(Alourdissement des impôts).
aloyage er. Belirli bir ayara çıkarma,
aloyau er. Sığır filetosu.
aloyer gçl. (Altın ve gümüş için) Belirli bir ayara
çıkarmak.
alpaga er. 1. hayb. Alpaka. 2. Alpaka kumaş,
alpage er. 1. Dağ otlağı. 2. Sürünün yaylada
geçirdiği mevsim, yazlıkta geçen dönem,
alpaguer gçl. argo. Yakalamak, enselemek; ele
geçirmek.
alpe diş. 1. Yüce dağ, ulu dağ. 2. (Alp dağlarında)
Otlak (Les troupeaux sont dans l'alpe).
alpenstock er. Al. Dağcı sopası, dağcı değneği;
eskiden dağcıların kullandığı demir sopa.
alpestre s. Alp dağlarındaki gibi, Alp dağlannı
andıran, Alplere değgin (Un paysage alpestre).
alpha er. Yunan abecesinin ilk harfi, alfa.
alphabet er. * Abece, "alfabe,
alphabétique s. 'Abecesel, abeceye değgin,
"alfabeye değgin (Par ordre alphabétique: abece
sırasına göre, abecesel sırayla).
alphabétiquement bel. Abece sırasınca.
alphabétisation diş. Okutma, okuma yazma
öğretme (Alphabétisation des masses).
alphabétiser gçl. Okuma yazma öğretmek,
okutmak (Alphabétiser les classes les plus pauvres
d'un pays).
alpin,e s. 1. Alplerde yada yüce dağlarda yetişen
(Végétation alpine). 2. Dağcılığa değgin (Club
alpin: Dağctlık kulübü). § Chasseur alpin:
(Fransa ve İtalya'da) Dağcı asker.
alpinisme

66

alpinisme er. Dağcılık. § Faire de l'alpinisme: Dağ


sporu yapmak, dağcılık yapmak,
alpiniste ad. Dağcı,
alpiste er. bitb. Kuşyemi.
altérabilité diş. Bozulabilirlik.
altérables. Bozulabilir, bozulur,
altéragène s. Bozan, bozulmaya yol açan.
altérantes. Susatıcı, susatan,
altération diş. 1. Bozma; bozulma (Altération de la
santé. L'altération des traits du visage). 2.
Karışma; karıştırma (Altération des liquides). 3.
Değişme; değiştirme; "tahrif (L'altération de la "
vérité). 4. (Bir heyecan dolayısıyla) Yüzün
değişmesi, beniz atması,
altercation diş. Atışma, ağız dalaşı (Les conférences
diplomatiques n'avaient conduit qu'à des
altercations violentes).
altérer gçl. 1. Susatmak (Cette longue marche sous le
soleil nous a altérés). 2. Bozmak (Les émotions
violentes altèrent la santé. Le soleil altère les
couleurs). 3. Değiştirmek, saptırmak (Il a
l'habitude d'altérer la vérité). 4. Hile katmak, hile
karıştırmak
(Altérer
un
liquide,
une
marchandise). 5. mec. Soğutmak, soğukluk
katmak (Altérer l'amitié). 6. Etre altéré de qch, de
f. qch: Bir şeye, bir şey yapmaya susamış olmak
(Les soldats étaient altérés de sang).
altérité diş. fels. Bir başkası olma, "başkasılık.
alternance diş. Art arda dönüp gelme, almaşma,
almaşıklık, "münavebe (Alternance de cultures.
Alternance des pluies et des éclaircies continuera).
alternant,e s. Art arda dönüp gelen, almaşan,
"münavebeli (Cultures alternantes).
alternateur er. fiz. Alternatör.
alternatif, ive s. Art arda dönüp gelen, almaşık,
"münavebeli (Le mouvement alternatif de
pendule). § Courant alternatif: Alternatif akım.
alternative diş. 1. Art arda gelme, almaşma,
"münavebe (On passe par des alternatives de froid
et de chaud). 2. 'Seçenek, alternatif (Je me
trouvais dans la fâcheuse alternative de refuser ou
d'accepter). 3. fels. Seçenek,
alternativement bel. Art arda dönüp gelerek, sıra
ile, almaşarak, "münavebeyle (La vice-présidence
revient alternativement aux divers groupes de
l'Assemblée).
alterne s. 1. bitb. Almaşık (Disposition alterne des
feuilles, des branches). 2. mat. Ters (Angles
alternes). § Angles alternes externes: Dışters
açılar. Angles alternes internes: İçters açılar,
alterner gsz. 1. Art arda dönüp gelmek, nöbet
değiştirmek, almaşmak. 2. Alterner avec qch:
-ile nöbetleşe gelmek; sıra ile olmak, almaşmak

amaigrir
(Les périodes d'activité intense alternent avec de
longs moments d'inaction). 3. gçl. Almaştırmak
(Alterner les cultures pour éviter l'épuisement des
sols).
altesse diş. Altes. Prens ve prenseslere verilen
ünvan ve bu ünvanı taşıyan kişi.
altier,ère s. 1. Kibirli, kendini beğenmiş. 2. mec.
Yüce, başı göklerde (Des monts altiers: Yüce
dağlar).
altièrement bel. Kibirle, kendini beğenmişlikle,
altimètre er. Yükseltiölçer, yükseklikölçer.
altimétrie diş. Yükseltiölçüm; yükseklikölçüm.
altiport er. (Dağlarda) Küçük havaalanı (Les
altiports des grandes stations de sports d'hivers).
attise diş. hayb. Toprakpiresi.
altiste ad. müz. Altocu, alto çalan kişi.
altitude diş. coğr. Yükselti. Deniz seviyesinden
yükseklik, "irtifa. (Un village situé à une altitude de
2000 mètres). § Mal d'altitude: Dağ tutması;
uçak tutması; yüksek yerlerde duyulan bulantı.
alto er. müz. Alto.
altruisme er. Özgecilik. Başkalarını düşünürlük,
altruistes, ve ad. Özgeci; başkalarını düşünür,
alumine diş. kim. Alümin.
aluminium er. Alüminyum,
alun er. kim. Şap.
alunage er. Şaplama, şaplı suya batırma,
aluner gçl. Şaplamak, şaplı suya batırmak,
aluneux, euse s. Şaplı,
alunière diş. 1. Şap fabrikası. 2. Şap ocağı,
alunir gsz. Aya inmek, *aylamak.
alunissage er. Aya inme, *aylam, aylama,
alvéole er. 1. anat. Petek gözü, petek (Alvéoles
pulmonaires: Akciğer petekleri). 2. anat. Yuva
(Alvéole dentaire: Diş yuvası).
alvéolé,e s. Petek gözlü, petekli.
amabilité diş. 1. Sevimlilik. 2. Gönül okşayıcılık,
incelik, nezaket, tatlılık (Veuillez avoir
l'amabilité de le prévenir de ma part). § Faire des
amabilités à qn: Birine dalkavukluk etmek,
yalvarıp ricada bulunmak, yaltaklanmak,
amadou er. Kav.
amadouement er. Pohpohlama, pohpohlayıp
kandırma, tavlama,
amadouer gçl.
Pohpohlamak, pohpohlayıp
kandırmak, tavlamak (Il cherchait à amadouer la
concierge par des amabilités de toutes sortes).
amadouvier er. bitb. Kavmantan.
amaigrir gçl. 1. Alıklaştırmak, zayıflatmak (Le
long voyage m'a amaigri).2. İnceltmek (Amaigrir
une poutre).
§ S'amaigrir: Zayıflamak,
arıklaşmak, incelmek (Il s'amaigrit de jour en
jour).
amaigrissant
amaigrissante s. Zayıflatıcı (Suivre un régime
amaigrissant).
amaigrissement er. Zayıflama, zayıflatma;
arıklaşma, arıklaştırma (En se pesant, il constata
un amaigrissement inquiétant).
amalgamation diş. 1. Karışım. 2. Karışım yapma,
amalgame er. 1. kim. Malgama, karışım, alaşım,
cıva alaşımı. 2. mec. Acaip bir karma (Un
extraordinaire amalgame des gens venus de tous les
horizons).
amalgamer gçl. Karışım yapmak; birleştirmek;
karmak, karıştırmak (Mirabeau amalgamait dans
sa parole sa passion personnelle et la passion de
tous). § S'amalgamer: Birbirine karışmak,
birleşmek.
aman er. Aman. § Demander l'aman: Aman
dilemek,
amandaie diş. Bademlik.
amande diş. 1. Badem. 2. Çekirdek içi, iç (Amande
de l'abricot).
amandé,e s. 1. Bademli 2. er. Badem sübyesi.
amandier er. bitb. Bademağacı.
amandine dy. Badem peltesi,
amanite diş. bitb. Bir tür mantar,
amant,e ad. 1. Sevgili; seven, sevilen (Un amant
fait sa cour où s'attache son cœur). 2. Dost, oynaş
(Elle a pris un amant). 3. (Eskiden) "Âşık,
tutkun. 4. mec. °Âşık, vurgun, tutkun (Amant de
la liberté).
amarantacées diş. ç. bitb. Horozibiğigiller.
amarante diş. 1. bitb. Horozibiği. 2. .y. Mor kırmızı.
amarescent,e s. Acımtrak.
amarinergç/. 1. Denize yada denizciliğe alıştırmak.
2. (Ele geçirilen bir gemi için) Gemiciler koymak.
amarrage er. Palamara bağlama, palamarlama.
amarre diş. Palamar (Larguer les amarres).
amarrer
gçl.
1.
Palamarla
bağlamak,
palamarlamak (Amarrer un navire à quai). 2.
Bağlamak (Amarrer solidement une malle sur la
galerie de la voiture).
amaryllidacées, amaryllidées diş. ç.
bitb.
Nergiszambağıgiller, güzelhatunçiçeğigiller.
amaryllis^. Nergiszambağı,güzelhatunçiçeği.
amas er. 1. Küme, yığın, birikinti (Un amas de
ruines. Ilya sur le bureau un amas de paperasses).
2. Bir sürü, birçok (Débiter un amas de sottises). 3.
mec. Kumkuma. 4. gökb. Yıldız kümesi,
amassement er. Toplama, biriktirme, yığma;
toplanma, birikme, yığılma,
amasser gçl. 1. Toplamak, biriktirmek, yığın
yapmak (Amasser des papiers). 2. Üst üste
yığmak (Amasser des livres). 3. Biriktirmek, bir
kenara koymak (Amasser des provisions). 4.
67

ambitieusement
Yemeyip biriktirmek (Amasser de l'argent, des
richesses. Amasser sou à sou de l'argent pour
acheter une maison). § S'amasser: Toplanmak,
yığılmak, birikmek (Les preuves s'amassent
contre lui. La foule s'amasse autour de lui).
amasseur, euse ad. (Parasını) Yemeyip biriktiren
kişi, kirli çıkın,
amateurs, ve ad. 1. "Özengen, özenci, amatör (Un
sport d'amateurs. Une équipe amateur). 2.
Hevesli, meraklı; seven (Un amateur qui
barbouille les toiles le dimanche. Les amateurs
d'art).
amateurisme er. 1. "Özengenlik, amatörlük. 2.
Heveslilik, meraklılık.
amatir gçl. Donuklaştırmak,
amaurose diş. hek. Bakarkörlük.
amazone diş. 1. Amazon. 2. Uzun ve bol etek. §
Monter en amazone: (Ata) iki ayağını aynı yana
çevirerek binmek, yan binmek,
ambages diş. ç. Kaçamaklı söz. Dolambaçlı söz. §
Sans ambages: Kaçamaksız, kem küm etmeden
(Parler sans ambages).
ambassade diş. 1. Büyükelçilik (Ambassade de
Turquie à Paris). 2. Elçilik görevi, elçilik. 3.
Elçilik binası. 4. mec. Aracı, elçi. 5. Temsilcilik,
aracılık,elçilik (Ils sont allés en ambassade chez le
directeur).
ambassadeur er. 1. Büyükelçi. 2. Arabulucu, aracı,
elçi. 3. Temsilci,
ambassadrice diş. 1. Büyükelçi karısı. 2. Kadın
büyükelçi. 3. Bir görev yüklenmiş kadın, temsilci,
elçi (Les ambassadrices de la mode française).
ambiance diş. 1. Çevre, "muhit. 2. mec. Hava,
ortam (La réunion s'est passée dans une ambiance
charmante).
ambiant,es. Çevreleyen, etraftaki, çevredeki (Ilest
difficile de résister à l'influence ambiante, La
température ambiante est très douce).
ambidextre s. Sol elini de sağ eli gibi kullanabilen.
*iki sağlı, "iki eli uz.
ambigu er. 1. Çeşitli soğuk yemekler sofrası. 2.
Değişik yapıdaki şeylerin karışımı. § Ambigu
comique: Çeşitli türlerden oluşmuş sahne oyunu,
ambigu,ë s. Bir kaç anlama çekilebilen, anlamı
belirsiz, anlaşılmaz, kapalı (Il m'a répondu en
termes ambigus).
ambiguïté diş. Anlaşılmazlık, birkaç anlama
çekilebilirlik, anlam belirsizliği (Parlez sans
ambiguïté. L'ambiguïté de sa réponse nous a
laissés perplexes).
ambisexué,e;ambisexuel, les. ruhb. tkicinsli.
ambisexualité diş. ruhb. İkicinslilik.
ambitieusement bel. Gözü yükseklerde olarak;
68

ambitieux
tutkuluca, özenişle, doymazlıkla,
ambitieux, euse s. ve ad. 1. Gözü yükseklerde (Une
femme ambitieuse. Cet ambitieux a tout sacrifié
pour de vains honneurs). 2. (Bir şeyde) Gözü
olan, tutkulu, "ihtiraslı, gözü doymaz. 3. mec.
Özenişli, gösterişli, iddialı (Il faut renoncer à cet
ambitieux projet).
ambition diş. 1. özeniş; tutku, "ihtiras (Un homme
sans ambition. Il manque d'ambition). 2.-de gözü
olma,tek istek(Toute son ambition est de gagner
les élections). 3. Büyük heves, tutku (L'ambition
littéraire. Les magnifiques ambitions font faire les
grandes choses). S N'avoir d'autre ambition que
de f.qch: -mekten başka bir şeyde gözü olmamak
(Il n'a d'autre ambition que de réaliser ses projets).
ambitionner gçl. 1. -de gözü olmak; -i çok istemek
(Ambitionner les honneurs. Il ambitionne une
nomination au Conseil d'Etat). 2. Ambitionner de
f.qch: -meyi çok istemek (La duchesse à qui on
ambitionnait de plaire).
ambivalence diş. ruhb. 1. Karşıt anlamlı iki
bileşenden
oluşmuştuk,
karşıtlar
birliği
(L'ambivalance affective. Le sentiment du chez soi
garde une ambivalence profonde). 2. İki yüzle, iki
görünüm altında ortaya çıkma, görünme
(L'ambivalence de l'histoire).
ambivalente s. 1. Karşıt anlamlı iki bileşenden
oluşmuş. 2. Çift yüzlü, çift görünümlü, iki yanlı,
amble er. Rahvan, rahvan gitme (L'amble est
considéré chez le cheval comme une allure
défectueuse. Sa mule prenait un petit amble
sautillant). § Aller l'amble: Rahvan gitmek,
amblergrc. Rahvan gitmek (Cheval qui amble).
ambleur, euse s. Rahvan, rahvan giden (Cheval
ambleur, jument ambleuse).
ambre er. Amber. 8 Ambre gris: Akamber. Ambre
jaune: Kehribar,
ambré,e s. 1. Akamber kokulu (Eau de Cologne
ambrée. Savon ambré). 2. Kehribar renginde (La
transparence ambrée du vin. Visage, teint ambré).
ambrer gçl. Amber kokusu vermek,
ambroisie <2$. 1. (Söylencede) Olimpos tanrılarının
yemeği, ambrozia. 2. mec. Çok lezzetli yemek,
ambulance^. 1. Gezgincilik. 2. Gezgin hastane
yada iğreti hastane. 3. Hasta arabası (Appelez
l'ambulance).
ambulancier,1ère is. 1. (Eski) Gezgin hastane
görevlisi. 2. Hasta arabası sürücüsü,
ambulant,e s. 1. Gezgin, gezginci, "seyyar
(Marchant
ambulant;
hôpital
ambulant;
comédiens,
musiciens
ambulants;
vente
ambulante). 2. er. Posta vagonlarında çalışan
mektup, paket v.b. ayıran P.T.T. memuru. §

aménageur
Cadavre ambulant: Canlı cenaze,
ambulatoire s. 1. Belli bir yeri olmayan, yer
değiştiren, gezgin. 2. Kesin, belli bir kuralı
olmayan, oynak. 3. mec. Değişen, değişken,
âme diş. 1. Tin, "ruh (Croire en l'immortalité de
l'âme). 2. Nüfus, kişi (Un village de trois cents
âmes). 3. Can (Rendre son âme). 4. Gönül (Avoir
une âme généreuse. Chacun peut à son choix
disposer de son âme). S. Temel direk (Etre l'âme
d'un parti). 6. Duygu, duyarlık (Un homme sans
âme). 7. (Keman ve benzerlerinde) Köprü direği.
8. Boşluk, iç (L'âme d'uncanon, d'un soufflet). 9.
Orta, orta bölüm (L'âme d'un rail, d'un
conducteur électrique). § Ame qui vive: İn cin, hiç
kimse (Je n'ai pas rencontré âme qui vive). Avec
âme: İçten, duyarak (Chanter avec âme). Corpset
âme: Büsbütün, canla başla, tüm varlığıyla (ilse
livra à cette tâche corps et âme). Etat d'âme: Ruh
hali. En son âme et conscience: Ruhuyla,
vicdamyla. Etre l'âme damnée de qn: Biri için
uğursuz olmak; kara kedi olmak. La mort dans
l'âme: İstemeyerek, içi sızlayarak (II a obéi la
mort dans l'âme). Avoir l'âme sur les lèvres:
Ölmek üzere olmak. Avoir l'âme chevillée au
corps: Kedi canlı olmak; ölmek bilmemek. Errer
comme une âme en peine: Büyük acılar, sıkıntılar
kaygılar içinde olmak. Rendre l'âme: Ölmek,
ruhunu teslim etmek,
améliorable s. Düzeltilebilir, ıslah edilebilir,
améliorante s. Toprağın gücünü, verimini artıran
(Plantes améliorantes).
amélioration diş. 1. Düzeltme, iyileştirme, ıslah
etme (L'amélioration d'une situation). 2.
Düzeltme, iyileşme (Amélioration de son état de
santé, de son sort, des rapports entre deux pays, du
temps).
améliorer^/. Düzeltmek, iyileştirmek, ıslah etmek
(Améliorer un texte, le rendement d'une terre, son
état). § S'améliorer: Düzelmek, iyileşmek (Le
climat s'est amélioré ces derniers jours. Son
caractère ne s'améliore guère).
amen er. Amin. § Dire amen à qch: -e amin demek,
eyvallah demek (Il ne sait que dire amen à tout ce
qui est proposé).
aménagement er. 1. Düzenleme, yoluna koyma
(J'ai été voir les nouveaux aménagements du
musée. Aménagement
d'une usine, d'un
territoire). 2. (Ormanda) Kesim düzeni,
aménager gçl. 1. Düzeltmek, düzen vermek,
düzenlemek, düzene koymak (Aménager un
appartement, une chambre). 2. (Ormanda) Kesim
düzenlemek,
aménageur, euse ati. Düzenleyici, düzenlemeci.
amendable
amendable s. İyileştirilebilir, verimli kılınabilir
(Terre amendable).
amende diş. 1. Para cezası (Payer une amende. Il a
été condamné à 300 francs d'amende). 2. Ceza. §
Amende honorable: Herkes önünde suçunu itiraf
etme, suçlu olduğunu açıkça kabul etme. Etre mis
à l'amende: Cezaya çarptırılmak. Faire amende
honorable: Suçlu olduğunu kabul etmek, özür
dilemek (Elle s'abaissa jusqu'à lui faire, en ma
présence, amende honorable).
amendement er. 1. (Toprak için) Verimini artırma,
iyileştirme. 2. Düzeltme, ıslah etme. 3. Eksik ve
yanlışlarını giderme, düzeltme. 4. Değişiklik
yapma. 5. Değişiklik önerisi,
amender gçl. 1. Verimini artırmak, iyileştirmek
(Amender un territoire). 2. Düzeltmek, ıslah
etmek (La prison ne l'a guère amendé). 3. Eksik ve
yanlışlarını gidermek, düzeltmek (Amender un
texte, une traduction). 4. Değişiklik yapmak,
düzeltmek (Amender une loi, un projet). §
S'amender: Durumu iyileşmek, düzelmek, yola
gelmek (Cet élève dissipé et paresseux s'est
sérieusement amendé).
amène s. Tatlı, sevimli, cana yakın (Des propos
amènes).
amener gçl. 1. Götürmek (Je vous amènerai ce soir
au cinéma). 2. Taşımak, nakletmek (Le taxi vous
amènera directement à la gare. Le train amène le
charbon à Paris). 3. Getirmek (Amène le journal
que j'ai laissé dans le bureau). 4. İndirmek
(Amener lepavillon. Amener une embarcation à la
mer). 5. Doğurmak, yaratmak, neden olmak (La
vitesse des voitures et la maladresse des
conducteurs amènent de nombreux accidents). 6.
Amener qn àf. qch: Birini -meye itmek, götürmek
(Les circonstances nouvelles ont amené le
gouvernement à prendre d'autres mesures). 7.
Amener qn à qch: Birini bir şeye götürmek,
vardırmak, eriştirmek (Amener un homme à un
but). 8. Amener qch sur qch: Bir şeyi... üzerine
çevirmek, getirmek (Amener la conversation sur
l'économie, sur la politique). 9. Etre amené à qch:
Bir şeye varmak, erişmek (La technique a été
amenée à un haut degré de perfectionnement). §
S'amener: hlk. Gelmek (Il s'est amené très tard à la
réunion).
aménité diş. Tatlılık, sevimlilik, cana yakınlık (Il
traitait ses subordonnés sans aménité).
aménorrhée diş. (Kadınlarda) Âdetten kesilme,
âdet görmeme,
amenuisement
er.
Azalma,
küçülme
(Amenuisement du rendement).
amenuiser gçl. 1. Azaltmak, düşürmek, küçük

69
ameublement
göstermek (Chaque jour qui s'écoule amenuise
les chances de réussite). 2. İnceltmek (Amenuiser
une planche). § S'amenuiser: Azalmak; düşmek
(L'espoir de le retrouver vivant s'amenuise peu à
peu. La valeur des immeubles s'amenuise).
amer,ère s. 1. Acı (Prunes amères. J'ai la bouche
arrière). 2 .mec. Acı (Paroles amères. Laréalitéest
arrière). 3. er. Acı madde. 4. er. (Kimi
hayvanlarda) Öd kesesi. 5. er. den. Kıyıda sabit
işaret noktası. § L'onde amère: mec. Deniz,
amèrement bel. Acı acı; acı bir biçimde (Pleurer
amèrement sur sa jeunesse perdue. Il se plaint
amèrement de votre silence).
américain,e 1. s. Amerikalı, amerikan (Les
touristes américains sont venus enfouie). 2. ad.
Amerikalı (Les Américains du Sud, du Nord). 3.
er. Amerikanca (L'américain se distingue de
l'anglais par son système phonétique). § Avoir
l'œil américain: Gözü açık olmak, fırsatçı olmak,
américanisation
diş.
Amerikanlaştırma;
amerikanlaşma.
américaniser
gçl.
Amerikalılaştırmak,
amerikanlaştırmak (L'influence économique des
Etats-Unis américanise les grandes villes
européennes).
§
S'américaniser:
Amerikanlaşmak (Un monde qui s'américanise
de jour en jour).
américanisme er.
1. Amerikan
tutumu,
amerikanlık. 2. Amerikan hayranlığı (Le monde
marche vers une sorte d'américanisme). 3.
Amerikan deyimi, konuşma biçimi,
américaniste s. ve ad. 1. Amerikancı. 2.
Amerikanbilimci.
amérindien,ne s. Amerika yerlilerine değgin,
kızılderililere değgin (Langues amérindiennes).
amerlo[t), amertoque ad. argo Amerikalı,
amerrir gsz. (Deniz uçakları için) Denize inmek
(Les hydravions pouvaient amerrir sur l'étang de
Berre).
amerrissage er. Denize inme (L'avion fut contraint
à un amerrissage forcé).
amertume diş. 1. Acılık (Mettez davantage de sucre
pour atténuer l'amertume du café). 2. Acı, üzüntü
(Cette séparation lui causa une grande amertume).
améthyste diş. yerb. Ametist. Mor renkli değerli bir
taş (Et, montrant l'anneau d'évêque: c'est une
améthyste de Hongrie).
amétrope s. Görme bozukluğu olan.
amétropie diş. Görme bozukluğu,
ameublement er. Döşeme takımı, döşeme, mobilya
(Un divan et des coussins qui traînaient à terre
composaient tout l'ameublement
de cette
chambre).
ameublir

70

amodier

ameublir gçl. 1. (Toprağı) Kabartıp yumuşatmak.


couteau, une planche). 2. İnce göstermek (Cette
2. huk. (Taşınmaz malları) Taşınır sayıp karı koca
robe l'amincit). § S'amincir: İncelmek,
ortaklığına almak,
amincissement er. İnceltme; incelme,
ameublissement er. 1. (Toprağı) Kabartıp
amiral er. 1. Amiral. 2. s. Amirale değgin (Vaisseau
yumuşatma. 2. (Taşınmaz malları) Taşınır sayıp
amiral. La frégate amirale).
karı koca ortaklığına alma.
amirauté diş. 1. Amirallik. 2. Donanma yüksek
ameuter gçl. 1. (Avcılıkta köpekleri) Toplayıp
yönetimi. 3. Deniz mahkemesi,
düzenlemek. 2. mec. Kışkırtmak, ayaklandırmak
amitié diş. 1. Dostluk ; ahbaplık (Ils ont lié entre eux
(On ameute la foule). 3. Ayağa kaldırmak (II
une solide amitié). 2. Sevgi. 3. İlgi. 4. ç. Gönül
ameutait tout le voisinage par ses querelles
okşama, sevgi gösterisi (Il nous a fait mille
continuelles). 4. Ameuter qn contre qch: Birini -e
amitiés). 5. Selam, dostluklar (Faites-lui toutes
karşı ayaklandırmak, kışkırtmak (On ameutait le '
mes amitiés: Ona selamlarımı söyle, dostluklarımı
peuple contre les accapareurs). § S'ameuter: 1.
ilet). § Faire à qn l'amitié de f. qch: Birine -mek
Ayaklanmak, başkaldırmak. 2. § S'ameuter
dostluğunu göstermek (J'espère que vous nous
contre qch: -e karşı ayaklanmak,
ferez l'amitié de venir. Faites-nous l'amitié de venir
ami,e ad. 1. Dost, ahbap (Il vient en ami, non en
dîner à la maison). Prendre qn en amitié: Birini
adversaire). 2. diş. Sevilen kadın, sevgili (Il a une
kendisine dost edinmek, dost seçmek, dostu
petite amie). 3. s. ve ad. Dost, seven, bağlı (Les
olarak görmek (Le directeur de l'école l'a pris en
peuples amis. Il a été aidé par une main amie. Il est
amitié et s'efforce de l'encourager). Se lier d'amitié
agréable dese trouver au milieu des visages amis. Il
avec qn: -ile dostluk kurmak, dost olmak,
est ami de la précision). 4. s. Uygun, elverişli (Un
amitose diş. biy. Amitoz, kromozom oluşması
vent ami). § Ami de la faveur, ami de la fortune: tyi
gerçekleşmeden çekirdeğin ve stoplazmanın
gün dostu. Etre ami avec: -ile dost olmak, arası
ikiye bölünmesi; doğrudan doğruya bölünme,
çok iyi olmak. Etre ami de qch: Bir şeyi çok
ammoniac, aque 1. diş. Amonyak. 2.s. Amonyaklı;
sevmek: -e düşkün olmak ( C'est un ami sincère de
amonyaka değgin (Sel ammoniac, gomme
la justice).
ammoniaque).
ammoniacale s. Amonyak gibi, amonyakı
amiable s. 1. (Eskiden) Hoşa giden, hoş. 2. Barış
andıran; amonyaklı; amonyaka değgin (Odeur
yoluyla, uzlaşmayla yapılan, uzlaşmalı (Un
ammoniacale.
Sels ammoniacaux).
partage amiable). § A l'amiable: Gönül
ammonium er. kim. Amonyum,
hoşluğuyla, karşılıklı anlaşarak, uzlaşarak,
amnésie diş. Bellek yitimi,
"dostane (Un arrangement à l'amiable serait
amnésique s. ve ad. Belleğini yitirmiş, bellek
préférable).
yitimine uğramış (Il est devenu amnésique à la
amiablement bel. Gönül hoşluğuyla, uzlaşarak,
suite d'un accident. Un amnésique).
anlaşarak.
amnistiable s. Genel aftan yararlanabilir,
amiante er. Amyant, taşpamuğu, yanmaz taş.
amibe diş. hayb. Amip.
amibien, ne 1. s. Amipli (Dysenterie amibienne). 2.
er. ç. Amipler,
amical,e s. 1. Dostça (Je lui fis quelques reproches
amicaux. Relations amicales), 2. Dostluğa
değgin, dostlukla ilgili,
amicalement bel. Dostça (lia répondu amicalement
à mes demandes).
amidon er. Nişasta, kola (Empeser à l'amidon.
L'amidon est utilisé pour empeser le linge).
amidonnage er. Kolalama (L'amidonnage des
chemises).
amidonner gçl. Kolalamak (La blanchisseuse
amidonne les cols de chemise).
amidonnerie diş. Nişasta fabrikası,
amidonnier, ère s. ve ad: 1. Nişastaya değgin. 2.
Nişastacı.
amincir gçl. 1. İnceltmek (Amincir la lame d'un

affedilebilir (Crime amnistiable).


amnistie
huk. 1. (Belli bir suç türü için yapılan)
Genel af, genel bağışlama. 2. Af, bağışlama,
amnistier gçl. 1. (Belli bir suç türünde) Genel af
çıkarmak, genel bağışlama yapmak (Amnistier les
faits de collaboration avec l'ennemi). 2.
Bağışlamak, affetmek,
amocher gçl. hlk. 1. Bozmak, berbat etmek (Un
coup de poing lui avait amoché la figure). 2.
Yaralamak (Il s'est fait bien amocher dans un
accident). 3. Çirkinleştirmek. § S'amocher:
Çirkinleşmek (Elle s'est bien amochée).
amodiataire ad. (Bir araziyi) Kiralayan, kira ile
tutan, kiracı,
amodiateur, trice ad. (Bir araziyi) Kiraya veren,
amodiation diş. 1. Kiraya verme. 2. Kiralama,
kiraya tutma,
amodier gçl. Kiraya vermek; kiraya tutmak,
amoindrir
kiralamak (Amodier une terre, une mine).
amoindrir gf/. 1. Azaltmak (Amoindrir la force, la
valeur, l'importance. Cette maladie a amoindri sa
résistance physique). 2. Küçültmek (Cela va
amoindrir le volume de ses activités).
amoindrissement er.
1. Azalma,
düşme
(Amoindrissement des facultés). 2. Küçülme
(Amoindrissement de territoire).
amok er. Amok, öldürme delisi,
amollir gçl. 1. Yumuşatmak, gevşetmek (La
chaleur amollit l'asphalte. L'émotion amollit les
jambes). 2. mec. Zayıflatmak, güçsüzleştirmek
(Amollir les gens par la volupté). § S'amollir:
Yumuşamak, gevşemek; zayıflamak (Sa volonté
s'était amollie avec l'âge).
amollissante s. Gevşetici, yumuşatıcı (Un climat
amollissant).

71

amour
alıştırmak (Amorcer une pompe, un siphon). 5.
mec. Girişmek, başlamak (Amorcer une
conversation, une négociation). 6. mec. Kendine
çekmek, tavlamak (Unefemme qui sait les moyens
d'amorcer les gens). § S'amorcer: Başlamak (Une
très dure montée s'amorce à la sortie du village).
amorceur,euse s. Tavlayıcı.
amorçoir er. 1. Burgu. 2. (Balıkçılıkta) Yemleme
takımı.
amoroso bel. müz. İçli bir biçimde; içli içli.
amorphes. 1. Biçimi olmayan, biçimsiz (Les roches
volcaniques dites vitreuses sont amorphes). 2 .s. ve
ad. Gevşek, istemsiz, kişiliksiz, silik (Les
amorphes ne sont pas une voix, mais un écho. C'est
un garçon bien gentil, mais qui reste amorphe en
classe).
amortir gçl. 1. Etkisini, gücünü, hızını kesmek (Les
tampons destinés à amortir un choc. Il est tombé
sur un massif qui a amorti sa chute). 2. Azaltmak,
zayıflatmak, yatıştırmak (Le tapis amortit le bruit
des pas. La sympathie de ses amis amortit un peu la
douleur que lui causa cette mauvaise nouvelle). 3.
fiz. mat. Sönümlemek (Amortir une oscillation).
4. Ödemek (Amortir une dette). S. Verdiği parayı
çıkarmak (Vous amortirez rapidement l'achat
d'une machine à laver en diminuant vos frais de
blanchissage).
amortissable s. Sönümlenebilir; amorti edilebilir;

amollissement er. 1. Yumuşama, gevşeme. 2.


Yumuşatma, gevşetme,
amomeer. Kakule.
amonceler gçl. Yığmak, biriktirmek (Amonceler les
bottes de paille dans la grange. Amonceler des
documents). § S'amonceler: Yığılmak, birikmek
(Les nuages s'amoncelaient. Les preuves
s'amoncellent).
amoncellement er. 1. Yığılma, birikme. 2. Üst üste
yığma, biriktirme,
amont er. (Bir akarsuyun) Geldiği yön; yukarısı (En
allant vers l'amont. La pays d'amont). § En amont:
çıkarılabilir (Emprunt amortissable).
Yukarılarda (Allez péchez plus en amont, vous
amortissement er. 1. Sönümleme (Amortissement
trouverez des truites). En amont de: Yukansinda
d'unedette, d'une voiture). 2. Azaltma, yatıştırma
(Paris est en amont des Andelys sur la Seine).
(L'amortissement d'un choc). 3. (Bir yapıda)
amoral,e s. Töredışı, 'ahlakdışı (Les lois de la
Tepe
sivrisi,
alem
(Le
pinacle
sert
d'amortissement à un contrefort). 5. Ödenme,
nature sont amorales).
sona erme (Amortissement d'une dette).
amoralisme er. fels. Töredışılık; töredışıcılık;
amortisseur er. Makinelerde sarsıntı, gürültü gibi
°ahlakdışılık; töretanımazlık,
şeyleri azaltmaya yarayan aygıt; 'yumuşatmalık,
amorçage er. 1. Yapma, düzenleme, fitilini takma
amour er. 1. Sevi, °aşk, "sevda (Elle lui inspire un
(Amorçage d'une cartouche, d'un obus). 2.
amour violent. Il lui fit sa déclaration d'amour.
(Tulumbayı işletmek için içine) Su döküp
L'amour platonique s'interdit la possession de
alıştırma (L'amorçage d'une pompe).
l'être aimé). 2. Sevgi (L'amour de la paix, de la
amorce diş. 1. (Olta ya da kapan için) Yem (Le
liberté, de la musique). 3. Büyük sevgi, yüce sevgi
pêcheur mit un ver comme amorce). 2. mec. Yem '
(L'amour de Dieu). 4. ç. Sevi ilişkisi, gönül işleri,
(C'est de l'amorce). 3. mec. Çekicilik (Les
"aşk maceraları (Se souvenir de ses amours de
trompeuses amorces). 4. Başlangıç, ilk adım
jeunesse). S. Sevilen kişi, sevgili (Mon amour,
(Cette rencontre pourrait être l'amorce d'une
notre séparation m'est cruelle). 6. Söylencede
négociation véritable). 5. Ağızotu, kapsül fitili. 6.
seviyi simgeleyen tanrı resmi (De petits amours
(Yapıcılıkta) Ekleme dişi.
joufflus ornaient le plafond de la salle). § Un
amorcer gçl. 1. (Oltaya, kapana) Yem takmak
amour de: Çok güzel bir... (C'est un amour
(Amorcer un hameçon). 2. (Balıkları çekmek için
d'enfant. Un amour de chapeau). Pour l'amour
suya) Yem dökmek (Le pêcheur amorce la veille
de: Aşkına; başı için (Pour l'amour de Dieu. Ne
dans le trou de la rivière près d'un saule). 3. Fitilini
faites pas cela, pour l'amour de vos enfants). Faire
takmak (Amorcer une cartouche, un obus). 4.
l'amour: Cinsel ilişkide bulunmak, aşk yapmak.
(Tulumbayı işletmek için içine) Su döküp
amouracher
Filer le parfait amour: Gül gibi geçinmek,
kavgasız dövüşsüz bir arada yaşamak,
amouracher (s'): tkz.
Gönlünü
kaptırmak,
tutulmak, vurulmak. § S'amouracher de qn:
Birine gönlünü kaptırmak, tutulmak (Il s'est
amouraché d'une actrice, de sa secrétaire).
amourette diş. I. Geigeç sevi, geçici aşk ( Une jeune
fille qui n'ait pas eu déjà une amourette
quelconque, en tout bien tout honneur). 2. diş. ç.
Kimi yemeklere süs için katılan koyun yada dana
omuriliği. 3. hlk. Inciçiçeği. § Bois d'amourette:
Amberağacı tahtası,
amoureusement bel. Sevi ile, aşk ile, severek,
tutkuyla (Il regarde amoureusement sa fiancée).
amoureux,euse s. 1. Sevili, tutkun, vurgun,
"sevdalı, "âşık (Il est follement amoureux d'une
jeune fille). 2. Seviye özgü, seviye değgin (La vie
amoureuse de X.) 3. Amoureux de: -e tutkun,
düşkün, çok seven (Il est amoureux de la gloire). §
Pinceau amoureux: Yumuşak boya fırçası. Terre
amoureuse: Sürülüp gübrelenmiş toprak.
Tomber amoureux de qn: Birine tutulmak,
vurulmak, âşık olmak (Il est tombé amoureux
d'une ballerine).
amour-propre er. Özsaygı, "izzetinefis (Une
blessure d'amour-propre. Il n'aucun amourpropre et se moque de l'opinion d'autrui).
amovibilité diş. Yerinden oynatılabilme; işinden,
görevinden çıkarılabilme.
amovible s. 1. Yerinden oynatılabilir, yerinden
çıkarılabilir (La doublure amovible
d'un
imperméable. La jante amovible d'une roue). 2.
Görevinden alınabilir, işinden çıkarılabilir (Les
titulaires de leur emploi ne sont pas amovibles).
ampéiidacées diş. ç. bitb. Asmagiller,
ampéliographie diş. Bağcılık bilgisi,
ampire er. fiz. Amper,
ampère-heure er. fiz. Amper-saat.
ampèremètre er. fiz. Ampermetre,
amphibies, ve ad. 1. hayb. bitb. İki yaşayışlı. Hem
karada hem suda yaşayabilen (La grenouille est
amphibie). 2. mec. Karalı-denizli, hem karada
hem denizde yapılan, kullanılan (Opération
militaire amphibie. Une voiture amphibie).
amphibiens er. ç. Kurbağagiller.
amphibole diş. yerb. 1. Amfibol. 2. s. Belirsiz,
niteliği iyici belirmemiş (Stade amphibole d'une
fièvre).
amphibologie diş. mant. İkizanlam, ikizlik.
amphibologiques. İkizanlamlı, ikizli,
amphigouri er. Saçma sapan söz, söylev yada yazı.
amphigourique s. Saçma sapan, anlaşılmaz,
karanlık.

72
amputation
amphithéâtre er. Anfiteatr, basamaklı tiyatro,
amphitryon er. (Yemeğe çağrılana göre) Ev sahibi,
amphore diş. Anfor, iki kulplu, dibi sivri, dar
boyunlu, karnı geniş testi,
ample s. 1. Geniş, bol (Une jupe ample). 2. Gür
(Une voix ample). 3. mec. Uzun, çok uzatılmış
(Un discours ample).
amplement bel. 1. Bol bol (C'est amplement
suffisant). 2. Rahat rahat (Il gagne amplement sa
vie). 3. Uzun uzun, uzun uzadıya (Je vous écrirai
amplement la prochaine fois).
ampleur
1. Genişlik, bolluk. 2. (Seste) Gürlük.
3. Uzunluk. 4. mec. Yoğunluk, şiddet (La
manifestation a pris de l'ampleur. L'ampleur d'un
désastre).
ampliatif, ive s. Genişletici, tamamlayıcı, geliştirici
(Mémoire ampliative. Acte ampliatif).
ampliation
diş.
Genişletme,
tamamlama,
geliştirme.
amplifiant,e s. Büyük gösteren, büyülten
(Induction amplifiante).
amplificateur, trice ad. 1. Bir şeyi büyülten, abartan
kişi. 2. er. *Yükselteç, amplifikatör, sesi
büyülten, gürleştiren aygıt. 3. mec. Yansıtıcı (Le
regret est un amplificateur du désir).
amplification diş. 1, Genişletme, büyültme (On a
noté cette année-là une amplification des
mouvements revendicatifs). 2. mec. Abartma,
şişirme. 3. fiz. Büyük gösterme, büyültme,
yükseltme.
amplifier gçl. 1. Büyültmek, genişletmek,
oylumunu artırmak (Il faut amplifier les échanges
commerciaux entre nos deux pays). 2. mec.
Abartmak, şişirmek (Les journaux ont amplifié le
scandale). 3. fiz. Büyük göstermek, büyültmek;
yükseltmek.
§
S'amplifier:
Büyümek,
genişlemek (Les oscillations s'amplifièrent).
amplitude diş. I. Büyük genişlik, büyük ayrım,
enginlik (L'amplitude des températures peut être
considérable dans le désert). 2. mat. fiz. Genişlik
derecesi, genlik,
ampoule diş. 1. (Deride) İçi su dolu kabartı,
kabarcık (Se faire des ampoules aux mains en
bêchant son jardin). 2. anat. Kabarcık. 3. İlaç
koymaya özgü karnı şiş ufak şişe. 4. Ampul
(Changer une ampoule qui n'allume pas). S. hlk.
Gözyaşı (Mes ampoules vont déborder).
ampoulé,es. Şişirme, tumturaklı (Tenir un discours
ampoulé).
a m p u t a t i o n h e k . l.Orgamkesipçikarma.alma,
"budamlama (Subir l'amputation d'un bras). 2.
Çıkarma, çıkarıp atma, bir parçasını çıkarıp
atma, budama (L'amputation d'un texte trop
amputer
long).
amputer gçl. 1. hek. (Bir organı) Kesip almak,
"budamlamak (On lui a amputé le bras gauche). 2.
mec. Şurasını burasını alıp kısaltmak, budamak
(Amputer un texte, un budget). 3. Amputer qch de
qch: Bir şeyden -i çıkarmak, atmak (Il faudra
amputer de quelques lignes la fin du troisième
chapitre). § Etre amputé de: 1. -si çıkarılmak (La
pièce a été amputée de plusieurs scènes). 2. -den
yoksun kalmak, yoksun bırakılmak (Il est amputé
du plaisir de crier).
amulette diş. Muska, nazarlık, kötülükleri
uzaklaştırmak için taşınan şey (II porte en
breloque une amulette arabe).
amunitionner gçl. (Bir şeyin) Savaş gereçlerini
sağlamak, *gereçlendirmek.
amusant,e s. 1. Eğlenceli, hoş (Je vais vous montrer
un jeu amusant). 2. Eğlendirici (C'est un convive
amusant qui a toujours des anecdotes à raconter).
3. er. İşin eğlenceli yanı (L'amusant de l'histoire,
de l'affaire...).
amuse-gueule er. Çerez; içkinin yanında yenen
kuruyemiş, kuru pasta gibi şeyler,
amusement er. Eğlenme, eğlence (Les cartes sont
pour lui un amusement).
amuser gçl. 1. Eğlendirmek (Amuser les enfants). 2.
Oyalamak, atlatmak, aldatmak (N'essayezpas de
nous amuser, il nous faut une réponse nette. Il
amuse l'auditoire pour gagner du temps). 3.
Avutmak. § S'amuser: 1. Eğlenmek (Nous nous
sommes beaucoup amusés à ce spectacle). 2.
Oyalanmak (Ne vous amusez pas en chemin,
revenez au plus vite). 3. S'amuser avec: -ile
oynamak, eğlenmek (Le chat s'amuse avec la
souris). 4. S'amuser & qch, à f.qch: -ile eğlenmek,
-erek eğlenmek (Les enfants s'amusent à lancer la
balle contre le mur). 5. S'amuser de qn: Biriyle
eğlenmek, alay etmek (Il s'amuse de nous).
amusette diş. Küçük eğlence, oyuncak (Ce n'est
qu 'une amusette).
amuseur,euse ad. Eğlendirici, oyalayıcı (On peut
dire qu'il est auteur de comédie, c'est tout au plus
un amuseur).
amygdale^. Bademcik (Etre opéré des amygdales.
Faire enlever les amygdales à son fils).
amygdalite diş. hek. Bademcik yangısı,
amylacé,e s. Nışastamsı, nişastah.
an er. 1. Yıl (Le travail durera trois ans). 2. Yaş (J'ai
30 ans). 3. ç. Yaşlılık, ihtiyarlık (Subir l'injure des
ans: İhtiyarlığın kahrına uğramak). 4. Ömür
(Mourir dans la fleur de ses ans: Ömrünün
baharında ölmek). § Le jour de l'an: Yılbaşı.
Avoir... ans: ...yaşında olmak (Mon père a 60

73

anallergique
ans). Etre âgé de...ans:... yaşında olmak (Elleest
âgée de cinquante ans). Se moquer de qch comme
de l'an quarante: Aldırmamak, vız gelip tırıs
gitmek (Je m'en moque comme de l'an quarante).
Bon an mal an: Üst üste, genel olarak, ortalama
olarak (Bon an mal an, le bénéfice est satisfaisant).
ana er. Bir yazarın düşüncelerinden, güzel
sözlerinden seçmeler; bir yazarın yaşamına
değgin küçük öyküler kitapçığı. Güzel sözler
dergisi.
anacarde er. Amerikanelması yada maun elması
denilen meyve,
anacardier er. Amerikanelması ağacı,
anachorète er. I. Yalnızlığa çekilmiş din adamı,
keşiş, karabaş. 2. mec. Dünyadan el etek çekmiş,
yalnızlığa çekilmiş kişi, "çekilgin (Mener une vie
d'anachorète).
anachorétique i. Keşişliğe değgin, yalnız yaşama
değgin (Une vie anachorétique).
anachronique s. 1. Tarihe aykırı. 2. Çağa uymaz,
çağdışı, "çağaşımsal (Ses opinions
sont
anachroniques).
anachronisme er. 1. Tarihe aykırılık, tarih
bakımından terslik (Par un anachronisme
volontaire, Scarron fit porter des hallebardes aux
Troyerts de l'Antiquité). 2. Çağa uymazlık,
"çağaşım; çağdışıhk (Exclure le cinéma du
domaine de l'art est un anachronisme).
anacoluthe diş. Bir tümcenin başı ile sonu arasında
kuruluş ayrılığı bulunması, "kovuşturmazhk.
anaconda er. hayb. Amerika boa yılanı,
anacréontique s. Yunan ozanı Anakreon'un
tarzında hafif ve ince (şiir),
anaérobie s. ve er. 1. Havasız yerde yetişip
yaşayabilen (Micro-organismes anaérobies) 2.
(Uzayda) Havasız yerde çalışabilen (Fusée
anaérobie).
anaérobiose diş. Havasız yaşayabilme; havasız
yaşam.
anagogie diş. (Kutsal betikleri) Gizemcilik
bakımından yorumlama,
anagramme diş. ed. 1. Evirmece. 2. Çevrik sözcük
(Marie-Aimer)
anal,e s. anat. Anüse değgin, makata değgin,
analecta, analectes er. ç. Seçme yazılar, seçmeler,
*seçki.
analepsie diş. hek. Hastalık sonrası güçlenme,
yeniden eski gücünü bulma,
analeptiques. Güçlendirici,
analgésie diş. hek. Acı yitimi,
analgésique s. 1. Acı yitirici, ağrıkesici. 2. Acı
duymaz. 3. ad. Acı yitirici madde; ağrıkesici.
anallergique s. Alerji yapmayan (Crème de beauté
analogie

74

ancestral

anallergique).
anaphrodisiaques). 2. er. Cinsel isteksizliğe yol
analogie diş. 1. Andırış, andırışma, andırma,
açan madde, ilâç (Les anaphrodisiaques).
benzeşim, benzerlik (Les deux organisations
anaphrodisie diş. Cinsel isteksizlik, cinsel isteğin
présentent une analogie de structure. Il n'y a
azalması yada yok olması,
aucune analogie entre ces deux situations). 2.
anaphylactique s. Alerjiye değgin (Un état
Örnekseme (La plupart des mots nouveaux
anaphylactique).
s'introduisent à l'aide de l'analogie). § Par
anaphylaxierfi;. (Organizmada kimi maddeler için)
analogie: huk. Örnekleme yoluyla, kıyas yoluyla,
Aşırı duyarlık, alerji,
kıyasen < Cette disposition s'applique par analogie
anarchie diş. 1. Başsızlık, "baştanımazlık, "anarşi
à ce délit).
(Après la fin des hostilités, le pays connut une
période d'anarchie). 2. Kargaşa, kargaşalık,
analogique
s.
Örneksemeli
(Dictionnaire
* düzensizlik (Du fait de la faiblesse du pouvoir
analogique).
central, les régions les plus éloignées sombrèrent
analogiquement bel. Örnekseme yoluyla,
dans l'anarchie).
analogisme er. mant. Örneksemeye dayanan
anarchique s. Başsız, düzensiz, kargaşalı (L'état
uslamlama.
anarchique d'un pays. Vivre d'une manière
analogues. 1. Andıran, andırır, benzer, benzeşen
anarchique).
(La vraie musique suggère des idées analogues
anarchisme er. 1. Baştanımazlık. 2. Kargaşacılık.
dans des cerveaux différents). 2. Analogue à: -e
anarchiste ad. 1. Baştanımaz; baştanımazlık
benzer, -i andırır (Une mélancolie analogue au
remords). 3. er. Karşılık (Ce terme n'a point
yanlısı. 2. Kargaşacı,
d'analogue en français).
anasarque diş. (Damarlardan dokulara) Susızımı.
analphabète s. ve ad. Okuma yazması olmayan,
anastomose diş. anat. (Damarlarda) Ağızlaşma,
"okumaz-yazmaz, *abecesiz.
anastomoser (s') gsz. (Damarlarda) Ağızlaşmak;
analphabétisme
er.
"Okumaz-yazmazlık,
ağızlanmak.
•abecesizlik.
anathématiser
gçl.
1.
Aforoz
etmek,
analysable s. Çözümlenebilir,
toplumdışılamak. 2. mec. İler tutar yerini
analyse diş. 1. Çözümleme (L'analyse d'un
bırakmamak,
composé cihimique). 2. inceleme (Analyse des
anathème er. 1. Aforoz (Prononcer un anathème,
pensées, des sentiments, d'un texte). 3. Muayene,
frapper d'un anathème). 2. Saldın, büyük eleştiri
tahlil (Analyse du sang, des urines). 4.
(Jeter l'anathème contre les doctrines nouvelles. Il
Ruhçözümüyle tedavi (Etre en cours d'analyse). §
brandit sans cesse l'anathème contre ses
En dernière analyse: Aslında, özünde; son
adversaires politiques). 3. Aforoz edilmiş kişi,
çözümde (En dernière analyse, son attitude reste la
toplumdışılanmış.
même, malgré des modifications de détail).
anatidés er. ç. hayb. Ördekgiller.
analyser gçl. 1. Çözümlemek (Il analyse tout ce qu'il
anatocisme er. Faize faiz yürütme, 'bileşik ürem.
éprouve). 2. İncelemek (Analyser un roman,
anatomie diş. 1. "Örgenbilim, 'anatomi. 2. (Bitki
l'eau d'une source). 3. Muayene etmek, tahlil
yada bir hayvanın örgenlerini) Açımlama. 3. Bir
etmek (Analyser le sang d'un malade).
vücut üyesinin mumdan yada alçıdan yapılmış
analyste er. Ruhçözümü yapan kişi; çözümlemeci,
örneği, yapma örnek (Les anatomies en cire
çözümcü (En exact analyste, j'avais cru bien
colorée). 4. mec. (Bir konuyu) Açımlama;
connaître le fond de mon cœur).
derinliğine inceleme. 5. Vücudun dış görünümü,
analytiques. 1. Çözümsel; çözümcü, çözümleyici
vücut yapısı (Avoir une belle anatomie).
(Un esprit analytique s'oppose à un esprit de
anatomique
s.
Örgenbilime
değgin,
synthèse). 2. Çözümlü,
"örgenbilimsel; örgen yapısı bakımından
analytiquemenet bel. Çözümleme yoluyla,
(Description anatomique du corps humain. Etude
anamnèse diş. Bir hastanın geçmişi üzerine
anatomique de l'oursin).
anatomisergçl. Açımlamak, derinliğine incelemek,
anlattıkları; hastalık öyküsü,
anatomiste ad. 1. Örgenbilimci. 2. mec. Dikkatli
ananas er. bitb. Ananas.
anaphore diş. Bir etki sağlamak için, bir sözcüğün,
tümcenin çeşitli öğeleri başında yinelenmesi-,
"önyineiem.
anaphrodisiaque s. 1. Cinsel isteksizliğe değgin;
cinsel
isteksizlik
yaratan
(Substances

inceleyici, derin incelemeci,


anavenin er. Yılan ağısına karşı aşı.
ancestral,e s. Atalara değgin, atalardan kalma
(Dans son pays, les familles ont gardé les moeurs
ancestrales).
ancêtre
ancêtre er. 1. Ata, dede (Nos deux familles sont
apparentées, nous avons un ancêtre commun). 2.
Baba, ata, ilk öncü (On considère Lautréamont
comme un ancêtre dusurréalisme). 3 .er. ç. Atalar,
dedeler.
anche diş. (Nefesli çalgılarda) Dil (L'anche d'une
clarinette).
anchois er. Hamsi, hamsi balığı,
anciennes. 1. Eski, eskiden kalma (Livre ancien,
famille ancienne. Acheter un meuble ancien chez
un antiquaire). 2. Önceki, eski (L'ancien
ministre). 3. Kıdemli (Il est plus ancien que moi
dans le métier). 4. ç.ad. Yaşlılar, kıdemliler,
ihtiyarlar (Les anciens du village, du régiment. Le
conseil des anciens). 5. ad. ç. İlkçağ insanları;
(özellikle) Yunanlılar, Romalılar (Les anciens
ont peu connu cette inquiétude secrète).
anciennement bel. Eskiden, vaktiyle,
ancienneté diş. 1. Eskilik (L'ancienneté de ces
structures est attestée par de
nombreux
documents). 2. Kıdem (J'ai vingt ans d'ancienneté
dans le métier). § Indemnité d'ancienneté: Kıdem
tazminatı. § De toute ancienneté: Çok eski
zamanlardan beri; oldum olası, eskiden beri.
ancillaire s.
Hizmetçi kadınlara
değgin,
beslemelerle ilgili (Amours ancillaires).
ancolie diş. bitb. Hasekiküpesi.
ancrage er. 1. Demir atma yeri. 2. Demir atma,
demir atma biçimi, demirleme. 3. mec. İyice
yerleşme, demir atma (L'ancrage d'un parti dans
la vie politique d'un pays).
ancre diş. 1. (Gemilerde) Demir, çapa. 2.
(Yapıcılıkta) Bağlama kılıcı. § Ancre de salut:
Çıkar yol, kurtuluş yolu. Etre à l'ancre:
Demirlemiş durumda olmak (Le bateau est à
l'ancre). Chasser sur son ancre: (Gemi) Demir
taramak. Jeter l'ancre: Demir atmak (Le bateau a
jeté l'ancre dans la rade). Lever l'ancre: Demir
almak. Mouiller l'ancre: Demir atmak,
ancrer gsz. 1. (Gemi) Demirlemek, demir atmak
(Lebateau a ancré près de la jetée). 2.gçl. Demir
attırmak, demirletmek (Le capitaine a ordonné
d'ancrer le navire dans la rade). 3. (Yapıcılıkta)
Demirle bağlamak (Ancrer un câble). 4. İyice
yerleştirmek (Je lui ai ancré dans la tête qu'il était
grand temps d'agir. Ancrer une idée dans l'esprit).
5. mec. Yerini, durumunu sağlamlaştırmak,
andain er. 1. Bir tırpan atışında yere düşen ot
miktarı, bir tırpanlık ot. 2. Biçilen otlardan
meydana gelen yol.
andalous,e s. 1. Endülüs'e değgin (Musique
andalouse). 2. ad. Endülüslü,
andante bel. müz. Andante.

75
anecdote

andantino bel. müz. Andantino,


andouille diş. 1. Bir çeşit domuz sucuğu. 2. hlk.
Budala, dangalak (Espèce d'andouille! fais donc
attention).
andouiller er. (Geyik vb. için) Boynuz dalı.
andrinople diş. Bir çeşit kırmızı pamuklu bez.
androcéphale s. İnsan başlı ( Un taureau
androcéphale).
androgynes. ve ad. Hem erkeklik hem dişilik organı
olan, *erdişi,°hünsa (Hommeandrogyne, femme
androgyne).
androgynie diş. Hem erkeklik hem dişilik organı
olma, *erdişlik, "hünsalık.
andro'ıde er. İnsan biçiminde otomat,
andropause diş. (Erkeklerde) Yaşdönümü.
andropogon er. İdrisotu.
androphobe s. ve ad. 1. İnsandan kaçan. 2.
Erkekten kaçan (kadın),
androphobie diş. 1. İnsandan kaçma, insan yılgısı.
2. Erkekten kaçma,
âne er. 1. Eşek, 2. mec. Eşek, budala, bilisiz (C'est
un âne, il ne connaît rien). § Têtu comme un âne:
Keçi gibi inatçı. Le coup de pied de l'âne: Aman
diyene çekilen kılıç; güçsüze indirilen alçakça
darbe. Le pont aux ânes: 1. Pisagor teoremi, eşek
davası. 2. Herkesin bildiği basit ve önemsiz şey,
bayağılık. Brider un âne par la queue: Bir işe
tersinden başlamak. Faire l'âne pour avoir du son:
İşi aptallığa vurmak, köprüyü geçinceye kadar
ayıya dayı demek. Ressemler à l'âne de Buridan,
être comme l'âne de Buridan: Tereddütler içinde
kalmak, iki cami arasında kalmış beynamaz
durumunda olmak. C'est l'âne du moulin: Vur
abalıya. Donne du foin à un âne, il te donnera des
crottes: Besle kargayı oysun gözünü,
anéantir gç/. 1. Yok etmek, ortadan kaldırmak (Le
temps anéantit l'amour. Anéantir une armée, la
marine d'un pays). 2. mec. Yıkmak, bitirmek,
iflahım kesmek ( Cette longue marche au soleil m'a
anéanti). § S'anéantir: Yok olmak, ortadan
kalkmak, bitmek, silinmek (Beaucoup de vies qui
stagnent avant de s'anéantir dans l'oubli).
anéantissement er. 1. Yok olma, yok etme; ortadan
kalkma, ortadan kaldırma; silinme, silme
(Anéantissement des espoirs. Ce régime vise à
l'anéantissement de la dignité humaine). 2. mec.
Yıkılış, bitkinlik, siliniş ( Cet état d'anéantissement
subit qui s'observe au cours de certaines
catastrophes).
anecdote diş. 1. Küçük tarih olgusu; küçük öykü,
nükteli fıkra, *gülüt (Raconter une anecdote). 2.
mec. Ayrıntı, önemsiz şey (Ce peintre ne s'élève
pas au-dessus de l'anecdote).
anecdotier
anecdotier,ère ad. Fıkra toplayan yada anlatan
kimse, fıkracı,
anecdotique s. Fıkra türünden olan, fıkra gibi (Ce
détail a un intérêt anecdotique; il plaira, mais il
n'explique rien).
anémie diş. 1. Kansızlık. 2. mec. Düşme, azalma
(Anémie de la production).
anémique s. Kansız (Un enfant anémique).
anémographe er. Yelin çeşitli durumlarım yazan
aygıt, yelyazar.
anémomètre er. Yelin hızını ölçmeye yarayan aygıt,
•yelölçer.
anémone diş. Manisalâlesi, dağlâlesi.
anémoscope er. Yelin yönünü gösteren aygıt,
yelkovar.
ânerie
1. Koyu bilgisizlik, karacahillik;eşeklik,
aptallık (Il a fait une ânerie en remettant à plus tard
sa décision). 2. Aptalca söz, saçma (Dire une
ânerie).
anéroïde er. Kadranlı barometre, kadranh
basınçölçer,
anéroïde diş. fiz. Aneroid.
ânesse diş. Dişi eşek, kancık eşek § Lait d'ânesse:
Eşek sütü.
anesthésie diş. Duyum yitimi, duyumsuzlaştırma;
uyuşturma, anestezi,
anesthésier
gçl.
1.
Duyumsuz
kılmak,
duyumsuzlaştırmak; uyuşturmak, -e anestezi
yapmak (Anesthésier
un malade vivant
l'opération). 2. mec. Bir şey anlamaz duruma
getirmek, uyuşturmak, uyutmak (On cherche à
anesthésier l'opinion publique en détournant son
attention par quelque fait divers).
anesthésique s. ve ad. Duyum yitirici,
duyumsuzlaştıncı, uyuşturucu; anestezi maddesi
(Substances anesthésiques. Un anesthésique).
anet, aneth [anet] er. Dereotu,
anévrisme er. hek. Anevrisma, bir atardamardaki
gevşeme şişkinliği,
anfractueux, euse s. Girintili çıkıntılı; dolambaçlı,
anfractuosité diş. Dolambaç, dolaşıldık; girinti
çıkıntı (L'anfractuosité d'un rocher. Le long de la
côte, il y a de nombreuses anfractuosités).
ange er. 1. Melek, 'gökçe (L'ange gardien:
Koruyucu melek). 2. er. hayb. Köpekbalığına
benzer bir balık, camgöz. 3. mec. Her türlü
kötülükten uzak kişi, pırıl pırıl, tertemiz insan,
melek gibi insan. § Avoir une patience d'ange:
Eyüp sabn olmak; çok sabırlı olmak. Etre le bon
ange, le mauvais ange de qn: Birini iyi yola, kötü
yola götüren kişi olmak. Chanter comme un ange:
Çok iyi ezgi söylemek. Etre aux anges: Çok
sevinmek, etekleri zil çalmak (Il est aux anges dès

76

anglophobie

qu'on parle de lui). Rire aux anges: Nedensiz


gülümsemek, kendi kendine gülmek. Un ange
passe: (Konuşulurken birden herkesin sustuğu an
söylenir) Kız çocuk doğdu; saat başı.
angélique s. 1. Meleklere yaraşır, melekçe (Une
patience angélique. Une voix angélique). 2. diş.
bitb. Melekotu.
angéliquement bel. Melekçe, melekler gibi.
angélisme er. Meleklik.
angélus er. 1. Anjelüs sözcüğüyle başlayan bir
akşam duası, akşam yakarışı. 2. Akşam duası
- saatim haber veren çan (On entendit sormer
l'angélus). 3. İkindi, ikindi vakti,
anginediş. hek. Boğak,°anjin. {Angine de poitrine:
Göğüs boğağı, göğüs anjini,
angineux, euse s. 1. Boğakla ilgili, boğak kaynaklı
olan. 2. ad. Göğüs anjini olan hasta,
angioraphie diş. onat. Röntgenle damarların
resmini çekme; damar filmi,
angiologie diş. hek. Damarbilim.
anglais,e s. ve ad. 1. İngiliz; ingilizlere değgin;
İngiltere'ye değgin (La monarchie anglaise. Un
anglais). 2. er. İngilizce. 3. diş. Soldan sağa doğru
eğik yazılan el yazısı. 4. diş. ç. Uzun saç lüleleri. §
La semaine anglaise: İki gün (cumartesi, pazar)
tatil yapılan hafta. Avoir ses anglais: argo. Aybaşı
olmak. Filer à l'anglaise: Sıvışmak, kimseye
sezdirmeden gidivermek.
angle er. mat. 1. Açı (Angle aigu: Daraçı. Angle
droit: Dik açı. Angle obtus: Geniş açı. Angle
extérieur: Dış açı. Angle intérieur: İç açı. Angle
plat: Düz açı. Angles adjacents: Komşu açılar.
Angles alternes extérieurs: Dışters açılar. Angles
alternes intérieurs: İçters açılar). 2. Köşe (L'angle
delamaison, delà table, delarue). § L'angle mort:
ask. Düşman ateşinin dövemediği yer, ateş
tutmaz yer, ölü bölge. Sous l'angle de: -açısından,
-bakımından. Arrondir, adoucir les angles:
Sivrilikleri gidermek, sivrilikleri ortadan
kaldırmak.
anglican,e s. ve ad. Anglikan (Eglise anglicane. Un
anglican).
anglicanisme er. Anglikanhk.
angliciser gçl. İngilizleştirmek.
anglicisme er. İngilizce deyim,
anglomane s. ve ad. İngiliz özentilisi; ingiliz
hayranı.
anglomanie diş. İngiliz özentisi; ingiliz hayranlığı,
anglophiles, ve ad. İngiliz dostu, ingiliz sever,
angktphilie diş. İngiliz dostluğu, ingiliz severlik.
anglophobes, ve od. İngiliz düşmanı, ingiliz sevmez,
anglophobie diş. İngiliz düşmanlığı, ingiliz
sevmezlik.
anglophone
anglophone s. ve ad. İngilizce konuşan (Pays
anglophones).
anglo-saxon, ne s. ve ad. Anglosakson;
anglosaksonlara değgin (La notion anglosaxonne de l'Etat. Les Anglo-saxons).
angoissant, e s. İç sıkıcı, kaygı verici, korku verici
(La situation devient de plus en plus angoissante).
angoisse diş. 1. Yürek darlığı, iç sıkıntısı, korku,
kaygı (L'angoisse la saisit à la gorge. Cette
angoisse de la mort tortura son enfance). 2. fels.
İçdaralması; Kierkegard ve varoluşçuluktan beri
öz üzerine düşüncelerden doğan fizik ötesi
tedirginlik. § Poire d'angoisse: Pek buruk bir
armut türü. Avaler des poires d'angoisse: mec.
Ağular yutmak, büyük kahırlara uğramak,
angoisser gçl. 1. Yürek darlığına uğratmak. 2.
Korkutmak, kaygılandırmak, yüreğini oynatmak
(L'avenir m'angoisse).
angon er. Eski bir çeşit mızrak,
angora s. ve ad. Ankara (keçisi, kedisi). § Laine
angora yada Angora:Tiftik (Pull-over en angora).
anguiforme s. Yılan biçiminde, yılan gibi, yılansı.
anguille diş. hayb. Yılanbalığı. ^Anguille de mer:
Magri denilen büyük yılanbalığı. Glisser comme
une anguille: Yılan gibi kaymak, cıva gibi bir türlü
yakalanamamak.Ilya anguille sous roche: Bu işin
içinde bir iş var; bunda bir bit yeniği var.
anguillère <% Yılanbalığı havuzu,
anguillule diş. hayb. Sirkekurdu.
angulaire s. Açılı, köşeli. | Pierre angulaire: 1.
(Yapılarda) Köşe taşı. 2. mec. Bir şeyin temeli,
direği (Il est la pierre angulaire de notre société).
anguleux, euses. 1. Köşeli,çıkıntılı (Visage, menton
anguleux). 2. mec. Sert ve katı (Un esprit rétif et
anguleux).
anhélation diş. hek. Soluma; güçlükle soluma; kısa
kısa soluma,
anhéler gsz. Güçlükle solumak,
anhydres, kim. Susuz.
anicroche diş. Küçük engel, pürüz (Tout s'est bien
passé à part quelques anicroches).
ânier, ère ad. Eşekçi,
aniline diş. kim. Anilin.
animadversion<% 1. Hınç, kin, garaz. 2. (Eskiden)
Kınama.
animal, aux er. 1. Hayvan. 2. mec. Hayvan, kaba
adam (Rien à faire avec cet animal-là). 3. s.
Hayvana değgin, hayvansal (Matière animale,
beurre animal). 4. s. biy. Diriksel (Chaleur
animale: Diriksel ısı).
anlmacule er. (Ancak mikroskopla görülebilen)
Hayvancık.
animalerie diş. Deney hayvanları yetiştirilen yer.

77

anneau
animalier er. 1. Hayvan resimleri yapan ressam,
yontucu. 2. (Laboratuvarlarda) Hayvan bakıcısı,
animaliser gçl. 1. Hayvanlaştırmak. 2. biy.
(Besinleri) Canhnın öz yapısına yarayacak
duruma sokmak, diriksetmek (La digestion
animalise les aliments).
animalité diş. 1. Hayvana özgü niteliklerin bütünü,
hayvanlık (L'alcoolisme le fait tomber par degrés
jusqu'à l'animalité la plus farouche). 2. İnsanın
hayvan yanı (L'ascendant croissant de notre
humanité sur notre animalité). 3. Hayvanlar,
animateur,trice s. 1. Diriltici, canlandırıcı. 2. ad.
Bir ortakhğı kendi çabasıyla yeniden canlandıran
kişi. 3. ad. Sunucu, "takdimci, program sunucusu.
4. ad. (Sinemada) Çizgi filmler yapımcısı,
animation^. 1. Canlanma CL 'animation des rues le
samedisoir). 2.Canhhk(L'animationdu visage de
celui qui parle). 3. Çizgi film yapımı; çizgi film
(Cinéma d'animation).
anlmé,es. 1. Canlı, coşkulu, ateşli (Laconversation
fut animée. 2. İşlek, hareketli (Les rues animées).
§ Dessins animés: Çizgi film,
animer gçl. 1. Canlandırmak, hareketlendirmek,
dirilik vermek (Animer la conversation. Le vin
anime ses joues). 2. Yüreklendirmek, "teşvik
etmek (Il animait le coureur de la voix et du geste).
3. Animer qn contre: Birini -e karşı kışkırtmak (Il
cherche à animer la foule contre l'agent). §
S'animer: 1. Canlanmak; hareketlenmek (La rue
s'anime le soir). 2. Dirilmek, canlanmak (Dans
son rêve, la statue s'animait). 3. Coşku verici
olmak, ateşlenmek, kızışmak (La conversation
s'animait).
animisme er. fels. Canlıcılık,
animiste s. ve ad. fels. 1. Canlıcı. 2. Canlıcılığa
değgin.
animosité <% Hınç, öfke, diş bileme (Jen'aiaucune
animosité à votre égard. Agir sans animosité).
aniser. bitb. 1. Anason. 2. Anason şekeri,
anisette diş. Anasonlu içki, rakı.
ankylose diş. hek. 1. Eklem kaynaşması. 2. Bir
örgenin uyuşması, tutulması.
ankyiosé,e s. (Eklem) Kaynaşmış. Uyuşmuş,
donmuş (J'ai les oreilles ankylosées).
ankylosergç/. 1. (Eklemi) Kaynaştırmak, çalışmaz
duruma getirmek (Une arthrite lui a ankylosé le
genou). 2. Uyuşturmak (Le froid lui a ankylosé le
visage) § S'ankyloser: Uyuşmak (Vpus allez vous
ankyloser à rester toujours assis):
annal,e s. Bir yıl süren, yıllık,
annales diş. ç. Bir yıllık olaylar dergisi, yıllık,
annaliste er. Yıllık yazan, "yıllıkçı,
anneau er. 1. Halka (Une chaîne est faite
année
d'anneaux). 2. Yüzük (L'anneau de mariage est
plus souvent appelé alliance).
année diş. 1. Yıl. 2. Yaş (Il est dans sa vingtième
année).
§ Année bissextile: Artık yıl. Année
civile: Takvim yılı. Année lunaire: Ay yılı. Année
sidérale: Yıldız yılı. Année- lumière y ada Année de
lumière: Işık yılı (Işığın bir yıl içinde aldığı yol:
Aşağı yukarı 9 461 000 000 000 km). Année de
l'Hégire: Hicrî Yıl. Année scolaire: Ders yılı.
Bonne année: Yeni yılınız kutlu olsun; iyi
yıllar.
annelé,e s. Halka halka, boğum boğum, halkalı
1
(Vers annelés. Colonne annelée).
anneler gçl. Kıvırcık yapmak, lüle lüle yapmak
(Anneler les cheveux).
annelure diş. Kıvırcıklık, lüle lülelik.
annexe 1. s. Eklenmiş, ulanmış, ek (Les pièces
annexes du rapport sont jointes au dossier). 2. diş.
Ek bölüm, eklenti (Etre logé à l'annexe de l'hôtel).
§ Budget annexe: Katma bütçe. § Ecole annexe:
Bir öğretmen okuluna bağlı uygulama okulu,
annexer gçl. 1. Katmak, ulamak; ilhak etmek. 2.
Annexer qch à qch: Bir şeyi -e katmak, ulamak,
eklemek (Il a annexé une ferme voisine à sa
propriété. Annexer un pays à son territoire). §
S'annexer qch: Bir şeyi kendine almak (Il s'est
annexé le meilleur morceau).
annexion diş. Katma, ulama, °ilhak (L'annexion de
l'Autriche par l'Allemagne en 1938).
annexionnisme er. Küçük devletleri büyüklere
katma siyasası, °ilhakçılık, *ulamacılık.
annexionniste s."İlhakçı, "ulamacı.
annihilation diş. Yok etme, ortadan kaldırma, hiçe
indirme (L'annihilation de ses efforts).
annihiler gçl. 1. Yok etmek, ortadan kaldırmak
(Cette crise économique annihila les résultats
acquis sur le plan industriel). 2. Annihiler qn:
Birini felce uğratmak, bir şey yapamaz duruma
getirmek (L'émotion l'annihile)..
anniversaires. 1. Yıldönümü, yıldönümüne değgin
(Le jour anniversaire d'un mariage. La cérémonie
anniversaire d'un armistice). 2.er. a) Yıldönümü
(Le cinquième anniversaire de leur mariage), b)
Doğum yıldönümü (C'est l'anniversaire de mon
fils. Manger le gâteau d'anniversaire).
annonce diş. 1. Haber (L'annonce de mon départ l'a
surpris). 2. İlân, bildiri (Faire insérer une annonce
dans un journal). 3. Muştu, başlangıç, haberci,
müjdeci (Cette douce matinée est déjà l'annonce
des vacances).
annoncer gçl. 1. Haber vermek (On annonce la
sortie d'une nouvelle voiture). 2. Bildirmek,
vermek (Annoncer une bonne nouvelle, une

78
anodin

mauvaise nouvelle). 3. Bildirmek, ilân etmek (Les


journaux ont annoncé son mariage). 4. Başlangıcı
olmak, habercisi olmak (Ce léger tremblement de
mains annonçait chez lui une violente colère. Cette
belle journée annonce le printemps). 5. Annoncer
qch à qn: Bir şeyi birine haber vermek, bildirmek
(Il a annoncé à sa famille sa décision de quitter le
pays). § S'annoncer: 1. ... görünmek, olarak
görünmek (Le printemps s'annonce bien, la
végétation est en avance). 2. Kendini göstermek,
belli olmak (La décadence s'annonce partout).
annonceur er. 1. İlâncı. 2. Konuşucu, spiker. 3.
(Eskiden, tiyatroda) Çığırtkan,
annonciateur, trice s. Haberci, müjdeci, haber
verici (Les canards sauvages, annonciateurs de
l'hiver).
annonciation diş. Hıristiyan inancına göre,
Cebrail'in, Meryem Ana'ya gebe kalacağını
önceden haber vermesi; bu olayı anmak için
kilisede yapılan tören,
annotateur, trice ad. "Haşiyeci, *çıkmacı.
annotation diş. "Çıkma, "haşiye. Notlar,
açıklamalar koyma,
annoter gçl. Çıkmalar yapmak; "haşiyelemek.
Notlar, açıklamalar koymak (Annoter un texte).
annuaire er. 1. Yıllık dergi, yıllık, rehber
(L'annuaire
téléphonique.
L'annuaire
de
l'Education Nationale). 2. Yıllık tarife,
annualité diş. Yıllık olma, yıldan yıla olma,
*yıldanyılalık (Le principe de l'annualité du
budget, de l'impôt).
annuel,le s. 1. Bir yıl süren, bir yıllık (Plantes
annuelles). 2. Yılda bir olan, yıllık (La fête
annuelle d'une école).
annuellement bet. Her yıl, yıldan yıla, yılda bir.
annuité diş. Yıllık ödenti.
annulable s. Yürürlükten kaldırılabilir, geçersiz
kıhnabilir, bozulabilir (Contrat annulable).
annulaires. 1. Halkamsı (Eclipseannulaire). 2. er.
Yüzük parmağı,
annulation diş. Yürürlükten kaldırma, bozma,
geçersiz kılma, "iptal (L'annulation
d'une
commande, d'un contrat).
annuler gçl. Yürürlükten kaldırmak, bozmak,
geçersiz kılmak (Annuler un contrat, une
commande, un engagement).
anoblir gçl. 1. Birine soyluluk vermek (Le roi
anoblissait souvent ses ministres). 2. mec.
Yüceltmek, soylulaştırmak.
anoblissement er. 1. Soyluluk verme. 2. Yüceltme,
soylulaştırma.
anode diş. fiz. Anot, artıuç.
anodin,es. 1. Ağrı kesici (Des remèdes anodins). 2.
79
Dokuncasız, zararsız, tehlikesiz (Une blessure
tout à fait anodine). 3. Dokunmayan, yumuşak
(Une critique anodine). 4. Önemsiz, anlamsız,
suya sabuna dokunmayan, ne kokar ne bulaşır
(Un personnage bien anodin).
anodonte v 1. Dişsiz. 2. er. hayb. Gölmidyesi.
anomal, es. dilb. Aykırı.
anomalie diş. 1. Sapaklık; uymazlık (Le juge releva
les anomalies que présentait la déposition de
l'accusé). 2. Düzgüsüzlük, anormallik (Son visage
présente de curieuses anomalies). 3. dilb.
Aykırılık,
ânon er. Sıpa.
ânonnement er. Tutuk tutuk okuma, kekeleme,
ânonner gsz. 1. Tutuk tutuk okumak, kekelemek.
2. gçl. -i tutuk tutuk, kekeleyerek okumak yada
söylemek (L'élève ânonnaitsa leçon).
anonymat er. İmza koymama, ad bildirmeme,
adsızlık (L'anonymat est de règle dans ce journal).
§ Garder l'anonymat: Adını gizli tutmak (Le
dénonciateur a préféré garder l'anonymat).
anonyme s. ve ad. 1. Adsız yada adı bilinmeyen
(Ecrivain anonyme). 2. Yapanı bilinmeyen,
yazarı belli olmayan (Poèmes anonymes. Lettres
anonymes). § Société anonyme: Anonim ortaklık,
anophèle er. hayb. Sıtma sineği,
anorak er. Anorak, başlıklı kısa ceket,
anordir gsz. (Yel için) Kuzeye dönmek,
kuzeylemek.
anorexie diş. hek. İştahsızlık, iştah kesilmesi,
anorganiques. hek. Organik olmayan, inorganik,
anormal,e s. 1. Sapak, düzgüsüz, düzensiz, örnek
dışı (L'évolution de la maladie est anormale. Il fait
une chaleur anormale). 2. er. Sapaklık (Horreur
de l'anormal). 3. Dengesiz kişi (C'est un
anormal).
anormelement bel. Sapakça, sapak olarak,
düzgüsüzce, düzgüsüz olarak,
anormalité diş. Sapaklık, aykırılık, düzgüsüzlük,
"anormallik,
anosmie diş. hek. Koku yitimi,
anoures. 1. Kuyruksuz. 2. er. ç. hayb. Kurbağalar,
anovulatoire s. (Memelilerde) Yumurtlama
görülmeyen (Cycle anovulatoire).
anoxémie diş. hek. Kanda oksijen azalması,
oksijensizlik,
anse diş. 1. Kulp (L'anse d'une tasse, d'une cruche,
d'un panier). 2. Kangal. 3. coğr. Küçük koy,
çekmece (Se baigner dans une anse, à l'abri de la
foule). 4. (Mimarlıkta) Basık kemereğrisi. § Faire
danser l'anse du panier: Paranın üstünden biraz
çalmak, kırpmak; çöplenmek (La domestique
faisait danser l'anse du panier).

antérieur
anser gçl. Kulp takmak,
anser er. Yabankazı, yabanıl kaz.
ansette diş. 1. Küçük kulp. 2. (Bir ipin ucunda)
İlmik.
anspect er. Ağır kaldıraç.
antagonique s. Uyuşmaz, karşıt (Les forces
antagoniques).
antagonisme er. 1. Uyuşmazlık, ayrılık, karşıtlık,
çatışma, "mücadele (Antagonisme de classe. Un
violent antagonisme dressait les anciens amis l'un
contre l'autre). 2. Karşıtlık, "tezat,
antagonistes, ve ad. 1. "Hasım, vuruşan (Sur le ring,
les antagonistes paraissaient épuisés. La police
sépara les antagonistes). 2. Çelişik, karşıt, çatışan,
antalgiques. Ağrı kesen (Remèdeantalgique).
antan er. Geçen yıl, bıldır. § D'antan s. Eski,
eskinin; geçmişin, geçmiş zamanın, geçmişteki
(Les souvenirs d'antan. Les vieilles rues de Paris
d'antan).
antarctique s. ve ad. Antarktik, Antarktika;
Antarktika ile ilgili (Expédition antarctique. Le
continent antarctique yada l'Antarctique).
antécédemment bel. Önce.
antécédentes. 1. Önceki. 2.er.fels. *Öncel.3.er. ç.
Geçmişteki durum, geçmiş, "evveliyat (Les
antécédents d'une affaire. Les antécédents de
l'accusé étaient mauvais). 4. er. dilb. Bir ilgi
adılının ait olduğu öge, "öncel (L'antécédentd'un
relatif).
antéchrist er. 1. Deccal. 2. mec. Dinsiz, imansız,
antédiluvien,ne s. 1. Tufandan önceki. 2. mec. Nuh
nebiden kalma, çok eski, çağ dışı (Une voiture
antédiluvienne.
Ce sont
là des
idées
antédiluviennes, il faut être de son temps).
antenne diş. 1. den. Artene. 2. fiz. Anten
(L'antenne de la radio, de la télévision). 3. biy.
Duyarga. § Avoir des antennes: Önsezisi olmak,
sezgileri olmak, üstün bir duyarlığı olmak. Avoir
des antennes dans un lieu: Bir yerde haber
kaynakları olmak, bir yerden bilgiler alma
olanağına sahip olmak. Etre à l'antenne: Yayını
almaya yada vermeye hazır durumda olmak.
anténuptial,e s. Evlenmeden önce, evlenmeden
önceki, evlilik öncesi,
antéphélique s. Çil giderici,
antéposer gçl. dilb. Öne koymak (Antéposer
l'épithète).
antérieur,e s. 1. Ön (La partie antérieure du pont du
navire. Les pattes antérieures du chien). 2.
Önceki, önce olan (Evénements antérieurs). 3.
Antérieur,e à qch: -den önce (C'est un événement
déjà antérieur à notre mariage). 4. er. Geçmiş,
önce,"evveliyat (Les antérieurs d'un événement,
antérieurement
d'une maladie). 5. er. Öndeki üyeler (Les
antérieurs du cheval).
antérieurement bel. Önce, daha önce, önceleri,
antériorité diş. Öncelik, eskilik (L'antériorité de ses
travaux relativement aux vôtres est incontestable).
anthelminthique s. Solucan düşürücü,
anthémis [âtemisjer. bitb. Papatya,
anthère diş. bitb. 1. Başçık. 2. Erkek organın başı. §
Anthère extrorse: Dışyönlü başçık. Anthère
introrse: tçyönlü başçık,
anthérozoïde er. Erkek eşeylik hücresi,
anthèse diş. Çiçeğin açılması,
anthologie diş. *Seçgi, seçme yazılar, seçmeler
(Anthologie de la poésie, de la prose française).
anthozoaires er. ç. hayb. Mercanlar,
anthracite er. Antrasit,
anthracose diş. Kömür nezlesi,
anthrax er. hek. Kızılyara, şirpençe,
anthropoïde s. 1. İnsan biçiminde. 2. er. ç. hayb.
İnsanımsılar, insansılar,
anthropologie diş. İnsanbilim, "antropoloji,
antropoiogique s. İnsanbilimsel.
anthropologiste, anthropologue ad. "İnsanbilimci,
antropolog.
anthropométrie diş. Kafatası, kulak, kol, parmak
gibi vücut üyelerini ölçerek kişinin karakterini
anlama, "kişiölçümü, "antropometri.
anthropométriques. Kişiölçümsel.
anthropomorphes. İnsan biçiminde,
anthropomorphisme er. fels. İnsanbiçimcilik,
"antropomorfizm.
anthropophages, ve ad. Yamyam, insanyiyen.
antropophagie diş. Yamyamlık,
anthropophile s. İnsandan hoşlanan, insanlı
ortamda yaşayan (Le rat est un animal
anthropophile).
antiaérien,ne s. Uçaksavar (Canons, projectiles
antiaériens).
antialcoolique s. İçkiciliğe karşı. savaşan, içki
karşıtçısı (Ligue antialcoolique).
antiallergiques. Alerjiye karşı,
antiamarile s. Sarıhummaya karşı (Vaccination
antiamarile).
anti-américanisme er. Amerikan karşıtlığı,
amerikalılara karşı olma.
anti-américaniste s. ve ad. Amerikalılara karşı olan;
amerikan karşıtçısı,
antiatomique s. Atom bombasına karşı (Abri
antiatomique).
antibiotique s. ve ad. Antibiyotik (Propriété
antibiotique de la pénicilline. Les antibiotiques).
antibrouillage er. *Parazitönler, radyo parazitlerini
önleyici aygıt.

80

anticolonialiste
antibrouillard s.
1. Sise karşı (Phares
antibrouillards). 2. er. Sis lambası (Des
antibrouillards).
antibruits. (Değişmez) 1. Gürültüye karşı, gürültü
önlemeye yönelik (Murs antibruit). 2. Gürültüye
karşı savaşan (Ligue antibruit).
anticancéreux, euse s. Kansere karşı savaşan,
kanserle savaş (Centres anticancéreux).
anticapitaliste s. Anamalcılığa karşı, kapitalizme
karşı (Un régime anticapitaliste).
antichambre
Giriş odası, bekleme odası, sofa. §
Courir les antichambres: Kapı kapı dolaşmak; iş
bulmak için başvurmadık yer bırakmamak (11 fut
obligé de courir les antichambres pendant deux
mois pour obtenir la gérance d'un bureau de
tabac). Faire antichambre: Birinin yanına
alınmayı beklemek, sıra beklemek (Les clients
font antichambre dans la salle d'attente pour voir le
médecin).
antichar s. Tanklara karşı, zırhlı araçlara karşı
(Mines antichars, canons antichars).
antichrèse diş. Borca karşılık bir mülkün gelirini
bırakma.
antichrétien,ne s. Hıristiyanlığa aykırı,
anticipation diş. 1. (Bir işi) Öne alma, önceleme. 2.
(Bir şeye) El atma. 3. (Bir takım olayları,
türetimleri) Önceden düşünüp bildirme (Les
anticipations de Jules Verne). § Littérature
d'anticipation: Düş gücünü geleceğin olası
gerçeklerinden alan yazın, bilim-kurgu. Par
anticipation: Önceleyerek, öne alarak, "peşin
olarak (Régler une dette par anticipation).
anticipé,e s. 1. Önceden yapılan, peşin
(Remboursement
anticipé.
Avec
mes
remerciements anticipés).!. Öne alınan, erken
(Election anticipée: Erken seçim).
anticiper gçl. 1. Öne almak, öncelemek (Anticiper
un paiement. Anticiper les élections). 2. Önceden
sezmek (Le cœur anticipe les maux qui le
menacent). 3. gsz. Acele etmek vaktinden önce
davranmak (N'anticipe pas; cela arrivera bien
assez tôt). 4. Anticiper sur qch: a) Bir şeye el
atmak, el uzatmak (Anticiper sur les revenus de
quelqu'un), b) Bir şeyi olmadan önce sezip
kavramak -i kestirmek (Anticiper sur l'avenir).
anticléricales, ve ad. Kilise karşıtçısı, kiliseye karşı
olan.
anticléricalisme er. Kilise karşıtçılığı,
anticoagulant, e s. hek. 1. Pıhtılaşmayı önler, kan
sulandırıcı. 2. er. Pıhtılaşmayı önleyici madde
(L'héparine est un anticoagulant).
anticolonialisme er. Sömürgecilik karşıtçılığı,
anticolonialistes, ve ad. Sömürgecilik karşıtçısı.
anticommunisme
anticommunisme er. Komünizm karşıtçılığı,
anticommunistes, ve ad. Komünizm karşıtçısı,
anticonceptionnelles. Gebelik önleyici,
anticonformisme er. Uygunculuk karşıtçılığı,
anticonformiste s. ve ad. Uygunculuk karşıtçısı
(Attitude anticonformiste).
anticonstitutionnalité diş. Anayasaya aykırılık
(Anticonstitutionnalité d'une loi, d'un acte
gouvernemental).
anticonstitutionnelle s. Anayasaya aykırı (Mesure
anticonstitutionnelle).
anticonstitutionnellement Anayasa aykırı olarak,
anticorps er. hek. Antikor,
anticyclone er. Antisiklon, yüksek basınç merkezi,
antidate diş. Doğrusundan önce imiş gibi gösterilen
tarih.
antidater gçl. Eski tarih atmak (Antidater une lettre,
un contrat).
antidémocratique s. Demokrasiye aykırı (Loi
antidémocratique).
antidépresseurs, ve. er. Rahatlatıcı,dinginleştirici,
"müsekkin (Médicament antidépresseur. Prendre
un antidépresseur).
antidérapante s. Kaymayı önler, kaymaya karşı
(Pneus antidérapants).
antidiphtérique s. hlk. Kuşpalazma karşı (Sérum
antidiphtérique).
antidiurétique s. ve er. hek. İdrar azaltıcı (Une
substance
antidiurétique.
Prendre
un
antidiurétique).
antidote er. 1. Ağıbozan, panzehir. 2. Antidote à,
contre qch: Bir şeye karşı ilaç, kurtuluş yolu (Le
cinéma est pour lui un antidote à la fatigue.
D'excellents antidotes contre la mélancolie).
antiémétique s. hek. Kusmayı durdurucu,
antiengins. Füzesavar (Fuséeantiengin).
antienne diş. 1. Kilisede okunan bir ilâhi. 2.
Nakarat, dilin pelesengi (Je connais ton antienne:
Tu vas me dire encore que je ne prends pas assez
d'exercice). f Chanter toujours la même antienne:
Hep aynı nakaratı okumak,
antiesclavagisme er. Köleliğe karşı olma, kölelik
karşıtçılığı,
antiesclavagistes, ve ad. Kölelik karşıtçısı,
antifachisme er. Faşistliğe karşı olma, faşistlik
karşıtçılığı.
antifasciste s. ve ad. Faşistlik karşıtçısı.
(Mouvement antifasciste).
antifébriles, hek. Ateş düşürücü,
antiferment er. Mayabozan,
antigel er. Donmayı önleyici madde, *donmaönler
"antifriz (Antigelpour radiateurs d'automobiles).
antigène er. Antigen.

81
antiphilosophique
antigouvernementales. Hükümete karşı olan.
antigrève s. Greve karşı, grev önleyici (Lois
antigrèves).
antihygiénique s. Sağlığa dokunur,
anti-inflationniste s. Enflasyona karşı, para
şişkinliğini önleyici (Une politique
antiinflationniste).
antilithique s. ve er. hek. (Böbrek safra gibi
organlarda) Taş oluşumunu önleyen, "taşönler
(Médicament antilithique, un antilithique).
antilogiques. Mantığa aykırı,
antilogisme er. fels. Terstasım.
antilope <% hayb. Antilop, karaca,
antimatière diş. fiz. 'Karşıt özdek, karşıt madde,
antimilitarisme er. Askerlik sevmezlik, militarizm
karşıtçılığı.
antimilitariste s. ve er. Askerlik sevmez,
militarizme karşı,
antimissile s. Füzesavar (Fusée antimissile. Missile
antimissile).
antimite s. ve er. Güve öldürücü; güve ilâcı
(Produits antimites. Un antimite).
antimoine er. kim. Antimon,
antimonarchique s. Monarşi karşıtçılığına değgin,
antimonarchisme er. Monarşi karşıtçılığı, tek erklik
karşıtçılığı.
antimonarchiste s. ve ad. Hükümdarlık karşıtçısı,
monarşi yönetimine karşı olan, 'tekerklik
karşıtçısı.
antimonié,e s. Antimonlu (Hydrogène antimonié).
antinational,e s. Ulusçuluğa, ulusal çıkara aykırı,
antinazi,e s. ve ad. Nazilik karşıtçısı; naziliğe karşı,
antineutron
er. fiz.
Manyetik
momenti
nötronunkine karşıt olan parçacık, karşıtnötron.
antinomie diş. fels. Çatışkı,
antipape er. Kilisece tanınmamış papa .
antiparasites. Parazit önleyici,
antiparlementaire s. 1. Parlamento kurallarına
aykırı. 2. Parlamento karşıtçısı,
antiparlementarisme er. Parlamento karşıtçılığı,
antiparticule diş. fiz. Kimyasal öge atomlarının
özelliklerine karşıt özellikler taşıyan parçacık.
Karşıt tanecik,
antipathie diş. 1. Karşıt duygu, sevemezlik,
ısmamazlık (J'éprouve une profonde antipathie
pour ce sotprétentieux). 2. Sevişmezlik, soğukluk
(Ily a entre les deux peuples une vieille antipathie).
antipathique s. Sevimsiz, soğuk (Un visage
antipathique).
antipatriotiques. Yurtseverliğe aykırı,
antipersonnel s. ask. (Değişmez) İnsanlara karşı
(Mines antipersonnel).
antiphilosophique s. Felsefe düşüncelerine aykırı;
antiphrase
felsefeye karşı,
antiphrase diş. Karşıtlama; ters deyi, "tesmiye
binnakiz.
antipode er. coğr. Taban karşısı. § Aux antipodes:
Çok uzaklara ; çok uzaklarda (Faire un voyage aux
antipodes). Etre à l'antipode de, aux antipodes de:
-den çok uzakta olmak; -iri karşıtı olmak (Vous
êtes à l'antipode de ma pensée).
antipoétiques. Şiire aykırı,
antipoliomyélitique s. hek. Çocuk felcine karşı
(Vaccin antipoliomyélitique).
antipollution s. (Değişmez) Çevre kirliliğine karşı,
hava kirliliğine karşı (Ligue antipollution).
antiprotectionniste
s.
Himayeciliğe
karşı,
korumacılık karşıtçısı,
antiproton er. fiz. Kütlesi protonun kütlesi ile,
manyetik elektrik yükü ise elektronun yükü ile
eşit olan parçacık,
antiputrides. 1. Çürümeyi, kokuşmayı önleyici. 2.
er. Çürümeönler, kokuşmaönler (Le phénol est
un antiputride).
antipyrétique s. ve ad. Ateşdüşürücü.
antipyrine diş. Antipirin.
antiquaille
Antika, öteberi (Unsalon encombré
d'antiquailles).
antiquaire er. Antikacı.
antique s. 1. 'Eskil; İlkçağ işi, ilk çağlardan kalma
(Civilisation antique. L'Anatolie antique. Des
vases et des statuettes antiques ont été retrouvés au
cours des fouilles). 2. Eski, eski zaman işi, modası
geçmiş (Une voiture antique). 3. er. Eski yapıtlar,
eski sanat yapıtları (Imiter l'antique). 4. diş. Eski
yapıt, antika (Collection d'antiques).
antiquement bel. Eski tarzda,
antiquité diş. 1. Eskilik (L'antiquité
d'un
monument). 2. Eski zamanlar (Cela remonte à la
plus haute antiquité). 3. İlkçağ (L'antiquité
grecque et romaine). 4. İlkçağ insanları (Les
écrivains du XVII. siècle s'inspirent de l'antiquité).
5. diş. ç. İlkçağ yapıtları, ilkçağdan kalma yapıtlar
(Les départements des antiquités orientales,
égyptiennes, grecques et romaines au Musée du
Louvre).
antirabique s. hek. Kuduza karşı (Vaccination
antirabique).
antiracisme er. Irkçılığa karşı olma, ırkçılık
karşıtçılığı.
antiracistes, vead. Irkçılık karşıtçısı, ırkçılığa karşı,
antiradiation s. (Değişmez) Işınıma karşı koruyan,
radyoaktiviteye karşı koruyan,
antiréglementaires. Yönetmeliğe aykırı,
antireligieux, euse s. Dine aykırı, dine karşıt (La
polémique antireligieuse de Voltaire).
82

antonymie

antirépublicain^
s.
Cumhuriyete
aykırı;
Cumhuriyet karşıtçısı,
antirévolutionnaires, vead. Devrime, devrimciliğe
aykırı. Devrime karşı; devrim karşıtçısı,
antirouilles. 1. Pas önleyici. 2. Pas temizleyici (Pâte
antirouille).
anti-scientifique s. Bilimselliğe aykırı,
antiségrégationnistes, vead. Irkayıncılığınakarşı;
ayıncılık karşıtçısı,
antisémites, ve ad. Yahudi düşmanı (Propagande
antisémite).
antisémitisme er. Yahudi düşmanlığı,
antisepsie diş. Antisepsi.
antiseptique s. Mikrop öldürücü, antiseptik
(Remède anticeptique, pansement antiseptique).
antisociale s. 1. Toplum düzenine aykırı,
toplumsallığa aykırı. 2. Emekçilere karşı,
çalışanların
çıkarlarına
aykırı
(Mesures
antisociales).
antispasmodique s. 1. Kasınma savan, kasınma
gideren (Remède antispasmodique). 2. er.
Kasınma savan ilaç.
antisportif, ive s. 1. Spora karşı, spora düşman.
Sporculuğa aykırı (Comportement antisportif).
antisyphilitiques. Frengiye karşı,
antitétaniques. Tetanosakarşı gelen, tetanosakarşı
koruyan,
antithermiques, hek. Isı düşüren,
antithèse diş. 1. ed. Birbirinin karşıtı olan
düşünceleri bağdaştırarak bir arada kullanma
sanatı, *karşıtlama (L'antithèse est un procédé de
style). 2. fels. Karşısav. 3. Bir şeyin tam karşıtı (II
est vraiment l'antithèse de son frère).
antithétique s. Karşıtlıklarla dolu, karşısav olma
niteliğinde, *karşıtlamalı (Style volontiers
antithétique. Propositions antithétiques).
antitoxine diş. Ağıkıran, zehir kıran,
antitoxique s. Ağıya karşı, zehire karşı, panzehir
etkisinde.
antitrust s. (Değişmez) Tröstlere karşı (Loi
antitrust).
antituberculeux, euse s. Vereme karşı (Vaccin
antituberculeux).
antitussif, ive s. 1. Öksürüğe karşı. 2. er. Öksürük
ilâcı (La codéine est un antitussif).
antivariolique s. hek. Çiçek hastalığına karşı
(Vaccin antivariolique).
antivol er. Bir şeyin çalınmasını önleyici düzen, kilit
(Il plaça l'antivol sur la roue avant).
antonomase diş. Özel bir adla bir cinsi yada özel bir
adı dolayısıyla anlatma, *dolaylı adlama.
antonyme er. Karşıtanlamlı.
antonymie diş. Karşıtanlamlılık.
antre
antre er. 1. Küçük mağara, in (L'antre d'une bête).
2. mec. Korkulu yer (Je n'ai jamais été invité à son
cabinet de travail, son antre qu'il interdit à tous). §
L'antredu lion: Girilmesi kolay ama çıkılması güç
tehlikeli yer.
anurie diş. hek. Sidik kesilmesi,
anus [anys ] er. Anüs.
anxiété diş. 1. Kaygı, korku (Il attendait dans une
anxiété visible une réponse à son envoi). 2. hek.
Yürek darlığı, sıkıntı,
anxieusement bel. Kaygı ile, tasa ederek,
tasalanarak (Rester anxieusement à l'écoute des
dernières nouvelles de la catastrophe).
anxieux,euse s. Kaygılı, sıkıntılı, tasalı (Regards
anxieux). Etre anxieux de qch: Bir şey için kaygı
duymak, tasalanmak (Je suis anxieux de l'avenir).
anxiogène s. Sıkıntı veren, bunalıma düşüren (Un
climat anxiogène).
aoriste er. dilb. Geniş zaman,
aorte diş. anat. Ana atardamar, *taçdamar (L'aorte
thoracique et l'aorte abdominale).
aortique s. Ana atardamara değgin (La crosse
aortique).
aortite diş. hek. Ana atardamar yangısı, taçdamar
yangısı.
août er. 1. Ağustos. 2. Orak, hasat.
aoûtage er. 1, Ağustosta görülen tarım işleri. 2.
Orak (işleri).
aoûte,e s. Ağustos sıcağı görmüş, olgunlaşmış
(Fruits aoûtés).
aoûtement er. Yaz sonuna doğru genç dal
dokularında odunlaşma.
aoûtien,ne ad. 1, Ağustosta tatile giden. 2.
Ağustosta Pariste yada büyük bir kentte kalan
kişi.
aoûteron er. Orakçı.
apache er. 1. Külhanbeyi, efe. Kent haydutu (Dans
une rue sombre de la banlieue, il fut attaqué et
dévalisé par deux apaches armés). 2. s.
Külhanbeyce, efece (Un air apache).
apaisant,e s. Yatıştırıcı, erinç verici (La beauté
apaisante de sa voix. Prononcer des paroles
apaisantes).
apaisement er. 1. Yatıştırma. 2. Yatışma
(L'apaisement de mes souffrances et de ma
jalousie).
apaiser gçl. Yatıştırmak, dindirmek, bastırmak
(Apaiser sa faim, une souffrance). § S'apaiser:
Yatışmak, dinmek (La tempête s'apaise. Sa colère
s'est apaisée).
apanage er. 1. Eskiden kralların prenslere verdiği
bir çeşit has. 2. mec. Birine özgü olan şey, vergi
(L'art ne doit pas être l'apanage d'une élite, il est le

83

apéritif
bien de tous). § Avoir l'apanage de qch: Bir şeyin
tekelini elinde bulundurmak, bir şeyi kendi
tekeline almak (Ne croyez pas avoir l'apanage de
la sagesse).
aparté er. 1. (Tiyatroda) Kendi kendine konuşma
(Les apartés doivent être courts et rares). 2.
(Kalabalık bir toplantıda) Köşeye çekilip
konuşma, gizli ve kısa konuşma (Ils ne cessèrent de
faire des apartés pendant toute la conférence). § En
aparté:Gizlice,giz olarak (Il me raconta en aparté
sa dernière aventure).
apathie
1. Duygusuzluk, gevşeklik, uyuşukluk,
iç sönüklüğü (L'apathie du gouvernement devant
les menées subversives). 2.fels. Stoa felsefesince,
kişinin
varacağı
en
yüce
durum,
'duyumsamazlık,
apathique s. 1. Duygusuz, gevşek, uyuşuk, içi
sönük; duyumsamaz (Un homme apathique). 2.
fels. Duyumsamaz.
apathiquement bel. Duygusuzca, gevşekçe,
uyuşukça. Duyumsamazca.
apatrides, ve ad. Hiç bir devletin uyruğu olmayan,
yurtsuz, "vatansız, "haymatlos (L'office de
protection des réfugiés et apatrides).
apatridie diş. Uyrukluktan yoksunluk; yurtsuzluk,
"vatansızlık,
apepsie diş. Sindirim bozukluğu, sindirmezlik.
aperceptibles. Kavranır, kavranabilir,
aperception diş. 1. Kavrama, kavrayış. 2. fels.
Tamalgı.
aperceptivité diş. Kavrama yetisi, kavrayışlıhk.
apercevables. Görülebilen, seçilebilen,
apercevoir gçl. 1. (Uzak, karanlık yada küçük
şeyleri) Görmek, seçmek (Apercevoirun microbe
par le microscope. On apercevait au loin l'incendie
d'un village). 2. Sezmek, görmek, kavramak
(Pascal voit la faiblesse des hommes, mais derrière
elle, il aperçoit leur incurable blessure). § Laisser
aperçevoir qch yada Faire apercevoir qch:
Göstermek, belli etmek (Il n'a pas laissé
apercevoir sa méfiance). § S'apercevoir: 1. a)
Görülmek, seçilmek (Un détail qui s'aperçoit à
peine), b) Birbirini görmek, birbirini fark etmek
(De loin, ils se sont aperçus). 2. S'apercevoir de
qch: -in farkına varmak, -i anlamak, -i
ayrımsamak (Je me suis aperçu de leur intrigue. Il
s'est aperçu que ses amis le trompaient).
aperçu er. Toplu bir bakış; toplu bir düşünü; genel
bir özet (ila donné un aperçu de la situation. Un
aperçu sur l'art d'un pays).
apéritif,ive s. 1. İştah açıcı (Une boisson apéritive.
L'air de cette caverne était apéritif). 2. er. İştah
açıcı içki, yemekten önce içilen hafif içki, apéritif
aperture
(Prendre un apéritif. Offrir un apéritif à son ami).
aperture diş. dilb. Açıklık derecesi,
apétales, bitb. Taçyapraksız (Lafleur du chanvre est
apétale).
à-peu-près, à peu près. er. 1. Yaklaştırmaca bilgi,
yaklaşıklık, aşağı yukarılık (Toute la vie est faite
d'à peu près. Les calculs astronomiques roulent
sur des à peu-près.) 2. bel. Aşağı yukarı (Le village
comptait à peu près mille habitants).
apeuré,e s. Korku içinde, korkmuş, ürkmüş (Un
regard apeuré. Un animal apeuré).
apeurer gçl. Korkutmak, ürkütmek, yüreğine
korku salmak,
apex [tıp ek s] er. 1. En yüksek nokta, uç, doruk. 2.
gökb. "Günerek, uzayda güneş dizgesinin
yıldızlara doğru yaptığı devinmenin hedefi,
aphasie diş. hek. 1. Konuşmayitimi, konuşma
yitirimi. 2. dilb. Sözyitimi.
aphasique s. Konuşma yeteneğini yitirmiş (La
rééducation des malades aphasiques).
aphélie er. gökb. Günöte.
aphérèse dij. dilb. Sözcüğün başından ses düşmesi,
önses düşmesi,
aphone s. hek. Ses yitimine uğramış kişi, sesi yitik
(L'orateur, enrhumé, était à moitié aphone. II est
devenu aphone à la suite d'une opération du
pharynx).
aphonie diş. hek. Sesyitimi; sesyitirimi.
aphorisme er. 1. Özlü söz, özdeyiş (Les aphorismes
d'Hippocrate. "L'oisiveté est la mère de tous les
vices" est un aphorisme). 2. mec. Tartışma götürür
söz.
aphrodisiaque s. ve ad. Şehvet verici, şehvet
uyandırıcı, *isteklendirici, kuvvet macunu
(Prendre un aphrodisiaque. Une substance
aphrodisiaque).
aphte er. hek. Pamukçuk (hastalığı),
aphteux,euse s. hek. Pamukçuk hastalığına
tutulmuş; pamukçuk hastalığına değgin (Un
enfant aphteux). § La fièvre aphteuse: Şap
hastalığı,
aphylle s. Yapraksız (bitty).
api er. Bir tür küçük elma, kirazelması (Pomme
d'api;pommeapie de denir),
à-pic er. Diklik, sarplık (L'à-pic d'une falaise).
apical,e s. 1. Doruksal; en yüksek. 2. dilb.
Dilucundan çıkan. 3. diş. Dilucu ünsüzü,
apicoles. Arıcılığa değgin (Matérielapicole).
apiculteur er. Arıcı,
apiculture diş. Arıcılık,
apidés er. hayb. Arıgiller, arılar familyası,
apiquer gçl. (Gemi serenlerini) Karga etmek,
apitoiement er. Acıma, "merhamet.

84

apocalypse
apitoyer gçl. 1. Acındırmak, merhamete getirmek
(Ces remarques de désespoir auraient apitoyé le
cœur le plus insensible). 2. Apitoyer qn sur qch:
Birini bir şeye acındırmak, merhamete getirmek
(J'ai essayé de l'apitoyer sur le sort des
malheureux). § S'apitoyer sur qch: Bir şeye
acımak, yüreği yanmak (S'apitoyer sur un drame
familial, sur les orphelins).
apivore s. ve ad. Arıyiyen, arı ile beslenen, ancıl.
aplanir gçl. 1. Düzleştirmek (Aplanir une surface,
un terrain, un chemin). 2. mec. Ortadan
kaldırmak (Aplanir une difficulté, un obstacle). §
S'aplanir: Düzelmek, kolaylaşmak, yoluna
girmek (Tout s'est aplani après une longue et
franche discussion).
aplanissement er. 1. Düzleştirme; düzleşme. 2.
Ortadan kaldırma; ortadan kaldırılma, ortadan
kalkma.
aplasie diş. hek. Gelişme durması; gelişme
yetersizliği.
aplati,e s. Yassı, yassılmış (Un nez aplati. La Terre
est aplatie aux pôles).
aplatir gçl. 1. Yassıltmak, yassılaştırmak,
düzleştirmek (Aplatir un pli, une barre de fer.) 2.
Ezmek, çarpıp ezmek (Aplatir une voiture). 3.
hlk. Yenmek, tuz buz etmek, ezip geçmek
(Aplatir un ennemi). § S'aplatir: 1. Yere yatmak,
gizlenmek (Il s'est aplati derrière la haie pour
guetter les passants). 2. S'aplatir contre qch: Bir
şeye çarpmak (S'aplatir contre un mur). 3.
S'aplatir devant qn: Biri karşısında, bir şey
karşısında küçülmek, alçalmak, boyun eğmek,
dalkavukluk etmek (S'aplatir devant ses
supérieurs, devant un pouvoir).
aplatissement er. 1. Yassılaşma, yassılaştırma
(Aplatissement de la Terre aux deux pôles.) 2.
Yenme, ezme (L'aplatissement des armées
ennemies).
aplomb er. 1. Diklik, dikeylik, dikinelik (Le mur a
perdu son aplomb). 2. Duruş dengesi, uygun
duruş (Aplombs du cheval). 3. Denge (Le vertige
lui a fait perdre son aplomb et il est tombé). 4.
Güven, kendine güven (Il a un aplomb
imperturbable). 5. hlk. Küstahlık, kendini
bilmezlik (Il a de l'aplomb!). § D'aplomb: 1.
Dikey olarak, dikine (Lesoleil tombe d'aplomb).
2. Sağlamca, dengeli olarak (L'armoire est posée
d'aplomb). Etre d'aplomb: Sağlığı, keyfi yerinde
olmak (Je ne suis pas d'aplomb aujourd'hui).
apocalypse diş. 1. Yeni Ahit'in (İncil'in) son kitabı.
2. Kıyamet; dünyanın sonu; çok büyük yıkım
(Après le tremblement de terre, le pays offre une
vision d'apocalypse).
apocalyptique
apocalyptique s. 1. Anlaşılmaz, kapalı, karanlık
(Un style apocalyptique). 2. Korkunç; kıyamet
kopmuş gibi; dünyanın sonunun geldiğini ansıtan
(Un paysage apocalyptique. La vision de cette ville
détruite était apocalyptique).
apocope diş. dilb. Sonses düşmesi (On dit Télé pour
télévision par apocope).
apocryphe s. 1. Gerçekliği su götürür; uydurma,
düzmece (Certains dialogues de Platon sont
apocryphes). 2. Kilisenin kabul etmediği,
Kilisenin tanımadığı (Evangiles apocryphes).
apode s. ve er. Ayaksız.
apodictique s. 1. Açık, söz götürmez. 2. mant.
Zorunlu (önerme),
apogée er. 1. gökb. Yeröte. 2. mec. En yüksek
aşama, doruk. § A l'apogée de: En yüksek
noktasında, doruğunda (Il est maintenant à
l'apogée des honneurs. L'Empire Ottoman, à son
apogée,dominait tous les Balkans). Atteindre son
apogée: Doruk noktasına varmak (Sa réputation
atteint son apogée).
apolitique s. Siyaset dışı kalan; siyasetle
ilgilenmeyen, uğraşmayan (Ce syndicat se déclare
apolitique).
apolitisme er. Siyaset dışı kalma; siyasete
bulaşmama (Il est partisan de l'apolitisme
syndical).
apollon er. 1. hayb. Apollon kelebeği. 2. mec. Çok
güzel ve yakışıklı erkek,
apologétique s. 1. Savuncah, savunucu. 2. Övücü,
övgülü 3. diş. Dini savunan kitap,
apologie diş. 1. Savunca, savunma (L'apologie de
Socrate). 2. Övgü, övme (L'apologie d'une
conduite, d'un acte). § Faire l'apologie de: 1. Bir
şeyin savunmasını yapmak, bir şeyi savunmak (Le
journal fut condamné pour avoirfait l'apologie du
crime). 2. Bir şeyi, birini övmek; birşeyin
övgüsünü yapmak (Faire l'apologie d'un ministre,
d'un ouvrage).
apologiste ad. 1. Savunucu (L'Eglise n'eut pas
besoin d'apologiste). 2. Hıristiyanlık inananı
savunan kişi. § Se faire l'apologiste de qch: Bir
şeyin savunuculuğunu, avukathğını yapmak (Il
s'est fait l'apologiste des réformes).
apologue er. Öğüt verici öykü, ders alınacak masal
(Les apologues d'Esope).
aponevrosediş. anat. Kas zarı.
apophonie diş. dilb. Ünlü almaşması.
apophtegme er. Ulu söz. Büyük söz (Alaylı
anlamda kullanıldığı da olur),
apophyse <% anat. Kemik çıkıntısı,
apoplectique s. 1. Beyin kanamasıyla ilgili, beyin
kanamasına değgin (Attaque apoplectique). 2.

85

apôtre
Beyin kanamasına anık (Une face apoplectique).
apoplexie
hek. 1. Kanama. 2. Beyin kanaması,
beyin inmesi,
apostasie diş. 1. Dinden (özellikle Hıristiyan
dininden) dönme. 2. mec. Dönme, cayma,
bırakıp gitme, döneklik (Tout abandon des idées
de sa jeunesse lui paraissait une apostasie).
apostasier gsz. (Bir dinden, bir inançtan, bir
partiden) Dönmek, caymak,
apostat,e s. ve er. (Bir dinden, bir inançtan; bir
partiden) Dönmüş; dönek; "ihtida etmiş,
"mühtedi (Moine apostat. Un apostat).
apostème er. Çıban.
aposter gçl. (Kötü bir işi için adam) Tutmak (Des
témoins qu'on a apostés pour charger un
innocent).
a posteriori bel. Lat. mant. 1. Sonsal, sonsal olarak,
"aposteriori. 2. Deneylerin verilerine dayanan,
apostille^. "Haşiye; dipnot,
apostiller gçl. Haşiyelemek; dipnot düşmek
(Apostiller une pétition).
apostolat er. Havarilik.
apostoliques. 1. Havarice; havariliğe değgin (Une
vertu apostolique. Une mission apostolique). 2.
Papalıktan gelen; Papalığa bağlı (Lettre
apostolique.
Nonce
apostolique:
Papalık
büyükelçisi).
apostoliquement bel. Havarice; havarileri andırır
biçimde.
apostrophe diş. 1. Birine beklenmedik anda söz
yöneltme, *yönenme, laf atma (Il fut interrompu
dans son discours par une apostrophe ironique). 2.
Çıkışma, sert çıkış yapma, azarlama, paylama (II
lança une apostrophe vengeresse au chauffeur de
la voiture qui venait de l'éclabousser). 3. Yazıda iki
sözcük arasında konulan ve ilk sözcüğün
sonundaki seslinin düştüğünü belirten işaret;
apostrof: (').
apostropher gçl. Azarlamak, haşlamak, paylamak
(L'agent de police l'a vivement apostrophé). §
S'apostropher: Birbirine çıkışmak, birbirini
azarlamak (Les chauffeurs s'apostrophent et
s'injurient).
apothème er. mat. îç yarıçap,
apothéose diş. 1. Tanrılaştırma, ululaştırma
(L'apothéosed'un empereur). 2. Kutsama, büyük
saygı gösterme (La réception à l'Académie fut
pour lui une apothéose). 3. Yengi, utku, büyük
başarı, "zafer,
apothicaire er. (Eskiden) Eczacı. § Compte
d'apothicaire: Uzun ve karmaşık hesap,
apôtre er. I. Havari (Jésus-Christ et ses apôtres).§Se
faire l'apôtre de qch: Bir şeyin öncülüğünü,
apozème
savunuculuğunu yapmak (Se faire l'apôtre d'une
doctrine, d'une opinion). Faire le bon apôtre:
Doğruluk taslamak; kuzu postuna bürünmek,
apozème er. Bitkilerin kaynatılmasından elde
edilen ilaç.
apparaître gsz. 1. Görünmek, görünüvermek,
belirmek (Soudain, les montagnes apparurent à
l'horizon). 2. mec. Ortaya çıkmak (Tôt ou tard, la
vérité apparaît). 3. Apparaître comme: Gibi
görünmek (Un bon portrait m'apparaît toujours
comme une biographie dramatisée). § Il apparaît
que:.... Öyle görünüyor ki..., öyle geliyor ki... (II
m'apparaît que vous allez perdre).
apparat er. 1. Şatafat (Discours d'apparat. Venir en
grand apparat). 2. Özel sözlük, küçük sözlük,
sözcük dağarcığı (L'apparat de Cicéron). §
Apparat critique: Eski bir yapıtın yeni basımında
yapılan çıkmalar, eklenen notlar,
apparaux er. ç. 1. Avadanlık. 2. Cimnastik aletleri
takımı.
appareil er. 1. Hazırlıklar (L'appareil d'une fête). 2.
Aygıt (Appareil digestif). 3. Örgüt, çark
(Appareilpolicier d'un gouvernement. L'appareil
d'un parti). 4. (Yapıcılıkta) Taşların örülüşü. 5.
Makina, araç (Appareilphotographique. Appareil
automatique). 6. Telefon (Allô, qui est à
l'appareil?). 7. Uçak (L'appareil décolle). 8.
(Yara tımarı için) Sargı takımı, sargı (A voirie bras
dans un appareil).
appareillage er. 1, den. Yola çıkma hazırlığı
(Manœuvres d'appareillage).
2. "Tesisatın
bütünü,
"tesisat,
*döşem
(Appareillage
électrique).
appareillement er. 1. Takım düzme. 2.
(Çalıştırılacak hayvanları) Birbirine koşma, çifte
koşma (Appareillement des boeufspour le labour).
appareiller gçl. 1. (Benzer iki şeyi) Birbirine eş
yapmak, birbirine koşmak, eşlemek (Appareiller
des candélabres). 2. Çiftleştirmek. 3. (Yapıcılıkta
taşları) Yontup hazırlamak (Appareiller des
pierres). 4. Yola çıkacak duruma getirmek, yola
çıkma hazırlıklarını yapmak (Appareiller un
navire). 5. gsz. (Gemi) Gidiş hazırlığı görmek;
limandan ayrılmak; demir almak (Le paquebot
appareille pour Istanbul). § S'appareiller avec:
•ile eş olmak; kendine eş yapmak (Quand la
tourterelle a perdu sa compagne, elle ne
s'appareille plus avec une autre).
appareilleur er. 1. Yontulacak taşların ölçüsünü
belirten usta, taşçı ustası. 2. (Dokumacılıkta)
Yün, ipek karışımını düzenleyen usta §
Appareilleur à gaz: Havagazı borular.ni döşeyen,
onları onaran işçi, havagazcı.
86

apparition
apparemment bel. 1. Görünüşte, görünüşe göre,
dıştan
bakıldığında
(Des
raisins mûrs
apparemment). 2. Besbelli, kuşkusuz,
apparence diş. 1. Görünüş (Malgré l'apparence, sa
situation était inquiétante).2. Görünüm "manzara
(Ona repeint la maison pour lui donner une belle
apparence). § En apparence: Görünüşte,
görünürde. Sauver les apparences: Görünüşü
kurtarmak, "zevahiri kurtarmak. Sacrifier les
apparences:
Dedikodulara,
söylentilere
aldırmamak. Se fier aux apparences, se laisser
aller aux apparences: Görünüşe kapılmak,
görünüşe aldanmak,
apparences. 1. Görünür, gözle görülen (Un danger
apparent). 2. Görünüşte; görünüşte kalan,
gerçeğe uymayan (Sous cet éclat apparent, il n'y a
rien de solide). 3. Belli, açıkça ortada (Sans raison
apparente. D'une manière apparente).
apparenté,e s. 1. Akraba olmuş (Ils sont
apparentés). 2. Apparenté à qn: a) Birine akraba
olmuş (Il est apparenté à notre famille). b )mec. -e
benzeyen, -i andıran (Un style apparenté à
Voltaire).

apparentement er. Akraba olma, yakınlık,


hısımlık.
apparentergç/. 1. Birini evlendirerek akraba, hısım
kılmak (Tâchez de bien apparenter votre fille). 2.
Apparenter qn à qn: Birini bir kimseye, bir yere
akraba yapmak (Son père aurait voulu
l'apparenter à une bonne famille). § S'apparenter
à: 1. Akraba olmak, akrabalık bağı kurmak
(S'apparenter à ta bourgeoisie). 2. Benzemek,
andırmak (Le goût de l'orange s'apparente à celui
de la mandarine.
appariement er. 1. Eş yapma, eşleme; çift yapma,
çiftleme (Appariement des gants, des bas). 2. Yan
yana getirme, birbirine karşılık tutma (Ce qui fait
un chef-d'œuvre, c'est un appariement heureux
entre le sujet et l'auteur).
apparier gçl. 1. Eş yapmak, birbirine koşmak
(Apparier des chevaux, des gants). 2. (Özellikle
kuşları) Çiftleştirmek (Apparier des pigeons, des
tourterelles). § S'apparier: (Kuşlar) Çiftleşmek,
appariteur er. (Belediye, üniversite, okul gibi
yerlerde) Odacı (Les appariteurs de la Sorbonne).
apparition diş. 1. Görünme, görünüverme, ortaya
çıkma (Apparition
d'une
comète,
d'un
phénomène, des hommes sur la terre). 2. Görüntü,
hayalet (Chaque samedi, le château était le lieu
d'apparitions mystérieuses). 3. Gözüne görünme
(Apparition de la Vierge à Sainte Catherine). § Ne
faire qu'une apparition: Şöyle bir görünüp
gidivermek, gözden yitivermek.
apparoir
apparoir gsz. (Yalnız mastarı, bir de şimdiki
zamanın tekil üçüncü şahsı "il appert" kullanılır)
Ortaya çıkmak, belirmek, anlaşılmak (Il appert
de l'enquête que l'équipe a bien travaillé).
appartement er. Daire, apartman dairesi (Ily a trois
appartements par étage dans cet immeuble.
Appartement meublé).
appartenance diş. 1. Eklenti, ilinti (Les
appartenances d'un château). 2. İlgi, bağ,
değginlik, ait olma, "aidiyet; "mensubiyet
(L'appartenance à une religion, à une race, à une
famille).
appartenir gsz. 1. Ait olmak. 2. Appartenir à: a) -in
malı olmak ; -e ait olmak (Cette maison appartient
à mon oncle), b) -ile ilgili olmak, -in alanına
girmek (Cela n 'appartientpas à mon sujet. Ce livre
appartient au genre des essais philosophiques), c)
-e vergi olmak, özgü olmak (La gaîté appartient à
l'enfance). 3. Appartenir à qn de f.qch: -mek
birine düşmek (Il appartient aux familles d'élever
leurs enfants). § S'appartenir: Kendi başına
buyruk olmak; karışanı görüşeni olmamak,
appas er. ç. (Kadında) Alım, cinsel çekim, göz
alıcılık (Elle a des appas qui ne laissent pas
insensible).
appât er. 1. Olta yada tuzak yemi (Mettre de l'appât
à un piège, à l'hameçon). 2. mec. Çekicilik,
aldatıcılık (L'appât du gain. Prendre la multitude
par l'appât de la liberté).
appâter gçl. 1. Yemlemek, yemle çekmek (Appâter
des poissons, des oiseaux, un gibier). 2. Besiye
yatırıp semizletmek (Appâter des volailles, des
oies et dindes). 3. mec. Yemlemek, kandırmak,
aldatmak (Appâter quelqu'un par de belles
promesses, avec de l'argent).
appauvrir gçl. 1. Yoksullaştırmak (Les dépenses
superflues ont appauvri
le pays).
2.
Verimsizleştirmek, kısırlaştırmak (Appauvrir
une terre. Une vie misérable a appauvri sa pensée).
appauvrissement
er.
1.
Yoksullaşma,
yoksullaştırma; yoksul düşme, yoksul düşürme.
2. Kısırlaşma, verimsizleşme, güçsüzleşme.
appeau er. 1. (Avcılıkta) Çığırtkan (kuş). 2.
(Çığırtkan kuş yerine kullanılan) Çığırtkan
düdüğü. § Servir d'appeau à qn: Birinin enayisi
durumuna düşmek; aldanmak. Se laisser prendre
a l'appeau: Oyuna gelmek, kanmak, aldanmak,
appel er. 1. Çağırma, çağırım (Crions plus fort, ils
n'ont pas entendu notre appel). 2. Çağrı, "davet
(Recevoir un appel, répondre à un appel). 3.
(Bulunmayanları anlamak için yapılan) Yoklama
(Etre présent, répondre à l'appel; être absent,
manquer à l'appel). 4. (Askere) Çağrılma. 5. ask.
87

appendicite
Toplanma borusu. 6. Başvurma (Appel au
peuple). 7. Kışkırtma, itme, tahrik etme (Appel
au soulèvement). 8. (Spor) (Gerinme koşusundan
sonra) Tam sıçrama (Jambe d'appel). § Sans
appel: Kesin (Juger sans appel). Appel à la prière:
Ezan (Le muezzin est monté chanter l'appel à la
prière). Appel d'air: (Soba, ocak gibi şeylerde)
Hava çekeceği. Cour d'appel: İstinaf mahkemesi.
Faire l'appel: Yoklama yapmak. Faire appel à: -e
başvurmak, seslenmek (Faire appel à la
conscience, à la sagesse de qn). Se pourvoir en
appel: Daha üst bir mahkemeye başvurmak,
appelant,e s. ve ad. 1. İstinaf dâvası açan. 2. er.

Çığırtkan (kuş),
appelé er. Kur'a eri. Askerlik görevini yapmaya
çağrılan genç (Les appelés de 1948).
appeler gçl. 1. Çağırmak, adını ünlemek (Appeler
un chien, un domestique). 2. Çağırmak, yanına
getirtmek (Appeler un médecin). 3. Çekmek,
getirmek, doğurmak (Le mensonge appelle le
mensonge). 4. Yoklama yapmak (Appeler les
élèves d'une classe). 5. Askere çağırmak, silâh
altına almak (Appeler les réserves). 6. Daha
yüksek bir yargı yerine baş vurmak. 7.
Gerektirmek, zorunlu kılmak, istemek (Cegrave
sujet appelle toute votre attention). 8. Adım
koymak, adını vermek (Ils appeleront leur
prochaine fille Hélène). 9. Appeler qnàqch: Birini
bir şeye atamak (Appeler un fonctionnaire à un
grand poste). 10. Appeler qn à qch; à f. qch: Birini
bir şeye, bir şeyi yapmaya çağırmak (Appeler son
ami à son aide, à secourir les blessés). § Appeler qn
en justice: Birini mahkemeye vermek. En
appeler: Bir kararı daha yüksek bir yargı yerinin
önüne götürmek. En appeler à: -e bırakmak,
havale etmek (J'en appelle à votre sagacité). En
appeler de qch: Kabul etmemek, reddetmek (J'en
appelle de votre décision). § S'appeler:
Adı...olmak (Je m'appelle Paul. Comment
s'appelle cet arbre?).
appellatif,ive 1. s. dilb. Cins (Arbre est un nom
' appellatif). 2. er. Cins adı (Un appellatif).
appellation diş. 1. Ad verme, adlandırma. 2. Ad. §
Appellation d'origine: (Bir tecim ürününün)
Menşe adı, çıkış yeri adı.
appendice er. 1. Ek, ulama, sona eklenen bölüm
(Grouper dans l'appendice d'un ouvrage les
détails statistiques). 2. Ek bölüm; eklenti (On
distinguait une sorte d'appendice à la ferme, un
petithangar). 3.anat. Uzantı;körbarsakkuyruğu,
'kuyrucuk (Appendice nasal. Le médecin lui a
enlevé l'appendice).
appendicite^, hek. "Apandisit, *kuynıcukyangısı
appendre

88

appontage

(Etre opéré de l'appendicite).


yapıştırma.
appendre gçl. Asmak, takmak,
applicateur er. 1. Uygulayıcı (Applicateurs des
appentis er. 1. Sundurma. 2. Sırtını büyük bir yapıya
lois). 2. s. ve er. Yapıştırmaya, takmaya,
vermiş küçük yapı.
kaplamaya yarayan şey (Tampon applicateur,
appesantir gçl. 1. Ağırlaştırmak, hantallaştırmak
pinceau applicateur. Un applicateur).
(La fatigue avait appesanti ses pas.) 2. Appesantir
application diş. 1. Uygulama, uygulanma
qch
sur:
a)
...üzerinde
toplamak,
(Application d'une loi, d'une nouvelle méthode).
yoğunlaştırmak, artırmak (Appesantir son
2. (Teknikte) Yapıştırma, takma, kaplama
autorité sur son entourage), b) Kuvvetle -e
(Application d'un enduit sur un mur. Application
dayamak, vurmak (Appesantir sa main sur la
de feuilles de métal). 3. Özen, dikkat (Application
table). § S'appesantir: 1. Ağırlaşmak (Sa tête
à l'étude, au travail). § Mettre en application:
s'appesantissait sous l'effet du vin). 2. » Uygulamaya koymak, uygulamak (Mettre
ses
S'appesantir sur qch: a) Bütün ağırlığıyla üzerine
idées en application).
çökmek (La domination coloniale s'est appesantie
applique diş. 1. Bir şeye süs olarak takılan parça,
pendant des siècles sur l'Amérique du Sud), b)
"takıt. 2. Duvar lâmbası, duvar şamdanı,
Üzerinde durmak, direnmek (Il s'appesantit
appliquées. 1. Uygulanmış, atılmış, yapılmış (Un
toujours sur les détails).
emplâtre appliqué sur une tumeur. Un coup bien
appesantlssement er. 1. Ağırlık, hantallık. 2.
appliqué). 2. Uygulamalı (Méthodeappliquée). 3.
Ağırlaşma,
ağırlaştırma;
hantallaşma,
Dikkatli, özenli, ciddi; çalışkan (Un élève
hantallaştırma.
appliqué).
appétence diş. İçgüdü ile olan istek, iç istek, özlem,
appliquer gçl. 1. Uygulamak (Appliquer une
iç çekme (Appétence de nouveauté).
méthode, une loi). 2. Dayamak (Appliquer une
appétissant,e s. İştah açıcı, ağız sulandırıcı, istek
échelle contre la muraille). 3. Vurmak, indirmek,
uyandırıcı (Un mets appétissant, une femme
yapıştırmak, aşketmek (Appliquer un soufflet). 4.
appétissante).
Basmak, koymak, yapıştırmak (Appliquer un
appétit er. 1. İstek, heves (Appétits naturels,
sceau, appliquer un emplâtre). S. Kullanmak
appétits sexuels). 2. İştah (Manger avec appétit,
(Appliquer un remède). 6. Appliquer qch à: Bir
sans appétit). § Avoir de l'appétit: İştahı olmak.
şeyi -e uygulamak (Appliquer une découverte aux
Donner
de
l'appétit:
İştah
açmak,
machines). $ S'appliquer: 1. Dikkatle, özenle
iştahlandırmak. Couper, enlever l'appétit:
çalışmak (Cet écolier s'applique). 2. S'appliquera
İştahım
kesmek.
Mettre
en
appétit:
qch: a) -e uymak, uygun gelmek (Ce jugement
İştahlandırmak, iştahını kabartmak. Rester sur
s'applique bien à son cas), b) -e kendini vermek
son appétit: Doymamak, aç kalmak,* doyum
(S'appliquer avec zèle à l'étude, au travail). 3.
bulmamak. Bon appétit: Afiyet olsun, yarasın.
S'appliquer sur: -e uygun gelmek, tam oturmak
L'appétit vient en mangeant: Buldukça daha
(Une lame qui s'applique exactement sur une
çoğunu ister kişioğlu; kişioğlu doymak bilmez,
autre). 4. S'appliquer à f. qch: -meye çalışmak
applaudir gçl. 1. Alkışlamak (Applaudir un acteur,
(S'appliquer à cultiver son esprit, à appendre une
un orateur). 2. Applaudir à qch: -e bütün gücüyle
langue étrangère).
katılmak, benimsemek, kalıbını
basmak
appoint er. 1. Bir para tutarının ancak bozuk
(J'applaudis de tout cœur à cette initiative
parayla, ufaklıkla ödenebilen kısmı, küsur. 2. Bir
heureuse). 3. gsz. Alkış tutmak, alkışlamak,
hesabı kapatan para, üste kalan küsur (Le
şakşaklamak (Des gens payés pour applaudir). $
receveur de l'autobus demande à chacun de faire
S'applaudir de qch: Bir şeyden hoşnut olmak, bir
l'appoint). 3. Ek, yan, tamamlayıcı; yan gelir (Un
şeye çok sevinmek, kıvanmak, kıvanç duymak,
salaire d'appoint. L'élevage constitue l'appoint le
applaudissement er. A\ki§(Lethéâtrecroulasousles
plus rémunérateur en Normandie). 4. Yardım,
katkı (Apporter son appoint. Ce fut un appoint
applaudissements).
décisif).
applaudisseur er. 1. Alkışçı. 2. mec. Şakşakçı,
dalkavuk,
applicabilité diş. Uygulanabilirlik,
applicable s. 1. Uygulanabilir, uygulamaya
konabilir. 2. Applicable à: -e uygulanabilir (Cette
loi n'estpast applicable aux étrangers).
applicage er. (Bir süs eşyasını bir duvara) Takma,

appointage er. 1. Uç uca dikme. 2. Sivriltme,


appointements er. ç. Aylık, "maaş (Toucher,
recevoir, donner des appointements).
appointer gçl. 1. Aylık vermek (Appointer un
employé). 2. Sivriltmek (Appointer un bâton).
appontage er. (Uçaklar için) Uçak gemisindeki
appoııtement
alana inme.
appontement er. Yük iskelesi,
apponteur er. Uçak gemisindeki alana inişleri
gösteren görevli,
apport er. 1. (Evlenirken karı ile kocadan
herbirinin getirdiği) Mal payı. 2. (Bir tecimsel
ortaklıkta ortaklardan her birinin ortaya
koyduğu) Anamal payı, "sermaye hissesi (Apport
en numéraire, en nature. La société a demandé à
ses actionnaires de nouveaux apports liquides). 3.
Getirme, verme, katma (L'apport constant d'eau
douce dilue le sel). 4. mec. Katkı, yardım
(L'apport de la Turquie à la civilisation).
apporter gçl. 1. Getirmek (Apportez-moi un verre
d'eau). 2. Vermek (Cet enfant nous apporte
beaucoup de satisfaction). 3. İleri sürmek
(Apporter des raisons, des arguments). 4.
Çıkarmak
(Apporter
des obstacles).
S.
Göstermek (Il apporte du soin à exécuter son
travail). 6. Sağlamak, doğurmak (Cette
découverte apportera beaucoup de changements
dans nos habitudes). 7. Yatırmak, koymak
(Apporter de l'argent dans une affaire). 8.
Apporter qch à qn: Birine bir şey getirmek,
vermek, sağlamak,
apposer gçl. 1. Koymak, atmak, basmak (Apposer
sa signature, son cachet). 2. Yapıştırmak
(Apposer une affiche, un timbre). § Apposer les
scellés (Le scellé): Bir şeyi kapamak,
kullanılmasını engellemek için mühürlemek
(Apposer les scellés surlaported'unmagasin, d'un
appartement).
apposition^. 1. Koyma, basma, yapıştırma, atma.
2. dilb. Belirten durumunda olmak üzere bir ada
başka bir adın koşulması yada koşulan bir ad,
'koşuntu; san (Voltaire, écrivain français).
appréciable s.
1.
Değeri
saptanabilen,
kestirilebilen. 2. Değerli, övgüye değer. 3.
Oldukça önemli, üzerinde durmaya değer (Il a
obtenu des résultats appréciables.
Des
changements appréciables).
appréciateur, trice ad. Değerlendirici, yargıcı,
hakem (Je devins un juste appréciateur de leur
mérite).
appréciatif, ive s. Kestirmeye dayalı, "tahminî (Etat
appréciatif d'une marchandise).
appréciation diş. 1. Değerlendirme, saptama
(Appréciation du prix d'une marchandise). 2.
Tahmin etme, kestirme (Appréciation fausse
d'une distance). 3. Değerlendirme, "takdir (Je
laisse cette décision à votre appréciation). 4.
Beğenme, değer verme, "takdir,
apprécier gçl. 1. Değer biçmek (L'expert a apprécié

89

apprentissage
le mobilier à telprix). 2. Tahmin etmek, kestirmek
(Il apprécie les dimensions avec exactitude). 3.
Sevmek, beğenmek (Apprécier le goût d'un vin).
4. Beğenmek, takdir etmek (Apprécier un
homme. Je n'apprécie pas beaucoup son procédé).
§ S'apprécier: Değerlenmek, değer kazanmak
(Le dollar s'apprécie vis-à-vis des autres
monnaies).
appréhender gçl. 1. Tutmak, yakalamak (Les
agents de police ont appréhendé l'escroc). 2.
Korkmak, kaygıyla karşılamak (Appréhender les
froids, les examens). 3. Şöyle böyle anlamak, az
çok kavramak. 4. Appréhender def. qch: -mekten
korkmak, çekinmek (Ilappréhendait de laisser les
enfants seuls à la maison).
apprehensif,ive s. 1. Sıkılgan, çekingen, korkak,
kaygılı. 2. Appréhensif de qch: -den çekinen,
korkan, kaygılanan (Il étatit appréhensif d'un
péril).
appréhension diş. 1. Korku, çekinme, kaygı (Ila de
l'appréhension.
Il éprouve une certaine
appréhension avant les examens). 2. Anlayış,
kavrayış (Un homme sans appréhension). 3.ruhb.
Tasalanma.
apprendre gçl. 1. Öğrenmek (Apprendre une
langue, un métier, une science). 2. Öğretmek. 3.
Haber almak (Apprendre un événement, un
secret). 4. Haber vermek, bildirmek (Je viens vous
apprendre qu'il est arrivé). 5. Apprendre qchà
qn: a) Birine bir şey öğretmek (J'apprends le
français à mon fils), b) Birine bir şeyi bildirmek,
haber vermek (Il est venu m'apprendre le divorce
de ses parents). 6. Apprendre à qn àf. qch: Birine
-meyi öğretmek (Il apprend à sa femme à nager).
7. Apprendre qch de qn: Birinden bir şey
öğrenmek (J'ai appris le français de mon père). 8.
Apprendre de qn à f. qch: Birinden -meyi
öğrenmek (J'ai appris de mon frère à écrire). 9.
mec. Apprendre à qn à f. qch: Birine -menin ne
olduğunu göstermek (Je vous apprendrai à me
répondre ainsi: Bana böyle karşılık vermenin ne

'

olduğunu gösteririm size). § Apprendre à sa mère


à faire des enfants: Tereciye tere satmak.
Apprendre à vivre: Dünyanın kaç bucak
olduğunu göstermek; iyi bir ders vermek (Je lui
apprendrai à vivre. Celavousapprendraàvivre). §
S'apprendre: Öğrenilmek, bellenmek, bellekte
tutulmak (Ces vers s'apprennent facilement).
apprenti,e ad. 1. Çırak (L'apprentie
d'une
couturière). 2. Acemi (Un apprenti maçon. Une
apprentie couturière).
apprentissage er. 1. Çıraklık. 2. Acemilik; acemilik
dönemi. § Etre, entrer en apprentissage: Çırak
apprêt

90

girmek. Faire l'apprentissage de qch: Bir şeyin


çıraklığım yapmak, daha öğrenme döneminde
olmak, daha yeni öğrenmek (Les jeunes nations
qui font l'apprentissage de l'indépendance). En
être à son apprentissage, faire son apprentissage:
Henüz çırak olmak, bir şeyin daha başlangıcında,
öğrenme döneminde olmak. Mettre qn en
apprentissage: Birini çırak vermek, çıraklığa
koymak (Mettre un garçon, une fille en
apprentissage chez un charcutier).
apprêt er. 1. Hazırlık, hazırlanma, hazırlama (Les
apprêts d'une fête, d'un voyage). 2. Perdah »
(Apprêts des tissus, des cuirs). 3. (Yemeklerde)
Çeşni maddeleri, çeşnilik. 4. Özenti, yapmacık
(Parler sans apprêt).
apprêtage er. 1. Hazırlama. 2. (Kumaşlarda,

approfondir
bir kanıya katılma (Manifester son approbation).
3. Beğenme, "takdir (5a conduite mérite
l'approbation, est digne d'approbation). 4. Izin
verme, "icazet. § Soumettre qch à l'approbation
de qn: Bir şeyi birinin onamına sunmak
(Soumettre un projet à l'approbation des
supérieurs). Obtenir l'approbation de qn: Birinin
onamını almak.
approbativité diş. Onamacılık, tasvipcilik.
approchable s. Yaklaşılabilir, yanına varılabilir (Il
est de mauvaise humeur, il n'est pas approchable
aujourd'hui).
approchant, e s. 1. Yakın, okşar, andırır (Ce n'en'
est qu'une image plus ou moins approchante. Il n'a
pas cela, mais quelque chose d'approchant). 2.
Yaklaşık (Un calcul approchant). 3. Sularında,
civarında (Il est parti approchant midi). 4. bel.
Hemen hemen, yaklaşık olarak (Il est midi ou
approchant).
approche diş. 1. Yaklaşma (L'approche de la nuit,
de l'hiver). 2. Yanaşma (La berge rocheuse
empêche l'approche des navires). 3. İşleme, ele
alma biçimi ; yaklaşım (L'approche mathématique
de travaux linguistiques). 4. diş. ç. Yöre, yakınlar
(Les approches d'une ville, d'un port). § A
l'approche de: Yaklaşmasıyla (A l'approche du
danger tout le monde s'enfuit). Aux approches de:
Yöresinde, yakınlarında, dolaylarında (Aux
approches de la mer l'air devient plus vif. Il est aux
approches de la trentaine).
approché,e s. Kestirmece, "tahmini (Résultat
approché).
approcher gçl. 1. Yaklaştırmak (Approcher deux
objets). 2. Approcher qch de qch: Bir şeyi -e
yaklaştırmak (Approcher un fauteuil de la table,
une échelle du mur). 3. Approcher qn: Birinin
yamna yaklaşmak, yamna sokulmak (Il a pu
approcher le président et lui serrer la main). 4. gsz.
Yaklaşmak (L'hiver approche). S. Approcher de
qch: -e yaklaşmak (Approcher du but, du résultat,
de la vérité, de la perfection. Il approche de la
cinquantaine). § S'approcher: 1. Yaklaşmak (Il
s'approche doucement à pas de loup). 2.
S'approcher de qn, de qch: -e yaklaşmak, -e
yanaşmak, -in yanma varmak (Le navire
s'approche de la terre. La fillette s'approche de
lui).

meşinlerde) Perdahlama, parlatma,


apprêté,e s. Özentili, yapmacık (Un style apprêté).
apprêter g;/. 1. Hazırlamak (Apprêter les bagages,
ses armes, le repas). 2. Perdahlamak, parlaklık
vermek (Apprêter des étoffes, des cuirs, des peaux,
dupapier). 3. Hazırlamak, giydirip kuşandırmak,
tuvaletini yaptırmak (Apprêter la mariée) §
S'apprêter: 1. Hazırlanmak (Elle s'apprête pour le
bal). 2. S'apprêter à qch; à f. qch: -e hazırlanmak;
-meye hazırlanmak (Il s'apprête au départ. Je
m'apprêtais justement à vous rendre visite, à aller
au théâtre).
apprêteur er. 1. Perdahçı. 2. Cam resimcisi. 3. Ham
madde hazırlayan işçi.
apprêteuse diş. 1. Şapka süsleyicisi. 2. tç çamaşırı
parçalarını hazırlayan kadın işçi.
apprivoisement er. 1. Yabanıl bir hayvanı insanlara <
alıştırma (La domestication est distincte de
l'apprivoisement qui la précède). 2. Ürkürük bir
kimseyi topluluğa alıştırma, öğürleştirme
(L'apprivoisement d'un enfant farouche).
apprivoiser gçl. 1. Yabanıl bir hayvanı insanlara
alıştırmak (Apprivoiser un oiseau de proie, un
faucon pour la chasse). 2. Ürkürük bir kimseyi
topluluğa alıştırmak, öğürleştirmek (Apprivoiser
un enfant timide). § S'apprivoiser: 1. Topluluğa
alışmak, öğürleşmek (Ce rustre a fini par
s'apprivoiser). 2. S'apprivoiser avec qch, à qch: -e
alışmak, -ile yakınlık kurmak (J'aipris le temps de
m'apprivoiser à cette idée).
approbateur, trice s. ve ad. Onaycı, onaylayın,
"tasvip edici (Un geste, un sourire approbateur.
approfondir gç/. 1- (Gerçek ve mecaz anlamlarıyla)
Un approbateur sincère).
Derinleştirmek (Approfondir sa connaissance,
approbatif,ives. Onayan, onamah, tasvipeden (Un
une question, un puits, un trou, une cavité). 2.
signe de tête approbatif).
Yoğunlaştırmak, artırmak (Approfondir une
approbation diş. ı . Onama, onay, "tasvip; "tasdik
haine,
un désaccord,
une amitié). §
(Approbation de la loipar les députés). 2. Bir oya,
S'approfondir: Derinleşmek, yoğunlaşmak.
91

approfondissement
approfondissement
er.
1.
Derinleştirme;
derinleşme (L'approfondissement d'un chenal,
d'un problème). 2. Yoğunlaşma, yoğunlaştırma
(L'approfondissement d'un sentiment).
appropriation diş. 1. Uyum, uygunluk (Ce qui fait
un chef-d'œuvre, c'est l'appropriation heureuse
entre le sujet et l'auteur). 2. Uydurma,
uygunlaştırma, uygun düşürme (L'appropriation
du style au sujet). 3. Yarar duruma getirme. 4. (Bir
şeye) Sahip çıkma; kendine mal etme
(Appropriation par occupation, par violence, par
ruse).
approprié,e s. Uygun, elverişli (Que chaque chose
soit à sa place appropriée).
approprier gçl. 1. Uygunlaştırmak. 2. Yoluna
koymak, düzen vermek. 3. Temizlemek. 4.
Approprier qch à qch: Bir şeyi -e uydurmak
(Approprier un style au sujet, les médicaments à
l'état général du malade). § S'approprier qch: Bir
şeye sahip çıkmak, bir şeyi kendine mal etmek
(S'approprier le bien d'autrui. Il s'est approprié la
découverte d'un autre).
approuvable s. Onanıhr, onanabilir, beğenilebilir,
tasvip edilebilir (Sa conduite n'est pas
approuvable).
approuver gçl. 1. Onamak, onaylamak, "tasdik
etmek (Le Sénat a approuvé le projet de loi). 2.
Kabul etmek, izin vermek, tasvip etmek
(J'approuve par avance tout ce qu'il fera). 3.
Beğenmek (Approuver un acte, un ouvrage). 4.
Beğendiğini göstermek. 5. Approuver qn de f.
qch: Birinin -sine hak vermek; birini -mekten
dolayı kutlamak (Je vous approuve d'avoir refusé
de céder aux menaces).
approvisionnement er. 1. (Bir yere) Azık sağlama,
gereç sağlama, "ikmal
(L'approvisionnement
d'une armée en munitions. L'approvisionnement
d'une ville en charbon). 2. Azık ; gereç (Les dépôts
regorgent d'approvisionnements).
approvisionner gçl. 1. Azık sağlamak, gereç
sağlamak; "ikmal etmek (Approvisionner une
ville, un marché, une armée). 2. Approvisionner
qn, qch de qch: Birini, bir şeyi -ile donatmak
(Approvisionner un magasin de toutes les
marchandises nécessaires). § S'approvisionner: 1,
Yiyecek içeceğini almak, gereksinimlerini
sağlamak (La ménagère vient s'approvisionner au
marché).
2. S'approvisionner de qch:
-gereksinimini sağlamak, -"ikmali yapmak
(S'approvisionner de bois, de vins).
approvisionneur, euse s. ve ad. Azık, gereç
sağlayıcı.
approximatif,ive

s.

Yaklaşık,

*kestirimsel,

appuyer
yaklaştırmaca, aşağı yukarı (Calcul, nombre
approximatif.
S'exprimer
en
termes
approximatifs).
approximation diş. Yaklaşıklık, 'yaklaştın,
*kestirim, "tahmin (Cela ne peut pas aller au-delà
d'une approximation). § Par approximation:
Yaklaşık olarak, kestirimle (Parvenir au résultat
par approximations).
approximativement bel. Yaklaşık olarak, aşağı
yukarı.
appui er. 1. Dayanak, destek (L'appui d'une
fenêtre. Mur d'appui. L'alpiniste perdit son appui
et tomba. Le point d'appui d'un levier). 2. mec.
Dayanacak kişi, arka (Il n'a aucun appui). § A
l'appui de: -desteklemek için (A l'appui de ses
dires...). Prendre appui sur: -den destek almak, -e
dayanmak (Il prend appui sur rocher)-. Chercher,
demander l'appui de qn: Birinin desteğini
aramak. S'assurer, gagner, trouver, avoir un
appui: Kendisine bir arka bulmak, bir koruyucu
sağlamak. Accorder, prêter, offrir son appui à qn:
Birine destek olmak, arka olmak,
appui-bras er. (Bir arabada, taşıtta) Kol dayayacak
yer, kolçak,
appuirmain er. Ressam değneği,
appui-tête er. Baş dayayacak yer (Appui-tête d'un
fauteuil).
appuyer gçl. 1. Dayamak (Elle a appuyé sa tête
contre moi). 2. Desteklemek (Appuyer un mur
par des contreforts. 3. mec. Desteklemek, tutmak
(Appuyer un candidat, une proposition de loi). 4.
Appuyer qch sur qch: Bir şeyi -e dayamak
(Appuyer ses coudes sur la table). S. Appuyer qch
contre qch: Bir şeyi -e dayamak, -e karşı dayamak
(Appuyer tine échelle contre le mur). 6. Appuyer
qch sur qch, de qch: Bir şeyi -e dayandırmak, ile
pekiştirmek(Appuyer ses dires sur des raisons. Il
appuya sa déclaration de preuves évidentes). 1.
Appuyer par: ask. -ile desteklemek (Appuyer une
attaque par un tir d'artillerie). 8. gsz. Dayanmak
(La voûte appuie sur les pieds-droits). 9. Appuyer
» sur: -i zorlamak (Le cheval appuie sur les mors)..
10. Appuyer sur: a) Üzerine basmak, vurgulamak
(Appuyer sur un mot en parlant), b) Üzerinde
durmak, "ısrar etmek (Il appuie trop sur cette
question). 13. Yönelmek; -den yana gitmek
(Appuyez sur la droite, appuyez à gauche). §
S'appuyer: 1. Birbirini desteklemek, birbirine
yardım etmek. 2. S'appuyer sur: -e dayanmak (Le
blessé s'appuie sur ses béquilles; Il s'appuie sur son
oncle). 3. S'appuyer qch: hlk. Yüklenmek,
altında kalmak (S'appuyer une corvée). 4.
S'appuyer de f. qch: -meyi istemeye istemeye
apraxie
yapmak (Je me suis appuyé de venir jusqu'ici). 5.
S'appuyer qch: tkz. Atıştırmak, tıkınmak
(S'appuyer des aliments, des boissons).
apraxie diş. hek. İşlev bozukluğu (Apraxie
oculaire).
âpre s. 1. Buruk (Un goût âpre). 2. Sert (Un froid
âpre, un vent âpre). 3. Çetin (Une lutte âpre, une
vie âpre). 4. Doymak bilmeyen, doymaz. 5. Apre
à qch: -e doymayan; -e doymak bilmeyen; gözü
doymayan (Il est âpre au gain).
âprement bel. 1. Sertçe, sertlikle. 2. Doymak
bilmeden, aç gözlülükle,
après ilg. 1. -den sonra (Le printemps vient après
l'hiver. Jepeux le recevoir après cinq heures. Unan
après la mort de son père). 2. Arkasından,
ardından (Il marche après son père. Les chiens
aboient après les passants).3. Après f.qch:-dikten
sonra (Après boire, après manger). 4.
Après+infinitif passé: -dikten sonra (Je sortirai
après avoir fini mon travail: işimi bitirdikten sonra
çıkacağım. Après être sorti du théâtre il est allé voir
son ami: Tiyatrodan çıktıktan sonra dostunu
görmeye gitti). 5. Après que: (Çekimli eylem)
-dikten sonra (Je suis arrivé à la gare après que le
train était parti: Tren gittikten sonra istasyona
vardım). 6. bel. Daha sonra, sonradan, sonra (Les
événements qui suivirent après). 7. bel. Arkada,
arkadan (Dans le cortège, les femmes marchaient
après). § D'après: 1. -e göre (D'après lui, vous
allez finir par échouer: Ona göre, sonunda
başarısızlığa uğrayacaksınız). 2. -e bakarak; -i
örnek tutarak (Ilpeind d'après nature. Un dessin
d'après Raphaël). 3. -den sonraki, ertesi (Lemois
d'après). Après cela: Bundan sonra, sonra, ondan
sonra. Et après?: Peki ya sonra? Après quoi:
Sonra, ondan sonra. Après coup: İş olup bittikten
sonra, iş işten geçtikten sonra. Après tout:
Nihayet, ne de olsa (Après tout, il n'est pas un
ange. Après tout, vous avez raison). Etpuisaprès!
N'oldu yani (Tu as déchiré ma lettre, et puis
après!). Demander après qn: hlk. Birini sorup
aramak. Etre après qn: Biriyle uğraşmak,
arkasını bırakmamak, birini tedirgin etmek,
hırpalamak (La police est toujours après lui). Jeter
le manche après la cognée: Bıkmak, gına
getirmek, tiksinip herşeyi bırakmak. Après la
pluie le beau temps: Her yokuşun bir inişi vardır.
C'est de la moutarde après dîner: İş işten geçti. Atı
alan Üsküdar'ı geçti. Arap öldükten sonra pilâvı
dök kulağına. Après moi, le déluge: Benden sonra
Tufan; benden sonra çaylar kurusun,
après-demain bel. ve er. Öbür gün (Il viendra aprèsdemain).

92

apurement
après-dîner er. (Eski) Öğle yemeği sonrası, öğle
yemeğinden sonraki zaman (Il passe tous les
après-dîners en famille).
après-guerre er. Savaş sonrası (L'avant-guerre et
l'après-guerre. Des après-guerres).
après-midier. yadadiş. öğle sonrası, öğleden sonra
(Il passe ses après-midi à la campagne. Une belle
après-midi de printemps. Je le verrai cet aprèsmidi).
après-ski er. Kış sporlarında, kayak yapılmıyorken
giyilen yumuşak, sıcak ayakkabı (Il a mis ses
après-ski).
après-vente er. Büyük mağazalarda satış sonrası
bakım (Service d'après-vente).
âpreté diş. 1. Sertlik, ürkünçlük (L'âpreté d'un
paysage. L'âpreté de l'hiver, du vent, d'un
caractère, d'une boisson). 2. Çetinlik (L'âpreté
d'une lutte). 3. (Eski) Doymazlık,
a priori 1. bel. Lat. önsel olarak (Condamner,
prouver a priori). 2.s. Önsel (Argument a priori,
une idée a priori 3. er. Önsel düşünce, 'önsellik
(Ce sont des a priori. Cette théorie repose sur un
simple a priori). 4. Deney öncesi verilere
dayanan.
apriorique s. Deney öncesi verilere dayanan,
önselce.
apriorisme er. 1. 'Önselcilik (Il se méfiait d'un
apriorisme étroit). 2. Gerçeğe dayanmadan
yargıda bulunma,
aprioriste s. önselci; önselce (Raisonnement
aprioriste, attitude aprioriste).
à-propos er. 1. Bir şeyin yerinde ve zamanında
oluşu, *yerindelik (Répondre avec à-propos). 2.
Konusunu ortalıktaki olaydan alan tiyatro yapıtı
yada koşuk.
aptes. 1. Anık, elverişli, yetenekli. 2. Apte à qch, à
f.qch: -e yetenekli, -meyi yapabilir, becerebilir
(Cet enfant n'est pas apte à un travail en équipe. Il
n'est pas apte à exprimer ses sentiments).
aptère s. I. Kanatsız (Insecte aptère). 2. Dikinsiz,
sütunsuz (Temple aptère).
aptéryx er. hayb. Kivi, Yeni-Zelanda'da yaşayan
bir kuş.
aptitude diş. 1. Anıklık, elverişlilik, yeteneklilik,
"istidat. 2. huk. Yetenek, "kabiliyet § Certificat
d'aptitude: Yeterlik belgesi. Avoir une aptitude à
qch, à f. qch; pour qch, pour f. qch: -e yeteneği
olmak, -meye anıklığı olmak (Le génie n'est
qu'une plus grande aptitude à la patience. Il a une
grande aptitude à s'adapter. Cet homme a une
grande aptitude pour les sciences).
apurement er. (Hesaplan) Aklama, temize
çıkarma; "tasfiye.
apurer
apurer gçl. Aklamak, doğru olduğunu saptamak,
temize çıkarmak; "tasfiye etmek (Apurer les
comptes).
apyre s. Ateşe dayanıklı, yanmaz,
apyrétique i. hek. Ateşsiz.
apyrexie diş. hek. Ateşsizlik.
aquafortiste er. Kezzapla çalışan oymacı,
aquanaute er. Sualtı araştırma uzmanı (La descente
d'aquanaute à une profondeur de cent mètres).
aquarelle
Suluboya resim (Faire de l'aquarelle).
aquarelliste ad. Suluboya ressamı,
aquarium er. Akvaryum, "balıklık.
aquatique s. hayb. ve bitb. Suda yada su yöresinde
yaşayan
(Plantes
aquatiques,
oiseaux
aquatiques).
aqueduc er. Sukemeri.
aqueux,euse s. 1. Su niteliğinde olan (La partie
aqueuse du sang). 2. Sulu.
aquicole s. Su ürünleri yetiştiriciliğine değgin
(Industrie aquicole).
aquiculture diş. (Havuzlarda yada göletlerde) Su
ürünleri yetiştiriciliği,
aquifère s. Suyu olan, sulu (Le sondage atteignit la
couche aquifère)
aquifollacées diş. ç. bitb. Çobanpüskülügiller.
aquilin,e s. Kartalsı, kartalı andıran (Un nez
aquilin).
aquilon er. 1. Poyraz, kuzey yeli. 2. Kuzey (Du Sud
à l'aquilon).
ara er. Uzun kuyruklu, parlak tüylü Amerika
papağanı.
arabe 5. ve ad. 1. Arap (Les pays arabes, un arabe,
une arabe). 2. er. Arapça (Il a appris l'arabe en
Egypte). 3. Araplara değgin, araplara özgü (La
religion arabe, un style arabe).
arabesque 1. s. Arap tarzında (olan bezekler). 2.
diş. Girişik bezeme, arabesk, arapsallık
(Mimarlıkta). 3. Kıvrım, girinti çıkıntı (La rivière
dessinait de curieuses arabesques).
arabique s. Arabistan'a değgin; Arabistan'dan
gelen.
arabisant,e ad. Arap dili ve yazım bilgini.
arabisation diş. Araplaştırma.
arabiser gçl. Araplaştırmak.
arable s. Ekilebilir, sürülebilir, işlenmeye elverişli
(Terres arables).
arachide diş. Yerfıstığı.
arachnéen,ennes. 1. Örümceğe değgin. 2. İncecik,
tüy gibi.
arachnides er. ç. hayb. Örümcekler, örümcekgiller.
arachnoïde
anat. (Beyinzarlarında)Örümceksi
katman.
arack, araç er. Rakı, pirinç yada şekerkamışı rakısı.
93

arborer
araignée diş. 1. hayb. Örümcek (L'araignée file,
tisse, ourdit sa toile). 2. Kuyu çengeli. 3. Ağ. §
Toile d'araignée: Örümcek ağı. Avoir une
araignée dans le plafond: Kafadan çatlak olmak,
biraz kaçık olmak,
araire er. Kara saban,
araliacées diş. ç. bitb. Sarmaşıkgiller,
aramon er. Bir tür asma çubuğu,
arasement er. (Duvarcılıkta) Teraziye getirme,
terazileme.
araser gçl. 1. (Duvarcılıkta) Teraziye getirmek,
terazilemek. 2. yerb. Bir engebeyi aşındırmak,
düzleştirmek.
aratoire i. Tarıma değgin, tarımsal (Instruments
aratoires, travaux aratoires).
arbalète diş. (Eski silahlardan) Kundaklı yay; tatar
oku, oluklu ok.
arbalétrier er. 1. Kundaklı yayla silahlanmış asker.
2. hayb. Karasaksağan. 3. (Yapıcılıkta) Makas
kirişi.
arbi er. tkz. Kuzey Afrika yerlisi, kuzey afrikalı.
arbitrage er. 1. (Bir anlaşmazlığın çözülmesi için)
Yargıcıya başvurma (Soumettre un différend à
l'arbitrage). 2. (Borsada) Fiyat ayrımlarından
yararlanarak girişilen alım satım. 3. Hakemlik
(Une erreur d'arbitrage).
arbitraire s. 1. Keyfe bağlı, caninin istediği gibi,
hiçbir nedene dayanmayan, "keyfî (Une décision
arbitraire. Les arrestations arbitraires se
multiplient). 2. er. Keyfe bağlı yönetim, yasası
kuralı olmayan yönetim; keyfîlik, zorbalık (La
presse subit le règne de l'arbitraire).
arbitrairement bel. Keyfe bağlı olarak, "keyfi
olarak, canınm istediği gibi.
arbitral,e s. Yargıcılığa değgin, "hakemliğe değgin,
"yargıcıl (Sentence arbitrale, tribunal arbitral).
arbitralement bel. Yargıcı yoluyla, yargıcılık
yoluyla, hakemlik yoluyla,
arbitre er. 1. Yargıcı, "hakem. 2. Salt buyurucu, tek
seçici, tek buyurucu, 'buyurman, astığı astık
kestiği kestik, zorba. 3. Uzlaştırıcı, arabulucu. 4.
Le libre arbitre: 'Elindelik, "cüzi irade (Il n'a
plus son libre arbitre et agit sous la contrainte.)
arbitrer gçl. 1. Yargıya bağlamak, çözüp sonuç
üzerinde bir yargı yürütmek (Arbitrer un conflit,
un litige). 2. Yargıcılık etmek, hakemlik etmek
(Arbitrer un match de boxe). 3. (Borsada) Fiyat
farklarından yararlanarak alım satım yapmak
(Arbitrer des valeurs, des marchandises).
arborer gçl. 1. (Ağaç gibi) Dikmek. 2. Çekmek,
dikmek (Arborer un drapeau). 3. Herkese
göstererek taşımak, kasıla kasıla giymek
(Arborer un insigne, un chapeau). 4. Atmak,
arborescence
çekmek (Arborer une manchette, un titre). S. Çok
belirgin biçimde yapmak (Arborer un sourire). §
Arborer l'étendard de la révolte: İsyan bayrağını
çekmek.
arborescence diş. Ağaç biçimi, ağaç görünüşü,
arborescent,e s. Ağaç biçiminde, ağaç görünüşlü
(Le bananier est une herbe arborescente).
arboricole s. 1. Ağaçlarda yaşayan (Oiseaux
arboricoles). 2. Ağaç yetiştiriciliğine değgin (La
technique arboricole).
arboriculteur,trice ad. Ağaç yetiştiricisi,
arboriculture diş. Ağaç yitiştiriciliği, ağaççılık,
arborisation diş. (Mineral cisimlerde görülen)
Ağaç resmi; ağaçlanma (Les arborisations de
l'agate, de l'onyx).
arborisé s. Ağaç görünümlü, ağaçlanmış (Agate
arborisée).
arbouse ^/.j. Kocayemiş.
arbousier er. Kocayemiş ağacı,
arbre er. 1. Ağaç (Arbre feuillu, branchu, noueux,
creux), l.mek. Eksen mil (Arbre de transmission.
Réunir deux arbres mécaniques).3. den. Direk. §
(Söylencede) Arbre d'Apollon: Defne. Arbre de
Cybèle: Çam. Arbre de Minerve, de Pallas: Zeytin
ağacı. Arbre de Noël: Noel Ağacı. (Simyada)
Arbre de Diane: Gümüş. Arbre de Jupiter: Kalay.
Arbre des philosophes: Cıva. Arbre de vie: Hayat
ağası. Arbre généalogique: "Şecere, soy kütüğü.
Couper l'arbre pour avoir le fruit: Eti için bülbülü
öldürmek. Entre l'arbre et l'écorce il ne faut pas
mettre le doigt: Etle tırnak arasına girilmez. Dfaut
courber l'arbre quand il est jeune: Ağaç yaş iken
eğilir.
arbrisseau er. Ağaççık,
arbuste er. Çalı.
arbustif,ive s. Çalıya değgin,
arc er. 1. (Ok atmaya yarayan) Yay (Bander, tendre
l'arc. Tirer des flèches avec un arc). 2.
(Geometride) Yay (Cosinus, sinus d'un arc). 3.
(Yapıcılıkta) Kemer (Le cintre d'un arc. Arc en
ogive). 4. Kıvrıntı, kemer (Arc des sourcils, des
lèvres). § Arc de triomphe: Zafer tâkı. Avoir
plusieurs cordes à son arc: 1. Elinde birçok kozu,
olanağı bulunmak. 2. Elinden nice nice işler
gelmek; on parmağında on hüner olmak,
arcade diş. 1. Kemer (Arcade sourcilière). 2. Sıra
kemerler (Les arcades d'un aqueduc, d'une
galerie). § Arcade de Fallope: Omuz kemeri.
Arcade palmaire: Kalça kemeri,
arcane er. 1. Simyacıların gizemli eylemleri. 2. (Bir
iş yada bir meslekte) Giz, gizli tutulan şey,
herkesin bilmediği yan, püf noktası (Les arcanes
de la politique, de la science).

94

archiépiscopal
arcasse diş. (Gemi iskeletinde) Kıç kafes,
arcature diş. Sıra kemerler,
arc-boutant er. 1. Destek, payanda, destek kemer
(Les arcs-boutants d'une cathédrale gothique). 2.
den. (Gemide) Sandal askısı,
arc-bouter gçl. Destek kemerle berkitmek (Arcbouter un mur, une voûte). § S'arc-
bouter sur,
contre, à qch: -e dayanmak; -den destek almak
(S'arc-bouter sur une perche. Ils'arc-boute au sol
pour soulever la roue de la voiture. Il s'arc-boutait
contre le mur pour retenir l'armoire qui penchait).
arceau er. 1. (Bir kubbede, bir kapı yada
pencerede) Kemer. 2. Küçük kemer, kemercik
(Arceau d'un tunnel, d'un berceau).
arc-en-ciel er. Alkım, gök kuşağı, ebemkuşağı (Les
arcs-en-ciel sont visibles souvent après une
averse).
archaïque s. * Eskil (Mot, style, tournure
archaïque).
archaïsme er. *Eskillik (Ecrivain qui aime
l'archaïsme).
archal (Fil d'archal) er. Pirinç tel.
archange er. (Cebrail, Mikâil, İsrafil gibi)
Başmelek (Les archanges Gabriel, Michel, et
Raphaël).
arche diş. 1. Köprü kemeri, kemer (Les arches d'un
pont, d'un viaduc). 2. Gemi, Nuh'un gemisi
(L'arche de Noé). 3. (Şaka) Türlü türlü insanların
oturduğu yer. § L'arche d'alliance, l'arche sainte:
Yahudilerin yasa levhalarını sakladıkları sandık,
archéologie diş. "Kazıbilim, "arkeoloji.
archéologique s. Kazıbilime değgin, *kazıbilimsel
(Recherches
archéologiques,
fouilles
archéologiques).
archéologue ad. "Arkeolog, *kazıbilimci.
archer er. 1. Okçu (Les archers anglais de la guerre
de Cent ans.). 2. Eskiden bir tür polis, kollukçu.
archère, archière diş. Mazgal,
archerie diş. 1. Okçuluk, ok atma sanatı. 2. Ok
takımı, okçunun kullandığı gereçlerin tümü.
archet er. 1. (Keman ve benzerlerinde) Yay. 2.
(Teknikte) Torna yada delgi yayı. 3. (Elektrikli
taşıtlarda) Hava yayı.
archétype er. İlk örnek, ana örnek,
archevêché er. Başpiskoposluk,
archevêque er. Başpiskopos,
archicomble s. Dopdolu; hıncahınç,
archidiacre er. Başdiyakos.
archiduc er. Arşidük,
archiduché er. Arşidüklük.
archiduchesse diş. 1. Arşidük karısı, arşidüşes. 2.
Avusturya prensesi.
>
archiépiscopale s. Başpiskoposluğa değgin.
archiépiscopat
archiépiscopat er. Başpiskoposluk,
archifou, archifolles. Zırdeli,
archimandrite er. Rum manastır başrahibi.
archipel er. Takımadalar,
archiphonème er. dilb. Üstsesbirim.
arhiprêtre er. Başpapaz,
architecte er. "Mimar, "örekmen.
architectonique s. 1. Örekmenliğe değgin,
mimarlığa değgin, öreksel, "mimarî (Règles
architectoniques). 2. diş. Yapıcılık tekniği,
mimarlık sanatı, örekmenlik (Les procédés de
l'architectonique).
architectural,e s. Örekmenliğe (mimarlığa) değgin,
*öreksel, "mimarî (Formes architecturales).
architecture^. 'Örekmenlik, mimarlık,
architecturer gçl. Kurmak, yapısını kurmak
(Architecturer bien un roman).
architrave diş. (Sütun başlığı üstünde) Baştaban,
archivage er. Arşivleme, belgeliğe koyma,
archiver^/. Sınıflandırmak, arşivlemek, belgeliğe
koymak,
archives diş. ç. 'Belgelik, "arşiv,
archiviste er. "Arşivci, belgelik memuru,
archivistique s.
1. Belgelemeye
değgin,
arşivlemeye değgin (Pièce archivistique). 2. diş.
Arşivbilim, "belgebilim (Varchivistique des
manuscrits).
archonte er. (Eski Yunanistan'da) Yargıç kral (Les
neufs archontes d'Athènes). | Archonteéponyme:
(Eski Yunan'da) Yıla adını veren yüksek yargıç,
arçon er. 1. Eyer çatısı. 2. Atımcı ("hallaç) yayı. §
Vider les arçons: Attan düşmek. Etre ferme dans,
sur ses arçons: mec. Düşüncelerinde sağlam
olmak, gürültüye pabuç bırakmamak,
arctiques. Kuzey (Pôle arctique, cercle arctique).
ardemment bel. Şiddetle, çok, yaman, "hararetle
(Vouloir, désirer ardemment).
ardent,e s. 1. Yanmakta olan, tutuşan (Charbons,
tisons ardents). 2. Yakıcı, kızgın (Un soleil
ardent). 3. Şiddetli, zorlu (Un désir, un combat
ardent). 4. mec. Yaman (Il est ardent au combat).
5. Kula (renk). 6. Ateşli, ateş gibi (Unepersonne
ardente, une nature ardente). 7. Güçlü, diri, canlı
(Une imagination ardente). 8. Yangın çıkaran,
yakan (Flèches ardentes. Miroir ardent). §
Chambre ardente: Eskiden ateşte yakılma cezası
veren yargı yeri. Chapelle ardente: Mumlarla
aydınlatılarak kutsallık verilmiş cenaze odası.
Etre sur des charbons ardents: Diken üstünde
oturmak; sabırsızlıktan patlamak,
ardeur diş. 1. Yüksek ısı, yakıcılık, kızgınlık
(Ardeurdusoleil). 2. Erk, canlılık, dirilik (Ardeur
juvénile). 3. mec. Yamanlık, ateşlilik, "şiddet. 4.

95
argent
Büyük istek (Il ne montre aucune ardeur au
travail).
ardillon er. Toka dili.
ardoise diş. 1. yerb. Kayağantaş, "arduvaz
(Gisements d'ardoise). 2. Taş tahta (Aujourd'hui,
les écoliers n'écrivent plus sur des ardoises). 3.
Veresiye hesabı, borç (Il est très endetté, il a des
ardoises partout).
ardoisé,e s. Arduvaz renginde, koyu gri-mavi,
kurşun gibi (Un ciel ardoisé).
ardoisier,ère s. Arduvazlı, arduvazla ilgili (Schiste
ardoisier, industrie ardoisière).
ardoisier er. Arduvazci, arduvaz ocağı işleten (Les
ardoisiers de Bretagne).
ardoisière diş. Kayağantaş (arduvaz) ocağı,
ardu,e s 1. Sarp (Chemin ardu). 2. Çetin, güç (Un
travail ardu).
are er. (Yüzölçümü birimi) Ar, yüz metrekare,
aréflexie diş. hek. Tepkeyitimi, refleks yitimi,
aréique s. Sürekli su örtüsü olmayan (LeSa/ıara as/
une région aréique).
areligieux,euse s. Dinsiz.
arénacé,es. Kumlu, kumsu (Roche arénacée).
arène diş. 1. (Anfïteatr, sirk gibi yerlerde) Kum
alanı, oyun sılam, "arena (Le taureau entre dans
l'arène). 2. Anflteatr (Les arènes d'Arles, de
Vérone). 3. Kum çölü. 4. mec. Tartışma alam,
alan, arena (Arène politique). § Descendre dans
l'arène: Kavgaya, mücadeleye atılmak, düelloyu
kabul etmek,
arénicole s. Kumda yetişen, kumda yaşayan,
kumcul.

aréole diş. 1. Ayla, "hale. 2. anat. Memenin


etrafındaki mor halka. 3. Yaranın etrafındaki
yuvarlak kırmızılık,
aréomètre er. Yoğunlukölçer,
aréopage er. Bilginler yada yargıçlar kurulu; en
yetkili bilgin, yargıç ve edebiyatçı kurulu,
arête diş. 1. (Balıkta ve bitki başaklarında) Kılçık
(Les poissons de rivière ont beaucoup d'arête. Une
arête lui est restée dans la gorge). 2. Sivri köşe
(Arête d'une voûte. Une pierre à vive arête). 3. Dağ
sırtı ; doruk çizgisi "hattı-bâlâ (Arête d'une chaîne
de montagnes). 4. mat. Ayırt (Les arêtes d'un
cube).
arêtier er. Çatı mahyası.
argent er. 1. Gümüş (Polir, brunir l'argent). 2.
Gümüş renginde, gümüşten (Les reflets d'argent
de l'étang sous la lune. Vaisselle d'argent). 3. Para
(Je n'ai pas d'argent sur moi). § Les puissances
d'argent: Para babaları. Vif-argent: Civa. Avoir
de l'argent: Parası olmak. Placer, faire travailler
son argent: Parasını çalıştırmak. Déposer, verser,
argentan
mettre son argent en banque: Parasını bankaya
yatırmak. Emprunter de l'argent à qn: Birinden
ödünç almak. Prêter de l'argent à qn: Birine
ödünç para vermek. Gagner de l'argent: Para
kazanmak. Recevoir, toucher de l'argent: Para
almak. Se vendre pour de l'argent: Kendini para
için satmak. Amasser, entasser de l'argent: Para
biriktirmek. Jeter l'argent par les fenêtres: Har
vurup harman savurmak. Etre à court d'argent,
sans argent: Parasız olmak. En avoir pour son
argent, en vouloir pour son argent: Ne verdiyse
onu istemek, yaptığının karşılığını aynen*
istemek. Payer en argent frais: Tıkır tıkır para
saymak. Payer en argent comptant: Peşin para ile
ödemek. Prendre qch pour argent comptant: Bir
şeye saf saf, körü körüne inanmak. Faire argent
de tout: Para için her şeyi yapmak, para için
babasını bile satmak. L'argent ne fait pas le
bonheur: Para insanı mutlu kılmaya yetmez. Plaie
d'argent n'est pas mortelle: Giden para olsun,
canıma gelmesin de malıma gelsin. Le temps c'est
de l'argent: Vakit nakittir.
argentan er. Bakır, çinko ve nikel alaşımı. Çinko
yerine kalay girerse argenton denir,
argenté,e s. 1. Gümüş kaplamalı, gümüş kaplanmış
(Métal argenté). 2. Gümüş renginde ve
parlaklığında (Cheveux argentés). 3. "Berrak,
pırıl pırıl (Cette voix argentée de la jeunesse. Son
argenté d'une clochette). 4. Paralı, parası pulu
olan. § N'être pas argenté: Parası pulu olmamak,
argenter gçl. 1. Gümüş kaplamak (Argenter des
couverts. Argenter une glace). 2. Gümüş
parlaklığı vermek, gümüş gibi parlatmak (La lune
argente les bouleaux).
argenterie diş. Gümüş (sofra) takımı,
argenteur er. Gümüş kaplamacısı, gümüş
kaplaması yapan işçi. § Argenteur sur verre:
Aynacı, ayna dökmecisi.
argentier er. 1. Gümüş takımları dolabı. 2. tkz.
Maliye bakam,
argentifère s. Gümüşlü; içinde gümüş bulunan
(Minéral argentifère).
argentin,e s. 1. "Berrak, pırıl pırıl (Une voix
argentine. Le son argentin d'une clochette). 2. s. ve
ad. Arjantinli; Arjantin'e özgü.
argenture diş. 1. Gümüş kaplama (L'argenture de
ces couverts est partie). 2. (Kaplamada) Gümüş
yaprak.
argile diş. Kil. § Colosse aux pieds d'argile: mec.
Görünüşte güçlü, gerçekte çürük; dışı güzel içi
kof (Kişi yada nesne),
argileux,euses. Kilden, killi, kilsi (Terreargileuse).
argilière diş. Kil ocağı.

96

aristocrate
argon er. kim. Argon.
argonaute er. 1. hayb. Argonot. 2. mec. Serüvenci
gemici. 3. Küçük yelkenli,
argot er. Argo (Parler argot).
argotique s. Argoya değgin (Termes argotiques).
argotiste ad. dilb. Argo uzmanı, argocu.
argousin er. 1. (Eskiden) Kürek hükümlüleri
gardiyanı. 2. hlk. Polis, aynasız, kaldırım kargası,
argue diş. Tel haddesi.
arguer gçl. 1. Sonuç olarak çıkarmak (Vous ne
pouvez rien arguer de ce fait). 2. Arguer qch. de
qch: a) -ile suçlamak ; -diğini ileri sürmek (Arguer
une pièce de faux), b) Bir şeyi ileri sürmek, neden
olarak göstermek (Arguer de son ancienneté pour
obtenir un avancement). 3. gsz. Bahane etmek,
ileri sürmek (Il argue qu'il a de lourdes charges
familiales pour demander une augmentation).
argument er. 1. Uslamlama 2. Kanıt, "delil
(Appuyer une affirmation sur des arguments). 3.
(Bir yapıttan, bir parçadan çıkarılan) Öz, özet
(Argument d'un roman, d'une pièce de théâtre). §
Tirer argument de qch: Bahane etmek, neden
göstermek, ileri sürmek (Tirer argument de sa
mauvaise santé pour prendre sa retraite).
argumentaire s. "Kanıtsal, kanıta değgin, delile
ilişkin.
argumentateur, trice ad. Kanıt getirici, kanıtlayıcı.
argumentation diş. Kanıtlama, kanıt getirme
(Présenter une solide argumentation).
argumenter gsz. 1. Kanıt göstererek tartışmak (Il
argumente sans cesse avec des contradicteurs). 2.
Argumenter de qch: -i kamt diye almak,
kanıtlamak (Argumenter de l'effet à la cause. Il ne
faut pas argumenter de la possibilité à la réalité).
argus er. 1. Açıkgöz adam. 2. 'Giziletimci, "hafiye
"jurnalci. 3. Hint sülünü,
argutie diş. Pek incesine giden yersiz uslamlama;
gereksiz incelikler, ayrıntılar, us oyunları (Les
avocats multiplièrent les arguties juridiques pour
retarder l'ouverture du procès).
argyronète diş. Suörümceği.
aria er. 1. hlk. Sıkıntı, can sıkıcı şey (Ce voyage ne
nous aura procuré que des arias). 2. diş. müz.
Arya (Une aria de Bach).
arianisme er. fels. Ariusçuluk.
arides. 1. Kurak, çorak (Terre aride, climat aride).
2. mec. Kuru, kısır, duyarhksız (Un cœur aride).
aridité diş. 1. Kuraklık, çoraklık (Aridité du sol). 2.
mec. Kuruluk, kısırlık, duyarsızlık (Aridité du
cœur).
ariette diş. müz. Arietta (Ariette de Haydn).
arioso er. müz. Aryozo; aryayı andıran bir hava.
aristocrate s. ve ad. Soylu kişi, soylulardan;
aristocratie
"aristokrat, *aksoylu.
aristocratie diş. 1. Soylular sınıfı, *aksoylular 2.
Soylular erki, soylular yönetimi, "aristokrasi,
aristocratique s. Aksoyluluğa değgin, aksoylulara
özgü,
"aristokratik
(Gouvernement
aristocratique. Il a des manières aristocratiques).
aristocratiquement bel. Aristokratça, aksoyluca.
aristotélicien, ne s. Aristoteles felsefesine,
düşüncesine, çağına değgin; Aristotelesçi.
arithméticien, ne ad. Aritmetikçi.
arithmétique diş. *Sayıbilim, "aritmetik,
arlequin er. 1. İtalyan komedisinde renk renk
parçalardan yapılmış giysi giyen güldürücü bir tip,
soytarı. 2. Belirli bir inanç yada ilkesi olmayan
kişi, renksiz adam, ne kokar ne bulaşır. 3. hlk.
Satılığa çıkarılan türlü yemek artıkları. § Habit
d'arlequin: Yamalı bohça (gibi bir şey),
arlequinade diş. 1. Kaba güldürülere dayalı bir
oyun. 2. Soytarılık. 3. Beğenisizlik, paskallık,
armagnac er. Armanyak likörü,
armateur er. Gemi işleticisi, armatör,
armature diş. 1. (Teknikte) Demir iskelet. 2.
(Yapıcılıkta) Kalıp (Armature du béton). 3. mec.
Bir işin temel çatısı, ana dayanağı (L'armature
d'un parti politique). A.fiz. Armatür. 5. müz. (Bir
notanın) Anahtar işaretleri,
arme diş. 1. Savut, yarağ, "silah. 2. ask. Sınıf
(L'arme de l'infanterie, de l'artillerie). 3. ç.
Askerlik. 4. ç. Arma (Les armes de la ville de
Paris). S. mec. Silah, her türlü savunma ve
saldırma aracı (Les armes des animaux). § Armes
à feu: Ateşli silahlar. Armes tranchantes: Kesici
silahlar. Armes légères, lourdes: Hafif, ağır
silahlar. Arme à deux tranchants: İki yana da işler
bir silah, hem yararı hem zararı olabilecek bir şey;
iki ağzı keskin kılıç. Suspension des armes: Silah
bırakımı, ateş kes. Aux armes!: Silah başına! Fait
d'armes: Savaşta yararlık. Maître d'armes:
Eskrim öğretmeni. Par les armes: Silahla, silah
zoruyla (Régler un différend par les armes.
Prendre le pouvoir par les armes). Braquer,
pointer, diriger une arme contre qn: Bir silahı
birine doğru çevirmek, yöneltmek. Porter les
armes, être sous les armes: Silah altında olmak.
Appeler qn sous les armes: Silah altına almak,
askere almak. Porter l'arme: Silah takmak
(Portez arme: Silah omuza, silah tak). Reposer
l'arme: Silah indirmek (Reposez arme: Silah
yerine) Passer qn par les armes: Kurşuna dizmek.
Passer l'arme à gauche: Ölmek, öteki dünyayı
boylamak. Faire ses premières armes: 1. Savaşa
ilk kez girmek. 2. Bir işte ilk adımı atmak (Il a fait
ses premières armes dans un petit journal). Faires

97
armoiries
des armes: Eskrim talimi yapmak. Prendre les
armes: Silaha sarılmak. Tourner les armes contre
qn: Birinin önce dostu iken sonra silahını ona
çevirmek, aleyhine dönmek. Rendre les armes:
Teslim olmak, yenilgiyi kabul etmek. Mettre bas
les armes, déposer les armes: Silah bırakmak;
teslim olmak. Faire tomber les armes des mains de
qn: Birinin elinden silah almak, yatıştırmak,
armé,es. 1. Silahlı (Forces armées. Conflit armé). 2.
Demir iskeletli (Bétonarmé). 3. mec. Donanmış,
silahlı, iyice hazırlanmış (Il est bien armé dans la
lutte pour la vie). 4. Armé de: -ile donanmış, -e
sahip (Epi armé de piquants). § Etre armé
jusqu'aux dents, de pied en cap: Tepeden tırnağa
silahlı olmak,
armée diş. 1. Ordu (Armée nationale, armée
régulière. Armée de terre, armée de mer, armée de
l'air). 2. mec. Ordu, sürü (Une armée de
sauterelles, de livres). § Former, recruter une
armée: Ordu kurmak, toplamak,
armeline diş. Kakım derisi,
armement er. 1. *Savutlanma, "silahlanma;
silahlandırma
(Course
aux
armements:
Silahlanma yarışı). 2. ask. Donatım (Armement
d'unsoldat). 3. Gemi donatımı. 4. Armatörlük. 5.
Silah (Armements
nucléaires,
armements
stratégiques).
arménie diş. Ermenistan.
arménien,nés. vead. 1. Ermeni (Unarménien, une
arménienne. Musique arménienne). 2. s.
Ermenilere değgin. Ermeniceyle ilgili. 3. er.
Ermenice.
armer gçl. 1. *Savutlandırmak, silahlandırmak
(Armer une personne, une ville, un pays.). 2.
Armer qn de qch: Birini -ile donatmak (Armer un
gouvernement de pouvoirs exceptionnels). 3.
Armer qn contre: Birini -e karşı silahlandırmak;
aleyhine kışkırtmak. 4. (Gemiyi) Donatmak. 5.
Demir çubuklarla pekiştirmek, dayancını
arttırmak (Armer les murs d'une galerie. Armer
' une poutre de bandes de fer). § S'armer: 1.
Savutlanmak, silahlanmak. 2. S'armer de qch:
-ile silahlanmak, donanmak (Ils'arma d'un bâton
pour faire face à son adversaire. S'armer de
courage, de patience). 3. S'armer contre qch: -e
karşı tedbirli olmak, tedbirini almak (S'armer
contre le danger, le froid, le mal).
armistice er. Silah bırakışma,
* bırakışma
"mütareke (Conclure, signer un armistice).
armoire diş. 1. Gömme dolap. 2. (İçine eşya
konulan) Dolap (Armoire à glace. Armoire à
linge. Armoire à pharmacie).
armoiries diş. ç. Arma.
armoise
armoise diş. bitb. Miskotu, yaban karanfili,
armoriai,e 1. s. Armaya değgin. 2. er. Armalar
dergisi.
armorier gçl. Arma çizmek; bir yere arma takmak,
armure diş. 1. Zırh takımı, zırh (Armure de tête, de
cou, des épaules, armure de cheval). 2. Ağaçları
korumak için çevrelerine çekilen kafes, ağaç
kafesi. 3. (Kumaşta) Dokunuş,
armurerie diş. 1. 'Savutçuluk, silahçılık. 2. Silah
fabrikası. 3. Silah alım satımı, savut tecimi,
armurier er. Savutcu, silahçı,
arnaque, er. hlk. Dalavere, yalan dolan,
dümencilik, üçkâğıtçılık (Faire de l'arnaque).
arnica, antique diş. bitb. Öküzgözü.
aroïdés, aroïdacées diş. ç. bitb. Yılanyastığıgiller.
aromate er. Hoş kokulu, ıtırlı bitki maddesi ; aroma.
aromatique s. Hoş kokulu, ıtırlı, aromah (Plantes
aromatiques. Saveur aromatique).
aromatiser gçl. 1. Güzel bir koku salmak. 2.
Aromatiser de qch: -ile kokulandırmak
(Aromatiser les chocolats de cannelle).
arôme, arôme er. Güzel koku, ıtır, koku (La
boutique exhalait un délicieux arôme de café).
aronde diş. (Eskiden) Kırlangıç. § A queue
d'aronde: Kırlangıç kuyruğu biçiminde,
arpège er. müz. Arpej,
arpéger gçl. Arpej yapmak (Accord arpégé).
arpent er. Dönüm (Un champs de vingt arpents).
arpentage er. Toprak ölçme, alan ölçme
(Instruments d'arpentage).
arpenter gçl. 1. (Yeri, toprağı) Ölçmek. 2. mec. Bir
gidip bir gelmek, arşınlamak (Il a arpenté le
trottoir en attendant son ami. Arpenter sa
chambre).
arpenteur er. Yer ölçücüsü, *yerölçümcü.
arpenteuse diş. hayb. Gece kelebeği,
arpète, arpette diş. hlk. Terzi çırağı,
arpion er. hlk. Ayak.
arqué,e s. Yay biçiminde (Sourcils arqués. Nez
arqué).
arquebuse diş. (Eski) Arkebüz diye anılan tüfek,
arquebusier er. 1. Arkebüzlü asker. 2. Arkebüzcü.
arquer gçl. 1. Yay gibi eğmek, bükmek,
eğmeçlemek (Arquer une pièce de fer. Mettez les
mains aux hanches et arquez les reins). 2. gsz.
Eğmeçlenmek, bel vermek (Cette poutre
commence à arquer.) 3. gsz. hlk. Yürümek (Il ne
peut plus arquer).
arrachage er. 1. Yolma, sökme, koparma
(Arrachage des mauvaises herbes, des pommes de
terres). 2. tkz. Sökme, çekip çıkarma (Arrachage
d'une dent).

98

arrangement
arraché er. (Halterde) Ağırlığı bir anda başının
üstüne çıkarma çalışması, koparma. § A
l'arraché: Söke söke, zorla, bileğinin gücüyle
(Obtenir son droit à l'arraché).
arrache-clou er. Çivi sökeceği,
arrachement er. Sökme, çıkarma, yolma,
kökünden çıkarma (Arrachement d'un arbre, des
betteraves).
arrache-pied (d') bel. Durup dinlenmeden, başmı
işten kaldırmadan (Travailler d'arrache-pied).
arracher gçl. 1. Sökmek, yolmak, çıkarmak
(Arracher un arbre, les mauvaises herbes, les
cheveux, les poils). 2. Çekmek (Arracher une
dent). 3. Söküp atmak, indirmek (Arracher un
masque). 4. Arracher qch, qn, de qch: -den
koparmak; -den kurtarmak, koparıp almak
(Arracher d'une terre les broussailles. Arracher un
enfant des bras de la mort). 5. Arracher qn à qch:
Birini bir şeyden kurtarmak (Arracher un homme
à une mauvaise situation, à la misère). 6. Arracher
qch à qn: a) Birinin -sini çıkarmak (Arracher les
yeux à quelqu'un), b) -den bir şey koparmak,
almak (Arracher de l'argent à un avare. Il est
impossible de lui arracher un mot), c) -sini
indirmek, söküp atmak (Arracher le masque, le
voile à un hypocrite). 7. Arracherqndeqch: Birini
-den kovmak, çıkarıp atmak (Arracher quelqu'un
de sa maison, de sa place). § S'arracher les
cheveux: Saçlarım yolmak, çok pişman olmak,
dövünmek.
arracheur, euse ad. 1. Sökücü, yolucu, çıkarıcı
(Arracheur de betterave). 2. diş. (Tarımda) Kök
sökme aracı, çıkarma makinası (Une arracheuse
de pommes de terre). § Mentir comme un
arracheur de dent: Utanmadan yalan söylemek;
tek ayak üstünde kırk yalan söylemek,
arrachis er. 1. Ağaç sökme. 2. Sökülmüş fide.
arrachoir er. Ot yolma aygıtı; kök sökme aracı,
arraisonnement er. (Gemide) Genel denetleme,
arraisonner gçl. (Bir gemiyi durdurup) Genel
denetimden geçirmek (Arraisonner un navire).
arrangeable s. Düzelebilir, düzeltilebilir, yoluna
konabilir ( Ce conflit n'est pas arrangeable).
arrangeant, e s. Uysal, uzlaşmaya hazır,
arrangement
er.
1.
Düzeltme,
onarma
(Arrangement d'un mobilier, d'une maison). 2.
Yerleştirme (Arrangement des fiches dans un
classeur). 3. Hazırlanma, hazırlık (Les
arrangements du départ). 4. Düzenleme,
uydurma (Arrangement d'une partition pour le
piano). 5. Çözme, yoluna koyma (Arrangement
d'un différend). 6. Uzlaşma, uzlaştırma (Un
mauvais arrangement vaut mieux qu'un bon
arranger
procès).
arranger gçl. 1. Dizmek, düzeltmek, yerleştirmek
(Arranger des papiers, des livres).
2.
Düzenlemek, yoluna koymak (Arrangersa vie).
3. Çözmek, çözümlemek (Arranger un différend,
une affaire, un conflit). 4. Onarmak (Arranger
une maison, une voiture.). 5. Hazırlamak
(Arranger la table pour déjeuner. Arranger un
voyage, une entrevue). 6. Hoşnut kılmak, "tatmin
etmek (On ne peut pas arranger tout le monde). 7.
İyice haşlamak, ağzının payını vermek (Arranger
un insolent de la belle manière). 8. Düzenlemek,
uyarlamak (Arranger unepartitionpour le piano).
9. Arranger qn: -in işine gelmek (Cela m'arrange
que vous veniez un peu tard). § S'arranger 1.
Yerleşmek, düzene girmek (Mes idées s'arrangent
dans ma tête). 2. Kendine bir çeki düzen vermek
(Elle est allée s'arranger). 3. Düzelmek,
düzenlemek (Ce mécanisme peut s'arranger). 4.
Çözümlenmek, çözüm yoluna girmek (Ce conflit
ne peut pas facilement s'arranger). 5. Anlaşmak,
uzlaşmak
(S'arranger
à l'amiable).
6.
Hazırlanmak, işlerini ona göre düzenlemek
(Arrangez-vous pour passer une semaine chez
nous). 7. S'arranger deqch: -iyoluna koymak; -in
içinden çıkmayı becermek, üstesinden gelmek
(Ne vous inquiétez pas, je m'en arrangerai).
§ Arrangez-vous: Ne haliniz varsa görün.
arrangeur er. 1. Düzeltici, biçim verici, uzlaştırıcı.
2. muz. Düzenlemeci, düzenleme yapan.
arrenter gçl. Kiralamak (Arrenter une terre, un
domaine).
arrérager gsz. Borcunu geciktirmek; kalıntıya
bırakmak.
arrérages er. ç. Zamanında toplanmamış gelir;
alacak kalıntısı.
arrestation diş. 1. Tutuklama, "tevkif (Arrestation
préventive, provisoire, arbitraire). 2. Tutukluluk,
"mevkufiyet. § Ordre d'arrestation: Tutuklama
emri.
arrêt er. 1. Durma (Arrêt du train, du cœur, d'un
moteur). 2. Durdurma (Arrêt des hostilités, arrêt
dutravail). 3. Durak (Arrêt d'autobus. Descendre
à l'arrêt) 4. (Yüksek yargı kurumlan için) Yargı,
karar (Arrêt de la Cour de cassation, arrêt du
Conseil d'Etat). 5. f. Hafif göz hapsi; hafif hapis;
oda hapsi, "nezaret (Etre, mettre aux arrêts). 6.
Kilitleyen parça, emniyet, dişli mandalı (Arrêt
d'un fusil, arrêt d'une serrure). § Arrêt de
cassation: Yargıtayın bozma kararı. Arrêt de nonlieu: Muhakemenin men'i kararı.
Arrêt
supplément, arrêt de plus ample information:
Soruşturmanın genişletilmesi kararı. Arrêt par
99

arrière
contumace: Gıyap kararı. Mandat d'arrêt:
Tutuklama kâğıdı. Maison d'ârret: Tutuklular
evi, 'tutukevi. Sans arrêt: Durmaksızın
(Travailler sans arrêt). Rester, tomber en arrêt
devant qch: Bir şey karşısında birden zınk diye
durmak (Il restait en arrêt devanı le paysage. Le
chien est tombé en arrêt devant la haie).
arrêté er. Karar (Arrêté ministériel, arrêté
municipal).
arrêté,e s. Kesin, sarsılmaz, değişmez (C'est une
chose arrêtée. La volonté bien arrêtée de refuser).
arrêter gçl. 1. Durdurmak (Arrêter un passant, un
autobus, un projet). 2. Önüne geçmek, engel
olmak (Rien ne l'arrête quand il a décidé). 3. (Bir
yere) Tutturmak. 4. Tutmak (Arrêter un
logement). 5. Yolunukesmek. 6, Sözünü kesmek.
T.Toplamak(Arrêter ses soupçons sur quelqu'un.
Arrêter ses yeux sur un paysage, son attention sur
un point). 8. Tutuklamak (La police a arrêté le
voleur). 9. (Dikişin ucunu) Pekiştirmek; düğüm
atmak. 10. Saptamak, kararlaştırmak (Arrêter le
lieu d'un rendez-vous). 11. Ödemek (Arrêter un
compte à la date du 20 juillet). 12. Arrêter gsz.
Durmak (Dites au chauffeur d'arrêter). 13. gsz.
Sesini kesmek, konuşmamak (Voulez-vous
arrêter). 14. gsz. (Av köpeği) Ferma etmek. 15.
Arrêter de f. qch: -memek; artık -meyi bırakmak
(Il ne sait pas arrêter de parler. Il a arrêté de lire).
16. Arrêter de f. qch: -meye karar vermek (Ils ont
arrêté de construire un barrage). § S'arrêter: 1.
Durmak, kalmak (S'arrêterenchemin, enunlieu.
La montre s'arrête souvent). 2. S'arrêter à qch:
Takılıp kalmak, karar kılmak; aldırmak, önem
vermek, dikkat etmek (Il s'est arrêté finalement à
notre projet: Sonunda bizim tasarımızda karar
kıldı. Il ne faut pas s'arrêter aux apparences, à des
détails: Görünüşe aldırmamak, ayrıntılara önem
vermemeli). 3. S'arrêter def. qch:-memek; -meyi
bırakmak (Il s'arrête de travailler: Çalışmıyor,
çalışmayı bırakıyor). § S'arrêter en beau ehemin:
, Tam bitireceği sırada bir işten vazgeçmek.
S'arrêter net: Zınk diye durmak,
arrêtoir er. Kitleyen parça, dişli mandalı, emniyet,
arrhes diş. ç. Pey, pey akçası, kaparo. § Donner,
verser des arrhes: Pey vermek. Demander, exiger
des arrhes: Pey istemek,
arriération diş. ruhb. Gerilik (Arriération mentale:
Zekâ geriliği).
arrière bel. 1. Arkadan (Avoir le vent arrière). 2. er.
Kıç, arka (L'arrière d'un navire, d'un car). 3 .er. ç.
Geri, art (Protéger ses arrières contre une
incursion ennemie). 4. İç bölge, savaş alanından
uzak bölge (Le ravitaillement venait difficilement
arriéré
de l'arrière). S. s. Art, arka (Les roues arrière
d'une voiture. Les feux arrière ne fonctionnent
pas). 6. ünl. Savulun, geri çekilin! (Arrière!
N'embarrassez pas le passage: Savulun, geri
çekilin, yolu tıkamayın). § En arrière: 1. Geri,
geriye doğru (Aller, marcher en arrière. Se
balancer d'avant en arrière). 2. Geride, arkada
(Rester en arrière). 3. Gecikmiş, geride, arkada
kalmış (Etre en arrière pour ses études). En arrière
de: 1. Sonunda, kuyruğunda (Rester en arrière de
la colonne). 2. mec. Arkasında, çok gerisinde (Il
esttrèsenarrièredesescamarades). Faire machine
arrière: Sözünden caymak. Faire marche en
arrière, faire machine en arrière: 1. Gerisin geri
yürümek, arkaya yürümek. 2. mec. Caymak, yüz
seksen derece geri dönmek,
arriéré,e s. 1. Gecikmiş, takılmış, ödenmemiş
(Réclamer une dette arriérée). 2. Geri (Un homme
aux idées arriérées). 3. Geri kalmış, gelişmemiş
(Un pays arriéré). 4. Geri zekâlı (Un enfant
arriéré). S. er. Alacak kalıntısı (L'arriéré d'une
pension).
arrière-ban er. Eskiden silah altına son olarak
çağrılan yaşlı savaşçılar (Tous les arrière-bans du
royaume).
arrière-bouche diş. Ağız ardı, yutak,
arrière-boutique diş. Ardiye,
arrière-bras er. Üstkol.
arrière-cour diş. Arka avlu.
arrière-dent diş. Akıl dişi.
arrière-garde diş. ask. Artçı,
arrière-gofit er. 1. Bir şey yenildikten yada
içildikten sonra ağızda kalan değişik tat. 2. mec.
Son izlenim (Sa visite m'a laissé un arrière-goût de
déception).
arrière-grand-mère diş. Büyük nine.
arrière-grand-père er. Büyük dede.
arrière-main diş. 1. Elin tersi. 2. er. Atın sağrısı,
arrière-neveu er. 1. Yeğen oğlu. 2. ç. Gelecek
kuşaklar,
arrière-nièce diş. Yeğen kızı.
arrière-pays, er.coğr. Artülke.
arrière-pensée
Artdüşünce.
arrière-petit flls er. Torun oğlu.
arrière-petite fille: Torun kızı.
arrière-petit enfants er. ç. Torunlar,
arrière-plan er. 1. Art düzlem. 2. mec. Arka, geri,
ikinci plan, arka plan (Il reste toujours à l'arrièreplan).
arrière-saison diş. 1. Güz sonu, kasım, son güz. 2.
mec. Son dönem, yaşamın son yılları,
arrière-train er. 1, (Kişi yada hayvanlarda) Arka,
kıç. 2. (Taşıtlarda) Arka bölüm, son kısım.

100

arrogant
arrimage er. 1. (Gemide yükü) İstif etme, istifleme
(Arrimage des caisses) 2. (Uzay araçları için)
Kenetlenme (L'arrimage des deux engins
spatiaux).
animer gçl. (Bir yükü) İstif etmek, istiflemek,
arrimeur er. Yük istifçisi, yükçü (Il s'est fait
arrimeur de navires).
arrivage er. 1. Geminin gelip yanaşması. 2. Tecim
mallarının gelmesi, geliş, gelme (Arrivage de
légumes aux halles). 3. Gelen mallar,
arrivante ad. Gelen, gelen kişi (Les arrivants et les
partants).
arrivé,e s. ve ad. Gelen (Le premier arrivé. Les
derniers arrivés n'ont pas pu entrer au stade).
arrivée diş. 1. Gelme, geliş (L'arrivée du courrier,
du train). 2. Varma, varış (L'arrivée des coureurs
au sommet). 3. Geliş yada varış yeri.
arriverez. 1. Varmak, gelmek (Le train est arrivé.
Nous arriverons à Istanbul à minuit). 2. Arriver
de: -den gelmek (Il arrive de Paris). 3. Yetişmek
erişmek, varmak (Cet enfant grandit beaucoup, il
m'arrive déjà à l'épaule). 4. Yanına varmak,
görebilmek (Je n'ai pas pu arriver jusqu'au
secrétaire du ministre). S. Arriver à qch: -e
erişmek, varmak, ermek (Arriver à son but, à ses
fins, à un certain âge). 6. Arriver à f. qch: -meyi
başarmak; -mekte başarı sağlamak (Vous
n'arriverez pas à obtenir un bon résultat). 7.
Başarmak, başarılı olmak (Il voulait arriver à tout
prix). S. Arriver à qn: -in başına gelmek (Celapeut
arriver à tout le monde). 9. Arriver à qn de f. qch:
-diği olmak (Il lui arrive d'aller à la chasse: Ava
gittiği olur). 10. Il arrive que...: -diği olabilir;
belki... (Il arrive que nous sortions après dîner; Il
arrive qu'il prenne ses repas au restaurant). 11. En
arriver à qch: -e varmak, o noktaya gelmek (J'en
suis arrivé à ce stade). 12. En arriver à f.qch: -cek
duruma gelmek, -diği olmak (J'en arrive à me
demander s'il est vraiment sincère dans ses idées). §
Il arrive ce qu'il doit arriver: Olacak olan olur,
olan olur, akacak kan damarda durmaz,
arrivisme er. İkbal avcılığı, amaca varmak için her
aracı geçerli sayma,
arriviste ad. İkbal avcısı. Amacına varmak için her
yolu doğru sayan kişi.
arroche diş. hlk. bitb. Karapazı.
arrogamment bel. Küçümseyerek, yüksekten
bakarak, küstahça (Répondre arrogamment).
arrogance diş. Büyüklenme, küçümseme, kurum,
kurumluluk, kibir, gurur; küstahlık (Fairepreuve
d'arrogance dans son comportement).
arrogant,e 1. s. Küçümseyici, tepeden bakan,
küstahça (Paroles, manières arrogantes.). 2. ad.
arroger
Büyüklük taslayan, şişinen, kendini bir şey sanan,
küstah (C'est un vrai arrogant. Une arrogante).
arroger (s') Bir şeyi haksız olarak benimsemek,
kabullenmek, kendine mal etmek (S'arroger un
titre, un droit).
arrondi, es. 1. Yuvarlak, toparlak (Visagearrondi).
2. dilb. Yuvarlaşmış.
3 er. Yuvarlaklık,
toparlaktık (Le moelleux arrondi des épaules).
arrondir
gçl.
1.
Yuvarlaklaştırmak,
toparlaklaştırmak (L'embonpoint arrondit son
visage). 2. Kemer yapmak, kamburlaştırmak.3.
Çoğaltmak, genişletmek, büyültmek (Arrondir
son capital, sa fortune, son champ). 4. Yuvarlak
yapmak (Arrondir une somme). S. Akıcılık
vermek (Arrondir ses phrases). § Arrondir les
angles: mec. Sivrilikleri gidermek, tartışma
konusu olabilecek şeyleri çıkarmak,
arrondissement
er.
1.
Yuvarlaklaştırma,
yuvarlaklaşma; toparlaklaştırma, toparlaklaşma.
2. Yönetim bölgesi, ilçe (Paris est divise en vingt
arrondissements). 3. dilb. Yuvarlaşma.
arrosables. Sulanabilir, sulamaya elverişli,
arrosage er. Sulama, sulanılma (L'arrosage d'un
jardin, d'un champ). 2. (Asker argosunda)
Bombalama (Arrosage des lignes ennemises). 3.
Rüşvet verme, yemleme (Arrosage d'un agent
public pour son service). 4. Geniş kapsamlı yayın,
büyük çapta yayın (Arrosage publicitaire par les
mass-média).
arrosement er. Sulama; sulanılma,
arroser gçi. 1. Sulamak (Arroser les fleurs, une voie
publique). 2. Islatmak (La pluie arrose légèrement
la foule bruyante). 3. İçinden geçmek (Les villes
que ce fleuve arrose). 4. İçki içerek kutlamak,
ıslatmak (Arroser un succès, une décoration). 5.
Arroser qn: İşini yaptırmak için para vermek;
rüşvet vermek, el oynatmak (Arroser un
fonctionnaire.) 6. Arroser qch de qch: a) -ile
sulamak (Arroser la terre de sang), h) -i katmak
(Arroser d'essence les chiffons pour les brûler), c)
yanına bir de... katmak (Arroser son repas d'un
bon vin). § Se faire arroser: İyice ıslanmak,
yağmurdan sırılsıklam olmak,
arroseur er. Sulama işçisi,
arroseuse diş. Sulama makinası, 'sulamaç.
arrosoir er. Sulama kabı, süzgeçli kova, süzgeç,
arsenal er. 1. Askeri fabrika. 2. Askeri donatım
ambarı. 3. Askeri "tersane, süel 'gemilik
(L'arsenal de la marine). 4. mec. Saldın yada
savunma araçlan (/. 'arsenal nucléaire d'un pays).
5. Büyük sayı ve türde silah (La police a saisi chez
lui tout un arsenal). 6. Bir sürü araç gereç, takım
taklavat (L'arsenal d'un photographe).

101

articuler
arsenic er. kim. Arsenik, zırnık, sıçanotu
arsenical,e s. Arsenikli (Eaux arsenicales, sels
arsenicaux).
arsouilles. ve ad. Hayta, ipsiz, haydut, eşkiya (Un
arsouille, un air arsouille).
art er. 1. Sanat (Art populaire, art militaire, une
œuvre d'art, un amateur d'art, histoire de l'art). 2.
Zanaat (5e perfectionner dans un art). 3. Ustalık
(Il fait tout avec art). 4. Yol, yöntem (Vous avez
trouvé l'art de conquérir les cœurs). § Les arts
d'agrément: (Resim, müzik gibi) Hoş sanatlar.
Les arts libéraux (Şiir, matematik gibi) Kafa işi
sanatlar. Les beaux arts: Güzel sanatlar. Avoir
l'art de f. qch: -mekte usta olmak; -meyi çok iyi
bilmek (Il a l'art de tromper, de plaire).
artère diş. 1. anat. Atardamar. 2. Anayol (Les

artères d'une ville).


artérielles. Atardamara değgin (Tension artérielle,
sang artériel).
artériole diş. Küçük atardamar,
artériosclérose diş. hek. Damar sertliği,
artésien,ne s. ve ad. Artois halkından olan,
Artuvalı, Artuva'ya değgin. § Puits artésien:
Artezyen kuyusu,
arthrite diş. hek. Eklem yangısı,
arthritiques, ve ad. 1. Eklemlere değgin. 2. Eklem
yangısına tutulmuş kişi (Un, une arthritique).
arthropodes er. ç. Eklembacaklılar,
artichaut er. 1. Enginar. 2. Dikenli demir engel. S
Avoir un cœur d'artichaut: Uçan olmak, ayran
gönüllü olmak,
article er. 1. Madde (Les articles du Code pénal,
article23 delà loi). 2. Yazı, makale (Faireparaître
un article dans un journal, dans une revue). 3.
Eşya, mal (Article de toilette, de voyage). 4. anat.
Boğum. S. dilb. Tammhk. 6. Konu (Il est
intransigeant sur l'article de l'honnêteté. C'est un
article à part: Bu ayrı bir konu). § A l'article de la
mort: Yaşamın son döneminde, ölmeden önce,
ölmek üzereyken. Faire l'article: Malını satmak
için aşın övmek, göklere çıkarmak (Vendeur qui
"fait l'article).
articulaire s. Ekleme değgin, eklemlere değgin
(Affection articulaire, rhumatisme articulaire).
articulateur er. dilb. Eklemleyici.
articulation diş. 1. anat. Eklem, oynak. 2.
Boğumlanma 3. 'Söylem "telâffuz (Il a une très
bonne articulation). 4. dilb. Eklemleme;
eklemlenme; eklemlilik.
articulé,e s. 1. Eklemli, boğumlu. 2. Tane tane
söylenmiş.
articuler gçl. 1. Eklemlemek 2. Söylemek (Il n'a pas
pu articuler un seul mot). 3. gsz. Boğumlamak,
articulet
heceleri belirterek söylemek (Il articule avec
netteté. Articuler bien, mal). § S'articuler: 1.
Birbirine bağlı olmak; ilintili, ilişkili olmak (Les
chapitres de ce livre s'articulent bien). 2.
S'articuler à qch: -e bağlı olmak; -i tutmak
(Toutes les parties de son exposé s'articulent les
unes aux autres). 3. S'articuler avec: -ile uyuşmak;
-e uygun olmak (Vos décisions doivent s'articuler
avec les nôtres). 4. S'articuler sur: -ile
eklemlenmek (Le tibia s'articule sur le fémur).
articulet er. Makalecik, önemsiz yazı, çırpıştırılmış
1
yazı.
artifice er. 1. Oyun, düzen, hile (Un artifice de
calcul. Cacher la vérité par des artifices). 2.
Yapmacık (User d'artifice). § Feu d'artifice:
Şenlik fişeği (On donna un superbe feu d'artifice
sur le lac).
artificiel,le s. 1.Yapma, yapay (Un lac artificiel. Des
fleurs artificielles). 2. Yapmacık, yapmacıklı (Un
style artificiel. L'enthousiasme était artificiel et
comme commandé).
artificiellement bel. Yapma olarak, yapay olarak
yapmacıktan, yapmacık bir biçimde,
artificier er. 1. Şenlik fişekçisi. 2. Fişekçi,
artificieusement bel. Düzenle, aldatarak, dolapla,
artificieux, euse s. Aldatıcı, dolapçı, düzenci
(Paroles artificieuses. Des hommes artificieux et
intéressés).
artillerie diş. ask. Topçuluk; topçu sınıfı; topçu
kuvveti; toplar. § Artillerie de campagne: Sahra
topçusu. Artillerie de montagne: Dağ topçusu.
Artillerie lourde, légère: Ağır, hafif topçu,
artilleur er. Topçu (asker),
artimon er. (Gemide) Kıç direği,
artiodactyles er. ç. hayb. Çiftparmaklılar.
artisan,e ati. 1. Zanaatçı. 2. Sorumlu, neden, etken.
§ Etre l'artisan de qch: Bir şeyin sorumlusu,
nedeni, etkeni olmak (Vous êtes l'artisan de notre
malheur, de ma ruine).
artisanale s. Zanaatçılara, zanaatçılığa değgin,
zanaatsal.
artisanat er. Zanaatçılar sınıfı, °esnaf (Aider
l'artisanat):
artison er. Güve, tahta kurdu gibi kemirici böcek.
artisonné,e s. Güve yemiş, kurt kemirmiş.
artistes, ve ad. 1. Sanatçı (L'artiste et son œuvre. Un
peuple artiste). 2. Sanatlı, sanatlıca (Un style
artiste). § Artiste capillaire: Berber. Artiste
culinaire: Aşçı, aşçıbaşı,
artistique s. 1. Sanata değgin, sanatsal (Activités
artistiques, valeurs artistiques). 2. Sanatlı,
sanatlıca (Une décoration artistique).
artistiquement bel. Sanatlıca.

102

ascétique
arum er. bitb. Yılanyastığı.
aryen,ne s. ve ad. Ari, arîlere değgin (Les aryens.
Les langues aryennes).
aryténoïde er. Gırtlak kıkırdağı,
arythmie diş. Ritm bozukluğu,
as [as] er. 1. Eski romalılarda tartı, ölçü ve para
birimi. 2. (İskambil kâğıtlarında) Birli, bey (As de
cœur, de carreau, dépiqué, de trèfle). 3. (Zarda ve
dominoda) Yek, bir (Amener deux as au trictrac).
4. mec. Birinci, yıldız (Un as de l'aviation. C'est
l'as de la classe). § Etrefichucomme l'as de pique:
hlk. Çok kötü giyinmek; kılık kıyafet köpeklere
ziyafet olmak. Etre plein aux as: hlk. Paralı
olmak, cebi para dolu olmak. Passer à l'as: hlk.
Sırra kadem basmak (Il n'a rien vu,c'est passé à
l'as).
asbeste er. yerb. Asbest,
ascaride er. hayb. Bağırsaksolucanı.
ascendance
1. Ağma, çıkma, yükselme. 2. Soy,
bir kuşak öncekiler (Ascendance paternelle,
maternelle).
ascendant,e s. 1. Ağan, yükselerek giden
(Mouvement ascendant d'un astre). 2. mec.
İlerleyen, yükselen. 3. er. gökb. 'Çevren üstü,
"ufuk üstü. 4. er. ç. Soy, ana baba kuşağı. 5. er.
mec. Etki, sözügeçerlik, "nüfuz. § Ascendants et
descendants: huk. Usul ve füruğ. Avoir de
l'ascendant sur qn: Biri üzerinde etkisi olmak,
birine sözü geçmek. Exercer de l'ascendant sur
qn: Birine sözünü geçirmek, dinletmek. Subir
l'ascendant de qn: Birinin etkisinde kalmak,
ascenseur er. 'Ağıncak, "asansör (Prendre
l'ascenseur, appeler l'ascenseur).
ascension diş. 1. Yükselme, çıkma, çıkış, ilerleyiş
(L'ascension de Napoléon). 2. Havaya yükselme,
ağma (L'ascension d'une étoile, d'un ballon dans
l'air). 3. Tırmanma (Des alpinistes ont fait la
première ascension de ce pic). 4. "Uriiç, Isa
peygamberin göğe çıkması. Bu olayın
yıldönümünde yapılan yortu. 5. Uruç yortusu.
§ Ascension droite: gökb. Bahar açısı,
ascensionnelles. Yükselici, yukarı çıkıcı, tırmanıcı
(Vitesse ascensionnelle d'un avion. Mouvement
ascensionnel).
ascensionner gsz. Tırmanmak, çıkmak,
ascensionniste er. (Dağcılıkta) Tırmanıcı, kayalara
tırmanan, çıkan,
ascèse diş. Çile, dünya zevklerinden el etek çekme,
yoksunluk (Mener une vie d'ascèse).
ascète ad. 1. Çileye çekilen, kendini din uğrunda
çileye veren, çileci. 2. mec. Dünya nimetlerinden
el etek çekmiş (kişi),
ascétique s. Çileye, çileciye, çileciliğe değgin (Vie
ascétisme

103

ascétique).
ascétisme er. Çilecilik.
asepsie
diş.
Asepsi,
mikropsuzlaştırma,
mikropsuzlaşma.
aseptique s. 1. Asepsiye değgin. 2. Mikropsuz,
mikroptan arıtılmış (Un pansement aseptique).
aseptisation diş. Mikropsuz duruma getirme,
mikropsuzlaştırma, temizleme,
aseptiser gçl. Mikroptan arındırmak temizlemek,
mikropsuzlaştırmak (Aseptiser une plaie).
asexualité diş. bitb. Eşeysizlik, cinsliksizlik,
"cinsiyetsizlik.
asexué,e s. 1. Cinsliksiz, eşeysiz, "cinsiyetsiz. 2.
mec. Cinsel gücü olmayan, "iktidarsız,
asiate ad. Asyalı, Asya halkı,
asiatique s. ve ad. Asyalı; Asya'ya ve asyalılara
değgin,
asie diş. Asya.
asile er. 1. Sığınak ; sığınma (Poursuivi par la police,
il a trouvé asile chez un ami. La France donne asile
aux réfugiés politiques). 2. Konut, barınak; yurt
(Chercher, trouver un asile). § Asile de vieillard:
Düşkünler yurdu. § Asile d'aliénés: Tımarhane.
Le dernier asile: "Mezar, *gömüt, sin. Asile des
morts: Mezarlık, gömütlük, sinlik. Droit d'asile:
Sığınma hakkı.
asinien,ne s. hayb. Eşeğe değgin, eşekle ilgili,
eşeksi.
asociales. Topluma uyamayan ( Un enfant asocial).
aspect er. 1. Görünme (L'aspect du sang n 'est doux
qu'au regard des méchants). 2. Görünüm,
görünüş,"manzara (Il a un aspect misérable). 3.
Bakış. 4. dilb. Görünüş. § Au premier aspect: İlk
bakışta. A l'aspect de: Bakılırsa, bakınca,
görünce (A l'aspect du sang il est malade). Sous
l'aspect de: Bakımından açısından (Etudier un
problème sous tous ses aspects). Donner l'aspect
de: -görünümünü vermek (La pluie donne à cette
ville un aspect triste). Prendre l'aspect de:
-görünümünü almak (Vos projets prennent un
aspect réaliste). Présenter l'aspect de:
-görünümünde olmakfLa région présente l'aspect
d'un cimetière).
asperge diş. bitb. 1. Kuşkonmaz. 2. mec. Uzun ve
sıska; sırık gibi kimse,
asperger 1. Serpmek. 2. Asperger de qch: -ile
ıslatmak; -içinde bırakmak (Asperger d'eau le
trottoir. La voiture nous a aspergés de boue).
aspérité diş. 1. Girinti çıkıntı, pürüzlülük (Les
aspérités du sol). 2. Sertlik, güçlük, çetinlik
(Aspérité du caractère).
aspersion diş. 1. Serpme, saçma (Aspersion d'eau,
de liquide). 2. Serpilen sıvı; sıvı serpme (Baptême

assagir
par aspersion).
aspersoir er. Kiliselerde halkın üzerine okunmuş su
serpmeye yarayan aygıt, *serpecek.
asphaltage er. Asfaltlama, ziftleme,
asphalte er. Asfalt, zift.
asphalter gçl. Asfaltlamak, ziftlemek (Asphalter un
trottoir, une rue).
asphodèle er. bitb. Çirişotu.
asphyxiant,e s. Soluk tıkayıcı, boğucu (Fumée
asphyxiante, gaz asphyxiant).
asphyxie diş. Soluk tıkanımı, boğulma,
asphyxier gçl. Soluğunu tıkamak, boğmak
(Asphyxier par le gaz). § S'asphyxier: Boğulmak,
zehirlenerek ölmek (//s'est asphyxié avec le gaz).
Etre asphyxié de qch: -karşısında şaşkınlığa
düşmek, donup kalmak,
aspic er. 1. hlk. Engerek yılanı. 2. hlk. Büyük
lavanta çiçeği (Huile d'aspic). 3. Dondurma, et
yada balık peltesi (Aspic de volaille, de foie gras).
§ Une langue d'aspic: Yılan dilli, herkesi
çekiştiren (kimse),
aspidistra er. bitb. Aspidistra,
aspirant,e s. 1. İstekli; aday (Un aspirant ministre).
2. (Teknikte) Emme (Pompe aspirante: Emme
tulumba). 3. er. Subay adayı. 4. İstekli kimse,
"talip.
aspirateur, trices. 1. İçe çekici, soruyucu (La force
aspiratrice des végétaux). 2. er. Soruyucu aygıt,
*emeç, elektrik süpürgesi (Passer les tapis à
l'aspirateur).
aspiratif, ive s. Soluk katılarak çıkarılan, soluklu
(ses).
aspiration diş. 1. Emme, içine çekme, soruma
(Nettoyage par aspiration). 2. dilb. (Bir sesi)
Soluklu
çıkarma
(L'aspiratation
n'existe
pratiquement pas en français). 3. mec. Soluk, esin
(Aspiration divine). 4. mec. Büyük istek, özlem,
dilek (L'aspiration à la liberté. Aspirations d'un
peuple).
aspiratoire s. Solunumla ilgili (Voies aspiratoires).
aspiré,e s. Soluklu, okunan (H aspiré).
aspirer gçl. 1. Çekmek, içine çekmek, sorumak
(Aspirer un peu d'air. Aspirer une boisson avec
une paille). 2. dilb. (Bir sesi) Soluklu olarak
çıkarmak. 3. Aspirer à qch, à f. qch: -e can atmak ;
-i yürekten dilemek, çok istemek; -meye can
atmak, -meyi çok istemek (Aspirer à un titre, à un
poste, à la liberté. Il aspire à quitter la carrière
politique et à rentrer dans sa solitude).
aspirine diş. Aspirin.
assagir gçl. 1. Uslandırmak, yola getirmek (Le
malheur assagit les hommes). 2. Yatıştırmak,
ılımlılaştırmak (Le temps assagit les passions). §
assagissement
S'assagir: 1. Uslanmak, yola gelmek (Cet enfant
s'est assagi beaucoup). 2. Yatışmak, oturmak,
ılımlılaşmak (Le style de ce peintre s'est assagi).
assagissement er. 1. Uslandırma, uslanma; yola
getirme, yola gelme. 2. Yatıştırma, yatışma;
ılımhlaştırma, ılımhlaşma.
assaillant,eç. ve ad. Saldırıcı, saldırgan (Une armée
assaillante. Il s'est bien défendu contre ses
assaillants).
assaillir gçl. 1. Baskın yapmak (Assaillir une
forteresse, une troupe). 2. Saldırmak (Les
journalistes ont assailli le ministre). 3. Assaillir qn
de qch: Birini ...yağmuruna tutmak; -ile
hırpalamak, tedirgin etmek (Les enfants ont
assailli leur père de questions).
assainir gçl. 1. Temizlemek, esenlik vermek
(Assainir une région marécageuse, une plaie). 2.
mec. Düzeltmek, sağlamlaştırmak, istikrara
kavuşturmak (Assainir un marché, unemonnaie).
assainissement er. 1. Temizleme, esenlik verme 2.
Düzeltme, sağlamlaştırma, istikrara kavuşturma,
assaisonnement er. 1. Çeşnileme, çeşnilenme. 2.
Baharat, sirke, yağ, hardal vb. (Cette salade
manque d'assaisonnements).
assaisonner gçl. 1. Çeşni vermek, çeşni katmak;
baharatlamak (Assaisonner une salade, un
ragoût). 2. Assaisonner qch de qch: -ile süslemek
çeşnilendirmek (Il assaisonnait la con versation de
mots plaisants). 3. Assaisonner qn: Haşlamak,
dövmek (Je l'ai assaisonné à coups de bottine).
assassin er. 1. Kıyıcı, cana kıyan, "cani, öldüren,
°kaatil (Un assassin professionnel). 2. s.
Öldürücü, iç ezici (Des regards assassins). §
Mouche assassine: Peçe. A L'assassin!: Yetişin,
adam öldürüyorlar!
assassinat er. Kıyım, *kıya, öldürüm, "cinayet.
Öldürülme (Assassinat du Président Kennedy).
assassiner gçl. 1. öldürmek, tasarlayıp öldürmek
2.mec. hlk. (Çok yermek anlamında) Canını
çıkarmak, canına okumak (Jesuis raisonnable, je
ne veux pas vous assassiner).
assaut er. Baskın, saldırı, saldırma. § Donner, livrer
l'assaut à qch: -e baskın yapmak, baskın vermek
(Donner l'assaut à uneforteresse). Paire assaut de:
-yarışına girmek (Faire assaut de générosité. Ils
font assaut d'esprit, d'élégance, de zèle).
assèchement
er.
Kurutma;
kurutulma
(Assèchement d'un marécage).
assécher gçl. Kurutmak (Assécher un terrain, un
lac). § S'assécher: Kurumak, suyu çekilmek
(Cette rivière s'assèche pendant l'été).
assemblage er. 1. Bir araya gelme, toplanma,
birikme (Assemblage de choses assorties). 2.

104
asservir

(Teknikte parçalar için) Takılıp ekleşme, takma,


ekleme,
toparlama
(Assemblage
d'une
automobile, des pièces, d'une machine). 3.
(Basımcılık) Harman, harmanlama (Assemblage
des feuillets d'un livre).
assemblée diş. 1. Toplantı (L'assemblée était
bruyante et excitée.La société a tenu son assemblée
annuelle). 2. Kurul (L'assemblée générale des
Nations-Unies). 3. Meclis (Assembléenationale).
§ La Grande Assemblée Nationale: Büyük Millet
Meclisi. Assemblée constituante: Kurucu meclis.
Assemblée consultative: Danışma meclisi,
assembler gçl. 1. Toplamak, bir araya getirmek (Un
même malheur nous assemble ici. Je ne peux plus
assembler deux idées). 2. (Teknikte) Takıp
ekleştirmek, takmak (Assembler les pièces d'un
meuble, d'une voiture). 3. Harman yapmak,
harmanlamak (Assembler les feuilles d'un livre,
les papiers). § S'assembler: Toplanmak, bir araya
gelmek (La foule s'assemble devant le palais). §
Qui se ressemble s'assemble: Tencere yuvarlanır
kapağını bulur,
assembleur,euse s. ve ad. 1. Toplayıcı. 2.
(Basımcılıkta) Harmancı,
assener gçl. 1. Vurmak, indirmek, aşketmek
(Assener un coup, une gifle à quelqu'un). 2. mec.
Oturtmak, tam gediğine koymak (Assener une
réplique).
assentiment er. Onam, onama, "rıza. § Donner son
assentiment à qch: Bir şeye rıza göstermek; -i
benimsemek, kabul etmek (Donner son
assentimentà unprojet). Obtenir l'assentiment de
qn: Birinin rızasını almak. Refuser son
assentiment à qch: Bir şeye rıza göstermemek,
asseoir gçl. 1. Oturtmak, dayandırmak (Asseoir une
maison sur de solides fondations. Il a assis sa
réputation sur une découverte importante). 2.
Kurmak (Asseoir un cabinet). 3. Oturtmak (Ona
assis le malade dans un fauteuil). 4. (Bir şeyin)
Matrahını, tabanını belirlemek (Asseoir un
impôt). 5. Yerleştirmek, temelleştirmek (Asseoir
son autorité). § Faire asseoir qn: Birini oturtmak,
yerleştirmek (Faire asseoir les invités dans le
salon). § S'asseoir: Oturmak (S'asseoir sur une
chaise, à une table).
assermenté,e s. Ant içmiş, anth, "yeminli (Expert,
témoin assermenté).
assermenter gçl. Ant içirmek, yemin ettirmek,
assertion diş. Sav, "iddia (Cette assertion est sans
fondement).
assertoriques. fels. Yalın (Jugement assertorique).
asservir gç/. 1. Köle gibi kullanmak, köleleştirmek,
asservissant
kul etmek (Asservir un pays, un peuple, un
homme). 2. Denetim altına almak, sıkıya almak
(Asservir les forces de la nature. Asservir ses
passions). § S'asservir à qch: Bir şeye bağımlı
olmak, kul köle olmak, boyunduruğu altına
girmek (Il s'asservit aux gens qui l'entourent).
asservissant,e s. Köleleştirici, sıklya alıcı,bağlayıcı;
göz açtırmayan, soluk aldırmayan (Un travail
asservissant).
asservissement er. Kulluk, kölelik,
assesseur er. 1. Yargıç yada savcı yardımcısı. 2.
Yardımcı.
assez bel. 1. Yeter, yeterince, oldukça, hayli (Je l'ai
assez vu). 2. Assez... pour: -cek kadar (Il est assez
intelligent pour comprendre .vos allusions). §
Assez, c'est assez, c'en est assez, en voilà assez:
Yeter, yeter artık. Avoir assez de qch, en avoir
assez de qch: -den bıkmak (J'en ai assez de ces
bêtises).
assidu,e s. 1. Devamlı, hep devam eden (Un élève
assidu). 2. Hep hazır bulunan (Un médecin assidu
auprès d'un malade. Un amoureux assidu auprès
de sa belle). 3. Titiz, özenli, düzenli (Un travail
assidu). 4. Assidu à qch: -e karşı çok titiz; -e çok
bağlı (Un homme assidu àsa tâche). 5. Assiduàf.
qch: -meye çok bağlı, -mekte çok titiz (Il est très
assidu à remplir ses obligations).
assiduité diş. 1. Devamlılık, devam etme (Certificat
d'assiduité.
Assiduité
d'un
élève,
d'un
fonctionnaire). 2. Titizlik, özen (Assiduité à
l'étude) 3. ç. Sık sık gidiş; sık buluşma,
assidûment bel. 1. Sürekli olarak, vaktini şaşmadan
(Fréquenter assidûment un lieu, unepersonne). 2.
Özenle, titizlikle, kendini vererek (Remplir
assidûment sa tâche, son devoir). 3. Sık sık.
assiégeante s. ve ad. Kuşatan, kuşatıcı (Troupes
assiégeantes. Repousser les assiégeants).
assiégé,es. vead. Kuşatılmış, kuşatma altında (Une
ville assiégée. Les assiégés demandent grâce).
assiéger gçl. 1. Kuşatmak, sarmak (Assiéger une
ville, une forteresse, une armée)> 2. Üşüşmek,
doldurmak (Les voyageurs assiègent les guichets
de la gare. La foule assiège la porte de l'hôpital
pour avoir des nouvelles). 3. Assiéger qn de qch:
-ile bıktırmak, tedirgin etmek (Ses admirateurs
l'assiègent de coups de téléphone).
assiette diş. 1. Oturuş, duruş, denge (Le cavalier
perdit son assiette et tomba). 2. Konum, yer
(L'assiette de la colonne est mal assurée). 3. Tabak
(Assiette creuse, à soupe, à dessert. Assiette de
porcelaine. Assiette plate). 4. Vergi yada gelir
tabanı, "matrah (Assiette d'un impôt). § Une
assiette de: Bir tabak, bir tabak dolusu (Servir,
105

assimiler
manger une assiette de potage). Piqueur d'assiette,
pique-assiette: Çanak yalayıcı. L'assiette au
beurre: mec. Yağlı kuyruk, iyi bir iş (Il a trouvé
une bonne assiette au beurre). Etre dans son
assiette: Keyfi, rahatı yerinde olmak,
assiettée diş. Tabak dolusu (Prenez encore une
assiettée de ragoût).
assignant er. Havale eden.
assignataire ad. Havale alan.
assignation diş. 1. (Bir yere vermek üzere) Ayırma,
"tahsis etme. 2. (Yargı yerine) Çağırma,
"celbetme, "celp. 3. huk. Celp kâğıdı, celpname.
4. Havale,
assigné,e ad. (Kendine) Havale edilen,
assigner gçl. 1. Ayırmak (Assigner une part dans un
legs). 2. Assigner qch à: a) -e ayırmak, vermek,
tahsis etmek (Assigner de nouveaux crédits à
l'enseignement),
b) Belirtmek, saptamak,
göstermek (Assigner un terme à une durée, des
limites à une activité). 3. Assigner qn à qch: Birini
-e vermek, atamak (Assigner quelqu'un à un
poste, à un emploi). 4. (Yargı yerine) Çağırmak,
"celbe tmek. § Assigner qn à résidence: Evinde göz
altına almak, belli bir yerde oturmaya zorunlu
kılmak. Etre assigné à résidence : Evinde gözaltına
alınmak.
assimilable s. 1. Sindirebilir, özümlenebilir,
sindirilmesi kolay (Nourriture assimilable). 2.
Anlaşılabilir, kavranabilir (Ces connaissances ne
sont pas assimilables par un enfant). 3. Kolay
özümlenebilir, benliği yitirtilebilir (Une race
assimilable. Les juifs sont extraordinairement
assimilables). 4. Assimilable à: -e benzer (Son
emploi est assimilable à celui d'un ouvrier).
assimilation diş. 1. Benzer kılma, benzetme
(Assimilation de la vie humaine à un songe). 2. Bir
tutma, benzetme. 3. Sindirme, kavrama, anlama
(Le manque de méthode rendait l'assimilation très
lente). 4. Sindirme, eritme, kendi içinde eritme,
özümleme (Politique d'assimilation). S. biy.
Özümleme. 6. dilb. Benzeşme, benzeşim. §
« Assimilation labiale: dilb. Küçük ünlü uyumu,
assimiler gçl. 1. Sindirmek, kavramak, kendine mal
etmek (Assimiler ce qu'on apprend).
2.
Sindirmek, kendi içinde eritmek, özümlemek
(Assimiler des étrangers, des immigrants). 3.
Assimiler qch à: -e benzetmek, ile bir tutmak (On
ne peut pas assimiler le manœuvre à l'ouvrier
qualifié. Assimiler la réalité àl'apparence) A.'biy.
Özümlemek. § S'assimiler: 1. Özümlenmek,
sindirilmek (Les nourritures qui s'assimilent
facilement). 2. Erimek, öz benliğini yitirmek,
özümlenmek (Aux Etats-Unis, de nombreux
assis

106

immigrants se sont assimilés). 3. S'assimiler à


qn:Kendini -e benzetmek; -ile bir tutmak (Il
s'assimile aux grands penseurs). 4. S'assimiler à
qch: -e uymak, -gibi olmak (Les nouveaux
immigrants se sont assimilés à l'ensemble de la
population).
assis,e s. 1. Oturmuş, oturtulmuş; konmuş,
kondurulmuş; yerleşmiş, yerleştirilmiş. 2. mec.
Oturmuş, yerleşmiş (Un calme assis. Un caractère
assis).
assise diş. 1. (Duvarcılıkta) Taş dizisi. 2. (Örgüde,
dokuda) Sıra. 3. Temel, dayanak (Le régime'
repose-t-il sur des assises solides? Egaliser les
assises d'un mur). § Les assises yada Cour
d'assises: 1. Ağır ceza 'yargıevi ("mahkemesi) (Il
a été envoyé aux assises). 2. ç. Kurultay, kongre,
toplantı (Le parti radical a tenu ses assises
annuelles).
assistanat er. Asistanlık, yardımcılık,
assistance diş. 1. Hazır bulunma, devam (Son
assistance au cours est très régulière). 2. (Bir iş
yapılırken orada) Bulunanlar, seyirciler,
dinleyiciler (Sa conférence a charmé l'assistance).
3. Yardım (Le malade monta les marches avec
l'assistance de l'infirmière). 4. Sigorta (Assistance
sociale, assistance médicale). § Donner, prêterson
assistance à qn: -e yardımda bulunmak;
yardımını esirgememek. Demander assistance,
l'assistance de qn: Yardım istemek; -in yardımını
dilemek.
assistantes, ve ad. 1. Yardımcı, "asistan (Assistant
d'un chirurgien). 2. er. ç. Hazır bulunanlar,
dinleyiciler, seyirciler,
assisté,e s. ve ad. Yardım gören, yardım alan.
assister gçl. 1. Yardım etmek, yardımda bulunmak
(Assister quelqu'undans son travail) 2. Assistera
qch: -de hazır bulunmak ; -e gitmek (Assister à une
conférence, à un match). 3. Assister à qch: Tanık
olmak, görmek (Assister à une rixe, à des incidents
regrettables). 4. Etre assisté de qn: Birinden
yardım görmek,
associatif,ive s. Çağrışımla ilgili, 'çağrışımsal,
association diş. 1. Dernek (Association des
Etudiants). 2. Ortaklaşma, bir araya gelme.
(Association de quelques amis).3. Ortaklık
(Fonder une association commerciale). 4. fels.
Çağrışım (Association des idées). S.gökb. Oymak
(Association stellaire: Yıldızlar oymağı). §
Association reconnue d'utilité publique: Kamu
yararına çalışan dernek,
associé,e s. ve ad. 1. Ortak (Il est mon associé). 2.
Meslektaş, aynı derneğin üyesi (Nos associés ont
approuvé nos projets).

assomption
associer gçl. 1. Birleştirmek, bağdaştırmak
(Associer des mots, noms. Ils ont associé leurs
destinées). 2. Bir araya getirmek, birleştirmek
(Associer des peuples ).3. Associer qn à qch: Birini
-e ortak etmek (Associer ses collaborateurs au
bénéfice de l'entreprise). 4. Associer qch à qch: Bir
şeyi -ile birleştirmek (Il associe la persévérance à
une grande intelligence). § S'associer à qch: -e
katılmak (S'associer aux idées de son ami.
S'associer à un crime, au chagrin d'un
malheureux). 2. S'associer à qch: -e girmek (La
Turquie s'est associée au Marché Commun
Européen). 3. S'associer à qn, avec qn: Biri ile
ortak olmak (Il s'est associé à un homme d'affaires
véreux, dont il est la dupe. Je me suis associé avec
mon oncle). 4. S'associer avec qch: -ile
bağdaşmak, uyuşmak, iyi gitmek (Ce rouge
s'associe bien avec le jaune dans ce tableau).
assoiffé,e s. ve ad. 1. (Gerçek ve mecaz anlamıyla)
Susamış (Ma fille-était assoiffée. Il a bu comme un
assoiffé). 2. Assoiffé de qch: -e susamış (Il est
assoiffé d'argent, de pouvoir, de culture, de
vengeance).
assoiffergç/. Susatmak (Cette longue marche sous le
soleil m'a assoiffé).
assolement er. Almaşık ekim.
assoler (Bir toprağı bölerek) Almaşık ekmek,
assombrir gçl. 1. Karartmak, "loşlaştırmak (Les
nuages assombrissent le ciel). 2. İçini karartmak,
zehir etmek (La mort de son fils a assombri ses
dernières années). § S'assombrir: 1. Kararmak,
karanlık olmak, loşlaşmak, ışığı gitmek (Le ciel
s'assombrit. Un visage qui s'assombrit). 2.
Tehlikeli bir durum almak, kötüye gitmek,
bozulmak
(La
situation
internationale
s'assombrit).
assombrissement er. Kararma, karartma. 2.
Kötüleşme, bozulma,
assommant,e s. Can sıkıcı, karın ağrısı (Un
conférencier assommant, un travail assommant).
assommer gçl. 1. (Ağır bir şeyle) Başa vurarak
öldürmek, tepelemek (Assommer un bœuf, un
porc). 2. Döğmek, gebertmek (Tais-toi, ou je
t'assomme: Sus, yoksa gebertirim seni). 3. mec.
Bunaltmak, canını sıkmak, kafasını ütülemek
(Vous m'assommez avec vos plaintes). 4.
Assommer qn de qch: -ile bunaltmak, illallah
dedirtmek (Il m'assomme de questions bêtes).
assommeur er. Başına vurarak öldüren kasap (Un
assommeur de bœufs, de porcs).
assommoir er. 1. Hayvanları öldürmek için
kullanılan çekiç. 2. Meyhane,
assomption diş. Meryem ananın göklere
assonance
kaldırılması olayı, bu olayın kutlandığı gün (15
Ağustos),
assonance diş. ed. Yarım uyak.
assonant,e .9. Yarım uyaklı.
assorti,e s. 1. Uyan, yaraşan, uygun düşen (Lemari
et la femme ne sont pas bien assortis). 2. Assorti,e à
qch: -e uygun, ile uygun giden (Il fut frappé d'un
châtiment assorti à sa faute. Votre cravate est
assortie à votre costume). 3. Mal dolu, çeşnisi bol
(Un magasin bien assorti, une vitrine assortie). 4.
Assorti de qch: -ile dolu, içinde... bulunan (Ce
contrat est assorti de clauses très dures).
assortiment er. 1. Uygun düşme, uygunluk
(Assortiment de couleurs).
2.
Birbirini
tamamlayan şeylerin topu, takım (Assortiment de
vaisselle, de linge de table). 3. Aynı cinsten
şeylerin bir arada bulundurulan türlüsü; çeşit
(Assortiment de dentelles, de soieries).
assortir gçl. I. Uygun düşürmek (Assortir les
couleurs, les nuances). 2. Bir araya getirmek,
toplamak (Il sait assortir les gens peu liés entre
eux). 3. Uygunluk gözetmek, dengi dengine
düşürmek (Quand on prie des gens à un repas, il
faut avoir soin de les assortir). 4. Mal vermek,
donatmak (Le grossiste assortit le détaillant.
Assortir un épicier, un magasin). 5. Assortir qch à
qch: Bir şeyi -e uydurmak (Assortir sa chemise à sa
veste). 6. Assortir qch de qch: -ile donatmak,
doldurmak (Assortir une boutique d'articles
variés). § S'assortir: I. Uygun düşmek, uyuşmak
(Ces couleurs nés 'assortissent pas). 2. S'assortir à
qch: -e uymak, gitmek (Un manteau qui s'assortit
à la robe). 3. S'assortir de qch: a) Kapsamak,
içinde taşımak (Le texte s'assortit de belles
enluminures), b) Sağlamak, almak (Ce libraire
s'assortit de tous les livres qui paraissent).
assoupi,e s. Yatışmış, uyuşmuş, küllenmiş (Des
passions assoupies).
assoupir gçl. 1. Uyutmak,
pinekletmek,
uyuklatmak (La chaleur m'assoupit). 2. mec.
Yatıştırmak dindirmek (Assoupir une querelle,
un conflit, une douleur). § S'assoupir 1.
Uyuklamak, pineklemek, kestirmek (Après le
repas, il s'assoupit toujours dans son fauteuil). 2.
Yatışmak, dinmek (Sa douleur s'est assoupie).
assoupissantes. Yatıştırıcı, kendinden geçirici (Un
charme assoupissant).
assoupissement er. 1. Uyuklama, kestirme,
şekerleme (Il a cédé à l'assoupissement). 2. mec.
Yatışma, dinme (L'assoupissement
d'une
douleur).
3.
Aldırmazlık,
uyuşukluk,
vurdumduymazlık (Le peuple sortit de son
assoupissement pour se révolter contre la

107

assujettir
dictature).
assouplir gçl. 1. Esneklik vermek, esnekleştirmek
bükülgenlik vermek, yumuşatmak (Assouplir
une étoffe, les cuirs, le corps). 2. Yumuşatmak,
hafifletmek (Assouplir les lois, les règles, les
mesures trop strictes). 3. Çevikleştirmek,
kıvraklaştırmak. 4. Uysallaştırmak (Assouplir le
caractère d'un enfant violent). § S'assouplir: 1.
Esnekleşmek, bükülgenlik kazanmak. 2.
Yumuşamak, uysallaşmak,
assouplissement er. 1. Esnekleşme, esnekleştirme;
yumuşama,
yumuşatma
(Les
exercises
d'assouplissement détendent les muscles). 2.
Yumuşatma, yumuşama; hafifletme, hafifleme
(L'assouplissement d'un règlement, d'une loi).
assourdir gçl. 1. Sağır etmek, sağıra çevirmek (Ne
criez pas si fort, vous m'assourdissez). 2.
Sağırlaştırmak ; duyulmaz hale getirmek (Un tapis
assourdit les pas). 3. Donuklaştırmak (Assourdir
une couleur). § S'assourdir: Duyulmaz olmak,
duyulmaz hale gelmek (Le bruit des pas
s'assourdissait).
assourdissantes. Kulakları sağır edici, sağırlaştırıcı

(Un bruit assourdissant).


assourdissement er. Sağırlaştırma, sağırlaşma;
sağıra
dönme,
sağıra
döndürme
(L'assourdissement
du
canon.
Mon
assourdissement dura longtemps après le voyage
en avion).
assouvir gçl. 1. (Açlığını yada susuzluğunu)
Gidermek (Assouvir sa faim, sa soif). 2. mec.
Doyurmak, *doyumsatmak, "tatmin etmek
(Assouvir une passion, une haine, une colère, un
sentiment). § S'assouvir: 1. Doymak (Son
ambition ne s'assouvit jamais). 2. S'assouvir de
qch: -e doymak (S'assouvir de plaisirs, de
vengeances).
assouvissement er. 1. Giderme .yatıştırma, yatışma ;
doyurma, doyma, "tatmin (L'assouvissement de
la faim, d'une passion, des désirs). 2. Doyum,
tatmin (Il éprouve un grand assouvissement).
'assuétude diş. Alışma; alışkanlık (Assuétude
climatologique: iklime alışma).
assujetties. 1. Boyun eğmiş, itaat altına alınmış. 2.
ad. Vergi mükellefi, vergi yükümlüsü. 3.
Yerleştirilmiş, oturtulmuş (Une fois le joug bien
assujetti, on ne le secouraplus).
assujettir gçl. 1. Kendine uyruk etmek,
"uyruklaştırmak, tabi kılmak, egemenliği altına
almak (Assujettir un peuple, une nation). 2.
Pekiştirmek, berkitmek (Assujettir une couleur,
les planches d'une caisse). 3. mec. Kul etmek, köle
etmek (Il veut nous assujettir). 4. Assujettir qn à
assujettissement
qch: Birini -e bağlamak, bağlı tutmak, "tabi
kılmak (Assujettirquelqu'un à l'impôt, à des règles
très strictes). § S'assujettir à qch: Bir şeye bağh
olmak, bağımlı olmak, boyun eğmek, uymak
(S'assujettir à une règle, aux exigences de la mode).
assujettissement er. 1. Kendine uyruk etme, bağımlı
kılma. 2. Uyruk edilme, uyrukluk, bağımlılık. 3.
mec. Yük, yüküm, yükümlülük, katlanış (La
grandeur a des assujettissements).
assumer gçl. 1. Üstüne almak, üzerine almak,
üstlenmek, boynuna almak (Assumer une
responsabilité, une tâche, un devoir, un emploi).
2. Göze almak (Assumer le risque d'une tentative).
assurable s. Sigorta edilebilir, sigortalanabilir.
assurance diş. 1. Güven (Parter avec assurance.
Perdre son assurance). 2. İnanca, güvence,
"teminat (Donner des assurances de son
dévouement. Sur cette assurance, je peux rentrer
chez moi). 3. Sağlam kanı, inan (J'ai l'assurance
que cettte place me sera donnée). 4. Sigorta
(Contrat d'assurance. Assurance contre les
accidents, l'incendie, le vol. Assurance sur la vie,
assurance-vie.
Assurance-automobile.
Les
assurances sociales.
Assurance-invalidité.
Assurance-vieillesse.
Assurance-maladie.
Compagnie d'assurance. Agent d'assurance). §
Contracter, réaliser une assurance: Bir sigorta
yaptırmak. Toucher une indemnité d'assurance:
Sigorta tazminatı almak.
assurées. 1. Güvenli, güvenilir (Un air assuré). 2.
Kesin (Départ assuré à neuf heures). 3. Sağlam,
sağlama bağlanmış (Avoir sa retraite assurée:
Emekliliği sağlam, sağlama bağlanmış olmak). 4.
s. vead. Sigortalı (t/ne votareassurée. Lesassurés
sociaux).
assurément bel. Kuşkusuz, elbette (Il viendra
assurément).
assurer gçl. 1. Sağlamlaştırmak, güven altına almak
(Assurer ses frontières, sa fortune, son pouvoir).
2. İnan vermek, güven vermek (Il faut assurer le
roi qui vous craint). 3. Sağlamak (Assurer le
bonheur de sa famille). 4. (Bir şey için birine)
İnanca vermek, güvence vermek, "teminat
vermek (Il m'a assuré qu'il avait dit la vérité). 5.
Pekiştirmek, berkitmek (Assurer une poutre, un
volet). 6. Sigorta etmek, sigortalamak (Assurersa
voiture). 7. Sağlamak (C'est lui qui assure tout). 8.
Assurer qch à qn: Birine bir şey sağlamak, vermek
(Assurer un avantage, un crédit, une rente à son
ami. Assurer des munitions à l'armée). 9. Assurer
qn de qch: Birine -konusunda güven vermek (Sa
conduite passée nous assure de l'avenir). 10.
Assurer qch contre: -karşı sigortalamak, güven
108

astral
altına almak (Assurer ses récoltes contre la grêle.
Assurer sa maison contre l'incendie). § Assurer le
pavillon: (Gemide) Bir el top atarak bayrak
çekmek. § S'assurer: 1. İnanmak, güvenmek
(Assurez-vous que je ne vous oublie pas). 2.
S'assurer qch: Kendine sağlamak (S'assurer un
avantage, la protection de ses amis, les vivres pour
un mois). 3. S'assurer de qch: Tutmak, ayırtmak,
elde etmek (S'assurer d'une place, d'une somme
d'argent)^ 4. S'assurer de qch: -e kesin olarak
inanmak, -den emin olmak (Je me suis assuré de
l'exactitude de cette nouvelle). 5. S'assurer dans,
en, sur qch: -e güvenmek, bel bağlamak (On ne
peut pas s'assurer sur ce cœur inconstant). 6.
S'assurer contre qch: Kendinibirşeye karşı güven
altına almak, sigortalamak (S'assurer contre
l'incendie). 7. S'assurer de qn: Birini gözetimi,
denetimi altına almak, kollamak (Allez vous
assurer de lui).
assureur er. Sigortacı.
assyrien, ne s. vead. 1. Asurlu; Asur ve asurlulara
değgin. 2. er. Asur dili, Asurca,
assyriologie diş. Asurbilim.
assyriologue ad. Asurbilimci.
astasie diş. hek. Ayakta duramazlık, durma ve
yürüme güçsüzlüğü,
astatique s. Sürekli olarak değişmez dengede olan,
değişmez dengeli,
astérie diş. hayb. Denizyıldızı,
astérisque er. (Basımcılıkta) Yıldız işareti,
astéroïde er. Göktaşı; küçük gezegen,
asthénie diş. Güçten düşme, genel güçsüzlük,
asthénique s. ve ad. Güçten düşmüş, güçsüz,
asthénosphère diş. yerb. Dayanıksız katman, zayıf
katman.
asthmatiques, vead. hek. Astmalı, astmayadeğin;
tıknefes.
asthme er. hek. Astma, astım, tıknefeslik,
asticot er. 1. (Olta yemi olarak kullanılan) Et kurdu.
2. tkz. Adam, herif (Quel drôle d'asticot).
asticoter gçl. tkz. Kızdırmak, canını sıkmak,
tedirgin etmek,
astigmates, hek. Astigmatizmah, astigmalı.
astigmatisme er. hek. Astigmatizm, astigmatizma.
astiquage er. Parlatma, cilâlama, ovarak
pırıldatma.
astiquer gçl. 1. İstika ile parlatmak, cilâiamak
(Astiquer les meubles, le plancher). 2. Ovarak
parlatmak (Astiquer les cuivres).
astragale er. 1. (Mimarlıkta) Sütun başlığı. 2. anat.
Aşık kemiği. 3. Geven, kitre ağacı,
astrakan er. Astragan.
astral,es. Gökcisimlerine değgin, yıldızlara değgin,
astre
*yıldızsal.
astre er. 1. Gökcismi. 2. (Genel anlamda) Yıldız
(Les astres brillent, pâlissent, scintillent. Le
mouvement des astres). 3. mec. Çok ünlü kişi,
yıldız.§ L'astre du jour: Güneş. L'astre de la nuit:
Ay. Etre né sous un astre favorable: Kadir gecesi
doğmak, şanslı doğmak. Beau comme un astre:
Ay parçası, çok güzel,
astreindre gçl. 1. Katlandırmak, katlanmaya
zorlamak. 2. Astreindre qn à qch: Birini -e
zorlamak; -e "tabi tutmak (Astreindrequelqu'un à
une discipline, à des travaux pénibles. Le médecin
m'astreint à un régime sans sel). 3. Astreindre qn à
f. qch: -meye zorlamak (Tu ne peux pas
m'astreindre à travailler sous ces conditions). §
S'astreindre à qch, à f.qch: -e, -meye zorunlu
olmak, katlanmak (Ils'est astreint à examiner tout
le dossier minutieusement).
astreinte diş.
1. Yükümlülüğünü
yerine
getirmemekten dolayı her gün ödemek zorunda
bulunulan para cezası.
Gecikme cezası.
"İtaatsizlik cezası. 2. Zorunluluk, katlanma,
astringence diş. Buruşturuculuk, pekiştiricilik.
astringent,e s. ve ad. hek. Buruşturucu, pekiştirici;
peklik verici (Un remède astringent. Un astringent
pour les soins de la peau).
astrolabe er. gökb. Usturlap,
astrolâtrie diş. Yıldızlara tapma, "yıldızataparhk.
astrologie diş. "Müneccimlik, yıldız falcılığı.
astrologique s. Müneccimliğe değgin, yıldız
falcılığına değgin (Prédictions astrologiques).
astrologue er. "Müneccim
astrométrie diş. "Gökölçümü.
astronaute ad. Uzayadamı, "uzaycı.
astronauticien,ne ad. "Uzaybilimci, uzaybilim
uzmanı.
astronautique s. Uzaybilimsel, uzay gemiciliğine
değgin,
astronef er. Uzay gemisi,
astronome er. "Gökbilimci,
astronomie diş. "Gökbilim,
astronomiques. 1. Gökbilimsel. 2. mec. Pek büyük,
us almaz, çok yüksek (Chiffre,
nombre
astronomique. Un prix astronomique).
astrophysfcien, ne ad. "Gökfizikçi.
astrophysique diş. l.°Gökfiziği 2. s. Gökfiziksel,
gökfiziğine değgin,
astuce diş. 1. Kurnazlık, düzen, dolap. 2. İncelik,
giz, girdi çıktı (Je connais toutes les astuces du
métier). 3. tkz. Şaka (Il fait des astuces).
astucieusement M . Kurnazlıkla, zekice, ustaca,
astucieux, euse s. 1. Kurnaz, düzenci, dolapçı
(L'astucieux Mazarin). 2. Zeki, cin gibi (Un élève
109

atlantique

astucieux qui répond toujours aux questions


difficiles). 3. İncelik dolu, ustaca yapılmış (Un
projet astucieux).
asymétrie diş. Bakışımsızlık, "simetrisizlik,
asymétrique s. Bakışımsız, "simetrisiz (Visage
asymétrique).
asymptote s. ve diş. mat. Kavuşmaz (Courbe
asymptote. L'asymptote s'approche de la courbe
sans jamais la rencontrer).
asymptotique s.
mat.
Kavuşmaz
(Ligne
asymptotique).
ataman er. tar. Ataman, hetman.
ataraxiediş, fels. Sarsılmazlık.
atavisme er. fels. Atacılık, soyaçekim.
atavique s. Atacılığa değgin, soyaçekimle ilgili
(Caractères ataviques).
ataxie diş. hek. Sarsakhk; devim yitimi,
ataxique s. 1. Sarsaklığa değgin. 2. ad. Sarsak,
atèle er. hayb. Örümcekmaymunu.
atelier er. 1. İşlik, atölye (Atelier d'un menuisier.
Ouvrir un atelier de couture). 2. Atölye, çalışma
yeri (Atelier d'un peintre). 3. Bölüm (L'atelier de
montage dans une usine).
atermoiement er. 1. Erteleme, geri bırakma. 2.
Savsaklama,
oyalama
(Politique
d'atermoiement).
3. Duraksama, düşünüp
taşınma, "tereddüt (Après mille atermoiements,
elle a enfin consenti à la séparation).
atermoyer gçl. 1. Ertelemek, geriye atmak
(Atermoyer une lettre de change). 2. gsz.
Savsaklamak. 3. gsz. Duraksamak, tereddüt
etmek (Il n'y a plus à atermoyer, il faut agir).
athée s. ve ad. Tanrıtanımaz (C'est un athée. Un
monde athée).
athéisme er. Tanrıtanımazlık,
athénée er. 1. (İsviçre ve Belçika'da) Bilginlerin,
sanatçıların halka yapıtlarından
örnekler
okudukları, genel dersler verdikleri yer;
konferanslar binası. 2. (Belçika'da) Orta ile
yüksek arası öğretim kurumu,
athermane s. Isı iletmez, sıcaklık geçirmez (Paroi
athermane).
athlète er. Atlet.
athlétique s. I. Atletlerle, atletizmle ilgili (Les jeux
athlétiques). 2. Atletlere özgü, güçlü, kasları
gelişmiş (Un corps athlétique).
athlétisme er. Atletizm (Championnat d'athlétisme).
athrepsie diş. (Küçük çocuklarda) Besisizlik
sayrılığı.
atlante er. "Yontusütun, "heykelsütun, yontu
direk; insan biçiminde sütun,
atlantique s. ve ad. Atlas okyanusu; Atlas
okyanusuna değgin (La côte atlantique de la
atlantisme

11 ı

France. Pacte atlantique).


atlantisme er. Atlantik paktı yanlılığı,
atlantiste ad. Atlantik paktı yanlısı,
atlas er. 1. anat. Atlaskemiği. 2. Harita yada resim
atlası.
atmosphère diş. 1. Hava (La Lune n'a pas
d'atmosphère). 2. fiz. Havaküre. 3. mec. Hava,
bırakılan genel izlenim (Chaque être a une
atmosphère personnelle). 4. Hava basıncı. 5 .mec.
Çevre, çevre koşullan, ortam, hava (Je dois
changer d'atmosphère. Atmosphère de travail). »
atmosphérique s. Hava yada havaküreye değgin
(La pression atmosphérique.
Phénomènes,
conditions, variations Atmosphériques).
atoll er. coğr. Mercanada, halkaada, °atol.
atome er. fiz. Atom.
atomicité diş. (Bir moleküldeki) Atom sayısı,
atomique s. Atoma değgin (La bombe atomique.
Energie atomique. L'époque atomique, la guerre
atomique).
atomisation diş. mec.
Bölme, parçalama
(Atomisation des forces politiques).
atomiser gçl. 1. Atomlaştırmak, çok küçük
parçacıklara indirgemek. 2. Atom silâhlanyla
yıkmak; atom bombası yağdırmak
(Les
Américains ont atomisé Hiroshima).
atomiseur er. Tıkacına basıldığında içindeki sıvıyı
püskürten şişe; püskürtmeli şişe, °atomizör
(Atomiseur à parfum, à laque, à lotion).
atomisme er. fels. Atomculuk (L'atomisme est un
matérialisme mécaniste).
atomiste ad. fels. 1. Atomcu, atomculuk yanlısı. 2.
s. ve. ad. Atom ile uğraşan; atom bilgini (Des
savants atomistes. Un atomiste).
atonal,es. müz. Atonal, tona bağlı olmayan, tonsuz
(Musique atonale).
atonalité diş. Atonalité, tona bağlı olmama,
tonsuzluk.
atone s. 1. Durgun, anlamsız, boş (Un regard
atone). 2. Tembel, iyi çalışmayan (Un intestin
atone). 3. dilb. Vurgusuz (Syllabe atone).
atonie diş. 1. Tembellik, çalışmazhk (Atonie
intestinale). 2. Güçsüzlük, erksizlik, "iktidarsızlık
(Atonie sexuelle, atonie intellectuelle).
atonique s. Güçsüzlükten ileri gelen,
atour er. ç. Süs, süs eşyası (Une femme parée des
plus beaux atours).
atout er. 1. (İskambil oyunlarında) Koz (Jouer
atout. L'atout est le carreau. Jouer le sans-atout).
2. mec. Koz, üstünlük (Son atout principal c'est
son énergie). § Jouer son dernier atout: Son
kozunu oynamak,
atoxiques. hek. Zehirli olmayan, zehirsiz.

attacher

atrabilaire s. Çabuk kızan, hemen öfkelenen,


ayranı kabarık (Caractère atrabilaire).
fitre er. Ocak ateşliği, ocak (Mettre des bûches dans
l'âtre).
atroces. 1. Canavar, acımasız (Un homme atroce).
2. Canavarca, tüyler ürpertici (Un crime atroce.
Une vengeance atroce). 3. Dayanılmaz, çekilmez
(Une peur atroce, une douleur atroce). 4. Çok
kötü, berbat, iğrenç (Un temps atroce).
atrocement bel. Canavarca, hiç acımadan, tüyler
ürpertici bir biçimde,
atrocité diş. Canavarlık, acımasızlık; tüyler
ürperticilik; dayanılmazlık; berbatlık, kötülük,
atrophie diş.biy. Körelme, güçten düşme,
güçsüzlük, zayıflık (Atrophie
musculaire,
atrophie intellectuelle).
atrophier gçl. Köreltmek, güçsüzleştirmek,
cılızlaştırmak, zayıflatmak (Les sophismes d'une
philosophie niaise ont atrophié en lui le sens
moral). § S'atrophier: Körelmek, cılızlaşmak,
zayıflamak (Les mucsles d'un paralysé
s'atrophient. Son sens moral s'est atrophié).
atropine diş. Atropin.
attabler gçl. Sofraya oturtmak (Attablez les enfants
ensemble). § S'attabler: 1. Sofraya oturmak (Il
s'attable dès qu'il rentre à midi). 2. Masaya
oturmak (Ils'attable à la terrasse d'un café).
attachante s. Çekici, ilgi çekici, sürükleyici, merak
uyandırıcı, meraklı (Un roman attachant. Une
lecture attachante. Il a une personnalité
attachante).
attache diş. 1. Bağ, ilgi (Il conserve des attaches avec
son pays natal). 2. Bilek (Il a des attaches fines). 3.
*îlgeç, "tutturgaç (Feuillets réunis au moyen
d'une attache). § Port d'attache: (Bir geminin)
Kayıt limanı, bağlama limanı.
attaché,e s. 1. Zincire vurulmuş, bağlı (Un
prisonnier attaché). 2. Attaché à: -e bağlı (Le
bonheur n 'est pas attaché à l'argent. Elle lui est très
attachée). 3. er. "Ataşe, bir elçiliğe bağlı uzman
yada görevli (Attaché militaire, attaché culturel).
attachement er. 1. Bağlılık (Attachement à une
religion). 2. Gönül ilişkisi, duygusal bağhhk
(Attachement à une femme). 3. (Yapıcılıkta)
Gündelik iş hesabı (Les attachements servent de
pièces justificatives à l'entrepreneur pour le
règlement de ses mémoires).
attacher gçl. 1. Bağlamak, tutturmak (Attacher
deux tissus par des épingles. Attacher les mains
d'un prisonnier). 2. Bağlamak,sarmak (Attacher
un fagot, un paquet). 3. Düğmelemek (Attacher
un mantaeu, une robe). 4. Takmak, bağlamak
(Attacher un tablier, un collier). S. Bağlamak,
attaquable
düğümlemek (Attacher sa ceinture, ses lacets de
chaussure, ses chaussures). 6. gsz. (Yemeklerde)
Dibi y anmak, dibi tutmak (Le ragoût a attaché).l.
Attacher qch à qch: -e bağlamak (Attacher un
cheval à l'arbre, un condamné au poteau). 8.
Attacher qch à: -e vermek (Attacher un sens à un
geste, à une parole). § Attacher du prix, de
l'importance, de l'intérêt à qch: -e önem vermek.
Attacher de la valeur à: -e değer vermek. §
S'attacher 1. Bağlanmak. 2. S'attacher qn: Birini
kendine bağlamak (Ceprofesseur a su s'attacher
ses élèves). 3. S'attacher à qch, à qn: Bir şeye,
birine bağlanmak, sarılmak, kendini vermek,
yapışmak (S'attacher à un pays, à une personne, à
une doctrine, à un poste). 4. S'attacher à f. qch:
-meye çok özen göstermek, dikkat etmek,
kendini vermek (Cet homme s'est attaché à rendre
sa famille heureuse).
attaquable s. 1. Saldırılabilir, saldırıya elverişli
(Une forteresse attaquable). 2. huk. Geçersiz
sayılabilir, itiraz edilebilir (Ce testament est
attaquable).
attaquant,e ad. 1. Saldıran, saldırı yapan (Les
attaquants furent repoussés). 2. (Spor takımında)
Hücumda oynayan oyuncu, hücum oyuncusu.
attaque diş. 1. Saldırış, saldırı (Passer à l'attaque.
Donner le signal de l'attaque. Attaque à main
armée). 2. Ateş, sayrılık nöbeti, nöbet. 3.
Bunalım, "kriz (Une attaque d'épilepsie,
d'apoplexie). 4. Eleştiri, saldırı, taş, taşlama (Les
attaques de l'opposition contre le gouvernement.
Rester impassible devant les attaques). S. müz.
Çalma (L'attaque d'une valse).6. (Takım
sporlarında) Hücum, atak. § Etred'attaque: Turp
gibi olmak, pek dinç olmak, sapasağlam olmak.
attaquer gçl. 1. Saldırmak, (Attaquer une forteresse,
un pays, l'ennemi, une personne). 2. Eleştirmek,
sataşmak, saldırmak, taşlamak (Dans un article, il
attaquait vivement le ministre). 3. Ele almak,
girişmek, sarılmak (Attaquer un travail). 4.
Kemirmek, yemek, içine işlemek (La rouille a
attaqué le balcon de fer. Les mites attaquent les
lainages). 5. Mahkemeye vermek, aleyhinde dâva
açmak. 6. Yemeye başlamak, yumulmak
(Attaquer la volaille). 7. müz. Çalmaya başlamak,
çalmak (Au loin, les deux violons, le violoncelle et
l'alto attaquaient un air de menuet). 8. İtiraz etmek
(Attaquer un testament). §S'attaqueràqch: 1. Bir
şeye hevesle girişmek (S'attaquer à un travail). 2.
-e karşı savaş açmak, saldırmak (S'attaquer aux
préjugés, à une politique). 3. S'attaquer à qn: -e
saldırmak; ile mücadele etmek (S'attaquer à un
ministre).

111

atteler
attardé,e. s. 1. Geç kalmış, geç vakte kalmış,
gecikmiş (Quelques passants atterdés). 2. Artık
çok gerilerde kalmış, zamanı geçmiş. 3. Gelişmesi
gecikmiş, geri zekâlı (Un enfant attardé). 4. ad.
Geri zekâlı (Un attardé).
attarder gçl. Geciktirmek, geri bırakmak,
alıkoymak (L'orage nous a attardés). §
S'attarder: 1. Oyalanmak, kalmak (Il s'est attardé
en chemin, chez un ami). 2. Gecikmek, geri
kalmak (Il s'est attardé derrière le groupe). 3.
S'attarder à qch: -e takılmak, takılıp kalmak (Il
s'est attardé à des détails). 4. S'attarder à f. qch:
-mekle oyalanmak, vakit geçirmek (Ons'attardait
à boire, à discuter, à fumer dans les cafés).
atteindre: gçl. 1. Dokunmak, değmek, yetişmek
(Monter sur la chaise pour atteindre le plafond). 2.
Varmak, erişmek (Atteindre son but, son
objectif). 3. Vurmak, isabet etmek (Le coup de feu
l'a atteint au bras gauche). 4. Düzeyine erişmek,
eşit olmak (C'est en travaillant qu'on peut
atteindre les hommes célèbres). S. Yetişmek,
yakalamak. 6. Yükselmek, varmak (Ladouleura
atteint sa limite). 7. İncitmek, yaralamak,
dokunmak (Il est indifférent, rien ne l'atteint). 8.
Atteindre à qch: Büyük bir çaba sonucu bir şeye
erişmek, varmak (Dans ce domaine, il atteindra,
tôt ou tard, à la perfection). 9. Etre atteint de qch:
-e yakalanmak, tutulmak, uğramak (Il est atteint
de tuberculose).
atteintes. 1. (Bir sayrılığa) Yakalanmış, tutulmuş.
2. tkz. Kaçık, deli, keçileri kaçırmış,
atteinte diş. 1. Çarpma, vurma. 2. Dokunca,
dokunurluk, "zarar (Atteinte à la réputation) 3.
Sayrılığa yakalanma, tutulma, "musabiyet. § Hors
d'atteinte: Erişilmez, yetişilmez (Sa réputation est
hors d'atteinte) Hors de l'atteinte de: -in
yetişemiyeceği, varamıy acağı yerde (Il est hors de
l'atteinte des balles. Le tableau est hors de l'atteinte
des enfants). Porter atteinte à qch: -e dokunmak;
-e zarar getirmek; -e "halel getirmek (Cela peut
« porter atteinte à votre indépendance).
attelage er. 1. Bağlama, koşma (L'attelage des
bœufs. L'attelage des wagons). 2. Koşulmuş
hayvanlar (L'attelage suait, soufflait et marchait
avec lenteur).
atteler gçl. 1. Hayvan koşmak (Atteler une voiture).
2. Atteler qch à qch: -e hayvan koşmak; -e
bağlamak (Atteler des bœufs à une charrette.
Atteler la locomotive au train, une remorque au
tracteur). 3. Atteler qn à qch: Birini -e vermek; -e
koşmak; -ile görevlendirmek (Atteler quelqu'un à
un travail, à une tâche). 4. gsz. Arabaya hayvan
koşmak, hayvanları bağlamak (Dites au cocher
attelle
d'atteler). § S'atteler à qch: -e canla başla
girişmek; başlamak (S'atteler à un travail. Je me
suis attelé à l'article que je vous ai promis).
attelle
1. Hamut. 2. Süyek, °cebire.
attenant,e s. 1. Bitişik (La maison attenante doit
être reconstruite). 2. Attenant à: -e bitişik (Le
cimetière attenant à l'église. La maison attenante à
la ferme).
attendant (en) bel. O zamana kadar, arada; bu
arada (Ses idées sont peut-être justes, en
attendant, il aurait mieux fait de se tenir tranquille)*
§ En attendant que: -inceye kadar (Je resterai ici en
attendant que la pluie cesse).
attendre gçl. 1. Beklemek (Attendre le train, un
enfant, un téléphone, un visiteur). 2. Kollamak,
gözetlemek (Attendre le moment, l'occasion,
l'heure de faire quelque chose). 3. Hazır olmak (Le
dîner vous attend, la voiture vous attend). 4.
Sonu... olmak (La misère attend le dissipateur:
Savurganın sonu yoksulluktur). S. Attendre qch
de qn: Birinden birşey beklemek (On ne peut
attendre aucune faveur de lui). 6. Attendre après
qn, après qch: a) -i sabırsızlıkla beklemek, dört
gözle beklemek (J'attends après mon oncle. Il
attend après un taxi), b) -i gereksinmek, -e
gereksinimi olmak, ihtiyacı olmak (Je n'attends
pas après votre aide). 7. Attendre de f. qch: -meyi
beklemek (Attendez d'être informé avant de vous
prononcer). 8. gsz. Beklemek (Il a attendu
longtemps). § Faire attendre qn: Birini
bekletmek, geç gelmek. Se faire attendre: Geç
gelmek, bekletmek. Attendre qn comme le
Messie: Birini Hızır gibi beklemek, dört gözle
beklemek.Attendre que les grives tombent toutes
rôties dans la bouche: Armut piş ağzıma düş diye
beklemek (Tu attends que les grives te tombent
toutes rôties dans la bouche). Tout vient à point à
qui sait attendre: Sabreden derviş muradına
ermiş. § S'attendre à qch: 1. Ummak, beklemek
(Je ne m'attendais pas à ce résultat). 2. S'attendre à
f. qch: a) -meyi ummak, beklemek (On s'attend à
trouver un dieu, on touche un homme). b) -mekten
korkmak, çekinmek (Ils'attendàperdresaplace).
attendrir gçl. 1. Duygulandırmak, yumuşatmak,
içini sızlatmak (Les larmes du candidat n'ont pas
attendri le professeur). 2. Gevrekleştirmek
(Attendrir une viande, un bifteck). § S'attendrir:
1. Duygulanmak, içi sızlamak 2. S'attendrir sur
qn, sur qch: Birine, bir şeye acımak (Ne vous
attendrissez pas sur mon sort).
attendrissantes. Duygulandırın, yüreksızlatıcı, iç
ezici, acıklı.
attendrissement er. Acıma, yüreği sızlama,

112

attention
duygulanma.
attendu,es. 1. Beklenen (L'arrivée d'une personne
attendue). 2. er. ç. Gerekçe (Les attendus d'un
jugement). 3. ilg. Dolayısıyla, yüzünden, ötürü
(Attendu la situation internationale, le cabinet se
réunira d'urgence). § Attendu que...: -diği için;
-diğinden dolayı (On ne peut pas se fier à ces
résultats, attendu que les calculs sont
approximatifs).
attentat er. 1. Suikast (Attentat au plastic). 2. huk.
Cürüm, suç (Attentat à la pudeur, auxmœurs). 3.
mec. Hakaret, suç (Un attentat contre le bon goût).
§ Attentat à la pudeur: Genel âdaba karşı cürüm.
Attentat aux mœeurs: Edep duygularını incitme,
genel adaba karşı cürüm. Attentat à la vie, à la
liberté: Cana, özgürlüğe kast. Préparer, dresser
un attentat contre qn: Birine karşı bir suikast
hazırlamak (Préparer un attentat contre un
souverain). Déjouer un attentat: Bir suikastı, bir
komployu boşa çıkarmak, bozmak.
attentatoire s. 1. Zararlı, dokuncalı, dokunan. 2.
Attentatoire à: -e zararlı (Une mesure attentatoire
à la liberté. Une décision attentatoire à la justice).
attente diş. 1. Bekleme (Salle d'attente, salon
d'attente). 2. Bekleme, bekleme zamanı
(L'attente a été insupportable, très longue). 3.
Umulan şey, beklenilen şey, dilek, istek, beklenti
(Il n'a pas répondu à l'attente de ses professeurs:
öğretmenlerinin umduğu gibi çıkmadı). § Etre
dans l'attente de qch: -i beklemekte olmak,
beklemek. Dans l'attente de qch: -i bekleyerek,
beklerken (Nous vivons dans l'attente de beaux
jours à venir. Tous étaient inquiets dans l'attente
des dernières nouvelles).
attenter gsz. 1. Suikastte bulunmak 2. Attenter sur
qn, contre qn: Birine karşı suikastte bulunmak
(De quel droit sur vous-même osez-vous.attenter?
Attenter contre un roi). 3. Attenter à qch: -e
kastetmek (Attenter à la vie, à la liberté d'un
peuple, à la sûreté de l'Etat). § Attenter à ses jours:
"İntihar etmek, "özöldürüme kalkışmak (Ilessaya
d'attenter à ses jours dans la cellule).
attentif,İve s. 1. Dikkatli (Un élève attentif). 2.
Saygılı, özen gösterilen (Une amitié attentive). 3.
Attentif à qch; à f. qch: e- dikkat eden, özen
gösteren ; -meye dikkat eden ( Un homme attentifà
ses devoirs. Il est attentif à ne vexer personne).
attention
1. Dikkat (Ecouter avec attention). 2.
Yakınlık, ilgi, sevgi, özen (Un témoignage
d'attention. Elle avait pour les pauvres des
attentions délicates). § Attirer, éveiller l'attention
de qn sur qch: Birinin dikkatini -in üzerine
attentionné

113

çekmek (Je veux attirer votre attention sur ce


point). Détourner l'attention de qn: Birinin
dikkatini çevirmek, dağıtmak. Donner, prêter
attention à qch: -e karşı ilgi göstermek. Faire
attention à qch, à f. qch: -e dikkat etmek; -meye
çok dikkat etmek (Faites attention à la question
que je vais vous poser. J'ai fait attention à ne pas le
réveiller en rentrant). Ne donner (prêter) aucune
attention à qch: -e hiç aldırmamak, hiç bir ilgi
göstermemek. Attention à: -e dikkat (Attention à
la voiture!).
attentionné,e s. Çok dikkat, ilgi, özen gösteren
( Etre très attentionné pour ses parents, auprès de sa
fiancée).
attentisme er. Beklegör politikası, "beklegörcülük.
attentiste s. ve. ad. Beklegör politikası yanlısı,
*Beklegörcü.
attentivement bel. Dikkatle, ilgiyle.
atténuant,e s. Hafifletici, azaltıcı, düşürücü
(Circonstances atténuantes: Hafifletici nedenler).
atténuation diş. 1. Azalma, düşme (Atténuation des
forces, d'une souffrance).
2. Hafifletme
(Atténuation d'une peine).
atténuer gçl. 1. Güçten düşürmek, gücünü
azaltmak, zayıflatmak 2. Yatıştırmak, dindirmek
(Prendre un cachet pour atténuer un mal de tête). 3.
Yumuşatmak (Atténuer les termes d'une lettre, la
violence de ses propos).
atterrage er. den. 1. Karaya yakınlık, karaya yakın
olma. 2. Kıyıdan önce görünen yüksek kara
parçası.
atterrant,e s- Çok şaşırtıcı, üzücü (Une nouvelle
atterrante).
atterrer gçl. 1. (Eski) Yere vurmak, yere sermek. 2.
mec. Yıkmak, yıldırımla vurulmuşa çevirmek,
şaşkına döndürmek (L'annonce de son suicide
nous a atterrés).
atterrir gsz. 1. Karaya inmek, alana inmek,
konmak, iniş yapmak (L'avion atterrit sur la piste.
La fusée atterrit sur la planète).!, mec. tkz.
Varmak, gelmek, düşmek (Après, cinq heures de
marche, nous avons atterri dans une petite
auberge).
atterrissage er. Karaya inme, konma, iniş.
(Atterrissage forcé: Zorunlu iniş. Atterrissage
sans visibilité: Kör iniş, pisti görmeden iniş. Train
d'atterrissage: (Uçağın) İniş takımı).
atterrissement er. Suyun bıraktığı kum, toprak
kümesi, su bırakıntısı.
attestation diş. 1. Tanıklık. 2. Tanıtma belgesi,
belge (L'employeur fournit une attestation à un
employé qui quitte l'entreprise). § Attestation de
bonne conduite: İyi hâl kâğıdı.
attirer
attester gçl. 1: Gerçekliğine tanıklık etmek
(J'atteste la réalité de ce fait). 2. Gerçeklemek,
doğrulamak, °teyid etmek (Son regard atteste son
innocence). 3. Tanık göstermek (J'atteste les dieux
que je dis la vérité). 4. Kanıtlamak, ispat etmek
(Les documents atttestent la vérité de son
témoignage). S. Attester qch à qn: Birine bir şeyi
ispat etmek, kanıtlamak,
atticisme er. Dil inceliği, anlatı güzelliği, süzme
güzellik.
attiédir gçl. 1. Ilıklaştırmak, ılıtmak. 2. mec.
Sıcaklığını azaltmak, ılıştırmak, gevşetmek
(L'amitié que la présence attiédit, que l'absence
efface).
attiédissement er. Sıcaklığının azalması, soğuma
(L'attiédissement d'un sentiment, du zèle, d'une
tendresse).
attifement er. Giyim, takıp takıştırma, süslenme,
iki dirhem bir çekirdek olma.
attifer gçl. Giydirmek, üstüne bir şeyler uydurmak
(Elle attife ses enfants d'une manière drôle). §
S'attifTer yada Etre attifé: Giyinmek, takıp
takıştırmak, süslenmek (Elle passe des heures à
s'attifer. Il est attifé drôlement).
attiger gsz. hlk. Abartmak,
attique s. 1. Attika'ya değgin. 2. er. (Mimarlıkta)
Dam korkuluğu yada çatı katı.
attirables. Çekilebilir.
attirail er. 1. Takım (Attirail de toilette). 2. Eşya
(Attirail de voyage). 3. Gereçler (Attirail de
guerre, attirail du campeur). 4. Değersiz eşya,
kıvır zıvır (Il a fourré tout son attirail dans une
malle).
attirance
diş.
Çekicilik,
başdöndüriicülük
(L'attirance du gouffre). § Eprouver, avoir une
certaine attirance pour qch, envers qch: -e karşı
ilgi duymak; ilgisi, eğilimi olmak (Il a une certaine
attirance pour les films policiers).
attirante^. Çekici (Une figure attirante).
attirer gçl. 1. Kendine çekmek (L'aimant attire le
fer). 2. Çekmek, °cezbetmek ( Ce spectacle attire la
foule. Le miel attire les mouches). 3. Attirer qch à
qn, surqn: Birinin başına.. .açmak, getirmek (Ses
procédés lui attireront des ennuis. Une mauvaise
conduite a attiré sur lui toute la haine du peuple). 4.
Attirer qch à qn: Birine bir şey sağlamak (Sa
bienveillance lui attirait toutes les sympathies. Sa
réputation lui attirait des disciples). 5. Attirer qch
sur: -in üzerinde toplamak, -e çekmek (Je
voudrais attirer votre attention sur ce point). §
S'attirer qch: 1. Başına... açmak; başına...
getirmek (Il s'est attiré des ennuis à cause de son
ami). 2. Sağlamak, elde etmek, kazanmak (Il
attisement
s'attire des compliments mérités). 3. S'attirer qn:
Birini kazanmak, kendi yanına çekmek (Il est très
attentif à s'attirer les intellectuels).
attisement
er.
Tutuşturma,
körükleme
(Vattisement des haines, des passions).
attiser gçl. 1. Yeniden tutuşturmak, canlandırmak,
parlatmak (Attiser lefeu). 2. Körüklemek (Attiser
les passions, une querelle, une haine, une colère).
attitré,e s. 1. Unvanlı, ayrıcalı (Le notariat est une
charge attitrée). 2. Yetkili, yetkisi kabul edilmiş
(Le représentant attitré d'une agence de presse). 3.
Para ile tutulmuş (Un témoin attitré).
attitrergf/. Bir görev ünvanı vermek,
attitude diş. 1. Duruş (Attitude naturelle,
gracieuse). 2. Davranış, tutum (Avoir une attitude
ferme. Prendre une attitude d'hostilité). Il a
modifié son attitude à l'égard de ce problème). 3.
Durum takınma, tavır alma (Quelle est son
attitude devant ce problème).
attouchement er. 1. Elle dokunma, elleyiş. 2.
Değme, değdirme,
attractif,ives. 1. Kendine çekici, çekimleyici (Force
attractive de l'aimant). 2. mec. Çekici, ilginç (Une
vertu attractive).
attraction diş. 1. Çekim, çekme gücü (L'attraction
de la terre. Attraction magnétique, électrique). 2.
Çekicilik, çekme, ilgi, sevgi (Sa personnalité
exerce une grande attraction sur la foule). 3.
Eğlence (Un centre d'attraction). 4. ç. Varyete
numaralan, eğlendiri; gösteri (Les attractions
d'une boîte de nuit).
attrait er. 1. Çekicilik (L'attrait de l'aventure, delà
nouveauté). 2. Eğilim, gönül akması, ilgi, sevgi (Il
éprouvait un attrait romantique pour le malheur).
3. ç. Güzellik, alımlılık (Les attraits d'unefemme).
attrapade diş. hlk. 1. Azarlama, paylama; azar. 2.
Kapışma, kavga (Ils ont eu une sérieuse
attrapade).
attrape diş. 1. Tuzak. 2. mec. Tuzak, dolap.3.
Şakadan aldatış, aldatmaca. 4. den. Çıma. 5.
(Dökmecilikte) Maşa.
attrape-mouche er. bitb. Sinekkapan,
attrape-nigaud er. Enayi tuzağı, enayi kandırmaca
(Ces belles paroles ne sont que des attrape-nigauds
pour duper l'acheteur).
attraper gç/. 1. Tutmak, yakalamak (Attraper des
papillons avec un filet). 2. Yakalamak; enselemek
ele geçirmek (La police a attrapé le voleur). 3.
Tutmak, kavramak (Attraper une balle). 4.
Yetişmek yakalamak (Attraper l'autobus, le
train). 5. Öykünmek, "taklit etmek (Il a bien
attrapé le style de La Bruyère. Il attrape l'accent
français).
6.
Aldatmak,
kandırmak,

114

attrister
dolandırmak, tavlamak (Il excelle à attraper les
gens par des flatteries). 7. Azarlamak (Ses parents
l'ont bien attrapé). 8. Kapmak, kavramak,
anlamak (Je n'ai pu attraper que quelques mots de
leur conversation). 9. Yakalanmak, tutulmak,
kapmak (A ttraper une maladie, le rhume,la grippe
10. (Ceza vb. için) Yemek, çarpılmak (Attraper
une contravention pour infraction au code de la
route). § S'attraper: Yakalanmak, tutulmak. Se
faire attraper: 1. Enselenmek, yakalanmak (Il
s'est fait attraper par la police). 2. Haşlanmak,
azarlanmak (Un enfant qui se fait attraper souvent
par ses parents). Se laisser attraper à qch: -e
kapılmak, aldanmak (Il s'est laissé attraper aux
belles promesses).
attrapeur, euse ad. mec. Avcı, tavcı. § Attrapeur de
femmes: Kadın avcısı,
attrayant, e s. Çekici, gönül çekici (Un paysage
attrayant).
attribuable s. 1. Verilebilen, inal edilebilen,
yüklenilebilen. 2. Attribuable à: -e yüklenebilen,
mal edilebilen, "atfedilebilen (Cet accident ne lui
est pas attribuable).
attribuer gçl. 1. Attribuer qch à qch: a) -e vermek,
ayırmak (Attribuer une part à un héritier). b) -den
bilmek, -e vermek, "atfetmek (On attribue ce
phénomène à la pluie). 2. Attribuer qch à qn: a) -e
maletmek (Attribuer une invention à un savant).
b) -in üstüne yıkmak (Attribuer un accident, une
faute, une responsabilité à un pauvre homme). §
S'attribuer qch: Bir şeyi kendine mal etmek;
kendi elinde tutmak (Ils'attribue tout le succès de
l'entreprise. Tu t'attribues le monopole du
patriotisme).
attribut er. 1. Özel nitelik, vergi, ayrıcalık, özgü
olan şey (La parole est un attribut de l'homme. Le
droit de grâce est un attribut du chef de l'Etat). 2.
fels. Öznitelik; san. 3. dilb. mant. Yüklem. 4.
Simge (Le sceptre est l'attribut de la royauté).
attributif, ive s. 1. dilb. Yüklemli. 2. Hak yada yetki
verici (Acte attributif de compétence).
attribution diş. 1. Verme (L'attribution d'un prix).
2. Ayırma, verme, "tahsis etme (L'attribution de
véhicules neufs à un service. L'attribution d'un
rôle à un acteur). 3. Mal etme. 4. Üzerine atma,
üzerine yıkma. 5. Yorma, "hamletme ; "atfetme 6.
ç. Görev, yetki (Définir les attributions d'un
fonctionnaire). § Empiéter sur les attributions de
qn: Birinin görevine karışmak, el uzatmak,
attristant,e Üzücü, iç karartıcı (Des nouvelles
attristantes).
attrister gçl. Üzmek, neşesini kaçırmak, içini
karartmak (La mort de son père m'a attristé
attrition
beaucoup). § S'attrister: 1. Üzülmek, neşesi
kaçmak, içi kararmak. 2. S'attrister de qch, de
f.qch: -e üzülmek; -diğine üzülmek (Je m'attriste
de cette longue séparation. Ma mère s'attriste de
voir qu'il ne vient pas très souvent cette année).
attrition diş. hek. 1. Aşınma (Attrition de l'émail
dentaire). 2. mec. Dinsel bir suç işlemiş olmaktan
duyulan iç acısı, tedirginlik. 3. (Bir işletmede)
Personel sayısının azalması, personel kaybı
(Attrition due à une mauvaise rémunération).
attroupement er. 1. Bir gösteri için sokakta
toplanma, bir araya gelme (L'attroupement des
badauds). 2. Sokakta toplanan kalabalık (La
police a dispersé les attroupements).
attrouper gçl. Toplamak .başına toplamak, bir
araya getirmek (Il a attroupé les oisifs). §
S'attrouper: Toplanmak, bir araya gelmek (Les
manifestants commencèrent à s'attrouper).
au: à le.
aubade diş. 1. Sabahleyin verilen kapı önü konseri;
biri için kapı önünde yada pencere altında şarkılar
söyleme (Donner une aubade à une jeune fille). 2.
alay, tkz. Sunturlu hakaret, haşlama,
aubaine diş. Beklenmedik kazanç; büyük şans,
fırsat (Quelle bonne aubaine!: Neşans!) § Profiter
de l'aubaine: Fırsattan yararlanmak,
aube diş. 1. Tan, gün ağarması, tansökümü (L'aube
se lève,apparaît).2. Başlangıç, ilk belirti (L'aube
de la vie). 3. Papazların dinsel tören sırasında
giydikleri beyaz entari. 4. Çark kanadı, çark
(Navireàaubes. Les aubes d'un roue de moulin). §
A l'aube: Tan sökerken, gün ağarırken, erkenden
(Se lever à l'aube, se coucher à l'aube). Etre à
l'aube de qch: -in başlangıcında olmak, eşiğinde
olmak (Nous sommes à l'aube d'un monde
nouveau).
aubépine diş. bitb. Akdiken,
aubères. (At donu) Demirkır (Une jument aubère).
auberge diş. 1. Han. 2. Küçük kır lokantası. 3.
Küçük otel. § Prendre qch pour une auberge: Bir
yere canının istediği zaman girip çıkmak,
babasının evi sanmak, bir yeri dingonun ahırı
sanmak (Tu prends ma maison pour une auberge,
quoi?: Evimi han mı sanıyorsun, ne?).
aubergine diş. 1. Patlıcan. 2. s. Patlıcan rengi, koyu
mor (Des costumes aubergine). 3. tkz. Paris'te
polis yardımcısı kadın memur,
aubergiste ad. Hancı, kır lokantacısı; otelci,
aubette diş. Kapalı otobüs durağı, kapalı durak,
aubier er. bitb. (Ağaçlarda) Kabuk altı katmanı,
yalancı odun.
aucun,e s. 1. Hiçbir (Aucun homme, aucune
femme). 2. adıl. Hiçbiri, hiçbir kimse (Aucun de

115

auditeur
ses amis ne l'aime). § D'aucuns: Çokları; kimileri
(D'aucuns pourront critiquer cette attitude).
aucunement bel. Hiç, hiç de, hiçbir zaman (Je ne
crains aucunement la mort).
audace diş. 1. Gözüpeklik, yüreklilik, korkmazlık,
yılmazlık, cesaret (Critiquer avec audace les abus
du pouvoir ). 2. Aşırı adım, aşırılık (Les audaces
de la mode). 3. "Küstahlık, utanmazlık, kendini
bilmezlik (Il a l'audace de me contredire).
audacieusement bel. Korkmadan, çekinmeden,
gözünü kırpmadan, cesaretle,
audacieux,euse s. ve ad. Gözüpek, yürekli, yılmaz,
korkmaz, cesur (Un homme, un geste audacieux.
L'avenir appartient aux audacieux).
au-deça bel. Beride; -in berisinde,
au-dedans bel. tçerde.
au-dehors bel. Dışarda.
au-delà bel. 1. Ötede; -in ötesinde. 2. er. Öbür
dünya, öteki dünya, "ahiret (Il s'est lié à l'au-delà).
§ A l'au-delà, dans l'au-delà: Öbür dünyada,
"ahirette.
au-dessous bel. Altta; -in altında,
au-dessus bel. Üstte; -in üstünde,
au-devant bel. Önde; -in önünde,
audibilité diş. Dinlenilebilirlik, işitilebilirlik
(Audibilité radiophonique).
audibles. İşitilebilir, dinlenebilir, kulağın alabildiği
(Les sons audibles. Ces bandes ne sont pas
audibles).
audience diş. 1. İlgi, dikkat (Son livre a trouvé
l'audience de nombreux lecteurs. Ce projet a
rencontré l'audience du ministre 2. (Yargı
yerinde) Oturum, "celse (Audience publique:
Herkese açık oturum. Audience à huis clos: Kapalı
oturum. Ouvrir l'audience: Oturumu açmak.
Suspendre audience: Oturuma ara vermek. Lever
audience:
Oturumu
kapamak.
Reprendre
l'audience: Oturuma yeniden başlamak). 3.
'Görüşüm, görüşme, buluşma. § Demander une
audience: Görüşme istemek, görüşüm isteğinde
bulunmak. Donner audience à qn: -ile görüşmek
(Le ministre ne peut pas vous recevoir car il donne
audience à un visiteur de marque). Obtenir une
audience: Görüşüm elde etmek. Recevoir qn en
audience: Birini "huzuruna kabul etmek (Le chef
du cabinet a reçu la délégation syndicale en
audience).
audienciers. vead. Mübaşir,
audio-visuel,le
s.
Gör-işit,
görsel-işitsel
(Enseignement audio-visuel. Méthode audiovisuelle).
auditeur,trice ad. 1. Dinleyici (Les auditeurs d'un
musicien). 2. (Danıştay ve Sayıştay gibi yüksek
auditif
kurullarda) İşe yeni başlayıp kendini yetiştirmeye
çalışan görevli, stajyer,
auditif,ive s. İşitmeyle ilgili, işitmeye değgin,
"işitsel (Il a une mémoire auditive. Appareil
auditif. Sensation auditive).
audition
X.biy. İşitme (Troubled'audition. lia
des troubles d'audition). 2. Dinleme, dinleyiş;
duyulma,
dinlenilme
(Ici,
l'audition
radiophonique est difficile. L'audition des
témoins). 3. Tanıtılmak istenen bir müzik
sanatçısını dinletmek için yapılançağırılı toplantı,
müzik şöleni; 'dinleti,
auditionner gçl. 1. (Müzikte) Bir yargıya varmak
için dinlemek (Auditionner un disque, un
candidat). 2.gsz. Biranlaşmayapmakyadabirroi
almak için, okuyacağı yada çalacağı parçayı
sunmak (Elle a auditionné pour avoir un rôle dans
une revue).
auditoire er. 1. Dinleyiciler (Il s'est adressé à
l'auditoire). 2. mec. Okurlar (Je souhaite que ce
livre trouve l'auditoire qu'il mérite).
auditorat er. (Danıştay ve Sayıştayda) Stajyerlik,
*yetişmenlik.
auditorium er. Dinleme salonu,
auge diş. 1. Yem teknesi; yalak (Les auges d'une
porcherie). 2. Çamur teknesi. 3. Gerdel,
auget er. Küçük tekne; küçük gerdel,
augmentable s.
Artırılabilir;
çoğaltılabilir;
yükseltilebilir,
augmentatif,ive s. dilb. 1. Büyültmeli. 2. ad.
Büyültme eki.
augmentation diş. 1. Artma; çoğalma, çoğaltma;
genişleme, genişletme; yükselme, yükseltme
(Augmentation de quantité, d'intensité, de prix).
2. Aylık artırımı, ücret artışı (Je vais demander
une augmentation à mon patron).
augmenter gçl. 1. Artırmak (Augmenter son
revenu). 2. Çoğaltmak (Augmenter ses frais, sa
dépense). 3. Genişletmek (Augmenter ses terres).
4. Yükseltmek (Augmenter les prix, les salaires).
5. Augmenter qn: Birinin aylığını, ücretini
arttırmak (Je vais l'augmenter le mois prochain).
6. Augmenter gsz. a) Artmak, çoğalmak (La
population du pays augmente), b) Yükselmek
(Les prix augmentent) c) Fiyatı artmak,
pahalanmak (Le fromage a augmenté cette
semaine). 7. Augmenter de qch: -sini genişletmek,
artırmak (Augmenter de volume: Oylumunu
artırmak). § S'augmenter: Artmak, çoğalmak,
genişlemek, yükselmek.
augurai,e s. Falcılara değgin; falcılıkla ilgili (Art
augurai).
augure er. 1. (Eski Roma'da) Yıldırım, şimşek,

116

aune
gökgürültüsü gibi göksel olaylardan, kuşların
ötüş ve uçuşlarından belirli sezi ve yargılara varan
din adamı, "kâhin, önbilici, bilici. 2. Kehanet,
önbilicilik, bilicilik. 3. (Günümüzde) mec. Kâhin,
bilici; falcı (Il faudra consulter peut-être les
augures pour résoudre ce problème!). 4. mec. Fal;
kehanet, "önbili. S. ç. Kafaca ileri gelenler. § Etre
de bon augure pour qch: -için iyi bir belirti olmak,
"hayra alamet olmak (Il a buté contre le premier
obstacle; cela n'est pas de bon augure pour la
suite). Etre de mauvais augure pour qch: -için kötü
bir belirti olmak, uğursuzluk belirtisi olmak,
"hayra alamet olmamak. Oiseau de bon augure:
Uğurlu kişi; ayağı, ağzı uğurlu. Oiseau de mauvais
augure: Uğursuz kişi; ayağı, ağzı uğursuz,
augurer gçl. 1. (İyiye yada kötüye) Yormak 2.
Augurer de qch: -önceden sezmek, kestirmek (Je
n'augure pas bien de l'avenir. Ce travail laisse bien
augurer de la suite). 3. Augurer qch de qch: -den...
sonucunu çıkarmak, sonucuna varmak (Il
augurait un malheur de cette obscurité muette). 4.
Augurer de qch que: -diği kanısına varmak (Tu
augures de mon opposition que je serai toujours
contre toi, n'est-ce pas?).
auguste s. 1. Yüce, ulu. 2. er. Yüzünü gözünü çok
koyu ve renkli boyamış sirk soytarısı.
augustin,e ad. Aziz Augustinus tarikatından olan
kişi.
aujourd'hui 1. bel. Bugün (Je pars aujourd'hui) 2.
er. Bugün, şimdi, şu an (Le vivace et le bel
aujourd'hui).
aulique s. Saraya değgin. § Conseil aulique: Eski
Cermen İmparatorluğu'nda Yüksek Yargıevi.
aumône diş. 1. Sadaka (Il vit d'aumône). 2. mec.
Bağış, lütuf (Accorde-moi l'aumône d'un regard).
§ Demander l'aumône: Sadaka istemek. Faire
l'aumône à qn: -e sadaka vermek (Il fait souvent
l'aumône aux mendiants).
aumônier er. Papaz, din adamı (L'aumônier de la
prison, d'un régiment, d'une école). § Grand
aumônier de.France: Fransa Krallık sarayında en
yüksek din adamı.
aunaie,aulnaie diş. Kızılağaç koruluğu,
aune,aulne er. bitb. Kızılağaç,
aune diş. 1. Eski bir uzunluk ölçüsü birimi (120
cm.). 2. Bir karış. §Faireunemined'uneaune: Bir
kanş surat asmak. Mesurer qch à sa vieille aune:
Bir şeyi kendi eskimiş yargılarına göre
değerlendirmek, hâlâ konulduğu yerde otlamak.
Mesurer qn à son aune: Birini kendi gibi sanmak;
birini kendi ölçülerine göre değerlendirmek (II
mesure les autres à son aune). Tirer une langue
d'une aune: Dilini bir karış uzatmak, çıkarmak.
auparavant
auparavant bel. 1. Önce, daha önce (La réunion
aura lieu le mois prochain, mais tu peux venir
auparavant). 2. Önceden, önce (Un mois
auparavant). 3. Eskiden, önceleri, vaktiyle
(Auparavant, les gens n 'agissaient pas de la sorte).
auprès bel 1. Yakın, yakında, yörede (Les lieux
situés auprès). 2. Auprès de: Yanına, yakınına;
yakında, yakınında; yanından, yakınından (II
s'est assis auprès de moi. La réalité est dure auprès
du songe).
auquel: A lequel,
aura diş. hek. Esinti; öncü belirti,
auréole diş. 1. Hıristiyan ermişlerinin resimlerinde,
başları çevresinde gösterilen ayla, "hâle 2. Ayla,
hâle (L'auréole de la Lune, du Soleil). 3. Taç,
utku, saygınlık (Parer, entourer quelqu'un d'une
auréole).
auréoler gçl. 1. Yöresini çevirmek, ayla ile
süslemek (Il a laissé un grand nom que la légende
auréole). 2. Auréolerdeqch: -ileçevirmek. 3. Etre
auréolé de qch: -ileçevrilmek (Ce poète est auréolé
de légende. Il est auréolé d'un grand prestige). §
S'auréoler de qch: -ile çevrili olmak, çevrilmek
(S'auréoler de gloire).
auriculaire s. 1. Kulağa değgin, işitmeyle ilgili,
(Pavillon auriculaire). 2. er. Serçe parmak. 3.
anat. (Kalpte) Kulakçığa değgin. § Témoin
auriculaire: İşitme tanığı,
auricule diş. 1. Kulak memesi. 2. Kulak kepçesi. 3.
(Yürekte) Kulakçık (Auricule droite, auricule
gauche).
aurifère s. İçinde altın bulunan, altınlı (Sable
aurifère, terrain aurifère).
aurification diş. Altın dolgu; altın dolgusu
yapma (Aurification d'une dent).
aurifier gçl. Altın dolgusu yapmak (Aurifier une
dent).
aurore diş. 1. Tan, tansökümü; gün ağarması (Se
lever à l'aurore, avant l'aurore). 2. Tan kızıllığı. 3.
Doğu. 4. s. Altın sarısı. 5. mec. Başlangıç, eşik
(L'aurore d'une réforme). § Aurore polaire:
Kutup kızıllığı. Aurore boréale: Kuzey kızıllığı.
Aurore australe: Güzey kızıllığı. Etre à l'aurore
de qch: -in başlangıcında olmak, eşiğinde olmak
(Etre à l'aurore d'une réforme, d'une révolution).
auscultation diş. hek. Kulağını dayayıp dinleme;
dinleme.
auscultatoire s. Kulakla dinlemeye değgin (Signes
auscultatoires).
ausculter gçl. hek. Kulağını dayayıp dinlemek;
dinlemek (Ausculter un malade, le cœur, les
poumons).
auspice er. 1. (Eski romalılarda) Kuşların

117

austral
davranışlarına bakarak yapılan falcılık, kuş falı.
2. Koşul. § Sous de bons, de favorables auspices:
İyi, elverişli koşullarda. Sous de mauvais, de
fâcheux, de tristes auspices: Kötü, elverişsiz
koşullarda. Sous les auspices de qn: -in desteğiyle,
kayırmasıyla, korumasıyla; koruyuculuğunda,
"himayesinde,
aussi bel. 1. De, da (Dahi) (Toi aussi: Sen de). 2.
(Bir sıfattan önce geldiğinde) Bu denli, böylesine
(Comment un homme aussi sage a-t-il fait une
pareille faute: Bu denli aklı başında bir adam nasıl
oldu da böyle bir yanlışlık yaptı). 3. (Tümcenin
başına geldiğinde) -den dolayı, bu yüzden,
bundan ötürü, onun için (Ces étoffes sont belles;
aussi coûtent-elles cher: Bu kumaşlar güzel, onun
için pahalı. L'égoïste n'aime que lui; aussi tout le
monde l'abandonne: Bencil yalnız kendini
düşünür, onun için herkes ondan yüz çevirir). 4.
Aussi... que: Ne denli., olursa olsun (Aussiriche
qu'il paraisse: Ne denli varsıl gönünürse
görünsün). S. (Karşılaştırmalarda) Aussi... que:
"Kadar, denli (Il est aussi vertueux que toi: Senin
kadar erdemlidir). § Aussi bien: Zaten, aslında
esasen (Vous êtes aussi bien le véritable roi). Aussi
bien que: -olduğu gibi... olduğu kadar, gibi (Lui
aussi bien que sa femme préfèrent la mer à la
montagne: Karısı kadar kendisi de denizi dağa yeğ
tutarlar. Karısı da kendisi de denizi dağa
yeğlerler). Aussi bien.... que: -i olduğu kadar -i de
(Il aime aussi bien le théâtre que le cinéma: Tiyatro
kadar sinemayı da sever).
aussitôt bel. 1. Hemen, derhal (J'irai aussitôt). 2.
(Bir edili ortaçtan önce geldiğinde) ...ir ...mez
(Aussitôt arrivé, il se coucha: Gelir gelmez yattı). §
Aussitôt que: -diği anda (Je l'ai reconnu aussitôt
que je l'ai vu: Kendisini görür görmez, gördüğüm
anda, tanıdım). Aussitôt dit, aussitôt fait: Der
demez yapar; söylenir söylenmez yapılır,
austères. 1. Kekre. 2. Sıkı, çetin (Mener une vie
austère). 3. Sert (Il a un caractère austère, un air
austère). 4. Soğuk, süssüz (Un homme austère,
une robe austère). 5. (Güzel sanatlarda) Ağırbaşlı
bir sadelikte (Un monument austère).
austèrement bel. 1. Sertlikle, sıkıca. 2. Sadelikle,
ağırbaşlılıkla,
austérité diş. 1. Sertlik, çetinlik, sıkılık (L'austérité
d'une vie, d'une morale, des mœurs). 2. Ağırbaşlı
sadelik (L'austérité de la façade d'un temple). 3.
(Ekonomide) Kemer sıkma, sıkı önlemler alma
(Programme d'austérité. Austérité monétaire: Sıkı
para politikası).
austral,e s. Güney, güneye değgin (Hémisphère
australe).
australie
australie
Avustralya.
australienne s. ve ad. Avustralyalı; Avustralya'ya
değgin.
autan er. Fransa'da, güney yada güney-doğu yeli;
soğuk ve şiddetli yel.
autant bel. 1. Gibi, olduğu kadar (Il lit la Bible
autant que le Coran: Kur'anı olduğu gibi İncil'i de
okur). 2. Kadar, -diği kadar (Je travaille autant
que je peux: Elimden geldiği kadar çalışıyorum. Il
mange autant que son père: Babası kadar yiyor). 3.
Autant de.... que: Kadar (J'ai autant de fortune
que lui: Onun kadar servetim var. Il a autant
d'amis que d'ennemis: Dostu kadar düşmanı var.
Ne kadar dostu varsa o kadar da düşmanı var). 4.
Autant... autant: Ne kadar... ise, o kadar...
(Autant il travaille, autant il gagne: Ne kadar
çalışıyorsa o kadar kazanıyor. Autant il a de
vivacité, autant vous avez de nonchalance: O ne
kadar canlı ise siz de o kadar uyuşuksunuz). §
Autant que possible: Elverdiğince, mümkün
mertebe, elden geldiği kadar. En faire autant:
Aynı şeyi yapmak, öyle yapmak (J'irai au cinéma,
voulez-vous en faire autant?: Ben sinemaya
gideceğim, siz de gelir misiniz?). Pour autant:
Bununla birlikte, yine de (J'ai beaucoup
travaillé,je n'ai pas réussi pour autant). Pour
autant que: -kadanyle (Pour autant que je sache,
les papiers ne sont pas encore préparés). Autant
vaut: Tıpkı, sanki, âdeta ( C'est un homme mort ou
autant vaut). Autant de têtes, autant d'avis: Her
kafadan bir ses (çıkıyor). D'autant: Oranında,
kadar (Cela augmente d'autant son profit: Kârı
oranında (kadar) artıyor). D'autant plus que: 1.
-dikçe, -diği oranda (Je le poursuivrai d'autant
plus qu'il m'évite: O benden kaçtıkça ben onu
kovalayacağım). 2. Çünkü; -diği için (Je le
punirai, d'autant plus qu'il n'a pas demandé
pardon: Onu cezalandıracağım, çünkü özür
dilemedi.
Özür
dilemediği
için
onu
cezalandıracağım). D'autant que: -diğine göre;
-diği için, çünkü (Il faut agir avec prudence,
d'autant que le succès n'est pas certain: Başarı
kesin olmadığına göre (olmadığı için) sakınımlı
davranmak gerek). Autant dire que: Sanki,
dersiniz ki, âdeta (Autant dire qu'il est perdu).
autarcie diş. Kendi kaynaklarıyla geçinme, kendi
yağıyla kavrulma, * kendine yeterlik (Politique
d'autarcie). § Vivre en autarcie: Kendi yağıyla
kavrulmak.
autarcique s. Kendi yağıyla kavrulan, kendine
yeten (Politique autarcique).
autel er. 1. Tapınaklarda, üzerinde kurban kesilen,
günlük gibi şeyler yakılan, Tanrı adına öteberi
118

autocinétique

sunulan taş masa, °sunak. 2. ( Kiliselerde) °Sah. 3.


mec. Din, Kilise (Le trône et l'autel). § Aller à
l'autel: Evlenmek, nikâh memurunun karşısına
çıkmak.Dresser,élever des autels à qn: Birini çok
yüceltmek, tanrılaştırmak,
auteur er. 1. Yaratan, yaratıcı, var eden; yapan
(Dieu, l'auteur de l'univers. L'auteur d'un projet).
2. Yol açan, neden olan, işleyen, "fail (L'auteur
d'un crime, d'un malheur). 3. Yazar, yazan;
yapan (L'auteur d'un livre, d'une œuvre). 4.
Söyleyen, çıkaran (L'auteur d'une nouvelle).5.
* Kaynak (Citez vos auteurs). 6. ç. Atalar (Les
auteurs d'une race). § Auteur moral: huk. Suça
azmettiren, mânevi fail.
authenticité diş. 1. Gerçeklik, doğruluk (Vérifier
l'authenticité d'un tableau, d'une signature, d'un
testament). 2. İçtenlik, doğallık, bozulmamışlık
(L'authenticité d'un écrivain). 3. Gerçeğe
uygunluk
(L'authenticité
d'un
événement
historique). 4. Resmilik (L'authenticité d'un
acte).
authentification diş. Gerçekliğini belirtme, gerçek
olduğunu gösterme. "Resmilik verme, "resmiyet
kazandırma; onay, "tasdik,
authentifier gç/. 1. Resmîleştirmek. 2. Gerçekliğini
göstermek, gerçek olduğunu belirtmek. 3.
"Resmiyet kazandırmak; onaylamak, "tasdik
etmek (Un sceau authentifie cette pièce).
authentiques. 1. Resmi (Acte authentique: Resmi
senet). 2. Aslına uygun (Copie authentique). 3.
Gerçek, sahte olmayan (Un Picasso anthentiquc.
Une histoire authentique). 4. İçten, doğal,
bozulmamış (Les ''sentiments authentiques de
l'homme).
anthentiquement bel. Gerçek olarak, doğru olarak,
autisme er. ruhb. İçeyöneliklik.
autistique, autiste s. ruhb. İçcyönelik.
auto diş. 1. Otomobil, araba. 2. er. (İspanya'da)
Dinsel konulu oyun (Les autos de Lope de Vega).
auto-accusation diş. Kendi kendini suçlama,
autobiographie diş. "Özyaşamöyküsü.
autobiographique s. Özyaşamöyküsel (Œuvre,
autobiographique).
autobus er. Otobüs,
autocanon er. Motorlu top.
autocar er. Kentler arası çalışan otobüs, otokar,
autocastration diş. Kendi kendini iğdiş etme.
autocensure diş. Kendi kendini sansür etme, kendi
kendini sıkıdenetimleme, *özsıkıdenetim.
autochenille diş. Tırtıllı otomobil,
autochtones, ve ad. Yerli (Peuple, race autochtone.
Les autochtones d'un pays).
autocinétique s. Kendi kendine hareket edebilen
auto-citerne
(Organisme autocinétique).
auto-citerne diş. Motorlu sarnıç,
autoclave 1. s. Kendi kendine kapanır (Marmite,
appareil autoclave). 2. er. Otoklav (Désinfecter,
stériliser des vêtements à l'autoclave).
autocrate er. Salt hükümdar, saltıkçı.
autocratie diş. Saltıkçılık, "mutlakiyet.
autocratiques. Saltcı; saltcıhğadeğgin,
autocritique A f Özeleştiri (Faire son autocritique).
autocuiseur er. Düdüklü tencere,
autodafé er. 1. Ateşte yakma cezası. 2. Ateşe
verme, ateşte yakma (Je vais faire un autodafé de
livres: Kitaplarımı yakacağım).
autodéfense diş. 'Özsavunma.
autodestruction diş. 'Özyıkım.
autodétermination diş. Kendi yazgısını kendisi
çizme
(Un
peuple
qui
aspire
à
l'autodétermination).
autodidactes, ve ad. "Özöğrenimli, kendi kendini
yetiştirmiş (Un écrivain autodidacte. Un, une
autodidacte).
autodrome er. Otomobil deneme ve yarış yeri;
'otoalanı.
auto-école diş. Şoförlük okulu,
autofinancement er. 1. Kendi kendine ödeme. 2.
Kendi parasıyle yatırım yapma,
autogènes. Kendinden olma.
autogestion diş. Kendi kendini yönetme,
'özyönetim.
autogestionnaire s. 'Özyönetimsel, özyönetimci,
özyönetimli (Socialisme autogestionnaire).
autographes, ve ad. 1. Yazarın kendi eliyle yazılmış
olan, "özyazılı (Lettre, dédicace autographe). 2.
er. Özyazı (Une collection d'autographes).
autographie diş. Özel bir mürekkeple yazılmış yada
çizilmiş bir şeyi taşa yada başka bir maddeye
basılmak üzere geçirme. Baskı yoluyla çoğaltma,
autographier gçl. Bir özel yazı yada resmi basılmak
üzere taşa geçirmek,
autoguidage
er.
Kendinden
kumanda,
"özkumanda.
autoguidé,e
s.
Kendinden
kumandalı,
'özkumandalı (Engin, projectile autoguidé).
automate er. 1. Otomat, 'yanarsöner. 2. mec.
Düşüncesiz, iradesiz adam. 3. Robot (Il agit
comme un automate).
automaticité diş. *Özdevimlilik, 'özdevinimlilik,
"otomatiktik,
automation diş. Özdevinim.
automatique s. 1. Otomatik,
'özdevimli,
'özdevinimli, kendiliğinden işler (Appareil
automatique,
téléphone
automatique).
2.
Kendiliğinden, birden olan, birden yapılan

119

autorégulation

(Réflexe automatique, mouvement automatique).


automatiquement bel. Kendiliğinden, birden,
otomatik olarak,
automatisation
diş.
'Özdevimlileştirme,
"otomatikleştirme,
automatiser
gçl.
'Özdevimlileştirmek.
"otomatikleştirmek,
automatisme
er.
Özdevim,
'özdevinim,
"otomatizm,
automédon er. (Şaka) Arabacı, binici,
automnal,e s. Güze değgin, sonbahara değgin
(Brumes automnales, plantes automnales).
automneer. Güz, sonbahar. § Etre à l'automne de sa
vie: Ömrünün sonbaharında olmak,
automobile diş. 1. Otomobil, araba; motorlu taşıt.
2. s. Kendiliğinden işler, kendi kendine çalışır
(Voiture automobile, canot automobile).
automobilisable s. Üzerinde otomobil işleyebilir,
araba
kullanmaya elverişli
(Une
route
automobilisable).
automobilisme er. 1. Otomobilcilik. 2. Otomobil
sporu.
automobiliste ad. 1. Otomobilci. 2. Otomobil
sporcusu.
automoteur,trice s. 1. Özdevimli. 2. er. Motorlu
mavna.
automotrice diş. Ray üzerinde işleyen motorlu
küçük taşıt, otoray,
automutilation diş. Kendi kendini yaralama, kendi
kendini sakatlama (Automutilation pathologique
chez les obsédés).
autonomes. Özerk, "muhtar,
autonomie diş. 1. Özerklik, "muhtariyet (Rédamer
l'autonomie. Autonomie politique; autonomie
financière, autonomie administrative). 2. (Uçak,
gemi vb. için) Yakıt ikmali yapmadan
alınabilecek yol.
autonomiste ad. Özerklikçi, "muhtariyetçi.
autoplastie diş. hek. (Vücutta) Üye düzeltimi,
autopsie diş. hek. Ölüyü açıp, ölüm nedenini
saptamak için, üyelerinin durumunu yoklama,
gözüyle görme, "otopsi, 'gözlegörü
(Faire
l'autopsie d'un cadavre. Faire une autopsie).
autopsier gçl. 'Gözlegörü yapmak; otopsi yapmak;
(ölüyü) açmak (Autopsier un cadavre).
otorail: er. Otoray.
autoréglage er. fiz. Kendiliğinden ayarlama,
otomatik ayar.
autorégulateur, trices. Kendi kendine düzenlenen,
kendinden düzenleyici, ayarlayıcı (Mécanismes
autorégulateurs).
autorégulation diş. Kendi kendine düzenleme,
özdenetleme.
autorisation

120

autorisation diş. 1. İzin, izin verme (L'autorisation


d'exploiter une mine). 2. Yetki ; yetkililik (Elle a
l'autorisation de signer mes lettres). 3. İzin belgesi
(Montrer une autorisation). § Demander, obtenir
une autorisation: İzin istemek, almak,
autorisé,e s. 1. Yetkili (Les milieux autorisés
démentent la nouvelle). 2. Nitelikli, kendini kabul
ettirmiş (Une personne autorisée, un critique
autorisé). 3. Autorisé à f.qch: -meye yetkili, izinli
(Il est autorisé à agir comme il veut).
autoriser gçl. 1. İzin vermek (Autoriser les sorties,
une réunion). 2. Autoriser qn à f. qch: Birinin '
-sine izin vermek; birine -mek yetkisi vermek
(J'ai autorisé mon frère à parler à mon nom. Le
gouvernement autorise cette société à exploiter le
pétrole). § S'autoriser de qch: -e dayanmak (Je
m'autorise de notre amitié pour vous demander un
tel service).
autoritaire s. 1. Sert, dediği dedik (Un régime
autoritaire, une politique autoritaire). 2. Sözünü
dinleten, dediğini yaptıran, yetkeli (Un homme,
un caractère autoritaire). 3. Sert, ciddi (Un air
autoritaire, parler sur un ton autoritaire).
autoritarisme er. 1. Sözdinletirlik, * sözyürütürlük,
yetkelilik. 2. (Yönetimde) *Yetkecilik, yetkeye
dayanma.
autorité diş. 1. Güç, yetki (L'autorité du chef de
l'Etat. L'autorité d'un supérieur sur ses
subordonnés). 2. Yetke, "velayet (Autorité d'un
père. L'autorité du tuteur sur le mineur). 3.
Buyruk (Soumettre les peuples à son autorité. Etre
sous l'autorité de quelqu'un). 4. Etki,"nüfuz (Il a
de l'autorité sur tous ses amis). 5. Hükümet (Les
représentants de l'autorité: Hükümet temsilcileri).
6. ç. Yetkili kişiler, yetkililer, "erkân (Les
autorités civiles, militaires: Mülkî, askeri erkân).
7. Üstünlük (Autorité de la loi). 8. Bir alanda en
yetkili kişi (C'est une autorité en matière de
grammaire). 9. Merci, makam (S'adresser aux
autorités compétentes). § D'autorité: Kimseye
danışmadan, kimseye sorup etmeden (D'autorité,
il a pris un livre sur les rayons de la bibliothèque
publique). De son autorité privée: Kendi başına,
kimseye danışmadan (Je ne peux rien décider en
cette matière de ma propre autorité). Faire
autorité: Kendini kabul ettirmek (Un savant qui
fait autorité, un ouvrage qui fait autorité).
autoroute diş. Devlet yolu; geniş otomobil yolu,
otoyol.
autoroutier, ère s. Otoyola değgin (Système
autoroutier).
auto-stop er. Otostop, yoldan geçen arabalara
parasız binerek yolculuk yapma. § Faire de l'auto-

autruche
stop, pratiquer l'autostop: Otostop yapmak.
auto-stoppeur,euse ad. Otostopçu,
autostrade diş. Devlet yolu, geniş otomobil yolu.
autosuggestion diş. Kendi kendine telkin,
autosuggestionner (s') Kendi kendine telkinde
bulunmak.
autour bel. 1. Yanda, çevrede, yörede (Servir de la
viande avec des légumes autour: Yanında sebze ile
et vermek. Il rôde autour, depuis plusieurs
semaines: Birkaç haftadan beri bu çevrede, bu
yörelerde dolaşıp duruyor). 2. Autour de: -in
yöresinde, çevresinde ; etrafında (La Terre tourne
autour du Soleil. Autour de la ville, les nouveaux
quartiers s'étendent sans cesse). 3. Aşağı yukarı (Il
a autour d'un million: Aşağı yukan bir milyonu
var. J'ai autour de quarante ans). § Faire cercle
autour de: -in çevresini almak, sarmak (Tous les
enfants du village faisaient cercle autour de nous).
Tourner autour de qn: -in çevresinde dört
dönmek. Tourner autour du pot: Sözü dolandırıp
durmak, sorunu açıkça ortaya koymamak,
autour er. hayb. Çakırdoğan,
autre s. 1. Öteki, öbür, diğer (Tous les autres
voyageurs ont péri). 2. Başka (Je ne vois pas une
autre solution pour le problème). § L'autre jour:
Geçen gün. C'est autre chose: O başka şey, orası
başka. L'autre monde: Öbür dünya, öteki dünya.
Une autre fois: Başka zaman, sonra (Venez une
autre fois). Autre chose est de.... autre chose (est)
de...: mek başka (şey).. .-mek başka (şey). (Autre
chose est de faire des projets, et autre chose de les
exécuter: Tasarılar hazırlamak başka şey, onları
uygulayabilmek başka). Autre part: Başka yer,
başka yerde (Si vous ne trouvez pas votre livre ici,
cherchez autre part. Ne criez pas ici, allez autre
part). D'autre part: Öte yandan, ayrıca, üstelik
(Le voyage sera fatigant, d'autre part nous
arriverons très tôt le matin). De temps à autre:
Zaman zaman, ara sıra. D'un bout à l'autre:
Baştan başa, bir uçtan bir uca. 3. adıl. Öbür, öteki
başkası (L'un riait, l'autre pleurait: Biri gülüyor,
öbürü (öteki) ağlıyordu). L'un l'autre, l'une
l'autre: Birbirini. Les uns (unes) les autres:
Birbirlerini (Aimez-vous les uns les autres:
Birbirinizi, birbirlerinizi seviniz).
autrefois bel. Vaktiyle, eskiden, bir zamanlar,
autrement bel. 1. Başka türlü (Vous devriez agir
autrement), 2, Yoksa, "aksi takdirde (Travaillez,
autrement vous subirez des malheurs).
autriche diş. Avusturya.
autrichienne s. ve ad. 1. Avusturyalı. 2.
Avusturya'ya değgin, avusturyalılara değgin,
autruche diş. 1. Devekuşu. 2. Devekuşu derisi
autrui

121

Chaussures en autruche). § Avoir un estomac


d'autruche: Torba gibi midesi olmak, taş yese
eritmek. Pratiquer la politique de l'autruche:
Devekuşu politikası izlemek; devekuşu gibi
başını kuma sokup kimse görmüyor sanmak,
autrui bel. Başkası, el (Parler au nom d'autrui. Agir
pour le compte d'autrui. Il faut traiter autrui
comme on voudrait être traité soi-même).
auvent er. 1. Kapı sundurması. 2. Rüzgârlık,
aux: à les.
auxiliaire s. ve ad. Yardımcı (Le personnel
auxiliaire. Tu es pour lui un auxiliaire précieux). §
Verbe auxiliaire: Yardımcı fiil.
avachi,e s. 1. Biçimi bozulmuş, yıpranmış, sölpük
(Chaussures avachies). 2. hlk. Bitkin, ölgün, içi
çürümüş (Un être avachi).
avachir gçl. 1. Bozmak, biçimsizleştirmek,
pörsütmek (Il avait avachi ses poches à force de les
remplir
de
tout).
2.
Bitkinleştirmek,
ölgünleştirmek, bitirmek (La paresse avachit
l'homme). § S'avachir: 1. Bozulmak, biçimi
bozulmak, pörsümek (Son manteau commence à
s'avachir. Ton corps s'avachit). 2. Bitkinleşmek,
ölgünleşmek, gücünü yitirmek. 3. Kendini
bırakmak, kendini salıvermek (Ne vous
avachissez pas, réagissez un peu).
avachissement er. 1. Biçimi bozulma. 2. Bitkinlik,
ölgünlük, sölpüktük,
aval er. 1. Ödeme kefilliği, °aval. 2. Güvence,
onam, "rıza. § Donneur d'aval: Aval veren,
ödeme güvencesi veren. Donner son aval à qch: -e
onamını bildirmek; -i desteklemek (Le Parlement
a donné son aval au renversement des alliances).
aval er. 1. Bir akarsuyun gittiği yan, akış yönü. 2.
bel. Akıntı aşağı. § En aval de: Aşağısında (En
aval du pont, de la ville).
avalage er. 1. (Irmakta gemi) Akıntı aşağı gitme. 2.
(Şarap fıçıları) Mahzene indirilme,
avalanche diş. Çığ (Avalanche de neige). § Une
avalanche de: Bir sürü... Bir yığın... (Une
avalanche d'injures, de lettres, de discours).
avalancheux,euse s. 1. Çığlı, çığ inebilir (Couloir avalancheux). 2. Çığ
koparabilir, çığa yol açabilir
(Amas avalancheux).
avalé,e s. 1. (Eski) Sarkık, düşük (Chien à oreilles
avalées). 2. İnce ve sıkık (Lèvres avalées).
avaler gçl. 1. Yutmak, yemek içmek (Avaler une
gorgée d'eau. Avaler les morceaux sans mâcher).
2. mec. Saklamak, gizlemek (Avaler sa rage). 3.
mec. Yutmak, anlaşılmaz biçimde söylemek
(Avaler ses mots). 4. Yer gibi okuyup bitirmek
(Avaler un livre, un roman). 5. mec. Yutmak,
sineye çekmek (C'est une histoire difficile à

avancée
avaler). 6. Kanmak, yutmak (Il a avalé tes
mensonges). § Avaler de travers: (Lokma)
Boğazına kaçmak. Avaler des couleuvres:
Hakarete uğramak; büyük hakaret görmek.
Avaler qn tout cru: Birini çiğ çiğ yemek, -e çok
kızmak (Il m'avalerait tout cru). Avaler qn des
yeux: Gözleriyle yiyecekmiş gibi bakmak. Avaler
sa langue: Ağzını kapayıp susmak. Avaler la
pillule: Zokayı yutmak; istemediği bir şeye
sonunda razı olup kalmak. Avaler un crapaud:
Güç bir işin altından kalkmak. Avaler la mer et les
poissons: Gözü doymak bilmemek. Faire avaler
qch à qn: mec. Birine bir şeyi yutturmak ( On peut
lui faire avaler tout).
avaleur,euse ad. tkz. Bir şeyi yeme yada içmeyi çok
seven kimse; obur; pisboğaz,
avaliser gçl. 1. Desteklemek, benimsemek, rıza
göstermek (Avaliser un projet). 2. Ödeme
güvencesi vermek (Avaliser un effet de
commerce).
avaliseur, avaliste s. ve ad. Ödeme kefili,
à-valoir er. "Mahsup, kısmî ödeme (C'est un avaloir sur votre créance).
avaloire diş. 1. Paldım. 2. er. hlk. Ağız, boğaz,
avance diş. 1. Bina çıkıntısı. 2. İlerleme (L'avance
de l'armée continue. Accroître, ralentir son
avance). 3. İlerilik, ilerde olma (Il perd son
avance). 4. Erken gelme, önce gelme (Le train a
dix minutes d'avance). 5. Alacağına sayılmak
üzere önceden verilen para, 'öndelik, avans. § A
l'avance: Önceden, vaktinden önce, saptanan
zamandan önce (Il a préparé tout à l'avance).
D'avance, par avance: Önceden, "peşin olarak
(Payer d'avance). Etre en avance: Önce, erken
gelmek. Etre en avance sur qch: -den ileri olmak
(Ses idées sont en avance sur son temps). Faire une
avance àqn: Birine öndelik vermek (Lepatron lui
a fait une avance de500livres). Faire des avances à
qn: Birine pas vermek, yaklaşmak (Il me fait des
avances). Obtenir, prendre une avance de qn:
Birinden bir öndelik almak (Il va prendre une
avance de ses employeurs). Prendre de l'avance
sur qch: -in ilerisine geçmek; -den ilerde olmak (Il
a pris de l'avance sur ses camarades).
avancé,e 1. İleri, ilerlemiş (A une heure avancée de
la nuit). 2. Gelişmiş, ileri gitmiş (Un enfant avancé
pour son âge). 3. Gelişmiş, ileri, ilerlemiş (Un
pays avancé, une civilisation avancée). 4.
İlerlemiş, sonuna yaklaşmış, bitmek üzere (Un
ouvrage bien avancé). 5. Bozulmaya yüz tutmuş
(Viande avancée. Ce poisson est un peu avancé).
avancée diş. Çıkıntı (L'avancée d'un balcon sur la
rue. L'avancée d'un toit).
avancement
avancement er.l. İlerleme (L'avancement des
travaux). 2. Gelişme (L'avancement
des
sciences). 3. "Terfi, yükseltme, yükselme.§
Avancement d'hoirie: huk. Miras payına sayılmak
üzere avans. Avoir, obtenir de l'avancement:
Yükselmek, "terfi etmek,
avancer gçl. 1. Uzatmak (Avancer ses lèvres pour
boire. Avancer une chaise à un ami). 2. İleri
sürmek, ortaya atmak (Avancer une thèse, une
proposition). 3. Sürmek, ileri sürmek (Avancer
un pion sur le jeu, sur l'échiquier). 4. İleri çekmek
(Avancer sa voiture). S. İleri almak (Avancer sa
montre, une pendule). 6. Önceye almak, ileri
almak (Avancer la date de son retour, l'heure d'un
repas). 7. İlerletmek (Avancer son travail, ses
affaires). 8. Zaman kazandırmak (Cela
l'avancera). 9. Avancer qch à qn: Birine bir şeyi
öndelik olarak vermek (Avancer l'argent du mois
à un employé). 10. Ödünç vermek (Avancer de
l'argent à quelqu'un, des fonds à une entreprise).
11. Avancer gsz. a) İlerlemek (A vancerlentement,
rapidement. La nuit avance), b) İleri gitmek (Ma
montre avance), c) İleri sarkmak,ileri çıkmakfMa
lèvre inférieure avance un peu. Le balcon avance
d'unmetresurlemur).d)Ge\işmek,i\eT\tmek(Le
travail avance. Mon ouvrage avance), e)
Yükselmek, terfi etmek (Avancer en grade). 12.
Avancer de: -kadar ileri gitmek (Ma montre
avance de cinq minutes). § Avancer en âge:
Yaşlanmak, yaşça ilerlemek, yaşı ilerlemek. Ne
pas avancer d'une semelle: Mek parmak
ilerlememek. § S'avancer: 1. İlerlemek (Il s'est
avancé vers moi). 2. İlerlemek, akıp gitmek (La
nuit s'avance). 3. İleri gitmek (Nous nous sommes
trop avancés pour reculer: Geri dönemeyecek
kadar ileri gittik; çok ileri gittik, artık geri
dönemeyiz).
avanie diş. Açık alay, onur kırma, hakaret. §Faire
des avanies à qn, infliger une avanie à qn: Birine
hakaretlerde bulunmak, hakaret etmek. Subir
une avanie: Açık hakarete uğramak.
avant ilg. 1. -den önce (Avant le lever du soleil. Il est
venu avant moi). 2. Avant def. qch: -medenönce
(Il faut réfléchir avant de parler: Konuşmadan
önce düşünmek gerek). Avant que: -sinden önce;
-meden (Ne parlez pas avant qu'il ait fini, qu'il
n'ait fini: O bitirmeden siz konuşmayın). § Avant
peu, peu avant: Az önce. Avant tout: Her şeyden
önce (Avant tout, il faut respecter les gens). §
Avant bel. 1. Önce (Réfléchissez avant, vous
parlerez après). 2. İleri (N'allons pas plus avant:
Daha ileri gitmeyelim). 3. Derinliklere, içerilere
(Creuser bien avant dans la terre. S'enfoncer trop

122

avant-bec
avant dans la forêt). Enavant: İleri (Aller en avant,
se pencher en avant. Enavant! Enavant, marche).
Mettre qch en avant: Bir şeyi ileri sürmek (II met
en avant des idées bien drôles). Mettre qn en avant:
Birini ileri sürüp kendisi onun arkasına
gizlenmek; birinin gölgesine sığınmak (II met
toujours ses parents en avant). § En avant de: -in
önünde (L'éclaireur marche en avant de la
troupe). D'avant: Geçen (Le jour d'avant). §
Avant er. 1. Ön, baş taraf (L'avant d'une voiture.
Vous serez mieux à l'avant). 1. ask. İleri hat.
Cephe. Aller de l'avant: Önden yürümek. § Avant
s. Ön (Hiç değişmez) (Les roues avant d'une
voiture: Bir arabanın ön tekerlekleri).
avantage er. 1. Elverişlilik. 2. Kolaylık (On lui a
offert de grands avantages). 3. Üstünlük
(L'ennemi a l'avantage du nombre). 4. Yarar, kâr
(liva tirer de grands avantages de cette entreprise).
5. Başarı, utku, "zafer (Remporter un avantage). §
A l'avantage de: Lehine; lehinde. Accorder,
offrir, procurer un avantage à qn: Birine yarar,
kâr sağlamak. Avoir avantage à f. qch: -mekte
yararı olmak; -mek kendisi için daha hayırlı
olmak (Vous avez avantage à vous taire: Susmakta
yararınız var, susmak sizin için daha hayırlı,
sussanızdahaiyiedersiniz). Avoir un avantage sur
qn, sur qch: -den üstün olmak; -e karşı bir
üstünlüğü olmak. Avoir l'avantage de f. qch: -mek
üstünlüğüne, elverişli durumuna sahip olmak.
Remporter, gagner un avantage: Başarı
kazanmak, utku elde etmek Tirer avantage de
qch: -den yararlanmak, kâr sağlamak. Tourner
qch à son avantage: Bir şeyi kendi lehine çevirmek
(Il tourne ses défauts même à son avantage).
avantager gçl. 1. Kayırmak, ayrı tutmak, eli açık
davranmak (La nature l'a avantagé, lui a donné
des qualités exceptionnelles). 2. Daha iyi
göstermek, güzelliğini arttırmak (Cette robe
l'avantage beaucoup). § S'avantager: 1. Birbirine
karşılıklı yarar sağlamak. 2. Kendine yarar
sağlamak. 3. S'avantager de qch:-den kendisine
yarar sağlamak (Les médecins s'avantageaient des
malheurs qui lui arrivaient).
avantageusement bel. Elverişli olarak, "lehte, iyi bir
biçimde (Je lui ai parlé de vous avantageusement).
avantageux,euse s. 1. Elverişli (Prix avantageux.
Situation avantageuse). 2. Lehine, lehinde,
yararına, yakışan, yaraşan (Il en avait fait un
portrait fort avantageux). 3. Kurumlu, kendini
beğenmiş, kasıntılı (Un air, un ton avantageux.
Une pose avantageuse). § Faire l'avantageux:
Kasilmak(llfaitravantageuxdevantl'assistance).
avant-bec er. (Köprü ayaklarında) Ön mahmuz.
avant-bras
avant-bras er. anat. Önkol.
avant-corps er. (Yapıda) Ön bölüm,
avant-cour diş. Ön avlu.
avant-coureur s. ve ad. 1. Önden giden, öncü. 2.
mec. Belirtici, haberci (Un malheur nous est
toujours l'avant- coureur d'un autre).
avant-dernier,ère s. ve ad. Sondan bir önceki
(L'avant-dernière syllabe d'un mot).
avant-garde diş. 1. Öncü (Littérature, théâtre
d'avant-garde). 2. ask. Öncü, öncü birliği
(L'avant-garde est tombée dans une embuscade). §
Etre,se mettre à l'avant-garde de. qch: -in
öncülüğünü yapmak; -in başını çekmek (Cepays
s'est toujours mis à l'avant-garde du monde dans la
guerre de la liberté).
avant-gardisme er. Öncülük,
avant-gardiste s. ve ad. Öncü, öncülük yanlısı,
avant-goût er. Hoş bir şeyi umma tadı. Önsezi
(L'avant-goût de la mort).
avant-guerre er. Savaş öncesi,
avant-hier bel. Önceki gün (Son père est parti avanthier).
avant-main
1. Elin ön bölümü, *önel. 2. Atın ön
(baş, boyun, göğüs ve ön ayaklar) kısmı,
avant-port er. Dış liman,
avant-poste er. ask. İleri karakol,
avant-première diş. Bir oyunun ilk temsilinden
yada bir sanat sergisinin ilk açılışından önce
eleştirmenler ve meraklılar için verilen özel temsil
yada gezdirme,
avant-projet er. Öntasarı,
avant-propos er. Kısa önsöz,
avant-scène diş. 1. (Tiyatroda) Sahne önü. 2. Sahne
önü locası,
avant-toit er. Dam saçağı,
avant-train er. (Arabada) Ön kısım,
avant-veille diş. Arifeden bir önceki gün.
avare s. 1. Cimri, eli sıkı, pinti (Son père était très
avare). 2. Verimsiz, verimi pek kıt (Terre avare).
3. Avare de qch: -de kıskanç; -i esirgeyen, boşuna
harcamayan (II est avare de compliments. Un
général avare de la vie de ses hommes). 4. ad.
Cimri, pinti (Un vieil avare). § Etre avare de
paroles: Pek konuşmamak,
avarement bel. Cimrice, pintice,
avarice diş. Cimrilik, eli sıkılık, pintilik,
avarie diş. Avarya, bir geminin yada taşıdığı yükün
gördüğü zarar (La cargaison a subi des avaries.
Payer les avaries).
avarié,e 1. Zarar görmüş, bozulmuş, zarara
uğramış (Avion avarié, navire avarié). 2.
Bozulmuş, kokmuş (Viande avariée, fruits
avariés). 3. (Eski) Frengili.

123

avenir
avarier gçl. 1. Zarara, hasara uğratmak. 2.
Bozmak. § S'avarier: Bozulmak, kokuşmak (Ces
denrées se sont avariées à l'entrepôt).
avatar er. 1. Değişiklik, büyük değişiklik (Leprojet
de constitution est passé par bien des avatarsavant
de venir en discussion), l.tkz. Serüven, acı olay (Il
a subi bien des avatars dans sa vie). § Subir,
connaître, éprouver des avatars: Başından çok
şeyler geçmek, çok acı olaylar görmüş olmak,
à vau-l'eau bel. Akıntı aşağı, akış aşağı. §S'enaIlerà
vau-l'eau:Boşa gitmek (Tous nos efforts s'en sont
allés à vau-l'eau).
avé, avé maria er. 1. Selâm (Cebrail'in ^Meryem'e
selâmı). 2. Tespihin, bu selâmı söylemeyi
gerektiren tanesi (Dire cinq Pater et cinq Avé). 3.
Meryem Ana'ya yapılan yakarı,
avec ilg. 1. İle, ile birlikte (Il est sorti avec sa mère.
Tu dois agir avec prudence). 2. Gibi (Je pense avec
Platon que....: Ben de Eflatun gibi düşünüyorum
ki...). 3. Karşı (5e battre avec plusieurs ennemis).
4. Yüzünden (A vec tous ces touristes, le village est
bien agité. Il se ruine avec ses folles dépenses). S.
Karşın, "rağmen (Avec tant de qualités, il n'a pas
réussi). § D'avec: -den; ile (Il s'est divorcé d'avec
sa femme. Il faut distinguer l'ami d'avec le
flatteur). 6. bel. İle, ile birlikte (Il a pris mon
manteau et il est parti avec. Tu viens avec?:
Benimle geliyor musun?).
avelanède diş. Meşe palamudunun yüksüğü,
aveline diş. Fındığın iri bir türü.
avelinier er. Bir tür fındık ağacı,
aven er. Düden; obruk.
avenant er. Ek sözleşme, "zeyilname (Avenant
d'une police d'assurance).
avenant,e s. Sevimli, güzel, hoş, ince, alımlı (Une
maison avenante, une femme avenante). § A
l'avenant bel. Gibi, ona göre (Jolis yeux, teint à
l'avenant: Güzelgözler, ona göre de bir ten rengi).
A l'avenant de: -in gibi; -e göre, -e uygun (Le
dessert fut à l'avenant du repas).
avènement er. 1. (Eski, dinsel anlamda) Geliş
• (L'avènement du Messie). 2. (Yüksek bir oruna,
tahta) Çıkış, çıkma, °cülûs (L'avènement d'un
roi).
avenir er. 1. Gelecek, gelecek zaman, "istikbal
(Penser à l'avenir. Dans un proche avenir, ilyaura
de grands changements). 2. Gelecek kuşaklar
(L'avenir ne pensera pas comme vous). 3.
Gelecek, ilerdeki yaşam, "istikbal (Sepréparer un
bel avenir. Tu dois assurer l'avenir de tes enfants).
§ A l'avenir: Gelecek günlerde, gelecekte, ilerde,
bundan böyle, bundan sonra (A l'avenir, nous
devons être plus prudents). D'avenir: Geleceği
avent

124

parlak (Un ingénieur d'avenir). Avoir de l'avenir:


Geleceği parlak olmak,
avent er. 1. Noel yortusundan önce gelen dört hafta,
küçük perhiz. 2. Bu süre içinde verilen vaızlar.
aventure diş. 1. Serüven, "macera (Les aventures
d'un héros. Un film d'aventures). 2. Fal. § Diseur,
diseuse de bonne aventure: Falcı. A l'aventure:
Rasgele, gelişigüzel belli bir amacı olmadan
(Marcher à l'aventure dans la campagne).
D'aventure: Rasgele, "tesadüfen (Si d'aventure
vous le voyez, vous lui ferez toutes mes amitiés).
Dire la bonne aventure à qn: -in falına bakmak.
aventuré,e s. Düşüncesizce, tehlikeli, önü arkası
düşünülmemiş (Affirmations aventurées)
aventurer gçl. Tehlikeye atmak, düşüncesizce
tehlikeye sokmak (Aventurer sa réputation dans
une affaire douteuse; aventurer une grosse somme
dans une entreprise). § S'aventurer: 1.
Düşüncesizce kendini tehlikeye atmak, düşünüp
taşınmadan girişivermek (S'aventurer la nuit, sur
une route peu sûre, dans les bois). 2.
S'aventurer à f. qch: -meye
girişivermek,
atıhvermek (Il s'est aventuré à fonder une
imprimerie).
aventureux,euses. 1. Atılgan, gözü pek (Un homme
aventureux). 2. Serüven dolu, tehlikelerle dolu,
"maceralı (Mener une vie aventureuse). 3. Talihe
bırakılmış, sonu talihe kalmış, tehlikeli (Unprojet
aventureux, une entreprise aventureuse).
aventurier, ère s. ve ad. 1. Serüvenci, maceracı,
serüvensever, serüven ardında koşan (Un
aventurier). 2. Dalavereci (C'est une dangereuse
aventurière).
aventurine diş. Yıldıztaşı.
aventurisme er. Serüvencilik, maceracılık,
avenu,es. Olmuş "vuku bulmuş (Choses avenues). §
Nul et non avenu: Olmamış, hiç vuku bulmamış.
Considérer qch comme nul et non avenu: Bir şeyi
hiç olmamış gibi saymak (Considérer une
déclaration, une démission comme nulle et non
avenue).
avenue diş. 1. Ağaçlı yol, "hıyaban 2. mec. Bir yere
ulaştıran yol, giden yol (Les avenues du pouvoir).
avérée s. Kesin,açık, belli f C'est un fait avéré) .§ Il est
avéré que....: Şurası açıkça ortada ki; şurası belli
ki...
avérer gçl. Ortaya çıkarmak, doğruluğunu ortaya
çıkarmak (Avérer un fait). § S'avérer...: 1. -diği
ortaya çıkmak (Lanouvelles'estavérée fausse. Ce
raisonnement s'avère juste). 2. -olarak ortaya
çıkmak; -diğini göstermek (Notre ami s'est avéré
un financier expérimenté). § Il s'avère que..., il
s'est avéré que...: -diği belli oldu, ortaya çıktı (Il
aveuglant
s'avère qu'on ne pourra pas combler le déficit
budgétaire).
avers er. Yüz tarafı, yüz (L'avers d'une médaille,
d'une monnaie. Cette médaille porte une effigie sur
l'avers).
averse diş. Sağnak. § Une averse de: Bir sürü... (Une
averse de reproches). De la dernière averse: tkz.
Daha dün, daha dünkü (Les stars nées de la
dernière averse). Essuyer, recevoir une averse:
Sağnağa tutulmak,
aversion </(£. İğrenme, tiksinti. §Avoir de l'aversion
pour qch, contre qch: -e karşı tiksinti duymak, -i
hiç sevmemek (J'ai de l'aversion contre les
discussions byzantines. Il a de l'aversion pour le
travail). Avoir qn en aversion; prendre qn en
aversion: Birine kin bağlamak, birine karşı hıncı
olmak (Je l'ai pris en aversion). Causer, inspirer
de l'aversion à qn: -e tiksinti vermek (Sa laideur
inspire de l'aversion à tout le monde).
averties. 1. Bilgili, görgülü (Un homme averti, un
public averti). 2. Avertie de qch: -den haberli;
-den haberi olan (Un homme d'Etat averti des
problèmes internationaux. Il n'est pas averti des
mouvements littéraires).
avertir gçl. 1. Dikkatini çekmek, "ikaz etmek
uyarmak, uyarıda bulunmak, haber vermek
(Avertir un élève. Je vous avertis que vous vous
engagez dans une mauvaise voie). 2. Avertir qn de
qch: Birini -den haberli kılmak; birine -i haber
vermek (Il m'a averti du danger, de l'arrivée de
mon père). 3. Avertir qn de f. qch: Birini -mek
konusunda
uyarmak,
dikkatini
çekmek
(Avertissez votre ami d'éviter la route de la forêt).
avertissement er. 1. Dikkat çekme, uyarma
(Négliger les avertissements d'un ami). 2.
Kitapların başında "Okuyucuların Dikkatine"
başlığı altında verilen bilgi. 3. "İhtar, "ikaz, uyarı
(Donner un avertissement à un élève).
avertisseur ,euse ad. 1. Haberci. 2. s. Uyarıcı, dikkat
çekici (Une petite toux avertisseuse). 3. er.
Klakson (Avertisseur d'automobile. A Ankara,
l'usage des avertisseurs est interdit). § Avertisseur
d'incendie: Yangın alarm zili, yangın alarm çanı.
aveu er. 1. Onam, erem, "rıza (Je ne veux rien faire
sans votre aveu). 2. İtiraf; ikrar (L'aveu d'un
amour, d'unefaute). § Homme sans aveu: Serseri.
De l'aveu de: -in tanıklığı üzerine; -in verdiği
ifadeye göre (De l'aveu de tous les témoins, le
conducteur est responsable de l'accident). Faire
l'aveu de qch: -i itiraf etmek (lia fait l'aveu de sa
faute, de son amour). Passer aux aveux: Bir
cinayeti itiraf etmek,
aveuglante s. 1. Göz kamaştırıcı (Une lumière
aveugle
aveuglante. Un soleil aveuglant). 2. Açık, ortada
(Une vérité aveuglante).
aveugles, vead. l.Kör (Une personne aveugle, llest
aveugle de naissance. Trou aveugle. Intestin
aveugle). 2. mec. Gerçeği görmez, gözü bağlı (La
passion te rend aveugle). 3. Sonsuz, körükörüne,
tartışma götürmez (J'ai une confiance aveugle
dans sa parole). 4. ad. Kör (Un aveugle. L'aphabet
des aveugles). § En aveugle: Düşünüp
taşınmadan, gözü kapalı olarak, körü körüne
(Parler en aveugle, juger en aveugle). Au royaume
des aveugles, les borgnes sont rdis: Körler
memleketinde tek gözlüler kral olur; koyunun
bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi
derler.
aveuglement er. 1. Körlük, kör olma. 2.
Düşüncesizlik, körlük (L'aveuglement et la misère
de l'humanité).
aveuglément bel. Körü körüne, gözü kapalı olarak
(Exécuter aveuglément un ordre.
Obéir
aveuglément à ses supérieurs. Suivre quelqu'un
aveuglément).
aveugle-nés. vead. Doğuştan kör.
aveugler gçl. 1. Kör etmek (On l'a aveuglé en lui
crevant les yeux). 2. Gözlerini kamaştırmak,
gözünü almak (Ces phares m'aveuglent). 3.
Sağgörüsünü, "basiretini bağlamak (La passion
vous a aveuglé). 4. Kapamak, tıkamak,
körletmek (Aveugler unefenêtre, une voie d'eau).
§ S'aveugler: 1. Sağgörüsü bağlanmak, basireti
bağlanmak. 2. S'aveugler sur: -in üzerinde
yanılmak (Vous vous aveuglez sur lui).
aveuglette (à I') bel. 1. Gözü kapalı olarak, rastgele
(Marcher, se décider, répondre à l'aveuglette. Les
paysans votent à l'aveuglette). 2. Görmeden, el
yordamıyla (Chercher quelqu'un à l'aveuglette).
aveulir gç/. İrade diye bir şey bırakmamak, güç diye
bir şey bırakmamak, güçten düşürmek (Une vie
monotone l'avait aveuli). § S'aveulir: Gücü,
iradesi kalmamak, güçten düşmek,
aveulissement er. 1. Güçsüzleştirme, güçsüzleşme;
iradesizleştirme, iradesizleşme. 2. Güçsüzlük,
iradesizlik,
aviaire s. Kuşlara değgin, kuşlarla ilgili,
aviateur, trice s. 1. Uçağa değgin, havacılığa değgin
(Brevet de pilote aviateur). 2. ad. "Uçman,
"tayyareci, havacı,
aviationtftj. 1. Havacılık (Aviation civile, privée). 2.
Uçakçılık; uçak (Compagnie d'aviation, base
d'aviation). 3. ask. Uçak birliği (Aviation de
chasse, de bombardement, de reconnaissance). 4.
Uçaklar (L'aviation ennemie a attaqué nos bases).
S. Hava Kuvvetleri (Commandant de l'aviation).

125

avis
avicole s. Kuşçuluğa değgin; tavukçuluğa değgin,
aviculteur, trice ad. Kuş yada kümes hayvanları
yetiştiricisi, kuşçu, tavukçu,
aviculture diş. Kuşçuluk; tavukçuluk,
avides. 1. Doymak bilmeyen, obur (Les estomacs
dévots furent toujours avides). 2. Açgözlü (Il ne
faut pas êtresiavide. Un héritier avide). 3. Avidede
qch: a) -e susamış (Vous êtes avide de sang, de
vengeance). h) -e göz koymuş ; -de gözü olan (Tu es
avide d'argent, de richesse. Il est avide du bien
d'autrui). 4. Avide def. qch: -meye meraklı; -meyi
çok isteyen; -mekte sabırsızlanan (Il est avide de
connaître le monde. Je suis avide d'apprendre la
nouvelle).
avidement bel. Doymak bilmeden, doymazlıkla,
açgözlülükle (Manger, lire avidement).
avidité diş. 1. Doymazlık, oburluk. 2. mec.
Susamışlık, kanmazlık. 3. Açgözlülük.
avifaune<% Kuşlar, kanatlılar, uçarlar (L'avifaune
d'un marais).
avilir gçl. 1. Küçültmek, alçaltmak, küçük
düşürmek (La servitude avilit l'homme. Ils ont
voulu m'avilir).
2. Değerini düşürmek,
değersizlendirmek (L'inflation avilit la monnaie).
§ S'avilir: 1. Küçülmek, alçalmak, onurunu
yitirmek (Ils'avilit dans la débauche). 2.Düşmek,
azalmak (Le pouvoir d'achat s'avilit).
avilissante s. Küçültücü, alçaltıca (Une attitude
avilissante).
avilissement er. 1. Küçülme, alçalma (Tomber dans
l'avilissement).
2.
Değerden
düşme
(L'avilissement d'une monnaie).
aviné,e s. 1. Çok içmiş, esrik, "sarhoş. 2. Şarap
kokan (Une haleine avinée).
aviner gçl. Şaraplamak, şarapla ıslatmak (Aviner
les tonneaux). § S'aviner: Esrimek, sarhoş olmak,
avion er. 1. Uçak (Avion monomoteur, bimoteur,
quadrimoteur. Avion à hélice. Avion à réaction.
Avion de chasse, de bombardement,
de
reconnaissance).- 2. Uçma, uçuş (Aimer l'avion).
avionique diş. Uçak elektroniği,
avionnette diş. Küçük uçak.
avionneur er. Uçak yapımcısı,
aviron er. (Sandalda) Kürek. 2. Kürekçilik, kürek
çekme; kürek yarışı (Faire de l'aviron).
avis er. 1. Görüş, düşünüş, düşünce (Dire, donner,
exprimer son avis: Kendi düşüncesini, görüşünü
söylemek). 2. Oy (Tous les membres ont émis leur
avis). 3. Öğüt, yol gösterme (Ecouter, suivre les
avis de son père). 4. İlân (Avis de décès). S.
"İhbarname,
çağrı
(L'avis
d'une
lettre
recommandée, de réception). § Jusqu'à nouvel
avis: Yeni bir emre, "iş'ara kadar. Sauf avis
avisé
contraire: Aksi bir durum olmazsa, "aksine iş'ar
olmadıkça. Etre du même avis avec qn: Biriyle
aynı görüşte olmak. Etre d'avis de f. qch: -meyi
düşünmek (Je suis d'avis de quitter cette ville sans
tarder). Faire changer d'avis à qn: Birinin
kanısını, düşüncesini değiştirmek. § Prendre
l'avis de qn: Birinin düşüncesini, görüşünü
almak.
avisé,e s. Uyanık, becerikli, aklı başında (Un
homme avisé). § Etre mal avisé de f. qch: -mekte
ihtiyatsızlık, düşüncesizlik etmek (Tuas été mal
avisé de ne pas m'écouter).
aviser gçl. 1. Gözüne ilişmek, görüvermek (J'entre
dans une boutique d'antiquaire, je regarde, et
j'avise une statuette ravissante). 2. Aviser qn de
qch: Birini -den haberdar etmek (Aviser les
automobilistes des encombrements sur les routes.
Aviser son ami du danger qui l'attend). 3. Etre
avisé de qch: -den haberi olmak (Je n'ai pas été
avisé de la réception). 4. Aviser à qch: -i düşünmek
(Je dois aviser à ce que je dois faire). § S'aviser de
qch: 1. Bir şeyin farkına varmak (Je me suis avisé
de sa présence quand il m'a demandé une
cigarette). 2. S'aviser que..: -diğmi farketmek,
anlamak (Je me suis avisé enfin que j'avais laissé
tomber mon portefeuille). 3. S'aviser de f. qch:
-meyi düşünmek, aklından geçirmek (Nul ne
s'avisait de critiquer ce changement. Ne t'avise pas
de refuser une proposition si avantageuse).
aviso er. den. Avizo, küçük savaş gemisi,
avitaillement er. İkmal yapma, ikmal,
avitailler gçl. -in ikmalini yapmak, -e yakıt ikmali
yapmak (Avitailler un avion, un navire).
avitaminose diş. hek. Vitaminsizlik, vitamin
eksikliği,
avivage er. Parlatma, perdahlama,
avivement er. Azdırma; yarayı işletme,
aviver gçl. 1. Körüklemek, canlandırmak,
tutuşturmak (L'Arabe avivait les braises en
soufflant). 2. Körüklemek, kızıştırmak (Aviver
une discussion, une querelle). 3. Azdırmak, yarayı
işletmek (Aviver une plaie). 4. Parlatmak,
perdahlamak (Aviver les couleurs, une poutre). S.
Uyandırmak, yeniden canlandırmak (Aviver un
souvenir, une ancienne douleur).
avocasserie diş. tkz. 1. Avukat taslaklığı. 2. Avukat
çekişmesi, kayıkçı kavgası.
avocassier,ères. vead. 1. Avukatlıkla ilgili (La gent
avocassière). 2. er. Kötü avukat, avukat taslağı,
avocat er. 1. Avukat, "savunman. 2. Amerikan
armudu, avokado. § Avocat du diable: Şeytanın
avukatı; ters düşünceyi savunan kişi. Se faire
l'avocat de: -in savunuculuğunu yapmak,

126

avoisinant
avukatlığını yapmak (Tu t'es fait l'avocat d'une
bonne cause).
avocatier er. Amerikan armudu ağacı, avokado
ağacı.
avocette diş. hayb. Okyanus kıyılarında yaşayan
uzun bacaklı bir kuş, kılıçgagah.
avoine diş. Yulaf (Donner de l'avoine aux
chevaux).
avoir gçl. 1. -i var olmak (J'ai une maison: Bir evim
var). 2. -i görmek; -li günler görmek (Avoir du
soleil, de la pluie, du beau temps). 3. -si olmak
(Avoir de la chance. Avoir les yeux noirs). 4. Elde
etmek, ele geçirmek (Ilest très difficile d'avoir un
logement). 5. Satın almak (J'aieuce costume pour
presque rien). 6. Almak (Avoir un prix, un
diplôme). 7. Telefon konuşması yapmak (J'ai eu
Ankara: Ankara ile telefon konuşması yaptım). 8.
Avoir qn: -ile yatmak, cinsel ilişkide bulunmak
(J'ai eu cette femme). 9. Avoir qn: -i yenmek,
anasını bellemek (Nous les aurons. Je l'ai eu). 10.
Sahibi olmak (Avoir une femme et des enfants).
11. Avoir à f. qch: -mesi gerekmek; -mek
zorunluğunda olmak (J'ai à terminer ce travail ce
soir). 12. N'avoir qu'à f. qch: -ceği şey -mek
olmak; -se ya (Iln'a qu'à démissionner: Yapacağı
şey istifa etmektir; istifa etse ya.Tun'asqu'àpartir:
Yapacağın tek şey gitmektir; gitsene). § En avoir à
qn, contre qn, après qn: Birine kızmak (A qui en
avez vous?: Kime kızıyorsunuz? Je ne sais contre
qui ilen a, je ne sais après qui il en a: Kime kızdığını
bilmiyorum). En avoir pour (Zaman için): -lik işi
kalmak; -sonra tamam (J'en ai pour cinq minutes:
Beş dakikalık işim var; beş dakika sonra tamam).
Se faire avoir: Aldatılmak, (Il s'est fait avoir). Y
avoir: 1. Var olmak (Il y a un enfant dans le jardin).
2. (Zaman konusunda) Il ya...: -önce (Il y a deux
jours nous étions à Istanbul: İki gün önce
İstanbul'daydık). 3. Il y a., .et...: -var, -cık var (Ily
a femme etfemme: Kadın var, kadıncık var). 4. Ily
a que: Ne var ki ; şu var ki (Il y a que tout le monde
proteste). § Il n'y a qu'à f. qch: -mekten başka
yapacak şeyyok;-mektenbaşka çare yok (Il n'y a
qu'à quitter ce quartier). Il n'y en a que pour qn:
-den başka kimse yok sanki (Personne n'a le droit
de dire un mot; il n'y en a que pour lui: Kimsenin
tek söz etmeye hakkı yok; ondan başka kimse yok
sanki).
avoir er. 1. Mal, varlık, zenginlik, varı yoğu (II
dilapide son avoir. C'est tout mon avoir). 2.
(Tecimde) Alacak (Le doit et l'avoir: Verecek ve
alacak).
avoisinant,e s. Yakın, komşu (Les manifestants
envahissent les rues avoisinantes).
avoisiııer
avoisiner gçl. 1. Komşu olmak, yakın olmak,
yakınında bulunmak (Le village qui avoisine la
forêt). 2. mec. -e yakın bir şey olmak; arada pek
ayrım bulunmamak (La prétention avoisine la
bêtise).
avortement er. 1. Çocuk düşürme (L'avortementest
puni par la loi;une femme condamnée pour
avortement).
2.
(Tarımda)
Gelişmeme,
kavruklaşma (Vavortement des fruits). 3. mec.
Başarısızlık (L'avortement de ses projets le
plongea dans un terrible désespoir).
avorter gsz. 1. Çocuk düşürmek. (Un remède qui
fait avorter). 2. bitb. Gelişimsizliğe uğramak. 3.
mec. Başarısızlığa uğramak, boşa çıkmak (Tout le
mouvement a avorté).
avorteur,euse ad. Yasa dışı kürtaj yapan, kürtajcı,
avorton er. 1. hek. Düşük. 2. Kavruk, iyi
gelişememiş. 3. Eciş bücüş, cüce.
avouables. İtiraf edilebilir,
avoué er. 1. (Fransa'da) Yargı yerlerinde tarafları
temsil etmekle görevli bakanlık memuru (Avoué
plaidant, avoué colicitant). 2. Dâva vekili,
avouer gçl. 1. İtiraf etmek (Avouer une faute, un
crime, un méfait). 2. Avouer qch à qn: Birine bir
şeyi itiraf etmek, açıklamak (Avouer son amour à
une jeune fille). 3. Kabul etmek, gerçek olduğunu
dile getirmek (II faut avouer qu'ils ont plus de
possibilités que nous). 4. A vouer qn pour...: Birini
.. .olarak kabul etmek(/4 vouer un enfant pour fils.
Avouer une femme pour sœur). 5. Doğru bulmak,
uygun bulmak (La morale peut avouer ce
principe). § S'avouer...: -diğini kabul etmek
(S'avouer coupable: Suçlu olduğunu kabul
etmek).
avril er. Nisan.§ Poisson d'avril: Nisan balığı,nisan
bir, bir nisan şakası,
avulsion diş. Sökme, çekme, çıkarma (L'avulsion
d'une dent).
avunculaire s. Amca, hala, dayı yada teyzeye
değgin.
axe er. 1.Eksen (L'axe d'un cylindre, d'une sphère).
2. Orta (On avait disposé des canons dans Taxe
de la rue). 3. Merkez, temel direk (L'axe d'une
politique). 4. Dingil,
axer gçl. 1. Yönlendirmek, bir eksene göre yön
vermek. 2. Axer qch sur: Bir şeyi -e dayandırmak,

127

azyme
-e göre yönlendirmek (Axer sa vie sur le travail).
axial,e s. Eksene değgin,
axillaire s. Koltuk altına değgin (Veine axillaire).
axiologie diş. fels. Değer öğretisi,
axiologlques. Değersel, değerlere değgin,
axiomatiques./e/s. 1. Belitscl. 2.diş. Belitseldizge,
axiome er. mat.fels. Belit, aksiyom,
axis er. anat. Eksenkemik.
axongediş. Domuz yağı.
ayant cause er. huk. Kendine bir hak geçirilmiş
kimse.
ayant droit er. huk. Hak sahibi (Les ayants droit d
une prestation).
azalée diş. bitb. Açalya.
azédarac er. bitb. Tespihağacı.
azerole diş. Alıç.
azerolier er. Alıçağacı.
azimut [azimyt] er. gökb. Güney açısı. § Tous
azimuts: Çok yönlü (Défense tous azimuts). Dans
tous les azimuts: tkz. Her yönde; her yönden; her
yandan. Perdre l'azimut tkz. Kafayı üşütmek,
oynatmak; pusulayı şaşırmak.
azimutal,e s. gökb. 1. Açıklıklara değgin,
açıklıkları gösteren (Cercles azimutaux, compas
azimutal). 2. er. Bir tür pusula.
azimute,es. tkz. Kafadan çatlak, kaçık,
azote er. kim. Azot.
azoté,e s. İçinde azot bulunan, azotlu (Aliments
azotés. Engrais azotés).
azoteux,euse s. kim. Azotlu (Acide azoteux; Oxyde
azoteux).
aztèques, vead. Meksika'nın eski yerli halkı, Aztek
(Les aztèques. Art aztèque).
azur er. 1. Mavi; mavilik (L'azur du ciel). 2. Gök
( L'avion disparut dans l'azur). 3. Bir tür mavi cam
ve bunun boyacılıkta kullanılan tozu. § Pierre
d'azuryerb. Lacivert taşı.
azurageer. Çivitleme, çivide sokma, çivitle boyama
(Azurage du linge).
azuré,e s. Gök renginde, gök mavisi (Une teinte
azurée. Ses yeux, sous l'ombre azurée des cils).
azurergç/. 1. Gök rengine boyamak. 2. Çivitlemek
(Azurer les linges).
azymes, vead. Mayasız (Pain azyme). §Lafêtedes
azmyes: Yahudiler in mayasız bayramı; mayasız
yortusu.
b
b er. Fransız abecesinin ikinci harfi. § Ne savoir ni a
ni b.: Okuma yazma bilmemek; kara bilisiz
olmak, elifi görse mertek sanmak (Il ne sait ni ani
b).
baba s. hlk. 1. Şaşkın, şaşınp kalmış, şaşkınlıktan
dona kalmış (Rester comme baba). 2.er. Bir tür
hamur tatlısı (Des babas aurhum). § En être baba,
en rester baba: Hayretten
donakalmak,
şaşkınlıktan ağzı dört kanş açılmak,
babeurre er. Yayık ayranı,
babil er. 1. Gevezelik (Le babil enfantin). 2.
Gevezelik (Les jeunes filles acquièrent vite un petit
babil agréable). 3. Cıvıltı, cıvıldaşma (Le babil des
oiseaux). 4. Şırıltı (Le babil d'une source).
babillage er. Gevezelik etme, gevezelik, çene çalma
(Tu m'étourdis de ton babillage incessant).
babillard, e s, ve ad. Geyeze, çenesi düşük,
habillarde diş, tkz. Mektup, pusula (Je vais lui
envoyer une babillarde pour l'avertir de mon
arrivée).
babiller gsz. 1. Gevezelik etmek, çene çalmak
(Assises autour d'une tasse de thé, ces dames
babillent des heures entières). 2. Cıvıldaşmak (Les
oiseaux babillent sur les branches. Les petites
enfants babillent).
babine diş. 1. (Hayvanlarda) Sarkık dudak. 2. mec.

tkz. Dudak (S'essuyer les babines, se lécher les


babines). § S'en lécher les babines: Yalanmak,
yutkunmak, ağzının suyu akmak,
babiole diş. 1. Çocuk oyuncağı. 2. mec. Kıvır zıvır;
önemsiz, değersiz ya da saçma şey (Je n'ai pas le
temps de m'occuper de ces babioles).
babiroussa er. Malezya domuzu,
bâbord er. Geminin iskele denilen sol yanı (Laisser
une île à bâbord).
babouche diş. 1. Şıpıtık, terlik. 2. Pabuç, ayakkabı
(Le Turc partit en traînant majestueusement ses
babouches).
babouin er. 1. Şebek. 2. tkz. Arsız çocuk. 3.
Dudakta sivilce,
babouine diş. tkz. Arsız kız, şıllık,
bac er. 1. Araba vapuru (Unbac,unde ces immenses
radeaux où l'on embarque les voitures). 2. Büyük
gerdel. 3. Su haznesi, tekne (Laverson linge dans
un bac en ciment). 4. Bakalorya, olgunluk
sınavının kısaltılmış biçimi (Passer son bac:
Olgunluk sınavını vermek). % Bac de bois: Sal.
baccalauréat er. Olgunluk sınavı, "bakalorya. §
Passer, avoir son baccalauréat: Olgunluk sınavım
kazanmak, olgunluğunu vermek,
baccara er. Bakara.
baccarat er. Bakarat billuru, bakarada yapılan
bacchanal
kristal (Des verres en baccarat).
bacchanal [bakanal] er. Curcuna,
bacchanale diş. 1. Gürültülü dans. 2. Curcunalı
eğlenti. 3. ç. Eskiden, şarap tanrısı Baküs
onuruna yapılan şenlik,
bacchante [bakât] diş. 1, Bakhos rahibesi. 2. mec.
(Esriklik yada kösnüden) Azgın kadın, azmış,
içkici ve düşkün kadın,
bâche diş. 1. Yük örtüsü (Mettre une bâche sur une
voiture). 2. (Çiçekçilikte) Bahçıvan camlığı,
camlık. 3. Türlü işlerde kullanılan sandık yada
hazne. 4. tkz. Yatak çarşafı, örtü. 5. Bir tür
sürtme balık ağı.
bachelier, ère ad. Olgunluk sınavını vermiş lise
mezunu; *olgunluklu.
bâcher gçl. Örtü geçirmek, örtmek (Bâcher un
camion, une voiture, les valises).
bachique s. Şarap tanrısı Baküs'e değgin. § Chanson
bachique: tçki sofrası türküsü, meyhane havası,
bachot er. 1. Peleme denilen ırmak kayığı. 2.
(Öğrenci argosunda) Olgunluk sınavı, bakalorya.
§ Boîte à bachot: Bakaloryaya hazırlayan dersane.
bachotage er. tkz. Sınava girmek için çarçabuk ve
şöyle böyle hazırlanma,
bachoter gsz. Yalnızca not almak için sınava şöyle
böyle hazırlanıp girmek,
bacillaire s. 1. (Mineralbilimde) Biçme biçiminde.
2. hek. Basilli (Dysenterie bacillaire). 3. diş. Bir
tür küçük deniz yosunu. 4. ad. Veremli,
bacille [basil] er. hek. Basil,
bacilliforme s. Basil biçiminde,
bacillose diş. Verem (Bacillose pulmonaire,
bacillose rénale).
background [bakgnawndjer. *Art yetişim,
bâclage er. 1. Tırkazlama, sürgüleme. 2.
Çırpıştırma, baştan savarak yapma (Bâclage d'un
travail).
bâcle diş. Kapı sürgüsü, tırkaz,
bâcler gçl. 1. Tırkazlamak, sürgülemek (Bâcler une
porte, unefenêtre). 2. Çırpıştırmak, baştan savma
yapmak, şişirmek (Bâcler un travail, une
composition).
bactériacées diş. ç. bot. Bakterigiller,
bactéridie diş. Şarbon bakterisi, bakteridi,
bactérie
hek. Bakteri,
bactérien, ne s. Bakterilere değgin,
bactériologie diş. Bakterioloji, "bakteribilim.
bactériologique s. Bakteribilimsel, bakteribilimle
ilgili (Analyse bactériologique). § Guerre
bactériologique: Mikrop savaşı,
bactériologiste ad. Bakteribilimci.
bacul er. Paldım,
badaboum iinl. Paldır küldür.

129

bafouiller
badaud, e s. ve ad. 1. Alık, alık alık gezen (Le
Parisien est badaud). 2. ç. İşsiz güçsüz kişiler,
aylaklar (Les badauds font cercle autour de
l'étalage du camelot).
badauderie diş. Alıklık; aylaklık,
badelaire er. Eğri kılıç.
baderne diş. 1. Baderna, halat sargısı. 2. mec. tkz.
"Amelimanda, moruk,
badiane diş. Çin anasonu.
badigeon er. Badana şerbeti, badana (La vieille
façade n'attend plus, pour rajeunir, qu'un coup de
badigeon).
badigeonnage er. 1. Badanalama (Le badigeonnage
d'un mur). 2. hek. Yıkama (Badigeonnage de la
gorge).
badigeonner gçl. 1. Badanalamak, badana etmek
(Badigeonner un mur, un plafond). 2. Yıkamak
(Badigeonner le fond de la gorge avec un
désinfectant). 3. Badigeonner qch de qch: Bir
şeye... sürmek (lia badigeonné son bras d'iode).
badigeonneur er. 1. Badanacı. 2. Kötü ressam,
badigoinces diş.ç.tkz. Dudaklar,
badin, e s. Şakacı (Il a une humeur badine. Tu es
toujours espiègle et badin).
badin er. (Uçaklarda) Hızölçer,
badinage er. 1. Şaka, şakacılık (Ilparle toujours sur
un ton de badinage). 2. (Sözde, anlatıda)
Şakraklık, matraktık,
badine diş. 1. İnce ve esnek değnek, şıvgın. 2.
Baston.
badiner gsz. 1. Şaka etmek, şaka yapmak; hoş
şakalar yapmak, matrak geçmek (Je neprends pas
tes paroles au sérieux, tu badines toujours). 2.
Badiner avec qn, qch: -ile şaka yapmak (On ne
peut pas badiner avec l'amour; il ne faut jamais
badiner avec cet homme).
badinerie diş. 1. Şaka, şakacılık. 2. Çocukça
davranış.
baffe diş. Sille, tokat. § Administrer à qn une paire
de baffes: Birine bir tokat aşketmek, sille atmak,
bafouer gçl. 1. Alaya almak, maskaraya çevirmek,
• kepazeye çevirmek (On le bafoue devant tout le
monde). 2. Aldırmamak, hiçe saymak (Il bafoue
les conventions du monde). 3. Hakaret etmek
(L'accusé arrogant a bafoué publiquement le
tribunal).
bafouillage er. Kem küm; kem küm etme; ağız
kalabalığı (Sa conférence n'était qu'un véritable
bafouillage).
bafouille^, argo. Mektup,nâme.
bafouiller gsz. tkz. 1. Kem küm etmek; ağız
kalabalığı etmek; birbirini tutmaz sözler
söylemek (L'orateur a commencé à bafouiller). 2.
bafouilleur

130

gçl. Anlaşılmaz biçimde söylemek, mırıldanmak


(Bafouiller une réponse, une excuse).
bafouilleur, euses. vead. tkz. Kem küm eden. Abuk
sabuk adam (C'est un bafouilleur, incapable de
dire clairement ce qu'il pense).
bâfrer gsz. hlk. I. Yemek yemek, bir şeyler
atıştırmak (On va bâfrer). 2. gçl. -i atıştırmak,
gövdeye indirmek, oburca yemek (Le nez dans
sonassiette, sans dire un mot, il bâfre son ragoût de
mouton).
bfifreur, euse, ad. hlk. Obur, pisboğaz,
bagage er. 1. *Taşıncak, yolcu yada sefer eşyası;ağırlık (Le bagage du soldat.
Faire enregistrer ses
bagages). 2. Bavul, çanta vb. (Je n'ai qu'un petit
bagage à main. Elle ne peut pas voyager sans trois
ou quatre bagages). 3. Bilgi dağarcığı, dağarcık
(Son bagage intellectuel est très mince. Il a un
important bagage scientifique). § Partir avec
armes et bagages: Her şeyini alıp gitmek;
ardından bir şey bırakmadan gitmek. Plier
bagage: Pılı pırtıyı toplayıp gitmek; sıvışmak;
çekip gitmek (La pluie menace, il faut plier
bagage).
bagagerie diş. Bavulculuk, bavul yapımcılığı.
bagagiste er. Bagaj memuru.
bagarre diş. 1. Kavga, dalaş (Chercher la bagarre. Il
va y avoir de la bagarre). 2. Savaş,
bagarrer gsz. yada se bagarrer 1. Kavga etmek,
dövüşmek 2. Savaşmak, mücadele etmek (Il aime
bagarrer pour ses idées). 3. Se bagarrer avec qn:
-ile dövüşmek, kavga etmek (Mon fils s'est
bagarré avec ses camarades).
bagarreur, euse s. vead. Kavgacı,
bagasse diş. 1. Şeker kamışı cibresi. 2. (Sövgü)
Orospu.
bagatelle diş. 1. Kıvır zıvır, değersiz şey (J'ai
rapporté d'Italie quelques bagatelles qui me
rappelleront mon séjour. Dépenser son argent en
bagatelles). 2. Ucuz, yok pahasına şey (J'ai acheté
ce manteau pour une bagatelle). 3. Saçma,
anlamsız şey, bir hiç (Ils se sont brouillés pour une
bagatelle. Il s'amuse à des bagatelles). 4. Sevişme,
cinsel ilişki (Je ne suis pas porté sur la bagatelle).
bagnard er. Zindan hükümlüsü, zindanda yatan,
bagne er. 1. Zindan, ceza yeri. 2. İğrenç bir iş ; iğrenç
bir yer (C'est un bagne). § Etre au bagne:
Zindanda olmak. Mériter le bagne: Boynu
vurulacak kişi olmak,
bagnole diş. tkz. Araba, eski otomobil, taka.
bagou, bagout er. Ağız kalabalığı, çene. § Avoir du
bagou: Ağzı kalabalık olmak, ağzı laf yapmak,
çenesi kuvvetli olmak,
baguage er. (Kuşlara) Halka takma, halkalama

baignade
(Baguage des pigeons voyageurs).
bague diş. 1. Yüzük (Bague de fiançailles). 2.
(Yapıcılıkta) Sütun bileziği. 3. Halka (Meure une
bague à la patte d'un oiseau pour l'identifier).
baguenaude diş. 1. Saçma şeylerle oyalanma, vakit
öldürme. 2. Aylak aylak dolaşma, amaçsız gezip
durma. 3. bitb. Sinameki (meyve). § Etre en
baguenaude: Aylak aylak dolaşmak,
baguenauder, se baguenauder gsz. 1. Dolaşmak,
aylak aylak gezinmek (Il se baguenaude du matin
au soir). 2. Saçma şeylerle eğlenmek, vakit
öldürmek.
baguenauderie diş. Saçmalık, saçma lakırdı,
baguenaudierer. 1. Saçma şeylerle vakit öldüren. 2.
Yalancı sinameki (bitki),
bagué, e s. Yüzük geçirilmiş, yüzüklü (Un doigt
bagué de diamants).
baguer gçl. 1. Halka takmak (Baguer un pigeon
voyageur). 2. Teyellemek 3. Baguer qch de:
-etrafına halka biçiminde... geçirmek ( Baguer les
cigares d'or; un cigare bagué d'or).
baguette diş. 1. Değnek, çubuk. 2. (Mimarlıkta)
Kaval çubuk, silme çubuk. 3. (Marangozlukta)
Şişe çubuk 4. (Çoraplarda) Yan fitili. 5. Harbi
(Baguette de fusil). 6. Fırça gibi sert saç. 7. Uzun
francala. § Baguette magique: Sihirli değnek.
D'un coup de baguette: El çabukluğuyla. Mener
qch à la baguette: Bir şeyi sopa ile yürütmek,
zorbalıkla yürütmek (Il menait tout à la baguette).
Marcher à la baguette: Tıkır tıkır işlemek,
yolunda gitmek (Dans ce service, tout marche à la
baguette).
baguier er. Yüzük kutusu, mücevher kutusu,
bah! Uni. 1. Yok canım (Balı! ce n 'est pas vrai!) 2.
Adam sen de, aldırma (Bah! ce n 'est pas la peine de
chercher plus longtemps). 3. Pöh, boş ver (Bah!
J'en ai vu bien d'autres).
bahut er. 1. Kapağı tümseksandık. 2. Geniş ve alçak
boylu köylü dolabı (Bahut breton). 3.
(Yapımcılıkta) Yuvarlak duvar semeri. 4.
(Öğrenci argosunda) Lise, okul (Aller au bahut;
sortir du bahut).
bai, es. Doru (Une jument baie, un cheval bai).
baie diş. 1. Koy, körfez (Une petite baie. La baie
d'Hudson). 2. Kapı yada pencere boşluğu; açma,
açık (Baie de porte, baie de fenêtre; une baie
vitrée). 3. bitb. Olgunlaşınca kendiliğinden
açılmayan meyve tanesi (Baie du raisin, baie de la
groseille).
baignade diş. 1. Yıkanma, çimme (A l'heure de la
baignade. C'est le moment de la baignade). 2.
Yıkanma yeri, çimme yeri, çimek (La
municipalité a aménagé une baignade en amont du
baigner
village).
baigner gçl. 1. Yıkamak, çimdirmek, suya sokmak
(Baigner un enfant, un chien. Baigner ses pieds
dans l'eau). 2. İçinden geçmek, "katetmek (La
Seine baigne Paris). 3. (Deniz ve akarsular için)
Kuşatmak, yalamak (La Manche baigne les
rivages de la Normandie) 4. Islatmak, sırılsıklam
etmek (Les larmes baignaient ses joues). S.
Baigner qch de qch: Bir şeyi.... içinde bırakmak,
-e boğmak (Baigner de sang, de larmes). 6. gsz.
-içinde olmak; -içinde yüzmek (Des morceaux de
viandes baignent dans la sauce. Des cornichons
baignent dans du vinaigre). 7. -içinde kalmak; -e
bürünmek (Tout le paysage baignait dans la
brume. Depuis son succès, il baigne dans la joie). §
Baigner dans son sang: Kanlar içinde kalmak, çok
kan yitirmek (Le cadavre, criblé de balles,
baignait dans son sang). § Se baigner: Yıkanmak,
suya girmek, çimmek (Se baigner dans la mer,
en rivière, dans une piscine). Se baigner dans le
sang: Elini kana bulamak, kan dökmek, bir
kıyıma girişmek,
baigneur, euse ad. 1. Yıkanan, çimen (Laplageétait
couverte de baigneurs). 2. Natır, tellâk, yıkayıcı,
baignoire diş. 1. Banyo teknesi. 2. (Tiyatroda)
Yerkatı locası,
bail er. 1. Kira sözleşmesi (Le fermier avait un bail
de neuf ans renouvelable). 2. Kira (Payer son
bail). Bail à cheptel: Hayvan kirası. Bail à ferme:
Ürün kirası, hasılat kirası. § C'est un bail: Ömür
boyu sürecek bir iş bu. Il y a un bail: Eskiden ; epey
oluyor ki. Donner en bail: Kiraya vermek,
baille diş. den. 1. Gerdel. 2. argo. Su, deniz. 3.
Denizcilik okulu,
bâillement er. 1. Esneme. 2. Aralık, açıklık (Le
bâillement de la chemise, du faux-col).
bâiller gçl. 1. (Eski) Vermek, eline vermek. 2. gsz.
Esnemek (Bâiller de sommeil, de fatigue. Mets ta
main devant ta bouche quand tu bâilles). 3. Aralık
olmak, aralık durmak, açık durmak (Une porte
qui bâille. Sa chemise n'était pas boutonnée et
bâillait sur sa poitrine). § La bâiller belle à qn, la
bâiller bonne à qn: Yutturmak, aldatmak (Vous
me la bâillez belle: Bana yutturuyorsunuz).
bailleur, eresse ad. Kiraya veren, kiralayan. §
Bailleur de fonds: Anamal veren, sermaye sahibi,
bâillon er. Ağız tıkacı (Le veilleur de nuit ligoté,
réussit àécarter le bâillon etàappelerausecours). §
Mettre des bâillons à qn: -i susturmak, ağzını
tıkamak, özgürlüğünü kısıtlamak,
bâillonnement er. Ağzını tıkama, susturma (Le
bâillonnement de la presse, de l'opposition).
bâillonner gçl. 1. Ağzına tıkaç sokmak. 2. mec.

131

baiser
Susturmak, ağzını tıkamak, özgürlüğünü
kısıtlamak (Bâillonner la presse, l'opinion
publique, l'opposition).
bain er. 1. Banyo ( Un bain de soleil, unbaindeboue,
un bain de mer). 2. Sı vı, banyo suyu (Préparer un
bain pour développer des photographies). 3.
Yunak, yıkanma teknesi, küvet (Remplir, vider le
bain). 4. ç. Hamam, kaplıca (Les bains de
Brousse). § Envoyer au bain: Başından savmak,
atlatmak, Etre dans le bain: Bir işin içinde olmak
(Nous sommes tous dans le bain, il vaut mieux
nous entendre). Mettre qn dans le bain: Birini işin
içine sokmak, adını bulaştırmak (L'accusé a mis
dans le bain plusieurs de ses complices). Prendre
un bain: Banyo yapmak. Prendre un bain de
lézard: Tembel tembel güneşlenmek,
bain-marie er. Benmari.

baïonnette diş. 1. Süngü (Baïonnette au canon:


Süngü tak! Charger baïonnette au canon: Süngü
takmak). 2. Piyade eri (Cent mille baïonnettes).
baïram, beîram er. Bayram,
baisemain er. El öpme. § Faire le baisemain: El
öpmek, saygılarını sunmak,
baise diş. tkz. Cinsel ilişki, sevişme,
baisement er. (Kutsal bir şeyi) Öpme (Le boisement
de la croix).
baiser gçl. 1. Öpmek (Baiser la main de sa mère). 2.
Baiser qn sur: Birim -den öpmek (Baiser un
enfant sur la joue, une femme sur les lèvres, un
héros sur le front). 3. Baiser qn: Biriyle cinsel
ilişkide bulunmak, birini becermek, sikmek
(Baiser une femme). 4. Baiser qch à qch: (Okul
argosu) -den bir şey anlamak (On n'y baise rien:
tnsanbundan hiç bir şey anlayamıyor). § Se baiser:
1. Öpüşmek. 2. Bitişik olmak. § Se faire baiser: 1.
Enselenmek, yakalanmak (Il était en train de
copier son devoir et il s'est fait baiser). 2. argo.
Çuvallamak; dibini dövdürmek (Vas te faire
baiser). Etre baisé: argo. Çuvallamak, zokayı
yemek (Il a été baisé).
a baiser er. Öpüş, öpücük, öpme. § Appliquer un
baiser sur: -e bir öpücük kondurmak (Appliquer
un baiser sur les lèvres d'une femme). Demander
un baiser à qn: -den bir öpücük istemek (Chaque
fois qu 'il la rencontrait, il lui demandait unbaisef).
Dérober un baiser à qn: -den bir öpücük
koparmak, zorla öpmek (Il lui a enfin dérobé un
baiser). Dévorer qn de baisers: Birini öpücüklere
boğmak, bol bol öpmek (Je l'ai dévoré de
baisers). Donner le baiser de paix à qn: -ile
barışmak, öpüşüp barışmak (Tu lui donneras un
baiserdepaix, et tout sera fini). Prendre un baiser:
Bir öpücük almak. Recevoir un baiser: Öpülmek.
baiseur
baiseur, euse ad. tkz. İyi cinsel ilişkide bulunan, işi
gücü aşk yapmak olan, sikici,
baisoter gçl. tkz. Öpüp durmak,
baisse diş. 1. Alçalma, inme (La baisse des eaux). 2.
Düşme (La baisse des prix). 3. (Borsada) Hava
oyunu. § Etre en baisse: Düşmekte olmak, düşük
olmak ( Les cours sont en baisse. Ses actions sont en
baisse: Kredisi düşüyor, saygınlığı azalıyor).
Jouer à la baisse: Borsada fiyatlar düşecek umudu
ile hava oyunu oynamak,
baisser gçl. 1. İndirmek, alçaltmak (Baisser le store,
la vitre du compartiment). 2. Azaltmak, kısmak,
hafifletmek, düşürmek (Baisser la flamme, la
voix, lesprix). 3.gsz. Alçalmak, inmek (La mer a
baissé). 4. gsz. Batmak üzere olmak (Le soleil
baisse, il faut rentrer). S. gsz. Düşmek (Le
baromètre baisse; les prix baissent). 6. gsz.
Bozulmak,gücünü yitirmek, çökmekfSa santé a
bien baissé. Son intelligence a beaucoup baissé. Il
avait bien baissé pendant les dernières années de sa
vie). § Baisser les yeux: Gözlerini indirmek,
utancından yere bakmak. Baisser la tête: Kafasını
öne eğmek. Baisser le pavillon: Yelkenleri suya
indirmek. Baisser l'oreille: Utanmak, kızarmak §
Se baisser: Eğilmek (Se baisser pour lacer ses
chaussures). Il n'y a qu'à se baisser pour en
prendre: İstemediğin kadar var, dolu, tümen
tümen; elini sallasan ellisi, başını sallasan başı
tellisi.
bajoue diş. 1. (Hayvanlarda) Yanak (Bajoue du
porc, du veau). 2. (İnsanlarda) Sarkık yanak (Il
commence à grossir et il a déjà des bajoues).
bakchich er. (Doğuda) Bahşiş; rüşvet,
bakélite diş. Bakalit.
bal er. 1. Balo (Donner un bal. Une robe de bal). 2.
Balo verilen yer (Aller au bal). § Bal masqué:
Maskeli balo. Bal costumé: Kostümlü balo. Bal
blanc: Genç kızların birbirleriyle dansettikleri
balo. Bal musette: Halk balosu,
balade diş. hlk. Gezinti, dolaşma. § Aller en balade:
Gezintiye, dolaşmaya çıkmak. Faire une balade:
Şöyle bir dolaşmak,
balader gçl. Gezdirmek, dolaştırmak (Je vais
balader les enfants dans le parc). § Se balader: 1.
Gezinmek, dolaşmak (lise balade dans les rues).
2. Geziye çıkmak (Il est allé se balader sur la Côte
d'Azur).
baladeur, euse s. ve ad. Dolaşmayı, sokaklarda
sürtmeyi seven (Avoir l'humeur baladeuse).
baladeuse diş. 1. Satıcı arabası. 2. (Özdevimli bir
arabaya bağlanan) Yedek araba. 3. Uzun bir tele
bağlı, istenilen yere taşınıp konabilen elektrik
lambası, seyyar lamba.

132

balancer
baladin, e ad. Meydan soytarısı,
balafre diş. Jilet, ustura, bıçak yarası (En se rasant,
il se fit une petite balafre sur la joue. Avoir une
balafre au front).
balafré, e s. Bıçak yarası izi taşıyan (Un visage
balafré).
balafrer gçl. Bıçakla, usturayla kesmek, yaralamak
(Leprince lui balafra le visage).
balai er. 1. Süpürge ( Passer le balai sous les meubles).
2. (Doğan, şahin gibi kuşlarda) Kuyruk. 3. Bir
yerden en son kalkan taşıt, son otobüs, son metro.
§ Balai mécanique: Mekanik süpürge, gırgır.
Manche à balai: 1. Süpürge sapı. 2. mec. Sıska,
canlı cenaze. Donner un coup de balai: Şöyle bir
süpürmek; bir süpürge geçmek (Donner un coup
de balai dans la salle à manger). Donner un coup de
balai à qn: -e yol vermek, -i sepetlemek (Donner
un coup de balai à un vilain garçon). Rôtir le balai:
Derbederce yaşamak,
balais s. ve ad. Pembe (Rubis balais).
balalaïka diş. Balalayka, gövdesi üç köşe rus
mandolini.
balance diş. 1. "Terazi, "tartaç (Une balance juste,
sensible). 2. (Genel olarak) Tartı aygıtı. 3. Denge,
bilanço (La balance des payements: Ödemeler
dengesi). 4. İstakoz avında kullanılan ağ. 5. Terazi
burcu. 6. Mizan (Faire la balance des affaires
d'une année). § Mettre dans la balance: Ölçüp
biçmek; işin bütün yanlarını düşünmek, hesaba
katmak. Mettre en balance (deux choses):
Ölçüştürmek, karşılaştırmak. Etre en balance:
Kararsızlık içinde olmak. Tenir, maintenir la
balance égale entre...: -e karşı eşit davranmak;
-1er arasında ayrım yapmamak (Il tient la balance
égale entre les deux groupes qui s'affrontent).
Faire pencher la balance en faveur de qn: -i
kayırmak; -in yanını tutmak (lia fait pencher la
balance en faveur de ses amis). Peser dans la
balance: Ağır basmak, büyük bir önemi olmak,
ağırlığı olmak (Cet argument n'a pas pesé dans la
balance). Jeter qch dans la balance: -i işin içine
katmak, koymak (Il a jeté toute son autorité dans
la balance).

balancé,e s. tkz. Eli yüzü düzgün, eli ayağı düzgün


(Une-femme bien balancée).
balancelle diş. Tek direkli bir tür tekne,
balancement er. 1. Sallanma, sallantı, salınım (Le
balancement des branches de l'arbre. Le
balancement du corps, de la tête, d'un navire). 2.
Duraksama, "tereddüt. 3. mec. Dengelilik,
dengeli durum (Le balancement d'une période).
balancer gçl. 1. Sallamak, oynatmak (Balancer les
bras, les hanches en marchant. Le vent balance les
balancier
feuilles. Balancer un bébé pour l'endormir). 2.
Atmak, fırlatmak (Balancer un objet par la
fenêtre). 3. Kovmak, sepetlemek, başından
atmak (Balancer un employé, une femme). 4.
Tartmak, iyice düzenlemek, dengelemek
(Balancer ses mots, ses phrases, un conte, une
composition).
5.
(Alacakla
vereceği)
Karşılaştırmak. 6. (Eksiği) Karşılamak. 7.
Denkleştirmek, dengelemek (Balancer un
budget, les payements). 8. Balancer gsz.
Sallanmak (Le lustre balançait dangereusement).
9. gsz. Duraksamak, kararsızlık içinde kalmak
(Mon cœur balance). 10. gsz. Askıda kalmak,
sallantıda kalmak. 11. gsz. Kuşku ve kararsızlık
içinde kalmak. 12. Balancer à f. qch: -mekte
duraksamak, tereddüt etmek (Il balance depuis
longtemps à prendre cette décision). § Se balancer:
1. Salıncakta sallanmak (Les enfants se
balançaient dans le jardin). 2. Sallanmak (Se
balancer sur ses jambes, sur sa chaise). 3. Birbirine
denk gelmek (Les forces en présence se balancent)
4. S'en balancer, se balancer de qch: hlk.
Umursamamak, aldırmamak, vız gelmek (Je
m'en balance. Les femmes s'en balancent).
balancier er. 1. Bir makinanın devinimini dengeli
tutmaya yarayan sarkaç, yay, çark, saat maşası
gibi devingen düzengeç; "rakkas, 'dengelik (Le
balancier d'une horloge). 2. İp cambazlarının
kullandığı denge sırığı, terazi. 3. Sikke basma
makinası. 4. Terazici.
balançoire diş. 1. Salıncak. 2. Tahterevalli,
çıngıldak. 3. mec. tkz. Saçma, boş lakırdı, maval
(Raconter des balançoires).
balandre diş. Irmak kayığı, peleme,
balayage er. Süpürme (Le balayage d'une chambre,
des voies publiques).
balayer gçl. 1. Süpürmek (Balayer les ordures, la
poussière, la neige). 2. Alıp götürmek, önüne
katıp sürüklemek (Le vent balaie les nuages). 3.
Kovmak, dışarı atmak, temizlemek (Balayer les
ennemis). 4. Temizlemek, ortadan kaldırmak,
kökünü kazımak (Balayer les résistances, les
obstacles, les préjugés, les soucis).
balayette diş. Küçük süpürge,
balayeur er. Çöpçü, süpürücü, temizlik işçisi,
balayeuse diş. 1. Süpürücü kadın, kadın çöpçü. 2.
Yol süpürme arabası, *süpürgeç. 3. Etek
dantelası, etek farbelası.
balayures diş. ç. Süprüntü.
balbutie (balbysi] diş. 1. Dil dolaşması, dili dolaşma.
2. Mırıltı.
balbutiement er. 1. Mırıldanma, kendi kendine
anlaşılmaz bir şeyler söyleme (Le balbutiement

133
balisticien

d'un enfant qui joue), l.mec. Başarısız ilk girişim,


emekleme (La linguistique scientifique en est
encore à ses premiers balbutiements).
3.
Kekeleme, kem küm etme, anlaşılmaz şeyler
söyleme (Le balbutiement d'un bègue, d'une
personne émue, d'un ivrogne).
balbutier gsz. 1. Dili dolaşmak, kem küm etmek
(Sous l'émotion, il se mit à balbutier, puis à
pleurer). 2. gçl. Mırıldanmak, anlaşılmaz biçimde
söylemek (Balbutier une prière, des excuses. Le
bébé balbutie déjà quelques mots).
balbuzard er. hayb. Balık kartalı,
balcon er. 1. Balkon, tahtaboş. 2. argo. İri göğüsler,
karpuz gibi memeler,
baldaquin er. Taht, sunak, karyola gibi şeylerde
tavan durumunda olmak üzere yapılan süslü
bölüm, tavanlık (Un lit à baldaquin: Tavanlıklı
karyola).
baleine diş. 1. Balina (La pêche à la baleine). 2.
Yakalara takılan balina. § Baleine à bec: Gagalı
balina. Baleine à bosse: Kambur balina. Baleine
blanche: Beyaz balina. Baleine noire: Buzul
balinası. Rire comme une baleine: hlk. Kah kah
kah gülmek; kahkahalar savurarak gülmek,
otuziki dişiyle gülmek,
baleiné,e s. Balinalı, balina takılmış (Col baleiné).
baleineau er. Balina yavrusu,
baleinier er. Balina (avlama) gemisi,
baleinier,ière s. Balinaya değgin (L'industrie
baleinière).
baleinoptère er. Fin balinası,
balès, balèze s. ve ad. Kocaman, iriyarı adam (Un
balèze quipouvait lancer lepoids à quinze mètres).
balèvre diş. 1. Alt dudak. 2. ç. Dudaklar, kocaman
dudaklar. 3. mim. Çapak, tırnak; bir duvarda bir
taşm öbür taş üzerine taşan parçası,
balisage er. 1. İşaret şamandrası yada kayığı dikme;
işaret ışığı koyma (Le balisage d'une route, d'un
aérodrome).
2. İşaret şamandralan yada
kayıkları.
balise diş. 1. İşaret şamandrası, işaret kayığı. 2.
' İşaret ışığı (Disposer des balises le long d'une
piste). 3. Tespihagacı meyvesi,
baliser gçl. İşaret şamandrası, işaret kayığı, işaret
ışığı koymak (Baliser un port, une route, un
aérodrome). § Etre balisé de qch: mec. -ile
süslenmek, donanmak (Quelques champs célestes
balisés d'étoiles).
baliseur er. 1. İşaret dikicisi. 2. İşaret şamandrası
yerleştiren gemi.
balisier er. bitb. Tespihağacı.
baliste diş. 1. Mancınık. 2. er.hayb. Çotira balığı,
balisticien er. Balistik uzmanı.
balistique
balistiques. 1. Balistik (Machine balistique, engin
balistique). 2. diş. ask. 'Atışbilim.
balivage er. Orman kesiminde, yetişmek üzere
bırakılacak ağaçların belirtilmesi,
baliveau er. Orman kesiminde, yetişmeye bırakılan
ağaç.
baliverne diş. Saçma, boş lâf (Il s'amuse à des
balivernes au lieu de travailler). § Dire des
balivernes: Saçma sapan konuşmak,
baliverner gsz. Saçmalamak, saçma sapan sözler
söylemek.
balkanique s. Balkanlara değgin, Balkanlılara
değgin; balkan (Langues balkaniques).
balkanisation diş. Bölme, parçalama, birbirine
düşürme (La balkanisation du continent noir).
ballade diş. 1. Küçük bir koşuk biçimi, balad.
(Ballade des pendus: de Villon). 2. Bir çeşit
koşuklu masal. 3. Bir tür şarkı; bu şarkının
eşliğinde oynanan oyun.
ballant,e s. Sallanan, sallayarak, sallanır (Il s'est
assis surla rambarde du pont, les jambes ballantes,
à regarder les pêcheurs). § Bras ballants: Elini
kolunu sallayarak (Venir brds ballants. Regarder
bras ballants).
ballant er. Sallantı, sarsıntı (Une voiture chargée en
hauteur a du ballant).
ballast er. 1. "Balast, 'kırma taş (Placer du ballast
sur une voie de chemin de fer). 2. Denizaltının
dalış sırasında su doldurulan deposu. 3.
(Elektrik) Devrede akımı düzenleyen direnç,
balast.
ballastage er. 1. Kırma taş döşeme. 2. Safra
deposunu doldurarak yada boşaltarak gemiyi
dengeleme.
ballaster gçl. 1. Kırma taş döşemek. 2. Safra
deposunu doldurarak yada boşaltarak gemiyi
dengelemek,
ballastüre diş. Kırma taş ocağı,
balle diş. 1. Mermi, kurşun (Balle de revolver, de
fusil. Balle dum dum). 2. Top (Balle de tennis, de
ping-pong, de golf). 3. hlk. Para, lira (J'aipayé300
balles pour ce manteau). 4. hlk. Yüz, surat (Avoir
une grosse balle, une bonne balle). S. Balya, denk
(Faire une balle de coton; défaire une balle de
café). § Enfant de la balle: Babasının mesleğini
tutan kişi. Une balle perdue: Serseri kurşun.
Envoyer un coup de balle à qn: -e bir kurşun
sıkmak. Couper une balle: Topu kesmek. Jouer à
la balle: Top oynamak. Prendre, saisir la balle au
bond: Fırsatı hemen yakalamak. Renyover la
balle: Cevabı yapıştırmak. Tomber, être criblé de
balles: Kurşunla delik deşik olmak. Se renyover la
balle: 1. Ağız tartışması yapmak. 2. Sorumluluğu

134

balnéaire
birbirinin üstüne atmak. 3. Angaryayı birbirine
yüklemeye çalışmak. A vous la balle: Bu söz
sizedir. Bu iş yada söz size düşer. Ça fait ma balle:
tkz. İşime gelir,
ballerine diş. 1. Balerin, bale yapan kadın. 2. Bale
ayakkabısını andıran kadın pabucu,
ballet er. 1. Bale (L'opéra donne un spectacle de
ballet). 2. Yoğun etkinlik (Ballet diplomatique).
ballon er. 1. Top (Ballon de basket-ball, de
football). 2. Balon (Marchandde ballons. Ballon
qui s'envole). 3. Yuvarlak bardak. 4. Yuvarlak
' tepe (Le ballon d'Alsace). 5. argo. Kıç, arka.
Göbek. § Ballon d'essai: 1. Yelin yönünü
saptamak için kullanılan balon. 2. Nabız
yoklaması (L'opposition prétendait voir dans la
brochure un ballon d'essai). Avoir le ballon: argo.
Gebe olmak, karnı şiş olmak. Descendre au
ballon: argo. Kodesi boylamak. Etre dans le
ballon: argo. Kodeste olmak. Faire ballon: argo.
Hava almak, eli boş dönmek. Jouer au ballon:
Top oynamak. Se remplir le ballon: Kanuni
doyurmak, bir şeyler atıştırmak,
ballonné,e s. Kabarık, şişik, şişkin (Jupe
ballonnée). § Avoir le ventre ballonné: (Gazdan)
Karnı şişmek, karnında şişlik olmak,
balonnement er. (Gazdan) Karın şişmesi, şişlik,
şişkinlik.
ballonner gçl. 1. Şişirmek, kabartmak (Le vent
ballonne leurs manteaux). 2. Şişlik yapmak,
karnını şişirmek (Les fourrages verts ballonnent
les bestiaux).
ballonnet er. Baloncuk, küçük balon,
ballon-sonde er. Deneme balonu,
ballot er. 1. Küçük balya, küçük denk. 2. hlk.
Abullabut. 3. argo. Aptal, enayi. 4. s. hlk.
Aptalca, aptalca yapılmış (Ça, c'est ballot).
ballottage er. Adaylardan hiç birinin gerekli
çoğunluğu sağlayamaması dolayısıyla seçimin
sonuçsuz
kalması,
"balotaj
(Plusieurs
personnalités se trouvent en ballottage dans leur
circonscription).
ballottement er. Çalkalanma, sallanma, sarsılma
(Le ballottement du train).
ballotter gçl. 1. Sallamak, sarsmak (La voiture nous
ballotte durement). 2. gsz. Sallanmak, oynayıp
durmak (La valise n'est pas pleine et l'on entend
une bouteille qui ballotte). § Etre ballotté entre:
-arasmda bocalamak; bir -i, bir -i düşünmek (Je
suis ballotté entre Tappréhension et la joie quand
je pense à notre rencontre. Il est constamment
ballotté entre son père et sa mère).
balnéaire s. Deniz banyosu ile ilgili (Station
balnéaire: Denizli kent; kumsallı yer).
mlnéation
balnéation diş. Kaplıca tedavisi,
balnéothérapie diş. Kaplıca tedavisi,
balourd, es. ve ad. Hödük; aptal,
balourdise diş. 1. Hödüklük, kabalık, aptallık (Ilest
d'une balourdise étonnante). 2. Pot, gaf, çam
devirme (Faire des balourdises).
balsamier er. Belsem ağacı,
balsamifère s. Belsemli; kokulu reçine çıkaran,
balsamine diş. bitb. Kınaçiçeği.
balsamiques, ve ad. 1. Belsemimsi (Drogue, pillule
balsamique). 2. Belsemim (Un balsamique).
balte s. ve ad. Baltıklı; Baltık denizine değgin (Les
pays baltes. Un balte).
balthazar, balthasar er. Onalti normal şişelik büyük
şampanya şişesi.
aluchon, balluchon er. 1. Çöp sandığı. 2. hlk. Pılı
pırtı, çıkın, bohça. § Faire son balluchon:
Bohçasını derleyip gitmek, çıkıp gitmek,
alustrade diş. Parmaklıklı korkuluk, tırabzan
(Balustrade d'un balcon, d'une terrasse, d'un
escalier, d'un pont).
alustre er. Tırabzan parmaklığı,
alzan s. Sekili, sekisi olan (Une jument balzan).
alzane dış. Seki (Un cheval bai avec des balzanes).
ambin, e ad. tkz. Küçük çocuk, yumurcak,
yavrucak.
amboche diş. 1. Büyük boy kukla, iri kukla. 2. hlk.
Bücür, bastıbacak. 3. tkz. Eğlenti, yiyip içme,
°âlem. § Faire bamboche: Felekten bir gün
çalmak; âlem yapmak,
bambocher gsz. tkz. Felekten bir gün çalmak, âlem
yapmak.
bambocheur, euse ad. Eğlence düşkünü,
bambou er. Bambu, hint kamışı (Une case de
bambou). $ Avoir le coup de bambou: 1. hlk.
Çıldırmak, keçileri kaçırmak. 2. Yorgunluktan
bitkin düşmek. § Attraper un coup de bambou:
tkz. Güneş çarpmasına uğramak,
bamboula diş. 1. Zenci dansı. 2. er. Zenci davulu. $
Faire la bamboula: hlk. Âlem yapmak, yiyip içip
eğlenmek.
ban er. 1. Kamuya resmi bildiri. 2. (Bağ bozumu,
orak, harman gibi) Tarım işleri için gün gösteren
bildiri. 3. Evlenme ilânı, kâğıt (Les bans sont
affichés). 4. Silahlı kuvvet toplama. 5. Sürgün
yada gözaltı. 6. Tempolu alkış (Un ban pour le
vainqueur!). 7. Eskiden Hırvat sancak beylerine
verilen ünvan, ban. § Convoquer, appeler le ban et
l'arrière-ban: Herkesi çağırmak, kimi varsa
çağırmak, her tabakadan adam toplamak. Etre au
ban: Sürgün yada gözaltında olmak. Etre en
rupture de ban avec qn, qch: -ile bütün bağlarınf
koparmak (Il est en rupture de ban avec sa famille).

135

banche
Mettre qn au ban: Birini sürgüne yollamak yada
gözaltına almak. Mettre qn au ban de: Birini -in
gözünden düşürmek (On cherche à me mettre au
ban de la société. Ce scandale l'a mis au ban de
l'opinion publique). Ouvrir, fermer le ban: ask.
Bir töreni boru ve trampetler çalarak açmak,
kapamak. Rompre son ban: Sürgünden kaçmak,
banal,e s. 1. Herkesin kullandığı, önemsiz,
ortamalı, beylik (Proposbanals: Beyliksözler). 2.
Bayağı, düşük (Une vie banale, une plaisanterie
banale). 3. Derebeyine ait (Fours, moulins
banaux).
banal er. Bayağılık; beylik şeyler (J'ai horreur du
banal).
banalement bel. Bayağıca,
banalisation diş. Bayağılaştırma, orta malı kılma,
banaliser gçl. Bayağılaştırmak, kötü göstermek
(Cette coiffure le banalise). § Se banaliser:
Bayağılaşmak; ortamalı olmak,
banalité diş. 1. (Eskiden) Derebeyinin olan fırın,
değirmen gibi bir şeyin herkesçe belirli bir ücret
ödenerek kullanılması zorunluğu, derebey hakkı.
2. Bayağılık (La banalité de la vie est à faire vomir
de tristesse). 3. önemsiz, değersiz şeyler, bayağı
sözler (Il ne débite que des banalités).
banane diş. 1. Muz. 2. ask. argo. Nişan, madalya. §
Glisser sur une peau de banane: Ufak bir kaza
geçirmek,
bananeraie diş. Muz bahçesi,
bananier er. 1. Muz ağacı. 2. Muz taşımaya özgü
gemi, muz gemisi.
t
banc er. 1. Sıra,"peyke (Banc d'école, de jardin). 2.
Sandalye (Banc des accusés). 3. Ayrıjan yer,
bölüm (Banc des ministres à!Assemblée; banc des
avocats). 4. Tezgâh (Banc de menuisier, banc de
tourneur). S. coğ. Yığın, katman (Banc de sable,
de vase, debrume, déglacé). 6 .yerb. Taş katmam.
7. Sürü, balık sürüsü, corum (Bancdepoissons, de
morues, de harengs). § Banc d'essai: Deneme
yeri, deneme tezgâhı (On va mettre le moteur au
banc d'essai. La locomotive est passée sur le banc
'd'essai). Etre sur les bancs: Öğrenci olmak,
öğrenim yapmakta olmak,
bancable, banquable s. Bankaca kabul edilebilir,
bankaca geçerli,
bancaires. Banka işleriyle ilgili, bankaya değgin
(Opérations bancaires, chèque bancaire).
bancal,e s. 1. Çarpık bacakh, eğri bacaklı (Des
enfants bancals). 2. Ayakları eğri (Une table
bancale. Meubles bancals). 3. mec. Sakat, çürük,
çarpık (Idées bancales; un projet bancal).
banche diş. (Beton, kerpiç dökmek için) Kalıp
(Couler du béton dans des banches).
bancher

136

bancher gçl. (Beton, kerpiç) Kalıba dökmek


(Bancher du béton).
banco 5. 1. (Bankalarda) Değişmez değerli (Florin
banco). 2. er. (Oyunda) Banko. § Faire banco:
Banko yapmak; ortadaki bütün paraları almak,
bancroche s. ve ad. Eğri bacakh (Cette vieille est
toute bancroche).
bandage er. 1. Sargı sarma (Le bandage de la tête
d'un blessé). 2. Sargı (Le bandage a été mal fait, il
ne tiendra pas. Enrouler un bandage: Sargı
sarmak. Défaire un bandage: Sargıyı açmak). 3.
(Lastikli tekerleklerde) Dış lastik; tekerlek*
jantlanndaki madenî yada lastik kuşak (Bandage
métallique
d'une
charrette.
Bandage
pneumatique). 4. (Silahlarda) Yay kurma, 5.
Kasık bağı. 6. Germe (Le bandage d'un arc, d'un
ressort).
bandant, e s. tkz. Kamış kaldıran, cinsel istek veren,
bande diş. 1. Sargı (Mettre une bande autour d'une
plaie). 2. Şerit (Bande d'un magnétophone). 3.
Belirtme çizgisi, kenar şeridi (Bandes d'une
chaussée. Bande d'un bandeau). 4. Kuşak
(Manteau rallongé d'une bande de fourrure). S.
(Gemi için) Yana yatma. 6. Bilardo masasının
kenarı (Toucher la bande). 7. Film, film şeridi
(Passer une bande comique. La bande a sauté). 8.
Çete (Une bande de voleurs, bandes armées,
bandes rebelles). 9. Takım, klik, grup (Je ne suis
pas de leur bande. Une bande d'écoliers). 10.
Derinti, "güruh (Une bande de buveurs). 11. Sürü
(Une bande de loups). § Donner de la bande:
(Gemi) Bir yanına yatmak (Bateau qui donne de la
bande). Faire bande à part: Arkadaşlarından
ayrılmak, sürüden aynlmak. Mettre à la bande:
(Gemiyi) Bir yana yatırmak,
bandé,e s. 1. Bağlı, bezle bağlanmış (Les yeux
bandés). 2. Sargılı, sarılı (Main bandée).
bandeau er. 1. Alın bağı, çatkı, kaşbastı (Retenirses
cheveux avec un bandeau). 2. Göz bağı. 3. mec.
Göz perdesi (Arracher le bandeau de qn: -in
gözündeki perdeyi kaldırmak. Avoir un bandeau
sur les yeux: Gözü bağlı olmak, yanını yöresini
görmemek,
körelmek). 4. Yapıların yüzlerini
yada bir kemeri saran genişçe, düz ve az taşkın
silme; sarak. 5. ç. Ortadan ayrılarak yanlara
yatırılmış saç. § Bandeau royal: Krallık çatkısı,
krallık tacı.
bandelette diş. 1. Şerit. 2. (Mimarlıkta) Şerit silme.
3. Sargı (L'archéologue défit avec précaution les
bandelettes de la momie).
bander gçl. 1. (Sargı ile) Sarmak (Bander un bras
blessé). 2. Bağlamak (Ils ont bandé les yeux du
condamné avant de le fusiller). 3. Germek

bannière
(Bander un arc; bander ses muscles). 4. gsz. argo.
Kamışı kalkmak, çadır kurmak,
banderille diş. Boğa güreşinde, boğanın ensesine
saplanan kurdeleli şiş.
banderillero er. Boğanın ensesine şiş saplayan
güreşçi.
banderole
(Gemi direğine çekilen yada mızrak
ucuna takılan) Şerit flama, elif. 2. Tüfek kayışı. 3.
Bandrol.
bandière diş. Gemi direğinin tepesine çekilen
bayrak.
bandit er. 1. Haydut, eşkiya (Les bandits armés et
masqués ont attaqué les voyageurs sur la route). 2.
mec. Kötü adam, vicdansız, soyguncu (Ce
commerçant est un bandit).
banditisme er. Haydutluk, eşkiyalık (On assiste
depuis quelque temps à une recrudescence du
banditisme. Un acte de banditisme).
bandoulière diş. Omuzdan geçme, silah yada çanta
kayışı. § En bandoulière: Omuzdan geçirerek,
çaprazlamasına (Mettre un fusil en bandoulière.
Porter
un
appareil photographique
en
bandoulière).
banjo er. Bir tür kitara.
bank-note diş. İngiliz banknotu; kâğıt para,
banknot.
banlieue diş. *Yörekent, "banliyö (Train de
banlieue. Une maison en banlieue).
banlieusard, e s. vead. tkz. Yörekentli; yörekentte
oturan kişi (Chaque matin, des banlieusards
viennent travailler à Paris).
banne diş. 1. Kömür arabası. 2. Büyük kamış sepet.
3. Tente, gölgelik,
banner gçl. Tente ile örtmek,
banneret
er.
(Derebeylik
günlerinde)
Gerektiğinde, bayrak açıp asker toplayan tımar
sahibi.
banneton er. 1. Kulpsuz kamış sepet. 2. Tahta livar,
bannette diş. Sepetçik.
banni,e s. ve ad. 1. Sürgün, yurdundan sürülmüş
(Rappeler les bannis). 2. Uzaklaştırılmış,
kovulmuş, atılmış,
bannière diş. 1. Derebeylik bayrağı. 2. Dernek,
birlik gibi kurumların özel bayrağı (La fanfare
suivait derrière la bannièreportée fièrement parles
fils du pharmacien). 3. Bir geminin uyrukluğunu
gösteren bayrak; bandıra. 4. hlk. Gömlek (Se
balader en bannière: Gömlekle dolaşmak). S.
Birçoklarının katıhp savundukları düşünü,
bayrak (La jeunesse marche sous la bannière de cet
écrivain). § Combattre, marcher, se ranger sous la
bannière deqn: -in bayrağı altında toplanmak; -ile
birlik olmak; -ile birlikte savaşmak. Arborer,
bannir
déployer la bannière de qch: -bayrağını açmak
(Arborer la bannière de la liberté, de la révolte, de
l'émancipation: Özgürlük, ayaklanma, kurtuluş
bayrağım açmak, çekmek). C'est la croix et la
bannière: Çok güç bir şey; deveye hendek
atlatmak gibi bir şey (Pour le faire sortir le soir,
c'est la croix et la bannière).
bannir gçl. 1. Sürgüne göndermek, sürmek (Le
gouvernement a banni du territoire national les
personnes jugées dangereuses). 2. Bannir qn de
qch: Birini -den kovmak, sürmek (Je l'ai banni de
ma maison). 3. Atmak, ortadan kaldırmak,
bırakmak (Bannir un usage, une coutume. J'ai
banni l'usage du tabac). 4. Bannir qch de qch: Bir
şeyi -den atmak, çıkarmak (lia enfin banni cette
idée fixe de son esprit. Il faut bannir ce mot du
vocabulaire).
bannissement er. 1. Sürgün etme, sürme, sürgün. 2.
Sürgün cezası (Le bannissement entraîne la
dégradation civique).
banque diş. 1. Banka (Chèque de banque, banque
privée, banque d'Etat. Banque des yeux, banque
du sang, banque des os. Employé de banque.
Mettre, déposer de l'argent à la banque: Bankaya
para yatırmak). 2. Bankacılık. 3. Kumarda yada
talih oyunlarında ortaya konan para, banko.
§Faire sauter la banque: Banko yapmak, ortaya
konmuş olan bütün paraları kazanmak. Tenir la
banque: Banko olmak, kasayı tutmak,
banquergsz. hlk. Ödemek, paraları sökülmek,
banqueroute diş. 1. Uydurma batkı, hileli iflas (La
banqueroute de ce petit établissement bancaire a
etraîné la ruine de nombreux clients). 2.
Sözünden dönme, yükümlülüğünü yerine
getirmeme (La banquéroute d'Etat). § Faire
banqueroute: Kendini batmış gibi göstermek;
uydurma batkı yoluna sapmak, "hileli iflasa
gitmek.
banqueroutier,ère s. Uydurma batkın, düzmece
batkın, "hileli müflis,
banquet er. Büyük yemek, şölen (Ce soir nous
sommes invités à un banquet). § Donner un
banquet en l'honneur de qn: Birinin onuruna bir
yemek vermek, bir şölen düzenlemek,
banqueter gsz. 1. Güzel bir yemek yemek. İyice
yiyip içmek (Ib ont banqueté toute la nuit). 2. Bir
şölene katılmak; bir yemekte bulunmak,
banquette diş. 1. Arkalıksız kanape. 2. Tramvay,
tren gibi taşıtlarda oturulacak sıra. 3. Pencere
sekisi.
banquier er. 1. Bankacı. 2. Kumarda kasayı tutan
kişi; bankocu.
banquise diş. Deniz buzulu, deniz suyu buzu,

137

baratiner
"bankiz.
banquiste er. (Sirklerde) Çığırtkan,
baobab er. bitb. Baobap ağacı,
baptême \hatan\ er. Vaftiz (Nom de baptême).
§Recevoir le baptême: Vaftiz olmak. Recevoir le
baptême de qch: -i ilk kez yapmak. Recevoir le
baptême du feu: Savaşa ilk kez girmek. Recevoir le
baptême de l'air: İlk kez uçağa binmek,
baptiser [batize] gçl. 1. Vaftiz etmek (Le prêtre
baptise le nouveau-né). 2. Baptiser qn...: Birine
...adını koymak (On a baptisé la fille Hélène). 3.
Su katmak (Baptiser du vin, du lait: Şaraba, süte su
katmak).
baptismal,e [batismal] s. Vaftize değgin (L'eau
baptismale).
baptistaire | hat isten | s. Vaftiz kaydı ile ilgili
(Registre baptistaire. Extrait baptistaire).
baptistère | hatistek ] er. Vaftiz yapılan yer.
baquet er. Gerdel.
bar er. 1. hayb. Levrek balığı. 2. Bar (Prendre une
consommation au bar. Installer un petit bar dans
un coin de son salon). 3. Hava basıncı birimi, bar.
baragouin er. 1. İpe sapa gelmez laf. 2. Anlaşılmaz,
çetrefil, kaba bir dil (Il m'a répondu dans un
baragouin auquel je n'ai rien compris).
baragouinage er. Anlaşılmaz bir biçimde konuşma,
baragouiner gsz. 1. Çetrefil, anlaşılmaz bir biçimde
konuşmak (Ces étrangers baragouinent entre
eux). 2. gçl. Başını gözünü yararak konuşmak
(Baragouiner le français. Baragouiner quelques
mots anglais).
baragouineur,euse ad. Dili çetrefil kişi, kötü,bozuk
konuşan kişi.
baraka diş. Şans (J'avais la baraka).
baraque diş. 1. Baraka, salaş. 2. Derme çatma ev,
fakirhane (On gèle dans cette baraque).
baraqués. Bünyesi kuvvetli, gücü kuvveti yerinde,
iri yarı (Il est bien baraqué).
baraquement er. Büyük baraka: barakalar
(Construire des baraquements pour le logement
des ouvriers).
baraquer gçl. 1. Barakalarda barındırmak,
barakalara yerleştirmek. 2. gsz. Ihmak, diz üstü
çökmek (Le chameau baraque).
baraterie^. Baratarya.
baratin er. 1. hlk. Zevzeklik. 2. Dil dökme. § Faire
du baratin à qn: -e saçma sapan şeyler anlatmak;
türlü diller dökmek,
baratiner gsz. hlk. 1. Zevzeklik etmek, boş laf
etmek, saçma sapan şeyler anlatmak (Tu
baratines toujours). 2. gçl. Lafa tutmak,
gargaraya boğmak, lafla tavlamak (Baratiner un
client, une femme. Baratiner le professeur pour
baratineur
éviter d'être puni).
baratineur,euse s. ve ad. Zevzek, çenesi düşük,
tavcı (Un baratineur qui noie les problèmes sous
des flots de paroles).
barattage er. Yayık çalkalama,
baratte <% Yayık.
baratter gçl. Yayıkta çalkalamak yada dövmek,
barbacane diş. 1. Ok mazgalı. 2. Set duvarlarındaki
su deliği, çörten.
barbant,e s. hlk. Can sıkıcı, çok sıkıntılı (Nous
avons passé une soirée barbante).
barbaque diş. 1. tkz. Kötü et, kayış gibi et. 2. hlk.
Et.
barbares. 1. Yaban, 'yabanıl, "vahşi, uygarlıktan
uzak (Unpeuple barbare. Une coutume barbare).
2. 'Yatsın, kullanış ve kurala aykırı (Des mots
barbares). 3. Eğitilmemiş, kulağı tırmalayan
(Une musique barbare). 4. ad. Yabancı,
Romalılar, Yunanlılar dışındaki halklar (Rome
devenue la proie des barbares. Les invasions des
barbares).
barbarement bel. Yabanca, kabaca, yabanılca
(Agir barbarement).
barbaresquead 1. Berberi. 2. s. Berberîlere değgin
(Les pirates barbaresques).
barbarie diş. Yabanlık, yatçıllık, kabalık,
'uygarsızlık, uygarlıktan uzaklık (Le crime est un
acte de barbarie. Tirer un peuple de la barbarie).
barbarisme er. Bir sözcüğü yanlış ve kurala aykırı
olarak kullanma, 'yadsınlık.
barbe diş. 1. Sakal (Il a la barbe dure. Savon à
barbe). 2. Küf. 3. Döküm çapağı. 4. (Kuş
tüylerinde) Tel. 5. (Çıkıntı, uzantı anlamında)
Dil, diş, kılçık, püskül. 6. ç. (Giysilerde) Dantel,
püskül. 7. mec. hlk. Can sıkıcı şey (Ah la barbe!:
Ammadacansıkıcıhalyeterartık,
illallah). 8.s. ve
ad. Berberi atı (Un cheval barbe. Les barbes sont
très rapides). § A la barbe de: -in gözü önünde,
yüzüne karşı (Ils réussissent à passer quelques
paquets de cigarettes à la barbe des douaniers).
Une vieille barbe: Moruk, içi geçmiş. Laisser
pousser la barbe: Sakal bırakmak. Rire dans sa
barbe: Bıyık altından gülmek. Faire la barbe à
qn: -e üstün gelmek; -in pabucunu dama atmak.
(Tu lui as fait la barbe).
barbeau er. hayb. Bıyıklı balık,
barbecue er. Izgara mangalı, ızgara et yapmakta
kullanılan odun kömürü mangalı,
barbe-de-capucin diş. Kıvırcık hindiba,
barbelé,e s. 1. Dişli, dikenli, iğneli (Fil de fer
barbelé: Dikenli tel). 2. er. ask. Dikenli teller (Un
camp de prisonniers entouré de barbelés. Il est resté
cinq ans en captivité derrière les barbelés).

138

barbouiller
barber gçl. hlk. Canını sıkmak, bezdirmek,
usandırmak (Tu me barbes). § Ça barbe de qch:
-mek can sıkıyor (Ça me barbe de sortir ce soir: Bu
akşam çıkmak canımı sıkıyor). § Se barber hlk.
Sıkıntıdan patlamak (Ils'est barbé toute la nuit).
barbet s. ve ad. 1. Uzun ve kıvırcık tüylü bir tür
köpek (Chien barbet, un barbet). 2. (Alp
dağlarında) Kaçakçı,
barbette diş. 1. Rahibe göğüslüğü. 2. Barbata,
barbiche diş. Yalnız çenede bırakılmış olan sakal;
keçi sakalı gibi sakal.
" barbier er. Berber.
barbifiant,e s. tkz. Can sıkıcı (Je le trouve le plus
barbifiant des raseurs).
barbifier gçl. tkz. 1. Sakalını traş etmek. 2. mec.
Kafasını ütülemek. 3. Canını sıkmak, bıktırmak.
§ Se barbifier: Sıkıntıdan patlamak,
barbillon er. 1. Küçük tekirbalığı. 2. Ok temreni,
barbiturique s. ve er. Sinir yatıştırıcı ve uyku verici
ilâç.
barbon er. tkz. Moruk, pinpon,
barbotage er.
1. (Perdeayaklılar,
kuşlar
temizlenmek için) Suda çırpınma (Le barbotage
des canards). 2. kim. Bir gazın bir sıvı içine
geçmesi. 3. (Hayvanlara yedirilen) Un yada
kepek çorbası, bulamaç. 4. tkz. Apartma, aşırma,
araklama, çalma (ila été victime d'un barbotage de
livres).
barboter gsz. 1. Gagası, kanadı yada ayaklarıyla
suyu çalkalamak; suda çırpınmak (Les canards
barbotent dans la mare). 2. Çamurda bata çıka
yürümek, çamura bulanmak (Le jardin est
inondé, on y barbote partout). 3. (Bir gaz sudan
geçerken) Fokurdamak. 4. tkz. Söyleyeceği şeyi
şaşırmak; zihni karışıp kekelemek. S. gçl. argo.
Çalmak, aşırmak, apartmak, araklamak (On luia
barboté son portefeuille dans le métro).
barboteur, euse ad. 1. Ne söyleyeceğini şaşıran,
kekeleyip duran kişi. 2. er. Evcil ördek. 3. diş.
Maden filizi yıkama makinesi. 4. diş. Bebeklere
takılan önlük,
barbotière diş. Ördeklerin yıkandığı su birikintisi,
gölek.
barbotine diş. Çömlekçi çamuru,
barbouillage er. 1. Kötü resim (Ce n'est pas de la
peinture, c'est du barbouillage). 2. Kaba boya. 3.
Kargacık burgacık yazı (Il m'est impossible de
déchiffrer ce barbouillage).
barbouille diş. tkz. Boyacılık, badanacılık,
barbouiller gçl. 1. Boya vurmak, boyamak
(Barbouiller un mur). 2. Çiziktirmek, karalamak
(Barbouiller une toile, un conte). 3. Gevelemek
(Barbouiller
un discours). 4. Bulamak,
barbouilleur
bulaştırmak. 5. Barbouiller qch de: -e bulamak;
-içinde bırakmak (L'enfant a barbouillé son visage
de chocolat, de confiture). 6. Bulandırmak
(Barbouiller le cœur, l'estomac). § Avoir
l'estomac barbouillé: Midesi bulanmak. Avoir le
cœur barbouillé: İçi bulanmak, fenalaşmak,
barbouilleur er. 1. Boyacı. 2. mec. Kötü ressam. 3.
mec. Kötü yazar. 4. mec. Geveleyici, kemkümcü,
ne dediği anlaşılmayan kişi.
arbouze diş. 1. Sakal. 2. Gizli ajan, çaşıt,
barbu,e s. ve ad. 1. Sakallı (L'enfant n'aimait pas
embrasser les joues barbues de son grand-père). 2.
ad. Sakallı adam. 3. Bizdeki "Mehmetçik" gibi
Fransız erlerine verilen genel ad.
barbue diş. hayb. Çivisiz kalkanbalığı.
barcarolle diş. Gemici türküsü, barkarol,
barcasse diş. Dibi düz mavna,
bard er. Yük teskeresi; el teskeresi,
barda er. 1. Er eşyası. 2. hlk. Yol eşyası, kalabalık
eşya (Il va falloir charger tout ce barda sur le toit de
la voiture).
bardane diş. Dulavratotu, pıtrak,
barde er. 1. Kelt ozanı. 2. Ozan. 3. diş. At zırhı. 4.
diş. Domuz yağı dilimi. § A toute barde: Son
süratle, bütün hızıyla (Aller à toute barde).
bardeau er. Tahta kiremit (Un toit de bardeaux).
barder gçl. 1. Zırh geçirmek, zırhlamak (Barder un
cheval). 2. Kızartmak için domuz yağına bulamak
(Barder une volaille). 3. El teskeresi ile taşımak.
4. gsz. Kavga çıkmak, hır gür olmak, işin boku
çıkmak (Ça va barder. Ça a bardé. S'il se met en
colère, ça va barder). § Etre bardé de qch: 1. -ile
kaplı olmak (La porte était bardée de vieilles
serrures rouillées). 2. -ile dolu olmak; dolup
taşmak (Sa poitrine est bardée de décorations).
Etre bardé contre qch: -e karşı iyice donanmış
olmak, tedbirli olmak, direnebilecek durumda
olmak (Je suis bardé contre les maladies, les
trahisons).
!>ardeur er. Teskereci.
bardot, bardeau er. 1. Katır, 2. Yük hayvanı,
barème er. 1. Fiyat ve tarifeleri gösterir çizelge (Le
barème des tarifs des chemins de fer). 2. Barem,
ölçü (Le barème des salaires. Le barème de notes).
barg tdiş. 1. Dibi düz tekne. 2 . D e n i z ç u l l u ğ u .
barguignage er. Kararsızlık,
barguigner gsz. Kararsızlık içinde olmak,
duraksamak, "tereddüt göstermek (Il a tout
acheté sans barguigner).
baricaut er. Küçük fıçı.
baril er. 1. Varil ( Un barilde vin). 2 .mec. Fıçı (Baril
de poudre: Barut fıçısı).
barillage er. Varile doldurma, fıçılama.

139

barrage
barillet er. 1. Küçük varil. 2. Silindir kutu. 3.
Tabanca topu.
barillier er. Varilci, fıçıcı.
bariolage er. Alacalık; alaca bulaca renkler (Le
bariolage des acteurs travestis en sauvages).
bariolé,e s. Alacalı, alaca bulaca.
barioler gçl. Alacalı bulacalı yapmak, renk renk
boyamak (Les enfants s'amusent à barioler leurs
cahiers de dessins).
bariolure diş. Alacalık, alaca bulacalık.
barlong,ue s. Bir yanı öbüründen uzun.
barman er. "Barmen, bar tezgâhtarı, *sunman.
baromètre er. Basınçölçer, "barometre,
barométrique s. Basınçölçerle ilgili (Pression
barométrique; variations barométriques).
baron er. 1. Baron. 2. argo. Kodaman, ağababa
(Les barons de la presse, de l'industrie). 3. Koyun
yada kuzunun belden aşağısı, iki budu (Baron
d'agneau).
baronne diş. Baron karısı,
baronnie diş. Baronluk.
baroque s. ve ad. 1. Tuhaf, acaip; düzensiz, çarpuk
çurpuk (Il a eu l'idée baroque de me téléphoner à
une heure du matin). 2. (Sanatta) Barok
biçeminde (Eglise baroque. Style baroque en
peinture, en musique. 3. er. Barok,
baroud er. hlk. Savaş (Aller au baroud). § Baroud
d'honneur: Yenileceğini bile bile, onurunu
kurtarmak için yapılan mücadele; iş olsun diye
girişilen savaş (Il savait que son adversaire aux
éléctions l'emporterait, mais il livra cependant un
baroud d'honneur).
baroudeur er. Savaşsever; kavgadan hoşlanan,
barouf [barufj er. hlk. Şamata, gürültü patırtı (Ils
ont fait un de ces baroufs, ils ont dansé jusqu'au
matin). § Faire du barouf: Şamata etmek, bağırıp
çağırarak protesto etmek,
barque diş. Kayık, sandal (Faire une promenade en
barque). § Mener, conduire la barque: -in sözü
geçmek; dümen -in elinde olmak (C'est moi qui
mène la barque: Benim sözüm geçer burada).
•Mener bien sa barque: İşini yürütmesini bilmek,
işini iyi yürütmek, dümenine bakmak,
barquette diş. 1. Küçük kayık. 2. Bir tür pasta, turta
(Barquette aux fraises).
barrage er. 1. Engelleme, kesme, tıkama
(L'artillerie effectue un tir de barrage pour
empêcher l'ennemi d'avancer). 2. Çit, engel (La
voiture a franchi le barrage de police). 3. Su bendi,
büğet, bağlağı, "baraj (Construire un barrage sur
un fleuve). § Faire barrage à qch: -i engellemek
(Faire barrage à l'expansion économique d'un
pays concurrent).
barre
barre diş. 1. Çubuk (Barre de fer). 2. Sopa. 3.
Tırkaz. 4. Kum yada kaya seti. 5. (Teknik
aygıtlarda) Kol. 6. Dümen yekesi. 7. (Yazıda)
Bacak. 8. Çizgi (Tirer deux barres sur un chique).
9. (Yargı salonlarında) Bölme parmaklığı. 10.
Atın kesici dişleri ile öğütücü dişleri arasındaki
aralık, gem yeri. 11. Cimnastikçubuğu (Exercices
à la barre; barre fixe). 12. Tutsak almaca oyunu
(Jouer aux barres). 13. (Atlama sporunda) Çıta
(Franchir la barre. Faire tomber la barre). § Avoir,
prendre barre sur qn: -üzerinde üstünlük
sağlamak; -e karşı daha üstün durumda olmak
(Par son intelligence, ilabarre sur ses camarades).
Donner un coup de barre: Birdenbire yön
değiştirmek (L'entreprise sombrait dans le
désordre; il donna un coup de barre pour redresser
la situation compromise). Paraître à la barre:
Yargıç karşısına çıkmak. Tenir la barre: Dümeni
elinde tutmak; işi yönetmek,
barreau er. 1. Küçük çubuk. 2. Parmaklık (Les
barreaux d'une fenêtre, d'une prison). 3. (Yargı
salonunda) Avukatlara aynlan yer. 4. Avukatlık
'savunmanlık; savunmanlar sınıfı; "baro (Entrer
au barreau, s'inscrire au barreau).
barrement er. Bir çeki çizme, çeki karalama,
barrer gçl. 1. Tırkazlamak, sürgülemek (Barrer une
porte). 2. Kesmek, tıkamak, kapamak (Barrer
une route, une rue). 3. Çizmek, üstünü çizmek,
karalamak (Barrer un chèque, un mot). 4. Barrer
qn: -in yolunu tıkamak, yükselmesine, başarısına
engel olmak (Le chef de service cherche toujours à
barrer cet employé). S. Yönetmek, dümeni elinde
tutmak (C'est un petit garçon qui barre
l'embarcation). 6. gsz. Dümende olmak, dümeni
yönetmek. § Barrer la route à qn: -in yolunu
kesmek (Trois bandits lui ont barré la route). § Se
barrer: tkz. Kaçmak, tüymek (Il m'a dit que sa
femme s'était barrée).
barrette diş. 1. Küçük takke, üç yada dört köşeli
papaz takkesi. 2. Bir tür süs iğnesi (Une barrette de
diamants). 3. Toka, saç tokası. § Recevoir la
barrette: Kardinal seçilmek,
barreur er. (Küçük teknelerde) Dümenci,
barricade diş. 1. Barikat (Dresser, élever des
barricades). 2. ç. Devrim, iç savaş (La monarchie
de Juillet était née sur les barricades). § Etre de
l'autre côté de la barricade: Karşı yandan olmak,
hasım olmak,
barricader gçl. 1. Kapamak, tıkamak (Barricader
une route avec des arbres abattus). 2.
Tırkazlamak, sıkıca "kapamak (Barricader une
porte, une fenêtre). § Se barricader: 1. Barikat
kurup arkasına sığınmak, siperlenmek (Les

140

bas
insurgés se sont barricadés dans les locaux de la
faculté). 2. Çekilmek, kapanmak (Il s'est
barricadé dans sa chambre).
barrièrediş. 1. (Bir yerden geçmeyi engellemek için
kullanılan) Engel parmaklığı (La barrière d'un
jardin, d'un champ). 2. Geçit vermeyen doğal
engel, pekent (Les montagnes forment une
barrière infranchissable). 3. Büyük engel, duvar
(La différence de fortune constitue entre eux une
barrière insurmontable). § Mettre une barrière à
qch: -e engel olmak (J'ai mis une barrière à ses
projets).
barrique diş. Çok büyük fıçı (Mettre du vin en
barrique). § Etre gros comme une barrique: Fıçı
gibi, duba gibi olmak; çok şişman olmak. Etre
plein comme une barrique: Tıka basa yemek,
karnı davul gibi şişmek,
barrir gsz. (Fil ve gergedan) Bağırmak,
barrissement, barrit er. (Fil yada gergedan)
Bağırma
(L'éléphant
pousse
un
long
barrissement).
bartavelle diş. Kınalı keklik,
barycentre er. mat. Ağırlık merkezi, * ağırlık özeği.
barymétrie<% Ağırlıkölçüm.
baryte diş. Baryum oksiti, barit.
barytine diş. kim. Baritin.
baryton er. müz. 1. Bariton; basodan az ince ses
(Une voix de baryton). 2. Basso ile alto arasında
ses veren pistonlu bir tür ağız çaigısı. 3. Bariton
sesli sanatçı (Un baryton de l'opéra).
baryum er. Baryum,
barzoï er. Uzun tüylü Rus tazısı,
bas,se s. 1. Alçak (Un mur bas). 2. Aşağı (Leplus
bas degré). 3. Bayağı, "âdi, aşağılık (Un sentiment
bas). 4. Alt (Les branches basses d'un arbre). 5.
Basık (Un plafond bas). 6. Alçalmış, inmiş (Le
fleuve est bas). 7. Sığ (La mer est basse en cet
endroit) ,8.Zamanlabozulmuş, bozuk, düşük (Le
bas latin). 9. İngin (Les nuages sont bas). 10.
Kalın, baso (Une voix basse). 11. Hafif, alçak (Il
s'est exprimé sur un ton très bas). 12. Aşağı (La
basse Seine, les basses Alpes). § Chambre basse:
İngiltere'de Avam Kamarası. Le bas peuple:
Ayak takımı. A prix bas: Ucuza, düşük fiatla
(Acheter, vendre à prix bas). A voix basse: Alçak
sesle (Parler à voix basse). Au bas mot: En
azından, en düşük bir değerlendirmeyle (Cela
vaut un million, au bas mot). Avoir la vue basse:
Uzağı iyi görememek, miyop olmak. Avoir
l'oreille basse: Süngüsü düşük olmak, süklüm
püklüm olmak. Faire main basse sur qch: Bir şeye
el koymak, zorla almak. Faire des messes basses:
Fiskos etmek; pis pis konuşmak. Marcher la tête
bas

141

basse: Başı önde yürümek, kafasını eğip


yürümek. Partir,s'en aller l'oreille basse: Tös tös
çekip gitmek, utanacak duruma düşüp gitmek,
bas bel. 1. Aşağıdan, alçaktan (Les hirondelles
volent bas). 2. Aşağı, aşağıda, aşağıya (Ils'incline
très bas pour saluer. J'habite trois étages plus bas.
Regardez plus bas). 3. Kalın sesle (Il chante trop
bas). 4. Alçak sesle (Généralement vous parlez
bas)*k A bas: Kahrolsun (A bas la dictature). D'en
bas: Aşağıdan (Le bruit vient d'en bas). De haut en
bas: Yukardan aşağı. De bas en haut: Aşağıdan
yukarı. Du haut en bas de: -in hepsi; tepeden
tırnağa (Du haut en bas de la société, ce fut une
réprobation unanime). En bas: Aşağıda (Illoge en
bas). En bas de: Aşağısında (En bas de la côte). §
Etre bas: Durumu kötü olmak (Ce malade est bien
bas. Son moral est très bas). Jeter bas qch: -i
devirmek (La Révolution a jeté bas la monarchie).
Mettre qn plus bas que terre: Birini yerin dibine
batırmak. Mettre bas: (Hayvanlar için)
Doğurmak, kuzlamak (La vache a mis bas cette
nuit). Mettre bas qch: -i bırakmak (Il met bas son
fagot). Mettre bas les armes: Silah bırakmak,
teslim olmak. Mettre qch à bas: Yıkmak (Mettre
une maison à bas). Tomber bas: 1. Aşağı düşmek,
değeri azalmak, düşmek (Le thermomètre est
tombé très bas. Les cours tombent très bas). 2.
Küçülmek, alçalmak (Comment peut-on tomber
si bas pour un morceau de pain?). Traiter qn de
haut en bas: Birini küçümsemek, tepeden
bakmak.
bas er. 1. Alt bölüm, aşağı kısım (Le bas d'un
village, d'une montagne). 2. er. Çorap, kadın
çorabı (Bas de laine, de soie, de fil, de nylon.
Tricoter des bas: Çorap dokumak). 3. er. Pest.
Tok sesli, kalın sesli (sanatçı). § Au bas de: -in
altına; -in altında, aşağısında (Il apposa sa
signature au bas de la page). Des hauts et des bas:
İniş çıkışlar; iyi ve kötü durumlar (Il a connu dans
sa jeunesse des hauts et des bas). § Bas de laine:
mec. Küçük artırım; artırılan birkaç kuruş; kirli
çıkın.
basai,e s. 1. Bazlarla ilgili, bazal (Métabolisme
basai). 2. Başlıca, esas, başta gelen,
basalte er. Bazalt.
basaltique s. Bazalttan oluşmuş, bazalth (Roches
basaltiques).
basane diş. Meşin (Livre relié en basane).
basané,e s. Yağız,koyu esmer, güneşte iyice yanmış
(Peau basanée. Le teint basané d'un vieux marin).
basaner gçl. Esmerleştirmek, kavurmak, yakmak,
yağızlaştırmak.
bas-bleu er. Yazarlık taslayan kadın; niteliksiz

baser
kadın yazar.
bas-côté er. 1. Bir yolun yayalara ayrılan yan
bölümü, alçak kaldırım (Pour éviter tout accident,
il estrecommandé de marcher sur les bas-côtés de
la route. Il est interdit aux véhicules de stationner
sur les bas-côtés). 2. (Mimarlıkta) Yapının yan
şahını, yan şahın (Les vitraux éclairent faiblement
les bas-côtés de l'église).
basculant,e s. Sallanan, inip kalkan (Un pont
basculant. Une benne basculante).
bascule diş. 1. Dayanma noktası ortada olan
kaldıraç, çöğünçek. 2. Tahterevalli, çıngıldak. 3.
Baskül. § Jeu de bascule: Tahterevalli oyunu.
Politique de bascule: Denge politikası; birbirine
zıt iki yanı da hoşnut etme politikası. A bascule:
Önden arkaya sallanabilen; sallanan, sallanmalı,
sallangaçlı (Fauteuilà bascule. L'enfant avait reçu
comme jouet un cheval à bascule).
basculer gsz. 1. Biryanı inerken öbür yanı kalkmak,
çöğünmek, sallanmak. 2. Dengesini yitirip
düşmek (L'ouvrier a basculé dans le vide). 3.
Devrilmek (Le wagon a basculé dans le fossé). 4.
gçl. Basculer qch: -i devirmek (Basculer un
charriot). 5. Basculer qn: -i fırlatmak (Basculer un
ivrogne par la fenêtre).
basculeur er. (Teknikte) Bir kabı yada bir taşıtı
devirip boşaltmaya yarayan aygıt, *devirgi.
base diş. 1. Temel (La base de la mosquée repose sur
le rocher). 2. Temel ilke, ilke (Ce raisonnement est
fondé sur des bases solides). 3. Ana koşul, koşul
(Etablir les bases d'un accord). 4. ask. Üs (Base
navale; base aérienne. Rejoindre sa base, rentrer à
sa base: Üssüne dönmek). S. geom. Taban (La
base d'une pyramide, d'un triangle, d'un cube). 6.
kim. Baz. 7. Altlık (Les bases d'une colonne). § A
base de: Esas maddesi... olan (Unpoison à base
d'arsenic: Esas maddesi arsenik olan bir ağı). Sur
la base de: -den yola çıkarak; temeli üzerinden
(Surla base de vos propositions, une discussion est
possible). Etre à la base de qch: -in kaynağı,
nedeni olmak. Jeter les bases de qch: -in temelini
" atmak; temelini kurmak (Jeter les bases d'une
science, d'une organisation). Pécher par la base:
Temelinden sakat olmak (Ce projet pèche par la
base). Saper les bases de: -in temelini
dinamitlemek; -i temelden yıkmak (Saper les
bases d'une organisation). Servir de base à qch: -in
temeli olmak (Cette idée peut servir de base à notre
entreprise).
baser gçl. 1. Dayandırmak. 2. Baser qch sur qch: Bir
şeyi -e dayandırmak (ila basé son système sur des
calculs faux). 3. Etre basé sur qch: -e dayanmak
( Cette prétention n'est basée sur rien). 4. Etre basé
bas-fond
quelque part: Bir yerde üslenmek (Avions basés
sur un porte-avions). § Se baser sur qch: -e
dayanmak ("Sur quoi se basent-ils pour agir ainsi?).
bas-fond er. 1. Çukur, ingin yer (Un bas-fond
marécageux). 2. Sığ, sığ yer (Le navire s'est échoué
sur un bas-fond près de l'île). 3. ç. Aşağı tabaka,
ayak takımı (Les bas-fonds de la société).
basicité diş. kitn. Bazlılık, bazlık niteliği (Degré de
basicité).
basilic er. 1. bitb. Fesleğen. 2. hayb. Bir tür
Amerika kertenkelesi. 3. Bakışıyla insanı
öldürdüğü anlatılan bir masal ejderi. § Yeux de
basilic: 1. Öfkeli gözler, kötü kötü bakan gözler.
2. Kolun önyüzündeki en kalın toplardamar,
basilique diş. 1. Büyük kilise, bazilika, Ortaçağ
sonlarındaki Hıristiyan kilisesi,
basin er. Pazen.
basique s. kim. 1. Bazal, bazik. 2. Temel (Le
français basique).
basket-ball er. Sepettopu, basketbol (Jouer au
basket-ball).
basketteur, euse
ad.
Sepettopu
oyuncusu,
"basketbolcu, basketçi.
basoche diş. hlk. Hukukçular takımı,
basque diş. (Giysilerde) Etek (Les basques de sa
jaquette flottaient derrière lui). § Etre toujours
pendu aux basques de qn: -in eteğine yapışmak;
-in ardından bir saniye ayrılmamak (Ne sois donc
pas toujours pendu à mes basques).
basques, vead. 1. Bask. 2. er. Bask dili. § Tambour
de basque: Tef. Parler le français comme un
basque espagnol: Fransızcayı çok kötü
konuşmak,
bas-relief er. Alçak kabartma,
basquet er. Kafesli yemiş sandığı,
basse diş. müz. 1. Bas, basso (Une basse de
l'opéra). 2. (Denizde) Sığhk.
basse-contre diş. müz. 1. En kahn bas sesi. 2. En
kalın sesli yaylı çalgı; en kalın sesli üfleme çalgı,
basse-cour diş. 1. Kümes (Animaux de basse-cour).
2. Kümes hayvanları (Toute la basse-cour vient
picorer).
basse-courier, ère ad. Kümes bakıcısı,
basse-fosse diş. Yeraltı zindanı,
bassement bel. Bayağıca, alçakça, aşağılık bir
biçimde.
bassesse diş. Bayağılık, aşağıhk, alçaklık. § Faire
des bassesses à qn: -e dalkavukluk etmek,
yaltaklanmak, yaltaklık etmek,
basset er. Kısa eğri bacaklı bir köpek. § Cor de
basset: Bir tür eğmeçli klarinet.
basse-taille diş. müz. Bariton ile bas arası ses ve
böyle sesi olan sanatçı.

142
bat
bassette diş. Bir tür iskambil oyunu,
bassin er. 1. Leğen (Bassin de métal. Bassin à laver
les mains). 2 Kefe (Bassins d'une balance). 3.
Havuz (Bassin pour la natation). 4. coğr. Havza
(Bassin minier; Bassin parisien). S. anat. Kalça
(Os du bassin. Le bassin est plus large chez la
femme que chez l'homme). 6. (Denizcilikte)
Gemilerin demirleme yeri; havuz (Le paquebot
est entré dans le bassin).
bassinant,es. hlk. Kafa ütüleyen, can sıkan,
bassine diş. Leğen, lenger (Laver la vaisselle dans
une bassine).
bassiner gçl. 1. Tandırla ısıtmak (Bassiner un lit). 2.
Hafifçe ıslatmak, tav vermek (Ma mère me
bassinait le visage) .3. hlk. Canını sıkmak, kafasını
şişirmek (Tu me bassines avec ton amour. Il nous
bassine à nous raconter toujours ses exploits
personnels).
bassinet er. 1. Küçük leğen. 2. (Eski silahlarda)
Falya. 3. anat. (Böbrekte) Havuzcuk. 4. mec.
Çıkın, para çıkını. § Cracher au bassinet:
İstemeye istemeye para vermek,
bassinoire diş. 1. Yatak tandırı. 2. hlk. Can sıkıcı
adam, kannağrısı (Quelle bassinoire!: Amma da
can sıkıcı adam ha!).
bassiste er. müz. Kontrbas çalan, kontrbasçı,
basson er. müz. Flüt türünden üfleme çalgıların en

kalın seslisi, fagot,


baste, bast ! ünl. Adam sen de; aldırma, kulak asma,
boş ver.
baste er. 1. Sinek birlisi. 2. Küfe.
bastille diş. 1. (Ortaçağda) Hisar. 2. (Büyük B ile)
Paris'in 1789'da. halk tarafından yıkılan ünlü
zindanı ( Prise de la Bastille). 3 .mec. Buyurganhk,
diktatörlük, keyfî yönetim (Les nouvelles bastilles
seront détruites comme l'a été la Bastille ellemême).
bastingage er. (Gemilerde) Küpeşte (Appuyée sur
le bastingage, elle agitait un mouchoir).
bastion er. 1. (Kalelerde) Burç. 2. mec. Kale
(L'Espagne est le bastion du catholicisme).
bastonnade diş. Dayak, sopa (Recevoir une
bastonnade. Donner une bastonnade. La peine de
la bastonnade).
bastos[bastos]er. argo. Kurşun, mermi,
bastringue er. hlk. 1. Kıvır zıvır, değersiz eşya
(Enlève tout ce bastringue qui encombre le couloir
et empêche de passer). 2. Rahatsız edici gürültü;
bağırtı çağırtı (Toute la nuit, il entendit de sa
fenêtre un bastringue infernal). 3. Kır meyhanesi;
halk eğlencesi; halk dansevi.
bas-ventre er. Göbek altı.
bat er. (Kimi top oyunlarında kullanılan) Çomak.
bât
bât er. Semer. § Savoir, sentir où le bât le blesse:
Derdin nerde olduğunu bilmek; zayıf noktasını
bilmek (C'est là où le bât le blesse: Derdi burada
işte; zayıf noktası burası).
bataclan er. tkz. 1. Kıvır zıvır, değersiz eşya (Range
un peu tout ce bataclan qui embarrasse la pièce). 2.
Gerisi; geri kalan şeyler (Et tout le bataclan).
bataille diş. 1. ask. Savaş, savaşma, "muharebe,
(Bataille terrestre, navale, aérienne). 2. Kavga,
mücadele, savaşım (La vie est une bataille sans
trêve). 3. Şiddetli tartışma; tartışma (La
publication de ce roman a donné lieu à une bataille
d'idées). 4. Bir tür iskambil oyunu (Jouer à la
bataille). § Bataille rangée: Meydan savaşı.
Champ de bataille: Savaş alanı, "muharebe
meydanı. Gagner, perdre une bataille: Bir savaşı
kazanmak, yitirmek. Remporter, gagner une
bataille sur qn: -e karşı bir savaş kazanmak,
batailler gsz. 1. Savaşmak; çok çaba göstermek (II
m'a fallu batailler pour gagner ma vie). 2. Kavga
etmek (Des enfants bataillaient à la sortie de la
classe). 3. Batailler pour: -için didinmek,
savaşmak (Il bataille pour ses idées. J'ai bataillé
pour leur faire entendre raison). 4. Tartışmak,
çekişmek.
batailleur,euse s. ve ad. Kavgacı, çekişici (Il a un
caractère batailleur. Un batailleur).
bataillon er. ask. Tabur. § Un bataillon de: Bir sürü
(Il a un bataillon d'enfants).
bâtard,e s. ve ad. 1. Piç (Un enfant bâtard. Un
bâtard). 2. Soysuzlaşmış, bozulmuş (Une race
bâtarde). 3. (Hayvanlarda) Kırma (Un chien
bâtard de caniche et de barbet). 4. (Mimarlıkta)
Melez. 5. Belirli olmayan, açık olmayan (Une
solution bâtarde). 6. Kısa francala (Un pain
bâtard; un bâtard).
bâtardise diş. 1. Piçlik. 2. Soysuzluk. 3. Melezlik,
batavia diş. Bir tür marul,
bâté,e s. Semerli. § Ane bâté: Kara bilisiz; "kara
cahil; aptal.
bateau er. 1. Gemi (Bateau à vapeur, bateau à
voiles. Bateau de pêche, bateau de commerce,
bateau de sauvetage). 2. Dil pelesengi, durmadan
söylenip durulan şey (C'est un de ses bateaux
préférés: La corruption de la jeunesse actuelle). §
Etre du dernier bateau: Modanın en son
yeniliklerinden, modada olan şeylerden haberli
olmak. Monter un bateau à qn: -e maval
yutturmak. Mener qn en bateau: Birini atlatmak,
oyalamak.
batelage er. 1. Gemicilik, kayıkçılık, mavnacılık. 2.
Kayıkçı ücreti. 3. (Cambazlık, soytarılık gibi)
Meydan oyunculuğu.

143

bâtisseur
bateler gsz. Meydan oyunculuğu yapmak,
hokkabazlık yapmak, soytarılık yapmak,
batelet er. Küçük gemi.
bateleur, euse ad. Cambaz, hokkabaz, soytarı;
meydan oyuncusu,
batelier,ère ad. Kayıkçı, gemici,
batellerie.<% 1. Kayıkçılık, mavnacılık. 2. Bir
ırmak üzerinde işleyen teknelerin topu.
bâter gçl. Semer vurmak, semerlemek (Bâter un
mulet).
bat-flanc er. 1. Ahırlarda hayvanları birbirinden
ayıran bölme yada sınk, araltı, böğürdöven. 2.
(Koğuşlarda) Tahta bölme,
bath s. hlk. Çok güzel, kıyak (Tu as un bath
costume. Elle est bath. C'est bath d'avoir un long
congé).
bâti er. 1. Bir marangoz işinin çatılmış durumu,
çatma. 2. Bir makinanın üzerinde kurulmuş
bulunduğu çatı, destek. 3. Giysilerin teyelle
tutturulmuş durumu, çatma. 4. Teyel dikişi,
bâti,es. 1. Üstüne bina yapılmış (Propriété bâtie). 2.
Yapılmış, oluşmuş. § Bien bâti: Yakışıklı, ağzı
yüzü düzgün. Mal bâti: Çirkin, eciş bücüş,
batifolage er. Çocukça şakalar yapma; şakalaşıp
eğlenme; dalga, gırgır,
batifoler gsz. Çocukça şakalar, saçmalıklar
yapmak; şakalaşıp eğlenmek, gırgır yapmak,
dalga geçmek (Vous avez assez batifolé comme ça;
passons à des choses sérieuses).
batifoleur,euse ad. Şakayı, eğlenmeyi, dalga
geçmeyi seven, dalgacı, matrak,
batik er. Batik.
bâtiment er. 1. Yapı, "bina (Les bâtiments publics;
les bâtiments d'une faculté, d'une ferme). 2. Yapı
işleri, yapı sanayi. 3. Gemi, büyük tonajlı gemi. §
Etre du bâtiment: O topluluktan olmak, o
meslekten olmak; usta olmak, o işten çakmak,
bâtir gçl. 1. Yapmak, kurmak (Bâtir une maison. Se
faire bâtir une villa). 2. Sağlamak, yapmak (Bâtir
une fortune
immense par des
moyens
malhonnêtes). 3. Teyelleyip çatmak (Bâtir une
robe). 4. Bâtir qch sur qch: Bir şeyi -e
dayandırmak; -in üzerine kurmak (Bâtir sa
fortune sur la misère d'autrui. Bâtir sa réputation
sur de solides travaux). § Bâtir des châteaux en
Espagne: Olmayacak düşler kurmak; İspanya'da
şatolar kurmak. Etre bien bâti: Güzel vücutlu
olmak, eli yüzü düzgün olmak. Etre mal bâti:
Vücudu çarpuk çurpuk olmak, çirkin olmak,
bâtisse diş. 1. Bir yapımn kaba işleri. 2. Çirkin yapı,
özel bir niteliği olmayan yapı (Détruire les vieilles
bâtisses d'un quartier insalubre).
bâtisseur,euse ad. 1. Kurucu, yaratıcı, mimar 2.
batiste

144

mec. hkr. Kılkuyruk,


batiste diş. Patiska.
bâton er. 1. Değnek, baston (Bâton d'aveugle) 2.
Çubuk, sopa (Il se tailla un bâton pour la longue
promenade qu'il allait faire). 3. (Yazıda) Düz
çizgi, bacak. § Bâton de vieillesse: mec. Yaşlılıkta
el ulağı, dayanacak kimse (Cet enfant sera un jour
votre bâton de vieillesse). Avoir son bâton de
maréchal: Mesleğinin en yüksek noktasına
erişmek. Battre l'eau avec un bâton: Havanda su
dövmek, boşuna çaba göstermek. Donner des
coups de bâton à qn: Birini sopayla dövmek. Faire
des bâtons: Yazı temrinleri yapmak. Mener une
vie de bâton de chaise: Düzensiz bir yaşam
sürmek, hızlı yaşamak. Mettre des bâtons dans les
roues: Güçlük çıkarmak, olmayacak engeller
çıkarmak, tekere çomak sokmak (Il met toujours
des bâtons dans les roues quand on tente une
nouvelle entreprise). Parler à bâtons rompus:
Dereden tepeden konuşmak. Recevoir des coups
de bâton: Değnek yemek, sopa yemek,
bâtonnat er. Baro başkanlığı,
bâtonner gçl. Değnekle dövmek, sopa çekmek,
bâtonnet er. 1. Küçük değnek, çomak. 2. Çelik
çomak oyunu,
bâtonnier er. Baro başkanı,
batraciens er. ç. hayb. Kurbağagiller.
battage er. 1. Harman dövümü, harman yapma (Le
battage du blé). 2. Harman zamanı. 3. hlk. Aşırı
dil dökme, propaganda, ağız kalabalığı yapma. §
Faire du battage autour de qch: -in üzerinde çok
gürültü yapmak, büyük propaganda yapmak (On
a fait beaucoup de battage autour de ce livre, de ce
nouveau produit).
battant er. 1. Çan tokmağı. 2. (Kapı yada
pencerede) Kanat (Uneporte à deux battants). 3.
Taneleri, değirmenin boğaz denilen deliğine
süren aygıt, takıldan (Le battant d'un moulin). 4.
(Bayrakta) Havada dalgalanan bölüm, uzun
parça (Le battant d'un pavillon). 5. Akla gelmedik
durumlar için bir yana konmuş olan para. 6.
Savaşımcı,mücadeleci (L'escrimeur est un battant
toujours prêt à l'attaque).
battant,es. 1. Tam, tıpı tıpına (Aune heure battante;
j'ai un rendez-vous à trois heures battantes). 2.
Zorlu (Pluie battante). § Porte battante:
Kendiliğinden kapanan kapı. Cœur battant:
Yüreği çarparak, içi titreyerek (Nous le saluons
chapeau bas et ccœur battant). Tambour battant:
1. Davulla zurnayla. 2. Kesinlikle, kararlı olarak,
sertlikle. Tout battant neuf: Yepyeni, gıcır gıcır,
batte diş. 1. Tokmak, tokaç, döveç, çomak, bişek
(yayık kolu), tahta kılıç, şakşak. 2. Dövme (La

battre
batte de l'or, de l'argent).
battement er. 1. Çırpma (Battements de mains). 2.
Çarpma (Battement d'une porte). 3. Atma,
vurma, atış, vuruş (Battemen du cœur, du pouls,
des artères). 4. (Kapı yada pencere kanatlarında)
Bini. 5. mec. Ara, aralık, mühlet (Nous avons un
battement de vingt minutes pour changer de train).
§ Avoirs des battements du cœur: Kalbi çarpmak.
batterie diş. 1. Batarya (Faire changer la batterie de
sa voiture). 2. ask. Batarya (Batterie de canons;
batterie côtière). 3. (Orkestrada) Vuruşlu çalgılar
takımı. 4. Takım, eşya takımı (Batterie de
cuisine). 5. mec. Başarı sağlayıcı ön hazırlık,
başarı araçları. § Mettre en batterie: Ateş yapacak
duruma getirmek (Mettre une arme en batterie).
batteur er. 1. Dövücü (Batteur en grange: Harman
dövücü. Batteur d'or: Varakçı, altın dövücü). 2.
müz. Baterici. 3.çalkama aygıtı, çırpma aygıtı,
çırpıcı (Batteur à œufs). § Batteur de pavé: mec.
Kaldırım mühendisi.
batteuse diş. Harman makinesi, harman dövme
makinesi.
battitures diş. ç. Demir dövülürken sıçrayan
kırıntılar.
battoir er. 1. Çamaşır tokacı. 2. Sopa, çomak. 3.
hlk. Kocaman el, yaba gibi el.
battre gçl. 1. Dövmek, vurmak (Battre un enfant
pour le punir). 2. Yenmek, altetmek (Battre
l'ennemi. Il a battu son adversaire aux élections).
3. Çırpmak, çalkalamak (Battre l'œuf, le beurre).
4. Kırmak (Battre un record). S. Tokaçlamak
(Battre le linge, un habit, un tapis). 6. Çakmak
(Battre le briquet). 7. Dövmek, dövüp ince
yapraklar durumuna getirmek yada bir biçim
vermek (Le forgeron bat le fer. Battre l'or,
l'argent, le cuivre). 8. Karmak, karıştırmak
(Battre les cartes). 9. Kolaçan etmek, araştırmak,
araştırarak dolaşmak (Le chien bat les taillis.
Battre les forêts, les buissons). 10. Vurmak,
çalmak (L'horloge battait dix heures). 11. Ateşe
tutmak, dövmek (L'artillerie commence à battre
les positions ennemies). 12. Çalmak (Battre le
tambour, la grosse caisse). 13. Davul yada
trampet çalarak ilân etmek (Battre la breloque, la
chamade, la retraite). 14. Çırpmak (Battre des
mains. Battre des ailes, de l'aile). 15. Çarpmak,
dövmek (Lapluie bai les vitres. Les vagues battent
la digue). § Battre à coups de pieds, à coups de
poings: Tekmeyle, yumrukla dövmek. Battre qn
comme un plâtre: Birini çamur gibi çiğnemek,
dayaktan pestilini çıkarmak. Battre qn à plate
couture: Dayaktan canını çıkarmak, ezmek,
cansız yere sermek. Battre ses flancs, sa poitrine:
battre
Dövünmek,
bağrım,
göğsünü
dövmek,
yumruklamak. Battre qch en brèche: -e
saldırmak, şiddetle eleştirmek (Battre le trône, le
gouvernement en brèche). Battre pavillon:
-bandırası taşımak (Un navire de guerre battant
pavillon turc). Battre son plein: Doruk noktasına
erişmek, bütün şiddetiyle hüküm sürmek (La
misère bat son plein. L'hiver bat son plein). Battre
la campagne: Saçmalamak, zırvalamak. Battre
froid à qn: -e karşı soğuk davranmak (Depuis une
semaine, il nous bat froid). Battre monnaie: 1.
Para basmak. 2. mec. Para kırmak. Battre le pavé:
Kaldırım mühendisliği yapmak; sokakları
arşınlamak. Battre le chien devant le lion: "Kızım
sana söylüyorum gelinim sen anla. " demek. Il faut
battre le fer pendant qu'il est chaud: Demir
tavında dövülür. Il a battu les buissons, un autre a
pris les oiseaux: Davulu o çaldı, parsayı başkası
topladı.
battre gsz. 1. Çarpmak (Son cœur bat). 2. Çalmak,
çalınmak (Le tambour bat). 3. Atmak (Sonpouls
bat vite). 4. Çalmak, vurmak (Le balancier de
pendule bat régulièrement). § Battre en retraite:
Geri çekilmek (L'armée battait en retraite). Battre
contre qch: -e çarpmak; -i dövmek (Lapluie bat
contre les vitres. Les vagues battent contre le quai).
§ Se battre: 1. Dövüşmek, kavga etmek (Ils se
battirent à coups depoings. Se battre en duel). 2. Se
battre avec qn: -ile dövüşmek (Cet enfant se bat
souvent avec les galopins du quartier). 3. Se battre
contre: -e karşı savaşmak, vuruşmak (Se battre
contre plusieurs agresseurs, contre les préjugés).
Se battre pour: -için savaşmak ; -uğruna savaşmak
(Il se bat toujours pour son idéal). § Se battre les
flancs: Boşuna çırpınıp durmak; önemsiz bir
sonuç elde etmek için kendini paralamak. S'en
battre l'œil: hlk. Aldırmamak, umurunda
olmamak, vız gelip tırıs gitmek (Je m'en bats
l'œil).
battu,e s. 1. Dayak yemiş, dövülmüş (Il a l'air d'un
chien battu). 2. Yenilmiş, yenik düşmüş, yenik
(Une armée battue). 3. Sıkıştırılmış, basılmış,
basılıp, sertleştirilmiş (Tennis en terre battue). 4.
İşlek (Chemin battu, sentier battu). 5. Dövme (Fer
battu). § Avoir les yeux battus: Gözlerinin
etrafında mor halkalar olmak; yorgun gözleri
olmak. Suivre les chemins battus: Alışılmış,
bilinen yollardan gitmek; söylenmiş şeyleri
söylemek; "harcı alem işler yapmak.
battue diş. Sürek avı (Organiser une battue).
bau er. (Geminin) Güverte kirişi.
baudet er. 1. Eşek. 2. Damızlık eşek. 3. Hızarcı
iskelesi.

145
baver

baudrier er. Kılıç kemerinin omuz kayışı (Ceindre


un baudrier).
baudroie diş. hayb. Fener balığı,
baudruche diş. 1. Balon yapmaya yarayan ince
kauçuk tabakası; öküzlerin, koyunların kalın
bağırsaklarından yapılan zar (Un ballon en
baudruche). 2. Aptal ve kendini beğenmiş adam,
kararsız kimse (C'est une baudruche que quelques
flatteries mettent en confiance). 3. Dayanıksız,
sağlam olmayan şey. § Crever une baudruche:
Balonu patlatmak, söndürmek, boşluğunu ortaya
koymak.
bauge diş. 1. Yaban domuzu ini. 2. mec. Kirli, pis
yer. 3. Kirli ve yoksul konut, çingene çergisi. 4.
Saman ve çamur karışımı harç; kerpiç harcı,
baume er. 1. Kokulu reçine, belsem, pelesenk. 2.
Kokulu bitkiler (Des roches tapissées de baumes
sauvages). 3, mec. Merhem (Mettre, verser du
baume sur une plaie, une blessure). § Mettre du
baume au cœur, dans le cœur de qn: -in yüreğine su
serpmek; avutmak (Après tant de malheurs,
quelques marques de sympathie pourraient lui
mettre du baume dans le cœur).
baumier er. Belsem veren ağaçların genel adı;
belsemli ağaç, belsem ağacı,
bavard,e s. ve ad. 1. Geveze. 2. Boşboğaz. §Etre
bavard comme une pie: Çenesi çok düşük olmak,
çok geveze olmak,
bavardage er. 1. Gevezelik (Un enfant puni pour
bavardage). 2. Boşboğazlık (Notre projet fut
découvert à cause de vos bavardages). 3.
Dedikodu (N'attachez pas d'importance à ces
bavardages calomnieux).
bavarder gsz. 1. Gevezelik etmek. 2. Boşboğazlık
etmek (Quelqu'un aura bavardé). 3. Çene çalmak
(Perdre son temps à bavarder). 4. Bavarder avec
qn: -ile çene çalmak (Elle bavarde avec ses
voisines).
bavaroises, vead. Bavyeralı; Bavyera'ya değgin,
bavasser gsz. hlk. Gevezelik etmek, çene çalmak
(As-tu finidebavasser au téléphone avec tasœur?).
bave diş. l.Salya (Essuyerlabaved'unbébé.
Unfilet
de bave coulait de la gueule du chien). 2.
(Sümüklüböcek türünden hayvanların çıkardığı)
Sümük. 3. mec. Kötü söz (La bave des
calomniateurs). 4. mec. Zehir, ağı.
baver gsz. 1. Salyası akmak (Un bébé qui bave). 2.
Akmak, sızmak (L'encre a bavé et fait une tache).
3. Baver de qch: -den şaşıp kalmak, ağzı bir karış
açık kalmak (Baver d'admiration). 4. Baver de:
-kusmak, saçmak (Baver des calomnies). S. Baver
sur: -e dil uzatmak, kara çalmak (Baver sur la
réputation d'un auteur). § En baver: Acı çekmek;
bavette

146

çok ağır bir bedel ödemek (Tu en baveras). En


faire baver à qn: -e acı çektirmek; yapmadığını
bırakmamak (Il leur en fera baver).
bavette diş. 1. Bebek göğüslüğü. 2. Önlüğün,
iştulumunun üst kısmı. 3. Dana filetosunun alt
kısmı. § N'être encore qu'à la bavette: Henüz
çocuk olmak; daha ağzı süt kokmak. Taliler une
bavette: Çene çalmak, hoşbeş etmek,
baveux, euse s. 1. Salyalı, salyası akan (La gueule
baveuse d'un chien). 2. Mürekkep dağıtmış,
mürekkebi dağılmış (Lettres baveuses). 3. tçi pek
pişmemiş (Omelette baveuse).
bavocher gsz. (Basımcılıkta) Dağılmak, yayılmak;
çapak yapmak; iyi basılmamış olmak (L'encre a
bavoché. Les caractères bavochent. Une épreuve
bavochée).
bavochure diş. Baskı lekesi, çapak, çizgi taşırtısı
(Les bavochures d'une épreuve).
bavoir er. Bebek göğüslüğü,
bavolet er. 1. Köylü kadın başlığı. 2. Arkadan
sarkan şapka kurdelesi,
bavure diş. (Basımcılıkta) 1. Döküm çapağı. 1.
Baskı lekesi. 3. mec. Kusur,
bayadère diş. 1. Çengi; Hint rakkasesi. 2. s. Renk
renk çizgili (Tissu bayadère).
bayard, bayart er. Yük teskeresi,
bayer gsz. Ağzı açık bakıp durmak. § Bayer aux
corneilles: Alık alık havaya bakmak (Ecoutez
donc, au lieu de bayer aux corneilles).
bazar er. 1. (Doğu ülkelerinde) Kapalı çarşı. Her
şey satılan dükkân, mağaza, pazar. 2. hlk.
Düzensiz ev, dağınık yer, çıfıt çarşısı. 3. Pılı pırtı,
dağınık eşya (Range ton bazar). § Emporter son
bazar: Pılı pırtısını toplayıp gitmek; çekip
gitmek.
bazarder gçl. hlk. Satmak, okutmak (llabazardésa
vieille voiture, je vais bazarder mes livres).
bazooka [bazuka] er. Bazuka, roketatar,
b.c.g. er. Verem aşısı,
beagle [bigl (a)J er. İng. Tazı, İngiliz tazısı,
béant,e s. 1. Çok açık, bir karış açık, fırın gibi açık,
kuyu gibi açık (Une blessure béante. Les yeux
béants). 2. Béant de qch: -den hayret»; düşmüş,
şaşırıp kalmış (Nous étions béants d'étonnementet
de curiosité).
béat,es. vead. 1. Çok mutlu, sonsuz hoşnut (Un air
béat, un sourire béat). 2. Saf, safça, aptallığa yakın
bir saflıkta (Il a une admiration béate pour moi).
3. ad. Sofu taslağı, softa bozuntusu,
béatement bel. Büyük bir mutlulukla, saflıkla
(Sourire béatement).
béatification diş. Kilisece kutsal kişi ilân etme;
ölmüş bir kimsenin kilisece kutsal sayılması.

beau
béatifier gçl. Kilisece kutsal kişi ilân etmek,
béatifique s. Mutlu kılıcı, mutlandırıcı.
béatitude diş. 1. Ahiret mutluluğu. 2. Büyük
mutluluk, sonsuz mutluluk,
beatnik [bitnik] ad. Bitnik, hipi (On reproche aux
beatniks d'être sales).
beau, belle s. (Beau sıfatı, bir sesli yada söylenmez
bir hile başlayan sözcüklerin önünde bel olur). 1.
Güzel (Un beau paysage, une belle maison). 2.
Yakışıklı, güzel (Un bel homme, une belle
femme). 3. Takdire değer, hayran olunacak (II a
remporté un beau succès. Un beau talent; un beau
génie). 4. Yüksek (Il a une belle intelligence). 5.
Parlak (Prononcer un beau discours). 6. Büyük,
önemli (Il a une belle fortune). 7. Kocaman, iri.
esaslı (Une belle tranche de viande. Il en reste un
beau morceau). 8. Pis, berbat, rezil (Une belle
bronchite, une belle brûlure). 9. Şiddetli (Une
belle gifle. Un beau vacarme). 10. Hoş, tatlı (Un
beau voyage. C'est la belle vie!). 11. Gülünç,
aptalca (En voilà une belle demande!). 12. Boş,
aldatıcı (Toutceci, ce sont de belles paroles). § Le
bel âge: Gençlik çağı. Le beau sexe: °Cinsi latif,
kadınlar. Au beau milieu de: -in tam ortasında ( La
voiture s'est arrêtée au beau milieu de la route).
Beau, belle comme un astre, comme le jour: Ay
parçası gibi güzel. Bel et bien: Adam akıllı, bal
gibi, gerçekten (Il est bel et bien malade). De plus
belle: Pekâlâ, yine de (Il s'était retiré mais il est
rentré de plus belle). Pour les beaux yeux de: -in
hatırı için (Je le ferai pour vos beaux yeux). Tout
beau: Dur bakalım, dur hele, yavaş ! Un beau jour:
Günün birinde, bir gün, günlerden bir gün. Il y a
beau temps, il y a belle lurette: Çok önce, epey
zaman önce, bir hayli oluyor ki. Il fait beau: Hava
güzel. Il ferait beau voir que: -mek garip olur,
tuhaf olur (Il ferait beau voir qu'ils agissent sans
notre avis). C'est beau de f. qch.: mek hoştur,
güzeldir (C'est beau de gagner sa vie sans trop se
fatiguer). Avoir beau f. qch.: Boşuna -mek (Tuas
beau crier,, personne ne t'entend: Sen boşuna
bağırıyorsun, kimse seni duymuyor; sen istediğin
kadar bağır, kimsenin seni duyduğu yok). En faire
de belles, en dire de belles: Saçma sapan şeyler
yapmak, saçma sapan şeyler söylemek. En faire
voir de belles à qn: -in başına işler açmak. Etre
dans de beaux draps: Güç durumda olmak, kötü
bir duruma düşmek. La bailler belle: Alay etmek,
eğlenmek (Vous me la baillez belle avec vos
vantardises ridicules). L'échapper belle: Ucuz
atlatmak, paçasını ucuz kurtarmak (Vous l'avez
échappé belle). Mettre qn dans de beaux draps:
Birini güç duruma düşürmek, birinin başına işler
beau

147

açmak. Se faire beau: Takıp takıştırmak, fiyakalı


giyinmek. Voir qch en beau: -i iyi yanından ele
almak, iyi yanından görmek (Il voit tout en beau).
A beau mentir qui vient de loin: Gurbette
öğünmek hamamda türkü söylemeye benzer,
beau er. Güzellik (Etudedubeau. Lebeau, lebienet
le vrai). § Au plus beau de: -in en güzel yerinde, en
ilginç noktasında (Il s'est arrêté au plus beau du
récit). Faire le beau: Kasılmak, kurulmak,
şişinmek (Il se rengorge et fait le beau quand il
reçoit des compliments).
belle diş. 1. Güzel kadın, güzel (Il court les belles. Il
fait la cour à une belle). 2. Sevgili (Je vais écrire à
ma belle. Viens ici, ma belle).
beaucoup bel. 1. Çok (Il travaille beaucoup). 2. Çok
şey (Il a beaucoup à raconter: Anlatılacak çok şeyi
var). 3. Çok mal, çok varlık (Ceux qui ont
beaucoup). 4. Beaucoup de: (Adların önünde)
Çok (J'ai beaucoup de livres). 5. adıl. Birçokları,
çok kims e( Beaucoup pensent que vous avez tort).
§ De beaucoup: Büyük bir farkla, kat kat (Elle
le dépasse de beaucoup).
beau-fils er. 1. Üvey oğul. 2. Damat,
beau-frère er. 1. Kayınbirader, kayın. 2. Enişte. 3.
Bacanak,
beaujolais er. Bojole şarabı,
beau-père er. l.Kaynata,kayınpeder.2.Üvey baba.
beaupré er. (Gemilerde) Cıvadra,
beauté diş. 1. Güzellik (La beauté d'un poème, d'un
tableau, d'un paysage. Concours de beauté;
institut de beauté). 2. Güzel kadın; güzel (J'ai vu
passer une jeune beauté). § Grain de beauté: Ben,
yüzdeki güzellik beni. En beauté bel. Çok iyi bir
biçimde, çok parlak bir biçimde (Mourir, partir,
gagner en beauté). Avoir la beauté du diable:
Çabuk geçen bir güzelliği, parlaklığı olmak. Etre
en beauté: Güzelliği üstünde olmak; daha bir
güzel görünmek (Elle esten beauté aujourd'hui). §
Se faire une beauté: Düzgünler sürmek, sürüp
sürüştürmek; şıklaşmak,
beaux-artser. ç. Güzel sanatlar (L'Ecoledes BeauxArts).
beaux-parents er. ç. Kaynana ve kaynata,
bébé er. 1. Bebek (Attendre un bébé). 2. Bebeklik,
çocukluk (//fait le bébé). 3.s. Bebek huylu, çocuk
gibi (Tu es resté bébé). 4. Oyuncak bebek (Un
bébé en celluloïd).
becer. 1. Gaga (Le bec d'un oiseau). 2. Uç (Lebec
d'une plume. Il a nettoyé le bec de sa plume). 3.
(Mimarlıkta) Mahmuz. 4. (Üflemeli çalgılarda)
Ağızlık. 5. tkz. Ağız (Il avait sa pipe au bec). 6.
coğr. Dil, burun. § Une prise de bec: Ağız dalaşı,
tart ışma ( Elle a eu uneprise de bec avec sa voisine).

becquée
Le bec de gaz: Sokak lâmbası, sokak feneri. En bec
d'aigle: Kartal gagası gibi eğri (Un nez en bec
d'aigle). Avoir bec et ongles: Dişli tırnaklı olmak,
kendini savunmasını bilmek. Avoir bon bec:
Çenesi kuvvetli olmak. Avoir le bec bien affilé:
Çenesi düşük olmak, çok geveze olmak. Clouer le
bec à qn: -in ağzını kapatmak; susturmak, ağzının
payını vermek (Je vais lui clouer le bec). Donner
un coup de bec àqn: Birini gagalamak, eleştirmek ;
saldırmak. Etre le bec dans l'eau: Kararsızlık
içinde olmak; bekleyiş içinde olmak. Tomber sur
un bec de gaz: Beklenmedik bir engelle
karşılaşmak; şapa oturmak,
bécane diş. hlk. 1. Manevra lokomotifi, eski
lokomotif. 2. Buhar makinesi. 3. Bisiklet,
bécard er. Turna balığı,
bécarre er. müz. Bekar.
bécasse diş. hayb. 1. Çulluk. 2. tkz. Aptal kadın. §
Bécasse de mer: Çulluk balığı,
bécasseau er. 1. Çulluk palazı. 2. Bir tür küçük
çulluk.
bécassine diş. Su çulluğu. § Bécassine des marais:
Bataklık çulluğu,
bec-d'âne, bédane er. İskarpela, zivaqa kalemi,
bec-de-cane er 1. Maymuncuk. 2. Bir kapı
kilidinde, tokmağın çevrilmesiyle açılan ikinci
dil. 3. Gaga biçiminde kapı tokmağı,
bec-de-corbeau, bec-de-corbin er. Kargaburnu,
kargaburun.
bec-de-lièvre er. Tavşandudağı; doğuştan yank
dudak,
becfıgue er. Incirkuşu.
bec-fin er. Serçe türünden kuşlar; serçegiller.
bêchage er. (Tarlayı, bahçeyi) Belleme,
béchamel </<^.Beşamel,birtür kremalı salça (Oeufs à
la béchamel).
bêche diş. (Tarım aleti anlamıyla) Bel (D'un seul
coup de bêche, il détache la motte de terre).
bêcher gçl. 1. Bellemek (Bêcher un jardin, un
champ). 2. Bêcher qn: tkz. Birini eleştirmek,
çekiştirmek (Aussitôt que son voisin se soit
éloigné, il se mit à le bêcher auprès de nous).
bêcheur, euse s. ve ad. 1. tkz. Başkalarını hep
eleştiren, çekiştiren (C'est un jaloux et un aigri,
bêcheur et médisant). 2. hlk. Kendini beğenmiş;
burnu büyük (Une bêcheuse qui ne vous regarde
même pas). 3. Tarla belleyici.
béchique s. Öksürük kesen (Un sirop béchique).
bêchoir er. (Tarım âleti) Çapa.
bécot er. tkz. Öpücük.
bécoter gçl. tkz. Öpmek. § Se bécoter: Öpüşmek,
becquée,béquée diş. 1. Bir gagalık yem. 2.
Lokmacık (Donner la becquée à un petit enfant).
becquetance

148

becquetance,bectance diş. hlk. Yiyecek, besin,


becqueter gçl. 1. Gagalamak (Des moineaux
becquetant les cerises mûres). 2. hlk. Yemek (Il n'y
a rien à becqueter ici).
bécu,e s. Uzun yada kalın gagalı,
bedaine diş. tkz. Kocaman karın, göbek,
bedeau er. Papaz sınıfından olmayan kilise
hizmetlisi, kayyum.
bedon er. tkz. 1. Kocaman karın, göbek. 2.
Göbekli, şişko. § Avoir, prendre du bedon:
Göbeği olmak, göbek bağlamak,
bedonnant,e s. tkz. Göbekli (Un gros monsieur
bedonnant).
bedonner gsz. Göbeklenmek, göbek bağlamak,
bédouin,e ad. Bedevi.
bées, ve diş. 1. Açık, bir karış açık (Bouche bée). 2.
Poyra. §Etre bouche bée devant qn: Birine sonsuz
hayranlık içinde olmak. Rester bouche bée:
Hayretten ağzı bir karış açık kalmak,
béer gsz. 1. Ağzı açık durmak (La valise béait à ses
pieds). 2. Béer de qch: -den ağzı bir karış açılmak
(Béer d'admiration, d'étonnement).
beffroi er. 1. Ortaçağ savaşlarında, kentleri
kuşatmak için kullanılan tekerlekli kule. 2.
(Eskiden) Gözetleme kulesi. 3. Gözetleme kulesi
çanı. 4. Ağaç yada demir çatı.
bégaiement er. Kekemelik,
bégayant,e s. 1. Kekeleyen (Orateur bégayant). 2.
mec. İkircimli, ikircikli, "tereddütlü (Une volonté
vacillante et bégayante).
bégayer gsz. 1. Kekelemek. 2. (Çocuk) Çat pat
konuşmak. 3. gçl. mec. Gevelemek (Il nous a
bégayé de plates excuses: Bize bir takım boş
özürler geveledi).
bégayeur,euse s. ve ad. Kekeme,
bégonia er. bitb. Begonya.§ Charrier(cherrer)dans
les bégonias: hlk. Abartmak,
bègues, ve ad. Kekeme,
béguètement er. (Keçi için) Meleme,
bégueter gsz. (Keçi) Melemek,
bégueule diş. Horozdan kaçan kadın; iffetlilikte
aşırıya kaçan, eteğini göstermez kadın (C'est une
bégueule qu'un rien effarouche).
bégueulerie diş. Aşırı iffetlilik; iffetli davranmada
aşırılık, horozdan kaçma,
béguin er. 1. Çenenin altından bağlı kadın yada
çocuk takkesi. 2. mec. tkz. "Aşk, sevgi,
vurgunluk. 3. hlk. Sevgili, dost. § Avoir un (le)
béguin pour qn: Birine vurulmak, tutulmak (Elle
a le béguin pour toi). § Faire un béguin: Bir kadın
tavlamak.
béguinage er. Rahibeler yurdu;
rahibeler
topluluğu.
bell-mère
béguine diş. 1. Rahibe. 2. Sofuluğu yapmacık
kadın.
behaviorisme er. ruhb. Davranışçılık,
behavioriste s. ve ad. Davranışçı,
belge s. Saz rengi, yapağı rengi, "bej.
beigne diş. hlk. Şamar, tokat (Recevoir une beigne.
Donner une beigne à qn: Birine bir şamar
indirmek)
beignet er. Yağda kızartılmış börek (Beignets aux
pommes; beignets d'écrevisse. Beignets soufflets:
Puf böreği).
Beïram, baïram er. Bayram,
béjaune er. 1. Kuş yavrusu. 2. mec. Toy ve bilgisiz
delikanlı, acemi çaylak, sarı gagalı sığırcık
yavrusu.
bélandre diş. Altı düz ırmak kayığı,
bêlant,e s. 1. Meleyen (Un troupeau bêlant). 2.
Meler gibi ses çıkaran, melemeye benzeyen (Un
orateur bêlant. Un discours bêlant). 3 .mec. Bönce
sızlanan.
bêlement er. 1. Meleme. 2. mec. Ağlayıp sızlama,
bitmez tükenmez yakınma,
bêler gsz. I. Melemek. 2. mec. Aptalca sızlanmak,
yakınmak,
belette diş. hayb. Gelincik,
belges, ve ad. Belçikalı; Belçika'ya özgü.
bdgique diş. Belçika.
bélier er. 1. Koç. 2. (Eski savaşlarda surlan
dövmeye yarayan) Koçbaşı. 3. Zırhlı gemi. S
Bélier hydraulique: Basma tulumba,
bélière diş. 1. Kösemen çam. 2. Askı halkası,
bélinogramme er. Telgraf usuluyle nakledilen
resim.
bélinographe er. Telgraf usuluyle resim nakleden
aygıt.
bélitre er. Ciğeri beş para etmez; enayi dümbeleği.
belladone diş. bitb. Güzelavratotu.
bellâtre er. Kendini güzel sanan erkek, mahallenin
yakışığı; soğuk nevale,
belle s. ve ad. 1. Güzel, yakışıklı (kadın). 2. Güzel;
sevgili (Tu es ma belle).
belle-dame diş. Güzelavratonunun ve karapazının
halk arasındaki adı.
belle-de-jour diş. bitb. Gündüzsefası,
belle-de-nuit diş. bitb. Gecesefası,
belle-doche diş. hlk. Kaynana; üvey ana.
belle-fiile diş. 1. Gelin. 2. Üvey kız.
belles-lettres diş. ç. Dilbilgisi, yazın ve söz sanatını
kapsayan genel ad, güzel yazılar,
bellement bel. 1. Güzel ve ince bir biçimde;
incelikle, nazikçe. 2. Yavaşça, ılımlıca,
belle-mère diş. 1. Kaynana, kayınvalide. 2. Üvey
ana.
bell-sœur
belle-sœur diş. 1. Görümce. 2. Baldız. 3. Yenge. 4.
Elti.
bellicisme er. 'Savaşseverlik; kaba kuvvetten,
savaştan yana olma.
belliciste s ve ad. *Savaşsever; kaba kuvvetten ve
savaştan yana olan (Des opinions bellicistes. Un
gouvernement
belliciste.
Les
bellicistes
cherchaient à soulever l'opinion).
belligérance diş. 1. Savaş hali (La belligérance fut
reconnue au gouvernement des rebelles). 2.
"Muhariplik,
belligérants s. ve ad. Savaşan; savaşçı; "muharip
(Les puissances belligérantes. Les belligérants
repoussèrent les offres de paix).
belliqueux, euse s. 1. Savaşı seven, savaşçı, savaşçıl
(Un peuple belliqueux, une nation belliqueuse). 2.
Kavgacı (Un enfant belliqueux; une humeur
belliqueuse).
bellot, tes. tkz. Minik, cici, nonoş,
belluaire er. 1. (Eskiden) Vahşi hayvanlarla
dövüşen gladyatör. 2. (Bugün) Vahşi hayvan
eğiticisi.
belote
Bir tür iskambil oyunu (Faire une belote).
belvédère er. 1. Cihannüma, görülük; dam köşkü.
2. Yöreye egemen yer; yörede her yanı
görebilecek nokta,
bémol er. müz. Bemol.
bémoliser gçl. müz. Bemol koymak, bemollemek.
ben bel. (Kırsal kesimde bien yerine kullanılır). îyi,
peki. § Eh ben: Eh, peki.
bénarde diş. İçten ve dıştan açılan kapı kilidi,
bene [bene] bel. lat. tkz. İyi. § Nota bene: İyi dikkat
ediniz; dikkat.
bénédicité er. Katoliklerin yemekten önce
okudukları duanın adı.
bénédictin, e ad. 1. Aziz Benoît tarikatindenolan. 2.
diş. Benediktin likörü. § Un travail de bénédictin:
Çok sabır ve dikkat isteyen bir iş.
bénédiction diş. 1. Hayır dua (Elle recueille les
bénédictions du pauvre). 2. Hayırla anma. 3.
Tanrının lütfü. 4. Büyük bir şans, beklenmedik
bir mutlu şey. 5. Kilisede yapılan kutsama duası.
6. Duayla kutsayıp hizmete sokma (Bénédiction
d'une église, d'une cloche, d'un navire). §
Bénédiction nuptiale: Nikâh duası. Donner sa
bénédiction à qn: Birinin kanılarına bütün
yüreğiyle katılmak; birini "tasvipetmek, tutum ve
düşüncelerini benimsemek, beğenmek,
bénef er. hlk. Çıkar; yarar; kâr.
bénéfice er. 1. Yarar (Quel bénéfice avez-vous à
mentir?). 2. Kâr (Cette année il a réalisé de beaux
bénéfices). 3. Yardım (Ilcomptesurlebénéficedes
événements). 4. Üstünlük (Bénéfice d'âge). S.
149

bénit

Geliri yüksek olan papazlık orunu. 6. huk.


Yararlanma
(Bénéfice
des
circonstances
atténuantes). § Bénéfice d'inventaire: 1. huk.
Mirasçının defter tutma hakkı. 2. mec. İşi iyice
araştırdıktan sonra kabul etme koşulu (Accepter
une succession sous bénéfice d'inventaire). Au
bénéfice de: -in yaranna (Tout a tourné au
bénéfice de sa famille).Tirer bénéfice de qch:
-den yararlanmak; -den kâr sağlamak,
bénéficiaires, ve ad. 1. Yararlanan, kâr sağlayan,
kân olan; "lehtar (Il a été le principal bénéficiaire
du testament). 2. Kârla ilgili (La marge
bénéficiaire d'un commerçant).
3. Kârlı
(L'entreprise s'est révélée bénéficiaire).
bénéficier er. Kiliseden geliri olan papaz,
bénéficier gsz. 1. Kâr etmek. 2. Bénéficier de qch: a)
-den yararlanmak (Il a bénéficié de l'indulgence
du jury). b)-e sahip olmak (Bénéficier de grands
avantages. Il bénéficie d'un traitement élevé).
bénéfiques. Yararlı (Le voyage lui a été bénéfique).
benêt s. ve ad. Bön, enayi, alık. § Faire le benêt:
Bönlük, enayilik etmek,
bénévolat er. Hayır.
bénévole s. 1. İyi niyetli, bir karşılık ve çıkar
beklemeyen (Une aide, un service bénévole). 2.
Gönüllü (Infirmière bénévole).
bénévolement bel. 1. İyi niyetle; hayır için. 2.
Gönüllü olarak, hiçbir çıkar ve karşılık
beklemeden (Il travaille bénévolement).
bengali er. 1. Bir tür serçe. 2. Bengaldili, Bengalce.
bénignement bel. İyi yüreklilikle, tatlılıkla, iyilikle;
zararsızca
bénignité diş. 1. İyi yüreklilik, tatlılık, yumuşak
huyluluk(Le président du tribunal l'interroge
avec bénignité). 2. Dokuncasızlık, zararsızlık,
"selimlik (La bénignité d'une maladie).
bénin, bénigne s. 1. İyi yürekli, yumuşak huylu,
yumuşak (Une humeur bénigne, un critique
bénin). 2İ Dokuncasız, zararsız, "selim (Un
remède bénin; une tumeur bénigne).
béni-oui-ouier. ç. Evetefendimci; her şeye eyvallah
diyen, her şeye kavuk sallayan (Une assemblée de
béni-oui-oui).
bénir gçl. 1. Dua etmek, hayır dua etmek (Le prêtre
bénit la foule des fidèles). 2. Rahmet okumak. 3.
Şükretmek, çok sevinmek (Je bénis le concours de
circonstances qui nous a réunis). 3. Şükranla
anmak (Je bénis le médecin qui m'a sauvé). 4.
Hamdetmek (Bénir Dieu). S. Kutsamak, kutlu
kılmak (Bénir un mariage. L'évêque bénit les
bateaux qui partent pour la grande pêche).
bénit,e s. Dinsel törenle duası yapılıp kutsal
kılınmış, okunmuş; kutsanmış (Eau bénite, pain
benitier
bénit). § C'est pain bénit: 1. Oh oldu; tam hak
etmişti bunu. 2. İyi bir fırsat bu, Tanrının bir
lütfü...
bénitier er. 1. (Kiliselerde) Okunmuş su kabı. 2.
İstiridye kabuğu. § Grenouille de bénitier: hlk.
Softa. Se démener, s'agiter comme un diable dans
un bénitier: tkz. Çok rahatsız bir durumda olmak ;
kötü bir durumdan kurtulmak için çırpınıp
durmak. Saca basmış çingene gibi çırpınmak,
benjamin,e ad. 1. En çok sevilen evlât. 2. Bir
ailenin, bir topluluğun en küçük kişisi (La
benjamine de la famille).
benjoin er. Aselbent.
benne, banne diş. 1. Hamal küfesi. 2. Bağ
bozumunda kullanılan üzüm sepeti. 3. Kömür
ocaklarında, kömür taşımaya özgü küçük vagon;
bu kömürü yukarı çıkarmakta kullanılan metal
kafes. 4. Yük kamyonlarının inip kalkan kasası,
benoît,e s. 1. İyi yürekli, iyiliksever. 2. mec.
Görünüşte iyi yürekli, içi düşman dışı dost (C'est
un benoît personnage qui racontait sur vous, dès
que vous étiez parti, des histoires abominables). 3.
Kutsanmış, kutlu. 4. Sofu.
benoîte
bitb. Mübarekotu.
benoîtement bel. 1. Yapma bir iyi yüreklilikle;
iyiliksever görünerekten. 2. Yalancı sofulukla,
benzine diş. Benzin (Nettoyer une tache avec de la
benzine).
benzoateer. kim. Aselbent asidi tuzu.
benzoïque (acide) er. kim. Aselbent asidi, °asit
benzoik.
benzol er. Benzol.
béotien, ne s. ve ad. Kalın kafalı, kaba ruhlu,
hantal.
béotisme er. Kalın kafalılık, kaba ruhluluk,
hantallık.
béquillard,e s. ve ad. Koltuk değnekli; koltuk
değneğiyle yürüyen,
béquille
1. Koltuk değneği (Se déplacer avec des
béquilles, s'appuyer sur une béquille). 2. Destek
(Mettre une béquille sous une voiture). 3.
(Kapılarda) Topuz. 4. (Karaya oturmuş gemilere
vurulan) Payanda,
béquiller gsz. 1. Koltuk değneğiyle gezmek. 2. gçl.
Payanda vurmak (Béquiller un navire).
béquillon er. (Yürürken dayanmak için kullanılan)
Değnek.
ber, bers er. 1. (Eskiden) Beşik. 2. (Şimdi) Gemi
kızağı. 3. Araba korkuluğu,
berbères, vead. Berberi.
berbéridacées,
berbéridées
diş.
ç.
bitb.
Kadıntuzluğugiller.
herhéris er. bitb. Amberbaris, kadıntuzluğu.

150

bergerette
bercail er. 1. Ağıl. 2. mec. Hak yolu. 3. mec. Baba
ocağı, baba evi, yuva (Revenir, rentrer au bercail.
Retour au bercail).
berçant,e s. 1. Sallanan, sallantılı, salıncaklı (Une
chaise berçante). 2. diş. Sallanan sandalye,
sallantılı koltuk, salıncaklı koltuk,
berceau er. 1. Beşik (Du berceau à la tombe:
Beşikten mezara kadar). 2. mec. Çocukluk çağı,
bebeklik çağı. 3. Doğum yeri (La Corse, ce
berceau de Bonaparte). 4. mec. Kaynak, bir şeyin
ilk ortaya çıktığı yer (L'Asie centrale est le berceau
de la civilisation). 5. (Taşçılıkta) Beşik kalem. 6.
(Yapıcılıkta) Beşik tonoz. 7. (Bahçelerde) Beşik
biçiminde çardak. 8. (Makinelerde) Yatak, yastık
(Berceau de moteur). § Au berceau, dès le
berceau: Küçük yaştan, küçüklükten beri.
bercelonnette, barcelonnette diş. Asma beşik,
bercement er. 1. Beşik sallama; sallama (Le
bercement des flots). 2. mec. Oyalama, sallama,
bercer gçl. 1. Beşikte yada kucakta sallamak
(Bercer un enfant dans ses bras). 2. Sallamak,
üğrülemek (Dans le port, les vagues berçaient les
barques). 3. mec. Yatıştırmak, unutturmak
(Bercer une peine, une douleur). 4. Bercer qn de
qch: Birini -ile oyalamak (On l'a bercé de vaines
promesses). § Bercé de qch: -ile dolu (Il a eu une
enfance bercée de légendes pittoresques). § Se
bercer de qch: -ile oyalanmak; kendini -e
kaptırmak (Ilse berce d'illusions. Tu te berces des
promesses qu'on t'a faites).
berceur, euse .s. Uyku getirici, ninni gibi, tatlı (Un
rythme berceur).
berceuse diş. 1. Ninni. 2. Salıncaklı koltuk. 3. Beşik
sallayan kadın,
béret er. Bere (Béret de marin).
bergamote diş. 1. Beyarmudu. 2. Bergamot
(Essence de bergamote. Bonbon à la bergamote).
bergamotier er. Bergamot ağacı; beyarmudu ağacı.
berge diş. 1. Kıyı, kenar, yamaç (Berge d'un grand
fleuve. Berge d'un canal. Berge d'un chemin,
berge d'un fossé). 2. Bir tür dar ve uzun sandal. 3.
argo. Yaş, yıl (Des types de cinquante berges: Elli
yaşında adamlar).
berger, ère ad. 1. Çoban (Le berger conduit le
troupeau vers le pâturage. La bergère marche une
baguette à la main. Cabane de berger; chien de
berger). 2. mec. Önder, baş (Ces gens vous
trompent, ne les suivez pas, ce sont de mauvais
bergers). 3. Çoban köpeği (Un berger allemand).
§ L'étoile du berger: Çoban yıldızı, Venüs
gezegeni.
bergerette diş. 1. Çoban kızı. 2. Çobanaldatan
kuşu. 3. Bir tür çoban türküsü.
bergerie
bergerie diş. 1. Ağıl (Les moutons sont dans la
bergerie). 2. ç. Çoban sevilerini konu edinen şiir,
öykü, oyun (Les bergeries de Racan). § Enfermer
le loup dans la bergerie: Kediye ciğer teslim
etmek.
bergeronnette diş. hayb. Çobanaldatan (kuşu),
berginisation diş. Huy kömüründen petrol elde
etme yöntemi,
béribéri er. Beriberi. B vitamini eksikliğinden ileri
gelen sayrılık.
berle dış. bitb. Sukerevizi.
berline diş. 1. Bir tür lando arabası. 2. (Maden
ocaklarında) Küçük yük arabası,
berlingot er. 1. Bir tür kupa arabası. 2. tkz. Kötü
araba. 3. Akide şekeri,
berlinoises, ve ad. Berlinli.
berlue diş. Göz kamaşması. § Avoir la berlue:
Yanılmak, gerçeği görememek (Si je n'ai pas la
berlue, c'est bien votre père qui vient).
berme diş. (Hendek, kanal gibi yerlerde) Kenar
yolu; daracık yol.
bermuda er. Bermuda (Ilportait un bermuda).
bernache, barnache, bernacle</tj. hayb. Denizkazı,
akbaş.
bernardin, e ad. Saint Bernard tarikatından rahip
yada rahibe,
bernard-l'hermlte, bernard-i'ermite er. hlk.
Pavurya, yengeç,
berne diş. 1. Birini dört köşesinden çekilip gerilmiş
bir kilim üzerinde hoplatma biçiminde yapılan
muziplik; altıokka
(Onluiafaitsubirlaberne).
2. Alay, şaka, eğlenme. § En berne: Yarıya
indirilmiş, yarıya çekilmiş (Drapeau en berne,
pavillon en berne). Mettre en berne: Yarıya
indirmek, yarıya çekmek (Ona mis les drapeaux
en berne et on a décrété un deuil national).
berner gçl. 1. Berner qn: Birini işletmek, alaya
almak (A vec cette comédie du sport, on berne toute
la jeunesse du monde). 2. Aldatmak, atlatmak
(Elle bernait cet homme crédule en inventant
chaque jour de nouvelles raisons pour s'absenter).
3. (Bir kilim yada örtü üzerinde) Hoplatmak; altı
okka etmek.
bernicle diş. hlk. Denizkazı, akbaş,
bernique Uni. hlk. Ne gezer! Nerde! Boşuna! Ham
hayal! (Il faut de l'argent pour être heureux; sans
argent, bernique!).
bersaglier er. İtalyan hafif piyade eri.
berthe diş. 1. Kadınların dekolte üstüne giydikleri
pelerin. 2. Süt güğümü,
béryl er. Zümrüt kökenli türlü taşların genel adı
(Béryl vert, béryl bleu).
besace diş. Heybe. § Etre réduit à la besace: Yoksul

151

besoin
düşmek, beş paraya muhtaç kalmak,
besaiguë, bisaiguë diş. 1. Camcı çekici. 2. İki ağızlı
keser.
besant er. (Haçlı seferleri sırasında Avrupa'ya
sokulan) Bizans sikkesi,
bésef, bézef bel. hlk. Çok (Je n'en ai pas bésef).
beset, bessas er. (Tavla oyununda, zar oyunlarında)
Hep yek.
besicles
ç. alay. Gözlük,
bésigue er. Bezik oyunu, bezik,
besogne diş. İş, çalışma, görev (Il est accablé par sa
besogne quotidienne). § Aller vite en besogne: Eli
çabuk olmak; kısa sürede iyi iş çıkarmak. Avoir
fait de la belle besogne: tkz. İyi halt etmek (Vous
avez fait de la belle besogne!: İyi halt ettiniz!).
Abattre de la besogne: Çok iş görmek, az zamanda
çok iş yapmak, kendisine iş dayanmamak. Mettre
la main à la besogne: Elini işe atmak, bizzat
çalışmak. Tailler de la besogne à qn: 1. -e iş
göstermek. 2, -in başına işler açmak (Tu lui as
taillé de la besogne).
besogner gsz. Çalışmak, iş görmek,
besogneux,euse s. ve ad. Geçim sıkıntısı çeken;
ihtiyaç içinde olan (Des parents besogneux. Un
besogneux, une besogneuse).
besoin er. 1. Gerekseme, gereksinim, gereksinme,
"ihtiyaç (Besoin d'argent, besoin d'affection,
besoin de parler). 2. Yoksulluk (il est dans le
besoin, il faut lui venir en aide). 3. ç. Geçim;
yaşamak için gerekli olan şeyler. § Au besoin:
Gerektiğinde, "icabında (On peut, au besoin, se
dispenser de le prévenir). Pour les besoins de la
cause: Durum gereği (Il a improvisé une
explication de son retard, faite pour les besoins de
la cause, et à laquelle personne n'a cru). Avoir
besoin de qch: -e ihtiyacı olmak, -i "gereksinmek
(J'ai besoin d'unstylopour écrire). Avoir besoin de
f. qch: -meye ihtiyacı olmak; -mesi gerekmek;
-mek zorunluğunda olmak (Tu as besoin de
gagner ta vie. Il a besoin de se reposer. Nous
n'avons pas besoin de l'attendre, il nous
rejoindra). Avoir bien besoin de f. qch: -mesi pek
mi gerekmek; -mesi pek de gerekmemek (Vous
aviez bien besoin de le lui dire: Bunu ona
söylemeniz pek mi gerekliydi; bunu ona
söylememeliydiniz). Faire ses besoins: Dışarı
çıkmak, aptes bozmak. Faire ses petits besoins:
İşemek, çişini yapmak, küçük aptestini yapmak.
Satisfaire un besoin pressé: İşemek. Sentir,
éprouver le besoin de: -gereksinimi duymak.
Subvenir, pourvoir aux besoins de qn: -in geçimini
sağlamak; ihtiyaçlarını karşılamak (Il subvient
aux besoins de ses parents. Il pourvoit aux besoins
besson
d'une nombreuse famille). S'il en est besoin, si
besoin est: Gerekirse. II n'est pas besoin de, point
n'est besoin de f. qch: -mek gerekmez; -meye hiç
gerek yok (Il n'est pas besoin de chercher
longtemps pour trouver ce que tu demandes).
Qu'est-il besoin de f. qch: -meye ne gerek var
(Qu'est-il besoin d'aller chercher l'enfer dans
l'autre vie?).
besson,ne 5. vead. (Eskimiştir) İkiz.
bestiaire er. 1. Yırtıcı hayvanlarla güreşen
gladyatör. 2. (Ortaçağda) Hayvan öyküleri kitabı
(Bestiaire illustré).
bestial,e s. Hayvanca, hayvanlara özgü (Colère,
violence bestiale. Amour bestial).
bestialement bel. Hayvanca,
bestialiser gçl. Hayvanlaştırmak.
bestialité diş. 1. Hayvanlık, hayvanca kabalık. 2.
Hayvanlarla cinsel ilişkide bulunma, hayvan
düzücülük.
bestiaux er. ç. 1. Çiftlik hayvanları, sürü hayvanları
(Les bestiaux de la ferme). 2. er. Hayvan (Qu'estce que c'est que ce bestiau?).
bestiole diş. Hayvancık, küçük böcek, böcecik.
béta, bêtasse s. ve ad. hlk. Aptal; kaz kafalı, kaz
(C'est un gros béta. Voilà une fille bêtasse).
béta er. Beta; Yunan abecesinin ikinci harfi. §
Rayons béta: fiz. Beta ışınları,
bétail er. Sürü hayvanları, hayvan. § Le gros bétail:
Mal, yılkı; büyük baş hayvanlar. Le petit bétail:
Davar, küçük baş hayvanlar. Traiter qn comme
du bétail: Birine karşı hayvan gibi davranmak,
hayvan gibi işlem yapmak,
bétaillère diş. Hayvan vagonu; hayvan taşımak için
kafes, hayvan kafesi (Transporter des vaches en
bétaillère).
bête diş. 1. İnsan dışındaki bütün hayvanlara verilen
ortak ad, "behime (Bêtes et gens). § Bête à bon
dieu: Hanım böceği. Bête de somme: Yük
hayvanı. Bête de trait: Koşum hayvanı. Bête à
cornes: Boynuzlu hayvan. Bête fauve: Yırtıcı
hayvan (Le lion et le tigre sont des bêtes fauves).
Bêtes puantes: Tilki, sansar, porsuk gibi pis
kokulu hayvanlar. La bête noire: En çok tiksinilen
kimse (C'est ma bête noire). Chercher la petite
bête: Öküz altında buzağı aramak; ille bir kusur
bulmaya çalışmak (Son seul souci est de chercher
la petite bête dans le travail des autres). Etre
malade comme une bête: Çok rahatsız olmak ; ağır
hasta olmak. Regarder qn comme une bête
curieuse: Deve nalbant dükkânına bakar gibi
bakmak; hayret ve merakla bakmak. Morte la
bête, mort le venin: Yılan gitti, tehlike bitti. 2.
Kafasız, hayvan gibi adam. S Faire la bête:

152

beuglante
Aptallık etmek, kafasızlık etmek, işi aptallığa
vurmak. Grosse bête, grande bête: (Sevgi anlatır)
Koca kafa! Hay koca aptal! 3. s. Aptal, kaz kafalı
(Tu es vraiment bête!). Etre bête comme ses pieds,
comme une cruche: Çok aptal olmak. Etre bête à
manger du foin: Eşek kafalı olmak; önüne samanı
koy yesin. Etre bête de f.qch: -mekle aptallık
etmek (Je suis bête d'avoir agi de la sorte). C'est
bête comme chou: Çok kolay; basit bir şey bu.
C'est bête: Saçma; tuhaf (C'est bête, je ne m'en
souviens pas).
bétel er. Hindistanda yetişen bir tür tırmanıcı biber
ağacı, tembul,
bêtement bel. Aptalca, enayice (Il a été tué bêtement
dans un accident de voiture).
bêtifiant,e s. Aptallaştıran, alıklaştıran (Journal
bêtifiant; film bêtifiant).
bêtifier gçl. 1. Aptallaştırmak, alıklaştırmak,
sersemleştirmek. 2. gsz. Saf. saf konuşmak; işi
saflığa, çocukluğa vurarak konuşmak (Père qui
bêtifie avec son jeune enfant). § Se bêtifier:
Sersemlemek, alıklaşmak (On se bêtifie à rester
longtemps sur la plage).
bêtise diş. 1. Budalalık, aptallık (Faire preuve de
bêtise: Aptallık etmek. Il est d'une rare bêtise). 2.
Budalaca söz yada iş (Il ne cesse pas de dire des
bêtises). 3. Çılgınlık, delice bir davranış (Il faut
l'empêcher de faire des bêtises). 4. Önemsiz şey,
bir hiç ((Il passe son temps à des bêtises. Se
brouiller pour une bêtise).
bétoire diş. 1. Yağmur çukuru. 2. Kimi akarsuların
içinde yitip gittiği derin çukur; düden,
béton er. 1. Beton (Un mur de béton, un pont en
béton). 2. mec. (Sporda) Aşın savunma, çok
güçlü savunma (Faire le béton: Aşırı savunma
yapmak, çok güçlü bir savunma yapmak).
bétonnage er. Betonlama; beton atma, beton
dökme.
bétonner gçl. 1. Betondan yapmak (Bétonner un
immeuble). 2. (Futbolda) Aşın savunma yapmak,
çok güçlü bir savunma yapmak,
bétonnière diş. Beton karmaya yarayan makine;
beton karmacı,
bette, blette diş. Pazı.
betterave diş. Pancar (Betterave sucrière; salade de
betteraves).
betteravier, ère s. 1. Pancara değgin (Culture
betteravière). 2. er. Pancar üreticisi,
bétyle er. Eskilerin Tann evi gözüyle bakıp bir put
gibi taptıklan kutsal taş.
beuglant er. hlk. Çalgılı gazinonun bayağısı, baloz,
beuglante diş. Avaz avaz çığnlan türkü; gürültülü
protesto (Pousser une beuglante).
beuglement
beuglement er. 1. Böğürme (Le beuglement du
taureau). 2. Büyük gürültü, bağırtı (Beuglement
d'un chanteur; beuglement d'une fanfare).
beugler gsz. 1. Böğürmek. 2. mec. Bangır bangır
bağırmak. 3. gçl. Boğazını yırtarcasına okumak
(Beugler une chanson).
beurre er. 1. Tereyağı (Mettre du beurre sur une
tartine). 2. Koyu bitkisel yağ (Beurre de cacao;
bourre de noix de coco). § Assiette au beurre:
Yağlı kuyruk. Beurre salé: Tuzlu yağ. Beurre
fondu: Erimiş yağ. Beurre noir: Yanmış yağ.
Beurre rance: Acımış yağ. Petit-beurre: Bisküvi.
Au beurre noir: Morarmış (Ckilau beurre noir).
Comme dans du beurre: hlk. Çok kolayca,
kolaylıkla (La viande est tendre, le couteau y
entre comme dans du beurre). C'est du beurre:
Çok kolay; çok kolay bir iş bu. Compter pour
du beurre: Hesaba katılmamak, sayılmamak.
Faire son beurre: Varsıllaşmak, zengin olmak,
dünyalığını doğrultmak. Mettre du beurre dans
les éplnards: Durumu düzeltmek, durumu
kurtarmak (Ça met du beurre dans les épinards).
beurré er. Ağızda eriyen bir tür armut,
beurrée diş. Tereyağı sürülmüş ekmek dilimi,
beurrer gçl. Tereyağı sürmek (Beurrer du pain, les
tartines).
beurrerie diş. 1. Yağhane. 2. Yağ sanayii,
beurrier,ère s. 1. Tereyağına değgin (Industrie
beurrière). 2. er. Yağ tecimiyle uğraşan, yağ
satıcısı. 3. er. Yağ kabı. 4. diş. Yayık,
beuverie diş. fçki âlemi (Le repas dégénéra en
beuverie).
bévue diş. 1. Yanılgı, yanlışlık, "hata (Commettre
une bévue. Les bévues des hommes politiques). 2.
Saçmalık, aptallık, düşüncesizlik (Quelle bévue
de les inviter ici).
bey er. T. Bey (Le bey de Tunis).
beylical,e s. Beye değgin; beyliğe değgin (Le
gouvernement beylical).
beylicat er. Beylik, bey ülkesi,
bézoard er. Bazı hayvanların midesinden çıkan ve
panzehirtaşı demlen taş.
biais er. 1. Eğildik, eğik yön, eğik çizgi (Le biais
d'un mur, d'une voûte). 2. mec. Dolaylı yol,
dolambaçlı çare (Il cherche un biais pour éviter
cette démarche). § De biais, en biais:
Yanlamasına, verevliğine, yan (Regarder de
biais. Traverser la (Accorder une augmentation
de salaire par le biais d'une indemnité spéciale).
biais,es. 1. Yanlamasına, verev (Unpont biais). 2.
Dolambaçlı (Une réponse biaise).
biaiser gsz. 1. Yanlamasına, verev olmak;

153

biche

yanlamasına, verev gitmek. 2. Dolambaçlı


yollara baş vurmak (Avec moi, il est inutile de
biaiser, allez droit au fait).
bibelot er. 1. Biblo. 2. Değersiz ve önemsiz şey,
zımbırtı.
biberon er. Emzik, biberon (Nourrir un enfant au
biberon).
biberon,ne s. İçki düşkünü,
biberonner gsz. tkz. Aşırı ve sık sık içmek,
bibi er. tkz. 1. Küçük kadın şapkası. 2. adi. hlk.
Ben, bendeniz (C'est à bibi: Bu benimdir,
bendenizindir. C'est bibi qui a fait ça: Bunu yapan
bendeniz).
bibine diş. hlk. Kötü içki, berbat içki.
bible diş. 1. Tevrat ve İncil'in bir aradaki nüshası,
Kutsal kitap. 2. Her an başvurulan temel kitap
(Ce dictionnaire était pour lui une véritable bible).
§ Papier bible: Çok ince baskı kâğıdı,
bibliographe er. Kitap bilgini; 'kaynakçacı,
bibliographie diş. "Bibliyografya, 'kaynakça,
bibliographique s. Kaynakçaya değgin (La notice
bibliographique).
bibliomancie diş. Kitap falı.
bibliomane er. Kitap meraklısı, *okursu.#
bibliomanie diş. Kitap merakı, kitap düşkünlüğü,
'okursuluk.
bibliophile ad. Kitapsever,
bibliophilie diş. Kitapseverlik,
bibliothécaire ad. Kütüphaneci; kitaplık memuru,
bibliothéconomie
diş.
'Kitaplıkbilim,
kütüphanecilik,
bibliothèque
diş.
Kitaplık,
kütüphane
(Bibliothèque
nationale,
municipale,
universitaire. Une bibliothèque de prêt). § Un rat
de bibliothèque: Kitaplık faresi; bütün zamanını
kitaplıklarda geçiren kimse. Une bibliothèque
ambulante: Ayaklı kütüphane; her şeyi bilen
kimse.
bibliques. Kutsal kitaba değgin (Etudes bibliques).
bicaméralisme, bicamérisme er. Çift meclisli
yönetim,
çift meclislilik
(Bicaméralisme
britannique).
bicarrées, mat. Dördüncü kuvvetten,
bicentenaire s. 1. İkiyüz yıllık (Une tradition
bicentenaire). 2. er. İkiyüzüncü yıldönümü (Le
bicentenaire de l'indépendance américaine).
bicéphale s. İki başlı, çiftbaşh (L'aigle bicéphale).
biceps s. ve ad. anat. Bir ucu çatal (kas); kas
(Gonfler les biceps pour montrer sa force) § Avoir
des biceps: Pazusu kuvvetli olmak,
biche diş. 1. Dişi geyik, maral. 2. mec. Kibarlığa
özenen kadın; nazeninliğe özenen kenarın
dilberi. § Ventre de biche: Açık kula rengi.
bicher
bicher gsz. hlk. 1. Yolunda gitmek, iyi gitmek (Ça
biche: İşler yolunda gidiyor). 2. tkz. Eğlenmek,
keyif çatmak (Il biche).
bichette diş. Yavru maral; sevgili, cici (Viens, ma
bichette).
bichon,ne ad. 1. Uzun dalgalı ve yumuşak tüylü bir
cins fino köpeği. 2. İpek şapkaları temizlemek için
kullanılan bir tür küçük yastık,
bichonner gçl. 1. (Saçlan) Kıvırmak. 2. Süslemek
(Bichonner un enfant) § Se bichonner: Süslenmek
(Elle passe des heures devant la glace à se
bichonner).
bicolore s. tki renkli (Une écharpe, un drapeau
bicolore).
biconcave s. tki yüzü içbükey, iki yüzü obruk
(Lentille biconcave).
biconvexe s. İki yüzü dışbükey, iki yüzü tümsek
(Lentille biconvexe).
bicoque diş. 1. (Eskiden) Zayıf kale. 2. Ev
bozuntusu, kulübe (Il loge dans une bicoque
sordide. Habiter une vieille bicoque). 3. Küçük
kent.
bicorne s. ve ad. 1. Çift uçlu (L'utérus bicorne d'un
mammifère). 2. tki uçlu köşeli şapka (Un bicorne
d'académicien).
biculturalismeer. İki kültürlülük (Lebiculturalisme
du Canada).
biculturel,le s. İki kültürlü (Pays biculturel).
bicycle er. Ön tekerleği döndürülen eski biçim
bisiklet.
bicyclette diş. Bisiklet; *çifteker.
bidasse er. hlk. Asker.
bide er. hlk. 1. Karın, göbek (Avoir un gros bide). 2.
Fiyasko, başarısızlık. 3. Yalan, palavra (Ce n'est
pas du bide, c'est vrai). § Faire un bide:
(Tiyatroda) Tam bir başarısızlığa uğramak,
bident er. İki çatallı yaba.
bidet er. 1. At (Enfourcher son bidet). 2. Taharet
çanağı, bide.
bidoche diş. hlk. Et (On nous a servi à midi une
infâme bidoche).
bidon er. 1. Aşağı yukarı beş litrelik kova, çotra
(Bidon de lait). 2. Teneke, bidon (Bidon
d'essence). 3. Matara (Bidon de campeur, bidon
de soldat). 4. hlk. Mide, karın, işkembe (Se
remplir le bidon: İşkembesini şişirmek, bir şeyler
yemek). 5. hlk. Yalan, uydurma, palavra (C'est du
bidon. Ce n'est pas du bidon, c'est l'exacte vérité).
6. s. Uyduruk, uydurma, düzmece (Un attentat
bidon).
bidonnant,es. hlk. Çok tuhaf, acaip, gülünç,
bidonner (se) gsz. hlk. 1. Gülmekten katılmak 2.
Gırgır geçmek, matrak geçmek.

154

bien
bidonville er. Gecekondu mahallesi; gecekondu
semti.
bidule er. hlk. Alet, şu şey (Passe-moi ton bidule,
que je répare mon vélo).
bief er. 1. Değirmen arkı. 2. (Gemi işleyen
kanallarda) İki kapak arası.
bieüe diş. Devim ileten kol, "hareket kolu (Bielles
d'un moteur).
bien er 1. İyilik, hayır (Penser au bien général). 2. İyi
(Distinguer le bien du mal). 3. Mal, anamal (Il a
dépensé tout son bien. H considère comme son bien
tout ce qu 'il trouve). 4. Mülk (Les biens vacants ont
été nationalisés). § Pour le bien de: -in yararına; -in
iyiliği için (C'est pour le bien de votrefrère queje lui
dis cela). Dire du bien de qn; parler en bien de qn:
Birinin lehinde konuşmak. Mener qch à bien: -i
başarmak, iyi bir sonuca vardırmak. Changer qch
en bien: Düzeltmek, "ıslah etmek. Avoir du bien:
Malı mülkü, serveti olmak. Vouloir du bien à qn:
Birinin iyiliğini istemek (Je lui veux du bien).
Fairedu bien à qn: -e iyi gelmek (Le grand air vous
fera du bien). Prendre qch en bien: -i iyiye almak,
kötüye almamak (Il faut prendre en bien les
remarques qui vous sont faites). Etre du dernier
bien avec qn: -ile arası çok iyi olmak; -in yakını
olmak, aralarından su sızmamak. Périr corps et
biens: İçindeki yolcu ve eşya ile birlikte batmak
(Le navire a péri corps et biens). En tout bien tout
honneur: İyi niyetle, hiç bir şey beklemeden (II
l'entoure d'attentions en tout bien tout honneur).
Grand bien vous fasse: Al da hayrını gör; sana
mübarek olsun. Bien mal acquis ne profite jamais:
Haram maldan hayır gelmez. Le mieux est
l'ennemi du bien: En iyi, iyinin düşmanıdır; bir
şeyin en iyisini yapayım diye beklersen hiç bir şey
yapamazsın.
bien s. 1. İyi, güzel, yakışıklı (Elle a dû être bien dans
sa jeunesse). 2. Yetkili, güvenilir, ciddî (C'est un
homme bien à qui on peut confier ce travail). 3.
Rahat, hoş (On est bien à l'ombre de ces arbres). §
Etre bien avec qn: -ile arası iyi olmak (Il est bien
avec son directeur).
bien bel. 1. İyi, gereği gibi (Il a bien agi). 2. İyi
koşullarla (lia bien vendu sa voiture). 3. Pek, pek
çok (Je suis bien content de vous voir en bonne
santé). 4. Aşağı yukarı, hemen hemen (Ilya bien
dix ans). § Bien de, bien des: Birçok, pek çok (Il
nous donne bien du souci; tu as bien de la chance; il
m'afaitbiendumal. Je l'aipris bien desfois. Ellea
bien des ennuis en ce moment). Eh bien: Eh peki,
pekâlâ. C'est bien fait, c'est bien fait pour: Oh
oldu, iyi oldu; -e oh oldu, iyi oldu (Vous avez été
victime de votre propre piège, c'est bien fait. Tu
bien-aimé
n 'as pas tenu compte de mes conseils et il t'est arrivé
ce malheur, c'est bien fait pour toi). Aussi bien:
Hem, zaten (Je ne pourrai pas venir demain; aussi
bien tu n'as plus besoin de mon aide, puisque tout
est fini). Bien plus: Dahası, üstelik (Il est
intelligent, bien plus il est travailleur). Aller bien:
1. Sağlığı yerinde olmak (Je vais bien ces jours-ci).
2. (İşler için) Yolunda gitmek, iyi gitmek (Ça va
bien. Les affaires vont bien). Vouloir bien: Kabul
etmek, pekâlâ demek (Je veux bien qu'il aille,
mais plus tard). Si bien que: l.Öyle ki, o kadar ki.
2. Bu yüzden, bundan dolayı (Il a bu toute la nuit,
si bien qu'il était malade le lendemain). Bien que:
-sine karşın, -sine rağmen; -diği halde (Il n'aide
personne, bien qu'il soit très riche). Aussi bien
que...: -gibi, -diği gibi. Hem..., hem de... (Il a
chassé sa femme aussi bien que ses enfants:
Karısını olduğu gibi çocuklarını da kovdu. Hem
karısını hem de çocuklarını kovdu).
bien-aimé,es. 1. En çok sevilen, gözbebeği (Un fils
bien-aimé)2. ad. Sevgili (Il cherche sa bien-aimée.
Son bien-aimé l'a quittée).
bien-dire er. Güzel söz, güzel konuşma, iyi ve rahat
konuşma.
bien-être er. 1. Rahat, rahatlık (Il cherce avant tout
son bien-être). 2. "Huzur, erinç (Ressentir un bienêtre général). 3. Gönenç, refah
(Le bien-être
social).
bienfaisance diş. 1. Yardımseverlik, iyilikseverlik,
hayırseverlik.
2.
Hayır,
hayır
işleri
(Etablissements de bienfaisance).
bienfaisant,e s. 1. Yardımsever, hayırsever. 2.
Sağlığa iyi gelen, onduran (L'action bienfaisante
d'un climat, d'une cure).
bienfait er. 1. İyilik, lütuf (// a comblé de bienfaits
tous ses amis). 2. Yarar (Les bienfaits de la
civilisation).
bienfaiteur, trice s. ve ad. İyilikçi; babalık yada
analık eden, "velinimet (La bienfaitrice d'un
orphelin. Membre bienfaiteur d'une association.
Bienfaiteur du peuple).
bien-fondé er. 1. Doğruluk, haklılık, yerindelik
(Personne ne conteste le bien-fondé des
revendications des ouvriers). 2. Gerçeğe
uygunluk, gerçeklik (Nous examinerons le bienfondé de votre réclamation).
ien-fonds
er.
Mülk,
taşınmaz
mallar,
"gayrimenkul.
ienheureux,euse s. l.Çok mutlu (Bienheureux
qui peut vivre en paix: Dağdağasız yaşayabilene
ne mutlu). 2. ad. Kilisece Ermiş ilân edilmiş
kişi (Dormir comme un bienheureux: Rahat
rahat uyumak).

155

bifteck

bien-jugé er. Yasa ve usule uygunluk,


biennal,es. 1. İki yıllık (Unplan biennal). 2. diş. İki
yılda bir yapılan yarışma, sergi şölen, "ikiyıldabir
(La biennale de Venise).
bienséance diş. 1. Yakışık, yol yöntem, edeplilik,
"hayâ duygusu (Sa toilette brave les bienséances).
2. Muaşeret kuralları, görgü kuralları (Elle avait
appris la bienséance chez un comte).
bienséant,e s. Yerinde, uygun, yakışık,
bientôt bel. Az sonra, birazdan, yakında (Nous
reviendrons bientôt. Vous serez bientôt payé). §A
bientôt: Haydi, hoşça kalın; şimdilik Allaha
ısmarladık,
bienveillamment bel. İyi yüreklilikle,
bienveillance diş. 1. İyi dileklilik, "hayırhahlık, iyi
yüreklilik (Il témoigne de la bienveillance à l'égard
de ses élèves). 2. "Teveccüh (Il cherche à gagner la
bienveillance de ses supérieurs). § Montrer de la
bienveillance à qn: Birine karşı "teveccüh
göstermek. Se concilier la bienveillance de qn:
Birinin "teveccühünü kazanmak,
bienveillant,e s. İyilikister, iyi dilekli, "hayırhah
(Un homme bienveillant. Il s'est montré fort
bienveillant à mon égard).
bienvenir (Eskimiştir) Se faire bienvenir de qn:
Biri tarafından hoş karşılanmak, iyi ağırlanmak
(Yalnız bu deyimde kullanılır),
bienvenu,es. 1. Hoş karşılanan (L'homme bon est
bienvenu partout). 2. Tam zamanında yapılan,
olan, isabetli (Remarque bienvenue). 3. ad. Hoş
geldi safa geldi, baş üstünde yeri var (Votre offre
est la bienvenue: Önerinizin başım üstünde yeri
var). § Soyez le bienvenu, la bienvenue: Hoş
geldiniz.
bienvenue diş. Geliş, varış (Célébrer la bienvenue
d'un homme d'Etat). § Discours de bienvenue:
Karşılama söylevi. Souhaiter la bienvenue à qn:
Birine hoşgeldiniz demek; hoşgeldiniz dileğinde
bulunmak (Au moment où vous mettez le pied
dans notre pays, je vous souhaite la bienvenue).
bière diş. 1. Bira (Bière blonde, bière brune). 2.
Tabut (Descendre la bière au fond de la fosse.
Porter la bière en terre). § Ce n'est pas de la petite
bière: tkz. Az şey değil; laf değil. C'est de la petite
bière: Önemsiz şey, pek güç bir şey değil,
biffage er. Çizme, karalama (Biffage d'un mot).
biffe diş. hlk. Piyade sınıfı, piyadeler,
biffer gçl. Üstünü çizmek, karalamak (Biffer une
phrase, un mot).
bifide s. İkiye yarılmış (Pétale bifide, sabot bifide).
bifocal,e s. İki odaklı, çift odaklı (Lunettes
bifocales.
bifteck er. Biftek.
bifurcation
bifurcation diş. 1. fkiye ayrılma, çatallanma, sapak
(Bifurcation d'un chemin defer, bifurcation d'une
route). 2. mec. Yön değiştirme (La bifurcation
dans les études).
bifurquer gsz. 1. İki kola ayrılmak (La voie de
chemin de fer bifurque à cet endroit). 2. Yön
değiştirmek, sapmak, yönelmek (Le train a
bifurqué sur une voie de garage. Ses affaires
allaient mal, il bifurqua vers la politique).
bigame s. ve ad. İki evli, ikieşli (Il est bigame. Une
bigame).
bigamie diş. İki evlilik, ikieşlilik.
bigarade
Bir tür turunç,
bigaradier er. Bir tür turunç ağacı,
bigarré,e s. 1. Alaca, alacalı (Une chemise
bigarrée). 2. Karışık, ayrı ayrı türden (Unelangue
bigarrée; une société bigarrée). 3. Bigarré de qch:
-ile alacalanıp bulacalanmış; -ile dolu (Une valise
bigarrée d'étiquettes).
bigarreau er. bitb. Alacakiraz.
bigarreautier er. bitb. Alacakiraz ağacı,
bigarrer gçl. 1. Alacalamak, alaca bulaca yapmak.
2. Bigarrer de qch: -ile alacalamak (Les pampres
bigarraient d'ombre et de clair sa charmante
figure). 3. Değişiklik vermek, renklendirmek
(Toutes les nuances qui bigarrent la vie commune).
bigarrure diş. 1. Alacalık (La bigarrure d'une
étoffe). 2. Değişik oluş, çeşitlilik, renklilik (Les
bigarrures du style témoignent de sa fantaisie
débridée).
bigle s. (Eski) Şaşı.
bigler gçl. 1. Şöyle bir bakmak (Bigle un peu cette
voiture). 2. gsz. Şaşı bakmak. 3. Bigler sur qch: -e
göz koymak, göz dikmek (Il bigle toujours sur les
femmes).
bigleux, euse s. ve ad. hlk. Şaşı.
bigophone er. 1, Mukavva düdük, mukavva flüt. 2.
tkz. Telefon (Je te donnerai un coup de
bigophone: Sana bir telefon ederim).
bigorne diş. İki ucu sivri örs; bakırcı örsü, kuyumcu
örsü,
bigorneau er. 1. Küçük örs. 2.Birtürmidye. 3 .argo.
Deniz topçu eri.
bigorner gçl.
1. Örs üstünde
döverek
yuvarlaklaştırmak. 2. hlk. Bükmek, kıvırmak. 3.
Çarpmak, hasara uğratmak (Bigorner sa voiture
contre un arbre. L'autocar a bigorné deux voitures
en stationnement). § Se bigorner: Kavga etmek,
dövüşmek.
bigot,es. ve ad. Kaba sofu, yobaz (Un homme bigot;
une bigote).
bigoterie diş. Kaba sofuluk, yobazlık (Sa bigoterie
va jusqu'à la superstition).

156
bilingue
bigoudi er. Bigudi; *sarmaç, 'kıvırtmaç (Mettre des
bigoudis. Une femme en bigoudis).
bigre Uni. Vay camna! Vay anasını be! (Bigre! Il fait
froid ce matin).
bigrement bel. tkz. Çok, pek (Il fait bigrement
chaud! Il a bigrement changé ces dernières
années).
bihebdomadaire s. Haftada iki kez olan yada
yayımlanan (Revue bihebdomadaire).
bihoreau er. hayb. Gece balıkçılı,
byou er. 1. Mücevher, cevahir (Mettre ses bijoux).
2. Güzel çocuk, cici çocuk. 3. Cici şey, çok güzel
şey.
bijouterie diş. 1. Mücevhercilik. 2. Cevahirci
dükkâm. 3. Mücevherat, takı.
bijoutier,ère ad, Cevahirci, mücevheratçı.
bikini er. Bikini, bikini mayo (Elleportait un bikini
bleu).
bilaner. Bilanço, *dengelem. § Faire le bilan de: -in
bilançosunu yapmak (Après avoirfait le bilan de la
situation, nous avons décidé de continuer), f
Déposer son bilan: 1. tic. Battığım ilân etmek. 2.
mec. Yenildiğini kabul etmek.
bilatéral,e s. İki yanlı, iki taraflı (Paralysie
bilatérale. Un accord bilatéral).
bilboquet er. 1. Birbirine uzunca bir kordonla bağlı
bir yuvarlakla bir çomaktan ibaret oyuncak. 2.
Hacıyatmaz. 3. (Kart, davetiye gibi) Küçük baskı
işleri.
bile diş. 1. Öd, safra. 2. mec. Öfke. § Décharger,
épancher sa bile: Öfkesini boşaltmak. Décharger
sa bile sur qn: -den öfkesini almak (Il a déchargé sa
bile sur sa femme). Echauffer la bile de qn: -in
kafasını kızdırmak; öfkelendirmek (Toutes ces
fadaises échauffent ma bile). Se faire de la bile:
Meraklanmak, kaygılanmak, üzülmek (Jemefais
de la bile pour l'avertir de mes enfants).
biler (se) hlk. Meraklanmak, kaygılanmak,
üzülmek (Ne te bile pas pour moi, je me
débrouillerai).
bileux, euse s. Çabuk kaygılanan, çabuk üzülen (Il
n'est pas bûeux).
biliaire s. Öde değgin, safraya değgin (Sécrétion
biliaire). § Calculs biliaires: Safra taşı. Vésicule
biliaire: Safrakesesi,
bilieux, euse s ve ad. 1. Safrası olan (Ilale teint jaune,
presque verdâtre des bilieux). 2. Ödümsü, öd
renginde, safra renginde. 3. mec. Hırçın, çabuk
kızan, geçimsiz (Un tempérament bilieux).
bilingue s. ve ad. 1. İki dil üzere olan (Un
dictionnaire bilingue. Une édition bilingue). 2. İki
dil konuşan, iki dilli (Une région bilingue. Les
bilingues).
bilinguisme
bilinguisme er. İki dil konuşma, iki dillilik (Le
bilinguisme esi reconnu dans de nombreux Etats
de l'Inde).
bili er. (İngiliz parlamentosunda) Yasa tasarısı yada
yasa.
billard er. 1. Bilardo (Faire une partie de billard). 2.
tkz. Ameliyat masası (Passer, monter sur le
billard: Ameliyat olmak). 3. tkz. Yağ gibi,
dümdüz (Cette route est un vrai billard). § C'est du
billard hlk. Çok kolay, tereyağından kıl çekmek
gibi bir şey.
bille diş. 1. Bilya (Les enfants jouent aux billes). 2.
tkz. Kafa, yüz (Il a une bonne bille). 3. Tomruk
(Bille de bois). § BiUe de billard: Dazlak kafa.
billebaude diş. Karışıklık. § A la billebaude:
Karmakarışık, düzensiz,
billet er. 1. Tezkere, pusula (Ecrire, envoyer un
billet. 2. Bilet (Prendre un billet d'avion. Un billet
de loterie. Entrer avec billet, sans billet. Le
contrôle des billets. Billet de théâtre, de concert.
Billet d'aller; billet d'aller et retour). 3. Kâğıt para
(Mettre, ranger ses billets dans son portefeuille). 4.
Bono, senet (Protester un billet: Bir senedi
protesto etmek. Billet à ordre: Emre muharrer
senet. Billet à ordre en blanc: Açık bono. Billet au
porteur: Hamiline ödenen senet. Rembourser un
billet: Bir senedi ödemek). $ Billet de banque:
Banknot. Billet doux: Aşk mektubu, nâme
(Ecrire un billet doux à sa bien-aimée).
billette diş. 1. Soba odunu (Un fagot debillettes). 2.
Merdane.
billetterie diş. 1. Bilet satışı, biletçilik. 2. Bilet satış
yeri.
billevesée diş. Saçma şey, ipe sapa gelmez söz
(N'écoutezpas ces billevesées).
billion er. 1. (Eskimiştir) Milyar 2. Trilyon,
billon er. 1. (Eskiden) İçinde biraz gümüş bulunan
bakır para, mangır. 2. (Şimdi) Pirinçten basılmış
ufak para, ufaklık. 3. Tarlada sabanın meydana
getirdiği yastık,
billot er. 1. Kütük. 2. Örs kütüğü. 3. Üzerinde et vb.
doğranan, türlü işler yapılan kalın tahta. 4.
Hayvanların koşmalarına yada bir yere
girmelerine engel olmak için boyunlarına
bağlanan sırık, çangal. 5. Cellât kütüğü, § Périr
sur le billot: Kellesi kesilmek, cellat elinde can
vermek. J'en mettrais ma tête sur le billot:
Kellemi keserim!
bimane s. ve ad. İki elli (Animal bimane. Un
bimane).
bimbelot er. 1. Çocuk oyuncağı. 2. Değersiz ufak
tefek biblolar,
bimbeloterie diş. 1. Biblo yapımcılığı, bibloculuk.

157

biosphère
2. Biblolar (Boutique de bimbeloterie).
bimbelotier, ère ad. Biblocu.
bimensuel, les. Ayda iki kez yayımlanan yada olan
(Publication bimensuelle).
bimestriel, le s. İki ayda bir yayımlanan yada olan
(Revue bimestrielle).
bimétalliques. İki madenden oluşmuş,
bimétallisme er. İki temel madene, altın ile gümüş
madenlerine dayanan sikke sistemi. Çift maden
standardı (ilkesi),
bimoteurs. 1. Çift motörlü (Avion bimoteur). 2. er.
Çift motorlu uçak (Un bimoteur de transport).
binage er. Tarlayı ikinci kez çapalama, ikileme,
binaire s. İki sayısına dayanan, ikili birime
dayanan, ikili (Nombre binaire. Une analyse par
découpage binaire; rythme binaire).
binard, binart er. Kesme taş taşımaya özgü iki
tekerlekli araba.
binational,e s. Çift "tabiiyetti, çift uyruklu,
biner gçl. 1. İkinci kez çapalamak, ikilemek (Biner
un champ). 2. gsz. Bir günde iki ayin yapmak,
binette diş. 1. Çapa. 2. tkz. Surat (Une drôle de
binette). § S'en faire une binette: tkz. Surat asmak
(Eh bien, tu t'en fais une binette! Qu'est-ce qui
t'est arrivé?).
biniou er. Gayda, bröton gaydası.
binoclard,es. tkz. Gözlüklü (Etudiant binoclard).
binocle er. Kelebek gözlük, burun üstüne
tutturulan sapsız gözlük,
binoculaire s. vead. 1. İki gözle yapılan (La vision
binoculaire dorme la sensation du relief.) 2. İki
gözlü, iki göz için (Microscope, télescope
binoculaire). 3. diş. Orduda gözetleme işlerinde
kullanılan dürbün, gözetleme dürbünü,
binôme er. mat. İki terimli,
biobibliographie diş. (Bir yazarın) Yaşamöyküsü ve
yapıtları.
biochimie diş. Biyokimya, dirilkimya.
biochimiste ad. Biyokimyacı, dirilkimyacı.
biographe er. Yaşamöyküsü yazarı,
biographie diş. 'Yaşamöyküsü (Ecrire sa
biographie).
biographique
s.
'Yaşamöyküsel
(Notice
biographique).
biologie diş. Biyoloji, *dirimbilim.
biologiques. Biyolojiye değgin, 'dirimbilimsel.
biologiste er. Biyoloji bilgini, *dirimbilimci.
biométrie diş. Dirimölçüm.
bionique diş. 1. Dirimkurgu. 2. s. Dirimkurgusal.
biophysique diş. Biyofizik,
biopsie diş. hek. Mikroskopta incelemek üzere bir
dokudan parça alma, biyopsi,
biosphère diş. Biyosfer, *dirimyuvan.
biotope
biotope er. (Belirli bir hayvan ve bitki topluluğuna
yaşama koşulları sağlayan) Biyolojik ortam,
dirimsel ortam, yaşama ortamı,
biparti, bipartite s. 1. İki partili, çift partili (Un
gouvernement bipartite). 2. İki yanlı, çift taraflı
(Un accord bipartite).
bipartisme er. İki partili yönetim; çift partililik.
bipartition diş. İkiye bölünme (Bipartition
cellulaire).
bipède s. ve ad. 1. İki ayak üstünde yürüyen, iki
ayaklı (Les oiseaux sont bipèdes. L'hommeestun
bipède). 2. er. (Atlarda) Ayak çifti (Le bipède
antérieur).
bipédie diş. İki ayaklılık; iki ayak üstünde yürüme,
bipennes. 1. İki kanatlı, çift kanatlı. 2. diş. İki ağızlı
balta, eski Roma teberi,
biphasé,es. İki fazlı, iki evreli.
bipolaire s. İki kutuplu, iki *uçlaklı (Aimant
bipolaire).
bipolarisation diş. İki uçta toplama, iki kutupta
toplanma.
bipolarité diş. İki kutupluluk, iki uçluluk.
bique diş. tkz. 1. Keçi. § Vieille bique: Cadı, cadı
karı, cadaloz,
biquet er. tkz. Oğlak,
biquette diş. Genç keçi, çepiç,
biquotidienne s. Günde iki kez.
birbe er. hlk. Tirit, moruk (Un vieux birbe).
biréacteur er. İki reaktörlü uçak.
biréfringence diş. fiz. Çifte kırılma, çifte kırılış,
biréfringent,e s. fiz. Çifte kırılıştı,
birème diş. (Eskiden) İkişer sıra kürekli kayık,
gemi.
biribi er. 1. Eski bir kumar oyunu. 2. argo. Afrika
inzibat kıtası (Aller à biribi).
biroute diş. argo. Kamış, babafingo, yarak,
bis,es. Boz, boz renkli, esmer (ila un teintbis. La
toile bise. Le pain bis).
bis bel. 1. Bir daha, yinelenen (Il habite au 20 bis de
la Rue des Ecoles). 2. ünl. Bir daha, bir daha;
yeniden (Lepubliccriait. bis, bis). 3. er. Yineleme
(Un bis).
bisaïeul er. Dedenin yada ninenin babası (Des
bisaïeuls).
bisaïeule diş. Dedenin yada ninenin anası,
bisaille diş. 1. Esmer un. 2. (Bezelye ile burçak
karışığı) Tavuk yemi.
bisannuelle s. 1. İki yılda bir olan yada yayımlanan
(Cérémonie bisannuelle). 2. İki yıl süren, iki yıl
yaşayan (Plantes bisannuelles).
bisbille diş. tkz. Bir hiç yüzünden çıkan kavga,
bozuşma. § Etre en bisbille avec qn: -ile arası açık
olmak, bozuşmak.

158

bissexte
biscornu,es. 1. Çift boynuzlu. 2. Biçimsiz, çirkin. 3.
Tuhaf, acaip (Idées biscornues).
biscotiner. Peksimet.
biscotte diş. Fırında kurutulmuş ekmek dilimi;
şekersiz bisküvi; peksimet,
biscuit er. 1. Peksimet (Ration de biscuit). 2.
Bisküvi. 3. Mermeri andıran sırsız beyaz porselen
(Un bibelot en biscuit de Sèvres. Une statuette en
biscuit).
biscuitergçl. (Porselen için) Fırınlamak,
biscuiterie diş. 1. Peksimet yada bisküvi fabrikası.
2. Bisküvicilik.
bise diş. 1. Genellikle kuzey yada kuzey-doğudan
esen dondurucu yel; karayel (Il avait les doigts
engourdis par la bise).2. hlk. Öpücük. § faire une
bise à qn: -e bir öpücük vermek (Fais une bise à
papa).
biseau er. 1. Eğik olarak kesilmiş kenar, pah, şataf
(Le biseau d'une vitre). 2. Oyma kalemi. § En
biseau: Eğik olarak, yanlamasına (Une glace
taillée en Biseau. Un sifflet en biseau).
biseautage er. Pahlama,şataflama (Biseautaged'un
verre de montre).
biseauter gçl. 1. Pahlamak, şataflamak (Biseauter
un diamant, une glace). 2. (Oyunda) Kâğıtlara
işaret koymak (Biseauter les cartes).
biser gçl. 1. Yeniden boyamak (Biser une étoffe). 2.
hlk. Öpmek. 3. gsz. (Arpa, buğday vb. için)
Bozulup kararmak,
bisexualité^. İki eşeylilik, iki cinsiilik; erdişilik.
bisexuel,le s. İki eşeyli, iki cinsli; erdişi.
bismuth er. kim. Bizmut,
bison,ne ad. Hörgüçlü yaban öküzü, bizon,
bisou er. tkz. Öpücük (Fais un gros bisou à papa).
bisquain, bisquin er. Koyun postu,
bisque diş. (Her türlü etten yapılmış) Ezme çorbası
(Bisque de homard, bisque d'écrevisses).
bisquer gsz. hlk. Kızmak, çatlamak, kudurmak. §
Faire bisquer qn: Birini çatlatmak, kudurtmak
(Laisse-le tranquille, ne le fais pas bisquer).
Bisque, bisque, rage!: Çatla da patla!
bissac er. Heybe (Un paysan portant le bissac sur
l'épaule).
bisse diş. Karayılan.
bissecteur, trice s. ve ad. 1. İki eşit parçaya bölen
(Droite bissectrice). 2 .diş. Açıortayı, açıortay (La
bissectrice coupe un angle en deux parties égales).
bissection diş. İki eşit parçaya bölme,
bisser gçl. 1. Yinelemek, yeniden yapmak (Bisser
un couplet). 2. Yineletmek, yeniden yaptırmak
(Bisser un acteur, un soliste, un musicien).
bissexte er. Artık yıllarda şubat ayına eklenen yirmi
dokuzuncu gün, artık gün.
bissextile
bissextile s. Artık (Année bissextile: Artık yıl).
bissexué,e; bissexuel,le s. bitb. İki eşeyli, "erdişi
(Plantes bissexuelles).
bissot er. Çift demirli saban,
bistorte diş. bitb. Kurtpençesi.
bistouille diş. hlk. Kötü içki; içine alkol katılmış
kahve.
bistouri er. Neşter, bisturi,
bistournage er. 1. İğdiş etme. 2. Burma,
bistourner gçl. 1. Burmak. 2. İğdiş etmek,
bistre s. 1. Barut rengi, koyu esmer 2. er. Koyu
esmerlik, barut rengi,
bistré,es. Koyu esmer, yanmış, tunç rengi (Avoir le
teint bistré).
bistrer gçl. Barut rengi vermek, koyu esmer
yapmak.
bistrot er. hlk. 1. İçkili kahve; basit lokanta (On va
prendre un verre au bistrot d'en face. Il mange à
midi dans un petit bistrot). 2. (Eskiden) İçkili
kahve yada küçük bir lokanta işleten adam (Le
bistrot avait sorti dehors quelques tables).
bisulce, bisulque s. Çatal tırnaklı (hayvan).
bitonal,e s. İki tonlu (Voix bitonale).
bitord er. İnce ip, ispaolo.
bitoser. argo. Şapka.
bitte diş. 1. (Palamar bağlanılan) Baba; iskele
babası. 2. tkz. Kamış, babafingo, yarak,
bitter | biter] er. Bir tür acı likör,
bitumageer. Bitümleme, asfaltlama,
bitume er. 1. Bitüm, asfalt (Des ouvriers défoncent
le bitume pour réparer une canalisation) 2. hlk.
Kaldırım (Arpenter le bitume. Des peintres
exposent sur le bitume).
bitumer gçl. Asfaltlamak (Bitumer un trottoir, une
chaussée).
bitumeux,euse; bitumineux,euse s. Bitümlü;
bitümsü. Asfaltlı. Asfaltsı.
biture diş. hlk. Sarhoşluk, esriklik. Prendre une
biture: Kafayı iyice çekmek, sarhoş olmak. § A
toute biture: tkz. Var hızıyla, dolu dizgin, son
süratle.
,
bivalves, vead. l.İkiçenctli (Coquillage bivalve). 2.
diş. ç. hayb. Yassısolungaçlılar (Les bivalves).
biveau er. Kolları açılır kapanır gönye,
bivouac er. 1. Açık ordugâh. 2. Kamp yeri, kamp,
*dinlenek (Feux de bivouac. Coucher au
bivouac).
bivouaquer gsz. 1. Açık ordugâh kurmak. 2. Kamp
kurmak, dinlenek kurmak,
bizarre s. 1. Tuhaf, acaip, garip (Idée bizarre.
Vêtement bizarre). 2. Özençli, kaprisli, bir anı bir
anma uymayan (Un être bizarre).
bizarrement bel. Tuhaf bir biçimde.

159

blairer
bizarrerie diş. 1. Tuhaflık, acaiplik (La bizarrerie
d'une idée, d'une situation). 2. Özençlilik,
kaprislilik, bir anı bir anına uymazlık (Sa
bizarrerie n'était pas affectée).
bizut, bizuth er. argo. (Yüksek öğretim
okullarında) Birinci sınıf öğrencisi; acemi çaylak,
biablabla er. tkz. 1. Çene çalma, gevezelik, çançan.
2. Boş laf (Tout ça n'est que du biablabla, venons
au fait: Bütün bunlar boş lâf, sadede gelelim). §
Faire du biablabla: Çene çalmak,
blackboulage er. 1. Aleyhte oy verme; başarısızlığa
uğratma. 2. Sınıfta döndürme, sınıfta bırakma,
blackbouler gçl. 1. Aleyhteoy vermek, başarısızlığa
uğratmak, seçtirmemek
(Blackbouler
un
candidat aux élections). 2. Sınıfta bırakmak,
sınavda döndürmek (Blackbouler un élève). § Se
faire blackbouler: Başarısızlığa uğramak,
seçilememek, yenilmek,
black-out [Blakawt] er. Ing. Karartma (Fermer
volets et rideaux pour le black-out). § Faire le
black-out sur qch: -in konusunda susmak, hiç söz
etmemek (Faire le black-out surun événement,
sur une information).
black-rot [blakRit] er. Ing. Bir bağ hastalığı,
blafard,e s. Soluk, uçuk, akçıl (Un teint blafard.
Une lueur blafarde).
blague diş. 1. Tütün tabakası. 2. tkz. Yalan, kıtır. 3.
tkz. Şaka, matrak (Raconter des blagues). 4. Gaf,
hata (J'ai fais une blague. Il a fait des blagues dans
sa jeunesse et il en subit maintenant les
conséquences). § Sans blague!: Yapma! Şakayı
bırak! Matrak geçme! Şaka bir yana. Faire une
blague à qn: Birine bir şaka yapmak, bir muziplik
yapmak (Nous allons lui faire une blague).
Prendre qch à la blague: -i şakaya almak, ciddiye
almamak (Ilprend tout à la blague).
blaguer gsz. tkz. 1. Dalga geçmek, matrak geçmek
(Il blague encore, ne l'écoute pas. Vous blaguez!)
2. gçl. Blaguer qn: -ile matrak geçmek; alay
etmek; işletmek (Il avait une manière de blaguer
les gens sans les fâcher. Il blague sa femme sur son
nouveau chapeau). 3. Yalan söylemek, kıtır
atmak (Vous blaguez! Est-ce possible?).
blagueur,euse s. vead. tkz. 1. Kıtırcı. 2. Matrakçı,
dalgacı, şakacı, alaycı (C'est un blagueur dont il
faut se méfier. Un sourire blagueur).
blairer, hlk. 1. Burun.2. Surat,
blaireau er. 1. hayb. Porsuk. 2. (Porsuk kılından)
Boya fırçası. 3. Traş fırçası,
blairer gçl. hlk. Sevmek, beğenmek. § Ne pas
pouvoir blairer qn: -den tiksinmek; hiç
sevmemek; -e bir dakika tahammül edememek
(Je ne peux pas blairer ce type: Bu adama bir
blâmable

160

dakika
tahammülüm
yok;
bu
adamdan
tiksiniyorum).
blâmable s. Kınanılacak, ayıplanacak (Un acte
blâmable).
blâme er. 1. Kınama, ayıplama (Ce silence unanime
constitue pour lui un blâme sévère). 2. Uyarma
cezası, "ihtar (Donner un blâme à un
fonctionnaire. Recevoir un blâme). § Encourir,
s'attirer le blâme de qn: Biri tarafından
ayıplanmak, kınanmak, eleştirilmek; birinden
sözişitmek. Jeter le blâme sur qn: Birini kınamak,
blâmer gçl. 1. Kınamak, ayıplamak (Blâmer les
agissements coupables d'un caissier.) 2. Uyarma
cezası vermek, ihtar vermek (Le conseil de
discipline a blâmé l'élève qui avait copié). 3.
Blâmer qn de qch, pour qch, de f.qch: Birini -den
dolayı ayıplamak; -diğinden dolayı kınamak (On
le blâme de (pour) son attitude. Tout le monde l'a
blâmé d'avoir agi de la sorte).
blanc, blanche s. 1. Ak, beyaz (Fleur blanche, vin
blanc). 2. Temiz (Linge blanc; draps blancs). 3.
Boş, yazılmamış (Page blanche). 4. Açık tenli,
beyaz (Race blanche). S. Suçsuz (Les jugements de
cour vous rendront blanc ou noir). § Bulletin de
vote blanc: Boş oy pusulası. Arme blanche: Kesici
yada batıcı silah. Drapeau blanc: Teslim bayrağı.
Nuit blanche: Uykusuz gece (Passer une nuit
blanche). Carte blanche: mec. Açık bono, tam
serbestlik. Voix blanche: Kişiliksiz bir ses.
Examen blanc: Deneme sınavı, sayılmayan sınav.
Vers blancs: Özgür koşuk, "serbest nazım.
Donner carte blanche & qn: Birine açık bono
vermek, istediği gibi davranmak yetkisi vermek.
Sortir de qch avec les mains blanches: Bir şeyden
lekelenmeden, alnının akıyla çıkmak,
blanc er. 1. Ak renk, ak, beyaz, aklık, beyazlık (Un
blanc net, laiteux, éclatant). 2. Ak giysi, beyazlar
(Porter du blanc, être vêtu de blanc). 3. Beyaz bez.
4. Bir yazıda açık bırakılan yer. 5. Beyaz et, göğüs
eti (Blanc de poulet. Blanc de perdrix). 6. Ak (Le
blanc des yeux). 7. Beyaz ırktan erkek (Moins le
blanc est intelligent, plus le noir lui paraît bête. La
traite des blanches: Beyaz kadın ticareti). 8. İç
çamaşırı, çamaşır (Magasin de blancs). 9. Beyaz
şarap (Je préfère le blanc). § Blanc d'Espagne:
Tebeşir tozu. Blanc de bakine: İspermeçet. Blanc
de céruse, blanc de plomb: Üstübeç. Mets au
blanc: Unla terbiye edilmiş yemekler. Tir à blanc:
Kuru sıkı (atma). A blanc: Beyaz oluncaya kadar,
akkor haline gelinceye kadar ( C h a u f f e r un métal à
blanc). De but en blanc: Damdan düşercesine;
doğrudan doğruya, hazırlıksız (Je lui ai demandé
de but en blanc quelles étaient les raisons de son

blanchissant
hostilité à mon égard). Se mettre en blanc: Ak
giysiler giyinmek, aklara bürünmek. Saigner à
blanc: Kanını emmek, iliğini boşaltmak (Les
impôts saignent à blanc le contribuable). Tirer à
blanc: 1. Talim fişeğiyle atış yapmak. 2. Karavana
atmak. Regarder qn dans le blanc des yeux: -in
gözünün içine dik dik bakmak. Rougir jusqu'au
blanc des yeux: Kulağına kadar kızarmak. Dire
tantôt blanc tantôt noir: Bir dediği bir dediğini
tutmamak, ak dediğine biraz sonra kara demek.
Ecrire qch noir sur blanc: Bir şeyi yazıya dökmek,
sonradan yapılacak itirazları önlemek için yazılı
olarak bildirmek,
blanc-bec er. Toy delikanlı,
blanc-étoc, blanc-estoc er. (Ormancılıkta) Bir
ormanı toptan kesim; yerle bir kesim,
blanchaille diş. Genellikle yem olarak kullanılan
küçük beyaz balıklar,
blanchâtres. Beyazımtrak, akımsı.
blanche diş. 1. müz. İkilik, beyaz (nota). 2. Beyaz
bilardo topıî. 3. Beyaz kadın,
blancheter. 1. Bir tür beyaz yünlü. 2. Süzgeç bezi. 3.
(Basımcılıkta) Makine gömleği,
blancheur diş. Aklık, beyazlık (La blancheur du
teint. Linge d'une blancheur éclatante).
blanchiment er. Ağartma, kastarlama (Le
blanchiment d'un mur. Blanchiment des tissus
écrus).
blanchir gçl. 1. Ağartmak, beyazlatmak (Une
crème qui blanchit le teint). 2. Yıkamak,
temizlemek (Donner son linge à blanchir). 3.
Bey azlara bürümek, ak bir tabakayla örtmek (La
neige blanchit les montagnes). 4. Haşlamak,
kaynar sudan geçirmek (Blanchir des légumes,
des choux). 5. mec. Temize çıkarmak, aklamak
(Ces témoignages le blanchissent à mes yeux. Il est
sorti blanchi du procès). 6. gsz. Saçı sakalı
ağarmak (Tuas enfin blanchi). 7. Blanchir de qch:
-den rengi kireç gibi olmak (Blanchir de rage, de
peur). 8. gsz. Aklaşmak beyazlaşmak (Ses
cheveux blanchissent). § Blanchir sous le harnais:
Bir işte, bir meslekte uzun yıllar çalışmak, saçını
sakalını bir işte ağartmak. Bu sakalı değirmende
ağartmamak. Etre blanchi de qch: -den
aklanmak, temize çıkmak. Sortir blanchi de qch:
-den aklanmış olarak çıkmak, beraat etmek. § Se
blanchir: 1. Düzgün ya da pudra sürünmek. 2.
mec. Temize çıkmak, aklanmak,
blanchissage er. 1. Çamaşır yıkama, yıkatma.
(Envoyer du linge au blanchissage). 2. (Yünü)
Kastarlama. 3. (Şekeri) Arıtma; ham şekeri
beyaz şeker durumuna getirme,
blanchissantes. Ağaran (L'aubeblanchissante).
blanchissement
blanchissement er. Ağarma, aklaşma
(Le
blanchissement des cheveux).
blanchisserie diş. 1. Ağartma yeri, kastarlama yeri.
2. Çamaşırcı dükkânı; giysi temizleme evi,
temizleyici dükkânı,
blanchisseur,eusead. Temizleyici; çamaşırcı,
blanc-manger er. 1. Süt, badem, şeker ve kokulu
maddelerle yapılan bir tür muhallebi. 2.
Dondurulmuş beyaz et, °jöle.
blanc-seing[blâsc] er. Açık imza, açık mühür; boş
bir kâğıdın altına atılan imza yada basılan mühür
(Il a abusé des blancs-seings qu'on lui a donnés
pour vendre les titres de propriétés). § Donner un
blanc-seing à qn: -e açık bono vermek, tam yetki
vermek (Je lui donne un blanc-seing).
blancs-manteaux er. ç. Hıristiyanlarda, birtarikatin
üyelerine verilen ad; *ak cübbeliler.
blanquette diş. 1. Küçük ve beyaz bir yaz armudu. 2.
Bir tür beyaz şarap. 3. Yahni, salçalı bir et yemeği
(Blanquette de veau, blanquette d'agneau).
blasé,e s. 1. Bıkmış, bıkkın (Un esprit blasé que rien
ne passionne). 2. Blasé sur qch, de qch: -den
bıkmış (Je suis blasé sur tout. Je suis blasé de ce
genre de lecture). 3 .ad. Her şeyden bıkmış kimse,
bıkkın. § Faire le blasé: Hiçbir şeyde hevesi
olmamak, her şeye karşı bıkkın davranmak,
blaser gçl. 1. Bıktırmak, bıkkınlık vermek, tad
almaz duruma getirmek (Cette vie luxueuse l'a
blasé). 2. Duygusunu köreltmek (Le spectacle
quotidien de la misère^ avait fini par le blaser). 3.
Blaser qn sur qch, de qch: Birini -den bıktırmak
(Les difficultés m'ont blasé sur le voyage, du
voyage). 4. Blaser qn de f.qch: Birini -mekten
bıktırmak (La monotonie de la vie l'avait blasé de
travailler). §Se blaser: 1. Bıkmak. 2. Se blaser de
qch: -den bıkmak (Faites attention qu 'il ne se blase
pas des plats épicés que vous lui servez).
blason er. 1. Arma. 2. Armalar bilimi. § Redorer son
blason: Durumunu yeniden düzeltmek; yeniden
zengin olmak. Ternir son blason: Adım batırmak;
ailesinin şerefini batırmak,
blasonner gçl. 1. Arma resmetmek. 2. Armaları
yorumlamak,
blasphémateur,trice s. ve ad. 1. Kâfir (Les
blasphémateurs se moquent des commandements
de Dieu). 2. Dine aykırı olan, küfür sayılan
kâfirce.
blasphématoire s. Dine ve kutsallığa karşı olan,
küfürlü (Des propos blasphématoires. Une
attaque blasphématoire contre la religion et ses
prêtres).
blasphème er. 1. (Dinsel anlamda) Küfür (La perte
de son enfant la porte à proférer des blasphèmes

161

bléser
contre Dieu. Le blasphème des grands esprits est
plus agréable à Dieu que la prière intéressée de
l'homme vulgaire). 2. Sövgü, hakaret, küfür,
blasphémer gsz. 1. Küfür işlemek, küfürde
bulunmak (Taisez-vous, vous blasphémez). 2.
Blasphémer qn, qch; contre qn, qch: -e
küfretmek, -e küfretmek, sövmek, hakaret
etmek (Blasphémer contre le Ciel. Une pareille
conduite blasphème la morale. Il blasphème la
science, le nom de Dieu).
blatérer gsz. 1. (Koç) Melemek. 2. (Deve)
Bozlamak,
blatier er. Buğday satıcısı,
biatte diş. Hamamböceği.
blé er. Buğday (Blé dur; blé tendre. Bléenherbe, blé
vert, blé mûr). § Blé de Turquie: Mısır. Grenier à
blé: Buğday ambarı. Crier famine sur un tas de
blé: Varlıklı olduğu halde yoksulluktan yanıp
yakılmak. Etre fauché comme les blés: tkz. Beş
parası olmamak, meteliksiz olmak. Manger son
blé en herbe: Gelirini önceden harcamak; varını
yoğunu harcayıp bitirmek. Semer du blé: Buğday
ekmek,
blèches. argo. Kötü; çirkin,
bled |Med\ er. 1. (Kuzey Afrika'da) İç ülke; deniz
kıyısından uzak yerler. 2. Köy, doğulan yer (Cet
été, je vais dans mon bled). 3. hlk. Bakımsız,
verimsiz yer, Allahın kırı (Quel bled, on s'y ennuie
à mort).
blêmes. 1. Pek solgun, pek sönük ( Une lueur blême,
un teint blême). 2. Blême de qch: -den kül rengi
kesilmiş, benzi atmış (Il était blême de colère, de
rage).
blêmir gsz. 1. Solgunlaşmak, sararıp solmak (Son
visage blêmit de plus en plus). 2. Blêmir de qch:
-den kül gibi kesilmek; -den sapsarı kesilmek,
kireç gibi olmak, benzi atmak (Blêmir de peur, de
colère).
blêmissant,es. Solgunlaşan, solan, sararıp solan,
blêmissement er. Sararıp solma, solgunlaşma,
solgunluk.
blende diş. Doğal çinko sülfürü (Cristaux de
blende).
blennie diş. hayb. Horozbina (balığı),
blennorragie diş. hek. Belsoğukluğu.
blennorragique s. 1. Belsoğukluğuna değgin
(Ecoulementblennorragique). 2. ad. Belsoğuklu;
belsoğukluğuna yakalanmış,
blépharite diş. hek. Göz kapakları yangısı, göz
kapağı iltihabı,
blèses. ve ad. Peltek.
Mèsement er. Peltek peltek konuşma,
bléser gsz. Peltek peltek konuşmak.
blésité

162

blésité diş. Pelteklik.


blessant,es. 1. Yaralayıcı, dokunan, üzücü, yüreğe
işleyen (Des paroles blessantes; procédés
blessants). 2. K ı n a , saldırgan, küstah (Son
orgueil le rend blessant).
blessé,es. vead. 1. Yaralı (J'ai été blessé au bras. Un
blessé grave, un blessé léger. Des blessés de
guerre). 2. Kırgın, gücenik. 3. Blessé de qch: -den
alınmış; -e kırılmış, gücenmiş (Ilparaissait un peu
blessé de mes paroles).
blesser gçl. 1. Yaralamak (La balle a blessé le
poumon droit. Il a blessé son ancien ami avec un
revolver). 2. Yara açmak, vurmak (Ces
chaussures me blessent les pieds). 3. Kırmak,
incitmek, "rencide etmek (Blesser l'amourpropre, l'orgueil). 4. Bozmak, tırmalamak
(Ces
couleurs criardes blessent la vue. Cette musique de
sauvage blesse nos oreilles). S. Zarar vermek,
bozmak, ziyan vermek (Cet accord blesse nos
intérêts). § Se blesser. 1. Yaralanmak. 2.
İncinmek, alınmak (Il se blesse pour peu de
chose).
blessure diş. (Gerçek ve mecaz anlamıyla) Yara
(Recevoir une blessure. Panser une blessure. Une
blessure d'amour-propre). § Rouvrir, raviver une
blessure oubliée: Küllenmiş bir yarayı deşmek,
blet,te s. Aşırı olmuş, çok olgunlaşmış, geçmiş
(Poires blettes).
blettir gsz. (Yemişler için) Aşırı olgunlaşmak,
geçmek.
blettissement er. blettissure diş. (Yemişler için)
Aşırı olgunlaşma, geçme,
bleu,es. 1. Mavi, gök (Un ciel bleu, une fleur bleue).
2. er. Mavi renk (Bleu de Prusse, bleu de cobalt).
3. er. tkz. Morluk, morartı (Elle avait des bleus
partout). 4. er. tkz. Bir okula yeni gelmiş öğrenci;
acemi er (Les bleus et les anciens. Brimer les
bleus). S. er. Mavi iş tulumu (Un bleu de
mécanicien. Enfiler ses bleus). § Sang bleu: Soylu.
Bas bleu: Niteliksiz kadın yazar. Cordon bleu:
Çokiyiyemekyapanaşçı. Conte bleu: Peri masalı.
Maladie bleue: Mavi hastalık (Enfant bleu: Mavi
hastalıklı çocuk). Colère bleue: Yaman öfke.
Avoir du sang bleu: Soylu bir aileden gelmek;
soylu olmak. Etre bleu de qch: -den mosmor
kesilmek (Ses lèvres sont bleues de froid). En être
bleu: Şaşıp kalmak (Son imprudence dépasse les
bornes, j'en suis tout bleu). N'y voir que du bleu:
Hiçbir şey anlamamak; bir türlü akıl
erdirememek. Prendre qn pour un bleu: Birini
acemi yerine koymak. Passer au bleu: tkz. hlk.
Sırra kadem basmak, ortadan kâyboluvermek, iç
edilmek (Unmilliond'argentpassaaubleu).
Faire
blocage
passer qch au bleu: İç etmek, yemek, hileli yolla
ortadan kaldırmak (Le caissier afait passer au bleu
plusieurs millions).
bleuâtres. Mavimtırak, mavimsi,
bleuet, bluet er. Mavi kantaron, peygamberçiçeği.
bleuir gçl. 1. Mavi bir renk vermek (La lune, dans
cette nuit très daire, bleuissait les marais). 3.
Mosmor etmek (Le froid lui bleuit le visage). 3.
gsz. Mavileşmek, morarmak (Le paysage
bleuissait sous la lune. La côte bleuissait au loin).
bleuissage er. Mavileşme; morarma,
bleuté,e s. Maviye çalan, hafif mavimsi (Blanc
bleuté, reflet bleuté).
blindage er. 1. Koruma siperi çekme (Blindage d'un
tunnel, blindage d'une galerie de mine). 2.
Zırhlama, zırh geçirme (Blindage d'un char, d'un
navire). 3. Çelik zırh.
blindé,es. 1. Zırhlı (Un train blindé. Armée blindée,
régiment blindé). 2. mec. tkz. İyice pişmiş, çok
deneyim geçirmiş, bağışıklık kazanmış (Il en a vu
d'autres, il est blindé maintenant). 3. hlk. Sarhoş.
4. er. Zırhlı araç (Les blindés ont percé le front).
blinder gçl. 1. Zırhlamak, zırh kaplamak (Blinder
un train, un char, une porte, un coffre). 2. Koruma
siperi çekmek (Blinder un tunnel). 3. mec. tkz.
İyice pişirmek, duygularını köreltmek, hiçbir
şeye aldırmaz duruma getirmek (L'adversité l'a
blindé. Les malheurs l'ont blindé contre
l'injustice). § Se blinder contre qch: -e karşı
bağışıklığı olmak; -e pek aldırmamak (Se blinder
contre la critique).
blizzard er. Tipi; kar fırtınası,
bloc er. 1. Büyük parça, kitle, blok (Un bloc de
marbre, de granit). 2. Yığın (Un bloc de papiers).
3. Bütün (Ces divers éléments constituent un bloc).
4. Kodes; nezaret, nezarethane (Passer la nuit au
bloc). 5. Bloknot, not defteri. 6. Blok (Le bloc
occidental, le bloc soviétique). 7. Kamp, yaka (La
France est divisée en deux blocs à ce sujet). § A bloc:
1. Tamamiyle, sonuna kadar, tam (Serrer les
robinets à bloc. Hisser un drapeau à bloc). 2. Çok,
elinden gelebildiğince, bütün gücüyle (Travailler
à bloc). En bloc: 1. Hep birlikte (Se soulever en
bloc). 2. Toptan (Acheter en bloc le stock de
marchandises). 3. Ayrıntılara girmeden, toptan
düşünüldüğünde
(Prise
en
bloc,
cette
argumentation me paraît sans défaut). Faire bloc:
Kaya gibi birleşmek, tek vücut olmak (Faisons
bloc contre Termemi).
blocage er. 1. Dondurma, belirli bir noktada tutma
(Blocage des prix, des salaires). 2. Tıkama,
tıkanma, yerinden oynatılmaz duruma getirme
yada gelme (Blocage d'une bille de billard, blocage
blockhaus
des freins). 3. (Basımcılıkta) Eksik bir harfin
yerine geçici olarak başka bir harfi tepesi aşağı
koyma (Blocage de lettres). 4. (Yapıcılıkta)
Taşdolgu; moloz döşek. 5. *Bekletim, bekletime
alma, kullanılmasını engelleme, bloke etme
(Blocage des crédits, d'un compte en banque).
blockhaus er. Al. Blokhavs, beton tabya, korugan.
bloc-notes er. Ing. Bloknot; not defteri,
bloc-système er. İng. Demiryollarında çarpışmayı,
çatışmayı önleyen otomatik işletme sistemi,
blocus er. "Abluka (Lever le blocus du port.
Maintenir le blocus économique d'un pays. Faire
le blocus d'une maison occupée par des bandits).
blond,es. 1. Kumral, sarışın (Les cheveux blond des
Nordiques. Une fille blonde). 2. ad. Kumral,
sarışın (Un blond, une blonde). 3. er. Kumral
renk, sarışın renk (Blond cendré, doré. Des
cheveux d'un blond filasse). 4. diş. İpek mekik
dantelası.
blondasse s. Soluk kumral (Des cheveux
blondasses).
blondeur diş. Kumrallık, sarışınlık.
blondin,e s. ve ad. Kumral saçlı, sarışın saçlı,
blondinette ad. Sarışın çocuk,
blondir gsz.
Kumrallaşmak, sarışınlaşmak,
sararmak (Ses cheveux ont blondi).
blondissantes. Kumrallaşan, sanşınlaşan, sararan.
bloquer gçl. 1. Abluka etmek (Bloquer une ville). 2.
Engellemek, durdurmak (Un accident nous a
bloqués une heure sur la route). 3. Tıkamak,
engellemek (Ne bloquez pas le passage). 4.
Sıkıştırmak (Bloquer quelqu'un contre le mur). 5.
Devinemez, kıpırdayamaz duruma getirmek, bir
köşeye sıkıştırmak (Bloquer les billes de billard).
6. (Basımcılıkta) Eksik bir harfin yerine geçici
olarak başka bir harfi, tepesi aşağı, koymak
(Bloquer une lettre). 7. (Yapıcılıkta) Harç ve
molozla doldurmak. 8. Birleştirmek, bir araya
getirmek (Bloquer deux paragraphes. Bloquer les
jours de congé). 9. Sonuna kadar basmak, sonuna
kadar sıkmak (Bloquer les freins, un écrou). 10.
Kullanılmasını engellemek, bekletmek, tutmak,
"bekletimlemek, 'bekletime almak, bloke etmek
(Bloquer les crédits. Bloquer un compte en
banque).
lottir(se) 1. Büzülmek (Se blottir dans un lit, sous
les couvertures). 2. Çekilmek, büzüşüp kalmak
(Se blottir dans un coin).
louse diş. 1. (Bilardolarda) Bilye deliği. 2. İş
gömleği (Mettre une blouse pour éviter de se salir.
Blouse du chirurgien). 3. Bluz, kadın gömleği
(Une blouse de soie).
louser gçl. 1. (Bilardoda bilyeyi) Deliğe sokmak

163

bobo
( Blouser une bille). 2. mec. tkz. Aldatmak, kafese
koymak (Il voulait me blouser en me cachant la
réalité). 3. gsz. Şişkinlik yapmak, kabarmak. § Se
blouser: Aldanmak, yanılmak, kanmak,
blouson er. Kumaş yada meşinden kısa ceket
(Blouson d'un motocycliste). § Blousons-noirs:
Meşin ceketliler; gürültücü patırtıcı gençler,
blue-jean[bludzin]er. Blucin; dar keten pantalon,
blues [bluz] er. müz. 1. Amerika zencilerinin
ezgileri, bluz. 2. Ağır caz müziği,
bluet er. Mavi kantaron, peygamberçiçeği.
bluette diş. 1. Küçük kıvılcım, ufak parıltı (Des
bijoux lançaient defolles bluettes). 2. mec. İddiasız
küçük yapıt.
bluff |bloef] er. Kuru sıkı, blöf, ürkütmece,
*ürkütüm (Son bluff n'a pas réussi). § Faire un
bluff: Blöf yapmak, ürkütüme başvurmak,
bluffer \bltx>fe\ gsz. 1. Kuru sıkı atmak, blöf
yapmak, ürkütüm yapmak. 2. gçl. Korkutup
kaçırmak, ürkütmek, aldatmak (Il a cherché à
bluffer ses adversaires au jeu en tenant toutes leurs
relances).
bluffeur,euses. vead. Blöfçü, "ürkütümcü, yüksek
perdeden atan, kuru sıkı atan (Un bluffeur. une
bluff euse. Il est un peu bluffeur quand il se dit très
fort au tennis).
blutage er. Eleme, unu kepeğinden ayırma (Blutage
à la main, à la machine).
bluter gçl. Elemek, elekten geçirmek, unu
kepeğinden ayırmak (Bluter la farine).
bluterie diş. Eleme yeri, elek yeri.
blutoir er. Elek (Blutoir mécanique).
boa er. hayb. 1. Boğa (yılanı). 2. Boyun kürkü. boa.
bobard er. tkz. Uydurma, yalan, kıtır (Raconter des
bobards. Les bobards de la presse).
bobèche diş. 1. Mum çanağı, mum dipliği, şamdan
pulu. 2. hlk. Kafa, baş (Se monter la bobèche).
bobinage er. Makaraya sarma, makaralama.
masuralama.
bobine diş. 1. Masura, makara (Bobine de fil.
Bobine
de film; bobine
de
pellicules
photographiques). 2. fiz. Bobin (Bobine de
dérivation, de self-induction). 3. hlk. Surat, yüz,
kafa (Faire une drôle de bobine).
bobiner gçl.
Masuralamak,
makaralamak,
makaraya sarmak,
bobinette diş. Ağaç kapı sürgüsü, tırkaz.
bobineur,euse ad. Masuracı, masuralama işçisi,
bobineuse diş. İplik çıkrığı,
bobinoir er. İplik sarma makinası.
bobo er. 1. (Çocuk dilinde) Acı, ağrı, uf. 2. hlk.
Önemsiz bir yara, çıban (Soigner un bobo). §
Avoir bobo: Acımak, bir yeri acımak, uf olmak.
bobonne
Faire bobo: Acıtmak, acı vermek, uf yapmak,
bobonne diş. hlk. 1. Eşe söylenen sevgi terimi,
nonoş. 2. tkz. Karı, geçkin kadın,
bobsleigh |AaA.v/£g] er. İng. (Arka arkaya birkaç
kişinin oturabileceği) Uzun kızak; özel kayma
yerlerinde kullanılan direksiyonlu kızak,
bocage er. Koru, koruluk, gölgeli ağaçlık.
bocager,ère s. 1. Korularda yetişen, koruda
yaşayan (Oiseaux bocagers). 2. Korulu, ağaçlıklı
(Rives bocagères).
bocal er. Kavanoz
bocard er. Maden filizi dibeği; öğütme makinesi,
bocarder gçl. (Maden filizlerini) Dibekte dövmek;
öğütmek.
boche s. ve ad. (Küçümseme yollu) Alman (Les
avions Boches ont bombardé la gare. Je n'aime
pas les boches).
bock er. 1. Çeyrek litrelik bira bardağı; bardak
dolusu bira (Boire un bock). 2. "İhtikan aleti,
boëtediş. Balık yemi.
bœuf er. 1. Öküz, sığır (Bœuf de labour, bœuf de
trait, bœuf de boucherie). 2. Sığır eti (Manger du
bœuf). 3. mec. Öküz gibi adam, iri yarı ama kafası
işlemeyen kimse. 4. hlk. Çok büyük, çok parlak,
"muazzam (Il obtient un succès bœuf avec ses
chansons. Elle lui a fait un effet bœuf). § Fort
comme un bœuf: Katır gibi kuvvetli. Avoir un
bœuf sur la langue: Sus payı aldıktan sonra, bir
çıkar sağladıktan sonra, önüne bir kemik
atıldıktan sonra susmak, sesini kesmek. Mettre la
charrue avant les bœufs: İşe tersinden başlamak,
sonundan başlamak. Travailler comme un bœuf:
Aralıksız ve hiç yorulmadan çalışmak. Bœuf
saignant, mouton bêlant: Sığır etini az pişmiş,
koyun etini nerdeyse çiğ yemeli,
b.o.f. s. ve ad. 1. Sütçü, kaymakçı, peynirci. 2.
Karaborsacı, vurguncu. 3. Yeni zengin,
sonradan görme, türedi (Il est un peu B. O.F.)
bot uni. Pöh, püh (Bof! c'est du théâtre filmé!).
bog er. Bir tür iskambil oyunu,
bogue diş. 1. Kestanenin dikenli kabuğu, topur. 2.
Çamur küreği,
bohème diş. 1. Derbederlik (Mener une vie de
bohème. Il a passé plusieurs années dans la
bohème). 2. ad. Derbeder (C'est un bohème, une
bohème). 3. s. Derbeder (Un caractère bohème,
elle est très bohème). 4. diş. Derbederler takımı
(La bohème de Montparnasse).
bohémien,ne s. ve ad. 1. Bohemyalı.2. Çingene
(Etre habillé comme une bohémienne).
boire gçl. 1. İçmek (Boire de l'eau, duvin. Boireun
coup, un verre). 2. Emmek, içine çekmek (La
terre boitl'eaud'arrosage. L'éponge boit l'eau. Le

164

boisé
buvard boit l'encre). 3. mec. Katlanmak yutmak,
sineye çekmek (Boire un affront). 4. gsz. İçki
içmek, kafayı çekmek (Un homme qui boit
toujours). 5. gsz. Süt emmek, meme emmek
(L'enfant boit). 6. gsz. Su yutmak. § Se boire:
İçilmek (Ce vin se boit au dessert). § Boire à la
santé, en l'honneur de qn: -in sağlığına, şerefine
içmek. Boire les paroles de qn: Birini, ağzının içine
girecekmiş gibi dinlemek. Boire un bouillon: Bir
bahtsızlığa uğramak. Boire la sueur de qn: Birinin
emeğini sömürmek. Boire le calice jusqu'à la lie:
Felâketin her türlüsü başına gelmek; kahrın
daniskasını görmek. Boire le coup de l'étrier:
Ayrılık kadehini içmek. Ce n'est pas la mer à
boire: Yapılmayacak iş değil bu; pek güç bir şey
değil. C'est la mer à boire: Çok güç bir şey bu;
üstesinden gelinmesi güç. On ne saurait faire
boire un âne qui n'a pas soif: Kimse zorlanamaz:
zorla güzellik olmaz. Le vin est tiré, il faut le boire:
Ok yaydan çıktı artık; atılan adım geri alınamaz.
Qui a bu boira: Alışmış kudurmuştan beterdir:
can çıkmayınca huy çıkmaz. Il ne faut pas dire:
Fontaine je ne boirai pas de ton eau: Büyük lokma
ye, büyük söz söyleme; sen sen ol büyük söz
söyleme. Il y a à boire et à manger: Hem iyi hem
kötü yanlar var.
boire er. İçecek şey (Le boire et le manger: Yeme
içme). § En perdre le boire et le manger: hlk.
Dünyayı görecek hali olmamak, başını kaşıyacak
vakti olmamak,
boiser. 1. Ağaç, "ahşap (Un pont en bois). 2. Tahta
(Une jambe de bois). 3. Odun (Scier du bois.
Couper, fendre du bois). 4. Koru, koruluk, orman
(Aller au bois, se promener dans les bois). 5.
Mobilya. 6. Geyik gibi orman hayvanlarının
boynuzu (Les bois d'un cerf). 7. ç. Flüt gibi
madenden yada ağaçtan nefesli çalgılar. § Un
homme des bois: Orman ayısı, kaba adam, hödük.
Avoir la gueule de bois: (İçkiden sonra) Ağzı çiriş
gibi olmak, ağzı yapış yapış olmak. Etre du bois
dont on fait la flûte: Kimin arabasına binerse onun
türküsünü söylemek. Faire flèche de tout bois:
Her çareye baş vurmak N'être pas de bois:
Duyarlı, duygulu, coşkulu olmak. Toucher du
bois: Şeytan kulağına kurşun demek. Trouver
visage de bois: Kapıyı duvar bulmak. On verra de
quel bois je me chauffe: Benim kim olduğumu
görürsünüz! La faim fit sortir le loup du bois: Aç
köpek fırın deler (yıkar),
boisage er. 1. Ağaçlarla pekiştirme, kaballama (Le
boisage d'une galerie, d'un puits de mine). 2.
Kaballama kerestesi,
boisé,e s. Ağaçlandırılmaş, ağaçlı (Une région
boisement
boisée; un pays boisé).
boisement er. Ağaçlandırma,
boiser gçl. 1. Tahta kaplamak (Il fit boiser toute sa
maison). 2. Ağaçlarla pekiştirmek, kaballamak
(Boiser une galerie de mine). 3. Ağaçlandırmak
(Boiser une région, une colline).
boiserie diş. 1. Duvar doğraması, tahta kaplama 2.
ç. Evin doğrama işleri, evin doğramaları
(Boiseries en chêne, boiseries peintes).
boisseau er. 1. Eski bir ölçek, teneke (Un boisseau
d'orge). 2. Künk. § Mettre la lumière sous le
boisseau: Güneşi balçıkla sıvamak, gerçeği
saklamak. Mettre qch sous le boisseau: Gizli
tutmak, saklamak (Mettre une découverte sous le
boisseau).
boisselier er. Ölçekçi.
boissellerie diş. Ölçekçilik.
boisson diş. 1. İçilecek şey, içecek. "Meşrubat
(Boisson froide, chaude). 2. İçki (Boissons
alcoolisées). § S'adonner à la boisson: Kendini
içkiye vermek; çok içmek. Etre pris de boisson:
İçkili olmak, sarhoş olmak,
boîte diş. 1. Kutu (Une boîte en carton. Boîte de
conserve). 2. Enfiye kutusu. 3. Kutu yada kutuya
benzer şeyler (Boîte à ouvrage, boite à coudre,
boîte à bijoux, boîte à ordures). 4. Bir kutu dolusu,
bir kutu (Une boîte d'allumettes, de sardines). 5.
hlk. Ev (Quitter sa boîte, changer de boîte). 6.
argo. Lise. 7. argo. Cezaevi, dam, kodes. § Boîte
de nuit: Gece kulübü. Boîte crânienne: Kafatası.
Boîte de roues: Tekerlek poyrası. Boîte aux
lettres:Mektup kutusu.Boîte noire: (Havacılıkta)
Kara kutu. Etre élevé dans une boîte à coton: Pek
nazh büyümek. Fermer sa boîte: hlk. Susmak,
ağzını kapamak, dilini kesmek. Mettre qn en
boîte: tkz. Birini tiye almak, işletmek; biriyle
matrak geçmek, alay etmek. Servir de boîte aux
lettres: Aracılık yapmak, haber götürüp
getirmek,
boitement er. Topallama.
boiter gsz. 1. Topallamak, aksamak (Il boite
légèrement de la jambe gauche). 2. mec. Sakat
olmak, aksamak (C'est un raisonnement qui
boite).
bmteriediş. Topallık, topallama; aksama;aksaklık.
boiteux,euse s. ve ad. 1. Topal, aksak (Un boiteux.
Une fille boiteuse). 2. Sallanan, tam oturmayan
(Une chaise boiteuse, un fauteuil boiteux). 3.
Sağlam temele dayanmayan (Une paix boiteuse,
une union boiteuse). 4. Eksik, kusurlu (Unprojet
boiteux) 5. Yetersiz, inandırıcılıktan uzak (Une
excuse boiteuse).
boîtier er. 1. Kutucu. 2. Bölmeli çekmece. 3. Saat

165

bombardier
kapaklığı. 4. Cerrah kutusu,
boitillement er. Hafifçe aksama, hafif topallama,
boitiller gsz. Hafifçe topallamak, hafif aksamak,
boitte,boëte diş. Balık yemi.
boitter gçl. (Balıkları) Yemlemek,
böler. 1. Kâse (Bol de porcelaine). 2. Bir tas dolusu,
bir tas (Prendre unbol de lait, boire un bol de café).
3.hlk. Şans, talih (Avoir du bol: Şansı olmak). 4.
İri hap. § Bol alimentaire: Yutulmak üzere ağızda
hazırlanan yemek lokması. Bol d'Arménie:
Kilermeni denilen kil. Ne pas se casser le bol:
Aldırmamak (Ne te casse pas le bol: Aldırma,
üzme tatlı canını). Prendre un bol d'air: Şöyle bir
hava almak, çıkıp dolaşmak,
bolchevik, bolcheviste s. ve ad. 1. Bolşevik. 2. hkr.

Komünist,
bolchevique s. Bolşevikliğe değgin,
bolcheviser gçl.
1. Bolşevikleştirmek.
2.
Komünistleştirmek; ruslaştırmak.
boichevisation diş. Bolşevikleştirme; ruslaştırma.
bolchevisme er. Bolşeviklik, komünistlik,
bolée diş. Kâse dolusu (Une bolée de cidre).
boléro er. 1. İspanyol dansı. 2. İspanyol dans havası.
3. İspanyol tarzında küçük bir kadın ceketi yada
şapkası.
bolet er. Bir tür yenilebilen mantar,
bolide er. 1. Göktaşı. 2. mec. Çok hızlı giden taşıt,
araba (Un bolide de course). § Comme un bolide
Çabucak, birdenbire, hızla, göktaşı gibi (Arriver,
passer, filer, tomber comme un bolide).
bolivien, nés. vead. Bolivyalı; Bolivya'ya değgin,
bombage er. Kabarıklık, şişkinlik,
bombagiste er. Camlara kabarıklık veren işçi; tel
sepetçi.
bombance diş. tkz. Yiyecek ve içeceği bol yemek. §
Faire bombance: Bol bol yiyip içmek; eğlenmek,
âlem yapmak,
bombarde diş. Eskiden taş gülle atan mancınık ve
daha sonra top.
bombardement er. 1. Topa tutma, top ateşi. 2.
Bombalama (Bombardement d'une ville).
bombarder gçl. 1. Topa tutmak. 2. Bombalamak
(Bombarder une ville, un port, les positions
ennemies). 3. Bombarder qn de qch: Birini...
yağmuruna tutmak ( Lafoule nous a bombardés
de confettis. Les spectateurs bombardent les
acteurs de tomates et d'oeufs pourris). 4.
Bombarder qn de qch: Birini -den bunaltmak
(Bombarder quelqu'un de demandes, de lettres).
5. -olarak atamak, birdenbire ...yapmak (On l'a
bombardé général. Le gouvernement
l'a
bombardé ambassadeur).
bombardier er. 1. Bomba atıcı, bombacı. 2.
bombardon

166

Bombardman uçağı (Bombardier quadrimoteur).


3. s. Bombardman edebilen
(Chasseur
bombardier: Av bombardman uçağı).
bombardon er. Bandoda en kalın sesli boru,
bombardon.
bombe diş. 1. (Eskiden) Humbara. 2. Bomba
(Bombe explosive, bombe incendiaire, bombe au
plastic, bombe àretardement, bombe atomique). §
Bombe glacée: Kalıp dondurması. Arriver,
tomber comme une bombe: Ansızın çıkagelmek.
Eclater comme une bombe: Bomba gibi patlamak
(La nouvelle éclate comme une bombe). Faire
l'effet d'une bombe: Bomba etkisi yapmak,
şaşkınlık uyandırmak (Le résultat des élections a
fait l'effet d'une bombe). Faire la bombe: tkz.
Âlem yapmak, felekten bir gün çalmak,
bombé,es. Kabarık, tümsekli (Verres bombés, yeux
bombés, route bombée).
bombement er. Kabarıklık, tümsektik,
bomber gçl. 1. Kabarıklaştırmak, şişirmek,
şişkinleştirmek, tümseltmek (Le vent bombe la
voile. Bomber un verre. Bomber la poitrine). 2.
gsz. Tümselmek, kabarmak, kamburlaşmak,
pırtlamak (Une boiserie qui bombe. Le mur a
légèrement bombé). § Bomber le torse: mec.
Şişinmek.
bombonne, bonbonne diş. Bir tür damacana
(Bonbonne d'huile. Une bonbonne en verre).
bombyx er. İpekböceği.
bon, ne s. 1. İyi (Un bon élève, un bon vin). 2.
Adamakıllı, esaslı (Une bonne gifle, un bon
coup). 3. Nükteli, ince, güldürücü (Raconter de
bonnes histoires). 4. Elverişli, iyi, lehte (Les
nouvelles sont bonnes). 5. Kocaman, dolu dolu (Il
en reste encore un bon verre). 6. Tam, bol bol (J'y
suis resté une bonne heure). 7. Epey, epeyce, hayli
uzun (Le village est à une bonne distance de la
ville). 8. İyi yürekli, saf (Les bonnes gens). 9.
Kesin (Finissons-en une bonne fois). 10. Hoş (Une
bonne odeur). § Bonnes œuvres: Hayır, hayırlı iş.
Bon vivant: Kalender, keyif ehli, gününü gün
eden, iyi yaşayan. Etre bon en qch: -de iyi olmak,
güçlü olmak (Il est bon en philosophie). Bon pour
qch: -e iyi gelen (Un remède bon pour le cœur.
L'alcool n'est pas bonpourla santé). Bonàf.qch:
1. -mesi iyi, -meşinde yarar olan (C'est bon à
savoir. Toute vérité n'est pas bonne à dire). 2.
-meye yarar; -mesi yerinde olan; -cek (La soupe
est bonne à jeter. Cesvetements usés sont bons à
jeter). N'être pas bon à qch: -e yaramamak (lin 'est
bon à rien. Il n'est pas bon à grand chose). A quoi
bon?:Neye yarar?M quoi bon ces efforts?). Aquoi
bon f.qch: -mek neye yarar; -mekten ne çıkar (A
bond
qui bon pleurer?). Bonne fête!: Bayramınız kutlu
olsun. Bonne année! : Yeni yılınız kutlu olsun. Bon
voyage!: İyi yolculuklar. Allons, bon! ah, bon?:
Demek öyle ha!, öyle mi!? Bu da nesi! A bon
marché: Ucuz, ucuza (Acheter à bon marché). A
bon compte: Ucuz atlatarak, pek zarar görmeden
(5e tirer d'une affaire à bon compte). A bon droit:
Haklı olarak. A bon entendeur salut: Anlayana
sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az. A bon
escient: İyice düşünüp taşındıktan soma, bilinçli
olarak. A bon vin point d'enseigne: İyi mal kendini
gösterir. 11. bel. İyi, güzel. D fait bon: Hava iyi,
güzel, hoş (Ilfait bon au bord de la mer). Il fait bon
f. qch: -mek hoştur (Ilfait bon vivre dans ce pays).
Sentir bon: Hoş kokmak, güzel kokmak (Ces
fleurs sentent bon). Tenir bon: Dayanmak,
direnmek (Tu as tenu bon devant les attaques).
Pour de bon, pour tout de bon, tout de bon: Ciddi
olarak, gerçekten, şakasız (Il est parti pour de
bon. Je vous parle pour de bon). 12. er. İyilik, iyi
(Discerner le bon d'avec le mauvais. Préférer le
bon au beau). 13. İyi yan (Il y a du bon et du
mauvais dans cette affaire). 14. Can noktası, can
alıcı nokta (Le bon de l'histoire c'est que...: İşin
can alıcı noktası şu ki). 15. Bono (Bon du trésor).
16. Belge, karne, vesika (Bon d'essence, bon de
pain). 17. İyi insan. § Y a bon: hlk. İşler yolunda,
her şey tıkırında. Prendre qch à la bonne: Bir şeyi
iyi yanından almak. Avoir qn à la bonne: Birini
sevmek, birine karşı sempatisi olmak (Je ne crains
rien, le patron m'a à la bonne). En voilà une
bonne!: Al işte! Gördün mü şimdi! Oldu mu ya!
En raconter une bien bonne: Nükteli bir şeyler
anlatmak, özgün bir fıkra anlatmak,
bonacerfij. 1. (Denizde) Sütlimanlık, durgunluk. 2.
mec. Dırıltısızlık, süt limanlık, kavgasız
gürültüsüzlük.
bonapartisme er. Bonapartçılık,
Napolyon
Bonapart yanlılığı,
bonapartistes, ve ad. Bonapartçı.
bonasses. Pek saf, bön, allahlık(//a unair bonasse).
bonassement bel. Pek saf, bönce,
bonasserie diş. Aşırı saflık, bönlük,
bon-bec er. Çenesi kuvvetli, çeneli,
bonbon er. Şekerleme, bonbon şekeri (Sucer des
bonbons).
bonbonne, bombonne diş. Bir tür damacana,
bonbonnière diş. 1. Şekerleme kutusu. 2. mec.
Güzel döşeli küçük ev, kuş kafesi gibi ev.
bon-chrétien er. Bir tür iri armut,
bond er. 1. Sıçrayış (Les bonds des acrobates). 2.
Atlayış (Le bond d'un cheval au-dessus de
l'obstacle). 3. Yükselme, birden fırlama, sıçrama
bonde
(La Bourse a fait un bond à l'annonce de ces
mesures). 4. Takla (La voiture fit un bond dans le
fossé). § D'un bond: Bir sıçrayışta, doğrudan
doğruya, birdenbire (D'un bond, il a franchi
l'obstacle). Du premier bond: İşe girişir girişmez,
hemen. Faire faux bond à qn: Birini atlatmak,
verdiği sözü tutmamak, randevuya gelmemek
(L'entrepreneur nous a fait faux bond à cause des
grèves). Prendre la balle au bond: Fırsatı
kaçırmamak; fırsatı ganimet bilmek, hazır oğul
babası olmak,
bonde
1. Havuz, tekne, fıçı gibi şeylerin deliği. 2.
Tıkaç (Lâcher, lever la bonde) § Jusqu'à la bonde:
Ağzına kadar (Remplir un tonneau jusqu'à la
bonde). Lâcher la bonde à qch: -i serbest
bırakmak. Lâcher la bonde à ses larmes: Dilediği
gibi, iki gözü iki çeşme ağlamak. Lâcher la bonde à
sa colère: Kendini öfkeye kaptırmak. Lâcher la
bonde à ses plaintes: İçini iyice dökmek,
bondé,e s. Ağzına kadar dolu, tıklım tıklım (Les
trains sont bondés. Sa valise était bondée). § Etre
bondée de qch: -ile tıklım tıklım dolu olmak, dolup
taşmak.
bonder gçl. Ağzına kadar doldurmak; tıka basa,
tıklım tıklım doldurmak,
bondieuserie diş. 1. Yobazhk, softalık. 2. Pek bir
değer taşımayan dinsel eşyalar (Vendre des
bondieuseries).
bondir gsz. 1. Sıçramak, zıplamak, hoplamak. 2.
Bondir de qch: -den yerinde duramamak; -den
sıçramak (Bondir de joie, d'impatience). § Faire
bondir le cœur: Yüreğini kaldırmak, yürek
bulandırmak, mide bulandırmak, tiksindirmek,
bondissant,e s. Sıçrayan, hoplayan, zıplayan,
yerinde duramayan (Despoulins bondissants).
bondissement er. Sıçrama, zıplama, hoplama (Les
bondissements du chamois, du cabri).
bondon er. 1. Fıçı tıpası. 2. Bir tür peynir,
bondrée diş. Alıcıkuş, uzun kuyruklu doğan, şahin,
bonheur er. 1. Mutluluk (Le bonheur familial). 2.
Şans, talih (J'ai eu le bonheur de le trouver chez
lui). 3. Başarı. 4. Sevinç, zevk (Nous avons eu le
bonheur de le voir assister à notre réunion). § Au
petit bonheur: Rasgele (Tu réponds à mes
questions au petit bonheur). Par bonheur:
Bereket versin ki (Parbonheur, son père ne nous a
pas vus). Porter bonheur à qn: -e uğur getirmek
(Cette amulette lui porte bonheur).
bonhomie diş. 1. Yürek temizliği. 2. Saflık,
bonhomme er. 1. Saf adam. 2. hlk. Koca, herif (II
est au café ton bonhomme). 3. Yaşlı, ihtiyar (A
quatre-vingts ans, le bonhomme était toujours
d'attaque). 4. Çocukların çizdikleri insan resmi. 5.

167

bonnet
s. Saf, bön (Il agit avec un air bonhomme). § Le
bonhomme de neige: Kardan adam. Nom d'un
petit bonhomme!: (Küfür) Ulan kerata, hergele.
Aller son petit bonhomme de chemin: Kendi
yolunda gitmek; etliye sütlüye karışmadan kendi
işiyle uğraşmak. Entrer dans la peau du
bonhomme: (Tiyatroda, bir oyuncu için)
Oynadığı kişiyle özdeşleşmek, oynadığı kişinin
ruh haline girmek,
boni er. 1. Masraf artığı, ödeme artığı. 2. Kâr,
kazanç.
boniche diş. Hizmetçi; genç hizmetçi kız.
boniface s. ve ad. hlk. Bön, budala,
bonification diş. 1. İyileştirme, temiz ve verimli
kılma (Bonification de la terre). 2. Düşürüm,
indirim (Il m'a fait une bonification de mille
francs).
bonifier gçl. 1. İyileştirmek, düzeltmek. 2. Kâr
olarak vermek, kazanç vermek. § Se bonifier:
İyileşmek, düzelmek (Le vin se bonifie en
vieillissant. Ton caractère s'est bonifié ces derniers
ans).
boniment er. 1. Saçma sapan söz, yalan, saçma
(Raconter, dire des boniments). 2. Tezgâhtar ağzı,
yaygara, ağız, yutturmaca söz (Les badauds se
laissent prendre aux boniments du camelot).
bonimenter gsz. Çığırtkanlık etmek, yaygara
yapmak.
bonimenteur er. Çığırtkan, yaygaracı,
bonite diş. Akdenizde yaşayan bir tür ton bahğı,
palamut.
bonjour er. 1. Günaydın (Je lui dis toujours
bonjour). 2. Selâm. § Donner le bonjour à qn:
Birine selâm vermek. Dire boiyours à qn: Birine
selâm söylemek, selâm yollamak (Dis bonjours à
ton frère). Bonjour lunettes, adieu fillettes:
Kırkından sonra saz çalınmaz. Simple comme un
bonjour: Çok kolay,
bon marchés. (Değişmez) Ucuz.
bonne diş. Hizmetçi kadın, hizmetçi. § Bonne à tout
faire: Her işe bakan hizmetçi,
bonne-dame
Karapazı.
bonne-maman diş. (Çocuk dilinde) Haminne, cici
anne.
bonnement bel. 1. Temiz yürekle. 2. Saf saf,
saflıkla, safça, dolambaçsız olarak (Avouer tout
bonnement une faute).
bonnet er. 1. Külah, takke, hotoz, kalpak, bere gibi
sipersiz başlık (Bonnet de police bonnet de nuit,
bonnet de femme, bonnet de pâtissier). 2. Geviş
getiren hayvanlarda ikinci mide, börkenek. §
Gros bonnet: Yetkili kişi, ileri gelen, kodaman
(C'est un des gros bonnets de la chambre de
bonneteau
commerce). Avoir la tête près du bonnet: Çabuk
kızmak, hemen ayranı kabarmak. Etre deux têtes
dans un bonnet: Kafadar olmak, aynı kafada
olmak. Etre triste comme un bonnet de nuit: lç
karartıcı olmak, çok can sıkıcı olmak. Jeter son
bonnet par-dessus les moulins: Elâlemin ne
diyeceğine hiç aldırmamak; ar namus şişesini taşa
çalmak. Opiner du bonnet: Ahfeşin keçisi gibi hep
başını sallamak; hep tamam, eyvallah demek.
Prendre qch sous son bonnet: Bir şeyi kendi
başına, kendi dilediği gibi yapmak. Kendi
kendine gelin güveyi olmak. C'est bonnet blanc et
blanc bonnet: Ayvaz kasap hep bir hesap. Quel
bonnet de nuit!: Ne can sıkıcı adam!
bonneteau er. Üç kâğıt oyunu; bul karayı al parayı,
bonneterie diş. 1. Tuhafiyecilik. 2. Tuhafiye
dükkânı.
bonneteur er. 1. Üç kâğıtçı. 2. (Oyunda) Hileci,
bonnetier,ère ad. Fanila, çorap, gömlek gibi eşyalar
satan kimse, tuhafiyeci,
bonnette diş. 1., Çocuk takkesi. 2. ask. Siper üstü
çıkıntısı. 3. den. Yardımcı yelken. 4. (Fotoğraf
makinasında) Yardımcı mercek,
bonniche diş. Hizmetçi, hizmetçi genç kız.
bon-papa er. (Çocuk dilinde) Büyükbaba, dede.
bon sens er. Sağduyu,
bonsoir er. Tünaydın, iyi akşamlar,
bonté diş. 1. İyilik, iyi nitelikli oluş (La bonté d'un
vin, d'une terre). 2. İyilik, iyi yüreklilik (Tu es
d'une grande bonté) 3. ç. Hayır, hayır işleri. §
Avoir la bonté de f. qch : -mek inceliğini gösterme k
(Il a eu la bonté de m'écrire sans retard). Bonté
divine!: Hay allah! Aman Allahim!
bon vivant s. ve er. Keyif ehli, gününü gün eden (Il
est bon vivant. Des bons vivants).
bonze er. 1. Buda papazı. 2. Kodaman, ilerigelen
(Les bonzes d'un parti). 3. hlk. İhtiyar moruk. 4.
argo. Herif, adam.
bookmaker er. İng. (At yarışlarında) Bahis
yazmanı.
boom er. 1. Birden gelişme, çabuk yükselme,
beklenmedik başarı (Le boom économique d'un
pays). 2. (Okul argosunda) Eğlence partisi,
çılgınca eğlenme,
boomerang er. Bumerang, fırlatıldığı zaman
yeniden fırlatana dönüp gelen, ağaçtan yapılma,
eğik biçimli av ve oyun âleti. § Faire boomerang:
(Kötü bir davranış için) Geri tepmek. Revenir
comme un boomerang: Dönüp o işi yapmak
isteyenin başına patlamak,
boqueteau er. Küçük koru.
bora diş. Boran, kuzey-doğudan esen şiddetli ve
dondurucu yel.

168

border
borate er. kim. Borat, bor asidi tuzu.
borax er. kim. Boraks, tenkâr.
borborygme er. Guruldama, gurultu (Les
borborygmes d'une tuyauterie).
bord er. 1. Kenar (Chapeau à large bord, à bord
relevé). 2. Kenar, sınır (Le bord d'un bois, d'une
route). 3. Kenar süsü, kenar şeridi (Le bord d'un
vêtement). 4. Ağız (Les bords d'une plaie). 5. Kıyı,
sahil (Le bord de la mer, d'un fleuve, d'une
rivière). 6. Gemi bordası. § Bord à bord: 1. Yan
yana, kenarları karşı karşıya duran, çaprazlama
kavuşmayan ( Un manteau bord à bord). 2. Ağzına
kadar dolu. Jusqu'au bord: Ağzına kadar, silme
(Remplir un verre jusqu'au bord). Au bord de:
Kıyısında (Au bord de la mer, de la rivière). Les
sombres bords: (Söylencede) Ruhlar diyarı. A
bord: Gemide (Lecapitaineestmaîtreàbordaprès
Dieu). Abord de: -de (A bordd'avion: Uçakta). A
pleins bords: Bol bol. Etre au bord de qch: -e pek
yakın olmak; -in eşiğinde olmak; üzere olmak
(Etre au bord de la tombe: Ölmek üzere olmak,
ölümün eşiğinde olmak. Etre au bord des larmes:
Nerdeyse ağlamak, ağladı ağlayacak olmak). Etre
du bord de qn: -ile aynı düşüncede, kanıda,
yakada olmak (Nous sommes du même bord. Je
suis du bord de ton frère).
,
bordage er. 1. Kenar geçirme, kenar çekme (Le
bordage d'un vêtement). 2. (Gemilerde) Borda
kaplaması.
bordé er. 1. Kenar şeridi (Garnir des rideaux d'un
bordé). 2. Borda kaplamalarının bütünü,
bordeaux er. 1. Bordeaux şarabı. 2. Bordo rengi,
menekşeye çalan koyu kırmızı,
bordée diş. 1. (Bir geminin) Borda tayfası. 2. Borda
topları. 3. Borda ateşi. 4. Bir geminin yön
değiştirmeksizin aldığı yol ve bunun için geçen
süre. § Une bordée d'iıyures: Bir sürü küfür, ağız
dolusu küfür. Tirer, courir une bordée: (Tayfa
argosunda)
Karaya
kaçamak
yapmak;
meyhanelere, eğlence yerlerine girip âlem
yapmak.
bordel er. 1. tkz. Genelev. 2. mec. Karışıklık; çok
karışık yer, karmakarışık (Quel bordel!).
bordelais,e s. ve ad. Bordeaux halkından olan,
Bordeaux'lu (Bordolu).
bordéleux,euse; bordélique s. Dağınık, karma
karışık.
border gçl. 1. (Bir şeye şerit, zırh gibi bir) Kenar
çekmek. 2. Border qch de qch: Kenarına...
çekmek; kenarını... ile çevirmek donatmak
(Border un mouchoir de dentelles; border une
route d'arbres). 3. (Bir şeyin) Kenarına kadar
uzanmak. 4. Kenarında bulunmak, kenarı
bordereau
boyunca uzanmak (Les maisons bordent la route.
Un sentier borde la rivière). 5. (Gemi için) Bir
yerin kıyısı boyunca gitmek. § Border l'avion:
Uçağı binilecek yere çekmek. Border un
bâtiment: Bir gemiye borda kaplaması geçirmek.
Border un lit: Yorganın kenarlarını şiltenin altına
çevirmek. Etre mal bordé: Keyfi yerinde
olmamak,
bordereau er. Bordro,
borderie diş. Küçük çiftlik.
bordier,ères. vead. (Çiftliklerde)Ortakçı,
bordigue, bourdigue<% Dalyan,
bordure diş. 1. Kenar süsü (Manteau à bordure de
fourrure). 2. Kenar taşları, kenarlık (Bordure de
chaussée, bordure de pavés). 3. Sırnr, kenar (Les
bordures d'un bois). § En bordure de: Kenarında,
kıyısında, sınırında(Des villas en bordure de mer.
Des champs en bordure de la rivière. Un maison en
bordure de la forêt).
bore er. kim. Bor.
borée er. Poyraz.
boréal,e s. Kuzey, kuzeye değgin (Hémisphère
boréal. Pôle boréal. Régions boréales).
borgnes, vead. 1. Tek gözlü, sokur. 2. Adı kötüye
çıkmış (Une rue borgne, un hôtel borgne). 3.
Hiçbir yeri görmeyen, hiçbir görünümü
olamayan (Une fenêtre borgne). 4. Uçsuz, ucu
olmayan ( Un sein borgne: Ucu olmayan meme).
5. Kör (Un trou borgne). § Changer un cheval
borgne contre un aveugle: Kırı verip doru almak;
iyibirşey verip karşılığında kötü bir şey almak.
Au royaume des aveugles les borgnes sont rois:
Körler ülkesinde
tek gözlüler baş olur;
koyunun bulunmadığı yerdekeçiye Abdurrahman
çelebi derler.
borin,e s. vead. Kömür işçisi,
borique 5. Borakstan çıkarılan, boraksa değgin
(Acide borique).
borique,e s. Asit borikli (Eau boriquée).
bornage er. Sınır çekme, sınırlandırma (Pierre de
bomage:Sınır taşı).
borne diş. 1. Sınırtaşı, sınır işareti (Placer les bornes
d'un champ). 2. Koruma taşı (Borne de
proctection des murs, des fenêtres). 3. Elektrik
akımını sağlayan bağ. 4. ç. Sınır (Les bornes d'un
Etat). g Borne kilométrique: Kilometre taşı. Sans
borne: Sınırsız, alabildiğine (Unejoie sans borne).
Dépasser les bornes: Aşırılığa kaçmak, haddini
aşmak. Rester planté comme une borne: Yerinde
çakılıp kalmak, donup kalmak,
borné,e s. Sınırlı, dar, dar kafalı, dar görüşlü,
gelişmemiş (Un homme borné. Un esprit borné,
une vue bornée).

169

bossu
borne-fontaine diş. Sınır taşı biçiminde küçük
çeşme.
borner gçl. 1. Sınır çekmek, sınırlamak, sımr olmak
(Chemin qui borne une vigne). 2. mec. Kısmak,
azaltmak (Borner ses désirs, ses ambitions). 3.
Borner qch à qch: Bir şeyi -e indirgemek; -ile
sınırlandırmak (Bornons des bagages au strict
nécessaire. La police a borné son enquête aux
familiers de la victime). § Se borner à qch, à f. qch:
-ile yetinmek, -mekle yetinmek (Il faut savoir se
borner au strict nécessaire. Je me bornerai à tracer
les lignes directrices du projet).
bornoyergsz. 1. Tek gözle nişan alır gibi bakmak. 2.
gçl. Doğru yapmak için şâhisler koymak
(Bornoyer un mur, une allée).
borraginées, borraginacées diş. ç. Sığırdiligiller.
bort er. 1. Kaba yünlü. 2. Kaba elmas,
bortsch er. Borç çorbası.
boscot,te s. ve ad. hlk. Ufak tefek, cılız, kambur
(kimse).
bosniaque,bosnien,nes. vead. Boşnak,Bosnalı,
bosquet er. Koruluk, ağaçlık,
bosse diş. 1. Kambur (Il a une grosse bosse). 2.
Hörgüç (La bosse du dromadaire; les bosses du
chameau). 3. Kabartı,şiş,tümsek (Unterrainqui
présente des creux et des bosses). 4. Şişkinlik (Je
me suis fait une bosse au front). S. Kabartma süs.
6. Resme çalışırken kullanılan dökme yada
kabartma model. 7. Anıklık, zekâ, kafa (Il a la
bosse du commerce. A voir la bosse de la musique,
des mathématiques). 8. den. Kalın ip. § Ne rêver
que plaies et bosses: Çok kavgacı olmak; akh fikri
hır gür çıkarmakta olmak. Rouler sa bosse: tkz.
Durmadan gezmek, habire dolaşıp durmak. S'en
payer une bosse: tkz. Katıla katıla gülmek,
bosselage er. (Gümüş, altın sofra takımlarında)
Kabartma işi.
bosseler gçl. 1. Kabartma işlemek (Bosseler une
cafetière d'argent). 2. Yamru yumru etmek,
bossellement er. Kabartma işleme,
bosselure
1. Kabartma işi (Les bosselures d'une
marmite en cuivre). 2. Yamru yumruluk,
bosser gçl. 1. Bir ucu sabit iplerle bağlamak. 2. -e
çalışmak (Il bosse son examen au lieu d'aller
s'amuser). 3. gsz. hlk. Çalışmak, ineklemek, çok
çalışmak (Où est-ce que tu bosses maintenant? Il
bosse jour et nuit).
bosseur er. hlk. Çok çalışan (kimse),
bossoir er. 1. Gemi çapasını astıkları metafora,
gariva. 2. Sandal metaforası. § Bossoir
d'embarcation: (Gemide) Sandal askısı,
bossu,e s. ve ad. Kambur. § Rire comme un bossu:
Kahkahalarla gülmek.
bossuer

170

bossuer gçl. Yamru yumru etmek, yamultmak < Une


balle a bossué son casque).
boston er. 1. Bir tür iskambil oyunu. 2. Bir tür dans.
bostonner gsz. Boston denilen oyunu oynamak
yada bu addaki dansı yapmak,
bot,e s. Sakat (Main bote, hanche bote, pied bot).
botanique diş. 1. Botanik, *bitkibilim. 2. s.
*Bitkibilimsel, botaniğe değgin,
botaniste od. "Bitkibilimci. botanikçi,
botte diş. 1. Demet (Botte depaille, d'épis, de fleurs,
de poireaux). 2. Kılıç yada meç vuruşu. 3. mec.
Şaşırtıcı soru yada çıkışma. 4. Çizme ( Unepaire de
bottes. Mettre ses bottes). S. argo. (Politeknik
okulunda) Okulu en iyi dereceyle bitiren
öğrenciler (Sortir dans la botte: En iyi dereceyle
bitirenler arasında olmak). § A propos de bottes:
Ciddi bir neden olmaksızın, bir hiç yüzünden (Se
quereller à propos de bottes). Avoir du foin dans
ses bottes: Çok parası olmak. En avoir plein les
bottes: Bıkmak, gına getirmek, illallah demek.
Faire dans les bottes de qn: tkz. -i abartmak, -de
ölçüye aşmak. Graisser ses bottes: Gitmeye
hazırlanmak. Lécher les bottes de qn: Birine çok
adice dalkavukluk etmek, kıçını yalamak. Porter
une botte à qn: -e saldırmak (Porter une botte à un
contradicteur, à un adversaire).
bottelage er. Demetleme, demet yapma,
botteler gçl. Demetlemek, demet demet yapmak
(Botteler des radis, des poireaux, de la paille).
botteleur,euse ad. Demet bağlayıcı, demetçi.
botteleuse diş. Demet makinası.
botter gçl. 1. Çizme giydirmek (Botter un enfant,
une femme). 2. Tekmelemek, ayağıyla vurmak
(L'ailier droit botta le ballon). 3. tkz. İşine
gelmek, hesabına uygun düşmek (Ça me botte). §
Botter les fesses, le derrière à qn: -in kıçına bir
tekme vurmak (Je vais lui botter les fesses). § Se
botter: Çizmelerini giymek,
bottier er. Çizmeci.
bottillon er. 1. Demetcik. 2. Kürklü ve konçlu kadın
ayakkabısı,
bottine diş. Potin.
boubouler gsz. (Baykuş için) Ötmek,
bouc er. 1. Teke. 2. Çene sakalı (Porter le bouc). §
Puer comme un bouc: Teke gibi kokmak, pis pis
kokmak. Le bouc émissaire: Bütün suçlar
kendisine yükletilen kimse, abalı, ensesi kalın,
günah keçisi,
boucan er. 1. Amerika yerlilerinin et isledikleri yer.
2. Amerika yerlilerinin yaptıkları islenmiş et. 3.
tkz. Şamata § Faire du boucan: Şamata
koparmak, şamata etmek,
boucanage er. (Et ve balık için) İsleme.

bouchée
boucaner gçl. 1. İse tutmak, islemek (Boucaner de
la viande, du poisson)
2. Kurutmak,
sertleştirmek, deri gibi yapmak (Les années
avaient boucané sa figure). 3. gsz. Yaban öküzü
avına çıkmak,
boucanier er. 1. (Eskiden Amerika'da) Yaban
öküzü avcısı. 2. Korsan,
bouchage er. Tıpalama, tıpa takma (Le bouchage
des bouteilles).
boucharde diş. 1. Dişli taşçı çekici. 2. Dişli beton
merdanesi.
bouche diş. 1. Ağız (Ouvrir, fermer la bouche). 2.
Bakılacak kimse, boğaz (J'ai cinq bouches à
nourrir). 3. coğr. Ağız ( La bouche d'un fleuve). 4.
Giriş yeri, giriş, ağız (Bouche du métro, d'un
four). § Bouche à feu: Top. Bouche à incendie:
Yangın musluğu. Avoir l'eau à la bouche: Ağzının
suyu akmak, imrenmek. Avoir l'injure à la
bouche: Ağzı küfürlü olmak, küfürbaz olmak.
Avoir qch toujours à la bouche: Ağzında hep o şey
olmak, bir şeyden durmadan söz etmek. Avoir la
bouche pleine de qch: Hep -den söz etmek. Etre
dans toutes les bouches: Herkesin ağzında olmak,
dile düşmek. Enlever le pain de la bouche à qn:
Birinin lokmasını ağzından almak (Tu lui enlèves
le pain de la bouche). Faire la petite bouche:
Dudak bükmek, beğenmez görünmek, nazlı
davranmak, ağız yapmak. Faire venir l'eau à la
bouche: Ağzının suyunu akıtmak, imrendirmek.
Garder qch pour la bonne bouche: Bir şeyi en sona
saklamak. Ouvrir la bouche: Ağzını açmak,
konuşmak. Rester bouche bée: Hayretten donup
kalmak, ağzı bir karış açık kalmak. Rester bouche
close: Ağzını açmamak, hiç konuşmamak.
S'embrasser à bouche que veux-tu: Durmadan
öpüşmek. Aller, passer de bouche en bouche:
Ağızdan ağıza dolaşmak. § De bouche à l'oreille:
Gizlice, kimsenin haberi olmadan. La bouche en
cœur: Gülünç bir kibarlıkla. La bouche en cul de
poule: tkz. Yapmacıklı bir tavır, kasıntı. A close
bouche n'entre point mouche: Kapalı ağza sinek
kaçmaz; bülbülün çektiği dili belâsı,
bouché,e s. 1. Kapalı, tıkalı (Un ehemin bouché. J'ai
le nez bouché). 2. mec. Kalın kafalı, dar görüşlü
(Un esprit bouché). 3. Kapalı şişelerde satılan
(Vin bouché). Etre bouché à l'émeri: Kalın kafalı
olmak, budala olmak,
bouche-à-bouche er. Ağzından yapay solunum,
"sun'i teneffüs (Pratiquer, faire le bouche-àbouche à un noyé).
bouchée, diş. 1. Lokma (Une bouchée de pain). 2.
Küçük börek. § Pour une bouchée de pain: Çok
ucuza, hemen hemen yok pahasına (Acheter
boucher
quelque chose pour une bouchée de pain). Manger
une bouchée: Çabucak bir şeyler atıştın vermek,
bir lokma yemek yemek. Ne faire qu'une bouchée
de qn, de qch: -i çabucak yenmek, kolayca
haklamak, üstesinden gelmek (Il n'a fait qu'une
bouchée de son adversaire).
boucher gçl. 1. Kapamak, tıkamak (Boucher un
trou, un passage). 2. Ağzını kapamak, tıpalamak
(Boucher une bouteille). 3. Köreltmek, kapamak
(Boucher une porte, une fenêtre). § En boucher un
coin à qn: hlk. Birini şaşırtmak, hayrette
bırakmak (Tu lui en as bouché un coin). § Se
boucher: 1. Tıkanmak (L'évier s'est bouché). 2. Se
boucher quelque part: Bir yerini kapamak,
tıkamak, bağlamak (Se boucher les yeux, les
oreilles, le nez).
boucher er. 1. Kasap, etçi (Aller chez le boucher). 2.
mec. Kan dökmekten hoşlanan, gözü kanlı, kanlı.
3. mec. Beceriksiz cerrah,
bouchère diş. 1. Kasap karısı. 2. Kadın kasap,
boucherie diş. 1. Kasap dükkânı. 2. Kasaplık
(Animaux de boucherie). 3. Öldürme, ölüm;
kıyım (Envoyer des soldats à la boucherie). 4.
Öldürme yeri, savaş,
bouche-trou er. Sırf bir boşluğu doldurmak için
kullanılan kişi yada nesne, gedik kapayan (Cet
acteur n'est qu'un bouche-trou).
bouchoir er. Fırın kapağı.
bouchon er. 1. Tıkaç, tapa. 2. Şişe kapağı. 3. Kuru ot
yumağı. 4. Küçük meyhane. 5. Bahk ağma takılan
mantar. 6. Üzerine para konulan bir mantan bilye
ile devirerek oynanılan bir oyun. 7. Katman,
tabaka (Un bouchon de nuage, de brume). 8.
Tıkanma, geçici olarak kapanma (Bouchon de
circulation). § C'est plus fort que de jouer au
bouchon: Bu biraz güç bir şey, bu biraz sıkar, aşık
oynamaya benzemez bu.
bouchonnement, bouchannage er. Tımar etme,
gebreleme (Le bouchonnement d'un cheval).
bouchonner gçl. 1. Silmek, kurulamak (Ilsortitson
mouchoir et se bouchonna le visage et la nuque). 2.
Tımar etmek, gebrelemek (Bouchonner un
cheval). 3. mec. Duygulanm okşamak,
pohpohlamak (Une femme qui bouchonne son
amant).
bouchonnier er. Tapacı, mantar tapa yapan yada
satan kimse.
bouchot er. Midye vb. tarlası (Moules de bouchot).
bouchoteur er. Midye yetiştirici,
bouchure diş. Küçük çalı çiti.
boucle diş. 1. Bir yere takılacak kolu olan halka,
mapa. 2. Kemer vb. tokası (Fermer la ceinture par
une boucle). 3. Küpe. 4. Saç lülesi, lüle CBoucle de

171

boudinage
cheveux). 5. Kıvnm, kıvrıntı, menderes (Les
boucles d'un fleuve, d'une route). § Se serrer la
boucle: hlk. Kemerleri sıkmak; kemerini biraz
sıkmak.
boucler gçl. 1. Tokasını bağlamak, tokalamak,
bağlamak (Boucler sa ceinture. Boucler une
valise, une malle). 2. hlk. Kapamak (Boucler son
magasin). 3. tkz. Kapatmak, bağlamak (Boucler
son budget, ses comptes). 4. Lüle lüle yapmak,
kıvırmak (Bouclerses cheveux). 5. (Bir hayvanın
burnuna) Halka geçirmek. 6. ask. Kıskıvrak
sarmak, dört yandan çevirmek (Boucler un
village). 1. tkz. Dama tıkmak, kodese atmak,
hücreye sokmak (Boucler un prisonnier). 8. gsz.
Lüle lüle olmak, kıvrılmak (Ses cheveux
bouclent naturellement). 9. gsz. (Duvar) Bel
vermek. § La boucler: Susmak, çenesini kapamak
(Boucle-la). Boucler son budget: Bütçesini
denkleştirmek; iki yakasını bir araya getirmek,
bouclette diş. Küçük toka, küçük halka,
bouclier er. 1. Kalkan (Un bouclier de cuir, de
bronze). 2. mec. Savunma silâhı, kalkan. § Levée
de boucliers: Silâhlı ayaklanma, kazan kaldırma.
Faire un bouclier de son corps à qn: Gövdesini,
göğsünü birine siper etmek. Se faire un bouclier de
qch: Bir şeyi kendisine kalkan yapmak, silâh
olarak kullanmak (Il se fait un bouclier de sa
pudeur).
bouddha er. Buda.
bouddhique s. Buda'ya ve Budizm'e değgin (Art
bouddhique).
bouddhisme er. Budizm; Buda dini.
bouddhiste ad. Budist; Buda dininden olan.
bouder gsz. 1. Somurtmak, surat asmak (Ne boude
pas à table). 2. gçl. Bouder qn, qch: -e surat asmak
(Il me boude depuis une semaine). 3. tkz. Artık
istemez olmak, artık canı istememek (Je boude les
distractions). § Bouder contre son ventre: Kızıp
yemek yememek,
bouderie diş. Somurtma, surat asma, somurtkanlık
(La bouderie d'un enfant gâté).
boudeur,euse s. ve ad. 1. Somurtkan, asık suratlı.
(Un enfant boudeur). 2. er. İki kişilik sırt sırta
koltuk.
boudin er. 1. Bir tür domuz sucuğu (Boudingrillé).
2. (Mimarlıkta) Yanm silindir biçiminde silme,
kavalsilme. 3. Lâğım fitili. 4. Demiryolu araba
tekerleklerinde çemberin çepeçevre taşkın olan iç
kenan. § Ressort à boudin: Sarmal yay. S'en aller
en eau de boudin: İyi bir sonuç vermemek, boşa
çıkmak, güme gitmek (Je crois que cette affaire va
s'en aller en eau de boudin).
boudinage er. (İpek, yün vb.) Bükme.
boudiné
boudiné,es. 1. Sıkışıp kalmış, düdük gibi sıkışmış (Il
était boudiné dans sa veste étroite). 2. Sucuk gibi
(Des doigts boudinés).
boudiner gçl. (İpek, yün vb.) Bükmek. § Se
boudiner dans qch: (Dar bir giysi içinde) Düdük
gibisıkışmak,sıkışıpkalmak (Se boudiner dans
un corset).
boudoir er. (Kadın) Süslenme odası, gelin odası,
boue diş. 1. Çamur, balçık (Patauger dans la boue).
2. mec. Çamur, çirkef. 3. Tortu, çökelti (La boue
d'un encrier). § Ame de boue: Düşük, alçak bir
insan. Prendre des bains de boue: Çamur
banyosu yapmak. Tirer qn de la boue: Birini
çamurdan (düşmüş olduğu güç ve utanılacak
durumdan) kurtarmak, çekip çıkarmak. Traîner
qn dans la boue, couvrir qn de boue: Birini rezil
etmek, yerin dibine batırmak, cılkını çıkarmak,
bouée diş. Şamandıra. § Bouée de corps mort:
Palamar şamandırası. Bouée de sauvetage: Can
kurtaran simidi (Il se cramponnait à cette idée
comme un naufragé à une bouée de sauvetage).
boueur er.Çöpçü, sokak süpürücüsü, temizlik işçisi.
boueux,euse s. 1. Çamurlu (Une rue boueuse,
chemin boueux, eau boueuse). 2. Çamur gibi (Un
café boueux). 3. er. hlk. Çöpçü,
bouffant,e s. Kabarık, şişkin (Un pantalon
bouffant; manche bouffante).
bouffarde diş. hlk. Kocaman tütün çubuğu,
bouffes. 1. Güldürücü, gülünçlü (Opérabouffe). 2.
er. Güldürücü şarkıcı. 3. diş. Yeme, atıştırma,
tıkınma (Ne vivre que pour la bouffe). 4. Yemek,
yiyecek (Préparer la bouffe).
bouffée diş. 1. (Hava, duman, koku vb. için) Dalga
(Une bouffée d'air, de froid, deparfum). 2. Soluk,
"nefes (Tirer une bouffée de sa pipe). 3. mec.
Dalga gibi gelip geçen şey, geçici durum (Des
bouffées d'orgueil). § Par bouffées: Dalga dalga,
aralıklı olarak, kesik kesik,
bouffer gsz. 1. Kabarmak, kabarık durmak (Un
pantalon qui bouffe). 2. hlk. Atıştırmak, birşeyler
tıkınmak, yemek (On bouffe bien chez nous. Il
bouffe à la cantine). 3. gçl. Yemek, tüketmek (Je
n'ai rien à bouffer. Cette voiture bouffe de l'huile).
4. Bouffer qn: Birini çiğ çiğ yemek, birine çok
kızmak (Je vais le bouffer). S. Bouffer de: -in can
düşmanı olmak (Bouffer du curé). § Bouffer des
briques: Yiyecek bir şeyi olmamak; çömleğinde
taş pişmek. Bouffer du kilomètre: Arabayla çok
yol yapmak. Se bouffer le nez: hlk. Kavga etmek,
tartışmak, dalaşmak (Ils étaient prêts à se bouffer
le nez).
bouffette diş. Fiyong, kelebek, püskül,
bouffeur, euse ad. hlk. Yiyen, atıştıran (C'est un

172

bougre
bouffeur de pain).
bouffi,e s. 1. Şişkin, şiş (Un visage bouffi, des yeux
bouffis). 2. Şişirme, şişirmeli abartılı (Un style
bouffi). § Etre bouffi de: -den yanından
geçilmemek, şişinmek (Il est bouffi d'orgueil, de
vanité).
bouffir gçl. 1. Şişirmek (La maladie avait bouffi ses
yeux). 2 .gsz. Şişmek (Son corps bouffit de jour en
jour).
bouffissure diş. 1. Şişlik, şişmişlik, şişkinlik (La
bouffissure d'un visage, des yeux). 2. Şişirmecilik
(La bouffissure d'un style). 3. mec. Kibir, kurum,
kasıntı.
bouffon er. 1. Soytarı. 2. Maskara, herkesi
eğlendiren kimse. § Etre le bouffon de qn: Birinin
alay konusu olmak, hep eğlenilen, alay edilen
kimse olmak,
bouffon,ne s. Güldürücü, eğlenceli, gülünçlü,
gülünç (Une histoire bouffonne).
bouffonner gsz. Soytarılık etmek; maskaralık
etmek.
bouffonnerie diş. Soytarılık, maskaralık,
bouge er. 1. Pis, bakımsız konut (Habiter un bouge).
2. Adı kötüye çıkmış ev, otel, meyhane, bar;
batakhane (Les bouges des grands ports). 3.
(Fıçıda) Karın. 4. (Eskiden) Giysi sandığı,
bougeoir er. El şamdanı.
bougeotte diş. tkz. Hiç yerinde duramama, hep
dolaşma hastalığı (Il a la bougeotte: Hiç yerinde
duramaz).
bouger gsz. 1. Kımıldamak, kıpırdamak (Il n'a
même pas bougé de sa place). 2. Harekete geçmek
(Si les syndicats bougent, le gouvernement risque
d'être en difficulté). 3. gçl. tkz. Yerinden
oynatmak, yerini değiştirmek (Ne bouges pas les
valises). § Sans bouger le petit doigt: Parmağını
bile oynatmadan. § Se bouger: Yerinden
kıpırdamak; hareket etmek,
bougie diş. 1. Mum (Allumer une bougie). 2.
(Cerrahlıkta) Bükülgen sonda. 3. Porselen
süzgeç. 4. Patlamalı motorlarda elektrikli
tutuşturma aygıtı, "buji (Il faut changer ces
bougies usées). S. hlk. Yüz, surat (Faire une drôle
de bougie: Yüzü bir tuhaf olmak, surat asmak). §
Bougie internationale: Işık yeğinliği birimi, mum
ışığı, mum.
bougna, bougnat er. Kömür satıcısı, kömürcü,
bougon,ne s. vead. Homurdanıp duran (Un enfant
bougon. Un bougon).
bougonnement er. Homurdanma,
bougonner gsz. Homurdanmak,
bougran er. Yün kırpıntısı, bukran,
bougre,esse ad. hlk. 1. Herif; karı (C'est un bon
bougrement
bougre). 2. Bougre de: -oğlu (Bougre d'idiot:
Aptal oğlu aptal). 3. Bougre! uni. Öf be! Aman
allah! (Bougre! c'est haut!: Öf be, amma da
yüksek!).
bougrement bel. hlk. Çok, pek (C'est bougrement
difficile).
boui-boui er. Niteliksiz tiyatro, bayağı tiyatro,
boulf er. hlk. Kunduracı, eskici, yemenici,
bouillabaisse dis. Balık çorbası; bir tür safranlı balık
yemeği.
bouillant,e s. 1. Kaynar (L'eau bouillante). 2. Çok
sıcak (Prendre son café bouillant). 3. Ateşli, kanı
kaynayan (Jeunesse bouillante). 4. Bouillant de
qch: -den yerinde duramayan, içi kaynayan,
kendini tutamayan (Etre bouillant de colère,
d'impatience).
bouille diş. 1. Üzüm küfesi. 2. tkz. Surat, yüz; kafa
(Il a une bonne bouille).
bouilleur er. 1. Rakı çeken, yapan. 2. Buhar
makinasının su kazanı,
bouilli er. Et haşlaması.
bouilli,e s. Haşlanmış, kaynatılmış (Pommes de
terre bouillies; lait bouilli).
bouillie diş. 1. Bulamaç, lapa. 2. Kâğıt hamuru. 3.
Güç anlaşılır şey. § C'est de la bouillie pour les
chats: Boşuna çaba; boşuna kürek sallamaktır bu.
Etre en bouillie: Ezilmek, tanınmaz hâle gelmek,
pestili çıkmak (Après l'accident, la voiture était en
bouillie). Mettre qn, qch en bouillie: -i ezmek,
pestilini çıkarmak, tanınmaz hâle getirmek,
bouillir gsz. 1. Kaynamak (La marmite bout. L'eau
bout à 100 degrés). 2. Bouillir de qch: -den yerinde
duramamak, tepesi atmak, kendini tutamamak
(Il bout d'impatience, de colère). 3. gçl. tkz.
Kaynatmak (Bouillir le lait, bouillir le linge). §
Avoir de quoi faire bouillir la marmite: Yiyecek
bir şeyi olmak, tencere kaynatacak durumu
olmak. Avoir le sang qui bout dans les veines:
Delikanlı olmak; damarlarında kanı kaynamak.
Faire bouillir: 1. Kaynatmak (Faire bouillir du
lait, le linge). 2. Haşlamak (Faire bouillir de la
viande). Faire bouillir qn: Birini kızdırmak,
tepesini attırmak (Ta paresse me fait bouillir).
bouilloire diş. Su kaynatılan ibrik; çaydanlık,
bouillon er. 1. Hava kabarcığı, gaz kabarcığı, köpük
(Le ruisseau sort de la source à gros bouillons). 2.
(Yemek pişirmede) Taşım. 3. Haşlama suyu, su
(Bouillon de légumes, depoulet) A. Ucuz lokanta.
5. (Kumaşta) Kabarık, kıvrım, dalga. 6. Bir
yarada gereksiz büyümüş et. 7. Satılmadan kalan
yayın (Bouillon de revues). § Bouillon d'onze
heures: İçine zehir katılmış içki yada yiyecek.
Bouillir à gros bouillons: Fokur fokur kaynamak.

173

boulet
Boire un bouillon: 1. Yüzerken su yutmak. 2.
Zarara uğramak, para yitirmek (Ce commerçant
a bu un bouillon).
bouillon-blanc er. bitb. Aslankuyruğu,
bouillonnant,es. 1. Kaynayan (Eau bouillonnante).
2. Kaynaşan, ateşli (Des idées bouillonnantes).
bouillonnement er. 1. Kaynama (Bouillonnement
d'une
source).
2.
mec.
Kaynaşma
(Bouillonnement des désirs, des idées, des
passions).
bouillonner gsz. 1. (Sıvı için) Köpürmek,
köpüklenmek, fokurdamak (Le
ruisseau
bouillonne entre les rochers). 2. (Yayınlar için)
Satılmadan kalmak (Le journal qui bouillonne).
3. gçl. (Bir kumaşa) Kabarık kıvrımlar yapmak,
dalgalandırmak. 4. Bouillonner de qch: -den
kudurmak, köpürmek (Bouillonner de colère,
d'impatience).
bouillote diş. 1. İçine sıcak su konularak yatak
ısıtmaya yarayan kap, yatak tandın. 2. Küçük
güğüm. 3. Bir tür iskambil oyunu,
bouillotter gsz. Yavaş yavaş kaynamak,
boulange diş. Ekmekçilik, fırıncılık,
boulanger,ère ad. Ekmekçi, fmncı.
boulanger gç/. Yoğurmak, işlemek (Boulanger de la
farine).
boulangerie diş. 1. Ekmekçilik, fırıncılık. 2. Fırın.
3. Ekmekçi dükkânı,
bouldozeur er. Yoldüzer, yoldüzler. "Buldozer,
boule diş. 1. Yuvarlak, top, bilye (Rondcomme une
boule. Boule de billard, boule de neige). 2. mec.
tkz. Baş, kafa. § En boule: Top biçiminde, yumak
gibi (Le chat dort en boule). Avoir une bonne
boule: Sevimli olmak; eli yüzü düzgün olmak.
Avoir les nerfs en boule: Sinirlenmek, öfkesi
kabarmak. Etre, se mettre en boule: Kızmak,
öfkelenmek. Faire boule de neige: Çığ gibi
büyümek (Sa fortune fait boule de neige). Perdre
la boule: Aklını oynatmak, akimi kaçırmak,
bouleau, er. Kayın ağacı,
boule-de-neige diş. bitb. Kartopu (çiçeği),
bouledogue er. Buldok (köpeği),
bouler gsz. 1. Yuvarlanmak. 2. (Harcı, kireci)
Karmak. § Envoyer bouler qn: Birini başından
savmak (Il nous a envoyés bouler).
boulet er. 1. Top güllesi, gülle. 2. (Eskiden)
Pıranga. 3. (Atlarda) Bukağılık. 4. Katlanmak
zorunda kalman şey, baş belâsı (Ces dettes sont un
boulet que je traîne avec moi depuis des années). §
Pour un boulet de canon: Asla, hiçbir zaman,
dünya yıkılsa (Il ne changerait pas d'avis pour un
boulet de canon). Arriver comme un boulet de
canon: Hışım gibi gelmek, fırtına gibi gelmek.
boulette

174

Tirer à boulets rouges sur qn: Birine şiddetle


saldırmak; yazı yada sözle şiddetle eleştirmek (II
tirait à boulets rouges sur ses adversaires).
boulette diş. 1. Küçük gülle, top. 2. Köfte. 3. mec.
tkz. Akılsızlık, düşüncesizlik, gaf. § Faire une
boulette: tkz. Bir düşüncesizlik etmek, gaf
yapmak.
boulevard er. 1. (Eskiden) Kale meydanı. 2.
Bulvar, anayol. 3. Bulvar piyesi (C'est du bon
boulevard). § Les grands boulevards: Pariste
Madeleine ile Bastille arasındaki bulvarlar,
boulevarder
gsz.
Bulvarlarda,
caddelerde
dolaşmak.
boulevardier,ère s. ve ad. 1. er. Bulvarlarda,
kahvelerde dolaşıp duran kimse. 2. s. Bulvar
tiyatrosu türüne değgin
(Une
comédie
boulevardière).
bouleversant,e s. Allak bullak edici, coşturucu, alt
üst edici (Un roman bouleversant).
bouleversement er. 1. Alt üst oluş; allak bullak oluş
(Bouleversement des valeurs, des sentiments). 2.
Kargaşa, bunalım (Bouleversement économique,
politique).
bouleverser gçl. Allak bullak etmek, altüst etmek
(Cet événement a bouleversé ma vie).
boulier er. 1. Çörkü. 2. Iğrıp denilen balık ağı.
boulimie diş. 1. Oburluk hastalığı. 2. tkz. Açlık,
büyük açlık.
boulimiques. 1. Oburluk hastalığına değgin. 2. ad.
Oburluk hastası,
boulin er. 1. Güvercinlikte göz. 2. (Yapıcılıkta)
Kiriş yuvası yada iskele kirişi,
bouline diş. den. Borina.
bouliner gçl. 1. (Bir yelkeni) Borina ile germek. 2.
gsz. Borinaları gererek gitmek, borina gitmek. 3.
tkz. Ayaklarını yere vurarak yürümek,
boulingrin er. Çimenlik.
bouioir er. Kireç, harç karıştırmaya özgü aygıt,
boulon er. Cıvata, somunlu vida.
boulonner gçl. 1. Cıvata ile, somunlu vida ile
tutturmak (Boulonner une poutre). 2. argo.
Çalışmak (Tu boulonnes dur).
boulot er. tkz. İş (Il cherche du boulot. Je vais au
boulot).
boulot,tes. vead. 1. Kısave şişman; topuz gibi (Une
femme boulotte. Un pain boulot. Une petite
boulotte). 2. er. Besin, yiyecek,
boulotter gsz. 1. Kendi yağıyla kavrularak
yaşamak. 2. Yavaş yavaş durumu iyileşmek. 3.
tkz. Yemek. 4. gçl. tkz. Yemek (Il n'y a rien à
boulotter).
boum iinl. 3. Bum! Güm! Pat! Düşen bir nesnenin
çıkardığı ses (Boum! Tout est tombé). 2. er.

bourde
Gürültü, pat, güm (Ça a fait un grand boum en
tombant). § Etre en plein boum: Harıl harıl
çalışmak.
boumer gsz. hlk. Yolunda gitmek, iyi gitmek (Ça
boume: İşler tıkırında; işler yolunda gidiyor).
bouquet er. 1. Demet (Un bouquet de roses, de
persil). 2. Güzel şarap kokusu; koku, "rayiha. 3.
Salkım, saçak, kangal (Le bouquet d'un feu
d'artifice). 4. Sonuç, yargı. 5. Sevgi koşuğu. 6.
Bayram armağanı. §Bouquet delà mariéeer. bitb.
Menekşe gülü. Bouquet d'arbres: Küçük koru,
ağaçlık. C'est le bouquet: İşte bu tüy dikti; işte bu
hepsinden beter,
bouquet er. 1. Bir tür iri karides. 2. Erkek tavşan,
bouqueté,e s. Hoş kokulu, "rayihalı (Un vin
bouqueté).
bouquetier er. Çiçek vazosu, çiçeklik,
bouquetière diş. Çiçekçi kız, çiçekçi kadın,
bouquetin er. Dağ keçisi.
bouquiner. 1. Kocamış teke, "ihtiyar teke. 2. Erkek
tavşan.
bouquin er. 1. Eski kitap. 2. hlk. Kitap, betik,
bouquiner gsz. 1. Eski kitap okumak. 2. Kitaplara
bakmak. 3. gsz. gçl. Okumak (ila passé toute sa
journée à bouquiner. Il aime bouquiner les romans
policiers).
bouquinerie diş. 1. Sahhaflık. 2. Eski kitap merakı.
bouquineur,euse ad. 1. Eski kitap meraklısı. 2.
Kitapları karıştırmayı seven. 3. Okumayı seven,
çok okuyan.
bouquiniste ad. Eski kitap alıp satan, "sahhaf, eski
kitapçı.
bouracan er. Aba, kaba yünlü.
bourbe diş. Çamur, balçık (Bourbe d'un marais).
bourbeux, euse s. Çamurlu, balçıklı, batak ( Chemin
bourbeux, eau bourbeuse).
bourbier er. 1. Balçık çukuru. 2. mec. Berbat iş,
batak (Il faisait de vains efforts pour se tirer de ce
bourbier). 3. mec. Çirkef.
bourbillon er. 1. Çamur yığını. 2. hek. Çıban özü.
bourbonien,ne s. Burbon ailesine değgin.
Burbonlara özgü. § Nez bourbonien: Uzun gaga,
burun.
bourdaine diş. Kara akçaağaç.
bourdalou er. 1. Şapka kurdelesi. 2. Kasket meşini.
3. Lâzımlık, oturak,
bourde diş. tkz. 1. Yalan, martaval, kurt masalı (Tu
me racontes des bourdes!). 2. Düşüncesizlik,
aptallık, yanılgı, yanlış. § Faire, commettre une
bourde: Yanılgıya düşmek, hatâ etmek, yanhş
yapmak, düşüncesizlik etmek (J'ai commis une
bourde en refusant leur proposition. Cet élève a
fait de grosses bourdes dans sa dictée).
bourdon
bourdon er. 1. Hacı değneği. 2. Yaban arısı (Bruitde
bourdon). 3. Büyük çan (Bourdon de NotreDame). 4. Orgta bas sesi veren boru. 5.
Basım
dizisinde atlama. § Faux bourdon: Erkek arı; eski
batı müziğinde bir beste biçimi. Avoir le bourdon:
Canı sıkılmak, içi sıkılmak,
bourdonnant,e s. Vızıldayan, uğuldayan (Une
mouche bourdonnante).
bourdonnement er.
1. Vızıldama,
vızıltı
(Bourdonnement des abeilles). 2. Mırıldanma,
uğultu. 3. Homurtu, uğultu (Bourdonnement
d'un moteur d'avion). 4. Uğultu, uğuldama
(Bourdonnement d'oreilles).
bourdonner gsz. 1. Vızıldamak (Une abeille
bourdonne). 2. Mırıldanmak, mırıltı halinde
gelmek (Une musique lointaine bourdonnait à ses
oreilles). 3. Uğuldamak (Avoir les oreilles qui
bourdonnent: Kulakları uğuldamak).
bourdonneur,euse s. Vızıldayan (Des essaims
bourdonneurs).
bourg er. Kasaba,
bourgade diş. Küçük kasaba,
bourgeoises, ve ad. 1 .ad. 'Kentsoylu, *kentligil,
"burjuva. 2. hlk. Karı, eş (Ma bourgeoise). 2. s.
Kentsoylulara, kentligillere değgin (Classe
bourgeoise. Quartier bourgeois). 4. Bayağı. 5.
Tutucu, "muhafazakâr. 6. İyi ve sade (Une cuisine
bourgeoise). § Epater le bourgeois: Çok yırtıkça
davranmak; herkesi şaşırtıcı davranışlarda
bulunmak.
bourgeoisement bel. Sade bir biçimde, burjuvaca,
efendi efendi (Vivre bourgeoisement).
bourgeoisie diş. 1. 'Kensoylular, *kentligiller,
"burjuvazi. 2. "Kentsoyluluk, *kentligillik,
"burjuvalık.
bourgeon er. I. Tomurcuk (Les bourgeons éclatent
au printemps). 2. Asma filizi. 3. Ergenlik, yüz
sivilcesi (Il a des bourgeons dégoûtants sur le
visage).
bourgeonnement er. 1. Tomurcuklanma. 2. hlk.
(Yara için) Azma, etrafında et parçaları oluşması
(Bourgeonnement d'une plaie).
bourgeonner gsz. 1. Tomurcuklanmak (Les
pommiers ont bourgeonné). 2. Sivilce çıkmak,
sivilcelenmek (Ton visage bourgeonne).
bourgeron er. Kısa iş gömleği,
bourgmestre er. (Belçika, Almanya, Hollanda ve
İsviçre gibi Orta Avrupa ülkelerinde) Belediye
başkanı,
bourgogne er. Burgonya şarabı,
bourguignonne s. ve ad. 1. Burgonyalı. 2. er.
Şaraplı sığır yahnisi,
bourlinguer gsz. 1. (Gemi) Güçlükle yol almak,

175
bourrelet

fırtınada çabalamak. 2. tkz. Serserice gezip


tozmak, sürtmek. 3. Yolculuk etmek, dolaşmak
(Il a bien bourlingué dans les mers).
bourlingueur,euses. vead. Durmadan gezip tozan;
orda burda sürtüp duran,
bourrache
bitb. Hodan,
bourrade diş. 1. Avda, köpeğin ava vurup tüy
koparması. 2. (Dipçik ya da dirsekle) Vurma,
dürtme (Une bourrade amicale. Je lui ai donné une
bourrade).
bourrage er. 1. Tıka basa doldurma. 2. Bir şeyi
doldurmak için kullanılan şey. § Bourrage de
crâne: Yoğun propaganda, beyin yıkama,
bourrasque diş. 1. Bora, fırtına (Une bourrasque de
pluie). 2. mec. Geçici öfke; birden bire parlama.
§Entrer comme une bourrasque: Fırtına gibi
girmek.
bourratif,ive s. tkz. Kann doyurucu, mide şişirici,
açlık bastırıcı (Ces biscuits sont trop bourratifs).
bourre diş. 1. Tabaklamadan önce bir hayvan
derisinden koparılan tüy. 2. Semer, kanape gibi
şeylere doldurulan kıl, yün kırpıntısı gibi şeyler,
paçak. 3. (Ağızdan dplma silahlara tıkılan) Sıkı.
4. Yün yada ipek hurdası. 5. Tomurcuklann
üstünde ince tüy. 6. mec. Önemsiz şey, değersiz
şey. 7. hlk. Dişi ördek. 8. Bir tür iskambil oyunu.
9. er. argo. Polis, aynasız. § De première bourre:
hlk. Eşsiz, çok güzel, nefis. A la bourre: hlk. Geç;
geç kalarak; gecikerek.
bourré,e s. 1. Tıka basa dolu (Une valise bourrée.
Un wagon bourré). 2. Balık istifi gibi; üst üste
yığılmış, sıkışmış (Les gens étaient bourrés dans le
train). 3. hlk. Sarhoş,
bourreau er. 1. Cellat. 2. Acımasız, taş yürekli;
işkenceci.§Bourreau des cœurs; Donjuan, gönül
hırsızı, kadınlann gönlünü çabucak fetheden
kimse. Bourreau d'argent: Müsrif, çok para
harcayan. Bourreau de travail: Çabuk ve çok iş
yapan; çok iyi çalışan, kendisine iş dayanmayan
(kimse).
bourrée diş. 1. Çalı bağı, çalı demeti. 2. Bir tür dans.
bourrèlement er. Ezinç, "azap (Bourrèlement de la
conscience).
bourreler gçl. Azap vermek, kıvrandırmak. § Etre
bourrelé de qch: -denkıvranmak,çok acı çekmek
(Il était bourrelé de remords).
bourrelet er. 1. Başta yük taşımak için kullanılan
ortası delik yuvarlak yastık, simit yastık. 2. Kapı
ve pencere aralıklarım tıkamak için kullanılan
ince uzun yastık, tıkama yastığı. 3. Düşerken
çocuklann başlarını korumuş olmak için
başhklann etrafına konulan yuvarlak yastık,
koruma yastığı. 4. (Top ağzı kenannda)
Kabartma halka. 5. Ağaç yada madeni süs. 6.
bourrelier
(Vücutta) Et yada yağ birikintisi, kıvrım
(Bourrelet de chair, de graisse. Il a des bourrelets
de chair sous le menton).
bourrelier er. Saraç; hayvan koşumu yapıp satan
kimse; koşumcu,
bourrellerie^. Saraçlık; koşumculuk.
bourrer gçl. 1. Sıkı tıkmak, doldurmak (Bourrer un
fusil). 2. Paçak, kıtık doldurmak (Bourrer un
coussin). 3. Tıka basa doldurmak (Bourrer une
valise). 4. Tıka basa yedirmek, tıkış tıkış
yedirmek. 5. Bourrer qch de qch: -ile doldurmak
(Bourrer le poêle de bûches. Bourrer une boîte de
papiers). 6. Bourrer qn de qch: Birinin karnını -ile
doldurmak, doyurmak (Elle nous bourre de
pommes de terre). 7. gsz. (Köpek için) Kaçan
avdan tüy koparmak. 8. gsz. argo. Kapah gişe
oynamak, salonu tam doldurmak (Ce soir on a
bourré). § Bourrer qn de coups: Birini dayaktan
gebertmek, eşek sudan gelinceye kadar dövmek.
Bourrer le crâne à qn: Birinin aklını çelmek,
beynini
yıkamak,
yalan
propagandayla
yanıltmak (La presse officielle bourre le crâne
au public). § Se bourrer: 1. Tıka basa yemek,
işkembesini doldurmak. 2. Se bourrer de qch: -ile
karnını doyurmak (Se bourrer de pain).
bourriche diş. Av yada balık sepeti; çavalye.
bourrichon er. tkz. Baş, kafa, kelle. § Se monter le
bourrichon: Düşler kurmak; olmayacak şeyler
tasarlamak,
bourricot, bourriquot er. Küçük eşek, sıpa.
bourrin er. hlk. At; beygir,
bourrique diş. 1. Kancık eşek. 2. mec. tkz. fnatçı ve
aptal kimse, eşeğin teki. 3. argo. Polis, aynasız. §
Têtu comme une bourrique: Keçi gibi inatçı. Faire
tourner qn en bourrique: Birini bunaltmak,
serseme çevirmek (On l'a fait tourner en
bourrique).
bourriquet er. 1. Sıpa yada küçük boy eşek. 2. Kuyu
çıkrığı.
bourru,e s. 1. Pürtüklü, pürüzlü (Fil bourru). 2.
mec. Asık suratlı, acılı (Un homme bourru, un air
bourru). § Vin bourru: Henüz mayalanmamış
şarap, üzüm şırası,
bourse diş. 1. Kese, para kesesi (Une bourse de
peau. Bourse à fumoir). 2. 'Öğrenmelik, °burs
(Bourse d'études. Concours de bourses). 3.
Tavşan avında kullanılan bir tür ağ; yakalamak
için tavşanın yuvası ağzına konan torba ağ. 4.
(Balık avında) Torba biçiminde ağ. 5. Borsa
(Bourse de commerce. La bourse a monté, la
bourse a baissé). 6. ç. Taşak torbası. §Pourtoutes
les bourses: Her keseye elverişli; herkesin
kesesine göre. Sans bourse délier: Beş para

176
boussillage
harcamadan, kesenin ağzmı açmadan, bedava.
Avoir la bourse bien garnie: Cüzdanı kabarık
olmak, çok parası olmak. Délier les cordons de la
bourse: Kesenin ağzını açmak. Tenir les cordons
de la bourse: Kesenin ağzını elinde tutmak,
masrafları gören kişi olmak. Jouer à la bourse:
Borsa oyunu oynamak. Ouvrir sa bourse à qn:
Birine kesesinin ağzını açmak, birine maddî
yardımda bulunmak,
boursicotage er. 1. Küçük borsa oyunlarına girme.
2. Beş on kuruş artırma,
boursicoter gsz. 1. Küçük borsa oyunlarına
girişmek. 2. Beş on kuruş artırmak,
boursicotier, ère; boursicoteur, euse.v. ve ad. Küçük
borsa oyunlarına girişen (kimse),
boursier, ère s. ve ad. 1. Burslu, öğrenmelik alan
öğrenci (Une boursière; un élève boursier). 2. er.
Borsacı. 3. Borsa ile ilgili (Le marché boursier;
opérations boursières).
boursouflage, boursouflement er. Şişme, şişirme;
kabarma, kabartma,
boursouflé, e s. 1. Şiş, şişmiş (Un visage boursouflé).
2. Şişirilmiş, tantanalı, boş ve parlak lâflarla dolu
(Un discours boursouflé. Un style boursouflé).
boursoufler gçl. 1. Şişirmek, şişkinleştirmek. 2.
Hindi gibi kabartmak (L'orgueil boursoufle les
sots). § Se boursoufler: Yer yer kabarmak (La
peinture s'est boursouflée).
boursouflure diş.
1. Şişkinlik, kabarıklık
(Boursouflure
d'un enduit sur un mur.
Boursouflure du visage, des paupières). 2.
Tantana, boş ve parlak sözlerden oluşmuştuk
(Boursouflure du style).
bousculade diş. İtişip kakışma, sıkışma. Sıkışıklık,
acele (La bousculade du métro. Dans la
bousculade du départ, nous avons oublié la valise.
La bousculade des derniers préparatifs).
bousculer gçl. 1. Karıştırmak, altüst etmek (On a
bousculé tousses livres). 2. İtip kakmak (La foule
nous bousculait). 3. Dürtmek, paylamak,
çıkışmak (Il est paresseux, il faut le bousculer un
peu pour le faire travailler). 4. Acele ettirmek. § Se
bousculer: 1. İtişip kakışmak (Les enfants se
bousculent pour sortir de l'école). 2. Aceleetmek,
evmek, biraz çabuk olmak (Bouscule-toi,
autrement nous allons manquer le train).
bouse diş. Sığır gübresi, mayıs; tezek (Bouse de
vache).
bouser gsz. 1. (Sığır için) Mayıs salmak, pislemek.
2. gçl. (Harman yerini) Mayıslı çamurla sıvamak,
bouseux er. tkz. Köylü, hödük,
bousier er. Gübre böceği,
bousillage er. 1. Kerpiç. 2. tkz. Kötü yapılmış iş,
boussiller
şişirme iş. 3. tkz. Şişirme, baştan savma yapma,
berbat etme, bozma.
bousiller gsz. 1. Kerpiçle yapı yapmak, kerpiç
işlemek. 2. gçl. tkz. Berbat etmek, çok kötü
yapmak, içine etmek (Bousiller un travail). 3.
Bozmak, kullanılmaz hale getirmek (Bousiller un
moteur, une montre, une machine). 4. Bousiller
qn: tkz. Birini öldürmek, gebertmek, canını
cehenneme yollamak (Un tracteur l'a bousillé sur
la route).
bousilleur,eusearf. 1. Kerpiççi. 2. tkz. Kötü işçi; her
şeyi bozan, berbat eden kimse.
bousin er. hlk. 1. Adı kötüye çıkmış yer, kötü yer. 2.
Büyük gürültü, gürültü patırtı.
bousingot er. Meşin gemici şapkası.
boussole diş. 1. Pusula (Avancer à l'aide de la
boussole). 2. Kılavuz (Vos conseils seront ma
boussole). § Perdre la boussole: Pusulayı
şaşırmak; afallamak, ne yapacağını bilememek.
boustifaUle diş. hlk. 1. Şölen. 2. Besin, yiyecek,
yiyinti.
bout er. 1. U% (Le bout du nez, de la langue, de la
table, d'une ficelle). 2. Son (Le bout de l'année, de
la semaine). 3. Uç süsü. 4. Un bout de: Biraz, bir
parça, azıcık, ufacık ( Un bout de pain. Un bout de
papier, un bout de fil. Je vais lui écrire un bout de
lettre).S. ç. (Sinemacılıkta) Günlük çekimler. § A
tout bout de champ: Her an, dem dakka, dakka
başı. Au bout du monde: Çok uzaklarda,
dünyanın öbür ucunda. Au bout du compte:
Hasılı. Bout à bout: Uç uca. Un bout d'homme:
Ufacık tefecik bir adam. Un bout de femme: Mini
minnacık bir kadın. Un bon bout de temps: Hayli
zaman, epey uzun süre (Il est resté un bon bout de
temps chez moi). De bout en bout: Baştan başa.
D'un bout à l'autre: Baştan başa, başından
sonuna dek. Etre à bout: 1. Sıfırı tüketmek, hiçbir
olanağı kalmamak. 2. Sabrı tükenmek, artık
dayanamamak. Etre à bout de qch: -si kalmamak;
-si tükenmek (Je suis à bout de patience: Sabrım
kalmadı. Il est à bout de forces: Gücü tükendi,
gücü kalmadı). Pousser qn à bout: Birini
kızdırmak, sabrını taşırmak. Venir à bout de qch:
-in üstesinden gelmek, yüzüp yüzüp kuyruğuna
gelmek, sonuna gelmek, bitirmek (Venir à bout
d'un travail, d'un projet). Venir à bout de qn, de
qch: -in hakkından gelmek, birini yenmek, alt
etmek (Venir à bout d'une difficulté, d'un
adversaire). Au bout de: Sonunda, -in bitiminde,
sonra (Au bout de trois ans). Arriver, venir, être
au bout de qch: -in sonuna gelmek, sonuna
varmak, sonunda olmak (Arriver, venir au bout de
sacarrière, desavie). Etre au bout de son rouleau:

177

boutique
Bir ayağı çukurda olmak, ölmek üzere olmak.
Avoir du mal à joindre les deux bouts: f ki yakasını
bir araya getirememek. Brûler la chandelle par les
deux bouts: Çok müsrif olmak, har vurup harman
savurmak. Tenir le bon bout: Sağlam yere ayak
basmak, durumu sağlam, iyi olmak. Faire un bout
de conduite à qn: Birini uğurlamak,geçirmek için
bir süre ona yolda eşlik etmek. Mener qn par le
bout du nez: Birini istediği yöne çevirmek, istediği
gibi idare etmek (Sa femme le mène par le bout du
nez). Aller jusqu'au bout: Sonuna kadar gitmek,
sonuna kadar dayanmak. Montrer le bout de
l'oreille: Niyetini, düşüncesini, ortaya koymak,
belli etmek (ila montré le bout de l'oreille par cette
réflexion). Jusqu'au bout des ongles: Sapma
kadar, çok, tam anlamıyle (Il a de l'esprit jusqu'au
bout des ongles). Avoir qch sur le bout de la
langue, sur le bout des lèvres: Dilinin ucunda
olmak (Je l'ai sur le bout de la langue, mais je ne
peux pas le dire). Savoir qch sur le bout du doigt:
Su gibi bilmek, çok iyi bilmek (Cet élève sait sa
leçon sur le bout du doigt).
boutade diş. 1. Şaka, takılma (Il ne faut pas prendre
au sérieux ces boutades). 2. Naz, kapris, *özenç (Il
agit par boutade. Les boutades d'un enfant
malade).
bout-dehors er. den. Ek yelken çekmek için gemi
serenine eklenen parça,
boute-en-train er. Yanındakileri eğlendiren,
güldüren, herkese neşe saçan kimse ; neşe kaynağı
(Il est le bout -en- train de la classe).
bouteille diş. 1. Şişe (Une bouteille de vin). 2. ç.
(Gemide) Yüznumara, aptesane. § Aimer la
bouteille: İçkiye düşkün olmak. Prendre de la
bouteille: mec. tkz. Yaşlanmak. C'est la bouteille
à l'encre: Karışık, anlaşılmaz bir sorun bu.
bouteillon er. Karavana.
bouter gçl. Atmak, kovmak (Bouter l'ennemi hors
du pays)
bouterolle diş. 1. (Kılıçta) Kın pabucu. 2. Anahtar
deliği yarığı.
bouteroue diş. Yapı ve kapı köşelerini
tekerleklerden korumak için konulan taş,
koruma taşı.
boute-selle diş. ask. Boru yada trampetle verilen
"eyer vur" komutu,
boutique diş. 1. Dükkân (Boutique de charcuterie.
Boutique d'un artisan). 2. Dükkân eşyası. 3. İşlik,
atölye. 4. Avadanlık5. tkz. İş. 6. mec. tkz. Berbat
ev yada çalışma yeri. 7. Diri balık sandığı. §
Fermer boutique: Dükkân kapamak. Ouvrir
boutique: Dükkân açmak, lenir boutique:
Dükkân işletmek, dükkâncılık etmek.
boutiquier
boutiquier,ère ad. Dükkâncı,
boutisse diş. (Duvarcılıkta) Bağlama taşı, kısa
bağtaşı.
boutoir er. 1. Nalbantların, sepicilerin kullandıkları
iki ucu saplı keski, bıçkı, suntraç. 2. Yaban
domuzu burnu, kalak. § Coup de boutoir: Sert ve
acı söz, tersleme,
bouton er. 1. Konca, gonca (Bouton de rose. Un
bouton qui éclot). 2. Sivilce (Bouton de petite
vérole. Il a des boutons). 3. Düğme (Unboutonde
chemise). 4. (Kimi aletlerde) Düğme, kumanda
düğmesi (Tourner le boutton de la radio. Un
boutton électrique).
bouton-d'argent er. Düğünçiçeği,
bouton-d'or er. Sarı düğünçiçeği,
boutonnage er.
Düğmeleme;
düğmelenme
(Boutonnage de gauche à droite).
boutonner gsz. 1. Sivilce çıkartmak, sivilce
dökmek. 2. gçl. İliklemek, düğmelemek
(Boutonner sa veste, son pantalon). 3. Meçin
ucundaki düğme ile dokunmak (ila boutonné son
adversaire). 4. gsz. Düğmelenmek (Ce corsage
boutonne par derrière). § Se boutonner:
İliklenmek, düğmelenmek (Cette blouse se
boutonne par devant).
boutonnerie diş. 1. Düğmecilik. 2. Düğme
fabrikası.
boutonneux,euse
s.
Sivilceli
(Un
visage
boutonneux).
boutonnier,ère ad. Düğmeci,
boutonnière diş. 1. İlik, düğme iliği.2. Kesi, çizik;
ince ve uzun yara ( On lui fit une petite boutonnière
et on lui glissa dans\ la vessie une sonde spéciale.
Faire une boutonnière avec un poignard). 3. Ceket
yakasındaki ilik (Avoir une fleur, une décoration,
l'insigne d'un parti à la boutonnière).
bouton-pression er. Çıtçıt (Corsage fermé par des
boutons-pression ).
bouts-riméser. ç. l.Birkoşukdüzmeküzereverilen
uyaklar. 2. (Tekil olarak) Önceden verilen
uyaklara göre düzülen koşuk,
bouturage er. Çelik dikerek ağaç yetiştirme,
çelikleme.
bouture diş. Dikilmek üzere kesilmiş dal, sürgün
gibi ağaç parçası, çelik (Faire des boutures).
bouturer gsz. 1. (Ağaç için) Kökten sürmek. 2. gçl.
Çelikleme yoluyla (ağaç) yetiştirmek,
bouveau, bouvelet er. Tosun,
bouverie diş. Sığır ahırı, öküz damı.
bouvet er. (Doğramacılıkta) Kenar küşteresi.
bouvier,ère ad. 1. Sığırtmaç. 2. mec. Kaba adam,
hödük.
bouvière diş. hayb. Acıbalık.

178

braconnage
bouvilloner. İğdiş edilmiş tosun,
bouvreuil er. Şakrak kuşu.
bovarisme er. (Flaubert'in romanı Madame
Bovary'den) Doyumsuzluk, düşler içinde yüzen
kadın doyumsuzluğu.
bovidés er. ç. Boynuzlugiller,
bovin,e s. 1. Öküze, sığıra değgin (Races bovines.
Un regard bovin). 2. er. ç. Sığırgiller, sığır
familyası (Les bovins).
bow-window [bowindo] er. İng. Cumba,
box er. Ahır yada garaj bölmesi,
box-calf [bakskalfl er. Kromla sepilenmiş dana
derisi.
boxe diş. Boks, yumrukoyunu (Gagner un match de
boxe aux points, par knock-out. Pratiquer la
boxe).
boxer gsz. 1. Boks yapmak. 2. gçl. Yumruklamak
(Il se précipita sur son adversaire et le boxa au
visage).
boxeur er. Boksör, yumrukoyuncusu.
boy er. İng. 1. (Sömürgelerde) Yerli uşak. 2.
Yamak, çocuk uşak. 3. Müzikhollerde dansçı
delikanlı.
boyard er. tar. 1. Boyar, eski Rus soylusu. 2. mec.
tkz. Zengin, hali vakti yerinde adam.
boyau er. 1. Barsak. 2. Hortum. 3. Tekerlek iç
lastiği, yarış bisikleti iç lastiği. 4. mec. Dar ve uzun
yol. 5. (İstihkâmlarda) Sıçan yolu § Corde à
boyau: Çalgı teli. Se tordre les boyau: hlk.
Gülmekten katılmak, kasıklarını tuta tuta
gülmek.
boyauderiediş. 1. Barsak işlenilen yer, sucuk yapım
yeri. 2. Barsak işlemesi, sucuk yapma.
boyaudier,ère ad. Barsak işçisi,
boyauter (se) hlk. Çok gülmek, gülmekten kasıkları
çatlamak.
boycott er. Boykot (Les syndicats ont déclenché le
boycott des produits italiens).
boycottage er. Boykot.
boycotter gçl. Boykot etmek (Boycotter les
marchandises
étrangères.
Boycotter
un
commerçant, un cours).
boycotteur,euse ad. Boykotçu.
boy-scout [bsjskutjer. İng. 1. İzci. 2. mec. tkz. Saf
ülkücü (Une mentalité de boy-scout).
brabançonne diş. Belçika ulusal marşı,
brabanter. Pulluk,
bracelet er. Bilezik (Bracelet en or).
bracelet-montre er. Bilezik üzerine oturtulmuş
kadın kolsaati.
brachial,es. Kola değgin (Artère brachiale).
brachycéphales. vead. Kısakafalı, brakisefal,
braconnage er. Kaçak a \ ( L e braconnage a dépeuplé
braconner
la rivière).
braconnerez. Kaçak avlanmak, kaçak avyapmak.
braconnier er. Kaçak avcı.
bractée diş. Kimi çiçeklerin yanında bulunan özel
yaprak.
bradage er. 1. Ucuz fiyatla elden çıkarma, okutma,
satıp kurtulma. 2. Bit pazarında satma,
brader gçl. 1. Ucuz fiyatla elden çıkarmak,
okutmak, satıp kurtulmak (Il a bradé sa voiture).
2. -i bit pazarında satmak,
braderie di';. Bitpazarı.
bradycardie diş.hek. Kalp atışının yavaşlaması,
nabız düşüklüğü,
braguette diş. Pantolon yırtmacı,
brahmane er. Brehmen, brahman
brahmanique s. Brahma dinine değgin; brehmen
(La société brahmanique).
brahmanisme er. Brehmenlik, Brahma dini.
brai er. Katran tortusu.
braie diş. 1. Çocuk bezi, kundak. 2. ç. Eski Galyalı
poturu; potur,
braillard,e; braiiieur,euse s. ve ad. Zırlak, zırlayıp
duran.
braille er. Körler abecesi (Apprendre le braille).
braillement er. Zırlama, bağırma,
brailler gsz. 1. Zırlamak. 2. (Tavus) Bağırmak. 3.
mec. (Çocuk) Zır zır ağlamak, zırıldamak. 4. gçl.
Bağıra bağıra söylemek (Brailler un slogan, une
chanson).
braiment er. Anırma (Braiment d'un âne).
braire gsz. 1. Anırmak (L'âne qui brait au bout du
champ). 2, hlk. Zırlamak,
braise diş. 1. Kor, köz (Remplir de braise un
brasero. Faire griller de la viande sur la braise). 2.
Söndürülmüş kor, kömür (Les boulangers retirent
la braise du four). § Des yeux de braise: Ateş gibi
gözler. Etre sur la braise: Sabırsızlık ve kaygı
içinde beklemek; diken üstünde olmak,
braiser gçl. Hafif ateşle pişirmek (Viande braisée;
légumes braisés).
braisière diş. 1. Kor söndürülen kap. 2. Kapaklı
saplı tencere,
bramement er. 1. Geyik bağırması. 2. mec.
Bağırma, uluma,
bramer gsz. 1. (Geyik için) Bağırmak. 2. mec.
Bağırıp çağırmak, ah vah etmek (Ah! Je brame
après cette santé, après cet équilibre heureux).
bran er. 1. Kepekkabasi. 2. hlk. Pislik, dışkı. § Bran
de scie: Bıçkı talaşı. Brand'agace: Erik yada kiraz
zamkı.
brancard er. 1. Teskere, sedye (Transporter un
malade sur un brancard). 2. Araba kolu.
brancardier er. Teskereci, sedyeci (Brancardiers

179

branlant
militaires).
branchage er. 1. Ağacın bütün dalları, dallar. 2. Dal
yığını.
branche diş. 1. Dal (Les branches d'un arbre.
Couper, casser, secouer une branche). 2. Kol, dal
(Branches d'une famille. Ce chandelier a trois
branches. Les branches de la science). 3. hlk.
Cancağız (Viens ma vieille branche). § Avoir de la
branche: Soylu olmak, soyu sopu belli olmak;
alımlı, seçkin davranıştı olmak. Etre comme
l'oiseau sur la branche: Sallantıda olmak, bir yer
yada mevkideki durumu geçici olmak. Scier la
branche sur laquelle on est assis: Bindiği dalı
kesmek (Tu scies la branche sur laquelle tu es
assis).
branchement er. 1. Kanal yada hat kolu. 2. Hat
bağlama (Le branchement du téléphone a été fait).
brancher gsz. 1. Ağaç dalına tünemek, konmak (La
perdrix branche). 2. gçl. Takmak, bağlamak. 3.
Brancher qch sur qch: Bir şeyi -e takmak,
bağlamak (Brancher un appareil de radio sur la
prise électrique. Brancher un réseau électrique sur
un autre). Etre branché: tkz. Anlamak,
kavramak, çakmak (Je ne suis pas branché, répète
encore une fois).
branchette diş. Küçük dal.
branchial,e s. Solungaca değgin (Respiration
branchiale; fentes branchiales).
branchie diş. Solungaç (Les branchies des poissons,
des mollusques).
branchiopodes er. ç. hayb. Kolsu-ayakhlar.
branchu,es. Dallı; dallı budaklı,
brandade diş. Morina balığı ezmesi,
brande diş. Bir tür funda; fundalık,
brandebourg er. 1. Kimi giysilerde iliklerin etrafına
süs olarak dikilen şerit. 2. Bahçe çardağı,
brandevin er. (Eski) Şaraptan çekilen rakı; şarap
ruhu.
brandiller gsz. 1. Sallanmak. 2. gçl. sallamak,
brandir gçl. 1. Çekmek, sallamak (Brandir son
épée; brandir une lance. Il brandit son bâton et se
précipita sur moi). 2. Bir şeyi tehdit aracı olarak
kullanmak; -ile tehdit etmek (Il brandit sa
démission devant les critiques). § Brandir
l'étendard de la révolte: tsyan bayrağını çekmek,
brandon er. 1. Saman sapından meşale. 2.
Yangından sıçrayan yanar parça. 3. Ürüne el
konduğunu belirtmek için tarlada bir sırığın
ucuna bağlanarak dikilen sap bağı. § Brandon de
discorde: Nifak kaynağı; nifak kıvılcımı, nifak
tohumu.
brandy er. Ing. (ingiltere'de) Rakı; kanyak,
branlant,e s. Sallanan (Une bicoque branlante). §
branle

180

Château branlant: Yeni yürümeye çalışan ve sık


sık düşen çocuk,
branle er. 1. Salınma, sallanma. 2. tik hız, ilk
hareket, ilk adım. 3. den.Branda. 4. Halka dansı. §
Donner le branle à qch: -e ilk hızı vermek, ilk
hareketi yaptırmak, ilk adımı attırmak (Donner le
branle à une entreprise, à une affaire, à une
révolution). Mettre qch en branle: Harekete
geçirmek, seferber etmek (İla mis en branle tous
les services. Vous devez mettre en branle toutes vos
forces). Se mettre en branle: Harekete, eyleme
geçmek, kolları sıvayıp işe girişmek,
branle-bas er. 1. (Gemide) Hazırlık (Branle-bas de
combat. Branle-bas du matin, du soir). 2. mec.
Kargaşalık; telâş (Le branle-bas du départ en
vacances). § Mettre qch en branle-bas: Velveleye
vermek, telâşa sokmak (Il a mis toute la maison en
branle-bas).
branlement er. Sallama, sallanma, sallanış
(Branlement de tête).
branler gçl. 1. Sallamak (Branler la tête). 2. gsz.
Sallanmak (Une dent qui branle, une chaise qui
branle. L'escalier branle). § Branler dans le
manche, au manche: Sağlam olmamak, sallantıda
olmak, düşme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunmak (L'affaire branle dans le manche). S'en
branler: Aldırmamak, vız gelip tırıs gitmek (Je
m'en branle).
braquage er. 1. Çevirme, yön verme. 2. argo.
Silahla saldırma, silahlı saldın,
braque er. 1. Bir tür av köpeği. 2. s. mec. tkz.
Şaşkın, sersem, deli, kaçık (Il est un peu braque).
braquemart er. (Eski) tki ağızlı kısa kılıç,
braquer gçl. 1. Çevirmek, yöneltmek (Il a braqué
son pistolet en direction de son adversaire). 2.
Hafif yana yatırmak ; y an yan götürmek ( Braquer
les roues d'une voiture). 3. argo. Silahla
saldırmak, silahla soymak (Braquer une banque).
4. Braquer qch sur qn, sur qch: Bir şeyi -in
üzerinde toplamak; -e çevirmek, yöneltmek (ila
braqué ses regards sur nous). 5. Braquer qch
vers: -e doğru çevirmek, yöneltmek (Braquer les
canons vers la colline). 6. Braquer qn contre:
Birini -in aleyhine çevirmek (lia braqué toute sa
famille contre moi. Je vais braquer tout le groupe
contre ce projet). 6. gsz. Hafifçe yanlamak (La
voiture braqua vers la droite). § Se braquer: 1.
Şahlanmak, ayağa kalkmak, itiraz etmek (Il s'est
braqué). 2. Se braquer contre qch: -e karşı cephe
almak; -e muhalefet etmek, karşı olmak (Tout le
monde s'est braqué contre cette entreprise).
bras er. 1. (Değişik anlamlanyla) Kol (Bras droit,
bras gauche. Les bras d'un fauteuil. Le bras d'un

bras
levier). 2. Kol emeği (Vivre de ses bras). 3. İşçi, el
işçisi (L'industrie a besoin des bras). 4. Güç. 5.
Yüreklilik. 6. den. Serenlere yön vermeye
yarayan donanım, brasya. § A bras le corps:
Belinden
yakalayarak;
kollarını
beline
dolayarak; yarı belden.
A bras raccourcis:
Büyük bir şiddetle, hışımla (Il s'est jeté sur son
adversaire à bras raccourcis). A tour de bras: 1.
Bütün gücüyle, var kuvvetiyle (Lancer une pierre
àtourdebras). 2. Bol, çok çok, habire (Envoyer
des lettres à lourde bras). A bras: Elle; elle çalışan
(Nous avons transporté toute la marchandise à
bras. Moulin à bras, voiture à bras, presse à bras).
A pleins bras: Çok; kucak dolusu (Il travaille à
pleins bras. Apporter des fleurs à pleins bras).
Porter qch sur ses bras, dans ses bras: Bir şeyi
kucağında taşımak. Serrer qn dans ses bras: Birini
kucaklamak, birine sarılmak. Bras dessus bras
dessous: Kol kola (Ils se promenaient bras dessus
bras dessous). Offrir, donner le bras à qn: -in
koluna girmek (Je lui ai donné le bras) Etre au bras
de qn: -in kolunda olmak, koluna girmiş olmak
(Elle était au bras de son mari). Couper bras et
jambe à qn: -in kolunu kanadını kırmak,
kıpırdayamaz, iş yapamaz duruma getirmek (Tu
lui as coupé bras et jambes). Avoir le bras long:
Etkili kişi olmak; nüfuzlu kimse olmak, büyük
nüfuzu olmak. Demeurer, rester les bras croisés:
Eli kolu bağlı kalmak, hiçbir iş yapmamak.
Tendre, ouvrir les bras à qn: 1. Birini bağışlamak,
ona bağnm açmak. 2. Birine yardım elini
uzatmak, yardım etmek. Tendre les bras vers qn:
Birinden yardım istemek, birine el açmak. Se
réfugier, se jeter dans les bras de qn: Birine
sığınmak. Recevoir qn à bras ouverts: Birini
sevinç ve coşkuyla karşılamak. S'endormir dans
les bras du Seigneur: Ölmek, ruhunu Tann'ya
teslim etmek. Avoir un bras de fer: Büyük bir
gücü, çelik gibi iradesi olmak. Etre le bras droit de
qn: Birinin sağ kolu olmak, en yakım olmak.
Refuser son bras à qch: -e yardım etmemek, -den
yardımını esirgemek (Il a refusé son bras à notre
entreprise). En avoir les bras rompus:
Yorgunluktan bitmek. Tomber dans les bras de
qn: -in eline düşmek (Il est tombé dans les bras des
escrocs). Avoir qn sur les bras: 1. -e bakmak
zorunluluğunda olmak; -in geçimini sağlamak
(J'ai sur les bras une famille nombreuse). 2.
-başına belâ etmek, başına belâ almak (J'ai sur les
bras une sale affaire. Il a sur les bras un visiteur
depuis trois heures). Les bras m'en tombent:
Hayretten dona kaldım; şaştım kaldım. Etre en
bras de chemise: Üzerinde yalnız bir gömlek
brasage
bulunmak (Il m'a accueilli en bras de chemise:
Beni üstünde bir gömlekle karşıladı). Etre dans les
bras de Morphée: Uyumak.
brasage er. Lehimleme,
brasergç/. Lehimlemek,
brasero er. İsp. Mangal, maltız,
brasier er. 1. Kor. 2. Ateş ocağı, kor yığını
(L'incendie a transformé l'usine en un brasier). §
Etre un brasier: Ateşler içinde yanmak, ateşi çok
yüksek olmak (Mon corps était un brasier hier
soir).
brasiller gsz. 1. Yakamozlanmak; ışıldamak (La
merbrasille. La bougie brasillait). 2. Kor rengini
almak.
bras-le-corp (à) bel. Belinden, kollarını beline
dolayarak (Il a saisi son adversaire à bras-lecorps).
brasque diş. Dökmecilikte kalıp çamuru,
brassage er. 1. Brasya etme, yelkenin yönünü
değiştirmek için serenin brasyalarını kullanma. 2.
Bira yapma. 3. Karışım, karışma, birbiriyle
karışma (Brassage des races, des peuples).
brassard er. Kolçak; kol şeridi (Brassard
d'infirmier, de deuil).
brasse diş. Kulaç. § Nager la brasse: Kulaç atarak
yüzmek, kulaç atmak,
brassée diş. 1. Kucak dolusu ( Une brassée de fleurs).
2. Bir kulaç atışta alman mesafe,
brasser gçl. 1. Karıştırmak, elle yoğurmak.
(Brasser la salade. Le boulanger brasse la pâte
dans le pétrin). 2. Karmak (Brasser les cartes). 3.
Bulandırmak, karıştırmak (Brasser l'eau). 4.
Kıpırdatmak, kımıldatmak, birbirine karıştırmak
(Le vent brasse les feuilles mortes). S. den. Brasya
etmek, yelkenin yönünü değiştirmek için serenin
brasyalarını kullanmak. 6. Birçok şeyi bir anda
yapmak, elinde toplamak (Brasser des affaires). §
Brasser de l'argent: Elinde çok para olmak,
brasserie diş. 1. Bira fabrikası. 2. Birahane,
brasseur,euse ad. 1. Bira fabrikacısı. 2. Kulaç
yüzücüsü, kulaçla yüzen. § Brasseur d'affaires:
Bir çok işe birden girişmiş olan kimse,
brassière diş. 1. Vücudu, özellikle çocukların
vücudunu dik tutmak için kullanılan sıkı yelek,
sıkma. 2. Tramvay, otobüs gibi taşıtlarda, ayakta
kalanların tutundukları asma kayış. 3. ç. Sırtta
taşınılan şeylerin kollara geçirilen kayışları, kol
kayışı,
brassin er. Bira fıçısı.
brasure^. 1. Lehim. 2. Lehimleme. 3. Lehimyeri.
bravache s. ve ad. Kabadayı taslağı, yalancı
pehlivan (Un air bravache. Un bravache). § Faire
le bravache: Kabadayılık satmak, yalancı

181

bredouillant
pehlivanlık etmek,
bravade diş. 1. Farfaralık, yalancı pehlivanlık,
cesaret gösterisi (Son geste n'est qu'une pure
bravade). 2. Meydan okuma (Il agit ainsi par
bravade contre le despotisme).
brave s. ve ad. 1. Yiğit, yürekli (Un combattant
brave, un femme brave). 2. İyi, namuslu ( Un brave
homme). § Faire le brave: Yiğitlik taslamak,
erkeklik satmak, yalancı pehlivanlık etmek,
bravement bel. 1. Yiğitçe, erkekçe. 2. Namusluca;
namuslu namuslu,
braver gçl. 1. Meydan okumak (Il nous brave). 2.
Korkmamak, aldırmamak, hiçe saymak (Braver
lamort, le danger). 3.Saymamak.uymamak, hiçe
saymak (Braver les règles, les lois).
bravissimo Uni. İt. Yaşa, çok yaşa; bravo,
bravo ünl. it. 1. Bravo; yaşa. 2. er. Bravo, aferin,
yaşa, alkış (On entendait les rires et les bravos de la
foule). 3. er. İt. Kiralık katil; kirayla tutulmuş
kıyıcı.
bravoure
Yiğitlik, yüreklilik.
brayer er. 1. Kasık bağı. 2. Sancak kayışı. 3. Çan
tokmağı kayışı,
break (AkcAtI er. İng. Brik arabası,
breakfast [bKEkfast\er. İng. Kahvaltı,
brebis diş. 1. Dişi koyun, marya. 2. (Kiliseye bağlı)
Hıristiyan, mümin. § Brebis galeuse: Uyuz keçi;
görüşülmesi, arkadaş edinilmesi kötü ve tehlikeli
olan kimse; başkasını kötü yola götüren kimse.
Brebis qui bêle perd sa goulée: Çok konuşan çok
zarar eder; geveze, iş yapacak vakit bulamaz.
Qui se fait brebis, le loup le mange: Sen köprü
olursan herkes üstünden geçer; fazla yumuşak
olursan herkes sana çullanır. A brebis tondue Dieu
mesure le vent: Garip kuşun yuvasını Allah yapar,
brèche diş. 1. Gedik (Ouvrir une brèche). 2. (Kesici
aletlerde) Çentik (Brèches sur une lame). 3. mec.
Eksiklik, gedik. 4. yerb. Köşeli yığışım. 5.
Boşluk, ağaçsız alan (Brèche dans une forêt). 6.
Zarar, 'dokunca (Cela a fait une brèche sérieuse
à ma fortune). § Battre en brèche qn, qch: 1 .Topa
tutmak. 2. Şiddetle saldırmak, şiddetle
eleştirmek (Il battait en brèche le gouvernement).
Etre toujours sur la brèche: Habire uğraşıp
durmak; aralıksız çalışıp uğraşmak. Mourir sur la
brèche: Çarpışarak ölmek,
brèche-dents, ve ad. Ön dişleri eksik olan.
bréchet er. (Kuşlarda) Göğüs kemiği,
bredouillage, bredouillement er. Geveleme,
anlaşılmayacak kadar çabuk ve karışık konuşma;
sözleri ağzında yuvarlama,
bredouillant,e s.Geveleyen, kekeleyen (Une voix
bredouillante).
bredouille
bredouille diş. 1. (Tavla oyununda) Mars. 2. mec.
Başarısızlık. 3. s. Başarısız, bir şey elde
edememiş. § Revenir bredouille: Eli boş dönmek.
bredouiller gsz. 1. Anlatılamayacak kadar çabuk ve
karışık söylemek. 2. gçl. Geveleyerek, ağzında
yuvarlayarak söylemek, gevelemek (Bredouiller
une excuse, un compliment).
bredouilleur, euse s. ve ad. Çabuk ve anlaşılmaz
biçimde konuşup ne dediği anlaşılmayan, sözü
ağzında yuvarlayan (kimse).
bref,ève s. 1. Kısa, az süren (Un discours bref, une
lettre brève). 2. Sert, kesin (Il a répondu sur un ton
bref). 3. bel. Kısacası, uzun sözün kısası (Bref, ila
refusé notre proposition). § En bref: Kısacası,
uzun sözün kısası; sözü uzatmayalım (En bref, il
n'est pas d'accord avec nous).
bréhaigne s. (Eski) Kısır (Une jument bréhaigne).
brelan er. 1. Bir tür iskambil oyunu. 2. Bir elde aynı
türden üç kâğıt (Il avait un brelan de rois: Elinde
üç papaz vardı). 3. Kumarhane,
breloque diş. 1. Az değerli süs parçası, incik
boncuk. 2. Bilezik yada saat zincirine takılan süs.
3. ask. Sıraları dağıtma yada karavana borusu. §
Battre la breloque: 1. Saçmalamak, saçma sapan
şeyler söylemek. 2. İyi çalışmamak, bozuk gitmek
(Une montre qui bat la breloque. Mon cœur bat la
breloque).
brème diş. 1. hayb. Çapakbalığı. 2. argo. Oyun
kâğıdı.
bren,bran er. (Galya dilinde) Başkan,
brésil er. 1. Kırmızı boya odunu. 2. Brezilya,
brésilien,ne s. ve ad. 1. Brezilyalı. 2. Brezilya'ya
değgin.
brésiller gçl. 1. Ufalamak. 2. Kırmızı boya
odunuyla, brezilya ile boyamak. 3. gsz.
Ufalanmak, kuruyup toz toz dökülmek. § Se
brésiller: Ufalanmak, un ufak olmak,
bretailler gsz. 1. İkide bir kılıca davranmak. 2.
Eskrim salonlarına devam etmek,
bretailleur er. Her an kılıç çekmeye hazır, ikide bir
kılıcına davranan, eli kılıçta,
bretauder gçl. 1. (Bir hayvanın tüyünü) Bozuk
düzen kırkmak. 2. (Hayvanın) Kulaklarını,
kuyruğunu kesmek. 3. İğdiş etmek,
bretelle diş. 1. Tüfek kayışı (Bretelle d'un fusil.
Porter l'arme à la bretelle). 2. (Yük taşımakta
kullanılan) Kayış. 3. ç. Pantolon askısı. 4.
Bağlantı yolu (La bretelle d'une autoroute). §
Mettre l'arme à la bretelle: Silah asmak; tüfek
omuza asmak,
breton,ne s. ve ad. 1. Brötanyalı, bröton 2. er.
Brötonca, bröton dili.
bretonnant,e s. (Brötonlar için) Eski geleneğe

182

bride
bağlı kalmış (Bretons bretonnants).
bretterfiy.1. Uzun ince kılıç. 2. Dişeği, dişingi, dişli
yontma âleti,
bretter, bretteler gçl. 1. Dişli bir aletle yontmak,
dişeği ile yontmak, dişemek (Bretter un mur).
2. (Resimde) Taramak, taraklamak.
3.
(Heykelcilikte) Kaba yontmak, dişingilemek.
bretteur er. (Eski) Kılıçla çarpışma meraklısı,
bretzel er. Bir Alman çöreği,
breuil er. Çitle çevrilmiş koruluk,
breuvage er. 1. İçki; içilecek şey. 2. Sulu ilaç.
brève diş. dilb. Kısa hece; kısa ünlü.
brevet er. 1. Berat, ünvan (Brevet de noblesse.
Brevet
d'invention).
2.
Uzluk
belgesi
"şehadetname (Brevet de capacité, brevet de
perfectionnement). 3. İlkokul diploması (Il n'a
même pas son brevet). 4. mec. 'Güvence, garanti,
"teminat (Brevet de tranquillité).
breveter gçl. Berat yada uzluk belgesi vermek,
bréviaire er. 1. "Dua kitabı, 'yakarı betiği. 2. mec.
Hiç elden düşürülmeyen kitap,
brévité diş. Kısalık,
briard er. Fransız çoban köpeği,
bribe diş. 1. Az bir şey, bir parçacık, azıcık (Une
bribe de tabac). 2. ç. Artık, kırıntı, kalıntı (Les
dernières bribes d'une fortune. Il a tiré de nous
quelques bribes de phrases). 3. Yemek artığı,
bric-à-brac er. 1. Eski eşya, elden düşme eşya
(Marchand de bric-à-brac). 2. Elden düşme eşya
pazarı.
bric et de broc (de) bel. Şundan bundan, dereden
tepeden, rasgele ( Une chambre meublée de bric et
de broc).
brick er. den. İng. Brik.
bricolage er. 1. Ne iş olursa yapma; ufak tefek işler
yapma. 2. Ufak tefek iş. 3. Üstün körü onarım,
bricole diş. 1. Ortaçağda kullanılan bir mancınık. 2.
(Koşum takımında) Göğüslük. 3. (Yükçülerin
kullandığı) Omuz kayışı.4. İki çengelliolta iğnesi.
S, mec. Düzen,hile.6. Önemsiz şey, önemsiz iş (Je
ne peux pas luifaire un gros cadeau, je vais lui offrir
une petite bricole. Il s'occupe toujours à des
bricoles).
bricoler gsz. tkz. 1. Her türlü ufak tefek işler
yapmak; her telden çalmak. 2. gçl. Şöyle böyle
onarmak (Bricoler une montre, un appareil de
radio, un moteur).
bricoleur, euse ad. Elinden her türlü ufak tefek iş
gelen, her telden çalan (kimse),
bride diş. 1. (Koşum takımında) Başlık. 2. Dizgin
(Les brides d'un cheval). 3. Çene ağcığı (Les
brides d'un bonnet). 4. Düğme iliğinde pekiştirme
dikişi. S. Dantelada, motifleri birbirine bağlayan
bridé
örgü parçası. 6. *Kayışlık, kemerlik, brit. § A
bride abattue, à toute bride: Dolu dizgin, son
süratle, büyük bir hızla (Courir à bride abattue. Le
cheval court à toute bride). La bride sur le cou:
"Serbestçe, serbest, karışanı edeni olmadan
(Elever les enfants ta bride sur le cou). Avoir la
bride sur le cou: Serbest, özgür olmak; karışanı
edeni bulunmamak. Lâcher la bride: Dizgini
koyuvermek, serbest bırakmak (Lâcher la bride à
son cheval, à ses passions). (Lâcher la bride à qn:
mec. Birinin dizginlerini salıvermek; birini
davranışlarında serbest bırakmak (Il ne faut pas
lâcher la bride à la populace). Mettre, laisser la
bride sur le cou: Serbest bırakmak, özgür
bırakmak. Tenir en bride qn, qch: -in dizginlerini
sıkı tutmak; gemlemek, gem vurmak (Tenir en
bride un cheval; tenir en bride ses instincts; tenir
en bride un enfant). Tenir la bride haute: Ağırbaşlı
görünmek, kuyruğu dik tutmak. Tenir la bride
haute (courte) à un cheval: Bir atın dizginlerini
kasmak, çekmek. Tenir la bride haute (courte) à
qn: Birinin davranış özgürlüğünü kısmak, birini
sıkıya almak (Il tient la bride haute à ses enfants)
Tourner la bride: Geri dönmek, yüz seksen
derece çark etmek; düşüncesini, kanısını
değiştirmek,
bridé,e s. Çekik (Les yeux bridés).
brider gçl. 1. (Hayvana) Başlık takmak, gem
takmak, gem vurmak (Brider un cheval, un âne).
2. Sıkıca bağlamak, kıskıvrak bağlamak (Brider
une volaille). 3. Dar gelmek, sıkmak (Ce veston
me bride). 4. den. Halatları birbirine bağlamak. 5.
mec. Sıkıya almak, eli altında tutmak,
kıpırdatmamak
(Brider
un enfant).
6.
Engellemek; kısıtlamak, tutmak, frenlemek
(Brider ses passions, brider un jeune homme,
brider son imagination).
bridgeer.İng. 1. Bir iskambil oyunu, briç (Jouerau
bridge). 2. (Dişçilikte) Köprü,
bridger gsz. Briç oynamak (Nous bridgeons jusqu'à
minuit).
bridgeur,euse ad. Briççi, briç oyuncusu (Il est un
excellent bridgeur).
bridoner. Hafif gem.
brie er. 1. Bir tür peynir. 2. mec. tkz. İri burun,
briefing er. Ing. 1. Brifing, "özetlem. 2. Belirli
konuların görüşülüp açıklandığı özel toplantı,
brièvement bel. Kısaca, özetle, özet olarak, birkaç
sözle (Raconter brièvement un événement).
brièveté diş. 1. Kısalık; kısa süre, süre kısalığı (La
brièveté d'un discours. La brièveté d'un séjour). 2.
Kısalık, küçüklük (La brièveté de sa taille ne le
gêne point).

183
briller
briffer, brifter, briffetcrg.vz. vegçl. 1. Açgözlülükle
yemek. 2. argo. Yemek, atıştırmak,
brigade
1 .ask. Tugay (Généra! de brigade. Une
brigade aérienne). 2. Müfreze (Brigade de
gendarmerie). 3. İşçi kolu (Brigade de balayeurs,
de cantonniers).
brigadier er. 1. Süvari, topçu yada jandarma
onbaşısı. 2. Bir jandarma yada polis müfrezesi
başı. 3. Tayfabaşı. 4. tkz. Tuğgeneral § Brigadierchef: (Süvari, topçu, jandarma)
Kıtaçavuşu.
brigand er. 1. Eşkiya, hay dut, soyguncu ( Une bande
de brigands). 2. mec. Afacan, çok yaramaz, ele
avuca sığmaz çocuk (Ah, petit brigand!).
brigandage er. 1. Eşkiyalık, haydutluk. 2.
Soygunculuk, vurgunculuk; namussuzluk,
brigander gsz. Eşkiyalık etmek, soygunculuk
yapmak,
brigantin er. den. Çektiri.
brigantine diş. den. Randa yelkeni,
brightique [brajtik] s. ve ad. 1. Süreğen böbrek
yangısına değgin. 2. Süreğen böbrek hastası,
brightisme [brajtism] er. (Eski) Süreğen böbrek
yangısı, "kronik nefrit.
brigue diş. Bir takım entrika, düzen, dolap (Tout se
fait par brigue ici. C'est par la brigue qu 'il a obtenu
ce succès).
briguer gsz. 1. Dolapçevirmek, entrika yapmak. 2.
gçl. Bir şeye göz dikmek, bir şeyi entrika ile ele
geçirmeye çalışmak (Briguer un poste, un
emploi). 3.CanMmak(Ilbrigue l'honneur de vous
connaître. Tu brigues la faveur d'être reçu par lui).
brillamment bel. Parlak bir biçimde (Il a passé
brillamment son examen).
brillant,es. 1. Parıltılı (Des yeux brillants). 2. Parlak
(Un esprit brillant; un élève brillant; une couleur
brillante; un discours brillant).
brillant er. 1. Parıltı, pırıltı (Le brillant de l'acier). 2.
Pırlanta (Elle portait au doigt un magnifique
brillant).
brillanté,e s. 1. Parlatılmış. 2. er. Parlak renkli bir
tür basma.
brillanter gçl. 1. Değerli bir taşı traş etmek 2. Parıltı
vermek. 3. Parlatmak, parlaklık vermek
(Brillanter
une
surface
métallique).
4.
Tumturaklı, debdebeli kılmak, parlak sözlere
boğmak (Brillanter son style).
brillantine diş. Briyantin.
briliantiner gçl. Briyantin sürmek (Cheveux
brillantinés. Se briliantiner les cheveux).
briller gsz. 1. Parlamak (Le soleil brille. Tes
chaussures brillent). 2. Pırıldamak, ışıldamak,
parlamak (Sesyeux brillent. Un visage qui brille).
3. mec. Parlamak, yükselmek, büyük başarı
brimade
göstermek (Briller à un examen. Il a brillé dans la
vie par son talent). 4. Belli olmak, göze çarpmak
(ila brillé par son absence). 5. Briller de qch: -den
parlamak, pırıl pırıl olmak (Ses yeux brillaient de
joie). § Faire briller qn: Birini tanıtmak, ünlü
kılmak üne ve başarıya kavuşturmak. Faire
briller qch: Bir şeyi ortaya dökmek, göz önüne
sermek (Il a fait briller ses avantages). Ne pas
briller par: -de pek parlak olmamak; pek de...
olmamak (Il ne brille pas par le courage: Pek de
cesur değil). Tout ce qui brille n'est pas or:
Görünüşe aldanmamalı. Her sakallıyı baban
sanma.
brimade diş. 1. (Askerlikte ve okullarda) Eskilerin,
acemi yenilere alay olsun diye yaptırdıkları üzücü
iş, angarya (Faire subir des brimade aux nouveaux
élèves). 2. Gereksiz ve üzücü şey (L'interdiction
d'entrer par la porte principale est une brimade.
Les brimades qu'invente la jalousie).
brimbalement er. tkz. Sallantı, sallanma; sarsıntı,
sarsılma.
brimbaler, bringuebaler, brinquebaler gçl. 1.
Sallamak, sarsmak. 2. gsz. Sallanmak, sarsılmak,
sarsılıp durmak (Une vieille voiture qui brimbale).
brimborion er. Değersiz ufak şey.
brimer gçl. 1. (Askerlikte ve okullarda) Yeni
acemilere üzücü iş yaptırmak. 2. Alaya almak,
tefe koymak (L'administration semble se plaire à
brimer le public). 3. Hor kullanmak,
brin er. 1. Filiz, sap (Un brin de paille, de muguet,
d'herbe). 2. Bir ipi oluşturan katlardan her biri,
ip, tel (Les brins d'une corde. Brin d'une antenne).
§ Un brin de: Azıcık, bir tutam (Un brin de sel, un
brin de vent, un brin de pain). Un brin: bel. Biraz
(Vous êtes un brin fatigué). Un beau brin de fille:
Filiz gibi, dal gibi bir kız.
brinde <%Kadehkaldırma. I§ Etre dans les brindes:
Sarhoş olmak,
brindezingue s. hlk. Sarhoş,
brindille diş. Çalı çırpı, küçük ve ince dal parçası
(Nous avons fait un feu de brindilles).
bringue diş. 1. tkz. Boyu bosu ve yürüyüşü biçimsiz
hantal kadın; kadana gibi karı (Une grande
bringue). 2. tkz. Âlem yapma, yiyip içip eğlenme,
felekten bir gün çalma (Faire la bringue).
brio er. İt. Canlılık, ateşlilik; ustalık (L'équipe a
joué avec brio. L'élève a répondu avec brio à toutes
les questions).
brioche diş. 1. Yağlı, yumurtalı bir tür çörek. 2.
mec. tkz. Düşüncesizlik, beceriksizlik, gaf,
sakarlık (J'ai fait une brioche). 3. hlk. Göbek. §
Avoir de la brioche: Göbek bağlamak, göbeği
olmak.'

184

brisement
brique
1. Tuğla (Fourà briques. Murdebrique).
2. Kiremit rengi (Un teint brique). 3. Kalıp, tuğla
biçiminde parça (Une brique de savon). 4. argo.
Kağıt para destesi. § Bouffer des briques: hlk.
Evinde yiyecek bir şeyi olmamak; tencerede taş
kaynamak (Ils bouffent des briques).
briquer gçl. İyice ovup temizlemek (Les marins
briquent le pont chaque matin. Briquer un meuble,
un parquet).
briquet er. 1. Çakmak (Briquet à gaz, à essence.
Pierre à briquet; mèche d'un briquet). 2. Kısa ve
eğri kılıç. 3. Küçük boy av köpeği,
briquetage er. 1. Tuğla duvar. 2. Tuğla taklidi sıva.
3. Tuğla yapımı.
briqueter gçl. 1. Tuğla döşemek. 2. Tuğla taklidi
sıvamak (Briqueter une façade).
briqueterie diş. Tuğla harmanı; tuğla fabrikası,
briquetier er. Tuğlacı,
briquette diş. Kömür tozu topağı; briket,
bris [bKİ] er. 1. Kırma, zorlayıp kırma (Bris de
clôture, bris de glace). 2. Parçalanıp batmış gemi
parçaları, gemi enkazı (Droit de bris).
brisant er. Kör kaya; dalgaların çarpıp kırıldığı
kaya.
brisant,e s. (Teknik) Çabuk yanan, birdenbire ateş
alan (Explosif brisant).
brisants er. ç. Dalgaların kör kayalara çarpmasıyla
oluşan köpük,
briscard, brisquard er. Uzatmalı asker,
brise diş. 1. Hafif ve serin yel, esinti (Il souffle une
petite brise matinale).2. Meltem § Brise de terre:
Kara meltemi. Brise de mer: İmbat, deniz
meltemi. Brise de montagne: Dağ meltemi. Brise
de vallée: Koyak meltemi,
brise-bise er. 1. Pencere aralıklarına yele karşı
çekilen şerit. 2. Pencerelerin alt bölümüne
konulan perde,
brisées diş. ç. (Avcılık ve ormancılıkta) İşaret
dalları. § Aller, marcher sur les brisées de
quelqu'un: Biriyle eşitlik gütmek; biriyle
rekabette olmak; birinin yerini almaya çalışmak.
Suivre les brisées de qn: mec. -i kendine örnek
almak, -in izinden gitmek,
brise-fer er. Her şeyi kırıp döken aşırı yaramaz
çocuk.
brise-glace er. 1. (Köprü ayaklarında yada
gemilerin burnunda) Buz kırma mahmuzu. 2. Buz
kırma gemisi, buzkıran,
brise-jet er. Suyun hızını kırmak, sıçramasını
engellemek için musluklara takılan boru.
brise-lames er. Dalgakıran,
brisement er. Kırma, kırılma. § Brisement de cœur:
Büyük acı.
brise-mottes
brise-mottes er. Kesek tokmağı,
briser gçl. 1. Kırmak, paramparça etmek (Briser
une vitre). 2. Engellemek, söndürmek,
"mahvetmek (Briser la carrière de son adversaire).
3. Bozmak (Détails qui brisent l'unité d'un
tableau). 4. Kırmak (Il a brisé mon courage. Briser
le cœur). 5. Bastırmak, kırmak, hakkından
gelmek (Briser les menées factieuses. Briser la
résistance de l'ennemi). 6. Bitirmek, son vermek,
spna erdirmek (La dernière discussion a brisé
notre amitié). 7. Yormak, bitirmek, mahvetmek,
canına okumak (Tant d'émotions ont brisé ma
mère. Ce voyage m'a brisé). 8. Kesmek, yarıda
koymak (Briser un entretien). 9. Başarısızlığa
uğratmak, engellemek, bozmak (Briser une
grève). 10. gsz. Kırılmak, çarpıp kırılmak (Les
vagues brisent) .11. Briser avec qn: -ile bozuşmak ;
-ile alışverişi, görüşmeyi kesmek (J'ai brisé avec
lui). § Briser ses fers: Zincirlerini kırmak,
özgürlüğüne kavuşmak. Brisons là: Yeter artık,
bu işi burada keselim, tartışmayalım. § Se briser:
1. Kırılmak (La vitre s'est brisée. Ces verres se
brisent très vite). 2. Se briser sur qch: -e çarpıp
kırılmak, başarısızlığa uğramak (L'assaut vint se
briser sur les lignes ennemies).
brise-soleil er. Güneşlik, *güneşkıran, güneş siperi,
brise-tout er. 1. Sakar, beceriksiz kimse. 2. s.
Beceriksiz, sakar (Elle est brise-tout).
briseur,euse ad. Kırıcı. § Briseur de grève: Grev
kırıcısı; greve katılmayıp bir çıkar karşılığı grevi
engellemeye çalışan kimse,
brise-vent er. Yel siperi,
brisis Ibkizil er. (Mimarlıkta) Çatı kırması,
briska er. Rus. Briçka; eskiden kullanılan bir tür
yolculuk arabası,
brisoir er. 1. Kırma aleti. 2. Filariz.
brisque diş. 1. Bir kâğıt oyunu. 2. ask. Şerit, kol
şeridi.
brisure
1. Kırık (yer). 2. Kırık (parça). 3. Bir
şeyin menteşe ile katlandığı yer, eklem yeri.
britannique s. 1. İngiltere'ye, ingilizlere: değgin
(L'Empire britannique. L'influence britannique
dans le monde). 2. ad. İngiliz (Les Britanniques.
Un Britannique).
brize diş. İnciçiçeği.
broc er. İbrik, güğüm.
brocantage er. Eskicilik, eski şeyler alış verişi,
brocante diş. 1. Eskicilik, eski şeyler alıp satma.
2. Değersiz iş; eski püskü eşya.
brocanter gsz. 1. Eskicilik yapmak; antikamsı
yada eski şeyler alıp satmak. 2. gçl. (Bir malı)
Eski olarak satmak,
brocanteur,euse ad. Eskici; antikamsı yada eski

185

brochure
püskü şeyler alıp satan kimse,
brocard er. İğneli alay, ince alay (Il est toujours
exposé aux brocards de ses amis).
brocard, broquard er. Bir yaşında erkek karaca,
brocarder gçl. İnce ince alay etmek, iğnelemek
(Ses collègues le brocardent toujours).
brocardeur,euse ad. Alaycı, iğneleyici; ince ince
hep alay eden.
brocart er. Nakış dokulu kumaş, diba, brokar,
brocatelle diş. 1. Diba taklidi kumaş, brokar
taklidi. 2. Alacalı mermer, somaki,
brochage er. 1. (Kitabın) Yapraklarını dikme. 2.
Kumaştaki bir deliği tığla örme.
broche diş. 1. Şiş, kebap şişi (Mettre un poulet à la
broche. Faire cuire un mouton à la broche). 2.
Örgü şişi, tığ. 3. (Dişi anahtara geçen) Kilit
mili. 4. Makara mili. 5. Masura. 6. Balık gibi,
mum gibi şeylerin kurusun diye asıldıkları
değnek. 7. Delgi ile açılan bir deliği kapamak
için içine tıkılan tahta çivi. 8. Süs iğnesi, broş
(Elle avait mis une broche de diamant). 9.
Düşük değerli tahvil. 10. Karacanın ilk çıkan
boynuzu. 11. ç. Yaban domuzunun saldırma
dişleri.
broché er. 1. Nakışlı dokuma. 2. Kâğıt kapaklı
kitap.
brocher gçl. 1. Nakışlı dokumak (Brocher une
étoffe). 2. Yapraklarını yada formalarını dikmek
(Brocher un livre). 3. (Nal) Mıhlamak, çivilerini
çakmak. 4. mec. tkz. Çabucak ve özensiz
yapıvermek, çırpıştırmak, çiziktirmek (Brocher
une comédie, un article). § Brochant sur le tout:
Hepsinden beteri, en kötüsü, üstelik (Il a eu les
pires ennuis; une panne de voiture, un enfant qui
se fait une entorse et, brochant sur le tout, son
portefeuille volé).
brochet er. hayb. Turnabalığı.
brocheton er. Küçük turnabalığı.
brochette diş. 1. Küçük şiş (Faire cuire des
poissons sur des brochettes). 2. Şişte pişirilmiş et
vb. (Une brochette de rognons, de foie). 3. Süs
iğnesi (Elle portait une brochette de décoration).
§ Brochette de: Bir sürü, bir takım...: (Ily avait
une belle brochette de notabilités ventrues et
épanouies au premier rang de l'assistance).
Elever qn à la brochette: Birini büyük bir özenle
yetiştirmek, el üstünde büyütmek,
brocheur,euse ad. 1. (Kitap) Dikici. 2.
(Kumaşlara) Nakış yapıcı. 3. er. Nakış
makinası. 4. diş. (Basımcılıkta) İplik dikiş
yapma makinası.
brochoir er. Nalbant çekici,
brochure diş. 1. "Risale, broşür (Une brochure de
brocoli
propagande). 2. (Kumaşta) Kabartma nakış,
brocoli er. İt. 1. İtalyan karnabaharı. 2. Lahana
sürgünü.
brodequin er. 1. Bağlı potin, bağcıklı potin
(Brodequins
militaires;
brodequins
de
chasseur). 2. Ortaçağda işkence için kullanılan
bir ayaklık (Le supplice des brodequins). 3. Eski
Yunan
ve
Latin
sahnesinde
komedi
oynayanların giydiği ayakkabı. § Chausser le
brodequin: Sahneye çıkmak,
broder gçl. 1. Nakış işlemek, nakışlamak (Broder
un mouchoir, une chemise). 2. mec. Süslemek,
şişirmek (Tu brodes un peu les événements).
broderie diş. 1. İşleme, gergef işi, nakış (Elle sait
faire de la broderie. Les broderies d'une
dentelle). 2. (Bir anlatımda) Süsleme, abartma,
katma ayrıntı. 3. (Şarkıda) Katma nağme,
brodeur,euse ad. 1. İşlemeci, nakışçı (Une
brodeuse à la main). 2. diş. İşleme makinası,
nakış makinası.
broie diş. Keten ve kenevir saplarını dövme aleti,
filâriz.
broiement er. Ezme, öğütme, dövme, toz etme.
brome er. kim. Brom.
broméliacés diş. ç. bitb. Ananasgiller.
bromure er. kim. Bromür.
bronche diş. anat. Bronş, soluk borusu.
bronchectasie diş. hek. Bronşların genişlemesi,
bronşektazi.
branchement er. Sendeleme, sürçme,
broncher gsz. 1. Sendelemek, sürçmek. 2.
(Hayvan) Tökezlenmek, tırnak kakmak (Le
cheval a bronché). 3. Kımıldamak, kıpırdamak
(Personne n'ose broncher en classe). 4. mec.
Bocalamak 5. Yanlış adım atmak. 6.
Duraklamak, duraksamak (Il a récité sa leçon
sans broncher une fois). 7. Sesini çıkarmak,
itiraz etmek (Le premier qui bronche sera exclu
de la salle). 8. Broncher sur qch, contre qch: -de
bocalamak,
sendelemek,
-i
pek
iyi
becerememek (Un élève qui bronche sur le
subjonctif).
§ Sans broncher: Hiç sesini
çıkarmadan, gık bile demeden (Il a obéi sans
broncher).
branchial,e s. Bronşlara değgin
(Asthme
bronchial).
bronchiole diş anat. Bronşçuk, soluk borucuğu.
bronchique s. Bronşlara, soluk borularına değgin,
bronchite diş. hek. Bronş yangısı, bronşit,
bronchitique s. ve ad. 1. Bronşite değgin. 2.
Bronşitli.
bronchorrhée [bn^kme] diş. Bronş akıntısı,
bronkore.

186

brou
bronzage er. Tunç rengi verme, koyu esmer
yapma, esmerleştirme (Crème permettant un
bronzage rapide). 2. Güneşte yanarak koyu
esmerleşme, tunç rengi alma (Le bronzage de la
peau).
bronze er. 1. Tunç. (L'âge du bronze). 2. Tunç
yontu (Deux bronzes étaient disposés devant la
fenêtre). § De bronze: Katı, sert, taş gibi (Un
cœur de bronze).
bronzé,e s. Tunç renkli, güneşte yanıp koyu
esmerleşmiş (Vous êtes tout bronzé).
bronzer gçl. 1. Tunç rengi vermek, koyu
esmerleştirmek (Bronzer une statue. Le soleil a
bronzé son visage). 2. gsz. Tunç rengi almak;
yanıp esmerleşmek (Il a bien bronzé à la
montagne). § Se bronzer: 1. Tunç rengi almak,
yanıp esmerleşmek (Elle s'est bien bronzée sous
le soleil méditerranéen).
2. Sertleşmek,
katılaşmak, duygusuzlaşmak, taş gibi olmak
(Mon cœur s'est bronzé).
bronzerie diş. Tunççuluk.
bronzeur,bronzier er. Tunççu.
broquard er. Bir yaşında erkek karaca,
broquette diş. Geniş başlı çivi, nalın çivisi, keçe
çivisi.
brossage er. Fırçalama.
brosse diş. 1. Fırça (Brosse à dents, à habits, à
chaussures, à cheveux). 2. ç. Orman kenannda
fundahk. § Tapis brosse: Paspas. Cheveux en
brosse: Alabros kesilmiş saç, çok kısa kesilmiş
saç. Donner un coup de brosse à qch: -i şöyle bir
fırçalamak (Je vais donner un coup de brosse à
mes cheveux, à mon pantalon). Manier la brosse
à reluire: tkz. Birini pohpohlamak, birine yağ
çekmek, yağcılık etmek, birini aşın övmek.
Peindre à la brosse: Fırça ile badana yapmak.
Porter la brosse: Saçlannı çok kısa kestirmiş
olmak, alabros traşlı olmak,
brossée diş. 1. Fırça vuruşu. 2. mec. tkz. Patak;
yenilgi.
brosser gçl. 1. Fırçalamak (Brosser ses cheveux,
ses vêtements, ses chaussures). 2. Çabucak
resmetmek, genel çizgilerle belirtmek (Brosser
un tableau. Il brosse un tableau noir de la
situation). 3. Kaşağılamak, gebrelemek (Brosser
un cheval). § Se brosser qch: 1. -sini fırçalamak
(Se brosser les dents). 2. tkz. Hava almak, eline
birşey geçmemek (Tu peux toujours te brosser) §
Se brosser le ventre: tkz. Yemek yiyememek, aç
kalmak, sona kalıp dona kalmak,
brosserie diş. 1. Fırçacılık. 2. Fırça fabrikası,
brossier er. Fırçacı.
brou er. Ceviz, badem gibi yemişlerin yeşil
brouet
kabuğu, gövek, tetir. § Brou de noix: Ceviz
göveğinden çıkarılan bir içki; ceviz göveğinden
çıkarılan kestane rengi bir boya.
brouet er. 1. Sulu yavan yemek; yağsız çorba 2.
Eskiden lohusalara ve yeni evlenmiş kızlara
içirilen sütlü, yumurtalı et suyu.
brouette diş. El arabası (Brouette de jardinier). §
Marcher comme une brouette: tkz. Çok ağır
yürümek, kağnı arabası gibi gitmek,
brouettée diş. El arabası dolusu (line brouettée de
terre, de sable).
brouetter gçl. El arabasıyla taşımak (Brouetter du
gravier, du .sable).
brouhaha er. tkz. Hayhuy, gürültü, patırtı (Le
brouhaha des conversations cessa. Un brouhaha
de séance parlementaire).
brouillage er. Parazit; parazit yaptırma, karıştırma
(Brouillage des émissions par l'ennemi).
brouillamini er. 1. Kilermeni. 2. Atlar için
kilermeni lapası. 3. mec.
Düzensizlik,
karmakarışıktık,
brouillard er. 1. Sis (Il fait du brouillard. Un
brouillard épais couvre les montagnes). 2. El
defteri, gündelik defter. § Papier brouillard:
Sünger kâğıdı. Etre dans le brouillard: 1. Durumu
iyice kavrayamamak, bir şeyi açık seçik olarak
görememek. 2, Hafif sarhoş olmak, çakırkeyf
olmak.
brouillase diş. Çok hafif yağmur; çisenti,
brouillasser gsz. Çok hafif çiselemek (Il commence
à brouillasser. Il brouillasse un peu).
brouille diş. Dargınlık, küskünlük (Notre brouille
dure encore). § Etre en brouille avec qn: Biriyle
arası açık olmak (Je suis en brouille avec mes
frères). Mettre la brouille entre: -aralarına küslük
sokmak, dargınlık sokmak (Il a mis la brouille
entre les frères).
brouiller gçl. 1. Karıştırmak, birbirine katmak,
karmakarışık duruma getirmek (İla brouillé mes
dossiers). 2. Karmak, karıştırmak (Brouiller les
cartes). 3. Bozmak,parazityaptırmak,anlaşılmaz
duruma getirmek (Brouiller une émission de
radio). 4. Puslandırmak, donuklaştırmak (La
buée brouille les verres de mes lunettes). 5. Ara
bozmak, ara açmak (Cet incident a brouillé les
deux amis). 6. Karıştırmak, bulandırmak (Le
désespoir lui a brouillé la cervelle. Tes explications
brouillent mes idées). 7. Brouiller qn avec: Birinin
-ile arasını bozmak (Ne me brouillez pas avec ces
hommes, avec le gouvernement). 8. Etre brouillé
avec qn: Biriyle bozuşmak, arası açık olmak (Je
suis brouillé avec lui). 9. Etre brouillé avec qch:
-ile başı hoş olmamak; -i pek sevmemek (Mon fils

187

broyage
est brouillé avec la grammaire, avec l'anglais). §Se
brouiller: 1. Bozuşmak, araları açılmak (Nous
nous sommes brouillés). 2. Bozulmak, kapanmak
(Sa vue se brouille). Le temps se brouille). 3.
Birbirine karışmak (Tout ce qu' on me dit se
brouille dans ma tête). 4. Se brouiller avec:-ile
arası açılmak, bozuşmak (Il s'est brouillé avec ses
amis, avec le régime).
brouillerie diş. Küçük dargınlık, küskünlük (Une
brouillerie passagère).
brouillon,ne s. vead. Karıştırıcı; karışık, karmaşık
(Elle est d'un caractère brouillon. Une activité
brouillonne).
brouillon er. Karalama, müsvedde (Un cahier de
brouillon. Il a mis au net le brouillon de sa
conférence). § Faire du brouillon: Müsvedde
yapmak.
brouilloımer gçl. (Bir yazının) Müsveddesini
yapmak, karalamak,
brouir gçl. Yakmak, kavurmak, kurutmak (Un
soleil ardent qui a broui les jeunes plantes).
brouissure diş. (Bitkiler için) Güneşten yanma;
kavrulma.
broussaille diş. Çalı, çalılık, çapra (Le gibier s'est
caché dans la broussaille). § Cheveux en
broussaille: Sık ve birbirine kanşmış saçlar; keçe
gibi saç, çalı gibi saç (Il a les cheveux en
broussaille).
broussailleux, euse s. 1. Çalılı, çalılarla kaplı (Un
jardin broussailleux) 2. Gür ve birbirine karışmış
(Sourcils broussailleux, cheveux broussailleux;
barbe broussailleuse).
brousse diş. 1. Çalılık. 2. tkz. Tanrının kırı, kuş
uçmaz kervan geçmez yer. 3. Keçi yada koyun
sütünden yapılan bir tür beyaz peynir,
broussin er. Ağaç uru.
brout [buu] er. (Baharda genç ağaçlarda) Sürgün,
broutard er. Sütten kesilip çayıra salınan dana.
broutement er. 1. Otlama. 2. (Makina, aygıt için)
Arada bir aksama, durma,
brouter gçl. 1. (Otlayan hayvanlar için yerden,
daldan) Koparıp yemek (La chèvre broute
l'herbe, lespetites branches). 2. gsz. Otlamak (Le
troupeau broutait dans la prairie). 3. (Makina,
aygıt) Arada bir aksamak, çalışmamak, tıkanıklık
yapmak (L'embrayage de la voiture broutait).
broutille diş. 1. İnce, ufak dal. 2. Önemsiz şey (J'ai
relevé dans les livres quelques fautes d'impression,
mais ce sont des broutilles. Nous avons acheté
quelques
broutilles
chez
un
marchand
d'occasions).
browning er. Brovnik tabancası,
broyage er. Ezme, dövme, öğütme (Broyage des
broyer

188

pierres, broyage du lin).


broyer gçl. 1. Ezmek, dövmek, öğütmek (Broyer le
chanvre, le lin. Broyer le blé entre les meules). 2.
Ezmek (L'engrenage lui a broyé trois doigts). 3.
Çok kuvvetle sıkmak, nerdeyse kırmak
(Attention, tu me broies la main). 4. Mahvetmek
ezmek, silip geçmek (Broyer une troupe). S. Etre
broyé de qch: -den bitmek, mahvolmak, pestili
çıkmak (Il est broyé de fatigue). § Broyer du noir:
Kara kara düşünmek; kara düşüncelere dalmak,
broyeur,euse s. ve ad. 1. Ezici; ezme, dövme işçisi
(Broyeur de Un). 2. Ezen, ezme işini yapan (Pièces
broyeuses). 3. er. Ezme, dövme makinası
(Broyeur à cylindres, à marteaux).
brrr Uni. (Üşüme yada korku duygusunu anlatmak
için) Uyyyyy! (Brrr! Le thermomètre est tombé à
-10 degrés ce matin. Brrr! la voiture nous a frôlés,
j'ai eu peur).
bru diş. Gelin (Ma bru et mon gendre).
bruant er. Sarıasma kuşu, yelve,
brucelles diş. ç. Cımbız, yaylı küçük pens (Brucelles
d'horloger).
bruche diş. Bakla kurdu,
brugnon er. Durakı denilen bir tür şeftali,
bruine diş. İnce yağmur, çise, çisenti (Une bruine
légère tombe sur la ville).
bruiner gsz. Çiselemek (lia bruiné toute la nuit).
bruineux, euse s. Çiseleyen, çiseli, hafif yağmurlu
(Un temp bruineux).
bruire gsz. Hışırdamak, şırıldamak, uğuldamak
(Les feuilles des hêtres bruissent. L'eau quibruitet
ruisselle. Le vent bruissait dans les feuilles).
bruissant,e s. Hışırtılı, uğultulu,
bruissement er. Hışırtı, uğultu (Le bruissement de
l'eau entre les rochers. Bruissement du vent).
bruit er. 1. Gürültü (Un bruit infernal. La lutte
contre le bruit. Marcher sans bruit). 2. Söylenti,
haber, şayia (Un faux bruit. On a démenti le bruit
de la maladie du président. On répand de faux
bruits sur sa réputation. Le bruit court qu'il va
démissionner). 3. mec. Yankı (Le bruit de votre
succès est arrivé jusqu'à nous). 4. Patırtı,
ayaklanma. 5. ç. (Sinemacılıkta) Ses etkileri. § Au
bruit de: -haberi üzerine (Au bruit de la chute de la
ville, les soldats ontfait fête). D'après les bruits qui
courent: Dolaşan söylentilere göre. Faire du
bruit: Gürültü yapmak. Faire courir un bruit: Bir
söylenti çıkarmak. Il n'est bruit que de...:
Herkesin ağzında...; herkes -den söz ediyor
(Dans la région il n'est bruit que de l'installation
prochaine d'une grande usine d'automobiles. Ces
jours-ci, il n'est bruit que de cela). Le bruit court
que...: -diği söylentisi dolaşıyor (Le bruit court

brûler
qu'il a démissionné).
bruitage er. (Sinemacılıkta) Ses etkileri, "efekt,
bruiter gçl. Ses etkileri vermek,
bruiteur er. Ses etkicisi, "efekt uzmanı,
brûlage er. Yakma (Brûlage des terres, des
cheveux).
brûlant,e s. 1. Çok sıcak, yakıcı, yakar (Un thé
brûlant. Un soleil brûlant). 2. mec. Çok tehlikeli,
çok ince, çok nazik (Une question brûlante.
S'engager dans un terrain brûlant). 3. mec. Ateşler
içinde, çok sıcak (Il a le front brûlant, les mains
brûlantes, il doit avoir de la fièvre). 4. mec. Canlı,
ateşli (Il écrit des pages brûlantes sur son amour.
Une brûlante espérance).
brûlé er. Yanık (Une odeur de brûlé). § Ça sent le
brûlé: 1. Yanık kokuyor. 2. mec. Tehlike var; iş
tehlikeli bir biçim alıyor,
brûlé,e s. 1. Yanık, yanmış (Pain brûlé). 2. mec.
Coşkulu, deli dolu, serüven ve tehlike ardında
koşan (Une tête brûlée, un cerveau brûlé). 3.
Deşifre olmuş, belli olmuş, maskesi düşmüş
(Votre réseau d'espionnage est brûlé). 4.
Saygınlığını yitirmiş, yüzü kalmamış (Il est brûlé
chez tous ses amis).
brftle-bout er. El şamdanı,
brftle-gueule er. hlk. Kısa pipo.
brûle-parfum er. Buhurdan,
brûle-pourpoint (à) bel. 1. Pek yakından (Tirer à
brûle-pourpoint). 2. Birdenbire, hemen, derhal;
hazırlıksız (Poser une question à brûlepourpoint. Interroger un élève à brûle-
pourpoint).
3. Ah al moru mor.
brûler gçl. 1. Yakmak (Brûler un cadavre. Brûlerdu
charbon, de l'électricité. Brûler un repas, un rôti).
2. Kavurmak (Brûler le café vert). 3. Yakmak,
sarartmak, esmerleştirmek (Brûler une chemise,
un pantalon. Le soleil brûle la peau). 4.
Damıtmak, imbikten çekmek (Brûlerdu vin). S.
Aşıp geçmek (Brûler un obstacle, une limite
fixée). 6. Aldırmayıp geçmek (La voiture a brûlé le
feurouge. La train a brûlé le signal). 7.Brûlerqn:
İçini kor gibi yakmak, tutuşturmak (La soif de
l'aventure brûlait le jeune homme).
8.
gsz. Yanmak (Le bois brûle dans la cheminée. Le
tapis brûle. La bougie brûle. La soupe a brûlé). 9.
Acımak, yanmak (La gorge me brûle). 10. Çok
yaklaşmak, artık nerdeyse bulmak (Tu y es
presque, tubrûles). 11. Brûler de qch:-den yanıp
tutuşmak, yerinde duramamak (Brûler d'amour,
brûler d'impatience). 12. Brûler de f.qch: -meye
can atmak (Il brûle de parler). 13. Brûler pour qn:
Birine vurulmak, biri için yanıp tutuşmak (On dit
qu'il a longtemps brûlé pour la princesse). § Brûler
brûlerie
ses vaisseaux: Bütün gemilerini yakmak; geriye
dönüş olanaklarını ortadan kaldırmak. Brûier la
délicatesse à qn: Birini birdenbire bırakıp gitmek,
sipsivri ortada bırakmak. Brûler le pavé: Çok hızlı
gitmek, arkasından kurşun yetişmemek. Brûler
les étapes: Dur durak bilmemek, bütün
merhaleleri aşıp geçmek, hiçbir yerde durmadan
geçip gitmek. Brûler de l'encens sur l'autel de qn:
Birini aşırı derece övmek, göklere çıkarmak.
Brûler la cervelle à qn: -in bey nine kurşun sıkmak.
Brûler les planches: (Bir tiyatro oyuncusu için)
Canla başla oynamak; duyarak, coşkuyla
oynamak. Brûler sa dernière cartouche: Son
kozunu oynamak, son çareye başvurmak. Brûler
la chandelle par les deux bouts: Har vurup harman
savurmak. Etre brûlé: Belli olmak, bilinmek,
tanınmak, maskesi düşmek (Un agent qui est
brûlé). § Se brûler: 1. Kendini yakmak (Il s'est
brûlé avec sa femme et ses enfants). 2. Bir yerini
yakmak (Je me suis brûlé en allumant ma cigarette.
Il s'est brûlé la main). §
Se brûler la
cervelle: Kafasına bir kurşun sıkıp kendini
öldürmek.
brûlerie diş. 1. Rakı damıtma yeri. 2. Kahve
kavurulan yer.
brûle-tout er. El şamdanı,
brûleur er. 1. Rakı imbiği. 2. (Küçük gaz, ispirto
vb. ) ocağı. 3. Yakıt ve hava karışımım sağlayan ve
düzenleyen aygıt, brülör (Bruleur à mazout). 4.
Kahve kavurucu, kahve kavurma işçisi,
brûlis [bıtyli] er. 1. Yanmış orman yeri, göynük. 2.
Otu yakılmış tarla,
brûloir er. Kahve tavası.
brûlot er. 1. Ateş gemisi, burlota. 2. Çok baharlı et.
3. Ara bozucu kimse,
brûlure diş. 1. Yanık (Il a une brûlure de cigarette à
sa veste). 2. Yanma (J'ai des brûlures d'estomac.
Une brûlure lui tordait la poitrine). 3. (Bitkilerde)
Yanıklık, kavrukluk,
brumaire er. Fransız Büyük Devrim takviminin 22
yada 23 ekimden 20 yada 21 kasıma dek süren
ikinci ayı (Le coup d'Etat du 18 Brumaire).
brumasse diş. Pus, hafif sis.
brumasser gsz. (Hava) Hafif sisli olmak, puslu
olmak (Il brumasse: Hava puslu, hafif sisli).
brume diş. 1. (Daha çok sularda) Sis; pus (Une
brume légère flotte sur la rivière. Des nappes de
brumes). 2. Karanlık, kesinsizlik, kararsızlık
(Vous êtes perdus dans les brumes).
brumer gsz. (Hava) Sisli olmak, sis yapmak; puslu
olmak, pus yapmak (Il brume ce matin: Bu sabah
hava sisli).
brumeux, euse s. 1. Puslu, hafif sisli (Le temps est

189

brut
brumeux; un ciel brumeux). 2. mec. Kararsız,
kapalı, tutarsız, açık ve aydınlık olmayan (Un
esprit brumeux. Une philosophie brumeuse).
brun,e s. ve ad. 1. Esmer (Une peau brune, un teint
brun. Une femme brune). 2. Kestane rengi (Des
cheveux bruns). 3. Esmer, siyah (Bière brune,
tabac brun). 4. er. Kahverengi, kahverengi boya
(Un brun roux; terrain d'un brun foncé. Un tube
de brun Van Dyck). § A la brune, sur la brune:
Akşama doğru, sular kararırken,
brunante diş. Havanın kararması, akşam. § A la
brunante: Hava kararırken,
brunâtre s. Esmerimsi, kahverengimsi (Une terre
brunâtre).
brunet,te s. ve ad. Esmerce, esmerimsi, az esmer
(Une jolie brunette).
bruni er. (Altın yada gümüş takımı parçalarında)
Cilâ, saykal.
brunir
gçl.
1.
Esmerleştirmek,
rengini
koyulaştırmak, yakmak (Le soleil brunit la peau.
Brunir une boiserie). 2. (Altın yada gümüş gibi
madenleri) Parlatmak, saykallamak. 3. gsz.
Yanmak, esmerleşmek, kararmak (Brunir à la
mer. Mon fils était blond, mais il a bruni par la
suite).
brunissage er. (Madeni) Parlatma, saykallama,
brunissement
er.
(Renk)
Koyulaşma,
koyulaştırma; esmerleşme, esmerleştirme,
brunisseur, euse ad. Saykala, maden cilâcısı,
brunissoir er. Maskala.
brunissure diş. 1. Saykalcılık. 2. Saykal. 3. Kumaş
perdahı. 4. Bağ hastalığı. 5. Patates hastalığı,
brusque s. 1. Ansızın yapılan, ansızın (Un retour
brusque. L'arrêt brusque d'une voiture). 2. Sert,
k aba (Un homme brusque, un caractère brusque).
brusquement bel. 1. Ansızın, birdenbire (Le train
s'est arrêté brusquement devant le tunnel). 2.
Sertlikle, kabaca (Il agit très brusquement).
brusquer gçl. 1. Birine karşı sert ve kaba
davranmak (Vous avez tort de brusquer cet
enfant).
2.
İvdirmek,
çabuklaştırmak,
aceleleştirmek (Il a brusqué sa démission pour
nous empêcher d'intervenir. Son intervention a
brusqué le dénouement de la crise).
brusquerie diş. Sertlik, kabalık; sert söz ve davranış
(Il traite tout le monde avec brusquerie).
brut,e s. 1. İşlenmemiş, ham (Pétrole brut, laine
brute).2. Eğitimsiz,gelişmemiş (Uneâme brute).
3. İlkel, kaba (Une vie brute. La force brute. Il use
de la force brute). 4. Kesintisiz, kesinti
yapılmadan (Un traitement brut, un bénéfice
brut). S. bel. Darasıyla, darası çıkarılmadan, brüt
olarak (Ce colis pèse brut dix kilos).
brutal
brutal,e s. 1. Hayvan gibi, kaba (La force brutale.
Un gardien brutal). 2. Kaba, hoyrat, yontulmamış
(Il est brutal avec tout le monde). 3. ad. Hoyrat,
hödük, yontulmamış,
brutalement bel. Sertçe, kabaca, hoyratça (Il vous
parle brutalement, mais c'est pour votre bien).
brutaliser gçl. (Birine karşı) Kaba ve sert
davranmak (Brutaliser une femme, un enfant).
brutalité diş. 1. Hoyratlık, kabalık, sertlik,
yontulmamışlık (Vous êtes d'une brutalité
révoltante. Condamner les brutalités de la police).
2. Anilik, birdenbirelik; beklenmezlik (La
brutalité d'un choc).
brute diş. 1. Hayvan (La création est une ascension
perpétuelle, de la brute vers l'homme). 2. mec.
Hayvan gibi adam, ayı, hödük (Il frappe comme
une brute. C'est une brute qui n'arrive à rien
comprendre).
3.
diş.
(Sinemacılıkta)
Büyükışıldak.
bruyamment bel. 1. Gürültüyle (Il s'est mouché
bruyamment). 2. Gürültü patırtıyla, bağırıp
çağırarak (Protester bruyamment).
bruyant,e s. 1. Gürültülü (Une rue bruyante). 2.
Gürültücü (Un enfant bruyant).
bruyère diş. 1. Süpürgeotu, süpürge çalısı, funda. 2.
Çalılık, fundalık. § Coq de bruyère: Çalı horozu,
bryologie diş. *Yosunbilim; bitkibilimin yosunlarla
uğraşan dalı.
bryone diş. bitb. Şeytan şalgamı,
bryozoaires er. ç. Yosunsu hayvancıklar; yosun
hayvanları.
buanderie diş. Çamaşırlık (Le linge sèche dans la
buanderie).
buandier, ère ad. Çamaşırcı; çamaşır yıkama işçisi.
bubale er. Afrika karacası.
bube diş. Deri kabarcığı.
bubon er. hek. Hıyarcık.
buboniques. Hıyarcıktı (Pestebubonique).
bucaille diş. Karabuğday.
buccal, e s. Ağıza değgin (Par voie buccale. Cavité
buccale).
buccin er. (Eski romahlarda) Bir asker borusu,
bucéphale er. (Büyük İskender'in atının adından)
Savaş yada alay atı. 2. (Alay) Kurada beygir,
bfiche diş. 1. Ocak odunu (Le crépitement des
bûches dans Vôtre). 2. mec. Odun gibi adam, meşe
odunu, kereste (II reste là comme une bûche. Une
vraie bûche!) § Bfiche de Noël: Noel yortusu için
hazırlanan büyük pasta. Prendre, ramasser une
bfiche: tkz. Düşmek,
bûcher er. 1. Odunluk. 2. Odun yığını, 'yakmalık;
ölüleri yada hükümlüleri yaktıkları odun yığını
(Jeanne au bûcher. Hérétique condamné au

190
. building
bûcher). 3. Yığın (Les manifestants firent un
bûcher de toutes les brochures de propagande du
régime déchu).
bûcher gçl. 1. Kabasını almak, yontmak, taslamak
(Bûcher une pierre). 2.tkz. Çok çalışmak,
ineklemek (H a bûché tout son programme de
physique). 3. gsz. tkz. Çalışmak, ineklemek (Il
bûche ferme).
bûcheron er. Oduncu (Le bûcheron coupe du bois).
bûchette diş. Odun yongası (Nous avons fait
prendre le feu avec des bûchettes).
bûcheur, euse ad. tkz. Çok çalışan, inekleyen, inek
(C'est un bûcheur toujours premier de sa classe).
bucolique s. 1. Çobanlığa yada çoban türkülerine
değgin, "çobanıl. 2. diş. Çoban türküsü, kır şiiri.
3. (Alaylı) Ivır zıvır şeyler,
bucrane er. (Mimarlık bezeklerinden) Öküz başı.
budget er. Bütçe, *geçinge (Budget de l'Etat.
Budget familial. Dresser, préparer le budget. Les
chapitres du budget. Boucler son budget. Budget
annexe. Equilibre du budget).
budgétaires. Bütçeye değgin (L'annéebudgétaire.
Dépenses budgétaires. Le déficit budgétaire).
budgétisation diş. Bütçelendirme, bütçeye koyma
(Budgétisation
des prestations
sociales).
budgétiser gçl.
Bütçelendirmek, bütçeye
koymak.
budgétivore s. ve ad. (Alaylı) Devlet bütçesinden
geçinenler; devlet kapısı kulları,
buée diş. Buğu (Des vitres couvertes de buée).
buffet er. 1. Büfe, sofra takımlarının konulduğu
dolap (Ranger les couteaux et les fourchettes dans
le buffet). 2. Büfe, istasyonlardaki lokanta (Nous
avons mangé au buffet). 3. Büfe, şölenlerde
yemeklerin dizildiği masa, sofra (Après les
discours officiels on passe au buffet. Un buffet bien
garni). 4. hlk. Karın, mide. 5. Doğrama kısmı
(Buffet d'orgue). § Danser devant le buffet: hlk.
Yiyecek bir şeyi olmamak. Ne rien avoir dans le
buffet: hlk. Aç karnına olmak; ağzına tek lokma
koymamış olmak.
buffetier,ère ad. Büfeci.
buffle er. 1. Manda, camus, susığırı. 2. Manda derisi
(Valise en buffle).
buffleterie diş. 1. (Askerin) Kayış takımı. 2.
(Derileri) Güderileme.
buffletin er. 1. Malak, manda yavrusu. 2. Manda
derisinden yapılmış uzun ceket,
buggy er. İki tekerlekli hafif araba, °bugi.
bugle er. Perdeli boru, büğlü,
buglossediş. bitb. Sığırdili,
bugrane diş. bitb. Kayışkıran,
building er. İng. Kocaman yapı; çok katlı büyük
buire
yapı.
buire diş. Geniş karınlı, saplı içki ibriği,
buis er. Şimşir.
buissière, buissaire diş. Şimşirlik.
buisson er. 1. Çalı. 2. Baltalık. 3. Budanarak biçim
verilmiş meyve ağacı. § Buisson ardent: Tanrının
Musa peygambere göründüğü söylenen biçim ki,
alev alev yanan bir çalılık olarak anlatılır. Battre
lès buissons: mec. Araştırmak, çalı dibi taşlamak.
Faire buisson creux, trouver buisson creux: mec.
Aradığım bulamamak, umduğu boşa çıkmak,
buissonneux, euse Çalılık, çalılarla kaplı (Un
terrain buissonneux).
buissonnier,ère s. Çalılıklarda yaşayan (Merle
buissonnier). § Faire l'école buissonnière:
Okuldan kaçmak, dersleri asıp orda burda
dolaşmak
(Aujourd'hui
je ferai
l'école
buissonnière).
bulbaires, anal. Soğan denilen oluşuma değgin,
bulbe diş. 1. (Soğan veren bitkilerde) Soğan
(Plantes à bulbes. Bulbe de la jacinthe). 2. anat.
Soğan. 3. Şişkinlik (Bulbe dentaire).
bulbeux,euse s. 1. Soğanlı (Plantes bulbeuses). 2.
Şişkin; soğan biçiminde (Clocher bulbeux). 3.
(Mimarlıkta) Karınlı,
bulbille diş. bitb. Bitki soğancığı, soğancık (Les
bulbilles de l'ail).
bulgare s. ve ad. 1. Bulgar; Bulgaristan'a ve
bulgarlara değgin (L'industrie bulgare. Un, une
bulgare). 2. er. Bulgarca (Il connaît le bulgare). §
Fromage bulgare: Beyaz beynir, Edirne peyniri,
bulgarie diş. Bulgaristan,
bulldozer er. Yoldüzer, yoldüzler.
b u l l e I . Kabarcık (Bulled'air, bulled'eau, bulle
de savon). 2. (Deride) tçi su dolu kabartı, fiske,
kabarcık. 3. Süs olarak çakılan çivi, kabara. 4.
Bağıtlara takılan mühür. 5. Böyle bir mühürü
olan bağıt. 6. er. Saman kâğıdı. 7. s. Sarı, saman
rengi (Papier bulle). § Papier bulle: Sarımtırak
kaba kâğıt, saman kâğıdı. Coincer la bulle: ask.
argo. Dinlenmek,
bulle,e s. Kabarcıklı.
bulletin er. 1. Pusula (Bulletin de vote). 2. Resmi
rapor (Bulletin de santé.Bulletins destatistique).3.
Dergi. 4. Öğrenci karnesi, karne (Mon fils a eu un
bon bulletin) 5. Makbuz, alındı (Bulletin de
bagages, bulletin de consigne). 6. Bülten (Bulletin
d'information: Haber bülteni).
bulleux,euse s. Kabarcıklı, fiskeli (Dermatose
huileuse).
bull-terrier er. Sıçan avlayan bir tür İngiliz köpeği,
bulteau er. Topağaç.
bungalow er. İng. Bungalo; Hindistan'da veranda

191
burnous

ile çevrilmiş tek katlı ev; turistler için tek katlı


küçük ev, kulübe,
bunker er. Bunker, sığınak, korunak; top yuvası,
buphage er. hayb. Kurt-kıyan
buraliste ad. 1. (Satış, para alıp verme işleri yapan
kurumların) Şube memuru. 2. Tütüncü, sigara
satıcısı,
burat er. Bir tür hafif yünlü,
buratin er. buratine diş. Yünlü ipek karışığı bir tür
kumaş.
bure diş. 1. Aba. 2. Aba giysi. 3. er. Maden
ocaklarında bir geçenekten bir aşağıdaki
geçeneğe kazılan kuyu.
bureau er. 1. Çalışma masası (Un bureau d'acajou,
un bureau de chêne). 2. Çalışma odası (Je passe
tout mon temps dans mon bureau). 3. Daire, iş yeri
(Aller au bureau. Ouverture, fermeture des
bureaux). 4. Şube, bölüm (Deuxièmebureau. Les
bureau d'une agence, d'une société). 5. Başkanlık
Kurulu (Le bureau de l'Assamblée Nationale
comporte un président, des vices-présidents et des
secrétaires).
bureaucrate er. 1. Kırtasiyeci, *yazçizci. 2.
'Genörgütçü, bürokrat,
bureaucratie diş. 1. Kırtasiyecilik; * yazçizcilik. 2.
Genörgüt, bürokrasi,
bureaucratique s. 1. Kırtasiyeciliğe değgin,
yazçizcilikle ilgili. 2. *Genörgütsel.
bureaucratisation
diş.
Kırtasiyecilik
işleri,
kırtasiyeye boğma (La lutte contre la
bureaucratisation).
bureaucratiser gçl. Kırtasiyeciliğe boğmak (Les
bureaucrates ont réussi à bureaucratiser le
monde).
burette diş. 1. (Sofra için) Sirke yada zeytinyağı
şişesi. 2. Kilise ayinlerinde su ve şarap konulan
vazo. 3. kim. Büret.
burgau er. Sedef midyesi; midye sedefi,
burgrave er. 1. (Eski) Kale komutanı; bir kentin
kontu. 2. mec. Yaşlı ve gerikafah kimse,
burin er. Kazı kalemi, arda, çapla, tığkalem, çelik
kalem.
buriné,es. Çizik çizik, kırış kırış (Un visage buriné).
buriner gçl. 1. Çapla ile işlemek, kazmak, oymak
(Buriner une planche, un métal). 2. gsz. hlk.
Aralıksız çalışıp durmak,
burlesque s. 1. Gülünç, maskaraca (Un
accoutrement burlesque. Unfilm burlesque). 2 .er.
ed. a) Kaba güldürü, maskaraca yazılar b)
(Sinemacılıkta) Savruklama.
burnous er. Ar. 1. Bornuz, maşlak. 2. Kolsuz ve
başlıklı çocuk mantosu ( Un enfant enveloppé dans
un burnous blanc et rose). § Faire suer le burnous:
büron
Acımadan, canını çıkararak
çalıştırmak;
sömürmek.
büron er. 1. Küçük çoban kulübesi. 2. Küçük peynir
yapımevi,
bus er. Otobüs.
busard er. Tepeli doğan, tepeli şahin,
buse fbysk] er. Korse balinası,
buse diş. hayb. 1. Doğan, şahin (Busepattue: Paçalı
doğan). 2. mec. tkz. Kaz kafalı, kuş beyinli (Une
buse qui rit toujours sottement). 3. Boru (Busede
carburateur).
business | biznes \ er. İng. 1. (Eski) İş. 2. Karışık iş
(Qu'est-ce que c'est que ce business). 3. Şey
(Passe-moi ce business-là).
businessman er. İş adamı,
busqué, es. Kemerli (Un nez busqué).
busquer gçl. 1. (Korseye) Balina geçirmek. 2.
Eğmeçlemek, eğriltmek,
buste er. 1. İnsan vücudunun üst kısmı, gövde üstü
(Il redressa le buste pour passer devant les huissiers
du ministre). 2. Büst, gövde üstü yontusu (Un
buste d'Atatürk).
but er. 1. Amaç, erek (Vous êtes enfin arrivé à votre
but). 2. Hedef (Viser le but. Tiraubut. Manquer le
but). 3. Gol (Notre équipe a marqué trois buts). 4.
(Futbolda) Kale (Filet de but. Poteau de but). §
Dans le but de: Amacıyla, için (Il est parti dans le
but de se reposer). Gardien de but: Kaleci. De but
en blanc: Damdan düşercesine, damdan düşer
gibi. Avoir pour but de f.qch: Amacı -mek olmak
(lia pour but de s'installer à Istanbul). Atteindre
son (un) but: Amacına erişmek. Dépasser son but,
aller au-delà de son but: Amacının dışına çıkmak,
butane er. kim. Bütan,
buté,e s. İnatçı, dik kafalı (Un enfant buté).
butée diş. (Köprülerin iki ucunda) Dayanma
duvarı; köprü ayağı, *karşılamahk.
buter gsz. Buter contre qch: 1. -e varıp dayanmak
(La roue de la voiture a buté contre le trottoir). 2. -e
çarpmak (Ma tête buta contre te pare-brise). 3. -e
dayanmak (La poutre bute contre le mur). 4. -e
çarpmak; -ile karşılaşmak (Buter contre un
problème complexe). S. Ayağı takılmak (Buter
contre une pierre). 6. Gol atmak, gol yapmak (ila
enfin buté). 7. gçl. Payandalamak, desteklemek
(Buter un mur au moyen d'un arc-boutant). 8. gçl.
Buter qn: Birini inada bindirtmek, inada
sürüklemek;
uzlaşmazlığa
itmek
(Votre
arrogance a buté le directeur, et maintenant, on ne
pourra plus le convaincre). § Se buter: 1.
Çarpmak. 2. mec. İnat etmek, ayak diremek. 3. Se
buter à qn: -ile karşılaşmak; -e rastlamak (Je me
suis buté à des gens de connaissance).
192

buvée
buteur er. Golcü, gol atan oyuncu (Notre équipe
manque de buteurs).
butin er. 1. Ganimet (Butin de guerre). 2. Şurdan
burdan toplanan şey, *devşiri (Le butin de
l'abeille). 3. Ele geçirilen mal, vurgun (Le butin
d'un voleur). 4. Çalışıp araştırılmakla edinilen
şey, yararlanma (Il y a un riche butin à faire dans
ces vieux manuscrits). 5. hlk. Birikmiş varlık, mal
(Ily a du butin dans cette maison).
butiner gsz. 1. Çiçek özü toplamak (Les abeilles
butinent). 2. Ganimet olarak almak, ganimet
toplamak. 3. gçl. Toplamak, elde etmek (Butiner
quelques renseignements).
butineur,euse s. Ganimet alan; kendine yararlı
şeyler toplayan (L'abeille butineuse, un insecte
butineur).

butoir er. (Teknikte) 1. Durdurucu engel (Butoir


d'une porte; butoir de chemin de fer). 2. Deri
kazımaya yarayan bıçak,
butor er. 1. Balaban kuşu, balaban. 2. mec. Kaba
adam, hıyarağa, aptal ve edepsiz adam (Un butor
fier de sa force physique. Dans l'autobus, unbutor
la repoussa pour avoir une place assise).
buttage er. (Ağaç ve bitkilerin) Dibine toprak
sürme (Le buttage de la vigne, des pommes de
terre).
butte diş. 1. Küçük tepe, tepecik (La butte
Montmartre). 2. ask. Önüne nişan hedefleri
konulan tepe. § Butte témoin: coğr. Tanıktepe.
Etre en butte à qch: -e maruz bulunmak, -ile karşı
karşıya olmak (Nous sommes en butte à une
calomnie. Il fut en butte aux attaques des
journaux).
butter gçl. 1. (Ağaç ve bitkilerin) Dibine toprak
sürmek (Butter des céleris, des pommes de terre).
2. argo. Öldürmek, canını cehenneme yollamak,
buttoir er. 1. Ağaç ve bitki diplerine toprak sürmeye
yarayan alet. 2. Ağaç oyacak alet.
butyreux,euse s. Yağ niteliğinde (Une sorte de
crème épaisse et presque butyreuse).
butyrique s. Acımış yağlarda oluşan (Acide
butyrique; fermentation butyrique).
butyromètre er. Sütteki yağı ölçmeye yarayan alet.
yağölçer.
buvable s. İçilebilir, içilir (Vin buvable, eau
buvable). 2. İçilen, ağızdan alınan (Ampoules
buvables).
buvard er. 1. Sünger kâğıdı, kurutma kâğıdı (Papier
buvard da denir). 2. Kurutma kâğıtlı el altlığı (Sur
son bureau il y avait un grand buvard couvert de
taches).
buvée diş. Hayvanlara verilen sulu un ve kepek
bulamacı.
buverie
buverie, beuverie diş. İçkili eğlenti, içki âlemi.
buvetier,ère ad. Büfeci.
buvette diş. 1. (İstasyon, tiyatro gibi yerlerde)
Küçük büfe (A la buvette de la gare, il se fit servir
un sandwich et un jus de fruit). 2. (İçmelerde)
İçme yeri.
buveur,euse ad. 1. İçen, içici (Un buveur d'eau, de
café). 2, İçki düşkünü, içkici, ayyaş (Son mari était
un grand buveur).
buvoter gsz. tkz. Yudum yudum içip durmak,
buxacées diş. ç. bitb. Şimşirgiller,
bye-bye [bajbaj] ünl. İng. Allahaısmarladık, hoşça
kal, haydi eyvallah,
by-pass er.İng. hek.*K.öprüleme','baypas, tıkanmış
bir damarı alıp yerine vücuttan yeni bir damar

193

byzantinologie
koyma ameliyatı.
byzance diş. Bizans.
byzantin,es. vead. 1.Bizanslı, Bizans'aözgü(L'art
byzantin). 2. mec. Gereksiz ve boş ayrıntılara
dayanan, ince ve karanlık oyunlar içeren
(Querelles byzantines). § Discussion byzantine:
Bitip tükenmek bilmez tartışma; çok ince
ayrıntılar üzerinde boşuna ve uzun uzun tartışma.
byzantinisme er. 1. Gereksiz tartışmacılık, boş
tartışma. 2. Bizans entrikacılığı, Bizans
oyunculuğu.
byzantiniste, byzantinologue ad. Bizans tarih ve
uygarlığı uzmanı, "bizansbilimci.
byzantinologie diş. Bizansbilim.
c
C er. Fransız abecesinin üçüncü harfi olup adı "S"
dir. A, O, U, gibi ünlülerin yada herhangi bir
ünsüzün önünde ve sözcüklerin sonunda "K"
okunur (Cacao, cumuler, corbeau, crime, échec).
E, İ, Y gibi ünlülerin önünde bulunduğu yada bir
cédille aldığı zaman "S" okunur (Cécile, cela,
citron, cygne, ça) örneklerinde olduğu gibi.
ça adıl. tkz. 1. Bu, bunu (Ça vous gêne? Je n'aime
pas ça) . § Il ne manquait plus queça:Bir bu eksikti.
Ça dépend: Belli olmaz. A part ça: Bundan başka,
bunun dışında, bu hariç. Ça va bien, mal: İşler iyi,
kötü. C'est comme ça: Bu böyle işte. C'est ça!:
Tamam, doğru, öyle. Comme ça: Demek, demek
ki (Comme ça, vous ne restez pas). Ça, par
exemple! Pes doğrusu, bu kadarı da fazla! Ah, ça!:
Acaip ! Baksana! (Ah ça, pour qui me prends-tu?).
Ah, ça alors! Eeee, ne oluyor yani; bu kadarı da
fazla, pes doğrusu! Aşkolsun! Comme ci, comme
ça: Şöyle böyle. 2. bel. Buraya, burada (Viens ça,
que je te voie). § Ça et là: Şurda burda, şuraya
buraya (Ça et là on voyait des boites de conserves).
cabale diş. 1. Yahudilerde, Tevratın yorumlanıp
hep mecaz anlamına alınması geleneği, kabala. 2.
Cinlerle ilişki kurma bilimi, kabala, cincilik. 3.
Aynı düşüncede olan insanlar topluluğu, klik,
*bölek. 4. Entrika, komplo, düzen, dalavere (11

organise encore des cabales). § Faire monter une


cabale contre qn: Birine karşı bir komplo kurmak
bir oyun düzenlemek.
cabaler gsz. (Eski) Komplo düzenlemek, entrika
çevirmek.
cabaleur,euse ad. Komplocu, entrikacı,
cabaliste er. Kabala ile uğraşan; cinci,
cabalistique s. 1. Kabalaya değgin, cincilikle ilgili
(Science, interprétation cabalistique; termes
cabalistiques). 2. Gizemli, anlaşılmaz (Signes
cabalistiques).
caban er. Denizcilerin giydikleri büyük yün ceket,
"avniye.
cabane diş. Kulübe, kulübecik (Cabane de berger,
cabane à lapins). § Mettre en cabane: hlk. Kodese
atmak, dama tıkmak, tutuklamak,
cabaner gçl. Ters çevirmek, takoza yatırmak
(Cabaner un navire sur cale).
cabanon er. 1. Kulübecik (Un petit cabanon de
bois). 2. (Tutukevi yada akıl hastanesinde)
Hücre, tecrit hücresi (On lui passa la camisole de
force et on le mit au cabanon).
cabaret er. 1. Meyhane. 2. İçkili lokanta, gece
kulübü (Passer la soirée au cabaret). 3. İçki
takımı. 4. İçki takımı tepsisi yada masası. §
Cabaret borgne: Batakhane. Pilier de cabaret:
cabaretier
Ayyaş, sarhoş, gece gündüz içen; meyhane kuşu.
cabaretier,ère ad. Meyhaneci,
cabas er. 1. Zembil, sepet fFaire son marché avec un
cabas). 2. Sepet, küfe (Cabas à olives. Cabas de
figues).
cabestan er. 1. Bocurgat (Virer le cabestan. Halerun
navire au cabestan). 2. (Sinemacılıkta) Döndürme
çubuğu.
cabiai\kabje) er. Sudomuzu, Güney Amerika'da
yaşayan büyük kemirgen,
cabillaud er. Taze morina; morina balığının bir adı.
cabine
1. (Gemide) Kamara (Cabine de luxe). 2.
(Hamamlarda) Kabine (Cabine de bain. Louer
une cabine à la piscine). 3. Küçük oda, odacık,
kulübe,
(Cabine
téléphonique,
cabine
d'ascenceur). 4. (Sinemacılıkta) Gösterimodacığı.
cabinet er. 1. Küçük oda, hücre (Enfermer un enfant
dans un cabinet noir. Cabinet de débarras). 2. Yazı
odası, çalışma odası (Le cabinet du directeur). 3.
Kabine, Bakanlar Kurulu, hükümet (Former un
cabinet). 4. Özel kalem (Cabinet du ministre. Chef
de cabinet: Özel kalem müdürü). 5. Koleksiyon,
derme (Cabinet d'histoire naturelle). 6. Küçük
büfe. 7. ç. Ayakyolu, yüznumara (Aller aux
cabinets). § Cabinet noir: 1. Şüpheli mektupları
okuyup denetleme kurulu. 2. (Sinemacılıkta)
Karanlık oda. Homme de cabinet: Bir köşeye
çekilip kendini okumaya veren kimse,
câble er. 1. Halat (Câble de levage, câble de
traction). 2. Kablo (Câble électrique, câble
téléphonique). 3. Telgraf (Envoyer un câble). 4.
den. Yüz yirmi kulaç uzunluğunda bir ölçü,
palamar. § Câble à retard: Geciktirme kablosu.
Câble de caméra: Alıcı kablosu. Câble de liaison:
tniş kablosu: Câble en ruban: Yassı kablo. Câble
hertzien: Telsiz bağlantısı,
câblé,e s. 1. Üzerine kablo geçirilmiş (Fil câblé). 2.
(Yapıcılıkta) Halat örgüsünde (Moulure câblée).
3. den. Halatlı, kablolu (Ancre câblée). 4. er.
Tablo kordonu. 5. er. Dikiş ipliği (Du câblé six
fils).
câbleau er. İnce halat, urgan,
cableman er. İng. Kablocu,
câbler gsz. 1. İpleri büküp halat yapmak. 2. gçl.
Kablolu telgrafla bildirmek, tellemek, telle
bildirmek (Je vais vous câbler des instructions).
câbleriediş. 1. Kabloculuk. 2. Kablo fabrikası,
câbleur er. Kablocu, elektrik kablolarını döşeyen
teknisyen.
câblier er. 1. Kablocu. 2. s. Kablo döşeyen (Navire
câblier).
câbliste er. Kablocu.
câblogramme er. Kablolu telgrafla gönderilen
195

cabrer

haber, telyazı,
cabochard,es. vead. Dikbaşlı, inatçı (Vous êtes très
cabochard. Quelle cabocharde!).
caboche diş. tkz. 1. Kafa (Grosse caboche). 2.
Kabara. § Avoir une rude caboche: İnatçı olmak,
cabochon er. 1. Façetasız değerli taş; damla taş
(Cabochon de rubis). 2. Süs kabarası (Cabochon
de cuivre).
cabosse diş. 1. Ezik, bere. 2. Kambur, tümsek,
kabartı. 3. Kakaonun meyvesi, Hintbademi.
cabosser gçl. Şişirmek, kabartmak, yamru yumru
etmek (Cabosser un chapeau, une valise. Un choc
qui a cabossé les carrosseries des deux voitures).
cabot er. tkz. 1. Köpek (A la niche, sale cabot). 2.
tkz. Onbaşı. 3. Gezgin oyuncu, değersiz oyuncu,
cambaz (Un vieux cabot). 4. s. ve ad. Numaracı,
üçkâğıtçı (Il est un peu cabot).
cabotage er. Kabotaj; bir ülkenin iskele yada
limanları arasında gemi işletme işi.
caboter gsz. Kabotaj yapmak; gemi işletmek
(Caboter de port en port).
caboteur er. 1. Kabotaj yapan, gemi işleten denizci.
2. s. Kabotaj yapan ; iskeleden iskeleye, limandan
limana çalışan (Navire caboteur).
cabotin,e ad. 1. Gezgin oyuncu. 2. hkr. Değersiz
oyuncu ( Un petit cabotin de province qui se croit à
la Comédie Française). 3. tkz. Soytarı, cambaz
(Les cabotins de la politique). 4. s. Numaracı,
üçkâğıtçı, gösterişçi, kendini bir şey sanan (Il est
trop cabotin pour inspirer confiance. Cet enfant est
un peu cabotin).
cabotinage er. 1. Gezgin oyunculuk. 2. mec. tkz.
Soytarılık, cambazlık. 3. Yapmacık, yapmacıklı
davranış; gösteriş,
cabotiner gsz. 1. Gezgin oyunculuk etmek. 2.
Cambazlık, üçkâğıtçılık etmek. 3. Yapmacıklı
davranışlarda bulunmak; kendini büyük satmak;
gösteriş yapmak,
caboulot er. 1. Ahır bölmesi. 2. Adı kötüye çıkmış
kahve yada meyhane, gece kulübü,
cabrage er. Şahlandırma; şahlanma,
cabré,es. 1. Şahlanan, şaha kalkan (Cheval cabré).
2. mec. Şahlanmış, ayaklanmış, başkaldırmış
(Une attitude cabrée).
cabrer 1. gçl. Şaha kaldırmak (Cavalier qui cabre
soudain sa monture). 2. (Havalandırmak üzere
uçağın) Ön kısmını kaldırmak (Cabrer un avion).
3. Cabrer qn: -i ayaklandırmak, uzlaşmaz bir
tavra itmek (Votre intervention a cabré le
directeur). § Se cabrer: 1. Şaha kalkmak (Un
cheval qui se cabre). 2. mec. Şahlanmak
(L'orgueil musulman se cabra). 3. Se cabrer
devant qch, contre qch: -e karşı isyan etmek, baş
cabri

196

kaldırmak, illallah demek (Il risque de se cabrer


devant vos exigences continuelles).
cabri er. Oğlak (Léger comme un cabri. Sauter
comme un cabri).
cabriole diş. 1. Atın dört ayakla sıçrayıp çifte
atması. 2. Takla (Des enfants font des cabrioles
dans les prés). § Faire la cabriole: Döneklik
etmek ; olaylara göre yön ve düşünce değiştirmek.
cabrioler gsz. 1. Takla atmak. 2. (At) Sıçrayıp çifte
atmak.
cabriolet er. 1. Körüklü ve hafif bir tür gezinti
arabası. 2. Karoserinin üst kısmı aldırılabilen
gezinti otomobili. 3. Eski moda bir kadın şapkası.
4. Bir tür ip kelepçesi.
cabus,s. Top başlı (Cfıoucabus: Bir tür top lahana).
caca er. (Çocuk dilinde) Kaka, pislik. § Faire caca,
faire son caca: Dışarı çıkmak, büyük abdestini
yapmak. Faire caca dans sa culotte: Donuna
yapmak. § Caca d'oie: Yeşilimtrak sarı, kazboku
rengi (Despeintures caca d'oie).
cacaber gsz. (Keklik için) Ötmek,
cacahouette, cacahuète diş. Yerfıstığı,
cacao er. Kakao (Prendre une tasse de cacao).
cacaoté,e s. Kakaolu (Petit déjeuner cacaoté. Une
farine cacaotée).
cacaotier, cacaoyer er. Kakao ağacı,
cacaoyère, cacaotière diş. Kakao bahçesi, kakao
fidanlığı, kakaoluk.
cacaoui er. (Kanada'da) Bir tür küçük yaban
ördeği.
cacarder gsz. (Kaz için) Bağırmak (Les oies
cacardaient au bord du lac).
cacatoès er. Hindistan ve Malezya'da yetişen bir
tür papağan, kakatu.
cacatois er. l.-den. Babafingo üstü sereni. 2.
Babafingo üstü yelkeni,
cachalot er. hayb. İspermeçet balinası,
cache diş. 1. (Saklanmaya, bir şey saklamaya yarar)
Gizli yer, delik, in (Il est enfin sorti de sa cache). 2.
er. Fotoğrafçılıkta, resmin yalnız bir kısmını
çıkartmaya yarar delikli siyah kâğıt, peçe, *örtü.
caché,es. 1. Saklı, gizli (Trésorcaché). 2. Gizli, dile
getirilmemiş, dışa vurulmamış (Des sentiments
cachés).
cache-cache er. Saklambaç oyunu (Faire une partie
de cache-cache). § Jouer à cache-cache: 1.
Saklambaç oynamak. 2. tkz. Kovalamaca
oynamak, birbirini arayıp bir türlü bulamamak
(Ils jouent à cache-cache depuis un mois).
cache-col er. Atkı (Un cache-col en laine).
cachétique s. ve ad. hek. Kaşetik, aşın zayıflamış,
bir deri bir kemik kalmış (Etat cachétique. Un
cachétique).

cachette
cache-flammes er. Alev örten huni, alevörter.
cachemire er. Keşmir kumaşı, keşmir yünlüsü,
cache-misère er. hlk. Yırtık çamaşırları gizlemek
üzere giyilen güzel görünümlü giysi ; geniş üstlük.
cache-nez er. Boyun atkısı (Un cache-nez de laine
entourait son cou).
cache-pot er. Saksı kabı.
cache-pouissière er. Hafif üstlük,
cacher gçl. 1. Saklamak, gizlemek (Cacher un objet
volé). 2. Belli etmemek, göstermemek (Cacher
son émotion, son inquiétude, sa douleur). 3.
Görülmesini engellemek (Cet arbre cache la
lune). 4. Cacher qch à qn: Bir şeyi birinden
saklamak (Il ne faut pas lui cacher la vérité. Ils ont
caché longtemps la terrible nouvelle à leur père). §
Cacher son jeu, cacher ses cartes: Düşüncesini,
amacını, niyetini gizlemek (Il sait cacher son jeu).
§ Se cacher: 1. Saklanmak, gizlenmek (Il est
recherché par la police, ilsecache). 2.Se cacher de
qn: Yaptıklarım, düşündüklerini birinden
saklamak ( L'enfant avaitfumé en se cachant de ses
parents). 3. Se cacher de qch: a) Bir şeyi gizli
tutmak, saklamak (Il se cachait de l'amour qu'il
avait pour moi),
b) Kabul etmemek,
benimsememek (Il ne s'en cache pas).
cache-sexe er. Kısa don; *ayıp-örter.
cachet er. 1. Mühür, damga (Le cachet de la poste.
Cachet monté en bague). 2. Damgalı kâğıt (Briser
un cachet). 3. (İçinde ilaç bulunan) Güllaç, kaşe
(Un cachet d'aspirine). 4. Özellik, özgünlük (II a
donné un cachet très personnel à son style. Ce
village a du cachet). 5. Damga, marka (Le cachet
d'un
fabricant).
6. (Sahne ve sinema
sanatçılarına verilen) Ücret, "ödemelik (Les
cachets énormes des vedettes de cinéma). § Lettre
de cachet: (Eskiden) Hükümdar buyrultusu.
Courir le cachet: Evlerde ders vermek.
Travailler, payer au cachet: Parça başı, yaptığı iş
sayısına göre çalışmak, ödemek (Il travaille au
cachet. Payer un traducteur au cachet).
cachetage
er.
Mühürleme,
mühürlenme;
damgalama, damgalanma,
cacheter gçl. 1. Ağzını kapayıp mumlamak
(Cacheter un colis, une bouteille). 2. Kapayıp
zamklamak, yapıştırmak (Cacheter une lettre, une
enveloppe). 3. Mühürlemek, damga vurmak. §
Cire à cacheter: Mühür mumu, damga mumu.
cachette diş. Gizleyecek yer; gizlenecek yer,gizli yer
(Il met ses économies dans une cachette. Les
contrebandiers avaient pris pour cachette un creux
de rocher). § En cachette: Gizlice, belli etmeden
(Rire en cachette. Lire un livre en cachette). En
cachette de qn: -den gizli olarak, -in haberi
cachexie
olmadan (Il ne veut pas agir en cachette de ses
parents).
cachexie diş. hek. Kaşeksi, aşın zayıflama, bir deri
bir kemik kalma,
cachot er. 1. Zindan, hücre (Mettre, jeter, enfermer
qn dans un cachot, au cachot). 2. Hücre cezası
(Trois jours de cachot). 3. Cezaevi, kodes, dam (Il
est aux cachots depuis des années).
cachotterie diş. Gereksiz gizleyiş, gizleme merakı
(Cessez vos cachotteries, je suis au courant de
tout).
cachottier, ères. vead. Gizlenmeyecek şeyleri gizli
tutan; önemsiz şeyleri gizli tutmak meraklısı (Elle
est très cachottière).
cachou er. 1. Kâdıhindî denilen ve ilaç olarak
kullanılan madde. 2. s. Kızıl kahverengi (Un
costume cachou).
cacique er. 1. (Orta Amerika yerlilerinde) Başkan,
şef. 2. (Fransada) Yüksek Öğretmen Okulu
sınavını birincilikle kazanan. 3. Kendisine önemli
görev (siyasal, yönetimsel) verilen kişi.
cacochyme s. ve ad. 1. Sıska, cılız. 2. * Sayrıl,
'marazı, huysuz (Un vieillard cacochyme).
cacographe ad. Yazım yanlışları yapan; kötü ve
yanlış yazan; yazısı ve biçemi (üslubu) kötü
(kişi).
cacographie diş. Yanlış yazım, yazım yanlışlığı;
kötü biçem (üslup),
cacolet er. Semerin iki yanına asılan arkalıklı
iskemle.
cacologie diş. Dil yanlışı; deyimleri yanlış kullanma
yada tümceyi bozuk kurma. "Şiveye aykırılık,
cacopohonie diş. dilb. Ses kakışımı, *kakışma.
cactacées, cactées diş. bitb. ç. Atlasçiçeğigiller,
kaktüsgiller.
cactus er. Atlasçiçeği, kaktüs,
c.-à.-d. "Yani" anlamına gelen "c'est-à-dire"
deyiminin kısaltması,
cadastrage s. Kadastroya değgin, 'yeryazımsal
(Plan cadastral).
cadastre er. Kadastro, *yeryazım (Employé du
cadastre).
cadastrer gçl. -in kadastrosunu yapmak, -i
*yeryazımlamak.
cadavéreux, euse s.
Kadavrayı
andıran,
kadavramsı, ölü gibi (Un teint cadavéreux).
cadavérique s. Kadavraya değin (Rigidité
cadavérique; pâleur cadavérique).
cadavre er. 1. Ceset, ölük, ölü vücut (La lividité du
cadavre. Embaumer, enterrer un cadavre). 2.
Kadavra (Dépôt des cadavres à la morgue). 3.
Cinayet, kıya (Il y a un cadavre entre eux:
Aralarında ortak işledikleri bir kıya var). 4. hlk.

197
cadet
İçilmiş şişe, boş şişe § Cadavre ambulant: Canlı
cenaze. Etre, rester comme un cadavre: Ölü gibi
durmak; hiç kıpırdayamadan öyle kalakalmak,
caddie er. (Golf ve hokey oyunlarında)Oyuncunun
sopalarını taşımakla görevli çocuk,
caddy er. (Büyük mağazalarda, havaalanlarında,
garlarda) Eşya, bavul vb. taşınan sepetli el
arabası.
cade er. Ardıç, ardıç ağacı (Huile de code).
cadeau er. Armağan (Cadeau de fête, cadeau de
nouvel an). § Offrir, foire un cadeau à qn: Birine
bir armağan vermek (Il a fait un bon cadeau à sa
femme). Faire cadeau de qch à qn: Birine birşey
armağan etmek (Je lui ai fait cadeau d'un
bracelet). Ne pas faire de cadeau à qn: -e karşı sert
davranmak, kötü davranmak. Recevoir qch en
cadeau: Bir şeyi armağan olarak almak (Ils ont
reçu un service de porcelaine en cadeau de
mariage).
cadenas er. 1. (Eskiden) Kralların gümüş
takımlarını sakladıkları çekmece. 2. Asma kilit
(Fermer une porte au cadenas).
cadenasser gçl. Asma kilit takmak, kilitle kitlemek,
kilitlemek (Cadenasser une porte, uneboutique).
cadence diş. 1. (Sesle yada devinimle) Tonlama
ritmi, düzenlilik, "ahenk, "ittırat (La cadence des
vers. Les danseurs suivent la cadence de
l'orchestre). 2. Düzenli aralık (Ce médecin reçoit
ses clients à la cadence moyenne de trois par heure.
Les commandes arrivent chez les fabricants à une
cadence accélérée). 3. müz. Melodi ve armonide
bir dinlenme noktasına varış. 4. müz. İcrada,
düşüş noktasına, parçanın ana tonalitesine
varırken çalınan yada söylenen süslü, gösterişli
geçiş. 5. Hız, çalışma yada üretme hızı (Forcer la
cadence. Une cadence infernale).
cadencé,e s. Uyumlu, "ıttıratlı, "ahenkli (Les
phrases cadencées). § Marcher au pas cadencé:
Uygun adım yürümek,
cadencer gsz. 1. müz. Kadans yapmak; melodi ve
armonide bir dinlenme noktasına varmış olmak;
süslü, gösterişli bir geçiş yapmak. 2. gçl.
Düzenlemek, "ahenk ve "ittırat vermek
(Cadencer ses pas. Cadencer ses vers, ses phrases).
cadenètte diş. 1. Saç örgüsü. 2. Zülüf,
cadet,te s. ve ad. 1. Son doğan yada ikinci doğan
evlat, küçük evlat (Le cadet doit obéir à l'aîné). 2.
(Yaşça) En küçük (Il est le cadet de toute la
famille). 3. (Hısımlık dışında da olsa) Küçük,
yaşça küçük (Il est mon cadet de deux ans). 4. s.
Küçük, yaşça küçük (Frère cadet, sœur cadette). 5.
(Sporculukta) 15-17 yaş arasındaki genç oyuncu.
6. (Eskiden) Askerliği öğrenmek için orduya er
cadi
olarak giren soylu çocukları; harbokulu öğrencisi
(Compagnie de cadets). § C'est le cadet de mes
soucis: Umurumda değil. Tasamın on beşiydi.
Düşünmem bile. Vız gelir,
cadi er. Kadı.
cadis er. Şayak,
cadmie diş. Çinko oksidi.
cadmium er. kim. Kadmiyum. § Jaune de cadmium:
Kadmiyum sarısı,
cadrage er. (Sinemacılıkta) Çerçeveleme, görüntü
çerçevelemesi,
cadran er. 1. Kadran, saat tablası (Cadran d'une
horloge, d'une boussole). 2. Büyük saat (Cadran
d'une gare, cadran d'une église). § Cadran solaire:
Güneş saati. Faire le tour du cadran: 1. Çıktığı
noktaya dönmek; dönüp dolaşıp yine aynı yere
gelmek. 2. mec. On iki saat üstüste uyumak,
cadrât er. (Basımcılıkta) Katrat.
cadratiner. Küçük katrat.
cadre er. 1. Çerçeve (J'ai mis sa photographie dans
un beau cadre). 2. Kadro (Son nom ne figure pas
sur les cadres. Il est rayé des cadres). 3. ask. Subay
ve assubay kadrosu (Les cadres d'un régiment,
d'un bataillon. Cadre de réserve). 4. (Gemilerde)
Asma yatak. 5. Taşınmalarda kullanılan ve
genellikle bir evin eşyasını alacak kadar büyük
sandık
(Cadre
de
déménagement).
6.
(Sinemacılıkta)
Çerçeveleme,
görüntü
çerçevelemesi. 7. Kadrolu memur (C'est un
cadre. Elle est cadre. Il est passé cadre). § Dans le
cadre de: Dahilinde, çerçevesinde (Un accord
conclu dans le cadre d'un plan. J'essaierai de le
réaliser dans le cadre de mes fonctions).
cadrer gsz. 1. Uymak, uygun düşmek (Les
dépositions des témoins ne cadrent pas ensemble).
2. Kılıçla öldürmeden önce boğayı kıpırdamaz
duruma getirmek (Taureau cadré). 3. Cadrer
avec: -ile bağdaşmak, uyuşmak (Ses actes ne
cadrent pas avec ses idées).
cadreur er. (Sinemacılıkta) Alıcı yönetmeni,
caduc, uque s. 1. Eski, yıpranmış, dayanıksız (Un
bâtiment caduc). 2. (Bitki yaprakları için) Her yıl
birlikte düşüp yeni süremde yenilenen; dökülen,
düşen (Les feuilles caduques). 3. "Battal, geçerliği
kalmamış; hükümsüz, geçersiz (Cette théorie
scientifique est aujourd'hui caduque. Un acte
juridique caduc). § Mal caduc: Sara hastalığı,
tutarak.
caducité diş. 1. Eskilik, yıpranmıştık, dayanıksızlık.
2. Hükümsüzlük, geçersizlik (La caducité d'une
institution, d'un acte juridique). 3. İleri yaşlılık,
düşkünlük (La caducité commence à l'âge de
soixante-dix ans).

198

cafouiller
caecal,e [sekal] s. Körbarsağa değgin (Appendice
cœcal).
caecum \sek>m\er. Körbarsak.
cafard,e s. ve ad. 1. Yalancı sofu, softa (C'est un
cafard. Un air cafard). 2. (Okul argosunda) Söz
taşıyıcı, çaşıt, hafiye, giziletimci. 3. er. Hamam
böceği. 4. Can sıkıntısı, üzüntü, "efkâr (Cela me
donne le cafard). § Avoir le cafard: Canı sıkılmak,
kara kara düşünmek, "efkârlı olmak (J'ai le cafard
aujourd'hui).
cafardage er. Giziletimcilik, hafiyelik, jurnalcilik,
cafarder gsz. 1. Sofuluk taslamak. 2. (Okul
argosunda) Çaşıtlamak, söz taşımak, hafiyelik
etmek, *giziletimlemek.
cafardeux,euse s. Canı sıkkın, bezgin, "efkârlı (Je
suis un peu cafardeux ce matin).
cafardise diş. Yalancı sofuluk, softalık,
café er. 1. Kahve (Prendre un café). 2. Kahve,
kahvehane (Aller au café. Garçon de café). 3. s.
Kahverengi. § Café vert: Çiğ kahve. Café en
poudre: Çekilmiş kahve. Moulin à café: Kahve
değirmeni. Tasse à café: Kahve fincanı. Cuiller à
café: Kahve kaşığı. Une tasse de café: Bir fincan
kahve. Café au lait: Sütlü kahve. Café noir: (İçine
süt vb. karıştırılmamış) Kahve. Cafécrème: Sütlü
kahve, kremalı kahve. Le marc de café: Kahve
telvesi. Grillerducafé,br&lerducafé,torréfierdu
café: Kahve kavurmak. Faire le café,faire du café:
Kahve yapmak. Moudre le café: Kahve çekmek.
Lire dans le marc de café: Kahve falına bakmak.
C'est un peu fort de café: tkz. İnanılır şey değil,
akıl alır şey değil,
café-concert er. Çalgılı kahve,
caféier er. Kahve ağacı.
caféière diş. Kahve ağacı bahçesi, kahve fidanlığı,
kahvelik.
caféine diş. Kafein (La médecine utilise la caféine
comme antinévralgique).
cafetan, caftan er. Kaftan,
cafétéria, cafétéria diş. Kafeterya,
café-théâtre er. Kahve-tiyatrosu; kahvelerde
oynanan küçük tiyatro oyunu,
cafetier,ère ad. Kahveci.
cafetière diş. 1. Cezve, kahve cezvesi (Une cafetière
d'argent). 2.hlk. Baş, kafa (ila reçu un coup surla
cafetière).
cafouillage er. tkz. Karışıklık, bozukluk, bocalama
(Il y a eu un peu de cafouillage dans l'exécution du
plan).
cafouiller
gsz.
1.
Kafası
karışmak,
yanılmak,aldanmak (Comment arrive-t-il à ce
résultat? Il a dû cafouiller dans ses calculs). 2. Ağır
aksak gitmek, iyi çalışmamak, bozuk gitmek,
cafouillis
bozulmak (Dans les côtes le moteur cafouille. La
discussion a cafouillé).
cafouillis er. Dağınıklık, karmaşıklık, düzensizlik,
cage diş. 1. Kafes (Certains oiseaux ne peuvent pas
vivre en cage. Cage à lapin). 2. Yırtıcı hayvan
kafesi (Le dompteur entre dans la cage aux lions).
3. mec. tkz. Kodes, tutukevi (Mettre un voleur en
cage. Il est en cage depuis trois mois). 4. Boşluk
(Cage d'ascenseur, cage d'escalier). 5. tkz.
(Sporda) Kale (Envoyer le ballon dans la cage). 6.
(Yapılarda) Dört duvar arası, kalın duvarlar (La
cage d'une maison. Cage d'une mine). § Cage
thoracique: Göğüs kafesi,
cageot er. Kümes hayvanı yada meyve, sebze taşıma
kafesi (Cageot de fruits, cageot de laitues).
cagibi er. tkz. Kulübecik.
cagna diş. (Asker argosunda) Barınak, ev,
kulübecik.
cagnard,es. ve ad. tkz. Tembel, aylak, avare,
cagnarder gsz. Tembellik, miskinlik etmek; avare
dolaşmak.
cagnardise diş. Tembellik, miskinlik, avarelik,
cagne, khâgne diş. tkz. 1. Yüksek Öğretmen Okulu
hazırlık sınıfı. 2. (Kötü kimse anlamıyla) İt (C'est
une cagne: İtin biri).
cagneux, euses. ve ad. 1. Yüksek Öğretmen Okulu
hazırlık sınıfı öğrencisi. 2. Dizleri bitişik, ayakları
birbirinden uzak duran çarpık bacaklı; it bacaklı,
paytak, maymak (Un paysan cagneux). 3.
(Hayvanlarda) İt elli; çarpık bacaklı (Un cheval
cagneux).
cagnotte diş. 1. Kumarcıların, bir derneğin
üyelerinin içine para attıkları kutu, kumbara. 2.
Kumbara parası, biriktirilen birkaç kuruş.
cagot,e s. ve ad. 1. (Eskiden) Cüzamlı. 2. Yalancı
sofu, yobaz (C'est un vrai cagot. Il baissa les
paupières d'un air cagot).
cagoterie diş. Yalancı sofuluk, yobazlık,
cagoule diş. 1. Kukuletalı papaz cübbesi. 2. Yüzü
örten, göz yerleri açık kukuleta (Bandits
masqués portent des cagoules).
cahier er. 1. Defter (Cahier blanc: Çizgisiz defter.
Cahier rayé d'écolier: Okul defteri. Cahier de
brouillon: Müsvedde defteri). 2. (Eskiden)
Mahzar, muhtıra, andın, birçok kimse tarafından
imzalanmış dilekçe. 3. (Basımcılıkta) Forma. §
Cahier des charges: *Koşulluk, "şartname;
ortaklık sözleşmesi,
cahin-caha bel. tkz. İyi kötü, şöyle böyle, iç
güveyisinden hallıca, orsa boca, bata çıka (La vie
continue cahin-caha. L'affaire marche cahincaha).
cahot er. 1. Araba zıplaması, sarsıntı (Les cahots de

199

cailloutage

l'autobus, d'une voiture). 2. mec. Çaparız,


sarsıntı, iniş çıkış (Les cahots d'une vie
aventureuse. Les cahots de la carrière politique).
cabotantes. Sarsan, sarsıntılı (Route cahotante).
cahotement er. Sarsma, sarsılma; sarsıntı,
cahoter gçl. 1. Sarsmak, zıplatmak (Les ornières
cahotaient les grosses roues). 2. gsz. Sarsılmak,
sarsıntı yapmak, zıplamak (Une voiture qui
cahote).
cahoteux, euse s. 1. Sarsıntılı. 2. Sarsıcı, sarsıntı
verici (Un ehemin cahoteux).
cahute diş. Kulübe (Ilsefitunecahuteavecdelaterre
glaise et des troncs d'arbres).
caïd er. 1. Kuzey Afrika'da yerli yönetici. 2. tkz.
Şef, başkan (Tu veux faire le caïd, mais tu n'en es
pas de taille).
caillasse diş. 1. Taş ocaklarında bulunan çakıllı
marn katmanı. 2. tkz. Çakıl, taş toprak (Marcher
dans la caillasse).
caille diş. Bıldırcın. § Gras, rond comme une caille:
Semirik,tombiş. Chaud comme une caille: Çokiyi
giyinmiş; yünlüler, pamuklular içinde. L'avoir à
la caille: hlk. Umut kınklığına uğramak; bir
terslikle karşılaşmak, işi ters gitmek,
caillé er. 1. Kazein. 2. Yoğurt,
caiilebotis er. Gemilerde ambar ağızlarım örtmek
için kullanılan yada üzerinde yürümek için yere
kapatılan tahta ızgara,
caillebotte diş. Bir tür yoğurt,
caillebotter gçl. Pıhtılaştırmak, koyulaştırmak,
caille-lait er. Yoğurtotu.
caiilement
er.
Pıhtılaştırma,
pıhtılaşma;
koyulaştırma, koyulaşma,
cailler gçl. 1. Koyulaştırmak, pıhtılaştırmak (La
présure caille le lait). 2. gsz. Koyulaşmak,
pıhtılaşmak (On laisse cailler le lait pour faire le
fromage). 3. hlk. Üşümek, donmak ( On caille sur
cette plage). 4. hlk. (Hava için) Soğuk olmak,
soğuk yapmak (Ça caille aujourd'hui). § Se
cailler: Pıhtılaşmak, koyulaşmak (Le sang se
caille).
cailletage er. Gevezelik; dedikodu.
cailleter gsz. Gevezelik etmek.
caillette diş. 1. Dedikoducu, geveze kadın. 2.
(Geviş getiren hayvanlarda) Şirden,
caillot er. Pıhtı (Caillot de sang).
caillou er. 1. Çakıl (Trébucher sur les cailloux du
ehemin). 2. mec. Engel. 3. hlk. Kıymetli taş;
"mücevherat. 4. Kafa, kafatası (Il n'a plus un
cheveu sur le caillou). § Avoir un cœur de caillou,
avoir le cœur dur comme un caillou: Taş yürekli
olmak; katı yürekli, duygusuz olmak,
cailloutage er. Çakıl döşeme, çakıllama (Le
caillouter
cailloutagepréserve les routes).
caillouter gçl. Çakıl döşemek, çakıllamak
(Caillouter une route, une voie ferrée).
caillouteux,euse s. Çakıllı (Un sentier caillouteux,
route caillouteuse).
cailloutis er. 1. Çakıl yığını; çakıllar (Recouvrir une
route de cailloutis). 2. Çakıldan yapılmış şey, çakıl
işi.
caïman er. Bir tür timsah,
caïque er. Kayık.
cairote s. ve ad. 1. Kahire'ye değgin (La presse
cairote). 2. Kahireli (Les cairotes).
caisse diş. 1. Sandık (Expédier des caisses. Une
caisse d'oranges, de raisins). 2. Kasa (Il a une
grande somme dans sa caisse). 3. Gişe, kasa,
vezne (Payer à la caisse. Aller, passer à la caisse).
4. Kutu (Une caisse à outils). S. Arabanın kasası,
karoser. 6. Tahta saksı (Caisse à fleurs). 7. hlk.
Göğüs, göğüs kafesi. 8. Sandık (Caissede retraite:
Emekli sandığı. Caisse d'épargne: Tasarruf
sandığı. Caisse des assurances sociales: Sosyal
sigortalar sandığı). 9. Davul (Les caisses d'une
batterie de jazz). § Livre de caisse: Kasa defteri.
Grosse caisse: Büyük davul; kös. Battre la caisse:
1. Davul çalmak, 2. mec. Çok gürültü patırtı
yapmak; reklam yapmak. Partir de la caisse, s'en
aller de la caisse: Veremli olmak, ince hastalığa
yakalanmış olmak (Il s'en va de la caisse. La petite
s'en ira de la caisse). Tenir la caisse: Kasa tutmak,
kasa hesabını yapmak,
caisserie diş. Sandık fabrikası,
caissette diş. Küçük sandık,
caissier,ère ad. Kasa memuru, veznedar (Caissier
d'une banque. Caissier d'un cinéma).
caisson er. 1. (Orduda) Gereç arabası (Caisson
d'artillerie, de munition). 2. Araba sandığı. 3.
(Mimarhkta) Tavan teknesi (Plafond à caissons).
4. Su içindeki temeller için indirilen sandık. 5.
Küçük sandık (Un caisson de bouteilles). 6. hlk.
Kafa. § Se faire sauter le caisson: Beynine bir
kurşun sıkmak, kafasına kurşun sıkarak intihar
etmek.
cajoler gçl. 1. tkz. Pehpehlemek, tavlamak,
piyazlamak, yaltaklanmak (Cajoler les mères
pour obtenir les filles). 2. Okşamak, sevmek
(Cajoler un enfant).
cajolerie diş. Pehpehleme, pohpoh, piyaz,
yaltaklanma. § Faire des cajoleries à qn: Birini
pohpohlamak, piyazlamak, birine yaltaklanmak,
yağ çekmek.
cajoleur,euse s. ve ad. Pehpehçi, pohpohçu,
piyazcı, yaltakçı, yağcı (Ne vous fiez pas à ce
cajoleur. Des paroles cajoleuses, une voix

200

calciner
cajoleuse).
cajute diş. den. Kamara.
cake er. İng. Kek, kek pastası (Une tranche de cake).
cake-walk er. Bir amerikan dansı ve bu dansın
müziği.
cal er. 1. Nasır, kökü pek olmayan nasır (Il a la
paume des mains pleine de cals). 2. (Kırık
kemikte) Kaynak yeri.
calage er. Bir şeyin duruşunu yastıklarla, yan
desteklerle düzenleme; takozlama. § Calage
d'une hélice: (Havacılık) Pervane kanadı ile
dönme yüzeyi arasındaki açı.
calaison diş. den. Bir geminin su içinde tuttuğu yer;
bir geminin ağırlığı ölçüsünde suya batması,
calambac, calambuc er. Yalancı ödağacı,
calambar, calambour er. Ödağacı,
calame er. Kalem kamışı,
calamine diş. Tutya taşı, doğal çinko silikatı,
calamistrer gçl.
Kıvırmak,
dalgalandırmak
(Calamistrer les cheveux).
calamité
1. Büyük yıkım, kıran, kırlağan,°belâ,
büyük "felâket, âfet, musibet (Notre génération a
connu les calamités de la guerre. Sa mort est une
calamité pour le pays). 2 .bitb. Bayağı günlük,
calamiteux, euse s. Uğursuz, musibetli, belâ dolu,
belâlı (Une époque calamiteuse. L'homme est la
plus calamiteuse des créatures).
calancher gsz. hlk. (Eski) Ölmek, cızlamı çekmek,
calandrage er. (Kâğıt yada kumaşı) Cila
silindirinden geçirme, parlatma,
calandre diş. 1. (Kâğıt yada kumaş için) Cila
silindiri. 2. Otomobil radyatörü önündeki kafes.
3. Bir tür toygar, boğmaklı kuş. 4. Ekinbiti. 5.
Hurmakurdu.
calandrer gçl. (Kâğıt yada kumaşı) Cila
silindirinden geçirmek,
calanque diş. Küçük koy (Nous nous sommes
baignés dans une calanque).
calao er. hayb. Kalao; sıcak ormanlarda yaşayan
uzun ve kıvrık gagalı bir kuş.
calcaire s. 1. Kireçli (Terrain calcaire, roche
calcaire). 2. er. Kireç taşı (Les calcaires sont en
général des pierres tendres).
calcanéum er. anat. Topukkemiği.
calcédoine diş. Bir tür akik, Kadıköy taşı.
calcicole s. bitb. Kireçli toprakta biten (Plante
calcicole).
calcification diş. biy. Kireçleşme.
calcifié,e s. Kireçleşmiş.
calcination diş. Kireçleştirme, kireç haline getirme.
calciner gçl. 1. Kireçleştirmek, kireç haline
getirmek (Calciner les pierres). 2. Çok yüksek bir
ısıya tutmak, çok yüksek derecede ısıtmak
calcique
(Calciner un métal, du bois). 3. Yakmak,
kavurmak (Un ciel d'airain calciniait les sables. Le
rôti est calciné).
calcique s. Kalsiyuma yada kirece değgin (Sels
calciques. Lait calcique).
calcite diş. Kireç karbonatı,
calcithérapie diş. hek. Kalsiyum tuzlarıyla tedavi,
kalsiyum tedavisi,
calcium er. kim. Kalsiyum.
calcul er. 1. Hesap (Calcul différentiel, calcul
intégral, calcul logarithmique, calcul des
probabilités, calcul mental). 2. Hesap, tahmin
(D'après mes calculs, il arrivera demain). 3. mec.
Hesap, oyun, plan (La malchance a fait échouer
son calcul). 4. hek. Taş (Calcul biliaire: Safra taşı.
Calcul rénal: Böbrek taşı). § Agir par calcul: Bir
çıkar için, bir hesap için hareket etmek; hep bir
artniyet ve çıkar gütmek. Il y entre du calcul: İşin
içine bir çıkar giriyor; bir çıkar, bir hesap, bir oyun
söz konusu. Faire des calculs: Hesap yapmak,
hesap etmek,
calculabilité diş. Hesaplanabilirlik.
calculables. Hesaplanabilir,
calculateur,trice s. ve ad. 1. Hesaplı iş gören,
hesapçı, hesaplı (Une âme calculatrice. Un bon
calculateur). 2. Hesabı kuvvetli, hesap uzmanı.
3. er. Hesap
makinası
(Calculateur
électromagnétique, électronique)
calculatrice diş. Dört işlemi de yapabilen hesap
makinası.
calculer gçl. 1. Hesaplamak (Calculer une dépense,
un bénéfice. Calculer la surface d'un terrain). 2.
Tahmin etmek, tahmin yürütmek, hesaplamak
(Calculer ses chances. On peut calculer la valeur
d'un homme d'après le nombre de ses ennemis). 3.
mec. Düzenlemek, ayarlamak, ölçüp biçmek
(Calculer le moindre de ses gestes. Calculer les
avantages et les inconvénients d'une affaire). §
Machine à calculer: Hesap makinası. Calculer de
tête: Kafadan, zihinden hesaplamak,
calculeux, euse s. hek. Taşı olan, taşlara değgin
(Concrétion calculeuse).
caldarium er. (Roma hamamlarında) Halvet,sıcak
bölüm.
caldeira diş. coğr. Kaldera; çok geniş yanardağ
ağzı, patlama kazanı,
cale diş. 1. Bir şeyi istenilen duruşta tutmak yada
devrilmesini önlemek için altına konulan parça,
y astık, takoz (Mettre une cale à un meuble boiteux.
Mettre une cale derrière les roues d'un véhicule). 2.
den. Sintine, gemi ambarı. 3. Kalafat yeri. 4.
İskele (Cale de chargement,
cale de
déchargement). § Etre à fond de cale: Parasız

201
caler

pulsuz olmak, yoksulluk içinde olmak. Supplice


de la cale: (Eskiden) Suçluyu gemiden denize
sarkıtıp çıkarmak biçiminde uygulanan bir ceza.
calé,e s. 1. Yastıkla, takozla tutturulmuş. 2. tkz.
Çok bilgili, çok şey bilen (Un élève bien calé). 3.
tkz. Kuvvetli (Il est très calé en chimie). 4. Güç,
anlaşılması güç, karışık (Un travail calé, un
problème calé).
calebasse diş. bitb. Asmakabağı.
calebassier er. Asmakabağı bitkisi,
calèche diş. Üstü açık, dört tekerlekli gezinti
arabası.
caleçon er. Don, iç donu (Caleçon de toile, caleçon
de flanelle). § Jeter le caleçon à qn: Birine meydan
okumak.
caleçonnade diş. tkz. Uçkur edebiyatı; belden aşağı
sözlere dayalı oyun.
caléfaction diş. Isıtma,
caléidoscope, kaléidoscope er. Kaleydoskop,
calembour er. ed. Cinas, * ündeş (Faire un
calembour, dire des calembours).
calembredaine diş. Boş laf, ipe sapa gelmez söz
(Dire, débiter des calembredaines).
calendes diş ç. Eski Romalılarda ayın ilk günü. §
Aux calendes grecques: Çıkmaz ayın son
çarşambası.
calendrier er. 1. Takvim, *günbilgisi (Calendrier
Julien, vieux calendrier: Rumi takvim. Calendrier
grégorien. Nouveau calendrier: E frenci takvim).
2. Program, zaman çizelgesi (Etablir un calendrier
de voyage, de travail). § Ce n'est pas un saint de
votre calendrier: mec. Bu adam size dost değil,
cale-pied er (Bisiklet pedalında) Ayak çengeli,
calepin er. Not defteri, akıl defteri. § Mettre qch
dans son calepin: Birşeyi unutmamak, not etmek,
akıl defterine yazmak (Mettez cela dans votre
calepin).
caler gçl. 1. Takozlamak, takoz koymak (Caler la
roue d'une automobile).
2. Düzeltmek,
düzenlemek, iyi bir duruma getirmek (Caler le
pied d'une chaise). 3. İndirmek, mayna etmek
(Caler un mât, une vergue). 4. Dayamak (Caler
une pile de linge contre un mur). S. Birdenbire
durdurmak, durduruvermek (Le candidat a été
refusé au permis de conduire pour avoir calé son
moteur). 6. gsz. (Gemi için) Suyun içinde yer
tutmak, suya girmek (Ce navire cale six mètres). 7.
(Motor için) Duruvermek; teklemek (Le moteur
cale). İ.mec. tkz. Yelkenleri indirmek, pesetmek
(Il ne faut pas caler devant les menaces. Il cale
devant l'adversaire). § Se caler: Oturmak,
kurulmak, yerleşmek (Il s'est calé dans un fauteuil
pour boire son apéritif). § Se caler les joues: Esaslı
caleter
bir yemek yemek; karnını iyice doyurmak,
caleter, calter gsz. hlk. Çekip gitmek,
calfat er. Kalafatçı,
calfatage er. Kalafat, kalafatlama,
calfater gçl. Kalafat etmek, kalafatlamak,
calfeutrage, calfeutrement er. (Kapı yada
pencerenin) Aralıklarını tıkama,
calfeutrer gçl. (Kapı
yada
pencerelerin)
Aralıklarını tıkamak (Calfeutrer une fenêtre, une
porte avec du papier). § Se calfeutrer: (Bir yere)
Çekilmek, kapanmak (Il est calfeutré chez lui,
dans sa chambre).
calibrage er. Çap ölçme, çap verme, çaplama,
calibre er. 1. (Toparlak yada boru biçimindeki
şeylerde) Çap (Le calibre d'un fusil. Un pistolet de
7.65 de calibre). 2. tekn. Silme kalıbı. 3. mec. tkz.
Nitelik, çap (Vous êtes du même calibre). § De ce
calibre: tkz. Bu çapta, böylesine, bu büyüklükte
( On ne voit pas souvent une bêtise de ce calibre).
calibrer gçl. 1. Bir şeyin çapını ölçmek (Calibrer une
machine, un tour). 2. Bir şeye gereken çapı
vermek, çaplamak. 3. Çapma, büyüklüğüne göre
ayırmak, sıralamak (Calibrer les fruits).
calice er. 1, (Eskiden) Bardak, °kadeh, °piyale. 2.
Kiliselerde kutsal çanak. 3. bitb. Çenek. § Boire le
calice jusqu'à la lie: Kahrın daniskasını görmek;
acının her türlüsünü çekmek, felâketin her
türlüsüne uğramak,
calicot er. 1. Hasa, hasse denilen bez. 2. hlk.
Manifaturacı çırağı,
califat er. Halifelik, hilâfet,
calife er. Halife.
califourchon (à) bel. Ata biner gibi (Monter à
califourchon sur une branche. S'asseoir à
califourchon sur une chaise).
câlin,e s. 1. Okşanmayı, sevilmeyi isteyen (Un
enfant, un chat câlin). 2. Yalpak, sevimli, tath,
okşayıcı (Une voix câline, un regard câlin).
câliner gçl. Okşayıp sevmek (Câliner un enfant, un
chat). § Se câliner: 1. Okşanıp sevilmek. 2.
Tembel yaşamak,
câlinerie diş. Okşayıp sevme, sevilme; okşayıcılık,
sevimlilik, yalpaklık (Ils échangeaient des
câlineries. Nous étions très sensibles à la câlinerie
de ses mots).
calinotade diş. Bönlük; bönce, aptalca söylenmiş
sözler (Remplir son récit de calinotades)
calleux, euse s. Nasırlı (Des mains calleuses).
caU-girl [kjlgœnl] diş. îng. Telekız, telefonla
çalışan hayat kadım,
calligramme er. Dizeleri herhangi bir şekil
oluşturacak biçimde yazılmış şür.
calligraphe ad. Yazısı güzel, "hattat.

202
calorifuge
calligraphie diş. Güzel yazı, biçimli yazı, "hüsnühat.
calligraphier gçl. Güzel bir yazıyla yazmak, güzel
yazıyla süslemek (Calligraphier une lettre, un titre,
une page).
calligraphique s. Güzel yazıya değgin,"hüsnühat ile
ilgili.
callipyge s. Güzel kalçalı (La Vénus callipyge).
callosité diş. 1. Nasırlaşma. 2. Küçük nasır, kabartı
(Une main pleine de callosités).
calmant,e s. 1. Yatıştırıcı, dindirici (Un remède
calmant. Une voix calmante). 2. er. Sinirleri
yatıştırıcı ilaç, "müsekkin (Je prends toujours des
calmants).
calmar er. hayb. Loligo, mürekkep balığı, kalamar,
calme s. 1. Dingin, sessiz (Un ciel calme; la mer est
calme). 2. Kolay kolay sinirlenmeyen, sessiz,
"sakin (Un homme calme). 3. er. Dinginlik,
sessizlik, y atışıklık, "sükûnet (J'aime le calme de la
nuit). 4. Soğukkanlılık, serinkanlılık (Perdre son
calme. Conserver, garder son calme).
calmement bel. Dinginlikle; serinkanlılıkla, sakin
sakin, "sükûnetle,
calmer gçl. Dindirmek, yatıştırmak, gidermek
(Calmer une douleur. Calmer une querelle, calmer
ses nerfs, calmer les inquiétudes, calmer les
manifestants). § Se calmer: Dinmek, yatışmak
(La mer s'est calmée. La fièvre s'est calmée).
calmir gsz. den. Yatışmak, dinmek (La mercalmit.
La tempête calmit).
calomel er. Kalomel; hekimlikte kullanılan, ava
bileşimlerinden zehirli bir madde,
calomniateur, trice s. ve ad. Suç bulaştırın,
karaçalın, karan, "müfteri, iftiracı (Jemépriseles
calomniateurs. Des propos calomniateurs).
calomnie diş. Suç bulaştırma, kara çalma, karacılık,
"iftira (Comme mes adversaires ne trouvent rien de
répréhensible dans ma vie, ils recourent à de basses
calomnies). § Etre en butte à la calomnie: İftiraya
uğramak. Se laver d'une calomnie: Bir iftiradan
aklanmak.
calomnier gçl. Suçlamak, iftira etmek, karaçalmak,
itham etmek,
calomnieusement bel. Karaçalarak, iftira ederek,
haksız yere suçlayarak,
calomnieux,euse s. Karaçalın, suç bulaştırın,
suçlayıcı (Des paroles calomnieuses).
caloricité diş. Kalorililik.
calorie diş. Kalori, "ısın.
calorifère s. 1. Isı taşıyan, ısı yayan (Tuyau
calorifère). 2. er. Kalorifer, *ısıtaç.
calorifique s. Isı veren, *ısıl, kalori yaratan.
(Rayons calorifiques).
calorifuge s. ve ad. Isı tutucu, ısı kaçırmaz (Paroi à
calorimètre
revêtement calorifuge).
calorimètre er. Isıölçer, ışınölçer,
calorimétrie diş. Isıölçümü, ısınölçüm.
calorique er. Isı (Le corps dégage beaucoup de
calorique).
calot er. 1. Tahta yastık, kama, takoz. 2. tkz. Polis
başlığı. 3. hlk. Göz. § Rouler des calots: Gözlerini
belertmek.
calotin er. 1. Kilise adamı, papaz. 2. Kilise yanlısı
(kimse).
calotte diş. Kilise adamlarının kullandığı takke. 2.
hlk. tkz. Kilise adamları, papaz takımı (Influence
de la calotte sur les élections). 3. Küçük kubbe,
kümbet. 4. tkz. Kâse. 5. Başa indirilen hafif tokat,
şaplak (Je lui ai flanqué une calotte). § Calotte des
deux: Gökkubbe. Calotte du crâne: Kafanın
tepesi. Calotte glaciaire: coğr. tçbuzul, hiç
erimeyen buzul; buzul takkesi,
calotter gçl. 1. El ayasıyla başa vurmak, bir şaplak
indirmek (Calotter un enfant). 2. hlk. Çalmak,
aşırmak, araklamak (On lui a calotté la montre).
calquage er. 1. Saman kâğıdıyla kopya etme,
geçirme; bir modeli başka bir yüzeye geçirme,
•çıkarma. 2. Öykünme,
calque er. 1. Saman kâğıdına alınmış hafif çizgili
resim kopyası, geçirme, bir modeli başka bir
yüzeye geçirme, 'çıkarma. 2. mec. Öyküntü,
"taklit, tıpkısı (Elle est le calque de sa mère. Les
tragédies classiques ne sont pas de simples calques
des tragédies antiques). § Papier-calque: Saman
kâğıdı; aydınger,
calquer gçl. 1. Saman kâğıdıyla kopye etmek, başka
bir yüzeye geçirmek, çıkarma yapmak (Calquer
unschéma). 1 .mec. Öykünmek, taklit etmek (Ce
peintre calque Modigliani). 3. Calquer qch sur
qch: Bir şeyi -e göre yapmak, düzenlemek,
uydurmak; tıpkısını yapmak; -den kopye etmek
(Ils ont calqué leur organisation sur leur
concurrent. Tu calques ta conduite sur la sienne).
calumet er. (Kuzey Amerika yerlilerinin
kullandığı) Uzun tütün çubuğu, uzun pipo.
calvados [kalvados] er. Elma rakısı,
calvaire er. 1. İsa'nın çarmıha gerildiği tepe. 2. Haç
dikilmiş tepe, haçlı tepe. 3. Bir yere dikilmiş olan
haç. 4. İsa'nın çarmıha gerilişini temsil eden resim
(Peindre un calvaire). S. mec. Büyük iç acısı,
"cehennem azâbı (Ma vie n'est plus qu'un
calvaire).
calville <% Bir elma türü (Calville blanche, rouge).
calvinisme er. Calvin mezhebi, Kalvencilik,
calviniste er. Calvin mezhebinden olan, Kalvenci,
calvitie diş. Saç dökülmesi, dazlaklık,
calypso er. 1. Amiller den yayılmış iki zamanlı bir

203

cambrure
dans. 2. Bu dansın müziği,
camaïeu er. 1. Tek renkli resim (Peindre en
camaïeu. Un camaïeu). 2. mec. Değişikliği
olmayan ^apıt.
camail er. 1. Zırhlı başlık. 2. Kukuletalı papaz
pelerini.
camarade ad. 1. Arkadaş; dost (Un vieux camarade.
Camarade d'enfance). 2. (Komünistler için)
Yoldaş. § Faire camarade: Düşmana teslim
olmak; teslim olmak için ellerini yukarı
kaldırmak.
camaraderie diş. 1. Arkadaşlık (La camaraderie
mène à l'amitié). 2. Arkadaşlık dayanışması,
yardımlaşma (Par camaraderie, il s'est laissé punir
plutôt que de dénoncer le coupable).
camard,e s. 1. Basık, muşuk, yamsık (Un nez
camard). 2. Basık burunlu, yamsık burunlu (Il est
camard). 3. ad. Basık burunlu (Un camard, une
camarde). 4. diş. Ölüm (La camarde).
camarilla diş. (Yurt yönetiminde) Perde
arkasındakiler, gizli eller,
cambiale s. Kambiyoya değgin (Droit cambial:
Kambiyo hukuku).
cambistes, vead. Kambiyocu,
cambium er. bitb. Büyütkendoku; doğurgandoku.
Cambodge er. Kamboçya.
cambodgien,ne 1. Kamboçya ve kamboçyalılara
değgin (La civilisation cambodgienne). 2. ad.
Kamboçyalı,
cambouis [kâbwi] er. Kararmış makine yağı (Une
tache de cambouis).
cambrage er. Kemerleme, eğmeçleme (Cambrage
des pantalons).
cambrai er. İnce keten bezi.
cambrement er. Kemerleme, eğmeçleme, eğiklik
verme.
cambrer gçl. 1. Hafifçe eğmek, kemerlemek,
eğmeçlemek (Cambrer une poutre, cambrer la
semelle d'un soulier). 2. Arkaya doğru bükmek
(Cambrer la taille, les reins). § Se cambrer:
Vücudunu aşın dikleştirip arkaya doğru bükmek,
aşırı kasılmak (Elle se cambra devant la glace pour
juger de sa nouvelle robe).
cambriolage er. Ev soyma, soygun,
cambrioler gçl. 1. (Ev vb.) Soymak (Cambrioler un
magasin, une maison). 2. Cambrioler qn: Birinin
evini soymak (Nous avons été cambriolés l'an
dernier).
cambrioleur, euse ad. Ev soyucu.
cambrousard er. tkz. Köylü,
cambrouse diş. tkz. Köy, Allahın kırı, kuş uçmaz
kervan geçmez yer.
cambrure diş. Eğrilik, kamburluk, kemerlilik
cambuse

204

(Cambrure du pied).
cambuse diş. 1. Gemi kileri, kumanya ambarı. 2.
Kantin. 3. mec. hlk. Bakımsız oda, kötü konut,
cambusier er. Gemide kilerci, kumanyacı,
came diş. 1. Bir dişlinin devinimini değiştirerek
iletmeye yarayan diş yada çıkıntı. 2. argo.
Kokain.
camée er. İşlemeli akik, oyma akik, işlemeli süs
taşı (Camée monté en bague).
caméléon er. 1. Bukalemun. 2. mec. Bukalemun
gibi adam, sık sık yön değiştiren kimse; gelgeç,
maymun iştahlı ( On ne peut pas compter sur toi, tu
es un vrai caméléon).
caméléonesque s. Bukalemun gibi.
camélia er. Kamelya.
cameline, caméline diş. Ketencik denilen bitki,
camelle diş. (Bir tuzlada) Tuz yığını,
camelot er. 1. Çerçi. 2. Gazete satıcısı, gazete
çığırtkanı. 3. İlân dağıtıcısı. 4. İşportacı (J'ai
acheté trois cra vates à un camelot au coin de la rue).
camelote diş. 1. İşporta malı, düşük mal (C'est de la
camelote. Acheter, vendre de la camelote). 2.
İşçiliği kötü iş, kavaf işi, tapon mal. 3. hlk. Mal
(C'est de la bonne camelote). 4. Kokain,
camembert er. Bir peynir türü, kamamber peyniri.
camer(se) gsz. argo. Esrar çekmek, uyuşturucu
kullanmak.
caméra diş. "Kamera, sinema filmi çevirmekte
kullanılan aygıt, *alıcı.
cameraman er. Kameraman, alıcı yönetmeni,
camérier er. Papanın oda uşağı,
camériste diş. Oda hizmetçisi (kadın),
camerlingue er. (Papalık orunu açık kaldığında)
Papa vekili; Papaya vekillik eden kardinal,
camion er. 1. Yük arabası (Camion à chevaux). 2.
Kamyon. 3. Boya yada badana kovası. 4. Küçük
topluiğne (Camion de dentellière).
camionnage er. 1. Kamyonla taşıma. 2. Kamyon
ücreti (Payer le camionnage).
camionner gçl. Kamyonla taşımak,
camionnette diş. Kamyonet, küçük kamyon,
camionneur er. 1. Kamyoncu 2. Kamyon sürücüsü,
camisole diş. Kadın gömleği; gömleğin üstüne
giyilen işlik. § Camisole de force: Deli gömleği.
Mériter la camisole de force: Deli olmak,
tımarhanelik olmak,
camomille diş. 1. Papatya. 2. Papatya çayı.
camouflage er. Alalama, peçeleme, örtme,
saklama, gizleme (Le camouflage des cuirassés
derrière un écran de fumée. Le camouflage en
littérature).
camoufler gçl. Alalamak, peçelemek, örtmek,
saklamak, gizlemek (Il camoufle son intention,

campagne
un sentiment. Camoufler une défaite. Camoufler
une automitrailleuse avec des branchages).
camouflet er. 1. Birinin yüzüne üflenen duman. 2.
mec. tkz. Açık hakaret, sille (Le résultat des
élections a été pour lui un cruel camouflet). 3. ask.
Düşman elindeki bir sıçanyolunu barınılmaz hale
sokmak için yakılan ocak. § Essuyer un camouflet:
Açık hakarete uğramak. Donner, infliger un
camouflet à qn: Birine açık hakarette bulunmak,
camp er. 1. Ordugâh (Camp retranché, camp
fortifié). 2. Ordugâhtaki asker. 3. Kamp,
*dinlenek (Faire un camp au bord de la mer. Feu
de camp. La vie du camp). 4. Kamp, "toplanak
(Camp de prisonniers. Camp de concentration). 5.
Taraf, parti, cephe, *yaka (Entrer dans le camp
adverse). 6. Kır evi (Passer la fin de la semaine au
camp). 7. Kulübe (Camp de chasse). § Aide de
camp: Emir subayı, yaver. Camp d'instruction:
Talimgâh. Camp retranché: Tahkimli ordugâh.
Camp volant: 1. Akıncı kolu 2. Göçebe konak
yeri. Vivre en camp volant: mec. Bir yerde geçici
olarak bulunmak; göçebe gibi yaşamak. Ficher le
camp, foutre la camp: tkz. Çekip gitmek,
defolmak, arabasını çekip gitmek (Fichelecamp:
Defol, çek arabanı).
campagnard,e s. ve ad. 1. Köylü, kır adamı, kırlı
(Un campagnard, une campagnarde). 2.
Köylülere özgü, köylüleri andırır (Un accent
campagnard. Les mœurs campagnardes). 3.
Kırda, taşrada yaşayan, sade bir yaşam süren (Un
écrivain campagnard).
campagne diş. 1. Kır, köy (Vivre à la campagne.
Médecin de campagne, curé de campagne), l.ask.
Savaş, seter (Les campagnes d'Egypte, d'Italie, de
Vienne). 3. (Kimi işler için) Çalışma dönemi,
kampanya (Campagne
agricole,
campagne
commerciale). 4. Kampanya, 'savaşım (La
campagne électorale. Campagne de presse.
Campagne de propagande). 5. ask. Sahra (Batterie
de campagne. Tenue de campagne). § La rase
campagne: Tanrının kırı, yedi yabanın düzü, düz
ova. Aller à la campagne: Kırlara çıkmak, kıra
gitmek. Aller en campagne: Savaşa gitmek, sefere
çıkmak. Faire campagne: Savaşmak, savaş
yapmak. Entrer en campagne: Savaşa girmek.
Etre en campagne: 1. Kolları sıvamak, çalışmak
(Tous ses amis étaient en campagne pour lui
procurer les fonds nécessaires). 2. Savaşta,
manevrada, talimde olmak (Les troupes sont en
campagne). Faire ses premières campagnes: 1. İlk
kez savaşa girmek. 2. mec. Bir şeye ilk kez
başlamak, yeni başlamak. Battre la campagne:
Sayıklamak, saçmalamak. Tenir la campagne:
campagnol
Savaş alanında düşmana dayanmak. Ouvrir une
campagne pour qch, contre qch: Bir şey için, bir
şeye karşı bir savaşım (kampanya) açmak (Il faut
ouvrir une campagne contre la vie chère. Nous
avons ouvert une campagne pour restaurer la
vieille mosquée).
campagnol er. hayb. Yersıçanı. § Campagnol de
champs: Tarla sıçanı,
campane diş. 1. Kampana, çan. 2. (Mimarlıkta)
Başlık çanağı,
campanile er. Pencereli çan kulesi,
campanulacées diş. ç. bitb. Çançiçeğigiller,
boruçiçeğigiller.
campanule <% bitb. Çançiçeği, boruçiçeği.
campanule, es. Çan biçiminde,
campé,e s. Cuk oturmuş, iyi kurulmuş, esaslı,
sağlam (Un récit bien campé).
campêche er. bitb. Bakam denilen ağaç, bakam,
campement er. 1. Konaklama (Campement de
tziganes, de nomades). 2. Konak yeri, konaklama
yeri (Armée au campement). 3. Konaklamış
takım. 4. Konaklama eşyası, kamp gereçleri (Ils
sont partis en laissant une partie du
campement). S. Geçici yerleşme (Je suis en
campement).
camper gsz. 1. Ordugâh kurmak. 2. Konaklamak.
3. Kamp kurmak, kampta oturmak (Nous avons
campé au bord de la mer. Il a campé pendant la
moitié de ses vacances). 4. Geçici olarak oturmak
(Je campe à l'hôtel). 5. gçl. tkz. Oturtmak,
yerleştirmek, giymek, takmak (Il avait campé son
chapeausursatêteetregardaitlafoule). 6.gçl. tkz.
Çizivermek, yapivermek (Camper un portrait, un
dessin. Cet écrivain excelle à camper des
caractères). 7. Camper qn: tkz. Birini ansızın
bırakıp gidivermek; birini ekmek, satmak. § Se
camper: Kurulup oturmak (Se camper dans un
fauteuil).
campeur, euse ad. Kampçı; kamp yapan kimse,
camphre er. Kâfur.
camphré, e s. Kâfurlu (Huile camphrée).
camphrier er. Kâfurağacı.
camping er. Kamp kurma; kamp; kamp yapma
(Matériel de camping, terrain de camping).
campos [kâpol er.tkz. Yorgunluk almak için
yapılan kısa dinlenme, mola. § Donner campos:
Mola vermek, ara vermek; izin vermek,
campus [kâpys] er. Kampüs ; genellikle kent dışında
kurulmuş üniversite sitesi, *yerleşke.
camus, es. 1. Kısa ve yassı, pat (Un nez camus). 2.
ad. Kısa ve yassı burunlu, yamsık, muşuk. 3. mec.
tkz. Şaşkın.
canada diş. Bir elma türü, elma (Trois kilos de

205

canard
canadas).
canada er. Kanada (S'installer au Canada).
canadien, ne s. 1. Kanada'ya değgin (Le blé
canadien). 2. s. ve ad. Kanadah (Un canadien
d'origine française).
canadienne diş. 1. Kürekli uzun sandal, kayık. 2.
Kanadyen, koyun postundan astarlı uzun ceket,
canaille diş. 1. Ayaktakımı (Ils fréquentaient
toujours la canaille) 2. alay. Züğürt takımı,
meteliksizler, cebidelikler. 3. Rezil kimse, it
herif, alçak adam. 4. s. Basit, rezil, aşağılık (Il a
des manières canailles).
canaillerie diş. Aşağılık, rezillik, alçaklık,
canal er. 1. Kanal ; ark, suyolu (Le canal de Panama,
de Suez). 2. Akarsu yatağı, kolu (La rivière se
divise en trois canaux). 3. mec. Yol, araç. 4. Oluk;
boru (Canal d'adduction d'eau). § Canal vocal:
dilb. Ses yolu. Canalalimentaire: Sindirim kanalı.
Canal déférent: Sperma kanalı. Canal excréteur:
Boşaltım kanalı. Par le canal de: Yoluyla,
aracıyla (Transmettre une note aux intéressés par
le canal du chef de service).
canalicule er. anat. Kanalcık, °olukcuk, küçük
kanal (Canalicules biliaires).
canalisable s. 1. Kanal içine alınabilir (Rivière
canalisable). 2. mec. Yönlendirilebilir, belli bir
yola sokulabilir,
canalisation diş. 1. Kanal içine alma (La
canalisation d'un fleuve). 2. Boru hat çekme ; boru
hat (Canalisation de pétrôle, de gaz, d'électricité).
3. Lâğım döşemi, kanalizasyon,
canaliser gçl. 1. Kanal açmak. 2. Kanal içine almak
(Canaliser une rivière). 3. mec. Oraya buraya
dağılmasına engel olmak, belli bir yöne
sürüklemek (Canaliser la foule). 4. mec. Yola,
düzene koymak, yönlendirmek (Canaliser une
affaire, un travail).
canapé er. 1. Kanepe (S'asseoir sur un canapé). 2.
Üstüne peynir, et, yumurta gibi şeyler konulan
kızarmış ekmek dilimi (Canapé de bécasses.
Œufs sur canapé).
canard er. 1. Ördek (Canard domestique, canard
sauvage). 2. Yalan haber, kıtır (Tu crois tous les
canards qu'on te raconte). 3. alay. Gazete (J'ai lu
ça dans mon canard. Acheter son canard au
kiosque du métro). 4. müz. Falso. 5. Kahveye,
içkiye batırılmış şeker (Prendre un canard). 6.
hlk. At. § Marcher comme un canard: Badi badi
yürümek; paytak paytak yürümek. Etre mouillé,
trempé comme un canard: Sini sıklam ıslanmak.
Ne pas casser trois pattes à un canard: Pek
becerikli olmamak (Il n'apas cassé trois pattes à un
canard). Lancer des canards: Ortaya yalan
canardeau
haberler atmak, asılsız söylentiler çıkarmak.
Prendre les enfants du Bon Dieu pour des canards
sauvages: Herkesi enayi yerine koymak,
canardeau er. Ördek palazı, ördek yavrusu,
canarder gçl. tkz. 1. Pusuya düşürerek üzerine
çeşitli mermiler yağdırmak, çeşitli şeyler atmak;
topa tutmak (Les batteries côtières canardaient les
assaillants. Grimpé dans l'arbre, il canarde les
passants avec des pommes). 2. gsz. (Gemi için)
Baş vurmak, başı suya gömülmek (Bateau qui
canarde). 3. müz. Falso yapmak (Ce clairon
canarde).
canardière diş. 1. Ördek havuzu, ördek gölü. 2.
Yaban ördeklerini ağla avlamak için gölde
hazırlanmış yer. 3. Yaban ördeği avında
kullanılan uzun namlulu tüfek, ördek tüfeği,
canari er. Kanarya (Chant du canari). § Jaune
canari: Kanarya sarısı (Une robe jaune canari).
canasson er. hlk. At, beygir,
cancan er. 1. Bir dans adı, kankan dansı. 2.
Çekiştirme, dedikodu. § Faire des cancans, dire
des cancans: Dedikodu yapmak. Faire courir des
cancans sur qn: Biri hakkında dedikodu
çıkarmak.
cancaner gsz. 1. Kankan dansı yapmak. 2. (Ördek
için) Bağırmak, vaklamak. 3. tkz. Onu bunu
çekiştirmek, dedikodu yapmak,
cancanier,ère s. ve ad. Dedikoducu, çekiştirici
(Une femme cancanière).
cancer er. 1. Kanser, kanser hastalığı (Il est atteint
du cancer). 2. gökb. Yengeç burcu. 3. mec. İç
ezici büyük acı.
cancéreux, euse s. 1. Kanser niteliğinde olan
(Tumeur cancéreuse). 2. ad. Kanserli (Un
cancéreux, une cancéreuse).
cancérigènes. Kanseryapan.
cancérisation diş. Kanserleşme, kansere dönüşme
(Cancérisation d'une tumeur).
cancériser (se) Kanserleşmek, kansere dönüşmek,
canccrogcne s. Kanseryapan.
cancérologie diş. Kanserbilim.
cancérologique s. Kanserbilimsel, kanserbilime
değgin.
cancérologue ad. Kanserbilimci, kanserbilim
uzmanı.
cancérophobie diş. Kanser yılgısı,
cancre er. 1. hlk. Yengeç. 2. mec. hlk. Tembel
teneke, çok tembel öğrenci (Il est le cancre de la
classe). 3. Pinti,
cancrelat er. Hamamböceği,
cancroïde er. Deri kanseri,
candélabre er. 1. Büyük şamdan (Le salon est
éclairé par des candélabres d'argent). 2. (Eski)

206

caniculaire
Sokak feneri,
candeur diş. Yürek temizliği, saflık (Tout le monde
se moquait de sa candeur).
candi s. Billurlaşmış şeker. § Sucre candi: Nöbet
şekeri. Fruit candi: Üzerine şeker kaplanmış
meyve, meyve şekeri,
candidat,e ad. 1. Sınava giren kimse, aday (Poser
une question difficile à une candidate). 2. Aday,
istekli (Il y a plusieurs candidats pour ce poste). §
Etre, se porter candidat à qch: Bir şeye aday
olmak, -e adaylığım koymak (Il est candidat à ce
poste. Se porter candidat aux élections).
candidature diş. Adaylık. § Déposer, poser sa
candidature à qch: Bir şeye adaylığını koymak (Je
déposerai ma candidature à la préfecture. Il a posé
sa candidature au fauteuil vacant à l'Académie.
Poser sa candidature à un poste, aux élections).
Retirer sa candidature: Adaylığını geri almak,
candide s. ve ad. 1. Temiz yürekli, içi temiz (Un
homme candide). 2. Saf, biraz bön (Il a toujours
un air candide).
candidement bel. Temiz yüreklilikle; saf saf,
saflıkla.
candir (se) gsz. 1. (Şeker) Billurlaşmak. 2. Şeker
bağlamak, şekerlenmek,
cane diş. Dişi ördek. § Faire la cane: Güçlük ve
tehlikeyi görüp hemen geri çark etmek, dönmek,
korkup çekilmek,
canepetière diş. hayb. Küçük toykuşu.
caner gsz. 1. Badi badi yürümek, paytak paytak
yürümek. 2. tkz. Yılmak, korkup geri çekilmek;
yüz seksen derece dönmek, geri çark etmek,
caner, canner gsz. argo. 1. Kaçmak, tüymek. 2.
mec. Ölmek, zıbarmak, cızlamı çekmek (Canner
dans son plumard: Yatağında ölmek).
caneton er. Ördek palazı, ördek yavrusu,
canette diş. 1. Küçük dişi ördek. 2. Kış yaban
ördeği. 3. Bira şişesi; bir şişe bira (Garçon,
apportez-moi une autre canette. Une canette de
bière). 4. Mekik masurası (Canette de machine à
coudre).
canevas er. 1. Kanaviçe (Faire du canevas:
Kanaviçe işlemek). 2. Taslak (Le canevas d'une
œuvre littéraire, d'un roman).
cange diş. Nil nehri üzerinde yolcu taşımaya
yarayan yelkenli,
cangue diş. 1. Çin'de, hükümlülerin başına ve
bileklerine geçirilen delikli tabla. 2. Bu şekilde
yapılan işkence (La cangue a été abolie).
caniche er. Tüylü fino köpeği. § Suivre qn comme
un caniche: Birini köpek gibi izlemek, bir saniye
ardından ayrılmamak,
caniculaire s. Kızıl ısı günlerine değgin, yakıcı.
canicule
kavurucu (Chaleurs caniculaires. Cette année
nous avons eu trois jours caniculaires).
canicule diş. 22 Temmuzdan 23 Ağustosa dek olan
sıcak günler; kızıl ısı, °eyyam-ı bahur, "bâhur;
büyük sıcaklar (Nous voilà en pleine canicule. Les
marchands de glace adorent la canicule).
canidés er. ç. hayb. Köpekgiller.
canif er. Çakı. § Donner un coup de canif dans le
contrat: mec. tkz. (Evlilikte, bir erkek için) Ufak
kaçamaklar yapmak, arasıra karısına boynuz
takmak. Donner des coups de canif à qch: Bir
şeyde ufak tefek ihmaller, aksaklıklar göstermek
(Il donne des coups de canif à ses engagements).
canin, e s. 1. Köpeğe değgin (La race canine). 2. Iç
kemiren, yaman (Une faim canine).
canine diş. Köpekdişi.
canitie [kanisi] diş. Saçların ağarması, ak saçhlık
(Une canitie précoce).
caniveau er. 1. Taş oluk, çörten. 2. Bir yolun kıyısı
boyunca içine kablo yada boru yerleştirilen
kanalcık,
canna er. bitb. Tesbihağacı.
cannabinacées diş. ç. bitb. Kenevirgiller.
cannabique s. Hint kenevirine değgin, esrarla ilgili
(Ivresse cannabique).
cannabis [kanabis] er. Hint keneviri, esrar,
cannabisme er. Esrar içme; esrar tutkunluğu; esrar
zehirlenmesi,
cannage er. (Bir iskemleye) Hasır geçirme;
hasırlama,
cannaie diş. Kamışlık; şeker kamışlığı,
canne diş. 1. Kamış (Canne à sucre: Şeker kamışı).
2. Baston, değnek (Il se promène la canne à la
main. Canne d'alpiniste). 3. Eski bir uzunluk
ölçüsü birimi. 4. Süt taşımaya yarayan bakır
bakraç. § Canne à épée: Şişli baston. Canne à
pêche: Olta kamışı. Les cannes blanches: Körler,
beyaz bastonlular (Une quête organisée au profit
des cannes blanches). Avoir l'air d'avoir avalé sa
canne: tkz. Baston yutmuş gibi durmak (Tuas l'air
d'avoir avalé ta canne).
canné,e s. Hasır, sazdan örülmüş (Chaise cannée).
cannelé,es. Oluklu, yivli (Colonnecannelée).
canneler gçl. Oluk açmak, yiv açmak; oluklamak,
yivlemek; çentiklemek.
cannelier er. Tarçınağacı.
cannelle diş. Tarçın,
cannelle, cannette diş. Fıçı musluğu,
cannelure diş. 1. Yiv, yiv oluğu (Cannelure d'une
colonne, d'un vase). 2. Kimi bitkilerin sapındaki
oyuk çizgi; çentik (Cannelures du céléri).
canner gçl. 1. (İskemleye) Hasır geçirmek;
hasırlamak. 2. hlk. Konserve kutusuna koymak,

207

canonisation
konserve yapmak (Canner des légumes, des fruits,
de la viande).
cannetille diş. Sırma, süslemelerde kullanılan
altın, gümüş tel.
canneur, euse ad. (İskemlelere) Hasır geçiren işçi,
iskemle hasırcısı,
cannibale s. ve ad. 1. Yamyam. 2. mec. Kana
susamış (kimse); acıma nedir bilmeyen adam.
cannibalesque
s.
Yamyamca
(Cruauté
cannibalesque).
cannibalisme er. 1. Yamyamlık. 2. Kana susamıştık,
acımasızlık.
canoë er. 1. Kimi ilkel toplulukların kullandığı
oyma kayık. 2. Kayık sporu (Il fait du canoë).
canoéisme er. Kayık sporculuğu,
canoéiste ad. Kayık sporcusu,
canon er. 1. ask. Top (Canon antiaérien, antichar,
canon de marine. Tir au canon. Portée d'un
canon). 2. Namlu (Canon d'un fusil, canon d'un
revolver). 3. (Atta) Bacak kemiği. 4. hlk. Şişe, bir
bardak şarap (Boire un canon: Bir bardak şarap
içmek, bir şişe şarap içmek). 5. Delik (Le canon
d'une clé). 6. Kükürt çubuğu. 7. (Donda) Paça
dantelası.
8.
(Hıristiyan
din
adamları
kurullarında verilen) Karar (Canon d'un concile
œcuménique). 9 Dinsel kural. 10. Kutsal
kitapların hepsi (Canon de l'Ancien Testament,
du Nouveau Testament). 11. Kudas ayininde
okunan dualar (Canon de la messe). 12. müz.
Kanon; ses girişleri dizinin türlü katlarında
yineleme yoluyla birbirini izleyen çoksesli müzik
parçası (Canon à deux voix). 13. Örnek. § Canon
sans recul: Geri tepmesiz top. §Droit canon:
Kilise hukuku (Docteur en droit canon). Baïonette
au canon: 1. Süngü tak! 2. Süngü takmış olarak.
Chair à canon: tkz. Topun ağzında asker;
ölecekleri yüzde yüz kesin askerler,
canon, canyon er. coğr. Kapız, çok dik yamaçlı

boğaz biçiminde vadi, "kanyon,


canonial,e s. 1. Kurala uygun (Heures canoniales).
2. Piskoposluk kuruluna değgin
(Office
canonial).
canonicat er. 1. Piskoposluk kurulu üyeliği. 2. mec.
tkz. Hiçbir işi olmayan memurluk, arpalık,
canonicité diş. Kilise yasalarına uygunluk,
canonique s. Kilise yasalarına uygun (Peine
canonique.
Livres canoniques).
§ Age
canonique: Kırk yaş; papazların kadın
hizmetçileri için kilisenin istediği en aşağı yaş
olan kırk yaş. Le droit canonique: Kilise hukuku.
Etre d'un âge canonique: Yaşını başını almış
olmak.
canonisation diş. 1. Ermişler arasına katma,
canoniser
ermişliğini resmen ilan etme (La canonisation est
prononcée par le pape). 2. mec. Aşırı övme,
göklere çıkarma,
canoniser gçl. 1. Ermişler arasına katmak. 2. mec.
tkz. Aşırı övmek, göklere çıkarmak,
canoniste er. Kilise hukuku uzmanı, kilise
hukukçusu,
canonnade diş. Top ateşi, topa tutma,
canonner gçl. Topa tutmak (Canonner les positions
ennemies).
canonnier er. Topçu eri.
canonnière diş. 1. Mazgal. 2. Patlangaç. 3.
Topçeker (gemi), tfücumbot.
canot er. Filika, sandal (Canot de pêche. Canot de
sauvetage).
canotage er. 1. Sandalcılık, kayıkçılık. 2. Kürek
sporu.
canoter gsz. 1. Sandal kullanmak, kürek çekmek;
sandal gezisi yapmak. 2. Kürek sporu yapmak,
canotier,ère ad. 1. Sandalcı. 2. Kürekçi, kürek
sporcusu. 3. er. Sert, tepesi düz ve basık hasır
şapka (Un canotier).
cantabile er. İt. müz. Ağır yürütülen ezgi.
cantal er. Bir tür peynir,
cantaloup er. Bir tür kavun,
cantate diş. müz. 1. (Eskiden) Söylenmek için
yazılmış parça. 2. (Bugün) Bir olayı konu olarak
alan ama sahnede oynanmak için hazırlanmamış
bir yada birkaç solo şarkıcı ve orkestra, kimi kez
de koro için yazılmış yapıt, kantat,
cantatrice diş. Kadın ses sanatçısı, şarkıcı,
°kantatris.
cantharide diş. Kuduzböceği.
cantilène diş. 1. Ağır ve dokunaklı ezgi. 2. Lirik
metin. 3. Tekdüze basit türkü,
cantine diş. 1. Kantin (Cantine d'une école, d'une
caserne). 2. ask. Manevra sandığı. 3. Büyük
sandık, yolculuk sandığı (Le capitaine a expédié
sa cantine par bateau).
cantiner gsz. argo. (Cezaevinde) Kantinden
yemek, kantinden alışveriş yapmak.
cantinier,ère ad. Kantinci (La cantinière de
l'usine).
cantique er. Ezgi, ilâhi (Chanter des cantiques).
canton er. 1. Kanton; İsviçre Federasyonu'nu
oluşturan eyaletlerin herbiri. 2. Fransa'da ilçe ile
bucak arası bir yönetim bölgesi. 3. Bölge (Un
canton fertile. Canton de bois).
cantonade diş. 1. (Eskiden) Sahnenin iki yanında,
saygın kişilere ayrılan yer. 2. Kulis. § Parler à la
cantonade: 1. Ortaya konuşmak (Le patron du
café cria, à la cantonade, on demande Thibault au
téléphone). 2. Sahnenin dışında var sayılan birine

208

cap
söz söylemek; kulise seslenmek,
cantonal, e s. Kantonlara değgin (Les lois
cantonales. Une autorité cantonale).
cantonnement er. l.Kışlalama, konaklama, askerin
çatı altı yerlere konaklaması (Le cantonnement de
la compagnie sefera dans une école). 2. Kışlalama,
konaklama yeri. (Choix d'un cantonnement). 3.
Sınırlama; bölümlere, bölgelere ayırma,
cantonner gçl. 1. Askeri çatı altı yerlere
konaklatmak,
kışlaya
yerleştirmek
(Le
commandant cantonna ses troupes dans les locaux
d'une école). 2. Ayrı ayrı yerleştirmek; bölmek.
3. Cantonner qn: Birini belirli bir iş sınırı içinde
tutmak (On l'a cantonné dans ses premières
attributions,
sans
lui
donner
d'autres
responsabilités). 4. Cantonner qch de qch: Bir
şeyin köşelerini -ile süslemek (Cantonner une
colonne de pilastres. Cantonner une croix
d'étoiles). 5. gsz. (Asker) Konaklara yerleşmek,
konaklamak (Le régiment a cantonné dans un
village). § Se cantonner 1. (Bir yere, bir şeyin
üzerine) Kapanmak; bir köşeye çekilmek (Se
cantonner dans ses recherches, dans son travail. Je
me suis cantonné chez moi). 2. Se cantonner dans
qch: -in sınırı dışına çıkmamak, -ile yetinmek (Cet
historien se cantonne dans le Moyen-Age. Nous
nous cantonnerons dans un prudent silence).
cantonnier er. Yol bakıcısı.

cantonnière diş. Bir kapı yada pencerenin


etrafındaki süs şeridi,
canulant, e s. hlk. Can sıkıcı (Un voisin canulant;
un règlement canulant).
canular er. argo. 1. Matrak, alay, dalga geçme.
(Monter un canular). 2. Yalan haber, balon (Ne
crois pas à ces canulars).
canule diş. İhtikan aleti gibi aletlerin ucuna takılan
zıvana, ince borucuk.
canuler gçl. hlk. 1. Can sıkmak, rahatsız etmek (Tu
commences à nous canuler avec ton histoire). 2.
Matrak geçmek, dalga geçmek, tiye almak,
caouaer. Ar. hlk. Kahve,
caouane diş. Büyük deniz kaplumbağası,
caoutchouc er. Kauçuk.
caoutchouter gçl. Kauçuklamak, kauçuk katarak
sugeçirmez kılmak (Caoutchouter un tissu).
caoutchouteux, euse s. Kauçuk gibi (Des
champignons caoutchouteux).
cap er. 1. Baş. 2. (Gemide) Burun. 3. coğr. Burun
(Le cap de Bonne Espérance). 4. Yön (Changer de
cap). § Cap à cap: Baş başa. De pied en cap:
Tepeden tırnağa; baştan aşağı. Doubler un cap: 1.
Kıyı sıra giderken bir burunu dolaşmak. 2. mec.
Dönemeci almak, tehlikeyi atlatmak; köşeyi
capable

209

dönmek (Le malade a doublé le cap. Le


gouvernement a failli être ren versé, mais il a doublé
le cap). Mettre le cap sur qch: -e doğru yönelmek.
(Nous avons mis le cap sur Istanbul).
capable s. 1. Yetenekli, "kabiliyetli (Un enfant
capable). 2, Nitelikli,becerikli,elinden çok iyi iş
gelir ( Un ouvrier capable). 3.Capabledeqch;def.
qch: -e yetenekli, -meyi becerebilir, yapabilir (II
est capable de tout. Vous n'êtes pas capable de
réussir).
capacité diş. 1. Bir şeyin, içine alabildiği miktar;
kapsama gücü, sığa (La capacité d'un récipient).
2. Yetenek, güç (Il a une grande capacité
intellectuelle. La capacité professionelle). 3.
Olanak, yetki. 4. Yetenekli, becerikli kişi. S.
(Yasaca tanınan) Hak. 6. huk. Yeterlik, ehliyet
(Capacité de discernement: Temyiz kudreti.
Capacité de disposition: Tasarrufa ehliyet.
Capacité délictuelle: Haksız fiile ehliyet. Capacité
d'ester en justice: Davaya ehliyet). § Mesures de
capacité: Hacım ölçüleri. Avoir capacité pour f.
qch: -meye yasaca hakkı olmak (Il a capacité pour
contracter, pour tester). Avoir la capacité de f.
qch: -mek gücünde, yeteneğinde olmak,
caparaçon er. Koşum; eyer takımı,
caparaçonner gçl. Koşumlarını takmak, -e eyer
takımını vurmak (Caparaçonner un cheval).
cape diş. 1. (Eskiden) Kolsuz üstlük, kolsuz palto,
°kap. 2. Yuvarlak şapka. 3. Puronun dış yaprağı.
4. den. Mayistra yelkeni. § Roman de cape et
d'épée: Silahşorluk romanı, vur kır romanı.
N'avoir que la cape et l'épée: Hiç bir varlığı, hiç bir
malı olmamak; dikili ağacı olmamak. Rire sous
cape: Bıyık altından gülmek,
capelan er. Mezgit balığının bir türü.
capeline diş. 1. Omuzluklu başlık; çok geniş kenarlı
kadın şapkası. 2. Omuzluklu tolga. 3. hek. Baş
sargısı.
capharnaüm er. Eşyaları karmakarışık yer, çıfıt
çarşısı.
capillaire s. 1. Saça değgin (Lotion capillaire). 2.
Kıl gibi ince, kılcal (Les vaisseaux capillaires:
Kılcal damarlar). 3. er. bitb. Baldırıkara.
capillarité diş. fiz. Kılcallık (L'huile d'une lampe
monte le long de la mèche par capillarité).
capilliculture diş. Saç bakımı,
capilotade diş. Bir tür tas kebabı. § Avoir qch en
capilotade: -si ağrımak (J'ai le dos en capilotade. Il
avait les pieds, la tête en capilotade). Etre en
capilotade: Parça parça olmak, tuz buz olmak
(Les gâteaux était en capilotade au fond du
panier). Mettre qch en capilotade: Bir şeyi parça
parça etmek, tuz buz etmek (Le choc a mis toute

capitan
la cristallerie'en capilotade).
capiston er. argo. Yüzbaşı; kaptan,
capitaine er. 1. Yüzbaşı. 2. Kaptan. 3. Büyük asker.
4. Takım kaptanı (Capitaine d'une équipe de
football). S. Baş, başkan (Capitaine d'une
entreprise commerciale). 6. Elebaşı. § Capitaine
de corvette: den. Binbaşı. Capitaine de frégate:
den. Yarbay. Capitaine de vaisseau: den. Albay,
capital, e s. Baş, başlıca, belli başlı, temel, büyük,
önemli (İla commis une faute capitale en refusant
une telle situation. Tuasjouéun rôle capital dans la
réalisation du projet. Cela est d'une importance
capitale. Ce roman est son œuvre capitale). § La
peine capitale: Ölüm cezası. Lettre capitale:
Büyük harf. Sentence capitale: Ölüm cezası
yargısı. Péchés capitaux: Büyüklenme, öfke,
çekemezlik, cimrilik, tembellik, sefahat ve
tamahkârlık gibi dince başlıca günahlar; büyük
kusurlar, temel günahlar,
capital er. 1. İşin başı, işin en önemli noktası (Se
conduire bien, voilà le capital). 2. Anamal, ana
para, "sermaye (Le capital d'une société, d'une
banque). 3. Zenginlik, servet (Il a un grand
capital). § Petit capital: argo. Kızlık, bekâret.
Entamer le petit capital de qn: -in kızlığını
bozmak. Manger son capital: Sermayeyi kediye
yüklemek.
capitale diş. 1. Başkent (Ankara est la capitale de
Turquie). 2. Büyük ve önemli kent, merkez (Une
capitale politique,
économique,
artistique,
scientifique). 3. Küçük harf yüksekliğinde büyük
harf.
capitalisable
s.
Anamala
çevrilebilir,
sermayeleştirilebilir (Intérêts capitalisables).
capitalisation diş. Anamallaştırma, anamala
çevirme, sermayeleştirme (Capitalisation d'une
rente).
capitaliser
gçl.
1.
Anamala
çevirmek,
sermayeleştirmek (Capitaliser des intérêts). 2.
Biriktirmek (Il a capitalisé une somme
considérable. Dans vos années d'études vous
capitalisez des connaissances dont
vous
recueillerez plus tard les fruits). 3. gsz. Para
biriktirmek (Il ne dépense rien, il ne fait que
capitaliser).
capitalisme er. Anamalcılık, "sermaye düzeni,
"kapitalizm.
capitaliste s. 1. Anamalcılığa değgin, anamalcı,
"sermayeci, "kapitalist ( Le régime capitaliste. Une
économie capitaliste). 2. ad. Anamalcı,
sermayedar, sermayeci. 3. Zengin, parababası
(Un gros capitaliste).
capitan er. (Eski güldürü oyunlarında) Kahraman
capitane
taslağı, yalancı pehlivan, yalancı aslan,
capitane diş. (Eskiden) Amiral gemisi,
capitation diş. (Derebeylik düzeninde) Adam
başına vergi, salma.
capite,e s. Top başlı (Fleur capitée).
capiteux, euse s. Başa vuran, baş döndüren (Un
parfüm capiteux; un vin capiteux; une sexualité
capiteuse).
capitole er. Eski Roma'nın kalesi. § Monter au
capitole: Büyük bir utku, büyük bir başarı
kazanmak.
capiton er. 1. Kaba ipek. 2. Bir kumaşın içine
geçirilen dikilmiş pamuk vb. parça; köpü,
kapiton.
capitonnage er. Köpüleme.
capitonné, e s. 1. Köpülenmiş, kapitone. 2. argo.
Eti budu yerinde (Une gonzesse bien capitonnée:
Eti budu yerinde bir kız).
capitonner gçl. 1. (Şilte, minder gibi şeylerin
dolgusunu) Yer yer dikiş yada çivi ile bastırmak,
köpülemek (Capitonner un fauteuil).
2.
(Giysilerin içine) Pamuk, yün gibi şeylerden
dikilmiş bir tabaka koymak,
capltulaire s. 1. Papazlar yada rahiplerden oluşmuş
(Assemblée capitulaire: Papazlar kurulu). 2. er. ç.
Eski kralların yarlığlanm toplayan dergi.
capitulard,e s. vead. hkr. 1. Uzlaşıcı,teslimiyetçi;
yelkenleri hemen indiren (kimse). 2. Kaypak,
dönek.
capitulation diş. 1. Teslim şartlaşması (Signer,
négocier une capitulation. Une capitulation
honorable, déshonorante. Une capitulation sans
conditions). 2. Teslim; teslim olma (La
capitulation du roi entraîna la chute de l'empire).
3. Kapitülasyon, uzlaşma. 4. mec. Zorunlu
özveri. S. Müslüman ülkelerde Hıristiyanların
haklarını saptayan sözleşme, yabana ayrıcalığı. §
Capitulation de conscience: Vicdanını susturma,
capitule diş. 1. Ayinden sonra kısa dua. 2. bitb.
Kömeç.
capituler gsz. 1. Teslim olmak (Ils ont capitulé sans
conditions). 2. mec. Uzlaşmak, boyun eğmek
(Les syndicats proclamaient leur volonté d'amener
la direction à capituler). 3. Capituler devant qn,
qch: -e pes demek; -in karşısında alttan almak (Il
ne faut pas capituler devant un adversaire aussi
malhonnête).
capon,ne s. ve ad. hlk. Tabansız, korkak, ödlek,
caponner gsz. hlk. Tabansızlık etmek, korkmak,
ödleklik etmek,
caponnière diş. (İstihkâmlarda) Üstü açık
sıçanyolu.
caporal er. 1. Onbaşı. 2. (Fransa'da) Pek iyi

210

câprier
olmayan bir tütün, asker sigarası (Il fume du
caporal ordinaire). § Caporal-chef: Kıta çavuşu.
Caporal d'ordinaire: Mutfak onbaşısı. Petit
caporal: Birinci Napolyon, Napolyon Bonapart.
caporalisme er. Askeri yönetim; baskılı yönetim;
baskıcılık.
capot s. 1. (Kâğıt oyununda) Hiçbir sayı almayan,
kaput giden (Elles sont capots). 2. Şaşakalmış,
utanç duymuş, utanan, sıkılan (Il est fort capot de
tous les bruits faits autour de son nom). 3. er.
Karşıdakine hiç sayı yaptırmayan el, kaput. 4. er.
Kaput, arabanın motor kapağı (J'ai soulevé le
capot pour vérifier le niveau de l'huile). 5. er.
Kukuletalı üstlük. 6. er. (Gemilerde) Eşya
örtüsü, eşya kılıfı. § Faire capot: Kaput yapmak,
bütün kâğıtları alarak oyunu kazanmak,
karşıdakine hiç sayı vermemek,
capotage er. 1. (Arabalarda) Körük düzeni,
kaporta düzeni. 2. Arabamn takla atıp ters
dönmesi.
capote diş. 1. Kaput. 2. Kadın şapkası. 3.
(Arabada) Körük. § Capote anglaise: tkz. Kaput,
"prezervatif.
capoter gsz. 1. (Taşıtlar için) Devrilmek, devrilip
altı üstüne gelmek, alabora olmak (La voiture a
capoté dans un fossé. L'avion a capoté à
l'atterrissage). 2. gçl. (Arabaya) Körük geçirmek,
kaporta takmak,
câpre diş. Gebreotunun meyvası, kapari.
capricant,e s. Düzensiz, oynak, çabuk değişen
(Pouls capricant, allure capricante).
capriccio er. müz. Beklenmedik etkiler taşıyan
"kaprisli" beste, kapriçiyo.
caprice er. 1. Kapris, geçici heves, düşüncesizce
heves, *kapılgı, maymun iştahlılık, "özenç (Elle
agit toujours par caprice. Céder aux caprices d'une
femme). 2. Kararsızlık, yelteklik, oynaklık,
değişkenlik (Les caprices de la mode. Les caprices
de la chance, du sort, de la fortune). 3.Gelip geçici
sevi (Combien de temps va durer ton nouveau
caprice?). 4. Fantezi, "düşlem,
capricieusement
bel.
Özençle,
"özençlice,
kararsızca,
yeltekçe,
"kaprisle
(Agir
capricieusement).
capricieux, euse s.l. "Ozençli, maymun iştahlı,
•kapılgın, kararsız, yeltek, "kaprisli (Un enfant
capricieux; femme capricieuse; un caractère
capricieux). 2. Oynak, değişken (Mode
capricieuse. Les souffles capricieux du vent).
capricorne er. 1. hayb. Boynuzlu teke denilen
böcek. 2. gökb. Oğlak burcu. § Tropique du
Capricorne: Güney tropika.
câprier er. Gebreotu.
caprification
caprification diş. (încir ağaçlarına) Erkek incir
asma, iğlekleme.
caprifoliacées diş. ç. bitb. Hanımeligiller,
caprin, es. Keçiye değgin (La race caprine).
capsulage er. (Şişelere) Kapçık geçirme,
kapçıklama (Capsulage des bouteilles).
capsulaires. Kapçık biçiminde (Fruit capsulaire).
capsule diş. 1. bitb. hek. Kapçık, "kapsül (Capsule
articulaire, capsules surrénales. Capsule de tulipe,
capsule de pavot). 2. (Labora tu varlarda) Çanak,
kapsül. 3. (Fişeklerde) Kapsül (Capsule d'une
cartouche). 4. (Şişelerde) Ağız kapçığı, kapçık
(Enlever la capsule d'une bouteille d'eau minérale,
de bière).
capsuler gçl. Kapçık takmak, kapçıklamak
(Capsuler une bouteille).
capsulerie diş. Kapçık yapımevi,
captage er. 1. Alma, yakalama, kapma (Captage
d'un message,captage d'une émission de radio).
2. Boru yada kemerlerle bir yere getirme (Le
captage des eaux d'un fleuve).
captateur, trice ad. Bir bağışı, bir kalıtı dolap
çevirerek kendi üstüne çeviren; dolandırıcı
(Captateur de testament, captateur de succession ).
captation diş. Bir bağışı, bir kalıtı elde etmek için
çevrilen dolap; dolandırıcılık.
captatoire s. Dolanlı,- hileli, aldatmacalı
(Manœuvres captatoires).
capter gçl. 1. Düzenle, dolapla, ustalıkla elde
etmek, kapmak (Les candidats font de belles
promesses pour capter la faveur des électeurs). 2.
Elde etmek, çekmek, sağlamak (Capter
l'attention). 3. Akarsuyu borularla, kemerlerle
bir yere getirmek (Capter une source, une rivière).
4. Almak, yakalamak, kapmak (Capter une
émission radiophonique. Capter un message,
capter un sans-fil, un courant électrique).
captieusement bel. Aldatarak, dolandırarak,
tongaya bastırarak,
captieux, euse s. Aldatıcı, sahte (Un argument
captieux. Un discours captieux. Un philosophe
captieux).
captif,ives. vead. 1. Tutsak, "esir (Unpeuple captif,
une ville captive. Le triomphateur traînait à la
suite de son char les captifs enchaînés). 2. mec. Kul
köle, tutkun. § Ballon captif: Yere bağlı balon.
Eau captive: Geçirgen olmayan iki katman
arasındaki yeraltı suyu. Etre captif de qch: -in
tutsağı olmak ; -e çok düşkün olmak (Il est captif de
ses passions. Etre captif des préjugés).
captivant,e s. Büyüleyici, çok çekici; ilginç,
kendine bağlayıcı, kul köle edici (Un livre

211

caquer

captivant, un film captivant, des regards


captivants).
captiver gçl. 1. Kendine çekmek, bağlamak
(Captiver l'attention. Le conférencier a su captiver
l'auditoire). 2. Büyülemek, kendine kul köle
etmek (La jolie femme l'avait captivé). § Se
captiver à qch: Kendini bir şeye kaptırmak (5e?
captiver à une lecture, à un sport).
captivité diş. 1. Tutsaklık, kölelik, özgürlüksüzlük,
"esirlik, "esaret (C'est son camarade de captivité).
2. mec. Boyun eğme. § Vivre, être en captivité:
Tutsak yaşamak, tutsaklıkta olmak.
capture diş. 1. El koyma; yakalama, ele geçirme
(La capture d'un navire, la capture d'un criminel,
la capture des papillons). 2. Yakalanan, ele
geçirilen şey, av (Il avait péché un gros poisson, il
s'est fait photographier auprès de sa capture).
capturer gçl. Yakalamak, ele geçirmek; avlamak
(Capturer un voleur. Capturer un lapin, un
navire).
capuce er. Tepesi sivri başlık,
capuche diş. Bir tür başhk (Pour protéger leurs
cheveux de la pluie, les femmes mettent parfois
une capuche en matière plastique).
capuchon er. 1. Kukuleta, başlık; yağmurluk
başlığı (Imperméable à capuchon. Capuchon de
moine). 2. Başlıklı pelerin, başlıklı palto (Il
s'enveloppa tout entier dans son grand capuchon).
3. Baca şapkası. 4. Kalem kapağı, kalem başlığı
(Visser le capuchon. J'ai perdu le capuchon de
mon stylo) 5. Tıkaç, tapa (Capuchon du tube de
dentifrice).
capuchonner gçl. 1. Başlık, kukuleta takmak. 2.
Şapka, külah geçirmek (Capuchonner une
cheminée).
capucin er. 1. Ermiş Françesko'nun dilenci
tarikatından olan papaz. 2. (Avcı dilinde)
Tavşan. 3. Amerika'da yaşayan uzun sakallı bir
maymun.
capucinade diş. tkz. 1. (Eski) Yobaz va'zı. 2. Bayağı
ahlâk dersi; bayağı ve tatsız fıkra (Il n'a plus en
bouche que des capucinades).
capucine diş. 1. Ermiş Françesko'nun dilenci
tarikatından rahibe. 2. bitb. Latinçiçeği (Une
touffe de capucines égaie le vieux mur). 3.
Latinçiçeği renginde (Elle portait une robe
capucine). 4. (Silâhta) Namlu bileziği,
capulet er. Kadın kukuletası,
caque diş. Ringa fıçısı (Une caque de harengs). §
Etre serré, se serrer comme des harengs en caque:
Balık istifi gibi sıkışık olmak, sıkışmak. La caque
sent toujours le hareng: Şeker, cinsine çeker,
caquer gçl. (Ringaları) Fıçıya istif etmek,
caquet
istiflemek.
caquet er. 1. Yumurtlayan tavuğun bağırması,
gıdaklama, gıtgıdak. 2. tkz. Gevezelik, çenesi
düşüklük, boşboğazlık (Je ne pouvais plus
supporter le caquet de la visiteuse. Dans
l'assemblée un jeune homme se faisait remarquer
par son caquet). 3. Çekiştirme, dedikodu (Ne
parlez pas trop devant elle, méfiez-vous de son
caquet). § Rabattre le caquet à qn: Birinin lâfını
ağzına tıkamak; fiyakasını bozmak, burnunu
kırmak.
caquetage er. 1. Gıdaklama, gıtgıdak. 2. mec.
Çançan, gevezelik, boşboğazlık,
caquetant,e s. l.G\dak\ayan (Poulecaquetante). 2.
Çene çalan, gevezelik edip duran (Jeunes filles
caquetantes).
caquètement er. Gıdaklama,
caqueter gsz. 1. (Tavuk) Gıdaklamak (Les poules
ne cessent pas de caqueter). 2. mec. Çan çan
etmek, çene çalmak, gevezelik etmek (Ellepasse
toute sa journée à caqueter avec sa voisine).
caqueteur, euse s. ve ad. Çançancı, geveze, çenesi
düşük.
car bağ. 1. Çünkü, "zira (Il réussira, car il a bien
travaillé). 2. er. "Çünkü, zira (Les si et les car).
car er. (Autocar'ın kısaltması) Kentler arası
çalışan otobüs; otobüs (Prendre le car. Un car de
trente places).
carabe er. hayb. Ağılıböcek.
carabin er. 1. (Eskiden) Hafif süvari askeri. 2. tkz.
Tıbbiyeli, tıp öğrencisi,
carabine diş. 1. Filinta, karabina. 2. argo. Yarak,
kamış, babafingo,
carabiné, e s. tkz. Zorlu, şiddetli (Un orage
carabiné. Une grippe carabinée).
carabinier er. 1. (İtalya'da) Jandarma. 2.
(İspanya'da) Gümrük kolcusu. § Arriver comme
les carabiniers: tkz. Çok geç gelmek; iş işten
geçtikten sonra gelmek,
caracal er. hayb. Karakulak, Afrika ve Güney
Asya'da yaşayan bir vaşak türü.
caraco er. Bir tür kadın ceketi,
caracole diş. (Binicilikte) Çark. § Escalier en
caracole: Minare merdiveni,
caracoler gsz. 1. (Binicilikte) Çark yapmak. 2. (At
için) Oynamak, kasılmak, çalım yapmak (Le
cheval du colonel se mit à caracoler devant la
troupe). 3. Atını oynatmak (Il caracole un
moment dans la clairière avant de lancer son
cheval au galop). 4. Fırlamak, sıçramak, bir oraya
bir buraya gidip durmak (Des oiseaux caracolent
dans le ciel).
caractère er. 1. Harf ; yazı ( Caractères hiéroglyphes.

212

caractéristique
Caractères cunéiformes: Çivi yazısı. Caractères
latins, grecs, arabes, romains, gothiques. Ecrire en
gros caractères, en petits caractères). 2. Basım
harfi, dökme harf (Caractères de 6 points.
Caractères de 12 points. Caractères romains,
italiques. Caractères gras, maigres). 3. Karakter,
ıra, özyapı (Avoir un bon caractère, un mauvais
caractère). 4. Yüreklilik, cesaret, "irade,
dayanıklılık (Il manque de caractère. Ce
romancier a du caractère plutôt que du génie). S.
İz. 6. Unvan; görev (Un caractère officiel). 7.
Nitelik, "mahiyet (Le caractère politique d'une
entreprise). 8. Kişilik, kişi (Je n'ai d'amour que
pour les caractères idéalistes). § Avoir bon
caractère: İyimser olmak; işi hep iyiden almak.
Avoir mauvais caractère, un mauvais caractère:
Geçimsiz, huysuz, saldırgan olmak. Avoir un
caractère de chien, de cochon: Berbat bir huyu
olmak, rezilin teki olmak. Graver, inscrire qch en
caractères d'or: Bir şeyi altın harflerle yazmak.
Graver, imprimer, marquer qch en caractères
ineffaçables: mec. Bir şeyi silinmez harflerle
yazmak, ölümsüz kılmak, unutulmaz kılmak.
Prendre, revêtir un caractère...: ... bir nitelik
kazanmak; mahiyet almak (L'affaire a revêtu
(pris) un caractère politique: İş siyasal bir nitelik
kazandı, siyasal bir mahiyet aldı). Présenter un
caractère...: ... nitelik göstermek, mahiyet
arzetmek (Sa maladie présente un caractère bien
grave). Chassez le caractère, il revient au galop:
Can çıkmayınca huy çıkmaz,
caractériel, les. 1. Karaktere, huya, ıraya, kişiliğe
değgin
(Troubles
caractériels:
Kişilik
bozuklukları). 2. er. Kişilik bozukluğu olan kimse
(Les centres psychopédagogiques s'efforcent de
guérir les caractériels).
caractérisation
diş.
Iralama,
ıralanma.
Belirginleştirme, belirginleşme; tanımlama,
tanımlanma;
belirtme,
belirme
(La
caractérisation d'un délit).
caractérisée s. Belirgin, pek belli, açık (Une
rougeole caractérisée).
caractériser
gçl.
Iralamak,
belirtmek,
belirginleştirmek, -in belirgin niteliği olmak,
belirlemek (Les symptômes qui caractérisent une
maladie. Pour caractériser le paysage, je dirai
qu'il est désertique. C'est la générosité qui
caractérise mon père). 2. Özgünleştirmek;
ayırtkanlaştırmak, ayırtkanlık vermek. § Se
caractériser par: -ile belirginleşmek; -ile
ötekilerden ayrılmak; özelliği... olmak (Le latin
se caractérise notamment par l'absence d'articles).
caractéristiques. 1. Iralayıcı, özyapısal; ayırdedici,
caractérologie
aytrtkan; belirtici (Les traits caractéristiques d'un
style. Les symptômes caractéristiques d'une
maladie) 2. diş. Özellik, belirtici nitelik, özyapı;
ayırtkanlık (Les caractéristiques d'une machine.
La verve est la caractéristique du tempérament
méridional).
caractérologie
'Irabilim, karakterbilim.
caractérologique s. "Irabilimsel, karakterbilimsel.
caracul er. 1. Karakul(koyunu). 2. Karakul kuzusu
postundan yapı lan kürk (Un manteau de caracul).
carafediş. 1. Sürahi (Unecarafedecristal). 2. Sürahi
dolusu; bir sürahi... (Une carafe de vin, unecarafe
d'eau). 3. mec. hlk. Baş, kafa. § Rester en carafe:
tkz. 1. Bir yana atılmak, bir köşede unutulup
kalmak. 2. Öylece kala kalmak, hiçbir şey
yapmadan bekleyip durmak, zınk diye durmak
(L'orateur qui avait égaré une partie de ses notes,
est resté un moment en carafe. Sans le souffleur, les
acteurs seraient restés plusieurs fois en carafe).
Tomber en carafe: İstop etmek, bozulmak (Sa
voiture est tombée en carafe).
carafon er. 1. Küçük sürahi (Un carafon de vin). 2.
hlk. Baş, kafa.
caraïbes, ve ad. Karaip adalarına değgin; karaipli
(Région caraïbe; Les caraïbes).
carambolage er. 1. (Bilardoda) Karambol. 2. mec.
Devrilme, çarpma, yuvarlanma (Carambolage
d'automobiles sur une route encombrée). 3. argo.
Cinsel ilişki.
caramboler gsz. 1. (Bilardoda) Karambol yapmak.
2. Cinsel münasebette bulunmak. 3. gçl.
Çarpmak (La voilure a dérapé et en a carambolé
trois autres). § Se caramboler: Çarpışmak,
birbiriyle tokuşmak (A cause du verglas, les
voitures se sont carambolées au carrefour).
carambouillage er. Veresiye mal ahpsatarak paraya
çevirme yoluyla yapılan dalavere, batakçılık,
carambouille diş. Batakçılık,
carambouilleur er. Batakçı; veresiye mal alıp
satarak paraya çeviren dolapçı, dalavereci,
caramel er. 1. Karamela (Crème au caramel). 2.
Karamela, akide şekeri (Caramels
durs.
Caramels mous). 3. s. Açık pas rengi (Soie
caramel. Une robe avec des boutons caramel).
caraméliser gçl. 1. (Şekeri) Ağdalaştırmak (Le
pâtissier caramélise son sucre). 2. Karamelaya
bulamak, üstüne bir karamela tabakası geçirmek.
3. İçine karamela katmak. 4. gsz. Ağdalanmak,
ağdalaşmak (Le sucre commence à caraméliser). §
Se caraméliser: Ağdalanmak, ağdalaşmak.
carapace diş. 1. Bağa (Carapace des tortues,
carapace des crustacés). 2. Koruyucu parça, zırh
(La carapace d'acier d'un char d'assaut. 3.

213
carburant
Tabaka, örtü (Une carapace de glace s'est formée
sur l'étang). 4. yerb. Kabuk (Carapace de latérite).
carapater(se) hlk. Kaçmak, tüymek; çekip gitmek,
carassin er. Küçük bir tür sazan balığı,
carat er. 1. (Altın için) Ayar (Or à 24 carats). 2.
(Elmas için) Kırat (Un diamant de 12 carats). 3.
Küçük elmas taşlan. § Sot » 24 carats: tkz. Su
katılmamış aptal, enayi dümbeleği,
caravane diş. 1. Kervan (Une caravane de
chameaux). 2. Grup, kafile, ekip (Une caravane
de nomades. Une caravane d'alpinistes qui va à la
conquête des Himalaya). 3. Kamp römorku,
karavan (Séjour en caravane au bord de la mer). §
Les chiens aboient, la caravane passe: İt ürür
kervan yürür,
caravanier er. 1. Kervancı. 2. s. Kervana değgin
(Chemin caravanier). 3. s. ve er. Karavanı olan,
karavanla tatil yapan, karavancı (Les caravaniers
se rendent aux stations balnéaires).
caravaning, caravanning er. tng. Karavanla gezi:
karavanda kalma, kamp römorkunda yatıp
kalkarak gezi yapma. (Bunun yerine caravanage
sözcüğünün kullanılması salık verilir),
caravansérail er. 1. Kervansaray. 2. Değişik
kaynaklı kimselerin bulundukları, yaşadıkları
yer (Cette ville cosmopolite est un caravansérail,
une tour de Babel).
caravelle diş. 1. (Eskiden) Küçük yada orta tonajlı
yelkenli bir tür savaş gemisi, karavela (Les
caravelles de Cristophe Colomb). 2. Bir tepkili
uçak, karavel.
carbonado er. yerb. Karbonado, karaelmas,
carbonatationdiş. Karbonatlama; karbonatlanma,
carbonate er. kim. Karbonat (Carbonate de
sodium, de calcium).
carbonatergçl. Karbonatlamak,
carbone er. kim. 1. Karbon (Oxyde de carbone.
Sulfure de carbone. Hydrates de carbone). §
Papier carbone: Karbon kâğıdı, kopya kâğıdı,
carboné,e s. Karbonlu.
carbonifères. Kömürlü, içinde kömür bulunan (Un
terrain carbonifère).
carbonique s. kim. Karbonik (Gaz carbonique,
acide carbonique).
carbonisation diş. Karbonlaşma, kömürleşme
(Carbonisation du bois, des os).
carboniser
gçl.
1.
Karbonlaştırmak,
kömürleştirmek (L'incendie a carbonisé la forêt).
2. Çok pişirmek, yakmak (Le rôti est carbonisé).
carbonnade, carbonade
Külbastı (Manger une
carbonnade).
carburant,e s. Hidrojenli karbonu olan (Mélange
carburant).
carburant
carburant er. Yakıt (L'essence est un carburant).
carburateur er. Karbüratör.
carburation diş. 1. Bir cismin karbonla birleşmesi
( Carburation du fer). 2. Benzin buharı ile havanın
karışması ( La carburation se fait mal).
carbure er. kim. Karbonla bir başka cismin
bileşimi, karbür,
carburé,e s. kim. Karbonlu (Hydrogène, mélange
carburé).
carburéacteurer. Jet yakıtı,
carburer gsz. 1. Karbonla birleştirme işlemini
yapmak, benzini hava ile karıştırmak (Cemoteur
carbure mal). 2. hlk. Çalışmak; işler yolunda
gitmek (Ça carbure).
carcaillergsz. (Bıldırcın için) Ötmek,
carcajou er. Amerika porsuğu,
carcan er. 1. (Eskiden) Suçluları halka göstermek
için boyunlarına geçirilen demir halka, lâle. 2.
Boynuna lâle vurulma cezası (Etre condamné au
carcan). 3. mec. Halka, zincir, özgürlüğü
kısıtlayıcı şey (Le carcan de la discipline). 4. hlk.
Kurada at, kötü beygir. 5. argo. Kadana gibi kan.
carcasse diş. 1. Hayvan iskeleti (Carcasse de
chameau, decheval). 2. tkz. tnsangövdesi,beden
(Il soigne bien sa carcasse). 3. Yapı kafesi (La
carcasse métallique de la Tour Eiffel). 4. Gemi
çatısı (La carcasse d'un navire en construction).
carcéral,es. Hapisaneye değgin, cezaevleriyle ilgili
(Le monde carcéral).
carcinogène, carcinogénétique s. Kanser yapan,
kansere yol açan.
carcinologie diş.
1. Kanserbilim,
kanser
incelemeleri. 2. hayb. (Yengeç, İstakoz, karides
vb.JKabuklularbilim, kabuklular incelemeleri,
carcinome er. Kanser.
cardage er. (Yün, kumaş vb.) Tarama (Cardage de
la laine. Cardage à la machine).
cardamine diş. bitb. Yabanteresi.
cardamome diş. Kakule.
cardan er. Her yöne doğru dönebilmeyi sağlayan
bir makina eklemi, kardan,
carde diş. 1. Yabanenginarının yenilen yaprak
damarı. 2. Çobandeğneği denilen bitkinin dikenli
başı. 3. (Kumaş, yün vb. için). Tarama fırçası,
tarama makinası, yapağı tarağı,
carder gçl. (Kumaş, yün vb. ) Taramak (Carder de la
laine, du coton) § Carder le poil à qn: mec. tkz.
Birini dövmek, yara bere içinde bırakmak,
yüzünü gözünü tırmalamak,
cardère diş. bitb. Çobandeğneği,
carderie diş. Yün vb. tarama yeri; hallaç dükkânı,
cardeur, euse ad. 1. (Yün, kumaş, pamuk vb.)
Tarayıcı; "hallaç. 2. diş. Tarak makinası (Une

214
carence

carde use).
cardia er. Mide ağzı.
cardialgie diş. hek. 1. Yürek sancısı, kalp ağrısı. 2.
Mide ağzı yangısı,
cardiaques. 1. Yüreğe değgin, kalple ilgili (Nerfs
cardiaques. Le muscle cardiaque. Une crise
cardiaque). 2. s. ve ad. Kalp hastası (Je suis
cardiaque. Un cardiaque, une cardiaque).
cardinale s. Başlıca, temel (Des idées cardinales,
nous en rencontrons trois ou quatre fois dans notre
vie). § Nombre cardinal: Asal sayı. Points
cardinaux: An yönler ( Doğu, batı, kuzey,güney ).
cardinal er. 1. Kardinal. 2. Kuzey Amerika'da
yaşayan kırmızı tüylü bir kuş, kardinal kuşu.
cardinalat er. Kardinallik,
cardinalice s. Kardinallere değgin, kardinallere
özgü (Dignité cardinalice, siège cardinalice).
cardioïde s. Yürek biçiminde, kalp şeklinde,
cardiologie diş. hek. Yürekbilim, kalp ve
hastalıklanyla uğraşan bilim, kardiyoloji,
cardiologue er. Kalp hastalıkları uzmanı,
cardiopathie
diş.
Kalp
hastalığı;
kalbin
hastalanması,
cardiotoniques, vead. Kalbi kuvvetlendiren, kalbi
takviye edici,
cardio-vasculaire s. Kalp ve damarlara değgin
( Troubles cardio-vasculaires ).
cardon er. Yabanenginarı.
cardonnette diş. Bir yabanenginarı türü.
carême er. 1. (Hıristiyanlık'ta) Kırk altı gün süren
büyük perhiz. Karem (Le Ramadan musulman
correspond ait Carême). 2. Oruç, perhiz (Faire
Carême: Oruç tutmak, perhiz yapmak. Rompre le
Carême: Orucu, perhizi bozmak). 3. mec.
Yoksulluk, sıkıntı (Pendant la guerre, nous avons
connu un long Carême). § Arriver, tomber comme
mars en Carême: 1. Tam zamanında gelmek, hiç
şaşmadan gelmek (Voilà ta feuille d'impôts, elle
tombe comme mars en Carême). 2. Hızır gibi
yetişmek (Tu arrives comme mars en Carême, j'ai
besoin de ton aide).
carême-prenant
er.
1.
Büyük
perhizin
başlamasından önceki ilk üç gün. 2. Maske. 3.
mec. Gülünç biçimde giyinmiş kimse, karnaval
soytarısı gibi giyinmiş adam.
carénage er. 1. Kalafat, gemiyi genel bir onarma ve
gözden geçirme. 2. Kalafat yeri. 3. (Gemileri)
Karina etme, karinaya basma,
carence diş. 1. Bir borçlu yada ölen bir kimsenin
borçlarını karşılayacak malının bulunmaması,
mal yokluğu, mal eksikliği (Procès-verbal de
carence). 2. Görevini yerine getirememe,
yetersizlik, güçsüzlük
(La carence du
carène

215

gouvernement, la carence du pouvoir). 3.


Eksiklik, yetersizlik, bulunmayış, olmayış (Un
régime alimentaire caractérisé par sa carence en
vitamines. On appelle "boulie" une carence
maladive de la volonté). 4. Başarısızlık,
carène diş. 1. Karina. Bir geminin teknesinin su
içinde olan bölümü. 2. Kalafat yeri. § Mettre,
abattre un navire en carène: Bir gemiyi kalafata
almak; onarmak için teknesini yan yatırmak,
caréner gçl. 1. (Gemiyi) Kalafatlatmak. 2. Bir
taşıtın teknesine, hava direncini en azına
indirecek bir biçim vermek (Caréner une
automobile, une locomotive).
caressant,es. 1. Sevilip okşanmaktan hoşlanan (Un
chat caressant. Un enfant caressant). 2. Okşayıcı,
tatlı (Une voix caressante). 3. mec. Dalkavukça,
yaltakça.
caresse diş. 1. Okşama, sevgi (Les caresses d'une
mère. On a toujours besoin de caresse et d'amour).
2. Hafifçe dokunma, hafifçe değme, okşama (La
caresse du vent, des flots). 3. Güleryüz (Une
caresse préalable assaisonne les trahisons). § Faire
des caresses à qn: Birini okşamak ; birine güleryüz
göstermek.
caresser gçl. 1. Okşamak, sevmek (Caresser une
femme, un enfant, un chat).
2. Hafifçe
dokunmak, hafifçe değmek (Les flots doux nous
caressaient). 3. Beslemek (Caresser un idéal, un
espoir, une idée, un rêve). 4. Dalkavukluk etmek,
güleryüzle davranmak (Ilcaresse tout le monde). §
Caresser qn de l'œil, du regard: Birini bakışlarıyla
okşamak; birine sevgi ve hayranlıkla bakmak.
Caresser la bouteille: tkz. tçkiye düşkün olmak.
Caresser de vaines espérances: Boş umutlar
beslemek. Caresserlescôtesàqn: Birini dövmek;
dayak atmak (Caresser les côtes à un enfant gâté).
caret er. 1. Bir tür elemge. 2. Sıcak deniz
kaplumbağası,
carex er. bitb. Nemsesaparnası.
cargaison diş. 1. Gemideki yük, gemi yükü (Une
cargaison de vin, de pétrole, de charbon). 2. mec.
tkz. Bir sürü, bir yığın.. (Il a toute une cargaison
d'anecdotes, d'histoires drôles).
cargo er. 1. Yük gemisi, şilep (Cargo charbonnier,
cargo pétrolier, cargo minéralier, cargo
bananier). 2. Uçak, gemi, otobüs vb. bir taşıtla
taşman eşya, yük, °kargo.
cargue diş. den. İstinga ipi.
carguergç/. den. İstinga etmek (Carguerles voiles).
cariant,e s. Çürük yapan, çürüğe yol açan (Acide
cariant). (Bu anlamda cariogène de denir),
cariatide diş. °Heykel-sütun, 'yontudikin; başında
korniş taşıyan kadın yontusu.
carillonneur

caribou er. hayb. Kanada rengeyiği.


caricaturale s. 1. Karikatüre değgin, karikatür
durumuna getirilmiş (Un portrait caricatural; des
traits caricaturaux). 2. Karikatürsü, bozulmuş,
çarpıtılmış (Une interprétation caricaturale des
événements).
caricature diş. 1. Karikatür, çizgi (Une caricature
très ressemblante). 2. Eleştirel bir betimleme,
güldürücü ve alaylı bir dille anlatma (Il fait dans
ses romans la caricature de son époque). 3.
Müsvedde, bozuntu (La superstition n'est que la
caricature du vraisentiment religieux). 4. Çirkin ve
çok gülünç giyinmiş kimse (Elle est une vraie
caricature).
caricaturer, caricaturiser gçl. 1. (Bir şeyin)
Karikatürünü yapmak (Caricaturer un ministre,
un professeur). 2, İğnelemek, alaylı bir dille
anlatmak, gülünçleştirmek (Caricatuter une
société, un milieu). 3. Bozmak, çarpıtmak (Vous
caricaturez la réalité).
caricaturiste er. Karikatürcü, çizer,
carie diş. Diş çürüğü, ağaç ve kemik çürümesi;
yenirce (Carie dentaire. Carie des arbres, du blé).
carié,e s. Çürük, çürümüş (Une dent cariée). §
Plomber une dent cariée: Çürük bir dişi
doldurmak.
carier gçl. Çürütmek, yenirceye uğratmak (Une
dent cariée peut carier les dents voisines). § Se
carier: Çürümek (Mes dents se carient).
cariera,euse s. Diş çürüğüne değgin (Processus
carieux).
carillon er. 1. Değişik perdeli çan dizgesi; çeşitli
perdeli çan dizgesiyle çalınan hava (Le carillon
d'une église, d'un beffroi. Les joyeux carillons
retentissent dans la campagne.). 2. Saat çalgısı
(Carillon d'une horloge). 3. Ölçülü ve hızlı çalınan
bir tür çan havası. 4. Bir tür armonika. 5. mec.
Bağırıp çağırma.
carillonné,e s. Çanlar çalınarak ilân edilen,
görkemli, büyük (Une fête carillonnée).
carillonnement
er.
(Çan
vb.)
Çalma
(Carillonnement des cloches).
carillonner gsz. 1. Çalmak (Les cloches
carillonnent). 2. Zili üst üste ve kuvvetli çalmak
(J'ai carillonné presque dix minutes, personne n'a
ouvert la porte). 3. Bağırıp çağırmak; ortalığı
birbirine katmak. 4. gçl. Çan çalarak ilân etmek
(Carillonner une fête). 5. Çalmak, vurmak (La
vieille horloge carillonnefidèlement les heures). 6.
Büyük bir yaygarayla herkese duyurmak
(Carillonner une nouvelle. Je te confierai un secret
mais ne le carillonne pas).
carillonnera- er. Çanci.
carlin
carlin er. 1. Eski bir İtalyan parası (Carlin d'or,
carlin d'argent). 2. Düz tüylü, kara ve basık
burunlu bir fino köpeği.
carline<% Kurak yerlerde biten bir tür devedikeni.
carlingue diş. 1. Gemilerde karinayı tutan direk; iç
omurga. 2. Bir uçakta yolcuların oturduğu
bölüm. 3. argo. Gestapo, polis,
carmagnole diş. 1. Fransız Devrimi sıralarında
giyilen bir tür ceket. 2. Fransız Devrimi
sıralarında, devrimcilerin yaptığı bir tür dans ve
bu dansın havası,
carme er. Mont-Carmel tarikatından rahip,
carmélite diş. Mont-Carmel tarikatından rahibe,
carmin er. 1. Lâl rengi. 2. s. Lâl renginde (Unerobe
carmin).
carminatif, ive ,v. Barsak gazlarını giderici (Un
clystère carminatif).
carminé, e s. Lâl renginde (Une rose carminée; Un
vernis à ongle carminé).
carminer gçl. Lâl renginde boyamak, lâl rengi
vermek.
carnage er. İnsan kırımı, kan dökme, kan
dökülmesi, kana boyama (Les soldats ivres de
carnage égorgeaient les femmes et les enfants dans
les rues de la ville). 2. Yırtıcı hayvanlara ve av
köpeklerine yedirilen et. 3. mec. Kırım, kıya,
"cinayet (Les prisonniers ont été sauvagement
assassinés, et le responsable de ce carnage est
toujours en liberté).
carnassier, ère s. vead. hayb. 1. Etobur (Le lion est
un carnassier. Les animaux carnassiers. La belette
est carnassière). 2. mec. tkz. Çok et yiyen kişi (Tu
es très carnassier).
carnassière diş. Av çantası,
carnation diş. 1. Bir kişinin teninin rengi, vücut
rengi (Sa carnation de tubéreuse). 2. Bir çıplak
resmi vücut rengine uygun biçimde boyama (Les
carnations de ce tableau sont très réussies).
carnaval er. 1. Karnaval (Les carnavals de Nice, de
Rio). 2. Karnavalı simgeleştiren manken (Sa
Majesté Carnaval. Les carnavals). 3. Çingene gibi
süslü püslü giyinmiş kişi (Il est un vrai carnaval
aujourd'hui).
carnavalesque s.
Karnavala
değgin;
tam
karnavallık, acaip (Tenue carnavalesque).
carnc diş. 1. hlk. Çarık gibi sert et, kötü et. 2. hlk.
Kemikleri çıkmış at, kötü beygir,
carné,es. 1. Etrenginde (Une fleur carnée). 2. Etli,
ete dayanan (Je fais un régime camé. Alimentation
carnée).
carneau,carnau er. (Fırınlarda) Tepe deliği
(Carneau d'un four).
carnet er. 1. Cep defteri (Je vais noter ce nom sur

216
carpe
mon carnet). 2. Bilet karnesi (Un carnet de tickets
d'autobus. Chaquecarnet contient trente billets).
§ Carnet de notes: Not defteri (Le professeur
marque un zéro sur le carnet de notes). Carnet de
chèque: Çek karnesi, çek defteri. Carnet de
commandes:
Sipariş
listesi.
Carnet
de
correspondance: Öğrenci karnesi.
carnier er. Küçük av çantası.
Carnivore s. ve ad. hayb. Etçil, etobur (Animaux
carnivores.
Plantes
carnivores;
insect
carnivores).
carolingien,ne s. ve ad. Karolenjli; adını
Charlemagne'dan alan Karolenj hanedanına
değgin
(Les
carolingiens.
Dynastie
carolingienne).
carolus er. Eski bir sikke,
caroncule diş. anat. Etçik; etli küçük organ,
carotide diş. "Şahdamar, "taçdamar, karotid.
carottage er. 1. Kazıklama, aldatma, dolandırma.
2. Havuç sökme, havuçları topraktan çıkarma,
carotte diş. 1. Havuç (Une botte de carottes). 2.
Tütün çiğneyenler için hazırlanmış tütün yaprağı
tomarcığı (Carotte de tabac). 3. Havuç rengi
(Avoir les cheveux carotte. Rouge carotte). 4.
Sigara satış dükkânları levhası (Aussitôt qu'il a
aperçu une carotte, il est allé s'acheter un paquet de
cigarettes). § Poil-de-carotte: .Î. ve ad. Kiremit
saçlı; saçları havuç renginde kimse (Ton fils est
poil-de-carotte). Jouer la carotte: (Kumarda) Pek
cimrice ve korkarak oynamak. Tirer une carotte à
qn: tkz. Birini dolandırmak, parasını vurmak,
kazıklamak. Les carottes sont cuites: tkz. Olan
oldu, iş işten geçti artık, yapacak bir şey kalmadı,
carotter gçl. 1. Carotter qn: Birini kazıklamak,
aldatmak (ila profité de ton inexpérience pour te
carotter sur la marchandise). 2. Koparmak, almak
(Carotter une permission). 3. Carotter qch à qn:
Birinden bir şey sızdırmak, koparmak (Il carotte
des cigares aux Américains). 4. gsz. (Kumarda)
Pek cimrice ve korkarak oynamak; küçük küçük
oynamak. 5. Carotter sur qch: -den çalmak; -in
üzerinden bir şeyler tırtıklamak (Il carotte sur le
budget de la nourriture).
carotteur, euse; carottier, ère s. ve ad. tkz. 1.
Kumarda pek cimrice ve korkarak oynayan. 2.
Kazıkçı;dolandırıcı;arakçı (Méfiez-vous, c'est
un carotteur).
carotteuse diş. Havuç sökme aygıtı,
c a r o u b e ^ Keçiboynuzu,
caroubier er. Keçiboynuzu ağacı,
carpatique, karpatique s. Karpatlara değgin,
Karpat dağlarıyla ilgili,
carpe diş. Sazan balığı (Carpe de rivière, d'étang). §
carpe
Saut de carpe: Takla, zıplama. Faire des sauts de
carpe: Zıplamak, takla atmak (Il fait des sauts de
carpe dans son lit). Etre, rester muet comme une
carpe: Ağız dil vermemek, tek sözcük
söylememek, ağzını açmamak (Je suis resté muet
comme une carpe devant l'examinateur. Un
paysan muet, comme une carpe). Bâiller comme
une carpe: tkz. Ağzını bir karış açarak ve büyük
bir ses çıkarak esnemek; çenesi çıkacakmış gibi
esnemek. Faire des yeux de carpe: Göz süzmek,
carpe er. Bilek iskeleti,
carpeau er. Küçük sazan,
carpelle diş. bitb. Meyveyaprak, yemiş yaprağı,
carpette diş. 1. Küçük halı, seccade. 2. mec. tkz.
Yaltak, dalkavuk, el ayak öpen (C'est une vraie
carpette). § S'aplatir comme une carpette devant
qn: Birine köpek gibi yaltaklanmak, birine çok
dalkavukluk etmek; birinin kıçını yalamak,
carpettier er. Seccade dokuyucusu,
carpiculture diş. Sazan balığı yetiştirme, sazan
yetiştiriciliği,
carpillon er. Sazan balığı yavrusu,
carquois er. Sadak, °tirkeş. § Vider, épuiser son
carquois: Ağzına ne gelirse söylemek,
söylemediğini bırakmamak,
carrare er. Pek tutulan bir tür ak mermer,
carre
1. (Yassı bir şeyde) Kalınlık. 2. (Şapkada)
Üst kısım. 3. (Bir giysinin) Omuz arası. 4. (Kılıç
namlusunda) Yüz. 5. (Ayakkabıda) Dört köşe
burun.
carré,e s. 1. Dördül, kare biçiminde (Figure carrée,
fenêtre carrée, tapis carré). 2. Açık, kesin; dobra
dobra konuşan, açık sözlü( Une réponse carrée. Un
homme très carré). 3. Dört köşeli (Une écriture
carrée). 4. Geniş (Epaules carrées). § Racine
carrée: Kare kök. Etre carré en qch: Bir şeyde çok
dürüst, açık sözlü olmak (Il est très carré en
affaires).
carré er. 1. Dördül, "kare (Tracer un carré. Les
carrés d'un damier). 2. (Merdivende) Sahanlık. 3.
(Bahçıvanlıkta) Evlek (Un carré de poireaux, de
choux). 4. (Gemilerde) Oturma ve yemek salonu
(Carré des officiers; carré des mécaniciens). S.
ask. Kare düzeni (Former le carré. Carré
d'infanterie). 6. (Pokerde) Bir araya gelmiş
benzer dört kâğıt, kare (Carré d'as). 7.
(Sayılarda) Kare (Le carré de trois est neuf). §
Mettre, porter un nombre au carré: Bir sayının
karesini almak (Mettez le cinq au carré).
carreau er. 1. Küçük dördül. 2. (Taş, çimento yada
tuğladan) Döşemelik levha, döşeme taşı,
dördültaş,°karo(Les carreaux qui recouvrent un
plancher, une rue). 3. Pencere camı (Le voleur a

217

carrer
cassé un carreau et s'est infiltré dans la maison). 4.
Kare, küçük kare ( Un tissu à carreaux. Un papier à
carreaux). 5. Terzi ütüsü. 6. (İskambil
oyunlarında) Karo (L'as de carreau). 7.
Dikdörtgen biçiminde büyük eğe. 8. hlk. İçyağı
sıracası. 9. ç. Yıldırım. 10. argo. Göz (Avoir
carreau à la manque: Bir gözü kör olmak). §
Carreau de mine: Maden ocağından çıkarılan
cevherin yığıldığı yer. Rester, demeurer sur le
carreau: 1. Vurulup olduğu yere yığılmak. 2.
Ortada kalmak, açıkta kalmak, elimine edilmek,
safdışı bırakılmak (Pour cet emploi, on a retenu
seulement les noms de deux candidats, les autres
sont restés sur le carreau). Jeter, coucher qn sur le
carreau: Birini yere yıkmak. Regarder aux
carreaux: Pencereden bakmak. Se garder à
carreau, se tenir à carreau: Tetik durmak.
Ayağını denk almak. Laisser qn sur le carreau:
Birini vurup olduğu yere yığmak,
carrée diş. hlk. Oda; başını sokacak bir yer.
carrefour er. 1. Kavşak, yol kavşağı, dört yol ağzı
(Au carrefour, vous tournez à gauche). 2.
Buluşma, birleşme yeri (Un
carrefour
d'influences. Cette revue est un carrefour d'idées).
§ Langage de carrefour: Sokak ağzı.
carrelage er. 1. Kaplamalik döşeme (Le carrelage
de la salle de bains, de la cuisine). 2. Mozaik,
döşeme (Poser un carrelage).
carreler gçl. 1. Kaplamalık döşemek, mozaik
döşemek (Carreler une salle, unepièce, unsalon).

2. Bir kâğıt yada bez üstüne kareler çizmek,


karelemek (Carreler un tissu, carreler un dessin
pour le reproduire).
carrelet er. 1. Çuvaldız. 2. Dikdörtgen biçiminde
cetvel tahtası. 3. Pisibalığı. 4. Küçük balıkları
avlamakta kullanılan dört köşeli av kepçesi,
çolum (Carrelet pour pêcher les ables).
carreleur er. Taş döşeyici; mozaik döşeyici,
mozaikçi.
carrément bel. 1. Kare biçiminde, dördül olarak
(Pièce coupée carrément). 2. Açıkça, dobra
dobra, kemküm etmeden (Répondrecarrément).
3. Kesin olarak (Il a refusé carrément notre
proposition). 4. Hiç kuşkusuz; "muhakkak (En
prenant cette route vous gagnez carrément une
heure sur l'autre itinénaire). 5. En aşağı, en
azından (Il est venu carrément une heure en
retard).
carrer gçl. 1. Dördüllemek, dördül (kare) biçimi
vermek (Carrer une pierre, un bloc de marbre). 2.
mat. (Bir sayının) Dördülünü almak, karesini
almak. 3. argo. Saklamak, gizlemek. § Carrer le
pognon: Para biriktirmek. § Se carrer: 1.
carrick
Gömülmek, oturmak, rahatça yerleşmek (Se
carrer dans un fauteuil). 2. Kurulmak, kurum
satmak. 3. Kendini kaptırmak (Ilse carre dans ses
espérances).
carrick er. İng. Üst üste birkaç yakası olan bir tür
redingot.
carrier er. Taş ocağı işleten; taş ocağı sahibi,
carrière diş. 1. Taş ocağı (Une carrière de marbre).
2. (At yada arabalar için) Koşu yeri, arena. 3.
mec. Yaşam, ömür (Il a enfin fini une carrière
insupportable). 4. Meslek (Il a une carrière
brillante. Choix d'une carrière. La carrière des
lettres: Yazarlık mesleği. La carrière des armes:
Askerlik mesleği) . S. (Büyük harfle yazıldığında)
Diplomatlık, "hariciyecilik (Il est entré dans la
Carrière). § Donner carrière à qch: Bir şeyi serbest
bırakmak; bir şeyin ortaya çıkmasına, gelişip
yayılmasına olanak vermek (Donner carrière à
son talent, à son ambition).
carriérisme er. hkr. Kişisel başarı ardında koşma,
kariyerizm.
carriériste ad. hkr. (Politika, sendika vb.
çalışmalarında) Her şeyi basamak yapıp aslında
yalnız kişisel çıkar ve başarısını düşünen kişi,
kariyerist.
carriole diş. 1. Üstü kapalı, iki tekerlekli hafif
araba. 2. hkr. Kötü araba,
carrossable s. (Yol için) Düzgün, iyi, taşıtların
geçmesine elverişli (Une route carrossable).
carrossage er. Karoser takma,
carrosse er. Gösterişli araba, saltanat arabası. §
Etre la cinquième roue du carrosse: Arabamn
beşinci tekerleği olmak, hiçbir işe yaramamak,
hiçbir rolü olmamak. Rouler carrose: Varlıklı
olmak, zengin olmak,
carrosser gçl. 1. Arabada taşımak. 2. (Arabaya)
Karoser takmak,
carrosserie diş. 1. Arabacılık, araba yapımı. 2.
Karoser.
carrossier er. 1. Arabacı, araba yapıcısı. 2.
Karoserci.
carrousel er. 1. Gösterili süvari geçiti. 2. Gösterili
süvari geçitlerinin yapıldığı alan. 3. mec. Geçit
törenlerindeki araçların bütünü, gösteri yapan
araçlar alayı (Un carrousel d'avion, de motos).
carrure diş. 1. Sırt genişliği, omuz genişliği. 2.
Genişlik, geniş ve sağlam yapılılık (La carrure des
mâchoires. Une poitrine d'une belle carrure).
cartable er. 1. Resim cüzdanı. 2. Öğrenci çantası
(Cartable à poignée: Saplı çanta. Cartable à
bretelle: Askılı çanta). 3. Sünger kâğıdı,
carte diş. 1. Kart (Carte d'identité; carte d'étudiant,
carte d'électeur). 2. Kartvizit (Un monsieur est

218

carterie
venu en votre absence et il a laissé sa carte). 3.
iskambil kâğıdı (Un jeu de cartes. Jeu de 52 cartes).
4. (Lokanta) Yemeklistesi (Le garçon a apporté la
carte). 5. Harita (Carte de géographie. Carte
muette). 6. Kartpostal, posta kartı (Hier, j'ai reçu
une carte d'Istanbul). § Jouer aux cartes, faire une
partie de cartes: İskambil oynamak, kâğıt
oynamak. Battre les cartes, mêler les cartes:
Kâğıtları karmak, taramak. Brouiller les cartes:
İşi karıştırmak. Construire des châteaux de cartes:
Düşler kurmak, olmayacak tasarılar kurmak.
S'écrouler comme un château de cartes: İskambil
şatolar gibi birdenbire yıkılıvermek; hemencecik
çöküvermek. Donner carte blanche à qn: Birine
tam yetki vermek, istediği gibi davranmak izni
vermek. Jouer cartes sur table: Açık oynamak;
açık iş görmek; gizlisi kapalısı olmamak. Jouer
sa dernière carte: Son kozunu oynamak.
Connaître le dessous des cartes de qn: Birinin
içinden geçeni bilmek, art düşüncesini bilmek.
Perdre la carte: Pusulayı şaşırmak. Tirer les
cartes, faire les cartes: İskambil falına bakmak.
Manger à la carte: Yemek listesinden istediğini
seçerek yemek. Jouer la carte de qch: -in savını
desteklemek; -den yana olmak (Le ministre des
finances joue la carte de l'expansion). Avoir toutes
les cartes dans son jeu: Bütün şanslar, olanaklar
kendinden yana olmak. Carte maîtresse: Kuvvetli
koz, başarıyı sağlayacak şey (L'avocat gardait
pour la fin sa carte maîtresse). La carte forcée:
Kurtulmak olanağı bulunmayan zorunluk, ister
istemez kabul edilecek şey (Alors, c'est la carte
forcée: Vous nous refusez vos conditions sans que
nous puissions refuser). Carte grise: Otomobil
ruhsatı.En carte: Fişlenmiş,sicilli (Femme, fille en
carte: Sicilli fahişe). Le dessous des cartes: İşin
içyüzü.
cartel er. 1. Düelloya çağrı (Envoyer un cartel à qn:
Birini düelloya çağırmak). 2. Siyasal güçler yada
kişiler arasında geçici anlaşma (Le cartel d'action
laïque. Le cartel des gauches). 3. tic. Kartel (Cartel
de production, cartel de vente). 4. Duvar saati
çerçevesi; çerçeveli duvar saati (Le cartel est
arrêté, il faut le remonter).
carte-lettre diş. Kapalı posta kartı, mektup kartı,
cartellisation diş. Kartelleşme, kartelleştirme.
carter gçl. -i bir karton üzerine tutturmak (Carter
des boutons).
carter | kart EK | er. Bisiklet zinciri, otomobil
parçalan gibi şeyleri örtmeye yarayan parça,
karter (Carter du différentiel, carter du
changement de vitesse).
carteriediş. İskambil kâğıtçılığı.
cartésianisme
cartésianisme er. fels. Dekartçılık.
cartésien, ne s. ve ad. Dekartçı (Les grands
cartésiens. Esprit cartésien).
carthaginoise s- ve ad. Kartaca'ya, kartacalilara
değgin; kartacaiı.
carthame er. Yalancı safran,
cartier er. İskambil kâğıdı yapıcısı,
cartilage er. Kıkırdak (Le cartilage du nez, de
l'oreille).
cartilagineux, euse s. Kıkırdaklı, kıkırdaksı,
kıkırdak niteliğinde (Tissu cartilagineux).
cartographe er. Haritacı,
cartographie
Haritacılık,
cartographiques. Haritacılığa değgin,
cartomancie diş. İskambil falı. § Pratiquer la
cartomancie: İskambil falına bakmak,
cartomancien, ne ad. İskambil falcısı,
carton er. 1. Mukavva. 2. Mukavva kutu, karton
kutu (Un carton à chapeau, carton à chaussures).
3. Dolap, dosya dolabı (Son dossier dort dans les
cartons du Ministère). 4. Resim cüzdanı, resim
dosyası (Carton à dessin). S. (Basımcılıkta)
Kitaba katılmış yaprak. 6. Resim taslağı (Les
cartons de Rafaël). 7. Küçük harita. 8. Çanta
(Carton d'écolier). § Faire un carton sur qn:
Birine ateş etmek (Il a fait un carton sur son
adversaire qui passait).
cartonnage er. 1. Mukavvacilik. 2. Kap geçirme (Le
cartonnage d'un livre). 3. Karton kutu (Il a mis
l'appareil dans un cartonnage solide).
cartonner gçl. 1. Mukavva geçirmek, kap geçirmek
(Cartonner un livre). 2. gsz. İskambil oynamak,
kâğıt oynamak,
cartonnerie diş. 1. Mukavvacilik. 2. Mukavva
fabrikası.
cartonneux,euse s. 1. Mukavva gibi, mukavvayı
andıran. 2. Sertleşmiş, kurumuş, kayış gibi.
cartonnier er. 1. Mukavvacı. 2. Dosya dolabı,
carton-pâte er. Kaba mukavva,
carton-pierre er. Kartonpiyer,
cartothèque
diş.
1. Coğrafya
haritaları
koleksiyonu. 2. Haritalık, haritaların konduğu
yer.
cartouche
1. Kimi yazıların etrafına yapılan süs.
2. Erlere verilen izin kâğıdı. 3. Fişek (Cartouche
de chasse, cartouche à balle). 4. Birkaç paketi
içine alan kutu (Une cartouche de cigarettes). §
Tirer à cartouche sur qn: Birinin aleyhinde verip
veriştirmek, aleyhinde atıp tutmak,
cartoucherie diş. Fişek fabrikası,
cartouchière diş. Fişeklik,
cartulaire er. Manastırların gelir ve vakıf sicili,
carvi er. bitb. Karamankimyonu.
219

casaquin

caryophylées diş. ç. bitb. Karanfiller,


caryopse er. bitb. Buğdaysı yemiş,
cas er. 1. Olgu, olay "vakıa (Il neige en juillet, c'est un
cas exceptionnel). 2. Hal, durum (Je me trouve
dans un cas difficile. Cas général, cas particulier).
3. İhtimal, olasılık (Avez-vous envisagé le cas d'un
retard à la livrasion?). 4. hek. Sayrılık, hastalık
(Un cas urgent, un cas grave). S.dilb. Ad durumu,
durum. 6. İlginç kişi (Sa conduite est
extraordinaire, c'est vraiment un cas).!, huk.
Eylem, "fiil, suç (Cas prévu parla loi. Cas
pendable: Asılmayı gerektiren suç). § Au cas
que...: -ise; -olursa (Au cas qu'il vienne: Gelirse).
Au cas où: -diğinde; -diği takdirde (Au cas où
j'aurais un empêchement, je vous passerais ui
coup de téléphone). Dans le cas où: -diği takdirde
(Dans le cas où il refuserait, nous chercherons une
autre solution). En pareil cas: Böyle bir durumda.
En ce cas: Şu halde, öyleyse. Le cas échéant:
Gerektiğinde, "icabında. En cas de besoin:
Gerektiğinde, gereksinme duyulduğunda, hîni
hacette. En tout cas: Her ne olursa olsun, her
halde. En cas de: -halinde, olduğunda (En cas
d'accident, prévenez la police. En cas de pluie, on
n'ira pas au théâtre). En aucun cas: Hiçbir halde,
hiçbir durumda. Cas de conscience: Tereddüt,
üzerinde karar verilmesi çok güç bir nokta (Doisje accepter ou refuser ce poste?
C'est cas de
conscience). Cas fortuit: huk. Beklenmedik
durum. C'est le cas de f.qch: -menin tam sırası;
-mek çok yerinde olur (C'est le cas de le dire).
Faire grand cas de qn: Birine karşı çok saygı
göstermek; değer vermek, saymak. Faire cas de
qch: -e önem vermek (Nous faisons cas de la
vertu). Ne faire aucun cas de qch: Bir şeye hiç
önem vermemek, aldırmamak. Cas désespéré:
Umutsuz bir durum; adam olacağında,
düzeleceğinde, kurtulacağında hiç umut olmayan
kimse (C'est un cas désespéré).
casanier, ère s. ve. ad. Evde oturmasını seven;
evcimen; hep evde geçen (Une femme casanière.
Une casanière. Une vie casanière).
casaque diş. 1. Geniş kollu üstlük (Casaque
mousquetaire). 2. Binicilerin giydiği parlak
renkli ipek ceket (Casaque de jockey). 3. (Eski)
Kısa kadın ceketi, bluz. § Tourner casaque:
Düşünce yada yön değiştirmek (Un politicien qui
tourne souvent casaque).
casaquin er. 1. Bir tür kadın mintanı. 2. hlk. İnsan
vücudu. § Tomber sur le casaquin à qn: Birinin
üstüne çullanmak, -i adamakıllı dövmek. Ne rien
avoir dans le casaquin: Aç acına olmak,
kursağında birşey bulunmamak.
cascade
cascade diş. Çağlayan (Cascade naturelle, cascade
artificielle). § Une cascade de: Bir sürü (Il m'a
embêté par une cascade deparoles. Une cascade de
chiffres). En cascade: Zincirleme, art arda, üst
üste (Il a des malheurs en cascade). Par cascades:
1. Birçok yerden, birçok ağızdan dolaşarak (Cette
nouvelle m'est venue par cascades). 2. Kopuk
kopuk, arada bağ olmadan (Ce discours va par
cascades).
cascader gsz. 1. Çağlayan gibi akmak (Un torrent
qui cascade). 2. hlk. (Eski) Düzensiz bir yaşam
sürmek.
cascadeur, euse s. vead. 1. Uygunsuz vcdüzeıısizbir
yaşam süren (Un air cascadeur. Une cascadeuse).
2. Takla atma gösterileri yapan cambaz. 3. Bir
filmin tehlikeli sahnelerini asıl oyuncu yerine
çeviren cambaz.
cascatelle diş. Küçük çağlayan,
case diş. l^AfrikaveAmerika'da)Kulübe (Une case
de nègre). 2. (Bir sandık yada dolapta) Göz (Un
tiroir à plusieurs cases). 3. (Satranç ve damada)
Hane (Les 64 cases de l'échiquier). 4. (Tavlada)
Kapı (Lescases triangulaires du jeude trictrac). S.
(Bir sicil defterinde) Hane. 6. (Petekte) Göz,
hücre (Les cases d'une ruche d'abeilles). § Avoir
une case en moins, avoir une case de vide: hlk. Bir
tahtası eksik olmak, kafadan biraz çatlak olmak.
Manquer à qn une case: -in bir tahtası eksik olmak
(Il lui manque une case).
caséation, caséification diş. Peynir haline getirme,
peynirleştirme; peynirleşme, peynir haline
gelme.
caséeux, euse s. Peynire değgin, peynirli (La partie
caséeuse du lait).
caséine diş. Kazein.
casemate diş. Kazamat, mermilere karşı korunmalı
top yuvası.
casemater gçl. Kazamatlarla donatmak (Casemater
une frontière).
caser gçl. 1. Yerleştirmek, yerli yerine koymak
(Caser des papiers, caser du linge). 2.
Yerleştirmek kapılandırmak (Caser sa fille:
Ktztni
evlendirmek.
Caser ses
enfants:
Çocuklarını işe yerleştirmek). 3. Barındırmak
(Caser un ami). 4. gsz. (Tavlada) Kapı almak. 5.
argo. Cinsel ilişkide bulunmak. §Secaser:l. Bir
yere, bir işe yerleşmek. 2. Evlenmek, bir yuva
sahibi olmak (Il cherche à se caser).
caseret er. caserette diş. Peynir kalıbı,
caserne diş. 1. Kışla (Caserne d'infanterie, de
cavalerie). 2. Kışladaki asker (Toute la caserne
sera consignée). 3. mec. Büyük ve düzensiz ev,
kışla gibi ev. § Plaisanterie de caserne: Kaba şaka.

220
cassation
Etre à la caserne: Asker almak, silah altında
olmak.
casernement er. 1. Kışlaya yerleşme, kışlaya
yerleştirme (Casernement des troupes). 2. Kışla
binası (Les soldats rentrent au casernement).
caserner gçl. 1. Kışlaya yerleştirmek (Casernerdes
troupes). 2. gsz. Kışlada oturmak,
cash er. iııg. tkz. Peşin para. § Payer cash: Tıkır tıkır
para sayıp ödeınek.
casier er. 1. Evrak dolabı, evrak rafı, evrak gözü. 2.
İstakoz gibi kabukluları avlamak için kullanılan
sepet, çöten. § Casier judiciaire: Adlî sicil,
casimir e. Kazmir, ince, hafif bir tür yünlü kumaş,
casino er. Gazino,
casoarer. Avustralya devekuşu,
casque er. 1. Zırhlı başlık (Casque de dragon, de
cuirassier. Un casque de soldat). 2. Koruyucu
başlık (Casque de pompier, casque de
motocycliste). 3. (Telefoncuların kullandığı)
Almaçlı başlık (Ecouter au casque. Casque
téléphonique). 4. Saç kurutma makinası (Elle est
restée une demie heure sous le casque). 5.
(Kuşların başındaki) Tepelik. § Casques bleus:
Birleşmiş milletler barış gücü askerleri,
casqué, e s. Zırhlı yada almaçlı başlık giymiş (Des
gendarmes casqués assurent le service d'ordre).
casquer gsz. 1. Kazıklanmak; para ödemek; bir
hesabı ödemek (Encore une feuille d'impôt? On
n'a jamais fini de casquer). 2. gçl. Ödemek, tıkır
tıkır saymak (J'ai casqué cent livres ce matin). 3.
gçl. -e başlık (kask) giydirmek (Casquer les
policiers).
casquette diş. Kasket (Casquette d'officier,
casquette de jockey).
casquetterie diş. Kasketçilik, kasket yapımı ve
tecimi.
casquettier er. Kasketçi; kasket yapıp satan kimse,
cassables. Kırılır, kırılabilir, kırılgan,
cassage er. Kırma, kırıp koparma (Cassage des
minerais).
cassant,e s. 1. Kolay kırılır (Un métal cassant. Des
branches d'arbre cassantes). 2 .mec. Ters,nobran,
kırıcı, sert (Un ton cassant, une voix cassante, des
paroles cassantes). 3 .mec. hlk. Yorucu (Untravail
cassant).
cassation diş. 1. (Bir yargıyı) Bozma (Cassation
d'un jugement; cassation d'un acte, d'un
testament). 2. (Küçük subaylar için) Rütbesini
alma, erliğe indirme (Cassation d'un caporal). 3.
müz. Bir süit türü, kasasyon (Les cassations de
Mozart). § Pourvoi en cassation, demande en
cassaton: Yargıtaya başvurma, "temyiz etme.
Cour de cassation: Yargıtay.
cassave
cassave diş. Manyoka unu.
casse diş. 1. Kırma, kırılma (Ily a eu de la casse dans
le déménagement des bibelots). 2. Kırılmış eşya,
kırıklar (On reste stupéfait devant toute cette
casse). 3. Vurma kırma, vur kır (Un caractère
enflammé qui aime les cris, la casse). 4. (Dizgi
harfleri için) Kasa. 5. (Döküm yerlerinde) Erimiş
maden kurnası. 6. Sabuncu kepçesi. 7. Camcı
kaşığı (Casse de verrier). 8. bitb. Hıyarşembe. 9.
er. argo. Dolandırıcılık. § Mettre qch à la casse:
Hurdaya çıkarmak (Mettre une voiture à la casse).
Vendre qch à la casse: Hurda fiyatına satmak (ila
vendu sa voiture à la casse). Faire un casse: argo.
Bir dolandırıcılık yapmak, para çırpmak. Passezmoi la casse, je vous passerez le
séné: Birbirimize
karşı hoşgörülü olalım, sen benim kusurumu
görme ben de seninkini görmem,
cassé,e s. 1. Kırık, kırılmış (Des objets cassés). 2.
Beli bükülmüş (Un vieillard cassé). 3. Kısık,
kısılmış (Une voix cassée).
casse-cou
er.
hlk.
1.
Düşülebilecek,
yuvarlanılabilecek yer. 2. Gözünü daldan
budaktan sakınmaz kimse. § Criercasse-couàqn:
Birini bir tehlikeden haberli kılmak, -i uyarmak,
casse-croûte er. Hafif yemek, ayakta çabucak
atıştırılan yemek,
casse-cul s. vead. tkz. Can sıkıcı, kafa şişiren (Ilest
casse-cul avec ses histoires!).
casse-graine er. tkz. Bir lokma ekmek, ayakta
atıştırılan bir iki lokma,
casse-gueule er. tkz. 1. Tehlikeli iş, tehlikeli atılım.
2. Kavga, savaş (Aller au casse-gueule). 3. s. tkz.
Tehlikeli (Un exercice casse-gueule. C'est cassegueule).
cassement er. 1. Kırma. 2. Büyük yorgunluk. 3.
argo. Dolandırıcılık. § Cassement de tête: Kafa
şişirme, kafa şişmesi; can sıkıcı şey (Ce travail est
un cassement de tête).
casse-noisettes er. Fındıkkıran, fındık kırma âleti. §
Faire casse-noisettes: argo. Cilveleşmek,yavrum
yavrum sevişmek,
casse-noix er. Cevizkıran, ceviz kırma âleti,
casse-pattes er. Kötü rakı.
casse-pieds er. tkz. 1. Yapışkan,can sıkan,illet eden
adam. 2. s. Can sıkıcı, illet edici (Elles sont cassepieds).
casse-pipes er. argo. Savaş (A İler au casse-pipes).
casse-pierres er. Taş kırma makinası, taş kırma
balyozu.
casser gçl. 1. Kırmak (Casser une vitre, des œufs, un
verre, une porte). 2. Koparmak (Le cheval a cassé
son licol). 3. Bozmak (Casser une montre, une
machine, une bicyclette). 4. Hükümsüz kılmak,

221
casser
bozmak (Casser un jugement, un arrêt, un
mariage). 5. Ekmeğinden etmek, işinden atmak
(Casser un fonctionnaire).
6. Rütbelerini
sökmek, rütbesini almak (Casser un officier). 7.
Ara vermek, bırakmak (Casser le travail). 8.
Kırmak, engellemek, başarısızlığa uğratmak
(Casser une grève). 9. gsz. Kırılmak (Le verre a
cassé en tombant).
10. gsz. Dağılmak,
parçalanmak (Cette pâte casse sous les doigts). §
Casser la croûte: Bir şeyler atıştırmak ayaküstü
birşeyler yemek. Casser la gueule à qn: Birinin
ağzım burnunu dağıtmak, yüzünü çarşamba
çarığına çevirmek, iyice dövmek. Casser sa pipe:
tkz. Cartayı çekmek, ölmek. Casser la tête à qn:
Birinin kafasını şişirmek, canını sıkmak (Il nous
casse la tête avec son discours). Casser les pieds à
qn: Birinin canını sıkmak, kafasım şişirmek.
Casser les reins à qn: -i mahvetmek, hayatını
söndürmek. Casser le morceau: Ağzından baklayı
çıkarmak, ifşa etmek, olanı biteni bülbül gibi
söylemek. Casser le moral à qn: -in moralini
bozmak ; cesaretini kırmak. Casser du sucre sur le
dos de qn: Birinin aleyhinde verip veriştirmek,
aleyhinde söylemediğini bırakmamak. Casser
bras et jambes à qn: Kolunu kanadını kırmak (La
nouvelle m'a cassé bras et jambes). Casser les
vitres: Rezalet çıkarmak. En casser pour deux
ronds: tkz. Dobra dobra konuşmak, merhaba kör
kadı demek, doğrucu Davutluk etmek. Casser
son œuf: argo. Çocuk düşürmek. Casser le bail:
argo. Boşanmak, ayrılmak. Ne pas casser trois
pattes à un canard: tkz. Pek öyle ahım şahım bir
şey yapmamak, yaptığı şey pek de önemli
olmamak. Ne rien casser: hlk. Pek önemi
olmamak (Ça ne casse rien). Atout casser: l.Çok
hızlı, çok süratli (Il conduit sa voiture à tout
casser). 2. Olsa olsa, en çok, "azami (Ça
demandera trois jours à tout casser). 3.
Alabildiğine (Une colère à tout casser, une fête à
tout casser). 4. Olağanüstü, eşsiz (Un repas à tout
casser, un film à tout casser). § Se casser: 1. argo.
Çekip gitmek, tüymek, kaçmak (Ils'est cassé). 2.
Kırılmak (Les œufs se sont cassés). 3. Se casser
qch: -sini kırmak, -si kırılmak (Il s'est cassé la
jambe). § Se casser le nez: Başaramamak,
başarısızlığa uğramak (Il a voulu faire comme
moi, mais il s'est cassé le nez). Se casser le pif: tkz.
Burnu kırılmak, onuru yaralanmak. Se casser les
yeux: Gözleri bozulmak. (Tu vas te casser les yeux
à lire). Se casser la voix: Sesi kısılmak. Se casser la
figure: Düşmek; kaza geçirmek; intihar etmek. Se
casser la tête: 1. Kafasını yormak, kafa patlatmak.
(Ils 'est cassé la tête sur ce sujet). 2. Canını sıkmak,
casserole
üzülmek. (Ne te casse pas le tête: Üzme tatlı canını,
aldırma). 3. Se casser la tête à f.qch: -mek için çok
çabalamak, kıçını yırtmak (Bu anlamda "Se
casser lecul"dedenir).N'ya pas à se casser la tête :
Üzülmeye değmez. Qui casse les verres les paie: İti
öldürene sürütürler; bir suç işleyen cezasını da
çeker.
casserole diş. 1. Tencere (Le riz a attaché au fond de
la casserole). 2. tkz. Bozuk piyano, kötü piyano.
3. argo. Projektör. 4. argo. Muhbir; fesat,
casserolée diş. Bir tencere dolusu (Une casserolée de
riz).
casse-tête er. 1. Topuz. 2. Yorucu ve içinden
çıkılmaz iş (La déclaration de ses revenus était
pour lui un vrai casse-tête). 3. Gürültü (Le cassetête d'une fête foraine).
cassette diş. 1. Çekmece, mücevher kutusu. 2.
(Hükümdarlar için) Has hazine (La cassette d'un
prince). 3. Kaset (Enregistrement sur cassette.
Magnétophone à cassettes).
casseur, euse ad. 1. Kıran, kırıcı (Casseur de
pierres). 2. Yaygaracı, yalancı pehlivan. 3. argo.
Hırsız, arakçı. 4. s. Her şeyi kıran, sakar (Cette
domestique est casseuse). § Casseur d'assiettes:
Şamatacı. Jouer les casseurs: Yalancı pehlivanlık
etmek, yaygaracılık etmek,
cassier er. bitb. Hıyarşembe ağacı,
cassis er. 1. Yolun bir yakasından öbür yakasına
geçen hark, kasis; çukurluk, çukur. 2. Bir tür
frenk üzümü fidanı. 3. Frenk üzümü likörü (Un
verre de cassis). 4.argo. Baş, tepe. § Tomber sur le
cassis: Tepesi üstü düşmek,
cassolette diş. Buhurdan,
cassonade diş. Ham şeker,
cassoulet er. Etli kuru fasulye,
cassure diş. 1. Kırılmış yer, kırık (Cassure dans les
couches géologiques). 2. Kopma, kırgınlık,
bozuşma (Cassure dans une amitié, dans une vie).
castagnettes diş. ç. Çalpara, kastanyet,
castanéacées diş. ç. bitb. Palamutgiller.
caste diş. toplb. 1. Kast (Les parias sont hors castes).
2. Sınıf, tabaka (Une petite ville où des
fonctionnaires à la retraite forment une véritable
caste).
castel er. Küçük şato.
castor er. hayb. 1. Kunduz. 2. Kunduz kürkü (Un
manteau de castor). 3. mec. Ortaklaşa konut
yaptıran kişiler. 4. argo. Tüysüz oğlan, parlak
oğlan, ibne.
castrat er. Sesi kalınlaşmasın diye çocukluğunda
iğdiş edilmiş şarkıcı.
castrateur,trice s. ruhb. Hadımlaştıncı, hadımlık
karmaşası yaratıcı.

222

catapulte
castration diş. 1. İğdiş etme,burma, hadımlaştırma
(Castration d'un chat). 2. ruhb. Hadımlık
karmaşası.
castrer gçl. İğdiş etmek, burmak, hadımlaştırmak
(Castrer un animal).
casuel, le 1. s. Umulmadık, beklenmedik,
rastlantıya bağlı (Des choses casuelles). 2. er.
Olağandışı gelir, beklenmedik kazanç,
casuiste er. Vicdan durumlarını inceleyen
tanrıbilim kolu uzmanı, "kazüvist.
casuistique diş. 1. Vicdan durumlarını inceleyen
tanrıbilim kolu. 2. hkr. Pek ince eleyip sık
dokuma.
casus belli er. Lat. Savaş nedeni olabilecek durum,
savaş nedeni,
catachrèse diş. ed. İğretileme, "istiare.
cataclysmal,e; cataclysmique s. Tufan gibi,
kıyameti andıran, felâketli,
cataclysme er. 1. Tufan. 2. Kıyamet. 3. mec. Büyük
felâket (La rupture de ce barrage entraînerait un
terrible cataglysme dans la vallée).
catacombe diş. Yeraltı gömütlüğü (Les catacombes
de Rome).
catafalque er. Katafalk (Dresser un catafalque).
cataire diş. bitb. Kedinanesi.
catalepsie diş. Katalepsi, dış dünyayı duyma ve
istediği devinimi yapma gücünün yitimi, irade
yitimi.
cataleptique s. 1. Katalepsiye değgin. 2. ad.
Katalepsiye tutulmuş (Un, une cataleptique).
catalogage er. Kataloglama, katalog haline
getirme,
catalogue er. Katalog.
cataloguer gçl. 1. (Bir şeyin) Katalogunu yapmak
(Cataloguer les livres d'une bibliothèque) .2. mec.
tkz. Birini, belli bir kategoriye, belli bir yere
oturtmak; birini... olarak bellemek, mimlemek
(Il m'a catalogué comme un paresseux. Tu l'as
catalogué, pour toi il n'est qu'un vaniteux).
catalpa er. Karameşe, kurtyemez.
catalyse diş. kim. Kataliz, kimi kimyasal cisimlerin
kendileri hiçbir değişikliğe uğramadan başka
cisimlere
yaptıkları
etki;
'tezleştirme,
tezlendirme, tepkime hızını artırma,
catalyser gçl. kim. "Tezgenlemek, katalize etmek,
catalyseur er. kim. Katalizör, 'tezgen.
catalytique s. kim. Katalize değgin "tezgensel;
tezgenli (Action catalitique).
cataphote er. Dışardan gelen bir ışığın etkisiyle
geceleyin ışıklı görünen reflektör, katafot,
cataplasme er. hek. Lapa.
catapultage er. Fırlatma, atma.
catapulte diş. 1. Mancınık. 2. Fırlatma rampası;
catapulter
füze rampası,
catapulter gçl. 1. Mancınıkla atmak. 2. mec. tkz.
Fırlatmak, savurmak, atmak (Le choc a catapulté
le cycliste à plusieurs mètres). 3. mec. -i aniden
sürmek, ışınlamak,uzaklaştırmak (Catapulter un
fonctionnaire dans une ville éloignée).
cataracte diş. 1. Büyük çağlayan, çavlan (La
cataracte du Niagara). 2, Sağnak, sel (Des
cataractes de pluie). 3. hek. (Gözde) Perde, aksu,
akbasma, "katarakt (Il a subi une opération de la
cataracte).
catarrhe er. İngin, "nezle (Catarrhe du nez).
catarrhal,e s. İngine değgin, nezneyle ilgili (Fièvre,
toux catarrhale).
catarrheux, euse s. İnginli, nezleli (Un vieillard
catarrheux).
catastrophe diş. 1. Bir şiir yada tiyatro oyununun
bitimi, son (La catastrophe de cettepièce est un peu
sanglante). 2. Yıkım, felâket (Subir une
catasptrophe). 3. Çok kötü şey, berbat şey,
felâket (Son dernier roman est une catastrophe).
catastrophé,e s. tkz. Bitmiş, yıkılmış, mahfolmuş
(Il en était tout catastrophé).
catastropher gçl. tkz. Yıkmak, mahfetmek.
catastrophique s. 1. Korkunç, felâketli (Un
événement catastrophique). 2. tkz. Felâket
yaratabilecek, sonu felâketli, korkunç, akıl
almaz (Le gouvernement a pris des mesures
catastrophiques). 3. Çok kötü, berbat (Ta
dernière pièce est catastrophique).
catatonie diş. ruhb. Donukluk,
catatoniques. vead. ruhb. Donuk,
catch er. Ing. Kaç, kaç güreşi,
catcher gsz. Kaç yapmak,
catcheur, euse ad. Kaç güreşçisi,
catéchèse diş. (Hıristiyanlıkta) Sorulu yanıtlı din
dersi.
catéchisation diş. 1. Hıristiyanlığın temel bilgilerini
öğretme. 2. İnandırmaya çalışma,
catéchiser gçl. 1. Hıristiyanlığın temel bilgilerim
öğretmek (Catéchiser un enfant, un infidèle). 2.
mec. İnandırmaya çalışmak (Il a voulu me
catéchiser, mais en vain).
catéchisme er. 1. Din dersi (Aller au catéchisme). 2.
Din kitabı (Je vais acheter un catéchisme).
catéchiste ad. Din öğretmeni,
catéchumène [katekymEn] ad. Hıristiyan dinine
girmeye hazırlanan kimse,
catégorie diş. Kategori, ulam, takım (Ranger des
livres en plusieurs catégories).
atégoriel,le s. dilb. Ulamsal.
atégorique s. 1. Kesin, açık (Une réponse
catégorique. Prendre une position catégorique). 2.

223

caudataire
mant. Koşulsuz, "şartsız,
catégoriquement bel. Kesin olarak (Il refuse
catégoriquement).
catégorisation diş. Ulamlama,
kategorileme,
kategorilere ayırma,
catgut er. hek. Katgüt, ameliyatlarda kullanılan
ince barsaktan yapılmış dikiş teli.
catharsis diş. X .fels. Arınma. 2. ruhb. Boşalım,
c a t h é d r a l e ^ . Katedral. § Verre cathédrale: Yüzü
dalgalı, yarı saydam bir tür cam.
cathéter er. hek. Sonda, kateter.
cathétérisme er. hek. Sonda takma, kateter yapma
(Cathétérisme cardiaque).
cathétomètre er. Düzeç ayrımı ölçeri,
cathode diş. fiz. Katot, *eksinç.
catholicisme er. Katoliklik, katolik mezhebi,
catholicité diş. 1. Katolik felsefesi. 2. Katolik
topluluktan, katolik dünyası (Le discours du pape
s'adresse à la catholicité).
catholique s. 1. Katolikliğe değgin (Eglise
catholique, la foi catholique). 2. tkz. Kurala
uygun ; dû rüst (Il n'a pas l'air bien catholique avec
son regard). 3. ad. Katolik (Les catholiques
reconnaissent l'infaillibilité du pape). § Sa Majesté
Catholique: İspanya kralı,
cati er. Çirişli kumaş perdahı,
catilinaire diş. Çok sert yergi, sert eleştiri,
catillac, catillard er. Bir kış armudu.
catimini(en) bel. tkz. Gizlice (Il s'est approché en
catimini. Tu fais tout en catimini).
catin diş. Orospu, kaltak.
catirgçl. Çirişlemek,perdahlamak (Catirdudrap).
catissage er. Çirişleme, perdahlama,
catisseur, euse ad. Kumaş perdahçısı,
catogan er. Fiyonklu küçük saç örgüsü,
caucase er. Kafkasya; Kafkas Dağlan,
caucasien,ne s. ve ad. 1. Kafkas, kafkasyalı. 2.
Kafkasya'ya ve kafkaslara değgin,
cauchemar er. 1. Karabasan, kâbus. 2. mec. tkz.
Cansıkıcı adam, baş belâsı. 3. Korkunç şey,
insanın uykusunu kaçıran sıkıcı şey (Ecrire des
lettres, voilà mon cauchemar). § Faire un (des)
cauchemar: Kâbus görmek, kâbuslar basmak
(Toute la nuit j'ai fait des cauchemars).
cauchemarder gsz. Kâbus görmek,
cauchemardesque,
cauchemaresque
yada
cauchemardeux,euses. Kâbus dolu, kâbuslu,çok
sıkıcı (Une aventure cauchemardesque).
caudal,e s. Kuyruğa değgin (Appendice caudal.
Nageoire caudale).
caudataire er. 1. Büyük rahiplerin ayin giysisi
kuyruğunu taşıyan. 2. mec. Dalkavuk, etek öpen,
çizme yalayan.
cauri

224

cauri, cauris er. Küçük denizkabuğu.


causal,e s. Neden bildiren, nedensel (Cette
proposition relative a un sens causal).
causalisme er. fels. Nedenselcilik.
causalité diş. fels. Nedensellik, "illiyet (Principe de
causalité, loi de causalité). § Lien de causalité:
Nedensellik bağı, "illiyet rabıtası,
causant,e s. Konuşkan, konuşmayı seven (Vous
n'êtes pas très causant).
causatif,ive s. dilb. Neden bildiren, "sebep
gösteren.
cause diş. 1. Neden, "sebep (La cause d'un accident,
d'un succès, d'un échec, d'une guerre). 2. Hak
(Défendre sa cause. Une cause perdue). 3. Dâva
(Confier une cause à un avocat, gagner une cause).
4. Durum (Il faut s'intéresser à la cause de cet
enfant). 5. Müşteri (Un avocat sans causes). §
Cause finale: Ereksel neden. A cause de:
Yüzünden, nedeniyle (J'ai été puni à cause de toi.
Il ne sort pas à cause du froid). Pour cause de:
Yüzünden, nedeniyle, dolayı (Il a été renvoyé de
son poste pour cause d'incapacité. Le magasin est
fermé pour cause d'inventaire). Etre cause de qch :
-in nedeni olmak; -den sorumlu olmak (Tu seras
cause de mon bonheur. Il est cause de notre perte).
Avoir pour cause qch: Nedeni... olmak (Sa joie
avait pour cause une bonne nouvelle qu'il venait
d'apprendre). Et pour cause!: Haklı olarak,
elbette, haksız da değil (Il n'a pas demandé son
reste, et pour cause!). Etre en cause: Sözkonusu
olmak; ortada... olmak; işin içine... girmek.
(Maintenant mon honneur est en cause). Mettre
qch en cause: Söz konusu etmek; ortaya...
koymak; işin içine katmak, tartışma konusu
yapmak (Il met en cause tous les problèmes
épineux). Etre hors de cause: Söz konusu
olmamak (Votre cas est hors de cause). Mettre qch
hors de cause: Tartışma dışı bırakmak, söz konusu
etmemek. En tout état de cause: Her ne olursa
olsurf, "her halü kârda (En tout état de cause, je
saurai à qui m'adresser). En désespoir de cause:
Başka çare kalmayınca, başka bir yol
olmadığından. En connaissance de cause:
Durumu iyi bilerek, her şeyi bilerek, işin iç
yüzünü bilerek (Il agit en toute connaissance de
cause). La bonne cause: Haklı dâva (Il travaille
pour la bonne cause). Pour les besoins de la cause:
Durum gereği, işin gereği olarak. Prendre fait et
cause pour qn: Birinden yana olmak, birinin
yanını tutmak (Il a pris fait et cause pour nous).
Faire cause commune avec qn: Biriyle işbirliği
yapmak (On ne peut pas faire cause commune avec
des gens pareils).

caution
causer gçl. 1. Neden olmak, yol açmak (Causerun
malheur, des dégâts, un dommage. Ses mots
injurieux ont causé la bagarre). 2. Causer qch à qn:
Birinin -sine yol açmak, neden olmak (Ta lettre a
causé bien des ennuis à mon père. Cela lui causera
une grande perte). 3. gsz. Konuşmak, yarenlik
etmek, çene çalmak. 4. Causer avec qn: Biriyle
konuşmak, görüşmek (J'ai l'intention de causer un
moment avec lui pour connaître son avis sur la
question). S. Causer à qn: Biriyle konuşmak (Jene
lui ai jamais causé). 6. Causer de qch: Bir şeyden
söz etmek, bir şey üzerine konuşmak (Causer de
politique, de littérature, de peinture. On causait
des derniers événements). 7. Causer sur qn: Birini
çekiştirmek, hakkında dedikodu yapmak (Toutle
quartier cause sur elle). § Causer de la pluie et du
beau temps: Dereden tepeden söz etmek. Causer
chiffon: Şurdan burdan konuşmak, lâf etmek.
Trouver à qui causer: Tam da adamına çatmak,
karşısında yaman bir kişi bulmak (Si tu te mêles de
mes affaires, tu trouveras à qui causer).
causerie diş. 1. tkz. Konuşma, yarenlik. 2. ed.
Söyleşi (Une causerie littéraire, scientifique).
causette diş. tkz. Ayakta çene çalma, iki lâkırdı
etme. § Faire la causette: Biraz çeııe çalmak, iki
lâkırdı etmek,
causeur, euse s. vead. 1. Konuşkan (Cet enfant n'est
pas causeur). 2. İyi konuşan kimse (Il est un
brillant causeur).
causeuse diş. İki kişilik kanepe, konuşma koltuğu,
causticité diş. 1. Yakıcılık, dağlayıcılık (Causticité
d'un acide). 2. mec. İğneli alaycılık, ısırıcılık
(Causticité
d'un
article, causticité
d'une
épigramme, d'une satire).
caustique s. ve er. 1. Yakıcı, dağlayıcı (Substance
caustique, soude caustique, potasse caustique. Les
caustiques sont employés en thérapeutique). 2.
Alaylı, iğneli (il a l'esprit caustique. Un article
caustique).
cautèle diş. Dalkavukça kurnazlık,
cauteleux, euse s. Dalkavukça kurnaz (Il a des
manières cauteleuses).
cautère er. hek. Dağlama maddesi, dağlayıcı;
yakma aleti, koter. §C'est un cautère sur une
jambe de bois: Ok meydanında buhurdan yakmak
gibi bir şey bu. Müslüman mahallesinde
salyangoz satmaya benzer bu. Hiçbir etkisi ve
önemi olmadı,
cautérisation diş. Dağlama, yakma (Cautérisation
d'une plaie).
cautériser gçl. Dağlamak, yakmak (Cautériser une
plaie, une blessure). '
caution diş. 1. Mnancalık, *güvencelik, "teminat
cautionnement
akçesi (Verser une caution, déposer une caution:
Teminat yatırmak. Exiger une caution: Teminat
istemek). 2. Destek, koruma, himaye (Un
candidat qui seprésente devant les électeurs avec la
caution d'un chef de parti). 3. Kefil; kefalet. 4.
inanca, güvence, "teminat. § Caution solidaire:
Müteselsil kefil; müteselsil kefalet. Sous caution:
Kefaletle, kefalet altında. Sujet à caution:
Güvenilmez, inanılmaz, su götürür, şüpheli (Une
nouvelle sujette à caution. Il a un caractère sujet à
caution). Mettre en liberté sous caution: Kefaletle
salıvermek. §Se porter caution pour qn: Birine
kefil olmak (Ils'est porté caution pour son cousin).
cautionnement er. 1. Kefillik. 2. İnancalık,
güvencelik, teminat akçesi (Il a versé un
cautionnement pour obtenir sa mise en liberté
provisoire). 3. Kabul etme, benimseme (Le
cautionnement de cette politique par le Parlement
est un fait accompli).
cautionner gçl. 1. Kefil olmak (Cautionner un ami).
2. Benimsemek, desteklemek (Il ne veut pas
cautionner la politique du gouvernement).
cavalcade diş. 1. At gezintisi, grupla at gezintisi. 2.
Atlı grubu. 3. Atlı, arabalı geçit. 4. Koşuşma,
atlama, zıplama, koşu (Une cavalcade de rats au
grenier). S. Kalabalık, sürü, güruh (La cavalcade
des élèves dans les couloirs. Une cavalcade
d'enfants qui dégringolent l'escalier).
cavalcader gsz. 1. Grupla at gezintisi yapmàk. 2.
Koşuşmak, grup halinde koşuşup oynamak (Les
enfants cavalcadent dans le jardin).
cavale diş. 1. (Şiir dilinde) Kısrak (Une cavale
indomptable et rebelle). 2. Kaçış, kaçma, firar,
tüyme. § Etre en cavale: argo. Kaçmak, firar
etmek, firarda olmak,
cavaler gsz. hlk. 1. Koşmak, koşup durmak (J'ai
cavalé toute la journée). 2. gçl. Can sıkmak,
bıktırıp usandırmak (Tu me cavales). § Se cavaler:
argo. Kaçmak, tüymek, firar etmek (Il a laissé la
porte ouverte, tous les lapins se sont cavalés).
cavalerie diş. 1. Süvarilik, süvari sınıfı (Une brigade
de cavalerie). 2. Bir yerdeki atların tümü (La
cavalerie d' un cirque). § La grosse cavalerie: Kaba
şey, zevksiz şey, rastgele şey (Dans le rayon voisin
de la cristallerie, on trouve la grosse cavallerie de la
vaisselle defaïence).
cavaleur s. ve ad. Çapkın, hovarda (Il est un peu
cavaleur).
cavalier er. 1. Atlı, binici (Cavalier de cirque.
Cavalier participant à un concours hippique). 2.
Süvari, süvari eri (Les cavaliers passent). 3. Bir
kadına eşlik eden erkek, kavalye (Elle n'a pas de
cavalier pour danser). 4. (Satranç oyununda) At.

225

caverne
5. Büyük forma kâğıt. 6. Bir yol yada bir kanal
boyunca uzanan toprak yığını. 7. Yanda yöredeki
tabyaları göz altında bulunduran istihkâm. §Beau
cavalier: Boylu boslu ve çevik delikanh, cilasun.
Faire cavalier seul: Tek başına iş görmek, kendi
başına hareket etmek (Il a l'habitude de faire
cavalier seul).
cavalier, ères. 1. Süvarilere özgü, süvarilere değgin
(Tournure cavalière). 2. Biraz sert, kaba saba (Un
geste cavalier, une réponse cavalière). 3.
Münasebetsizce, edepsizce (Une plaisanterie
cavalière). 4. ad. Kavalye (La cavalière d'un
danseur. Elle a trouvé un gentil cavalier). 5.
Atlılara ayrılmış, atlılara özgü (Piste, allée
cavalière). § Plan cavalier: Yüksekten ve geriden
bakılarak yapılan plan. Perspective cavalière:
Yüksekten ve arkadan bakılarak çizilen
kabataslak görünüm,
cavalièrement bel. Sertçe, küstahça (Il répond trop
cavalièrement).
cavatine diş. müz. Arık ve gösterişsiz bir arya türü;
tek sesli parça,
cave diş. 1. Mahzen (Cave à provisions, à bois, à
charbon). 2. tçki mahzeni (Il a du vin en cave.
Cave pleine de tonneaux). 3. Mahzendeki içkiler
(Je connais la richesse de ta cave). 4. İçki dolabı.
5. Kumarcıların önlerine koydukları para,kav.
6. Yeraltı eğlence kulübü (Les caves de
Saint-Germain-des-Près).
7. argo. Hacıağa,
enayi, kaz, parasım kadınlara yediren görgüsüz
zengin. 8.i.Çökük,çukur (Œil cave).% Veine cave:
Ana toplardamar (Veine cave supérieure).
caveau er. 1. Küçük mahzen. 2. Sanatçılar kahvesi,
taşlamalı şarkıların söylendiği kabare (Les
caveaux de Montmartre). 3. Yer altı gömütlüğü,
gömütlük, "mezarlık (ila été enterré dans le caveau
de famille).
caver gçl. 1. (Bir şeyi) Altından oymak. 2.
(Kumarda) Ortaya koymak (Il a cavé mille
francs). 3. gsz. Oyunda ortaya para koymak. 4.
Oymak, çukurlaştırmak (La rivière a cavé sous la
pile du pont). § Caver au plus fort: 1. Önünde en
çok para olan oyuncu kadar ortaya para koymak.
2. mec. Herşeyi aşırıya vardırmak. Caver au plus
bas: İşleri berbat etmek. § Se caver: 1.
Çukurlaşmak (Ses yeux se cavent). 2. Se caver de
qch: -kadar para ortaya koymak (Il s'est cavé de
mille francs).
caverne diş. 1. Mağara (L'âge des cavernes.
L'homme des cavernes). 2. Haydut sığınağı,
mağara (Caverne de brigands). 3. (Hastalık
dolayısıyla organlarda meydana gelen) Oyuk
(Cavernes pulmonaires).
caverneux
caverneux,euse s. 1. Mağarah, mağara dolu (Une
région caverneuse). 2. Oyuk oyuk, içinde birçok
oyuk bulunan (Un tissu caverneux). 3. Boğuk,
kısık, kuyu dibinden gelir gibi (Une voix
caverneuse).
cavernicole s. ve ad. er. Mağaralarda yaşayan
(Poissons cavernicoles).
cavet er. (Mimarlıkta) Çukur silme, yarım silme,
yarım oluk.
caviar er. Havyar. § Passer au caviar: Mürekkeple
karalamak, sansür edip çıkarmak,
caviardage er. Karalama, sansür edip çıkarma,
caviarder gçl. Karalamak, sansür edip çıkarmak
(Cavidarder un texte).
cavité diş. Oyuk, çukur, boşluk (Cavité des yeux,
cavité du nez. Cavités naturelles du sol. L'eau a
creusé une cavité dans la roche).
ce, cet, cette, ces s. 1. Bu (Ce livre, ce garçon. Cet
arbre, cet enfant. Cette fille, cette maison. Ces
livers, ces arbres, ces filles). 2. Bu işaret
sıfatlarından sonra gelen sözcüğün sonuna -ci
eklenince ŞU, -là eklenince de O işaret sıfatları
yapılır (Ce garçon-ci: Şu çocuk; Cet arbre-ci: Şu
ağaç; Cette fille-ci: Şu kız; Ces livres-ci: Şu
kitaplar;Cesenfants -ci: Şu çocuklar;Ces filles -ci:
. Şu kızlar. Ce livre-là: O kitap; Cet arbre-là: O
ağaç; Cette fille-là: O kız; Ces livres-là: O kitaplar;
Ces arbres-là: O ağaçlar; Ces filles-là: O kızlar).
ce adıl. Konuşulan şeyi, şeyleri, kişi yada kişileri
anlatmaya yarar (C'est juste: Bu doğrudur; C'est
votre ami: O sizin dostunuzdur; Ce sont mes
enfants: Bunlar benim çocuklarımdır). § Ce
disant: Bunu söyleyince, bunu söyledikten sonra,
böyle söyleyerek. Ce faisant: Bunu yapınca,
böyle yaparak, bunu yaptıktan sonra. Pour ce
faire: Bunu yapmak için. Sur ce: Bunun üzerine,
bunun üstüne. Ce q u i . . . : -en şey, -yen şey (Il ne
comprend pas ce qui me blesse: Beni yaralayan
(üzen) şeyi anlamıyor). Ce que...: -diği şey (Je
veux apprendre ce que vous allez faire:
Yapacağınız şeyi öğrenmek istiyorum). Ce
que...!: Ne kadar da (Ce qu'il fait froid!: Hava ne
kadar da soğuk! Ce que vous êtes chic
aujourd'hui!: Bugün ne kadar da şıksmız!). Ce
qui: Bu ise, buda (Je ne peux pas aider mes frères,
ce qui me tue: Kardeşlerime yardım edemiyorum,
bu ise (bu da) beni öldürüyor). Ce que c'est que...:
-in ne olduğu (Une connaît pas ce que c'est qu'une
mort: Bir ölümün ne demek olduğunu, ne
olduğunu bilmiyor).
Ce que c'est de f. qch:
-menin ne demek olduğu (Tu apprendras ce que
c'est de déranger les gens: Başkalarını rahatsız
etmenin ne demek olduğunu öğrenirsin). C'est à

226

céder
qn de f. qch: -mek -e düşer (C'est à votre mère de
décider: Karar vermek annenize düşer; karar
vermek annenizindir). C'est que...: -diğinden
dolayı, -diği için, -den ötürü (S'il a échoué, c'est
qu'il n'a jamais travaillé: Başaramadıysa, hiç
çalışmadığındandır, hiç çalışmadığı içindir). C'est
à f. qch: -cek bir şey bu(C'est à pleurer.'Ağlanacak
bir şey bu). C'est... qui: -en... dir (C'est mon fils
qui a gagné: Kazanan benim oğlumdur). C'est...
que: -diği... dir (C'est une bonne maison que je
cherche: Aradığım iyi bir evdir). Si ce n'est...: 1.
.. .değilse bile (Il est l'un de mes meilleurs amis, si
ce n'est le meilleur: En iyisi değilse bile en iyi
dostlarımdan biridir o). 2. Hariç, -den başka (Je
vous défends de ne rien emporter, si ce n'est des
livres: Kitaplar hariç (kitaplar dışında) hiçbir şey
götürmenize izin vermiyorum). C'est pourquoi:
Bunun için, bundan dolayı (J'ai beaucoup d'amis
dans cette ville, c'est pourquoi je veux m'y
installer pour de bon).
céans bel. Burası, burada (Sortez de céam: Çıkın
buradan).
ceci adıl. Bu, bunu ( Ceci ne m'a pas plu: Bu hoşuma
gitmedi. Je préfère ceci: Bunu yeğlerim).
cécité diş. 1. Körlük (Elle est atteinte de cécité. Il est
menacé de cécité complète s'il ne se fait pas
opérer de la cataracte). 2. mec. Görmezlik,
kavrayamazlık (Je reste stupéfait devant une telle
cécité).
cédant,e ad. Bir hakkı başkasına bırakan; (Bir şeyi
başkasına) bırakıcı.
céder gçl. 1. Bırakmak, terketmek (Céder un
terrain, un village). 2. Céder qch à qn: Bir şeyi
birine bırakmak (Il a cédé sa place à une vieille
femme). 3. Aktarmak, devretmek, (Céder un
magasin, un fonds, une créance). 4. Satmak (Va
demander à la voisine si elle pourrait me céder une
douzaine d'œufs). S. gsz. Boyun eğmek (Hafini
par céder). 6. gsz. Direnci kırılmak (Nos troupes
ont cédé sous les assauts d'un ennemi très supérieur
en nombre). 7. gsz. Pes demek, sinmek, aşağıdan
almak (7/ ne fautpas céder devant ces menaces). 8.
gsz. Céder à qch: Bir şeye boyun eğmek, uymak
(Il faut céder à la coutume). § Céder du terrain:
Toprak bırakmak, geri çekilmek, gerilemek
(Notre division a dû céder du terrain). Céder le pas
à qn: Birine pabuç bırakmak, üstünlüğünü kabul
etmek (Je ne lui céderai pas le pas). Céder le pas à
qch: Bir şeyi ön plana almak; bir şeyden sonra
gelmek (Les intérêts particuliers doivent céder le
pas à l'intérêt général). Le céder à qn en qch: Bir
şeyde -den aşağı kalmak (Il ne le cède à personne
en perspicacité. Son dernier roman ne le cède en
cédille
rien aux précédents).
cédille [sedijl diş. Ç harfinin altındaki çengel,
cédraie diş. Sedir ormanı, dağselvisi ormanı,
sedirlik, dağselviliği.
cédrat er. Ağaçkavunu (Confiture de cédrat).
cèdre er. Dağselvisi, Lübnan selvisi, sedir (Bois de
cèdres).
cédule diş. 1. (Eskimiştir) Borç senedi 2. Vergi
alınması gereken gelir listesi,
ceindre gçl. 1. Ceindre qch de qch: Bir şeyi -ile
kuşatmak .sarmak, çevirmek (Ceindre une ville de
murailles). 2. Kuşanmak, takmak; sarmak
(Ceindre ses reins). § Ceindre le diadème, la
couronne: Taç giymek, kral olmak. Ceindre la
tiare: Papalık tacı giymek, papa olmak. Ceindre
l'épée: Kılıç kuşanmak, savaşa hazırlanmak,
ceinture diş. 1. Kemer, kayış, kuşak (Attacher sa
ceinture, serrer sa ceinture). 2. Bel (L'eau lui
arrivait à la ceinture. Un homme nu jusqu'à la
ceinture). 3. Çember (Ceinture d'une colonne;
ceinture d'un obus). 4. Sur. 5. Kentin yöresini
dolaşan demiryolu ( Chemin de fer de ceinture. La
grande Ceinture, la petite Ceinture). § Ceinture de
sécurité: Emniyet kemeri.
Ceinture de
sauvetage: Can kurtaran yeleği. Ceinture de
chasteté: Namus kemeri; eskiden şövalyelerin,
savaşa giderken eşlerine giydirdikleri kilitli zırh
külot, bekâret kemeri. Se mettre la ceinture, se
serrer la ceinture: tkz. Hava almak, yoksun
kalmak. Desserrer sa ceinture: (Çok yendiği
zaman) Kemerim gevşetmek. Bonne renommée
vaut mieux que ceinture dorée: İyi ün zenginlikten
yeğdir.
ceinturer gçl. 1. Kuşakla sarmak. 2. Belinden
yakalamak, kavramak (Ceinturerson adversaire,
un joueur). 3. Ceinturer qch de qch: -ile sarmak,
kuşatmak (Ceinturer une ville de murailles). §Etre
ceinturé de qch: 1. -kuşanmak, takmak, sarmak
(Les magistrats étaient ceinturés d'un ruban bleu
sur leur robe). 2. -ile çevrelenmiş olmak (La ville
est ceinturée d'un boulevard extérieur).
ceinturon er. (Kılıç, kasatura asılan) Bel kayışı,
kemer, palaska,
cela adıl. 1. Bu (Cela n'a aucune importance). 2.
Bunu (Je n'aime pas cela. N'oubliez pas cela). §
Cela ne fait rien: Zararı yok. Il ne manque plus que
cela: Bir bu eksikti. Comment cela?: Bu nasıl
olur? Böyle bir şey nasıl olabilir?
céladon er. 1. Su yeşili, söğüt yeşili (Des étoffes
céladon). 2. Asma abajur. 3. alay. İçli âşık,
platonik âşık.
célébrant er. I. Ayin yöneten rahip 2. s. Ayin
yöneten (Prêtre célébrant).

227

cellulaire
célébration diş. 1. Ululama, kutlama (La
célébration d'une fête, d'un mariage, d'un
anniversaire). 2. Ayin yapma, ayin. 3. Akdetme,
kıyma (Célébration du mariage: Nikâh kıyma).
célèbre s. Ünlü, tanınmış, anlı sanlı (Un écrivain
célèbre). § Se rendre célèbre: Üne kavuşmak,
ünlü kişi olmak, tanınmak (Ils'est rendu célèbre en
très peu de temps).
célébrer gçl. 1. Ululamak, kutlamak, anmak
(Célébrer une victoire, une fête, un anniversaire).
2. Açıkça övmek, yüceltmek (Je célébrais ses
mérites et la noblesse de son cœur. On célèbre cet
artiste partout). 3. (Bir şeyin) Ayinini yapmak,
törenini yapmak (Célébrer la messe). §Célébrerle
mariage: Nikâh kıymak (Le maire a célébré le
mariage).

célébrité diş. 1. Ün, ünlülük, tanınmışlık (La


célébrité d'une œuvre, d'une personne, d'un lieu).
2. Ünlü kişi (Toutes les célébrités de la médecine
assistaient au congrès). § Parvenir à la célébrité:
Üne kavuşmak,
celer gçl. 1. Saklamak, gizli tutmak (Qui ne sait
celer, ne sait aimer). 2. Meydana çıkarmamak,
haber vermemek. 3. Celer qch à qn: Bir şeyi
birinden saklamak (Je lui ai celé la date de mon
départ).
céleri er. bitb. Kereviz,
célérifère er. İlkel bisiklet,
célérité <% Çabukluk, ivedilik (Il agit toujours avec
une étonnante célérité).
céleste i. 1. Göğe değgin, göksel (Une douceur
céleste). 2. Tanrısal (Bonté céleste, courroux
céleste). 3. Olağanüstü (Une beauté céleste). §
Corps célestes: Gökcisimleri. Sphère céleste: Gök
küresi, *gökyuvarı. La voûte céleste: Gökkubbe.
Couleur bleu céleste: Gök mavisi. La demeure
céleste: Cennet, uçmak. L'armée céleste:
Melekler. Le Père céleste: Tann. Esprits célestes:
Cennetteki ruhlar. Le Céleste Empire: Çin.
célibat er. Bekârlık (Vivre dans le célibat: Bekâr
yaşamak).
célibataire s. ve ad. Bekâr (C'est un célibataire
endurci. Elle est célibataire).
celle adıl.—» celui
cellérier, ère ad. (Bir manastırda) Kilerci,
cellier er. Şarabevi, şaraphane, kiler,
cellophane diş. Selofan
cellulaires. 1. Hücreli (Tissu cellulaire). 2. Hücreye
değgin; hücresel (Théorie cellulaire, division
cellulaire, membrane cellulaire). 3. Cezaevine
değgin, cezaevi hücresine değgin (Système
cellulaire. Voiture cellulaire: Cezaevi arabası.
Prison cellulaire: Hücre hapsi).
cellule
cellule diş. 1. Hücre (Le corps humain est formé de
milliards de cellules). 2. Hücre, çok küçük oda
(Cellule de moine, cellule d'ermite, cellule de
prisonnier). 3. Hücre hapsi (Il a eu dix jours de
cellule). 4. Çekirdek, küçük birim, nüve (La
famille est la cellule de la société. Les cellules d'un
parti politique). 5. Gizli örgüt hücresi (Cellule
locale). 6. Gözcük, delikçik (Les cellules d'une
éponge).
celluloïd er. Selüloit.
cellulose diş. Selüloz.
cellulosiques. Sellülozlu (Membranecellulosique).
celtique, celte s. ve ad. 1. Keklere değgin (L'art
celte; un poète celte). 2. er. Keltdili; Keltçe; Kelt.
celui, celle adıl. (ç.ceux, celles) Konu olan kişi yada
nesnenin yerine geçer (Celui qui parle: Konuşan,
konuşan kimse. Celle qui pleure: Ağlayan,
ağlayan kadın. Ceux qui ont vécu avant nous:
Bizden önce yaşamış olanlar. Pensez à celles qui
ont perdu leurs fils pour la patrie: Yurt için
çocuklarını yitirenleri (yitiren kadınları ) düşünün.
C'est mon livre, et c'est celui de mon frère: Bu
benim kitabım, bu da kardeşiminki. Notre maison
est plus jolie que celle de mon oncle: Bizim evimiz
amcamınkinden güzel. Tes cheveux sont aussi
longs que ceux de mon cousin: Saçların
yeğeniminkiler kadar uzun. Tes mains sont sales,
celles de ton frère sont toujours propres: Senin
ellerin kirli, kardeşininkiler herzaman temiz). §
Celui-ci, celui-là: Bu, bunu; şu, şunu (Voilà
plusieurs fruits, prenez celui-ci: İşte birçok meyve,
şunu alın. Celui-là me dégoûte: Bu beni
tiksindiriyor. Regardez les maisons, celle-ci
appartient à mon oncle: Evlere bakın, şu, amcama
ait. Voici des chemises, prenez celle-là: İşte
gömlekler, şunu alın). Ceux-ci, ceux-là; celles-ci,
celles -là: Bunlar, bunları; şunlar, şunları (Voici
des stylos, ceux-ci sont plus jolis, mais je prends
quand même ceux-là: İşte dolmakalemler, bunlar
daha güzel ama ben yine de şunları alıyorum.
Voici des fleurs, celles-ci sentent bon, mais je
préfère celles-là: İşte çiçekler, bunlar güzel
kokuyor, ama ben şunları yeğliyorum).
cément er. kim. Kimi cisimlere yeni özellikler
vermek için onları, içinde ısıttıkları toz, seman. 2.
anat. Diş köklerini kaplayan madde, diş kökü
kabuğu, seman,
cémentation diş. (Bir maddenin bileşimini
değiştirmek için) Bir maddeyi semanla birlikte
yüksek ısıya gösterme, tutma (Cémentation
superficielle, cémentation électrolytique).
cémenter gçl. (Bir maddenin bileşimini değiştirmek
için) Semanla birlikte yüksek ısıya göstermek,

228

cens
tutmak.
cénacle er. 1. İsa ile havarilerinin son kez
toplandıktan yemek odası. 2. mec. Aynı
düşüncede olan kimselerin toplantısı, küçük
topluluklar toplantısı (Le jeune poète était tout fier
de se sentir admis dans le cénacle de la poésie
d'avant-garde).
cendrediş. 1. Kül (Cendre de bois, decigarette. Faire
cuire des châtaignes sous la cendre). 2. (Bir
ölünün) Kemik kalıntıları; kemik külleri (On a
recueilli ses cendres dans une urne). 3. Kül rengi
(La cendre du crépuscule). § La cendre bleue:
Bakır karbonatı. Couver sous la cendre: Alttan
alta kaynamak, yavaş yavaş oluşmak, gelişmek
(La révolte, qui couvait depuis quelque temps sous
la cendre a abouti à une émeute sanglante).
Réduire qch en cendres, mettre en cendres: Yakıp
kül etmek, kül haline getirmek (Les Romains ont
réduit Carthage en cendres). Renaître de ses
cendres: Dirilmek, canlanmak, yeniden dirim
kazanmak. Paix à ses cendres: Nur içinde yatsın,
cendré, e s. Kül renginde, kül rengine boyanmış
(Des cheveux cendrés).
cendrée diş. 1. İnce av saçması. 2. Bir spor pisti,
cendrer gçl. 1. Kül rengine boyamak. 2. Külle
sıvamak (Cendrer une piste).
cendreux, euse s. 1. Küllü. 2. Külü andıran (Un
visage cendreux).
cendrier er. 1. Kül tablası (Un cendrier de cristal). 2.
Küllük, külün yığıldığı yer ( Un cendrier de foyer.
Vider le cendrier).
cendrillon diş. 1. Ateş başından ayrılmayan kadın,
külkedisi (Ma sœur était une vraie cendrillon). 2.
mec. Pasaklı hizmetçi,
cène diş. 1. İsa peygamberin havarilerle birlikte
yediği son yemek. 2. Bu son yemeği anmak için
kralların ve din büyüklerinin sofrada hizmet
ederek yoksulları ağırlaması biçiminde yapılan
tören. Protestanların kudas âyini,
cénobite er. 1. Manastırdan çıkmayan keşiş. 2.
Dünyadan el etek çekmiş kimse. 3.
Hıristiyanlık'ın ilk dönemlerinde, bir arada
yaşayan rahipler,
cénobitique s. Manastır yaşamını andıran,
dünyadan el ayak çekmiş (Mener une vie
cénobitique).
cénobitisme er. Dünyadan el etek çekme,
cénotaphe er. Ölmüş bir kimseyi anma amacıyla
onun adına yapılmış boşgömüt.
cens [sâs] er. 1. Eski Roma'da beş yılda bir yapılan
nüfus sayımı. 2. Toprak sahiplerinin derebeyine
ödemek zorunluğunda olduğu vergi. 3. Kimi
siyasal düzenlerde seçmek yada seçilmek hakkını
censé
kazanmak için ödenmesi gereken belirli vergi (Le
cens électoral. Elever le cens, abaisser le cens).
censé,es. -gibisayılan; -diye kabul edilen (Vousêtes
censé connaître tout cela: Bütün bunları biliyor
sayılıyorsunuz. Nul n'est censé ignorer la loi:
Kimse yasayı bilmiyor kabul edilmez).
censément bel. hlk. 1. Güya, sözde, sözüm ona (II
n'y a censément pas de différence de qualité entre
ces deux étoffes). 2. Âdeta, sanki (Tues censément
le maître).
censeur er. 1. Eski Roma'da nüfus, mülk ve töre
işlerine bakan görevli. 2. Eleştirmeci, yargılayıcı
(Un censeur sévère, un censeur injuste). 3.
Öğretim denetçisi (Madame le censeur. Censeur
dans un lycée). 4. "Sansürcü, 'sıkıdenetimci (Les
censeurs ont refusé le visa à ce film).
censorat er. Sansürcülük, sıkıdenetimcilik.
censorial,e s. Sansüre değgin, *sıkıdenetimsel.
censurable s. Kınanması gereken, kınanacak (Une
conduite censurable).
censure diş. 1. Eski Roma'da nüfus, mülk ve töre
işlerine bakma görevi. 2. Eleştirme, eleştiri,
kınama (Il s'est exposé à la censure de son
entourage). 3. Sansür kurulu, sıkıdenetim kurulu
(La censure ouvra les lettres. Le film est à la
censure). 4. "Sansür, 'sıkıdenetim (La censure
d'une œuvre, d'un film). § Motion de censure:
Meclis araştırması (Déposer une motion de
censure).
censurer gçl. 1. Kınamak, eleştirmek (Il est prêt à
censurer toute innovation. Censurer les actions
d'autrui). 2. Kusurlarını yüzüne söylemek,
hırpalamak (Censurer un avocat, un député). 3.
Sansür etmek, 'sıkıdenetimlemek (Censurer un
film, un ouvrage, une pièce de théâtre).
cent s. 1. Yüz, yüz tane (Bu sayı sıfatı kendisini
çarpan bir sayıdan sonra geldiği zaman çoğul
olarak kullandır: Trois cents hommes. Ancak,
kendinden sonra başka bir sayı gelir yada yüzüncü
anlamına kullanırsa çoğul olmaz: Trois cent huit
hommes; Page cinq cent). 2.er. Y üz(Le produit de
cent multiplié par neuf). 3. er. Yüznumara,
ayakyolu (Le cent). 4. (Kimi para birimlerinde)
Yüzde bir, santim. § Cent pour cent: Yüzde yüz,
katıksız, eksiksiz (Il est français cent pour cent).
...Pour cent: Yüzde...: (Trois pour cent: Yüzde
üç. Dixpourcent: Yüzdeon). Cent fois: Yüz kez,
bin kez (ila centfois raison. C'est cent fois mieux.
C'est cent fois pire). Avoir des mille et des cents:
Cebi binliklerle dolu olmak, çok zengin olmak.
Etre aux cent coups: Kaygılı olmak, kaygılar
içinde olmak. Ne halt edeceğim bilememek,
şaşkına dönmek. Faire les cent pas: Mekik

229

central
dokumak, bir gidip bir gelmek. Faire les quatre
cent coups: Serüven dolu düzensiz bir yaşam sürmek, nerde akşam orda sabah yaşamak,
"avarelik
etmek. En un mot comme en cent: Uzun sözün
kısası; kısacası (En un mot comme en cent, je
refuse). Il y a cent sept ans: Çok ama çok önce. Je
vous le donne en cent: Bilin bakayım, bilirseniz
bravo derim size (Devinez qui j'ai rencontré, je
vous le donne en cent).
centaine diş. 1. Yüz kadar (Une centaine de
personnes). 2. mat. Yüzlük, yüzler (La colonne
des centaines). 3. Püskül yada çile bağı. § En
centaines: Yüzer yüzer. Par centaines, à la
centaine: Yüzlerce (Les commandes arrivent
chaque jour par centaines). Perdre la centaine:
mec. İpin ucunu kaçırmak,
centaure er. Masallarda yan insan yan at biçiminde
anlatılan yaratık, "santor (Centaure à corps de
taureau).
centaurée diş. bitb. Kantaron,
centenaires, vead. 1. Yüzyıllık, yüzyıl yaşamış, yüz
yaşında (Un arbre centenaire, un centenaire, une
centenaire). 2. er. Yüzüncü yıldönümü (On a
célébré le centenaire de la fondation de l'usine).
centenier er. (Eskiden) Yüzbaşı.
centennal,e s. Yüzyılda bir olan, yüzüncüyü
(Exposition centennale: Yüzürıcüyd sergisi).
centésimal,e s. 1. Yüze bölünmüş, yüzdelik
(Fraction centésimale). 2. Yüze bölünmüşten
parça.
centiare er. (Yüzölçümü birimi) Bir ann yüzde biri,
bir metre kare, santiar,
centième s. 1. Yüzüncü (La centième année, la
centièmepartie). 2. er. Yüzde bi r ( t/n centième). 3.
diş. Yüzüncü oynanış (La centième d'une
opérette, d'une comédie).
centigrade s. 1. Yüz dereceye ayrılmış. 2. er.
Derecenin yüzde biri. § Thermomètre centigrade:
Santigrat sıcakölçer.
centigramme er. Santigram, gramın yüzde biri.
centilitre er. Santilitre, litrenin yüzde biri.
centime er. Frangın yüzde biri, santim,
centimètre er. l.Santimetre,metreninyüzdebiri.
2. Mezura, metre şeridi (Centimètre de couturière,
centimètre de tailleur).
centon er. Her dizesi başka bir koşuktan alınmış
koşuk, derleme koşuk,
centrage er. Merkezleme, 'özekleme, merkezini
saptama, özeğini bulma (Centrage d'un projectile,
d'un avion).
central,e s. 1. Merkezde olan, merkez; 'özekte
olan, 'özeksel; orta, ortadaki (Un point central.
L'Asie centrale. Administration centrale. Le
centrale
pouvoir central). 2. Temel, esas (La question
financière est centrale). 3. ad. tkz. Sanat okulu
öğrencisi. 4. er. Santral, "özek (Le central
téléfonique, le central télégraphique).
centrale diş. Santral, fabrika (La centrale électrique;
la centrale thermique, centrale atomique).
centralisateur,trice s. *Özekçi, merkezci; bir
"özekte (merkezde) toplayıcı (Un régime
centralisateur).
centralisation diş. l."Özeklendirme, bir "özekte
toplama, merkezleştirme, bir merkezde toplama
(La centralisation des renseignements). 2.
"Özekçilik, "merkeziyetçilik (La centralisation
politique, économique, administrative).
centraliser gçl. "Özeklendirmek bir "özeğe
toplamak, bir merkeze bağlamak (Centraliser les
pouvoirs. Centraliser des renseignements).
centralisme
er.
Merkeziyetçilik, "özekçilik
(Centralisme bureaucratique).
centraliste er. Merkeziyetçi, "özekçi.
centre er. 1. "Özek, merkez (Le centre de la Terre.
Le centre d'une ville, le centre d'un cercle. Centre
de haute pression). 2. Orta, iç bölge (Le centre
d'unpays). 3. Kent, merkez (Lecentreindustriel).
4. Büro, daire, bölüm (Centre de mobilisation). S.
Kaynak, yuva (Là était le centre du mal). 6. spor.
Santrfor.7. (Parlamento) Merkez (Le parti du
centre. Un parti du centre gauche, du centre droit).
§ Au centre de: Ortasında, merkezinde (Ankara
est au centre de Turquie. Au centre de la ville, il y a
un grand monument). Centre de gravité, centre
d'attraction: Ağırlık merkezi. Centre d'intérêt:
İlgi merkezi. Centres nerveux: Sinir merkezleri.
Centres vitaux: Hayat merkezleri "yaşam
özekleri. En plein centre de: Tam ortasında,
göbeğinde (En plein centre de la ville). Etre au
centre de: -in en önemli noktası olmak, en can alıcı
noktası olmak; temeli olmak (La question
financière a été au centre du débat). Etre le centre
de qch: Bir şeyin elebaşısı olmak, beyni olmak, en
önemli öğesi olmak. Faire un centre: (Spor) Topu
ortalamak. Se croire le centre du monde: Kendini
dünyanın merkezi sanmak, herşeyi kendine
yontmak.
centrer gçl. 1. Bir şeyi tam ortaya, merkeze almak
(Centrer une image). 2. Merkezini, özeğini
saptamak (Centrer une roue). 3. mec. Bir şeyi
kendisine merkez olarak almak, bir şey üzerine
dayanmak (La pièce centrait sur le personnage de
Minos. Un roman centré sur la vie des paysans). 4.
(Spor) Topu ortalamak (L'ailier a centré près des
buts).
centrifuges. Merkezkaç (Forcecentrifuge).

230
cercle

centripètes. Merkezcil (Force centripète).


centrisme er. Ortacılık, merkezcilik, merkezci
parti yandaşlığı,
centriste s. ve ad. Merkezci, "özekci, ortacı (Une
politique centriste. Les centristes).
centuple s. 1. Yüz kat (Mille est un nombre centuple
de dix). 2. er. Yüz katı (lia gagné le centuple de sa
mise. Tu seras récompensé au centuple).
centupler gçl. Yüz kat çoğaltmak, yüz katına
çıkarmak, çok arttırmak (Centupler sa fortune,
centupler ses efforts).
centurie diş. (Eski Roma'da) Yüz kişilik takım,
centurion er. Yüz kişilik takımın başı.
cep [ît/>] er. 1. (Eskiden) Pranga (Etre aux ceps:
Prangalı olmak, zincire vurulmak). 2. Bağ
kütüğü, omça, tevek (Le vigneron parcourt les
rangées de ceps).
cépage er. Bağ çubuğu,
cèpe, ceps er. bitb. Taşmantarı.
cependant bel. 1. Bu sırada, o sırada. 2. bağ.
Bununla beraber, oysa, böyle olmakla birlikte
(La situation est délicate, elle n'est pas cependant
désespérée). 3. Cependant que: a) -iken, -diği
sırada (Il dormait cependant que la maison avait
pris feu), b) Oysaki, -diği halde, -sine karşın (Il
réussit cependant qu'il ne soit pas d'une
intelligence brillante).
céphalalgie, céphalée diş. Başağrısı.
céphalique s. Başa değgin, başla ilgili (Arthère
céphalique. Douleur céphalique).
céphalopodes er. ç. hayb. Kafadanbacaklilar.
cérame er. 1. Pişmiş topraktan yapılmış eski Yunan
vazosu. 2. s. Pişmiş topraktan. § Grès cérame:
Çömlekçi toprağı,
céramiques. 1. Kilişine değgin, seramikle ilgili (Les
arts céramiques; Les produits céramiques). 2. diş.
Kilişi, seramik sanatı, seramikçilik. 3. Seramik
(Les murs sont revêtus de carreaux de céramique).
céramistes, vead. Seramikçi, "kilişci.
céramographie diş. Seramikbilim; seramik tarihi
üzerine kitap,
céraste er. hayb. Mısır engereği,
cérat er. Balmumlu merhem (Soigner une gerçure
avec du cérat).
cerbère er. 1. Söylencede, cehennemin kapışım
bekleyen üç başlı köpek. 2. Kaba ve sert kapıcı
yada gardiyan,
cerceau er. 1. Çember (Un enfant qui joue au
cerceau dans les allées du parc). 2. Yırtıcı kuşlarda
kanadın uç tüyleri, telek,
cerclage er. Çemberleme, çember geçirme (Le
cerclage d'un tonneau).
cercle er. 1. Daire (Le fond de la tasse à café avait
cercler
imprimé un cercle sur la nappe. Le cercle polaire).
2. Çember (Un cercle de roue, un cercle de
tonneau). 3. Dernek, kulüp (Un cercle littéraire,
politique. Fonder un cercle). 4. Dernek yeri,
toplanma yeri (Dîner au cercle). 5. mec. Alan,
sınır (Ces ouvrages augmenteront le cercle de vos
connaissances).
6. Çevre
(Les
cercles
diplomatiques. Le cercle de la famille). § Cercle
vicieux: Kısır döngü. Tomber dans un cercle
vicieux: Kısır döngü içine düşmek. Former un
cercle autour de qn: Birinin etrafında halka
olmak.
cercler gçl. Çember geçirmek, çemberlemek
(Cercler une roue, un tonneau). § Etre cerclé de:
-ile çerçevelenmek, çevrilmek (Des lunettes
cerclées d'or. Des yeux cerclés de bistre).
cercopithèque er. hayb. Uzunkuyruktu maymun,
cercueil er. Tabut. § Descendre au cercueil: Ölmek.
Etre dans le cercueil: Ölü olmak. Du berceau au
cercueil: Beşikten mezara kadar,
céréale diş. Tahıl (La culture des céréales).
céréalier,ère 5. Tahıla değgin (La production
céréalière).
cérébelleux,euse
s. anat.
Beyinciğe
değgin
(Atrophie cérébelleuse).
cérébral,e s. Beyine değgin, beyinsel (Hémorragie
cérébrale).
cérébralité diş. Entellektüellik; kafalılık, aydınlık
(La froide cérébralité d'une romancière).
cérébro-spinal,e s. Beyinle omuriliğe değgin
(Méningite cérébro-spinale).
cérémonial,e s. 1. Dinsel törenlere değgin; törensel
(Loicérémoniale). 2. er. (Çoğulu yoktur) Tören
yollan,
tören
kurallan
(Cérémonial
diplomatique.
Cérémonial de cour).
3.
(Eskimiştir) Nezaket kuralları, "muaşeret
kuralları (Il est très attaché au cérémonial).
cérémonie diş. 1. Âyin. 2. Tören (La cérémonie
d'inauguration d'une faculté. Les cérémonies d'un
anniversaire national). 3. Saygı, nezaket;
"resmiyet (Ilnous a reçus avec cérémonie). § Sans
cérémonie: Sadelikle, gösterişe kaçmadan,
resmiyete dökmeden (Venez dînerà la maison
sans cérémonie).
cérémonie),le s. Törensel; törenlere, şenliklere,
bayramlara değgin (Pratiques cérémonielles.
Cycle cérémomel).
cérémonieusement bel. Törenle; büyük bir
nezaketle.
cérémonieux,euse s. 1. Yapmacıklı, biçimci, pek
ciddi, resmî (Un air cérémonieux, un ton
cérémonieux). 2. Aşırı nazik, protokola düşkün;
törensel (Un accueil cérémonieux).

231

certain

cerf er. 1. Geyik (La chasse au cerf). 2. mec. tkz.


Ayağmaçabuk kimse. 3. Gevşek karakterli. § Se
déguiser en cerf: argo. Tabanları yağlayıp
kaçmak, tüymek,
cerfeuil er. bitb. Frenkmaydanozu.
cerf-volant er. 1. Uçurtma (Lancer un cerf-volant.
Les enfants jouent avec des cerfs-volants). 2. hayb.
Geyikböceği.
cerisaie diş. Kirazlık, kiraz bahçesi; vişne bahçesi,
cerise diş. 1. Kiraz (Les cerises n'ont pas encore
mûri). 2. argo. Kötü şans, kem talih. 3. s. Kiraz
renginde (Des rubans cerise). § Devenir rouge
comme une cerise: (Utançtan yada heyecandan)
Kıpkırmızı kesilmek,
cerisette diş. 1. Vişne yada kiraz kurusu. 2. Vişne
likörü, kiraz likörü,
cerisier er. Kiraz ağacı.
cerne er. 1. (Eskiden) Halka, çember. 2. Enine
kesilen bir ağacın kesitinde görülen ve her biri
ağacın bir yaşmı gösteren halkalar. 3. Bir yaranın
yada gözün etrafındaki mor halka (Les cernes de
son visage rappellent les nuits sans sommeil qu'il
vient de passer). 4. (Resimde, resmi yapılan
şeylerin) Çevre çizgisi,
cerné,e s. Etrafı mor halkalı (Il a les yeux cernés).
cerneau er. 1. Taze ceviz içi. 2. Ceviz çağlası,
cerner gçl. i . Fırdolayı bıçakla çizmek (Cerner un
arbre). 2. Dört bir yandan çevirmek (L'horizon
qui cerne une plaine). 3. İçini çıkarmak (Cerner les
noix). 4. Kuşatmak, sarmak (Les policiers ont
cerné la maison. Les troupes ont cerné la ville). 5.
Sıkıştırmak, çember içine almak, kıstırmak (Nos
troupes ont cerné un détachement ennemi). 6.
Daraltmak, sınırlandırmak(Orner une question,
un problème). 7. (Resimde) Çizgi çevirmek
(Cerner une figure d'un trait bleu). § Etre cerné de
qch: -ile çevrili olmak (La lune était cernée d'un
halo).
certain,e s. 1. Doğruluğu kesin olan, pekin, sağlam,
"muhakkak (Son départ est certain. Une preuve
certaine). 2. Kuşkusu olmayan, kesin olarak
bilen, emin (Je suis certain qu'il viendra). 3.
Sağlam, kesin, su götürmez (Un profit certain). 4.
Belli, belirli, "muayyen (Se réunir à certaines
heures). 5. -in biri (Un certain écrivain: Yazarın
biri). 6. Az çok, oldukça (Vin d'une certaine
renommée: Oldukça tanınnuş bir şarap). 7. ç.
Kimi, "bazı (Certains gens, certaines villes). 8. er.
Belli olan şey, belirli (Je préfère le certain à
l'incertain). 9. adıl. Kimileri (Certains disent,
certains prétendent. Aux yeux de certains, il n'a
aucune qualité). § Etre certain de qch, de f. qch
-den emin olmak; -mekten emin olmak (Je suis
certainement
certain du résultat, de mes calculs. Il est certain de
réussir). Etre certain du lendemain, de son lendemain: Yarınından emin olmak,
yarınına güvenle
bakmak. Jusqu'à un certain point: Bir dereceye
kadar.
certainement bel. Kuşkusuz, elbette (On peut
trouver certainement une solution au problème).
certes bel. Kuşkusuz, elbette, hiç kuşku yok ki.
certificat er. 1. Belge (Certificat de travail). 2.
Diploma (Certificat d'études primaires. Certificat
de licence). 3. Kâğıt (Certificat de vaccination). 4.
Rapor (Certificat médical). 5. mec. İnanca,
güvence, "teminat. § Certificat de bonne vie et
mœurs: İyi hal kâğıdı. Certificat d'aptitude:
Yeterlik belgesi. Certificat de mariage: Evlenme
cüzdanı. Certificat de naissance: Doğum belgesi.
Certificat d'indigence: Yoksulluk belgesi,
"fakirlik ilmühaberi. Certificat d'origine: "Menşe
şehadetnamesi.
certifıcatif.ives. Doğrulayıcı,
certification diş. Yazılı doğrulama, "tasdik etme,
"tasdik (Certification de signatures).
certifier gçl. Doğrulamak, gerçeklemek, doğru ve
gerçek olduğunu belirtmek, onaylamak, tasdik
etmek (Certifier une signature. Certifier
l'exactitude d'une information). § Certifier une
caution: Kefile kefil olmak. Certifié conforme à
l'original: Aslına uygun olduğu onaylanır,
certitude diş. 1. Doğruluk, gerçeklik (La certitude
d'un événement historique est souvent difficile à
contrôler. Certitude d'un fait). 2. Kesin bilme,
inan (J'ai la certitude qu'il viendra). 3. İnanç
(Certitude en matière religieuse). § Avoir la
certitude de qch: -e güvenmek; -den emin olmak
(Il faut avoir la certitude du lendemain). Avoir la
certitude de f. qch: -diğine kesin olarak inanmak;
-diğinden emin olmak (J'ai la certitude d'avoir
entendu marcher dans le couloir).
céruléen,ne s. Maviye çalan, mavimtrak (Un soir
céruléen).
cérumen er. Kulak kiri (Cure-oreille pour ôter le
cérumen).
cérumineux,euse s. 1. (Kulak) Kirli. 2. Kulak
kirine değgin,
céruse diş. Üstübeç.
cerveau er. 1. Beyin (Le cerveau humain est très
développé). 2. Kafa, zekâ (Un cerveau borné. Un
cerveau puissant). 3. Çok zeki insan, çok kafalı
kimse (C'est un grand cerveau). 4. mec. Merkez,
beyin (Le cerveau de cette entreprise, c'est le
bureau d'études). § Cerveau électronique:
Elektronik beyin. Transport au cerveau: Beyine
kan akını, beyin kanaması. Avoir le cerveau fêlé,

232

cesser
dérangé: Kafadan kontak olmak, deli olmak,
kaçık olmak. Se creuser le cerveau sur qch: Birşey
üzerinde beyin çatlatmak, kafa yormak. Se
fatiguer le cerveau: Kafasını yormak (Ne te fatigue
pas le cerveau, on trouvera une autre solution).
cervelas er. Kaim ve kısa bir tür sucuk,
cervelet er. anat. Beyincik.
cervelle diş. 1. Beyin (Cervelle d'agneau. Cervelle
au beurre). 2. mec. Kişi, kimse (C'est une cervelle
folle, une cervelle légère, évaporée). § Homme
sans cervelle, tête sans cervelle: Kafasız kimse,
aklı kıt. Brûler la cervelle à qn: Birini öldürmek.
Se brûler la cervelle, se faire sauter la cervelle:
Kafasına bir kurşun sıkıp intihar etmek. Se
creuser la cervelle: Kafa patlatmak, kafa yormak,
çok çaba göstermek. Rompre la cervelle: Kafa
şişirmek.
cervical,e s. Boyuna değgin; "boyunsal (Nerfs
cervicaux. Douleur cervicale).
cervicalgie diş. hek. Boyun ağrısı, ense ağrısı,
cervidés er. ç. hayb. Geyikgiller,
ces s. —* ce
césar er. 1. Roma imparatorlarının ünvanı. 2. Kral,
imparator, hükümdar, kayzer ;buyurgan, diktatör
(L'anarchie engendre desCésars). § Il faut rendre à
César ce qu'on doit à César: Sezar'ın hakkını
Sezar'a vermeli.
césarien,ne s. 1. Sezar'a değgin, hükümdarlara
değgin. 2. Diktatörce (Unrégimecésarien). 3.er.
Krallık yanlısı, hükümdar yanlısı.
césarienne diş. hek. Sezaryen ameliyatı. § Faire une
césarienne: argo. Birinin cüzdanını vurmak,
parasını çalmak,
césarisme er. Halkın oyuna dayanan yada
dayanmaya çalışan buy urgan yönetim (Le
césarisme des Bonaparte).
cessant,e s. Durdurulmuş, arası kesilmiş. § Toutes
choses cessantes, toutes affaires cessantes: Her
şeyi bir yana bırakarak, her işi bırakarak (Vous
devez vous occuper de ce problème toutes affaires
cessantes).
cessation diş. 1. Durdurma, bırakma (Cessation des
hostilités. Cessation du travail). 2. Durma, dinme,
yatışma (Cessation d'une douleur).
cesse diş. Durma, durak (Il n'a ni repos ni cesse:
Onda uyku durak yok). § Sans cesse: Durmadan,
aralıksız, habire (Il travaille sans cesse. La pluie
tombe sans cesse). N'avoir point de cesse que:
-ceye dek dur durak bilmemek; -ceye dek didinip
durmak (Il n'aura pas de cesse qu'il n'obtienne ce
qu'il veut. Il n'a pas eu de cesse avant d'avoir
obtenu le renseignement qu'il cherchait),
cesser gsz. 1. Durmak, dinmek, kesilmek (La neige
cessez-le-feu
acessé. Lafièvreacessé. La lutte ne cesserapas). 2.
gçl. Durdurmak, kesmek, artık yapmamak (Ils
ont cessé le combat. Nous avons cessé la
fabrication de ce modèle. Cesser un travail). 3.
Cesser de f. qch: -meyi bırakmak (Cesser de
parler, de fumer: Konuşmayı, sigara içmeyi
bırakmak, konuşmamak, sigara içmemek). 4. Ne
pas cesser de f. qch: -meyi sürdürmek, -meye
devam etmek (Je n'ai pas cessé de lutter).
cessez-le-feu er. Ateşkes (Ona proclamé le cessezle-feu).
cessibilité diş. Bırakılabilirlik, aktarilabilirlik,
çevrilebilirlik; temlik edilebilirlik (La cessibilité
d'un droit, d'un bien, d'une action).
cessible s. Başkasına bırakılabilir, aktarılabilir,
çevrilebilir; temlik edilebilir (Ces actions ne sont
pas cessibles avant trois ans).
cession diş. Başkasına bırakma, aktarma
"devretme; "temlik (Cession d'un droit, cession
d'un bien).
cessionnaire ad. Kendisine bir şey bırakılan kimse,
kendisine bir hak devredilen kimse (Cessionnaire
d'une créance).
c'est-à-dire bağ. Şu demeye gelir ki, şu demek ki,
demem şu ki, "yani (Il aime ses livres, c'est-à-dire
ses amis). § C'est-à-dire que: Demek ki, şu halde,
yani (Il n'y a pas de vin, c'est-à-dire que nous allons
souffrir).
ceste er. Zırhlı eldiven.
césure diş. ed. (Koşuk dizesi içinde) Durak (La
césure classique coupe le vers en hémistiches et en
marque la cadence).
cet,cette s.—> ce
cétacé,e s. 1. Balinagillerden olan (Animaux
cétacés). 2. er. Balinagiller, balinalar (Ördre des
cétacés). 3. Balina; balina türünden bir memeli
(Harponner un cétacé).
cétoine diş. hayb. Ziyba böceği. § Cétoine dorée:
Altın böceği,
ceux adıl. -» celui,
chabichou er. Keçi peyniri,
chabler gçl. Silkelemek, ağacın yemişlerini sırıkla
vurarak indirmek (Chabler les noix).
chablis \jabli] er. 1. Yellerden, fırtınadan devrilmiş
ağaç. 2. Beyaz sek Chablis şarabı,
chabot er. Tatlı su kefalı.
chabraque, schabraque diş. 1. Eyer örtüsü, çaprak.
2. Çirkin ve şaşkın kadın, kız.
chacal er. 1. Çakal (Troupeau de chacals). 2. hkr.
Düşük karakterli, çakal gibi adam.
chacun,e adi. 1. Herkes (Chacun pense à soi: Herkes
kendini düşünür). 2. Her biri (Chacun de vous:
Her biriniz. Ces cravates coûtent douze francs

233

chaîne
chacune: Bu boyunbağlarının herbirinin fiyatı on
iki frank). § Chacun pour soi et Dieu pour tous:
Her koyun kendi bacağından asılır. Herkes
kendini düşünür, Tanrı herkesi. Chacun se plaint
que son grenier n'est pas plein: Gözü birşey
doyurmaz illâ ki toprak,
chafouin,e s. ve ad. Kurnaz görünüşlü, sinsi (Un

visage chafouin. C'est un ¥rai chafouin).


chagriner. 1. Üzüntü, acı (Cette nouvelle m'a plongé dans un grand chagrin). 2.
Kumlu sahtiyan,
deri (Un livre relié en plein chagrin). § Avoir du
chagrin: Üzüntüsü olmak, bir derdi olmak. Faire
du chagrin à qn: Birini üzmek (Je ne voudrais pas
lui faire du chagrin, mais je n'avais pas d'autre
moyen). Diminuer comme une peau de chagrin:
Yavaş yavaş küçülmek, silinip yitmek,
chagrin,es. Üzüntülü, üzgün (ila l'air chagrin. Elle
est chagrine).
chagrinant,e s. Üzücü, üzüntü verici, acı (Une
nouvelle chagrinante).
chagriner gçl. 1. Üzmek, üzüntü vermek (Cette séparation m'a infiniment chagriné).
2. Chagriner
qn de f.qch: -mekle üzmek (Cela me chagrine de
savoir qu'il se trouve dans une impasse). 3. (Deriyi) Kumlu sahtiyan yapmak.
chah,schah er. Şah (Schah d'Iran).
chahuter. 1. Gürültü, birine karşı yapılan gürültülü
gösteri (Cette punition injuste déclencha un chahut
monstre). 2. Pek tuhaf bir dans. § Faire du chahut:
Gürültü yapmak, gürültülü gösteri yapmak, bağırıp çağırmak,
chahuter gsz. 1. Gürültü yapmak, bağırıp çağırmak, gürültülü gösteriler yapmak (Cet
élève passe
son temps à dormir ou à chahuter) 2. gçl. Alaya,
matrağa almak, üstüne bağırıp çağırmak (Chahuter un professeur, un orateur, un
conférencier). 3.
Hırpalamak, örselemek, itip kakmak (Ne chahutez pas trop cette valise).
chahuteur,euse s. ve ad. Gürültücü patırtıcı (Un
élève chahuteur).
chai er. Şarap dolu mahzen, içki deposu,
chaîne diş. 1. Zincir (On rivait les forçats à des
chaînes. Une chaîne d'or, d'argent. Chaîne de
montre. Le lion a cassé sa chaîne). 2. Köstek. 3.
(İki duvar arasında) Demir bağlama. 4. Duvarda
kesme taşlarla yapılan bağlama, kenet, kilit (Des
murs de briques avec chaînes de pierre dans le style
Louis XIII). 5. Kürek cezası, 6. Kürek
hükümlüleri, forsalar. 7. coğr. Sıra, zincir
(Chaîne de montagnes. Chaîne d'étangs, de
rochers). 8. (Dokumacılıkta) Arış, çözgü (La
chaîne et la trame. Fil de chaîne). 9. kim. Zincir.
10. Hat, kanal (Chaîne de télévision. Les premiers
chaîner
téléviseurs ne pouvaient pas capter plusieurs
chaînes). 11. Alavere ile çalışan kimseler takımı,
alavere zinciri. 12. mec. Zincir, bağ (Secouer ses
chaînes). 13. mec. Duygusal bağ, sevgi (Une
ancienne et forte liaison, une de ces chaînes qu'on
croit rompues et qui tiennent toujours). 14. mec.
Zincir, zincirleme art arda geliş (La chaîne des
événements, des causes).§ Chaîne de fabrication:
İmalat zinciri. Travail à la chaîne: 1. Alavere
çalışma, zincirleme çalışma. 2. mec. Monoton iş;
sıkıcı çalışma. Briser ses chaînes, rompre ses
chaînes: Zincirlerini kırmak, özgürlüğüne
kavuşmak. Faire la chaîne: (Bir şeyi yüklemek,
boşaltmak yada aktarmak için) Yan yana yada art
arda dizilerek çalışmak, alavere çalışmak (Pour
lutter contre l'incendie, les sauveteurs faisaient la
chaîne, se passant des seaux d'eau. On a fait la
chaîne et le camion de briques a été vite déchargé).
chaîner gçl. 1. (Bir yeri) Yer ölçümü zinciriyle
ölçmek. 2. (Yapıcılıkta duvarı) Bağlamak,
kilitlemek, kenetlemek,
chaînette diş. 1. Küçük zincir, ince zincir (Chaînette
demors, chaînette de bracelet). 2. (Mimarlıkta) İki
ucu gerilmeden ayrı yerlere bağlanmış bir zincirin
resmettiği yay biçimi, zincir eğrisi. § Point de
chaînette: Zincir dikiş, zincir biçiminde dikiş
(Broderie au point de chaînette).
chaînier er. Zincirci, büyük zincir yapımcısı işçi.
chaîniste er. Altın, gümüş gibi madenlerden süs
zinciri yapan kuyumcu kalfası,
chaînon er. 1. Zincir halkası. 2. mec. Bağ, aradaki
ilinti. 3. Küçük sıradağ,
chair diş. 1. Et (La chair et les os). 2. Ten (Chair
blanche, chairferme). 3. (Yemişlerde) Et (Chair
de la pêche, de la cerise). 4. (Resim ve yontularda)
Çıplak bölümler, çıplar yerler (Les chairs sont mal
rendues dans ce tableau). 5. Vücut, beden (La
résurrection de la chair). 6. Tensel istek, cinsel
istek (L'aiguillon de la chair, les ascètes mortifient
leur chair). § En chair et en os: Bizzat kendisini,
şahsen (Je l'ai vu en chair et en os). Couleur chair:
Ten renginde (Des bas couleur chair). Chair à
canon: Kurbanlık koyun, topun ağzındakiler,
düşman ateşine ilk ağızda sürülen erler. Chair de
poule: Pütür pütür deri. Avoir la chair de poule: 1.
(Soğuktan) Derisi pütür pütür olmak. 2.
(Korkudan) Tüyleri diken diken olmak. Donner
la chair de poule: Ürpertmek, tüylerini diken
diken etmek. Etre en chair, être bien en chair:
Dolgunca olmak, eti budu yerinde olmak, gürbüz
olmak, kanlı canlı olmak. Hacher menu comme
chair à pâté: Ufak ufak doğramak, kıyım kıyım
kıymak. Mortifier sa chair: "Beden isteklerini

234

chaleur
kırmak, cinsel duygularını öldürmek. La chair de
sa chair: Canının içi, en çok sevdiği kimse (C'est la
chair de ma chair). N'être ni chair ni poisson:
Rengi, karakteri belli olmamak; yönsüz kararsız
olmak.
chaire diş. 1. Kürsü, vaiz yada ders kürsüsü (Le
professeur monte en chaire). 2. (Fakültelerde)
Kürsü (Créer une nouvelle chaire. Ilyaplusieurs
candidats à la chaire de droit). 3. mec. Vaiz. 4.
Öğretmenlik. § La chaire de Saint-Pierre:
Papalık, papalık orunu,
chaise diş. 1. Sandalye (Chaise de bois. Chaise
métallique. S'asseoir sur une chaise). 2.
(Teknikte) Eksen dayanağı (Chaise d'un
moulin). § Chaise à porteurs: Tahtiravan. Chaise
de poste: Posta arabası, tatar arabası. Chaise
longue: Şezlong, uzun koltuk. Chaise percée:
Lâzımlık iskemlesi. Se trouver, être assis entre
deux chaises: Ortada kalakalmak; güvensiz bir
durumda, tehlikeli bir durumda olmak. Mener
une vie de bâton de chaise: Düzensiz, derbeder bir
yaşam sürmek, nerde akşam orda sabah yaşamak,
chaisière diş. Kilise yada parklarda sandalye
kiralayan kadın, sandalyeci kadın (La chaisière
délivre un ticket à chaque client).
chaland er. Düz mavna, duba.
chaland,e ad. (Eskimiştir) A h a , müşteri,
chalcographie fkalkogRafı] diş. 1. Maden üzerine
yapılan oyma; bakır kazı işi. 2. Bakır oymaların
sergilendiği yer (La chalcographie du Louvre).
chaldée diş. Kaide.
chaldéen,nes. vead. Keldani; Kaide ve keldanilere
değgin.
châle er. Şal (Une femme enveloppée d'un châle de
soie).
chalet er. 1. Ahşap dağ evi (Nous nous sommes
abrités de l'orage dans un chalet abondonné). 2.
Köy evi tipinde köşk, deniz kıyısında yapılmış
villa (J'ai loué un chalet pour les vacances). §
Chalet de nécessité: Genel aptesane.
chaleur diş. 1. Isı, "hararet (Lm chaleur de l'eau
bouillante). 2. Sıcak hava; sıcaklar (Durant les
grandes chaleurs). 3. (Sayrılıkta) Ateş (Une
chaleur de tête, une chaleur d'entrailles). 4. mec.
Coşkunluk, ateşlilik (Défendre une thèse avec
chaleur). 5. Sıcaklık, içtenlik (La chaleur
d'amitié). § Chaleur animale: biy. Diriksel ısı.
Chaleur de fusion: fiz. kim. Erime ısısı, ergime
ısısı. Chaleur de neutralisation: kim. Yansızlaşma
ısısı. Chaleur de vaporisation: fiz.
kim.
Buğulaşma ısısı. Chaleur interne: coğr. İçısı.
Chaleur latente: fiz. Gizli ısı. Chaleur solaire:
coğr. Güneş ısısı. Chaleur spécifique: fiz. Özısı.
chaleureusement
Etre en chaleur, entrer en chaleur: Kızana
gelmek, kızışmak ( Une femelle en chaleur. Chatte
qui entre en chaleur).
chaleureusement bel. 1. Coşkunca; "hararetle (Il
m'a remercié chaleureusement). 2. Büyük bir
sevgiyle, sıcak bir ilgiyle (II nous a accuellis
chaleureusement).
chaleureux,euse s. 1. Coşkun, ateşli, sıcak
(Applaudissements
chaleureux,
paroles
chaleureuses). 2. Sıcak, ısıtan (Le vieillardjouit de
la saison chaleureuse).
chaliter. Kerevet.
challenge er. Sporda rekor kıranlar arasında elden
ele geçen kupa ve bu kupayı kazanmak için
yapılan yarışma, "çalenç (Challenge d'escrime).
challenger, challangeur er. 1. Şampiyonluk
ünvanını birinden almaya çalışan sporcu. 2. mec.
Siyasal rakip (Mitterand, l'ancien challenger du
général de Gaulle).
chaloir gsz. (Yalnız tekil üçüncü kişiler için
kullanılır ve şu biçimlerde geçer): Il m'en chaut:
Bu benim için önemlidir, beni ilgilendirir. II ne
m'en chaut: Vız gelir, beni ilgilendirmez. Peu
m'en chaut, peu me chaut: Vız gelir, umurumda
değil, beni ilgilendirmez (Peu me chaut ce que je
suis ou ce que je ne suis pas moi-même).
chaloupe diş. Şalupa, kayık, sandal (Chaloupe à
rames, chaloupe à moteur).
chalouper gsz. Omuzlarını iki yana sallayarak
yürümek, oynamak,
chalumeau er. 1. Saman çöpü, kamış çubuğu (Boire
de l'orangeade avec un chalumeau). 2. Kaval (Le
berger joue un vieil air sur un chalumeau de sa
fabrication). 3. tekn. Üfleç.
chalut, er. (Balıkçılıkta) Sürtme ağı (Jeterle chalut,
tirer le chalut).
chalutage er. Sürtme ağıyla avlanma,
chalutier er. 1. Sürtme ağı ile avlanan balıkçı. 2.
Sürtme ağı çeken tekne; sürtme ağlarıyla
donanmış balıkçı gemisi,
chamade diş. Kuşatılmışların borazan ve trampetle
çaldıkları teslim işareti. § Battre la chamade:
Korku ve telaş içinde olmak (Son cœur battait la
chamade).
chamaillerez. Çekişmek, dalaşmak, kavga etmek.
§ Se chamailler: tkz. Bağrışarak tartışmak,
birbirine girmek (S'accusant mutuellement de
tricher, les enfants se chamaillent dans la rue).
chamaillerie, chamaille diş. Birbirine girme,
bağrışıp çağrışma, tartışma, kavga etme (Vous me
cassez la tête avec vos chamailleries).
chamailleur,euse s. ve ad. Gürültücü patırtıcı,
velveleci (Des enfants chamailleurs).

235
chambre

chamanisme er. Şamanlık, Şaman dini.


chamarrer gçl. 1. Süslemek, alacalı hulacah
yapmak (Chamarrer ses vêtements).
2.
Chamarrer qn: mec. tkz. Birini esaslı boyamak,
rezilini çıkarmak. 3. Chamarrer qch de qch: Bir
şeyi -ile süslemek, doldurmak (Il chamarre ses
discours de grec et de latin). 4. Etre chamarré de
qch: -ile süslenmek; -lere boğulmak (Un officier
chamarré de décorations).
chamarrure diş. Süs püs, alacalı bulacalı süs (Un
vêtement couvert de chamarrures).
chambard er. 1. Karışıklık, allak bullakhk,
altüstlük (La manifestation commence à mal
tourner, il y aura du chambard). 2. Gürültü
patırtı. § Faire du chambard: Gürültü patırtı
çıkarmak.
chambardement er. tkz. Büyük karışıklık, allak
bullakhk,
ortalığın
karışması.
§
Le
chambardement général: Savaş; ayaklanma,
chambarder gçl. tkz. 1. Altüst etmek, karıştırmak,
allak bullak etmek (ila tout chambardé dans la
maison). 2. mec. Yıkmak, kökünden değiştirmek
(Il faut chambarder tout).
chambellan er. Mabeynci.
chamboulement er. Dağınıklık, karışıklık ; dağıtma,
altüst etme, darmadağın etme.
chambouler gçl. tkz. Darmadağın etmek, altüst
etmek, dağıtmak (Tu as tout chamboulé dans la
pièce pour retrouver un simple papier).
chambranle er. (Kapılarda, pencerelerde) Söve
pervazı.
c h a m b r e I . Oda, yatak odası (Unappartementà
trois chambres). 2. Koğuş. 3. Serbest meslek
adamları birliği, oda (Chambre de commerce:
Ticaret odası. Chambre d'agriculture: Tarım
Odası. Chambre d'industrie: Sanayi Odası). 4.
(Yargıevi örgütlerinde) Daire (Première chambre
d'un tribunal, deuxième chambre d'un tribunal).
5. (Gemilerde) Kamara. 6. Millet Meclisi (La
Chambre est en vacances). 7. (İngiltere'de)
Meclis, Kamara (La Chambre basse, La Chambre
des communes: Avam Kamarası. La Chambre
haute, La Chambre des pairs, La Chambre des
lords: Lordlar Kamarası). 8. Boşluk, hazne
(Chambre d'un mortier, d'une mine). § Chambre
basse: (İngiltere'de) Avam Kamarası. Chambre
des communes: Avam Kamarası. Chambre haute:
Lordlar kamarası. Chambre civile de la Cour de
Cassation: Yargıtay hukuk dairesi. Chambre
criminelle de la Cour de Cassation: Yargıtay ceza
dairesi. Chambers civiles réunies: Yargitayhukuk
genel kurulu. Chambres criminelles réunies:
Yargıtay ceza genel kurulu. fRobe de chambre:
chambré

236

Sabahlık, ropdöşanbr. Pot de chambre: Lâzımlık.


Musique de chambre: Oda müziği. Valet de
chaıftbre: Oda hizmetçisi. Femme de chambre:
(Otellerde) Oda hizmetçisi kadın. Chambre de
sûreté:Tutukevi,dam. Chambre noire: Karanlık
oda. Chambre à air: (Otomobil vb.) İç lastik.
Chambres antérieure et postérieure de l'œil:
Gözün ön ve art odaları. Stratège en chambre:
Her şey üzerinde felsefe yürüten yetkisiz ve
sorumsuz kimse. Faire chambre à part: Odalarını
ayırmak, ayrı odalarda yatmak. Garder la
chambre: Sayrılık dolayısıyla sokağa çıkamamak.
Mettre, tenir qn en chambre: Birini eve kapamak,
sokak yüzü göstermemek. Se confiner dans sa
chambre: Evine kapanmak. Travailler en
chambre: Dükkân açmadan evde çalışmak,
chambré,e s. 1. (Kimi aygıtlar için) Hazneli.
chambrée diş. 1. Koğuş halkı, koğuştakiler. 2. Bir
koğuş dolusu ( Une chambrée de soldats). 3. Koğuş
(Camarades de chambrée. Balayer la chambrée.
Les chambrées d'une caserne).
chambrer gçl. 1. Oda ısısında tutmak (On chambre
les vins rouges). 2. mec. Bir odaya kapatmak,
sokağa çıkmasına engel olmak (Chambrer
quelqu'un).
chambrette diş. Küçük oda, odacık.
chambrière diş. 1. (Eskiden) Oda hizmetçisi. 2.
Uzun saplı kırbaç. 3. Koşulmamış iki tekerlekli
arabayı düz tutmak için altında bulunan açılır
kapanır destek,
chameau er. 1. hayb. Deve (Chameau à une bosse,
chameau à deux bosses). 2. mec. tkz. Kötü kimse,
sevimsiz adam. 3. Gemileri deniz içinde askıya
almak için kullanılan duba. 4. s. tkz. Huysuz,
edepsiz (Quel vieux chameau que cette femme-là!
Il devient de plus en plus chameau).
chamelier er. Deveci,
chamelle diş. Dişi deve, maya, arvana.
chamelon er. Deve yavrusu, potuk,
chamérops [kamerops] er. Bodur hurma ağacı,
chamois er. 1. Dağkeçisi (Agilité du chamois). 2.
Güderi (Gant de chamois). 3. s. Açık san, saman
rengi, güderi rengi (Une robe chamois).
chamoisage er. (Derileri) Güderi yapma,
güderileme.
chamoiser gçl. (Derileri) Güderi yapmak,
güderilemek.
chamoiserie diş. 1. Güdericilik. 2. Güderi atölyesi,
champ er. 1. Tarla (Labourer un champ. Les
champs de blé). 2. ç. Kir (La vie des champs.
Fleurs des champs). 3. Alan, "meydan (Champ
d'action, champ d'activité. Champ de bataille). 4.
Zemin (Le champ d'une médaille). 5.

champignon
(Sinemacılık) Alan. § Champ de tir: Atış alanı.
Champ d'aviation: Uçak alanı. Champ de
manœuvre: Manevra alanı. Champ d'exercises:
Talim sahası. Champ de courses: Koşu meydanı.
Champ d'honneur: Savaş alanı, er meydanı.
Profondeur de champ: (Sinemacılık) Alan
derinliği. A tout bout de champ: İkide bir, dem
dakka, yerli yersiz, olur olmaz. Sur-le-champ:
Derhal, hemen, hemencecik. Battre aux champs,
sonner aux champs: Borular, trampetler çalarak
selâmlamak. Donner la clef des champs à qn:
Birini azat etmek, serbest bırakmak. Laisser le
champ libre: 1. Ortalığı boş bırakmak. 2. Geri
çekilmek, kendini geri çekmek. Laisser le champ
libre à qn: Birine istediği gibi davranmak olanağı
vermek, birini alabildiğine özgür bırakmak.
Prendre du champ: Hız almak için gerilemek, geri
geri gitmek. Mourir, tomber au champ
d'honneur: Savaş alanında, er meydanında
ölmek. Prendre la def des champs: Kaçmak,
tüymek, sırra kadem basmak. Se battre en champ
clos: Düello etmek.
Champagne diş. Şampanya bölgesi (Fransa'da).
Champagne er. Şampanya (lia fait sauter le bouchon
d'une bouteille de Champagne).
champagnisation
diş.
Şampanyalaştırma,
şampanya haline getirme; şampanya yapma,
champagniser gçl. Şampanyalaştırmak, şampanya
haline getirmek (Champagniser un vin).
champart er. 1. Eskiden tımar sahiplerinin aldıkları
ekin vergisi. 2. Buğday, arpa ve çavdarın karışık
ekilmesi.
champenoises, ve ad. Şampanya bölgesine değgin,
Şampanyalı.
champêtre s. Kıra değgin, tarlaya ilişkin (La vie
champêtre: Kır yaşamı. Travaux champêtres:
Tarla işleri) § Garde champêtre: Kır bekçisi,
champi; champis,se s. ve ad. Piç; tarlalarda
bulunmuş (François le Champi).
champignon er. 1. Mantar (Certains champignons
sont comestibles, d'autres sont toxiques.
Champignons vénéneux). 2. Ucu topuzlu askı. 3.
Yanmakta olan fitilin ucunda meydana gelen baş.
4. Yaralarda meydana gelen gevrek doku. 5. tkz.
Gaz pedalı. § Champignon atomique: Atom
bombasının patlamasıyla oluşan bulut kümesi.
Ville champignon: Gece kondu kent, mantar gibi
biten kent, birdenbire türeyen kent. Appuyer
sur le champignon: Gaza basmak, arabayı hızlı
sürmek. Pousser comme un champignon: ...Çok
çabuk gelişmek, büyümek. Mantar gibi bitmek
(Dans le désert une ville a poussé comme un
champignon. L'air de la campagne réussit à cet
champignonnière
enfant, il pousse comme un champignon).
champignonnière diş. Mantar yetiştirilen yer,
mantarlık,
champignonniste er. Mantar yetiştiricisi,
champion,ne ad. 1. (Eskiden) Bir dâva uğrunda
dövüşen kimse. 2. Spor yarışçısı (Les grands
champions de ski). 3. Yarış, birincisi, söke,
şampiyon (Champion du monde de lutte, de
boxe). 4. mec. Sözcü, savunucu (Elle s'est faite la
championne du vote des femmes. Il s'est fait le
champion de l'indépendance de son pays. Les
champions du libéralisme ont marqué leur
opposition aux projets gouvernementaux). S.s. ve
ad. tkz. Eşsiz, üstüne yok (Pour mentir, il est
champion.
Un gâteau comme ça, c'est
champion!).
championnat er. 1. Şampiyonluk yarışması (Les
championnats de Turquie de natation). 2.
Şampiyonluk (Il a remporté le championnat du
monde).
champlever [ fâlve] gçl. Oymak, yuva açmak
(Champlever une plaque d'argent, champlever
une figure).
chançard,e s. ve ad. tkz. Talihli, şanslı (Je ne suis
pas très chançard).
chance diş. 1. Talih, şans (La chance lui a souri. La
chance a tourné. C'est une chance que vous ayez
retrouvé votre portefeuille). 2. Olasılık, ihtimal
(J'ai bien calculé mes chances de succès). 3.
Rastlantı (J'ai téléphoné chez lui, par chance, il
n'était pas encore parti). § La mauvaise chance:
Kara baht, talihsizlik. Bonne chance!: Bahtın açık
olsun, iyi şanslar. Avoir de la chance: Talihli
olmak. Porter chance à qn: Birine uğur getirmek,
uğurlu gelmek (Tu nous as porté chance).
chancelant,e s. 1. Sallanan (Marcher d'un pas
chancelant). 2. mec. Sallantıda; kararsız, zayıf
(Une autorité chancelante. Il a une foi
chancelante).
chanceler gsz. 1. (Ayaklan yada temeli üstünde)
Sallanmak (Il chancelle comme un homme ivre.
Le boxeur chancela un instant, puis alla au tapis).
2. mec. Kararsız olmak, tereddütte olmak (Sa
résolution chancelle).
chancelier er. 1. Mühürdar. 2. Kançılar (Chancelier
d'un consulat, d'une ambassade). 3. (Fransa
Krallığı döneminde) Adalet bakanı. 4. (Almanya
ve Avusturya'da) Başbakan, şansölye. §
Chancelier de l'Echiquier: (İngiltere'de) Maliye
bakanı.
chancelière diş. 1. Şansölye kansı. 2. Kürklü ayak
tandın (L'ample chancelière où plongeaient les
pieds).

237

chanfreiner
chancellerie diş. 1. Mühürdarlık. 2. Şansölyelik. 3.
Adalet bakanlığı. 4. Kançılarlık, kançılarya,
chanceux, euse s. 1. Şanslı, talihli, bahtı açık (Elle
est chanceuse). 2. Rastlantıya bağlı, şansa kalmış
( Une affaire chanceuse).
chanci er. Küf.
chanci,e 5. Küflü, küflenmiş.
chancir,se chancir gsz. Küflenmek, bozulmak, küf
tutmak (Les confitures ont chanci. Ces confitures
se chancissent).
chancissure diş. Küf.
chancre er. 1. Yenirce, kahra, çıban, karakabar
(Chancre syphilitique. Un horrible chancre lui
dévorait le visage). 2. mec. Yıkıp çürüterek
yayılan hastalık (Le chancre du défaitisme). 3.
Ağaç kabuklanndaki kocaman ur (Chancre des
arbres). 4. mec. Çürüten, bozan şey.
chancreux,euse s. 1. Yenirce niteliğinde olan. 2. s.
ve ad. Yenirceli.
chandail er. Kazak, hırka (Un chandail à col roulé,
chandail de sport).
Chandeleur diş. Meryem Ana'nın aklanması
yortusu (2 Şubat),
chandelier er. Şamdan (Un chandelier à trois
branches). § Etre sur le chandelier: Yüksek bir
' orunda bulunmak.
chandelier,ère ad. 1. Şamdancı; mumcu. 2. er. mec.
Kocanın kıskançlığı üstüne çekilen kimse,
chandelle diş. 1. Mum (Autrefois, on s'éclairait à la
chandelle). 2. Oluklardan sarkan buz çubuğu. 3.
hlk. Burundan akan sümük. § Chandelle romaine:
Şenlik fişeği, havai fişek. En chandelle: Dikine,
dik olarak (L'avion monte en chandelle).
Economie de bouts de chandelles: Önemsiz
şeylerde yapılan iktisat. Brûler la chandelle par les
deux bouts: Parasım yada sağlığını delice
harcamak. Devoir une chandelle à qn: Birine karşı
minnet borcu olmak, birine karşı minnet altında
olmak (Tu lui dois unefière chandelle). En voir
trente-six chandelles: Gözünde şimşekler
çakmak, kafasına yediği darbeden iflahı şaşmak.
Faire voir à qn trente-six chandelles: Birinin
suratına, kafasına kuvvetli bir darbe indirmek,
gözünde şimşekler çaktırmak. Faire des
économies de bouts de chandelle: Önemsiz
şeylerde anlamsız tutumluluk göstermek. Le jeu
n'en vaut pas la chandelle: Zahmetine değmez;
kıldığı namaz ürküttüğü kurbağaya değmez,
chandellerie diş. "Mumhane, mum yapımevi,
chanfrein er. 1. (Hayvanlarda ve özellikle atta)
Kulaklarla burun delikleri arası. 2. (Atlar için)
Baş zırhı. 3. (Mimarlıkta) Pah, şataf,
chanfreiner gçl. (Mimarlıkta) Şataflamak, şataflı
change
yapmak, pah açmak, köşesini çatmak,
change er. 1. Değişme; değiştirme; değişiklik (Le
change des saisons. Aimer le change). 2. Değiş
tokuş. 3. Kambiyo (Opération de change. Bureau
de change). 4. Kambiyo ücreti. 5. Sarraflık;
borsacılık. 6. Sarraf dükkânı; borsa. 7.
Kovalanan bir hayvanın, köpekleri bir başka avın
ardına takmak için yaptığı oyun. § Donner le
change à qn: Birini kandırmak, aldatmak, birine
oyun etmek. Gagner, perdre au change: Bir değiş
tokuşta, para değiştirmede kazanmak, yitirmek.
Prendre le change: 1. Bir avın ardına takılmak
(Les chiens prennent le change). 2. Aldanmak,
aldatılmak, oyuna gelmek,
changeable s. Değiştirilebilir, değiştirilir (Des
choses de convention fort lentement changeables ).
changeant,e s. 1. Değişken, her an değişebilen,
(Humeur changeante. Au printemps le temps est
très souvent changeant. La fortune est
changeante). 2. Görünüm ve rengi ışık durumuna
göre değişen, yanardöner (Etoffe changeante,
couleur changeante). 3. Kararsız, bukalemun (Tu
es très changeant dans tes idées).
changement er. 1. Değiştirme (Changement
d'adresse, changement de pays, de résidence). 2.
Değişme, değişim, aynı durumda kalmama*
(Toutes les créatures sont sujettes au changement).
3. Değişiklik (Changement
de
cabinet,
changement
de régime, changement
de
programme).
§ Changement d'air: Hava
değişimi, "tebdil hava.
changer gçl. 1. Değiştirmek (Changer sa voiture,
changer les rideaux de sa chambre). 2. Changer
qn: Birinin çamaşırını, altını değiştirmek
(Changer un malade, un enfant). 3. Başka biçime
sokmak, değiştirmek (Je vais changer ma voix
pour n'être pas reconnu). 4. Changer qch pour
qch, contre qch: Bir şeyi -ile değiştirmek; bir para
verip başka bir para almak (Il ne changera pas sa
place pour la tienne. Nous avons changé des
dollars contre des francs). S. Changer de qch: -sini
değiştirmek (Changer d'idées, changer de
chemise, de cravate). 6. Changer qch en qch: Bir
şeyi...
haline
getirmek,
-e
çevirmek,
dönüştürmek (Changer un métal en or. Changer
un doute en certitude). 7. Changer de qch avec qn:
Bir şeyini biriyle trampa etmek, değiştirmek (line
voudrait pas changer deplace avec toi). 8. Changer
qn: Bambaşka yapmak, görünüşünü değiştirmek
(Cette nouvelle coiffure vous change beaucoup).
9. gsz. Değişmek (Tout change dans la nature. Le
temps va changer. Tu as beaucoup changé ces
derniers ans). § Changer d'air: Hava değiştirmek,

238

chant
başka yerlere gitmek. Changer les idées à qn:
Birini dinlendirmek, sıkıntısını gidermek (Un
petit voyage lui changera les idées). Changer qch
en bien, en mieux: Bir şeyi düzeltmek, daha iyi
duruma getirmek. Changer qch en mal, en pire:
Bir şeyi berbat etmek, daha kötü duruma
getirmek. Changer de couleur, de visage: Yüzü
renkten renge girmek, kızarıp bozarmak.
Changer de batterie: Başka bir çareye
başvurmak, kurduğu planı değiştirmek. Changer
de cap: Rota değiştirmek. Changer de note:
Sesinin tonunu değiştirmek, makam değiştirmek.
Changer son fusil d'épaule: Karar ve taktik
değiştirmek, başka çareye başvurmak (Quand
j'ai vu que je n'arrivais à rien de cette façon, j'ai
décidé de changer mon fusil d'épaule). Les temps
sont bien changés: Zaman çok değijti, durum ve
koşullar değişti. § Se changer: Çamaşır
değiştirmek,
giyim
değiştirmek,
üstünü
değiştirmek (Tu es bien mouillé, change-toi).
changeur er. Sarraf.
chanoine er. Piskoposluk kurulu üyesi. § Etre gras
comme un chanoine: mec. tkz. Besili domuz gibi
olmak ; yüzünden kan damlamak, semirik olmak.
chanoinesse diş. 1. (Eskiden) Geliri olan rahibe. 2.
(Şimdi) Anasonlu çörek,
chanson diş. I. Türkü, şarkı (Chanson populaire,
chanson moderne. La chanson du grillon, du
vent). 2. mec. Boş lakırdı, masal, nakarat (C'est
toujours la même chanson: Hep aynı nakarat). 3.
mec. tkz. Sıkıntı, belâ (Voilà une autre chanson:
Al sana bir sıkıntı daha). § Chanson de geste:
Yiğitlik destanı. Chanson à boire: Meyhane
türküsü.
chansonner gçl. (Birini) Türkü ile alaya almak,
birinin üstüne türkü çıkarmak, birine türkü
yakmak
(Chansonner
le
gouvernement,
chansonner un ministère).
chansonnette diş. Türkücük, kısa türkü (La jeune
fille cousait en chantant sa chansonnette).
chansonnier er. 1. (Eskiden) Türkü kitabı, türkü
cöngü, halk ozanlarının lirik parçalarını içinde
toplayan kitap. 2. (Eski) Özellikle taşlamalı
türküler yazan, besteleyen kimse. 3. (Şimdi)
Günlük konular üzerine taşlamalar y azan ve bunu
kabarelerde yer yer şarkı biçiminde okuyan
sanatçı (Théâtre de chansonniers. Ces deux
chansonniers interprètent un sketch rempli
d'allusions politiques).
chant er. 1. müz. Ezgi (Professeur de chant). 2.
Beste. 3. Türkü, şarkı (Chantspopulaires, chants
patriotiques). 4.ed. Destan bölümü; bestelenmek
üzere yazılmış lirik şiir (Les chants de Pindare;
chantage
chant nuptial). S. Dört köşeli bir şeyin
uzunluğuna olan dar yüzü (Le chant d'une
brique). § De chant, sur chant: Dar yüzü üzerine,
kılıcına (Mettre de chant une brique, poser sur
chant une pierre). Chant grégorien: Ortaçağ kilise
bestesi.
chantage er. Şantaj (La police a arrêté deux escrocs
qui se livraient à un chantage sur un homme
politique), g Faire du chantage: Şantaj yapmak,
chantant,e s. 1. Şarkı söyleyen. 2. Akılda
tutulabilen, bestesi kolayca belienebiien (Un air
très chantant). 3. Ahenkli, uyumlu (Une voix
chantante, un accent chantant). 4. Şarkılı, içinde
şarkı söylenen (Café chantant).
chanteau er. (Ekmekten yada kumaştan kesilmiş)
Büyük parça,
chantefable diş. Ortaçağda, bir bölümü düzyazı bir
bölümü uyaklı öykü; içinde yer yer türküler,
şiirler bulunan öykü, şarkılı masal, şarkılı destan.
chantepleure diş. 1. Borusu uzun ve delikli şarap
hunisi. 2. Fıçı musluğu. 3. Bir tür sulamaç. 4. Su
akacak duvar yarığı, akılga.
chanter gsz. 1. Şarkı söylemek, türkü söylemek,
yırlamak (Les ouvriers travaillent en chantant). 2.
Ötmek (Le coq chante. Les oiseaux chantent). 3.
Ses çıkarmak (La bouilloire chante). 4. Hoş bir ses
çıkarmak, şarkı söylercesine ses çıkarmak (Il
chante en parlant). S. mec. hkr. Söylenmek,
dırlanmak (Tu n'as pas cessé de chanter!). 6. gçl.
Okumak, söylemek (Chanter une chanson, un
air). 7. gçl. Şarkılarla kutlamak (Chantons l'An
neuf). 8. gçl. Dile getirmek (Ce poète a chanté
toujours l'amour). 9. gçl. Övmek (Chanter un
héros). 10. gçl. Gevelemek (Qu'est-ce que tu nous
chantes là?). 11. Chanter à qn: -in işine gelmek, -e
bir şey demek (Ça ne me chante pas), f C'est
comme si on chantait: Boşuna, yaran yok (On a
beau le mettre en garde, c'est comme si on
chantait). Si ça vous chante: İşinize gelirse.
Comme ça vous chante: Canınız nasıl
isterse.Chanter pouilles à qn: Birine küfürü
basmak, birini iyice kalaylamak, ağzının payım
vermek. Chanter les louanges de qn: Birine
övgüler düzmek, birini göklere çıkarmak.
Chanter victoire: Ortalığı velveleye vermek,
başarısından dolayı çok öğünmek, yengisini her
tarafa duyurmak (Ne chantez pas victoire trop tôt,
votre adversaire n'a pas encore dit son dernier
mot). Faire chanter qn: Birine şantaj yapmak,
chanterelle diş. 1. Çalgılarda en ince sesi çıkaran tel
(Chanterelle de violon). 2. (Avcılıkta) Çığırtkan
düdük, başka kuşları avlamak için kafeste taşınan
ötücü kuş. 3. Bir tür mantar. § Appuyer sur la

239

chapardage
chanterelle: Bam teline basmak; birini bir şeye
inandırmak için zayıf noktası üzerinde durmak,
chanteur,euse s. 1. Ötücü (Oiseaux chanteurs). 2.
ad. Şarkıcı (Chanteur populaire. Chanteuse
d'opéra). § Maître chanteur: Şantajcı,
chantier er. 1. "Koruncak, "depo; "arakoruncak,
"antrepo (Chantier de bois, chantier de charbon).
2. Marangoz yada taşçı işliği (Poser une pierre sur
le chantier pour l'équarrir). 3. Gemilik, "tersane.
4. Gemi kızağı (Un navire sur le chantier). 5.
(Şarap mahzenlerinde) Fıçı kereveti (Mettre du
vin sur le chantier). 6. İşlik, şantiye (Chantier de
construction. Le chantier est interdit au public par
une palissade). 7. mec. tkz. Karmakanşık yer,
dağınıklık içinde olan yer (Range un peu ta
chambre, c'est un vrai chantier).% Etre en chantier:
Hazırlanmak, yapılmakta olmak, tezgâha
konmak (Cet auteur a plusieurs livres en chantier.
La pièce est déjà en chantier). Mettre qch en
chantier: Yapmak, hazırlamak, tezgâhlamak,
düzenlemek (Mettre un travail en chantier. Ilamis
en chantier une enquête sur les loisirs).
chantonnement er. Şarkı mırıldanma,
chantonner gsz. 1. Şarkı mınldanmak (Il joue seul
en chantonnant). 2. gçl. -i mırıldanarak söylemek,
mırıldanmak (Chantonner une chanson, une
romance).
chantourner gçl. (Bir ağacın, taşın yada maden
parçasının) İçini oyup dışını yontarak işlemek,
chantre er. 1. Yırlayıcı, kilise yıriayıcısı (Le chantre
entonna le Magnificat). 2. mec. Ozan, epik yada
lirik ozan (Le chantre d'Achille: Homeros. Le
chantre des Géorgiques: Virgilius. Le chantre de
Thrace: Orpheus). 3. mec. Savunucu, dile
getiren, sözcü (Walter Scott, le chantre des races
opprimées). f Les chantres des bois: Kuşlar. Voix
de chantre: Gür ve tok ses. Etre gras comme un
chantre: Besili domuz gibi olmak, semirik olmak.
chanvre er. Kenevir (Graines de chanvre. Fibre de
chanvre). § Cravate de chanvre: mec. İp, idam
ipi. Corder du chanvre: Kenevir büküp sicim
yapmak, ip yapmak.
chanvrier,ère s. 1. Kenevire değgin (Industrie
chanvrière). 2. ad. Kenevir işçisi,
chaos [kao] er. 1. Kaos. 2. mec. Karışıklık,
karmakanşıklık, düzensizlik kargaşa (Les
bombardements avaient plongé la ville dans le
chaos. Mes affaires sont dans un chaos
épouvantable).
chaotique s. Karmakanşık, dağınık (Un style
chaotique. Le spectacle chaotique d'une ville
bombardée).
chapardage er. Aşırma, araklama, çalma (Il vit de
chaparder
petits chapardages).
chaparder gçl. Aşırmak, çalmak, araklamak
(Chaparder des poules).
chapardeur, euse s. vead. Arakçı, aşıncı, ufak tefek
şeyler çalan hırsız (Une petite fille chapardeuse.
C'est un vrai chapardeur).
chape diş. 1. Papazların âyin cüppesi 2. Kardinal
giysisi. 3. (Kimi eşyada) Kab, zarf, kılıf. 4.
(Yapıcılıkta) Çimento sıvası, döşenek. 5.
(Teknikte) Makara çengeli,
chapeau er. X. Şapka (Chapeau d'homme, chapeau
de femme. Chapeau de paille, chapeau de feutre,
chapeau à bords roulés, chapeau à plume, chapeau
de plage, chapeau de soleil). 2. (Mantar, baca gibi
türlü şeylerde) Başlık, şapka (Chapeau d'une
cheminée). 3. (Yazılarda) Başlık, küçük bir giriş
(Le reportage était précédé d'un chapeau du
rédacteur en chef). 4. Gemi süvarilerine verilen
ikramiye, kapa. § Chapeau! tkz. Bravo, aferin!
Chapeau bas: Büyük bir saygıyla (Parler chapeau
bas, saluer chapeau bas). Chapeau chinois: müz.
Felek. Coup de chapeau: Selâm. Sur les chapeaux
de roue: tkz. Son hızla, büyük bir süratle (Prendre
un virage sur les chapeaux de roue). Donner un
coup de chapeau à qn: Birine selâm vermek.
Enlever, ôter son chapeau: Şapkasını çıkarmak.
En baver des ronds de chapeau: tkz. Kaçık olmak,
kafadan çatlak olmak. Enfoncer son chapeau:
mec. Pehlivanlanmak, yüreklilik taslamak.
Mettre son chapeau: Şapkasını giymek. Mettre
son chapeau de travers: Şapkasını yan eğmek,
meydan okur gibi bir tavır takınmak. Porter la
main au chapeau: Hafifçe selâmlamak. Porter le
chapeau: tkz. Ceremeyi çekmek, nara yanmak
(C'est lui quiporte toujours le chapeau). Tirer son
chapeau à qn: Birine bravo demek, karşısında
şapka çıkarmak (On peut tirer son chapeau à
l'inventeur de ce médicament). Travailler du
chapeau: tkz. Kafadan çatlak olmak, kaçık
olmak, aklı tam olmamak,
chapeauter gçl. 1. Şapka giydirmek. 2. mec. -i
kaplamak, sarmak, üstünü örtmek. 3. -in üstünde
bir denetim sağlamak, kontrol kurmak; -in
başında olmak (Chapeauter un groupement
politique).
chepefaün er. 1. Hükümdar papazı. 2. Küçük bir
kilisenin papazı,
chapeler gçl. (Eskiden) Bir şeyin yüzünü kazımak,
yontmak. Bugün yalnız Chapeler du pain:
Ekmeğin
kabuğunu
almak,
rendelemek
deyiminde kullanılır,
chapelet er. 1. Tespih (Chapelets des musulmans,
des bouddhistes). 2. Tespihle okunan dua (Dire

240
chapitre
son chapelet, réciter son chapelet). 3. Kangal
(Chapelet d'oignons, chapelet de saucisses). 4.
Dizi, sıra, takım (Chapelet de lacs, chapelet
d'tles). S. (Bir yerde bezek olarak kullanılan)
Tespih çubuk. 6. Bostan dolabı, su dolabı. 7. Un
chapelet de: Bir sürü... (Un chapelet d'injures.
L'avion lâcha un chapelet de bombes). Arbre à
chapelet: Tespihağacı. Défiler un chapelet
d'injures: Bir sürü küfür sıralamak. Défiler,
dévider son chapelet: İçini boşaltmak, içinde ne
varsa söylemek. Egrener, égrainer son chapelet:
Teşbih çekmek,
chapelier,ère ad. 1. Şapkacı. 2. s. Şapkaya değgin
(Industrie chapelière).
chapelle diş. 1. Küçük kilise. 2. (Bir büyük kilisede)
Mihraplı bölüm. 3. Kilisede âyin takımları. 4.
Kilisede görevli şarkıcı ve çalgıcılar. 5. mec.
Koyun gibi hep bir arada bulunmak isteyen kişiler
topluluğu, "klik, *bölek (Un esprit de clan et de
petite chapelle). 6. Fırın kubbesi; biçimi kilise
kubbesini andıran şey (Mettre en chapelle des
pièces de poterie: Seramikleri, çömlekleri
fırınlamak, fırına vermek). § Chapelle ardente:
Kilisede törenden önce cenazenin konduğu,
duvarları karalarla kaplı, içi mumlarla
aydınlatılmış oda, bölüm,
chapellerie diş. 1. Şapkacılık. 2. Şapka mağazası,
şapkacı dükkânı,
chapelure diş. Ufalanmış ekmek kabuğu,
chaperon er. 1. Eskiden kullanılan bir tür başhk,
hotoz. 2. Avcı kuşların başına geçirilen başhk. 3.
Duvarların beşik örtüsü biçiminde yapılan üstü,
semer. 4. mec. Sokağa çıkarken genç bir kadının
yanına aldığı yaşh başh kadın (Elle lui servait de
chaperon).
chaperonner gçl. 1. (Avcı kuşa) Başhk giydirmek
(Chaperonner un faucon). 2. (Duvarın üstüne)
Semer yapmak (Chaperonner un mur, une
muraille). 3. (Bir genç kadına) Yolda arkadaşlık
edip onu korumak (Sa tante la chaperonnait ce
soir-là).
chapiteau er. 1. Sütun başlığı (Chapiteaux romans,
byzantins, gothiques). 2. Büfe kornişi. 3. İmbik
kapağı (Chapiteau d'un alambic). 4. Sirk çadırı
(Le cirque a dressé son chapiteau sur la place de la
ville). S. Sirk (Il a fait le saut de la mort sous le
chapiteau: Sirkte öldü).
chapitre er. 1. (Kitap metninde) Bölüm (Ce roman
comprend dix chapitres). 2. (Bütçede) "Fasıl,
bölüm (Le chapitre des frais divers d'un budget).
3. Rahip meclisi (Assembler, réunir le chapitre). 4.
Rahip meclisi toplantı salonu (Les bancs du
chapitre. Le chapitre de Notre-Dame). 5. Meclis
chapitrer

241

(Présider au chapitre). 6. mec. Konu (Je suis


sensible sur ce chapitre). § Au chapitre de, sur le
chapitre de: Konusunda, alanında (Il est très
sévère sur le chapitre de la discipline. Je ne suis pas
très difficile au chapitre de la nourriture). Avoir
voix au chapitre: Söz sahibi olmak, söyleyecek
sözü olmak.
chapitrer gçl. 1. (Bir rahibi) Mecliste azarlamak,
suçlamak (Chapitrer un religieux). 2. Azarlamak,
paylamak (Chapitrer un mauvais élève). 3.
Bölümlere, "fasıllara ayırmak (La commission
parlementaire a chapitré le budget).
chaplinesque s. Şarlo (Charlie Chaplin) gibi;
Şarlo'ya özgü.
chapon er. 1. Besi için iğdiş edilmiş horoz. 2. Tirit. 3.
Sarmısak sürülmüş ekmek,
chaponner gçl. Besi için iğdiş etmek (Chaponner un
jeune coq).
chapska, schapska er. Eskiden kullanılan bir asker
başlığı; şapka,
chaptalisation diş. (Şıraya) Mayalanmadan önce
şeker katma, şekerleme,
chaptaliser gçl. ((Şıraya) Mayalanmadan önce
şeker katmak, şekerlemek,
chaque i. 1. Her (Chaque pays, chaque femme). 2.
Herbiri, tanesi (Ces cravates coûtent cent francs
chaque). § Chaque chose à sa place: Her şey
yerinde olmalı. A chaque insant: Her an. A chaque
jour suffit sa peine: Her günün kaygısı kendine
yeter; gelecek için önceden üzülmeğe değmez,
char er. 1. (Eskiden) Savaş yada yanş arabası
(Course de chars). 2, (Bugün) Araba (Le char à
bœufs: Öküz arabası). 3. Tank (Régiment de
charş). § Char de combat, char d'assaut: Zırhlı
savaş arabası, zırhlı otomobil. Char funèbre:
Cenaze arabası. Char à banc: İnsan taşımakta
kullanılan, içine oturulacak yerler yapılmış
araba. Faire du char à qn: argo. (Bir kıza) Kur
yapmak. Sans char: tkz. Şaka değil, ciddi olarak,
char, charre er. argo. Blöf (Tout ça, c'est du char).
charabia er. Saçma, zırva, anlaşılmaz sözler (C'est
du charabia).
charade diş. 1. Hece bilmecesi; bilmece (Jouer aux
charades). 2. Anlaşılmaz söz. § Jouer aux
charades: (Bir oyun) Mimiklerle bir sözcüğü
tanımlayıp karşısındakine buldurmaya çalışmak,
charadriidés [luuıadRÜdeJ er. ç.Yağmurkuşugiller,
yağmurculgiller.
charançon er. Bitki biti (Charançon du blé, duriz).
charançonné,e s. Bit yemiş, bit yeniği olan (Blé
charançonné).
charbon er. 1. Kömür (Mine de charbon). 2. Kömür
parçası (Il a eu un charbon dans l'œil). 3. Şarbon

charge
hastalığı, karakabarcık (Charbon contagieux du
mouton). § Charbon ardent: Kor. Charbon de
terre:
Taşkömürü.
Charbon
de
bois:
Odunkömürü. Etre sur des charbons ardents:
Kaygılar
içinde
olmak,
sabırsızlanmak,
huzursuzluktan yerinde duramamak. Marcher
sur des charbons ardents: Diken üstünde
oturmak; tehlikeli ve nazik bir durumda
bulunmak.
charbonnage er. Madenkömürü işletmesi (La
Direction des Charbonnages de Turquie).
charbonner gçl. 1. Yakıp kömür gibi yapmak. 2.
Kömür sürerek karartmak (Charbonner un mur).
3. gsz. Kömürleşmek, yanıp kömür haline gelmek
(Rôti qui charbonne). 4. gsz. Duman yapmak,
duman çıkarmak (Le poêle à mazout charbonne
quand le tirage est insuffisant). S. gsz. Kömür
ikmali yapmak (Le navire charbonne).
charbonnerie diş. 1. Kömür deposu. 2. Fransa'da,
Restorasyon döneminde kurulmuş gizli bir
siyasal dernek,
charbonneux,euse s. 1. Kömürü andıran, kömür
gibi kara (Un visage charbonneux). 2. Şarbon
hastalığına değgin, karakabarcıkla ilgili (Tumeur
charbonneuse. Fièvre charbonneuse).
charbonnier,ère ad. 1. Kömürcü (Noir comme un
charbonnier).
2.
s.
Kömüre
değgin;
kömürcülükle ilgili (La production charbonnière
a augmenté. Industrie charbonnière). 3. er.
Kömür şilebi. § Charbonnier est maître dans sa
maison, chez lui: Herkes kendi evinin efendisidir;
her horoz kendi çöplüğünde öter.
chabonnière diş. 1. Odunkömürü ocağı. 2.

Baştankara denilen bir iskete kuşu türü.


charcuter gçl. 1. Doğramak, kesmek (Charcuter de
la viande). 2. mec. tkz. Kasap gibi kesmek,
beceriksizce ameliyat yapmak (Le mauvais
chirurgien l'a charcuté).
charcuterie diş. 1. Domuz kasaplığı. 2. Domuz
kasabı dükkânı. 3. Domuz etinden yiyecekler (II
se nourrit de charcuterie). 4. Konserveler ile sosis,
sucuk, salam gibi şeyler satan dükkân, şarküteri,
charcutier,ère ad. 1. Domuz kasabı. 2. Şarküteri
sahibi. 3. Beceriksiz cerrah, kasap gibi cerrah,
chardon er. bitb. 1. Bileşikgillerin dikenli türii,
diken, devedikeni (Les ânes aiment manger des
chardons. Nettoyer un champ de ses chardons). 2.
(Duvarlardan, parmaklıklardan geçilmesini
önlemek için konulan) Dikenli tel, dikenli engel,
chardonneret er. hayb. Saka kuşu.
charge diş. 1. Yük (Porter une charge à bras, sur les
épaules. Charge d'un wagon, d'une charrette). 2.
Yüküm, yükümlülük (Il a de grosses charges
chargé

242

familiales. Toute la charge en tombe sur moi). 3.


Görev (Votre charge ne demande aucun travail.
On lui a confié la charge d'organiser la publicité).
4. Resmi görev, memurluk (Charge d'officier
ministériel, charge de notaire. Il a occupé de hautes
charges). 5. Vergi (Charge foncière, charges
sociales). 6. Suç kamta, suç belgesi (C'est une
charge contre l'accusé). 7. (Silah) Doldurma (La
charge d'un fusil, d'un canon). 8. Silaha
doldurulan barut ve mermi (Charge d'explosifs).
9. (Düşmana) Saldırış, saldırı (Charge de
cavalerie. Charge à la baïonnette). 10. ask. Saldın
borusu, "hücum borusu (Sonner la charge, battre
la charge: Saldırı borusu çalmak, "hücum borusu
çalmak). 11. Bir aygıta elektrik verme ve verilen
elektrik miktan (La charge d'une batterie
d'accumulateurs. Courant de charge). 12. Her
hangi bir şeyi sertleştirmek için içine katılan
madde. 13. Karikatüre kaçan resim (Portrait en
charge). 14. mec. Kaba güldürü (Jouer un rôle en
charge. Cette farce est une charge burlesque). 15.
Şaka, aldatmaca, gülünç abartma. § Femme de
charge: Çamaşırcı yada bulaşıkçı kadın;
temizleyici. Bête déchargé: Yük hayvanı. Témoin
à charge: Aleyhte tanık. A charge de:-koşuluyla,
"şartıyla (Tu peux utiliser ma voiture à charge pour
toi de la maintenir en bon état). A charge de
revanche: Geri vermek koşuluyla, karşılığını
yapmak koşuluyla, sırası geldiğinde aynım
yapmak üzere (Pourriez-vous me prêter un peu
d'argent, à ma charge). Avoir charge de f.qch:
Görevi -mek olmak (Il a charge de faire ceci).
Donner à qn charge de f.qch: Birine -mek gôrevini
vermek (On lui a donné charge de faire toute
l'organisation). Etre à charge à qn: 1. Birini
masrafa sokmak (Il tenait à travailler pour ne pas
être à charge à ses hôtes). 2. Birine yük olmak (Je
ne veux pas être à charge à mes parents). 3. Birine
ağır gelmek, güç gelmek (Il est si affaibli que le
moindre travail lui est à charge). Etre à la charge de
qn: 1. -in üstüne kalmak, bakımı -e ait olmak
(Devenu impotent, il était à la charge de son
neveu). 2. -e ait olmak (Les frais de voyages sont à
la charge de notre gouvernement). Prendre qch en
charge: 1. Bir şeyi üzerine almak, bir şeyin
sorumluluğunu yüklenmek (Le chef est celui qui
prend tout en charge). 2. Birinin bakımını üstüne
almak (Ils ont pris en charge un orphelin).
Revenir, retourner à la charge: Yaptığı atılımda
direnmek, isteklerini yinelemek. Sonner la
charge: Hücum borusu çalmak,
chargé,e s. ve ad. 1. s. Yüklü (Un wagon bien
chargé). 2. tşi çok, meşgul (Je suis très chargé ces

chargette
jours-ci). 3. Dolu (Un fusil chargé). 4. Çok süslü,
ağır (Un style chargé). § Lettre chargée: Değerli
mektup. Chargé d'affaires: (Diplomat) İşgüder,
maslahatgüzar. Chargé de cours: Öğretim
görevlisi. Avoir l'estomac chargé: Midesi çok
dolu olmak, midesinde bir ağırhk olmak. Avoir la
langue chargée: Dili pas tutmak, dili bembeyaz
olmak. Etre chargé de qch, de f. qch: -ile dolu
olmak; -ile görevli olmak; -mekten sorumlu
olmak (Unemainchargéedebagues. Je suis chargé
de contrôler toute la correspondance. Il est chargé
d'une haute fonction). Etre chargé d'ans: Yaşlı
olmak. Etre chargé d'honneurs: Çokünlü olmak.
chargement er. 1. Yükleme (Chargement d'une
voiture, d'un wagon, d'un mulet. Appareil de
chargement). 2. Yük. 3. (Silah) Doldurma
(Chargement d'un fusil). 4. Değer yükletilmiş
mektuplar, değerli evrak (Bureau des
chargements).
charger gçl. 1. Yüklemek (Charger un animal, une
voiture, un navire). 2. Yerleştirmek (Charger une
valise dans le coffre de la voiture). 3. (Bir taşıta)
Almak, bindirmek (Le taxi qui charge un client.
Le cocher a chargé un client). 4. Doldurmak
(Charger un fusil, un canon). 5. Saldırmak,
üstüne çullanmak (Charger l'ennemi. Le sanglier
charge les chiens). 6. Suçlamak, aleyhinde
konuşmak, karalamak (L'accusé a chargé son
complice). 7. Şişirmek, abartmak (Un poète qui
charge ses descriptions). S. Üstüne ağır gelmek,
ağır basmak, yüklenmek (La voûte charge trop ce
pilier). 9. gsz. Saldırmak, çullanmak (Le lion a
chargé) .10. Charger qch de qch: a) -ile doldurmak
(Charger une table de mets. Chargerunouvragede
citations. Charger un poêle de combustibles), b)
-in altında ezmek (Charger un peuple de taxes,
d'impôts), c) Bir şeye... yüklemek (Charger un
navire de charbons). 11. Charger qndeqch: Birini
bir şeyle görevlendirmek (Charger un avocat de la
défense). 12. Charger qn de f.qch: Birini -mekle
görevlendirmek (On m'a chargé de surveiller les
enfants). § Se charger: 1. Yüklenmek. 2. (Silâh)
Doldurulmak. 3. Birbirine saldırmak. 4. (Bir işi)
Üstüne almak. 5. Se charger de: -i üstüne almak,
-ile uğraşmak, -in yapımım, bakımım,
sorumluluğunu üstlenmek (Je me charge de la
cuisine. Il s'est chargé des enfants pendant notre
absence). 6. Se charger de f. qch: -meyi üstüne
almak, -mekle görevlenmek (Jeme chargedefaire
la cuisine. Qui veut se charger de faire cette
démarche?).
chargette diş. (Fişek doldurmak için) Barut ve
saçma ölçüsü; 'doldurumluk.
chargeur

243

chargeur,euse s. ve ad. 1. Yükleyici (Chargeur de


bois, de charbon). 2. diş. Yükleme aracı,
doldurma makinası.
chargeur er. 1. (Silâhta) Şarjör, carcur (Il a vidé
plusieurs chargeurs en tirant. Chargeur de
mitraillette). 2. Elektrik doldurucu (aygıt). 3.
(Makinalı tüfek top vb.) Doldurucu, mermi
sürücü er (Les chargeurs et les pourvoyeurs d'un
canon).
chariot er. 1. Dört tekerlekli yük arabası (Chariot de
foin, chariot de fourrage, chariot de ferme). 2.
(Yeni yürümeye başlayan çocuklar için) Tay tay
arabası (Chariot d'enfant). 3. Kimi makinalarda
ve el tezgâhlannda işlenen şeyi sağa sola götürüp
getiren kayar bölüm? kayarga (Chariot de métier à
tisser. Chariot de machine à écrire). 4. Evin içinde
her yana hareket ettirilebilen tekerlekli yemek ya
da içki masası (Chariot à liqueurs, chariot à
desserts). 5. Tekerlekli küçük yük arabası (Dans
les gares, on porte les bagages sur les chariots). § Le
chariot de David: hlk. Büyükayı burcu,
charismatique
[kaxismatik] s.
Büyüleyici,
etkileyici, arkasından sürükleyici (Un leader
charismatique).
charisme
[kaxism(a)]
er.
Büyüleyicilik,
etkileyicilik, sürükleyicilik, "büyüleyim.
charitables. 1. Acıması olan, acımalı, "merhametli
(Une âme charitable. Vous n'êtes pas très
charitable). 2. İyiliksever. 3. Gönül alıcı (Un
sourire charitable, un geste charitable).
charitablement bel. 1. İyilik olsun diye, iyilik işlemiş
olmak için (Je vous avertis charitablement que je
vais porter plainte. On lui a charitablement offert
de l'aider). 2. Gönül alıcı bir biçimde (// nous a
accuellis charitablement).
charité diş. 1. İyilikseverlik, yardımseverlik,
"merhamet (Sa charité a fait de lui l'ami de (pus les
humbles). 2. Erdem, iyiyüreklilik, iyilik (Vous
excusez sa négligence avec beaucoup de charité).
3. Sadaka (Le mendiant demande la charité. Il vit
des charités de ses voisins). 4. Tanrı sevgisi (La
charité servait Dieu au travers de l'individu). S
Œuvres de charité: İyilik, hayır. Dames de charité:
Hayır işlerinde, yardım derneklerinde çalışan
kadınlar. Sœurs, frères de la Charité: Ermiş
Vincent de Paul tarikatından olan rahibeler,
rahipler. La Charité: (Paris ve Lyon'da)
"Hastane, saynlarevi. Vente de charité: Yardım
dernekleri adına yapılan satış. Etre à la charité:
Büyük bir yoksulluk içinde olmak, nerdeyse
dilenmek. Faire la charité: Hayır yapmak, sadaka
vermek. Faireiqn la charité def.qch: Birine-mek
iyiliğini göstermek (Faites-lui la charité de

charmer
l'écouter). Charité bien ordonnée commence par
soi-même: Önce can sonra canan,
charivari er. 1. Hay huy. 2. Büyük gürültü; gürültü
patırtı.
charlatan
er.
1.
(Eskiden)
Pazarlarda,
meydanlarda kocakarı ilâcı satan kimse. 2.
Üfürükçü (ila été victime de plusieurs charlatans
qui n'ont fait qu'aggraver son mal). 3. Pazarlarda
binbir dil dökerek öteberi satan kimse, meydan
çığırtkanı. 4. Yaygaracı, şarlatan (Un charlatan
politique). 5. s. Şarlatan, yaygaracı (Il a l'air un
peu charlatan).
charlatanerie diş. Şarlatanlık, yaygaracılık,
charlatanesque s. 1. Şarlatanca. 2. Üfürükçülere
özgü (Un remède charlatanesque: Üfürükçü ilâcı,
kocakarı ilâcı).
charlatanisme er. 1. Şarlatanlık. 2. Üfürükçülük
(Ne soyez pas dupe de tout ce charlatanisme, allez
voir un médecin).
charlemagne er. (İskambilde) Kupa papazı. § Faire
charlemagne: (Kumarda) Kazanınca oyundan
çekilivermek.
charlotte diş. 1. Fırında kızartılmış ekmekle

çevrilmiş elma ezmesi. 2. Fırfırlı kadın şapkası,


charmant,e s. 1. Çok güzel (Une robe charmante.
Une soirée charmante). 2. Hoş, gönül çekici,
"cazibeli (Une femme charmante. Un récit
charmant).
§Le
prince
charmant:
1.
(Masallardaki) Peri padişahının oğlu. 2. Yakışıklı
delikanlı.
charme er. 1. Büyü (Le charme est rompu: Büyü
bozuldu). 2. Sevimlilik, çekicilik, "cazibe (On ne
peut pas rester insensible au charme d'un tel
paysage. Cette femme a un grand charme). 3. ç.
Güzellik (Les charmes d'une femme). 4. bitb.
Gürgen ağacı. 8 Avoir du charme: Çekiciliği,
sevimliliği olmak; çekici, "cazibeli, sevimli
olmak; şeytan tüyü olmak. Exercer un charme,
jeter un charme: Bir büyü yapmak. Faire du
charme à qn: Birinin hoşuna gitmeye çalışmak,
birine işmar edip göz süzmek, kırıtmak (Elle lui
faisait du charme, mais il ne la regardait même
pas). Mettre, tenir qn sous le charme: Birine büyü
yapmak, birini büyülemek, büyüsü altına almak.
Rompre un charme: Bir büyüyü bozmak. § Se
porter comme un charme: tkz. Sağlığı çok iyi
olmak, turp gibi olmak, demir gibi olmak,
charmer gçl. 1. Büyülemek, 'afsunlamak
(Charmer un serpent). 2. mec. Büyülemek,
hayran etmek, hayran bırakmak (Le paysage
nous a charmés. Sa voix m'a charmé). 3.
Yumuşatmak,
yatıştırmak,
hafifletmek
(Charmer une douleur, une peine). 4. Çok
charmeur
sevindirmek, hoşnut etmek (Votre invitation m'a
charmé). 5. Etre charmé de qch; de f. qch: -e
sevinmek; -diğine çok sevinmek, -den memnun
olmak (J'ai été charmé de votre gentille visite. J'ai
été charmé de faire votre connaissance).
charmeur,euse ad. 1. Büyücü, afsuncu (Charmeur
de serpents). 2. mec. Büyüleyici, baştan çıkarıcı
(C'est un grand charmeur). 3. s. Büyüleyici,
esritici, çok hoş (Elle souriait d'un air charmeur.
Une voix aux inflections charmeuses).
charmille dis. 1- Gürgen fidanlığı. 2. Gürgenli çit
(Planter une charmille). 3. İki yanı gürgen dikili
yol. 4. Yeşillikler, yemyeşil alan (Allons sous la
charmille où l'églantier fleurit).
charnel,le s. 1. Tensel, tene değgin; tenin
isteklerine değgin, *kösnül, şehvanî (Plaisirs
charnels). 2. Tensel, cinsel (Amour charnel,
union charnelle, acte charnel). 3. Kösnül,
"şehvetli, kösnüye düşkün (Un homme charnel).
charnier er. 1. Et dolabı. 2. Ölü kemikleri mahzeni,
kemiklik. 3. Ölülerin dolduruldukları çukur (Les
charniers des camps de concentration).
charnière diş. 1. Menteşe (Charnière de portes et de
fenêtres. Charnière de valise, de coffre). 2. mec.
Birleşme noktası, birleşme çizgisi, kavşak, ara,
geçit (Nous sommes à la charnière de deux
époques).
charnu, e s. 1. Etten; etten yapılmış (Les parties
charnues du corps). 2. Etli (Lèvres charnues). 3.
Etli, yenecek bölümü bol (Fruits charnus). 4.
Kalın, dolgun (Feuilles charnues).
charognard er. 1. Akbaba. 2. tkz. Başkalarının
düşkünlüğünü sömürücü, leş kargası, ölü soyan,
kefen soyguncusu,
charogne diş. 1. Çürümüş hayvan leşi, leş (Les
oiseaux de proie s'abattaient sur la charogne
puante). 2. tkz. Pis herif, it (Cette charogne nous
jouera un sale tour).
charpantage er. (Ev, gemi için) Çatı çatma,
iskeletini kurma,
charpente diş. 1. Yapı kafesi, çatma (La charpente
d'untoit, d'unemaison, d'unnavire, d'unpont). 2.
Çatı, iskelet (La charpente du corps humain, la
charpente d'une feuille). 3. Vücut, yapı (Il a une
charpente puissante). 4. Plan, * tasar , taslak (La
charpente d'un roman, d'un livre). § Avoir une
solide charpente: Sağlam bir yapısı olmak, güçlü
kuvvetli olmak,
charpenté, e s. 1. İri yapılı, iri yarı, sağlam yapılı
(Un garçon bien charpenté). 2. Kuruluşu sağlam,
yapısı iyi düzenlenmiş (Un roman ^solidement
charpanté. Cette pièce de théâtre n'est pas bien
charpentée).

244

charrier
charpenter gçl.
1. Yontmak,
doğramak
(Charpenter une poutre). 2. mec. Düzenlemek,
kurmak, hazırlamak, planlamak (Il a bien
charpenté son discours. Vous avez solidement
charpenté votre roman).
charpenterie diş. 1. Dülgerlik, doğramacılık. 2.
Dülger işliği,
charpentier er. 1. Dülger, doğramacı. 2. Dülger
işleri üstencisi.
charpie diş. (Eskiden yaralan tımaretmekte pamuk
ve gazlı bez yerine kullanılan) Tiftik yada kumaş
şeridi (Faire de la charpie pour les soldats). §
Viande en charpie: Çok pişerek dağılmış, lime
limeolmuş et. Mettre qch en charpie: Bir şeyi lime
lime etmek, ufak ufak doğramak. Mettre qn en
charpie: Birini kıyım kıyım doğramak, öldürüp
vücudunu parça parça etmek,
charrée diş. Çamaşır külü, giysi yumakta
kullanılan kül.
charretée diş. 1. Bir araba dolusu (Une charretée de
bois, de paille). 2. tkz. Bir sürü, bir yığın (II a reçu
une charretée de lettres à la suite de son article).
charretier,ère s. vead. 1. Arabacı. 2. Kaba adam. 3.
s. Arabalara özgü (Chemin charretier, porte
charretière). § Jurer comme un charretier: Pis
ağızlı olmak, pis pis sövmek, arabacılar gibi
küfretmek.
charreton, charretin er. 1. Korkuluğu bulunmayan
küçük araba. 2. El arabası,
charrette diş. İki tekerlekli, yaysız yük arabası,
yalkı (Atteler une charrette. Mener, conduire une
charrette). § Charrette à bras: İki yada üç kişinin
çektiği oklu küçük araba. Charrette anglaise: İki
tekerlekli gezinti arabası. Etre la cinquième roue
de la charrette: Önemli bir kimse olmamak, sözü
edilmeye değmemek, kahve dövenin hınk
deyicisi olmak,
charriage er. 1. Araba ile taşıma (Le charriage des
betteraves). 2. coğr. Aşma; geniş ölçülü
kıvrımlarda, çok kıvrılmış katmanların bir yana
doğru iyice yatarak ileri doğru uzanması ve
böylece başka yerleri aşarak başka katmanların
üzerine yatması olayı,
charrier er. Kül bezi.
charrier gçl. I. Araba ile taşımak (J'ai besoin d'une
brouette pour charrier ces sacs de ciment). 2.
Taşımak (Tu ne peux pas charrier tout ce matériel
sur ton dos). 3. Sürüklemek, sürükleyip getirmek
(La rivière charrie du sable, du limon, des
glaçons). 4. Önüne katıp sürüklemek, toplamak
(Le ciel charriait des nuages). 5. mec. hlk. Alay
etmek, işletmek, matrak geçmek (Tout le monde
le charrie). 6. Obartmak, abartmak, ileri gitmek
charroi
(Il aurait pu me prévenir avant de partir, il
charrie!).
charroi er. 1. Araba ile taşıma işi. 2. ask. Taşıma
kolu.
charron er. Araba ustası, arabacı (Les outils du
charron).
charronnage er. Araba yapımı,
charroyer gçl. Araba ile taşımak,
charrue diş. Saban (Retourner la terre avec une
charrue. Les bœufs tirent la charrue). § Cheval de
charrue: mec. Güçlü kuvvetli ama kafasız adam.
Mettre la charrue devant (avant) les bœufs: İşe
tersinden başlamak, eşeğe ters binmek. Tirer la
charrue: Çok güçlük çekmek, boyunduruk onun
boynunda olmak (C'est lui qui tire la charrue:
Bütün güçlüğü o çekiyor, boyunduruk onun
boynunda).
charte diş. 1. (Eskiden) Ayrıcalık belgesi. 2. Bir
devletin anayasası. 3. Yasa, temel kural (Charte
des Nations- Unies). § La Grande Charte
d'Angleterre: (Tarihte) Magna Karta,
charter [tfantœr yada fax ten] er. İng. Çartır,
dolmuş uçağı (Compagnie de charters).
charte-partie diş. den. Navlun sözleşmesi,
chartil er. 1. Sap arabası. 2. Arabalık,
chartre diş. (Eskiden) Hapis,
chartreuse diş. 1. Manastır (La Chartreuse de
Parme). 2. Yalnızlık köşesi, "inziva köşesi. 3.
mec. Yalnız ve küçük kır evi. 4. Şartröz likörü
(Chartreuse jaune, verte).
chartreux,euse ad. 1. Ermiş Bruno tarikatından
olan kimse. 2. Tüyleri külrengi kedi.
chartrier er. 1. Manastırlarda eski belgeleri
korumakla görevli kimse. 2, Eski belgeler dergisi.
3. Eski belgelerin bulunduğu yer.
chas \fa] er. İğne deliği.
chasse diş. 1, Av, avlanma (Chien de chasse, fusil de
chasse, équipement pour la chasse. La chasse au
canard sauvage). 2. Avlak, av alanı (Je vais inviter
mes amis sur ma chasse). 3. Avlanılan hayvan, av
(Lesoirvenu, on partage la chasse). 4. Av tayfası,
avlananlar, avcılar (La chasse a passé par là. La
chasse s'éloigne). 5. Av 'süremi, avlanma
"mevsimi (La chasse est ouverte). 6. Avcı uçak
takımı. 7. Avcı uçakları (Posséder une chasse
moderne. La chasse fasciste tomba des nuages
supérieurs). § La chasse d'eau: (Bir şeyi
temizlemek
için)
Hızla
su
akıtma;
yüznumaralarda su akıtmak için kullanılan aygıt
(Tirer la chasse d'eau). Avion de chasse: Avcı
uçağı. Chasse à courre: Sürek avı. Chasse à
l'homme: İnsan avı. Chasse noble, chasse royale:
Silâh kullanılmadan, yalnız köpeklerle yapılan
245

chasser
av. Chasse gardée: 1. Özel avlak, özel av yeri. 2.
mec. Özgür davranamama, önceden verilen
kurallara göre davranma (C'est chasse gardée,
ici). 3. mec. Sahipli, dokunulamaz (Ah non, pas
cette fille, elle est chasse gardée). Aller à la chasse,
partir en chasse: Ava gitmek. Donner la chasse à:
-i kovalamak (Donner la chasse à un avion, à un
assassin). Faire la chasse à qn: Ardından koşmak,
fellik fellik aramak (Faire la chasse au mari: Koca
ardından koşmak, evlenmeye çalışmak, kendine
koca bulmaya çalışmak). Prendre en chasse:
Kovalamak, ardına düşmek (Prendre un
bombardier en chasse). Revenir bredouille de la
chasse: Avdan eli boş dönmek, hiçbir şey
avlayamamak. Se mettre en chasse: Kollan
sıvamak, işe canla başla koyulmak (Nous nous
sommes mis en chassepour lui trouver un travail).
châsse diş. 1. İçinde bir ermişin terekesi saklanılan
sandık. 2. Bir şeyin içine yerleştirildiği yer, yuva,
çerçeve (La châsse d'un verre de lunette. Châsse
d'une lancette). 3. Araba yapımında kullanılan bir
tür çekiç. 4. argo. Göz (Elle a de belles châsses).
chassé er. Bir tür dans.
chasse-clou er. Çivileri iyice gömmeye yarayan bir
aygıt, çekiç.
chassé-croisé er. 1. Bir dans adımı. 2. Bir anda ve
karşılıklı olarak yer değiştirme; sürekli yer ve
durum değiştirme,
chasselas \jasla] er. Yemeklik beyaz üzüm.
chasse-marée er. 1. Üç direkli bir tür yelkenli. 2.
Avlanan balıkları hızla pazarlara yetiştiren bir tür
araba, balık arabası,
chasse-mouches er. Sinekleri kovmak için
kullanılan bir tür küçük yelpaze yada kıldan
küçük süpürge, 'sinekkovar, 'sineksavar.
chasse-neige er. 1. Karları açmak için lokomotif
yada kamyonların önüne konan aygıt, *kartarağı
2. Kar açma arabası, *karkürer.
chasse-pierres er. Yoldaki taş ve benzerlerini
kenara atmak için lokomotiflerin önüne takılan
aygıt, 'taştarağı.
chassepot er. Eski bir tür tüfek,
chasser gçl. 1. Avlamak (Chasser un lièvre, un
lion,un cerf.Le loup chasse les moutons). 2.
Kovmak,
atmak,
püskürtmek
(Chasser
l'ennemi). 3. Kovmak, başından defetmek
(Chasser un indésirable). 4. Kovmak, dışarı
atmak, işinden çıkarmak ( Chasser un employé, un
domestique). S. Dağıtmak; başından atmak (Cette
bonne nouvelle a chassé tous mes soucis. Chasser
le chagrin, l'ennui). 6. Önüne katıp sürüklemek,
kovalamak, dağıtmak (Le vent chasse les nuages).
7. Çakmak (Chasser un clou à coups de marteau).
chasseresse
8. İtmek, önünde yuvarlanıp götürmek (Chasser
les cercles de tonneaux). 9. Sürmek, önüne katıp
götürmek (La bergère chasse devant elle son
troupeau de moutons). 10. Atmak, dağıtmak
(Chasser le mauvais air). 11. Chasser qn de qch:
Birini bir yerden çıkarmak, kovmak, dışarı atmak
(Chasser un employé de son poste. Il veut me
chasser de chez moi). 12. Chasser qch de qch: Bir
şeyi -den atmak, kovmak, çıkarmak (Chasser une
idée de son esprit. J'ai chassé tous les mauvais
souvenirs de ma tête). 13. gsz. Avlanmak,
avlanılmak (Les fauves chassent souvent la nuit).
14. gsz. Esmek (Le vent chasse du nord). 15. gsz.
den. Taramak, denizin dibine değmek (Les ancres
chassent. Un navire qui chasse sur son ancre). 16.
gsz. Yan yatmak, kaymak, atmak (Dans le virage,
les roues arrière ont chassé). § Chasser sur les
terres d'autrul: Başkasının hakkına el uzatmak.
Chasser sur ses ancres: den. Demirini taramak.
Chasser de race: Atalanna benzemek, soya
çekmek. Bon chien chasse de race: Küçük kalkar
büyüğe bakar; şeker cinsine çeker; kenarına bak
bezini al, anasına bak, kızını al. Un clou chasse
l'autre: Çivi çiviyi söker. Chassez le naturel, il
revient au galop: Can çıkmayınca huy çıkmaz. § Se
chasser: 1. Avlanılmak. 2. Birbirini kovup atmak.
3. Birbirini arayıp durmak, kovalamaca
oynamak.
chasseresse diş. (Şiir dilinde) Avcı kadın,
chasseur, euse ad. 1. Avcı (Un bon chasseur. Les
chasseurs battent la plaine. Chasseur de lion). 2.
ask. Avcı birliği. 3. ask. Ava eri. 4. A v a uçağı
(Chasseur à réaction). 5. Takip gemisi (Chasseur
de sous-marins). 6. Küçük balina gemisi.7.Gazino
ve otel gibi yerlerde üniformalı uşak, yamak. §
Chasseur-bombardier:
Ava
bombardıman
uçağı. Chasseur d'images: Güzel görünümler
ardında koşan sinemaa yada fotoğrafçı.
Chasseur-aboyeur,
chasseur
annonceur:
Çığırtkan,
chassie diş. Çapak, göz çapağı,
chassieux,euse s. Çapaklı (Des yeux chassieux).
châssis er. 1. Çerçeve (Le châssis de la fenêtre ne
s'ouvre pas. Châssis d'un tableau). 2. Pencere
(Châssis d'aérage, châssis fixe). 3. (Arabalarda,
otomobillerde, fotoğrafçılıkta) Şasi. 4. Camlı
tavan. | Un beau châssis: mec. hlk. Güzel bir
kadın vücudu,
châssis-presse er. (Fotoğrafçılıkta) Basma şasisi,
chastes. 1. Namuslu; iffetli (Une femme chaste). 2.
Temiz, lekesiz, dürüst (Un cœur chaste, un
tempérament chaste, un amour chaste).
chastement bel. Namusluca, "iffetlice, dürüstçe,
246

châtain

içinde bir kötülük taşımadan (Ils s'embrassaient


chastement).
chasteté
Namusluluk, iffet, dürüstlük, temizlik.
§Ceinture de chasteté: Namus kemeri; bekâret
kemeri.
chasuble diş. (Papazların) Âyin kaftanı (Chasuble
brodée, chasuble de soie).
chat, chatte ad. 1. Kedi (Chat noir, gris, blanc. Chat
angora, chat siamois, chat persan). 2. s. Yaltak;
okşanmaktan, sevilmekten hoşlanan (Elle est
chatte). § Chat à neuf queues: Dokuz kayışlı
kamçı. Ecriture de chat: Kargacık burgacık yazı.
Saut de chat: Bir tür dans. Langue de chat: Bir
çeşit bisküvi, kedi dili. Œil de chat: Akik, agat.
Toilette de chat: Birkaç dakikada yapıhveren
tuvalet, elini yüzünü şöyle bir düzeltme. Acheter
chat en poche: Bir şeyi görmeden satın almak.
Avoir un chat dans la gorge: Sesi kısılmak. Avoir
d'autres chats à fouetter: Yapacak çok daha
önemli işleri olmak. Appeler un chat un chat:
Domuza domuz demek, dobra dobra konuşmak.
Donner sa langue aux chats: Bir çözüm yolu
bulunamayacağını
görmek,
işin
içinden
çıkamayacağını anlamak, çaresizliğini anlayarak
susup oturmak. Jouer à chat: Kovalamaca
oynamak. Jouer avec qn comme un chat avec une
souris: Kedi fareyle oynar gibi biriyle oynamak.
Ecrire comme un chat: Kargaak burgacık
yazmak. Etre, vivre comme chien et chat: Aralan
kedi köpek gibi olmak, kedi köpek gibi kavga edip
durmak. Etre chatte, une chatte: (Kadın için) Çok
cilveli olmak. Réveiller le chat qui dort: Uyuyan
yılanı uyandırmak, çıfıtı üstüne sıçratmak. 11 n'y a
pas de quoi fouetter un chat: Önemsiz şey,
değmez, pek önemli bir şey değil bu. La nuit tous
les chats sont gris: Gece bütün ayıplan gizler;
karanlıkta ak da bir kara da. Quand le chat n'est
pas là, les souris dansent: Kedinin bulunmadığı
yerde fareler horon teper. Chat échaudé craint
l'eau froide: Sütten ağzı yananlar yoğurdu
üfleyerek yer. D n'y a pas un chat: Kimseler yok,
in cin yok, cinler top oynuyor. A bon chat, bon rat:
Saldırgan da savunan da birbirinden yaman. Mon
petit chat, ma chatte: Canikom, cicim, sevgilim
(Ne t'inquiètepas mon petit chat. Viens ma chatte).
châtaigne diş. 1. Kestane (Châtaignes bouillies,
châtaignes rôties). 2. At ayaklannda çıkan
boynuzumsuçıkıntı, kestanecik. 3. hlk. Yumruk,
surata yenen yada indirilen yumruk,
châtaigneraie diş. Kestanelik, kestane bahçesi,
châtaignier er. Kestane ağaa.
châtain, e s. 1. Kestane renginde (ila des cheveux
châtains; Elle estplutôt châtaine que blonde. Ne te
château
fie pas aux femmes blondes ni aux châtaines). 2.
Kestane rengi (Châtain clair, châtain foncé. Ses
cheveux sont d'un châtain clair).
château er. 1. Şato (Unchâteauféodal). 2. Saray (Le
château de Versailles). 3. Büyük köşk (Acheter un
petit château). 4. (Eski gemilerde) Köşk, loca (Les
officiers étaient sur le château de poupe avec les
passagers). § Château d'eau: Büyük su deposu,
sarnıç. Château de cartes: Dayanıksız şey, üflesen
düşecek şey. Château fort: Hisar. Bâtir, faire des
châteaux en Espagne: Boş düşler kurmak,
olmayacak dualara amin demek; yedi kubbeli
hamamlar kurmak, İspanya'da şatolar kurmak.
Mener une vie de château: Beyler gibi yaşamak,
chateaubriand, châteaubriant er. Bir tür sığır
filetosu ızgarası, şatobriyan.
châtelain er. 1. Soyluluk hiyerarşisinde barondan
sonra gelen derebeyi. 2. Şato sahibi; şato yada
büyük köşkte oturan kimse, şatolu.
châtelaine diş. 1. Şato yada köşk sahibi kadın. 2.
Mücevher zinciri. 3. Anahtar zinciri,
chfitelet er. Küçük şato; şatocuk.
châtellenie diş. 1. Şatosu olan derebeyi erki, şato
sahipliği (Droit de châtellenie). 2. Şato sahibi bir
derebeyinin ülkesi,
chat-huant er. Kukumav, baykuş,
châtier gçl. 1. Cezalandırmak, ceza vermek
(Châtierun coupable, unassassin, unerévolte). 2.
mec. Düzeltmek, özenle işlemek (Châtier son
style, ses écrits). 3. İşkence etmek, yoksun
bırakmak, eziyet etmek (Châtier son corps, sa
chair). 4. Düzeltmek, gidermek (Le rire châtie
certains défauts. Châtier une faute). 5. Châtier qn
de qch: Birini -ile cezalandırmak; -cezasına
çarptırmak (Ona châtié les auteurs du complot de
longues années d'emprisonnement). § Qui aime
bien châtie bien: Tabak sevdiği deriyi taştan taşa
vurur; seven çektirir,
chatière diş. 1. (Kapıların alt bölümünde) Kedi
deliği. 2. Kedi tuzağı. 3. (Tavan arasında) Hava
deliği.
châtiment er. Ceza (Crime et châtiment. Un
châtiment sévère). § Recevoir, subir un
châtiment: Bir ceza almak, ceza görmek,
chatoiement er. Yanardöner parıltı, ışıldama (Le
chatoiement des toilettes féminines).
chaton er. 1. Kedi yavrusu. 2. Yüzük kaşı
(Enchâsser un brillant dans un chaton). 3. Yüzük
taşı (Des bagues aux chatons finement travaillés).
4. bitb. Tırtılsı başak. S. Pamuk gibi görünen ufak
toz yumacığı.
chatonnergsz. (Kedi için) Yavrulamak, doğurmak,
chatouille diş. tkz. Gıdıklama, mıncıklama. §Faire

247

chaud
des chatouilles à qn: -in orasını burasını ellemek,
chatouillement er. 1. Gıdıklama (Je redoute le
chatouillement). 2. Gıdıklanma (Il éprouvait un
petit chatouillement).
chatouiller gçl. 1. Gıdıklamak (Chatouiller un
enfant). 2. mec. Hoşuna gitmek, gururunu
okşamak. § Chatouiller les côtes à qn: Dövmek,
dayak atmak. Chatouiller qn à l'endroit sensible:
Birini okkalamak, hoşuna gidecek şeyler
söylemek. Chatouiller l'amour-propre de qn:
Gururunu okşamak,
chatouilleux,euse s. 1. Çok çabuk gıdıklanan (Un
enfant chatouilleux. Elle est très chatouilleuse). 2.
mec. Alıngan, çabuk gücenen (Un caractère
chatouilleux). § Etre chatouilleux de: -den
gıdıklanmak (Il est chatouilleux de la plante des
pieds). Etre chatouilleux sur qch: -konusunda çok
alıngan olmak, hassas olmak (Il est très
chatouilleux sur le point d'honneur).
chatoyant,e s. 1. Pırıldayan, pırıltılı, "hareli (Une
étoffe chatoyante. L'éclat chatoyant d'un
diamant). 2. Renk ve imge bakımından çok
zengin, parlak (Un style chatoyant).
chatoyer gsz. Pırıldamak, harelenmek (Une étoffe
qui chatoie).
châtrer gçl. 1. İğdiş etmek, burmak (Châtrer un
cheval, un taureau). 2. mec. Kimi bölümlerini
kesip çıkarmak, kırpmak, kırpıp kuşa benzetmek
(Châtrer un livre, un ouvrage). 3. (Bir bitkinin)
Filizlerini koparmak (Châtrer un fraisier, un
melon).
chatte diş. 1. Dişi kedi. 2. tkz. Amcık.
chattée diş. Bir kedinin bir defada doğurduğu
yavrular.
chattemite diş. Yere bakan yürek yakan; sevimli
görünen sinsi kimse. $ Faire la chattemite: Yere
bakıp yürek yakmak,
chatterie diş. 1. Kedice tavırlar. 2. Yaltaklanma,
dalkavukluk (Je ne peux pas résister à une telle
chatterie). 3. Şeker, pasta gibi ağız tadıyla yenen
güzel şeyler (Il aime les chatteries). § Faire des
chatteries à qn: Birine yaltaklanmak; hoşa
gidecek güzel ve tatlı sözler söylemek,
chatterton er. Yalıtkan ve yapışkan şerit, "izole
band (Recouvrir un fil électrique de chatterton).
chat-tigre er. Yaban kedisi,
chaud,e s. 1. Sıcak (Eau chaude, temps chaud. Un
plat chaud, soupe chaude). 2. Sıcak tutan
(Vêtement chaud, lainage chaud). 3. Ateşli,
hararetli, heyecanlı (Une chaude dispute). 4.
Yeni, taze (Une nouvelle toute chaude). S. Sert,
çetin, kanlı (La bataille fut chaude). 6. Tatlı,
sürükleyici (Une voix chaude). 7. Ağır (Un
chaud
parfum chaud). § Tout chaud tout bouillant:
Sıcağı sıcağına. Avoir la tête chaude: Çabuk
kızmak. Avoir le sang chaud: Sıcakkanlı olmak;
kösnülü olmak. Avoir, tenir les pieds chauds:
Ayaklarını sıcak tutmak. Avoir chaud: 1.
Sıcaklamak, sıcaktan bunalmak. 2. Korkudan
ecel terleri dökmek (J'ai eu chaud). Battre le fer
pendant qu'il est chaud: Demiri tavında iken
dövmek. Coûter chaud à qn: tkz. Birine pahalıya
mal olmak, pek tuzluya çıkmak. Etre chaud pour
qch: Bir şeye istekli olmak, gönüllü olmak (Iln'est
pas chaud pour cette affaire). Faire des gorges
chaudes de qch: Bir şeye katıla katıla gülmek,
kahkahayı basmak. Jouer à la main chaude: Cılız
oyunu oynamak. Manger chaud, boire chaud: Bir
şeyi sıcak olarak yemek, içmek. Ne faire ni chaud
ni froid a qn: Birini hiç ilgilendirmemek,
ırgalamamak (Cela ne lui fait ni chaud ni froid).
Pleurer à chaudes larmes: İki gözü iki çeşme
ağlamak. Tenir chaud: Sıcak tutmak (Ce manteau
tient chaud).
chaud er. Sıcaklık, sıcak (Je crains le chaud autant
que le froid). § A chaud: Isıtarak, ateşte eriterek,
kızdırarak (Etirer un métal à chaud). Crever de
chaud: Sıcaktan patlamak. Garder, tenir qch au
chaud: Bir şeyi sıcakta tutmak (Garder un plat au
chaud). Opérer à chaud: Sıcağı sıcağına ameliyat
etmek, kriz halindeyken ameliyat etmek (Opérer
une appendicite à chaud). Prendre un chaud et un
froid: Üşütmek. Souffler le chaud et le froid: Her
istediğini yaptırmak, sözü yasa olmak,
chaude diş. 1. Isınacak ateş (Faire une chaude:
Isınacak ateş yakmak). 2. Kızgınlık tavı.
chaudeau er. (Yumurta vb. üzerine dökülen)
Şekerli süt.
chaudement bel. 1. Sıcak tutacak biçimde (Il est
vêtu chaudement). 2. Sıcak olarak. 3. Heyecanla,
ateşli bir biçimde, "hararetle, canlı (Applaudir,
féliciter chaudement).
chaud-froid er. Mayonezli yada pelteli kuş yada av
eti (Des chauds-froids de poulet).
chaudière
Kazan (Chaudière d'une locomotive.
Chaudière d'un chauffage central).
chaudron er. 1. Küçük kazan. 2. Üstten kulplu
tencere (Un chaudron de soupe). 3. tkz. Kötü
müzik âleti (Ce piano est un chaudron). 4. Ağzı
geniş uzun çizme dizliği (Des bottes boueuses dont
le chaudron lui montait à mi-cuisses).
chaudronnerie diş. 1. Kazancılık, bakırcılık. 2.
Kazancı dükkânı,
chaudronnier,ère ad. 1. Kazancı, bakırcı. 2. s.
Kazancılığa, bakırcılığa değgin
(Industrie
chaudronnière).

248
chauffeur

chauffage er. 1. Isıtma (Le chauffage au charbon, le


chauffage au mazout, le chauffage électrique.
Chaque journée de chauffage représente une
grande dépense pour l'immeuble). 2. Isınma (Le
chauffage d'un métal le rend plus malléable). 3.
Isıtma aracı, ısıtma aygıtı, "kalorifer, *ısıtaç (Le
chauffage est en panne). § Le chauffage central:
Özekten ısıtma, merkezden ısıtma, kaloriferle
ısıtma. Le chauffage urbain: Konutlar arası
(kaloriferle) ısıtma,
chauffagiste er. Kaloriferci; kalorifer ustası,
•ısıtaçcı.
chauffard er. Kötü şoför, şoför bozuntusu (Il s'est
fait écraser par un chauffard).
chauffe diş. 1. Isınma (Contrôle de chauffe. Surface
de chauffe). 2. (Gemilerde ve dökümevlerinde)
Ocak, kazan dairesi. 3. Damıtma. 4. Isıtma
(Donner une chauffe).
chauffe-assiettes er. Tabak ısıtma aygıtı,
chauffe-bain er. Banyo kazanı, şofben,
chauffe-eau er. Su ısıtma aygıtı, *suısıtır.
chauffe-plat er. Yemekleri sıcak tutmaya yarar
aygıt, *sıcaktutar.
chauffer gçl. 1. Isıtmak, kızdırmak (Chauffer un
métal, chauffer du fer, de l'eau). 2. Yakmak,
çalıştırmak (Chauffer une chaudière, une
locomotive). 3. mec. tkz. Tahrik etmek, gayrete
getirmek, çalışmasını hızlandırmak, sınava
hazırlamak (Chauffer un candidat). 4. hlk.
Aşırmak, araklamak, iç etmek (On m'a chauffé
mon stylo). S. tkz. Birini suçüstü yakalamak (On
l'a chauffé en train de tricher). 6. gsz. Isınmak,
kızmak ( Le bain chauffe, lefer chauffe. La bassine
d'eau chauffe sur le feu). § Chauffer les oreilles à
qn: Birinin tepesini attırmak, birini kızdırmak (Il
commence à me chauffer les oreilles). Ça va
chauffer: mec. tkz. Kıyamet kopacak! Rezalet
çıkacak! (Le directeur l'a fait appeler dans son
bureau; ca va chauffer!). § Se chauffer: Isınmak
(Il se chauffe près de la cheminée. Les lézards se
chauffent au soleil). § Montrer à qn de quel bois on
se chauffe: Birine dünyanın kaç bucak olduğunu
göstermek, birine kim olduğunu göstermek (Je
vais lui montrer de quel bois je me chauffe).
chaufferette diş. 1. Ayak tandırı. 2. Sofra ocağı,
chaufferie diş. 1. Demirci ocağı. 2. (Gemide yada
fabrikada) Ocak yeri, kazanların bulunduğu
bölüm, kazan dairesi,
chauffeur er. 1. (Eskiden)
Soyduklarını
konuşturmak için ayaklarının altını yakan
soyguncu, eşkiya. 2. Ateşçi (Chauffeur de
locomotive). 3. Otomobil sürücüsü, şoför
(Chauffeur de taxi, de camion). § Chauffeur de
chauffeuse
dimanche: Acemi şoför,
chauffeuse diş. (Mangal yada ocak başında
otururken kullanılan) Alçak iskemle, basık
iskemle.
chauffoir er. Isınmak için toplanılan oda, ısınma
odası.
chaufour er. Kireç ocağı.
chaufournier er. Kireç ocağı işçisi.
chaulage er. Kireç suyundan geçirme, kireç suyu
verme (Chaulage des terres).
chauler gçl. 1. Kireç suyundan geçirmek, kireç suyu
püskürtmek (Chauler des raisins, les arbres). 2.
Kireç suyu vermek (Chauler des terres). 3. Kireçle
badanalamak (Chauler un mur).
chauleuse diş.
Kireçleme
makinesi,
kireç
püskürtme aygıtı,
chaumage er. 1. Anız sökme. 2. Anız sökme süremi.
chaume er. 1. (Tahıllarda) Sap (Couper le chaume,
enterrer le chaume). 2. Anız (Brûler le chaume).
3. Anızlık, amzh tarla (Les perdrix volaient dans
les chaumes).
4. (Köylerde evlerin damına
döşenen) Saman sapı (Un toit de chaume). S.
Saplardan yapılan dam, çatı (Les maisons des
paysans coiffées d'un chaume). 6. mec. Köylü
kulübesi.
chaumer gçl. vegsz. Anız sökmek, ekin biçildikten
sonra tarladaki sapları sökmek, yakmak,
chaumière diş. Saman sapıyla örtülü kulübe,
kulübecik, köylü kulübesi (Chaumière
du
bûcheron, du paysan). § Une chaumière et un
cœur: İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.
chaumine diş. Kulübecik, küçük köylü kulübesi,
chaussant,e s. (Ayakkabı için) Ayağa iyi gelen,
ayağı iyi kavrayan (Ces mocassins
sont très
chaussants).
chausse diş. 1. Üniversite öğretim üyelerinin
omuzlarına taktıkları kumaş parçası, omuzluk. 2.
Kumaş süzgeç. 3. Uzun çorap, tozluk. 4. ç.
Eskiden kullanılan bir tür potur. § Aux chausses
de: -in ardından, arkasından (La meute des
envieux ne cessera d'aboyer à tes chausses:
Çekemiyenler sürüsü senin arkandan
havlayıp
duracaklardır
hep).Courir,
hurler après les
chausses de qn: Birinin ardını, yakasını
bırakmamak, biriyle uğraşıp durmak. Tirer ses
chausses: Tüymek, kaçmak,
chaussée diş. 1. Su seti (Chaussée de retenue;
chaussée d'étang) 2. (Çukur yada bataklık
yerlerde yapılan) Dolma yol (Chaussée dans urı
marais, dans un lieu bas). 3. İki yaya kaldırımı
arasında kalan taşıt yolu, şose (Les voitures
roulent sur la chaussée asphaltée).
chausse-pied er. Çekecek, kerata.

249

chaussure
chausser gçl. 1. (Ayakkabı y ada çorap için) Giymek
(Chausser ses pantoufles, ses bas, ses souliers). 2.
Ayakkabı
giydirmek,
ayağına
ayakkabı
giydirmek (Il faut chausser cet enfant).
3.
Ayakkabısını yapmak, ayakkabı gereksinimini
gidermek, sağlamak (Ce cordonnier chausse toute
notre famille). 4, -numara ayakkabı giymek (Je
chausse du 42: Kırkiki numara giyiyorum).
S.
Ayakkabı yapmak (Ce cordonnier chausse bien).
6. Ayağa iyi gelmek (Ce soulier chausse bien). 7.
Dibini toprakla beslemek (Chausser une plante).
8. Lastik takmak (lia bien chaussé sa voiture. Une
voiture bien chaussée). § Chausser le brodequin:
Komedi oynamak, oyun oynamak. S' enfuir un
pied chaussé et l'autre nu: Pabucunu almadan
kaçmak, hemen tüymek. Les cordonniers sont les
plus mal chaussés: Terzi kendi söküğünü
dikemez. § Se chausser: Ayakkabılarını giymek
(Je me chausse toujours avec un chausse-pied).
chausse-trappedi$.l. (Tilkive benzerihayvanlariçin
kurulan) Tuzak (Prendre des bêtes sauvages dans
des chausse-trapes).
2. (Eskiden insan ve
hayvanlar için kullanılan) Ayak oltası, ayı
kapanı. 3. mec. Hile, düzen, tuzak (Il évitait
habilement les chausse-trappes de sonadversaire).
chausettte diş. 1. Kısa konçlu çorap. 2. ( E r k e k ve
çocuklar için) Ç o r a p (Chaussettes de laine, de fil,
de nylon. Tricoter des chausettes. Repriser des
chaussettes), i Chausette russe: D o l a k ; dolak
biçiminde çorap. Chaussettes à clou: hlk.
Kabaralı ayakkabı. Jus de chaussette: Çok kötü
kahve, çapanoğlunun apdes suyu.
chausseur er. Ayakkabıcı; kunduracı; kundura
satıcısı.
chausson er. 1. Patik (Tricoter des chaussons pour
un bébé). 2. Hafif ayakkabı, keçe ayakkabı
(Chausson d'escrimeur, chausson de danse). 3.
T e k m e dövüşü biçiminde yapılan bir tür oyun,
t e k m e oyunu (Pratiquer le chausson). 4. Bir tür
pasta (Chausson aux pommes,
chausson
aux
prunes). S. Kısa konçlu lastik çizme, şoson,
chaussonnier er. Terlikçi; patıkçi.
chaussure diş. 1. (Çizme, potin, iskarpin terlik gibi
her tür) Ayakkabı (Chaussure de cuir, de daim.
Chaussure de sport, deski, de basket, de tennis). 2.
Ayakkabı sanayii, ayakkabı ticareti (Lesouvriers
de la chaussure. Travailler dans la chaussure). §
Une chaussure à tous pieds:
Herkesin
benimseyebileceği basit bir düşünce. Enlever ses
chaussures: Ayakkabılarını çıkarmak. Mettre ses
chaussures: Ayakkabılarını giymek. Ressemeler
des chaussures: Ayakkabılara pençe yapmak.
Trouver chaussure à son pied: T a m aradığını
250

chauve
bulmak, kendi dengini bulmak. Cordonnier pas
plus h a u t que la chaussure: Çizmeden yukarı
çıkma.
chauve s. 1. Dazlak (Une tête chauve, un crâne
chauve). 2. Dazlak kafalı (Ilestdevenuchauve).
3.
Çıplak, üzerinde hiç ağaç ve bitki olmayan, kel
(Des collines chauves). 4. ad. Kel, dazlak kafalı. §
Etre chauve comme u n «raf, comme une bille,
comme un genou: Damdazlak olmak, kafasında
tek tüy bulunmamak. L'occasion est chauve:
Fırsat kolay kolay yakalanamaz, ha deyince fırsat
ele geçmez,
chauve-souris diş. Yarasa.
chauvin, e s. ve ad. Aşırı milliyetçi, "şoven (Un
journal chauvin. Mener une politique chauvine. Il
est un grand chauvin).
chauvinisme er. Aşırı milliyetçilik, "şovenlik (Son
chauvinisme
retire beaucoup de valeur à ses
jugements).
chauviniste s. vead. A ş ı n milliyetçi, şoven,
chauvir gsz. (Eşek, katır, at gibi hayvanlar için)
Kulaklarını dikmek (Il chauvit, il chauvit des
oreilles).
chaux diş. Kireç, g Chaux éteinte: Sönmüş kireç.
Chaux vive: Sönmemiş kireç. Lait de chaux, blanc
de chaux: Kireç şerbeti. Bâtir à chaux et à sable, à
chaux et à ciment: Çok sağlam yapmak, demir gibi
sağlam yapmak. Etre bâti à chaux et à sable, à
chaux et à ciment: Çok sağlam bir bünyesi olmak
demir gibi güçlü kuvvetli olmak (Il est bâti à chaux
et à sable).
chavirement er. 1. den. Alabora olma, batma. 2.
mec. Karmakanşıklık, allak bullakhk.
chavirer gsz. 1. Alabora olmak, batmak (Nous
avons failli chavirer. Le bateau a chaviré dans la
tempête). 2. Devrilmek (Lapile de livres a chaviré
sur le sol). 3. D ö n m e k , kararmak (Ses yeux ont
chaviré et il a perdu connaissance).
4. gçl.
Devirmek (Le chien a chaviré le seau). S. gçl. Y a n
yatırmak (Chavirer un navire pour le réparer). 6.
gçl. mec. Allak bullak etmek, çok şaşırtmak
(Cette nouvelle m'a chaviré). 7. Etre chaviré de
qch: Bir şeye çok şaşmak, apışıp kalmak (J'ensuis
chaviré).
chèche er. Ar.
başörtüsü.

Kefye, araplann püsküllü erkek

chéchia diş. Ar. Zuhaf fesi, Cezayirli ve Senegalli


erlerin fesi.
cheddite diş. Patlayıcı bir madde,
chef er. 1. (Eskiden) Baş, kafa. 2. Baş, başkan (Le
chef de l'Etat: Devlet Başkam.
Les
chefs
syndicalistes s'adressent à leurs organisations). 3.
Şef (Chefde gare, chef d'orchestre). 4. Üst, büyük

chemin
(Le subalterne doit obéir à ses chefs). S. Elebaşı,
ileri gelen (Les chefs de la révolte sont arrêtés). 6.
T e m e l m a d d e . 7. Kurucu (Leschefsd'unparti).
8.
Yüksek rütbeli subay (Les grands chefs de
l'armée). 9. Önemli kişi, as (C'est un chef). 10 .tkz.
Reis, aga (Oui, chef). § Chef d'état-miqor:
Kurmay başkanı (Chef d'état major
d'une
division).
Chef-cuisinier, chef de cuisine:
Aşçıbaşı. Chef de cabinet: Özel kalem müdürü
(Chef de cabinet d'un ministre). Chef de bande:
Çete reisi, çete başı. Chef de famille: Aile reisi.
Chef de file: 1. ask. Sıra başı, kolbaşı. 2. Bir
topluluğu ardından sürükleyen kimse, önder (Ce
député est le chef de file de l'opposition). En chef:
Baş (Ingénieur en chef. Rédacteur en chef.
Commandant
en chef). Au premier chef: Son
derece, çok (Cela m'intéresse au premier chef). De
ce chef: Bundan dolayı, bu nedenle. De son chef,
de son p r o p r e chef: Kendi kendine, kendi başına
(Il l'a fait de son chef. Ils ont décidé de leur propre
chef de renoncer à cet avantage).
chef-d'œuvre
\jEdœvn(e)]
er. 1. (Eskiden)
Z a n a a t k â r l a n n usta ünvanını almak için sınav
kuruluna çıkardıklan özenli iş. 2. Soy yapıt,
başyapıt, "şaheser (Ce roman est un chef-d'œuvre
de notre littérature).
chef-lieu \jeflj01 er. İl, ilçe yada bucak merkezi,
yönetim merkezi,
cheftaine diş. İzci, yavrukurt, oymak başı (gençkız
yada kadın),
cheik er. Ar. (Araplarda) Şeyh,kabile reisi, uruk
başkanı.
chéiroptères, chiroptères er. ç. hayb. Yarasalar,
chelem, schelem er. (Briç oyununda) Şilem
(Réussir le petit chelem, le grand chelem: Küçük
şilem, büyük şilem yapmak). § Faire qn chelem:
Birini şilem yapmak,
chélicère diş. hayb. Zehir çengeli,
chélidoine diş. bitb. Kırlangıçotu.
chéloniens er. ç. hayb. Kaplumbağalar,
ehemin er. 1. Yol (Chemin montant,
ehemin
descendant. Chemin sinueux, chemin
tortueux,
chemin en zigzags). 2. Mesafe, uzaklık, erim (La
ligne droite est le plus court chemin d'un point à un
autre). 3. T u t u m , yol yöntem (Il n'arrivera pas à
ses fins par ce chemin). § Chemin vicinal, rural:
Köy yolu. Chemin de montagne: Dağ yolu.
Chemin forestier: Orman yolu. G r a n d chemin:
Anayol. Voleur de grand chemin: Yol
soyguncusu, büyük soyguncu. Vieux comme les
chemins: Çok eski, çok yaşlı. Chemin d'escalier:
Yol halısı, merdiven halısı. Le ehemin de saint
Jacques: 1. Haçyolu.2. mec. Samanyolu. Chemin
ehemin de fer
de table: Masa örtüsü üzerine serilen işleme.
Chemin de ronde: (Kalelerde) Seğirdim yolu.
Chemin de fer: Demiryolu. Le ehemin des
écoliers: En uzun yol. Lechemin de Damas: Doğru
yol. Hak yolu. Chemin du paradis: Güç yol, dar
yol. Chemin couvert: ask. Kurşun tutmaz yol.
Chemin battu: 1. İşlek yol. 2. mec. Çok çiğnenmiş
sakız, herkesin bildiği şey. En ehemin: Yolda.
Chemin faisant: Yolda giderken. A mi-ehemin:
Yan yolda (Ils sont restés à mi-chemin).
Construire un chemin: Yol yapmak. Percer,
ouvrir un chemin: Yol açmak. Perdre son chemin:
Yolunu yitirmek. Se tromper de chemin: Yolu
şaşırmak. Etre toujours sur les chemins:
Durmadan dolaşmak, dere tepe dolaşıp durmak,
hep yollarda olmak. Montrer le ehemin à qn: 1.
Birine yol göstermek. 2. örnek olmak, önderlik
etmek. Trouver son ehemin de Damas: Sonunda
hak yolunu bulmak, doğru yola girmek, "hidayete
ermek. Faire son ehemin: İşini yoluna koymak. Se
mettre en ehemin: Yola çıkmak. Poursuivre son
ehemin, passer son ehemin: Yoluna devam
etmek. Faire du ehemin, abattre du ehemin: Yol
almak, ilerlemek. Rester en ehemin: Yolda
kalmak. Aller son petit bonhomme de ehemin:
Kendi yolunda gitmek, kimsenin etlisine
sütlüsüne karışmamak. Ne pas y aller par quatre
chemins: Açıkça, dobra dobra hareket etmek,
dolambaçlı yollara sapmamak. Trouver qn sur
son ehemin: Birini karşısında hasım olarak
bulmak, engelleyici olarak bulmak. Se mettre sur
le chemin de qn: Birinin karşısına hasım olarak
çıkmak, karşısına dikilmek, birini engellemeye
çalışmak. S'arrêter en ehemin: Başlanılmış bir işi
yan yolda bırakmak. Faire voir du ehemin à qn:
Birine çok çektirmek, birini büyük sıkıntılara
sokmak. Ne pas s'arrêter en si beau ehemin:
Başarısıyla yetinmemek, başarılarım ard arda
sürdürmek. Rester dans le droit ehemin: Dürüst
kalmak, doğruluktan hiçayrılmamak. Etreenbon
ehemin: İyi gitmek, başarı yolunda olmak. Ne pas
en prendre le ehemin: Bir türlü adam olmamak,
dikiş tutturamamak. Prendre le ehemin de qch: -in
yolunu tutmak (Prendre le ehemin de la ville, du
village, d'Istanbul). Qui trop se hâte reste en
chemin: Acele işe şeytan karışır. Tout ehemin
mène à Rome: Aynı kapıya çıkar, her yol Roma'ya
gider.
ehemin de fer er. 1. Demiryolu (Systèmes de sécurité
du ehemin de fer). 2. Tren, demiryolu (Faire un
voyage en ehemin de fer). 3. (Çocuklar için
oyuncak) Küçük tren (Chemin de fer électrique).
4. Demiryolları işletmesi, demiryolları yönetimi

251

chemisette
(Les chemins de fer turcs. Employés des chemins
de fer). 5. Kumar, bir bakara türü (Jouer au
chemin de fer dans un casino).
chemineau er. 1. İş arayan işçi, aylak işçi, boşta
kalan işçi. 2. Serseri, dilenci, sokak serserisi,
cheminée diş. 1. Ocak (Allumer du feu dans la
cheminée, brûler du bois dans la cheminée. La
cheminée tire bien). 2. Baca (Cheminée d'usine,
cheminée de locomotive, cheminée de navire). 3.
Lamba şişesi. 4. Ağız (Cheminée d'un volcan). S.
(Silâhlarda) Kapsül memesi. 6. Delik (Cheminée
d'aération). 7. (Dağcılıkta) Dik dar yol. §
Cheminée des fées: Peri bacası. Sous la cheminée,
sous le manteau de la cheminée: Gizlice, el
altından.
cheminement er. 1. İlerleme, yol alma, gelişme
(Cheminement des eaux. Cheminement de la
pensée, d'une idée). 2. ask. Adım adım ilerleme,
düşman mevzilerine adım adım yaklaşma (Le
cheminement des sapeurs s'effectuaient sous le feu
de l'ennemi).
cheminer gsz. 1. İlerlemek, yol almak (Après avoir
longtemps cheminé, nous sommes arrivés à une
auberge). 2. Gelişmek, oluşmak (Cette idée a
cheminé dans les esprits). 3. ask. Düşman
mevzilerine adım adım yaklaşmak. § Cheminer
droit: Hiç yanılgıya düşmemek, hep doğnı yolda
olmak.

cheminot er. tkz. Demiryolu görevlisi,


ehemisage er. (Bir motora) Gömlek geçirme,
chemise diş. 1. Gömlek (Chemise
d'homme.
Chemise blanche, chemise à carreaux, chemise de
sport, chemise empesée). 2. Zarf. 3. Kılıf. 4.
Mermi kovanı. § Chemise de mailles: Zırhlı
gömlek. Chemises brunes: Naziler. Chemises
noires: Kara gömlekliler, faşistler. Changer de
qch comme de chemise: Don değiştirir gibi...
değiştirmek (Il change d'idée comme de chemise).
Etre en bras de chemise: Ceketsiz olmak, yalnız
gömlekle olmak. Etre comme cul et chemise: hlk.
Birbirinden hiç ayrılmamak, birbirinin kıçından
hiç ayrılmamak. Laisser dans qch jusqu'à sa
dernière chemise: Bir işte herşeyini yitirmek, son
meteliğine kadar her şeyini vermek, iflas
etmek. Se soucier de qch comme de sa première
chemise: Bir şeye hiç aldırmamak, umurunda bile
olmamak, vız gelip tırıs gitmek,
chemiser gçl. (Motor vb. için) Gömlek geçirmek,
chemiserie diş. 1. Gömlek yapımevi. 2. Gömlekçi
dükkânı.
chemisette diş. 1. Kadın gömleği. 2. (Gömlek
üstüne takılan) önlük. 3. Kısa kollu erkek
gömleği.
chemisier

252

chemisier er. 1. Gömlekçi. 2. Ö n ü işlemeli, yakalı


kadın gömleği,
chênaie diş. Meşelik.
chenal er. 1. G e m i geçidi, küçük kanal (Les bateaux
entrent dans la rade par un chenal). 2. Değirmen
arkı, ark. § Chenal pro-glaciaire: Buzul vadisi;
buzul sulannın oyduğu vadi.
chenapan er. H a y d u t , pis herif (Sortez
d'ici,
chenapans!).
chêne er. Meşe. § Etre fort comme un chêne: Kaya
gibi sağlam olmak,
chêneau er. Meşe fidanı.
chéneau er. (Damlarda) Küçük oluk, küçük kanal,
d a m deresi (Chéneau en zinc).
chêne-liège er. Mantar meşesi,
chenet er. Ocak ızgarası,
chènevière diş. Kenevir tarlası,
chènevis fjenvi] er. Kenevir tohumu,
chènevotte diş. Kenevir teli.
chenil er. 1. Köpek damı, köpek kulübesi. 2. Pis ve
düzensiz yer, çingene çergesi.
chenille diş. 1. Tırtıl (La chenille est nuisible aux
arbres). 2. Tüylü kaytan. 3. Tırtıl, palet (Véhicule
à chenilles).
chenille,e s. Tırtıllı, paletli (Véhicule chenillé).
chenillère diş. Tırtıl yuvası,
chenu,e s. Ağarmış, pamuk gibi ağarmış (Tête
chenue). § Arbre chenu: Yaşlılıktan tepesinde dal
ve yaprak kalmamış ağaç. Cime chenue: Karlı
tepe. Vin chenu: hlk. İyi cins şarap,
cheptel er. 1. Sığır ve davarın bakımı için biriyle
yapılan sözleşme, 2. Sözleşmeyle bir başkasına
aktarılan sürü. § Cheptel mort: Kiraya verilen
tarımla ilgili demirbaş eşya ve binalar. Cheptel vif:
Çiftlik işletmesinin hayvan varlığı. Bail à cheptel:
Hayvan icarı,
chèque er. Çek. § Chèque bancaire: Banka çeki.
Carnet de chèque: Çek defteri. Chèque en blanc:
Açık çek. Chèque barré: Çizgili çek. Chèque au
porteur: Hamiline muharrer, taşıyana ödenecek
çek. Chèque à ordre: N a m a muharrer, ada yazılı
çek. Chèque de communication: Takas ve mahsup
çeki. Chèque sur...: -de ödenecek çek (Chèque
sur Ankara). Chèque sans provision: Karşılıksız
çek. Chèque de voyage: Seyahat çeki, gezi çeki.
Chèque postal: Posta çeki. Donner un chèque en
blanc à qn: Birine açık çek yazmak; istediği gibi
hareket etmek izni vermek, tam serbestlik
vermek. Faire un chèque: Bir çek yazmak,
chéquier er. Çek karnesi.
cher,ères. 1 . S e v g i l i , ° a z \ z ( M o n c h e r a m i . Machère
tante). 2. Pahalı (La lutte contre la vie chère. Une
voiture chère. C'est cher). 3. Pahalıcı, çok pahalı
chercher
satan, çok para alan (Ces magasins sont chers. Ce
marchandestcher.
Ce médecin estcher.) 4. Cher à:
a) -için değerli, önemli (Ses enfants lui sont chers).
b)-ce sevilen (Un thème cher aux romantiques). S.
Sevimli (Un visage si cher). 6. ad. Sevgili, aziz (Ma
chère, mon cher).% Coûter cher:Pahalı olmak f Ces
fruits coûtent très cher). Coûter cher à qn: Birine
pahalıya mal olmak (Cette négligence lui coûtera
cher). Etre cher à qn: Biri için değerli, önemli
olmak; biri tarafından sevilmek (Cette méthode
leur est bien chère). Faire payer cher qch à qn: Bir
şeyi birine pahalıya ödetmek, yanma komamak
(Je ferai payer cher cette trahison à ce lâche). Ne
pas valoir cher: Pek değerli olmamak; nitelikli,
erdemli olmamak (Un homme qui ne vaut pas
cher). Payer qch cher: Bir şeyi pahalı ödemek (Un
peuple qui a payé cher son indépendance). Vendre
cher sa vie: Postunu kolay kolay vermemek,
kendini sonuna dek savunduktan sonra ölmek.
chercher gçl. 1. A r a m a k (Chercher un objet perdu.
Chercher un emploi,
un appartement).
2.
Aramak,
araştırmak,
bulmaya
çahşmak
(Chercher une solution, un moyen). 3. İstemek
(Chercher la paix, la solitude, chercher du
secours). 4. Kavuşmaya çahşmak
(Chercher
Dieu). 5. Gelip almak, gidip getirmek (Venez me
chercher ce soir. Allez chercher un médecin). 6.
hlk. Kışkırtmak (Je ne suis pas méchant, mais situ
me cherches, gare à toi). 7. hlk. Çıkmak, mal
olmak ( Ça va chercher dans les mille francs: Aşağı
yukarı bin franga çıkar, bin franga mal olur). 8.
Chercher à f. qch: -meye çalışmak (Il cherche à
obtenir des renseignements sur la situation). §
Chercher midi à quatorze heures: İşi boşuna
güçleştirmek; burnunun dibindeki şeyi uzaklarda
aramak. Chercher des histoires à qn: hlk. Birine
güçlük çıkarmak, başına iş açmak. Chercher ses
mots: Kesik kesik konuşmak, ıkınıp sıkınarak
konuşmak. Chercher une aiguille dans une botte
de foin: Denizde inci bulmaya çalışmak, kara
gecede kara keçiyi bulmaya çalışmak, bulunması
olanaksız bir şeyi arayıp bulmaya çalışmak.
Chercher femme: Kendine bir eş aramak,
evlenmek istemek. Chercher aventure: Serüven
ardında koşmak. Chercher à qui s'en prendre:
Çatacak birini aramak. Cherher chicane: Belâ
aramak, hır çıkarmaya çalışmak. Chercher
dispute à qn: Biriyle çıngar çıkarmaya çalışmak.
Chercher noise à qn: Birine çatmak için bahane
aramak. Chercher une querelle d'Allemand:
Ortada fol yok yumurta yokken birine çatmaya
çalışmak. Chercher la petite bête: Öküzün altında
buzağı aramak. Chercher des poux dans la tête de
chercheur
qn: Biriyle ille hır çıkarmak istemek,
chercheur,euse ad. 1. Arayan, arayıcı (Chercheur
de trésor; les chercheurs d'or). 2. Araştırmacı (Il
est grand chercheur). 3. s. Araştırıcı (Un esprit
chercheur,
un regard chercheur).
§ Tête
chercheuse: (Füzelerde) Hedef arayıcı başlık
(Misile muni d'une tête chercheues).
chère diş. 1. (Eskimiştir) Çehre, yüz. 2. Besin,
yemek (Chère délectable, chère exquise). § La
bonne chère: Güzel ve nitelikli yemek. Faire
bonne chère à qn: Birini iyi karşılamak, güler
yüzle buyur etmek. Faire bonne chère: Güzel
güzel yemekler yemek (Chez lui, on a l'habitude
de faire bonne chère).
chèrement bel. 1. Sevecenlikle, şefkatle (Aimer,
embrasser chèrement). 2. Pahalı olarak, pahalıya
(Acheter, vendre chèrement. Payer chèrement un
succès).
chéri,e s. 1. Sevgili (Votre femme chérie. Mes
enfants chéris). 2. En çok sevilen (L'enfant chéri
de la famille). 3. ad. En çok sevilen kimse ( C'est le
chéri de ses parents). A.ad. Sevgili (Mon chéri, ma
chérie. Ne t'inquiète pas ma chérie).
chérif er. Ar. Arap prensi, şerif,
chérir gçl. 1. Çok sevmek, yürekten sevmek,
candan sevmek (Chérir sa femme, ses enfants, ses
amis). 2. Candan bağlı olmak (Il chérit la liberté
plus que la vie).
cherry er. İng. Kiraz likörü,
cherté
Pahalılık (Cherté de la vie. Nous sommes
entrés dans une période de cherté).
chérubin er. 1. Tevrat'a göre bir melâike sınıfı,
kerubi (Il est beau comme un chérubin; Melek gibi
güzel). 2. Kimi resimlerde iki kanat arasında
gösterilen çocuk. 3. Sevimli çocuk. § Avoir une
face de chérubin: Çok sevimli bir yüzü olmak,
melek yüzlü olmak,
chervis \J£KVİ\ er. Yabanhavucu.
chétif.ives. 1. Cılız ( Un enfant chétif). 2. Az verimli,
önemsiz, söz etmeye değmez (Une
récolte
chétive). 3. Silik (Une viechétive).
chétivement bel. Cılızca; silikçe,
chétivité diş. Cılızlık; siliklik,
cheval er. 1. At, beygir. 2. mec. Binicilik (Aimer le
cheval. Faire du cheval. Costume de cheval). §
Cheval pur sang: Saf kan at. Cheval demi -sang:
Yarım kan at. Cheval de Troie: Truva atı;
bulunduğu yere içerden ihanet eden kimse.
Cheval de course: Yarış atı. Cheval de trait: A r a b a
beygiri. Cheval de somme: Yük beygiri. Cheval de
labour: Çift beygiri. Cheval de cérémonie: Tören
atı. Cheval reproducteur: Damızlık at. Cheval
marin: hayb.
Denizatı. Cheval d'arçon:
253

chevalier

(Jimnastik) A t l a m a beygiri. Cheval-vapeur (yada


yalmzca)Cheval: Beygir gücü(Une automobile de
45 chevaux). Un grand cheval: mec. Kadana gibi
biri, aygır gibi biri, iri yarı insan (Sa femme était un
grand cheval à la voix rude). Un vrai cheval: mec.
Katır gibi güçlü ve çalışkan kimse (C'est un vrai
cheval à l'ouvrage). Un vieux cheval de retour:
Sabıkalı. Cheval de bataille: D ö n ü p dolaşıp
başvurulan belge, temcit pilavı gibi ikide bir öne
sürülen sav. Fièvre de cheval: Yüksek ateş.
Remède de cheval: Çok etkili ilâç. A cheval: Atlı ;
atla (Un homme à cheval. Je ferai ce voyage à
cheval). A cheval sur: Bir parçası bir yakada ö b ü r
parçası ö t e yakada, bir ayağı bir yerde biri öteki
yerde, ata biner gibi (La ville est à cheval sur le
fleuve. Il s'asseoit à cheval sur un tronc d'arbre).
Etre à cheval sur qch: Bir şey üzerinde çok titiz
olmak (Je suis à cheval sur les principes.
Le
directeur est à cheval sur le règlement). Cela ne se
trouve pas dans le pas d'un cheval: H e deyince
hemen bulunmaz; bulunması güç bir şey bu.
Changer son cheval borgne pour un aveugle: Kırı
verip doru almak. Dimyata pirince gideyim
derken evdeki bulgurdan olmak. Descendre de
cheval: Attan inmek. Faire une chute de cheval:
A t t a n düşmek. Monter sur ses grands chevaux:
Küplere binmek, çok kızmak. Monter un cheval,
monter sur un cheval: A t a binmek,
chevalement er. (Bir duvara vurulan) Payanda
takımı, payanda; payandalama
(Chevalement
d'un puits de mine).
chevalergç/. Payanda vurmak (Chevalerunmur).
§
Chevaler des cuirs: İşlenecek derileri tezgâha
almak.
chevaleresque s. 1. Şövalyece, yiğitçe (Un geste
chevaleresque). 2. Yiğitliğe değgin (Littérature
chevaleresque).
chevalerie diş. Şövalyelik. § Ordre de chevalerie: 1.
Ortaçağda kâfirlerle savaşmak üzere kurulan
savaşçı dindarlar tarikatı. 2. Derebeyler sınıfı,
chevalet er. 1. (Eskiden) Bir tür işkence sehpası. 2.
K e m a n köprüsü (Chevaletd'un violon). 3. Resim
sehpası (Chevalet de peintre). 4. Tezgâh (Chevalet
de scieur de bois. Chevalet de charpentier, de
menuisier). 5. Seyyar köprü dayanağı. § Tableau
de chevalet: Küçük tablo,
chevalier er. 1. (Eski R o m a ' d a ) İkinci sınıf yurttaş.
2. (Ortaçağda) Şövalye. 3. Barondan aşağı bir
soyluluk unvanı. 4. Nişanı, madalyası olan kimse
(Chevalier de la Légion d'honneur). 5. Çulluk
türünden bir kuş (Chevaliers à pieds rouges). §
Chevalier d'industrie: Dolandırıcı. Chevalier
errant: Haksızlıklarla savaşmak üzere ülke ülke
chevalière
dolaşan kimse. Chevalier servant: Kadınların bir
dediğini iki yapmayan erkek. Le chevalier de la
Triste Figure: Donkişot. Se faire le chevalier de
qn: Birinin savunuculuğunu yapmak,
chevalière diş. Şövalye yüzüğü,
chevalin,e s. 1. A t a değgin (Race
chevaline.
Boucherie chevaline). 2. Atı andıran, at gibi (Un
visage chevalin).
cheval-vapeur er. (Makinelerde) Beygir gücü.
chevauchante s. Birbirinin üstüne binen (Dents
chevauchantes, tuiles
chevauchantes).
chevauchée diş. 1. A t gezintisi. 2. At gezintisine
çıkmış topluluk,
chevauchement er. Birbirinin üstüne binme, üst
üste yığılma (Chevauchement
des lettres. Le
chevauchement d'une dent sur une autre).
chevaucher gsz. 1. Atla gitmek. 2. A t a biner gibi
yapmak (Cet enfant chevauche sur un bâton). 3.
Birbirinin üstüne binmek, binişmek (Ces tuiles ne
chevauchent
pas
bien.
Ses
deux
dents
chevauchent). 4. (Basımcılıkta) Satırların sırası
eğri olmak, birbirinin üstüne binmek (Les lignes
chevauchent;
les lettres chevauchent).
5. gçl.
Binmek, üstünde durmak (Les
sorcières
chevauchent des manches à balai. Une paire de
lunettes chevauche le nez).
chevau-léger er. (Eskiden) Hafif süvari,
chevêche diş. Bir tür gece kuşu.
chevelu,e s. 1. Saçlı (Une tête chevelue).
2.
Püsküllü, saçaklı (L'épi chevelu du maïs. Une
racine chevelue). 3. Uzun saçlı,
chevelure diş. 1. Saç. 2. (Yıldızlarda) Kuyruk (La
chevelure d'une comète).
chevet er. 1. Başucu (Lampe de chevet. Il a installé
son lit, le chevet contre le mur). 2. (Kiliselerde)
Mihrap bölümü ( U n cimetière entoure le chevet de
cette église). 3. (Madencilik) Filiz yatağı. § Livre
de chevet: Başucu kitabı, en çok sevilen kitap. Au
chevet de: Baş ucunda (Il a passé deux nuits au
chevet de son oncle malade).
chevêtre er. 1. Bir döşemenin kirişlerini birbirine
bağlamak için aralarına konulan küçük kiriş
p a r ç a l a n , kiriş çeliği. 2. Sargı. 3. Yular,
cheveu er. 1. Saç teli (Il a trouvé un cheveu dans le
potage). 2. ç. Saç (Des cheveux longs, courts,
frisés, souples, ondulés, bouclés, crépus, laineux.
Des cheveux noirs, blancs, bruns, blonds, roux,
châtains, gris). § Faux cheveux: T a k m a saç. A un
cheveu près: Nerdeyse, az kalsın. En cheveux:
Başı örtüsüz olarak, başı açık (Sortir en cheveux.
Faire une visite en cheveux). Tiré par les cheveux:
Z o r l a m a , zoraki, mantığa pek uygun düşmeyen
(Un raisonnement tiré par les cheveux. C'est tiré

254

chèvre-pied
par les cheveux). Avoir mal aux cheveux: Çok
içmiş olmaktan dolayı başı ağnmak. Couper les
cheveux en quatre: Kılı kırk yarmak. Faire dresser
les cheveux sur la tête: İnsanın tüylerim
ürpertmek. Ne tenir qu'à un cheveu: Olmasına
ramak kalmak, olmasına kıl payı kalmak. Ne pas
toucher à un cheveu de qn: Birinin kılına
d o k u n m a m a k . Saisir l'occasion par les cheveux:
Fırsatı yakalamak, fırsatı kaçırmamak. Se faire
des cheveux blancs: Çok üzülmek, kaygılanmak.
Se prendre aux cheveux: Saç saça baş başa
gelmek. S'arracher les cheveux: Çok kızmak,
saçlarım yolmak. Toucher un cheveu de la tête de
qn: Birine azıcık dokunmak, kılına dokunmak (Si
tu touches un cheveu de sa tête, tu auras affaire à
moi). Venir comme un cheveu sur la soupe:
Yersiz,
zamansız
gelmek;
gelişi
uygun
düşmemek.

cheville diş. 1. Takoz, kama, kavila. 2. (Telli


çalgılarda) Kulak. 3. (Ayakta) Bilek, bilek
çıkıntısı, topuk (Se fouler la cheville. Robe qui
arrive à la cheville). 4. ed. Şişirme, "haşiv. §
Cheville ouvrière: 1. Arabayı oka bağlayan
cıvata. 2. mec. Elebaşı; -in temel direği (Etre la
cheville ouvrière d'un complot, d'une affaire,
d'une association). Etre en cheville avec qn: tkz.
Biriyle çıkar yada iş ortaklığı olmak, biriyle hep
aynı kaba işemek. Ne pas aller à la cheville de qn,
venir à la cheville de qn: Birinin tırnağı etmemek,
birinin ayağının tozu bile olmamak, birinin eline
su dökememek (Je ne connais pas defemme qui lui
vienne à la cheville. Il ne va pas à ta cheville).
cheviller gçl. 1. Takozlamak, takozlarla bağlamak
(Cheviller une porte, une table). 2 .ed. Haşivlerle
doldurmak, şişirmek. § Avoir l'âme chevillée au
corps: Kedi canlı olmak, cam kolay kolay
çıkmamak. Avoir l'espoir chevillé à l'âme: Kolay
kolay u m u t ve cesaretim yitirmemek,
cheviotte diş. İskoç yapağısı,
chèvre diş. 1. Keçi (Lait de chèvre, fromage de
chèvre. Chèvre d'Angora).
2. Yük kaldırma
düzeni, dikme, makas. 3. Sehpa, sıpa, çatkı. 4. er.
(Eksiltili olarak "fromage de chèvre" yetine) Keçi
peyniri (Un chèvre, manger du chèvre), f Faire
devenir chèvre: Şaşkına çevirmek. Ménager la
chèvre et le chou: İki yanı da idare etmek, iki
hasım yanla da iyi geçinmek,
chevreau er. 1. Oğlak (Il bondit comme un
chevreau). 2. Oğlak derisi (Des gants en chevreau,
chaussures de chevreau).
chèvrefeuille er. bitb. Hanımeli,
chèvre-pied s. ve ad. Keçi ayakh (Satyre chèvrepied. Des chèvre-pieds).
chevreter
chevreter gsz. (Keçi için) Yavrulamak, doğurmak,
chevrette diş. 1. Küçük keçi. 2. Dişi karaca. 3.
Sacayak. 4. Gayda. 5. Karides, teke. 6. Oğlak
derisinden kürk (Manteau de chevrette).
chevreuil er. hayb. Karaca.
chevrier,ire ad. 1. Keçi çobanı. 2. er. Bir fasulye
türü.
chevrillard er. Karaca yavrusu,
chevron er. 1. Çatı merteği, baba. 2. ask. Kol şeridi,
chevronné,e s. 1. Kıdem şeridi taşıyan (Vieux héros
tout chevronné). 2. Bir meslekte iyice pişmiş,
deneyimli, tecrübeli (Un professeur
chevronné.
Les parlementaires
chevronnés prévoyaient
la
crise).
chevronner gçl. ask. Koluna şerit takmak,
chevrotant,e s. Meler gibi, titrek (Une voix
chevrotante).
chevrotement er. Keçi gibi meleme, titreme (Sa voix
avait un chevrotement de vieillesse).
chevroter gsz. 1. (Keçi için) Melemek. 2. (Şarkı
söylerken yada konuşurken) Sesi titremek, sesini
titretmek (Chanteur qui chevrote. Un vieillard qui
chevrote). 3. gçl. Titrek ve yavaş bir sesle
söylemek (Chevroter une prière, une chanson).
chevrotln er. 1. Karaca yavrusu. 2. Sepilenmiş oğlak
derisi (Gants de chevrotin). 3. Keçi peyniri,
chevrotine diş. İri saçma, iri av saçması (Fusil chargé
à chevrotines pour la chasse au sanglier).
chewing-gum [jwingom] er. tng. Sakız, çiklet,
•çiğnek (Mastiquer
du chewing-gum:
Çiklet
çiğnemek).
chez 1. (Birinin) Evinde, evine (Je vais chez moi:
Evime gidiyorum. Allons chez Paul.
Rentrons
chez nous: Evlerimize dönelim). 2. -in ülkesine,
ülkesinde; -lere, -lerde (Chez les Esquimaux, la
pêche est une activité vitale. Porter la guerre chez
l'ennemi. Chez les Perses, on rendait un culte au
feu. Chez les bêtes, l'instinct est très fort). 3. -in
zamanında, -in döneminde (Chez les anciens
Grecs, chez les Sumériens). 4. -in yapıtlarında (Ce
motde "gloire" revient souvent chez Corneille). S.
mec. -in kişiliğinde, anlayışında, huyunda (C'est
une mauvaise habitude chez lui: Bu onda kötü bir
alışkanlıktır). 6. er. Ev, konut (J'ai un chez-moi.
Chacun veut un chez-soi). § Etre partout chez soi,
se sentir chez soi: Kendini evindeymiş gibi
hissetmek (Ici, je suis chez moi, je me sens chez
mot). Faire comme chez soi: Evindeymiş gibi
hareket etmek (Faites comme chez vous).
chez-moi, chez-soi er. Ev, yuva, başım sokacak
kendine ait bir yer (Chacun veut un chez-soi).
chiader gsz. 1. argo. Çok çalışmak, h a n i , hani
çalışmak,
ineklemek.
2. gçl.
Çalışmak,

255

chicaneur
hazırlamak (Chiader son bac: Lise
bitirme
sınavına hazırlanmak,
sınav için harıl harıl
çalışmak).
chialer gsz. hlk. Ağlamak, zırlamak,
chialeur, e uses. vead. Gözü sulu; ikide bir ağlayan.
chiant,e s. tkz. Cansıkan, kafa ütüleyen, rahatsız
eden ( C o m m e il est chiant!).
chiard er. hlk. Çocuk, kopil, velet,
chiasse diş. Sinek yada böcek pisliği (Chiasse de
mouche), g Avoir la chiasse: argo. K o r k m a k , ödü
bokuna k a n ş m a k .
chibouque,chibouk er. yada diş. Çubuk, tütün
çubuğu.
chic er. tkz. 1. Şıklık, güzellik (Tout le chic de ce
bouquet est dans l'harmonie des couleurs). 2.
(Okul argosunda) Alkış, gösteri. 3. Ustalık (Hale
chic pour faire cela). 4. ünl. Oh! Ne iyi! N e güzel!
Ne şans! (Chic! On va faire un bon voyage! Chic
alors!). S .s. Şık (Elle est très chic avec ce chapeau).
6. Güzel, kıyak (Une chic voiture). 7. Sevimli, hoş
(Voilà une parole chic). 8. Kibar, nazik (Il est
toujours chic à mon égard. Un chic copain). §
Avoir le chic de qch, de f.qch; Avoir le chic pour
qch, pour f. qch: Bir şeyin, bir şey y apmanın ustası
olmak (llale chic des réparations invisibles. Tu as
le chic de t'absenter quand on a besoin de toi. Il a le
chic pour bavarder). Avoir du chic: Fiyakalı
olmak, yakışıldı olmak, esash olmak (Son
chapeau a du chic). Faire qch de chic: Hazırlıksız
yapmak, pek inceleyip araştırmadan yapmak (II
fait ses traductions de chic). Travailler, peindre de
chic: (Ressam için) Modelsiz
çalışmak,
düşevinden resimler yapmak,
chicane diş. 1. Hileli dâva. 2. D â v a , uyuşmazlık,
anlaşmazlık, mızıkçılık. 3. hkr. Adliyeci takımı.
4. Bir artdüşünce ile çıkarılan kavga, hır. 5.
Tabyalardaki zikzaklı yol. § Chercher chicane:
Belâ aramak, kavga çıkarmaya çalışmak,
chicaner gsz. 1. Dâvaya tezvir karıştırmak,
mızıkçılık e t m e k . 2. gçl. Kavga e t m e k , hır
çıkarmak (Si l'auteur m'émeut, je ne le chicane
pas). 3. Çekiştirmek, takılmak (Si vous la
chicanez sans cesse, il ne s'occupera plus de vous).
4. Kafasını meşgul etmek, canını sıkmak f Cela me
chicane). S. Chicaner sur qch: Bir şey üzerinde
tartışmak, çekişmek, kavga etmek (Ils chicanent
sur tout). 6. Chicaner qch à qn: Birinin birşeyine
itiraz e t m e k , bir şeyi birine vermek istememek
(On lui chicane ses frais de déplacement).
chicanerie diş. Mızıkçılık, kavgacılık, çekişme,
kavga.
chicaneur,euse s. ve ad. Kavgacı, hırcı; yoktan
kavga çıkaran (Humeur
chicaneuse,
esprit
chicanier

chicaneur, c'est un grand chicaneur).


chicanier,ère s. ve ad. Kavgacı, hırcı; yoktan yere
kavga çıkaran (Une personne chicanière.
Les
chicaniers trouveront toujours à redire).
chicard,e s. hlk. Şık, kıyak, esaslı,
chiche s. 1. (Eskiden) Cimri, pinti (Il est très chiche.
Un paysan chiche). 2. Pek küçük, pek önemsiz
(Une récompense très chiche). 3. ünl. Hodri
meydan, yap yapabilirsen! (Tu n'oserais jamais,
chiche!). § Pois chiche: Haşlanmış nohut. § Etre
chiche de qch: Bir şeyde pek cimri olmak, pek
cömert olmamak (Il est chiche de compliments).
Etre chiche de f.qch: -cek güçte, durumda olmak
(Tu n'es pas chiche de faire ce travail).
chiche-kebab er. T. Şişkebap.
chichement bel. Pintice, cimrice (Ils vivent très
chichement).
chichi er. 1. T a k m a saç. 2. (Kadın giysilerinde)
Küçük kırma. 3. hlk. Patırtı. 4. Aşırı tören, kural
düşkünlüğü; törencilik (Pas tant de chichi!). S. ç.
Naz, cilve. § Faire des chichis: Naz yapmak, cilve
yapmak, numara yapmak,
chichiteux,euse s. Nazcı, cilveci, numaracı (Une
femme
chichiteuse).
chicorée diş. 1. Hindiba. 2. Hindiba kökü tozu.
chicot er. 1. Kesilmiş ağacın topraktan yukarıda
kalan bölümü, çotuk. 2. Kırılmış bir dişin kökü.
chien,ne ad. 1. Köpek (Chien de race. Chien de
chasse, chien de berger, chien policier,
chien
d'appartement). 2. (Ateşli silâhlarda) Horoz. 3. s.
Hırçın, sert; kötü (Il n'est pas trop chien). § Chien
de mer: Camgöz balığı, -de chien: Pis..., rezil...,
kötü (Une vie de chien, un temps de chien, un
caractère de chien). Coupdechien: Denizin birden
kabarması;
beklenmedik
ayaklanma
(Le
gouvernement craint un coup de chien). Chiens de
Chasse: Avköpekleri takımyıldızı. Le grand
Chien: Büyükköpek takımyıldızı. Le Petit Chien:
Küçükköpek takımyıldızı. Entre chien et loup:
Sular kararırken, akşamın alaca karanlığında.
Arriver, venir comme un chien dans un j e u de
quilles: Olmadık anda, münasebetsiz bir sırada
çıkıp gelmek. Avoir, éprouver u n mal de chien:
Büyük güçlük çekmek, güçlüklerle karşılaşmak
(J'ai eu un mal de chien à déchiffrer son écriture).
Avoir du chien: Cinsel çekiciliği olmak (Elle n'est
pas belle, mais elle a du chien). Etre, vivre,
s'entendre comme chien et chat: Kedi köpek gibi
olmak, yaşamak. Etre coiffé à la chienne:
Perçemini alnına düşürmek, alnında kısa ve
kıvrık saçı olmak. Etre comme un chien à
l'attache: Özgür olmamak, boynu zincirli olmak.
Etre couché en chien de fusil: Dizlerini karnına

256

chier
çekerek oturmak. Faire le chien, couchant:
Dalkavukluk etmek, köpek gibi yaltaklanmak.
Faire le jeune chien, être bête comme un jeune
chien: Şaşkınlık etmek, şaşkın olmak. Garder à
qn un chien de sa chienne: Birinden alacak öcü
olmak (Je lui garde un chien de sa chienne).
Mourir comme un chien: Kimsesiz, sahipsiz
olarak ölmek. Ne pas attacher ses chiens avec des
saucisses: Masraf etmekte pek sıkı olmak. N'être
pas bon à jeter aux chiens: Köpeğe atsan yemez
durumunda olmak. Ne pas valoir les quatre fers
d ' u n chien: Ciğeri beş para etmemek. Ne pas
donner sa part aux chiens: Hakkından
vazgeçmemek, hakkını almakta direnmek.
Recevoir qn comme un chien dans un jeu de
quilles: Birini çok kötü karşılamak. Rompre les
chiens: Tehlikeli olmaya başlayan, çığnndan
çıkmaya başlayan bir konuşmayı, bir tartışmayı
kesivermek. Se regarder en chiens de faïence:
Birbirine yiyecekmiş gibi bakmak. Traiter qn
comme chien: Birine köpek muamelesi yapmak,
çok kötü davranmak. Tuer qn comme un chien:
Birini hiç acımadan, köpek öldürür gibi
öldürmek. Qui veut .loyer son chien l'accuse de la
rage: Kedi yavrusunu yerken fareye benzetir.
Chien hargneux a toujours l'oreille blessée: Azgın
köpeğin kulağı yırtık olur. Chien qui aboie ne
mord pas: Isıran köpek dişini göstermez, ısıracak
köpek havlamaz. Bon chien chasse de race:
Soydur, çeker. Küçük kalkar büyüğe bakar. Les
chiens aboient, la caravane passe: İt ürür kervan
yürür. Nom d ' u n chien!: Hay Allah kahretsin!
Allah belâsını versin!
chiendent er. 1. A y n k o t u . 2. mec. tkz. Güçlük,
insana kök söktüren şey (Voilà, un chiendent).
chienlit diş. tkz. 1. Karnaval maskesi. 2. mec.
Maskaralık, gülünç giyim. 3. Karışıklık, kargaşa
(La réforme, oui; la chienlit, non!)
chien-loup er. Kurt köpeği,
chiennergsz. (Köpek için) Eniklemek, doğurmak,
chier gsz. argo. Pisliğini yapmak, dışarı çıkmak,
sıçmak. § Chier dans la colle: Çok abartmak.
Envoyer chier qn: Birini başından savmak,
kovmak. Faire chier qn: tkz. Birini rahatsız
etmek, canım sıkmak. N'avoir pas chié la honte:
A r namus tertemiz olmak, utanmak diye bir şey
bilmemek. S'imaginer avoir chié la colonne:
Kendini bir bok sanmak, kendini bulunmaz hint
kumaşı sanmak. Chie-tout-debout: Canlı cenaze,
sıska dayı. Gueule à chier dessus: Suratına bak
süngüye davran. Ça va chier: İşin boku çıkacak. Y
a pas à chier: Bu böyle artık, lâmı cimi yok. Se
faire chier: Sıkıntıdan patlamak (On se fait chier
chierie
ici).
chierie diş. argo. Çok can sıkıcı şey,boktan iş (Quelle
chierie!).
chiffe diş. 1. Kötü kumaş. 2. mec. Gevşek adam.
chiffon er. 1. Kumaş parçası, çaputf Essuyer la table
avec un chiffon). 2. Buruşuk, pis kâğıt parçası (Le
professeur a refusé d'accepter de pareils chiffons).
3. tkz. Kadın giyim kuşamı. § Un chiffon de
papier: 1. Önemsiz, buruşuk kâğıt parçası. 2.
Geçerliği olmayan anlaşma, geçersiz sözleşme.
Parler chiffons, s'occupper de chiffons: H e p giyim
kuşamdan söz etmek,
chiffonnage er. Buruşturma.
chiffonné,e s. 1- Buruşmuş (Etoffe chiffonnée). 2.
mec. Buruşuk, kırış kırış (Unefigure
chiffonnée).
chiffonnement er. 1. Buruşturma. 2. Buruşma. 3.
Kırgınlık,
hoşnutsuzluk
(Accepter
sans
chiffonnement).
chiffonner gçl. 1. Buruşturmak (Chiffonner
un
vêtement). 2. mec. Can sıkmak, üzmek (Cela me
chiffonne). 3. gsz. Ufak tefek dikişler yapmak;
ufak tefek bez parçalarını toplayıp yanyana
getirmek, onlardan bir şeyler yapmak (Elleaimeà
chiffonner).
chiffonnier,ère ad. Paçavracı, çaputçu (Il est vêtu
comme un chiffonnier). § Se battre comme des
chiffonniers: Çingeneler gibi kavga etmek,
chiffonnier er. Çamaşır dolabı, şifoniyer,
chiffrable
s.
Rakamlandırılabilir,
rakama
vurulabilir, rakamla ifade edilebilir,
chiffrage er. 1. Rakamla hesap etme, rakama
dökme.
2. Numaralama.
3. "Şifreleme,
'gizyazılama.
chiffre er. 1. Rakam (Ecrire un nombre en chiffres).
2. Şifre, *gizyazı (Service du chiffre. Chiffre d'une
serrure, d'un coffre-fort). 3. Şifre dairesi (Il est
affecté au chiffre). 4. Tutar (Le chiffre des
dépenses. Chiffre net, chiffré brut). 5. Marka
(Faire graver son chiffre). § Chiffre d'affaires:
Ciro (Taxe sur le chiffre d'affaires). En chiffres
ronds: Yuvarlak hesap, yuvarlak hesapla. Avoir
le secret, la clef du chiffre: Şifrenin gizini,
anahtarını bilmek. Changer de chiffre: Şifre
değiştirmek. Ecrire en chiffres: Şifre olarak
yazmak, şifreyle bildirmek,
chiffrement er. Şifrelendirme; şifreyle bildirme,
chiffrer gsz. 1. Rakamla hesaplamak. 2. gçl.
Numaralamak (Chiffrer les pages d'un livre). 3.
Tutannı hesaplamak (Chiffrer ses dépenses, ses
revenus). 4. Şifreli olarak bildirmek, göndermek;
gizyazıya dökmek (Chiffrer un télégramme, une
correspondance,
un message). S. Markasını
işlemek, markasını kazıtmak (Une
chemise

257

chinois
chiffrée, un portefeuille
chiffré).
chiffreur er. Şifreci, şifre m e m u r u , *gizyazıcı.
chignole diş. 1. Delgi aygıtı. 2. tkz. Kötü araba, taka
(Sa chignole est en panne).
chignon er. 1. Ense. 2. Saç topuzu. §Se crêper le
chignon: Saç saça baş başa gelmek,
chilien,nés. vead. 1. Şilili. 2. Şili ve Şilililere değgin,
chimère diş. 1. (Söylencede) Başı ve göğsü aslan,
karnı keçi, kuyruğu ejderha olan ve ağzından
alevler püsküren masal hayvanı. 2. K u r u n t u ,
düşlem, gerçekleşmeyecek
düş
(Chimère,
dernière ressource des malheureux).
3. hayb.
Denizkedisi. 4. Bir tür kelebek. § Se forger des
chimères, se créer des chimères: Boş düşler
k u r m a k , olmayacak özlemler ardında koşmak,
chimérique s. 1. Kuruntucu, düşcü (Un homme
chimérique).
2. Boş düşler ve kuruntulara
dayanan (Idées chimériques).
chimie diş. Kimya (Chimie générale,
minérale,

organique, physique, appliquée,


médicale).
chimique s. Kimyaya değgin, kimyasal (Industrie
chimique, formule
chimique).
chimiquement bel. Kimyasal olarak, kimyaca,
kimya yoluyla,
chimiste ad. Kimyacı, kimyager (Chimiste de
laboratoire, ingénieur chimiste).
chimpanzé er. hayb. Şempanze (Il grimpe comme
un chimpanzé).
chinage er. (Dokumacılıkta) İplikleri türlü
renklerde boyama,
chinchilla er. P e r u ' d a yaşayan kemirici hayvan; bu
hayvanın çok değerli olan kürkü; çinçilya.
chine diş. 1. Çin. 2. er. Lüks kâğıt. 3. er. yada diş.
Çin porseleni (Du vieux chine, de la vieille chine:
Eski Çin porseleni). 4. diş. Eskicilik, bohçacılık;
kapı kapı dolaşıp satış yapma. § A la chine: Kapı
kapı dolaşarak (Vente à la chine).
chiné,e s. Alacalı, renk renk boyanmış (Une laine
chinée).
chiner gçl. 1. ( D o k u m a d a arış ipliklerini) Türlü
renklerle boyamak (Chiner une étoffe, une laine).
2. tkz. Alay etmek, tiye almak, matrak geçmek,
sarakaya almak (Nous l'avons chiné toute la
journée au sujet de son nouveau
costume).
chineur,euse ad. 1. İplik boyacısı. 2. Eskici. 3.
Alaycı, matrakçı,
chinois, es. vead. 1. Çinli (Les Chinois ont les yeux
bridés). 2. Çin'e değgin, Çinlilere özgü (TradiV/o/w
chinoises, la république chinoise). 3. er. Çince,
Çin dili (Il écrit le chinois). 4. Reçel yapılan bir tür
küçük portakal. 5. Koni biçiminde bir tür küçük
süzgeç. § C'est du chinois: Anlaşılmaz şey;
anlaşılır şey değil.
chinoiser

chinoiser gsz. Tartışmak, dalaşmak (On va pas


chinoiser pour ça).
chinoiserie diş. 1. Çin işi biblo. 2. mec. Tuhaf ve
karışık iş (Tu me fais perdre mon temps avec tes
chinoiseries).
chiot er. Köpek yavrusu.
chiottesdiş. ç. hlk. Yüznumara, aptesane, tuvalet,
chiourme er. Forsalar takımı,
chiper gçl. tkz. 1. Aşırmak, araklamak, çalmak (On
lui a chipé son stylo). 2. K a p m a k , yakalanmak
(Chiper une maladie).
chipeur,euse s. ve ad. Arakçı, hırsız,
chipie diş. 1. Cadı, cadaloz (C'est une vieille
chipie). 2. s. Cadaloz, cadı (On la trouve un peu
chipie).
chipolata diş. Kısa ve yassı küçük sosis,
chipotage er. 1. İpe un serme. 2. Uzun uzun
pazarlık etme.
chipoter gsz. 1. İsteksiz yemek yemek, lokmalar
ağzında şişmek. 2. Yavaş iş görmek, ağır
çalışmak. 3. İpe un sermek, türlü bahaneler
bulmak. 4. Uzun uzun pazarlık etmek. § Se
chipoter: Didişmek, birbirinin başının etini
yemek (Ces deux sœurs se chipotent sans cesse).
chipoteur,euse s. ve ad. Mızmız,
chips er. ç. Kızarmış patates dilmesi, cips (Un
sachet de chips).
chique diş. 1. Çiğneme tütünü, ağız tütünü
(Mâcher, mastiquer sa chique). 2. tkz. Y a n a k
şişkinliği. 3. Bir tür A m e r i k a piresi. § Avaler sa
chique: Ö l m e k , cartayı çekmek. Couper la chique
à q n : Sesini soluğunu kesmek, birden tek söz
söyleyemeyecek d u r u m a getirmek (En
lui
rappelant ses promesses, je lui ai coupé la chique).
chiqué er. tkz. 1. N u m a r a , yapmacık
(Ilaprisunair
indifférent, mais c'est du chiqué). 2. Danışıklı
dövüş, şike. § Au chiqué: N u m a r a d a n (Ilfait ça au
chiqué). Faire d u chiqué: N u m a r a yapmak (On est
en famille, on ne va pas faire du chiqué).
chiquement bel. tkz. 1. Çok şık bir şekilde (Il est
chiquement fringué). 2. Çok kıyak bir şekilde,
efendice, dostça (Il m'a très chiquement accueilli).
c h i q u e n a u d e ^ . Fiske. § Donner une chiquenaude:
Bir fiske vurmak,
chiquer gsz. (Tütün) Çiğnemek (Chiquer du tabac).
chiquet er. Küçük parça, kırıntı. § Chiquet à
chiquet: A z a r azar.
chiqueur er. T ü t ü n çiğneme tiryakisi,
chiragre diş. 1. El nikrisi. 2. s. ve ad. Elleri nikrisli.
chirographaire s. Rehinsiz, güvencesiz (Créance
chirographaire).
chiromancie diş. El falı. § P r a t i q u e r la chiromancie:
El falına bakmak.

258
chœur
chiromancien,ne ad. El falcısı.
chiroptères, chéiroptères er. f. hayb. Yarasalar.
chirurgical, e s. Cerrahlığa değin,
cerrahi
(Opération
chirurgicale).
chirurgie diş. Cerrahlık (Chirurgie
générale,
plastique, esthétique. Chirurgie du cœur).
chirurgien er. Cerrah,
chiure diş. Sinek pisliği.

chlamyde diş. Omuzdan tutturulmuş, kısa ve önü


açık manto. Yunan mantosu,
chlore er. kim. Klor.
chloré, e s . Klorlu.
chlorelle diş. bitb. (Tatlı sularda) Yeşil yosun (La
chlorelle pourrait servir d'aliment
humain).
chloroforme er. Kloroform,
chloroformer gçl. 1. Kloroform ile uyutmak. 2.
mec. Uyutmak, afyonlamak (Chloroformer les
esprits, l'opinion
publique).
chloroformisation diş. Kloroformla uyutma,
chlorophylle diş. Klorofil,
chlorose diş. hek. Kloroz,
chlorotique s. ve ad. Kloroza değin, klorozlu.
chlorure diş. kim. Klorür.
chloruré, e s. Klorürlü.
chlorurer gçl. Klorürlemek.
choc er. 1, Çarpma (Un choc violent. Le choc du
marteau sur l'enclume). 2. D ö v m e , vurma (Le
choc des gouttes de pluie contre la vitre). 3.
Çarpışma (Choc de navire, choc de voiture). 4.
mec. Çarpışma, vuruşma (Choc de deux armées
ennemies. Choc des intérêts, choc des idées). 5.
(Maddi ve manevî) Büyük sarsıntı, şok (La mort
de son père lui a causé un choc). § Donner, faire u n
choc à q n : Birini çok sarsmak, şaşırtmak; şok
etkisi yapmak (Cela lui a donné un choc. Quand
j'ai appris qu'il était parti, cela m'a fait un choc).
chochotte s. ve ad. Z ü p p e ; züppece (Une gardenparty un peu chochotte).
chocolat er. 1. Çikolata (Chocolat au lait, aux
noisettes).
2. Çikolatalı içecek (Une tasse de
chocolat).
3. Çikolata renginde (Un teint
chocolat, des visages chocolat), f Rester chocolat,
être chocolat: D ü ş kırıklığına
uğramak,
bozulmak, bozum olmak,
chocolaté, e s . Çikolatalı,
chocolaterie diş. Çikolata fabrikası,
chocolatier, ère ad. 1. Çikolatacı. 2. diş. Çikolata
pişirilen k a p , çikolata cezvesi. 3. s. Çikolataya
değgin (Industrie
chocolatière).
chocottes diş. ç. hlk. Korku. § Avoir les chocottes:
Korkmak.
chœur er. 1. K o r o (Un chœur d'enfants.
Soprano
dans un chœur). 2. Şarkıcı kolu. 3. (Tapınaklarda)
choir
Koro yeri. 4. Koronun okuduğu yada söylediği
parça (Les chœurs de Sophocle). 5. Takım, grup
(Le chœur des anges, des saints). 6. Topluluk (Le
chœur des mécontents). § Enfant de chœur: 1.
Kilise ayinlerinde koroda yer alan çocuk. 2. mec.
Saf oğlan, aklı birşey kesmeyen çocuk. En chœur:
Topluca, hep birden, koro halinde (Chanter en
chœur. S'ennuyer, s'écrier en chœur).
choir gsz. Düşmek (Si l'averse choit soudain). §
Laisser choir qn: Birini yüzüstü bırakmak (Après
de belles promesses, tu nous as laissés choir. Il a
laissé choir ses amis). Se laisser choir: Kendini
bırakmak, yığılmak (Il s'est laissé choir dans son
fauteuil).
choisi, ts. 1. Seçme (Morceauxchoisis).
2. Seçkin,
kibar (Il parle un langage choisi. S'exprimer en
termes choisis).
choisir gçl. 1. Seçmek (Choisir un mari, une femme,
une carrière. Les électeurs ont choisi leurs
représentants). 2. Yeğlemek, tercih etmek (De
ces deux solutions, je choisis la plus simple). 3.
Karar vermek, yargıya varmak (C'est à vous de
choisir si vous viendrez ou non. Choisis où tu veux
aller en vacances). 4. Choisir de f. qch: -meye
karar vermek (Après avoir réfléchi, j'ai choisi de
refuser sa proposition).
choix er. 1. Seçme (Choix de poèmes, de textes). 2.
Yeğleme, tercih (J'aifait mon choix. Son choix est
fait). 3. Seçim (Le choix d'un métier). § Au choix:
Seçerek, keyfe bağlı, canının istediği gibi
(Acheter qch au choix. Vous avez droit à un dessert
au choix). Au choix de: -in canının istediği gibi (Tu
peux décider à ton choix. Cette voiture peut être
livrée en différentes teintes, au choix du client). De
choix: Seçme, seçkin. Sans choix: Ayırmaksızın,
ayrım gütmeden. Fixer, arrêter, porter son choix
sur qch: -de karar kılmak (La cliente a fini de fixer
son choix sur une robe de soie). N'avoir pas le
choix: Tutacak başka bir yol olmamak, elinde
başka çaresi bulunmamak.
choUmie diş. hek. 1. Safranın kana karışması. 2.
Kandaki safra oram.
choléra er. 1. Kolera (Choléra asiatique). 2. mec.
hlk. Çok kötü insan (C'est un vrai choléra, cette
bonne femme).
cholériforme s. Kolera görünümünde (Diarrhée
cholériforme).
cholérine diş. Hafif kolera,
cholérique
s.
Koleraya
değgin
(Vibrion
cholérique).
cholestérine, diş. cholestérol er. Kolesterin,
kolesterol.
chômable s. Tatil yapılabilir; çalışılmayabilir (Fête
259

choral
chômable).
chômage er. 1. Tatil etme, çalışmama (Le chômage
des dimanches, des jours de fête). 2. İşsizlik,
çalışmama (Chômage
d'une usine. La crise
économique a entraîné un grand chômage dans le
pays). § Allocation de chômage: İşsizlik tazminatı.
Chômage
saisonnier:
Mevsimlik
işsizlik.
Chômage structurel: Yapısal işsizlik. Chômage
latent: Gizli işsizlik. Chômage partiel: Kısmî
işsizlik. Chômage frictionnel: Geçici işsizlik; iki
sözleşme arasındaki işsizlik. Etre en chômage:
İşsiz olmak (Mon père est en chômage depuis des
mois). Etre au chômage: Yalnız işsizlik aylığıyla
geçinmek.

chômé,e s. Tatil yapılan, çalışılmayan (Jour chômé


et payé).
chômer gsz. 1. İşsiz kalmak, çalışmamak (Depuis
deux mois qu'il chômait, il avait épuisé ses maigres
économies).
2. İş olmadığı için çalışmamak,
üretim yapmamak (L'industrie textile chôme). 3.
Dükkânı kapamak, tatil yapmak (Chômer entre
deux jours fériés). 4. gçl. -de çalışmamak, tatil
yapmak (Chômer une fête, un jour). § Laisser
chômer qch: Çalıştırmamak, olduğu gibi
bırakmak (Il laisse chômer son capital).
chômeur,euse ad. İşsiz.
chope diş. 1. Büyük bira bardağı. 2. Bir bardak bira
(Il boit sa chope).
choper gçl. 1. Çalmak, araklamak (Il a chopé un
stylo). 2. Yakalamak, enselemek (Ona chopé le
voleur). 3. - e y a k a l a n m a k , tutulmak
(Tuaschopé
une bonne grippe).
chopine diş. 1. Yarım litrelik eski bir ölçü. 2. hlk.
Bir bardak şarap,
ehoppergsz. 1. Ayağı çarpmak .2. mec. Yanlışadım
atmak.
choquant,e s. D o k u n u c u , k a b a , güce giden, hoş
karşılanmayan (Desparoles
choquantes).
choquer gçl. 1. Çarpmak. 2. Aykırı düşmek (Cela
choque la raison, le bon sens). 3. Kızdırmak,
gücendirmek, yaralamak (Ce film risque de
choquer les consciences délicates). 4. Sarsmak,
şaşırtmak (Cet événement
m'a choqué).
5.
Rahatsız etmek, tırmalamak (Cette
musique
choque l'oreille). 6. Tokuşturmak (Choquer les
verres). § Se choquer: 1. Çarpışmak (Deux armées
qui se choquent. Les bateaux se sont choqués). 2.
Se choquer de qch: -den alınmak ; -e gücenmek (Il
s'est choqué de mes paroles).
choral, e s. 1. Koroya değgin (Chants chorals). 2.
er. Dinsel ezgi yada kaynağı dinsel ezgiler olan
orkestra parçası, koral (Le choral de Luther est le
premier hymne des protestants).
chorale
chorale diş. Koro şarkılar söyleyen müzik
topluluğu, koral,
chorée diş. Kora sayrılığı.
chorégraphe ad. Koreograf, tiyatro için dans ve
bale düzenleyen sanatçı, 'dansdüzencisi.
chorégraphie diş. Koreografi; dans ve bale figür ve
adımlarım kâğıt üzerinde saptama, baleler
yaratma sanatı, dansdüzeni.
chorégraphiques. Koreografiye değgin,
choréiques. 1. Korasayrılığınadeğin. 2. ad. Korali,
kora sayrılığına tutulmuş,
choriste ad. Korocu; bir koroda yer alan sanatçı,
chorographie diş. Bir yerin, bir ülkenin yapılan
nitelendirilmesi, ülke betimlemesi,
choroïde diş. (Gözde) Damartabaka.
choroîdien.ne s. Damartabakasına değgin,
chorus [koRys] er. Koro halinde söyleme, çalma. §
Faire chorus: 1. Koro halinde söylemek. 2. Hep
bir ağızdan söylemek, bir şeyi topluca hay kırmak.
Faire chorus avec qn: Biriyle ağız birliği etmek,
chose diş. 1. Şey, nesne (C'est une chose
extraordinaire). 2. Olaylar, olup bitenler (Savezvous la chose). 3. İşler, olaylar
(Les choses vont
mal. Il faut avoir le courage de regarder les choses
en face). 4. Sorun, söz konusu olan şey (Je vais
vous expliquer la chose). § Autre chose: Ba^ka şey
(C'est autre chose). Autre chose de f. qch... autre
chose de f. qch: -mek başka şey, ...-mek başka
(Autre chose de critiquer, autre chose de faire:
Eleştirmek başka şey, yapmak başka). Grandchose: Pek bir şey (Je n'y ai pas compris
grandchose). Peu de chose: Pek az bir şey, önemsiz, şey
(C'estpeu de chose: Önemiyok, önemsizşey). La
chose jugée: huk. Kesin hüküm, °kaziyyei
muhkeme. La chose publique: Devlet işleri,
hükümetin işi. Leçon de choses: Hayatbilgisi
dersi. Quelque chose: Bir şey
(Voulez-vous
prendre quelque chose?). C'est dans l'ordre des
choses: Bu işler hep böyle. Dans cet état de choses:
Bu durumda. En tout état de choses: Ne olursa
olsun; her hal ve kârda. C'est une chose de f.qch:
-mek önemlidir. C'est déjà quelque chose: Bu da
bir şey, az değil. Avoir ses choses: tkz. Aybaşı
olmak. Etre la chose de qn: Birinin malı gibi
olmak, tutsağı olmak. Laisser aller les choses: İşi
oluruna bırakmak, olayları kendi akışına
bırakmak. Parler de choses et d'autres: Şurdan
burdan konuşmak, dereden tepeden söz etmek.
Se croire quelque chose: Kendini bir şey sanmak.
Se sentir tout chose: İçinde anlaşılmaz bir sıkıntı
duymak, bunalmak,
chosification diş. Şeyleştirme, şey haline getirme;
nesneleştirme,
eşya
durumuna
getirme

260
chrétienté
(Chosification de l'homme).
chosifier gçl. Şeyleştirmek; nesneleştirmek, eşya
durumuna getirmek (La machine chosifie
l'homme).
chou er. 1. Lahana, kelem (Chou farci: Lahana
dolması. Feuilles de chou; chou de Bruxelles). 2.
Fiyong. § Chou à la crème: Bir tür pasta. Chou
frisé: Kıvırcık lahana. Chou pomme: Top lahana,
başlahana. Chou vert: Karalâhana. Mon petit
chou: hlk. Şekerim, nonoşum, canikom, cicim.
Feuille de chou: mec. Önemsiz yazı; değersiz
gazete; °varakpare. Aller planter ses choux:
Kendi köşesine çekilmek, köy yaşamına dönmek.
Etre bête comme chou: Pek aptal olmak; saf,
çocuksu olmak. Etre dans les choux: 1. Sıkıntıda
olmak, güç durumda olmak. 2. Bir sınıfın en
tembelleri arasında olmak. 3. Bayılmak, kendini
kaybetmek. Etre chou: Sevimli, şık olmak (C'est
chou, ce petit appartement. Elle est trop chou dans
sa petite robe). Faire chou blanc: Boşa pala
sallamak, başarı gösterememek. Rentrer dans le
chou à qn: Birine saldırmak (Comme l'autre
l'avait insulté, il lui est rentré dans le chou). Faire
ses choux gras de qch: Bir şeyden esash
yararlanmak, kesesini iyice doldurmak,
chouan er. Fransa'da, Birinci Cumhuriyet
döneminde ayaklanan kralcılara verilen ad.
choucas er. Alakarga.
chouchou, chouchoute ad. Çocuk, en çok sevilen
öğrenci (Ce professeur n'a pas de chouchou. Elle
est la chouchoute de la maîtresse).
chouchouter gçl. Çok sevmek, şımartmak,
choucroute diş. 1. Lahana turşusu. 2. Lahana
turşusundan yapılan bir yemek,
chouette diş. 1. Gecekuşu. 2. mec. Acuze, cadı. 3. s.
hlk. Güzel, hoş (C'est chouette. Une chouette
femme, un chouette chapeau).
chou-fleur er. bitb. Karnabahar,
chou-rave er. bitb. Alabaş,
chou-rouge er. Kırmızı lahana,
choyer gçl. 1. Çok sevmek, üstüne titremek, özenle
bakmak (Choyer ses enfants, une femme). 2.
Beslemek, taşımak, kafasında olmak (Choyer un
préjugé, une idée).
chrême [&ı-cfnJer.(Hıristiyanlar'da)Kimi âyinlerde
kullanılan kutsal yağ.
chrestomathie[ A» ı:st3mati\diş. Klasik yazarlardan
seçmeler; klasik yazarlar seçkisi,
chrétien,ne s. ve ad. Hıristiyan (Le monde chrétien,
la religion chrétienne. Les premiers chrétiens).
chrétiennement bel. Hnistiyanca (Vivre, mourir
chrétiennement).
chrétienté diş. Hıristiyanlık âlemi, Hıristiyanlık.
chrisme

261

chrisme/foîism/ er. İsa peygamberi gösteren marka.


christ [knist] er. 1. H a ç üzerinde İsa resmi yada
heykeli (Un christ d'ivoire). 2. Mesih, İsa. § Jésus
Christ: İsa.
christianisation diş. Hıristiyanlaştırma.
christianiser gçl. Hıristiyanlaştırmak,
christianisme er. Hıristiyan dini, Hıristiyanlık,
chromage er. Krom kaplama,
chromaticité diş. Renkserlik.
chromatique s. 1. Renklere değgin. 2. müz.
Kromatik (Demi-ton chromatique). 3. (Sinema)
Renkser, renközü olan.
chrome er. kim. 1. Krom. 2. Madensel parça
(Nettoyer les chromes de sa voiture).
chromer gçl. 1. Krom kaplamak (Acier
chromé).
2. (Deri vb.) Şapla tabaklamak, sepilemek
(Chromer des cuirs).
chromolithographie diş. chromo er. Renkli
taşbasması.
chromosome er. Kromozom, *soyaktaran,
chromosomique
s.
Kromozomlara
değgin,
*soyaktaransal.
chromosphère diş. gökb. *Renkyuvarı, "renkküre.
chromotypographie, chromotypie diş.
Renkli
tipografi, düzbaskı makinesiyle renkli baskı,
chronicité diş. Süreğenlik, "müzminlik (Chronicité
d'une maladie).
chronique s. 1. Süreğen, "müzmin
(Rhumatisme
chronique). 2. Sürüp giden, müzmin (Chômage
chronique.
Il a des difficultés
financières
chroniques).
chronique diş. 1. Günü gününe yazılmış tarihsel
olaylar defteri. 2. (Gazetede) Günlük sorunlarla
ilgili yazı; fıkra (Chronique sportive,
chronique
théâtrale). 3. Dolaşan söylentiler, dedikodu (Une
chronique scandaleuse.
La chronique
locale
prétend qu'elle n'a pas été une épouse parfaitement
vertueuse).
chroniquement bel. Süreğen olarak; sürgit,
chroniqueur er. 1. Tarihsel olaylar yazan,
"vakanüvis. 2. Fıkra yazan, köşe yazarı
(Chroniqueur dramatique, parlementaire. Il est
chroniqueur dans un journal).
chronologie diş. Kronoloji, 'zamandizin.
chronologique s. Kronolojiye değgin; tarih sırasına
göre, *zamandizinsel (Table
chronologique.
Respecter l'ordre
chronologique).
chronologiquement bel. Kronolojiye göre, tarih
sırasına göre, zamandizinsel olarak,
chronomètre er. Kronometre, *süreölçer.
chronométrer gçl. Kronometre ile ölçmek,
chronométrie diş. fiz. Z a m a n ölçümü bilimi; fiziğin
zaman ölçme ile ilgili bölümü, *süreölçüm.

chute

chronophotographie
diş.
Devinimlerin
fotoğraflarla saptamp çözümlenmesi,
chrysalide diş. biy. Krizalit. § Sortir de sa
chrysalide: mec.
Kabuğunu kırmak; gözü
açılmak.
chrysanthème er. bitb. Kasımpatı.
chrysocale er. T o m b a k ,
chrysolithe diş. Zebercet,
chrysoprase diş. Yaldızlı yeşil akik.
chuchotement er. Fısıltı, fısıldama (J'ai entendu un
léger chuchotement. Le chuchotement duvent, des
feuilles).
chuchoter gsz. 1. Fısıldamak, fısıltıyla konuşmak
(Le professeur a puni les élèves qui chuchotaient).
2. gçl. Fısıltı halinde söylemek. 3. Chuchoter qch à
l'oreille de qn: Birinin kulağına bir şey fısıldamak
(Ilmechuchote
à l'oreille les noms des nouveaux
arrivants).
chuchoterie diş. tkz. Fısıldama, fiskos,
chuchoteur, euse s. vead. Fısıldayıcı; fiskoscu.
chuchotis er. Hafif fısıltı, hafif çağıltı (Le chuchotis
de la rivière).
chuintantes. Hışırtılı, fisırtıh, tısıltıh.
chuintement er. Hışırtı, fısırtı, tısıltı
(Le
chuintement
de la vapeur.
Un
chuintement
ininterrompu rappelait la fuite du robinet d'évier).
chuinter gsz. 1. (Gecekuşu için) Ö t m e k . 2. Hışırtı
çıkarmak, fışırdamak (Le jet de vapeur chuinte).
3. Kimi sesleri tıslayarak söylemek, tıslamak,
chulo er. Boğa güreşlerinde boğayı kızdıran
oyuncu.
chut IJİV*] ünl. Susss! Hışt! (Il a fait chut! en mettant
un doigt sur la bouche).
chute diş. 1. Düşme, düşüş (Une chute de cheval, de
bicyclette.
La
chute
d'un
ministre).
2.
Yuvarlanma, düşme, yıkılma (La chute d'un
rocher, d'une masse de neige, d'un pan de mur). 3.
K a p a n m a , inme (La chute du rideau au théâtre). 4.
Yağma, yere düşme ( L a chute de pluie, de neige).
5. Batma (La chute du jour). 6. D ö k ü l m e (La
chute des feuilles, des cheveux, des poils). 7.
Gözden düşme, başansızhk, yenilgi (La chute
d'un auteur, la chute de Napoléon). 8. D ü ş m e ,
teslim olma (La chute
d'une
ville,
d'une
forteresse).
9. Yıkılma, devrilme (La chute
d'un empire, d'un régime). 10. Değerini yitirme,
düşme, değerden düşme (La chute
d'une
monnaie).
11. Azalma, düşme (La chute de
tension, de pression, de température). 12. G ü n a h ,
suç (La chute d'Adam. Cette malheureuse fille a
supporté toute sa vie les conséquences de sa chute).
13. (Nazımda ve müzikte) Son hece, son ses (La
chute d'une phrase musicale). 14. Kumaş kırpığı,
chuter
kesimden artan kumaş parçalan (Ramasser, jeter
les chutes). 15. Çağlayan, çavlan (Les chutes du
Niagara, la chute d'un barrage). § La chute d ' e a u :
Çağlayan. L a chute des reins: Bel altı. Faire une
chute: Düşmek,
chuter gsz. hlk. 1. D ü ş m e k . 2. (Tiyatro oyunu için)
Başarısızlığa uğramak, afişten kaldırılmak. 3. gçl.
Islıklamak, yuhalamak (Chuter un acteur).
chyle er. fizy. Kilüs.
chyme er. fizy. Kimüs.
ci bel. 1. (Hesaplarda) E d e r , etti (3 livres à 6 francs,
ci 18 francs: Altışar franktan üç kitap eder 18
frank). 2. Ce, cette, cet, ces: İşaret sıfatlarından
birini almış adlardan sonra yada Celui, celle, ceux,
celles işaret adıllarından sonra geldiğinde bu, şu
anlamını katarak yakınlık anlatır
(Cethomme-ci:
Bu adam, şu adam; Cette maison-ci: Bu ev, şu ev;
Ces filles-ci: Bu kızlar, şu kızlar; Celui-ci: Bu, şu
(kimse); Celles-ci: Bunlar, şunlar). § Ci-devant:
Bugüne dek. Ci-joint: Ekli olarak, ekte bulunan
(Je vous envoie ci-joint les documents). Ci-après:
1. Bundan sonra, bu bölümden sonra. 2. ö t e d e .
Ci-inclus: Bunun arasına konmuş olarak, ekli
olarak (Vous trouverez ci-inclus une copie). Ces
jours-ci: B u g ü n l e r d e . Ci-dessus: Üstte, yukarda.
Ci-dessous: Altta, aşağıda. Ci-contre: Karşıda.
Par-ci p a r l a : Şurda burda, şurdan burdan, şuraya
buraya. De-ci de-là: Şurda b u r d a , şuraya buraya,
şurdan burdan. 3. Ci et ça: adıl. Şu bu, şunu bunu
(Demander ci et ça). Comme ci comme ça: Şöyle
böyle (Comment
allez-vouz?
— Comme
ci
comme ça).
ciao! ünl. tkz. Haydi eyvallah! Çav! Bay-bay!
cibiche diş. tkz. Sigara.
cible diş. 1. Nişan tahtası, hedef (Tirerà la cible. lia
placé toutes les balles au centre de la cible). 2.
H e d e f . § Etre la cible de: -in hedefi olmak, -in
konusu olmak (A vec son nez long, il est la cible de
tous les regards, de toutes les railleries). Servir de
cible à qn, à qch: Birine, bir, şeye hedef olmak (11
rompait pour éviter de servir de cible aux guetteurs
ennemis. Tu sers de cible aux railleries de tes
camarades).
ciboire er. (Kiliselerde) Kudas kitabı,
ciboule diş. Taze sarımsak,
ciboulette diş. Bir tür sarmısak.
ciboulot er. hlk. Baş, kafa (Ne te fatigue pas le
ciboulot,
tu ne peux comprendre.
Depuis
longtemps, cette idée me trotte dans le ciboulot).
cicatrice diş. 1, Yara izi (Une cicatrice de coupure,
de brûlure, à la face). 2. İz, kalıntı (Les cicatrices
de la guerre. Elle garde au cœur de profondes
cicatrices de la crise sentimentale
qu'elle a

ciel

262
traversée).

cicatriciel, le s. Yara izine değgin


(Tissus
cicatriciels).
cicatrisant, e s . Yara kapatıcı, yara besleyici,
cicatrisation
diş.
1.
Kapanma,
iyileşme
(Cicatrisation d'une plaie, d'uneblessure). 2. mec.
Yatışma, geçme, kapanma (Cicatrisation d'une
blessure morale, d'une histoire d'amour).
cicatriser gçl. 1. İyi etmek, kapatmak, iyileştirmek
( Cicatriser une plaie, une blessure, une brûlure). 2.
mec. Kapatmak, geçirmek, yatıştırmak, onarmak
(Cicatriser une douleur, une blessure d'amourpropre). I Se cicatriser: Kapanmak,
sağalmak,
iyileşmek (Laplaie s'est cicatrisée).
cicérone er. İt. (Eskimiştir, alay yollu söylenir)
Turist kılavuzu, turistleri gezdiren kimse. § Etre le
cicérone de qn: Birine kılavuzluk etmek, birini
gezdirmek. Faire le cicérone: Kılavuzluk etmek,
cicénmien, ne s. Çiçero gibi, Çiçero'yu andıran
(Eloquence
cicéronienne).
cicindèle diş. Ateşböceği.
ciconiidés er. ç. hayb. Uzunbacaklılar.
cidre er. Elma şarabı, sidr.
ciderie diş. E l m a şarabı fabrikası,
ci-dessous, ci-dessus - » c i .
ciel er. 1. G ö k , gökyüzü (La voûte du ciel. Les
oiseaux volent dans le ciel). 2. Hava (Un ciel
calme, serein, brumeux,
brouillé,
nuageux,
ouvert, couvert, orageux). 3. Uçmak, cennet (Tu
mérites le ciel. Il aspire à la béatitude du ciel). 4.
Tanrı (La justice du ciel. C'est un présent du ciel.
Le ciel m'est témoin). S. Resimlerde, bir tabloda
gökyüzünü gösteren bölüm (Les ciels de Van
Gogh). 6. Tavan (Ciel de carrière: Taşocağı
tavam). 7. Üst, tavanlık (Cield'un lit). § L'eau du
ciel: Yağmur. L e f e u d u c i e l : Yıldırım. Sousleciel:
Bu dünyada (Rien de nouveau sous le ciel). Sous le
ciel de: -de (Sous le ciel d'Ankara: Ankara'da). A
ciel ouvert: 1. Açık havada (Une piscine à ciel
ouvert). 2. Üstü açık. Sous d ' a u t r e s ciels: Başka
yerde, başka ülkelerde. E n t r e ciel et terre:
H a v a d a , boşlukta (L'alpiniste resta suspendu
entre ciel et terre). Elever qn j u s q u ' a u ciel: Birini
göklere çıkarmak, çok övmek. Etre au septième
ciel: Çok mutlu olmak, hayran kalmak. Remuer
ciel et terre: Elinden geleni yapmak, dağı taşı
birbirine katmak. Tomber du ciel: 1. Hızır gibi
yetişmek, tam zamanında gelmek. 2. Şaşırmak,
afallamak. C'est le ciel qui t'envoie: Seni Allah
gönderdi. Grâce au ciel, béni soit le ciel, le ciel soit
loué, plût au ciel: Tanrıya şükür. Au nom du ciel:
T a n n aşkına, Allah aşkına (Au nom du ciel, ne
vous exposez pas inutilement).
cierge
cierge er. (Tapınaklarda yakılan) M u m , kalın m u m
(Brûler un cierge à un saint). § Etre droit comme
un cierge: Sert, katı olmak, meşe gibi hiç
bükülmemek,
cieux er. ç. Gökler; Tanrılar katı (Celui qui règne
dans les cieux).
cigale diş. 1. Ağustos böceği. 2. den. Çapa halkası,
cigare er. Puro, yaprak cıgarası (Fumer un cigare).
cigarette diş. Sigara, cıgara (Fumer une cigarette.
Allumer,
éteindre sa cigarette. Rouler
une
cigarette. Cigarette filtrée, cigarette sans filtre).
cigarillo er. Küçük ve ince puro.
ci-gît: (Gömüt
taşlarında yazar)
"Burada
gömülüdür, burada yatar",
cigogne diş. hayb. Leylek (Les cigognes sont des
oiseaux migrateurs).
cigogneauer. Leylek yavrusu,
ciguë Isigy] diş. bitb. X. Baldıran. 2. Baldıran ağısı
(Socratefut condamné à boire la ciguë). 3. mec.
Ağu, zehir.
cil er. Kirpik (Il a de longs cils). § Faux dis: T a k m a
kirpik. Cils vibratiles: biy. Titrek tüyler. Battre
des cils: Kirpiklerini kırpıştırmak,
ciliaires. Kirpiğe değgin.
cilice er. 1. Keçi kılından sof. 2. Çile doldurmak için
giyilen yada sarılman at kılından gömlek yada
kuşak (Porter le cilice, prendre le cilice).
cilié, e s. 1. Kirpikli. 2. Tüylü (Feuille ciliée, graine
ciliée).
cillement er. Göz kırpıştırma ; göz kırpışması (Il a un
continuel cillement d'yeux).
ciller gsz. 1. Gözünü kırpmak, göz kırpıştırmak (On
ne peut pas soutenir l'éclat de ce phare sans ciller).
2. gçl. Kırpmak, kırpıştırmak (Ciller les yeux). §
Ne pas oser ciller devant qn: Birinden çok
korkmak, önünde ağzım açamamak, kaşını
oynatamamak (Personne n'ose ciller devant le
nouveau directeur).
cime diş. 1. D o r u k , tepe (Grimper jusqu'à la cime
d'un arbre. Les cimes neigeuses d'une chaîne de
montagnes). 2. mec. E n yüce nokta, doruk (La
cime de la gloire, la cime des honneurs). § Etre à la
cime de: Bir şeyin doruğunda olmak, en yüksek
noktasma varmış bulunmak,
ciment er. 1. Çimento (Un sac de ciment). 2. mec.
Aradaki bağ (Le ciment qui le liait à son
compagnon se solidifiait. Le ciment d'une amitié).
cimentation diş. Çimentolama.
cimenter gçl. 1. Çimento ile tutturmak, birbirine
bağlamak (Cimenter des pierres, cimenter un
bassin). 1. mec. Sağlamlaştırmak, pekiştirmek
(Cimenter une amitié. L'amour de la liberté
cimentait l'union des citoyens).
263

cingler

cimenterie diş. 1. Çimento sanayii. 2. Çimento


fabrikası.
cimentier er. Çimentocu; çimento işçisi,
cimeterre er. Pala, yatağan,
cimetière er. Sinlik, "gömütlük, "mezarlık,
(Cimetière souterrain, cimetière marin, cimetière
militaire. Porter un mort au cimetière.
Cimetière
de voitures).
cimier er. Tolga tepeliği.
cinabre er. 1. Zincifre. 2. Ateş kırmızısı,
ciné er. hlk. Sinema (Aller au ciné).
cinéaste ad. 1. Sinemacı. 2. Sinema sanatçısı,
ciné-club er. Sinema derneği,
cinéma er. 1. Sinema (Aller au cinéma. Film de
cinéma). 2. Sinemacılık, sinema sanatı (Le
cinéma est appelé le septième art). 3. mec. tkz. Us
almaz şey, gerçek dışı gülünç şey, ciddilikten uzak
şey (C'est du cinéma).
cinémascope er. Sinemaskop,
cinémathèque diş. Filmlik, sinematek,
cinématique diş. 1. Mekaniğin devinimle ilgili
bölümü, devinim bilimi, "devinimbilim 2. s.
Devinime değgin,
cinématographe er. 1. Sinema makinası. 2.
Sinemacı. 3. Sinemacılık, sinema,
cinématographie diş. Sinemacılık, sinema sanatı,
cinématographier gçl. (Eskimiştir) Filme almak,
filmini çekmek, -i çevirmek,
cinématographiques. Sinemaya değgin; sinematik
(Industrie
cinématographique,
langage
cinématographique).
cinematologie diş. Sinemabilim.
cinémomètre er. Hız göstergesi,
cinéphiles, vead. Sinemasever,
cinéraire s. Ölü külüne değğin. § Vase cinéraire,
urne cinéraire: Ölü külü vazosu, kutusu,
cinérama er. Yanyana konmuş üç perdeyle üç
projektöre dayanan sinema yöntemi, sinerama,
ciné-roman er. Bir filmden alınan resimli yada
fotoğraflı halk romanı,
cinétiques, fiz. Kinetik
(Energiecinétique).
cinglant, e s. 1. Kamçı gibi çarpan. Bıçak gibi (Un
vent cinglant, une bise cinglante).
2. Sert,
yaralayıcı, kırıcı (Paroles cinglantes, une leçon
cinglante).
cinglé, e s. hlk. Kaçık, bir tahtası noksan (Il est un
peu cinglé).
cingler gçl. 1. V u r m a k , çırpıştırmak (Le charretier
cingla son cheval d'un coup de fouet). 2. D ö v m e k ,
kuvvetle vurmak, çarpmak (La pluie cinglait les
vitres). 3. Yaralamak, kırmak (Il cingla son
adversaire d'une réplique impitoyable). 4. gsz.
Yönelmek, -e doğru yol almak (Le yacht cingle
264

cinna nıome
vers le port. Le navire cingle vers le cap).
cinnamome er. Bir tür tarçın ağacı,
cinoche er. hlk. Sinema (Aller au cinoche).
cinoques. vead. hlk. Kaçık, deli, kafadan çatlak,
cinq s. vead. l . s . Beş (J'ai cinq pommes. Les cinq
doigts de la main. Attendez cinq minutes). 2.
Beşinci (Page cinq, tome cinq, Charles cinq). 3.
ad. Beşli (Le cinq de pique). 4. Saat beş (Le train
part à cinq). 5. er. Beş rakamı (Il fait ses cinq
comme des S). 6. er. Beş, beş sayısı (Compter de
cinq en cinq). 7. er. Ayın beşinde, ayın beşi (Je
pars le cinq. Le cinq Avril). § En cinq sec: Çok
hızlı, çabucak. C'était moins cinq: R a m a k
kalmıştı, kıl payı kalmıştı (Felâketin olması için).
Le cinq-à-sept: Beş çayı çağrısı, beş çayı
toplantısı.
cinquantaine diş. Elli kadar, elli dolaylarında (Une
cinquantaine
de lettres). § Approcher de la
cinquantaine: Ellisine yaklaşmak. Avoir la
cinquantaine: Elli yaşlarında olmak,
cinquante?. vead. l . s . Elli (Cinquantemaisons).
2.
Ellinci (Numéro cinquante, page cinquante). 3. er.
Elli rakamı, elli sayısı, elli (Cinq fois dix font
cinquante).
cinquantenaire s. 1. Elli yaşlarında (Cet homme est
cinquantenaire).
2. er. Ellinci yıldönümü
(Célébrer le cinquantenaire de la République).
cinquantièmes. 1. Ellinci (Articlecinquantième).
2.
Ellide bir, ellide birlik (La cinquantièmepartie
des
revenus). 3. ad. Ellinci (Il est le cinquantième, elle
est la cinquantième de sa classe). 4. er. Ellide bir
(Le cinquantième d'une quantité).
cinquième s. 1. Beşinci (Le cinquième étage, la
cinquième année). 2. Beşte bir (La
cinquième
partie d'un héritage). 3. er. Beşte bir, beşte biri (Il
donne le cinquième de son salaire au loyer). 4. ad
(Il est le cinquième, elle est la cinquème de sa
classe). 5. diş. Orta ikinci sınıf (Mon fils est en
cinquième).
cintrage er.
getirme.

Kemerleştirme;

kemer

biçimine

cintre er. l.(Bir kubbede, bir kemerde) İç eğmeç. 2.


K u b b e yada kemer kalıbı. 3. (Tiyatroda) Üst
bölüm. 4. Giysi askısı. § Le plein cintre: Yarım
daire biçiminde kemer,
cintrer gçl.
1. K e m e r biçiminde yapmak,
kemerleştirmek (Cintrer une porte, une fenêtre,
une galerie). 2. K a b a r t m a k , kabarıklık vermek,
eğmek (Cintrer des plaques de métal. Cintrer une
barre, un tuyau). 3. T a m beline oturtmak (Cintrer
une redingote, une veste).
cipaye er. (Eskiden) Bir A v r u p a
ordusu
hizmetindeki Hindistan askeri, sihapi.

circonspection

cipolin er. A k damarlı yeşil mermer.


cippe er. (Türlü amaçlarla dikilen) Sütun, *dikin;
gömütlerin başına dikilen sütun,
cirage er. 1. Cilalama, parlatma (Cirage des
parquets). 2. (Ayakkabı) Boyama (Brosse à
cirage). 3. Ayakkabı boyası. § Etre dans le cirage:
argo. 1. Gözleri kararmak, hiç bir şeyi göremez
olmak. 2. Hiçbir şey anlamamak. Etre en plein
cirage: argo. Küfelik olmak, zil zurna sarhoş
olmak. Noir comme du cirage: Kapkara, kömür
gibi.
circaète er. Yılankartalı, bir tür yırtıcı kuş.
circoncire gçl. Sünnet etmek (Circoncire
un
enfant).
circoncis, e s. Sünnetli (Un enfant circoncis, il est
circoncis).
circonciseur er. Sünnetçi.
circoncision diş. Sünnet, sünnet işlemi (La
circoncision est un rite des religions juive et
islamique). § Pratiquer la circoncision sur qn:
Birini sünnet etmek,
c i r c o n f é r e n c e ^ , geom. 1. Çember (La longueur de
la circonférence est égale au produit du diamètre
par pi). 2. Bir şeyi saran çember, çevre (La
circonférence d'une ville).
circonflexes. Eğri büğrü çarpık,(-)biçiminde (Des
sourcils circonflexes). ŞAccent circonflexe: Mât,
forêt,
sözcüklerinde görüldüğü gibi
(-)
biçimindeki aksan,
circonlocution diş. Dolaşık yoldan söylenen söz,
dolaşık anlatım, 'dolamlama (Parler
par
circonlocutions).
circonscriptibles. mat. Çember içine alınabilir,
circonscription diş. 1. Çevre, bölge, bölge sınırı
(Circonscription
administrative,
militaire).
2,
geom. Bir şekli uçları değecek biçimde bir
çemberle çevirme; çemberleme, çember içine
alma.
§ Circonscription
électorale:
Seçim
bölgesi.
circonscrire gçl. 1. Sınır içine almak, sınırlamak
( Circonscrire
un espace.
Circonscrire
une
propriété par des murs). 2. geom. Bir şekli çember
içine almak, uçları değecek biçimde bir çemberle
çevirmek. 3. Sınırlamak, sınır içine almak
(Circonscrire un sujet, un débat). 4. Yayılmasına
engel olmak, belli bir alan içinde tutmak
(Circonscrire une épidémie, un incendie).
circonspect,e s. *Sakınımh, "ihtiyatlı, dikkatli,
ölçülü (Un diplomate circonspect, une démarche
circonspecte.
Il tient toujours
un
langage
circonspect).
circonspection
diş.
*Sakınımlılık,
"ihtiyat,
ölçülülük,
dikkat,
dilini tutma,
uluorta

ı
circonstance
konuşmama, yanı yöreyi kollama (Agir, parler
avec circonspection).
circonstance diş. 1. Ayrıntı (Une
circonstance
m'échappe dans son rapport). 2. Koşul, °şart
(L'exprérience a eu lieu dans des circonstances
défavorables). 3. D u r u m (Il faut profiter de la
circonstance). § Etant donné les circonstances:
D u r u m gereği,durum ve koşullar yüzünden. De
circonstance: Uygun, yerinde, yerinde ve
zamanında (En cette période de départ en
vacances, les conseils de prudence sont de
circonstance). Ce n'est pas de circonstance: Sırası
değil, uygun kaçmaz. Un ouvrage de circonstance,
un discours de circonstance: Belli bir olay
dolayısıyla yazılmış yapıt, söylenmiş söylev. Dans
les circonstances présentes, actuelles: Bu
durumda, şu koşullar içinde,
circonstanciées. A y n n t ü ı , bütün ayrıntılarıyla ( Un
rapport circonstancié. Il nous faut un compte
rendu circonstancié de la réunion).
circonstanciel,le s. D u r u m ve koşullara bağlı,
durum ve koşulları belirten. § Complément
circonstanciel: Dolaylı tümleç,
circonstancier gçl. (Az kullanılır) Ayrıntılarıyla
anlatmak
circonvallation diş. Kuşatma siperi,
circonvenir gçl. 1. Aldatmaya, kandırmaya
çalışmak (Circonvenir ses juges. Il s'efforça
vainement de circonvenir le témoin). 2. tkz.
Uyutmak,
sıkmak
kafasını
ütülemek
(Circonvenir son auditoire).
circonvoisin.e s. Yakın komşu, yambaşında (Villes,
circonvoisines. Lieux
circonvoisins).
circonvolution diş. 1. Bir merkez nokta etrafındaki
halkalar,
çemberler
(Décrire
des
circonvolutions).
2.
Kıvrım,
kıvrıntı
(Circonvolutions
cérébrales,
circonvolutions
intestinales).
circuit er. 1. Çevre uzunluğu (Le circuit d'une ville.
L'exposition a cinq kilomètres de circuit). 2. Yol,
uzun ve karışık yol (J'ai fait un long circuit pour
aller chez lui). 3. Dolanma, gezme (Faire le circuit
des châteaux, des villes d'art). 4. mec. Dolambaç.
5. Hareket, elden ele dolaşma, devir yapma (Le
circuit des capitaux). 6. (Elektrikte) Devre
(Couper le circuit. Rétablir, fermer le circuit).
Circuit imprimé: (Elektronik) Baskı devresi.
Circuit intégré: Entegre devre. En circuit fermé:
D ö n ü p dolaşıp hep aynı noktaya gelerek. Etre
hors circuit: mec. Devre dışı olmak, bir işe
karışmamış olmak,
circulaires. 1. Değirmi, yuvarlak (Figurecirculaire,
surface circulaire). 2. Sonunda çıkış noktasına

265

cirer

dönen (Un voyage circulaire). 3. diş. Genelge


(Une circulaire ministérielle,
une
circulaire
administrative. Envoyer une circulaire).
cirailairement bel. Ç e m b e r biçiminde, halka
biçiminde, çemberlerçizerek (Un aigle qui planait
dans le ciel circulairement).
circulante s. Dolaşımda olan; dolaşan (Capitaux
circulants. Anticoagulant
circulant).
circulariser gçl. Değirmileştirmek,
circulation diş. 1. Dolaşım (La circulation du sang.
Petite circulation,
grande
circulation.
La
circulation de la sève dans les plantes). 2. Yayılma
(Circulation des idées). 3. Dolaşma, gidiş geliş,
trafik (La circulation est difficile dans les grandes
villes. Accident de la circulation). 4. Sürüm, devir,
elden ele dolaşma (La circulation de l'argent, des
capitaux). 5. Dolaşım (La libre circulation de la
main-d'œuvre).
§ Mettre qch en circulation:
Piyasaya sürmek, çıkarmak, yaymak (Mettre un
livre en circulation. Mettre en circulation de
fausses
nouvelles).
circulatoire s. K a n dolaşımına değgin (Troubles
circulatoires).
circuler gsz. 1. Gidip gelmek, dolaşmak, dolanmak
(Les voitures circulent lentement dans cette rue.
Les passants circulent). 2. Dolaşmak, dolaşım
yapmak (Le sang circule dans le corps. L'eau
circule dans des canalisations métalliques).
3.
Piyasada dolaşmak, elden ele geçmek (L'argent
circule, les capitaux circulent). 4. Yayılmak,
dolaşmak, ağızdan ağıza dolaşmak (Des rumeurs
circulent déjà dans la ville). § Faire circuler un
bruit, une rumeur: Bir söylenti çıkarmak,
yaymak. Circulez!: Dağılın, durmayın, ilerleyin!
circumnavigation diş. Bir kıtanın etrafını gemi ile
dolaşma.
circumpolaire s. Bir kutup etrafında yapılan, olan
(Une
expédition
circumpolaire:
Kutup
yolculuğu).
cire diş. 1. Balmumu (Alvéole en cire d'une ruche).
2. Bitkisel mum (Palmier à cire). 3. M u m . 4.
M ü h ü r mumu (Cire à cacheter). S. Kulak kiri
(Bouchon de cire). 6. Göz çapağı. 7. hayb.
Kuşlarda gaga altı zarı, derisi. § Cire molle: M u m
gibi yumuşak karakter, çok gevşek adam. Cire
vierge: Eritilmemiş balmumu. Etre jaune comme
cire: Balmumu gibi olmak, çok açık sarı tenli
olmak.
ciré,e s. 1. Balmumlu, balmumu sürülmüş. 2.
Boyanmış, parlatılmış (Chaussures cirées). 3.
Cilalanmış, cilalı (Parquet ciré). 4. er. Sugeçirmez
giysi (Un ciré de marin). § Toile cirée: Muşamba,
cirer gçl. 1. Balmumu sürmek. 2. Boyamak,
cireur

266

parlatmak (Cirer des chaussures). 3. Cilâlamak


(Cirer un parquet). § Cirer les bottes à qn: tkz.
Birine dalkavukluk etmek, birinin kıçını
yalamak.
cireur,euse 1. ad. Cilacı, parlatıcı, silip parlatan
kimse (Une cireuse de parquet). 2. er. Boyacı (Le
cireur de bottes). 3. diş. D ö ş e m e cilalama aygıtı,
cireux,euse s. 1. Balmumu gibi (Un malade au teint
cireux. Un visage cireux).2. Balmumu kıvamında,
m u m yumuşaklığında (Matière
cireuse).
cirier,ère ad. 1. M u m yapıp satan kimse, mumcu. 2.
Balmumu yapan amele arı. 3. er. M u m ağacı,
ciron er. 1. ( U n , peynir gibi şeylerde olan) Kurt. 2.
mec. Cılız adam, güçsüz adam.
cirque er. 1. Sirk, cambazhane (Je vais amener mes
enfants au cirque). 2. Karmakarışık yer; dağınık,
düzensiz yer, panayır gibi yer (C'est un cirque,
ici). 3. Karışıklık, düzensizlik (Quel cirque dans la
famille, les veilles de départ envacances!). 4. argo.
Millet Meclisi, kamutay. S. coğr. Buzyalağı.
cirrhose diş. hek. Siroz,
cirro-cumulus er. coğr. Yumakbulut.
cirro-stratus er. coğr. Buz bulutu, külbulut.
cirrus er. coğr. Saçakbulut, tüybulut.
cirure diş. Balmumu cilâsı,
cisaille diş. 1. Maden kesmeye, ağaç dallarını
kırpmaya yarayan büyük makas, demirci makası,
budama makası (Cisaille de ferblantier, de tôlier,
de jardinier). 2. Maden kırpıntısı (Cisaille d'argent).
cisaillement er. 1. Kesme, doğrama, kırpma,
b u d a m a . 2. (Yol, sokak vb. için) Kesişme,
cisailler gçl. 1. Kesmek, doğramak (Cisailler des fils
de fer barbelés). 2. Kırpmak, budamak (Cisailler
les branches). 3. Cisailler qn: tkz. Birinin yüzünü
gözünü çizmek, yaralamak,
ciseau er. 1. Y o n t m a kalemi (Tailler au ciseau.
Ciseau de sculpteur, de maçon, de menuisier). 2.
Kazı kalemi, işleme kalemi (Ciseau d'orfèvre). 3.
ç. Makas (Ciseaux de couturier, de tailleur, de
brodeuse. Ciseaux à ongles). § Sauter en ciseaux:
Makaslama atlamak,
ciseler gçl. 1. O y m a k , işlemek, kalem işlemek
(Ciselerunbijou,unmétal,un
objet
précieux).
2. mec. Titizlikle, inceden inceye işlemek (Ciseler
son style, ses phrases, un sonnet).
çiselet er. Kuyumcu kalemi,
ciseleur er. 1. Çalmacı, m a d e n oymacısı, m a d e n
işlemecisi. 2. Bir şeyi titizlikle yapan, ince ince
işleyen (Ciseleur de vers: Dizelerini kuyumcu gibi
işleyen ozan).
ciselure diş. 1. M a d e n oymacılığı, çalmacıhk. 2.
O y m a m a d e n işi, çalmacı işi, ince iş.
cisoires diş. ç. Ayaklı demirci makası.

citoyen

ciste er. bitb. 1. Lâdin. 2. diş. (Eski yunanlılarda)


Tören sepeti,
cistre er. XVI. yüzyılda kullanılmış, telleri
çekilerek çalınan bir çalgı, çitera, kitara.
cistude diş. Bir tür su kaplumbağası,
citadelle diş. 1. Kale, hisar (Une
citadelle
imprenable. La citadelle d'Ankara. Les créneaux
d'une citadelle). 2. mec. Merkez, kale (Un parti
politique qui est la citadelle du libéralisme. Rome,
citadelle du catholicisme).
citadin,e s. ve ad. Kentli, şehirli; kente değgin (La
vie citadine. Habitudes citadines. L'exode des
citadins vers la campagne).
citateur,trice v. vead. Alıntılayan, bir alıntı yapan,
citation diş. 1. 'Alıntı, metin aktarımı (Une thèse
bourrée de citations. Une citation textuelle se met
entre guillemets). 2. 'Geldiri, °celp, "celpname
(Citation devant les tribunaux civils. Un huissier
lui a remis une citation par-devant le juge de paix).
3. ask. Birinin yararlığını günlük emirde övme,
adını günlük emirde anma (Citation à l'ordre du
régiment, citation à l'ordre de l'armée).
cité diş. 1. (Eskiden) Kendi yasalarıyla yönetilen,
özerk bir yada birkaç kentten oluşmuş ülke (Les
rivalités des cités grecques. Les dieux de la cité). 2.
Kent, şehir (La cité de Londres. Chaque matin la
cité reprend son animation). 3. Bir kentin eski
mahallesi, hisar mahallesi (Notre-Dame de Paris
est dans l'île de Cité). 4. Semt, mahalle, site (Cités
ouvrières, cités universitaires). § Droit de cité: 1.
Yer alma, bulunma, yaşama hakkı (Ce mot n'a
pas droit de cité en bon français. Tout a droit de
cité en poésie. Cet usage, venu d'Amérique, a fini
par acquérir le droit de cité en France). 2.
Yurttaşlık hakları,
citer gçl. 1. Söylemek, saymak (Citez-moi les
romans de Gide). 2. Belirtmek (L'auteur a cité ses
sources en notes). 3. Vermek, ileri sürmek (Je
peux vous citer une foule d'exemples). 4. A n m a k ,
alıntılamak, aktarmak, adını anmak (Citer les
paroles d'un philosophe, citer les vers d'un poète).
5. Ö r n e k olarak göstermek (Citer quelqu 'un pour
sa bravoure. Citer un beau trait de caractère). 6.
Birini mahkemeye celbetmek (Citer un témoin).
7. ask. Birinin yararlığını günlük emrinde övmek
(Citer un officier à l'ordre de l'armée).
citerne diş. Sarnıç (Eau de citerne. A cause de la
sécheresse, la citerne est presque vide). § Bateauciterne: Sarnıç gemi. Wagon-
citerne: Sarnıç
vagon,
cithare diş. Kitara.
cithariste ad. Kitaraci.
citoyen,ne
ad.

1.

(Eskiden)

Sitede

Qturan,
citoyenneté
yurttaşlık hakkı olan kimse (On reconnaissait le
citoyen à ce qu'il avait part au culte de la cité). 2
Yurttaş, vatandaş (Accomplir son devoir de
citoyen. Les citoyens turcs). 3. (Büyük Fransız
Devrimi sırasında) Bay, bayan (La citoyenne
Liliane, le citoyen Paul). 4. tkz. A d a m , herif (Je
me méfie de lui, c'est un drôle de citoyen). S. s.
Demokrat (Un roi citoyen). § Citoyen du monde:
Dünya vatandaşı,
citoyenneté diş. Yurttaşlık, vatandaşlık (ila fait des
démarches pour obtenir la citoyenneté turque).
citrin,e s. Limon sarısı, limon renginde,
citrique s. Limondan çıkarılmış, limondan elde
edilmiş (Acide citrique).
citron er. 1. Limon (Une tranche de citron. Thé au
citron, jus de citron). 2. hlk. Kafa, baş (lia reçu un
coup sur le citron). 3. s. Limon sarısı (Une robe
citron). § Etre j a u n e comme un citron: Limon gibi
sarı benizli olmak. Presser qn comme un citron:
Birini sömürmek, alabildiğine yararlanmak,
sömürüp posasını bırakmak. Se presser le citron:
Kafa çatlatmak, kafa yormak, çok uğraşmak,
citronnade diş. Limonata,
citronné,e s. Limon kokan, içine limon konmuş,
limonlu (Tisane citronnée).
citronnelle diş. 1. Limon gibi kokan bitki. 2. Limon
kabuğu likörü,
citronner gçl. Limon sıkmak, limon suyu katmak,
citronnier er. Limon ağacı,
citrouille diş. 1. Balkabağı; iri yuvarlak kabak
(Soupe à la citrouille). 2. hlk. Kafa, baş, kelle,
cive, civette diş. Bir tür sarmisak; taze sarmisak.
civelle diş. Küçük yılanbalığı
civet er. Yahni (Civet de chevreuil. Lapin en civet).
civette diş. 1. Misk kedisi. 2. Misk kedisi kokusu,
misk. 3. Misk kedisi derisinden yapılan kürk.
civière diş. 1. Teskere (Charger des pierres sur une
civière). 2. Sedye (Emporter les blessés sur des
civières).
civil, e s. 1. Yurttaşlar arası, iç (Guerre civile: İç
savaş). 2. "Medeni, yurttaşlıkla ilgili (Droits
civils: °Medeni haklar. Privation des droits civils.
Le droit civil: °Medeni hukuk, yurttaşlar yasası).
3. Sivil, başıbozuk (La vie civile). 4. Medeni,
dinsel törensiz (Le mariage civil,
enterrement
civil). S. mec. Nazik, terbiyeli (Il n'a pas été civil à
mon égard). 6. er. Sivil, başıbozuk (Les militaires
et les civils). 7. er. huk. H u k u k mahkemesi
(Poursuivre quelqu'un au civil). 8. s. H u k u k a
değgin, hukukla ilgili (Procédure civile: Hukuk
yargılama
usulü.
Tribunal
civil:
Hukuk
mahkemesi).§ Annie civile:Takvim y ılı.Etat civil:
1. Medeni hal. 2. Nüfus idaresi. Officier d ' é t a t
267

claie

civil: Nüfus m e m u r u . Autorités civiles: Mülki


makamlar, mülki erkân. Liste civile: Devlet
başkanı ödeneği. Dans le civil: Sivil yaşamda (Le
capitaine était architecte dans le civil). En civil:
Sivil olarak, sivil giyimle (S'habiller en civil, se
mettre en civil: Sivil giyinmek). Se porter partie
civile: Z a r a r ziyan davası açmak; kişisel hak
davası açmak,
civilement bel. I . H u k u k bakımından, "hukuken
(Juger civilement. Il est civilement responsable). 2.
Dinsel törensiz, "medeni h u k u k a göre, yurttaşlar
yasasına göre (Se marier civilement). 3. Kibarca,
nazikçe (Il agit toujours
civilement).
civilisable s. Uygarlaştınlabilir (Des
peuplades
civilisables).
civilisateur, trice s. vead. Uygarlaştıncı.
civilisation diş. 1. Uygarlık (Civilisation
turque,
civilisation
occidentale).
2.
Uygarlaştırma;
uygarlaşma (La civilisation progressive
des
peuplades
d'Océanie).
civilisé, e s. Uygarlaşmış, uygar (Les
nations
civilisées, un pays civilisé, un homme civilisé).
civiliser gçl. 1. Uygarlaştırmak (Civiliser un pays,
un peuple). 2. Nazikleştirmek, kibarlaştırmak
(La fréquentation de la bonne société Ta un peu
civilisé). § Se civiliser: 1. Uygarlaşmak. 2.
Nazikleşmek, kibarlaşmak,
civiliste ad. Medeni hukuk uzmanı, yurttaşlık
h u k u k u uzmanı,
civilité diş. 1. İncelik, naziklik, kibarlık (Je le
préviens par civilité). 2. ç. Kibar ve nazik sözler,
"iltifat, saygı (Présenter ses civilités. Agréez mes
civilités).
civiques. 1. Medeni (Couragecivique).
2. Yurttaşa
değgin, yurttaşlıkla ilgili (Il a perdu ses droits
civiques. Instruction
civique).
civisme er. 1. Yurtseverlik. 2. İyi yurttaşlık,
clabaud er. Sarkık kulaklı bir tür av köpeği,
clabaudage er. 1. Yerli yersiz havlama. 2.
Dedikodu. 3. Pis pis bağırma,
clabauder gsz. 1. Yerli yersiz havlamak. 2. Pis pis
bağırmak. 3. Yersiz itirazlarda bulunmak. 4.
Dedikodu
yapmak,
yermek,
arkasından
konuşmak. 5. Clabauder sur qn, contre qn: Biri
hakkında dedikodu yapmak, birinin arkasından
konuşmak, birini çekiştirmek,
clabaudeur, euse ad. Yaygaracı; pis pis bağırıp
çağıran.
clabauderie diş. 1. Yaygara, bağırıp çağırma. 2.
Dedikodu, çekiştirme,
clac ünl. Tık! Şırak! Şak diye! (Clac! La porte se
referma
brusquement).
claie diş. 1. İnce dallardan kafes. 2. T o p r a k , kum
clair
eleği (Passer de la terre sur une claie, cribler du
sable sur une claie). 3. Çit. § T r a i n e r q n sur la claie:
1. (Eskiden, intihar edenlerin yada kimi
hükümlülerin) Cesedini halka göstermek için bir
toprak kalburuna koyup bir beygire sürükletmek.
2. (Birini) Aşağılatmak.
clair, e s. 1. Parlak (Une flamme claire. Le clair
soleil). 2. Aydınlık, ışıklı (Cette chambre est bien
claire). 3. Açık, koyu olmayan (Elle a un teint
clair). 4. Saydam (Du verre clair). 5. Seyrek
dokunmuş, hava geçiren (Une robe claire, un
tricot clair). 6. Açık, sulu, yoğun olmayan (Une
sauce claire). 7. D u r u , açık (De l'eau claire. Un ciel
clair). 8. Seyrek (Un bois clair). 9. Net, seçik (Une
voix claire, un son clair. Il a la parole claire). 10.
Belli, ortada, meydanda (Une attitude claire). 11.
Kolay anlaşılır, açık (lia fait un exposé bien clair).
12. bel. Açık, açıkça, açık olarak (Parler clair. Il
fait clair: Hava iyice ağardı, ortalık aydınlık). 13.
er. Aydınlık, ışık. 14. er. (Bir tabloda) Işıklı
yerler. 15. er. (Bir kumaşta) Ufacık delikler,
seyrek dokunmuş yerlerdeki aralıklar (Les clairs
d'une étoffe, d'une robe). § C'est clair comme le
jour: G ü n gibi ortada. Le clair de lune: Ay ışığı, ay
aydınlığı. Au clair de lune: Ay ışığında, ay
aydınlığında. Le plus clair de: E n önemli, en
büyük bölümü (Le plus clair d'un discours. Il
passe le plus clair de son temps à bavarder). En
clair: Açıkça, açıkçası (En clair, cela ne
m'intéresse pas). C'est de l'eau claire: Basit şeyler
bunlar, bayağılıklar, herkesin söyleyebileceği
şeyler. Son affaire est claire: O n u n hesabı
görülecek, o n u n işi bitti demektir, cezasını
çekecek. Mettre qch au dair: Bir şeyi temize
çekmek. Mettre sabre au clair: Kılıç çekmek.
Tirer qch au clair: Bir şeyi gün ışığına çıkarmak,
aydınlığa kavuşturmak. Voir clair dans qch: Bir
şeyin iç yüzünü anlamak, bilmek (Il a beau ruser,
je vois clair dans son jeu).
claire diş. 1. İstiridye havuzu (Huîtres, fines de
claire). 2. Havuzda yetiştirilmiş istiridye (Manger
des claires).
clairement bel. 1. Açık seçik, iyice ( O n distinguait
clairement les virages de la route). 2. Açıkça,
anlaşılacak
biçimde
(Parler,
expliquer
clairement). 3. Besbelli, "ayan beyan.
clairet, te s. ve ad. 1. Rengi açık kırmızı, hafif şarap
(Du vin clairet; du clairet). 2. A z koyu, sulu, pek
yoğun olmayan (Une soupe clairette).
clairette diş. Köpüklü beyaz şarap.
claire-voie diş. 1. Kafes parmaklık (Regarder par
une claire-voie).
2. Kafes bölme. 3. Izgara
döşeme. 4. Tepe ışıklığı. § A claire-voie: Aralıklı,
268

clandestinement

kafesli (Une clôture disposée à claire-voie. Voleta


claire-voie).
clairière diş. Bir koru yada ormanda ağaçsız yer,
ağaçsız alan, düzlük,
clair-obscur er. 1. (Resimde) Işık-gölge, açık-koyu
dağılımı (Rembrandt
a tiré du
clair-obscur
d'admirables effets). 2. Alacakaranlık (Dans le
clair-obscur du soir qui tombe). 3 .mec. Kapalılık,
anlaşılmazlık, kesinlikten uzaklık,
clairon er. 1. Boru, borazan (Sonner, jouer du
clairon: Boru çalmak, borazan çalmak). 2.
Borazancı, borazan çalan er (Les clairons du
régiment).
claironnant, e s. Çınlayan, sert ve tiz (Une voix
claironnante).
claironner gsz. 1. Boru çalmak. 2. Boru gibi ötmek.
3. gçl. Yaymak, duyurmak (Il a claironné son
succès. Ne lui confiez jamais un secret, il irait le
claironner partout).
clairsemé, es. 1. Seyrek (Des arbres clairsemés. Une
tête aux cheveux clairsemés). 2. Dağınık, şuraya
buraya serpiştirilmiş; tek tük (Des remarques
clairsemées dans un livre. Des
applaudissements
clairsemés).
clairvoyance diş. Öngörü, ileriyi görme, keskin
görüşlülük, "basiret (Sa clairvoyance lui a permis
d'éviter bien de dangers).
clairvoyant,e s. Öngörülü, ileriyi gören, keskin
görüşlü, "basiretli (Un homme clairvoyant, un
esprit clairvoyant).
clamecer, clamser gsz. hlk. Ölmek, öbür dünyayı
boylamak.
clamer gçl. Haykırmak, bağırmak, haykırarak
söylemek, bağırarak bildirmek (Clamer son
innocence, son indignation, sa douleur).
clameur diş. Uğultu, bağırtı çağırtı (L'orateur tenait
tête aux clameurs hostiles de la foule).
clampin,es. Tembel, miskin, uyuşuk,
clan er. toplb.l. Oymak, sop, "kabile, "klan ( Chef de
clan. Mariage entre membres de clans différents).
2. Küçük topluluk, küçük grup (Former un clan.
Clan de scouts). 3. Saf, yaka, cephe, kamp
(Plusieurs députés sont passés dans le clan de
l'opposition).
clandéer. argo. Gizli fuhuş yuvası; randevuevi.
clandestin, e 1. s. Gizli, yeraltı ; gizli ve yasadışı, gizli
ve töredışı (Un journal clandestin; une réunion
clandestine, un rendez-vous clandestin). 2. Kaçak
(Commerce clandestin, passager clandestin).
clandestinement bel. Gizlice, el altından, perde
arkasından (Se marier clandestinement.
Le
prisonnier correspondait clandestinement
avec
des
complices).
clandestinité
clandestinité diş. Gizlilik; yasadışılık; töredışılık
(Vivre dans la clandestinité).
clanique s. Klana değgin, kabileye değgin (Le nom
clanique).
clapet er. 1. (Tulumba, körük gibi şeylerde) Supap,
*kapaç. 2. mec. hlk. Ağız, çene (Ferme ton clapet:
Kapa çeneni, kapa ağzını, sus).
clapier er. 1. Tavşan kafesi, tavşanlık. 2. mec. tkz.
Küçük, daracık ve pis konut. 3. Kaya yığını,
kayaların yuvarlanıp üst üste yığılması,
clapirgsz. (Tavşan için) Bağırmak.
clapir(se) gsz. (Tavşan) Bir deliğe saklanmak,
sinmek, pusmak,
clapotage, clapotement er. Çalkantı, çalkalanan bir
sıvının çıkardığı ses ( Les clapotements du lac berce
notre rêverie).
clapoter gsz. Çalkalanmak, çalkantı içinde olmak;
şıpırdamak.
clapotis er. Çalkalanan sıvının çıkardığı ses, şıpırtı
(Le clapotis des vagues, de la marée).
clappement er. Şapırdatma (Clappement
de la
langue).
clapper gsz. Şapırdatmak. § Clapper de la langue:
Dilini şapırdatmak,
claquant, e s. hlk. Yorucu, öldürücü, bitirici (Un
travail claquant).
claque diş. 1. Şamar, tokat (Donner une claque: Bir
tokat aşketmek. Recevoir une claque: Bir tokat
yemek). 2. Alkışçı; para ile tutulmuş alkışçılar. 3.
(Ayakkabıda) Saya. § Une tête à claques:
M a h k e m e duvarı gibi yüz; surata bak süngüye
davran. En avoir sa claque: Bıkmak, gına
getirmek, illallah demek. Prendre ses cliques et
ses claques: Piliyi pırtıyı toplayıp gitmek,
claque s. ve er. 1. (Eski) Yaylı silindir şapka (Un
chapeau
claque, un claque).
2. er.
hlk.
Randevuevi; genelev,
claquement er. 1. Şaklama (Le claquement
d'un
fouet). 2. Çarpıp şak diye ses çıkarma (Le
claquement d'une porte). 3. Takırdama. 4. El
çırpma.
claquemurer gçl. Eve kapatmak, odaya kapatmak.
§ Se claquemurer: Evine kapanmak, hiç dışarı
çıkmamak.
claquer gsz. 1. Şaklamak (Le fouet claque, Le
drapeau claque au vent). 2. gsz. (Dişler için)
Takırdamak. 3. gsz. hlk. Ölmek, zıbarmak,
kıkırdamak (Il a failli claquer). 4. gsz. Bozulmak,
kırılmak, kopmak (La résistance électrique a
claqué. La ficelle va claquer). 5. gçl. Şaklatmak,
çarparak vurmak, atmak (Le vent a claqué la
porte. Claquer un pupitre). 6. gçl. Tokatlamak,
dövmek (Claquer un enfant). 7. gçl. Alkışlamak.
269

classe

8. gçl. H a r vurup harman savurmak, harcamak


(Claquer un héritage, claquer un billet de mille
francs). 9. gçl. Yorgunluktan bitirmek, çatlatmak
(Claquer un cheval). § Claquer des dents: Dişleri
birbirini dövmek, dişleri takırdamak. Claquer de
peur: Korkudan ödü patlamak. Claquer du bec:
Acıkmak. Claquer dans la main: Elinde kalmak,
başarısızlığa uğramak (L'affaire lui a claqué dans
la main). Claquer de froid: Soğuktan titremek.
Claquer la porte au nez de qn: Kapıyı suratına
çarpıp çıkmak. Faire claquer son fouet: mec. tkz.
K u r u m satmak, böbürlenmek. § Se claquer: Çok
yorulmak, cam çıkmak (Il se claque pour préparer
son examen).
claquet er. Değirmen çakıldağı. § Sa langue va
comme un claquet: Çenesi d u r m a d a n işliyor,
çenesi hiç durmuyor; durmadan konuşuyor,
claqueter gsz. 1. (Tavuk için) Gıdaklamak. 2.
(Leylek için) Gagasım takırdatmak,
claquette diş. 1. Belli günlerde kiliselerde çan
yerine çalınan ve kaynana zırıltısı denilen
oyuncağa benzer alet, cırcır. 2. (Sinemacılıkta)
Şakşak.
clarification
diş
1.
Durulaştırma,
antma
(Clarification
d'un liquide par filtration).
2.
Aydınlatma,
açıklığa
kavuşturma
(La
clarification d'un problème, des idées).
clarifier gçl. 1. Durulaştırmak. 2. Arıtmak
(Clarifier du sucre. Clarifier un liquide par
filtration). 3. Aydınlatmak, açıklığa kavuşturmak
(Clarifier la situation, une question, une idée
confuse). § Se clarifier: Aydınlanmak, açıklığa
kavuşmak (La situation s'est enfin clarifiée).
clarine diş. Çıngırak, hayvan çanı.
clarinette diş. Klarnet (Il sait jouer de la clarinette).
clarinettiste ad. Klarnetçi.
clarté diş. 1. Işık, aydınlık (Clarté de l'aurore, faible
clarté. Répandre de la clarté). 2. Duruluk,
berraklık (Clarté de l'eau).
3. Parlaklık,
pınlpırılhk (La clarté du teint). 4. mec. Açıklık,
aydınlık, anlaşılırlık (La clarté d'un style, d'une
langue. S'exprimer avec clarté). 5. ç. (Eskimiştir)
Bilgi (Je consens qu'une femme ait des clartés de
tout).
classable s. Sınıflandırılabilir, tasnif edilebilir
(Objets classables).
classe diş. 1. Sınıf, toplumsal sınıf (Classe
dirigeante, la classe ouvrière, la classe bourgeoise,
la classe laborieuse, la classe moyenne. La lutte des
classes. Une société sans classes). 2. Kat, tabaka,
kategori (Ce livre s'adresse à toutes les classes de
lecteurs). 3. Bölüm (Ranger par classes). 4.
Mevki, sınıf (Hôtel de première classe. Wagon de
classement
deuxième classe). 5. Okul, sınıf (Camarade de
classe. Une classe turbulente). 6. Öğre'nim, ders
yılı (La rentrée des classes). 7. D e r s (Une classe
d'histoire, de géographie. Livres de classe). 8.
Dersane, okul (Aller en classe, être en classe). 9.
Öğrenciler (A cette réponse, toute la classe a éclaté
de rire). 10. ask. Kura (La classe 1972 vient d'être
appelée sous les drapeaux).
11. ask. Terhis,
tezkere (Vive la classe!). § Avoir de la classe:
Nitelikli olmak, flstiin değerli olmak (Il a de la
classe). Changer de classe: Sınıf geçmek. Etre de
la classe: O yü terhis edilecek kura içinde olmak,
terhis edilecekler arasında olmak. Faire la classe:
Ders yapmak (Le professeur de français fait une
classe très méthodique). Faire ses classes: Temel er
eğitimi yapmak, temel er eğitimi görmek.
Redoubler la classe: Sınıfta kalmak. Sauter une
classe, changer de classe: Sınıf geçmek, sınıfım
geçmek.
classement er. 1. Sınıflama, sıralama (Classement
alphabétique). 2. Bölüm bölüm yerleştirme, belli
bir sıraya göre düzenleme ( Classement de papiers
dans un classeur, classement des livres dans une
bibliothèque).
§ Classement sans suite: huk.
Takipsizlik kararı,
classer gçl. 1. Sınıflamak, sıralamak (Classer par
série). 2. Bölümlere ayırmak, belli bir sıraya göre
düzenlemek (Classer les fiches, les papiers). 3.
İşlemlerini bitirip yerine koymak (Classer un
dossier). 4. mec. ö r t b a s e t m e k , rafa kaldırmak,
uyutmak (Classer une affaire). S. Classer qn: Biri
hakkında kesin yargıya varmak,
birinin
numarasını vermek (Je l'ai tout de suite classé:
Onun hemen numarasını verdim). 6. Classer
parmi: Arasına sokmak
(Classerlelapinparmiles
rongeurs). § Se classer parmi: Arasında yer
almak, düzeyinde olmak, arasına girmek (Il se
classe parmi les meilleurs).
classeur er. Klasör, sıralaç,
classicisme er. Klasiklik, klasik olma niteliği,
classiflcateur, trice s. ve ad. Sınıflandın», sınıflara
a y ı n a (Il a un esprit classiflcateur. Une manie
classiflcatrice).
classification diş. Sınıflama, sınıflandırma, bölüm
bölüm düzenleme, türlerine göre ayırma (Une
classification
scientifique
des
animaux.
Classification des documents).
classifler gçl. Sınıflamak, sınıflandırmak, türlerine
göre ayırmak,
classique s. 1. Dil ve yazında, Fransa'da X V I I .
yüzyılda egemen düşünce ve geleneğe bağlı
(Racine est un grand écrivain classique). 2. Eski
Y u n a n ve R o m a çağına ait (Gicéron,
Horace,

270

clavelée
Virgile sont des écrivains classiques). 3. Örnek
olacak nitelikte, kendini kabul ettirmiş,
*kökleşik (Son livre est devenu classique. Cette
théorie scientifique est maintenant classique). 4.
Alışılmış, geleneksel, bilinen (Il m'a exposé les
arguments classiques. Un costume de coupe
classique). S. Olagelen, yapılagelen; basmakalıp
(C'est un coup classique). 6. er. Klasik yazar (Les
grands classiques). 7. er. Klasik yapıt (Collection
des classiques français). 8. er. Klasik müzik
(Aimer le classique).
§ Langues classiques:
Latince ve eski Yunanca, klasik diller,
classiquement bel. Klasik biçimde, klasik olarak,
élastique s. yerb. Eski kayalann aşınmasından

oluşan (Roches clastiques).


claudlcant, e s. Aksayan, topallayan
(Une
démarche
claudicante).
claudication diş. Topallık, topallama, aksama
(Après l'accident, il lui en est resté une légère
claudication).
claudiquer gsz. Topallamak, aksamak,
clause diş. huk. H ü k ü m , kayıt, şart, madde
(Clauses d'un contrat, d'une loi, d'un traité). §
Clause
belge:
Suikast
hükmü.
Clause
compromissoire: Tahkim şartı. Clause d'attentat:
Suikast hükmü. Clause de réméré: Vefa şartı.
Clause de réserve: İhtiraz kaydı. Clause
d'exigibilité: Muacceliyet şartı. Clause pénale:
Cezai şart. Clause résolutoire: tnflsah şartı.
Clause suspensive: Talik şartı. Clause de la nation
la plus favorisée: En fazla kayınlan ulus şartı; en
fazla müsaadeye mazhar millet şartı. Clause de
déchéance: D ü ş m e şartı,
claustral, e s. Manastıra değgin, manastın andıran
(Mener une vie claustrale. Un silence claustral).
claustration diş. Bir yere kapanıp kalma, içeri
k a p a n m a (Après une longue claustration, il est
enfin sorti).
claustrergç/. İçeri kapamak
(Ilestrestéclaustréchez
lui). § Se claustrer: 1. İçeri kapanmak, hiç dışan
çıkmamak. 2. G ö m ü l m e k , kapanmak, içine
girmek (Le jeune homme se claustra en un
farouche
mutisme).
claustrophobe ad. Kapalı yerlerde kalmaktan
korkan (kimse),
claustrophobie diş. Kapalı yer yılgısı,
clavaire diş. Yenilebilen bir tür mantar,
claveau er. 1. (Mimarlıkta) Kemer taşı. 2. (Koyun
ve keçilerde) Çiçek sayrılığı sivilcelerinden akan
kan, çalık,
clavecin er. müz. Klavsen,
claveciniste ad. Klavsen çalan, klavsenci.
clavelée diş. Koyunlarda görülen çiçek sayrılığı.
davette
davette diş. Kama çivi.
davicule diş. Köprücük kemiği,
davier er. 1. Klavye (Les claviers d'une orgue. Le
clavier d'une machine à écrire). 2. mec. G a m ,
yelpaze (Le clavier des sentiments).
3. mec.
Duyma ve kavrama yeteneği (Cet écrivain a un
vaste clavier).
clayère diş. İstiridye havuzu,
dayette diş. 1. Kafesli meyve yada sebze kasası. 2.
Buzdolabı rafı.
claymore
diş.
İng.
Iskoçyalı
savaşçıların
kullandıkları büyük ve geniş ağızlı kılıç,
clayon er. 1. Peynirin suyunu çıkarmaya yarayan
ince dallardan yapılmış küçük kafes. 2. Ağıl çiti.
clayonnage er. 1. (Su basmasına yada toprak
kaymasına karşı yapılan) Çit. 2. Çit çekme, çit
yapma.
clayonner gçl. (Suyu yada toprağı tutmak için) Çit
çekmek (Clayonner un fossé).
d é , def diş. 1. A n a h t a r (La clef d'une porte, d'une
valise). 2 .müz. Anahtar (Laclefdesol, clef defa).
3. Açkı, açacak, anahtar (Clefs servant à ouvrir les
boîtes de conserves. Clef anglaise). 4. Kilit nokta
(Les Thermopyles étaient la clé de la Grèce). S.
Çözüm, açıklama (La clef du mystère). 6. Yol,
çare (La clef de la réussite, c'est la ténacité). 7. s.
Temel, başlıca (Lagloire est une des notions clefs
de théâtre cornélien). 8. s. Kilit, çok önemli (Une
position clé. Un poste clé). § La clef des champs:
Özgürlük, serbestlik. La clef de voûte: 1.
(Kemerlerde) Kilit taşı. 2. mec. Dayanak, temel;
temel taşı (Il est la clef de voûte de l'entreprise).
Etre sous def: Hapiste olmak. Mettre qn sous clef:
Birini hapse atmak, içeri tıkmak. Mettre la clef
sous la porte: 1. Gizlice çekip gitmek, savuşmak.
2. (Bir yeri, bir kurumu) Kapatmak. Prendre la
d e f des champs: Tabanları yağlamak, kaçıp
gitmek. Présenter, remettre les clefs d'une ville à
qn: Kentin anahtarlarını teslim etmek, teslim
olmak.
clearing er. İng. "Kliring; takas (Accords
de
clearing).
debs [kîeps] er. Ar. hlk. Köpek, kelp.
clématite diş. bitb. Filbahar,
clémence diş. 1. İyi yüreklilik, tatlılık, gönül
yüceliği, bağışlayıcılık (Des paroles de clémence
qui laissent présager une large amnistie). 2.
Yumuşaklık, ılıklık (La clémence du temps, la
clémence de la température).
clément, e s. 1. Gönlü yüce, bağışlayıcı (Le
souverain s'est montré clément en graciant le chef
du complot. Le juge a été clément à mon égard).
2. Yumuşak, ılık, tatlı (Une
température

271

digner
clémente, un hiver clément, un ciel clément).
clenche diş. (Kapılarda) Z e m b e r e k mandalı,
clepsydre diş. Su saati.
cleptomane, kleptomane s. ve ad. Hırsızlık sayrısı,
çalma hastası,
deptomanie, kleptomanie diş. Hırsızlık sayrılığı,

çalma hastalığı,
dere er. 1. Papaz adayı, papaz çömezi. 2. Bilgin
(Il n'est pas besoin d'être clerc pour savoir. La
trahison des clercs). 3. Noter yada avukat
yardımcısı. § Pas de clerc: Yanlışlık, yanlış
adım, beceriksizce bir girişim. Etre d e r e en qch:
Bir şeyde yetkili olmak, çok bilgili olmak (Il est
grand clerc en la matière). Faire un pas de clerc:
Yanlış adım atmak,
clergé er. 1. Papaz sınıfı, rahipler sınıfı, din
adamları sınıfı. 2. Bir kentin kiliselerinde
hizmet gören din adamlarının tümü.
dérical, e s. 1. Papazlara değgin, kiliseye değgin
(La presse cléricale. Fonctions cléricales). 2. ad.
Kilise egemenliği yanlısı, kilise yanlısı (Les
cléricaux ont voté contre le projet de loi).
cléricalisme er. Kilise egemenliği yanlılığı,
kiliseden yana olma.
clérlcature diş. 1. Papazlık, din adamlığı. 2.
Avukat yada noter yardımcılığı,
elic ünl. Tık! (Clic! La photo est prise).
cUchage er. Klişe yapımı, klişesini alma (Clichage
d'une
gravure).
cliché er. 1. Klişe. 2. mec. tkz. Beylik söz, basma
kalıp söz (Un discours plein de clichés).
clicher gçl. Klişesini almak (Cllcher une page).
dlcherie diş. Klişe işliği,
clicheur s. ve er. Klişeci,
client, e ad. 1. (Eski R o m a ' d a ) Büyüklerin
koruduğu kimse, korunuk. 2. Ahcı, satın alıcı,
"müşteri (Les clients d'une
boutique).
3.
(Avukata) İş veren, "müvekkil. 4. Sayrı,
muayane olmaya gelen kimse (Les clients d'un
médecin). S. tkz. Herif, kimse (Mon voisin, c'est
un drôle de client).
clientèle diş. 1. Alıcılar, müşteri topluluğu (La
publicité attire la clientèle). 2. Yandaşlar, yandaş
topluluğu, bir kişi yada düşünceyi tutanlar (Il a
perdu sa clientèle électorale). 3. (Avukata) İş
verenler, müvekkiller. 4. Bir hekime muayene
olmaya gelenler, sayrılar. 5. Alıcılık, müşterilik
(Il voudrait obtenir la clientèle de cette riche
famille).
clignement er. 1. Kırpma (Le clignement d'œil). 2.
Arasıra çakma, parlama (Le clignement
de
quelques éclairs
lointains).
digner gçl. 1. Y a n k a p a m a k , kısmak (Les myopes
clignotant

272

cloche

clignent les yeux). 2. Kırpıştırmak, sık sık


kırpmak (Le soleil ardent le forçait à cligner ses
paupières).
3. gsz. Kırpışmak (Les yeux qui
clignent sans cesse). § Cligner des yeux:
Gözlerini kırpıştırmak, sık sık açıp kapamak.
Cligner de l'œil: G ö z kırpmak, gözü ile işaret
etmek.

Clinique ophtalmologique).
2. s. Kliniğe değgin
(Examen clinique. Signe clinique).
clinomètre er. 'Eğimölçer, eğim ölçme aygıtı
(Clinomètre d'un navire, d'un avion).
clinquant, e s. 1. Yalancı bir ışıltısı yada parlaklığı
olan (Des bijoux clinquants). 2. er. Kumaşların
üstüne süs olarak konan parlak madenden pul.

clignotant, e s. 1. Kırpışık (Des yeux


clignotants).
2. Kıpraşan, titreşen (Une lumière
clignotante).
3. er. (Taşıtlarda) İşaret lâmbası, sinyal lâmbası.
4. er. Tehlike işareti.
clignotement er. 1. Kırpıştırma (Il a un tic, un
perpétuel
clignotement
de paupières).
2.
Kırpışma, kıpraşma (Le clignotement
des
lumières, d'une
lampe).
c l i g n o t e r e z . 1. Kıpraşmak (Les étoiles clignotent.
Ses yeux clignotaient sans cesse). 2. Aralıklı
yanıp sönmek (L'ampoule électrique
clignote).
climat er. 1. İklim (Climat tropical,
désertique,
continental,
méditerranéen.
Climat
doux,
agréable, salubre, sain, malsain rude, sévère,
modéré. Climat de montagne. Climat
humide,
pluvieux,
chaud, froid). 2. Ülke (Il a visité
presque tous les climats) 3. H a v a , ortam (Un
climat d'amitié règne parmi nous. Ils vivent
toujours dans un climat
d'hostilité).
climatère er. hek. (Kadınlarda) Yaş d ö n ü m ü ,
menopoz;
(erkeklerde)
cinsel
gücün
zayıflaması, andropoz,
climatérique s. 1. (İnsan ö m r ü n ü n kimi dönemleri
için) Tehlikeli, nazik (Période climatérique).
2.
(Eski)
İklime
değgin
(Les
conditions
climatériques
d'un pays).
3. Y a ş d ö n ü m ü n e
değgin, yaşdönümsel. 4. diş. Altmışüçüncü yaş.
climatique s. İklime değgin, iklimsel (Conditions
climatiques d'un pays. Variations
climatiques).
climatisation diş. İklimlendirme, havadüzenleme

3. er. mec. Yaldız, yalancı parlaklık.


d i p er. Mandalla tutturulan mücevher, mandallı
iğne (Les femmes avaient des clips).
clipper er. tng. 1. Yelken gemisi. 2. Taşıma uçağı,
clique diş. 1. "Hizip, *bölek (II ya
plusieurs
cliques dans ce parti). 2. ask. Borazan ve
trampet takımı. § Prendre ses cliques et ses
claques: Pılı pırtısını toplayıp gitmek,
cliquet er. Dişli (çark) mandalı, çakıldak,
cliqueter gsz. Tık etmek, tıklamak, tıkırdamak,
cliquetis er. Tıkırtı (Cliquetis
des
verres

(La climatisation d'une salle, d'un


cinéma).
climatiser gçl. İklimlendirmek, havadüzenlemek
(Climatiser une salle).
climatiseur er. Havadiizenleyici.
climatologie diş. İklimbilim.
climatologique s. İklimbilimsel; iklimle ilgili
(Carte
climatologique).
climatologiste, climatologue ad. İklimbilimci,
clin d'oeil er. G ö z kırpma (Faire des clins d'œil
provocants. Dès qu'il l'aperçut dans la foule, il
lui fit un clin d'œil). § En un clin d'œil: Kaşla göz
arasında, göz açıp kapayıncaya kadar (Il a
disparu en un clin d'œil).
clinicat er. hek. Klinikçilik, klinik başkanlığı,
clinicien s. ve ad. Klinik hekimi,
clinique diş. 1. Klinik (Clinique
d'accouchement.

entrechoqués, d'une machine à écrire).


cliquette diş. Çalpara.
clissage er. Hasır geçirme,
clisse diş. 1. Peynir süzgeci. 2. Şişe hasın,
elisser gçl. Hasır geçirmek (Clisser une bouteille).
clitoridien, ne s. Bızıra değgin, klitorisle ilgili,
clitoris er. Bızır, klitoris.
clivage er. 1. (Taşı) İliği doğrultusunda yaprak
yaprak ayırma. 2. Taş çatlağı. 3. mec. Bölünme,
ayrılma, farklılaşma (Le clivage des opinions.
Un nouveau clivage social prenait vie).
cliver gçl. (Taşı) İliği doğrultusunda yaprak
yaprak ayırmak,
cloaque er. 1. Çirkef kuyusu. 2. Çirkef suyu. 3.
mec. Ç i r k e f . 4 . (Kuşlar, sürüngenler vb.) Ortak
barsak, idrar ve cinsel organ deliği,
dochard, e ad. Sokak serserisi, dilenci (Des
clochards qui dorment dans la rue).
clochardisation diş. Sokak serserisi durumuna
getirme, gelme; serserileştirme, serserileşme,
cioche diş. 1. Çan (Les cloches de l'église sonnent).
2. Yemiş tavası. 3. (Çan biçiminde) Cam kapak
(Cloche à melon. Mettre le fromage sous cloche).
4. (Deride) Kabarcık. 5. Dalgıç haznesi. 6.
Çançiçeği 7. hlk. (Eski) Baş, kafa. 8. Çan
biçiminde kadın şapkası. 9. hlk. Beceriksiz
adam, aptalın teki (Quelle cloche!). 10. tkz.
Serseri takımı. 11. s. Beceriksiz, sakar (Tu es un
peu cloche). § Déménager à la cloche de bois:
Sessizce, gizlice taşınmak, eşyasını alıp gitmek.
Etre de la cloche: Yersiz yurtsuz olmak,
sokaklarda yatmak. Faire la cloche: argo.
Serserilik etmek. Sonner les cloches à qn: Birini
esaslı haşlamak, paylamak. Se taper la cloche:
Esaslı bir yemek yemek, karnını iyice
cloche-pied
doldurmak.
cloche-pied (à) bel. Tek ayakla, tek ayak üstünde,
sekerek (Aller, sauter à cloche-pied).
clocher gsz. 1. Aksamak, topallamak (Il cloche du
pied gauche). 2. mec. Aksamak, ters gitmek, iyi
gitmemek (Il y a quelque chose qui cloche).
clocher er. 1. Çan kulesi. 2. Doğulan yer, doğum
yeri. § Querelles, compétitions, rivalités de
clocher: Yerel, anlamsız tartışma; önemsiz
konular üzerinde çekişme, didişme. Esprit de
clocher: Dar anlayış, hemşerilik anlayışı, dar bir
çevre ve insan topluluğuna bağlanış. N'avoir
jamais quitté son clocher: Köyünden, doğduğu
yerden hiç dışarı çıkmamış olmak. N'avoir vu
que son clocher: Dünyadan haberi olmamak.
Revoir, retrouver son clocher: Doğduğu yere
dönmek.
clocheton er. 1. Küçük çan kulesi. 2. D a m kulesi,
clochette diş. 1. Küçük çan, zil. 2. Çıngırak
(Clochette suspendue au cou d'une chèvre). 3.
Çan biçiminde çiçekler (Clochette des bois,
clochettes du muguet).
cloison diş. 1. Bölme, ince duvar (Cloison de
planches, cloison de briques). 2. anat. Çeper
(Cloison des fosses nasales). 3. mec. Duvar,
engel, ayırım (Il faut faire tomber les cloisons
entre les êtres). § Cloison de bois: Tahta perde.
Cloison étanche: Gemi bölmesi,
cloisonnage er. 1. Bölmelere ayırma, bölmeleme.
2. Bölmeler, bölme düzeni,
cloisonné, e s. Bölmelere ayrılmış, bölmelenmiş.
cloisonnement
er.
Bölünme,
ayrılma
(Cloisonnement
des partis
politiques).
cloisonner gçl. Bölmelerle ayırmak, bölmelemek.
cloître er. 1. (Manastırda) Avlu çevresi dehlizleri,
kapanak. 2. Manastır (Entrer dans un cloître). 3.
Manastır yaşamı,
cloîtrer gçl. 1. Manastıra kapatmak (Certains
nobles cloîtraient leurs filles dès
l'enfance).!,
mec. Bir yere kapamak, içeri kapamak. § Se
cloîtrer: 1. Manastıra kapanmak, manastır
yaşamına girmek. 2. İçeri kapanıp kimse ile
görüşmemek, bir kıyıya çekilmek. Se cloîtrer
dans qch: Bir şeye kapanmak, gömülmek (5e
cloîtrer dans ses idées, dans ses
occupations).
clope er. hlk. İzmarit (Ramasser des clopes). § Des
dopes!: Hiçbir şey, hava (Il gagne des clopes:
Pek bir şey
kazanmıyor).
clopin-clopant bel. 1. Topallayarak, aksayarak,
(Aller, marcher clopin-clopant).
2. mec. Şöyle
böyle, iç güveyisinden hallıca (Les affaires vont
clopin-clopant).
clopiner gsz. Topallayarak, aksayarak güçlükle

273

clou
yürümek.
clopinettes diş. ç. tkz. H a v a , hiçbir şey (Ils ont eu
des clopinettes: Hava aldılar; ellerine hiçbir şey
geçmedi).
cloporte er. hayb. Tespihböceği. § Vivre comme
un cloporte: Evinden hiç çıkmadan, sokak nedir
bilmeden yaşamak,
cloque
1. (Yapraklarda) Kabarcık. 2. (Deride)
Kabarcık. 3. argo. Yel, osuruk. § Etre en cloque:
argo. G e b e olmak; karnı burnunda olmak,
cloquer gsz. 1. Kabarcıklanmak, kabarcık d ö k m e k ,
kabarmak (Peinture
qui cloque).
!.
gçl.
Kabartmak (Cloquer une étoffe). 3. gsz. argo.
Yellenmek, osurmak,
clore gçl. 1. Kapamak, sıkıca kapamak (Clore la
porte, clore les persiennes d'une fenêtre). 2.
Fırdolayı çevirmek, dört yanını çitle çevirmek
(Cloreunterrain, unpré). 3 . B i t i r m e k , k a p a t m a k ,
sona erdirmek (Clore un débat). 4. Sarmak,
çevirmek, çevrelemek (Ligne de fortification qui
clôt une ville). § Clore la bouche à qn, clore le bec à
qn: Birinin ağzını kapatmak, birini susturmak.
Clore les yeux, clore la paupière: 1. U y u m a k . 2.
Ölmek, yaşama gözlerini kapamak,
clos, e s i . Kapalı (Volets clos, porte close). 2.
Bitmiş, sona ermiş (La séance est close). § Huis
clos: Gizli oturum. Maison close: Genelev. Les
yeux clos: 1. Hiç b a k m a d a n , gözü kapalı. 2. Körü
körüne. A la nuit close: Gecenin geç saatlerinde.
En vase clos: Kapalı yerde, dışarıyla hiç temas
ettirmeden (Elever un enfant en vase clos). Avoir
la bouche close: Ağzı sıkı olmak, ser verip sır
vermemek. Trouver porte close: Kapıyı duvar
bulmak. Gittiği evde kapıyı kapalı bulmak,
kimseyi bulamamak,
clos er. E k e n e k ; ekili ve etrafı çitle çevrili arazi,
doserie diş. 1. Küçük çiftlik. 2. Etrafı çevrili bağ,
bahçe.

clôture diş. 1. Çit, tarla yada bahçe duvarı (Clôture


de haies vives). 2. Bölme, tahta perde. 3.
Manastıra kapanma. 4. Bir köşeye çekilme. 5.
Bitirme, sona erdirme, kapatma (Clôture d'un
compte, d'une séance, d'un inventaire).
clôturer gçl. 1. Duvarla, çitle çevirmek (Clôturer un
terrain). 2. K a p a t m a k , sona erdirmek, bitirmek,
bittiğim ilân etmek (Clôturer une séance, un
débat, une discussion).
clou er. 1. Çivi (Enforcer, fixer un clou avec un
marteau. Planter des clous. Arracher un clou). 2.
Yaya geçidi, yayalara ayrılmış çivili geçit
(Traversez dans lesclous. Prenez les clous). 3. (Bir
eğlencede yada bir öyküde) E n güzel, en can alıcı
nokta. 4. hlk. Borçlanma sandığı. 5. hlk. Polis
clouage

274

karakolu. 6. Eski püskü araba, eski bisiklet. §


Clou de girofle: 1. Karanfil tanesi. 2. Kan çıbanı.
3. argo. Çürük diş. Etre maigre comme un clou:
Çöp gibi olmak, çok cılız olmak. Ne valoir un clou:
Beş para etmemek. Ramasser ses clous: argo.
Arabasını çekip gitmek, pılı pırtısını toplayıp
gitmek. River son clou à qn : Birini susturmak, ma t
etmek; ağzını kapatmak. Suspendre un objet au
clou: Bir şeyi kenara atmak, artık kullanmamak.
Un clou chasse l'autre: Çivi çiviyi söker; yeni
dertler eskilerini unutturur. Des clous!: hlk.
İstediğin kadar bekle, boşuna! Hava alırsın,
yapacak bir şey yok!
clouage er. Çivileme, mıhlama,
clouer gçl. 1. Çivilemek, çivi ile tutturmak
mıhlamak (Clouer une caisse, un tapis). 2.
Kıpırdayamaz duruma getirmek, olduğu yere
çivilemek (Une grippe l'a cloué au lit). § Clouer le
bec à qn: Birini susturmak, ağzını kapatmak (Un
bon pourboire lui a cloué le bec. J'ai une riposte
toute prête pour leur clouer le bec). En rester cloué
de qch: -den donup kalmak, şaşıp kalmak (J'en
suis resté cloué de stupeur. Il en est resté cloué
d'admiration).
cloutage er. Kabaralama, kabara çakma,
cloutard er. tkz. Saint-Cloud Yüksek Öğretmen
Okulu öğrencisi,
clouté, e s. Çivili (Des chaussures cloutées). §
Passage clouté: Yaya geçidi; çivilerle belirlenmiş
yaya geçidi.
clouter gçl. Kabaralamak, kabara çakmak,
kabarayla süslemek,
clouterie diş. Çivicilik,
cloutier er. Çivici.
cloutière diş. Çivi kutusu.
clovisse diş. hayb. Tarak türünden, yenilebilen bir
deniz yumuşakçası,
clown [klun] er. İng. 1. (İngiliz güldürülerinde)
Soytarı. 2. Cambazhane palyaçosu. § Faire le
clown: Soytarılık etmek, şaklabanlık etmek,
clownerie <% Şaklabanlık, soytarılık, palyaçoluk. §
Faire des clowneries: Binbir şaklabanlık yapmak,
soytarılıklar yapmak,
cloyère diş. (Başka yerlere gönderilmek üzere)
Balık ve özellikle istiridye sepeti,
club er. Kulüp (Le Touring-Club. Un club sportif.
Club automobile).
clubiste ad. Kulüp üyesi; Fransız Devrimi
günlerinde siyasal bir grup üyesi,
clupéidés er. ç. hayb. Hamsigiller,
cluse diş. coğr. Kıvrımlı yerlerde kemeri enine
kesen ve geçen dar koyak. Dar boğaz, kısık,
clysoir er. Tenkiye borusu.

cobalt
clysopompe er. Tulumbah tenkiye borusu.
clystère er. Tenkiye, yıkama.
coaccusé, e ad. Sanık ortağı, sanıkla birlikte
suçlanan kişi.
coacqéreur er. (Bir şeyi edinmede, satın almada)
Ortak.
coacquisition diş. Edinme ortaklığı, ortaklaşa
edinme.
coadjuteur er. Piskopos yardımcısı,
coadjutrice diş. Başrahibe yardımcısı,
coagulabilité diş. Pıhtılaşabilirlik.
coagulables. Pıhtılaşabilir.
coagulant, e s. 1. Pıhtılaştıran. 2. er. Pıhtılaştırıcı
madde (Laprésure est un coagulant du lait).
coagulateur,
trice
s.
Pıhtılaştırıcı
(Effet
coagulateur).
coagulation diş. Pıhtılaşma (Coagulation du sang,
du lait).
coaguler gçl. 1. Pıhtılaştırmak, dondurmak (La
présure coagule le lait). 2. gsz. Pıhtılaşmak,
donmak (Le sang coagule à l'air). § Se coaguler:
Donmak (Les sentiments qui se coagulent).
coagulum er. Pıhtı.
coalescence diş. dilb. 1. Derilme. Yan yana olan
kimi ünlülerin kaynaşarak tek ünlüye yada ikili
ünlüye dönüşmesi. 2. biy. Temas halindeki iki
doku yüzeyinin kaynaşması,
coalisé, es. ve ad. Güç birliği etmiş, güç birlikçi (Les
puissances coalisées).
coaliser gçl. Birleştirmek, bir araya getirmek (ila
coalisé tous les mécontents contre nous). $ Se
coaliser: 1. Birleşmek, güç birliği etmek (Lespays
balkaniques se sont coalisés contre l'Empire
Ottoman). 2. Bir arada bulunmak (Le talent et la
passion se coalisent chez lui).
coalition diş. 1. (Ülkeler yada partiler arasında)
Ortaklık, ortakyönetim, güç birliği, "koalisyon
(Coalition des partis). 2. mec. Ortaklık, birlik
(Coalition d'intérêts).
coaltar er. Maden kömürü katranı,
coaptation diş. hek. Yara kenarlarını birleştirme;
kırık kemikleri birleştirme,
coarctation diş. Aort daralması,
coassement er. (Kurbağa için) Bağırma, ötme;
vaklama, vıraklama.
coasser gsz. 1. (Kurbağa) Bağırmak, ötmek,
vaklamak, vıraklamak. 2. mec. Bağırıp durmak,
coassocié, e ad. Ortak.
coauteur er. 1. Ortak yazar. Bir betiği bir başkasıyla
ortak yazan kişi. 2. Ortak suçlu, suça katılan kişi;
suçortağı.
coaxial, es. Ortak eksenli (Hélices coaxiales).
cobalt er. kim. Kobalt.
cobaye
cobaye er. hayb. Kobay, Hint domuzu. § Servir de
cobaye: mec. tkz. D e n e m e tahtası olmak,
cobelligérant, e s. Belli bir düşmana karşı ortaklaşa
savaşan (Nations
cobelligérantes).
cobra er. hayb. Kobra yılanı; gözlüklüyılan.
coca diş. bitb. Koka.
coca-cola er. Koka kola.
cocagne diş. Bolluk. § M â t de cocagne:
Bayramlarda, eğlence günlerinde, tepesine bir
ödül asılan yüksek ve kaygan direk. Pays de
cocagne: Düşler ülkesi, her isteğin gerçekleşeceği
düşsel ülke; cennet gibi yer, bolluk bereket
ülkesi. Vie de cocagne: Acı ve kaygılardan uzak
mutlu bir yaşam,
cocaïne diş. Kokain,
cocaünisation diş. Kokainle uyuşturma,
cocaïnomane ad. Kokain tiryakisi,
cocaînomanie diş. Kokain tiryakiliği,
cocarde diş. 1. Fiyonk, fiyonga. 2. A s k e r
şapkalarına takılan ve rengi ulusa göre değişen
belirti, kokart. 3. mec. tkz. Baş, kafa. § Taper s u r
la cocarde: Başına vurmak (Le vin m'a tapé sur la
cocarde).
cocardier, ères. 1. Askerliğe, üniformaya düşkün.
2. mec. Aşırı ulusalcı (Une chanson cocardière).
cocasses. Tuhaf, gülünç ( Une histoire cocasse. Une
femme cocasse).
cocasserie diş. Tuhaflık, gülünçlük,
coccinelle
Hammböceği, gelinböceği.
coccyx[kıksis]er. anat. Pöç kemiği, kuyruk kemiği,
coche diş. I . Dişi domuz. 2. diş. Çetele çentiği,
çentik. 3. er. (Eski) Atla çekilen ırmak kayığı. 4.
er. (Eskiden) Yolcu arabası, koçu. § M a n q u e r le
coche: Fırsatı kaçırmak, treni kaçırmak. Faire la
mouche du coche: Kahve dövenin hınk deyicisi
olmak; bir işte hiçbir ö n e m ve y a r a n olmadığı
halde, iş yapıyor görünerek didinip durmak,
cochenille
hayb. Kırmız böceği,
cocher er. Arabacı.
cocher gçl. Çentikle imlemek, çentiklemek,
kertmek; önüne bir çarpı işareti koymak
(Cocher le nom d'un candidat sur la liste).
cocher gçl. (Kuşlar için) Dişiyi döllemek,
tohumlamak; dişiye binmek, aşmak,
cochère s § Porte cochère: A r a b a kapısı,
cochêt er. G e n ç horoz, piliç, yarga.
cochevls er. Tepeli çayırkuşu, tarlakuşu.
cochléaria [kokleanja] er. bitb. Kaşıkotu.
cochon er. 1. Domuz. (Ilélève des cochons). 2. mec.
Pis herif. 3. Utanmaz adam. 4. D o m u z eti (II
mange du cochon). S.s. vead. Pis, rezil, açık saçık
(Il raconte des histoires cochonnes.
Quel
cochon!). § Cochon de lait: Süt domuzu, çok
275

cocotte
küçük domuz. Cochon d ' I n d e : Hint d o m u z u ,
kobay. Cochon de m e r : Domuzbahğı. Gros, gras,
sale comme un cochon: D o m u z gibi şişman, semiz,
pis. Avoir une tête de cochon: Çok geçimsiz, inatçı
olmak. Etre copainscommecochons: Aralarından
su sızmamak, çok sıkı fıkı olmak (Ils sont copains
comme cochons). Ne pas garder les cochons avec
q n : -ile birlikte peynir ekmek yemişliği o l m a m a k ,
içli dışlı o l m a l a n için hiçbir neden bulunmamak
(Je n'ai pas gardé les cochons avec toi!: Seninle
peynir ekmek yemedik, bu ne lâubalilik!). J o u e r
u n tour de cochon à q n : Birine kötü bir oyun
oynamak, başına çorap örmek. C'est donner des
confitures à un cochon: Eşek hoşaftan ne anlar,
cochonner gçl. 1. Yapıp berbat etmek ; p i s , k a b a b i r
biçimde yapmak, baştan savma
yapmak
(Cochonner
un travail).
2. gsz.
(Domuz)
Doğurmak.

cochonnerie diş. 1. Pislik, kirlilik (Il est d'une


cochonnerie inimaginable).
2. Değersiz, kıvır
zıvır şey (Il vend des cochonneries).
3. Kaba,
müstehçen, açık saçık hikâyeler (Dire, raconter
des cochonneries).
cochonnet er. 1. D o m u z y a v r u s u . 2 . 0 n i k i yüzlü zar.
3. Yuvarlaklarla oynanan bir oyunda gol
yuvarlağı.
cocker [koter] er. Uzun tüylü, küçük boy bir av
köpeği.
cocktail[koktEİ]er. tng. 1. Kokteyl, içkili toplantı (II
nous invite à un cocktail). 2. Çeşitli içkilerin
karıştırılmasıyla hazırlanan içki (Préparer un
cocktail au gin, au cognac, au whisky). 3. mec.
Karışım (Un cocktail de bons mots,
dechansonset
de danses).
coco er. 1. Hindistancevizi (Lait de coco, huile de
coco). (Noix de coco da denir). 2. Meyankökü
şerbeti (Marchand de coco). 3. (Çocuk dilinde)
Yumurta. 4. ad. hlk. hkr. Komünist. 5. D o s t ,
civan (Viens, mon coco). 6. diş. tkz. Kokain. § Un
drôle de coco: Tuhaf adam. Avoir le coco fêlé:
argo.Kafadan çatlak olmak. Dévisser le coco: tkz.
Boğmak, gırtlaklamak. N'avoir rien dans le coco:
hlk.
Aç acına olmak, kursağında birşey
bulunmamak. S'envoyer qch dans le coco: Bir
şeyler yemek, atıştırmak, tıkınmak,
coconer. Koza (Dévider un cocon). § S'enfermer, se
retirer dans son cocon: Kendi kabuğuna
çekilmek.
cocontractant,e ad. Sözleşme ortağı, ortak
sözleşen, âkit.
cocorico er. Horoz ötmesi, kukuriku.
cocotier er. Hindistancevizi ağacı,
cocotte diş. 1. (Çocuk dilinde) Tavuk. 2. Saplı yada
coction
kulplu tencere. 3. Arpacık. 4. Tavuk yada kuşu
andıracak biçimde bükülmüş kâğıt. 5. Fingirdek,
hafifmeşrep kadın, yosma (C'est une ancienne
cocotte
qui joue
maintenant
les
dames
respectables).
6. (Sevgi terimi) Cici, sevgili,
caniko, nonoş (Ne t'en fais pas, ma cocotte). §
Cocotte minute: Düdüklü tencere,
coction diş. 1. Pişme, pişim. 2. hek. Sindirim,
cocu, e s. ve ad. Boynuzlu; karısı tarafından
aldatılan erkek; kocası tarafından aldatılan
kadın. § Faire qn cocu: -i boynuzlatmak, -e
boynuz taktırmak; karısını yada kocasını
aldatmak (Elle le fait cocu). Veine de cocu: hlk.
İbne şansı, çok iyi şans.
cocuage er. hlk. Boynuzluluk, kocası yada karısı
tarafından aldatılma,
cocufier gçl.
hlk.
Boynuzlatmak,
boynuz
taktırmak, aldatmak (Elle cocufie son mari, il
cocufie sa femme).
coda diş. Bir müzik parçasının sonu (Coda d'une
fugue).
codage er. Şifreleme, şifre ile bildirme,
code er. 1. Yasalar dergisi, yasalar (Le code
de Justinien). 2. Yasa (Le code pénal, le code civil,
le code de commerce). 3. Kural (Le code de la
politesse).
4. (Trafikte) Taşıtın ışıklarının
yakılması, ışık yakma. 5. Kod, şifre (Lesservices
de contre-espionnage ont découvert le code secret
de l'adversaire). 6. dilb. Düzgü. § Code civil:
Yurttaşlık yasası, Medenî kanun. Code de la
route: Trafik yasası. Code de procédure civile:
H u k u k muhakemeleri usulü yasası. Code des
obligations: Borçlar yasası. Code pénal: Ceza
yasası. Code rural: Köy kanunu. Se mettre en
code: (Trafikte) Arabanın ışığını yakmak, ışık
yakmak.
codébiteur, trice ad. Borç ortağı, ortak borçlu,
codéine diş. Kodein.
codemandeur,eresses. vead. O r t a k d â v a c ı .
coder gçl. Kodlamak, şifrelemek, şifre ile bildirmek
(Coder un message).
codétenteur, trice ad. Ortak elmen, ortak "zilyet,
codétenu, e ad. Tutukluluk arkadaşı, tutukevi
arkadaşı,
codex er. Kodeks,
codicille er. Vasiyet eki.
codiflcateur, trice s. ve ad. Derleyici; düzene
koyucu, sıraya koyucu,
codification diş. Derleme, düzene koyma, sıralama
(Codification des lois).
codifier gçl. Derlemek; düzene koymak, sıraya
koymak (Codifier les lois, codifier les principes
d'un art).

276

cœur
codirecteur, trice ad. Yönetme ortağı, ortak
yönetici,
coefficient er. mat. Katsayı,
cœlentérés er. ç. hayb. Selentereler,
coéquation diş. Verginin yükümlülere eşit oranda
yüklenmesi.
coéquipier, ère ad. Takım arkadaşı (Le capitaine
avertit ses
coéquipiers).
coercibilité
diş.
Sıkıştırılabilirlik,
yoğunlaştırılabilirlik.
coercibles. Sıkıştırılabilir, yoğunlaştırılabilir (Gaz
coercible).
coercitif, ive s. Zorlayıcı, "zecrî (Prendre des
mesures
coercitives).
coercition diş. huk. Zorlama, zorlayıcı önlem (On
ne peut obtenir sa participation
que par
coercition).
cœur er. 1. Yürek, kalp (Maladie de cœur,
mouvements du cœur. Mon cœur bat). 2. Göğüs,
bağır (Je l'ai pressé sur (contre) mon cœur). 3.
Mide (J'ai encore tout mon déjeuner sur le
cœur). 4. Yürek biçiminde eşya (Elle portait un
cœur suspendu à un collier). 5. (İskambilde)
Kupa (As de cœur, valet de cœur, le huit de
cœur). 6. mec. Kalb, merkez, "özek (Ankara est
le cœur de la Turquie). 7. (Bitki anatomisinde)
Öz, göbek (Le cœur d'un fruit, de la pastèque).
8. Can alıcı nokta, öz (Le cœur d'une question,
d'un débat). 9. Gönül, yürek, iç (Cela me fend le
cœur). 10. Yüreklilik, gözüpeklik, cesaret (Il
n'aura pas le cœur de nous le dire ouvertement).
11. İstek, gönlünün dilediği şey (J'ai enfin
trouvé un travail selon mon cœur). § Avoir mal
au cœur: Midesi, içi bulanmak, Avoir des
hauts-le-cœur: Midesi, içi bulanmak. Avoir le
cœur sur le bord des lèvres: Kusacak gibi olmak,
içi ağzına gelmek, nerdeyse kusmak. Avoir le
cœur
barbouillé:
Midesi
bozulmak,
içi
bulanmak. Lever, soulever le cœur: Tiksinti
vermek, mide bulandırmak. Rester sur le cœur:
Sindirememek,
kendine
yedirememek,
yüreğine oturmak. Agiter, faire battre le cœur:
Yüreğini oynatmak, "heyecanlandırmak. §
Serrer, presser qn sur son cœur: Birini bağrına
basmak. Serrer le cœur à qn: -in canını sıkmak.
Briser,fendre, déchirer le cœur à qn: Yüreğini,
içini parçalamak, çok acı vermek. Avoir le cœur
gros, le cœur lourd: Çok üzüntülü olmak, acılı
olmak, yüreği kabarmak. Prendre qch à cœur:
Benimsemek, önemsemek, severek yapmak.
N'avoir pas le cœur à f. qch: -cek hali olmamak;
-mek içinden gelmemek. N'avoir de cœur à rien:
Canı hiçbir şey istememek. Avoir le cœur sur la
coexistence
main: İçi dışı bir olmak. Aller droit au cœur,
toucher au cœur: İçine dokunmak, yüreğine
dokunmak, duygulandırmak. Avoir du cœur: 1.
Yürekli, gözü pek olmak. 2. Onurlu, gururlu
olmak. Donner son cœur à qn: -e gönül vermek,
gönül kaptırmak. Percer le cœur: 1. Öldürmek.
2. İçine işlemek, yüreğini parçalamak. Tenir au
cœur, à cœur: Biri tarafından çok önemsenmek,
benimsenmek (Ce projet lui tenait à cœur. Cela
me tient au cœur). En avoir le cœur net: En ufak
bir kuşkusu kalmamak, tam bir kanıya varmak.
Avoir à cœur de f. qch: -meyi kendine görev
bilmek. Etre sans cœur, manquer de cœur: Taş
yürekli olmak, acımasız olmak, içinde sevgi diye
bir şey olmamak. Conquérir, gagner le cœur de
qn: -in gönlünü fethetmek, sevgisini kazanmak.
Ne pas porter qn dans son cœur: -e kanı
kaynamamak; -i gözü pek tutmamak. Ouvrir,
épancher, dévoiler son cœur à qn: -e derdini
açmak, içini dökmek. Vider son cœur à qn: -e
içini dökmek. Peser sur le cœur: Üzmek, acı
vermek, yüreğine oturmak. Avoir un cœur
d'artichaut: Ayran gönüllü, şıpsevdi, maymun
iştahlı olmak. Avoir un cœur d'or: Pırıl pırıl bir
yüreği olmak. De bon cœur, de tout cœur, de
grand cœur, de gaité de cœur: İsteyerek, seve
seve, tüm yüreğiyle, canla başla. Etre de tout
cœur avec qn: Bütün gönlüyle birinin yanında
olmak, acı ve sevincini paylaşmak. A cœur joie:
Doyasıya, istediği kadar. Au cœur de:
Ortasında, tam içinde (Au cœur de l'hiver, au
cœur du pays). Affaire de cœur: Gönül işi, sevi.
A cœur ouvert: İçtenlikle, açık yüreklilikle. A
contre cœur: İstemeyerek. Par cœur: Ezbere,
ezberden (Connaître, savoir, réciter par cœur).
Connaître qn par cœur: -in ciğerini bilmek, ne
mal olduğunu çok iyi bilmek. Dîner par cœur:
Bir yemeği yiyememek, yemeden kendini yedim
saymak. Apprendre qch par cœur: Ezberlemek.
Selon son cœur: Gönlüne göre, isteğine uygun.
Si le cœur lui (vous) en dit: (Canı, canınız)'
İsterse. Loin des yeux, loin du cœur: Gözden
ırak olan gönülden de ırak olur. Le cœur ne peut
vouloir ce que l'œil ne peut voir: Göz
görmeyince gönül katlanır,
coexistence diş. Birlikte var olma, bir arada yaşama
(Coexistence pacifique).
coexister gsz. Birlikte var olmak, bir arada
yaşamak, yan yana yaşamak (Plusieurs tendances
coexistent au sein de ce parti).
coffrage er. 1. Beton kalıbı (Enlever le coffrage). 2.
Beton kalıbına dökme, beton kalıplama
(Procéder au coffrage). 3. (Siperlerde, maden

277

cohéreur
galerilerinde) "Tahkimat, göçük önlemeye
yarayan doğramalar,
coffre er. 1. Sandık ( Coffre à linge, à outils, à jouets).
2. Çekmece, küçük kasa (Avoir un coffre à la
banque.
Percer un coffre).
3. Palamar
şamandırası. 4. (Arabalarda) Arka bagaj. 5. den.
(Geminin) Gövde bölümü (Coffre d'un navire). §
Les coffres de l'Etat: Devlet hazinesi. Avoir du
coffre: 1. Sağlam vücutlu ve iri yarı olmak. 2.
Soluklu olmak, ciğerleri sağlam olmak,
coffre-fort er. Para kasası, çelik kasa.
coffrergf/. tkz. 1. Hapsetmek, deliğe tıkmak, dama
atmak (On l'a coffré pour mendicité). 2. Tahta
kalıp içine almak (Coffrer une dalle de béton).
coffret er. Çekmece,
coffretier er. Sandıkçı.
cogestion diş. Ortak yönetim, ortaklaşa yönetme,
cogitation diş. (Alaylı) İnce düşünce, derin düşünce
(Quel est le fruit de tes cogitations ?).
cogiter gsz. (Alaylı) İnce ince düşünmek, pek derin
düşünmek.
cogito er. "Düşünüyorum öyleyse varım"
Descartes'ın
dizgesini
üzerine
kurduğu
uslamlama,
cognac er. Konyak,
cognassier er. Ayva ağacı,
cognât er. Arada kan bağı olan, kandaş,
cogitation diş. Kan hısımlığı, kandaşlık,
cogne er. hlk. Polis.
cognée diş. Odun baltası, balta. § Jeter le manche
après la cognée: Her şeyden sıtkı sıyrılmak,
bıkmak, usanç getirmek,
cognement er. 1. Vurma, vuruş. 2. (Motörde)
Vuruntu.
cogner gçl. 1. Çakmak (Cogner un clou). 2. Vurmak
(Cogner du poing sur latable). 3. Dövmek (Arrête,
ou je te cogne). 4. gsz. Çarpmak. 5. gsz. (Motor)
Vuruntu yapmak. § SeCognerà, contre: -eçarpmak,
vurmak (Se cogner au mur, contre le buffet).
cognitif, ive s. 1. Tanımaya değgin (Faculté
cognitive). 2. Tanımaya, bilmeye yetenekli,
cognition diş. Tanıyabilme yetisi, tanıma,
cohabitation diş. Birlikte oturma,
cohabiter gsz. 1. Birlikte, bir arada oturmak (La
crise du logement nous oblige à cohabiter). 2. Karı
koca hayatı yaşamak,
cohérence diş. Tutarlık, bağlantı, uyarlık
(Cohérence d'un raisonnement. Il n'y a pas de
cohérence entre ses idées).
cohérent, e s. Tutarlı, birbirini tutan, bağıntılı,
birbirine uygun (Idées cohérentes. Une équipe
bien cohérente).
cohéreur er. (Eski telsizlerde) Alıcı.
cohéritier
cohéritier, ère ad. Kalıt ortağı, ortak mirasçı,
cohésion diş. 1. Molekül yapışıklığı. 2. mec.
Bağlantı, tutkunluk ( Lacohésion d'un groupe. La
cohésion des parties d'un empire).
cohorte diş. 1. Eski romahlarda piyade bölüğü. 2.
mec. Asker birliği. 3. Topluluk (Une joyeuse
cohorte).
cohue diş. 1. Kalabalık, büyük kalabalık (Une
cohue
de
soldats).
2.
itişip
kakışma,
karmakarışıklık, hay huy (L'enfant a perdu ses
parents dans la cohue de la foire).
coi, coites. Durgun, dingin, rahat. § En rester coi:
Şaşırıp kalmak, şaşkınlıktan ağzı beş karış açık
kalmak. Se tenir coi: Rahat durmak, sesini
çıkarmadan durmak,
coiffe diş. 1. Kadın başlığı, hotoz. 2. Şapka örtüsü.
3. (Kimi çocuklarda yeni doğarken) Başı
kaplamış bulunan zar. 4. (Kesim hayvanlarında)
Barsaklan örten yağlı zar, gömlek,
coiffé, es. 1. Başı örtülü, başında şapka vb. bulunan
(Un homme coiffé). 2. Başı, saçı yapılmış (Une
femme bien coiffée). 3. Etre coiffé de qch:
Başına... giymiş olmak (Il était coiffé d'un béret
noir). 4. Etre coiffé de qn, de qch: tkz. -etutulmak,
delicesine vurulmak, gönlünü kaptırmış olmak.
Le premier chien coiffé: tkz. Kim olursa, herkes,
önüne gelen (Elle couche avec le premier chien
coiffé). § Etre né coiffé: Şanslı olmak, anasından
kadir gecesi doğmak,
coiffer gçl. 1.. (Birinin) Başına bir şey giydirmek
(Coiffer un bébé). 2. Coiffer q n de qch: Başına...
giydirmek (Elle avait coiffé son enfant d'un joli
bonnet). 3. (Birinin) Başım yapmak saç tuvaletim
yapmak. 4. Başını ö r t m e k , başım sarmak,
b a ş ı n d a . . .olmak (Un chapeau neuf le coiffait). 5.
Başa oturmak (Ce béret coiffe bien). 6. Ö r t m e k ,
kaplamak (Les neiges coiffaient
déjà les
montagnes). 7. Giymek, başına koymak (Elle
coiffait souvent un chapeau bleu). 8. Başında
bulunmak, yönetmek (Coiffer un organisme. Il
coiffe un service commercial).
9. -in üstünde
olmak (Le bureau central coiffe les comités
locaux). 10. (Yarışlarda) Bir baş ilerde bitirmek,
bir baş geçmek. §Se coiffer: 1. Başını yapmak, saç
tuvaletim yapmak, saçlarım taramak (Ellepasse
des heures devant la glace pour se coiffer). 2. Se
coiffer de: tkz. -e tutulmak, delicesine vurgun
olmak, gönlünü kaptırmak. § Se coiffer Sainte
Catherine:
(Kızlar
için)
Evde
kalmak,
evlenememek.
coiffeur, euse ad. Berber (Coiffeur pour
hommes.
Coiffeur pour dames). § Des minutes de coiffeur:
U z u n uzun, uzun süre, saatlerce.

278

coïncident
coiffeuse diş. Kadınların tuvalet masası,
coiffure diş. 1. Başlık, başa giyilen şey (Mettre,
porter une coiffure. Coiffures militaire, antique).
2. Saç tuvaleti (Une coiffure négligée, coiffure du
soir). 3. Berberlik (La coiffure est un métier
fatigant).
coin er. 1. Köşe (Les coins d'une chambre, d'une
table). 2. Bucak, köşe (Les quatre coins du
monde). 3. Köşebent (Coins de métal, de cuir
garnissant les angles d'un livre). 4. Köşe, baş (Le
coin de la rue, du feu, de la cheminée). 5. Takoz,
kıskı. 6. Köşe, kenar, ıssız yer (Il vit dans un petit
coin). 7. (Kuyumculukta) Ayar damgası, damga.
8. Uç (Le coin des yeux). 9. Parçacık ( U n coin de
terre). 10.Yer,yan(Touslescoinsd'uneville).
11.
Kenar, kıyı, yan (Jette ça dans un coin) .12. (Dergi
ve gazetelerde bir yazarın sürekli yazdığı) Köşe
(Coin du médecin). 13. (Ayaktopu)Köşe, korner
(Drapeau de coin. Coup de pied de coin). §
Causerie au coin du feu: Ocak başı söyleşisi. Jeu
des quatre coins: Köşe kapmaca oyunu. En coin:
Gizlice, çaktırmadan (Rire, regarder en coin). Au
coin de : Köşesinde, karşısında, başında (Au coin
de la rue, du feu). Aux quatre coins du monde:
Dünyanın dört bucağında. Aller au petit coin:
Yüznumaraya gitmek. Connaître qch dans tous
les coins: -i bütün ayrıntılarıyla bilmek. En
boucher un coin à qn: -i çok şaşırtmak, hayretten
hayrete düşürmek. Etre marqué au coin de qch:
-in damgasını taşımak; niteliğinde olmak (Une
œuvre marquée au coin du génie.
Réflexions
marquées au coin du bon sens). Regarder du coin
de l'œil: G ö z ucuyla bakmak,
coinçage er. 1. Enseleme, yakalama. 2. Sıkıştırma,
coincement er. Sıkışma (Le coincement d'un axe

arrête tout le mécanisme).


coincer gçl. 1. Kamalarla sıkıştırmak ( On a coincé le
mât en terre avec des pierres). 2. Kıstırmak,
sıkıştırmak (La valise est coincée entre une malle et
le poteau). 3. tkz. Enselemek, yakalamak (On a
coincé le voleur). § Se faire coincer: Yakalanmak,
enselenmek,
coïncidence diş. 1. İki şeklin birbirine tastamam
gelmesi ; üst üste çakışma (Coïncidence de figures
homologues).
2. İki olayın aynı zamana
rastlaması; düşümdeşlik, rastlaşma ( Coïncidence
de deux fêtes). 3. Rastlantı (Par une heureuse
coïncidence, il est arrivé au moment où j'avais
besoin du lui). 4. Olayların yardımı (Quelle
coïncidence!).
coïncident, e s. Düşümdeş, rastlaşan, çakışan, üst
üste
gelen
(Surfaces
coïncidentes.
Faits
coïncidents).
coïncider
coïncider gsz. 1. (İki şekil) Birbirine tastamam
gelmek (Les figures qui coïncident). 2. (İki olay)
Aynı zamana rastlamak; düşümdeş olmak,
rastlaşmak (Les deux fêtes coïncident). 3.
Coïncider avec: a) -ile aynı olmak; -e uygun
olmak; -i tutmak (Votre désir coïncide avecle sien.
Son témoignage ne coïncide pas avec le nôtre), b)
-ile aynı zamana gelmek (La fête de la Libération
coïncide avec le jour de l'an).
coin-coin er. Vak vak (Le coin-coin d'un canard).
coing er. Ayva. § Etre jaune comme un coing: Ayva
gibi sararmak; sapsarı bir benzi olmak,
cointéressé, e ad. Kazanç ortağı, çıkar ortağı,
coït er. Çiftleşme, erkeğin dişiyle cinsel birleşmesi,
sikişme.
coite, couette diş. Kuştüyü yatak.
coîter gsz. Çiftleşmek, cinsel birleşmek, aşk
yapmak, sikişmek.
coke er. Kok, kok kömürü,
cokéfication diş. Kok kömürü haline getirme, kok
yapma; koklaştırma, koklaşma,
cokéfler gçl. Kok kömürü haline getirmek, kok
yapmak, koklaştırmak,
cokerie diş. Kok kömürü fabrikası,
col er. 1. Boyun, geçit, argıt, "derbent (Ce col fait
communiquer les deux vallées). 2. Yaka (Col de
chemise, de veste, de chandail, de pardessus). 3.
Boğaz (Col d'une bouteille, d'unvase). § Faux col:
1. Takma yaka, yakalık. 2. mec. Köpük (Un demi
sans faux col: Köpüksüz bir bardak bira).
colback er. Kalpak,
colchique er. bitb. Çiğdem,
cold-cream [koldkRİm] er. Deri kremi, cilt kremi,
coléoptère er. hayb. Kınkanatlı,
colère diş. Öfke, kızgınlık. § Etre en colère: Öfkeli,
kızgın olmak. Etre rouge de colère: Öfkesinden
pancar kesilmek. Etre blême de colère: Öfkeden
sapsarı kesilmek. Etre, entrer dans une colère
noire: Çok kızmak. Mettre qn en colère:
Kızdırmak, öfkelendirmek. S'abandonner à sa
colère: Öfkeye kapılmak. Rentrer, retenir sa
colère: Öfkesini tutmak. Passer sa colère sur qn:
Öfkesini -in üzerinde boşaltmak, öfkesini -den
almak. Se mettre en colère contre qn: -e
öfkelenmek, -e kızmak. Piquer une colère: hlk.
Kızmak, tepesi atmak. Faire une colère:
(Çocuklar için) Kızıp huysuzluk etmek,
coléreux, euse s. Öfkeci, işkilli, çabuk öfkelenen,
colérique s. Öfkeci, çok çabuk öfkelenen,
colibacille er. hek. Kolibasil, bağırsak bakterisi,
colibri er. hayb. Sinekkuşu.
colifichet er. 1. İncik boncuk, değeri az süs eşyası.
2. Kuş peksimeti.

279

collation
colimaçon er. hayb. Salyangoz. § En colimaçon:
Sarmal, "helezoni (Escalier en colimaçon).
colin er. Bir tür mezgit balığı,
colin-maillard er. Körebe oyunu (Jouer à colinmaillard, au colin-maillard).
colique diş. 1. Karın ağrısı. 2. Sürgün, "ishal 3.
tkz. Can sıkıcı şey; can sıkıcı kişi (Quelle
colique!). § Avoir la colique: mec tkz. i . İshal
olmak. 2. Korkmak, ödü bokuna karışmak, üç
buçuk atmak. Causer la colique à qn: -in başına
iş açmak, belâ sarmak. Donner la colique à qn:
-in canını sıkmak,
colis er. Sandık, balya, denk, paket gibi tecim
parçası, koli (Je lui ai envoyé un colis). § Colis
postal: Posta paketi,
colistier er. Aynı listede yer alan kişi; liste ortağı.
colitigant,e ad. Çok konulu bir davanın ortak
davacısı.
collaborateur, trice ad. 1. Çalışma arkadaşı, iş
arkadaşı, yapıt ortağı (Le professeur a remercié
ses collaborateurs de leur aide). 2. İşbirlikçi;
düşmanla işbirliği yapan hain; gâvurcu.
collaboration diş. 1. Ortak çalışma, yardım, katkı,
işbirliği. 2. mec. Düşmanla işbirliği yapma,
işbirlikçilik.§ Apporter sa collaboration à qch: -e
yardımda, katkıda bulunmak. Faire une
collaboration avec qn: -ile işbirliği yapmak,
collaborationniste s. vead. İşbirliği yapma yanlısı,
collaborer gsz. 1. İşbirliği yapmak, ortak
çalışmak. 2. Collaborer à qch: -e yardımda,
katkıda bulunmak (Collaborer à un journal, à
une revue, à une œuvre, à un film). 3. Collaborer
avec: -ile işbirliği yapmak, ortaklaşa çalışmak,
collage er. 1. Yapıştırma (Collage d'une affiche,
d'un papier). 2. Arkasına kola, zamk, tutkal vb.
sürme (Collage du papier, des étoffes). 3. (İçki
için) Durulaştırma (Collage des vins). 4. mec.
tkz. Nikâhsız yaşama, metres yaşamı sürme. 5.
Yapıştırma resim,
collant, es.
1. Yapışan (Papier collant). 2.
Vücuda yapışmış gibi duran, iyi oturan (Une
robe collante). 3. mec. tkz. Yapışkan, can sıkıcı,
insanın yakasını bırakmayan (Il est très collant).
collatéral, e s. 1. Yan, yanda olan (Artère
collatérale; nef collatérale). 2. Yakın, yan
(Parents collatéraux), f Ligne collatérale: Eğik
çizgi. Points collatéraux: coğr. Kuzeydoğu,
güneybatı gibi ara yönler,
collateur er. Vakıf sahibi, vakıf kurucusu,
collation diş. 1. Verme; verme yetkisi (Collation
d'un titre à un ami). 2. Karşılaştırma (Collation
des textes, des manuscrits). 3. Hafif yemek
(Collation de quatre heures. Prendre, servir une
collationner
collation).
collationner gçl. 1. Karşılaştırmak
(Collationner
des textes, des documents). 2. Collationner qch
avec: -ile karşılaştırmak (Collationner un écrit
avec l'original). 3. gsz. a) (Katoliklerde) Perhiz
günlerinde perhiz yemeği yemek, b) Hafif bir
yemek yemek,
colle diş. 1. Çiriş, zamk, kola, tutkal gibi
yapıştırıcı madde (Pinceau à colle, tube de
colle). 2. tkz. Güç soru, kazık soru (Le
professeur lui a posé une colle). 3. hlk. Can sıkıcı
şey, zırıltı (Résumer tout un grand roman, quelle
colle!). 4. argo. Okulda bırakma cezası, izinsiz
bırakma. 5. tkz. Kene gibi yapışkan adam, baş
belâsı. § Colle forte, colle de poisson: Tutkal.
Vivre à la colle: argo. Nihâhsız yaşamak,
collecte diş. Para yardımı toplama (On a organisé
des collectes au profit des sinistrés). § Faire une
collecte pour, au profit de: -için, -in yararına
para toplamak,
collecter gçl. Toplamak (Collecter des fonds pour
la construction d'une mosquée. Collecter des
signatures pour une amnistie
générale).
collecteur er. 1. (Eskiden) Vergici. 2. Para
yardımı toplayan. 3. (Elektrik dinamosunda)
Toplaç. 4. s. ve er. Toplayıcı (Un collecteur,
égoût
collecteur).
collectif, ive s. 1. Toplu, topluca
(Démission
collective).
2.
Ortaklaşa,
ortak
(Œuvre
collective. Billet collectif). 3. Imeceli, toplu, hep
birlikte (Travail collectif, visite collective). 4. er.
dilb. Topluluk adı. S. er. ç. Yığın, kalabalık,
halk.
collection diş. 1. Topluluk (Une
collection
d'individus).
2. D e r m e , koleksiyon (Collection
de timbres, de tableaux, de papillons). 3. Dizi
(Ouvrage
publié
dans telle collection).
4.
(Terzilikte) Yeni modeller (Collection
de
printemps,
d'été,
d'hiver.
Présenter
sa
collection). § Une collection de: tkz. Bir sürü
(Au cocktail, j'ai vu toute une
collection
d'imbéciles).
Faire collection de: -koleksiyonu
yapmak, toplamak, biriktirmek,
collectionner gçl. 1. D e r m e yapmak, koleksiyon
yapmak, toplamak (Collectionner des timbres,
des insectes). 2. mec. tkz. ...üstüne... yapmak,
almak; -si çok olmak, bini aşmak (Il collectionne
des gaffes, des échecs, des prix).
collectionneur, euse ad. Dermeci, koleksiyoncu,
collectivement bel.
Topluca,
hep
birlikte,
ortaklaşa.
collectiviser gçl. Birleştirmek, topluluğun malı
yapmak, ortaklaşalaştırmak (Collectiviser
des

280

collet
terres).
collectivisme er. Ortaklaşacılık, kolektivizm,
collectiviste s. ve ad. Ortaklaşacı, kolektivist.
collectivité diş. 1. Ortaklaşma. 2. Ortaklaşa iyelik.
3. Topluluk (Collectivité
professionnelle).
collège er. 1. Kurul (Collège des cardinaux). 2.
Orta öğretim okulu, kolej (Aller au collège). §
Collège électoral: Bir seçim bölgesindeki
seçmenler topluluğu,
collégial, e s. 1. Piskoposluk kuruluna değgin. 2.
Ortaklaşa yürütülen, ortak (Pouvoir
collégial.
Présidence collégiale).
collégien, ne ad. 1. Kolej öğrencisi, kolejli. 2. hkr.
Ağzı süt kokan; saf, daha çocuk (C'est un
collégien).
collègue ad. 1. Meslektaş, görevdeş (C'est mon
collègue, ma collègue). 2. tkz. Arkadaş, ahbap
(Comment ça va, collègue?).
coller gçl. 1. Çiriş, zamk, kola vb. sürmek (Coller
une toile). 2. Yapıştırmak (Coller une affiche au
mur, coller un timbre sur une lettre). 3. Coller
qch à, contre: Bir şeyi -e dayamak (Coller son
oreille à la porte, son nez contre la, vitre, une
chaise contre le mur). 4. (Okul argosu) İzinsiz
bırakmak, okulda kalma cezası vermek (Coller
un élève). 5. tkz. Sınıfta bırakmak, sınavda
çaktırmak (Coller un candidat). 6. Çok güç bir
soru sormak (Le professeur
l'a collé). 7.
Susturmak, gık diyemez duruma sokmak (Il m'a
collé d'un seul mot). 8. Koymak, bırakmak,
atmak (Colle ta valise dans un coin. On l'a collé
en prison). 9. Coller qch: Birine ...aşketmek,
vurmak (Coller une gifle à un malfaiteur). 10.
Coller qch à qn: tkz. Sokuşturmak, zorla kabul
ettirmek. 11. gsz. Yapışmak (Ce timbre ne colle
pas.) 12. gsz. tkz. İyi gitmek, işler yolunda
olmak (Ça colle: Tamam, işler yolunda,
durum
kıyak). 13. Coller à: -e yapışmak (La boue colle
aux semelles). 14. Coller à: -i iyice sarmak,
oturmak, yapışmak (Une chemise qui colle au
corps). 15. Coller à qch: -e uymak, uygun
düşmek (Votre description ne colle pas à la
réalité.Ce mot colle bien à ses,idées). § Coller qn
au mur: mec. Birini kurşuna dizmek. § Etre
collé: 1. Çakmak, sınıfta kalmak. 2. İzinsiz
kalmak, tatil günü okuldan çıkamamak. Etre
collé pour, en: -den bütünlemeye kalmak (Il est
collé pour trois matières, en chimie). § Se coller:
Nikâhsız yaşamak, evlilik dışı birlikte yaşamak,
collerette diş. Geniş ve işlemeli yakalık,
collet er. 1. Giysi yakası, yaka (Un collet de
dentelle). 2. Pelerin. 3. A ğ , tuzak (Tendre un
collet à lapin. Poser des collets). 4. Bir şeyin
colleter
gövdesi
ile
kökü
arası.
5.
(Kasaplık
hayvanlarda) Gerdan (Collet de veau, de
mouton). § Collet monté: s. ve ad. Kasıntılı,
ukalâ, gösterişçi, bilgiçlik taslayan, burnu
havada. Petit collet: Papaz. Mettre la main au
collet de qn: -i enselemek, tutuklamak,
ensesinden yakalamak. Saisir, prendre qn au
collet: Birini yakalamak, enselemek. Se prendre
au collet: Boğaz boğaza gelmek, kavga e t m e k ,
yaka paça olmak,
colleter
gçl.
1.
Yakasından,
ensesinden
yakalamak; saldırıp yakasına yapışmak (Colleter
son adversaire). 2. gsz. (Av için) A ğ germek,
tuzak kurmak. § Se colleter: 1. Kavga e t m e k ,
boğaz boğaza gelmek. 2. Se colleter avec: a) -ile
kavga etmek (Il s'est colleté avec son frère), b)
-ile mücadele etmek; -e karşı savaşmak (Se
colleter avec les difficultés).
colleteur er. (Avcılıkta) Tuzak kuran, tuzakçı.
colleur, euse ad. 1. Yapıştırıcı; tutkal vb. sürücü
(Un colleur d'affiches).
2. (Okul argosu)
Ayırtman, "mümeyyiz. 3. diş. tekn. Kumaşlara
tutkal vb. sürme makinesi,
colley er. iskoç çoban köpeği,
collier er. 1. Gerdanlık, kolye (Collier de perles,
d'or). 2. Tasma (Collier de chien). 3. H a m u t . 4.
Boru
yada
direkleri
pekleştirmek
için
etraflarına geçirilen metal halka, çember. §
Cheval franc du collier: İyi çeken at. Collier de
misère: Güç, yorucu ve küçültücü iş. Collier de
barbe: Çember sakal. Coup de collier: Büyük
çaba. Etre franc du collier: Açık yürekli ve
dürüst olmak. Prendre, reprendre le collier:
Yorucu ve ağır bir işte çalışmak, tutsak gibi
çalışmak.
colliger gçl. Derlemek, toplamak; bir kitapta
toplamak.
colline diş. Küçük dağ, tepe (Monter sur une
colline).
collision diş. 1. Çarpışma (Collision de voitures, de
trains).
2. Çatışma, vuruşma
(Collision
d'intérêts.
Collision entre la police et les
manifestants). § Entrer en collision: Çarpışmak.
Entrer en collision avec: -ile çarpışmak (La
voiture est entrée en collision avec un train).
collocation diş. 1. Sıraya koyma; alacaklıları
sıraya koyma. 2. dilb. Eşdizimlilik.
collodion er. Kolodyum.
colloïdal, e s. Koloidal,
colloïde er. Koloit.
colloque er. 1. Genellikle bilimsel, düşünsel
konular üzerinde yapılan tartışma, konuşma,
' k o n u ş u , kolokyum (Les cardiologues ont tenu

281

colonialiste

un colloque à Paris). 2. (Alaylı) Meyhane


tartışması, konuşma,
colloquer gçl. 1. (Alacaklıları) Yasal önceliklerine
göre
sıraya
koyup
alacaklarını
ödemek
(Colloquer des créanciers). 2. tkz. Birini hayli
kötü bir yere koymak. 3. Colloquer à qn: Kendi
başından savmak için -e havale etmek,
collusion diş. (Birine karşı) Gizli anlaşma (Le
gouvernement a été renversé par la collusion des
partis de droite).
collusoire s. Gizli anlaşmalı, gizli bir anlaşma ile
yapılan (Une fraude
collusoire).
collutoire er. Ağız ilâcı,
collyre er. Göz damlası.
colmatage er. 1. D o l d u r m a , doldurup yükseltme.
2. K a p a m a , tıkama,
colmater gçl. 1. (Alçak ve batak yerleri)
Doldurmak, doldurup yükseltmek (Colmater un
sol infertile). 2. K a p a m a k , tıkamak (Colmater
une fuite, une voie d'eau, une canalisation). 3,
ask. Cephede açılan bir gediği kapamak
(Colmater une brèche).
colocataire ad. Kira ortağı, ortaklaşa kiracı,
colocation diş.
Ortak
kiracılık
(Etre
en
colocation).
colombe diş. 1. Güvercin. 2. mec. Saf, temiz genç
kız.
colombier er. 1. Güvercinlik. 2 . 0 , 9 0 x 0 , 6 3 boyunda kâğıt; büyük forma
kâğıt
colombin, es. 1. Güvercin boynu renginde (Soie
colombine). 2. Güvercine değgin. 3. diş. Kuş
gübresi. 4. er. ç. hayb. Güvercinler,
colombophile s. ve ad. Güvercinsever; posta
güvercini yetiştiren,
colombophilie diş. Güvercinseverlik; posta güvercini yetiştiriciliği,
colon er. 1. Bir derebeyinin arazisinde hür çiftçi.
2. Yarıcı, ortakçı. 3. Sömürgelerde yaşayan
Avrupalı; sömürgeli. 4. (Asker argosu) Albay;
paşa, reis. 5. (Okul tatil kampında) Öğrenci,
côlon er.
Kalınbağırsağın
körbağırsak
ile
gödenbağırsağı arasındaki parçası,
colonage er. Yarıcılık, ortakçılık,
colonel er. Albay,
colonelle diş. Albay karısı,
colonial, e s. 1. Sömürgelere değgin; sömürgelerden gelen (Questions coloniales,
climat colonial.
Produits coloniaux).
2. er. Sömürge piyade
askeri. 3. ad. Sömürgede yaşayan, sömürgeli. 4.
diş. Sömürge piyade birliği (Il a longtemps servi
dans la coloniale).
colonialisme er. Sömürgecilik,
colonialiste s. ve ad. Sömürgeci.
colonie
colonie diş. 1. Sömürge (Les anciennes
colonies
deviennent maintenant indépendantes).
2. Göçm e n topluluğu (Envoyer une colonie
outre-mer).
3. Bir ülkede bulunan küçük yabancı topluluğu
(La colonie turque à Paris). 4. Küçük hayvan
topluluğu, sürü (Colonie d'abeilles, colonie de
castors).
colonisateur, trice s. ve ad. 1. Sömürgeleştirici ;
sömürge kurucu (Ce général est un grand colonisateur). 2. Sömürge sahibi (Une
nation colonisatrice).
colonisation diş. 1. Sömürgeleştirme (La colonisation de l'Afrique par l'Europe).
2. Yerleşip (bir
yeri) işleme,
coloniser gçl. 1. Sömürgeleştirmek (Coloniser un
pays). 2. Yerleşip (Bir yeri) işlemek. 3. mec.
İşgal e t m e k , istilâ e t m e k , sarmak (Les microbes
ont colonisé la plaie).
colonnade diş. Sıra sütunlar, ' d i k i n sırası, sıra sıra
dikinler (La colonnade d'un ancien
temple).
colonne diş. 1. "Dikin, sütun, direk (Edifice à
colonnes, colonnes d'une galerie). 2. Dikili taş,
birinin anısına dikilen taş. 3. (Sayfalarda) Sütun
(Un article sur trois colonnes). 4. mec. Dayanak
(Les colonnes de l'Etat). 5. Sorguç, dikine
yükselen şerit (Une colonne de fumée). 6. mat.
H a n e (La colonne des unités, la colonne des
dizaines). 7. Sıra, dizi, arda ard dizilmiş insan
yada eşya (Une colonne de réfugiés, une colonne
de camions). § La colonne vertébrale: Belkemiği, omurga. La colonne montante: (Bir
yapıdaki)
Su, havagazı, elektrik vb. boruları. La cinquème
colonne: Beşinci kol, düşman casusluk örgütü,
colonnette diş. Küçük sütun, *dikincik.
colophane diş. Reçine.
coloquinte diş. 1. Acı hıyar, acur. 2. hlk. Baş, kafa
(Il a reçu un coup sur la coloquinte).
colorant, e s. 1. R e n k veren, boyayıcı, renklendirici (Matières colorantes). 2.
er. Boya, renklendirici (Colorants animaux, végétaux,
artificiels).
coloration diş. 1. Boyama, renk verme, renklendirme (Coloration de la peau, d'un
tissu). 2.
mec. Yaldızlama, allayıp pullama,
coloré, e s. 1. Renkli (Verres colorés). 2. mec.
Canlı, renkli (Une conversation colorée, un style
coloré).
colorer gçl. 1. Boyamak, renk vermek (Colorer un
tissu). 2. mec. Süslemek, yaldızlamak, telleyip
pullamak (Colorer un mensonge). 3. Colorer en:
-e boyamak (Colorer en bleu, en vert). 4.
Colorer qch de: -ile allayıp pullamak, süslemek
(Colorer son style de citations). § Se colorer: 1.
R e n k l e n m e k , alacalanmak (Les raisins se colo-

282
combat
rent). 2. Se colorer de: -rengini almak (Le ciel se
colore de rose).
coloriage er. Boyama, renklendirme, renkli yapma.
colorier gçl. Renkli yapmak, renk renk boyamak
(Colorier une carte, colorier aux crayons de
couleur).
colorimètre er. *Renkolçer.
colorimétrie diş. Renkölçümü.
coloris er. 1. (Resimde) Renk uyumu. 2. Renk
(Le coloris des joues. Le coloris d'une pomme,
d'une pêche). 3. mec. Renklilik, canlılık, parlaklık (Le coloris d'un style).
coloriste ad. (Resimde) Işığı, gölgeyi ve biçimleri
renk yoluyla veren ressam, renkçi,
colossal, e s. 1. Kocaman, koskocaman, dev gibi
(Un policier colossal, une statue colossale). 2.
Çok büyük, çok geniş (Il a une fortune colossale.
Notre pays a fait un effort colossal pour se
redresser). 3. er. Büyüklük (La manie du colossal).
colossalement bel. Pek çok (Il est colossalement
riche).
colosse er. 1. Dev. 2. Dev gibi büyük yontu, dev
heykel (Le colosse de Rhodes). 3. Dev gibi
büyük (Cet homme est un colosse).
colostrum er. Bir hayvanın ilk doğurduğu zamanki
sütü, ağız sütü.
colportage er. 1. İşportacılık, ayak satıcılığı. 2.
H a b e r taşıyıcılık, dedikodu yayma,
colporter gçl. 1. İşportada satmak, gezerek
satmak (Colporter des livres, des cravates). 2.
Yaymak (Colporter des nouvelles, des rumeurs).
colporteur, euse ad. 1. İşportacı, ayak satıcısı. 2.
D e d i k o d u yayıcı, söylenti y ayıcı, haber taşıyıcı,
coltinage er. Başında yada omuzunda taşıma,
coltiner gçl. (Başmda yada omuzunda) Taşımak (II
coltinait un paquet bien lourd). § Se coltiner qch:
tkz. Bir şeyi yapmak, gerçekleştirmek (Il s'est
coltiné tout seul ce travail).
coltineur er. Yükünü başmda yada omuzunda
taşıyan hamal,
columbarium er. Ölü küllerinin saklandığı mahzen,
col-vert er. hayb. Yabanördeği, yeşilbaş,
colza er. bitb. Kolza.
coma er. hek. Koma. § Entrer dans le coma:
Komaya girmek (Le malade est entré dans le
coma). Etre dans le coma: K o m a d a olmak,
comateux, euse s. Koma halinde olan (Un malade
comateux).
combat er. 1. Kavga, dövüş (Combat de coqs). 2.
Savaş, çarpışma (Combat naval, combat de rues,
combatif
combat aérien). 3. *Savaşım, mücadele (Ils vont
engager le combat contre la vie chère. La vie est un
combat perpétuel). 4. mec. Ortadaki sorun; sorun
(Le combat de la vie et de la mort). § Engager le
combat contre qch: -e karşı savaş açmak,
mücadele etmek. Livrer combat: Kavga vermek;
mücadeleye, savaşa girmek. Se lancer, se jeter
dans le combat: Kavgaya, mücadeleye atılmak,
combatif,ive s. 1. Kavgacı, savaşımcı, mücadeleci
(Un caractère combatif). 2. Savaşçı, vuruşkan
( Ces troupes sont plus combatives).
combativité diş.
Kavgacılık,
mücadelecilik,
*savaşımcılık; savaşma gücü; vuruşkanlık,
combattant, e ad. 1. Savaşan, çarpışan, vuruşan,
"mücahit, "muharip (Les anciens
combattants.
Une armée de trois cent mille combattants).
2.
Kavga eden, dövüşen (Séparer les combattants).
3. er. ç. hayb. Uzun bacaklılardan "savaşçı"
denilen bir kuş türü. 4. s. Savaşçı, vuruşkan (Ces
dernières troupes sont bien combattantes).
combattre gçl. 1. Savaşmak, vuruşmak, karşı
koymak (Combattre l'ennemi, un
adversaire.
Combattre une maladie, ses mauvaises
habitudes).
2. gsz. Savaşmak ( Ces troupes vont combattre). 3.
Combattre contre qch: -e karşı savaşmak,
mücadele etmek (Combattre contre son ennemi,
contre la faim, contre l'ignorance). 4. Combattre
pour qch: -için savaşmak, uğruna mücadele
etmek ( Combattre pour la liberté, pour la justice).
combe diş. Küçük vadi, koyak, dere.
combien bel. ve bağ. 1. Ne kadar, ne denli, ne kadar
da (Combien vous avez changé! Vous ne pouvez
pas imaginer combien je suis heureux de le
revoir!). 2. Ne, ne kadar (Combien pèse ce
paquet?). 3. s. Kaç kişi, ne kadar (Combien êtesvous ici?) 4. adıl. Kaç kişi
(Combien sont venus?).
S. er. Kaçıncı (Le combien es-tu en classe?). 6.
Combien de: Ne kadar, kaç tane (Combien de
livres avez-vous ?) § Le combien est-ce, le combien
sommes-nous: Bugün ayın kaçı? Tous les
combien?: Ne kadar zamanda bir (Tous les
combien passe l'autobus?). Ô combien: Pek çok,
hem ne kadar (Je l'admire, ô combien!).
combientième s. ve er. Kaçıncı (C'est
le
combientième?).
combinaison
diş.
1.
Bağdaşım,
uyuşum
(Combinaison de couleurs, desons). 2.mant. mat.
kim. Birleşme, bileşme, bileşim; birleşim (La
combinaison de l'hydrogène). 3. Çare, yol, çözüm
(Il faut trouver une combinaison pour en sortir.
Une combinaison politique, économique). 4. Bir
kasayı açma şifresi 5. (Erkek) İş tulumu
(Combinaison
de mécanicien). 6. (Kadın) İç

283

combustion
gömleği, kombinezon,
combinard, es. ve ad. tkz. Dümenci, numaracı (ilse
débrouille toujours, car il est un vrai combinard).
combinat er. Kombina.
combine diş. hlk. Yol, çare, d ü m e n , numara (Il
connaît la combine pour entrer sans payer, pour ne
pas payer d'impôt).
combiner gçl.
1. Düzenlemek,
ayarlamak
(Combiner des signes, des sons, des couleurs). 2.
Düzenlemek, tasarlamak (Combiner un voyage.
Il combine tout au mieux de ses intérêts. Combiner
le plan d'une sortie). 3. Combiner qch avec qcn:
-ile bileştirmek,
comble er. 1. (Tepeleme dolu bir kabın) Kenar üstü.
2. ç. Çatı, çatı katı (Loger sous les combles). 3.
mec. Son derece, doruk (C'est le comble de la
gentillesse). 4. s. Ağzına k a d a r dolu (La salle est
comble). 5. s. Son sınırına varmış. § De fond en
comble: T e p e d e n tırnağa, baştan aşağı (Détruire
de fond
en comble).
Pour comble de:
-yetmiyormuş gibi bir de; üstelik d e (Il a fait
faillite, pour comble de malheur, il a perdu son
fils). Etre au comble de: -in doruğuna varmak
(Nous étions au comble de la joie). Faire salle
comble: Kapalı gişe oynamak (Sa pièce fait salle
comble). Mettre un comble à qch: -i doruk
noktasına vardırmak (Cette nouvelle a mis un
comble à son abattement). C'est le comble, c'est un
comble: İşte bu tüy dikti; bir bu eksikti o da oldu.
La mesure est comble: Artık sabrım taştı, bundan
ötesine artık dayanamam,
comblement er. D o l d u r m a , tıkama (Le comblement
d'un puits, d'un lac).
combler gçl.
1. Tepeleme doldurmak. 2.
Doldurmak (Combler un trou, une fosse, une
ornière).
3. mec.
Doldurmak,
kapatmak
(Combler une lacune. Combler un déficit). 4 .mec.
Bütünüyle
karşılamak,
yerine
getirmek
(Combler un besoin. Combler les désirs de ses
parents). S. Combler qn: Birini tatmin e t m e k , çok
hoşnut kılmak. 6. Combler qn de qch: Birini -e
boğmak (// comble sa femme de cadeaux. Celante
comble de bonheur).
§ Combler la mesure:
Ölçüyü aşmak. Sabrı taşırmak,tüy dikmek (Ses
bêtises ont comblé la mesure).
comburant, es. kim. 1. Birleştiği cismi yakan. 2. ad.
Birleştiği cismi yakan madde (L'oxygène est un
comburant).
combustibilité diş. Yanabilirlik.
combustible s. 1. Yanabilir, yanar (Les corps
combustibles).
2. er. Yakıt (Les
combustibles
solides, liquides).
combustion diş. Y a n m a (Un poêle à combustion
comédie

lente. Combustion de l'air dans les poumons).


comédie diş. 1. Komedi, ' g ü l d ü r ü (Les comédies de
Molière). 2. (Eski)Tiyatro (Alleràlacomédie.
La
Comédie Française). 3. mec. Komedya (C'est une
pure comédie). 4. tkz. Soytarılık (Allons, pas de
comédie). 5. Rezalet, kavga, çıngar
(Ilafaittoute
une comédie, parce que son repas n'étaitpas servià
temps). § Personnage de comédie: mec. Soytarı,
ciddiye alınmayan, üstüne gülünen kimse.
Donner la comédie: Dikkat çekmek için gülünç
davranışlarda bulunmak. Jouer la comédie:
Numara yapmak, komedi oynamak, yapmacıklı
davranışlar göstermek,
comédien, ne ad. 1. (Eski) Tiyatro oyuncusu. 2.
mec. s. ve ad. Oyuncu, numaracı (Il est très
comédien).
3. Komedi oyuncusu, güldüren
oyuncu. § Secret de comédien: Herkesin bildiği
giz.
comestibilité
diş.
Yenebilirlik,
yenirlik,
yenilebilirlik.
comestible s. 1. Yenebilir, yenir, yenilebilir
(Champignons
comestibles).
2. er. ç. Besin
(Boutique de comestibles).
cométaire s. Kuyruklu yıldızlara değgin (Système
cométaire).
comète diş. Kuyruklu yıldız. § Tirer des plans sur la
comète: Boş düşler kurmak, olmayacak dualara
amin demek,
comices er. ç. 1. (Eski romalılarda) Halk meclisi. 2.
er. Topluluk; dernek (Comice électoral. Comice
agricole).
comique s. 1. Güldürüye değgin (Poète comique:
Güldürü
yàzan ozan).
2. Komik, gülünç,
gülünçlü (Une aventure comique). 3. er. Güldürü
oyuncusu, hep güldürü türünde roller oynayan
oyuncu (C'est un bon comique). 4. er. Güldürü
türü. 5. er. Güldürü yazan. 6. İşin gülünç yanı (Le
comique c'est qu'il prétend avoir raison).
comiquement bel. Gülünç bir biçimde,
comité er. Kurul (Nommer,
élire, désigner un
comité. Comité consultatif, comité exécutif). §
Comité de lecture: Yazı kurulu, Comité secret:
Kapalı oturum. Petit comité: Eş dost toplantısı
(Dîner en petit comité).
comma er.
1. müz.
Durgu,
durak.
2.
(Noktalamada) İki nokta,
commandant, e ad. 1. Komutan (Commandant
en
chef. Commandant d'une compagnie). 2. Binbaşı.
3. (Gemide) Süvari. 4. s. tkz. Buyurmasını pek
seven (Elle est un peu commandante).
§
Commandant
en
chef:
Başkomutan.
Commandant en chef des forces armées: Silâhlı
kuvvetler başkomutanı. Commandant des forces

284

commander
terrestres:
Kara
kuvvetleri
komutanı.
Commandant des forces aériennes: Hava
kuvvetleri komutanı. Commandant des forces
navales:
Deniz
kuvvetleri
komutanı.
Commandants des trois armes:
Kuvvet
komutanları. Commandant de recrutement:
Askerlik şubesi başkanı,
commande diş. 1. Ismarlama, sipariş (Il n'a pas
encore reçu votre commande). 2. Komut aygıtı,
kumanda aleti (A vion à double commande). § De
commande: Yapmacık, ısmarlama, zorlama (Rire
de commande.
Pleurs de commande).
Sur
commande: Buyruk üzerine, ısmarlama, verilen
talimata göre (Un journaliste qui écrit sur
commande). Faire passer une commande à qn: -e
bir siparişte bulunmak. Livrer une commande:
Siparişi teslim etmek. Prendre les commandes: 1.
Komut aygıtının başına geçmek, makinayı
çalıştırmaya başlamak. 2. mec.
Bir işin
yönetimini, yürütülmesini eline almak. Passer les
commandes à qn: Bir işin yürütülmesini -e
bırakmak. Se mettre aux commandes: Komut
aygıtının başına geçmek (Le pilote se met aux
commandes).
commandement
er.
1.
Komutanlık
(Commandement
en chef). 2. Komut. 3. Buyruk.
§ Les dix commandements: O n kutsal buyruk,
"evamiri aşere.
commander gçl. 1. Buyurmak, emretmek (Je
n'aime pas qu'on me commande). 2. Komutanlık
etmek, başında bulunmak (Commander
une
troupe, un régiment). 3. Yönetmek (Commander
une manœuvre, une attaque). 4. Gerektirmek,
zorunlu kılmak (Nous faisons ce que les
circonstances
commandent).
5. Esinlemek,
uyandırmak
(Son
succès
commande
l'admiration). 6. Egemen durumda olmak, ateşi
altında tutacak yerde olmak (Une
position
d'artillerie qui commande toute la plaine). 7. tekn.
Çalıştırmak (La pédale qui commande les freins).
8. Ismarlamak, sipariş vermek (Commander un
costume, un repas, des meubles). 9. Commander
qch à qn: a) Birine bir şey buyurmak (Je vous
commande
le silence),
b) Birine bir şey
ısmarlamak (Jeluiaicommandéuncostume).
10.
Commander à qn de f. qch: Birinden -sini istemek,
buyurmak (Je te commande de quitter la ville). 11.
gsz.
Buyurmak, kumanda etmek, sözünü
dinletmek (C'est moi qui commande ici). 12.
Commander à qch: a) -e komutanlık etmek,
kumanda etmek (Commander à une armée), b)
Egemen olmak, gemlemek, tutmak (Commander
à sa colère, à ses passions, à ses sentiments).
commanderie
commanderie diş. (Eskiden) Kimi süel derneklere
verilen arpalık,
commandeur
er.
Şövalyelikte
bir
aşama
(Commandeur
de la Légion d'honneur).
§
Commandeur des croyants: (İslâmlıkta) °Emir-ül
müminin,
commanditaire er. Komandit ortağı,
commandite diş. 1. Komandit (ortaklığı). 2.
Komandit ortaklarından her birinin yaptığı
yatırım.
commanditer gçl. *Akçalamak, finanse etmek
(Commanditer une entreprise).
commando er. Komando, akıncı, *vurkaçcı.
comme bel. ve bağ. 1. Gibi (Il n'agit pas comme il
parle. Elle est maigre comme un clou. Tu entres
dans une maison comme on entre dans un moulin.
Ilfait froid comme en hiver). 2. -diği gibi ( Comme
on dit; comme vous le prétendez, comme il vous
plaira). 3. Gibi bir şey; bir çeşit... (C'est quelque
chose comme un ballon). 4. Aşağı yukarı (Cela fait
quelque chose comme cinquante francs).
5.
Olarak (Comme directeur, il est très gentil. Je l'ai
choisie comme secrétaire). 6. Ne kadar, ne kadar
da! (Comme vous êtes heureux! Comme il a
changé! Comme la vie est belle!).7. Nasıl, nasıl da
(Regardez, comme il me traite!). 8. -diği için;
-diğinden dolayı (Comme il neige, nous ne
sortirons pas ce soir). 9. -diği sırada; -iken (Je l'ai
rencontré juste comme j'entrais chez moi. Comme
le soir tombait, nous sommes arrivés à l'auberge).
§ Tout comme: Tıpkı (Il sera avocat tout comme
son père). C'est tout comme: Aynı şey; aynı
kapıya çıkar. Comme tout: Çok, pek (Il est gentil
comme tout). Comme il faut: 1. Gerektiği gibi,
nasıl gerekiyorsa öyle (H fait son travail comme il
faut). 2. Yakışık alacak biçimde, iyi (Tenez-vous
comme ilfautà table). 3. Eksiksiz, seçkin, nitelikli
(Un homme comme il faut). Comme ça, comme
cela: 1. Bu biçimde, böyle (Ne tiens pas le plat
comme ça, il va te glisser des mains. Par un temps
comme ça, on a envie de se promener). 2. Böylece,
öyleyse (Tout est prêt, comme ça, nous pourrons
partir de bonne heure). 3. D e m e k (Comme ça, il
paraît que tu nous quittes). Comme qui dirait: -gibi
bir şey (J'ai aperçu comme qui dirait un éclair).
Comme si: Sanki, -miş gibi (Ça se casse comme
si c'était du verre). Comme si de rien n'était:
Hiçbir şey olmamış gibi. Comme ci comme ça:
Şöyle böyle. Comme quoi: 1. -diğini belirten
(Faites-lui un certificat comme quoi son état de
santé nécessite du repos). 2. D e m e k , o n u n için,
bundan şu sonuç çıkmaktadır ki (Il est heureux
maintenant,
comme
quoi,
tout
vient
de

285

comment
s'arranger).
Comme vous y allez!: Pek
abartıyorsunuz, biraz atıyorsunuz! Dieu sait
comme: Allah bilir nasıl ! Orasını ne sen sor ne ben
söyley eyim. Il faut voircomme:Çok güzel, esaslı,
hem nasıl (Il lui a répondu, il faut voir comme!).
commémoratif, ive s. Anmaya değgin, anmak için
yapılmış
(Organiser
une
cérémonie
commémorative.
Monument
commémoratif).
commémoration diş. 1. A n m a , anma töreni
(Commémoration
des morts). 2. Anı, andaç
(Garder un objet en commémoration
d'un
événement).
commémorer gçl. A n m a k , anma töreni yapıp
kutlamak (Commémorer une victoire,
une
naissance, une mort).
commençant, e s. ve ad. Yeni başlamış, acemi (Tu
dois encourager ce commençant).
commencement er. 1. Baş, başlangıç
(Le
commencement
de l'année, du printemps).
2.
Başlama, doğma (Commencement des hostilités).
3. İlk dönem, ilk günler (Les
commencements
d'un Etat. Mes commencements ont été pénibles).
§
Dès
le
commencement,
depuis
le
commencement: Baştan beri, başlangıçtan beri.
Du commencement à la fin: Baştan sona, başından
sonuna dek.

commencer gçl. 1. Başlamak (Commencer


un
travail, une affaire, une discussion, ses études). 2.
Başlatmak, açmak (Commencer les hostilités, le
combat). 3. Başında bulunmak (C'est cette maison
qui commence la rue. Ce mot commence la
phrase). 4. Commencer à f. qch, de f. qch: -meye
başlamak (Il commence à parler, de dormir). S.
Commencer par: -ile başlamak (Il a commencé par
l'explication du texte, par expliquer les mots
inconnus).
6. gsz. Başlamak (Le
printemps
commence le 21 mars). § Commencer par le
commencement: Baştan başlamak,
commendataire ç. ve ad. (Eski) Arpalığı olan (Abbé
commendataire).
commende diş. Papalıkça bir manastıra verilmiş
arpalık.
commensal, e ad. Sofra arkadaşı; can yoldaşı,
commensurables. Aynı ölçü ile ölçülebilen (Lignes,
volumes
commensurables).
comment bel. 1. Nasıl (Comment faire?
Comment
peut-il parler ainsi?). 2. Niçin, neden (Comment
s'est-il adressé à moi?) 3. er. Yol, nite, neden (Je
veux chercher le pourquoi et le comment. Je ne
m'intéresse pas au comment, je ne vois que le
résultat). § N'importe comment: Şu yada bu yolla,
her hangi bir biçimde. Et comment! tkz. H e m de
nasıl! Elbette! (Tu as mangé.
-Etcomment!).
commentaire
commentaire er.
X. (Eleştirmeli
açıklama,
açımlama (Commentaire
littéraire). 2. Yorum,
yorumlama. 3. Söylenti, dedikodu (Sa conduite
donne lieu à bien des commentaires).
§ Cela se
passe de commentaire: Gün gibi ortada; açık,
belli. Sans commentaire: Varın siz düşünün,
gerisini siz hesap edin; gülü tarife ne hacet, ne
çiçektir biliriz,
commentateur,
trice
ad.
Yorumcu
(Les
commentateurs politiques analysent le problème
sous un angle différent. Les commentateurs
du
Coran).
Commenter gf/. 1. Eleştirmek, açıklama yapmak,
açımlamak (Commenter un texte, un poème). 2.
Yorumlamak (Commenter la Bible.
Commenter
les nouvelles).
commérage er. Dedikodu, söylenti (Il ne faut pas
croire à ces commérages).
commerçant, e ad. 1. Tecimen, "tüccar, "tacir (Les
commerçants ouvraient leurs boutiques). 2. s.
Alışveriş yapılan, ticaretin çok yapıldığı (Nous
habitons un quartier commerçant).
3. Müşteri
çekici; tüccarca, tecimen kafasına uygun (Il m'a
fait une remise; c'est commerçant). 4. Ticaretle
uğraşan, tüccar (Nations
commerçantes).
commerce er. 1. Tecim, ticaret, alışveriş, alım satım
(Commerce
intérieur, extérieur,
international.
Maison de commerce. Chambre de commerce.
Bourse de commerce. Tribunal de commerce). 2.
Tüccar topluluğu, tecimenler, ticaret dünyası. 3.
Piyasa (Cela ne se trouve pas dans le commerce). 4.
Ticaret hayatı, tecimsel yaşam (Toute sa famille
est dans le commerce). 5. G ö r ü ş m e , düşüp kalkma
(On gagne toujours au commerce des savants. Il
fuit le commerce des hommes).
6. D ü k k â n ,
mağaza (Ouvrir
un commerce,
tenir
un
commerce). 7. Davranış (Il est d'un
commerce
agréable). § Etre, entrer dans le commerce:
Ticaretle uğraşmak, ticaret hayatına atılmak.
Faire commerce de qch: -in ticaretini yapmak (Il
fait commerce de tissus. Il fait commerce de sa
réputation). N'avoir pas de commerce avec qn: -ile
bir alıp vereceği bulunmamak, hiçbir ilgisi
olmamak.
commercer gsz. 1. Tecim yapmak, alım satım
yapmak, ticaret yapmak (Il commerce dans les
colonies). 2. Commercer avec: -ile alışveriş
y a p m a k , ticaret yapmak (La Turquie
commerce
avec tous les pays
d'Europe).
commercial, e s. Tecime değgin, tecimsel, "ticari
(Société commerciale. Relations
commerciales).
commercialement bel. Tecimsel olarak, tecim

286

commissariat
bakımından,
commercialisation
diş.
Tecimselleştirme,
ticarileştirme. Piyasaya sürme, piyasaya sürülme.
Piyasalama,
piyasalanma.
Pazarlama,
pazarlanma.
commercialiser
gçl.
Tecimselleştirmek,
ticarileştirmek. Piyasaya sürmek; piyasalamak;
pazarlamak (Commercialiser
un produit,
un
brevet
d'invention).
commère diş. 1. (Bir çocuğun vaftiz babasına göre)
Vaftiz anası. 2. (Bir kadına karşı kullanılan sevgi
terimi) Teyzeciğim, halacığım. 3. Dedikoducu
kadın, çenesi düşük kadın (Les commères du
quartier).
commérer gsz. Çene çalmak, dedikodu yapmak,
commettant er. Vekil tayin eden.
commettre gçl. 1. Yapmak, işlemek (Commettre
une faute, un crime, une erreur, une trahison, une
lâcheté). 2. A t a m a k (Commettre un huissier, un
rapporteur). 3. Tehlikeye sokmak (Commettresa
réputation, son avenir). 4. Commettre qn à qch,
pour qch: Birini -ile görevlendirmek (Commettre
quelqu'un à un emploi, pour un travail). S.
Commettre qch à qn: Bir şeyi -in eline bırakmak,
"tevdi etmek (C'est à lui qu'on a commis tous les
enfants). 6 . g s z . H a l a t b ü k m e k . §Secommettre: 1.
işlenmek, yapılmak (Bien des crimes se
commettent
pendant
la guerre). 2. Düşüp
kalkmak, görüşmek (Il se commet toujours avec
des malfaiteurs). 3. Şerefini tehlikeye düşürmek,
comminatoire s. Göz korkutucu, gözdağı verici,
tehdit edici (Ilparlait sur un ton comminatoire).
commis er. İşçi, küçük m e m u r (Commis de ferme,
commis de bureau). § Commis voyageur: (Eski)
Gezgin satıcı. Juge commis: Naib yargıç,
commisération diş.
Acıma, "merhamet.
§
Eprouver, avoir de la commisération pour qn: -e
karşı merhamet duymak; acımak. Témoigner de
la commisération à qn: -e acımak, -e karşı
merhametli davranmak,
commissaire er. 1. Özel ve geçici işler görevlisi. 2.
Üye, komisyon üyesi (Commissaire
d'une
commission parlementaire). § Commissaire aux
comptes: Denetleyici, denetmen. Commissaire
du gouvernement: 1. H ü k ü m e t komiseri. 2.
(Damştayda) Kanun sözcüsü. Commissaire de la
marine: (Deniz kuvvetlerinde) Gereç memuru.
Commissaire de la police: Polis komiseri. Hautcommissaire: Kimi hükümetlerde,
birtakım
bölgelere egemen olan milletvekillerine verilen
ad. Yüksek komiser. Juge commissaire: Naib
yargıç.
commissariat er. 1. Geçici ve özel görev. 2.
commissaire-priseur
Komiserlik. 3. Polis karakolu (L'agent
m'invita
au commissariat).
commissaire-priseur er. Genel satışlarda değer
tahmincisi, "muhammin; açık artırmalı satışlarda
tellâl.
commission diş. 1. Özel ve geçici görev (Donner une
commision. On l'a chargé d'une commission).
2.
Yarkurul, encümen, komisyon (Commission du
budget. Commission d'examen). 3. Simsarlık,
komisyon,
komisyonculuk
(Maison
de
commission). 4. Simsariye, komisyon (Il touche
dix pour cent de commission). S. Mesaj, iletilecek
şey, haber, * ileti (/'a/ une commission pour vous).
§ Faire la commission: Komisyonculuk etmek.
Faire une commission à qn: -e bir mesaj, bir haber
iletmek. Faire les commissions: Alışveriş
yapmak, ısmarlanan şeyleri almak. Former une
commission: Yarkurul kurmak. Renvoyer qch en
commission, à la commission: Bir şeyi komisyona
havale etmek,
commissionnaire er. 1. Simsar, komisyoncu
(Commissionnaire exportateur, importateur). 2.
Tellâl. 3. Emanetçi. 4. Alışverişleri yapan kimse,
komi (Commissionnaire
d'un restaurant,
d'un
hôtel).
commissionner gçl. 1. Yetkili, görevli kılmak (C'est
son gouvernement
qui l'a commissionné).
2.
Birine bir alım satım işi havale etmek,
commlssoires. Anlaşmanın bozulmasını gerektiren
(Une clause commissoire).
commissure diş. anat. Birleşme yeri (Commissures
des lèvres).
commodat er. huk. Ödünç verme, "ariyet,
commodes. 1. Kullanışlı, elverişli (Lieu,
commode
pour la conversation).
2. Hoş, rahat (Habit
commode). 3. Kolay, basit (Ce que vous me
demandez là n'est pas commode). 4. Uysal (Ilaun
caractère commode).
§ Commode à, pour: -e
elverişli (Un texte commode à traduire. Un outil
commode pour les travaux délicats). Avoir
l'humeur commode: Uysal yaratılıştı olmak. Etre
commode à vivre: Geçimli olmak, uysal yaratılışlı
olmak. Etre peu commode à vivre: Geçimsiz
olmak, huyu sert olmak,
commode diş. Konsol.
commodément bel. Kolaylıkla, rahat rahat, uygun
biçimde.
commodité diş.
1. Kullanışlılık, uygunluk,
elverişlilik. 2. Rahatlık, hoşluk. 3. Konfor,
kolaylık. 4. ç. Ayakyolu, yüznumara (Aller aux
commodités).
commodore er. Komodor,
commotion diş. 1. Sarsıntı. 2. Ruhsal sarsıntı, şok.

287

commune

commotionner gçl. Sarsmak (Ce dernier accident


m'a bien
commotionné).
commuables. Değiştirilebilir, hafifletilebilir (Peine
commuable).
commuer gçl.
1. Değiştirmek, hafifletmek
(Commuer une peine). 2. Commuer qch en:
Hafifletip -e çevirmek, dönüştürmek (Commuer
la sentence de mort en travaux forcés).
commun, es. 1. O r t a k (Tout est commun entre eux.
Nous avons des intérêts communs avec lui. Suivre
un but commun). 2. Kamuya ait, herkesin olan
(Terres communes.
Un puits commun).
3.
Ortaklaşa (Travail commun, œuvre commune. La
vie commune). 4. Alışılagelen, her günkü (La
langue commune) 5. Basit, düşük, bayağı (Ilades
manières communes). 6. er. Çoğu, çoğunluğu (Le
commun
des hommes,
des mortels).
7.
Ayaktakımı. 8. ç. Ayakyolu 9. ç. (Büyük
konaklarda) Eklenti yapılar. § En commun:
O r t a k , birlikte, ortaklaşa (Vivre en
commun,
travailler en commun). Hors du commun: Çok
üstün, olağanüstü (Œuvre hors du commun). Lieu
commun: Herkesin bildiği şey, "harcıâlem şey (Il
débite toujours des lieux communs).
Maison
commune: Belediye. Nom commun: dilb. Cins
adı. Cause commune: İşbirliği. Faire cause
commune avec qn: -ile işbirliği yapmak,
communal, e s. 1. Bucağa değgin, bucağa ait;
belediyeye değgin (Ecole communale). 2. er. ç.
Bir bucağa ait arazi ve varhklar.
communaliser gçl. Bucağa, topluluğa mal etmek
(Communaliser un terrain).
communard, es. ve ad. Fransa'da, 1871 olaylarında
Paris Komünü yanlısı,
communautaires. Topluluklara değgin, toplumlara
değgin (Vie
communautaire).
communauté diş 1. Ortaklık, birleşiktik (La
communauté
de deux intérêts). 2. Topluluk,
"camia (Nous
appartenons
à la
même
communauté).
3. Tarikat (Les règles
d'une
communauté. Vie de communauté). 4. Mal birliği
(Communauté entre époux). 5. Birlik, aynı oluş
(Communauté
de vues, d'idées). 6. Manastır
(Visiter la communauté).
§ Posséder qch en
communauté avec qn: Bir şey e biriyle ortak olarak
sahip olmak,
commune
diş.
1.
(Eski)
Bağımsızlığını
derebeyinden para ile satın almış, kentsoyluların
yönettiği kent ; özgür kent. 2. Bucak; (Avrupa'nın
kimi ülkelerinde) Belediye örgütü olan en küçük
yönetim birimi. 3. Belediye (Siège de la
commune). 4.1871 Paris devrim hükümeti. § La
Chambre des communes: (İngiltere'de) Avam
communément
Kamarası.
communément bel. Genel olarak; ortak olarak;
süregeldiği gibi.
communiant, e ad. Kudas âyininde şaraplı ekmek
yiyen kimse; kudas törenini yaptıran,
communicable s. 1. Geçirilebilir, iletilebilir, bir
başkasına verilebilir (Dossier communicable).
2.
İletilebilir,
anlatılabilir
(Une
impression
difficilement communicable). 3. Birbirine ulaşır,
communicant, e s. Bileşik, birbiriyle bağlantılı
(Vases communicants.
Routes
communicantes,
salles
communicantes).
communicateur, trice s. İletici, iletken (Fil
communicateur).
communicatif, ive s. 1. Bulaşıcı, sıçrayıcı, ondan
ona geçici (Le rire est communicatif).
2.
Düşüncelerini, duygularını başkalarına iletmeyi
seven, açık yürekli,
communication diş. 1. (Bir yerden bir yere) Geçme,
geçirme; iletme, iletilme. 2. İletişim (Le rêve
ouvre à l'homme une communication
avec le
monde des esprits). 3. Bilimsel bildiri, "tebliğ
(Faire une communication).
4. H a b e r , mesaj,
"ileti (J'ai une communication
à vous faire). 5.
Ulaştırma,
ulaşım
(Ministère
des
communications,
voies de communication).
6.
Bağlantı, "irtibat (Couper les
communications
entre deux villes). 7. Telefon konuşması (Je n'ai
pas eu la communication).
8. V e r m e , verilme;
"tevdi (Communication dudossierauministère).
§
Moyens de communication de masse: Kitle iletişim
araçları.
communier gçl. 1. Kudas âyininden geçirmek (Le
prêtre communia tous les enfants). 2. gsz. Kudas
âyininde şaraplı ekmek yemek, kudas âyini
geçirmek. 3. mec. Communier avec: -ile düşünce
ve duygu ortaklığı kurmak,
communion diş. 1. Kudas âyininden geçme, Kudas
âyininde şarapla ekmek yeme. 2. Kudas âyininde
okunan ilâhi. 3. İnan birliği. 4. Tarikat (Les
diverses communions chrétiennes). 5. Topluluk,
"camia ( O n l'a exclu de la communion). § Etre en
communion avec: -ile uyuşmak (Etre
en
communion avec la nature). Etre en communion
d'idées, de sentiment avec qn: -ile düşünce, duygu
birliği içinde olmak,
communiqué er. Bildiri
(Lire, publier
un
communiqué.
Un
communiqué
officiel,
gouvernemental).
communiquer gçl. 1. İletmek, ulaştırmak (Le soleil
communique sa chaleur à la terre). 2. V e r m e k ,
iletmek (Voudriez-vous
me communiquer
ce
dossier). 3. Açığa vurmak (Communiquer
ses

288

compagnon
idées, ses intentions, ses sentiments, sesprojets). 4.
Yaymak, başkalarına geçirmek
(Communiquer
une maladie). 5. Communiquer qch à qn: Bir şeyi
birine
iletmek,
bildirmek,
vermek.
6.
Communiquer qch à qch: Bir şeyi -e geçirmek,
iletmek, ulaştırmak. 7. gsz. Bağıntılı olmak,
birbirine
ulaşmak
(Ces
deux
pièces
communiquent entre elles). 8. Communiquer avec
qch: -ile bağıntılı olmak; -e açılmak (Le salon
communique avec la cuisine). 9. Communiquer
avec qn: "Temasta bulunmak, ilişkisi olmak,
görüşüp konuşmak (Communiquer avec un ami,
avec un savant). § Interdiction de communiquer:
huk. İhtilattan men, görüşme yasağı,
communisant, e .y. ve ad. Komünizme eğimli,
komünizme karşı biraz sempati duyan,
communisme
er.
Komünizm,
komünistlik,
"üleşimcilik.
communistes, ve ad. Komünist, "üleşimci.
commuta tenr er. fiz. Değiştirgeç ,komütatör, anahtar,
commutatif, ive s. mant. Yer değiştirebilir,
commutation diş. 1. Yer değiştirme, bir şeyin yerine
başkasını koyma. 2. (Cezayı) Hafifletme. 3.
(Televizyon) Kenetleme,
comourant, e ad. Birlikte ölen(ler).
compacité diş. 1. Tıkızlık, sıkılık, yoğunluk
(Compacité de l'argile). 2. Sıkışıklık (Compacité
d'une foule).
compact, e s. 1. Tıkız, sıkı, yoğun (Poudre
compacte). 2. Sıkışık (Foule compacte).
compagne diş. 1. Arkadaş, dost
(Compagne
d'école, de travail. Rejoindre ses compagnes). 2.
Kadın arkadaş. 3. Karı, eş.
compagnie diş. 1. Arkadaş topluluğu, arkadaşlar
(Bonsoir, salut la compagnie!). 2. Arkadaş, eşlik
eden ( Pour compagnie, le berger n'a que son chien
et ses moutons). 3. Ortaklık, "şirket, kumpanya
(Compagnie
commerciale.
Compagnie
des
chemins de fer. Compagnie d'assurances).
4.
Tiyatro kumpanyası. 5. ask. Bölük. 6. Sürü (Une
compagnie
de perdreaux).
§ Compagnie de
discipline: Cezalı askerlerin gönderildiği Afrika
alayı. De compagnie: Birlikte (Voyager
de
compagnie). En compagnie de: -ile; -ile birlikte (11
dine en compagnie
d'un député).
Fausser
compagnie à qn: -i yüzüstü bırakmak, bırakıp
gitmek. Tenir compagnie à qn: -e eşlik etmek,
arkadaşlık etmek,
compagnon er. 1. Arkadaş (Compagnon de table,
d'armes, de voyage). 2. O r t a k . 3. (Eskiden)
Lonca arkadaşı. 4. İşçi, kalfa. 5. (Erkek)Eş (Une
vieille femme
sans compagnon.
Il faut un
compagnon à cet oiseau). $ Bon compagnon: Şen
compagnonnage
adam, meclis adamı,
compagnonnage er. 1. (Eskiden) Çıraklık, kalfalık.
2. İşçi derneği,
comparables. 1. Karşılaştırılabilir, ölçüştürülebilir
(Ce ne sont pas des choses comparables). 2. Eş,
benzer, yakın (Nous sommes arrivés à des résultats
comparables). 3. Comparable à: -e benzer (Une
vertu comparable à celle des saints).
comparaison diş. Karşılaştırma, ölçüştürme,
"mukayese (La comparaison des avantages et des
inconvénients).
§ En' comparaison,
par
comparaison: Karşılaştırıldığında, kıyasla. En
comparaison de, par comparaison à: -e kıyasla,
-ile karşılaştırıldığında (Les légumes sont moins
chers en comparaison du mois dernier. Pour lui.
c'est la misère, par comparaison à sa richesse
passée). Etablir une comparaison entre: -arasında
bir mukayese kurmak. Faire une, des
comparaisons avec: -ile karşılaştırmak, mukayese
etmek. Mettre qch en comparaison avec: Bir şeyi
-ile
karşılaştırmak,
mukayese
etmek.
Comparaison n'est pas raison: Her sakallıyı
baban sanma,
comparaître gsz. Varıp görünmek, karşısına
çıkmak (Comparaître
en justice, devant le
tribunal, devant le président).
comparantes, vead. Mahkeme önüne çıkan, sanık
(Parties
comparantes.
Déclaration
du
comparant).
comparateur, trice s. Karşılaştırıcı, mukayeseci
(Esprit comparateur).
comparatif, ive s. 1, Karşılaştırmalı, "mukayeseli
(Tableau comparatif, étude comparative). 2. er.
dilb. Üstünlük derecesi (Meilleur est le comparatif
de bon).
comparativement bel. 1. Karşılaştırma yoluyla
"kıyasla,
nisbeten
(Ce
n'est
bon
que
comparativement).
2. Comparativement à: -ile
karşılaştırıldığında; -e kıyasla (Il fait
beau,
comparativement à la semaine dernière).
comparatiste ad. Karşılaştırmalı yazın yada bilim
profesörü.
comparé, e s.
Karşılaştırmalı,
mukayeseli
(Littérature
comparée).
comparer gçl. 1. Karşılaştırmak, ölçüştürmek,
mukayese etmek (Comparer deux poètes, deux
romans).
2. Comparer qch à, avec: -ile
karşılaştırmak (Comparer un écrivain avec un
autre, à un autre). 3. Bir tutmak, benzetmek
(Comparer la vie à une aventure). § Se comparer:
1. Karşılaştırılmak, mukayese edilmek (Ces deux
théories ne sauraient se comparer). 2. Se comparer
à, avec: Kendini -e benzetmek; benzetilmek; -ile

289

compendieux
mukayese edilmek (Il se compare à de grands
savants. Ses poèmes ne peuvent se comparer à ceux
de Hugo).
comparoir gsz. (Eski) M a h k e m e karşısına çıkmak,
comparse ad. 1. (Tiyatroda) Konuşmayan oyuncu.
2. Bir işte adı okunmayan kimse, önemsiz kişi.
compartiment er. 1. Çekmece gözü, göz (Coffre à
compartiments).
2. H a n e (Compartiments
d'un
damier, d'un échiquier). 3. Kompartıman, bölme
(Les compartiments d'un wagon).
compartimentage
er.
Bölmelere
ayırma,
bölümleme.

compartimenter gçl. 1. Bölmelere ayırmak,


bölümlemek, gözlere ayırmak
(Compartimenter
une armoire).
2. Bölüm bölüm sıralamak,
ayırmak (Compartimenter les questions).
comparution diş. Mahkemeye çıkma, yargıç
karşısına çıkma,
compas er. 1. Pergel. 2. Gemi pusulası. § Avoir le
compas dans l'œil: Şöyle bir bakar bakmaz bir
şeyin ne olduğunu hemen kestirmek, çok iyi
tahmin etmek,
compassé, es. Ölçülü, düzgün, düzenli (Un homme
compassé. Un style compassé).
compassement er. 1. Düzen verme. 2. Aşırı, sıkıcı
düzenlilik.
compasser gçl. 1. Pergelle ölçmek (Compasser des
distances sur la carte). 2. İyice ölçüp biçmek,
düzenlemek
(Compasser
son
attitude,
sa
démarche).
compassion diş. Acıma, "merhamet. § Avoir de la
compassion pour qn: Birine acımak, merhamet
duymak.
compatibilité diş. Uyuşma, bağdaşma, uyuşurluk,
bağdaşırlık (Compatibilité de caractère).
compatible s. Uyuşan, bağdaşan (Ces
deux
interprétations ne sont pas compatibles). § Etre
compatible avec: -ile bağdaşmak, uyuşmak (Un tel
geste n'est pas compatible
avec votre sens
d'honneur).
compatir gsz. 1. Uyuşmak, birbirini tutmak (Vos
désirs ne compatissent point). 2. Compatir avec:
-ile uyuşmak, bağdaşmak (Ton caractère né peut
compatir avec le sien). 3. Compatir à: -e acımak;
acısına katılmak, duygusunu paylaşmak (Il
compatit à notre douleur).
compatissant, e s. Acıyan, m e r h a m e t duyan (Un
regard
compatissant,
une
personne
compatissante, des paroles
compatissantes).
compatriote ad. Hemşeri, memleketli, "yerdeş (Il
aide toujours ses compatriotes).
compendieusement bel. Kısaca, özet olarak,
compendieux, euse s. Kısa, özetlenmiş.
compendium

290

complémentaire

compendium er. Özet, kısaltma,


compensable s. 1. Telafi edilebilir, giderilebilir (Un
tort difficilement
compensable).
2. Takas
edilebilir
(Les
dettes
et
les
créances
compensables).
compensateur, trice s. Denkleştiriri, ödünleyici,

rekabet gücü olan (Prix compétitifs).


compétition diş. Yarışma, rekabet
(Compétition
sportive. Compétition entre les partis politiques).
Etre, entrer en compétition avec: -ile yarışmada
olmak, rekabete girişmek,
compétitivité diş. Rekabet gücü, yarışım gücü (La

"telâfi edici (Indemnité


compensatrice).
compensation diş. 1. Denkleştirme, denklik
(Compensation
entre les gains et les pertes). 2.
Ödünleme, giderme, °telâfi(Compensation
d'un
complexe).
3. Karşılık, giderim, tazminat
(Compensation morale). 4. Takas (Compensation
des dettes et des créances). § Compensation des
dépenses: huk. Yargı giderlerinin (Mahkeme
masraflarının) iki tarafa yüklenmesi. En
compensation: Buna karşılık (La région n'est pas
très fertile, en compensation,
le paysage est
magnifique.
compensatoires. Ödünleyici, ödünleyen.
compenser gçl. 1. Ödünlemek, telâfi etmek,
gidermek (La beauté du paysage compense le
manque de confort de l'hôtel). 2. Denkleştirmek,
dengelemek, gidermek (Compenser un malheur
par un grand succès). 3. Takas etmek ( Compenser
sa dette avec sa créance). § Compenser les
dépenses: Yargı giderlerini iki tarafa yüklemek. §
Se compenser: Birbirine denk olmak, denk
düşmek (Leurs caractères se compensent).
compérage er. 1. Vaftiz babalığı dolayısıyla
hısımlık. 2. Dalavere ortaklığı, suç ortaklığı
(Compérage d'un spectateur avec un charlatan).
compère er. 1. Bir çocuğun vaftiz anasına göre vaftiz
babası, vaftiz dünürü. 2. mec. Dalavere ortağı (Le
prestidigitateur a toujours des compères dans la
salle). 3. tkz. (Eski) Arkadaş, kardeş (Un bon
compère. Compère le renard).
compère-loriot er. hlk. Arpacık (Çıban),
compétence diş. 1. Yetki (Les avocats contestent la
compétence du tribunal. Il peut décider à ce sujet
avec compétence). 2. Anıklık, "istidat. 3. tkz.
Yetkili kişi; sözü geçen kimse (Consulter les
compétences). § Avoir de la compétence: Yetkisi
olmak. Entrer dans les compétences de qn: -in
yetki alam içine girmek, yetkisi dahilinde olmak
( Cela n'entre pas dans ses compétences). Etre de la
compétence de qn: -in yetkisi dahilinde olmak
(Cela n'est pas de ma compétence).
compétent, e s. 1. Yetkili (Le tribunal s'est déclaré
compétent. Un mécanicien bien compétent).
2.
Compétent en qch: -de çok yetkili, bilgili, güçlü
(Je suis compétent en chimie, pas en musique).
compétiteur, trice ad. Yarışmacı, "rakip,
compétitif, ive s. Yanşabilen, rekabet edebilen,

compétitivité des prix, des entreprises).


compilateur, trice ad. Birçok yapıtlardan parçalar
alarak yeni bir yapıt meydana getiren kimse,
*derleştirici, "intihalci.
compilation diş. *Derleştirme, "intihal (Son livre
n'est qu'une ignoble
compilation).
compiler gçl. *DerIeştirmek, "intihal yapmak,
ordan burdan toplayıp bir araya getirmek (Il ne
fait que compiler des notes et des documents).
complainte diş. 1. Yakınma, sızlanma. 2. Yanık
halk türküsü, ezgi, ağıt.
complaire gsz. Complaire à qn: -e yaranmak (Il ne
cherche qu'à complaire à ses supérieurs). § Se
complaire: 1. Hoşlanmak (Il se complaît dans son
ignorance, dans ses illusions). 2. Se complaire à f.
qch: -mekten hoşlanmak, tadalmak (Il se
complaît à changer la réalité).
complaisamment bel. Hoş hoş, sevgiyle, hatır
sayarak; kibarca,
complaisance diş. 1. Dostluk, hatır sayarlık (Jepeux
attendre cela de votre complaisance). 2. Gönül
alma, yaltaklanma (Les complaisances
d'un
mari). 3. Hoşnutluk, gönül hoşluğu, sevgi (Ilparle
de ses amis avec complaisance).
4. İncelik,
kibarlık (Auriez-vous
la complaisance de me
rendre un petit service). § De complaisance: Hatır
için, kibarlıktan (Rire, sourire de complaisance).
Lettre de complaisance: Hatır senedi. Par
complaisance: Dostluk için, dostluk olsun diye (Je
l'ai accompagné par complaisance).
complaisant, e s. 1. Saygılı, kibar. 2. Hatır gönül
sayan. 3. Gönül alıcı, hoşnut bırakan. § Mari
complaisant: Mezhebi geniş koca. Etre, se
montrer complaisant pour qn, envers qn: -e karşı
saygılı, kibar, hoş davranmak,
complément er. 1. Tamamlayıcı şey, ek (Le dessert
est le complément
du repas. Ajouter
un
complément à un ouvrage). 2. Geri kalan şey,
artan, gerisi (Vous pouvez payer la moitié
comptant,
et le complément
en
douze
mensualités), i.dilb. Tümleç (Complément direct
déterminé:
Nesne.
Complément
direct
indéterminé: Düz tümleç. Complément
indirect:
Dolaylı tümleç).
complémentaire s. 1. Tamamlayıcı, tümleyici, ek
(Renseignement complémentaire.
Clause, article
complémentaire).
2. Fazladan, ek
(Cours
291

complémentarité
complémentaire).
complémentarité

diş.

Tamamlayıcılık,

bütünleyicilik, tümleyicilik.
complet, ète s. 1. T ü m , tam, eksiksiz (Œuvres
complètes. Service de table complet. Un échec
complet). 2. Dolu, boş yeri kalmamış (Le train,
l'autobus est complet), i . Eşsiz( Un artiste complet,
un homme complet). 4. er. Tümlük, t a m a m h k ,
eksiksizlik. 5. er. Takım elbise (Il s'est fait faire un
complet). § Au complet, au grand complet: H e p
birlikte, hiç eksiksiz, hiç kimse geride
kalmamacasına (La famille est allée au grand
complet en vacances. Le parti, au complet, a
approuvé son chef).
complètement
bel.
Tamamıyla,
bütünüyle,
büsbütün, eksiksiz (Ilestcomplètement
fouj'ailu
son roman
complètement).
complètement er. Tümleme, tamamlama (Test de
complètement).
compléter gçl. 1. Tümlemek, tamamlamak,
eksikliğini gidermek (Compléter une collection,
une garde-robe).
2. Bitirmek, tamamlamak
(Compléter une œuvre, un stage). § Se compléter:
Tamamlanmak, eksiği kalmamak (Sa collection
s'est complétée).
complétif, ive s. Tümleyici, tamamlayıcı,
complexes. 1. Karmaşık (Un problème
complexe).
2. er. Bütünlük, kompleks, bir sanayii oluşturan
parçaların bütünü ( Un complexe sidérurgique). 3.
er. ruhb. Kişinin tutum, davranış ve duygusal
yaşamına yön veren bilinçdışı eğilimlerin t ü m ü ,
kompleks (Complexe
d'Œdipe:
Kız
çocuğun
babaya, erkek çocuğun da anaya duyduğu aşın
sevgi. Complexe d'infériorité: Aşağılık
duygusu.
Complexe de supériorité: Büyüklük duygusu). §
Avoir des complexes: Kompleksli olmak,
birtakım kompleksleri olmak,
complexé, t s. tkz. Kompleksli (Il est trop complexé
pour agir librement).
complexion diş. 1. Yapılış, vücut yapısı (Il a une
complexion robuste, faible, rigoureuse). 2. (Eski)
Ten, beniz (Elle est d'une complexion blanche). 3.
Mizaç, huy (Une complexion triste, joyeuse).
complexité diş. Karmaşıklık, anlaşılmazlık (Ce
problème est d'une immense
complexité).
complication diş. 1. Karmaşıklık, anlaşılmazlık (La
complicationd'unmécanisme,
d'une machine). 2.
Karmakarışık olma, karmaşma (Complication de
la situation). 3. Karışık iş, sıkıntı, belâ (Il fuit
toujours les complications). 4. hek. Bir sayrılık
sırasında ortaya çıkan yeni bir sayrılık, "ihtilât
(Une pneumonie est parfois la complication
d'une
grippe). 5. ç. Engel, güçlük, işleri karıştırma (Ne

componction
faites pas tant de complications
les faits).

pour

reconnaître

complices, ve ad. 1. Suç ortağı (Il est complice d'un


vol. C'est son complice). 2. mec. Yardımcı, iş
kolaylaştırıcı (La nuit, le silence
semblaient
complices).
complicité diş. Suç ortaklığı (Il est accusé de
complicité. Agir en complicité avec quelqu'un).
compiles diş. ç. (Hıristiyanlıkta) A k ş a m duasının
sonu.
compliment er. 1. Birinin gönlünü okşamak için
söylenen söz, okşantı, "okşam, iltifat (Il est
sensible aux compliments).
2. Bir büyüğe
söylenen törensel söz, ululama söylevi (Débiter
un compliment).
3. Çocukların törenlerde
okuduğu söylev, çocuk söylevi. 4. ç. Saygı, selâm,
saygılar (Faites bien mes compliments à votre
oncle). § Faire des compliments à qn: -e iltifatta
bulunmak.
complimenter gçl. 1. Gönül okşayacak sözler
söylemek, gönül okşamak, iltifat etmek
(Complimenter une femme). 2. Kutlamak, tebrik
etmek (Complimenter un élève pour son succès,
un ami sur son mariage).
complimenteur, euse s. ve ad. Aşırı gönül okşayıcı,
çok övücü, okşantıcı, "mültefit (Un discours
complimenteur. C'est un grand
complimenteur).
compliqué, e s. Karmaşık; anlaşılması, içinden
çıkılması güç (Un problème
compliqué,
un
mécanisme
compliqué).
compliquer
gçl.
Karmaşık
haie
sokmak,
karmaştırmak; anlaşılmaz, içinden çıkılmaz
d ı u u m a getirmek (Compliquer une affaire, une
question).
complot er. D ü z e n , tuzak, komplo, 'gizdüzen. §
Faire, f o r m e r , t r a m e r , ourdir un complot: Bir
komplo kurmak, düzenlemek,
comploter
gçl.
1.
Hazırlamak,
kurmak,
düzenlemek (Comploter une révolution). 2. hlk.
Gizlice hazırlamak, yapmak (Qu'est-ce que tu
complotes dans ton coin?). 3. Comploter de f. qch:
-meyi düşünmek, tasarlamak (Comploter de tuer
un ministre, de renverser le gouvernement.
Nous
avons comploté de vous offrir ce voyage). 4. gsz.
Komplo k u r m a k , suikast yapmak (Il a passé la
grande partie de sa vie à comploter). S. Comploter
contre q n : -e karşı komplo kurmak,
comploteur er. Komplocu, suikastçı; *gizdüzenci
(Le chef des comploteurs a été arrêté).
componction diş. 1. İç ezikliği, acı, pişmanlık (Il
éprouvait une vive componction de ses fautes). 2.
alay. Ağırbaşlılık, "ciddiyet (Il donnait
avec
componction de sages conseils).
comportement

292

comportement
er.
Davranış,
tutum
(Son
comportement avec ses amis est un peu étrange).
comporter gçl. 1. Kapsamak, içermek (Toute règle
comporte des exceptions). 2. Sahip olmak, "ihtiva
etmek (La maison comporte deux pièces et une
cuisine). 3. Kaldırmak, dayanmak, tahammül
etmek (Le sujet ne comportait
pas
tant
d'ornements).
§ Se comporter: 1 . D a v r a n m a k ,
hareket etmek (lise comporte bien avec ses amis).
2. Gitmek, işlemek, çalışmak (Cette voiture se
comporte bien sur la route).
composant, e s. ve ad. 1. Bileştiren, oluşturan (Les
éléments composants). 2. er. Bir bileşimde yer
alan madde, bileşim maddesi (Les composants de
l'eau sont l'oxygène et l'hydrogène)
3. diş. fiz.
dilb. Bileşen,
composé, e s. 1. Birçok parçalardan oluşmuş
(Feuille composée). 2. Bileşik (Intérêts composés.
Mot composé, temps composé). 3. er. Bileşik (Les
composés et les dérivés). 4. er. Bütün
(Lepeuple
turc est un composé). 5. diş. ç. bitb. Bileşikgiller,
composer gçl. 1. Bileştirmek, çeşitli maddeleri
kanştırarak yapmak (Composer un remède, un
breuvage).
2. Yazmak, meydana getirmek
( Composer un livre, des vers, un poème). 3. müz.
Beste yapmak, bestelemek (Composer
une
sonate. C'est un grand musicien, mais il ne
compose pas). 4. (Basımcılıkta) Dizmek (Il a
composé trois lignes). 5. Oluşturmak, "teşkil
etmek, meydana getirmek (Composer
une
équipe. La viande compose l'essentiel de la
nourriture). 6. Düzeltmek, çekidüzen vermek,
düzenlemek (Composer son visage, son attitude,
ses paroles). 7. gsz. Kompozisyon yazmak (Les
élèves sont en train de composer). 8. Composer
avec: -ile uyuşmak, anlaşmak (Composer avec
l'ennemi, avec ses créanciers). 9. Etre composé de:
-den oluşmuş, meydana gelmiş olmak (Son livre
est composé de trois parties). § Se composer: 1.
Birleşmek, karışıp oluşmak (Les choses de la vie se
composent et se décomposent sans cesse). 2. Se
composer de: -den oluşmak, meydana gelmek (La
ferme se compose de trois bâtiments et de vingt
champs).
composite s.. 1. (Mimarlıkta) Değişik üslupları bir
arada taşıyan, karma (Ordre composite:
Karma
düzen. Chapiteau composite). 2. Çok değişik
öğelerden oluşmuş, çok karışık (Une foule
composite. Des mobiliers
composites).
compositeur, trice ad. 1. müz.
"Kompozitör,
"besteci, "bardar. 2. (Basımcılıkta) Dizgici,
"mürettip.
composition diş. 1. Bileşim (Composition

de l'eau,

comprendre

d'une sauce). 2. Bileştirme, yapma, yapılış,


"terkip (La composition d'un remède, d'un plat).
3. (Basımcılıkta) Dizgi. 4. Yapı, oluşum biçimi,
"terkip (La composition
du parlement).
5.
Kompozisyon, yazma ödevi (Il est très fort en
composition française). 6. Kaleme alma, yazma
(La composition d'un livre, d'un poème). 7.
Kuruluş (La composition d'un tableau). 8. müz.
Beste (Une courte composition pour piano). 9.
Uyuşma, uzlaşma. 10. dilb. Bileştirme. § Amener
qn à composition: Birini yola getirmek. Entrer en
composition avec: -ile uyuşmak, uzlaşmaya
girmek. Etre de bonne composition: Yola gelmek ;
savlarından, isteklerinden biraz vazgeçmek,
composter. Çürümüş şeyler gübresi,
compostage er. Zımbayla delme, zımbalama,
composter gçl. 1. Çürümüş şeylerden oluşmuş
gübreyle gübrelemek (Composter une terre, un
champ).
2. Zımbayla delmek, zımbalamak
(Composter les billets).
composteur er. Zımba.
compote diş. 1. Bir tür yahni. 2. Komposto, hoşaf
(Compote de pommes, de prunes). § En compote:
Yara bere içinde (Il avait la tête en compote).
Mettre qn en compote: -in hışırını çıkarmak,
compotier er. Komposto tabağı, meyve tabağı,
compréhensibilité diş. Anlaşılırlık.
compréhensibles. 1. Anlaşılır, anlaşılabilir ( Paroles
compréhensibles).
2. Usa yatkın, normal (Une
attitude
compréhensible.
C'est
très
compréhensible).
compréhensif, ive s. 1. Kavrayıcı. 2. Anlayışlı,
başkasına karşı anlayış gösteren (Un homme
compréhensif).
compréhension diş. fels. 1. Kapsama, i ç e r m e , '
kavrama,
*içlem,
kapsam,
içerik
(La
compréhension de ce terme est très étendu). 2.
Anlama, anlaşılma (La ponctuation est inutile à la
compréhension du texte). 3. Anlayış (Il n'a pas de
compréhension à l'égard des autres). 4. Anlama
gücü, kavrayış (La compréhension de cet enfant
est très rapide).
comprendre gçl. 1. -de olmak, içine almak,
kavramak, kapsamak (Cette ville comprend dix
quartiers). 2. Anlamak, kavramak (Comprendre
un problème,
une théorie).
3. Düşünmek,
tasarlamak, görmek (Comment
comprenez-vous
le rôle d'un critique?). 4. Comprendre qn: -in
durumunu, halini anlamak (Je ne lui donne pas
raison, mais je le comprends).S. Comprendre qch
dans qch: Bir şeyi -e dahil etmek, içine katmak
(Ona compris dans le total les diverses taxes). 6.
Comprendre qch à qch: -den... anlamak (Tu n'y
293

comprenette
comprends rien. Je ne comprends pas grand chose
à ce que tu dis). 7. Etre compris dans qch: -e dahil
olmak, -in içinde bulunmak (Dans ce tableau de la
population, les étrangers ne sont pas compris). Y
compris: Dahil (Il a tout brûle, y compris ses
livres). Non compris: Hariç (Service
non
compris).
§ Comprendre à demi-mot-: Leb
demeden leblebiyi anlamak. Ne rien comprendre,
ne comprendre rien à rien: Hiç mi hiç anlamamak,
anladıysa arap olmak. § Se comprendre: Birbirini
anlamak, anlaşmak (Ils ne se
comprennent
jamais).
comprenette diş. Anlayış, anlama gücü, kavrama
yetisi (Ils ont la comprenette un peu dure).
compresse diş. Kompres, sargı bezi (Compresse
stérilisée, compresse de gaze).
compresseur er. Kompresör, sıkma aleti, sıkmaç,
compressibilité diş. 1. Sıkıştırılabilirlik
(La
compressibilité des liquides). 2. Kısılabilirlik,
azatılabilirlik,
kısma
(Compressibilité
des
dépenses, des frais).
compressible s. 1. Sıkıştırılabilir (L'air
est
compressible). 2. Azaltılabilir, kısılabilir (Des
dépenses
compressibles).
compressif, ive s. Sıkıştırıcı, bastırıcı (Bandage
compressif).
compression diş. 1. Sıkıştırma (Corps meurtri
compression). 2. Basınç (Compression del'air).
mec. Baskı (Les compressions d'alentour).
Kısma, azaltma (Compression des dépenses,
personnel).

par
3.
4.
du

comprimé, e s. 1. Sıkıştırılmış, basmçla oylumu


küçültülmüş (Air comprimé). 2. İki yanı basık
(Un front comprimé). 3. mec. Bastırılmış, içe
atılmış,
açığa
vurulmamış
(Sentiments
comprimés, un désir comprimé). 4. er. 'Sıkıt, hap,
"komprime (Il a pris un comprimé
d'aspirine.
Engrais
en comprimés
pour
les
plantes
d'appartement).
comprimer gçl. 1. Sıkmak, bastırmak (Comprimer
une artère pour
éviter l'hémorragie).
2.
Sıkıştırmak (Comprimer
un objet entre deux
choses. Comprimer de la paille en ballots). 3.
Kısıtlamak, kısmak, azaltmak (Comprimer les
dépenses). 4. T u t m a k , önlemek (Comprimer ses
larmes, sa colère, ses sentiments).
compris, e 5. 1. (Bir şeyin) İçinde bulunan. 2.
Anlaşılmış (C'est compris).
compromettant, e s. Tehlikeli, başa iş açıcı
(Relations
compromettantes,
opinions
compromettantes).
compromettre gçl. 1. Tehlikeye atmak, tehlikeye
düşürmek (Il compromet sa santé, sa réputation,

comptant
son autorité). 2. Saygınlığını kırmak, itibarını
düşürmek, lekelemek (Il ne sort pas avec elle de
crainte de la compromettre). 3. gsz. Uzlaşmak, bir
uzlaşmaya varmak. 4. gsz. Yargıcıya, hakeme baş
vurmayı kabul etmek (Compromettre
sur un
droit). § Se compromettre: Kendini, şerefini
tehlikeye sokmak,
compromis er. 1. Uzlaşma, anlaşma (Faire un
compromis, signer un compromis. Parvenir à un
compromis). 2. Yargıcıya başvurma sözleşmesi.
3. Orta yol, ikisi arası bir şey (Son attitude est un
compromis entre l'indifférence et le mépris).
compromission diş. Gizli anlaşma, el altından
uzlaşma (Sa compromission avec les rebelles l'a
amené à s'enfuir).
compromissoire s. huk. Tahkimnameye değgin,
hakeme başvurma anlaşmasına değgin (Clause
compromissoire: Tahkimşartı, hakeme başvurma
koşulu).
comptabilisation diş.

D e f t e r e geçirme,

hesaba

işleme, muhasebeleştirme.
comptabiliser gçl. D e f t e r e geçirmek, hesaba
işlemek, muhasebeleştirmek.
comptabilité diş.
1. D e f t e r tutma usulü,
'sayışmanlık, "muhasebe (Comptabilité
bien
tenue, mal tenue. Comptabilité d'une entreprise).
2. Saymanlık (Chef de la comptabilité).
3.
Saymanlık dairesi (L'accès de la comptabilité est
interdit). § Comptabilité en partie simple: "Basit
muhasebe usulü, ' t e k yönlü sayışmanlık.
Comptabilité en partie double: ' Ç i f t yönlü
sayışmanlık,
"muzaaf
muhasebe
usulü.
Comptabilité publique: Devlet muhasebesi.
Livres de comptabilité: Sayışmanlık defterleri.
Tenir, gérer une comptabilité: D e f t e r i m ,
"muhasebesini tutmak, yönetmek,
comptable s. 1. Sayman (Agent comptable).
2.
Hesapla, sayışmanlıkla ilgili; sayışmanlığa değgin
(Règles comptables, machine comptable,
rapport
comptable). 3. mec. Sorumlu (On est comptable
envers sa patrie). 4. ad. Sayman, "muhasebeci (Ce
comptable tient bien les livres). § Etre comptable
de qch: -den sorumlu olmak (Tu es comptable de
tes actions). N'être comptable à personne de ses
actions: Davranışlarından kimseye hesap vermek
zorunluğunda olmamak. Rendre qn comptable
de qch: Birini -den sorumlu t u t m a k ( O n ne doit
pas rendre les gens comptables des choses qui
les dépassent).
comptage er. Sayma, sayımını yapma (Le comptage
des articles stockés). § Comptage à rebours:
Geriye doğru sayma,
comptants. 1. Peşin (Argentcomptant).
2. er. Peşin
compte
para. 3. bel. Peşin olarak, peşin para sayarak
(Payer,
régler comptant.
Acheter,
vendre
comptant). § Au comptant: Peşin parayla, peşin
olarak (Acheter, vendre au comptant). Prendre
pour argent comptant: Cepte keklik saymak ; oldu
gözüyle b a k m a k ; güvenmek, bel bağlamak (Je
prends ses paroles pour argent comptant).
compte er. 1. Hesap (Le compte des dépenses. Un
compte rond. Bordereau des comptes). 2. mec.
Çıkar, kâr (Tu y trouves ton compte). 3. Toplam,
sonuç (J'ai recommencé cinq fois, et n'arrive
jamais au même compte). 4. Sayma, sayım (Elle
fait le compte des personnes à inviter). 5. Pay, hisse
(Il n'a pas encore touché son compte). § Compte
courant: Cari hesap. Compte rendu: Özet, rapor,
' y a z a n a k . La Cour des comptes: Sayıştay. A bon
compte: Ucuza ( On se divertit ici à bon compte). A
ce compte; A ce compte-là: Bu hesapla, böyle
düşünüldüğünde. A compte de: -in hesabına,
masrafları -den olmak üzere (Publier un livre à
compte d'auteur). Au compte de, pour le compte
de, sur le compte de: Konusunda, hakkında (Iln'y
a rien à dire pour son compte). Au bout du compte,
en fin de compte, tout compte fiait: "Hasılı,
sonunda, yine de (Il a hésité beaucoup, au bout du
compte, il a décidé de partir. Au début, je refusais,
en fin de compte, j'ai accepté. Il est orgueilleux,
tout compte fait, il n'est pas mauvais homme). De
compte à demi: Y a n y a n y a paylaşarak. Arrêter,
clore un compte: Bir hesabı kapatmak. Avoir un
compte en banque: Bankada hesabı olmak. Avoir
son compte: 1. Ağzının payını almak. 2. Hesabı
görülmek, öldürülmek. 3. Sarhoş olmak, içip
iyice yükünü almak. Demander compte à qn de
qch: Birinden bir şey konusunda açıklama
istemek, izahat almak. Donner son compte à qn:
Birine yol vermek, hesabım görüp işine son
vermek (Donner son compte à un employé, à un
ouvrier). Entrer en ligne de compte: İşin içine
girmek,
hesaba
katılmak,
göz
önünde
bulundurulmak (Vos idées personelles
n'entrent
pas en ligne de compte). Etre loin de (du) compte:
Çok yanılmak, hesabı çok yanlış olmak. Etre en
compte avec qn: -ile aralannda hesabı olmak,
birisiyle alacağı vereceği bulunmak. Faire ouvrir
un compte en banque: Bankada hesap açtırmak.
Liquider, régler un compte: Bir hesabı tasfiye
etmek, ödeyip kapatmak. Faire le compte de qn:
-in hesabına gelmek, yararına olmak (Cette erreur
va faire le compte de ses adversaires). Laisser qn,
qch pour compte: İhmal etmek, bir yana
bırakmak. Mettre qch sur le compte de: Bir şeyi -e
atfetmek; -e vermek (On met cette faute sur le

294

compter
compte de sa distraction). N'avoir de comptes à
rendre à personne: Kimseye verecek hesabı
olmamak, kimseye karşı sorumlu olmamak.
Prendre qch à son compte: -in masrafını kendi
üzerine almak (J'ai pris à mon compte tous les frais
de réparation). Régler son compte à qn: -in
hesabını görüvermek, defterini dürmek, işini
bitirmek, öldürmek. Rendre compte de qch à qn:
Birine bir şey konusunda
açıklamalarda
bulunmak, izahat vermek. Rendre compte de qch:
-den sorumlu olmak; -in hesabını vermek.
S'établir, s'installer, travailler à son compte:
İşlerinin başına geçmek, işlerini kendi yürütmek,
kendi hesabına çalışmak. Se rendre compte de
qch: -in farkına varmak, kavramak, anlamak.
S'en tirer à bon compte: Ucuz atlatmak, paçayı
ucuz kurtarmak. Tenir compte de: -i hesaba
katmak, göz önünde bulundurmak. Trouver son
compte à qch: Çıkarını -de bulmak; -i kendisi için
yararlı bulmak, hesabına uygun görmek. Son
compte est bon: Onun artık defteri dürülmüştür,
hakettiğini bulacaktır, hesabı görülecektir!
compte-gouttes er. Damlalık. § Au compte-gouttes:
mec. Azar azar, damladamla, sakınarak, cimrice,
compter gçl. 1. Saymak, hesap etmek (Compter les
élèves de la classe, les maisons d'un quartier). 2.
İnceden inceye hesap etmek (Il compte l'argent
qu'il dépense). 3. Hesaba katmak, işin içine dahil
etmek, saymak (N'oubliez pas de me compter). 4.
Yapmış olmak ; -si olmak (Il compte déjà cinq ans
de services). 5. Sürüp gelmek, -den beri var olmak
(Cette civilisation compte trois mille ans). 6.
Ödemek, vermek (Ala caisse on lui a compté trois
mille livres). 7. Compter qch à qn: Birine
-konusunda açıklamalarda bulunmak, izahat
vermek. 8. (Yaş için) Basmak. 9. Sahipolmak, -si
var olmak (Il compte plusieurs amis parmi les
artistes). 10. Compter qn, qch parmi, au nombre
de: -den saymak, arasına koymak (Je te compte
parmi mes adversaires. Il nous compte au nombre
de ses amis). 11. Compter f. qch: -meyi düşünmek,
tasarlamak, ummak (Je compte partir ce soir). 12.
gsz. Saymak (Mon fils sait compter jusqu'à vingt).
13. gsz. Önemli olmak, önem taşımak (Ce qui
compte, c'est de gagner. La culture ne compte
point à ses yeux). 14. gsz. Çok hesaplı para
harcamak (Avec un petit budget, il faut toujours
compter).
15. Compter avec: -i göz önünde
bulundurmak, dikkatli olmak, hesaba katmak (II
a de l'influence, il faut compter avec lui. Compter
avec l'opinion publique).
16. Compter sur: -e
güvenmek, bel bağlamak (Personne ne compte
sur lui. Tu comptes beaucoup sur la chance). 17.
compteur

295

Compter pour: -etmek, yerine geçmek, sayılmak,


değerinde olmak ( Un fruit comme celui-là compte
pour deux. Tous ces efforts ne comptent
pour
rien). A compter de: -den itibaren, -den
başlayarak (A compter d'aujourd'hui).
A pas
comptés: Ağır adımlarla, yavaş yavaş, salına
salına. Sans compter: Bol bol, hiç düşünmeden
(Donner, dépenser sans compter). Sans compter:
-hariç, saymadan (Cela pèse dix kilos, sans
compter l'emballage). Compter ses pas: Ağır ağır
yürümek. Compter les jours, les heures:
(Sabırsızlık yada sıkıntıdan) Günleri, dakikaları
saymak; günler, saatler bir türlü geçmek
bilmemek. Ne compter plus qch: -in artık haddi
hesabı olmamak (On ne compte plus tes gaffes).
Ses jours sont comptés: Günleri sayılı, bir ayağı
çukurda, bugün yarın nerdeyse ölecek,
compteur er. 1. Sayan, sayıcı. 2. Sayaç (Compteur à
gaz, compteur
d'électricité).
comptine diş.
Çocuk oyun şarkısı,
oyun
tekerlemesi.
comptoir er. 1. Tezgâh (S'installer devant le
comptoir,
au comptoir).
2. mec. D ü k k â n ,
mağaza. 3. Yabancı tecim acentesi,
compulsation diş. inceleme, araştırma, karıştırma,
başvurma (La compulsation d'un registre).
compulser gçl. 1. Resmi bir bildiri almak. 2.
İncelemek, karıştırmak, aramak, başvurmak
(Compulser un livre, un texte, des notes).
compulsif, ive s. 1. Zorlayıcı. 2. ruhb. Konpülsif,
yapılmadan durulamayan, 'zorlayıcı (Conduite
compulsive).
compulsions^. 1 . Z o r l a m a . 2 . r u h b . Konpülsiyon,
kendini tutamazhk, bir hareketi yapmadan
edemezlik, *zorlanım.
comput er. Takvim düzenleme; takvimlerde
değişen bayramların tarihlerini saptama,
computation diş. Tarih saptama, bir olayın hangi
tarihe rastlayacağını saptama,
comtal, e s. Konta değgin, kontluğa değgin,
comte er. Kont.
comté er. Kontluk.
comté, conté er. Gravyere yakın bir tür fransız
peyniri.
comtesse diş. Kont karısı, kontes,
con, connes. vead. argo. 1. Aptal, enayi (Leroides
cons. Quel con! Elle est vraiment con). 2. s.
Aptalca, saçma, beş para etmez (Une histoire
conne). 3. er. Kadının edep yeri, amcık. § Ala con:
Saçma, yersiz, aptalca (Une guerre faite à la con).
Faire le con: Aptallık etmek, sersemce
davranmak.
con(n)ard,es. vead. tkz. A p t a l , e n a y i

(llestunpeu

concentrique
conard. Quelle connarde!)
conasse, connasse diş. tkz. Aptal kız, aptal kadın,
concassage er. Kırma, ufalama (Concassage de la
pierre).

concasser gçl. Kırmak, ufalamak (Concasser de la


pierre, du sucre).
concasseur er. Kırma makinesi; taşkıran.
concaves. İçbükey, obruk
(Miroirconcave).
concavité diş. İçbükeylik, obrukluk.
concéder gç/. 1. V e r m e k , "bahşetmek (Concéder un
privilège, un droit). 2. Kendi isteğiyle bırakmak,
vazgeçmek. 3. Concéder qch à qn: Bir şeyi -e
vermek,
bırakmak
(On
lui
a
concédé
l'exploitation du terrain). 4. Kabul etmek (Je
concède qu'il a raison). 5. (Sporda gol vb. ) Y e m e k
(Concéder deux buts: İki gol yemek).
concentration diş. I . Bir noktada, bir özekte
toplanma, özeklenme (La concentration
des
rayons au foyer d'une lentille. La concentration de
la population
dans les grandes villes).
2.
Deriştirme, bir yönetim altında toplama (La
concentration des entreprises). 3. ask. Yığınak
yapma, bir yere toplama (La concentration des
troupes).
4.
Koyulaşma,
koyulaştırma;
yoğunlaşma,
yoğunlaştırma
(Degré
de
concentration
d'un ' liquide).
5. Dikkatini,
düşüncesini hep bir nokta üzerinde toplama,
yoğunlaşma (Ce travail exige une
grande
concentration).
§ Camp de concentration:
Toplama kampı, "temerküz kampı,
concentrationnaire s. Toplama kamplarına değgin
(La vie
concentrationnaire.)
concentré, es. 1. Yoğunlaştırılmış, koyulaştırılmış
(Lait concentré). 2. mec. İçe dönük, düşünce ve
duygularını pek dışa vurmayan. 3. er. "Özüt,
"ekstre, "hülâsa (Du concentré de tomate).
concentrer
l . B i r noktada, birözekte toplamak.
2. Yığınak yapmak (Concentrer des troupes). 3.
Koyulaştırmak, yoğunlaştırmak (Concentrer une
solution). 4. Toplamak; bir elde, bir yönetim
altında toplamak (Il concentre tous les pouvoirs
dans sa personne).
S. mec. içine atmak,
gemlemek, tutmak (Concentrer ses sentiments, sa
colère). 6. Concentrer qch sur: -in üzerinde
toplamak (Concentrer tous ses efforts sur un
travail, son attention sur un point).
§ Se
concentrer: 1. Toplanmak (La foule
se
concentre).
2, Özeklenmek, kendini tüm
varlığıyla vermek. 3. Se concentrer sur: Bütün
dikkatini -in üzerine toplamak (Se concentrer sur
un problème).
concentrique s. 1. Özekleri bir olan, ' ö z e k d e ş
(Cercles, sphères concentriques). 2. Bir özekten
296

concept
yönetilen (Un mouvement
concept er. Kavram.

concentrique).

concepteur,trice ad. Reklam danışmam; reklam


için özgün buluşlar yapan (kişi),
conceptible s. Anlaşılabilir, kavranabilir,
conceptif, ive s. Anlayabilir, kavrayabilir,
conception diş. 1. G e b e kalma (Eviter la conception.
La conception d'un enfant: Bir çocuğa gebe
kalma).
2. Anlayış, düşünce, görüş (Nos
conceptions
politiques
sont différentes).
3.
Kavrama yetisi, anlama gücü, kavrayış (Avoir la
conception facile, lente, vive). 4. Z e k â eseri,
buluş. 5. Kuram, öğreti. 6. Kavram. § Conception
de monde: Dünya görüşü. Conception immaculée,
immaculée conception: 1. Meryem A n a ' n ı n cinsel
ilişkide bulunmadan gebe kalması; bu olayın
yortusu. 2. Meryem A n a . Se faire une conception
de qch: Bir şey hakkında bir kanıya varmak,
conceptualisation
diş.
Kavramlaştırma;
kavramlaştırılma.
conceptualiser
gçl.
Kavramlaştırmak
(Conceptualiser une théorie).
conceptualisme er. fels. Kavramcılık. Tümelleri
usun ürünü sayan öğreti,
conceptualisme er. fels. Kavramcılık,
conceptuel, le s. Kavramsal, kavramla ilgili (Des
catégories
conceptuelles).
concernant ilg. -e değgin; -ile ilgili (Décision
concernant les produits du sol. Loi concernant la
presse).
concerner gçl. İlgilendirmek, d o k u n m a k , değgin
olmak, ilgili olmak (Ces mesures ne concernent
que les étudiants. C'est une affaire qui te concerne).
§ En ce qui concerne...: -konusunda; -e gelince
(En ce qui concerne la propreté, c'est un très bon
restaurant).
concerter. 1 .müz. Konser (Donner un concert, aller
auconcert. Salle de concert). 2. Uyuşma, anlaşma
(Le concert des grandes puissances). 3. Birlik,
beraberlik, ağız birliği (Concert de louanges,
d'approbations).
§ De concert: Birlikte, el
birliğiyle (Travailler de concert).
concertant, e s. Konserde çalan yada okuyan,
concertation diş. G ö r ü ş ü p konuşma, istişare
(Concertation politique entre deux Etats).
concerter gçl. 1. Başbaşa verip düşünmek,
tasarlamak (Concerter un plan, un projet). 2.
Konserde çalmak yada o k u m a k . § Se concerter:
Birbirine akıl danışmak; birbirinin düşüncesini
sormak.
concertiste ad. Konserde çalıcı yada okuyucu.
concerto er. müz. Konçerto.
concession

diş.

1.

Verme

(Concession

d'un

conciliateur
privilège.
Concession d'eau, d'électricité).
2.
(Hükümetçe birine) Verilmiş arazi. 3. Ö d ü n ,
"taviz. 4. Ayrıcalık, "imtiyaz (Concession de
mines). § Faire une concession à qn: Birine ödün
vermek. Se faire des concessions mutuelles:
Birbirine karşılıklı ödün vermek,
concessionnaire ad. 1. Bir imtiyaz alan, imtiyaz
sahibi. 2. "Mümessil, temsilci (Concessionnaire
d'une marque
d'automobile).
concetti er. ç. Parlak ama yalın düşünceler, yaldızlı
düşünceler,
concevable s. Anlaşılabilir, kavranabilir,
concevoir gçl. 1. -e gebe kalmak (Concevoir un
enfant). 2. A n l a m a k , kavramak (Je ne conçois pas
ce que tu dis). 3. Tasarlamak (Concevoir un projet,
un plan). 4. Sanmak, tahmin etmek (Je conçois
qu'il ne serait pas venu). 5. Duymak ( Concevoir de
la sympathie pour un parent). 6. Düzenlemek,
çatısını kurmak (Cet ouvrage est bien conçu). 7.
gsz. G e b e kalmak, çocuk doğurmak ( Cette femme
ne peut plus concevoir).
conchoïdal, e s. 1. Kavkı biçiminde. 2. Kavkılara
değgin.
conchyliculture diş. Midye, istiridye gibi kavkılılar
yetiştirme; midye-istiridye yetiştiriciliği,
conchylien, ne s. yerb. Kavkılı, içinde kavkılar
bulunan (Terrain, calcaire conchylien).
conchyliologie diş. Böcek kabuklarını, kavkıları
inceleyen bilim, 'kavkıbilim.
concierge ad. 1. Kapıcı (La loge du concierge). 2.
tkz. Geveze, çenesi düşük (C'est une vraie
concierge).
conciergerie diş. 1. Kapıcılık. 2. Kapıcı odası. 3.
Fransız Devrimi'nde Paris Adalet Sarayı'nda
tutukevi.
concile er. 1. Din bilginleri toplantısı, konsil
(Concile de Nicée: İznik'le toplanan ilk hıristiyan
konsili). 2. Din bilginleri toplantısında alınan
karar. 3. (Genel anlamda) Kurul,
conciliable s. 1. Bağdaşır, uyuşabilir, uzlaşabilir
(Ces idées sont conciliables). 2. Conciliable avec:
-ile bağdaşabilir, uyuşabilir,
conciliabule er. 1. (Eski) Kötü niyetli kişilerin
yaptığı gizli toplantı (Tenir un conciliabule). 2.
Fısıltı halinde konuşma,
conciliaire s. 1. D i n bilginleri toplantısına değgin
(Décisions
conciliaires).
2. Din bilginleri
toplantısına kablan (Lespères
conciliaires).
conciliant, e s. 1. Uzlaşıcı, uysal (Je suis d'un
caractère conciliant). 2. Uzlaştırıcı, ara bulucu,
yatıştırıcı (Desparoles
conciliantes).
conciliateur, trices. vead. Arabulucu, uzlaştırıcı (Il
va jouer le rôle de conciliateur).
conciliation

297

conciliation diş. X. Uzlaşma. 2. Uzlaştırma, ara


bulma (Comité de conciliation. Nous avons fait
une
démarche
de conciliation
entre
les
adversaires).
conciliatoire s. Uzlaştırıcı, arabulucu

(Procédure

conciliatoire).
concilier gçl.
1. Uyuşturmak,
uzlaştırmak,
bağdaştırmak (Il est impossible de concilier tant de
désirs). 2. Concilier qch avec: -ile bağdaştırmak,
uzlaştırmak (Concilier ses dépenses avec son
budget). 3. Concilier qch à qn: Birine -i
kazandırmak,
sağlamak
(Son
programme
électoral lui a concilié le soutien des ouvriers). §Se
concilier qn: 1. Birini kazanmak, dostluğunu elde
etmek. 2. Se concilier qch: K a z a n m a k , e l d e e t m e k
(Ils'est concilié notre amitié).
concis, e s. Kısa, özlü, "veciz (Pensée concise, style
concis).
concision diş. Anlatışta kısalık, özlülük, "icaz (La
concision du style).
concitoyen, ne ad. Hemşeri, memleketli,
conclave er. Papayı seçen kardinaller meclisi; bu
meclisin toplandığı yer.
concluant, es. İnandırıcı, kesin bir kanıya vardırıcı
(Argument
concluant).
conclure gçl. 1. Bitirmek, tamamlamak (Conclure
une affaire). 2. İmzalamak, yapmak, "akdetmek
(Conclure un pacte, un accord, la paix). 3. gsz.
Sonuca bağlamak (Ce romancier ne sait pas
conclure). 4. Conclure par: -ile bitirmek (Il a
conclu son discours par un appel à la fra ternité).
S. Conclure qch de qch: -den... sonucunu
çıkarmak ( De cette tentative, je conclus pas mal de
choses. J'en conclus qu'il est malade). 6. Conclure
à qch: -kamsına varmak (Les enquêteurs
ont
conclu à l'assassinat). 7. Conclure à qch, à f. qch:
-e karar vermek; -meye karar vermek (Les juges
conclurent à l'acquittement. Ils conclurent à faire
baptiser l'ingénu).
conclusion diş. 1. İmzalama, yapma, "akdetme
(Conclusion d'un traité, d'un mariage). 2. Son
(Les événements approchent de la conclusion). 3.
Alınacak ders, "kıssadan hisse (Conclusion d'une
fable). 4. Sonuç (Tirer une conclusion). 5. V a n l a n
sonuç, yargı (Ta conclusion est fausse). 6. ç.
(Dâvada) Tarafların savları (Conclusions écrites,
conclusions verbales). 7. bel. Kısacası, uzun sözün
kısası (Conclusion, nous avons perdu la cause). §
En conclusion: Sonuç şu ki, kısacası, uzun sözün
kısası, öyleyse, şu halde (Nos initiatives n'ont pas
donné de résultats, en conclusion, nous n'avons
plus rien à faire).
concombre er. Hıyar, salatalık.

concours
concomitance
*eşanlılık.

diş.

Birliktelik,

birlikte

varlık,

concomitant,e s. *Eşanlı, aynı anda olan, birlikte


olan (Symptômes concomitants d'une maladie).
concordance diş. Uygunluk, uygun düşme, uyarlık
(Concordance des témoignages, de deux dates, des
situations). § Entrer en concordance avec: -ile
uyuşmak; -e uygun düşmek, uymak (Ses actes ne
sont pas en concordance avec ses paroles). Mettre
qch en concordance avec: -ile uyuşturmak; -e
uygun düşürmek, uydurmak,
concordant, e s . Uygun, uygun düşen, uyarlı,
concordat er. Konkordato,
concordataire s. K o n k o r d a t o yapmış; alacaklılarla
uyuşmuş (Failli concordataire).
concorde diş. 1. İyi geçinme, dirlik düzenlik (Nous
vivons dans la concorde).
2. Duygu birliği,
anlaşma, uyuşma (Un climat de concorde règne
dans leur famille).
concorder gsz. X. Birbirine uymak, birbirini tutmak
(Les renseignements
ne concordent pas). 2.
Uyuşmak, birbirine uymak (Nos
caractères
concordent bien). 3. Aynı amaca yönelmek, aynı
amacı gütmek (Tous nos efforts concordent). 4.
Concorder avec: -ile uyuşmak; -e uygun olmak
(Tes actes doivent concorder avec tes idées). 5.
Concorder sur: -üzerinde anlaşmak, "mutabık
kalmak (Tout le monde concorde sur ce point).
concourant, e s . 1. Aynı ereğe yönelen, erekteş. 2.
A y m yöne doğru giden, yöndeş
(Droites
concourantes).
concourir gsz. 1. Aynı yöne doğru gitmek (Deux
lignes qui concourent vers le même point). 2.
Yarışmak, yarışmaya katılmak, "rekabet etmek
(Tous concouraient pour obtenir le prix). 3.
Concourir à qch: -e yardım etmek, katkıda
bulunmak yardımcı olmak (Tu as concouru
beaucoup à son succès). 4. Concourir à f. qch:
-mekte elbirliği e t m e k , yardımcı olmak (Toute la
famille concourait à faire de lui un artiste).
concours er. 1. Bir araya gelme, toplanma (Grand
concours de badauds, de curieux, de chômeurs). 2.
Rastlaşma, çakışma (Un heureux concours de
circonstances).
3. Yardım, katkı, destek (Le
concours du gouvernement
est nécessaire pour
résoudre le problème).
4. Yarışma, yarış,
"müsabaka (Concours
de beauté,
concours
hippiques). 5. Yarışma sınavı, sınav (Concours
d'entrée.
Ouvrir
un concours).
6.
huk.
Birleştirme, "içtima (Concours
d'infractions,
concours de droits). § Hors-concours: Eşsiz, eşi
benzeri bulunmayan (Un fromage
hors-concours.
Un chasseur hors-concours).
Mettre qn hors-
concret

298

concours: Birini yarışma dışı


bırakmak,
yarışmadan çıkarmak,
concret, êtes. 1. Koyu, yoğun (Boueconcrète,
huile
concrète). 2. Somut, elle tutulur gözle görülür ( Un
exemple concret, un avantage concret). 3. er.
Somutluk,
concrètement bel. Somut olarak,
concréter gçl. Koyulaştırmak, yoğunlaştırmak,

condamnation diş. 1. H ü k ü m giydirme, mahkûm


etme (Condamnationd'unaccusépar
les juges). 2.
H ü k ü m giyme, mahkûmiyet, ceza (Subir une
condamnation.
Condamnation à mort). 3. mec.
Kınama, beğenmeme (La condamnation
des
goûts, des opinions). 4. Yenilgi, "iflas (Une telle
décision est la condamnation du régime).
condamnatoire s. M a h k û m edici (Une sentence

katılaştırmak,
concrétion diş. 1. Düzensiz toparlak biçimdeki
taşlar, kireçtaşı yumruları, çakmaktaşı yumrusu.

condamnatoire).
condamné,e s. ve ad. 1. H ü k ü m giymiş, hükümlü,
m a h k û m (Les condamnés se sont enfuis). 2. Sonu
umutsuz, iyileşme şansı olmayan, ölüme mahkûm
(Un malade condamné).
3. Kullanılmayan,
kapatılmış (Uneporte
condamnée).
condamner gçl. 1. H ü k ü m giydirmek, "mahkûm
etmek (Condamner un voleur, un coupable). 2.
Çürüklüğünü
göstermek,
iflas
ettirmek
(Condamner une théorie, une opinion). 3. Umut
kalmadığım bildirmek, ölecek gözüyle bakmak
(Condamner
un
malade).
4.
Kınamak,
beğenmemek, kabul etmemek (L
'Académie
condamne ce mot. Condamner
un acte). 5.
Yasaklamak (La loi condamne la bigamie). 6.
Kapamak, kullanışını yasaklamak (Condamner
une porte, une voie). 7. Condamner qn à qch: -e
m a h k û m etmek (On l'a comdamné à quatre ans de
prison. Condamner à la prison, à la déportation,
aux travaux forcés, au feu, à mort). 8. Condamner
à: -zorunda bırakmak (Ma situation financière me
condamne à l'économie). 9. Condamner qn à
f.qch: -mek cezası vermek ; -meye mahkûm etmek
(Pour avoir manqué de parole, il a été condamné à
offrir l'apéritif à tous les amis) .10. Condamner qn
de f.qch: Birini -sinden dolayı kınamak,
ayıplamak, eleştirmek (On ne doit pas le
condamner d'avoir agi ainsi). § Condamner sa
porte: Evine hiç kimseyi kabul etmemek,
condensateur er. Kondansatör, içine elektrik erkesi

2. hek. Taş (Concrétions arthritiques,


calcuires).
3. Koyulaşma, yoğunlaşma.
concrétiser gçl. Somutlaştırmak, elle tutulur gözle
görülür hale getirmek,
concubin, e ad. Nikâhsız (karı yada koca),
concubinage er. Nikâhsız yaşama, nikâhsız k a n
kocalık.
concupiscence diş. 1. Dünya istekleri. 2. T e n
istekleri, kösnül istek,
concupiscent, e s. 1. Dünya isteklerine değgin. 2.
Tensel istek uyandıran, istekiendirici, kösnül
duyguları kamçılayan (Un regard
concupiscent).
3. er. Cinsel ilişki düşkünü, sikici,
concurremment bel. 1. Yarışarak. 2. Aynı anda (II
s'occupe concurremment de deux problèmes). 3.
Concurremment avec: -ile birlikte, elbirliğiyle (Il
a agi concurremment avec nous).
concurrence diş.
Yarış, yarışma,
"rekabet
(Concurrence entre deux adversaires). § Prix
défiant toute concurrence: Çok düşük bir fiyat.
Jusqu'à concurrence de: -miktara kadar (Il nous
ouvrira un crédit jusqu'à concurrence de cent mille
livres). Entrer en concurrence avec qn: -ile
yarışmaya girişmek. Etre, se trouver en
concurrence avec qn: -ile yarışma halinde
bulunmak. Faire concurrence à: -ile yarışmak,
rekabet etmek,
concurrencer gçl. -ile yarışmak, "rekabet etmek (Ce
nouveau
produit
peut
concurrencer
les
précédents).
concurrent, e s. ve ad. 1. Yarışçı, yarışan, "rekabet
eden. 2. Yarışmacı, "rakip (Vaincre, éliminer un
concurrent).
concurrentielles. R e k a b e t e dayalı (Marchés, prix
concurrentiels).
concussion diş. Zimmetine para geçirme, rüşvet
alma, aşırtı, "ihtilâs ( Ce fonctionnaire est accusé de
concussion).
,

condenseur

concussionnaire s. ve ad. Zimmetine para geçiren,


aşırtıcı, muhtelis.
condamnable s. Kınanılacak, ayıp (Une attitude
condamnable).

yığılan aygıt, 'yoğunlaç, 'yoğunlaştıncı.


condensation diş. 1. Koyulaşma, yoğunlaşma;
yoğunlaştırma, koyulaştırma (Condensation
de
l'air par pression). 2. Buğunun su haline geçmesi,
condensé, e s. l.Koyulaştınlmış,yoğunlaştırılmış
^Lait condensé). 2. er. Özet (Cepetit article est le
condensé de tout le livre).
condenser gçl. 1. Yoğunlaştırmak, koyulaştırmak
(Condenser un gaz par pression). 2. Özetlemek,
özet haline getirmek (Condenser un livre, un
récit). 3. Sıvı haline getirmek (Le froid de la vitre
condense la vapeur d'eau). § Se condenser: Sıvı
haline gelmek,
condenseur er. 1. (Buhar, gaz için) Yoğunlaştırma
aygıtı, yoğuşturucu. 2. Işın yoğunlaştırma
condescendance
merkezi.
condescendance
diş.
1. Alçak
gönüllülük
gösterme, gönül indirme. 2. Yukardan b a k m a ,
küçümseme (Il le triatail avec une condescendance
blessante).
condescendant, e s. 1. Alçak gönüllük gösteren,
gönül indiren. 2. Yukardan bakan, küçümseyici
(Un sourire
condescendant).
condescendre gsz. 1. Alçak gönüllük göstermek,
gönül indirmek; yukardan bakmak, biraz
küçümsemek, l.mec. alay. Condescendre à qch; &
f.qch: Lütfedip kabul etmek (Il ne condescendait
pas à répondre. Il a bien voulu condescendre à nos
désirs).
condiment er. 1. Yemeğe çeşni veren şey, çeşnilik,
"baharat. 2. mec. Dürtü, tahrik eden (şey).
condisciple er. Okul arkadaşı, öğrenim arkadaşı (Ils
étaient condisciples à l'université).
condition diş. 1. Durum, hal (Il faut savoir se
contenter de sa condition.
Les
conditions
économiques d'un pays). 2. Koşul, "şart (Les
conditions de vie. La première condition
du
progrès, c'est la liberté). 3. Toplumsal durum,
"mevki (On doit vivre selon sa condition.
Une
personne de condition élevée). 4. Zorunlu .gerekli
şey (L'eau est une condition de la vie). 5. (Eski)
Toplumsal sınıf, tabaka (Au moyen âge, il y avait
trois conditions: Les nobles, les serfs et les vilains).
6. Tümdurum, "kondisyon, "form (Les lutteurs
sont en bonne condition). 7. H ü k ü m , m a d d e (Les
conditions d'un traité de paix, d'un armistice, d'un
contrat). 8. Fiyat, tarife (Ce fournisseur fait des
conditions avantageuses aux collectivités). § Une
personne de condition: 1. (Eskiden) Soylu. 2.
(Bugün) Toplumda yüksek bir mevkii olan kişi. A
condition de f. qch: -mek şartıyla (Tu réussiras à
condition de travailler). A condition que: Şu şartla
ki, yeter ki (Nous terminerons ce travail en peu de
temps à condition que vous veniez de bonne
heure). Dans ces conditions: Bu durumda, bu
koşullar içinde. Sans condition: Kayıtsız şartsız
(Se rendre sans condition). Sous condition: 1.
Şartlı olarak, ihtiyat kaydıyla (Je vous promets
sous condition). 2. Geri verebilmek koşuluyla,
muhayyer olarak (Acheter, vendre un article soub
condition).
Etre de (en) condition chez qn:
(Eskiden) Birinin yanında hizmetçilik, uşaklık
yapmak. Mettre en condition: 1. Çalıştırıp
yarışmaya hazır duruma getirmek (Mettre un
cheval en condition). 2. Şartlandırmak, istediği
yöne çevirmek (Mettre l'opinion publique
en
condition).
Remplir les conditions exigées:
İstenilen nitelikleri taşımak, aranılan koşullara

299

conduire
uygun olmak,
conditionné, e s. 1. Şarta bağlı
(Expérience
conditionnée).
2.
ruhb.
Koşullandırılmış,
şartlandırılmış (Réflexe conditionné. Une société
conditionnée). 3. Kullanım için uygun d u r u m a
getirilmiş
(Produits
conditionnés.Textile
conditionné).
conditionnel, le s. 1. Birtakım koşullara bağlı
(Contrat conditionnel, clause conditionnelle).
2.
er. dilb. Şart kipi, koşul birleşik zamanı,
conditionnement er. Bir şeyin nemini alma, kolay
taşınır yada hoş görünür duruma getirme gibi
işlem;
gereğince
hazırlama,
düzenleme
(Conditionnement
des textiles, du blé, de l'air).
conditionner gçl. 1. Satışa, piyasaya sürmeye hazır
duruma
getirmek
(Conditionner
une
marchandise, un produit). 2. (İpek, yün, buğday,
hava gibi şeyler için) Nemini almak. 3.
Gerektirmek, zorunlu kılmak (Ton
retour
conditionne son départ). 4. Koşullandırmak,
şartlandırmak (Conditionner les gens, l'opinion
publique).

condoléances
diş.
ç. Başsağlığı,
"taziye.
§
Présenter,
exprimer,
offrir,
faire ses
condoléances à q n : Birine başsağlığı dilemek,
başsağlığı dileklerini sunmak,
condom er. Kaput, prezervatif,
condominium er. Ortaklaşa egemenlik,
condor er. G ü n e y Amerika akbabası,
condottiere er. İt. 1. Eski İtalya'da milis k o m u t a m .
2. Paralı asker,
conductance diş. İletkenlik,
conducteur, trice s. 1. İletici, iletken (Les corps
conducteurs). 2. ad. Ç o b a n , bakıcı (Conducteur
d'un troupeau,
conducteur
de bestiaux).
3.
Sürücü, şoför, makinist ( Conducteur de caravane,
de voiture, de locomotive). 4. Gözetici, yönetici,
ustabaşı
(Conducteur
de
travaux).
5.
(Basımcılıkta) Baskı ustası,
conductibilité diş. İletkenlik, iletme yetisi,
conductibles. İletken.
conduire gçl. 1. Yanına alıp götürmek (Conduire
son enfant à l'école, conduire le médecin chez un
malade). 2. Uğurlamak (Conduire ses invités
jusqu'à la porte). 3. Sürmek, sokmak (Conduire
les soldats à l'attaque, au combat). 4. Y ö n e t m e k ,
gütmek, yürütmek (Conduire une affaire, un
pays). 5. (Taşıt) Sürmek, kullanmak (Conduire
unevoiture, uncamion). 6. Kılavuzluk etmek, yol
göstermek (Conduire un aveugle dans la rue). 7.
İletmek, geçirmek (Les corps qui conduisent la
chaleur, l'électricité). 8. Conduire à: Sonu -e
varmak (Cette route conduit à la forêt). 9.
conduit

300

Conduire qn à qch: Birini -e götürmek,


ulaştırmak, erdirmek ( Elle a conduit son mari à la
ruine, à la gloire). 10. Conduire qn à f. qch: Birini
-meye
götürmek
(Cela
m'a
conduit
à
démissionner).
11. gsz. A r a b a kullanmak (Je ne
sais pas conduire. Il apprendra à conduire). §
Permis de conduire: A r a b a kullanma ehliyeti,
ehliyet. Bien conduire sa barque: İşini
yürütmesini bilmek. Conduire la barque: İşinin
başında bulunmak.
Conduire une femme
à
l'autel: Bir kadınla evlenmek. § Se conduire: 1.
Yönetilmek. 2. D a v r a n m a k , hareket etmek (Se
conduire bien, mal).
conduit er. Akacak yer, boru, su yolu, oluk, ark,
°kanal.
conduite diş. 1. G ö t ü r m e , yollama, sürme (La
conduite d'un convoi, d'un navire, d'un troupeau,
d'une caravane). 2. G ü t m e , güdüm, yürütme (La
conduite d'un travail, d'une affaire). 3. Yol
gösterme, kılavuzluk (Il est chargé de la conduite
de sa sœur aveugle). 4. Uğurlama (Il a fait la
conduite à ses amis). 5. (Taşıtlarda) Direksiyon,
*yönelteç (Ma voiture a la conduite à droite). 6.
Trafik, gidiş geliş (Conduite en ville, sur route). 7.
A r a b a kullanma, sürme. 8. Davranış, tutum
(Avoir une bonne, mauvaise conduite). 9. Hal ve
gidiş (Cet élève a zéro de conduite). 10. Boru,
kanal (Conduite d'eau, de gaz, d'électricité). 11.
(Tiyatroda) Sahne yürütmeni, kondüvit. 12.
(Tiyatro) Sahne kitabı. § Sous la conduite de qn: 1.
-in yönetiminde, kılavuzluğuyla. 2. -in etkisiyle,
kışkırtmasıyla. Faire la conduite à qn: -i
uğurlamak. Faire une conduite de Grenoble à qn:
Birini evden k o v m a k , kötü davranmak. Racheter
sa conduite passée: Kendini toparlamak, kötü
d u r u m ve davramşianm bırakmak,
condyle er. (Kemiklerde) E k l e m yumrusu,
cône er. 1. Kozalak. 2. Kozalak biçiminde deniz
hayvanlan kabuğu, deniz kozalağı. 3. mat. Koni.
confection diş. 1. Y a p m a , hazırlama (La confection
d'un gâteau, du thé). 2. Y a p m a , bitirme,
tamamlama (La confection d'une machine, d'une
route). 3. Hazır giysi yapımı; hazır giyim; hazır
giysicilik (Un vêtement de confection. Maison de
confection. Il travaille dans la confection).
confectionner gçl. Y a p m a k , hazırlamak, meydana
getirmek.
confectionneur, euse ad. Giyim kuşam üstencisi;
hazır giysi yapımcı ve satıcısı, hazır giyimci.
confédéral, e s. 1. Birlik halinde,topluca (Un
meeting confédéral). 2. Konfederasyon halinde,
birleşik, konfederasyona değgin,
confédération diş. 1. Devletler birliği
(La

confiance

confédération
helvétique).
2.
Birlik,
konfederasyon (Confédération des syndicats).
confédéré, e s. Birleşik, konfederasyon halinde
birleşmiş (Les Etats confédérés).
confédérer gçl. Konfederasyon haline getirmek,
birleştirmek,
conférence diş. 1. Konuşma, konferans (Faire,
donner une conférence). 2. Toplantı (Tenir une
conférence. Il est maintenant en conférence. J'ai
une conférence avec un député. La conférence du
désarmement.
Une conférence
au
sommet.
Conférence
de presse).
3.
Karşılaştırma
(Conférence de textes) § Maître de conférence:
Doçent.
conférencier,ère ad. Konuşmacı, konferansçı,
conférer gçl. 1. Karşılaştırmak, ölçüştürmek
(Conférer deux textes). 2. Conférer qch avec: -ile
karşılaştırmak. 3. Vermek (Conférer un titre, un
grade, une médaille). 4. Conférer qch à qn: Birine
bir şey vermek (On lui a conféré la grande
médaille). 5. Conférer avec qn: Biriyle görüşmek,
konuşup akıl danışmak (Ce directeur confère
souvent avec ses collaborateurs sur la marche des
affaires). 6. Conférer avec qn de qch: Biriyle
-konusunda görüşmek (Il conférait de son affaire
avec son avocat).
conferve diş. Ketencik denilen bir suyosunu.
confesse diş. Suçunu itiraf, günah çıkarma (Aller à
confesse, venir de confesse).
confesser gçl. 1. İtiraf etmek (Confesser la vérité,
son erreur, ses torts). 2. Konuşturmak, ağzından
söz almak (Personne n'arrive à le confesser). 3.
G ü n a h çıkarttırmak (Ce prêtre ne confesse pas.
Confesser un pénitent). 4. Confesser qch à qn: Bir
şeyi birine açmak, söylemek, itiraf etmek
(Confesser un secret à son ami). § Se confesser: 1.
G ü n a h çıkarmak, suçunu itiraf etmek. 2. Se
confesser à qn: -e günah çıkarttırmak, bütün
suçlanm itiraf etmek (Se confesser à un prêtre). 3.
Se confesser de qch: -i söyleyip içini temizlemek,
kurtulmak.
confesseur er. 1. G ü n a h çıkaran papaz. 2. (Eski
R o m a çağında) Dinini açıkça söylemekten
çekinmeyen Hıristiyan,
confession diş. 1. İtiraf (Les confessions
de
Rousseau). 2. G ü n a h çıkarma, suçlarını itiraf. 3.
Din kabülü. 4. Mezhep (Une tolérance mutuelle
règne entre les confessions).
confessionnal er. Kilisede günah çıkartma yeri.
confessionnelle s. İnan üzerine olan,inancadeğgin,
dinle ilgili (Ecole
confessionnelle).
confetti er. it. Konfeti, *saçı.
confiance diş. İnan, güven. § Personne de confiance:
confiant
Güvenilir kişi. Vote de confiance: Güven oyu
(Demander, obtenir le vote de confiance). De
confiance: Gözü kapalı olarak, büyük bir güvenle
(Acheter qch de confiance). En confiance, en toute
confiance: Tam bir güvenle. Avoir confiance en,
dans: -e güvenmek, bel bağlamak
(J'aiconfiance
en lui, dans ce remède). Avoir confiance en soi:
Kendine güveni olmak. Faire confiance à: -e
güvenmek, güvenle bakmak (Il peut
faire
confiance à l'avenir). Gagner la confiance de qn:
-in güvenini kazanmak. Inspirer confiance:
Güven vermek, güven uyandırmak. Manquer de
confiance en soi: Kendine güveni olmamak.
Perdre confiance: Cesaretini, kendine güvenini
yitirmek. Trahir, tromper la confiance de qn: -in
güvenini sarsmak, güvenini boşa çıkarmak. Voter
la confiance: Güven oyu vermek,
confiant,e s. Güvenen, inanan (Je suis confiant en
ses paroles).
confidence diş. Gizini açma, "sırrını söyleme,
açılma. § En confidence: Gizlice, gizli tutarak,
mahrem olarak. Etre dans la confidence de: -den
haberli olmak, -in içyüzünü bilmek. Faire une
confidence à qn: -e gizli bir şeyini söylemek, gizini
açmak.
confident,e ad. Gizdeş, "sırdaş.
confidentielle s. Gizli, gizli tutulan, "mahrem (Un
entretien confidentiel, une lettre confidentielle).
confidentiellement bel. Gizlice, "mahrem olarak,
aradaki yakınlık dolayısıyla
(J'ai
appris
confidentiellement
qu'il
allait changer
de
magasin).
confier gçl. Confier qch à qn: 1. Bir şeyi birine
emanet etmek, bırakmak (Nous avons confié la
petite fille à nos amis). 2. A ç m a k , söylemek (Je lui
ai confié tout mon secret). 3. İçine bırakmak
(Confier des semences à la terre). § Se confier à qn:
1. Birine gizlerim, içini açmak (Se confier à un
ami). 2. Birine güvenmek, bel bağlamak,
configuration diş. Görünüş, dış görünüş, biçim,
arazi yapısı,
configurer gçl. Biçim vermek,
confiné, e s. Kapalı; içeri k a p a m p kalmış (Il vit
confiné chez lui. Air confiné: Kapalı hava, pis
hava).
confinement er. 1. Belli bir sınır içinde bırakma,
sınır içine alma. 2. Hapis. 3. T e k başma hapis, bir
yere kapanıp kalma,
confiner gçl. 1. Hapsetmek, kapatmak (Je ne veux
pas le confiner dans ce bureau). 2. Confiner à qch,
avec qch: -ile sınırdaş olmak; -e çok yakın olmak
(La Turquie confine à l'Iran, avec la Bulgarie). 3.
Confiner à qch : mec. -i çok andırmak, -e pek yakın

301

confit
olmak, pek benzemek (Un air de satisfaction qui
confine à l'insolence). §Se confiner: 1. Çekilmek,
kapanmak (Se confiner
chez soi, dans sa
chambre). 2. - sınırları içinde kalmak, dışına
çıkamamak (Se confiner dans un rôle).
confins er. ç. Sınır. § Aux confins de: -sınırında (Il
habite aux confins de la Turquie et de la Grèce).
Aux confins de la Terre: Dünyanın ucunda, çok
uzaklarda.
confire gçl. 1. Batırıp ıslatmak, bandırmak,
banmak.
2.
(Meyvenin)
Şekerlemesini;
(Sebzenin) turşusunu; (Etin)
kavurmasını
yapmak.
confirmatif,ive.s. Doğrulayıcı, onayıcı, tasdik edici,
gerçekleyici (Arrêt
confirmatif).
confirmation diş. 1. Doğrulama, gerçekleme,
onaylama, "tasdik (Confirmation d'une nouvelle,
d'une promesse. Confirmation d'un acte par une
autorité officielle). 2. Vaftizi pekiştirme duası
(L'évêque peut seul donner la confirmation).
3.
"Teminat, güvence. § Donner à qn confirmation
de qch: Birine -e konusunda güvence vermek,
confırmatoire s. 1. Doğrulayıcı. 2. Resmi nitelik
kazandırıcı.
confirmer gçl. 1. Doğrulamak, gerçeklemek,
onaylamak, "teyid e t m e k , "tasdik etmek
(Confirmer un fait, une nouvelle. Son témoignage
confirme le mien). 2. Desteklemek, güç vermek
(Il m'a confirmé dans mon entreprise, dans ma
résolution). 3. Haklı çıkarmak, doğru olduğunu
ortaya koymak (Les résultats ont confirmé mes
soupçons).
4. Resmi nitelik vermek. 5.
Sağlamlaştırmak,
daha
da
güçlendirmek
(Confirmer une institution). 6. Vaftizi pekiştirme
duası yapmakf L'évêque va confirmer les enfants).
İ Se confirmer: D o ğ r u olduğu ortaya çıkmak,
doğruluğu belli olmak, doğrulanmak
(Les
rumeurs se sont confirmées).
confiscable s.
'Zoralimlanabilir,
müsadere
edilebilir.
confiscation^. 'Zoralım,müsadere(Confiscation
des marchandises non déclarées à la douane).
confiserie diş. 1. Şekercilik. 2. Şekerci dükkânı. 3.
Şekerleme (Déguster des confiseries).
confiseur,euse ad. Şekerci,
confisquer gçl. 1. Müsadere e t m e k . El koymak. 2.
Confisquer qch à qn: Birinin -sini bir süre için alıp
tutmak, vermemek (Le professeur a confisqué à
l'élève sa balle).
confit, es. 1. Şekerleme yapılmış (Fruits confits). 2.
(Bir şeyin) Turşusu (Cornichons confits). 3. mec.
Gömülmüş, kendini çok vermiş (Il est confit dans
la piété). 4. er. Yağda saklanmış e t , kavurma.
confiteor
conflteor er. Bu sözcük ile başlayan bir katolik
günah çıkarma duası (Dire des confiteor, faire des
confiteor).
confiture diş. Reçel (Confiture
d'oranges,
de
pêches).
confiturerte diş. 1. Reçelcilik. 2. Reçel yapımevi,
confiturier,ère s. 1. Reçele değgin
(Industrie
confiturière). 2. ad. Reçelci.
conflagration diş. 1. Tutuşma, ateş alma, ateşler
içinde kalma. 2. mec. Kaynaşma, karışıklık,
conflit er. 1. Çatışma, çarpışma (Un conflit armé.
Conflit
d'intérêts,
conflit
d'opinions).
2.
Anlaşmazlık (Iln'yapasmalde
conflits entre eux).
§ Etre en conflit avec qn: -ile anlaşmazlık içinde
olmak. Entrer en conflit avec: -ile anlaşmazlığa
düşmek, aralarında anlaşmazlık çıkmak,
confluent er. Su kavuşağı, koyar (Confluent de deux
fleuves).
confluer gsz.
1. (Akarsular için) Birbirine
kavuşmak. 2. Confluer avec: -ile kavuşmak,
birleşmek (Le Tigre conflue avec l'Euphrate). 3.
mec. Bir yerde toplanmak, bir araya gelmek (Des
soldats confluent au pied des murailles).
confondre gçl. 1. Karıştırmak, karmakarışık etmek,
allak bullak etmek (Cela confond
l'imagination).
2. Bozmak, karıştırmak (Nous avons confondu les
plans de l'ennemi).
3. Susturmak, bozmak,
bozum etmek (Confondre
un menteur).
4.
Şaşırtmak, hayrete düşürmek (Tes paroles l'ont
confondu). S. Birbirine karıştırmak (Je confonds
des dates. Vous confondez l'âne et le mulet). 6.
Confondre qn, qch avec: -ile karıştırmak, ayırt
e d e m e m e k (Il a confondu son chapeau avec le
mien).
7. Utandırmak, "mahçup
etmek,
minnettar bırakmak (Vous m'avez
vraiment
confondu). 8. Etre confondu de: -e şaşırmak, -den
hayrete düşmek (Je suis confondu de le voir parler
ainsi). § Se confondre: Karışmak. § Se confondre
en excuses, en remerciements: Bin bir özür
dilemek; nasıl teşekkür edeceğini bilememek,
conformateur er. 1. (Şapka için) Baş ölçeği. 2.
(Ayakkabılar için) Genişletme kalıbı,
conformation diş. Yapılış, yapı
(Conformation
anatomique).
g Vice de conformation: Yapılış
kusuru, yapım bozukluğu,
conforme s. Conforme à qch: 1. -e uygun (Cette
maison n'est pas conforme à nos besoins. Tu
mènes une vie conforme à tes désirs, à tes moyens).
2. -e benzer; -i andıran (Ton écriture est conforme
à la mienne), g Conforme à l'original: Aslına
uygun; aslı gibidir,
conformé, e s. Yapılı, yapıhşlı, "cüsseli (Un enfant
bien conformé).

302

confus
conformément bel.
1. Uygun olarak.
2.
Conformément à: -e uygun olarak, -üzre (Il a agi
conformément à vos ordres).
conformer gçl. Conformer qch à qch: 1. Bir şeyi -e
benzetmek, benzer kılmak (Il cherche à
conformer sa conduite à la tienne). 2. -e uydurmak
(Il doit conformer ses actes à ses paroles), g Se
conformer à qch: 1. -e uygun düşmek, benzemek,
uymak (Ce qu'il dit se conforme à,la réalité). 2. -e
uymak, kendini uyarlamak (Se conformer au
règlement, aux circonstances).
conformisme er. "Uygunculuk, "uydumculuk.
conformistes, ve ad. 1.(İngiltere'de)Anglikan.2.
"Uyguncu, "uydumcu.
conformité diş. 1. Uygunluk. 2. Benzerlik. 3.
Girme, kabullenme, benimseme (Conformité à
une religion). § Etre en conformité avec: -e uygun
olmak ( Tes actes ne sont pas en conformité avec tes
principes).
confort er. 1. Rahatlık, rahat, gönenç (Il aime son
confort).
2. Konfor, rahat kolaylığı (Un
appartement qui a le confort).
confortables. 1. R a h a t (Une chaise confortable). 2.
Konforlu (Une maison confortable). 3. Tath,
kaygıdan üzüntüden uzak, gönençü (Mener une
vie confortable). 4. er. Kapitone koltuk. 5. er. ç.
Konçlu terlik,
confortablement bel. Kolaylıkla, rahatça, gönenç

içinde (Vivre
confortablement).
confraternel, le s. Meslektaşlara değgin (Amitié
confraternelle).
confraternité
diş.
Meslektaşlık
sevgisi,
meslektaşlık,
confrère er. Meslektaş.
confrérie diş. Hayır derneği, yardımsevenler
derneği; dernek,
confrontation diş. 1. Karşılaştırma (Confrontation
de deux textes). 2. Yüzleştirme (Confrontation des
témoins, des accusés).
confronter gçl. 1. Karşılaştırmak (Confronter les
textes différents). 2. Yüzleştirmek ( Confronter les
témoins): 3. Confronter qn avec: -ile yüzleştirmek
(Confronter les témoins avec le prévenu). 4.
Confronter qch avec, à: -ile karşılaştırmak (J'ai
confronté tes déclarations avec tes écrits).
confucianisme er. Konfüçyüs dini.
confucianistes. ve ad. Konfüçyüs dininden olan.
confus, e s. 1. Karışık, karmakarışık (Une affaire
confuse, une situation confuse). 2. Bulanık,
dağınık (Un esprit confus). 3. Anlaşılmaz, (Un
style confus, des idées confuses). 4. Belirsiz, pek
seçilemeyen (Un murmure confus, cri confus,
bruit confus). 5. Utanmış (J'ai été très confus). 6.
confusément
Etre confus de qch, de f. qch: -den utanmak,
-mekten utanmak, "mahçup olmak (lia été confus
de son erreur, d'être pris sur le fait).
confusément bel. Belli belirsiz; anlaşılmayacak
biçimde; karmakarışık bir biçimde; bulanık
olarak.
confusion diş.
1. Karışıklık,
anlaşılmazlık
(Confusion des idées). 2. Birbiriyle karşıtırma,
yanılma (Confusion
de dates, de noms,
de
personnes). 3. mec. Utanma, "mahçubiyet. 4.
Bunama (Confusion
mentale). S. Karışıklık,
bunalım (Confusion
politique).
6. Fitne,
bozgunculuk (Mettre la confusion dans les rangs
d'une armée). 7. huk. Alacaklı ve borçlu
sıfatlarının birleşmesi. § Confusion de droits:
Çeşitli haklann bir kişide toplanması. Confusion
de parts, de paternité: İlk kocanın ölümünden
dokuz ay önce yada ikinci evlenmenin altıncı
ayından sonra doğan bir çocuğun babasının
bilinmemesi hali. En confusion: Karışık halde,
karışık bir kalabalık halinde. Jeter la confusion
dans les esprits: Zihinleri bulandırmak,
congé er. l . İ z i n (Congé de maladie. Congé annuel).
2. Tatil, 'dinlence (Congé payé). 3. İşten
çıkarma, yol verme (Le patron lui donnera son
congé). 4. Okul tatili. 5. "Ruhsat tezkeresi. 6.
(Sözleşmeyi) Bozma bildirimi, °feshi ihbar
(Donner congé à un locataire). § Demander congé:
İzin istemek, selâm verip çekip gitmek. Donner
congé à qn: 1. İşinden çıkarmak. 2. (Kiracıyı)
Evden çıkarmak. Etre en congé: Tatilde olmak;
izne çıkmış olmak. Prendre son congé: İş ya da
askerlik yaşamından çekilmek, ayrılmak, istifa
etmek. Prendre congé de qn: -den ayrılmak,
allahaısmarladık diyerek çekip gitmek. Prendre
un congé: İşinden ayrılma, işini bırakma izni
almak. Recevoir un congé: Ev sahibinden evi
boşaltmasına değgin bir yazı, haber almak,
congéable s. 1. İzin alabilen. 2. Sılada bulunan,
izinli. 3. Kiracısı her vakit çıkarılabilen (mülk).
congédiable s.
(İşinden)
Çıkarılabilir,
yol
verilebilir.
congédiement er. 1. Kovma, yol verme. 2. İzin alma,
izin verme, izinlilik.
congédier gçl. 1. Kovmak, okuldan atmak
(Congédier un élève pour son indiscipline).
2.
İşinden
çıkarmak,
yol
vermek,
atmak
(Congédier un ouvrier, un employé). 3. Başından
savmak (Je l'ai congédié d'une tape amicale sur
l'épaule).
congeiable s. Donabilir (Liquide
congelable).
congélateur er. (Buzdolabında) Buzluk. 2. Yüksek
soğutuculu buzdolabı. § Chalutier congélateur:

303

congruent
Soğutucu donanımlı balıkçı gemisi,
congélation diş. 1. D o n m a (Point de congélation de
l'eau, d'un liquide). 2. D o n d u r m a , donmuş hale
getirme (Congélation de la viande).
congeler gçl. 1. D o n d u r m a k (Congeler la viande, de
l'alcool). 2. Çok üşütmek, soğuktan dondurmak
(Unventglacialcongelaitlesmains).
§ Se congeler:
Donmak.
congénère s. ve ad. Türdeş, soydaş, "hemcins,
congénital, e s . 1. Doğuştan, soydan gelen, anadan
doğma
(Maladie
congénitale,
caractère
congénital). 2. mec. tkz. Oldum olası (C'est un
crétin congénital).
congénitalement bel. Doğuştan, anadan d o ğ m a ,
oldum olası.
congestif, ive s. Kanamalı, kanama ile ilgili (Etat
congestif d'un organe).
congestion diş. 1. Kan akını. 2. Kanama
(Congestion
cérébrale).
congestionner gçl. 1. Kan akınına uğratmak,
kıpkırmızı yapmak (Le soleil me congestionnait la
face). 2.mec. Tıkamak, kapamak (Congestionner
une rue, une route).
conglomérat er. yerb. Yığışım,
conglomération diş. Yığma, kümeleme,
conglomérer gçl. Yığmak, kümelemek,
conglutiner gçl. I . Yapışkanlık vermek. 2.

Yapıştırmak,
congo er. Kongo.
congolais, e s. ve ad. Kongolu. Kongo ve
kongolulara değgin,
congratulation diş. Kutlama, "tebrik,
congratuler gçl. Kutlamak, tebrik etmek § Se
congratuler: Birbirini kutlamak,
congre er. Deniz yılanbalığı, magri, migra,
congréganiste s. ve ad. 1. Tarikatçı papaz. 2. s.
Tarikat topluluğuna değgin,
congrégation diş. 1. Tarikat mensupları, tarikat
kardeşi papazlar. 2. Topluluk. § Congrégation des
fidèles: Katolik topluluğu,
congrès er. 1. Kurultay, kongre (Congrès de
sociologie. Assembler,
ouvrir un congrès). 2.
Eskiden Fransada cumhurbaşkanı seçmek yada
anayasayı değiştirmek için toplanan parlamento.
3. (Amerika Birleşik Devletlerinde) Senato ve
Temsilciler Meclisi,
congressiste ad. 1. Kongre üyesi. 2. Kongreye
katılan (kişi),
congru, es. T a m , tıpatıp, uygun. § Portion congrue:
D a r a d a r geçimlik. Réduire q n à la portion
congrue: Birini güç belâ geçinebilecek d u r u m a
düşürmek.
congruent, e s. Uygun, yerine tıpatıp gelen.
304

congruité

connaissance

congruité diş. Uygunluk, tıpatıplık.


congrfiment bel. Uygunca, yerinde olarak,
conicité diş. Konilik, koni biçimi,
conifères er. ç. bitb. Kozalaklılar,
conique s. Konik, koni biçiminde,
conirostres. vead. Koni gagalı (kuş),
conjectural, e s. G ö r ü n ü ş e yada sanıya dayanan,
"tahmini.

conjungo er. tkz. Evlenme.


conjurateur, trice ad. 1. Büyücü, büyü yapan. 2.
Suikastçı, komplocu, fesat düzenleyici.
conjuration <% 1. Büyü (Faire une conjuration). 2.
Suikast, komplo, Devlete karşı düzenlenen fesat
(La conjuration de Catilina est restée célèbre dans
l'histoire de Rome). 3. ç. Yalvarma, yalvarıp
yakarma.

conjecture diş. Sam, "tahmin (Conjecture


sur
l'avenir).
conjecturer gçl.
Kestirmek, tahmin etmek
(Conjecturer l'évolution politique d'un pays). §
Conjecturer s u r qch: -üzerinde tahmin yürütmek.
conjoindre gçl. 1. Bitiştirmek, birleştirmek. 2.

conjuré,e ad. Fesat arkadaşı, suikaste katılan kişi,


komplocu (La police a arrêté les principaux
conjurés).
conjurer gçl. 1. Afsunla, duayla yada ustalıkla
savmak; önlemek (Conjurer
les
démons.
Conjurer un accident, une crise, un malheur). 2.
Kesin karar vermek, aklına koymak (Conjurer la
perte d'un tyran). 3. C o n j u r e r q n de f. qch: Birine
-mesi için yalvarıp yakarmak, istirham etmek,
çok rica etmek (Il m'a conjuré de ne pas m'exposer
inutilement à ce danger. Je vousi conjure de me
croire. Je vous en conjure). 4. Conjurer contre: -e
karşı komplo k u r m a k , suikast düzenlemek
(Conjurer contre un roi, contre l'Etat). § Se
conjurer: Birleşmek, elbirliği etmek
(Les
républicains se conjuraient contre César).

Evlendirmek,
conjoint,e s. 1. Birbirine bağlı
(Problèmes
conjoints). 2. İlişik, bitişik (Remarques,
notes
conjointes). 3. ad. K a n , koca, eş.
conjointement bel. Birlikte (Il agira conjointement
avec nous).
conjonctif,ive s. 1. Bağ, bağlayıcı, bitiştirici (Tissu
conjonctif. Fibres, cellules conjonctives). 2. er.
anat. Katılgan doku. § Particule, locution
conjonctive: dilb. Bağ, bağlaç,
conjonction diş. 1. Birleşme, birleştirme; bağlaşma
(Cette œuvre est née de la conjonction de la science
etdel'art). l.dilb. B a ğ , b a ğ l a ç . 3 . g ö k b . Kavuşma
konumu; Güneşle herhangi bir gezegenin,
Güneşle Ayın Yere göre aynı hizada ve aynı
yanda bulunduğu konum,
conjonctive diş. (Gözde) Katılgan zar.
conjonctivite diş. (Gözde) Katılgan zar yangısı, göz
ingini.
conjoncture diş. 1. Rastlantı uygunluğu, rastlaşma.
2. Fırsat, elverişli durum (Profiter
de la
conjoncture).
3. T o p l u d u r u m
(Conjoncture
économique,
politique).
conjoncturelle s. Topluduruma değgin; toplumsal
durumla ilgili,
conjugabie s. Çekimli,
conjugable).

çekilebilir

(Un

verbe

conjugaison diş. 1. Birleşme, birleştirme (La


conjugaison des efforts). 2. dilb. Çekim; fiil
çekimi, eylem çekimi,
c o n j u g a l e s. Karı kocaya değgin, eşlere değgin,
evliliğe değgin (L'amour
conjugal,
la vie
conjugale, la fidélité conjugale).
conjugué, e s. 1. Birleşik, birleştirilmiş, ortak
(Efforts conjugués). 2. Çekimli, çekilmiş (Verbe
conjugué). 3. diş. ç. Yeşil renkte tatlısu yosunu,
conjuguer gçl. 1. Bitiştirmek, birleştirmek (Ils ont
conjugué leurs efforts et leurs influences).
2.
Ç e k m e k , çekimini yapmak (Conjuguer un verbe).

connaissable s. Tanınabilir, anlaşılabilir.


connaissance diş. 1. Anlama, ayırdetme yetisi (Sa
connaissance est restée bornée). 2. Bilme (Sa
connaissance de français lui a été très utile à Paris).
3. Bilgi (Il a des connaissances superficielles à ce
sujet. Approfondir, enrichir ses connaissances). 4.
Tanıdık, bildik, tanış (Ce n'est ni un ami, ni un
proche
parent,
c'est
simplement
une
connaissance). 5. Tanışma (Dans ce cocktail, il a
fait
de nouvelles
connaissances).
6. ç.
(Veterinerlikte) Bir hayvanın nişanlan. 7.
Tanıma, anlama (La connaissance du cœur
humain). 8. hlk. Oynaş, aftos, sevgili (Il est allé au
bal avec sa connaissance).
9. huk. Bakma,
üzerinde yargı yürütme yetkisi (Connaissance
d'une cause par un tribunal). § A ma connaissance:
Bildiğim kadarıyla. De connaissance: Tanıdık,
bildik, yabancı olmayan
(Un pays
de
connaissance, un visage de connaissance).
En
connaissance de cause: Bilerek, bile bile, bilinçli
olarak. Avoir toute sa connaissance: Belleği, ussal
yetenekleri, bütün yetileri henüz yerinde olmak.
Donner connaissance de qch à qn: Birine
-hakkında bilgi vermek. Faire la connaissance de
qn: -ile tanışmak (J'ai été très heureux d'avoir fait
sa connaissance). Faire connaissance avec qn: -ile
tanışmak.
Faire
étalage de toutes ses
connaissances: Bütün bilgilerini ortaya dökmek,
bilgi gösterisi yapmak. Prendre connaissance de
connaissement
qch: -i okuyup öğrenmek. Tomber, rester sans
connaissance: Düşüp bayılmak, kendini yitirmek.
Prendre, reprendre connaissance: Kendine
gelmek, ayılmak,
connaissement er. Konşimento,
connaisseur, euse s. vead. tyi tanıyan, bilen; uzman,
erbap (Il est connaisseur en vins. C'est un grand
connaisseur).
connaître gçl. 1. Tanımak (Je connais ce vieillard qui
sort du café. Je te connais de nom, de vue, de
réputation). 2. Bilmek (Connaître un texte, une
idée. Connaître le français, une langue étrangère).
3. Tatmak, ne olduğunu iyi bilmek, görmek,
uğramak, başına gelmek (Connaître la misère, la
faim). 4. Ulaşmak, kazanmak, erişmek (Mon
recueil de poèmes a connu un grand succès). 5.
(Kutsal Betikteki anlamıyla) Bilmek, cinsel
ilişkide bulunmak. 6. Connaître de: huk. -e
bakmak; üzerinde yargı yürütmek, bakmaya
yetkili olmak (Le tribunal de commerce ne connaît
pas des causes civiles). 7. Connaître qch à: Bir şeyi
-den tanımak, hakkında -e göre yargı yürütmek
(C'est au fruit que l'on connaît l'arbre. C'est à
l'œuvre que l'on connaît l'artisan). § Ni vu ni
connu: Kimse görüp bilmeden, kimsenin haberi
olmadan. Connaître la musique: Olaydan haberli
olmak, olup biteni bilmek. Connaître le dessous
des cartes: İşin iç yüzünü bilmek. En connaître un
bout: tkz. İşin iç yüzünü bilmek, dalgayı bilmek.
Etre connu pour: -siyle tanınmak (La France est
connue pour ses vins). Etre connu comme le loup
blanc: Herkesçe bilinmek; kendisini tanımayan,
bilmeyen kimse bulunmamak. Faire connaître
qch à qn: Birine birşeyi bildirmek. Ne connaître
que qch: 1. -deyip de başka şey d e m e m e k , -den
başkası yok demek ( U n bon café après le repas, je
ne connais que ça). 2. -den başka şey bilmemek
(Un militaire qui ne connaît que la consigne. Il ne
connaît que son devoir). Ne pas connaître de
bornes: Sınır tanımamak, sınırsız olmak (Sa
générosité ne connaît pas de bornes). Ne connaître
qn ni d'Eve ni d'Adam: Birini hiçbir suretle
tanınmamak, hiç mi hiç bilmemek. Ne connaître
ni Dieu ni diable: 1. Din iman diye bir şey
tanımamak. 2. Hiçbir şeye değer vermemek. § Se
connaître: 1. Kendini bilmek, haddini bilmek (II
ne se connaît jamais). 2. Tanışmak, birbirlerini
tanımak (Nous nous sommes connus à istanbul). §
S'y connaître en qch: Usta olmak, iyi anlamak,
yapmasını, kullanmasını iyi bilmek (Le vieux
singe qui s'y connaît en grimaces). Se connaître à
qch: -den çok iyi anlamak. Ne se connaître plus:
Öfkeden gözü dönmek. Se faire connaître: 1.

305

consacré
Sivrilmek. 2. Adını, ününü yaymak, kendini
tanıtmak. Connais-toi toi-même: Sen seni bil.
connecter gçl.
(Boru, kablo gibi şeyleri)
Birleştirmek, birbirine bağlamak,
connectif, ive s. Birleştirici, birbirine bağlayıcı,
connerie diş. argo. Aptallık, enayilik,
connetable er. (Eskiden Fransa'da) Başkomutan,
connexe s. Bağlı, birleşmiş, birbirine benzer
(Causes connexes.
Affaires,
sciences,
idées
connexes).
connexion diş. 1. Bağlantı, birlik, benzerlik,
yakınlık (La connexion des deux crimes a entraîné
la fusion des procès). 2. (Elektrik) Devreye
bağlama (Connexion d'un poste de radio).
connexité diş. Bağlantı, ilgililik, benzeşiklik.
connivence diş. 1. Suç ortaklığı; suça katılma. 2.
Gizli anlaşma. § Agir de connivence avec qn: -ile
birlikte hareket etmek. Etre de connivence avec
qn: -ile birlik olmak, gizli anlaşma içinde olmak,
connotation dilb. Yananlam.
connoter gçl. dilb. Yananlam olarak ... demek
olmak.
connu, e s. 1. Bilinen, iyi bilinen (Un sujet très
connu). 2. Ünlü, tanınmış (Un poète très connu).
3. er. Bilinen şey, "malûm (Le connu et l'inconnu)
conoïde s. Konimsi, koniyi andıran.
conque diş. l.hayb. M ü h r e boncuğu. 2. anat. Kulak
çukuru.
conquérante s. ve ad. İl açan, "fatih (Mehmet le
Conquérant. Un air conquérant).
conquérir gçl. 1. İl açmak, "fethetmek (Conquérir
un pays,
une ville). 2. mec.
Kazanmak,
fethetmek, kendine bağlamak (Conquérir les
cœurs, l'estime des grands, une femme). § Se
conquérir: Savaşımla elde edilmek, çabayla
kazanılmak (La culture ne s'hérite pas, elle se
conquiert).
conquête diş. 1. İl açımı, fetih (La conquête d'un
pays). 2. mec. Kazanma, elde e t m e , kendine
çekme (La conquête des cœurs, des gens). 3. tkz.
Tavlanan kadın (Tu as vu ma dernière conquête).
4. tkz. Kadın tavlama (Aujourd'hui j'ai fait une
conquête). § Faire la conquête de: 1. -i fethetmek.
2. -i kazanmak, elde etmek, kendine çekmek.
conquis,e s. 1. Fethedilmiş (Un pays conquis). 2.
Tavlanmış (Une femme conquise). § Agir comme
en pays conquis: Babasının çiftliğindeymiş gibi
hareket etmek,
conquistador er. Isp. Amerikayı fethetmeye giden
İspanyol serüvencisi,
consacrée s. 1. Dince kutsal bilinen, kutsal (Terre
consacrée. Hostie consacrée). 2. Kutsal bir varlığa
adanmış. 3. Benimsenmiş, kabul edilmiş (Ce mot
consacrer
n'est pas encore consacré par l'Académie).
4.
Consacré à: -e ayrılmış, verilmiş, "tahsis edilmiş,
consacrer gçl. 1. Tanrıya vakfetmek, adamak
(Consacrer une église. Consacrer un temple à
Jupiter). 2. Kutsamak, "takdis etmek (Consacrer
un prêtre.
Consacrer
l'hostie,
le vin). 3.
Benimsemek,
onaylamak,
kabul
etmek
(Consacrer un usage, un terme). 4. Consacrer qch
à: -e adamak, vakfetmek (Consacrer un enfant à
Dieu). S. Consacrer qch à qch: -e vermek,
hasretmek, uğrunda harcamak ( Consacrer sa vieà
la science). § Se consacrer à: kendini -e vermek,
vakfetmek (Se consacrer à l'étude, à une tâche, à
ses enfants).
consanguin,e s. ve ad. Babadan hısım, baba
yanından akraba; bababir (Frère
consanguin,
sœur consanguine. Les consanguins).
consanguinité diş.
Babadan hısımlık, baba
yanından akrabalık, kan bağı.
consciemment bel. Bilinçli olarak, bilerek, bile bile.
conscience diş. 1. Bilinç, "şuur (Etat de conscience.
Conscience du moi. Conscience de classe. Une
conscience intime de notre existence, voilà le
plaisir). 2. Bulunç, "vicdan (La voix de la
conscience). § Examen de conscience: Vicdan
muhasebesi. Homme de conscience: Vicdanlı,
namuslu adam. Liberté de conscience: Vicdan
f- f özgürlüğü, inan özgürlüğü. En conscience:
Doğrusu, açıkçası, namuslu konuşmak gerekirse
(En conscience, je me sens un peu responsable de
ce mauvais résultat). En mon âme et conscience:
Vicdanım hakkı için. La main sur la conscience:
Elini vicdanına koyarak. Par acquis de
conscience: Vicdan rahatı için, içi rahat etsin diye.
Avoir la conscience tranquille: Vicdanı rahat
olmak. Avoir la conscience large: V u r d u m
duymaz olmak, bir şeyi kendine dert edinmemek.
Avoir conscience de qch: -in bilincinde olmak,
bilmek (Il a conscience de son talent,
desaforce).
Avoir quelque chose sur la conscience: Pişmanlık
duyulan bir şey yapmış olmak, yürek yarası
olmak. Avoir la conscience en paix, en repos: İçi,
vicdanı rahat olmak. Avoir bonne conscience,
mauvaise conscience: Vicdanı rahat olmak,
vicdanı rahat olmamak. Dire tout ce qu'on a sur la
conscience: İçinde ne varsa olduğu gibi söylemek.
Prendre conscience de qch: -i öğrenmek,
anlamak, farkına varmak (Il n'a pas tardé à
prendre conscience de la situation).
consciencieusement bel. 1. Bilinçle, özenle, ciddi
olarak (Travailler
consciencieusement).
consciencieux, euse s. 1. Vicdanlı (Un
homme
consciencieux).
2. Özenli, ciddi, dikkatli (Un

306

conseil
employé
consciencieux).
conscient, e î. 1. Bilinçli, ne yaptığını bilen (Un
homme conscient). 2. Bilen, haberi olan. § Etre
conscient de qch: 1. -in bilincinde olmak, -i bilmek
(Il est conscient
de son mérite,
de ses
responsabilités). 2. -den haberli olmak, bilmek
(J'étais conscient de la situation).
conscription diş. Askerlik yoklaması, askere
yazma.
conscrit er. 1. Askerliği çıkmış delikanlı. 2. Askere
yeni alınan er, acemi er (Les conscrits de la classe
1955). 3. mec. Toy delikanlı, acemi çaylak (Il agit
comme un conscrit). § Pères conscrits: (Eski
R o m a ' d a ) Senato üyeleri,
consécration diş. 1. Tanrıya vakfetme, adama
(Consécration d'un temple). 2. Kutsama, takdis
etme. 3.Kabul etme,benimseme (Les nouveaux
mots doivent recevoir la consécration de l'usage.
Cet événement fut la consécration de sa théorie).
consécutif,ive s. 1. A r d arda, aralıksız, ardışık (Tu
dois prendre ces médicaments pendant cinq jours
consécutifs).
2. Sonuç bildiren
(Proposition
subordonnée consécutive). 3. Consécutif à: -den
doğan, ileri gelen (Dégâts consécutifs à l'incendie.
Infirmité consécutive à un accident).
consécution diş. Art arda geliş, birbiri üstüne geliş,
zincirleme (Consécution de sons, d'images).
consécutivement bel. 1. A r t arda, bir biri arkasına,
üst üste. 2. Consécutivement à: -in sonucu,
-nedeniyle (Consécutivement à la hausse des prix
du papier, certaines revues diminuent
leurs
tirages).
conseil er. 1. Öğüt, "nasihat (Je suivrai votre conseil.
C'est un conseil d'ami). 2. (Eski) Danışman,
kendisine akıl danışılan kimse (Cet homme si
sage, le conseil de toute une ville). 3. Meclis (Les
membres duconseil. Le conseil délibère). 4. Kurul
(Conseil de discipline. Conseil de sécurité). §
Conseil général du département: İl genel meclisi,
il genel kurulu. Conseil municipal: Belediye
encümeni. Conseil d'administration: Yönetim
kurulu. Conseil des Prud'hommes: İş mahkemesi.
Conseil de l'Europe: Avrupa Konseyi. Conseil
d'Etat: Danıştay. Conseil des Ministres: Bakanlar
Kurulu.
Avocat-conseil:
Danışılan avukat,
danışma
avukatı.
Conseil Supérieur
de
l'Education Nationale: Talim ve Terbiye Kurulu.
Demander conseil à qn: -den öğüt almak, -e
danışmak. Donner conseil à qn: -e öğüt vermek.
Donner à qn le conseil de f. qch: Birine -meşini
öğütlemek (Je lui ai donné le conseil de patienter).
Suivre les conseils de qn: -in öğütlerini dinlemek,
tutmak. Tenir conseil: Toplanmak (Les jurés
conseiller
tenaient conseil dans le cabinet du juge). La nuit
porte conseil: Sabah ola hayrola, sabahın şerri
akşamın hayrından iyidir,
conseiller gçl. 1, Kılavuzluk etmek, yol göstermek
CConseiller un élève dans ses études). 2. Conseiller
qch à qn: Birine -i öğütlemek, salık vermek,
"tavsiye etmek (Le médecin lui a conseillé le bord
de la mer). 3. Conseiller à qn de f. qch: Birine
-meşini salık vermek, öğütlemek, tavsiye etmek
(Je vous conseille d'être un peu prudent).
'
conseiller,ère ad. 1. Öğütçü, öğütleyici, öğüt veren.
2. Danışman, "müşavir (Il est
conseiller
juridique).
3. (Sayıştay, Danıştay, belediye
meclisi gibi yerlerde) Üye. 4. diş. Danışman yada
üye karısı. § Conseiller général: İl genel meclis
üyesi. Conseiller juridique: Hukuk danışmanı.
Conseiller légiste: Hukuk danışmanı. Conseiller
d'Ambassade: Büyükelçilik müsteşarı. Conseiller
de Légation: Elçilik müsteşarı. Conseiller d'Etat:
Danıştay üyesi. Conseiller à la Cour des Comptes:
Sayıştay üyesi. Conseiller municipal: Belediye
meclisi üyesi. § Conseiller des grâces: mec. Ayna.
conseilleur, euse ad. Öğütçü, herkese bol bol öğüt
veren. § Les conseilleurs ne sont pas les payeurs:
El adama akıl verir ekmek vermez,
consensuelle s. İki yanın onaşmasıyla (rızasıyla)
yapılan, *anlaşımsal (Un accord consensuel, un
contrat consensuel).
consensus er. Karşılıklı rıza, iki yanlı onaşma,
anlaşma, 'anlaşım.
consentant, es. Onaşan, rıza gösteren, kabul eden.
consentement er.
Onaşma,
"rıza;
onama,
"muvafakat (Donner,
accorder, refuser
son
consentement). § Avec le consentement de: -in
rızasıyla, muvafakatıyla. Par consentement
mutuel: İki tarafın rızasıyla. Sans le consentement
de: -in muvafakati olmadan (Il s'est marié sans le
consentement
de ses parents).
Obtenir le
consentement de: -in onamını, muvafakatini
almak.
consentir gsz. 1. Consentir à qch, à f. qch: -e razı
olmak, -meye rıza göstermek, muvafakat e t m e k ,
-meyi onamak, kabul etmek (Je consens à votre
départ. Les parents ont consenti au mariage. Il ne
consent pas à recevoir la moitié du revenu). 2. gçl.
Consentir qchàqn: Birine... vermek (llaconsenti
un délai de payement à son ancien client).
conséquemment bel. 1. Ardını bırakmadan, sürekli
olarak, adım adım izleyerek. 2. Conséquemment
i : -e uygun olarak, gereğince, göre.
conséquence diş. 1. Sonuç (Je prévoyais
les
conséquences de ces événements). 2. mant. Vargı.
§ De conséquence: Önemli (Un homme
de

307

conserver

conséquence, une affaire de conséquence).


En
conséquence: 1. Uygun şekilde, nasıl gerekiyorsa
öyle (Agir en conséquence),
2. Sonuç olarak,
dolayısıyla, öyleyse, şu halde (Nous devons partir
avantlejour, en conséquence, le lever sera à quatre
heures). En conséquence de: -e uygun olarak,
göre, gereğince (J'agirai en conséquence de vos
ordres). Sans conséquence: Önemsiz, üzerinde
durulmaya değmez. Avoir pour conséquence...:
Sonucu...olmak (Sa politique
a eu
pour
conséquence une grande crise économique).
Ne
pas tirer à conséquence: Önemsiz olmak;
tehlikesi, sakıncası bulunmamak. Subir les
conséquences de: -in sonucuna katlanmak,
cezasını çekmek (Il subit les conséquences de sa
faute). Tirer à conséquence: Önemli olmak,
sakıncalar doğurmak (Cela ne tirera pas à
conséquence).
conséquent, es. 1. Aklı başında, özü sözü belli (Un
homme
conséquent).
2. Tutarlı (Un esprit
conséquent). 3. Conséquent à: -e uygun (J'aipris
une décision conséquente à mes principes). 4. er.
mant. Ardıl. § Par conséquent: Öyleyse, o halde,
buna göre (Il pleut, par conséquent, le projet de
promenade est abandonné).
conservateur, trices. vead. 1. Koruyucu. 2. Tutucu,
"muhafazakâr (Un parti conservateur.
Les
conservateurs ont voté pour la loi). 3. M ü d ü r ,
yönetici, muhafız (Conservateur
d'un
musée,
d'une bibliothèque). 4. Tapu sicil muhafızı,
conservation diş. 1. K o r u m a , saklama, muhafaza
e t m e (Laconservationdessouvenirs).
2. K o r u m a ,
muhafaza etme (Conservation de là viande par le
froid, par le fumage). 3. Bekçilik, gözeticilik. 4.
B a k m a , yönetme, koruma (Il est chargé de la
conservation de ce musée).
conservatisme er. Tutuculuk, "muhafazakârlık,
conservatoire s. 1. Koruyucu, "ihtiyatî (Mesures,
saisie, actes conservatoires). 2. er. Konservatuvar.
conserve diş. 1. Konserve (Des conserves
de
poisson, de viande, de légumes. Boîte à conserve.
Manger des conserves.
Préparer, faire des
conserves). 2. ç. Renkli gözlük. § Dt conserve:
Birlikte (Aller de conserve, agir de conserve). En
conserve: Konserve, konserve olarak
(Des
légumes en conserve). Faire des conserves de qch:
(Alay) -in turşusunu k u r m a k (Et ces timbres,tu vas
en faire des conserves). Mettre en conserve: 1.
Konservesini yapmak (Nous avons mis des
haricots en conserve). 2. U z u n süre boşuna
saklamak, bekletmek. Naviguer de conserve: den.
H e p aynı yoldan gitmek, aynı yolu izlemek,
conserver gçl. 1. Korumak, saklamak, muhafaza
conserverie
e t m e k , sürdürmek (Conserver
un
souvenir.
Conserver
sa
beauté,
ses cheveux).
2.
Yitirmemek, kaybetmemek (Conserver
son
calme, son sang-froid). 3. K o r u m a k , bozulup
çürümekten kurtarmak (Conserver des produits
alimentaires, des fruits). 3. Elinde t u t m a k , elden
kaçırmamak, kaptırmamak (Conserver sa place).
§ Se conserver: 1. Sağlam kalmak, yıkıntıya
uğramamak (Ces monuments anciens se sont bien
conservés). 2. Sürüp gitmek, iyi bir d u r u m d a
olmak. 3. K o r u n m a k , saklanmak, muhafaza
edilmek (Ces légumes ne se conservent
pas
facilement). 4. Sağlığına ö n e m vermek, kendine
bakmak. 5. Kendine saklamak, ayırmak (Se
conserver des ressources). § Bien conservé: Yaşlı
olduğu halde genç görünen, pek yıpranmamış
(Une femme bien conservée).
conserverie diş. 1. Konservecilik. 2. Konserve
fabrikası.
considérable s. 1. Saygın, saygıdeğer, hatırı sayılır
(Un homme considérable). 2. Pek büyük, pek çok
(Des dépenses considérables). 3. Kalabalık (Une
armée
considérable).
4. Önemli
(Travail
considérable).
considérablement bel. Pek çok, büyük ölçüde (Les
dépenses
ont considérablement
dépassé
les
prévisions).
considérant er. Gerekçe (Les considérants
d'une
résolution).
considération diş. 1. Dikkatli inceleme. 2. mec. ç.
Düşünce, "mülâhaza (Diverses
considérations
m'ont porté à cette démarche. Considérations sur
la politique). 3. Saygı, sevgi (llala
considération
de ses chefs).
4. Saygınlık. § Prise en
considération: G ö z ö n ü n d e bulundurma. En
considération de: 1. -e nazaran, -in yanında, -e
göre (Ce n'est là qu'un simple témoignage de
reconaissance, en considération des services que
vous nous avez rendus). 2. -yüzünden, ötürü (On
lui manifestait
beaucoup
de déférence,
en
considération
de son
grand
âge).
Sans
considération de: -e bakılmadan, aldırmadan, göz
ö n ü n d e bulundurmadan (Le projet est établi sans
considération de prix ni de durée). Jouir de la
considération générale: Herkesten saygı görmek,
herkesin saygısını kazanmış olmak. Mériter
considération: Dikkate değmek,
üzerinde
durulmaya değmek (Vos projets
méritent
considération). Prendre qch en considération: -i
göz ö n ü n d e bulundurmak, dikkate almak (Il faut
prendre en considération sa situation critique).
considérer gçl. 1. Dikkatle bakmak (Considérer un
tableau, un monument, un paysage). 2. Ölçüp

308

consister
biçmek, tartmak, düşünmek (J'ai considéré le
pour et le contre). 3. İncelemek (Considérer un
problème sous tous ses aspects). 4. Dikkat etmek,
düşünmek, göz ö n ü n d e bulundurmak (Unpoint à
considérer. Tu dois considérer mes intérêts aussi).
5. D e ğ e r vermek, saymak, saygı göstermek (On
considère beaucoup ce vieillard). 6. Considérer
comme: -gibi düşünmek, olarak saymak (Je vous
considère comme mon frère).
consignataire er. 1. 'Güvenilir el, 'inanılır kişi,
°yed-i emin. 2. Bir m a h teslim alan tüccar yada
komisyoncu. 3. Emanetçi (Consignataire de la
cargaison: Yük emanetçisi).
consignation diş. İnam, "emanet, "vedia. 2.
' İ n a n c a akçesi, "teminat parası. 3. Bir tüccar
yada komisyoncuya gönderilen mal.
consigne diş. 1. ' Y ö n e r g e , "talimat (Cet officier ne
connaît que la consigne). 2. Ismarlama, "tembih.
3. İzinsiz bırakma cezası (Le professeur a donné
trois heures de consigne aux élèves). 4. Emanet
yeri (Je vais mettre ma valise à la consigne.
Consigne d'un aérodrome). 5. Emanet ücreti ( U n
franc de consigne). § Manger la consigne: tkz.
Parolayı u n u t m a k ; bir siparişi unutmak,
consigner gçl. 1. İnam bırakmak, emanet bırakmak
(Consigner sa valise, ses bagages). 2. Yazmak,
kaydetmek, belirtmek, not etmek (Il a consigné
dans son rapport toutes les circonstances de
l'incident). 3. Talimat vermek, tembih etmek,
ısmarlamak. 4. İzinsiz bırakmak (Consigner un
élève, un soldat). S. Girip çıkılmasını yasaklamak
(Lapolice a consigné la salle). 6. (Bir tüccar yada
bir komisyoncuya mal) G ö n d e r m e k . § Consigner
sa porte à qn: -in evine gelip gitmesine izin
vermemek, evine kabul etmemek. Consigner un
navire: Bir gemiyi kiralayanın
uyruğuna
bırakmak.
consistance diş. 1. Koyuluk, kıvam (Consistance
d'une sauce, d'une boue). 2. Dayanıklılık
(Consistance
d'un
corps).
3. Güvenirlik,
doğruluk (La nouvelle prend de la consistance
d'heure en heure). 4. mec. Kararlılık, "istikrar
(Caractère, amour, esprit sans consistance).
consistant, e s. 1. Sağlam, dayanıklı. 2. mec.
Güvenilir, inamlabilir (Un argument consistant,
une rumeur consistante). 3. Koyu, yoğun (Un plat
consistant,
peinture
consistante,
sauce
consistante). 4. mec. Direşken, "sebatlı,
consister gsz. 1. Consister en qch, dans qch: a) Bağlı
bulunmak, dayanmak (Le bonheur consiste dans
la vertu). b)-den ibaret olmak (Notre appartement
consiste en trois pièces. Sa fortune consiste en deux
millions). 2. Consister à f. qch: -mekten ibaret
consistoire
olmak ( L e bonheur consiste à aimer).
consistoire er. 1. Kilisenin genel işlerini görüşmek
üzere papa başkanlığında toplanılan kardinaller
meclisi. 2. H a h a m yada protestan papazları
kurulu.
consœur diş. (Şaka yollu) Kadın meslekdaş.
consolable s. Avundurulabilir, teselli edilebilir
(C'est un chagrin consolable).
consolant, e s. Avunduran, avundurucu, teselli
edici (Des paroles consolantes, une nouvelle
consolante).
consolateur, trice s. ve ad. Avundurucu, teselli
verici (Lemaladeabesoind'unconsolateur.
Ilm'a
adressé quelques paroles consolatrices).
§ La
consolatrice des affligés: Meryem A n a . Le
Consolateur: Kutsal ruh, °Ruhulkudüs.
consolation diş. 1. Avunma, avundurma, avuntu,
"teselli, *avunç (Paroles de consolation. Il trouve
sa consolation dans le sport). 2. Avunduran kişi
(Son fils était sa seule consolation dans la solitude).
Prix de consolation: A v u n ç ö d ü l ü , "teselli
mükâfatı.
console diş. 1. Konsol. 2. (Bilgi-işlem) Merkez veri
kayıt aygıtı.
consoler gçl. 1. Avundurmak, teselli etmek
(Personne n'arrive à le consoler). 2. Yatıştırmak
(Consoler la douleur d'un malade, l'affliction d'un
ami). 3. Consoler qn de qch: Birinin -sini
yatıştırmak, teselli etmek, unutturmak (Cette
bonne nouvelle me console de mes derniers échecs.
Personne ne pourra le consoler de sa peine). § Se
consoler: 1. Avunmak, teselli bulmak (Il s'est
enfin consolé). 2. Birbirini avutmak, teselli etmek
(Elles se sont consolées). 3. Se consoler de qch: -ile
avunmak; -de teselli bulmak,
consolidant, e s . Sağlamlaştıncı.
consolidation diş. 1. Sağlamlaşma; sağlamlaştırma
(Consolidation
d'un mur, d'un pont,
d'une
monnaie). 2. Uzun vadeye çevirme, konsolide
etme (Consolidation d'une dette). 3. Birleştirme
(Consolidation de rentes).
consolidé, e s. 1. Temelli yada uzun vadeliye
çevrilmiş. 2. Dondurulmuş, "konsolide (Dettes
consolidées). 3. er. ç. İngiliz devlet borcu eshamı,
consolider gçl. 1. Sağlamlaştırmak, berkitmek
(Consolider un édifice, un mur, une alliance, un
traité, sa position). 2. D o n d u r m a k ,
consommables. Tüketilebilir, yoğaltılabilir.
consommateur, trice s. vead. 1. Tüketici, yoğaltıcı,
"müstehlik (Le prix des articles augmente en
passant du producteur au consommateur). 2. Bir
kahve yada lokantada bir şey içen kişi, müşteri
( Quand il fait très chaud, les consommateurs
sont
309

conspirateur
nombreux dans le café). 3. diş. Bar kadını,
consommation diş. 1. Tüketim, yoğaltım, "istihlâk
(Coopérative de consommation.
Consommation
de blé, d'huile; d'essence). 2. İçit, içilen şey (Ce
client a pris trois consommations).
3. Bitim, son
(Jusqu'à la consommation des choses, jusqu'à la
consommation
des siècles).
§ Société de
consommation: Tüketim toplumu,
consommé,e s. 1. Tüketilmiş, yoğaltılmış. 2.
Yetkin, eksiksiz ( U n diplomate consommé, un art
consommé). 3. Eli uz, usta. 4. er. E t suyu (Un
consommé de poulet).
consommer gçl. 1. T ü k e t m e k , yoğaltmak, "istihlâk
etmek (Consommer du pain, du poisson, de la
viande). 2. Kullanmak, harcamak (Cette voiture
consomme
trop d'essence. Une industrie qui
consomme
du
charbon).
3.
Bitirmek,
tamamlamak, başarıya ulaştırmak
(Consommer
une œuvre, consommer
un attentat). 4. gsz.
(Kahvede, gazinoda) Bir şey yemek, içmek (Ils
consommaient à la terrasse). § Se consommer: 1.
Tüketilmek, yoğaltılmak. 2. Çok pişmek,
consomptibles. huk. A n c a k bir defa kullanılabilen;
kullanıldığında bozulan yada tükenen (Biens,
produits
consomptibles).
consomption diş. 1. Vücuttan düşme, erime. 2. hlk.
İnce hastalık, verem,
consonance diş. 1. Ses düzeni, seslerin kulağa hoş
gelme düzeni. 2. * Ündeşlik, sözcük ve tümcelerin
sonunda aynı ses öbeklerinin bulunması. 3. mec.
Uyum, hoş uyum, hoş düzen,
consonant, e s. 1. müz. H o ş bir uyum meydana
getiren, hoş uyumlu (sesler). 2. dilb. Sonlarında
aynı ses öbeği bulunan (Sözcük yada tümceler),
*ündeş, 'selensiz.
consonantique s. dilb. Ünsüz,
consonne diş. dilb. Ünsüz (Consonne double: Çift
ünsüz.
Consonne
douce:
Yumuşak
ünsüz.
Consonne forte: Sert ünsüz. Consonne
géminée:
Çift ünsüz).
consort s. 1. Kendi kral olmadığı halde bir
kraliçenin kocası olan (Prince consort). 2. ad.
O r t a k ahnyazıh, ahnyazısı aynı olan, *yazgıdaş.
3. er. ç. Ortaklar; hempa (Un tel et ses consorts:
Falan ve hempaları). 4. ç. huk. D â v a d a ortak
çıkan olan dâvacılar.
consortial,e s. Konsorsiyoma değgin
(Crédit
consortial).
consortium
[kisoRsjom]
er.
Başortaklık,
konsorsiyum, yardım yürütüm birliği,
consoude diş. bitb. Karakafes,
conspirateur, trice s. ve ad. 1. H ü k ü m e t e karşı
fesat çevirici; suikastçı (La police a arrêté les
conspiration
conspirateurs. Une menée conspiratrice). 2. mec.
Entrikacı, dolapçı,
conspiration diş. 1. H ü k ü m e t e karşı gizli fesat,
komplo (Préparer, ourdir, tramer, fomenter une
conspiration). 2. Ortaklaşa entrika, toplu dolap.
3. Uygunluk, elbirliği.
conspirer gçl. 1. Gizlice ve elbirliğiyle hazırlamak
(Conspirer la ruine de l'Etat, la mort d'un roi). 2.
gsz.
Conspirer contre: -e karşı suikast
hazırlamak, fesat çevirmek, gizli bir fesada
katılmak (Conspirer
contre le régime).
3.
Conspirer à qch: -e yardım etmek, elbirliğiyle
çalışmak (Tout conspire à la réussite de ce projet).
4. Conspirer à f. qch: -meye yardım e t m e k ;
-mekte elbirliği e t m e k , elbirliğiyle çalışmak (Tout
conspirait à faire de lui un grand artiste).
conspuer gçl. Yuhalamak, rezil etmek, kepazesini
çıkarmak (Conspuer un orateur).
constable er. (İngiltere'de) Polis memuru,
constamment bel. 1. Sürekli olarak, aralıksız, ara
vermeden. 2. Sık sık, çoğu kez, çoğun (Elle est
constamment
malade).
constance diş. 1. İçgücü, "metanet, cesaret (II
endure son mal avec constance). 2. "Sebat,
direşme (Travailler avec constance. La constance
en amour). 3. tkz. Sabır, çıdam (Il a de la
constance à t'attendre si longtemps). 4. Süreklilik,
aralıksızlık (Devant la constance de ses échecs, ila
fini par se décourager).
constant, e s . 1. Metin, cesur, yürekli (Il se montra
constant dans son malheur). 2. Sebatlı, direşken
(Etre constant dans la poursuite d'un but). 3.
Sürekli, aralıksız (Il a de constantes
difficultés
d'argent.
Souci
constant,
préoccupation
constante). 4. G ü n gibi ortada, kuşku götürmez
(C'est un fait constant). 5. Değişmez (Quantité
constante).
constante diş. 1. mat. fiz. Değişmez değer, sabit
değer, *durgan. 2. mec. Değişmez genel eğilim
(Constante d'une politique).
constater, huk. Tesbit, tutanak, durum saptaması,
zabıt (L'huissier a dressé un constat. L'accidenté a
fait établir un constat).
constatation diş. 1. G ö r m e , saptama
(La
constatation
de sa mauvaise
volonté
m'a
chagriné).
2.
Gözlem
(Dites-moi
vos
constatations).
3. Görülen, saptanan, ortaya
çıkan şey (Les constatations d'une enquête). 4.
(Muhasebe)
Tahakkuk
(Constatation
des
revenus).
constater gçl. 1. G ö r m e k , saptamak (Constater la
réalité, une erreur). 2. Meydana çıkarmak, ortaya
koymak. 3. Bir yazıyla doğrulamak, belgeye

310

constitution
geçirmek (Le médecin légiste a constaté le décès).
4. (Muhasebe) Tahakkuk ettirmek (Constater
une dette).
constellation diş. gökb. 1. Takımyıldız, takım. 2.
mec. Ünlü kişiler topluluğu. § Constellation
zodiacale: Burçlar takımyıldızı,
constellé, es. 1. Yıldızlı (Splendeur constellée d'une
plaine). 2. Constellé de qch: -ile beneklenmiş;
-serpmeli (Un tablier constellé de taches d'encre.
Robe constellée de pierreries).
consteller gçl. Yer yer süslemek; yıldızlarla, parlak
taşlarla süslemek,
consternant, e s. Üzücü, iç ezici (Une nouvelle
consternante).
consternation diş. Büyük üzüntü, iç acısı (On lisait
la consternation sur tous les visages).
consterné, es. Üzgün, üzülmüş. § Etre consterné de
qch, de f. qch: Bir şeye, bir şeyin yapılmasına
üzülmek.

consterner gçl. Üzmek, büyük acılara düşürmek,


yüreğini yakmak (La mauvaise nouvelle nous a
tous consternés).
constipation diş. Peklik, kabızlık, "inkıbaz,
constipé,e s. vead. Kabız.
constiper gçl. Peklik vermek, kabızetmek (Certains
aliments constipent).
§ Avoir l'air constipé:
Sıkınülı, kaygılı, rahatsız bir hali olmak,
c o n s t i t u a n t s s. 1. Kuran, kurucu, meydana getiren
(Les
éléments
constituants
d'un
corps.
L'Assemblée Constituante: Kurucu Meclis). 2. er.
Kurucu Meclis üyesi. 3. diş. Fransada 1789
Anayasa Meclisi. 4. ad. Bu meclisin üyesi,
constituer gçl. 1. Meydana getirmek, oluşturmak,
"teşkil etmek (Les personnes qui constituent une
famille). 2. Kurmak (Constituer une société). 3.
Yasal olarak a t a m a k , yapmak, kılmak (Il l'a
constitué son héritier). 4. (Eski) Koymak,
görevlendirmek (Constituer quelqu'un à la garde
des enfants). S. Constituer qch a qn: Vermek,
ayırmak, "tahsis etmek (Constituer une rente, une
pension, une dot à quelqu'un). § Se constituer
prisonnier: Adalete teslim olmak. ıSe constituer
partie civile: Dâvaya müdahil olarak katılmak,
constitutif,ive s. Oluşturan, meydana getiren (Les
éléments constitutifs de l'eau).
constitution diş. 1. Oluş, yapılış, bileşim
(Constitution d'un corps, d'une substance). 2.
Kurma, kurulma,kuruluş (La constitution d'une
société). 3. A t a m a , vekil etme (Constitution d'un
avoué). 4. Yapı, vücut yapısı (Il a une forte
constitution).
S. Ayırma, verme, "tahsis etme
(Constitution
d'une rente, d'une
dot).
6.
"" Meşrutiyet. 7. Anayasa.
constitutionnaliser
constitutionnaliser gçl. Anayasal bir nitelik
vermek, "anayasallaştırmak.
constitutionnalité diş. Anayasaya uygunluk,
"anayasallık (Contrôle de la constitutionnalité des
lois).
constitutionnel, le s. 1. Vücut yapısına değgin
(Faiblesse
constitutionnelle).
2.
Meşrutî
(Monarchie constitutionnelle). 3. Anayasaya
uygun (Cette loi n'est pas constitutionnelle). 4.
Anayasaya
değgin,
anayasal
(Droit
constitutionnel. Loi constitutionnelle).
constitutionneliement bel. Anayasaya uygun
biçimde.
constricteurs, anat. Sarıp sıkıcı, sıkıştırıcı, büzücü
(Muscles constricteurs du pharynx).
constriction diş. Sıkıştırma, sarıp sıkma; sıkışma,
kasılma, büzülme (Constriction des vaisseaux
sanguins).
constrictor er. Boa yılanı,
constringent, es. (Sararak)Sıkan,sıkıcı,sıkıştırıcı,
constructeur,trice s. ve ad. 1. Yapıcı, yapımcı
(Constructeur
de moteurs,
de
navires,
d'automobiles). 2. Bina yapıcısı, kurucu, mimar.
3. s. Yapıcı, yaratıcı (Une
imagination
constructrice, une société constructrice). §
Constructeur de jeu: (Futbol, basketbol vb.)
Oyun kurucusu.
constructif,ive s. Yapıcı, olumlu (Un esprit
constructif, une critique constructive).
construction diş. 1. Yapılış, yapım (Construction
d'une maison, d'un navire, d'un moteur). 2. Yapı,
bina (Plan d'une construction). 3. Kuruluş, yapı
(Construction d'un roman, d'un poème). 4.
Yapıcılık. 5. dilb. 'Sözdizimi, kuruluş,
construire gçl. 1. Kurmak, dikmek, yapmak, "inşa
etmek (Construire une maison, un mur, un
édifice). 2. Yapmak, "imal etmek (Construire une
automobile, un navire, une machine). 3. Çizmek,
yapmak (Construire un triangle). 4. Kurmak
(Construire une théorie, un système, une phrase).
5. Hazırlamak, düzenlemek, çatışım kurmak
(Construire un poème, un roman).
consubstantialité diş. Aynı tözden
olma,
*eştözlülük.
consubstantiel, le s. 1. (Hıristiyanlıktaki üçlülük
doğmasının kişileri için) Aynı tözden, 2. fels.
(Genel olarak) Aynı tözden, *eştözlü.
consul er. 1. (Eski Romada) Her yıl seçilen iki
devlet başkanından her biri, konsül. 2.1799'dan
1804'e değin Fransada üç devlet başkanından her
biri, konsül. 3. Konsolos. § Consul général:
Başkonsolos. Consul honoraire: Fahri konsolos,
consulaire s. 1. Konsüle, konsüllüğe değgin

311

contact
(Régime consulaire). 2. Konsolosluğa değgin
(Agent consulaire. Remplir des
fonctions
consulaires). 3. Ticaret tüzesine değgin (Juge
consulaire; palais consulaire. Les tribunaux
consulaires: Ticaret mahkemeleri).
consulat er. 1. Konsüllük. 2. Konsolosluk. §
Consulat général: Başkonsolosluk,
consultables. Başvurulabilir, danışılabilir.
consultant, e s. ve ad. Danışman, kendisine
danışılan (Avocat consultant, médecin consultant.
Un consultant).
consultatif, ives. Danışılmak üzere yapılan, "istişarî
(Le Conseil Supérieur de l'Education Nationale
est un organisme consultatif. Ce comité a un rôle
purement consultatif). § Comité consultatif:
Danışma kurulu. Avoir voix consultative: Oy
kullanmadan tartışmalara katılma hakkı olmak,
consultation diş. 1. Danışma, danışım, görüşüm (II
était en consultation avec d'autres médecins). 2.
Başvurma,
yoklama,
soruşturma
yapma
(Consultation
de
l'opinion,
consultation
populaire). 3. İnceleme, göz atma, başvurma
(Consultation d'un ouvrage, d'un document). 4.
hek. Muayene (Aller à la consultation. Cabinet de
consultation).
consulter gçl. 1. Danışmak, akıl almak (Consulter
un avocat, un médecin, un ami, un parent). 2.
Bakmak, göz atmak, incelemek (Consulter un
dictionnaire, un ouvrage). 3. Yoklamak, yoklayip
anlamak (Consulter l'opinion). 4. Dinlemek,
izlemek; -e göre hareket etmek (Consulter sa
conscience. Il ne consulte que son devoir). 5. hek.
Danışım, görüşüm yapmak; "konsültasyon
yapmak,
consulteur er. Danışılan kimse,
consumer gçl. 1. Bitirmek, yok etmek, öldürmek
(Le chagrin le consume). 2 .mec. Eritip bitirmek.
3. Bitirmek, tüketmek, harcamak (Il consume sa
vie dans l'étude). 4. Yakıp kül etmek (Le feu a
consumé toute une forêt). 5. Consumer qch en: -de
tüketmek, yolunda harcamak (Le vieillard
consumait ses dernières années en des efforts
d'esprit). § Se consumer: 1. Kendini tüketmek,
bitirmek, °helâk etmek. 2. Se consumer de qch:
-den bitmek, ölür gibi olmak (Il se cortsume de
douleur).
contact er. 1. Değme, dokunma, "temas (Certaines
maladies se communiquent par le contact). 2.
İlişki, ilişik, alış veriş, alıp verecek (Les contacts
humains. Je n'ai aucun contact avec eux). 3.
Kontak (Clé de contact. Contact électrique.
Mettre, couper le contact). § Au contact de qn: -in
etkisiyle; -ile görüşe görüşe (Il s'est civilisé au
contacter
contact de cette personne). Au contact de qch:
-temasında, -ile temas edince (Au contact de l'air,
la peinture a séché). Entrer, se mettre en contact
avec qn: -ile ilişki kurmak. Avoir contact avec qn:
-ile aralannda ilişki olmak, -ile ilişkisi bulunmak.
Entrer en contact avec l'ennemi: ask. Düşmanla
savaşa tutuşmak,
contacter gçl. Görüşmek, ilişki kurmak, "temas
etmek, "temasa geçmek ( Contacter une personne,
un organisme).
contadin, es. vead. Kırda yaşayan,
contage er. (Sayrılıklarda) Bulaşma maddesi,
contagieux, euse s. 1. Bulaşıcı
(Maladie
contagieuse). 2. mec. Çabuk bulaşan, başkasına
çabuk geçen (Le rire est contagieux).
contagion diş. 1. Bulaşma, geçme (Contagion d'une
maladie). 2. Salgın (Lesravages d'unecontttgion).
3. mec. Başkasına geçme, bulaşma, yayılma
(Contagion du rire, du bâillement).
contagionnergç/. Sayrılık bulaştırmak (Unpestiféré
peut contagionner toute une ville).
contagiosité diş. Bulaşıcılık.
contamination diş. 1. (Sayrılık) Bulaşma, geçme. 2.
Pislenme, kirlenme, pislik,
contaminer gçl. 1. (Sayrılık) Bulaştırmak. 2.
Pisletmek, kirletmek, bozmak (Les vices de son
entourage l'a contaminé aussi).
conte er. 1. Öykü, "hikâye (Les contes de
Maupassantsont très célèbres). 2. Masal (Contede
fées).
contemplateur, trice ad. Hayranlıkla seyreden,
bakan, seyre dalan,
contemplatif, ive s. Kendi iç dünyasına dalmayı
seven, kendi düş ve düşüncelerine dalmış, dalgın
(Un enfant contemplatif, un regard contemplatif).
contemplation diş. Seyretme, seyre dalma, seyir,
düş ve düşüncelere dalma (Il est resté en
contemplation devant la vitrine. La contemplation
du ciel, de la forêt, de la mer). § Se plonger dans la
contemplation: Düş ve düşüncelere dalmak, seyre
dalmak.
contemplativement bel. Dalgın dalgın, düşler
içinde, düşüncelere dalarak,
contempler gçl. Seyretmek, seyre dalmak, hayran
hayran bakmak (Contempler un spectacle, un
monument,
un paysage). § Se contempler:
Kendini hayranlıkla seyretmek (Narcisse se
contemplait dans l'eau).
contemporain, e s. 1. Çağdaş
(Littérature
contemporaine, art contemporain). 2. ad. Yaşıt (Il
est mon contemporain).
contemporanéité diş. 1. Çağdaşlık. 2. Yaşıtlık
contempteur, trice ad. Küçümseyici, hor görücü,

312
contention
pek aldırmayan (Les contempteurs de la morale).
c o n t e n a n c e ^ . 1. Sığa (Contenance d'une bouteille,
d'un tonneau). 2. Yüzölçümü, alan (Cette
propriété a une contenance de cinquante hectares).
3. Tavır, davranış (Il a toujours une contenance
aimable). § Faire bonne contenance: İyi
dayanmak, diretmek (Faire bonne contenance
devant l'ennemi). Perdre contenance: Sarsılmak,
soğukkanlılığını yitirmek, direnme gücünü
yitirmek.
contenant er. Kap, zarf (Le contenant et le contenu).
contenir gçl. 1. Kapsamak, içermek, içine almak
(Cette phrase contient une allusion à nos projets).
2. -si olmak; içinde... olmak. (Ce livre contient
plusieurs erreurs, ce dictionnaire contient trois
mille pages. Ma valise contient des vêtements de
voyage). 3. İçine almak, sığdırmak (Cette voiture
peut contenir sept personnes. La salle peut contenir
mille spectateurs). 4. Tutmak, durdurmak
( Contenir l'ennemi, les manifestants, la foule). 5.
Egemen olmak, tutmak, içine atmak, bastırmak
(Contenir sa colère, ses larmes, son émotion). § Se
contenir: Kendini tutmak, duygularına engel
olmak.

content, es. 1. Hoşnut, memnun (Il a l'air content.


Je suis très content). 2. Content de qch, de f. qch:
-den, -mekten memnun olmak (Elle est contente
des résultats, de sa décision. Je suis content de
quitter cette ville). § Content de soi: Kendini
beğenmiş. Avoir son content: Doymak, kanmak.
Avoir son content de qch: -e kanmak, doymak;
-den istediği kadanna erişmek (ila son content de
réputation).
contentement er. 1. Memnunluk, hoşnutluk. 2.
Sevinç, haz. 3. Doyum, doyurma, "tatmin (Le
contentement des sens, de ses désirs). §
Contentement de soi: Kendini beğenmişlik,
contenter gçl. 1. Memnun etmek, hoşnut bırakmak
(Contenter ses parents, ses amis). 2. Doyurmak,
gidermek, tatmin etmek (Contenter sa curiosité,
un besoin, un caprice, un désir). § Se contenter de
qch: 1. -ile yetinmek (lise contente d'un repas par
jour). 2. Se contenter de f. qch: -mekle yetinmek,
-mekle kalmak (Il se contente d'apprendre une
seule langue étrangère).
contentieux, euse s. 1. Dâvâlı, kavgalı, tartışmalı
(Une affaire contentieuse). 2. er. Uyuşmazlık (Un
contentieux administratif, commercial). 3. er. İş
kovuşturma acentası. 4. er. (Bir dairede) Hukuk
işleri şubesi ( Chef du contentieux).
contentif, ive s. İçinde tutan (Appareil contentif).
contention diş. 1. Tartışma. 2. Uzun çalışma, büyük
emek (Contention d'esprit). 3. İçinde, yerinde
313

contenu
tutma (Un appareil pour la contention des
fractures de la cuisse).
contenu, e s. 1. içindeki. 2. İçte tutulmuş,
zaptedilmiş, dışa vurulmamış (Colère contenue,
émotion contenue).
contenu er. 1. Kapsam, içerik, "muhteva (Le
contenud'unlivre, d'un testament, d'un terme). 2.
İçinde bulunan şey (Le contenu d'un camion, d'un
récipient).
conter gçl. 1. Anlatmak, dile getirmek (Conter un
événement en détail). 2. Bir bir söylemek, sayıp
dökmek (Allons, conte-moi tes malheurs). §
Conter fleurette à une femme: Bir kadına diller
dökmek, güzel ve tatlı sözler söylemek. En
conter, en conter de belles: Maval okumak; gülünç
şeyler, olmayacak şeyler anlatmak. En conter à
qn: Birini aldatmaya, kafese koymaya çalışmak.
S'en laisser conter: Aldanmak, kül yutmak,
contestables. Tartışma götürür, "itirazedilebilir (II
a des idées contestables. Cette théorie est
contestable).
contestation diş. 1. Tartışma, "itiraz, karşıcılık
(Cela peut donner lieu à des contestaions). 2.
Anlaşmazlık (Une constestation était née entre les
voisins sur les limites d'un morceau de terre). §
Etre, entrer en contestation avec qn: Biri ile
aralarında
anlaşmazlık
olmak,
biriyle
anlaşmazlığa düşmek,
conteste
Uyuşmazlık. § Sans conteste: İtirazsız,
hiç kuşku y ok ki (Il est, sans conteste, le plus grand
artiste du pays) .
contester gçl. 1. İtiraz etmek, kabul etmemek
(Contester la compétence d'un tribunal, la légalité
d'une décision). 2. Tartışmak; yadsımak
(Contester un fait, la justesse d'une nouvelle). 3.
Contester qch à qn: Birinin -sine itiraz etmek,
kabul etmemek (On lui conteste ce droit). 4. gsz.
Aksilik etmek, uyuşmaz davranmak, boşuna
tartışma çıkarmak,
conteur, euse ad. 1. Öykücü, "hikâyeci. 2. mec.
Maval okuyan, saçma sapan şeyler anlatan. 3.
Konuşan, bir şeyler anlatan (Un cercle d'auditeurs
attentifs s'était formé autour du conteur).
contexte er. 1. (Bir metinde) Sözün gelişi, sözün önü
arkası, "bağlam (Eclaircir un passage par le
contexte. Un mot rie prend son sens que dans le
contexte). 2. Toplu koşullar, genel durum (Le
contexte social, politique, économique). 3. huk.
Bir belgenin metni,
contexture diş. 1. (Eski) Kuruluş, yapı, düzenleniş
(Contexture d'un ouvrage). 2. Bağlama, bağlanış,
bağlantı.
contigu,ë s. 1. Bitişik

(Murs contigus,

jardins

continuel

contigus). 2. mec. Yakın, benzer, andırır (Des


idées contiguës). 3. Contigu à: -e bitişik (La salle à
manger est contiguë au salon).
contiguïté diş. 1. Bitişiklik. 2. mec. Yakınlık,
benzerlik.
continence diş. (Cinsel eğilimlerde) Kendini tutma,
continent, e s. 1. (Cinsel isteklerde) Kendini tutan,
"ne/sine egemen. 2. Sürekli (Fièvre continente,
cause continente).
continent er. 1. coğr. Anakara, "kıta. 2. (Britanya
adalarına göre) Avrupa. § L'ancien contient:
Asya, Avrupa, Afrika. Le nouveau continent:
Amerika kıtası.
Continental, e s. Anakaraya değgin, "anakarasal,
kıta ile ilgili, kıtasal,
contingence diş. 1. Olağanlık, olasılık. 2. fels.
Olumsallık. 3. ç. Olağan işler (Les contingences
de la vie quotidienne).
contingent, e s. 1. Olağan, önemsiz (Les faits
contingents delà vie). 2. fels. Olumsal (Evénement
contingent, chose contingente).
contingent er. 1. Bir alma yada verme işinde
saptanan pay, "saptanca. 2. Kendisine düşen şey,
katkı (Apporter son contingent à une œuvre
nationale). 3. ask. "Kura; bir yd içinde askere
alınan erlerin topu (Appel d'un contingent,
fournir un contingent).
contingentement er. l.Payayırma.paylaraayırma,
"saptancalama
(Contingentement
des
importations). 2. Kota (Marchandises soumises
au contingentement. Liste de contingentement).
contingenter
gçl.
1.
Paylara
ayırmak
"saptancalamak (Contingenter
un
produit
commercial).
2.
Kotaya
tabi
tutmak
(Contingenter les exportations).
continu, e s. Sürekli, kesiksiz, aralıksız
( Mouvement continu, courant continu, souffrance
continue). § A jet continu: tkz. Durmadan,
aralıksız olarak, habire (// dit des mensonges à jet
continu).
continuateur, trice ad. Sürdürücü, sürüp götürücü,
"devam ettirici (Les continuateurs des réformes
s'inspiraient des mêmes principes que les
promoteurs).
continuation diş. 1. Sürüp gitme, uzayıp gitme,
sürerlik, "devam (La continuation d'une amitié,
d'un régime. Les syndicats ont décidé la
continuation de la grève). 2. Uzantı, ek. § En
continuation: huk. Görülmekte olan (Affaire en
continuation: Görülmekte olan dâva).
continuel, le s. Sürekli, ardı arkası kesilmeyen (Il
fait des efforts continuels). § Etre en continuel
devenir: Sürekli oluşum halinde olmak.
continuellement

314

contraindre

continuellement bel. Sürekli olarak, durmadan,


aralık vermeden, ardı arkası kesilmeksizin.
continuer gçl. 1. Sürüp götürmek, sürdürmek,
°devam ettirmek (Continuer une tradition). 2.
Sürdürmek, *devam etmek (Continuer ses
études). 3. Uzatmak, °devamettirmek (Continuer
une ligne, une route, une droite). 4. Continuer qn
dans qch: Birini -de tutmak, görevine devam
ettirmek (On le continue encore dans son poste,
dans son commandement). 5 .gsz. Sürüp gitmek,
sürmek, devam etmek (La guerre continue). 6.
gsz. Uzayıp gitmek (Ces montagnes continuent
jusqu'à la mer). 7. Continuer à f. qch. de f. qch:
-meye devam etmek (Il continue à travailler, de
parler). § Se continuer: Uzayıp gitmek, devam
etmek (La propriété se continue par une vaste
forêt).

büzmek (Le froid contracte le corps. Contracter les


muscles). 3. Edinmek (Contracter une habitude,
une manie, un vice). 4. Tutulmak yakalanmak,
uğramak (Contracter une maladie, un rhume). §
Contracter par-devant notaire: Noter önünde
üstlenmek, "taahhüt etmek. Contracter des
obligations envers qn: Birine karşı minnet
yüklenmek, minnet altına girmek. § Se
contracter:
1. Kasılmak,
büzülmek.
2.
Sözleşmeye bağlanılmak. 3. Edinilmek,
contractif, ive s. Kasıcı, büzücü,
contractiles. Kasılabilir, kasılır, büzülebilir.
contraction diş. 1. Kasılma, büzülme (Contraction
des muscles, du cœur). 2. dilb. Kaynaşma,
*derilme, iki hecenin bir hece haline gelmesi,
contractuel, le s. Sözleşmeli, sözleşmeye dayalı,
"akdî.

continuité diş. Süreklilik, sürerlik, devamlılık


(Assurer la continuité d'une entreprise, d'une
tradition). § Solution de continuité: Arası kesilme,
ara kesikliği,
continûment bel. Sürekli olarak, durmamacasına,
ara vermeden,
contondant, e s. Bereleyici, dövücü (Arme
contondante).
contorsion diş. 1. (Organları) Burkma (Les
contorsions
d'un acrobate). 2. (Organlar)
Burkulma. 3. Yüz buruşturma (Les contorsions
d'un employé obséquieux).
contour er. 1. Çevre, dolay, sınır (Contour d'une
table, d'un tapis, d'une forêt. Tracer les contours
d'une figure). 2. (Resimde) Çevre çizgisi,
contourner gçl. 1. (Bir şeyin) Çevresini çizmek. 2.
Çevresini dolaşmak (Le fleuve qui contourne une
colline). 3. Çevirmek, sarmak
(Contourner
l'ennemi). 4. -in kaçamak yolunu bulmak
(Contourner une loi, une difficulté).
contraceptif, ive 5.1. Doğum önleyici, gebeliği
önleyici (Produits
contraceptifs,
méthodes
contraceptives). 2. er. Gebelik önleyici ilâç
(Prendre un contraceptif).
contraception diş. Doğumu önleme, gebeliği

contracture
Kasılma (Contracture hystérique).
contracturer gçl. Kasmak,
contradicteur er. İtirazcı, karşı çıkıcı.
contradiction diş. 1. İtiraz, karşı çıkma. 2. Çelişme,
çelişki (Les contradictions internes d'un système).
3. Uyuşmazlık, uymazlık, tutmazlık (Je vois une
grande contradiction entre tes principes et tes actes.
On relève des contradictions dans la déclaration
des témoins). § Esprit de contradiction: 1. İtiraz
huyu, itiraz merakı. 2. İtiraz meraklısı. Etre en
contradiction avec: -ile çelişmek, birbirini
tutmamak (Ses actes sont en contradiction avec ses
paroles).
contradictoire s. 1. Çelişmeli, çelişik, birbirini
tutmaz
(Idées
contradictoires,
paroles,
contradictoires). 2. Tartışmalı (Réunionpolitique
contradictoire). 3 .er. ç. Çelişmeli sesler. 4. s. huk.
Vicahi. § Jugement contradictoire: Yüzleştirerek
yapılan yargılama; "vicahî yargılama,
contradictoirement bel. huk. Vicahen (Qu'il soit
jugé contradictoirement).
contraignable s. Zorlanabilir,
contraignant, e s. Zorlayın, sıkıştırıcı (Nécessité
contraignante).
contraindre gç/. 1. Engellemek, bastırmak, tutmak
(Contraindre ses passions, ses tendances). 2.
Zorlamak (Décide librement, je ne veux pas te
contraindre). 3. Contraindre qn à qch: Birini -e
zorlamak (La maladie le contraint au repos.
Personne ne t'a contraint à cette démarche). 4.
Contraindre à f. qch, de f. qch: -meye zorlamak,
-mek zorunda bırakmak (Les circonstances l'ont
contraint de faire cela. C'est lui qui m'a contraint à
agir ainsi). 5. Etre contraint de f. qch: -meye
zorlanmak, -mek zorunda kalmak. § Se
contraindre: 1. Zorlanmak, kendini zorlamak 2.

önleme (Méthodes de contraception).


contractant, e s. ve ad. Sözleşme yapan, sözleşen;
antlaşma yapan, antlaşan, °âkid (Les parties
contractantes d'un traité).
contracté, e s. 1. Kasılmış, büzülmüş (Muscles
contractés, traits contractés).
2. Kaynaşıp
kısalmış, derilmiş, kaynaşmış (Article contracté).
contracter gçl. 1. (Sözleşme, antlaşma) Yapmak,
"akdetmek (Contracter un mariage, une alliance).
2. Sözleşmeyle üstüne almak (Contracter une
dette, un engagement, une assurance). 3. Kasmak,
contraint
Se contrainder à f. qch: Kendini -meye zorlamak,
-mek zorunda kalmak (ilse contraint à se lever très
tôt).
contraint, es. 1. Zorla, zoraki, zorlama (Unsourire
contraint). 2. Rahatsız, sıkıntılı
(L'enfant
coupable avait l'air contraint). § Contraint et
forcé: Zor altmda, zorla (J'ai signé ce papier
contraint et forcé).
contraintediş. 1. Zorlama, baskı, °zecir (Vivre dans
une contrainte perpétuelle. Agir par la contrainte.
Contrainte administrative). 2. Tutukluluk. 3.
Rahatsızlık, sıkılma, çekingenlik (Il pleura sans
aucune contrainte, nihonte. Sur son visage on lisait
un air de contrainte). 4. mec. Güçlük, engel, ayak
bağı. § Contrainte par corps: Borç için tutuklama.
Sous la contrainte: Baskı altmda, zorla (Il n'a cédé
que sous la contrainte).
contraires. 1. Karşıt, zıt (Des opinions contraires).
2. Ters, aksi, aykırı (Unmouvementcontraire,
les
vents contraires). 3. Contraire à: -e zararh,
yaramaz (Un aliment contraire à la santé. Le vin lui
est contraire). 4. Contraire à: -e aykırı (Cette
décision est contraire au règlement. Cela est
contraire à la raison, àlamorale). S.er. (Bir şeyin)
Tersi, karşıtı (Il fait le contraire de ce qu'il dit. Le
blanc est le contraire du noir). § Au contraire, bien
au contraire, tout au contraire: Tersine, tam
tersine (Il ne paraissait pas triste, au contraire, il
riait aux éclats). Au contraire de: -in tersine (Il
écoutait la conférence avec attention, au contraire
de son voisin qui bâillait sans cesse).
contrairement bel. Tersine. § Contrairement à: -in
tersine, -aykırı olarak (Ilpleut contrairement aux
prévision
de la météorologie.
Tu agis
contrairement à tes décisions).
contralto er. müz. Kontralto,
contrariant, e s. 1. İtirazcı, aksi, ters (Un homme
contrariant; il a une humeur contrariante). 2. Can
sıkıcı (Unepluie contrariante).
contrarier gçl. 1. Bozmak (J'ai contrarié tous ses
projets).
2. Engellemek (Contrarier
les
mouvements de l'ennemi. La tempête contrarie la
marche du navire). 3. Kızdırmak, canını sıkmak
(Il cherche à me contrarier. Cette histoire le
contrarie un peu). 4. Birbirinin karşıtı olarak
kullanmak, karşıtlandırmak (Contrarier les
couleurs).
contrariété diş. 1. Karşıtlık (Contrariété des
couleurs). 2. Kızgınlık, hoşnutsuzluk (Ilcachaitsa
contrariété sous un air indifférent). 3. Engel,
terslik, aksilik,
contraste er. Karşıtlık, aykırılık (Contraste d'idée,
desentiments, de couleurs). §Encontrasteavec:l.

315

contre-accusation
-in tersine, -e karşıt olarak, -e aykırı olarak (En
contraste avec l'agitation de la ville, la campagne
nous offre le calme). 2. -ile çelişik (Ses actes sont en
contraste avec ses idées).
contraster gçl. 1. Karşıtlıklar kullanarak daha bir
kabartılı, ilginç kılmak (Il sait contraster son
sujet). 2. gsz. Birbirine karşıt olmak, karşıtlaşmak
(Ces deux couleurs contrastent violemment). 3.
Contraster avec: -ile aralarında karşıtlık olmak,
çelişmek, -in tam tersi olmak (Sa prudence
contraste avec ton courage. Votre gentillese
contraste avec la brutalité du voisin).
contrat er. Sözleşme, kontrat (Contrat de mariage,
de travail). § Réaliser, remplir son contrat:
Verdiği sözü yerine getirmek; kendisinden
bekleneni vermek,
contravention diş. Yasaya aykırı davranış, yasaya
aykırı davranma, ufak suç; bu türlü suçlar için
verilen para cezası,
contre e. i/g. 1. -e doğru (Pousser la chaise contre le
mur. Serrer son enfant contre sa poitrine. Lancer
une pierre contre la vitre). 2. -e karşı, -in üzerine
(Marcher contre l'ennemi). 3. Yanında, çok
yakınında (Sa maison est contre la mienne). 4.
İçin, -e karşı (Remède contre la grippe, sirop
contre la toux). S. Karşı (Se battre contre les
préjugés. La lutte contre la tuberculose). 6.
Karşılığında (Il m'offre une grande somme contre
l'abandon de tous mes droits). 7. Aykırı olarak, -in
tersine (Il agit quelquefois contre son habitude). 8.
Karşın, "rağmen (Contre toute apparence, c'est lui
qui a raison). 9. bel. Karşı (Prenez la rampe,
appuyez-vous contre). 10. er. Aleyhte olan şey,
aleyh (Le pour et le contre. Il y a le pour et le
contre). § Contre vents et marées: Tüm engellere
karşın. Contre remboursement: Ödemeli olarak
(Envoyer un colis contre remboursement). Envers
et contre tout (tous): Her şey ve herkese karşın.
Par contre: Buna karşılık, oysa (Il est intelligent,
par contre, sa femme est très bête). Avoir qch
contre: -e bir itirazı, diyeceği olmak (Avez-vous
quelque chose contre cela, je n'ai rien contre lui).
Avoir qn contre soi: Birini aleyhine çevirmek (ila
tout le monde contre lui). Etre contre: -e karşı
olmak, muhalif olmak (Je suis contre ses idées,
contre lui). Faire contre mauvaise fortune bon
cœur: "Mihneti kendine zevk etmek, acıyı bal
eylemek. Peser le pour et le contre: İşin lehte ve
aleyhte olan yanlannı ölçüp biçmek, iyice
düşünmek. Se dresser contre: -in karşısına
dikilmek, -e karşı çıkmak. Voter contre: -in
aleyhinde oy vermek,
contre-accusation diş. Karşı suçlama.
contre-allée
contre-allée diş. Yan yol, ara sokak (Il a garé sa
voiture dans la contre-allée).
contre-amiral er. Tuğamiral,
contre-appel er. ask. İkinci yoklama,
contre-assurance diş. Bir sigortanın rizikosunu
paylaşan ikinci sigorta, tekrarlı sigorta,
contre-attaque diş. Karşı saldırı. § Passer a la
contre-attaque: Karşı saldırıya geçmek,
contre-avis er. İlkine aykırı oy, birincisine aykırı
kanı; karşı düşünce,
contrebalancer gçl. Denk gelmek, karşılamak (Les
avantages contrebalancent les inconvénients). §
S'en contrebalancer: Vız gelmek, umurunda bile
olmamak (Ton amour, je m'en contrebalance).
contrebande diş. 1. Kaçakçılık. 2. Kaçak eşya
(Navire chargé de contrebande. Vendre, acheter
de la contrebande). § De contrebande: Kaçak
(Marchandise de contrebande). En contrebande:
Kaçak olarak (lia passé du tabac en contrebande).
Faire la contrebande de: -kaçakçılığı yapmak (Il
fait la contrebande des armes, du tabac, du thé).
contrebandier, ère s. ve ad. Kaçakçı,
contrebas bel. Aşağıda, aşağıya doğru. En
contrebas: Aşağıda, altta kalan (Une route en
contrebas).
contrebasse diş. müz. 1. Kontrbas. 2. Kontrbas
çalan, kontrbasçı,
contrebassiste ad. Kontrbas çalan, kontrbasçı,
contrebatterie diş. 1. Karşı batarya. 2. mec. Düzene
karşı düzen.
contrebattregç/. (Topla) Karşılık ateşiaçmak, karşı
ateşle dövmek,
contrebuter gçl. Payanda vurmak,
contrecarrer gçl. Karşı durmak, karşı koymak,
engel olmak (Contrecarrer un projet, un plan, une
action).
contrechamp er. (Sinemacılıkta) Karşı açı.
contrecœur (à) bel. İstemeyerek, istemeye istemeye
(J'ai fait cela à contrecœur; il a accepté votre
proposition à contrecœur).
contrecoup er. 1. Geri tepiş, geri tepme (Le
contrecoup d'une balle). 2. Sonuç (Les dures
années d'occupation ont été le contrecoup de la
défaite militaire). 3. Tepki, etki, yankı (Toute
révolution politique a son contrecoup dans l'art). §
Par contrecoup: Dolayısıyla,
contre-courant er. Ters akıntı, anafor. § A contrecourant: Akıntıya karşı
(Naviguer, nager à contrecourant).% A contre-courant de: -in tersine, -e
aykırı olarak (Il poursuit ses recherches à contrecourant de l'opinion commune).
contredanse diş. Kadrilin eski adı ve bunun havası,
contre-déclaration diş. İlkine aykın bildiri, karşı

316

contrefoutre
bildiri.
contredire gçl. 1. Tersini söylemek, tersini
göstermek (Les événements ont contredit nos
prévisions). 2. Karşı olmak, karşı durmak
(Contredire une déclaration). § Se contredire:
Sözleri birbirini tutmamak, çelişme halinde
olmak, çelişkiler içinde olmak (ilse contredit sans
cesse dans ses explications).
contredit er. (Hasmın sözlerine) Karşılık. § Sans
contredit: Kuşkusuz, itiraz götürmez ki, hiç kuşku
yok (Il est, sans contredit, le meilleur).
contrée diş. Ülke;'Bölge, çevre, yöre.
contre-écrou er. Cıvata üstüne cıvata, katma cıvata.
contre-enquête diş. Karşı soruşturma, ikinci
soruşturma,
contre-épaulette diş. Saçaksız apolet,
contre-épreuve diş.
Bir oylamada "kabul
etmeyenler"in saptanması,
contre-espionnage er. 1. Karşı casusluk (Faire du
contre-espionnage). 2. Karşı casusluk örgütü,
contre-expertise diş. Bilirkişi keşfini denetleyen
keşif, karşı keşif, ikinci keşif. Bilirkişi raporu
üzerine verilen rapor, ikinci rapor,
contrefaçon diş. 1. (Bir şeyin) Taklidini yapma,
benzerini yapma, düzmecesini yapma (La
contrefaçon d'un produit, d'une monnaie). 2. Bir
şeyin düzmesi, "sahte, "kalp, "taklit,
contrefacteur er. Sahte şeyler yapan, düzmeci.
contrefaction diş. Düzmecilik, sahtecilik,
contrefaire gçl. 1. Düzmesini, sahtesini yapmak
(Contrefaire une monnaie, un produit). 2. Taklit
etmek (Contrefaire une signature). 3. Yalancıktan
öyleşmiş gibi yapmak; -liğe vurmak (Contrefaire
la maladie, la folie). 4. Değiştirmek, başka bir
biçim vermek (Contrefaire sa voix, son écriture).
S. Yansılamak, gülünçleştirerek taklit etmek (Un
élève qui contrefait son professeur).
6.
Öykünmek, taklit etmek (Il contrefait ses
camarades). § Se contrefaire: 1. Düzme olarak
yapılmak, taklidi çıkmak. 2. Kendini olduğundan
başka türlü göstermek,
contrefait, es. 1. Düzme, düzmece, sahte, taklit. 2.
Biçimi bozuk, eciş bücüş,
contre-fenêtre diş. İki kat kanatlı pencerede ikinci
kanat.
contrefıcher (se) gsz. hlk. Vız gelip tırıs gitmek,
umurunda bile olmamak (Je m'en contrefiche).
contrefil er. Akıntının ters yönü. § A contrefit:
Akıntıya karşı, tersine, ters yöne.
contrefort er. 1. (Yapılarda) Pekitme ayağı,
"payanda. 2. (Ayakkabıda) Topuk köselesi, 3.
Dağ kolu (Les contreforts des Alpes).
contrefoutre (se) gsz. hlk. Vız gelip tins gitmek,
contre-haut
umurunda bile olmamak (Je m'en contrefous).
contre-haut (en) M . Yukarıya, yukarıda (Regarder
en contre-haut. Un jardin avec une terrasse en
contre-haut). En contre-haut de: -in yukansinda,
üst tarafında ( Château en contre-haut de la route).
contre-indication diş. Hekimlikçe gereken tedbirin
uygulanmasını engelleyen durum, engelli durum
(Les contre-indications d'un traitement, d'un
médicament).
contre-indiqué, e s. Sayrıdaki engelleyici durum
dolayısıyla
verilemeyen,
sakıncalı,
uygulanmayan (Remède, traitement contreindiqué).
contre-indiquer gçl. Salık vermemek, tehlikeli
bulmak (Contre-indiquer
un remède,
un
traitement).
contre-jour er. Önden ışık (Il est gêné par le contrejour). 2. (Sinemacılıkta)
Geriden ışık. 3. Ters
ışıklı yer (Placer un tableau dans le contre-jour). §
A contre-jour: Arkasını ışığa vererek, ışığı arkaya
alarak.
contre-lettre diş. Bir sözleşmeyi geçersiz kılan ikinci
bir gizli sözleşme,
contremaître er. 1. Ustabaşı, işçi başı. 2. (Eskiden)
İkinci lostromo,
contremander gçl. Geri almak, yapılmamasını
istemek (Contremander un ordre).
contre-manifestant,e ad. Karşı gösterici, karşı
gösteri yapan,
contre-manifestation diş. Karşı gösteri,
contre-manifester gsz. Karşı gösteri yapmak,
contremarche diş. 1. İlkine ters yürüyüş. 2.
(Merdivende) Basamak aynası,
contremarque diş. 1. İkinci damga. 2. (Tiyatroda,
tekrar dönmek üzere çıkanlara verilen) Dönüş
bileti.
contre-mesure diş. Karşı önlem (Prendre des
contre-mesures) A contre-mesure: 1. müz. Ölçüye
uymadan (Jouer à contre-mesure). 2. Yersiz,
olmayacak zamanda,
contre-mine^, l.ask. Karşı lâğım. 2. mec. Düzene
karşı düzen.
contre-miner gçl. 1. ask. Karşı lâğım yapmak
(Contre-miner les abords d'une ligne fortifée). 2.
mec. Karşı düzen yapmak,
contre-mur er. Pekiştirme duvarı, küçük payanda,
contre-ordre er. (Birincisine aykırı) İkinci buyruk,
contrepartie diş. 1. Denetleme defteri. 2. müz.
Karşılık parçası. 3. Karşılık (Obtenir la
contrepartie financière de la perte du temps subie.
C'est un métier pénible, mais il a pour contrepartie
la longueur des vacances). 4. (Bir şeyin) Tersi,
karşıtı (Il soutient la contrepartie de mon opinion).

317
contre-saison

§ En contrepartie: Buna karşılık (On vous laisse


toute initiative, mais en contrepartie, vous êtes
responsable du résultat).
contre-pas er. ask. (Ayak değiştirirken atılan)
Yarım adım.
contre-passation
diş.
(Muhasebede)
Kayıt
yanlışlarım düzeltme,
contre-passer gçl. Kayıt yanlışlarını düzeltmek,
contre-pied er. 1. (Av köpekleri için) İzin tersine
gitme. 2. (Bir şeyin) Tersi, zıddı (Sa théorie est le
contre-pied de la vôtre). § A contre-pied: Tersine.
Prendre le contre-pied de: -in tersini savunmak,
söylemek, yapmak (Prendre le contre-pied d'une
idée, d'une attitude).
contre-placage er. Kontrplak yapma,
contre-plaqué er. Kontrplak,
contreplaquer gçl. Kontrplak yapmak,
contre-plongée diş. (Sinemacılıkta) Alttan görüş,
contrepoids er 1. Denkleştirme ağırlığı, karşı
ağırlık. 2. mec. Karşılık, karşı güç 3. Cambaz
terazisi, § Faire contrepoids: Denge sağlamak,
dengelemek (Ilportait une valise de chaque main
pour faire contrepoids).
contre-poil er. Tüylerin yattığı yönün tersi, hav
tersi. § Acontre-poil: Tersine, ters yöne (Caresser
un chat à contre-poil).
contrepoint er. müz. 1. Kontrpuan; çeşitli ezgileri
birbirine uydurma sanatı. 2. Bu yolla düzenlenen
beste.
contre-pointer gçl. Kumaşın birkaç katım üst üste
dikmek.
contrepoison er. 1. Panzehir (Administrer
un
contrepoison). 2. mec. Çare, karşı tedbir, önlem
(Chercher un contrepoison à une doctrine
subversive).
contre-police diş. Polis örgütlerim denetleyen gizli
örgüt.
contre-porte diş. İç kapı.
contre-projet, contreprojet er. Karşı tasarı (Ils ont
proposé un contreprojet).
contre-propagande diş. Karşı propaganda,
contreproposition diş. Karşı önerme, karşı öneri,
contrepublicité diş. 1. Karşı yayın (Corriger la
publicité à la télévision par une contrepublicité). 2.
Karşı reklam, aleyhte reklam (Cette affiche leur
fait de la contrepublicité).
contrer gsz. 1. (İskambilde) Kontr çekmek. 2. gçl.
hlk. Karşı koymak, karşı çıkmak,
contre-rail er. Koşma ray.
contre-révolution diş. Karşı devrim,
contre-révolutionnaires, ve ad. Karşı devrimci,
contre-saison diş. Mevsim dışı çiçek. § A contresaison: Mevsim dışında, mevsimsiz.
contre-sceau
contre-sceau er. Büyük mührün yanına basılan
küçük mühür,
contreseing er. Yan imza. tik imzanın geçerliğini
doğrulayan ikinci imza.
contresens er. 1. Ters yön, ters yan (Le contresens
d'une étoffe). 2. Yanlış yorum. 3. Karşıt anlam,
ters anlam (Il y a un contrensens dans cette
traduction). § A contresens: Tersine (Interpréter à
contresens).
contresignataire s. ve ad. Yan imzayı atan.
contresigner gçl. Yana imza atmak,
contretemps er. Beklenmedik terslik, engel, aksilik
(Un fâcheux contretemps nous a retardés). § A
contretemps: Zamansız, mevsimsiz, yersiz,
olmayacak bir zamanda (Arriver à contretemps).
A temps et à contretemps: Yerliyersiz,olurolmaz.
contre-terrorisme er. Terörizme karşı mücadele,
contre-terroriste s. ve ad. Terörizme karşı;
terörizme karşı mücadele eden.
contre-torpilleur er. Torpido avcısı,°muhrip.
contre-valeur diş. Değer karşılığı,
contrevallation diş. ask. Kuşatma hendeği,
contrevenant, es. vead. (Yasa ve kurallara) Aykırı
davranan, aykırı hareket eden (Les contrevenants
seront punis de prison).
contrevenir gsz. 1. Aykırı hareket etmek. 2.
Contrevenir à qch: -e aykırı davranmak, aykırı
hareket etmek (Contrevenir à une loi, à un
règlement).
contre-visite diş. Bir yoklamanın sonuçlarını
denetleyen yoklama,
contre-voie (à) bel. Ters yoldan (Descendre à
contre-voie).
contribuable s. ve ad. Vergi yükümlüsü, vergi
"mükellefi.
contribuer gsz. 1. Contribuer à qch: -e yardım
etmek, katkıda bulunmak (Tous les habitants delà
ville peuvent contribuer à son développement). 2.
Contribuer à f. qch: -meye yardım etmek, -mekte
katkısı olmak,
contributif, ive s. Vergiyle ilgili, salmaya değgin,
contribution diş. 1. Vergi, "resim (Percevoir une
contribution.
Payer
des
contributions.
Contribution directe, contribution indirecte). 2.
Yardım, katkı (Sa contribution à la science est très
grande). § Apporter sa contribution à qch: -e
katkıda bulunmak. Mettre à contribution qn: -den
yararlanmak, hizmetinden yararlanmak (On ne
tardera pas à vous mettre à contribution).
contristant, e s. Üzücü, can sıkıcı,
contrister gçl. Üzmek, canını sıkmak,
contrit, e s. 1. Pişman, "tövbekâr, günahlarından
pişmanlık duymuş. 2. Üzgün, perişan (Il avait un

318
contusionner
air contrit. Un cœur contrit).
contrition diş. 1. Pişmanlık, tövbekârlık. 2. Vicdan
azabı, * bulunç ezinci.
contrôlable s. 1. Denetlenebilir. 2. Gemlenebilir,
önlenebilir.
contrôle er. 1. Denet, denetleme ( Contrôle des prix,
contrôle des billets, contrôle administratif). 2.
Denetleme dairesi. 3. (Altın ve gümüş eşyaya
vurulan) Denet damgası. 4. ask. Yoklama. 5.
Egemen olma, tutma (Malgré le verglas, il a gardé
le contrôle de sa voiture). § Le contrôle de soimême: Kendini tutma, kendine egemen
olma,
"nefse hakimiyet (La colère lui a fait perdre le
contrôle de lui-même).
contrôler gçl. 1. Denetlemek (Contrôler les
comptes, des billets de théâtre). 2. Egemenolmak,
tutmak (Contrôler ses nerfs). 3. (Altın ya da
gümüş eşyaya) Damga vurmak. 4. mec. "Sansür
etmek,
*sıkıdenetimlemek.
5. Denetimi,
egemenliği altında bulundurmak (Notre armée
contrôle toute la région).
contrôleur, euse ad. 1. Denetçi (Contrôleur des
finances, des contributions, des chemins de fer,
d'autobus). 2. Denetleme aygıtı (Contrôleur de
vitesse, démarche). 3. "Sansürcü, *sıkıdenetimci.
contrordre er. Bir buyruğun geri alınması, ilkini
geçersiz kılan ikinci bir buyruk, karşı buyruk (Je
viendrai demain, sauf contrordre).
controuvé, es. Uydurma,yakıştırma (Unenouvelle
controuvée).
controversable s. Tartışılabilir, tartışma götürür
(Son opinion est controversable).
controverse diş. Tartışma, bilimsel ve özellikle
dinsel tartışma; ihtilâf (Le sens de cette phrase a
suscité de nombreuses controverses entre les
commentateurs).
controversé, es. "thtilâflı, tartışmalı (Un bien
controversé. Une théorie controversée).
controverser gçl. 1. Tartışma konusu yapmak. 2.
Tartışmak (Controverser une doctrine, un
dogme).
controversiste ad. Tartışmacı,
contumace diş. 1. Mahkemeye çıkmaktan kaçınma,
"gıyap. 2. s. ve ad. Mahkemeye çıkmaktan
kaçınan, "gıyaplı. § Par contumace: "Gıyaben.
Condamner par contumace: Gıyaben mahkûm
etmek. Procéder par contumace: Gıyabi
yargılamak. Purger sa contumace: Mahkemeye
çıkıp gıyabi hükmü kaldırtmak,
contus, es. Bereli, ezik.
contusion diş. Bere, ezik.
contusionner gçl. Berelemek, ezmek, ezik yapmak
(Un accident qui contusionne la jambe).
conurbation

319

conurbation diş. Kent birleşmesi. Ayn kentlerin


genişleyerek birbirleriyle birleşmeleri ve bir tek
büyükkent içinde kaynaşmaları,
convaincant, e s. İnandırıcı, kandırıcı, "ikna edici
( Ces arguments ne sont pas convaincants).
convaincre gçl. 1. İnandırmak, kandırmak, "ikna
etmek (Votre raisonnement
ne m'a pas
convaincu). 2. Convaincre qn de qch: Birini -e
inandırmak, aklını yatırmak (Il cherchait à nous
convaincre des avantages de sa méthode). 3.
Convaincre qn de f. qch: Birini -meye inandırmak
(Il m'a convaincu de démissionner). § Se
convaincre de qch: -e iyice inanmak, güven
getirmek.
convaincu, e s. 1. Kanmış, inanmış, kesin kanıya
varmış (En êtes-vous convaincu?). 2. Güvenli (Il
parlait sur un ton convaincu). 3. Etre convaincu de
qch: -si ortaya çıkmak, belli olmak (L'accuséa été
convaincu de participation au meurtre. Il a été
convaincu de mensonge: Yalanı ortaya çıktı). 4.
Etre convaincu de qch, de f. qch: -e inanmış,
-meye inanmış olmak (Il est convaincu de son
innocence. Tu es convaincu de ne pas te tromper).
convalescence diş. "Nekahet. § Etre en
convalescence: Nekâhet döneminde olmak.
Entrer en convalescence: Nekâhet dönemine
girmek.
convalescent, es. vead. Nekâhet halinde olan (Elle
est encore convalescente. Un convalescent).
convenable s. 1. Uygun, elverişli (J'ai choisi le
moment convenable). 2. Yerinde, normal,
gereken, yakışık alan (Une réponse convenable).
3. Yeterli, yetişen, "kâfi (Un salaire à peine
convenable). 4. Dürüst, temiz, doğru dürüst (Une
tenue conveanable, des manières convenables). 5.
Eksiksiz, kusursuz, doğru dürüst (Un homme
convenable). 6. Convenable à qch, pour qch: -e
uygun, elverişli (Un roman convenable à des
adolescents.
Un endroit convenable pour la
pêche).
convenablement bel. 1. Uygun bir biçimde, yerinde
olarak, yaraşık aldığı biçimde, gerektiği gibi (II
agit convenablement). 2. Yetecek biçimde, usa
uygun gelen bir şekilde, normal (Il est payé
convenablement). 3. Doğru dürüst, temiz bir
biçimde (Il est pauvre, mais il est toujours vêtu
convenablement).
convenance diş. 1. Yakınlık, tutarlık, uyuşum,
uyuşma (Convenance de caractère, d'humeur, de
goût). 2. Uygunluk, yerindelik, yakışırlık (Un
style remarquable par la convenance des termes).
3. Beğeni, "zevk (On n'a pas consulté nos
convenances), 4. ç. "Muaşeret adabı, görgü
convergence
kuralları, edep gerekleri (Observer, respecter les
convenances. Braver, blesser les convenances). §
A la convenance de: -in beğenisine uygun, zevkine
göre (J'ai trouvé une villa à ma convenance).
convenant, e s. Uygun, elverişli, yaraşık,
convenir gsz. 1. Convenir à: -e uygun olmak,
elverişli olmak (Cette date ne lui convient pas.
Ce prix convient à toutes les bourses). 2. İşine
gelmek, hesabına gelmek (Cela ne leur convient
pas). 3. Convenir de qch: -kabul etmek,
üzerinde anlaşmak, saptamak, kararlaştırmak
(Convenir d'un prix, d'un rendez-vous. Il a
convenu de son tort). 4. Convenir de f. qch:
-meyi kararlaştırmak,
-mekte
anlaşmak,
uyuşmak (Ils ont convenu de partir ensemble). §
Il convient de f. qch: -mek uygun olur, yerinde
olur, gerekir (Il convient d'être prudent pour
éviter de graves inconvénients).
Comme
convenu: Önceden kararlaştırıldığı gibi (Je te
rejoindrai demain, comme convenu).
convention diş. 1. Uzlaşım. 2. Sözleşme (Une
convention a été signée entre les représentants du
patronat et ceux des syndicats). 3. Antlaşma,
anlaşma (Convention militaire,
commerciale,
internationale). 4. ç. Sözleşme yada anlaşma
maddeleri, hükümleri (Ceci n'est pas dans les
conventions). 5. Konvansiyon, Fransada 17921795 yıllarında Kurucu Meclis. 6.
Amerikada,
siyasal partilerin, başkan adayım seçmek üzere
topladıktan
kurultay
(La
convention
démocrate). § Convention collective de travail:
Toplu

sözleşmesi.
De
convention:
Kendiliğinden kararlaşmış, kabul edilmiş,
benimsenmiş (Un langage de convention. Sur
cette carte, les forêts sont, de convention,
représentées en vert).
conventionnalisme er. fels. Uzlaşımcılık.
conventionnel, le s. 1. Uzlaşımsal
(Langage
conventionnel,
clause conventionnelle).
2.
Saymaca, itibarî (Valeur conventionnelle d'une
monnaie). 3. Klasik (Armes
conventionnelles).
4. er. tar. Konvansiyon üyesi,
conventuel, le s.
Manastıra
değgin
(Vie
conventuelle).
convenu, e s. 1. Üzerinde anlaşmaya vanlmış,
kararlıştırılmış, benimsenmiş (Mot
convenu,
prix convenu). 2. er. Yapmacık, alışılmış,
bayağı, bayağılık (Cet auteur ne supporte pas le
convenu).
convergence diş. 1. Birlikte aynı yöne yönelme,
yöneşme (La convergence de deux lignes). 2.
Birlik,
ortaklık
(Convergence
de
vue,
convergences des intérêts). 3. fiz. Yakınsama. 4.
convergent
mec. Amaç birliği,
convergent, es. 1. Birlikte aynı yöne yönelen,
yöneşen (Lignes convergentes).
2. Ortak,
benzer
(Opinions
convergentes,
efforts
convergents,
résultats convergents). 3. fiz.
Yakınsak (Lentille convergente).
converger
gsz.
1. Benzeşmek,
birbirine
yaklaşmak (Vos théories convergent).
2.
Converger vers: -e doğru yönelmek (Nos
pensées convergent vers la même conclusion). 3.
Converger sur: -in üzerinde toplanmak, -e
çevrilmek (Les regards convergèrent sur lui).
convers, e s. Manastır hizmeti gören (Frère
convers, sœur converse).
conversation diş. 1. Konuşma (Conversation entre
deux
personnes.
Conversation
familière.
Conversation courante: Günlük konuşma).
2.
Görüşme (Conversation secrète, diplomatique).
3. Konuşma, konuşma biçimi (Sa conversation
était plate et fade). § Avoir de la conversation:
Lafı bol olmak, ağzı söz yapmak. Détourner la
conversation:
Sözü
çevirmek,
konuyu
değiştirmek. Engager la conversation avec qn:
Biriyle konuşmaya, çene çalmaya başlamak,
converse s. ve diş. mant. Evrişik,
converser gsz. 1. Konuşmak, görüşmek
(Ils
conversaient familièrement). 2. Converser avec:
-ile konuşmak, çene çalmak, görüşmek (II
aimait converser avec les vieillards).
conversion diş. 1. Biçim yada durum değiştirme,
dönüşme (La conversion des métaux en or). 2.
Yön değiştirme, girme, katılma, benimseme
(Conversion à une doctrine, au libéralisme). 3.
Çevirme, dönüştürme
(Conversion
d'une
somme d'argent liquide en valeurs). 4. (Bir
bağıtı) Başka bir bağıtla değiştirme (Conversion
d'un titre à court terme en titre à long terme). S.
Din değiştirme (Depuis sa conversion au
catholicisme, il mène une vie plus rangée). 6.
mant. Evirme,
converti, e ad. 1. Dinini değiştirmiş, dönme. 2.
Kanış yada parti değiştiren kimse. § Prêcher un
converti:
Zaten
inanmış
bir
kimseyi
inandırmaya çalışmak,
convertibilité diş. Değiştirilebilirlik, başka bir
şeye
çevirilebilirlik
(Convertibilité
des
monnaies).
convertible s. 1. Değiştirilebilir; -e çevrilebilir
(Monnaie convertible. L'eau est convertible en
vapeur). 2. mant. Evrilir, evrilebilir.
convertir gçl. 1. Convertir qn à qch: Birini -e
inandırmak, -yoluna sokmak (Convertir un
chrétien à l'islam, un sceptique à la foi. Convertir

320

convoquer
quelqu'un au socialisme, au libéralisme). 2.
Convertir qch en qch: Bir şeyi -e çevirmek,
haline getirmek (Convertir un métal en or, les
abeillent convertissent le pollen en miel). § Se
convertir: 1. Kanış, inanç, parti yada din
değiştirmek. 2. Se convertir à qch: -e katılmak,
-i benimsemek (Il s'est converti à votre opinion).
3. Se convertir en qch: -e çevrilmek; -haline
gelmek (L'eau se convertit en vapeur).
convertissable s. I. Değiştirilebilir, çevrilebilir. 2.
Dinini değiştirebilir,
convertisseur er. 1. Din değiştirici. 2. tekn.
Değiştirgeç, °muhavvile.
convexe s. Dışbükey, tümsek (Lentille convexe,
miroir convexe).
convexité diş. Dışbükeylik.
conviction diş. Kanış, kanı, inanç (Il agit selon ses
convictions personnelles. J'ai la conviction qu'il
faut passer à l'attaque).
convié, e ad. Yemeğe yada toplantıya çağrılmış,
çağrılı, "davetli,
convier gçl. 1. Çağırmak, "davet etmek. 2.
Convier qn à qch: Birini -e çağırmak (Convier
un ami à une réception, à un repas, à une
réunion). 3. Convier qn à f. qch: Birini -meye
çağırmak, davet etmek,
convive ad. Bir yemek yada toplantıya çağrılmış
kişi, çağrılı, davetli,
convocation diş. Çağırma, gelmeye davet etme,
toplantıya çağırma, "celp (Adresser
une
convocation aux parties pour comparaître devant
une juridiction. Convocation à un examen.
Convocation de l'Assemblée
Nationale).
convoi er. 1. Cenaze alayı. 2. Savaş gemilerinin
koruduğu yük gemi kafilesi, korunuk kafile. 3.
Erzak, cephane, ve taşıt kafilesi, "konvoy
(Dresser une embuscade sur te passage d'un
convoi). 4. Kafile (Convoi de nomades traversant
le désert). S. Demiryolu katarı,
convoiter gçl. Eline geçirmek için can atmak, göz
dikmek (Convoiter un poste, te bien d'autrui, un
héritage, une femme).
convoiteur, euse bel. Göz diken, gözü olan (C'est un
convoiteur du bien d'autrui).
convoitise diş. 1. Aşın istek (L'enfant regarde les
jouets
avec convoitise).
2.
Açgözlülük,
doyumsuzluk, doymamıştık (Convoitise de la
chair, des richesses).
convoler gsz. Yeniden evlenmek. § Convoler en
secondes noces, en troisièmes noces: İkinci,
üçüncü kez evlenmek,
convolvulacées diş. ç. bitb. Çitsarmaşığıgiller.
convoquer gç/. 1. Toplantıya çağırmak (Convoquer
convoyage
le parlement, les membres d'une commission). 2.
Convoquer qn: Birini karşısına çağırmak,
gelmesini buyurmak (Le directeur a convoqué
dans son bureau cet employé indélicat). 3.
Convoquer qn à: Birini -e çağırmak (Convoquer
les candidats à un examen).
convoyage er. Korumak üzere eşlik etme,
koruyuculuk etme.
convoyer gçl. Korumak üzere eşlik etmek,
koruyuculuk etmek (Les avions et les blindés
convoyaient un transport de munitions).
convoyeur er. 1. (Gemi kafilelerinde) Koruyucu
gemi, refakat gemisi. 2. (Gemi kafilelerinde)
Memur. 3. Otomatik taşıma düzeni,
convulsé, e s. Çırpınarak kasılmış (Un visage
convulsé).
convulsif, ive s. Çırpınmak, "ihtilâçlı (Sanglot
convulsif, toux convulsive).
convulsion diş. 1. Çırpınma, "ihtilâç (Il se tordait
dans les convulsions). 2. mec. Sarsıntı kargaşalık
(Les convulsions d'une révolution).
convulsionnaire ad. 1. Çırpınmalar içinde olan
kimse. 2. ç. XIII. yüzyılda türeyen çok bağnaz bir
rahip tarikatı üyelerine verilen ad, bağnaz
jansenist.
convulsionner gçl. Çırpındırmak, çırpınmaya
uğratmak (La crise d'épilepsie lui convulsionnait
tout le corps).
convulsivement bel. Çırpınmak bir biçimde, "ihtilâç
içinde (Rire, tousser, pleurer convulsivement).
coobligé, e ad. Ortak borçlu,
cooccurence diş. dilb. Birliktelik,
coolielkulijer. İng. Sömürgelerde Hintli yada Çinli
işçi.
coopérateur, trice s. ve ad. İş ortağı,
coopératif, ive s. 1. İş ortaklığına dayanan (Système
coopératif). 2. İşbirliği yapmasını seven (Un
enfant très coopératif).
coopération diş. 1. Elbirliği, ortaklaşa çalışma (Ce
projet est le fruit de la coopération de plusieurs
bureaux d'études). 2. İşbirliği. 3. Katkı, yardım
(Apporter sa coopération à une entreprise).
coopérative diş. Kooperatif (Coopérative d'achat,
de vente. Coopératives agricoles, coopérative de
consommation).
coopérer gsz. 1. Coopérer avec qn: -ile elbirliği
etmek, işbirliği yapmak, ortak çalışmak. 2.
Coopérer à qch: -e katkıda bulunmak, katılmak
(Coopérer à une entreprise).
cooptation diş. (Kurullar için) Kendi üyelerini
kendi seçme, seçip alma (Admettre un membre
par cooptation).
coopter gçl. (Kurullar için) Üyelerini seçip almak.

321-

copieur
coordination diş. 1. Düzenlettirme, düzenleme
(Coordination des opérations d'une troupe). 2.
'Eşgüdüm, "ortakgüdüm.
coordonné, e s. 1. Düzenleri birbirine uygun olan,
düzenleşik. 2. Eşgüdülmüş, ortakgüdülmüş.
coordonnées diş. ç. mat. 1. Koordinat. 2. mec. tkz.
Adres, uğrak, gidilecek yerler (Donnez-moi vos
coordonnées).
coordonner gçl. 1. Düzenlemek, düzenleştirmek
(Ce comité coordonne les initiatives privées). 2.
'Eşgütmek,
"ortakgütmek
(Coordonner
différentes activités). 3. Coordonner qch à, avec:
-ile ortak yürütmek, -e göre düzenlemek,
uydurmak (Coordonner une chose à une autre,
avec une autre).
copain, copine ad. hlk. Arkadaş, ahbap, dost.
copal er. Vernik yapımında kullanılan bir tür
reçine.
copartage er. Birçok kişi arasmda bölüştürme;
(Copartage d'une succession, d'un héritage).
copartageant, e s. ve ad. Bir şeyi ortak bölüşen; bir
kalıtı bölüşen ortaklar (Les copartageants d'une
succession; les héritiers copartageants).
copartager gçl. Birçok kişi arasmda bölüşmek
(Copartager un héritage, une succession).
coparticipant, e s. ve ad. Ortak; bir eş yada atılıma
katılan, "iştirakçi,
copeau er. Yonga,
copeck er. Rus. Rus parası, kapik,
copermuter gçl. Değiştokuş yapmak, mübadele
etmek.
copiage er. Sınavda kopya çekme; kopya yapma,
copie diş. 1. Suret, kopya (Copie d'un diplôme). 2.
(Basım işlerinde) Müsvedde (Donner de la copie à
l'imprimeur).
3. Taklit, sahte (Copie d'un
tableau). 4. (Öğrencilerin) Ödev kâğıdı (Le
professeur a ramassé les copies). 5. (Birinin)
Tıpkısı, hınk deyip burnundan düşmüş (C'est la
copie de son père). 6. tic. Makbuz sureti, alındı,
fatura yada mektup sureti (Délivrer une copie). §
Copie légalisée: Tasdikli suret. Copie certifiée
conforme: Tasdikli suret, aslına uygunluğu
onaylanmış suret,
copier gç/. 1. Suret çıkarmak, kopyasını çıkarmak.
2. Yeniden yazmak (Tu vas copier ta leçon cinq
fois). 3. Taklidini yapmak, sahtesini yapmak
(Copier une œuvre d'art). 4. Copier sur: -den
kopya çekmek ( Cet élève a copié sur son voisin ). 5.
Copier qch sur: Bir şeyi -den kopya çekmek (Il a
copié son devoir sur un manuel). 6. Copier qn: -in
davranışlarını taklit etmek, -e öykünmek (Copier
un maître. Il copie les aristocrates qu'il fréquente).
copieur, euse ad. Kopyacı, kopya çeken (Punir un
copieusement
copieur).
copieusement bel. Bol bol, çokça (Manger, boire,
donner copieusement).
copieux, euse s. Bol, çok (Un repas copieux).
copine diş. hlk. Kız arkadaş, kadın arkadaş, yakın
dost.
copinergsz. hlk. 1. Arkadaşlık etmek. 2. Copiner
avec: -ile arkadaşlık etmek, düşüp kalkmak (Je ne
veux pas que tu copines avec ce garçon-là).
copiste ad. 1. (Basımcılık çıkmadan önce) Kitap
istinsah eden kimse, müstensih (Faute de copiste).
2. Ünlü tabloları kopya edip satan ressam,
copossesseur er. Mal ortağı; zilyetlikte ortak, ortak
zilyet.
copossession diş. Mal ortakhğı; ortak zilyetlik,
copra, coprah er. Büyük hindistancevizi içi.
coproduction diş. (Sinemacılıkta) Ortakyapım
(Une coproduction
franco-italienne).
copropriétaire ad. Mülk ortağı, °hissedar.
copropriété diş. Ortak mülk; mülk ortaklığı,
hissedarlık.
copte s. ve ad. 1. Kıpti, kıptilere değgin; Mısır ve
Habeş hıristiyanlarına değgin. 2. er. Kıpti dili.
copulatif, ive s. dilb. 1. Bağlaç görevinde olan. 2.
diş. Bağlaç. 3. mant. Koşaçlı.
copulation diş. Çiftleşme,
copule diş. dilb. Koşaç, olumlu koşaç, bildirme
koşacı.
copyright [kjpiııajt] er. tng. Bir yapıtı basma,
yayımlama ve satma hakkı; "telif hakkı, *yapım
iyeliği.
coq er. 1. Horoz (Crête, oreillons, barbillons du coq.
Combat de coq). 2. Sülün, balıkçıl gibi kuşların
erkeği (Coq faisan). 3. Kimi saatlerde sarkacı
tutan parça. 4. (Gemilerde) Aşçı. § Coq de
bruyère: Dağ horozu, yaban horozu. Coq de
roche: Kaya horozu. Lecoqd'Inde: Hindi. Le coq
du village: Kızların en çok beğendiği delikanh.
Poids coq: Horoz siklet, tüy siklet. Au chant du
coq: Horozlar öterken, tan sökerken, gün
ağarırken. Avoir des jambes de coq: Bacakları çöp
gibi ince olmak. Etre rouge comme un coq:
Öfkeden kıpkırmızı kesilmek, pancar gibi olmak.
Etre comme un coq en pâte: Nazlı büyütülmüş
olmak, muhallebi çocuğu olmak.
coq-à-1'âne er. Saçma sapan sözler, abuk sabuk
lakırdılar.
coquart er. hlk. Yenen bir darbeden sonra gözdeki
şişkinlik ve morartı,
coque diş. 1. Yumurta kabuğu (Poussin qui brise sa
coque). 2. (Kimi meyvelerde) Kabuk (Coque de
noix, de noisette, d'amande). 3. (Kimi deniz
hayvanlarında) Kabuk (Coque d'huître). 4.

322

coquille
Böcek kozası. 5. Kurdela düğümü. 6. (Gemi yada
uçakta) Tekne, gövde ( Coque de navire, d'avion ).
§ Œuf à la coque: Rafadan yumurta,
coquebin er. Toy delikanlı; saf, günahsız delikanlı,
coquecigrue diş. hlk. 1. Masallarda geçen bir
hayvan adı. 2. Saçma sapan söz, abuk sabuk
lâkırdı,
coquelicot er. bitb. Gelincik,
coqueluche diş. 1. Boğmaca (Un enfant atteint de
coqueluche). 2.Eski birtürkadınbaşhğı. §Etrela
coqueluche de: -in gözdesi olmak (İl est la
coqueluche des femmes).
coquelucheux, euse s. vead. 1. Boğmacaya değgin.
2. Boğmacalı, boğmacaya yakalanmış,
coquemar er. Kulplu su kaynatacağı,
coqueret er. bitb. Güveyfeneri denilen bitki,
coquerico er. Kukuriku, horoz ötüşü, horoz sesi.
coquerie diş. 1. Gemi mutfağı. 2. Gemici aşevi,
coquet,tes. vead. 1. Şık,cici,sevimli(Unlogement
coquet, un mobilier coquet, une coiffure
coquette). 2. Güzel görünmeye özenen, kendini
beğendirmeye çalışan (Femme coquette. Il
cherche à se montrer coquet auprès des femmes ). 3.
mec. Epey, hayli büyük (Une somme coquette, un
chiffre coquet). § Jouer les grandes coquettes:
Cilve yapmak, hoşa gitmek için numaralar
yapmak (Elle joue les grandes coquettes).
coqueter gsz. Kendini beğendirmeye, gönül
kapmaya çalışmak; cilveler, işveler yapmak,
coquetier er. 1. Tavuk ve yumurta tüccarı. 2.
Rafadan yumurta fincanı,
coquettement bel. 1. Şıkça, sevimlice, hoşça (Elle
est coquettement vêtue). 2. Cilveyle, işveyle;
kendini beğendirmeye çalışarak,
coquetterie diş. 1. Süs merakı. 2. Beğenilme
merakı. 3. Şıkhk, sevimlilik, hoşluk (La
coquetterie d'une robe, d'une toilette). 4. Cilve,
işve, gönül avcılığı (Elle fait des coquetteries). §
Avoir une coquetterie dans l'oeil: Şehlâ olmak,
gözü çok hafif şaşı olmak. Etre en coquetterie avec
une femme: Bir kadınla sevişmekte, oynaşmakta
olmak; kırıştırmak,
coquillage er. 1. (Midye, istiridye gibi) Kabuklu
hayvan (Coquillages comestibles). 2. Kavkı; bu
hayvanların kabuğu (Un collier de coquillages).
coquille diş. 1. Kavkı, böcek kabuğu (Coquille d'un
escargot). 2. Kebap ızgarası. 3. (Yumurta, ceviz
gibi şeylerde) Kabuk (L'œuf n'estpas écrasé, mais
la coquille est brûlée). 4. (Kılıcın kabzasındaki)
Siper. S. Dizgi yanlışı; daktilo yanlışı (Epreuve
pleine de coquilles. Corriger une coquille). §
Coquille de noix: Küçük sandal, kayık. Rentrer, se
retirer dans sa coquille: Kabuğuna çekilmek,
coquiller
susmak. Sortir de sa coquille: Kabuğundan
çıkmak, yanıyla yöresiyle görüşmeye başlamak,
coquiller, ère s. Kavkılı, içinde deniz kabukları
bulunan.
coquin, e s. ve ad. 1. Alçak, namussuz (C'est un
infâme coquin). 2. (Şaka yollu) Kerata, yaramaz
(Petit coquin: Seni yaramaz seni). § Coquin de
sort: Kahpe felek, kör olası talih,
coquinerie diş. 1. Alçaklık, namussuzluk. 2. (Şaka
yollu) Keratalık, yaramazlık,
cor er. 1. müz. Korno (Cor à piston). 2. Kornocu,
korno çalan. 3. Av borusu (Il aime le son du cor).
4. Nasır (Cor au pied. Cor entre les doigts de pied).
5. Boynuz budağı ( Un cerfde sept cors). § A cor et à
cri: Gürültü patırtı ile, bağırıp çağırarak
(Demander, réclamer qch à cor et à cri: Bağırıp
çağırarak istemek, ısrarla istemek).
corail er. Mercan.
corailleur er. Mercan avcısı; mercan işleyicisi.
coralliaires er. ç. hayb. Mercanlar,
corallien, ne s. Mercanlardan oluşmuş,
corallin, es. Mercan renginde, mercanı andıran,
coran er. Ar. Kur'an.
coranique s. Kur'ana değgin (Ecole coranique).
corbeau er. 1. Karga. 2. mec. (Eski) Papaz, keşiş. 3.
Şüpheli adam. 4. (Eskiden) Düşman gemilerine
rampa etmek için kullanılan kanca. 5.
(Yapıcılıkta) Taş destek, bindirmelik. § Noir
comme un corbeau: Kapkara, "simsiyah,
corbeille diş. 1. Sepet (Corbeille d'osier, de jonc.
Corbeille à ouvrage, à pain, à papier). 2.
Bahçelerde yuvarlak yada yumurtamsı çiçek
tarhı. 3. (Yapıcılıkta) Sütun çanaklığı. 4. Borsada
muamelecilerin,
etrafında
toplandıkları
parmaklık; borsa işinde satın alma yeri. 5.
(Tiyatrolarda) Orkestra üstü balkon: § Corbeille
de mariage: Nişan sepeti,
corbillard er. Cenaze arabası,
corbillon er. Küçük sepet, sepetçik.
corbin er. (Eskiden) Karga,
corbleu ünl. Vay canına! Hay anasını!
cordage er. 1. Halat (Cordage de chanvre, d'acier.
Attacher, tirer avec un cordage). 2. İple odun
ölçme. 3. Rakete kiriş geçirme,
corde diş. 1. İp (Attacher un ballot avec une corde.
Corde de puits, corde d'une balançoire. Echelle de
corde. Une corde à linge). 2. Kumaş ipliği (Saveste
montrait la corde. Un vêtement usé jusqu'à la
corde). 3. Çalgı teli, kiriş (Les cordes d'un violon.
Instrument à cordes). 4. mec. Telli çalgı, telli saz
(Les cordes d'un orchestre). 5. (Odun için) Bir
ölçü, çeki. 6. Yay kirişi. 7. geom. Kiri ş(Cordequi
sous-tend un arc). 8. mec. İdam, ipe çekme, ipe

323
corderie
çekilme (On l'a condamné à la corde). § Cordes
vocales: Ses telleri. Homme de sac et de corde:
İpten kazıktan kurtulmuş biri, anasının ipliğini
satmış bir adam. Usé jusqu'à la corde: 1. Çok
yıpranmış, tarazlanmış, lime lime (Un pantalon
usé jusqu'à la corde). 2. Kabak tadı veren,
çiğnenmiş sakız durumuna gelmiş, çok bilinen
(Plaisanterie usée jusqu'à la corde). Avoir plus
d'une corde à son arc: Elinde çeşitli olanaklar
bulunmak; elinden her türlü iş gelmek.
Condamner à la corde: İdama mahkûm etmek.
Etre dans les cordes de qn: -in yetkisi dahilinde
olmak (Ce n'est pas dans mes cordes). Etre,
marcher, danser sur la corde raide: Çok güç, çok
nazik bir durumda bulunmak. Grimper à la corde:
İpe tırmanmak, halata tırmanmak. Parler de
corde dans la maison d'un pendu: Kötü bir
anıştırmada bulunmak, acı bir yaraya dokunmak.
Sauter à la corde: İpatlamak. Se mettre la corde au
cou: 1. hlk. Evlenmek. 2. Güç, bağımlı bir
duruma düşmek. Tenir la corde, prendre un
virage à la corde: Bir dönemeci çok içten almak.
Tirer sur la corde: Birinin sabrını, iyi niyetini
kötüye kullanmak. Toucher la corde sensible de
qn: -in bam teline dokunmak.
cordé, e s. Yürek biçiminde, iskambildeki kupa
biçiminde.
cordeau er. 1. Düz bir çizgi elde etmek için iki nokta
arasına gerilen ip, çırpı ipi (Tracer une rue au
cordeau. Aligner un cordeau à un mur). 2. Lâğım
fitili. § Au cordeau: Çok düzenli olarak, yerli
yerinde (Il arrange au cordeau chaque mot).
Tiré,e au cordeau: Dümdüz dizilmiş.
cordelergf/. (İp) Bükmek. § Cordeler ses cheveux:
Saçlarını ince ince örmek.
cordelette diş. Sicim.
cordelier er. 1. Ermiş Françesko tarikatından rahip.
2. tar. Fransız devriminde Cordelier'ler kulübü
üyesi.
cordelière diş. 1. Ermiş Françesko tarikatından
papazların bellerine sardıkları çok düğümlü ip,
kuşak. 2. Bele sarılan yada boyun bağı yerine
kullanılan kordon. 3. (Mimarlıkta) Halat
biçiminde bezek. 4. Aziz Françesko tarikatından
rahibe.
cordelle diş. Yedek halatı.
corder gçl. 1. İp yapmak üzere bükmek (Corder du
chanvre, du crin). 2. İp geçirmek, içinin iplerini
örmek (Corder une raquette). 3. İple bağlayıp
tartmak, ölçmek (Corder du bois). 4. İple
bağlamak, etrafını iple sarmak (Corder une
malle).
corderie
İplikçilik, halatçıhk.
cordial
cordial, es. 1. Kalbi kuvvetlendiren, kalbi daha iyi
çalıştıran (Remède cordial, potion cordiale). 2.
mec. İçten gelen, yürekten gelen, "samimi, içten
(Un accueil cordial, sentiments cordiaux, un
homme cordial). 3. er. Kalbi kuvvetlendiren ilâç
(Prendre un cordial. Le médecin a administré un
cordial au malade).
cordialement bel. 1. Yürekten gelen bir sevgi ile,
içten, içtenlikle, "samimiyetle, candan (Il nous a
parlé cordialement). 2. Tüm gücüyle, bütün
hücreleriyle (Je le déteste cordialement).
cordialité diş. İçtenlik, candanlık, yürekten sevgi,
cordier er. 1. İpçi, halatçı. 2. (Yaylı sazlarda) Sap.
cordiforme
s.
Yürek
biçiminde
(Feuille
cordiforme).
cordillère diş. Sıradağ (Cordillère des Andes).
cordon er. 1. Halatı oluşturan kollardan her biri. 2.
Sicim, ip (Lier, attacher, nouer avec un cordon). 3.
Kurdela (Cordon d'un chapeau, grand cordon de
la Légion d'honneur) A. Kordon, çit (Cordon de
troupes, cordon de policiers). 5. Kenar çimeni. 6.
Ağaç dizisi. 7. Göbek bağı (Couper le cordon). §
Cordon-bleu: Usta aşçı, aşçıbaşı (Ta femme est un
véritable cordon-bleu). Cordon littoral: coğr. Kıyı
şeridi. Tenir les cordons de la bourse: Kesenin
ağzını elinde tutmak, masrafları kendisi yapmak,
cordonner gçl. İp gibi bükmek (Cordonner de la
soie, des cheveux).
cordonnerie diş. 1. Kunduracılık. 2. Kunduracı
dükkânı.
cordonnet er. 1. İnce kaytan. 2. Kılaptan. 3. (Sikke
kenarındaki) Tırtıl,
cordonnier, ère ad. 1. Kunduracı, kundura yapıp
satan kimse. 2. Ayakkabı onarıcısı (Le
cordonnier ressemelle les souliers). § Cordonnier,
pas plus haut que la chaussure: Çizmeden yukarı
çıkmamalı. Les cordonniers sont toujours les plus
mal chaussés: Terzi kendi söküğünü dikemez;
marangozun kapısı sırımla bağlı,
coréen, ne s. ve ad. 1. Kore'ye değgin, koreli. 2. er.
Korece, Kore dili.
coréférence diş. dilb. Eşgönderge.
coreligionnaire ad. Dindaş,
coriaces. 1. Çok sert, tahta gibi, meşin gibi (Viande
coriace). 2. mec. İnatçı, direngen (Un adversaire
coriace. Il est coriace en affaires. Un caractère
coriace).
coriandre diş. bitb. Kişniş,
coricide er. Nasır ilacı,
corindon er. Korindon,
corme diş. bitb. Üvez.
cormier er. bitb. Üvezağacı.
cormoran er. hayb. Karabatak.
324

cornichon
cornac er. 1. Fil bakıcısı, fil seyisi. 2. mec. Kılavuz.
§ Servir de cornac à qn: -e kılavuzluk etmek, yol
göstermek.
cornage er. (At, katır ve eşekte) Hastalıklı soluma,
hırıltılı soluma,
cornaline diş. Kırmızı akik.
cornard, e s. 1. Soluğan. 2. Boynuzlu. 3. er. mec.
Boynuzlu (koca),
corne diş. 1. Boynuz (Bête à cornes). 2. (Kimi
hayvanlarda) Mahmuz. 3. Boynuz boru, nefir. 4.
Taşıt borusu, korna (Corne d'automobile). S.
Köşe (Cornes d'un cerf-volant). 6. (Kimi
şeylerde) Uç. § Corne d'abondance: Bolluk
boynuzu. Corne à chaussures: Çekecek, kerata. A
la corne de: -in köşesinde, ucunda (Ilm'attendra à
la corne du bois, à la corne d'un champ). Faire une
corne à qch: -köşesini bükmek, kıvırmak (Faire
une corne à une feuille de papier, à une carte de
visite). Porter, avoir des cornes: Boynuzlu olmak,
karısı tarafından aldatılmak. Prendre le taureau
par les cornes: Boğayı boynuzundan yakalamak,
cepheden saldırmak, üstüne üstüne yürümek,
corné, es. Boynuz gibi sert, boynuzsu,
cornée, diş. anat. (Gözde) Saydamtabaka.
corneille diş. Kuzgun. § Bayer aux corneilles: Alık
alık bakmak,
cornélien, ne s. Corneille'e özgü, Corneille'e
değgin (Tragédie cornélienne).
cornemuse diş. Gayda (Il sait jouer de la
cornemuse).
cornemuseur er. Gaydacı.
corner gsz. 1. Korna çalmak
(L'automobiliste
corne). 2. Uğuldamak (Les oreilles me cornent).
3. gçl. Köşesini kıvırmak, bükmek (Corner une
carte de visite, une feuille de papier). 4. hlk.
Herkese söylemek, âleme ilân etmek (Corner une
nouvelle, un bruit).
corner [fc>*if«] er. (Futbolda) Köşe atışı, korner
(Tirer un corner).
cornet er. 1. Küçük boru (Cornet de vacher. Jouer
du cornet).
2. İşitme kulaklığı (Cornet
acoustique). 3. Kâğıt külâh (Cornet de papier. Un
cornet de dragées). 4. (Zar atarken kullanılan)
Meşin hokka (Cornet à dés). S. argo. Mide. § Se
mettre qch dans le cornet: Bir şeyler atıştırmak,
midesine bir şeyler indirmek,
cornette diş. 1. Kimi rahibelerin giydiği önü köşeli,
yanları kanat biçiminde başlık. 2. (Eskiden)
Sancak. 3. er. (Eskiden) Sancaktar,
corniaud er. 1. Bir tür kırma köpek. 2. s. Aptal
(Comme il est corniaud!).
corniche diş. 1. Korniş. 2. argo. Hazırlık sınıfı,
cornichon er. 1. Turşuluk hıyar. 2. mec. hlk.
cornier
Budala, enayi, hıyar,
cornier, ère s. Köşede olan.
cornière diş. 1. (Damlarda) Köşe deresi. 2. Köşe
bağı.
cornouille diş. bitb. Kızılcık.
cornouiller er. bitb. Kızılcıkağacı.
cornu, e s. 1. Boynuzlu (Une bête cornue). 2. mec.
hlk. Boynuzlu, karısı tarafından aldatılan (koca),
cornue
kim. Karni.
corollaire diş. mant. mat. Gerekli sonuç; doğal
sonuç; gerekçe,
corolle diş. bitb. Taç.
coroner. Maden işçileri mahallesi,
coronaire s. Öz, taç, ana (Artères coronaires,
veines coronaires).
coronal, e s . 1. Başın ön tarafına değgin, alına
değgin (Os coronal). 2. gökb. Güneş tacına
değgin (Les gaz coronaux).
coronarite diş. hek. Damar yangısı,
coronelle diş. Bir tür karayılan,
coronographe er. gökb. Güneşin taç katmam
resmini alan özel bir gözlem aracı, "taççeker.
corporal er. Kilisede üstüne şarap kupası konulan
kutsal örtü.
corporatif, ive s. Loncalara değgin, esnaf
derneklerine değgin; meslek birliklerine dayalı
(Mouvement, système corporatif).
Corporation diş. 1. Lonca; birlik (Corporation
professionnelle,
corporation
d'artisans;
Corporation
des
notaires).
2.
Sendika
(Corporation ouvrière).
corporel, le s. 1. Gövdeli; bir cismi, vücudu,
gövdesi olan (Nature corporelle). 2. Bedene,
gövdeye, cisme değgin (Douleurs corporelles,
châtiment corporel, exercice corporel).
corps er. 1. Vücut, gövde (Le corps humain. La
gymnastique développe le corps. Les parties du
corps). 2. Beden (Le corps d'une robe, d'une
chandail). 3. Esas bölüm, iskelet (Le corps d'un
bâtiment). 4. Ceset (Après la catastrophe, les
corps gisaient ça et là). S.tkz. Adam, herif (C'était
un drôle de corps). 6. ask. Müfreze, birlik, kol
(Rejoindre son corps). 7. mec. Kalınlık,
dayanıklılık, sağlamlık (Cepapier a du corps). 8.
Topluluk, "kitle (Corps électoral, corps de
commerce, corps de ballet). 9. Lonca, birlik
(Corps de métier). 10. Cisim (Le carbon est un
corps simple, l'eauuncorps composé). 11. (Gemi)
Boş tekne. § Corps céleste: Gök cismi, yıldız.
Corps d'armée: Kolordu. Corps de garde:
Karakol. Corps diplomatique: Kordiplomatik,
elçiler topluluğu. Corps enseignant: Öğretim
kurulu. Les grands corps de l'Etat: Yüksek devlet

325

correction
memurları. Le corps électoral: Seçmenler. Corps
de la magistrature: Hukukçular. Séparation de
corps: Ayrılık, ayrı yaşama. Contrainte par corps:
Borç için hapis, "hapsen tazyik. Corps du délit:
Suç teşkil eden eşya, suç tanıtı. Corps et biens:
Can ve mal. Esprit de corps: Dayanışma. A micorps: Yarı bele kadar. Corps et âme:
Canla başla,
bütün varlığıyla. Corps à corps: 1. bel. Göğüs
göğüse, boğaz boğaza (Lutter, combattre corps à
corps). 2. bel. Önden, cepheden (Affronter la
réalité corps à corps). 3. er. Göğüs göğüse savaş,
gırtlak gırtlağa kavga (Se jeter dans le corps à
corps). A corps perdu: Bütün gücüyle, gözünü
karartarak (Se jeter à corps perdu dans une
entreprise). Donner corps à qch: -i doğrulamak,
gerçekliğini ortaya koymak (Plusieurs détails ont
donné corps à cette rumeur). Faire corps avec: -ile
birleşmek, bir bütün meydana getirmek (Ce
rocherfait corps avec la falaise). Passersurlecorps
de qn: Çiğneyip geçmek, ezmek, ayaklar altına
almak, büyük yenilgiye uğratmak. Prendre corps:
Biçimlenmek, somutlaşmak, iyice belli olmak,
ortaya çıkmak (Un projet qui prend corps.
L'accusation prend corps peu à peu). Prendre,
saisir à bras le corps: 1. Belinden kıskıvrak
yakalamak. 2. Üstüne üstüne gitmek,
corps-mort er. den. Şamandıra,
corpulence
1. İrilik, iriyarılık. 2. Şişmanlamaya
eğimlilik.

corpulent, e s. İri, iriyarı (Une


personne
corpulente).
corpus[koRpys] er. Derleme, dergi; bütünce,
corpuscule er. Cisimcik, pek küçük cisim,
correct, e s. 1. Doğru, yanlış olmayan (Unephrase
correcte). 2. İyi, dürüst (On a fait tout pour assurer
le déroulement correct des opérations électorales).
3. Dürüst, namuslu (Un homme correct. Tu dois
être correct avec tes amis). 4. Kuralınca, kurallara
uygun (Une tenue correcte). 5. İnce, kibar, nazik
(Il est correct en affaires).
correctement bel. 1. Doğru (Parler, écrire
correctement). 2. Kuralınca, doğru dürüst,
usulüne uygun (S'habiller correctement).
3.
Dürüstçe, namusluca (Agir correctement).
correcteur, trice 1. ad. Düzeltici, 'düzeltmen,
"musahhih. 2. s. Ayarlayıcı, düzeltici (Verres
correcteurs, roue correctrice).
correctif, ive s. 1. Düzeltici, biçime sokucu,
(Gymnastique corrective). 2. Etki düzenleyici,
yumuşatıcı (Une substance corrective). 3. er.
Sözün sertliğini yumuşatmak için kullanılan
deyim, yumuşatıcı söz.
c o r r e c t i o n ^ . 1. Düzeltme (Correction d'une faute,
correctionnaliser
dune erreur). 2. Bakma, inceleme (La correction
de l'écrit n'est pas terminée. La correction des
copies est une lourde tâche). 3. Yapılan düzeltme,
düzeltilmiş yanlış (Le texte est surchargé de
corrections). 4. Dürüstlük,doğruluk. 5. Kibarlık,
incelik, "nezaket. 6. Eksiksizlik. kusursuzluk,
doğruluk (Correction d'une traduction).
7.
Kurala, usule uygunluk. 8. Dayak (Si tu n'es pas
sage, tu vas recevoir une correction). § Maison de
correction: Çocuk ıslahevi.
correctionnaliser gçl. Bir dâvayı ağır ceza
mahkemesinden ceza mahkemesi dâvasına
çevirmek.
correctionnel, le s. 1. Suçla ilgili. 2. diş. hlk. Ceza
mahkemesi. § Peine correctionnelle: Uslandırma
cezası, "tedibi ceza. Tribunal correctionnel: Ceza
mahkemesi.
corrélatif, ive s. 1. Aralarında bağlantı bulunan,
bağlılaşık, bağlantılı (Père et fils sont des termes
corrélatifs). 2. er. Bağlılaşık (sözcük).
corrélation diş. 1. Karşılıklı bağıntı, bağlılaşım. 2.
Bağ, ilgi, ilişki, bağıntı (Il n 'y a aucune corrélation
entre ces deux choses). § Etre en corrélation avec:
-ile bağıntılı olmak, ilişkili olmak (Le niveau de vie
moyen des citoyens est en corrélation avec la
prospérité économique de leur pays).
correspondance diş. 1. Birbirini tutma, uygunluk
(Correspondance d'idées, de sentiments entre
deux personnes). 2. Uyum, r nge, tutarlık
(Correspondance entre les parties d'un édifice,
entre les lignes d'un tableau). 3. Yazışma,
mektuplaşma (Les règles de la correspondance
commerciale). 4. Mektuplar (La correspondance
de Stendhal; il relit sa correspondance). 5. Ulaşım,
yol (Il n'y a pas de correspondance ferroviaire
entre ces deux villes). 6. Aktarma (Un autocar
assurera la correspondance à la gare). 7. Aktarma
treni, aktarma taşıtı (La correspondance passe à
dix heures. Les voyageurs attendaient la
correspondance).
§
Avoir,
entretenir
correspondance avec qn: -ile yazışmak. Etre en
correspondance avec qn: -ile yazışmakta olmak,
aralarında sürekli yazışma olmak. Faire sa
correspondance: Mektuplarını yazmak.
correspondancier, ère ad. Yazışma memuru.
correspondant, es. 1. Uygun düşen, birbirine uyan
(Les éléments correspondants de deux systèmes).
2. geom. Yöndeş (Angles correspondants). 3. ad.
Veli (Correspondant d'un élève. Le dimanche, je
me rendais chez mon correspondant). 4. Muhabir
(Correspondant
d'un journal,
correspondant
diplomatique,
permanent).
5.
Kendisiyle
yazışılan kimse (Mon correspondant a oublié de

326

corrompre
me donner sa nouvelle adresse).
correspondre gsz. 1. Yazışmak, mektuplaşmak
(Nous avons cessé de correspondre).
2.
Aralarında ulaşma bulunmak, birinden öbürüne
geçilmek (Toutes les pièces de cet appartement
correspondent). 3. Correspondre avec qn: -ile
yazışmak, mektuplaşmak. 4. Correspondre à qch:
-e uygun olmak, uygun düşmek (Il a trouvé un
emploi qui correspond à ses capacités). 5.
Correspondre à: -i karşılamak, -e tekabül etmek,
denk olmak (Le grade de lieutenant de vaisseau
dans l'armée de mer correspond à celui de
capitaine dans l'armée de terre).
corrida diş. Boğa güreşi,
corridor er. Geçenek, aralık, "koridor,
corrigé er. Öğrencilere örnek diye geri verilen
düzeltilmiş öğrenci ödevi,
corriger gçl. 1. Düzeltmek; düzeltme yapmak
(Corriger une erreur, un vice. Corriger un devoir,
une épreuve d'imprimerie). 2. Corriger qn de qch:
Birinin -sini gidermek (Corriger son ami d'une
manie, de son impatience). 3. Yumuşatmak,
azaltmak ( Corriger l'effet d'une parole trop dure).
4. Dayak atmak, dövmek, cezalandırmak
<Corriger un enfant). § Se corriger: 1. Kusurlarını
düzeltmek, yola gelmek. 2. Se corriger de qch :
-sini düzeltmek, -den kurtulmak (Il s'est corrigé de
sa paresse).
corrigible s. 1. Düzeltilebilir. 2. Yola gelebilir,
"ıslah olabilir (Il est corrigible).
corroborant, e; corroboratif,ive
s.
1.
Güçlendirici, kuvvetlendirici. 2. er. Kuvvet ilacı,
corroboration
diş.
1.
Kuvvetlendirme,
sağlamlaştırma. 2. Destekleme,
corroborer
gçl.
1.
Kuvvetlendirmek,
sağlamlaştırmak. 2. Doğrulamak, desteklemek
(Le récit du témoin corrobore les déclarations de la
victime. Corroborer une idée, une thèse).
corrodant, e s . 1. Aşındırıcı (Une substance
corrodante). 2. er. Aşındırıcı madde (Les acides
sont des corrodants).
corroder gçl. Aşındırmak, kimyasal bir etki ile
eritmek, yemek (Les acides corrodent les
métaux). 2. mec. Kemirmek, yıpratmak, "tahrip
etmek (L'inquiétude corrode l'âme).
corroi er. Sepileme,
corroieriediş. 1. Sepicilik. 2. Sepiyeri.
corrompre gçl. 1. Bozmak, kokuşturmak (Ces
marécages corrompent l'air. La chaleur corrompt
les aliments). 2. mec. Bozmak, arılığından
uzaklaştırmak (Corrompre les goûts, les mœurs,
les traditions). 3. Ahlâkını bozmak, yoldan
çıkarmak (Socrate fut accusé de corrompre les
corrompu
jeunes gens). 4. Para verip baştan çıkarmak, satın
almak (Corrompre un témoin. Le prisonnier a pu
s'échapper en corrompant son gardien). § Se
corrompre: 1.Bozulmak
(Duboisquisecorrompt
à l'humidité). 2. Bozulmak, kokuşmak, çürümek,
saflığını yitirmek (Son cœur s'est corrompu).
corrompu, e s. 1. Bozulmuş, bayağılaşmışf Ungoût
corrompu). 2. Kokuşmuş, "tefessüh etmiş, çok
bozulmuş (Une société corrompue).
corrosif, ives. 1. "Tahrişedici, yıpratıcı, bozucu (Un
acide corrosif). 2 .mec. Çok sert, ısırıcı, kırıcı (Un
pamphlétaire corrosif).
corrosion diş. Aşındırma, kemirme, yıpratma,
bozma, "tahriş etme (Corrosionpar acide).
corroyage er. 1. Sepileme. 2. Sepicilik. 3. Kaynakla
yapıştırma.
corroyer gçl. 1. Sepilemek (Corroyer le cuir, les
peaux). 2. Kaynakla yapıştırmak, kaynak
yapmak. 3. (Ağaç) Yontmak,
corroyeurer. Sepici.
corrupteur,trice s. ve ad. 1. Bozucu. 2. Baştan
çıkarıcı, ayartıcı. 3. huk. Rüşvet veren, "raşi.
corruptible
s.
1.
Bozulabilir
(Matières
corruptibles). 2. Baştan çıkabilir, ayartılabilir,
rüşvet alabilir (Un fonctionnaire corruptible).
corruption diş. 1. Bozulma, çürüme (Corruption
des aliments, des fruits). 2. Bozulmuştuk,
kokuşmuşluk (Corruption de la société, de la
morale, des mœurs). 3. Baştan çıkarma, baştan
çıkarılma. 4. Ahlak bozukluğu. 5. huk. Rüşvet,
para yedirme, para yeme.
corsage er. 1. (Eski) Vücudun üst kısmı. 2. Kadın
giysilerinde mintan kısmı; bluz gibi göğsü kuşatan
kadın giysisi,
corsaire er. 1. (Eskiden) Korsan gemisi. 2. Korsan
kaptanı. 3. Korsan. 4. mec. Kıyımcı, acımasız,
"gaddar.
corses, ve ad. Korsikaya değgin, korsikalı.. 2. diş.
Korsika. 3. er. Korsika dili. Korsikada konuşulan
İtalyan ağzı.
corsé, es. 1. Keskin, etkili (Unesauce très corsée).
2. mec. Edepsizce (Une intrigue corsée, une
histoire corsée). § Vin corsé: Keskin kokulu şarap.
corselet er. 1. Hafif zırh, zıhlı yelek. 2. Kimi
böceklerin göğüs kısmı,
corser gçl. 1. Koyulaştırmak, kuvvetlendirmek,
sertleştirmek (Corser du vin). 2. Pekiştirmek, ilgi
çekici kılmak için abartmak (Corser un récit,
l'intrigue d'un drame). § Se corser: Karışık bir
durum almak; gittikçe daha bir ilginçlik ve önem
kazanmak (L'affaire se corse, voici que la police
s'en mêle. L'histoire se corse).
corset er. Korse.
327

cosmonaute

corseter gçl. 1. Korse giydirmek (Corseter une


fillette).2. mec.-e. katı bir çerçeve çizmekf Corseter
un sonnet).
corsetier,ère ad. Korseci.
corso er. Bayramlarda arabaların geçit töreni (Un
corso fleuri).
cortège er. 1. Alay (Le cortège funèbre se rend au
cimetière. Le cortège des manifestants s'engagea
sur le boulevard). 2. Maiyet, maiyet alayı
(Cortège entrourant un haut personnage). § Un
cortège de.. : Bir sürü. ..(La guerre amène avec elle
tout un cortège de misères).
cortès [koRt£s\ diş. ç. (İspanya ve Portekiz'de)
Millet meclisi,
cortex er. hek. Beyinzarı, korteks.
cortical,es. 1. Kabuğa değgin (Couchescorticales).
2. anat. Beyinzarına değgin (Cellules corticales).
cortisone
hek. Kortizon,
corton er. Pek tanınmış bir Burgonya şarabı.
coruscant,e s. Parlak, ışıl ışıl.
corvéables, vead. Angarya yüklenebilir, angaryaya
gelir, tepe tepe kullanılmaya elverişli,
corvée diş. 1. Angarya. 2. Cansıkıcı iş, tatsız iş.
( Quelle corvée de faire toutes ces visites!).
corvette diş. Korvet § Capitaine de corvette: Deniz
binbaşısı.
corvidés er. ç. hayb. Kargalar; kargagiller,
corymbe er. bitb. Demet, "huzme,
coryphée er. 1. (Tiyatroda) Koro başı. 2. Bale başı,
balede baş oyuncu. 3. Parti önderi, tarikat başı. 4.
Bir sanatta yada bir toplulukta sivrilmiş kimse,
yıldız.
coryza er. Burun nezlesi, burun ingini,
cosaque er. 1. Kazak, Rus süvarisi (Une troupe de
cosaques). 2. mec. Kaba ve sert adam. 3. diş. Bir
tür dans.
cosinus er. mat. Kosinüs.
cosmétique s. ve er. 1. Kozmetik. 2. diş.
Kozmetikçilik.
cosmétiquer gçl. Kozmetik sürmek,
cosmique s. 1. Acuna değgin, evrenle ilgili. 2. gökb.
Kozmik.
cosmogonie diş. Acundoğum,
evrendoğum,
"kozmogoni, evrenin yaratılışını inceleyen bilim.
§ Cosmogonie stellaire: gökb. Yıldızdoğum
bilimi.
cosmogonique
s.
Acundoğuma
değgin,
evrendoğuma değgin, 'evrendoğumsal.
cosmographe er. Kozmografyacı.
cosmographie diş. Kozmografya.
cosmographique s. Kozmografyaya değgin,
cosmologie diş. gökb. Acunbilim.
cosmonaute ad. Uzay adamı, uzay yolcusu.
cosmonautique
cosmonautique diş. Evren gemiciliği, uzay
gemiciliği. Uzay gemileri ve araçlarıyla yapılan
uzay gezileri; bu gezileri hazırlama, düzenleme
tekniği.
cosmopolites, ve ad. Kozmopolit, *evrendeş.
cosmopolitisme er. Kosmopolitlik, *evrendeşçilik.
cosmorama er. Dünyanın en ünlü yerlerini gösteren
tablo koleksiyonu,
cosmos er. gökb. Acun; düzenli bir bütün olarak
düşünülen evren.
cossard,e s. ve ad. hlk. Tembel, miskin,
cosse diş. 1. Baklagillerin tanelerini çeviren kabuk,
badıç (Cosse de pois, de haricots, de fèves). 2.
Geminin tekne kısmı. 3. hlk. Tembellik. §
Parchemin en cosse: Tüyü yolunmuş koyun derisi.
cosser gçl. Tos vurmak.
cossu, e I. Kabuğu, badıcı çok olan (Fèves cossues).
2. mec. Hali vakti yerinde, tuzu kuru (Un homme
cossu). 3. Bolluk taşan (Une maison cossue).
costal, e s. Kaburgakemiğine değgin, böğüre
değgin (Région costale).
costarder. hlk. Erkek giysisi,
costaud, costeau s. ve er. hlk. 1. Topuz gibi (Un
homme costaud, un costeau). 2. Sağlam (Ce
fauteuil n'est pas costaud).
costume er. 1. Giyim, kılık, "kıyafet (Il étudie
l'histoire du costume). 2. Giysi, "elbise (Costume
de chasse, de cérémonie. Il s'est fait faire un
costume). § En costume d'Adam: tkz. Çırılçıplak,
Adembaba gibi.
costumé,e s. Giyimli, giyinik. § Bal costumé:
Kostümlü balo, giysili balo.
costumer gçl. Giydirmek; özel bir giysi giydirmek,
kostüm giydirmek ( Costumer un enfant en page).
costumier,ère ad. Elbiseci, *giysici.
cotation diş. Değerini saptama; değerlendirme, not
verme (La cotation des actions en Bourse; la
cotation des copies a été sévère dans ce jury).
cote diş. 1. Masraf, payı, vergi payı. 2. (Evrak gibi
şeylerde) Sıra numarası yada markası. 3. Fiyat
listesi (Je vais consulter la cote des voitures
d'occasion). 4. Kot, deniz yüksekliği (Lesommet
de là colline est à la cote 1579). 5. mec. Saygınlık,
sevilip sayılma, beğenilme, ün (La cote de cet
écrivain commence à baisser). § Cote d'amour:
Bir sınav yada yarışmada adaya iltimasla verilen
iyi not, geçerli puan. Cote d'alerte: 1. Bir akarsu
yada barajda, suyun çıkabileceği son seviye, sel
yada taşkının başlayacağı düzey (Le fleuve a
atteint la cote d'alerte). 2. mec. Tehlikeli nokta,
kritik nokta. Cote mal taillée: Karşılıklı ödünler
vererek dikenli bir işi kapatma, tartışmalı bir
hesabı kesmek için yapılan kötü uzlaşma. Cote

328

côté
d'un cheval: Bir yarış atının kazanma şansı
üzerine yapılan tahmin. Avoir la cote: Saygınlığı
olmak, sevilip sayılmak, tutulmak, beğenilmek
(Cet ingénieur a une grande cote auprès de la
direction. Un acteur qui a la cote).
côt ediş. 1. Kaburgakemiği (M on père a eu trois côtes
cassées dans l'accident de voiture). 2. Dilim
kabarıklığı (Côte de melon). 3. Kabarık çizgi
(Velours à côtes, bas à côtes). 4. Pirzola (Côte de
veau, côte de mouton). 5. Bayır, yamaç (Une côte
plantée de vignes). 6. Yokuş (Monter la côte). 7.
Deniz kıyısı, kıyı (Les côtes de Turquie. Une côte
sablonneuse). § Côte à côte: Yan yana (Marcher
côte à côte). Aller à la côte: Karaya oturmak (Un
navire qui va à la côte). Avoir les côtes en long:
Tembel olmak. Caresser les côtes à qn: Birini
dövmek, kemiklerini kırmak. Etre à la côte: İşleri
kötü gitmek, parasız pulsuz olmak. Se tenir les
côtes: tkz. Katıla katıla gülmek,
côté er. 1. Yan, böğür (ila reçu un coup dans le côté.
Se coucher sur le côté). 2. Yer, yan, yön, "taraf (Le
côté ensoleillé du jardin. Monter dans une voiture
par le côté gauche). 3. Kenar (Le triangle est une
figure à trois côtés). 4. Yüz (Le beau côté d'une
voiture). 5. Taraf, yan, kenar (Les deux côtés
d'une route). 6. Yan, nitelik, özellik (Malgré tous
tes défauts, tu as un côté sympathique. Les bons et
les mauvais côtés d'un artiste). 7. Bakım, açı, yön,
"husus ( Par certains côtés, ta proposition me paraît
intéressante). § Un à-côté: Ek görev, yan iş, ikinci
bir iş. A côté: 1. Yanda, yakında (Tu vois ce
restaurant, l'hôtel est à côté). 2. Yamna, yakınma
(Les avions ont attaqué le bateau, mais les bombes
sont tombées à côté). 3. Yandaki (Passons dans la
pièceàcôté). 4. Ek olarak (Il est secrétaire dans un
bureau, mais il a un petit travail à côté). 5.
Yakında, şuracıkta (Il demeure à côté). Acôtéde:
1. -in yanında, yakınında (Le salon est à côté de ta
salle à manger. Il marche à côté de sa sœur). 2. -in
yanında, -e bakarak, -ile karşılaştırıldığında, -e
kıyasla (Tes défauts ne sont pas graves à côtés des
miens). 3. -in dışında, -den uzaklaşarak (Vous
répondez à côté de la question). De côté: 1. Eğik
olarak, yanlamasına (Tournez un peu de côté). 2.
Yan yan, yampiri (Le crabe marche de côté). 3.
Yanı üstü, böğrü üstü (Ilesttombédecôté). 4. Şaşı
gibi, şaşı (Regarder de côté). Du côté de: İ. -den
yana, -i yönünden, yönüne; tarafından, tarafına
(Il s'est mis du côté des pauvres. Le vent souffle du
côté de la mer. J'habite du côté de la ferme. Nous
nous dirigeons du côté du parc). 2. -bakımından
(Ducôtédelafortune,
il est trop gâté). De tout côté,
de tous côtés: Her yanda, her yandan; her yerde,
coteau
her yerden, her yana (J'ai couru de tous côtés). De
côté et d'autre: Şurda burda. De ce côté: Bu
bakımdan, bu konuda (De ce côté, il n'y a rien à
craindre). De mon côté: Bana gelince, ben ise, ben
de (De mon côté, je chercherai à vous aider). Etre
aux côtés de qn: -den yana olmak. Etre du côté de
qn: -den yana olmak, -in yanını tutmak (Il est de
notre côté). Etre né du côté gauche: Piç olmak,
babası belli olmamak. Laisser qn, qch de côté: -i
bir yana bırakmak, ihmal etmek (ila laissé de côté
tout son travail pour s'occuper de moi). Mettreqch
de côté: Biriktirmek, bir kenara koymak (Il a
dépensé tout l'argent qu'il avait mis de côté
jusqu'ici). Mettre qn de son côté: -i kendinden
yana çekmek, kendine yandaş kılmak (ila réussi à
mettre de son côté tous ses anciens adversaires).
Passer à côté de qch: mec. -e yan çizmek; -i
görmezlikten gelmek (Passer à côté d'une
difficulté). Prendre qch par le bon côté, du bon
côté: -i iyi yandan almak, iyimser olarak
düşünmek. Se mettre du côté de qn: -in yanını
tutmak, -den yana olmak (Il se met toujours du
côté des puissants). Se ranger aux côtés de qn: -in
yanında yer almak; -in safına geçmek (Il s'est
rangé aux côtés des populistes).
coteau er. 1. Küçük tepe, tepecik (Au pied du
coteau). 2. Bayır, yamaç. 3. Bağlık yer, bağlar,
côtelé,e s. Dilimli, kabarık çizgili (Etoffe côtelée,
velours côtelé).
côtelette diş. 1. Pirzola (Côtelette d'agneau, de
porc). 2. tkz. Kaburgakemiği. 3. ç. Favori, uzun
favori, yan sakalı. § Pisser sa côtelette: argo.
Doğurmak.
coter gçl. 1. Numaralamak, bir numara vermek
(Coter un dossier). 2. Değerini, fiyatını, "rayicini
belirtmek (Coter une rente, une valeur en Bourse,
un devoir d'élève). 3. Değer vermek, saymak,
beğenmek. 4. Rakımım belirtmek (Coter une
carte géographique). S. Etre côté: Beğenilmek,
takdir edilmek, tutulmak (Un vin bien coté. Un
conférencier coté).
coterie diş. Yakın arkadaşlar, yâran; °klik, 'bölek
(Une coterie littéraire, politique).
cothurne er. Eski Yunanlılarda trajedi oynarken
giyilen yüksek ve kalın tabanh ayakkabı. §
Chausser le cothurne: mec. Trajedi oynamak.
côtier,ère s. 1. Kıyıya değgin (Navigation côtière).
2. Kıyıları bilen. 3. er. Kıyılarda işleyen gemi, kıyı
gemisi. 4. Yokuşlarda arabaya yardımcı olarak
koşulan at, cılgar.
cotignac er. Ayva reçeli; portakal reçeli,
cotillon er. 1. (Eski) Jüpon, iç eteklik. 2. Bir tür
dans. § Aimer, courir le cotillon: Kadınların

329

cotylédon
ardından koşmak, kadınlara düşkün olmak,
cotir gçl. (Meyveleri) Ezmek, vurmak, berelemek
(Fruits cotis par la grêle).
cotisation diş. 1. Para toplama (Souscrire à une
cotisation). 2. Masraf payı, herkesin payına
düşen ödenti; ayhk ödenti, "aidat (Payer sa
cotisation syndicale. Payer, verser, envoyer sa
cotisation).
cotiser gsz. Ortaklaşa bir masrafta kendi payına
düşen parayı ödemek (Il n'a pas cotisé pour le
cadeau). § Se cotiser: Bir masrafı aralannda
bölüştürmek, aralarında para toplamak (Se
cotiser pour offrir un cadeau).
coton er. 1. Pamuk (Un tissu de coton, chemise de
coton). 2. Pamuk iplik. 3. Pamuklu (bez). 4. .v.
Güç, çetin (C'es/ coton! C'est coton, ce problème).
§ Avoir du coton dans les oreilles: Kulakları
uğuldamak, pek iyi işitmemek. Avoir les jambes
en coton: 1. Çok zayıf olmak, canlı cenaze olmak.
2. Dizlerinde derman kalmamak, kendini
dermansız hissetmek. Elever qn dans du coton:
Pek nazlı büyütmek, muhallebi çocuğu gibi
yetiştirmek (Elever un enfant dans du coton).
Filer un mauvais coton: Sağlığı bozuk olmak;
ölümü yakın olmak, durumu tehlikeli olmak,
cotonnade diş. Pamuklular, pamuklu(bez).
cotonne.e s. Pamuk tüylü. § Cheveux cotonnés: Kısa
ve kıvırcık saç, zenci saçı.
cotonner (se) gsz. Havlı olmak, hav çıkarmak
(Lainage qui se cotonne).
cotonnerie diş. 1. Pamuk tarlası. 2. Pamuk işleme
yeri.
cotonneux,euse s. 1. Havı olan, havlı, ince tüylü
(Des feuilles cotonneuses, un fruit cotonneux). 2.
Pamuk gibi, pamuk yığınına benzeyen (Des
nuages cotonneux).
cotonnier er. Pamuk fidanı,
cotonnier,ère s. 1.Pamuğa değgin, pamukla ilgili
(Syndicat cotonnier. Industrie cotonnière). 2.
Pamuk işçisi,
coton-poudre er. Pamuk barutu,
côtoyer gçl. 1. Boyunca gitmek, kıyısını izlemek
(Côtoyer la rivière). 2. -ile yan yana gitmek
(Côtoyer une armée). 3. -e yaklaşmak, çok yakın
olmak (Cela côtoie le ridicule).
cotrc er. Kotra.
cotret er. Çırpı demeti. § Etre sec comme un cotret:
Kara kuru bir şey olmak, çırpı gibi cılız olmak,
cottage er. tng. Küçük kır evi.
cotte diş. 1. Köylü etekliği. 2. İş giysisi, tulum
(Ouvrier en cotte bleue).
cotyle diş. anat. Kemik hokkası, kemik yuvası,
cotylédon er. bitb. Çenek.
coursier

330

coussinet

cou, col er. Boyun. § Jusqu'au cou: Gırtlağına


kadar (Il est endetté jusqu'au cou). Laisser la bride
sur le cou à: -i serbest bırakmak, yularını
koyvermek, istediği gibi hareket etmesine izin
vermek (Laisser la bride sur le cou à un cheval, à
un enfant). Mettre à qn la corde au cou: -in
boynuna ip dolamak; idam etmek. Passer ses bras
autour du cou de qn: Kollarını -in boynuna
dolamak. Prendre ses jambes à son cou: Var
gücüyle kaçmak. Topukları belini dövmek.
Sauter, se jeter, se pendre au cou de qn: -in
boynuna sarılmak, kucaklamak. Se casser, se
rompre le cou: 1. Düşerek ölmek. 2. mec.
Tepetaklak gitmek, büyük zararlara uğramak.
Tordrelecouà: 1. -i boğarak öldürmek (Tordre le
cou à un poulet). 2. mec. Boğmak, ortadan
kaldırmak, yok etmek (Tordre le cou aux libertés,
à l'opposition).
couac er. müz. Falso.

une personne dans un testament, sur une liste). 7.


gsz. Y atmak (Coucher à plat ventre, sur le dos, sur
lecôté). 8 .gsz. Kalmak, yatmak, geceyi geçirmek
(Coucher à l'hôtel, sous les ponts). §Coucherqn,
qch en joue: -e nişan almak ; tüfeğin namlusunu -e
doğrultmak. Coucher à la belle étoile: Dışarda,
açık havada, yıldız palasta yatmak. Coucher avec
qn: -ile yatmak, cinsel ilişkide bulunmak.
Coucher à l'hôtel du cul tourné: argo. Birbirine
sırtlarını çevirip yatmak; karısıyla yada kocasıyla
küsüşüp yatmak. Un nom à coucher dehors:
Bellenmesi, söylenmesi güç bir ad. § Se coucher:
1. Yatağa girmek, yatmak (C'est l'heure de se
coucher). 2. Uzanmak (Se coucher sur les herbes,
sur le tapis). 3. Batmak (Le soleil s'est couché, la
lune se couche). § Se coucher comme les poules:
Tavuklar gibi erken yatmak, gün battı gâvur yattı.
Comme on fait son lit on se couche: Ne ekersen onu
biçersin.

couard,e s. vead. Korkak,ödlek, tabansız,


couardise diş. Korkaklık, ödleklik, tabansızlık,
couchage er. 1. Yatırma, yatma (Le couchage des
troupes). 2. Yatma takımı, uyuma gereçleri (Sac
de couchage, matériel de couchage).
couchant,e s. ve er. 1. Yatan. 2. Batan, batmak
üzere olan ("Le soleil couchant) .3.Batı,günbatısı
(Une maison exposée au couchant). 4. er. mec.
Yaşlılık, düşkünlük. § Faire le chien couchant:
Yaltaklanmak, köpeklik etmek,
couche diş. 1. Yatak (S'allonger sur sa couche). 2.
Kundak bezi (Le bébé salit sa couche). 3.ç. Çocuk
doğurma, doğum; loğusalık (Couches pénibles.
Elle a eu plusieurs visites pendant ses couches). 4.
Kat, katman, "tabaka (Couche de calcaire.
Couches de l'atmosphère).
5. Tabaka, sınıf
(Couches sociales). 6. (Bahçıvanlıkta) Yastık
(Champignons de couche). § Femme en couches:
Loğusa kadın, loğusa. Avoir une couche, en tenir
une couche: hlk. Biraz budalaca olmak, pek bön
olmak, safça olmak. Déshonorer la couche
conjugale: Eşine ihanet etmek, harama uçkur
çözmek. Faire fausse couche: Çocuk düşürmek.
Partager la couche de qn: -ile bir yatağı
paylaşmak, -ile yatmak,
coucher gçl. 1. Yatağa yatırmak (Coucher un
malade, un enfant). 2. Dayamak, yaslamak (Le
violoniste a couché sa joue sur son violon). 3. Yana
yatırmak (La tempête a couché le bateau). 4. Yere
yatırmak, yere sermek (Il faut coucher les
bouteilles pour mieux conserver le vin. L'orage a
couché les blés). 5. Rapora geçirmek, resmi bir
belgede belirtmek (Couchez par écrit toutes ces
remarques). 6. Yazmak, kaydetmek (Coucher

coucher er. 1. Yatağa girme, yatma (Ici le coucher


est à dix heures. C'est V heure ducoucher). 2. Yatak
ücreti (Il n'a pas payé son coucher). 3. Batma,
batış (Le coucher du soleil, delalune). § Avoirun
coucher: argo. Geceyi metresinin yanında
geçirmek.
coucherie diş. Yatma, cinsel ilişkide bulunma (Des
coucheries sans amour).
couchette diş. 1. Küçük yatak (Une couchette
d'enfant). 2. (Gemi ya da trende) Yatak, kuşet
(Compartiment à couchettes).
coucheur, euse ad. Mauvais coucheur: Geçimsiz
kimse (C'est un mauvais coucheur, il a des procès
avec tous ses voisins).
couci-couça bel. tkz. Şöyle böyle, iç güveyisinden
hallice (Comment allez -vous?—Couci-couça).
coucou er. 1. Guguk kuşu. 2. Guguklu saat. 3.
(Eskiden) İki tekerlekli yolcu arabası. 4. Eski
model uçak (Les coucous de la guerre 1914). S.
ünl. Hu! Kuku!
coude er. 1. Dirsek (S'appuyer sur le coude). 2.
Dönemeç, kıvrıntı (Coude d'un fleuve. La rivière
fait un coude en contournant la colline). § L'huile
de coude: Enerji, çaba (Mettre de l'huile de coude
pourparveniràunrésultat).
Coudeàcoude: 1 .bel.
Dirsek dirseğe, omuz omuza, yan yana
(Travailler, lutter coude à coude). 2. er.
Dayanışma, yardım (Un coude à coude fraternel).
Donner un coup de coude à qn, pousser qn du
coude: -e dirsek vurmak; -i dirseğiyle dürtmek.
Jouer des coudes: Kendine yol açmak, bir
kalabalıkta onu bunu itip kendine yol açmak.
Lever le coude: Çok içmek, durmadan içmek. Ne
pas se moucher du coude: Burnundan kıl
coursier
aldırmamak, çok iddialı olmak. Se fourrer le doigt
dans l'œil jusqu'au coude: Korkunç yanılmak,
çok yanılmak. Se serrer les coudes: Safları
sıklaştırmak, dayanışmaya girmek, birbirine
yardımcı olmak,
coudée diş. Dirsekten orta parmağın ucuna değin
eski bir ölçü, arış. § Avoir ses coudées franches:
İstediği gibi davranmakta serbest olmak, karışanı
edeni olmamak. Dépasser qn de cent coudées:
-den kat kat üstün olmak,
cou-de-pied er. Ayağın üst ve tümsek yeri, ağım.
couder gçl. Dirsek gibi bükmek (Couder une barre
de fer).
coudoiement er. Sık sık görme, yakından görüşme,
coudoyer gçl. 1. Dirsek vurmak. 2. Dirsek dirseğe
gelmek. 3. Değerek geçmek, sürtünerek geçmek
(Coudoyer les inconnus dans la foule). 4. Sık sık
görmek, yakından görüşme olanağı olmak (Au
ministère, il coudoie toutes sortes d'hommes
politiques). 5. -e çok yakın olmak (La bêtise
coudoie la méchanceté).
coudraie diş. Fındıklık.
coudre gçl. Dikmek (Coudre une robe, un vêtement.
Coudre un bouton à un vêtement, une marque sur
du linge. Coudre à la main, à la machine. Coudre
une plaie). § Machine à coudre: Dikiş makinası.
coudrier er. Fındık ağacı (Plantation de coudriers).
couenne diş. 1. Kazınmış domuz derisi. 2. Derideki
leke, benek. 3. argo. Deri. § Se faire racler la
couenne: Traş olmak, sakalı kazıtmak. Se gratter
la couenne: hlk. Traş olmak, sakal traşı olmak.
couenneux,euse s. 1. Domuz derisine benzeyen. 2.
hek. Zarh (Angine couenneuse).
couette diş. 1. Boru süzgeci. 2. Gemi tezgâhı. 3.
Küçük kuyruk. 4. Tüy yatak (Coucher sur une
couette). 5. (Trende) Kuşet,
couffe diş. 1. Küfe. 2. Küfe dolusu (Une couffe de
raisins).
couffin er. Küfe.
coufiques. Kûfi (Ecriture coufique).
couguar, cougouar er. Amerika'da yaşayan, Yeni
Dünya aslanı denilen bir tür yırtıcı hayvan, puma.
couic ünl. Gık! ( On leur passait la corde au cou, et
couic! C'étaitfinipour eux). § N'y comprendre que
couic, n'y voir que couic, n'y connaître que couic:
Hiçbir şey anlamamak, hiçbir şey görmemek,
hiçbir şey bilmemek,
couilles diş. ç. argo. Testis, taşak. § A voir des touilles
au cul: argo. Cesur olmak, taşaklı olmak, gözünü
budaktan sakınmamak,
couillon s. ve er. hlk. Aptal, enayi dümbeleği,
couillonnadediş. argo. Aptallık, enayilik,
couillonnergç/. 1. Aldatmak, enayi yerine koymak.

331

coussinet
2. gsz. Enayilik etmek, aptallık etmek,
saçmalamak,
couinement er. 1. Gıcırdamak (Le couinement d'un
tiroir, d'une porte). 2. Zırlama, dırlama,
mızmızlanma (Le couinement d'un enfant).
couiner gsz. 1. tkz. Hırlamak (Le chien a couiné
quand je lui ai marché sur la patte). 2. hlk.
Gıcırdamak (Laporte couine). 3. hlk. Zırlamak,
dırlamak (Il n'a pas cessé de couiner).
coulage er. 1. Akma, su sızdırma (Coulage d'une
lessive). 2. Döküm, dökme işi (Coulage d'une
statue, de pièces céramiques). 3. Savurganlık;
savurma, çarçur etme (La maîtresse de maison se
plaint du coulage).
coulant,e s. 1. Akan, akıcı, çabuk sızan. 2. Hafif,
içimi hoş (Vin coulant). 3. Akıcı, rahat (Un style
coulant). 4. Yumuşak, hoşgörülü (Leprofesseur
se montre coulant). 5. Kaygan, çabuk çözülen (Un
nœud coulant). 6. er. Sürme halka (Le coulant
d'une ceinture). 7. bitb. Sürgün (Le coulant des
fraisiers). 8. er. argo. Süt. 9. diş. argo.
Belsoğukluğu. 10. İşlek yazı, resim,
coule diş. 1. Kukuletalı rahip giysisi. 2. Çarçur
etme, savurganlık. § Etre à la coule: Gözü açık
olmak, her şeyin püf noktasını bilmek; işini
bilmek, çıkar sağlamanın yolunu bilmek,
coulé er. 1. müz. Notalar arasındaki bağ çizgisi. 2.
(Dansta) Kaydırma adım. 3. (Bilardoda) Vuruş,
coulée diş. 1. Eğik ve bitişik yazı. 2. Kalıba dökme,
döküm ( La coulée d'un métal) ,3.Akma;akanşey
(Une coulée de lave).
couler gsz. 1. Fışkırmak, çıkmak (L'eau qui coule
d'unesource. Lesangquicouled'uneblessure).
2.
Akmak (Le fleuve coule lentement). 3. Batmak
(Le bateau a coulé). 4. Dolaşım yapmak,
dolaşmak ( Le sang coule dans les veines). 5. Kay ıp
gitmek, akmak, olduğu yerde durmamak
(L'argent lui coule des doigts). 6. Geçmek, geçip
gitmek (Le temps coule). 7. Sızdırmak, akıtmak,
akmak (Mon stylo coule. Ce tonneau coule de
toute part. Il a le nez qui coule). 8. gçl. Akıtmak,
boşaltmak (Couler un liquide). 9. gçl. Dökmek,
kalıba dökmek (Couler du bronze, du béton, une
statue). 10. gçl. Dökmek, -haline getirmek (Ildoit
couler ses idées dans des mots). 11. gçl. Yavaşça
sokmak, sokuvermek (J'ai coulé ma clef dans la
serrure). 12. gçl. Geçirmek, sürmek (Couler une
vie heureuse, une existence paisible). 13. gçl.
Batırmak, sulara gömmek ( Couler un navire). 14.
gçl. Bitirmek, tüketmek, batırmak (Couler une
fortune, un commerce). 15. gçl. Couler qn: Birini
başarısızlığa uğratmak, gözden düşürmek,
batırmak. § Couler de source: Doğal olarak
coursier
gelişmek, ortaya çıkmak; kendiliğinden akıp
gitmek (Un roman qui coule de source. Cette idéemère, une fois arrêtée, le reste
coule de source).
Faire couler de l'encre, beaucoup d'encre:
Hakkında çok şey yazılıp çizilmek. Faire couler de
la salive: Hakkında söylenmedik şey kalmamak.
Faire couler le sang: Bir savaşın, bir kıyımın
sorumlusu olmak; kan dökülmesine yol açmak.
Laisser couler ses larmes: Ağlamak, gözyaşı
dökmek. Le sang a coulé: Kan aktı, yaralananlar
oldu.§ Se couler: Sokulmak, sessizce içine girmek
(Se couler dans la foule, danssonlit). § Se la couler
douce: Mutlu bir yaşam sürmek, güzel güzel
yaşayıp gitmek,
couleur diş. 1. Renk (Couleur foncée, daire, vive,
tendre, chaude, pâle). 2. Boya (Couleurs
végétales, couleurs animales. Couleurs en tube.
Boîte de couleurs. Broyer, préparer les couleurs).
3. mec. Renk, yön, düşünce (Il a changé très
souvent de couleur dans sa vie politique). 4.
Canlılık, parlaklık (Couleur d'un style). 5.
(iskambilde) Koz (Je joue la couleur et non le
sans-atout). 6. ç. Bayrak, sancak (Hisser, baisser
les couleurs). 7.ç. Yüz rengi, beniz (La maladie lui
a fait perdre ses couleurs). 8. Renkli çamaşır
(Laver le blanc et la couleur). 9. s. (Değişmez)
-renginde (Une étoffe couleur cerise; un ruban
couleur chair; un tricot couleur paille). § Couleur
locale: Yerel renk, bölgesel özellik. Haut en
couleur: Koyu esmer, yüzü güneşten yanmış (Les
paysans hauts en couleur). Marchand de couleurs:
ispirto, sabun, arıtıcı gibi temizlik gereçleri satan
dükkâncı. Race de couleur: Beyaz ırk dışındaki
ırklar, özellikle siyah ırk ( Une femme de couleur).
De couleur, en couleur: Renkli (Crayon de
couleur. Des photos en couleurs). Sous couleur de:
-bahanesiyle, görünüşü altında, -iyor diye (Il
attaque sous couleur de se défendre). Annoncer la
couleur: 1. (iskambilde) Koz söylemek, kozunun
ne olduğunu bildirmek.
2. mec.
tkz.
Düşündüğünü açıkça ortaya koymak, söylemek.
Changer de couleur: Benzi atmak, sapsan
kesilmek. En dire de toutes les couleurs à qn: -e
ağzına
geleni
söylemek,
söylemediğini
bırakmamak. En voir de toutes les couleurs:
Başına gelmedik belâ kalmamak; başına gelen
pişmiş tavuğun başına gelmemek, çok çekmek.
En faire voir de toutes les couleurs à qn: -e çok
çektirmek. Faire perdre ses couleurs à qn: -in
benzini sarartmak. Ne pas voir la couleur de qch:
tkz. -in yüzünü bile görmemek; almamak, eline
geçmemek (Il devait me payer mille francs, mais je
n'en ai encore jamais vu la couleur). Perdre ses
332

coussinet
couleurs: (Hastalıktan)
Benzi
sararmak.
Reprendre des couleurs: Rengi yerine gelmek,
yeniden sağlığına kavuşmak. Des goûts et des
couleurs il ne faut pas disputer: Renkler ve
zevkler tartışılamaz,
couleuvre
Karayılan.
coulis, ses. 1. Aralıkla ilgili; bir dar aralıktan gelen
(Vent coulis: Bir aralıktan gelen yel, hava akımı).
2. er. Et ve sebze özütü (Un coulis de tomates,
d'écrevisse).
coulisse dij. 1. (Doğramacılıkta) Sürme oluğu, yiv.
(Fenêtre, porte à coulisse). 2. (Tiyatroda) Kulis. 3.
mec. Bir şeyin gizli yanı, kulis (Les coulisses de la
politique). 4. (Kumaşın bir yerinde) Uçkurluk. S.
Borsa dışı iş yapan sarraf takımı. $ Faire des yeux
en coulisse: Şöyle bir kaçamak bakmak, göz
ucuyla şöyle bir bakmak. Rester, se tenir dans la
coulisse: Arka planda kalmak, kendisi ortada
görünmemek,
coulissé, es. Oluklu, yivli.
coulisseau er. 1. Küçük yiv. 2. Yiv içinde kayan
parça.
coulisser gçl. 1. Yiv açmak (Coulisser un tiroir, un
rideau). 2. gsz. Yiv üzerinde kaymak (Porte qui
coulisse).
coulissier er. Borsa dışı işi gören sarraf,
couloir er. 1. Dar ve uzun geçit, "kulvar (Couloir
d'un wagon. La salle à manger donne sur le
couloir). 2, Dargeçit, boğaz (Fleuve encaissé dans
un profond couloir. Les alpinistes suivent un
couloir rocheux).
coulpe diş. Günah, suç. § Battre sa coulpe: Suçunu
kabullenmek, pişman olmak,
coulure diş. 1. Çiçekken meyvenin düşmesi. 2.
Maden çapağı, döküm çapağı,
coup er. 1. Vurma, vuruş, "darbe (Coup de marteau,
coup de fouet). 2. Darbe izi, vurma yarası (Son
visage est tout noir de coups). 3. (Silah için)
Patlama, boşalma, atış (Coup de canon, coup de
fusil, coup de revolver). 4. (içki için) Bir defada
içilen içki, bir kadeh içki (Prendre un coup). 5.
"Defa, kez (Ce coup-c', il faut faire attention. Un
autre coup, tu me préviendras avant de
commencer). 6. (Alet için) Kullanma, işletme,
vurma (Donner un coup de brosse à ses vêtements.
Il m'annonce sa visite par un coup de téléphone.
Donner un coup de ciseaux dans le tissu. Donner
un coup de rabot pour égaliser une planche). 7.
(Hayvanlarda, belli bir organıyla) Şöyle bir
vurma (Un coup de bec, un coup dégriffé, un coup
de corne, un coup de sabot, un coup de queue). 8.
Heyecan, helecan (Cette mauvaise nouvelle lui a
donné un coup). § Coup double: (Avda) Bir atışta
coursier
iki av birden vurma. Coup sale: Büyük bir zarar,
büyük bir darbe (Sa mort est un coup sale pour la
famille). Coup de chance, coup de veine: Şans,
talih, baht. Coup d'air: Soğuk algınlığı. Coup de
bambou: Cinlenme, huylanma, kızma. Coup de
chapeau: Şapka çıkararak verilen selâm. Coup de
ciel: Tanrının lütfü. Coupdechien: Hırgür, kavga.
Coup de grâce: Öldürücü darbe, son darbe. Coup
de fortune: Talihin tecellisi. Coup de main:
Yardım. Coup de maître: Usta işi. Coup de sang:
Kan boğması, beyin kanaması. Coup de soleil:
Güneş çarpması. Coup de mer: Deniz tutması.
Coup de filet: Tarama, polisin yaptığı tarama.
Coup et blessures: huk. Müessir fiil. Coup de
foudre: Yıldırım aşkı. Coup d'essai: İlk deneme,
sınama. Coup d'Etat: Hükümet darbesi. Coup de
tête: Delice bir davranış, çılgınca bir hareket.
Coup de théâtre: Beklenmedik bir değişme,
beklenmedik bir olay. Coupd'œil: 1. Şöyle bir göz
atıverme, bakıverme. 2. Görünüm, "manzara.
Coup dur: Güç iş. Coup de pouce: Şöyle ufak bir
yardım. Coup d'éclat: Büyük yankılar uyandıran
yürekli bir hareket. Coup de Jarnac: Haince,
alçakça bir iş. Coup du père François: Hainlik.
Coup de pied de l'âne: Alçakça, haince bir
davranış. Coup de pied au derrière, au cul:
Tekme, kıça tekme. Coup de poing: Yumruk.
Coup d'épée dans l'eau: Boş çaba. Coup de fil:
Telefon, telefon konuşması. Coup franc:
(Futbolda) Serbest vuruş, frikik. Coup sur coup:
Üst üste, art arda. Le mauvais coup: Hainlik,
kötülük (Il médite encore un mauvais coup). A
coup sûr: Kuşkusuz, muhakkak ki. Après coup: İş
işten geçtikten sonra. A coup de: l.-ile (Battre à
coup de fouet, tuer à coup de couteau, frapper à
coup de pied). 2.-yardımıyla (Traduire un texte à
coup de dictionnaire). A chaque coup, à tous les
coups: Her defasında. Ce coup-ci: Bu defa, bu
kez. Encore un coup: Bir defa daha. Du coup:
Sonunda, o zaman ( On lui a demandé des preuves,
du coup, il a été bien embarrassé). Du même coup:
Bu arada, fırsat doğmuşken (J'irai en voiture, du
même coup, je pourrai vous emmener). Pour le
coup, pour un coup: Bu kez, nasılsa bir kerecik
(Pour un coup, vous êtes à l'heure). Sous le coup
de: Etkisiyle, etkisi altında (Je suis encore sous le
coup de cette émotion). Sur le coup: Şıppadak,
derhal ( Il est mort sur le coup). Sur le coup de midi,
au coup de midi: Öğleye doğru, öğle sıralarında.
Sans coup férir: Silah patlamadan, kan
dökülmeden, kimsenin burnu kanamadan. Tout
d'un coup, tout à coup: Birdenbire, ansızın.
Attraper le coup de sang: Kanı beynine sıçramak,

333

coussinet
çok öfkelenmek. Avoir un bon coup de fourchette:
Tıka basa yemek. Avoir un coup dans le nez:
Çakırkeyif olmak. Avoir le coup de pompe: tkz.
Mahvolmak. Boire un coup: Bir kadeh atmak.
Compter les coups: Bir çatışmanın dışında kalarak
gelişmeleri izlemek. Donner le coup de grâce à qn:
-e son darbeyi indirmek. Donner un coup de fil à
qn: -e telefon etmek. Donner un coup de sabre à
qn: argo. -ile cinsel ilişkide bulunmak. Donner le
coup de pouce: tkz. Terazinin kefesine vurup ağır
getirmek. En mettre un coup: Büyük bir çaba
göstermek. Etre dans le coup: İşin içinde olmak,
olaya karışmış olmak. Etre aux cent coups: Çok
kaygılı olmak; kaygılar, korkular içinde olmak.
En mettre un coup, en ficher un coup: Yeğin
çalışmak. En prendre un coup: 1. Hasara
uğramak, zarar görmek. 2. Kolu kanadı kırılmak.
Faire le coup de deux: argo. İki karısı olmak, hem
karısı hem metresi bulunmak. Faire coup double:
1. argo. İki kez üst üste cinsel ilişkide bulunmak.
2, (Avda) Bir vuruşta iki av öldürmek. 3. argo.
İkiz doğurmak. Faire un coup de guiseau: argo.
Cinsel ilişkide bulunmak. Faire d'une pierre deux
coups: Bir taşta iki kuş vurmak. Faire les quatre
cents coups: Bohem hayatı yaşamak, derbeder
yaşamak, nerde akşam orda sabah yaşamak.
Manquer, rater son coup: Başaramamak,
düşündüğünü gerçekleştirememek. Monter le
coupa qn: -i aldatmak, oyuna getirmek. Marquer
le coup: İşi açığa dökmek, açıkça belirtmek.
Offrir, payer un coup à qn: -e bir kadeh içki
ısmarlamak. Porter un coup à: -e darbe indirmek,
halel getirmek, gölge düşürmek. Risquer, tenter
le coup: Şansım denemek. Tenir le coup:
Dayanmak, direnmek, dayanıklılık göstermek.
Valoir le coup: Değmek, zahmetine değmek (Ça
ne vaut pas le coup).

coupables, vead. 1. Suçlu (Il se sent coupable. C'est


lui le coupable). 2. Ayıp, utanılacak (Commettre
une action coupable).
3. Coupable de: -den
sorumlu (Il est coupable de cet échec).
coupage er. 1. Kesme. 2. İçki karması.
coupant, e s. 1. Kesen, kesici, keskin (Une lame
coupante). 2. Sert, kesin (Paroles coupantes, une
voix coupante). 3. er. Keskinlik. 4. er. Keskin
taraf, ağız.
coup-de-poing er. 1. Muşta. 2. Bir çeşit delgi.
coupe diş. 1. Ayaklı bardak, bardak, kupa (Une
coupe de cristal). 2. Bardak dolusu, bardak (ila bu
deux coupes de vin). 3. Ayaklı tabak (Coupe à
fruits. Une coupe de crème, une coupe de
compote). 4. (Sporda) Kupa (Remettre une coupe
à une équipe gagnante). 5. Kupa maçı (Coupe de
coursier
Turquie de football). 6. Ağaç kesme, kesim
(Coupe dans une forêt, coupe de bois). 7.
Kesilecek orman alanı. 8. Biçme, ekin biçimi (La
deuxième coupe n 'a pas donné defoin cette année).
9. (Terzilikte) Biçki, kesim ( Un complet d'une très
bonnecoupe. Apprendre lacoupe. Suivre les cours
de coupe). 10. Saç kesme, traş (Une coupe de
cheveux). 11. (Dizelerde, tümcede) Durak,
durgu (Trouver les coupes dans un vers). 12. hek.
Kesi (Examiner une coupe de tissu. Une coupe
histologique au microscope). 13. Kulaç atma,
kulaçlama, yüzme. 14. Çeşme yalağı. 15.
(İskambilde) Kâğıt kesme (Après la coupe, on
distribue les cartes). 16. Kesit (Coupe d'une
maison, d'un navire). 17. Sulta, boyunduruk,
egemenlik. § Coupe sombre: Büyük kısıntı (Faire
des coupes sombres dans le budget,
dans le
personnel). Coupe réglée: (Ormanda) Düzenli
kesim, belirli aralıklarla kesim. Boire la coupe
jusqu'à la lie: Kahrın daniskasını görmek, acının
son kertesini tatmak. Etre, se trouver sous la
coupe de: -in sultası, boyunduruğu, egemenliği
altında bulunmak. Mettre qch en coupe réglée: 1.
-de belirli aralıklarla kesim yapmak (Mettre une
forêt en coupe réglée). 2. mec. Sağmal inek gibi
kullanmak, habire angarya yükleyip durmak.
Prendre qn sous sa coupe: -i sultası altına almak.
Tomber sous la coupe de: -in sultası,
boyunduruğu, egemenliği altınagirmek.Ilya loin
de la coupe aux lèvres: Elle ağız arasında kırk yıllık
yol var; her umulan kolay kolay sağlanamaz,
coupé er. 1. Kupa arabası, payton. 2. (Vagonlarda)
Tek kanepeli bölme 3. Bir dans adımı,
coupe-choux er. 1. Manastır uşağı. 2. Kısa kılıç,
coupe-cigare er. Puro makası, puro keseceği,
coupe-circuit er. Elektrik sigortası,
coupe-coupe er. Tahra,
coupée diş. (Gemilerde) İskele kapısı,
coupe-file er. Polis kordonundan geçme kâğıdı, izin
belgesi, geçiş kâğıdı (Coupe-file d'un journaliste).
coupe-gorge er. Tehlikeli yer; batakhane,
coupe-jarret er. Haydut, eşkıya,
coupe-légumes: Sebze doğrama bıçağı,
coupellation diş. (Altın yada gümüşü ayırmak için)
Kal işi.
coupelle diş. (Altın ya da gümüş için) Kal potası,
coupe-papier er. Kâğıt keskisi, kitap açacağı,
couper gçl. 1. Kesmek (Couper quelque chose avec
un couteau, une hache, des ciseaux). 2. Biçmek
(Couper une robe, une étoffe). 3. Biçmek,
kesmek, kesip koparmak (Couper de l'herbe, du
foin, du bois, les blés). 4. Uçurmak, kesmek,
koparmak (Couper la tête, le cou, la gorge d'un

334

coussinet
condamné). 5. Kesmek, geçmesine engel olmak
(Couper l'eau, le gaz, l'électricité). 6. Yarıda
kesmek (Couper une conversation, l'émission,
une communication téléphonique). 7. Uçurmak,
atmak, kullanılmaz duruma getirmek (Couper les
ponts, les voies ferrées). 8. Kesmek, artık
vermemek (Couper les crédits à un commerçant).
9. Bıçak gibi kesmek (Le froid coupe le visage).
10. Kesmek, bölmek, parçalara ayırmak (Couper
du pain, du fromage, delà viande, un gâteau). 11.
(İçkiyi) Sulandırmak, su katmak, yoğunluğunu
azaltmak (Couper son vin, couper du lait). 12.
Kesmek, geri göndermek (Couper une balle de
tennis). 13. (İskambilde) Kozla almak, kesmek
(Couper une carte, je coupe le carreau). 14.
Kesmek, bastırmak (Couper l'appétit, couper la
faim). 15. Sayfalarını açmak (Couper un livre).
16. Couper qch en: -e bölmek, ayırmak ( Couper la
viande en petites tranches. Couper un gâteau en
quatre morceaux). 17. Couper à qch: -eyan
çizmek; den kaçmak, kurtulmak (Couper à une
corvée). 18. Kesmek, keskin olmak (Ce couteau
ne coupe pas bien). 19. Kestirmeden gitmek
(Couper par un sentier). 20. Couper qn de qch:
Birini -den yalıtmak; -ile olan tüm bağlarını
kesmek (On nous avait coupés de nos familles.
Couper une armée de ses bases). § A couper au
couteau: Yoğun, kalın (Un brouillard à couper au
couteau). Couper les vivres à qn: -e artık
bakmamak; -in artık geçimini sağlamamak.
Couper les bras à qn; couper bras et jambes à qn:
-in kolunu kanadını kırmak. Couper les cartes:
(İskambilde) Kâğıtları kesmek. Couper les
cheveux en quatre: Kılı kırk yarmak, büyük
titizlik göstermek. Couper ses effets à qn: -in
fiyakasını bozmak, cakasını bozmak. Couper la
parole à qn: -in sözünü kesmek. Couper le sifflet à
qn: Birinin konuşmasını birdenbire kesmek.
Couper le souffle à qn: -i şaşkına çevirmek, ne
yapacağım bilemez duruma getirmek. Couper
l'appétit à qch: -in iştahını kesmek. Couper le
chemin à qn: -in yolunu kesmek, önüne geçmek.
Couper court: Kısa kesmek. Couper courtàqch: -i
fazla uzatmamak, -e son vermek. Donner sa têteà
couper: (And içerken) Kellesini kestirmek. Y
couper de qch: -den kurtulmak, paçasını sıyırmak
(Iln'y coupera pas d'une punition). §Secouper: 1.
Kesişmek, birbirini kesmek (Les deux routes se
coupent avant le pont). 2. Bir dediği bir dediğini
tutmamak, kendi kendini yalanlamak (Tu te
coupes toujours). 3. Bir yerini kesmek (Il s'est
coupé en se rasant. Se couper à la main, audoigt). §
Se couper en quatre pour qn: -için saçını süpürge
coursier
etmek; uğruna kendini helâk etmek, her türlü
fedakârlığa katlanmak; -için canını vermek,
couperet er. Satır.
couperose diş. 1. Halkın türlü sülfatlara verdiği ad.
2. hek. Kırmızı ergenlik. § Couperose blanche:
Çinkosülfatı, çinko tuzu. Couperose bleue: Bakır
sülfatı, göz taşı. Couperose verte: Demir sülfatı,
zaç.
couperosé, e s. Kırmızı ergenliği olan, kırmızı
benekli, kızarık (Un teint couperosé, un visage
couperosé).
coupeur, euse ad. (Giysi için) Biçici (Une habile
coupeuse). § Coupeur de bourses: Yankesici. Un
coupeur de cheveux en quatre: Kılı kırk yarıcı, çok
titiz (Kimse),
coupe-vent er. Havanın direncini kesmek için
taşıtların ön tarafına konulan ortası keskin köşeli
siper; *yelkıran.
couplage er. (Teknikte) Birleştirme, takma,
takıştırma, kurma,
couple diş. 1. tkizli bağ, ikizli tasma. 2. er. Çift, iki
(Une couple d'œufs). 3. er. (Biri erkek biri dişi)
Çift (Un couple de pigeons, de renards. Les
couples valsaient. Un couple bien assorti). 4. er.
(Mekanikte) Karşılıklı çift kuvvet. 5. er.
(Gemilerde) Kaburga,
coupler gçl. 1. ikizli tasmayla bağlamak, ikişer
ikişer bağlamak (Coupler les chiens). 2. Birbirine
bağlamak ( Coupler deux bateaux, deuxpéniches).
couplet er. 1. ed. Bir şarkıyı meydana getiren ve bir
nakaratla sona eren bölümlerden her biri, °kıta
(Une chanson de trois couplets). 2. Reze ile bağlı
iki demir kol. 3. tkz. Nakarat, her zaman söylenip
durulan şey (Il nous a encore casé son couplet sur
les jeunes d'aujourd'hui).
coupoirer. Keski.
coupole diş. 1. Kubbe tavanı. 2. Kubbe. § Entrer,
être reçu sous la Coupole: Fransız Akademisi'ne
üye seçilmek, girmek,
coupon er. Kupon.
coupure diş. 1. Kesik, bıçak yarası (Coupure au
doigt, au visage). 2. Kesilme, kopma, kopukluk
(Il sentit la coupure entre son passé et l'avenir). 3.
Makaslama, bir metinden çıkarılıp atılan parça.
4. * Kesik, gazete yada dergilerden kesilip
saklanan parça (Coupures de journaux). 5. Kâğıt
para (Une coupure de mille francs). 6. Kesilme,
geçici bir süre için kesilme (Il y aura une coupure
de gaz de quatre heures à cinq heures). § Faire la
coupure: tkz. Lâfı çevirmek,
cour diş. 1. Avlu (Les enfants jouent dans la cour). 2.
Mahkeme (Cour d'appel: İstinaf mahkemesi.
Cour d'assises: Ağır ceza mahkemesi. Cour de

335

coussinet
Cassation: Yargıtay, "Temyiz mahkemesi. Cour
de Cassation militaire: Askeri Yargıtay. Cour de
Justice Internationale:
Uluslararası
Adalet
Divanı.
Cour
des
Comptes:
Sayıştay,
°Divarumuhasebat. Cour des prises maritimes:
Deniz müsadere mahkemesi. Cour martiale:
Sıkıyönetim mahkemesi, °Divanı harp. HauteCour:Yüce Divan, "Divanıâli. Cour de
sûreté de
l'Etat: Devlet güvenlik mahkemesi). 3. Saray,
hükümdar sarayı (Aller à la cour. La noblesse de
cour). 4. Saray erkânı, Hükümdarın maiyeti
(Toute la cour assistait à la cérémonie). 5. Une
cour de: Bir sürü... (Une cour d'admirateurs,
d'adorateurs). § Etre bien en cour: Gözde olmak,
hükümdarın sevgisini kazanmış olmak, Faire la
cour à qn: -in gözüne girmeye çalışmak, -e
yaltaklanmak. Faire la cour à une femme: Bir
kadına kur yapmak. § Si tu veux la fille, fais la cour
à la mère: Kaleyi içten fethetmek gerek; kızla
evlenmek istiyorsan önce anasının gönlünü yap.
courage er. 1. Yüreklilik, gözü peklik, "cesaret (Se
battre avec courage). 2. Çaba, gayret. 3. mec. Katı
yüreklilik (Je n'ai pas le courage de lui refuser cette
aide). § Avoir le courage de f. qch: I . -mek
cesaretine sahip olmak, -meye cesareti olmak. 2.
-mek katı yürekliliğini göstermek, -cek kadar katı
yürekli olmak. Donner du courage à qn: -e cesaret
vermek; -i yüreklendirmek; -in moralini
yükseltmek. Faire preuve de courage, montrer du
courage: Cesaret göstermek. Perdre son courage:
Cesaretini yitirmek. Rassembler tout son
courage: Bütün cesaretini toplamak,
courageusement bel. 1. Yiğitçe, cesaretle. 2.
Yılmadan, çalışıp çaba göstererek,
courageux, euse s. 1. Yiğit, yürekli, cesur (Un
homme courageux). 2. Cesurca, korkusuz (Une
réponse courageuse pour l'étude).
courailler gsz. tkz. 1. Sürtüştürüp durmak,
sürtmek, sağa sola koşup durmak. 2. Daldan dala
konmak, gönül eğlendirmek, çapkınlık etmek,
couramment bel. 1. Rahatça, kolayca, hiç
takılmadan (Parler couramment une langue
étrangère). 2. Sık sık, genel olarak, her an (C'est
une question qu'on me pose couramment. Cela se
fait couramment).
courant, es. 1. Koşan (Chien courant). 2. Günlük,
gündelik, her zamanki (Affaires
courantes.
Langage courant). 3. İçinde bulunulan (Le mois
courant, l'année courante). § Compte courant:
Cari hesap. Ecriture courante: İşlek yazı. Main
courante: 1. Gündelik defter. 2. (Merdivenlerde)
Parmaklık küpeştesi. Monnaie courante: Geçer
akçe. Prix courant: Piyasa rayici, rayiç fiyat.
coursier

336

courant er. 1. Akıntı (Courants marins: Deniz


akıntıları). 2. Akım, cereyan (Courantélectrique,
courant alternatif, courant continu). 3. mec.
Akım, hareket (Les courants de l'opinion. Un
courant littéraire). 4. Elektrik akımı, cereyan
(Couper, rétablir le courant). 5. Yer değiştirme,
göç (Courant de populations). § Courant d'air:
Hava akımı, cereyan. Au courant de la plume:
Kaleminin ucuna geldiği gibi, rahatça (Il écrit au
courant de la plume). Dans le courant de: -içinde,
süresinde, süresi içinde (Dans le courant de cette
semaine, de ce mois, de cette année). Etre au
courant de qch: -den haberi olmak (Il n'est pas au
courant de ce qui se passe). Mettre, tenir qn au
courant de qch: Birini -den haberli kılmak. Bir
şeyi -e bildirmek (Il m'a mis au courant de toutes
les discussions). Remonter le courant: Bir
hareketin, bir akımın tersine hareket etmek;
tepki göstermek. Suivre le courant: Herkes gibi
hareket etmek, herkesin gittiği yoldan gitmek,
işin kolayına kaçmak,
courante diş. 1. Eski bir dans. 2. İşlek yazı. 3. tkz.
Sürgün, ishal,
courbatu, e s. Çok yorgun, bitkin (Je me sens
courbatu).
courbature diş. (Organlarda duyulan) Tutulma;
kırıklık (Ressentir une courbature dans le dos,
dans tout le corps).
courbaturé, e s. Bir yerleri tutulmuş, üstünde bir
kırıklığı olan (Je suis revenu tout courbaturé de
cette promenade en montagne).
courbaturer gçl. Kırıklık vermek, tutulmaya
uğratmak (Le froid m'a courbaturé les épaules).
courbe diş. geom. 1. Eğri, "kavis (L'axe d'une
courbe. La route fait une courbe). 2. Grafik, eğri
(Courbe de la production, dessalaires, desprix). §
Courbe de niveau: coğr. Eşyükselti eğrisi,
yükseldik eğrisi; "tesviye münhanisi. 3. s. Eğri.
(Une ligne courbe. Une arbre aux branches
courbes).
courbé, e s. Beli bükülmüş, kamburlaşmış (Un
vieillard courbé).
courbementer. Eğrilme,eğriltme;eğilme,eğiltme;
bükme, bükülme,
courber gçl. 1. Eğriltmek (Courber une baguette). 2.
Eğmek (Courber le dos, la tête). 3. Bükmek
(Courber au feu une barre defer). 4 .gsz. Eğilmek,
beli bükülmek (Courber sous le poids). § Courber
la tête, le front: Baş eğmek, boyun eğmek, tâbi
olmak. Courber la tête devant qn: -karşısında
boyun eğmek, dize gelmek (Il ne courbera pas la
tête devant la force). Courber qn sous sa loi, sous
sa volonté: Birini kendi egemenliği, buyruğu

coussinet
altına almak. § Se courber: 1. Eğilmek, bükülmek
(Se courber pour saluer. Il s'est courbé en deux). 2.
mec. Baş eğmek, tâbi olmak,
courbette diş. 1. ( At için) Hafifçe şahlanma. 2. mec.
ç. Yerlere kadar eğilme. § Faire des courbettes
devant qn, à qn: Birinin karşısında yerlere kadar
eğilmek; birine çok dalkavukluk etmek,
yaltaklanmak,
courbure diş. Eğrilik (Courbure d'une ligne). §
Double courbure: S biçiminde kıvrım,
coureur er. 1. Koşucu. 2. Yarış atı. 3. Ulak. 4.
Serseri. 5. Çapkın, sefih, hovarda (C'est un vieux
coureur). 6. ç. hayb. Koşucu kuşlar. § Coureur de:
1.Müdavim (Un coureur de cafés, decinémas). 2.
-ardından koşan (Coureur de filles).
coureuses, ve diş. 1. diş. Düşük kadın, hafifmeşrep
kadın. 2. s. Oynak, fingirdek, çapkın (Elle est un
peu coureuse).
courge diş. 1. Balkabağı; kabak. 2. hlk. Enayi,
aptal, "kabak gibi adam.
courgette diş. Dolmalık kabak (Courgettes farcies:
Kabak dolması).
courir gsz. 1. Koşmak (Les enfants courent dans la
rue). 2. Yarışa katılmak, yarışmak (Ce cheval est
trop vieux pour courir). 3. Koşuşturmak,
araştırmak, koşuşturup durmak (J'ai couru
partout pour trouver un médicament). 4. Hızlı
akıp gitmek (L'eau court dans ce canal). 5.
Sürmek, geçerli olmak, "devam etmek (Le délai
court jusqu'à la fin du mois). 6. Uzayıp gitmek,
boyunca gitmek (Le sentier court sur la falaise). 7.
Dolaşmak, yayılmak (Ne vous fiez pas aux
rumeurs qui courent. D'après les bruits qui
courent, il ne tardera pas à démissionner). 8. Hızlı
geçip gitmek, su gibi geçmek (Les années
courent). 9. Courir après: -in ardından koşmak
(Courir après la fortune, après le succès, après les
femmes). 10. Couriràqch: -e doğru koşmak, hızla
yol almak (Il court à sa perte, à sa ruine). 11.
Courir sur: (Yaş için) -e yaklaşmak (Il court sur
ses soixante ans). 12. gçl. Ardından koşup
yakalamaya çalışmak (Les petits enfants me
courent dans la rue). 13. gçl. Kovalamak (Courir
le cerf, le sanglier). 14. gçl. -yarışına katılmak,
-için koşmak (Courir le grand prix. Courir le cent
mètres). 15. gçl. Maruz kalmak, karşı karşıya
bulunmak (Tu cours un grand danger). 16. gçl.
Ardından koşmak, aramak (Courir
les
aventures). Yİ. gçl. Dolaşmak (Courir la ville, les
bois, les rues, le monde). 18. gçl. Sık sık gitmek
(Courir les cinémas, les cafés). 19. gçl. Courir qn:
hlk. Canını sıkmak (Tu me cours avec tes bêtises).
§ Courir d'aventure en aventure: Serüvenden
coursier
serüvene koşmak. Courir à toutes jambes: Var
gücüyle koşmak. Courir ventre à terre: (At için)
Karnı yere değercesine koşmak, dolu dizgin
koşmak. Courir deux lièvres à la fois: tki karpuzu
bir koltuğa sağdırmaya çalışmak, iki işi bir arada
yürütmek. Courir sur le système à qn, sur le
haricot à qn: -in damarına basmak, canını sıkmak,
tepesini attırmak. Faire courir qch: 1. Koşturmak
(Faire courir un cheval).
2. Çıkarmak,
dolaştırmak, yaymak (Faire courir un bruit, des
rumeurs, une fausse nouvelle).
courlis, courlieu er. hayb. Kervançulluğu.
couronne diş. 1. Baş çelengi (Couronne de fleurs
d'oranger). 2. Taç (Couronne royale, couronne
impériale). 3. Taht (La Couronne d'Angleterre).
4. (Kimi rahiplerde) Tepe traşı. 5. (Atta) Tırnak
üstü. 6. Demir çember. 7. Diş kapçığı, diş tacı. 8.
Tekmerkezli iki çember arasındaki yüzey. 9.
Yarım çember biçiminde istihkâm. 10. Çeşitli
ülkelerde para birimi, kuron. 11.Kağıt forması
(0,46x0,36). 12. mec. Hükümdarlık (Donner la
couronne à quelqu'un). 13. Şeref. 14. Ödül. 15.
Ayça,°hâle (Couronne d'une aurore boréale). 16.
gökb. Taç (Couronne Australe:
Güneytacı.
Couronne Boréale: Kuzey tact. Couronne solaire:
Güneştacı). § Couronne d'épines: İşkence, acı,
ızdırap. Donner, décerner une couronne à qn: -e
bir ödül vermek, nişan vermek. Déposer une
couronne à qch: -e bir çelenk koymak,
couronné, e s . 1. Ödül almış, ödüllendirilmiş
(Ouvrage couronné). 2. Dizinde yuvarlak bir yara
bulunan (Cheval couronné). § Tête couronnée:
Hükümdar, taçlı, taç sahibi,
couronnement er. 1. Taç giyme, taç giydirme
(Couronnement d'un roi). 2. En yüksek nokta,
son (Ce succès fut le couronnement de sa carrière).
3. Ödüllendirme; ödüllendirilme. 4. Tepelik; bir
yapının, bir mobilyanın üst kısmı (Couronnement
d'un édifice, d'un meuble).
couronner gçl. 1. Çelenk yada taç giydirmek
(Couronnerunroi, unprince). 2.Couronnerqnde
qch: Birine -den çelenk takmak (Couronner une
jeune fille de fleurs). 3. Ödüllendirmek, ödül
vermek (Couronner un livre, un ouvrage). 4.
Taçlandırmak, taç gibi durmak (La blancheur de
ses cheveux couronnait son front jeune). 5.
Kaplamak, örtmek, sarmak (Une magnifique
verdure couronnait les sommets). 6. Dizinden
yaralamak (Couronner un cheval). 7. (Alayh)
Tamam etmek, eksiğini bırakmamak, üstüne tüy
dikmek (Et pour couronner le tout, il arrive en
retard). 8. Etre couronné de qch: -ile taçlanmak,
-ile sonuçlanmak, -ile ödüllendirilmek (Ses efforts

337
coussinet
ont été couronnés d'un grand succès). § Se
couronner: 1. Taçlanmak, üstünde bir taç gibi
durmak. 2. (At için) Dizinden yaralanmak,
courre gçl. Koşturmak, ardından kovalamak,
ardına düşmek (M. le duc préfère courre la bête
noire). § Chasse à courre: Sürek avı.
courrier er. 1. Özel ulak, "kurye. 2. Mektup, telgraf
gibi posta ile gelen evrak, posta (Le facteur a
distribué le courrier. Le courrier est arrivé. Lire
son courrier. Je passe prendre mon courrier.
Envoyer son courrier). 3. Posta; ulaşım (Courrier
maritime, courrier aérien).
courroie diş. Kayış; kolan.

courroucer gçl. Öfkelendirmek, kızdırmak. § Se


courroucer contre: -e öfkelenmek (Son cœur se
courrouce contre l'injustice).
courroux er. Öfke, "gazap,
cours er. 1. Akıntı, akış (Le cours d'un fleuve). 2.
Dönme, devinme, hareket (Cours du Soleil, de la
Lune).
3. Gelişme, seyir (Le cours des
événements, de la vie). 4. Geçerlik (Cettemonnaie
n'a plus cours). 5. Fiyat (Les cours sent en baisse,
en hausse). 6. Rayiç (Cours de change: Kambiyo
rayici. Cours de bourse: Borsa rayici. Cours du
marché: Piyasa rayici). 7. Ders, kurs (Donner,
faire un cours. Suivre un cours à la faculté. Cours
dusoir. Cours par correspondance). 8. Ders notu,
ders notu kitabı (Cours polycopié). § Le cours
d'eau: Akarsu. Au cours de: -sırasında, boyunca
(Il est resté honnête au cours de sa carrière, de toute
sa vie). Avoir cours: Geçerli olmak, yürürlükte
olmak, kullanılmak (Ces usages n'ont plus cours).
Donner libre cours à: -tutamamak, dökmek,
boşaltmak (Donner libre cours à ses larmes, à sa
colère). Faire cours: Ders vermek. Suivre son
cours: Normal olarak gelişmek, "normal seyrini
takip etmek (La maladie suit son cours). Voyage
au long cours: Uzak ülkelere gezi, uzun yolculuk.
course diş. 1. Koşma, yarış, koşu (Course de cent
mètres, course de vitesse, course de chevaux.
Course d'obstacles). 2. Yarış, yarışma, müsabaka
(Course de bicyclettes, d'automobiles).
3.
Yürüyüş, gezi (Faire une longue course en
montagne). 4. At yarışı alam, koşu meydanı,
hipodrom (Aller aux courses). 5. "Müşterek bahis
(Jouer aux courses). 6. Korsanlık, deniz akıncıhğı
(Guerre de course). 7. Alış veriş (On a fait des
courses dans les magasins). 8. Seyir, dolaşma,
devinme (La course des nuages dans le ciel). §
Course de taureaux: Boğa güreşi. Course au
clocher: Engelli at yarışı. Au pas de course: Koşar
adımlarla. Etre à bout de course: Bitmek,
tükenmek, takati kalmamak. Etre dans la course:
coursier
Olup bitenlerden haberli olmak, işin iç yüzünü
bilmek, ne yapması gerektiğini bilmek. Faire des
courses: Alışveriş yapmak. Faire la course:
Korsanlık yapmak, talan etmek, yağma yapmak,
coursier er. 1. Savaş atı. 2. At. 3. Değirmen arkı.
coursier, ère ad. 1. İş kovuşturan, kovuşturucu. 2.
(Lokanta yada otel ve kahvelerde) Ayak işleri
yapan yamak,
courson, courçon er. Kısa budanmış ağaç dalı.
court, e s. 1. Kısa (Robe courte, nez court). 2. Kısa
süren, kısa (La vie est courte. Un court entretien).
3. Çabuk, süratli, kestirme (Le plus court
expédient). 4. tkz. Az, yetmez (Mille francs, c'est
un peu court). 5. bel. Kısa; kısa olarak (Il m'a
coupé les cheveux court). § A court terme: Kısa
vadeli. A courtes vues: Dar görüşlü (Un homme à
courtes vues). Aller au plus court, prendre le plus
court: Kestirmeden gitmek. Avoir la vue courte:
Miyop olmak, uzağı iyi görememek. Avoir la
mémoire courte: Çok unutkan olmak.
Avoir
l'haleine, la respiration, le souffle court: Çabuk
tıkanmak, hemensoluğukesilmek. Couper court:
Sözü uzatmamak, kısa kesmek. Couper court à
qch: -e son vermek (Ilacoupé court à cette intrigue
sans issue. Un communiqué officiel a coupé court à
tous les commentaires). Demeurer, rester court:
Ne söyleyeceğini bilememek, apışıp kalmak (Il est
resté court devant les objections). Etre à court de
qch: -si olmamak, -den yoksun olmak, -sıkıntısı
çekmek, bulamamak (Il est à court d'argent. Etreà
court d'arguments, d'idées). Etre court de: -si kısa
olmak (Etre court de jambes, de nez, de cou, de
bras). Faire la courte échelle à qn: Birine omuz
vermek, destek olmak, yardım etmek. Prendre
qn de court: Birini hazırlıksız yakalamak,
kıstırmak. Tourner court: Birdenbire yön
değiştirmek,
court [ku«] er. İng. Tenis alanı, tenis kortu,
courtage er. 1. Tellâllık, simsarlık. 2. Simsarlık
ücreti.
courtaud, es. ve ad. 1. Kuyruğu ve kulakları kesik
(Un chien courtaud, un courtaud). 2. Kısa ve
tıknaz, topuz gibi (Un paysan courtaud).
courtauder gçl. Kulağını, kuyruğunu kesmek
(Courtauder un cheval, un chien).
court-bouillon er. İçinde bir yemek pişirilen et yada
sebze suyu.
court-circuit er. 1. Kontak, elektrik kontağı, kısa
devre (L'incendie a été causé par un court-circuit).
2. tkz. Doğrudan ilişki, aracısız iş, kestirme yol
(La vente directe du producteur au consommateur
est un court-circuit dans le système commercial).
court-circuiter gçl. 1. Kontak yaptırmak, kısa devre

338

coussinet
yaptırmak (L'éclairage de la pièce a été courtcircuité).
2. tkz.
Kestirmeden
gitmek,
formaliteleri bir yana bırakmak (Une démarche
qui court-circuite la voie hiérarchique. Un
grossiste qui court-circuite les détaillants).
courtepointe diş. Pike, karyola örtüsü,
courtier, ère ad. Simsar, tellâl. § Courtier de
galanterie: Muhabbet tellâlı, pezevenk,
courtilière diş. hayb. Kök kurdu,
courtine diş. 1. Yatak perdesi. 2. (İstihkâmda)
Perde hattı.
courtisan er. 1. (Sarayda) Nedim, muhasip. 2. mec.
Dalkavuk, yaltakçı,
courtisane diş. Kibar fahişe,
courtisanerie diş. Dalkavukluk, yaltaklık,
courtiser gçl. 1. Dalkavukluk etmek (Courtiser les
grands, les riches). 2. Kur yapmak, gönlünü
çelmeye çalışmak (Courtiser une femme). §
Courtiser les Muses: Şiir yazmak,
court-jointé, e s. 1. Bilekleri kısa (Cheval courtjointé). 2. Bacakları kısa
(Faucon court-jointé).
courtois, e s. 1. Saraya değgin, saraya bağlı (Poésie
courtoise, littérature courtoise). 2. Çelebi, efendi,
nazik, ince, kibar (Un homme courtois, un refus
courtois).
courtoisement bel. Çelebice, efendice, kibarca,
nezaketle.
courtoisie<% Çelebilik, kibarlık, incelik, naziklik,
court-vêtu, e s. Kısa giysili, kısa giyinmiş (Des
femmes court-vêtues).
couru, e s. 1. Çok aranılan, ardından koşulan,
beğenilen (C'est un spectacle très couru). 2. tkz.
Kesin, kuşku götürmez, sağlam, tamam (II
réussira, c'est couru).
couscous er. Kuskus.
cousette diş. Terzi çırağı genç kız, terzi kız.
couseur, euse ad. 1. Dikişçi, dikiş diken (Kimse). 2.
diş. Cilt atölyelerinde formaları diken işçi kız.
cousin er. Bir sivrisinek türü, tatarcık,
cousin, el. ad. Amca, dayı, hala ya da teyze çocuğu,
yeğen (Bunlara cousins germains, bunların
çocuklarına da cousins issus de germains denir). 2.
mec. Dost, ahbap, arkadaş. § Le roi n'est pas son
cousin: Kendini beğenmişin biri, kendini
sadrazamın sol taşağı sanıyor,
cousinage er. Kardeş çocukları olma hısımlığı, dayıyeğenlik.
cousiner gçl. 1. Birini "yeğenim" diye çağırmak,
yeğenim demek. 2. gsz. Senli benli davranmak (II
cousine avec tout le monde).
coussin er. 1. Yastık, köşe yastığı. 2. Minder, küçük
minder. 3. tekn. Yastık,
coussinet er. 1. Küçük yastık. 2. tekn. Yastık.
coursier
cousu, e s. Dikilmiş. § Cousu de fil blanc: Gün gibi
ortada, belli, gözden kaçmayan (Malice, intrigue
cousue de fil blanc). Cousu main: Elde dikilmiş,
elde yapılmış (Des gants cousus main). Etre tout
cousu d'or: Para babası olmak, çok zengin olmak.
Garder bouche cousue: Ağzını açmamak, tek
kelime söylememek,
coûter. 1. Maliyet (Coût d'une marchandise, d'un
service). 2. Paha, bedel (Le coût d'une
imprudence). 3. Pahalılık (Le coût de la vie
augmente. Indices du coût de la vie).
coûtants. Prix coûtant: Maliyet fiyatı. § Revendre à
prix coûtant: Maliyet fiyatına satmak, kârsız
satmak.
couteau er. 1. Bıçak (Couteau de table, couteau de
poche. Couteau à pain, à beurre, à dessert, à
légumes). 2. hayb. Kamışböceği, denizçakısı. §
Visage en lame de couteau: Çok zayıf yüz, kâğıt
gibi surat. A couper au couteau: Kalın, çok yoğun
( Brouillard à couper au couteau ). Avoir le couteau
sur la gorge: Tehdit altında hareket etmek, bir
şeyi zor altında yapmak, gözü korkmak. Etre à
couteau tiré avec qn: Biriyle kanlı bıçaklı olmak,
araları çok bozuk olmak. Enfoncer, plonger,
planter le couteau dans: -e bıçak saplamak. Jouer
du couteau: Eli bıçaklı olmak; bıçakla kavga
etmek. Mettre le couteau sur la gorge à qn: Birine
bir şeyi tehditle, zorla yaptırmak, gözünü
korkutmak. Retourner, remuer le couteau dans la
plaie: Bir yarayı depreştirmek (Tu as remué le
couteau dans sa plaie).
couteau-scie er. Tırtıklı bıçak,
coutelas er. 1. Saldırma. 2. Büyük mutfak bıçağı,
coutelier er. Bıçakçı.
coutelier,ère s. Bıçakla ilgili, bıçağa değgin
(Industrie coutelière).
coutellerie diş. 1. Bıçakçılık. 2. Bıçak yapımevi,
coûter gçl. 1. Mal olmak
(Cettefermeavaitcoutécent
mille francs). 2. Fiyatında olmak, etmek
(Combien coûte cela?). 3. Coûter q c h à q n : Birine
-e mal olmak (Ce costume lui a coûté mille livres.
Cet ouvrage m'a coûté de longues années). 4. gsz.
Ağır gelmek, güç gelmek, dokunmak, gücüne
gitmek (Le médecin lui a prescrit de garder la
chambre; cela lui coûte. Cet aveu me coûte
beaucoup). § Coûter cher: Pahalı olmak. Coûter
chaud: Çok tuzlu olmak, çok pahalı olmak.
Coûter peu: Ucuz olmak. Coûter les yeux de la
tête: Ateş pahasına olmak. Coûter la vie à qn: -in
hayatına mal olmak. Il en coûte de f. qch: -mek
gücüne gitmek, ağırına gitmek (Il lui en coûte de
nous l'avouer. Il m'en coûte de ne pas pouvoir vous
aider). Ne rien coûter: Bedava olmak. Ça coûtera

339

coussinet
ce que ça coûtera: hlk. Fiyatın önemi yok, fiyatı
pek önemli değil. Coûte que coûte: Ne pahasına
olursa olsun, neye mal olursa olsun (Je dois, coûte
que coûte, quitter cette région).
coûteusement bel. Pahalı, pahalıya mal olarak, çoğa
mal olarak
(Une
maison
coûteusement
aménagée).
coûteux, euse s. 1. Pahalı, çoğa mal olan (Un
outillage coûteux, des vacances coûteuses). 2.
mec. Tehlikeli, pahalıya alınan, sonu kötü (Cette
démarche lui a été très coûteuse).
coutil er. Çadır bezi.
coutreer. Saban demiri.
coutume diş. 1. °Âdet, gelenek (Les coutumes d'un
peuple, d'une société). 2. Alışkı, alışkanlık (La
coutume est une seconde nature). § Us et
coutumes: °Örf ve âdetler, gelenek ve görenekler.
Mœurs et coutumes: Örf ve âdetler, gelenek ve
görenekler. De coutume: Genel olarak, her
zamanki, her zaman olduğu gibi (Il a mangé plus
que de coutume. Il est moins aimable que de
coutume). Avoir coutume de: -mek alışkanlığı
olmak (lin'apas coutume de manquer son rendezvous). Une fois n'est pas coutume: Bir
sürçen atın
başı kesilmez, bir kereyle insan gâvur olmaz.
coutumier,ère s. ve er. 1. Yapılagelen, alışılmış,
olagelen, her zamanki (Les travaux coutumiers).
2. er. Bir ülkenin gelenek ve göreneklerini
anlatan kitap. § Droit coutumier: Gelenek ve
görenek hukuku.
couture diş. 1. Dikiş (Couture d'un vêtement, d'une
chaussure. Couture à la main, à la machine). 2.
Dikilen şey, diki %(Elle est penchée sur sa couture).
3. Dikişçilik, terzilik (Travailler dans la couture).
4. Yara izi (Il a le visage marqué de plusieurs
coutures). § Sur toutes les coutures: Her
bakımdan, her açıdan, her yönden (Examiner un
problème sur toutes les coutures). Battre qn à plate
couture: Birini tamamıyla yenmek, yere sermek;
pestilini çıkarmak. Faire de la couture: Terzilik
yapmak, dikiş dikmek.
couturé, e s. Yara izleri dolu (Un visage tout
couturé).
couturier er. Kadın terzisi (erkek).
couturière diş. 1. Dikiş diken kadın. 2. Kadın terzisi
(kadın). 3. Bir piyesin son provası (Etre invité
à la couturière d'une pièce de théâtre).
couvain er. 1. Arı, karınca gibi toplu yaşayan
böceklerin yumurtaları. 2. Kovanda, yumurta ve
kurtçukların bulunduğu bölüm,
couvaison diş. Kuluçka süresi; kuluçkalık,
couvée diş. 1. Kuluçka yatağı; kuluçka yatağındaki
yumurtalar. 2. Bir kuluçkalık civciv. 3. mec. tkz.
coursier

340

Çoluk çocuk, ev halkı,


couvent er. 1. Manastır (Couvent de carmélites, de
dominicains). 2. Manastır mensupları (Tout le
couvent s'assembla). 3. Rahibelerin yönettiği
yatılı kız okulu,
couver gçl. 1. Kuluçkaya yatmak (L'oiseau couve
ses œufs. Appareil pour couver artificiellement les
oeufs). 2. mec. Hazırlamak, kurmak, düşünmek
(Couver des projets de vacances). 3. El bebek gül
bebek büyütmek, çok bakım göstermek (Un
enfant couvé par sa mère). 4. İçin için taşımak
(Couver une maladie). 5. gsz. Saklı bulunmak,
belli olmadan var olmak (Le feu couve sous la
cendre).
6.
gsz.
Gizlice
hazırlanmak,
düzenlenmek (Ce complot couvait depuis des
mois).!, gsz. Kuluçka olmak, gurklamak (Une
poule qui couve depuis une semaine). § Couver
qch des yeux: Gözünü ayırmadan, özlemle
bakmak (L'enfant couvait des yeux la poupée de
l'étalage).
couvercle er. Kapak (Couvercle d'un poêle, d'une
boite).
couvert er. 1. Sofra takımı. 2. Çatal bıçak takımı
(Un couvert d'argent). 3. Konut, barınak
(S'assurer le couvert). 4. Dallar ve yaprakların
oluşturduğu kubbe (Dormir sous le couvert d'un
hêtre). 5. (Paket zarfında) Adres. § Le vivre et le
couvert: Yiyecek ve bannak (Vous trouverez
toujours chez moi, en cas de besoin, le vivre et le
couvert). A couvert de: -den uzak, korunuk, -den
"masun (A couvert delapluie, de l'ennemi). Sous le
couvert de: Örtüsü altmda, maskesi altında (Sous
le couvert du commerce, il fait le trafic d'opium).
Donner le couvert à qn: Birine bannacak yer
sağlamak, vermek. Etre à couvert: Tuzu kuru
olmak, yaşamı güvence altında olmak. Mettre,
dresser le couvert: Sofra kurmak, sofrayı
hazırlamak.
couvert,e s. 1. Örtülü, kapalı (Des mots couverts).
2. Kapalı, bulutlu (Un ciel couvert). 3. Üstü
kapalı, çatılı. 4. Kısık (Une voix couverte). 5.
Giyinmiş, giyinik (Il est chaudement couvert, bien
couvert). 6. Şapkası başında (Restez couvert). 7.
Yatacak, yiyecek yeri olan, aç değil açıkta değil
(De toute façon, vous êtes couvert). § A mots
couverts: Kapalı bir biçimde, üstü kapalı olarak
(Il me l'a dit à mots couverts). Etre couvert de: 1.
-giyinmiş, örtmüş, takmış olmak (Un paysan
couvert de haillons, d'un vieux chapeau). 2. -ile
dolu, -e bulanmış olmak (Un arbre couvert de
fruits. Un visage couvert de sang).
couverte diş. Sır, mine.
couverture diş. 1. Örtü, yorgan (Couverture

de

coussinet

voyage, couverture de lit. Couverture de laine, de


coton). 2. mec. Perde (Elle fait toutes ces bêtises
sous couverture de dévouement). 3. (Borsada)
Kefillik, kefalet. 4. Kâğıt paraya karşılık
gösterilen altın, güvence akçesi (Billets de banque
émis sans couverture métallique).
5. Kap
(Couverture d'un livre, d'uncahier). 6.ask. Örtü,
örtme (Troupes decouverture: Örtme birlikleri). §
Tirer la couverture à soi: Nalıncı keseri gibi hep
kendine yontmak,
couveuse diş. 1. Kuluçka tavuk, gurk tavuk. 2.
Kuluçka makinesi. 3. (Erken doğan çocuklar için)
Kuvöz, "banncak (Mettre un prématuré en
couveuse).
couvi s. Cılk (Des œufs couvis).
couvoir er. 1. Kuluçka folluğu. 2. Kuluçka yeri.
couvre-chef er. hlk. Külah, takke, başlık,
couvre-feu er. 1. Eve çekilip ateş ve ışık söndürme
işareti ve bu işaretin verildiği saat; 'karartma. 2.
Sokağa çıkma yasağı (Décréter le couvre-feu).
couvre-joint er. 1. (Duvarcılıkta) Derz. 2.
(Marangozlukta) Bini.
couvre-lit er. Yatak örtüsü,
couvre-livre er. Kitap kabı.
couvre-nuque er. Şapka enseliği.
couvre-pieds er. 1. Ayak örtüsü. 2. Süs için
kullanılan yatak örtüsü,
couvre-plat er. Tabak kapağı,
couvreur er. Kiremit aktarıcısı, dam ustası,
couvrir gçl. 1. Örtmek, kaplamak (Les feuilles
couvrent le sol, la neige couvre les sommets). 2.
İçinde taşımak, içinde saklamak (Cela couvre un
mystère, une énigme). 3. Bastırmak (L'orchestre
couvre la voix des chanteurs). 4. Saklamak,
gizlemek (Couvrir son jeu, un vice, un défaut, un
attentat). 5. ask. -in güvenliğini sağlamak,
güvence altına almak, örtülemek (Couvrir ses
arrières. Une forte armée couvre les frontières). 6.
Korumak, kanadı altına almak (Ce chef couvre
toujours ces subordonnés). 7. Haklı bulmak,
sorumlu tutmak (Il couvre encore sa complice). 8.
Almak, katetmek (Les coureurs ont couvert les
cinq premiers kilomètres en quarante minutes). 9.
Karşılamak, kapamak, çıkarmak (Couvrir ses
frais). 10. Giydirmek (Couvrir un enfant). 11.
(Erkek hayvan dişiye) Aşmak (Faire couvrir une
jument). 12. Kap geçirmek (Couvrir un livre). 13.
Damım, çatışım yapmak (Couvrir une maison en
ardoise, en tuile). 14. Kapağını örtmek (Couvrir
une casserole). 15. Pey sürmek (Couvrir une
enchère). 16. Couvrir qch de: -ile örtmek,
kaplamak; -e bürümek, giydirmek; -içinde
bırakmak, -e boğmak (Couvrir untoit de paille, de
covariance
tuiles. Couvrir une femme de soies. Couvrir un
passant de boue, couvrir une tombe de fleurs.
Couvrir un homme d'or, d'argent, de caresses,
d'éloges). § Couvrir sa marche: 1. İzini düşmana
belli etmemek. 2. mec. Karda yürüyüp izini belli
etmemek. § Se couvrir: 1. Giyinmek (Il fait froid,
il faut se couvrir bien). 2. Başına bir şey giymek,
şapka giymek (Couvrez-vous, je vous prie). 3.
Kapanmak, bulutlanmak ( Le ciel se couvre). 4. Se
couvrir de: -ile dolmak, kaplanmak; -içinde
kalmak, boğulmak, °gark olmak (Les prés se
couvrent de fleurs. La place se couvre de curieux.
Se couvrir de gloire, d'éloges). S. Se couvrir de
qch: -e sığınmak; sağlamak, bulmak (Se couvrir
de l'autorité d'un grand personnage. Se couvrir
d'un prétexte).
covariance diş. dilb. Eşdeğişirlik.
covariation diş. Birlikte değişim, birlikte değişme,
covenant er. İng. Antlaşma,
cover-girl [kovœugœnl] diş. İng. Dergi kapaklarına
resmi konan genç kız yada kadın; kapak kızı.
cow-boy [kawboj, kobojjer. İng. Kovboy (Un film de
cow-boys).
coxal,es. Kalçaya değgin (Os coxal).
coxalgie diş. Kalça ağrısı.
coxalgiques. 1. Kalça ağrısına değgin. 2. ad. Kalçası
ağrıyan.
crabe er. 1. Çağanoz, yengeç. 2. hlk. Gülünç ve
huysuz adam.
crabier er. Alacabalıkçü.
crac Uni. 1. Şırrak; kınlan kuru bir şeyin çıkardığı
ses. 2. Birdenbire; ansızın, şıppadak (Crac! Le
voilà parti: Şıppadak gidiverdi).
crachat er. 1. Tükürük, balgam (Rejeter un, des
crachats). 2. tkz. Bir şövalye nişanı. § Se noyer
dans un (rachat: Çayda boğulmak, en ufak bir
engel karşısında duraklamak,
crachement er. 1. Tükürme, balgam atma. 2.
Parazit, parazit yapma,
cracher gçl. 1. Tükürmek (Cracher du sang). 2.
Sıçratıp atmak (ila craché l'eau qu'il avait dans la
bouche). 3. Püskürtmek, saçmak (Volcan qui
crache de la lave. Un dragon qui crache du feu). 4.
gsz. Tükürmek, balgam atmak (Défense de
cracher. Cracher par terre). S. Parazit yapmak (La
radio crache, le haut-parleur crache). 6.
Mürekkep kaçırmak (Mon stylo crache, cette
plume crache). 7. Cracher sur qch: Hiç
beğenmemek, içine tükürmek. 8. Cracher sur qn:
-in yüzüne tükürmek, hakaret etmek. § Cracher
ses poumons: Çok öksürmek, öksürürken
ciğerleri sökülmek. Cracher blanc: Susamak, dili
damağı kurumak. Cracher le feu: Ateş kesilmek,

341

crampe
çok çaba göstermek. Cracher de l'argent: tkz.
Paraları sökülmek, ödemek. Tout craché: -in
tıpkısı, hınk demiş -in burnundan düşmüş (Cet
enfant est son père tout craché).
cracheur.euses. ve ad. Çok tüküren, tükürgen.
crachoir er. Tükürük hokkası. § Tenir le crachoir:
mec. tkz. Durmadan konuşmak, çenesi hiç
durmamak. Tenir le crachoir à qn: Tek kelime
söylemeye olanak bulamadan karşısındakini
öylece dinlemek,
crachotement er. Sık sık tükürüp durma,
crachoter gsz.
Tükürüp
durmak,
tükürü
tükürüvermek.
craie diş. 1. Tebeşir (Ecrire avec une craie). 2.
Yumuşak ve bey az kireç kay a (La craie abonde en
Normandie).
crailler gsz. (Kuzgun için) Ötmek,
craindre gçl. 1. Korkmak, çekinmek (Craindre la
mort, le danger, le serpent, la maladie, les
critiques). 2. Kaygılanmak, kaygıya düşmek (J'ai
craint un moment pour ta vie). 3. -e karşı çok
duyarlı olmak (Ces arbres craignent le froid,
l'humidité). 4. Çekinmek, say mak, korku dolu bir
saygı duymak (Je crains Dieu). S. Craindre de f.
qch: -mekten çekinmek, korkmak (Il craint de
mourir). § Ne craindre ni Dieu ni diable: Ne
Allahtan korkmak ne kuldan utanmak,
crainte diş. 1. Korku, kaygı. 2. Saygı, çekinme. §
Crainte de, dans la crainte de: -korkusuyla, -den
çekindiğinden (Les persécutés redoutaient de voir
leurs amis, crainte de les compromettre, dans la
crainte de les compromettre). De crainte de, de
crainte que: -korkusuyla, kaygısıyla, diye (Il
marche lentement, decraintedetomber.
Decrainte
d'une erreur, il est prudent de refaire le calcul.
Fuyez, de crainte qu'on ne vous voie).
craintif, ive s. Ürkek, çekingen, korkak (Un
caractère craintif, des yeux craintifs, un enfant
craintif).
craintivement bel. Çekine çekine, ürkerek,
korkarak, korka korka (Agir, parler, répondre
craintivement).
cramer gçl. 1. Hafifçe yakmak, sarartmak (Cramer
un rôti. Cramer du linge en le repassant). 2. hlk.
Yanmak, tutuşmak (Tout notre mobilier a cramé
dans l'incendie).
cramoisi,e s. 1. Koyu kırmızı. 2. mec. Kıpkırmızı,
pancar gibi (Il est devenu cramoisi).
crampe diş. 1. Kasınç, "kramp (Il a eu une crampe
dans la jambe. Crampe d'estomac). 2. Can sıkıcı,
karın ağnsı (kişi yada şey) (Quelle crampe, ce
vieux bavard! Toutes ces formalités, c'est une vraie
crampe).
crampon
crampon er. 1. Kanca, çengel. 2. Kenet. 3. (Kimi
bitkilerin saplarında) Ek kök. 4. mec. s. ve ad.
Kene gibi yapışkan adam (C'est un vrai crampon.
Il est crampon). § Chaussures à crampons: Çivili
ayakkabı, kramponlu ayakkabı,
cramponner gçl. 1. Tutturmak, yerine oturtmak
(Cramponner les pierres d'un mur). 2. mec. hlk.
Birine kancayı takmak, balta olmak, tebelleş
olmak (Cette femme nous cramponne).
3.
Kenetlemek, tutturmak. § Se cramponner à qch:
1. -e tutunmak (Se cramponner au bras, aucoude
quelqu'un). 2. -e sımsıkı sarılmak (Se cramponner
àuneidée, àunespoir, àlavie). 3. Se cramponner à
qn: Birine yapışmak balta olmak, tebelleş olmak,
cramponne! er. 1. Küçük çengel, küçük kenet. 2.
Kilit dili yuvası,
cramser gsz. argo. Ölmek, zıbarmak, cartayı
çekmek.
cran er. l.Kenik(llaserrésaceintured'uncran).
2.
mec. Kerte, derece (Avancer, monter, descendre
d'uncran). 3.hlk. Cesaret,yüreklilik,gözüpeklik
(Personne n'a le cran de lui dire non). 4. Dalgalı ve
kabartılmış saç tuvaleti (Le coiffeur lui a fait un
cran). § Etre à cran: Öfkesi burnunda olmak,
crâne er. 1. Kafatası (Sebriser, se fendre le crâne). 2.
Kafa, baş (A voir mal au crâne. Ilfaut se mettre tous
ces chiffres dans le crâne). 3 .s. vead. Cesur,gözü
pek (Une réponse crâne, un air crâne). 4. s.
Kendine güvenli, aldırmayan, gururlu ve kararlı
(Depuis qu'il peut s'alimenter normalement, ilse
sent plus crâne). § Avoir le crâne dur: Kalın kafalı
olmak.
crânement bel. Aldırmadan, tınmadan (Il chantait
crânement sous la pluie glaciale).
crâner gsz. Yiğitlik taslamak; böbürlenmek,
crânerie diş. Yiğitlik taslama, böbürlenme,
crâneur,euse s. ve ad. Yiğitlik taslayan,
böbürlenen, erkeklik satan (Elle est un peu
crâneuse). § Faire le crâneur: Yiğitlik taslamak,
erkeklik satmak,
crânien,ne s. Kafatasına değgin (Os crâniens, nerfs
crâniens).
crapaud er. 1. Karakurbağası. 2. Alçak ve yayvan
koltuk. 3. (Atlarda) Bıcılgan hastalığı. 4.
Kuyruklu küçük piyano. 5. tkz. Yumurcak,
yaramaz çocuk. § Crapaud valant: Çobanaldatan
kuşu, kuyruksallayan. Avaler un crapaud: Çok
zahmetli bir iş yapmak. La bave du crapaud
n'atteint pas la blanche colombe: İt ağzıyla derya
bulanmaz.
crapaudière diş. 1. Karakurbağası bol olan yer. 2.
mec. Nemli ve pis yer.
crapaudine diş. 1. Karakurbağası otu. 2. (Su

342
craqueter

borularında) Süzgeç. 3. Mil yuvası,


crapouillot er. Küçük siper topu.
crapoussin.ead. l.hlk. Bücür. 2. tkz. Bızdık,küçük
yumurcak.
crapule diş. 1. Rezilce zevk ve eğlenceye
düşkünlük, "sefahat. 2. hlk. Alçak, rezil, sefih (Ne
vous fiez pas à cet homme, c'est une vraie crapule).
3. s. Rezil, namussuz, sefih, alçak, kepaze (II a un
air crapule).
crapulerie diş. Alçaklık, namussuzluk (Commettre
une crapulerie).
crapuleusement bel.
Alçakça,
namussuzca,
"sefihçe.
crapuleux, euse s. 1. Zevk ve eğlenceye çok düşkün,
sefahati seven, sefih. 2. Sefahata değgin. 3.
Alçaklık, rezillik, kepazelik dolu (Mener une vie
crapuleuse).
craque diş. hlk. Ufak yalan, kıtır (Il racontait
toujours des craques).
craquelé,e s. Sırı çatlak, yüzü çatlak gibi görünen
(Email craquelé).
craqueler gçl. 1. Çatlak ve çizik sır çekmek
(Craqueler de la porcelaine, une poterie). 2.
Hafifçe çatlak çatlak yapmak ( La cuisson à feu vif
a craquelé le gâteau). § Se craqueler: Çatlamak,
çatlak çatlak olmak (L'émail commence à se
craqueler. La terre se craquelle sous l'effet de la
sécheresse).
craquelin er. 1. Gevrek peksimet, gevrek bisküvi. 2.
tkz. Çiroz, cılız adam.
craquelure diş. Sır yada boya çatlağı, yüzey çatlağı
(Les craquelures de la porcelaine).
craquement er. Çatırtı (L'arbres'abatavecun grand
craquement. Le craquement des feuilles sèches
sous les pieds).
craquer gsz. 1. Cırtlamak, pırtlamak, sökülmek
(Les coutures ont craqué sous l'effort). 2.
Kıtırdamak (Un gâteau qui craque sous la dent). 3.
Gıcırdamak (Leparquet craque). 4. Çatırdamak
(Une branche qui craque. La glace craque sous le
poids du promeneur). 5. Çökmek, yıkılmak,
başarısızlığa
uğramak
(Une
entreprise
commerciale qui a craqué). 6. Sallantıda olmak,
çatırdamak, batmak üzere olmak (Le ministère
craque. Unprojetquicraque). 7. (Turna kuşu için)
Bağırmak, ötmek. 8. gçl. Patlatmak, pırtlatmak,
sökmek (Craquer un bas, son pantalon). 9. gçl.
Çakmak (Craquer une allumette). § Faire craquer
ses doigts: Parmaklarını çıtırdatmak,
craquètement er. 1. Çıtırdama. 2. Takırdama,
takırdatma. 3. Cırlama,
craqueter gsz. 1. Çıtırdamak (Le sel craquette dans
le feu). 2. Gagasını takırdatarak ötmek (La
crase
cigogne, la grue craquette). 3. Cırlamak (Lacigale
craquette).
crase diş. 1. dilb. Hece birleşmesi, kaynaşma. 2.
hek. Kan oluşumu; pıhtılaşma özellikleri,
crassane diş. Bir tür armut,
crasse diş. 1. Kir (Ses mains, ses pieds sont couverts
de crasse. Enlever, ôter la crasse). 2. Maden
posası, dışık, "cüruf. 3. mec. Soysuzluk. 4. mec.
Pintilik. 5. hlk. Kötülük. 6. (Havacılıkta) Koyu
sis. § Faire une crasse à qn: -e bir oyun oynamak,
kazık atmak, başına bir çorap örmek,
crasseux, euse s. Kirli, pasaklı; kir pas içinde
(Cheveux, mains, pieds crasseux. Une chemise
crasseuse).
crassier er. Maden posası yığını, dışık yığını, cüruf
yığını.
cratère er. 1. Eski zamanlarda iki kulplu şarap
testisi. 2. Yanardağ ağzı, krater,
craterelle diş. Huni biçiminde yenir bir tür mantar,
cravache diş. Kırbaç, kamçı. A la cravache: Kamçı
zoruyla, zorla, sopayla (Mener,
conduire,
quelqu'un à la cravache).
cravacher gçl. 1. Kırbaçlamak, kamçılamak
(Cravacher un cheval). 2. gsz. Elini çabuk
tutmak, çaba göstermek (Il a fallu cravacher pour
avoir tout fini en temps voulu).
cravate diş. 1. Boyunbağı, kıravat (Cravate unie, à
rayure, bariolée. Nœud de cravate, épingle de
cravate. Nouer sa cravate, mettre une cravate). 2.
(Sancakta) Kurdela bağı (Cravate d'un drapeau).
3. den. Kalın halat. § Cravate de chanvre:
Darağacı ipi. C'est de la cravate: Hava cıva,
palavra hep bunlar. S'en jeter un derrière la
cravate: hlk. Bir kadeh yuvarlamak, bir tek
atmak.
cravater gçl. 1. -e kravat bağlamak (Cravater un
enfant). 2. hlk. Saldırıp boğazına sarılmak
(Cravater un mec). 3. tkz. Aldatmak, işletmek,
enayi yerine koymak (Il nous a cravatés). § Se faire
cravater: tkz. Enselenmek, tutuklanmak, kodesi
boylamak,
crave er. Dağkargası.
crawl er. İng. Dizleri bükmeksizin bacakları hızla
hareket ettirerek yüzme, kravl (Nager le crawl).
crawler gsz. Kravl yüzmek,
crawleur er. Kravl yüzücüsü,
crayeux,euse s. 1. Tebeşirli, tebeşirden, kireçli
(Terrain crayeux). 2. Tebeşir renginde (Blanc
crayeux, un teint crayeux).
crayon er. 1. yerb. Bir tür marn, pekmez toprağı. 2.
Kurşunkalem, kalem (Ecrire, dessiner au crayon.
Tailler son crayon. Crayon de couleur). 3. Kalem,
tüp (Crayon de rouge à lèvres, crayon à sourcils).

343

créature
4. Karakalem resim, kurşunkalem resim (Les
crayons de cet artiste sont très recherchés). 5.
Resim tarzı (Ilale crayon ferme, facile).
crayonnage er. 1. Kurşunkalemle
yazma,
çiziktirme. 2. Karakalem resim,
crayonner gçl. 1. Kurşunkalemle yazmak, çizmek
(Crayonner des notes, un croquis, un portrait). 2.
Taslak çizmek (Le tableau dont je vous crayonne
un trait). 3. Bir yazı çiziktirmek, çırpıştırmak,
créance diş. 1. İnan, inanç. 2. Güven. 3. huk.
Alacak (Créance chirographaire: Adi alacak.
Créance grevée: Rehinli
alacak.
Créance
privilégiée: imtiyazlı alacak. Créance véreuse:
Şüpheli alacak). § Lettre de créance: Güven
mektubu, "itimatname (Présenter sa lettre de
créance). Ajouter créance à qch: -e inanmak, iman
etmek. Donner créance à qch: 1. -i inanılacak bir
biçime sokmak, gerçeğe yakın kılmak. 2. -e
inanmak, iman etmek. Perdre toute créance:
İnanı, güveni kalmamak,
créancier,ère 1. ad. Alacaklı (Ilest poursuivi par ses
créanciers). 2. s. Alacaklı (Les nations créancières
de dettes de guerre).
créateur, trices. vead. 1. Yaratıcı (Lecréateurd'un
genre littéraire, d'une nouvelle méthode. Un esprit
créateur, une imagination créatrice). 2. Kurucu
(Créateurd'unempire, d'unmagasin). 3. Türetiri,
bulan, bulgulayan, "mucit (Créateur
d'un
produit). 4. Yaradan, Tanrı (Adorer le Créateur.
Le Créateur et ses créatures). 5. Oynayan
(Créateur d'un rôle).
créatif, ive s. Yaratıcı, yaratıcılığı olan (Génie
créatif. Une personne créative).
création diş. 1. Yaratılma (La création de l'homme,
du monde, de l'univers). 2. Dünyanın yaratılışı.
Yaratılış (Récit de la création selon la Bible). 3.
Evren; dünya (Les merveilles de la création.
Toutes les plantes de la création). 4. Yaratıklar. 5.
Yaratma ( Création d'un ouvrage, d'unroman). 6.
Oynama (Création d'un rôle). 7. Kurma,
meydana getirme (Création d'un empire, d'une
société, d'une coopérative). 8. Bulma, bulgulama,
türetiş, icat, keşif (Création d'une nouvelle
méthode, d'un produit). 9. Açma, bulma,
yaratma (Création de nouveaux emplois). 10.
Bulunan, yaratılan şey (Les créations d'un grand
couturier. Ce palais est une des plus belles créations
de cet architecte).
11. huk.
Düzenleme,
düzenlenme, "tanzim (Création d'un chèque).
créativité diş. Yaratıcılık, yaratma gücü (La
créativité des masses, d'un artiste).
créature diş. 1. Yaratık, "mahlûk (L'hommage des
créatures à leur Créateur). 2. İnsan, adam. 3.
crécelle
Kadın, karı (Une bonne créature. Quelle sotte
créature!). 4. Korunuk, gözde, "sadık bende (La
révolution a balayé toutes les créatures du
souverain. C'est une créature du ministre, du
dictateur).
crécelle diş. 1. Kaynana zırıltısı. 2. mec. Geveze,
cırcır.
crécerelle diş. Kerkenez yada muymul denilen kuş.
crèche diş. 1. Hayvan yemliği (Les crèches d'une
bergerie). 2. İsa peygamberin, doğduğu zaman
içine konulduğu yemlik; bu durumu temsil eden
sahne. 3. Beşik. 4. hlk. Oda, ev. 5. Yuva, çocuk
yuvası, "kreş.
créchergsz. hlk. Oturmak,"ikametetmek,kalmak,
crédence diş. 1. (Kiliselerde) Ayin gereçleri masası.
2. (Evlerde) Sofra takımı dolabı,
crédible s. İnanılabiür, inandırıcı (Rendre crédible
une information).
crédibilité <% İnandırıcılık (La crédibilité est l'une
des qualités nécessaires au roman).
crédirentier, ère s. vead. Geliri olan kimse, gelirci,
"akar sahibi.
crédit er. 1. "Kredi, *verenek (Crédit bancaire,
agricole, commercial, industriel. Crédit à long
terme, crédit à court terme. Crédit en blanc, à
découvert: Açık kredi). 2. "Avans, "öndelik
(Crédit sur garantie: "Teminat karşılığı avans). 3.
"Tahsisat, ödenek (Crédits supplémentaires: Ek
ödenekler). 4. Taksit (Vendre à crédit, vente à
crédit). 5. Saygınlık, "itibar (Il n'a plus aucun
crédit au ministère). 6. Ödeme vadesi (La maison
peutvousconsentirunlongcrédit).
7. Para hesabı,
hesap; alacak (Porter une somme au crédit de
quelqu'un). § Crédit foncier: Mülk karşılığında
uzun vadeli ödünç para veren kurum. Crédit
municipal: (Eski) Emniyet sandığı. Lettre de
crédit: İtibar mektubu, akreditif. Avoir du crédit,
être en crédit: Saygınlığı olmak, itibarı olmak;
itibarda olmak. Acquérir du crédit: Saygınlık,
itibar kazanmak. Faire crédit à: -e güvenmek,
"emniyet etmek,
créditer gçl. 1. Bir borcu alacaklının hesabına
geçirmek. 2. (Biri için) Kredi açmak yada
açtırmak.
créditeur, trice ad. 1. Kredi açan; alacaklı. 2. s.
Alacaklı (Compte créditeur).
crédo er. Amentü, amentü duası (Le crédo d'une
religion. Dire, chanter le crédo). 2. İnanç, ilke (Il
m'a expliqué son crédo politique).
crédule s. Çabuk kanan, kanağan, "sâf (Tu es trop
crédule. Un enfant crédule).
crédulement bel. Sâf sâf, sâfça.
crédulité diş. Çabuk kamcıhk, "saflık.

344

crêpage
créer gçl. 1. Yaratmak (Dieu a créé le ciel et la terre).
2. Yaratmak, ortaya koymak, meydana getirmek
(Créer une œuvre). 3. Bulmak, türetmek (Créer
une nouvelle méthode, une science). 4. Oynamak
(Créer un rôle). 5. Sahneye koymak, yorumlamak
(Créer une pièce de théâtre). 6. Kurmak, "tesis
etmek (Créer une institution, une entreprise, un
Etat, une ville). 7. Doğurmak, yaratmak, -e yol
açmak (La fonction crée l'organe). § Se créer: 1.
Kendiliğinden var olmak, yoktan var olmak
(Dans la nature rien ne se perd, rien ne se crée). 2.
Se créer qch: a) Kendi kendine... yaratmak,
kuruntulamak (Se créer des soucis, des illusions,
des besoins), b) Sağlamak (Se créer une clientèle).
crémaillère diş. 1. Ocak çengeli. 2. tekn. Dişli
bindirmelik. § Pendre la crémaillère: Yeni bir eve
taşınma onuruna şölen vermek,
crémation diş. Ölü yakma,
crématoire s. 1. Ölü yakmaya değgin (Four
crématoire). 2. diş. Ölü yakma fırını,
crème diş. 1. Kaymak (Séparer la crème du lait). 2.
Krema (Fraises à la crème). 3. Tuvalet kremi
(Crème à raser, crème de beauté). 4. Cilâ (Crème
pour chaussure). S. mec. Bir şeyin en iyisi (Cet
homme-là, c'est la crème des maris). 6. Krem
renginde (Des gants crème). 7. er. Sütlü kahve,
kremalı kahve (Un crème, café crème).
crémergsz. 1. Kaymak bağlamak (Le lait crème). 2.
gçl. Krem rengi vermek. 3. gçl. Yakmak, kül
etmek.
crémerie <% Sütçü dükkânı.
crémeux,euse s. 1. Kaymaklı, yağlı (Laitcrémeux).
2. Koyu, kaymak kıvam ve görünümünde,
crémier,ère ad. Sütçü, kaymakçı, peynirci,
crémone diş. Bir tür ispanyolet, kanat sürgüsü,
créneau er. Mazgal (Les créneaux d'un château
fort). § Faire un créneau: Yol kıyısında arabasını
daha önce park yapmış iki araba araşma park
etmek.
créneler gçl. 1. Mazgal mazgal, diş diş yapmak
(Créneler une muraille). 2. Tırtık tırtık yapmak,
kenarlarını tırtıklı yapmak (Créneler une
monnaie).
crénelure diş. Kertik, çentik,
crénergçl. Kertmek, çentmek.
crénothérapie diş. hek. Kaynak sularıyla tedavi,
créoles, vead. 1. Sömürgelerde doğmuş Avrupalı.
2. er. Zencilerin kullandığı bozuk Fransızca (Le
créole d'Haïti).
créosote diş. kim. Kreozot,
crêpage er. 1. (Bir kumaşı) Bürümcük gibi yapma,
krep haline getirme. 2. Saç kıvırtma, saç kıvırma.
§ Crêpage de chignon: Saç saça baş başa gelme.
crêpe
crêpe diş. 1. Krep, saçta yapılan bir tür çok ince
gözleme (Crêpe à la confiture). 2. er. Krep,
bürümcük (Crêpe de soie, crêpe de Chine). 3. Yas
tülü (Porter un crêpe).
crêpelé,es. Kıvırcık,dalgalı (Descheveuxcrêpelés).
crêpelure diş. Kıvırcıklık, dalgahhk.
crêper gçl. 1. (Bir kumaşı) Krep, bürümcük haline
getirmek (Crêper un tissu). 2. Kıvırmak, dalgalı
yapmak, kıvırcıklaştırmak (Crêper les cheveux). §
Se crêper: Kıvırcık kıvırcık olmak, dalgalı olmak
(Ses cheveux se crêpent). Se crêper le chignon:
mec. tkz. Saç saça baş başa gelmek,
crépi er. Çarpma sıva, kaba sıva (Faire un crépi).
crépine diş. 1. Tel saçak. 2. Boru süzgeci,
crépinette diş. 1. Yassı sucuk. 2. bitb. Bir tür
karabuğday,
crépins er. Kunduracı avadanlığı,
crépir gçl. Sıvamak, kaba sıvasını yapmak, çarpı
vurmak (Crépir un mur).
crépissage er. Sıvama, kaba sıvasını yapma, çarpı
vurma.
crépitation diş. Çıtırtı, çıtırdama (Crépitation du
feu).
crépitement er. Çıtırtı, çıtırdama ( Le crépitement du
feu).
crépiter gsz. Çıtırdamak (Le feu crépite).
crépon er. Bükme, kalın krep, krepon.
crépu, e s. 1. Kıvırcık (Des cheveux crépus). 2.
Kenan dalgalı (Feuilles crépues).
crépusculaire s. 1. Tana değgin, tansal;
alacakaranlığa
değgin
(Lueur,
lumière
crépusculaire). 2. Alacakaranlıkta ortaya çıkan
(Animaux, papillons crépusculaires).
crépuscule er. 1. Tan (Le crépuscule du matin.
C'était l'heure où le jour chasse le crépuscule). 2.
Alacakaranlık (Au crépuscule, le vent s'était
apaisé). 3. mec. Düşkünlük, inginlik, çöküş (Le
crépuscule de la vie).
crescendo [kxejendo] bel. İt. 1. müz. Kreşendo. 2.
Gittikçe artarak (Son mal va crescendo).
cresson er. Tere, tereotu. § Avoir du cresson sur la
fontaine: argo. Saçları dökülmemiş olmak,
cressonnière diş. Terelik, tereotu yetişen sulak yer.
crésus er. Karun gibi zengin adam (C'était un
Crésus). § Etre riche comme Crésus: Karun gibi
zengin olmak,
crétacé, es. Tebeşirli, tebeşir cinsinden,
crête diş. 1. İbik (Crête de coq). 2. Doruk (Crête
d'unsommet). 3. (Dam ve duvar için) Tepelik, sırt
(Crêted'untoit, d'un mur). 4. Çıkıntı. 5. İstihkâm
sırtı. 6. coğr. Su bölümü çizgisi. § Lever la crête:
Horozlanmak. Rabaisser la crête à qn: -in
burnunu kırmak, gagasına okumak.

345
creux
crêté,es. İbikli, tepelikli.
crête-de-coq diş. Horozibiği denilen süs çiçeği.
crétin,e ad. 1. hek. Kreten, alık. 2. mec. Aptal,
şaşkın, sersem,
crétinerie diş. Aptallık, şaşkınlık, sersemlik.
crétinisant,es. Sersemleştirici, aptala çeviren (Une
lecture crétinisante).
crétinisation diş. Sersemletme, aptallaştırma,
crétiniser gçl. Sersemleştirmek, aptala çevirmek,
crétinisme er. 1. Kreten hastalığı, kalkan alıklığı. 2.
mec. Aptallık, şaşkınlık, sersemlik.
crétois,e s. ve ad. 1. Girit'e değgin, giritli (Art
crétois. Une crétoise). 2, er. Girit dili.
crétonne diş. Kreton, kalın pamuk bez.
creusage, creusement er. Kazıp açma, oyma, kazma
(Le creusage d'un canal).
creuser gçl. 1. Oymak (Lamer creuse les rochers). 2.
Kazmak (Creuser le sol avec une pioche). 3.
Çökertmek, çukurlaştırmak (La fatigue creuse les
joues). 4. mec. Eşelemek, dibini karıştırmak,
üzerinde çok düşünmek (Creuser une idée, un
problème, une question). 5. Acıktırmak, açlık
duygusu uyandırmak (Le grand air creuse). 6.
Kazıp açmak (Creuser un tunnel, un canal, un
puits). 7. gsz. Kazmak (Creuser dans la terre. Il
faut creuser plus profond). § Creuser l'estomac:
Midesini kazındırmak, açlık duygusu vermek.
Creuser sa tombe: Kendi mezannı kendi eliyle
kazmak, kendi ölümünü hazırlamak. Creuser son
sillon: Kendi açtığı yoldan gitmek, yapıtlarında
hep kendi yöntemini izlemek. Creuser un abîme
entre deux personnes: İki kişinin arasını açmak,
aralanna uçurum sokmak. § Se creuser 1.
Çukurlaşmak, çökmek (La terre se creuse sous
l'effet de l'érosion. Ses joues se creusent). 2.
Açılmak (Un grand abîme se creuse entre eux). 3.
Kafasını yormak, çok düşünmek (Je me suis
longtemps creusé pour trouver une solution). § Se
creuser la tête sur qch: -üzerinde kafa patlatmak.
creuset er. 1. Pota, içinde maden yada kimyasal
maddeler eritmeye yarayan kap (Mélanger des
corps dans un creuset). 2. Değişik şeylerin
birbirine kanştığı yer, kavşak (Le bassin
méditerranéen a été le creuset de brillantes
civilisations). 3. mec. Deneme, sınama (Une âme
q'ii s'épure au creuset de la souffrance).
creux,euse s. 1. Oyuk, oyulmuş, çukur (Surface
creuse, assiette creuse). 2. Çukura kaçmış,
çukurlaşmış, çökmüş (Des yeux creux, joues
creuses, visage creux). 3. İçi çürük, oyulmuş (Une
dent creuse). 4. Gevşek, seyrek dokunmuş (Un
tissu creux). 5. Boş, kof, anlamdan yoksun (Des
mots creux). 6. Boş, serbest tHeures creuses. Aux
crevaison
heures creuses, il s'adonnait à d'autres travaux). 7.
er. Oyuk, çukur, kovuk (Un animal caché dans le
creux d'un arbre). 8. İç (Le creux de la main). 9.
Ölü saat, durgunluk (Ily a un creux dans la vente
de cet article). 10. Derinlik, çukurluk (Mer d'un
mètre de creux). § Avoir l'estomac creux: Karnı
acıkmak, midesi kazınmak. Avoir le nez creux:
Burnu çabuk koku almak, ilerisini sezinlemek,
kestirmek. Avoir un nez creux: Kalın ve tok bir
sesi olmak. Etre dans le creux de la vague:
Başarısının daha ilk basamağında olmak,
crevaison diş. 1. Patlama (Crevaison d'un pneu). 2.
tkz. Ölme, geberme, zıbarma. 3. Yorgunluktan
ölme, bitme; büyük yorgunluk,
crevant,e s. hlk. 1. Çok yorucu, öldürücü, bitirici
(Un travail crevant). 2. Çok komik, gülünç, çok
güldürücü (Il est crevant avec ce chapeau-là. Une
farce crevante).
crevard, es. vead. hlk. Canlı cenaze, sıska dayı.
crevasse diş. 1. Çatlak, yarık (Crevasse d'un mur,
danslesol). 2 .diş. ç. Cilt çatlağı, çatlak 64 voir des
crevasses aux mains).
crevasser gçl. Çatlatmak, çatlak çatlak yapmak (Le
froid crevasse le sol, les mains). § Se crevasser:
Çatlamak (Le mur se crevasse, la terre se crevasse
sous l'effet de la sécheresse).
crb/ediş. hlk. Ölüm,geberme. § Attraper la crève:
Sayrılanmak; büyük bir soğuk algınlığına
yakalanmak,
crevé,e s. 1. Patlamış (Un pneu crevé). 2. hlk.
Ölmüş, zıbarmış, gebermiş (Chien crevé). 3.
Yorgunluktan bitmiş (Je suis crevé). 4. Crevé de
qch: -den bitmiş, ölmüş (Il est crevé de faim, de
fatigue). S. er. Kol yırtmacı. 6. er. Ölü gibi adam.
crève-cœur er. İç acısı, yürek yarası, büyük acı
(C'est un crève-cœur de le voir si malheureux).
crever gsz. 1. Patlamak, açılmak (Abcès qui crève,
sac qui crève. Un pneu qui crève). 2. Çatlamak,
ölmek, gebermek (Lepauvre cheval a crevé). 3.
Crever de: -den çatlamak; -den patlamak; -den
ölmek (Crever de jalousie, d'ennui, d'orgueil.
Crever de santé, d'embonpoint. Crever de faim,
derire). 4. gçl. Patlatmak (Crever un ballon, un
tambour). S. gçl. Çatlatmak, öldürmek (Crever
un cheval).
6. gçl. mec. Çok yormak,
yorgunluktan bitirmek (Ce travail me crève). §
Crever les yeux à qn: -in gözünü oymak,
çıkarmak. Crever les yeux: Gün gibi ortada
olmak. Crever le cœur: Kalbini kırmak, üzmek.
La crever: Çok acıkmak, açlıktan bitmek. Se
crever au travail: İşten, çalışmaktan canı çıkmak.
crevette diş. Karides.
cri er. 1. Çığlık, haykırış, bağırma, bağırtı (Cri de

346

crier
joie, desurprise, de triomphe, cris des oiseaux). 2.
Ses (Cri de la conscience, du cœur). 3. Gıcırtı (Le
cri de la lime). §Pousser un cri: Bir çığlık atmak. A
cor et à cri, à grands cris: Gürültü patırtı ile,
büyük gürültülerle. Le dernier cri: En son buluş,
en son model, son moda ( Cet appareil est le dernier
cri de la technique. Son chapeau du dernier cri. La
mode dernier cri, lederniercridelamode.
Unstylo
dernier cri).
criailement er. Bağrışıp çağrışma; sövüşüp atışma,
dalaşma.
criailler gsz. 1. (Kaz, sülün, tavus için) Bağırmak,
ötmek. 2. tkz. Zırlayıp durmak,
criaillerie diş. tkz. Bağırıp çağırma, yaygara,
criailleur, euse s. vead. tkz. Yaygaracı,
criant,e s. 1. Bağıran. 2. mec. Apaçık, burdayım
diye bağıran (C'est une injustice criante).
criard,e s. ve ad. 1. Gürültü patırtıcı, bağırıp
çağırıcı. 2. Yaygaracı (Un enfant criard). 3.
Cırtlak (Une voix criarde). 4. Çiğ, bağırgan (Des
couleurs criardes). § Dettes criardes: Ödenmesi
için sıkıştırılan ufak tefek borçlar, çingene borcu,
criblage er. 1. Kalburlama, kalburdan geçirme (Le
criblage du grain). 2. (Maden filizini) Ayıklama,
temizleme; elekten, süzgeçten geçirme,
crible er. Kalbur, gözer. § Passer qch au crible: -i
kalburdan geçirmek, süzgeçten geçirmek, çok
dikkatle incelemek (Passer une idée, une opinion
au crible. Toutes les déclarations du témoin ont été
passées au crible.
cribler gçl. 1. Kalburdan geçirmek, kalburlamak
(Cribler du charbon, du sable, des fruits, du
minéral). 2. Cribler qch de qch: Bir şeyi, -ile
kalbura çevirmek, delik deşik etmek (Cribler une
cible de flèches, cribler un corps de blessures). 3.
Etre criblé de qch: -içinde kalmak, -den kalbura
dönmek (Sa chemise était criblée de taches). § Etre
criblé de dettes: Borca boğulmak, uçan kuşa
borçlu olmak,
cribleurer. 1. Kalburlayıct. 2. tekn. Kalbur, eleme
makinası, büyük elek.
cribleux,euse s. Kalbur gibi delikli, göz göz.
criblurediş. Yem kırıntısı, kalbur kalıntısı (Donner
des criblures aux volailles).
cric er. 1. Kriko, 'kaldırıcı (Cric d'automobile. Cric
hydrolique. Cric à manivelle). 2. ünl. Cırt diye,
cart (Cric, il a déchiré sa chemise).
cricket er. Ing. Kriket,
cri-cri er. Cırcırböceği.
criée diş. 1. Mezat (Acheter, vendre à la criée: Bir
şeyi mezattan satın almak, mezatta satmak). 2.
Yargıç kararıyla satış,
crier gsz. 1. Bağırmak (L'enfant crie de peur. Le
crieur
malade crie de douleur, un vendeur qui crie dans
la rue). 2. Bağırmak, ötmek (Les oiseaux qui
crient dans le bois). 3. Gıcırdamak (Le tiroir crie.
L'essieu de la roue crie, les gonds de la porte
crient). Crier après qn: -e kızmak, bağırmak,
söylenmek (Une mère qui crie après ses enfants).
4. Crier contre: -i protesto etmek (Crier contre les
oppressions, les tortures). S. Crier à qch: Ortada
bir -olduğunu bağırıp çağırarak söylemek (Crier
à l'injustice, à la trahison, au scandale). 6. Crier à
qch: -var diye bağırmak; -için imdat istemek
(Crier au voleur, au feu, au secours). 7. gçl.
Bağırarak söylemek, ilân etmek (Crier la vérité,
crier son innocence). 8. gçl. Bağırarak satmak
(Crier des journaux, des légumes au marché). 9.
gçl. (Artırmalı bir satışta) Artırmaları kalabalığa
tekrar etmek, haraç mezat satmak (Crier des
meubles, crier une vente). 10. gçl. -den yakınmak,
sızlanmak (Crier famine, crier misère). 11. Crier
qch à qn: -e birşeyi bağıra bağıra söylemek (Crier
des injures à un insolent). 12. Crier à qn de f.qch:
Birine bağırarak -meşini söylemek, ihtar etmek
(Je lui ai crié de se taire). § Crier à tue-tête: Avazı
çıktığı kadar bağırmak. Crier qch sur les toits: -i
herkese ilân etmek, sağır sultana bile duyurmak.
Crier comme un sourd: Bas bas bağırmak. Crier
comme un diable, comme un fou, comme un
damné: Saca basmış çingene gibi bağırmak. Crier
au miracle: Hayran kalmak, mucize sanmak.
Crier vengeance: Öç alınmasını istemek.
crieur,euse ad. 1. Bağırıcı. 2. Ayak satıcısı, sokak
satıcısı. § Crieur public: °Münadi, tellâl.
crime er. 1. "Cinayet, kıya (Elle a été victime d'un
crime). 2. Cinayet dâvası; ağır suç, cürüm (Les
crimes sont jugés par la cour d'assises). 3. Suç
(Crime contre la sûreté de l'Etat. Tout son crime
c 'est d'avoir dit tout haut ce que chacun pensait). §
Crime flagrant: Meşhutsuç. Crime contre la chose
publique: Devlete karşı cürüm. Crime contre la
santé publique: Kamunun sağlığına karşı cürüm.
criminaliser gçl. (Bir hukuk yada ceza dâvasını)
Ağır ceza dâvasına çevirmek (Criminaliser une
affaire).
criminaliste er. Kıyaları inceleyen, kıyalar üzerine
yazı yazan, kıya bilgini, *kıyabilimci; cezacı.
criminalité diş. Suçluluk; suç oranı (Régression de la
criminalité).
criminel,le s. 1. Suçla ilgili, cezaya değgin, "cezai
(Acte criminel: Suç. Procès criminel: Ceza dâvası.
Code
d'instruction
criminelle:
Ceza
muhakemeleri
usulu
yasası.
Législation
criminelle: Ceza yasaları). 2. Kıya ile ilgili,
*kıyacıl, "cinai (Une criminelle entreprise. Un

347

crisser
complot criminel). 3. ad. Kıyacı, "cani, "katil (On
a arrêté un des criminels qui ont tué le banquier).
§D est criminel de f.qch: -mek cinayettir (Il est
criminel de laisser cette mosquée tomber en ruine).
criminellement bel. 1. Kiyarcasma. 2. Ağır ceza
mahkemesi karşısında,
criminologie^. "Kriminoloji, "suçbilim.
criminologiste ad. "Kriminolojist, *suçbilimci.
crin er. 1. Yele kılı, kuyruk kılı (Rembourrer un
fauteuil avec du erin). 2. Yele (Pendus aux crins de
nos chevaux). § Crin végétal: Kimi bitkilerin sert
lifi. A tous crins, à tout crin: Ateşli, coşkulu (Un
révolutionnaire à tous crins, un pacifiste à tout
crin). Etre comme un crin: Diken gibi olmak,
huysuzun teki olmak,
crincrin er. Kötü keman, gıygıy.
crinière
1. Yele (La crinière du lion, ducheval).
2. Tulga yelesi. 3. Uzun ve gür saç.
crinoline diş. 1. Kıl kumaş. 2. Kıl kumaş eteklik. 3.
Balenalarla kabartılmış geniş eteklik, sepet
eteklik,
crique diş. Küçük koy.
criquet er. 1. Çekirge. 2. Kötü beygir. 3. Sıska
adam. 4. hlk. Bayağı şarap, şıra şarabı,
crise diş. 1. Bunalım, bunluk, "buhran, "kriz (Crise
économique, politique, morale, ministérielle). 2.
Nöbet, buhran, kriz (Crise cardiaque, crise
d'asthme, crise d'épilepsie,crise de nerfs, crise
d'appendicite). § Traverser une crise cardiaque,
politique..: Bir kalp krizi, siyasal bunalım
geçirmek. Faire prendre à qn une crise de nerfs:
Birini çok kızdırmak, cinlerini tepesine
sıçratmak. Piquer une crise décolère, de rage: Çok
kızmak, kudurup köpürmek.
crispant, e 5. Sinirlendirici, sabır taşıncı.
crispation diş. 1. Büzülme (Crispation
d'un
morceau de cuir sous l'effet de la chaleur). 2.
Kasılma (Crispation des muscles). 3. Sabırsızlık
belirtisi, kızma belirtisi. § Donner des crispations
à qn: Birinin sabnnı taşırmaya başlamak,
crisper gçl. 1. Büzmek, kınştırmak (Le froid crispe
la peau). 2. Kasmak, gerginleştirmek (Une
douleur qui crispe le visage). 3. Kızdırmaya
başlamak, sabnnı taşırmak (Il commençait à me
crisper). § Se crisper: 1. Büzüşmek. 2. Gerilmek,
kasılmak (Son visage se crispe).
crispin er. 1. (Güldürüde) Uşak rolü (Jouer les
crispins). 2. Kukuletalı kısa manto. 3. (Meç
taliminde) Meşin kolluk,
criss er. Eğri hançer, Malezya hançeri,
crisser gsz. Gıcırdamak (Gravier qui crisse sous les
pas. La neige crisse, le frein crisse). § Crisser des
dents: Dişlerini gıcırdatmak.
cristal

348

cristal er. 1. Kristal, billur (Cristal de Bohême. Des


verres en cristal). 2. mec. Buz. 3. Duruluk,
temizlik, pırıl pırıllık. 4. ç. hlk. Billur halinde
sodyum karbonat. § Une voix de cristal: Billur gibi
bir ses. Un cœur de cristal: Tertemiz, pırıl pırıl bir
kalp.
c r i s t a l l e r i e ^ . 1. Billurculuk, kristalcilik. 2. Kristal
fabrikası. 3. Kristal eşyalar,
cristallin, e s. 1. Billur, billursu, billur gibi. 2. er.
(Gözde) Billur cisim,
cristallisable s. Billurlaşabilir, kristal haline
gelebilir.
cristallisation diş. 1. Billurlaşma, kristalleşme
(Cristallisation
du
travail
humain).
2.
Billurlaştırma, kristalleştirme. 3. mec. Açıklığa
berraklığa
kavuşma,
açık
seçikleşme
(Cristallisation des souvenirs, des idées).
cristallisé, es. 1. Billurlaşmış, kristalleşmiş (Travail
humain cristallisé). 2. Çok küçük parçalar
halinde, toz (Sucre cristallisé).
cristalliser gçl. 1. Billurlaştırmak, kristalleştirmek
(Cristalliser un sel par dissolution). 2. mec.
Güçlendirmek, kaynaştırmak (Les excès des
troupes d'occupation
avaient cristallisé la
résistance). 3. mec. Saptamak, belirginleştirmek,
açıklığa kavuşturmak (La nécessité a cristallisé un
projet qui restait fluide). 4. Bir araya toplamak,
birbiriyle bağdaştırmak (Cristalliser les énergies,
les ambitions).
S. gsz. Billurlaşmak (Cette
substance cristallise lentement). § Se cristalliser: 1.
Billurlaşmak,
kristalleşmek.
2.
Açıldığa
kavuşmak, belirginleşmek,
cristallographie diş. Billurlar bilimi, "kristalbilim.
cristalloïde s. 1. Billursu. 2. er. kim. Billursu.
critère, critérium er. 1. Ölçüt, "kriter. 2.Ölçü (Le
style n'est pas le seul critère pour juger de la valeur
d'une œuvre). 3. (Spor) Eleme yarışı (Critérium
cycliste).
criticailler gsz. tkz. Hiçbir dayanağı olmadan,
hiçbir nedene dayanmadan eleştirmek,
criticisme er. fels. Eleştiricilik,
critiquable s. 1. Eleştirilebilir. 2. Kusurlu
bulunabilir.
critiques. 1. Tehlikeli, "kritik, *sonul (Lapériode
critique d'une maladie. Un jour critique. L'âge
critique. Il est dans une situation critique). 2.
"Eleştirel, eleştirmeli (L'étude critique d'une
œuvre. Une méthode critique). 3. diş. Eleştiri,
"tenkit (La critique est un genre littéraire. Une
critique objective, subjective, partiale). 4. diş.
Bütün eleştirmenler (La critique a bien accueilli
son livre. Ce film connaît un grand succès, la
critique est unanime dans l'éloge). S. er. Eleştiri

crochu
yapan kimse, eleştirmen (C'est un célèbre critique
littéraire). § D'un œil critique: Eleştirici bir gözle.
Faire la critique de qch: l.-in eleştirisini yapmak,
-i eleştirmek (Faire la critique d'un livre, d'un
roman, d'un film). 2.-İ kınamak, beğenmemek.
3.-İ iyice incelemek, gerçek olup olmadığını
araştırmak (L'avocat a fait une critique serrée des
déclarations de l'adversaire. Le bon historien fait
la critique des sources d'information).
critiquer gçl. 1. Eleştirmek (Critiquer une œuvre
d'art). 2. Kusur aramak, kusur bulmak, yermek,
ağdıklamak (Il critique tout le monde).
critiqueur er. Her şeye bir kusur bulan; kusur
aramasını, kusur bulmasını seven; yerici.
croassement er. Karga sesi; gaklama.
croasser gsz. (Karga, kuzgun için) Ötmek,
gaklamak, gak demek,
croate s. ve ad. 1. Hırvat. 2. Hırvatça,
croc er. 1. (Bir şey asmak için) Çengel (Croc de
boucherie). 2. (Deniz teknelerinde kullanılan)
Kanca. 3. ç. Kazma gibi diş, sivri dişler (Les crocs
d'un chien. Montrer ses crocs). § En croc: Sarkık,
çengel biçiminde (Une moustache en croc). Avoir
les crocs: tkz. Çok acıkmak, karnı zil çalmak,
croc-en-jambe er. Çelme. § Faire un croc-en-jambe
à qn: -e çelme takmak (Tune penses qu'à lui faire
un croc-en-jambe).
croche diş. müz. 1. Siyahın yarı değerinde, çengel
biçiminde nota işareti. 2. diş. ç. Demirci kıskacı,
croche-pied er. Çelme takma, çelme atma, çelme,
crocher gçl. 1. Kıskaçla yakalamak, tutmak. 2.
Sımsıkı yakalamak; sımsıkı, kıskaç gibi tutmak,
crochet er. 1. Küçük çengel, küçük kanca. 2. Kopça.
3. Maymuncuk (Ouvrir une porte à l'aide d'un
crochet). 4. Tığ (Elle ne cessait de faire des
couvertures de laine au crochet). 5. Tığ işi örgü. 6.
Zülüf. 7. (Noktalamada) Köşeli ayraç. 8.
(Boksta) Bükük kolla indirilen darbe, kroşe.
(Crochet du droit, crochet du gauche). 9. Uzun ve
sivri diş (Crochet à venin des reptiles). § Clou à
crochet: Başı köşe biçiminde çivi. Etre, vivre aux
crochets de qn: -in sırtından geçinmek (Il vit aux
crochets de ses parents). Faire un crochet: Yolunu
değiştirmek, bir yöne doğru şöyle bir sapmak (Je
ferai un crochet pour passer vous voir en revenant
de vacances). Faire du crochet: Tığ işi örgü örmek.
crocheter gçl. 1. Maymuncukla açmak (Crocheter
une porte, une serrure). 2. Tığla örmek,
crocheteur er. 1. Maymuncukla kilit açan hırsız. 2.
Hamal, yükçü. 3. mec. Kaba adam.
crochu,e s. Eğri, ucu eğri, çengel gibi (Un nez
crochu, un bec crochu, des ongles crochus). §
Atomes crochus: mec. Sevgi, sempati (Il n'y a pas
crocodile
d'atomes crochus entre ces deux garçons). Avoir
les mains crochues: Hırsız olmak, eli uzun olmak.
Avoir les doigts crochus: Cimri olmak; aç gözlü
olmak.
crocodile er. hayb. 1. Timsah (Crocodile du Nil). 2.
Timsah derisi (Un sac en crocodile). 3. (Demir
yollarında) İşaret aygıtı. § Larmes de crocodile:
Yalancı göz yaşları (Verser des larmes de
crocodile).
crocodiliens er. ç. hayb. Timsahlar, timsahgiller.
crocus er. Safran türü.
croire gçl. 1. İnanmak (Croire une nouvelle, une
histoire, un conte). 2. İnanmak, güvenmek, bel
bağlamak (Vous pouvez croire cet homme). 3.
Sanmak (On croirait qu'il dort). 4. Croire qn,
qch...: Birini, bir şevi... sanmak (On l'a cru mort.
Nous croyons les autres plus heureux qu'ils ne
sont). 5. Croire f. qch: -diğini sanmak (Il croyait
être le seul héritier. Tu crois avoir trouvé la
solution). S. "Tasavvur etmek, düşünmek (Vous
ne pouvez pas croire à quel point j'ai été touché de
ce geste). 7. Croire à qch, en qch: -e inanmak
(Croire en une chose, croire aux promesses d'un
ami. Je ne crois plus à rien). 8. Croire à qch:
-sanmak; -olasılığınainanmak
(Lemédecincrutà
une pneumonie. Personne ne croyait à la guerre).
9. Croire en qn: Birine inanmak, güvenmek, bel
bağlamak (Je crois en mes amis. Il faut croire en
soi). 10. Croire à, en: (Dinsel anlamda) İnanmak,
iman etmek (Croire en Dieu, croire à l'Evangile,
au Messie).% A l'en croire, à vous en croire: Onun,
sizin dediğinize bakılacak olursa (A l'en croire,
tout est perdu). Croire qn sur parole: Birinin
sözüne inanmak, sözü -için senet olmak (Je te
crois sur parole). Croire au père Noël: tkz. Pek saf
olmak, hayale kapılmak, olmayacak duaya âmin
demek. En croire à qn: -e kulak vermek, sözünü
dinlemek (Si vous m'en croyez, prenez un autre
trajet). Faire croire qch à qn: Bir şeyi birine
yutturmak, inandırmak. Ne pas en croire ses yeux,
ses oreilles: Gözlerine, kulaklarına inanamamak
(Je n'en croyais pas mes yeux). Se croire...:
Kendini... sanmak (Il se croit très fort, tu te crois
un génie). Se croire quelqu'un: Kendini adam
sanmak, kendini bir şey sanmak.
croisade diş. 1. Haçlı seferi. 2. mec. 'Savaşım,
mücadele (Croisade contre l'alcoolisme. Lancer
une croisade contre la vie chère).
croisé er. 1. Haçlı seferine katılan, haçh. 2. Damalı
kumaş.
croisé,e 1. Çapraz. 2. Croisé de qch: -ile karışmış
(Une famille non croisée de sang étranger). § Feu
croisé: ask. Çapraz ateş. Mots croisés: Bulmaca.

349

croissant
Rime croisée: Çapraz uyak. Race croisée: Başka
kanlarla karışmış ırk, melez ırk. Veste croisée:
Kuruvaze ceket,
croisée
1. Pencere (Regarderpar la croisée). 2.
İki şeyin birbirinin üzerinden geçtiği yer, kesişme
yeri, kavşak, makas yeri (La croisée des chemins).
croisement er. 1. Çaprazlaşma, çaprazlaştırma, üst
üste atma (Croisement des jambes). 2. Karşılaşma
(Le croisement des deux voitures sur une route). 3.
Kesişme yeri, kavşak (Croisement des chemins.
S'arrêter au croisement). 4. Irk karışması;
melezleşme, melezleştirme (Améliorer une race
de bovins par des croisements).
croiser gçl. 1. Çapraz tutmak, çaprazlamak, üst üste
atmak (Croiser les jambes, croiser les bras). 2.
Kenarları
altlı
üstlü
gelecek
biçimde
düğmelemek, bağlamak (Croiser un habit, une
écharpe). 3. -i kesmek, -ile kesişmek (La voie
ferrée croise la route). 4. Karşılaşmak, yanından
geçmek (Je l'ai croisé dans la rue. Un train qui en
croise un autre). S. Birleştirip karıştırmak
(Croiser deux races de chevaux. Croiser une race
avec une autre). 6. Çaprazlamasına koymak
(Croiser sa fourchette et son couteau sur son
assiette à la fin du repas). 7. gsz. (Gemi) Aynı
sularda dolaşıp kol gezmek (La flotte croise dans
la Méditerranée). 8. (Giysinin) İki kanadı çapraz
gelmek, üst üste binmek (Veste qui croise bien). §
Croiser les bras: Kollarını kavuşturmak. Croiser
les jambes: Ayak ayak üstüne atmak. Croiser la
baïonnette: Süngüye davranmak. Croiser les
épées: Kılıç kılıca gelmek. Rester les bras croisés:
Eli böğründe kalmak. § Se croiser: 1. Kesişmek
(Deux chemins qui se croisent). 2. (Ortaçağda)
Haçlılara, haçlı seferlerine katılmak. § Se croiser
les bras: mec. Kollarını kavuşturup beklemek,
hiçbir şey yapmamak,
croisette diş. Küçük haç.
croiseur er. Kruvazör.
croisière diş. 1. Geminin kol gezmesi. 2. Kol gemisi.
3. Gemiyle yapılan turistik gezi (Partir en
croisière. Organiser une croisière en Turquie).
croisillon er. 1. Haç kolu. 2. (Marangozlukta)
Kayıt, çapraz, gergi, çapraz bağlama. 3. Kesişme
yeri.
croissance diş. 1. Büyüme, yetişme (La croissance
d'un enfant, des plantes). 2. Büyüme, gelişme,
serpilme; artma (La croissance d'une ville). §
Taux de croissance économique: Ekonomik
kalkınma hızı.
croissant er. 1. Ayça, "hilâl. 2. Ayça biçiminde
çörek, ayçöreği (J'ai pris deux croissants et un café
au petit déjeuner). 3. Türk bayrağı. 4. mec.
croissant
Türkiye. 5. mec. İslâm dünyası. § Le croissant
rouge: Kızılay,
croissante s. Artan, gittikçe artan (Le nombre
croissant des naissances).
croisure diş. 1. (Kimi kumaşlarda) Çapraz dokuma.
2. ed. Çapraz uyaklılık.
croît er. Yeni doğan kuzularla bir sürünün
büyümesi.
croître gsz. 1. Büyümek, gelişmek (Un enfant qui
croît réguilèrement. Une ville qui croît). 2.
Bitmek, yetişmek (La vigne et l'olivier croissent
sur les côtes d'Egée). 3. Croîtreen qch: -ce artmak,
-bakımından çoğalmak (Croître en nombre, en
volume, en étendue). § Ne faire que croître et
embellir: Habire artmak, maşallah durmadan
fazlalaşmak (Sa sottise ne fait que croître et
embellir). Mauvaise herbe croît toujours: Acı
patlıcanı kırağı çalmaz,
croix diş. 1. Çarmıh (Mettre, attacher, clouer qn sur
la croix, en croix: Çarmıha germek). 2. Haç (Croix
gammée, ansée, pattée). 3. mec. Hıristiyanlık,
hıristiyan dünyası (La lutte de la croix et du
croissant). 4. Sıkıntı, acı, cefa, çile (Chacun a sa
croix, chacun porte sa croix). 5. Nişan (Il n'a pas
encore la croix et serait jaloux de l'obtenir. La croix
de la Légion d'honneur). § Croix de SaintJacques: bitb. Bir tür nergis zambağı.
Croix de
Jérusalem: Bir süs çiçeği. Croix du Sud: gökb.
Güneyhaçı denilen takımyıldız. Croix Rouge:
Kızılhaç. Signe de croix: İstavroz çıkarma (Elle a
fait un signe de croix). Faire une croix sur qch: -in
üzerine çizgi çekmek, -den hepten vazgeçmek.
Jouer à croix ou pile: Yazı tura oy namak, yazı tura
atmak. Mettre les bras en croix: Kollarını
kavuşturmak,
cromlech (knomlck] er. Büyük bir taşın çevresinde
dizilmiş daha küçük taşlardan oluşan eski bir tür
anıt, "kromlek.
crôneer. Maçuna.
croquant er. 1. tor. IV. Henri ve XIII. Louis
zamanında ayaklanmış köylü. 2. tkz. Köylü,
hödük, hırbo.
croquant,e -f Kıtır kıtır eden
(Cornichons
croquants).
croque au sel (à la) bel. Sade tuzla (Cuire à la croque
au sel).
croquembouche diş. Gevrek pasta, gevrek çörek,
croque-mitaine er. Umacı,
croque-mort er. hlk. Cenaze taşıyıcı, ölü gömücü. §
Avoir une figure de croque-mort: Uğursuz bir
suratı olmak,
croquenot er. hlk. Ayakkabı, pabuç,
croque-note er. Kötü çalgıcı, gıygıycı.

350

crotte
croquer gsz. 1. Yenirken kıtır kıtır ses çıkarmak,
kıtırdamak (Des frites qui croquent, fruit vert qui
croque). 2. gçl. Kıtır kıtır yemek (Croquer des
bonbons, des biscuits. Croquer une pomme, des
noisettes). 3. Harcamak, sarfetmek; har vurup
harman savurmak (Croquer de l'argent. Il a déjà
croqué plus d'un million dans cette affaire.
Croquer un héritage). 4. Çırpıştırıvermek, birkaç
çizgide resmini yapıvermek (Croquer un portrait,
un paysage). § Joli à croquer: Çok güzel (Elle est
jolie à croquer). Croquer le marmot: Çok
beklemek, beklemekten canı çıkmak. Croquer
une note: müz. Bir nota atlamak. En croquer: tkz.
İhbar etmek. En croquer à la préfecture: argo. 1.
Polise haber vermek. 2. Röntgencilik yapmak;
anahtar deliğinden gözetlemek. Etre à croquer:
Çok güzel olmak, kıtır kıtır yenecek kadar güzel
olmak (Elle est à croquer).
croquet er. 1. Pek katı bir tür peksimet. 2. Tahta
yuvarlakları tokmakla sürerek oynanılan bir
İngiliz oyunu, kroke.
croquette diş. I. Kızartma köfte (Croquette de
pommes de terre). 2. Bir tür çikolata.
croqueur,euse ad. Kıtır kıtır yiyen, açgözlülükle
yiyen. § Croqueur de poules: Tilki. Une croqueuse
de diamants: Çok para yiyen, harcatan metres,
croquignole diş. 1. Kurabiye. 2. Buruna vurulan
fiske.
croquis er. 1. Taslak, kroki. 2. Özet (Faire un rapide
croquis de la situation).
crosne fknon]er. Ballıbabagillerden, kök yumruları
sebze gibi kullanılan, Japonyadan çıkma bir bitki.
cross-country, cross er. İng. Engelli kırkoşusu.
crosse diş. 1. Piskopos âsası (La mitre et la crosse
sont les symboles du pouvoir épiscopal). 2. Ucu
kıvrık, oyun çomağı, çevgen. 3. Çomakla
oynanan oyun, çevgen oyunu. 4. Kıvrım. 5.
Dipçik (Appuyer la crosse du fusil contre l'épaule
pour tirer. Assommer quelqu'unàcoup de crosse).
§ Chercher des crosses à qn: hlk. Birine çatmak
için bahane aramak. Mettre, lever la crosse en
l'air: Teslim olmak,
crossé s. Âsa taşıyabilen, âsalı (Abbécrossé).
crossergç/. i . Çevgenle sürmek (Crosser une balle,
une pierre). 2. hlk. Birine karşı çok sert
davranmak, horlamak,
crotale er. 1. (Eskiden) Çalpara. 2. Çıngıraklı yılan,
croton er. Haşişetülmülûk denilen ve hekimlikte
kullanılan bir bitki,
crotte diş. 1. Hayvan pisliği, dışkı, fışkı (Crotte de
lapin, de chèvre, de brebis. Crotte de cheval). 2.
Yol ve sokaklardaki çamur. 3. Çikolatalı şeker
(Crotte de chocolat). 4. Değersiz şey, beş para
crotter
etmez şey. § C'est de la crotte: tkz. Bir boka
yaramaz, beş para etmez. Ne pas se prendre pour
une crotte: tkz. Kendini bir bok sanmak,
crotter gçl. 1. Çamurlamak (Crotter un parquet avec
des chaussures sales). 2. gsz. (Hayvan için)
Terslemek, pislemek. § Se crotter: Kir pas içinde
kalmak, çamurlanmak.
crottin er. 1. Dışkı, fışkı. 2. Topak keçi peyniri,
croulant,e s. 1. Çökme tehlikesi olan, yıkılmak
üzere olan (Des murs croulants, une maison
croulante, une autorité croulante). 2. er. tkz.
İhtiyar, moruk (Il n'aime pas sortir avec les
croulants).
croulement er. Çökme, yıkılma (Le croulement
d'une
maison,
d'une
civilisation,
d'une
espérance).
crouler gsz. 1. Çökmek (Un mur qui croule, une
société qui croule). 2. Yıkılmak (Une maison qui
croule). 3. (Çulluk için) Bağırmak, ötmek. § Faire
crouler: Yıkmak, çökertmek (Le tremblement de
terre a fait crouler les immeubles. Faire crouler un
projet). Se laisser crouler: Olduğu yere
yıkılıvermek (A cette terrible nouvelle, il se laissa
crouler sur une chaise).
croup [knupl er. Kuşpalazı (Cet enfant est mort du
croup).
croupade diş. Atın arka ayaklarını karnına çekerek
atlaması.
croupe diş. 1. Sağrı (La croupe du cheval). 2. tkz.
Kocaman kalçalar. 3. Dağın şişkin yamacı, karnı
(L'ennemi avait établi un poste d'observation sur
une croupe dominant la vallée). § En croupe:
Terkide. Monter en croupe: Terkiye binmek.
Prendre qn en croupe: Birini terkisine almak,
croupetons (à) bel. Çömelmiş olarak, çömelerek (Il
se tint à croupetons pour souffler sur la flamme).
croupi, es. Durgun ve kokmuş (Eau croupie).
croupier er. (Kumarhanede) Oyun görevlisi,
"krupiye.
croupière
Kuskun. § Tailler des croupières à qn:
Birinin başına iş açmak,
croupion er. tkz. 1. Kuyruk sokumu. 2. (Kuşlarda)
Kuyruk çıkıntısı,
croupionner gsz. tkz. Yürürken kıçını oynatmak,
orak biçmek,
croupir gsz. 1. Kokuşmuş bir yaşam sürmek,
yaşayıp gitmek (Il croupit dans son ignorance,
dans sa paresse). 2. (Durgun su) Bozulmak,
kokuşmak (L'eau qui croupit au fond d'une
mare).
croupissant,e s. Kokuşmuş, durgun, ölü gibi (Eau
croupissante, une vie croupissante).
croupon er. Sığır köselesi.
351

cru

croustade diş. 1. Kızartılmış, kıtır kıtır ekmek


kabuğu. 2. Sıcak, kıtır kıtır börek,
croustillant,e s. 1. Gevrek, kıtır kıtır (Une gallette
croustillante). 2. mec. Açık saçık (Une histoire
croustillante).
croustille diş. 1. Ekmek kabuğu parçası. 2. İncecik
doğranarak kızartılmış patates,
croustiller gsz. 1. Çiğnenirken kıtır kıtır etmek (Des
biscuits qui croustillent). 2. Kıtır kıtır bir şeyler
yemek.
croûte diş. 1. Ekmek kabuğu (Manger la croûte el
laisserlamie). 2. Kabuk (La croûte d'une plaie. La
croûte terrestre). 3. Bulamaç ( Croûte au fromage,
aux champignons). 4. tkz. Kötü resim ( Ce peintre
ne fait que des croûtes). S. İşlenmemiş deri, ham
deri (Un sac en croûte). 6. mec. tkz. Dar kafalı,
burnunun ötesini göremeyen adam. § A la
croûte!: tkz. Haydi yemeğe, haydi bir şeyler
atıştıralım. Casser la croûte: tkz. Bir şeyler
atıştırmak, yemek yemek. Gagner sa croûte: tkz.
Ekmeğini kazanmak, geçimini sağlamak,
croûter gsz. hlk. Yemek yemek,
croûteux, euse s. Kabuk bağlamış (Dermatose
croûteuse).
croûton er. 1. Francalamn ucu (Il adore manger le
croûton). 2. Kızartılmış ekmek parçası (Omelette
aux croûtons). 3. mec. tkz. Moruk, bunak, aptal,
kafasız adam (Un vieux croûton).
croutonner (se) tkz. Canı sıkılmak, sıkıntıdan
patlamak, efkârlanmak.
croyable s. İnanılabilir, inanılır (Ce n'est pas
croyable).
croyance diş. 1. İnanış, inanma (La croyance à la
grandeur de l'homme.
La croyance
dans
l'absurdité de l'existence). 2. Sanı, "zan (La
croyance qu'on pourra revenir vivant du combat).
3. İnanılan şey, inanç, "akîde (Il faut respecter
toutes les croyances). 4. İnan, iman (La croyance
en Dieu).
croyant,e ad. İnanan, inanı olan, "mümin (Les
vrais croyants n'agissent pas ainsi). | Le
commandeur des croyants: "Emirül-mümin.
Halife.
cru er. 1. Artma, artış. 2. Üzüm ürünü, o yılki ürün.
3. Bağ, üzüm bağları (Visiter un cru célèbre. Les
grands crus de France). 4. Bölge, yöre (Je me suis,
adressé à un paysan du cru). § De son cru, de son
propre cru: Kendi kafasından, kendinin
uydurduğu ( Cette pièce est de mon cru. Il racontait
des nouvelles de son cru).
cru,e s. 1. Pişmemiş, çiğ (Aliments crus, manger de
la viande crue). 2. mec. Gerçekçi, açık, dobra
(Une réponse crue, des mots crus, faire une
cruauté
description crue). 3. mec. Çiğ, çok kuvvetli
(Lumière crue, couleur crue). 4. mec. Açık saçık
(Des propos crus). 5. Ham, işlenmemiş (Soie
crue, chanvre cru). § A cru: 1. Çıplak toprağa
dayandırarak,
temele
oturtmadan
(Une
construction à cru). 2. Çıplak, yularsız eyersiz
olarak (Monter un cheval à cru). Parier cru: Açık
açık, dobra dobra konuşmak. Vouloir manger qn
tout cru: Birine çok kızmak; çiğ çiğ yemek
istemek.
cruauté diş. 1. Yırtıcılık, kan dökücülük (La
cruauté des bêtes féroces). 2. Acımasızlık, aman
vermezlik (La cruauté du destin, de la mort). 3.
Sertlik, haşinlik (Traiter quelqu'un avec cruauté.
La cruauté d'un geste). 4. Zulüm, kıyım (C'est une
injustice et une cruauté. Ils supportèrent les
cruautés du tyran).
cruche diş. 1. Testi (Cruche à eau). 2. Testi dolusu
(Une cruche de vin). 3. s. ve ad. mec. hlk. Aptal,
enayi, bön, sersem (Cette cruche-là n'a pas
compris les signes qu'on lui faisait. Il a un air
cruche). § Tant va la cruche à l'eau qu'à la fin elle
ses casse: Su testisi su yolunda kırılır. Bir sıçrarsın
çekirge,
iki sıçrarsın
çekirge,
sonunda
yakalanırsın çekirge,
cruchon er. Küçük testi.
crucial, es. 1. Haç biçiminde, artı işareti gibi (Faire
une incision cruciale). 2. Çok önemli, temel, esas
(Le point crucial est d'obtenir son accord. Une
question cruciale, un problème crucial). 3. Tam,
kesin (C'est le moment crucial du choix).
crucifié,e s. 1. Çarmıha gerilmiş. 2. mec. Çile
çekmiş, çileli, acılarla dolu (Une attitude
crucifiée). § Le Crucifié: tsa.
crucifiement er. 1. Çarmıha germe, çarmıha
gerilme. 2. mec. Çile, çile doldurma. 3. İsa'yı
çarmıha gerilmiş olarak gösteren resim,
crucifier gçl. 1. Çarmıha germek. 2. Çile çektirmek,
çok acı çektirmek, çileye sokmak,
crucifix er. İsa'yı çarmıhta gösteren haç, İsa'h haç
(Se mettre en prière devant le crucifix. Présenter le
crucifix à un mourant).
crucifixion diş. 1. İsa'nın çarmıha gerilmesi. 2.
İsa'yı çarmıha gerilmiş olarak gösteren resim
yada heykel,
cruciformes. Haç biçiminde (Plan cruciforme d'une
église).
cruciverbiste ad. Bulmaca meraklısı,
crudité diş. 1. Çiğlik (La crudité des légumes, des
viandes). 2. mec. Açık saçık ve kaba söz (Dire des
crudités). 3. Açık saçıldık, açıklık (La crudité du
langage). 4. ç. Çiğ yenen sebze, meyve gibi şeyler
(Assiette de crudités). 5. Çiğlik, kuvvetlilik

352

cubique

(Crudité d'une lumière).


crue diş. 1. (Sular için) Kabarma, yükselme (L
fonte des neiges provoque des crues subites. Le
crues périodiques du Nil). 2. (Bitkiler için)
Büyüme (La crue d'une plante). § Etre en crue:
(Sular için) Kabarmak, yükselmek (La rivière es
en crue).
cruel,le s. 1. Acımasız, "merhametsiz, "zalim (Un
homme cruel. Un policier cruel qui torturait des
prisonniers). 2. Kıyıcı, yırtıcı, kan dökücü (Le
tigre est cruel). 3. Çok sert (Un père cruel). 4.
Korkunç, dayanılmaz (Une peine cruelle, une
perte cruelle).
cruellement bel. 1. Acımasızca,.merhametsizce,
zalimce (Traiter une femme cruellement). 2. Çok,
korkunç şekilde (Souffrir cruellement. La main
d'œuvre faisait cruellement défaut). 3. Çok sert bir
şekilde (Il a été cruellement puni de sa
désobéissance).
crûment bel. Nobranca (Parler crûment).
crural, es. anat. Oyluğa değgin (Artère crurale).
crustacés er. ç. hayb. (Yengeç, İstakoz, karides
gibi) Kabuklular,
cryothérapie diş. hek. Soğukla tedavi,
crypte diş. (Eskiden kiliselerde ölüleri gömdükleri)
Mahzen, yeraltı,
cryptogames diş. ç. bitb. Çiçeksiz bitkiler,
cryptogénétique s. Kökeni belirsiz, nedeni
bilinmeyen (Maladie cryptogénétique).
cryptogramme er. Gizli yazı, şifreli yazı, *gizyazı,
şifre (Déchiffrer un cryptogramme).
cryptographie diş. Şifreyle yazma, şifreleme,
*gizy azı lama.
cryptographique s. Şifreli, *gizyazılı (Message
cryptographique).
crypton, krypton er. kim. Kripton,
csardas diş. 1. Macarların ulusal dansı, çardaş. 2.
Çardaş havası,
cubage er. 1. Bir şeyin hacmini küp olarak ölçme,
küpe vurma. 2. Bir şeyin küp olarak ölçülmüş
hacmi (Le cubage d'air de cette pièce est
insuffisant).
cubain,e s. vead. Küba'ya değgin; kübah.
cube er. Küp.
cuber gçl. 1. Küp olarak hesaplamak (Cuber des
bois de construction). 2. (Bir sayının) Küpünü
almak (Cuber un nombre). 3 .gsz. Hacmi... kadar
olmak (Citerne qui cube 2000 litres). 4. gsz. tkz.
Çok yükselmek, kat kat artmak (Avec cette
nouvelle installation, les dépenses vont cuber).
cubilot er. (Dökmecilikte) İkinci ergitme firını.
cubique s. 1. Kübik, küp biçiminde (Une maison
cubique). 2. Küpe değgin, küp (Racine cubique
cubisme
d'un nombre).
cubisme er. Kübizm.
cubiste s. ve ad. Kübist, kübizm yanlısı; kübizm
akımına uygun (Peinture cubiste. Un cubiste).
cubital,e s. Dirseğe değgin (Os cubital).
cubitus er. anat. Dirsekkemigi.
cucul s. tkz. Gülünç, tuhaf (Un film cucul).
cuculledij. Papaz takkesi,
cucurbitacées diş. ç. bitb. Kabakgiller,
cucurbite diş. tmbik kazanı,
cueillaison diş. 1. Meyve devşirme, meyve toplama.
2. Meyve devşirme zamanı,
cueillette diş. (Ürün) Toplama, devşirme, °hasat
(La cueillette des cerises, des pommes, des olives).
cueilleur, euse ad. Devşirici, toplayıcı (Des
cueilleurs de fruits).
cueillir gçl. 1. Devşirmek, toplamak (Cueillir des
fruits, desfleurs). 2. Cueillir qn: Karşılamak, gelip
almak (J'irai vous cueillir à la sortie de votre
bureau. Il est venu nous cueillir à la gare). 3. mec.
Alıvermek, koparmak (Cueillir un baiser). 4.
Cueillir qn: tkz. Yakalamak, enselemek (Les
policiers ont cueilli le voleur, le malfaiteur). §
Cueillir des lauriers: Başarı kazanmak, ün
kazanmak.
cueilloir er. 1. Meyve devşirme sepeti. 2. Yemiş
devşirme aleti, lâle.
cuiller, cuillère diş. 1. Kaşık (Cuiller à café, à
soupe). 2. Kepçe (Cuiller à ragoût. Tourner une
sauce avec une cuiller). 3. argo. El. § En deux
coups de cuillers à pot: Çabucak, çarçabuk. Etre à
ramasser à la petite cuiller: Çok acınacak
durumda olmak. Ne pas y aller avec le dos de la
cuiller:
Ölçüsüz,
temkinsiz
davranmak,
sakınımsız hareket etmek. Serrer la cuiller à qn:
tkz. -in elini sıkmak,
cuillerée diş. Kaşık dolusu, kaşık (Prendre une
cuillerée de sirop).
cuilleron er. Kaşığın içi.
cuir er. 1. (Kalın derili hayvanlarda) Deri (Le cuir
du rhinocéros). 2. Deri, meşin, sahtiyan (Cuir
lisse, cuir souple. Cuir de bœuf, de chèvre, de
mouton. Cuir brut, cuir corroyé, cuir suédé, cuir
artificiel). § Cuir chevelu: Başın saçlı kısmı. Faire
des cuirs: mec. Dil yanlışları yapmak,
cuirasse
1. Zırh, cebe (Le cavalier qui porte une
cuirasse). 2. Kalın kabuk, bağa. 3. mec. Zırh,
örtü, perde (Il s'isolait dans une cuirasse
d'indifférence). § Le défaut de la cuirasse: Zayıf
yan, zayıf taraf (Chercher, trouver le défaut de la
cuirasse).
cuirassé,e s. 1. Zırhlı (Navire cuirassé). 2. mec.
Dayanıklı, göğüs gerecek durumda; -e karşı
353

cuisiner

duyarlığını yitirmiş (Il est cuirassé contre les


critiques). 3. er. Zırhlı gemi, zırhlı,
cuirassement er. 1. Zırh geçirme, zırhlama. 2.
Geçirilen zırh.
cuirasser gçl. 1. Zırh geçirmek, zırhlamak. 2. mec.
Güçlendirmek, dayanıklı kılmak. 3. Cuirasser qn
contre:
Birini
-e
karşı
zırhlandırmak;
aldırmayacak,
karşı koyabilecek
duruma
getirmek (Une longue expérience m'a cuirassé
contre de telles expériences). § Se cuirasser contre
qch: -e karşı zırhlanmak, karşı koyabilecek
durumda olmak, aldırmamak, göğüsleyebilmek,
dayanabilmek (Se cuirasser contre les injures, les
affronts, la douleur).
cuirassier er. 1. Zırhlı süvari. 2. Zırhlı süvari alayı,
cuire gçl. 1. Pişirmek (Cuire de la viande, des
légumes. Cuire un rôti au four, àlacasserole. Cuire
au four, augril,àlabroche, aubain-marie. Cuire à
feu doux, à petit feu, à grand feu). 2. Pişirmek,
fırına verip sertleştirmek (Cuire des briques, de la
porcelaine, des poteries). 3. Pişirme işini yapmak,
pişirmek ( Ce four cuit bien la pâtisserie, il cuit mal
les légumes). 4. gsz. Pişmek (La soupe cuit
doucement. Aliment qui cuit bien). 5. Yanmak,
sızlamak (Les yeux me cuisent, les mains lui
cuisaient). § Cuire dans son jus, cuire: Sıcaktan
patlamak, pişmek (On cuit dans cette chambre.
Ou vrez les fenêtres, on cuit dans son jus). En cuire
à qn: -in başını belâya sokmak, -i nara yakmak
anasından doğduğuna pişman etmek (Il leur en
cuira). Etre dur à cuire: Demir leblebi olmak,
çetin ceviz olmak. Etre cuit: tkz. Keremin arpa
tarlası gibi yanmak; yanmak, mahvolmak (Tu es
cuit). Les carottes sont cuites: tkz. Her şey bitti,
hiçbir umut yok artık,
cuisant, e s. 1. Çok acıyan, sızlayan, yanan (Une
blessure cuisante). 2. Yürekler acısı, çok acı (Une
défaite cuisante, un cuisant échec). 3. Kolay pişen,
pişeğen, pişek, pişkin,
cuisine diş. 1. Mutfak (Une cuisine claire, moderne.
Le réfrigérateur est dans la cuisine). 2. Aşçılık,
aşçılık sanatı (La cuisine est le plus ancien des
arts). 3. Yemekler (Manger de la bonne cuisine.
La cuisine de restaurant lui avait fatigué
l'estomac). 4. mec. Düzen, dolap, entrika (La
cuisine électorale, la cuisine parlementaire. Il a
manigancé toute sa petite cuisine pour faire
attribuer quelques bonnes places à ses amis). §
Batterie de cuisine: Mutfak eşyası, mutfak takımı.
Faire la cuisine: Yemek pişirmek,
cuisinerez. 1. Yemek pişirmek (Je cuisine bien). 2.
gçl. Hazırlamak, düzenlemek (Cuisiner de bons
petits plats). 3. Cuisiner qn: mec. Sorguya
cuisinier
çekmek, ağzını aramak, ağzından laf almak.
(Cuisiner un suspect au cours d'une enquête).
cuisinier,ère ad. 1. Aşçı (Tablier de cuisinière. Un
mauvais cuisinier). 2. er. Yemek kitabı,
cuisinière diş. 1. Aşçı kadın. 2. Yemek sobası,
yemek fırını, °kuzina. 3. Izgara,
cuissage er. Derebeyin, evlenen her yeni gelinle ilk
geceyi geçirmesi (Droit de cuissage).
cuissard er. 1. Kalça zırhı. 2. Çorabın, budu örten
kısmı.
cuisse<% Oyluk, but. § Se croire sorti de la cuisse de
Jupiter: tkz. Burnu kaf dağında olmak, kendini
sadrazamın sol taşağı sanmak,
cuisseau er. Dana budu.
cuisse-madame diş. Bir tür armut,
cuisson diş. 1. Pişirme, pişirim (La cuisson du pain
par le boulanger). 2. Pişme, pişim (Cette viande
demande une cuisson prolongée). 3. Pişirme,
fırına verip sertleştirme (Cuisson des briques, des
poteries, de la porcelaine). 4. mec. Sızı, yanma,
cuissot er. Av hayvanı budu (Cuissot de chevreuil,
de sanglier).
cuistancediş. hlk. Mutfak,
cuistre er. 1. (Eskiden) Çeşnicibaşı. 2. tkz. Bilgiç,
ukalâ. 3. Sonradan görme, türedi. 4. s. Ukalâ,
kendini beğenmiş (Il est un peu cuistre).
cuistrerie diş. 1. Bilgiçlik, ukalâlık, kendini
beğenmişlik. 2. Sonradan görmelik, türedilik.
cuit, e s. Pişmiş (Aliment cuit, légumes cuits. Terre
cuite). § Etre cuit: hlk. Yanmak, Keremin arpa
tarlası gibi yanmak, şapa oturmak. C'est du tout
cuit: Bu iş tamam, yüzde yüz olmuş bil, bu cepte
keklik.
cuite diş. 1. Fırınlama, pişirme, pişirim (La cuite de
la porcelaine). 2. tkz. Kafayı çekme, sarhoşluk. §
Avoir sa cuite: tkz. Kafayı bulmak, sarhoş olmak,
cuiter (se) gsz. tkz. Kafayı bulmak, sarhoş olmak,
cuivre er. 1. Bakır (Mine de cuivre, casseroles en
cuivre). 2. ç. Bakır eşya, bakır kap kaçak (Faire
briller les cuivres). 3. Bakırdan resim kalıbı ve
böyle bir kalıpla basılmış resim. 4. Nefesli bakır
çalgı (On entend trop les cuivres dans cet
orchestre). § Cuivre jaune: Tunç.
cuivré, es. 1. Bakır kırmızısı, bakırrenginde (Ilala
peau cuivrée, un teint cuivré).
cuivrer gçl. 1. Bakır kaplamak. 2. Bakır rengi
vermek, yakmak (Le soleil les cuivre).
cuivreux, euse s. 1. İçinde bakır bulunan, bakirli
(Un alliage cuivreux). 2. Bakırdan. 3. Bakırımsı,
bakırı andıran,
cul er. hlk. 1. Kaba, kıç, göt (Tomber sur le cul). 2.
Dip (Le cul d'une bouteille, d'une lampe, d'un
pot). 3. s. ve ad. Enayi, aptal (Il est un peu cul.

354

cul-de-sac
Quel cul!). § Bas du cul, bout de cul: Bücür. Cul
par dessus la tête: Tepe taklak (Tomber, renverser
cul par dessus la tête). Cul de plomb: Enseci
meırur, göbekli memur. Cul terreux: Köylü,
hödük, kıçı boklu. Gros cul: Asker cıgarası. Un
lèche-cul: Yalak, dalkavuk, yağcı. Avoir le feu au
cul: Kıçı tutuşmak, kıçına ateş düşmek. Avoir qch
au cul, dans le cul: -den tiksinmek, iğrenmek,
nefret etmek. Avoir du poil au cul: Yiğit olmak,
mert olmak, taşağı altı okka olmak. Avoir des
couilles au cul: Çok taşaklı olmak, sapına kadar
erkek olmak. Donner un coup de pied au cul:
Kıçına bir tekme atmak. En avoir plein le cul:
Bıkmak, gına getirmek. Etre comme cul et
chemise: Aralarından su sızmamak, yedikleri
içtikleri bir olmak. Faire cul sec: Fondip yapmak,
bir dikişte kadehi bitirmek. Lécher le cul à qn: -in
kıçını yalamak, -e çok dalkavukluk etmek. Péter
plus haut que le cul: Başından büyük işlere
girişmek. Se décarcasser, se démancher, se
dévisser le trou du cul: Kıçını yırtmak, çok çaba
göstermek. Se taper le cul par terre: Gülmekten
katılmak. Taper le cul par terre, faire un tape-cul:
Kıç üstü düşmek. Tirer au cul: Kaytarmak, işten
kaçmak. Tomber sur le cul, en rester sur le cul:
Şaşırıp kalmak, şaşkınlıktan ağzı bir kanş
açılmak.

culasse diş. 1. (Toplarda) Kama. 2. (Tüfekte) Sürgü


kolu. 3. Motor kapağı. § Bloc de culasse: Kama
payı.
cul-blanc er. Yağmurkuşu; kuyruksallayan.
culbutage er. Takla atma.
culbute diş. 1. Takla. 2. Düşme, yuvarlanma,
devrilme. 3. mec. Yıkım, yıkılma, batma, iflâs. §
Faire une culbute, des culbutes: Takla atmak.
Faire la culbute: 1. Batmak, iflas etmek (Ce
banquier a fait la culbute). 2. Bir malı maliyet
fiyatının, alış fiyatının iki katına satmak,
culbuter gsz. 1. Takla atmak, devrilmek, devrilip
düşmek (Sa voiture a culbuté. Le pêcheur a culbuté
dans l'étang). 2. gçl. Devirmek (Les manifestants
ontculbuté les tables et leschaises du restaurant).
3. Yenmek, bozguna uğratmak (Culbuter une
armée, des troupes). 4. Devirmek, düşürmek
(Culbuter un ministre, un cabinet).
cul-de-basse-fosse er. Zindan,
cul-de-jatte er. 1. Kötürüm. 2. Kesik bacaklı,
cul-de-lampe er. 1, Kemer yada kubbe sarkıtması.
2. (Kitaplarda) Süs resmi,
cul-de-poule (en) Yumuk, büzük, tavuk götü gibi
(Avoir la bouche en cul-de-poule).
cul-de-sac er. 1. Çıkmaz sokak, çıkmaz (S'engager
dans des culs-de-sac). 2. mec. Çıkmaz, açmaz
culée
(Cette entreprise est un cul-de-sac).
culée diş. Kemer ayağı (La culée d'un arcboutant,
d'une voûte).
culergsz. 1. Geri geri gitmek ( Nager ùculerj. 2. den.
Siya etmek,
culex er. Tatarcık,
culière diş. Paldım.
culinaire s. Aşçılığa yada mutfağa değgin (Art
culinaire).
culminant, e s. En yüksek (Le point culminant
d'une montagne, d'une crise). § Point culminant:
gökb.
Bir yıldızın, bir yerin meridyen
düzleminden geçerken ulaştığı en yüksek nokta,
yücelim noktası,
culmination diş. gökb. Yücelim.
culminer gsz. gökb. Yücelim noktasına ulaşmak;
doruk noktasına varmak,
culot er. 1. Dip, alt (Culot d'une lampe, culot de
bougie). 2. (Mimarlıkta) Bezek göbeği. 3.
(Pipoda) Zift, tütün zifti. 4. Maden diplik. 5.
Yumurta kabuğunu en son kırıp çıkan civciv. 6.
tkz. En küçük evlât, tekne kazıntısı. 7. Sınıf
sonuncusu; bir sınavı sonuncu olarak kazanan
aday. 8. Pişkinlik, yırtıklık, yüzsüzlük, küstahlık.
§ Avoir du culot: Pişkin olmak, yüzsüz olmak,
doğrusu pek cesur olmak. Avoir le culot de f. qch:
-mek cesaretini, yüzsüzlüğünü göstermek (Il a eu
le culot de partir sans faire son travail).
culotte diş. 1. Kısa pantolon, külot. 2. Pantolon
(Acheter à un enfant des culottes longues). 3.
Kadın donu. 4. Sığır budu. 5. Çatal boru. 6. tkz.
Kumarda yutulma. § Culotte de peau: Eski asker;
dar kafalı asker. Faire dans sa culotte: Korkudan
donuna yapmak. Trembler dans sa culotte: Çok
korkmak, ödü bokuna karışmak. Porter la
culotte: Dediği dedik olmak, buyurmak, sözü
geçmek (Dans ce ménage, c'est la femme qui
porte la culotte).
culotté, e s. tkz. 1. Yüzsüz, pişkin, küstah. 2.
Kararmış (Cuir culotté). 3. Zift bağlamış (Pipe
culottée).
culotter gçl. 1. Pantolon giydirmek (Culotter un
enfant). 2. Kullana kullana.karartmak. 3. İçini zift
bağlatmak, karartıp tıkamak (Culotter une pipe).
§ Se culotter: Pantolonunu giymek,
culottier, bre ad. Pantoloncu,
culpabilité diş. 1. Suçluluk (Sentiment
de
culpabilité. Etablir la culpabilité d'un accusé). 2.
huk. "Cezai ehliyet, yeterlik,
culte er. 1. Tapma, tapmma, tapınış, "tapınç (Le
culte du feu, des morts). 2. Din; mezhep (Liberté
des cultes. Le culte musulman,
catholique,
protestant). 3. Âyin, ibadet (Exercice de culte:

355
cumuler

Ayin yapma. Liberté de culte: İbadet özgürlüğü).


4. Saygı, derin say gı ; büyük se vgi. § A voir un culte
pour: -i taparcasına sevmek, saymak (Il avait un
culte pour sa mère). Avoir le culte de qch: -i çok
sevmek, canından çok sevmek (A voir le culte de la
patrie, de la justice, du passé, de la tradition).
Rendre, vouer un culte à: -e karşı derin bir saygı
duymak (Il vouait un véritable culte à son père).
Avoir le culte de l'argent: Paraya tapmak, çok
para gözlü olmak,
cultisme er. Üslupta aşırı özen.
cultivables. Ekime, işlenmeye elverişli; işlenebilir,
ekilebilir; *ekenek (Terres cultivables).
cultivateur, trice s. ve ad. 1. Çiftçi, tarımcı. 2. er.
Küçük saban,
cultivé, es. 1. İşlenmiş (Terrecultivée). 2. Kültürlü,
*ekinli (Un homme très cultivé).
cultiver gçl. 1. İşlemek (Cultiver un champ, un
jardin). 2. Yetiştirmek (Cultiver la vigne, des
céréales, des plantes). 3. mec. İş edinmek,
uğraşmak, merak sarmak, kendim vermek
(Cultiver la musique, la littérature). 4. Geliştirmek
(Cultiver un goût, un don). 5. Arayıp sormak
(Cultiver ses amis). § Se cultiver: Kendim
yetiştirmek, geliştirmek, kültürünü artırmak,
cultuel, le s. Dinle ilgili, ibadetle ilgili (Associations
cultuelles, édifice cultuel).
cultural, e s. Toprağın işlenmesine değgin
(Procédés culturaux, façons culturales).
culture diş. 1. Tarım (Pays de petite, de grande
culture. Culture familiale. Culture intensive,
culture extensive. Culture fruitière, culture sèche).
2. Yetiştirme (La culture des bananes, des
abeilles). 3. ç. Ekin tarlaları, ekilmiş arazi (La
route traverse de riches cultures. La ferme est
située au milieu des cultures). 4. Kültür, *ekin,
*ekinç (Unefemme de haute culture. lia une solide
culture. La culture orientale, occidentale). § La
culture physique: Beden eğitimi,
culturel, le s. Kültürel, kültürle ilgili, "ekinsel,
*ekinçsel (Relations culturelles entre deux pays).
cumin er. Kimyon.
cumul er. 1. Birkaç şeyi bir elde toplama (Cumul
de fonctions, de charges). 2. huk. Birleştirme,
birleştirilme, içtima ( Cumul des peines: Cezaların
birleştirilmesi).
cumulard er. hkr. Birkaç işi, birkaç görevi elinde
toplayan kişi.
cumulatif, ive s. Birkaç şeyin bir araya gelmesinden
oluşan; bir araya gelen, birbirine eklenen
(Facteurs cumulatifs).
cumuler gçl. Elinde toplamak, üzerinde toplamak,
yüklenmek (Cumuler
des fonctions,
trois
cumulus
traitements, deux emplois).
cumulus er. coğr. Kümebulut, *yığınbulut.
cunéiforme s. Köşemsi, köşe biçiminde. § Ecriture
cunéiforme: Çivi yazısı. Caractères cunéiformes:
Çivi harfleri,
cunette diş. Küçük kanal, ark.
cupide s. Açgözlü, doymak bilmez, "tamahkâr (Un
avocat cupide).
cupidement bel. Açgözlülükle, tamahkârca,
doymak bilmeden,
cupidité diş. Açgözlülük, doymak bilmezlik,
"tamahkârlık,
cupressinées diş. ç. Servigiller,
cuprifères. İçinde bakır bulunan, bakırh (Terrain,
minéral cuprifère).
cuprique s. kim. Bakıra değgin,
cupule diş. bitb. Kadehçik,
cupulifêres diş. ç. bitb. Palamutlar,
curabilité diş.
İyileşebilirlik,
sağalabilirlik,
onulabilirlik.
curables, iyileşebilir, sağalabilir, onulur (Maladie
curable, malade curable).
curaçao [kyıtaso] er. Portakal yada turunç
likörü.
curage er. Temizleme, kazıyıp temizleme,
ayıklama (Le curage du bassin a été bienfait).
curare er. Amerika yerlilerinin oklarına sürdüğü
şiddetli zehir, kuvvetli ağu, ok ağısı, °kürar.
curatelle diş. Kayyumluk, kayyımlık (Avoir la
curatelle d'une succession). § Placer, mettre qn
sous la curatelle de: Birini -in vesayeti altına
vermek (Placer un mineur sous la curatelle de son
oncle).
curateur, trice ad. Kayyum, kayyım.
curatif, ive s. Sağaltıcı, iyileştirici, ondurucu
(Traitement curatif, remède curatif).
curcuma er. bitb. Zerdeçal.
cure diş. 1. Tedavi (Je vois deux cures possibles, elles
ont la même valeur médicale). 2. Kür, rejim (Faire
une cure de lait, de fruits, de repos). 3. Kaplıca
tedavisi (Faire une cure à Yalova). 4. Papazlık,
papazlık görevi (Demander, obtenir une cure). 5.
Küçük kilise (Une cure de village). 6. Papaz evi,
papaz konutu (Cure située à côté du village). §
N'avoir cure de qch: -e aldırmamak, kulak
asmamak (Je n'en ai cure. Il n'en avait cure de ces
dangers-là).
curé er. Katolik papazı (Il veut se faire curé). §
Bouffer du curé: Kilise düşmanı olmak, papaz
düşmanı olmak,
cure-dent er. Diş çöpü, kürdan,
curée diş. Avın, tazılara verilen bağırsakları, tazı
hakkı; tazı payı (Donner la curée aux chiens).

356
curriculum vitae
Sonner la curée: 1. Post kapmaya çağırmak;
yağma Hasanın böreği demek. 2. Son saati
yaklaşmak. Se ruer à la curée: Yağmaya, post
kapmaya koşmak,
cure-ongles er. Tırnak temizleyeceği,
cure-oreille er. Kulak çöpü, kulak temizleyeceği,
cure-pipe er. Pipo temizleyeceği,
curer gçl. Temizlemek, ayıklamak (Curer un fossé,
un canal, un étang, un puits, une citerne). § Se
curer qch: -sini çöple temizlemek (Se curer les
dents, les ongles, les oreilles).
curetage er. Kürtaj (Faire un curetage: Kürtaj
yapmak).
cureter gçl. 1. Kürtaj yapmak. 2. Kazıyıp arıtmak,
curette diş. Kürtaj aleti, *arıtaç.
cureur er. Kuyu yada lâğım temizleyicisi,
curial, e s. Papaza değgin, papazlıkla ilgili (La
maison curiale).
curie diş. 1. (Eski romalılarda) Aşiret, boy. 2.
Roma senatosu, 3. (Papalıkta) Hükümet
örgütleri.
curithérapie diş. Radyoaktiviteyle tedavi,
curieusement bel. 1. Merakla (Il nous a interrogés
curieusement). 2. Tuhaf bir biçimde, tuhaf tuhaf
(Il
marche
curieusement,
comme
un
somnambule).
curieux, euse s. 1. "Meraklı, "mütecessis, gizliyi
saklıyı öğrenmek isteyen (Vous êtes très curieux).
2. Tuhaf, acayip (C'est une femme curieuse). 3.
Curieux de qch, de f. qch: -e merakh, -meye
meraklı (Il est curieux d'astronomie. Je suis
curieux d'apprendre le résultat des examens). 4. er.
Bir işin tuhaf tarafı. 5. er. Meraklı (Ecarter,
éloigner les curieux). 6. er. argo. Sorgu yargıcı. §
Le curieux de l'affaire, le curieux de la chose: İşin
tuhaf tarafı, işin garibi şu ki. Regarder qn comme
une bête curieuse: -e aval aval bakmak, gözünü
ayırmadan bakmak (Ne me regarde pas comme
une bête curieuse).
curiosité diş. 1. "Tecessüs, "merak (Il a été puni de
sa curiosité. La curiosité est un vilain défaut). 2.
Merak (Contenter,
satisfaire, rassasier sa
curiosité:
Merakını
doyurmak,
gidermek.
Eveiller la curiosité de qn: -in merakını
uyandırmak). 3. Tuhaflık, acaiplik (Cet outil
attire l'attention par la curiosité de sa forme). 4.
İlgi çeken şeyler, antika eşya, görülmedik şeyler
(Magasin de curiosités).
curiste ad. Kaplıca kürü yapan, kaplıca tedavisi
gören.
curriculum vitae [kyRİkyhmvite] er. Lat. (Bir
kişinin) Yaşamöyküsü, "hal tercümesi (Etablir
son curriculum vitae).
cursif
cursif, ive s. 1. İşlek (Ecriture cursive). 2. diş.
İşlek yazı.
curure diş. Bir hendek yada havuzdan çıkarılan
çamur.
curviligne s. Eğrili (Polygone curviligne, angle
curviligne).
curvimètre er. Eğri çizgiler ölçeri,
cuscute diş. bitb. Bağboğan, küsküt.
cuspide diş. bitb. Sivri ve uzun uç (Valvule à trois
cuspides).
custode diş. 1. Kiliselerde mihrap perdesi. 2.
Kiliselerde kutsal ekmek camlığı. 3. er. (Kimi
manastırlarda) Başrahip.
cutané, e s. hek. Deriye değgin, cilde değgin
(Tissu cutané. Maladies cutanées).
cuticule diş. 1. İnce deri parçası. 2. bitb. Kütikül.
cuvage er. cuvaison diş. Üzümü mayalandırma,
cuve diş. 1. Üzüm mayalandırma fıçısı. 2. (Çeşitli
işler için) Kap, tekne (Cuve de teinturier, de
blanchisseur).
cuveau er. İçinde üzüm mayalandırılan küçük
tekne, fıçıcık.
cuvée diş. Bir fıçıda bir seferde mayalandırılan
şarap miktarı (Vin de la première cuvée, vin de la
seconde cuvée).
cuvelage, cuvellement er. Kuyuların
içini
kaplama.
cuveler gçl. İçini örmek, kaplamak (Cuveler un
puits artésien, un puits de mine).
cuver gsz. Fıçıda mayalanmak. § Cuver son vin:
İçtikten sonra sızmak,
cuvette diş. 1. Leğen. 2. Oluk hazinesi. 3.
(Basınçölçerde) Civa haznesi. 4.
Huni
biçiminde çökük arazi. 5. Yunak, küvet,
cuvier er. Çamaşır leğeni,
cyanose diş. hek. Deri morarması,
cyanure er. Siyanür (Tous les cyanures sont
toxiques).
cybernétique diş. Güdümbilim.
cyclable î. Bisikletlere ayrılmış (Piste cyclable
d'une route).
cyclamen
er.
bitb.
1.
Tavşankulağı,
buhurumeryem,
siklamen.
2.
Siklamen
renginde, açık mor (Robe cyclamen).
cycle er. 1. Çevrim, "devir (Cycle lunaire. Le cycle
des saisons). 2. Dönem, "devre (Premier cycle
de l'enseignement secondaire. Les trois grands
cycles du moyen âge). 3. Bisiklet türünden binit.
§ Cycle épique: Aynı konu üzerinde yazılmış
destanlarm topu, "destan çevresi,
cyclecar er. Küçük otomobil, üç yada dört
tekerlekli motosiklet,
cyclique s. Çevrimsel, "devri (Année cyclique.

357

cynique
Phénomènes
cycliques).
cyclisme er. Bisikletçilik, bisiklet yarışçılığı,
cycliste s. ve ad. Bisikletçi; bisikletli (Courses
cyclistes. Il a été renversé par un cycliste).
cycloïdal,es. Çevrimsi; "dairevi,
cyoloïde diş. Çevrim; "daire,
cyclomoteur er. Motorlu bisiklet,
cyclomotoriste ad. Motorlu bisikletçi,
cyclone er. Kiklon, hızla ve döne döne ilerleyen
kasırga.
cyclonique s. Kiklonla birlikte gelen (Pluies
cycloniques).
cyciope er. 1. Alnının ortasında tek gözü olan dev;
tek gözlü ejder. 2. hayb. Cüce karıncayiyen,
siklop. § Travail de cyciope: Büyük iş, dev gibi
yapıt.
cyclopéen, ne s. 1. Devlere özgü, devlerle ilgili
(Légendes
cyclopéennes).
2. Dev
gibi,
koskocaman (Constructions cyclopéennes, un
travail cyclopéen).
cycioptères er. ç. hayb. Yuvarlak-yüzgeçligiller.
cyclospondyies er. ç. hayb. Halkah-omurlular.
cyclostomes er. ç. hayb. Yuvarlak yüzgeçligiller.
cygne er. 1. Kuğu, kuğu kuşu. 2. Kuğu tüyü
(Manteau garni de cygne). § Le chant du cygne:
Bir sanatçının verdiği son büyük yapıt. Le cygne
de Mantoue: Virgile. Le cygne de Cambrai:
Fenelon. Le cou de cygne: Uzun ve kıvrık
boyun, kuğu boynu. Le col de cygne: Kıvrık
boru yada tüp. Le bec de cygne: Kuğu gagasını
andıran musluk,
cylindrage er.
1. Silindir biçimi verme,
*yuvgulaştırma, büküp silindir gibi yapma. 2.
Silindir altına, merdane altına sokup sıkma. 3.
Üstünden silindir geçirme, merdaneleme,
loğlama.
cylindre er. Yuvak, yuvgu, silindir,
cylindrée diş. (Patlarlı motorlarda) Silindir sığası,
cylindrer gçl. 1. Silindir biçimi vermek,
yuvgulaştırmak, boru gibi bükmek (Cylindrer
du papier).
2. Yuvgulamak, silindirden
geçirmek, merdaneden geçirmek (Cylindrer du
linge). 3. Üstünden silindir geçirip bastırmak,
merdanelemek, loğlamak (Cylindrer une route).
cylindrique s. Silindir biçiminde, yuvgumsu (Un
rouleau cylindrique).
cymbale diş. (Bandoda) Zil, sembal.
cymbalier er. Zilci, sembal çalan,
cyme diş. bitb. Talkım.
cynégétique s. 1. Ava değgin 2. diş. Av sanatı,
cynips er. hayb. Mazıböceği.
cynique s. 1. Kinizme, "kelbiye felsefesine değgin,
köpeksi (L'école
cynique).
2. ad. Edep
cyniquement
kurallarını hiçe sayan, utanmaz, edepsiz,
hayasız, kcpeksi. 3. Köpeksiliği tutan filozof,
cyniquement bel. Hayasızca, utanmadan,
cynisme
er.
Kinizm
felsefesi,
"kelbiye,
*köpeksilik. 2. Edep kurallarını hiçe sayma,
utanmazlık, edepsizlik, hayasızlık,
cynocéphale er. Köpek başlı bir tür maymun,
cynophile s. ve ad. Köpeksever.
cypéracées diş. ç. bitb. Papirüsgiller.
cyphose diş. Sırt kamburluğu, arka kamburluğu,
cyprès er. Servi.
cyprière diş. Servilik, servi bahçesi,
cyprin er. Sazan balıklarının bilimsel adı.

358

czarine
cyprinidés er. ç. Sazangiller,
cyprinodontidés er. ç. Dişli sazangiller,
cypriote s. ve ad. Kıbrıslı,
cyrillique s. Kiril abecesine değgin (Le russe, le
bulgare, le serbe, l'ukranien s'écrivent en
caractères cyrilliques).
cystique s. Mesaneye değgin (Calculs cystiques).
cystite diş. Sidik torbası yangısı; "mesane iltihabı,
cytise er. bitb. Sarısalkım,
cytologie diş. Hücrebilim, *gözebilim, sitoloji.
cytoplasme er. hek. Sitoplazma.
cytoplasmique s. hek. Sitoplazmaya değgin,
czar er. Çar.
czarine diş. Çariçe.
d
d er. 1. Fransız abecesinin dördüncü harfi (Le D es!
une occlusive dentale sonore). 2. Système D:
Gemisini yürütmesini bilme, işini yürütmesini
becerme (Il connaît le système D). 3. Romen
rakamlarında 500.4. müz. Re Notasının eski adı.
da ünl. Oui-da!: Evet öyle, elbette! § Nenni-da!:
Hayır, değil, yağma yok!
dab, dabe er. argo. Baba, peder. § Grand-dab:
Büyükbaba, dede. Beau-dab: Kayın peder. Les
dabes: Ana-baba, ebeveyn,
d'abord bel. Önce, herşeyden önce, ilkin,
dactyle er. ed. Eski Yunan koşuk tartısında, bir
uzun ve iki kısa heceden oluşan ölçü birimi,
dactyle, es. Parmak biçiminde,
dactylo,dactylographe s. ve ad. Daktilo (Dactylo
qui tape une lettre à la machine. Etes-vous
dactylo?).
dactylographie diş. Daktilo ile, yazı makinesiyle
yazma (Elle suit des cours de dactylographie. Elle
apprend la dactylo).
dactylographier gçl. Daktilo ile, yazı makinesiyle
yazmak (Dactylographier une lettre).
dactylologie diş. (Dilsizler) Parmak işaretiyle
konuşma.
dactyloscopie diş. Parmak izi araştırması,
dada er. I. (Çocuk dilinde) At, dehdeh. 2. Ağızdan

düşürülmeyen şey, hep çiğnenen sakız (ila encore


débité sa théorie sur l'organisation des loisirs: c'est
son dada). 3. (Edebiyat ve sanatta) Dada akımı,
dadacılık (Le surréalisme est issu de Dada). 4. s.
Dadacılığa değgin (Le mouvement dada).
dadais er. Bön, avanak, enayi (C'est un grand
dadais).
dadaïsme er. Dadacılık, dada akımı.
dague diş. 1. Bir tür kısa kılıç. 2. Yaban domuzunun
keskin dişi. 3. Yavru geyik boynuzu,
daguerréotype er. Fotoğrafın, fotoğraf makinesinin
eski adı.
daguet er. Boynuzları yeni çıkmaya başlamış geyik
yavrusu.
dahlia er. bitb. Yıldızçiçeği, dalya,
daigner gçl. 1. -mek lütfunda bulunmak (Il daignera
peut-être se souvenir de moi. Daignez agréer mes
hommages). 2. -meye tenezzül etmek (Il n'a
même pas daigné répondre).
daime/-, hayb. 1. Alageyik, sığın (Cridu daim). 2.
Geyik derisi, süed deri (Chaussures de daim, veste
de daim).
daine diş. hayb. Dişi alageyik, maral,
dais er. Gölgelik, °sayvan.
dal er. hlk. (Yalnız şu deyimde kullanılır:) Que dal:
Hiçbir şey (Je n'y vois que dal: Hiçbir şey
dallage
görmüyorum.
N'entraver que dal: Hiçbir şey
anlamamak).
dallage er. 1. Kapaklık döşeme (Dallage de
marbre). 2. Kapaklık döşemesi, döşeme (Le vase
s'est cassé en tombant sur le dallage).
dalle diş. I . Döşeme taşı, kapak taşı, kapaklık
(Dalles de granit gris). 2. argo. Boğaz. 3. argo.
Que dalle, que dal: Hiçbir şey. § Avoir la dalle en
pente: argo. İçmeyi sevmek, içkiye düşkün
olmak. N'entraver que dalle: argo. Hiçbir şey
anlamamak, anladıysa arap olmak. Se rincer la
dalle: hlk. İçmek, boğazı yağlamak,
daller gçl. Kapak taşı döşemek, kapaklık döşemek,
-in döşemesini yapmak (Daller une salle, une
cuisine).
dalleur er. Döşeme işçisi, kapaklık döşeyen işçi.
dalmate s. ve ad. Dalmaçyalı; Dalmaçya ve
dalmaçyalılara değgin,
dalmatie diş. Dalmaçya.
dalmatique diş. 1. Eski Roma imparatorlarının
beyaz gömleği. 2. Kimi papazların giydiği âyin
giysisi.
dalot, daleau er. 1. (Yollarda) Yer altı oluğu,
"mazgal. 2. (Deniz teknelerinde) Güverte
sularının denize akmasını sağlayan delik, lomboz
deliği.
daltonien, ne s. ve ad. Renk körü.
daltonisme er. Renk körlüğü,
dam er. 1. (Eski) Zarar. 2. (Dinsel anlamda)
Tanrı'yı hiçbir zaman görememe (Peine du dam).
§ Au dam de, au grand dam de: -in zararına,
damage er. Toprağı bastırma,
daman er. hayb. Yabanfaresi. kayaporsuğu.
damas er. 1. Damasko. 2. Taban kılıç. 3. Mürdüm
eriği.
damasquinage er. 1. Telkâri kakma. 2. Telkâri
kakmacılık.
damasquiner gçl. Telkâri yapmak, gümüş yada altın
tel takarak bir demiri süslemek (Damasquiner le
manche d'un couteau).
damasquineur er. Telkâri kakmacı,
damasquinerie diş. Telkâri kakmacılık,
damassé, e s. 1. Damasko çiçekli, damasko gibi
dokunmuş (Une nappe damassée). 2. er.
Damasko (kumaş). 3. Taban çelik tarzında su
verilmiş (çelik),
damasser gçl. 1. Damasko tarzında çiçekli, resimli
dokumak. 2. Çeliğe taban tarzında su vermek,
damassure diş. Damasko gibi kumaşlardaki süsler;
bu süslerin işlenmesi,
dame diş. 1. Hanım, kadm, bayan (Coiffeur pour
dames). 2. Evli kadın (Est-ce une dame ou une
jeune fille?). 3. (Eskiden) Soylu bir kimsenin eşi,

360

damoiseau
hatun. 4. (Kayıklarda kürek bağlanan) Iskarmoz.
5. Toprak tokmağı. 6. (İskambilde) Kız (La dame
de pique). 7. (Satrançta) Ferz. 8. (Tavla
oyununda) Pul. 9. (Dama oyununda) Dama deniş
taşı. § Jeu de dames: Dama oyunu, dama. Aller à
dame: 1. Damaya çıkmak, dama demek. 2. hlk.
düşmek.
dame iinl. 1. Yok canım! Deme (Il n'est pas content?
-Dame! après tout ce que vous lui aviez dit!). 2.
Öyle ya, elbette, öyle! (Ils sont partis? -Dame
oui!).
dame-d'onze-heures diş. Tükrükotu .
dame-jeanne diş. Damacana,
damer gçl. 1. (Dama oyununda) Dama demek,
dama yapmak, bir taşı damaya çıkarmak (Damer
un pion). 2. Toprağı bastırmak, toprağı tokmakla
bastırıp sıkıştırmak (Je damais la terre des deux
pieds). 3. gsz. Damaya çıkmak, dama demek
(Pion qui dame). § Damer le pion à qn: Birinin
pabucunu dama atmak, birini bastırmak,
altetmek; birine üstün gelmek, taş çıkartmak,
damereter. Kadın gibi süslenip kadın gibi davranan
erkek, kadınsı,
damier er. 1. Dama tahtası. 2. Damalı bezek (Tissu
en damier).
damnable s. 1. Cehennemlik. 2. İnsanı
cehennemlik eden (Opinion damnable). 3.
Kargışlı, kargınmış, lanetlenmiş. 4. Ayıp, iyi
karşılanmayan (Coutumes damnables).
damnation diş.
1. Cehennem
azabı. 2.
Cehennemlik olma. 3. "Lânet olsun. Allah
belâsını versin, canı cehenneme" gibi öfke yada
umutsuzlukla savrulan bir sövgü.
damné, e [dane]s. ve ad. 1. Cehennemde yanan (Le
supplice des damnés). 2. Şeytan gibi adam, iblis. 3.
Körolası, kahrolası, pis. lânet (Cette damnée
fièvre m'a tenu au lit). § C'est ton âme damnée:
Bütün şeytanlıklar onun başının altından çıkıyor,
sana bütün bu kötülükleri yaptıran o. Crier
comme un damné: Ciyak ciyak bağırmak, saca
basmış çingeneler gibi bağırmak. Etre l'âme
damnée de qn: Birine körü körüne bağlı o'mak,
biriyle cehenneme bile olsa gitmek. Souffrir
comme un damné: Cehennem azabı çekmek,
damner[dane]gçl. l.Cehennemazabınauğratmak.
2. Cehennemlik etmek, büyük günaha sokmak. §
Faire damner qn: Birini çok üzmek, çok
kızdırmak. § Se damner: 1. Cehennemlik olmak.
2. Se damner pour qn: -in aşkından yanıp
tutuşmak.
damoiseau er. 1. (Eskiden) Genç soylu, soylu
delikanlı, genç "asilzade. 2. (Şimdi). Toy çapkın,
çapkın taslağı delikanlı.
danıoiselle
danıoiselle diş. (Ortaçağda) Soylu gençkız; genç
soylu hanım,
danaîde diş. Parlak renkli bir Afrika gündüz
kelebeği.
dancing er. Dans salonu (Aller au dancing).
dandin er. tkz. Ağzı açık, alık, sarsak,
dandinement er. 1. Salına salına yürüme. 2. Badi
badi yürüme,
dandiner gsz. 1. Salına salına yürümek. 2. gçl.
Hafifçe ve acemice sallamak (Les filles
dandinaient leurs tailles serrées). § Se dandiner:
Sarsak sarsak sallanmak, tuhaf bir biçimde iki
yanına sallanmak (Un élève qui récite sa leçon en se
dandinant).
dandy er. Ing. Şıklık, düşkünü, moda düşkünü,
züppe.
dandysme er. Aşırı şıklık, moda düşkünlüğü;
züppelik.
danger er. Tehlike (Un remède sans danger. Danger
de mort). § Courir un danger: Bir tehlike ile karşı
karşıya bulunmak (Tu cours un grand danger).
Etre en danger: Tehlikede olmak (La patrie est en
danger). Mettre qch en danger: -i tehlikeye
sokmak, tehlikeye atmak (Mettre sa vie, sa
réputation en danger). Il y a du danger à f qch:
-mekte tehlike var (Il y a du danger à passer par
là). Il n'y a pas de danger: tkz. Olacak şey değil,
olamaz (//n'y a pas de danger qu 'il en fasse autant:
Böyle davranmasına, bunu yapmasına olanak
yok. Tu crois qu'il nous aiderait? -Il n'y pas de
danger).
dangereusement bel. Tehlikeli şekilde (Il est
dangereusement blessé, malade).
dangereux, euse s. 1. Tehlikeli
(Maladie
dangereuse,
chemin
dangereux,
aventure
dangereuse). 2. Zararlı, zarar verebilir (Un fou
dangereux, une doctrine dangereuse). § Il est
dangereux de f. qch: -mek tehlikelidir (Il est
dangereux de se pencher au dehors).
danois, e s. ve ad. 1, Danimarkalı; Danimarka ve
danimarkalılara değgin. 2. er. Danimarka dili. 3.
Danimarka asıllı bir cins köpek,
dans ilg. 1. İçinde, -de (Il est dans la chambre). 2.
Sonra (Il reviendra dans trois jours). 3. -e, içine
(Tomber dans la misère). 4. (Miktarlar için)
Yaklaşık olarak, aşağı yukarı ; dolaylarında (Cela
coûte dans les deux cents francs).
dansant, e s. 1. Danslı (Thé dansant, soirée
dansante). 2. Dans eden; oynayan, oynaşan (Un
choeur dansant). 3. İnsanda oynama, dans etme
isteği uyandıran (Une musique dansante).
danse diş. 1. Dans, oyun (Faire une danse. Pas de
danse, figure de danse. Musique de danse. Danse
361

dartre
classique, danse folklorique). 2. Oyun havası (Les
danses norvégiennes de Grieg). § Danse de SaintGuy: Kore hastalığı, oynama
hastalığı. Donner
une danse à qn: -e iyi bir dayak atmak, ağzının
payını iyice vermek. Entrer en danse: mec. tkz. 1.
Harekete geçmek. 2. İşin içine girmek, oyuna
girmek, bir harekete katılmak. Mener la danse:
Gizli ve toplu bir hareketi yönetmek,
danser gsz. 1. Oynamak, dans etmek (Jenesaispas
danser). 2. Hoplamak, sıçramak, zıplamak
(Danser de joie). 3. gçl. -i oynamak, -dansı
yapmak (Danser une valse, une java). § Faire
danser l'anse du panier: Yaptığı alışverişlerden
biraz para kırpmak, başkası hesabına aldığı bir
şeyin fiyatını fazla gösterip para çalmak. Faire
danser les écus: Parayı çar çur etmek. Faire danser
qn: Birini çok hırpalamak. Ne pas savoir sur quel
pied danser: Ne yapacağını, ne halt edeceğini
bilememek. Quand le chat n'est pas là, les souris
dansent: Kedinin olmadığı yerde sıçanlar hora
teper.
danseur, euse ad. 1. Oynayan, dans eden. 2. Dans
meraklısı. 3. Dans sanatçısı, oyuncu, çengi
(Danseuse de ballet.Danseuse orientale). § Danseur
de corde danseuse de corde: İp cambazı,
dastesque v. Dante'ye özgü. Dante tarzında ağır ve
ulu (Poésie dantesque. Vision dantesque).
danube er. Tuna, Tuna nehri,
danubien,ne s. 1. Tunali. 2. Tuna'ya değgin,
daphné er. Yaban defnesi,
daphnie diş. Supiresi.
darbouka, derbouka diş. Ar. Darbuka,
dard er. 1. Kargı, mızrak. 2. Sivri dil (Dard d'un
scorpion, d'un serpent). 3. (Böceklerde) İğne
(Dard d'une abeille). 4. mec. İğneli söz, iğne. 5.
hlk. Gümüşlübalık.
darder gçl. 1. Mızrakla vurmak, mızraklamak. 2.
Kuvvetle atmak, salmak, fırlatmak (Le soleil
dardait ses rayons). 3. Darder qch contre: Bir şeyi
-e yöneltmek, atmak, fırlatmak (11 darda ses
flèches contre eux). 4. Dikletmek, kirpi dikenleri
gibi yapmak (Un cactus qui darde ses épines). §
Darder ses regards sur: Bakışlarını -in üzerine
dikmek (Il dardait sur nous ses regards
menaçants).

dare-dare bel. tkz. Çabucak, °alel acele,


palaspandıras (Il est parti dare-dare pour tâcher de
les rattraper).
dariole diş. Bir tür pasta,
darne diş. Balık dilimi (Une darne de colin).
darse, darce diş. İç liman,
dartois er. Bir tür yufkah pasta,
dartre diş. Birçok deri hastalıklarının ortak adı,
dartreux
tuzlubalgam.
dartreux, euse s. Tuzlubalgam türünden olan, deri
hastalıkları
içinde
kalmış,
tuzlubalgamlı
(Affection dartreuse. Un enfant dartreux).
darwinien, nes. Darvinciliğe değgin
darwinisme er. Darvincilik,
darwinistes. vead. Darvinci, Darvincilik yanlısı,
dasyure er. hayb. Okyanuslarda yaşayan tüylü
kuyruklu bir memeli, keseli sansar,
dasyuridés er. p. hayb. Keseli sansargiller,
datable s. Belirli bir tarih konulabilen,
tarihlendirilebilen
(Document
facilement
datable).
datage er. Tarih atma, tarih koyma (Datage d'un
document).
dataire er. Papalık evrak memuru,
datation diş. Tarih atma, tarih koyma (Datation et
signature d'un acte de vente).
datcha diş. (Ruslarda) Kır evi; sanatçılar için
dinlenme ve çalışma evi, datça.
date diş. 1. Tarih, gün (Date de naissance. A quelle
date? La date de l'ouverture de la chasse est
variable). 2. Tarihsel önemi olan büyük olay (La
Révolution est une date capitale de l'histoire
française). § De longue date, de vieille date:
Çoktan beri, uzun süreden beri (Une amitié de
vieille date. Nous nous connaissons de longue
date). De fraîche date: Henüz yeni, pek kısa
süreden beri (Une connaissance de fraîche date).
En date de, à la date de: -tarihinde. Etre le
premier, le dernier en date: Kıdem bakımından en
önde,
en sonda gelmek. Faire date:
Unutulmayacak bir olay olmak, çağ açmak (Son
film a fait date dans l'histoire du cinéma). Prendre
date: Bir görüşme yada bir işin yapılacağı tarihi
önceden saptamak; biriyle yapılacak görüşmenin
tarihini saptamak,
dater gçl. 1. Tarih atmak, tarih koymak (Dater une
lettre, un contrat, un testament). 2. Tarihini
saptamak, belirtmek, bulmak (Dater un
événement, une oeuvre). 3. gsz. Önemli bir tarih
olarak kalmak, çok önemli olmak (Cet événement
date dans ma vie). 4. Modası geçmiş olmak
eskiden kalma olmak (Un costume qui date). S.
Dater de: -den kalmak, -günlü olmak, -zamanına
ait olmak (Cette maison date de mon grand-père;
sa voiture date de 1965). § A dater de: -den itibaren
(Adaterdecejour, les salaires seront relevés. Votre
traitement vous sera versé à dater d'aujourd'hui).
Daté,e de: -tarihli (J'ai reçu votre lettre datée du 15
avril).
daterie diş. Papalık evrak müdürlüğü.
dateur,euse s. 1. Önemli bir tarihi belirten (Timbre

362

de
dateur). 2. er. (Saatlerde) Tarih belirten düzen,
datif,ve s. huk. 1. Aile meclisi kararıyla
görevlendirilmiş (Tuteur datif). 2. er. dilb.
Yönelme durumu,
dation diş. huk. 1. Yargıç kararıyla görevlendirme,
atama (Dation de tuteur, de curateur). 2. Ödeme,
°eda.
datte diş. Hurma,
dattier er. Hurma ağacı,
datura er. bitb. Tatula.

daube diş. Bir tür et kızarması, kavurma (Servir une


daube).
dauber gçl. 1. Birinin arkasından verip veriştirmek,
birini çekiştirmek (Il a commencé à dauber les
voisins).
2. gçl. Kavurma yapmak; -in
kavurmasını yapmak (Dauber une viande). 3. gsz.
Douber sur qn: Birini çekiştirmek, arkasından,
verip veriştirmek (Il daube sur tout le monde).
daubeur, euse s. ve ad. 1. Çekiştirici, onun bunun
aleyhinde konuşup duran (kimse). 2. Demirci
çırağı. 3. Alaycı,
daubière diş. Kavurma tenceresi; kor kabı.
daumont (à la) bel. Dört at koşularak,
dauphin er. 1. Yunus balığı, yunus (Les dauphins
vivent en troupe). 2. (Eskiden Fransa krallığında)
Kralın büyük oğlu, veliaht. 3. (Alaylı) 'Ardıl,
önemli bir kişinin, kendisinden sonra işlerin
yönetimini eline bıraktığı kimse, "halef (Le
directeur général, à l'approche de la retraite, avait
confié des responsabilités croissantes à son
dauphin).
dauphine diş. (Eski Fransa Krallığında) Kralın
büyük gelini, veliaht karısı,
dauphinelle diş. Düğünçiçeğigiller türünden bir süs
çiçeği.
daurade, dorade diş. Dülgerbalığı; Fransa
kıyılarında halkın çeşitli balıklara verdiği ad.
davantage bel. Daha fazla, daha çok (Vous
travaillez sans doute, mais je travaille davantage.
Je l'aime comme un frère, sinon davantage).
Davantage que: -den daha fazla (Ce paquet pèse
davantage que les autres). Davantage de qch:
Daha fazla...: (Je vois ces jours-ci davantage de
voitures dans les rues).
davier er. 1. Dişçi kerpeteni. 2. Kıskaç,
de ilg. 1. -den (Aller d'Ankara à Istanbul. Il vient de
l'école). 2. (Özel adların başına geldiğinde,
soyluluk bildiren) -gil, -oğlu, -°zade (De Gaulle,
Pierre de Ronsard, d'Aubigné). 3. -ile (Saluer de la
main). 4. -leyin (Partir de nuit. Ne rien faire de la
journée). S. -ce, tarafından (Il est aimé de sa
femme, tu es connu de tous). 6. -den, yüzünden
(Mourir de faim, crier de souffrance). 7. -den

itibaren, -den başlayarak (Du 5 mars au 24 juin.
Du marin au soir). 8. -egöre (De l'avis de tous). 9.
-lik, kadar (Avancer de trois pas. Retarder de
quarante minutes). 10. -den, arasında (Ilestdemes
amis). 11. -üzerine, -e dair, -hakkında (De la
mode, de l'inégalité). 12. -yerinde, yerine (Si
j'étais de Paul, je n'agirais pas ainsi). 13. (Belirtili
ad takımlarında)-in (Le livre de Jean, la maisonde
Paul). 14. (Belirtisiz ad takımlarında belirtilenin
başına gelerek nitelik gösterir ) (Une chemise de
soie, une table de fer, laville de Paris). 15.De...en:
-den-e (Debrancheenbranche, de place en place).
16. -li (Il est de Marseille. D'où êtes-vous?).
dé er. 1. Yüksük. 2. Çok küçük içki kadehi, yüksük
kadarküçük kadeh (Heriki anlam içindéàcoudre
da kullanılır).
dé er. 1. Zar, oyun zarı (Agiter et jeter les dés. Le
trictrac se jouent avec les dés). 2. Küçük küp
(Couper des carottes en dés). § Coup de dés:
Tamamiyle raslantıya, şansa bırakılmış iş; şans,
rastlantı, "talih (Ila mis sa vie entière sur un coup
de dés). Les dés sont jetés: Zarlar atılmıştır artık,
dönüş yok.
dead-heat [dE(e)dit] er. İng. Yarışı başabaş eşit
bitirme.§ Faire deat-heat:Yanşatları için) Yarışı
başbaşa bitirmek, eşit gelmek,
déambulation diş. Dolaşma, gezinme, yürüme,
déambulatoires. Gezintiyle ilgili, gezintiye değgin,
déambuler gsz. Gezinmek, dolaşmak (Les touristes
déambulent à travers la ville).
débâcle diş. 1. Buzların çözülmesi (La débâcle
polaire donne naissance à de formidables
icebergs). 2. mec. Çözülme, çökme, yıkım, iflâs,
bozgun (La retraite de Russie amena la débâcle du
premier Empire. La débâcle d'une entreprise,
d'une fortune. La percée ennemie provoqua la
débâcle de l'armée).
débâcler gçl. 1. Açmak (Débâcler un port). 2. gsz.
Buzları çözülmek (La rivière débâcle).
débagouler gsz. 1. Kusmak. 2. gçl. mec. hlk.
Söylemek, savurmak (Débagouler les mêmes
inepties. Débagouler des injures).
débâillonner gçl. 1. (Birinin ağzındaki) Tıkacı
çıkarmak. 2. mec. -e konuşma özgürlüğü vermek
(Quand vont-ils débâillonner le pays?).
déballage er. 1. (Denk yada sandık) Açma,
boşaltma (Déballage des verres). 2. İşporta malı.
3. İşportacı sergisi, işportacı tablası. 4. tkz.
Açılma, içindekini boşaltma, baklayı ağzından
kaçırma.
déballer gçl. 1. (Denk, sandık, bavul) Açmak,
boşaltmak (Le camelot ouvrit sa valise et
commença à déballer sa marchandise). 2. tkz.

363

débarras
Söylemek, dile getirmek (Déballer ses sentiments,
ses secrets; déballer la vérité).
déballeur,euse ad. I. Denk açıcı <Les déballeurs ont
oublié de vider une des caisses). 2. er. İşportacı,
gezgin satıcı,
déballonner (se) tkz. Balonu sönmek, pısmak.
débandade diş. Bozgun, kaçışma, dağılma (La
retraite devint une débandade. Ce fut une
débandade folle avec des cris et des rires). § A la
débandade: Darmadağınık, karmakarışık bir
biçimde (Tout va à la débandade).
débander gçl. 1. Sargısını çözmek, açmak
(Débander une blessure, uneplaie. Onluidébande
les yeux). 2. Gevşetmek (Débander un arc). 3.
Bozguna
uğratmak,
darmadağın
etmek
(Débander une armée). § Se débander: 1.
Gevşemek (Son arc s'est débandé). 2. Bozguna
uğramak, dağılmak (L'armée se débanda devant
l'ennemi).

débaptiser gçl. Adını değiştirmek (Débaptiser une


rue, une école).
débarbouillage er. Elini yüzünü yıkama,
débarbouiller gçl. -in elini yüzünü yıkamak
(Débarbouiller un enfant). § Se débarbouiller: 1.
Elini yüzünü yıkamak. 2. tkz. İşin içinden
çıkmak, paçasını kurtarmak (Laisse-le se
débarbouiller tout seul).
débarcade diş. argo. Hapisten kaçma, firar,
débarcadère er. 1. (Denizde, ırmakta) İskele. 2.
(Demiryolunda) Rıhtım, peron,
débarder gçl. 1. Rıhtıma çıkartmak, boşaltmak. 2.
Odunu ormandan, taşı ocaktan taşımak,
débardeur er. İskele hamalı, yükçü.
débarqué,e s. ve ad. Gemiden çıkmış yada taşıttan
inmiş kimse. § Un nouveau débarqué: Memlekete
yeni gelmiş acemi bir kimse,
débarquement er. 1. ask. Çıkarma, çıkma
(Débarquement de Normandie;
débarquement
des troupes). 2. Boşaltma, indirme; boşalma,
inme (Formalités de débarquement. On l'a arrêté à
son débarquement). § Le débarquement des
Anglais: argo. "İhtilâm, arabayı devirme,
débarquer gçl. 1. İndirmek, boşaltmak (Débarquer
les passagers, les marchandises). 2. Çıkarmak,
karaya
çıkarmak
(Débarquer
un
corps
expéditionnaire sur les côtes ennemies). 3. mec.
Atmak, uzaklaştırmak, başından savmak
(Débarquer un ministre incapable, débarquer un
collègue gênant). 4. gsz. Çıkmak, inmek, ayak
basmak (Débarquer à Istanbul. Débarquer chez
un ami). § Les Anglais ont débarqué: Şeytan
aldattı, ihtilâm olduk, arabayı devirdik,
débarras er. 1. Başından savma, kurtulma. 2.
364

débarrasser
Gereksiz eşyaların konduğu yer, sandık odası,
débarrasser gçl. 1. Karışıklıktan, dağınıklıktan
kurtarmak; derleyip toplamak, düzene koymak
(Ona débarrassé le grenier pour y aménager une
salle de jeu). 2. Débarrasser qn de qch: a) Birinin
-sini almak (Débarrasser un visiteur de son
manteau). b(Alaylı)Birinin-siniçalmak,aşırmak
(Les voleurs l'ont débarassé de son argent). 3.
Birini -den kurtarmak (Débarrasser quelqu'un
d'une corvée, d'une mauvaise habitude). § Se
débarrasser de: -den kurtulmak, yakasını
sıyırmak (Se débarrasser d'une affaire ennuyeuse,
de l'ennemi).
débarrer gçl. Açmak, sürgüsünü yada kol demirini
kaldırmak (Débarrer une porte).
débat er. 1. Tartışma, "münakaşa (Débat vif, débat
orageux. Conférence suivie d'un débat). 2.
Görüşme, müzakere (Débatsparlementaires). 3.
huk. ç. Duruşma. § Entrer en débat sur qch:
-üzerinde tartışmaya girişmek. Entrer dans le vif
du débat, dans le cœur du débat: Tartışmanın en
önemli, en can alıcı noktasına girmek,
debater [de(i)batœR] er. İng. Usta tartışmacı, iyi
müzakereci (Bunun yerine fransızca karşılığı olan
"débatteur" yeğlenir).
débâter gçl. (Hayvanın) Semerini çıkarmak
(Débâter un âne).
débâtir gçl. 1. Yıkmak. 2. Sökmek (Débâtir une
jupe).
débatteur er. Usta tartışmacı, iyi müzakereci,
débattre gçl. Tartışmak, görüşmek, "müzakere
etmek (Débattre un prix, une question). § Se
débattre: 1. Çırpınmak (Le pêcheur, tombé dans
la rivière, se débattait parmi les herbes). 2. Se
débattre avec: -ile uğraşmak (Se débattre avec ses
soucis quotidiens). Se débattre contre: -e karşı
savaşmak, mücadeleetmek (Se débattre contre les
difficultés : de la vie. On se débat en vain contre les
bassesses et les trahisons).
débauchage er. İşten çıkarma, yol verme (Les
difficultés financières et la mévente ont entraîné le
débauchage d'une centaine d'ouvriers).
débauche diş. 1. Sefihlik, sefahet (Vivre dans la
débauche.
Mener une vie de débauche).
2.
Ahlâksızlık, fuhuş (Excitation des mineurs à la
débauche. Entraîner une femme à la débauche). 3.
Aşırılık, abartma (L'auteur se livre à des
débauches d'imagination.
Une débauche de
couleur, de poésie). 4. Une débauche de: Bir
sürü... (Un catalogue qui présente une débauche
de modèles).
débauché,e s. vead. Sefih (Une femme
Un débauché).
débauchée.

débiter
débaucher gçl. 1. Sefahete sürüklemek. 2. Baştan
çıkarmak, ayartmak (Débaucher les jeunes filles,
les jeunes gens). 3. İşini bıraktırmak. 4. İşinden
çıkarmak, atmak, yol vermek (Débaucher les
ouvriers).
débecter, débéqueter gçl. hlk. İğrendirmek,
tiksindirmek (Ton comportement nous débecte).
débet er. 1. Borç kalıntısı. 2. (Kamu
muhasebesinde) Açık, zimmet (Arrêt de débet.
Mise en débet d'un comptable).
débile s. 1. Güçsüz, dermansız, takatsiz (Un
vieillard débile). 2. Cılız, zayıf (Un enfant débile,
une intelligence débile). 3. ad. Geri zekâlı (C'est
un débile; un débile mental).
débilement bel. Güçsüz güçsüz,
débilitant,e s. Güçsüzleştiren, zayıflatan, güçten
takattan düşüren; moral bozucu (Oisiveté
débilitante, le climat tropical est débilitant).
débilitation diş. Güçten düşürme, güçsüzleştirme,
zayıflatma.
débilité diş. Güçsüzlük, zayıflık, cılızlık, güçten
düşme, zekâ geriliği,
débiliter gçl.
1. Güçsüzleştirmek, güçsüz
düşürmek, zayıflatmak, cılızlaştırmak. 2. mec.
Moral bozmak. § Se débiliter: Güçsüz düşmek,
cılızlaşmak; morali bozulmak,
débine diş. hlk. Sefalet, yoksulluk (Etre, tomber
dans la débine).
débiner gçl.
tkz.
Çekiştirmek,
aleyhinde
konuşmak. § Débiner le truc: argo. Bir gizi
açıklamak. § Se débiner: tkz. Tüymek, kaçmak,
kirişi kırmak (Il s'est débiné avant l'arrivée de la
police).
débit er. 1. Satış, sürüm (Cette boutique a beaucoup
de débit). 2. Satış yeri (Débit de tabac, débit de
boissons). 3. Tomruklan gereğince biçip kereste
yapma (Débit d'un chêne en planches). 4. Su, gaz,
elektrik gibi şeylerin belli bir zamandaki
miktan, verdi, "debi (Le débit d'un fleuve
s'exprime en mètres cubes à la seconde). 5.
Konuşma tarzı, konuşma (Un conférencier qui a
un débit rapide, lent, monotone). 6. (Hesap
defterinde) Borç sayfası, borç. § Mettre qch au
débit de qn: Bir şeyi birinin borcuna yazmak,
ceremesini ona çektirmek (Je vais mettre tous ces
frais à son débit).
débitable s. Kereste haline getirilebilir, parçalara
aynlabilir.
débitage er. Kereste haline getirme,
débitant,e ad. Satıcı, "bayi (Débitant de tabac, de
boissons).
débiter gçl. 1. Satmak, sürmek (Débiter des
marchandises. Un buffet de gare qui débite des
débiteur

365

rafraîchissements). 2. (Tomrukları) Kereste


yapmak. 3. Parçalamak, kesip bölmek (Débiter
un boeuf, un mouton). 4. Üretmek, pivasaya
çıkarmak (Cette usine débite deux cents voitures
par jour). 5. (Belli bir süre içinde şu kadar su, gaz,
elektrik gibi şeyler) Vermek ( Cette fontaine débite
mille litres à l'heure). 6. mec. Söylemek, anlatmak
(Débiter des bêtises, des fadaises, des mensonges).
7. Débiter qn de qch:Birini -kadar borçlıkılmak,
borçlandırmak ( Débiter un client de mille francs).
débiteur,euse ad. 1. Söyleyen, anlatan, nakleden
(Débiteur des sottises). 2. Perakendeci. 3.
Doğrama işçisi, doğramacı,
débiteur, trice ad. I. Borçlu, verecekli (Débiteur
d'une somme avancée). 2. mec. Minnettar, borçlu
(Je serai toujours votre débiteur pour le service
que vous m'avez rendu).
déblai er. 1. Toprak kazma, toprak kaldırma
(Travaux: de déblai). 2. ç. Kazılan toprak
(Enlever les déblais).
déblaiement er. Toprağını kazıp kaldırma, açma.
déblatérer gçl. 1. Dırlanıp durmak, söyleyip
durmak (Déblatérer des sottises). 2. gsz.
Déblatérer contre: -e karşı olmadık sözler
söylemek, -i çekiştirip durmak (Déblatérer contre
un voisin, contre un mauvais café).
déblayage er. Fazla şeyleri kaldırma, temizleme,
"tasfiye etme (Déblayage d'une affaire, d'un
terrain).
déblayer gçl. Açmak, düzeltmek, hale yola koymak
(Déblayer une route, une entrée. On va déblayer
le grenier pour y aménager une pièce). § Déblayer
le terrain: mec. Güçlükleri, engelleri ortadan
kaldırmak, zemini hazırlamak,
déblocage er. 1. Serbest bırakma (Le déblocage des
crédits, des salaires). 2. hlk. Saçmalama,
zırvalama. 3. mec. Çözümleme, engelleri
kaldırma, düzeltme (Déblocage d'une situation
politique).
débloquer gçl.
1. Ablukadan
kurtarmak
(Débloquer une ville, un port). 2. (Basımcılıkta)
Geçici olarak tepesi aşağı konulmuş harflerin
yerine gerekenleri koymak. 3. Kullanma yada
harcama yasağını kaldırmak (Débloquer un
compte en banque). 4. Yeniden piyasaya sürmek,
satışa çıkarmak (Débloquer des marchandises,
des denrées). 5. mec. Çözümlemek, önündeki
engelleri kaldırmak (Débloquer les problèmes
agricoles). 6. gsz. hlk. Saçmalamak, zırvalamak,
saçma sapan şeyler söylemek,
déboire er. 1. (İçkiden sonra) Ağızda kalan kötü tat ;
ağızdaki yapış yapışlık, ağzı çiriş gibi olma (II en
avait encore le déboire à la bouche).
2. ç. D ü ş

déborder
kırıklığı, acı, sıkıntı (Eprouver des déboires. Il a
connu bien des déboires dans sa carrière
politique).
déboisement er. Orman kırımı; ormansızlaştırma,
ormansızlaşma (Lutter contre le déboisement).
déboiser gçl. Ormansızlaştırmak, ağaçlarını kesip
yok etmek (Déboiser une colline).
déboîtement er. Kemiğin yerinden oynaması, çıkı k.
déboîter gçl. 1. (Bir şeyi) Yuvasından çıkarmak
(Déboîter une porte, des tuyaux). 2. Eklem
yerinden çıkarmak (Déboîter un os; chute qui
déboîte l'épaule). § Se déboîter qch: -si çıkmak (Il
s'est déboîté le coude, l'épaule).
débonder gçl. 1. Tıkacını çıkarmak (Débonder une
barrique, un réservoir). 2. gsz. Taşmak,
patlamak, fışkırmak, içindekileri ortaya dökmek.
§ Se débonder: İçini boşaltmak, içindekileri
söyleyip rahatlamak,
débonnaires. 1. Çok iyi yürekli, kalender, babacan
(Un homme débonnaire). 2. Yumuşak huylu (Un
mari débonnaire).
débonnairement bel. Kalenderce, babacanca,
débonnaireté diş.
Kalenderlik,
babacanlık,
yumuşakbaşlıhk.
débord er. 1. Taşma, su düzeyinin aşın yükselmesi;
t aşkın, su basması. 2. Zıh biçiminde astar taşması.
débordant,ei. Taşan, taşkın, bol, aşırı (Uneactivité
débordante). § Etre débordand de qch:-taşmak,
-saçmak (Il est débordant de santé, de joie).
débordé,e s. 1. Taşmış, suları kabarmış (Un fleuve
débordé). 2. Geride kalmış, aşılmış (Etre débordé
par les événements.
Ligne débordée par
l'ennemi).
3. Débordé de: -başından aşkın
olmak, -den bunalmak (Etre débordé de travail; il
est débordé de visiteurs). 4. Sefih. 5. Açılmış; üstü
açılmış (Lit débordé; un malade débordé).
débordement er. 1. Taşma (Débordement d'un
torrent, d'un fleuve). 2. Bolluk, tümen tümen
(Débordement
d'injures,
de paroles).
3.
Taşkınlık, fazlalık (Débordement
de joie,
d'enthousiasme). 4. Sefihlik. 5. Salgın, akın.
déborder gsz. I. Taşmak (La rivière déborde à
l'époque des crues). 2. Kabarmak, dolup dolup
açılmak istemek (Le silence est pénible lorsque le
coeur déborde). 3. Déborder de qch: -taşmak
(Déborder de vie, de tendresse, d'amour). 4. gçl.
Dışına çıkmak (Déborder le cadre de la question).
5. Aşmak( Déborder le front ennemi, l'aile droite).
6. Avara etmek, kıyıdan uzaklaştırmak
(Déborder une embarcation).
7. Kenarını
kesmek, pervazını kaldırmak. § Faire déborder
qn: Birini zıvanadan çıkarmak, sabrını taşırmak.
C'est la goutte d'eau qui fait déborder le vase:
débosseler
Bardağı taşıran son damla,
débosseler gçl. Kabartılarını gidermek (Débosseler
une pièce d'argenterie).
débotté, débotter er. Çizmelerin çıkarılma anı, bir
yere varma anı. § Au débotté: Ayağının tozuyla;
varır varmaz, henüz gelmişken,
débotter gçl. (Birinin) Çizmelerini çıkarmak (Le
nain le débotte). § Se débotter: Çizmelerini
çıkarmak,
débouchage er. Tıpasını çıkarma,
débouché: er. 1. Yol sonu, bitim noktası, 'çıkak,
başka bir yere açılma noktası (Débouché d'une
vallée, d'une rue). 2. Tecim mallarının sürüldüğü
yer, "mahreç, "çıkak, pazar (Sa production ne
trouvepas de débouchés). 3. İş alanı ( Cette carrière
offre beaucoup de débouchés).
débouchement er. Açma, tıkanıklığını giderme
(Débouchement d'un passage, d'un conduit).
déboucher gçl. 1. Tıpasını çıkarmak (Déboucher
une bouteille). 2. Açmak, tıkanıklığını gidermek
(Déboucher un tuyau, un lavabo, une pipe). 3.
gsz. Déboucher de qch dans qch: -den -e açılmak
(Déboucher d'une vallée étroite dans la plaine;
déboucher d'une petite rue dans une artère). 4.
Déboucher sur, dans: -e dökülmek, açılmak (Les
égouts débouchent dans le collecteur. Une rue qui
débouche sur la place). S. Déboucher sur qch:
Sonu -e varmak (Une philosophie qui débouche
sur une résignation stoïque).
débouchoir er. Tıpa açacak, tıpa burgusu; boru
açacak. § Débouchoir à ventouse: Lavabo
pompası, tuvalet pompası,
déboucler gçl. 1. (Bir şeyin) Tokasını, kopçasını
açmak. 2. Kıvrımlarını bozmak (Déboucler les
cheveux).
déboulé er. 1. (Dansta) Parmak uçları üzerinde
dönme. 2. (Sporda) Bütün hızıyla koşma. § Au
déboulé: Tam ininden dışarı çıkarken; fırlayıp
geçerken (Tirer un lapin au déboulé).
débouler gsz. 1. (Tavşan için) Avcının önünden
ansızın geçivermek, kalkmak. 2. Yuvarlanmak,
tekerlenmek. 3. gçl. Paldır küldür inmek,
yuvarlanırcasına inmek (Débouler l'escalier).
déboulonnage, déboulonnement er. 1. Devrilme,
tepe taklak gitme (Le déboulonnement
d'un
ministre, d'un régime). 2. Devirme, al aşağı etme,
tepe taklak götürme. 3. Sökme; cıvatalarını
sökme, cıvataları sökülme (Déboulonnage d'un
appareil).
déboulonner gçl. 1. Cıvatalarını sökmek, yerinden
sökmek, oynatmak (Déboulonner une pièce
mécanique). 2. Devirmek, al aşağı etmek, tepe
taklak götürmek (Déboulonner un cabinet, un

366

debout
directeur général).
débouqementer. den. 1. Bir kanaldan, bir boğazdan
çıkma. 2. Kanalın, çıkış yeri, bir boğazın çıkış
yeri.
débouquer gsz. den. Bir kanaldan, bir boğazdan
geçmek; bir kanalın ağzından çıkmak,
débourbage er. Taşını, toprağını, çamurunu
temizleme (Débourbage d'un minerai).
débourber gçl. 1. Çamurunu
temizlemek
(Débourber un étang, un canal). 2. Çamurdan
çıkarmak (Débourber un tombereau). 3. mec.
(Eski) Sıkıntıdan, çok kötü bir durumdan
kurtarmak. 4. Çamursu tadını, çamursu
kokusunu gidermek (Débourber un poisson).
débourbeur er. Madenlerin taşını toprağım
ayıklayan makine.
débourgeoisé,e s. Burjuva alışkanlıklarını yitirmiş,
burjuvalıktan çıkmış,
débourgeoiser gçl. -i Burjuvalıktan çıkarmak, -e
burjuva alışkanlıklarını yitirtmek,
débourrage er. 1. Kıllarını alma, tüylerini çıkarma
(Débourrage des peaux). 2. (Tarağın) Dişlerini
temizleme (Débourrage d'une carde). 3. Yün
döküntüsü, yün kıtığı. 4. (Hayvanı) Terbiye
etme, eğitme (Débourrage d'un poulain).
débourrer gçl. 1. Tüylerini temizleyip çıkarmak
(Débourrer le cuir). 2. (Bir şeyin) Kıtığını,
(silâhın) sıkısını çıkarmak. 3. (Taraklı aletlerin)
Dişlerini temizlemek. 4. İçindeki tütünü
boşaltmak (Débourrer une pipe). S. (Binicilikte
bir hayvanı) Terbiye etmek, eğitmek (Débourrer
un cheval). S. gsz. (Ağaçlar) Tomurcukları
patlamak (La vigne débourre).
débours er. 1. Öndelik, avans (İla couvert une partie
de ses débours). 2. Masraf, ufak tefek harcamalar
(J'ai tenu un compte de mes frais de
correspondance pour rentrer dans mes débours).
déboursement
er.
Ödeme,
ödenme
(Le

déboursement d'une somme).


débourser gçl. Kesesinden para çıkarıp vermek,
ödemek (Il a obtenu tout ça sans rien débourser,
sans débourser un sou).
déboussoler gçl. tkz. Şaşırtmak, afallatmak,
feleğini şaşırtmak (Son échec l'a déboussolé).
debout bel. 1. Dik, dikine (Mettre un meuble
debout, mettre du bois debout). 2. Ayaküstü,
ayağa, ayakta (Se tenir, rester debout. Se mettre
debout). 3. Ayağa kalkmış, uyanmış, yataktan
çıkmış (Je suis debout à six heures du matin). 4.
Ayağa kalkmış, iyileşmiş (Il est déjà debout). S.
Uni. Ayağa kalk! Kalk! § Vent debout den. Ters
rüzgâr, baştan esen rüzgâr. Etre encore, toujours
debout: Hâlâ sağlam durmak (Cette muraille est
débouté
toujours debout. Le pont construit par les Romains
est encore debout). Mettre qch debout: -i derleyip
toparlamak, gerçekleştirmek (Mettre une affaire
debout). Ne pas tenir debout: Usa yatkın
olmamak, mantığa uymamak (Cet argument ne
tient pas debout. Sa théorie ne tient pas debout).
Rester debout: Ayakta kalmak, sağlam kalmak
(Après le bombardement, il ne restait que quelques
maisons debout). Tenir debout: Tutarlı olmak,
gerçeğe yakın olmak, usa yatkın olmak (Une
intrigue qui tient debout).
débouté, déboutement er. Dâvanın reddi,
déboutergç/. huk. 1. Reddetmek. 2. Débouter qn de
qch: Birinin -sini reddetmek (Débouter un
plaideur de son appel. Le tribunal l'a débouté de sa
demande).
déboutonner gçl. (Bir şeyin) Düğmelerini açmak,
düğmelerini çözmek ( Déboutonner un pardessus,
sa veste, son pantalon). § Se déboutonner: 1.
Giysilerinin düğmelerini çözmek. 2. Düğmeleri
açılmak.
3.
mec.
tkz.
Düşündüklerini
çekinmeden rahat rahat söylemek; saf saf
konuşmak, itiraf etmek. Rire à ventre
déboutonné: Kah kah gülmek, göbeğini hoplata
hoplata gülmek,
débraillé,e s. X. Hırpani, çapaçul (Une tenue
débraillée). 2. Dikkatsiz, serbest, açık saçık (Des
manières
débraillées,
une
conversation
débraillée). 3. er. Hırpanilik, çapaçulluk (Le
débraillé de sa tenue me dégoûtait).
débrailler (se) gsz. X. Göğsünü bağrını açmak. 2.
Açık saçıklaşmak (La conversation se débraille).
débranchement er. 1. (Vagonları) Katardan
ayırma. 2. (Elektrikli araçları) Prizden çıkarma,
devreden çıkarma (Débranchement
d'une
machine à laver).
débrancher gçl. I. Katardan ayırmak, kesip
ayırmak (Débrancher un wagon). 2. Prizden
çıkarmak, akımdan ayırmak, "cereyandan
çıkarmak (Débrancher un fer à repasser).
débrayage er. I. Debriyaj; kavrama (Dans une
automobile le débrayage se fait au moyen d'une
pédale). 2. İşbırakımı, işi bırakma, grev
(Plusieurs débrayages avaient eu lieu récemment
dans les entreprises nationalisées).
débrayer gçl. 1. (Makineyi, motoru) Avaraya
almak, kavramak, debriyaj yapmak. 2. tkz. gsz.
İşi paydos etmek; işbırakımına, greve gitmek (Le
personnel avait décidé de débrayer pendant une
demi-journée pour protester contre le licenciement
de deux ouvriers).
débridé,e s. mec. Dizginsiz, sınırsız, alabildiğine
serbest
(Imagination
débridée,
sensualité

367

débucher
débridée).
débridement er. I. Açma, yarma (Débridement
d'une plaie). 2. Boşanma, ortaya dökülme (Le
débridement des intincts de violence). 3. Serbest
bırakma, baskı altına almama (Le débridement
des instincts).
débrider gçl. I. (Hayvanın) Yularını çıkarmak
(Débrider un cheval). 2. Açmak, yarmak
(Débrider une plaie, un abcès). 3. Serbest
bırakmak, frenlememek (Débriderses instincts).
§ Sans débrider: Ara vermeden ; kesintisiz,
aralıksız (Il a dormi dix heures sans débrider).
débris er. I. Kırıntı, döküntü (Les débris d'un vase
brisé, d'un vaisseau submergé). 2. Artık (Les
débrisd 'unplat, d'unmets). 3. Kalıntı (Lesdébris
d'un empire, d'une armée). § Un vieux débris:
Yaşlı, moruk,
débrochage er. (Bir kitabın) Cildini sökme,
débrocher gçl. I. Şişten çekmek, şişten çıkarmak
(Débrocher une volaille, une viande). 2. Cildini
sökmek (Débrocher un livre).
débrouillage er. I. Açıkgözlük, işini bilirlik,

beceriklilik. 2. Çözme, açma.


débrouillard, e s. ve ad. tkz. Açıkgöz, işini bilir,
becerikli (Un homme débrouillard, c'est un
débrouillard).
débrouillardise diş. Açıkgözlük, işini bilirlik,
beceriklilik.
débrouillement er. Çözme, açma (Débrouillement
des fils d'un écheveau).
débrouiller gçl. 1. Çözmek, açmak (Débrouiller les
fils d'un écheveau). 2. Açıklamak, aydınlığa
kavuşturmak
(Débrouiller
les
événements
compliqués). 3. Débrouiller qn: -in gözünü
açmak; -i dümen çevirmeye alıştırmak. § Se
débrouiller: İşin içinden çıkmak, çulunu sudan
kurtarmak, paçasını kurtarmak (Il sait se
débrouiller).
débroussaillement er. (Bir yerin) Çalı çırpısını
ayıklama; çitten ağaçtan arındırma, açma
(Débroussaillement d'un terrain).
débroussailler gçl. 1. (Bir yerin) Çalı çırpısını
ayıklamak (Débroussailler un ehemin de fer). 2.
mec.
Çözmek,
aydınlığa
kavuşturmak
(Débroussailler une question difficile).
débucher gsz. 1. (Av hayvanı) Ormandan çıkmak
(Le cerf a débuché). 2. gçl. (Av hayvanım)
Ormandan dışarı uğratmak (Pour débucher les
lièvres, on battait du tambour). 3. Débucher qn:
Birini yerinden etmek, atmak,
débucher, débuché er. 1. (Av hayvanının)
Ormandan çıkış ânı. 2. Bu çıkışı haber veren boru
sesi (Sonner le débuché).
débudgétisation
débudgétisation diş. Bütçeden çıkarma, bütçe dışı
bırakma
(Débudgétisation
de
certains
in vestissements).
débudgétiser gçl. Bütçeden çıkarmak, bütçe dışı
bırakmak (Débudgétiser un investissement).
débusquer gçl. 1. (Av hayvanı) Ormandan dışarı
uğratmak (Débusquer un lièvre). 2. gsz.
Ormandan dışan çıkmak (Le sanglier a
débusqué). 3. gçl. mec. Bir yerden atmak,
sığındığı yerden çıkarmak, kovmak,
débuter 1. Başlangıç (Ilestalité depuis le début desa
maladie. Le début d'un discours, d'un entretien,
d'un livre, d'un événement). 2. Başlama, ilk
adımları atma, başlangıç dönemi (Le début d'une
carrière. Il a fait ses débuts au Théâtre National). 3.
(Kimi oyunlarda) İlk el. § Au début: Başlangıçta,
ilkin (Il s'est mis à sourire, au début, je n'ai pas
compris
pourquoi).
Au début de: -in
başlangıcında (Il sera ici au début du mois
prochain). Du début à la fin: Baştan sona.
débutant, e s. ve ad. 1. (Bir işe, bir mesleğe) Yeni
başlayan, yeni giren, "müptedi. 2. diş. Yüksek
sosyeteye ilk kez giren genç kız (Bal des
débutantes).
débuter gsz. 1. (Kimi oyunlarda) İlk oynamak, ilk
oynayan kendisi olmak. 2. Débuter par: -ile
başlamak (Son discours débute par une citation).
3. Débuter dans: -e yeni girmiş olmak, yeni
başlamak (Débuter dans la vie. Débuter dans la
haute société). 4. Bir mesleğe ilk başlamak (Cet
acteur a débuté dans un film policier). 5. gçl.
Débuter qch par: Bir şeyi -ile başlatmak, açmak
(Débuter la séance par un discours).
deçà ilg. Deçà et delà: Oraya buraya; şurda burda
(Aller, courir deçà et delà, deçadelà). En deçà de:
-in berisinde (En deçà de la rivière). En deçà, par
deçà: Beride,
décacheter gçl. X. Mühürünü sökmek, mühürünü
bozmak. 2. Açmak (Décacheter une lettre).
décadaire s. On günde bir olan.
décade diş. 1. Onluk. 2. (Fransız Devrimi
takviminde hafta yerine kabul edilen) On günlük
zaman. 3. On bölümlük bir yapıtın her bir bölümü
(Les décades de Tite-Live). 4. On yıllık zaman (Je
parle de la dernière décade du XVIII. siècle).
décadence diş. 1. Çökme, çöküş (Les raisons
économiques de la décadence d'un empire). 2.
Gerileme, düşkünleşme başlangıcı. 3. Roma
İmparatorluğunun son dönemi, çökme yılları
(Les poètes de la décadence). § Etre, tomber en
décadence: Gerilemek, çökmekte olmak,
décadent, e s. 1. Gerilemekte, çökmekte olan,
gerileyici (Période décadente d'un pays. Un
368

décamètre
peuple décadent, un art décadent. Une civilisation
décadente). 2. (Yazında) Simgecilik akımının
öncüsü, karamsar (Poètes décadents, l'école
décadente). 3. er. ç. Simgecilik okulunu
hazırlayan karamsar yazar ve sanatçılar,
décadi er. Fransız devrim takviminde on günlük
haftanın son günü.
décaèdre 1. er. On yüzeyli cisim. 2. s. On yüzeyli,on
yüzlü.
décaféinergçl. Kafeinini almak, kafeinsizleştirmek
(Décaféiner le café).
décagonal, e s. Ongen biçiminde (Un prisme
décagonal).
décagone er. Ongen,
décagramme er. Dekagram, on gram.
décaissement er. Sandıktan yada kasadan çıkarma,
décaisser gçl. 1. Sandıktan yada kasadan çıkarmak
(Décaisser des marchandises). 2. Kasadan
çekmek (Décaisser une somme d'argent).
décalage er. 1. Dengeleme, dengeye getirme
(Décalage d'un meuble, d'une horloge). 2. Zaman
yada mesafe bakımından fark (Un décalage de dix
minutes, un décalage de cent mètres). 3. Uymama,
tutmama, fark (Un décalage entre le motet le sens,
entre le signe et l'idée).
décalcifiant, e s. Kireç azaltıcı, kireç miktarını

düşürücü (Régime décalcifiant).


décalcification diş.
Kireçsizlendirme,
kireç
miktarını düşürme,
décalcifier gçl. Kirecini azaltmak, kireç miktarını
düşürmek (Le citron décalcifie l'organisme).
décalcomanie diş. 1. Cam yada porselen üzerine
çıkartma ile resim geçirme. 2. Çıkartma resim,
décaler gçl. 1. İleri yada geri almak (Décaler une
maison, un meuble). 2. Dengelemek, denge
durumuna getirmek (Décaler une horloge). 3.
Décaler de: -kadar ileri yada geri almak (Décaler
un repas d'une demi-heure). 4. Payandalarını
almak.
décalitre er. Dekalitre, on litre,
décaiogue er. On Emir, "Evamir-i aşere; Sina
dağında Tanrı'nın Musa peygambere verdiği
söylenilen on kutsal buyruk,
décalotter gçl. (Bir şeyin) Üstünü açmak, tepeliğini
kaldırmak.
décalquage er. (Bir şeklin) Kopyasını çıkarıp başka
bir yere geçirme, çıkartma yapma,
décalque er. Taklit, kopya.
décalquer gçl. Kopyasını çıkarıp başka bir yere
geçirmek, çıkartma yapmak (Décalquer un
dessin, un tableau).
décalvant, e .v. Kelleştirici.
décamètre er. Onmetre, "dekametre.
décamper
décamper gsz. 1. Ordugâh kaldırmak (L'armée
décampa pendant la nuit). 2. mec. hlk. Pabuçsuz
kaçmak, çabucak kaçıp gitmek, tüymek (Quand
les policiers sont venus, le voleur avait déjà
décampé). 3. Décamper de: -den defolmak,
savuşmak (Décampez d'ici!).
décanal, es. Dekanlığa değgin (Arrêtédécanal).
décanat er. 1. Dekanlık. 2. Başrahiplik. 3.
Başrahiplik süresi,
décaniller gsz. tkz. Kaçmak, firar etmek, tüymek,
décantage, er. décantation diş. 1. Süzme. 2.
Anlaştırma, durulaştırma.
décanter gçl. 1. Süzmek, içindeki çökelti
maddelerinden arıtmak (Décanter un liquide). 2.
mec.
Durulaştırmak,
iyice
aydınlığa
kavuşturmak, oturtmak (Décanter ses idées). §Se
décanter: Durulaşmak, iyice belirmek, oturmak
(Peu à peu ses réflexions se décantaient).
décanteur er. décanteuse diş. Sıvıian süzüp arıtma
makinesi (Décanteur industriel. Déshydrater des
boues à l'aide de décanteuses).
décapage, décapement er. Kirini pasını temizleme,
décapant er. Antıcı, temizleyici; kir pas temizleyici
madde.
décaper gçl. 1. Kirini pasını temizlemek (Décaper
des parquets sales). 2. Pasını, almak, parlatmak
(Décaper du cuivre). 3. Décaper qch de: Bir şeyi
-den kurtarmak, arıtmak (Décaperlalittératurede
ses rouilles, de ses croûtes). 4. gsz. (Gemi) Bir
burunu aşıp engine açılmak, burunu dönmek,
décapeur er. Maden arıtma işçisi,
décapitaliser
gçl.
Başkentlikten
çıkarmak
(Décapitaliser une ville).
décapitaliser gçl. Yatırılan sermayenin tümünü
yada bir bölümünü geri çekmek (Décapitaliser
une entreprise).
décapitation diş. Boynunu vurma, kellesini uçurma
(Il a été condamné à la décapitation).
décapiter gçl. 1. Boynunu vurmak, kellesini
uçurmak. 2. Üst dallarını kırmak, koparmak (La
tempête a décapité plusieurs arbres). 3.
Önderlerini, elebaşlarım yakalamak, ortadan
kaldırmak (Décapiter un complot, un parti, une
bande).
décapodes er. ç. hayb. Onayaklılar.
décapotable
s.
Üstü
açılabilir
(Voiture
décapotable).
décapoter gçl. Kaportasını açmak (Décapoter sa
voiture).
décapsulage er. Tıpasını çıkarma (Décapsulage
d'une bouteille).
décapsulation diş. hek. Kapsülünü aima,
décapsuler gçl. 1. Açmak; tıpasını, kapsülünü

369

décemment
çıkarmak (Décapsuler
une bouteille).
2.
Kapsülünü almak (Décapsuler un rein).
décapuchonner
gçl.
Başlığını
çıkarmak
(Décapuchonner un stylo).
décarburant, e s. Kömürsüzleştirici, kömürünü
azaltıcı.
décarburation diş. Kömürsüzleştirme, kömürünü
azaltma.
décarburer
gçl.
Kömürünü
almak,
kömürsüzleştirmek, kömür oranını düşürmek
(Décarburer la fonte).
décarcasser (se) gsz. tkz. Çok çabalamak,
didinmek, kıçını yırtmak,
décarreler gçl. Döşemelerini, döşeme taşlarını
sökmek (Décarreler une cour, une salle).
décartellisation diş. Kartelleri kaldırma (Politique
de décartellisation).
décasyllabe, décasyllabique s. 1. On hcccli (Vers
décasyllabe). 2. er.On heceli dize (Poème écrit en
décasyllabes).
décathlon er. Dekatlon, on aşamalı yarış,
décati, e s. Çökmüş, yaşlanmış, tazelik ve
güzelliğini yitirmiş,
décatir gçl. Parlaklığını gidermek (Décatir une
étoffe). § Se décatir: Yaşlanmak çökmek, güzellik
ve tazeliğini yitirmek,
décatissage er. (Bir kumaşın) Parlaklığını giderme,
decauville er. Dar hatlı demiryolu, dekovil,
décavé, e s. ve ad. 1. Kumarda yutulmuş (Un joueur
décavé, un décavé). 2. mec. Mahvolmuş (Il est
complètement décavé).
décaver gçl. (Kumarda karşısındakinin) Bütün
paralarını kazanmak, yutmak (Décaver son
adversaire en deux coups). § Se décaver:
Yutulmak, bütün parasını kumarda yitirmek;
meteliksiz kalmak,
décédé, e s. ve ad. Ölmüş, ölen; vefat etmiş
°müteveffa.

décéder gsz. Ölmek, "vefat etmek (Il est décédé


depuis vingt ans).
décelables. Ortaya çıkarılabilir,
décèlement er. Ortaya çıkarma, meydana koyma,
déceler gçl. 1. Ortaya çıkarmak, meydana koymak
(Déceler un secret, une intrigue). 2. Göstermek,
-in belirtisi olmak (Cette végétation décèle la
présence de carbonate de chaux dans le sol).
décélération diş. Yavaşlatma, hızını kesme, hızını
azaltma.
décembre er. Aralık ayı, Aralık (Je partirai en
décembre).
décemment bel. 1. Kibarca, edeplice (Se tenir, agir,
s'exprimer décemment). 2. Doğrusu, hakçası
(Décemment, il ne pouvait pas refuser cette offre).
décemvir
3. Doğru dürüst, yolunca yordamınca (Etre vêtu
décemment, réciter décemment un poème).
décemvir er. (Eski Roma'da) Onlar Meclisi üyesi,
décemviral, e s. Onlar Meclisine değgin,
décemvirat er. (Eski Roma'da) Onlar Meclisi,
décence^. 1. Utanma duygusu, *edep,°haya (Elle
parle de tout, sans jamais blesser la décence). 2.
İncelik, kibarlık (Vous pourriez avoir la décence
de vous taire après ce que vous avez fait). 3. Yol
yöntem, yol yordam (Etre vêtu avec décence).
décennal, es. 1. On yıl süren, on yıllık (Un plan
décennal). 2. On yılda bir olan, on yıldalık (Prix
décennal).
décennie diş. On yıllık süre, on yıl.
décent, e s. 1. Yoluna yordamına uygun, yol
yönteme uygun, yolunca, yollu yöntemli (Une
tenue décente). 2. Doğru dürüst (Elle joue du
piano d'une manière décente). 3. Kibar, nazik,
ince (Une société décente). 4. Uygun, "münasip
On cherche à tenir l'examen à un niveau décent. Il
serait plus décent de ne rien répondre).
décentralisateur, trice s. ve ad. Yerinde yönetici,
•yadözekçi "ademi merkeziyetçi
(Politique
décentralisatrice. Les décentralisateurs).
décentralisation diş. Yerinden yönetme, "ademi
merkeziyetçilik, *yadözekçilik (Décentralisation
politique, administrative).
décentraliser gçl. Yetkisini genişletmek, daha
özerk kılmak, *yadözekleştirmek.
décentrement er. fiz. (Merceklerde) "Merkez
kayması, "merkezini kaydırma, özek kayması,
özeğini kaydırma,
décentrer gçl. Merkezini, özeğini kaydırmak. § Se
décentrer: Merkezi, özeği kaymak,
déception diş. Düş kırıldığı (Eprouver, causer une
déception).
décercler gçl. Çemberim çıkarmak (Décercler un
tonneau, une cuve).
décérébré,e i. mec. Beyinsiz, kafası çalışmayan
(Des élites décérébrées).
décérébrer gçl. Beynini çıkarmak (Décérébrer un
chien, une poule).
décerner gçl. 1. Çıkarmak, kesmek (Décerner un
mandat d'arrêt: Bir tutuklama
müzekkeresi
kesmek). 2. Décerner qch à qn: Birine .. .vermek
(Décerner un prix, une médaille, une récompense
à quelqu'un).
décervelage er. 1. Beynini patlatma. 2.
Beyinsizleştirme, aptallaştırma,
décerveler gçl. 1. Beynini patlatmak. 2. mec.
Beyinsizleştirmek, aptallaştırmak,
décès er. Ölüm, "vefat (Tout décès doit être constaté
par le médecin de l'état civil. Magasin fermé pour

370
déchargeoir

cause de décès). Acte de décès: Ölüm kâğıdı, ölüm


ilmühaberi.
décevant, es. 1. Düş kırıklığına uğratıcı, düş kırıcı
(Un voyage décevant, un résultat décevant). 2.
Aldatıcı, yanıltıcı (Une apparence décevante).
décevoir gçl. 1. Sarsmak, bozmak (Il a déçu mes
espérances, ma confiance). 2. Düş kırıklığına
uğratmak (Tu m'as déçu).
déchaîné,e s. 1. Kudurgan, çok şiddetli, zincirden
boşanmış gibi (Les vents déchaînés, les flots
déchaînés). 2. Çok kızmış, kudurmuş (Cet enfant
est déchaîné).
f
déchaînement er. 1. Boşaltma, sel gibi ortalığı
kaplama (La guerre provoque des déchaînements
de haine). 2. Kudurganlık, zincirden boşanma (Le
déchaînement des flots, des vents). 3. Büyük öfke,
kızgınlık, kudurup köpürme,
déchaîner gçl. 1. Zincirden boşandırmak, serbest
bırakmak, alabildiğine ortaya salmak (Déchaîner
les tempêtes, les passions, la colère). 2. mec.
Kışkırtmak,
uyandırmak,
alevlendirmek
(Déchaîner la haine. Déchaîner
l'opinion
publique contre quelqu'un). § Se déchaîner: 1.
Zincirden boşanmak, şiddetle başlamak (La
tempête s'est déchaînée). 2. Kızıp köpürmek (Il
s'est déchaîné contre les politiciens).
déchanter gsz. tkz. Alt perdeden almak, aşağıdan
almak, yelkenleri suya indirmek (Ils commencent
à déchanter).
déchaperonner gçl. (Avcı kuşların) Başlığını
çıkarmak (Déchaperonner un faucon).
décharge diş. 1. Yük indirme, yük boşaltma. 2.
Döküntü yeri (L'entrepreneur a évacué le tas de
gravats à la décharge). 3. Yayhm ateş (Une
première décharge abattit quelques assaillants). 4.
(Evlerde) Gereksiz eşya yeri. 5. (Mimarlıkta)
Kurtbacağı denilen ve eğretiye almakta
kullanılan sehpa. 6. Makbuz, alındı (Je vous laisse
ce colis, mais vous voudrez bien me signer une
décharge). 7. mec. Hınç alma, kurtlarım dökme.
8. Boşalım, içini dökme. 9. Aklama, ibra. §
Décharge électrique: Elektrik boşalması. Donner
décharge à qn: Birini aklamak, temize çıkarmak,
"ibra ètmek. Payer à la décharge de qn: Birinin
zimmetine ödemek. Témoin à décharge: Lehte
tanık.
déchargement er. 1. Boşaltma (Le déchargement
d'un camion, des briques, d'une cargaison, d'un
wagon). 2. (Silâh) Boşaltma, içindeki mermiyi
çıkarma (Déchargement d'une arme à feu).
déchargeoir er. f. Bir yerde toplanan fazla suyun
aktığı yer yada oluk. 2. Dokuma tezgâhında
kumaşın sarıldığı silindir, sarmı, selmin. 3. Buhar
décharger

371

déchiqueter

makinalarında buhar boşaltma borusu,


décharger^/. 1. Yükünü boşaltmak (Déchargerun
bateau, un mulet). 2. (Silâh) Boşaltmak (De
retour au cantonnement, les soldats avaient
déchargé leurs armes). 3. Ateş etmek,
kurşunlarını ateş edip boşaltmak (Le bandit a
déchargé son revolver sur ses poursuivants). 4.
Vergisini hafifletmek; vergiden bağışık tutmak
(Décharger un contribuable). 5. Boşaltmak,
indirmek (Décharger des marchandises, du
charbon). 6. Rahatlandırmak, rahatlatmak
(Décharger sa conscience). 7. Elektrik yükünü
tüketmek. 8. Lehine tanıklık etmek (Décharger
un accusé). 9. Décharger qn de qch: Birini -den
kurtarmak, bağışık tutmak (Déchargerunporteur
d'un fardeau. Décharger un employé de certains
travaux). 10. gsz. Solmak, renk atmak (Un tissu
qui décharge au lavage). § Décharger son coeur:
İçini boşaltmak, derdini söylemek, içini dökmek.
Décharger sa bile, sa rate: Safrasını dökmek,
kızmak, huysuzlanmak. Décharger sa colère sur
qn: Öfkesini -den almak; öfkesini-e boşaltmak, §
Se décharger de qch: -den kendini kurtarmak,
-den çekilmek (Se décharger d'un travail, de
certains travaux).
déchargeur er. Boşaltma işçisi; iskele hamalı,
yükçü.

2. Etleri çekilmek, kökleri açığa çıkmak (Dents


qui se déchaussent).
déchausseuse diş. Asmaların dibini açmaya yarayan
küçük saban,
déchaussoir er. Ağaçların dibini açmaya yarayan
âlet.
déchard, es. hlk. Parasız, sefil, züğürt.
dèche diş. hlk. Parasızlık, züğürtlük; sefalet (Etre
dans la dèche).
déchéance diş. 1. Güçten düşme, düşkünlük,
güçsüzlük (Déchéance intellectuelle. L'alcool l'a
mené à une déchéance totale), 2. İktidardan
düşme, düşürülme (Proclamer la déchéance d'un
souverain). 3. Gözden düşme. 4. (huk). Çıkarma,
çıkarılma;
kaldırma,
kaldırılma;
"iskat
(Déchéance de la nationalité:
Vatandaşlıktan
çıkarma, vatandaşlıktan çıkarılma. Déchéance de
la puissance paternelle: Velayetin kaldırılması).
déchet er. 1. Fire (Il faut tenir compte du
pourcentage du déchet). 2. Artık, kalıntı (Le
boucher a ajouté des déchets pour le chien de la
maison. Déchet de fonte, déchet d'étoffe). 3. mec.
Değerden düşme, gözden düşme. 4. mec. İnsan
müsveddesi, düşük adam ( C'est un pauvre déchet,
c'est un déchet de l'humanité).
décheveler gçl. Birinin saçım bozmak,
déchiffonner gçl. Buruşukluğunu gidermek,

décharné, e s. 1. Etsiz, etleri dökülmüş (Squelette


décharné). 2. Pek zayıf, kuru (Visage décharné,
doigts décharnés).
décharner gçl. 1. Etini çıkarmak (Déchanter un
cadavre). 2. Çok zayıflatmak (Cette maladie l'a
bien décharné).
déchaumage er. Anız bozma,
déchaumer gçl. Anız bozmak (Déchaumer un
champ).
déchaumeuse diş. Nadas sabanı ; anız bozma sabam,
déchaussage er. Dibini açma, köklerini açıkta
bırakma (Déchaussage des plantes).
déchaussé, t s. 1. Ayakkabısız, ayakkabısı
çı karılmış ( Pieds déchaussés ). 2. Etleri dökülmüş,
kökü açıkta kalmış (Dents déchaussées). 3.
Temelleri çürümüş (Mur déchaussé).
déchaussement er. 1. Etleri çekilme, kökü açıkta
kalma (Déchaussement d'une dent). 2. Temel
etrafındaki toprağı çekilme ( Déchaussement d'un
mur).

kırışıklığını gidermek (Déchiffônner un tissu).


déchiffrable
s.
Sökülebilir,
çözülebilir,
açıklanabilir,
déchiffrage, déchiffrement er. Sökme, çözme,
anlama, açıklama, okuma (Les lettres effacées
rendaient
difficile
le déchiffrement.
Le
déchiffrement des inscriptions antiques).
déchiffrer gçl. 1. Şifresini çözmek (Déchiffrer un
message, une dépêche diplomatique). 2. Okumak,
sökmek, çözmek (Une écriture difficile à
déchiffrer.
Champollion
a déchiffré
les
hiéroglyphes). 3. (Bir notayı) Bir bakışta okuyup
çalmak (Déchiffrer un morceau). 4. Açığa
çıkarmak, meydana çıkarmak (Déchiffrer une
intrigue). 5. Açıklamak, "ifşa etmek (Déchiffrer
un secret). 6. Anlamak, çakmak, kavramak (J'ai
déchiffré ses intentions). 7. Déchiffrer qn: -in
kimliğini ortaya çıkarmak,
déchiffreur, euse ad. Şifre çözücüsü, şifre açıcı, şifre
memuru.

déchausser gçl. 1. Birinin ayakkabısını çıkarmak


(Déchausser un enfant). 2. Dibini açmak,
köklerini dışarı çıkarmak (Déchausser un arbre,
une plante). 3. Temelinin etrafındaki toprağı
açmak (Déchausser un mur). § Se déchausser: 1.
Ayakkabılarını çıkarmak (Je vais me déchausser).

déchiquetage er. Parça parça etme, parça parça


olma; doğrama, doğranma; kıyma, kıyılma,
déchiqueté, e s. 1. Kenarı tırtıklı (Feuille
déchiquetée). 2. Parçalanmış, param parça (Une
chemise déchiquetée).
déchiqueter gçl. 1. Parçalamak, doğramak, parça
déchiqueture
parça etmek (Le tigre a déchiqueté sa proie.
Déchiqueter de la viande). 2. Kenarını tırtıklı
kesmek, tırtıklı yapmak (Déchiqueter une
photographie).
déchiqueture diş. Kırpıntı, kesilmiş parça
(Déchiquetures d'étoffe).
déchirant, e s. 1. Yürek parçalayıcı, iç ezici (Un eri
déchirant).
déchiré, e 1. Yırtık, yırtılmış (Une chemise
déchirée). 2. Yüreği parçalanan, çok acı çeken,
acılı (Il est bien déchiré). 3. Parçalanmış,
bölünmüş (Un pays déchiré).
déchirement er. 1. Yırtma; yırtılma, kopma (Le
déchirement d'une étoffe; le déchirement d'un
muscle,d'unefibre). 2. Büyük acı (Le déchirement
d'une séparation).
3. Bölünme, çekilme,
parçalanma (L'Europe est en proie à de grands
déchirements). 4. Çatışma, çekişme, kavga (Des
déchirements politiques). § Déchirement de coeur:
tç acısı, yürek yarası, büyük acı. Déchirement
d'entrailles: Şiddetli karın ağrısı,
déchirer gçl. 1. Yırtmak (Déchirer une robe, ses
habits, une lettre). 2. Berelemek, sıyırmak (Les
épines lui ont déchiré le bras). 3. Kıvrandırmak
(Le remords la déchire). 4. Çok üzmek, yüreğini
parçalamak (Un spectacle qui déchire). 5.
Parçalamak, bölmek (La guerre civile a déchiré le
pays). 6. Déchirer qn: mec. Birini ağır suçlamak,
lekelemeye çalışmak (La presse déchire ce
ministre). 7. Delmek, yarmak, bozmak (Un cria
déchiré le silence. Un éclair a déchiré la nuit). 8.
Tırmalamak, rahatsız etmek (Un bruit qui déchire
l'oreille). § Déchirer l'âme à qn: Birinin yüreğini
parçalamak. Déchirer la toile: (argo) Yellenmek.
Déchirer qn à belles dents: Birinin şiddetle
aleyhinde bulunmak. § Se déchirer: 1. Yırtılmak
(Sa robe s'est déchirée). 2. Birbirini yemek,
birbiriyle didişmek (Des amants qui se déchirent).
déchirure diş. 1. Yırtık (Il a fait une déchirure à son
pantalon). 2. Yarık, çatlak (Les déchirures de
l'écorce terrestre).
déchloruré,e s. Tuzsuz (Régime
alimentaire
déchloruré).
déchoir gsz. 1. Düşmek, azalmak (Sa popularité
commence à déchoir, sa fortune a beacoup déchu).
2. Déchoir de qch: -den düşmek (Déchoir de sa
grandeur, desonposte, desonrang, de sa dignité).
§ Déchoir aux yeux de qn: Birinin gözünden
düşmek (Il déchoit à mes yeux, aux yeux de ses
amis).
déchristianisation diş. Hıristiyanlıktan kurtarma,
hıristiyanhktan çevirme,
déchristianiser gçl. Hıristiyanhktan kurtarmak,

372
décimal
hıristiyanhktan çevirmek (Déchristianiser un
pays).
déchu,e s. 1. Düşmüş, düşük. 3. Tanrının sevgisini
yitirmiş, günahkâr. 3. er. Düşkün (Tendre la main
aux déchus) § Etre déchu de qch: -den düşmek,
yoksun kalmak (Un prince déchu de son trône. Il
est déchu de ses privilèges).
décidé, e s. X. Kararlı, kesin kararlı (Un homme
décidé. Il a un air décidé). 2. Kararlaştırılmış
(C'est une chose décidée) 3. Açık, belli, kuşku
götürmez (Il a un goût décidé pour les ouvrages
anciens).

décidément bel. 1. Hiç kuşku yok, "muhakkak


(Décidément,
cet homme
est fou).
2,
Kararlaştırılmış bir biçimde, belli bir biçimde,
décider gçl. 1. Çözümlemek, karara bağlamak
(Décider une question, un point de droit). 2.
Saptamak, kararlaştırmak (Les médecins ont
décidé l'amputation d'un bras). 3. Karar vermek
(Le président décide que la séance reprendra le
lendemain). 4. Sonucuna vardırmak, yol açmak,
sonucunu doğurmak (L'intervention de ce député
a décidé la chute du ministre). 5. Décider qn à
f.qch: Birini -meye karar verdirme!^ ikna etmek
(Il m'a décidé à partir). 6. Décider qn à qch: Birini
-e karar verdirmek (Je l'ai enfin décidé à ce
voyage). 7. Décider de qch: -hakkında karar
vermek, -i kararlaştırmak ( Le chefde l'Etat décide
de la paix ou de la guerre). 8. Décider de qch: -in
"kaderini tayin etmek, yazgısını belirlemek (Cette
dernière tentative décidera de notre destinée; c'est
ce but qui décidera du jeu). 9. Décider de f.qch:
-meye
karar
vermek
(J'ai décidé
de
démissionner) .10. Etre décidé à qch, à f. qch: -de,
-mekte kararlı olmak (Je suis décidé à tout, j'y suis
décidé. Il sont décidés à quitter cette région). § Se
décider: 1. Çözümlenmek, sonuca bağlanmak
(La question s'est décidée après une longue
discussion). 2. Seçimini yapmak, kararını vermek
(Il est temps de te décider: de quel côté veux-tu
aller?). 3. Se décider pour qch: -i seçmek; -de
karar kılmak (Elle s'est décidée pour une robe de
taffetas). 4. Se décider à f. qch: -meye karar
vermek (Il s'est décidé à partir). 5. Se décider à
qch: -e karar vermek (Se décider à une opération).
décideur s. ve er. Karar veren, karar verme
yetkisinde olan (Organisme décideur; les
décideurs).
décigrade er. Desigrat.
décigramme er. "Desigram, gramın onda biri.
décilitre er. Desilitre, litrenin onda biri.
décimal, es. mat. 1. Ondalık (Nombredécimal). 2.
Onluk (Système décimal).
décimaliser

373

décimaliser gçl. Ondalık sistemi uygulamak,


ondalık sisteme uydurmak,
décimation diş. (Eskiden) Ad çekmeyle yenik bir
kent nüfusunun onda birini öldürme (Ville
' condamnée à la décimation).
décime er. Frangın onda biri, on santim,
décimer gçl. 1, (Eskiden) Yenik bir kent nüfusu
arasında, ad çekmeyle her on kişiden birini
öldürmek. 2. Çok kişi öldürmek, kırıp geçirmek
(La guerre a décimé la jeune génération).
décimètre er. Desimetre, on santimetre,
décintrage, décintrement er. (Mimarlıkta kemerin)
Kalıbını sökme,
décintrer gçl. (Mimarlıkta kemerin) Kalıbını
sökmek (Décintrer une arcade).
décisif,ive s. i . Kesin, kesin bir sonuca götüren (Un
jugement décisif. Ce combat sera décisif). 2. Kesin
kararlı.
décision diş. 1. Karar (La décision appartient à mon
père. Je n'aipaspouvoir de décision). 2. Metanet,
cesaret, kararlılık (Il a montré beaucoup de
décision dans cette affaire).
§ Décision
administrative: İdare kararı. Décision arbitrale:
Hakem kararı. Décision de déclaration d'urgence:

İvedilik kararı. Décision définitive: Kesin karar,


"nihai karar. Décision de l'assemblée générale:

Genel kurul kararı. Décision de quitus: "Beraat-i


zimmet mazbatası. Décision d'office: Re'sen
karar. Décision exécutoire Yürütme karan.
Décision

judiciaire:

Adli

karar.

Décision

juridictionnelle: Yasama karan. Décision par


chambres réunies: İçtihat birleştirme karan,
tevhid-i içtihad kararı. Décision unanime:
Oybirliğiyle verilen karar. Prendre une décision:
Karar almak. Prendre la décision de f. qch: -mek
kararı almak. Soumettre qch à la décision de qn:
Bir şeyi -in kararına sunmak,
décisionnelle s. Karara değgin, kararla ilgili
(Processus décisionnel).
décisivement bel. Kesin olarak, kesinlikle,
décisoire s. Kesin (Serment décisoire: Kesin ant,
"kati karar).
déclamateur er. 1. (Eski Romada) Hatip 2. hkr.
Nutukçu.
déclamation diş. 1. Uzokuyuş, yüksek sesle ve
uygun eda ile okuma (Déclamation d'un poème).
2. mec. Tumturaklı sözler,
déclamatoire s. Tumturaklı (Ton déclamatoire,
style déclamatoire).
déclamer gçl. 1. Yüksek sesle okumak, uzokumak
(Déclamer un poème, un discours, des vers). 2.
gsz. Tumturaklı konuşmak. 3. Déclamer contre
qn: -e verip veriştirmek, -in aleyhinde atıp

déclenche
tutmak.
déclaratif, ive s. huk, "İzhari, bildirici, "mübeyyin
(Acte, titre déclaratif). § Jugement déclaratif
d'absence: Gaiplik kararı,
déclaration diş. 1. Beyanat, açıklama (Le ministre
des finances a fait une déclaration à la presse).!.
Aşk ilânı ( Elle a compris qu'il voulait lui faire une
déclaration). 3. İfade (Je réitérai ma déclaration
devant le commissaire. Les déclarations d'un
témoin). 4. Beyan, bildirim (Faire sa déclaration
d'impôt, déclaration de revenus). 5. Açma, ilân
etme (Déclaration de guerre). 6. Beyanname,
bildiri (Déclaration en (de) douane. Il a envoyé au
contrôleur sa déclaration de revenus. Déclaration
des droits de l'homme: İnsan hakları bildirisi).
déclaratoire s. huk. Bildirici, "izhari.
déclaré, e s. Açık, ayan beyan, saklısı gizlisi
olmayan (Il est notre ennemi déclaré).
déclarer gçl. 1. Bildirmek, "beyan etmek (Il a
déclaré que c'était faux. Déclarer ses revenus.
Déclarer ses marchandises à la douane). 2.
Açıklamak, ilân etmek Déclarer ses sentiments,
son amour). 3. Açmak, ilân etmek (Déclarer la
guerre à un pays). 4. Déclarer qn...: Birini...
olarak ilân etmek, gibi göstermek (On le déclare
coupable). 5. Beyanname ile bildirmek (Déclarer
une naissance à la mairie). 6. Déclarer qch à qn:
Bir şeyi -e bildirmek, açıklamak (Déclarer ses
intentions, ses soucis à un ami). § Déclarer la
guerre à: 1. -e savaş ilân etmek (Déclarer la guerre
à une nation). 2. mec. -e karşı savaş açmak,
mücadele etmek ( Déclarer la guerre a la misère, au
chômage). § Se déclarer: 1. Duygularını,
düşüncelerini açığa vurmak. 2. Aşkını ilân etmek.
3. Belli olmak, ortaya çıkmak (L'incendie s'est
déclaré vers minuit. La grippe s'est déclarée). 4. Se
déclarer pour qch, contre qch: Bir şeyin lehinde,

aleyhinde olmak (Il s'est déclaré pour cette


méthode moderne, contre le changement du
programme). 5. Se déclarer...: -olduğunu ileri
sürmek, söylemek (Il se déclare lésé dans cette
affaire).
déclassé, e s. ve ad. Mevkiinden, derecesinden
düşmüş; düşkün (C'est un déclassé. Un
fontionnaire déclassé. Un hôtel déclassé).
déclassement er. Mevkiinden, derecesinden
düşme, düşürme,
déclasser gçl. 1. Mevkiini, derecesini düşürmek
(Déclasser un hôtel vétusté). 2. Düşürmek,
alçaltmak (De telles occupations vous déclassent).
3. Karıştırmak, sırasını bozmak, dağıtmak
(Déclasser des livres dans une bibliothèque).
déclenche diş. (Makinelerde) Avara manivelası.
déclenchement
déclenchement er. 1. (Makineyi) Avaraya aima. 2.
Çalışma, harekete geçme (Le déclenchement
automatique d'un signal d'alarme). 3. Başlama,
patlak verme (Le
déclenchement
d'une
révolution, d'une crise économique).
déclencher gçl. 1. (Makineyi) Avaraya almak. 2.
Yaratmak,
uyandırmak
(Toute
punition
déclenchait en lui une crise dangereuse). 3.
Başlatmak (Les syndicats s'apprêtaient
à
déclencher une grève). 4. Patlak verdirmek,
harekete geçirmek, başlatmak (Déclencher une
révolution, une offensive, une attaque). § Se
déclencher: Başlamak, patlak vermek (La guerre
s'est déclenchée).
déclencheur er. Deklanşör.
déclic er. 1. Tetik (Faire jouer un déclic). 2. Tetik ve
tetik gibi şeylerin düşmesinin çıkardığı ses, tık
(Le déclic d'un appareil photographique).
déclin er. 1. Sona erme, batma (Le déclin du jour).
2. Azalma, düşme (Le déclin de sa popularité
commence). 3. Gerileme (Le déclin d'une
civilisation, d'un empire). § Etre sur son déclin:
Ünü, gücü azalmak (Un écrivain sur son déclin).
Etre en déclin: Gerilemekte olmak (La
civilisation occidentale est en déclin). Etre à son
déclin: Batmakta olmak, batmak üzre olmak (Le
soleil est à son déclin).
déclinable s. dilb. Çekimli, çekilebilir,
déclinaison diş. 1. gökb. Yükselim (La déclinaison
d'un astre). 2. fiz. Sapma. 3. dilb. Çekim, ad
çekimi (Les cinq déclinaisons latines).
déclinant, e e. Gerileyici, çökmekte olan;
düşmekte, azalmakta olan (Une force déclinante,
une gloire déclinante, une civilisation déclinante).
déclination diş. déclinement er. 1. Gerileme,
azalma, düşme, inme. 2. Batma, çökme. 3. Red,
reddetme (Déclination de la compétence d'un
juge. Déclination d'une invitation).
déclinatoire .v. huk. 1. Yetki itirazı ile ilgili (A/oyem
déclinatoires). 2. er. Yetkisizlik itirazı (Elever un
déclinatoire). 3. Arazi ölçüsü pusulası,
décliner gçl. 1. Reddetmek, kabul etmemek
(Décliner la compétence d'un juge. Décliner une
invitation, un prix, toute responsabilité). 2.
Bildirmek, söylemek (Décliner les noms, les
qualités, ses titres). 3. dilb. Çekmek, çekimini
yapmak. 4. gsz. Batmak üzere olmak, batmak (Le
jour décline). S. Azalmak, eksilmek (Sa force
décline chaque jour). 6. Kötüleşmek, berbata
gitmek (Ma santé décline au lieu de se rétablir). 7.
(Pusula iğnesi) Sapmak. 8. gökb. (Yddız) Gök
ekvatorundan uzaklaşmak, eğilmek,
décliquetage er. (Bir dişlinin) Çakıldağım çıkarma;

374

décoller

çakıldağı çıkma,
décliqueter gçl. (Makinada bir dişlinin) Çakıldağını
kaldırmak, çakıldağını çıkarmak.
§ Se
décliqueter: Çakıldağı çıkmak,
déclive s. 1. Şev, inişli, eğik (Terres déclives. La
partie déclive d'un toit). 2. diş. Eğiklik, "meyil. §
En déclive: Eğik olarak, "meyilli,
déclivité
Şevlik, eğiklik, "meyillilik (La déclivité
d'un terrain).
déclore gçl. (Eski) Çitini, duvarını kaldırmak
(Déclore un champ).
déclouer gçl. Sökmek, çivilerini sökmek (Déclouer
une caisse).
décochement er. Atma, fırlatma, savurma,
décocher gçl. 1. Atmak, fırlatmak (Décocher une
flèche). 2. mec. Atmak, savurmak (Décocher une
parole, décocher des traits satiriques, décocher un
regard).
décoction diş. 1. Kaynatma. 2. İçinde bir bitki yada
ilâç kaynatılmış sıvı.
décodage er. Şifresini çözme,
décoder gçl. Şifresini çözmek,
décodeur er. Şifre çözücü,
décoffrage er. Kalıptan çıkarma (Décoffrage du
ciment, du béton).
décoffrer gçl. Kalıptan çıkarmak, kalıbını sökmek
(Décoffrer un ciment, un béton).
décoiffement, décoiffage er. 1. Saçlarını dağıtma,
bozma. 2. (Başındaki) Örtüyü çıkarma,
décoiffer gçl. 1. Başını bozmak, saçlarını dağıtmak
(Le vent l'a décoiffé). 2. Başlığını, kapsülünü
çıkarmak (Décoiffer une fusée, un obus). § Se
décoiffer: Şapkasını çıkarmak, başındaki örtüyü
çıkarmak.
décolérer gsz. Öfkesi geçmek, kızgınlığı geçmek,
yatışmak.
décollage er. 1. Havalanma, uçuşa kalkma (Le
décollage d'un avion). 2. (Ekonomide) Kalkınma
atılımı (Le pays vient d'amorcer son décollage
économique).
décollation diş. Kafa kesme, kelle uçurma; boynu
vurulma.
décollement er. hek. (Yapışmış bir şey) Ayrılma,
atma (Le décollement de la rétine).
décoller gçl. 1. (Yapışmış bir şeyi) Sökmek
(Décoller un timbre, une affiche). 2. Kafasını,
kesmek, kellesini uçurmak. 3. hlk. mec. Yakasını
bırakmak, ayrümak, rahat bırakmak (Il ne m'a
pas décollé une minute). 4. gsz. hlk. Çekip gitmek,
defolmak (Il ne décolle pas d'ici). 5. (Uçak)
Havalanmak, yerden kalkmak (L'avion a
décollé). 6. Décoller de: -den ayrılıp uzaklaşmak,
-in ilerisine geçmek, -üe arayı açmak (Le cycliste a
décolletage

375

décollé du peloton). 7. tkz. Çok zayıflamak, iğne


ipliğe dönmek (Comme il a décollé depuis sa
maladie.'). 8. (Ekonomi) Kalkınma atılımına
girmek (L'économie du pays décolle). § Se
décoller: (Yapışmış bir şey) Sökülmek, kalkmak,
ayrılmak (L'affiche s'est décollée.La rétine s'est
décollée).
décolletage er. 1. (Bitkilerin) Tepesini, üst kısmını
budama. 2. (Teknik) Yuva açma, yatak açma. 3.
Kollarını ve yakasını açma (Décolletage d'une
robe).
décolleté, e s. 1. Kolları ve yakası açık (Robe
décolletée). 2. Açık kollu ve yakalı giymiş (Une
femme décolletée). 3. er. Entari yakası. 4. er.
Entarinin açık yerlerinden görünen ten (Elle a un
beau décolleté).
décolleter gçl. 1. Açık kollu ve yakalı giydirmek,
dekolte giydirmek. 2. Bir entariyi açık yakalı
biçmek, yakasını geniş açmak. 3. (Bir bitkinin)
Tepesini budamak (Décolleter des betteraves). 4.
(Teknik) Yuva açmak, yatak açmak,
décolonisation diş. Sömürgelikten kurtulma,
bağımsızlaşma,
décoloniser gçl. Sömürgecilikten çıkarmak,
bağımsızlaştırmak (Décoloniser un pays).
décolorant, e s. ve er. Renk soldurucu (L'eau de
javel est un décolorant).
décoloration diş. Renk atma, renk attırma; solma,
soldurma;
renk
yitimi,
renksizlenme
(Décoloration des cheveux, d'un tissu).
décoloré,e s. 1. Rengi atmış, soluk (Etoffe
décolorée). 2. Boyama ile sarışın yada ak yapılmış
(Des cheveux décolorés). 3. mec. Yavan, renksiz,
ruhsuz (Un style décoloré).
décolorer gçl. 1. Rengini almak, renksizleştirmek.
2. Rengini soldurmak (Le soleil a décoloré les
rideaux). 3. mec. Yavanlaştırmak, tatsız tuzsuz
bir hale getirmek. § Se décolorer: 1. Rengini
atmak, solmak. 2. mec. Yavanlaşmak. 3.
Saçlarını sarıya boyatmak (Elle s'est décolorée).
décombres er. ç. Yıkıntı, ören, moloz (Les morts
restés sous les décombres).
décommander gçl. 1. (Bir siparişi) Geri almak
(Décommander un pantalon). 2. Ertelemek yada
iptal etmek (Décommander un repas, une
invitation). § Se décommander: Randevusunu
iptal etmek.
décompléter gçl. Eksik bırakmak, tümlüğünü
bozmak (La perte de ce timbre a décomplété sa
collection).
décomplexer gçl. 1. Aşağılık duygusundan
kurtarmak. 2. mec. Sıkıntısını
gidermek,
sıkıntıdan kurtarmak.

déconcerter

décomposer gçl. 1. kim. Ayrıştırmak (Décomposer


de l'eau par électrolyse. Le prisme décompose la
lumière solaire en ses couleurs fondamentales). 2.
Décomposer qch en: Bir şeyi -e bölmek, ayırmak
(Décomposer une phrase en propositions, un
nombre en facteurs premiers). 3. Bozmak,
çürütmek, kokutmak (La chaleur décompose les
matières animales). 4. Bozmak, kötüleştirmek
(La souffrance décompose ses traits). § Se
décomposer: 1. Kokuşmak, bozulmak, çürümek
(La viande s'est décomposée). 2. Bozulmak,
kötülemek (Son visage se décompose).
décomposition diş. 1. kim. Ayrışma, ayrışım,
ayrıştırma (Décomposition
d'une
matière
chimique, de la lumière par le prisme). 2. Dağılma,
bozulma, kokuşma (Décomposition
d'un
cadavre). 3. Kokuşma, gerileme, batmaya yüz
tutma, soysuzlaşma (Décomposition
d'une
société).
décompresser gçl. Basıncını azaltmak; basıncını
gidermek.
décompression diş. Basınçtan kurtarma; basınçtan
kurtulma.
décomprimer gçl. Basınçtan kurtarmak yada
basıncını azaltmak (Décomprimer de l'air).
décompte er. 1. Hesapözeti, hesap ayrıntıları. 2. Bir
hesaptan düşürülmesi gereken miktar. 3. mec.
Düş kırıklığı (Eprouver du décompte). 4. mec.
Sayma, hesaplama (La poésie populaire n'est pas
astreinte à la rime ni au décompte syllabique).
décompter gçl. 1. Hesaptan indirmek, hesaptan
düşmek (Décompter les frais de voyage). 2. gsz.
(Çalar saat) Tam saatinde çalmamak, yanlış
çalmak (Pendule qui décompte).
déconcentration^. 1. kim. Yoğunluğunu azaltma.
2. (Yönetim) Yerel özerklik; karar yetkisinin,
merkeze bağlı olarak, yerel yönetimlere
bırakılması.
déconcentrer gçl. 1. kim. Yoğunluğunu azaltmak
(Déconcentrer un liquide). 2. (Yönetim) Karar
yetkisini
yerel
yönetimlere
bırakmak
(Déconcentrer l'autorité ministérielle). 3. (Nüfus)
Yoğunluğunu azaltmak (Déconcentrer une zone
urbaine).
4.
(Dikkatini)
Dağıtmak,
toplayamamak (Déconcentrer son attention). §
Se déconcentrer: Dikkati dağılmak, kendini bir
konu üzerinde toplayamamak.
déconcertant,e s. Şaşırtıcı, hesaplan alt üst edici
(Une nouvelle déconcertante, une attitude
déconcertante).
déconcerter gçl. 1. Şaşırtmak (Se réponse nous a
déconcertés). 2. Hesaplarını alt üst etmek. 3.
Birliği, uyumu bozmak. 4. Keyfini kaçırmak (Un
déconfit
mot badin déconcertait cet homme timide).
déconfit, e s. Bozum olmuş, bozulup şaşırmış,
soğukkanlılığını yitirmiş (Il est resté tout déconfit,
il a une mine déconfite aujourd'hui).
déconfiture diş. 1. Bozulma, güçsüzlük, bozgun,
yenilgi (La déconfiture d'un parti politique). 2.
İşlerin bozulması, batkın, iflâs, °aciz (Déconfiture
d'un banquier). § Mettre qn en déconfiture: Birini
batırmak, iflas ettirmek. Etre, tomber en
déconfiture: İşleri çok bozulmak, batmak, iflas
durumunda olmak,
décongélation diş. Don çözülmesi, donmuşluğun
geçmesi, çözülme (Décongélation de la viande).
décongeler gçl. (Donmuş bir şeyi) Dondan
kurtarmak, buzlarını çözmek, donunu gidermek
(Décongeler de la viande).
décongestif,ive s. ve er. Kan boğmasını giderici
(ilâç).
décongestion diş. hek. Kan boğmasının geçmesi,
giderilmesi.
décongestionner gçl. Kan boğmasından kurtarmak
(Décongestionner les poumons). 2. mec. Açmak,
tıkanıklığını gidermek (Décongestionner une
rue).
déconnecter gçl. 1. (Elektrik devresinde)
Bağlantıyı kesmek. 2. Déconnecter qch de qch:
Bir şeyi -den ayırmak, ayrı tutmak, koparmak
(Déconnecter une société du monde).
déconner gsz. tkz. Saçmalamak, saçma sapan şeyler
söylemek.
déconnexion diş. 1. Bağlantısını kesme, bağlantısı
kesilme. 2. Ayırma, ayrılma; koparma, kopma,
déconseiller gçl. 1. Salık vermemek, caymasını
öğütlemek. 2. Déconseiller qch à qn: Bir şeyi
birine salık vermemek (Je le lui déconseille). 3.
Déconseiller à qn de f. qch: Birine -meyi salık
vermemek (Je te déconseille de sortir par temps
froid).
déconsidération diş. Gözden düşme, saygınlığını
yitirme, önemsememe. § Jeter la déconsidération
sur qn: Birini gözden düşürmek,
déconsidérer gçl. Değerden düşürmek, gözden
düşürmek, saygınlığım yitirtmek (Ce scandale l'a
déconsidéré). §Sedéconsidérer: Gözden düşmek,
saygınlığım yitirmek (Il se déconsidère par sa
mauvaise humeur). Etre déconsidéré: Gözden
düşmüş olmak (Il est déconsidéré auprès de ses
amis).
déconsigner gçl. 1. Emanetten çıkarmak, almak
(Déconsigner une valise). 2. Depozitosunu geri
almak (Déconsigner une bouteille).
décontamination diş. Bulaşıcılığım giderme,
bulaşıcılığı giderilme. Pislikten arındırma,

376

décorner
pislikten arınma,
décontaminer gçl. Bulaşıcılığım
gidermek;
pislikten arındırmak,
décontenancer gçl. Sarsmak, direncini yitirmek,
"metanetini yitirmek, soğukkanlılığını yitirmek
(Il a décontenancé ses adversaires). § Se
décontenancer: Soğukkanlılığını, metanetini
yitirmek,
bozulmak,
sarsılmak
(Il se
décontenance facilement).
décontracté,e s. 1. Gevşemiş, gerginliği geçmiş
(Muscles décontractés). 2. Rahat, rahatlamış
(Restez décontracté). 3. mec. tkz. Rahat, keyfi
yerinde, kaygısız (II esi toujours décontracté).
décontracter gçl. Gevşetmek (Décontracter ses
muscles). § Se décontracter: Gevşemek,
rahatlamak, gerginliği geçmek, kendini rahat
bırakmak (Décontractez-vous pour bien exécuter
ce mouvement).
décontraction diş. 1. Gevşetme. 2. Gevşeme,
rahatlama.
3.
mec.
tkz.
Kaygısızlık,
vurdumduymazlık.
déconvenue diş. Düş kırıklığı, umduğunu
bulamama (Ilaéprouvé une grande déconvenue).
décor er. 1. Bezek (Un décor somptueux). 2. Çevre,
görünüm, "manzara (Un décor de verdure, de
montagnes). 3. (Tiyatroda) Dekor (L'éclat des
décors étouffe le drame). § Tomber, entrer dans le
décor: (Taşıt) Yoldan çıkmak, kaza sonucu
devrilmek, uçurumu boylamak,
décorateur, trice ad. Bezekçi, dekorcu,
décoratif,ive s. 1. Süslemeye yarayan, süsleyici
(Peinture décorative. Les arts décoratifs). 2.
Bezeğe, bezemeye değgin. 3. Gösterişli, güzel
görünüşlü (Un objet décoratif).
décoration diş.
1. Bezekleme,
donatma
(L'ensemblier a effectué la décoration de son
appartement). 2. Süsleme eşyası (La décoration
d'une église). 3. Dekorculuk. 4. (Tiyatroda)
Sahne donatımı, sahne bezeği. 5. Nişan, madalya
(Sa poitrine était couverte de décorations.
Recevoir une décoration).
décorder gçl. İplerini çözmek (Décorder une
malle).
décorer gçl. 1. Süslemek, bezemek, donatmak
(Décorer un appartement, un salon). 2.
Güzelleştirmek. 3. Décorer qn de qch: Birine
-nişanı vermek (Décorer un professeur de la
Légion d'honneur. Décorer un soldat d'une
médaille).
décorner gçl. 1. Boynuzunu sökmek, kesmek
(Décorner un boeuf). 2. Kıvrımını açmak
(Décorner la page d'un livre). § Il fait un vent à
décorner les bœufs: Çok kuvvetli bir yel esiyor.
décorticage

377

décorticage er. Kabuğunu çıkarma (Décorticage du


riz, des amandes).
décortication diş. 1. Kabuğunu yontma, sökme
(Décortication d'un arbre à la raclette). 2. Bir
organı, kendisini saran zardan, kabuktan ayırma
(Décortication du cœur, du rein).
décortiqué,e s. Korteksi alınmış, ameliyatla beyin
zarı çıkarılmış (Chien, chat décortiqué).
décortiquer gçl.
1. Kabuğunu
çıkarmak
(Décortiquer un arbre, un fruit, des graines). 2.
Didik didik etmek, çok derin incelemek
(Décortiquer un texte, une phrase).
décorum er. 1. Yol yöntem, kurallar, protokol
(Respecter le décorum. Ici, pour le décorum, ilfaut
se séparer des femmes). 2. Etiket, saraylıların
yaşama yöntemi,
décote diş. 1. Vergi bağışıklığı 2. Bir paranın düşük
kurla değerlendirilmesi,
découcher gsz. Evinden başka bir yerde gecelemek,
dışarda gecelemek, dışarda kalmak (Je
découchais pour la première fois).
découdre gçl. 1. Sökmek (Découdre un bouton, une
doublure). 2. Karnını deşmek, yırtmak (Cerf qui
découd un chien). § En découdre: gsz. Boğaz
boğaza gelmek (Ils étaient prêts à en découdre).
découler gsz. 1. Azar azar akıp durmak, sızmak. 2.
Découler de qch: -den doğmak, çıkmak, ileri
gelmek (Toutes ces erreurs découlent d'une faute
de traduction).
découpage er. 1. Kesme, parçalama (Découpage
d'un gâteau, d'un poulet). 2. Bölgelere ayırma ( Le
découpage électoral consiste à établir des
circonscriptions électorales). 3. Kenarları kesilip
çıkarılacak renkli resim (Acheter des découpages
à un enfant). 4. (Sinemacılıkta) Çevirim
senaryosu; kesim,
découpé, e s. 1. Kesilip ayrılmış (Un article
découpé). 2. bitb. Tırtıklı, kenarları kirpikli
(Feuille découpée).
découper gçl. 1. Parçalara ayırmak (Découper un
gigot, un poulet). 2. Çevresi boyunca kesmek,
kırpmak (Découper un métal suivant un profil
donné). 3. Kesip ayırmak (Découper un article
dans un journal). 4. Karaltısını düşürmek,
siluetini yansıtmak (A l'horizon, les montagnes
découpent leur crêtes fines). § Sedécouper: Karaltı
halinde belirmek (Les montagnes se découpent
sur le ciel clair).
découpeur, euse ad. 1. Oymacı. 2. diş. Kesme
makinası, keski (Découpeuse à bois).
découplé, e s. 1. Boylu boslu (Jeune homme bien

décousure
découplé). 2. Rahat, davranışlarında serbest (Des
enfants découplés).
découpler gçl. 1. (İkişer ikişer bağlanmış av
köpeklerini avın ardına salmak üzere) Çözmek
(Le veneur découple les chiens). 2. mec.
Kovalatmak, izletmek, iz sürdürmek,
découpoir er. Kesme makinası, keski,
découpure diş. 1. Kırpma, oyma. 2. Kırpıntı. 3.
Girinti çıkıntı (Les découpures d'une côte
rocheuse). 4. Parça, kırpılmış parça,
décourageant, e s. Cesaret kırıcı; yılgınlık verici,
bezdirici,göz
korkutucu
(Un
résultat
décourageant, nouvelle décourageante; un enfant
décourageant par son inertie).
découragement er. Cesareti kınlma, gözü korkma;
yılgınlık, bezginlik (Il s'est laissé aller au
découragement).
décourager gçl. 1. Cesaretini kırmak, gözünü
korkutmak; yılgınlık ve bezginlik vermek (Cette
nouvelle nous a découragés. Un professeur qui
décourage les élèves). 2. mec. Kesmek,
durdurmak, azaltmak (Froid et hautain, il
décourageait la familiarité). 3. Décourager qn de
qch: Birini -den yıldırmak,
bezdirmek
(Décourager un jeune homme d'une entreprise
hasardeuse). 4. Décourager qn de f. qch: Birini
-mekten bezdirmek, yıldırmak; -mek isteği
bırakmamak (Il m'a découragé de travailler). § Se
décourager: 1. Cesareti kırılmak, gözü korkmak;
bezginlik yada yılgınlığa düşmek. 2, Se
décourager de qch: -den bezmek, yılmak. 3. Se
décourager de f. qch: -mekten yılgınlığa düşmek,
bezmek.
découronnement er. Tacını alma, tahttan indirme,
hükümdarlıktan düşürme,
découronner gçl. 1. Tacını almak, hükümdarlıktan
düşürmek (La Révolution a découronné le roi). 2.
Bir şeyin tepesindekini almak, tepesini koparmak
(La tempête découronne les arbres). 3. mec.
Aşağılamak, ayaklar altına almak (Découronner
les gloires).
décours er. 1. gökb. Ayın küçülme dönemi. 2.
Hastalığın savuşma evresi, hastalığın geçmeye
başlaması.
décousu,e s. 1. Dikişi sökülmüş, sökük (Chemise
décousue, ourlet décousu). 2. Bağlantısız,
birbirini tutmaz, ipe sapa gelmez (Une
conversation décousue, des idées décousues). 3.
er. Bağlantısızlık, tutmazhk, bağıntısızlık (Le
décousu et l'absurdité de la réaction).
décousure diş. 1. Dikiş söküğü, sökük. 2. Av
köpeğinde diş (domuz dişi) yada boynuz (geyik
boynuzu) yarası.
découvert

découverte s. 1. Açık, örtüsüz (Il a la tête


découverte. Un visage découvert, des épaules
découvertes). 2. Üstü açık (Une allée découverte).
3. Çıplak, ağaçsız, kıraç (Un terrain découvert, un
pays découvert). 4. er. Açık alan, açık yer
(Atteindre un découvert). 5. Banka avansı (Le
découvert d'un compte). § A découvert: 1. Açıkta
(Se trouver à découvert dans la campagne). 2.
Açıkça, dobra dobra, saklısı gizlisi olmadan (Agir
à découvert). 3. Açık, açıktan (Crédit à découvert;
vente à découvert). Etre à découvert: Alacakları
için elinde inanca bulunmamak. Vendre à
découvert: Borsada hava oyunu oynamak;
açıktan satmak; bedeli ödenmeden satmak,
découverte diş. 1. Bulma, bulunma; ortaya
çıkarma, ortaya çıkarılma; bulgu, "keşif (La
découverte de l'Amérique. Découverte
d'un
trésor). 2. Buluş, icat (Les dernières découvertes
delà technique). § Aller,partir à la découverte de:-i
bulmaya gitmek, -bulma ardından koşmak (Il est
allé à la découverte de nouveaux
thèmes
d'inspiration).
découvreur er. Bulucu, bulan, "kâşif,
découvrir gçl. 1. Örtüsünü, kapağını kaldırmak (La
cuisinière découvre la casserole). 2. Tepeliğini,
çatısını uçurmak (La tornade a découvert
plusieurs hangars). 3. Açık bırakmak, göstermek
(Une robe qui découvre largement les épaules). 4.
Ortaya koymak, belli etmek, açıklamak
(Découvrir ses intentions, ses motifs, ses
sentiments). 5. Bulmak, bulgulamak, keşfetmek
(Découvrir un vaccin, un nouveau continent). 6.
Bulmak (Découvrir un trésor). 7. Görmeye
başlamak, seçmek, gözü ulaşmak (Du haut de la
montagne, on découvrait la mer). 8. Bulmak,
keşfetmek,
öğrenmek,
ortaya
çıkarmak
(Découvrir un secret, un mystère, un complot, la
cause d'une maladie). 9. Découvrir qch à qn: Bir
şeyi birine açmak (Découvrir ses projets, ses plans
à un ami). 10. (Satrançta) Etrafını açık bırakmak,
savunmasız bırakmak (Découvrir imprudemment
son roi). 11. Boşaltmak, açık bırakmak (Un
général qui découvre une partie du front). § Se
découvrir: 1. Üstünü açmak, üstü açılmak (Le
malade s'est découvert en dormant). 2. Şapkasını
çıkarmak (Il se découvrit pour saluer son
directeur. Se découvrir en entrant dans une église).
3. Açılmak, aydınlık olmak, kapalılığı geçmek
(Le ciel s'est découvert). 4. Görünür olmak,
seçilmek (Les montagnes se découvraient à
l'horizon). 5. Açık vermek, tehlikeye karşı açık
olmak (Un boxeur qui se découvre. Cette armée se
découvre trop). 6. Açılmak, düşünce ve

378

décri

duygularını söylemek. 7. Sedécouvriràqn:Birine


açılmak, derdini söylemek (Il s'est découvert à ses
amis).
décrassage, décrassement er. Temizleme, kirini
pasını alma.
décrasser gçl. 1. Temizlemek, kirini pasını almak
(Décrasser une casserole, décrasser du linge). 2.
Yoksulluktan kurtarmak. 3. Görgüsüzlüğünü,
bilgisizliğini gidermek, yontmak. § Se décrasser:
Yontulmak; kabalıktan, hödüklükten kurtulmak
(Il commence à se décrasser un peu). § Sedécrasser
le visage: Elini yüzünü yıkamak,
décrassoir er. İnce tarak.
décravater gçl. (Birinin) Boyun bağını çıkarmak,
kravatını çıkarmak. § Se décravater: (Kendi)
Boyun bağını çıkarmak,
décréditer gçl. Gözden düşürmek, saygınlığını
yitirtmek, lekelemek, saygıdan düşürmek (Tous
mes adversaires cherchent à me décréditer auprès
de mes amis).
décrêpage er. Kıvırcıklığmı giderme, düzleştirme
(Décrêpage des cheveux).
décrêper gçl. Kıvırcıklığmı gidermek, düzleştirmek
(Décrêper les cheveux).
décrépir gçl. Sıvasını düşürmek (Décrépir un mur).
décrépissage er. Sıvasını düşürme (Décrépissage
d'un mur).
décrépit,es. Çökmüş, bitmiş tükenmiş, tiridi çıkmış
(Un vieillard décrépit, une vieille décrépite).
décrépitation diş. Ateşte çıtırdama, çıtırtı,
décrépiter gsz. Çıtırdamak,
décrépitude diş. 1. (Eski) Çok yaşlanmıştık,
çökmüşlük, tirit gibi olma. 2. (Şimdi) Çökme,
çöküş (Décrépitude des institutions religieuses).
decrescendo bel. miiz. Sesi gittikçe kısarak,
décret er. 1. Kararname. 2. mec. Karar, buyruk
(Les décrets du sort, du destin. Les décrets de la
mode).
§ Décret-loi: Kanun hükmünde
kararname,
décrétale diş. (Eskiden) Papalık fetvası,
décréter gçl. 1. Kararname ile buyurmak, ilân
etmek (Le gouvernement a décrété l'état de siège).
2. (Biri yada bir şey için) Kararname çıkarmak
(Décréter une nomination). 3. Décréter qch, de f.
qch: Bir şeye, bir şey yapmaya karar vermek (11 a
décrété que rien ne l'arrêterait dans son effort; il a
décrété de partir).
décret-loi er. Kanun hükmünde kararname,
décreusage er. Ham ipliği yıkama, temizleme,
décreuser: Ham ipliği yıkamak, temizlemek,
décri er. 1. (Para ve eşya için) Değerden düşme,
değer yitimi. 2. mec. Gözden düşme; ününü,
saygınlığını yitirme.
décrier

décrier gçl. 1. Saldırmak, eleştirmek, kınamak (On


décrie sa conduite). 2. Kötülemek, yermek,
aşağılamak (Décrier un livre, un auteur).
décrire gçl. 1. Betimlemek "tasvir etmek (Décrire
un paysage, un animal, une plante, une ville). 2.
Çizmek, izlemek (L'oiseau décrit des cercles dans
le ciel. La route décrit une courbe).
décrochage er. 1. İndirme; indirilme. 2. ask.
Düşmanla teması kesme, geri çekilme. 3.
Çalışmayı bırakma. 4. (Radyo) Bağlantı
kopukluğu. 5. (Uzay aracı) Yörüngeden çıkma,
décrocher gçl. 1. (Asılı duran bir şeyi) İndirmek
(Décrocher un tableau). 2. (Kancadan,
çengelden) Çıkarmak, kurtarmak. 3. (Birini) Al
aşağı etmek. 4. Kaldırmak, eline almak
(Décrocher le récepteur téléphonique). 5. tkz.
Kapmak, elde etmek; koparmak (Décrocher une
bonne situation). 6. gsz. ask. Geri çekilmek,
düşmanla teması kesmek. 7. tkz. Çalışmayı, işi
bırakmak. 8. Telefonu açmak. 9. Décrocher qch
de qch: a) Bir değeri öbüründen ayırmak
(Décrocher le dollar de l'or), b) -i yörüngeden
ayırmak (L'astronaute qui décroche son vaisseau
de l'orbite terrestre. 10. gsz. Décrocher de: a)-den
ayrılmak (Décrocher d'un parti politique). b)-den
kopmak, -ile aradaki mesafeyi çok açmak
(Athlète qui décroche du peloton).§ Décrocher la
timbale: Birçok kimsenin göz diktiği bir şeyi elde
etmek ; açıkgözlük edip parsayı toplamak. Bâiller
à se décrocher la mâchoire: Çenesi sökülürcesine
esnemek, ağzını alabildiğine açıp esnemek,
décrochez-moi-ça er. hlk. 1. Kullanılmış giysi. 2.
Eskici dükkânı,
décroiser gçl. Ayırmak, çaprazmı çözmek,
çaprazını bozmak ( Décroiser les bras, les jambes.
Décroiser les fils d'un métier).
décroissance diş. Azalma, eksilme, düşme
(Décroissance de la natalité, de la production).
décroissantes. Azalan, eksilen, düşen,
décroissement
er.
Kısalma;
küçülme
(Décroissement des jours; décroissement de la
Lune).
décroît er. Ayın küçülme dönemi (La Lune est dans
son décroît, sur son décroit).
décroître gsz. Azalmak, eksilmek, düşmek,
küçülmek (Ses forces décroissent chaque jour. Le
niveau de la rivière décroît).
décrottage er. Çamurunu silme, kirini pasını
temizleme.
décrotter gçl. 1. Çamurunu silmek, temizlemek
(Décrotter des chaussures). 2. mec. hlk. Birini
görgüsüzlükten kurtarmak, yontmak, adam
etmek (C'est elle qui l'a décrotté un peu).
379

décupler

décrotteur er. 1. Kundura boyacısı. 2. Kökleri,


yumruları temizleme makinası.
décrotteuse, décrottoire diş. Çamur fırçası,
décrottoir er. Ev kapılarının yanında, ayakkabı
çamurlarının silinmesi için konulan demir ızgara,
çamurluk.
décrue diş. 1. Sulann çekilmesi, inmesi. 2. İnen,
çekilen su miktarı (La décrue des eaux atteint un
mètre). 3. Düşme, azalma, inme.
décruer gçl. (Ham ipeği yada ipliği) Yıkamak,
décruser gçl. (Ham ipeği yada ipliği) Yıkamak,
décryptage er. Şifre anahtarını bilmeden şifreli bir
metni çözme,
décrypter gçl. Şifre anahtarını bilmeden şifre ile
yazılmış bir şeyi çözmek (Décrypter un texte, un
message).
déçu,e s. 1. Atlatılmış gerçekleşememiş (Espoirs
déçus). 2. Düş kırıklığına uğramış (Un homme
déçu, une femme déçue).
décubitus [dekybitys] er. (Vücut için) Yatış. §
Décubitus dorsal: Sırt üstü yatış. Décubitus
latéral: Yana yatış. Décubitus ventral: Yüzü
koyun yatış.
de cujus [dekyzys] er. Kalıt bırakan, miras bırakan,
"muris (La volonté du de cujus).
déculasser gçl. Kamasını çıkarmak, sürgü kolunu
çıkarmak (Déculasser un canon, un fusil).
déculottage er. Pantolonunu çıkarma,
déculottée diş. Küçültücü yenilgi, aşağılanma, rezil
olma.
déculotter gçl. Pantolonunu çıkarmak (Déculotter
un enfant). § Se déculotter: 1. Kendi pantolonunu
çıkarmak. 2. mec.
tkz.
Bayağılaşmak,
aşağılaşmak,
déculpabilisation diş. 1. Suçluluk duygusundan
kurtarma, suçluluk duygusundan kurtulma. 2.
Suç saymama, suç sayılmama,
déculpabiliser gçl. 1. -i suçluluk duygusundan
kurtarmak. 2. -i suç saymamak (Cette loi
déculpabilise plusieurs situations considérées
jusqu'ici comme criminelles).
déculturation diş. Kültürsüzleşme.
décuple s. 1. On kat büyük, on kat çok (Certaines
productions ont eu un rendement décuple de celui
qui était prévu). 2.er. On kat büyüğü, on kat çoğu,
on katı (Il a gagné le décuple de ce qu'il avait
dépensé. Tu seras remboursé au décuple).
décuplement er. On katına çıkarma; on kat artma,
décupler gçl. 1. On kat artırmak, on katına
çıkarmak (Décupler une somme, sa fortune). 2.
mec. Çok artırmak, pek çoğaltmak (La colère
décuplait ses forces). 3. gsz. On kat artmak, çok
yükselmek (Nos dépenses ont décuplé en quelques
décurie
années).
décurie diş. (Eski Romalılarda) On kişilik bir asker
yada yurttaş takımı, manga,
décurion er. (Eski Romalılarda) Manga başı,
onbaşı. 2. (Bizanslılarda) Belediye üyesi.
décussé,e s. bitb. Haç şeklinde dizilmiş (Feuilles
décussées).
dédaignable s. Önemsenmeyebilir, göz önüne
alınmayabilir, küçümsenebilir (Cet avantage n'est
pas dédaignable).
dédaigner gç/. 1. Hor görmek, küçümsemek (line
faut dédaigner personne). 2. Aldırmamak,
önemsememek (Il dédaigne les injures, les
menaces). 3. Dédaigner de f.qch: -meyi gereksiz
görmek, -meye tenezzül etmemek (Il dédaigne de
répondre).
dédaigneusement
bel.
Hor
görerek,
önemsemeyerek (Regarder dédaigneusement. Il
nous traite dédaigneusement).
dédaigneux,euse s. 1. Küçümseyici, horlayıcı,
önemsemeyen (Un regard dédaigneux, une
femme dédaigneuse). 2. Dédaigneux de qch, de
f.qch: -i küçümseyen, -meyi önemsemeyen,
-meye tenezzül etmeyen (Elle est dédaigneuse de
plaire. Une âme dédaigneuse des dangers et des
accidents). § Faire le dédaigneux: Aldırmamak,
önemsemez davranmak, burun kıvırmak,
dédain er. Hor görme, küçümseme, hor görürlülük
(Répondre avec dédain). § Avoir du dédain pour
qch, de qch: -i küçümsemek, hor görmek (llavait
du dédain pour ce genre de tractations. Il avait un
grand dédain de la mort).
dédale er. 1. Labirent (Flâner dans le dédale des
ruelles du vieux quartier). 2. Karmaşa,
karmaşıklık, anlaşılmazlık (Le dédale des lois. On
le suit difficilement dans le dédale de ses
explications).
dédaléen, ne s. 1. Labirenti andıran, karmakarışık
(Réseau dédaléen de rues). 2. İçinden çıkılmaz,
anlaşılmaz, karmakarışık,
dedans bel. 1. İçerde (Je vous attendrai dehors ou
dedans?). 2. İçinde, içine (Un trésor est caché
dedans. Le chèque est dans l'enveloppe? Oui, il est
dedans). 3. er. İç, içeri (Le dedans d'une maison).
§ Là-dedans: İçerde; içinde, burada (Il est caché
là-dedans. Il y a du vrai là-dedans). Au-dedans:
İçinde, içerde (Il y a 20 places au-dedans). Audedans de: -in içinde (Au- dedans de
lui-même, il
regrette ses paroles). De dedans: İçerden (De
dedans, on ne peut rien voir). En dedans: İçerde,
içinde (Le coffre de la voiture est grand, la roue de
secours est en dedans). En dedans de: -in içinde,
içine (Plier le doigt en dedans de la main. En

380
dédoré
dedans de lui-même, il réprouve cet acte). Entrer,
rentrer dedans: hlk. Çarpmak (Une voiture
venant de la droite m'est rentré dedans. line voyait
pas le mur, il est entré dedans). Mettre, foutre
dedans: tkz. Hapse atmak, kodese tıkmak.
Mettre, foutre qn dedans: tkz. Birini aldatmak,
kafese koymak (Attention, il va vous foutre
dedans). Rentrer dedans à qn: hlk. Üstüne
çullanmak, dövmek (Je vais lui rentrer dedans).
dédicace diş. 1. Vakfetme. 2. Vakıf yazıtı. 3. İthaf,
*sunu.
dédicacer gçl. 1. İthaf etmek, adına sunmak. 2.
Dédicacer qch à qn: Bir şeyi birine bir ithaf yazısı
ile sunmak (Dédicacer un livre à un ami).
dédicataire ad. Kendisine bir ithaf yazılan kişi.
dédicatoire i. İthafa değin, ithaflı (Epitre
dédicatoire).
dédier gçl. Dédier qch à: 1. Bir şeyi -e vakfetmek
(Dédier un autel à la Vierge. Hercule dédia un
temple à Jupiter). 2. Bir şeyi birine ithaf etmek (ila
dédié son premier roman à sa mère). 3. Ayırmak,
yöneltmek (Dédier ses efforts à l'intérêt public).
dédire gçl. 1. Sözlerinin, davranışlarının tersini
yapmak (Dédire un supérieur). 2. Dédire qn de
qch: Birinin -sini reddetmek (Je n'ai pas osé l'en
dédire). § Se dédire: 1. Caymak; adımını, sözünü
geri almak (Il s'est engagé un peu légèrement, et il
n'ose plus se dédire). 2. Bir önce söylediğinin
tersini yapmak; kendi kendisiyle çelişkiye
düşmek. 3. Se dédire de qch: -den caymak,
dönmek (Se dédire d'une promesse, d'un
engagement). § Cochon qui s'en dédit: (Ant)
Cayan köpek olsun, sözünden dönen alçaktır,
dédit er. 1. Sözünden cayma, dönme. 2. Cayma
"tazminatı, cayma giderimi (Contrat comportant
un dédit).
dédommagement er. 1. Zarar ve ziyan bedeli, zarar
ziyan karşıhğı (Demander, obtenir une somme
d'argent à titre de dédommagement). 2. mec.
Avuntu, ödünleme, "teselli, "telâfi (Ce sera un
dédommagement pour vos peines, à vos
souffrances).
dédommager gçl. 1. Zararını karşılamak ödemek.
2. Dédommager qn de qch: Birinin -sini tazmin
etmek, telâfi etmek (Dédommager quelqu'un
d'uneperte, d'un manque. Nous l'avons largement
dédommagé de l'accroc fait à son vêtement. Le
succès le dédommage de ses efforts). § Se
dédommager de qch: -i telâfi etmek, gidermek,
ödünlemek (Il s'est dédommagé de ses pertes).
dédorage er. Yaldızını çıkarma,
dédoré,e s. Yaldızını, görkemini yitirmiş; çökmüş,
yıkılmış (Aristocratie dédorée).
dédorer

381

dédorer gçl. Yaldızını çıkarmak, parlaklığını


gidermek. § Se dédorer: Yaldızı çıkmak,
parlaklığı gitmek,
dédouanement er. Gümrükten çekme, çıkarma,
dédouaner gçl. 1. Gümrükten
çıkarmak,
gümrükten
çekmek
(Dédouaner
une
marchandise, une voiture). 2. Dédouaner qn:
Birini eski saygınlığına kavuşturmak, aklamak. §
Se dédouaner: Eski saygınlığına kavuşmak,
aklanmak, yeniden gözde biri olmak (Il cherche à
se dédouaner par sa gentillesse).
dédoublage er. Bir benzerini çıkarma. § Dédoublage
de l'alcool: (Su katarak) Alkolderecesini indirme,
dédoublement er. 1. İkiye bölme, iki bölüme ayırma
(Dédoublement d'un train). 2. Bir şeyi iki
bakımdan ele alma.
dédoubler gçl. 1. İkiye bölmek, iki bölüme ayırmak
(Dédoubler une classe, un train). 2. Astarını
çıkarmak (Dédoubler un manteau). § Se
dédoubler: 1. İkiye bölünmek. 2. ruhb. Ruhsal
kişiliğindeki bütünlüğü, birliği yitirmek. 3.
Kendini ikiye ayırmak, iki yerde bir anda
bulunmak (Je ne peux pas me /dédoubler).
dédramatisation diş. Dramatik olmaktan çıkarma;
pek abartmama (Dédramatisation d'un jeu, delà
mort).
dédramatiser gçl. Dramatik olmaktan çıkarmak;
pek abartmamak (Dédramatiser une pièce de
théâtre. Dédramatiser la mort).
déductibilité diş. İneli ri leb i I irli k. düşürülebilirlik
(Déductibilité d'un impôt).
déductible s. İndirilebilir; düşürülebilir (Frais
déductibles de l'assiette de l'impôt).
déductif,ive i. mant. fels. Tümdengelime değgin,
tümdengelimli
(Méthode
déductive,
raisonnement déductif).
déduction diş. 1. (Bir hesaptan) İndirme, çıkarma,
düşme (Faire déduction des arrhes versées). 2. (Bir
şeyden) Çıkarılan sonuç, varılan sonuç (Il me
semble que vos déductions sont un peu
hasardeuses). 3. mant. fels. Tümdengelim,
déduire gçl. 1. (Bir hesaptan) İndirmek, düşmek,
çıkarmak (Déduire d'un compte les sommes déjà
versées). 2. Belli bir sıraya göre ve ayrıntılarıyla
anlatmak (Il ne faut pas moins d'adresse à déduire
un grandsujetqu'à en déduire un petit). 3. Déduire
qch de qch: a) -den... sonucunu çıkarmak (On
peut déduire de ses paroles qu'il se ralliera à notre
avis), b) -dençıkarmak, düşmek, indirmek (Nous
devons déduire de ce bénéfice les frais de route).
déesse diş. Tannça.
de

facto

bel.

"Fiilen,

*edimsel

( Gouvernement reconnu de facto).

olarak

défaite

défaillance diş. 1. Ortadan çekilme, yok olma. 2.


Bayılma, baygınlık (Sa défaillance s'explique par
son jeûne prolongé). 3. Güçten düşme, güçsüzlük,
bitkinlik (Après une brève défaillance, il s'est vite
ressaisi). 4. Zayıflık (Défaillance de mémoire, de
caractère, d'attention).
§ Sans défaillance:
Eksiksiz, kusursuz (Accomplir un devoir sans
défaillance).

Avoir une défaillance, tomber en

défaillance: Baygınlık geçirmek, düşüp bayılmak,


défaillante s. 1. Yok olan, tükenen, kalmayan
(Race défaillante). 2. Gücü azalan, gücü tükenen,
zayıf, zayıflamış (Une mémoire défaillante). 3.
Kendinde olmayan, baygın (Un
malade
défaillant). 4. Hazır bulunmayan, gelmeyen (Un
témoin défaillant, un candidat défaillant).
défaillir gsz. 1. Yok olmak, tükenmek, kalmamak.
2. Güçten düşmek, gücü tükenmek. 3. Azalmak,
eksilmek, zayıflamak (Sa mémoire, ses forces
commencent à défaillir). 4. Bayılmak, baygınlık
geçirmek (Il était sur le point de défaillir quand il
arriva au terme de sa longue marche). 5. (Bir
yerde) Hazır bulunmamak, gitmemek. § Défaillir
de: -den bayılmak (Défaillir de faim, de peur, de
joie).
défaire gçl. 1. Bozmak (Défaire sa coiffure). 2.
Sökmek (Défaire un mur pierre par pierre). 3.
Açmak, çözmek (Défaire un paquet, un nœud,
une cravate). 4. Kaldırmak, toplamak (Défaire la
table, son lit). 5. Bozmak, geçersiz saymak
(Défaire un contrat, un mariage). 6. Bozmak,
bozguna uğratmak (Défaire l'ennemi,
une
armée). 7. Défaire qn de qch: Birini -den
kurtarmak (Défaites-moi de cet
importun.
Défaire un pays d'un tyran). § Se défaire: 1.
Bozulmak (Sa coiffure s'est défaite). 2. Çözülmek,
açılmak, sökülmek (Un nœud qui se défait, une
couture qui se défait). 3. Se défaire de qn: Birinden
kurtulmak, başından savıp kurtulmak (Se défaire
d'un gêneur, d'un importun).4. Se défaire de qch:
-den kurtulmak (Se défaire d'un vice, d'un défaut,
d'une mauvaise habitude). S. Se défaire de qch:
-den satıp kurtulmak, -i elden çıkarmak (Se
défaire d'un cheval).
défait,es. 1. Bozulmuş, çözülmüş (Un nœud défait,
une coiffure défaite). 2. Solgun, yorgun,
zayıflamış, çökmüş (Un visage défait, une mine
défaite). 3. Bozguna uğramış (Une armée défaite).
défaite diş. 1. Bozgun, yenilgi (La défaite d'une
armée. Une défaite électorale). 2. Kaçamak yolu,
uydurma bahane (Il cherche des défaites). § Subir,
essuyer une défaite: Bozguna uğramak. Mettre

qn, qch en défaite: Bozguna uğratmak, yenmek


(Mettre une armée en défaite).
défaitisme

défaitisme er.
1. Başarıdan
umutsuzluk,
karamsarlık (Elle était prête à sombrer dans un
amer défaitisme). 2. Bozgunculuk,
défaitiste s. ve ad. Bozguncu (Une propagande
défaitiste. On traitait de défaitistes ceux qui
exprimaient leurs inquiétudes).
défalcation diş. (Bir toplamdan) Çıkarma, indirme,
düşme (Après défalcation faite des frais, il vous
reste mille francs).
défalquer gçl. 1. Çıkarmak, indirmek, düşmek. 2.
Défalquer qch de qch: Bir şeyi -den düşmek,
çıkarmak, indirmek (Défalquer les frais généraux
de la recette brute pour obtenir le bénéfice net).
défatiguer
gçl.
Yorgunluğunu
gidermek,
dinlendirmek (Une doucke peut te défatiguer). §
Se défatiguer: Yorgunluğu geçmek, dinlenmek,
défaufller gçl. Teyelini sökmek,
défausser gçl. Doğrultmak, düzeltmek (Défausser
une clef). § Se défausser: 1. (İskambilde) Boş ve
gereksiz kâğıtları atmak, elini düzeltmek (Ils'est
défaussé à trèfle). 2. Se défausser de: -oynayıp
kurtulmak, elinden çıkarmak (Se défausser de l'as
de coeur).
défaut er. 1. Yokluk, eksiklik, olmayış (Le défaut de
main-d'oeuvre.
Le défaut d'organisation a
entraîné d'importants gaspillages. Le défaut de
vitamines). 2. Yanlış, kusur, hata (Défaut de
tissage, défaut de prononciation, défauts d'une
étoffe). 3. Hazır bulunmama, gitmeme. § A
défaut: Olmayınca, olmazsa, olmadığında, hiç
olmazsa (Je cherche un appartement, ou, à défaut,
un studio). A défaut de: Olmadığı için,
bulunmadığından, olmadığından (A défaut de
madère, on pourra mettre dans la sauce un bon vin
blanc. A défaut d'argent, il ne peut pas sortir). Par
défaut: Yoklayın, "gıyaben. Jugement par défaut:
Gıyap kararı. Condamner, juger par défaut:

Gıyaben yargılamak, mahkûm etmek. Etre, se


mettre en défaut: Hatalı olmak, hatalı bir hareket
yapmak, kurallara uygun davranmamak. Faire
défaut à: Eksik olmak, -si olmamak (Le temps lui
fait défaut pour raconter la chose en détail). Mettre
en défaut: Aldatmak, yanıltmak (Mettre les chiens
en défaut).
défaveur diş. 1. Gözden düşme, saygınlığını yitirme
(Etre en défaveur auprès de quelqu'un). 2.
Düşmanlık, husumet (S'attirer la défaveur du
public).
défavorable s. 1. Elverişsiz, uygun olmayan
(Circonstances, conditions défavorables). 2.
Aykırı, ters, zıt (Avis défavorable,
opinion
défavorable). 3. Défavorable à: a) -e elverişsiz,
uygun olmayan (Le temps est défavorable à la

382

défendre

promenade), b) -e hasım, muhalif, karşı, düşman


(Il s'est montré défavorable
au projet.
Examinateur défavorable à un candidat).
défavorablement bel. Elverişsizce, uygunsuzca,
aykırı olarak,
défavoriser gçl. Aleyhinde olmak, engellemek
(Cette loi nous défavorise).
défécation diş. 1. kim. Arıtma, durultma
(Défécation d'un liquide). 2. Dışkısını salma,
dışkıyı dışarı atma; dışarı çıkma, büyük abdestini
yapma.
défectibilité diş. Eksiklilik, kusurluluk,
défectibles. Eksikliği, kusuru olan; eksikli, kusurlu
(Tout homme est défectible).
défectif,ive s. dilb. Bütün zamanları olmayan,
bütün halleri olmayan, *eksiltili (Verbes
défectifs).
défection diş. 1. (Bir partiyi yada düşünceyi)
Bırakma, ayrılma, kopma (La perte de la bataille
est due à la défection de l'aile droite. Une défection
massive d'un parti). 2. Gelmeme, hazır
bulunmama (Les défections ont été si nombreuses
que la réunion n'a pu avoir lieu).
défectueusement bel. Eksik yada kusurlu olarak,
yarım yamalak,
défectueux,euse s. 1. Eksik, yetersiz, yanlış
(Raisonnement défectueux). 2. Kusurlu, hatalı
(Machine défectueuse, outil défectueux).
défectuosité^. Eksiklik,eksiklilik,kusurluluk,
défendable s. Savunulabilir (Cette ville n'est pas
défendable sans artillerie. Une thèse défendable).
défendeur,eresse ad. huk. Dâva edilen, dâva
olunan; dâvâlı,
défendre gçl. 1. Korumak (Défendre les faibles). 2.
Savunmak (Défendre une ville. L'avocat a bien
défendu son client). 3. Yasaklamak (La loi défend
le meurtre). 4. Défendreqn, qch de: Birini, bir şeyi
-den korumak (Défendre son ami du danger, d'un
mal).

5. Défendre qn, qch contre: -e karşı

korumak (Il défend votre réputation contre les


médisants). Défendre qch à qn: Bir şeyi -e
yasaklamak (Défendre le tabac, l'alcool à un
malade). 7. Défendre à qn de f. qch: Birine -meyi
yasaklamak (Le médecin lui a défendu de fumer).
§ A son corps défendant: 1. İstemeyerek (Il a
accepté à son corps défendant). 2. Kendini
saldırıya karşı koruyarak, "nefis müdafaası
halinde. Il est défendu de f. qch, c'est défendu de f.

qch: -mek yasaktır (Il est défendu de fumer). § Se


défendre: 1. Kendini savunmak (Se défendre pied
àpied, commeunlion). 2. Se défendre en qch:-de
başarı göstermek, işin içinden çıkmak (Il se
défend bien en peinture). 3. Se défendre de, contre:
défenestration

383

défiance

-e karşı kendini savunmak. 4. Se défendre de,


contre: -den kendini korumak (Se défendre du
froid, contre la pluie). 5. Se défendre de f.qch:
-digini yadsımak, kabul etmemek, inkâretmek (Il
se défend d'avoir vendu tous ses livres). 6. Ne

déférence^. Saygı (Il nous traite avec déférence). §


Par déférence pour qn: -e olan saygıdan, -e karşı
duyulan saygıdan ötürü (Je l'ai fait par déférence
pour vous).
déférent,es. 1. Saygılı. 2. Taşıyıcı, boşaltıcı (Cana!

pouvoir se défendre de f.qch: -mekten kendini

déférent). § Etre, se montrer déférent enversqn: -e

alamamak (Il n'a pas pu se défendre de sourire).


défenestration diş. 1. (Kişileri) Pencereden atma.
2. (Adli tıp) Yüksek bir pencereden kazayla yada
itilerek düşme,
défens,défends er. Ormandan odun kesme yasağı,
défense diş. 1. Koruma, savunma (La défense d'une
ville, d'unpays. Ministère de la Défense Nationale.
Défense Nationale.
Défense passive).
2.
Dayanma, direnme, karşı koyma. 3. Yasaklama,
yasak (Défenses bizarres d'une société). 4.
(Mahkemede) Savunan taraf. 5. (Fil, yaban
domuzu, mors gibi hayvanlarda) Keskin diş,
savunma dişi (Les défenses du sanglier). 5. Deniz
teknelerinin bordalarına sarkıtılan yastık,
usturmaça. § Défense de f.qch: -mek yasaktır
(Défense de fumer, d'entrer, d'afficher). Défense
légitime: Yasalı savunma, "meşru müdafaa. Droit
de la défense: Savunma hakkı. Assurer la défense

de qn: (Mahkemede) Birinin savunmasını


yapmak, üzerine almak (Un avocat assurera la
défense de l'accusé). Avoir de la défense: argo. İşin
içinden sıyrılmasını bilmek, pek becerikli olmak.
Faire défense à qn de f. qch: Birine -meyi
yasaklamak. Prendre la défense de: -i savunmak,
korumak (Prendre la défense du faible, des
opprimés).
défenseur er. 1. Savunucu, "müdafi (Les défenseurs
ont repoussé les assaillants. Les défenseurs d'une
ville). 2. Tutan, destekleyen, savunan, savunucu
(Défenseur d'une idée, d'une thèse). 3. Koruyucu
(Défenseur des faibles, des opprimés). 4. Sanık
avukatı, savunma avukatı. §Se faire le défenseur
de: -in savunuculuğunu, koruyuculuğunu yapmak
(Se faire le défenseur d'une théorie, des pauvres).
défensif,ives. Korunma yada savunma için yapılan;
savunma, "tedafüi (Un pacte défensif une alliance
défensive. Armes défensives).
défensi vediş. Korunma durumu, savunma durumu.
§ Etre, se tenir sur la défensive: H e r türlü saldırıya

hemen karşılık verecek durumda olmak, saldırıya


karşı koymaya hazır beklemek,
défensivement bel. Savunma amacıyla, kendini
savunmak için.
déféquer gçl. 1. Arıtmak, durultmak, süzmek
(Déféquer une liqueur par précipitation). 2. gsz.
Dışarı çıkmak, büyük abdestini yapmak, sıçmak.

karşı saygılı olmak, saygılı davranmak,


déférer gçl. 1. Déférer qch à qn: Birine bir şey

vermek (Déférer une décoration à un général). 2.


Déférer qn à qch: -e vermek, sevketmek (Déférer
un coupable à la justice. Déférer une affaire au
tribunal). 3. gsz. Déférer à qch: -e katılmak,
uymak (Déférer à la décision de son ami, au
jugement d'un auteur, au désir de sa famille).
déferlage er. Açma (Déferlage d'une voile, d'un
pavillon).
déferlant,e s. Kudurgan, zincirden boşanmış gibi
(Vagues déferlantes. Les armées déferlantes de
l'envahisseur).
déferlement er. 1. Çarpma, dövme, çarpıp kırılma
(Le déferlement des vagues sur les rochers). 2. Sel
gibi boşanma, sel gibi gelme (Le déferlement des
barbares en Gaule).
déferler gçl. 1. (Yelkenleri) Açmak (Déferler une
voile, un pavillon). 2. gsz. Sel gibi akın etmek,
dalga dalga yayılmak ( La foule déferle sur la place.
La haine déferle). 3. gsz. Çarpıp çatlamak (Les
vagues déferlent sur les rochers).
déferrage, déferrement er.

1. Nal sökme.

2.

Prangasını çıkarma, zincirlerini çıkarma,


déferrer gçl. 1. Nallarını sökmek (Déferrer un
cheval). 2. Pırangasını, zincirlerini çıkarmak
(Déferrer un prisonnier). 3. Demir kaplamalarını
sökmek (Déferrer une caisse, une porte).
défervescence<% 1. (Sayrılıkta) Ateşin düşmesi. 2.
kim. Kaynaşma yokluğu, kaynaşmanın azalması,
défeuillaison diş. Yaprak dökümü,
défeuiller gçl. Yapraklarını yolmak (Défeuiller un
arbre). § Se défeuiller: Yaprak dökmek (Arbres
qui se défeuillent).
défi er. 1. Meydan okuma. 2. Vuruşmaya çağırma.
3. Défi à qch: -e meydan okuma, -i hiçe sayma
(Défi au danger, à la mort. Je considère cet acte
comme un défi à mon autorité). § Lancer un défi à,
contre: -e meydan okumak (Un lutteur forain qui
lance des défis à tous les assistants). Mettre qn au
défi de f.qch: Biriyle -miyeceğine bahse girmek
(Je le mets au défi de faire ce travail en deux
heures).
défiance diş. Güvensizlik, inanmama (Accueillir
une nouvelle avec défiance. Eveiller, inspirer la
défiance).

Mettre

qn

Kuşkulandırmak, pirelendirmek.

en

défiance:
défiant

384

defleurir

défiant,es. Güvensiz, kuşkucu, çabuk pirelenen (Il


a un air défiant).
défibrage er. Liflerini çıkarma,
défibrer gçl. Liflerini çıkarmak (Défibrer la canne à
sucre).
déficeler gçl. İplerini çözmek (Déficeler un paquet).
déficience diş. 1. Bedensel yada zihinsel yetersizlik.
2. Zayıflık (Déficience musculaire. Déficience de
mémoire, d'attention).
déficient,e s. 1. Yetersiz (Une argumentation
déficiente). 2. Zihince ve bedence geri, zayıf
(Rééduquer les enfants déficients).
déficit er. 1. Eksiklik (Déficit physiologique). 2.
Açık (Il a un déficit de plusieurs millions). §Déficit

Chef). § Défiler dur à la parade: argo. Ölmek,


cartayı çekmek. § Se défiler: l.Düşmanateşinden
korunuk bir yere saklanmak 2. mec. tkz. Tehlikeli
bir anda kaçmak, tüymek, kirişi kırmak (Je
comptais sur eux, mais ils se sont tous défilés. Il
s'est défilé avant la fin de la cérémonie).
défilocher gçl. Tiftiklemek, ditmek,
défini,e s. 1. Tanımlanmış. 2. Belli, belirli (Un
événement qui s'est produit à une époque bien
définie. Il a une tâche bien définie à remplir) .3. er.
Belirgin, belirginlik
(La définition
doit
s'appliquer à tout le défini). § Article défini: dilb.
Belirli tammhk. Passé défini: dilb. Belirli geçmiş
zaman.

budgétaire: Bütçe açığı. Combler un déficit: Bir

défilage er 1. İplikleri alma, kaldırma. 2. (Kâğıt

définir gçl. 1. Tanımlamak, "tarif etmek (Définir un


mot). 2. Belirtmek, ortaya koymak (Définir les
causes d'un phénomène). 3. Saptamak, "tesbit
etmek (Définir une politique). 4. Définir qn: -in
karakterini çözümlemek, kişiliğinin özelliklerini
belirtmek.
définissable s. Tanımlanabilir, anlatılabilir, dile
getirilebilir,
définissantes dilb. Tanımlayan,
définitif,ive s. 1. Kesin (Les résultats définitifs d'un
concours. Une réponse définitive. Leur séparation
est définitive). 2. Son, kesin (Une victoire
définitive. Edition définitive d'une œuvre). § En
définitive: Kısacası, uzun sözün kısası (En
définitive, qu'est-ce que vous voulez dire?).
définition diş. 1. Tanımlama, tanım, "tarif
(Définition
d'un mot, d'un concept).
2.
Betimleme, "tasvir. 3. (Sinema, televizyon)
Seçiklik; ekran tarama çizgi sayısı.
définitionnel,le s. Tanıma değgin, tanımsal,
définitivement bel. 1. Kesin olarak, kesinlikle (Ilesi
parti définitivement). 2. Kısacası, uzun sözün
kısası (Définitivement,
que voulez-vous en
faire?).

yapımında paçavraları) Tiftikleme.


défilé er. 1. Dargeçit, boğaz, argıt ( Défilé entre deux
montagnes). 2. Geçit töreni (Assister au défilé du
29 Octobre. Le défilé des troupes victorieuses). 3.
Moda gösteri geçidi, giyim gösterisi. 4. Topluluk,
grup (Un défilé de manifestants, de visiteurs, de
témoins).
défilement er. ask. Havale siperi,
défiler gçl. 1. (İpliğe geçirilmiş bir şeyi) İplikten
boşaltmak (Défiler un collier). 2. Çekmek, tane
tane çekmek (Défiler son chapelet). 3. ask.
Havale siperi yapmak. 4. gsz. Sıra ile geçmek, ard
arda geçmek (Défiler deux par deux). 5. Geçip
gitmek (Les jours défilent avec monotonie). 6.
Geçit yapmak (Défiler musique en tête devant le

déflagrant, e s. Tutuşup patlayıcı (Matières


déflagrantes).
déflagration diş. Tutuşup patlama; tutuşma,
patlama (La déflagration d'un explosif. La
déflagration a fait sauter une fenêtre).
déflagrer gsz. Tutuşup patlamak,
déflation diş. "Deflasyon, piyasada bulunan para
miktarının
azaltılması,
para
şişkinliğinin
giderilmesi, 'inginlik,
déflationnistes. Para şişkinliğini gidermeye değgin,
para şişkinliğini giderici,
défléchir gçl. 1.-in yönünü değiştirmek, saptırmak.
2. gsz. Yön değiştirmek, sapmak,
défleurir gçl. 1. Çiçeklerini düşürmek. 2.
Meyvaların üzerindeki buğuyu, ince tüyleri

açığı kapatmak. Etre en déficit: Açığı olmak, açık


olmak (L'Etat, le budget est en déficit).
déficitaire s. 1. Açık, açığı olan (Un budget
déficitaire). 2. Yetersiz, eksik (Une récolte
déficitaire. Année déficitaire en blé, en raisin).
défier gçl. 1. Vuruşmaya çağırmak. 2. Meydan
okumak (Défier la mort, le danger). 3. Vız gelmek
(Sa réputation défie la calomnie). 4. Défier qn à
qch: Birine -de meydan okumak (Défier
quelqu'un aux échecs, à la course). 5. Défier qn de
f.qch: Birinin -meyeceğine bahse girmek (Je te
défie de distinguer la copie de l'original). § Se
défier de: 1. -e güvenmemek, inanmamak, bel
bağlamamak (Les femmes se défient des hommes
en général. Se défier des rumeurs non confirmées).
2. -den kuşkulanmak (Je me défie de moi-même).
défiguration diş. Biçimsizleştirme, biçimini bozma,
défigurer gçl. 1. Bozmak, biçimsizleştirmek,
çirkinleştirmek ( Des larmes défigurent son visage.
L'automne a défiguré notre jardin. La variole l'a
défigurée).
2. mec. Bozmak, saptırmak,
değiştirmek (Défigurer une pensée, la vérité).
déflexion

385

bozmak (Défleurir des pèches en les manipulant).


3. mec. Körpeliğini gidermek. 4. gsz. Çiçeklerini
dökmek, solmak,
déflexion diş. Sapma, yön değiştirme; saptırma, yön
değiştirme.
défloraison, défleuraison diş. Çiçek dökümü,
çiçeklerini dökme,
défloration diş. Kızlığını bozma, "bikrini izale etme.
déflorer gçl. 1. Kızlığını bozmak, "bikrini izale
etmek (Déflorer une jeune fille). 2. İffetsizliğe
sürüklemek. 3. mec. Bayağılaştırmak (Déflorer
un sujet).
défoliation diş. Yaprak dökümü,
défolier
gçl.
Yaprakları
döktürmek,
y apraksızlaştırmak.
défonçage, défoncement er. 1. Dibini delme, dibi
delinme. 2. Kirizma,
défonce diş. Derin sarhoşluk; dalıp gitme;
uyuşturucu alıp kendinden geçme,
défoncé, e 1. Delinmiş, deiık (Unsommier défoncé).
2. Çukurlarla dolu (Une route défoncée).
défoncer gçl. 1. Dibini delmek (Défoncer un
tonneau, une caisse). 2. Kırmak. Vurarak kırmak
(Défoncer une porte). 3. Kirizma yapmak, derin
sürmek (Défoncer un champ, un terrain). 4.
Yıkmak, bozmak, çukur çukur yapmak
(Défoncer une route).
défonceuse diş. Kirizma sabanı, pulluk,
déforestation diş. Ormansızlaştırma, orman kırımı,
déformateur, trice s. Bozucu, saptırıcı, özünü
değiştirici (Une interprétation déformatrice).
déformation diş. 1. Biçimini değiştirme,
biçimsizleştirme, bozma (Déformation des corps
soumis à des forces). 2. Biçimi bozulma,
biçimsizleşme 3. Saptırma, özünü değiştirme,
bozma (La déformation de la pensée d'un auteur).
déformer
gçl.
1.
Biçimini
bozmak,
biçimsizleştirmek (Miroir qui déforme les images.
Déformer ses chaussures). 2. Bozmak, özünü
değiştirmek, saptırmak (Déformer une idée). § Se
déformer: Bozulmak,
biçimini
yitirmek,
biçimsizleşmek,
défoulement er. Boşalma, içindekileri dışa vurma,
rahatlama.
défouler (se) gsz. Boşalmak, içindekileri dışa
vurmak, rahatlamak,
défournage, défournement er. Fırından çıkarma,
défourner gçl. Fırından çıkarmak (Défourner du
pain, des poteries).
défraîchir gçl. Soldurmak, tazeliğini gidermek (Le
soleil défraîchit les étoffes claires). § Se défraîchir:
Solmak, tazeliğini yitirmek,
défrayer gçl. Birinin masraflarını üzerine almak,

dégagé

ödemek (Il m'a défrayé). § Défrayer la


conversation: 1. Bir konuşmayı canlandırmak,
renklendirmek. 2. Bir konuşmanın konusu
olmak.
défrichage, défrichement er. Toprağı açma, tarla
haline getirme (Défrichement des forêts, des
marécages, des landes).
défricher 1. gçl. Bir toprağı açmak, tarıma elverişli
hale getirmek (Défricher une forêt, unelande). 2.
mec. Açmak, aydınlatmak (Défricher un sujet).
défricheur er. i. Tarla açıcı. 2. (Bir soruyu)
Aydınlatıcı.
défriper gçl. Buruşukluğunu, kırışıklığını gidermek
(Défriper un vêtement en le mettant sur un cintre).
défrisement er. 1. Kıvcırcıklığını giderme,
düzleştirme (Défrisement des cheveux). 2.
Kızdırma, canını sıkma,
défriser gçl. 1. Kıvrıklarını açmak, kıvırcıklığmı
gidermek, düzeltmek (Le temps humide défrise
les cheveux. Le coiffeur lui a défrisé les cheveux).
2. mec. hlk. Hoşuna gitmemek, kızdırmak,
umudunu kırmak (Il y a quelque chose qui te
défrise?).
défroissable s. Kırışıklığı, buruşukluğu çabuk
geçen.
défroisser gçl. Buruşukluğunu, kırışıklığını
gidermek, düzeltmek,
défroncer gçl. Kırışıklığını, buruşukluğunu
gidermek (Défroncer une étoffe). § Défroncer le
sourcil: Kaşlarının çatıklığı geçmek, öfkesi
geçmek.
défroque diş. 1. Din adamının "terekesi, bırakıt (La
défroque d'un moine). 2. Eski giysi, pılı pırtı
(S'habiller avec les défroques d'un vieil oncle).
défroqué, es. vead. Papazlığı bırakmış, eski papaz,
papaz eskisi (Un défroqué).
défroquer gçl. 1. Birini papaz kılığından, dolaysiyle
papazlıktan çıkarmak. 2. gsz. Papaz kılığını
çıkarıp atmak, papazlığı bırakmak. § Se
défroquer: Papaz kılığını çıkarıp atmak, papazlığı
bırakmak (Luther se défroqua).
défruiter gçl. Meyve tad ve kokusunu almak
(Défruiter de l'huile d'olive). § Se défruiter:
Meyvesizleşmek, meyvelerini yitirmek,
défunt, e s. ve ad. 1. Ölen, ölü, "merhum;
"müteveffa (Sa défunte mère. Défunt son frère.
Les enfants de la défunte. Prière pour les défunts).
2. s. mec. Ölmüş, ortadan kalkmış, tükenmiş
geçmişe karışmış (Royauté défunte. Leurs amours
défunts).
dégagé, e s. 1. Açık (Un ciel dégagé, front dégagé,
nuque dégagée). 2. Serbest, geniş(Vue dégagée). 3.
Rahat, sıkıntısız, serbest, özgür (Un air dégagé,
dégagement
un ton dégagé).
dégagement
er.
1.
Rehinden
kurtarma
(Dégagement d'effets déposés au mont-de-piété).
2. Çıkarma, kurtarma (Dégagement des blessés
ensevelis sous les décombres; dégagement d'une
pièce coincée). 3. Geçenek, aralık, koridor (Cet
appartement a de larges dégagements). 4. Boş
alan, serbest alan (Il y a un grand dégagement
devant notre maison). 5. Açma, engelleri
kaldırma (Le dégagement d'une rue, de la voie
publique). 6. Çıkma, "intişar etme (Dégagement
de gaz, de vapeur, de chaleur). 7. Serbestliğe
kavuşma, kurtulma, serbest olma.
dégager gçl. 1. Rehinden kurtarmak. 2. Çıkarmak;
kurtarmak (Les sauveteurs ont dégagé deux
blessés des décombres. Lancer une attaque pour
dégager une unité encerclée). 3. Geri almak
(Dégager sa parole, sa responsabilité). 4.
Engelleri kaldırmak, açmak (Dégager une rue,
une route). S. Açık bırakmak, dışarda bırakmak
(Encolure qui dégage la tête). 6. Açmak,
serbestlendirmek (Dégager la table, une somme
d'argent). 7. Çıkarmak, yaymak (Les plantes
dégagent du gaz carbonique. La rose dégage une
belle odeur). 8. Dégager qn de qch: Birini -den
kurtarmak (Dégager son ami d'une dette, d'un
engagement, d'une obligation, d'une charge). 9.
Dégager qch de qch: Bir şeyi -den çıkarmak (On
peut en dégager plusieurs conclusions). 10. Ortaya
koymak, bulmak (Dégager l'idée maîtresse d'une
théorie). § Se dégager: 1. Açılmak (Le ciel se
dégage). 2. Ortaya çıkmak, belli olmak (La vérité
se dégage peu à peu). 3. Se dégager de qch: a) -den
kurtulmak (Se dégager de ses liens, d'un
engagement),
b) -den çıkmak, yayılmak,
yükselmek (Odeur qui se dégage d'un corps. Une
rumeur légère se dégage de la foule). c) -den sonuç
olarak çıkmak (La morale qui se dégage de cette
histoire).
dégaine diş. Gülünç tavır, gülünç davranış,
gülünçlük.
dégainer gçl. 1. Kınından çıkarmak (Dégainer une
épée). 2. gsz. Kılıcını çekmek, kılıç çekmek.
déganter gçl. Eldivenini çıkarmak (Déganter la
main droite). § Se déganter: Eldivenlerini
çıkarmak.
dégarnir gçl. 1. Boşaltmak, içinde birşey
bırakmamak, içinde ne varsa almak (Dégarnir
une boîte de bonbons, une vitrine, un compte en
banque). 2. ask. (Bir yerden) Asker çekmek
(Dégarnir un front). 3. Budamak (Dégarnir un
arbre). 4. den. (Bir geminin) Donatımını
kaldırmak. § Se dégarnir: Boşalmak (Après le
386

dégermer

spectacle, la salle se dégarnit rapidement). Ses


tempes se dégarnissent: Saçları dökülüyor,
dégât er. Hasar, zarar (La grêle a fait de grands
dégâts dans les vignobles. Constater, estimer les
dégâts). § Limiter les dégâts: Beterinden
sakınmak (Il s'agit de limiter les dégâts, de sauver
ce qui peut être sauvé).
dégauchir gçl. Kabasını almak, düzeltmek
(Dégauchir la surface d'une pierre, dégauchir une
planche au rabot).
dégauchissage, dégauchissement er. Kabasını alma,
düzeltme.
dégauchisseuse diş. Bir tür mekanik rende,
yüzeyleri düzeltmeye yarayan alet.
dégazage er. Gazsızlaştırma; gazını alma.
dégazer gçl. Gazını almak, gazsızlaştırmak
(Dégazer un liquide).
dégazonnage, dégazonnement er. Çimsizleştirme,

çimini alma.
dégazonner gçl. Çimsizleştirmek, çimlerini almak,
dégel, er. 1. Buzların çözülmesi, kar erimesi, don
çözülmesi (C'est le dégel. Dégel d'un fleuve). 2.
mec. Çözülme, erime (Je me rappelle ce dégel de
tout mon être sous ton regard).
dégeler gçl. 1. Donmuşluğunu gidermek, buzunu
çözmek. 2. tkz. Isıtmak (Je n'arrive pas à me
dégeler les pieds). 3. Dégeler qn: Birinin
soğukluğunu,
tutukluğunu,
çekingenliğini
gidermek, neşesini yerine getirmek (Jel'aiunpeu
dégelé). 4. Açmak, kullanılmasına izin vermek
(Dégeler des crédits, un compte). 5.gsz. Buzları,
donu çözülmek (Le lac commence à dégeler). 6.11
dégèle: Buzlar çözülüyor, karlar eriyor. § Se
dégeler: Tutukluğu, çekingenliği geçmek; eski
durumunu, neşesini bulmak, açılmak (Un invité
qui commence à se dégeler).
dégénératif,ive
s.
Soysuzlaşmaya
değgin;
yozlaştırıcı, yozlaşıcı.
dégénération
diş.
Soysuzlaşma;
yozlaşma;
bozulma.
dégénérées, ve ad. 1. Soysuzlaşmış, yozlaşmış. 2.
Çığırından çıkmış,
dégénérer gsz. 1. Soysuzlaşmak, yozlaşmak,
bozulmak (Son fils a dégénéré. Tout dégénère
entre les mains de l'homme. Une race qui
dégénère). 2. Çığırından çıkmak. 3. Dégénérer en
qch: -e dönüşmek (Dispute qui dégénère en rixe.
Son rhume dégénère en bronchite).
dégénérescence diş. Soysuzlaşmışlık, yozlaşmışlık,
bozulmuşluk (Dégénérescence de la moralité
publique. Dégénérescence d'un tissu).
dégermer gçl. Çimini almak (Dégermer des pommes
de terres, dégermer de l'orge).
dégingandé
dégingandé,e .«. tkz. Sarsak (Il est vraiment
dégingandé).
dégingander gçl.
1, Sarsaklaştırmak.
2.
Çırpıştırmak, üstün körü yapıvermek. 3. gsz.
Sarsak bir hal takınmak,
dégivrage er. Buzunu çözme,
dégivrer gçl. Buzunu çözmek, buzunu temizlemek
(Dégivrer un réfrigérateur. Dégivrer une glace
d'automobile).
déglaçage, déglacement er. Buzlarını kırma,
buzlarını alma, buzsuzlaştırma.
déglacer
1. Buzlarını kırmak, buzsuzlaştırmak,
buzlarını almak (Déglacer une route). 2.
Parlaklığını almak, donuklaştırmak (Déglacer du
papier).
déglinguer gçl. tkz. Bozmak, berbat etmek
(Déglinguer une chaise, une bicyclette).
dégluer gçl. -in yapışkanlığını gidermek. § Se
dégluer de qch: -den kurtulmak, yakasını
sıyırmak, paçasını kurtarmak (Se dégluer d'un
embarras).
déglutir gçl. Yutmak (Déglutir un aliment, une
bouchée).
déglutition diş. Yutma (La salive aide à la
déglutition).
dégobiller gçl. gsz. tkz. Kusmak (Il ne cesse pas de
dégobiller. Il a dégobilté son repas).
dégoiser gçl. tkz. 1. Söylemek (Dégoiser
d'interminables discours). 2. gsz. tkz. Konuşmak
(Il dégoise encore!).
dégommage
er.
1.
Zamkını
çıkarma,
zamksızlaştırma. 2. tkz. işinden çıkarma, dışarı
atma.
dégommer
gçl.
1.
Zamkını
çıkarmak,
zamksızlaştırmak (Dégommer une enveloppe). 2.
tkz. İşinden çıkarmak, dışarı atmak (Dégommer
un administrateur).
dégonflage er. hlk. Cesaretsizlik, korkaklık, son
anda korkup çekilme, pısma (Son dégonflage a
fait échouer l'entreprise).
dégonfle diş. Kaçma, yan çizme,
dégonflé,e s. 1. Havası boşalmış, sönmüş (Pneu
dégonflé). 2. s. ve ad. Korkak, ödlek, son anda
korkup çekilen, pısmış, balonu sönmüş, foslaşmış
(Il ne voulait pas passer pour un dégonflé. Il est
dégonflé).
dégonflement er. Hava kaçırma, sönme, inme
(Dégonflement des pneus).
dégonfler gçl. 1. Şişkinliğini indirmek, havasını
boşaltmak, pörsütmek, söndürmek (Dégonfler
un ballon, unpneu). 2. mec. Sıkıntısını gidermek.
§ Se dégonfler: 1. Direnmekten vazgeçmek,
foslamak, yelkenleri suya indirmek. 2. Korkmak.

387

dégoût
dégorgement er. 1. Akma, boşalma (Dégorgement
de la bile). 2. Boşalma, dökülme (Dégorgement
d'un canal, d'un égout, d'une gouttière). 3.
Yıkama, temizleme (Dégorgement des laines, des
cuirs).
dégorgeoir er. I. Fazla gelen suyun akıtıldığı yer,
döküldüğü yer (Dégorgeoir d'un étang). 2. Bir
kanalı tıkayan maddeleri çıkarmaya yarayan
aygıt. 3. Oltayı balığın boğazından çıkarmaya
yarayan alet. 4. (Topçulukta) Falya iğnesi,
dégorger gçl. 1. Sızdırmak (Egout qui dégorge de
l'eau sale). 2. Açmak, tıkanıklığını gidermek
(Dégorger un évier, un égout). 3. Yıkamak
temizlemek, yabancı maddelerden arıtmak
(Dégorger du cuir, de la laine). 4. Kanını,
pisliklerini temizlemek için suya bastırmak
(Dégorger de la viande, des abats). S. gsz.
Dökülmek, boşalmak (Un égout qui dégorge dans
la mer). 6. mec. Boşalmak (Sa fureur dégorgea en
un torrent d'injures). 7. gsz. Kusmak. 8. gsz.
Yıkandığında, kiri dökülmek, rengini salmak
(Cuir qui dégorge). § Se dégorger: Akmak,
dökülmek, boşalmak (Rivière qui se dégorge dans
la mer).
dégoter, dégotter gçl. tkz. 1. (Birini) İşinden
kovmak, atmak, kapı dışarı etmek. 2. Bulmak,
sağlamak (Où as-tu dégoté ce bouquin?).
dégoudronner
gçl.
Katranını
almak,
katransızlaştırmak;
ziftini
almak,
ziftsizleştirmek.
dégoulinade diş. Sızıntı (Uya des dégoulinades sur
les murs).
dégoulinement er. Sızma, sızıntı yapma (Le lent
dégoulinement des dalots).
dégouliner gsz. hlk. Sızmak, damla damla akmak
(L'huile qui dégouline d'un bidon mal bouché).
dégourdi,e s. ve ad. Uyanık, açıkgöz, becerikli,
anasının gözü (Il est très dégourdi. C'est un
dégourdi).
dégourdir gçl. 1. Uyuşukluğunu gidermek,
uyuşmuşluğunu gidermek (La chaleur du f'eunous
a dégourdi les doigts). 2. Ilıtmak, ılıştırmak
(Dégourdir un liquide, dégourdir de l'eau). 3.
(Birinin) Gözünü açmak (Nous l'avons un peu
dégourdi).. § Se dégourdir: 1. Gözü açılmak,
enayiliği geçmek. 2. Uyuşmuşluğu geçmek,
dégourdissement er. Uyuşukluğunu giderme,
dinçleştirme.
dégoût er. 1. Bıkkınlık (Le dégoût de la vie). 2.
İğrenme, tiksinti (Une sauce qui cause du dégoût
pour certains. Son dégoût pour la viande est
surmontable).

§ Avoir, éprouver, ressentir du

dégoût pour: -e karşı tiksinti duymak, -den


dégoûtamment
tiksinmek (On ne ressent que du dégoût pour un
être si vil). Manger jusqu'au dégoût: Tıksırıncaya
kadar yemek,
dégoûtamment bel. İğrenç bir biçimde (Il mange
dégoûtamment).
dégoûtant,e s. 1. Berbat, tatsız tuzsuz (Un plat
dégoûtant). 2. İğrenç, iğrendirici (Un homme
dégoûtant). 3. Can sıkıcı, usandırıcı (Un travail
dégoûtant). 4. Kaba, açık saçık, "müstehcen (Il
raconte des histoires dégoûtantes).
dégoûtation diş. 1. İğrenme, tiksinme. 2. İğrençlik,
pislik, tiksinilecek şey.
dégoûté,e v. ve ad. 1. Güçbeğenir, titiz,
"müşkülpesent. 2. Dégoûté de: -den bıkmış,
usanmış (Il est dégoûté de vivre, de la vie). § Faire
le dégoûté: Titizlik etmek, hiçbir şeyi kolay kolay
beğenmemek,
dégoûter gçl. 1. Bıktırmak, usandırmak, bıkkınlık
vermek (Ce travail me dégoûte). 2. İğrendirmek,
tiksindirmek (Cet insecte le dégoûte). 3. Dégoûter
qn de qch: Birini -den tiksindirmek, usandırmak
(Ce livre m'a dégoûté de la société. Cet homme
nous dégoûte de l'humanité). 4. Dégoûter qn de
f.qch: Birini -mekten usandırmak, tiksindirmek
(C'est un travail qui vous dégoûte de travailler). §
Se dégoûter de qch, de qn: 1. -den bıkmak,
usanmak, tiksinmek (Il prétend qu'il ne se
dégoûtera jamais de ces gâteaux. Tout le monde se
dégoûte de lui). 2. Se dégoûter de f.qch: -mekten
bıkıp usanmak, gına getirmek.
dégouttant,e s. Suları damlayan, suları akan (Un
imperméable dégouttant de pluie).
dégoutterez. Damlamak, damla damla akmak (La
pluie dégoutte le long du mur. La sueur lui
dégouttait du front).
dégradants s. Alçaltıcı, aşağılatıcı, küçültücü,
dégradateur er. Fotoğrafların çevresindeki gölgeyi
gitgide azaltmak için kullanılan ortası açık levha,
yayma çerçevesi,
dégradation diş. 1. Rütbelerini sökme (La
dégradation d'un officier). 2. Zarar verme, bozma
(La dégradation d'un monument par l'humidité).
3. Alçaltma, küçültme, aşağılama (Dégradation
de l'homme par la débauche) 4. Küçülme,
alçalma, bayağılaşma (Tomber
dans la
dégradation). 5. (Renk, ışık) Git gide
yoğunluğunu
yitirme,
zayıflama,
açılma
(Dégradation d'une couleur, d'une lumière).
dégrader gçl. 1. Rütbesini sökmek (Dégrader un
officier). 2. Zarar vermek, bozmak, "harap etmek
(Des vandales ont dégradé ces sculptures
anciennes. La pluie a dégradé le mur). 3.
Alçaltmak,
aşağılatmak, küçültmek
(La

388

dégringolade

débauche dégrade l'homme). 4. Kemirmek,


oymak, içten çürütmek (Les eaux dégradent ces
rochers). S. Yoğunluğunu düşürmek, azaltmak,
gitgide açmak (Dégrader une lumière, une
énergie, une couleur). § Se dégrader: 1.
Küçülmek, alçalmak (Il se dégrade en acceptant ce
compromis). 2. Yoğunluğunu, değerini yitirmek
(L'énergie se dégrade selon le principe de Carnot).
3. (Renk, ışık) Gitgide açılmak (Les tons se
dégradent doucement).
dégrafer gçl. Kopçalarını çözmek (Dégrafer son
manteau). § Se dégrafer: Kopçaları çözülmek,
açılmak (Une robe qui se dégrafe).
dégraissage er. Temizleme, yağ lekelerini çıkarma
(Dégraissage de la laine, d'un vêtement).
dégraissants s. ve er. Yağ lekelerini çıkaran, leke
temizleyici.
dégraisser gçl. 1. Fazla yağlarını almak (Dégraisser
un boeuf, un porc. Dégraisser un bouillon, une
sauce). 2. Temizlemek, lekelerini çıkarmak
(Dégraisser un costume. Donner un manteau à
dégraisser). 3. Kabasını almak, düzeltmek,
inceltmek (Dégraisser une pièce de bois).
dégraisseur, euse ad. Temizleyici, lekeci, kuru
temizleyici.
degré er. 1. Basamak (Je gravis, d'un pas lourd, les
degrés de mon escalier. Monter, gravir les degrés
du trône, du pouvoir). 2. Düzey, seviye (Ces deux
exercices sont du même degré de facilité). 3.
Aşama, "kademe (Les degrés de l'échelle sociale).
4. Diploma, öğrenim belgesi (Avoir, prendre tous
ses degrés). 5. Derece (Parvenir au plus haut degré
de la gloire. Equation du premier degré, du second
degré. Angle de 60 degrés. Degré d'un baromètre.
Le thermomètre marque trente degrés à l'ombre.
Degré de concentration d'un alcool. Vin de 12
degrés). § Au plus haut degré: Son derece (Il est
avare au plus haut degré). Jusqu'à un certain
degré: Belli bir dereceye kadar (Je suis gentil
jusqu'à un certain degré). Par degrés: Derece
derece, adım adım, aşama aşama, "tedricen
(S'avancer par degrés vers un but).
dégressif,ive s. Kerte kerte azalan, gittikçe azalan,
gittikçe düşen (Impôt dégressif, tarif dégressif).
dégressivité diş. Derece derece azalma, kademe
kademe düşme (La dégressivité d'un impôt).
dégrèvement er. Vergi indirimi (Obtenir un
dégrèvement).
dégrever gçl. Vergisini indirmek, vergi indirimi
yapmak (Dégrever un contribuable. Dégrever un
produit, une industrie).
dégringolade diş. 1. Yuvarlanma, yuvarlanıp
düşme (Il s'est relevé de cette dégringolade avec
dégringoler

une foulure). 2. Batma, başarısızlığa uğrama (La


dégringolade d'une entreprise). 3. Düşme, inme
(La dégringolade des cours en
Bourse,
dégringolade des actions à la Bourse). 4. mec. İşin
kötüden kötüye gitmesi, berbata gitme, beterin
beteri olma.
dégringoler gsz. 1. Yuvarlanmak, teker meker
yuvarlanmak, tepetaklak düşmek. 2. Batmak,
iflas etmek (Une maison commerciale qui
dégringole) 3. Dikine inmek ( Un joli bois de pins
dégringole devant moi jusqu'au bas de la côte). 4.
Dégringoler de qch: -den düşmek, yuvarlanmak
(Dégringoler du pouvoir. Dégringoler d'un toit).
5. gçl. Yuvarlanırcasına inmek (Dégringoler une
pente, les escaliers). 6. Dégringoler qn: argo.
Birini yenmek, paçasını aşağı almak, al aşağı
etmek.
dégrisement er. Esrikliği, "sarhoşluğu geçme;
ayılma, kendine gelme.
dégriser gçl.
1. Sarhoşluğunu
geçirmek,
sarhoşluktan ayıltmak (L'airfrais m'a dégrisé). 2.
mec. Ayıltmak, uyandırmak, aklını başına
getirmek (La réalité l'a dégrisé). § Se dégriser: 1.
Sarhoşluğu geçmek. 2. Uyanmak, ayılmak, aklı
başına gelmek. 3. Se dégriser de qch: -den
ayılmak, aklı başına gelmek (Il s'est dégrisé de ses
illusions).
dégrosser gçl. Tel, sırma haline getirmek için
haddeden geçirmek (Dégrosser un lingot d'or,
d'argent).
dégrossir gçl. 1. Kabasını almak, düzeltmek
(Dégrossir une poutre, une pièce de bois, un bloc
de marbre). 2. Taslağını yapmak, taslağını
çıkarmak (Dégrossir un travail, un ouvrage). 3.
Dégrossir qn: Birini yontmak, eğitmek, adam
etmek (Dégrossir un paysan, un élève). § Se
dégrossir: Yontulmak, adam olmak, yol yöntem
öğrenmek.
dégrossissage, dégrossissement er. Kabasını alma,
düzeltme.
dégrouiller(se) gsz. tkz. Acele etmek, elini
çabuk tutmak.
déguenillé,e s. 1. Yırtık pırtık giyinmiş (Un jeune
homme déguenillé). 2. ad. Hırpani (Une troupe de
déguenillés).
déguerpir gçl. 1. Bırakmak, vazgeçmek (Déguerpir
un héritage, un droit). 2. gsz. Bırakıp gitmek,
çekip gitmek, tüymek, sıvışmak (L'ennemi a
déguerpi).
déguerpissement er. 1. Bırakma, vazgeçme. 2.
Çekip gitme, tüyme.
dégueulasse s. tkz. 1. Pis, kötü, berbat (Une
chambre dégueulasse). 2. ad. Pis herif (C'est un
389

dehors
dégueulasse).
dégueuler gsz. tkz. Kusmak, tavus kuyruğu
çıkarmak.
déguisement er. 1. İğreti kılık (Un déguisement de
carnaval). 2. Kılık değiştirme, kılık değişme. 3.
mec. Gerçeği peçeleme. § Sans déguisement:
Açık açık, dobra dobra, açıkça (Parler, agir sans
déguisement).
déguiser gçl. 1. Tanınmayacak bir kılığa sokmak. 2.
Déguiser qn en: Birini -kılığına sokmak (Déguiser
un homme en femme). 3. Değiştirmek, başka
biçime sokmak (Déguiser son visage, sa voix, son
écriture). 4. Saklamak, peçelemek, aldatıcı bir
görünüm vermek (Déguiser la vérité). 5.
Saklamak, gizlemek (Déguiser ses sentiments, sa
pensée). § Se déguiser: 1. Kılık değiştirmek, iğreti
bir kılığa girmek. 2. Se déguiser en: -kılığına
girmek (Se déguiser en clochard, en janissaire).
dégurgitergç/. 1. Olduğu gibi geri çıkarmak, kusup
çıkarmak. 2. mec. Aynen satmak (W dégurgite tout
ce qu'il a appris).
dégustateur er. İçkilerin çeşnisine bakan kimse,
çeşnici.

dégustation
diş.
Tadına
bakma,
tatma
(Dégustation de vins, de coquillages, d'huîtres).
déguster gçl. 1. Tadına bakmak, tatmak. (Déguster
les vins). 2. Tadını çıkara çıkara yemek, içmek
(Déguster un bon vin, un bon repas). 3. hlk.
Çekmek, acı çekmek (Qu'est-ce qu'ila dégusté!).
§ Déguster des coups: Çok acılar çekmek,
déhaler gçl. 1. (Bir gemiyi) Liman dışına çekmek
(Déhaler un navire). 2. gsz. Liman dışına çekilip
götürülmek (Un navire qui déhale).
déhaler gçl. Yanıklığını, esmerliğini gidermek
(Pommade qui déhâle le teint).
déhanché, e s. 1. Paytak paytak yürüyen 2. Kalçası
çıkmış, kalçası çıkık. 3. mec. Biçimsiz.
déhanchement er. 1. Kalça çıkığı. 2. Kalçasını
çıkarma. 3. Belini kıra kıra yürüme,
déhancher (se) gsz. 1. Paytak paytak yürümek. 2.
Belini kıra kıra yürümek. 3. mec. Kendini çok
zahmet çekiyor gibi göstermek,
déharnachement er. 1. Koşumunu çıkarma. 2.
Çulunu soyma,
déharnacher gçl. 1. (Hayvanın) Koşumunu
çıkarmak. 2. mec. Çulunu soymak, sırtındaki
acayip kılığı çıkartmak,
débiscence diş. bitb. Çatlama, açılma,
déhiscent,es. bitb. Çatlamış, açılmış (Lecolchique,
l'iris, le pavot, le tabac ont des fruits déhiscents).
dehors bel. 1. Dışarıda, dışarıya (Jette-le dehors. Je
vous attendrai dehors. Il est allé dehors). 2.er. Dış,
dışarı (Le dehors d'une maison). 3. er. ç. Dış
déicide

görünüş, görünüş (Il a les dehors d'un héros de


l'Antiquité). § Au dehors: Dışardan, dıştan
bakılınca (Au dehors, il est aimable, mais au fond
c'est un homme dur). Au dehors de: -in dışına (lia
placé tout son argent au dehors de son pays). De
dehors, par dehors: Dışardan (J'entends sa voix, il
appelle de dehors). En dehors: 1. Dışarıya,
dışarıya doğru (Ne vous penchez pas endehors). 2.
Bunun dışında, bundan başka, bundan fazla
olarak (Vous avez tout dit, il n'y a rien en dehors)
En dehors de: -in dışında (Cela s'est passé en
dehors de moi. C'est en dehors de la question).
Aller dehors: Dışarı çıkmak, sokağa çıkmak.
Mettre, jeter qn dehors: Birini kapı dışarı etmek.
Rester, coucher dehors: Açık havada yatmak,
geceyi yıldız palasta geçirmek. Sauver les dehors:
Görünüşü, "zevahiri kurtarmak,
déicides, vead. 1. Tanrıyı öldüren, Tanrıya kıyan,
Tanrı katili (Un peuple déicide). 2. er. Tanrı
katilliği. 3. er. mec. Dinsel inançları ortadan
kaldırma (Une révolution qui procède au
déicide).
déictiques. veer. dilb. Gösterici,
déification diş. Tanrılaştırma (La déification des
empereurs romains).
déifier gçl. 1. Tanrılaştırmak (Les Romains
déifièrent la plupart de leurs empereurs). 2. Çok
yüeeltmek, ululaştırmak, tapmak,
déisme er. fels. Tanrıyı yalnızca bir ilk neden olarak
ileri süren ve ona başkaca hiçbir nitelik ve güç
tanımayan ussal din öğretisi, yaradancılık,
"ilâhiye.
déiste s. ve ad. fels. Yaradancı, deist.
déité diş. (Söylencede) Tanrı, tanrıça (Les déités
grecques).
déj»bel. i.Şimdiden,dahaşimdiden(7/esrdé/àcim/
heures. Ils ont déjà fini leur travail). 2. Daha önce,
çoktan ( Quand il arriva, son ami était déjà parti).
3. Henüz (Je l'ai déjà rencontré ce matin) A. Ne
çabuk! (La cloche a sonné. Déjà! Il est dix heures.
Déjà!).
déjanter gçl. Janttan, ispitten çıkarmak (Déjanter
un pneu). § Se déjanter: Janttan çıkmak (Son pneu
s'est déjanté).
déjection diş. biy. 1. Dışkıları boşaltma, boşaltım.
2. ç. Dışkı. 3. (Yanardağ için) Püskürtü, atık.
déjeter gçl. Eğmek,eğriltmek, bükmek (Le vent a
déjeté tous les arbres). § Se déjeter: Eğrilmek,
bükülmek (Sa colonne vertébrale s'est déjetée, sa
taille s'est déjetée).
déjettement er. Eğrilme, bükülme,
déjeuner er. 1. Kahvaltı (Prendre du thé, du café au
lait pour le déjeuner). 2. Öğle yemeği. 3. (Genel

390

délai
anlamda) Yemek (Un bon déjeuner, arrosé de vins
fins). 4. Kahvaltı tepsisi. § Le petit déjeuner:
Kahvaltı. Déjeuner de soleil: 1. Güneşte çabucak
solan kumaş. 2. Pek süreksiz şey, saman alevi gibi
şey.
déjeunerez. 1. Kahvaltı etmek (Il est parti travailler
sans déjeuner). 2. Öğle yemeği yemek; yemek
yemek (Inviter un ami à déjeuner).
déjouer gçl. Bozmak, başarısız bırakmak (Déjouer
un complot, une intrigue. J'ai déjoué son jeu.
Déjouer les plans de l'ennemi).
déjucher gsz. 1. Tünekten inmek. 2. gçl. Tünekten
indirmek (Déjucher une poule).
déjuger(se) Yargısını, kararını değiştirmek (Après
une affirmation
aussi solennelle, il peut
difficilement se déjuger).
de jure bel. Hukuken (Reconnaître de jure un
gouvernement).
delà ilg. 1. Ötesinde, -den öteye (Porter delà les
mers ses hautes destinées). 2.Par delà: Ötesinde,
ötesine (Par delà les mers, par delà les temps). 3.
bel. Ötede (Contournez le champ et attendez-moi
par delà). 4. Au-delà: Ötede, biraz uzakta (Vous
voyez la poste, la boulangerie est un peu au-delà).
5. Au-delà de: -in ötesinde (S'en aller au-delà des
mers. Sa maison est au-delà de la nôtre). 6.
L'au-delà er. Öteki dünya. § Promettre par delà
son pouvoir: Gücünün ötesinde şeyler vadetmek.
Se mettre un peu en delà: Biraz öteye geçmek,
délabialisation diş. dilb. Düzleşme; düzleştirme
délabialiser gçl. Düzleştirmek. § Se délabialiser:
Düzleşmek.
délabré, e s. 1. Yıkık dökük, harap, viran (Un
édifice délabré). 2. Yırtık pırtık (Vêtement
délabré). 3. Bozuk, kötü (Une santé délabrée).
délabrement er. 1. Yıkık döküklük, haraplık
(Délabrement d'un édifice). 2. Eski püskülük,
yıpranmıştık. 3. Bozukluk, bozulma, kötüleşme
(Le délabrement de sa santé, de ses affaires).
délabrer gçl. 1. Harabetmek, viran etmek, yıkıp
dökmek (Le temps a délabré cet édifice). 2.
Bozmak (Délabrer sa santé par des excès). § Se
délabrer: 1 Harap olmak, viran olmak, yıkılıp
dökülmek (La maison se délabre). 2. Bozulmak
(Sa santé se délabre).
délahyrinthergçl. Çözmek, aydınlığa kavuşturmak
(Les personnages qui nous délabyrinthent nos
sentiments).
délacer gçl. Bağını çözmek, bağcıklarını çözmek
(Délacer ses chaussures, délacer un corset).
délai er. Süre, "mühlet (Votre réponse doit nous
parvenir dans le délai de dix jours). § Délai congé,
délai depréavis: huk. Feshi haber verme süresi.
délainage
Délai de grâce: Son mühlet. Délai de prescription:
Zaman aşımı süresi. Délai d'épreuve: Deneme
süresi. Délai d'opposition: İtiraz süresi.
Prorogation du délai: Sürenin uzatılması. Sans
délai: Geciktirmeksizin, hemen, çabucak,
ivedilikle (Il faut partir sans délai). A bref délai:
Yakında, kısa süre içinde (Nous prendrons une
décision à bref délai).
délainage er. (Derilerden) Yün sökme, yünlerini
koparma.
délainer gçl. (Derilerin) Yünlerini sökmek,
yünlerini koparmak,
délaissées, vead. Kendi başına bırakılmış, yüzüstü
bırakılmış, kimsesiz (Un enfant délaissé, femme
délaissée).
délaissement er. 1. Yüzüstü bırakma, yüzüstü
bırakılma (Il est mort dans un délaissement
complet). 2. Yardımsızlık, kimsesizlik (//.vep/om;
de ce délaissement insupportable). 3. Vaz geçme,
bırakma (Délaissement d'un héritage).
délaisser gçl. 1. Yüzüstü bırakmak, terketmek
(Délaisser une femme). 2. Bırakmak (Délaisser un
travail ennuyeux, délaisser les sciences pour les
lettres). 3. huk. -den vazgeçmek (Délaisser un
héritage, un droit).
délaitage, délaitement er. (Yağın) Ayranını
çıkarma, ayranını alma.
délaiter gçl. (Yağın) Ayranını çıkarmak, ayranını
almak.
délaiteuse diş. Ayıan çıkarma makinesi,
délardement er. 1. (Domuz etinin) Dış yağını
çıkarma. 2. (Bir şeyin) Keskin köşelerini yontma.
délarder gçl. 1. (Domuz etinin) Dış yağını almak. 2.
(Bir şeyin) Keskin köşelerini yontmak,
délassant, e s. Yorgunluk alıcı, dinlendirici (Un
exercice délassant, une promenade délassante, une
lecture délassante).
délassement er. 1. Yorgunluk giderme, dinlenme
(J'ai besoin de délassement). 2. Dinlendirici şey
(La musique, la lecture sont des délassements).
délasser gçl. Yorgunluk almak, dinlendirmek (La
musique délasse l'esprit). § Se délasser:
Dinlenmek.
délateur, trie e ad. Hafiye, jurnalci, *giziletimci.
délation diş. Hafiyelik, jurnalcilik, *giziletim,
"giziletimcilik.
délavage er. Islatma, suya batırma, sudan geçirip
rengini açma.
délaver gçl. 1. Sudan geçirip rengini açmak; rengini
attırmak (Délaver un tissu. Les pluies avaient
délavé l'écriteau). 2. Su altında bırakmak,
ıslatmak (L'inondation a délavé les terres).
délayage, délayement er. 1. Sulandırma (Délayage

391

déléguer
de la farine) 2. mec. Şişirme, sulandırma, gereksiz
uzatma (Un 'y a que du délayage dans ce devoir de
littérature). § Faire du délayage: Şişirmek, şişirme
yapmak, boş sözlerle uzatmak,
délayer gçl. 1. Suyla, bir sıvıyla karıştırmak
(Délayer de la chaux, du plâtre, du mortier.
Délayer de la farine dans l'eau, délayer du chocolat
en poudre dans du lait). 2. Şişirmek, uzatmak,
sulandırmak (Délayer une pensée, une idée, un
discours).
deleatur er. "Şilinsin " anlamına Lâtince bir söz olup
prova düzeltmelerinde kaldırılacak yazılara
konulan işaretin adıdır,
déléaturer gçl. Kaldırmak, çıkarmak, atmak
(Déléaturer une préface).
délébile s. Silinebilir, çıkarılabilir (Encre délébile).
délectables. 1. Tadı güzel, lezzetli (Mets délectable.
Un vin délectable). 2. Çok hoş, nefis (La fraîcheur
du soir était délectable).
délectation diş. Tat çıkarma, büyük zevk (Boire
avec délectation. Jouir avec délectation d'un
spectacle).
délecter gçl. Büyük bir zevk vermek, sevindirmek,
büyülemek (Il délectait l'assistance de ses histoires
humoristiques). § Se délecter: 1. Büyük bir zevk
almak, bayılmak. 2. Se délecter à qch, de qch: -den
büyük birzevk almak, -e bayılmak (Se délecter à la
contemplation d'un coucher de soleil. Use délectait
du silence qui régnait partout). 3. Se délecter à
f.qch: -mekten büyük bir zevk almak, -meye
bayılmak (Il se délecte à raconter ses souvenirs).
délégant,e ad. huk.l. Yetki veren (kimse). 2. huk.
Havale eden.
délégataire ad. huk. 1. Yetkili kılınan (kimse). 2.
huk. Havale edilen, "muhal-ün-leh.
délégation diş. 1. Yetkili kılma, yetkilendirme;
vekil tayin etme, vekâlet (Personne qui agit par
délégation, en vertu d'une délégation). 2. Yetkili
kılınmışlık, yetkililik, "vekillik. 3. Yetkililer
kurulu, elçi kurulu, "heyet, "delegasyon (Envoyer
une délégation. Président d'une délégation). §Par
délégation: "Vekâleten, yerine (En l'absence du
patron, c'est un secrétaire qui signe le courrier par
délégation).
délégué,e ad. (Bir iş görmek için) Yetki ile
gönderilmiş kimse, delege, "murahhas, temsilci
(Nommer, désigner un délégué. Délégué à un
congrès international. Délégué syndical; les
délégués du peuple à une assemblée).
déléguer gçl. 1. Delege olarak göndermek. 2.
(Kendi adına iş görmek üzere birini) Yetkili
kılmak, yetkilendirmek, "vekil tayin etmek. 3.
Déléguer qch à qn: Bir şeyi birine aktarmak,
délester
devretmek (Déléguersonpouvoir, sonautorité, sa
compétence à son frère).
délester gçl. 1. Safrasını boşaltmak (Délester un
véhicule, un ballon, un bateau). 2. tkz. Yükünü
hafifletmek. 3. Délester qn de qch: tkz. Birinin
-sini çalmak, araklamak, aşırmak (Délester un
vieillard de son portefeuille). § Se délester de qch:
(Bir yükten) Kurtulmak; bırakmak, atmak (Il
s'est délesté de ses paquets en arrivant).
délétère s. 1. Sağlığa zararlı (Les gaz délétères). 2.
Bozguncu, zararlı (Unepropagande délétère).
délibérante s. Tartışan, görüşen, "müzakere
halinde olan (Assemblée délibérante).
délibératif,ive s. Tartışıcı (söylev). § Avoir voix

délibérative: Oy verme halkı olmak (Avoir voix


délibérative à une assemblée).
délibération diş. 1. Konuşma, görüşme, tartışma
(Délibération d'un jury, d'une assemblée). 2.
Karar (Les délibérations prises par l'assemblée).
3. Düşünüp taşınma (Décision prise après mûre
délibération. On choisit la personne qu'on aime
après mille délibérations). § Mettre qch en
délibération: Bir şeyi tartışmaya sunmak,
görüşmek. Prendre une délibération: Bir karar
almak.
délibéré,e s. 1. Kesin kararını vermiş; kesin olarak
kararlaştırılmış (Il entra dans la chambre d'un air
délibéré) 2. er. (Mahkemede) Gizli oturum, karar
öncesinde yargıçlar arasıdaki görüşme (Mettre
une affaire en délibéré). § De propos délibéré:
Kasten, bile bile,
délibérément bel. 1. Kasten, bile bile, bilinçli olarak
(C'est délibérément que nous acceptons cette
responsabilité). 2. Kesin kararını vermiş olarak,
tereddütsüz (Répondre délibérément à une
remontrance).
délibérer gsz. 1. Konuşmak, görüşmek, tartışmak,
"müzakere etmek (Le jury délibère depuis une
heure sur la culpabilité de l'accusé). 2. Düşünüp
taşınmak (J'ai longuement délibéré avant
d'accepter). 3. Délibérer de qch: -i kararlaştırmak,
görüşüp tartıştıktan sonra karara bağlamak (Les
chefs de famille délibéraient entre eux des affaires
publiques). 4. Délibérer de f.qch: -meyi
kararlaştırmak (Le gouvernement délibérait de
fuir).
délicat,e s. 1. İnce, "nazik, tehlikeli (Un problème
délicat, une question délicate, une situation
délicate). 2. Hoş, güzel, tatlı (Parfum délicat,
couleur délicate, nourriture délicate). 3. İnce,
hafif, zarif (Dentelle délicate, le toucher délicat
d'un pianiste). 4. Dayanıksız, nazik (Peau
délicate, fleur délicate). S. Zayıf, nahif (Enfant

392

délier
délicat). 6. İnce duygulu, yüksek nitelikli (Un
lecteur
délicat).
7.
Titiz,
güçbeğenir,
"müşkülpesent (Il ne faut pas être délicat). 8.
Dürüst (Il est peu délicat en affaire. Un ami délicat
etréservé). 9.ad. Titiz,güçbeğenir, müşkülpesent
(Les délicats sont malheureux, rien ne les satisfait).
Faire le délicat: Titizlik göstermek, zorluk
çıkarmak, yokuşa sürmek,
délicatement bel. 1. İnce ince, incelikle (Objet
délicatement
ciselé). 2. Hafifçe (Saisir
délicatement un papillon). 3. Kibarca, incelikle (//
a délicatement refusé notre proposition).
délicatesse diş. 1. İncelik, güzellik, zariflik
(Délicatesse des traits d'un visage). 2. İncelik,
kibarlık (Délicatesse du langage, du style.
Répondre avec délicatesse). 3. Naziklik,
tehlikelilik (Cette affaire est d'une délicatesse qui
commande la plus grande prudence. La situation
conserve toute sa délicatesse). 4. Dayanıksızlık
(La délicatesse d'un teint, desapeau). 5. Tatlılık,
hoşluk, lezzetlilik (Ladélicatessed'unmets, d'une
boisson). 6. İncelik, gelişmişlik (Délicatesse de
goût, de jugement). 7. Titizlik, güçbeğenirlik.
délice er. 1. Büyük zevk, çok tatlı şey, büyük
mutluluk (Quel délice de vivre ici!. Ce rôti est un
délice). 2. diş. ç. Tat, zevk (Les délices de l'amour,
de la campagne. Il regardait avec délices les étoiles.
Jouir de toutes les délices de la vie).
délicieusement bel. Büyük zevkle (Elle joue
délicieusement du piano).
délicieux, euse s. 1. Çok hoş, nefis, tadına doyum
olmaz (Des fruits délicieux, un gâteau délicieux,
un parfum délicieux). 2. Çok güzel, zarif (Une
robe délicieuse, une toilette délicieuse, une femme
délicieuse).
délictueux, euse s. Suç sayılan, suç niteliğinde (Un
fait délictueux).
délié, e s. 1. Bağlı olmayan, çözülmüş, çözük
(Cordons déliés). 2. Çok becerikli, işlek, usta,
mahir (Cepianiste a les doigts déliés). 3. İnce (Un
esprit délié). 4. er. Harflerin ince kısmı (Unepage
caligraphiée avec des pleins et des déliés). § Avoir
un bon délié, avoir la langue déliée: Rahat ve çok
konuşmak, çenesi kuvvetli olmak,
déliement ar. Çözme, çözülme,
délier gçl. 1. Çözmek (Délier un fagot, une gerbe.
Délier une corde, desrubans. Délier les mains d'un
prisonnier). 2. Délier qn de qch: Birinin -sini
bağışlamak (Délier un fidèle d'un péché). 3. Délier
qn de qch: Birini -den kurtarmak, bağışık tutmak
(Je te délie de ta promesse. On l'a délié de son
serment). § Délier la langue de qn: Birinin dilini
çözmek, birini konuşturmak. N'être pas digne de
393

délimitation

délier le cordon des souliers de qn: Birinin

ayağının tozu olamamak, -in eline su bile


d ö k e m e m e k . Sans bourse délier: Tek

kuruş

ödemeden, metelik harcamadan,


délimitation diş. Sınır koyma, sınırlama; sınırım
belirtme (La délimitation d'une frontière, d'un
champ).
délimiter gçl. 1. Sınır koymak, sınırlarını belirtmek
(Délimiter l'emplacement d'un champ, délimiter
la frontière entre deux pays). 2. Sınırlamak (Le
conférencier a commencé par délimiter son sujet).
3. Belirtmek, sınırlarını çizmek (Délimiter les
attributions d'un envoyé). 4. Çevirmek,
sınırlamak (Clôtures qui délimitent une
propriété).
délinéament er. Bir şeklin kenar çizgisi, çevre
çizgisi.
délinéergf/. (Bir şeyin) Kenar çizgisini çizivermek,
çevresini çizgiyle belirtivermek.
délinquance diş. Suç işleme, suçlu olma, suçluluk
(Délinquance juvénile. Rapport entre la
délinquance et l'alcoolisme).
délinquant, es. vend. Suçlu ( Les jeunes délinquants.
Les délinquants s'exposent à des poursuites
pénales. L'enfance délinquante).
déliquescence diş. 1. Nem kapıp sulanarak
bozulma. 2. mec. tkz. Bozulma, yozlaşma,
kokuşma (Régime en déliquescence, société en
déliquescence). 3. Bunama, çökme. § Tomber en
déliquescence:
Gerilemek,
bozulmak,
yozlaşmak, kokuşmak,
déliquescentes. 1. Nem kapıp bozulan. 2. mec. tkz.
Bozulmuş yozlaşmış, kokuşmuş (Une société
déliquescente, un régime déliquescent). 3.
Bunamış, çökmüş (Un vieillard déliquescent).
délirant, es. 1, Sayıklayan (Un malade délirant). 2.
Sayıklatan, sayıklatıcı (Fièvre délirante). 3.
Sınırsız, ölçüsüz (Cet écrivain a une imagination
délirante). 4. Delice, çılgın ( Une joie délirante). S.
Esritici, baş döndürücü. 6. Saçma, gerçekle ilgisiz
(Exiger cela, c'est délirant).
délire er. 1. Sayıklama (Les délires d'un malade). 2.
Coşkunluk, taşkınlık, kendinden geçme (Les
prisonniers, dans un vrai délire, portaient en
triomphe leurs libérateurs). § Etre, entrer en
délire: Coşmak, kendinden geçmek. C'est du
délire: Saçma,
délirer gsz. 1. Sayıklamak (Le malade délire). 2.
Saçmalamak, saçma sapan konuşmak (Tu
délires). 3. Délirer de: -den coşmak, uçmak,
kendinden geçmek (Il délire de joie).
délirium tremens [delirjsm titanes] er. Lat.
(Alkoliklerde görülen) Titremeli sayıklama.

délivrer

délit er. 1. Suç, "cürüm (Délit connexe: Bağıntılı,


0
murtabit suç. Délit consommé: Tam suç. Délit
continu: Sürekli, °mütemadi suç. Délit continué:
Zincirleme, °müteselsil suç. Délit contre la
personnalité de l'Etat: Devletin kişiliğine karşı suç.
Délit contre les bonnes moeurs: Cinsel ilişki
suçları. Délit de droit commun: Adi suç. Délit de
fausse monnaie: Kalpazanhksuçu. Délit électoral:
Seçim suçu. Délit pénal: Cünha, ağır cezalı
olmayan suç. Délit de presse: Basın suçu. Délit
politique: Siyasal suç). 2. Bir taşın taş ocağındaki
yatağına dik gelen yanı. § Le corps du délit: Suç
âleti. Le flagrant délit: Suçüstü. Etre pris en
flagrant délit: Suçüstü yakalanmak. Prendre qn
en flagrant délit: Birini suçüstü yakalamak (Nous
l'avons pris en flagrant délit. Je vous prends en
flagrant délit de mensonge).
délitage, délitement er. 1. İpek böceğinin kerevetini
değiştirme. 2. Bir taşı katmanlaşma yönünce
yarma.
déliter gçl. 1. (Taşları, taş ocağındaki) Yatak
duruşuna dik bir duruşta kullanmak. 2. (Bir taşı)
Katmanlaşma yönünce yarmak. 3. Kerevetini
değiştirmek (Déliteries vers à soie). § Se déliter: 1.
Nemlenip ufalanmak (La chaux se délite). 2. mec.
Dağılmak (Le cénacle de ses fidèles s'est délité).
délitescence
hek. 1. İnme, sönme (Délitescence
d'une tumeur, d'une éruption). 2. Nemlenip
ufalanma, dağılma (Délitescence de la chaux).
délitescent, e s. Nemlenip ufalanan, dağılan.
délivrance diş. 1. Kurtarma, kurtulma, kurtuluş;
özgürlüğüne kavuşturma (Délivrance d'un
prisonnier, d'un pays). 2. Rahatlama, rahat bir
soluk alma, rahatlık (Tu ne peux pas imaginer cette
délivrance après un aveu, après un pardon. Enfin,
ce travail est achevé: quelle délivrance!). 3. Doğum
yapma, doğurma (Quand approcha le temps de sa
délivrance, elle partit pour Paris avec son mari). 4.
Verme, teslim (Délivrance d'un diplôme, d'un
certificat. Délivrance de la chose vendue à
l'acheteur).
délivrer gçl. 1, Kurtarmak,
özgürlüğüne
kavuşturmak (Délivrer un pays, les prisonniers.
Délivrer un captif en payant rançon). 2. Délivrer
qn de: Birini -den kurtarmak (Délivrer quelqu'un
d'un importun, d'un rival, d'une maladie, d'un
péril, d'une obligation). 3. Délivrer qch à qn:
Birine bir şey vermek, teslim etmek (Délivrer un
passeport à un commerçant. Délivrer un diplôme,
un certificat à un étudiant). § Se délivrer: 1.
Kurtulmak,
özgürlüğüne
kavuşmak.
2.
Verilmek, teslim edilmek (Les passeports se
délivrent ici). 3. Se délivrer de: -den kurtulmak (Se
394

déloger
délivrer de ses liens, d'un danger, d'un gêneur).
déloger gsz. 1. Çekipgitmek, ayrılmak, çıkmak, yer
değiştirmek (Le propriétaire veut occuper à
nouveau son appartement, il va nous falloir
déloger). 2. Déloger de: -den ayrılmak, çekip
gitmek, kaçmak, tüymek (Déloger
d'un
appartement, de chez soi. Délogez de là!). 3. gçl.
tkz. Atmak, çıkarmak (Lepropriétaire veut nous
déloger). 4. Déloger qn de: Birini -den atmak,
çıkarmak, kapı dışarı etmek (Déloger l'ennemi de
ses positions. Déloger un lièvre de son terrier). §
Déloger sans tambour ni trompette:

Gizlice

tüymek, kimseye haber vermeden çekip gitmek,


taşınmak.
déloyal, es. 1. Doğruluğa aykırı, yolsuz, dalavereli,
hileli (Manœuvre déloyale,concurrence déloyale).
2. Hain, kötü niyetli (Etre déloyal envers un parti,
une cause. Un adversaire déloyal).
déloyalement bel. Haince, kötü niyetle, dalavereyle
(Agir déloyalement).
déloyauté diş. 1. Doğurluğa aykırılık, yolsuzluk,
dalaverecilik. 2. Hainlik, kötü niyetlilik.
delphinaptère blanc er. hayb. Akbalina.
delphinaptéridés er. ç. hayb. Küçükyüzgeçli
yunusbalığıgiller.
delphinidés er. ç. hayb. Dişli balinalar,
delta er. 1. Eski Yunan abecesinin A biçimindeki
dördüncü harfi, delta. 2. coğr. Çatalağız, "delta
(Le delta du Nil, delta du Rhône).
deltaïque s. Deltaya değgin, delta ile ilgili,
çatalağızlı (Plaine deltaïque. Riz deltaïque,culture
deltaïque).
deltoïde er. 1. Omuz kası. 2. s. Omuz kasına değgin.
deltoïdien,ne s. Omuz kasıyla ilgili (Artère
deltoïdienne).
déluge er. 1. Tufan (L'arche de Noé échappa au
déluge). 2. Zorlu yağmur, sağnak (Au bout de six
jours de déluge, la pluie diminue d'intensité). 3.
Büyük su taşkını. 4. mec. Bol miktarda, tufan gibi
(Déluge de maux, de malheurs). 5. mec. Sel, sel
gibi, bir sürü (Un déluge de paroles, de
compliments; un déluge de larmes, de sang). §
Après moi le déluge: Benden sonra tufan, benden
sonra çaylar kurusun. Remonter au déluge, être
d'avant le déluge: Nuh nebiden kalma .
déluré, es. 1. Uyanık, açıkgöz, becerikli (Un-enfant
déluré). 2. mec. tkz. Yüzsüz, yırtık (C'est une fille
délurée).
délurer gçl. 1. Uyandırmak, gözünü açmak,
saflıktan
kurtarmak.
2.
mec.
tkz.
Yüzsüzleştirmek, arsızlaştırmak.
délustrer gçl. Cilasını bozmak, parlaklığını
gidermek.

demande

démagnétisation diş. Mıknatıslılığını giderme,


mıknatıssızlaştırma.
démagnétiser gçl. Mıknatıslılığını gidermek,
mıknatıssızlaştırmak.
démagogie diş. Halk avcılığı, laf ebeliği, demagoji.
§ Faire de la démagogie: Demagoji, halk avcılığı
yapmak ( Les candidats aux élections font souvent
de la démagogie).

Verser qch dans la démagogie:

Demagojiye dökmek, lafa boğmak (Il verse tout


dans la démagogie).
démagogique s. Halk avcılığı niteliğinde,
demagojiye değgin, laf ebeliği yapan ( Un discours
démagogique,
programme
électoral
démagogique).
démagogue ad. 1. Halk avcısı, laf ebesi, demagog
(Le démagogue est le pire ennemi de la
démocratie). 2. s. Demagoji yapan, laf ebesi, halk
avcısı, demagog (Un politicien démagogue, un
orateur démagogue).
démaigrir gçl. İnceltmek, kalınlığını azaltmak
(Démaigrir une poutre).
démaigrissement er. İnceltme, kalınlığını giderme,
démaillage er. (Örülmüş bir şeyi) Sökme,
démailler gçl. (Örülmüş bir şeyi) Sökmek. § Se
démailler: Sökülmek, kaçmak (Son bas s'est
démaillé).
démailloter gçl. Kundağını açmak, kundaktan
çıkarmak (Démailloter un bébé).
demain bel. 1. Yarın (Je me couche de bonne heure,
demain je dois me lever tôt. Mon père reviendra
demain). 2. er. Yarın, gelecek, "istikbal (Le
monde de demain. Une Turquie qui regarde déjà
vers les demains lumineux).§ Après-demain:
Öbür gün, öbürsügün. A demain!: Yarına, yarın
görüşürüz (Au revoir, à demain!). Ce n'est pas
demain la veille: Bu iş hemen olacak değil, bugün
yarın olacak bir şey değil bu; ha deyince hemen
olacak değil. Demain il fera jour: Acelesi yok,
sabah ola hayrola. De quoi demain sera-t-il fait?:

Gün doğmadan neler doğar. Il ne faut pas


remettre à demain ce qu'on peut faire le jour

même: Bugünün işini yarına bırakma,


démanchement er. Sapını çıkarma; sapı çıkma,
démancher gçl. 1. Sapını çıkarmak (Démancher une
hache, un outil). 2. Ayırmak, parçalamak
(Démancher une chaise). § Se démancher: 1. Çok
zahmetlere girmek, canı çıkmak. 2. Se démancher
pour: -için kendini helak etmek, canı çıkmak (ilse
démanche pour nous faire plaisir).
demande diş. 1. İstek, "arzu (Notre première
demande, c'est la paix) 2. İsteme (Demande
d'emploi). 4. Dilekçe (Rédiger, adresser une
demande. Dossier de demandes). S. Sipariş,
demandé

395

ısmarlama (Livrer sur demande). 6. (Ekonomide)


İstem, "talep (L'offre et la demande: Sunu ve
istem, °arz ve talep). 7. Soru (Leçon par demandes
et réponses). 8. huk. Dâva (Demande accessoire:
°Fer'i dâva, yan dâva. Demande connexe:
0
Murtabit, bağıntılı dâva. Demande de débat oral:
°Murafaa talebi,duruşma istemi. Demande en
dommages-intérêts: "Tazminat talebi, tazminat
dâvası, zarar ödenmesini isteme. Demande en
révision: Temyiz talebi. Demande principale: Aslî
dâva. Demande reconventionnelle: °Mütekabil
dâva. Karşıt dâva, karşılıklı dâva). § Demande en
mariage: Kız isteme. A la demande de qn, sur la

demande de qn: -in isteği üzerine. A la demande


générale: Genel istek üzerine, °umumi arzu
üzerine. Belle demande!: tkz. Amma da soru ha!
Bu da sorulacak şey mi! Sormaya ne gerek ! Tabü!
(Cet habit me va bien?— Belle demande!) Faire la
demande en mariage: Kız istemek. Former une

demande: Bir dava açmak (Former une demande


en divorce, former une demande en dommagesintérêts).
demandé,e s. Çok aranan, çok istenen (Articles
demandés. Chemises demandées).
demander gç/. 1. İstemek (Demander une aide, une
autorisation). 2. Dilemek, istemek (Demander
une faveur avec humilité). 3. Sormak (Demander
la date d'une réunion). 4. Gerektirmek, istemek
(Le voyage demande trois heures) 5. Dava açmak,
"talep etmek (Demander des dommages-intérêts).
6. Demander qch à qn: a) Birinden bir şey istemek
(Demander à son ami un livre), b) Birine bir şey
sormak (Je lui demande la raison de son absence).
7. Demander à qn de f.qch: Birinden -meşini
istemek (Je lui demande de venir à temps). 8.
Demander à f.qch: -mek istemek, -mek arzusunu
göstermek (// demandait à être introduit auprès du
président. Ces animaux demandent à vivre au
grand air). 9. Demander après qn: Birini arayıp
sormak (Personne n'a demandé après moi
pendant mon absence). § Demander l'aumône:
Sadaka istemek, dilenmek. Demander la
permission, l'autorisation de f.qch: -mek izni

istemek. Demander pardon à qn: Birinden özür


dilemek. Demander la tête de qn: Birinin kellesini
istemek, öldürülmesini istemek. Demander la
note, l'addition: (Otelde, lokantada, kahvede)
Hesabı istemek. Demander qn en mariage:
Evlenme teklifinde bulunmak. Demander à qn
plus qu'il n'en peut faire: Birinden yapamayacağı

bir şey istemek, gücü dışında şeyler istemek. Ne


demander qu'à f.qch: -mekten başka bir şey
istememek, istediği -mek olmak (Je ne demande

démarche

qu'à vous être utile). Ne pas demander mieux:


Canına minnet olmak, istediği zaten o olmak
(Vous voulez partir? -Je ne demande pas mieux).
Ne pas demander mieux que de f.qch: -mek camna
minnet olmak, istediği de zaten -mek olmak (Je ne
demande pas mieux que d'aller le voir. Il ne
demandait pas mieux que de démissionner). Je ne
te demande pas l'heure qu'il est: tkz. Sana ne, sen
ne karışıyorsun, sen kendi işine bak. § Se
demander: 1. Kendi kendine sormak (Je me
demande ce qu'il va faire). 2. Şaşmak, bir türlü
anlayamamak (On se demande pourquoi il a agi
ainsi).
demandeur,eresse ed. Davacı, dava eden.
démangeaison diş. 1. Kaşınma, kaşıntı (L'eczéma
cause des démangeaisons). 2. Büyük istek, aşırı
heves (Démangeaison de parler). § Avoir une
démangeaison de f.qch: -meyi çok istemek (J'ai
des démangeaisons de décrocher le téléphone pour
lui dire la vérité).
démanger gsz. Kaşınmak, kaşındırmak (La tête me
démange. Sa cicatrice le démange. Ça lui
démange dans le dos. La peau lui démange). § La
main me démange: Şöyle bir yumruk atmak
istiyorum. La langue lui démangeait: Konuşmak
istiyordu, konuşmaya can atıyordu, konuşmadan
edemeyecekti,
démantèlement er. 1. Surlarını yıkma. 2. Yıkıp
dağıtma, parçalama,
démanteler gçl. 1. Surlarını yıkmak (Démanteler un
fort). 2. Dağıtmak, yıkmak, parçalamak
(Démanteler une monarchie, une organisation. La
police a démantelé un gang redoutable).
démantibuler gçl. 1. Çenesini çıkarmak, çenesini
kırmak. 2. mec. Kırmak, bozmak, işe yaramaz
duruma getirmek (Démantibuler un meuble).
démaquillante 1. s. Makyaj silmeye, çıkarmaya
yarayan
(Crème
démaquillante,
lait
démaquillant). 2. er. Makyaj temizleme sütü.
démaquiller gçl. Makyajını silmek, makyajını
çıkarmak (Démaquiller un acteur, ses yeux).
démarcatif,ive s. Sınırlayıcı,
démarcation diş. 1. Sınır çekme; sınır (Je ne
reconnais pas de démarcation absolue entre la terre
et l'océan). 2. İki şeyi bir birinden ayıran kesin
çizgi, ayrım (La démarcation des partis
politiques). § Ligne de démarcation: Sınır çizgisi,
démarchage er. (Alıcının ayağına) Mal ve hizmet
götürme, kapı kapı dolaşıp alıcı arama,
démarche diş. 1. Yürüyüş, gidiş (Une démarche
légère, assurée, digne). 2. Yol yöntem, tutum (Par
des démarches différentes, ils arrivent à des
conclusions analogues). 3. Gelişme biçimi, "seyir
démarcheur
(La démarche de la pensée, du raisonnement). 4.
Başvurma, "müracaat. § Faire une démarche, des
démarches: Baş vurmak, "müracaat etmek (Il a
fait des démarches pour se procurer un permis).
démarcheur, euse ad. Satış sağlama görevlisi; kapı
kapı dolaşıp alıcı arayan,
démarier gçl. 1. (Karı kocayı birbirinden)
Ayırmak, boşanma kararı vermek (Le juge les a
démariés). 2. (Bitkileri söküp) Seyrekleştirmek
(Démarier les betteraves).
démarquage, démarcage er. Bir yapıtı şöyle böyle
değiştirerek kopya etme, kopya (Ce livre n'est
qu'un démarquageservile).
démarquer gçl. 1. İşaretini, markasını kaldırmak,
bozmak (Démarquer du linge, de l'argenterie). 2.
(Bir yapıtı) Şöyle böyle değiştirerek kopya etmek
(Démarquer un roman étranger, démarquer un
auteur). 3. (Spor) Markajdan kurtarmak,
démarqueur er. Kopyacı, aktarmacı, apartıcı,
"intihalci.
démarrage er. 1. Palamarını çözme (Démarrage
d'un navire). 2. Çalışma, kalkma, hareket etme,
işlemeye başlama (Le démarrage d'une voiture).
3. Başlangıç, başlama (Démarrage d'un travail).
démarrer gçl. 1. Palamarını çözmek (Démarrer un
navire,
une embarcation).
2. İşletmek,
çalıştırmak, hareket ettirmek (Démarrer sa
voiture) .3. Başlamakf Démarrer un travail) 4.gsz.
Yola çıkmak, limandan ayrılmak (Le bateau a
démarré). 5. Hareket etmek, çalışmak, kalkmak
(La voiture démarre brusquement). 6. Hale yola
girmek, başarılı olmak (Son affaire commence à
démarrer). 7. Démarrer de qch: -den dönmek,
caymak, vazgeçmek (Il ne veut pas démarrer de
son projet).
démarreur er. Motoru çalıştırmaya yarayan aygıt,
démascler gçl. (Mantar meşesinden) İlk mantarı
almak.
démasquer gçl. 1. (Gerçek ve mecaz anlamıyla
birinin) Maskesini düşürmek, kaldırmak; gerçek
kimliğini ortaya koymak (Démasquer un bandit,
démasquer un traître). 2. Ortaya çıkarmak
(Démasquer les intentions, les plans de
quelqu'un). § Démasquer ses batteries: Gizli
niyetlerini açığa vurmak,
démastiquer gçl. (Camın) Macununu çıkarmak,
démâter gçl. 1. (Geminin) Direklerini kırmak,
kaldırmak (Démâter un navire à coups de canon).
2. gsz. Direkleri kırılmak (Le navire risquait de
démâter).
d'emblée bel. Birdenbire, hemen,
déméchage er. hek. Fitilini çıkarma (Déméchage
d'une plaie).

396
dément

démêlage, démêlement er. Dağınıklığını giderme;


tarama; çözme (Le démêlage des cheveux. Le
démêlement d'une énigme policière).
démêlé er. 1. Dalaş, kavga (Ils ont eu un démêlé à
propos d'héritage). 2. Güçlük, sıkıntı (Il a eu des
démêlés avec la justice).
démêler gçl. 1. (Dolaşmış, karışmış bir şeyi)
Açmak, çözmek (Un pêcheur qui démêle sa ligne.
Démêler un écheveau de laine). 2. Ayirdetmek,
seçmek (Il n'est pas facile de démêler ce qui est
superflu et ce qui est nécessaire). 3. Anlamak,
kavramak, meydana çıkarmak (Je commence d
démêler ses intentions). 4. Tartışarak aydınlığa
kavuşturmak (Démêler une affaire). § Se démêler
de qch: -den kurtulmak, -içinden sıyrılmak (Se
démêler d'une difficulté, d'un embarras, d'une
intrigue).
démêloir er. Kaba tarak.
démêlure diş. Tarak döküntüsü, tarakta kalan saç.
démembrement
er.
Parçalama,
bölme;
parçalanma, bölünme (Démembrement d'une
propriété; démembrement d'un empire).
démembrer gçl. 1. Parça parça ayırmak, üyelerini
ayırmak (Démembrer un animal, un cerf). 2.
Parçalamak, bölmek (Démembrer un pays, un
empire, un domaine, une propriété).
déménagement
er.
Taşınma
(Faire son
déménagement. Camion de déménagement).
déménager gçl. 1. (Bir yerden bir yere) Taşımak,
göçürmek, nakletmek (Déménager ses meubles,
ses livres, ses valises, sa maison). 2. (Bir yerin
eşyasını) Boşaltmak (Déménager une pièce, une
maison). 3. gsz. Taşınmak, göç etmek (Nous
déménageons à la fin du mois). 4. gsz. tkz.
Saçmalamak, saçma sapan konuşmak (Un
vieillard qui commence à déménager). S.
Déménager à la cloche de bois: Kimseye haber
vermeden, gizlice eşyasını alıp kaçmak, gizlice
göçmek. § Faire déménager qn: Birini kaldığı
yerden çıkarmak, kapı dışarı etmek,
déménageur er. Ev taşıma işlerini yapan kimse, göç
taşıyıcı.
démence diş. 1. Bunama (Démence précoce: Erken
bunama. Démence sénile: Yaşhlık bunaması). 2.
Çılgınlık, delilik ( C'est de la démence d'agir ainsi).
3. Saçmalık, tuhaflık, anlamsızlık.
démener(se) gsz. 1.Çırpınmak, çırpınıp durmak
(Un écureuil qui se démène dans sa cage). 2. Çok
çaba göstermek, çırpınıp didinmek (Il s'est
démené pour faire adopter son projet).
dément,e î. ve ad. 1. Bunamış, bunak. 2. Çılgın,
deli. 3. Saçma, tuhaf, anlamsız (Cette idée me
paraît démente).
démenti

démenti er. 1. Yalanlama, "tekzip (Le bruit avait


couru que le prix de l'essence allait augmenter; le
gouvernement a fait publier un démenti). 2.
Bağdaşmayan şey, yalanlayıcı şey (Se présence est
un démenti de la nouvelle de sa maladie). §
Donner, opposer un démenti à qch: Bir şeyi

yalanlamak (Donner un démenti formel à une


accusation, à une nouvelle).
démentiel, le s. 1. Delice, saçma, ipe sapa gelmez
(C'est un projet démentiel). 2. Bunamayla ilgili,
bunakça,
bunamaya
değgin
(Ambition
démentielle).
démentir gçl. 1. Yalanlamak, "tekzip etmek
(Démentir une nouvelle, une rumeur, une
accusation). 2. Tersini söylemek, yalancı duruma
düşürmek (Démentir un témoin. Ne me démentis
pas en disant que tu n'étais pas là). 3. -in tam tersi,
zıddı olmak, -ile bağdaşmamak (Ses beaux yeux
ne démentent pas sa beauté inégalable). § Se
démentir: 1. Kendi kendini yalanlamak. 2.
Bitmek (Son amitié pour moi ne s'est jamais
démentie. Un effort qui ne s'est pas démenti
pendant des années).
démerder(se) gsz. tkz. Paçasını kurtarmak, işin
içinden çıkmak, çulunu sudan kurtarmak, başının
çaresine bakmak.
démérite er. Ayıp, kusur, suç (Où est son démérite
dans cette affaire?).
démériter gsz. 1. Kusur işlemek, kusuru olmak,
kusurda bulunmak (Il n'a jamais démérité. En
quoi a-t-il démérité?). 2. Démériter de qn, auprès
de qn, aux yeux de qn: Birinin yanında değerini
yitirmek, birinin gözünden düşmek,
démesure diş. Ölçüsüzlük, aşırılık,
démesuré, e s. 1. Kocaman, sonsuz, sınırsız (Un
empire démesuré). 2. Ölçüsüz, aşırı (Orgueil
démesuré. Il a des prétentions démesurées).
démesurément bel. Ölçüsüzce, aşırıca, çok fazla
(Des bougies démesurément longues. Il exagère
démesurément mes bonnes qualités).
démettre gçl. i. Yerinden çıkarmak (Il m'a démis le
poignet. Démettre un os, un membre). 2. (Bir
dâvayı) Reddetmek. 3. Démettre qn de qch:
Birinin -sini reddetmek (Démettre quelqu'un de
son appel). 4. Démettre qn de qch: Birini -den
çıkarmak, atmak, kovmak (Démettrequelq'un de
son emploi, de ses fonctions). § Se démettre: 1.
İstifa etmek, görevini bırakmak. 2. Se démettre
qch: -si çıkmak (Il s'est démis le poignet). 3. Se
démettre de qch: -den istifa etmek, ayrılmak (Il
s'est démis de ses fonctions. Se démettre d'une
charge, d'un emploi). 4.Se démettre de qch: -den
vazgeçmek, -i bırakmak, -e sırt çevirmek
397

demi

(J'accepterai tout ce que vous voudrez sauf de me


démettre de ce qui est ma fonction d'homme).
démeublé, e s. Mobilyasız. § Bouche démeublée:

Dişsiz ağız.
démeubler gçl. Mobilyasını kaldırmak,
demeurant (au) bel. Zaten, hem sonra, öyle de olsa
(Je ne pense pas que la séance soit longue; au
demeurant, rien ne vous empêche de partir).
demeure diş. 1. Konut, barınak, ev (Etablir sa
demeure en province). 2. (Eski) Gecikme
(Voyons donc ce que c'est, sans plus longue
demeure). 3. huk. Direnim, "temerrüt (Demeure
du créancier, demeure du débiteur). § Demeure
céleste: Uçmak, "cennet Demeure sombre Tamu
"cehennem. La dernière demeure: Sin, *gömüt,
"mezar, "ebedi istirahatgâh. La mise en demeure:
Uyarı, ihtar, protesto, ültimatom (C'est une
véritable mise en demeure). A demeure: Sürekli
olarak, sabit olarak (S'installer à demeure à la
campagne). En demeure: Direngen, "mütemerrit
(Un débiteur en demeure) Etre en demeure:
Direngen olmak, mütemerrit olmak. Mettre qn
en demeure de f.qch: Birini -meye zorlamak, -mek
zorunluğunda bırakmak (Je l'ai mis en demeure
d'exécuter ses engagements).
demeurerez. 1. Oturmak (Je demeure à Ankara).
2. Kalmak (Je suis demeuré là jusqu'à minuit. Ils
sont demeurés à l'état sauvage. Je suis demeuré
perplexe). 3. Durmak (La question demeure
obscure). 4. Demeurer à qn de: Birine -den
kalmak (Cette villa lui est demeurée de ses
parents).

§ Demeurer en place, en repos: Y e r i n d e

durmak, rahat durmak. Demeurer étranger à qch:


Bir şeye yabancı kalmak. Demeurer court: Şaşırıp
kalmak, söyleyecek söz bulamamak (Il est
demeuré court devant les objections). En
demeurer d'accord avec qn: Biriyle mutabık

kalmak, uyuşmak. En demeurer là: O kadarla


kalmak, olduğu gibi kalmak, daha fazla bir
ilerleme gösterememek (Les choses en demeurent
là). Ne pas demeurer en reste, en arrière: Geri

kalmamak, -den geri kalmamak,


demi,e ad. 1. Buçuk, yarım (Deux demis valent un
entier. Ne pouvant en avoir une, j'en ai pris une
demie. Pendule qui sonne les demies). 2. er. Bir
bardak bira (Prendre un demi). 3 .s. Yarım,buçuk
( Une douzaine et demie. Un centimètre et demi. Il
est sept heures et demie). § A demi: bel. Yarım,
yarıya kadar, yarısına kadar (A deminu. Enfant à
demi mort. Ouvrir un tiroir à demi). Faire qch à
demi: Bir şeyi yarım yapmak, eksik yapmak
(Ceux qui font les révolutions à demi ne font que
creuser leurs tombeaux).
demi-bas

demi-bas er. Yarım boğazlı kadın çorabı, dizin


altına kadar çıkan kadın çorabı,
demi-botte diş. Yarım boğazk çizme, kısa konçlu
çizme.
demi-cercle er. 1. Yarım çember. 2. Grafometre,
iletki, açıölçer,
demi-circulaire s. Yanm çember biçiminde,
demi-deuil er. Yas süresinin son yarısında giyilen
akh karalı yada koyu renk giysi,
demi-dieu er. 1. Yan tann, Eski Yunanlılann bir
tann Ue bir insanın melezi saydıkları kişi. 2.
Büyük kahraman,
demi-douzaine diş. Yanm düzine,
demi-droite diş. mat. Yanm doğru,
démieller gçl. Balını almak, babm süzmek
(Démieller la cire).
demi-finale diş. Yan final (Notre équipe a remporté
la demi-finale).
demi-fond er. Orta mesafe (Course de demi-fond).
demi-frère er, Ana yada baba ayn kardeş,
demi-gros er. Yan toptancılık (Maison qui fait le
demi-gros).
demi-grossiste ad. Yarı toptancı,
demi-guêtre diş. Kısa tozluk,
demi-heure diş. Yarım saat (J'ai attendu une demiheure. L'autobus passe toutes les
demi-heures).
demi-jour er. Gün ağarması, tan sökmesini andıran
cılız aydınlık, alacakaranlık,
demi-journée diş. Yarım gün.
démilitarisation diş. Askersizleştirme, askerden
arıtma, askerden arıtılma (Démilitarisation d'un
pays).
démilitariser gçl. Askersizleştirmek, askerden
arıtmak (Démilitariser un pays, une région).
demi-litre er. Yarım litre,
demi-louis er. On franklık eski bir altın sikke,
demi-lune diş. 1. (İstihkâmcılıkta) Ay tabya. 2.
Yarım teker şeklinde meydanlık yada mobilya. 3.
s. Yarım çember biçiminde (Table demi- lune,
commode demi-lune).
demi-mal er. tkz. Küçük zarar, hafif kaza.
demi-mesure diş. 1. Yarım ölçü (Demi-mesure de
graines). 2. Yarım tedbir, yarım önlem (C'est tout
ou rien, j'ai horreur des demi-mesures).
demi-mondaine diş. Kibar fahişe,
demi-monde er. Kibar fahişeler çevresi.
demi-mort,e s. Yarı ölü (Elle est demi-morte de
froid).
demi-mot er. Örtmece söz, yumuşatıcı söz (Après
avoir cherché des demi-mots pour mitiger
l'annonce fatale...) § A demi-mot: Gerisini
söylemeye gerek kalmadan, leb demeden
(Comprendre une lettre à demi-mot). Entrendre,

398

démissionner
comprendre à demi-mot: Leb demeden leblebiyi
anlamak.
déminage er. (Bir alandaki) Mayınlan temizleme,
déminer gçl. (Bir alandaki) Mayınlan temizlemek,
taramak (Déminer un port).
déminéralisation diş. Vücuttaki madensel tuzlan
azaltma; vücuttaki madensel tuzların azalması,
déminéraliser gçl. (Vücuttaki) Madensel tuzlan
azaltmak, yitirmek. § Se déminéraliser: Madensel
tuzlannı
yitirmek
(Son
organisme
se
déminéralise).
demi-pause diş. müz. Yarım durak,
demi-pension diş. 1. Yan pansiyon, yan "barıncak,
bir öğün yemek yiyerek kalma, bannma (Prendre
la demi-pension dans un hôtel). 2. Yan pansiyon
ücreti. 3. (Okullarda) Yalnız öğle yemeği verme
düzeni.
demi-pensionnaire ad. Yemekli yatısız (Etudiant
demi-pensionnaire).
demi-portion diş. Yanm porsiyon,
demi-quart er. Yarım çeyrek, çeyreğin yansı,
demi-reliure diş. Yalnız arkası meşinli kitap kabı.
démis,e s. Yerinden çıkmış, yerinden oynamış
(Remettre en place un poignet démis).
demi-saison diş. İlkbahar yada sonbahar. §
Vêtement de demi-saison: İlkbahar yada
sonbaharda giyilen giysi,
demi-sang er. Yarım kan, yalnız anası yada babası
saf kan olan at.
demi-savant er. Yarı bilgin.
demi-sels. 1. Az tuzlu (Fromage demi-sel). 2. ad. Az
tuzlu peynir. 3. argo. Kendi işinin yanı sıra
pezevenklik de yapan kişi.
demi-sœur diş. Ana yada baba ayn kızkardeş.
demi-solde diş. 1. Yarım aylık (Officier en demi
-solde: Yarım aylıklı subay). 2. er. Yarım aylıkla
görevden çekilmiş subay,
demi-soupir er. müz. Yarım solukluk durak; yarım
solukluk durağı gösteren işaret,
démission diş. 1. İstifa, "çekilmelik. 2. mec.
Çekilme, el ayak çekme. § Accepter la démission
de qn: Birinin istifasını kabul etmek. Donner sa
démission: İstifasını vermek. Donner sa
démission de qch: -den elini ayağını çekmek (A
votre âge, on ne donne pas ainsi sa démission de
toute activité dans la vie).
démissionnaire s. ve ad. İstifa eden, "müstafi,
görevinden çekilen (Ministre démissionnaire).
démissionner gsz. 1. İstifa etmek (Le ministre a
démissionné pour raison de santé). 2.
Démissionner de qch: -den istifa etmek (Un
officier qui démissionne de l'armée). 3. mec.
Vazgeçmek, bırakmak, elini eteğini çekmek (Sije
demi-tarif

ne réussis pas celte [ois, je démissionne). 4. gçl.


Démissionner qn: a) Birini istifa ettirmek, istifaya
zorlamak, b) Kovmak, kapı dışarı etmek,
demi-tarif s. ve er. Yarı tarife, yüzde elli indirimli
(Billet à demi-tarif, abonnement à demi-tarif).
demi-tasse diş. Kahve fincanı,
demi-teinte diş. Koyu ile açık arası (renk), ara renk.
demi-ton er. müz. Yarım ton.
demi-tour er. ask. 1. Geriye çark {Il salua, exécuta
un demi-tour rapide). 2.mec. Cayma, geri dönme.
§ Faire demi-tour: Sözünden caymak, geriye çark
yapmak.
démiurge er. Platon felsefesinde evreni düzenleyen
tanrı, *epitken, *demiurgos.
demi-vierge diş. Her haltı yiyen ama bakire kalan
genç kız, anasının kızı.
démobilisable s. Terhis edilebilir,
démobilisation
diş.
Terhis,
"salıverme
(Démobilisation générale).
démobiliser gçl. Terhis etmek, salıvermek,
démocrates, vead. Demokrat, demokrasi yanlısı,
démocrate-chrétien, ne s. ve ad. Hıristiyan
demokrat.
démocratie diş. Demokrasi f La démocratie repose
sur le respect de la liberté et de l'égalité des
citoyens).
démocratique s. Demokratça, demokrasiye uygun
(Régime
démocratique,
république
démocratique).
démocratiquement bel. Demokratça,
démocratisation
diş.
Demokratlaştırma;
demokratlaşma
démocratiser gçl. 1. Demokratlaştırmak. 2. Halka
yaymak, halka mal etmek,
démodé,es. Modası geçmiş; geçerliğini yitirmiş (Un
chapeau démodé; idées démodées,
théorie
démodée).
démoder gçl. Modasını geçirmek, modadan
çıkarmak. § Se démoder: Modası geçmek (Ce
genre de costume se démode très lentement).
démographe er. Nüfusbilim uzmanı, "nüfusbilimci.
démographie diş. 'Nüfusbilim.
démographique s. 1. "Nüfusbilimsel. 2. Nüfusla
ilgili (Croissance démographique: Nüfus artışı).
demoisselle diş. 1. (Eskiden) Soylu kız yada soylu
biriyle evlenmiş kadın. 2. (Daha sonraları)
Kentsoylu kadın. 3. (Şimdi) Bekâr kadın (Rester
demoiselle). 4. Yetişkin kız. 5. Yusufçuk,
kızböceği. 6. Kaldırım tokmağı, kaldırımcı
tomruğu. § Demoiselle d'honneur: 1. Kraliçe yada
imparatoriçe nedimesi. 2. Kilise ve belediyede
geline eşlik eden kız, sağdıç kız. Demoiselle de
Numidie: Telli turna.

399

démonstratif

démolir gçl. 1. Yıkmak (Démolir un mur, une


maison). 2. mec. Yıkmak, geçersiz kılmak
(Démolir une doctrine, un système, une théorie).
3. Kırmak (Démolir l'autorité, le crédit,
l'influence de quelqu'un). 4. Bozmak, harap
etmek (Démolir une voiture, un appareil de radio,
un jouet). 5. Démolir qn: tkz. Dayaktan pestilini
çıkarmak, ağzını burnunu dağıtmak. 6. mec. tkz.
Mahvetmek, bitirmek (La chaleur et le travail
combinés l'ont démoli). 7. Démolir qn: mec. Birini
yıkmak, adını iki paralık etmek (Chercher à
démolir un écrivain).
démolissage er. 1. Yıkma. 2. mec. Yıkma, ününü
silmeye çalışma (Démolissage d'un romancier).
démolisseur, euse ad. Yıkıcı; yapı yıkıcısı,
démolition diş. 1. Yapı yıkma. 2. ç. Yıkıntı, yıkıntı
malzemesi.
démon er. 1. (Eski Yunanlılarda) Bir kimsenin, bir
kentin, bir ülkenin alın yazısını çizen iyi yada kötü
tanrı. 2. (Eski Yunanlılarda) Her insanın içindeki
tanrısal vicdan sesi. 3. (Şimdi) İblis, şeytan (Le
démon tenta Eve sous la forme du serpent). 4. mec.
Kötü ruhlu kişi, iblis, şeytan (Cette femme est un
vrai démon). 5. Yaramaz, yumurcak, cin (Cet
enfant est un petit démon). § Avoir de l'esprit
comme un démon: Cin gibi olmak. Etre habité,

possédé du démon: Perilenmek, cin tutmak,


cinlenmek. Faire le démon: Gürültü patırtı
etmek.
démonétisation diş. 1. (Bir parayı) Geçerlikten
kaldırma, geçersiz kılma. 2. mec. Değerden
düşme, değerini düşürme,
démonétiser gçl. 1. (Bir parayı) Geçerlikten,
"tedavülden kaldırmak (Démonétiser les pièces
d'or). 2. mec. Değerini düşürmek, gözden
düşürmek (Démonétiser quelqu'un, une théorie).
démoniaque s. 1. Şeytanlara, cinlere, perilere
değgin (Superstitions démoniaques). 2. Şeytanca,
iblisçe (Un machiavélisme démoniaque). 3. s. ve
ad. Cinli perili; perilenmiş, cinlenmiş (La
guérison d'un démoniaque).
démonisme er. Cinlere, perilere inanma,
démonologie ^ . C i n l e r l e , perilerle uğraşma bilimi,
"cinbilim.
démonstrateur, trice ad. 1. Uygulamacı öğretmen;
uygulamacı. 2. Bir şeyi reklam için yapan. 3. s.
Gösterişçi (Consommateur démonstrateur).
démonstratif,ive s. 1. Ortaya koyan, tanıtlayan,
"isbatlayıcı (Argument
démonstratif,
raison
démonstrative). 2. Gösterişçi, dışadönük (Un
enfant
démonstratif,
une
personne
démontsrative). 3. (Söz sanatında) Sivriltici,
göklere çıkaran yada yerin dibine batıran 4. dilb.
démonstration

400

İşaret eden, işaret (Adjectifs démonstratifs,


pronoms démonstratifs). 5. er. İşaret sıfatı, işaret
zamiri (On va étudier les démonstratifs.)
démonstration diş. 1. Gösterme, tanıtlama, "isbat
(Démonstration mathématique. Les faits sont la
meilleure démonstration de ce que j'avance). 2.
Uygulamalı ders, örnek ders (Démonstration
d'un professeur). 3. Gösteri (Démonstration de
joie, d'amitié). 4. ask. Şaşırtma gösterisi
(Démonstration terrestre, aérienne, navale). §
Faire une démonsration de: -gösterisi yapmak
(Faire une démonstration de force, d'amitié).
démonstrativement bel. İnandırıcı ve açık bir
şekilde (Prouver démonstrativement).
démontable s. Sökülebilir, sökülüp takılabilir
(Jouet démontable, un meuble démontable).
démontage er. 1. Sökme (Démontage d'une tente).
2. Söküp takma (Démontage d'une porte, d'un
pneu).
démonter gçl. 1. Yere düşürmek, yere yıkmak (Le
cheval démonta son cavalier). 2. Parça parça
sökmek, sökmek (Démonter un jouet, un
appareil. Démonter une tente, une armoire). 3.
Söküp takmak (Démonter une porte, un pneu).4.
Démonter qn: Birini çok güç duruma sokmak,
şaşırtmak, eşekten düşmüşe döndürmek (Cette
objection démonta complètement l'orateur). § Se
démonter: 1. Sökülmek, 2. mec. Sarsılmak, çok
şaşırmak, eşekten düşmüşe dönmek,
démontrable s. Gösterilebilir, tanıtlanabilir,
°isbatlanabilir
(Un
théorème
facilement
démontrable).
démontrer gçl. 1. Göstermek, tanıtlamak,
"isbatlamak (Démontrer un théorème, une
proposition). 2. mec. Ortaya koymak, göstermek
( Ces faits démontrent la nécessité d'une réforme).
3. Démontrer qch à qn: Birine bir şeyi isbatlamak
(Je lui ai démontré son injustice). § Démontrer par
A plus B: tkz. Kesin olarak isbat etmek, iki kere iki
dört edercesine tanıtlamak.
démoralisant, es. 1. Ahlâk bozucu (L'abondance de
l'or, l'augmentation de la puissance entraînent
leurs conséquences ordinaires, démoralisantes).
2. Göz yıldırıcı, cesaret kırıcı, moral bozucu,
*içgücünü yıkıcı (Un échec démoralisant).
démoralisateur,

trice

s.

ve
ad.

1.

Ahlâk

bozukluğuna yol açıcı, ahlâk bozucu. 2. İçgücü


çökertici, "moral bozucu, göz yıldırıcı, bozguncu
(Unepropagande démoralisatrice).
démoralisation diş. 1, Ahlâk bozukluğu,
ahlaksızlaşma (La démoralisation d'une société).
2. İçgücü bozulma, moral bozukluğu, içgücü
yitimi,
cesareti
kırılma,
gözü
yılma

dénationalisation

(Démoralisation d'une armée).


démoraliser gçl. 1. Ahlâkını bozmak (Démoraliser
un peuple, une société). 2. İçgüçünü yok etmek,
içgücünü bozmak, moralini bozmak, cesaretini
kırmak (Propagande défaitiste qui démoralise
l'armée. Ces paroles m'ont complètement
démoralisé). § Se démoraliser: İçgücünü
yitirmek, morali bozulmak, cesareti kırılmak,
démordre gçl. 1. (Isırdığı şeyden) Dişleri çıkmak. 2.
Démordre de qch: (Genellikle olumsuz olarak
kullanılır) -den vaz geçmek, caymak (Ne pas
démordre d'une opinion, d'une décision). §Nepas
en démordre: Nuh deyip peygamber dememek,
démotorisation diş. Özel araba sahibi olmak
istememe.
démoucheter gçl. (Meçin ucundaki) Düğmeyi
çıkarmak.
démoulage er. Kalıptan çıkarma (Démoulage d'un
gâteau, d'une statue).
démouler gçl. Kalıptan çıkarmak (Démouler un
gâteau, une statue).
démoustication diş. Sineksizleştirme, sineklerden
arıtma (Démoustication du littoral).
démoustiquergç/. Sineklerden arıtmak, sineklerini
yok etmek (Démoustiquer un lieu, les plages).
démunir gçl. 1. Elindekini almak, soymak. 2.
Démunir qn de qch: Birini -den etmek, yoksun
bırakmak; birinin -sini almak, soymak (Il m a
démuni de mon argent. Cette période de disette
nous avait démunis de nos petites réserves). § Se
démunir de qch: -den olmak, yoksun kalmak (Se
démunir de sa fortune). Etre démuni d'argent,
être démuni: Parasız kalmak, para sıkıntısı içinde
olmak.
démuseler gçl. 1. Tasmasını, burunsalığını
çıkarmak (Démuseler un chien). 2. mec.
Salıvermek, serbest bırakmak,
démystification diş. Aldanmadan kurtarma,
gözünü açma.
démystifier
gçl.
Aldanmadan,
yanılgıdan
kurtarmak, gözünü açmak,
démythification
diş.
Mitos'luğunu
yıkma,
efsanesini yıkma, efsane olmaktan çıkarma,
démythifier gçl. Mitini yıkmak, efsanesini yıkmak,
efsane olmaktan çıkarmak (Démythifier une
notion).
dénatalité diş. Doğum azalması, doğum sayısında
düşme.
dénationalisation diş. 1. Ulusallaştırmaktan
çıkarma, yeniden özel girişime bırakma
(Dénationalisation
d'une
industrie).
2.
Yurttaşlıktan çıkarma. 3. Ulusal niteliğini
bozma.
dénationaliser

dénationaliser^/. 1. Ulusallaştırmaktan çıkarmak,


yeniden özel girişime bırakmak. 2. Yurttaşlıktan
çıkarmak. 3. Ulusal niteliğini bozmak. § Se
dénationaliser: Yurttaşlıktan çıkmak, uyruğunu
yitirmek.
dénatter gçl. Örgüsünü çözmek (Dénatter ses
cheveux).
dénaturaliser gçl. Yurttaşlıktan çıkarmak,
dénaturation diş. Bir şeyin niteliğini, özünü,
doğasını, yapısını değiştirme, bozma.
dénaturé,e s. 1. Niteliği, özü, doğası, yapısı
değiştirilmiş, bozulmuş (Alcool, sel, sucre
dénaturé). 2. Kötü, hayırsız (Fils dénaturé, père
dénaturé). 3. Kötülükçü, kötülük işleyen (Des
mains dénaturées). 4. Sapık, doğa kurallarına
aykırı (Goût dénaturé).
dénaturer gçl. 1. Biçimini, özünü, doğasını
değiştirmek, 2. Kullanılışını değiştirmek, insan
tüketimine elverişsiz duruma getirmek için
birtakım başka maddeler karıştırmak (Dénaturer
de l'alcool, du sel, du sucre). 3. Değiştirmek,
olduğundan başka göstermek (Dénaturer la
vérité, les faits). 4. Değiştirmek, bozmak,
saptırmak (Dénaturer la pensée, les paroles, les
écrits de quelqu'un).
dénazifier gçl. Nazilikten kurtarmak, nazi
etkisinden kurtarmak (On essaie de dénazifier
l'Allemagne).
dénébuler gçl. Yapay yollarla bulut yada sislerini
dağıtmak (Dénébuler un aéroport).
dénébulisation diş. Yapay yolla bulutları dağıtma,
sisleri dağıtma,
dénégation diş. Yadsıma, yokumsama, "inkâr
(Malgré ses dénégations tout le monde était
convaincu de sa culpabilité).
dénégatoires /iwA:. İnkâr edici, yadsıyan,
déneigement
er.
Karsızlaştırma,
karlarını
temizleme (Déneigement d'une route).
déneiger gçl. Karsızlaştırmak, karlarını temizlemek
(Déneiger une piste, une route).
déni er. İnkâr, yadsıma. § Déni de justice: 1.
Yargıcın dâvaya bakmaktan kaçınması. 2.
Adaletsizlik.
déniaiser gçl. 1. Saflığını gidermek, gözünü açmak
( Ce voyage l'a déniaisé un peu). 2. Yüzünü gözünü
açmak, yırtıklaştırmak (Déniaiserune jeune fille).
dénicher gçl. 1. Yuvasından çıkarmak, yuvasından
indirmek (Dénicher un oiseau). 2. Saklandığı
yerden çıkarmak, yerini izini bulmak (On finira
par dénicher le voleur). 3. Araya araya bulmak
(Dénicher un appartement, une situation). 4.
Bulup ortaya çıkarmak (Dénicher un manuscrit
dans une bibliothèque). 5. gsz. a) Yuvasından
401

déniveler

ayrılmak, yuvayı terketmek (Les hirondelles ont


déniché dès les premiers froids), b) Dénicher de:
-den kaçmak, tüymek (Vous dénicherez à l'instant
de la ville).
dénicheur, euse ad. 1. Kuşları yuvalarından çıkarıp
alan (kimse). 2. (Değerli ve az bulunur eşyaları)
Arayıp bulan kimse (Dénicheur d'antiquités, de
bibelots, de livres rares).
dénicotinisation diş. Nikotinsizleştirme, nikotinini
alma; nikotinini azaltma,
dénicotiniser gçl. Nikotinsizleştirıııek; nikotinini
azaltmak (Dénicotiniser le tabac).
dénicotiniseur er. Tütündeki nikotinin bir kısmını
tutan filtre.
denier er. 1. Eski bir Roma parası, dinar. 2. Eski bir
Fransız parası, mangır (N'avoir pas un denier:
Meteliği olmamak). 3. Faiz (Argent placé au
denier). 4. (İpek ticaretinde) Beş santigramlık
ağırlık. § Denier à Dieu: Pey akçesi. Denier de
Saint Pierre: Papalığa yapılan para yardımı. Le
denier de la veuve: Bir fıkaranın verdiği sadaka.
Les trentes deniers de Judas: İsa'yı Romalılara
teslim ettiği için Yahuda'nın aldığı otuz dinar;
ihanet bedeli. Les deniers publics: Devlet
gelirleri. De ses deniers: Kendi parasıyla (Je l'ai
payé de mes deniers).
dénier gçl. 1. Yadsımak, yokumsamak, "inkâr
etmek (Il dénie sa faute, sa responsabilité. Il dénie
avoir joué le moindre rôle dans cette affaire). 2.
Dénier qch à qn: Birinin -sini hiç kabul etmemek;
birine -i vermemek, tanımamak (Je lui dénie le
droit de me juger).
dénigrant, e s. Yerici, çekiştirici, aleyhte (Des
paroles dénigrantes).
dénigrement er. 1. Yerme, çekiştirme, aleyhte
bulunma (La malveillance et le dénigrement sont
les deux caractères de l'esprit français). 2. Yerici
söz, aleyhte söz (De tels dénigrements, au lieu de
m'accabler, m'exaltent). § Par dénigrement:
Yergi olarak, yermek için (Ce mot ne s'emploie
plus aujourd'hui que par dénigrement).
dénigrer gçl. Yermek, çekiştirmek, karalamaya
çalışmak, aleyhinde bulunmak (Dénigrer un
écrivain, ses oeuvres, un concurrent, son
adversaire).
dénigreur,euse s. ve ad. Yerici, çekiştirici,
karaçalıcı (Esprit dénigreur).
dénitrification diş. Nitratsızlaştırma.
dénitrifier gçl. Nitratsızlaştırmak.
dénivelée diş. İki yer arasındaki düzey farkı,
yükselti farkı,
déniveler gçl. Düzlüğünü gidermek, düzlüğünü
bozmak (Déniveler un terrain, un jardin).
402

dénivellation

dénivellation diş,

dénivellement er.

Düzlüğünü

bozma, düzlüğünü giderme (Dénivellation d'une


route).
2. Girinti çıkıntı, iniş yokuş
(Dénivellations d'une région montagneuse).
dénombrable s. Sayılabilir, sayımı yapılabilir,
dénombrement er. Sayma, sayım (Dénombrement
d'une population, dénombrement des voitures
disponibles).
dénombrer gçl. 1. Saymak, sayımını yapmak
(Dénombrer les habitants d'une ville, la
population d'un pays, les bêtes d'un troupeau). 2.
Sayıp dökmek, bir bir saymak (Il m'a dénombré
ses succès).
dénominateur er. mat. Payda (Numérateur et
dénominateur. Réduire des fractions au même
dénominateur).

§ Dénominateur commun: 1.

Ortak payda. 2. mec. Asgari


müşterek
(S'entendre sur des dénominateurs communs).
dénominatif,ive s. Adlandırıcı, ad verici (Terme
dénominatif).
dénomination diş. Adlandırma, ad verme; ad (On
aurait pu choisir une meilleure dénomination pour
ce produit industriel).
dénommer gçl. Ad vermek, adlandırmak (Savezvous comment on dénomme cette plante?).
dénoncer gçl. 1. Geçersizliğini, bozulduğunu ilân
etmek (Dénoncer un traité, un contrat). 2. Ele
vermek, ihbar etmek (Un élève qui refuse de
dénoncer son camarade. Ses paroles imprudentes
l'ont
dénoncé).
3. Açıklamak,
herkese
duyurmak, "ifşa etmek (Dénoncer un abus, un
scandale). 4. Göstermek, belirtmek (Toutchezlui
dénonçait un grand caractère). 5. Resmi olarak
bildirmek, ilân etmek. 6. Dénoncer qn à: Birini -e
ihbar etmek (Le malfaiteur • a dénoncé ses
complices à la police).!. Kınamak (Dénoncer un
crime, unattentat). § Se dénoncer à la police: Gidip
polise teslim olmak,
dénonciateur, trice ad. 1. Muhbir (J'ai été arrêté sur
le rapport d'un dénonciateur). 2. Açıklayan,
ortaya koyan, ifşa eden (Le dénonciateur des
injustices). 3. s. Ele verici (Lettre dénonciatrice).
dénonciation diş. 1. -in geçersizliğini, bozulduğunu
ilân etme (Dénonciationd'uncontrat,
d'untraité).
2. İhbar (Il est en prison sur la dénonciation d'un
lâche).
dénotation diş. 1. Belirti, işaret; belirtme,
gösterme. 2. dilb. Düzanlam.
dénoter gçl. Göstermek, belirtmek, -in belirtisi
olmak (Ce geste dénote une grande générosité).
dénouement er. 1. Çözme, çözülme, çözüm (Le
dénouement heureux d'une affaire). 2. Son, sonuç
( Le dénouement d'une aventure; personne ne peut

dent

deviner le dénouement de cette tragédie).


dénouer gçl. 1. Çözmek, düğümünü çözmek
(Dénouer une corde, un ruban. Dénouer la ficelle
d'un paquet). 2. Çözmek, aydınlığa kavuşturmak
(Dénouer
une intrigue, une situation, une
difficulté). 3. Çözüme bağlamak, bitirmek, sona
erdirmek (Dénouer une pièce). § Dénouer la
langue de qn: -in dilini çözmek, konuşturmak,
dénoyauter gçl. Çekirdeğini çıkarmak (Dénoyauter
des prunes, des cerises).
dénoyer gçl. (Su basmış bir yerin) Suyunu
boşaltmak (Dénoyer une mine, une galerie).
denrée diş. 1. Yiyecek, besin, beslenme maddesi
(Cette épicerie vend des denrées de consommation
courante. Conservation des denrées périssables).
2. Aşlık, zahire,
denses. 1. Yoğun, "kesif (Un brouillard dense). 2.
Ağır ( Certains bois sont si denses qu 'ils ne flottent
pas sur l'eau. L'air est moins dense que l'eau). 3.
Özlü, gereksizliklerden arınmış, az sözle çok şey
anlatan (Un siyle dense).
densification diş. (Nüfus) Yoğunlaşma, sıklaşma,
densifier
gçl.
(Nüfusu)
Yoğunlaştırmak,
sıklaştırmak,
densimètre er. Yoğunlukölçer,
densimétrie diş. Yoğunlukölçüm.
densimétrique s. Yoğunlukölçüme değgin,
yoğunlukölçümsel.
densité diş. 1. Yoğunluk (Densité du brouillard, de
la fumée, de la population). 2. Özlülük (Densité
d'un style). 3. fiz. Özgül ağırlık ( La densité du fer
est de 7,8).
dent diş. 1. Diş (Les dents du haut: Üst dişler: Les
dents du bas: Alt dişler. Dents de lait: Süt dişleri.
Dents de sagesse: Akıl dişleri. 20 yaş dişleri. Dem
gâtée: Çürük diş. Brosse à dents. Diş fırçası). 2. İri
kereste çivisi. 3. Tepe, doruk (La dent du Midi). 4.
Diş (Les dents d'une herse, d'un rateau, d'une
fourche). § Coup de dent: 1. Isırma. 2. Sert
eleştiri, dokunacak söz. taş. Mal de dent: Diş
ağrısı. Du bout des dents: İstemiycrek, "kerhen
(Rire, accentuer du bout des dents, manger du bout
des dents). En dents de scie: Testere gibi, testere
dişleri gibi (Montagnes en dents de scie).
Jusqu'aux dents: Tepeden tırnağa (Il était armé
jusqu'aux dents). Œil pour œil, dent pour dent:
G ö z e göz, dişe diş. Quand les poules auront les

dents: Balık kavağa çıkınca, çıkmaz ayın son


çarşambası. Avoir, garder une dent contre qn:

Birine diş bilemek, birine karşı hıncı olmak. Avoir


la dent: hlk. Acıkmak. Avoir les dents longues: 1.

Çok acıkmak. 2. Çok hırslı olmak, paraya, üne


çok düşkün olmak. Claquer des dents: Dişleri
dentaire

403

takırdamak, dişleri birbirini dövmek (Claquerdes


dents de froid, de fièvre, de peur). Déchirer qn à
belles dents: Birini adamakıllı eleştirmek, birine
çok fena yüklenmek. Donner un coupdedentàqn:
Birini çok sert eleştirmek. Etre sur les dents: 1.
Çok sıkışık durumda olmak, kıçından solumak. 2.
Çok yorgun olmak, bitkin olmak, yorgun argın
olmak. Faire ses dents, percer ses dents: (Çocuk
için) Diş çıkarmak. Grincer des dents: Dişlerini
gıcırdatmak. Manger, croquer à belles dents:

Büyük bir iştahla yemek. Montrer les dents:


Dişlerini göstermek, tehdit etmek, gözdağı
vermek. Ne pas desserrer les dents: Ağzını
açmamak, tek kelime söylememek. N'avoir rien à
se mettre sous la dent: Yiyecek hiçbir şeyi
bulunmamak. Prendre le mors aux dents: Gemi
azıya almak. Parler entre ses dents: Ne dediği
anlaşılmamak, birşeyler mırıldanmak. Se casser
les dents sur qch: -in hakkından gelememek,»
altından kalkamamak (Se casser les dents sur une
difficulté). Se faire arracher une dent: Dişini
çektirmek. Se laver les dents: Dişlerini yıkamak.
Se nettoyer, se curer les dents: Dişlerini kürdanla
karıştırmak, temizlemek. Serrer les dents:
Dişlerini sıkmak,
dentaire diş. Dişotu; diş ağrılarına karşı kullanılan
bir bitki.
dentaires. 1. Dişe değgin, dişle ilgili (Soin dentaire,
prothèse dentaire, chirurgie dentaire). 2.
Dişçilikte ilgili (Ecole dentaire).
dental,e s. i.dilb. Dişsel (Consonnesdentales). 2.
diş. Dişsel ses.
dent-de-lion diş. Karahindiba,
denté, e s. Diş diş olan, dişli (Roue dentée, feuille
dentée).
dentée diş. Dişleme, şöyle bir diş atma.
dentelaire diş. Kökü diş ağrılarına karşı kullanılan
mavi çiçekli bir bitki,
dentelé,e s. 1. Kenarı diş diş kesilmiş, kenan dişli,
dantel kesmeli, dantel kesimli (Feuille dentelée,
pièces dentelées). 2. Girintili çıkıntılı (Côte
dentelée).
denteler gçl. Kenarını diş diş kesmek, diş diş
yapmak.
dentelle diş. Tentene, dantel, dantela (Corsage de
dentelle).
dentellerie diş. Dantelacılık.
dentellier,ère s. ve ad. Dantelacı, dantela işleyen
kadın 2. diş. Dantela makinası. 3. s. Dantelaya
değgin
(Industrie
dentellière,
commerce
dentellier).
dentelure diş. 1. Diş diş kesme, kenarını diş diş
yapma, dantel kesme, tırtıl. 2. bitb. Yaprakların

déontologie

kenarındaki ince ince dişler. 3. Testere dişi gibi


tepecik (Les dentelures d'une montagne). 4.
(Mimarlıkta) Dantela biçiminde bezek, dişleme,
dentergç/. Diş koymak, diş takmak,
denticule er. 1. Küçük diş. 2. (Mimarlıkta) Sıra
dişçik bezeği
dentier er. Takma diş (Öter son dentier).
dentifrice er. 1. Diş macunu (Tube de dentifrice). 2.
s. Diş temizleyici (Pâte, savon, poudre, eau
dentifrice).
dentine diş. Diş minesi.
dentiste ad. Diş hekimi, dişçi (Aller chez le dentiste.
Cabinet de dentiste, fauteuil de dentiste).
dentisterie diş. Dişçilik, diş hekimliği,
dentition diş. 1. Diş çıkarma, diş çıkarması (La
première dentition de l'enfant dure jusqu 'à huit ans
environ). 2. Dişler, bütün dişler (Il a une belle
dentition).
denture diş. 1. (Hayvan yada insanın) Bütün dişleri.
2. (Tekerleğin) Bütün dişleri, dişlileri,
dénucléarisation^. Nükleer silahsızların yapım ve
biriktirimini yasaklama; nükleer silahsızlardan
arındırma, nükleer silahsızlandırma,
dénucléariser gçl. Nükleer silahların yapım ve
biriktirimini yasaklamak, nükleer silahlardan
arındırmak,
nükleer
silahsızlandırmak
(Dénucléariser
les
grandes
puissances,
dénucléariser une zone).
dénudé,e s. 1. Çıplak (Bras dénudé). 2. Üzerinde
hiçbir şey olmayan, çıplak, kıraç, bitkisiz (Sol
dénudé. Crâne dénudé). 3. Dénudé de qch: -den
arınmış (Un style dénudé de tout artifice).
dénuder gçl. 1. Açık bırakmak, açıkta bırakmak
(Une robe qui dénude les bras, le dos). 2. Çıplak
bırakmak, giysisiz bırakmak (Si mon vêtement
dénude autrui, j'irai nu). § Se dénuder:
Soyunmak, çıplaklaşmak (Les gens se dénudent
sur les plages).
dénué, e l . Yoksul (Unefemme dénuée). 2.Dénuéde
qch: -den yoksun (Il est dénué de tout,
d'imagination, d'esprit. Des rumeurs dénuées de
tout fondement).
dénuement, denûment er. Yoksunluk, yoksulluk,
yokluk (Vivre, être dans un grand dénuement. Un
dénuement moral).
dénuer gçl. Yoksun etmek, yokluk içinde
bırakmak. § Se dénuer de qch: Kendini -den
yoksun bırakmak (Il s'est dénué de tout pour élever
ses enfants).
dénutritions. Beslenme bozukluğu, besi eksikliği,
déodorant er. Koku giderici, pis kokuları giderici,
°deodoran.
déontologie diş. Meslek ahlâkı (Déontologie
déontologique

404

médicale).
déontologique s. Meslek ahlâkına değgin (Code
déontologique des médecins).
dépaillage er. Otunu, samanını çıkarma; otu,
samanı dökülme,
dépailler gçl. Otunu, samanını çıkarmak (Dépailler
une chaise). § Se dépailler: Otu, samanı çıkmak,
dökülmek (Cette chaise se dépaille. Unfauteuil qui
se dépaille).
dépannage er. 1. Bozulmuş bir şeyi onarma;
düzeltip işletme, çalışır duruma getirme
(Dépannage d'une voiture). 2. Sıkıntıdan
kurtarma, güç bir durumdan kurtarma,
dépanner gçl. 1. Düzeltip işletmek, çalışır duruma
getirmek, ârızasını gidermek (Dépanner une
voiture, un appareil, une machine). 2. Sıkıntıdan
kurtarmak (Il m'a dépanné en me prêtant l'argent
dont j'avais besoin).
dépanneur er. Makine onarıcısı, onarı mcı, "tamirci.
dépanneuse diş. Yolda arıza yapmış arabaları
onarmak için arkasına takıp getiren araba;
onarım arabası,
dépaquetage er. Açma, paketini, kutusunu açma,
çözme.
dépaqueter gçl. (Paket halindeki eşyayı) Açmak;
paketini, kutusunu çözmek,
déparaffinage er. Ham petrolden parafin çıkarma,
déparasiter gçl. Asalaklardan (parazitlerden)
arındırmak, temizlemek (Déparasiter un local, un
objet, un individu).
dépareillé, e s. Takımı bozulmuş, takımı eksilmiş
(Des serviettes dépareillées. Un volume dépareillé
des oeuvres d'un auteur).
dépareiller gçl. (Bir şeyin) Takımım bozmak
(Dépareiller une collection, un ensemble, des
serviettes, un service de table).
déparer gçl. 1. Güzelliğine gölge düşürmek,
çirkinleştirmek, güzelliğini bozmak (Cette
construction dépare le quartier). 2. mec. Bozmak,
zevkini kaçırmak ( Cette pièce ne déparerait pas sa
collection).
déparier gçl. 1. Çifti bozmak, tek bırakmak
(Déparier des gants, des bas, des souliers). 2.
Birbirinden ayırmak (Déparier deux amants).
départ er. 1. Yola çıkma, yollanma, hareket, gidiş
(Fixer le jour, l'heure du départ. Départ en
voyage). 2. Kalkış, hareket (Départ d'un avion,
du bateau, du train). 3. Yarışa başlama (Starter qui
donne le départ. Signal du départ). 4. Bir işten
ayrılma, istifa (Exiger le départ
d'un
fonctionnaire, d'un employé). S. Ayrım, "fark
(Départ entre le bien et le mal). § Au départ:
Başlangıçta, önce (Au départ, je ne m'en suis pas
dépasser

aperçu). Point de départ: Çıkış noktası, hareket


noktası. Etre sur le départ: Yola çıkmak üzere
olmak. Faire le départ: Ayırdetmek, ayrımını
yapmak (11faut faire le départ entre le superflu et le
nécessaire. Faire le départ du bien et du mal).
départager gçl. 1. (Bir oylamada) Oy eşitliğini
gidermek (La voix du président a départagé les
jurés. Départager les votes). 2. Yargıcılık,
"hakemlik etmek (Venez nous départager). 3.
Birbirinden ayırmak, ayırdetmek (Départagerles
bons et les méchants).
département er. 1. Bölüm (Département français de
l'institut). 2. Eyalet, il (Département de la Seine.
Chef-lieu du département).
3. Bakanhk
(Département
des
Affaires
étrangères,
Département de l'Intérieur). 4. ç. Taşra. §
Département
d'Etat:
Amerika
Birleşik
Devletleri'nde, Dışişleri Bakanlığı,
départemental, e s. Eyaletle ilgili; ile, illere değgin
(Routes départementales).
départir gçl. Départir qch à qn: Bir şeyi birine
vermek; dağıtmak, bölüştürmek (Départir une
tâche, unefaveur à quelqu'un. On lui a départi une
fonction importante. Départir une somme aux
pauvres). § Se départir de qch: -den vazgeçmek,
caymak, "rücu etmek, -i bırakmak (Se départir
d'un projet, de son calme).
dépassé, es. 1. Modası geçmiş, geçerliği kalmamış
(Une théorie dépassée). 2. Aşılmış, geride kalmış
(Un poète dépassé). 3. Dizginler elinden çıkmış,
duruma artık egemen olamayan (Nous sommes
complètement dépassés).
dépassement er. 1. Aşma, ötesine geçme (Un idéal
qui nous porte à un dépassement continuel de
nous-mêmes. Le dépassement des automobiles est
interdit dans cette agglomération). 2. Artma,
fazlalık (Dépassement de crédit).
dépasser gçl. 1. Önüne geçmek, geride bırakmak
(Dépasser une voiture, un coureur). 2. Aşmak,
fazla olmak (Un entretien qui dépasse vingt
minutes). 3. Aşmak, -in de ötesine geçmek (Le
résultat a dépassé toutes les prévisions). 4. Aşmak,
-in dışında olmak (Cela dépasse monpouvoir, mes
forces, ma compétence). 5. -in sınırını aşmak (Tu
dépasse ton droit). 6. Dépasser qn de: Birini -kadar
aşmak; birinden -kadar ileri geçmek (Je l'ai
dépassé de cinq mètres). 7. Dépasser qn: Şaşkınlık
vermek, aklını durdurmak (Cela me dépasse). 8.
Dépasser qn en qch: -de birinden çok üstün olmak,
-e taş çıkartmak (Il te dépasse en cruauté). 9. gsz.
Dépasser de qch: -in dışına taşmak, -den uzun
olmak (Sa jupe dépasse de son manteau). §
Dépasser les bornes: Sınırı aşmak, haddini aşmak,
dépassionner

çizmeden yukarı çıkmak. Dépasser les bornes, les


limites de: -in sınırını aşmak, ileri gitmek (Tu
dépasses les bornes de la bienséance). § Se
dépasser: 1. Birbirini geçmek (Les coureurs
cherchent à se dépasser). 2. Kendi kendini aşmak
(Ses efforts pour se dépasser sont louables).
dépassionner gçl. Yatıştırmak, ılımlı bir havaya
sokmak ( Les efforts du premier ministre turc pour
dépassionner
le problème
de
Chypre.
Dépassionner un débat).
dépatouiller (se) tkz. 1. Bataktan kurtulmak,
çamurdan çıkmak. 2. mec. Paçasını kurtarmak,
işin içinden çıkmak,
dépatrier gçl. Vatansız bir insan durumuna
düşürmek, vatansızlaştırmak.
dépavage er. Kaldırım sökme (Dépavage d'une
rue).
dépaver gçl. Kaldırımlarını sökmek (Dépaver une
rue).
dépaysé,e s. Tedirgin, rahatsız, şaşkınlık içinde (Je
me sens dépaysé dans cette ville).
dépaysement er. Tedirginlik, rahatsızlık, şaşkınlık
(Dépaysement d'un élève qui change d'école).
dépayser gçl. 1. (Eski) Ülkesini, çevresini
değiştirmek, bir başka ülkeye kaldırmak,
çevresinden uzaklaştırmak, yerinden yurdundan
etmek. 2. Tedirgin etmek, rahatsız etmek,
şaşkınlık içine düşürmek (Son nouvel emploi Ta
dépaysé.).
dépeçage, dépècement er. Bölme, parçalama,
parçalara ayırma (Dépeçage d'un mouton,
dépècement d'un empire).
dépecer gçl. Bölmek, parçalara ayırmak (Dépecer
un boeuf, un territoire, un pays).
dépêche diş. 1. Resmi yazı, mesaj (Dépêche
chiffrée, diplomatique. Recevoir, envoyer une
dépêche). 2. Telgraf (Il a reçu une dépêche lui
annonçant la mort de sa mère).
dépêcher gçl. 1, Çabuk yapmak, çabuk bitirmek,
çırpıştırmak (Dépêcher un travail). 2. İşini görüp
savmak (Ce messager attend, il faut le dépêcher).
3. Öldürmek, canını cehenneme yollamak
(Dépêcher son adversaire). 4. Dépêcher qn auprès
de qn: Birini -e göndermek; koşturmak, salmak
(Dépêcher un messager auprès d'un général. Il m'a
dépêché auprès de vous pour avoir votre réponse).
§ A dépêche compagnon: Tez elden ve üstün körü.
§ Se dépêcher: 1. Acele etmek, elini çabuk tutmak
(Dépêche-toi, le train part). 2. Se dépêcher de
f.qch: -mekte acele etmek (Il s'est dépêché de
finir).
dépeigné, e s. Saçları taranmamış, saçları darma
dağınık.
405

dépens

dépeigner gçl. (Birinin) Saçlarını bozmak,saçlarını


dağıtmak.
dépeindre gçl. 1. Sözle anlatmak; betimlemek, göz
önünde canlandırmak (Dépeindre la situation. Ce
romancier dépeint bien ses personnages).
dépenaillé, e, s. 1. Yırtık pırtık, lime lime (Un livre
dépenaillé, une veste dépenaillée). 2. Yırtık pırtık
giyinmiş, hırpani (Il était tout dépenaillé; un
mendiant dépenaillé).
dépendance diş. 1. İlişki, bağlantı (Il y a une
dépendance évidente entre la végétation et le
climat). 2. ç. Eklentiler, ek yapı (Les dépendances
d'un hôtel, d'une ferme). 3. Bağımlılık, buyruk
altı, "emir kulluğu (Cette dépendance commançait
à lui peser. Un emploi où Ton est sous la
dépendance complète d'un patron). § Etre dans la
dépendance, sous la dépendance de: -in buyruğu

altında olmak, -e bağımlı olmak. Mettre, tenir qn


dans la dépendance: Birini buyruk altında
tutmak, bağımlı kılmak, buyruk altına almak,
dépendant, es. 1. İlişkili, bağlı, bağıntılı (Ces deux
choses sont dépendantes l'une de l'autre). 2.
Bağımlı, bağlı (Une position dépendante. Il est
dépendant). 3. Etre dépendant de qn: -in buyruğu
altında olmak, -e bağımlı olmak,
dépendeur, euse ad. Asılı olan bir şeyi indiren
(kimse). §Dépendeurd'andouilles:/i/&. İri yarı ve
gülünç adam; izbandut gibi adam.
dépendre gsz. 1. Dépendre de: -e bağlı olmak
(L'issue de la bataille dépend de cette manoeuvre.
Le succès dépendra de votre ténacité. Cela dépend
des circonstances). 2. Ait olmak, bağlı olmak (Ce
lac dépend de notre ferme. Territoires qui
dépendent de la France). 3. -in buyruğu altında
olmak, -e bağımlı olmak (Tous ces paysans
dépendent de leur seigneur. Pays qui dépend
économiquement d'un autre). 4. gçl. (Asılı olan
bir şeyi yada birini) İndirmek, askıdan almak
(Dépendre une personne). § Ça dépend: Belki;
bakalım, belli olmaz (Est ce que tu viendras?- Ça
dépend). Il dépend de qn de f. qch: -mek -e bağlıdır
(Il dépend de vous d'accepter ou de refuser). Ne
dépendre que de soi-même: Başına buyruk olmak,
kendi kendinin efendisi olmak, Allahtan başka
kimseye minneti olmamak (Je ne dépends que de
moi-même).
dépens er. ç. Mahkeme harcı, mahkeme masrafları
(Il a été condamné aux dépens. Payer les dépens). §
Aux dépens de: 1. -i n hesabına, -in sırtından (Vivre
aux dépens d'autrui. Un parasite qui vit aux dépens
de ses hôtes). 2. -in zararına (lia accepté ce travail
supplémentaire aux dépens de ses loisirs. Tout
bonheur au dépens d'autrui me paraît haïssable).
dépense
dépense diş. 1. Gider, masraf (Dépense du ménage,
dépense imprévue. Les menues dépenses. Un père
qui règle les dépenses de son fils). 2. Kiler, azık
ambarı (Ces pommes étaient au fond d'une
dépense).
3. Harcama, sarfiyat
(Dépense
d'électricité. Dépense d'énergie, de forces, de
temps). § Dépenses publiques: Devlet giderleri;
kamu harcamaları. Avoir l'initiative de la
dépense: Kesenin ağzını elinde tutmak,
masrafları Kendisi yapmak. Couvrir une dépense:
Bir masrafı karşılamak. Equilibrer dépenses et
revenus: Gelirlerle giderlerini denkleştirmek,
denk düşürmek. Ne pas regarder à la dépense: Pek
cömert olmak, eli açık olmak. Pousser qn à la
dépense: Birini masrafa sokmak, israfa
sürüklemek. Regarder à la dépense: Pek tutumlu
olmak, eli sıkı olmak,
dépenser gçl. 1. Harcamak, sarfetmek (ila dépensé
tout son argent). 2. Vermek, kullanmak,
harcamak (Dépenser ses forces, son courage pour
mener à bien une entreprise. Il a dépensé ses jeunes
années à apprendre ce métier). § Dépenser sans
compter: Hesapsız para harcamak, har vurup
harman savurmak. Ne pas dépenser un sou:
Metelik harcamamak,
dépensier, ère s. ve ad. 1. Tutumsuz, savurgan,
"müsrif (S'il était moins dépensier, il serait très
riche aujourd'hui). 2. Vekilharç (Dépensier d'un
couvent).
déperdition diş. 1. Yok olma, yitime uğrama, yitme
(Une opération chimique qui se fait sans
déperdition de substance). 2. Azalma, eksilme,
yok olma (La mauvaise isolation entraîne une
grande déperdition de chaleur. Déperdition de
force, de lumière).
dépérirez. 1. Zayıflamak, erimek, saranp solmak
(Cet enfant dépérit faute de soins. Plante qui
dépérit faute de soleil). 2. Bozulmak (Santé qui
dépérit). 3. Yıkıma, iflâsa doğru gitmek, çökmek
(Affaire qui dépérit; une culture qui dépérit).
dépérissement er. 1. Zayıflama, erime, saranp
solma. 2. Bozulma. 3. Çökme, iflasa doğru gitme.
dépersonnalisation diş. Kişiliksiz hale getirme,
kişiliksizleştirme.
dépersonnaliser gçl. Kişiliksiz hale getirmek.
Kişiliksizleştirmek.
§ Se dépersonnaliser:
Kişiliksizleşmek, kişiliğini yitirmek,
dépêtrer gçl. 1. (Bir hayvanın) Ayak bağını,
kösteğini, bukağısını çıkarmak. 2.Dépêtrer qn,
qch de: Birini, bir şeyi -den kurtarmak (Je ferai
mon possible pour le dépêtrer de cet engagement si
dangereux. On a eu du mal à dépêtrer la pauvre
bête de ce filet). § Se dépêtrer de qch: -den

406
dépit

kurtulmak, yakasını sıyırmak (5e dépêtrer d'une


difficulté, d'un gêneur).
dépeuplé, e s. Issız, bomboş, in cin yok (Un village
dépeuplé).
dépeuplement er. 1. Boşalma, ahalisiz kalma,
ıssızlaşma ( Dépeuplement d'une ville, d'unpays).
2. İçinde hayvan kalmama (Dépeuplement d'une
forêt, d'un étang).
dépeupler gçl. 1. Ahalisiz bırakmak, halkını
dağıtmak, ıssızlaştırmak, bomboş kılmak (La
famine a dépeuplé le pays.). 2. Hayvanlarından,
balıklarından, kuşlarından yoksun bırakmak
(Dépeupler une forêt, un étang). § Se dépeupler:
Issızlaşmak, boşalmak, oturanlanndan yoksun
kalmak (Un pays qui se dépeuple).
déphosphoration diş. Fosforsuzlaştırma, fosforunu
alma.
déphosphorer gçl. Fosforsuzlaştırmak, fosforunu
almak.
dépiauter gçl. tkz. Derisini yüzmek, derisini almak
(Dépiauter un lapin, un renard).
dépiécer gçl. (Eskimiştir) Parçalamak, parçalara
ayırmak.
dépigeonnage
er.
Güvercinlerden
arıtma,
güvercinlerden kurtarma, güvercinsizleştirme
(Dépigeonnage de Paris).
dépilageer. (Sepilenecekderinin) Kıllarını,yününü
düşürme (Dépilage d'une peau).
dépilatif,ive s. Kıl düşürücü, tüy dökücü,
dépilation diş. Kıl düşürme; kılları dökülme,
dépilatoires, ve er. Kıl düşürücü (ilâç),
dépiler gçl. 1. Kıllarını, saçını, yününü düşürmek
(Dépiler les peaux.C'estla fièvre tyhoïde,qui l'a
dépilé ainsi). 2. (Maden ocağında işlenmiş bir
galerinin) Direklerini sökmek,
dépiquage, dépicage er. (Ekini) Harmanda yada
harman makinesinde dövme,
dépiquer gçl. 1. Dikişlerini yada işlemelerini
sökmek (Dépiquer une robe). 2. Harmanda yada
harman makinesinde dövmek (Dépiquer le blé, le
riz).
dépistage er. 1. Tarama, arama, araştırma
(Dépistage de la tuberculose). 2. İz sürme, izini
bulma (Dépistage d'un malfaiteur).
dépister gçl. 1. ( Avın) İzini sürmek, izinden bulmak
(Dépister un sanglier). 2. mec. İzini sürerek,
yakalamak (Dépister un criminel). 3. Taramak,
tarayıp saptamak, aramak (Dépister une
maladie). 4. İz şaşırtmak, yanıltmak (Dépister la
police. Une ruse destinée à dépister les soupçons).
dépiter. Gücenme, küskünlük, kızma, canı sıkılma
(Il a éprouvé un certain dépit de voir qu'on lui
préférait un candidat plus jeune). § En dépit de: -e
dépité

407

karşın, "rağmen (En dépit de sa jeunesse, il a un


jugement très sûr. Tu as agi en dépit de mes
conseils). En dépit du bon sens: Çok kötü (Cette
affaire est dirigée en dépit du bon sens). Avoir du
dépit, éprouver du dépit: Kızmak, acı d u y m a k .

Causer du dépit à qn: -i kızdırmak, -in içini


burkmak (La réussite de son rival lui cause du
dépit). Concevoir du dépit de qch: -e kızmak, -den
acı duymak.
dépité, e.f. 1. Kızmış, kızgın, 2. Dépité de:-e kızmış,
-den alınmış (Il est revenu très dépité de n'avoir
rien obtenu. Elle était dépitée du mépris témoigné à
son égard).
dépiter gçl. Gücendirmek, kızdırmak, canını
sıkmak (Cet échec l'a bien dépité). § Se dépiter:
Gücenmek, kızmak, canı sıkılmak (Je me dépitai
de telle sorte contre l'ingratitude du siècle).
déplacé, es. 1. Yerinden oynamış, yeri değiştirilmiş
(Meuble déplacé, livre déplacé). 2. mec. Yersiz,
uygunsuz, sırasız (Intervention déplacée, paroles
déplacées, question déplacée).
déplacement er. 1. Yer değiştirme (Déplacement
d'air). 2. Yerinden oynatma; görevini değiştirme
(Déplacement d'un fonctionnaire). 3. (Geminin)
Su içinde kalan hacmi, tonilatosu. 4. Yolculuk,
yola çıkma, dolaşma (Etre en déplacement. Les
frais de déplacement). S. Kayma, kaydırma
(Déplacement sémentique: Anlam kayması).
déplacer gçl. 1. Yerini değiştirmek (Déplacer un
fauteuil). 2. Yerinden oynatmak, görevini
değiştirmek (Déplacer un fonctionnaire). 3. mec.
Değiştirmek, başka yöne kaydırmak (Déplacer
une question, un problème). 4. (Gemi) -kadar
tonilatoluk olmak (Navire qui déplace 500
tonneaux). § Se déplacer: 1. Yer değiştirmek
(Défense de se déplacer pendant le cours). 2.
Devinmek, hareket etmek (Les poissons se
déplacent à l'aide de nageoires). 3. Yolculuk
etmek (Il se déplace toujours en avion). 4. Se
déplacer de qch à: -den-e gitmek (L'airse déplace
des régions de haute pression aux régions de basse
pression).
déplaire gçl. 1. Déplaire à: -in hoşuna gitmemek, -e
hoş gelmemek (Cet aliment lui déplaît. Votre
conduite déplait à ma famille). 2. Gücendirmek,
kızdırmak (Il a tout fait pour nous déplaire). § Il
déplaît à qn de f.qch: -mek birinin hoşuna
gitmiyor (Il lui déplait d'agir ainsi. Il me déplaît
d'entendre des choses pareilles). Ne vous en
déplaise: Gücünüze gitmesin, hatırınız kalmasın.
N'en déplaise à: -e karşın, rağmen (N'en déplaise à
ces messieurs, je ne partage pas ces idées). § Se
déplaire: Hoşlanmamak, sıkılmak, rahatsız
déplombage

olmak (Il s'est déplu dans cette ville. Je me déplais à


la campagne).
déplaisant,e s. 1. Sevimsiz, hoşa gitmeyen, iğrenç
(Un homme déplaisant). 2. Can sıkıcı, rahatsız
edici (Bruit déplaisant).
déplaisir er. Hoşnutsuzluk, sıkılma, canı istememe
CC'est avec déplaisir que je fais ce travail).
déplanification
diş.
Planlamacılık
yada
güdümcülüğün kaldırılması,
déplantage er. (Bir bitkiyi) Yerinden sökme,
déplanter gçl. 1. (Bir bitkiyi, bir ağacı) Yerinden
sökmek, köklemek. 2. Başka yere dikmek üzere
yerinden sökmek, köklemek (Déplanter un
piquet. Déplanter de jeunes plants pour les
repiquer). 3. Ağaçsızlandırmak, ağaçlarını
sökmek (Déplanter une colline). 4. mec. Yerinden
uzaklaştır ıak.
déplantoir er. Fidan, bitki kökleyecek kürek,
kökleme .<üreği.
déplâtrage er. Alçısını sökme, alçılarını çıkarma,
déplâtrer gçl. 1. Alçılarını sökmek, çıkarmak
(Déplâtrer un mur). 2. Alçıdan çıkarmak
(Déplâtrer une jambe, un bras).
déplétion diş. 1. Azalma, birşeyin miktarının
azalması (Déplétion des stocks). 2. hek. Bir
organda birikmiş sıvı yada kan miktarının
azalması, buna bağlı bitkinlik, halsizlik,
dépliage, dépliement er. Katlanmış bir şeyi açma.
dépliant, e s. 1. Katlanabilen, kırma, açılıp
katlanabilen (Fauteuil dépliant formant canapé).
2. er. Katlanmış harita, broşür, prospektüs gibi
şeyler; *katlanık.
déplier gçl. 1. (Katlanmış bir şeyi) Açmak (Déplier
une serviette, déplier une carte routière). 2. Açıp
sergilemek (Déplier sa marchandise). § Se
déplier: Açılmak (Parachute qui se déplie pendant
le saut).
déplissage er. Kırmaları açma, kıvrımları açma,
düzleme.
déplisser gçl. Kırmaları açmak, kıvrımları açmak,
düzlcmck ( Déplisser une étoffe, un vêtement). §Se
déplisser: Düzleşmek, kıvrımları açılmak,
kıvrımları geçmek (Cette jupe se déplisse
facilement).
déploiement er. 1. Açma, açılma (Déploiement des
voiles). 2. Yayma, yayılma (Déploiement d'une
armée). 3. Gösterme, gösteri (Déploiement de
forces militaires.
Un grand
déploiement
d'amabilité). 4. (Askeri birlik, silâh vb.)
Yerleştirme, yerleştirilme (Déploiement de
troupes militaires. Déploiement des missiles
nucléaires en Europe).
déplombage er. 1. Üstündeki kurşun mühürü
déplomber

sökme (Déplombage d'un compteur électrique).


2. Dolgusunu çıkarma (Déplombage d'une dent).
déplomber gçl. 1. Üstündeki kurşun mühürü
sökmek (Déplomber un colis). 2. Dolgusunu
çıkarmak (Déplomber une dent).
déplorable s. 1. Acınacak, acıklı (Il est dans une
situation déplorable). 2. Kötü, iğrenç, kınanacak
(Un goût déplorable, une conduite déplorable).
déplorablement bel. Acınacak şekilde, çok kötü
şekilde.
déplorer gçl. 1. Acımak, yanmak (Déplorer laperte
d'un ami. Déplorer les victimes d'un accident). 2.
Üzülmek (]'ai déploré votre absence). 2. Déplorer
de f. qch: -diğine üzülmek (Je déplore d'avoir à
vous gâter les illusions où vous vous complaisiez).
déployer gçl. 1. Açmak, yaymak (Déployer une
carte, une étoffe. L'oiseau déploie ses ailes.). 2.
Açıp yaymak, sergilemek, bir tabla üzerine
yaymak (Déployer des marchandises, des bijoux).
3. ask. Savaş düzenine sokmak (Déployer une
armée, des troupes). 4. Göstermek, harcamak
( Déployer un grand effort. Déployer toute sa force
pour obtenir un bon résultat). S. (Askeri birlik,
silâh vb.) Yerleştirmek (Déployer des missiles
nucléaires dans une région). § Rire à gorge
déployée: Kahkahalarla gülmek § Se déployer: 1.
Açılmak (Drapeau qui se déploie au vent). 2. ask.
Savaş düzenine girmek (Des troupes qui se
déploient).
déplumé, e s. 1. Tüyleri dökülmüş, yolunmuş. 2.
hlk. Saçları dökülmüş, dazlak (Un homme
déplumé).
déplumer gçl. Tüylerini yolmak (Déplumer un
oiseau, une poule). § Se déplumer: 1. Tüylerini
dökmek, tüyleri dökülmek (Les oiseaux qui se
déplument). 2. hlk. Saçlan dökülmek (Tu
commences à te déplumer).
dépoétiser gçl. Şiirli yanını bozmak, şiirsizleştirmek
(Une technicité qui dépoétise le sujet).
dépolir gçl. Cilâsını gidermek, donuklaştırmak
(Dépolir l'or, l'argent) § Se dépolir: Cilâsı
dökülmek (Cette glace commence à se dépolir).
dépolissage er. Cilâsını giderme, cilâsı gitme;
donuklaştırma, donuklaşma,
dépolisseur, euse ad. Camları buzlu cam haline
sokan işçi.
dépolitisation diş. Siyasa dışı bırakma, siyasadan
uzak tutma (Dépolitisation des syndicats).
dépolitiser gçl. Siyasa dışı bırakmak, siyasadan
uzak tutmak, siyasa karıştırmamak (Dépolitiser
les syndicats, une institution, un sujet, un débat).
dépolluer gçl. Kirliliğini azaltmak yada gidermek
(Dépolluer une région industrielle).

408

déposer
dépollution diş. Kirliliğini azaltma yada giderme,
temizleştirme.
déponent, e s. Biçim bakımından geçişsiz olduğu
halde anlamca geçişli olan (fiil),
dépopulation diş. 1. Şenliksiz, ahalisiz bırakma,
ıssızlaştırma. 2. Şenliksiz kalma, oturanları
azalma, boşalma, ıssızlaşma (Dépopulation d'une
région, d'un pays).
déport er. 1. huk. Yargıcın kendini reddetmesi. 2.
Depor, borsada esham için verilen kira.
déportation diş. 1. (Siyasal nedenlerle) Sürgün,
sürgüne gönderme (Crime politique puni de
déportation). 2. Bir yabancı ülkede toplama
kampına gönderme (Les Nazis organisèrent la
déportation des Juifs, des résistants, en
Allemagne).
déporté, e s. ve ad. 1. Sürgün edilmiş, sürgün. 2.
Toplama kampına alınmış, gönderilmiş (La
plupart des déportés furent exterminés par les
Nazis).
déportement er. 1. Uygunsuz gidiş, uygunsuz
yaşayış, "sefahet (Lesfemmes que leurs passions et
leurs déportements ont rendues illustres). 2.
(Taşıtlar için) Yoldan çıkma, yoldan sapma
(Déportement d'un véhiculé).
déporter gçl. 1. (Siyasal nedenlerle) Sürgün etmek,
sürgün cezasına çarptırmak (Déporter un
écrivain, un député). 2. Toplama kampına
göndermek (Les Nazis ont déporté les juifs en
Allemagne). 3. (Taşıtları) İzlediği yoldan
çıkarmak, saptırmak (Un fort vent latéral a
déporté l'avion. Le choc a déporté la voiture dans
le virage). 4. gsz. (Taşıtlar için) Yolundan
çıkmak, yoldan çıkmak (Sous l'effet du vent
violent, sa voiture a déporté).
déposant, es. 1. Yargıç katında tanıklık eden, ifade
veren. 2. Para yatıran, °mudi.
dépose diş. Kaldırma, yerinden çıkarma, sökme
(Dépose d'un châssis, dépose d'une serrure).
déposer gçl. 1. Yere bırakmak, koymak (Déposer
un fardeau. Déposer une fleur sur une tombe). 2.
Vazgeçmek, bırakmak, el çekmek (Déposer la
couronne, le pouvoir). 3. Vermek, koymak,
bırakmak, teslim etmek (Déposerses bagages à la
consigne. Déposer des marchandises à l'entrepôt,
en consignation). 4. Yatırmak, koymak (Déposer
de l'argent à la banque). S. Atmak, koymak
(Déposer sa signature. Déposer une marque). 6.
Hal etmek, tahttan indirmek (Déposer un roi)."7.
(Dilekçe, önerge vb.)Vermek,sunmak (Déposer
ùne motion, un projet de loi au bureau de
l'Assemblée). 8. Yerinden çıkarmak, kaldırmak
(Déposer un tableau). 9. gsz. Çökelti bırakmak.
409

dépositaire

rüsup bırakmak (Ce vin dépose beaucoup). 10.


gsz. Tanıklık etmek, ifade vermek. § Déposer les
armes: Silahları bırakmak, savaşı kesmek.
Déposer son bilan: İflas etmek, batmak, batkıya
düşmek. § Se déposer: Çökmek, konmak (Les
poussières se déposent sur les meubles).
dépositaire ad. 1. İnal, "mutemet, kendisine
inanılıp bir şey bırakılan kimse (Dépositaire d'un
trésor, d'une lettre). 2. (Bir firma için) Temsilci,
satıcı (Il est le seul dépositaire des voitures
Renault). 3. (Bir şeyi) Elinde tutan, elinde
bulunduran kimse (Le Président de la République
est le dépositaire de l'autorité de l'Etat). §
Dépositaire

de

l'autorité

publique:

Kamu

görevlisi, memur. Faire de qn le dépositaire de


qch: Bir şeyi güvenip birine söylemek, vermek ( 11
a fait de moi le dépositaire de tous ses secrets).
déposition diş. 1. Tahttan indirme, hal etme
(Déposition d'un roi, d'un sultan). 2. İfade
(Déposition d'un témoin. Faire, signer sa
déposition.
Condamner
quelqu'un
sur la
déposition d'un témoin). 3. Tanıklık. § Déposition
de croix: İsa peygamberin çarmıhtan indirilmesi.
déposséder gçl. Déposséder qn de qhc: Birini -den

yoksun bırakmak, bir şeyi birinin elinden almak


( Déposséder un gros propriétaire de ses domaines.
On l'a dépossédé de ses biens. Il a été dépossédé de
sa place.).
dépossession diş. Elinden alma, elinden alınma
(Depossession d'un privilège).
dépôter. 1. Koyma, bırakma (Dépôt d'une gerbe sur
une tombe). 2. İnam, "emanet (Confier un dépôt à
un ami). 3. Verme, bırakma (Dépôtd'un manteau
au vestiaire, dépôt d'un testament chez un notaire).
4. Depozito, "önödence. 5. Garaj (L'autobus
vient de quitter le dépôt). 6. Ambar, depo,
'koruncak (Dépôt de marchandises, d'ordures).
7. Nezaret, nezarethane, gözaltı, gözaltı evi
(Conduire un prévenu au dépôt). 8. ask. Depo
kıtası. 9. Çökelti, rüsup (Dépôt de tartre sur les
parois de la bouillote). 10. hlk. İrintoplağı.ll. Sel
bırakıntısı. 12. Mevduat, 'yatırga (Dépôts à
préavis: İhbarlı mevduat, haberliyattrga. Dépôts à
terme: Vadeli mevduat, süreli yatırga. Dépôts à
vue: Vadesiz mevduat, süresiz yatırga. Dépots
d'épargne: Tasarruf mevduatı, artırım yatırgası).
§ Dépôt de mendicité: Yoksulları çalıştırma
yurdu. Mandat de dépôt: Tutuklama buyruğu.
dépotage, dépotement er. Saksısını, kabını
değiştirme.
dépoter gçl. 1. Toprağa dikmek üzere saksısından
çıkarmak (Dépoter un géranium). 2. Kabını
değiştirmek (Dépoter un liquide).

dépouiller

dépotoir er. 1. Lağım sularından gübre çıkarılan


fabrika. 2. Çöplük (Un terrain que l'on utilise
comme dépotoir). 3. mec. tkz. Hurdalık, döküntü
eşya yeri (Cette pièce sert de dépotoir).
dépouille diş. 1. (Yılan gömleği gibi) Hayvan
soyuntusu. 2. Post, pösteki (Dépouille d'un lion).
3. Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, bırakıt,
"tereke (Dépouille d'un curé). 4. ç. Ganimet. 5.
Dépouille, dépouille mortelle: mec.

Ölen bir

kimsenin cesedi (Saluer la dépouille mortelle d'un


grand homme). § S'arracher les dépouilles de qn:
(Ölen birinin) Bırakıtını, kalıtını, malını
mülkünü kapışmak,
dépouillé, e s. 1. Yaprakları dökülmüş, çıplak
(Arbre dépouillé). 2. Sade, süssüz, ağırbaşlı (Un
style dépouillé). 3. Dépouillé de: -den yoksun,
-den arıtılmış (Un homme dépouillé de mérites; un
style dépouillé de tout artifice).
dépouillement er. 1. Malından mülkünden etme,
malından mülkünden olma; yoksunluk (Vivre
dans le dépouillement). 2. Titizlikle inceleme
(Dépouillement
d'une correspondance,
d'un
rapport. Dépouillement des auteurs classiques). 3.
Sayma, "tasnif etme (Dépouillement des votes.
Procéder au dépouillement
du scrutin). 4.
Süssüzlük, sadelik (Dépouillement d'un style).
dépouiller gçl. 1. Yüzmek, derisini yüzmek
(Dépouiller un lièvre). 2. Kabuğunu soymak
(Dépouiller un arbre). 3. Vazgeçmek, bırakmak,
sıyrılmak (Dépouiller
tout amour
propre,
dépouiller son orgueil). 4. Çıkarmak (Dépouiller
ses vêtements). 5. İncelemek (Dépouiller un
document, un livre, un auteur). 6. Saymak, "tasnif
etmek (Dépouiller les votes, un scrutin). 7.
Soymak (Les voleurs l'ont dépouillé). 8. Malını
mülkünü elinden almak, soyup soğana çevirmek
(Jacques ne voudrait pas dépouiller les enfants de
sa soeur). 9. Dépouiller qn de qch: a) Birinin -sini
çıkarmak ( Dépouiller un enfant de son manteau).
b) Birinin -sini çalmak, soymak, elinden almak
(Les voleurs l'ont dépouillé de son portefeuille.
Des escrocs l'ont dépouillé de ses économies), c)
Birini -den etmek, yoksun bırakmak (Dépouiller
quelqu'un de son emploi, de ses droits). 10.
Dépouiller qch de qch: a) Bir şeyin -sini soymak,
kesip atmak (Dépouiller un poisson de ses écailles,
un arbre de ses branches). b) Bir şeyi -den arıtmak,
kurtarmak (Dépouiller un style de tout artifice). §
Se dépouiller: 1. Üstündekileri çıkarmak;
soyunmak, çıplaklaşmak. 2. Varını yoğunu elden
çıkarmak 3. Se dépouiller de qch: a) -i çıkarmak
(5e dépouiller de ses vêtements), b) -den
soyunmak, -i dökmek (Un arbre qui se dépouille
dépourvoir

de ses feuilles), c) -i elinden çıkarmak, -den


vazgeçmek (Se dépouiller de ses biens).
dépourvoir gçl. Yoksun bırakmak. § Dépourvoir
qn, qch de: -den yoksun bırakmak (Dépourvoir
une citadelle de munitions).
dépourvu, e s. Dépourvu de qch: -den yoksun (Livre
dépourvu d'intérêt, fleur dépourvue de corolle;
homme dépourvu de ressources, d'argent, de
qualités). § Au dépourvu: Ansızın, hazırlıksız,
haber vermeden. Prendre qn au dépourvu: Birini
hazırlıksız, ansızın yakalamak (Votre question me
prend au dépourvu. Ce commerçant a renouvelé
son stock pour ne pas être pris au dépourvu).
dépoussiérage er. Toz alma, tozunu alma.
dépoussiérer gçl. Tozunu almak (Dépoussiérer un
tapis, un appartement).
dépravation
diş.
1.
Bozulma,
bozukluk
(Dépravation de goût, des moeurs). 2. Sapıklık
(Dépravation sexuelle). 3. Ahlâk bozukluğu
(C'est de la dépravation!).
dépravé, e s. 1. Bozuk, bozulmuş (Coût dépravé,
mœurs dépravées). 2. s. vead. Ahlâkı bozulmuş,
baştan çıkmış; sapık (Personne dépravée, un
dépravé).
dépraver gçl. 1. Bozmak, saptırmak (Dépraver le
goût, le jugement). 2. Ahlâkını bozmak, baştan
çıkarmak (Dépraver un enfant, un adolescent. Les
mauvaises fréquentations l'ont dépravé).
déprécation diş. Bir belâyı savmak, bir günahı
bağışlatmak için yapılan dua.
déprédateur, trice s. ve ad. Değer düşürücü,
değerini kırıcı,
dépréciation diş. 1. Değerini düşürme, değerini
kırma (Dépréciation des marchandises, de la
monnaie, de l'or). 2. Değer düşüklüğü, değerden
düşme (L'inflation entraîne la dépréciation de la
monnaie).
déprécier gçl. 1. Değerini düşürmek, değerini
azaltmak (Déprécier une marchandise. La perte
de ce volume déprécie la collection), 2. mec.
Küçümsemek, azımsamak, olduğundan daha az
değerli görmek (Je ne voudrais pas déprécier les
services qu'il m'a rendus. Déprécier une oeuvre,
un auteur).
déprédateur, trice s. ve ad. 1. Yağmacı, çapulcu. 2.
İhtilas yapan, devlet malını çalan, "muhtelis,
beylik malı çalıp çırpan (Un ministre déprédateur.
Engager des poursuites contre les déprédateurs).
déprédation diş. 1. Yağma, çapulculuk (Les soldats
des troupes d'occupation ont commis des
déprédations). 2. Yıkıp dökme, zarar, "tahribat
(Les déprédations causées par les émeutiers, par
les touristes). 3. "İhtilas, para yeme, para aşırma,
410

dépuration

çalıp çırpma,
déprendre gçl. Ayırmak, sökmek, koparmak. S Se
déprendre de: -den kopmak, kurtulmak,
ayrılmak, yakasını kurtarmak (Se déprendre d'un
gêneur. Il s'est enfin dépris de ses mauvaises
habitudes).
dépressif, ive s. 1. Çökertici, basıcı, bastırıcı. 2.
mec. Güçten düşürücü,
dépression diş. 1. coğr. Çöküntü alan; göçüntü. 2.
Basınç azalması, alçak basınç (Dépression
atmosphérique).i.
Durgunluk,
bunalım
(Dépression économique). 4. mec. Güçten
düşme, çökme, çöküntü (Dépression mentale,
physique). 5. Kriz, sinir buhranı, bunalım (Elle a
ses moments de dépression).
déprimant,e s. Çöktürücü, güçten düşürücü (Un
climat déprimant).
déprimer gçl. 1. Çöktürmek, içe göçertmek (Un
front déprimé). 2. Çökertmek, güçten düşürmek
(Cette longue maladie l'a déprimé). 3. Bunaltmak,
içgücünü yıkmak (Cet échec l'a déprimé).
dépriser gçl. Hakettiğinden az değer vermek,
değerini azımsamak, fazla önem vermemek
(Dépriser un auteur, une oeuvre. Ce poète déprise
les mots).
deprofundis[(deprotôdisdis]er. Lal. Busözcüklerle
başlayan ve ölüler için okunan bir Hıristiyan duası
C Chanter un De profundis).
déproiétariser gçl. Proleter niteliğini yitirtmek,
emekçi niteliğini kaldırmak (Déproiétariser un
milieu, un groupe social).
dépuceler gçl. tkz. Kızlığını bozmak (Dépuceler une
jeune fille).
depuis ilg. 1. -den (Il me fit signe depuis la grille.
Depuis ma chambre, je peux tout entendre. On
nous transmet depuis Londres la nouvelle d'une
catastrophe aérienne). 2. -den beri (Ilpleut depuis
le 12 février. Je l'attends depuis trois heures.
Depuis quand êtes-vous là? Depuis mardi il est
malade). 3. Depuis... jusqu'à: -den -e kadar
(Nous avons eu du soleil depuis Ankara jusqu'à
Istanbul. Depuis le premier jusqu'au dernier, tous
étaient d'accord. Depuis le début jusqu'à la fin). 4.
-den başlamak üzere, itibaren (On vend ici des
articles depuis cent francs). 5. bel. O zamandan
beri, o gün bu gündür (Il est parti après la guerre, et
nous ne l'avons pas revu depuis. Je l'ai vu lundi
mais pas depuis). 6. Depuis que...: -diğinden beri
(Tout a changé depuis que vous êtes parti. Depuis
que je le connais, je n'ai cessé de l'estimer).
dépuratif, ive s. vead. Kan temizleyici (Prendre un
dépuratif. La bourrache est dépurative).
dépuration diş. Temizleme, arıtma.
dépurer

411

dépurer gçl. Temizlemek, arıtmak (Dépurer le


sang. Dépurer un métal).
députation diş. 1. Elçi olarak, temsilci olarak
gönderme. 2. Heyet, kurul (Une députation de dix
personnes).
3. Temsilcilik; milletvekilliği
(Candidat à la députation).
député er. 1. Saylav, milletvekili, "mebus (Les
députés de la majorité, de l'opposition. Un député
qui dépose un projet de loi). 2. Elçi, delege, heyet
üyesi, kurul üyesi. 3. Temsilci (Les députés du
clergé, de la noblesse aux Etats généraux).
députer gçl. 1. Saylav olarak, milletvekili olarak
göndermek. 2. Temsilci olarak göndermek, özel
bir görevle göndermek (On a décidé de députer
trois parlementaires auprès du commandement
eruiemi pour entamer des négociations de paix.
Députer des représentants à une assemblée).
déraciné, e s. 1. Köküyle birlikte sökülmüş,
köklenmiş (Arbre déraciné). 2. ad. Doğduğu
çevreden kopmuş, elgin, köksüz, gurbetçi,
déracinement er. 1. Köküyle sökme, kökleme;
köküyle sökülme, köklenme (Le déracinement
des arbers). 2. mec. Söküp atma, yoketme,
ortadan kaldırma ( Déracinement des préjugés). 3.
Çevresinden kopma, elginlik, gurbetçilik
(Déracinement des hommes).
déraciner gçl. 1. Kökünden sökmek, köklemek
(L'orage a déraciné les arbres). 2 .mec. Kökünden
temizlemek,
kökünü
kazımak,
ortadan
kaldırmak, yoketmek (Déraciner les abus, les
préjugés). 3. Déraciner qn: Birini doğduğu
çevreden koparmak, yerinden yurdundan etmek,
gurbetçi yapmak,
dérager gsz. Öfkesi geçmek, yatışmak,
déraidir gçl. Yumuşatmak, sertliğini gidermek,
déraillement er. 1. Raydan çıkma (Déraillement
d'un train). 2. mec. Yoldan çıkma, doğru yoldan
sapma.
dérailler gsz. 1. Raydan çıkmak (Les wagons ont
déraillé et se sont renversés). 2. mec. Yoldan
çıkmak, doğru yoldan sapmak,
déraison diş. Akılsızlık, aptallık, saçmalık,
déraisonnable s. Akılsızca, aptalca, saçma (Une
décision
déraisonnable,
une
conduite
déraisonnable).
déraisonnablement bel. Akılsızca, aptalca (Se
conduire déraisonnablement).
déraisonner gsz. Saçmalamak, sapıtmak, ipe sapa
gelmez şeyler söylemek (Tu déraisonnes encore).
dérangement er. 1. Karıştırma, bozma (Un courant
d'air qui cause du dérangement dans les papiers).
2. Karışma, bozulma, bozukluk (Une ligne
téléphonique en dérangement. Dérangement

derechef

d'esprit). 3. Düzenini bozma, tedirgin etme,


rahatsızlık verme. §. Etre en dérangement:
Bozulmak, arızalı olmak,
déranger gçl. 1. Karıştırmak, bozmak, düzenini
bozmak (Déranger les fiches, les papiers.
Déranger les livres d'une bibliothèque). 2.
Bozmak, çalışmaz hale getirmek (Déranger un
appareil distributeur. Le transport a dérangé la
bascule). 3. Bozmak, değiştirmek, kötüleştirmek
(L'orage a dérangé le temps. Le temps est
dérangé). 4. Bozmak, karıştırmak, alt üst etmek
(Cet incident dérange tous nos projets). 5.
Rahatsız etmek (Excusez-moi de vous déranger.
Ne le dérangez pas, il sommeille). 5. Bozmak (Ce
repas lui a dérangé l'estomac). 7. Baştan
çıkarmak, ayartmak (Cette jeune fille qui vous
dérange). 8. Etre dérangé: tkz. Barsaklari
bozulmak, ishal olmak. § Se déranger: 1. Yerini,
işini, uğraşısını değiştirmek (Je ne me suis pas
dérangé pour de l'argent). 2. Rahatsız olmak (Ne
vous dérangez pas pour moi).
dérapage er. (Taşıtlar için) Kayma, tekerleği
yerden kesilme (La voiture a fait un dérapage sur
la route mouillée).
déraper gsz. 1. (Gemi için) Demir taramak. 2.
(Taşıt için) Kaymak, tekerleği yerden kesilmek
(Ma voiture a dérapé dans le virage. Ces pneus
empêchent de déraper). 3. Kaymak (Ses semelles
ont dérapé sur le bitume). 4. mec. (Ekonomi)
Denetimden çıkmak; yapılan tahminlerden
uzaklaşmak.
déraser gçl. 1. Alçaltmak, üstünü almak (Déraser
un mur).
dératé, e s. ve ad. Dalağı alınmış. § Petite dératée:

Fenlenmiş (küçük kız). C'est un dératé: Deli


fişeğin biri. Courir comme un dératé: Kıçına neft
sürülmüş gibi kaçmak,
dérater gçl. Dalağını almak, dalağını çıkarmak,
dératisation diş. (Bir evin, geminin) Sıçanlarını yok
etme, sıçansızlaştırma.
dératiser gçl. Sıçanlardan arıtmak, sıçanlarını yok
etmek, sıçansızlaştırmak (Dératiser une maison,
un bateau).
dérayer gsz. (İki tarla arasında sımr olarak)
Hendek açmak,
dérayure diş. (İki tarla arasındaki) Hendek,
derby er. İng. 1. Her yıl İngiltere'de yapılan büyük
at yanşı; at koşusu. 2. İki komşu kent arasındaki
futbol karşılaşması,
déréaliser gçl. -in gerçeklik niteliğini yitirtmek, -i
gerçeklikten uzaklaştırmak (Un jeu qui déréalise
la vie).
derechef bel. Yeniden, yeni baştan, bir daha, bir kez
déréglé

daha (Il attire derechef mon attention sur ce sujet).


déréglé, e s. 1. Bozuk, bozulmuş, çalışma düzeni
aksayan (Une machine déréglée, mécanisme
déréglé. Appétit déréglé, estomac déréglé). 2.
Düzensiz, dağınık, dengesiz (Une vie déréglée). 3.
Ahlâkça gevşek (Moeurs déréglées). 4. Aşırı,
ölçüsüz, sınırsız (Ambition déréglée, imagination
déréglée).
dérèglement er. 1. Bozulma, iyi çalışmama
(Dérèglement d'une machine, d'un mécanisme.
Dérèglement de l'estomac, du pouls). 2. mec.
Ahlâk gevşekliği (Vivre dans le dérèglement). 3.
Düzensizlik, dağınıklık, dengesizlik,
dérégler gçl. 1. Bozmak, çalışmasını aksatmak,
düzenini bozmak (Dérégler une machine, une
montre, unmécanisme. L'orage a déréglé le temps.
Dérégler l'estomac, l'appétit). 2. mec. Çığırından
çıkarmak, yolunu sapıttırmak, bozmak (Dérégler
les moeurs, la conduite).
dérelier gçl. Cildini çıkarmak (Dérelier un livre).
déréliction diş. Terkedilmişlik duygusu, yalnız
kalmışlık.
déridage er. Bir yüzün kırışıklıklarını giderme; yüz
germe, yüz gerdirme,
dérider gçl. 1. Kırışıklıklarını, buruşuklarını
gidermek, germek (Dérider un visage).2. mec.
Yüzünü güldürmek, neşelendirmek (Cette
anecdote réussit à le dérider. Rien ne me déride ces
jours-ci). § Se dérider: Gülümsemek, yüzü
gülmek, neşelenmek,
dérision diş. Alay, acı alay (Il l'appelait par dérision
"mon cher maître". Rire, geste de dérision). §C'est
une dérision: Gülünç bir şey bu ! C'est une dérision
de f.qch: -mek gülünç olur, -mek alay etmek
demektir (C'est une dérision de prétendre qu'il a
fait son travail). Tourner qch en dérision: -i alaya
almak (Il est malséant de tourner en dérision des
choses respectables).
dérisoire i. 1. Alaylı, "istihzah (Un regard
dérisoire). 2. Gülünç, saçma (Il n'a pu opposer
que des arguments dérisoires). 3. Çok ucuz, çok
düşük, sudan ucuz, gülünç (Un prix dérisoire.
Acheter, vendre à un prix dérisoire).
dérisoirement bel. Gülünç derecede, gülünç
biçimde, çok (Des crédits
dérisoirement
insuffisants).
dérivatif, ive s. 1. hek. Kan çekici. 2. dilb. Türetici
(Suffixe dérivatif). 3. er. Düşünceyi başka
alanlara çekici şey, oyalayıcı şey (Le travail est un
dérivatif à ma douleur).
dérivation diş. 1. Yatağını değiştirme (Barragepour
la dérivation des eaux. Creuser un canal de
dérivation pour approfondir le lit d'un fleuve). 2.

412
dernier

hek. Vücudun bir yerindeki kan birikmesini yakı,


şişe gibi bir araçla başka bir yere çekme. 3. dilb.
Türetme; türem e (Former unmotpar dérivation).
4. mat. Bir fonksiyonun türevini alma. 5.
(Elektrikte) Kol. 6. Sapma, yolundan çıkma
(Dérivation d'un avion sous la poussée du vent).
dérive diş. 1. Sapma (Angle de dérive, navire en
dérive). 2. Uçak dümeni. § A la dérive: Akıntıya
kapılarak, rüzgârın önünde yaprak gibi, olaylar
nereye sürüklerse oraya, başıboş, kendini
koyvererek (Vivre à la dérive. Plusieurs caisses
sont parties à la dérive. Entreprise qui va à la
dérive. Il se sentait aller à la dérive).
dérivé, e s. 1. Türemiş, çıkmış, yapılmış (Mot
dérivé). 2. Dérivé de: -den türemiş, çıkmış,
yapılmış (Mots, corps, produits dérivés d'un
autre). 3. er. dilb. Türev. 4. er. mat. Türev. 5. er.
Bir şeyden elde edilmiş, türetilmiş madde (Les
dérivés de la houille).
dériver gçl. 1. Yatağını değiştirmek (Dériver un
cours d'eau). 2. dilb. Türetmek, türetme yoluyla
elde etmek (Dériver un mot). 3. Türevini almak
(Dériver une fonction). 4. gsz. Sapmak, rotadan
ayrılmak (Navire qui dérive. Avion qui dérive). S.
gsz. mec. Kendini kapıp koyvermek (Je suis
détaché, je dérive, quelle force m'entraîne?) 6.
Dériver de qch: -den türemek, -den gelmek (Ce
mot dérive du latin, du grec, de l'arabe). 7. Dériver
de: -den çıkmak, doğmak (Rien d'excellent ne peut
dériver de l'expérience d'autrui. Le théâtre profane
dérive du théâtre religieux).
dermatite, dermite diş. hek. Cilt yangısı, deri
yangısı.
dermatologie diş. hek. Cilt hekimliği,
dermatologiste, dermatologue ad. Cilt hastalıkarı
hekimi, cildiyeci,
dermatose diş. Cilt hastalığı,
derme er. anat. Altderi.
dermeste er. Güvelerin de içinde bulunduğu böcek
türü.
dermique s. anat. Altderiye değgin (Tissu
dermique).
dernier,ère s. ve ad. 1. Son, sonuncu (Lire un livre
jusqu'à la dernière page. Dépenser jusqu'à son
dernier sou. Faire un dernier effort). 2. En üst (Au
dernier degré. Le dernier point). 3. En kötü, en
düşük, en bayağı (Marchandise de dernière
qualité). 4. Geçen (L'an dernier, la semaine
dernière). 5. ad. Sonuncu (Il est le dernier de la
classe. Une guerre est toujours la dernière des
guerres.'). § En dernière analyse: Son çözümde.
Pour la dernière fois: Son olarak, son defa olarak.
En dernier: Sonuncu olarak hepsinden sonra
dernièrement

(Nous nous occuperons de lui en dernier. Il vient en


dernier). Avoir le dernier mot: Son söz kendisinin
olmak. Etre à sa dernière heure: Son dakikalarını
yaşamak, ölmek üzere olmak,
dernièrement bel. Bu yakında, son günlerde,
geçende (Il est venu me voir tout dernièrement).
dernier-né, dernière-née ad. En küçük evlât (Les
derniers- nés sont plus choyés que leurs frères et
soeurs).
dérobade diş. 1. (At için) Huysuzluk, yolundan
sapma, harınlık. 2. mec. Kaçma, atlatmaya
çalışma, kaytarma, kaçamak (Votre geste n'est
qu'une dérobade).
dérobé, e s. 1. Çalınmış, araklanmış, aşırılmış
(Receler des objets dérobés). 2. Gizli (Escalier
dérobé, porte dérobée). § A la dérobée: Gizlice,
kaçamaktan (Je le regardais à la dérobée).
dérober gçl. 1. Gizlice almak, aşırmak, araklamak
(Dérober une montre, un vêtement) 2. Dérober
qch à qn: Birinin -sini aşırmak, çalmak (Un
pickpocket lui avait adroitement dérobé son
portefeuille). 3. Dérober qch à qn ...: Bir şeyi
birinden kapmak; elinden, ağzından almak (II
aurait bien voulu me dérober mon secret. Tu veux
lui dérober le fruit de ses efforts). 4. Dérober qn,
qch à: Birini, bir şeyi -den kurtarmak; saklamak,
gizlemek (Dérober un coupable aux poursuites
judiciaires. Un rideau qui dérobe aux regards le
fond de la pièce. Tu lui as dérobé la réalité). S.
Kaçırmak, geri
çekmek(Ellevoulutm'embrasser,
mais je dérobai mon front). § Se dérober: 1. (At
için), Huysuzluk etmek, binicisini dinlememek,
harınlamak. 2. Se dérober à: -den saklanmak,
gizlenmek, kaçmak (5e dérober à la police, se
dérober aux regards). 3. Se dérober à qch: -den
kaçmak, kaytarmak, kaçınmak (Se dérober au
travail, à un devoir, à une obligation). 4. Se
dérober sous: -altından kaymak, çökmek (Elle
croyait sentir les tapis, le parquet se dérober sous
ses genoux. J'avais l'impression que le sol se
dérobait sous mes pas).
dérochage er. (Bir madeni) Temizleme, pasını
alma.
dérochement er. Kaya sökme,
dérocher gçl. 1. (Bir madeni) Temizlemek, kirini,
pasını almak (Dérocher un métal au moyen de
borax, d'acide suifurique). 2. Kayalarını sökmek
(Dérocher un terrain, le lit d'une rivière). 3. gsz.
Kayadan kayıp düşmek,
dérogation diş. 1. Aykırılık (Dérogation à un traité,
aux lois). 2. huk. Kaldırma, ilga (Dérogation
tacite: "Ztmnî ilga, altık kaldırma, kapalı
kaldırma).

413
dérouter
dérogatoire s. huk. Kaldırıcı, ilga edici (Force
dérogatoire.
Acte
dérogatoire,
clause
dérogatoire).
déroger gsz. Déroger à qch: 1. Aykırı davranmak,
karşı gelmek (Déroger à la loi, à une règle, à une
convention). 2. -e yakışmayan bir biçimde
davranmak (Déroger à son rang, à sa naissance, à
ses convictions). 3. Küçülmek, alçalmak (Il
croirait déroger en faisant ce métier).
déroidir gçl. Yumuşatmak,
dérougir gçl. Kırmızılığını gidermek,
dérouillée diş. hlk. Dayak, kötek; dayak atma,
dayak yeme (Prendre, recevoir une dérouillée).
dérouiller gçl. 1. Pasını çıkarmak (Dérouiller un
canon de fusil). 2. mec. Canlandırmak,
uyuşukluğunu
gidermek
(Dérouiller
sa
mémoire). 3. Dérouiller qn: hlk. Dayak atmak,
kötek çekmek. 4. gsz. hlk. Dayak yemek, kötek
yemek. § Se dérouiller les jambes: Ayaklarının
uyuşukluğunu gidermek (Il s'est dérouillé les
jambes en marchant).
déroulement er. 1. Dürülü bir şeyi açma, yayma
(Déroulement d'un câble, d'une pelote de ficelle).
2. Cereyan etme, oluşma, gelişme, gelişim (Le
déroulement des événements; le déroulement de
l'action dans une pièce de théâtre).
dérouler gçl. 1. Dürülü bir şeyi açmak, yaymak
(Dérouler une pièce d'étoffe, une bobine de fil,
dérouler un store). 2 .mec. Gösterme 1 ;, gözönüne
sermek (Le film déroule son intrigue). 3. Gözden
geçirmek, birbiri ardınca düşünmek (Déroulerles
événements de la journée. Je déroule toutes nos
paroles, nos regards, nos silences). § Se dérouler:
1. Cereyan etmek, oluşmak, gelişmek (Tous les
événements se sont déroulés devant nos yeux). 2.
Birbiri ardınca yeniden canlanmak (Lessouvenirs
se déroulent dans sa tête). 3. (Dürülü, çöreklenmiş
bir şey) Açılmak (Le boa se déroule et siffle).
déroutant, es. 1. İzini şaşırtan, yol şaşırtıcı. 2. mec.
Şaşırtıcı, afallatıcı (Une question déroutante, des
contradictions déroutantes).
déroute diş. 1. Bozgun (Une retraite qui tourne en
déroute). 2. mec. Perişanlık, yıkım (Le résultat des
élections fait apparaître la déroute d'un grand
parti). § Mettre en déroute: Bozguna uğratmak
(Mettre l'ennemi en déroute).
déroutement er. İzleyeceği yolu değiştirme
(Déroutement d'un avion par suite d'une avarie).
dérouter gçl. 1. İzini kaybettirmek, yolunu
şaşırtmak (Une petite maison assez éloignée pour
dérouter les importuns). 2. mec. Şaşırtmak,
kafasını karıştırmak (Dérouter un candidat par
des questions inattendues. Cette réponse m'a peu
414

derrière

dérouté). 3. Önce düşünülmüş olan yolunu,


yönünü değiştirmek (Dérouter un train, un avion,
un bateau).
derrière İlg. 1. Arkasına, arkasında, arkasından
(Avoir les mains derrière le dos; se cacher derrière
un arbre. Tout le monde marchait derrière lui). 2.
bel. Arkadan, arkada (Robe qui se boutonne
derrière. Allez devant, j'irai derrière). 3. er. Arka,
arka taraf (Le derrière d'une maison. Porte de
derrière. Roue de derrière). 4. er. Geri, kıç
(S'asseoir, tomber sur le derrière). 5. er. ç. Artçı
birlikler (Les derrières d'une armée). 6. er. ç.
Arka, geri (Assurer ses derrières, protéger ses
derrières).

§ De derrière, par derrière...: -in

arkasından (Ilsortit de derrière la haie. Passez par


derrière cette maison). Par derrière: Arkadan (11.
m'a poignardé par derrière. Il nous regardait par
derrière, llditdu mal de ses amis par derrière. Ilest
resté derrière). Etre derrière qn: mec. Kollamak,
göz kulak olmak (Il faut être toujours derrière lui).
Laisser qn loin derrière soi: Birini çok gerilerde
bırakmak, çok geçmek (J'ai laissé tous mes
anciens camarades loin derrière moi). Avoir...
derrière soi:... arkasında olmak, kendisini
desteklemek (Il a tous ses partisans derrière lui).
déruraiisation diş. Kırsal kesimde nüfus azalması,
derviche er. Derviş.
dès ilg. 1. -den beri (Il pleut dès le 20 mars. Dès le
début, il s'est montré hostile au projet). 2. -den
itibaren, -den başlayarak (Dès le deuxième
échelon, le salaire est suffisant. Dès Adana, le
temps est devenu très beau). § Dès que: -diği andan
itibaren, -er -mez (Dès qu'il sera arrivé, vous
m'avertirez:
O gelir gelmez, bana haber
verirsiniz). § Dès lors: 1. Hemen, derhal (Dès lors,
il décida de partir) .2.0 zamandan beri, o gün bu
gündür (Il avait été vexé, dès lors, ilse tint sur la
réserve). 3. mec. Öyleyse, şu halde (lia fourni un
alibi, dès lors, on peut reconnaître son innocence).
Dès lors que: -diği andan itibaren, -diğine göre,
madem ki... (Dès lors qu'il avoue sa faute, ellelui
sera pardonnée).
désabonnement
er.
Aboneliğini
kesme;
abonelikten çıkma,
désabonner gçl. Abonelikten çıkarmak (Veuillez
me désabonner). § Se désabonner de qch: -in
aboneliğinden çıkmak (Je me suis désabonné de
cette revue).
désabusé e, e s. Uyanık, gözü açılmış,
désabusement er. Uyanma, gözü açılma,
désabuser gçl. 1. Kötü ve yanlış yoldan çevirmek
uyandırmak, gözünü açmak (Il gardait encore
quelques illusions, je l'ai vite désabusé). 2.

désaffection

Désabuser qn de qch: Birini -den çevirmek,


-konusunda uyarmak, gözünü açmak (Il faut que
le monde vous désabuse du monde). 3. gsz.
Yanıldığını görmek, uyanmak, gözü açılmak,
désaccord er.
1. (Seslerde)
Uyumsuzluk
düzensizlik, akortsuzluk. 2. Geçimsizlik,
anlaşmazlık (Désaccord entre mari et femme.
Désaccord entre les partis). 3. Zıtlık, birbirini
tutmazlık, aykırılık (Désaccord entre une théorie
et les faits). § Etre en désaccord avec qn sur qch:

Biriyle bir konu üzerinde anlaşmazlık halinde


olmak, uyuşamamak (Je suis en désaccord avec
eux sur la définition des réformes).
désaccordé, e s. 1. Uyumu, düzeni bozulmuş;
karmakarışık
duruma gelmiş (Tout
est
désaccordé). 2. Akortsuz, akordu bozuk (Piano
désaccordé).
désaccorder gç/. 1. Aralarını bozmak (Les questions
d'intérêt matériel ont désaccordé ces deux
familles). 2. Akordunu bozmak (L'humidité
désaccorde les pianos). 3. Uyumu, ahengi
bozmak.
désaccoutumance diş. Bir alışkanlığı yitirme, bir
alışkanlıktan kurtulma,
désaccoutumer gçl. Désaccoutumer qn de f.qch:

Birini -mek alışkanlığından kurtarmak (Il faut le


désaccoutumer de mentir). § Se désaccoutumer de
f.qch: -mek alışkanlığından kurtulmak, -meyi
bırakmak (Je me suis désaccoutumé de fumer).
désacralisation diş. (Bir şeyi) Artık kutsal olarak
görmeme; artık kutsal olarak görülmeme,
désacraliser gçl. Kutsallığını gidermek, artık kutsal
olarak görmemek,
désadaptation diş. Uyamama, uyumsuzluk,
uyabilme yeteneğim yitirme. •
désadapté, es. Uyumsuz, çevresine uyamayan (Un
garçon désadapté).
désadapter gçl. Uyumunu yitirtmek. § Se
désadapter de qch: -e uyamamak (Se désadapter
d'un milieu).
désaéré, e s. Havası alınmış, havasızlaştırılmış
(Béton désaéré).
désaérergçl. -in havasını almak, -i havasızlaştırmak
(Désaérer du béton).
désaffectation diş. Kullanmama, yapılış amacına
göre
kullanmama
(Désaffectation
d'un
immeuble).
désaffecter gçl. (Kamu hizmetinde bulunan binalar
için) Kullanmamak, yapılış amacına göre
kullanmamak (Désaffecter une école, une
caserne).
désaffection diş. Sevgisizlik, soğukluk (La
désaffection du peuple pour le régime).
désaffectionner

415

désaffectionner(se)#sz. 1. Sevmemek, soğumak. 2.


Se désaffectionner de: -den soğumak, gönlü
geçmek (Se désaffectionner d'une affaire, d'une
personne).
désagréable .v. 1. Hoş olmayan, tatsız (Une
occupation désagréable).2. Kaba, sert (Il a été très
désagréable avec moi).
désagréablement bel 1, Hoşa gitmeyecek biçimde,
tatsızca.
2.
Kabaca
(Il m'a
répondu
désagréablement).
désagrégation diş. 1. Parçalanma, dağılma,
ufalanma (Désagrégation des rochers). 2. mec.
Bölünme, parçalanma, birliğin bozulması
(Désagrégation d'un pays). 3. mec. Çökme
(Désagrégation mentale, physique).
désagréger gçl. 1. Dağıtmak, parçalamak (L'eau
désagrège les murs). 2. Aradaki birliği, bağı
bozmak (Désagréger les lois et les coutumes). § Se
désagréger: Dağılmak, çökmek (Tout son système
de défense se désagrège).
désagrément er. Üzgünlük, üzüntü, sıkıntı, can
sıkıntısı (Ces derniers temps il a eu bien des
désagréments. Je m'excuse de vous avoir causé du
désagrément).
désaimanter
gçl.
Mıknatıslığını
gidermek
(Désaimanter une barre de fer).
désaliénation diş. Yabancılaşmadan kurtulma,
özgürleşme.
désaliéner gçl. Yabancılaşmadan kurtarmak,
özgürleştirmek,
désaltérantes. Susuzluk gidcrici, hararet söndüren
(Le thé est très désaltérant).
désaltérer gçl. 1. Susuzluğunu gidermek, hararetini
söndürmek (Le café froid désaltère. Un verre
d'eau suffit à me désaltérer). 2. Sulamak
(Désaltérer une terre aride). 3. mec. Yatıştırmak,
gidermek (Rien ne peut désaltérer notre soif de
bonheur). § Se désaltérer: 1. Susuzluğunu
gidermek, su içmek (Les moutons se désaltéraient
dans la rivière). 2. mec. İstekleri doymak, "tatmin
olmak, yatışmak,
désamorçage er. (Ateşli silahlarda) Kapsül
çıkarma; çalışması durma,
désamorcer gçl. 1. (Ateşli silahlarda) Kapsülü
çıkarmak
(Désamorcer
un pistolet).
2.
Durdurmak,
çalışmasını
durdurmak
§
Désamorcer une pompe: Bir tulumbanın içindeki
suyu akıtmak,
désapparier gçl. (Déparier'nin anlamdaşı) Çifti
bozmak, tek bırakmak, birbirinden ayırmak
(Désapparier deux amants, deux animaux).
désappointé, e s. Umudu boşa çıkmış, umduğunu
bulamamış, düş kırıklığına uğramış ( llaun air tout

désarmer

désappointé).
~
désappointement er. Düş kırıklığı, umudu boşa
çıkma (Eprouver du désappointement, cacher son
désappointement).
désappointer gçl.
Düş kırıklığına uğratmak,
umudunu boşa çıkarmak (11 nous a désappointés).
désapprendre gçl. 1. Unutmak (J'ai désappris tout
ce que je savais). 2. Désapprendre de f.qch: -meyi
unutmak (Il avait désappris d'exiger).
désapprobateur, trice s. Kınayıcı, beğenmeyen,
"tasvip etmeyen (Un geste désapprobateur).
désapprobation diş. Beğenmeme, kınama, tasvip
etmeme (Murmure de désapprobation. Je restais
silencieux pour lui marquer ma désapprobation).
désapprouver gçl. Beğenmemek, kınamak, "tasvip
etmemek (Je désapprouve
votre
conduite.
Désapprouver un projet, une démarche, une
entreprise).
désapprovisionner gçl. 1. Azıksız, gereçsiz
bırakmak, ikmalini yapmamak, malsız bırakmak
(Désapprovisionner les marchés). 2. Boşaltmak
(Désapprovisionner une arme à feu. Après la
chasse, il désapprovisionna son arme afin d'éviter
tout accident).
désarçonner gçl. 1. Eyerden indirmek, eyerden
düşürmek, attan düşürmek (Désarçonner un
chevalier). 2. Şaşırtmak, ne söyleyeceğini bilemez
duruma
düşürmek
(Notre
objection
l'a
désarçonné).
désargenté, e s. tkz. Parasız, meteliksiz, cebi delik
(Il est un peu désargenté ces jours-ci).
désargenter gçl. 1. İçindeki gümüşü yada üstündeki
gümüş kaplamayı çıkarmak. 2. tkz. Parasız,
meteliksiz bırakmak (Ces dépenses
m'ont
désargenté). § Se désargenter: Gümüş kaplaması
çıkmak (Les couverts se désargentent à la longue).
désarmant, e s. İnsanın elini kolunu bağlayan, içe
dokunan (Il est d'une naïveté désarmante).
désarmement er. 1. Silahsızlanma (Conférence du
désarmement.
Désarmement
progressif
des
grandes puissances). 2. Silahsızlandırma, silahtan
arıtma (Désarmement
d'une garnison
qui
capitule. Désarmement d'une forteresse). 3. den.
(Geminin) Donanımını çıkarma (Désarmement
d'un navire).
désarmer gçl. 1. Silahsızlandırmak (Désarmer un
pays). 2. (Ateşli silahlarda) Boşaltmak yada tetiği
emniyete almak, ateş edemez duruma getirmek
(Désarmer un fusil, un pistolet). 3. Donanımını
çıkarıp kızağa çekmek (Désarmer un navire). 4.
mec. Yatıştırmak, ortadan kaldırmak (Désarmer
la colère, la haine). 5. Yumuşatmak, yatıştırmak,
elini kolunu bağlamak (Sa candeur, son rire me
désarroi

désarment). 6. gsz. Savaştan vaz geçmek,


silahsızlanmak. 7.gsz. Bitmek,dinmek,yatışmak
(Il avait éveillé dans celte femme une haine qui ne
désarmait jamais). § Se désarmer: 1. Zırhını
çıkarmak (L'écuyer aidait le seigneur à se
désarmer). 2. Silahsızlanmak,
désarroi er. 1. Karışıklık, düzensizlik (J'ai constaté
un grand désarroi dans les chemins et les postes). 2.
Şaşkınlık (Le désarroi était grand chez l'ennemi).
§ Etre en désarroi: Karışıklık, düzensizlik içinde
olmak; karmakarışık olmak. Etre en grand
désarroi, en plein désarroi: T a m bir şaşkınlık

içinde olmak, şaşırıp kalmak,


désarticulation diş. 1. (Vücut üyelerinde) Çıkık. 2.
(Bir vücut üyesini) Ekleminden çıkarma yada
kesme (Désarticulation d'un membre, d'un os, de
la cuisse).
désarticuler gf/. 1. (Bir vücut üyesini) Ekleminden
çıkarmak. 2. Kesip almak (Désarticuler la cuisse).
3. Her yana eğip bükmek (Clown qui désarticule
ses bras, ses jambes). § Se désarticuler: 1.
Yerinden, ekleminden çıkmak (L'os de l'épaule
s'est désarticulé). 2. Elini, kolunu, ayaklarını eğip
bükmek (Un clown qui se désarticule).
désassemblage er. Sökme, takılı parçaları
birbirinden ayırma, dağıtma; sökülme, ayrılma,
dağılma.
désassemblergç/. (Doğramacılıkta) Takılı parçaları
birbirinden
ayırmak,
sökmek,
dağıtmak
(Désassembler les montants d'un meuble).
désassocier gçl. 1. Ortaklığını bozmak, 2. Ayırmak,
dağıtmak.
désassortir gçl. 1. Çeşidini bozmak, takımından
ayırmak, takımını bozmak (Service désassorti). 2.
(Mallarının) Çeşidini azaltmak ; çeşitsiz bırakmak
(Désassortir un marchand, un magasin).
désastre er. 1. Yıkım, felâket (La défaite fut un
désastre. Désastre qui frappe un pays, une
famille). 2. Batkı, iflas, tam başarısızlık (Désastre
économique.
Courir
au
désastre.
La
représentation de la pièce fut un désastre).
désastreusement bel. Yıkım halinde, felâket
halinde.
désastreux, euse s. 1. Yıkıcı, yıkımlı felâketli (Une
période désastreuse, ô nuit désastreuse!). 2. Kötü,
çok üzücü (Un résultat désastreux).
désatellisation diş. Uydu olmaktan kurtarma; uydu
olmaktan kurtulma (Désatéllisation d'un pays).
désatelliser gçl. -i uyduluktan kurtarmak
(Désatelliser un pays).
désatomisation diş. Nükleer silahlardan arındırma,
atomsuzlaştırma.
désatomiser gçl. Nükleer silahlardan arındırmak

416

descendre

(Désatomiser une zone).


désavantage er. 1. Elverişsizlik, kötü yan, engel
(Toute position sociale a ses désavantages). 2.
Aleyh, zarar, dokunca (Ces améliorations
tournaient à mon désavantage).
désavantager gçl. Aleyhine olmak, zarara
uğratmak,
engellemek
(La
position
désavantageait nos troupes. Désavantager un
héritier au profit d'un autre).
désavantageusement bel. Elverişsizce, zararına
olarak.
désavantageux, euse s. 1. Elverişsiz, aleyhte (Une
position désanvantageuse. Clause de contrat
désavantageuse).

2. Désavantageux à, pour: -in

aleyhine, zararına, -için elverişsiz (Toute


association inégale est désavantageuse au parti
faible).
désaveu er. 1. İkrardan dönme, yadsıma, inkâr
(Désaveu d'une opinion, d'une doctrine). 2.
Reddetme, kabul etmeme, red (Désaveu de
paternité: Bir çocuğun babası olduğunu kabil
etmeme).
désavouer gçl. 1. Yadsımak, inkâr etmek
(Désavouer ses paroles, un ouvrage). 2. Kabul
etmemek, benimsememek (Désavouer la
paternité d'un enfant). 3. Kınamak, eleştirmek,
beğenmemek (Je désavoue sa conduite).
désaxé, es. vead. Dengesiz, us dengesi bozuk (Ilest
un peu désaxé, c'est un désaxé).
désaxer
gçl.
1.
Ekseninden
çıkarmak,
uzaklaştırmak (Désaxer un cylindre). 2. mec.
Dengesini bozmak; biraz kaçık yapmak (La
maladie l'a un peu désaxé).
descellement er. Bozma, sökme, yerinden çıkarma
(Descellement d'un cachet, d'une pierre).
desceller gçl. 1. Mühürünü bozmak, çıkarmak;
bozmak (Desceller un contrat). 2. Sökmek,
yerinden çıkarmak (Desceller une grille).
descendance diş. 1. Soy, sop (Ils sont de la même
descendance). 2. Çocuklar, torunlar, döl döş (Il a
une nombreuse descendance).
descendant, es. 1. İnen, inici; aşağı doğru gelen,
inen; azalan, düşen (Gamme descendante. Ligne
descendante. Progression descendante). 2. ad. -in
soyundan gelen kimse, çocuklar, torunlar, döl
döş (Il a légué une immense fortune à ses
descendants).
descenderie diş. (Maden ocağında) Meyilli dehliz,
descendre gsz. 1. İnmek (Je \ais descendre à la
prochaine station. Il est descendu à la cave pour
chercher du charbon). 2. Descendre de qch: -den
inmek (Descendre de la montagne, du train). 3.
Descendre de: -den gelmek, -ir, soyundan gelmek
417

descente

(Il descend d'une famille très riche). 4. İnmek,


kalmak (Descendre à l'hôtel, dans une auberge,
chez un ami). 5. İnmek, -c kadar uzanmak,
çıkmak(Descendre en ville;descendre dans la rue).
6. Düşmek (Le baromètre descend, le
thermomètre est descendu au-dessous du zéro). 7.
-e girmek, kadar inmek (Descendre dans le détail.
Apprends à te connaître en descendant en toimême). 8. İstilâ etmek, akın yapmak,
inmek (Les
lombards descendirent en Italie). 9. Baskın
yapmak (La police est descendue dans cet hôtel).
10. İşi -e kadar götürmek (Dans ses accès de
colère, il descend jusqu'à la pire grossièreté). 11.
Akmak (Les cours d'eau descendent vers la mer).
12. Çökmek ((Les impuretés du liquide
descendent au fond du vase). 13. İnmek, olmak
(La nuit descend). 14. Batmak (Le jour descend.
Un astre qui descend sur l'horizon). 15. İnmek,
seviyesi düşmek (Le fleuve commence à
descendre). 16. Geri çekilmek (Lamarée descend,
la mer descend).

17. Descendreàqch, jusqu'àqch:

-e kadar alçalmak (Je ne l'aurai pas cru capable de


descendre à une telle bassesse). 18. gçl. -i inmek,
-den aşağı inmek (Descendre un escalier, une rue,
une montagne). 19. -i indirmek (Descendre un
fardeau, une grosse pierre). 20. Descendre qch de
qch: Bir şeyi -den indirmek (Descendre des
meubles d'un camion. Descendre une valise du
train). 21. İndirmek, bırakmak (Je vous
descendrai en ville à votre porte). 22. Descendre
qn: tkz. Öldürmek, zıbartmak (Les policiers ont
descendu le gangster). 23. Düşürmek (Descendre
un avion). § Descendre au tombeau; Ölmek,
mezara girmek. Descendre de haut: Mevkiinden
düşmek, gözden düşmek . Descendre qn en
flamme: mec. tkz. Birine şiddetle saldırmak.
Descendre la garde: ask. Nöbetten çıkmak.
descente diş. 1. İnme (Descente dans un puits, dans
une mine. Descente en skis, en parachute). 2.
İndirme, indirilme (La descente des bagages a
demandé une demi-heure). 3. Karaya asker
çıkarma, karaya çıkma (Descentesur une côte). 4.
İniş (L'avion commence sa descente pour se
poser). 5. İnişli yol, iniş (Freiner dans les
descentes). 6. Oluk (La descente reçoit l'eau du
chéneau). 7. Baskın, arama tarama için baskın
(Faire une descente dans les boîtes de nuit) §
Descente de justice: A r a m a tarama. Descente de

police: Polis baskını. Descente de lit: Yatak önü


halısı.
descripteur er. Betimleyici, "tasvirci (Cet écrivain a
de grandes qualités de descripteur).
descriptible s.Betimlenebilen; tasvire gelen,

désempoissonner

anlatılabilen.
descriptif, ive s. 1. Betimli, betimlemeli, tasviri
(Poésie
descriptive. Style descriptif). 2.
Betimlemeye dayanan (Linguistique descriptive,
anatomie descriptive).
description diş. Betimleme, "tasvir (Description
orale, écrite. Description d'une personne, d'un
événement, d'une maison). § Faire la description
de, donner une description de: -i b e t i m l e m e k ,

"tasvir etmek, anlatmak,


descriptivisme er. dilb. Betimleyicilik.
déséchouer gçl. (Karaya oturmuş gemiyi)
Yüzdürmek, kurtarmak,
déségrégation diş. Irk ayrımının kaldırılması, ırk
ayrımının son bulması,
désembourber gçl. 1. Çamurdan çıkarmak
(Désembourber
une charrette). 2.
mec.
Yoksulluk,
bilgisizlik
gibi
durumlardan
kurtarmak,
elinden
tutmak
(Il
m'a
désembourbé).
désembourgeoiser gçl. Kentsoylu, kentligil,
burjuva
niteliğinden
kurtarmak.
§ Se
désembourgeoiser: Kentsoyluluğunu yitirmek,
kentligil niteliğinden kurtulmak (Tu commences
à te désembourgeoiser).
désembouteiller gçl. Açmak, tıkanıklığını yada
arızasını gidermek (Désembouteiller une route,
une ligne téléphonique).
désemparé, e s. Şaşırmış eli böğründe kalmış; ne
yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez duruma
düşmüş (Elle est toute désemparée depuis que son
mari est parti) § Navire désemparé: Bir bozukluk
dolaysiyle manevra yapamayan gemi.
désemparer gçl. 1. Manevra yapamaz, çalışamaz
duruma düşürmek (Désemparer un navire
ennemi).
2. Bırakıp gitmek, "terketmek
(Désemparer un endroit). § Sans désemparer:
Durmadan,
durmaksızın,
ara
vermeden
(Travailler sans désemparer. On a poursuivi les
recherches toute la nuit sans désemparer).
désempeser gçl. Kolasını çıkarmak,
désempêtrer gçl. Sıkıntıdan, güç bir durumdan
kurtarmak.
désemplir gçl. 1. Bir kısmını boşaltmak. 2. gsz.
(Hep olumsuz olarak "ne pas désemplir"
biçiminde kullanılır) Hep dolu olmak, bir an boş
kalmamak (Sa boutique ne désemplit pas). § Se
désemplir: Boşalmak (Le salon se désemplissait
peu à peu).
désempoisonnergçl. Zehirlenmişlikten kurtarmak,
zehirlenmiş birini iyileştirmek,
désempoissonner gçl. Balıksızlaştırmak, balıklarım
yok etmek (Désempoissonner un étang).
désemprisonner

désemprisonner gçl. Hapisten çıkarmak,


désencadrer gçl. Çerçeveden çıkarmak, çerçevesini
çıkarmak (Désencadrer un tableau).
désenchaîner
gçl.
Zincirini
çıkarmak,
zincirlerinden kurtarmak,
désenchantement er. 1. Büyüsünü bozma ; büyünün
bozulması. 2. Düş kırıklığı (J'ai connu bien des
désenchantements dans ma carrière).
désenchanter gçl.
1. Büyüsünü
bozmak;
çekiciliğini, tadını azaltmak (De telles choses
désenchantent la vie). 2. Düş kırıklığına uğratmak
(Cet homme m'a désenchanté). § Etre désenchanté
de: -den düş kırıklığına uğramak (Elle est
désenchantée de tout).
désenchanteur, eresse s. ve ad. 1. Büyü bozan. 2.
Düş kırıklığına uğratıcı.
désencombrement er. 2. Açma, tıkanıklık yada
ârızasını giderme. 2. Temizleme, ayıklama,
désencombrer gçl. 1. Açmak, ayıklamak,
temizlemek; tıkanıklığını gidermek, arızasını
gidermek
(Désencombrer
un
central
téléphonique). 2. Désencombrer qch de qch: Bir
şeyi -den temizlemek, kurtarmak (Désencombrer
la voie publique des immondices).
désencrasser gçl. Temizleyip kirini pasını almak,
désencroûtergf/. 1. (Bir kabın) Kireç çöküntülerini
temizlemek (Désencroûter une chaudière). 2.
mec. (Birini) Boş inançlarından kurtarmak (Nous
l'avons pas mal désencroûté).
désénerver gçl. Yatıştırmak, sinirliliğini gidermek,
désenfiler gçl. İpliğini çekip çıkarmak, iplikten
çıkarmak (Désenfiler un collier, un chapelet).
désenflammer gçl. 1. Alevini söndürmek,
alevsizleştirmek, söndürmek. 2. (Bir yanığın)
Acısını almak,
désenflement er. Şişin inmesi, şişkinliği geçme,
sönme.
désenfler gçl. 1. Şişini indirmek, söndürmek. 2. gsz.

Şişi inmek, sönmek (Une tumeur qui désenfle).


désenflure diş. Şişin inmesi, şişkinliği geçme,
désenfourner gçl. Fırından çıkarmak,
désenfumer
gçl.
Dumandan
kurtarmak,
(Désenfumer un appartement).
désengagement er. Yükümsüzlük; yükümlülükten
kurtarma; yükümlülük taşımama, bağımlılıktan
uzak olma, bağlantısızlık
(Politique
de
désengagement).
désengager gçl. 1. Yükümlülükten kurtarmak;
bağlantısızlaştırmak. 2. Désengager qn de: Birini
-den kurtarmak, -yükümlülüğünden kurtarmak
(Je vous désengage de cette obligation). § Se
désengager de: -yükümlülüğünden kurtulmak (Se
désengager d'une obligation).

418

déséquilibre

désengorger gçl. Tıkanıklığını gidermek, açmak


(Désengorger un tuyau).
désenivrer gçl. 1. Sarhoşluğunu, esrikliğini
gidermek; ayıltmak (L'air frais nous a
désenivrés). 2. gsz. Ayılmak, esrikliği geçmek (Il
ne désenivre pas).
désenlacer gçl. Bağlarını çözüp çıkarmak,
bağlarından kurtarmak,
désenlaidir gçl. 1. Çirkinliğini gidermek. 2. gsz.
Çirkinliği kalmamak,
désennuyer gçl. Sıkıntısını gidermek, eğlendirmek,
oyalamak (Le cinéma me désennuie). § Se
désennuyer: Sıkıntısı geçmek, oyalanmak,
eğlenmek (Il changeait assez souvent de place
pour se désennuyer).
désenrayer
gçl.
Takıntıdan
kurtarmak;
tutukluğunu gidermek (Désenrayer une roue, une
arme).
désenrhumer gçl. Nezlesini iyi etmek, nezlesini
geçirmek.
désenrouer gçl. Ses kısıklığım gidermek,
désensablement er. Kumdan çıkarma; kumunu
temizleme.
désensabler gçl. 1. Kumdan çıkarmak, kumdan
kurtarmak (Désensabler une barque). 2. İçindeki
kumu çıkarmak, temizlemek,
désensibilisateur er. Uyuşturucu, duyarlık giderici
(madde).
désensibilisation diş. Uyuşturma, duyarlığını
giderme, duyarsızlaştırma (Désensibilisation
d'une dent).
désensibiliser gçl. Uyuşturmak, duyarlığını
gidermek, duyarsızlaştırmak (Désensibiliser un
organe à opérer).
désensorceler gçl. Büyülenmişliğini gidermek,
büyülenmiş durumdan kurtarmak,
désensorcellement er. Büyülenmişlikten kurtarma,
désen tort iller gf/. (Düğümlenmiş yada dolaşmış bir
şeyi) Çözmek, açmak,
désentraver gçl. Bukağısını, kösteğini çıkarmak,
désenvaser gçl. 1. Dibindeki çamuru çıkarıp
temizlemek (Désenvaserun bassin). 2. Çamurdan
çıkarmak.
désenvelopper
gçl.
Zarfından
çıkarmak,
kâğıdından çıkarmak,
désenvenimer gçl. 1. Zehirini, ağısını gidermek,
zehirsizleştirmek. 2. mec. Sertliğini azaltmak,
désépaissir gçl. Kalınlığını gidermek, inceltmek,
hafifletmek, kısaltmak (Désépaissir les cheveux).
déséquilibrante
s.
Dengeyi
bozan,
dengesizleştiren.
déséquilibre er. 1. Dengesizlik, oransızlık
(Déséquilibre de forces. Il y a déséquilibre entre
déséquilibré
l'offre et la demande). 2. mec. Dengesizlik,
düzensizlik, sapıklık, kaçıklık,
déséquilibrées, vead. Sapık, kaçık, dengesiz (C'est
un déséquilibré. Une femme déséquilibrée).
déséquilibrer gçl.
1. Dengesini
bozmak,
dengesizleştirmek2. Sapıttırmak, kaçıklaştırmak
(Ce malheur l'a déséquilibré).
déséquiper gçl. 1. (Gemi için) Armasını çıkarmak,
silahlarını sökmek (Déséquiper un navire). 2.
Donatımını, silahlarını almak (Déséquiper un
soldat).
désert er. 1. Çöl (Désert de Gobi. Désert de sable,
désert de pierres). 2. Issız yer, kuş uçmaz kervan
geçmez yer. i Prêcher dans le désert: Çölde va'z
etmek, söyleyip söyleyip kimseye dinletememek.
désert, e s. Issız (Village désert, rue déserte).
déserter gçl. 1. Bırakıp gitmek, terketmek, kaçmak
( Les jeunes désertent ces villages). 2. Ayrılmak (Il
a déserté le parti dont il était membre depuis
longtemps). 3. Yadsımak, ihanet etmek, sırt
çevirmek (Déserter une cause). 4. gzs. Kaçmak,
firar etmek (Une bonne partie de l'armée a
déserté). § Déserter à l'ennemi: Düşmana
kaçmak.
déserteur er. 1. Kaçak, firari, asker kaçağı. 2. mec.
Dönek, dönme,
désertification, désertisation diş. 1. Çölleşme. 2.

Issızlaşma, oturanı kalmama (Désertification


d'un village).
désertion diş. 1. Asker kaçaklığı, firarlık, kaçaklık.
2. Döneklik, dönmelik; bir inancı, bir örgütü
bırakma. § Désertion à l'ennemi:
Kaçıp
düşman safına geçme,
désertique s. Çöle değgin; çölü andıran, çölümsü
(Climat désertique).
désescalade diş. İnme, düşme, iniş, düşüş
(Désescaladepolitique, sociale, militaire).
désespérance diş. Umutsuzluk.
désespérant,e s. 1. Umut kırıcı, umutsuzluğa
düşürücü (Cet enfant est désespérant, nous n'en
ferons jamais rien). 2. Kötü, berbat (Il fait un
temps désespérant).
désespéré,e s. ve ad. 1. Umudu kırılmış,
umutsuzluğa düşmüş, umutsuz (C'est un vrai
désespéré. Il n'est jamais désespéré). 2. Üzgün,
çok üzülmüş (Je suis désespéré de vous avoir fait
attendre). 3. Acı ve umutsuzluk ifade eden (Un
regard désespéré). 4. Umutsuzca, aşırı Une
tentative désespérée). S. Umut kalmamış, bitmiş,
umutsuz (Le malade est désespéré. La situation est
désespérée).
désespérément bel. Umutsuzca,
désespérerez. 1. Umudunuyitirmek, umutsuzluğa
419

déshabituer

düşmek (Il ne faut pas désespérer, tout


s'arrangera). 2. Désespérer de qch: -den umudunu
kesmek (Je ne désespère pas de lui. Il désespérait
de ma guérison). 3. Désespérer de f.qch: -mekten
umudunu kesmek (Il ne désespère pas de réussir
un jour. Je commençais à désespérer de te revoir).
4. gçl. Umutsuzluğa düşürmek (Elle est d'une
adresse à désespérer un diplomate). 5. Acılara
salmak, çok üzmek (5a paresse désespère ses
parents. La mort de sa mère l'a désespéré). § Se
désespérer: Umutsuzluğa düşmek, kendini
umutsuzluğun kucağına bırakmak,
désespoir er. 1. Umutsuzluk, karamsarlık (La vérité
sur la vie, c'est le désespoir. Dans un moment de
désespoir, il avait voulu se suicider). 2. Büyük acı,
büyük üzüntü (S'abandonner au désespoir. Se
plonger, se jeter, sombrer dans le désespoir:
Acılara gömülmek, acılara düşmek. 3. İnsanı çok
kızdıran şey, ifrit edici (Cet enfant est le
désespoir).

Le désespoir des peintres:

1.

Taşkıran otu. 2. mec. Öykünülemez, benzeri


yapılamaz şey (Teint qui est le désespoir des
peintres). En désespoir de cause: Başka çare
kalmayınca (En désespoir de cause, il en est venu à
consulter les rebouteux). Etre au désespoir de
f.qch: -diğine çok üzülmek (Jesuis au désespoir de
ne pas pouvoir vous satisfaire). Faire, être le
désespoir de qn: -i çok üzmek, -için üzüntü
kaynağı olmak (Il fait le désespoir de ses parents.
Cet enfant est mon désespoir). Tomber dans le
désespoir: Umutsuzluğa düşmek,
désétatisergç/. Devlet payını azaltmak (Désétatiser
une industrie).
désexualiser gçl. Cinsel nitelikten uzaklaştırmak
(Désexualiser un sentiment).
déshabillage
er.
Soyundurma,
soyunma
(Déshabillage des mannequins).
déshabillé er. Ev kılığı, sabahlık. § En déshabillé:
mec. Süssüz, sade.
déshabiller gçl. 1. Giysilerini çıkarmak, soymak
(Déshabiller un enfant). 2. mec. Bütün
çıplaklığıyla ortaya koymak, göstermek (La
fonction du poète c'est de déshabiller l'homme). §
Déshabiller qn du regard: Birini gözüyle soymak.
§ Se déshabiller: Soyunmak; giysilerini çıkarmak
(Se déshabiller pour se coucher. Se déshabiller au
vestiaire).
déshabituer gçl. Déshabituer q n de qch: Birini

-alışkanlığından vazgeçirmek, birinin -alışkısını


kırmak (Il m'a déshabitué de l'alcool). § Se
déshabituer de qch, de f.qch: -alışkanlığından,

-mek alışkanlığından vazgeçmek; -mek huyunu


bırakmak (Se déshabituer de l'alcool, de fumer).
désherbage

désherbage er. Otunu yolma, otsuzlaştırma.


désherbant,e s. Otsuzlaştıran, otlan yok eden (Un
produit désherbant).
désherber gçl. Otunu yolmak, otsuzlaştırmak
(Désherber les allées d'un parc).
déshérence diş. Kahtçısız kalma, °mirasçısız kalma,
kalıtçısızhk, °mahlûliyet. § Tomber en
déshérence: (Miras, kalıt için) Devlete, hazineye
kalmak (Tous ses biens sont tombés en
déshérence).
déshéritée s. ve ad. 1. Kalıttan, mirastan yoksun
bırakılmış. 2. Hiçbir yeteneği olmayan,
yeteneksiz (Les plus déshérités plaisent
quelquefois, les plus séduisants échouent). 3.
Yoksul, "sefil, "nasipsiz (La région la plus
déshéritée d'un pays).
déshéritergç/. 1. Kalıtından çıkarmak, mirasından
yoksun bırakmak (Il menaçait son fils de le
déshériter). 2. Yetkesiz, "nasipsiz yaratmak (La
nature l'a déshérité).
déshonnête s. 1. Edepsiz, namussuz. 2. Ayıp, yüz
kızartıcı (Paroles, gestes déshonnêtes).
déshonnêtement bel. Edepsizce, yakışık almayacak
bir biçimde.
déshonnêteté, diş. 1. Edepsizlik. 2. Yüz kızartıcılık,
yakışık almazlık.
déshonneur er. 1. Şerefsizlik, namussuzluk 2.
Utanılacak şey, ayıp (Il n'y a pas de déshonneur à
avouer sa pauvreté).
déshonorante s- Şeref kırıcı, utanılacak, yüz
kızartıcı (Une conduite déshonorante).
déshonorer gçl. 1. Şerefine gölge düşürmek,
şerefini lekelemek (Cette action peut vous
déshonorer. Il a déshonoré sa famille). 2.
Kirletmek, bozmak, ırzına geçmek (Déshonorer
une fille, une femme). 3. Bozmak, berbat etmek
(Déshonorer un édifice par des restaurations
maladroites). 4. Déshonorer qch de: Bir şeyi -ile
kirletmek (Tu déshonores cette maison de ton
ignoble présence). § Se déshonorer: Alçalmak,
küçülmek, şerefsizleşmek. Etre, se sentir, se
croire déshonoré de f. qch: -mekle küçülmek,
küçüleceğini sanmak (Il se croit déshonoré
d'effectuer un travail manuel).
déshumanisante
s.
İnsansal
niteliğinden
uzaklaştıran; insanlıktan uzak kılan,
déshumanisation diş.
İnsansal
niteliğinden
uzaklaştırma,
insanlıktan
uzak
kılma;
insanlıksızlaştırma.
déshumaniser
gçl.
İnsansal
niteliğinden
uzaklaştırmak, insanlıktan
uzak kılmak;
insanhksızlaştırmak (Déshumaniser le monde).
déshydratation diş.
1. Suyunu
giderme,

420

désincarner

susuzlaştırma. 2. Suyunu yitirme, susuzlaşma.


déshydratée 1. Suyu çıkarılmış, suyunun bir
kısmını yitirmiş (Légumes déshydratés, peau
déshydratée, organisme déshydraté). 2. tkz.
Susamış, susuzluktan dili damağı kurumuş (Je
suis complètement déshydraté).
déshydrater gçl. Suyunu almak, suyunu gidermek,
susuzlaştırmak (Déshydrater des légumes pour les
conserver). § Se déshydrater: (Organizma için)
Suyunu yitirmek, gerekli olan suyun bir kısmını
yitirmek (Il s'est déshydraté pendant sa dernière
maladie).
déshydrogénation diş. kim. Hidrojenini alma,
hidrojensizleştirme.
déshydrogéner
gçl.
Hidrojenini
almak,
hidrojensizleştirmek.
déshypothéquer gçl. Rehinden kurtarmak,
desiderata er. f. 1. İstekler, dilekler (Il a écrit à un
député pour lui faire part de ses desiderata).
désidératif, ive s. 1. Dileğe, isteğe değgin; dilek
bildiren, istek bildiren. 2. dilb. Dilek-koşul.
désignatif, ive s. Belirtici.
désignation diş. 1. Belirtme (Désignation des
marchandises sur leur étiquette). 2. Adlandırma,
ad (Ce mot n'est pas une désignation courante de la
chose). 3. Seçme, seçilme; atama, atanma
(Depuis sa désignation comme directeur, il se
donne de grands airs. Désignation d'un délégué,
d'un successeur).
désigner gçl. 1. Belirtmek, göstermek (Désigner un
point sur la carte). 2. Adlandırmak (Désigner
quelqu'un par son nom, par un diminutif). 3.
Désigner qch à qn: Birine -i göstermek
(L'examinateur désigna au candidat le passage
qu'il devait traduire). 4. Seçmek, atamak, "tayin
etmek (Le personnel est invité à désigner ses
représentants). 5. Görevlendirmek (On l'a
désigné pour diriger cette mission). § Etre désigné
pour: -için biçilmiş kaftan olmak (Il est désigné
pour remplir ce rôle).
désillusion diş. Düş kınklığı (Il a éprouvé très
souvent des désillusions).
désillusionnement er. Düş kırıklığına uğratma; düş
kınklığına uğrama,
désillusionner gçl. Düş kırıldığına uğratmak (ila été
bien désillusionné sur la vie. Tu m'as
désillusionné).
désincarnée s - 1- Vücuttan, etten kemikten
kurtulmuş, sıynlmış. 2. (Alaylı) Maddi şeylere
önem vermeyen,
désincarner gçl. Etten kemikten kurtulmuş olarak
görmek (Désincarner un personnage). § Se
désincarner: 1. Etten kemikten kurtulmak.
désincorporer
bedeninden sıyrılmak. 2. mec. Gerçekten
uzaklaşmak,
désincorporer gçl. Takımından ayırmak,
désincrustant, e s i . Kireç çökmesini önleyen
(Substances désincrustantes). 2. er. (Kazanlarda)
Kireç çökmesini önleyen madde,
désincruster gçl. Kireç çöküntülerini temizlemek
(Désincruster un chaudron).
désinence diş. 1. dilb. Çekim eki. 2. bitb. Bitim, uç.
désinentiel, le s. Çekim eklerine değgin; çekim
ekleri olan (Le latin est une langue désinentielle).
désinfectant,e s. 1. Mikropsuzlaştırıcı, mikrop
öldürücü (Produit désinfectant,
substance
désinfectante). 2. er. Mikropsuzlaştırıcı madde;
temizleyici madde,
désinfecter gçl. Mikropsuzlaştırmak, temizlemek
(Désinfecter une plaie, une blessure. Désinfecter
une chambre, les instruments de chirurgie).
désinfecteur
s.
ve
er.
Temizleyici,
mikropsuzlaştırıcı (aygıt),
désinfection diş. Mikropsuzlaştırma, temizleme
(Désinfection d'une plaie, des vêtements, d'une
salle d'hôpital).
désintégration diş. 1. Bütünlüğünü bozma,
değiştirme; bütünlüğü bozulma, değişme. 2.
Parçalama, parçalanma (Désintégration de la
matière), i.yerb. Kayaların parçalanması. 4. mec.
Parçalanma bölünme,
darmadağın
olma
(Désintégration d'un pays).
désintégrer gçl. 1. Bütünlüğü bozmak, dağıtmak,
parçalamak (Les savants ont réussi à désintégrer
l'atome). 2. mec. Bölmek, parçalamak,
darmadağın etmek (Les rivalités personnelles ont
fini par désintégrer l'équipe. Désintégrer un pays).
§ Se désintégrer: Parçalanmak, bölünmek,
dağılmak.
désintéressé,e s. 1. Yarar gözetmeyen, çıkar
gütmeyen (C'est un homme
parfaitement
désintéressé). 2. Para karşılığı olmayan, bedava,
iyilik için yapılan
(Donner un conseil
désintéressé. Recherches désintéressées de science
pure). 3. Nesnel, yansız, yan tutmadan yapılan
(Le scepticisme suppose un examen profond et
désintéressé)
désintéressement er. 1. Çıkar gütmeme, yarar
gözetmeme (Agir avec désintéressement). 2.
(Birinin)
Alacak
ilişiğini
kesme
(Désintéressement des créanciers).
désintéresser gçl. (Birinin) Borcunu ödemek,
alacak ilişiğini kesmek (Désintéresser ses
créanciers). § Se désintéresser de: -den soğumak,
-ile hiç ilgilenmemek, ilişkisini kesmek (Se
déstintéresser de son travail, d'une affaire. Il s'est

421

désireux
complètement désintéressé de son fils.)
désintérêt er. İlgisizlik.
désintoxication diş. 1. Zehirlenmeden kurtarma. 2.
Zehirli maddeleri dışarı atma; zehirden arıtma,
zehirden arınma (Cure de désintoxication).
désintoxiquer gçl. 1. Zehirlenmeden kurtarmak. 2.
Zehirli maddeleri dışarı atmak, zehirden
arındırmak (Désintoxiquer un alcoolique).
désinvestir gçl. 1. ask. -den kuşatmayı kaldırmak
(Désinvestir une place). 2. -de yatırımları
azaltmak yada kaldırmak (Désinvestir un secteur
improductif).
désinvolte s. 1. Davranışlarında aşırı özgür; çok
serbest. 2. Patavatsız, saygısız, "laubali (Il est un
peu trop désinvolte avec ses supérieurs).
désinvolture diş. 1. Davranışlarında aşırı özgürlük,
çok serbestlik. 2. Patavatsızlık, saygısızlık,
"laubalilik (Agir, répondre avec désinvolture).
désir er. 1. İstek, °arzu (Il éprouvait ungranddésir
de silence. Le désir de réussir, de savoir, de
commander). 2. İstenilen şey (Tous vos désirs
vous seront accordés. Tous mes désirs ont été
réalisés). 3. Cinsel istek (L'amour n'est pas
seulement le désir). § Brûler du désir de f.qch:
-mek isteğiyle yamp tutuşmak (Il brûle du désir de
réussir).
désirabilité diş. İstenilirlik, arzu edilebilirlik,
désirable s. 1. İstenmeye değer, arzu edilebilen,
istenen (Il présente toutes les qualités désirables
pour faire un bon secrétaire. Il a étudié le problème
avec toute l'attention désirable). 2. İstek
uyandıran, cinsel istek esinleyen (Une femme
désirable).
désirer gçl. 1. İstemek, arzu etmek, gönlü çekmek
(Désirez-vous un peu de salade? Il désire un
appartement confortable): 2. Cinsel istek
duymak, "arzulamak (Désirer une femme). 3.
Désirer qch à qn: Bir şeyi birisi için dilemek (C'est
le bien que je lui désire). 4.Désirer f.qch: -meyi
istemek (Je désire m'expliquer sur ce point. Il ne
désire pas me rencontrer). § Laisser à désirer:
Eksik olmak, daha istenildiği gibi olmamak,
eksikleri kusurları bulunmak (Ce travail laisse à
désirer. Sa conduite laisse à désirer). § Se faire
désirer: Kendini aratmak, yokluğunu duyurmak
(Vous vous êtes fait désirer).
désireux, euse s. 1. İsteyen, arayan, arzulu (Il est
désireux de gloire). 2. Désireux de qch, de f.qch: -i
isteyen; -meyi isteyen, -mek ardında koşan (Ilest
désireux de richesses et d'honneurs. Il se montre
désireux d'acquérir certaines qualités qui sont à
l'opposé de sa nature).
désistement

désistement er. 1. Vazgeçme, "feragat. 2. Bir


seçimde adaylığım geri alma (Le désistement du
candidat démocrate).
désister (se) gsz. 1. Vazgeçmek, "feragat etmek. 2.
Se désister de qch: -den vazgeçmek, -den feragat
etmek (Se désister d'une action). 3. Se désister en
faveur de qn: Birinin lehine adaylıktan
vazgeçmek (Il s'est désisté en faveur du candidat
républicain pour faire échec à leur adversaire
commun).
désobéir gsz. 1. Dinlememek, karşı gelmek,
takmamak, itaatsizlik etmek (Ces enfants ont
désobéi). 2. Désobéir à qn, à qch: -i dinlememek,
takmamak; -e karşı gelmek, itaatsizlik etmek
(Désobéir à la loi, à un ordre, à ses parents).
désobéissance diş Dinlememe, karşı gelme,
saymama, takmama, sözdinlemezlik "itaatsizlik,
désobéissant, e s. "İtaatsiz,karşı gelen,sözdinlemez,
dinlemeyen, saymayan (Un enfant désobéissant).
désobiigeance diş. Kincilik, sevimsizlik,
désobligeante s. Kinci, sevimsiz, kaba (Une
réponse désobligeante. Tu as été désobligeant
envers moi).
désobliger gçl. Kırmak, üzmek, gönlünü kırmak,
hoşnutsuzluk yaratmak (Il m'a désobligé en
refusant).
désobstruction diş Açma, tıkanıklığını giderme,
désobstruer gçl Açmak, tıkanıklığım gidermek
(Désobstruer un canal, un passage, une conduite.
Désobstruer l'intestin en purgeant).
désoccupé,e s. İşsiz, aylak,
désodorisante s. 1. Koku giderici (Un produit
désodorisant). 2. er. Koku giderici madde
(Utilliser un désodorisant pour détruire toute
odeur de transpiration).
désodoriser gçl. Kokusunu gidermek,
désoeuvré, e s. ve ad. İşsiz, işsiz güçsüz, aylak (Une
foule de désoeuvrés. Un enfant désoeuvré).
désoeuvrement er_ İşsizlik, işsiz güçsüzlük, aylaklık
(Il a fait cela par désoeuvrement.
Son
désoeuvrement renforçait sa tristesse).
désolant, e s. Üzücü, üzüntü verici (Une nouvelle
désolante. Il fait un temps désolant).
désolation diş. 1. Yıkım (Ilpleurait la désolation de
son pays). 2. Büyük üzüntü, perişanlık (Cette
nouvelle a plongé toute la famille dans la
désolation). 3. Kıraçhk, yabanlık (La désolation
du paysage).
désolé, es. 1. Üzüntü verici, ıssız ve üzüntülü (Un
endroit désolé). 2. Üzülmüş, üzüntülü (Une
femme désolée). 3. Désolé de f.qch: -diğine

422

désorganisation
üzülmüş, -mek-ten üzgün (Je suis désolé d'avoir
tardé à vous répondre).
désoler gçl. 1. Yıkmak, taş taş üstünde bırakmamak
(Désoler un pays. Les pillards désolant la
campagne). 2. Üzmek, üzüntü vermek (Ses
paroles m'ont désolé). 3. Etre désolé de qch, de
f.qch: -e üzülmek, -diğine üzülmek (Le monde est
désolé de la mort de ce grand homme. Je suis désolé
de vous refuser). § Se désoler: 1. Üzülmek, üzüntü
duymak (Nete désole pas, rien n'est perdu). 2. Se
désoler de qch, de f.qch: -e üzülmek, -diğine
üzülmek (Je me désole de ne pouvoir t'aider).
désolidariser gçl. Désolidariser qch de qch: Bir şeyin

-ile bağıntısını kesmek, ilişkisini koparmak (En


débrayant, on désolidarise le moteur de la
transmission).

§ Se désolidariser de, d'avec: -den

ayrılmak, -den kopmak, -ile aralanndaki bağı


koparmak (Je me désolidarise de lui sur ce point.
Se désolidariser de ses amis, d'avec ses collègues).
désopilant, e s. Güldürücü, güldüren (Une histoire
désopilante. Cet acteur est désopilant).
désopiler gçl. 1. hek. Tıkanıklığını gidermek,
açmak.
2.
Güldürmek,
şenlendirmek,
keyiflendirmek. § Désopiler la rate: Gülmekten
kmp geçirmek. § Se désopiler: Gülmekten
katılmak, keyiflenmek,
désorbitation diş. Yörüngesinden çıkarma;
yörüngesinden çıkma,
désorbité, e s. 1. Yörüngesinden çıkmış. 2. mec.
Yaşamı kaymış, şaşkın, ne yapacağını bilmez
duruma düşmüş. 3. (Göz) Yuvasından çıkmış,
désorbiter gçl. 1. -i yörüngesinden çıkarmak. 2.
mec. Yaşamını kaydırmak, şaşkınlaştırmak, ne
yapacağını bilmez duruma düşürmek. § Se
désorbiter: 1. Yörüngesinden çıkmak (Un astre
qui se désorbité). 2. (Göz) Yuvasından çıkmak,
désordonné, es. 1. Düzensiz (Un élève désordonné,
une vie désordonnée).2. Aşırı, taşkın (Dépenses
désordonnées). 3. ad. Düzensiz kişi (C'est un
désordonné).
désordonner gçl. 1. Düzenini bozmak, karma
kanşık duruma getirmek. 2. Kargaşalık salmak,
désordre er. İ. Düzensizlik, dağınıklık, karışıklık
(Désordre des idées). 2. Düzensiz yaşam (Il vit
dans le désordre). 3. Kargaşa, ayaklanma (De
graves désordres ont éclaté). § Etre en désordre:
Karmakarışık durumda olmak, düzensizlik içinde
olmak. Mettre qch en désordre: Darmadağımk
yapmak, karma karışık duruma sokmak,
désorganisateur, trice s. ve ad. Çığırdan çıkanca;
bozucu; çürütücü (Principe désorganisateur).
désorganisation diş. Bozma; çığırından çıkarma;
désorganiser
karma karışık duruma getirme (Désorganisation
d'une administration, d'une armée. Nation en
complète désorganisation).
désorganiser gçl. Bozmak, çürütmek; düzenini
bozmak, dağıtmak, çığırından çıkarmak, karma
karışık duruma getirmek (Le cancer désorganise
les tissus qu'il envahit. Désorganiser les plans de
quelqu'un. Désorganiser une armeé, un régime,
un parti). § Se désorganiser: Bozulmak çürümek,
dağılmak, karma karışık duruma gelmek,
désorientation diş. 1. Yolunu, yönünü şaşırtma;
yolunu, yönünü şaşırma,
désorienté, es. 1. Yolunu yönünü şaşırmış. 2. mec.
Şaşırıp kalmış, afallamış,
désorienter gçl. 1. Yolunu, yönünü şaşırtmak
(Désorienter une personne, un animal). 2. mec.
Şaşırtmak, afallatmak (Ces méthodes nouvelles
désorientent les vieillards).
désormais bel. Bundan böyle, bundan sonra, artık
(Désormais, je ne fumerai plus).
désossé, e s. 1. Kemikleri çıkarılmış, ayıklanmış
(Dinde désossée et farcie). 2. mec. Katılığı
giderilmiş, yumuşak (Une religion désossée).
désossement er. Kemiklerini, kılçıklarını çıkarma;
kemiksiz, kılçıksız duruma gelme,
désosser gçl. 1, Kemiklerini, kılçıklarını çıkarmak
(Désosser un poisson, une épaule de mouton). 2.
mec. Didik dikik etmek, çok derin incelemek
(Désosser un texte, une phrase). § Se désosser:
(Kemiği) Ekleminden çıkarmak (Un acrobate qui
se désosse).
désoxydant, e s. veer. Pas çıkarıcı,
désoxyder gçl. Pasını çıkarmak (Désoxyder un
métal).
désoxygénation
diş.
Oksijensizleştirme,
oksijensizleşme.
désoxygéner gçl. Oksijensizleştirmek; oksijenini
azaltmak; oksijensiz bırakmak,
despote er. 1. Zorba hükümdar, "müstebit. 2. mec.
Zorba, dediği dedik (Cet enfant est un despote). 3.
s. Zorba, her istediğini yaptıran, dediği dedik
olan, kazak (Un mari despote).
despotique s. Zorba; zorbaca, despotça (Un
souverain despotique; un caractère despotique).
despotiquement
bel.
Zorbaca,
despotça,
müstebitçe (Agir, gouverner despotiquement).
despotisme er. Zorbalık, despotluk; istibdat,
desquamation diş. hek. (Deri) Pul pul dökülme
(Desquamation due à la rougeole).
esquamer gçl. hek. Pul pul dökmek. § Se
desquamer: Pul pul dökülmek (La peau se
desquame après la rougeole).
esquels, desquelles —> lequel
423

dessein
dessablement er. Kumunu alma; kumunu
temizleme; kumsuzlaştırma.
dessabler
gçl.
Kumunu
kaldırmak,
kumsuzlaştırmak, kumunu temizlemek,
dessaisir gçl. (Birinin bir hakkını, bir yetkisini) Geri
almak ((Dessaisir un tribunal d'une affaire). § Se
dessaisir de qch: -i geri vermek, bırakmak, -den
vazgeçmek (5e dessaisir d'un gage, d'un
document, d'un titre).
dessaisissement er. (Bir yetkiyi, bir hakkı) Geri
alma ; geri verme. § Jugement de dessaisissement:
Görevsizlik kararı, yetkisizlik kararı,
dessalé, e s. 1. Tuzu alınmış, tuzsuzlaştırılmış,
tuzsuz (Des harengs dessalés). 2. hlk. Düzenci,
kurnaz. 3. hlk. Pişkin, kaşarlanmış, alnının
damarı çatlamış (Un mec dessalé).
dessalement, dessalage er. Tuzunu alma, tuzunu
çıkarma, tuzsuzlaştırma; tuzu alınma, tuzu
çıkarılma, tuzsuzlaştırılma.
dessaler gçl. 1. Tuzunu almak, tuzunu çıkarmak,
tuzsuzlaştırmak (Dessaler de la morue en la faisant
tremper. Dessaler l'eau de mer). 2. hlk. Yüzünü
gözünü açmak, acemilikten kurtarmak (Dessaler
une femme, un enfant).
dessangler gçl. Kolanını çözmek (Desanglen un
cheval, un âne). § Se dessangler: Kolanından
kurtulmak, kolanını atmak (Le cheval s'est
dessanglé).

desséchant, es. 1. Kurutucu (Un vent desséchant). 2.


Kupkuru, duyarsız bir duruma getiren (Etudes
desséchantes, une doctrine desséchante).
dessèchement
er.
1.
Kurutma,
kuruma
(Dessèchement de la peau). 2. Kuruluk. 3.
Zayıflama, iğne ipliğe dönme. 4. Duyarlığını
yitirme, içi çöle dönme, duyarsızlaşma (Un
dessèchement affreux du coeur a entraîné
l'oblitération de la conscience).
dessécher gçl. 1. Kurutmak, kavurmak (Chaleur,
vent qui dessèche la végétation). 2. Zayıflatmak,
iğne ipliğe döndürmek. 3. mec. İçini kurutmak,
duygusuz kılmak, duyarsızlaştırmak. § Se
dessécher: 1. Kurumak (La peau se dessèche au
soleil. Sa bouche se dessèche d'émotion). 2.
Zayıflamak (Elle s'est desséchée de chagrin). 3.
Duyarlığını yitirmek, duygusuzlaşmak (Il avait
peur de se dessécher à force de science).
dessein er. Tasarı, niyet (lia des desseins secrets). §
A dessein: Kasten, mahsus, bile bile (Je l'ai fait à
dessein). A dessein de: -mek niyetiyle, için (Il l'a
fait à dessein de vous plaire). Dans le dessein de:
-mek niyetiyle (lia agi dans le dessein d'humilier
tout le monde). Avoir des desseins sur: -de gözü
olmak (lia des desseins sur votre poste). Avoir le
desseller
dessein de f.qch: -mek niyetinde olmak. Former le

dessein de f. qch: -meyi düşünmek, tasarlamak;


-meye niyet etmek,
desseller gçl. Eyerini çıkarmak, eyerini kaldırmak
(Desseler un cheval).
desserrage er. Gevşetme (Desserrage d'une vis).
desserrement er. Gevşeme.
desserrer gçl. Gevşetmek (Desserrer une vis, un
écrou). § Desserrer les dents: Ağzını açmak,
k o n u ş m a k . Ne pas desserrer les dents: Hiç

konuşmamak, ağzından tek söz çıkmamak, ağzını


açmamak. § Se desserrer: Gevşemek ((L'écrou
s'est desserré).
dessert er. 1. Yemek sonunda yenilen meyva, tatlı
gibi şeyler, soğukluk (Servir le dessert). 2. mec.
Yemeğin sonu, son, bitim (Il sont arrivés au
dessert).
desserte diş. 1. Sofra artıkları. 2. Bulaşık masası. 3.
Papaz vekilliği, papazlık etme. 4. (Yol, ulaşım
aracı) Uğrama, bağlantı sağlama,
dessertir gçl. (Mücevher taşını) Kaşından,
yuvasından çıkarmak <Dessertir un brillant de son
chaton).
desservant er. Bölge papazı,
desservir gçl. 1. (Sofrayı) Kaldırmak, toplamak
(Desservir la table. Vous pouvez desservir). 2.
mec. Zarar vermek, aleyhine olmak (Ma
franchise m'a toujours desservi). 3. -de papazlık
etmek, papazlık hizmetlerini görmek (C'est le
vicaire qui dessert les hameaux les plus éloignés).
4. Uğramak, geçmek, ulaşımını sağlamak (Le
ehemin de fer ne dessert pas encore ce village. Cet
ombinus dessert toutes les gares de la ligne).
dessiccatif, ive s. ve er. Kurutucu, kavurucu
(L'acide sulfurique est un dessiccatif).
dessiccation diş. 1. Kurutma, suyunu alma
(Dessiccation des fruits, du lait. Dessiccation des
solides par étuvage). 2. Su yitirimi, kuruma (La
dessiccation des terres argileuses).
dessiller gçl. Açmak (Dessiller ses yeux, ses
paupières). § Dessiller les yeux de qn, à qn: Birinin
gözünü açmak, uyandırmak (Je lui ai dessillé les
yeux). § Se dessiller: Açılmak (Alors mes yeux se
dessillèrent; je sentis mon malheur).
dessin er. 1. Resim (Leçon de dessin, professeur de
dessin. Les dessins de Picasso). 2. Resim sanatı
(Le dessin n'est pas la forme, il est la manière de
voir la forme). 3. Tasarı, taslak, plan (Le dessin
d'un ouvrage). 4. Örnek, süs, "desen (Tissu à
dessins). 5. Çerçeve (Le dessin d'une fenêtre). §
Les arts du dessin: Mimarlık, heykelcilik, resim ve
oyma sanatlan.Dessin animé: (Sinema) Canlı
resim, çizgi film.

424
dessous

dessinateur, trice ad. 1. Resimci, resimleyici


(Dessinateur de mode, de livres). 2. Desen
ressamı, "çizimci
(Cepeintreestplutôtdessinateur
que coloriste). 3. Desenci, çizimci, desen çizen
(Dessinateur industriel).
dessiner gçl. 1. -in resmini çizmek (Dessiner un
paysage, un chat, un oiseau). 2. Belirtmek
(Vêtements qui dessinent les formes du corps). 3.
mec. Çizmek (Dessiner un caractère). 4. -halinde
belirmek, şeklinde görünmek (La route dessine
une courbe). S. gsz. Resim yapmak (Dessiner au
crayon, au pinceau. Il dessine de mémoire et non
d'après le modèle). § Se dessiner: 1. Belirmek,
oluşmak (Projets qui commencent à se dessiner.
Unsouriresedessinasur ses lèvres). 2. Görünmek,
ortaya çıkmak (Dans leur attitude se dessinait une
tendance à la réconciliation).
dessoler gçl. 1. Tırnağını kesmek (Dessoler un
cheval, un mulet). 2. Ekim düzenini değiştirmek,
ekim almaşığı yapmak (Dessoler un champ).
dessouder gçl. Lehimini eritmek, lehimini
çıkarmak.
dessoûler gçl. 1. Ayıltmak, sarhoşluğunu gidermek
(On l'a dessoûlé en lui jetant de l'eau à la figure. La
peur l'a dessoûlé). 2. gsz. Ayılmak, sarhoşluğu
geçmek (Il ne dessoûle pas).
dessous bel ve ilg. 1. Alta, altta, altına, altında,
altından (La clôture était très haute, j'ai réussi à
passer dessous. Il dormait sur la table, il est tombé
dessous. Regardez cette pierre, il y a sûrement une
vipère dessous). § Au-dessous: Aşağıda (Il n'y a
personne
au-dessous).
Au-dessous de: -in
aşağısında, altında (Le village est au-dessous de la
montagne. La température tombe au-dessous de
zéro. Le film est interdit aux enfants au-dessous de
seize ans). Ci-dessous: Aşağıda, biraz aşağıda
(Vouz trouverez ci-dessous les indications
nécessaires). De dessous: Altta, alttaki, altından
(L'appartement de dessous est libre. J'ai sorti
beacoup de poussière de dessous l'armoire). En
dessous: Altta, altında (Soulevez ce livre, le billet
est en dessous). Agir en dessous: Kalleşçe,
arkadan hareket etmek; yüze gülüp arkadan
vurmak. Regarder en dessous: Belli etmeden,
gizlice bakmak, Rire en dessous: Belli etmeden
gülmek, kıs kıs gülmek. Là-dessous: Bunun
altında (ila offert de m'aider, il y a quelque chose
là-dessous. Le chat s'est caché là-dessous). Pardessous: Altında, altından
(Passerpar-dessous la
clôture. Il le prit par-dessous les bras et le souleva
de terre). 2. er. Alt (Le dessous du pied, de la main,
d'une assiette). 3. er. Gizli yan, iç yüzü (Les
dessous de la politique). 4. er. ç. Kadın çamaşırı
dessous-de-bras

425

(Elle porte des dessous en dentelle). § Bras dessus,


bras dessous: Kol kola. Sens dessus dessous: Alt

üst. Avoir le dessous: Alt olmak, yenilmek.


Connaître le dessous des cartes: İşin iç yüzünü
bilmek. Etre dans le troisième dessous, être dans le
trente sixième dessous: Çok kötü bir d u r u m d a

olmak. Etre au-dessous de tout: Hiçbir değeri


olmamak, ciğeri beş para etmemek, elinden hiç
bir iş gelmemek. Mettre qch sens dessus dessous:

Bir şeyi alt üst etmek, altını üstüne getirmek.


Prendre le dessous: Alttan almak,
dessous-de-bras er. Koltukluk, subra,
dessous-de-plat er. Tencere altlığı, ""altlık,
dessous-de-table er. Satıcıya ödenen narh fazlası;
bir çıkar sağlamak amacıyla fazladan ödenen
para; "rüşvet, avanta,
dessuintage er. Yapağının yağını alma.
dessuinter gçl. (Yapağının) Yağını almak, kirini
pasını temizlemek (Dessuinter de la laine avant de
la filer).
dessus bel. ve ilg. 1. Üste, üstte, üstüne, üstünde,
üstünden (ila marché dessus sans le voir. Prenez
l'enveloppe, l'adresse est marquée dessus. Cesiège
est solide, tu peux t'asseoir dessus. Il lui est tombé
dessus). § Avoir le nez dessus: Tam yakınında
olmak, burnunun dibinde olmak (Ne cherche pas
tonstylo, tuaslenez dessus). Mettre le nez dessus:
1. (Bir şeyi) Çok yakma, burnunun dibine
koymak. 2. Rastlantıyla bulmak. Mettre la main
dessus: Yakalamak, ele geçirmek, enselemek.
Mettre le doigt dessus: T a m üstüne basmak,

bulmak. Au-dessus: Üstünde, üstüne (Ma valise


est solide, mettez la vôtre au-dessus). Au-dessus
de: Üstünde, -den üstün, -den yukarı, -den çok
(Poser une lampe au-dessus du bureau. Le colonel
est au-dessus du capitaine. Les enfants au-dessus
de sept ans payent place entière). Ci-dessus:
Yukarda (Vous avez lu ci-dessus les raisons de
mon refus). De dessus: Üstte, üstünde, üstünden
(Enlève tes papiers de dessus la table. Il ne lève pas
les yeux de dessus son livre). En dessus: Üstte, üst
tarafta (Ce tissu est écossais en dessus et uni en
dessous. Dans cette bibliothèque les auteurs grecs
sont en dessus, les auteurs latins en dessous). Làdessus: 1. Üstüne (Prenez cette
feuille et écrivez
là-dessus). 3. Bunun üzerine (Là-dessus, il m'a
quitté brusquement).
Par-dessus: Üstüne,
üstünden (Il fait froid, mettez un chandail pardessus votre chemise. Sauter par-
dessus. Il lisait le
journal par-dessus mes épaules). Par-dessus tout:
Özellikle. Avoir par-dessus la tête de qch: -den
bıkmak, gına getirmek (J'en ai par-dessus la tête,
de toutes ces comédies). 2. er. Üst (Le dessus de la

destiner

main, d'une table, d'un tissu). 3. Örtü (Dessus-delit: Yatak örtüsü). 4. Üstünlük
(Ils ont eu le dessus
dans le combat). 5. er. müz. İnce, tiz ses, § Avoir le
dessus: Yenmek, kazanmak, üstün gelmek.
Prendre le dessus: Üstünlüğü ele geçirmek.
Reprendre le dessus: (Bir sayrılık yada acı söz
konusu olduğunda) Yenmek, atlatmak, kendini
toparlamak, iyileşmek. Le dessus du panier:
Mahn en iyisi, kaymağı. Il n'y a rien au-dessus:
Üstüne yok, bundan iyisi olamaz. Etre au- dessus
des affaires: İşi iş olmak,-işleri tıkırında olmak.
déstalinisation diş.
Stalin'e özgü zorbaca
yöntemleri bırakma; "kişilere tapma"ya son
verme.
destin er. 1. Alın yazısını düzenleyen kuvvet, "kader
(Les hommes ont inventé le destin afin de lui
attribuer le désordre de l'univers). 2. Yazgı, alın
yazısı.*mukadderat (Personnene peut échapper à
son destin. Il a eu un destin tragique). 3. (Büyük
harfle yazılınca) Kader tanrısı. 4. Gelecek, kader
(Le destin d'un ouvrage littéraire). S. mec. Yaşam,
ömür (Finir son destin: Ömrünü tamamlamak.
Nous tissons notre destin, nous le tirons de nous
comme l'araignée sa toile).
destinataire ad. Alacak olan, gönderilen, kendisine
bir şey gönderilen (Destinataire d'un colis, d'une
lettre).
destinateur er. dilb. Gönderen.
destination diş. 1. Yapılış amacı, kullanılış amacı
(La destination des pyramides d'Egypte est encore
incertaine. Le Lycée, transformé en hôpital
pendant la guerre, a été rendu ensuite à sa
destination première). 2. Yön (On emmena les
prisonniers vers une destination inconnue). 3.
Ayırma, kullanma (Destination d'une somme
d'argent). 4. Gönderilecek yer; gidilecek,
varılacak yer (Remettre une lettre à sa destination:
Bir mektubu gönderildiği yere teslim etmek.
Arriver, parvenir à destination). § A destination
de: -e doğru, yönüne doğru, -e gidecek (Prendre
un billet d'avion à destination d'Istanbul. Un train
à destination d'Ankara).
destinée diş. 1. Alın yazısı, yazgı, "mukadderat (Il a
eu une heureuse destinée. La destinée humaine). 2.
Kader, alnına yazılanlar (Changersa destinée). 3.
Yaşam, ömür. 4. Gelecek, kader (La destinée
d'une oeuvre d'art). § Finir sa destinée: Ömrünü
tamamlamak, ölmek. Se faire sa destinée à soimême: Kaderini kendi eliyle yazmak.
Tenir entre
ses mains la destinée de qn: Birinin kaderi -in
elinde olmak (Il tient ma destinée entre ses mains).
Unir sa destinée à qn: -ile evlenmek.
destiner gçl.

1. Destiner qn à qch: Birini -e


destituer

yöneltmek, -e göre yetiştirip hazırlamak


( Destiner son fils au commerce. Destiner
quelqu'un à un emploi). 2. Destiner qch à qn, à
qch: Birşeyi -e ayırmak, tahsis etmek (Il destine ce
terrain à la culture du blé. A qui destinez-vous ces
cadeaux? Tu lui destines ma maison le jour où je
prendrai ma retraite). § Se destiner à qch: 1.
Kendine uğraş olarak seçmek,kendini -e vermek
(Se destiner à l'enseignement, à la diplomatie). 2.
Se destiner à f. qch: -meye göre kendini
hazırlamak, -meyi gerçekleştirmeyi düşünmek
(Se destiner à poursuivre l'oeuvre de son père).
Etre destiné à qn, à qch: 1. -e evlenmek üzere
vadedilmek (La jeune fille lui était destinée). 2. -e
yönelik olmak, -i ilgilendirmek (C'est à vous que
cette remarque était destinée). 3. -için
hazırlanmak, -i beklemek (Le triste sort qui m'est
destiné).
destituer gçl. 1. Görevden almak, işten çıkarmak,
'azletmek (Destituer un fonctionnaire,
un
souverain). 2. Destituer qn de qch: Birini -den
çıkarmak, almak, azletmek (Destituer un officier
de son commandement, un magistrat de ses
fonctions).
destitution diş. Görevden alma, işten çıkarma,
*azil.
déstocker gçl. gsz. Stokları piyasaya sürmek,
destrier er. Savaş atı.
destroyer er. Destroyer, torpido muhribi,
destructeur, trice s. ve ad. Yıkıcı (Les destructeurs
de villes. Une guerre destructrice, idées
destructrices).
destructibles. Yıkılabilir, "tahribedilebilir (Matière
destructible).
destructif, ive s. Yıkıcı, yıkıma yol açan, "tahripkâr
(Pouvoir destructif d'un explosif).
destruction diş. 1. Yıkım, yıkma, tahrip
(Destruction d'un pays par des bombardements.
Cette ville a subi de terribles destructions). 2.
Öldürme, kıyım, yok etme (Destruction d'une
armée. Destruction des juifs par les nazis). 3. Yok
etme, ortadan kaldırma (Destruction de papiers
compromettants).
destructivité diş. Yıkıcılık,
déstructuration diş. Yapısını bozma, yapısal
özelliğini ortadan kaldırma,
déstructurer gçl. Yapısını bozmak, yapısal
özelliğini ortadan kaldırmak,
désubjectiviser gçl. Öznellikten kurtarmak,
nesnelleştirmek
(L'éducation
tend
à
désubjectiviser l'enfant).
désuet, ète ^.Kullanılamayacak duruma gelmiş, çok
eskimiş, geçerliği kalmamış, yürürlükten düşmüş
426

détacher

(Coutume désuète, expression désuète).


désuétude diş. Kullanılamıyacak duruma gelme,
çok eskimişlik, geçerliği kalmama, yürürlükten
düşme. § Tomber en désuétude: Yürürlükten
düşmek, geçerliği kalmamak (Une loi qui tombe
en désuétude. Ce mot est tombé en désuétude).
désulfurer gçl. Kükürtten arıtmak, içindeki
kükürdü almak, kükürtsüzleştirmek (Désulfurer
la fonte, les produits pétroliers).
désuni, es. 1. Bölünmüş, bir anlaşmazlık yüzünden
birliği bozulmuş (Famille désunie, un couple
désuni). 2. Uyumsuz f C'est un beau cheval dont le
pas est presque toujours désuni).
désunion diş. 1. Bölme, ayırma, birliğini bozma;
bölünme, birliği bozulma (Désunion d'une
famille, d'un couple, d'un parti). 2. Uyumsuzluk,
uyuşmazlık.
désunir gçl. Bölmek, ayırmak, birliğini bozmak
(Désunir une famille, un ménage).
détachage er. 1. Çözme, ayırma. 2. Leke çıkarma,
temizleme,
détachant er. Leke ilâcı.
détaché, e s. 1. Çözülmüş, ayrılmış (Un ruban
détaché, un lien détaché). 2. Kopuk, ilgisiz (11
parlait sur un ton détaché. Il répondit d'un air
détaché). 3. Ayrı duran, yalnız. § Fonctionnaire
détaché: Geçici olarak başka göreve atanmış
memur.
détachement er. 1. Kopma, unutma, vazgeçme,

uzaklaşma ( Le détachement de soi, du monde, des


plaisirs). 2. İlgisizlik (Parler, répondre avec
détachement). 3. ask. Müfreze. 4. huk. (Memur
için) Geçici görev; görev değişikliği (Etre en
détachement). 5. Başka göreve atama, atanma
(Mise en détachement d'un fonctionnaire).
détacher gçl. 1. Lekesini çıkarmak, leke çıkarmak
(Détacher un pantalon; une cravate. Détacher au
savon, à la benzine) 2. Çözmek, ipini, bağını
çözmek (Détacher son manteau, sa ceinture, ses
lacets de chaussures. Détacher un bouquet de
fleurs. Détacher un chien, une barque). 3.
Détacher qch de: Bir şeyi -den çözmek, ayırmak,
koparmak (Détacher un wagon d'un convoi. Les
affiches que le vent détache d'un mur). 4. Vurmak,
atmak, indirmek (Détacher un coup de poing, un
coup de pied). 5. İyice belirtmek, belirlemek (Un
éclairage qui détache nettement les silhouettes. Il
parle en détachant ses mots). 6. Détacher qn: Birini
görevlendirmek (Une société qui détache un
représentant auprès d'un organisme). 7. Détacher
qn de: Birini -den koparmak, uzaklaştırmak (Son
égo'isme détache de lui tous ses amis). 8.
Birleştirmemek, ayrı ayrı yazmak, söylemek
détacheur

427

(Détacher ses lettres en écrivant. Détacher


nettement les syllabes. Détacher les notes). 9.
Détacher qn à qn: Birini -e g ö n d e r m e k (Je lui ai

détaché mon frère). 10. Détacher qch de: Bir şeyi


-den çevirmek, ayırmak (Il avait peine à détacher
ses yeux de ce tableau). 11. Geçici göreve atmak;
geçici olarak bir başka göreve atamak (Détacher
un fonctionnaire). § Ne pouvoir détacher ses yeux,
ses regards,

ses pensées,

son attention

de:

Gözlerini, bakışlarını, kafasını, dikkatini -den


ayıramamak. § Se détacher: 1. Bağım çözmek,
bağım koparmak (Le chien s'est détaché). 2.
Belirmek ( Une belle figure se détache sur un fond
gris). 3. Se détacher de: a) -den kopmak, ayrılmak
(Les fruits qui se détachent d'un arbre), b) -den
soğumak, kopmak, artık sevmez olmak (Ils se
détachent l'un de l'autre), c) -den uzaklaşmak,
arayı açmak, ayrılmak (Un coureur qui se détache
du peloton), d) -den kopmak, vazgeçmek, -e karşı
artık ilgi duymamak (Il s'est détaché du monde,
des plaisirs).
détacheur er. Lekeci, temizleyici,
détail er. 1. Perakende satış (Prix de détail.
Commerce de détail, magasin de détail). 2.
Ayrıntılı hesap, ayrıntılı hesap pusulası (Voulezvous le compte global ou le détail
des dépenses). 3.
Ayrıntı (Il connaît tous les détails. Un petit détail
peut avoir de grandes conséquences). 4. Önemsiz
şey (C'est un détail). S. ask. Levazım; ordonat
(Officier de détail). § En détail: Ayrıntılarıyla,
ayrıntılı olarak (Ilm'a raconté l'histoire en détail).
Entrer dans le détail: Ayrıntılara i n m e k . Faire le
détail, faire de la vente au détail: Perakendecilik

yapmak, perakende satış yapmak,


détaillant, e ad. Perakendeci,
détailler gçl. 1. Perakende satmak (Lemarchandne
détaille pas les verres de ce service). 2.
Ayrıntılarıyla anlatmak, belirtmek (Il nous a
détaillé son plan).
détaler gsz. Kaçıvermek, tabanları yağlamak,
tüymek (Les voleurs ont détalé dès qu'ils ont
entendu un petit bruit).
détartrage er. Tortu, çökelti ve kireç gibi şeylerden
arıtma, temizleme (Détartrage des radiateurs, des
dents).
détartrer gçl. Tortu, çökelti ve kireç gibi şeylerden
arıtmak, temizlemek (Détartrer une chaudière, le
radiateur d'un moteur. Se faire détartrer les dents
par le dentiste).
détaxation diş. 1. Vergi indirimi 2. Haksız olarak
alınmış bir verginin geri verilmesi; vergi iadesi
(Demander une détaxation).
détaxe diş. 1. Vergi indirimi. 2. Haksız olarak

détente

alınmış bir verginin geri verilmesi,


détaxer gçl. Vergisini indirmek yada kaldırmak
(Détaxer un produit, une denrée).
détecter gçl. Bulup ortaya çıkarmak (Un appareil à
détecter les mines. Détecter un poste émetteur
clandestin).
détecteur er. 1. (Radyoda) Bulucu (alet) (Un
détecteur de mines). 2. Bulup ortaya çıkaran
(kimse) (Certains médecins sont des détecteurs, ils
ne songent qu'au diagnostic).
détection diş. Bulup ortaya çıkarma (Détection d'un
poste émetteur clandestin, détection des gaz
toxiques,des nappes de pétrole).
détective er. İng. 1. İngiliz polisi. 2. Polis hafiyesi,
"dedektif, 3. El fotoğraf makinası.
déteindre gçl. 1. Rengim soldurmak (Le soleil
déteint les tissus). 2. gsz. Solmak, renk atmak,
boyası çıkmak (Cette étoffe déteint facilement). 3.
Déteindre sur a) Rengini -e geçirmek,
bulaştırmak (Cette gravure a déteint sur la page
suivante). b). -i etkilemek (Les époques déteignent
sur les hommes qui les traversent).
dételage er. (Bir hayvanın) Koşumunu çözme,
koşumlarını çıkarma,
dételer gçl. 1. Koşumunu çözmek, koşumdan
çıkarmak (Le cocher dételle son cheval. Dételer
une voiture, une charrue). 2. gsz. (Çalışmayı, işi)
Bırakmak,durmak (Il a travaillé toute la journée
sans dételer).
détendeur er. Basınç azaltıcı (alet),
détendre gçl. 1. Gevşetmek (Détendre un arc, un
ressort, une corde). 2. Gevşetmek, sinirlerini
dinlendirmek (Quelques jours au bord de la mer
m'ont détendu). 3. Yatıştırmak, gerginliğim
gidermek
(Une plaisanterie
qui
détend
l'atmosphère). 4. Basıncını azaltmak (Détendre
un gaz). § Se détendre: Gevşemek, yatışmak,
gerginliği kalmamak (Les rapports se sont
détendus entre les adversaires. Je me suis bien
détendu à la campagne).
détendu, e s. 1. Gevşetilmiş, gevşemiş (Ressort
détendu). 2. Yatışmış, dinginleşmiş, gevşemiş
(Muscle détendu, esprit détendu, une atmosphère
détendue).
détenir gçl. 1. Elde bulundurmak, elde tutmak
(Détenir le pouvoir, le record du monde). 2.
Alıkoymak, haksız yere tutmak (Détenir un gage,
un délinquant).
détente diş. 1. (Silahta) Tetik (Appuyer sur la
détente. La détente d'un fusil, d'un pistolet). 2.
(Gazlarda) Genleşme (La détente d'un gaz
produit un refroidissement du gaz). 3. Gevşeme,
yumuşama (On observe une certaine détente dans
détenteur

428

leurs relations). 4. Dinginlik, yatışma, gevşeme


(Détente après une crise). S. Dinlenme (Ces
enfants ont besoin d'une détente. Permission de
détente). § Etre dur à la détente:Eli sıkı olmak,
cimri olmak,
détenteur, trice ad. *Elmen, "zilyet,
détention diş. 1 Elde bulundurma, elmenlik,
"vaziülyetlik. - 2. Tutukluluk yada hapis;
tutuklama, tutuklanma; "tevkif (Arrestation el
détention d'un criminel).
détenu, e s. ve ad. Mevkuf, mahpus, kalebent. §
Détenu condamné: Mahpus, yargı giymiş hapisli.
Détenu préventif: Mevkuf, tutuklu
détergent, es. 1. Temizleyici (Remèdedétergent). 2.
er. Temizleme ilâcı, temizleyici 'kirsöken (Un
détergent).
déterger gçl. 1. Temizlemek (Déterger une plaie, un
ulcère). 2. Bir temizleyiciyle yıkayıp temizlemek,
détérioration diş. Bozma, bozulma; yıpratma,
yıpranma (Détérioration
de la situation
internationale. Détérioration d'une machine, d'un
appareil, des marchandises).
détériorer gçl. 1. Bozmak (Détériorer une machine,
un appareil. La jalousie a détérioré leurs
relations). 2. Yıpratmak, "harabetmek (Il a
détérioré sa santé par des excès. L'humidité
détériore les murs). § Se détériorer: Bozulmak,
yıpranmak, harabolmak.
déterminabie s. Belirlenebilir, belirtilebilir,
déterminant, e s. 1. Belirten, gösteren; yargıya
vardıran, sağlayan,
neden olan
(Motif
déterminant, cause déterminante). 2. er. dilb.
Tamamlayan. 3. mat. Belirten, "determinant,
déterminatif, ive s. 1. Belitme, belirtici (Adjectifs
déterminatifs). 2. er. dilb. Tamlayan,
détermination diş.
1. Belirtme, gösterme
(Détermination de la longitude d'un lieu). 2.
Saptama,
belirleme
(Détermination
d'un
phénomène, d'un acte). 3. Karar (J'ai pris mille
déterminations à ce sujet). 4. Azim, kararlılık.
(Agir avec détermination).
déterminé, e s. 1. Belirli (Il se promenait sans but
déterminé. Il faut une quantité déterminée de force
pour soulever un poids déterminé). 2. Kararlı,
azimli (C'est un homme déterminé). 3. er. dilb.
Tamlanan (Le déterminé et le déterminant).
déterminer gçl. 1. Belirtmek, göstermek, ortaya
çıkarmak, meydana koymak (Déterminer le sens
d'un mot, les détails d'une entreprise). 2.
Saptamak (Nous avons déterminé la conduite à
tenir. Déterminer une date). 3. Hesaplamak,
tahmin etmek (Cette distance est difficile à
déterminer). 4. dilb. Belirtmek, tamamlamak. 5.

détonner

Doğurmak, neden olmak, yol açmak, sağlamak


(Les progrès de l'industrie déterminent quelque
adoucissement dans les moeurs). 6. Déterminer qn
à f.qch: Birini -meye karar verdirmek,
azmettirmek (Cet événement m'a déterminé à
agir ainsi). 7. Déterminer qn à qch: Birini -e karar
verdirmek (Nous l'avons enfin déterminé à ce
voyage). § Se déterminer: 1. Karar vermek (Il est
temps de se déterminer). 2. Se déterminer à qch, à
f.qch: -e karar vermek, -meye karar vermek (A
quoi vous déterminez- vous? Il s'est déterminé à
partir).
déterminisme er. fels. Gerekircilik, "icabiye,
"muayyeniyetçilik.
déterministes, ve ad. fels. Gerekirci,
déterrage er. X. Sabanın demirini topraktan
çıkarma. 2. (Hayvanları) İninden çıkarma,
déterré, e ad. Gömütten çıkarılmış ölü. § Avoir l'air
de déterré, avoir une mine de déterré: Ölü suratlı

olmak, ölü gibi solgun olmak,


déterrement er. Topraktan yada gömütten çıkarma
(Déterrement d'un mort).
déterrer gçl. 1. Topraktan yada gömütten çıkarmak
(Déterrer un arbre, un mort). 2. mec. Bulup ortaya
çıkarmak (J'ai déterré dans les archives de
l'ambassade une lettre).
déterreur er. 1. Topraktan yada gömütten çıkaran
(Un déterreur de cadavres). 2. mec. Bulup ortaya
çıkaran (Un déterreur de manuscrits).
détersion diş. hek. İlâçla temizleme,
détestables. 1. Tiksinti verici, tiksindirici, tiksinç,
iğrenç (Une potion détestable). 2. Çok kötü,
berbat (Il fait un temps détestable. Tu as un
caractère détestable).
détestablement bel. İğrenç bir biçimde, çok kötü (Il
joue détestablement).
détestation diş. Tiksinme, iğrenme, tiksinti,
détester gçl. 1. Tiksinmek, iğrenmek (Je déteste le
mensonge, la'calomnie). 2. Détester f.qch, de
f.qch: -mekten tiksinmek, iğrenmek (Je déteste
attendre. Il déteste de fumer),
déliter gçl. Gererek yaymak,
détonant, e s . 1. Patlayıcı, bösücü (Mélange
détonant). 2. er. Patlayıcı madde,
détonateur er. (Patlayıcı maddeyi) Patlatıcı,
ateşleyici; ateşleme fitili,
détonation diş. Patlama, bösme (Détonation d'une
bombe, d'un obus).
détoner gsz. Patlamak, bösmek.
détonner gsz. 1. müz. Falso yapmak, perdeyi
şaşırmak. 2. mec. Uyuşmamak, aykırı düşmek
(Ce fauteuil classique détonne dans un salon
moderne).
détordre

détordre gçl. Bükülmüş birşeyi açmak (Détordredu


linge). § Se détordre: Açılmak (Câble qui se
détord).
détorsion diş. (Bükülmüş bir şeyi) Açma, açılma,
détortiller gçl. Birbirine karışmış bir şeyi çözmek,
açmak ( Détortiller une ficelle, des fils emmêlés).
détour er. 1. Büküntü, kıvrım, kıvnntı (La rivière
fait un petit détour. Le chemin fait plusieurs
détours avant d'arriver au village). 2. mec.
Dolambaç, bin dereden su getirme (Le femmes
usent de longs détours pour arriver à leur but).
Sans détour: Dolambaçsız, açık açık, kem küm
etmeden (Parler sans détour).
détourné, es. 1. Sapa, tenha (Un sentier détourné).
2. Dolambaçlı (Prendre des moyens détournés
pour arriver à ses fins) 4. Dolaylı, doğrudan
doğruya olmayan (Reproche détourné, allusion
détournée).
détournement er. 1. Yönünü
değiştirme
(Détournement d'un cours d'eau), 2. Para çalma,
aşırtı,
'ihtilas,
zimmete
geçirme
(Le
détournement constitue un abus de confiance). 3.
Ayartma, kaçırma (Détournement de mineur). 4.
Kaçırma (Détournement
d'un avion). §
Détournement de pouvoir: Yetki aşımı,
détourner gçl. 1. Yolunu, yönünü değiştirmek
(Détourner un cours d'eau). 2. Çalmak, aşırmak
(Détourner des fonds, des valeurs). 3. Başka yana
çevirmek (Détourner les yeux, la tête, le
regard). 4. Kaçırmak (Détourner un avion). S.
Détourner qn de qch, de qn, de f. qch: Birini -den,
-mekten çevirmek, uzaklaştırmak, caydırmak,
vazgeçirmek (Je l'ai enfin détourné de son projet.
Cela ne me détourne pas de poursuivre mes
recherches. Il a essayé de détourner de moi mes
amis). 6. Détourner qch sur: Bir şeyi -in üzerine
çevirmek (Détourner les soupçons sur une autre
personne). § Se détourner de: 1. -den ayrılmak,
sapmak (La rivière se détourne de son cours). 2.
-den caymak, vazgeçmek (Se détourner d'un
projet, d'un plan).
détoxication diş. Zehirden arıtma, zehirleri dışarı
atma, zehirsizleşme.
détoxiquer gçl. Zehirden arıtmak; zehirsiz hale
getirmek, zehirsizleştirmek.
détracter gçl. Çekiştirmek, kötülemek, aleyhinde
atıp tutmak (Détracter les mérites d'un grand
artiste).
détracteur, trices. vead. Çekiştirici, kovcu, aleyhte
bulunan, karşı olan (Il a triomphé de tous ses
détracteurs. Les partisans et les détracteurs d'un
projet de loi).
détraction diş. Çekiştirme, aleyhinde olma,

429

détrousser

eleştirme (Détraction İt une personne, d'une


doctrine).
détraqué, e s. ve ad. 1. Bozuk, bozulmuş (Une
pendule détraquée. Une santé détraquée). 2.
Dengesiz, kafadan çatlak, kaçık (C'est un
détraqué).
détraquement er. 1. Bozulma, bozukluk
(Détraquement d'un mécanisme). 2. mec.
Karmakarışıktık, düzensizlik
(Détraquement
d'une société).
détraquerai. 1. Bozmak, sakatlamak (Détraquer
un moteur, une montre. Détraquer sa santé). 2.
mec. Sapıttırmak, kafasını bozmak. § Se
détraquer: Bozulmak, bozmak (Le temps se
détraque).

Se détraquer l'estomac, les nerfs:

Midesi, sinirleri bozulmak,


détrempe diş. 1. Çeliğin suyunu alma. 2. Tutkallı
boya (Peindre en détrempe, à la détrempe). 3.
Tutkalboya (resmi),
détremper gçl. 1. (Çeliğin) Suyunu almak. 2.
Sulandırmak, bir sıvı karıştırıp ıslatmak
(Détremper de la chaux, du mortier. Détremper
des couleurs). 3. Islatmak (Lapluie a détrempé le
sol). 4. mec. Yumuşatmak (Une quiétude
confortable l'a bien détrempé).
détresse diş. 1. Sıkıntı, üzüntü (Sa détresse se lisait
sur sa figure). 2. Yıkım, felâket (Etre dans la
détresse). 3. Tehlike (Signal de détresse).
détriment er. Z a r a r , ' d o k u n c a . § Au détriment de:

-in zararına, aleyhine (Une telle conduite sera à


votre détriment. On ne peut pas abaisser les prix au
détriment de la qualité).
détritique s. Döküntülerden oluşmuş (Roches
détritiques).
détritus er. 1. yerb. Döküntü, çer çöp çökeleği. 2.
mec. Döküntü, kırıntı, çer çöp (Un courant d'air
traversa la salle et éparpilla les détritus).
détroit er. Boğaz (Détroit du Boshpore, détroit des
Dardanelles).
détromper gçl. 1. Yanılgıdan kurtarmak (Il a cru
que le compliment s'adressait à lui; personne n'a
osé le détromper). 2. Détromper qn de qch: Birini
-yanılgısından kurtarmak (Vous avez une opinion
dont je veux vous détromper). § Se détromper:
inanmamak, aldanmamak (Si vous pensez que je
vais m'incliner, détrompez-vous).
détrôner gçl. 1. Tahttan indirmek, düşürmek,
devirmek (Détrôner un roi, un tyran). 2. mec.
Gölgelemek,
gözden düşürmek,
silmek,
saygınlığını yitirtmek (Sa théorie a détrôné toutes
les autres. Les plastiques ont détrôné le caoutchouc
dans bien des emplois).
détrousser gçl. Yolunu kesip soymak (Détrousser
détrousseur

430

un voyageur, un prdtneneur, un passant).


détrousseur er. Soyguncu, yol kesici, haydut,
détruire gçl. 1. Yıkmak, "harabetmek (Détruire une
ville par les bombardements. Détruire un pont, un
mur, un édifice). 2. Yok etmek, ortadan
kaldırmak (Détruire une armée. Détruire une
lettre, un argument). 3. Çürütmek, geçersiz
kılmak (Détruire une théorie. Cela détruit votre
thèse). 4. Bastırmak (Détruire une rébellion). 5.
Kırmak, boşa çıkarmak (J'ai détruit son orgueil,
ses prétentions). §Se détruire: 1. İntihar etmek. 2.
Birbirini çürütmek, geçersiz kılmak. 3. Birbirini
öldürmek, yok etmek,
dette diş. Borç, verecek (Dette alimentaire: Nafaka
borcu. Dette alternative: Seçimlik borç, birdençok
şeylere düşen borç. Dette caduque: Zaman
aşımına uğramış borç. Dette d'argent: Para borcu.
Dette de jeu, dette d'honneur:Kumar borcu. Dette
flottante: Dalgalı borç. Dette produisant intérêt:
Faizli borç. Dette solidaire: Müteselsil borç. Dette
de reconnaissance: Minnet borcu. Dette exigible:
Muaccel borç. Dette simulée: Muvazaalı borç.
Dette véreuse: Tahsili şüpheli borç. Dette
privilégiée: Öncelikli borç, rüçhanlı borç. §
Contracter des dettes, faire des dettes:
Borçlanmak, borca girmek. Etre accablé de
dettes, être perdu de dettes: Borca boğulmak,
borç içinde yüzmek. Etre criblé de dettes: Uçan
kuşa borçlu olmak. Etre en dette avec qn: Birine
borcu olmak. Payer sa dette à la nature: Ölmek.
Payer sa dette à la société: İdam edilmek, asılmak.
Payer sa dette à son pays: Askerliğini yapmak.
Payer, rembourser une dette: Bir borcu ödemek,
deuil er. 1. Yas kılığı, yas belirtisi (Vêtement de
deuil). 2. Cenaze alayı (Mener, conduire lé deuil).
3. Üzüntü, acı, °keder (Sa mort fut un deuil pour le
pays). 4. Ölüm, yitik, kayıp (Nous avons eu
plusieurs deuils dans notre famille cette année). 5.
Yas. § Etre en deuil: Yaslı olmak. Faire son deuil1
de qch: -in yokluğuna katlanmak, -den
vazgeçmek (Ilfitsondeuildesesprojets). Porterie
deuil: Yas tutmak. Porter le deuil de qch: -in
üstüne bir bardak su içmek, -si yitip gitmek (Il
porte le deuil de ses illusions).
deux s. veer. l.s. İki (Il à mangé deux pommes. Mes
deux yeux). 2. Birkaç, bir iki (Sa maison est à deux
pasd'ici. Vous y serez en deux secondes). 3. İkinci
(Tome deux). 4. Farklı, ayrı (L'amour et l'amitié,
cela fait deux). S.er. İki C Un et un font deux; deux et
deux font quatre). 6. er. Ayın ikinci günü (Il vient
ici tous les deux du mois. Nous sommes le deux
aujourd'hui). 7. İki rakamı (Le deux romain, le
deux arabe). § En moins de deux: Çabucak,

devant
hemencecik. Entre les deux: İkisi arası, ne o ne bu.
Ne faire ni un ni deux: Hemen karar vermek, hiç
tereddüt etmemek. Jamais deux sans trois:
Üçlemeden olmaz, Tanrı üçüncüsünden saklasın.
deuxième s. 1. İkinci (Le deuxième étage. La
deuxième classe). 2. ad. İkinci (Je suis arrivé le
deuxième. Elle est née la deuxième).
deuxièmement bel. İkinci olarak, ikincisi,
deux-pièces er. Etek ceketten oluşan kadın giysisi,
döpiyes.
deux-points er. (Noktalamada) İki nokta,
dévaler gçl. 1. -i inmek (La voiture dévale lapente. Je
dévalais l'escalier trois à trois). 2. İndirmek
(Dévaler un sac à terre). 3. gsz. Dévaler de: -den
inmek (Les laves dévalaient de la montagne).
dévaliser gçl. Soymak; eşyasını, parasını çalmak
(Dévaliser une maison. Les voleurs l'ont
dévalisé). § Se faire dévaliser: Parasını, eşyasını
çaldırmak; soyulmak,
dévalorisation diş. Değerini yitirme, değerinden
düşme; değerini azaltma (La perte d'une pièce
entraîne la dévalorisation d'une collection).
dévaloriser gçl. Değerini azaltmak, değerini
düşürmek (Dévaloriser une marchandise, une
monnaie). § Se dévaloriser: Değeri azalmak,
değerden düşmek, değersizleşmek (Monnaie,
marchandise qui se dévalorise. L'argent se
dévalorise en période d'inflation).
dévaluation diş. *Değer-düşürümü; *değerdüşümü, devalüasyon (Dévaluation du dollar,
du
franc, de la livre turque).
dévaluer gçl. (Paranın) Değerini düşürmek (Le
gouvernement a décidé de dévaluer la livre).
devancement er. 1. İleri olma; ileri alınma. 2. ask.
Kendi kurasından önce gönüllü olarak askere
gitme.
devancer gçl. 1. Geçmek, arkada bırakmak
(Devancer ses rivaux. Cet élève a devancé tous les
concurrents). 2. -den önce gelmek (Ilm'a devancé
au rendez-vous). 3. -den erken kalkmak
(Devancer le jour, l'aurore). 4. -den önce
davranmak, ön almak (J'allais dire lamêmechose,
mais tu m'as devancé). § Devancer l'appel: ask.
Kendi kurasından önce gönüllü olarak askere
gitmek.
devancier, ère ad. Öncel, °selef (Galilée fut le
devancier de Newton. Il a marché sur les traces de
ses devanciers).
devant ilg. 1. Önüne, önünde // regardait devant lui.
Les enfants jouent devant la maison). 2. Karşısına,
karşısında (lia comparu devant le tribunal. Tous
les hommes sont égaux devant la loi). 3. Önce (La
poule ne doit point chanter devant le coq). 4. -in
devanture

431

yanında, -ile karşılaştırıldığında (Que suis-je


devant lui?). § De devant: Önünden (Ôtez vous de
devant mes yeux. Retire-toi de devant la maison).
Par-devant: Önünde, karşısında, huzurunda (İla
fail son testament par-devant notaire). Aller droit
devant soi: Burnunun doğrultusunda gitmek,
engellerden korkmadan ilerlemek. S'en aller les
pieds devant: Ölmek. 5. bel. Öne, önde, önden
( Passez devant. Il marche devant. Vêtement qui se
ferme devant). Par-devant: a) Önde (Il est pardevant). b) Önden, ön tarafından (Sa
voiture est
endommagée par-devant). 6. bel. Eskiden (Il
continue à vivre comme devant). Ci-devant: a)
Yukardaki, yukarda geçen, b) (Fransız Devrimi
sırasında) Eski soylu. Etre Gros-Jean comme
devant: Durumu eskiden ne ise yine öyle olmak,
boşuna pala sallamış olmak. 7. er. Ön, ön taraf
(Le devant d'une maison, d'unbateau. Lespoches
de devant. Les roues de devant). Au-devant de: -i
karşılamaya, karşısına (Nous irons au-devant de
lui). Aller au-devant du danger: Tehlikenin
üstüne yürümek. Aller au-devant des désirs, des

souhaits de qn: Birinin isteklerini, dileklerini


daha o söylemeden karşılamak, yerine getirmek.
Prendre les devants, le devant: Ön almak, daha

önce davranmak (Il croyait qu'on lui ferait des


reproches, il a pris les devants).
devanture diş. Camekân, vitrin (Il regardait les
devantures des magasins).
dévastateur, trices. vead. Yıkıcı, yakıp yıkıcı, kırıp
geçirici (Un torrent dévastateur).
dévastation diş. Yıkım, yakıp yıkma, kırıp geçirme
(Les dévastations de la guerre).
dévaster gçl. Yıkmak, yakıp yıkmak, kırıp
geçirmek (La guerre a dévasté le pays. L'épidémie
a dévasté tout le troupeau).
déveinard er. Bahtı kapalı, talihsiz, şanssız,
déveine diş. Bahtsızlık, talihsizlik, şanssızlık,
développement er. X. Açma (Développement d'un
paquet, d'un colis, d'une pièce d'étoffe). 2.
Büyüme, serpilme, gelişme (Développement d'un
enfant, d'un organe). 3. îlerleme, gelişme, gelişim
(Développement
économique,
industriel.
Développement d'une religion, d'un parti). 4.
İşleme, açıklama, geliştirme (Développement
d'un sujet. Il est entré dans des développements
inutiles). S. mat. Açındırma. 6. (Fotoğrafçılıkta
filmi) Banyo etme, yıkama. 7. Geliştirme,
geliştirilme (Développement d'un nouvel engin
spatial).
évelopper gçl. X. Kabını, zarfını açmak
(Développer un colis). 2. Açmak, yaymak
(Développer un coupon de tissu). 3. mat.

devers

Açındırmak
(Développer
une
fonction.
Développer une expression algébrique). 4.
(Fotoğrafçılıkta) Banyo etmek,
yıkamak
(Développer un film,
une pellicule,
une
photographie). 5. Geliştirmek (Développer le
corps par des exercices physiques. Développer son
industrie). 6. Açmak, alabildiğine yaymak
(Armée qui développe ses ailes). 7. İşlemek,
geliştirmek (Développer une composition). 8.
Açıklamak, ayrıntılı olarak anlatmak (Il m'a
développé sa pensée. Développer un plan, un
argument, un projet). 9. Büyütmek, geliştirmek,
ilerletmek (Développer
son affaire,
son
commerce). § Se développer: 1. Açılmak,
yayılmak (Armée qui se développe en ordre de
bataille). 2. Alabildiğine genişlemek (Les
méandres du fleuve se développent dans la plaine).
3, Gelişmek, serpilmek, büyümek (Plante qui se
développe, une fille qui se développe). 4.
Gelişmek, ilerlemek (Le pays se développe de jour
en jour. Une industrie qui se développe).
devenir gsz. 1. Olmak (Devenir riche, vieux, sage.
Devenir professeur, général, avocat, ministre). 2.
Duruma gelmek, olmak (Qu'est devenue cette
personne?). 3. fels. Değişmek, gelişmek, evrim
yapmak (Nous sommes, parce que nous
devenons).
devenir er. Oluş; oluşum, evrim (La conscience est
un perpétuel devenir. Philosophie du devenir).
déverbal er. dilb. Eylemden türeme ad.
déverbatif er. dilb. Eylemden türeme biçimi,
dévergondage er. 1. Sefihlik (Il vivait dans un
dévergondage éhonté). 2. mec. Sapıklık, sapınç,
dévergondé, e s. ve ad. Sefih; alın damarı çatlamış
(Mener une vie dévergondée.
C'est une
dévergondée).
dévergonder (se) İşi sefihliğe vurmak, sefih bir
yaşam sürmek,
dévernir gçl. Cilasını kaldırmak, parlaklığını
gidermek, cilasızlaştırmak (Dévernir une table).
déverrouillage er. 1. Sürgüsünü çekme, sürgüsünü
açma
(Déverrouillage
d'une
porte).
2.
(Silahlarda) Kamasını, kol sürgüsünü çıkarma
(Déverrouillage d'une arme à feu).
déverrouiller gf/. 1. Sürgüsünü çekmek, sürgüsünü
açmak (Déverrouiller une porte). 2. Kamasını, el
sürgüsünü çıkarmak (Déverrouiller un canon, une
arme à feu).
deverse. 1. (Eski) -e doğru, yönünde. § Par-devers:
Katında, önünde, "huzurunda, huzuruna (Se
pourvoir par-devers le juge: Yargıç karşısına
çıkmak). Par-devers soi: Kendine, kendinde (J'ai
gardé par-devers moi les copies de toutes mes
dévers
lettres. Il garde tous les documents par-devers lui).
dévers er. 1. Eğim; meyil (Le dévers d'une pièce de
bois). 2. (Virajlarda) Yolun yan yükseltisi (Les
dévers d'une route).
déversement er. 1. Dökme, akıtma, boşaltma (Le
déversement des eaux d'un lac). 2. Yana yatış,
eğrilme
(Le
déversement
des
couches
géologiques).
déverser gçl. 1. Akıtmak, dökmek, boşaltmak (Le
lac déverse ses eaux dans la vallée). 2. Atmak,
boşaltmak (L'avion a déversé des tonnes de
bombes sur la ville). 3. İndirmek, boşaltmak (Les
trains déversaient des flots de voyageurs). 4.
Déverser qch sur, dans: Bir şeyi -e dökmek, -in
üstüne boşaltmak (Il déverse son enthousiasme
dans ses lettres. J'ai déversé ma colère sur lui). § Se
déverser: Akmak, boşalmak (lise déverse dans le
bassin).
déversoir er. Savak (Déversoir d'un barrage, d'un
étang).
dévêtir gçl. Giysisini çıkarmak,
soymak,
soyundurmak (Dévêtir un enfant pour le coucher).
§ Se dévêtir: X. Soyunmak, giysilerini çıkarmak
(On se dévêtit quand ilfait très chaud). 2. Se dévêtir
de qch: -i dökmek, -den soyunmak (Les arbres se
sont dévêtus de leurs feuilles).
déviance diş. X. Sapma, normal yoldan ayrılma. 2.
ruhb. Sapıklık; sapmışlık, sapma,
déviant, e s. ve ad. 1. Sapmış, normale aykırı
düşmüş. 2. ruhb. Sapık,
déviateur,trice s. vead. Saptırıcı,
déviation diş. 1. Sapma, yönünü değiştirme,
yolundan ayrılma (Déviation d'un avion, d'un
bateau, d'un rayon de lumière). 2. Eğrilme,
anormal biçimde yerini değiştirme (Déviation
d'un organe, de l'utérus, de la colonne vertébrale).
3. mec. Sapınç, sapma (Il est accusé de déviation
doctrinale).
déviationnisme er. Sapmacılık.
déviationnistes, vead. Sapmaci (Lesdéviationnistes
de droite et de gauche).
dévidage er. Yumaklama, ipliği yumak yada çile
yapma.
dévider gçl. 1. İpliğini yumak yada çile yapmak,
elemek (Dévider du fil, une pelote de laine). 2.
Çekmek, parmaklarının arasından tane tane
geçirmek (Déviderson rosaire: Tespih çekmek). §
Dévider son chapelet, son écheveau: İçinde n e

varsa söylemek, yüreğim serinletmek. Dévider le


jars: argo. Kaba konuşmak, argo konuşmak,
dévidoir er. İplik çıkrığı, elemge,
dévier gsz. 1. Sapmak, yolundan ayrılmak (La balle
adévié. La doctrine a dévié). 2.Dévierdeqch:-den

432

dévitaminer
sapmak, ayrılmak (Dévier de son chemin, de ses
principes). 3. gçl. Saptırmak, yolundan ayırmak,
başka yöne çevirmek (On a dévié la route pour
effectuer des travaux. Le prisme dévie les rayons
lumineux).
devin, devineresse ad. Kâhin, 'bilici (Consulter un
devin). § Je ne suis pas devin: Kâhin değilim ya, ne
olacağını bilemem,
devinable s. Önceden kestirilebilir, tahmin
edilebilir.
deviner gçl. 1. Bulmak, keşfetmek, önceden tahmin
etmek, kestirmek (Devmer un secret, la pensée de
son interlocuteur. Deviner l'avenir en consultant le
marc du café). 2. Anlamak, sezmek (Je devine où
il veut en venir: Ne demek istediğini seziyorum,
anlıyorum). 3. Çözmek, çözümlemek (Oeudipe
devina l'énigme du Sphinx).
devinette
1. Bilmece (Résoudre une devinette).
2. Bulmaca (Poser, proposer une devinette).
dévirer gçl. den. Ters yöne çevirmek (Dévirer le
cabestan).
dévirginiser gçl. Kızlığını bozmak,
déviriliser gçl. Erkeksi özelliğini gidermek,
kadınsılaştırmak.
devis er. 1. (Eskiden) Söyleşi, »sohbet. 2. (Yapı
için) Keşif defteri; ayrıntılı gider listesi
(Demander, établir un devis).
dévisager gçl. 1. Yüzünü tırmalamak. 2. Yüzüne
dikkatle ve uzun uzun bakmak (Il dévisagea le
visiteur avant de l'inviter à s'asseoir).
devise diş. 1. Bir isteği özlü bir biçimde dile getiren
söz yada yazı, 'istence (Plutôt souffrir que
mourir, c'est la devise des hommes). 2. Yabancı
para, döviz (Cours officiel des devises).
deviser gsz. 1. Söyleşmek, yarenlik etmek (Nous
devisions gaiement). 2. Deviser de qch: -den söz
etmek (Deviser du passé).
dévissage er. 1. Vidalarını sökme. 2. (Dağcılık)
Kayıp düşme,
dévisser gçl. 1. Vidalarını çıkarmak (Dévisser un
écrou, une serrure). 2. Sökmek, açmak (Dévisser
le bouchon d'un tube). 3. gsz. Ayağı kayıp
düşmek. § Se dévisser la tête, le cou: Geriye
bakmak için kafasını, boynunu alabildiğine
çevirmek.
de visu bel. Lat. Gördükten sonra, görerek (5e
rendre compte de visu. Ils s'assurent de visu que la
justice est observée).
dévitalisation diş. Cansızlaştırma, sinirini alma
(Dévitalisation d'une dent à couronner).
dévitaliser gçl. Cansızlaştırmak, sinirini almak
(Dévitaliser une dent).
dévitaminer gçl. Vitaminsizleştirmek.
dévitrification
dévitrification diş. Donuklaştırma,
dévitrifier gçl. (Camı) Donuklaştırmak, buzlu
yapmak.
dévoiement er. (Boru, künk gibi şeylerde) Eğiklik,
akıntı.
dévoilement er. Örtüsünü kaldırma, ortaya
çıkarma; örtüsü kalkma, ortaya
çıkma
(Dévoilement des mystères).
dévoiler gçl. 1. Çarşaftan çıkarmak, peçesini
açmak, üstündeki örtüyü kaldırmak (Dévoiler
une femme, une statue). 2. Açıklamak, ortaya
koymak, ortaya çıkarmak (Il a enfin dévoilé ses
intentions. Dévoiler un secret, un complot, un
scandale). 3. Dévoiler qch à qn: Bir şeyi birine
açıklamak (Je lui ai dévoilé tous mes secrets). §Se
dévoiler: 1. Örtüsünü, çarşafını çıkarmak (Une
femme musulmane qui se dévoile). 2. Ortaya
çıkmak, belli olmak (Le mystère se dévoile peu à
peu). 3. Se dévoiler à qn: Birine açılmak,
devoir gçl. 1. Borcu olmak, borçlu olmak (Devoir
dix francs: On frank borcu olmak). 2. Devoir qch
à: Bir şeyi -e borçlu olmak (Je ne dois rien à
personne. On doit à Pasteur le vaccin contre la
rage). 3. Devoir f. qch: -mesi gerekmek, -mek
zorunda olmak (Je dois travailler: Çalışmam
gerek, çalışmalıyım, çalışmak zorundayım). 4.
Devoir à qn de f.qch: -meşini -e borçlu olmak (Je
lui dois d'être en vie). S. Se devoir de f. qch: -meyi
kendisi için görev bilmek (Je me dois de le
prévenir). 6. Se devoir à: Kendini -e vermek,
kendini -e adamak, feda etmek (Se devoir à sa
patrie, à ses enfants). 7. Etre dû à qch: -den ileri
gelmek, nedeni ...olmak (Sa réussite est due au
hasard. Son malheur est dû à un complexe
d'infériorité). § Comme il se doit: Gerektiği gibi;
önceden düşünülmüş olduğu gibi.
devoir er. 1. Ödev (Le professeur corrige les devoirs.
Devoir du soir. Devoirs de vacances). 2. Görev
(Le sentiment du devoir. Agir par devoir. Les
devoirs du citoyen. Faire son devoir de citoyen). 3.
ç. Saygı (Je vais lui présenter mes devoirs). §
Accomplir, faire, remplir son devoir: Görevini

yapmak, yerine getirmek. Manquer à son devoir:


Görevini yapmamak, savsaklamak. Rendre à qn
les derniers devoirs: Birine karşı son görevini
yerine getirmek, cenaze töreninde bulunmak. Se
faire un devoir de f.qch: -meyi kendine görev
bilmek. Se mettre en devoir de f.qch: -meye

hazırlanmak (Les femmes se mirent en devoir de


»
garder le foyer). Il est de mon devoir de f. qch:
-mek görevimdir,
dévoltage er. Voltajını düşürme; voltajı düşme,
dévolter gçl. Voltajını düşürmek (Dévolter un
433

dévotion

circuit).
dévolu,es. 1. Hak olarak payına düşen. 2. Dévolu à:
-e düşen, -in payına düşen (C'est une lourde
charge qui lui est dévolue. Succession dévolue à
l'Etat, faute d'héritiers). § Jeter son dévolu sur: -e
göz koymak; üzerinde hakkı olduğunu savlamak
(Elle avait jeté son dévolu sur lui. Jeter son dévolu
sur un territoire).
dévolutif,ive s. huk. Geçirtici, aktarıcı, "intikal
ettiren.
dévolution^. 1. Bir kalıtın, bir hakkın başka birine
geçmesi, "intikal. 2. Bir tahtın, hükümdarın ikinci
karısından olan oğluna değil de ilk karısından
olan kızına geçmesi,
devon er. (Balık yada böcek şeklinde) Yapay balık
yemi, kaşık, sinek,
dévorant,e s. 1. Parçalayıp yiyen, yiyip bitiren
(Bêtes dévorantes). 2. Doymakbilmez (Une faim
dévorante. Une curiosité dévorante). 3. İç
kemiren, yürek yakıcı (Une passion dévorante,
une douleur dévorante).
dévorateur, trice s. Yiyip bitirci, iç kemiren
(Passion dévoratrice).
dévorer gçl. 1. Yırtıp parçalayarak yemek (Le lion a
dévoré sa proie). 2. Oburcasına yemek, gövdeye
indirmek (lia dévoré un gigot de mouton). 3. Yok
etmek, tüketmek, bitirmek (Le feu a dévoré des
hectares de forêt. Les flammes ont dévoré la
maison). 4. mec. Yemek, yutmak (Une entreprise
qui dévore de grands capitaux. Il a dévoré toute sa
fortune au jeu). 5. Bir çırpıda okuyup bitirmek
(Dévorer un livre, un roman, un journal). 6.
Yutmak, sindirmek, sineye çekmek (Dévorer un
affront). 7. İçini kemirmek, yiyip bitirmek,
rahatsız etmek (Un remords le dévore, le mal me
dévorait). 8. Tutmak, engellemek, içine atmak
(Dévorer se larmes). 9. argo. Okşamak. § Dévorer
des yeux: Yiyecekmiş gibi bakmak (Il dévorait des
yeux les belles femmes). Dévorer la chatte: argo.
Kadının orasını burasını okşamak, yalamak,
dévoreur, euse ad. Yiyip bitiren, çok tüketen (Cette
chaudière est une dévoreuse de charbon). § Un
dévoreur de livres: Kitap okumaya doymayan
kimse.
dévot,e s. ve ad. 1. Sofu (Il est devenu dévot en
vieillissant). 2. Sofuca (Mener une vie dévote).
dévotement bel. Sofuca.
dévotion diş. 1. Sofuluk (La fausse dévotion). 2.
Tapınma, ibadet (Faire ses dévotions). 3.
Yürekten bağlılık. 4. Hayranlık (J'ai une véritable
dévotion pour ce poète). § Etre à la dévotion de qn:
Birine yürekten bağlı olmak, -in kulu kölesi
olmak.
dévoue

434

dévoué,e s. 1. Candan; yürekten bağlı, "sadık (Une


femme dévouée). 2. Dévoué à: -e bağlı, sadık
(Secrétaire dévoué à son patron, domestique
dévoué à une maison). 3. Özverili, "fedakâr,
dévouement er. 1. Özveri, esirgemezlik, "fedakârlık
(Le dévouement des soldats a sauvé la patrie.
Grâce au dévouement des employés, le service a pu
être assuré normalement). 2. Bağlılık, "sadakat (Il
porte à son père un indéfectible dévouement). 3.
Kendini verme, kendini adama (Dévouement
d'un savant à son oeuvre).
dévouer gçl.

Dévouer qch à: 1. -e v a k f e t m e k

(Dévouer sa vie à la science). 2. Adamak, vermek,


sunmak (On dévouait aux dieux infernaux
quiconque passerait le Rubicon). 3. Uğruna
vermek, feda etmek. § Se dévouer: 1. Kendini bir
şeyin uğruna vermek, kendini feda etmek. 2. Se
dévouer â: a) Kendini -in uğruna vermek, feda
etmek, kendini -e adamak (Se dévouer à la
science, à la patrie), b) -e bağlanmak (Se dévouer
corps et âme à une cause. Se dévouer à un maître).
dévoyé,e s. Baştan çıkmış, doğru yoldan ayrılmış,

diaboliquement

şeytan! Hay Allah! (Diable, la prudence.'). §


Diable incarné: Şeytanın tâ kendisi. Un bon
diable: İyi a d a m . Un grand diable: Kocaman,

azman, sırık gibi adam. Un pauvre diable:


Zavallının biri. Un diable de: Tuhaf, acaip (Un
diable d'homme. Un diable d'affaire). La beauté
du diable: Aldatıcı güzellik. Au diable: 1.
Cehenneme! Cehennem olsun! Allah kahretsin!
2. Çok uzakta, cehennemin dibinde (Habiter au
diable). Au diable vauvert: Çok uzakta, dünyanın
bir ucunda (Demeurer au diable vauvert). A la
diable: Baştan savma (Travail fait à la diable). Du
diable: Çok, alabildiğine (Ilfait un froid du diable,
ilfait un vent du diable). Endiablé: Çok, aşırı (Ilest
paresseux en diable). C'est là le diable: İşin güç
yanı burası. Ce n'est pas le diable: Kolay, pek güç
bir şey değil. C'est le diable à confesser: Deveye

hendek atlatmak gibi bir şey bu. C'est le diable et


son train: Karmakarışık bir iş bu, iş arap saçına
döndü. Avoir le diable au corps: 1. Kabına
sığmamak, tutkuların tutsağı olmak. 2. Her türlü
kötülüğü yapabilecek yaratılışta olmak. Faire le
diable à quatre: 1. Çok gürültü yapmak, kafa
şişirmek. 2. Düzensiz, karmakarışık bir yaşam
sürmek. Envoyer qn, qch au diable: Başından
yoldan sapmış (Un jeune homme dévoyé).
dévoyer gçl. Baştan çıkarmak, doğru yoldan
ayırmak (Dévoyer une femme). § Se dévoyer:
Baştan çıkmak, doğru yoldan ayrılmak,
dextérité diş. 1. El uzluğu, beceriklilik. 2. mec.
Uzluk, ustalık (Manierlepinceauavecdextérité. II
avait une grande dextérité à traiter les affaires
délicates).
dextralité diş. Sağlakhk, sağ eliyle yazma ve iş
yapma,

Allahtan korkmak ne kuldan utanmak. Signer un


pacte avec le diable: Şeytanla anlaşması olmak, işi
gücü kötülük olmak. Se faire l'avocat du diable:
Şeytanın avukatı olmak. İler tutar yanı olmayan

dextre diş. Sağ el.

şeyleri s a v u n m a k . Tirer le diable par la queue:

dextrement bel. Ustalıkla,


dextrine diş. Nişasta zamkı,
dextrorsum s. ve bel. Lat. Soldan sağa doğru (Fil
enroulé dextrorsum).
dextrose er. Glikoz.
dey er. (Eskiden) Cezayir hükümet başkanı, dayı.
dia (!) ünl. Atlan sola doğru yürütmek için
arabacıların kullandığı bir bağınş, deh. §
N'entendre ni à hue ni à dia: Laf dinlememek, ne
desen kâr etmemek. L'un tire à hue et l'autre à
dia: Her biri bir yana çekiyor, herkes bildiğini
okuyor,
diabète er. Şeker hastalığı,
diabétique s. 1. Şeker hastalığına değgin (Coma
diabétique). 2. ad. Şeker hastası,
diabétologue ad. Şeker hastalığı uzmanı,
diable er. 1. Şeytan. 2. Ağır eşya taşımaya yarayan,
iki küçük tekerlekli alçak el arabası. 3. Ateş
borusu. 4. Kestane yada patates pişirmeye
yarayan bir çeşit çömlek, güveç. S. ünl. Hay kör

savmak, d e f e t m e k . Loger le diable dans sa bourse:

Meteliği olmamak, meteliğe kurşun atmak. Ne


connaître, ne craindre ni Dieu ni diable: Ne

Geçim sıkıntısı çekmek. Le diable m'emporte,


si...: -isem şeytan çarpsın, arap olayım (Le diable
m'emporte si j'y comprends un mot).
diablement bel. Çok, son derece (Ce travail est
diablement difficile).
d i a b l e r i e 1 . Büyü. 2. Yaramazlık, şeytanlık (La
diablerie de cet enfant est lassante). 3. Dümen,
entrika, dolap (Il y a quelque diablerie làdessous).
diablesse diş. 1. Dişi şey tan. 2. Şey tan karı, cadaloz.
diablotin er. 1. Küçük şeytan, şeytan yavrusu (Le
diable entouré de diablotins). 2. mec. Yaramaz,
şeytan gibi çocuk, şeytanın art ayağı (Qu'est-ce
que ces diablotins ont encore manigancé?).
diabolique s. 1. Şeytandan gelen. 2. Çok kötü,
iblisçe (Une intrigue diabolique. Une ruse
diabolique). 3. Şeytanca, şeytansı (Un sourire
diabolique, une figure diabolique).
diaboliquement bel. Şeytanca
(Tu as agi
diaboliquement).
diabolo

diabolo er. 1. Döndürülüp havaya fırlatılan makara


oyuncağı. 2. Limonata ve bir şurup karışımı içki
(Diabolo menthe).
diachromie diş. (Fotoğrafçılıkta) Çift renkli işlem,
diachronie diş. dilb. Artsürem, artsüremlilik,
artzamanlılık.
diachylon, diachylum er. Bir tür yakı.
diaclase diş. coğr. Çatlak, büyük yer kırığı,
diacode er. Ak haşhaş şurubu.
diaconal,e s. Diyakosa değgin, papaz çömeziyle
ilgili.
diaconat er. Diyakosluk, papaz çömezliği,
diaconesse diş. 1. (Eskiden) Papazın kimi
görevlerini üzerine alan dul yada kız. 2.
(Protestanlarda) Hayırsever sofu kadın,
diacoustique diş. fiz. Ses yankıları bilgisi,
*yankıbilim.
diacre er. Diyakos, papaz çömezi,
diacritique s. Ayırıcı, belirtici (Signes diacritiques).
diadème er. 1. Hükümdar tacı. 2. Hükümdarlık. 3.
Kadın tacı (Un diadème de fleurs).
diadoque er. tar. 1. İskender'in ölümü üzerine
devleti aralarında paylaşan generallerden her
biri. 2. Yunan veliahdı,
diagnose diş. hek. Tanılama, "teşhis usulü,
diagnostic er. hk. Tanı, "teşhis (Erreur de
diagnostic). § Poser un diagnostic: Tanı koymak,
tanılamak.
diagnostique s. Tanıya değgin, tanılamaya yardım
eden, tanısal (Signes diagnostiques du cancer).
diagnostiquer gçl. hek. 1. Tanımlamak, tanı
koymak, "teşhis etmek (Diagnostiquer une
maladie). 2. mec. Tahmin etmek, belirtilere göre
bir sonuca varmak (Les experts hésitent à
diagnostiquer une crise économique).
diagnostiqueur er. Koyduğu tanıda pek yanılmay an
doktor.
diagonale s. Köşegen biçiminde, yanlamasına,
verev.
diagonale diş. Köşegen (Les diagonales d'un carré,
d'un rectangle). § En diagonale: Yanlamasına,
verevlemesine (Traverser une rue en diagonale).
Lire en diagonale: mec. hlk. Üstünkörü okumak,
diagonalement bel. Köşegen gibi, yanlamasına,
diagonalisation diş. Köşegenleştirme.
diagonaliser gçl. Köşegenleştirmek.
diagramme er. 1. Diyagram, herhan'gi bir olayın
değişimini gösteren grafik, "çizgi. 2. Bir çiçeğin
bütün ayrıntılarım gösteren taslak,
dialectal,e s. Lehçeye değgin (Forme dialectale.
Variantes dialectales d'un mot).
dialecte er. Lehçe.
dialecticien,ne ad. 1. Eytişimci. 2. Yöntemli

435

diapason
düşünür.
dialectique s. 1. Eytişimsel, diyalektik (Méthode
dialectique. Matérialisme dialectique: Eytişimsel
özdekçilik). 2. diş. Eytişim, diyalektik,
dialectologie
"Lehçebilim.
dialeetologue ad. "Lehçebilimci.
dialogue er. İkili konuşma, karşılıklı konuşma,
diyalog, 'söyleşme,
dialoguer gsz. 1. Konuşmak, söyleşmek. 2.
Dialoguer avec qn: -ile konuşmak, söyleşmek (II
dialoguait avec son voisin de table). 3. gçl.
Söyleşme şekline sokmak (Dialoguer un roman
pour le porter à l'écran).
dialoguiste ad. Bir filmin diyaloglarını yazan kimse,
söyleşme yazarı,
dialypétale s. bitb. 1. Ayrı taçyapraklı. 2. diş. ç.
Ayrıtaçy apraklılar.
dialyse diş. kim. Diyaliz, bir takım cisimlerin
gözenekli zarlardan geçebilmesi temeline
dayanan bir çözümleme yolu.
diamant er. 1. Elmas (Bijou de diamant. Diamant
taillé). 2. Camcı elması, ucunda elmas parçası
bulunan ve cam kesmeye yarayan alet (Diamant
de vitrier, de miroitier). 3. mec. Parıltı (Le gel cède
à regret ses derniers diamants).
diamantaire s. 1. Elmasımsı, elmas gibi parlak
(Pierre diamantaire). 2. er. Elmasçı, cevahirci.
diamanté,e s. 1. Elmaslı. 2. Parıltılı,
diamanter
gçl.
Elmas
gibi
parlatmak;
elmaslaştırmak.
diamantifère s. İçinde elmas bulunan, elmaslı
(Terrain diamantifère, sable diamantifère).
diamantin,es. Elmasımsı, elması andıran,
diamétrale s. geom. Çapla ilgili, çapa değgin
(Ligne diamétrale).
diamétralement bel. Taban tabana, bütünüyle (Des
idées diamétralement opposées).
diamètre er. Çap (Le diamètre est le double du
rayon. Le diamètre d'un arbre, d'une courbe).
diane diş. ask. Kalk borusu (La diane chantait dans
les cours des casernes).
diantre ünl. 1. Hay Allah, vay canına! (Diantre, que
c'est cher!). 2. s. Görülmemiş, tuhaf (C'est un
diantre d'homme).
diantrement bel. Çok, son derece (llestdiantrement
intelligent).
diapason er. 1. Bir kimsenin yada bir çalgının
verebildiği perde perde seslerin topu, ses
merdiveni. 2. fiz. Diyapazon, titreştirilince ana
seslerden birini vermek üzere yapılan iki kollu
küçük bir çelikalet. 3. mec. Düzey, "seviye. § Etre
au diapason de: -in düzeyinde olmak. Se mettre au
diapason de: -e ayak uydurmak, -e uymak, -in
diaphane

436

düzeyine inmek,
diaphane s. 1. Yan saydam (Une porcelaine
diaphane). 2. Duru, pırıl pırıl, "berrak (Eau
diaphane, des mains diaphanes).
diaphanéité diş. 1. Yan saydamlık. 2. Duruluk, pırıl
pırıllık, "berraklık,
diaphorèse diş. Terleme, çok terleme,
diaphorétique s. 1. Terletici, ter söktürücü
(Médicament diaphorétique). 2. er. Terletici ilâç.
diaphragmatique s. Diyaframa değgin,
diaphragme er. 1. anat. Diyafram kası. 2. Burun
boşluğunu ikiye ayıran çeper, burun direği. 3.
bitb. fiz. Diyafram. 4. (Televizyon, sinema) Işık
düzengeci.
diapositive diş. (Gösterimde kullanılan) Saydam
resim, diyapozitif (Passer des diapositives en
couleur. Classeur pour diapositives).
diapré,e s. 1. Alacalı (Etoffe diaprée, papillon
diapré). 2. diş. Bir tür erik.
diaprer gçl. 1. Alacalamak, alacalı bulacalı
yapmak. 2. Süslemek, renklendirmek (Les fleurs
diaprent les prés au printemps). Se diaprer de: -ile
süslenmek, renklenmek,
diaprure diş. Alacahlık, süslülük (La diaprure des
prés au printemps).
diarrhée diş. Sürgün, ishal. § Avoir la diarrhée:
İshal olmak.
diarrhéique s. 1. Sürgüne değgin, ishalle ilgili. 2. ad.
İshalli, ishali olan.
diascope er. Saydam resim göstericisi,
diaspora diş. Belli bir soydan kişilerin zorla başka
yerlere dağıtılması, "tehcir; başka yerlere
dağılma, göç (Diaspora tchèque, diaspora juive).
diastase diş. Diyastaz; nişastayı dekstrin ve maltoz
haline getiren, tükürükte ve pankreasın
salgısında bulunan bir maya.
diastole diş. biy. (Yürekte, damarlarda) Gevşeme,
diathermane s. Isıgeçirici (Le mica est
diathermane).
diathemanéité diş. Isıgeçirirlik.
diathèse (frj. Sayrılığa anıklık, "hastalığa istidat,
diatomées diş. ç. bitb. Diyatomeler,
diatomique s. İki atomlu (Molécule diatomique).
diatribe diş. 1. Çok sert eleştiri, tartaklama,
saldırma (Il s'est lancé dans une longue diatribe
contre cet auteur). 2. Yergi, taşlama, "hicviye,
dichotome s. Çift çatallı, "ikikollu (Tige
dichotome).
dichotomie
l.mant. Kavramların kapsamlarını
ikiye böle böle yapılan bir çözümleme yöntemi. 2.
bitb. Çift çatallanma. 3. (Aya) Dördün, "terbi. 4.
argo. hek. Ücret paylaşması,
dichotomique s. Her defasında ikiye bölünen, ikiz
diète
bölümlü
(Classification dichotomique
de
Lamarck).
dichroïsme er. fiz. Renk değişirliği.
dicline s bitb. Erkeklik ve dişilik organları ayn
çiçeklerde bulunan, *ikiyataklı.
dicotylédone s. bitb. 1. İki çenekli, çift çenekli. 2.
diş. Çift çenekli bitki,
dictante er. 1. bitb. Geyikotu. 2. mec. Merhem,
dictateur er. 1. Olağanüstü yetkili başkan, diktatör
(César, dictateur à vie. Hitler fut un dictateur
tristement célèbre). 2. Zorba, "buyurgan. § Faire
le dictateur: Diktatörlük yapmak, dediği dedik
olmak, buyurganlık etmek,
dictatoriale s. 1. Diktatörlüğe değin (Régime
dictatorial). 2. Zorbaca, buyurganca (Parler sur
un ton dictatorial).
dictature
Diktatörlük, 'buyurganlık.
dictée diş. 1. Zorlama (Parler, agir sous la dictée des
circonstances). 2. Söyleyip yazdırma, yazdın. 3.
Yazdırılan parça; "imlâ, *yazım (Il a trois fautes
dans sa dictée. Corriger la dictée).
dicter gçl. 1. Dicter qch à qn: Birine bir şeyi söyleyip
yazdırmak (Dicter une lettre à son secrétaire). 2.
Dicter qch à qn: Birşeyi birine zorla
benimsetmek, zorla kabul ettirmek (Je lui ai dicté
mes conditions).
diction diş. 1. Sözcükleri seçip sıralama. 2. Okuma
yada söyleyiş biçimi, *söylem (Cet acteur a une
bonne diction).
dictionnaire er. 1. Sözlük (Chercher un mot dans le
dictionnaire). 2. Söz dağarcığı (Le dictionnaire
d'une personne. lia un riche dictionnaire). 3. mec.
Her şeyi bilen kimse, ayaklı kütüphane (C'est un
vrai dictionnaire, c'est un dictionnaire vivant).
dicton er. Özdeyiş; atalar sözü değerinde halk sözü.
didactiques. 1. Öğretici, öğretimle ilgili (Ouvrages
didactiques). 2. Bilimsel, teknik (Un terme
didactique. Il a une façon didactique de
s'exprimer). 3. diş. Öğretme sanatı,
didactyles. hayb. Çift parmaklı,
didelphes er. ç. hayb. Karmtorbalilar.
dièdre s. ve er. geom. İki yüzeyli, iki düzlemli
(şekil).
diélectriques, ve er. Elektrik geçirmez (madde),
diérèse diş. dilb. Birikili ünlüyü parçalarına ayırma,
ikilenme,
dièse diş. müz. Diyez,
diesel er. Dizel motoru.
diésergçl. müz. Diyezkoymak (llfautdiéserlesfa).
diète diş. 1. Diyet meclisi (Luther comparut devant
la diète de Worms). 2. Perhiz (Diète lactée, diète
végétale). § Faire diète: 1. Perhiz yapmak. 2. Aç
karnına durmak, hiçbirşeyyememek. Mettre qnà
diététicien
la diète: Perhize tabi tutmak, perhize sokmak (Le
médecin l'a mis à la diète).
diététicienne ad. Perhiz uzmanı, diyet uzmanı,
diyetçi.
diététique s. 1. Perhize değgin (Régime diététique).
2. diş. Perhiz bilgisi,
dieu er. 1. (Büyük harfle) Tanrı, Allah (Dieu est
grand). 2. (Küçük harfle) İlah,tanrı (Les dieux de
l'antiquité). 3. En kutsal şey, en değerli şey, tanrı
(L'argent est son dieu). § Le fils de Dieu: İsa. La
mère de Dieu: Meryem. Le royaume de Dieu:
Cennet. Homme de Dieu: Din adamı, papaz. Le
Bon Dieu: Allah baba. Les dieux de la terre:
Krallar, hükümdarlar. A la grâce de Dieu:
Tanrının yardımıyla. Grâce à Dieu: Tanrı aşkına,
Allah rızası için. Dieu vous aide!: Tann
yardımcınız olsun. Dieu vous bénisse!: Tanrı sizi
korusun. Dieu vous entende!: Tanrı ne muradınız
varsa versin. Que Dieu m'en garde! Allah
saklasın. Dieu me damne: Gözüm kör olsun,
Allah belâmı versin. Dieu merci: Tanrıya şükür.
Plût à Dieu: İnşallah, Allah kısmet ederse. Dieu
soit loué: Tanrıya şükür. A Dieu ne plaise!: Allah
göstermesin. Mon Dieu! Bon Dieu! Grand Dieu!:
Tanrım! Aman Yarabbi! Tanrım sen bilirsin!
Nom de Dieu! Bon Dieu! Dieu de Bon Dieu! Hay
Allah kahretsin. A- Dieu-vat: Tanrıya emanet ol,
hoşça kal, yolun açık olsun. Croire en Dieu:
Tanrıya inanmak. Donner à qn le bon dieu sans
confession: Pek masum görünüşlü olmak, yere
bakan yürek yakan olmak. N'avoir d'autre dieu
que: ... Tek taptığı şey... olmak, -den başka
tanrısı olmamak (Iln'a d'autre dieu que l'argent).
Etre beau comme un dieu: Çok güzel olmak. Faire
de qch son dieu: -e Allah gibi tapmak, çok önem
vermek. Jurer sur ses grands dieux: Yemin billah
etmek. Recommander son âme à Dieu: Ölmek
üzere olmak. Ce que femme veut, Dieu le veut:
Kadının dediği olur. L'homme propose Dieu
dispose: İstemesi senden vermesi Allahtan. A
brebis tondue Dieu mesure le vent: Garip kuşun
yuvasını Allah yapar.
diffamant,e s. Lekeleyici, karalayıcı, küçük
düşürücü (Paroles diffamantes).
diffamateur, trice s. vead. Kara çalıcı, iftiracı,
diffamation diş. Kara çalma, iftira, lekeleme,
hakaret (La diffamation est punie par la loi. Il ne
faut prêter aucune attention à ces diffamations).
diffamatoire s. Kara çalma amacını güden;
küçültmeye, lekelemeye çalışan (Allégations
diffamatoires, pamphlets diffamatoires).
diffamergf/. Kara çalmak, iftira etmek, lekelemek,
çamur sıçratmak (Diffamer injustement un

437

différer
honnête homme).
différé,e s. Sonradan yapılan, sonradan verilen
(Crédit différé. Emission différée de télévision).
différemment bel. Başka türlü, "farklı (Je ne suis pas
de votre avis, je pense différemment).
différence diş. 1. Ayrım, fark (Différence d'âge, de
caractère, de classe, de poids, de longueur. Ily a
une grande différence de prix entre ces deux
articles). 2. Artıktık, arta kalan, gerisi (Voilàdéjà
mille francs, vous payerez la différence).
Différence en moins: Eksik, noksan. Différence en
plus: Artık, fazla. §A la différence de: -in tersine
( Elle est intelligente à la différence de sa mère). A la
différence que...: Şu ayrımla ki... Faire la
différence, faire une différence: Anlamak,
sezmek, kavramak (On peut lui servir du veau
pourduporc, il ne fait pas la différence). Faire des
différences: Ayrım yapmak, fark gözetmek (Ilfait
des différences entre ses enfants).
différenciation diş. 1. Değişme, "farklılaşma. 2.

Ayırt etme. 3. dilb. Ayrımlaşma,


différencier gçl. 1, Ayırdetmek (Les détails qui
permettent de différencier deux espèces botaniques
voisines). 2. Différencier qch de qch: Bir şeyi -den
ayırdetmek. § Se différencier: 1. Değişmek, farklı
olmak (Les cellules se différencient).
Se
différencier de: a) -den ayrı olmak, farklı olmak
(Fontenelle se différencie profondément
des
écrivains frivoles), b) -den ayırdedilmek (Les
joueurs ont revêtu un maillot rouge pour se
différencier de leurs adversaires).
différend er. Anlaşmazlık, uyuşmazlık, "ihtilaf
(Régler un différend). § Avoir un différend avec
qn: Biriyle aralarında bir anlaşmazlık olmak. Etre
en différend avec qn: Biriyle arası bozuk olmak,
biriyle anlaşmazlığı olmak. Partager le différend:
Ara bulmak,
différent, e s. 1. Değişik, ayrı, "farklı (Des idées
différentes,
caractères différents).
2. Ayrı
yaradılışta, ayrı nitelikte (Si nous n'étions pas
tellement différents, nous ne nous entendrions pas
si bien). 3. ç. Birçok, ayrı ayrı, türlü türlü,
(Différentes personnes me l'ont dit).
différentiel, le s. 1. mat. Ayrımsal, diferansiyel,
"tefazulî (Le calcul différentiel). 2. mek. Bir çarka
iki devinimin toplamını yada ayrımını veren
mekanizma,
diferansiyel
(Mouvement
différentiel). 3. (Motorlu araçlarda) Diferansiyel,
dönemeçlerde otomobilin iki arka tekerleğinin
aynı hızla dönmesini sağlayan dişli aygıt,
différer gçl. 1. Ertelemek, başka zaman bırakmak,
geciktirmek (En raison du mauvais temps, il a
différé son voyage. Différer un paiement, une
difficile

438

affaire, unexamen). 2. Différer def. qch, à f.qch:


-meyi geciktirmek. 3. gsz. Değişik olmak, ayrı
olmak, "farklı olmak (La notion d'honneur diffère
suivant les pays. Ces deux frères diffèrent par leurs
caractères). 4. Ayrı düşüncede olmak, başka
düşünmek (Lui et moi, nous différons totalement
sur cette question). S. Différer de qch: -den farklı
olmak, -den ayrı olmak (Son opinion diffère
profondément de la mienne).
difficile s. 1. Güç (Travail difficile, entreprise
difficile, question difficile). 2. Karışık, çözülmesi
güç, sıkıntılı (Un problème
difficile).
3.
Anlaşılması güç, kapalı (Un auteur difficile, un
style difficile). 4. Çetin, tehlikeli (Un chemin
difficile, un virage difficile). 5. Kötü, berbat (La
situation est difficile. Une position difficile). 6.
Güç beğenir, "müşkülpesent (Une femme
difficile; il est difficile sur les repas). 7. Geçimsiz,
hırçın (Un enfant difficile, un caractère difficile).
8. Difficile à f.qch: -mesi güç (Un problème
difficile à résoudre). 9. er. İşin güç yanı, güçlük
(Le difficile, c'est de prendre au sérieux une telle
chose). § Faire le difficile, faire la difficile: Güçlük
çıkarmak,
güç
beğenirlik
etmek,
müşkülpesentlik etmek (Elle fait toujours la
difficile. Il ne doit pas faire le difficile). Il est
difficile de f.qch -mek güçtür (Il est difficile de
réussir).
difficilement bel. Güçlükle (Je gagne difficilement
ma vie).
difficulté diş. 1. Güçlük (Difficulté d'un travail,
d'une entreprise, d'un métier). 2. Sıkıntı
(Difficultés
matérielles,
financières).
3.
Anlaşılması güç nokta, yapılması güç şey (Les
difficultés d'un auteur, d'un compositeur). § Avoir
de la difficulté à f.qch: -mekte güçlük çekmek (J'ai
de la difficulté à comprendre le problème). Etre en
difficulté: Güç durumda olmak, başı dertte
olmak, sıkıntıda olmak. Faire des difficultés:
Güçlük çıkarmak, işi yokuşa sürmek (Il n'a pas
fait de difficultés pour venir). Mettre qn en
difficulté: Birini güç duruma düşürmek, sıkıntıya
sokmak. Soulever des difficultés à qn: Birine
güçlük çıkarmak (Tu lui soulèves toujours des
difficultés).
difficulteux, euse s. 1. Güçlük çıkaran (Un homme
difficulteux, un esprit difficulteux). 2. Güçlüklerle
dolu (Un problème difficulteux).
diffiuence diş. Dağılma, yayılma, kollara ayrılma
(Diffluence d'un fleuve).
diffluent, e s. Dağılan, yayılan, dökülen (Tissus
diffluents).
difforme s. Biçimsiz (Un visage difforme, un corps

digital
difforme).
difformité
Biçimsizlik (Difformitéd'un visage).
diffraction diş. fiz. Kırınım, kırınma, "tekâsür.
diffus, es. 1. Yaygın (Douleurdiffuse) 2. Dağınık,
kopuk kopuk (Idées diffuses) 3. fiz. Yayınık
(Lumière diffuse).
diffusément bel. 1. Dağınık bir biçimde, kopuk
kopuk (Parler, écrire diffusément). 2. Kapalı bir
biçimde, pek açık seçik olarak değil (Entrevoir
diffusément une solution).
diffuser gçl. 1. Yaymak (Diffuser une nouvelle, des
idées. La lampe diffuse une lumière pâle). 2.
Yayımlamak (La radio a diffusé son discours. Les
haut-parleurs diffusaient sans cesse des appels au
calme). 3. Dağıtmak, dağıtımını yapmak (Editeur
qui diffuse des livres). fiz. Yayındırmak.
diffuseur er. 1. Pancarın şekerli özsuyunu çıkaran
aygıt. 2. Bir motorun karbüratöründe akaryakıtın
püskürtüldüğü kısım. 3. Elektrik dalgalarını ses
dalgaları haline sokan aygıt. 4. Işığı yayındıran
yarısaydam aygıt, »yayındırıcı. 5. Dağıtımcı,
dağıtıcı (Cet éditeur est le diffuseur de nos livres).
diffusion diş. 1. Yayılma, dağılma (Diffusion des
gaz). 2. fiz. Yayınma, yayındırma, 3. Yayım,
yayımlama (Diffusion d'un programme par la
radio. Diffusion d'une information). 4. Dağıtım
(Diffusion des ouvrages en librairie).
digérer gçl. 1. Sindirmek, "hazmetmek ( On digérait
en bavardant. Digérer un repas). 2. mec. İyice
sindirmek, kendine mal etmek (Digérer une
pensée, un livre). 3. Katlanmak, dayanmak,
sineye çekmek f Digérer un affront. Je ne peux pas
digérer son arrongance). 4. gsz. Hafif ateşte
pişmek. § Se digérer: 1. Sindirilmek. 2. İyice
kavranmak. 3. Katlanılmak, dayanılmak,
digest er. 1. Kitap yada makale özeti. 2. Belirli
sürelerle çıkan ve kitap yada makale özetlerini
kapsayan dergi,
digeste er. (Eski Romada) Yasalar dergisi,
digeste s. Sindirilmesi kolay, kolay sindirilir (Un
plat digeste).
digesteur er. Basınçlı tencere,
digestibilité diş. Sindirimlilik, koya sindirilirlik.
digestible s. Sindirimli, sindirimi kolay, kolay
sindirilir (Un aliment digestible).
digestif, ive s. 1. Sindirime yardım eden. 2.
Sindirime değgin, sindirimle ilgili, *sindirimsel
(Trouble digestif). 3. er. Sindirim kolaylaştıran
içki, likör ( Prendre un digestif) § Appareil digestif:
Sindirim aygıtı,
digestion diş. Sindirim, "hazım (Ilprend despillules
pour faciliter la digestion).
digital, e s. Parmağa değgin (Empreinte digitale:
digitale
Parmak izi. L'examen des empreintes digitales
permet de découvrir les malfaiteurs).
digitale diş. bitb. Yüksükotu.
digitaline diş. Kalp sayrılıklarında kullanılan bir
ilaç, dijitalin, yüksükotu özü (La digitaline est un
poison violent).
digité,e s. Parmak biçiminde, parmak gibi(Feuilles
digitées).
digitiforme s Parmak şeklinde,
digitigrade s. hayb. 1. Parmaklarına basarak
yürüyen (Carnassiers digitigrades). 2. ç. ad. Kedi
köpek gibi parmakları üstüne basarak yürüyen
hayvanlar.
dignes. 1. Değer, değimli, yaraşır, yaraşık, lâyık. 2.
Digne de: -e ıdeğcr, -e yaraşır, -e lâyık (Un film
digne d'éloges. Un tel geste ne serait pas digne de
vous). 3. Saygın, saygıdeğer, onurlu, namuslu (Il
est resté très digne dans son malheur. Une femme
digne). 3. Ciddi, ağırbaşlı; vakur (Il a un air très
digne).
dignement/;?/. 1. Gereğince, gerektiği gibi,yakışan
biçimde (Il a été dignement récompensé). 2.
Ağırbaşlılıkla, saygıdeğer bir biçimde (Il agit
toujours dignement).
dignitaire er. Yüksek orunlu kimse, ulu kişi.
dignité diş. 1. Onur, "haysiyet (Respecter la dignité
humaine). 2. Saygınlık, saygıdeğerlik, "vekar
(Perdre sa dignité). 3. Kendine saygı, özsaygı (II
manque de dignité). 4. Ağırbaşlılık (lia gardé son
calme avec dignité). 5. Yüksek orun, büyük bir
görev (Il méprise les dignités. Il a été élevé à la
dignité de grand-croix de la Légion d'honneur).
digression diş. Konu dışı söz yada yazı (Les
digressions trop longues rompent l'unité du sujet).
2. gökb. Bir gezegenin güneşten uzaklaşması.
digue diş. 1. Büğet, bent (Digues fluviales). 2. mec.
Engel (Le flot accumulé, renversant toutes les
digues du devoir et de la loi. Mettre une digue à
l'ambition). 3. Mendirek. § Etre en digue-digue:
argo. Şaşırıp kalmak, afallamak. Tomber en
digue: argo. Bayılmak,
diktat er. Al. Zorla kabul ettirilen şey, 'buyurma,
"dikta.
dilacération diş. Yırtma, parçalama, paralama,
dilacérer gçl. Yırtmak, parçalamak, paralamak,
dilapidateur, trice s. vead. 1. Savurgan, har vurup
harman savuran, müsrif (Dilapidateur des
finances publiques). 2. Aşırıcı, "muhtelis.
dilapidation diş. 1. Savurganlık, har vurup harman
savurma, "israf (Dilapidation d'un héritage, d'une
fortune). 2. Aşırma, aşırttı, "ihtilas (Il était accusé
de dilapidation des deniers publics).
dilapider gçl. 1. Saçıp savurmak, har vurup harman

439

diligence
savurmak, israf etmek (Dilapider un héritage, une
fortune). 2. Aşırmak, çalmak, ihtilas etmek
(Dilapider les fonds de la société).
dilatabilité
diş.
fiz.
Genişleyebilirlik;
genleşebilirlik, genleşirlik (Dilatabilité des gaz).
dilatables, fiz. Genişleme özelliği olan,genleşebilir
(Les corps dilatables sous l'effet de la chaleur).
dilatateur, trice s. 1. fiz. Genleştirici. 2. er. hek.
Genişletici (cerrah aleti),
dilatation diş. 1. fiz. Genleşme, genleştirme
(Dilatation des gaz, d'un solide). 2. Genişleme,
hacmini büyütme, şişme (Dilatation d'un ballon,
d'un pneu qu'on gonfle). 3. mec. Ferahlık, iç
açılması.
dilater gçl. l.fiz. Genleştirmek (Dilater un métal,
un gaz, un liquide). 2. Genişletmek, büyütmek
(Dilater un tuyau, la pupille de l'oeil). 3.
Ferahlandırmak, sevince boğmak (Cette bonne
nouvelle lui dilata le coeur. Une plaisantrie qui
dilate la rate). § Se dilater: 1. Genleşmek (Les rails
se dilatent au soleil). 2. Ferahlamak, oh demek
(Son coeur se dilata de joie). § Se dilater les
poumons: Derin derin soluk almak, ciğerlerini
hava ile doldurmak. Se dilater la rate: Bol bol
gülmek.
dilatoire s. huk. 1. Dâvayı uzatıcı, savsaklayın;
ertelemeyi gerektiren (Les nuınoeuvres dilatoires
de l'opposition ont fait reporter le vote au
lendemain). 2. Oyalayıcı, kaçamak (Ils'en est tiré
par une réponse dilatoire).
dilection diş. Temiz sevgi, içten sevme (La dilection
du prochain).
dilemme er. mant. ikilem, "kıyası mukassim
(Comment sortir de ce dilemme? La culpabilité de
Dreyfus, ou bien l'infamie de l'état-major: voilà
dans quel dilemme imbécile on a renfermé ces
officiers).
dilettante ad. "Özengen, amatör, hevesli (On a
besoin ici de travailleurs et non de dilettantes). §
En dilettante: Özengen olarak, "amatörce (Faire
un travail en dilettante ).
dilettantisme er.
'Özengenlik,
"amatörlük,
"hevesi ilik (Ilfait de la peinture par dilettantisme).
diligemment bel. Özenle, özene bezene,
diligence diş. 1. Özen, dikkat. 2, (Eskiden) Yolcu
arabası (Conducteur de diligence. Prendre une
diligence). 3. Çabukluk, acele, "sürat (Quelle
diligence! En quelques minutes le travail est
accompli). § A la diligence de: huk. -in isteği
üzerine. En diligence: Çabucak, hemen (Partez en
diligence). Faire diligence: Acele etmek, çabuk
olmak (Faites diligence afin que nous puissions
transmettre la marchandise dans les délais).
diligent
diligent, e s. 1. Özenli, dikkatli (Une femme
diligente, un travail diligent). 2. Eli çabuk,
becerikli, hamarat (Une ménagère diligente).
diluer gçl. 1. Yoğunluğunu azaltmak, sulandırmak
(Diluer un alcool, un liquide, un sirop). 2. mec.
Yaymak, uzatmak (Diluer un discours. Il a dilué
son exposé sur plusieurs heures et il a ennuyé son
auditoire). § Se diluer: Sulanmak, yoğunluğu
azalmak (Le sirop se dilue dans l'eau).
dilution diş. 1. Yoğunluğunu azaltma, sulandırma
(Remuer un mélange pour faciliter la dilution). 2.
Sulandırılmış sıvı.
diluvial, e s. yerb. Dördüncü çağa, buzul çağına
değgin.
diluvien, ne s. 1. Tufana değgin (Epoque
diluvienne, eaux diluviennes). 2. Tufanı andıran,
sel gibi (Pluie diluvienne).
diluvium er. Lat. yerb. Dördüncü çağın birinci
bölümü, buzul çağı.
dimanche er. Pazar günü. § Habits, vêtement du
dimanche: Yabanlık giysi. Chauffeur du
dimanche: Acemi şoför. Peintre du dimanche:
Özengen ressam,
dîme diş. Eskiden ürün vergisi olarak verilen
ondalık, "aşar (Payer la dîme, les dîmes des blés,
du vin). § Prélever une dîme sur qch: -in bir
miktarını haksız olarak almak, -den baç almak,
dimension diş. 1. Boyut (Espace à une dimension, à
deux dimensions, à trois dimensions). 2. Ölçü
(Prendre les dimensions d'un meuble). 3. Önem,
boy (Une erreur de cette dimension coûte cher.
Comment a-t-il pu commettre une sottise de cette
dimension?). 4. Ana nitelik, anlamlı ve özlü nokta
(La révolte est une des dimensions essentielles de
l'homme). § A la dimension de: ölçüsünde, -e göre
(Faire faire une bague à la dimension du doigt).
dimensionnel, le s. Boyuta değgin, boyutsal
(Caractéristiques dimensionnelles d'un objet).
dimensionner gçl. Boyutlarım hesaplamak;
boyutlandırmak.
diminuendo bel. müz. Ses yükseldiğini gitgide
indirerek, diminuendo,
diminuer gçl. 1. Kısaltmak (Ce rideau traîne par
terre, ilfaut le diminuer). 2. Azaltmak, eksiltmek,
kısmak (Diminuer lesfrais; diminuer la vitesse). 3.
Düşürmek, indirmek (Diminuer les prix). 4.
Küçültmek, küçük düşürmek, karalamak (Il
prend plaisir à diminuer autrui). 5. Ücretini
düşürmek (Diminuer un salarié). 6. gsz.
Azalmak, düşmek, inmek (Les réserves de
charbon diminuant. Les prix diminuent, lachaleur
diminue, sa colère a diminué; son crédit commence
à diminuer). 7. gsz. Diminuer de: -si küçülmek,

440

dinosaure
azalmak (Diminuer de volume, de longueur, de
largeur, de hauteur, de grosseur).
diminutif, ive s. dilb. 1. Küçültmeli (Suffixe
diminutif qu'on ajoute auradical). l.er. Küçültme
eki; küçültmeli hal (Tablette est le diminutif de
table).
diminution diş. 1. Düşürme, azaltma, indirme
(Décider une diminution des heures de travail). 2.
İndirim (Obtenir une diminution sur le prix de la
main-d'oeuvre). 3. Düşme, azalma (Diminution
des forces, de l'énergie).
dimorphes. İki ayrı biçim alabilen, çift biçimli (Les
fourmis femelles sont dimorphes).
dimorphisme er. İki ayrı biçim alabilme, çift
biçimlilik.
dinanderie diş. Tunç eşya, pirinç eşya (Chandeliers
de dinanderie).
dinandier er. Tunç eşya yapıcısı,
dinar er. 1. (Eskiden) Arap altım. 2. Dinar;
Yugoslav, Tunus, Cezayir parası,
dînatoire s. Yemek yerini tutan (Goûter dînatoire).
dinde diş. 1. Dişi hindi (DindedeNoël, dinderôtie).
2. mec. Aptal kadın, kaz kafalı kadın,
dindon er. 1. Hindi, baba hindi (Se pavaner, se
rengorger comme un dindon: Hindi gibi
kabarmak). 2. mec. Aptal adam, enayi. § Etre le
dindon de la farce: 1. Kabak -in başına patlamak.
2. Alemin maskarası olmak,
dindonneau er. Hindi palazı,
dindonner gçl. Aldatmak, enayi yerine koymak
(Elle dindonne son mari).
dîner gsz. 1. (Eskiden) Öğle yemeği yemek. 2.
Akşam yemeği yemek (Il m'a invité à dîner). §
Qui dort, dîne: Uyku da bir gıdadır,
dîner er. 1. (Eskiden) Öğle yemeği. 2. Akşam
yemeği (Nous prenons le dîner à huit heures).
dînette diş. 1. Çocukların yemek oyunu. 2. Çerez,
hafif yemek, Allah ne verdiyse yenen yemek
(Prendre la dînette).
dîneur, euse ad. Sofrada bulunan (kimse),
dingo er. hayb. Dingo, Avustralya'da yaşayan,
tilkiyi andıran
bir etobur.
Avustralya
yabanköpeği.
dingos, ve er. tkz. Deli, kaçık (Tu es complètement
dingo).
dingue s. ve ad. argo. Deli, kaçık, zıpır (Elle est un
peu dingue. Il faut l'envoyer chez les dingues).
dinguergsz. tkz. Düşmek (J'eus unéblouissement et
m'en allai dinguer au pied d'un marronnier). §
Envoyer dinguer: argo. Başından savmak (Je l'ai
envoyé dinguer).
dinguerie diş. Delilik, kaçıldık, zıpırlık,
dinosaure er. Dinozor, dev sürüngen.
dinosauriens

441

dinosauriens er. ç. Dev sürüngenler takımı, taşıl


sürüngenler takımı,
dinothérium er. Bir tür taşıl memeli,
diocésain, e s. Piskoposluğa değgin,
diocèse er. Piskoposluk,
diode diş. "Işıtaç, diyot.
dioïque s. bitb. İkievcikli.
dionée diş. bitb. Sinekkapan,
dionysiaque s. 1. (Eski Yunanda) Şarap tanrısı
Baküs'e değgin (Le culte dionysiaque). 2. er. ç.
İlkbahar ve sonbaharda Baküs adına düzenlenen
şenlikler, kutlanan bayramlar. 3. s. Esin ve coşku
ile ilgili (Si la poésie est dionysiaque par ses
origines, elle est apollinienne dès qu'elle est
poésie).
dioptrie diş. fiz. Diyoptri; bir metrelik bir odak
uzaklığı olan bir merceğin gücü.
dioptriques. vediş.fiz. l.s. Işığın kırılma konusu ile
ilgili (Instrument dioptrique, système dioptrique).
2. diş. Fiziğin, ışık kırılması konusunu işleyen
bölümü.
diorama er. Karanlıkta seyrettirilen bir tür ışık
oyunu.
diorite diş. yerb. Diyorit, derinlik kayacı,
dipétale diş. bitb. İkitaçyapraklı.
diphasé, es. fiz. İki fazlı, "ikievreli.
diphtérie diş. hek. Kuşpalazı, difteri,
diphtérique s. 1. Kuşpalazına, değgin (Sérum
diphtérique). 2. ad. Kuşpalazlı, difterili (hasta),
diphtongaison diş. dilb. İkili ünlüleşme,
diphtongue diş. dilb. İkili ünlü, tek hece halinde
çıkarılan iki ünlü, diftong,
diphtonguer gçl. dilb. İkili ünlüleştirmek.
diplodocus er. İkinci zamanda yaşamış bir dev
sürüngen.
diplomate er. 1. Diplomat (Le diplomate représente
son gouvernement auprès de l'étranger). 2. Bir tür
pasta. 3. s. ve ad. Kurnaz, usta, becerikli (Ils'est
montré très diplomate dans cette circonstance
délicate).
diplomatie dif 1. Diplomatlık (C'est à la diplomatie
de résoudre le différend). 2. mec. Kurnazlık,
beceriklilik, ustalık (Il a fallu beaucoup de
diplomatie pour l'amener à renoncer à son projet).
3. Hariciyecilik, hariciye mesleği (Il s'est engagé
dans la diplomatie).
diplomatique s. 1. Diplomatlığa değgin (Mission
diplomatique. Ce pays a rompu ses relations
diplomatiques avec son voisin). 2. Ustaca,
becerikli, kurnazca (Une réponse diplomatique.
Son intervention n'était pas diplomatique).
diplomatiquement bel. 1. Diplomatça. 2. Ustaca,
kurnazca (Agir diplomatiquement).

dire
diplôme er. 1. İmtiyaz beratı. 2. Diploma (Obtenir
un diplôme. Il n'a aucun diplôme. Diplôme
d'études supérieures). 3. Diploma sınavı (Passer
un diplôme, se présenter à un diplôme).
diplômé, e s. ve ad. Diplomalı; mezun (Infirmière
diplômée. Les diplômés de la Faculté des Lettres).
diplômer gçl. -e diploma vermek ; mezun etmek (Le
jury les a tous diplômés).
diplopie diş. hek. Çift görme hali.
dipneustes er. ç. hayb. Çift-akciğerliler.
dipodidéser. ç. hayb. Arap-tavşamgiller.
diprotodontes er. ç. hayb. İki ön-dişliler.
dipsadidés er. ç. hayb. Susatangiller.
dipsomanes. vead. İçkiye kanmaz (hasta),
dipsomanie diş. İçkiye kanmazlık hastalığı,
diptère s. ve ad.l. hayb.Çifte kanatlı, iki kanatlı. 2.
Çevresi çift sıra sütunlu Yunan tapmağı,
diptyque er. Menteşeli iki levha halinde tablo, iki
kanatlı tablo,
dire gçl. 1. Söylemek, demek (Dire la vérité. Dire
oui, dire non, dire bonjour, dire au revoir, dire des
bêtises, dire la même chose, dire le contraire. Il dit
qu'il est malade. J'ai quelque chose à vous dire. Il
dit ce qu'il pense). 2. Dire qch à qn: Birine bir şey
söylemek (Je lui ai dit la vérité. Tu l'as dit à tout le
monde). 3. Dire à qn de f.qch: Birine -meşini
söylemek, salık vermek, buyurmak (Je lui ai dit
d'attendre). 4. Dire qch de: Hakkında...
düşümek, konusunda... demek (Que dites-vous
de celle histoire? Que diriez-vous d'un voyage à
Istanbul?). S. Açıklamak, açığa vurmak, dile
getirmek ( Dire ses idées, ses projets, sonopinion).
6. Önermek, bildirmek (Dites votre prix). 7.
Anlatmak, söylemek (Je vais vous dire toute
l'aventure. Dites-moi comment cela s'est passé). 8.
Önceden haber vermek (Dire l'avenir). 9.
Galiba... olmak,... sanmak,... gibi görünmek
( On dirait qu'il vient chez nous. On dirait un fou).
10. Okumak, "inşad etmek (Dire un poème, dire
des vers). 11. (Dinsel anlamda) Okumak,
yapmak, çekmek (Dire la messe, dire ses prières,
dire son chapelet, dire son bréviaire). 12. Yazmak,
bildirmek (Je vous ai dit dans ma lettre que je ne
viendrai pas. Que dit Larousse à ce sujet?). 13.
Göstermek (Horloge qui dit l'heure exacte). 14.
Anlamlı olmak (Son silence dit beaucoup). 15.
Hoşuna gitmek (Est-ce que cela vous dit?). 16.
-için bir anlam taşımak (Cela ne lui dit rien). § Se
dire: 1. Kendi kendine söylemek, içinden demek
(Je suis perdu, se dit-il). 2. Birbirine demek,
söylemek (Ils se sont dit bonjour). 3. Denmek,
söylenilmek (Cela ne se dit pas). 4. Kullanılmak,
söylenilmek (Cette expression ne se dit plus). 5.
dire

442

Kendisinin .... olduğunu savlamak, ileri sürmek


(ilse dit notre ami). § Avoir à dire sur qch, à qch: -e
itirazı olmak, -e karşı söyleyecek bir çift sözü
olmak (Avez-vous quelque chose à dire à cela.
J'a vais beaucoup à dire là-dessus). Avoir son mot à
dire: Söyleyecek sözü olmak. Dire à qui veut
l'entendre: Önüne gelene söylemek. Dire des
blagues: Palavra atmak, uydurup uydurup
söylemek. Dire la bonne aventure: Fala bakmak.
Dire le fin mot: Baklayı ağzından çıkarmak. Dire
pis que pendre: Öldürmekten beter sözler
söylemek, zehir gibi laflar etmek. Dire à qn ses
quatre vérités: Birine ne mal olduğunu yüzüne
söylemek. Dire du bien de qn: Birinin hakkında iyi
şeyler söylemek, lehine konuşmak. Dire du mal
de qn: Birinin hakkında kötü şeyler söylemek,
aleyhinde konuşmak. En dire long: Pek anlamlı
olmak (Son dernier geste en dit long). Vouloir dire:
... anlamına gelmek, demek olmak (Que veut dire
ce mot? Avis veut dire opinion). Se laisser dire que:
... söylendiğini duymak, ... diği kulağına gelmek
•(Je me suis laissé dire qu'il allait démissionner).
Savoir ce qu'on dit: Ne dediğini bilmek, ağzından
çıkanı kulağı işitmek (Tu ne sais pas ce que tu dis).
Cela va sans dire, il va sans dire: Kuşku yok, pek
doğal, söylemeye gerek yok. Pour ainsi dire:
Sanki, adeta. Autant dire: Sanki, adeta. Comme
qui dirait: Sanki, adeta, tıpkı. A vrai dire, à dire
vrai: Doğrusunu isterseniz, gerçeği söylemek
gerekirse.
A l'heure dite:
Söylenilen,
kararlaştırılan saatte. Pour tout dire: Kısacası,
uzun sözün kısası. C'est tout dire: Açıklamaya
gerek var mı, belli işte. Ce n'est pas pour dire:
Söylemek istemezdim ama, övünmek gibi
olmasın ama. Ce n'est pas une chose à dire:
Söylenecek şey değil ama; söylenmese daha iyi.
C'est dit: Tamam, söz, anlaştık. Que tout soit dit:
Her şeyi konuşalım, bir daha bu konuya
dönmeyelim, aramızda gizli kapaklı bir şey
kalmasın. Tul'asdit: Doğru, haklısın, tam üstüne
bastın. D n'y a pas à dire que... : Gerçek olan şu ki,
söz götürmez bir şey varsa o da şu ki. A ce qu'on
dit: Söylenenlere bakılırsa. Ce disant: Bunu
derken. Ceci dit: Bunu söyledikten sonra. Soit dit
en passant: Bu arada şunu da belirtelim ki. Entre
nous soit dit: Söz aramızda. Aussitôt dit, aussitôt
fait: Der demez yapıldı. C'est plus facile à dire
qu'à faire: Söylemesi kolay, yapması güç. Dire
que: Hem de, bir de derler ki. On dirait que:
Tıpkı, sanki, adeta. Mon petit doigt me l'a dit:
Kuşlar söyledi. Quoi qu'on en dise: Ne denirse
densin, her şeye karşın. Autrement dit: Başka bir
deyişle. Pour mieux dire: Daha doğrusu. Comme
dirigeable

on dit: Denildiği gibi, derler ya. Qu'en dira-t-on:


I. El âlem ne der? 2. er. Dedikodu. C'est trop
dire, c'est beaucoup dire: Bu kadarı da fazla,
abartılıyor. Tenez-le pour dit: Benden söylemesi,
söylemedi de mey i n. Rien à dire, il n'y a rien à dire:
Söylenecek bir şey yok. Le coeur me le dit: İçime
doğuyor. Si le coeur vous en dit: Canınız isterse,
ağa gönlünüz dilerse,
dire er. Söz, söyledik, deyiş, dedik, denen şey (Le
dire des experts, le dire des témoins). § Au dire de,
selon le dire de: -in söylediğine göre, -in
söylediğine bakılırsa (Au dire des économistes, la
situation est encourageante).
direct,e s. 1. Doğru, dolaşıksız, dolambaçsız (Un
chemin direct, une accusation directe). 2.
Doğrudan
doğruya,
aracısız,
dolaysız
( Complément direct. Prendre une part directe dans
une affaire). 3. Duraksız, hiçbir yerde durmayan
(Train direct pour Ankara. Autobus direct pour
Ankara). 4. er. (Boksta) Doğru vuruş,
directement bel. 1. Doğrudan doğruya (Venez
directement chez moi). 2. Taban tabana', bütün
bütün
(Deux
caractères qui
s'opposent
directement). 3. Aracısız (Directement du
producteur au consommateur).
directeur, trice s. 1. Ana, temel, başlıca (Idée
directrice d'un texte. Tracez les lignes directrices de
ce sujet). 2. Yönetimle ilgili, yönetime değgin
(Comité directeur). 3. ad. Yönetici,yönetmen,
°müdür (Directeur d'une école, directeur du
personnel, directeur technique).
direction diş. 1. Yönetim, yönetme, çekip çevirme,
abrama (On lui a confié la direction de l'entreprise,
de la société). 2. Yöneticilik, yönetmenlik,
"müdürlük (Il fut nommé à la direction du
personnel). 3. Yön (Chercher sa direction.
Donner une bonne direction à une affaire). 4.
(Otomobilde) "Yönelteç, direksiyon. § Dans la
direction de, en direction de: -yönünde, yönüne,
-e giden (Train en direction de Paris).
directive diş. Yönerge, "talimat, "direktif (Se
conformer aux directives reçues). § Donner des
directives à qn: -e talimat vermek. Recevoir des
directives de qn: Birinden talimat almak,
directoire er. tar. Direktuvar; Fransada 1795-1799
yılları arasındaki siyasal yönetimin adı.
direetorat
er.
Yönetmenlik,
yöneticilik,
"müdürlük.
directoriales. 1. Yöneticiliğe değgin, müdürlükle
ilgili. 2. Direktuvara değgin.
directrice diş. geom. 1. Doğrultman, "müveccih. 2.
Kadın yönetmen, bayan müdür, "müdire.
dirigeable s. Güdümlü, güdülebilir (Un ballon
dirigeant

443

dirigeable).
dirigeants s. ve ad. Yönetici (Les classes
dirigeantes. Les dirigeants d'un parti, d'une
entreprise).
diriger gçl. 1. Yönetmek (Diriger une usine, un
théâtre, une école, les affaires publiques, un débat,
une discussion). 2. Denetlemek, tutmak,
gemlemek (Diriger ses mouvements,
ses
instincts). 3. Sürmek (Diriger un bateau, une
voiture). 4. Diriger qch vers, sur, contre: -e doğru
yönelmek, -e çevirmek, -e doğru göndermek
(Diriger le troupeau vers les prés. Diriger ses
regards vers son voisin. Diriger un colis sur Paris.
Il dirigea son attention sur moi. Diriger un canon
vers l'objectif. Diriger son pistolet contre
l'adversaire). § Se diriger vers: -e yönelmek, -e
doğru ilerlemek (Le bateau s'est dirigé vers le
port).
dirigisme er. Güdümlü tutum, 'güdümcülük,
dirigistes, vead. Güdümcü (Méthodes dirigistes, les
pays dirigistes).
dirimant,e .v. (Bir sözleşmeyi) Bozmayı gerektiren,
engelleyici (Empêchement dirimant du mariage:
Evlenmeyi engelleyici, bozucu durum).
dirimer gçl. (Bir sözleşmeyi) Bozmak, ortadan
kaldırmak, geçer saymamak,
discernable s. Ayırt edilebilir,
discernement
er.
1.
Seçme,
ayırdetme
(Discernement de la vérité d'avec l'erreur.
Discernement des nuances). 2. Ayırdetme yetisi,
sağduyu (Il manque de discernement). 3. İleriyi
görme, tedbirlilik (Agir avec discernement).
§Capacité de discernement: huk. Sezginlik,
"temyiz kudreti (Capacité de discernement pour
contracter mariage). Capable de discernement:
Sezgin, "mütemeyyiz (Toutepersonne capable de
discernement a l'exercice des droits civils).
discerner gçl. 1. Seçmek, ayırdetmek (Discerner les
douleurs, un bruit lointain). 2. Discerner qch de
qch, qch d'avec qch: Bir şeyi -den ayırdetmek
(Discerner le vrai du faux, discerner le vrai d'avec
le faux, discerner le crime et l'innocence).
disciple er. 1. Öğrenci, çırak. 2. Bir öğretiden yana
olan, yandaş, 'öğretili, "tilmiz (Les disciples de
Platon, de Hegel).
disciplinable s. Disiplin altına alınabilir, sıkıya
alınabilir (Un enfant peu disciplinable).
disciplinaire s. 1. Disipline, sıkıdüzene değgin,
•sıkıdüzensel, "inzibatî (Prendre des mesures
disciplinaires. Punition disciplinaire). 2. er.
İnzibat askeri,
disciplinairement bel. Disiplin bakımından, disiplin
kurallarına göre (Une faute
sanctionnée

discorde
disciplinairement).
discipline diş. 1. Disiplin, "inzibat, *sıkıdüzen,
(Conseil de discipline. Discipline militaire.
Enfreindre la discipline. Se plier àla discipline. lia
abandonné son projet par discipline de parti). 2.
Yöntem, yol yordam (La discipline cartésienne:
Descartes yöntemi). 3. (Üniversitede okutulan)
Bilim kolu, ders (Quelle discipline enseignezvous?). 4. Falaka (Des coups de
discipline).
disciplinés s. Disiplinli, »sıkıdüzenli (Soldats,
écoliers disciplinés).
discipliner gçl. 1. Disiplin altına almak, sıkıdüzene
sokmak, yola getirmek ( Discipliner une école, une
armée, un enfant). 2. Eğitmek (L'éducation
discipline les instincts).
discobole er. (Spor) Disk atıcısı, diskçi.
discoïdes. Disk biçiminde (Corpuscule discoïde).
discontinus s. 1. Arada bir kesilen, aralıklı, kesik
kesik, kopuk kopuk (Bruit discontinu, travail
discontinu). 2. dilb. Süreksiz,
discontinuation diş. Kesiklik, kopukluk,
discontinuer gçl. 1. Ara vermek (Discontinuer une
poursuite). 2. gsz. Kesilmek, durmak. § Sans
discontinuer: Aralıksız, durmadan (Il pleut sans
discontinuer. Travailler sans discontinuer).
discontinuité diş. Arası kesilme, kopma, kopukluk,
ara verme (La guérison retarde parla discontinuité
du traitement).
disconvenance diş. Uymazlık, tutmazlık, uygun
olmama (Disconvenance d'âge, dégoût).
disconvenir gsz. 1. Uygun gelmemek, aykırı
düşmek, uymamak (Ces deux
propositions
disconviennent). 2. Ne pas disconvenir de qch: -i
yadsımamak, inkâr etmemek (Je ne disconviens
pas de l'utilité de cette mesure). 3. Disconvenir à
qn: -in işine gelmemek, hesabına uygun
düşmemek ( Cette offre disconvient à mes parents).
discophiles. vead. Plaksever, plak düşkünü,
discophilie diş. Plakseverlik, plak düşkünlüğü,
discord 1. er. Anlaşmazlık, uyuşmazlık. 2. s.
Düzensiz, akordu bozuk (Piano discord).
discordance diş. 1. Uyumsuzluk, uymazlık,
tutmazlık,
uyuşmazlık
(Discordance
des
caractères, des opinions,
discordance
de
couleurs). 2. mec. Düzensizlik, "ahenksizlik,
discordants s. 1. Uyumsuz, uyuşmaz, birbirini
tutmaz
(Caractères
discordants,
couleurs
discordantes). 2. Düzensiz, ahenksiz. 3. Ahengi
bozuk, akordu bozuk (Instruments de musique
discordants).
discorde
diş.
Uyuşmazlık,
anlaşmazlık,
geçimsizlik, "nifak (Il sème la discorde partout). §
Pomme de discorde: Sürekli anlaşmazlık konusu.
discorder
discorderez. 1. (Çalgının) Düzeni, akordu bozuk
olmak. 2. mec. Uyuşmazlık halinde olmak,
anlaşamamak, uyuşamamak.
discothécaire ad. Plaklık görevlisi,
discothèque <% 1. Plaklık, plak rafı, plak dolabı. 2.
Diskotek, dans kulübü,
discoureur,euse ed. Söylevci, söylev çekmesini
seven, çenesi düşük,
discourir gsz. 1. Konuşmak, gevezelik etmek, çene
çalmak. 2. Söylev vermek, konuşmak, nutuk
çekmek (Il discourt sur la morale. Il discourait
devant un cercle d'admirateurs).
discours er. 1. Söz, konuşma, lakırdı, gevezelik (J'ai
assez de tes discours frivoles). 2. Söylev, nutuk
(Un discours politique. Discours électoral). 3.
dilb. Söylem. § Discours direct: Dolaysız anlatım.
Discours indirect: Dolaylı anlatım. § Adresser un
discoursàqn: -e bir konuşma yapmak (Lemairea
adressé un discours aux nouveaux mariés).
Prononcer un discours: Bir söylev vermek.
discourtois,e s. Nezaketsiz, kaba (Un homme.
discourtois, des paroles discourtoises).
discourtoisement bel. Nezaketsizce, kabaca,
discourtoisie diş. Nezaketsizlik, kabalık,
discrédit er. 1. Değerden düşme, değersizleşme. 2.
Saygınlığını yitirme, gözden düşme. § Jeter qn,
qch dans le discrédit: Gözden düşürmek,
değerden düşürmek. Tomber dans le discrédit,
être en discrédit: Gözden düşmek, saygınlığını
yitirmek.
discréditer gçl. 1. Gözden düşürmek, değerden
düşürmek,
saygınlığını
yitirtmek
(Cette
malhonnêteté l'a discrédité aux yeux de son
entrourage).
2.
Değerini
düşürmek,
önemsizleştirmek
(Discréditer un papiermonnaie, une signature. Discréditer une théorie).
§ Se discréditer: Gözden düşmek, saygınlığını
yitirmek (Il s'est discrédité par ses dénonciations).
discret,ète s. 1. Kibar, ağırbaşlı, ölçülü (C'est une
personne discrète, elle ne se mêlera pas de vos
affaires). 2. Ağzı sıkı (Tu es une fille discrète, nous
avons des secrets ensemble). 3. Pek hafif, belli
belirsiz (Son style présente de discrètes touches
d'archaïsme). 4. Aralıklı, kesik kesik, ayrı ayrı
(Les nombres sont des quantités discrètes). 5. dilb.
Ayrık.
discrètement M . 1. Gizlice (Il entre discrètement. Je
la regardais discrètement).
2.
Kibarca,
ağırbaşlılıkla (S'habiller discrètement). 3. Hafifçe
(Il a fait discrètement allusion au mauvais tour
qu 'on lui avait joué).
discrétion diş. 1. Kibarlık, ağırbaşlılık, ölçülülük
(Agir, répondre avec discrétion). 2. Ağzı sıkılık,

444

discutable

ağız sıkılığı (Je compte sur votre discrétion, car je


ne voudrais pas que cela soit divulgué). § A
discrétion: istenildiği kadar, canının istediği
kadar (Manger, boire à discrétion). A la discrétion
de: -in keyfine bağlı, insafına kalmış (Nous
sommes à votre discrétion).
discrétionnaire s. Kendi keyfine, insafına kalmış;
sınırsız (Le poète a des pouvoirs discrétionnaires).
§ Pouvoir discrétionnaire: huk. Takdir yetkisi,
discrimination diş. 1. Ayırdetme, ayırma
(Discrimination entre l'essentiel et le superflu). 2.
Ayrım, ayırıcılık, ayrımcılık (Discrimination
raciale). § Sans discrimination: Ayrım
gözetmeden, eşit olarak (Appliquer une loi sans
discrimination ).
discriminatoires. Ayrım gözetici, ayrım yapıcı, ırk
ayrılığı yapan (Des mesures discriminatoires).
discriminer gçl. Ayrım gözetmek, ayrım yapmak,
ayırmak.
disculpation diş. Temize çıkarma, aklama; temize
çıkma, aklanma (Disculpation d'un accusé).
disculper gçl. 1. Temize çıkarmak, aklamak
(Disculper un accusé). 2. Disculper qn de qch:
Birini -den aklamak (Disculper un ami des
accusations dirigées contre lui). § Se disculper: 1.
Temize çıkmak, aklanmak. 2. Se disculper de qch:
-den temize çıkmak, aklanmak (Se disculper
d'une accusation). 3. Se disculper aux yeux de qn,
auprès de qn: -in gözünde suçsuz olduğu ortaya
çıkmak, kendini -e bağışlatmak (Il s'est disculpé à
nos yeux, auprès de ses amis).
discursif, ive s. 1. Dağılan, dağınık, kopuk kopuk
(Un récit discursif). 2.mant. Gidimli, yargılamaya
dayanan, önermeden önermeye geçerek sonuca
varan (La pensée discursive s'oppose à la pensée
intuitive).
discussion diş. 1. Tartışma, "münakaşa (Il a fallu
d'interminables discussions pour arriver enfin à un
accord). 2. Görüşme, "müzakere, tartışma
(Discussion d'un projet de loi, du budget à
l'Assemblée). 3. Çekişme, kavga, dalaş (Il a des
discussions avec tous ses voisins). § Discussion
byzantine: Bizans tartışmaları, hiçbir sonuca
varmayan gereksiz tartışma. Entrer en discussion
avec qn: -ile tartışmaya girmek. Mettre qch en
discussion: Üzerinde tartışma açmak; bir şeyi
tartışmak, görüşmek. Soulever une discussion:
Tartışma yaratmak, tartışmaya yol açmak. De la
discussion jaillit la lumière: Gerçek, düşüncelerin
çarpışmasından doğar, "müsademei efkâr barikai
hakikati doğurur,
discutable s. 1. Tartışılabilir (Méthode, opinion
discutable). 2. Tartışma götürür, şüpheli (Un film
discuté

445

d'un intérêt discutable).


discuté,e s. 1. Tartışmalı, üzerinde henüz kesin bir
yargıya varılmamış (Une théorie discutée). 2.
Eleştirilen, değerli olup olmadığı üzerinde
tartışılan (Un homme très discuté).
discuter gçl. 1. Görüşmek, "müzakere etmek
(Discuter une question, un projet de loi). 2.
Discuter de qch: -i görüşmek, tartışmak (On
discutera de cette affaire en assemblée plénière). 3.
Discuter sur: -üzerinde tartışmak, anlaşamamak
(Les historiens discutent sur la date de cet
événement). 4. Discuter avec: a) -ile dalaşmak,
münakaşa etmek (lldiscuteavectoutle monde), b)
-ile görüşmek, tartışmak, müzakere yapmak
(Discuter avec l'ennemi), c) tkz. -ile konuşmak,
çene çalmak (J'ai longuement discuté avec lui
devant un verre de bière).
discuteur,euse.v. vead. Tartışmayı seven,
disert,e s. Rahat ve güzel konuşan (Il était disert et
savant).
disertement bel. Rahat ve güzel bir biçimde,
akıcılıkla (Parler disertement).
disette rfı'f 1. Kıtlık (Année de disette. Lasécheresse
entraîne une disette de légumes). 2. mec.
Yoksulluk, yokluk (Disette de pensée, d'idée).
diseur,euse ad. 1. Söyleyici. 2. Güzel konuşmaya
özenen. 3. Güzel okuyan (C'est un excellent
diseur). 4. Bir tür varyete sanatçısı. §Diseuse de
bonne aventure: Falcı kadın,
disgrâce diş. 1. Gözden düşme (Disgrâce d'un
ministre). 2. Talihsizlik, bahtsızlık (Ah, quelle
disgrâce!). 3. Çirkinlik
(Disgrâce
d'un
architecture). § Tomber en disgrâce: Gözden
düşmek.
disgracié,e s. 1. Gözden düşmüş (Un ministre
disgracié, un écrivain disgracié). 2. Bahtsız,
talihsiz, nasipsiz (Il est disgracié par la nature). 3.
Çirkin, güzellikten uzak.
disgracier gçl. Gözden düşürmek (Disgracier son
adversaire).
disgracieusement bel. Çirkin bir biçimde, soğukça,
kabaca.
disgracieux,euse s. Çirkin, soğuk, kaba, incelikten
uzak (Un geste disgracieux, visage disgracieux,
ornement disgracieux).
disharmonie diş. 1. Uyum eksikliği, uyumsuzluk,
ahenksizlik (Disharmonie de couleurs, de sons).
2. Uyuşmazlık, anlaşmazlık (Disharmonie de
sentiments).
disjoindre gçl. 1. Birbirinden ayırmak (Disjoindre
deux blocs de pierre, les ais d'une cloison). 2. mec.
Ayırmak (Disjoindre deux sujets, deux questions,
deux causes). § Se disjoindre: Ayrılmak,
disparate
dağılmak, parçalanmak (Les montants de
l'armoire se disjoignent).
disjointes. 1. Dağılmış, birbirinden ayrılmış (Les
marches disjointes d'un vieux perron). 2. Ayrı,
birbirine
benzemeyen
(Questions
bien
disjointes). 3. müz. Atlamalı (ses).
disjonctif, ive s. 1. dilb. Düşünceleri ayırarak
tümceleri bağlayan (Proposition disjonctive). 2.
diş. "Yada" bağlacı ile bağlanmış kavram ve
önerme.
disjonction diş. Ayırma, birbirinden ayırma
(Disjonction de deux questions). § Disjonction de
causes: huk. Dâvaların ayrılması.
dislocation diş. 1. Çıkma, çıkık, yerinden oynama
(Dislocation d'un os, d'un membre). 2. Dağılma,
parçalanma (Dislocation d'une voiture quia roulé
dans le ravin). 3. mec. Parçalanma, çözülme,
dağılma (La dislocation d'un empire, d'un parti
politique).
disloquer gçl. 1. Dağıtmak (Les forces de police ont
disloqué le rassemblement). 2. Sökmek, parçalara
ayırmak (Disloquer une machine). 3. Dağıtmak,
parçalamak, çökertmek, batırmak (Disloquer un
empire, un Etat, un système). 4. Yerinden
çıkarmak (Disloquer un os, le bras, l'épaule). § Se
disloquer: 1. Dağılmak (La foule s'est disloquée).
2. Dağılmak, parçalanmak, sökülmek (La caisse
s'est disloquée en tombant). 3. mec. Dağılmak,
parçalanmak, batmak (Un empire qui s'est
disloqué, un royaume qui se disloque). § Se
disloquer le bras, l'épaule: Kolu, omuzu çıkmak.
disparaître gsz. 1. Görünmez olmak, ortadan
kaybolmak (Cette mode a disparu depuis
longtemps. Les voitures ont disparu dans le
brouillard). 2. Yitmek, yitip gitmek, "kaybolmak
(Mes gants ont disparu). 3. Kaçmak, tüymek,
"sırra kadem basmak (A mon arrivée, le
cambrioleur a disparu par la fenêtre). 4. Ölmek
(Un grand savant qui disparaît dans la force de
l'âge). 5. Batmak (Le bateau a disparu). 6.
Yokolmak, artık kalmamak (Ses craintes ont
disparu en un instant. La rougeur de son visage
commence à disparaître). § Disparaître de la
circulation: tkz. Ortadan kaybolmak, ortalıkta
görünmez olmak. Faire disparaître: Yok etmek,
ortadan kaldırmak, silmek (Faire disparaître un
dossier, un document. Le temps a fait disparaître
cette inscription. Médicament qui fait disparaître
les maux de tête. Faire disparaître un obstacle, une
difficulté, un doute).
disparate s. 1. Uyumsuz, tutarsız, birbirine
uymayan,
birbirini
tutmayan
(Couleurs
disparates, un mobilier disaparate). 2. diş.
disparité
Uyumsuzluk, tutarsızlık
(On relève de
nombreuses disparates dans cette oeuvre).
disparité diş. (İki şey arasındaki) Aykırılık,
tutmazlık (Entre eux, il y avait une extrême
disparité d'âge).
disparition diş. 1. Görünmez olma, ortadan
kaybolma. 2. Yitme, yitip gitme, "kaybolma
(Disparition des dossiers, d'une grosse somme
d'argent). 3. Yokolma, ortadan kalkma
(Disparition d'une civilisation). 4. Ölüm
(Disparition d'un grand poète). 5. Batma
(Disparition d'un navire en mer).
disparu,e s. 1. Gözden kaybolmuş, artık
görünmeyen. 2. Kayıp, yitik, yaşayıp yaşamadığı
bilinmeyen (Marin disparu en mer). 3. ad. Ölmüş,
vefat etmiş, "rahmetli, "müteveffa (Notre chère
disparue). § Etre porté disparu: Kayıp sayılmak,
ölmüş olduğu kabul edilmek (Soldat porté
disparu).
dispendieusement bel. Masraflı, pahalı (Vivre, se
meubler dispendieusement).
dispendieux,euse s. Masraflı, pahalıya mal olan;
külfetli (Mener une vie dispendieuse. Il a des goûts
dispendieux).
dispensables. Bağışık tutulabilir, "muaf tutulabilir,
dispensaire er. Bakımevi, sağlıkevi, dispanser,
dispensateur,trice s. ve ad. 1. Bölüştürücü,
paylaştırıcı, dağıtıcı (Les livres dispensateurs de
science. Le dispensateur de grâces). 2. Dağıtıcı,
dağıtımcı (Les banques centrales, dispensatrices
des devises).
dispensation diş. Dağıtım.
dispense diş. 1. Ayrı tutulma, özel işlem görme, özel
izin (Obtenir, accorder une dispense). 2. Özel izin
belgesi. 3. Bağışıklık, "muafiyet (Dispense du
service militaire. Dispense d'examen).
dispenser gçl. 1. Dağıtmak, saçmak, vermek
(Dispenser des bienfaits). 2. Dispenser qch à qn:
Birine bir şeyi vermek, göstermek (Dispenserses
soins, ses dévouements à un ami). 3. Dispenser qn
de qch, de f. qch: Birini -den, mekten bağışık
tutmak (Dispenser un soldat d'exercice, un
industriel d'impôt. On l'a dispensé de rédiger son
rapport). 4. Dispenser qn de f. qch: Birinin
-memesine izin vermek (Je vous dispense de
m'accompagner, defaire des commentaires: Bana
eşlik etmeyebilirsiniz, yorum yapmayabilirsiniz).
5. (Eğitim, öğretim) Vermek (Cette école dispense
une formation professionnelle). § Se dispenser de
qch: 1. Kendini -den bağışık tutmak, ile yükümlü
görmemek (Sı dispenser d'une corvée). 2. Se
dispenser de f.qch: -meyebilmek, kendini
-mekten bağışık tutmak (Il se dispense de

446

disposer
travailler).
disperser gçl. 1. Dağıtmak (Le vent a dispersé les
papiers). 2. Serpiştirmek, dağıtmak (Le
commissaire de police avait dispersé ses hommes
dans le quartier). 3. mec. Bölmek, dağıtmak
(Disperser ses efforts, son attention). 4.
Püskürtmek, dağıtmak (Disperserl'ennemi). §Se
disperser: Dağılmak (La foule s'est dispersée.
Vous vous dispersez trop pour arriver à un
résultat).
dispersif, ive s. fiz. Ayırıcı, ayıran (Milieu
dispersif).
dispersion diş. 1. Dağılma, dağıtma (La dispersion
des cendres par le vent). 2. fiz. Ayrılma
(Dispersion de la lumière blanche par un prisme).
3. Bozgun, kaçışma, dağılma (Dispersion d'une
armée, d'une flotte). 4. mec. Dağılma, dağıtma,
bölme ( Dispersion des efforts, des forces). 5. kim.
Dağılım.
disponibilité^. 1. Kullanılabilirlik, yararlanırlık;
tasarruf (Disponibilité des biens). 2. Açığa
çıkarılma,
bakanlık
emrine
alınma
(Disponibilité d'un fonctionnaire). 3. huk.
Başkalarına vasiyet edilebilen yada bırakılabilen
miktar, "tasarruf nisabı,
disponibles. 1. Elde bulunan, serbest (Nousavons
deux
places
disponibles.
Appartement
disponible). 2. Kullanılabilen, yararlamlabilen.
3. Açığa çıkarılmış, bakanlık emrine alınmış
(Officier, fonctionnaire disponible). 4. huk.
Başkalarına
vasiyet
edilebilen,
yada
bağışlanabilen, tasarruf nisabını aşmayan,
dispos,es. 1. Hafif, çevik, dinlenik (Il se sentaitfrais
et dispos au retour de ses vacances). 2. Uyanık,
anlayışlı (Un esprit dispos).
disposante ad. huk. Tasarruf eden, kendisine hibe
yada vasiyetle mal bırakılan kişi.
disposé,e s. 1. Düzenlenmiş (Fleurs disposées avec
goût). 2. Disposé à qch, à f.qch: -e, -meye hazır
(Nous sommes disposés à vous rendre service). §
Etre bien disposé: Keyfi yerinde olmak, neşesi
üstünde olmak. Etre mal disposé: Keyfi yerinde
olmamak, huysuzluğu üstünde olmak. Etre bien,
mal disposé à l'égard de qn: Biri hakkında iyi
düşünmek, kötü düşünmek,
disposer gçl. 1. Yerleştirmek, düzenlemek, "tanzim
etmek (Disposer les fleurs dans un vase, tes
couverts sur la table, les meubles dans un salon). 2.
Disposer qn à qch; à f.qch: Birini -e, -meye
hazırlamak, anıklamak (Disposer un malade à la
mort, à mourir. Essayez de le disposer à signer le
contrat). 3. gsz. Disposer de qch: a) -e sahip
olmak, -si olmak (Disposer d'une voiture, d'une
dispositif

447

grande fortune), b). huk. Tasarrufta bulunmak,


yararlanmak (Disposer d'une terre. Les mineurs
ne peu vent disposer de leurs biens). 4. Disposer de
qn: İstediği gibi kullanmak, yararlanmak (Vous
pouvez disposer de moi selon vos volontés). § Se
disposer à f.qch: -meye hazırlanmak (lise dispose
à vendre sa maison).
dispositif er. 1. (Bir ilâmın) Yargı kısmı (Dispositif
d'un jugement). 2. (Bir makinada, aygıtta)
Düzen, "tertibat (Dispositif de sûreté, de
commande, de manoeuvre). 3. Aygıt. 4. ask
Düzen (Dispositif d'attaque, dispositif dt
défense).
disposition diş. 1. Düzenleme, "tanzim, düzen
(Disposition des articles à la devanture a demandé
du temps. Changer la disposition des livres dans
une bibliothèque). 2. Kullanma, yararlanma
yetkisi, "tasarruf (La loi lui reconnaît la libre
disposition de ses biens). 3. mec. Eğilim,
elverişlilik (Disposition à contracter une maladie.
Disposition des prix à la hausse). 4. Yetenek (lia
des dispositions pour la peinture, pour la
musique). 5. Nitelik (Il a toutes les dispositions
pour réussir). 6. Hazırlık, tedbir (Il a pris ses
dispositions pour partir en voyage. J'ai pris toutes
les dispositions nécessaires). 7. ç. (Yasada,
sözleşmede) Hüküm, madde (A la fin de mes
dispositions testamentaires, tu trouveras la liste de
legs). 8. Durum, ruhsal durum (Il est dans une
disposition à croire tout ce qu'on lui raconte). 9.
Düşünce, duygu (Etes-vous toujours dans les
mêmes dispositions à l'égard de ce projet). § Avoir
qch à sa disposition: -e sahip olmak, elinin altında
bulundurmak (Il avait tous les documents à sa
disposition). Etre à la disposition de qn: -e bağlı
olmak, -in elinin altında olmak, -in "emrine
amade olmak (Nous sommes tous à votre
disposition. L'argent, les valeurs qui sont à la
disposition d'une société). Se mettre à la
disposition de: -in emrine, hizmetine girmek (Se
mettre à la disposition de la police). A votre
disposition: Buyurun, "emrinize amadeyim,
disproportion diş. 1. Birbirini tutmama, birbirine
uygun olmama (Disproportion d'âge, de taille, de
fortune).
2. Oransızlık, "nisbetsizlik (La
disproportion de la peine et de la punition).
disproportionné,e s. 1. Birbirine göre olmayan,
oransız, nisbetsiz (Tailles disproportionnées). 2.
Disproportionné à, avec: -e oransız, -ile orantılı
olmayan (Récompense disproportionnée au
mérite. Le travail disproportionné avec le salaire).
disproportionner gçl. Oransızlaştırmak.
disputailler gsz. Boş şeyler için çekişmek, boşuna
dissection
tartışmak.
dispute diş. 1. Çekişme, tartışma, "münakaşa
(Dispute de ménage. Dispute d'amoureux). 2.
Kavga (Chercher la dispute). 3. Bozuşma,
küsüşme (Le plaisir des disputes, c'est de faire la
paix).
disputer gsz. 1. Disputer de qch: -i tartışmak
(Disputer d'un sujet). 2. Disputer sur qch:
-üzerinde tartışmak (Disputer sur un problème).
3. Disputer avec qn: -ile tartışmak, çekişmek (Elle
dispute tout le temps avec ses voisins). 4. gçl. Bir
şeyi elde etmeye çalışmak, kazanmaya çalışmak
(Disputer un combat, un concours, un match). 5.
Disputer qch à qn: Bir şeyi -in elinden almaya
çalışmak (Disputer un poste à des rivaux. Disputer
une femme à un ami). 6. Disputer qn: Birini
paylamak, azarlamak. 7. Le disputer à qn en qch:
-alanında biriyle yarışmak, -de birinden hiç de
geri kalmamak (Il le dispute à son oncle en
richesse. Je le lui dispute en savoir). § Disputer le
terrain: Düşmana karşı yurdu adım adım, karış
karış savunmak. Dipsuter le terrain à qn: Bir
hakkını birine karşı adım adım savunmak.
Disputer sur la pointe d'une aiguille: İncir
çekirdeğini doldurmayacak bir şey için kavga
etmek. § Se disputer: 1. Tartışmak, çekişmek. 2.
Se disputer avec qn: Biriyle tartışmak, çekişmek,
dalaşmak. 3. Se disputer qch: Bir şeyi ben
alacağım sen alacaksın diye çekişmek (Se disputer
une proie).
disputeur,euse s. ve ad. Çekişken, herkesle
dalaşan, kavgacı,
disquaire, discaire ad. Plak satıcısı, plakçı,
disqualification diş. 1. Yarış dışı etme, yarış dışı
edilme (Disqualification d'un joueur, d'un
concurrent). 2. Saygınlığını yitirme,
disqualifier gçl. 1. Yarış dışı etmek (Disqualifier un
coureur, un boxeur). 2. mec. Saygınlığını
yitirtmek, eşlerinin çevresinden atmak. § Se
disqualifier: Saygınlığını yitirmek, küçük düşmek
(Il s'est disqualifié en tenant de pareils propos).
disque er. 1. Disk (Lancer le disque). 2. gökb.
Teker, "kurs (Disque solaire, disque lunaire). 3.
Plak (Mettre un disque sur un tourne-disque, sur le
plateau du gramophone). 4. Demiryollarında
yolun açık yada kapalı olduğunu gösteren levha.
5. anat. Disk (Disque intervertébral: İki omuru
birbirine tutturmaya yarayan kıkırdak). §
Tourner le disque: mec. hlk. Plağı çevirmek,
konuyu değiştirmek,
dissecteur er. 1. Açımlayıcı. 2. mec. Kılı kırk yarıcı,
dissection diş. 1. Açımlama, "teşrih (Dissection du
corps humain, d'un cadavre). 2. mec. Kılı kırk
dissemblable
yarma.
dissemblable s. Benzemez (Ils sont trop
dissemblables pour s'entendre).
dissemblance diş. Benzemezlik (Dissemblance des
races, deforme).
dissémination
diş.
1. Serpme,
serpişme
(Dissémination des graines). 2. Dağılma,
yayılma, serpilme (Dissémination d'un troupeau
sur un territoire). 3. Yayma, yayılma
(Dissémination des idées).
disséminer gçl. 1. Serpmek, serpiştirmek, saçmak
(Le vent a disséminé les graines). 2. Dağıtmak,
serpiştirmek (Disséminer les usines aux quatre
coins du pays). 3. Yaymak (Disséminer ses idées).
§ Se disséminer: Serpiştirilmek, dağılmak,
yayılmak (Les maisons se sont disséminées autour
de la mosquée).
dissension
diş.
Uyuşmazlık,
geçimsizlik,
anlaşmazlık ( Dissensions familiales).
dissentiment er. 1. Duygu ve düşünce ayrılığı (Ily a
dissentiment entre nous sur ce sujet). 2.
Sevişmezlik, zıtlaşma,
disséquer gçl. 1. Örgensel bir üyeyi, anatomisini
incelemek üzere kesip ayırmak, açımlamak,
°teşrih etmek (Disséquer un cadavre, une souris,
une main). 2. Çok derin incelemek, iciğini ciciğini
çıkarmak (Disséquer un ouvrage, un auteur).
disséqueurer. 1. Açımlayıcı. 2. mec. Kılı kırk yancı,
dissertation diş. 1. Bilimsel yazı, bilimsel inceleme.
2. Kompozisyon, yazma (Une dissertation
littéraire,
philosophique.
Corriger
les
dissertations).
disserter gsz. Disserter sur qch, de qch: -üzerine
yazılı ama çok kez sözlü bir açıklama yapmak;
-konusunu işlemek (Les candidats devaient
disserter sur une pensée de Pascal. Disserter sur la
politique, de la situation économique).
dissidence diş. 1. Başkaldırma, ayaklanma (La
dissidence d'un territoire d'outre-mer).
2.
Bölünme, parçalanma (Des dissidences étaient
apparues dans le mouvement syndical). 3.
Anlaşmazlık, görüş ayrılığı (Des dissidences
violentes éclataient entre moi et lui). 4. Aynlan
grup (Grossir le rang de la dissidence. Il a rejoint la
dissidence). § Entrer en dissidence: Ayaklanmak,
baş kaldırmak ( Une partie de l'armée est entrée en
dissidence).
dissidences, vead. 1. Baş kaldıran, ayaklanan (Les
tribus dissidentes. Les dissidents ont formé un
gouvernement provisoire). 2. Ayn görüşte olan.
3, Bir topluluktan kopup ayrılan grup.
dissimilation diş. dilb. Benzeşmezlik, ayrımlaşma,
dissimilitude diş. Benzeşmede eksiklik.

448

dissociable

dissimulateur,trice s. ve ad. Renk vermeyen


(kimse), duygu ve düşüncelerini saklamasını
bilen (kişi); iki yüzlü, sinsi,
dissimulation diş. 1. Duygu ve düşüncelerini
saklama; iki yüzlülük, sinsilik (Agir avec
dissimulation). 2. Saklama, gizleme, bildirmeme
(Dissimulation de revenus dans une déclaration au
fisc).
dissimulé,e s. 1. Saklanan, gizlenen, bildirilmeyen
(Bénéfice dissimulé). 2. s. ve ad. Duygu ve
düşüncelerini saklayan, sinsi, iki yüzlü, yere
bakan yürek yakan (Un enfant dissimulé, c'est un
dissimulé).
dissimuler gçl. 1. Saklamak, gizlemek, belli
etmemek (Dissimuler ses sentiments, sapensée, sa
jalousie, sa joie. Dissimuler un prisonnier évadé.
Dissimuler une partie de ses bénéfices). 2.
Dissimuler qch à qn: Bir şeyi birinden saklamak
(Je lui ai dissimulé mes véritables projets). 3.
Görünmez hale getirmek (Dissimuler les défauts
de la peau en se fardant). § Se dissimuler: 1.
Saklanmak, gizlenmek (Son égo'isme se dissimule
derrière des affirmations généreuses). 2. Se
dissimuler qch: Bir şeyi görmezlikten gelmek,
görmek istememek (Il se dissimule le danger de
cette entreprise).
dissipateur,trice s. ve ad. Savurgan, harvurup
harman savuran (Une administration dissipatrice.
Un dissipateur).
dissipation diş. 1. Dağılma (On attendait la
dissipation du brouillard). 2. Savurganlık;
savurma, har vurup harman savurma, altından
girip üstünden çıkma (Dissipation d'un héritage,
d'un patrimoine). 3. Haylazlık, başıboşluk, söz
dinlemezlik (Sa dissipation lui vaut de nombreuses
punitions). 4. Sefahet (Vivre dans la dissipation).
dissipé,e s. 1. Haylaz, söz dinlemez (Un élève
dissipé). 2. Sefih (Mener une vie dissipée).
dissiper
1. Dağıtmak (Dissiper le brouillard, la
fumée). 2. Dağıtmak, yok etmek, gidermek
(Dissiper les soucis, les craintes, une illusion, les
soupçons). 3. Saçıp savurmak, altından girip
üstünden çıkmak, har vurup harman savurmak
(Dissiper une fortune,
un héritage). 4.
Haylazlaştırmak, ayartmak, aklını çelmek (Un
élève qui dissipe ses voisins). § Se dissiper: 1.
Dağılmak (Les nuages se sont dissipés. Mes
soupçons se sont dissipés). 2. Haylazlaşmak,
haylaz olmak,
dissociabilité diş.
1. Toplumsal
bağlann
kokuşmuşluğu. 2. Ayrılabilirlik (Dissociabilité
des deux problèmes).
dissociable s. Ayrılabilir (Deux
questions
dissociation
dissociables).
dissociation diş. kim. 1. Ayrıştırma, ayrışma
(Dissociation d'un composé chimique en ses
éléments). 2. Ayrılma ; ayırma (La dissociation du
moi dans le rêve. Faire un effort de dissociation
entre la faute et le coupable).
dissocier gçl. kim. 1. Ayrıştırmak, bölmek,
parçalamak (Dissocier les molécules, les atomes
d'un corps). 2. Ayırmak, ayırt etmek (Dissocier
deux questions, deux causes juridiques). 3.
Bölmek, parçalamak ( Ces événements ont réussi à
dissocier l'équipe).
dissolu,e s. 1. Sefih (Un homme dissolu, une vie
dissolue). 2. Bozulmuş, kokuşmuş (Des moeurs
dissolues).
dissolubilité
diş.
1.
Eriyebilirlik.
2.
Feshedilebilirlik, dağıtılabilirlik (Dissolubilité
d'une assemblée).
dissoluble s. 1. Eriyebilir (Substance dissoluble). 2.
Dağıtılabilir,
"feshedilebilir
(Assemblée
dissoluble).
dissolutif, ive s. Eritici.
dissolution diş. 1. Erime; eritme (Dissolution du
sucre. Dissolution des matières animales). 2.
Kauçuk eriyiği, lastikleri yapıştırıcı madde. 3.
Yok olma, yıkılma, çökme (Dissolution d'un
empire, d'un système). 4. Dağıtma, feshetme
(Dissolution d'une assemblée). S. Bozma,
bozulma (Dissolution du mariage, d'un contrat).
6. Çürüme, kokuşma, bozulma (Dissolution des
moeurs).
dissolvant,e s. ve ad. 1. Eritici. 2. Yıkıcı, bozucu,
çökertici, bozguncu (Une doctrine dissolvante; un
climat dissolvant).
dissonance diş. 1. müz. Kakışma, uyumsuz nota
bileşimleri. 2. dilb. Kulağa hoş gelmeyen seslerin
art arda gelmesi, ses kakışması, *t nafür. 3. mec.
Uyumsuzluk, uyuşmazlık (Dissonance de tons
dans un tableau). 4. Tutmazlık, bağdaşmazlık
(Dissonance entre les principes et la conduite). S.
Çelişki, tutmazlık (Dissonances dans• un
caractère).
dissonant,e s. muz. 1. Bozuk, kakışık (Accord
dissonant, harmonie dissonante). 2. mec.
Uyumsuz, çelişik, tutmaz, bağdaşmaz,
dissoner gsz. müz. 1. Düzeni bozuk olmak, kakışık
olmak, düzensiz olmak. 2. dilb. Ses kakışması
yapmak.
dissoudre gçl. 1. Eritmek (L'eau dissout le sel.
Dissoudre du sucre dans l'eau). 2. Dağıtmak,
feshetmek (Dissoudre l'Assemblée nationale, un
parti politique). 3. Bozmak, geçersiz saymak
(Dissoudre un mariage, un contrat). § Se

449

distendre
dissoudre: Erimek (Le savon se dissout dans
l'eau).
dissous, dissoute s. 1. Erimiş (Sucre dissous). 2.
Bozulmuş, geçersiz kılınmış, feshedilmiş
(Alliance dissoute).
dissuader gçl. 1. Caydırmak, düşüncesinden
çevirmek. 2. Dissuader qn de qch, de f.qch: Birini
-den, -mekten caydırmak (Je l'ai dissuadé de ce
voyage. Il m'a dissuadé de démissionner).
dissuasif, ive .s. Caydırıcı (Mesures dissuasives).
dissuasion diş. Caydırma; cayma,
dissyllabes, vead. İki heceli, iki heceli sözcük (Mot
dissyllabe, un dissyllabe).
dissyllabiques. İki heceli.
dissymétrie diş. Bakışımsızlık, "tenazursuzluk,
"simetrisizlik,
dissymétrique s.
Bakışımsız,
"tenazursuz,
"simetrisiz.
distance diş. 1. Aralık, uzaklık, "mesafe (La
distance d'Ankara à istanbul est de 448
kilomètres). 2. Ara, açılan ara (Distance entre
deux coureurs. Il ne tiendra pas cette distance). 3.
mec. Ayrım, fark (Ilya une grande distance entre
ses premiers romans et celui-ci). § A distance:
Uzakta, uzaktan. Aradan zaman geçince (J'en
juge mieux à distance). Prendre ses distances:
(Sıra halinde dizilmişken, kollarını uzatarak)
Önden ve yandan hiza almak. Rapprocher les
distances: Aradaki eşitsizliği gidermek. Tenir à
distance: Yüz vermemek, uzakta tutmak, araya
mesafe koymak,
distancer gçl. 1. Geçmek, geride bırakmak, aşmak
(Cheval qui distance les autres dans une course.
Cet élève va distancer tous ses camarades). 2. Uzak
göstermek; ıraklaştırmak (Une légère brume
azurée distançait les plans les plus proches). § Se
distancer: Araya mesafe koymak,
distanciation diş. Araya mesafe koyma ; uzaklaşma,
uzaklaştırma.
distancler(se) gsz. 1. Araya mesafe koymak, uzak
durmak. 2. Se distancierdeqch: -ile kendi arasına
mesafe koymak, -den uzak durmak, -den
uzaklaşmak (Sedistancierd'unmaltre, d'unallié).
distant,e s. 1. Aralıklı, uzak. 2. Distant de: -den
uzakta (Notre village est assez distant de la ville). 3.
Soğuk, kibirli (Il a un air distant). § Etre distant
avec qn: -e karşı soğuk davranmak, araya mesafe
koymak (Il est distant avec nous).
distendre gçl. Germek, gererek oylumunu
büyütmek (Les gaz intestinaux distendent
l'abdomen. Distendre un corps, les muscles). § Se
distendre: Gevşemek (Les liens familiaux se sont
distendus).
distension
distension diş. 1. Germe; gerilme (Distension de la
peau). 2. Gevşeme (Distension d'une corde, des
liens).
distillateur er. İmbik çalıştırıp sağladığı malları
satan kimse.
distillation diş. İmbikten çekme, damıtma
(L'alcool est unpruduit de distillation).
distillatoire s. Damıtmaya yarar,
distiller gçl. 1. İmbikten çekmek, damıtmak
(Distiller de l'eau, du pétrole). 2. mec. Saçmak,
yaymak (Distiller son venin, la tristesse, l'ennui).
3. Hazırlamak, yapmak (L'abeille distille le miel).
4. mec. Süzmek, özünü çıkarmak, çok ince bir
biçimde işlemek ( Cet auteur distille sa pensée). 5.
gsz. Damla damla akmak, damlalaşmak.
distillerie dij. 1. *Damıtımevi. 2. Damıtma işlemi,
distinct,es. 1. Başka, ayrı, farklı. 2. Distinct de: -den
farklı, ayrı (La politique n'est pas distincte de la
morale). 3. Seçik, belirli (Parler d'une voix
distincte).
distinctement bel. Seçikçe, açık açık (Voir,
entendre, parler distinctement).
distinctif, ive s. Ayırdedici, belirtici (Signe
distinctif, marque distinctive).
distinction diş. 1. Ayırdetme, ayırma, seçme (La
distinction est facile entre un loup et un renard). 2.
Ayrılık, ayrım, fark (Les distinctions sociales ne
peuvent être fondées que sur l'utilité commune). 3.
Ayırıcılık (Créer des distinctions entre les
personnes). 4; Rütbe (Une personne de la plus
haute distinction). 5. Kibarlık (Avoir de la
distinction). 6. Nişan (Obtenir une distinction.
Décerner une distinction à un savant). § Sans
distinction: Ayrım gözetmeden (Il reçoit toute le
monde sans distinction).
distinguâmes. 1. Ayrı tutulabilir, üstün tutulabilir.
2. Görülebilir, ayırt edilebilir, gözle seçilebilir,
distingués s. 1. Seçkin, yüksek, üstün, kalbur üstü
(Il fréquente les personnes et les milieux
distingués). 2. Kibar, nazik (Une femme
distinguée, un sourire distingué).
distinguer gçl. 1. Görmek, seçmek (Je commence à
distinguer les montagnes. Je distingue mon ami au
milieu de la foule). 2. Tanımak, seçmek,
ayırdetmek (Distinguer les sons, les odeurs, les
goûts). 3. Distinguer qn, qch de: Birini, bir şeyi
-den ayırmak, ayırdetmek, seçmek (Distinguer le
bien du mal, le vrai du faux). 4. Distinguer qch de
qch: Bir şeyi -den ayrı kılmak, ayırmak (La raison
distingue l'homme des animaux). § Se distinguer:
1. Belirmek, belirli olmak, açıkça görülmek (Les
montagnes se distinguent). 2. Kendini göstermek,
sivrilmek (Se distinguer par son intelligence). 3.

450

distribuer
Belli olmak, tanınmak (Son style se distingue par
la pureté). 4. Se distinguer de: -den ayrılmak,
aralarından sivrilmek (ilse distingue de ses autres
camarades par son esprit créateur).
distordre gçl. Bükmek, çarpıtmak. § Se distordre:
Bükülmek, çarpılmak (La bouche se distord dans
l'attaque d'épilepsie).
distorsion diş. 1. Çarpılma, bükülme, yana kayma
(Distorsion de la face, de la bouche). 2.
(Telefonda) Ses bozukluğu. 3. (Optikte) Işın
sapması. 4. Uyumsuzluk, dengesizlik (Distorsion
entre l'offre et la demande d'un produit). 5.
(Sinema, televizyon) Biçimbozumu; bozum;
bozulma.

distraction diş. 1. huk. Çalma, zimmete geçirme,


"ihtilas (Distraction de l'argent). 2. Dikkatsizlik,
dalgınlık (Je me suis trompé de maison par
distraction). 3. Eğlenme, vakit geçirme (Dessiner
par distraction). 4. Eğlence (Il vous faut un peu de
distraction. Le jeu, la promenade sont nos
distractions quotidiennes).
distractivitédiş. Dikkatini toplayamazlık,dikkatini
toplama yeteneğinden yoksunluk,
distraire gçl. 1. Çalmak, zimmetine geçirmek,
ihtilas yapmak (Distraire une somme d'argent). 2.
Eğlendirmek (Distraire ses hôtes, un enfant
malade). 3. Dağıtmak, başka yöne çevirmek
(Distraire l'attention). 4. Oyalamak, rahatsız
etmek (Cet élève distrait sans cesse ses camarades).
5. Dalgınlaştırmak (L'amour l'avait distrait). 6.
Distraire qn, qch de: Birini, bir şeyi -den ayırmak
( Distraire une voiture d'un convoi, lime distrait de
mes travaux, de mes occupations). § Se distraire:
1. Eğlenmek, dinlenmek (J'ai besoin de me
distraire). 2. Se distraire de: a) -den ayrılmak (Se
distraire d'une troupe), b) -den caymak, kopmak
(Se distraire d'un travail, d'un projet).
distraits s. 1. Dalgın, dikkatsiz (Il est très distrait.
Regarder d'un oeil distrait, manger d'un air
distrait). 2. Üstünkörü, yüzeysel (Jeter un regard
distrait sur un journal). 3. ad. Dalgın (kimse),
distraitement bel. Dalgınca, dalgın dalgın (Il
m'écoutait distraitement. Regarder distraitement).
distrayants s. Eğlendirici, oyalayıcı, dinlendirici,
iç açıcı (Film distrayant).
distribuable s. Dağıtılabilir, "tevzi edilebilir
(Bénéfice distribuable).
distribuer gçl. 1. Dağıtmak (Distribuer des
prospectus, des tracts dans la rue. Distribuer des
prix, despostes, des titres). 2. Distribuer qch à: Bir
şeyi -e dağıtmak, vermek (Distribuer des armes
aux soldats, distribuer des cartes aux joueurs). 3.
Bölüm bölüm ayırmak, sıralamak (Distribuer
distributaire
logiquement les points d'un exposé). 4. Sağa sola
savurmak (Distribuer des coups de poing).
distributaire s. ve ad. huk. Dağıtımda pay alan.
distributeur, trice ad. 1. Dağıtan, dağıtıcı,
dağıtımcı (Distributeur de film, de prospectus). 2.
Dağıtıcı alet, dağıtımcı, *dağıtmaç (Distributeur
d'essence).
distributif, ive s. Bölüştürücü, dağıtıcı. § Justice
distributive: Dağıtıcı adalet,
distribution diş. 1. Dağıtım, dağıtma, bölüştürme
(Distribution de prospectus, de vêtements,
d'essence. Distribution du travail, de journal, de
brochure). 2. Bölümleme, bölümlere ayırma,
sıralama (Distribution de chapitres dans un livre).
3. Dağıtım düzeni (Distribution des eaux, de
l'électricité dans une ville). 4. dilb. Dağılım,
distributionnalisme er. dilb. Dağıtımcılık.
distributionnel,le s. 'Dağılımsal.
distributivement bel. Ayrı ayrı, bölüştürcü bir
biçimde.
district er. 1. Bir mahkemenin dâvalarına
bakabildiği çevre, yargı çevresi (Un juge ne peut
juger hors de son district). 2. Kaza (Chef-lieu de
district: Kaza merkezi).
distyle s. Çift sütunlu (Porte distyle).
dit,es. 1. Denen, söylenen, lâkaplı (Jean dit le Bon).
2. er. Orta çağda küçük günlük konuları işleyen
oyun (Le dit de Pouille). 3. (Eski) Söz (Les dits
mémorables de Socrate). 4. Ledit, ladite, lesdits,
lesdites: Adı geçen, yukarda sözü edilen, "mezkûr
(Ledit vendeur, ladite maison, lesdits hommes,
lesdites, femmes).
dithyrambique s. 1. Ditiramba değgin, ditiramp
biçiminde (Poème dithyrambique). 2. Aşırı
övücü, göklere çıkaran (Louanges, paroles
dithyrambiques).
dito bel. s. tic. Yukarıda adı geçenin aynı, "keza.
diurèse
hek. Sidik çoğalması, idrar bollaşması,
diurétique s. hek. 1. Sidik arttırıcı, sidik getirici,
idrarsöktürücü.2.er. Sidik söktürücüilaç,işetici.
diurnal er. Gündelik dua kitabı,
diurne s. 1. Gündüz yapılan (Travaux diurnes). 2.
Bir günlük, bir gün süren (Mouvement diurne
d'un astre). 3. Gündüz ortaya çıkan, yalnız
gündüzleri görünen (Rapaces diurnes, papillons
diurnes, fleurs diurnes).
diva diş. (Eski) Ünlü şarkıcı kadın,
divagateur, trices. Saçmalayan, saçma sapan şeyler
söyleyen.
divagation diş. 1. Taşma, yatağından çıkma
(Divagations des eaux). 2. Başı boş dolaşma
(Divagation des animaux, du bétail). 3.
Saçmalama, saçma sapan sözler sayıklama (Les

451

divertir
divagations d'un fou. Divagations d'un malade).
divaguer gsz. 1. Başıboş dolaşmak (Divaguer çà et
là). 2. Taşmak, yatağından çıkmak (Rivière qui
divague). 3. Saçmalamak, saçma sapan şeyler
söylemek (Tu divagues). 4. Sayıklamak (Un
malade qui divague).
divan er. 1. Sedir, divan (S'allonger sur le divan). 2.
tar. Divanı hümayun (Le sultan fit assembler un
divan). 3. Osmanlı hükümeti; Osmanlı devleti,
Osmanlı İmparatorluğu,
dive bouteille diş. İçki; şarap,
divergence diş. 1. mat. Iraksama. 2. mec. Ayrım,
ayrılık (Divergence de vues, d'opinions, d'idées,
de goût).
divergent,e s. 1. mat. Iraksak. 2. Birbirinden
ayrılan, ayrı, farklı (Suivre des voies divergentes.
Opinions divergentes).
diverger gsz. 1. mat. Iraksamak. 2. Ayrılmak (Nos
routes divergent). 3. mec. Uyuşmamak, ayrılmak,
aykırılık göstermek (Nos opinions divergent sur ce
point).
divers,e s. 1. Değişken, değişik (Des fleurs de
couleurs très diverses. Une terre qui est diverse
comme le peuple qui l'habite). 2. Çeşitli, türlü,
başka başka (Frais divers, dépenses diverses.
Parler sur les sujets les plus divers). 3. Birçok,
hayli, nice (Diverses personnes m'en ont parlé).
diversement bel. Çeşitli biçimde (Fait diversement
interprété par les commentateurs).
diversification diş. Çeşitlendirme, çeşitlenme,
diversifier gçl. Çeşitlendirmek (Un peintre qui aime
diversifier ses sujets).
diversiforme s. Şekli değişebilir, değişken biçimli,
diversion diş. 1. ask. Şaşırtma hareketi (Opérer une
diversion avant d'attaquer). 2. Oyalama;
oyalanma (Un travail régulier sera une diversion à
son ennui).
diversité
1. Çeşitlilik (Diversité des goûts. Il était
grisé par la diversité de la vie). 2. Ayrılık,
değişiklik, farklılık (Diversité
d'opinion,
d'interprétation. Diversité des deux religions).
divertir gçl. 1. Eğlendirmek (Le film m'a bien
diverti). 2. Divertir qn de: Birini -den
uzaklaştırmak, koparmak (Elle l'a diverti de sa
famille). 3. Divertir qn de: Birini -den çelmek,
caydırmak, ayırmak (Divertir quelqu'un d'une
occupation, d'un projet). 4. Çalmak, zimmetine
geçirmek (Divertir de l'argent, une partie d'une
succession). Se divertir: 1. Eğlenmek (Nous nous
sommes bien divertis hier soir). 2. Se divertir de
qn, de qch: -ile alay etmek, eğlenmek (Il se divertit
de nous, de mes vêtements). 3. Se divertir à f. qch:
-mekle oyalanmak, eğlenmek (Il se divertissait à
divertissant
l'ahurir d'injures).
divertissante s. Eğlendirici, oyalayıcı (Un film
divertissant).
divertissement er. 1. Para aşırma, aşırtı, "ihtilas. 2.
Eğlenme, oyalanma, hoş vakit geçirme (ilse livre
à ce travail pour son divertissement personnel). 3.
Eğlence (Le public veut avant tout son
divertissement et son plaisir). 4. Tiyatroda perde
arası dans ve şarkı. 4. müz. Operada danslar
bölümü; çalgı müziğinde danslar dizisi;
onsekizinci yüzyılda süitten çıkma bir biçim
(Divertissement de Mozart).
divette diş. Şarkıcı kadın.
dividende er. 1. mat. Bölünen. 2. Ortakların yada
alacaklıların her birine düşen pay, "temettü,
*düşerge (Toucher, recevoir son dividende).
divin,e s. 1. Tanrısal (Justice divine, bonté divine).
2. Kutsal. 3. Olağanüstü, yetkin, eksiksiz (Poésie
divine, musique divine). 4. Çok güzel, çok hoş (Le
tabac est divin, il n'est rien qui l'égale. Il fait un
temps divin).
divinateur,trice s. ve ad. 1. Kâhin, *bilici. 2.
Uzgören
(Puissance
divinatrice,
esprit
divinateur).
divination diş. 1. Kâhinlik, "bilicilik (Les anciens
pratiquaient la divination par l'interprétation des
signes). 2. Uzgörme, ileriyi kestirme, "Uzgörü.
divinatoire s. Kâhinliğe değgin (Art, science
divinatoire).
divinement bel. 1. Tanrıdan gelme olarak, Allah
tarafından. 2. mec. Olağanüstü bir biçimde (Elle
chante divinement bien).
divinisation diş. Tanrılaştırma, çok yüceltme;
tanrılaşma, çok yücelme,
diviniser gçl. 1. Tanrılaştırmak, çok yüceltmek
(Diviniser un héros). 2. mec. Aşırı övmek,
göklere çıkarmak (Diviniser une oeuvre, un
auteur).
divinité diş. 1. Tanrısallık. 2. Tanrı (Adorer la
Divinité). 3. Tapınılan şey yada kimse.
divis,e s. 1. Bölünmüş, pay edilmiş, taksim edümiş
(Propriétés divises). 2. er. Bölünmüşlük,
bölünme, taksim; ortaklar arasında pay
edilmişlik.
diviser gçl. 1. Bölmek, ayırmak (Diviser un gâteau,
un terrain). 2. Diviser qch en: Bir şeyi -e ayırmak,
bölmek (Diviser un pain en deux parties). 3.
Diviser qch entre: Bir şeyi ... arasında
paylaştırmak (Diviser un héritage entre les
parents). 4. Diviser qch par: Birşeyi -e bölmek (Si
on divise vingt par cinq, on obtient quatre). § Se
diviser: 1. Bölünmek, ayrılmak, parçalanmak. 2.
Se diviser en: -e bölünmek, parçalanmak

452
dix-neuf
(L'empire s'est divisé en trois).
diviseur er. mat. 1. Bölen. 2. (Pek az kullanılır)
Bölücü, ara bozucu, karıştırıcı. § Le commun
diviseur: Ortak bölen,
divisibilité diş. Bölünebilirlik, parçalanabilirlik
(Divisibilité de la matière).
divisibles. Bölünebilir (Matière, nombre divisible).
division^. 1. Bölme (Division d'un corps en petites
parties). 2. Bölme, bölünme, bölüşme (Division
d'un terrain, d'une propriété, d'une terre). 3.
Bölünme, kollara ayrılma (Division d'un fleuve,
d'une route). 4. ask. Tümen (Divisions blindées.
Général de division). 5. Anlaşmazlık, "nifak
(Mettre, semer la division dans une. famille). 6.
Bölüm, "taksimat (Division administrative d'un
pays). 7. Bölünme, parçalanma (Division d'un
parti politique).
divisionnaire s. Bir bölüme, bir kola değgin. 2.
Tümene değgin (L'état-major divisionnaire était
au complet). 3. er. Tümgeneral,
divorce er. 1. Boşanma; boşama (Il a demandé le
divorce). 2. Ayrılık, karşıtlık, ayrım, "fark (Ily a
divorce entre la théorie et la pratique). 3. mec.
İlgisini kesme (Depuis son divorce, il ne fréquente
plus ces personnes). § Action en divorce: Boşanma
davası.

divorcé,es. ve ad. Boşanmış (Un homme divorcé. Il


a épousé une divorcée).
divorcer gsz. 1. Boşanmak (J'ai décidé de divorcer).
2. Divorcer avec, d'avec qn: -ile boşanmak -den
boşanmak (Il a divorcé d'avec sa femme. Elle a
divorcé avec un mari indigne).
divulgateur, trice ad. Açığa vurucu, dile düşürücü,
ifşa edici.
divulgation diş. Açığa vurma, dile düşürme, "ifşa (II
est inculpé pour divulgation de secrets d'Etat).
divulguer gçl. Açığa vurmak, ortaya dökmek, dile
düşürmek, "ifşa etmek (Divulguer un secret, une
nouvelle. Les journaux ont divulgué le nom des
suspects). § Se divulguer: Duyulmak, yayılmak
(La nouvelle s'est rapidement divulguée).
divulsion diş. Şiddetle koparma,
dix s. 1. On (Dixpommes). 2. Onuncu (Ouvrez la
page dix. Charles dix). 3. er. Ayın onu (Le dix
du mois. Nous sommes le dix aujourd'hui). 4. er.
On sayısı. 5. (İskambil kâğıtlarında) Onlu (Le
dix de carreau).
dixième 1. Onuncu (Le dixième siècle, la dixième
maison). 2. er. Onda bir (Les trois dixièmes d'une
partie). 3. er. Onda bir piyango bileti (Chaque
mois, il achète un dixième).
dixièmement bel. Onuncu olarak,
dix-neufs, ve ad. 1. On dokuz. 2. On dokuzuncu. 3.
dix-neuvième

453

er. Ayın on dokuzu,


dix-neuvièmes, vead. On dokuzuncu,
dix-sept s. ve ad. 1. On yedi. 2. On yedinci. 3. er.
Ayın on yedisi,
dix-septièmes, vead. On yedinci,
dizain er. ed. On dizeli kıta, onluk,
dizaine diş. 1. On parçadan oluşmuş tüm, onluk
(Dix dizaines forment une centaine). 2. Une
dizaine de: On kadar... (Une dizaine d'années). 3.
On kadar (Ils étaient une dizaine). 4. Teşbihte on
tanelik bölüm (Dire une dizaine de chapelet).
djebel er. Ar. Dağ, "cebel,
djinn er. Ar. Cin.
do er. müz. Do.
docile s. 1. Uslu (Un élève docile). 2. Uysal,
yumuşak başlı (Une femme docile). 3. Docile à: -e
karşı saygılı (Un élève docile à ses maîtres. Je suis
docile à la critique quand elle me paraît juste).
docilement bel. Usluca, uysalca (Obéir docilement).
docilité
1. Usluluk (Enfant remarquable par sa
docilité). 2. Uysallık, yumuşak başlılık. 3. Docilité
à qch: -e karşı saygılılık (Docilité aux conseils des
parents, à la loi).
dock er. İng. 1. Dok, gemi yapılan yada onarılan
üstü örtülü havuz. 2. Ticaret mallarını saklamak
için rıhtımda yapılan büyük depo (Dock à blé).
docker er. İng. Dok işçisi.
docte s. 1. Bilgiç, ukala (Ce docte personnage
pérorait devant son auditoire. Un air docte, un ton
docte). 2. ad. Bilgin (Il esi reçu au rang des doctes).
doctement bel. 1. Bilgince; kitap gibi (Parler
doctement) • 2. (Alay) Bilgiçlik taslayarak (Il nous
expliqua doctement les raisons de ce phénomène).
docteur er. 1. Doktor, hekim (Il est docteur, elle est
docteur. Appeler, faire venir le docteur). 2.
Doktora yapmış kimse, doktor (Docteur ès lettres,
ès science, en droit). 3. Yüksek bilgin,
doctoral,e s. 1. Doktorluğa değgin. 2. (Alay) Pek
bilgince, bilgiççe (Un air doctoral, un ton
doctoral).
doctoralement bel. Bilgiçlik taslayarak, bilgiççe
(Parler doctoralement).
doctorat er. 1. Doktorluk; doktora (Thèse de
doctorat). 2. Doktora sınavı (Passer son
doctorat).
doctoresse diş. Kadın doktor,
doctrinaire er. 1. Belirli bir Hıristiyan tarikatı
papazı. 2. (Restauration döneminde) Liberal. 3.
mec. Bir öğretiye körü körüne bağlı kimse. 4. s.
Bilgiççe (Parler sur un ton doctrinaire).
doctrinal,e s. Öğretiye değgin, *öğretisel
(Querelles doctrinales).
doctrine diş. 1. din ve fels. Öğreti (Doctrine
dog-cart
politique, économique). 2. huk. Bilimsel içtihat,
document er. 1. Belge (Rassembler des documents
avant de passer à la rédaction d'une thèse). 2. Senet
(Document à ordre: Emre yazılı senet. Document
endossable: Ciro yoluyla devredilebilen senet.
Document probant: Kanıtlayıcı belge, "isbat
vesikası).
documentaire s. 1. Belgesel (Un texte documentaire
sur les événements. Traite documentaire: Belgeli
poliçe. Preuve documentaire: Yazılı kanıt). 2. er.
Öğretici film, belgesel film (Documentaire sur la
vie des fauves).
documentaliste ad. Belge toplayan, belgeci,
documentariste er. Belgesel film yapıcısı, öğretici
film yapıcısı,
documentation diş. 1. Belgeleme, belgelere
dayandırma. 2. Belge, belgeler (Fiches de
documentation. Une documentation riche).
documenter gçl. 1. Belgelemek, belgelere
dayandırmak (Documenter une thèse, un
ouvrage). 2. Documenter qn sur qch: Birine
-konusunda
belgeler vermek,
belgelerle
donatmak (Le bibliothécaire m'a bien documenté
sur la question). § Se documenter: Belgeler
bulmak, belgeler sağlamak, belgelerle donanmak
(Je me suis longuement documenté avant
d'entreprendre cette affaire).
dodécaèdre er. geom. Oniki yüzeyli.
dodécagonal,e s. geom Oniki açılı,
dodécagone er. geom. Onikigen.
dodécaphoniques. müz. Oniki sesli diziyi kullanan;
oniki sesli.
dodécaphonisme er. müz. Onikisesçilik; oniki ses
dizisine dayalı atonal müzik dizgesi,
dodécastyle s. (Mimarlıkta) Oniki sütunlu, önünde
oniki sütun bulunan (Temple dodécastyle).
dodécasyllabe s. 1. Oniki heceli
(Vers
dodécasyllabe). 2. er. Oniki heceli dize.
dodelinement er. (Başta yada vücutta) Sallantı;
sallanma.
dodeliner, dodiner gsz. 1. -si sallanmak (Dodeliner
de la tête, du bras: Başı, kolu sallanmak). 2. gçl.
Uyutmak için hafif hafif sallamak (Dodeliner un
bébé, un petit enfant).
dodo er. (Çocuk dilinde). 1. Uyku (Faire dodo:
Uyumak). 2. Yatak (Aller au dodo: Yatağa
girmek. Mettre un enfant au dodo).
dodu,e s. 1. Semiz (Un enfant dodu). 2. Tombul
(Des bras dodus).
dogaresse diş. Duka karısı. Eski Venedik yada
Ceneviz cumhurbaşkanı kansı.
dog-cart er. Av köpeklerini de taşıyan özel av
arabası.
doge
doge er.
Eski
Venedik
yada
Ceneviz
cumhurbaşkanı, duka.
dogmatique s. 1. fels. tnaksal, °nassî (Philosophie
dogmatique). 2. mec. Kesin (Un ton dogmatique,
un esprit dogmatique). 3. er. İnakçı (C'est un
dogmatique). 4. diş. Bir dindeki inaklar (La
théologie se divise en dogmatique et en morale).
dogmatiquement bel. 1. İnaksal olarak. 2. Kesin
olarak.
dogmatiser gsz. 1. Din inaklarını öğretmek,
yaymak. 2. mec. Kesin olarak konuşmak (Un
pédant qui dogmatise sur tout).
dogmatisme er. fels. 1. İnakçılık, "nassiye,
dogmatizm. 2. mec. Kesinleme, kesin söz, kesin
konuşma,
dogmatiste s. ve ad. İnakçı, dogmatist.
dogme er. fels. 1. İnak, °nas, dogma (Le dogme de
l'immortalité de l'âme. Le dogme marxiste du
matérialisme dialectique). 2. Bir dindeki inaklar,
düşünce ve inançlar bütünü (Les théologiens qui
scrutent le dogme).
dogre er. Kuzey denizinde kullanılan bir tür balıkçı
gemisi.
dogue er. 1. Bir tür buldog köpeği. 2. Sert adam,
öfkeli adam, hır gürcü,
doigter. 1. Parmak (L'homme a cinq doigts à chaque
main). 2. Parmak biçiminde uzanan bölüm,
parmak (Les doigts d'un gant). 3. Çok az şey,
parmak kadar şey, kıl payı (Il s'en est fallu d'un
doigt). 4. Un doigt de: Azıcık, bir parmak (Boire
un doigt de vin). § A un doigt de, à deux doigt de:
Çok yakınında, pek yakından (La balle est passée
à un doigt du coeur. Le projectile est passé à deux
doigts de son visage). Avoir des doigts de fée: Eli uz
olmak, çok becerikli olmak. Connaître, savoir
qch sur le bout du doigt: Su gibi bilmek, çok iyi
bilmek, ezbere bilmek. Etre à deux doigts de qch,
de f.qch: -in eşiğinde olmak, -meşine ramak
kalmak (Il fut à deux doigts de la mort. J'ai été à
deux doigts de réussir). Etre comme les deux doigts
de la main: Birbirine çok bağlı olmak. Faire
marcher qn au doigt et à l'oeil: Birini elinde
sopayla idare etmek, istediği biçimde yönetmek.
Fourrer ses doigts partout: Her şeye el atmak, her
şeye dokunmak. Lever le doigt: (Söz almak için)
Parmak kaldırmak. Mettre le doigt sur qch: -i
bilivermek, keşfetmek, üstüne basmak. Montrer
qn du doigt, au doigt: Birini herkesin içinde alaya
almak. Ne faire oeuvre de ses dix doigts: Hiçbir şey
yapmamak. Obéir, servir au doigt etàl'oeil: Harfi
harfine, tam, nasıl denmişse öyle itaat etmek,
hizmet etmek. Se mettre le doigt dans l'oeil: Bile
bile lades demek, körcesine aldanmak. Se mordre
454

domaine
les doigts de qch: -e pişman olmak (Use mordait les
doigts de son imprudence). Toucher qch du doigt:
Apaçık görmek, hemen anlamak (Toucher du
doigt le but, la fin). Y mettre les quatre doigts et le
pouce: Dört elle sarılmak. Entre l'arbre et
l'écorce, il ne faut pas mettre le doigt: Etle kemiğin
arasına girilmez,
doigté er. 1. müz. Parmak basış, parmak gezdiriş
( Ce pianiste a un excellent doigté). 2. El uzluğu (Le
doigté d'une dactylo, d'un graveur). 3. mec.
Ustalık, beceriklilik, yol yöntem bilme (Cegenre
d'affaire demande du doigté).
doigter gsz. müz. 1. Parmak basmak, parmak
gezdirmek (Sa manière de doigter est incorrecte).
2. gçl. Parmakların nasıl basılacağını göstererek
çalmak (Doigter un passage).
doigtier er. Parmak kılıfı (Doigtier de cuir).
doit er. (Hesap defterinde) Verecek hanesi, borç

hanesi,
dol er. Dolan, hile.
dölce [daltjej bel. müz. Tatlı ve yumuşak,
dölce vita diş. Tatlı yaşam, tatlı hayat, dolçe vita.
dolcissimo bel. müz. Çok tatlı ve yumuşak,
doléance diş. ç. Sızlanma, yakınma, şikâyet (Jen'ai
pas le temps d'écouter leurs doléances).
dolent,e s. Sızlanan, yakınan (Un vieillard dolent.
Une voix dolente).
doler gçl. Fıçıcı keseriyle yontmak,
dolichocéphales, ve ad. Uzun kafalı,
doline diş. coğr. Koyak, kokurdan, düden, obruk,
dollar er. Dolar.
dolman er. Dolman, önü işlemeli asker ceketi,
dolmen er. Dolmen; iki tanesi dikili, üçüncüsü de
bunların üzerine kapak gibi yatırılmış üç kocaman
taştan oluşan taş çağı mezarı,
doloire er. 1. Fıçıcı keseri, barda. 2. Harç karma
çapası.
dolomie, dolomite diş. yerb. Dolomi, doğal
kalsiyum ve magnezyum karbonatı,
dolorismeer. fels. Acıcılık, "elemiye.
dolosif, ive s. Dolanlı, hileli, aldatmaca
(Manoeuvres dolosives).
dom fdâ] er. İspanyol soylularına verilen birünvan,
Don (Dom Garcie de Navarre).
domaine er. 1. Yurtluk, "malikâne (Il est régisseur
d'un domaine de cent hectares). 2. Beylik arazi. 3.
mec. Alan (Le domaine de la science). 4.
Uzmanlık alanı, yetki alanı (Son domaine, c'est
l'histoire du Moyen Age. Cette question n'est pas
de mon domaine). 5. Emlâk (Domaine national:
Milli emlâk. Domaine privé: Özel emlâk). §Dans
le domaine de: -konusunda, alanında (Il a réalisé
de grands progrès dans le domaine de la science).
domanial
Tomber dans le domaine public: (Kafa ürünleri,
sanal yapıları için) Belli bir süre sonra kamunun
malı olmak (Ce roman est tombé dans le domaine
public).
domanial,e s. 1. Bir malikâneye ait (Ferme
domaniale). 2. Beylik mallara değgin, beylik,
kamu malı (Forêts domaniales).
dôme er. 1. Kilise, katedral (Le dôme de Milan). 2.
Kubbe (Le dôme d'une mosquée, d'uneéglise). 3.
Yassı tepecik. 4. Kümbet. § Le dôme du ciel: Gök
kubbe.
domestication diş. 1. Evcilleştirme, 'ehlileştirme
(Domestication
d'un
buffle,
d'animaux
sauvages). 2. mec. Uysallaştırma.
domesticité diş. 1. Hizmetçilik, uşaklık. 2. Hizmetçi
ve uşaklar (Domesticité d'une maison, d'un
château). 3. (Hayvanlar için) Evcillik,
domestiques. 1. Eve, aileye değgin, evlik (Travaux
domestiques. Economie domestique. Affaire
domestique. Querelles domestiques). 2. Eveil
(Animaux domestiques). 3. er. Yuva, ev (Son
domestique était réglé comme l'intérieur d'un
monastère). 4. ad. Hizmetçi yada uşak (Chercher
une domestique. Je ne suis pas son domestique). 5.
er. Hizmetçi ve uşak takımı. § Traiter qn comme
un domestique: Birine uşak muamelesi yapmak,
domestiquer gçl. I. Evcilleştirmek (Domestiquerun
animal). 2. Hizmetinde kullanmak, yararlanmak
(Domestiquer le vent, les marées).
domicile er. 1. Ev, konut (Adresse de domicile.
Abandonner, quitter le domicile conjugal. Etre
sans domicile). 2. Genel merkez (Domicile d'un
parti). § A domicile: Evine, evinde (Livraison à
domicile: Eve teslim. Le facteur porte les lettres à
domicile. Travailler à domicile). Elire domicile:
Yerleşmek.
domiciliaire s. Eve, konuta değgin. § Visite
domiciliaire: (Yargıç kararıyla) Konutta arama,
domiciliation diş. Konut gösterme,
domicilié,e s. Oturan, °ikamet eden.
domicilier gçl. -de oturuyor göstermek (On l'a
domicilié par erreur à une adresse qui n'est pas la
sienne). § Se domicilier: Yerleşmek, oturmak,
konutlanmak.
dominance diş. 1. Egemen olma, başatlık,
"hakimiyet. 2. Baskın olma, baskınlık, üstünlük,
başatlık.
dominant,e s. 1. Egemen, "hakim (Pays dominant,
nation dominante, classe dominante). 2. Üstün,
baskın, başat (Facteur dominant). 3. Başlıca, en
önemli (Idée dominante d'un ouvrage. Trait
dominant d'un caractère). 4. diş. Belirleyici
özellik, belirtici yön (La dominante de son oeuvre

455
dommage
est l'ironie).
dominateur, trice s. ve ad. 1. Fatih (Alexandre le
Grand, dominateur de l'Asie). 2. Egemen,
"hakim, efendi (Dominateurs et esclaves.
L'Angleterre fut la dominatrice des mers). 3.
Üstün gelen, yenen, bastıran
(Pouvoir
dominateur, force dominatrice).
domination diş. 1. Egemenlik, "hakimiyet (Mettre
fin à la domination étrangère). 2. Erk, "nüfuz,
sözgeçirme (Domination spirituelle, morale. Il
exerce sur tous une domination irrésistible). §Etre,
vivre sous la domination de: -in egemenliği altında
bulunmak, yaşamak. Prendre sous sa domination:
Egemenliği altına almak,
dominer gçl. 1. Egemen olmak, egemenliği altına
almak, "hakim olmak (Napoléon voulait dominer
l'Europe. Dominer un peuple). 2. -den üstün
olmak (Il domine nettement ses adversaires). 3.
-den daha önemli olmak, -den önde gelmek (Ce
problème domine toute l'affaire). 4. -i tutmak,
frenlemek, bastırmak (Dominer sa colère, sa
douleur, ses passions). 5. -in yükseğinde
bulunmak (Le château domine le village). 6. -e
hakim olmak, iyi kavramak, çok iyi bilmek (Un
écrivain qui domine son sujet). T.gsz. Buyurmak,
sözünü geçirmek, hükmetmek (Il aime dominer).
8. Dominer sur a) -e hükmetmek, sözünü
dinletmek; -i egemenliği altında tutmak (II
domine sur tous ses collègues. Nation qui domine
sur tout un continent), b) -e bakmak, -e hakim
olmak (La forteresse qui domine sur un lac). § Se
dominer: Kendini tutmak, kendine egemen
olmak, "nefsine hakim olmak (On doit savoir se
dominer).
dominicain,e ad. 1. Domeniko tarikatından rahip
yada rahibe. 2. s. Dominik'e değgin (La
République dominicaine).
dominical,e s. 1. Tanrısal, tanrı için (Oraison
dominicale). 2. Pazar gününe değin (Repas
dominical, promenade dominicale). 3. diş. Pazar
duası.
dominion er. Dominyon.
domino er. 1. Domino (Faire une partie de domino).
2. Balolarda giyilen kukuletalı bir giysi,
dominoterie diş. Oyun kâğıtları,
dominotier er. 1. Oyun kâğıtçısı. 2. Aşısız erik
ağacı.
dommage er. 1. Zarar, ziyan, kayıp (Dommage
matériel, moral). 2. Hasar (Dommages causés par
la grêle). § Dommages-intérêts: Zarar ziyan,
tazminat. Demander, réclamer des dommagesintérêts: Tazminat istemek, zarar ziyanınm
ödenmesini istemek. Obtenir des dommages-
dommageable
intérêts: Tazminat almak. Subir un dommage:
Zarara uğramak. Réparer un dommage: Bir
zararı ödemek, gidermek. Causer un dommage à:
-e zarar vermek. C'est dommage: Yazık. C'est
dommage de f. qch: -mek yazıktır, -meşine yazık
(C'est dommage de laisser pourrir ces fruits. C'est
dommage que personne n'ait rien vu. Dommage
qu'il ne l'ait pas dit). Quel dommage!: Ne yazık,
dommageable s. 1. Zarar verici. 2. Dommageable à:
-e zararlı, zarar verici (Ces erreurs sont
dommageables à toute la nation).
domptables. Yola getirilebilir, başedilebilir, başa
çıkılabilir (Un animal domptable, un enfant
domptaole).
domptage er. Yoia getirme, eğitme (Le domptage
d'un cheval).
dompter gçl. 1. Yenmek, alt etmek, yola getirmek,
boyun eğdirmek (Dompter des rebelles, des
insoumis). 2. Tutmak, egemen olmak, bastırmak,
hâkim olmak (Dompter ses passions, sa colère). 3.
Evcilleştirmek,
eğitmek,
"terbiye
etmek
(Dompter un cheval, dompter les fauves dans un
cirque). 4. mec. Baskısı altına almak,
yararlanabileceği duruma getirmek (Dompter les
forces de la nature, dompter les eaux d'un fleuve).
dompteur,euse ad. Hayvan eğiticisi (Dompteur de
fauves, de cheval).
don er. 1. Bağış (Recueillir des dons pour les
sinitrés). 2. Verme, veriş (Depuis le don de son
terrain à l'hospice, il se contente d'un jardinet). 3.
Armağan (Donfait à l'occasion dujour de l'an. lia
été comblé de dons). 4. Yetenek (Cultiver ses dons
littéraires). 5. Rüşvet (Un don d'argent. Recevoir
un don). § Les dons de Bacchus: Üzüm. Les dons
de Cérès: Tahıl. Les dons de Flore: Çiçekler. Les
dons de la Fortune: Zenginlik. Avoir le don de:
...yeteneği olmak (Avoir le don de la parole, de
l'éloquence). Avoir un don pour: -e karşı yeteneği
olmak, yetenekli olmak (Avoir un don pour la
peinture, pour la musique). Avoir le don de f.qch:
(Alay) -mekte üstüne olmamak, işi gücü -mek
olmak (Ilale don de m'agacer). Faire un don à qn:
Birine bir bağışta, yardımda bulunmak. Faire don
de qch à qn: Bir şeyi birine bağışlamak (Faire don
de tous ses bien à son neveu).
don er. (Ispanyollarda) Bay, Sayın (Don Juan, Don
Quichotte).
dona diş. (İspanyollarda) Bayan (Dona Sol, Doha
Inès).
donataire ad. Bağış alıcı, kendisine bağış yapılan
kimse.
donateur, trice ad. Bağışçı, bağış yapan,
donation diş. 1. Bağışlama, bağış "hibe. 2. Bağış

456
donner

senedi (Transcrire une donation).


donc bağ. 1. O halde, şu halde, öyleyse (Jepense,
donc je suis: Düşünüyorum, öyleyse varım). 2.
Demek,
demek
ki
(Il voulait
donc
démissionner?). 3. İmdi (Donc, pour en revenir à
notre sujet). 4. (Şaşkınlık ve inanmazlık bildirir)
Yok canım, haydi be (Allons donc, pas possible!:
Haydi be! öyle şey olmaz!). 5.Yahu, kuzum,peki
(Qu'as-tu donc aujourd'hui?). 6. Haydi (Viens
donc, parlez donc). § Dis donc, dites donc: Yahu,
hey, kuzum (Dis donc, tu ne sais pas parler
d'autres choses).
dondon diş. tkz. Şişko kadın, şişko kız (La bouchère
est une grosse dondon).
doigon er. Kale burcu, burç.
don juan er. Çapkın erkek, çapkın (C'est un don
Juan). § Jouer les don Juan: Çapkınlık etmek,
hovardalık etmek,
donjuanesque
s.
Çapkınca,
donjuanca
(Manoeuvres donjuanesques).
doqjuaniser gsz. Çapkınlık etmek, donjuanlık
etmek.
donjuanisme er. Çapkınlık, donjuanlık.
donnantes. Eli açık, cömert (lln'estguèredonnant.
Tu as l'humeur donnante). § Donnant, donnant:
Her şey karşılıklı; verene verilir, vermeyene
verilmez; düşün beni düşüneyim seni; al gülüm
ver gülüm (Le gouvernement, pour l'heure, a
besoin de nous. Alors, donnant, donnant).
donne diş. (Oyunda) Kâğıt verme, kâğıt dağıtma (A
vous la donne). § Faire la donne: Kâğıt dağıtmak,
kâğıt vermek,
donné,e s. 1. Verilen, verilmiş (Propriété donnée en
dot). 2. Belli, belirli (A une distance donnée. En
un lieu donné). 3. Etant donné: -yüzünden, -den
dolayı (Etant donné sa maladie, il n'est pas allé
au bureau aujourd'hui. Etant donné les
circonstances présentes, il ne faut pas aller trop
loin). Etant donné que: -diği için, -diğinden
dolayı, -diğine göre (Etant donné qu'il ne vient
pas, nous pouvons partir. Etant donné qu'on n'y
peut rien faire, le mieux est d'attendre).
donnée diş. 1. Veri, "muta, dayanılan bilgi yada
belge (Il nous faut certaines données pour faire des
prévisions valables. Données statistiques, les
données d'une recherche). 2. Temel öge, başlıca
düşünce (Les données d'un roman, d'une
comédie. Lire attentivement la donnée d'un
problème).
donner gçl. 1. Vermek (Donner un pourboire, un
livre, un remède, des cadeaux). 2. Donner qchà:-e
birşey vermek, sunmak (Donner des bonbons aux
enfants, des étrennes à un concierge, une
donner
récompense au vainqueur). 3. Çok ucuza satmak,
bedava vermek (On ne le vend pas, on le donne).
4. Donner qch pour, à: Uğruna vermek, feda
etmek, hasretmek (Donner sa vie, son sang pour
la patrie. Donner tout son temps à une oeuvre). 5.
Vermek, ayırmak (Il m'a donné toute sa journée).
6. Donner qch pour, contre: Bir şeyi...
karşılığında vermek; verip...almak (Donner son
cheval pour un âne, contre un mulet). 7. Vermek,
ödemek (Combien donne-t-il à ses ouvriers?). 8.
Donner qch à f.qch: Bir şeyi -meye vermek
(Donner ses chaussures à réparer, un devoir à
faire). 9. Donner qch à: -e götürüp vermek, teslim
etmek (Donner une lettre à son destinataire). 10.
Bulmak, sağlamak (Donner du travail à un
chômeur). 11. Düzenlemek, vermek, yapmak
(Donnerunbal, uneréception, unefêteàsesamis).
12. Oynamak, temsil etmek (Donner une
comédie, une tragédie). 13. Söylemek, açıklamak,
vermek (Je vais vous donner tous les détails sur ce
sujet). 14. Göstermek, bulmak, ileri sürmek
(Donner un prétexte, des raisons). 15. Bildirmek
(Voulez-vous me donner l'heure exacte). 16.
Vermek, yapmak (Donner une conférence, un
cours). 17. Bulaştırmak, geçirmek (Jeluiaidonné
mon rhume. Donner sa maladie à tous les membres
de la famille). 18. Vermek, bahşetmek, lütfetmek
(Donnez-moi un peu de temps, un peu de répit).
19. Vermek, doğurmak (Elle a donné deux fils à
son mari, la reine a donné un héritier au trône). 20.
thbar etmek, ele vermek, bildirmek (Le voleur a
donné ses complices à la police). 21. Donner qn à:
Birini -e vermek, -ile evlendirmek (Donner sa fille
à un avocat). 22. Donner à qn de f.qch: Birine
-meyi nasibetmek (Le Ciel nous a donné de
souffrir). 23. Donner à f. qch: -tirmek, -meye yol
açmak, -meyi gerektirmek. (Cela donne à
penser). 24. Yayınlamak, çıkarmak (Cet écrivain
donne un roman par an). 25. Vermek,
uyandırmak (Ça lui donne le goût des sciences).
26. Donner à f. qch: -meye yol açmak, neden
olmak (Donner à rire, à réfléchir). 27. Çıkarmak,
koymak (Donner des lois). 28. Vurmak,
yapıştırmak (Donner un soufflet, un coup de pied
à un arrogant). 29. Girişmek (Donner un assaut).
30. Yol açmak, sonuç vermek (Je me demande ce
que ça va donner). 31. Tahminetmek (Quel âge lui
donnez-vous? On lui donne trente ans). 32.
Donner pour: ... sanmak (On le donne pour
coupable. Donner une chose pour vraie). 33 .gsz.
Verim vermek, ürün vermek (Les blés n'ont pas
donné cette année). 34. gsz. Savaşmak, saldırıya
geçmek. (L'armée va donner). 35. Donner contre,

457

donner
sur: -e çarpmak (Le navire alla donner sur les
écueils). 36 .gsz. Vurmak,girmek (Le soleil donne
dans la cour). 37. gsz. Donner dans: a) Kendini
vermek, dalmak, işi -e dökmek (Donner dans le
luxe, dans le snobisme), b) Düşmek (Donner dans
le piège, dans l'embuscade, dans le défaut, dans le
ridicule). 38. gsz. Donner sur: -e bakmak, nazır
olmak (Ma fenêtre donne sur la rue; une maison
qui donne sur la mer). 39. gsz. Gevşemek, kendini
salmak (Ce tissu va donner. Cette toile donne à
l'usage). §Sedonner: 1. Verilmek ( Une telle chose
ne se donne pas). 2. Se donner à: kendini -e
vermek, yoluna adamak, "hasretmek (Se donner à
Dieu. Se donner à sa patrie, à une cause, à un parti,
au travail). 3. Oynanmak, temsil edilmek. (Ce
soir, une bonne comédie se donne ici). 4. Se donner
qch: a) Birbirine... vermek (Se donner des
cadeaux, des baisers), b) Kendine... vermek (lise
donne de grands airs). S. Se donner pour: Kendini
...sanmak (II se donne pour progressiste). §
Donner à entendre qch à qn: Birşeyi birine ima
etmek, anıştırmak. Donner accès à: -in girmesine
izin vermek. Açılmak.. Donner à pleines mains:
Avuç dolusu vermek, bol bol vermek. Donner à
qn son paquet: Birinin ağzının payını vermek.
Donner audience à qn: Biriyle görüşmeyi kabul
etmek. Donner avis à qn de qch: Birine bir şeyi
haber vermek, bildirmek. Donner beau jeu à qn:
Karşısındakine fırsat vermek, eline koz vermek.
Donner carrière à: -e tam bir serbestlik vermek.
Donner confiance à: -de güven uyandırmak, -e
güven vermek. Donner cours à: Boşaltmak,
dökmek, serbest bırakmak (Donner libre cours à
ses larmes). Donner dans l'oeil à qn: -in gözüne
çarpmak, dikkatini çekmek. Donner décharge à
qn de qch: Birini...
yükümlülüğünden
kurtarmak, bağışık tutmak. Donner de la peine à
qn: Üzmek. Donner de l'eau bénite de cour: Boş
vaitlerde bulunmak. Donner de l'épée dans l'eau:
Havanda su dövmek, boşa pala sallamak. Donner
des fèves pour des pois: Aldığından fazlasını
vermek, faiziyle ödemek. Donner du fil à retordre
à qn: -in başına çorap örmek, çok sıkıntılar
vermek. Donner de la tête contre: Kafasını -e
çarpmak. Donner du relief à: -e bir renk, bir
canlılık vermek. Donner essor à: -i dışarı vurmak.
Donner gain de cause à qn: Birine hak vermek,
haklı bulmak, haklı çıkarmak. Donner l'accolade
à qn: Boynuna sarılmak, kucaklayıp öpmek.
Donner la chair de poule: Ürpertmek, tüylerim
diken diken etmek. Donner la chasse à:
Kovalamak, izlemek, ardına düşmek. Donner la
colique: Karın ağrısı vermek, canını çok sıkmak.
donner
Donner la main à qn: -e elini uzatmak, vermek.
Donner la mort à: Öldürmek. Donner la note à:
Yol göstermek, önderlik etmek. Donner la
question à: İşkence etmek. Donner la parole à: -e
konuşması için söz vermek. Donner l'assaut à: -e
saldırmak, hücum etmek. Donner la préférence à:
-i yeğlemek, "tercih etmek. Donner la preuve de:
-in ustası, ehli olduğunu göstermek. Donner la vie
à: Doğurmak, dünyaya getirmek. Donner le
branle à: -i sarsmak, canlandırmak, harekete
getirmek. Donner le bras à: -in koluna girmek.
Donner le change à: -i kandırmak, aldatmak.
Donner le coup de grâce à: -e son darbeyi
indirmek. Donner le coup de l'étrier: Son bir
kadeh içki içmek. Donner le jour à: Doğurmak,
dünyaya getirmek. Donner le sein à: Emzirmek,
meme vermek. Donner les mains à: -i kabul
etmek; -e el atmak, girişmek. Donner l'essor à: -i
geliştirmek, -e yeni bir atılım vermek. Donner
l'éveil à: -i uyarmak. Donner l'hospitalité à: -i
konuklamak, misafir etmek. Donner libre cours
à: -i tutmamak, serbest bırakmak. Donner lieu à:
-e yol açmak, neden olmak, "mahal vermek.
Donner naissance à: Doğurmak, meydana
getirmek; neden olmak, yol açmak. Donner prise
à: -e yol açmak, neden olmak. Donner quittance à
qn de qch: Birine bir şey için makbuz vermek.
Donner raison à qn: -e hak vermek, haklı bulmak.
Donner rendez-vous à qn:Birine randevu vermek.
Donner sa main à qn: -ile evlenmeyi kabul etmek.
Donner sa mesure: Asıl karakterini belli etmek,
neyin nesi olduğunu ortaya koymak. Donner sa
parole d'honneur: Namus sözü vermek, şerefi
üzerine and içmek. Donner sa signature à qch: -e
imzasını koymak; onaylamak, benimsemek.
Donner ses huit jours à qn: Birini işten kovmak,
işinden çıkarmak. Donner ses suffrages à: Oyunu
-e vermek; -i seçmek. Donner signe de vie:
Yaşadığını gösterecek bir şey yapmak; sağlığının
iyi olduğunu bildirmek. Donner son assentiment
à: -e rıza göstermek. Donner son compte à qn: -in
hesabını görmek, hesabını ödeyip başından
savmak. Donner suite à qch: -i sonuçlandırmak.
Donner sujet de f. qch: -mek olanağını vermek,
fırsatını vermek. Donner sur le nezàqn: -ile burun
buruna gelmek. Donner sur les doigts à qn: Birini
cezalandırmak. Donner sur les nerfs à qn:
Sinirlendirmek, sinirlerini bozmak. Donner tête
basse dans: Gözü kapalı -e girişmek. Donner tort
à: Haksız bulmak, suçlu çıkarmak. Donner un bon
pli à qn: -e iyi bir huy kazandırmak, güzel bir biçi m
vermek. Donner un coup de collier: Son bir atılım
daha yapmak. Donner un coup d'épaule à: -e

458

dorage
yardım etmek, omuz vermek. Donner un coup de
main à: -e yardımda bulunmak, yardım etmek.
Donner un coup de patte: İmalı bir söz söylemek,
şöyle bir dokundurmak, iğnelemek. Donner un
coup d'oeil à, sur: -e şöyle bir göz atmak. Donner
un démenti à: -i yalanlamak, "tekzip etmek.
Donner une danse à: -i azarlamak, cezalandırmak.
Donner une leçon à: Birine iyi bir ders vermek,
azarlamak, ağzının payını vermek. Donner une
poignée de main à qn: -in elini sıkmak, -ile
tokalaşmak. Donner un oeuf pour avoir un boeuf:
Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememek. Donner
un os à rogner à qn: Birinin önüne bir kemik
atmak, -e sus payı vermek. Donner un savon à qn:
-i iyice azarlamak, haşlamak, eşekten düşmüş
karpuza döndürmek. Donner un suifàqn: -i iyice
azarlamak, paylamak. Ne savoir où donner de la
tête: Ne halt edeceğini bilememek. § S'en donner:
Çok eğlenmek. Se donner du beau temps: Keyif
çatmak. Se donner la mort: İntihar etmek,
kendine kıymak. Se donner la main: El ele
vermek, el ele tutuşmak. Se donner le mot:
Sözleşmek, birbirine söz vermek,
donneur, euse ad. 1. Veren (Donneur d'avis,
donneur d'ordre). 2. Dağıtan, veren (Donneur de
cartes). 3. Veren, kan verici (Un donneur;
donneur de sang). 4. hlk. Muhbir, ele verici. 5.
Bağış yapmasını seven, eli açık, 'cömert,
don quichotte er. Dünyayı düzeltme savında,
tutkusunda olan, donkişot (Jouer les don
Quichottes: Donkişotluk etmek).
don-quichottisme er. Dünyayı düzeltme merakı,
donkişotluk.
dont add. De qui, duquel, delaquelle, desquels,
desquelles yerine kullanılan adıl; eylemin aldığı
ilgeç de olunca bu kullanılır ve genellikle "ki
ondan, ki onun" anlamına gelir. (Les événements
dont on parle: Söz edilen olaylar. Le femme dont le
mari ne travaille pas: Kocası çalışmayan kadın).
donzelle diş. Kendini beğenmiş ve gülünç kadın
yada genç kız.
dopage er. Doping yapma; güçkatım yapma,
canlandırıcı ilâç alma. Doping yaptırma,
uyandırıcı ilâç yaptırma; güçkatımı yaptırma,
doper gçl. 1. Doping yapmak, güçkatımı yapmak
(Doper un cheval). 2. Uyandırıcı, canlılık verici
ilâç vermek (Se doper avant un examen. Ses
camarades l'ont dopé avant la course).
doping er. Ing. Doping, 'güçkatımı (Administrer un
doping, prendre un doping).
dorade diş. 1. Fransa kıyılarında halkın çeşitli
balıklara verdiği ad. 2. Mercan balığı,
dorage er. Yaldızlama, parlatma; yaldızlanma,
doré
parlatılma.
doré,es. 1. Yaldızlı (Boutons dorés d'un uniforme).
2. Altın sarısı, altın gibi (Les moissons dorées, des
cheveux dorés). 3. Çok iyi kızarmış, nar gibi
(Carpes dorées. Faisan doré). 4. er. Parlaklık,
yaldız (Un cadre qui a perdu son doré: Yaldız
dökülmüş bir çerçeve). § Langue dorée: Akıcı ve
süslü bir söyleyiş. § Rêve doré: Çok parlak ama
gerçekleşmesi olanaksız düşünceler, tatlı düşler,
dorénavant bel. Bundan sonra, bundan böyle (J'ai
décidé de rire dorénavant le moins possible.
Dorénavant, il travaillera régulièrement).
dorer gçl. 1. Altın kaplamak, yaldızlamak (Dorer
un métal). 2. Yumurta sarısı sürmek (Dorer un
gâteau). 3. Sarartmak, altın sarısı rengi vermek
(Le soleil a doré les épis). 4. Yakmak,
tunçlaştırmak, bronz rengi yapmak (Le soleil a
dorésapeau). § Dorerlapilluleàqn: -i aldatmak,
yaldızlı sözlerle kötü bir şeyi yutturmak,
d'ores et déjà bel. Öteden beri, oldum olası,
doreur,euse s. ve ad. Yaldızcı.
dorien,ne s. 1. Doris'li. 2. Dor lehçesi. 3. Eski
Yunan müzik tarzlarından biri.
dorique s. 1. Dorislilere özgü. Dor üslubunda
(Architecture
dorique).
2. er.
(Yunan
mimarlığında) Sade tarz, dor üslubu,
doris diş. 1. Kabuksuz bir tür yumuşakça. 2. diş. ç.
Karnından-ayaklılar. 3. er. Morina balıkçılarının
kullandığı küçük bir sandal,
dorlotement er. Nazlama, el üstünde tutma,
dorloter gçl. Nazlamak, nazlı alıştırmak (Dorloter
un enfant, sa femme).
dormant,es. 1. Uyuyan (Animaldormant). 2. mec.
Küllenmiş, uyuyan (Il éveillait les sentiments
dormants en elle). 3. Durgun, ölü (Une eau
dormante, un lac dormant). 4. Açılmayan, sabit
(Vitrage dormant, châssis dormant). 5. er. Söve,
kapı ve pencere çerçevesinin dört yanından her
biri (Le dormant d'une porte, d'une fenêtre).
dormeur, euse ad. 1. Uyuyan (Dormeur qui ronfle).
2. Uykucu (J'avais été jusque-là grand dormeur).
3. s. Uyuyan (Poupée dormeuse: Yatırınca
gözlerini kapayan, kaldırınca açan oyuncak
bebek). 4. diş. Tek taş küpe. 5. diş. Uzun koltuk. §
Les sept dormeurs: (Söylencede) Yedi uyurlar,
"eshabı kehf.
dormir gsz. i. Uyumak (S'étendre pour dormir, ila
dormi toute la nuit). 2. mec. Ölü gibi durmak, hiç
kıpırdamamak, en ufak bir kımıltı göstermemek
(La nature dort sous la neige). 3. gçl. -i uyumak
(Dormez votre sommeil). § Dormir à poings
fermés: Deliksiz uyumak. Dormir d'un sommeil
profond: Derin bir uyku çekmek. Dormir la

459
dos
grasse matinée: Sabah uykusunu uyumak,
sabahleyin geç kalkmak. Dormir son dernier
sommeil: Son uykusuna yatmak, ölmek. Dormir
sur les deux oreilles: İçi rahat uyumak, rahat ve
deliksiz bir uykuya dalmak. Dormir comme un
loir, comme une marmotte, comme une souche:
Kütük gibi uyumak. Dormir debout: Ayakta
uyumak, çok yorgun olmak. -A dormir debout:
İnanılmayacak, us almaz (Histoire à dormir
debout, un conte à dormir debout). Laisser dormir
qch: Bir şeyi uyutmak, -ile hiçilgilenmemek,-ihiç
işletmemek, kullanmamak (Laisser dormir un
capital). Ne dormir que d'un oeil: Tavşan
uykusuna yatmak. Qui dort dîne: Uyku da bir
gıdadır. Il n'est pire eau que l'eau qui dort: Yere
bakar yürek yakar; akan sudan korkma, durgun
sudan kork.
dormitif, ive s. Uyku verici, uyutucu (Discours
dormitif).
dormition diş. Meryem ananın ölümü ki Hıristiyan
inanışına göre daha sonra göklere çıkmak üzere
kısa bir uyku halinden başka bir şey değildi,
dorsal,e s. 1. Sırta değgin, arkaya değgin (Nageoire
dorsale. Sac dorsal). 2. diş. dilb. Dilin üstünden
çıkarılan ünsüz, dilüstü ünsüzü. 3. diş. coğ.
Sıradağlarda hep sırtlardan geçen çizgi,
dorsalgie diş. Sırtağrısı.
dortoir er. Yatakhane, koğuş (Dortoir d'une école,
d'une caserne).
dorure diş. 1. Yaldız (Dorure d'un cadre de
tableau). 2. Yaldızlı süs (Uniforme couvert de
dorures). 3. Altın kaplama (Dorure sur métal.
Dorure à l'or en feuille). 4. Pide yada pastaya
sürülen yumurta sarısı,
doryphore er. hayb. Kınkanatlılardan, patates
fidanlarına zarar veren bir böcek,
dos er. Arka, sırt (Le dos d'un cheval. Le dos de la
main. Le dos d'une lettre. Le dos d'un livre. Ledos
d'une veste).% Ados: Arkasında (Avoirl'ennemi à
dos). A dos de: -in sırtında (Transporter une
marchandise à dos d'âne, à dos de mulet, à dos de
chameau). Au dos: Sırtına, sırtında, arkasına,
arkasında (Mettre les mains au dos. Aller sac au
dos). Dans le dos: Arkasında, arkasından (Agir,
parler dans le dos de quelqu'un).
De dos:
Arkadan, arkadan bakılınca (Cette coiffure est
mieux de dos). Dos à dos: Sırt sırta (Placer deux
personnes dos à dos). Sur le dos: Sırt üstü
(S'étendre, tomber, s'allonger sur le dos). Avoir
bon dos: 1. Sırtı kalın olmak, "vur abalıya"
konusu olmak. 2. Her türlü alay ve şakaya
katlanmak. En avoir plein le dos: Bıkmak, illallah
demek, gına getirmek. Etre toujours sur le dos de
dosable
qn, derrière le dos de qn: Birinin arkasından bir
dakika ayrılmamak, hep izlemek. Faire le gros
dos: Sırtını kamburlaştırmak, saldırıya hazır
duruma geçmek (Le chat fait le gros dos). Faire
froid dans le dos à qn: Birinin gözünü pek
korkutmak, içine büyük korku salmak. L'avoir
dans le dos: Başaramamak, başarısızlığa, düş
kırıklığına uğramak. Mettre qch sur le dos de qn:
Bir şeyin suçunu -in sırtına yüklemek. Passer la
main flans le dos de qn: -in sırtım sıvazlamak, -e
iltifat etmek. Renvoyer dos à dos: Hiçbirine hak
vermemek (Renvoyer les deux parties dos à dos).
Se mettre qn à dos: Birini kendine düşman etmek.
Tourner le dos à: 1. Arkası -e dönük olmak (Les
acteurs ne doivent pas tourner le dos au public). 2.
-e sırt çevirmek, yüz vermemek (Tous ses amis lui
ont tourné le dos).
dosable s. Dozu ayarlanabilir, dozlandınlabilir,
'düzelenebilir.
dosage er. Dozunu ayarlama, * düzeleme (Faire un
dosage).
dose diş. 1. Doz, *düze; bir maddenin bir bileşiğe,
bir karışıma giren yada girmesi gereken miktarı
(Une forte dose de poison). 2. Ölçü, miktar
(Mettre une petite dose d'ironie dans son discours).
§ Avoir une fameuse dose de paresse: tkz. Pek
tembel olmak. Dépasser la dose: Dozunu
kaçırmak, ölçüyü aşmak,
doser gçl. 1. Dozunu ayarlamak, *düzemek (Doser
un remède). 2. mec. Düzenlemek, ayarlamak (II
dose habilement l'éloge et la remontrance. Doser
ses efforts en fonction du but à atteindre).
doseur er. Doz ayarlama aygıtı, dozlama aygıtı,
"düzeleme aygıtı, *düzeleyici.
dossard er. (Sporcuların) Sırt numarası,
dosse diş. Kereste biçilirken kabuklu kalan ilk ve
son parça, kapak,
dossier er. 1. Dosya (Mettre ses papiers dans un
dossier. Examiner un dossier. Constituer un
dossier sur une affaire). 2. Arkalık (Le dossier
d'une chaise).
dossière diş. 1. (Koşumda) Sırt kolanı. 2. (Zırhta)
Sırtlık.
dot [dot] diş. Çeyiz, drahoma (Epouser une jeune
fille pour sa dot).
dotal,e s. Çeyize değgin, drahomaya değgin (Les
revenus dotaux).
dotation diş. 1. Kamu yararına çalışan kurumlara
ayrılmış gelir, vakıf gelir (Dotation d'un hôpital).
2. Donatma, verme (Dotation d'un service en
véhicules). 3. (Devlet başkanı, kral v.b. için)
Ödenek, "tahsisat,
doter gçl. I . Çeyizlemek, çeyiz vermek (Doter

460

doublé
richement sa fille). 2. Gelir vakfetmek (Doter un
hôpital, une école). 3. Doter qch de qch: Bir şeyi
-ile donatmak, bir şeye... vermek (Doter une
armée d'armes modernes. Doter une usine de
machines modernes). 4. Doter de: -ile süslemek,
zenginleştirmek (La nature a doté son esprit de
brillantes qualités). 5. Etre doté de: -ile
donanmak.
douaire er. Kocanın karısına sağladığı dulluk geliri,
douairière diş. 1. Kocasından kendisine dulluk
geliri kalan yaşlı kadın. 2. Kibar dul.
douane diş. 1. Gümrük (Agent des douanes. Faire
sortir une marchandise de l'entrepôt de la douane.
Formalités de douane. Passer à la douane). 2.
Gümrük vergisi (Marchandise exemptée de
douane. Avec la douane, cet article est presque
aussi cher ici que dans le pays d'origine).
douanier er. Gümrük memuru, gümrükçü
(Douanier qui fouille une valise).
douanier,ère s. Gümrüğe değgin (Tarif douanier,
politique douanière).
douar er. Arap obası (Le douar comptait vingt
tentes).
doublage er. 1. Astar geçirme, astarlama (Doublage
d'un vêtement). 2. (Bir gemiye) Maden kaplama
geçirme. 3. (Sinemada) Sözlendirme (Doublage
d'un film).
double s. 1. Çift, iki (Double exemplaire. Un mot à
double sens). 2. İki kat (Le prix de cet article est
double de ce qu'il était il y a dix ans). 3. İki yüzlü,
dalkavuk (Personne double). 4. İki yanlı çalışan,
iki yana da hizmet eden (Agent double). S. er. İki
kat (Dix est le double de cinq). 6. er. Kopya (Ilm'a
remis cet exemplaire du manuscrit, et il a gardé le
double. Double d'un objet d'art). 7. er. Tıpatıp
benzeri (Le double d'une personne). 8. bel. İki kat
(La nuit, on paie double. Un travail qui compte
double. Je commence à voir double). § En double:
İki nüsha, iki kopya. Etre à double face: İki yüzlü
olmak. Jouer quitte ou double: Ya fit olmak yada
iki katım vermek üzere bahse girişmek. Mettre les
bouchées doubles: 1. İki kat yemek yemek. 2.
Hızlı çalışmak, iki kişinin yapacağı işi yapmak,
doublé,e s. 1. İkilenmiş^ yinelenmiş (Colonne
doublée, lettre doublée). 2. Astarlanmış, astar
geçirilmiş (Robe doublée, veste doublée de
mouton). 3. Seslendirilmiş (Un film américain
doublé). 4. Doublé de: -de eklenmiş (C'est une
malhonnêteté doublée d'une sottise. Un habile
politicien doublé d'un remarquable orateur). S. er.
Kaplama (Doublé or, doublé argent). 6. er.
Bilardoda, bilyamn kenara çarptıktan sonra
karambol yapması.
doublement

461

doublement bel. 1. İki bakımdan, iki nedenle, iki


yüzden (Tu es doublement fautif. Je vous suis
doublement reconnaissant). 2. er. İkileme,
çiftleme (Doublement de la lettre T devant une
finale muette). 3. er. ask. Çift sıra yapma, erleri
ikişer sıra yapma,
doubler gçl. 1. İki katına çıkarmak (Il a doublé sa
fortune). 2. İkişer ikişer sıralamak, oturtmak
(Doubler les soldats, les élèves). 3. Astar geçirmek
(Doubler une robe). 4. Kalmak, ikinci kez
okumak (Doubler la classe). S. Geçmek, arkada
bırakmak, sollamak (Doubler une voiturer, un
camion). 6. Yerini almak, gelemiyen bir
sanatçının yerine oynamak (Doubler un acteur).
7. İkinci bir dilde seslendirmek ( Doubler un film).
8. Doubler qn:W&. Birine ihanet etmek. 9. gsz. İki
katına çıkmak, artmak (Les impôts ont doublé
cette année). § Doubler la classe: Sınıfta kalmak. 2.
Doubler le pas: Adımlarını sıklaştırmak, hızlı
yürümek. Doubler le cap: 1. Bir burunu aşmak,
geçmek. 2. mec. Tehlikeyi atlatmak, köşeyi
dönmek.
doublet er. 1. Foyah yalancı elmas. 2. Zar atmada
çift. 3. dilb. Bir dilde, aslı aynı olan iki sözcükten
her biri, *eşil. 4. Çift.
doubleur, euse 1. ad. Sınıfta kalan öğrenci, çift dikiş
yapan. 2. (Tiyatro, sinema) Yedek oyuncu,
doublon er. 1. İspanyol altını. 2. (Basımcılıkta) İki
kez dizilmiş sözcük, harf yada satır,
doublure diş. 1. Astar (Mettre une doublure de soie).
2. Yedek oyuncu (Doublure pour les scènes
dangereuses d'un film). § Fin contre fin ne vaut
rien pour doublure: İki cambaz bir ipte oynamaz,
douce-amère diş. Yaban yasemini,
douceâtres. Yavan bir tatlılığı olan.
doucement bel. 1. Tatlılıkla (Je lui ai expliqué
doucement le problème). 2. Yavaşça, usul usul
(Parler doucement. Il marchait doucement pour
ne pas faire de bruit). 3. Yavaş yavaş, hiç acele
etmeden (Travailler doucement). 4. Şöyle böyle
(Les affaires vont doucement).
doucereusement bel. 1. Yavan bir tatlılıkla. 2. İyilik
taslayarak.
doucereux,euse s. 1. Yavan bir şekilde tatlı (Une
saveur doucereuse). 2. mec. Kendini yumuşak
huylu gösteren, iyilik taslayan (C'est un homme
doucereux qui me déplaît). § Faire le doucereux:
İyilik taslamak,
doucet, te s. Yumuşak huylu yada kendini yumuşak
huylu gösteren,
doucette diş. Frenk salatası,
doucettement bel. tkz. Yavaşçacık, usulca, usul
usul.

douillettement
douceur diş. 1. Tatlılık (La douceur du miel, d'un
fruit). 2. Tatlılık, hoşluk (La douceur d'un
éclairage, d'un parfum). 3. Yumuşaklık (La
douceur d'une peau, du velours, la douceur de la
température). 4. Dinginlik (Contempler la
douceur du soir). 5. diş. ç. Şeker, şekerleme
(Offrir des douceurs à un enfant). 6. diş. ç. Tatlı
sözler (Dire des douceurs à une femme). § Par la
douceur: Tatlılıkla, iyilikle (Apprivoiser un
animal par la douceur). En douceur: Yavaşça,
usulcacık (S'éclipser, filer en douceur). Plus fait
douceur que violence: Tatlı dil yılanı deliğinden
çıkarır.
douche diş. 1. Duş (Salle de douches. Cabinet de
toilette avec douche. Douche froide, chaude,
tiède). 2. mec. tkz. Paylama, papara. §
Administrer, donner une bonne douche à qn:
Birini iyice paylamak. Prendre une douche: Duş
yapmak. Recevoir une douche: Paylanmak, azar
işitmek, paparayı yemek,
doucher gçl. 1. Duş yaptırmak (Doucher un enfant,
un malade). 2. Islatmak (Lapluie les a douchés).
3. tkz. Azarlamak, paparayı yedirmek (Son père
l'a douché). 4. Düş kırıklığına uğratmak, keyfini
yarıda bırakmak, başından kaynar sular dökmek
(Cette mauvaise nouvelle l'a douché). § Se
doucher: Duş yapmak,
doucheur, euse ad. Duş yaptırıcı, duşçu (Les
doucheurs d'un établissement thermal).
doucine diş. 1. (Mimarlıkta) Armudi silme. 2.
Armudi silme rendesi,
doucir gçl. Parlatmak, cilalamak, cila vermek,
doucissage er. (Aynaları, madenleri) Parlatma,
cilalama.
doué,e s. 1. Yetenekli (Un enfant doué). 2. Doué
pour qch: -i yeteneği olan (Il est doué pour la
musique). 3. Etre doué de: -ile donatılmış olmak,
doğuştan, -e sahip olmak (Il est doué d'une bonne
mémoire).
douelle diş. 1. Bir kemerin eğri yüzeyi. 2. Fıçı
tahtası.
douer gçl. Douer qn de qch: Birine... vermek ; birini
-ile donatmak (La nature a doué cet enfant d'un
grand talent).
douille diş. 1. Sap deliği (Douille d'une bêche). 2.
Fişek kovanı. 3. Duy, elektrik ampulününün
takıldığı yer.
douillet,te s. 1. Yusyumuşak, yumuşacık ve rahat
(Lit douillet, oreiller douillet. Un nid douillet). 2.
mec. Narin, ürkek, aşırı duyarlı, çıtkırıldım (line
faut pas être si douillet).
douillette diş. Çocuk hırkası, papaz hırkası,
douillettement bel. Rahatlık içinde, pek nazla,
douilletterie

462

yumuşaklıkla
(Elever
un
enfant
trop
douillettement).
douilletterie dis. Nazlılık.
douleur diş. 1. Ağrı, sızı (Douleurs rhumatismales.
La douleur causée par une brûlure. Douleur dans
la tête, dans le ventre. Sentir une douleur, éprouver
une douleur). 2. Acı, dert, mutsuzluk (Il a eu la
douleur de perdre sa mère. J'ai essayé de consoler
sa douleur). § Confier sa douleur à qn: Derdini -e
açmak. Etre dans les douleurs: Acılar, dertler
içinde olmak. Partager la douleur de qn: -in
derdini paylaşmak. Réveiller, raviver une douleur
ancienne: Eski bir yarayı deşmek, geçmiş bir acıyı
depreştirmek,
douloureusement bel. 1. Acı acı (Il gémissait
douloureusement). 2. Acıyla, acılı bir şekilde,
douloureux,euse s. 1. Ağrılı, acı verici (Maladie
douloureuse, une blessure douloureuse).
2.
İncinikli (Il a les pieds douloureux). 3. Acıklı,
üzücü (Une histoire douloureuse. Une séparation
douloureuse. Un film douloureux). 4. Acılı,
dertli, mutsuz (Un vieillard douloureux). 5.
Üzüntülü, acı dolu (Les yeux douloureux, un
regard douloureux). 6. diş. tkz. Hesap pusulası,
fatura,
doum er. Bir tür palmiye,
douro er. Beş pezeta değerinde İspanyol parası,
doute er. 1. Kuşku, şüphe (J'avais quelques doutes à
son sujet, mais, je ne le croyais pas si pervers. Sa
méthode m'inspire des doutes). 2. Tereddüt,
duraksama, kararsızlık (Après plusieurs jours de
doute, il a opté pour cette solution). § Sans doute:
Kuşkusuz, şüphesiz. Il n'ya pas de doute que...,
Nul doute que..., Il est hors de doute que...: Hiç
şüphe yok ki... (Il n'y a pas de doute que vous ne
soyez le flambeau même de ce temps. Il est hors de
doute que son intention était bonne). Avoir des
doutes sur: -konusunda şüphesi olmak. Etre dans
le doute: Tereddüt, kararsızlık içinde olmak.
Laisser qn dans le doute: Birini tereddüt içinde
bırakmak. Mettre qch en doute: -den
şüphelenmek (Je mets sa sincérité en doute).
douter gsz. Douter de: 1. -den şüphe etmek,
kuşkulanmak (Je doute de ses paroles. Douter de
l'authenticité d'une nouvelle. Douter d'un succès).
2. -e güvenememek, -konusunda tereddütü
olmak (Douter du succès d'une entreprise. Douter
d'une personne, Je doute de sa sincérité, de son
honnêteté). 3. Douterdef. qch: -mekte tereddüt
etmek, duraksama göstermek (Tournez-voua un
instant douter de l'accepter?). § Ne douter de rien:
Kendine fazla güvenmek. § Se douter de qch: 1. -i
tahmin etmek, ummak, beklemek (Vous vous

douzièmement
doutiez de cela?). 2. Se douter que: -ceğini
düşünmek, sanmak (Je me doute que c'est facile).
§ Ne se douter de rien: Hiçbir şeyden haberi
olmamak.
douteur, euse s. vead. Şüpheci, kuşkucu,
douteusement bel. Kuşkulu bir biçimde, kuşkuyla.
Şüpheli şekilde, şüpheyle,
douteux, euse s. 1. Şüpheli, kuşkulu (Son succès est
douteux. Il est douteux qu'il vienne ce soir). 2.
Açık olmayan, karışık, kapalı (Sens douteux
d'une phrase). 3. Ne idiğü belirsiz, karışık (Viande
douteuse, champignon douteux). 4. Pis, kirli
(Vêtements douteux, linge douteux). 5. Kötü
(Réputation douteuse, moeurs douteuses). 6. Loş,
sönük (Lumière douteuse).
douve diş. (Şatoları çevreleyen) İçi su dolu hendek
(Des cygnes nagent dans les douves du château). 2.
Fıçı tahtası. 3. (Hayvanlarda) Kelebek hastalığı.
4. bitb. Düğünçiçeği. 5. (Engellikoşularda) Geniş
su hendeği,
douvelle diş. Küçük fıçı tahtası,
doux,ce s. 1. Tatlı (Fruits doux, l'eau douce,
pommes douces, piment doux). 2. Yumuşak, tatlı,
ipek gibi ( Peau douce, étoffe douce, un lit doux). 3.
Yumuşak, ılık, ılıman (Température douce, il fait
un temps doux). 4. Ahenkli, tatlı, kulağa hoş
gelen (Un murmure doux, une musique douce). S.
mec. Hoş, güzel (Un espoir doux, une douce
émotion). 6. Gürültüsüz, patırtısız, hır gürden
uzak (Mener une vie douce). 7. Yavaş, hafif (Cuire
à feu doux).H. Yumuşak başlı, uysal (Il a un
caractère doux. Il est doux comme un agneau. Un
enfant doux). 9. Yumuşak, işlenmesi kolay (Fer
doux). 10. Doux à: -e hoş gelen; -in hoşuna giden
(Une voix douce à l'oreille. La solitude lui est
douce). § Billet doux: Nâme,' aşk mektubu. En
douce: Belli etmeden, gizlice (Partir en douce. Il a
fait ça en douce). Faire les yeux doux: Göz
süzmek, baygın baygın bakmak. Filer doux:
Boyun eğmek, sesini çıkarmamak. Se la filer en
douce: Yaşayıp gitmek şunun şurasında.
Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan yaşayıp
gitmek.
douzain er. 1. Eski bir Fransız parası. 2. On iki
dizelik şiir parçası, onikilik.
douzaine diş. 1. Düzine (Objets venus à la
douzaine). 2. On iki kadar, aşağı yukarı on ikisi
(Un enfant d'une douzaine d'années).
douze s. 1. On iki (Douze pommes). 2. On ikinci
(Pagedouze). 3. er. Ayinonikisi (Noussommesle
douze aujourd'hui).
douzièmes. 1. On ikinci. 2. er. On ikide bir.
douzièmement bel. Onikinci olarak.
doyen

463

doyen,ne ad. 1. (Bir kurumda) Yaş yada kıdem


bakımından başta gelen, en yaşlı, en kıdemli. 2.
Dekan (Le doyen de la Faculté des Lettres). 3.
Manastır başkanı, başpapaz,
doyenné er. 1. Manastır başkanlığı. Başpapazlık. 2.
diş. Ağızda eriyiveren bir çeşit tatlı ve sulu armut,
doyenneté diş. En yaşlılık, yaşça en büyüklük,
drachme
Drahmi. Yunan parası,
draconien,ne s. 1. Eski Atinalı yasa koyucusu
Dracon'a değgin (Lois draconiennes). 2. mec.
Çok sert, şiddetli, "zecrî (Prendre des mesures
draconiennes).
drag er. 1. Sürek'avı tarzında yarış. 2. Bu gibi
yarışları seyretmek için kadınların bindikleri
araba.
dragage er. 1. Taraklama, tarak dubasıyla
temizleme (Dragage d'une rivière, d'un bassin).
2. Tarama (Dragage de mine: Mayın tarama). 3.
tkz. Askıntı olma, tavlamaya çalışma,
dragée diş. 1. Badem şekeri (Croquer une dragée.
Offrir des dragées aux enfants). 2. Av saçması.
§Tenir la dragée haute à qn: Bir şeyi birine

pahalıya mal etmek, kolay kolay vermemek,


dragéifier gçl. İlâçların üstüne bir şeker tabakası
geçirmek, draje haline getirmek,
drageoir er. Badem şekeri kabı, şekerlik,
drageon er. (Ağaçlarda) Kök sürgünü,
drageonner gsz. (Ağaç) Sürgün vermek, kök
sürgünü vermek,
dragon er. 1. Ejderha. 2. Dragon süvarisi. 3. mec.
Sert adam, canavar, ejder. 4. mec. Eli maşalı
kadın. 5. Hint kertenkelesi,
dragonne
Kılıç püskülü,
dragonnier er. bitb. Yalancı kardeşkanı ağacı,
drague diş. 1. Tarak dubası yada tarak küreği. 2.
Deniz dibinde sürüklenerek kullanılan balık ağı,
sürtme ağı. 3. Mayın arama yada yok etme aygıtı.
draguer gçl. 1. Tarak dubası yada tarak küreğiyle
temizlemek (Draguer une rivière, une baie, un
bassin). 2. Mayın taramak (Draguerdes mines). 3.
mec. tkz. Askıntı olmak, tavlamak (Draguer des
filles dans la rue).
dragueur er. 1. Mayın tarama gemisi. 2. tkz. Kadın
avcısı, kızlara balta olan çapkın,
drain er. Akaç.
drainage er. 1. Akaçlama (Drainage d'une prairie,
d'un marais. Drainage d'une plaie). 2. Biriktirme,
kendi elinde toplama (Drainage des capitaux, de
l'or).
draine, drenne diş. Ardıçkuşu.

drainer gçl. l.Akaçlamak (Drainer un marais, une


prairie. Drainer une plaie). 2. mec. Toplamak,
kendine çekmek (Drainer la main-d'oeuvre

drapeau

étrangère par une politique d'immigration).


draineur,euse s. ve er. 1. Akaçlama işçisi. 2. s.
Drenaj yapmaya yarayan, akaçlayan (Charrue
draineuse).
draisienne diş. Bisiklete benzer eski bir binit,
draisine diş. Drezin, demiryolu üzerinde kol gücü
yada motorla işleyen küçük araba,
dramatiques. 1. Dramla ilgili, tiyatroya değgin (Art
dramatique, oeuvre dramatique). 2. Tiyatro ile
uğraşan (Auteur dramatique). 3. Coşturucu,
heyecan verici (Un sujet dramatique. Intensité
dramatique d'une scène). 4. Tehlikeli, çok kötü,
"feci (La situation est dramatique. Une erreur
dramatique). 6. er. Dram türü. 7. Üzgüsel,
üzünçlü.
dramatiquement bel. Acı bir şekilde (L'affaire se
termina dramatiquement).
dramatisant,e s. Abartan, dramlaştıran (Une
attitude dramatisante).
dramatisation diş. Dramlaştırma, oyun haline
getirme (Dramatisation d'un récit).
dramatiser gçl. 1. Dramlaştırmak, oyun haline
getirmek, oyunlaştırmak. 2. Abartmak, pek
acıklı gibi göstermek (Il nefaut rien dramatiser, la
situation n'est pas perdue. Il dramatise le moindre
incident).
dramaturge er. Dram yazarı, oyun yazarı,
dramaturgie diş. 1. Oyun yazarlığı, tiyatro
yazarlığı. 2. Oyun yazma sanatı. 3. Tiyatro
yapıtları.
drame er. 1. Dram. 2. Tiyatro yapıtı (Drames de
Lessing). 3. mec. Kıya, cinayet (Les journaux ont
longument relaté ce drame passionnel). 4. Yıkım,
felâket (La rupture du barrage fut un drame
terrible). 5. *Üzgü, "üzünç. § Drame lyrique:
Opera. En faire un drame: tkz. İşi çok abartmak,
bir felâketmiş gibi göstermek (Il ne faut pas en
faire un drame). Faire de qch un drame: -i bir
felâket gibi göstermek, çok abartmak (Ilestprétà
faire un drame d'un petit incident).
drap er. 1. Yünlü kumaş, çuha (Coupon de drap.
Vêtement de drap). 2. Çarşaf (Drap délit). §Drap
mortuaire: Tabut örtüsü. Etre dans de beaux
draps: Çok güç bir durumda olmak. Etre entre
deux draps: Yatakta olmak, yatağa girmek.
Mettre qn dans de beaux draps: Birini çok güç
durumda bırakmak, başına işler açmak. Se
mettre, se fourrer dans les draps: hlk. Yatağa
girmek, yatmak. Tailler en plein drap: Dilediği
gibi davranmak,
drapeau er. 1. Bayrak (Salut au drapeau. Le
drapeau national est le symbole de la patrie). 2.
Sancak, bayrak (Le drapeau d'un armée, d'un
draper

régiment). § Drapeau rouge, drapeau noir: İhtilâl


bayrağı, korsan bayrağı. Drapeau blanc: Teslim
bayrağı. Arborer, hisser le drapeau: Bayrak
çekmek, bayrak dikmek. Etre sous les drapeaux:
Askerde olmak, askerlik görevini yapmak.
Garnir qch de drapeaux: Bir şeyi bayraklarla
süslemek. Mettre les drapeaux en berne:
Bayrakları yarıya indirmek. Mourir pour le
drapeau: Yurt uğrunda ölmek. Planter un
drapeau: hlk. Para vermeden, hesabı ödemeden
sıvışıp gitmek. Porter le drapeau: Bayraktarlık
etmek, öncülük etmek, bir şeyin ilk
destekleyicilerinden olmak. Se ranger sous les
drapeaux de qn: -in safına geçmek, yanına
katılmak.
draper gçl. I. Kumaşlara bürümek, giysi gibi
üstüne kumaş geçirmek (Draper une statue, un
mannequin). 2. Kıvrımlar düşürmek, kıvrımlar
yapacak biçimde düzenlemek (Couturier qui
drape une étoffe. Draper un tissu, une tenture). §
Se draper: 1. Sarınmak, bürünmek (Se draper
dans sa cape). 2. Se draper dans qch: -ile şişinmek,
böbürlenmek (Se draper dans sa vertu, dans sa
probité).
draperie diş. 1. Çuhacılık, kumaşçılık. 2. Çuha,
kumaş (Un coupon de draperie anglaise). 3.
Kıvrımlı giysi. 4. (Resim ve heykelde) Giysi
kıvrımları;
giysilerin
ve
kıvrımlarının
belirtilmesi.
drapier,ère s. ve ad. 1. Kumaşla ilgili (Ouvrier
drapier, marchand drapier). 2. Çuhacı, kumaş
yapımcısı yada satıcısı,
drastiques, hek. 1. İç sürdürücü (ilâç); müshil. 2.
Sert, köklü, zorlayıcı (Des mesures drastiques.
Une réforme drastique).
drawback er. îng. Yapılı bir madde yurt dışına
çıkarılırken ham maddesi için önceden ödenmiş
bulunan gümrük resminin geri verilmesi, "reddi
rüsum.
drayer gçl. Sepileme sırasında derinin kalınlığını
eşitlemek, derinin kalınlığını her yerinde eşit
duruma getirmek,
drayoir er. drayoire diş. Sepici bıçağı,
dreadnought er. İng. Dretnot, 305 milimetrelik on
tane topu bulunan eski bir zırhlı tipi.
drêche diş. 1. (Biracılıkta) Arpa posası. 2.
(İspirtoculukta) Patates yada tahıl posası,
drège diş. 1. Deniz derinliklerinde avlanmak için
kullanılan büyük ağ. 2. Keten tohumlarının
ayırmaya yarayan demir tarak,
drelin er. Çıngırak sesini yansılayan bir söz.trink
trink.
drenne, draine diş. hayb. Ardıç kuşu.
464

drille
dressage er. I. Dikme, kurma (Dressage d'une
tente). 2. (Hayvanlarda) Eğitme, "terbiye etme;
evcilleştirme (Dressage des animaux de cirque). 3.
Çok sıkı eğitim, hayvan terbiyesi gibi sert eğitim
(la l'éducation se confond avec le dressage).
dresser gçl. 1. Dikmek, dik tutmak, kaldırmak (Le
cheval dresse les oreilles. Dresser la tête, le
menton. Dresser un mât). 2. Kurmak (Dresser une
tente. Dresser un monument, une statue). 3.
Kurmak, hazırlamak (Dresser la table, le
couvert). 4. mec. Düzenlemek, kurmak, "tertip
etmek (Dresser une embûche, un piège). 5.
Düzeltmek (Dresser une pierre, une planche, une
pièce de métal). 6. Yazmak, kaleme almak,
tutmak, düzenlemek (Dresser un procès-verbal,
un contrat, dresser une liste). 7. "Terbiye etmek,
eğitmek, yarandırmak; evcilleştirmek (Dresser
des animaux de cirque; dresser des bêtes féroces).
8. Dresser qn contre: Birini -e karşı kurmak,
doldurmak, kışkırtmak (On l'a dressé contre
moi). 9. Dresser qn à qch: Birini -e hazırlamak,
yetiştirmek (Dresser un jeune soldat au métier des
armes). 10. Dresser qn, qch à f. qch: Birini, birşeyi
-cek şekilde eğitmek (Dresser un chien à rapporter
le gibier. Dresser deux chevaux à trotter
ensemble). § Dresser l'oreille à: -e kulak
kabartmak. Dresser un piège à: -e karşı bir tuzak
kurmak. Dresser la tente: mec. tkz. Kamışını
kaldırmak. Faire dresser les cheveux sur la tête à
qn: -in tüylerim diken diken etmek; ödünü
patlatmak. § Se dresser: I. Dikelmek (Un ours qui
se dresse sur ses pattes de derrière). 2. Yükselmek,
dikilmek (Le château fort se dresse au sommet
d'une colline). 3. Se dresser contre: -e karşı
koymak, -in karşısına dikilmek (Se dresser contre
un abus, une injustice, une guerre, un
envahisseur). § Se dresser sur ses ergots:
Horozlanmak,
dresseur, euse ad. Hayvan terbiyecisi, hayvan
eğiticisi (Dresseur de chien, de fauves).
dressoir er. Sofra takımı dolabı.
dreyfusard,es. vead. Dreyfüs'çü,Dreyfüsyanlısı,
dreyfusisme er. Dreyfüscülük, Dreyfüs yandaşlığı,
dribble er. (Sporda) Çalım, topla oynayıp çalım
yapma.
dribbler gçl. 1. (Futbolda) Sürmek (Dribbler le
ballon). 2. Çalım yapıp geçmek (Dribbler un
joueur). 3. gsz. Top sürmek (Voici deux avants qui
arrivent en dribblant).
dribbleur er. (Futbolda) Çalımcı, çalım yapmayı
seven.
drille 1. er. (Eskiden) Asker. 2. diş. Bir tür delgi.
3. ç. Kâğıtlık paçavra. § Bon drille: Neşeli adam,
driller

465

hoş adam. Vieux drille: Eski hovarda,


driller gçl. Delgiyle delmek; çelik kalem yada tığ
kalemle delmek,
drisse diş. (Gemide) Sancak yada yelken çekmeye
yarar ip, kandilisa.
drogman er. Tercüman.
drogue diş. 1. (Eczacılık, kimyacılık, boyacılık gibi
işlerde kullanılan) Ecza. 2. İlâç (Toutes les
drogues que lui ordonne son médecin lui font plus
de mal que de bien). 3. Kocakarı ilâcı ( Prendre une
drogue, vendeur de drogues). 4. mec. Berbat şey
(Cette boisson est une vraie drogue). S.
Uyuşturucu madde (Un traficant de drogue).
drogué,es. vead. Uyuşturucu kullanan, uyuşturucu
tutkunu.
droguer gçl. 1. Bol ilâç vermek, ilâç tıkıştırmak (11
ne faut pas droguer les enfants). 2. gsz. tkz. Çok
beklemek, beklemekten canı çıkmak. § Faire
droguer qn: tkz. Birini bekletmek, bekletmekten
canını çıkarmak. § Se droguer: 1. İlâç almak, çok
ilâç içmek (Il s'est détruit la santé à force de se
droguer). 2. Uyuşturucu kullanmak, uyuşturucu
madde almak,
droguerie diş. 1. Ecza ticareti. 2. Ecza deposu, ecza
satılan yer.
droguet er. Kabartma nakışlı kumaş (Droguet de
soie).
drogueur er. tkz. Çok ilâç vermesini seven hekim,
droguistes, vead. Ecza tüccarı; ecza satan,
droit,e s. 1. Doğru, sağlam, yerinde (Une pensée
droite, un jugement droit. Le droit chemin). 2. Dik
(Une tige droite. Angle droit. Ecriture droite). 3.
Sağ (La main droite; l'aile droite d'une armée). 4.
bel. Doğru, doğruca, dosdoğru (Marcher, aller
tout droit. Le poète va droit au coeur). § La droite
voie: Kurtuluş yolu, selamet yolu. Le droit
chemin: Doğru yol. Aller droit à qch: Doğruca -e

gitmek (Aller droit au but). Etre le bras droit de


qn: Birinin sağ kolu olmak, en yakın, en güvenilir
adamı olmak. Rester dans le droit ehemin:

Namuslu yaşamak, doğru yoldan hiç ayrılmamak.


Se tenir être droit comme un I, comme un piquet,

comme un pieu: Kazık gibi dimdik durmak,


droit er. 1. Türe, "hukuk (Droit administratif: İdare
hukuku. Droit aérien: Hava hukuku. Droit
bancaire: Bankacılık hukuku. Droit boursier:
Borsa hukuku.
Droit cambiaire:
Kambiyo
hukuku. Droit civil: °Medeni hukuk, yurttaşlar
yasası. Droit commercial: Ticaret hukuku. Droit
commun: Kamu hukuku, °amme hukuku. Droit
constitutionnel:
Anayasa
hukuku.
Droit ,
coutumier: Gelenek-görenek hukuku.
Droit
criminel: Ceza hukuku. Droit de famille: Aile '

droit

hukuku. Droit de procédure: Usul hukuku. Droit


de procédure civile: Hukuk mahkemeleri usulü.
Droit de procédure pénale militaire: Askeri ceza
usulü hukuku. Droit des gens: Devletler hukuku.
Droit des minorités: Azınlıklar hukuku. Droit des
obligations:
Borçlar
hukuku.
Droit
des
successions: Miras hukuku. Droit international de
travail: Uluslararası iş hukuku. Droit interne: İç
hukuk. Droit islamique: İslam hukuku. Droit
maritime: Deniz hukuku. Droit militaire: Askeri
hukuk. Droit national: İç hukuk, ulusal hukuk.
Droit naturel: Doğalhukuk. Droit objectif: Nesnel
hukuk. Droit pénal: Ceza hukuku. Droit pénal
militaire: Askeri ceza hukuku. Droit privé: Özet
hukuk. Droit public: Kamu hukuku, °amme
hukuku. Droit romain: Roma hukuku. Droit
rural: Arazi hukuku. Droit des morts: Ölüler
hukuku. De plein droit: Hukuken,
hukuk
bakımından. Philosophie du Droit: Hukuk
felsefesi. Règle de droit: Hukuk kuralı. Voies de
droit: Hukuk yolları). 2. Hak (Droit absolu: Salt
hak, "mutlak hak. Droit acquis: Kazanılmış hak,
müktesep hak. Droit aliénable: Devredilebilir
hak. Droit banal: Genel kullanım hakkı. Droit
cessible: Devredilebilir hak. Droit conditionnel:
Koşula bağlı hak. Droit d'accès: Giriş hakkı.
Droit d'action: Dâvahakkı. Droit d'asile: Sığınma
hakkı. Droit d'auteur: "Telif hakkı, 'yapıt hakkı.
Droit de cité: Hemşehrilik hakkı. Droit de
commerce: Ticaret hakkı. Droit de conquête: Fetih
hakkı. Droit de contrôle: Denetleme hakkı. Droit
défense: Savunma hakkı. Droit de grâce: Affetme
hakkı. Droit de jouissance: "İntifa hakkı,
yararlanma hakkı. Droit d'éligibilité: Seçilme
hakkı. Droit de patrimoine: "Mamelek hakkı,
malvarlığı hakkı. Droit de pétition: Şikayet hakkı.
Droit de péremption: Şufa hakkı. Droit de
priorité: Öncelik hakkı, rüçhan hakkı. Droit de
privilège: Öncelik hakkı, rüçhan hakkı. Droit de
propriété: Mülkiyet hakkı. Droit de recours:
Cayma hakkı, °rücu hakkı. Droit de rétention:
Hapis hakkı. Droit de retour: Cayma hakkı, rücu
hakkı. Droit de suffrage: Seçme hakkı. Droit de
veto: Veto hakkı. Droit d'expropriation: İstimlak
hakkı, kamulaştırma hakkı. Droits du citoyen:
Yurttaşlık hakları. Droit d'usage d'arme: Silah
kullanma hakkı. Droit d'usage public: Genel
yararlanma hakkı. Droit électoral: Seçim hakkı.
Droit inaliénable: Devredilemez hak. Droit légal:
Yasalhak, kanunîhak. Droitlégitme: °Meşru hak.
Droit individuel: Kişisel hak. Droit politique:
Siyasal hak. Droit principal: Temel hak. Droits
civiques: Medeni haklar, siyasal haklar. Droits de
droite
la minorité: Azınlık hakları. Droits de l'homme:
İnsan hakları. Droits naturels: Doğal haklar.
Droits fondamentaux: Temel haklar. 3. Vergi,
resim (Droit ad valorem: Değer üzerinden
gümrük vergisi. Droit de chaussée: Yol vergisi, yol
parası. Droit de douane: Gümrükvergisi. Droit de
magasinage: Ambar parası, °ardiye resmi. Droit
de timbre: Damga resmi, damga vergisi. Droit de
tonnage: Liman resmi). 4. Tüze, "adalet. § Ayant
droit: Hak sahibi. Acquérir le droit de f.qch: -mek
hakkını elde etmek, kazanmak. Avoir le droit de
f.qch: -mek hakkına sahip olmak, -mek hakkı
olmak. Avoir droit à qch, à f.qch: -e, meye hakkı
olmak. Conférer, accorder à qn le droit de f.qch:
Birine -mek hakkı vermek. Faire droit à qch
Yerine getirmek, karşılamak (Faire droit à une
demande). Faire son droit: Hukuk öğrenimi
yapmak. Priver qn de ses droits: Birini
haklarından yoksun bırakmak. Revendiquer,
soutenir ses droits: Hakkını istemek, hakkını
savunmak. La force prime le droit: Hak
kavinindir, güçlü olan her zaman haklıdır,
droite diş. 1. Sağ yan, sağ yön (Se diriger vers la
droite). 2. (Meclislerde) Sağ kanat, sağ (La droite
d'une assemblée politique. Toute la droite a voté
pour lui). 3. Sağ el. 4. geom. Doğru, doğru çizgi
(Par deux points on peut faire passer une droite et
une seule). § L'extrême droite: Aşırı sağ. Adroite:
1. Sağda, sağdan (Regarder à droite. Tourner à
droite). 2. ask. Sağa çark; sağa dön! A droite de:
-in sağında, A droite et à gauche: Sağda solda,
şurda burda. De droite: Sağcı... (Un journal de
droite. Un parti de droite). Etre de droite: Sağcı
olmak. Prendre la droite, tenir sa droite: (Taşıtla)
Yolun sağından gitmek, sağ yanı tutmak,
droitement bel. Açık açık; dürüstçe, namusluca
(Parler droitement; juger droitement).
droitier,ère s. ve ad. 1. Solak olmayan, sağ eliyle iş
gören (La plupart des humains sont droitiers. Un
droitier). 2. ad. tkz. Sağcı (Les droitiers le
détestent).
droitisme er. Sağcılık,
droitisteş. vead. Sağcı.
droiture diş. 1. Doğruluk, dürüstlük, denserik (La
droiture de caractère, d'esprit). 2. Sağduyu. § En
droiture: Doğru, doğruca, dosdoğru,
drolatique s. Eğlenceli, tuhaf, güldürücü (Un
personnage drolatique, une figure drolatique. Un
conte drolatique).
drôle s. 1. Hoş, eğlenceli (Raconter des histoires
drôles). 2. Tuhaf, gülünç, acayip (Vous êtes drôle.
Je trouve drôle qu'il ait oublié de nous prévenir). 3.
Drôle de...: Tuhaf, acayip... (Ila une drôle d'idée

466


dans sa tête. Une drôle d'odeur, un drôle de fruit).
4. ad. Tuhaf adam, rezil herif, bayağı (C'est un
drôle). § Ne pas être drôle: Güç olmak, pek de hoş
olmamak (La situation n'est pas drôle. Cen'estpas
drôle de se retrouver seul).
drôlement bel. 1. Hoş, eğlenceli bir şekilde (Il
racontait drôlement toutes ses aventures). 2.
Tuhaf, acayip şekilde (Un clown qui grimace
drôlement). 3. Çok, son derece (Les prix ont
drôlement augmenté. Il fait drôlement froid).
drôlerie diş. 1. Güldürücü söz, maskaraca şey
(Dire, raconter des drôleries). 2. Tuhaflık,
acayiplik (La drôlerie d'une réponse, d'un
personnage, d'une situation).
drôlesse diş. Hayâsız karı.

drôlet,te s. Tuhaf, acaip, gülünç (Une personne


drôlette. Il est assez drôlet).
dromadaire er. Hecin devesi, tek hörgüçlü deve.
droper gsz. argo. Kaçmak, tüymek, kirişi kırmak,
droper, dropper gçl. 1. Bırakmak, terketmek,
ekmek, yüz üstü bırakmak (Droper une femme).
2. Koparmak, kesmek, ihmal etmek (Dropper
une relation). 3. gsz. Öğrenimini, mesleğini
bırakmak; toplum dışı yaşamak,
droppage er. Paraşütle asker yada malzeme indirme
(Zone de droppage).
droséra er. bitb. Drozera, böcekyiyen (bitki),
sinekkapan.
drosser gçl. Kıyıya sürüklemek; hızını kesmek,
yolundan saptırmak (Courant qui drosse un
navire; un cyclone qui drosse le bateau jusqu'au
sol).
dru,e s. 1. Sık, gür (Une barbe drue. Les blés sont
drus cette année. Herbe haute et drue). 2. Güçlü,
gürbüz, semiz. 3. Neşeli. 4. bel. Sık, bol, çok (La
pluie, la neige tomble dru. L'herbe pousse dru).
druide er. (Keltlerde) Papaz, din adamı,
druidiques. Kelt papazlarına değgin,
druidisme er. Kelt papazlarının dini.
drumlin er. coğr. Buzullarla örtülmüş bölgelerde
uzunca, yerine göre değirmice alçak tepe.
druperfi;. bitb. Zeytinsiyemiş, etli ve tek çekirdekli
yemiş.
dry s. ve er. İng. 1. Sek (içki). 2. Cin ve vermutla
yapılan kokteyl,
dryade diş. 1. Orman perisi. 2. bitb. Gülgillerden
bir dağ çiçeği,
du ilg. 1. (De le yerine) -in (Le cahier du garçon, la
cravate du professeur). 2. -den (Il revient du
Japon).
dû,due s. ve er. 1. Borçlu olunan (Somme due,
argent dû). 2. er. Alacak (Réclamer, demander
son dû). 3. Borç (Payer son dû). § En due forme,
dualisme
en bonne et due forme: Usulüne uygun şekilde
hazırlanmış (Acte en due forme, contrat en bonne
et due forme). Etredû à: -den ileri gelmek, -e bağlı
olmak, nedeni... olmak (Maladie due à un
microbe. Malheur dû à l'imprudence).
dualisme er. fels. İkicilik.
dualiste s. ve ad. fels. 1. İkiciliğe değgin (Théorie
dualiste, religion dualiste). 2. İkici, ikicilik yanlısı,
dualité diş. İkilik.
dubitatif, ives. Şüphe anlatan, kuşku taşıyan (Une
réponse dubitative. Il a parlé sur un ton dubitatif).
dubitativement bel. Şüphe taşıyan bir biçimde,
kuşkuluca (Répondre dubitativement).
duc er. 1. Dük, duka. 2. Puhukuşu. 3. Arkasında
uşak yeri bulunan, dört tekerlekli, hafif bir gezinti
arabası.
ducal,e s. Düke, dukaya değgin; dukalığa değgin
(Palais ducal).
ducat er. Duka altını,
ducaton er. Eski bir gümüş para.
duché er. Düklük, dukalık,
duchesse diş. 1. Düşes; dük karısı. 2. Büyük
çalımlar satan kadın. 3. Ağızda eriyen bir tür
armut (Des poires duchesse).
ducroire er. (Komisyoncunun satıcıya karşı)
Ödeme yükümlülüğü ve bunun ücreti, dükruvar.
ductile s. fiz. Kopmadan tel haline gelebilen,
*telleşir (On file les métaux ductiles).
ductilité diş. Telleşirlik (La ductilité de l'or permet
de l'étirer en fils très fins).
duègne diş. 1. (İspanyada) Bir kızı yada genç bir
kadını gözetleyip korumakla görevli yaşlı dadı,
kâhya kadın. 2. Cadaloz. 3. (Tiyatroda) Cadaloz
rolü.
duel er. 1. Düello (Se battre en duel. Faire un duel
avec quelqu'un). 2. Yarışma, "rekabet (Deux
orateurs en duel d'éloquence). 3. Savaş (Duel
économique. Duel d'artillerie). 4. dilb. İkil (Le
grec classique a un duel).
duelliste er. Düellocu, düello düşkünü,
duettiste ad. müz. Düettocu, düocu.
duetto er. müz. Düetto, küçük düo.
dugon, dugong er. hayb. Denizineği,
duite diş. (Dokumacılıkta) Atkı, argaç,
dulcification diş. Tatlılaştırma,
dulcifıergçl. Tatlılaştırmak,
dulcinée diş. (Don Kişot'un düşünde yaşattığı
sevgilinin adına anıştırma ve alay yoluyla) Sevgili.
dulie diş. Melekleri ve ermişleri ululama (Culte de
dulie).
dum-dum [dum dum] diş. Dum dum kurşunu (Une
dum-dum; balle dum-dum).
dûment bel. 1. Gerektiği gibi, gereğince, usulüne

467

dur
uygun biçimde (Il a été dûment informé de la
décision le concernant). 2. tkz. İyi, uygun şekilde
(Il est reparti dûment approvisionné).
dumping[dœnpin]er. İng. Damping, "düşürüm.
dundee fdœndi] er. İng. Büyük yelkenli,
dune diş. Kumul.
dunette diş. Kıç güverte.
duo er. müz. 1. Düo. 2. mec. tkz. Karşılıklı ve aynı
anda söylenen şey (Duo d'injures).
duodécimal,e s. Onikişer sayılan yada onikiye
bölünebilen.
duodénal,es. Onikiparmak barsağına değgin,
duodénite diş. hek. Oniki parmak barsağı yangısı,
duodénum er. Onikiparmak barsağı.
dupe s. ve diş. 1. Bön, enayi (On le prend pour
dupe). 2. Aldanmış, aldanır; tez kanar, tez
kandırılır. § Etre dupe de qch: -e kanmak,
aldanmak, yutmak (Je ne suis pas dupe de ses
compliments). Etre la dupe de: -in kurbanı olmak,
-e kanıp aldatılmak, oyuna gelmek (ila été la dupe
d'un escroc).
duper gçl. Aldatmak, kandırmak, dolandırmak;
enayi yerine koymak (On l'a dupé. Tu es facile à
duper). § Se laisser duper: Kanmak, aldatılmak,
dolandırılmak, oyuna gelmek,
duperie <% 1. Aldatma, aldatmaca (L'amourn'est
qu'une duperie d'un moment. Ne vous fiez pas à
cette prétendue garantie, c'est une duperie). 2.
Aldanma, aldatılma, kanma, oyuna gelme,
dupeur, euse ad. Aldatan, aldatıcı (Les dupeurs et
les dupés).
duplex s. ve er. 1. Aynı anda hemen haber verme,
hemen haber alma olanağı sağlayan uziletişim
dizgesi (Emission radiophonique en duplex.
Emission duplex). 2. er. İkikatlı daire,
duplicata er. İkinci nüsha, kopya, suret (Le
duplicata d'un diplôme, d'une quittance).
duplicateur er. Yazı çoğaltma makinesi, "teksir
makinesi.
duplication diş. İki kat etme, iki katlı yapma,
duplicité diş. 1. İki katillik. 2. İki yüzlülük (La
duplicité de cet homme se lit sur son visage).
duquel adıl. Fiil "De" ilgeci aldığında kullanılan ve
genellikle "ki onun, ki ondan" anlamına gelen
adıl.
dur, e s. 1. Katı, sert (Métal dur, roche dure, blé dur,
viande dure). 2. Güç (Ce problème est dur pour
moi). 3. Ağır (Un sommeil dur). 4. Çiğ, çok sert
(Une lumière dure). S. mec. Sert, acımasız (Un
coeur dur, une loi dure). 6. Dur à qch: -e dayanıklı
(Il est dur au mal, àlamaladie, àlapeine). 7.Durà
f. qch: -mesi güç (Instrument dur à manier.
Légumes durs à cuire). 8. bel. Sıkı, tüm gücüyle
durabilité
(Travailler dur). 9. er. Katı madde (Le dur est le
mou). 10. er. Sert içki, rakı (Prendre un verre de
dur). 11 .er. (Eski) Tren (Il a pris son dur à temps).
12. diş. Kuru toprak, çıplak toprak, kara toprak
(Coucher sur la dure). 13. ad. tkz. Huysuzun teki,
rezilin biri, pis, kaba, yüzsüz, bıçkın, kabadayı.
14. er. ç. Toplama kampı. § Mer dure: Kısa dalgalı
deniz. Paroles dures: Acı sözler. Tête dure: Kalın
kafalı. Un coeur dur: Katı yürekli, taş yürekli. A la
dure: Sertlikle, sert koşullar içinde (Elever un
enfant à la dure). Avoir l'oreille dure, être dur
d'oreilles: Kulağı ağır işitmek. Avoir la tête dure:
Kalın kafalı olmak. Avoir la vie dure: Kedi canlı
olmak, acıya, sayrılığa karşı dayanıklı olmak. En
dire de dures à qn: -e çok acı sözler söylemek. En
faire voir de dures à qn: -e çok çektirmek, çok
acılar vermek. Etre dur, se montrer dur pour qn,
envers qn: -in yaşamını zindan etmek, -e çok
çektirmek, yapmadığını komamak. Etre dur à la
détente: Eli sıkı olmak, pinti olmak. Etre dur à
cuire: Dayanıklı olmak. Rendre, faire la vie dure à
qn: Birine karşı çok kötü davranmak, -e çok
çektirmek. Etre dur avec qn: -e karşı sert
davranmak.
durabilité diş. Dayanıklılık, kalıcılık; uzun
sürebilme.
durable s. Uzun süren, sürekli, dayanıklı (Un
souvenir durable, un monument durable, une
oeuvre durable; biens de
consommation
durables). § Faire oeuvre durable: Kalıcı bir iş
yapmak, kalıcı bir yapıt bırakmak,
durablement bel. Sürekli olarak, kalıcı bir biçimde,
duralumin er. Alüminyum, magnezyum ve
bakırdan oluşmuş hafif ve dayanıklı bir alaşım,
duramen er. Ağaç kütüğünün sert olan özek kısmı,
kütük özeği.
durant e. Süresince, boyunca (Durant la nuit,
durant l'hiver).
durcir gçl. 1. Sertleştirmek (Durcir l'acier. L'âge
durcit les artères. La fatigue durcit les traits du
visage). 2. Kalınlaştırmak, sertleştirmek (Durcir
sa voix pour réprimander un enfant). 3.
Katılaştırmak, sertleştirmek (La chaleur durcit la
terre). 4. Arttırmak, şiddetlendirmek (L'ennemi
durcit sa résistance). S. mec. İyice pişirmek,
herşeye karfcı dayanıklı kılmak (La vie Ta durci). §
Se durcir: Sertleşmek; kalınlaşmak; katılaşmak;
şiddetlenmek; iyice pişmek,
durcissement er. 1. Katılaşma, katılaştırma;
koyulaşma; koyulaştırma (Le durcissement du
ciment, de l'argile). 2. Şiddetlenme, artma (Le
durcissement de la résistance ennemie). 3.
Sertleşme, sertleştirme (Durcissement d'une

468

dynamique
attitude. Le durcissement de l'opposition).
durée diş. 1. Süre, müddet (Bonheur de courte
durée. Une durée de vingt jours. S'abonner à un
journal pour la durée des vacances). 2. Sürme,
sürüp gitme (La route est déviée pendant la durée
des travaux). 3. Zaman (L'espace et la durée).
durement bel. 1. Sertlikle, sertçe (Parler, répondre
durement). 2. Acıyla, acı çekerek (Ressentir
durement la mort d'un ami, les effets d'une crise
économique).
dure-mère <% anat. Beyin zarlarının en kalını ve en
dışta olanı, sert-zar.
durer gsz. 1. Sürmek, "devam etmek (Le spectacle a
duré trois heures. Si cette sécheresse dure, les
récoltes seront maigres). 2. Dayanmak, dayanıklı
olmak (Des chaussures qui durent encore). 3.
Tutunmak, sürmek (Cette mode ne durera pas). 4.
Durer i qn: -e uzun gelmek, çok uzun sürüyor gibi
görünmek (Le temps lui dure). 5. Uzun sürmek
(L'hiver a duré cette année). 6. Yaşamak (Il s'est
fait admirer tantqu 'ont duré s es frères. Je dure sans
vieillir. Qui veut durer doit endurer). 7. tkz.
Kalmak (Je ne peux pas durer plus d'une journée
dans cette ville). § Faire feu qui dure: Yaşamını
düzene koymak; parasını ve sağlığını esirgeyerek
kullanmak.
dureté diş. 1. Sertlik, katılık (La dureté du fer, du
marbre, de la barbe). 2. Sertlik, şiddetlilik (Dureté
du climat, la dureté d'un châtiment). 3. mec.
Sertlik, haşinlik (La dureté d'un père envers ses
enfants; dureté d'un caractère). 4. mec. Katılık,
duygusuzluk (Dureté de coeur. Dureté d'âme, de
regard). 5. ç. Sert ve dokunaklı sözler, acı söz (Il
nous a dit des duretés).
durhams. vead. İyi bir sığır cinsi,
durillon er. Köksüz nasır, küçük nasır (Il a des
durillons au pied).
duvet er. 1. (Kuşlarda) Yumuşak tüy (Duvet du
cygne). 2. Civciv tüyü (Duvet des poussins). 3.
Kuş tüyü (Oreiller de duvet, matelas de duvet). 4.
(Gençlerin yüzündeki) Sarı tüy, ayva tüyü, ülger
(Sa lèvre supérieure se couvrait déjà de duvet). 5.
Meyve tüyü (Le duvet d'une pêche, d'un coing).
duveté,e s. Tüylü (Pêche duvetée).
duveter(se) gsz. Hafif tüylenmek, ayva tüyleri
çıkmak (Ses joues commencent à se duveter).
duveteux,euse s. San tüylü, ayva tüylü (Un fruit
duveteux, un tissu duveteux).
dyke er. İng. yerb. Dayk, yerin derinliklerinden
gelerek yerkabuğunun içine duvar gibi dikine
sokulan bir çeşit damar,
dynamiques, ve diş. 1. Dinamik. 2. fels. Güzel. 3.
ruhb. Dirik.
dynamiquement
dynamiquement bel. Dinamik olarak, dinamik
şekilde.
dynamisation diş. Dinamikleştirme, canlılık verme
(Dynamisation d'une entreprise).
dynamiser gçl. Dinamikleştirmek, diriltmek,
canlılık vermek (Dynamiser une équipe,
dynamiser les âmes).
dynamisme er. 1. Dinamizm, dinamiklik. 2. fels.
Gürecilik, °kuwaniyye. 3. ruhb. Diriklik.
dynamitage er. Dinamitleme,
dynamite diş. 1. Dinamit (Attentat à la dynamite.
Faire sauter les rocs à la dynamite). 2. mec. tkz.
Barut gibi adam, her şeye hemen kızan (C'est de la
dynamite, ce bonhomme).
dynamiter gçl. Dinamitlemek, dinamitle uçurmak
(Dynamiter un pont).
dynamiterie diş. Dinamit fabrikası, dinamit
yapımevi.
dynamiteur, eusead. 1. Dinamitçi, dinamit işçisi. 2.
Dinamit atan, dinamit patlatan,
dynamo dis-Dinamo (Dynamo d'une automobile
recharge les acus).
dynamogène, dynamogénique s. Enerji verici,
dinçlik ve güç verici (Aliments dynamogènes).
dynamogénie diş. Güç artması, enerji artması,
dinçlik ve canlılık kazanma,
dynamomètre er. Dinamometre,
dynastie diş. Hanedan, hükümdar ocağı (La

469

dytique
dynastie ottomane).
dynastiques. Hanedana değgin,
dysenterie diş. Kanlı basur, dizanteri,
dysentérique s. 1. Dizanteriye değgin (Bacille
dysentérique). 2. Dizanterili (sayrı),
dysidrose diş. hek. Salgı bozukluğu, salgılama
bozukluğu.
dyspepsie diş. Sindirim bozukluğu, sindirimsizlik,
hazımsızlık.
dyspeptiques. 1. Sindirim bozukluğuna değgin. 2.
ad. Sindirimi bozuk,
dysphagie diş. hek. Yutma güçlüğü,
dysphorie diş. Bitkinlik, güçsüzlük, takatsizlik,
kırıklık, keyifsizlik,
dyspnée diş. hek. Solunum güçlüğü,
dystasie diş. hek. Ayakta duramama; ayakta
durmakta güçlük çekme,
dystocie diş. hek. Doğum güçlüğü; güç doğum
yapma.
dystomie diş. hek. Telaffuz güçlüğü,
dystonie diş. hek. Kas ve sinir refleksleri bozukluğu,
dystrophie diş. hek. Bir organdaki beslenme
bozukluğu, beslenmezlik (Dystrophie musculaire
progressive).
dysurie diş. hek. İşeme güçlüğü,
dysurique s. 1. İşeme güçlüğüne değgin. 2. ad.
İşeme güçlüğü çeken,
dytique er. hayb. Domuzlan böceği.
e
e er. Fransız abecesinin beşinci harfi ve ünlülerin
ikincisi.
eau diş. 1. Su (Eau de pluie, eau de source, goutte
d'eau.pot à eau, moulin à eau, eau distillée, eau
souterraine, eau minérale, eau potable, eau
impotable, eau de rose, eau de lavande, eau
oxygénée). 2. Yağmur (Il est tombé beaucoup
d'eau) 3. Ter, sidik, tükürük, gözyaşı gibi vücut
salgısı (Suer sang et eau: Kan ter içinde kalmak) 4.
ç. Kaplıca (Aller aux eaux). § Eaux mères: İçinde
billurlaşma olan eriyikler (Les eaux mires des
marais salants). Eau lourde: Ağır su, atom enerjisi
işlerinde kullanılan bir çeşit su. Eau-de-vie: Rakı.
Les grandes eaux: Bir parktaki fıskiyeler. Eaux
territoriales: Karasuları. De la plus belle eau: 1.
Saydam, lekesiz. 2. Eşsiz, üstüne yok, eşi benzeri
olmayan, görülmemiş (Un diamant de la plus belle
eau. Un escroc, un imbécile de la plus belle eau).
Aller aux eaux: Kaplıcalara gitmek. Amener de
l'eau au moulin de qn: -in ekmeğine yağ sürmek, in işine yaramak, eline silah
vermek. Avoir l'eau
à la bouche: Ağzının suyu akmak. Etre comme
l'eau et le feu Ateşle su gibi olmak, huylan
birbirine taban tabana zıt olmak. Etre en eau: Ter
içinde kalmak. Etre comme un poisson dans l'eau:
Çok mutlu olmak, yaşamından pek hoşnut

olmak. Faire de F eau: (Gemi için) İçecek su


ikmali yapmak. Faire venir l'eau à la bouche de qn:
-in ağzının suyunu akıtmak. Mettre de l'eau dans
son vin 1. Şarabına su katıp yoğunluğunu biraz
kesmek.. 2. F.ski sertliği kalmamak; isteklerini,
özençlerini
biraz
azaltmak,
gevşemek,
yumuşamak. Mettre un navire à l'eau: Bir gemiyi
denize indirmek. Naviguer, être dans les eaux de
qn: Birinin dümen suyunda gitmek, o ne derse
onu yapmak. Porter de l'eau à la rivière: Tereciye
tere satmak. Prendre les eaux: Kaplıca kürü
yapmak. Puiser de l'eau: Kuyudan su çekmek.
Rester le bec dans l'eau: Şaşınp kalmak, için
içinden çıkamamak. Se noyer dans un verre d'eau:
Denizi geçip çayda boğulmak. Se ressembler
comme deux

gouttesd'eau:Çokbenzemek,elmanın

yansı biri yarısı öbürü olmak. Suer sang et eau:


Kan ter içinde kalmak. Se laver à grande eau,
à l'eau froide, à l'eau chaude: Bol suyla, soğuk
suyla, sıcak suyla yıkanmak. Tomber à feau Suya
düşmek, boşa çıkmak, gerçekleşmemek. C'est
une goutte d'eau dans la mer Devede kulak,
denizde damla. Il passera de l'eau sous les ponts: O
zamana kadar köprülerin altından çok sular
geçer. L'eau va à la rivière: Para parayı çeker,
eau-de-vie^'. İçilen ispirto, alkol, likör, rakı(Eau-
eau-forte

471

de-vie de riz. Cerise à t eau-de-vie, prendre un verre


d'eau-de-vie).
eau-forte diş. kim. 1. Nitrik asit, kezzap. 2. Yedirme
kazı resim, ıslak kazı, °ofort.
eaux-vannes diş. ç. Çirkef, lâğım suyu.
ébahi, e s. Şaşakalmış, şaşkına dönmüş, ağzı açık
kalmış.
ébahir gçl. Şaşırtmak şaşkına döndürmek (Voila
une nouvelle qui m'ébahit).
§ S'ébahir: 1.
Şaşakalmak, şaşkına dönmek, ağzı açık kalmak.
2. S'ébahir de qch, de f.qch: -e şaşakalmak, -diğine
pek şaşmak (Je me suis ébahi de sa nomination à ce
poste.„ S'ébahir d'être tour à tour populaire et
impopulaire).
ébahissement er. Şaşma, şaşakalma, ağzı açık kalma
(Ton ébahissement se lit sur ton visage).
ébarbage er. Pürüzünü, çapağını alma; temizleme.
ébarbergfZ Pürüzünü, çapağını almak; temizlemek,
ébarbeur er. ébarbeuse diş. Çapak (alma) makinası.
ébarboir er. Çapak (alma) kalemi,
ébarbure diş. Pürüz, çapak gibi temizleme kınntısı.
ébats er. ç. 1. Çılgınca eğlenme, oyna şma fLes ébats
des cygnes dans le lac). 2. Eğlence. § Prendre ses
ébats: Eğlenmek (Prendre ses ébats sur la plage).
ébattre (s') gsz. Çılgınca eğlenmek, oynamak
(Ijes enfants s'ébattent dans le pré).
ébaubi, e s. tkz. Gözleri fal taşı gibi açılmış, çok şaşmış (Il est resté tout
ébaubi en voyant ce cadeau
inattendu).
ébauchage er. Taslaklama.
ébauche diş. 1. Taslak (Une œuvre à l'état d'ébauche.
Présenter la première ébauche d un projet. Faire
une ébauche). 2. mec. Başlangıç (Cette rencontre
est l'ébauche des relations culturelles plus
développées).
ébaucher gçl. l.Taslağını yapmak,Itaslaklamak
(Ebaucher un roman, une statue). 2. Tasarlamak,
kafasında kurmak (Ebaucher des plans de
vengeance). 3. Hafifçe belirtmek (Ebaucher un
sourire). 4. Yontmak, traş etmek, kabasını almak
(Ebaucher un diamant, une poutre). § S'ébaucher:
Yavaş yavaş biçimlenmek (.L'œuvre' s'ébauche
lentement).
cbaucheur er. 1. (Birşeyi) Yontan, traşeden, kabasını alan işçi (Ebaucheur de
pierres, de verres). 2.
Taslakçı.
ébauchoir er. 1. (Heykelcilikte) Çamur kalemi, taslak kalemi. 2. (Marangozlukta)
Oyma kalemi,
ébaudir gçl. Keyiflendirmek neşelendirmek. §
S'ébaudir: Keyiflenmek neşelenmek,
ébénacées diş. ç. bitb. Abanozgiller,
ébène diş. Abanoz (Coffret d'ébène. Noir comme'.
l'ébène).
ébénier er. Abanoz ağacı.
ébourgeonnoir
ébéniste er. İnce işler yapan marangoz,
ébénisterie diş. 1. İnce marangozluk. 2. İnce
marangoz işi.
éberlué, e s. Şaşırıp kalmış. Etre éberlué de qch: -e
şaşırıp kalmak (Ils étaient tous éberlués des tours
du prestidigitateur).
éberluer gçl. Şaşkına çevirmek, şaşkınlıktan ağzını
açık bırakmak,
éblouir gçl. 1. Gözünü kamaştırmak, gözünü almak
(Cette splendeur nous éblouissait. La lumière
m'éblouit). 2. mec. Gözünü boyamak (Tu te
trompes si tu crois m éblouir par tes promesses). 3.
mec. Büyülemek, şaşırtmak (Il avait ébloui ses
voisins par le luxe de ses voitures. La grâce de cette
jeune fille éblouit tout le monde). § Etre ébloui de
qch: -den gözü kamaşmak, -e şaşıp kalmak (Nous
avons été éblouis de leur propreté).
éblouissant, e s. 1. Göz kamaştırıcı (Une blancheur
éblouissante).
2. mec. Şaşırtıcı, şaşkına
döndürücü (Il a une intelligence éblouissante).
éblouissement er. 1. Göz kamaşması (Eblouissement
causé par le soleil). 2. Göz kararması. 3. mec.
Şaşkınlık, hayranlık (1M magnificence du
spectacle lui causa un éblouissement). § Avoir des
éblouissements, être pris d'un éblouissement: Gözü
kararmak, başı dönmek,
ébonite diş. Sıcağa ve soğuğa karşı dayanıklılığı
artırılmış kauçuk, ebonit,
éborgnage er. Bir bitkinin gereksiz tomurcuklarını
koparma.
éborgnement er. Bir gözünü kör etme; bir gözü kör
olma.
éborgner gçl. 1. Bir gözünü kör etmek (Il éborgna
son valet du bout de son épée). 2. Gereksiz
tomurcuklarını almak (Eborgner un arbre
fruitier).
3. (Bir yapının) Görüş alanını
kapatmak, bakışını körleştirmek.§ S'éborgner: 1.
Kendi gözünü kör etmek (J'ai failli m'éborgner).
2. Birbirinin gözünü oymak (Ils vont s'éborgner!).
ébouillantage er. Haşlama.
ébouillanter gçl. Haşlamak (Ebouillanter des
légumes).
éboulement er. yerb. 1. Kayşa, yer göçmesi. 2.
Yıkılış, yıkılma, çökme. 3. Yıkıntı,
ébouler gsz. 1. Yıkılmak, çökmek. 2. yerb. Göçmek,
kayşamak. 3. gçl. Yıkmak, çökertmek. §
S'ébouler: Yıkılmak, çökmek (La falaise s'est
éboulée).
éboulis er. yerb. Kayşat, döküntü,
ébourgeonnage ébourgeonnement er. Ağaçların
fazla tomurcuklarını alma.
ébourgeonner gçl. Fazla tomurcuklarını almak
(Ebourgeonner un arbre fruitier, une vigne).
ébourgeonnoir er. Tomurcuk bıçağı.
ébouriffant
ébouriffant, e s. tkz. İnanılmaz, olağandışı, çok
şaşırtıcı, us almaz, inanılmayacak kadar tuhaf
(Aventures ébouriffantes. Son livre a connu un
succès ébouriffant).
ébouriffé, e s. (Saçlar için) Dağınık, karma karışık;
kabarık, diken diken,
ébouriffer gçl. 1. Karmakarışık etmek (Ebouriffer
ses cheveux). 2. mec. Şaşırtmak, şaşkına çevirmek
(Son aventure m'a ébouriffé).
ébourrer gçl. Yolmak, kıllarını almak (Ebourrer
une pie au,).
ébouter gçl. Ucunu kesip kısaltmak, ucunu almak
(Ebouter un bâton).
ébranchage, ébranchement er. Dal budama, dal
kırma, dal kesme,
ébrancher gçl. Budamak, dallarını kesmek
(Ebrancher un arbre).
ébranchoir er. Budama bıçağı, çekme,
ébranlement er. 1. Sarsılma, sarsıntı (Ebranlement
causé à l'immeuble par t explosion). 2. Sarsılma,
bozulma, kalmama (Ebranlement de la confiance,
ébranlement de la santé). 3. Sallanma, sallantıda
olma (L'opposition croit à l'ébranlement du
régime). 4. Yıkım, çökme, büyük iç sarsıntısı (La
mort de son père fut pour lui un grand
ébranlement).
ébranler gçl. 1. Sarsmak, sarsıntı vermek, sallamak
(La détonation ébranla les vitres). 2. mec.
Sarsmak, bozmak (Cet argument a ébranlé sa
condition. Tu as ébranlé ma confiance). 3. Çok
sarsmak, yıkmak, çökertmek (La mort de sa mère
l'a ébranlé). § S'ébranler: Sarsılmak, sallanmak,
sallantıda olmak,
ébrasement er. Işık şevi açma (L'ébrasement etime
fenêtre, d'un portail).
ébraser gçl (Daha çok ışık alması için bir kapının,
bir pencerenin kenar duvarlarını) Dışarıdan
içeriye doğru genişletmek, ışık şevi açmak,
ébrasure diş. (Kapı yada pencere duvarlarında)
Dışandan içeriye doğru genişlik, ışık veriş,
ébrécher gçl. 1. Çentiklemek, kertik koymak, çizik
yapmak. 2. mec. Azaltmak, eksiltmek, budamak
(Ebrécher sa fortune).
ébréchure diş. Çentik, kertik, çizik (Les ébréchures
d'une assiette).
ébriété diş. Sarhoşluk, çakırkeyflik (Les agents
ont emmené au poste un individu en état d ébriété).
ébrouement er. Atın, ürkünce hırıldar gibi ses
çıkarması.
Hayvanların,
hapşırır
gibi
burunlarından hava boşaltması,
ébrouer (s') gsz. 1. Hırıltılı ses çıkarmak (Un cheval
qui s'ébroue). 2. (Suda boğulur gibi olurken)
Hırıldamak, kırk saymak (Leplongeur s'ébroue en
sortant de l'eau).
472

écalure

ébruitement er. Kulaktan kulağa yayılma (Il faut


empêcher l'ébruitement de cette nouvelle).
ébruiter gçl. Kulaktan kulağa yaymak, herkese
duyurmak (Ebruiter une nouvelle, un secret). §
S'ébruiter: 1. Kulaktan kulağa yayılmak,
duyulmak. 2. S'ébruiter de qch: -den sızmak,
duyulmak (De cette affaire, rien ne s'était ébruité).
ébulliomètre, ébullioscope er. fiz. Ebülyoskop,
bir cismin kaynamaya başladığı sıcaklık
derecesini ölçmeye yarayan alet, *kaynarlıkölçer.
ébulliométrie diş. *Kaynarlıkölçüm.
ébullition diş. 1. Kaynama (La température
d'ébullition. Retirer l'eau dufeu avant l'ébullition).
2. mec. Coşkunluk. § Etre en ébullition: 1.
Coşkunluk içinde olmak (Toute la ville était en
ébullition). 2. Ayaklanmak, devrim yapmak,
kaynamak (Le pays est en ébullition).
éburné, e; éburnéen, ne s. Fildişi renginde yada
fildişi kıvamında (Substance éburnéenne).
écacher gçl. 1. Ezerek kırmak (Ecacher une noix). 2.
Yassiltmak. 3. Yaprak makinasından geçirmek,
düzleştirmek (Ecacher un fil).
écaillage er. 1. Üstündeki pullan ayıklama
(Ecaillage des hm très). 3. Çatlama, boyasını atma
(Ecaillage d une poterie, d'un tableau).
écaille diş. 1. Böcek pulu, balık pulu, hayvan pulu
(Ecailles de poisson). 2. Bağa (Ecaille de la tortue).
3. Yumuşakçaların kabuğu (Ecaille de moule,
écaille d huître). 4. Kabuk (Des écailles de peinture
sèche). 5. Kaplumbağa kabuğu; bakalit (Un
peigne en écaille blonde; lunettes à monture
d'écaillé). 6. (Mimarlıkta) Balık pulu biçiminde
bezeme. § Les écailles lui sont tombées des yeux:
Gözünün önündeki perde kalktı, gerçeği
görmeye başladı.
écailler gçl. 1. Pullarını yıkmak, ayıklamak (Ecailler
un poisson). 2. Kabuğunu açmak, çıkarmak
(Ecailler des huîtres). 3. Balık pulu biçiminde
bezeklerle kaplamak (Ecailler un dome). §
S'écailler: Pulları, kabukları kalkmak, kavlamak
(Une peinture qui s'écaille. Un mur qui s'écaille).
écaillier, ère ad. Istiridyeci, midyeci,
écailleux, euse s. 1. Pullu (Poisson écailleux). 2.
Kavlayan, kabuk atan, kabuğu pul pul dökülen
(Ardoise écailleuse).
écaillure diş. 1. Kabuğu dökülmüş yer (Un plafond
qui présente des écaillures. Les écaillures d'un
crépi). 2. Bir sürüngen yada balığın bütün pulları,
écale diş. 1. Ceviz gibi yemişlerin yeşil kabuğu,
gövek. 2. Bakla gibi sebzelerin dış kabuğu,
soymantı.
écaler gçl. Bir yemişin dış kabuğunu soymak
(Ecaler des noix).
écalure diş. (Kimi çekirdeklerde) Sert kabuk
écang
(Ecalure de café).
écang er. Keten tokmağı, filâriz.
écanguer gçl. Keten, kendir gibi bitkileri tel tel
yapmak için dövmek, filârizlemek.
écangueur er. Keten dövücü, filârizci.
écarlate s. 1. Lâl renkli (Un foulard écarlate).!.
Kıpkırmızı (En voyant sa faute dévoilée , il devint
écarlate). 3. diş. Lâl rengi. 4. diş. Lâl renkli
kumaş.
écarquiller gçl. 1. Fal taşı gibi açmak (Ecarquillerles
yeux). 2. Açmak, aralı etmek, aralamak
(Ecarquiller les jambes).
écart er. 1. Aralık, mesafe (Vous mettrez un peu plus
d'écart entre les jeunes plants. Augmenter l'écart
des jambes). 2. Süre, "müddet (Un écart de dix
jours). 3. Sapa yer (Les femmes des écarts perdus
étaient venues par petits groupes). 4. (At için)
Birden bire yana atılma (Devant l'obstacle, le
cheval a fait un écart à droite). 5. (Kâğıt
oyunlarında) Kimi kâğıtları ıskartaya çıkarma.
6. Iskarta kâğıtlar. 7. hek. (Vücut üyelerinde) Bağ
gevşemesi. 8. Atın ön ayaklarında burkulma. 9.
mec. Doğru yoldan sapma, sapınç. 10. Sadetten
çıkma. § A l'écart: Bir kenarda, bir kenara (Se
tenir à l'écart). A l'écart de: -den uzakta (Il s'est
toujours tenu à F écart de la vie politique). Faire le
grand écart: (Balede) Uyluklar yere gelecek kadar
bacaklarını açmak. Tenir qn à l'écart: Birini hep
işin dışında tutmak, katılmasına izin vermemek,
écarté, e s. 1. Sapa, °ücra (Un ehemin écarté, un
village écarté). 2. Açılmış, ayrılmış (Avoir les bras
écartés).
écartèlement er. 1. (Eskiden) Bir hükümlünün kol
ve bacaklarını atlara bağlayıp kopartma cezası. 2.
mec. İki şey arasında bocalayıp durma (Cet
écartèlement du pécheur entre le bien et le mal).
écarteler gçl. 1. (Eskiden) Bir hükümlünün kol ve
bacaklarını dört ata bağlayıp çektirerek
kopartmak (Ecarteler un condamné). 2. Etre
écartelé entre: -1er arasında bocalamak,
tereddütler geçirmek (Etre écartelé entre des
désirs contraires).
écartement er. 1. Açılma, aralanma (Ecartement des
nuages). 2. Aralık, mesafe (L'écartement des rails,
des essieux). 3. Açma, aralama (L'écartement des
jambes).
écarter gçl. 1. Aralamak (Ecarter les rideaux. 2.
Açmak, yarmak, ikiye ayırmak (Ecarter les bras
et les jambes; écarter la foule pour passer). 3.
Ecarter qch de: Bir şeyi -den uzaklaştırmak
(Ecarter une table du mur. La philosophie écarte de
la religion). 4. Ecarter qn de qch: Birini -den
uzaklaştırmak, ayırmak, -in dışında bırakmak
(On fa écarté de la liste, de l'équipe). 5. (Kâğıt

473

échange
oyunlarında) Iskartaya çıkarmak. § S'écarter: 1.
Açılmak, dağılmak (Les nuages s'écartent).. 2. Bir
kenara çekilmek (I! s'écarte par discrétion pour les
laisser parler seuls). 3. S'écarter de:
-den
uzaklaşmak, ayrılmak, sapmak (Un artiste qui
s'écarte de la nature. S'écarter du droit chemin).
écarteur er(Boğa güreşlerinde) Kışkırtıcı.2. hek.
Yaraların ağzını açmaya yarayan cerrah aleti,
écatir gçl. (Kumaşlan) Çirişlemek, perdahlamak,
ecce homo er. 1. İsa peygamberi başında dikenden
bir taçla gösteren tablo (Les ecce homo du Titien).
2. mec. Soluk benizli, zayıf nahif kimse. 3.
(Kökenbilimsel anlamı) "İşte adam",
ecchymose diş. Tendeki çürük, morartı, bere (Son
corps était couvert d'ecchymoses).
ecclésiastique s. 1. Kiliseye değgin (La vie
ecclésiastique). 2. er. Kilise adamı,
écervelé, e s. ve ad. Beyinsiz, şaşkın, kaçık, kuş
beyinli (Une femme écervelée ; c'est un écervelé).
échafaud er. 1. Yapı iskelesi. 2. (Seyirciler için)
Eğreti tribün, seyirci sekisi. 3. İdam sehpası
(Monter à l'échafaud, sur Téchafaud). 4. Ölüm
cezası (Un criminel qui risque téchafaud). 5.
Giyotin.
échafaudage er. 1. (Yapılarda) İskele kurma. 2.
Yapı iskelesi (Dresser un échafaudage). 3. Yığıntı,
yığın (Echafaudage de meubles, de livres). 4.
Kurma, geliştirme (L'échafaudage dun système
philosophique).
échafauder gsz. 1. İskele kurmak 2. gçl. Üst üste
koymak, birbiri üstüne yığmak (Echafauder des
bancs et des chaises). 3. Taslağını yapmak,
tasarlamak (Echafauder des plans).
échalas er. 1. Herek, sırık. 2. tkz. Uzun boylu ve
zayıf kimse, fasulye sırığı,
échalasser gçl. Hereklemek,
échalier er. 1. Sırık çiti. 2. Çit merdiveni,
échalote diş. Yaban sarımsağı,
échancré, e s. Ayça yada V biçiminde oyulmuş
(Une robe échancrée).
échancrer gçl. Ayça yada V biçiminde oymak
(Echancrer l'encolure d'une robe).
échancrure diş. Ayça yada V biçiminde oyuntu
(Echancrure d'un col. Les échancrures d'une cote).
échange er. 1. Değiş tokuş, "mübadele, tırampa
(Echange de prisonniers, échange de territoires
à I occasion d un traité de paix.Echange de vues). 2.
Karşılıklı
ilişki
(Echange
diplomatique,
économique). 3. Karşılıklı olarak yapma, "teati
(Echange de feu d'artillerie). § Libre-échange:
Serbest değişim, serbest "mübadele (Zone de libreéchange). En échange: Buna
karşılık (Ce village est
plus pittoresque que Foutre, mais en échange, la
campagne est plus monotone). En échange de: -e
474

échangeable

karşılık olarak, -in karşılığında (En échange de son


silence sur cette affaire, on lui avait promis une
participation au bénéfice).
échangeable s. Değiş tokuş edilebilen, karşılıklı
olarak değiştirilebilen, verilip karşılığında başka
şey alınabilen,
échanger gçl. 1. Değiş tokuş etmek, takas etmek
(Echanger des marchandises). 2. Echanger qch
pour, contre: Bir şeyi -ile değiştirmek, takas
etmek;... verip... almak (Il a échangé son stylo
contre un portefeuille). 3. -ile karşılıklı olarak
yapmak
(Les hommes
échangeaient des
plaisanteries dans le café du village. Echanger des
lettres. Echanger des coups de canon).
échangiste er. 1. Alışverişini değiş tokuşlu olarak
yapan tüccar, takasçı, değişçi. 2. Sarraf,
échanson er. İçki sunucu, içki dağıtıcı, sâki.
échantillon er. 1. ""Örneklik (Un échantillon de
parfum. Le représentant laisse des échantillons de
tissus à ses clients). 2. mec. Örnek; simge (Elle est
un charmant échantillon de la beauté desfemmes de
Malaga). 3. Bir yapıda kullanılan kerestenin
kalınlık ve sağlamlık derecesi, dayanıklılık örneği
(Ces deux pièces sont ele même échantillon). §
Vente sur échantillon: Örnek üzerine satış. Juger
de la pièce par l'échantillon: Kenarına bakıp bezini
almak.
échantillonnage er. 1. Örneklik ayırma. 2. Örneklik
dermesi, örnekleme,
échantillonner gçl. Örneklik ayırmak, örnek olarak
seçmek (Echantillonner des draps).
échanvrer gçl. Kenevir tellerini saptan ayırmak,
échappatoire diş. Kaçamak, kurtuluş yolu, sıyrılma
çaresi (Chercher des échappatoires, trouver une
échappatoire).
échappé, e s. ve ad. Kaçak, kaçkın (Un échappé de
prison).
échappée diş. 1. Kaçış, kaçma, kısa süreli yolculuk,
kaçamak (Faire une échappée à la campagne, le
dimanche après-midi). 2. Kısa süre (Ce charmant
poète qu'on ne retrouve que par échappées dans son
oeuvre). 3. Sızıntı, hafifçe görünme (Echappée de
lumière, échappée de soleil). 4. Önü açık, uzun ve
dar aralık (Echappée de garage). 5. (Spor)
Gruptan kopma,
échappement er. 1. Kaçış, kaçma (Tout autre
échappement m'était refusé). 2. Bir motorda
yanmış gazları dışarı atma sistemi, egzoz (Le
tuyau d échappement d'une voiture. La soupape
d'échappement). 3. Saat maşası (Horloge, montre
à échappement).
échapper gsz.
1. Echapper de: (Eskimiştir) -den

kaçmak, kurtulmak (Echapper des mains de ses


gardiens. Echapper d'un danger). 2. Echapper à: a)

échasse

-in elinden kaçıp kurtulmak (Echapper à la police,


à ses gardiens), b) -in ağzından kaçmak,
istenmiyerek söylenmiş olmak (Il regrette les
paroles qui lui ont échappé. Ce mot m'a échappé).
c) -in aklına gelmemek, -i ansıyamamak,
anımsayamamak (Son prénom m'a échappé), d) den yakasını sıyırmak, -e düşmemek (H
échappait
à ta peur par manque d'imagination. Le
compositeur a échappé à la vulgarité). 4. Echapper
à qn: in gözünden kaçmak (Rien ne lui échappe).
5. Il échappe à qn de f.qch: İstemiyerek -mek, -diği
gözünden kaçmak (Il lui a échappé de me tutoyer
en public. Il ne m'a pas échappé que vous étiez
mécontent). § Echapper juste, échapper de justesse:
Zor kurtulmak. L'échapper belle: Paçayı ucuz
kurtarmak (Tu l'as échappé belle). §S'échappen 1.
Kaçmak, firar etmek (Il y a des prisonniers qui
s'échappent). 2. Sıvışıp gitmek, gizlice ortadan
kaybolmak (Elle s'échappa pour aller chercher des
rafraîchissements). 3. S'échapper de: j)-densızıntı
yapmak, sızmak, kaçmak (Eau, gaz jui s'échappe
d'un tuyau), b) -den kaçmak, firar etmek
(S'échapper d'une prison. Un enfant qui s'échappe
de chez lui).
écharde diş. Ete batmış kıymık (Retirer, extraire
une écharde).
échardonnage er. (Tarlanın) Dikenlerini söküp
ayıklama.
échardonner gçl. (Tarla için) Dikensizleştirmek,
dikenleri söküp ayıklamak (Echardonner un
champ, un teırain).
échamage, écharnement er. (Derilerin iç yüzündeki)
Et parçalarını temizleme, kazıma,
écharner gçl. (Derilerin iç yüzündeki) ht parçalarını
temizlemek (Echarner les peaux).
écharpe diş. 1. Omuzdan bele çaprazolarak takılan
yada bele sarılan nişan kurdelası. 2. Atkı; baş
örtüsü (Mettre une écharpe. Nouer, enrouler une
écharpe). 3. (Yaralı kol için) Askı (Il avait te bras
gauche en écharpe). § Echarpe d'Iris: Gökkuşağı.
En écharpe: 1. Yandan. 2. Omuzdan geçme. Avoir
le bras en écharpe: Kolu askıda olmak. Avoir le
coeur en écharpe: Yüreği yaralı olmak. Prendre
qch en écharpe: -e yandan çarpmak, -i yandan
vurmak (Lt? train a pris l'autocar en écharpe).
Porter qch en écharpe: Çaprazlama takmak,
écharper gçl. i. Ağır yaralamak (Les hommes que la
guerre a écharpes). 2. Parçalamak, linç etmek (Im
foule voulait écharper l'assassin). § Se faire
écharper: tkz. Hakaretler görmek, bin bir belâya
uğramak.
échasse diş. 1. Cambaz ayaklığı, ayakçak. 2. hlk.
Çırpı bacak, ince ve uzun bacak. 3. Bir tür çulluk.
§ Etre monté sur des échasses: mec. 1. Çırpı
échassiers
bacaklı olmak. 2. Kendini pek büyük görmek,
échassiers er.ç,hayb. Uzun bacaklı kuşlar,
échauboulé, e s. İsilikli.
échauboulure elif. İsilik.
cchaudage er. (Bitkiler için) Sıcaktan kavrulma,
yanma,
échaudé er. Çörek.
échaudé, e .v. Sıcaktan kavrulmuş; haşlanmış
yanmış (Blé échaudé).
échauder gçl. 1. Sıcak suya batırmak, sıcak suyla
yıkamak (Echauder ta théière de porcelaine avant
de faire le thé) 2. (Kabuğunu soymak yada
tüylerini yolmak için) Kaynar suya atmak
(Echauder des légumes, une volaille). 3. Haşlamak.
4. mec. Zarara uğratmak. 5. mec. Kazık atmak
pahalıya oturtmak. Aklını başına getirmek. § Se
faire échauder, être échaudé: Kazığı yemek, şapa
oturmak.Chat échaudé craint l'eau froide: Sütten
ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.
échaudoir er. (Mezbahada) Kaynar su teknesi,
haşlama teknesi,
echaudure diş. Kaynar su yanığı, haşlanma,
échauffant, e s. Peklik yapıcı, peklik yapan
(Aliments échauffants).
échauffé er. Kızışık kokusu, maya kokusu,
échauffement er. 1. Isınma (L'échauffement du sol).
2. Kızışma (L'échauffement des céréales, du
charbon). 3. Ekşimeye yüz tutma. 4. (Vücutta)
Ateşlenme (Une luxation qui cause un
échauffement du coude). 5. Peklik. 6. mec.
Kızışma, yüksek heyecan,
échauffer gçl. '. Isıtmak, kızdırmak (Le soleil
échauffé le sol. La fermentation échauffe le foin
humide). 2. Kızıştırmak, şiddetlendirmek (Un
incident qui échauffe le débat). 3. mec. Coşturmak,
tutuşturmak
(Echauffer
tes
cœurs,
les
imaginations). 4. hlk. Peklik vermek. § Echauffer
la bile: Kızdırmak. Echauffer les oreilles à qn:
Birini kızdırmak, öfkelendirmek, canını sıkmak.
S'échauffer: 1.Isınmak (Un sportif qui s'échauffe
avant la compétition). 2. Kızışmak, şiddetlenmek,
canlanmak (La discussion commence à s'échauffer).
échauffourée diş. 1. Kavga, kapışma (Echauffdurées
entre la police et les manifestants). 2. ask. Küçük
çarpışma. 3. Akılsızca bir işe girişme. 4.
Kargaşalık,
édiauffure diş. (Sıcaktan) Deri kızartısı,
échauguette diş. Gözcü kulesi,
èche, esche, aiche dif. Oltaya takılan yem, olta yemi.
échéance diş. 1. Süre bitimi, vâde (Echéance d'un
loyer, d'une traite. Un débiteur aux abois
à t'approche des échéances). 2. Süre bitiminde
ödenen borç, para (Faire face à une lourde
475

échelon
échéance). § A brève échéance: Kısa vadeli; kısa
s iiredef Crédit à brève échéance; des projets à brève
échéance). A longue échéance: Uzun vadeli; ıızuıı
sürede (Crédits à longue échéance. Des entreprises
dont l'issue est à longue échéance).
échéancier er. Alacak verecek defteri; vâde defteri,
échéant, e s. Vâdesi gelen. § Le cas échéant:
Gerektiğinde, gerekince, gerekirse (Il peut vous
conseiller et, le cas échéant, vous aider).
échec er. 1. Başarısızlık (Subir un échec, essuyer un
échec: Başarısızlığa uğramak. Apres son échec
à l'examen, il est très malheureux). 2. Güç durıım,
sıkışık durum, terslik. 3. (Satrançta) Şah deme
(Luire échec et mat: Şah deyip mat yapmak). §
Faire échec à qn: 1. Birini mat etmek. 2.
Başarısızlığa uğratmak. Mettre, tenir qn en échec:
Birini sıkışık duruma sokmak, güç duruma
düşürmek.

échecs er. ç. 1. Satranç takımı (Des échecs en ivoire,


en ébène). 2. Satranç oyunu (Jouer aux échecs.
Faire une partie d'échecs: Satranç oynamak), ij
Mettre en échecs: 1. Satranç oyununda bir taşı
tehdit etmek. 2. mec. Kösteklemek, engellemek,
échelette diş. Taşınır küçük merdiven,
échelier er. Tek ayaklı taşınır küçük merdiven,
échelle diş. 1. El merdiveni, dayama merdiveni
(Dresser, appuyer une échelle contre un mur.
Monter sur une échelle, à l'échelle. Echelle
d'incendie, échelle de corde, échelle pliante). 2.
Ölçek, "mikyas (Echelle d'une carte). 3. Aşama,
kademe (L'échelle des salaires, des traitements.
Echelle mobile: * Oynak ölçü). 4. (Bir ölçü
aletinde) Bölümler dizisi, derece (Echelle d'un
thermomètre). 5. miiz. Iskala (Echelle de sons.
Echelle diatonique, harmonique). 6. Aşama sırası,
*öncelge, "hiyerarşi (S'élever dans l'échelle
sociale. Etre en haut de l'échelle). 7. Uğrak, liman.
§ Echelle sociale: Toplum sınıfları. Faire échelle:
Gemi için) Bir yere uğramak. A l'échelle de: -in
çapında (Il a une réputation à l'échelle du pays,
à l'échelle mondiale). Sur une grande échelle, sur
une vaste échelle: Büyük ölçüde, büyük çapta.
Faire la courte échelle à qn: 1. Birinin bir yere
çıkması için ona omuz vermek. 2. mec. Birinin
yükselmesine yardım etmek. Faire monter qn à
l'échelle: mec. tkz. Birini işletmek, tiye almak.
Montera l'échelle: mec.tkz. Kızmak,köpürmek.
Tirer l'échelle après qn, qch: -in üstüne olmamak,den iyisi bulunamamak (Après lui,
i! faut tirer
l'échelle, i1 n'y plus qu'à tirer Féchelle: Bu işte onun
üstüne yok, ondan iyisi olamaz).
échelon er. 1. El merdiveni basamağı. 2. mec.
Basamak, "kademe, aşama (Un fonctionnaire qui
est promu du cinquième au sixième échelon.
échelonnement

476

S'élever par échelons). 3. ask. Bir birliğin


arkasındaki birlik. Aşamalı düzen birliği § A
l'échelon de: -çapında (A l'échelon d'une région; à
l'échelon national).
échelonnement er. Sıraya koyma, ard arda sıralama;
sıralanma, sıraya konulma,
échelonner gçl. 1. Ard arda dizmek (Echelonner des
gendarmes sur tout le parcours du cortège officiel).
2. Sıraya koymak, belli sürelere yaymak
(Echelonner des payements). 3. Echelonner qch sun
Bir şeyi -e yaymak, süresini -e göre düzenlemek
(Echelonner un travail sur un an). § S'échelonner:
1. Sıralanmak, ard arda dizilmek. 2. S'échelonner
sun e- yayılmak, bitme süresi -e göre
düzenlenmek (Un ouvrage dont la publication
s'échelonne sur cinq ans).
écheneides er. ç. hayb. Yapışkanbalıkgiller.
échenillage er. (Bir ağacın) Tırtıllarını temizleme,
écheniller gçl. 1. Tırtıllarını temizlemek, tırtıldan
arıtmak (Echeniller un arbre). 2. mec. Yabancı ve
zararlı öğelerden temizlemek,
écher, escher, aicher gçl. Yem takmak (Echer une
ligne).
écheveau er. 1. Çile, yumak (Un écheveau de laine, de
soie). 2. mec. Düğüm, düğüm noktası (Démêler,
débrouiller t écheveau d'un récit, d'une intrigue). §
Cest un écheveau inextricable: mec. Arap saçı;
çözülmesi güç, içinden çıkılmaz bir iş bu.
échevelé, e s. 1. Saçı başı dağınık (Une femme
échevelée). 2. Dizginsiz, frensiz, çılgınca,
alabildiğine (Un romantisme échevelé, une danse
échevelée).
écheveler gçl. 1. Saçını başını dağıtmak, bozmak. 2.
mec. Dağıtmak, alan taran etmek (Le grand vent
échevelait les nuages).
échidné er. hayb. Karincayiyen.
échidnés er. ç. hayb. Karincayiyengiller.
échine diş. Sırt, omurga, belkemiği (Le chat frotte
son échine contre le mur).§ Avoir l'édiine souple:
Her şeye eyvallah demek, dalkavuk yaratılıştı
olmak. Courber l'échiné, plier l'échine: Boyun
eğmek, kabul etmek, teslim olmak,
échinée diş. Domuz sırtı.
échiner gçl. 1. Belini kırmak. 2. mec. Dövmek,
dayaktan
canını
çıkarmak.
3.
Canını
çıkarırcasına yormak, yorgunluktan bitirmek. §
S'échiner à f . qch: -mek için çok yorulmak, cam
burnundan gelmek (II s'est échiné à porter ce
bois).
échinoderme er. hayb. Derisidikenli.
échinodermes er. ç. hayb. Derisidikenliler.
échiqueté, e s. Damalı.
échiquier er. 1. Satranç tahtası 2. mec. Tartışma
alanı, yarışma yeri. § Chancelier de l'Echiquier:

éclabousser
İngiliz Maliye Bakanı. En échiquier: Dama dama.
dama tahtası biçiminde (Arbres plantés en
échiquier).
écho er. I. Yankı (L'écho lui renvoya son appel). 2.
Karşılık, yanıt, cevap (Sa protestation est restée
sans écho). 3. Bilgi, haber (A vez-vous eu des échos
de la réunion qui s'est tenue hier). 4. Yansıma, dile
getiriliş (Sesparoles n'étaient qu'un simple écho de
ses sentiments. On trouve dans ce roman l'écho des
angoisses de Tépoque). 5. Söyleyen, yineleyen
kimse. 6. Birini körükörüne taklit eden kimse. 7.
Dedikodu sütunu (Les échos d'un journal). § A
tous les échos: Her yana, her yanda, dört bir yana.
Her yanda, dört bir yanda. Faire un écho, susciter
des échos: Yankı uyandırmak (Son roman a
suscité de grands échos). Se faire l'écho de qch: -i
yaymak (Se faire t écho d'une rumeur, dune
nouvelle).
échoir gsz. 1. Vâdesi gelmek, süresi dolmak (Le
terme échoit le quinze juillet. Payer son loyer
à terme échu). 2. Echoir à qn: (Piyango, kalıt gibi
şeyler) -e düşmek (Le lot qui lui échoit le meilleur.
Il lui est échu une maison en héritage). § Si le cas y
échoit, s'il y échet: Gerekirse, gerektiğinde,
gerekince.
écholalie diş. ruhb. Karşıdaki ne söylerse onu
yineleme sayrılığı, »yankıca,
échoppe diş. 1. Küçük dükkân, dükkâncık (Une
échoppe de cordonnier). 2. Çapla, üğkalem,
çelikkalem.
échopper gçl. Çapla ile kazımak,
échotier er. (Bir gazetede) Dedikodu yazarı,
échouage er. 1. (Gemi için) Karaya oturtulma. 2.
Geminin tehlikesizce karaya oturabileceği yer.
échouement er. (Gemi için) Karaya oturup kalma,
karaya çakılma, karaya oturma,
échouer gsz. 1. (Gemi) Karaya oturmak, kuma
oturmak (Echouer sur un écueil, près du port). 2.
Başarısızlığa uğramak, başaramamak (Echouer
d l'examen. Les attaques ennemies ont échoué
devant notre résistance. Ses plans et ses projets ont
échoué). 3. Varmak, gelmek, düşmek (Au bout
d'une journée de recherche, il échoua dans une
petite auberge. Comment ces papiers ont échoué
sur mon bureau?). 4. gçl. Kıyıya çekmek, karaya
yada kuma oturtmak (Echouer un bateau au
rivage).

écimage er. Tepesini budama,


écimer gçl. Tepesini budamak (Ecimer un arbre, une
plante).
éclaboussement er. Sıçratma, sıçrama, saçılma
(Eclaboussement de boue, d'écume).
éclabousser gçl. 1. Sıvı, çamur, kan vb. sıçratıp
bulaştırmak (La voiture en roulant dans le ruisseau
éclaboussure
a éclaboussé les passants). 2. Saçılıp kirletmek (La
bouteille lui a glissé des mains, et le vin a éclaboussé
le mur). 3. mec. Lekelemek, tehlikeye atmak,
üstüne sıçramak, bulaşmak (Le scandale a
éclaboussé tous ses amis). 4. mec. Kıskandırıp
çatlatmak (Il veut éclabousser ses voisins). 5. Etre
éclaboussé de qch: -e bulanmak, -içinde kalmak
(Son blanc plumage était éclaboussé de sang).
éclaboussure diş. 1. Sıçrıntı; sıçramış çamur,
zifos, boya, kan, sıvı vb (Un peintre qui porte une
blouse pour protéger ses vêtements des
éclaboussures. Des éclaboussures de sang, d'encre).
2. mec. tkz. Leke (Il a été mêlé à ce procès et en a
reçu quelques éclaboussures).
éclair er. 1. Şimşek (Voilà un éclair qui luit). 2.
Parıltı (Un éclair d'intelligence, de bon sens). 3. Bir
tür pasta (Eclair au chocolat, éclair au café). 4. (s.
değişmez) Yıldırım, çok hızlı (Uneguerre éclair). §
La fermeture éclair: Cırcır, fermuar. Avec la
rapidité de l'éclair: Yıldırım hızıyla, çok hızlı.
Rapide comme l'éclair: Yıldırım gibi, çok hızlı.
Lancer des éclairs: Ateş fışkırmak (Ses yeux
lançaient des éclairs).
éclairage er. 1. Aydınlatma, ışık verme;
aydınlanma (Eclairage au gaz; éclairage direct,
indirect. L'éclairage de la salle est réalisé par des
tubes fluorescents). 2. Aydınlatılma; ışık, alınan
ışık miktarı (L'éclairage de cette pièce est
suffisant. Ce tableau n'est pas dans un bon
éclairage). 3. mec. Anlatma biçimi, görüş açısı,
açı (Envisager un probleme sous un différent
éclairage).
édairagisme er. Işıkçılık, ışıklandırmacılık.
édairagiste
er.
Aydınlatma
işlerinde
uzmanlaşmış teknisyen; ışıkçı,
éclairant, e s. 1. Aydınlatıcı, ışık verici (Le
pouvoir éclairant d'un gaz). 2. mec. Aydınlatıcı,
açıklayıcı, ışık tutucu (Il a fait une explication
éclairante).
édaircie diş. 1. Bulutlu havada gökteki açık
yer. 2. Kapalı havada kısa süreli bir düzelme
(Profiter dune éclairciepour sortir). 3. (Ormanda)
Alan, ağaçsız yer; öbür fidanların gelişmesi için
cılız fidanları kesip yer açma, seyreltme. 4. Kısa
süreli iyileşme, düzelme (Une vie sans éclaircie).
édaircir gçl. 1. Koyuluğunu azaltmak, açmak
(Eclaircir une teinture, un teint). 2. Seyreltmek
(Eclaircir une futaie, un bois,des arbres. Lecoiffeur
lui a éclairci les cheveux). 3. Sulandırmak,
yoğunluğunu gidermek (Eclaircir une sauce, un
potage). 4. Belirginleştirmek (Eclaircir sa voix). 5.
mec. Aydınlatmak, ışığa kavuşturmak, açmak,
anlaşılır kılmak (Eclaircir un problème, une
question, un mystère, ses idées). 6. Eclaircir qn sur:
477

éclat
Birini -konusunda aydınlatmak (Il m'a éclairci
sur la situation économique). § S'éclaircir: 1.
Açılmak (Le ciel s'éclaircit). 2. Aydınlanmak,
anlaşılmak, ışığa kavuşmak (La question s'est
éclaircie). 3. Belirginleşmek (Sa voix s'éclaircit). 4.
Seyrelmek
(Les gens partaient, la foule
s'éclaircissait).
éciaircissage er. 1. (Eski) Parlatma (Eclaircissage
des verres). 2. Seyreltme,
édairclssement er. Açıklama, aydınlatıcı bilgi
(Tai besoin d'éclaircissements sur ce projet).
édaire diş. bitb. Kırlangıçotu.
éclairé, e s. ve ad Aydın, bilgili, görgülü (Ce
livre s'adresse à un public éclairé. Les éclairés ne
sont pas contents de la situation).
édairement
er.
1. Açıklık, aydınlık.
2.
Aydınlanma, ışıma,
édairer gçl. 1. Aydınlatmak, ışık vermek (Le
soleil éclaire la Terre. Les phares éclairent la
route). 2. Işıtmak (Une joie subite éclaira son
visage et ses regards). 3. Klavuzluk etmek, eşlik
edip yol göstermek (La nuit est noire, je vais vous
éclairer jusqu'au bout de l'allée). 4. Açıklamak,
aydınlığa kavuşturmak, anlaşılır kılmak (Eclairer
un problème, une situation, un texte). 5. Eclairer qn
sur qch: Birini -konusunda aydınlatmak (Le
journal éclaire ses lecteurs sur la situation
économique). 6. gsz. Yanmak, ışıldamak (Une
lampe qui. éclaire mal; la bougie avait baissé, elle
éclairait pourtant). § S'édairen I. Yanmak,
ışıklanmak (Un phare qui s'éclaire et s'éteint
alternativement). 2. Aydınlanmak (S'éclairerà la
bougie). 3. Aydınlanmak, ışımak (Son visage
s'éclaira). 4. Açıklanmak, aydınlanmak, belli
olmak (La question s'est éclairée grâce à la mise
au point que vous avez faite). 5. S'éclairer sur qch: konusunda bilgi edinmek,
aydınlanmak,
édaireur er. 1. İzci. 2. Keşif eri, öncü (Détachement
d'éclaireurs). 3. Klavuz gemi. 4. s. Keşif görevi
yapan (Avion éclaireur).
éclampsie diş. hek. Havale (sayrılık),
édamptique 1. s. hek. Havaleye değgin; havale
geçirmiş. 2. ad. Havaleli (Un éclamptique).
édanche diş. Koyun etinin kol tarafı, kol.
éclat er. 1. Parça, kopuntu, kopan parça (La route
était encombrée d'éclats de roches. Il était blessé
par un éclat d'obus. Un grand éclat de bombe). 2.
Büyük gürültü, gürleme (Eclat de tonnerre). 3.
Parıltı, parlaklık (Eclat d'un diamant. L'éclat de la
lumière l'aveuglait). 4. "Skandal, ,*utanca (Faire
un éclat). 5. Göz alıcılık, görkem (L'éclat dune
cérémonie). § Action d'éclat: Kahramanlık; yengi,
önemli eylem. Eclat de rire: Kahkaha. Pousser un
éclat de rire: Bir kahkaha atmak. Rire aux éclats:
éclatant
Kahkahalarla gülmek,
éclatant, t i . 1. Parlak, parıltılı (Lumière éclatante,
couleur éclatante). 2. Gürültülü, tiz (Le son
éclatant de la trompette). 3. Besbelli, gözler
önünde, apaçık (Une vérité éclatante). 4. Eksiksiz,
eşsiz, kusursuz (Une beauté éclatante, un succès
éclatant).
éclatement er. 1. Patlama (Eclatement d'une bombe,
d'un pneu). 2. mec. Bölünme, parçalanma
(Eclatement <f un parti).
éclater gsz. 1. Patlamak (Un pneu éclate; une bombe
éclate). 2. Çatlamak, açılmak, patlamak (Les
bourgeons éclatent). 3. Bölünmek, parçalanmak
(Un parti qui éclate; m groupe qui éclate). 4.
Parıldamak (L'or éclate). 5. Belli olmak, açıkça
görülmek (La joie éclate sur son visage). 6.
Çınlamak (Des rires et des applaudissements
éclataient). 7. Patlak vermek, ortaya çıkmak (Une
maladie qui éclate en une soirée dans un accès de
fièvre violent).^ . mec. Patlamak, çok öfkelenmek
(Il éclata soudain contre son entourage). 9. Eclater
en qch: -i basmak, -leri yağdırmak (Eclater en
injures, en insultes). § Eclater de rire:
Kahkahalarla gülmek, katılasıya gülmek,
éclectique s. 1, Seçici, seçmeci, bir şeye körü
körüne bağlanmayıp da değişik şeyler arasından
iyi ve güzel bulduklarını seçen (Un discophile très
éclectique. Etre éclectique en littérature, en
amour). ï. fels. Seçmeci.
éclectisme er. fels. Seçmecilik,
éclipse diş. 1. Tutulma (Eclipse de Soleil, de Lune). 2.
Ortadan silinme, silinip gitme (Eclipse d'un
politicien célèbre; éclipse de la gloire). 3. mec.
Gerileme, çökme (Une civilisation exposée à subir
uneéclipse).§ A éclipses: Karabatak gibi bir batıp
bir çıkan, bir görünüp bir yiten (Une publicité à
éclipses). Subir une éclipse: mec. Sönmek, ünü
kalmamak, gölgeye düşmek,
éclipser gçl. 1. (Bir yıldızın) Işığını kesmek,
tutulmasına yol açmak (La Lune éclipse le Soleil).
2. Örtmek, kapatmak, görülmesine engel olmak
(Les nuages éclipsent le soleil). 3. mec. Gölgede
bırakmak, geçmek, silmek, bastırmak, -e üstün
gelmek (Il a éclipsé tous ses camarades). §
S'éclipser: 1. Tutulmak (Im Lune, le Soleil
s'éclipse). 2. Sıvışmak, gizlice çekip gitmek (Il
s'est éclipsé avant la fin de la conférence).
édiptique s. 1. Güneş yada ay tutulmasına değgin.
2. er. gökb. "Tutulum, bir yıl boyunca Güneş'in
gökküresi üzerinde çizdiği çemberin sınırladığı
daire.
édisse diş. 1. Ağaç kama. 2. (Kırıklar için) Süyek. 3.
(Peynir için) Süzgeç sepeti. 4. (Rayları birbirine
bağlayan) Süyek.

478

écoinçon
edisser gçl. Süyekle bağlamak, süyek bağlamak
(Edisser les rails).
édopc, e s. ve ad. Topallayan, aksayan; topal,
aksak.
edore gsz. 1. Yumurtadan çıkmak (Les poussins
édosent). 2. Çatlamak, açılmak
(Les roses
éclosent). 3. Doğmak, ortaya çıkmak (Cette
époque a vu éclore de grands talents).
édosion diş. 1. Çatlayıp açılma (L'éclosion des
œufs). 2. Açılma, açma (L'éclosion des fleurs, des
roses). 3. Ortaya çıkma, doğuş, doğma (L'éclosion
d'un talent, d'une idée, d'un projet). 4.
Yumurtadan çıkma (Les poussins se mettent à
courir dès leur édosion).
édusage er. 1. (Bir gemiyi) Alavere havuzu
yardımıyla bir düzeyden başka bir düzeye
geçirme. 2. (Akarsuyu) Alavere havuzu ile
kapama.
éduse diş. 1 (Bir ırmağın yada kanalın suyunu
tutmak sonra da boşaltmak için yapılan) Alavere
havuzu, "tesviye havuzu. 2. mec. Engel,
édusée diş. Bir alavere havuzunun aldığı su miktarı,
écluser gçl. 1. Alavere havuzu ile kapamak (Ecluser
une rivière, un canal). 2. Alavere havuzu
yardımıyle bir düzeyden başka bir düzeye
geçirmek (Ecluser un bateau). 3. hlk. Kafayı
çekmek, içmek, yuvarlamak (Ecluser une bouteille
de vin).
écobuage er. (Tarlayı verimli kılmak için) Otlarını
yakıp külleme, anız yakma (L'écobuage d'un
champ).
écobue diş. 1. Tarlayı küllemede kullanılan çapa. 2.
ç. Yakılmış anızlar,
écobuer gçl. Anız yakmak, otlarını yakıp tarlayı
küllemek.
écocide er. *Çevre öldürüm, çevredeki bitki ve
hayvan örtüsünü yıkıp ortadan kaldırma
(L'écocide vietnamien).
écœurant, e s. 1. Mide bulandırıcı (Une odeur
écœurante). 2. mec. Tiksindirici (Une conduite
écœurante., des flatteries écœurantes).
écœurement er. 1. Midesi bulanma, bulantı (Ça me
donne de l'écœurement). 2. mec. Tiksinti, tiksinme
( f éprouve un grand écœurement à voir ces
hommes déchus).
écœurer gçl. 1. Midesini bulandırmak, bulantı
vermek (Cette sauce m'a écœuré). 2. mec. Tiksinti
vermek, tiksindirmek (Ses basses flatteries
écœurent tout le monde). 3. Ecœurer qn de qch, de
f. qch: Birini -den tiksindirmek, -mekten
tiksindirmek (Tu m'as écœuré du voyage, de
voyager). 4. Etre écoeuré de: -den tiksinmek, gına
getirmek (Je suis écœuré de toutes ces intrigues).
écoinçon er. 1. (Duvarlarda) Köşe süsü. 2. Kapı
école

479

yada pencerelerde köşe (aşı. 3. Köşe mobilyası,


écolc diş. 1. Okııl (Ecole maternelle, ccole primaire,
école supérieure. Ecole normale
primaire:
İlk öğretmen okulu; écolc normale professionnelle,
école normale supérieure. Ecole de guerre. Ecole de
danse, de musique, de secrétariat). 2. Öğrenciler
(Toute l'ccole est réunie dans la cour). 3. Ders,
öğretim; öğretmenlik (Elle a fait f écolc dans ce
village pendant vingt ans). 4. mec. Öğrenci, çırak;
bir öğreti yada düşünceden yana olanlar (Les
différentes écoles existentialistes). 5. mec. Çığır,
okul (l'école romantique, i école de Platon). § A
l'école de: Okulunda, yanında, yolunda (Un
officier qui apprend l'art de la guerre à l'école d'un
chef prestigieux). Etre à bonne école: Usta elinde
olmak, iyi ellerde olmak. Faire école: Yandaşları,
öğrencileri olmak; düşüncelerini yaymak, çığır
açmak. Faire l'école: Ders vermek, öğretmenlik
yapmak.

Faire l'école buissonnière:

Okuldan

kaçmak. Renvoyer qn à l'école: Birine "git kumda


oyna, senin daha bir fırın ekmek yemen gerek"
demek. Sentir l'école: Bilgiçlik taslamak; çiğlik
etmek; bilgiç bilgiç konuşmak,
écolier, crc ad. 1. Öğrenci. 2. İlkokul öğrencisi
(Tablier d'écolier). 3. mec. Çömez, çırak, acemi
(Tu es encore un écolier). § Le ehemin des écoliers:
lin uzun yol. Prendre le chemin des écoliers: (Bir
yere) Fn uzun yoldan gitmek,
écologie diş. Çevrebilim.
écologique .v. Çevrebilimsel; çevreyle ilgili (Les
problèmes écologiques).
écologiste ad. Çevrebilimci, çevrebilim uzmanı,
éconduire gçl 1. Başından savmak, kovmak, yol
vermek (Econduire un visiteur importun). 2.
Reddetmek, dileğini kabul etmemek (Econduire
un solliciteur trop tenace).
économat er. 1. Veçilharçlık, kâhyalık. 2. Satış
mağazası.
économe ad. I. Vekilharç, kâhya. 2. s. Tutumlu. §
Etre économe de qch: -de pek cimri davranmak (Il
est économe de ses louanges).
économétricien er. Ekonometri uzam, ekonometrici
(Kimi kez ekonometr de denmektedir),
économétrie diş. Ekonometri; ekonomik olayların
açıklanmasında kuramsal çalışmaların deneylerle
doğrulanmasını sağlayan matematiksel yöntem,
économétrique s. Ekonometriye değgin,
économie diş. 1. °İktisat, "ekonomi, *tutumbilim
(Ministrère de t Economie Nationale. Economie
Nationale. Economie capitaliste, libérale, mixte.
Economie dirigée, économie
planifiée).
2.
Tutumluluk (Son esprit d'économie est parfois
proche de l'avarice). 3. ç. Biriktirilmiş para, bir
kenara konan birkaç kuruş (Mettre ses économies

écorcher

à la banque). 4. Düzen, düzenleme, yapı, kuruluş


(L'économie du corps humain, l'économie d"une
œuvre théâtrale). § Avoir des économies: Birikmiş
parası olmak. Faire des économies: Para
biriktirmek.
économique s. 1. *Tutumbilimsel, "iktisadî,
"ekonomik (Le système économique d'un pays.
Traverser une crise économique). 2. Keseye uygun,
az masraflı, tutum sağlayan (Le chauffage est très
économique ici). 3. diş. Ekonomi bilimi, ekonomi
politik.
économiquement bel
1. İktisatça, ekonomi
bakımından (Unpays économiquement pauvre). 2.
Kıt kanaat, çok idareli (Vivre économiquement).
économiser gçl. 1. Ölçülü harcamak, idareli
kullanmak (Economiser ses provisions, son temps).
2. Artırmak, biriktirmek, bir kenara koymak
(Economiser de T argent. J'économise cent francs
par mois).
économiste ad. İktisatçı, *tutumbilimci.
écope diş. Çamçak.
écoper gçl. 1. Çamçakla boşaltmak (Ecoper l'eau
d'une embarcation). 2. mec. hlk. İçmek. 3.
Uğramak, çekmek, görmek (Ecoper une punition).
4. gsz. Canı yanmak, başkasının cezasını çekmek
(C'est son voisin qui a fait la faute, et c'est lui qui a
écopé).
écorçage, écorcement er. Kabuk soyma (Ecorçage
d'un arbre).
écorcediş. l . A ğ a ç kabuğu (L'écorce du bouleau,
du peuplier. Faire un sifflet en écorce de
châtaignier). 2. Kimi meyvaların kabuğu
(L'écorce de melon, de citron, d'orange). 3. mec.
Görünüş (Un paysan d'écorce assez rude). §
Ecorce terrestre: Yer kabuğu. Il ne faut pas juger

de l'arbre par l'écorce: Görünüşe aldanmamak.


écorcer gçl. Kabuğunu soymak (Ecorccr un arbre,
un fruit).
écorché er. Derisi yüzülmüş vücut; Güzel Sanatlar
Akademisi
öğrencilerinin
model
olarak
kullandıkları, derisi yüzülmüş insan yada hayvan
yontusu, *soyuk. § Un écorché vif: Aşırı duygulu
kimse.
écorchement er. (Bir hayvanın) Derisini yüzme,
derisini soyma.
écorcher gçl. 1. Derisini yüzmek, derisini soymak
(Ecorcher un lapin, une anguille). 2. Sıyırmak,
berelemek (Sa chute lui a écorché le genou.
Ecorcher le mur en poussant un meuble). 3. mec.
tkz. Kazıklamak, soymak, pahalıya oturtmak
(Ecorcher un client). 4. Başını gözünü yararak
konuşmak, hatalı konuşmak (Ecorcher une
langue; il écorché le français). 5. Kötü telaffuz
etmek (Ecorcher un nom, un mot). § Ecorcher les
écorcherie

480

oreilles: Kulak tırmalamak (Des sons discordants


qui écorchent les oreilles). Ecorcher l'anguille par
la queue: Bir işe tersten başlamak. § S'écorcher:
Sıyrılmak, berelenmek (II s'est écorché le bras en
grimpant au rocher). Se faire écorcher: tkz.
Kazıklanmak, soyulmak, çok para ödemek (Nous
nous sommes fait écorcher dans ce restaurant).
écorcherie diş. Kanarada hayvanların derisini
yüzme bölümü,
écorcheur er. 1, Deri yüzücü.
2. mec. tkz.
Soyguncu, kazıkçı, pahacı,
écorchure diş. Sıyrık.
écorner gçl. 1, Boynuzlarını kırmak. 2. Köşesini
kırmak, köşelerini kütleştirmek (Ecorner üne
pierre, un livre). 3. tkz. Bir kısmını yemek,
harcamak (Ecorner une somme, son capital, sa
fortune).
écornifler gçl. tkz. Otlakçılık etmek, beleşçilik ederek
sağlamak (Ecornifler quelques repas chez de
vagues amis).
écorniflerie diş. Otlakçılık, beleşçilik,
écornifleur, euse ad. 1. Otlakçı, beleşçi. 2. Asalak,
écornure diş. Bir şeyden kırılarak kopmuş parça
(Ecornure d'une pierre, d'un meuble).
écossais, e s. ve ad. 1. İskoçyaya değgin, İskoç
(Les lacs écossais, dans écossaise, tissu écossais).
2. lskoçyah, İskoç (Un écossais, une écossaise). 3.
.s. İskoç dokumasından yapılmış; damalı (Une
jupe écossaise). 4. er. İskoç dili.
écosser gçl. 1. Badıcını ayıklamak (Ecosser des
haricots, des petits pois). 2. hlk. Harcamak
(Ecosser de l'argent).
écot er. 1. Yapılacak masrafta herkese düşen pay,
masraf payı (Chacun paiera son écot). 2. Dalları
iyice alınmamış ağaç kütüğü,
écoté, e s. Dalları alınmış, kökten budanmış,
écoulement er. 1. Akma, akış (Chéneau pour
l'écoulement des eaux d un toit). 2. (Bir yerden)
Çıkış (Faciliter f écoulement de la foule). 3.
Piyasalama,
piyasaya
sürme,
sürüm
(L'écoulement de faux billets). 4. Akıntı, meni
akması.
écouler gçl. 1. Satmak, piyasalamak, sürmek
(Ecouler une marchandise). 2. Piyasaya sürmek
(Ecouler de faux billets). § S'écouler: 1. Dışarıya
' akmak (L'eau de pluie s'écoule par cette rigole). 2.
Geçmek, geçip gitmek (Les années s'écoulent, ta
vie s'écoule). 3. S'écouler de: -den çıkmak (La
foule s'écoulait des lieux de plaisirs).
écourter gçl. 1. Kısaltmak (Ecourter sa barbe). 2.
Kuyruğunu kesmek (Ecourter un chien, un
cheval). 3. Kısa kesmek, süresini azaltmak
(Ecourter un séjour, son voyage, son discours).
écoute diş. 1. Gözcü, nöbetçi. 2. Gözcü kulübesi.

écrasé
3. Görünmeden dinleyebilirle yeri. 4. Dinleme,
telefon yada radyo konuşmasını dinleme (Ici
Radio Paris, ne quittez pas l'écoute) 5. ç. (Kimi
hayvanlarda) Kulaklar (Les écoutes du sanglier). §
Etre aux écoutes: Kulağı kirişte olmak. Rester à
l'écoute: Telefon yada radyoyu kapamamak,
dinlemek.
écouter gçl. i. Dinlemek (Les élèves écoutent le
prof esseur). 2. Ecouter qn: -in sözünü dinlemek (Si
tu m'écoutais, tu n'agirais pas ainsi). 3. Uymak, den başka bir şey dinlememek (11
n'écoute que son
devoir). 4. İyi karşılamak, kabul etmek, yerine
getirmek (Dieu a écouté nos prières, nos vœux). §
Ecouter de toutes ses oreilles: Bütün dikkatiyle
dinlemek, hepten kulak kesilmek. Ecouter aux
portes: (Bir konuşmayı) Kapı ardından gizlice
dinlemek. N'écouter que d'une oreille: Yarım
kulakla dinlemek, pek dikkatle dinlememek. §
S'écouter: 1. Kendi sözünü dinlemek, kendi
bildiği gibi davranmak (Si je m'écoutais, je n'irais
pas à cette conférence). 2. Kendini dinlemek,
sağlığı konusunda pek kaygılı olmak (Ne t'écoute
pas tant, tu iras mieux). § S'écouter parler: Kendi
sözlerinden hoşlanmak, konuştuğunu beğenmek,
écouteur, euse ad. 1. Gizli dinleyici, bir konuşmayı
merak dürtüsüyle gizlice dinleyen kimse. 2.
Telefon almacı, almaç, "ahize (Le téléphone
sonna, elle pressa l'écouteur sur sa joue).
écoutille diş. (Gemilerde) Ambar ağzı.
écouvillon er. 1. Fırın silme küreği, saplı silgi, fırın
sileği. 2. ask. Top silgisi, tomar,
écouvillonnage er. Silgi ile temizleme, *silgileme.
écouvillonner gçl Silgi ile temizlemek,
écrabouillage, écrabouillement er. tkz. Ezme, pestil
£İbi yapma.
écrabouiller gçl. tkz. Ezmek, pestil gibi yapmak (La
voiture a écrabouillé un chat sur la route).
écran er. 1: Sıcaklık siperi (Ecran de cheminée). 2.
Siper (Faire un écran de sa main). 3. »Görüntülük,
beyazperde (Les images apparaissent sur l'écran).
4. Sinema (Les vedettes de l'écran). 5. (Renkli
fotoğrafta) Renk ayırma camı, renk süzgeci,
süzgeç § Le petit écran: Televizyon. Faire écran
à qch:-e engel ölmak; görülmesine,anlaşılmasına
engel olmak (La maladresse du style fit écran à sa
pensée). Porter qch à l'écran: -i film haline
getirmek, -den bir film yapmak (Porter un roman
à l'écran).
écrasant, e s. Ezici (Travail écrasant, supériorité
écrasante, avec une majorité écrasante).
écrasé, e s. Basık, ezik (Un nez écrasé). § La rubrique
des chiens écrasés: tkz. Bir gazetenin önemsiz
olaylar bölümü. Faire les chiens écrasés:
(Gazeteci için) Önemsiz, uyduruk şeyler yazmak.
écrasement
écrascmcnl er. 1. Hzme; ezilme (L'ecrasement des
grains de blé sous la meule. L'écrasement de ta
jambe a nécessité l'amputation). 2. mec. Ezme,
ortadan kaldırma, yok etme (L'écrasement des
révolutionnaires• de l'ennemi).
écrasc-merde er. argo. Postal, ayakkabı,
écraser gçl. 1. Ezmek (Ecraser des pommes. Ecraser
un insecte entre ses doigts). 2. Ezmek, çiğnemek
(Ecraser un chien; tu m'as écrasé un pied). 3. mec.
Ağır gelmek, ezmek (Les impots lourds écrasent le
peuple). 4. Kırmak, yok etmek, ortadan
kaldırmak, ezmek (Ecraser la résistance ennemie,
une rébellion, un adversaire). S. tkz. Sonuna kadar
basmak, yüklenmek (Ecraser les pédales de frein).
6. Etre écrasé de qch: -in altında ezilmek, pestili
çıkmak (Le peuple était écrasé d'impôts. Etre
écrasé de travail, de fatigue). § En écraser: hlk.
Uyumak, derin uykularda olmak. En écraser un:
argo. Yellenmek. Ecrase!: argo. Aldırma, boş ver!
écraseur, euse ad. 1. (Eskiden) Kötü arabacı. 2.
(Şimdi) Kötü şoför, acemi sürücü,
écrémage er. Kaymağını alma (Ecrémage du tait).
écrémer gçl. 1. Kaymağını almak (Ecrémer te lait).
2. mec. Bir şeyin en iyi kısmını almak, kaymağını
almak (Ecrémer une bibliothèque, une collection,
une affaire).
écrémeuse diş. Kaymak makinası.
écrêter gçl. 1. Tepesini almak, en üst kısmını
budamak (Ecrêter les épis de maïs). 2. Görüntüyü
engelleyici yükseklikleri gidererek düzleştirmek
(Ecrêter une route). 3. mec. Fazlalıklarını
gidererek eşitleştirmek,
écrevisse diş. 1. Tatlı su İstakozu. 2. Demirci
kıskacı, büyük kıskaç. § Etre, devenir rouge
comme une écrevisse: Yüzü İstakoza dönmek,
İstakoz gibi kızarmak. Marcher, aller comme une
écrevisse: İlerleyecek yerde gerilemek, bir adım
ileri iki adım geri gitmek,
écrier (s') gsz,. Haykırmak (Il s'écria qu'il
n'accepterait jamais).
écrin er. Mücevher kutusu; mücevher çekmecesi
(Offrir un collier dans un écrin. Ranger l'argenterie
dans les êcrins).
écrire gçl. 1. Yazmak (Ecrire une lettre, un livre). 2.
Yazmak, mektupla bildirmek (Je lui ai écrit que
j'étais malade). 3. Ecrire qch à qn: Bir şeyi birine
yazmak, mektupla bildirmek (Je lui ai écrit la
mort de son père). 4. Ecrire à qn de f. qch: Birine
mektup yazarak -meşini istemek (Je leur ai écrit
de venir chez nous). § Ecrire comme un chat:
Kargacık burgacık yazmak. Ecrire à la diable:
Karışık bir üslupla yazmak.C'est écrit, il est écrit:
Kaçınılmaz bir şey bu, yazgı böyle istemiş, alına
böyle yazılmış (Ha raté son examen, c'était écrit. Il

481

écrouler
était écrit que j'aurais des ennuis dans cette
affaire). Ce qui est écrit est écrit: Yazılan
bozulmaz, alnımıza ne yazılmışsa o olur.
écrit er. 1. Yazılı belge (On n'a pas pu produire un
seul écrit contre l'accusé). 2. Yapıt, kitap (Les
écrits des anciens auteurs), i. Yazılı sınav (Il a eu
une bonne note à l'écrit). 4. ç. huk. Evrak, kayıt. §
Par écrit: Yazılı olarak (Je veux que vous m'en
donniez l'ordre par écrit).
écrit, e s. 1. Yazılı (Examen écrit). 2. Yazı; yazı ile
ilgili (Langue écrite).
écriteau er. İri harflerle yazılan el ilânı (11 a mis un
écriteau pour annoncer que sa maison était
à vendre).
écritoire diş. Yazı takımı.
écriture diş. 1. Yazı (L'invention de l'écriture est
une des plus grandes conquêtes de l'Humanité). 2.
Yazı biçimi, yazı (L'écriture hyérogliphique.
cunéiforme, arabe, grecque, gothique). 3. Üslup,
biçem (Un roman d une écriture recherchée). 4. ç.
(Bir tüccarın) Hesap işleri, muhasebe (La maison
a engagé un employé aux écritures. Tenir les
écritures). 5. Evrak, kayıt (Employé aux écritures).
6. (Büyük harfle yazıldığında) Kutsal kitaplar,
İncil (Citer un passage de l'Ecriture. Jésus a
déclaré qu'il venait accomplir les Ecritures).§
Ecritures publiques: Resmi yazılar, kayıtlar,
écrivailler gsz. tkz. Niteliksiz yazılar yazmak, kötü
yazmak (it écrivaille dans un petit journal local).
écrivailleur, euse ad. Kötü yazar, *yazarsı, yazar
taslağı.
écrivaillon er. Kötü yazar, yazarsı, yazar taslağı,
écrivain er. Yazar. § Ecrivain public: "Arzuhalci,
*dilekçeci.
écrivasser gsz. Niteliksiz yazılar yazmak, kötü
kötü yazmak,
écrivassier, ère ad. tkz. Kötü yazar, yazarsı, yazar
taslağı.
écrou er. 1. Cıvata somunu. 2. Tutuklama tezkeresi.
§ La levée d'écrou: Tutuklunun salıverilmesi,
écrouelles diş. ç. Sıraca sayrılığı,
écrouelleux, euse s. ve ad. Sıracalı,
écrouer gçl. 1.
Tutuklamak, hapsetmek. 2.
Tutukevinin defterine geçirmek,
écrouir gçl. (Bir madeni) Döverek sertleştirmek,
écrouissage
er.
(Bir
madeni)
Döverek
sertleştirme.
écroulement er. 1. Yıkılma, çökme (L'écroulement
d'un pont, dune maison). 1. Yıkılış, çöküş,
geçersizleşme (L'écroulement de ta féodalité, d'une
théorie).
écrouler (s')gM. 1.Yıkılmak,çökmekföe.? maisons
qui s'écroulent lors d'un séisme). 2. mec. Yok
olmak, gümlemek (Ses projets se sont écroulés). 3.
écroûter

482

mec. Geçerliğini yitirmek, geçersiz kalmak (La


thèse de l'accusé s'écroule devant cette preuve). 4.
tkz. Olduğu yere yığılmak (L'homme, gravement
blessé d'une balle, s'écroula). § Etre écroulé: tkz.
Gülmekten kaşıklan çatlamak,
écrouter gçl. 1. Kabuğunu kaldırmak, kabuğunu
soymak. 2. (Toprağı) Yüzeyden sürmek,
écru, e s. Ağartılmamış, yıkanmamış, ham (Toile
écrue, soie écrue).
ectoderme i. ve er. Dışderi.
cctoparasite s. ve er. Dışasalak (Insectes ectoparasites).
ectoplasme er. 1. Dışplazma. 2. Bir medyumun
vücudundan çıktığı söylenen uçucu madde,
écu er. 1. Bir çeşit kalkan. 2. Eski bir Fransız parası.
3. ç. Varlık, para § Avoir des écus: Varlıklı, paralı
olmak.
écubier er. (Gemilerde) Zincir yada halat deliği,
loça.
écueil er. 1. (Denizde) Su yüzeyine yakın gizli
kayalık, kör kayalar (Le bateau risque de se briser
sur les écueils). 2. mec. Engel, tehlike (Lapolitique
agricole présente des écueils). 3. Sakınca (Le
principal écueil de cette méthode, c'est sa lenteur).
écuelle diş. Çanak (Donner une écuelle de lait au chat).
écuellée diş. Çanak dolusu (Une écuellée de soupe).
éculé, e s. l.Topuklan aşınmış (Des savateséculées).
2. mec. Cılkı çıkmış, kullanıla kullanıla
bayağı laşmış (Des plaisanteries éculées).
écumage er. Köpüğünü alma (Ecumage d'un
bouillon, des confitures).
écumant, e s. 1. Köpüklü, köpük çıkaran (Les vagues
écumantes). 2. Köpük kaplı (Bouche écumante). 3.
mec. Köpüren, öfkeli, ateş püsküren. 4. Ecumant
de: -den köpüren (Ecumant de colère)
écume diş. 1. Köpük (La mer, en se retirant, laisse de
l'écume sur la plage. Quand la confiture est faite,
on retire l'écume). 2. Köpük, salya (La fureur lui
mettait t écume à la bouche). 3. (At, boğa gibi
hayvanlarda) Ter. 4. Lületaşı ( Une pipe en écume).
5. Tortu, döküntü, en aşağı tabaka (Ecume de la
plèbe carthaginoise). § Ecume de mer: Lületaşı,
écumer gçl. 1. Köpüğünü, tortusunu almak
(Ecumer le sirop, un liquide). 2. Soymak, haraca
kesmek, -de korsanlık etmek (Ecumer les mers, les
cotes. Ecumer une ville, une région). 3. gsz.
Köpüklenmek (La mer écume). 4. Ecumer de qch:
-den köpürmek, kudurmak (Ecumer de rage, de
colère). 5. Ecumer de f. qch: -diğine çok kızmak (Il
écumait d'être ainsi réduit à l'impuissance).
écumeur, euse s. ve ad. 1. s. Köpük dolan,
köpüklenen (Bouche écumeuse) 2. ad. Korsan,
soyguncu (Les écumeurs de mer. Des écumeurs
littéraires). § Ecumeur de marmites, de tables:
Asalak, beleşçi, "parazit.
édicter
écumeux, euse s. Köpüklü (Des ruisseaux de sang
écumeux).
écumoire diş. Kevgir.§ Comme une écumoire: Delik
deşik, kalbura dönmüş (Il était troué comme une
écumoire par les balles).
écurer gçl. (Çukur şeyleri) Temizlemek (Ecurcr un
puits). § Ecurer son chaudron: argo. Günah
çıkarmak, kusurlarını itiraf etmek,
écureuil er. Sincap (Il est vif comme un écureuil).
§ Ecureuil volant: Uçar-sincap.
écureuils er. ç. hayb. Sincapgiller,
écurie diş. 1. Ahır, tavla. 2. Bir kişiye ait bütün
yarış atları (11 a une écurie célèbre). 3. (Otomobil
yanşında) Aynı marka otomobil kullanan
yanşmacıların tümü. 4. tkz. Çok pis yer, ahır gibi
yer (Sa chambre est une véritable écurie). § Entrer
quelque part comme dans une écurie: Dingonun
ahırına girer gibi girmek. Nettoyer les écuries
d'Augias: Bütün pislik, kokuşmuşluk ve
yolsuzluklara son vermek; temizlik ve düzen
getirmek, hale yola sokmak. Sentir l'écurie: Ahır
kokusu almış at gibi acele etmek, bir şeyin
bitimine doğru hızlanmak,
écusson er. 1. Arma levhası. 2. Sınıfını ve birliğini
belirtmek üzere asker giysilerine dikilen kumaş
arma. 3. bitb. Göz yada tomurcuk aşısı,
écussonner gçl. 1 .bitb. Göz aşısı yapmak, tomurcuk
aşısıyla aşılamak (Ecussonner des rosiers). 2.
(Asker giysisine) Kumaş arma dikmek,
armalamak.
écussonnoir er. Aşı bıçağı,
écuyer er. 1. (Eskiden) Bir şövalyenin hizmetindeki
soylu delikanlı. 2. Henüz şövalye olmamış soylu
delikanlı. 3. Binicilik öğretmeni. 4. At eğitimcisi.
5. At cambazı,
écuyère diş. 1. (Ata) Binici kadın. 2. Kadın at
cambazı,
eczéma er. Mayasıl, egzema.
eczémateux, euse s. 1. Mayasıllı, egzemalı. 2.
Mayasıla değgin,
edelweiss [edelvajs,~ves] er. bitb. İki bin metreden
yüksekte Alp ve Pirene dağlarında biten,
bileşikgillerden bir bitki, aslanayağı.
éden er. Cennet gibi yer, yeryüzü cenneti (Ce pare
est un éden).
édénique s. Cennete özgü, cennet gibi, cenneti
andıran.
édenté, e i. 1. Dişleri dökülmüş, dişsiz (Une bouche
édentée). 2. er. ç. hayb. Dişsizler; dişsiz memeliler
familyası.
édenter gçl. Dişini kırmak (Edenler un peigne, une
scie).
édicter gçl. 1. Yayımlamak (Edicter une loi). 2.
Kesin olarak ilân etmek (Il fut édicté que cette
édicule

483

faute serait punie d'emprisonnement à perpétuité).


cdicule er. (Ayakyolu; tütün, gazete satış yeri gibi)
Yol üstü kulübe, kulübecik,
édifiant, es. 1. Örnek, örnek alınacak (Vie, conduite
édifiante.
Ouvrage édifiant).
2.
(Alaylı)
Aydınlatıcı, bilgi verici (Voilà un témoignage
édifiant sur les moeurs de l'époque).
cdificateur, trice s. ve ad. Yapıcı; kurucu,
édification diş.
1. Yapma, yapılma; kurma,
kurulma; dikme, dikilme (L'édification d un
monument, d'un immeuble). 2. Tasarlayıp'
gerçekleştirme, kurma, yaratma (L'édification
d'une théorie, d'un système, d'une science). 3.
Aydınlatma, aydınlanma, bilgilendirme,
bilgilenme (Ses aveus suffisent
à notre
édification). 4. Örnek olma; örnek alma.
édifice er. 1. Büyük yapı, önemli yapı (Cet hôpital
est un superbe édifice). 2. mec. Kuruluş, yapı (Une
révolution qui renverse l'édifice de la société). §
Edifice public: Resmî bina, devlet dairesi.
Apporter sa pierre à l'édifice: Bir işin yapılmasına

yardım etmek, çorbada tuzu bulunmak,bir taş da


o koymak.
édifier gçl. 1. Yapmak, dikmek, °inşa etmek
(Edifier un monument, un immeuble, un hôpital). 2.
mec.
Kurmak,
yaratmak
tasarlayıp
gerçekleştirmek (Edifier une théorie, un plan, un
système: édifier l'avenir à l'imitation du passé). 3.
mec. İyice aydınlatmak, ayaklarını suya erdirmek
(Ses paroles m'ont édifié). 4. Din ve erdem
konusunda örnek olmak (Ces pieuses gens
édifiaient les habitants de la ville).
édile er. (Büyük kentlerde) Belediye başkanlık
divanı üyesi,
édilité diş. Belediye başkanlık divanı üyeliği,
édit er. Buyrultu, ferman (Edit de Nantes).
éditer gçl. 1. Basmak, yayınlamak (Editer des
poésies, l'œuvre d'un écrivain). 2. Denetleyip
gözden geçirerek basıma hazır duruma getirmek
(Editer le texte d'un auteur. Cette Bible a été éditée
par une commision de spécialistes).
éditeur, trice s. ve ad. Yayıncı (Une grande maison
éditrice. Il a proposé son oeuvre à un éditeur
célèbre).
édition diş. 1. Baskı, "bası, basım (Ce roman en
est à sa quatrième édition). 2. Yayıncılık, yayın
işleri (Travailler dans l'édition). 3. Yayın,
éditionner gçl. Bir yayına baskı sayı ve numaralarını
koymak.
éditorial er. Başyazı (Les journaux ont consacré leur
éditorial à la déclaration présidentielle).
éditorialiste ad. Bir gazete yada dergide başyazı
yazan kimse, başyazar,
édredon er. 1. Pufla tüyü. 2. Pufla ayak örtüsü,
éducable s. Eğitilebilir, eğitime gelen.

effacer
éducateur, trice ad. 1. Eğitimci. 2. s. Eğiten,eğitici
(L'influence éducatrice de l'école).
éducatif, ive s. 1. Eğitimle ilgili, eğitimsel (Système
éducatif d'un pays). 2. Eğitici, eğitsel (Des films
éducatifs).
éducation diş. 1. Eğitim (Ministère de l'Education
Nationale). 2. Eğitme, çalıştırıp geliştirme,
alıştırma (Education des réflexes, éducation de la
mémoire, des sens). 3. Görgü, eğitim (Avoir de
l'éducation, manquer d'éducation).
éducationnel, le s. Eğitimsel, eğitime değgin
(Système éducationnel).
édulcorant, e s. ve ad. Tatlandırıcı (La saccharine
est un édulcorant artificiel).
édulcoration diş. Tatlandırma, tatlılaştırma,
édulcorer gçl. 1. (Bir ilâcı) Tatlılaştırmak,
tatlandırmak (Edulcorer un sirop, une tisane). 2.
Sivri ve dokunaklı yanlarını giderip hafifletmek,
yumuşatmak (Edulcorer une doctrine, un texte, un
discours).
éduquer gf/. 1. Eğitmek, yetiştirmek (Lesprofesseurs
sont chargés déduquer leurs élèves). 2. Çalıştırıp
geliştirmek, eğitmek
(Eduquer tes réflexes:
éduquer la volonté par une vie rude).
éfaufiler gçl. (Bir kumaştan) İplik çekmek,
éfendi, effendi er. T. Efendi,
effaçable s. Silinebilir (Un dessin à la craie facilement
effaçable).
effacé, e s. 1. Soluk,silinmiş, parlaklığını yitirmiş
(Couleurs effacées, une teinte effacée). 2. Silik,
gölgede kalan (Une personne effacée).
effacement er. 1. Silme, silinme (L'effacement d'un
souvenir. Cette inscription est peu lisible à cause de
son effacement partiel). 2. Siliklik, gölgede kalma,
ortada görünmeme (I! passa sa vie dans
l'effacement).
effacer gçl. 1. Silmek (Effacer le tableau, un mot). 2.
Unutturmak (Effacer une mauvaise impression, un
affront, un souvenir). 3. Gölgede bırakmak (Elle
efface par son esprit toutes les autres femmes). 4.
İçeri çekmek, çökükleştirmek (Effacer ses
épaules, son corps). S. Effacer qn, qch de qch:
Birini, birşeyi -den silmek (On l'a effacé de la
liste). § S'effacer: 1.Silinmek, izi kalmamak (Les
traces des roues se sont effacées). 2. Gölgede
çalmak, kendini geri çekmek, saklanmak (II
s'efface pour laisser passer sa femme. Il s'efface
dans un coin de porte). 3. S'effacer de qch: -den
silinmek. 4. S'effacer devant qn: -karşısında
silinmek, gölgede kalmak (II faut que le virtuose
s'efface devant le compositeur). 5. S'effacer
derrière qch: -arkasına saklanmak, arkasına
gizlenmek (Un romancier qui s'efface derrière ses
personnages).
effaçure
effaçure diş. Silik, çizik.
effaner gçl. (Bir bitkinin) Kuru yapraklarını almak
yada gereksiz yapraklarını koparmak,
elfanure diş. Toplanan gereksiz yaprak (Effanurcs
de mais).
effarant, e s. Ürkünç, korku ve ürküntü verici,
effaré, e s. Ürkmüş, şaşa kalmış,
effarement er. Ürküntü, şaşkınlık (Les prisonniers
voyaient avec effarement les flammes de l'incendie
gagner leurs bâtiments).
effarer gçl. Ürküntü vermek, şaşırtmak, şaşkına
çevirmek (Cette nouvelle a effaré les auditeurs). §
S'effarer: 1. Ürkmek, şaşmak. 2. S'effarer de qch:
-den ürkmek, -e şaşıp kalmak -den ürkmek, -e
şaşıp kalmak (Tout le monde s'effarait de la hausse
des prix).
effarouchement er. Korkutma, korkuya kapılma;
ürkütme, ürkme,
effaroucher gçl. 1. Korkutmak, kaçırtmak
(Effaroucher un gibier, les poissons). 2. Ürkütmek
(Tu m'effarouches). § S'effaroucher: 1. Ürkmek,
korkmak. 2. S'effaroucher de qch: -den ürkmek,
korkmak.
effectif, ive s. Gerçek, var, edimsel olarak var olan,
somut, "fiilî
(Apporter une aide effective.
L'armistice est devenu effectif depuis ce matin).
effectif er. 1. Gerçek insan sayısımevcut (L'effectif
d'une armée, d'une classe, d'un parti). 2. Yatırılan,
ortada bulunan para,
effectivement bet. 1. Gerçekten (Non. ce n'est pas un
conte, c'est effectivement arrivé). 2. Doğru, öyle,
gerçekten de (Vous étiez absent de chez vous
dimanche? -Oui, effectivement).
effectuer gçl. Yapmak, gerçekleştirmek, ortaya
koymak (Effectuer un travail, des réformes, une
opération, des réparations). § S'effectuer
Yapılmak,
gerçekleştirilmek
(Les
travaux
s'effectuent selon le plan prévu).
efféminé, e s. Kadınsı (Il a un air efféminé).
efféminement er. Kadınsıhk; kadınsılaşma.
efféminer gçl. 1. Kadınsallaşürmak, hanım evlâdı
yapmak (Cette vie facile l'a efféminé). 2.
Yumuşatmak (Efféminer une pensée).
effervescence dis. 1- Köpürme, kaynama (Chauffer
de l'eau jusqu'à effervescence. La chaux vive entre
en effervescence au contact de l'eau). 2. mec.
Kaynaşma (Une grande effervescence régnait dans
la ville). § Entrer en effervescence: Köpürüp
kaynamak. Mettre qch en effervescence:
Kaynaştırmak, karıştırmak (Cet événement a mis
le pays en effervescence).
effervescent, e s. 1. Köpürücü (Une boisson
effervescente.
Comprimés
médicamenteux
effervescents). 2. mec. Kaynaşan, coşkun (Une

484

effigie
foule effervescente).
effet er. 1. Etki (Son intervention a fait très mauvais
effet sur F auditoire. If remède a fait son effet, fai
agi sous l'effet de la menace). 2. Sonuç (Les
mesures prises sont restées sans effet. Les eff ets
d'une loi. Rapport de cause à effet). 3. İzlenim (Il
mé fait l'effet d'un homme sérieux). 4. Uygulama,
gerçekleştirme; geçerlilik; yürürlük (Cette loi
prend effet à partir du mois prochain). 5. Dikkat
çekici olay göze çarpacak davranış (Un cinéaste
qui recherche les effets. La mise en scène de cette
pièce comporte des effets faciles). 6. Gösteri,
gösteriş (Faire des effets de jambes, de voix). 7. ç.
Giysi (H a mis de vieux effets pour bêcher son
jardin). 8. ç. Eşya, mal (Effets personnels, effets
mobiliers). § Effets de commerce:Ticaretsenetleri.
Effets publics: Devlet tahvilleri. Effets personnels:
Kişisel eşya, °zatî eşya. A cet effet: Bu amaçla. A
l'effet de f. qch: -mek için, -mek amacıyla. En
effet: Gerçi, gerçekten, gerçektende. Sous l'effet
de: Etkisiyle, etkisi altında. Avoir, prendre effet:
(Yasa vb. için) Yürürlüğe girmek, geçerlik
kazanmak, geçerli olmak (La loi aura effet à telle
date). Faire effet, faire de l'effet: Büyük bir etki
uyandırmak. Faire l'effet de: -izlenimi
uyandırmak, gibi görünmek (Il fait l'effet dun
gangster). Faire bon, mauvais effet sur: -in
üzerinde iyi, kötü etki bırakmak. Mettre à effet:
(Yasa vb.) Yürürlüğe koymak (Legouvernement
a mis à effet un nouveau règlement).
effeuillage er. 1. Yapraklarını koparma 2. Striptiz,
effeuillaison diş. effeuillement er. Yaprak dökümü,
effeuiller gçl. Yapraklarını koparmak (Effeuiller
une branche, un arbre, une rose).
effeuilleuse diş. tkz. Striptiz yapan kadın, striptizci,
efficaces. 1. Etkili, iyi (Cette eau est efficace pour
les maladies de peau). 2. Yararlı, başarılı (Un
employé peu efficace. // serait plus efficace à ce
poste). 3. diş. (Eski) Etkililik,
efficacement bel. 1. Etkilice, etkili olarak. 2.
Başarıyla (Employer efficacement une nouvelle
méthode).
efficacité diş. 1. Etki, etkililik (Efficacité d'un
remède) 2. Başarı, verim, verimlilik üretkenlik
(Efficacité d'un ingénieur, d'un instrument).
efficience diş. 1. Etkililik; etkileyicilik. 2. Verimlilik,
üretkenlik.
efficient, e s. 1. Etkili, etkileyici (La cause efficiente
d'un phénomène). 2. Verimli, başarılı,
effigie diş. 1. Portre, resim yada yontu halinde insan
betimi (On exposait F effigie des rois défunts). 2.
(Paralar, pullar üzerindeki) Baş resmi, portre
(Des monnaies anciennes dont l'effigie est usée). §
Brûler qn en effigie: (Tiksinti ve öfkeyi belirtmek
effilage

485

effriter

için) Birinin kuklasını yakmak,


effilage, effilement er. İplik haline getirme; iplik
haline gelme,
effilé,e s. İnce uzun (Elle a des doigts effilés).
effilé er. İplik yada ipek saçak (Les effilés d'une
serviette).

Geçersizleşmek, değeri kalmamak (Tous ses


arguments se sont effondrés). 4. Birden bire ve
büyük oranda düşmek (Les prix s'effondrent). 5.
Olduğu yere yığılmak (La sentinelle tira une rafale
sur le fugitif qui s'ejj'ondra).
effondrilles diş. ç (Bir kabın dibindeki) Çöküntü.

effiler gçl. 1. Tarazlamak, iplik iplik yapmak


(Effiler un tissu). 2. Uzatmak, inceltmek (Son
nez que la nature avait effilé en bec d'oiseau). §
S'effiler: 1. Tarazlanmak, iplik iplik olmak (Un
tissu qui s'effile). 2. İncelip uzamak (Le visage
s'effile en avant comme une lame).
effilochage er. Ditme, tiftikleme, tarazlama,
effiloche diş. 1. Bir kumaşın kenar iplikleri. 2. ç.
Hğirilmemiş ipek.
effilocher gçl. Ditmek, tarazlamak, tiftiklemek
(Effilocher un tissu, des chiffons). § S'effilocher:
I. Tarazlanmak (Etoffe usée qui s'effiloche). 2.
mec. Dağılmak, iplik iplik olmak (Les nuages
s'effilochaient).
effilochure diş. Tiftiklenmiş parça,
efflanqué, e j. 1. Cılız, arık, bir deri bir kemik (Un
chien efflanqué, un pelit homme efflanqué). 2.
mec. Kuru, cansız (Un style efflanqué).
effleurement er. Hafifçe dokunma, hafifçe okşama,
el gezdirme.

efforcer (s') gsz.


1. Var gücüyle çalışmak,
çabalamak. 2.S'efforcer de f. qch: • -meye
çalışmak, çabalamak
(Il s'efforce de rester calme dans cette agitation
générale). 3. S'efforcer à f. qch: (Eskimiştir)-meye
çahşmak (H s'efforce à l'entraîner hors de la
maison). 4. Kendini zorlamak (I! s'efforçait à une
cordialité qui sentait faux. Cet auteur s'efforce
pour parler argot).
effort er. 1. Çaba, "gayret (Cet élève ne fait aucun
effort). 2. Güç (Effort
de traction, effort de
compression). 3.Çekme gücü, ağırlık kaldırma
gücü, dayanma gücü (L'effort des arches d'un
pont). 4. (Eski) Kas ağrısı (Attraper un effort).5 .
Fıtık. § Sans effort: Kolayca. Déployer un grand
effort: Büyük bir çaba göstermek. Faire un effort,
des efforts: Çaba göstermek.Faire tous ses efforts:
Elinden geleni yapmak, elinden gelen çabayı
göstermek.

effleurer gç. 1. Sıyırmak, sıyırıp geçmek (Un éclat


d'obus lui effleura la jambe). 2. Hafifçe
dokunmak,, hafifçe okşamak, el gezdirmek;
hafifçe dokunup geçmek (Elle effleura mon front,
mes joues, lx's hirondelles effleurent (étang). 3.
mec. Şöyle bir incelemek (Effleurer une question
politique). 4. Kafasından şöyle bir geçmek (La
crainte d'un insuccès ne l'avait même pas effleuré).
effleurir gsz. kim. Çiçeksimek, tuzlanmak.
efTIoraison diş. Çiçeklenme, çiçek açma.
efflorescence diş. 1. Çiçek açma başlangıcı,
çiçeklenme. 2. bitb. Tozlaşma. 3. Wm.Çiçeksime,
tuzlanma. 4. hek. Sıyrılma, hafifçe berelenme. 5.
mec. Gelişme, serpilme (L'efflorescence de l'art
gothique).
efflorescent, e s. 1. Çiçeklenmiş. 2. kim.
Çiçeksimiş, tuzlanmış,
effluve er. Bir yerden yayılan gaz, buğu koku gibi
şey, yayıntı (Les effluves embaumés d'un jardin).
effondrement er. 1. yerb. Çökme; çöküntü. 2.
Yıkılma,
çökme
(L'effondrement
dune
civilisation, d'un empire). 3. Batma, yok olma
(L'effondrement d'une fortune) A. Toprağıbelleme.
effondrer gçl 1. Toprak bellemek. 2. Çöktürmek,
çökertmek, yıkmak. 3. Batırmak, yok etmek.
§>S'effondrer: 1.Yıkılmak,çökmek ((/«e voûte qui
s' effondre: le pont s'est effondré). 2. Batmak, yok
olmak (Toute sa fortune s'est effondrée). 3.

effraction diş. Kapıyı kırarak girme, kilit kırma,


zorla girme (Le vol avec effraction
est
juridiquement qualifié de crime. Les cambrioleurs
ont pénétré dans la maison par effraction).
effraie diş. Bir tür baykuş, peçelibaykuş.
effranger gçl. (Kumaşın) Kenarlarını saçak saçak
etmek.
effrayant, e s. 1. Korkutucu, ürkünç, korkunç (11 a
poussé un cri effrayant). 2. Bunaltıcı, korkunç
(Une chaleur effrayante).
effrayé, e s. Çok korkmuş, ürkmüş,
effrayer gçl. 1. Korkutmak, ürkütmek, ürküntü
vermek (Effrayer un chat, une femme). 2. mec.
Kaygılandırmak,
gözünü
korkutmak
(La
longueur de la tâche à entreprendre m'effraie). §
S'effrayer 1. Korkmak,ürkmek. 2.S'efîrayer de
qch: -den korkmak, ürkmek, gözü korkmak (II
s'efraie d'un rien. Je m'effraie de cet armement
général).
effréné, es.. 1. Dizginsiz, ölçüsüz (Un démagogue
effréné). 2. Aşırı (Un orgueil effréné, une ardeur
effrénée).
effritement er. Ufalanma, toz haline gelme, aşınma,
effriter gçl. Ufalamak, toz haline getirmek (Effriter
un biscuit entre ses doigts. Le vent effrite les
rochers).§ S'effriter: 1. Ufalanmak, toz haline
gelmek, aşınmak (Une roche qui s'effrite
facilement).
2.
Dağılmak,
parçalanmak,
küçülmek (L'oppositionparlementaire s'effrite. La
effroi

majorité gouvernementale s'effrite à chaque vote).


effroi er. *Ürkü, büyük korku, "dehşet (L'éruption
volcanique remplit d'effroi tous les habitants des
environs).
effronté, e s. ve ad. Yüzsüz, yırtık, küstah (Une
réponse effrontée. Une bande d'effrontés).
effrontément bet. Yüzsüzce, yırtıkça, küstahça
(Mentir, regarder, répondre effrontément).
effronterie diş. Yüzsüzlük, yırtıklık, küstahlık,
effroyable 5. Korkunç, ürkütücü (Une misère
effroyable).
effroyablement bel. Korkunç, ürkütücü biçimde
(Une affaire effroyablement compliquée).
effusion diş. 1. Akma, akıtma; dökme, dökülme
(Une révolution sans effusion de sang). 2 mec. Sevgi
gösterisi.İçini dökme, açılma (Après les premières
effusions, elles se mirent à se raconter leurs
aventures).
éfourceau er. Kütük, kalas taşımaya yarayan iki
tekerlekli araba,
efrit er. İfrit.
également, égayement er. Eğlendirme, eğlenme,
égailler (s') gsz. Dağılmak, saçılmak (Les
soldats en déroute s'égaillèrent dans les bois).
égal, e i. 1. Eşit (Tous les citoyens sont égaux devant
la loi). 2. Değişmez, düzenli (Marcher d'un pas
égal). 3. Sakin, dengeli, sık sık değişmeyen (Un
homme d'un caractère égal). 4. Düz (Un terrain
égal). 5. "Tarafsız, yansız (Une justice égale). 6.
tkz. Önemsiz, pek önem taşımayan (La chose est
égale). 7. Egal à: -e eşit, denk (La base de ce
triangle est égale à sa hauteur. Sa probité est égale
à son dévouement). 8. ad. Boydaş, öğür, °akran (Il
est familier avec ses égaux). § A l'égal de:-kadar
derecesinde. D'égal à égal: Eşit koşullar içinde,
eşit olarak (S'entretenir avec quelqu'un d'égal à
égal). Sans égal: Eşsiz, eşi benzeri bulunmayan (11
a un courage sans égal). Etre égal à qn: hlk. -için
önemsiz olmak, -e vız gelmek (Ça m'est égal. Tout
lui est égal). N'avoir d'égal que qch: -den başka eşi,
benzeri olmamak; ancak -ile karşılaştırılabilmek
C Un courage qui n'a d'égal que sa prudence). Rester
égal à soi -même: Hep aynı kalmak, değerinden
lliç bir şey yitirmemek (Tu restes toujours égal
à toi-même).
égalable s. Erişilebilir, aynısı yapılabilir (Un record
difficilement égalable).
également bel. 1. Eşitçe, eşit olarak (Tous les
citoyens sont également admissibles à toutes
dignités). 2. Aynı zamanda, de (Ilfaut lire ce livre
et celui-là également).
égaler gçl. 1. Eşit olmak (Dix divisé par deux égale
cinq). 2. Erişmek, *eşitlemek, -in aynını yapmak
(J'ai égalé son record). 3. -e denk olmak, eşit

486
égard

olmak, -ile bir olmak (La renommée de cet auteur


égale celle de son devancier). 4. Egaler qn, qch en
qch: Birine, birşeye -de denk olmak, yetişmek
(Aucun des concurrents n'a pu l'égaler en rapidité.
Tu ne peux pas l'égaler en beauté). 5. Egaler qn, qch
à: Birini, bir şeyi -e eşit görmek, denk tutmak (Tu
égales une toute petite ville à Istanbul. // égale
Rimbaud à Baudelaire). § S'égaler: 1. Eşit olmak.
2. S'égaler à: Kendini -e denk görmek eşit
sanmak (II s'égale aux grands auteurs).
égalisateur, trice s. Eşit kılan, beraberlik sağlayan
(Marquer un but égalisateur. Règlement qui a sur
les prix une action égalisa trice).
égalisation diş. 1. Eşitleme, eşit kılma (Egalisation
des conditions sociales). 2. Düzelme; dıizl eştirme
(Egalisation du terrain). 3. Eşit olma, berabere
kalma,
beraberlik
(L'équipe
qui obtient
l'égalisation).
égaliser gçl. 1. Düzenlemek, dengelemek (Egaliser
les prix). 2. Eşitleştirmek, eşitlemek (Egaliser tes
chances, les conditions) 3. Düzleştirmek (Egaliser
le sol, un terrain). 4. gsz. (Spor) Eşitliği sağlamak,
berabere kalmak, beraberliği elde etmek,
égalitaire s. Toplumsal ve siyasal eşitlik isteyen,
toplumsal eşitlikten yana, eşitçi (Une doctrine
égalitaire).
égalitarisme er. Eşitçilik,
égalitariste s. ve ad. Eşitçi, eşitlik yanlısı,
égalité diş. 1. Eşitlik (Egalité politique. Egalité des
conditions sociales). 2. Düzlük (Egalité du sol. du
terrain). 3. Değişmezlik, düzenlilik (Egalité du
pouls). § Etre à égalité: Eşit puanları olmak,
berabere olmak (Les joueurs sont à égalité). A
égalité de: -1er eşit olduğunda (A égalité de mérite,
le plus âgé doit avoir ta préférence). Sur pied
d'égalité: Eşit koşullar içinde, eşit olarak
(S'entretenir avec quelqu'un sur pied d'égalité).
égard er. 1. İlgi yada saygı gösterme. 2. Göz önüne
alma, hesaba katma. 3. ç. İlgi, saygı (Son âge lui
donne droit à certains égards). § A l'égard de: 1. -e
karşı (Ce commerçant est gentil à l'égard de ses
clients). 2. -e göre, -in karşısında (Un néant à
l'égard de l'infini). 3. -ile ilgili olarak, -in
konusunda (Prendre des sanctions à l'égard des
coupables). A cet égard: Bu bakımdan, bu açıdan
A tous les égards: Her bakımdan. A certains
égards: Bazı bakımlardan. A aucun égard: Hiç bir
bakımdan. Eu égard à: -i düşünerek, göz önünde
bulundurarak (Tu dois agir autrement, eu égard à
sa maladie). Par égard pour: -i düşünerek, göz
önünde bulundurarak (Par égard pour sa jamille,
on a étouffé t affaire). Sans égard pour: -c
aldırmadan, -i dinlemeden, nedir demeden (Il a
agi sans égard pour notre amitié). Avoir égard à
487
qch: -i düşünmek, göz önünde bulundurmak (Tu
dois avoir égard aux circonstances).
égaré, e .v. 1. Şaşkın, dalgın (Des regards égarés). 2.
Yitmiş, yolunu şaşırmış (Une br ebis égarée).
égarement er. 1. Yitme, "kaybolma (L'égarement
d'un document). 2. Yolunu şaşırma. 3. Şaşkınlık
(Dans son égarement, il ne songeait même pas à
tirer le signal d'alarme). 4. Yanılma. 5. Yolsuzluk,
düzensizlik.
égarer gçl. 1. Yanlış yola saptırmak, yolunu
şaşırtmak, yanıltmak (Un faux témoignage qui
égare les enquêteurs) 2. Bozmak, doğru yoldan
çıkarmak (Une lecture qui peut égarer les jeunes
gens). 3. Yitirmek, bulamamak, koyduğu yeri
' unutmak (J'ai égaré mon stylo). § S'égarer: 1.
Yitmek, yolunu şaşırmak (Les enfants qui se sont
égarés en jouant dans la forêt). 2. Yolundan
sapmak, yön değiştirmek (La discussion s'égare).
3. Yitmek, yerinde bulunamamak (Plusieurs
livres se sont égarés au cours du déménagement). 4.
Şaşırmak, yanılmak, yanılgıya düşmek (1!s'égare
dans de vaines digressions).
égayant, e .y. Neşelendirici, neşe katıcı, sevindirici,
égayer gçl. 1. Şenlendirmek neşelendirmek, neşe
katmak, güldürmek (Le conjérencier égaya
l'auditoire par quelques anectotes piquantes). 2.
Süslemek (Egayer une maison, un récit). 3. Egayer
qch de: Bir şeyi -ile süslemek, hoş bir hava vermek
(Egayer de quelques plaisanteries un entretien
sérieux). § S'égayer: 1. Eğlenmek, gülüşmek,
neşelenmek. 2. -e gülmek (L'auditoire s'égaya
longuement de ce lapsus de l'orateur). 3. S'égayer à
f. qch: -siyle eğlenmek, -sine gülmek (Il s'égayait à
le voir danser comme un fou).
égéen, ne s. 1. Ege denizine değgin (Civilisation
égéenne). 2. ad. Egeli,
égérie diş. Birine akıl hocalığı eden kadın,
égide diş. 1. Söylencede Pallas'ın kalkanı. 2.
Koruyuculuk; koruma, himaye, § Sous l'égide de:
-in koruyuculuğunda, -in "himayeleriyle (Une
exposition
organisée
sous
l'égide
du
gouvernement).
églantier er. Yabangülü ağacı, kuşburnu ağacı,
églantine diş. Yabangülü, kuşburnu,
église diş. 1. Kilise (Le clocher de l'église). 2. (Büyük
harfle) Hıristiyanlık; Hıristiyanlık dünyası. 3.
Papazlar sınıfı (Appartenir à l'Eglise). 4.
Hıristiyan mezheplerinin her biri (L'Eglise
catholique. Les Eglises protestantes, orthodoxes).
églogue diş. Çoban türküsü; bir çeşit küçük kır
şarkısı (Les églogues de Virgile).
ego er. ruhb. Ben.
égoccntrique s. ve ad. ruhb. 'Beniçincil; *benözekçil
(C'est un égoccntrique; un réflexe égocentrique).
égrapper
égoeentrisme er. ruhb. 'Beniçincilik; *benözekçilik.
égoïne diş. Küçük el testeresi, kaptırma,
égoïsme er. Bencillik, bencilik,
égoïste s. ve ad. Bencil (Un enfant égoïste,c'est un
égoïste).
égoïstement bel. Bencilce, bencillikle (Agir
égoïstement).
égorgement er. Boğazlama, öldürme (Egorgement
d'un animal).
égorger gçl. 1. Boğazlamak (Egorger un animal, une
personne). 2. Öldürmek, boğazını kesmek
(Egorger un enfant avec un rasoir). 3. mec. Çok
üzmek, canını çıkarmak. 4. mec. Kazıklamak,
fazla para almak (Egorger un client).
égorgeur, euse ad. Boğazlayarak, boğazını keserek
öldüren; kıyıcı (Le jury est sans pitié pour les
égorgeurs).
égosiller Îs')gj2.1.Boğazınıyırtarcasına bağırmak
(I! s'égosillait vainement pour se faire entendre
dans ce tumulte). 2. Gırtlak patlatmak, soluk
tüketmek. 3. S'égosiller à f. qch: -mekten soluğu
kesilmek, gırtlağı patlamak (Il s'égosillait à lui
expliquer le cas).
égotisme er. Benlikçilik; hep kendinden söz etme.
'benbencilik,
égotiste v. vead. Benlikçi; hep kendinden söz eden,
'benbenci.
égout er. 1. Bir yerden akan su, sızan sıvı (Les
êgouts d'un toit). 2. (Bir damın) Saçak kiremitleri,
saçak (Toit à deux égouts) 3. Dam akıntısı. 4. Su
lâğımı, kanalizasyon (Les égouts se déversent
parfois dans la mer). 5. mec. Batakhane, ahlâkça,
bozuk yer. 6. mec, Çirkef, batak, iğrenç şey (11
traite mon œuvre dégoût).
égoutier er. Lağımcı.
égouttage, égouttement er. Suyunu alma; suyu
alınma (L'égouttage du fromage blanc).
égoutter gçl. 1. Süzmek, suyunu akıtmak, suyunu
almak (Egoutter la vaisselle. Egoutter du fromage.
Egoutter le linge). 2. gsz. Sızmak, suyu damla
damla akmak (Le linge égoutte. Laisser lefromage
égoutier). § S'égoutter: 1. Sızmak, suyu damla
damla akmak (Les arbres s'égouttent après la
pluie. Le linge s'égoutte). 2. S'égoutter de qch: -den
damla damla sızmak (L'eau de pluie qui s'égoutte
d'un manteau).
égouttoir er. Tabak, şişe gibi şeylerin suyunu
süzdürmek için kullanılan destek, süzek
(Egouttoir à vaisselle, à bouteilles; égouttoir à
fromage).
égoutture diş. Sızıntı, bir şeyden sızan sıvı; bir kapta
kalan son damlalar,
égrappage er. (Üzümleri) Salkımdan koparma,
égrapper gçl. Salkımdan koparmak (Egrapper des
égrappoir
raisins, des groseilles).
égrappoir er. Üzümleri salkımdan ayırmaya
yarayan alet.
égratigner gçl. 1. Tırmalamak, tırmık atmak (Le
chat m'a égratigné le visage). 2. Sıyırmak, hafif
yaralamak (Les ronces lui ont égratigné les
jambes). 3. Hafifçe çizmek, zedelemek (Egratigner
un meuble, un papier). 4. Egratigner qn: Birini
hafifçe kırmak, incitmek (Les critiques l'ont un
peu égratigné). 5. (Toprağı) Üstünkörü sürmek. §
S'égratigner: Yüzü gözü çizilmek, berelenmek (II
s'est égratigné en cueillant des mûres).
égratignure diş. X. Sıyrık, hafif yara, tırmık (I!
s'est tiré de t accident sans une égratignure. Sa
figure portait des égratignures). 2. mec. Hafif onur
yarası.
égrenage, égrènement er. I. Taneleme, tane taiıe
koparma (Egrenage du raisin). 2. Tespih tanesi
gibi ard arda sıralanma (Egrènement de maisons
sur les plages).
égrener, égrainer gçl. I. Tanelemek (Egrener du blé,
du raisin, des épis, des grappes). 2. Çekmek
(Egrener le chapelet). 3. Bir bir belirtmek, birbiri
ardınca saymak (Pendule qui égrène les heures). §
S'égrener: 1. Tanelenmek, başaktan yada
salkımdan kopmak (Le blé trop mûr s'égrène. Les
raisins qui s'égrènent). 2. Bir biri ardınca tespih
tanesi gibi sıralanmak (Les villas qui s'égrènent te
long de la plage).
égreneuse diş. Taneleme makinası.
égrillard, e i. X. (Eski) Şen, şakacı, tasasız. 2. Açık
saçık (Raconter des histoires égrillardes).
égrisage er. Parlatma, cilalama,
égrisé er. égrisée diş. (Değerli taşlar parlatmakta
kullanılan) Elmas tozu.
égrisergçl. (Değerli taşlan) Perdahlamak, parlatmak
(Egriser une gemme, une glace).
égrotant, e s. Çabuk hastalanır, enez, cılız,
égrugeage er. Havanda dövüp toz haline getirme,
égrugeoir er. Küçük havan, el havanı,
égruger gçl. Havanda dövmek, dövüp toz haline
getirmek (Egruger du poivre).
égueulement er. (Bir kabın) Ağzını kırma, bozma;
ağzı kırılma, bozulma,
égueuler gçl. X. Ağzını kırmak, bozmak, eğmek
(Egueuler un pot, une carafe, une bouteille). 2. (Bir
topun) Ağzını aşındırmak,
égypte diş. Mısır.
égyptien, ne s. ve ad. I. Mısırlı. 2. Mısıra ve
Mısırlılara
değgin (L'ancienne civilisation
égyptienne). 3. er. Eski Mısır dili. 4. (Eskiden)
Çingene, kipti. 5. diş. (Basımcılıkta) Bir tür harf.
égyptologie diş. Eski Mısır bilimi, *Mısırbilim.
égyptologue ad. Eski Mısır üzerinde çalışan bilgin,

488
élan

*Mısırbilimci.
eh Uni. X. Hey (Eh! attendez un peu, Eh, que faitesvous-là?). 2. Eh bien: Eh, peki,
peki öyleyse (Tout
le monde est là? Eh bien, on peut commencer). 3.
Hay Allah, eh be (Vous avez visité Paris? Eh bien!
qui l'aurait dit!). 4. Eh quoi: Allah Allah, deme be,
yapma yahu! (Eh quoi! vous n'avez pas peur de
l'affronter?).
éhonté, e s. I. Yüzsüz, utanmaz, arlanmaz (Un
homme éhonté). 2. Yüzsüzce, utanmazca (C'estun
mensonge éhonté).
eider [eder] er. Pufla ördeği,
éjaculation diş. 1. Fışkırma, fışkırtma. 2. Meni
akıtma, beli gelme,
éjaculer gçl. I. Fışkırtmak. 2. gsz. Beli gelmek,
menisi akmak, belini getirmek,
éjectable s. Kendiliğinden dışarı fırlayabilir;
fırlatılabilir (Siège éjectable: Uçaklardaki
otomatik pilot koltuğu).
éjecter gçl. X. Fırlatmak, dışarı fırlatıp atmak
(Ejecter un objet. La mitrailleuse éjecte les douilles
vides au cours du tir). 2. tkz. Kovmak, dışan
atmak, kapı dışan etmek,
éjecteur er. Bir şeyi dışanya atmaya yarayan aygıt;
fırlatıcı, boşaltıcı.
éjection diş. 1. Fırlatma, dışan atma; fırlatılma,
dışarı atılma (L'éjection du pilote). 2. tkz. Kovma,
kapı dışan etme.
éjointer gçl. (Uçmasını engellemek için) Kanadını
kırmak (Ejointer un oiseau).
élaboration diş. X. Hazırlama, hazırlanma
(L'élaboration d'un plan, d'une oeuvre). 2.
Özümlenir duruma getirme (Elaboration de la
sève. Elaboration de la bile pour le foie).
élaborer gçl. 1. Hazırlamak (Elaborer un plan, une
doctrine, un projet). 2. Özümlemek özümlenir
duruma getirmek (L'organisme élabore des
aliments). § S'élaborer: Hazırlanmak, yapılmak
(Un projet qui s'élabore peu à peu).
élagage er. X. Budama, gereksiz dallarını alma
(Elagage d'un arbre). 2. mec. Ayıklama, kısaltma,
budama, gereksiz bölümlerini atma (Elagaged'un
compte-rendu, d'un article, d'un récit).
élaguer gçl. X. Budamak, gereksiz dallarını
kesmek (Elaguer un arbre). 2. Kısaltmak,
ayıklamak, gereksiz bölümlerini atmak (Elaguer
un récit, un article).
élagueur er. Budayıcı, ağaç budama işçisi,
élan er. X. Atılış, atılım, "hamle (Il a franchi
l'obstacle d'un seul élan). 2. Hız (La voiture,
emportée par son élan, n'a pas pu s'arrêter à
temps). 3. mec. Sevgi, gönül bağı (H n'a jamais un
élan vers elle). 4. mec. Coşku (Parler avec élan.
L'élan patriotique de la Guerre de l'Indépendance).
élancé
5. Bir tür ren geyiği,
élancé, e s. İnce uzun, narin, tığ gibi (Une taille
élancée).
élancement er. 1. Sancıma, zonklayan ağrı
(Une crise de rhumatisme qui cause de violents
élancements). 2. mec. Sevgi, tutku, can atma.
élancer gçl.
1.
Fırlatmak.
2.
Dikmek,
yükseltmek (La salle élançait à des hauteurs de
cathédrale les arceaux de sa voûte). 3. gsz.
Sancımak, zonklamak (Une blessure, un abcès qui
élance. Le doigt lui élance). § S'élancer: 1.
Atılmak, fırlamak, kendini atmak (S'élancer au
secours d'un accidenté. Les passants s'élancèrent à
la poursuite du voleur). 2. S'élancer vers: -e doğru
yükselmek (La flèche du clocher s'élance vers le
ciel). 3. S'élancer de: -den yükselmek, yukarı
çıkmak (Les peupliers s'élancent du sol).
élargir gçl. 1. Genişletmek (Elargir une rue, un
rideau, une jupe). 2. Geniş göstermek (Une veste
qui élargit les épaules). 3. mec. Açmak,
genişletmek, daha geniş bir kapsam vermek (Ses
lectures lui ont élargi l'esprit. Elargir l'horizon.
Elargir un débat). 4. Serbest bırakmak, salıvermek
(Elargir un prisonnier). 5. Artırmak, çoğaltmak
(Le gouvernement cherche à élargir sa majorité). 6.
gsz. Genişlemek, bollaşmak (Un pull-over qui a
élargi). § S'élargir: Genişlemek (La route s'élargit
vers la ville. Ses idées s'élargissent).
élargissement er. 1. Genişleme; genişletme.
2. Serbest bırakma, salıverme (L'élargissement
des détenus).
élasticité diş. 1. Hsneklik (Elasticité des
muscles, des métaux). 2. Eğilgenlik, oynaklık,
esneklik (Elasticité d'un acrobate). 3. Lastiklik,
her yana çekilebilirlik, her yoruma elverişlilik
(Elasticité d une loi, d'un règlement).
élastique s. 1. Esnek (Un muscle élastique). 2.
Lastik, lastikten
yapılmış (Des
bretelles
élastiques). 3. Eğilgen, oynak (Un corps élastique).
4. Lastikli, çeşitli yorumlara elverişli (Un mot
élastique, un règlement élastique). 5. er. Lastik
(Des fiches retenues ensemble par un élastique).
élavé, e s. (Hayvan derisi için) Soluk renkli,
eldorado er. 1. Düş ülkesi. 2. Yalancı cennet,
éléatique s. fels. Eleacılığa değgin,
éléatisme er. fels. Eleacılık.
électeur, trice ad. Seçmen (Carte d'électeur).
électif, ive s. Seçimli, seçime bağlı, seçimle
beliren.
élection
diş.
Seçim
(Se
présenter
aux
élections. Procès-verbal d'élection. Résultats des
élections. Election sénatoriale, présidentielle.
Election d'un académicien). § Elections anticipées:
Erken seçim. Elections partielles: Ara seçimi.

489

électrocution
Election de domicile: Resmî olarak konut
gösterme; konut seçme, konut seçimi. Peuple
d'élection:
Tanrının
sonsuz
mutluluğa
kavuşturmak için seçtiği kavim,
électoral, e s. Seçime değgin, seçimle ilgili
(Im loi électorale. Circonscription électorale, liste
électorale, ouvrir la campagne électorale). §
Collège électoral: Seçmenler topluluğu,
électoralisme er. *Seçim kazanmacılık, seçim
kazanma politikası gütme, *seçimcilik.
électorat er. 1. Seçmenlik; seçim hakkı. 2.
Seçmenler topluluğu (L'électoral
français.
L'importance de l'électoral féminin).
électricien er. Elektrikçi.
électricité diş. 1. Elektrik (Installer l'électricité
dans une maison. Allumer, éteindre, couper
l'électricité). 2. mec. Elektriklilik, sinir gerginliği,
gerginlik (Il y a de l'électricité dans t air. Hava
gergin).
électriflcation
diş.
1.
Elektrikleştirme,
elektrikle çalışır duruma getirme (Electrificalion
des chemins de fer). 2. Elektriğe kavuşturma,
elektriklendirme,
électrifïer gçl. 1. Hlektrikleştirınek, elektrikle
çalışır duruma getirmek (Electrifier une ligne de
ehemin de fer). 2. Elektriğe kavuşturmak,
elektriklendirmek (Electrifier un village).
électrique s. 1. Elektriğe değgin (L'énergie
électrique. Courant électrique. Charge, décharge
électrique). 2. Elektrikli, elektrikle çalışan
(Moteur électrique, éclairage électrique. Centrale,
pile électrique). 3. mec Bir anda olup geçen,
elektrik etkisi yapan (Un baiser électrique. Un
effet, une impression électrique).
électriquement bel. Elektrikle (Horloge mue
électriquement).
électrisable s. Elektriklendirebilen, elektrikleştirilebilen.
électrisant, e s. Elektriklendiren,
électrisation diş 1. Elektrikleme; elektriklenme
(Electrisation par frottement, par contact). 2. mec.
Elektriklendirme, birden coşturup harekete
geçirme (Electrisation de la foule).
électriser gçl. 1. Elektriklemek (Electriser un
corps, un conducteur). 2. mec. Elektriklendirmek,
coşturmak (L'orateur a électrisé la foule).
électro-aimant er. Elektromıknatıs,
électrochoc er. hek Elektroşok (On lui a fait
des électrochocs).
électrocuter
gçl.
Elektrikle
öldürmek
(Electrocuter un condamné sur la chaise
électrique).
électrocution
diş.
Elektrikle
öldürme,
elektrikle ölme.
électrode
électrode diş. ftz. Elektrot.
électrodynamique diş. fız. 1. Elektrodinamik,
elektrik akımı konuları 2. s. Elektrikle işleyen,
électrogène s. Elektrik meydana getiren,
électrolyse
diş. fız.
Elektroliz,
elektrikle
çözümleme,
électrolyser gçl. Elektrikle çözümlemek,
électrolyte er. Elektrolit, elektrikle çözümlenen
madde.
électrolytique s. 1. Elektrolit niteliği taşıyan.
2. Elektrolize değgin (Procédés électrolytiques). 3.
Elektrolizle yapılan (Argenture électrolytique).
électromagnétique s. Elektromanyetik (Ondes
électromagnétiques).
électromagnétisme er. Elektromanyetizma,
électromécanique s. ve diş. Elektromekanik.
électromètre er. Elektrikölçer.
électromoteur, trice s. ve er. Elektromotor,
électron er. fız. *Eksicik, elektron,
électronégatif,
ive
s.
fız.
*Eksiçeker,
elektronegatif,
électronégativité diş. fiz. *Eksiçekerlik.
électronicien,
ne ad
Elektronik
uzmanı,
elektronikçi.
électronique
s.
1.
Elektronik;
elektronik
bilimine
değgin
(Théorie
électronique.
Instruments de musique électronique). 2. diş.
Elektronik bilimi,
électrophone er. Pikap,
électrothérapie diş. Elektrikle tedavi,
électrum er. Elektrom, üç altınla bir gümüş
alaşımı.
électuaire er. (Eski) Macun (ilâç),
élégamment bel. Zarif bir şekilde, şıkça;
kibarca, efendice (Il est vêtu élégamment; il parle
élégamment).
élégance diş. 1. Zariflik, şıklık (Elégance d'un
costume, d'un meuble). 2. İncelik, kibarlık,
efendilik (Elégance d'une personne, d'un geste). 3.
Sadelik, basitlik (Elégance dune démonstration).
4. Rahatlık, kolaylık (Elégance dun style).
élégant, e s. 1. Şık, zarif (Une robe élégante,
une femme élégante). 2. İnce, kibar, efendice (Un
geste élégant, une pose élégante). 3. Sade, basit. 4.
Rahat, kolay, hoş (Un style élégant). 5. Temiz,
hoş, sevimli (Il habitait dans un élégant pavillon).
élégiaque
s.
1. İçli; *üzünçlü
(Poèmes
élégiaques, oeuvre élégiaque). 2. ad. İçli, üzünçlü
şiirler yazan ozan (Les élégiaques latins).
élégie diş. İçli şiir, ağıtımsı şiir, *üzünçleme
(Les élégies de Ronsard).
élégir gçl. Oymalarla, yivlerle narinleştirmek.
éléis, élaeis er. Bir tür hurma ağacı,
élément er. 1. Öğe, "unsur (Ce détail est un

490

élévation
élément important de F argumentation). 2. Veri
(Nous manquons d'éléments d'appréciation). 3.
kim. Element, basit cisim (Les éléments d'un
mélange). 4. Parça (Eléments d'un radiateur, dun
accumulateur). 5. Sevilen alan, hoşlanılan konu,
hoşlanılan çevre, öz çevre, ortam (Quand la
conversation est tombée sur les questions
économiques, il s'est retrouvé dans son élément. Les
animaux qui vivent dans Télément liquide), b.fiz.
Elektrik pili (Elément de Volta). 7. "Çalışman,
"eleman (C'est un excellent élément dans le
service). 8. Kimse, kişi (Des éléments ennemis
s'étaient infiltrés dans nos lignes.. Il y avait des
éléments douteux dans le complot). 9. ç. Temel
bilgiler, ilk kavramlar (Il en est resté aux premiers
éléments du latin). 10. ç. Doğa güçleri, doğal
âfetler (Un navire qui lutte contre les éléments). 11.
ask. Birlik (Eléments blindés, motorisés).
élémentaire s. 1. Basit, kolay anlaşılır (Ce
problème est élémentaire). 2. * İlksel, pek basit (Ce
sont des notions élémentaires). 3. Temel bilgiler
veren (Un manuel élémentaire).
éléphant er. 1. Fil (L'éléphant barrit. L'éléphant
d'Asie, d Afrique). 2. tkz. mec. Çok şişman, fil gibi
adam. § Eléphant de mer: hayb. Deniz fili. Avoir
une mémoire d'éléphant: Deve kini olmak,
kendisine yapılan bir kötülüğü hiç unutmamak.
Faire d'une mouche l'éléphant: Pireyi deve
yapmak, çok abartmak,
éléphanteau er. Fil yavrusu,
éléphantesque s. Kocaman, (11 gibi.
éléphantiasique s. hek. Filhastalığına değgin;
filhastalığına tutulmuş,
éléphantiasis er. hek. Filhastalığı.
éléphantin, e s. 1. File benzer, fili andırır. 2. File
özgü.
élevage er. 1. Hayvancılık, hayvan yetiştirme
(Un pays d'élevage). 2. Yetiştirme, besleme;
yetiştiricilik (L'élevage des abeilles, des vers à
soie).
élévateur, trice s. ve ad. 1. (Yukarı) Kaldırıcı
(Muscle élévateur de la lèvre inférieure. Un
appareil élévateur). 2. Yükseltici (Transformateur
élévateur de tension). 3. er. anat. Kaldırıcı kas. 4.
Maçuna. 5. Tahıl silosu,
élévation diş. 1. Yükselme, artma (Elévation de
température, du niveau des eaux, des prix). 2.
Yapma, dikme, kurma (L'élévation d'un
monument. L'élévation du barrage a demandé deux
ans). 3. Yükseltme (H a tout réglé sans une
élévation de voix). 4. Yükseklik (Une muraille de
trois cents pieds d'élévation). 5. Tepe, yüksekçe
yer. 6. Yükselerek çıkma, 'yükselim, °terfi etme
(L'élévation au grade d'ojftcier de la Légion
élévatoire

d'honneur). 7. Yücelik, soyluluk (Une grande


élévation de sentiment; élévation de l'âme, de
l'esprit). 8. Hıristiyan
âyininde
papazın
hamursuzla şarabı kaldırdığı an. 8. (Resimde)
Önden görünüş,
élévatoire s. Kaldırıcı, yükseltici,
élève ad. 1. Öğrenci (Les élèves sortent de
école. Un bon élève, une mauvaise élève). 2.
Öğrenci, çırak, yetiştirme (Raphaël fut un élève du
Pérugin. Platon, t élève de Socrate).
3.
Yetiştirilmekte olan hayvan yada bitki,
élevé, e s. 1. Yüksek, yüce (Une colline élevée.
Acheter à un prix élevé). 2. mec Seçkin, yüksek
düzeyli (Un style élevé). 3. Eğitim görmüş,
eğitimli, yetiştirilmiş. § Bien élevé,e:; s. ve ad:
Terbiyeli. Mal élevée: s. ve ad. Terbiyesiz,
élever gçl. 1. Yükseltmek (Elever te niveau de
vie de la population). 2. Arttırmak (Elever te prix
des denrées). 3. Elever qn, qch à qch: Birini, bir şeyi
-e yükseltmek, terfi ettirmek, çıkartmak (Elever
quelqu'un au trône, aux plus hautes charges). 4.
Yapmak, kurmak, dikmek (Elever un monument,
une maison). 5. -de bulunmak, -e girişmek (Elever
une protestation, une contestation, une critique). 6.
Eğitmek, yetiştirmek (Elever des enfants, élever ta
jeunesse dans le respect des traditions). 7.
Beslemek, yetiştirmek (Elever des moulons, des
vaches). § Elever le ton: Sesinin tonunu
yükseltmek, tehdit edici bir biçimde konuşmak.
Elever la voix: Sesini çıkarmak, konuşmak. Elever
à la brochette: Büyük bir özenle yetiştirmek.
Elever qn, qch jusqu'au ciel, jusqu aux nues:

Göklere çıkarmak, çok övmek. Elever qn sur le


pavois: Örnek olarak göstermek, omuzlarda
taşımak, § S'élever: 1. Yükselmek, çıkmak. 2.
Yapılmak, kurulmak, dikilmek. 3. S'élever à qch:
-e çıkmak, yükselmek, erişmek (La facture s'élève
à mille francs. S'élever à un grade supérieur). 4.
S'élever contre: -e karşı çıkmrfk, cephe almak
(S'élever contre la politique gouvernementale,
contre les abus).
éleveur, euse ad. 1. Yetiştirici, besleyici
(Eleveur de bestiaux, de chevaux). 2. diş. Kuluçka
makinasından
çıktıktan
sonra
civcivlerin
konduğu
sıcak
bölme.
3.
Şarapların
mayalanmasını denetleyen kimse (Propriétaire
éleveur).
élevure diş. (Deride) Kabarcık,
elfe er. (İskandinav söylencesinde) Hava perisi,
élider gçl. dilb. Sonundaki ünlüyü kaldırmak;
silmek (Elider un mot, une voyelle).
éligibilité diş. Seçilme lıakkı, seçilebilirlik,
éligible s. 1. Seçilebilir, seçilme hakkı olan. 2.
Eligible à qch: -e seçilebilir.

élogieux

491

élimer gçl. Eskitmek, yıprandırmak (Elimer


une chemise, une veste).
élimination diş. 1. Eleme, çıkarma, dışarda
bırakma (Elimination d'un concurrent, d une
équipe), l.ftzy. (Vücuttan) Çıkarma,atma,°ıtrah.
éliminatoire s. 1. Eleyici, dışarda bırakıcı (Note
éliminatoire, une épreuve éliminatoire). 2. diş.
Eleme sınavı, eleyici yarışma,
éliminer gçl. 1. Elemek, dışarda bırakmak
(On a éliminé ta moitié des candidats). 2. Eliminer
qn, qch de qch: Birini, bir şeyi -den elemek, -in
dışında bırakmak (Eliminer une équipe de la
Coupe. Eliminer un candidat de l'examen). 3.
Vücuttan çıkarmak, °ıtrah etmek,
élingue diş. den. (Yükleri yısa ederken bunları
sarmak için kullanılan) Sapan,
élinguer gçl. den. (Yükü) Sapana sarıp yısa
etmek.
élire gçl. Seçmek (Elire un président, un
député).

§ Elire domicile quelque part: Bir yere

yerleşmek, bir yeri kendisine ikametgâh olarak


seçmek.
élision diş dilb. Sondaki ünlünün kaldırılması;
düşme, silinme, silme,
élite diş. 1. Seçkin topluluk, kalburüstü takım,
kaymak tabaka (L'élite de la société parisienne). 2.
ç. Seçkinler, seçkin kimseler. § D'élite: Seçkin,
yüksek nitelikli (Un chef militaire d'élite).
élixir er. İksir ( Elixir de longue vie).
elle adıl. ,(11 ve Lui adıllarının dişili) O (Elle
travaille).
ellébore er. bitb. Çöpleme.
ellipse diş. 1. mat. Elips. 2. dilb. *Eksilti, bir
sözün anlaşılması için bulunması zorunlu
olmayan bir yada birkaç sözcüğün eksik
söylenmesi.
ellipsoïdal,e s. Elipsoidal, elipsoit biçiminde,
ellipsoïde er. Elipsoit.
elliptique s. 1 mat. Eliptik, elips biçiminde.
(Orbite elliptique). 2. dilb. °Eksiltili (Un siyle
elliptique).
elliptiquement bel. 1. Elipsi andırırcasına, elips
biçiminde olarak. 2. Eksiltili olarak,
élocution diş.
Konuşma
biçimi,
söyleyiş,
anlatış (Elocution lente, rapide). § Avoir l'élocution
facile: Kolay, rahat konuşabilmek,
éloge er. 1. Övgü. 2. Övme yazısı, övme
söylevi. § Combler qn d'éloges: Birini övgülere
boğmak, çok övmek. Faire l'éloge de: -i övmek (11
m'a fait l'éloge de son nouveau secrétaire).
élogieusement bel. Överek, övgülere boğarak,
élogieux, euse s. 1. Övmeli, övgülü, övgü dolu
(Il a reçu un rapport d'inspection très élogieux). 2.
Övücü (11 a parlé de vous en termes élogieux).
éloigné

492

éloigné, e s. 1. Uzak (Il arrivait d'une province


éloignée. Un avenir éloigné. Un parent éloigné). 2.
Eski, geçmiş, çok uzak (A une époque bien
éloignée). § Eloigné de: -den uzak, -mekten uzak
(Se tenir éloigné du feu. Je suis très éloigné de
cette conception. Iln'étaitpas éloigné de croire que
l'affaire réussirait).
éloignement er. 1. Iraklık, uzaklık, mesafe
(L'éloignement faisait paraître
la maison
miniscule). 2. Uzaklaşma, uzaklaştırma (L'exil
n'est pas seulement l'éloignement du sol de la
patrie). 3. Her şeyden elini eteğini çekme, bir
kenara çekilme. 4. mec. (Eski) Tiksinti,
hoşlanmazlık (Cela m'a donné le plus
d'éloignement pour tes dévots).
éloigner gçl. 1. Uzaklaştırmak. 2. Bir kenara
çekmek (Eloignez ce fauteuil qui me bouche le
passage). 3. Ertelemek, daha uzak bir tarihe
atmak (Eloigner une échéance. Cet incident va
éloigner
la signature
des accords).
4.
Seyrekleştirmek, araya uzun zaman sokmak
(Eloigner ses visites). 5. Eloigner qn, qch de: a)
Birini, bir şeyi -den uzaklaştırmak, uzağa
koymak (Eloigner sa chaise de la table), b) -den
ayırmak, uzaklaştırmak, saptırmak (Ce détour
nous éloigne de notre but), c) -den sürmek,
uzaklaştırmak (On fa éloigné de la capitale), §
S'éloigner: 1. Uzaklaşmak. 2. S'éloigner de t -den
uzaklaşmak, ayrılmak,
kopmak,
sapmak
(S'éloigner d une ville, de sa famille, de son but).
élongation
diş.
1.
hek.
(Bir
üyede
beklenmedik) Uzama, uzunlaşma. 2. gökb.
•Uzanım;
Gezegen-Yer-Güneş
üçlüsünün
oluşturduğu açı; Yer'den gezegene ve Güneş'e
bakan iki doğrultu arasındaki açı. 3 . f i z . Sarkacın
vardığı en yüksek noktanın çeküle dek olan
yolunun uzunluğu, *uzanım.
élonger gçl. 1. Uzatmak (Elonger un câble, un
cordage). 2. hek. Çekip uzatmak, uzunlaştırmak
(Elonger un nerf).
éloquemment bel. Uz bir dille, "belâgatle (Parter
éloquemment).
éloquence diş. 1. Dil uzluğu, °belâgat. 2. Sözgenlik,
"hitabet. 3. mec. Anlam, anlamlılık, dil
(L'éloquence <tune mimique, l'éloquence des
chiffres).
éloquent, e s. Uzdilli, belâgatli (Un orateur éloquent).
2. Sürükleyici, akıcı (S'exprimer en termes
éloquents). 3. Anlamlı, kendiliğinden konuşan
(Ces chiffres sont éloquents).
élu, e s. ve ad. 1. Oyla seçilmiş kimse, seçimle gelmiş
kimse, seçilen (Les électeurs et les élus). 2.
Tanrının sevgili yaratığı. § Le peuple élu: Yahudi
kavmi.

émancipation

élucidation diş. Açıklama, aydınlatma (L'élucidation


d'un mystère).
élucider gçl. Açıklamak, aydınlatmak (Elucider
une question, une difficulté, un problème).
élucubration diş. 1. Dur durak bilmeden çalışma.
2. alay. Didine çabalaya ortaya konan ama pek
bir değer taşımayan yapıt, didinti. i. alay. Saçma,
ipe sapa gelmez söz yada yazı. zırva (Je ne prends
pas au sérieux ses élucubrations).
élucubrer gçl. 1. (Yapıt, yazı için) Didine çabalaya
meydana getirmek. 2. İpe sapa gelmez biçimde
söylemek yada yazmak, zırvalamak,
éluder gçl. 1. Aldatmak, atlatmak (Quelque belle
ruse pour éluder ici les gens). 2. Atlatmak, yan
çizmek, ustalıkla içinden sıyrılmak (Eluder une
difficulté, un problème). >
élusif, ive
s.
Kaçamak
(Une
réponse
élusive).
élysée er. 1. (Söylencede) Cennet. 2. mec. Cennet
gibi yer, ferah yer. § L'Elysée, Palais de l'Elysée:
(Fransa) Cumhurbaşkanlığı Sarayı,
élyséen, ne s. Cennet gibi, cenneti andıran; cennete
değgin.
élytre er. (Kimi böceklerde) Dış kanat (Les élytres
du hanneton).
émaciation diş. Aşırı zayıflık,
émacié, e s. Aşırı zayıf, süzülmüş, kadidi çıkmış (Un
visage émacié; une personne émaciée).
émacier gçl. Çok zayıflatmak, çökertmek. §
S'émacier Çok zayıflamak, süzülmek, çökmek
(Son visage s'est émacié).
émail er. 1. Mine. 2. Mineli şey. 3. (Çanak çömlekte)
Sır ( Une baignoire en fonte revêtue d'émail blanc).
émaillage er. Mineleme; sır sürme, sırlama
(L'émaillage de la fonte).
émailler gçl. 1. Minelemek; sır sürmek, sırlamak,
sır geçirmek (Emailler un bracelet, un vase). 2.
mec. eski Renk renk süslemek; öbek öbek
serpilip süslemek (Les astres émail/aient le ciel.
Mille fleurs naissantes émail/aient les tapis verts).
3. Emailler qch de: -ile süslemek, -ile doldurmak
(Emailler son discours de citations. Cet élève a
émaillé son devoirs de fautes). 4. mec.
Serpiştirmek, ötesine, berisine saçmak.
émaillerie diş. Minecilik.
émailleur, euse ad. Mineci,
émaillure diş. 1. Mine işi. 1. Mine işçiliği,
émanation diş. 1. Çıkma, yayılma, türüme, "intişar
(Emanation de gaz) 2. mec. Belirme, ortaya çıkma
(Une politique qui apparaît commet rémanation de
la volonté populaire). 3. fels. Türüm, "südur.
émancipation diş. 1. Ergin tanıma, ergin tanınma,
"rüşt (L'émancipation d'une fitle mineure qui se
marie). 2. Özgürlüğüne kavuşma, özgürlüğüne
émancipé
kavuşturma;
özgürleşme,
özgürleştirme
(L'émancipation de la femme, des colonies). §
Emancipation par décision judiciaire: Kazai rüşt.
Emancipation par mariage: Evlenme ile rüşt.
émancipé, e .v. Pek serbest, yüzü gözü açılmış (Une
femme émancipée. Ce garçon a l'air bien
émancipé).
émanciper gçl. 1. Ergin olarak tanımak (Emanciper
un mineur). 2. Özgürlüğüne kavuşturmak,
özgürleştirmek, bağımsızlaştırmak (Emanciper
un peuple, une colonie, les femmes). § S'émanciper:
1. Bağlarından
kurtulmak,
özgürleşmek,
bağımsızlaşmak. 2. tkz. Fazla açılıp saçılmak,
pek serbest olmak (Elle s'est drôlement
émancipée). 3. S'émanciper de qch: -den
kurtulmak (S'emanciper de tous ses liens).
émaner gsz. 1. Çıkmak, yayılmak, °intişar etmek.
2. Emaner de: a) -den çıkmak, yayılmak (L'odeur
qui émane des fleurs, chaleur qui émane d'une
source), b) -den gelmek (Une note qui émane du
ministère), c) -den doğmak, e bağlı olmak (En
démocratie, le pouvoir émane du peuple). 3. mec.
Kaynağını almak, türümek.
émargement er. (Bir yazının) Kenarına not çıkma,
kenarına imza atma (Emargement d'un contrat.
L'émargement
d'un mémoire).
§ Feuille
d'émargement: İmza kâğıdı,
émarger gçl 1. (Okuduğunu belirtmek için) Bir
yazının kenannı imzalamak yada parafe etmek
(Emarger un document; veuillez émarger ici). 2.
(Yazı kenarına) Not çıkmak. 3. (Kâğıdın) Yazısız
kenarını kesmek (Emarger une feuille, un livre). 4.
Ücret almak (Il émarge pour plus de cinq mille
francs par mois dans cette affaire).
émasculation diş. 1. İğdiş etme, iğdişleştirme.
2. mec. Soysuzlaştırma, piçleştirme, bozma,
émasculer gçl. 1. İğdiş etmek, iğdişleştirmek
(Emasculer un animal, un homme).
2.
Soysuzlaştırmak,
piçleştirmek,
bozmak
(Emasculer un projet, un plan, une oeuvre).
embâcle er. (Bir akarsuda) Buz birikmesi, buzla
tıkanma.
emballage er. 1. Ambalaj, paketleme, sandıklama,
balyalama, sarma (Frais d'emballage, papier
d'emballage). 2. Paket, balya, sandık, "ambalaj,
•sarmalaç.
emballement er. tkz. Öfkelenme, kızma, hırslanma,
zıvanadan çıkma,
emballer gçl. 1. Ambalaj yapmak, sarıp paket
yapmak;balyalamak, sandıklamak (Emballer de
la vaisselle, de la verrerie, des livres .des
vêtements). 2. tkz. Azarlamak (Je rai bien
emballé). 3. argo. Enselemek, yakalamak, kodese
atmak (La police a emballé le voleur). 4. argo.

493

embarras

Tavlamak (Emballer une fille). 5. tkz. Sarmak,


hoşuna gitmek (Le spectacle ne nous a pas
emballés. Cela ne m'emballe pas). 6. Yüklenmek,
zorlamak (Emballer un moteur). § S'emballer: 1.
Gemi azıya almak, çok süratli gitmek (Un cheval
qui s'emballe, le moteur s'emballe). 2. argo.
Kızmak, küplere binmek, zıvanadan çıkmak. §
Se faire emballer, argo. Hapse girmek, kodesi
boyalamak; enselenmek,
emballeur, euse ad. Ambalajcı, paket yada balya
yapıcı; paketçi, balyacı.
embarbouiller gçl. 1. Bulam bulam bulaştırmak. 2.
tkz.
Kafasını,
zihnini
karıştırmak.
§
S'embarbouillen Zihni karışmak, ne dediğini
bilemez duruma gelmek,
embarcadère er. 1. İskele, bindirme iskelesi. 2.
Trene binilecek yer, binme yeri.
embarcation diş. Sandal, kayık, tekne,
embardée diş. 1. (Yel yada akıntı etkisiyle) Birden
yön değiştirme, yana sapma. 2. (Taşıt için) Birden
bire yanlama, yön değiştirme (L'autobusfît une
embardée pour ne pas écraser le passant).
embargo er. Ambargo, «engelleyim. § Mettre
l'embargo sur qch: -in üzerine engelleyim
koymak.
embarquement er. Yükleme, yüklenme; bindirme,
binme
(L'embarquement
des
caisses;
fembarquement des passagers dans le bateau).
embarquer gçl. 1. (Bir taşıta) Bindirmek, yüklemek
(Embarquer des marchandises dans un wagon.
Embarquer un ami dans le train). 2. tkz.
Enselemek,
tutuklamak
(Embarquer
un
malfaiteur). 3. (İçinden çıkılması güç bir şeyin)
İçine sokmak, sürüklemek (On l'a embarqué dans
un procès dont il ne voit pas la fin). 4. Gemiye
bindirmek (Embarquer un groupe démigrants). 5.
(Gemi için su, dalga) Almak (Nous embarquions
beaucoup deau). 6. Başlatmak (Une affaire mal
embarquée). 1. gsz. Gemiye binmek, deniz
yolculuğuna çıkmak (II a embarqué pour la
Turquie). 8. gsz. Bir taşıta binmek. § S'embarquer
1.Binmek, gemiye binmek (S'embarquer dans un
train, dans un bateau). 2. S'embarquer dans qch:
mec. -e girmek, sürüklenmek (S'embarquer dans
un mariage, dans un procès).
embarras er. 1. Engel, güçlük (Tout le monde lui
suscitait des embarras). 2. Sıkışıklık, tıkanıklık
(La circulation est ralentie par des embarras de
voitures). 3. Güç durum (Se tirer d'embarras.
Aider un ami dans rembarras). 4. Sıkıntı, darlık
(Embarras d'argent, embarras financier). 5. Tasa,
kaygı, sıkıntı, üzüntü (Son embarras se lisait sur
son visage). 6. Kararsızlık, şaşkınlık (Il faisait
effort pour résoudre l'embarras où l'avait mis ce
embarrassant
problème). 7. Rahatsızlık (Embarras gastrique). §
Etre dans l'embarras: Sıkıntıda, güç durumda
olmak. Faire de l'embarras, faire des embarras:
Numara yapmak, yapmacık tavırlar takınmak.
Mettre qn dans l'embarras: Birini sıkıntıya
sokmak, güç duruma düşürmek. Susciter des
embarras à qn: Birine güçlük, engel çıkarmak,
embarrassant, e s. Sıkıntılı, can sıkıcı, güç (Une
affaire
embarrassante,
la
question
est
embarrassante).
embarrassé, e s. 1. Rahatsız (Il avait l'estomac
embarrassé). 2. Kararsız, şaşkın (Il était
embarrassé, ne savait que répondre). 3. Sıkıntılı,
kaygılı, üzgün (Il avait un air embarrassé). 4.
Karışık, kapalı, anlaşılmaz (Se lancer dans des
explications embarrassées).
embarrasser gçl. 1. Engellemek, tıkamak (Des colis
qui embarrassent le couloir). 2. Güçlüğe
uğratmak, sıkıntı vermek (Un gros pardessus qui
l'embarrasse pour grimper). 3. Şaşırtmak, kafasını
karıştırmak (Une question qui embarrasse le
candidat). 4. Güç duruma düşürmek (H l'a bien
embarrassé en lui posant une telle question). 5.
Sıkmak, canını sıkmak (H ne cesse pas de nous
embarrasser). § S'embarrasser de qch: 1. -i yanına
alıp sıkıntıya girmek, başına bela etmek
(S'embarrasser de paquets. Je me suis inutilement
embarrassé d'un parapluie). 2. -i düşünmek, göz
önünde bulundurmak (Il faut
très peu
s'embarrasser de t avenir pour être heureux). 3.
S'embarrasser dans qch: -e girişmek, kalkışmak
(S'embarrasser dans des explications, dans des
mensonges).
embastiller gçl. 1. (Paristeki) Bastille kalesine
hapsetmek. 2. mec. Hapsetmek. 3. Surlarla
çevirmek.
embâter gçl Semer vurmak, semerlemek,
embattage er. Tekerleğe demir çember geçirme,
çemberleme.
embattre gçl. Tekerleğe demir çember geçirmek,
çemberlemek,
embauchage er. İş verme, işçi tutma (L'embauchage
de journaliers).
embauche diş. İş verme, iş bulma (Bureau
d'embauche).
embaucher,^/. 1. İş vermek, işçi tutmak, işe almak
(Une usine qui embauche des ouvriers spécialisés.
Embaucher des maçons, des moissonneurs). 2.
Kendisiyle birlikte sürüklemek, ayartmak (Il
avait embauché des amis pour organiser une séance
récréative).
embauchoir er. Ayakkabı kalıbı,
embaumement er. (Bir şeyi bozulmaması için)
İlâçlama, "tahnit etme (L'embaumement d'un

494

emblème
cadavre).
embaumer gçl. 1. Güzel kokularla doldurmak,
kokulandırmak (Embaumer te linge, fas fleurs
embaumaient te jardin). 2. (Bozulmaması için)
İlaçlamak, "tahnit etmek (Embaumer un cadavre).
3. -gibi kokmak (Un escalier qui embaumait
l'encaustique. Les draps embaument la lavande). 4.
gsz. Güzel kokmak, hoş kokular yaymak (Ce
bouquet de roses embaume. L'air embaume au
printemps).
embaumeur er. "Tahnitçi, ölü ilâçlayıcı.
embéguiner gçl. 1. Takke giydirmek. 2. mec. Bir
şeye düşkün etmek, âşık etmek, abayı yaktırmak.
§ S'embéguiner: 1. Aşık olmak, abayı yakmak. 2.
S'embéguiner de qn: -e tutulmak, vurulmak, âşık
olmak, abayı yakmak,
embellie diş. Havanın kısa bir süre açılması (Dans
la soirée, il se fit une embellie qui nous permit de
sortir).
embellir gçl. 1. Güzelleştirmek, daha güzel
göstermek (Cette coiffure vous embellit). 2.
Süslemek (Ces parterres de fleurs embellissent le
jardin). 3. Şiirselleştirmek, ülküselleştirmek (Son
imagination embellit la réalité. L'auteur a embelli
ce personnage historique). 4. gsz. Güzelleşmek
(Cette fille embellit de jour en jour).
embellissement er. 1. Güzelleştirme, süsleme;
güzelleştirilme (Embellissement d'une ville). 2.
Şiirsel yan, güzelleştirici şey, süs (Vous avez
apporté à cette histoire bien des embellissements).
emberlificoter gçl. tkz. Kafese koymak, kafeslemek,
tavlamak,
güzel
sözlerle
aldatmak.
§
S'emberlificoter: Kafeslenmek, tavlanmak,
emberlificoteur, euse ad. Tavlayıcı, kafesçi, tatlı
sözlerle aldatıcı,
embêtant, e s. tkz. Can sıkıcı (Une histoire
embêtante).
embêtement er. Sıkıntı, can sıkıcı şey, üzüntü (Ha
trop d'embêtements. Une affaire qui cause bien des
embêtements).
embêter gçl. Sıkmak, canını sıkmak, üzmek, başını
ağırtmak, rahatsız etmek (Il m'embête avec ses
histoires de chasse. Un film qui embête. Cet enfant
embête les voisins). § S'embêter: Canı sıkılmak,
sıkıntıdan patlamak (Il s'est embêté toute la nuit).
emblaver gçl. -e buğday yada başka ekin ekmek
(Emblaver une terre).
emblavure diş. Buğday tarlası, ekilmiş tarla,
emblée (d') bel. Birden, hemen (Le projet a été
adopté d'emblée. Marquer d'emblée un but).
emblématiques. *Belirge niteliğinde olan, *belirgel,
simgesel (La colombe est la figure emblématique
de la paix).
emblème er. *Belirge, simgeli resim, °anblem (Le
embobiner

495

drapeau est l'emblème de la patrie).


embobiner gçl. 1. Makaraya sarmak (Embobiner du
fi/) 2. tkz Tavlamak, kandırmak, güzel ve tatlı
sözlerle avlamak,
emboîtage er. 1. Kutuya koyma, kutulama. 2. Kitap
kılıfı.
emboîtement er. (İki şeyi) Birbirinin içine geçirme,
yuvasına geçirme; birbirinin içine geçme, yuvaya
oturma.
emboîter gçl 1. Kutuya koymak, kutulamak
(Emboîter un livre). 2. Birbirinin içine geçirmek,
yuvasına oturtmak (L'enfant emboîte les pièces de
son jeu de construction. Emboîter un tenon dans une
mortaise). § Emboîter le pas à qn: 1. Çok yakın
mesafe ile birinin arkası sıra yürümek. 2. Birine
ayak uydurmak; birinin gidişine, tutumuna
uymak. § S'emboîter: Birbirinin içine oturmak,-e
oturmak, geçmek (Des éléments de tuyau qui
s'emboîtent. Un os qui s'emboîte dans son
logement).
emboîture diş. Geçme yeri, yuva.
embolie diş. hek. Atardamar tıkanması,
embonpoint er. 1. Sağlıklı olma, sağlıklı görünme.
2. Tıknazlık, şişmanlık (Il a un certain
embonpoint).

Prendre

de

Şişmanlamak, kilo almak,


embossage er. (Gemiyi) Baştan

l'embonpoint:

ve

kıçtan

palamaılama.
embosser gçl. (Gemiyi) Baştan ve kıçtan
palamarlamak.
embouche diş. 1. Hayvanların çayırda otlayıp
semirmesi. 2. Otlama çayırı, besi otlağı,
embouché, e s. (Şöyle yada böyle) Ağız kullanan.
§ Mal embouché: Ağzı pis, kaba konuşan (Une
personne mal embouchée).
emboucher gçl. 1. (Bir nefesli sazı) Ağzına almak,
ağzına götürüp çalmak (Emboucher un clairon). 2.
Ağzına gem, kantarma gibi şeyler takmak
(Emboucher un cheval). 3. mec. Eğitmek, belli
düşünceleri aşılamak,
embouchoir er. 1. Çalgı ağızlığı. 2. (Tüfekte) Namlu
ile kundağın birleştiği yuva.
embouchure diş. 1. coğr. Irmak yada çay ağzı
(L'embouchure d'un fleuve, de la Loire). 2. Çalgı
ağızlığı (L'embouchure d'une trompette).
embourber gçl. 1. Çamura batırmak, çamur
bulaştırmak, bataklığa sokmak (Il a embourbé sa
voiture près de la rivière). 2. mec. (Birini) Kötü bir
işe bulaştırmak, batağa sokmak. § S'embourber
dans qch: -e batmak; -e bulaşmak, girişmek
(S'embourber dans une mauvaise affaire;
s'embourber dans des explications confuses).
embourgeoisement
er.
Burjuvalaşma,
*kentsoylulaşma, *kentligilleşme.

embrasser

embourgeoiser
gçl.
1.
Bayağılaştırmak
(Embourgeoiser le drame biblique en essayant de
l'habiller
en
costume
moderne).
2.
Burjuvalaştırmak,
*kentsoylulaştırmak,
kentligilleştirmek (Le confort a embourgeoisé de
larges couches sociales). § S'embourgeoiser:
Burjuvalaşmak, kentsoylulaşmak.
embout er. Baston yada şemsiye yüksüğü,
embout-eillage er. 1. Şişeye koyma, şişeleme. 2.
Tıkanıklık, yol tıkanması (Il a été pris dans un
embouteillage).
embouteiller £<7. 1. Şişeye koymak, şişelemek. 2.
2. Tıkamak (Les voitures embouteillent le
boulevard. Embouteiller une rue, un passage).
emboutir gçl. 1. (Maden levhaları) Çukurlaştırmak
(Emboutir un métal). 1. tkz. Çarpıp çökertmek
(Emboutir une voiture, une devanture. Un camion a
embouti l'arrière de ma voiture). 3. Maden levha
ile kaplamak,
emboutissage er. Maden kaplama işi yapma,
maden levhaları işleme,
embranchement er. 1. Dallara ayrılma, kollara
ayrılma; dal, kol. 2. Yol kavşağı, kavşak, sapak
(Au prochain embranchement, vous prendrez la
route de droite). 3. mec. (Bilim bölümlerinde) Dal,
kol (L'embranchement des vertébrés).
embrancher gçl. 1. (Birkaç yolu yada boruyu)
Birleştirmek, kavuşturmak. 2. Embrancher qch à
qch: Bir şeyi -e birleştirmek, kavuşturmak,
bağlamak (Embrancher une voie ferrée à la ligne
principale).
§
S'embrancher:
Kavuşmak,
birleşmek, bağlanmak (Une rue qui s'embranche
sur le boulevard).
embraquer gçl den. (Halatları) Germek,
embrasement er. 1. Büyük tutuşma, büyük
parlama, yangın. 2. mec. Büyük kargaşalık. 3.
Kor gibi yanma, ışıl ışıl olma (istanbulet son golfe
dans son plein embrasement des soirs purs). 4. fels.
(Stoacılarda) "Kıyamet, *kalkım.
embraser gçl. 1. Yakmak, tutuşturmak (Embraser
une forêt). 2. Kor gibi yakmak, kavurmak (Une
puissante chaleur embrase les champs). 3. mec.
Yakmak, tutuşturmak, coşturmak (Un grand
amour f embrasait). § S'embraser: Tutuşmak,
kavrulmak, yanmak,
embrassade diş. Kucaklaşma, öpüşme (Après les
embrassades, on se mit à bavarder).
embrasse diş. Perde kordonu, perde kuşağı, perde
bağı.
embrassement er. Kucaklama, kucaklaşma; öpme,
öpüşme.
embrasser gçl. 1. Kucaklamak, sarılmak, öpmek
(Tat embrassé mes enfants avant de partir). 2.
Kabul etmek, benimsemek (Il a embrassé l'Islam).
embrasseur

496

3. Seçmek, -e girmek (Embrasser un métier, une


carrière). 4. İçermek, kapsamak, kaplamak, içine
almak (Ses recherches embrassent un domaine très
large). § Qui trop embrasse mal étreint: İki karpuz
bir koltuğa sığmaz. § S'embrasser: Kucaklaşmak,
öpüşmek (Deux amoureux qui s'embrassent).
embrasseur, euse j. ve ad. Öpmeyi, sarılmayı seven:
öpüşken (Il n'est guère embrasseur).
embrasure diş. 1. Açıklık, aralık (Embrasure
d'une porte, d'une fenêtre). 2. Mazgal deliği. 3.
den. Lombar deliği,
embrayage er. 1. Makinayı motöre bağlama. 2.
Bağlama düzeni, kavrama düzeni (Türkçede
yanlış da olsa buna "debreyaj" denir),
embrayer gçl. 1. Makinayı motöre bağlama. 2. hlk.
Yeniden işe başlamak. § Embrayer une gonzesse:
argo. Bir kız tavlamak,
embrèvement er. (İki tahtayı birbirine) Verevine
geçirme.
embrever gçl. (İki tahtayı birbirine) Verevine
geçirmek.
embrigadement er. 1. Tugay haline getirme. 2.
Birleştirme, toplama,
embrigader gçl. 1. ask. Tugay haline getirmek,
tugay halinde birleştirmek. 2. Bir yönetim altında
birleştirmek, toplamak,
embrocation diş. hek. 1. Yağlı ilâç sürme, yakı
- sürme. 2.Yağlı ilâç, yakı (Embrocations utilisées
pour les massages).
embrochement er. 1. Şişe geçirme. 2. Şişleme,
süngüleme.
embrocher gçl. 1. Şişe geçirmek (Embrocher un
poulet, des morceaux de viande). 2. Şişlemek,
süngülemek, kılıç saplamak (Embrocher un
ennemi). § S'embrocher: Birbirini öldürmek,
süngülemek, şişlemek,
embrouillamini er. tkz. Düzensizlik, karmakarışıkhk.
embrouillement er. 1. Karıştırma, karışıklık, karma
karışık olma (L'embrouillement inextricable de la
situation. Je ne comprends
rien à cet
embrouillement). 2. mec. Güçlük, zorluk,
embrouiller gçl. 1. Karıştırmak, karmakarışık
etmek (Embrouiller les fiches, les cordons, un
écheveau de laine). 2. Anlaşılmaz hale getirmek
(Embrouiller une phrase, une idée). 3. Embrouiller
qn: -in kafasını karıştırmak (Tu m'as embrouillé).
§ S'embrouiller Şaşırmak, zihni karışmak (Il
s'embrouille dans ses explications).
embroussaillé, e s. 1. Çalılarla kaplanmış, çalılaşmış
(Un
champ
embroussaillé).
2.
Dağınık,
karmakarışık
olmuş
(Des
cheveux
embroussaillés).
embroussailler
gçl.
Çalılarla
kaplamak,
çalılaştırmak. § S'embroussailler: Çalılarla

émerger
kaplanmak, çalılaşmak (Un champ à l'abandon
qui s'est embroussaillé).
embrumer gçl. 1. Sisli, dumanlı, puslu kılmak;
sislendirmek, puslandırmak. 2. mec. Karartmak,
kederlendirmek (Des fronts qu'embrume le souci).
embrun er. Dalga savuruntusu, deniz serpintisi, su
serpintisi (La mer était forte et le pont était couvert
d'embruns).
embryogénie diş. Embriyon oluşum ve gelişimi,
embryologie diş. biy. Embriyoloji,
embryon er. biy. 1. Embriyon, oğulcuk, cücük,
°rüşeym. 2. mec. Çekirdek, tohum (Une idée qui
contient l'embryon d'une nouvelle théorie).
embryonnaire s. 1. Embriyona değgin, embriyona
özgü (La vie embryonnaire du poussin dans l'oeuf).
2. mec. Gelişmesinin ilk basamağında olan;
çekirdek halinde, tohum halinde (L'entreprise est
encore au stade embryonnaire).
embu, e s. 1. Soluk, solmus, rengi atmış (Couleurs
embues, un tableau embu). 2. er. Renkleri solmuş
bir tablonun donuklaşmış hali.
embûche diş. 1. Tuzak, pusu, oyun (Il a déjoué les
embûches de ses adversaires), 2. ç. Engel, güçlük
(Une démarche pleine d'embûches).
embuer gçl. Buğulandırmak, buğulatmak (Son
haleine avait embué la vitre).
embuscade diş. Pusu, tuzak. § Dresser, tendre une
embuscade contre qn: -e karşı tuzak kurmak.Etre,
se tenir en embuscade: Pusuda olmak, beklemek.
Mettre qn en embuscade: -Birini pusuya yatırmak.
Se mettre en embuscade: Pusuya yatmak. Tomber
dans une embuscade: Tuzağa, pusuya düşmek,
embusqué er. Savaşta kendine tehlikesiz bir hizmet
sağlamış asker,
embusquer gçl. Pusuya yatırmak (Le chef de section
a embusqué ses soldats au coin d'un bois). §
S'embusquer 1. Pusuya yatmak. 2. Savaşta
kendine tehlikesiz bir hizmet sağlamak,
éméché, e j. tkz. Hafifçe sarhoş, çakırkeyf.
émécher gçl. 1. Fitil haline getirmek. 2. Çakırkeyf
yapmak.
énteraude diş. Zümrüt (Un collier d'émeraudes). 2.
s. Zümrüt yeşili (Des rubans émeraude).
émergence diş. 1. Çıkış, yüze çıkma, toprak yada su
yüzüne çıkma (Le point d'émergence tfune
source). 2. biy. Çıkıntı. 3. mec. Birdenbire ortaya
çıkma, görünme (Emergence d'un fait historique).
émergent, e s. Çıkan, yüze çıkan, su yada toprak
yüzüne çıkan (Les îles sont des têtes de montagnes
émergentes). § Année émergente: Bir dönemin
başlangıç yılı.
émerger gsz. 1. Yüze çıkmak, suyun yüzüne
çıkmak (L'îlot émerge à marée basse). 2. Emerger
de qçh: -den çıkmak, -den doğmak, ortaya
émeri
çıkmak (Le soleil qui émergeait d'une nuit sombre
éclairait le fleuve. La vérité finit par émerger de
tant de dépositions contradictoires).
émeri er. Zımpara (Poudre d émeri. papier cF émeri).
§Etrc bouché à l'émeri: mec. tkz. Çok dar kafalı
olmak, anlayışı kıt olmak, kafasız olmak,
émerillon er. 1. hayb. Bozdoğan. 2. Fırdöndiilii
çengel.
émerillonné, e s. Şen, neşeli, canlı,
émeriser gçl. Zımpara tozu ile kaplamak,
i mérite s. 1. (Eski) Emekli 2. mec. Yetkili, değerli,
seçkin (Un physicien émérite).
émersion diş. 1. Yüze çıkma, su yüzüne çıkma. 2.
gökb. »Gölgeden çıkma, yeniden görünme,
émerveillement er. Hayran olma, hayrette kalma
(Contempler avec émerveillement les tableaux dans
un muséç).
émerveiller gçl. Hayran etmek, hayrette bırakmak
(La beauté du paysage émerveilla les touristes. Cet
enfant émerveille tout le monde). § S'émerveiller: 1.
Hayran kalmak, hayret etmek. 2. S'émerveiller de
qch: -e hayran kalmak, hayret etmek
(S'émerveiller du talent d'un artiste, de la beauté
d'un paysage).
émétique s. 1. Kusturucu (Une préparation
émétique). 2. er. Kusturucu ilâç (Prendre un
émétique).
émetteur, trice s. ve ad. 1. (Para, tahvil vb.)Çıkaran
(Banque émettrice). 2. Verici (Emetteur de
télévision). 3. Verici istasyon,
émettre gçl. 1. Çıkarmak, piyasaya çıkarmak (La
Banque de France a émis une nouvelle série de
billets. Emettre des emprunts, un chèque). 2.
Vermek, çıkarmak, yaymak (Cette lampe émet
une lumière douce. Le violon émet des sons aigus).
3. Dile getirmek, söylemek (Emettre un avis). 4.
Yayın yapmak (Un poste qui émet sur ondes
courtes).
émeu, émou er. Avustralya'da yaşayan bir tür tepeli
devekuşu.
émeute diş. Ayaklanma, isyan (La manifestation
tourna à l'émeute).
émeuticr, ère ad. İsyancı, ayaklanan (Disperser les
émeutiers).
émiettement er. Ufalama, ufalanma,
èmietter gçl. Ufalamak, dağıtmak (Emietter du pain,
son énergie), § S'émietter: Ufalanmak, dağılmak,
parçalanmak (Un patrimoine qui s'émiette).
émigrant, e s. ve ad. Göçmen (On a interdit aux
émigrants d'exporter leurs capitaux).
émigration diş. 1. (Dışarıya, başka bir ülkeye)
Göç (La situation économique médicore de ce pays
provoque une émigration importante). 2. (Kuşlar)
Göç; göç etme.

497

emmancher
émigré, e s. ve ad. Göç etmiş, göçmen (Les émigrés
politiques ont constitué un gouvernement en exil).
émigrer gsz. 1. Başka bir ülkeye göç etmek (De
nombreux citoyens ont émigré à F étranger). 2.
(Hayvanlar için) Toplu halde göç etmek (Les
cigognes émigrent).
émincer gçl İnce dilimler halinde kesmek (Emincer
un oignon).
éminemment bel. Çok yüksek ölçüde, yüksek
düzeyde.
éminence diş. 1. Yükseklik, tepe (Monter sur une
éminence pour observer les environs). 2. mec.
Üstünlük. 3. (Büyük E ile) Karadinallere verilen
unvan (Son Eminence le cardinal). § Eminence
grise: Bir kişi yada partiyi perde arkasından
yöneten kimse, gizli el.
éminent, e s. 1. Seçkin, yüksek, çok değerli (Mon
éminent collègue. Un homme éminent, une place
éminente). 2. Yükselen, sivrilen, çıkıntı yapan,
éminentissime s. Pek yüksek, pek üstün, pek değerli,
émir er. (Müslüman ülkelerde) Emir (L'émir Abd-elKader).
émirat er. Emirlik (L'Etat des Emirats Arabes
Unis).
émissaire er. 1. Bir iş için gönderilen özel görevli,
aracı (Les rebelles avaient envoyé deux émissaires
pour discuter F armistice). 2. Boşaltma kanalı. § Le
bouc émissaire: Abalı, kendisine her suç
yüklenilen kimse,
émission diş. 1. (Para tahvil vb için) Çıkarma
piyasaya çıkarma (L'émission de timbres-poste,
d'un emprunt). 2. Dışarı çıkarma (L'émission
d'urine, de sperme). 3. Yayma, çıkarma
(L'émission de fausses nouvelles). 4. Yayın; radyo
yayını, televizyon yayını (Nos émissions sont
terminées. Nous avons assisté à une émission très
intéressante. Emission radiophonique, émission
télévisée•).§ Banque d'émission: Emisyon bankası,
banknot çıkarma yetkisi olan banka. Emission
pirate: (Radyo) Korsan yayın,
émissole diş. Bir tür küçük köpekbalığı,
emmagasinage er. Ambara koyma, ambarlama,
emmagasiner^-/. I. Ambara koymak,ambarlamak
(Emmagasiner des marchandises). 2. Belleğinde
tutmak, zihnine yerleştirmek (Emmagasiner les
souvenirs, des connaissances).
emmaillotement er. Kundaklama, kundağa sarma,
emmailloter gçl. 1. Kundaklamak, kundağa sarmak
(Emmailloter un bébé). 2. mec. Sıkı sıkı sarmak
(Emmailloter un doigt blessé).
emmanchement er. Sap takma (L'emmanchement
d'un outil).
emmancher gçl. 1. Sap takmak (Emmancher un
balai, une pelle). 2. mec. Sokmak, takmak, içine
emmanchure
koymak (Emmancher une bougie dans le
chandelier). 3. mec. Yoluna koymak, rayına
oturtmak
(Emmancher
une affaire,
une
discussion).
emmanchure diş. Giysinin kol deliği,
emmêlement er. Karıştırma, karışım,
emmêler gçl. 1. Karıştırmak (ila davantage emmêlé
l'affaire). 2. Birbirine karıştırmak, dolaştırmak
(Emmêler les fils d'un écheveau, les cordons d'un
rideau).
emménagement er. (Yeni bir eve, daireye) Yerleşme,
emménager gçl. Yerleşmek (Les nouveaux locataires
ont emménagé dans l'appartement du quatrième).
emmener gçl. 1. Götürmek (Je vous emmène au
théâtre ce soir). 2. (Askerlik ve spor) Yönetmek
(Les avants était bien emmenés par le capitaine).
emmenthal er. Bir tür peynir,
emmerdant, e i tkz. Can sıkıcı, berbat (Un film
emmerdant, une affaire emmerdante).
emmerdement er. tkz. Büyük sıkıntı, çok can sıkıcı
şey (J'ai des emmerdements).
emmerder gçl. tkz. 1. Canını sıkmak, çok sıkıntı
vermek, üzmek (II nous a emmerdés avec ses
histoires) 2. Aldırmamak iplememek, vız gelir
demek (J'emmerde tous ces idiots). § S'emmerder:
Sıkılmak, canı sıkılmak,
emmerdeur, euse ad. tkz. Sıkıcı adam, baş belâsı,
emmétrope s. ve ad. (Göz yada kişi) Görmesi
normal.
emmétropie diş. hek. Görmesi normal olma;görme
normalliği.
emmieller gçl. 1. Bal katmak, bal sürmek,
ballamak. 2. mec. Tatlılaştırmak, yumuşatmak
(Emmieller ses paroles). 3. hlk. Can sıkmak, kafa
ütülemek.
emmitoufler gçl. Kürklere, giysilere sarmak; kalın
ve sıcak giydirmek (Emmitoufler un enfant). §
S'emmitoufler: Kalın ve sıcak giyinmek, iyice
giyinmek.
emmouscailler
hlk. Can sıkmak, kafa ütülemek,
emmurer gçl. 1. Dört duvar arasına kapatmak,
hapsetmek. 2. Duvar içine almak, çevresine
duvar çekmek,
emmuseler gçl. Burunsalık takmak,
émoi er. Heyecan, coşku (La vue de la jeune fille le
remplit dun doux émoi). § Etre en émoi: Büyük bir
heyecan içine düşmek, ayağa kalkmak (Un
cambriolage a eu lieu ce matin; le quartier est en
émoi).
émollient, e s. Yumuşatıcı (Remède émollient). 2.
er. Yumuşatıcı ilâç (Prendre un émollient).
émolument er. 1. Yarar, kâr. 2. ç. Maaş, aylık,
ücret (Ses modestes émoluments ne lui permettent
pas de faire des économies). 3. Harç, masraf
498

émouvoir

(Emoluments du notaire). 4. (Miras) Pay, hisse,


émonctoire er. anat. Salgı kanalı,
émondage er. Budama.
émonder gçl. 1. Budamak (Emonder un arbre). 2.
mec. Fazlasını atmak; ayıklamak, temizlemek,
émondeur er. Budayıcı, budama işçisi,
émondoir er. Budama makası, budama bıçkısı,
émotif, ive s. 1. Heyecana değgin heyecana bağlı (Un
choc émotif. Troubles émotifs). 2. Çabuk
heyecanlanan (Elle est très émotive, elle rougit et
se trouble pour un rien). 3. ad. Çabuk
heyecanlanan kimse (Un émotif, une émotive).
émotion diş. 1. Heyecan (Eprouver une grande
émotion). 2. Telâş (Une certaine émotion
commençait à gagner le peuple). 3. Duyarlık,
duygululuk (La poésie ne peut exister sans
Fémotion).
émotionnel, le s. Heyecana bağlı, heyecandan ileri
gelen (Une réaction purement émotionnelle).
émotionner gçl.
1. Heyecanlandırmak. 2.
Telaşlandırmak,
émotivité diş. Çabuk heyecanlanma, çabuk telâş ve
üzüntüye kapılma (Son bégaiement est un trait
d'émotivité).
émotter gçl. (Tarlanın) Keseklerini kırmak,
émotteuse diş. Kesek kırma makinesi,
émouchoir er. Sineklik, sinek yelpazesi,
émoudre gçl. Çarka vurmak, çarkta bilemek
(Emoudre un couteau).
émoulage er. Çarka vurma, çarkta bileme,
émouleur er. Bileyici.
émoulu, e s. Bilenmiş. § Frais émoulu: Yeni mezun,
çiçeği burnunda. Frais émoulu de qch: -den yeni
mezun olmuş (II est tout frais émoulu de la Faculté
de médecine). Se battre à fer émoulu: Yepyeni, pırıl
pırıl silahlarla savaşmak,
émousser gçl. 1. Körletmek, keskinliğini gidermek
(Emousser une épée, un fleuret). 2. mec.
Hafifletmek azaltmak, küflendirmek (Emousser
un sentiment, un souvenir). § S'émoussen
Körelmek.
émoustillant, e s. Keyiflendirici,
émoustiller gçl. Keyiflendirmek, keyif vermek
(Le vin commençait à émoustiller les invités).
émouvant, e s. 1. Heyecan verici, heyecanlandırın
(Un film
émouvant),
2. İçe dokunan,
duygulandırıcı (Une cérémonie émouvante).
émouvoir gçl. 1. Kıpırdatmak, hareket ettirmek
(Aucun souffle n'émouvait le maigre platane), 2.
Heyecanlandırmak, heyecan vermek (Cesparoles
m'ont ému). 3. Kışkırtmak, coşturmak, heyecana
getirmek
(Emouvoir
la
foule).
4.
Duygulandırmak, içine dokunmak, yüreğini
sızlatmak (Le récit de ses malheurs avait ému ses
empaillage
camarades). § Emouvoir la bile à qn: Birini
öfkelendirmek, çileden çıkarmak. S'émouvoir: 1.
Heyecanlanmak (Il apprit sans s'émouvoir que le
tribunal l'avait condamné à mort). 2. S'émouvoir de
qch: a) -den heyecanlanmak, b) -den telaşa
düşmek, c) -den üzülmek, üzüntüye kapılmak,
empaillage er. 1. Hasır kaplama (Empaillage
d'une chaise). 2. Samanla doldurma, içine saman
doldurma (Empaillage d'un aigle).
empaillé, e s. ve ad. Sersem, sala k (II a I air empaillé).
empailler gçl. 1. Hasır kaplamak (Empailler des
chaises). 2. (Canlı olduğu zamandaki biçimini
bozmadan bir hayvanın) Derisine saman
doldurmak (Empailler un renard un chien).
empailleur, euse ad. 1. (Sandalyelere) Hasır
kaplayıcı. 2. (Hayvanların) Derisine saman
doldurucu.
empalement er. Kazığa vurma, kazığa vurulma,
empaler gçl. Kazığa vurarak öldürmek, kazığa
oturtmak,
empan er. Karış.
empanaché, e s. 1. Tuğlu, sorguçlu (Un chapeau
empanaché). 2. Empanaché de: -ile kaplı, örtülü
(Un sommet empanaché de neige).
empanacher gçl. 1. Tuğ takmak, sorguç takmak. 2.
(Söz yada yazıyı) Tumturaklı kılmak,
empaquetage er. Paket yapma, paketleme, sarma,
empaqueter er. Paket yapmak,paketlemek,sarmak
(Empaqueter du linge, des marchandises).
empaqueteur, euse ad. Paket yapıcı, paketleyici.
emparer (s') gsz. 1. S'emparer de qch: "Zaptetmek,
"fethetmek, ele geçirmek, almak (En 1453, les
Turcs s'emparent de Constantinople). 2. mec.
Kaplamak, sarmak (Une grande peur s'est
emparée de tout son corps). 3. Yakalamak,
tutmak, ele geçirmek (Le gardien de but réussit à
s'emparer du ballon). 4. mec. Egemenliği altına
almak (Il s'empare de notre volonté, de cette
femme). 5. Dört elle sarılmak (Il s'est emparé du
premier prétexte venu).
empâtement er. 1. Semirme (Empâtement des
volailles). 2. Tombullaşma (L'empâtement des
joues, du menton). 3. Kalın boya tabakası.
>mpâter gçl. 1. Tombullaştırmak, şişman
göstermek (L'âge lui a empâté les traits). 2. Çiriş
gibi yapmak, yapış yapış yapmak (Boisson qui
empâte la bouche). 3. Macun sürmek (Empâter les
plaques d'un accumulateur). 4. Semirtmek, besiye
çekmek (Empâter des volailles). 5. (Yağlı boya
resimde) Üste boya vurarak kabartmak. §
S'empâter: Tombullaşmak, semirmek
(Tu
commences à t'empâter).
mpattement er. 1. Maçunanın tabanı. 2. Temel
duvarın çıkıntısı. 3. Arabanın iki dingili

499
empester
arasındaki aralık, dingil aralığı,
empaumer gçl. 1. El ayasıyla yakalamak, el ayasıyla
geri çevirmek, çelmek (Empaumer une balle). 2.
tkz. Kandırmak, avucunun içine almak (Elle vient
d'empaumer son directeur). § Se faire empaumer,
se laisser empaumer: Kandırılmak, aldatılmak,
empêchement er. Engel (Je ne vois aucun
empêchement à ce projet). § Empêchement
dirimant: huk. Evlenmeyi engelleyici durum,
empêcher gf/. 1. Engel olmak, engellemek, önlemek
(Rien ne peut empêcher le progrès de la société). 2.
Empêcher qn de f. qch: Birinin -sine engel olmak
(Il empêche sesfrères de dormir). 3. Empêcher de f.
qch: -meye engel olmak (Ecrire empêche de vivre).
§ N'empêche que, il n'empêche que, cela n'empêche
pas que: Yine de, oysa, bununla beraber, buna
karşın (Il a dû se soumettre, n'empêche qu'il avait
raison. Il dit qu'il n'a pas le temps, cela n'empêche
pas qu'il est allé tous les soirs au cinéma).
N'empêche: tkz. Olsun, önemi yok, bu bir neden
değil. § S'empêcher de f. qch: -memeye dayanmak,
-mekten kendini alabilmek, -mezlik edebilmek, mekten kendini tutmak (Je me suis
empêché de
dormir pour l'attendre. Il n'a pas pu s'empêcher de
répondre).

empêcheur, euse ad. Engelleyici, engel olan. §


Empêcheur de danser en rond: Keyif kaçıran, oyun
bozan.
empeigne diş. Ayakkabı yüzü. § Gueule
d'empeigne: hlk. Huysuz herif! Pabuç suratlı!
empeloter gçl. Yumak yapmak, yumak haline
getirmek.
empennage er. i. Oka tüy takma. 2. Güdümlü
balonun, uçağın arka tarafındaki küçük
kanatlar.
empenné, e s. Ucuna tüy takılmış (Flèche empennée).
empenner gçl Ucuna tüy takmak, yelek takmak
(Empenner me flèche).
empereur er. imparator.
emperler gçl. 1. incilerle süslemek. 2. İnci gibi
durmak, örtmek,
empesage er. Kolalama; kolalanma (Empesage
rigide, souple).
empesé, e s. 1. Kolalı (Un col empesé, chemise
empesée). 2. mec. Yapmacık, doğalıktan uzak (Un
style empesé, un air empesé).
empeser gçl. Kolalamak (Empeser le col d'une
chemise).
empester gçl. 1. Veba bulaştırmak. 2. Pis pis
kokutmak, kötü bir kokuya boğmak (Un
marécage qui empeste le voisinage). 3. Kokmak
(La salle d'attente empestait le moisi). 4. mec.
Bulaştırmak, kirletmek (Il a empesté un amour
pur). 5. gsz. Çok pis kokmak (Eh! Vous empestez.
empêtrer

500

Vous ne vous lavez donc jamais!).


empêtrer gçl. 1. Bukağılamak, köstek takmak,
kösteklemek (Empêtrer un animal). 2. Empêtrer
qn dans: Birini -e sokmak, bulaştırmak (C'est lui
qui m'a empêtré dans cette drôle d'affaire). 3.
Sıkmak, sıkıntı vermek. § S'empêtrer dans qch: 1.
-e saplanıp kalmak, -in içine düşmek, -e
gömülmek (S'empêtrer dans un dogme, dans la
neige, dans des mensonges). 2. S'empêtrer de: -e
bulaşmak, çatmak, yakasını kaptırmak (Il s'est
empêtré d'une femme qui lui rend la vie dure).
emphase diş. 1. Tumturak, tumturaklılık (Parler
avec emphase. Un discours plein d emphase). 2.
(Duyguların belirtilmesinde) Aşırılık, abartma
(Un dévouement sans emphase).
emphatique s. Tumturaklı (Un style emphatique, un
ton emphatique).
emphatiquement bel. Tumtarakh, tumturaklı
olarak.
emphysème er. hek. Anfızem; dokular arasında
hava toplanması nedeniyle şiş meydana gelmesi,
empiècement er. (Gömlek, bluz gibi giysilerde)
Göğüsle boyun arasına eklenen parça, roba.
empierrement er. Taş döşeme (Empierrement d'un
ehemin).
empierrer gçl. Taş döşemek (Empierrer un ehemin,
un bassin, un fossé).
empiétement er. 1. Başkasının malına el uzatma,
°gasp, "tecavüz (Empiétement sur le terrain
d'autrui. 2. mec. Yetkisini aşma, yetkisi dışına
çıkma.
empiéter gsz. Empiéter sur: 1. -e tecavüz etmek, -e
haksız olarak el koymak (Empiéter sur les droits
d'autrui. Empiéter sur le champ de son voisin). 2.
-in sınırını aşmak (Un bon citoyen n'empiète sur la
liberté de personne).
empiffrer (s') gsz. tkz. 1. Tıkınmak, karnını
doyurmak. 2. S'empiffrer de qch: -i tıkınmak, -ile
karnını tıkabasa doldurmak (S'empiffrer de
gâteau).
empilement er. İstif (Empilement de livres).
empiler gçl. 1. İstif etmek, üst üste yığmak (Empiler
des assiettes, des livres, des vêtements). 2. tkz.
Aldatmak, kazıklamak (Un vendeur malhonnête
nous a empilés). § S'empiler: Üst üste yığılmak,
istif olmak (Les livres s'empilent sur un bureau). §
Se faire empiler: Aldatılmak, kazıklanmak,
empire er. 1. İmparatorluk (L'Empire Ottoman.
Le partage de l'empire d'Alexandre). 2. Güc, erk
(Des réflexes qui échappent à l'empire de la
volonté). 3. "Nüfuz, sözügeçerlilik (Il a un grand
empire sur ses amis). 4. Etki. § Pour un empire:
Dünyaları verseler (Je ne céderai pas ma place
pour un empire). Sous l'empire de: -in etkisiyle
employé
(Sous l'empire de la colère, il se mit à l'injurier).
empirer gsz. 1. Daha kötüleşmek, berbata gitmek
(L'état du malade a empiré). 2. gçl. Daha
kötüleştirmek (Le traitement n'a J'ait qu'empirer le
mal).
empirique s. 1. *Görgül, yalnız görgüye dayanan
(Un remède empirique. Découvrir la solution d'un
problème par des procédés empiriques). 2. fels.
Bilimsel olmayan deneylere dayanan, * görgîil. 3.
er. Deneyci filozof yada öğreti. 4. er. Hekim
taslağı, olçum (Mon père qui ne croyait guère aux
médecins, envoya chercher l'empirique).
empiriquement bel. Görgül olarak, görgülere
dayanarak, deneylere dayanarak (Résultat obtenu
empiriquement).
empirisme er. 1. fels. Deneycilik, görgücülük.
2. (Eski) Olçumluk, hekim taslaklığı.
empiriste s. ve ad. 1. Görgücülüğe özgü. 2.
Görgücü.
emplacement er. 1. Yer, mevki (Fixer l'emplacement
d'une usine). 2. Arsa (On a construit un immeuble
sur l'emplacement de l'ancien théâtre).
emplâtre er. 1. Yakı, lâpa. 2. mec. tkz. Lâpacı
(Cet emplâtre-là n'a rien fait pour nous aider). 3.
argo. Dayak, kötek, sille,
emplâtrer gçl. argo. Dayak atmak, sille tokat
girişmek.
emplette diş. 1. Satın alma (Faire l'emplette d'un
appareil photographique). 2. Satın alman şey (Elle
a rapporté ses emplettes dans un grand panier). §
Faire des emplettes: Alış veriş yapmak, öteberi
satın almak.
emplir gçl. 1. Doldurmak (Emplir une bouteille, un
bidon). 2. Emplir qn de qch: -içinde bırakmak, -e
boğmak (Le spectacle nous a emplis d'admiration).
§ S'emplir: 1. Dolmak. 2. S'emplir de qch: -ile
dolmak (La chambre s'emplissait de clarté bleue).
emplissage er. Doldurma,
emploi er. 1. Kullanma, kullanış (L'emploi d'u
remède, d'un mot). 2. İş (Chercher un emploi. Iles
sans emploi). 3. Bir oyuncunun aldığı rol (Teni
l'emploi du jeune premier. // a l'emploi du valet). 4.
Kullanım, istihdam (Le volume d'emploi: İstihda
hacmi. Plein-emploi: Tam istihdam. Sous-emploi
Düşük istihdam. Sur-emploi: Aşırı istihdam), ij
Double emploi: Gereksiz yineleme. Avoir 1
physique de l'emploi: 1. Tipi rolüne uygun olma
2. mec. Yaptığı işe biçilmiş kaftan görünmek
Faire double emploi: Gereksiz yinelenme
(Quand un mot fait double emploi avec un autr
dans une phrase, on dit qu'il y a pléonasme).
employable j. Kullanılabilir,
employé, e ad. Görevli, "memur, "müstafide
(Les employés d'un ministère. Employé de banque.
employer

501

Une employée des postes. Employé de commerce).


employer gçl. 1. Kullanmak (Employer un outil,
un instrument, un mot). 2. Employer qn, qch à qch:
Birini, birşeyi -de, yolunda, uğrunda, için
kullanmak (Employer une somme à rachat (f une
voiture. Employer toute son énergie à une tâche). 3.
Employer qn, qch à f. qch: Birini, birşeyi -mekte
kullanmak, -mek için harcamak (J'ai employé
toute une journée à rédiger mon courrier). 4.
Çalıştırmak, "istihdam etmek ( Cette usine
emploie dix mille ouvriers. Je vais Remployer au
restaurant). § S'employer: 1. Kullanılmak ("Cemot
ne s'emploie plus). 2. S'employer à qch: -e
çalışmak, çabalamak, için uğraşmak (S'employer
à la recherche d'une solution). 3. S'employer pour
qn: -için çaba göstermek, desteklemek, lehinde
çalışmak (Ses amis se sont employés pour lui en
intervenant auprès des autorités). 4. S'employer à f.
qch: -meye çalışmak, çabalamak (Il s'est employé
à réparer les dégâts).
employeur, euse ad. İşveren (L'employeur et le
salarié).
emplumé, e s. Tüylerle kaplı, tüylerle donatılmış,
emplumer gçl. Tüylerle kaplamak, tüylerle
donatmak.
empocher gçl. 1. Cebine koymak, cebe indirmek,
almak (Empocher de l'argent. Il empoche deux
mille francs par mois). 2. tkz. Yemek, -e uğramak
(Ha empoché quelques horions dans ta bousculade).
§ Empocher des coups: Dayak yemek, sille, tekme
yemek.
empoignade diş. Çekişme, sert tartışma; kavga,
empoignant, e s. Dokunaklı, heyecanlı,
empoigner gçl. 1. Tutmak, avcunun içine almak,
eliyle kavramak (Empoigner une pioche). 2. Tutup
sıkmak (Il sauta sur son adversaire et l'empoigna
au collet). 3. tkz. Yakalamak, enselemek
(Empoigner un voleur, un malfaiteur). 4.
Dokunmak, coşturmak, heyecan vermek (Le
dénouement empoignait les spectateurs).
§.
S'empoigner: Kavga etmek, yaka paça birbirine
girmek.
empois er. (Nişasta ile yapılmış) Kola.
empoisonnant, e s. tkz. Çok can sıkıcı, bunaltıcı,
empoisonnement er. 1. Zehirleme, ağılama;
zehirlenme, ağılanma (Empoisonnement dû à des
champignons vénéneux). 1. mec. Zehirleme, zararlı
düşünceler aşılama. 3. tkz. Can sıkıntısı,
bunalma, sıkıntı, bunalım (fai déjà assez
d"empoisonnements).
empoisonner gçl. 1. Ağılamak, zehirlemek,
zehirleyerek öldürmek (Elle a empoisonné son
mari). 2. mec. Zehirlemek, zararlı düşünceler
aşılamak (Empoisonner les jeunes esprits). 3.
emporter

Bozmak, zehir etmek (Il a empoisonné ma joie,


notre soirée). 4. Zehir katmak, zehir sürmek,
zehirlemek (Empoisonner une boisson, un puits, un
étang, les eaux. Empoisonner une flèche). 5. Çok
kötü kokutmak (Le marais empoisonnait le
village). 6. gsz. Pis kokmak (De la viande avariée
qui empoisonne. 7. tkz. Canını sıkmak (7/
m'empoisonne
avec ses réclamations).
§
S'empoisonner: Canı sıkılmak, bunalmak (On
s'empoisonne ici).
empoisonneur, euse ad. 1. Zehirleyici, zehirle
öldüren kimse. 2. tkz. Çok kötü aşçı. 3. mec.
Zehirleyici, bozguncu,
zararlı
düşünceler
aşılayan kimse. 4. tkz. Can sıkan kimse, sıkıcı
adam.
empoissonnement er. Balıklandırma (L'empoissonnement d'un étang).
empoissonner gçl. Balıklandırmak (Empoissonnaune rivière, un lac).
emporté, e s. Öfkeli, sert, çabuk kızan (Unefemme
emportée).
emportement er. 1. Öfke, kızgınlık (Il discute avec
emportement). 2. (Eski) Heyecan, coşkunluk,
taşkınlık (Les emportements de l'imagination. Il
s'est donné avec emportement à la science).
emporte-pièce er. 1. Zımba. 2. mec. Sözünü
sakınmayan (kimse). § A l'emporte-pièce: Açık,
kesin, dobra dobra (Avoir un caractère à
l'emporte-pièce. Mots, phrase, style à f emportepièce).
emporter gçl. 1. Kendisiyle götürmek, beraberinde
götü rmek (Emporter des provisions de bouche pour
le voyage). 1. Alıp götürmek, koparıp götürmek
(Le tempête a emporté la toiture). 3. Götürmek,
taşımak (On emporte
les blessés dans
l'ambulance). 4. Zaptetmek, ele geçirmek
(Emporter une position ennemie). 5. Öldürmek,
götürmek (La tuberculose emporta son père). 6.
mec. Kapıp sürüklemek (Le courant emporte la
barque). 7. Kazanmak, elde etmek, sağlamak
(Emporter un prix, un avantage). § Emporter le
morceau, emporter la pièce: Parsayı kapmak,
dilediği şeyi elde etmek. L'emporter: Üstün
gelmek yenmek, kazanmak. L'emporter sur: -e
üstün gelmek, -i yenmek, bastırmak (Les Français
l'ont emporté sur les Allemands. L'amour l'a
emporté sur l'amitié). Ne pas l'emporer en paradis:
Yaptığı yamna kalmamak (Tu ne l'emporteras pas
en paradis). Se laisser emporter par qch: -e
kapılmak, kendini kaptırmak (Se laisser emporter
par la colère). Autant en emporte le vent: Hiçbir iz
kalmayacak, hiçbir etki bırakmayacak. Rüzgâr
. gibi geçip gidecek. § S'emporter: 1. Kızmak,
öfkelenmek, tepesi atmak 2. S'emporter contre: -e
empoté

502

kızmak, tepesi atmak (S'emporter contre un


contradicteur).
empoté, e s. ve ad. hlk. Beceriksiz, sakar (Un garçon
empoté. Quel empoté!).
empoter gçl. Saksıya dikmek (Empoter une plante,
une fleur).
empourprer gçl. Kırmızıya boyamak, kızıllaştırmak
(Le soleil couchant empourpre le ciel). §
S'empourprer: Kırmızıya boyanmak, kızarmak,
kızıllaşmak, kıpkırmızı kesilmek (Son visage
s'empourpra de colère).
empoussiérer gçl. Toza bulamak, toz içinde
bırakmak.
empreindre gçl. 1. Birşeyin üzerinde izini bırakmak.
2. Belirtmek, göstermek (Empreindre la pensée
dans le fait). § S'empreindre de qch: -in izini,
etkisini taşımak (Chaque littérature s'empreint
plus ou moins des moeurs et de l'histoire du peuple.
Son visage commençait à s'empreindre de
tristesse).
empreinte diş. 1. İz (Des empreintes de pas sur le sol.
Le criminel n'a pas laissé d'empreintes.
L'empreinte digitale d'un cambrioleur). 2, Damga,
iz, derin etki (L'empreinte d'un écrivain sur son
oeuvre. On peut tire sur son visage l'empreinte de ta
douleur). 3. Kalıp (Prendre Fempreinte dune
serrure). § Empreinte digitale: Parmak izi.
empressé, e j ve ad. 1. İçten, candan (Des
admirateurs empressés). 2. Aceleci sabırsız, tez
canlı; acele, çabuk (Il fait l'empressé. Il lui faisait
une cour empressée).3. Saygıda kusurjetmeyen,
nezakette dikkatli davranan. 4. Empressé à f. qch:
-meye can atan, -mek için sabırsızlanan (Il est
toujours empressé à rendre service).
empressement er. 1. İvedilik, acele, sabırsızlık.
2. Çaba gösterme, özen gösterme; çaba, özen. 3.
İçtenlik, candan yakınlık,
empresser (s') gsz. 1. S'empresser à f. qch: -meye
çaba göstermek, -mek için can atmak. 2.
S'empresser de f. qch: -inekte acele etmek, hemen
-mek; -mekte sabırsızlık göstermek (II s'est
empressé de raconter la nouvelle à tout son
entourage). 3. S'empresser autour de qn, auprès de
qn: Birinin etrafında dört dönmek; -e karşı büyük
bir saygı ve sevgi göstermek (S'empresser auprès
des jolies femmes. Courtisans qui s'empressent
autour d'un ministre puissant).
emprise diş. 1. El koyma, yönetimin özel bir mülke
el koyması. 2. Etki, nüfuz, güç (La mode exerce
son emprise dans de nombreux domaines). § Sous
l'emprise de: -in etkisiyle, etkisi altında (J'ai
commis cette faute sous F emprise de la colère).
Avoir de l'emprise sur: -in üzerinde büyük bir
etkisi, nüfuzu olmak (Cet homme a beaucoup
émule
d'emprise sur son parti).
emprisonnement
er.
Hapsetme,
hapis.
§
Emprisonnement
cellulaire:
Hücre
hapsi.
Emprisonnement contraventionnel: Hafif hapis.
Emprisonnement à temps: Geçici (muvakkat)
hapis. Emprisonnement à vie: Ömür boyu hapis,
"müebbet hapis,
emprisonner gçl. 1. Hapsetmek, tutuklamak
(Emprisonner un voleur). 2. Sıkmak, sıkı sıkı
kapatmak (Un col rigide qui emprisonne le cou).
emprunt er. 1. Ödünç alma, borç alma (Faire un
emprunt). 2. Ödünç, "istikraz (Emprunt d'Etat.
Emprunt à court terme, à long terme). 3. Alıntı
(Cette idée est un emprunt à un auteur étranger). §
D'emprunt: 1. Yapmacık, yapma, iğreti (Une
érudition d'emprunt). 2. Takma (Il voyageait sous
un nom et emprunt).
emprunté, e s. 1. Sıkılgan, utangaç, çekingen (H
s'est adressé à moi d'un air tout emprunté). 2.
Yapmacıklı (Agir d'une manière empruntée). 3.
Takma, iğreti (On n'aime personne que pour des
qualités empruntées).
emprunter gçl. 1. Ödünç almak, iğreti almak (Tai
emprunté cent francs. Il a emprunté la voiture de
son oncle). 2. Emprunter qch à qn: a) Birinden...
ödünç almak (Emprunter de l'argent à un ami), b)
Birinden... almak, alıntılamak (Emprunter une
citation à un auteur). 3. Bir şeyi -e borçlu olmak; den gelmek (Ce livre emprunte
tout son intérêt à
l'actualité desfaits racontés). 4. (Yol için) İzlemek,
tutmak, -den geçmek (Emprunter une route, une
voie. Le conducteur ne peut emprunter la moitié
gauche de la chaussée). 5. Takınmak (Emprunter le
visage d'un suppliant). 6. Emprunter qch de: (Eski)
Bir şeyi -den alıp kendine mal etmek (Virgile a
emprunté d'Hqmère quelques comparaisons).
emprunteur, euse ad 1. Ödünç alan, borçlu,
verecekli (Le prêteur et l'emprunteur). 2. Borç
alma huylusu,
empuantir gçl. Çok pis kokutmak, kokuşturmak,
empuantissement er. Pis kokutma, pis kokma;
kokuşturma, kokuşma,
empyème er. hek. İrin toplanması,
empyrée er. 1. Göklerin, tanrıları barındıran en
yüksek katı. 2. mec. Gökler, gökler âlemi,
empyreumatique s. Ağır kokulu,
empyreume er. kim. Organik bir maddenin
yanmasından çıkan ağır koku.
ému, e s. 1. Heyecanlı (Il était si ému qu'il ne pouvait
pas parler). 2. İçten, sıcak, heyecan verici (J'en ai
gardé un souvenir ému).
émulation diş. Olumlu yarışma, yarışma, "rekabet
(Dans cette classe il n'y a guère d'émulation).
émule ad. Başkasıyla eşit olmaya çalışan, eşitlik
émulsion
güden, °rakıp; eşit, denk (On reconnaît en lui le
digne émule de son maître).
émulsion diş. 1. Sütsü, sübye. 2. (Sinemacılıkta)
Duyarkat.
émulsionner gçl. 1. Sütsüleştirmek, sübyeleştirmek;
sütsü hale getirmek, sübye haline getirmek. 2.
(Fotoğrafçılıkta) Duyarkat geçirmek,
en ilg. 1. -e (Aller en France, passer en Angleterre).
2. -de, içinde (Etre en prison. Nous sommes en
juillet). 3. -ile (Expliquer en quelques mots). 4. halinde (Vivre en paix, être en
guerre avec un pays).
5. -şeklinde, biçiminde (Des perles en poire). 6,-li, giymiş (Etre en pyjama). 7.
-dilinde; -ce olarak
(Ecrire en français). 8. -bakımından (Une terre
fertile en blé. Un aliment riche en protéine). 9. -in
(En hiver, il fait froid). 10. -iken (En partant). 11. erek (Il a trouvé son chemin
en cherchant). 12. olarak (Ilparle en connaisseur. J'ai reçu un livre en
cadeau). 13. adıl. Ondan, bundan, onlardan,
bunlardan (Tu as bien fait de me prévenir, je lui en
parlerai dès que je le verrai. Ces livres ne servent
plus à rien, il faut nous en débarrasser). 14. adıl
Oradan, buradan (Il était à la maison, il vient juste
d'en sortir). 15. Ondan, o yüzden, onun yüzünden
(La maladie est grave, il risque d'en mourir. T ai
trop de soucis, je n'en dors plus).
énallage er. Dilbilgisi şekillerinden biri yerine
başka birini kullanma, *değişikleme.
énamourer gçl. Kendine aşık etmek, gönlünü
kapmak. § S'énamourer de qn: -e aşık olmak,
vurulmak, tutulmak (Toutes les jeunes filles
s'énamouraient de lui).
encablure diş. Deniz milinin onda biri, aşağı yukarı
200 metre.
encadrement er. 1. Çerçeve, pervaz (L'encadrement
d'un tableau, d'une glace, dun panneau). 2.
Çerçeveleme, çerçeve geçirme. 3. ask. Kadrosunu
tamamlama (L'encadrement des troupes). 4. ask.
Kadroya alma. 5. (Ekonomide) Sınırlandırma;
sınırlandırılma (Encadrement du crédit). 6. mec.
Çerçeve (L'encadrement de toute œuvre, c'est son
époque).
encadrer gçl. 1. Çerçevelemek (Encadrer un tableau,
une photographie). 2. Çevirmek, çerçeve içine
almak, çevrelemek (Des cheveux nattés qui
encadrent un visage mièvre). 3. Etrafını sarmak
(Les bois qui encadrent un château). 4. Encadrer
qn: Aralarına almak (Deux gendarmes encadraient
le voleur). 5. ask. Kadrosunu tamamlamak
(Encadrer une troupe). 6. ask. Kadroya almak
(Encadrer les recrues). § Ne pouvoir encadrer qn:
argo. -in yüzünü görmeye bile tahammül
edememek; -i hiç sevmemek (Je ne peux pas
encadrer cet homme).

503

en-cas
encadreur er. 1. Çerçeveci. 2. (Bir kurs yada stajda)
Öğretim görevlisi (Les encadreurs d'un stage).
encagement er. Kafes içine koyma,
encager gçl. 1. Kafes içine koymak (Encager
un oiseau, une bête). 2. mec. Hapsetmek, dört
duvar arasına kapamak,
encaissable s. Tahsil edilebilir, alınabilir (Somme
immédiatement encaissable).
encaissage er. Kasaya koyma,
encaisse diş. Cüzdanda yada kasadaki para, eldeki
para yada değerler (L'encaisse d'une maison de
commerce). § Encaisse d'or: Altın yedeği. Encaisse
métallique. Kâğıt para karşılığı (altın ve gümüş),
encaissement er. 1. Sandıklama, sandıklara koyma.
2. Kasaya koyma. 3. Tahsil etme, alma, tahsil
"ahzukabz (Remettre un chèque à I encaissement').
4. (Irmak yada yol için) Dar ve dik boğazdan
geçme, yarma içinden geçme,
encaisser gçl. 1. Sandıklamak, sandıklara koymak.
2. Kasaya koymak. 3. Almak, "tahsil etmek
(Encaisser de l'argent, une grande somme). 4. tkz.
Yemek, uğramak, sineye çekmek (Encaisser des
coups, des injures). 5. tkz. Sevmek, hoşlanmak,
tahammül etmek (Je ne peux pas encaisser cette
femme. Il n'encaisse pas les bourgeois). 6. İki
yandan sıkıca sarmak, çevrelemek (Les bois qui
encaissent la route).
encaisseur er. 1. Tahsildar; para alıcı (L'encaisseur
du gaz et de l'électricité). 2. Mutemet,
encan (à I') bel. Açık artırma ile, açık artırmaya
koyarak (Vente à l'encan. Des meubles vendus à
l'encan). § Etre à l'encan: mec. Kapanın elinde
kalmak, kim daha çok para verirse onun olmak
(La justice était à f encan). Mettre, vendre qch à
l'encan: Bir şeyi açık artırmaya koymak, açık
artırmayla satmak,
encanaillement er. Bozulma, bayağılaşma, alçalma,
encanailler (s') gsz. 1. Bozulmak, bayağılaşmak,
alçalmak, düşmek (Un homme qui s'encanaille
dans des milieux louches. Le style de cet auteur
s'encanaille dans ses derniers romans). 2. Kötü
kişilerle düşüp kalkmak (Bourgeois s'encanaillent
dans des bistrots).
encapuchonner gçl. Kukulete geçirmek, kukulete
giydirmek. § S'encapuchonner: Kukulete giymek,
encart er. Kitap yada dergilerin içine konulan
basılı kâğıt, ilân (Un encart publicitaire).
encartage er. 1. Kitap yada dergi arasına koyma,
koyup gönderme. 2. Bir kartona tutturma,
encarter gçl. 1. Bir kitap yada dergi arasına
koymak, koyup göndermek. (Encarter un
prospectus dans une revue). 2. Bir kartona
tutturmak (Encarter des boutons).
en-cas, encas er. Gerektiğinde kullanılabilecek, işe
encaserner

504

yarayabilecek nesne yada kişi (On voyait dans İv


jeune duc de Chartres comme un cn-cas
monarchique, si Louis XVI tombait). 2. Bir tiir
geniş şemsiye. 3. Her olasılığa karşı evde hep
hazır bulundurulan hafif yemek,
encaserner gçl. 1. Kışlaya koymak, yerleştirmek
(Encaserner les recrues). 2. mec. Bir yere
sıkıştırmak, dar bir yere tıkıştırmak,
encastrement er. 1. Gömme, geçirme, takma,
içine oturtma. 2. (Tahtada, madende) Yuva,
lâmba, kertik,
encastrer gçl. Gömmek, takmak, yerleştirmek,
içine sokmak (Encastrer une glace dans le mur,
encastrer un mécanisme dans son boîtier). §
S'encaster: Geçmek, girmek (Une petite voiture
qui est venue s'encastrer sous le camion).
encaustiquage er. Cilalama,
encaustique diş. (Mobilya yada döşeme için)
Cila (Une odeur d'encaustique monte du parquet
luisant).
encaustiquer gçl. Cilalamak (Encaustiquer les
meubles, les parquets).
encavement er. Mahzene koyma, mahzenleme.
encaver gçl. Mahzene koymak, mahzenlemek.
enceindre gçl. Kuşatmak, çevirmek, etrafını
sarmak. § Etre enceint de: -ile çevrili olmak,
kuşatılmak (La ville était enceinte de puissantes
murailles).
enceinte diş. 1. Çevre, kuşatan şey (Franchir le mur
d'enceinte). 2. Sur, kale duvarı (Les enceintes de
l'ancien Paris). 3. Kapalı yer, etrafı çevrili alan
(Animaux vivant dans Tenceinte d" un parc). 4.
Salon (L'enceinte du tribunal. Enceinte réservée
aux personnages officiels).
enceinte s. diş. Gebe, yüklü, "hamile (Une femme
enceinte. Elle est enceinte de cinq mois).
encens er. 1. Günlük, "buhur, kokulu tütsü. 2. mec.
Övgü. § Donner de l'encens à: -i övmek, göklere
çıkarmak. Offrir de l'encens: Günlük yakarak
Tanrıya kulluk göstermek,
encensement er. 1. Günlük yakma; (bir şeyin
önünde) buhurluk sallama. 2. mec. Yüceltme,
ululama. 3. Övme, göklere çıkarma, dalkavukluk
etme. 4. (At için) Başını eğip kaldırma,
encenser gçl. 1. Günlük yakarak yüceltmek,
önünde buhurluk sallamak (Encenser f autel de
l'église. Le prêtre fait le tour du catafalque,
l'encense). 2. Övmek, göklere çıkarmak (On a
encensé ses mérites). 3. gsz. Buhurluk sallamak
(On nous apprenait à encenser élégamment). 4. gsz.
(At) Başını eğip kaldırmak,
encenseur, euse ad. 1. Buhurluk taşıyan. 2.
Dalkavuk, övgücü.
encensoir er. Buhurluk. § Donner des coups
enchanter
d'encensoir, manier l'encensoir: Çok övmek,
övgülere boğmak,
encéphale er. anat. Kafaiçi.
encéphalique s. Kafaiçine değgin,
encéphalite diş. hek. Kafaiçi yangısı,
encéphalographie diş. hek. Kafaiçi filmi alma,
°ansefalografi.
encerclement er. Kuşatma, sarma, çevirme, çember
içine alma; kuşatılma sarılma, çevrilme, çember
içine alınma (Encerclement de t ennemi.
L'Allemagne pense à rompre son encerclement).
encercler gçl. Kuşatmak, sarmak, çevirmek, çember
içine almak (Encercler une ville. İM police a
encerclé le quartier).
enchaînement er. 1. Art arda geliş, birbirini izleyiş
(Un curieux enchaînement de circonstances a
produit cet effet inattendu). 2. Bağlantı, bağ
(L'enchaînement des effets et des causes).
enchaîner gçl. 1. Zincire vurmak, zincirle bağlamak
(Enchaîner un lion, un esclave). 2. mec. Bağımlı
kılmak, susturmak, özgürlüğünü elinden almak
(Enchaîner la presse). 3. Sıralamak, sıraya
koymak, birbirine bağlamak (Enchaîner des mots,
des idées). 4. mec. Sıkı sıkıya bağlamak, çivi gibi
çakmak (Une mystérieuse destinée l'enchaînait
ici). 5. (Tiyatroda) Sözü bir yerden alıp ileri
götürmek. § S'enchaîner: (Belli bir mantık
ölçüsüne göre) Sıralanmak, gelişmek, birbirine
bağlanmak (Les épisodes de ce roman s'enchaînent
très naturellement).
enchanté, es. 1. Büyülü, sihirli (La jlûte enchantée).
2. Enchanté de qch, de f. qch: -den, -mekten pek
mutlu, pek hoşnut (Je suis enchanté de mon séjour
ici. Enchanté de faire votre connaissance).
enchantement er. 1. Büyü (Un vieux magicien qui
faisait, par enchantement, pousser des arbres et des
fruits). 2. Büyük hayranlık, coşku, esriklik (Cette
musique
lui
causait
un
enchantement
inexprimable). 3. Çok güzel şey, büyüleyici şey,
"harika (Ce spectacle est un véritable
enchantement). § Par enchantement, comme par
enchantement: Hiç beklenmedik bir biçimde,
büyü yapılmışçasına, bir mucize olmuş gibi (La
douleur a disparu comme par enchantement).
enchanter gçl. 1. Büyülemek (Etle ne pouvait pas
s'échapper, il l'avait enchantée comme une bête). 2.
Hayran bırakmak, son derece sevindirmek
(L'annonce de ce jour de congé a enchanté tous les
élèves). 3. Esritmek, coşturmak, kendinden
geçirmek (La beauté du paysage m'a enchanté). §
S'enchanter: 1. Çok sevinmek, kendinden geçmek
(Il s'enchantait à l'idée qu'il était l'arbitre de la
France). 2. S'enchanter de: -c bayılmak, -den çok
hoşlanmak.
enchanteur

505

enchanteur, eressc s. ve ad 1. Büyücü (Merlin


l'Enchanteur.
L'enchanteresse
C'ircé).
1.
Büyüleyici, çok güzel, baş döndürücü (Une fille
enchanteresse, un paysage enchanteur, une
musique enchanteresse).
enchâssement er. Yerleştirme, takma,
enchâsser gçl. 1. (Bir çerçeve yada kaş içine)
Yerleştirmek, takmak (Enchâsser un brillant dans
le chaton d'une bague). 2. Araya sokmak (Ilcite, il
enchâsse de belles pensées). 3. (Kilisede ermişlerin
kalıntı ve kemiklerini) Çekmeceye koymak.
_>nchâssure diş. (Bir şeyin içine takıldığı,
yerleştirildiği) Yuva, yatak,
enchatonnement er. Yuvasına, yatağına yerleştirme,
içine oturtma,
enchatonner gçl. Yuvasına, yatağına oturtmak,
içine yerleştirmek (Enchatonner une pierre
précieuse).
cnchausser gçl. (Sebzeleri) Dona karşı korumak için
samanla örtmek,
enchemisage er. Kılıf geçirme, gömlek geçirme,
enchemiser gçl. Kılıf geçirmek, gömlek geçirmek
(Enchemiser un livre).
enchère diş. Artırma, açık artırma. § Acheter,
vendre qch aux enchères: Bir şeyi açık artırmadan
almak, açık artırmayla satmak. Mettre qch aux
enchères: Bir şeyi açık artırmaya koymak (Mettre
aux enchères une collection de timbres).
enchérir gsz. 1. (Eski) Pahalanmak, fiyatı artmak.
2. Enchérir sur qn: -den dalıa çok artırmak, daha
yüksek fiyat vermek (Enchérir sur son voisin). 3.
Enchérir sur qch: a) Artırarak pey sürmek, -i
yükseltmek (Il hésitait à enchérir sur ce prix). b)-in
sınırını aşmak, -den daha ileri gitmek (Une
description qui enchérit sur la réalité. Tu enchéris
sur les devoirs tracés par la loi).
enchérissement er. Pahalanma, fiyatı yükselme;
fiyat artışı.
enchérisseur er. Pey süren, artıran, artırmada
bulunan; açık artırmaya giren,
enchevêtrement er. 1. Birbirine dolaşma, karışma
(Un enchevêtrement de fils de fer). 2. mec.
Karışıklık,
karmakarışıktık
(Démêler
l'enchevêtrement dune pensée. L'enchevêtrement
de l'intrigue).
enchevêtrer gçl. I. Yular takmak (Enchevêtrer un
cheval). 2. (Döşeme kirişlerini) Çelik denilen ara
parçalarıyla
bağlamak.
3.
Karıştırmak,
karmakarış yapmak, birbirine dolaştırmak
(Enchevêtrer les ferrailles. Un pêcheur qui
enchevêtre sa ligne dans celle du voisin). 4. mec.
Karıştırmak, içinden çıkılmaz hale getirmek,
arap saçına döndürmek (Enchevêtrer une idée, une
situation). § S'enchevêtrer: 1. (At için) Yuları

encochement
ayağına dolaşmak (Le cheval s'est enchevêtré). 2.
Birbirine dolaşmak, karışmak (Les branches qui
s'enchevêtrent). 3. mec. Arap saçına dönmek,
karmakarışık bir hal almak (Une intrigue qui
s'enchevêtre). 4. S'enchevêtrer dans qch: -in
içinden çıkamaz duruma düşmek, -in içinde
kaybolmak (S'enchevêtrer dans ses explications).
enchifrené, e s. (Nezle yada sinüzitten) Burnu
tıkanmış,
enchifrènement er. Burun tıkanıklığı,
enchymose diş. hek. Deride kızartı, °ankimoz.
enclave diş. (Başka bir toprakla) Kuşatılmış toprak,
iç toprak (Le comtat Venaissin constituait une
enclave en territoire français).
enclavement er. (Bir başka toprakla) Kuşatılmış
olma, iç içe olma.
enclaver gçl. 1. Dörtbir yandan sarmak, içine
almak, çepeçevre kuşatmak (Un domaine qui
enclave un champ de la ferme voisine). 2. Arasına
sokmak (Enclaver un pronom complément entre le
sujet et le verbe). 3. İç içe sokmak (Le
prestidigitateur a enclavé ses deux anneaux).
enclenche diş. Hareket kolu, hareket düğmesi,
enclenchement er. Hareket ettirme, çalıştırma,
enclencher gçl. Hareket ettirmek, çalıştırmak,
işletmek (Enclencher un mécanisme).
enclin, e s. 1. Eğilimli, hevesli. 2. Enclin à qch, à f.
qch: -e eğilimli, -meye eğilimli (Il est enclin à la
paresse. Etle est trop encline à s'amuser).
encliquetage er. Çarkın dönmesini önleyen mandal,
çakıldak.
encliqueter gçl. Dönmesini durdurmak, çakıldakla
durdurmak (Encliqueter un mécanisme).
enclore gçl. Duvar, çit, parmaklık ile çevirmek,
kuşatmak, sarmak (Enclore un terrain. Le mur qui
enclôt le jardin).
enclos er. 1. Duvarla, çitle çevrilmiş toprak. 2.
Çit, çevre duvarı (Un endos de pierres sèches).
enclouer gçl. hek.. 1. Çivi ile tutturmak, içine çivi
koymak (Enclouer des os fracturés). 2. Çivi
batırmak, çiviyle yaralamak (Enclouer un animal
qu'on ferre). 3. ask. (Topu) Namlusuna özel
çiviler sokarak işlemez duruma sokmak
(Enclouer un canon).
enclouur;' [okluyu] diş. (Atın ayağında) Nal çivisi
yarası.
enclume diş. 1. Örs (Le forgeron frappe sur
l'enclume. Enclume de cordonnier, de couvreur). 2.
(Orta kulakta) Örs kemiği. § Etre entre l'enclume
et le marteau: Etle kemik arasında kalmak, aşağı
tükürsen sakal yukan tükürsen bıyık durumunda
kalmak,
encoche diş. Kertik,
encochement er. Kertikleme.
encocher
encocher gçl. Kertiklemek, kertik koymak,
encoignure diş. 1. Duvar köşesi (Le voleur se
dissimula dans une encoignure. Le lit était placé
dans l'encoignure). 2. Köşe rafı, köşe dolabı,
encollage er. 1. Çirişleme, zamklama, tutkallama.
2. Çiriş, zamk, tutkal, gibi yapıştırıcı madde,
encoller gçl. Çirişlemek, zamklamak, tutkallamak.
encoBeur, euse ad. 1. Tutkallama, zamklama,
çirişleme işlerinde çalışan işçi. 2. diş. Tutkallama
makinası.
encolure diş. 1. (At gibi hayvanlar için) Boyun
(Flatter Fencolure d'un cheval). 2. Erkek boynu
(Un homme de forte encolure). 3. Yaka numarası,
yaka açıklığı (Une chemise d'encolure 42). 4. Giysi
yakası (Encolure montante, encolure large).
encombrant, e s. 1. Kalabalık eden, yol yada yer
tıkayan (Despaquets encombrants). 2. Can sıkıcı,
rahatsız edici (La présence encombrante d'un
voisin. Une richesse encombrante).
encombre (sans) bel. Bir engelle, güçlükle
karşılaşmadan, kazasız belâsız (Le voyage s'est
effectué sans encombre. Il venait de subir sans
encombre son dentier examen).
encombré,e s. Tıkanık, hemen hemen hiç boş yer
olmayan, dolu (Le salon est encombré. Le marché
est encombré. C'est une carrière encombrée).
encombrement er. 1. Tıkanıklık, doluluk, boş yer
olmama (L'encombrement du bureau nous a
obligés à passer dans le salon. L'encombrement du
marché, d'une carrière). 2.Yol tıkanıklığı, trafik
kalabalığı (Les encombrements m'ont retardé, fai
été pris dans un encombrement). 3. Bir eşyanın
kapladığı yer (Déterminer l'encombrement d'un
meuble. L'encombrement
d'un appareil de
chauffage).
encombrer gçl. 1. Tıkamak (Des valises qui
encombrent le couloir. Une troupe de chameaux
encombrait la rue). 2. Doldurmak, kaplamak, boş
yer bırakmamak (Trop de nouveaux venus
encombrent cette profession. Un amas de
paperasses encombrait la table). 3. Encombrer qch
de: -ile doldurmak, tıkamak (Tu encombres ta
mémoire de détails inutiles). § S'encombrer de qn,
de qch: -ile kendini sıkıntıya sokmak, -i yanında
götürüp rahatsız olmak; -ile kafasını boşuna
doldurmak (Il n'a pas voulu s"encombrer de ses
enfants pour ce voyage. line s'encombre pas de tant
de scrupules. A quoi bon s'encombrer de tant de
souvenirs?).
encontre (à F) bel. 1. Ters (C'est là raisonner tout à
Fencontre). 2. Buna karşı, bunun aksine (Je n'ai
rien à dire à Fencontre). 3. ilg. A rencontre de: -in
tersine (Il a agi à Fencontre de mes conseils). §
Aller à l'encontre de qch: -ile ters düşmek, -e aykırı

506
encourir
olmak (Certains faits vont à Fencontre de cette
théorie).
encorbellement er. Cumba (Des encorbellements
brodés de sculptures arabesques. Des maisons en
encorbellement).
encorder (s') gsz. (Dağcılar) Aynı halatla birbirine
bağlanmak.
encore bel. I. Hà\à(Noussommes encore en hiver. Tu
es encore là?). 2. Henüz (Il ne faisait pas encore
nuit. Je ne suis pas encore prêt). 3. Daha (Prenez
encore une assiette de soupe). 4. Daha da (Il est
encore plus bête que je ne pensais. Ce volume est
bien petit; nous conseillons à Fauteur de le réduire
encore). 5. Yine, yeniden (Il a encore perdu au jeu.
Il a encore acheté une nouvelle voiture). 6. Bununla
birlikte, hem, yine de (Tout ceci est terrible, encore
ne sait-on pas tout. Il nous met tous en retard et,
encore, c'est lui qui proteste). § Encore une fois: Bir
daha, bir kez daha (Répétez encore une fois).
Encore si, si encore: Bari, hiç olmazsa (Si encore il
était beau! Mais il est laid. Encore s'il faisait un
effort, on lui pardonnerait). Encore que: -diği
halde, -sine karşın (Il n'aide personne, encore qu'il
soit très riche. Encore que le froid fût très vif, il
sortait de bonne heure pour une promenade dans ta
campagne). Et encore!: Daha ne, daha ne olsun,
daha ne istersiniz! (On vous en donnera cinq cents
francs, et encore! Il pourra s'en tirer tout juste, et
encore!).

encorné, e s. Boynuzu olan, boynuzlu,


encorner gçl. Boynuzlamak, boynuz vurmak (Le
taureau a encorné le cheval du picador).
encornet er. Mürekkepbalığı, "kalamar,
encourageant, e s. 1. Yüreklendirici, cesaret verici
(Le résultat est encourageant). 2. İsteklendirici,
özendirici, teşvik edici,
encouragement er. 1. Yüreklendirme, cesaret verme,
cesaretlendirme (Des cris d'encouragement
jaillissent
à F adresse des coureurs). 2.
İsteklendirme, özendirme, "teşvik, yardım,
destek (Il a reçu peu d'encouragements. Les
encouragements de l'Etat à l'épargne. Prix
d'encouragement).
3. Yüreklendirici
yada
isteklendirici, özendirici şey.
encourager gçl. 1. Yüreklendirmek, cesaret vermek
(Tes paroles m'ont beaucoup encouragé). 2.
İsteklendirmek, özendirmek, teşvik ètmek,
yardım etmek, destek olmak (Encourager tes
jeunes talents). 3. Encourager qn à f. qch: Birini meye teşvik etmek (Je Fai
encouragé à continuer).
encourir gçl. 1. Uğramak, başına gelmek, "maruz
kalmak (Encourir des reproches, une amende, un
malheur). 2. -e çarpılmak (L'accusé encourt la
peine de mort). 3. Üzerine çekmek, uğramak
encrage
(Encourir la haine publique. Il a encouru le mépris
de tous).
encrage er. Mürekkepleme, mürekkep sürme
(L'encrage dun rouleau de presse, d'une planche
gravée).
encrassement er. Kirlenme, kir pas tutma
(L'encrassement du filtre ralentit l'arrivée du
carburant).
encrasser gf/. 1. Kirletmek (Une encre qui encrasse le
stylo). 2. Kir pas içinde bırakmak, kir pasa boğup
tıkamak (Une essence qui encrasse les bougies). §
S'encrasser: Kirlenmek, kir pas içinde kalmak,
kire boğulup tıkanmak (Le moteur s'est encrassé).
encre diş. 1. Mürekkep (Encre bleue, encre de Chine).
2. Kestane mantarı (sayrılık). § Encre de Chine:
Çini mürekkep. Encre d'imprimerie: Matbaa
mürekkebi. Encre indélebile: Çıkmaz mürekkep.
Encre Sympathique: Gizli mürekkep, izi bir
kimyasal madde ile ancak çıkan mürekkep.
Ecrire à qn de sa plus belle encre: Kalemine ne
geldiyse onu yazmak; yapmacığa kaçmadan,
kalemine geldiği gibi yazmak. Faire couler
beaucoup d'encre: Çok yorumlara yol açmak,
üzerinde çok şey yazılıp çizilmek (Cette histoire a
fait couler beaucoup denere). Une nuit d'encre:
Zifiri karanlık bir gece. Noir comme de l'encre:
Kapkara. Se faire un sang d'encre: Çok üzülmek,
çok kaygılanmak, meraktan patlamak, içi içini
yemek.
encrer gçl. Mürekkep sürmek, mürekkeplemek (Encrer un rouleau, un tampon).
encrier er. 1. Mürekkep hokkası, hokka
(Tremper sa plume dans f encrier). 2. (Basimevlerinde) Mürekkep tablası,
mürekkeptik,
encroûtement
er.
1.
Kabuk
bağlama,
kabuklanma. 2. mec. Kafası örümceklenme.
encroûter gçl 1. Kabukla örtmek, kabuk
bağlatmak. 2. Harç sürmek (Encroûter un mur). §
S'encroûter: 1. Kabuk bağlamak, kabuklanmak.
2. mec. tkz. Kafası örümceklenmek. 3.
S'encroûter dans qch: -in içinde kala kalaçürüyüp
gitmek (S'encroûter dans ses habitudes, dans ses
préjugés).
enculé er. (Küfür) Edilgen eşcinsel, ibne, veregen,
götveren.
enculer gçl. tkz. Arkadan düzmek,
encuvage, encuvement
er.
Fıçıya
koyma,
tekneye koyma,
encuver gçl. Fıçıya koymak, tekneye koymak
(Encuver le linge, la vendange).
encyclique diş. Papalık genelgesi,
encyclopédie diş. *Genbilik, "bilgilik, "ansiklopedi.
§ Une encyclopédie vivante: mec. Her şeyi bilen
kişi, ayaklı kütüphane.

507

endocrine

encyclopédique s. Genbiliğe değgin,*genbiliksel;


*bilgiliksel,
ansiklopediyle
ilgili,
ansiklopedik,
encyclopédiste
er.
*Genbilikçi,
"bilgilikçi,
ansiklopedi yazan,
endémie diş. hek. Yerleşik
sayrılık,
yersel
sayrılık.
endémique
s.
1.
Yerleşik
(Une
fièvre
endémique, une affection endémique). 2. mec. Belli
bir çevrede sürekli olarak kendini gösteren (Ily a
en Amérique un chômage endémique).
endenté, e s. Dişleri olan, dişli (Une mâchoire
endentée).
endenter gçl. 1. (Bir çarka) Diş takmak
(Endenter une roue). 2. (îki şeyi) Diş açarak
birleştirmek,
endettement er. Borçlanma; borçlandırma,
endetter gçl. Borçlandırmak, borca sokmak
(L'achat de cette voiture m'a endetté). § S'endetter:
Borçlanmak, borca girmek (Il s'est endetté pour
monter un commerce).
endeuiller gçl. Yasa boğmak, yaslandırmak
(Cette catastrophe a endeuillé tout le pays). §
S'endeuiller: Yasa bürünmek, yas tutmak,
endêvé, e s. Öfkelenmiş, tepesi atmış,
endêver gs2. tkz. Öfkelenmek, kudurmak,
tepesi atmak. § Faire endêver qn: Birini
kudurtmak, çok kızdırmak, tepesini attırmak,
endiablé, e s. ve ad. 1. Cinlenmiş, perili,
delirmiş (Un enfant endiablé). 2. Çok canlı, çok
ateşli (Un homme d affaires endiablé).
endiabler gsz. tkz. 1. Kudurmak, cinleri başına
çıkmak. 2. gçl. Kudurtmak, cinlerini başına
çıkarmak.
endiguement er. Büğetleme, set çekerek tutma,
set çekme.
endiguer gçl. 1. Büğemek, setle tutmak,
büğetle tutmak (Endiguer un fleuve). 2. mec.
Bastırmak, tutmak, engellemek (Endiguer le flot
des manifestants. Endiguer son chagrin).
endimanché, e s. Bayramlıklarını giymiş, yeni
giysilerini giymiş, pek şık giyinmiş (Tu es
endimanché aujourd'hui).
endimaneher (s') gsz. Bayramlıklarını giymek,
yeni giysilerini giymek, pek şık giyinmiş olmak,
endive diş. Bir tür hindiba (Salade d endive).
endivisionner gçl.
ask.
Tümenler
halinde
toplamak,
endocarde er. anat. Yüreğin içi zarı.
endocardite diş. Yüreğin iç zar yangısı,
endocarpe er. Meyva içi, meyvantn çekirdeğe
en yakın iç bölümü,
endocrine s. hek. Salgısını kana salan, iç salgılı
(Le foie, le pancréas sont les glandes endocrines).
endocrinien
endocrinien, ne s. İç salgılı bezlere değgin
(Troubles endocriniens).
endoctrinement er. 1. (Eski) Öğretme, bilgi
verme. 2. (Bir öğreti yada inancı) Aşılama,
kafasına sokma (IM radio est pour un
gouvernement
un
puissant
moyen
d'endoctrinement).
endoctriner gçl. 1. (Eski) Öğretmek, bilgi
vermek. 2. (Bir öğreti, bir düşünce yada bir
inancı)
Aşılamak,
kafasına
yerleştirmek
(Endoctriner la jeunesse).
endoderme er. İçderi.
endogame s. ve ad. İçten evli, içten evlenmiş (kişi),
endogamie
diş.
İçten
evlenme;
evlenecek
kimsenin, eşini, üyesi bulunduğu topluluk
içinden seçmesi kuralını temel alan evlilik düzeni,
endogène s.
İç, içerde olan, içe
bağlı
(Intoxication endogène. Organes endogènes).
endolorir gçl. 1. Acıtmak, ağrıtmak, sızlatmak
(Une plaie qui endolorit la jambe). 2. mec. Acı
vermek, üzüntü vermek,
endolorissement er. Ağnma, acıma, sızlama,
endommagement er.
Bozma, zarar
verme;
bozulma, zarar görme,
endommager gçl.
Bozmak,
zarar
vermek,
zarara uğratmak, zedelemek (La tempête a
endommagé la toiture).
endoparasite er. İçasalak.
endoparasitisme er. İçasalaklık.
endoréique s. coğr. Akışsız, suları denize
dökülmeyip toprak içinde yitip giden (Région
endoréique).
endoréisme er. coğr. Akışsızlık, suları içe
akma.
endormant, e j. 1. Uyutucu, uyku verici. 2.
mec. Can sıkıcı, sıkıcı, esnetici, uyutucu (Une
conférence endormante, un discours endormant).
endormeur,
euse
ad.
(İnsanı,
halkı,
kamuoyunu) Uyutan, oyalayan, atlatan kimse
(Ne vous jiez pas à lui. c'est un endormeur).
endormi, e i. ve ad. I. Uyumuş, uyuklayan (Un
conducteur à moitié endormi). 2. mec. Uyuşuk;
tembel, uyuşuk adam (Un esprit endormi. Avec un
endormi comme lui, cela risque de durer
longtemps).
endormir gçl. 1. Uyutmak (Endormir un bébé
en le berçant). 2. Uyuşturarak uyutmak (Endormir
un malade avant de l'opérer). 3. mec. Esnetmek,
canını sıkmak, uykusunu getirmek (Ce film
endort le public. Un conférencier qui endort son
auditoire). 4. Uyutmak, atlatmak, oyalamak
(Endormir un peuple, l'opinion publique; endormir
les mécontents par des promesses). 5. Yatıştırmak,
gidermek, azaltmak (Endormir les soupçons). §

508

endurable

S'endormir: 1. Uyumaya başlamak, uykuya


dalmak (Il s'endormait tout à coup en dodelinant
de la tête). 2. Yatışmak, şiddetini yitirmek (Le
remords s'endort durant un destin prospère). ij
S'endormir sur le roti: Gevşemek, işi gevşetmek.
S'endormir du sommeil de la tombe: Ölmek.
S'endormir dans le Seigneur: Hakkın rahmetine
kavuşmak.
endormissement er. Uyuklama; uyuklama ânı.
endos er. Ciro.
endosmose diş. fiz. biy. Dıştan içe geçişme;
içe-geçişnıe.
endossataire ad. Ciro edilen kimse,
endossement er. Ciro; ciro etme (Endossement d'un
chèque, d'une traite).
endosser gçl. 1. Sırtına giymek (Endosser une
robe de chambre, une veste, un uniforme). 2. ma .
Sorumluluğunu üstüne almak, yüklenmek, kabul
etmek (J'endosse les conséquences de son erreur.
Endosser la paternité d'un enfant). 3. (Ciltçilikte)
-in sırtını kıvırmak, kamburlaştırmak (Endosser
un livre). 4. Ciro etmek (Endosser un chèque, un
effet de commerce).
endosseur er. Ciro eden.
endothélial, e s. İç-kaplar tabakaya değgin,
endotelyuma değgin (Cellules endothéliales).
endothélium er. İç-kaplar tabaka, eııdotelyum.
endothermique .v. kim.
Isı çeken,
ısıalan.
(Réactions emlothcrmiques).
endroit er. 1. Yer (De l'endroit où j'étais,
j'apercevais la mer. C'est un endroit idéal pour
dresser la tente). 2. Oturulan yer, bölge, mahalle
(Habiter dans un endroit calme. Un endroit très
pittoresque). 3. Yan, °taraf (A que! endroit avez- '
vous mal?). 4.Bölüm,parça, yer (Hy a dans ce livre
des endroits obscurs. Le public éclate de rire aux
endroits comiques). 5. Yüz (L'endroit d'un tapis,
d'une étoffe, d'une médaille). § Petit endroit: Yüz
numara, helâ, tuvalet (Aller au petit endroit). A
l'endroit: Düz; yüzü üste gelmek üzere (Un livre
posé à l'endroit. Mettez vos chassures à l'endroit).
A l'endroit de: -in hakkında, konusunda;-c karşı, için (J'ai de la méfiance à
l'endroit de cet homme.
Je suis très bien disposé à son endroit).
enduire gçl. 1.Sıvamak, bulamak. 2. Enduire
qn, qch de qch: -ile sıvamak, -e bulamak (Enduire
de graisse l'axe d un moteur. Enduire ses cheveux
de pommade. Enduire les murs d'un crépi rose).
enduit er. 1. Sıva (L'enduit de ce mur s'écaille
par plaques). 2. (Kimi organların ü/erindeki) Sıvı
madde, yapışkan sıvı (L'enduit de la langue).
endurable
s.
Dayanılabilir,
katlanılabilir,
çekilebilir, "tahammül edilebilir (Une douleur
endurable).
endurance

509

endurance diş.
1. Dayanırlık,
dayanıklılık.
(L'endurance physique; l'endurance d'un coureur,
d'un moteur).
2. Katlamrlik, °tahammiil
(Supporter avec endurance les critiques perfides).
endurant, e s. Dayanıklı (Il faut ctre endurant
pour vivre sous un pareil climat).
endurci, e s. 1. Katılaşmış, taşlaşmış, duygusuz
(Je n'ai jamais vu d'âme aussi endurcie que la
vôtre). 2. Pişmiş, kaşarlanmış, çok tecrübeli (Ilest
endurci dans te mal. Un célibataire endurci. Des
pécheurs endurcis). 3. Kökleşmiş, eski (Ses
instincts de rond-de-cuir endurci).
endurcir gçl
1. Sertleştirmek (Endurcir ses
muscles). 2. Katılaştırmak, duygusuz kılmak (Les
malheurs avaient endurci son âme). 3. Endurcir qn
à qch: Birini -e alıştırmak, -e karşı dayanıklı
kılmak (Un long entraînement l'avait endurci à la
j'atigue. Endurcir un enfant à la peine, au froid, à la
sueur). § S'endurcir dans qch: 1. -de pişmek,
kaşarlanmak, tecrübe kazanmak, yoğrulmak
(S'endurcir dans la guerre, dans le crime, dans le
malheur). 2. S'endurcir à qch: -e karşı dayanıklılık
kazanmak, -e alışmak (S'endurcir à la peine, à la
fatigue).
endurcissement er. 1. Dayanırlık, dayanıklılık,
alışkanlık (L'endurcissement à la douleur, à la
misère).
2.
Duygusuzluk,
duyarsızlaşma,
katılaşma, taşlaşma (L'endurcissement
d'un
coeur).
endurer gçl. 1. Çekmek, uğramak, "maruz
kalmak (Endurer la faim, la fatigue, le j'roid). 2.
Dayanmak, tahammül etmek (Je ne peux plus
endurer son bavardage, cette misère).
endymion er. bitb. Kiryasemini.
énergéticien er. Enerji uzmanı, *erkebilimci.
énergétique s. 1. Erkeye değgin, enerjiyle ilgili
(Puissance, théorie énergétique) 2. diş. Erke
kuramı, *erkebilim, "enerjetik.
énergie diş. fiz.
1. Erke, "enerji (L'énergie
électrique, thermique). 2. Güc (Il frappait sur
l'enclume avec énergie. // a perdu toute son
énergie). 3. İçgücü, yılmazlık, yüreklilik,
gözüpeklik, "cesaret (Il a supporté ce malheur avec
beaucoup d'énergie).
énergique .ç. 1. Şiddetli, sert (Une résistance
énergique. Elever une énergique protestation). 2.
Etkili (Un remède énergique. Prendre des mesures
énergiques contre la vie chère). 3. Güçlü (Un
chef énergique). 4. Yılmaz, gözüpek, cesur (Un
homme énergique n'a jamais peur en face du
danger pressant).
énergiquement bel. Var gücüyle, yılmadan,
ürkmeden
(Lutter
énergiquement.
Soigner
énergiquement une maladie).

enfant
cnergisant, e hek. 1. s. Güçlendirici, güç verici, erke
verici (L'action énergisante d'un médicament). 2.
er. Güçlendirici ilâç, enerji artırıcı ilâç (Prendre
des énergisants).
énergumène ad. 1. Cinli, perili, cinlenmiş,
perilenmiş (kimse). 2. mec. Tepesi atmış, gözü
kararmış, delirmiş (Un énergumène qui emplit la
maison de ses cris).
énervant, e s. 1. (Eski) Sinirleri yatıştırıcı,
gevşeklik verici (Une musique énervante). 2.
Sinirlendirici, sinir bozucu (Un bruit énervant).
énervation diş. 1. (Eski) Sinirlerin yatışması,
gevşeme, yatışma. 2. hek. (Bir organın) Sinirini,
sinirlerini alma, sinirsizlendirme. 3. (Eskiden)
Dizlerin, bacakların sinirlerini yakmak suretiyle
yapılan işkence,
énervé, e s. ve ad. 1. Kızmış, sinirlenmiş,
öfkelenmiş (Ne lui demandez rien, il est très
énervé). 2. Sinirli (kimse) (Quel énervé!).
énervement er. Sinirlenme, öfkelenme, kızma,
kızgınlık (N'attachez pas d'importance à des mots
prononcés dans un moment (f énervement).
énerver
gçl.
1.
Gücünü
kesmek,
güçsüzleştirmek, zayıflatmak (Les coutumes qui
énervaient les ressorts de l'Etat).2. Sinirlendirmek,
kızdırmak (Tes paroles m'énervent beaucoup). 3.
(Eskiden) Kas kirişlerini keserek işkence yapmak
(Enerver un condamné).
§ S'énerver: 1.
Sinirlenmek. 2. S'énerver de qch, de f. qch: -e
sinirlenmek; -diğine sinirlenmek (Il s'énervait de
l'indifférence des gens. Je m'énerve de rester ici
sans rien faire).
enfaîteau er. Mahya kiremiti.
enfaîter gçl. Bir damın mahyasını örtmek,
enfance diş. 1. Çocukluk, çocukluk çağı (II a
eu une enfance heureuse). 2. Çocuklar (L'enfance
est insouciante.
L'enfance
délinquante).
3.
Başlangıç, emekleme çağı (Une littérature qui
était encore dans son enfance). § Tomber en
enfance: İhtiyarlayıp çocuksu olmak, bunamak,
enfant ad. 1. Çocuk (Un enfant obéissant, une
enj'ant malheureuse. Un enfant gâté. Livre
d'enfants, jardin d'enfants, voiture d'enfant). 2.
Evlât, çocuk (Enfant légitime, enfant prodige,
enfant unique, enfant illégitime). 3. Torun, -in
soyundan gelen kimse (Les enfants cF Adam). 4.
mec. Ürün, sonuç (Le succès fut souvent un enfant
de l'audace. Ce livre est enfant de la hâte). 5.
Yurttaş (Un pays doit sa prospérité au courage de
ses enfants). 6. Saf kimse, bön (Vous êtes des
enfants si vous croyez tout ce qu'il vous promet). 7.
.v. Saf, tez kanan, çocuk, çocuksu (Elle est restée
très enfanl. Ha un côté enfant). § Enfant de la balle:
Baba mesleğinde yetişen çocuk. Enfant naturel:
enfantement

510

Piç. Enfant de l'amour: Piç, anası babası belli


olmayan çocuk. Enfant de choeur: 1. Kilise
törenlerinde papaza yardım eden çocuk. 2. Saf
kimse, tez kanan, bön. Enfant adoptif: Evlâtlık
Enfants d'Apollon: Ozanlar. Enfanst de Mars:
Askerler, savaşçılar. Enfant du peuple: Halk
çocuğu. Faire l'enfant: Çocukluk etmek,
çocukça davranmak, ciddilikle bağdaşmayacak şeyler yapmak (Ne faites pas F enfant).
Prendre qn pour un enfant: Birini çocuk yerine
koymak, enayi sanmak (Tu me prends pour un
enfant). Prendre les enfants du Bon Dieu pour
des canards sauvages: Herkesi kör âlemi sersem
sanmak, herkesi enayi yerine koymak. C'est un
jeu d'enfant: Çocuk oyuncağı, çok kolay bir şey
bu.
enfantement er. 1. Doğurma, doğum yapma,
doğum (Les douleurs de l'enfantement). 2. mec.
Oluşturma, oluşma; meydana getirme, meydana
gelme; yaratma, yaratılma (L'enfantement d'une
oeuvre).
enfanter gçl. 1. Doğurmak (Enfanter un fils, unefûle).
2. Oluşturmak, yaratmak meydana getirmek
(Enfanter une œuvre, un livre).
enfantillage er. Çocukluk, çocukça şeyler, çocukça
davranış (Vous perdez votre temps en enfantillage.
C'est de F enfantillage).
enfantin, e s. 1. Çocukça, çocuksu, çocuklara
özgü (Un rire enfantin, un geste enfantin). 2. mec.
Basit, çocukça (Un problème enfantin).
enfariner gçl. Unlamak, un içinde bırakmak,
uğralamak.
enfer er. 1. Tamu, "cehennem (Les méchants
vont en enfer). 2. mec. Çok acı çekilen yer,
dayanılmaz şey, cehennem (Son foyer est devenu
un enfer, Sa vie est un enfer). 3. ç. (Söylencede)
Ölümden sonra ruhların gittikleri yer. § D'enfer:
Cehennem gibi, cehennemi andıran (Mener une
vie i enfer. Un bruit d'enfer).
enfermer gçl. 1. Kapatmak, tıkamak (Enfermer
un enfant dans une pièce). 2. Hapsetmek, içeri
tıkmak, kodese atmak (Enfermer un malfaiteur).
3. Kilit altına almak, saklamak (Enfermer les
papiers dans le tiroir du bureau). 4. Sıkıştırmak
(Enfermer un concurrent). 5. Kapsamak, içermek,
içine almak (Son compliment enfermait un peu
d'ironie). § Etre bon à enfermer: Deli olmak,
tımarhanelik olmak. Enfermer le loup dans la
bergerie: Kediye ciğer teslim etmek, kurda
kuzuyu emanet etmek. § S'enfermer: 1. Çekilmek,
kapanmak (S'enfermer chez soi). 2. S'enfermer
dans qch: -de ayak diretmek, ısrar etmek
(S'enfermer dans son silence, dans sa résolution).
enferrer gçl. Kılıç saplamak, süngü saplamak
(Enferrer son adversaire). § S'enferrer: 1.
enflammer
Hasmının kılıcına saldırmak. 2. mec. Kendi
oyununa gelmek, kendi sözü ile tutulmak,
enfeu er. Kilise duvarlarındaki mezar yuvası,
enfieller gçl. 1. Acılık vermek. 2. Enfıeller qn
contre: Birine -e karşı çok kötü duygular
besletmek;, içini zehir doldurmak (Qui m'a done
enftellé ainsi contre toi?).
enfiévrer gçl. 1. Ateşini yükseltmek (Cet effort
a enfiévré le malade). 2. mec. Coşturmak (Des
discours qui enfièvrent l'assistance). § S'enfiévrer
pour qch: -e karşı ilgi duymak, heveslenmek
(S'enfiévrer pour la politique).
enfilade diş. Sıra, dizi (Une enfilade de maisons, de
couloirs).

enfilage er. İpliğe geçirme, ipliğe dizme


(L'enfilage des pertes).
enfiler gçl. 1. İplik geçirmek, iplik takmak
(Enfiler une aiguille). 2. Dizmek, ipliğe geçirmek
(Enfiler des pertes, des anneaux). 3. Sokmak
(Enfiler une tige dans un trou, enfiler son bras dans
une crevasse). 4. Giymek, üzerine geçirmek
(Enfiler un vêtement, une veste, un pantalon). 5. den geçmek (Enfiler une rue, une
porte, un couloir).
6. tkz. Yemek, içmek, mideye indirmek (Enfiler
un bon repas, un verre de vin). 7. (Eski) Aldatmak,
kazıklamak, kandırmak (Il m'a enfilé). 8. ask
(Topçulukta) Yan ateşine almak. 9. argo. Enfiler
qn: -ile cinsel ilişkide bulunmak; -i düzmek,
becermek (Enfiler une femme). § S'enfiler: 1. (Bir
yerden geçmek, çıkmak (S'enfiler dans l'escalier).
2. S'enfiler qch: -i yemek, gövdeye indirmek (II
s'est enfilé une dizaine (f huîtres).
enfin bel. 1. Sonunda, en sonunda, "nihayet
(Après de longues recherches,il alenfln trouvé.Tuas
enfin compris!). 2. Kısacası, uzun sözün kısası,
sizin anlayacağınız (Des arbres arrachés, des
moissons perdues, des routes inondées: un vrai
désastre enfin). 3. Bununla birlikte, ama, yine de
(Cela me paraît difficile; enfin, vous pouvez
toujours essayer). 4. Eh, ne yapalım (Enfin, on
verra bien. Enfin, c'était inévitable). 5. Hele şükür!
(Enfin! La cloche a sonné).
enflammé, e s. 1. Tutuşmuş, alevler içinde
(Une torche enflammée). 2. Cayır cayır yanan,
alev alev yanan (Des magasins enflammés). 3.
Azmış (Une blessure enflammée). 4. mec Ateşli,
coşkun (Un discours enflammé. Il a une nature
enflammée).
enflammer gçl. 1. Tutuşturmak, parlatmak,
yakmak (L'incendie a enflammé les quartiers
lointains. Enflammer la paille avec une allumette).
2. Alev alev kızartmak, ateş gibi yapmak (Un
éclair de colère enflammait ses yeux et ses joues). 3.
Azdırmak, tahriş etmek (Enflammer une blessure.
enflé
la peau, l'organisme). 4. mec. Coşturmak,
alevlendirmek (Un discours qui enflamme le coeur
des assistants). § S'enflammer: 1. Tutuşmak,
yanmak (Le bois sec s'enflamme facilement). 2.
Birden parlamak, ateş almak (Les tonneaux de
poudre se sont enflammés). 3. mec. Coşmak,
canlanmak, alevlenmek (Mon imagination ne
s'enflamme plus comme autrefois). 4. S'enflammer
de qch: a) -den yanıp tutuşmak (S'enflammer
d'amour), b) -den köpürmek, kudurmak (A ces
mots, il s'enflamme de colère).
enflé, e s. 1. Şişmiş, şiş, şişkin (Un abcès enflé.
Il a ta joue enflée). 2. ad. hlk. Aptal, geri zekâlı
(Quel enflé!).
enfléchure diş. den. Çarmıkların basamakları,
iskalarya.
enfler gçl. 1. Şişirmek (Un abcès dentaire qui
lui enfle la joue. Le vent enfle les voiles). 2.
Kabartmak (Les pluies enflent les rivières). 3.
Tumturaklı kılmak (Enfler son style). 4.
Abartmak, ballandırmak, şişirmek (U enfle ses
mérites, ses succès). 5. gsz. Şişmek (Sa cheville
joulée a enflé rapidement). 6. Etre enflé de qch: -ile
şişinmek, övünmek (I! est enflé de ses succès). §
S'enfler: Şişmek (Ses jambes s'enflèrent).
enfleurage er. Yağlı bir maddeye çiçek kokusu
verme, parfüm katma,
enfleurer gçl. -e kimi çiçeklerin kokusunu
geçirmek, parfüm katmak, kokulandırmak
(Enfleurer une huile de toilette, un corps gras).
enflure diş.
1. Şiş, şişkinlik,
kabarıklık,
kabarma (L'enflure de ses jambes commence à
diminuer). 2. mec. Tumturakhlik, tumturak
(L'enflure du style). 3. mec. Şişinme, kabarma,
böbürlenme. 4. Abartma (On doit tenir compte de
l'enjlure orientale).
enfoncement er. 1. Çakma, gömme; çakılma,
gömülme (L'enfoncement d'un pieu dans le sol). 2.
Çökertme; çökme (L'enfoncement du centre de
l'armée était inévitable). 3. Çöküntü (Se cacher
dans l'enfoncement d'un mur). 4. Girinti. 5.
(Resimde) Geri derinlik. 6. Kıyı girintisi, koy.
enfoncer gçl. 1. Çakmak (Enj'oncer un clou à
grands coups de marteau). 2. Sokmak, koymak
(Enj'oncer ses mains dans sa poche). 3. Geçirmek,
takmak, koymak (Enj'oncer un chapeau sur sa
tête). 4. Batırmak (Ses spéculations Tenjonçaient
chaque jour un peu plus). S. Çökertmek (Enj'oncer
le couvercle d'une caisse. Il a enj'oncé la porte d'un
coup d'épaule). 6. ask. Yarmak, çökertmek
(Enfoncer une armée ennemie). 1. Yenmek, -e
üstün gelmek (Enj'oncer un adversaire, un
concurrent, un fameux
champion). 8. İyice
yerleştirmek, iyice, sokmak (J'essaie de lui
511

enfumer
enj'oncer ça dans la tête). 9. gsz. Batmak,
gömülmek (Enfoncer dans le sable, dans la vase). §
Enfoncer
une
porte
ouverte:
Herkesin
bildiği, apaçık bir gerçeği kanıtlamaya çalışmak,
açık kapıyı zorlamak; boşuna yorulmak,
havanda su dövmek. § S'enfoncer: 1. Batmak (Le
navire
s'enfonçait
lentement.
Les
roues
s'enfonçaient dans la boue. Le soleil s'enfonce
derrière une nuée opaque. Ije clou s'enfonce dans le
bois). 2. Gömülmek (I! s'est enfoncé dans son
fauteuil). 3. Girmek, dalmak (S'enfoncer dans une
rue). 4. Dalmak, kendini bırakmak (Il s'est
enfoncé dans une rêverie qui dura longtemps).
enfonçure diş. Çukur, çökük yer.
enfouir gçl. 1. Gömmek, toprağa gömmek,
saklamak (Craignant les perquisitions, il avait
enfoui son arme dans le jardin). 2. Sokmak,
koymak, indirmek (Il enfouit prestement sa
trouvaille dans sa poche). § S'enfouir: Altına
girmek, büzüşmek, içine dalmak (S'enfouir sous
ses draps).
enfouissement er. Gömme, gömülme; toprağın
altına koyma, koyulma,
enfourcher gçl. 1. Binmek (Enfourcher
un
cheval, une bicyclette). 2. Sıkı sıkıya bağlanmak,
dört elle sarılmak (Enfourcher une idée, une
chimère). 3. Çatalla delmek,
enfourchure diş. 1. (Ağacın) Çatal yeri. 2.
(Pantalonda) Ağ, apışlık,
enfournage, enfournement er. Fırınlama, fırına
koyma, fırına sürme (L'enfournement des poteries,
du pain, de la pâte).
enfourner gçl. 1. Fırınlamak, fırına vermek,
fırına sürmek (Enfourner la pâte, des poteries.
Enfourner un rôti). 2. tkz. Yemek, yutmak,
gövdeye indirmek (Il a enfourné à lui seul un
poulet). 3. tkz. Sokmak, koymak, tıkmak
(Enfourner des provisions dans un sac. Je l'ai
enfourné dans un taxi).
enfreindre gçl. -e aykırı davranmak, karşı
gelmek, uymazlık etmek, -i dinlememek,
saymamak, "ihlâl etmek (Enfreindre la loi, un
règlement, un traité).
enfuir (s') gsz. 1. Kaçmak (Un prisonnier
qui
s'enfuit).2. Çabuk geçmek, geçip gitmek (Les
années de jeunesse se sont enfuies). 3. Uzaklaşmak,
görünmez olmak d 1 n'avait plus qu'une pensée,
s'enfuir).
enfumage er. Dumana boğma, dumana tutma
(L'enfumage d'une ruche).
enfumer gçl. 1. Dumana boğmak, dumanlatmak
(Poêle qui enfume la pièce). 2. İslemek, ise tutmak,
tütsülemek (Enfumer les poissons, la viande). 3.
Dumana tutmak, dumanla rahatsız etmek
engagé
(Enfumer une ruche, des abeilles. Enfumer le renard
pour te chasser de son terrier).
engagé er. Gönüllü asker.
engagé, e ,v. Güdüçılü, güdümlenmiş; bağlantılı,
bağlı (Un écrivain engagé, une littérature engagée).
engageant, e s. Çekici, sevimli (Une jeune femme le
regardait d'un air engageant).
engagement er. 1, Rehin (Engagement des créances:
Alacaklar üzerinde rehin). 2. Yüklenme, °taahhüt
(Engagement à court terme, engagement de
change). 3. Anlaşma, "mukavele (Onpeut trouver
des acteurs sans engagement). 4. Yatırma, yatırım
(Cette entreprise exige l'engagement de gros
capitaux). 5. Girme, giriş (L'engagement du train
dans le tunnel). 6. Verilen söz, °vaat (Respecter ses
engagements). 7. Güdüm, güdümlülük; bağlantı,
bağlanma (L'engagement
en littérature). 8.
Gönüllü yazılma (L'engagement dans une armée).
9. ask. Çarpışma (L'adversaire a perdu une
dizaine d'hommes au cours de cet engagement).
10. Tutma, hizmete alma (L' engagement du
personnel).
engager gçi. 1. Rehine koymak (Elle vient d'engager
ses bijoux). 2. Bağlamak, yükümlülük altına
sokmak (Le diplomate ne veut rien dire qui puisse
l'engager). 3. -si adına söz vermek, -sini ortaya
koymak (J'engage mon honneur). 4. Tutmak,
hizmete almak (Engager un cuisinier. Je t ai
engagé comme secrétaire). 5. Sokmak (Engager la
clef dans la serrure. Engager sa voiture dans une
ruelle). 6. Girişmek, başlamak (Engager la
discussion. Engager des négociations). 7. Sokmak,
bulaştırmak, karıştırmak (Engager quelqu'un dans
une affaire). 8. Yatırmak, koymak (Engager les
dépenses nécessaires, engager un gros capital). 9.
Sürüklemek, içine sokmak (Le gouvernement a
engagé le pays dans un grand conflit, dans la
guerre). 10. Engager qn à qch: Birine -i salık
vermek, -e çağırmak, davet etmek (Je vous engage
à ta plus grande prudence). 11. Engager qn à f. qch:
Birine -meyi salık vermek; birini -meyeçağırmak,
davet etmek, teşvik etmek (Maral engageait les
soldats à massacrer les chefs.. On l'a engagé à
continuer ses recherches). § S'engager: 1. Kendini
güdümlemek,
güdümlenmek,
bağlanmak,
bağımlanmak (Une écrivain qui s'engage). 2.
Girmek (Le train s'engage dans le tunnel). 3.
Girişmek, başlamak (S'engager
dans des
pourparlers). 4. Girişmek, atılmak, içine girmek
(S'engager dans la lutte). 5. Girmek, görev almak
(S'engager dans F armée). 6. Asker olmak,
gönüllü asker yazılmak (Je n'étais
pas
mobilisable, j'ai voulu m engager). 7. S'engager à
qch: -e söz vermek, sözüyle bağlanmak (Vous ne

512

engluer
savez pas à quoi vous vous engager). 8. S'engager à
f. qch: -meye söz vermek, -meyi üzerine almak (II
s'est engagé à rembourser la somme en deux ans. Il
s'est formellement engagé à faire de ce pays une
fédération).
engainer gçl. 1. Kına sokmak, kılıfa koymak
(Engainer un poignard). 2. Sarmak, kılıfla sarmak
(Engainer une statue).
engazonnement er. Çimleme, çimen ekme, çimcnlcme.
engazonner gçl. Çimlemek, çimenlemek, çimen
ekmek.
engeance diş. 1. (Hayvanlar için) Soy, ırk. 2.
(Hakaret olarak) Hayvan gibi adam, hayvan
soyu! (Quelle maudite engeance!)
engelure
Soğuk ısırması, aşırı soğuğun yol açtığı
yara bere (Les mains rougies par les engelures).
engendrement er. Dölleme, doğurma,
engendrer gçl. 1. (Erkekler için) Döllemek, birinin
dünyaya gelmesi olanağını sağlamak (Selon la
Bible, Abraham engendra Isaac). 2. mec.
Doğurmak, yol açmak, neden olmak (La guerre
engendre bien des maux). § Ne pas engendrer la
mélancolie: Neşeli olmak, etrafına neşe saçmak (I!
n'engendre pas la mélancolie).
engerbage er. Demetleme, demet yapma,
engerber gçl. Demetlemek, demet yapmak,
engin er. 1. Alet, aygıt, makine, gereç (Engin de
chasse, de pêche. Grâce à des engins perjectionnés.
la reconstruction de ce quartier a été très rapide). 2.
Güdümlü mermi; flize (Suivant leurs points de
départ et d arrivé, on distingue des engins sol-sol,
sol-air, mer-air). 3. tkz. Takım taklavat, tuhaf
nesne (Ilporte sur son épaule un drôle d'engin). 4.
ask. Araç (Engins blindés). § Engin spatial: Uzay
aracı.
englober gçl. 1. İçinde toplamak, kapsamak (Un
récit qui englobe tous les grands événements
politiques des vingt dernières années). 2. Almak,
katmak, "ilhak etmek (Les Romains englobent le
petit pays de Judée dans leur empire). 3. Bir arada
saymak (Réquisitoire qui englobe tous les accusés).
engloutir gçl. 1. Yutmak, oburca yemek (Il a
englouti cinq tartines au petit déjeuner. II voit tes
élèves engloutir viandes et légumes). 2. Batırmak
(La tempête a englouti le navire), i.mec. Yutmak,
harcamak, yoketmek, batırmak (II a englouti une
grande fortune). § S'engloutir: Batmak, sulara
gömülmek (Le bateau s'est englouti dans la mer).
engloutissement er. Yutma, yutulma; batma, yok
olma.
engluage, engluement er. 1. Ökse sürme, koruyucu,
yapışkan bir madde sürme.2. Ökse, yapışkan
madde.
engluer gçl. 1. Ökse sürmek, koruyucu yapışkan
engommage
sıvı sürmek (Engluer le tronc d'un arbre). 2. Ökse
ile tutmak (Engluer un oiseau). 3. Yapış yapış
etmek (La confiture qui lui engluait les doigts). 4.
mec. Tuzağa düşürmek. § S'engluer Yapışıp
kalmak, yapış yapış olmak (Mes doigts se sont
englués dans la gomme).
engommage er. Zamklama, zamk sürme,
engommer gçl. Zamklamak, zamk sürmek,
engoncer gçl. (Giysi) Boynu, omuzlara gömülmüş
gibi göstermek (Ce modèle ne vous va pas bien, il
vous engonce trop).
engorgement er. 1. Tıkanma (L'engorgement des
conduits). 2. hek.
Dolgunluk, tıkanıklık
(L'engorgement des poumons). 3. (Piyasada)
Şişkinlik, doygunluk, aşırı mal bolluğu,
engorger gçl. 1. Tıkamak (Engorger un conduit,
un passage). 2. hek. Tıkamak; doldurmak,
tıkanıklık vermek (Engorger un organe) §
S'engorger:
Tıkanmak,
dolmak
(Cette
canalisation s'engorge facilement).
engouement, engoûment er. 1. Dolma, tıkanma
(L'engouement d'un conduit, d'un organe). 2.
Hayranlık, beğenme, sevgi duyma (L'engouement
pour cet acteur a été de courte durée).
engouer (s') gsz. 1. (Eski) (Çabuk yerken)
Tıkanmak (Ils'est engoué comme unpetitbébé). 2.
S'engouer de: -i sevmek, beğenmek, tutmak (Le
public s'est engoué de cette nouvelle mode). 3.
S'engouer, être engoué pour qn, pour qch: Birine
tutulmak, vurulmak, hayran olmak; bir şeye
merak sarmak,
engouffrement er. Derinlere batırıp gözden yok
etme, yutma; bir yere batıp yok olma, yutulma,
engouffrer gçl. 1. Derinlere batırıp gözden yok
etmek, dibe göndermek (Le vent a engouffré
l'enfant dans le torrent). 2. Yutmak, silip
süpürmek (Un invité qui engouffre des piles de
sandwiches). 3. Bol bol atmak, doldurmak (Les
chauffeurs engouffrent des tonnes de charbon dans
le foyer). 4. mec. Harcayarak yemek, bitirmek,
tüketmek, batırmak (Une entreprise qui engouffre
des sommes énormes). § S'engouffrer: 1. Birden ve
şiddetle girmek, bir yere girip yok olmak (Le vent
s'engouffre dans les ruelles. L'eau s'engouffre dans
la brèche). 2. Girmek, dalıvermek (De peur d'être
vue, elle s'engouffrait dans les ruelles sombres). 3.
Doluşmak, hızla girmek, kendini -in içine atmak
(La foule s'engouffrait dans le métro. Il s'est
engouffré dans un taxi). 4. Çökmek, batmak (Un
bâtiment de commerce hollandais s'est engouffré le
premier).
engoulevent er. hayb. Çobanaldatan kuşu.
engourdi, e s. Uyuşmuş, duyarlığını yitirmiş;
uyuşuk (Avoir les jambes engourdies. Un esprit
513

engueuler

engourdi).
engourdir gçl. 1. Uyuşturmak, duyarlığını yitirtmek
(Le froid lui engourdit les mains). 2. mec.
Gevşetmek, uyuşukluk vermek (La tiédeur de la
pièce l'avait engourdi dans son fauteuil). 3. mec.
Paslandırmak, köreltmek (La routine engourdit
l'esprit). § S'engourdir: 1. Uyuşmak. 2.
Gevşemek. 3. mec. Paslanmak, körelmek.
engourdissement er. 1. Uyuşma. 2. mec. Gevşeklik,
uyuşukluk. 3. mec. Paslanma, körelme.
engrais er. 1. Tavlanma çayırı, besi çayırı (Mettre
des bovins à l"engrais). 2. Besi yemi, semirtme
yemi. 3. Gübre (Lefumier des troupeaux est un bon
engrais. Engrais organique, engrais chimique).
engraissement er. 1. Semirme, tavlanma; semirtme,
tavlandırma. 2. Gübreleme,
engraisser gçl. 1. Semirtmek, besiye çekmek
(Engraisser ues volailles. Engraisser du bétail pour
la boucherie). 2. Gübrelemek (Engraisser une
terre). 3. Şişmanlatmak (Ce régime alimentaire Ta
un peu engraissé). 4. gsz. Semirmek, şişmanlamak
(En un an, elle a engraissé de cinq kilos). §
S'engraisser: Semirmek, şişmanlamak,
engraisseur er. Besici.
engrangement er. Ambara koyma, ambarlama,
engranger gçl. Ambara koymak, ambarlamak,
engraver gçl. (Tekneyi) Kuma batırmak, dibe
oturtmak. § S'engraver: Kuma oturmak, dibe
oturmak.
engrenage er. 1. Çark, dişili çark düzeni
(L'engrenage de direction d'une automobile). 2.
mec. Çark, olaylar zinciri (Etre pris dans un
engrenage redoutable. L'engrenage de la violence).
engrènement er. İki dişli çarkı birbirine geçirme;
çarkın dişleri birbirine geçme,
engrener gçl. 1. Buğday tanesi, tahıl tanesi
doldurmak (Engrener la trémie dun moulin). 2.
Buğday yada tahıl demeti doldurmak (Engrener
une batteuse). 3. (İki dişli çarkı) Birbirine
geçirmek. 4. Çarkın dişleri arasına almak, çarkın
içine sokmak (Les rouages de la grande machine
sociale nous engrènent). § S'engrener: (Çarkın)
Dişleri birbirine oturmak, birbirinin içine
geçmek (Ils s'engrènent les uns dans tes autres
comme les roues d'une montre).
engrosser gçl. tkz. Gebe bırakmak, karnını şişirmek
(Engrosser une femme).
engrumeler (s') gsz. Pıhtılaşmak; (süt) kesilmek,
engueulade diş. hlk. Azar, azarlama, paylama.
§ Passer une engueulade à qn: Birini azarlamak,
paylamak, ağzının payını vermek. Recevoir une
bonne engueulade: İyi bir azar işitmek, paparayı
yemek, ağzının payını almak,
engueuler gçl. hlk. Azarlamak, paylamak (Engueuler
enguirlander

514

un domestique). § S'engueuler: Birbirine bağırmak,


birbirine sövüp saymak (Deux chauffeurs qui
s'engueulent).
enguirlander gçl. 1. Çelenklerle süslemek. 2. tkz.
Tatlı sözlerle kandırmaya çalışmak, piyazlamak,
iyice bir donatmak (Je l'ai enguirlandé!). 3. mec.
Azarlamak, paylamak (L'autre s'emporte et
l'enguirlande).
enhardir gçl. Yüreklendirmek, cesaret vermek
(Obscurité douce qui enhardit l'amour timide). §
S'enhardir: 1. Yüreklenmek, cesaret bulmak (H
s'est enhardi jusqu'à lui parler). 2. S'enhardir à f.
qch: -meye cesaret etmek, yürek bulmak,
enharnacher gçl. 1. (Ata) Koşum vurmak. 2. mec.
Gülünç kılığa sokmak, gülünç bir biçimde
giydirmek.
énigmatique s. 1. Bilmece gibi; anlaşılması güç
(Une question énigmatique. Il garde un silence
énigmatique). 2. Gizemli, esrarlı (Un visage
énigmatique. C'est un personnage énigmatique).
énigme diş. 1. Bilmece (Poser une énigme
à quelqu'un. Déchiffrer une énigme). 2. Sorun,
anlaşılması güç şey (C'est une énigme pour tout le
monde). 3. Giz, gizem, "esrar, "muamma (Cet
homme est une énigme, on ne saitjamais à quel mot
il obéit). § Parler par énigmes: Bilmece gibi
konuşmak, kapalı ve anıştırmalı konuşmak, ne
dediği pek belli olmamak,
enivrant, e s. Esritici, baş döndüren, sarhoş edici
(Une gloire enivrante).
enivrement er. Esrime, başı dönme, sarhoş olma,
sarhoşluk (Dans le premier enivrement dun succès,
on croit que tout est aisé).
enivrer gçl. 1. Sarhoş etmek (Le vin l'avait enivré).
2. Coşturmak, başını döndürmek, esritmek (La
gloire ne doit pas t'enivrer. Sa beauté m'enivrait.
Le sang enivre le soldat). 3. Enivrer qn de qch: -ile
başını döndürmek, sarhoş etmek (Enivrer une
femme de bonheur). § S'enivrer: 1. Sarhoş olmak.
2. mec. Esrimek, başı dönmek, kendinden
geçmek. 3. S'enivrer de qch: -den başı dönmek, ile sarhoş olmak (S'enivrer de ses
gloires. Je
m'enivrais des odeurs).
enjambée diş. Büyük adım, uzun adım, adım (11
s'avance à grandes enjambées). § D'une enjambée:
Bir adımda (D'une seule enjambée, il a franchi
l'obstacle).
enjamber gçl. 1. Üstünden atlayıp geçmek
(Enjamber un obstacle). 2. Üstünden geçmek,
aşmak (Pont qui enjambe une rivière; viaduc qui
enjambe une vallée). 3. gsz. Enjamber sur qch: 1.
-taşmak,geçmek (Cette poutre enjambe sur le mur
du voisin). 2. ed. -ile artlama yapmak (Un vers qui
enjambe sur le suivant).
enlèvement
enjeu er. 1. Kumarda ortaya sürülen para, miza,
kav (Ilproposa de doubler notre enjeu. Les enjeux
sont élevés, le gagnant va remporter une somme
coquette). 2. mec. Bir girişim yada yarışmada
kazanılacak yada yitirilecek para. Kazanılması
umulan şey (L'enjeu de cette guerre, c'est notre
indépendance).
enjoindre gçl. 1. Buyurmak. 2. Enjoindre qch à
qn: Birine bir şey buyurmak. 3. Enjoindre à qn de f.
qch: Birine-meyi buyurmak (Je lui ai enjoint de se
conformer à vos directives).
enjôlement er. Yüze gülme, dil dökme, tatlı
sözlerle kandırma,
enjoler gçl. Yüze gülmek, tatlı sözlerle kandırmak,
enjôleur, euse s, ve ad. Kandırıcı (Méfiez-vous de cette
enjôleuse. Des mots enjôleurs).
enjolivement er. Güzelleştiren şey, süs.
enjoliver gçl. 1. Güzelleştirmek, süslemek (Les
moulures qui enjolivent le plafond). 2. Enjoliver qch
de: Bir şeyi -ile daha da güzelleştirmek,
renklendirmek (A chaque nouveau récit, il enjolive
l'aventure de quelques nouveaux détails).
enjoliveur, euse ad. 1. Süsleme meraklısı; bir öykü
yada
serüveni
anlatırken
süsleyip
renklendirmesini seven kimse. 2. er. Otomobili
güzelleştiren süs parçalan,
enjoué, e s. Sevimli, neşeli, neşe saçıcı (Un caractère
enjoué; une fillette enjouée).
enjouement er. Sevimlilik, neşelilik, neşe saçıcılık,
neşe (Un ton plein d'enjouement).
enkystement er. "Kistleşme, kist bağlama;
kınlanma, kın bağlama,
enkyster (s') gsz. Kist bağlamak; kistleşmek; kın
bağlamak, kınlanmak,
enlacement er. 1. Sarma, sarıp sıkma, kucaklaşma
(O quel baiser! Quels enlacements fous!). 2.
Birbirine geçme, dolanma (Un enlacement
inextricable de fleurons, de rinceaux).
enlacer gçl. 1. Sarmak, sıkmak, sarıp sıkmak,
kucaklamak (Le danseur enlace sa cavalière). 2.
Bağlamak, sıkmak (Le cordon qui enlace ces
livres). 3. Birbirine geçirmek, birbirine dolamak.
§ S'enlacer: 1. Birbirine sıkı sıkıya sanlmak (Des
amoureux qui s'enlacent. Deux lutteurs qui
s'enlacent). 2. Birbirine geçmek, birbirine
dolanmak (Les rues, les branches qui s'enlacent à
à une autre).
enlaidir gçl. 1. Çirkinleştirmek (La colère nous
enlaidit). 2. gsz. Çirkinleşmek (J'ai vu qu'elle avait
enlaidi). § S'enlaidir: Çirkinleşmek,
enlaidissement er. Çirkinleştirme; çirkinleşme,
enlèvement er. 1. Kaldırma, toplama (L'enlèvement
des ordures). 2. Kaçırma, kapıp götürme (Il est
accusé d'enlèvement d'enfant). 3. Alma, ele
enlever
geçirme, kapma (L'enlèvement d'une place pat
l'ennemi).
enlever gçl. 1. Kaldırmak, toplamak (Enlever les
ordures, les bagages. Enlever un fauteuil pour le
mettre dans la chambre). 2. Çıkarmak (Enlever une
tache à la benzine). 3. Enlever qch de qch: Bir şeyi
-den çıkarıp atmak (Enlever une phrase d'un
discours). 4. Kaçırmak, kapıp götürmek (Enlever
un enfant, une jeune fille). 5. Almak, ele geçirmek,
kapmak (Enlever une position, une tranchée, une
ville). 6. Kazanmak, elde etmek (Enlever la
victoire, tous les suffrages). 7. Çalmak, "icra
etmek (Enlever un morceau de musique). 8.
Öldürmek, alıp götürmek, götürmek (La peste a
enlevé son père). 9. Enlever qch à qn: a) Birinin
-siniıçıkarmak,almak (Enlever les amygdales à un
enfant), b) Birinin -sini elinden almak, geri almak
(On lui a enlevé le commandement), c) Birinin -sini
yok etmek, kırmak (Tu lui as enlevé tout courage.
Il m'a enlevé tout espoir, tout appétit), d) Birinin
-sini elinden almak, götürmek, öbür dünyaya
götürmek (La maladie lui a enlevé trois enfants).
10. Hızla koşturmak, uçar gibi dörtnala
kaldırmak (I! enlève, d'un coup de fouet, le petit
cheval) § S'enlever: 1. Kalkmak, yerinden
oynamak (Cela ne s'enlève pas facilement). 2.
Çıkmak (Une tache qui ne s'enlève pas). 3. Uçar
gibi koşmak (Voilà te beau cheval qui s'enlève).
enliasser gçl. Bağlamak, topluca bağlamak, demet
yapıp bağlamak (Enliasser des lettres).
enlisement er. 1. Kuma yada çamura batma,
gömülme (Des sables mouvants où Ton risque
l'enlisement). 2. mec. Çökme, batma, yok olma
( Une crise économique qui provoque T enlisement de
certaines entreprises).
enliser gçl. 1. Kuma, çamura batırmak (Ilaenlisésa
voiture). 2. mec. Çıkmaza sokmak, içinden
çıkılmaz duruma getirmek (Une longue procédure
qui enlise un procès). 3. Enliser qch dans: Bir şeyi -e
gömmek, batırmak, -de yok etmek, tüketmek
(Enliser ses forces dans la vie bureaucratique). §
S'enliser: 1. Batmak, gömülmek (Sa voiture s'est
enlisée'dans le marécage. S'enliser dans le sable,
dans la routine). 2. mec. Batağa saplanmak,
çıkmaza girmek (L'enquête policière s'enlise). 3.
mec. -in içinde bocalayıp durmak (Il s'est enlisé
dans des explications confuses).
enluminer gçl. 1. Canlı renklerle boyamak, canlı
bir renk vermek (Enluminer le visage). 2. Renk
renk resimlerle süslemek, "tezhip etmek
(Enluminer un livre). 3. mec. Kızıllaştırmak,
kızartmak (Le vin enluminait les visages).
enlumineur, euse ad. "Tezhipçi, süsleme sanatçısı,
enluminure diş. 1. Tezhip sanatı, tezhipçilik. 2.

515

énoncé
Tezhipli şekil, kitap süsü. 3. mec. Yüzdeki
kızarıklık, beniz kızıllığı,
enneigé,e s.Karlı,karla kaplı (Montagnes enneigées).
enneigement er. Kar durumu, karlılık, yerdeki kar
(L'enneigement, au début de l'hiver, était suffisant
pour les skieurs).
ennemi, e s. ve ad. 1. Düşman, yağı (Nos troupes
ont capturé de nombreux ennemis.
L'armée
ennemie, les canons ennemis). 2. Hasım, karşı,
düşman (Il se fait toujours des ennemis. Il est
ennemi de la musique moderne, de la politique
gouvernementale. Le mieux est l'ennemi du bien. Il
est l'ennemi du peuple numéro un). § Ennemi
mortel: Can düşmanı. Passer à l'ennemi: Düşman
safına geçmek, düşmana katılmak. Tomber entre
les mains de l'ennemi: Tutsak düşmek,
ennoblir gçl. Yüceltmek, soylulaştırmak, daha bir
güzelleştirmek (La vertu ennoblit l'homme).
ennoblissement
er.
Soylulaşma,
yücelme;
soylulaştırma, yüceltme (L'ennoblissement d'une
nature sans noblesse est possible).
ennuager
gçl.
1.
Bulutlarla
kaplamak,
bulutlandırmak. 2. Saydam, hafif puslu şeyleri
giydirmek; puslu bir havaya büründürmek
(Ennuager une femme de tulles). § S'ennuager:
Bulutlanmak (Le ciel s'ennuage).
ennui er. 1. Can sıkıntısı, usanç (Prendre un livre
pour tromper son ennui). 2. Üzüntü, sıkıntı, "belâ
(Il a eu un ennui de santé. Il a un gros ennui avec sa
voiture. Cela peut lui attirer des ennuis). 3. İşin acı
yanı, işin kötüsü (L'ennui, c'est que ce projet est
irréalisable). 4. Güçlük, sıkıntı (Avoir des ennuis
d'argent).
ennuyé,e s. Canı sıkılmış, sıkıntılı (Je suiJ bien
ennuyé).
ennuyer gçl. 1. Canını sıkmak, rahatsız etmek,
başım ağrıt mak (H m'ennuie avec ses exigences). 2.
Bıktırmak, usandırmak (La longueur du voyage
nous a ennuyés). 3. mec. Esnetmek, uyutmak
(Conférencier qui ennuie son auditoire). §
S'ennuyer: 1. Canı sıkılmak, üzülmek (Il s'ennuie
dans cette petite ville). 2. S'ennuyer de qn, de qch:
Birini, bir şeyi özlemek (Un enfant qui s'ennuie de
ses parents. Il s'ennuyait de sa ville natale). 3.
S'ennuyer de f. qch, à f. qch: -mekten bıkmak,
usanmak (Les amoureux ne s'ennuient jamais
d'être ensemble. Il s'ennuyait à attendre).
ennuyeusement. bel. Can sıkıcı bir şekilde, can
sıkarak, usandırarak,
ennuyeux, euse s. 1. Can sıkıcı (Un voisin ennuyeux.
Une question ennuyeuse). 2. Bıktırıcı, usandırıcı
(Un conférencier mortellement ennuyeux).
énoncé er. 1. Önerme, önerme tümcesi, *sözce
("L'oiseau chante" est un énoncé élémentaire). 2.
énoncer
Anlatım, terim, ifade; asıl metin (Se reporter à
l'énoncé de ta loi. Cet élève a ma! interprété le sujet
du devoir, faute d'avoir lu attentivement l'énoncé).
3. Açıklama, ilân etme (On ne vous fera entrer que
pour l'énoncé du jugement).
énoncer gçl. Açıklamak, anlatmak, dile getirmek
(Enoncer une vérité, un théorème, un jugement). §
S'énoncer: 1. Açıklanmak, anlatılmak (Cette idée
pourrait s'énoncer mieux). 2. Düşüncesini, dileğini
anlatmak, dile getirmek (Enoncez-vous plus
clairement).
énonclation diş. Açıklama, anlatma, dile getirme;
»sözceleme (L'énonciation des faits).
enorgueillir gçl. Kibirlendirmek, gururlandırmak,
(Ces succès ne doivent pas t'enorgueillir). §
S'enorgueillir: 1. Kibirlenmek, gurur duymak. 2.
S'enorgueillir de qch, de f. qch: Bir şeyden, bir şey
yapmaktan gurur duymak (S'enorgueillir de ses
succès. Il s'enorgueillit d'être te premier à avoir
réalisé un tel exploit).
énorme s. 1. Kocaman, çok büyük, dev gibi (Un
homme énorme. Un rocher énorme obstruait la
route). 2. mec. Çok büyük, korkunç, akıl almaz,
olağanüstü (Il a remporté un succès énorme. Une
énorme injustice).
énormément bel. Çok, aşırı derecede (Nous avons
énormément ri. Il a énormément d'argent).
énormité diş. 1. Kocamanlık, aşırı büyüklük,
aşırılık. 2. Ağırlık, çirkinlik (L'énormité dune
injure). 3. Çirkin söz, kötü davranış (En entendant
cette énormité, il a éclaté de rire). 4. Büyük yanlış,
bağışlanmaz hata (Un livre plein d'énormités). §
Dire une énormité: Bir densizlik etmek, çam
devirmek.
énouer gçl. (Kumaşın yüzündeki) Düğümleri,
pürüzleri temizlemek,
enquérir (s') gsz. 1. Araştırmak, öğrenmeye
çalışmak (Il s'enquérait si les planètes étaient
habitées). 2. S'enquérir de qch: a) -üzerinde bilgi
edinmek,
bilgi
toplamak;
soruşturmak,
öğrenmek, sorup araştırmak (Vous vous êtes
enquis des formalités exigées par ce voyage à
l'étranger?), b) -i sormak, -in halini hatırını
sormak (Il s'est enquis de ma santé. Il s'enquérait
de tout te monde).
enquête diş. 1. Yoklama, bilgi toplama, sondalama
(L'enquête d'un journal sur les opinions de ses
lecteurs). 2. Sorüşturma (Le gouvernement a
nommé une commission d'enquête. Enquête
parlementaire, enquête préparatoire, enquête
préliminaire,
enquête disciplinaire, enquête
policière). § Faire une enquête sur: -üzerinde
soruşturma yapmak. Ouvrir, engager une enquête
sur: -üzerine soruşturma açmak.
516

enrager
enquêter gsz. Enquêter sur qch: -üzerinde
soruşturma yapmak (Plusieurs inspecteurs ont
enquêté sur ce crime). § S'enquêter de: ...üzerinde
bilgi toplamak, -in ne olduğunu sorup
soruşturmak,
enquêteur, euse s. ve ad. Soruşturucu, araştırıcı;
soruşturma yapan kimse, soruşturmacı (Un détail
qui avait échappé à la perspicacité des enquêteurs).
enquiquinant, e s. tkz. Can sıkıcı, sıkıcı (Un voisin
enquiquinant, une histoire enquiquinante).
enquiquiner gçl. tkz. Canını sıkmak,iflahını kesmek
(Il nous enquiquine avec ses histoires. Ce travail
m'enquiquine). § S'enquiquiner: 1. Canı sıkılmak,
iflahı kesilmek. 2. S'enquiquiner à f. qch: -inekten
canı çıkmak, iflâhı kesilmek (Je vais
m'enquiquiner à refaire tous les calculs).
enquiquineur, euse s. ve ad. Can sıkan kimse, baş
belâsı (7ai eu du mal à me débarrasser de cet
enquiquineur).
enracinement
er.
Kökleşme,
yerleşme
(L'enracinement d un préjugé, d une erreur).
enraciner gçl. 1. Kökleştirmek, kök tutturmak,
dikmek (Enraciner un arbre, une plante). 2. mec.
Yerleştirmek (Des préjugés qui sont enracinés dans
cette société provinciale). § S'enraciner: 1.
Kökleşmek, kök salmak (Les arbres fruitiers
s'enracinent difficilement dans un mauvais terrain).
2. mec. Yerleşmek (Les mauvaises habitudes,
comme les plantes nuisibles, s'enracinent
facilement). 3. Uzun süre kalmak, bir konukluğu
çok uzatmak (Il ne faut pas laisser s'enraciner un
voisin importun).
enragé, e s. 1. Kuduz, kudurmuş (Un chien enragé).
2. Çılgın, yaman (Un chasseur enragé). 3. s. vead.
Enragé de qch: -e düşkün, meraklı (Un enragé du
football, de courses automobiles, de romans
policiers). § Manger de la vache enragée:
Yoksunluk içinde olmak, yoksul bir yaşam
sürmek.
enrageant, e s. mec. İnsanı çılgına çeviren, kudurtan,
çok sinirlendirici (Un contretemps enrageant).
enrager gsz. 1. Kudurmak, kuduz olmak (Un chien
qui enrage). 2. Enrager de qch: -den çılgına
dönmek, çok acı çekmek (Il enrage du ma! de
dents). 3. Enrager de f. qch: -diğine çok üzülmek,
kudurmak (f enrageais de ne pas pouvoirfournir la
preuve de mon innocence). § Faire enrager qn: 1.
Çatlatmak, çılgına çevirmek, kudurtmak, çok
sinirlendirmek (Un élève qui fait enrager ses
prof esseurs. Cet enfant fait enrager ses parents. Je
vivrai pour faire enrager mes ennemis). 2.
Takılmak, şaka etmek, kızdırmak (Pour le faire
enrager, il lui disait qu'il avait oublié sa
commission).
enraiement
enraiement, enrayement er. Durdurma, önleme;
durdurulma, önlenme (L'enraiement
d'une
épidémie).
enrayage er. 1. (Hski) (Tekerlekleri, aracı)
Frenleme, hareketsiz hale getirme. Takılma. 2.
Tutukluk yapma, tıkanıklık yapma (L'enrayage
d'une arme à feu, /'enrayage d'un mécanisme). §
Sabot d'enrayage: Takoz,
enrayer gçl. 1. (liski) Tekerlek parmaklarını
yuvalarına geçirmek. 2. (tski) Araba tekerleğinin
dönmesini pabuç denen demirle yada frenle
durdurmak (Enrayer une roue). 3. mec.
Durdurmak, önlemek, önünü almak (Enrayer
une épidémie, une grippe, la progression cl un mal).
4. Tutukluk yapmasına yol açmak, tutukluk
yaptırmak (Un grain de sable qui enraie un fusil). §
S'enrayer: 1. Tutukluk yapmak, tıkanıklık
yapmak (Son fusil s'est enrayé. Un mécanisme qui
s'enraie). 2. Durdurulmak, önlenmek, önü
alınmak (L'épidémie s'est enrayée).
enrayoir er. (Araba tekerleğinin dönmesini
durdurmak için) Papuç denen demir, takoz,
enrayure dif. 1. Sabanın açtığı ilk iz, ilk saban izi.
2. Tekerlek parmakları, çark parmakları,
enrégimenter gçl. 1. ask. Alaya almak, alay içine
almak. 2. mec. Bir partiye, bir topluluğa yazmak,
enregistrement er. 1. Kayıt, kaydetme (Les frais
d'enregistrement d'un contrat). 2. "Tescil, sicile
geçirme. 3. Sicil dairesi, sicil idaresi (Un employé
de l'Enregistrement). 4. Plağa yada banda alma
(Enregistrement du son, d'une émission à
transmettre en différé). 5. mec. Belleğinde tutma,
kafasına yerleştirme,
enregistrer gçl. 1. Kaydetmek, kayda geçirmek (Le
bureau chargé d'enregistrer les réclamations des
usagers. Faire enregistrer ses bagages). 2. Sicile
geçirmek, "tescil etmek. 3. Yazmak, belirtmek,
not etmek (Enregistrer sur son agenda les noms et
adresses des correspondants. Enregistrer un
événement dans son journal). 4. Plağa yada banda
almak (Enregister un discours, une chanson). 5.
mec. Belleğinde tutmak, kafasına yerleştirmek. 6.
Saptamak, gözlemlemek (On a enregistré
quelques chutes de neige. On enragistre une
tendance à la hausse des prix sur les marchés).
enregistreur, euse s. veer. 1. Yazıcı, kaydedici (alet).
(Thermomètre
enregistreur,
un
appareil
enregistreur. Un enregistreur de pression, de
temps). 2. er. Sicil memuru. § Enregistreur de vol:
Uçuş kayıt aygıtı, kara kutu.
enrhumé, e s. Nezleli, nezle olmuş (Je suis très
enrhumé).
enrhumer gçl. Nezle etmek (La moindre humidité
suffit à enrhumer mon père). § S'enrhumer: Nezle
517

enrouer

olmak (Je me suis enrhumé en attendant dehors).


enrichi, e s. ve ad. Yeni zengin, yeni zenginleşmiş
kimse (Les enrichis ont acheté tous ces immeubles).
enrichir gçl. 1. Zenginleştirmek (Enrichir une
société, un pays, un homme). 2. Enrichir qn, qch de
qch: Birini, birşeyi -ile süslemek, daha da
zenginleştirmek, renklendirmek (Enrichir un livre
de gravures magnifiques. Enrichir son récit de
termes
pittoresques).
§
S'enrichir:
1.
Zenginleşmek, zenginlemek (I! s'est enrichi en
très peu de temps). 2. S'enrichir de qch: bakımından zenginleşmek, -si artmak
(Avancer
en âge, c'est s'enrichir d'habitudes).
enrichissant, e s. Zenginleştirici, bilgi ve görgü
arttırıcı (Une lecture enrichissante).
enrichissement er. 1. Zenginleştirme; zenginleşme
(Une écrivain qui travaille beaucoup pour
l'enrichissement de la langue. L'enrichissement
d'un pays grâce à l'industrie) 2. Zenginleştirici
öge, kazanılan şey, kazanç (Cette expérience sera
pour vous un enrichissement. Les derniers
enrichissements d'un musée).
enrobage, enrobement er. (Bir şeyin üstünü).
Koruyucu bir tabaka ile kaplama; kaplayıcı
tabaka (L'enrobage des pillules, des fruits).
enrober gçl. 1. Koruyucu bir tabaka ile kaplamak,
üstünü kaplamak (Enrober des pillules, des fruits).
2. Enrober qch de qch: Bir şeyin üstünü -ile
kaplamak (Enrober les amandes de sucre. On
enrobe certains médicaments amers <f un produit
moins désagréable au goût). 3. Tatlı sözler katıp
biraz yumuşatmak (Enrober un reproche, une
demande).
enrochement er. (İnşaatlarda) Dolgu maddesi olarak
kullanılan kaya, beton blokları,
enrochergf/. Dolgu kaya yada beton bloklar üzerine
oturtmak (Enrocher les piles d'un pont).
enrôlement er. 1. Askere alma (L'enrôlement des
volontaires). 2. (Bir topluluk yada partiye)
Yazma, yazılma; alma, alınma (L'enrôlement
dans une équipe de football).
enrôler gçl. 1. Aske're almak (Enrôler les volontaires).
2. Enrôler qn dans qch: Birini -e almak,
kaydetmek; -in içinde toplamak (Je vais l'enrôler
dans notre parti. On l'a enrôlé dans t équipe de
football). § S'enrôler dans qch: -e yazılmak,
girmek, kaydolmak (Il s'est enrôlé dans le corps
expéditionnaire, dans un parti).
enrouement er. Ses kısılması, sesi kısılma,
enroué, e s. Sesi kısılmış, sesi kısık; kısık (Je suis
enroué depuis hier. Une voix enrouée).
enrouer gçl. Sesini kısmak, sesini kısıklaştırmak
(Ses cris l'ont enroué). § S'enrouer: Sesi kısılmak
fU s'est enroué à force de crier).
enroulement

518

enroulement er. 1. Sarma, dolama; sarılma,


dolanma (L'enroulement d'un ruban, des feuilles de
la pomme de terre). 2. Sarmal bezek (Les
capricieux enroulements tracés par un peintre).
enrouler gçl. Sarmak, dolamak (Enrouler du fil sur
une bobine. Enrouler un journal autour d une
bouteille. Enrouler un drapeau autour de sa
hampe). § S'enrouler: 1. Sarılmak, dolanmak (Le
film s'enroule sur la bobine. Il s'enroula dans ses
couvertures). 2. S'enrouler à qch: -i dolanmak, -e
tırmanmak (La route s'enroule à la colline comme
une plante grimpante).
enrubanner gçl. Kurdele ile sarmak, bezemek
(Enrubanner
une boîte de chocolat). §
S'enrubanner: Nişan takmak, aldığı nişanı
takmak (Les conscrits s'étaient enrubannés).
ensablement er. 1. Kum yığını. 2. Kumla dolma
(L'ensablement dune crique). 3. Kuma oturma
(L'ensablement dun bateau).
ensabler gçl.
1. Kumla örtmek,
kumla
doldurmak yada tıkamak (Inondations qui
ensablent ta campagne. La marée a partiellement
ensablé l'épave). 2. Kuma oturtmak (Ensabler un
bateau). § S'ensabler: 1. Kumla örtülmek,
tıkanmak (Un port qui s'ensable). 2. Kuma
oturmak (Le bateau s'est ensablé).
ensachage
er.
Çuvala,
pakete,
torbaya
doldurma; torbalama, paketleme,
ensacher
gçl.
Çuvala,
torbaya,
pakete,
koymak, torbalamak (Ensacher du grain, des
bonbons).
ensanglanter gçl. 1. Kana bulamak, kan içinde
bırakmak (Les guerres, les troubles qui ont
ensanglanté le pays). 2. mec. Lekelemek. 3. ed.
Kan rengi vermek, kan kırmızı göstermek (Les
clochers que le soleil couchant ensanglantait de
ses feux).
ensauvager gçl. Yabanlaştırmak, yabanıllaştırmak,
"vahşileştirmek
(Quelques
semaines
de
campagne les ont ensauvagés).
enseignant, e s. 1. Öğretici, öğretimle ilgili. 2. ad.
ç. Öğretmenler topluluğu, öğretmenler, öğretim
üyeleri (Les revendications des enseignants). § Le
corps enseignant: Öğretmenler, öğretim kurulu,
enseigne diş. 1. Dükkân tabelası (Enseigne
lumineuse dun cinéma. Une grande paire de
lunettes sert d'enseigne à un opticien). 2. Bayrak
(Marcher enseignes déployées). 3. *Belirge,
ongun, "alâmet. 3. er. ask. Deniz teğmeni.
(Enseigne de vaisseau). § A bonne enseigne:
Garantili, iyi nitelikli olduğu saptandıktan sonra
(11 n'achète qu'à bonne enseigne). A telle enseigne
que, à telles enseignes que: O derece ki, öyle ki, o
kadar ki (Il affecte un tangage très châtié, à telle

enserrer
enseigne qu'il abuse de l'imparfait du subjonctif. A
bon vin point d'enseigne: I y i mal için reklam
gerekmez, iyi mal kendini gösterir; görünen köy
kılavuz istemez,
enseignement
er.
1.
Öğretim,
öğrenim
(L'enseignement
des
tangues
vivantes.
Enseignement primaire, secondaire, supérieur,
privé, technique). 2. Öğretmenlik mesleği (Entrer
dans l'enseignement).
enseigner gçl. 1. Ders vermek, ders okutmak
(H enseigne maintenant à la Sorbonne). _ 2.
Öğretmenlik yapmak, öğretmen olmak (Diplôme
requis pour enseigner). 3. Okutmak (Il enseigne le
français dans un lycée). 4. Göstermek, kanıtlamak
(L'histoire nous enseigne que la dictature conduit à
la guerre). 5. Enseigner qch à qn: Birine bir şey
öğretmek, okutmak, göstermek (Enseigner les
mathématiques aux jeunes élèves). 6. Enseigner à f.
qch: -meyi öğretmek. 7. Enseigner à qn à f. qch:
Birine -meyi öğretmek (Cette petite mésaventure
lui enseignera à être plus prudent).
ensemble er. 1. Bütünü, hepsi (Cette décision
concerne l'ensemble du personnel). 2. Bütünlük
(Ce roman manque d ensemble). 3. Topluluk (Un
ensemble de chanteurs, de musiciens.) 4. Birlik,
uyum (Une chorale qui chante avec un ensemble
parfait). 5. Takım (Un ensemble de plage. Un
ensemble décoratif. Mobilier qui constitue un bel
ensemble). § Vue d'ensemble: Toplu bakış. Dans
l'ensemble: Genel olarak, ayrıntılara pek
inilmediğinde, aşağı yukarı (Dansl'ensemble, ce
film est fidèle à la réalité). § 5. bel. Birlikte,
beraber (Ils sont sortis ensemble. Nous avons
réfléchi tous ensemble à cette question. Ils vivent
ensemble). 6. bel. Aynı zamanda (Ces deux arbres
ont fleuri ensemble). § Aller ensemble: Uyuşmak,
birbirine uymak (Des meubles qui vont ensemble
dans un salon). Etre bien ensemble: İyi geçinmek,
aralarında kavga gürültü olmamak. Etre mal
ensemble: İyi geçinememek, birbirleriyle hep
kavga edip durmak,
ensemblier er. Döşem ressamı, döşem mimarı,
ensemencement er. Tohum ekme, ekim.
ensemencer gçl. 1. Tohum ekmek, ekmek
(Ensemencer une terre) 2. Balıklamak, balık
yumurtası atmak (Ensemencer une rivière, un
étang). 3. hek. Kültür yapmak, bir kültür
ortamına mikrop ekmek,
enserrer gçl. 1. İçine almak, sarmak, çevirmek
(Une étroite vallée que la montagne enserre de
partout comme un mur). 2. Sıkıca sarmak, sarıp
sıkmak; sıkmak (Une ficelle enserre le paquet de
livres. Le corset qui lui enserrait le buste. 11
l'enserrait dans ses bras).
ensevelir
ensevelir gçl. 1. Kefenlemek (Ensevelir un.
mon). 2. Gömmek, toprağa gömmek (Après la
bataille, on se hâta d'ensevelir les morts). 3. (Kar,
toprak vb) Altında bırakmak (L'avalanche avait
enseveli plusieurs villages). 4. mec. Saklamak,
gizlemek (Je vais ensevelir ma honte dans la nuit
profonde). § S'enselevir dans qch: -e çekilmek,
gömülmek (S'ensevelir dans la retraite, dans la
solitude).
ensevelissement er. 1. Kefenleme, kefene
sarma. 2. Gömme, toprağa gömme. 3. Bürünme,
saklanma, gizlenme (Cet ensevelissement des
veuves sous des crêpes et des châles). 4. (Toprak,
kar vb.) Altında kalma,
ensiforme s. bitb. Hançerbiçim, *kılıçsı (Feuille
ensiforme).
ensilage er.
Silolama, sarpınlama;
siloya
koyma, sarpınlara koyma,
ensiler gçl. Silolamak, sarpınlamak; siloya
koymak, sarpınlara koymak,
ensoleillé, e .v. Güneşli (Un jour ensoleillé).
ensoleillement er. Güneşlilik, güneş alma.
ensoleiller gçl. 1. Güneş ışığıyla doldurmak.
2. Güneş gibi parlatmak, ışıtmak (Un sourire
ensoleillait son visage). 3. Sevinç ve mutluluğa
boğmak (Un grand amour ensoleillait leur vie).
ensommeillé, e s. 1. Uykulu (Des yeux
ensommeillés). 2. mec. Uyuşuk,
ensorcelant, e s. Büyüleyici, büyüleyen (Un
regard ensorcelant).
ensorceler gçl. i. (Birine) Büyü yapmak (Les
paysans prétendaient que le bonhomme avait
ensorcelé son voisin). 2. Büyülemek, kendinden
geçirmek (Sa beauté m'avait ensorcelé).
ensorceleur, euse ad. 1. Büyü yapan, büyücü.
2. İnsanı büyüleyen, kendinden geçiren; ayartıcı,
yoldan
çıkarıcı (Cette
actrice est une
ensorceleuse). 3. s. Büyüleyici, ayartıcı, baştan
çıkarıcı (Un sourire ensorceleur, un regard
ensorceleur).
ensorcellement er. 1. Büyücülük, büyü. 2.
Büyüleme, büyü, çekicilik (Il ne résistait pas à
l'ensorcellement de ce pays étrange).
ensuite bet. 1. Sonra, daha sonra, ondan
sonra, ardından (Faites la vaisselle; ensuite, passez
l'aspirateur dans la salle à manger. Il entreprit des
études de médecine, il devint ensuite vétérinaire). 2.
ilg. Ensuite de qch: -den sonra, -in ardından.
Ensuite de quoi: Ondan sonra, sonra da
(Documentez-vous d'abord sur le sujet, ensuite de
quoi, vous pourrez présenter un plan de travail).
ensuivre (s') gsz. Ardı sıra gelmek, sonucu
olmak, doğmak (La phrase était ambiguë, une
longue discussion s'ensuivit). 2. Arkasından
519

entasser
gelmek, sonradan gelmek (ljes jours qui
s'ensuivirent furent des jours de malheurs). § Il
s'ensuit que... Bundan şu sonuç çıkmaktadır ki...
(Il s'ensuit que le morceau le plus applaudi passe
pour le plus beau).
entablement er. 1. (Yapıda) Saçaklar. 2.
(Mobilyada) Tepe pervazı,
entacher gçl. Lekelemek, leke sürmek (Cette
condamnation entache son honneur. Entacher la
gloire, la réputation de quelqu'un). § Entaché de
qch: içinde., bulunan, -kapsayan, taşıyan (Un
calcul entaché d'erreur). § Un acte entaché de
nullité: Geçersiz belgit; °butlan ile malûl tasarruf,
entaillage er. Kertme, yarma,
entaille diş. 1. Kertik, yarık (jPratiquer une
entaille dans une pièce de bois). 2. Bıçak yarası,
kesik (La lame glissa sur ta branche et lui fit une
large entaille dans la main).
entailler gçl. 1. Kertiklemek, kertmek, kertik
koymak (Entailler un arbre, une poutre). 2.
Kesmek, yaralamak, yara açmak (11 lui a entaillé
le visage. Il s'est entaillé le doigt).
entame diş. 1. (Yenilecek bir şeyden kesilen) İlk
dilim, ilk parça (L'entame du pain, du roti). 2.
(Briçte) Oyuna başlama (L'entame à pique).
entamer gçl. 1. Kesip bir parça almak, bir parça
kesmek (Entamer un pain, un pâté, une pièce de
drap). 2. Kesmek, sıyırmak, çizmek (Entamer la
peau, la chair. Le coup lui entama l'os). 3.
Başlamak, el atmak, ele almak (Entamer un
travail, les négociations, la lecture d'un livre). 4.
Dokunmak, zarar vermek, lekelemek (Entamerla
réputation, Thonneur de quelqu'un). 5. Sarsmak
(Tu as entamé mes convictions). 6. Kemirmek,
çürütmek (La rouille entame le fer). 7. Sarmak,
kaplamak (Le feu n'a pas pu encore entamer le vieil
arbre). 8. Yarmak, yarıp geçmek (Les blindés
réussirent à entamer ta première ligne de
résistance).
entartrage er. İçini kireç bağlatma; içi kireç
bağlama.
entartrer gçl. İçini kireç bağlatmak (Cette eau
entartre les chaudières. Eau calcaire qui entartre
les tuyaux, les radiateurs).
entassement er. 1. Yığın (Des entassements
de fruits sur les tréteaux du marché). 2. Üst üste
yığma, istifleme, yığma (L'entassement des
marchandises dans un entrepôt). 3. Üst üste
yığılma, sıkışma (L'entassement d'une famille
pauvre dans une seule pièce).
entasser gçl. 1. Üst üste koymak, yığmak, yığın
yapmak (Entasser des livres sur son bureau). 2.
İstif etmek (Entasser des marchandises). 3.
Biriktirmek (Entasser de l'argent). 4. Doldurmak,
ente
sıkıştırmak, tıkmak (Entasser les prisonniers dans
un wagon à bestiaux). § S'entasser: (Dar bir yere)
Sıkışmak, balık istifi gibi olmak (Douze familles
nègres s'entassent dans cinq ou six pièces. Des
étudiants qui s'entassent dans un amphithéâtre).
ente diş. 1. Kalem aşısı. 2. Aşılı ağaç. 3. Boya
fırçası sapı.
entendement er. 1. fels.
Anlık, "müdrike,
anlama yeteneği (Essais sur l'entendement
humain). 2. Us, "akıl, sağduyu, zekâ (Celadépasse
l'entendement. Perdre l'entendement).
entendeur er. Anlayan, kavrayan (Les bonsentendeurs pourront profiter à cette
lecture). § A
bon entendeur, salut: Anlayana sivrisinek saz,
anlamayana davul zurna az.
entendre gçl. 1. İşitmek, duymak (Entendre un
bruit. H entend mal de l'oreille droite). 2. Dinlemek
(Le juge a entendu les témoins). 3. İstemek,
dilemek, beklemek (fentends qu'on m'obéisse,
j'entends être obéi. 1! n'entendait pas changer
l'ordre social). 4. Anlamak (Je ne vous entends pas,
expliquez-vous mieux. J'entends bien que vous
n'êtes pas responsable). 5. Yorumlamak, anlamına almak (Comment entendez-vous cette
phrase?). 6. Kastetmek, demek
istemek
( Qu'entendez-vous par là? Qu'est-ce que tu entends
par ce mot?). 7. Kaldırmak, götürmek,
dayanmak, hoş görmek (Entendre la plaisanterie).
8. Bilmek, -den anlamak (Entendre le commerce,
la politique, l'algèbre). § A l'entendre: Dediğine
bakılacak olursa. Entendre à demi-mot: Leb
demeden leblebiyi anlamak. Entendre le pour et le
contre: Lehte ve aleyhte söylenenleri dinlemek.
Entendre les deux cloches: İki yanı da dinlemek.
Entendre raison: Laftan anlamak, doğru söze hak
vermek. Entendre parler de qch: -i duymak, -den
haberi olmak;... kulağına gelmek. Laisser
entendre, donner à entendre: İzlenimini, kanısını,
düşüncesini uyandırmak, -demeye gelmek (Ce
mot pourrait donner à entendre que tout cela ne sert
à rien. Ton geste laisse entendre que tu n'es pas
d'accord). Ne rien entendre à qch: -den hiçbir şey
anlamamak, -den hiç çakmamak. Ne pas vouloir
entendre parler de qch: -in sözünün bile edilmesini
istememek. Ne pas l'entendre de cette oreille là:
Hiç oralı olmamak, söylenene hiç kulak
asmamak. Il n'est pire sourd que celui qui ne veut
pas entendre: Asıl sağır kendi bildiğine gidendir.
Que Dieu vo.us entende: Tann ne muradınız varsa
versin. § S'entendre: 1. Anlaşılmak (Ce mot peut
s'entendre de diverses manières). 2. Duyulmak,
işitilmek (Ta voix ne s'entend pas à plus de trois
mètres). 3. Kullanılmak (Ce terme ne s'entend
plus). 4. S'entendre à qch, en qch: -den çok iyi

520
entériner

anlamak (S'entendre en musique, en affaires. Il


s'entend bien à ce travail). 5. S'entendre avec qn: ile anlaşmak, uyuşmak (Une
s'entend pas avec ses
voisins). 6. S'entendre sur qch: -üzerinde
anlaşmaya varmak, uzlaşmak (Us se sont enjin
entendus sur ce problème). 7. Uyuşmak,
anlaşmak, iyi geçinmek (Us s'entendent très bien).
8. S'entendre à f. qch: -mekte usta olmak, eşi
bulunmamak, -meyi çok iyi becermek (Ils'entend
admirablement à rendre accessibles au grand public
les questions les plus complexes). § S'entendre
comme larrons en foire: İki ahbap çavuş gibi
anlaşmak. S'entendre comme chien et chat: Hiç
anlaşamamak, araları kedi köpek gibi olmak,
ikide bir hırlaşıp durmak. S'entend, cela s'entend:
Peki tabii, kuşkusuz, elbette. Tu ne t'entends pas!:
Ne dediğinin farkında mısın, ağzından çıkanı
kulağın işitsin!
entendu, e s. I. Kararlaşmış, sonuca bağlanmış
(C'est une affaire entendue). 2. Bilgiççe,
kasıntılı (Un air entendu, un sourire entendu.
Je vois ce que c'est, dit-il d'un air entendu).
3. Entendu à qch, en qch: -de usta, becerikli, uz,
"ehil (Un homme entendu à tout. Il est entendu en
mécanique). § Bien entendu: Kuşkusuz, tabii,
elbette (Bien entendu, si vous nous aidez, vousaurez
votre part de bénéfice. Tu viens avec moi? -Bien
entendu!). Entendu; c'est entendu: Tamam,
anlaştık, anlaşıldı. Faire l'entendu: Kasılmak,
bilgiçlik taslamak, kendini bir şey sanmak.
enténébrer gçl. Karanlıklara boğmak, zindana
çevirmek, karartmak (Ses vitraux coloriés
enténébraient la chapelle. Elle m'a enténébré la
vie).
entente diş. 1. Yorum, anlam (Phrase à
double entente). 2. Çok iyi bilme, anlama, çakma
(L'entente des affaires). 3. Anlaşma, uzlaşma
(Arriver, parvenir à une entente. Conclure des
ententes commerciales). 4. Uyum, uyuşma, iyi
geçinme (il règne entre eux une entente parfaite).
5. Birleşme, bir araya gelme, "ittifak (Entente
contre quelqu'un).
enter gçl. 1. Çelik aşısı, kalem aşısı yapmak
(Enter un prunier). 2. Enter qch sur qch: -e
dayandırmak (Ils entent sur cette extrême
politesse un esprit de règle. Enter un faux
raisonnement sur un autre). 3. (Doğramacılıkta)
Birbirine geçirmek (Enter deux pièces de bois
d'une charpente).
?ntéralgie diş. Barsak ağrısı.
entérinement er. Kararla onaylama, "resmen
tasdik.
entériner gçl. 1. Kararla onaylamak, "resmen
tasdik etmek (Le tribunal entérine les rapports
entérique
d'expert. Entériner une décision, un jugement, un
usage). 2. Benimsemek, kabul etmek,
entérique s. hek. Barsaklara değgin, barsakla
ilgili.
entérite diş. hek. Barsak yangısı,
entérocoque er. Barsak mikrobu,
enterrement er. 1. Toprağa verme, gömme
(L'enterrement d'un mort, d'un cadavre). 2. Cenaze
alayı (Un enterrement passait lentement dans la
rue). 3. Toprağa gömme töreni (L'enterrement de
ce grand homme a attiré une foule immense). 4.
Cenaze masrafı. 5. mec. Yıkılma, suya düşme,
boşa çıkma (C'est l'enterrement de toutes les
espérances. L'enterrement d'un projet de loi, d une
entreprise, d'un rapport). § Avoir une mine
d'enterrement, une tête d'enterrement: Çok
üzüntülü olmak, evinden ölü çıkmış gibi olmak,
enterrer gçl. 1. Toprağa vermek, gömmek
(Enterrer les morts). 2. Toprak altında saklamak,
toprağa gömmek (Enterrer ses armes dans son
jardin). 3. Saklamak, gizli tutmak (Enterrer un
secret, un chagrin dans son coeur). 4. mec. tkz. Ört
bas etmek, (Enterrer un scandale). 5. Hasır altı
etmek, uyutmak, unutturmak (Enterrer un
projet). § Enterrer sa vie de garçon: Bekârlığa
elveda demek, bekârlığının son tadını çıkarmak.
11 nous enterrera tous: O hepimizi gömer, o
hepimizden çok yaşayacak. § S'enterrer: 1.
Gömülmek. 2. Dünyadan el etek çekmek,
köşesine çekilmek (Il s'est enterré dans un petit
village).
entêtant, e s. Baş döndüren, esriten (Une
odeur entêtante).
en-tête er. (Kâğıtta, zarfta) Başlık (Papier à
en-tête).
entêté, e s. ve ad Dikkafalı, inatçı,
entêtement er. Dikkafalılık, inatçılık, inat (Il est
d'un entêtement incroyable).
entêter gçl. 1. Baş döndürmek, esritmek, başa
vurmak (Ce parfum m'entête. Un vin qui entête). 2.
mec. .Kibirlendirmek, başını döndürmek (La
gloire l'a entêté). § S'entêter: 1. İnat etmek,
dikkafalılık etmek. 2. S'entêter à f. qch: -mekte
ayak diretmek, inat etmek (II s'entêtait à nourrir
des rancunes et des chimères). 3. S'entêter de qn, de
qch: -den başka birşeyi gözü görmemek; aklı fikri
hep -de olmak, kafasında hep... olmak, -e dört
elle sarılmak (S'entêter d'un préjugé).
enthousiasmant, e s. Coşturucu, esritici, coşku
verici.
enthousiasme
er.
1.
Coşma,
kendinden
geçme, "vecit (Un poète qui écrit dans
l'enthousiasme). 2. Coşkunluk, taşkınlık (La
nouvelle de la victoire déchaîna l'enthousiasme de
521

entoiler

ta foule). 3. Hayranlık (Un enthousiasme aveugle.


Parler d'un artiste, d'un
ouvrage avec
enthousiasme).
enthousiasmer
gçl.
1.
Esritmek,
vecde
getirmek (La musique l'enthousiasme très
facilement). 2. Coşturmak, heyecana getirmek
(Un orateur qui enthousiasme la foule). 3. Hayran
bırakmak,
hayranlık
uyandırmak.
§
S'enthousiasmer 1. Esrimek, coşmak, vecde
gelmek (Il s'enthousiasme
aisément).
2.
S'enthousiasmer pour: -e karşı büyük bir ilgi
duymak; hayran kalmak, tutulmak, vurulmak
(S'enthousiasmer pour un projet; s'enthousiasmer
pour un artiste).
enthousiaste s. ve ad. 1. Coşmuş, kendinden
geçmiş, vecd içinde (Les spectateurs enthousiastes
acclamaient les joueurs. Le grand acteurfut dixfois
rappelé par une salle enthousiaste). 2. Pek içten,
sıcak (Un éloge enthousiaste. Il m'a fait un accueil
enthousiaste). 3. Enthousiaste de: -e düşkün,
hayran, meraklı (Un partisan enthousiaste des
nouvelles doctrines).
enthymème er. fels. Örtük tasım,
entiché, e s. Entiché de qch: -e düşkün, tutkun,
meraklı (Un petit groupe de jeunes gens entichés de
littérature).
entichement er. Düşkünlük, tutku, merak
(Son entichement pour cette philosophie n'a duré
que peu de temps).
enticher gçl. Enticher qn de qch: Birinin içinde
-e karşı bir tutku, bir heves uyandırmak (Qui vous
aentichéde cette opinion?). § S'enticher de qch:-e
karşı bir heves duymak; -e gönlünü kaptırmak,
tutulmak, vurulmak (S'enticher de graphologie.
S'enticher d'un acteur).
entier, ère s. 1. Tüm, tam (Un gâteau entier.
Manger un pain entier). 2. Bütün (Il occupe la
maison entièrt. Il y est resté une semaine entière.
Sa fortune entière n'y suffirait pas). 3. Değişmez,
sarsılmaz (Ma confiance en lui reste entière). 4.
Değişmemiş, olduğu gibi (La difficulté reste
entière). 5. İğdiş edilmemiş (Cheval entier). 6. er.
mat. Tam sayı ( Quatre quarts font un entier). 7. er.
Bütün, bütünlük. § En entier. Bütün olarak
(Ecouter une symphonie en entier). En son entier,
dans son entier: Tümüyle, eksiksiz (Rapporter un
passage en son entier).
entièrement
bel.
Bütünüyle,
"tamamiyle,
"tamamen (Détruire entièrement une ville. Il est
entièrement responsable de cette situation).
entité diş. fels. 1. Kendilik, "zatiyet. 2. mec.
Bireyliği olan bir varlık gibi düşünülen şey (La
Patrie, 1 Etat, la société sont des entités).
entoiler gçl. Beze yapıştırmak, bez kaplamak
entoir
(Entoiler une carte de géographie). 2. Bez
geçirmek, bezle ciltlemek (Entoiler des brochures).
entoir er. Aşı bıçağı.
entolage er. hlk. Parasını çarpma, dolandırma,
entoler gçl. hlk. Parasını çalmak; dolandırmak,
entoleur, euse ad. Dolandırıcı,
entomologie diş. Böcek bilimi, *böcekbilim.
entomologique s. Böcekbilime değgin, *böcekbilimsel.
entomologiste ad. *Böcekbilimci, böcekbilim
uzmanı.
entomophage
s.
Böcekyiyen,
böcekle
beslenen (Oiseau entomophage).
entonnage, entonnement er. Fıçıya koyma,
fıçıya konulma; fıçılama, fıçılanma,
entonner gçl. 1. Fıçıya koymak, boşaltmak,
fıçılamak (Entonner du vin, du cidre). 2. mec.
(Eski) Tıka basa yedirmek. 3. (Bir şarkı yada
havayı)
Söylemeye,
okumaya
başlamak
(Entonner l'hymne national, entonner un psaume).
§ Entonner l'éloge de qn, les louanges de qn: Birine
övgüler düzmeye başlamak, birine övmeye
başlamak.
entonnoir er. 1. Huni (Entonnoir à vin). 2.
Dibe doğru gittikçe daralan çukur (Un entonnoir
naturel). 3. Bomba çukuru (Couchés au bord d'un
entonnoir, quelques soldats guettaient). § En
entonnoir: Huni biçiminde (Fleurs, champignons
en entonnoir).
entorse diş. 1. Burkulma (Se faire, se donner
une entorse au poignet, au pied: Bileği, ayağı
burkulmak). 2. mec. Çelme. § Donner, faire
une entorse à qch: 1. -i değiştirmek, bozmak
(Faire une entorse à la vérité). 2. -e uymamak,
saygı göstermemek; -i saymamak, ayak altma
almak, çiğnemek (Faire une entorse à la loi, au
règlement).
entortillage
er.
(Anlatışta)
Karışıklık,
dolaşıklık.
entortillement er. Sarma; sarılma, dolanma
(L'entortillement du lierre, de la vigne).
entortiller gçl. 1. Sarmak, sarıp sarmalamak
(Entortiller des bonbons dans du papier. Entortiller
son mouchoir autour de son doigt blessé). 2. mec.
Karışık ve dolaşık anlatmak, uzatıp uzatıp
anlaşılmaz duruma sokmak (Entortiller sa phrase,
sa réponse). 3. mec. tkz. Allem edip kallem edip
kandırmak, kafeslemek (Il a réussi à nous
entortiller). § S'entortiller autour de: -e sarılmak
(Le lierre s"entortille autour du tronc).
entour er. 1. ç. Çevre, dolay, °etraf (Les
entours de la ville). 2. ç. mec. Bir sorunun, bir
konunun bütün yönleri. 3. Bir kimsenin
çevresindekiler, yakınları, eşi dostu. § A l'entour:
Yanda yörede, çevrede, etrafta. A l'entour de: -in

522

entr'aimer

çevresinde, etrafında, yanında yöresinde,


entourage er. 1. Çevre süsü (L'entourage
d'une tombe). 2. Bir kimsenin çevresindekiler,
arkadaşları, düşüp kalktığı kimseler, eşi dostu (11
est trompé par son entourage).
entourer gçl. 1. Sarmak, kuşatmak, çevirmek,
etrafını almak (Un mur entoure le jardin; les élèves
entourent le professeur). 2. Kuşatmak, kuşatma
altına almak; çember içine almak, dört yandan
sarmak (Les soldats entourent la ville. La police
entoura les manifestants). 3. mec. Çok ilgi
göstermek, etrafını hiç boş bırakmamak, bir an
yanından ayrılmamak (Ses amis l'entourent
beaucoup depuis son deuil). 4. Entourer qn de qch:
Birini -e boğmak, birine çok... göstermek
(Entourer un malade de soins; on l'entourait de
prévenances). 5. Entourer qch de qch: a) Bir şeyi ile çevirmek, sarmak (Entourer un
pré de barbelé.
Entourer ses épaules d'un châle), b) -ile süslemek
(Entourer la réalité de songes et de brillantes
images). § S'entourer de: 1. -1er içinde olmak;
...içinde yaşamak (S'entourer de luxe, de confort,
d'objets d'art). 2. Etrafında toplamak (Tu ne sais
pas t'entourer d'amis). 3. Çok... almak, üstüne...
almak (S'entourer de précautions).
entourloupette diş. tkz. Oyun oynama, kazık atma;
madik. § Faire une entourloupette à qn: Birine
oyun oynamak, kazık atmak, madik atmak,
entournure diş. Giysinin koltuk altı. § Etre gêné dans
les entournures, aux entournures: Güç durumda
olmak, tedirginlik içinde olmak,
entraccuser (s') gsz. Birbirini, suçlamak, birbirine
suç yüklemek,
entracte er. 1. (Tiyatroda, sinemada) Perde arası
(Aller fumer une cigarette dans le hall pendant
l'entracte. A l'entracte, les ouvreuses vendent des
Jriandises). 2. Ara, "fasıla, 3. Dinlenme vakti,
entradmirer (s') Birbirine hayranlık duymak,
hayran olmak; birbirini övüp durmak,
entraide diş. Karşılıklı yardım, yardımlaşma
(Comité d'entraide).
entraider (s') gsz. Yardımlaşmak, birbirine karşılıklı
yardımda bulunmak (Entre amis, il est naturel de
s'entraider).
entrailles diş. ç. 1. Barsaklar (Des douleurs
d'entrailles. Il est souffrant des entrailles). 2.
Karındaki işkembe, barsak, dalak gibi bütün
organlar (Des fauves qui se disputent des entrailles
de leur proie). 3. Ana karnı, karın (Elle aimait cet
enfant adoptif comme un enfant de ses propres
entrailles). 4. mec. İç, yürek, gönül (Un drame qui
vous prend aux entrailles). 5. Derinlikler, en derin
yer (Les entrailles du sol).
entr'aimer (s') gsz. (Eski) Birbirini sevmek,
entrain
sevişmek.
entrain er. 1. Neşe, coşku (Un garçon plein d'entrain.
Une fête qui manque d'entrain). 2. Canlılık (IM
conversation manque d'entrain). § Avoir de
l'entrain: Canlı, neşeli biri olmak, etrafa neşe
saçmak.
entrainable s. İstenilen yana çekilebilir, çabuk
etkilenebilir (La foule est entraînable).
entraînant, e s. Sürükleyici (Un style entraînant,
musique entraînante).
entraînement er. 1. Sürükleme, çekip götürme,
güç (L'entraînement des passions, des habitudes).
2. Coşkunluk, ateşlilik (On peut tout dire dans
l'entrainement dune discussion). 3. Çalışma,
çalıştırma, alıştırma, °idman (Entrainement d'un
boxeur,
d'un
athlète.
Match,
terrain
d'entraînement).
entraîner gçl. 1. Sürüklemek, alıp götürmek (Le
torrent entraîne des arbres sur son passage. Le
courant entraîne le navire vers la cote). 2. Bir
kenara çekmek, götürmek (I! m'entraîna dans un
coin de jardin pour me faire quelques confidences).
3. Çekmek (La locomotive entraîne les wagons). 4.
Coşturmak, ardından sürüklemek (Son éloquence
entraîne les foules). 5. Doğurmak, yol açmak
(Cela peut entraîner de graves conséquences). 5.
Çalıştırmak,
alıştırma
yaptırmak,
idman
yaptırmak (Entraîner un athlète, un cheval, une
équipe de football). 1. Entraîner qn dans qch: Birini
kendisiyle birlikte -in içine sokmak, -e
sürüklemek (Entraîner un ami dans le complot,
dans la ruine, dans le vice). 8. Entraîner qn à qch: a)
Birini -e çalıştırmak, hazırlamak (Un moniteur qui
entraîne des jeunes gens à la natation. Des exercices
qui entraînent les élèves à la dissertation), (b) Birini
-e sokmak, itmek, sürüklemek (II nous entraîna
à des dépenses. // vous entraînera à la ruine). 9.
Entraîner qn. à f. qch: Birini-meye zorlamak,
sürüklemek (Cette erreur vous entraînera à prêcher
la guerre. Il esseya de m'enlraîner à signer le
contrai). § S'entraîner: 1. Çalışmak, çalışma
yapmak, idman yapmak (Un boxeur qui
s'entraîne). 2. S'entraîner à qch: -c çalışmak, -için
çalışmak, hazırlık, idman yapmak (S'entraîner
à la natation, à la marche à pied, à la discussion). 3.
S'entraîner à f. qch: -mek için çalışmak, hazırlık,
idman yapmak (Ils'entraîne à rester impassible, à
prendre la parole en public).
entraîneur er. 'Çalıştırıcı, alıştıncı, "idmana,
"antrenör (L'entraîneur d un boxeur, d une équipe
de football). § Entraîneur d'hommes: Ardından
yığınları sürükleyen önder, komutan.
entraîneuse diş. (Bar, pavyon gibi yerlerde)
Müşterilerle dans edip içki içen kadın.

523

entrebâillement
"konsomatris,
entrave diş. 1. Köstek, bukağı (Un cheval qui brise
ses entraves). 2. Zincir (Les entraves d'un
prisonnier, dun esclave). 3. Köstekleyici şey,
engel, ayak bağı (Cette toi est une entrave à la
liberté de la presse. Une barrière douanière qui
constitue une entrave au commerce).
entraver gçl. 1. Köstek vurmak, bukağı takmak
(Entraver un cheval). 2. mec. Engellemek,
kösteklemek, engel olmak, tıkamak (Entraver les
décisions, les initiatives, les projets de quelqu'un.
Rien ne l'a entravé dans sa tentative. Entraver la
circulation). 3. argo. Anlamak, çakmak (Je
n'y entrave rien).^ Entraver que pouic,entraver que
dalle: argo. Hiç, ama hiçbir şey anlamamak,
entre ilg. 1. Arasında, arasına; -de, -e (L'herbe
qui pousse entre les pierres. Prendre un enfant entre
ses bras). 2. Arası (Couleur entre le gris et le bleu.
Nous passerons chez vous entre 6 et 1 heures. Entre
le coucher et le lever du soleil. Personnes entre deux
âges). 3. Arasından (L'eau passe entre deux
rochers. Choisir entre plusieurs solutions. Lequel
d'entre vous accepte?). § Brave entre les braves:
Yiğitler yiğidi. Entre nous: a) Söz aramızda, b) Biz
bize, aramızda yabancı olmadan (Nous sommes
entre nous; nous dînerons entre nous). Entre autres:
Başka şeyler arasında, başkalan arasında,
özellikle (Sur celte question. Uya, entres autres, un
livre remarquable d'un savant italien). Entre deux
vins: Çakirkeyf. Entre deux: Ne iyi, ne kötü; ikisi
arası. Entre chien et loup: Alaca karanlıkta. Entre
ciel et terre: Havada, boşlukta. Entre cuir et chair:
Etle deri arasında. Entre la poire et le fromage:
Yemeğin sonuna doğru, yemeğin bitmesine
yakın. Entre quatre murs: a) Dört duvar arasında,
b) Kodeste. Entre quatre yeux: İki kişi arasında;
gizli kapaklı. Entre l'arbre et l'écorce, il ne faut pas
mettre le doigt: Et tırnaktan ayrılmaz, etle kemik
arasına girilmez. Soit dit entre nous: Söz
aramızda. Etre entre les mains de: (Bir işin
yapılması) -in elinde olmak, -e bağlı olmak. Etre
entre la vie et la mort: Öldü ölecek durumda
olmak. Etre pris entre deux feux: İki ateş arasında
kalmak. Enfermer quelqu'un entre quatre murs:
Birini kodese atmak. Laisser qch entre les mains
de qn: Bir şeyi -in eline bırakmak. Lire entre les
lignes: Satırların arasını okumak, yazıda açıkça
yazılmamış olan anlamı çıkarmak. Nager entre
deux eaux: İki cami arasında kalmak, kararsızlık
içinde
olmak.
Parler entre
ses dents:
Mırıldanmak. Prendre qn entre deux feux: İki ateş
arasına almak, iki yandan da saldırmak,
entrebâillement er. Aralık (L'entrebâillement de
la porte, de la fenêtre).
entrebâiller
entrebâiller gçl.
Aralamak,
biraz
açmak
(Entrebâiller une porte,
une fenêtre).
§
S'entrebâiller: Biraz aralanmak, hafifçe açık
kalmak.
entrechat er. 1. (Bir oyuncu için) Ayaklarını
birbirine çırparak hafifçe zıplama; zıplama. 2.
mec. Kurnazlık, cambazlık,
entrechoquement er. Birbiriyle çarpışma; çarpışma
(L'entrechoquement des idées).
entrechoquer gçl. Birbirine çarpmak (Il entrechoque
des cailloux pour faire du feu). § S'entrechoquer:
Çarpışmak, tokuşmak, birbiriyle çarpışmak (Les
wagons se sont entrechoqués. Les idées
s'entrechoquent.
Cliquetis des verres qui
s'entrechoquent).
entrecolonne, entrecolonnement er. Direkler arası,
*dikinler arası,
entrecôte diş. Pirzola.
entrecoupé, e s. Kesik kesik (Il répondait par des
paroles entrecoupées).
entrecouper g(7. 1. Şurasından burasından kesmek.
2. Entrecouper qch de qch: Bir şeyi -ile kesmek,
yarıda bırakmak, aralık vermek (Entrecoupa- un
récit de rires; entrecouper une longue étape de
quelques haltes). § S'entrecouper: Kesişmek (Deux
lignes qui s'entrecoupent).
entrecroisement er. Çaprazlaşma; çaprazlaştırma.
entercroiser gçl. Çaprazlaştırmak (Entrecroiser
des fils,
des rubans). § S'entrecroiser:
Çaprazlaşmak; birbiriyle birçok yerde kesişmek
(Un réseau de routes qui s'entrecroisent).
entrecuisse er. Bacak arası.
entre-déchirer (s') gsz. 1. Birbirini paralamak,
birbirini yemek (Des loups acharnés à s'entredéchirer). 2. mec. Birbirini yermek,
birbirinin
gözünü oymak (Les artistes ne font que s'entredéchirer,).
entre-détruire
(s') gsz.
Birbirini
yıkmak,
°harabetmek, "mahvetmek,
entre-deux er. 1. Ara, aralık, iki şeyin arası (Dans
les entre-deux de vos doigts). 2. Orta (Etre dans
l'entre-deux). 3. Ara danteli (La garniture de ce
chemisier estfaite d'entre-deux de valenciennes). 4.
(Balıkta) Başla kuyruk arası (L'entre-deux de
morue). 5. (Basketbolda) Hava atışı; hakemin iki
oyuncu arasında topu atarak oyunu başlatması,
entre-deux-guerres er. İki savaş arası, savaş arası
dönem.
entre-dévorer (s') gsz. Birbirini yemek, birbirini
mahvetmek.
entrée diş. 1. Girme, giriş (L'entrée d'un visiteur
dans le salon. Entrée d une armée dans un pays.
Entrée d'un train en gare. Entrée dans un parti,
dans une affaire. Entrée libre, entrée interdite.

524

entremêler

Billet d entrée, carte d'entrée. Entrée gratuite). 2.


Giriş yeri (Entrée d une maison, d une cour, d'un
jardin, d un tunnel). 3. Küçük sofa, sofa (Veuillez
attendre dans l'entrée). 4. Giriş ücreti, girmelik
(Payer une entrée au cinéma). S. mec. Başlangıç
(Dès r entrée du printemps, Hpart s'installer dans sa
maison de campagne). 6. Sofraya ilk getirilen
yemek (Entrées froides, chaudes. L'entrée précède
le roti). 7. ç. (Bir yere istediği zaman) Girme,
kalma, kabul edilme (Il a ses entrées chez nous,
dans la maison de mon onde, dans ce théâtre). § A
l'entrée de: -in başlangıcında (A f entrée de la vie,
de l'hiver).
entre-égorger (s') gsz. Birbirini boğazlamak,
boğazlaşmak,
entrefaite diş. (Yalnız şu deyimde kullanılır) Sur
ces entrefaites: Bu sırada, tam bu anda (Ils étaient
en train de se disputer, sur ces entrefaites, survint
un de leurs amis qui les sépara).
entrefilet er. (Gazetelerde) Kısa fıkra,
entregent er. 1. Görgü kuralları, bir toplulukta
nasıl davranılacağını bilme (Vous êtes honnête
homme, et vous savez f entregent). 2. mec.
Girginlik, işini bilirlik. § Avoir de l'entregent:
Girgin olmak, işini yürütmesini bilmek,
entrelacement er. Birbirine geçirme; birbirine
geçme, birbirine dolaşma; girişiktik (Un
entrelacement de fils, de lignes, de souvenirs).
entrelacer gçl. Birbirine geçirmek, birbirine
dolaştırmak (Entrelacer des Jïls, des rubans). §
S'entrelacer:
Birbirine
geçmek,
birbirine
dolaşmak (Les vignes sauvages, les coloquintes
s'entrelacent au pied de ces arbres. Les brandies
s'entrelacent).
entrelacs er. Girişik harfler, girişik süsler (Les
entrelacs de fart arabe).
entrelardé, e s. 1. Yer yer yağlı (Une côtelette
entrelardée). 2. Entrelardé de qch: mec. Arasına...
serpiştirilmiş (Un discours entrelardé de citations).
entrelarder gçL 1. Lop etin içine kuyruk yağı vb.
şeyler yerleştirmek (Entrelarder de la viande.
Entrelarder une volaille). 2. Entrelarderqchdeqch:
mec. Bir şeyin arasına... serpiştirmek (Entrelarder
un compte rendu de critiques. Entrelarder son
discours de citations).
entre-ligne, entreligne er. Satır arası, satır aralığı,
entre-louer (s') gsz. Birbirini övmek, birbirine övgü
düzmek,
entreluire gsz. Yarı parlamak,
entre-manger (s') gsz. Birbirini yemek,
entremêlement er. Birbirine karıştırma; birbirine
karışma.
entremêler gçl. 1. Birbirine karıştırmak (Entremêler
dans un récit des épisodes comiques et des scènes
entremets
pathétiques). 2. Entremêler qch à qch: (Eskimiştir)
Bir şeyi -e karıştırmak, -in arasına karıştırmak
(Entremêler îles fleurs rouges à des fleurs
blanches). 3. Entremêler qch de: Bir şeyin
arasına... serpiştirmek, katmak (Entremêler son
discours de citations, ses paroles de sanglots). §
S'entremêler:
1. Birbirine
karışmak.
2.
S'entremêler à qch: -e karışmak, ile birbirine
karışıp dolaşmak (Des ronces qui s'entremêlent
aux arbustes).
entremets er. Baş yemekle tatlı arasında yenilen
hallf yemek (Servir un entremets).
entremetteur, euse ad. 1. Aracı. 2. hkr. Pezevenk,
muhabbet tellalı,
entremettre (s') gsz. 1. S'entremettre pour qn, pour f.
qch: -için, -mek için aracılık etmek, aracı olmak
(Elles le prièrent de s'entremettre pour elles auprès
du Pape. Tu adores l'entremettre pour faciliter les
mariages). 2. S'entremettre dans qch: -e karışmak,
burnunu sokmak (S'entremettre
dans une
querelle. Il s'entremet dans des affaires qui ne le
regardent pas).
entremise diş. Aracılık (L'entremise de ce
négociateur a permis d'aboutir à un accord). § Par
l'entremise de: -in aracılığıyla, sayesinde (Le
dossier m'a été communiqué par l'entremise d'un
secrétaire).
entre-noeud er. İki boğum arası,
entre-nuire (s') gsz. Birbirine zarar vermek (Ils se
sont entre-nui).
entrepont er. İki güverte arası,
entreposage er. Ambara koyma, ambarlama,
entreposer gçl. 1. Ambara koymak, ambarlamak
(Entreposer des marchandises). 2. Koymak,
bırakmak (Entreposer ses meubles chez un ami).
entreposeur er. 1. Ambara bakan, ambarcı. 2. Tekel
satıcısı.
entrepositaire er. 1. Ambara mal koyan, ambarda
malı olan kimse. 2. Ambar işleten, ambarcı,
entrepôt er. 1. Ambar, "arakoruncak (Marchandises
en entrepots). 2. Genel mağaza,
entreprenant, e s. 1. Girişken, atılgan (A la tête de
cette affaire, il faut un homme entreprenant). 2.
Çapkın, h o va rda (Elle est importunée par un voisin
trop entreprenant).
entreprendre
gf/.l.
Girişmek,
başlamak
(Entreprendre la lecture d'un roman, la
construction d'un pont). 2. Entreprendre qn: a)
Tavlamaya çalışmak (Entreprendre une femme).
b) Konuşmaya başlamak (C'est un grand bavard,
quand il vous entreprend, il n'en finit plus). 3.
Entreprendre sur qch: -e tecavüz etmek, -i
çiğnemek, el uzatmak (On entreprend sans raison
sur leur indépendance. Entreprendre sur les droits

525

entretenir

de l'individu). 4. Entreprendre de f. qch: -meye


kalkışmak, girişmek (Il a entrepris de rassembler
toute une documentation sur cette question).
entrepreneur, euse ad. Üstenci, "müteahhit. 2.
Girişimci, "müteşebbis,
entreprise diş. 1. Girişim, "teşebbüs (Entreprise
privée, publique, mixte. Entreprise agricole,
industrielle, commerciale). 2. Mağaza, iş yeri,
firma; işletme (Travailler dans une entreprise
d'alimentation. Une grosse entreprise de tissu). 3.
Bir işe girişme, kalkışma, girişim, "teşebbüs (11 a
échoué dans l'entreprise qu'il a faite auprès du
ministre. Ses entreprises en matière de vente
directe du producteur au consummateur ont eu peu
de succès). 4. El uzatma, "tecavüz (Ces
propositions de lois sont des entreprises contre le
droit de grève).
entre-quereller (s') gsz. Birbiriyle kavga etmek,
hırlaşıp durmak,
entrer gsz. 1. Girmek (Entrer dans la salon, dans un
magasin, au café, au cinéma, chez le boulanger). 2.
(Bir meslek yada işe) Girmek, katılmak,
karışmak (Entrer dans F enseignement, dans la
police, au couvent, dans un complot). 3. Girmek,
girişmek (Entrer dans les détails, dans une
discussion). 4. Paylaşmak, katılmak, "iştirak
etmek (Entrer dans les idées, les vues, les
sentiments de quelqu'un). 5. -in içinde yer almak
(Les ingrédients qui entrent dans une pommade). 6.
Entrer par: -den içeri girmek (Entrer par la porte,
par lafenêtre). 7. Entrer dans qch: -in içine girmek,
sığmak (Cette valise n'entre pas dans le coffre de
ma voiture). 8. Entrer en: -e başlamak (Entrer en
fermentation. L'eau qui entre en ébullition). 9. gçl.
Sokmak, içine sokmak, geçirmek (Entrer un
meuble par ta fenêtre. Entrer des marchandises
dans un pays. Entrer du vin dans sa cave. Entrer le
bras dans une cavité).
entre-regarder (s') gsz. Bakışmak, birbirine
bakmak.
entresol er. Asma kat, ara kat (Habiter un entresol,
dans un entresol).
entre-temps, entre temps bel. 1. Bu arada (Revenez
me voir la semaine prochaine, entre-temps, j'aurai
fait le nécessaire). 2. er. Aradaki zaman,
entretenir gçl. 1. Sürdürmek, devam ettirmek
(Entretenir une correspondance, une relation
amicale, un sentiment, une passion). 2. İyi halde
tutmak, bakımını sağlamak (Entretenir un
bâtiment, un parc, une route, ses vêtements, sa
beauté, sa santé, saforme). 3. Beslemek, bakmak,
gereksinimlerini sağlamak (Entretenir
une
famille, un enfant, une armée). 4. Metres tutmak,
kapatmak, kapatma olarak tutmak (Entretenir
entretenu
une femme). 5. Entretenir qn de qch: Birine -den
söz etmek (Il m'a entretenu de ses intentions). §
S'entretenir:
1.
Konuşmak,
görüşmek
(S'entretenir par téléphone . Les deux présidents se
sont entretenus à l'occasion d'une conférence
internationale). 2. S'entretenir avec qn: -ile
konuşmak,
söyleşmek,
çene çalmak.
3.
S'entretenir de qch: -den söz etmek (Ils se sont
entretenus de l'attitude à adopter en cette
circonstance).
entretenu, e s. 1. Aynı durumda tutulmuş (Ondes
entretenues, oscillations entretenues). 2. Metres,
kapatma olarak yaşayan (Une femme entretenue).
3. Bakımlı, iyi tutulmuş, iyi bakılmış (Une voiture
bien entretenue, une maison mal entretenue).
entretien er. 1. Sürdürme, devam ettirme (Eternel
entretien de haine et de pitié). 2. Bakım
(L'entretien d'une machine, dune route, d'un
jardin. Frais d entretien). 3. Bakma, besleme,
gereksinimlerini sağlama (L'entretien
d'une
famille, dun enfant). 4. Konuşma, söyleşi (Sur qui
a porté votre entretien? Us ont prolongé leur
entretien). 5. »Görüşü, görüşme, mülâkat (Un
ambassadeur qui sollicite un entretien du ministre
des affaires étrangères). § Avoir un entretien avec
qn: Biriyle görüşmek, konuşmak, söyleşmek.
Accorder un entretien à: -e bir mülâkat vermek.
Demander, solliciter un entretien: Bir "mülâkat,
bir görüşme isteğinde bulunmak,
entretoise diş. (Teknikte) Bağlama kuşağı,
entretoiser gçl. (Teknikte) Kuşakla bağlamak,
entre-tuer (s') gsz. Birbirini öldürmek,
entre-voie diş. (Demiryollarında) İki yol arası,
entrevoir gçl. 1. Hayal meyal görmek, şöyle bir
görmek (On entrevoit dans la pénombre les arbres
du parc). 2. Entrevoir qn: Biriyle şöyle ayak üstü
bir konuşmak, kısaca görüşmek. 3. Sezinler gibi
olmak (Entrevoir la vérité, la solution, les
difficultés)
entrevous er. İki kiriş yada iki direk arası,
entrevue diş. 1. Görüşme. 2. Buluşma, "buluşum,
randevu (Fixer une entrevue. Je peux vous ménager
un entrevue avec le directeur). § Avoir une entrevue
avec qn: -ile bir görüşme yapmak, buluşmak (Les
délégués syndicaux ont eu une entrevue avec le
ministre).
entrisme er. (Parti, sendika v b . için) Sızma
(L'entrisme
est une vieille tactique
des
groupuscules).
entropion er. (Göz kapağında) İçe kıvrılma,
entrouvert, e s. Yarı aralanmış, azıcık açık (Porte,
fenêtre
entrouverte).
§ Rester la bouche
entrouverte: Şaşmak, ağzı açık kalmak,
entrouvrir, entr'ouvrir gçl. Aralamak, aralık

526

envaser
bırakmak, azıcık açmak (Entrouvrir une porte,
une fenêtre). § S'entrouvrir: Aralanmak, azıcık
açılmak).
entuber gçl. hlk. Dolandırmak; aldatmak; kazıklamak
(Il s'est fait entuber).
enturbanné, e s. Sarıklı.
enture diş, 1. (Aşılanacak ağaçta) Aşı yarığı. 2.
(Marangozlukta) Anahtarlı ekleme,
énucléation
diş.
1.
Çekirdeğini
çıkarma,
çekirdeksizleştirme. 2. hek. Çıkarma, kesip alma
(Enucléation d une tumeur).
énucléer
gçl.
1.
Çekirdeğini
çıkarmak,
çekirdeksizleştirmek (Enucléer un fruit). 2. hek.
Kesip almak, çıkarmak (Enucléer une tumeur).
énumératif, ive s. Sıra ile belirtici, sayıp gösteren
(Une liste énumérative des postes vacants).
énumération diş. Sayım, döküm, sayıp gösterme,
sıralama (Il nous a fait une énumération détaillée
de ses démarches. Enumération des objets).
énumérer gçl. 1. -in sayımını, dökümünü yapmak,
bir bir saymak. 2. Sıra ile saymak, söylemek,
sıralamak (Enumérer les stations d'une ligne de
métro. Enumérer les romans dun auteur, les
clauses dun traité).
énurésie diş. hek. Çişini kaçırma, çişini altına yapma

(Enurésie nocturne des enfants).


envahir gçl. 1. Zorla almak, istilâ etmek (Envahir
un pays, une ville). 2. Kaplamak, bürümek (Les
eaux ont envahi la plaine. Les orties ont envahi tout
le fond du jardin). 3. Kapışmak, ele geçirmek (La
foule envahit les gradins du stade). 4. Sarmak,
bastırmak, içini kaplamak (Le sommeil m'envahit.
Une grande peur Pavait envahi).
envahissant, e s. 1. İstilâ eden, "müstevli (Armée
envahissante). 2. Ağır basan, bastıran, içe oturan,
salgın gibi yayılan (Une ambition envahissante,
une mode envahissante, des soucis envahissants). 3.
Kaplayan, bürüyen (Des herbes envahissantes). 4.
tkz. Rahatsız edici, saygısız, başkasının gizliliğine
karışan (Un voisin envahissant).
envahissement er. 1. İstilâ (L'envahissement d'un
pays). 2. Kaplama, bürüme, her yanı sarma
(L'envahissement.d un port par le sable, d'un jardin
par les mauvaises herbes).
envahisseur er. 1. İstilâ eden, "müstevli, "istilacı
(Repousser, chasser l'envahisseur. Un peuple qui
résiste vaillamment aux envahisseurs). 2. s. Her
yanı saran, kaplayan (Les virus envahisseurs).
envasement er. Çamurla dolma, çamur doldurma
(L'envasement d un canal).
envaser gçl. 1. Çamurla doldurmak (Envaser un
port, un canal). 2. Çamura batırmak (Envaser une
barque). § S'envaser: 1. Çamura batmak (Nous
nous sommes envasés). 2. Çamurla dolmak (Un
enveloppant
canal qui s'envase, un port qui s'envase).
enveloppant, e s. 1. Saran; kuşatan (Un manteau très
enveloppant.
Un mouvement
enveloppant:
Kuşatma hareketi). 2. mec. Çekici, büyüleyici,
sürükleyici
(Une
voix enveloppante.
La
conversation a pris un tour enveloppant).
enveloppe diş. 1. Kabuk, dış zar (L'enveloppe des
petits poids s'appelle la cosse). 2. Zarf (Mettre une
lettre dans une enveloppe). 3. Örtü, kılıf (Enveloppe
qui recouvre un meuble, un oreiller). 4. mec.
Görünüş, dış görünüş (Sous cette rude enveloppe
se cachait un coeur sensible).
enveloppement er. 1. Sarma, anbalaj yapma
(L'enveloppement de chaque bibelot est nécessaire
avant le transport). 2. ask. Kuşatma, çevirme
hareketi
(Une
manoeuvre
qui
vise à
l'enveloppement de l'armée ennemie).
envelopper gçl.
1. Sarmak,
sarmalamak,
paketlemek (Le frutier enveloppa les oranges avec
un journal). 2. Sarmak, bürümek, kaplamak (Les
ténèbres enveloppent la terre. Le brouillard nous
enveloppe de tous côtés). 3. ask. Kuşatmak,
çember içine almak (EnvelopperF armée ennemie).
4. mec. Örtmek, gizlemek, anlaşılmaz duruma
sokmak (Envelopper sa pensée, ses paroles). S.
Envelopper qn, qch de: a) Birini, bir şeyi... ile
çevirmek, kuşatmak,... içine almak (Il voulait
nous envelopper de son influence), b) -e bürümek, ile gizlemek, saklamak, örtmek
(Envelopper un
crime de mystère. Envelopper ta réalité de fictions,
d'un voile). 6. Enveleopper qn, qch dans qch: a)
Birini, bir şeyi -e sarmak (Envelopper des bonbons
dans du papier. Envelopper un enfant dans des
langes, dans une couverture), b) Birini bir şeyin
içine sürüklemek, katmak, sokmak (Envelopper
quelqu'un dans une accusation, dans un crime). §
S'envelopper dans qch: 1. -e bürünmek, sığınmak,
-in içine girmek (S'envelopper dans sa dignité;
s'envelopper dans des couvertures). 2. S'envelopper
de qch: -ile kendini saklamak, gizlenmek
(L'amour véritable s'enveloppe toujours des
mystères de la pudeur).
envenimé, e s. 1. Azmış (Une blessure envenimée). 2.
Zehir gibi, çok sert, it yese kudurur (Des paroles
envenimées).
envenimement
er.
1.
Azdırma;
azma
(L'envenimement d'une plaie). 2. Zehirlenme;
zehirleme.
envenimer gçl. 1. Azdırmak (Envenimer une
blessure, une plaie, un mal). 2. Kızıştırmak,
şiddetlendirmek (Ces paroles agressives ont
envenimé le débat.Envenimer une querelle). 3.
Zehir, ağı katmak; zehir sürmek (Certains
sauvages enveniment leurs flèches). § S'envenimer:

527

envie
Azmak (La blessure s'est envenimée).
envergure diş. 1. den. Yelken eni. 2. Kanat yaylımı,
iki kanadın uçtan uca mesafesi (L'envergure d'un
oiseau, d'un avion). 3. mec. Çap, büyüklük,
kapsam (Une réforme de grande envergure). 4.
mec. Kavrama gücü, kavrayış, zekâ (Cet homme
manque d'envergure). § Prendre de l'envergure:
Gelişmek, büyümek, genişlemek (Il a commencé
modestement, mais son commerce a pris de
l'envergure).
envers ilg. -e karşı, -için (Ilest généreux envers nous;
être plein d'indulgence envers tes prisonniers). §
Envers et contre tout, envers et contre tous:
Herşeye karşın, herkese karşın, tüm engellere
karşın (Je défendrai son innoncence envers et
contre tous).
envers er. 1. (Bir şeyin) Ters yüzü, arka yüzü, tersi
(L'envers d'une étoffe, d'une assiette, dune
médaille, d'une monnaie, cf unefeuille de papier). 2.
(Bir şeyin) İç yüzü, görünmeyen yanı (Découvrir
l'envers des choses, dune affaire). 3. Tam tersi,
aksi, zıddı (Les défauts sont F envers inévitable des
qualités). § A l'envers: bel. 1. Ters (Il a mis son
chandail à l'envers. Un portrait mis à F envers. Les
roues tournent à l'envers). 2. Karmakarışık
durumua, alt üst olmuş (Mes locataires ont laissé
ma maison à F envers). 3. Tersine (Le monde va à
l'envers). Aller à l'envers: Ters gitmek, iyi
gitmemek (Tout va à F envers, les affaires vont à
l'envers). Avoir la tête à l'envers, avoir l'esprit à
l'envers: Kafası ters işlemek. Faire des progrès à
l'envers: Tersine ilerlemek, ilerleyecek yerde
gerilemek. Faire qch à l'envers: -in tersini
yapmak, -i tersine yapmak (Ilfait tout à F envers).
Prendre qch à l'envers: Bir şeyi ters anlama almak,
yanlış anlamak (Tuas pris mes paroles à F envers).
envi (à F) bel. 1. Birbiriyle yarışırcasına (Des
candidats qui promettent à F envi toutes sortes
d'avantages à leurs électeurs. Les femmes imitant
toutes, à T envi, F impératrice Eugénie). 2. A l'envi
de: ilg. -ile yarışırcasına (Ils me fouettaient dans
mon enfance comme à l'envi t un de F autre).
enviable s. İmrenilecek, imrenilecek
gibi,
imrenmeye değer (Une position, une situation
enviable. Un sort peu enviable).
envie diş. 1. Kıskançlık, çekemezlik (Ses reproches
ne sont pas justifiées, c'est l'envie qui lefait parler).
2. İstek, dilek, °arzu,"heves(C'estl'enviedevisiter
cette ville pittoresque qui lui a fait faire un détour.
Envie de manger, de sauter). 3. (Deride) Doğuştan
leke. 4. Şeytan tırnağı. 5. Aş erme (Envie d une
femme grosse). § Avoir envie de f. qch: -mek
isteğini duymak (Tai envie de me promener un
peu). Avoir envie que: -meşini istemek, dilemek
envier
(Avez-vous envie qu'on se moque partout de vous?).
Donner envie de f. qch: -mek isteğini vermek,
uyandırmak. Eprouver, ressentir l'envie de f. qch:
-mek isteğini duymak. Faire envie à qn, porter
envie à qn: -i kıskandırmak, -in kıskançlığını
uyandırmak (Porter envie à un rival. Un jeune
homme comme lui fera toujours envie aux
vieillards). Faire passer l'envie de qch à qn: Birinin
içindeki.... isteğini öldürmek. Mourir d'envie de
qch, de f. qch: -arzusuyla, -mek isteğiyle yanıp
tutuşmak (Il meurt d'envie de raconter son
histoire). L'envie prend à qn de f. qch: -si gelmek
(L'envie lui prenait de pleurer: Ağlayası geliyordu,
ağlamaklı oluyordu).
envier gçl. 1. Kıskanmak, çekememek; imrenmek
(Senvie votre courage). 2. Envier qch à qn: Birinin
-sini kıskanmak (Elle lui enviait sa portion de
l'héritage paternel). 3. Envier à qn de f. qch: Birinin
-meşini kıskanmak, -birinin -meşine imrenmek
(Je vous envie d avoir déjà fini ce travail). N'avoir
rien à envier à: -in imrenecek hiçbir yanı
olmamak, -den kıskanacak hiçbir şeyi olmamak
(Je n'ai rien à envier à personne). § S'envier:
Birbirini kıskanmak; birbirine imrenmek,
envieux, euse s. ve ad. 1.-Kıskanç, çekemeyen (Les
envieux attendaient son échec pour se réjouir. Des
regards envieux). 2.Envieux de qch: -de gözü olan,
-i kıskanan (Un homme envieux du bien d autrui). §
Etre envieux de qch: -i kıskanmak (Les voisins,
envieux de son bonheur, avaient cessé de lui parler).
Faire des envieux: Başkalarını kıskandırmak;
imrendirmek, kıskançlık yaratmak (Il a fait bien
des envieux le pur où il a reçu cet héritage. Un
pêcheur qui fait des envieux en levant une grosse
pêche).
enviné, e s. İçine şarap kokusu
sinmiş
(Un récipient enviné).
environ bel. 1. Aşağı yukarı (Trois cent personnes
environ assistaient à la conférence. Je serai de
retour à sept heures environ). 2. er. ç. Etraf, çevre,
yöre, yan yöre (La ville est sans intérêt. mais les
environs sont très pittoresques). § Aux environs de:
1. Yöresinde, çevresinde (Le printemps est
magnifique aux environs d'Istanbul). 2. Sırasında,
sıralarında (Aux environs de Noël, aux environs de
1800).
environnant, e s. Çeviren, çevreleyen; çevredeki
(Les bois environnants).
environnement er. I. Çevirme, çevrilme; çevreleme,
çevrelenme.
2.
Çevre
(Protection
de
l'environnement. Pollution de l'environnement).
environnemental, e s. Çevresel, çevre ile ilgili
(Problèmes environnementaux).
environnementaliste ad. Çevrebilimci, çevrebilim

528

envoûter
uzmanı.
environner gçl. 1. Sarmak, kuşatmak, etrafında
bulunmak (Les remparts qui environnent la ville.
Les montagnes qui environnent une plaine). 2.
Environner qch de: -in etrafını... lerle sarmak,
kuşatmak, çevirmek (Environner une ville de
remparts). § S'environner de: -leri etrafına
toplamak, -1er ortasında olmak (S'environner
d'amis, de disciples).
envisageable s. Düşünülebilir,
tasarlanabilir
(Cette hypothèse n'était même pas envisageable).
envisager gçl. 1. Yüzüne bakmak. 2. Göz önünde
bulundurmak, düşünmek (Envisager le pire.
Envisager toutes les conséquences éventuelles d'un
problème).
3. Envisager qch, de f. qch:
Tasarlamak, -meyi tasarlamak, düşünmek (Nous
envisageons des vacances sur ta Cote d'Azur. Il
envisage de mettre ses enfants en pension).
envoi er. 1. Yollama, gönderme, gönderilme (Envoi
d'une lettre, d un message, de fleurs). 2.
Gönderilen şey, gönderi (J'ai reçu hier votre
envoi). 3. ed. Bir koşuğun sonuna, birine saygı
göstermek için konulan dizeler, ağırlama, *sunu.
§ Envoi en possession: hukM'w miras için yetkililik
kararı, mirası teslim alma yetkisi. Coup d'envoi:
(Futbolda) Başlama vuruşu,
envol er. 1. Uçma, uçuş, havalanma (L'envol dun
oiseau, dun avion). 2. Atılış, atılım (Unepensée qui
prend son envol vers les hautes sphères de la
métaphysique).
envolée diş. 1. Uçuşma (Des envolées de feuilles
mortes). 2. mec. ed Esin kanatlanması, ruh
atılımı, düşlerin at koşturması, kanatlanma (Une
envolée lyrique. Mes plaidoiries, mes grandes
envolées professionnelles sur l'innocence et la
justice).

envoler (s') gsz. 1. Uçmak, uçuşmak, havalanmak


(Les oiseaux se sont envolés. Des feuilles sèches qui
s'envolent au vent. L'avion s'envola vers Ankara).
2. Çıkmak yükselmek (Des cris variés s'envolent
par les fenêtres). 3. Kaçmak, birden gözden
kayboluvermek (Les voleurs se sont envolés). 4.
mec. Uçup gitmek, yok olmak, geçip gitmek (Le
temps s'envole, tous mes espoirs se sont envolés). §
Les paroles s'envolent, les écrits restent: Söz uçar
gider, yazı kalır,
envoûtant, e s. Büyüleyici (Une beauté envoûtante).
envoûtement er. 1. Büyüleme, büyüleyicilik
(L'oeuvre de Rimbaud conserve une prodigieuse
puissance d'envoûtement. L'envoûtement des nuits
orientales). 2. Büyü, büyü yapma (Conjurer un
envoûtement).
envoûter gçl. 1. Büyü yapmak. 2. Büyülemek, başını
döndürmek ( Cette femme l'a envoûté. Un paysage
envofiteur
qui envoûte les touristes).
envoûteur, cusc ad. Büyü yapan, büyücü,
envoyé, e ad. 1. Aracı, elçi, delege (Envoyéporteur
d'un message. Recevoir avec honneur les envoyés
d'un gouvernement étranger). 2. Muhabir
(L'envoyé spécial d'un journal). § Envoyé en
possession: Mirası teslim alan. C'est bien envoyé:
Oh oldu, canıma değsin, çok iyi oldu. Vous êtes
l'envoyé du ciel: Tam zamanında geldiniz, Hızır
gibi yetiştiniz,
envoyer gçl. 1. Göndermek, yollamak (Envoyer
un message, une lettre, un télégramme, un colis, un
cadeau, une carte de voeux). 2. Envoyer qch à qn:
Birine bir şey göndermek (Envoyer des fleurs à un
ami). 3. Atmak, fırlatmak (Envoyer un projectile,
une fusée dans la Lune, le ballon dans les buts
adverses). 4. Vurmak, indirmek, aşketmek,
atmak (Envoyer une gifle, un coup de pied à
quelqu'un). 5. Envoyer qn f. qch: Birini -meye
göndermek (Envoyer un enfant faire des courses,
chercher du pain. 11 a envoyé son frère chercher un
médecin). § Envoyer promener qn, envoyer paître
qn, envoyer qn sur les roses: Birini kovmak,
atlatmak, başından savmak. Envoyer qn dans
l'autre monde: Öldürmek, canını cehenneme
yollamak, öbür dünyayı boylatmak. Envoyer qn
au diable: Şiddetle azarlayıp kovmak, defetmek.
Envoyer qn à terre: Yere yıkmak, yere düşürmek.
Envoyer ses amitiés à qn: Birine sevgi ve
selâmlarını göndermek. Envoyer qn en l'air:
Yenmek, yere sermek, paçasını aşağı almak. Ne
pas envoyer dire qch à qn: Bir şeyi birinin yüzüne
açık açık söylemek, dan diye söylemek (Je ne le lui
ai pas envoyé dire). § S'envoyer: 1. Birbirine
göndermek (Ils s'envoient régulièrement de
longues lettres). 2. S'envoyer qch: a) (Bir angarya
yada istenmeden yapılan bir iş için) Tek başına
yapmak, yalnız kendisi yapmak (S'envoyer une
corvée, un travail pénible), b) Yemek, içmek,
mideye indirmek (S'envoyer un verre de vin, un
bon repas). 3. S'envoyer qn: tkz. Biriyle yatmak,
cinsel ilişkide bulunmak (Une blonde qui
s'envoyait le jeune étudiant).
envoyeur, euse ad Gönderen, gönderici, yollayıcı.
éocène s. ve ad. yerb. Eosen,
éolien, ne s. 1. Rüzgârla işleyen (Machine éolienne,
roue éolienne). 2. Rüzgâra değgin (Energie, force
éolienne). 3. Rüzgârın etkisiyle olan, rüzgâra
bağlı (Erosion eolienne).
épacte (//'.>. Güneş yılı ile ay yılı arasındaki gün farkı,
épagneul, e ad. İspanyol köpeği,
épais, ses. 1. Kalın (Un mur épais, papier épais, une
épaisse tranche de pain). 2. Kaba (Une plais mterie
épaisse, un mensonge épais). 3. Koyu, yoğun (Une

529

épandre
sauce épaisse. Des ténèbres épaisses. Un brouillard
épais). 4. Sık (Chevelure épaisse; une foule épaisse).
5. bel. Sık, sık olarak, çok (Semer épais. Il n'y en a
pas épais). 6. er. Kalınlık,
épaisseur diş. 1. Kalınlık (L'épaisseur de la peau de
l'éléphant: T épaisseur d un livre, d'un papier, d'un
tissu). 2. Koyuluk, yoğunluk (L'épaisseur du
brouillard, d'une sauce, d'un liquide). 3. Sıklık
(L'épaisseur de la chevelure, du feuillage, de
l'herbe). 4. İç, derinlik (L'épaisseur dune armoire.
Creuser une niche dans l'épaisseur d'un mur).
épaissir gçl. 1. Kalınlaştırmak (De grosses
couvertures
qui épaississent
le lit).
2.
Koyulaştırmak, yoğunlaştırmak (Epaissir un
sirop, une sauce en ajoutant de la farine). 3. gsz.
Kalınlaşmak (Sa taille a épaissi). 4. gsz.
Yoğunlaşmak,
koyulaşmak
(La
peinture
commence à épaissir. Dès que la crème épaissit,
otez-la du feu). § S'épaissir: 1. Sıklaşmak (Sa
chevelure s'épaissit, la foule s'épaississait. 2.
Yoğunlaşmak, koyulaşmak (L'ombre s'épaissit, le
brouillard s'épaississait, le sang s'épaissit).
épaississant, es. vead. Koyulaştırıcı,yoğunlaştırıcı.
épaississement er. 1. Koyulaşma, yoğunlaşma
(L'épaississement du brouillard, du sang, d'un
liquide). 2. Kalınlaşma (Epaississement de la
peau).
épanchement er. 1. Yağma, yağış (Féconds
épanchements de pluie et de rosée). 2. Akma,
akıtma. 3. hek. Sıvı; organizmada sıvı toplanması
(Epanchement pleural). 4. Açılma, derdini dökme,
içini açma (Tai besoin d'épanchement).
épancher gçl. 1. Akıtmak, boşaltmak (Unefontaine
épanche son eau pure). 2. Açıklamak, dışa
vurmak, dile getirmek, söylemek, açmak
(Epancher ses peines, ses inquiétudes). § Epancher
sa bile: Öfkesini boşaltmak. Epancher son cœur à
qn: Derdini -e dökmek, için açmak. § S'épancher.
1. Akmak, dökülmek (Je sentais comme une
fontaine de miséricorde qui s'épanche du haut du
ciel dans mon coeur). 2. Toplanmak, -e akmak (Le
sang s'est épanché dans l'estomac). 3. İçini
dökmek, derdini dökmek (Tu as besoin de
l'épancher. Il s'épanche dans ses lettres). 4.
S'épancher à qn, auprès de qn: Birine açılmak,
derdini -e dökmek,
épandage er. 1. Serpme, saçma (Epandage du
fumier). 2. coğr. Suların yayıldığı düzlük. 3.
Lâğım sularının süzülerek temizlendikleri alan;
çöplerin atıldığı alan.
épandeur, euse ad. Asfalt dökme makinesi, gübre
saçma makinesi,
épandre gçl. 1. Saçmak, serpmek, serpiştirmek
(Epandre du fumier, des engrais). 2. mec. Etrafına
épanneler

530

saçmak, dağıtmak, yaymak (Epanche la bonté).


épanneler gçl. Kabasını almak, yontmak,
tasarlamak (Epanneler un bloc de pierre, un bloc de
marbre).
épanorthose diş. ed * Dönüş, °rücu; söylediği bir
sözü hemen reddedip onun yerine daha
güçlüsünü söyleme sanatı,
épanoui, e s. 1. Açmış, açılmış (Une rose épanouie).
2. Işıl ışıl (Un visage épanoui, un sourire épanoui).
3. Gelişmiş, serpilmiş (Un corps épanoui).
épanouir gçl. 1. -i açmak; açtırmak (Une plante qui
épanouit ses fleurs. Le paon épanouit sa queue. Le
soleil avait épanoui les tulipes). 2. Açmak,
ferahlandırmak, neşelendirmek, ferahlık vermek
(Cette bonne nouvelle lui avait épanoui le visage.
L'espérance épanouit le coeur. Cela m'a épanoui).
3. Geliştirmek (Ce nouveau genre de vie l'a
épanoui). § S'épanouir; 1. Açılmak (Les fleurs
s'épanouissent au soleil). 2. Işıl ışıl olmak, ışımak
(Son visage s'est épanoui de joie). 3. Gelişmek,
serpilip boylanmak (Cet enfant ne peut pas
s'épanouir dans le milieu où il vit).
épanouissement
er.
1.
Açma,
açılma
(L'épanouissement d'une rose). 2. Işıma, ışıl ışıl
olma (L'épanouissement dun visage). 3. Çok ince
dallara ayrılma (L'épanouissement d'un nerf d'un
vaisseau). 4. Ferahlama, açılma, neşelenme
(L'épanouissement
du coeur). 5. Gelişme
(L'épanouissement d'une civilisation, d'un art).
épargnant, e s. ve ad. 1. Tutumlu (Je ne suis pas
épargnant. Une femme épargnante). 2. Para
biriktiren kimse; tasarruf sahibi (L'inflation ruine
les petits épargnants).
épargne diş. 1. Para biriktirme, tutum, "tasarruf
(Une législation qui tend à encourager l'épargne.
La caisse d'épargne).
2. Tasarruf (La
modernisation des moyens de production a entraîné
une épargne de temps considérable). 3. ç. Birikmiş
para, biriktirilmiş para, "tasarruf (Il vit de ses
épargnes; placer ses épargnes).
épargner gçl. 1. Epargner qn: -e karşı iyi davranmak,
hoşgörülü
davranmak,
kıyıcı
olmamak
(Epargner son adversaire, son ennemi). 2. -i
öldürmemek, canını bağışlamak, kurtarmak (La
guerre a épargné ces populations. L'épidémie ne l'a
pas épargné). 3. Hatır gönül dinlemek, saymak,
saygı göstermek, -e dokunmamak (Iln'a épargné
personne dans sa critique. Epargner la vieillesse,
l'amour propre de quelqu'un). 4. Tutumlu, ölçülü
kullanmak (Epargner le sucre, sa force). 5.
Biriktirmek, bir kenara koymak (Epargner de
l'argent). 6. Esirgemek (Il n'épargnera rien pour
vous donner satisfaction. La police n'épargne aucun
effort pour retrouver les coupables). 7. Epargner

épaule
qch à qn: Birini -den kurtarmak, -den bağışık
tutmak (On a préféré lui épargner la honte de cet
aveu. Epargner un travail, une peine à un malade).
éparpillement er. Saçma, saçılma; dağıtma,
dağılma; dağınıklık (L'éparpillement des efforts:
l'éparpillement
de
papiers,
de
plumes;
!éparpillement des baigneurs sur la plage).
éparpiller gçl. 1. Saçmak, dağıtmak, savurmak
(Le vent a éparpillé tes papiers, les feuilles mortes).
2.
Dağıtmak,
yaymak,
doğru
dürüst
kullanamamak (Eparpiller ses forces, ses efforts,
son attention, son talent). § S'éparpiller: 1.
Saçılmak, dağılmak, savrulmak (La cendre s'est
éparpillée). 2. Kendini dağıtmak, daldan dala
atlamak, sürekli olarak bir işle uğraşmamak (IIne
fait que s'éparpiller).
épars, e s. Dağınık (Cheveux épais; fragments
épars d une oeuvre).
épatamment bel. tkz. Çok güzel, hayret edilecek
şekilde (Ce costume vous va épatamment).
épatant, e i. tkz. Çok güzel, şaşılacak, hayran
kalınacak (Il fait un temps épatant. Une soirée
épatante, une jèmme épatante).
épate diş. tkz. Şaşırtma, şaşalatma.§ Faire de l'épate,

des epates: Etrafını şaşırtmaya, şaşalatmaya


çalışmak, hayrete düşürmek,
épaté, e s. 1. Yassı, basık, pat (Un nez épaté).
2. tkz. Çok şaşmış, hayretten ağzı bir karış açılmış
(Il avait un air épaté). 3. Etre épaté de qch, -de f.
qch: -e, -diğine çok şaşmak, hayret etmek,
épatement er. 1. Basıklık, yassılık, patlık
(L'épatement du nez). 2. tkz. Büyük şaşkınlık,
şaşıp kalma, şaşalama, hayretten ağzı bir karış
açık kalma.
épater gçl. 1. Ayağını kırmak (Epater un verre). 2.
(Eski) Sırt üstü düşürmek. 3. tkz. Şaşırtmak,
şaşalatmak, hayrete düşürmek (Cette nouvelle
m'a épaté, ce résultat nous a épatés).
épaulard er. Büyük bir cins yunus balığı, falyanos,
épaule diş. 1. Omuz (La jardinier va à son travail, la
bêche sur l'épaule). 2. (Kasaplıkta) Hayvanın kol
kısmı, kol (Une épaule de mouton, de veau). § Avoir
la tête sur les épaules: Makul olmak, aklı başında
olmak, ne yapıp ne ettiğini bilmek. Avoir les
épaules tombantes: Düşük omuzlu olmak.
Changer son fusil d'épaule: Düşünce, kanı, tasarı,
yöntem, meslek değiştirmek. Donner un coup
d'épaule à qn, prêter l'épaule à qn: Birine yardım

etmek, omuz vermek, destek olmak. Etre large


d'épaules: Geniş omuzlu olmak. Faire toucher les
épaules: (Güreşte) Sırtını yere getirmek. Hausser
les épaules, lever les épaules: O m u z silkmek. Peser

sur les épaules: Omuzlarına ağır gelmek, -in


yükünü taşıyamamak (İM vie lui pesait sur les
épaulée
épaules. Cette responsabilité me pèse sur les
épaules). Porter qn sur ses épaules: Birinin yükünü
taşımak, bütün angarya ve sıkıntılarını çekmek.
Regarder, traiter qn par-dessus les épaules: Birine
yüksekten bakmak, birini küçümsemek,
épaulée diş. Omuz verme, yardım,
épaulement er. 1. Omuzlama duvarı 2. ask. Toprak
tabya.
épauler gçl. 1. Omuzuna dayamak (Epauler un fusil,
une carabine). 2. Omuz vermek, yardım etmek,
desteklemek (Mes amis m'ont épaulé dans cette
entreprise).
épaulette diş. 1. "Apolet, »omuzluk (Les galons
des officiers sont posés sur les épaulettes). 2.
(Kadın giysilerinde) Omuz askısı,
épave diş. 1. Yitik eşya (Rassembler les épaves au
bureau des objets trouvés de la gare). 2. Denize
batmış eşya, "enkaz, denizin karaya attığı eşya
(Une épave de navire à demi ensablée). 3. Kalıntı,
döküntü, kırıntı (Les épaves d'un empire, d'une
fortune, d'un bonheur). 4. Büyük bir yoksulluğa
düşmüş kimse, düşkün (Depuis sa ruine, il n'est
plus qu'une épave).
épée diş. 1. Kılıç (Se battre à tépée). 2. mec. Askerlik
(Il quitta la robe pour l'épée). 3. Yüreklilik,
yiğitlik, kahramanlık (Il doit son élévation à son
épée). 4. Silâh gücü. § Epée de Damodès:
Demokles'in kılıcı; her an gelebilecek bir tehlike.
Une bonne épée: j İyi kılıç kullanan kimse, yiğit
adam, kahraman. Un coup d'épée dans l'eau:
Boşuna çaba. Avoir l'épée sur la gorge: Bir şeyi
zorla, söke söke almak, gösterdiği büyük çaba
sonucu elde etmek. Mettre à qn l'épée dans les
reins: Birini çok sıkıştırmak, güç duruma
sokmak, iki ayağını bir pabuça sokmak. Passer
au fil de l'épée: Kılıçtan geçirmek. Poser l'épée:
Savaşı durdurmak, silahları bırakmak. Rendre
son épée: Kılıcını teslim etmek, yenilgiyi kabul
etmek. Se blesser de son épée: Kendi kendine
kötülük etmek, ne ettiyse kendine etmek, kendi
edip kendi bulmak,
épeiche diş. Bir tür ağaçkakan,
épeire diş. Avrupada görülen bir tür örümcek,
épéiste er. Kılıç eskrimcisi; delici kılıççı, epeci.
epeler gçl. 1. Bir sözcüğün içindeki harfleri bir bir
söylemek (Voulez-vous épeler votre nom). 2.
Hecelemek, *seslemlemek, heceleye heceleye
okumak (Epeler un texte grec). 3. Okuma
yazmayı sökmek, okumaya başlamak,
épellation diş. Heceleme, *seslemleme.
épenthèse diş. dilb. İçtüreme.
épenthétique s. dilb. İçtüremeye değgin,
épépiner gçl. (Meyve yada sebzenin) Çekirdeklerini
çıkarmak (Epépiner une pomme, une tomate).

531

épicer
éperdu, e s. 1. Çılgın, çılgına dönmüş (Une veuve
éperdue de douleur; il est éperdu de joie). 2. Aşırı,
çok büyük (Une reconnaissance éperdue).
éperdument bel. Çılgınca (Etre éperdument
amoureux).
éperlan er. Lapina balığı.
éperon er. 1. Tepkiç, "mahmuz (Les éperons d'un
coq. Faire sonner ses éperons). 2. Çıkıntı tabya. 3.
Duvar desteği. § N'avoir ni bouche ni éperon: Ne
söz ne dayak kâr etmemek; duygusuz ve aptalın
teki olmak.
éperonner gçl. 1. Tepkiçlemek, "mahmuzlamak
(Eperonner un cheval). 2. mec. Dürtüklemek,
dürtmek, kışkırtmak (L'ambition
éperonne
l'homme). 3. Mahmuz takmak (Etre botté et
éperonné).
épervier er. 1. Atmaca. 2. Serpme, kurşunlu balık
ağı.
épervière diş. bitb. Farekulağı,
épeuré, e s. Korkmuş, ürkmüş, korku içinde olan.
épeurer gçl. Korkutmak, ürkütmek, içine korku
salmak.
éphèbe er. Yakışıklı delikanlı, güzel delikanlı,
éphélide diş. Deride leke.
éphémère s. 1. Bir gün yaşayan, bir gün süren, bir
günlük (Des insectes éphémères). 2. Geçici (Un
succès éphémère, bonheur éphémère). 3. er.
Susineği.
éphéméride diş. 1. *Gökgünlüğü, gökcisimlerinin
yerlerini, konsayılarını, uzaklık ve parlaklık gibi
niceliklerini yılın günlerine göre veren değerler
çizelgesi. 2. Değişik günlerde, aynı gündeki
olayları derleyen yazılar. 3. Her gün bir yaprağı
koparılan duvar takvimi,
épi er. 1. Başak (Un épi de blé, d'orge, de seigle). 2.
Başak biçiminde çiçek. 3. Dik duran, yatışmayan
saç tutamı. 4. Bir ırmağın sürüklediği kum ve
çakılları tutmak için dikilen direkler, ırmağın
sularına yön veren dikme. § En épi:
Verevlemesine, yanlamasına (Voitures garées en
épi). Etre en épi: Başağa durmak, başaklanmak,
başak tutmak (Les blés sont en épi). Deux
moineaux sur un épi ne sont pas longtemps amis: İki
canbaz bir ipte oynamaz,
épiage, er. épiaison diş. Başaklanma, başak tutma,
épicarpe er. Meyva kabuğu,
épice diş. Baharat.
épicé, e s. 1. Baharlı, baharat katılmış (Un repas
bien épicé). 2. mec. Açık saçık, içinde çok argo
sözcükler bulunan (Un récit épicé).
épicéa er. bitb. Lâdin, bir tür köknar,
épicentre er. Deprem merkezi,
épicer gçl. 1. Baharat koymak (Epicer un repas,
une sauce). 2. mec. Açık saçık sözcükler katmak
épicerie

532

(Epicer un récit).
épicerie diş. 1. Bakkaliye. 2. Bakkallık (Travailler
dans l'épicerie). 3. Bakkal dükkânı (Dans une
épicerie, on vend des conserves, des boissons, du
chocolat, du savon). 4. (Eski) Baharat ticareti,
baharatçılık.
épicier, ère ad. 1. (Eski) Baharatçı, baharat tüccarı.
2. Bakkal. 3. mec. Para kazanmaktan başka şey
düşünmeyen adam. 4. mec. hkr. Dar kafalı, basit
adam (C'est un épicier).
épicurien, ne s. ve ad. 1. fels. Epikuros felsefesini
tutan, Epikurosçu (Philosophe épicurien, morale
épicurienne). 2. Zevk düşkünü, zevk ve eğlencenin
her türlüsüne düşkün; kösnül, tenetapar.
cpieurisme er. 1. fels.
Epikuros felsefesi,
epikurosçuluk. 2. Zevk ve eğlence düşkünlüğü,
tenetaparlık.
épicycle er. gökb. İlmek,
épidémicité diş. Salgınlık, salgın olma niteliği,
épidémie diş. Salgın, sayrılık salgını (L'épidémie de
grippe).
épidémique s. Salgın halinde olan (Maladie
épidémique. Un besoin épidémique de liberté).
épiderme er. anat. 1. Üstderi. 2. Deri, cilt. § Avoir
l'épiderme sensible: Alıngan olmak. Chatouiller
l'épiderme à qn: -in hoşuna gitmek (Ces
compliments lui chatouillait l'épiderme). Faire
hérisser l'épiderme de qn: Birini ürpertmek,
korkutmak, tüylerini diken diken etmek,
épidermique s. 1. Üstderiyle ilgili, üstderiye değgin
(Blessure, tissu épidermique). 2. mec. Yüzeysel
(Sentiment, réaction épidermique).
épididyme er. biy. Erbezi üstü.
épier gsz. 1. Başağa durmak, başak tutmak (Les blés
vont épier). 2. gçl. Gözetlemek (Epier des
amoureux, épier une personne suspecte). 3.
Dikkatle izlemek (J'épiais ses réactions sur son
visage). 4. Gözlemek, pusuya yatıp kollamak
(Epier une occasion. Un animal qui épie sa proie).
épierrage, épierrement er. Taşını ayıklama
(Epierrage d'un terrain).
épierrer gçl. Taşlarını ayıklamak (Epierrer un
champ avant de semer).
épierreuse diş. Taş ayıklama makinası.
épieu er. Kargı, mızrak,
épieur, euse ad. Gözetleyici, kollayıcı,
épigastre er. anat. Karının üst bölgesi, canevi.
épigastrique s. Karnın üst bölgesiyle ilgili (Douleurs
épigastriques).
épigé, e s. Toprak üstünde gelişen, topraküstü
(Cotylédons épigés du haricot).
épigénèse diş. biy. Sıralı oluş.
épiglotte diş. anat. Gırtlak kapağı,
épigoneer.ed Eski bir sanat yada edebiyat çığırını
épine
sürdüren, eskici, artçı (Les épigones du
naturalisme).
épigrammatique s. ed. İğnelemeye değgin,
iğnelemeli (Style, allusion épigrammatique).
épigramme diş. 1. (Eskiden) Yazıt, anıt yazısı. 2.
İğneleyici kısa koşuk yada söz, iğneleme (Faire
une épigramme contre quelqu'un. Il aimait à
décocher des épigrammes contre ses collègues).
épigraphe diş. 1. Tammlık; bir yapıtın ne işe
yaradığı, ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı
gibi noktaları göstermek için bir tarafına
yerleştirilen yazı. 2. Bir kitabın, bir yapıtın
yönünü belirtmek için baş tarafına konulan söz.
épigraphie diş. Eski yazıtlar bilimi, *yazıtbilim.
épigraphique a Yazıtlara değgin, yazıtla ilgili,
*yazıtsal; yazıtbilimsel (Etudes épigraphiques).
épigraphiste ad. *Yazıtbilimci, eski yazıtlar uzmanı,
épigyne s. bitb. Altyumurtalıklı.
épilation diş. Kıl yolma, kıl düşürme, kıllarını alma
(Epilation avec une crème, épilation électrique).
épilatoire s. Kıl düşürücü, kıl dökmeye yarayan
(Crème épilatoire).
épilepsie diş. Tutarık, "sara.
épileptiforme s. Sara biçiminde, sarayı andıran,
tutarıksı.
épileptique 5. 1. Saraya değgin, tutarıkla ilgili
(Convulsions épileptiques, crise épileptique). 2.
Çılgınca, delice (Musique, danse épileptique). 3.
ad. Saralı, tutarıkh (Un épileptique en pleine crise).
épiler gçl. Kıl yolmak, kıl almak
(Une
femme qui épile ses sourcils. Se faire épiler les
jambes dans un institut de beauté). § Pince à épiler:
Cımbız.
épillet er. Başağı oluşturan küçük parçaların her
biri, başakçık (Un épillet de blé, d orge).
épilogue er. ed 1. Bir edebiyat parçasının içindeki
düşünceleri bağlayan sonuç, *sondeyiş (Epilogue
d'un récit, d'un roman, d'une pièce de théâtre).
3jnec. Çözümlenme, sonuçlanma, bir sonuca
bağlanma, son (L'épilogue d une affaire
embrouillée).
epiloguer gçl. 1. Özetleyip bir sonuca bağlamak.
2. tkz. Eleştirmek, kınamak (Epiloguer la conduite
d'autrui). 3. Epiloguer sur qch: -üzerinde uzun
uzun yorumlar yapmak, uzun uzun konuşmak,
söylev
çekmek (On
pourrait épiloguer
interminablement sur les causes de cet échec).
épinard er. Ispanak. § Mettre du beurre dans les
épinards: tkz. Durumunu düzeltmek, işlerini
yoluna koymak,
épine diş. 1. Diken (Les épines du rosier, de la ronce,
du chardon). 2. Diken, ok, sert kıl (Les épines d'un
hérisson, d'un oursin). 3. Dikenli çalı (Une haie
d'épines). 4. Akdiken. 5. anat. Kemik çıkıntısı. 6.
épinette
meç. Sıkıntı, güç durum. § Epine dorsale:
Belkemiği, omurga. Enlever, oter, tirer à qn une
épine du pied: Birini çok güç bir durumdan,
büyük bir sıkıntıdan kurtarmak (Tu lui as tiré une
épine du pied). Etre sur des cpincs: Diken üstünde
oturmak. Il n'y a pas de roses sans épines:
Dikensiz gül olmaz, gülü seven dikenine katlanır,
épinette diş. 1. Küçük klavsen. 2. (Kümes
hayvanları için) Besi kalesi,
épineux, euse s. 1. Dikenli (Une lige épineuse.
Un arbuste épineux). 2. mec. Güçlüklerle dolu,
içinden çıkılması güç (Un problème épineux).
epine-vinette diş. bilb. Kadıntuzluğu denilen bitki,
sarıçalı.
épingle diş. 1. Topluiğne (Attacher deux feuilles de
papier par une épingle). 2. İğne (Epingles de
cravate). 3. loka (Epingle à cheveux). § Coup
d'épingle: Müfitçe iğneleme, dokundurma, hafifçe
eleştirme. Epingle de nourrice, épingle de sûreté,
épingle double: I-irkete, çengelli iğne. Epingle à
linge: Çamaşır mandalı. En épingle à cheveux:
Çok dar (Virage en épingle à cheveux). Chercher
une épingle dans une botte de foin: Deryada inci
bulmaya çalışmak, bulunması olanaksız bir şeyi
bulmaya çalışmak, pösteki saymak. Etre tiré à
quatre épingles: İki dirhem birçekirdekolmak, kıl
pıraııga kızıl çengi olmak. Monter qch en épingle:
Bir şeyi belirtmek, ortaya koymak, ortaya
çıkarmak. Tirer son épingle du jeu: İşin içinden
ustalıkla sıyrılmak, hiçbir zarara uğramadan bir
işten elini eteğini çekmek, tereyağından kıl çeker
gibi çekilmek,
épingler gçl. 1. Topluiğneylc tutturmak, iğneyle
iliştirmek (Epingler une photographie au mur). 1.
mec. tkz. Yakalamak, enselemek, kodese atmak
(ht police vient d épingler le malfaiteur). 3. argo.
Aşırmak, araklamak, çalmak,
epinglerie diş. Topluiğne fabrikası,
épinglette diş. (Ateşli silahlarda) İğne.
épinglicr, ère I. ad. Topluiğne yapımcısı. 2. er.
Topluiğne kutusu,
épinicrc diş. s. Belkemiğine değgin. § La moelle
épinière: Omurilik,
épinoche diş. hayb. İskorpit balığı, dikcnlibalık.
§ Epinoche à trois épines: Uçdikenlibalık.
Epinoche de mer: Deniz dikcnlibalığı.
épinoches diş. ç. hayb Dikenlibalikgiller.
épinochette diş. hayb. Dikence,
épiphanie diş. Hıristiyanların 6 ocak yortusu,
épiphénomène er. 1. hek. Ek bulgu. 2. fels.
*Gölgeolay, bir olaya eklendiği halde onu
etkilemeyen olay.
épiphénoménisme er. fels. *Gölgeolaycılık; bilinci,
yardımcı bir olay sayıp ruhsal olaya önem veren

533

épitomé
öğreti.
épiphylle i. bitb. 1. Yapraklar üzerinde gelişen.
2. er. Atlasçiçeği.
cpiphyse diş. anat. Kemikucu.
épiphyte s. bitb. Üstbitken, bitki üzerinde biten
(Le lierre, les lianes sont des plantes épiphytes).
epiploon er. hek. İçorgan askısı,
épique i. 1. Destana değgin; koçaklamalı (Poèmes
épiques). 2. Destanlık, destansı, destan gibi (Une
aventure épique. H a eu des démêlés épiques avec
son voisin).
épiscopal, e s. Piskopos ile ilgili,
épiscopat er. 1. Piskoposluk. 2. Piskoposlar kurulu,
épisode er. 1. *01untu; bir koşuk yada öyküde asıl
olaya katılan ikinci derecede bir olgu (Le combat
d'Achille et d Hector est un épisode célèbre de
l'Iliade). 2. Eski Yunan trajedisinde iki koro
ezgisi arasındaki konuşmalı bölüm. 3. (Roman,
film için) Bölüm. § Film à épisodes: Dizi film.
épisodique s. 1. Oluntuluk, katma olgu türünden
(Un personnage épisodique). 2. Önemsiz, ikinci
derecede (C'est un événement épisodique).
épisser gçl. Uçlarını açıp birbiriyle örerek
birleştirmek, eklemek (Episser deux bouts de
cordages, deux câbles).
épissure diş 1. İki ucu birbirine ekleyen düğüm. 2.
Elektrik kablosunun ek yeri.
épistaxis [epistaksis] diş. hek. Burun kanaması,
épistémologie diş. fels 1. Bilgi kuramı, *bilgikuram.
2. Bilim öğretisi; bilimlerin koyduğu sorunları
inceleyen felsefe dalı.
épistémologique s, fels. Bilgi kuramına değgin,
*bilgikuramsal.
épistémologiste ati. *Bilgikuramcı.
épistolaire s. Mektuba değgin; yazışmayla, mektup
yazmayla ilgili (Je suis en relation épistolaire avecce poète. Une étude sur la
littérature épistolaire). §
Genre épistolaire: ed. Mektup türü.
épistolier, ère ad. 1. Mektup yazma sanatında
usta yazar. 2. tkz. Çok mektup yazan kimse,
épitaphe diş. Mezar taşı yazısı, gömüt yazısı,
*sinyazı.
épithalame er. Düğün deyişi, "sûrname; bir düğün
dolayısıyla, yeni evlileri övmek için yazılan
koşuk.
épithélial, e s. anat. Epitelyuma değgin (Tumeur
épithéliale).
épithelium er. anat. Epitelyum,
épithète diş. dilb. (Sıfat tamlamalarında yer alan)
Sıfat; sanlık, *belgeç.
épitoge diş. Profesörlerin, avukatların resmi
giyimlerinde sol omuzlarına ilişik kumaş parçası,
épitomé er. (Bir kitaptan, bir yapıttan) Kısaltma,
özet.
épître
épître diş. 1. Koşuklu mektup. 2. (Alay) Mektup,
*nâme (Il m'a envoyé une longue épître). 3.
Hıristiyanlıkta havarilerin yazdığı mektuplar
(lîpitrès de Saint Paul aux Corinthiens).
épizootie diş. Salgın hayvan hastalığı,
éploré, e i. 1. Ağlayan, gözyaşı döken, iki gözü iki
çeşme (Elle s'est enfouie toute éplorée. Air, visage
éploré). 2. Pek üzgün (Une veuve éplorée, une voix
éplorée).
éployé, e s. Açılmış (Une aile éployée, un journal
éployé).
éployer gçl. Açmak (Eployer ses ailes). § S'éployen
Açılmak (Les ailes s'éploient pour la volée).
épluchage er. 1. Ayıklama, kabuğunu soyma
(Epluchage des légumes, des oranges, des pommes
de terre, des fruits). 2. Didik didik etme, çok sıkı
inceleme (Epluchage d'un compte).
éplucher gçl. 1. Ayıklamak, kabuğunu soymak
(Eplucher des légumes, desfruits, des crustacés, des
haricots verts, des pommes de terre, des noix, des
crevettes). 2. mec Didik didik etmek, çok sıkı
incelemek (Eplucher un compte, un article, un
texte).
éplucheur, euse s. 1. Ayıklayıcı, ayıklamaya yarayan; soymaya yarayan (Couteau
éplucheur). 2.
er. Sebze, meyve ayıklama, soyma âleti (Un
éplucheur électrique). 3. er. Bir şeyi çok sıkı
inceleyen, didik didik eden kimse,
épluchure diş. Ayıklanan sebze yada meyve
kabuğu, ayıklantı, soyuntu (On donne souvent les
épluchures aux cochons).
épointage er. Ucunu kırma, ağzını köreltme,
épointement er. Ucu kırılma, ağzı körelme
(Epointement d'un couteau).
épointer gçl. Ucunu kırmak, ağzını köreltmek
(Epointer une aiguille, m couteau, un outil, un
crayon).
éponge diş. 1. Sünger (Les éponges naturelles sont
le squelette corné d'animaux marins. Laver la
carrosserie dune voiture avec une éponge. Pêcheur
d'épongés). 2. Nal ucu. 3. Nal ucunun hayvanın
dirseğinde meydana getirdiği ur. 4. ç. hayb.
Süngerler (Eponges calcaires: Kalkerli süngerler.
Eponges conteuses: Keratinli süngerler. Eponges
silicieuses: Camsı süngerler). § Serviette éponge:
Havlu. Tissu éponge: Havlu kumaş. Avoir une
éponge dans le gosier, boire comme une éponge:
Çok içmek, us almayacak biçimde içmek. Passer
l'éponge sur qch: -in üzerine sünger çekmek,
olmamış saymak (Passer l'éponge sur un défaut.
Passons l'éponge et restons amis). Presser l'éponge:
(Bir kimsenin) Yararlı nesi varsa alıp yüzüstü
bırakmak, limon gibi sıkıp suyunu almak,
éponger gf/. 1. Süngerle yada bezle silmek (Eponger

534

époussetage
un liquide. Eponger l'encre renversée sur la table).
2. Kurulamak (Il épongea son visage en sueur.
S'éponger le front avec un mouchoir). 3. mec.
Çekmek, yutmak, fazla olanını vergi ve
tahvillerle
almak
(Eponger une circulation
monétaire). § S'éponger: Yüzünün yada alnının
terini silmek,
éponte diş. Maden damarı cidarı,
éponyme s. 1. Adı bir şeye verilen, adını bir şeye
veren (Athénê, déesse éponyme d Athènes). 2. ad.
(Eski Yunan'da) Adını yıla veren yargıç kral.
épopée diş. ed. 1. Destan (Epopée naturelle, épopée
primitive: ilkel destan. Epopée artificielle: Yapma
destan). 2. mec. Kahramanlıklar, kahramanlıklar
zinciri, "efsane (L'épopée napoléonienne).
époque diş. 1. Çağ, zaman (Nous vivons une drôle
dépoque. Les mœurs dune époque). 2. Dönem,
(L'époque révolutionnaire. L'époque de Louis
XIV). 3. Sıra, zaman (A F époque de son mariage,
tétait une femme séduisante). 4. Tarih (Sur
F époque de mon retour, je ne vous dirai rien. L'an
dernier, à la même époque, fêtais à Paris). S.
Mevsim, zaman (L'époque des semailles, des
vendanges) 6. Yaş, dönem (L'époque critique de la
femme). 7. ç. Kadınların aybaşı günleri (Les
époques dune femme). § Faire époque: Unutulmaz
bir anı bırakmak, önemli bir tarih olmak (La
bataille dHernani a fait époque dans la littérature).
épouiller gçl. Bitlerini ayıklamak, bitlemek
(Epouiller un enfant, un animal). § S'épouiller.
Bitlenmek, üstündeki bitleri ayıklamak (Un
mendiant qui s'épouille).
époumoner (s') gsz. 1. Kendini yormak, soluk
tüketmek. 2. Boğaz patlatmak. § S'époumoner à f.
qch: -mek için soluk tüketmek, boğaz patlatmak
(Il s'époumone à ameuter la foule. Pourquoi
t'époumonerais-tu à dissiper un doute?).
épousailles diş. ç. alay. Düğün, evlenme töreni,
épouse diş. Karı, eş (Il se promenait sur le boulevard
au bras de son épouse).
épousée diş. Gelin.
épouser gçl. 1. -ile evlenmek (Elle a épousé un
architecte. Il a épousé la fille de son professeur). 2.
mec. -e katılmak, -i paylaşmak, benimsemek (Il
épouse les opinions de son ami. Epouser uni idée,
une croyance). 3. -e uymak, iyi oturmak, sarmak
(Robe qui épouse les formes du corps). 4. Kendini
vermek, sıkıca bağlanmak (Epouser une étude). §
S'épouser: Birbiriyle evlenmek, evlenmek (Ils se
sont épousés l'an dernier).
épouseur er. Evlenme delisi, önüne gelen
kadına evlenme öneren (kişi),
époussetage er. Tozunu alma, silme (Epoussetage
des meubles).
épousseter
épousseter gçl. Tozunu almak, silmek (Epousseter
des meubles, des bibelots, les coussins, les tapis).
époussette diş. 1. Temizleme fırçası. 2. At gübresi,
fışkı.
épouvantable s. 1. Tüyler ürpertici, pek korkunç
(Un crime épouvantable, une mort épouvantable).
2. Çok kötü, berbat (II fait un temps
épouvantable).
épouvantablement bel. Korkunç şekilde (II est
épouvantablement laid).
épouvantai! er. 1. Bostan korkuluğu (Des
épouvantails à moineaux. Epouvantail en forme de
mannequin recouvert de haillons). 2. Çok çirkin
adam. 3. mec. Korkuluk. 4. İğrenç şey, korkunç
şey ( On nous avait fait un épouvantait de cette ville,
or elle a un certain charme).
épouvante diş. Büyük korku, "dehşet, ürkü.
§ Etre saisi d'épouvante: Büyük korkuya, ürküye
kapılmak. Semer, répandre l'épouvante: Büyük
korku salmak, ürkü salmak,
épouvanter gçl. 1. Çok korkutmak, büyük bir korku
salmak, ürkü salmak (Un massacre qui
épouvantait les malheureux prisonniers. Les armes
atomiques épouvantent les peuples). 2. Şaşkına
çevirmek, hayrette bırakmak (La beauté de cette
statue m'épouvante). 3. Etre épouvanté de: -e şaşıp
kalmak, hayret etmek, şaşkına dönmek (Je suis
épouvanté de cette hausse des prix). §
S'épouvanter 1. Çok korkmak, ürküye kapılmak.
2. S'épouvanter de qch, pour qch: -den çok
korkmak, ürküye kapılmak,
époux er. 1. Koca, eş (Un époux infidèle). 2. er. ç.
Karı koca, eşler (Les époux se doivent fidélité,
secours et assistance). § L'époux céleste, répoux de
l'Elise: İsa peygamber,
épreindre gçl. (Eski) Sıkıp suyunu çıkarmak,
özsuyunu almak için sıkmak (Epreindre du verjus,
des herbes. Epreindre du jus de sésame, épreindre
un citron).
épreintes diş. ç. hek. Buruntu, sık sık dışarı çıkma
gereğini duyuran barsak sancısı, karın ağrısı,
éprendre (s') gsz. 1. S'éprendre pour: -e tutkun
olmak (Il s'était épris d'un grand amour pour la
liberté). 2. S'éprendre de qn: Birine vurulmak, aşık
olmak (Plusieurs jeunes gens s'étaient épris de
cette femme). 3. S'éprendre «le qch: Bir şeyi
sevmeye başlamak, benimsemek (S'éprendre
d'une doctrine, d'un travail).
épreuve diş. 1. Sınama, deneme, dayanıklılığını
ölçme (Procéder à l'épreuve d'un moteur. Faire
i épreuve d'une machine, d'un pont). 2. Deney,
•deneyim "tecrübe (Une vie pleine dépreuves.
Passer par de dures épreuves). 3. Felâket, yıkım
(Des prisonniers de guerre qui surmontent

535

épuisé
courageusement leur rude épreuve. Que dépreuves
t'attendent encore!). 4. mec. Ölçüt, denek taşı (Le
danger est F épreuve du courage). 5. Yarışma, yarış
(Les épreuves dun championnat, les épreuves des
jeux olympiques, épreuves d athlétisme). 6. Sınav,
yoklama (Epreuves éliminatoires, épreuve écrite,
épreuve orale). 7. (Basımcılıkta) Prova (Corriger
les fautes sur une épreuve. Revoir, corriger une
épreuve. Première épreuve, seconde épreuve). 8.
İşkence, hakaret, sınama (Subir des épreuves pour
être admis dans une société secrète). § A l'épreuve
de: -e karşı dayanıklı (Vêtement à l'épreuve du
feu). A toute épreuve: Çok dayanıklı, sağlam,
sarsılmaz (Une patience à toute épreuve. Un
blindage à toute épreuve). Etre à l'épreuve: Çok
sağlam, dayanıklı olmak (Si sa santé n'était pas à
l'épreuve, elle serait fort ébranlée). Faire l'épreuve
de qch: Sınamak, dayanıklılığını, etkisini ölçmek.
Mettre qch à l'épreuve: Bir şeyi sınamadan
geçirmek, denemek (Il veut mettre votre courage à
l'épreuve).

épris, e s. Epris de: 1. -e düşkün, tutkun (Etre épris


de justice. Un homme épris de son métier). 2. -e
aşık, vurgun (Il est très épris de cette femme).
éprouvant, e s. Dayanılması güç (Un climat
éprouvant).
éprouvé, e s. 1. Sınanmış, denenmiş, denemeden
geçmiş, güvenilir (Des vertus éprouvées. Un ami
éprouvé, un courage éprouvé). 2. Çok çekmiş,
başından geçmedik olay ve felâket kalmamış
(C'est un homme très éprouvé).
éprouver gçl. 1. Sınamak, denemek, sınamadan
geçirmek (Eprouver le courage, les qualités de
quelqu'un. Eprouver un ami). 2. Üzmek, acı
vermek, mutsuz kılmak (La perte de son père fa
bien éprouvé). 3. Saptamak, görmek, anlamak
(fat souvent éprouvé futilité de cette précaution H
éprouva qu'on ne pouvait sefier à eux). 4. Çekmek,
karşılaşmak, uğramak (I! a éprouvé bien des
difficultés avant de réussir). 5. Duymak (Eprouver
un besoin, un désir, un remords, un regret.
Eprouver, de la honte, de la haine).
éprouvette diş. Deneykab.
épucer gçl. -in pirelerini ayıklamak (Epucer un
chien). § S'épucer: Pirelerini ayıklamak (Un singe
qui s'épuce).
épuisable s. Bitebilir, tükenebilir,
épuisant,e s. Çok yorucu, öldürücü, bitirici, tüketici
(Un travail épuisant. Des marches épuisantes dans
la neige).
épuisé, e s. 1. Tükenmiş; üretme gücü kalmamış
(Edition épuisée, terre épuisée). 2. Çok yorgun,
bitkin (Un nageur épuisé). 3. Epuisé de: -den bitkin
düşmüş (Il est épuisé de fatigue, de douleur).
épuisement

536

épuisement er. 1. Tükenme, bitme; tüketme, bitirme


(L'épuisement d'un stock. Exploiter une mine
jusqu'à épuisement). 2. Verimliliği kalmama,
kıraçlaşma (L'épuisement du sol). 3. Kuruma,
kurutma (L'épuisement des eaux d'une mine). 4.
Bitkinlik, yorgunluk (Tomber dans F épuisement).
épuiser gçl. 1. Bitirmek, tüketmek, sonuna dek
kullanmak (Epuiser une mine, un filon; épuiser les
réserves, les munitions, un stock). 2. Kurutmak,
suyunu çekmek (Epuiser une citerne, un bassin,
une source). 3. Çok yormak, yorgun ve bitkin
düşürmek (Ce travail m'a épuisé). 4. Bıktırmak,
usandırmak, öldürmek (Son bavardage nous
épuise). 4. İciğini ciciğini çıkarmak, her yanını
incelemek (Epuiser un sujet). § S'épuiser: 1.
Bitmek, tükenmek (La provision de blé commence
à s'épuiser). 2. Gücü tükenmek, bitkinleşmek,
güçsüzleşmek, çökmek (Le malade s'épuise de
jour en jour). 3. S'épuiser en qch: -ile kendini
yormak, tüketmek (S'épuiser en efforts inutiles,
en conjectures). 4. S'épuiser à f. qch: -mek için
boşuna soluk tüketmek, kendini yormak (Il s'est
épuisé à vous répéter que c'est inutile. Je me suis
épuisé à bêcher le jardin).
épuisette diş. 1. Balıkçı kepçesi. 2. Sandaldan
su boşaltmaya yarayan çamçak.
épuration diş. 1. Arınma; arıtma (Epuration des
eaux naturelles, des eaux d'égout, des huiles, des
pétroles. Epuration de la langue). 2. Ayıklama,
atma, "tasfiye (L'épuration des fonctionnaires.
Comité d'épuration). 3. İyileştirme, düzeltme;
iyileşme, düzelme (Epuration des mœurs)..
' épure diş. Yapılacak bir şeyin ölçekli resmi, ayrıntılı
çizim.
épuré, e s. 1. Arıtılmış (Liquide épuré). 2.
Yetkinleştirilmiş, yanlışlardan arıtılmış (Un style
épuré).
épurement er. Arıtma, yetkini eştirme (Epurement
du style).
épurer gçl. 1. Arıtmak (Epurer de l'eau. Epurer un
gaz, un liquide, un minerai). 2. İyileştirmek,
geliştirmek, düzeltmek, yetkinleştirmek (Epurele goût, la langue, les moeurs, le
style). 3.
Ayıklamak, atmak, "tasfiye etmek (Epurer une
administration, le personnel d un ministère. Epuraun indésirable). 4. Epurer qn,
qch de:-den arıtmak,
kurtarmak (On ne peut pasl'épurer de ses défauts).
§ S'épurer: Arınmak, düzelmek, iyileşmek, daha
iyi olmak (Les moeurs s'épurent. Le goût s'épure
dans une compagnie aussi distinguée).
équanimité
diş. Soğukkanlılık, dinginlik,
sükûnet (Elle accueille avec équanimité la
vieillesse qui vient à grands pas).
équarrir gçl. 1. Dördül yapmak, dördülleşıirmek;
équidistant
kareleştirmek, kare biçimine sokmak. 2. Dik açı
biçiminde yontmak, çaplamak, gövdeyi kesmek
(Equarrir un bloc de marbre, une poutre). 3.
Derişini, etini, yağını, kemiğini ayırmak üzere
hayvanı parçalamak (Equarrir un animal de
boucherie, un cheval). 4. mec. Yontmak,
kabalıklarını almak (Ilfaut ïéquarrir).
équarrissage, équarrissement er. 1. Dik açı
biçiminde yontmak (Equarissement dun bloc de
pierre, dune poutre). 2. Derisini, etini yağını,
kemiğini, ayırmak üzere parçalama (Equarissage
des animaux).
équarrissoir er. 1. Al, eşek kasabının doğrama
bıçağı. 2. At, eşek gibi hayvanlar kanarası,
équateur er. "Ekvator. *eşlek (Equateur céleste:
Gök eşleği Equateur galactique: Gökada eşleği).
équation diş. Denklem. § I. mat. Equation à deux
inconnues: İki bilinmiyenli denklem. Equation
bicarrée: İkikat-karcli denklem. Equations de
Diophant: Diofan denklemleri. Equation du
premier degré, du second degré: Birinci dereceden,
ikinci dereceden denklem. Equation linéaire:
Doğrusal denklem. Equation logarithmique:
logaritmalı denklem. Equation rapportée à son
sommet: Köşel denklem. Equation à ses axes:
Merkezi denklem. Equations réciproques: Karşıt
denklemler.
Equation
réduite:
indirilmiş
denklem.
Equations
simultanées:
Eşanlı
denklemler. 2. fiz. Equation de l'espace: Yol
formülü. Equation générale des gaz: Gazların
genel denklemi. 3. kim. Equation chimique:
Kimyasal denklem. Equation de décomposition:
Bozunma denklemi. Equation globale: Toplu
denklem 4. gökb. Equation du temps: Zaman
denklemi. Equation d'état: Hal denklemi,
équatorial, e i. gökb. 1. Ekvatoral, * eşleksel;
ekvatora, eşleğe değgin (Climat équatorial.
Coordonnées équatoriales d'un astre). 2. er. Yıldız
dürbünü.
équatorien, ne s. ve ad Ekvator Cumhuriyetine
değgin; Ekvatorlu.
équerre diş. 1. Gönye (Equerre de dessinateur, de
menuisier, de maçon) 2. Dik açılı şey. § En équerre:
Dik açı yapacak biçimde (Athlète qui monte à la
corde lisse, les jambes en équerre). D'équerre: Dik
açılı (Nullepièce n'est d'équerre dans cette maison.
Une aile de bâtiment d'équerre avec la façade).
équestre s. 1. Biniciliğe değgin (Des exercices
équestres). 2. Bir kimseyi at üstünde gösteren
(Une statue équestre).
équeuter gçl. (Meyvanın) Sapını koparmak
(Equeuter des cerises).
équiangle s. Eşit açılı (Un triangle équiangle).
équidistant, e s. Eşit uzaklıkta olan (Villes
équilatéral
cquidistantes d'Ankara).
équilatéral, e s. Eşitkenar, eşkenar, kenarları eşit
olan (Triangle équilatéral. polygone équilatéral).
équilibrant, e s. Dengeleyen, denge sağlayan (Poids
équilibrant).
équilibration diş. Dengeleme, dengeli hale getirme,
équilibre er. Denge § Conserver, garder son
équilibre: Dengesini korumak. Etre en équilibre:
Denk olmak; dengede olmak. Faire l'équilibre,
établir l'équilibre: Denge kurmak. Manquer
d'équilibre: Dengesiz olmak. Mettre en équilibre:
Denkleştirmek, dengeye getirmek. Perdre
l'équilibre, son équilibre: Dengesini yitirmek.
Rompre l'équilibre: Dengeyi bozmak,
équilibré, e s. 1. Dengede, denge halinde (Balance
équilibrée). 2. Dengeli (C'esf un homme équilibré).
équilibrer gçl. 1. Dengelemek, denge haline
getirmek (Equilibrer une balance, une balançoire).
2. Denkleştirmek (Le gouvernement a le souci
d'équilibrer le budget). § S'équilibrer: Denkleşmek,
birbirini karşılamak, denk olmak (Ses qualités et
ses défauts s'équilibrent).
équilibreur, euse s. Dengeleyici, denge sağlayan
(Organe, mécanisme équilibreur).
équilibriste ad. 1. Denge oyunları yapan|cambaz,
ip cambazı (Les équilibristes d un cirque.
Equilibriste qui marche sur un fil de fer). 1. mec.
Çok usta, cambaz f Oı équilibriste de la finance).
équille diş. hayb. Küçük kum yılanbalığı.
équinoxe er. gökb. Giin-tüıı eşitliği, *ılım.
équinoxial, e s. Gün-tün eşitliğine değgin,
équipage er. 1. Tayfa, gemi tayfası, mürettebat
(L'équipage d'un navire, d'un avion). 2. (Orduda)
Taşıt takımı. 3. (Eskiden) Atların, uşakların,
arabaların katıldığı takım, takım taklavat (La
reine arrive en somptueux équipage). 4. Şatafatlı
araba. 5. Giysi, giyim, giyiniş. 6. (Teknik) Takım
(Equipage de pompe). § Etre en bon équipage, en
mauvais équipage: Giyimi iyi olmak, kötü olmak.
Etre en mauvais, triste, pauvre, piteux équipage:
Kötü,üzüntülü,yoksul,acınacak durumda olmak,
équipe diş. 1. Küçük tekneler filotillası. 2. İşçi
takımı, vardiya. (Equipe de nuit dans une usine). 3.
Oyun takımı (Equipe de football, de tennis). 4.
Belli bir iş görmek için toplananların takımı,
takım, gurup, topluluk (Equipe de secours, équipe
de chercheurs dans un laboratoire). § En équipe:
Takım halinde (Travailler en équipe). Faire équipe
avec qn: -ile birlik olmak, birlikte çalışmak,
équipée diş. 1. Delicesine girişilmiş serüven,
çılgınlık (Une équipée de jeunesse). 2. Başını alıp
dolaşma, geziye çıkma,
équipement er. 1. Donatma, donatım (L'équipement
d'une voiture en pneus neufs. Equipement complet

537

équivoque
d'une armée). 2. (Bir geminin) Donanım ve
tayfasını
sağlama.
3.
Gereç,
malzeme
(Equipement de chasse, de ski). 4. Düzenleme
(Equipement d'un port, d'un terrain d'aviation).
équiper gçl. 1. Gereç ve giysi vermek, donatmak
(Equiper une armée, des troupes, un cavalier). 2.
(Bir geminin) Donanım ve tayfasını sağlamak
(Equiper un navire, un baleinier, une flotte). 3.
Equiper qn, qch de: -ile donatmak (Equiper une
région d'un réseau routier). 4. Düzenlemek,
hazırlamak (Equiper une cuisine, un local, un
atelier. Ces salles étaient dailleurs équipées pour
soigner les malades dans le minimum cle temps). §
S'équiper: 1. Donanmak. 2. Giyinmek, giyinip
kuşanmak. 3. Hazırlanmak. 4. Gerekli donanım
ve gereçlerini sağlamak,
équipier, ère ad. 1. Vardiya işçisi, 2. (Spor
takımında) Oyuncu (Le capitaine donne ses ordres
aux équipiers).
équisétinées,
équisétacinées
diş.
ç.
bitb.
Atkuyruğugiller.
équitable s. 1. Dürüst, haksever, »denkser,
"hakkaniyetli (Un juge équitable, un homme
équitable). 2. Denkserliğe uygun (Un partage
équitable).
équitablement
bel.
Dürüstçe,
denkserlikle,
"hakkaniyetle, hakseverlikle,
équitation diş. Binicilik. § Faire de l'équitation:
At sporu yapmak,
équité diş. Dürüstlük, »denkserlik, "hakkaniyet,
hakseverlik (L'équité consiste à mettre chacun sur
un pied d'égalité).
équivalence diş. 1. Eşdeğerlik, denklik (Un décret
reconnaît l'équivalence entre cet examen et le
baccalauréat). 2. Eşanlamlılık, anlam eşitliği,
équivalent, e s. 1. Eşdeğer, denk (Deux diplômes
équivalents). 2. Eşit (Si le prix de vente est
équivalent au prix de revient, le bénéfice est nul). 3.
Eşanlamlı (Deux mots équivalents). 4. er. a) (Bir
şeyin) Yerini tutan başka şey, karşılık (Donner
l'équivalent de ce qu'on reçoit), b) Eş, benzer (Un
chef-doeuvre dont on ne peut trouver l'équivalent
nulle part), c) Anlamdaş, eş anlamlı (Employer un
équivalent pour éviter de répéter le mot).
équivaloir gsz. Equivaloir à: 1. -e eşit olmak, denk
olmak (Le mille marin équivaut à 1852 mètres). 2.
Demek olmak, demeye gelmek, anlamına
gelmek (Votre silence équivaut à un aveu de
culpabilité. S'arrêter un seul instant équivaut à tout
abandonner).
équivoque s. 1. İki anlama gelebilen, ikircil (Une
expression équivoque). 2. Kaypak, açıklıktan uzak
(Dans toute cette affaire, son attitude a été assez
équivoque). 3. Şüpheli, kuşkulu (Il a des
équivoquer
fréquentations équivoques. Il est d'une honnêteté
équivoque). 4. Kapalı, karanlık, anlaşılmaz (Mots,
termes, phrases équivoques). 5. diş. İkircil anlam.
6. diş. Anlaşılmazlık (Il faut veiller à ne laisser
subsister aucune équivoque dans un texte
juridique). 7. diş. Yanlış anlama (Pour éviter toute
équivoque, je vais faire une rapide mise au point). 8.
diş. Sözcük oyunu, °cinas (Un chansonnier qui
lance des équivoques osées).
équivoquergsz.Cinasyapmak.sôzcûkoyunuyapmak.
érable er. bitb. Akağaç.
éradication diş. 1. Çıkarıp alma, kökünden sökme
(Eradication des amygdales) 2. (Salgın hastalığı)
Yok etme, kökünü kazıma, ortadan kaldırma
(Eradication du paludisme).
éraflement er. Hafifçe sıyırma,
érafler gçl. Hafifçe sıyırmak, çizmek (Une ronce
lui avait éraflé le dos de la main. Erafler le bois dun
meuble, le plâtre dun mur).
éraflure diş. Hafif sıyrık, çizik (Les ronces lui ont
fait des éraflures aux jambes. Un mur couvert
d'éraflures).
éraillé, e s. 1. Boğuk, kısık (Une voix éraillée). 2.
Üstten çizgili (Un tissu éraillé). § Avoir les yeux
éraillés: 1. Gözü kanlanmak, gözlerinin akında
kırmızı damarlar bulunmak. 2. Göz kapaklan
dışa doğru kıvrılmış olmak,
éraillement er. 1. Boğuklaşma, kısıklaşma
(Eraillement de la voix). 2. (Göz için) Kapakları
dışa doğru kıvrılma (Eraillement des yeux). 3.
Tarazlanma, tiftiklenme (Eraillement dun tissu).
érailler gçl. 1. Üstten sıyırmak, soymak (Eraillerdu
cuir, du bois). 2. Ditmek, tarazlamak (Erailler une
étoffe). 3. Boğuklaştırmak, kısıklaştırmak (Ses
hurlementsllui avaientérailléla voix). § S'érailler: 1.
Boğuklaşmak, kısıklaşmak, kısılmak (Sa voix
s'éraillé). 2. Tarazlanmak (Cette étoffe commence
à s'érailler).
éraillure diş. 1. Taraz. 2. Sıyrık,
ère diş. 1. Takvim başı (L'ère des musulmans est
l'hégire). 2. Çağ (Ere géologique). 3. Çağ, yüzyıl (Il
a vécu bien avant notre ère). 4. Dönem (Une ère de
prospérité. La guerre fut une ère de malheurs pour
nous).
érecteur, trice s. Dikleştiren, sertleştiren (Muscle
érecteur).
érectile s. Dikleşebilen, kalkabilen, sertleşebilen
(Poils érectiles).
érection diş. 1. Kurma, dikme, yükseltme, yapma
(L'érection d'une statue). 2.
(Penis için)
Kalkma, sertleşme, dikleşme, dikilme,
éreintage er. Çok sert eleştirme, iler tutar yanını
bırakmama.
éreintant, e s. Çok yorucu, öldürücü bitirici (Un

538
ériger

travail éreintant).
éreinté, e s. Çok yorgun, bitkin, yorgunluktan canı
çıkmış.
éreintement er. 1. Çok sert eleştirme, iler tutar yerini
bırakmama (Ereintement dun homme politique,
d'un écrivain, d'un ouvrage). 2. Büyük yorgunluk,
bitkinlik, yorgunluktan canı çıkma (Il travaille
jusqu'à t éreintement).
éreinter gçl. 1. Çok yormak, canını çıkarmak,
bitirmek (Ce travail m'a éreinté). 2. Çok sert
eleştirmek, iler tutar yerini bırakmamakf£re/>ıw
une oeuvre, un poète, un politicien). 3. tkz. Çok
dövmek, pestilini çıkarmak. 4. Etre éreinté de qch,
de f. qch: -den, -mekten canı çıkmak (Il est éreinté
de travailler). § S'éreinter: 1. Çok yorulmak
çalışmaktan canı çıkmak (Ce n'est pas la peine de
s'éreinter, il suffit de poursuivre régulièrement la
tâche entreprise). 2. S'éreinter à qch, à f. qch: -den,
-mekten canı çıkmak (S'éreinter au travail. Il
s'éreintait à faire des librairies, des éditions, des
brochures).
érésipèle, erysipèle er. hek. Yılancık,
éréthisme er. hek. 1. Uyarım, azdırım. 2. mec
Aşırı tutku, tutku azgınlığı,
erg er. fiz. Erg.
ergastule er. (Eski Romada) Zindan,
ergographe er. Kas gücünü ölçmeye yarayan aygıt.
Kasgücüölçer.
ergométrie diş. Kasgücü ölçümü,
ergonome,ergonomiste <ft/.İşbilimci, işbilim uzmanı,
ergonomie diş. İşbilim.
ergot er. 1. (Hayvanlarda) Tepkiç, mahmuz (Ergots
du coq). 2. (Hayvanlarda) Yan parmak, kör
parmak (Ergot du cheval, du chien). 3. (Bitkilerde)
Mahmuz, kılçık (Ergots de seigle). 4. Uzantı. § Se
dresser sur ses ergots: Horozlanmak, kabarmak,
ergotage er. ergoterie diş. Kabarma, horozlanma
(Ce n'est pas avec de tels ergotages qu'il réussira à
nous convaincre).
ergoté, e s. 1. Tepkiçli, mahmuzlu (Coq, oiseau
ergoté). 2. (Bitkilerde) Mahmuzlu, kılçıklı (Seigle,
blé ergoté).
ergoter gsz. Önemsiz şeyler üzerine uzun uzun
tartışmak, dalaşmak, horozlanmak, kavga etmek
(Il a la manie d ergoter).
ergoterie diş. Horozlanma, gereksiz dalaşma,
ergoteur, euse s. ve ad. Kavgacı, gereksiz tartışmalar
yapan (Il est ergoteur. Un ergoteur qui essaie de
tourner à son profit le texte de la loi).
ergotisme er. Mahmuzlu çavdarın neden olduğu
hastalık, çavdar mahmuzu hastalığı,
éricacées diş. ç. bitb. Fundagiller,
ériger gçl. 1. Kurmak, dikmek, yükseltmek (Eriger
une statue, un monument, une mosquée, un temple).
ermitage

539

2. Kurmak, oluşturmak (Eriger un tribunal, une


commission). 3. Eriger qn, qch en: -haline
getirmek; payesi vermek (Eriger une église en
mosquée . Eriger un criminel en héros. Il veut
ériger ses opinions en règle générale). § S'ériger en:
Kendine... süsü vermek;... geçinmek, olarak
ortaya çıkmak (Il s'érige en moraliste).
ermitage er. 1. Keşiş kulübesi. 2. mec. Issız kır evi
(L'ermitage de Jean-Jacques Rousseau). 3. Ücra
yer, kuş uçmaz kervan geçmez yer (Vivre dans un
ermitage).
ermite er. 1. Keşiş, "târiki dünya (Mener une vie
d'ermite. Les ermites de Thébaïde). 2. Toplumdan
uzak yaşayan adam, * münzevi (C'est un véritable
ermite, il reste toute la journée dans son cabinet de
travail). § Vivre en ermite, vivre comme un ermite:
Keşiş gibi yaşamak, dünyadan elini ayağını
çekmek.
éroder gçl. Aşındırmak (Acide qui érode un métal.
Les pluies ont érodé cette statue).
érosif, ve s. Aşındırıcı (Facteurs érosifs. L'action
.érosive de la mer).
érosion diş. Aşınma, aşındırma;
*aşınım,
*aşındırım (Erosion du sol: Toprak aşınması.
Erosion chimique: Kimyasal aşınma. Erosion
fluviale: Akarsu aşındırması. Erosion glaciaire:
Buzul aşındırması. Erosion marine, érosion des
vagues: Deniz aşındırması. Erosion normale:
Akarsu işlemesi. Erosion nivale: Kar sıyırması.
Erosion régressive, érosion remontante: Geriye
aşınma. Erosion verticale: Derine aşınma. Surface
d'érosion: Kesik düz; yontuk yüz). § Erosion
monétaire: Para aşınması, paranın satın alma
gücünün azalması,
érotique s. 1. Aşka değgin, *sevisel (Poésie érotique).
2. Cinsel istek uyandırıcı, °kösnül (Stimulant
érotique). 3. er. Aşk ozanı, *sevi ozanı § Délire
érotique: Sevi taşkınlığı,
érotisation diş. 1. Cinsel isteğe dönüştürme,
kösnülleştirme (Erotisation de /'angoisse). 2. ruhb.
Kösnül duyarlaşma.
érotiser gçl. I. hek. Cinsel içtepinin bağlı olduğu
sinir sistemini uyarmak (Les hormones érotisent le
système nerveux). 2. Cinsel bir nitelik vermek,
kösnülleştirmek.
érotisme er. 1. Cinsel şeylere aşırı düşkünlük,
kösnüllük. 2. Cinsel yan (L'érotisme dans ! oeuvre
de Baudelaire).
erotomanie diş. Aşk çılgınlığı, cinsel saplantı;
kösnül sayrılık,
erpétologie, herpétologie diş. hayb. Sürüngenler
bölümü, *sürüngenbilim.
errant, e s. 1. Başıboş, serseri (Un chien errant).
2. Göçebe (Mener une vie errante). 3. Gezici. 4.
ersatz
mec. Kaçamak, belli belirsiz (Un regard errant, un
sourire errant).
errata er. Yanlış doğru çizelgesi (Faire un errata,
des errata).
erratum er. Yanlış.
erratique s. 1. hlk. Sabit olmayan, *dolaşkan, yeri
yada zamanı belli olmayan (Une douleur
erratique). 2. coğr. Sapkın (Blocs, roches
erratiques).
erre diş. 1. Yürüyüş. 2. ç. Bir hayvanın izleri (Les
erres d'un cerj). 3. Hız. § Aller à grand'erre aller à
belle «re: Pek hızlı gitmek. Diminuer ferre d'un
vaisseau: Geminin yolunu azaltmak. Suivre les
erres de qn, aller sur les erres de qn: Birinin izinden
gitmek, yolunu izlemek, birinin düşünce ve
davranışlarını benimsemek,
errements er. ç. 1. "Gidişat, genel tutum. 2. Yanılgı,
yanılma (Retomber dans ses anciens errements).
errer gsz. 1. Başıbaş dolaşmak, aylak aylak
dolaşmak (Un mendiant qui erre sur les chemins.
Les nuages erraient dans le ciel). 2. Gezinmek, bir
yitip bir görün mek (Son regard errait sur les objets
du salon. Un sourire errait sur ses lèvres). 3. mec.
Yanılmak, yanılgıya düşmek,
erreur diş. 1. Yanlış düşünce (Ce serait une erreur
d'orienter cet élève vers des études littéraires
supérieures). 2. Yanlışlık, yanılgı, hata (Erreur de
jugement, erreur de tactique. Trouver une erreur
dans un texte, corriger les erreurs. Liste d'erreurs).
3. Yanlış, yanılgı (Erreur defait: Özdeksel yanılgı.
Erreur judiciaire: Tüzel yanılgı. Erreur de calcul:
Hesap yanlışlığı. Erreur en impots: Vergi
yöntemsizliği. Erreur probable: Olasılı yanlış.
Erreur récupérative: Denkleştirici yanlış). 4. ç.
Uygunsuz davranışlar (Erreurs de jeunesse. Il a
bien des erreurs à se faire pardonner). § Erreur de
fait,erreur matérielle: huk. Maddî hata.Par erreur:
Yanlışlıkla (Nous avons pris par erreur la route qui
menait à ta rivière). Etre dans l'erreur, tomber dans
l'erreur: Yanılgı içinde olmak, yanılmak,
yanılgıya düşmek. Faire erreur: Yanılmak, hatâ
etmek. Induire qn en erreur: -i yanıltmak,
yanılgıya düşürmek. Tirer qn d'erreur: -i
yanılgıdan kurtarmak,
erroné, e s. Yanlış (Un calcul erroné, une adresse
erronée, une conclusion erronée).
erronément bel. Yanlış olarak, yanlış bir biçimde
(Juger erronément).
ersatz er. 1. Başkasının yerine kullanılabilen, başka
bir malın yerini alabilen, eş etkili, eş değerli (Les
ersatz de café, ersatz de l'opium). 2. tkz. Taklit,
düşük değerli, uyduruk şey (Un ouvrage de
vulgarisation qui distribue un ersatz de science. La
petite correspondance des journaux de modes, qui
érubescence
est pour les jeunes filles un ersatz d'homme).
érubescence diş. Kızarma, kızarmaya başlama,
érubescent, e s. Kızaran, kızarmaya başlayan
(Fruits érubescents, tumeur érubescente).
éructation diş. Geğirme.
éructer gsz. 1. Geğirmek. 2. gçl. Savurmak, basmak,
söylemek (Eructer des injures, des menaces).
érudit, e s. f. Bilgisi derin, bilgili (Un historien
érudit. Il est érudit en archéologie). 2. ad. Büyük
bilgin, uzman (Une discussion entre les érudits).
érudition dış. Derin bilgi (Son érudition en droit
romain est complétée par une large culture
générale).
érugineux, euse .v. Pas renginde, bakır çalığı,
éruptif, ive i. 1. hek. Döküntülü (Fievre éruptive,
maladie éruptive). l.yerb. Püskürük; püskürmeye
değgin (Roches éruptives: Püskürük külteler;
phénomènes éruptifs: Püskürme olayları).
éruption diş. 1. hek. Döküntü (La rougeole est
caractérisée par une éruption de taches rouges). 2.
yerb. Püskürme (L'éruption de la lave d'un volcan.
Volcan en éruption). 3. mec. Taşma (Eruption de
joie, de colère).
érysipélateux, euse s. hek. 1. Yılancığa değgin,
yılancıkla
ilgili
(Inflammation,
tumeur
érysipélateuse). 2. ad. Yılancıktı, yılancığa
tutulmuş kimse,
érysipèle, érésipèle er. hek. Yılancık,
érythémateux, euse s. hek. Kızartılı (Lupus
érythémateux).
érythème er. hek. (Deride) Kızartı,
ès e. (Eski)... konusunda, alanında (Docteur
ès lettres, ès sciences: Yazın doktoru, bilim
doktoru).
esbroufe diş. tkz. Çalım, avurt zavurt § A
l'esbroufe: Karambola getirerek, boğuntuya
getirerek (Vol à tesbroufe. Enlever une affaire à
l'esbroufe). Faire de l'esbroufe: Çalım satmak,
avurt zavurt etmek (Ilfait de t esbroufe, en réalité,
il n'a aucune fonction importante dans cette
maison).
esbroufer gçl. tkz. 1. Avurt zavurt ederek söz
geçirmek, gözünü boyayarak kandırmak (II
cherche à nous esbroufer). 2. argo. Karambola
getirerek,
boğuntuya
getirerek
aşırmak,
çarpmak.
esbroufeur, euse s. ve ad. tkz.
Çalımcı,
numaracı, göz boyayıcı, avurt zavurtlu.
escabeau er. 1. Aralıksız basık iskemle, tabure.
2. Yüksek bir yere erişmek için kullanılan
basacak, ayakçak (Monter sur un escabeau pour
nettoyer les vitres).
escabelle diş. (Eski) Arkalıksız basık iskemle,
escadre diş. Hava yada deniz filosu (Les

540

escampette
grandes manoeuvres de l'escadre de Méditerranée.
Escadre aérienne. Une escadre de bombardement).
escadrille diş. Filotilla.
escadron er. 1. Süvari birliği, süvari bölüğü.
2. mec. Sürü, takım, alay (Un escadron de rats, de
jolies filles, de malentendus).
escalade diş. 1. Merdiven dayayarak saldırı, bir
kaleye merdivenler dayayarak saldırıya geçme. 2.
Bir yere tırmanarak girme (Les voleurs ont
commencé par l'escalade du mur de clôture). 3. ask.
Tırmanma hareketi (L'escalade américaine au
Viet Nam). 4. Tırmanma, tırmanarak çıkma
(L'escalade d'une montagne, d'un rocher). 5. mec.
Tırmanma, tırmanış (Escalade des prix, de ta
violence). § Faire l'escalade de qch: -e tırmanmak
(Faire l'escalade d'un piton rocheux).
escalader
gçl.
1.
Merdiven
dayayarak
saldırmak, saldırıya geçmek (Escalader une
forteresse). 2. Aşmak (Escalader te mur pour sort ir
de la caserne). 3. -e tırmanmak (Escalader une
montagne, un pic). 4. mec. -e kadar yükselmek,
escale diş. 1. İskele, konak, menzil (Arriver à
l'escale). 2. Mola, ara, konaklama, iskele yapma
(Visiter une ville pendant t escale). § Faire escale:
Mola vermek, konaklamak; iskeleye yanaşmak,
uğramak (L'avion fait escale à Londres. Le bateau
fera escale à Istanbul).
escalier er.
Merdiven (Monter,
descendre
l'escalier, les escaliers). § Avoir l'esprit de
l'escalier: tkz. Kafası ağır çalışmak, geç
kavramak, jötonu biraz geç düşmek,
escalope diş. 1. Et yada balık dilimi (Escalope
de veau, de thon, de gibier). 2. ç. argo. Kulaklar,
escamotage er. 1. El çabukluğu ile yok etme
(Escamotage d'une carte, d'un mouchoir. Tour
d'escamotage d'un prestidigitateur). 2. Aşırma,
çalma, araklama (Escamotage d'un portefeuille).
3. Yutma, söylememe, es geçme.
escamoter gçl. 1. El çabukluğu ile yok etmek
( Un prestidigitateur qui escamote unfoulard devant
les spectateurs). 2. Aşırmak, çalmak, araklamak,
a part ma k (Un voleur lui a escamoté son
portefeuille). 2. Gizleıjıek, saklamak, görünmez
duruma sokmak (Les brumes escamotent la
montagne). 4. Yapmamak, atlatmak, yan çizmek,
kaçmak (Cet élève a escamoté son devoir.
Escamoter une leçon. Il n'escamote aucune
difficultéj.S.Yutmak,
atlamak, es geçmek,
gargaraya getirmek (Escamoter un mot, une
syllabe. Escamoter une note au piano).
escamoteur, euse ad. l.Iiokkabaz.2.Usta hırsız,
gözden sürmeyi çalan.3Arakçı, aşırıcı, hırsız (Un
escamoteur de montres).
escampette diş. tkz. Kaçma, tüyme, tabanları
escapade
yağlama. § Prendre la poudre d'escampette:
Kaçmak, tüymek sıvışmak, tabanları yağlayıp
kaçmak.
escapade<//>. Kaçma, tüyme, sıvışma (Unpensionnaire
qui fait une escapade pour aller au cinéma).
escarbille diş. Bütünü yanmamış odun yada kömür
parçası, köseği,
escabot er. hayb. Domuzlan böceği,
escarboucle diş. Kızıl yakut (Ses yeux brillent
comme des escarboucles).
escarcelle diş. Kuşağa asılı büyük kese.
escargot er. Salyangoz. §Aller, avancer comme un
escargot: Çok ağır gitmek,çok yavaş ilerlemek,
escargotière diş. 1.Salyangoz yetiştirilen yer. 2.
Salyangoz sahanı,
escarmouche diş. ask. l.Çarpışma, "müsademe (Les
rebelles ont perdu deux hommes tués dans une
escarmouche).
2.mec.
Çekişme,
tartışma
(Escamouches parlementaires. Une escarmouche de
plumes).
escarmouchcr gsz. eski. 1. Çarpışmak.2. Çekişmek,
tartışmak.
escarpe diş.ask. Duvar şevi, şevlik, toprak sevliği,
ıskarpa.
escarpe er.argo. 1. Çekirdekten yetişme katil, kanlı
katil.2. Kanlı hırsız,
escarpé, e s i . Dik, sarp (Montagne escarpée.chemin
escarpé, rives escarpées).!, mec. Güç, kaya gibi
sert (Un caractère escarpé).
escarpement er. 1. Diklik, sarplık (L'escarpement des
falaises). 2. Dik bayır (Franchir un escarpement).
escarpin er. İskarpin.
escarpolette diş. Kolan salıncağı, salıncak,
escarre diş. hek. Yarayı bağlayan kara kabuk, ölü
dokulardan oluşan sert kara kabuk,
escarrification diş. (Yara) Kabuk bağlama,
escarrifıer gçl. Yakıp kabuk bağlatmak (Escarrifler
une plaie).
eschatologie diş. fels. Son erekler bilimi, "ahiret
bilim, öte dünya bilgisi, eskatoloji.
esche, éche, aiche diş. Olta yemi.
eschrologie diş. Utançlama.
escient er. A bon escient: Bilerek, bilinçli olarak
(Parler, agir à bon escient).
esclaffer (s') gsz. Kahkahayı basmak, kahkaha ile
gülmek.
esclandre er. 1. Skandal, kepazelik, rezalet, »utanca
(Causer, éviter un esclandre). 2. Şamata, kavga. §
Faire de l'esclandre: Kavga çıkarmak. Faire un
esclandre à qn: -ile kavga çıkarmak, dalaşmak,
esclavage er. 1. Kölelik, "esirlik (Lutter contre
l'esclavage).3. Zorlama, baskı (L'esclavage de la
mode. Ce travail est m veritableesclavage). 4. İnce
zincirli kadın gerdanlığı. § Réduire qn en
541

escorte
esclavage: Köleleştirmek,
köle
durumuna
düşürmek (Réduire une peuplade en esclavage).
esclavagisme er. "Kölelikçilik, »kölecilik,
esclavagiste s.ve ad Kölelikçi,kölelik yanlısı,
»köleci.
esclave ad. 1. Köle,kul, tutsak, °esir (A Rome, le
maître avait le droit de vie et de mort sur ses
esclaves. Acheter, vendre, affranchir des esclaves.
Le commerce des esclaves).2.mec. Uşak, oyuncak,
hiçbir hak ve özgürlüğü olmayan kimse (Le
courtisan est un esclave. Il refuse d'être votre
esclave).§ Avoir une âme d'esclave: Köle ruhlu
olmak. Etre esclave de: -in tutsağı olmak (Etre
esclave de ! argent, de la mode). Traiter qn en
esclave:Birine
köle
muamelesi
yapmak,
kölesiymiş gibi davranmak (Trai ter les citoyens en
esclaves).
escobar er.Din ve aktöre buyruklarını kendi
çıkarına yarayacak biçimde yorumlayan sinsi ve
erdemsiz kimse; iki yüzlü, kaçamaklı konuşan,
sözüne güvenilemeyeen kimse,
escobarderie diş. Dolapçılık, ikiyüzlülük,
escogriffe er. 1. (Eski) Hak yiyici.2.mec.Uzun boylu
sarsak kimse, sırık gibi adam.
escompte
er. İskonto,
indirim
(Escompte
commercial: Tecimsel indirim Escompte de caisse:
Ödenili indirim, "peşin tenzilat. Escompte de débit:
Borç indirimi. Escompte en dedans: Banka içi
indirim, iç indirim. Escompte en dehors: Tecimsel
indirim. Escompte hors banque: Banka dışı indirim.
Escompte irrationnel: Tecimsel indirim. Escompte
mixte: Bileşik indirim. Escompte perdu: Yitik
indirim. Escompte profité: Kazanılmış indirim.
Escompte privé: Ayrıcalı indirim, özel indirim.
Escompte rationnel: İç indirim). §Accorder, faire
un escompte: İndirim yapmak,
escompter gçl. l.İskonto etmek, kırmak (Escompter
un billet à ordre, une lettre de change). 2.
mec. Önceden
harcamak,
vakti
gelmeden
harcamak (Escompter un héritage).3. Ummak,
beklemek, tahmin etmek (Il escompatit un grand
mécontentement).^ Faire
escompter
qch:
Kırdırmak (Faire escompter un effet, un chèque).
escompteur er. Iskonto eden, kıran, iskontocu.
escopette diş. Horozlu karabina, bir tür eski ateşli
silâh.
escorte diş. 1. Muhafız takımı (Le cortège
présidentiel arrive, précédé d'une escorte de
motocyclistes). 2. "Maiyet, bilelik (Une brillante
escorte). 3. Une escorte de, toute une escorte de:
Bir sürü, bir takım... (La maladie entraîne toute
une escorte de misère). § Vaisseau d'escorte:
Muhafız gemisi, refakat gemisi. Sous escorte,
sous bonne escorte: Muhafaza altında (Le
escorter
prisonnier a été conduit au tribunal sous bonne
escorte). Faire escorte à qn: -e eşlik etmek (Ses
amis lui ont fait escorte jusqu'à la gare).
escorter gçl. 1. -e muhafızlık etmek, koruma
görevliliği yapmak (Des cavaliers escortaient le
souverain. Escorter un bateau de transport). 2.
Eşlik etmek (Un homme qui escorte une jolie
femme). 3. -ile birlikte olmak (Nos vœux vous
escortent).
escorteur er. Muhafız gemisi, refakat gemisi,
escot er. Bir tür yünlü kumaş,
escouade diş. ask. 1. Manga. 2. Küçük topluluk,
kafile, grup (Des escouades de touristes
parcourent les rues).
escourgeon, écourgeon er. 1. Erken yetişen bir
arpa. 2. Döven kayışı,
eserime diş. Eskrim, kılıç oyunu (Faire de l'escrime.
Un champion d'escrime).
escrimer (s') gsz. 1. S'escrimer sur qch: -üzerinde
çok çalışmak, çok uğraşmak (Un élève qui
s'escrime sur son devoir). 2. S'escrimer à f. qch:
-mek için çok çalışmak, boşuna kürek sallamak
(S'escrimer à faire des vers, à jouer du piano). §
S'escrimer des mâchoires, de la mâchoire: Büyük
bir iştahla yemek yemek,
escrimeur, euse ad. Eskrimci, kılıç oyuncusu,
escroc er. Dolandırıcı.
escroquer gçl. 1. Dolandırmak (I! m'a escroqué.
Escroquer de l'argent). 2. Escroquer qch à qn:
Birinin -sini dolandırmak; birinden... koparmak
(Il nous a escroqué à tous le peu d'argent que
nous avions. Escroquer, un dîner à quelqu'un).
escroquerie diş. Dolandırıcılık,
esculape er. tkz. Hekim, ünlü hekim,
esgourde diş. argo. Kulak (Ouvre tes esgourdes).
ésotérique diş. fels. 1. *İçrek, içerde olan, "derunî
(Une doctrine ésotérique. Les données ésotériques
de la Cabale). 2. Belirli bir topluluk üyelerinden
başkasının anlayamayacağı, kapalı, karanlık (Un
langage ésotérique, une poésie ésotérique).
ésotérisme er. fels. »İçrekçilik, "bâtinîlik.
espace er. 1. Uzay (Exploration, conquête de
l'espace. Lancer une fusée dans l'espace.
Voyageurs de l'espace). 2. Alan, "saha (Espaces
verts. Espace vital). 3. Ara, aralık (Espace entre
deux lignes. Laisser un espace entre deux objets).
4. Boşluk (Regarder dans l'espace). 5. Uzaklık,
erim, "mesafe (Espaces égaux entre les arbres
d'une allée) 6. Süre (Pendant le même espace de
temps. Je ne peux pas faire cela dans un si court
espace de temps). 7. diş. (Dizgide) Aralık (Mettre
une espace forte entre deux mots).

542

espèce
espacé, e s. Aralıklı (Arbres espacés dans une
clairière. Quelques coups de canon espacés te
tirèrent de sa prostration).
espacement er. 1. Aralama, aralıklı kılma, aralık
verme (Espacement des colonnes dans un
bâtiment). 2. Aralıklı dizme, seyrekleştirme
(L'espacement des mots, des lignes d'un texte.
L'espacement des visites, des paiements). 3.
Aralık, erim, "mesafe (Réduire l'espacement entre
deux arbres).
espacer gçl. 1. Aralıklı dizmek; aralarını açmak
(Espacer tes mots, les lignes). 2. Seyrekleştirmek,
aralık vermek (Espacer ses visites. Espacer les
arbres d'une allée). § S'espacer: Seyrekleşmek;
arası uzamak (Ses lettres s'espacent).
espada diş. Boğa güreşlerinde, görevi boğayı

öldürmek olan oyuncu,


espadon er. 1. Ağır ve iki ağzı keskin eski bir kılıç.
2. hayb. Kılıçbalığı.
espadrille diş. Üstü keten, tabanı ipten örme
kundura.
espagnol, e s. ve ad. 1. ispanyol (Musique
espagnole). 2. er. İspanyolca (Les Espagnols
parlent l'espagnol).
espagnolette diş. İspanyolet,
espalier er. 1. Dalları bir duvara yada bir tel
bölmeye bağlanmış meyva ağaçları sırası. 2.
(Kadırgalarda) Kürekçibaşı.
esparcette diş. bitb. Korunga, evliyaotu, eşekotu.
espèce rf/y. 1. Tür, "nevi, soy (Parmi les canards, on
distingue des espèces sauvages et des espèces
domestiques. L'espèce humaine est apparue sur la
Terre il y a environ un million d'années). 2. Çeşit,
tür (Les différentes espèces de verres, d'assiettes.
La calomnie est la pire espèce de mensonge). 3.
Cins (Bonne espèce de fruits). 4. Bir dâvanın
temel konusu, dâva. 5. f. Maden para (Espèces
d'or). § Cas d'espèce: özel durum, ayrık durum,
"istisnaî durum. L'espèce humaine: İnsanlar,
insan soyu. Les saintes espèces: Kutsanmış ekmek
ve şarap. De même espèce: Benzer, aynı cins (Ce
rayon de bibliothèque contient des livres de même
espèce). De toute espèce: Her türlü (Il y a dans
l'atelier des outils de toute espèce). En l'espèce:
Bu durumda, bu durum karşısında, böyle bir
durumda. Espèce de...: (Sövgü, kızgınlık)
...herif; seni... seni (Espèce d'idiot! Espèce de
chien! J'ai eu tort de me fier à cette espèce
d'abruti). En espèces: Nakit olarak, para olarak
(Préférez-vous être payé par chèque ou en
espèces?). Une espèce de...: ...gibi bir şey,
gibilerinden bir şey (H habite une espèce de
espérable
château).
espérable s. Uraulabilir, umulur,
espérance diş. 1. Umut (Il a l'espérance de réussir.
Espérances trompeuses). 2. Kendisine umut
bağlanan şey yada kişi (Vous êtes notre seule
espérance). 3. ç. Bir kalıttan beklenen mal. §
Contre toute espérance: Sanıldığının tersine,
beklenenin tersine (Il a réussi contre toute
espérance). Avoir des espérances: a) Bir kalıta
konma umudu olmak, b) (Gebe kadın) Çocuk
beklemek. Dépasser toutes les espérances:
Umulandan da iyi olmak, umulandan üstün
olmak. Nourrir, former des espérances: umutlar
beslemek. Fonder de grandes espérances sur qch:
-e büyük umutlar bağlamak,
espérantiste s. ve ad. 1. Esperanto ile ilgili (Congrès
espérantiste). 2. ad. Esperanto bilen, esperanto
uzmanı, esperantocu.
espéranto er. Esperanto.
espérer gçl. 1. Ummak, sanmak, beklemek (Nous
espérons que tout se passera bien. Espérer un
miracle, une récompense). 2. Espérer qn: Birinin
geleceğini ummak (Je ne vous espérais plus). 3.
Espérer qch de qn: Birinden bir şey beklemek (Je
n 'espérais pas un tel geste de lui). 4. Espérer f.
qch: -ceğini ummak, sanmak (J'espère le voir
demain). S. gsz. Umudunu kesmemek (Allons,
courage, ilfaut espérer). 6. Espérer en qn, en qch:
Birinden, bir şeyden umudunu kesmemek, -e
güvenmek (Espérer en Dieu. Je n'espère plus
qu'en toi. J'espère en votre compréhension.
Espérer en l'avenir).
espiègle s. ve ad. Yaramaz, afacan, şeytan (Un
enfant espiègle. Une bande d'espiègles).
espièglerie diş. Yaramazlık, afacanlık, şeytanlık
(C'est une espièglerie d'enfant. Des yeux
pétillants d'espièglerie).
espingole diş. Karabina.
espion, ne ad. 1. Çaşıt, "casus. 2. Gizli polis, sivil
polis (Il se croit toujours entouré d'espions). 3.
* Giziletimci, muhbir. 4. Gözetleyici. 5. er.
Görünmeden gözetlemeyi sağlayan küçük ayna,
dikiz aynası. § Espion double: tki taraf için
çalışan casus. Avion espion, bateau espion: Casus
uçak, casus gemi.
espionnage er. 1. Giziletimcilik, muhbirlik. 2.
Çaşıtlık,
"casusluk
(Etablir
un
réseau
d'espionnage. Film d'espionnage). § Faire de
l'espionnage: Casusluk yapmak (Il a fait de
l'espionnage pour le compte de ce pays).
espionner gçl. Gözetlemek, kollamak, casus gibi
izlemek (Espionner toutes les allées et venues de

543
esprit
quelqu'un. Espionner ses voisins).
espionite, espionnite diş. Casus korkusu, her
tarafta casus var sanısı (Le déferlement d'une
vague d'espionnite).
esplanade diş. (Bir bina önünde) Meydan, açık ve
düz alan.
espoir er. 1. Umut (Etre plein d'espoir. Aimer sans
espoir. Une lueur d'espoir, un rayon d'espoir). 2.
mec. Umut, umut bağlanan kimse (Tu es mon
unique espoir, mon dernier espoir). § Dans
l'espoir de, avec l'espoir de: -umuduyla (J'étais
venu dans l'espoir de le voir). Avoir l'espoir de f.
qch: -meyi umut etmek. Avoir l'espoir chevillé au
corps: Umudunu hiç yitirmemek, güveni hiç
sarsılmamak. Caresser, nourrir un espoir, des
espoirs: Umut, umutlar beslemek. Conserver,
garder l'espoir de f. qch: -mek umudunu
yitirmemek, muhafaza etmek. Mettre tout son
espoir sur: Bütün umudunu -e bağlamak. Perdre
son espoir, ses espoirs: Umudunu, umutlarını
yitirmek. Ruiner les espoirs de qn: -in umutlarını
kırmak.
esponton er. Kısa kargı.
esprit er. 1. Tin, "ruh, özdek dışı varlık (Les anges,
les génies sont des esprits). 2. Düşünüş, düşünme
biçimi (C'est un esprit faux). 3. Kafa (Où avait-il
donc l'esprit?) 5. Anlık, "zihin, "muhakeme. 6.
Bellek (Retiens cela dans ton esprit). 7. Kafalı
adam (C'est un des meilleurs esprits de
l'Assemblée). 8. Ira, "karakter (Esprit facile,
dure). 9. Genel eğilim, genel anlayış (H faut
connaître l'esprit du siècle). 10. Öz erek, asıl
amaç (Entrer dans l'esprit de la loi). 11. Öz, hava,
ruh (Saisir l'esprit d'un écrivain). 12. Nükte,
espri. 13. kim. Ruh, esans. 14. ç. Halk, kalabalık
(Calmer les esprits). 15. ç. İspirtolu içkiler. 16. ç.
Cinler, periler. § Bel esprit: Akıllı, kültürlü, aklı
başında kimse. Esprit divin: Tanrı. Esprit de bois:
Odun ispirtosu. Esprit-de-sel: Tuz ruhu, kezzap.
Esprit-de-souffre: Zaç yağı. Esprit-de-vin: Şarap
ispirtosu. Esprit follet: Şakacı cin. Esprit fort:
Yerleşmiş inançlara karşı gelen kimse. Esprit
malin: Şeytan. Esprit de corps: Dayanışma
anlayışı. Mauvais esprit: 1. Kötü ruh, cin. 2. Kötü
niyet. Mot d'esprit, trait d'esprit: Nükte, nükteli
söz. Présence d'esprit: Hazır cevaplıhk. Un
homme, une femme d'esprit: Zeki bir erkek,
kadın. En esprit: Düşüncede, düşüncesinde,
kafasında (Je suis, en esprit, au milieu de vous).
Dans un esprit de: Niyetiyle, düşüncesiyle,
amacıyla (Il a agi dans un esprit de vengeance).
Avoir bon esprit: İyi niyetli olmak. Avoir
esquif
mouvais esprit: Kötü niyetli olmak. Avoir l'esprit
ailleurs: Dalgın olmak, kafası başka yerde olmak.
Avoir l'esprit large, étroit: Geniş düşünceli
olmak, dar kafalı olmak. Avoir le bon esprit de f.
qch: -mekle iyi etmek (Il a eu le bon esprit de ne
pas revenir). Avoir la présence d'esprit:
Hazırcevap olmak. Avoir l'esprit prompt, la
promptitude d'esprit: Tez kavramak, çabuk
anlamak. Avor l'esprit de l'escalier: Geç
kavramak, güç anlamak, anlayışı kıt olmak.
Avoir l'esprit vif: Zeki, cin gibi olmak. Avoir
l'esprit de suite: Bir şeyi sonuna dek kovalamak,
sonunu getirmek, ardını bırakmamak, "takip
fikri olmak. Avoir l'esprit à qch, à f. qch: 1. -i
sevmek, -mekten hoşlanmak (Il n 'apas l'esprit au
jeu. Je n'ai pas l'esprit à m'amuser). 2. Dikkat
etmek (Il n'a pas l'esprit à ce qu'il fait). Etre sain
de corps et d'esprit: Eli ayağı tutmak, ruh ve
beden sağlığı yerinde olmak. Etre simple d'esprit:
Bön, saf, aptal olmak. Etre bien dans l'esprit de
qn: -in gözüne girmiş olmak. Faire de l'esprit:
Nükte yapmak. N'être pas un pur esprit: O da
insan olmak, onun da canı olmak, o da etten
kemikten yapılmış olmak (Je ne suis pas un pur
esprit). Perdre ses esprits: Kendinden geçmek,
bayılmak. Perdre l'esprit: Usunu yitirmek, deli
olmak. Rendre l'esprit: ölmek, "ruhunu teslim
etmek. Reprendre ses esprits: Kendine gelmek,
ayılmak. Rester dans l'esprit: Kafasında,
belleğinde kalmak (Ceci m'est resté dans l'esprit).
Trotter dans l'esprit à qn: -in kafasında dolaşıp
durmak, kafasını kurcalamak (Cette phrase me
trotte dans l'esprit). Venir à l'esprit: -aklına
gelmek (Il m'est venu à l'esprit de nouveaux
projets).
esquif ir. Küçük sandal, kayık,
esquille diş. Kırık kemik parçacığı, kemik kıymığı,
esquimau, aude s. ve ad. Eskimo; eskimolara
değgin (Chien esquimau. Une esquimaude). 2. er.
Eskimoca, eskimo dili. 3. er. Eskimolarınki gibi
kalın küçük çocuk giysisi,
esquintant, e s. tkz. Çok yorucu, öldürücü, bitirici
(Un voyage esquintant).
esquinté, e s. 1. Bozulmuş, harabolmuş. 2. Çok
yorgun, bitkin,
esquinter gçl. tkz. 1. Çok yormak, canını çıkarmak
(Ce voyage m'a esquinté).
2. Bozmak,
harabetmek, işlemez duruma getirmek (Il a
esquinté son stylo, sa montre). 3. Çok fena
eleştirmek, iler tutar yerini bırakmamak
(Esquinter un livre, une pièce de théâtre). §
S'esquinter qch: 1. -sini yaralamak; bozmak (Il

544

essarte
s'est esquinté un doigt en voulant dépanner so
moteur. Il s'est esquinté la santé, la vue). 2,
S'esquinter à f. qch: -mekten canı çıkmak (I,
s'esquinte à travailler).
esquisse diş. 1. İlk taslak, taslak (Esquisse d'u
poème, d'un roman). 2. Özet, ana çizgi, genel
nitelik (Tracer l'esquisse d'une époque, d'un
société). 3. İz, gölge (11 est parti sans l'esquiss
d'un regret). 4. (Resimde) Deneme, ilk çalışm
taslağı (Des esquisses de Rafaël).
esquisser
gçl.
1.
(Resimde)
Taslağın
yapmak,kurşun kalemle ilk taslağını çizme
(Esquisser un portrait, un paysage). 2. An
çizgilerini belirtmek, genel niteliklerini çizmek,
özetlemek (Esquisser l'histoire d'une révolution,
le tableau d'une époque). 3. mec. Girişmek,
yapmak (Esquisser un geste, un mouvement.
Esquisser un sourire, une moue). § S'esquisser:
Belirmek, belli olmak, ortaya çıkmak (La
solution commence à s'esquisser).
esquive diş. Savma, başından atma, sıyrılma,
kurtulma.

esquiver gçl. Savmak, başından atmak; -den ustaca


sıyrılmak, kurtulmak (Esquiver un bavard.
Esquiver une difficulté, une corvée). § S'esquiver:
Görünmeden gitmek, sıvışmak, kaçmak, tüymek,
essai er. l.ed. Deneme (Les essais de Montaigne). 2.
Sınama, deneme, denemeden geçirme (L'essai de
l'appareil a donné entière satisfaction. Essais de
laboratoires. Essai de machines, de moteurs). 3.
Girişim (Au deuxième essai, le champion a battu
son record). § Mettre à l'essai: Denemek,
sınamak (Il veut mettre mon courage à l'essai. On
l'a mis à l'essai dans ce nouveau service). Prendre
qn à l'essai: Denemek için yanına alıp
çalıştırmak,
kesin
anlaşma
imzalamadan
çalıştırmak (Prendre un collaborateur à l'essai).
essaim er. 1. Bir kovanda yaşayan arı topluluğu. 2.
(Arı kovanından ayrılan) Oğul. 3. mec. Sürü,
kalabalık, topluluk (Un essaim de mouches. Un
essaim d'écoliers).essaimage er. Oğul verme dönemi,
essaimer gsz. 1. Oğul vermek (Cette ruche a
essaimé. Les abeilles essaiment au printemps). 2.
Şubeler açmak (Entreprise qui essaime, société
commerciale qui essaime). 3. Dağılmak, yayılmak
(Famille nombreuse qui essaime dans tous tes
coins d'une région). 4. gçl. Uzaklara göndermek
(Société qui essaime des groupes).
essart er. Yeni açılmış tarla,
essarter gçl. Açmak; ağaçlarını, çalılarını almak
(Essarter un champ).
essayage
essayage er. Giysi denemesi, prova (Salon
d'essayage d'une maison de couture. L'essayage
d'une robe).
essayer gçl. 1. Denemek, sınamak, denemeden
geçirmek (Essayer une machine, un moteur. Il
veut essayer mon courage). 2. Prova etmek
(Essayer une robe, un chapeau). 3. Ayarına
bakmak (Essayer l'or, l'argent). 4. İlk olarak
tatmak, kullanmak (Essayer un vin, un mets.
Essayer une méthode, un tissu). 5. Essayer de f.
qch: -meye çalışmak, çabalamak (J'essaie de
dormir. Essayez de vous rappeler ce qui s'est
passé). § S'essayer: 1. Kendini denemek. 2.
S'essayer à qch, à f. qch.: Kendini -de denemek,
-mekte sınamak, denemek (It veut s'essayer à la
peinture. Tu dois t'essayer à parler en public).
essayeur, euse ad. 1. Ayar memuru, ayarcı. 2.
(Terzilerde) Provacı.
essayiste er. ed. Deneme yazarı, denemeci,
esse diş. 1. S şeklinde demir çengel 2. Dingil çivisi,
essence diş. 1. Benzin (Le pompiste a mis vingt litres
d'essence dans le réservoir. Moteur à essence). 2.
(İmbikte çiçeklerden çekilen) Yag, esans (Essence
de lavande). 3. Ruh, uçucu sıvı. 4. *özüt, "hülâsa
(Essence de viande, de café). 5. fels. Öz (Selon
l'existentialisme, l'existence précède l'essence). 6.
ç. Tür, cins, ağaç yada bitki türü (Cette forêt
possède des essences très variées). 7. Özet, öz
(Cette phrase contient toute l'essence de sa
pensée). 8. Doğa, yaratılış, yapı, maya, hamur
(Ce garçon se croit d'une essence supérieure). §
Par essence: Özü bakımından, doğası gereği,
"esas itibariyle (Lapolitique, c'est, par essence, le
domaine des choses concrètes).
essentiel, le s. 1 .fels. Öze değgin, özde var olan (La
raison est essentielle à l'homme). 2. Başta gelen,
başlıca, temel (Principes essentiels d'une théorie.
Condition essentielle, caractères essentiels). 3.
Gerekli, zorunlu (La nutrition est essentielle à la
vie.Cette formalité est essentielle pour le
mariage). 4. Çok önemli (C'est un livre essentiel).
S. er. Başlıca nokta, işin özü, önemli olan
(L'essentiel est de garder son sang-froid. Tu
oublies l'essentiel. Venons à l'essentiel).
ssentiellement bel. 1. Özünden, özü bakımından
(L'homme est essentiellement raisonnable). 2.
Her şeyden önce; başlıca, esas olarak (Je tiens
essentiellement à dissiper toute équivoque. Le
programme de cet examen est essentiellement à
base de mathématiques).
seulé, e s. Yüz üstü bırakılmış, yalnız kalmış (Il se
sent esseulé dans une contrée inconnue).

545

essuyer
essieu er. Dingil.
essorer. 1. (Kuş için) Havalanma. 2. mec. İlerleme,
gelişme (L'essor de cette industrie a été très
rapide). § Donner essor à qch: -e hız vermek
(Donner essor à de nouvelles
activités
économiques). Etre en plein essor: Tam bir
gelişme, büyüme içinde olmak. Prendre un grand
essor, un essor prodigieux: Büyük bir gelişme
göstermek, atılım yapmak. Prendre son essor:
(Kuş için) Havalanmak,
essorage er. (Çamaşır için) Sıkma, suyunu alma

(L'essorage du linge).
essorer gçl. Sıkmak, suyunu almak (Essorer du
linge). § S'essorer: Havalanmak (Un aigle qui
s'essore).
essoreuse diş. 1. Çamaşır sıkma makinesi; kurutma
makinesi. 2. Şeker billurlarını melastan ayırma
makinesi,
essorillement er. Kulaklarını kesme,
essoriller gçl. Kulaklarını kesmek (Essoriller un
chien).
essouchement er. (Kesilmiş ağaçların) Köklerini
sökme, kökünü çıkarma,
essoucher gçl. Bir toprağı kesilmiş ağaç köklerinden
temizlemek (Essoucher un terrain).
essoufflement er. Soluğu kesilme, soluk kesilmesi,
tıkanma.
essouffler gçl. Soluğunu kesmek, soluksuz
bırakmak,
soluyamaz
duruma
sokmak
(Essouffler un cheval. Cette longue course l'avait
essoufflé). § S'essouffler: 1. Spluk soluğa
kalmak, soluğu tükenmek, tıkanmak (Un nageur
qui s'essouffle). 2. mec. Soluğu tükenmek,
gücünü yitirmek (Ce cinéaste s'essouffle, son
dernier film est décevant). 3. Kendini çok
zorlamak, "helâk olmak (Un élève qui s'essouffle
dans une classe trop forte pour lui). 4.
S'essouffler à f. qch: -mek için kendini çok
zorlamak,
canı
burnundan
gelmek
(II
s'essoufflait à suivre le cycliste).
essuie-glace er. Yağmur yağarken otomobilin ön
camım silen düzen, cam silgisi, *silgeç.
essuie-main, essuie-mains er. Havlu, peşkir,
essuie-meubles er. Toz bezi.
essuie-pieds er. Paspas.
essuyage er. 1. Silme (L'essuyage des verres). 2.
Kurulama (L'essuyage de la vaisselle).
essuyer gçl. 1. Silmek (Essuyer ses larmes, ses pieds.
Essuyer les meubles avec un chiffon de laine). 2.
Kurulamak (Laver et essuyer la vaisselle. Essuyer
ses mains à une serviette). 3. Uğramak, başına
gelmek; yemek, tutulmak (Essuyer un échec, une
est

546

estime

estagnon er. Teneke yada bakır güğüm,


estaminet er. Küçük kahvehane, köy kahvesi. §
Pilier d'estaminet: Kahvelerde vakit geçiren
sarhoş, ayyaş. Kahve kuşu.
estampage er. 1. Baskı kalıbıyla basma (Estampage
des monnaies, des bijoux). 2. mec. tkz.
Kazıklama, dolandırma,
estampe diş. 1. Baskı kalıbıyla basılmış şekil, baskı
işi, "oymabaskı, basma. 2. Basma kalıbı, baskı
kalıbı.

de son estampille: -e kendi damgasını vurmak,


estampiller gf/. Damgalamak, mühürlemek; damga
yada mühür vurmak (Estampiller un produit
manufacturé, un briquet, un tapis).
estarie, starie diş. den. İstarya; gemiye, yük
boşaltma ve yükleme için tanınan süre.
ester gsz. huk. Ester en justice, ester en jugement:
Dava açmak, mahkemeye başvurmak (La femme
mariée peut ester en justice sans autorisation de
son mari).
ester er. kim. Ester.
estérification diş. kim. Esterleşme, esterleştirme.
estérifier gçl. Ester haline getirmek, esterleştirmek.
esthète s. ve ad. *Güzelci, "estet; güzelden anlayıp
güzel şeyleri iş edinen kimse,
esthéticien, ne ad. *Güzelduyucu, estetikçi,
esthétique diş. 1. *Güzelduyu, "estetik, güzelliği ve
güzelliğin insan ruhundaki etkilerini konu olarak
alan felsefe kolu (L'esthétique de Platon, de
Hegel). 2. Güzellik anlayışı, *güzelduyubilim
(Une statue conforme à l'esthétique moderne). 3.
Güzellik (L'esthétique d'un visage. Sacrifier
l'utilité à l'esthétique). 4. s. »Güzelduyusal,
güzelduyuya değgin, estetik (Les qualités
esthétiques d'une oeuvre littéraire. Il n'a pas un
sens esthétique très développé). 5. s. Güzel, hoş
(Cette voiture a une carrosserie plus esthétique
que celle du modèle précédent). 6. s. Güzelliğe
değgin, güzellikle ilgili (Chirurgie esthétique).
esthétiquement bel. Güzelduyu açısından, güzellik
bakımından;
güzel
bir
şekilde, "zevkle
(Esthétiquement, c'est une réussite. Des fleurs
esthétiquement disposées dans un vase).
esthétisme er. *Güzelcilik, »güzelduyuculuk,
"bediiyye;
öğretileri,
gerçeklerinden
çok
güzelliklerinden ötürü benimseme eğilimi,
estimable s. 1. Saygıdeğer, saygın (Un homme
estimable par sa probité). 2. Değerli (Un auteur,
un peintre estimable. C'est un ouvrage estimable
et sérieux).

estamper gçl. 1. Kalıp yada klişesini basmak


(Estamper
une inscription). 2. mec.
tkz.
Kazıklamak, dolandırmak, parasını çarpmak (II
vous a bien estampé). § Se faire estamper:
Kazıklanmak (Se faire estamper au restaurant).
estampeur er. 1. Kalıp basmacısı, oymabaskıcı. 2.
mec. tkz. Kazıkçı (N'allez pas chez ce
commerçant, c'est un estampeur).
estampillage er. Damgalama, mühürleme,
estampille diş. Damga, mühür (La lettre portait
l'estampille de Paris). § Donner son estampille à
qch: -i kendi mührü ile onaylamak. Marquer qch

estimateur er. Değer biçici, değerlendirici,


"muhammin,
estimatif, ive s. Değer biçmeye değgin, değer
gösterici; "tahminî (Un devis estimatif: Değer
gösterici bir keşif defteri).
estimation diş. 1. Değer biçme, fiyatını saptama
(Estimation d'un mobilier, d'une œuvre'd'art par
un expert). 2. Tahmin, tahmin etme, hesaplama
(Estimation du nombre des habitants dans une
ville. D'après mon estimation, le parcours peut
s'effectuer environ en deux heures).
estime diş. 1. Saygı; saygı gösterme, değer verme (II

grande perte. Essuyer des reproches, des dédains,


un refus. Essuyer une tempête, le feu de
l'ennemi). § Essuyer les larmes de qn: Birini
avutmak, teselli etmek, göz yaşlarını dindirmek.
Essuyer les plâtres: Yeni yapılmış bir eve ilk girip
oturmak. § S'essuyer: 1. Kurulanmak (S'essuyer
en sortant du bain). 2. S'essuyer qch: -sini silmek
(S'essuyer le menton, la bouche, le front).
est er. I. Doğu, gündoğusu (Mosquée orientée vers
l'est). 2. Doğu Avrupa ülkeleri, Doğu bloku
(Relations entre l'Est et l'Ouest). 3. (s. değişmez)
Doğu (La côte est de la Corse). § A l'est: Doğuda.
A l'est de: -in doğusunda (Les pays à l'est de
l'Europe).
establishment [Establijment] er. Ing. 1. Kurulu
düzenden yana olanlar; tuzu kurular. 2. Kurulu
düzen.
estacade diş. Su içinde kazıklar, sallar ve zincirlerle
sağlanan engel, büğet, "bent(Estacade qui ferme
l'entrée d'un port, d'un chenal).
estafette diş. 1. Posta tatarı, ulak. 2. Posta yada
emir götüren asker, posta eri.
estafier er. I. (Eski) Efendisinin palto ve
silahlarını taşıyan silahlı uşak.2. hkr. Koruma
görevlisi, goril.
estafilade diş. (Genellikle yüzde) Bıçak yarası;
ustura yada traş bıçağı yarası (Il portait la
cicatrice d'une estafilade reçue sur la joue droite.
Se faire une estafilade en se rasant).
estimer
a toujours agi avec une droiture qui lui a valu
l'estime même de ses adversaires. Cet homme
n'est pas digne d'estime. J'ai une grande estime
pour cet ouvrage). 2. Rağbet, itibar (Les sports
sont en grande estime dans les pays scandinaves).
3. (Eski) Tahmin. § Estime de soi-même: Kendine
karşı saygı, özsaygı. A l'estime: Tahminen,
tahminî olarak, yuvarlak hesap (Evaluer te poids
d'un paquet à l'estime). Avoir de l'estime pour: -e
karşı saygısı olmak. Avoir, tenir qn en grande
estime: Birine karşı büyük saygısı olmak, büyük
saygı duymak (J'ai cet homme en grande estime,
je te tiens toujours en grande estime). Baisser
dans l'estime de qn: -in gözünden düşmek, -in
gözündeki saygınlığını yitirmek. Etre en grande
estime: Çok tutulmak, rağbet görmek, itibar
görmek, rağbette olmak. Monter dans l'estime de
qn: -in gözünde yükselmek, saygınlık kazanmak.
Obtenir l'estime de qn: -in saygısını kazanmak.
estimer gçl. 1. Değer biçmek, fiyat biçmek (Un
expert qui estime un objet d'art. Estimer le cours
d'une valeur, d'une marchandise). 2. Tahmin
etmek, kestirmek (Estimer le nombre des blessés,
une distance). 3. Sanmak (J'estime que vous avez
suffisamment
travaillé aujourd'hui).
4. Saygı
duymak, beğenmek (J'estime
beaucoup
ce
professeur). 5. Estimer f. qch: -digini sanmak,
düşünmek, kanısında olmak (J'estime
avoir
acquis le droit de parler). § S'estimer: 1. Kendi
değerini bilmek, kendine saygısı olmak, özsaygısı
olmak. 2. Kendini pek değerli sanmak, kendini
beğenmek 3. S'estimer...: Kendini... görmek,
saymak (Je m'estime satisfait du résultat. Il
s'estimait perdu. Estimez-vous heureux d'en être
quitte à si bon compte).
estivage er. Yazlağa götürme, yaylaya çıkarma
(Estivage des bestiaux).
estival, e s. 1. Yazla ilgili, yaza değgin, yaz, yazlık
(La moisson est un travail estival. La moyenne de
la température estivale. La mode estivale). 2.
Yazın doğan,
yazın yetişen, yaz, yazlık
(Légume, fruité estival).
estivant, e ad. Yazı deniz kıyısında, kaplıcalarda
yada yaylada geçiren kimse, yazlığa çıkan, yaz
tatiline giden (Les estivants affluent sur les
plages).
estivation diş. hayb. (Kimi hayvanlann) Yaz
uykusu.
estive diş. İstif, gemide yükü istifleme (Charger en
estive).
estiver gçl. 1. Yaylaya çıkarmak (Estiver des
troupeaux). 2. gsz. Yazlamak, yaz tatilini
547

estonie
geçirmek (II estive tous les ans à la campagne).
estoc er. 1. ince kılıç, kamçı kılıç. 2. Kılıç ucu. 3.
Çotuk, kesilmiş ağacın topraktan yukarda kalan
kısmı. § Couper qch à blanc estoc: Kökünden
kesmek, dibinden kesmek. Frapper d'estoc et de
taille: 1. Kılıcın hem ucu hem ağzı ile vurmak. 2.
mec. Rasgele, gelişigüzel vurmak, kılıç çalmak,
estocade diş. 1. Kılıç darbesi. 2. mec. Beklenmedik
ve şiddetli saldırış (Un témoin désarçonné par tes
estocades de l'avocat). § Donner l'estocade à: -in
işini bitirmek, öldürmek, öldürücü darbeyi
vurmak.

estomac er. 1. Kursak; mide (Estomac des oiseaux.


Remède pour l'estomac. Ulcère à l'estomac. J'ai
des brûlures d'estomac. La faim lui donnait des
crampes d'estomac). 2. Göğüsle karın arası,karın
boşluğu (Boxeur qui frappe à l'estomac). 3.
GÖzüpeklik, yüreklilik, "cesaret. § A l'estomac:
Bağırıp çağırarak, vurup kırarak, alıp keserek (II
a réussi à le décider en y allant à l'estomac). Avoir
de l'estomac: Yürekli, gözüpek, "cesur olmak.
Avoir l'estomac creux: Midesi boş olmak, aç
olmak. Avoir l'estomac dans les talons: Karnı zil
çalmak. Avoir un estomac d'autruche: Taş yese
eritmek. Ouvrir l'estomac: Acıktırmak, iştahı
kabartmak, açlık duygusu vermek (L'odeur de la
viande m'ouvrait
l'estomac).
estomaqué, e s. tkz. 1. Çok şaşmış, şaşırıp kalmış.
\ Estomaqué de qch: -e şaşıp kalmış (J'étais
estomaqué d'une telle conduite).
estomaquer gçl. tkz. Şaşırtmak, şaşkına çevirmek,
şaşkınlık vermek (Sa conduite a estomaqué tout le
monde). § S'estomaquer: 1. Gücenmek, alınmak.
2. Konuşmaktan, bağırmaktan bir hal olmak,
estompage er. coğr. (Haritacılık) Gölgeleme,
yalama.
estompe diş. Estomp; karakalem resim yaparken
kullanılan ve kendi üzerine sarılmış kâğıt yada
meşinden oluşmuş ucu sivri kalem,
estomper gçl. 1. (Karakalem resimde)Gölgeleri
estompla işlemek. 2. Hafif gölgelendirmek (La
brume estompait le paysage). 3. Hafifleştirmek,
silikleştirmek,
tatlılaştırmak,
sertliklerini
gidermek (Estomper un dessin, un paysage, une
silhouette). § S'estomper: 1. Silikleşmek, belli
belirsiz bir duruma gelmek (Les
montagnes
s'estompent dans le lointain). 2. Silinmek, artık
pek belli olmamak, canlılığını yitirmek (Le
souvenir de ces événements commençait
à
s'estomper
dans son esprit.
Les
haines
s'estompent avec le temps).
estonie diş. Estonya.
estonien
estonien, ne s. ve ad. 1. Estonyalı; Estonya ve
Estonyalılara değgin. 2. er. Estonca, eston dili.
estoquer gçl. 1. Kılıç ucuyla vurmak. 2. Öldürmek,
işini bitirmek, son darbeyi vurmak (Un matador
qui estoque un taureau).
estourbir gçl. tkz. Öldürmek, canını cehenneme
yollamak.
estrade diş. 1. (Eskiden) Yol. 2. Peyke, kerevet, seki
(Estrade d'une salle de classe. Estrade réservée au
jury, à l'orchestre). § Battre l'estrade: Yolları
kolaçan etmek,
estragon er. bitb. Tarhunotu.
estramaçon er. Uzun ve iki ağzı keskin kılıç,
estrapade diş. 1. Eskiden denizde, suçluyu birkaç
kez gemiden suya salma yada karada bir direğe
çekip koy verme cezası. 2. Bu cezalar için
kullanılan gemi direği yada darağacı. 3. Bir
cimnastik oyunu,
estrope diş. den. Iskarmoz ipi.
estropié, e s. ve ad. Sakat (Un estropié qui demande
l'aumône).
estropier gçl. 1. Sakat etmek, sakatlamak (Un
automobiliste qui a estropié un piéton. Ce coup
lui
a
estropié
le
bras).
2.
mec.
Bozmak,sakatlamak, değiştirmek (Estropier un
mot étranger, les paroles de quelqu'un).
§
S'estropier: Sakatlanmak, bir yerini sakatlamak
(Il s'est estropié en tombant d'une échelle).
estuaire er. coğr. Haliç.
estudiantin, e s. Öğrencilere değgin, öğrencilikle
ilgili (La vie estudiantine. Fréquenter les milieux
estudiantins).
esturgeon er. hayb. Mersinbalığı.
et bağ. 1. Ve (Un ami fidèle et loyal. Toi et moi. Le
père et le fils. Taisez-vous et écoutez). 2. Ya (J'ai
accepté, et vous?: Ben kabul ettim, ya siz?). 3.
Hem de (Il parle l'anglais, et
couramment:
İngilizce konuşuyor,
hem de takıntısız.
II
travaille, et comment: Çalışıyor, hem de nasıl!).
4. Ile (Le loup et le chien: Kurtla köpek). 5. De
(Et le riche et le pauvre: Zengini de yoksulu da).
6. Hem... hem de (Et tu es fautif, et tu cries: Hem
suçlusun, hem de bağırıyorsun). 7. (Il y a dan
sonra gelen bir ad yinelendiğinde) ...var... -cik
var (Il y a maison et maison: Ev var evcik var. II
y a homme et homme: Adam var adamcık var).
étabie diş. (Sığır vb için) Ahır (Le bétail est à
l'étable. Une étabie à vaches, à cochons).
étabier gçl. Ahıra çekmek (Etabler les vaches, tes
boeufs).
établi er. Tezgâh (Etabli de menuisier).

548

étager
établi, e s. 1. Sağlam, oturmuş (Il a une réputation
établie).
2. iyice yerleşmiş, benimsenmiş,
kökleşmiş (Un usage établi, des préjugés établis).
3. Kurulu, yerleşik (L'ordre établi: Kurutu
düzen). 4. Yürürlükte olan (Les lois établies, les
coutumes établies),
établir gçl. 1. Yerleştirmek, oturtmak (Dieu
commença d'établir un peuple sur la terre. Etablir
l'aile droite de son armée sur un bon terrain). 2.
Kurmak, açmak (Etablir une usine, une
imprimerie,
une
maison).
3.
Kurmak,
düzenlemek, hazırlamak (Etablir un système, un
gouvernement. Etablir une administration, un
impôt, une liste, un rapport). 4. Sağlamak
(Etablir la paix, la tranquillité, la sécurité). 5.
Başgöz etmek, evlendirip yerleştirmek (Etablir sa
fille, son fils). 6. Ortaya koymak, göstermek
(Etablir l'innocence d'un accusé. Etablir la
différence entre deux choses). 7. Getirmek,
yerleştirmek, oturtmak (Etablir son neveu à la
tête d'une entreprise). § S'établir: 1. Yerleşmek
(Je vais m'établir à Istanbul). 2. Evlenmek,
başgöz olmak, kapılanmak (Il s'est enfin établi).
3. Oturmak, iyice yerleşmek, kök salmak (Cette
coutume s'est établie). 4. Çalışmak, dükkân
açmak (Un menuisier qui s'établit à son compte).
5. S'établir...: -lik etmek, kendi kendine... payesi
vermek (Il s'établit juge de nos actes).
établissement
er.
1.
Kurma,
yerleştirme
(L'établissement du camp dans cette vallée s'est
fait
en quelques
heures).
2. Yerleşme
(L'établissement des Français dans les Indes.
L'établissement de l'ennemi dans une position
fortifiée). 3. Evlendirme, kapılandırma, başgöz
etme (Il met de l'argent de côté pour
l'établissement de ses filles). 4. Saptama, ortaya
koyma (L'établissement des faits reprochés à
l'accusé incombe à la partie adverse). S.
Doldurma,
hazırlama,
düzenleme
(L'établissement des feuilles de paie). 6. Sömürge
(Les établissements
portugais).
7. Kurum,
"müessese (Il travaille dans un établissement
commercial).
étage er. I. Kat (Une maison à trois étages. Habiter
au premier, au deuxième, au troisième étage). 2.
yerb. Kàtman. § Les gens de bas. étage: Ayak
takımı.
étagement er. Kat kat dizme, kat kat sıralanma
(Etagement des vignes sur les côtes du Rhône).
étager gçl. 1. Kat kat dizmek, üst üste koymak,
sıralamak (Etager les draps dans l'armoire). 2.
Bölümlemek, bölüm bölüm ayırmak (Les prix
étagère
sont étages de façon à s'adresser à toutes les
bourses). 3. Taksitlere ayırmak. § S'étager:
Birbiri arkasına sıra sıra dizilmek (Les maisons
s'étagent au flanc de la colline).
étagère diş. 1. Etajer, kat kat rafları olan kapaksız
ve taşınır dolap. 2. argo. Göğüs. § Avoir des
oranges sur l'étagère: argo. Portakal gibi
memeleri olmak,
étai er. 1. Payanda, dayanak, destek (Des étais de
chêne soutenaient le toit. Soutenir par des étais).
2. mec. Dayanacak, güvenecek şey yada kimse,
destek. 3. den. Direği tutan halat, istralya,
étalement,
étayage
er.
Payanda
vurma,
payandalama,
destek
vurma,
destekleme
(L'étayage d'une maison, d'un mur).
étain er. 1. Kalay. 2. Kalaydan yapılmış süs eşyası,
étal er. 1. Kasap kütüğü, kasapların üzerinde et
doğradıkları tahta. 2. Kasap dükkânı. 3. (Pazar
satıcılarının mallarını sergiledikleri) Tezgâh,
sergi, tabla.
étalage er. 1. Sergileme, vitrin yada tablaya dizme
(L'étalage des marchandises sur la voie publique).
2. Camekân, sergi, vitrin, tabla (Les étalages d'un
grand magasin. S'attarder devant les étalages.
L'étalage d'un bouquiniste). 3. Sergi vergisi
(Payer l'étalage). 4. mec. Gösteriş, gösteri
(Etalage de luxe). § Faire étalage de qch: -i sayıp
dökmek, göstermek (Faire étalage de ses qualités,
de ses mérites, des ses connaissances).
étalager gçl.
Sergilemek,
vitrine
dizmek,
vitrinlemek.
étalagiste ad. 1. Sergici, işportacı, tablacı. 2. Vitrin
düzenleyicisi, vitrinci.
étale s. 1. Durgun (La mer était étale. Le fleuve, la
rivière est étale). 2. mec. Dingin, sessiz (La
journée était étale comme une mer inoffensive).
3. er. Dinginlik, durgunluk; dinginleşme, yatışma
(L'étale de la marée, étale de flot).
étalement er. 1. Serme, yayma, dağıtma (Etalement
de papiers sur une table. Etalement d'un tas de
fumier sur une terre). 2. Belirli zamanlara ayırma,
bölme, taksitlere ayırma (Etalement
des
paiements, des vacances).
étaler gçl. 1, Sergilemek, vitrinlemek (Un
commerçant qui étale à sa devanture des
chaussures, des appareils mécaniques etc). 2.
Açmak, yaymak, sermek (Etaler un tapis, un
journal. Etaler au linge dans un pré pour le faire
sécher). 3. Sürmek (Etaler de la crème, de la
pommade, de-la peinture. Etaler du beurre sur du
pain. 4. mec. Yıkmak, devirmek, yere sermek
(D'un coup de poing, il a étalé son adversaire). S.

549

étamine
(Gösteriş için) Sayıp dökmek, ortaya sermek
(Etaler ses mérites, ses qualités, ses richesses). 6.
(Kâğıt oyununda) Açıp göstermek (Etaler ses
cartes). 7. Açıklamak, gizlememek, herkese
söylemek (Etaler ses projets). 8. Sıraya koymak,
ard arda sıralamak; taksitlere ayırmak (Etaler les
réformes sur plusieurs années. Etaler les
vacances. Etaler ses paiements).
9. den.
Dinginleştirmek;
yükselmesini,
kabarmasını
önlemek (Etaler une voie d'eau). 10. den.
Dayanmak, karşı koymak, direnmek (Etaler le
vent, le courant). 11. gsz. den. Dinginleşmek,
yatışmak, durulmak (La marée étale, la mer
étale). § S'étaler: 1. Yayılmak, saçılmak (Toute
l'encre s'est étalée sur le tapis). 2. Yayılmak,
kendini bırakmak, kurulmak, yayılıp oturmak (II
s'est étalé dans un vaste fauteuil). 3. Düşmek,
yere serilmek (Il a glissé sur le verglas et s'est étalé
de tout son long). 4. Sıralanmak, ard arda
sıralanmak, bir sıraya göre düzenlenmek (Cette
année, les vacances du personnel s'étalent sur
trois mois). 5. Taksitlere ayrılmak (Les paiements
s'étalent sur six mois). 6. Yayılmak, serilmek (La
ville s'étale sur la plaine). 7. Kendini göstermek,
gösteriş yapmak, ortaya çıkarmak (Il s'étale avec
vanité).
étalier er. Kasap çırağı.

étalon er. 1. Aygır, damızlık aygır, tohumluk at


(Etalon pur sang, demi-sang. Dépôt d'étalons). 2.
Tohumluk (Âne étalon, bélier étalon, taureau
étalon. Arbre étalon). 3. Ayar, ölçü (Les systèmes
monétaires sont basés sur l'étalon-or).
étalonnage, étalonnement er. (Tartı ve ölçüleri)
Ayarlayıp damgalama,
étalonner gçl. 1. (Tartı ve ölçüleri) Ayarlayıp
damgalamak. 2. Ayarlamak (Etalonner un
appareil, un instrument).
étamage er. 1. Kalaylama. 2. Sır sürme, sır geçirme,
sırlama.
étambot er. (Gemide) Kıç bodoslaması,
étamer gçl. 1. Kalaylamak (Etamer une casserole,
étamer le cuivre, la tôle). 2. (Ayna yapmak için
cama) Sır Sürmek, sır geçirmek, sırlamak,
étameur er. Kalaycı.
étamine diş. 1. Etamin; pamuk, keten yada ipekten
seyrek dokunmuş bir çeşit ince kumaş. 2. Elek
bezi, ince elek (Passer une farine, une poudre, un
liquide à l'étamine). 3. mec. Sıkı inceleme (Tout
ce qui s'offre à moi passe par l'étamine). 4. bitb.
Erkek organ, erkeklik organı. § Passer à
l'étamine, par l'étamine: mec. Sıkı bir
incelemeden geçmek, çok sıkı bir sınavdan
étampage

550

geçmek, ince eleklerden geçmek,


étampage er. (At nalına) Delik açma. 2. Dövme ile
işleme.
étampe diş. 1. (Kuyumculukta, bakırcılıkta) Dövme
kalıbı, dövme. 2. Zımba,
étamper gçl. 1. Dövme ile işlemek. 2. Zımbalamak,
delmek, delik açmak (Etamper le fer à cheval).
étanche s. Su geçirmez, su sızdırmaz (Un tonneau
étanche, toiture étanche. Une montre étanche).
étanchéité diş. Su geçirmezlik, su sızdırmazlık
(L'étanchéité d'une montre, d'un réservoir).
étanchement er. Durdurma, dindirme, giderme
(Etanchement du sang, de la soif).
étancher gçl. 1. Durdurmak, kesmek, akmasını
durdurmak,
akıntısını
kesmek,
dindirmek
(Etancher le sang qui coule d'une plaie). 2. Su
geçirmez, su sızdırmaz hale getirmek (Etancher
une citerne). 3. mec. Gidermek, dindirmek
(Etancher sa soif).
étançon er. Payanda, dayanak, dayak (Placer des
élançons contre un mur).
étançonnement er. Payanda vurma, payandalama.
étançonner gçl. Payanda vurmak, payandalamak
(Etançonner un mur).
étang er. Küçük, göl, gölcük,
étape diş. 1. Konak, "menzil (Arrivé à l'étape, il
écrivit une lettre à sa famille). 2. Yol, mesafe
(Parcourir une longue étape). 3. mec. Evre (Les
étapes de la vie, de la civilisation). 4. Dönem,
"safha (Noter las étapes successives
d'une
maladie). 5. Aşama, "merhale (C'est la première
étape vers le succès). 6. (Eski) Pazar, ticaret
merkezi (Les Barbares obligèrent les Romains
d'établir des étapes et des commerces avec eux). §
Brûler l'etape: Konak yerinde durmadan geçip
gitmek. Brûler les étapes: Merhaleleri aşıp
geçmek, çalışmayı hızlandırmak (Brûlant les
étapes, ils ont pris un an d'avance).
état er. 1. Durum, hal (L'état du malade est grave.
Son état de santé s'est amélioré). 2. Ertik,
"meslek (Les servitudes de l'état militaire. L'état
ecclésiastique). 3. Liste (Dresser un état des
dépenses). 4. Sayım, demirbaş sayımı (Procéder à
un état du matériel disponible). 5. Bilanço (Etat
de compte, état de dettes). 6. (Eski) Rejim,
yönetim
biçimi
(L'état
démocratique,
monarchique, tyrannique). 7. Toplumsal tabaka
(La notion de classe a remplacé celle d'état. Les
trois états: Le clergé, la noblesse et les roturiers).
8. Yaşayış, yaşama biçimi (Il n 'est pas satisfait de
son état). 9. (Büyük harfle) Devlet (Etat
démocratique, Etat totalitaire. La séparation de

étatiste
l'Eglise et de l'Etat). § Conseil d'Etat: Danıştay.
Coup d'Etat: Hükümet darbesi. Etat d'âme: Ruh
hali. Etat d'esprit: Anlayış, "zihniyet. Etat de
siège: Sıkıyönetim. Etat de nature: İlkel yaşam.
Etat civil: Medeni hal. Etat de choses: Durum
(Cet état de choses ne saurait durer). Etat de
conscience: Bilinç hali. Grâce d'Etat: Büyük şans,
devlet kuşu, Tanrının yardımı (Il a eu une grâce
d'Etat le jour de l'examen). Homme d'Etat:
Devlet adamı. Le chef de l'Etat: Devlet Başkanı.
Le Tiers Etat: (Fransız Devrimi Döneminde) Orta
tabaka, burjuvazi. Raison d'Etat: Hikmeti
hükümet. Sous-secrétaire d'Etat: Müsteşar.
Secret d'Etat: Devlet sırrı. Dans cet état de
choses: Bu durumda, bu durum karşısında. De
son état: Meslekten, çekirdekten yetişme (Il est
boucher de son état). En tout état de cause: Ne
olursa olsun, her hal ve kârda (En tout état de
cause, un dénonciateur qui se cache joue un rôle
odieux). Etre en mauvais état: Kötü durumda
olmak. Etre en état de f. qch: -cek durumda
olmak (Je ne suis pas en état de juger de cette
question). Etre hors d'état de f. qch: -cek
durumda olmamak (Il était hors d'état de
répondre). Etre dans tous ses états: Çok heyecanlı
olmak, kendinde olmamak, şaşkına dönmüş
olmak. Faire état de: 1. -gibi davranmak, gibi
hareket etmek (Faire état de chef). 2. Güvenmek,
inanmak (Faites état de moi). 3. Saymak,
beğenmek, takdir etmek (Je fais peu d'état de cet
homme-là). 4. İleri sürmek (Faire état d'un
document. Il a fait état de son ancienneté pour
réclamer la priorité dans ta maison). 5.
Açıklamak, söz etmek, söylemek (Ne faites pas
état de ce que je viens de vous dire). 6. Göz
önünde bulundurmak, hesaba katmak (Il faut
faire état de l'opinion des autres). Faire un coup
d'Etat: Hükümet darbesi yapmak. Former un
Etat dans l'Etat: Devlet içinde devlet olmak.
Mettre qn hors d'état de f. qch: Birini -meyecek
duruma getirmek (Mettre un adversaire hors
d'état de nuire). Remettre qch en état: -i onarmak
(Remettre en état un appareil). Rester en état:
Eski durumunda kalmak, olduğu gibi kalmak.
Remettre les choses en l'état: İşleri düzeltmek,
yoluna Koymak, eski durumuna getirmek,
étatique s. Devlete değgin (Appareil étatique).
étatisation diş. Devletleştirme,
étatiser gçl. Devletleştirmek (Etatiser le commerce,
une usine).
étatisme er. Devletçilik,
étatiste s. ve ad. Devletçi (Doctrine étatiste).
état- major
état-major er. 1. Kurmay fEtat-major général:
Genelkurmay.
Chef d'état-major:
Kurmay
başkam. Officier d'état-major: Kurmay subay).
2. mec. Beyin takımı, kurmay heyeti (L'étatmajor d'un parti, d'un syndicat, d'un
ministre).
étau er. 1. Mengene, kıskaç. 2. argo. Kadının ferci,
edep yeri. § Etre pris, serré comme dans un étau:
Kıskaç içine alınmak, kıstırılmak. Mettre la tête à
l'étau: argo. Cinsel ilişkide bulunmak,
étayage er. Payanda vurma, payandalama (Etayage
d'une maison).
étayer gçl. 1. Payanda vurmak, destek vurmak
(Etayer un mur, une voûte). 2. mec. Desteklemek
(Etayer une conviction, un raisonnement). §
S'étayer sur qch: -e dayanmak (Cette thèse s'étaie
sur les recherches les plus récentes).
et caetera [etsetera] er. (etc. yazılır) Ve başkaları, ve
benzerleri, vb.
été er. Yaz (Le soleil d'été. Vacances d'été. Tenue
d'été). § L'été de la Saint-Martin: Pastırma yazı.
En été: Yazın,
éteignoir er. 1. Mum söndürmek için kullanılan
teneke külah. 2. mec. Neşe kaçıran, bayram
bozan (Il est toujours triste, c'est un éteignoir). §
En éteignoir: Koni şeklinde, külah biçiminde,
éteindre gçl. 1. Söndürmek (Eteindre le feu.
Eteindre une bougie, une chandelle, une torche,
les phares, l'incendie). 2. Işığını söndürmek
(Eteindre une chambre, un couloir). 3. Kapamak
(Eteindre la radio, la télévision). 4. mec.
Yatıştırmak, söndürmek (Le temps a éteint sa
haine). 5. Gidermek (Eteindre sa soif). 6.
Bitirmek, sona erdirmek, sıfıra indirmek (Ce
dernier remboursement a éteint sa dette). 7.
Soldurmak (Le soleil éteint les couleurs). §
S'éteindre: 1. Sönmek (Le feu s'éteint, les
lumières s'éteignent). 2. Yok olmak, tükenmek,
bitmek, sönmek (Un amour qui s'éteint). 3.
Yitmek, bitmek, yok olmak, yitip gitmek,
sönmek (Son souvenir ne s'éteindra jamais). 4.
Ölmek (Elle s'éteignit dans les bras de sa fille). 5.
Solmak, parlaklığını yitirmek (Une couleur qui
s'éteint).
Steint, e s. 1. Sönmüş (Volcan éteint, astre éteint).
2. Solmuş, parlaklığını yitirmiş (Couleur éteinte,
les yeux éteints). 3. Kısık, boğuk (Une voix
éteinte). 4. Bitmiş, tükenmiş, bitik, çökmüş (Une
personne éteinte).
Uendage er. 1. Serme (L'étendage du linge). 2.
Çamaşır serme ipleri,
itendard er. 1. Sancak. 2. Bayrak. § Sous
l'étendard de: -bayrağı altında, komutasında,

551

étendue
yanında, safında (Se ranger, combattre sous
l'étendard de quelqu'un). Lever l'étendard de la
révolte: İsyan bayrağını çekmek,
étendoir er. 1. Bir şey sermeye yarayan ip yada sırık
(L'étendoir pour le séchage du linge). 2. Serme
yeri, kurutma yeri; çamaşır serme yeri.
étendre gçl. 1. Yaymak, sermek (Etendre du linge
sur un pré pour le faire sécher. Etendre un tapis
sur le sol). 2. Açmak, uzatmak (Etendre les bras
en croix pour barrer le passage à quelqu'un.
L'oiseau étend ses ailes). 3. Yatırmak, uzatmak
(Etendre quelqu'un sur le sol, sur son lit). 4.
Sulandırmak, yoğunluğunu azaltmak (Etendre
une sauce, un liquide, un vin). 5. Genişletmek,
büyütmek (Il voudrait étendre sa propriété en
achetant des terres attenantes). 6. Sınavda
döndürmek, çaktırmak (Examinateur qui étend
un candidat). 7. Sürmek (Etendre du beurre sur
une tranche de pain). 8. Yere sermek, devirmek,
düşürmek (Un boxeur qui étend son• adversaire).
9. Etendre qch à: Bir şeyi -e yaymak (Etendre les
bienfaits d'une découverte à tous les pays. §
S'étendre: 1. Kendini salmak, salınmak (Tissu qui
s'étend au lavage). 2. Uzamak (L'ombre des
arbres s'étend le soir). 3. Uzanmak, yayılmak,
yatıp uzanmak (S'étendre sur un lit, sur le sol). 4.
Uzayıp gitmek (Des rangées d'arbres s'étendaient
le long d'un fleuve. S'étendre à perte de vue). 5.
Yayılmak (L'épidémies'est rapidement étendue).
6. S'étendre à, sur, jusqu'à: -e dek yayılmak, -i
kaplamak (Cette domination s'est ensuite étendue
à l'ensemble. La domination romaine s'est
étendue sur tout le monde méditerranéen. Et sa
bonté s'étend sur toute la nature).
étendu, e s. 1. Geniş, büyük, yaygın (Une forêt très
étendue). 2. Yatmış, uzanmış (Un homme étendu
dans son fauteuil, sur le lit). 3. Zengin, geniş (Il
a un vocabulaire étendu, une connaissance
étendue). 4. Sulandırılmış (Un liquide étendu, une
sauce étendue).
étendue diş. 1. Enginlik (L'étendue de la mer,
l'étendue illimitée des savanes). 2. Alan, "saha,
yayılma alanı (La mer est une grande étendue
d'eau salée). 3. Erim, mesafe (L'étendue de la
vue). 4. Süre (Un remords l'a poursuivi pendant
toute l'étendue de sa vie). 5. Yüz ölçümü,
büyüklük (Cette ferme est te double de l'autre en
étendue). 6. Büyüklük, genişlik, oran (Sa
conversation révèle l'étendue de sa culture.
Evaluer l'étendue des dégâts). 7. mat. fels. Uzam,
yayıhm. 8. Kapsam, °şümul (Etendue d'un
engagement).
éternel
éternel, le s. 1. fels. tlksiz ve sonsuz, "öncesiz
sonrasız, "ezeli ve ebedi (La croyance en un Dieu
éternel). 2. Sürekli (La vie est un éternel
recommencement).
3. Sonsuz, bengi, "ebedi
(Zone des neiges éternelles). 4. Bitmez tükenmez
(Se perdre dans d'éternelles discussions). 5.
Herzamanki, alışılmış (Son éternelle cigarette à la
bouche. Il répondit de son éternel air ennuyé). 6.
er. (Büyük harfle) Tanrı (Invoquer, louer
l'Eternel). 7. er. Kalıcılık, kalıcı, kalıcı olan şey
(Il ne faut pas sacrifier l'éternel au périssable). 8.
diş. bitb. Herdemtaze. § La ville éternelle: Roma.
Le Père éternel: Tanrı. Le repos éternel, le
sommeil éternel: Ölüm, sonsuz uyku.
éternellement bel. 1. Herzaman, sürekli olarak
(C'est un pays où il pleut éternellement). 2.
Sonsuzluğa dek, "ebediyen (L'Ecriture dit que le
Christ dure éternellement).
éterniser gçl. 1. Ölümsüzleştirmek, sonsuzluğa dek
sürdürmek, "ebedileştirmek (Cette découverte
éternisera la mémoire de ce grand savant). 2.
Sürüncemede
bırakmak,
uzatıp
durmak
(Eterniser un procès). 3. Çok uzatmak,
sürdürmek
(Eterniser
une discussion).
§
S'éterniser: 1. Çok uzamak, sürüp gitmek,
bitmek bilmemek (La guerre s'éternise. Une crise
politique qui s'éternise). 2. hlk. Çok kalmak,
eylenmek (Nous ne pouvons pas nous éterniser
ici, on nous attend ailleurs). 3. Ötümsüzleşmek
(Un savant qui s'éternise par ses découvertes).
éternité diş. fels. 1. İlksizlik ve sonsuzluk
(L'éternité de Dieu). 2. Sonsuzluk, bengilik,
"ebediyet. 3. Ahiret, öbür dünya (.Songez à vous
préparer pour l'éternité). 4. Çok uzun süre, uzun
zaman (Il y a une éternité que je ne l'avais vu.
Cette heure d'attente m'a paru une éternité). § De
toute éternité: Eskiden beri, oldum olası,
"ezelden beri, çok eskilerden beri.
éternuement er. Aksırık, aksırma, hapşırık,
jıapşırma.
éternuer gsz. Aksırmak, hapşırmak,
étésien s. İmbat, meltem (Vents étésiens).
étêtage, étêtement er. (Ağacın) Tepesini alma,
budama.
étêter gçl. 1. (Ağacın) Tepesini budamak (Etêter des
saules). 4. (Çivi vb) Başını koparmak (Etêter une
épingle, un clou).
éteule diş. Anız.
éthane er. kim. Etan.
éthanol er. kim. Etanol.
éther er. 1. fiz. Esir. 2. Eter, lokmanruhu. 3.
(Şiirde) Hava.

552

étincelle
éthéré, e 1. fiz. Esirimsi (Substance éthérée). 2.
mec. Temiz ve hafif (Une pâle jeune fille au
regard éthéré). 3. kim. Etere değgin, eterli, eteri
andıran (Une odeur éthérée).
éthérification diş. Eter haline getirme, eterleştirme;
eterleşme.
éthérifier gçl. Eter haline getirmek, eterleştirmek,
éthérisation
diş.
hek.
Eterle
uyuşturma
(Ethérisation générale, locale).
éthériser gçl. hek. Uyuşturmak, eterle uyutmak
(Ethériser un malade).
éthéromane s ve ad. Eter tiryakisi,
éthéromanie diş. Eter tiryakiliği,
éthiopie diş. Etyopya, Habeşistan,
éthiopien, ne s. ve ad. Habeş, Etyopyah;
Habeşistan'a ve Habeşlere değgin (Un éthiopien,
tangue éthiopienne).
éthique s. 1. Törel, "ahlâkî (Jugements éthiques.
Les développements éthiques d'un roman). 2. diş.
Töre; törebilim,
"ilmi ahlâk
(L'éthique
bourgeoise ne dérive pas de la Providence).
éthnie diş. Budun, "kavim,
éthnique s. Budunsal, "kavmî.
ethnographe ad. *Budunbetimci, "kavmiyatçi.
ethnographie diş. »Budunbetim, "kavmiyat.
ethnographique s. Budunbetimsel, "kavmî.
éthnologie diş. *Budunbilim, "ırkiyat,
éthnologique s. *Budunbilimsel.
éthnologue ad. *Budunbilimci.
éthologie diş. "Irabilim, "ilmi seciyye.
éthologique 5. "Irabilimsel.
éthylène er. kim. Etilen.
étiage er. coğr. (Akarsularda) Suyun çekilmesi,
soğulma; çekik su, çekik durum,
étier er. (Tuzlalarda) Deniz suyu kanalı,
étincelant, e 5. 1. Parlak, ışıl ışıl (Un soleil
étincelant). 2. Canlı, çakmak çakmak (Un regard
étincelant).
3.
Diri,
parlak
(Couleurs
étincelantes).
étinceler gsz. 1. Parlamak, ışıldamak (Lesdiamants
étincellent. La verrerie étincelle sous les lustres).
2. Balkımak, harelenmek (La surface de la mer
étincelle au soleil). 3. Etinceler de qch: ...saçmak
(Etinceler
d'esprit.
Ses yeux
étincellent
d'intelligence, de haine).
étincelle diş. 1. Kıvılcım (Jeter des étincelles. Une
étincelle électrique). 2. mec. Parıltı, ışıltı (Une
étincelle d'intelligence, de génie). 3. mec. Önemli
sonuçlar doğuran küçük neden. § Faire des
étincelles: tkz. İlle kendini göstermek, üzerine
dikkat çekmek için gülünç ve gereksiz davranışlar
yapmak. Jeter des étincelles: Kıvılcım saçmak.
étincellement
étincellement er. Işıldama, panldama, parlama,
étiolé, e s. 1. Solmuş, sararmış (Fleurs étiolées,
feuilles étiolées). 2. mec. Zayıflamış, sararıp
solmuş (Un enfant étiolé).
étiolement er. 1. Solma, sararma (L'étiolement
d'une plante, d'une fleur). 2. Zayıflama, sararıp
solma (L'étiolement d'un enfant). 3. Çöküş,
azalma (Etiolement de l'esprit, des facultés
intellectuelles).
étioler gçl. 1. Soldurmak, sarartmak (L'obscurité
étiole les plantes). 2. Zayıflatmak, sarartıp
soldurmak (Le manque de grand air étiole les
enfants). § S'étioler: 1. Solmak, sararmak (Une
plante qui s'étiole en appartement).
2.
Zayıflamak, sararıp solmak (La jeune fille
s'étiolait dans un logement insalubre). 3. mec.
Çökmek, azalmak, düşmek, gücünü yitirmek
(L'esprit, la mémoire s'étiolent dans l'oisiveté).
étiologie diş. fels. hek. 1. Nedenbilim. 2. Neden,
nedenler (L'étiologie d'une maladie).
étiologique s. 1. Nedenbilimsel. 2. Nedensel,
nedenlere değgin,
étique s. 1. Arık, cılız (Une vache étique. Une
plante étique). 2. Bir deri bir kemik, canlı cenaze
(Il est devenu étique).
étiquetage s. Etiket koyma, etiketleme,
étiqueter gçl. 1. Etiket koymak, etiketlemek
(Etiqueter une marchandise). 2. Damgalamak,
...damgası vurmak (Après son intervention, on
l'a aussitôt étiqueté. On l'a étiqueté comme
anarchiste, comme socialiste).
étiquette diş. 1. Etiket (Coller une étiquette sur un
livre. Mettre une étiquette sur un sac, sur un
colis). 2. mec. "Teşrifat, törensel davranış
(Supprimer toute sorte d étiquette). 3. mec.
Damga (Un homme politique qui refuse de se
laisser attribuer une étiquette déterminée).
étirage er. Çekip uzatma (Etirage des métaux à la
filière, des peaux).
étirement er. 1. Gerinme. 2. Germe (L'étirement
des bras).
étirer gçl. 1. Çekip uzatmak (Etirer les métaux, les
cuirs, le verre). 2. Germek, açmak (Etirer ses
bras, ses jambes). § S'étirer: 1. Gerinmek (Je
m'étire quand je m'éveille). 2. Kendini salmak,
gevşemek, çözülmek (Un tissu qui s'étire. Les
nuages s'étirent).
étireur, euse ad. 1. (Maden deri vb.) Çekme işçisi.
2. diş. (Maden, deri) Çekme makinası.
étisie, hectisie diş. Arıklık, cılızlık, aşırı zayıflık,
étoffe diş. 1. Kumaş (Etoffe de laine, de coton, de
soie). 2. mec. Gereç, harç (Il n'a pas épargné

553

étonnant
l'étoffe). 3. Konu (L'étoffe d'un roman). 4. mec.
Yetenek, cevher. § Avoir l'étoffe de: -niteliği,
yeteneği, cevheri olmak (Il a l'étoffe d'un chef,
d'un héros).
étoffé, e s. 1. Dolgun, tombul, semirik (Une
demoiselle étoffée). 2. İyi döşenmiş, ağır, zengin,
süslü (Une maison étoffée). 3. Gür, tok (Une voix
étoffée).
étoffer gçl.
1. Süslemek,
zenginleştirmek,
boşluklarını gidermek (Etoffer un récit, une
dissertation). 2. Daha belirgin bir kişilik
kazandırmak (Etoffer
un personnage).
§
S'étoffer: Toplamak, şişmanlamak (Ils'est étoffé
depuis qu'il fait du sport).
étoile diş. 1. Yıldız (Etoile à enveloppe: Kabuklu
yıldız. Etoile circumpolaire: Batmayan yıldız.
Etoile de comparaison: Dayanak yıldızı. Etoile
double, binaire: Çiftyildiz. Etoile de Matin:
Sabah yıldızı. Etoile du Soir, Etoile du Berger:
Akşam yıldızı, Çoban Yıldızı. Etoile filante:
Akan yıldız. Etoile fixe: Duran yıldız. Etoile
jeune: Genç yıldız. Etoile polaire: Demirkazık,
Kutup Yıldızı. Etoile principale: Başyıldız. Etoile
pulsative: Zonklayan yıldız. Etoile standard:
Ayar yıldızı). 2. Yıldız biçiminde süs, yıldız (Un
généra! à trois étoiles). 3. Yıldız, şans, talih, baht
(Il a toujours eu confiance en son étoile. Son
étoile a pâli). 4. Birçok yolların açıldığı büyük
alan, kavşak (C'est une sorte d'étoile où
concourent quelques allées). 5. Parlak sanatçı,
yıldız (Une étoile de cinéma). § Etoile de mer:
hayb. Denizyıldızı. A la belle étoile: Açık havada,
yıldız palasta (Coucher à ta belle étoile). Etre né
sous une mauvaise étoile: Şanssız olmak, bahtı
kara olmak.

étoilé, e s. Yıldızlı (Un ciel étoilé, une nuit étoilée).


§ La bannière étoilée: Amerikan bayrağı,
étoilement er. 1. Yıldızlanma, yıldızlarla kaplanma
(L'étoilement du ciel se faisait peu à peu, étoile
par étoile). 2. Yıldız biçiminde çatlama
(L'étoilement d'une vitre).
étoiler gçl. 1. Yıldızlarla donatmak (Les astres qui
étoilent le ciel). 2. Yıldız biçiminde çatlatmak
(Etoiler une glace, une vitre). § S'étoiler:
Yıldızlarla donanmak (Le ciel s'étoile).
étole diş. 1. Papazların âyin boyun atkısı. 2.
Kadınların süs boyun atkısı, boyun kürkü (Une
étole de vison).
étonnamment bel. Şaşılacak denli, şaşılacak ölçüde
(Il a étonnamment vieilli).
étonnant, e s. 1. Şaşırtıcı, şaşkınlık verici (Une
nouvelle étonnante). 2. Olağanüstü, usalmaz (Un
étonnement

554

étourdissant

étonnant succès, une femme étonnante). 3.


Şaşılacak (Un homme étonnant).
étonnement er. 1. (Eskiden) Sert sarsıntı. 2. (Şimdi)
Şaşma, şaşkınlık (Il m'a rempli d'étonnement). §
Ne pas manifester d'étonnement: Şaşkınlık
göstermemek,
étonner gçl. 1. (Eskiden) Yıldırımla vurulmuşa
çevirmek. 2. Çok sarsmak, çatlatmak, çatlak
açmak (Etonner une voûte, un diamant). 3.
. Şaşırtmak, hayrete düşürmek (Ce départ inopiné
a étonné tout te monde. Un vieillard qui étonne
son entourage par sa vivacité d'esprit). 4. Etre
étonné de: -e şaşmak, hayret etmek (Je suis
étonné des succès de cet élève). § S'étonner: 1.
Şaşmak (S'étonner à la vue d'un spectacle, à
l'annonce d'une nouvelle. Ne t'étonne pas s'il te
trahit un jour). 2. S'étonner de qch, de f. qch: -e
şaşmak; -diğine şaşmak (Il s'étonne de tout. Je
m'étonnais de ne voir personne sur la place en
plein midi).

sous les décombres). § Etouffer qch dans l'œuf::


-i daha doğmadan boğmak, bastırmak, ortadan
kaldırmak (Etouffer un complot dans, l'ueuj).
Etouffer de rire: tkz. Gülmekten katılmak. §
S'étouffer: 1. Tıkanmak, boğulur gibi olmak
(S'étouffer en mangeant, en avalant de travers).
2. Birbirini boğmak (Ils se sont étouffés).
étouffoir er. 1. Kor söndürme kabı. 2. (Piyanoda)
Titreşimleri durduran mekanizma. 3. mec.
Havasız oda.
étoupe diş. 1. Kıtık. 2. Üstüpü. § Avoir les cheveux
comme de l'étoupe: Saçları çalı gibi olmak.
Mettre le feu aux étoupes: Herkesi birbirine
katmak; ortalığı kızıştırmak,
étouperg/f. Kıtıkla doldurmak, üstüpü ile tıkamak
(Etouper un bateau, étouper les fentes d'un
tonneau). § S'étouper les oreilles: Kulaklarına
pamuk tıkamak,
étoupille diş. (Topun yada taş lağımının) Yemleme
fitili.

étouffage er. İpekböceği tırtıllarını öldürme; arıları


geçici olarak havasız bırakma,
étouffant, e s. Boğucu (Une chaleur étouffante.
Une atmosphère familiale
étouffante).
étouffée diş. Buğulama. § A l'étouffée: Buğulama
olarak, haşlama (Cuire à l'étouffée. Viande à
l'étouffée).
étouffement er. 1. Soluğu tıkanma, boğulma,
soluksuz kalma (Crise d'étouffement causée par
l'asthme). 2. Havasızlık (Mourir
d'étouffement).
3. ö r t bas etme, gizleme (L'étouffement
d'un
scandale, d'une affaire). 4. Bastırma, bastırılma
(L'étouffement d'une révolte, d'un complot).
étouffer gçl. 1. (Havasızlıktan) Boğmak (Il s'est
défait du bâillon qui l'étouffait). 2. Boğmak,
boğazlamak, boğarak öldürmek (Le malfaiteur a
étouffé sa victime). 3. Söndürmek (Etouffer un
incendie). 4. Bastırmak, duyulmasına engel
olmak (Etouffer un bruit. Un tapis qui étouffe les
pas). 5. Tutmak (Etouffer un bâillement, un
soupir, un sanglot). 6. Sarmak, boğmak,
büyümesine engel olmak (Les mauvaises herbes
qui étouffent les fleurs). 7. Bunaltmak (Ces
chaleurs m'étouffent).
8. Susturmak (Etouffer
l'opposition, l'opinion publique). 9. Bastırmak
(Etouffer une révolte). 10. Örtbas etmek, hasıraltı
etmek (Etouffer un scandale, une affaire). 11.
Gizlemek, içine atmak, tutmak (Etouffer ses
sentiments, ses émotions). 12. Etouffer qn de:
Birini -lere boğmak (On l'étouffait de caresse,
d'étreintes). 13. gsz. Havasızlıktan bunalmak,
boğulur gibi olmak (Il commençait à étouffer

étoupiller gçl. (Topa) Yemleme fitili koymak,


étourderie diş. Yelteklik, hoppalık, şaşkınlık,
düşüncesizlik (Il a agi par étourderie). §
Commettre, faire, une étourderie: Düşüncesizlik
etmek.
étourdi, e s. ve ad. Düşüncesiz, yeltek, hoppa,
şaşkın (Un étourdi, une étourdie. Une jeune fille
étourdie). § A l'étourdie: Düşüncesizce, şaşkınca,
hoppaca (Agir, courir à l'étourdie).
étourdiment bel. Düşüncesizce, şaşkınca; ölçüp
biçmeden (Agir, parler étourdiment. Se lancer
étourdiment dans une affaire).
étourdir gçl. 1. Sersemleştirmek (Un choc sur ta tête
l'a étourdi). 2. Serseme çevirmek, kafasını kazan
gibi yapmak (Tout ce brouhaha m'étourdit). 3.
Başını döndürmek, sarhoş gibi etmek (Les éloges
l'ont étourdi. Ces parfums m'étourdissent). 4.
Etourdir qn de qch: -ile serseme çevirmek (Ces
petits garçons nousétourdissent de leur babillage).
5. Etre étourdi de qch: -den başı dönmek, sarhoş
olmak (Etre étourdi de gloire, de fortune). §
Etourdir la douleur: Ağrıyı, acıyı uyuşturmak.
Etourdir l'eau: Suyu hafifçe ılıştırmak. Etourdir
la viande: Eti şöyle bir ateşe göstermek,
öldürmek, hafifçe pişirmek. § S'étourdir: 1.
Sarhoş olmak, kendini unutmak, kendi kendini
avutmak (Chercher à s'étourdir pour oublier son
chagrin, ses soucis). 2. S'étourdir de qch: -ile
sarhoşa dönmek, sersemlemek (S'étourdir de
paroles).
étourdissant, e s. 1. Şaşırtıcı, şaşkınlık verici (Un
succès étourdissant). 2. Sersemletici (Un bruit
étourdissement
étourdissant).
étourdissement er. 1. Baş dönmesi (Un léger
étourdissement causé par la pipe. Avoir un
étourdissement). 2. mec. Büyük şaşkınlık. 3.
Kendi kendini avutma,
étourneau er. 1. Sığırcık, sığırcık kuşu. 2. mec.
Kafasız, düşüncesiz, şaşkın (Cet étourneau a
oublié d'indiquer son adresse).
étrange s. Tuhaf, acayip, olağandışı (Une conduite
étrange, un sourire étrange. Il a un air étrange).
étrangement bel. 1. Çok, son derece (Paris est
étrangement grand). 2. Tuhaf şekilde, acaip
biçimde (Il est étrangement habillé. Il nous a
étrangement traités).
étranger, ère s. ve ad. 1. Yabancı (Une langue
étrangère, un pays étranger). 2. Dış (Le Ministère
des Affaires étrangères). 3. Etranger à: a) -e
yabancı olan (Je suis étranger à ce sujet. Ce visage
ne m'est pas étranger), b) -i bilmeyen, -ile ile ilgisi
olmayan, -den haberi olmayan (Il est étranger aux
idées du temps. Il est étranger à ce complot, à
cette affaire). 4. ad. Yabancı, "ecnebi (Un
étranger qui réside en Turquie). 5. er. Yabancılar,
düşman (Pays envahi par l'étranger). 6. er.
Yabancı ülke, dışarı (Aller, voyager à l'étranger).
étrangeté diş. 1. Tuhaflık, acaiplik, gariplik,
gülünçlük (N'avez-vous pas été frappé par
l'étrangeté de sa conduite?). 2. Olağandışılık,
anormallik (Il y a plusieurs étrangetés dans ce
récit). 3. Özgünlük, alışılmamışlık (Les critiques
étaient déconcertés par l'étrangeté du spectacle).
étranglé, e s. 1. Boğulmuş, boğazlanmış. 2. Çok
sıkılmış, sıkışmış, darlaşmış (Une
taille
étranglée). 3. Kısık, boğuk, boğuklaşmış, kısılmış
(Une voix étranglée).
étranglement er. 1. Boğma, boğarak öldürme
(Etranglement d'un condamné). 2. Boğulma,
soluksuz kalarak ölme (Un chien qui a failli périr
d'étranglement).
3.
Kısılma,
boğuklaşma
(L'étranglement de sa voix trahissait son
émotion). 4. Sıkışma (Elle est morte d'un
étranglement
à la gorge). 5. Daralma
(Etranglement d'une vallée). 6. Dar yer, boğaz
(Etranglement d'une canalisation, d'une rue). 7.
Kısıtlama; kısıtlanma (Etranglement des libertés).
étrangler gçl. 1. Boğmak, boğazlamak (Le criminel
a étranglé la locataire). 2. Sıkmak, iyice
sıkıştırmak (Etrangler la taille, étrangler un
tuyau). 3. Kısıtlamak (Etrangler la presse, les
libertés). 4. Soluğunu, boğazını tıkamak
(L'émotion
l'étranglait).
§ S'étrangler: 1.
Tıkanmak, soluğu kesilmek (S'étrangler de

555

être
colère, d'émotion). 2. Kısılmak, boğuklaşmak
(Une voix qui s'étrangle).
étrangleur, euse ad. Boğan, boğarak öldüren (La
police est sur la piste de l'étrangleur). § Avoir des
mains d'étrangleur: Yaba gibi elleri olmak, güçlü
ve kaba elleri olmak,
étrave diş. (Gemide) Pruva bodoslaması,
être gsz. 1. Var olmak (Je pense, donc je suis:
Düşünüyorum, öyleyse varım). 2. Olmak; -imek
(Il sera poète: Ozan olacak. Je suis avocat:
Avukatım. Tu es sale: Pissin. La mer est bleue:
Deniz mavidir). 3. (Eylemi edilgen yapmaya
yarar) (Etre aimé: sevilmek, être vu: görülmek).
4. (Mişli yada dili geçmiş zaman) Gitmek (J'ai été
à Paris, au cinéma. J'ai été l'accompagner). S.
Bulunmak (Il a été très longtemps en Turquie). 6.
Yaşamak, hayatta olmak (Qui sait si nous serons
demain? Il n'est plus). 7. Etre à qn: a) -in olmak,
-e ait olmak (Ce livre est à moi, cette maison est
à mon oncle), b) -in hizmetinde, emrinde, olmak
(Dans dix minutes je suis à vous). 8. Etre de: a)
-li olmak (I! est de Bursa: Bursalıdır), b) -den
olmak (Cet enfant est de lui, vous êtes de la
famille). 9. Etre en: a) -de olmak (Nous sommes
en mars, en hiver), b) -giyinmiş olmak (Etre en
blanc; être en smoking, en pyjama). 10. Etre pour
f. qch: -mek üzere olmak (J'étais pour sortir). 11.
Etre pour qn, qch: -in lehinde olmak, -den yana
olmak (Je suis pour ce parti, pour cet homme,
pour cette idée). 12. Etre contre qn, qch: -e karşı
olmak, -in aleyhinde olmak (Il est contre nous.
Tu es contre cette doctrine). 13. Etre à qch, à f.
qch: -ile uğraşmak; -mekle uğraşmak, -mekte
olmak (H est à son travail, il est à travailler). 14.
Etre sans qch: -siz olmak (Etre sans chemise, sans
bras, sans abri). 15. Etre à f. qch: -mesi gerekmek
(Ce dossier est à compléter. Tout est à refaire).
16. Etre à qn de f. qch: a) -mek sırası., de olmak
(C'est à vous de parler), b) -mek... e düşmek (Ce
sera encore à nous de défendre la patrie). §
Comme si de rien n'était: Hiçbir şey olmamış gibi
(Il agit comme si de rien n'était). Fût-ce... i -bile
olsa (Venez me visiter, fût-ce une fois par mois:
Ayda bir bile olsa ziyaretime gelin). Il est...: -1er
vardır, mevcuttur (Il est des gens que la vérité
effraie).\\ n'est que de f. qch: -mek gibisi yok; en
iyisi -mektir (I! n 'est que de s'entendre). Ne seraitce que...: -bile olsa (Venez
me visiter, ne serait-ce
qu'une fois par mois: Ayda bir bile olsa
ziyaretime gelin). N'était, si ce n'était...: ...
olmasaydı (N'était l'amitié qu 'il a pour moi, il me
dénoncerait). Toujours est-il que: Her hal ve
être
kârda, yine de, ne de oisa, ne olursa olsun
(Toujours est-il qu'on n'est pas d'accord sur les
concessions à faire). En être encore là: Hâlâ
koyduğu yerde otlamak, hâlâ o eski havalarda
olmak. En être pour qch: -si yamna kâr kalmak,
-sini yitirmek (En être pour sa peine, pour son
argent) En être: Katılmak, iştirak etmek (Nous
organisons une réception, en serez-vous?). En
être à: -e varmak, gelmek, erişmek; -de olmak
(Nous en sommes à la moitié du chemin. Ils en
sont à ta page 343). Ne pas être sans f. qch: -mez
olmamak (Vous n'êtes pas sans savoir que la
situation est grave). Y être: Anlamak, kavramak
(J'y suis: Anladtm.
Vous n'y êtes pas:
Anlamadınız,
kavrayamadınız).
être er. 1. Varlık, yaratık, var olan şey; insan
bilincinden bağımsız olarak var olan (Les êtres
vivants. L'être et le néant). 2. Kişi, kimse (Un être
aimé. Un seul être vous manque, et tout est
dépeuplé). 3. tkz. Adam, herif (C'est un être
bizarre. Quel drôle d'être!). 4. İç, yürek, °derun
(Nous étions bouleversé au profond de notre
être). § L'Etre suprême, l'Etre éternel: Tanrı.
L'Etre fini: İnsan. De tout son être: Yürekten,
çok içten (Désirer quelque chose de tout son être).
Donner l'être à qn: Doğurmak, vücut vermek,
étrécir gçl. Daraltmak. § S'étrécir: Daralmak (La
vallée s'étrécit).
étrécissement er. Daraltma; daralma,
étreindre gçl. 1. Kucaklayıp sarılmak, kollarında
sıkmak (Il étreignit longuement son fils qu'il avait
cru perdre). 2. Sarılmak, tutunmak (Etreindre
une épave qui vous sauve de la noyade). 3.
Sarmak, kaplamak (Le regret du passé étreignait
son coeur. Une vive émotion nous a étreints). 4.
Sımsıkı yakalamak, kavramak, sarmak (Un
lutteur qui étreint son adversaire). § S'étreindre:
Kucaklaşmak, birbirine sarılmak (Les deux
amants s'étreignirent).
étreinte diş. 1. Sıkma (L'étreinte d'une main). 2.
Sıkıştırma, çember, sarma (L'armée resserre son
étreinte autour de l'ennemi). 3. Sarma, kaplama
(L'étreinte de la douleur). 4. Kucaklama,
kucaklaşma; sarma, sarılma (S'arracher aux
étreintes de quelqu'un: Birinin kollarından
kendini kurtarmak).
étrenne diş. 1. Siftah, ilk kez kullanma (Cet objet
est neuf, vous en aurez l'étrenne). 2. Armağan,
hediye; andaç (Je vous donne cela en étrenne). 3.
ç. Yılbaşı hediyesi, bayram armağanı (Les
facteurs sont venus chercher les étrennes. Il a eu
de belles étrennes. N'oubliez pas de donner des

556

étrivière
étrennes au concierge). § Avoir l'étrenne de qch -i
ilk kez kullanmak, tatmak, siftah etmek,
étrenner gçl. 1. İlk kez kullanmak, giymek, tatmak,
siftah etmek (Etrenner une robe, un costumé, une
valise). 2. gsz. hlk. Kahra uğramak, azarlanmak,
dövülmek (On a frappé les responsables,
malheureusement c'est lui qui a étrenné).
étrésillon er. Kazılarda yan toprağı tutmak için
konulan payanda,
étrésillonnement er. Payandalama.
étrésillonner gçl. Payandalamak.
étrier er. 1. Üzengi. 2. anat. Üzengi kemiği. § Avoir
le pied à l'étrier: Gitmek üzere olmak; mesleğinde
başarı yoluna girmek. Boire le coup de l'étrier:
Yola çıkmadan son bir kadeh içmek. Etre ferme
sur ses étriers: 1. Durumu sağlam olmak. 2.
Düşünce ve kararlarında kesin olmak. Mettre le
pied à l'étrier à qn (Bir işin başlangıcında) Birine
yardımcı olmak, işini kolaylaştırmak. Perdre,
quitter, vider les étriers: 1. Ayağı üzengiden
çıkmak. 2. mec. Düşmek, devrilmek. Tenir
l'étrier à qn: mec. Birine kolaylık sağlamak,
ekmeğine yağ sürmek,
étrille diş. 1. Kaşağı (Panser une jument avec une
étrille). 2. hayb. Bir cins çağanoz,
étriller gçl. 1. Kaşağılamak (Etriller un cheval). 2.
Hırpalamak, dövmek (Etriller un enfant, une
femme). 3. hlk. Kazıklamak, çok pahalıya
satmak (Etriller un client). § Se faire étriller:
Kazıklanmak, çok para ödemek (Nous nous
sommes fait étriller dans cet hôtel).
étripage er. 1. (Bir hayvanın) İçiriklerini, iç
organlarını çıkarma (L'étripage des animaux dans
les abattoirs. Etripage des poissons). 2. mec. tkz.
Öldürme, barsaklarını dökme,
étriper gçl. 1. (Bir hayvanın) İçiriklerini, iç
organlarını çıkarmak, temizlemek (Etriper un
lièvre, un poulet, un poisson). 2. Etriper qn: tkz.
Bıçaklamak, barsaklarını deşmek, öldürmek §
S'étriper: tkz. Birbirini bıçakla yaralamak,
birbirini öldürmek,
étriqué, e s . 1. Dapdaracık, dar (Un complet
étriqué. Un paletot étriqué). 2. Pek sınırlı, küçük
(Un esprit étriqué. Mener une vie étriquée).
étriquer gçl. 1. Daraltmak, kısaltmak (Les corsets
étriquent la taille de nos femmes). 2. İnce
göstermek; zayıf göstermek (Cette coupe de veste
vous étriqué). 3. Yontmak, inceltmek (Etriquer
une pièce de bois).
étrivière diş. Üzengi kayışı (Allonger, raccourcir les
étrivières). § Donner les étrivières, les coups
d'étrivières à qn: Birini kayışla dövmek.
étroit
étroit, es. 1. Dar (Rue Étroite, fenêtres étroites,
vêtement étroit, épaules étroites). 2. mec. Dar,
sınırlı, dar görüşlü (Avoir l'esprit étroit). 3. Sıkı
(J'ai avec lui des relations étroites. Les liens
étroits de l'amitié). 4. Kesin (Il a assuré une
étroite coordination entre deux services. Une
étroite obligation. Un étroit devoir). § A l'étroit:
1. Sıkışık bir halde, sıkışarak, sıkışmış (Ils sont
logés bien à l'étroit. Je suis à l'étroit dans ce
costume). 2. Darlık içinde, kıt kanaat, yoksulca
(Vivre à l'étroit).
étroitement bel. 1. Sıkışık bir halde, sıkışarak (H est
logé étroitement). 2. Sıkıca, sıkı sıkıya (Respecter
étroitement ses engagements). 3. Yakından
(Surveiller quelqu 'un étroitement).
étroitesse diş. 1. Darlık (L'étroitesse d'une rue). 2.
mec. Darlık, sınırlılık (L'étroitesse
d'esprit.
L'étroitesse des penséss).
étron er. Katı pislik, insan yada hayvan pisliği (Les
étrons de chien).
étrusque s. ve ad. 1. Etrüsk; Etrüskelere değgin (Le
peuple étrusque, l'art étrusque). 2. er. Etrükskçe,
Etrüsk dili.
étude diş. 1. İrdeleme, inceleme, "tetkik "tebebbu.
2. İnceleme (L'étude d'un projet, d'une question,
d'un contrat, du coeur humain, d'un texte). 3.
Çalışma (Se consacrer à l'étude du grec.
Abandonner l'étude du piano). 4. Hazırlayıcı
çalışma, çalışma (Peintre qui fait des études de
main). 5. Çalışma saati, "mütalâa saati (Faire ses
devoirs à l'étude. Maître d'étude). 6. Çalışma
odası, "mütalâa odası (L'étude était une grande
salle ornée d'un poêle classique). 7. İnceleme,
araştırma (Avant de se lancer dans ta fabrication
de ce produit, on a procédé à des études de
marché) 8. Noter kalemi, noterlik 9. (Bir konu
üzerinde) Özel çalışma, inceleme yapıtı (I! a
publié une étude sur le vocabulaire politique). 9.
ç. Öğrenim, "tahsil (Etudes
obligatoires,
gratuites.
Etudes
primaires,
secondaires,
supérieures. Etudes de médecine, de droit). § Etre
à l'étude: İncelenmekte olmak, incelemeye
sunulmak (Ce projet est à l'étude). Faire ses
études: Okumak, öğrenim yapmak (Il a fait ses
études à ta Faculté de Médecine). Mettre qch à
l'étude: -i incelemeye sunmak, inceletmek (Mettre
un projet de loi à l'étude).
étudiant, e ad. 1. Üniversite öğrencisi (Les étudiants
de ta faculté des sciences. La vie d'étudiant). 2. s.
Öğrencilere özgü, öğrencilikle ilgili (Il a un air
étudiant. La vie étudiante).
étudié, e s. 1. İyice hesaplanmış, iyice ölçülüp
557

étymon

biçilmiş, iyi hazırlanmış, dikkatli, hesaplı (La


coupe de cette robe est très étudiée). 2. Yapmacık,
özentili, zorlama (Un geste étudié. Il affectait une
nonchalance étudiée).
étudier gçl. 1. Öğrenmek, öğrenmeye çahşmak,
okumak (Etudier te piano, le français). 2.
İncelemek (Etudier un problème, la nature, le
coeur humain. Etudier un projet, un dossier, un
plan). 3. Araştırmak, bulmaya çalışmak (Etudier
les moyens d'en sortir). 4. gsz. Okumak, öğrenim
yapmak (Il a étudié dans une université anglaise).
5. gsz. Çalışmak, el alıştırması yapmak, temrin
yapmak (Ce pianiste étudie plusieurs heures par
jour). § S'étudier: 1. Kendi kendini incelemek (A
force de s'étudier, il a deviné la cause de ses
maladies). 2. Kendine pek dikkat etmek, kendini
pek önemli görmek (Cette actrice s'étudie trop,
elle manque de naturel). 3. Birbirini incelemek,
ölçüp biçmek, tartmak (Des adversaires qui
s'étudient). 4. S'étudier i f. qch: -meye çok
dikkat etmek, çalışmak, özen göstermek (II
s'étudie à satisfaire tout le monde).
étui er. Kılıf, kutu (Etui à violon, à cigarettes, à
lunettes).
étuvage, étuvement er. Etüvden geçirme, etüvleme.
étuve diş. 1. Hamam halveti, hamam (Etüve des
thermes romains. Chaleur d'étuve). 2. Hamam
gibi sıcak yer, çok sıcak yex(Quelleétuve! ouvrez
les fenêtres). 3. Etüv (Etuve à désinfection, à
stérilisation. Passer la literie d'un malade à
l'étuve).
étuvée diş. 1. Buğulama, buğuda pişirme. 2.
Buğulama (yemek) (Une étuvée de pigeons). § A
L'étuvée:
Buğulaması
yapılmış,
buğuda
pişirilmiş, haşlama (Aliments à l'étuvée, pommes
de terre à l'étuvée).
étuver gçl. 1. Etüvden geçirmek. 2. Sıkıca kapalı
tencerede kendi buharıyla pişirmek, buğulama
yapmak (Etuver des pigeons).
étymologie diş. dilb. 1. *Kökenbilim. 2. Sözcük
kökü, sözcük kaynağı (La plus grande partie des
mots français ont une étymologie latine).
étymologique s. 1. "Kökenbilimsel (Dictionnaire
étymologique). 2. Sözcüğün köküne, kaynağına
değgin, köksel, kaynaksal (Le sens étymologique
d'un mot).
étymologiquement bel. Kökenbilim bakımdan; kök
bakımından, kaynak bakımından (Vertu signifie
étymologiquement force).
étymologiste ad. "Kökenbilimci, kökenbilim
uzmanı,
étymon er. dilb. Köken.
eucalyptus
eucalyptus er. Okaliptüs ağacı,
eucharistie diş. Katoliklerce, İsanın etini ve kanını
temsil etmek üzere ekmek ve şarap kullanılarak
yapılan kutsallama âyini,
eucologe er. Dua kitabı, »yakarı betiği,
eudémonisme
er.
fels.
Mutçuluk,
insan
davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiği
görüşüne dayanan törebilimsel akım.
eudiomètre er. kim. Odyometre,
eugénique diş. , eugénisme er. hayb. İnsan dölünü
iyileştirme ve ırkları arıtma bilimi, *soyarıtımı,
öjenik.
eugéniste ad. İnsan dölünü iyileştirme bilimi
yanlısı; öjenik uzmanı, *soyarıtımcı.
euglène diş. hayb. Öglena.
euh iirtl. 1. (Şaşma ve kuşku gösteren ünlem) A!
(Euh, avait-i! fait cela?: A, bunu yapmış mıydı?
C'est comme je vous le dis! -Euh! vous êtes sûr?
Tam size söylediğim gibi!-A! emin misiniz?). 2.
(Ne evet ne hayır dememek, yanıtı karşısındakine
bırakmak için kullanılan bir ünlem) ııı, hııım
(Alors, cela vous plaît?-Euh! euh...
Peki
hoşunuza gidiyor mu? -Htm? bilmem?).
eunuque er. 1. Hadım, 2. Harem ağası,
eupatoire diş. bitb. Sukeneviri.
euphémique s. ed. *Örtmeceli, örtmeceye değgin
(Expression euphémique).
euphémiquement bel. Örtmeceli olarak (Le lavabo,
comme il disait euphémiquement pour cabinet).
euphémisme er. dilb. örtmece, *edeb-i kelâm ("Il
n'est pas génial" est un euphémisme pour "il
n'est guère intelligent").
euphonie diş. dilb. *Akışma, ses akışması, seslerin
hoş bir biçimde birbirine eklenmesi,
euphonique 1. s. Akışmalı (ses). 2. diş. dilb.
Koruma ünsüzü,
euphorbe diş. bitb. Sütleğen.
euphortoiacées diş. ç. bitb. Sütleğengiller,
euphorie diş. hek. 1. Kendini iyi hissetme, sağlık
durumunu iyi görme, keyif, keyiflilik (Euphorie
provoquée par les stupéfiants; euphorie éprouvée
aux approches de la mort). 2. Rahatlık, erinç,
mutluluk, esenlik (Une légère ivresse peut
produire une euphorie passagère).
euphorique s. Mutlu, esen, keyifli (Etre dans un
état euphorique).
euphuisme er. ed. Ufuisçilik, onaltınca yüzyıl
sonlarında Euphues adındaki ingiliz romanında
kullanılmış olan bir çeşit özenticilik,
eurasiatique s. coğr. Avrasyaya değgin,
eurasie diş. coğr. Avrasya, birbirinden kesin doğal
sınırlarla ayrılmamış olan Avrupa ile Asya'ya
558

évader
birlikte verilmiş bulunan ad.
eurasien, ne s. ve ad. 1. Avrasyaya değgin. 2.
Avrasyalı (Les Eurasiens).
européanisation
diş.
Avrupalılaştırma;
Avrupalılaşma,
européaniser
gçl.
Avrupalılaştırmak.
§
S'européaniser: Avrupalılaşmak (La Turquie
cherche à s'européaniser).
européanisme er. 1. Avrupalılık. 2. Avrupacılık.
européen, ne s. ve ad. 1. Avrupa'ya değgin,
avrupalıyla ilgili (La géographie européenne). 2.
Avrupalı (Des Européens établis en Afrique). § A
l'européenne: Avrupalıca, Avrupalılar gibi (Il est
vêtu à l'européenne).
eurovision diş. Avrupa radyo-televizyon birliği,
Avrupa televizyon
yayınları
(Match
en
Eurovision).

eurythmie diş. 1. Plastik bir yapıtta çizgiler


arasındaki orantı. 2. Seslere uyum. 3. mec. ruhb.
Yetilerde denge, yeti dengesi,
eustache er. tkz. Kavgada kullanılmak üzere cepte
taşınan tahta saplı kaba bıçak (Tirer son
eustache).
euthanasie diş. 1. Acı çekmeden, eziyetsiz ölüm. 2.
(Onulmaz hastalık vb gibi durumlarda)
Öldürmeye izin verme (La législation française
condamne l'euthanasie qu'elle considère comme
un assassinat).
eux, elles adıl. Onlar (Je ne sortirai plus avec eux).
évacuant, e s. hek. 1. Barsakları boşaltıcı, peklik
giderici (Un mélange évacuant). 2. er. Peklik
giderici ilâç.
évacuation diş. 1. hek. Boşaltılma, boşaltma;
boşaltılan şey, boşaltı. 2. Boşaltma, bırakıp
gitme, "tahliye (Evacuation d'un territoire par ta
population. Evacuation d'un bateau en perdition,
d'une ville). 3. Başka yere gönderme, başka yere
götürme; "tahliye (Evacuation des blessés, des
prisonniers).
évacuer gf/. 1. Vücuttan atmak, çıkarmakfZe corps
évacue les toxines par la sueur, l'urine). 2. Bir
yerden alıp götürmek, başka yere aktarmak (A
l'approche de l'armée ennemie, on décida
d'évacuer les malades). 3. Boşaltıp atmak
(Evacuer les eaux d'égout). 4. Boşaltmak, bırakıp
gitmek,' "tahliye etmek (Evacuer une ville, une
forteresse, un navire).
évadé, e s. 1. Kaçmış (Un prisonnier évadé). 2. ad.
Kaçak, kaçkın (Reprendre, capturer un évadé).
évader (s') gsz. 1. Kaçmak (Le prisonnier s'est
évadé par la fenêtre). 2. S'évader de: a) -den
gizlice kaçmak, "firar etmek (S'évader d'une
évaluable

559

prison, d'un camp de prisonniers),


b) -den
sıvışmak, çekip, gitmek (S'évader d'un
salon,
d'une
maison),
c) -den bilerek
kurtulmak,
uzaklaşmak
(S'évader

kaçmak,
de
sa

condition, de ses soucis). 3. mec. Kaçıp gitmek,


kendini atmak, şöyle bir dolaşmak
(S'évader
quelques heures à la campagne, le dimanche après
midi).
évaluable

s.

Tahmin

edilebilir,

hesaplanabilir,

kestirilebilir (Une foule difficilement


évaluable).
évaluation diş. 1. Değer biçme, değerlendirme. 2.
Hesaplama, tahmin etme, kestirme, "tahmin
(Evaluation d'une distance, d'une
longueur).
évaluer gçl. 1. Değer biçmek (L'arbitre a évalué les
dommages).
2. Tahmin etmek, kestirmece
hesaplamak, kestirmek (Evaluer un volume, une
distance).
évanescence diş.
"siliniklik.

Uçan

kaçan

nitelikte

olma,

évanescent, e 5. Uçan kaçan, gittikçe küçülüp


gözden yiten, silinik (Image
évanescente.
Impression
évanescente).
évangéliaire er. Kilise duaları kitabı,
évangélique s.
1. İncile değgin
(Doctrine
évangélique. La morale évangélique).
2. tncile
uygun. 3. ad. Protestan (Les
évangéliques).
évangélisateur, trice s. ve ad. Hıristiyanlığı yayıcı
(La mission évangélisatrice
de l'Eglise.
Un
évangélisateur).
évangélisation diş. Hıristiyanlaştırma, İncil yoluna
getirme; İncil yoluna girme, Isa öğretisini
benimseme.
évangéliser gçl. Hıristiyanlaştırmak, Isa öğretisini
kabul ettirmek, İnci yoluna getirmek (Evangéliser
une nation, un pays).
évangéliste er. Kilisece geçerli sayılan dört İncilden
herhangi birinin yazarı, bunlar Matta, Markos,
Luka, Yohanna adlı dört havaridir,
évangile er. 1. İsa'nın öğretisi (Des
missionnaires
partis pour prêcher l'évangile dans des pays
lointains). 2. (Büyük harfle) İncil (Les quatres
Evangiles reconnus par l'Eglise catholique
sont
ceux de saint Mathieu, saint Marc, saint Luc et
saint Jean). 3. mec. Temel kitap (Ce petit livre
était devenu son évangile politique).
§ Parole
d'Evangile: Tanrı kelâmı, yüzde yüz doğru söz,
doğruluğu üzerinde tartışma yapılmaz söz (Tout
ce qu'il dit n'est pas parole
d'évangile).
évanouir (s') gsz. 1. Yitip gitmek, yok olmak,
ortadan çekilmek (Fantôme qui se manifeste et
s'évanouit
brusquement.
Sentiments,
souvenirs
qui

s'évanouissent).

2.

Bayılmak,

kendinden

évasivement
geçmek (Elle s'évanouit
à la vue du sang). 3.
S'évanouir de qch: -den düşüp bayılmak
(S'évanouir
d'émotion,
de
douleur,
d'épuisement).
évanouissement

er.

1. Yok

olma,

yitip

gitme

(L'évanouissement
des rêves, des illusions, des
souvenirs). 2. Baygınlık, bayılma (Il a eu un
évanouissement
en apprenant
cette
terrible
nouvelle.
prolongé).

Revenir

d'un

évanouissement

évaporable s. Buharlaşabilir, buğulaşabilir, uçup


gidebilir.
évaporation diş. 1. Buharlaşma, buğulaşma, uçup
gitme (Evaporation spontanée des eaux naturelles
à l'air libre). 2. Buharlaştırma, buğulaştırma (On
obtient du sel par évaporation de l'eau de mer).
évaporatoire s. Buharlaştırıcı, buğulaştırıcı,
évaporé, e s. ve ad. tkz. H o p p a , yeltek, uçarı (Une
jeune fille évaporée. C'est une évaporée, on ne
peut pas se fier à elle).
évaporer gçl. Buharlaştırmak,
buğulaştırmak,
uçurmak (Evaporer
lentement
un liquide). §
S'évaporer: 1. Buharlaşmak, buğulaşmak, uçup
gitmek (Les
liquides
volatiles
s'évaporent
facilement.
Toute l'eau du linge s'est
évaporée).
2. mec. Uçup gitmek, yok olmak, dağılmak (Ses
bonnes résolutions se sont évaporées). 3. mec.
tkz. Sırra kadem basmak, u ç u p gitmek, ortadan
kaybolmak (A peine arrivé, il s'évapore. Ce livre
ne s'est tout de même pas évaporé!). 4. mec. tkz.
Hoppalaşmak, havalanmak,
évasé, e s. Geniş ağızlı (Amphore
évasé.
Jupe
évasée. Entonnoir
évasé).
évasement er. 1. Ağzını genişletme, deliğini
genişletme (L'évasement
d'un entonnoir,
d'un
tube, d'un trou). 2. Genişleme, ağzı genişleme,
genişlik, genişleşme (L'évasement
des flancs).
évaser gçl. Ağzını, deliğini genişletmek (Evaser un
tube, un trou, un tuyau, un conduit). § S'évaser:
Ağzı genişlemek, genleşmek (Manches
qui
s'évasent au poignet).
évasif, ive s. Kaçamak, kaçamaklı (Une réponse
évasive).
évasion diş. 1. Kaçma (Toute évasion de cette
prison paraît
impossible).
2. mec.
Kaçma,
kurtulma, dışına taşma (Evasion hors de la réalité
par le sommeil. Besoin d'évasion).
3. Kafasını
dinleme, birazcık dinlenme (Ils ne dédaignent pas
les livres qui donnent des chances d'évasion). 4.
Kaçma; kaçırılma
l'étranger).
évasivement

bel.

(Evasion

Kaçamak

des
olarak,

capitaux

kaçamaklı
évêché
şekilde (Répondre
évasivement).
évêché er. Piskoposluk, metropolitlik.
évection diş. gökb. Aytedirginliği.
éveil er. 1. Uyanıklık (Pour l'éveil comme pour le
sommeil,
il faut
aussi
des
conditions
psychologiques).
2. Uyanma, uyandırma, gözünü
açma (L'éveil d'un peuple qui conquiert
son
indépendance).
3. Uyanış, ortaya çıkış (L'éveil
d'un peuple qui conquiert son indépendance).
4.
Uyarma, dikkat çekme. § Donner l'éveil:
Uyarmak, dikkat çekmek, tehlike işareti vermek.
Donner l'éveil à qn: Birini uyarmak, dikkatini
çekmek. Donner à qn l'éveil de qch: Birini konusunda uyarmak, dikkatini çekmek.
Etre,
rester en éveil: Uyanık olmak, tetikte olmak,
éveillé, e i . 1. Uyanık, cin gibi (Avoir
l'esprit
éveillé, l'air éveillé). 2. mec. Kurnaz, kül yutmaz
(Un enfant éveillé).
éveiller gçl. 1. Uyandırmak (Eveiller un enfant, un
malade,
un homme
qui dort).
2.
mec.
Uyandırmak, gözünü açmak (Eveiller un peuple).
3. mec. Uyandırmak, doğurmak, yaratmak
(Eveiller la sympathie,
la méfiance,
l'attention,
l'intérêt, la curiosité). § S'éveiller: 1, Uyanmak,
uykudan u y a n m a k . 2. mec. Uyanmak, gözünü
açmak (Un peuple qui commence à s'éveiller). 3.
mec. Doğmak, uyanmak (Dans mon âme s'éveilla
un soupçon).
4. S'éveiller à qch: -i ilk kez
duymak, ilk kez duyumsamak (S'éveiller
à
l'amour).
événement er. 1. Olay (Le journal télévisé relate les
principaux
événements
de la journée). 2. Çok
önemli şey, en önemli olay, görülmemiş şey (Ce
discours est l'événement politque de la semaine.
C'est un
événement!).
événementiel, le s. Yalnız olayları anlatan, yalnız
olaylara
değinen,
"olaysal
(Histoire
événementielle).
évent er. 1. Balina gibi hayvanların b u r u n deliği, su
fışkırttıkları delik. 2. D ö k ü m kalıplarında hava
deliği. 3. Havalandırma borusu. 4. Açık hava. 5.
Yiyecek ve içeceklerin açık kalmasından ileri
gelen bozukluk. § Tête à I'évent: H o p p a , yeltek,
éventail er. (Gerçek ve mecaz anlamda) Yelpaze
(Agiter un éventail. L'éventail
des prix,
des
salaires). § E n éventail: Yelpaze şeklinde, yelpaze
gibi (Des troupes disposées en évantail.Les
feuilles
de maronnier sont en éventail).
éventaillerie diş. Yelpazecilik.
éventailliste ad. Yelpazeci.
éventaire er. 1. İşporta, sepet (Eventaire
d'une
vendeuse de fleurs. Un camelot qui promène son

560

evhémérisme
éventaire sur le marché). 2. Sergi, tabla, dükkân
dışında sergi (L'évantaire
multicolore
d'un
marchand de journaux).
éventé, t i . 1. Havadan bozulmuş (Vin éventé,
parfum éventé). 2. Sızmış, açıklanmış, belli olmuş
(Un secret éventé). 3. Hoppa, yeltek, havalanmış
(Une jeune fille éventée). 4. Rüzgârlı, rüzgâr alan
(Une rue éventée, une colline très éventée).
éventer gçl. 1. Yele bırakmak, hava aldırmak,
havalandırmak (Eventer le grain, des vêtements).
2. Yelpazelemek, serinletmek, yellemek (Eventer
ses hôtes). 3. Hava aldırıp bozmak (Eventer un
vin, un parfum).
4. Sızdırmak, gizlice haber
vermek, yaymak (Eventer un secret). 5. Sezip
önlemek (Eventer un complot,
un piège). §
S'éventer: 1. Yelpazelenmek, serinlemek (Les
spectateurs s'éventaient
avec des journaux).
2.
Havadan bozulmak (La bouteille est restée
débouchée, et le vin s'est éventé).
éventration diş. 1. Bağırların karından boşalması,
karın fıtığı. 2. Karnını deşme; karnı deşilme,
éventrer gçl. 1. Karnını yarmak, karnını deşmek
(Un taureau l'a éventré. Eventrer un lièvre par un
coup de fusil). 2. Genişçe açmak, yırtmak,delmek
(Eventrer un sac de blé en le laissant
tomber.
Eventrer une malle, un tonneau). 3. Delmek,
gedik açmak (Un obus qui éventre un mur). §
S'éventrer: Harakiri yapmak (Le
Japonais
s'éventre par point
d'honneur).
éventualité diş. 1. Olasılık, "ihtimal (Envisager
/'éventualité d'une guerre). 2. Ortaya çıkabilecek
olay (Toutes les éventualités ont été examinées). §
Pour toute éventualité: Her olasılığa karşı, ne
olur ne olmaz diye.
éventuel, les. 1. Olabilecek, olası, "muhtemel (Une
intervention éventuelle de l'Etat). 2. Raslantisal,
rastlantıya bağlı (Profils éventuels,
bénéfices
éventuels). 3. er. Rastlantı (Le réel et l'éventuel).
éventuellement
bel.
1.
Belki,
belki
de,

"muhtemelen, "ihtimal ki (J'aurai


éventuellement
besoin de votre aide). 2. Gerekirse, gerektiğinde
(Tu peux éventuellement te servir de ma voiture).
évêque er. Piskopos, metropolit,
évertuer (s') gsz. 1. Çırpınmak, çabalamak, uğraşıp
durmak (Lorsqu'on s'évertue contre une porte
close, vient un moment où l'envie vous prend de
la casser). 2. S'évertuer à f. qch: -mek için boşuna
çabalayıp d u r m a k , -meye çalışmak (Un élève qui
s'évertue
à faire sa traduction.
S'évertuer
à
expliquer la situation, à démontrer la réalité).
évhémérisme er. fels. Evhemerosçuluk. Tanrıların,
insanların yaratısı olduğu, tanrılık düşüncesinin
éviction
insanların önemli kişilere duydukları sevgi ve
saygıdan meydana geldiği ve bilgeliğin, bu boş
inançlarından
kurtulmakla
gerçekleşebileceği
yolundaki anlayış,
éviction diş. 1. Malından etme, mahkeme kararıyla
malından etme. 2. Temizleme, bertaraf etme,
ayağını kaydırma, atma (Il a imposé son autorité
par éviction de ses rivaux. Eviction du chef d'un
parti)
évidage, évidement er.
İçini oyma,
oyma
(L'évidement d'une pierre, d'une sculpture,
d'une
pièce de bois).
évidé, e s. Oyulmuş, içi oyuk.
évidemment bel. 1. Hiç kuşku yok, "muhakkak
(Evidemment,
vous vous trompez). 2. Apaçık
olarak, açıkça, açık açık.
évidence diş.
Gerçeklik, açıklık,
apaçıklık,
besbellilik (L'évidence d'un axiome. Vous niez
l'évidence en contestant ce fait). § A l'évidence,
de toute évidence: Hiç kuşku yok ki, elbette (De
toute évidence, il n'avait jamais pensé à cela).
Ktre en évidence: Ortada olmak, belli olmak.
Mettre qch en évidence: 1. Sergilemek, gözler
önüne sermek. 2. mec. Belirtmek, aydınlığa
kavuşturmak (Mettre un principe, un phénomène
en évidence). Nier l'évidence: Gerçeği yadsımak.
Se mettre en évidence: ileri atılmak, ortaya
çıkmak, kendini göstermek. Se rendre à
l'évidence: Gerçeği kabul etmek,
évident, e s. Apaçık, besbelli, gün gibi ortada (La
raison de sa démission
est évidente.
Intérêt
évident, preuve
évidente).
évider gçl. 1. Oymak, içini oymak (Evider une
pierre, une pièce de bois). 2. Açmak, ayça
biçiminde kesmek (Evider un col, une manche).
évier er. Yalak, taş tekne; *el yunağı, lavabo (I! se
lavait les mains au robinet de l'évier).
evincement er. Bertaraf etme, temizleme, atma,
ayağını kaydırma,
évincer gçl. 1. Malını elinden almak, malından
etmek. 2. Bertaraf etmek, ayağını kaydırmak,

évolution

561

danger,
un
malheur).
2.
Kullanmamak,
kullanmaktan sakınmak (Le médecin
lui a
recommandé d'éviter te sel). 3. Kaçmak (Eviter
une personne désagréable. Eviter une corvée, une
obligation). 4. Önlemek, engel olmak (Eviter la
guerre, le chômage). 5. Eviter qch à qn: Birini
-den k u r t a r m a k ( f a i fait le travail à sa place,
cela lui a évité un dérangement). 6. Eviter à qn de f.
qch: Birini -mek zahmetinden k u r t a r m a k (Je t ai
rencontré dans la rue. cela m'a évité de lui écrire).
7. Eviter de f. qch: -mekten kaçınmak, sakınmak,
çekinmek (Il doit éviter cf agir à sa tête).
évocable s. Anımsanabilir, anılır, bellekte kalan
(Une affaire évocable,
(Un film très évocateur

de la vie des mineurs).

2.
3.

Anlamlı (Un geste très évocateur).


(Un médium
évocation diş.
démons).

1. Ruh çağırma (Evocation

années

3. A n m a , anımsama,
des souvenirs,

heureuses).

4.

du passé,

Çağrıştırma,

esinlendirme, "tedayi (Le pouvoir

d'évocation

d'un mot). 5. huk. Bir dâvayı alt mahkemeden üst


mahkemeye naklettirme kararı,
évocatoire s.

1. Bir alt

mahkemeden

mahkemeye naklettirici (Motifs


bir

üst

évocatoires).

2.

Ruh çağırmaya değgin (Sorcellerie évocatoire).

3.

Çağrıştırıcı, çağrışım yaptırıcı,


évolué,

s.

Evrimleşmiş,

göstermiş (Un peuple

gelişmiş,

ilerleme

évolué).

évoluer gsz. 1. (Asker yada d o n a n m a için) Manevra


yapmak (Escadre qui évolue). 2. Dönüp d u r m a k ,
gösteri yapmak, dönüşler yapmak (Danseuse

qui

évolue sur une scène). 3. Doğal akışını, gelişimini


izlemek (Maladie

atmak (Evincer ses adversaires). 3. Evincer qn de


qch: Birini -den atmak, bertaraf etmek, ayağını
kaydırmak (II est parvenu à l'évincer de cette

faveur).

5.

place. Evincer un candidat de la liste). 4. Etre


évincé de: -den atılmak, -in dışında bırakılmak (I!

dernier.

Gare d'évitement: (Demiryollarında) Yan makas,


éviter gçl. 1. Sakınmak, kaçınmak (Eviter un

qui vous parlait à travers

de la tombe).

"hatırlama (L'évocation
des

des

2. Çağırılan ruh, ölü ruhu (H semblait

que ce fût une évocation


la cloison

4. Ruh çağırıcı

évocateur).

évolué.

(Un danger évitable).


évitement er. (Az kullanılır) Sakınma, kaçınma. §

évocable).

Esinleyici, esin verici (Une image évocatrice).

beaucoup

a été évincé de la liste).


évitable 5. Sakınılabilir, kaçınılabilir, önlenebilir

une cause

évocateur, trice s. 1 Anımsatıcı, k a f a d a canlandırıcı

qui évolue).

4. Gelişmek (Il a

La situation

Çeşitli

évolue

değişikliklere

en

notre

uğramak,

değişmek, evrimlenmek, evrim göstermek


chirurgie

a beaucoup
Conception

évolué

depuis
qui évolue.

La

le

(La
siècle

civilisation

évolue sans cesse),


évolutif, ves. 1. Evrimsel (Mouvement

évolutif).

Evrimlenen, çok sık değişen (Maladie

2.

évolutive).

3. Evrim sağlayabilen, evrimleştirici.


évolution diş. 1. (Asker yada donanmada) Manevra
(Les

évolutions

bataille.

Les

des

troupes

évolutions

d'un

au

cours

avion

d'une

au-dessus
évolutionnisme
d'une ville). 2. ç. Dönüp durma, numara, gösteri
(Suivre avec intérêt les évolutions
d'une
danseuse). 3. Değişim (Une évolution
lente,
rapide, progressive. Les stades d'une évolution).
4. Gelişim, gelişme, dönüşüm (L'évolution d'une
société, d'une civilisation, d'une langue). 5. fels.
biy. Evrim (Doctrines de l'évolution.
L'espèce
humaine est l'aboutissement d'une longue série
d'évolutions).
évolutionnisme er. fels. biy. Evrimcilik,
évolutionniste 5. ve. ad. fels. biy. Evrimci,
évoquer gçl. 1. (Ruhları) Çağırmak (Evoquer les
âmes des morts, les démons). 2. Anımsamak,
kafasında canlandırmak (Evoquer un souvenir
disparu, un ancien ami, les années heureuses). 3.
Çağrıştırmak,
düşündürmek,
anımsatmak,
çağrışım yaptırmak (Mots qui évoquent des
images, des idées). 4. huk. (Dâvayı) Başka
mahkemeye aktarmak,
évulsion diş. Sökme, çekme, çıkarma (Evulsion
d'une dent).
evzone er. Efsun askeri, Yunan piyade eri.
ex önek. Eski, "sabık (Exdéputé.L'ex-ministre).
ex abrupto bel. Lat. Birden, ansızın, damdan
düşürcesine (Il est entré ex abrupto dans le vif du
sujet).
exacerbation diş. Şiddetlenme, artma, kızışma
(L'exacerbation d'une douleur, d'une passion,
d'un désir).
exacerbé, e s. 1. Doruk noktasına varmış, çok
yüksek (Orgueil exacerbé, sensibilité exacerbée).
2. Şiddetli (Désirs exacerbés).
exacerber gçl. Daha da artırmak, şiddetlendirmek,
azdırmak (Exacerber une douleur, un sentiment,
un désir). § S'exacerber: Artmak, şiddetlenmek,
azmak (La douleur s'exacerbe. Une haine qui
s'exacerbe).
exact, e s. 1. Doğru (Une réponse exacte, un calcul
exact). 2. Tam, kesin (Dites-moi l'heure exacte.
Donnez-moi les dimensions exactes de votre
meuble). 3. Sıkı (Une diète exacte. Obéissance
exacte, discipline exacte). 4. Özenli, şaşmaz,
"dakik (Un employé exact). 5. Exact i qch, à f.
qch: -e karşı çok dikkatli, "dakik; -mekte çok
titiz (Il est toujours très exact à ses rendez -vous.
Il est exact à payer ses dettes). § Les sciences
exactes: Kesin bilimler, matematik bilimi,
exactement bel. 1. Tam, tam olarak, tam tamına (II
est exactement sept heures). 2. Sıkıca, sıkı sıkıya
(Il respecte exactement ses engagements). 3.
Dikkatle, titizlikle (Observe exactement la règle,
les prescriptions). 4. Doğru olarak (I! a répondu
562

exaltation
exactement).
exacteur er. 1. (Eskiden) Vergi tahsildarı. 2.
(Eskiden) Rüşvetçi; haraççı,
exaction diş. 1. Haksız vergi, haraç. 2. Zimmetine
para geçirme, aşırtı, ihtilas, rüşvet alma
(Fonctionnaire qui commet une exaction). 3. mec.
Haksızlık, zulüm (Il doit répondre des exactions
qui'il a commises devant un tribunal).
exactitude diş. 1. Doğruluk (L'exactitude
d'un
calcul. L'exactitude
de ses prévisions a été
confirmée par leş faits). 2. Özenlilik, dikkatlilik,
"dakiklik (If'exactitude d'un fonctionnaire. Il est
d'une exactitude absolue). 3. Kesinlik, şaşmazlık
(Il est impossible d'appliquer l'exactitude des
sciences physiques à la médecine). 4. Sıkılık,
titizlik (Remplir ses devoirs avec exactitude).
ex aequo* [egzeko] bel. Lat. 1. Eşit olarak, aynı
derecede, eşit sırada (Elèves classés ex aequo à la
composition. Trois élèves ex aequo).. 2. ad. Eşit
derece alan, eşit olan (Poser une nouvelle
question pour départager les ex aequo).
exagérateur, trice s. ve ad. Obartıcı, abartıcı,

"mübalağacı,
exagéré, e s. 1, Aşırı, ölçüyü kaçıran (Un
commerçant qui fait un bénéfice exagéré. Il fait
preuve d'une sévérité exagérée). 2. Obartmah,
abartmalı, "mübalağalı (Compliments, louanges
exagérés).
exagérément bel. Çok, çok fazla, aşırı şekilde (Il est
exagérément soupçonneux. Il m'a fait attendre
exagérément).
exagérer gçl. 1. Abartmak, obartmak, mübalağa
etmek, olduğundan büyük göstermek (Exagérer
ses exploits en les racontant. Exagérer une
difficulté). 2. gsz. Çok ileri gitmek, artık çok
fazla olmak (Vraiment il exagère! Me déranger à
cette heure, tout de même, il ne faut pas
exagérer!).
§ S'exagérer qch: -i gözünde
büyütmek, -e aşırı önem vermek (Il s'exagère
l'importance des détails).
exaltant, e s. Coşturucu, coşku verici (Une lecture
exaltante, une entreprise exaltante).
exaltation diş. 1. Ululama, övgüler düzme,
yüceltme, "tebcil etme (L'exaltation du nom et de
la grandeur de Dieu. L'exaltation de la vertu). 2.
Yoğunlaşma, çok artma (Exaltation des forces,
de l'énergie, de l'imagination, d'une passion). 3.
(Vücutta) Etkinleşme, aşırı etkinlik (Exaltation de
virulence d'une bactérie). 4. Coşkunluk; taşkınlık
(Son exaltation ne cesse de croître. L'exaltation
naturelle d'une âme poétique).
5. Papalık
"makamına, papalık orununa yükselme.
exalté

563

exalté, e s. ve ad. 1. Coşkulu, coşkun (Il est trop


exalté, une âme exaltée). 2. ad. Çok coşmuş,
kendinden geçmiş, gözü dönmüş (Un exalté qui
harangue la foule). 3. Yoğun, çok yoğunlaşmış,
taşkın (Sentiments
exaltés).
exalter gçl. 1. Yüceltmek, ululamak, göklere
çıkarmak (Exalter les vertus des
morts pour
la patrie.
Exalter

combattants
les
grands

bienfaiteurs
de l'humanité).
2. Yükseltmek,
yüceltmek (Exalter l'homme).
3. Kendinden
geçirmek, başını döndürmek (Une musique qui
nous exalte).
4. Coşturmak (Les
grandes
aventures exaltent la jeunesse).
§ S'exalter:
Coşmak, kendinden geçmek (Il s'exaltait
en
racontant ses exploits).
examen er. 1. İnceleme, araştırma (L'examen
des
empreintes digitales. L'examen
des
documents
anciens). 2. Muayene (Examen médical,
examen
sérologique). 3. Yoklama (Examen écrit, examen
oral). 4. Sınav (Examen d'entrée, examen de fin
d'études.
Passer un examen).
§ Examen de
conscience: "Vicdan muhasebesi.
Etre collé,
refusé à un examen: Sınavda başarılı sayılmamak,
kalmak. Etre reçu à un examen: Sınavda başarılı
sayılmak, geçmek. Faire son examen de
conscience: Vicdan muhasebesi yapmak. Se
présenter à un examen: Sınava girmek,
examinateur, trice ad. Ayırtman, sınav yapan
kimse, "mümeyyiz,
examiner gçl. 1. İncelemek, araştırmak (Examiner
les demandes,
des documents,
une
oeuvre
littéraire).
2. Muayene etmek (Le
médecin
examine les malades). 3. Yoklamak, sınavdan
geçirmek, -in sınavını yapmak (Le
professeur
examine les élèves, le jury examine les candidats).
4. Süzmek, uzun uzun bakmak, incelemek (Il m'a
examiné de la tête aux pieds.) 5. Examiner qn sur
qch: Birini -den sorguya çekmek, sınava çekmek
(L'abbé examina Julien sur la théologie).
§
S'examiner: Kendine uzun uzun bakmak, kendini
incelemek (S'examiner dans la glace).
exanthémateux, euse; exanthématique s.
hek.
Döküntülü (Eruption, rougeur
typhus
exanthématique).
exanthème er. hek.

exanthémateuse,

(Hastalık sırasında derideki)

Döküntü, kızıl döküntü,


exarque er. (Bizans İmparatorluğu döneminde
Afrika ve ltalya'daki) Genel vali.
exaspérant, e s. Çok kızdırıcı, sinirlendirici,

excéder
(Cette
réplique
l'exaspération).

le
2.

mit
au
comble
de
(Hastalıkta)
Azma,

şiddetlenme (Exaspération
d'un
douleur). 3. Yoğunlaşma, artma

mal,
d'une
(Exaspération

d'un sentiment, d'un désir, d'un besoin).


exaspérer
gçl.
1.
Çok
kızdırmak,
pek
öfkelendirmek, çileden çıkarmak (I! commence à
m'exaspérer.
Ta paresse
m'exaspère).
2.
Azdırmak,
artırmak,
şiddetlendirmek,
yoğunlaştırmak (Exaspérer une douleur, un désir,
un sentiment,
un besoin).
§ S'exaspérer: 1.
Kızmak, öfkelenmek, çileden çıkmak. 2. A z m a k ,
şiddetlenmek,
artmak
yoğunlaşmak.
3.
S'exaspérer de f. qch: -meşine kızmak,
exaucement er. (Bir dilek yada isteği) Kabul etme,
yerine getirme (L'exaucement
d'une prière, d'un
voeu).
exaucer gçl. Kabul etmek, yerine getirmek (Exaucer
une prière, un vœu, un souhait, une demande, un
désir).
ex cathedra bel. Lat. Bilgin bir tavırla, ders verir
gibi (Parler ex cathedra).
excavateur, trice ad. Kazı makinası,
*kazar-atar.

*kazmaç,

excavation diş. 1. Kazı, kazma (L'excavation


d'un
puits). 2. Ç u k u r , oyuk (L'excavation produite par
une bombe).
excaver gçl. Kazmak (Excaver le sol, le flanc
coteau).

d'un

excédant, e s. 1. Çok kızdırıcı, sinirlendirici, illet


edici (Un enfant excédant).
2. Çok yorucu,
öldürücü, bitirici (Un travail
excédant).
excédent er. Artan kısım, fazla, artık, fazlalık
(L'excédent de la production, du budget). § Etre
en excédent: Fazla gelmek, fazlası olmak, artmak
(Un budget
en excédent.
Cette
année
la
production de blé est en excédent).
excédentaire s. A r t a n , fazla gelen (Une récolte
excédentaire
excédentaire
excéder gçl.
appartement
francs. Une

de blé. Ecouler
la
production
sur les marchés
exterieurs).
1. Geçmek, -den fazla olmak (Un
dont le prix n'excède pas cent mille
durée qui excède dix ans). 2. Aşmak,

sınırını geçmek (Excéder


son pouvoir,
ses
pouvoirs). 3. Kızdırmak, sinirine d o k u n m a k (Sa
présence m'excède).
3. Çok yormak, bitirmek,
bitkin düşürmek (Ce travail m'a excédé).
4.
Excéder qn de qch: Birini -den bitirmek, canını

un garçon

çıkarmak (Excéder quelqu'un


de fatigue,
de
travail, de coups). 5. Etre excédé de qch: -den

exaspération diş. 1. Kızma, sinirlenme, öfkelenme

bitmek, canı çıkmak (Etre excédé de fatigue, de


travail). § S'excéder: 1. Çok yorulmak, bitmek,

öfkelendirici (Un mutisme


exaspérant).

exaspérant,
excellemment

564

bitkin düşmek. 2. S'excéder de qch: -den bitmek,


canı çıkmak (S'excéder de fatigue,
d'insomnie).
excellemment bel. Çok iyi, eksiksiz, eşsiz bir
biçimde (Vous avez excellemment
résumé
problème. Il dessine
excellemment).
excellence diş. 1. Üstünlük, eşsizlik (Grâce

excès
exactement semblables, excepté que celui-ci est
plus lourd. Nous avons eu beau temps, excepté
qu'il a un peu plu vers midi).

le

excepter gçl. 1. Ayrık tutmak, ayrıklamak, istisna


etmek (Si l'on excepte une petite partie, la route

est excellente). 2. Excepter qn, qeh de qch: Birini,


bir şeyi -in dışında tutmak, -e katmamak, -den
ayrıklamak, "istisna etmek (On a excepté les chefs

l'excellence de sa vue, il avait remarqué ce détail


minime. L'excellence
d'un vin). 2. Yetkinlik,
eksiksizlik, "mükemmellik (S'ils
connaissent
l'excellence
de l'homme,
ils en ignorent
la
corruption).
3. (Büyük harfle) Büyükelçi ve
bakanlara verilen ünvan, Sayın Bakan, Sayın Elçi
(Excellence, son Excellence). § Par excellence: En
üstün, en üstün derecede; özellikle, her şeyden
önce (Victor Hugo est un écrivain romantique par
excellence.
Il s'intéresse
par excellence
à
l'histoire).
excellent, e s. 1. Üstün, eşsiz, mükemmel (Un
excellent violoniste). 2. Çok iyi, çok güzel, tadına
doyum olmaz (Un vin excellent, ces fruits sont
excellents).
excellentissime s.
Çok
üstün,
eşi
benzeri
bulunmayan, iyinin iyisi,
exceller gsz. 1. Exceller en qch, dans qch: -de eşsiz
olmak, çok başarılı olmak (Ce peintre
excelle
dans
le portrait.
Cet
élève
excelle
en
mathématiques).
2. Exceller à f. qch: -mekten
eşsiz olmak, -meyi çok iyi becermek, başarmak (11
excelle à conter des histoires drôles).
excentrer gçı. Merkezini, eksenini değiştirmek
(Excentrer une pièce à tourner).
excentricité
diş.
1.
gökb.
Dışmerkezlik
(Excentricité
de l'orbite
d'une planète).
2.
Merkezden uzaklık (L'excentricitéd'un
quartier).
3. Ayrıksılık, tuhaflık, "acaiplik, "gariplik (Ilfait
des
excentricités).
excentrique s. 1. "Dışmerkezli, iç içe ama
merkezleri ayrı (Cercles
excentriques).
2.
Merkezden uzak, kenar (Quartiers
excentriques
d'une ville). 3. Ayrıksın, t u h a f , "acaip, "garip
(Un homme, une femme excentrique; une toilette
excentrique,
danse excentrique).
4. ad. T u h a f ,
acaip kimse (C'est un excentrique qui fait tout

de l'amnistie.
Excepter quelqu'un
d'un blâme
collectif). § S'excepter: 1. Kendini katmamak,
kendini ayrıklamak. 2. S'excepter de qch:
Kendini -in dışında tutmak, -den ayrıklamak.
exception diş. 1. Ayrıklık, ayrıksılık, ayrık tutma,
"istisna (Tout le monde sera soumis au même
régime, on ne fera d'exception pour personne). 2.
Olağanüstü şey, olağanüstü durum (La neige en
mai est une exception dans cette région. Tribunal
d'exception,
lois d'exception).
3. huk. Defî;
itiraz; iddia, sav (Exception de contrariété avec la
Constitution).
§ A l'exception de: -in dışında, den başka. Exception faite pour: ...ayrık
tutulacak olursa, "istisna edilirse. Sans exception:
A y r ı k l a m a y a p m a k s ı z ı n , i s t i s n a s ı z . Faire
exception à qch: -in dışında kalmak, -e "istisna
teşkil etmek (Cela fait exception à la règle
générale). L'exception confirme la règle: Ayrıklık
kuralı bozmaz,
exceptionnel, le s. 1. Ayrıksı, ayrık, "istisnaî (C'est
un
cas
exceptionnel.
Une
autorisation
exceptionnelle). 2. Olağanüstü (Des circonstances
exceptionnelles).
3. Beklenmedik (C'est
une
réussite exceptionnelle). 4. Üstün, eşsiz (César fut
un chef exceptionnel). 5. er. Ayrık durum,
olağanüstü şey (Le merveilleux n'était pas pour
lui l'epceptionnel,
c'était l'état normal).
exceptionnellement bel.
1. "İstisnaî olarak,
ayrıklama yapılarak (C'est
exceptionnellement
qu'on le reçoit). 2. Olağanüstü, görülmemiş
derecede, son derece (Il est
exceptionnellement
beau).
excès er. 1. Artıklık, fazlalık; artık, fazla (L'excès
de l'offre sur la demande. Excès d'urée dans le

5. ad. tkz. Kaçık,

sang). 2. Aşma, sınırını taşma (Cet acte constitue


un excès de pouvoir). 3. Aşırılık (L'excès en tout
est un défaut. Maintenant,
vous tombez
dans

excepté e. t . -den başka; -hariç, -in dışında (Il avait


tout prévu, excepté ce cas. Tout le monde était
content, excepté lui). 2. s. (Ad yada ad soyundan

l'excès inverse). 4. Taşkınlık, ölçüsüzlük, aşırılık,


aşırı
davranış
(Les
excès
des
troupes,

autrement que tout le monde).


dengesiz, bir tahtası eksik,

bir sözcükten sonra geldiğinde) -den başka, -in


dışında, "hariç (Eux exceptés, personne
n'a
d'occupation).
§ Excès de pouvoir: huk. Yetki
aşımı. A l'excès: Ölçüsüzce, çok aşırı (Boire à
l'excès). Avec excès: Ölçüsüzce (H mange, il

entendu parler de cela). 3. Excepté que: bağ. -si


dışında, -mesi hariç (Ces deux paquets
sont

dépense
avec excès).
Sans
kaçmadan, ölçülü olarak.

excès:

Aşırılığa
excessif
excessif, ive s. 1. Aşırı,çok fazla (Un discours

d'une

longueur
excessive.
Un froid
excessif).
2.
Ölçüsüz, ölçüyü kaçıran, aşırılığa varan (Parole
excessive,
opinion
excessive).
3.
Taşkın,
ılımlılıktan uzak, aşırı (Les méridionaux
sont
souvent excessifs. Il a une nature excessive). 4.
Çok büyük (I! nous a reçus avec une
bonté).
excessivement bel.

exclusif

565

excessive

1. Çok fazla, ölçüsüze, aşırı

(Manger excessivement).
2. Pek, çok (Il est
excessivement
intelligent).
excipergsz. huk. 2. İtiraz etmek. 2. Exciperde qch:
-i öne sürmek, ileri sürmek (Pour sa défense, il a
excipé d'un précédent. Exciper de sa bonne foi).
excipient er. İlaçlara kıvam vermek için katılan
etkisiz madde, dolgu maddesi,
exciser gçl. hek. Kesip çıkarmak, kesip almak
(Exciser une tumeur).
excision diş. hek. 1. Kesip çıkarma, kesip alma
(L'excision d'un kyste). 2. Kadın sünneti (Rites
d'excision).
excitabilité rf/;. biy. 1. Uyanlganhk, uyanlabilirlik.
2. Alınganlık, tezkızarlık.
excitable s. biy. 1. Uyarılgan, uyarılır, uyanlabilir.
2. mec. Alıngan, tez kızan (Quand les hommes
sont trop malheureux, ils deviennent
excitables).
excitant, e 5. hek. 1. Uyarıcı (Le café est excitant).
2. İsteklendirici, coşku verici, istek uyandırıcı,
"tahrik edici (Une femme excitante, une beauté
excitante). 3. er. Uyarıcı ilaç (Prendre,
absorber
un excitant).
excitateur, trice ad.
1. Kışkırtıcı, kızıştırıcı
(Excitateur de troubles), 2. fiz. Boşaltan,
excitation diş. 1. Uyarma (Le stimulus est la cause
physique de l'excitation). 2. Excitation à qch: -e
kışkırtma,
tahrik,
"teşvik
(Excitation
des
militaires à la désobéissance.
Excitaiton
à la
haine, à la violence). 3. Çağırma, isteklendirıne,
yüreklendirme, itme, "teşvik (Excitation
au
travail, à l'action). 4. Coşturma, kızıştırma,
azdırma, istek uyandırma, "tahrik
(Excitation
sexuelle). 5. Kızma, kızgınlık (Son excitation se
lisait sur son visage). § Excitation de Hertz: fiz.
Hertz titreşim üreteci,
excité, es. i. Sinirlenmiş, kızmış, kızgın (Ilétait 1res
excité). 2. ad. Kudurmuş, gözü dönmüş
bande d'éxcités. Un excité).

(Une

exciter gçl. 1. Uyarmak (Exciter les nerfs). 2.


Kızdırmak, takılmak (Exciter un chien pour le
faire aboyer). 3. Doğurmak, uyandırmak, yol
açmak (Sa richesse excitait la jalousie de ses
voisins. Exciter l'appétit). 4. Exciter contre: -e

karşı kışkırtmak, ayaklandırmak, "tahrik etmek


(L'orateur excitait la foule contre les affameurs).
5. Coşkulandırmak, "heyecan vermek
(Ces
lectures l'excitent beaucoup). 6. H o ş u n a gitmek,
sarmak (Le travail ne l'excite pas beaucoup). 7.
Cinsel istek uyandırmak, "tahrik etmek (Cette
femme excite tout le monde). 8. Exciter qn à qch:
Birini -e teşvik etmek (Exciter les gens à la révolte,
les mineurs à la débauche). 9. Exciter qn à f. qch:
Birini -meye teşvik etmek, itmek (L'idée
de
d'ouvrir de nouvelles idées l'excitait à travailler
davantage). § S'exciter: 1. Kızmak, sinirlenmek.
2. Cinsel bir istek duymak, "tahrik olmak. 3.
S'exciter sur qch: tkz. -den büyük bir parsa
koparmak, büyük bir çıkar sağlamak,
exclamatif, ive s. Ünlemli, haykırışlı (Le ton
exclamatif
d'une
phrase.
Proposition
exclamative).
exclamation diş. 1. Haykırış (La foule poussait des
exclamations
de joie).
2. Ünlem
(Point
d'exclamation:
Ünlem imi).
exclamer (s') gsz. 1. Haykırmak, -diye bağırmak (I!
s'exclama soudain: J'ai compris). 2. S'exclamer
de:-den haykırmak .bağırmak (S'exclamer de joie,
d'admiration).
exclure gçl. 1. Hesaptan çıkarmak, bir yana a t m a k ,
ihmal etmek, düşünmemek (J'exclus
votre
participation
à cette affaire. On ne peut pas
exclure l'hypothèse
d'un suicide). 2. -i ortadan
kaldırmak, -i reddetmek, engellemek, önlemek, -e
engel olmak (Le refus de cette condition
exclut
toute possiblité d'accord). 2. Exclure qn, qch de
qch: Birini, birşeyi -den çıkarmak, atmak,
kovmak, dışarı atmak (Exclure les perturbateurs
de ta salle, exclure un élève de l'école,
exclure
quelqu'un d'un syndicat, d'un parti). § S'exclure:
Birbiriyle bağdaşmamak, uyuşmamak, birbirine
ters düşmek (Deux idées qui s'excluent.
Actions
qui s'excluent l'une l'autre).
exclusif, ive s. 1. (Bir kimseyi) Yerinden
çıkarabilici, yerinden atabilici, kovabilici (Le
directeur a un droit exclusif).
topluluğa
ait
(Privilèges

2. Bir tek kişi yada


exclusifs,
droits

exclusifs).
3. Tekelci, tekelde olan, tekelden
(L'Etat se réserve le droit exclusif de vendre le
tabac). 4. Yalnız bir firmanın yapıp satabildiği
(Modèle exclusif). 5. Kesin, ödün vermez (C'est
un homme très exclusif dans ses goûts). 6. Sırf,
yalnız, salt, bir tek (On m'a envoyé ici avec la
mission
exclusive
de m'informer
de
cette
question).
7. Özel, ayrı, hepsinden ayrı (En
matière

d'art,

il porte

un intérêt
exclusif

à la
exclusion

566

sculpture. Accorder une interview exclusive à un


journal).
§ Avoir voix exclusive: (Birini) İşten
çıkarma, işten atma, yerinden etme yetkisi olmak,
exclusion diş. 1. Kovma, a t m a dışarı atma, kapı
dışarı etme, "ihraç (Le conseil de discipline a
décidé l'exclusion de cinq élèves. Son exclusion
du parti
a été très comique).
2.
mant.
Dışındalama. 3. Çıkarma; çıkarılma (Exclusion
de certains biens de la succession). § A l'exclusion
de: -in dışında, ...hariç, -den başka (Le médecin
lui a recommandé
de manger des légumes à
l'exclusion des féculents).
exclusive diş. 1. Eskiden papa seçiminde büyük
katolik devletlerin veto hakkı. 2. mec. "Veto,
*olmaz (En Angleterre, une exclusive
silencieuse
écarte du pouvoir les gens éloquents ou trop bien
doués). § Prononcer l'exclusive: "Veto etmek,
•olmazlamak.
exclusivement bel. 1. Sırf, yalnız, "münhasıran ı (I!
lit exclusivement
des ouvrages littéraires).
2.
Hariç, dahil değil (Du mois de janvier au mois
d'août exclusivement:
ağustos hariç,
ocaktan
ağustosa dek).
exclusivisme er. Tekelci anlayış, tekelcilik (Il a fait
appel à toutes les bonnes volontés, sans aucun
exclusivisme).
exclusivité diş. 1. Tekelde olma. 2. Tekel hakkı
(Avoir, acheter l'exclusivité d'une marque). § En
exclusivité: Sırf, yalnız, sadece (Les disques sont
donnés en exclusivité par des artistes
éminents).
excommunication diş. Aforoz, "toplumdışılama. §
Frapper qn d'excommunicatioh: Birini aforoz
etmek, toplumdışılamak.
excommunier
gçl.
1.
Aforoz
etmek,
toplumdışılamak (Excommunier un hérétique). 2.
Excommunier qn de: Birini -den a t m a k , silmek,
-in dışına çıkarmak (Cette femme
l'avait
excommunié de sa vie).
excoriation diş. (Deride) Sıyrık, çizik,
excorier gçl. Sıyırmak, çizmek (L'ongle a excorié la
peau).
excrément er. biy. 1. Dışkı, pislik, bok

(Excrement

de l'homme.
Excréments
des animaux,
des
oiseaux). 2. mec. Aşağılık şey, süprüntü.
excrémentiel, le s. biy. Dışkıya değgin, *dışkısal
(Matières

exrémentielles).

excréter gçl. biy. Boşaltmak, boşaltımla çıkarmak,


*dışkılamak.
excréteur, trice; excrétoire s. biy. Boşaltıcı (Canal
excréteur).
§ Appareil excréteur: biy.
hayb.
Boşaltım aygıtı,
excrétion diş. biy. Boşaltım, boşaltı (Excrétion

des

exécrer
matières

fécales).

excroissance diş. (Deride yada bitki kabuklarında


çıkan) Ur.
excursion diş. 1. Gezi, gezinti, gezme
scientifique. Excursion en montagne.

(Excursion
Faire une

excursion dans la forêt). 2. (Düşman ülkesine)


Akın. 3. mec. Konu dışı söz.
excursionner gsz.
yapmak.

Yakın çevreye kısa bir gezi

excursionniste s. ve ad. Gezi yapan, gezmeye çıkan,


excusable s. Bağışlanabilir, hoşgörülebilir (Une
erreur excusable).
excuse diş. 1. "Mazeret (Chercher, inventer, trouver
une excuse). 2. Özür (Une faute sans excuse). §
Exiger des excuses: Özür dilenmesini istemek.
Faire ses excuses à qn, présenter ses excuses à qn:
-den özür dilemek,
excuser gçl. 1. Aklamak, haklı göstermek (Il
s'efforce
vainement
de l'excuser.
L'intention
n'excuse pas la faute. Rien n'excuse une telle
conduite).
2.
Hoş
görmek,
bağışlamak,
"affetmek, mazur görmek (Pour cette fois, je
vous excuse, mais ne recommencez pas. On doit
excuser les fautes). 3. Excuser qn de f. qch:
Birinin -meşini bağışlamak (Je vous
excuse
d'avoir oublié de me prévenir, dans votre hâte
d'en finir avec cette affaire.. Excusez-moi de vous
avoir fait attendre). § S'excuser: Bağışlanmak,
hoşgörülmek, affedilmek (Tout s'excuse ici-bas,
hormis la maladresse). 2. S'excuser de qch: -den
dolayı özür dilemek (Je m'excuse de mon retard).
3. S'excuser d'avoir f. qch: -diğinden dolayı özür
dilemek (Je m'excuse de vous avoir écrit une telle
lettre). 4. S'excuser de f. qch: -meyi reddetmek,
kabul etmemek (Il s'est excusé de participer à ce
travail). 5. S'excuser sur qn: Kusuru -e yüklemek
(I! est habile à s'excuser sur les autres).
exeat [cgzeat] er. İzin kâğıdı. § Donner son exeat
à qn: Birine yol vermek, -i kovmak, işten
çıkarmak.
exécrable s. İğrenç, tiksinç, çok kötü (Un vin
exécrable. Un goût, une odeur exécrable. Un
poème, un film
exécrable).
exécrablement bel. Çok kötü bir şekilde, iğrenç
şekilde (Il peint
exécrablement).
exécration diş. 1. Kargış, kargıma, "lânet, 2.
İlenme, ilenç, "beddua. 3. Tiksinti (Il avait une
véritable exécration pour ce. genre de musique).
§ Avoir qn, qch en exécration: -den tiksinmek,
iğrenmek; -e çok kızmak,
exécrer gçl. 1. Kargımak, kargışlamak, "lânet
o k u m a k . 2. Tiksinmek, iğrenmek, hiç ama hiç
567

exécutable
sevmemek (Exécrer te style
odeur, un homme).
exécutable 5.
(Plan, projet

d'un

Gerçekleştirilebilir,
exécutable).

auteur,

une

uygulanabilir

exécutant, e ad. 1. Uygulayıcı, °icracı (Ce n 'est pas


un créateur, mais un simple exécutant).
2.
(Müzikte) Çalan, söyleyen, icracı, icra eden (Un
orchestre de cinquante
grand
compositeur,

exécutants.
mais
un

C'est un
médiocre

exécutant).
exécuter gçl. 1. Yapmak, gerçekleştirmek, yerine
getirmek (Exécuter un projet,
un plan,
un
ordre). 2. Uygulamak (Exécuter la loi). 3. müz.
Çalmak, icra etmek (Exécuter un morceau de
musique.
L'orchestre
a exécuté la
sixième
symphonie de Beethoven). 4. huk. Çektirmek,
"infaz etmek (Exécuter une peine). 5. ask. Zor
altında tutmak, ezmek (Exécuter un peuple, une
colonie). 6. Exécuter qn: a) -in ölüm cezasını
uygulamak, -i idam etmek, kurşuna dizmek,
kafasını kesmek (Exécuter un condamné), b) -in
malını icra eliyle sattırmak (Exécuter
un
débiteur), c) ö l d ü r m e k (Bandits qui exécutent un
mouchard), d) mec. Suçlu bulmak, suçlamak,
mahkûm etmek (Exécuter un auteur), e) (Spor)
Yenmek (Il a exécuté le boxeur anglais en deux
rounds).
§ S'exécuter: 1. Borcunu, ödevini
yerine getirmek. 2. Karar vermek (Je lui ai piré
de m'aider, il s'est exécuté sans trop se faire
prier).
exécuteur, trice s. ve ad. Yapan, yerine getiren,
gerçekleştiren,
uygulayan
(Le prince
est
l'exécuteur de la loi de Dieu. La
puissance
exécutrice).
§ Exécuteur des hautes œuvres:
Cellat. Exécuteur testamentaire: Bir vasiyeti
yerine getirmek üzere vasiyeti yapanın gösterdiği
kimse.
exécutif, ive s. 1. Yasaları yürüten, yürütücü,
yürütmeye değgin, "icraî (Le pouvoir
exécutif:
Yürütme
exécution

gücü). 2. er. huk. Yürütme gücü.


dis.

1-

Uygulama,

yerine

getirme

(L'exécution d'un projet, d'une loi, d'un ordre).


2. Yapma, yapım (L'exécution d'un pont,
d'une
statue). 3. müzik.
Çalma, yorumlama, icra
(L'exécution d'un morceau, d'une
symphonie).
4. ask. Ordu tarafından bir yer halkının zor
altında tutulması. 5. İcra yoluyla malını
sattırma (Exécution
d'un débiteur).
Çektirim, infaz (L'exécution
d'un

6. huk.
jugement,

d'une peine capitale). 7. huk. İdam etme,


öldürme, asma (L'exécution d'un condamné). §
Exécution

militaire:

huk.

Kurşuna
dizme.

exemple
Homme d'exécution: Tuttuğunu koparan kimse,
eline aldığı şeyi başaran kimse,
exécutoire s. huk.

1. İcraya konulabilen

(Force

exécutoire d'un acte). 2. İcra h ü k m ü ,


exégèse diş. Metin yorumlaması; yorum, y o r m a ,
çözme, çözümleme (Exégèse biblique,
exégèse
littéraire, historique). § Faire l'exégèse de qch: -i
yorumlamak, çözmek, -in yorumunu yapmak
(Faire l'exégèse d'un discours politique,
d'une
dépêche
diplomatique).
exégète er. Yorumcu (Un passage de Platon qui a
déconcerté les exégètes).
exégétique s. Yorumlu, yorumlamalı, yorumsal
(Une analyse exégétique. Méthode
exégétique).
exemplaire s. 1. Örnek, örnek olabilen, örnek
gösterilen (Père, mère, épouse exemplaire).
2.
Ders olsun diye yapılan, ibretlik
(Châtiment
exemplaire).
exemplaire er. 1. Nüsha, kopya (Imprimer,
tirer
un livre à dix mille exemplaires.
Exemplaire
unique. Les exemplaires
d'une gravure).
2.
Örnek, örneklik (Je conseille à cet auteur de se
choisir pour exemplaire ces sortes
d'ouvrages.
De beaux exemplaires d'une
plante).
exemplairement bel. 1. Örnek olacak şekilde,
örnek
gösterilecek
biçimde
(Vivre
exemplairement).
2. İbret olsun diye (Il a été
puni
exemplairement).
exemple er. 1. Örnek, "misal (Donnez-moi
un
exemple.
Voici un exemple de sa bêtise). 2.
Örneklik, "eşantiyon, "model (Ce garçon est
l'exemple du bon élève). 3. Örnek olarak seçilen
parça, tümce yada sözcük (Exemples tirés de
bons auteurs. Exemple de grammaire).
§ A
l'exemple de: Gibi, -örneği, "misillû (Agir à
l'exemple de son père). Par exemple: 1. ö r n e ğ i n ,
meselâ (Dans ce pays la vie est très bon marché,
par exemple, une paire de chaussures
coûte
moitié moins cher qu'ici). 2. Yalnız, ne var ki
(On mange très bien dans ce petit restaurant; pqr
exemple, il ne faut pas être pressé). 3. (Ünlem
olarak) Bak sen, olur şey değil, bu da nesi! (Par
exemple, je ne m'attendais pas à cela! Ah ça! par
exemple, il ne l'emportera pas en paradis!). P o u r
l'exemple: Ders olsun diye, ibret olsun diye
(Punir, châtier un homme pour l'exemple). Sans
exemple: Eşsiz, eşi benzeri görülmemiş (Une
aventure sans exemple).
Citer qn, qch en
exemple: -i örnek olarak göstermek. Donner
l'exemple de qch: -i ilk olarak yapmak, örnek
olarak yapıp göstermek. Prendre exemple sur: -i
kendine örnek almak
(Prenez exemple sur
exemplification
votre

frère).

568
Suivre

l'exemple

de

qn:

-e

öykünmek,
-in yolundan
gitmek.
Servir
d'exemple à: -e örnek olmak, örneklik etmek,
exemplification diş. Örnekleme,
exemplifier gçl. Örneklemek, örneklerle süslemek,
exempt, e s. Exempt de: 1. -den " m u a f , bağışık (I!
est exempt du service militaire. Un soldat exempt
de corvée. Etre exempt d'impôt.
Une revue
exempte de timbre). 2. -den uzak, "masun (On
n'est jamais exempt d'un accident. Un métier
exempt de risques).
exempter gçl. Exempter qn de qch: 1. Birini -den
muaf t u t m a k , bağışık tutmak (Exempter
un
jeune homme du service militaire. Exempter les
petits salaires d'impôt).
2. -den kurtarmak,
k o r u m a k , uzaklaştırmak (Son goût du travail
l'exemptait de la paresse).
exemption diş. Bağışıklık, bağışık tutulma,
"muaflık, "muafiyet (Exemption
d'impôt,
de
service militaire. Demander une
exemption).
exequatur er. Lat. 1. Konsoloslara gittikleri
ülkelerce verilen çalışma izni. 2. Bir yabancı
mahkemece
verilen
kararın
yürütülmesini
onaylamak için kullanılan formül; "tenfiz
kararları.
exercé, e s. Yatkın, ustalaşmış, usta, becerikli (Une
fausse note qui n'échappe pas à une oreille
exercée. Il a une main exercée. L'oeil exercé d'un
observateur).
exercer gçl. 1. Yetiştirmek, çalıştırmak, alıştırma
yaptırmak, alıştırmak (Exercer des
soldats.
Exercer le corps, la mémoire).
2. Yapmak,
etmek, icra etmek (Excercer un commerce,
un
métier, la médecine). 3. Yerine getirmek, "ifa
etmek (Exercer ses fonctions).
4. Denemek,
sınamak, sınamadan geçirmek (Il veut exercer
ma patience).
5. Kullanmak (Exercer
son
autroité, son pouvoir, son droit, un privilège). 6.
exercer qn à qch: Birini -e çalıştırmak, alıştırmak,
yetiştirmek
(Le
professeur
exerce
ses
élèves à la conversation en anglais. Exercer un
jeune homme à la boxe). 7. Exercer qn à f. qch:
Birini -meye çalıştırmak, alıştırmak (Exercer un
chien à apporter le gibier). § S'exercer: 1.
Egzersiz yapmak, çalışma yapmak (Le bon
pianiste s'exerce tous les jours). 2. S'exercer à
qch: -çalışmak (S'exercer au piano, au violon).
3. S'exercer à f. qch: -meyi öğrenmek, -meye
alışmaya çalışmak (Je m'exerce
à respecter
strictement l'horaire que je me suis imposé). 4.
S'exercer sur, contre: -de kendini göstermek (La
malignité publique

s'est exercée contre le pauvre

exhaustif
homme. Sa manie s'exerçait sur les autres).
exercice er. 1. Alıştırma, temrin, çalışma, "egzersiz
(Exercices de traduction,
exercice du fusil.
L'exercice
des jambes,
de la mémoire).
2.
Yapma, etme, uygulama, "icra etme (Se livrer à
l'exercice de la médecine.
l'a rendu
autoritaire).

L'exercice du pouvoir
3. Beden eğitimi,

cimnastik (Le médecin lui a recommandé de faire


un peu d'exercice). 4. Kullanma (L'exercice d'un
droit). 5. (Bütçenin) Uygulanma süresi, bütçe
dönemi (L'exercice budgétaire ne coïncide pas
avec l'année budgétaire). 6. Talim (l es soldats
vont à l'exercice.
Le lieutenant fait
faire
l'exercice à sa section).
exerciseur er. Cimnastik aleti,
exérèse diş. hek. Çıkarıp alma, kesip alma
(L'exérèse d'une
tumeur).
exergue er. 1. Madalyanın yazı yada tarih yeri. 2.
mec. Ad, başlık (Mettre un proverbe en exergue
à un texte).
exfoliation diş. Pul pul dökülme, yaprak yaprak
dökülme (Exfoliation de l'écorce d'un arbre). 2.
hek. Ölü dokuların yaprak yaprak düşmesi,
exfolier gçl.
1. (Bir bitkinin) Yapraklarını
koparmak. 2. Yaprak yaprak dilmek (Exfolier
une pierre, un tronc d'arbre). § S'exfolier:
Yaprak yaprak dökülmek, kabuk atmak, pul pul
dökülmek.
exhalaison diş. Bir yer yada cisimden çıkan gaz,
buhar, koku gibi şeyler, yayıntı
(Exhalaisons
odorantes).
exhalation diş. 1. (Koku, gaz vb) Çıkarma, yayma.
2. hek. Solurken b u h a r ç ı k a r m a ,
exhaler gçl. 1. Çıkarmak, yaymak (Exhaler une
odeur, un parfum délicat, une vapeur légère;
exhaler une fraîcheur, une chaleur, un son). 2.
Ortaya vurmak, dile getirmek (Exhaler sa
mauvaise humeur, ses regrets, ses plaintes). §
S'exhaler: 1. Çıkmak, yayılmak
(Fumées,
vapeurs qui s'exhalent). 2. S'exhaler de: -den
çıkmak, yayılmak (Une odeur de moisi s'exhale
du soupirail).
exhaussement

er.

(Exhaussement

Yükselme,

d'un mur, d'un

yükseltme
édifice).

exhausser gçl 1. Yükseltmek (Exhausser un mur,


une digue). 2. Exhausser qch de...: Bir şeyi...
kadar yükseltmek, -lik yükseltmek (Exhausser
une maison de trois étages). 3. mec. Yüceltmek,
yükseltmek (La douleur exhausse les âmes en les
épurant).
exhaustif, ive s. T a m a m , eksiksiz (Une
exhaustive,

liste

exhaustive).
étude
569

exhaustion

existant

her

Unutulmuşluktan kurtarmak, yeniden ortaya


çıkarmak (Exhumer des souvenirs, une vieille

yönüyle (Etudier exhaustivement


une question).
exhaustivité diş. Tamamlık, eksiksizlik.

loi, de vieilles rancunes).


exigeant, e s. 1. Kolay tatmin olmaz, »doyumsuz,

exhaustion diş. Tüketme, bitirme,


exhaustivement bel. Eksiksiz bir

exhérédation diş.

Kalıttan

yoksun bırakma,
exhéréder gçl. Kalıttan

şekilde,

çıkarma,

"mirastan

çıkarmak,

"mirastan

yoksun bırakmak (Exhéréder un parent).


exhiber gçl. 1. Çıkarıp göstermek (Exhiber

ses

mızmız, güç beğenir, çok şey istemeye alışmış


(Un caractère exigeant. Les peuples latins sont
exigeants en fait de bonheur).
2. Çok şey
gerektiren, güç, çetin, titizlik isteyen (Une
profession exigeante, une religion
exigeante).

papiers, son passeport, sa carte d'identité).


2.
Göstermek, ortaya dökmek (Exhiber sa science,
ses vices). 3. mec. Gösterip caka satmak
(Exhiber ses décorations. Elle exhibait sur te
boulevard sa nouvelle robe). § S'exhiber: El
âlemin karşısına çıkmak, göze gözükmek
(Comment ose-t-il s'exhiber dans cette tennue?).
exhibition diş. 1. Çıkarıp gösterme. 2. Gösterme,
seyrettirme, gösteri, "teşhir
(Exhibition
de
peinture, des fauves dans un cirque). 3. Gösteriş,
caka (Exhibition de luxe, de toilettes
fastueuses).
4. ruhb.
Cinsel organlarını yada çıplak
vücudunu gösterme eğilimi, "teşhir,
exhibitionnisme er. 1, Cinsel organlarını gösterme
hastalığı, "teşhircilik, 'göstermecilik. 2. mec.
Özel yaşam ve duygularının açıklanmayacak
yanlarını açıklama (L'exhibitionnisme
d'un
écrivain).

exigence diş. 1. Gerek, gereklik, "icap (Selon


l'exigence des affaires, de la situation). 2. İstek,
dilek, "arzu (Quelles sont vos exigences? H
cherche à répondre aux exigences de ses clients)

exhibitionniste ad. Cinsel organlarını yada çıplak


vücudunu
gösterme
hastası,
»göstermeci,
"teşhirci.

(Jardin

exhilarant, e 5. Güldürücü, katıla katıla güldüren,


exhortation diş. Çağırma, çağrı, "davet; yüreklendirme, "teşvik (Exhortation à la
patience, à la
sérénité, au travail, à la modération).
exhorter gçl. 1. Exhorter qn a qch: Birini -e davet
etmek, teşvik etmek; -e çağırmak, yüreklendirmek, itmek (Exhorter son ami à ta
patience, à la
modération, au calme). 2. Exhorter qn à f. qch:
Birini -meye çağırmak, -mek yoluna sokmaya
çalışmak, teşvik etmek; birinden -meşini rica
etmek (I! m'a exhorté à oublier le passé).
exhumation diş. 1. Gömütten çıkarma, " m e z a r d a n ^
dışarı çıkarma (L'exhumation
d'un corps). 2.

3. Titizlik (Ce
insupportable).

patron

est

d'une

exigence

exiger gçl. 1. İstemek (Les malfaiteurs exigent une


rançon. Le professeur exige le silence pendant la
classe). 2. Exiger qch de qn: Birinden... istemek
(Il exige de nous un grand sacrifice.
Qu'exigezvous de lui?). 3. Gerektirmek, "icap ettirmek
(Les circonstances exigent une grande
prudence).
4. Buyurmak, "emretmek (J'exige que vous
rendiez compte de l'emploi de cet argent).
exigibilité
dette).

diş.

İstenebilirlik

(Exigibilité

d'une

exigible s. istenilebilir (Dette exigible. L'impôt


exigible le 15 septembre).
exigu, ë s. Küçücük, daracık, minnacık
exigu, maison exiguë).
exguïté diş. Küçüklük, darlık (L'exiguïté
chambre).

me

est

d'une

exil er. 1. Sürgün; sürgün cezası (Il fut


condamné
à l'exil). 2. Sürgün yeri. § En exil: Sürgünde (Un
roi en exil. Vivre en exil). Aller, être en exil:
Sürgüne gitmek, sürgünde olmak. Condamner
qn à l'exil: Sürgün cezasına çarptırmak. Envoyer
qn en exil: Sürgüne göndermek,
exilé, e s. ve ad. 1. Sürgün, sürdürülmüş, sürgün
edilmiş (Un pays qui ouvre ses frontières
aux
exilés). 2. mec. Bir yana atılmış; bir kenara
çekilmiş (Notes exilées dans un coin de journal.
Les prêtres exilés au bout du monde).
exiler gçl. 1. Sürmek, sürgüne göndermek (Exiler

Unutulmuşluktan kurtarma, yeniden gün ışığına


çıkarma (L'exhumation
d'un document,
des

un condamné politique). 2. Exiler qn de: Birini


-den sürmek, kovmak (On l'a exilé de France.

sou ,'enirs).

J'ai été exilé de Belgique). § S'exiler: 1. Yurdunu


bırakıp gitmek, göç edip yerleşmek (Il ne veut
pas
s'exiler
en Australie).
2. Yalnızlığa

exhumer gçl. 1. Gömütten çıkarmak (Exhumer

un

corps pour le transporter dans une


nouvelle
sépulture). 2. Toprak altından çıkarmak, kazıp
bularak gün ışığına kavuşturmak (On a exhumé

çekilmek, köşesine çekilmek,


exine diş. bitb. Çiçektozu dışzarı, dışzar.

une maison antique. Des fouilles


archéologiques
exhument
des statues
antiques).
3.
mec.

existant, e s. 1. Şimdiki, mevcut (Les règlements


existants ne le permettent pas. Majorer les tarifs
existence

570

existants). 2. Var olan (Une chose existante). 3.


ad. Canlı varlık, yaşayan varlık (Tout existant
naît sans raison et meurt par rencontre). 4. er.
Mevcut para yada eşya, mevcut (Existant en
portefeuille,
en magasin).
existence diş. 1. fels.
Varoluş. 2. Varlık,
"mevcudiyet (J'avais oublié votre
existence.
Déceler l'existence d'une tumeur. Ouvrage sur
l'existence de Dieu). 3. Yaşam, "hayat; yaşantı,
yaşama biçimi (Mener une existence
misérable.
Changer d'existence
en se mariant). 4. Canlı
varlık, yaşayan kimse, kişi (Il n'y a vraiment que
le mariage pour unir deux existences).
existentialisme er. fels. Varoluşçuluk,
existentialiste s. ve ad. fels. Varoluşçu,
existentiel, le s. Varlığa değgin; varoluşa değgin,
exister
1. Var olmak, mevcut olmak (L'année
dernière cette maison n'existait pas. Cette plante
existe en Turquie aussi). 2. Yaşamak (Depuis
qu 'il existe, cet homme n 'a connu que la misère.
Pour les arbres, exister c'est durer). 3. Değer
taşımak, önemi olmak (Sesprojets sont à longue
échéance, pour lui le temps n'existe pas).
ex-libris er. Lat. Bir kitaba, iyesinin kim olduğunu
belirtmek üzere vurulan marka (Collection d'exlibris).
exocarpe diş. bitb. Dışkabuk.
exocet er. hayb. Uçanbalık.
exode er. 1. (Büyük harfle) tsrailoğullarının
Mısır'dan göçü. 2. Toptan göç (On appelle
"exode rural" l'émigration des ruraux vers les
villes. L'exode des citadins en été).
exoderme er. anat. Dışderi.
ex officio bel. lat. Re'sen.
exogamie
diş.
Dıştan
evlenme;
evlenecek
kimsenin, eşini, üyesi bulunduğu topluluğun
dışından
düzeni.

seçmesi kuralım

temel alan

evlilik

qui
(Champs

s'exondent).

exonération diş. Bağışık tutma, bağışık tutulma;


bağışıklık, "muafiyet (Exonération
fiscale;
obtenir une exonération
d'impôt).
exonérer gçl. 1. Vergiden bağışık tutmak, vergi dışı
bırakmak (Exonérer un contribuable,
certaines
marchandises, certains revenus). 2. Exonérer qn,
qch de qch: -den bağışık tutmak (Exonérer un
étudiant
des droits d'inscription.
certains articles de la taxe).

exophtalmie diş.

Exonérer

hek.

Göz yuvasının

dışarıya

doğru çıkması, göz fırlaması,


exorbitant, es.
1. Pek aşırı, sınırı aşan, çok
ölçüsüz (Prix exorbitants, sommes
exorbitantes,
prétentions
exorbitantes).
2. Yasasız, usulsuz,
yolsuz (Privilèges
exorbitants).
exorbité, e s. Yuvalarından fırlamış (Les
exorbités).
exorcisation diş.

Dualar

okuyup

şeytan

yeux
yada

cinsleri kovma,
exorciser gçl. 1. Dualar okuyarak yada kilisede
yapılan ayinlerle bir kimsenin bedenine girdiği
sanılan
şeytanları
yada
cinleri
kovmak
(Exorciser un demon). 2. Başından atmak -den
kurtulmak (Exorciser un mal, un démon. Un
gouvernement
qui
s'efforce
d'exorciser
l'inflation).
exorcisme er. 1. Şeytan yada cinleri kovmak için
okunan dua ve yapılan âyin; büyü. 2. mec. Bir
sıkıntı yada belâdan kurtulma yolu, kurtuluş (II
espérait trouver dans la tendresse le seul
exorcisme
efficace).
exorde er. 1. (Bir söylevde) Söz başı. 2. Başlangıç,
konuya giriş,
exoréique s. coğr.

Akışlı;

akarsuları

denize

ulaşabilen (Région exoréique: Akışlı bölge).


exosmose diş. fiz. bitb. Dışa geçişme, içten dışa
geçişme.
exotériqne s. fels. Dışrak, "alenî, genel ve herkesin
olabilen,
exothermique s. kim. Isıveren,
exotique 5. Ülke işi olmayan, dış ülkelerle ilgili
bulunan, eldışı, *yabancıl, *yabansıl (Plantes
exotiques, danses exotiques, roman
exotique).
exotisme er. Eldışılık, "yabancıllık, *yabansilhk.
expansibilité diş.fız. Genleşirlik, genişleyebilirlik.
expansible s. fız. Genleşir, genişleyebilir (Les gaz
sont

exomorphisme er. yerb. Dışbaşkalaşım.


exondation diş. exondement er. Sel sularının
çekilmesi (Exondation des champs).
exonder (s')gsz.Selsularından kurtulmak

expansionniste

expansibles•).

expansif, ive s. fız. 1. Genleşici (La force expansive


de la vapeur). 2. Açık yürekli (Un
homme
expansif.
Il est d'un naturel expansif).
3.
Duygularını gizlemeyen, yüreği avucunda.
expansion diş. 1. fiz. Genleşme, hacmi büyüme
(Expansion
d'un gaz par élévation
de la
température). 2. Yayılma, yayılım (La politique
d'expansion).
3. Gelişme,
büyüme
(Une
industrie en pleine expansion. L'expansion
d'une
ville, d'une économie). 4. mec. Açılma, içini
dökme, derdini söyleme (Besoin
d'expansion).
expansionnisme er. "Yayılımcılık.
expansionniste ad. 1. Yayılma politikası güden,
•yayılımcı;

emperyalist.

2.

s.

Yayılımcı;
expatriation

571

emperyalist (Une politique


expansionniste).
expatriation diş. Yurdundan etme, yurdundan
olma; elginlik.
expatrié, e s. ve ad. Yurdundan edilmiş,
yurdundan kovulmuş, elgin, yurdundan kaçmış;
sürgün,
"mülteci,
sığınık
(Les
expatriés
espagnols).
expatrier gçl. 1. Yurdundan etmek, yurdundan
kovmak, sürmek, sürgün etmek. 2. Yabancı bir
ülkeye aktarmak, dışarıya kaçırmak (Expatrier
son argent,
des capitaux).
§ S'expatrier:
Yurdunu bırakıp gitmek, yurdundan uzak
düşmek, elgin olmak (Ouvriers qui
s'expatrient
pour trouver du travail).
expectant, e s. Bekleyici, gö/.etieyici, bekle gör
(Une
politique
expectante,
une
attitude
expectante).
expectation diş. Bekleme, gözetleme,
expectative diş. 1. Umut içinde bekleme, bekleyiş
(Il resta dans l'expectative, guettant
l'occasion).
2. Beklenti (Les expectatives et tes aspirations
des électeurs).
expectorant, e j. ve ad. Balgam söktürücü (Sirop
expectorant. Prendre un
expectorant).
expectoration diş. Balgam çıkarma (Ce

sirop

facilite
l'expectoration).
expectorer gçl. gsz. Balgam çıkarmak (Expectorer
des glaires.
Un malade qui tousse,
mais
n 'expectore pas).
expédient, e s. Uygun, yerinde, "münasip (Faites
ce que vous jugez expédient. Il est expédient de
prendre des mesures).
expédient er. 1. Çıkar yol, çare (Chercher un
expédient. Il ne savait plus à quels
expédients
recourir). 2. Geçici çare, kesin çözüm getirmeyen
yol (Recourir à des auxiliaires non spécialistes
n'est qu'un expédient).
§ Vivre d'expédient:
Geçinmek için her türlü yola başvurmak zorunda
kalmış bulunmak,
expédier gçl. 1. Göndermek, yollamak (Expédier
une lettre, un colis par la poste). 2. Expédier qch
i qn: Birine birşey göndermek (J'ai expédié
lettre recommandée
à ma tante). 3.

une
tkz.

Çırpıştırmak, baştan savma yapmak, şişirmek


(Un élève qui expédie son devoir. Médecin qui
expédie
dix consultations
en une
heure).
4.Yapivermek,
bitirivermek
(Expédier
les
affaires courantes). 5. Başından savmak (Le
directeur les a expédiés). 6. tkz. ö l d ü r m e k ,

expérimenter
dünyaya yollamak,
expéditeur, trice s. ve ad. 1. Gönderen, gönderici
(L'expéditeur
d'une
lettre, d'un
colis).
2.
"Nakliyeci, "taşımacı (Société
expéditrice).
expéditif, ive s. 1. Eli çabuk, hamarat (Il est
expéditif
solution

en affaires).
expéditive).

2. Ç a b u k , süratli (Une
3.
Baştan
savma,

çırpıştırma, şişirme
(Sa méthode critique est
expéditive, il juge un livre sur les deux premières
pages).
expédition diş. 1. Gönderme, yollama (Expédition
d'une lettre, d'un paquet,
d'un colis,
des
marchandises). 2. Gönderilen şey (J'ai bien reçu
votre dernière expédition). 3. Sefer (L'expédition
de Bonaparte en Egypte. Les préparatifs
d'une
expédition). 4. Gezi, gezinti, sefer (Organiser,
préparer, financer une expédition.
Expédition
dans l'Himalaya).
5. Resmi bir kâğıdın onaylı
kopyası (Le notaire lui a délivré une expédition
du contrat). 6. Baskın (Expédition de police).
expéditionnaire er. 1. (Bir tecimevinde) Mal
gönderme görevlisi. 2. Noter kâtibi, mahkeme
kâtibi. 3. s. Sefere çıkan, savaşa gönderilen
(Armée
expéditionnaire).
expéditivement
bel.
Çabucak,
çarçabuk,
hemencecik
(L'affaire
a
été
réglée
expéditivement).
expérience diş. 1. Deney (Une expérience
de
physique, de chimie Le professeur a fait devant
ses élèves une expérience d'électricité
statique).
2. Görgü bilgi, ' d e n e y i m "tecrübe (On acquiert
de l'expérience
en vieillissant).
3. Girişim,
deneme (Expériences d'un pays dans le domaine
économique).
expérimental, e s. 1. Deneysel, denemeye dayanan
(Méthode
expérimentale).
2. Deneme için
yapılan, denemelik (Cultures
expérimentales.
Fusée
expérimentale).
expérimentalement bel. Deneysel olarak,
expérimentateur, trice ad. Deneyci,
expérimentation diş. Deneyleme, deneme yapma
(Au bout de longs mois d'expérimentation,
le
chef de laboratoire
a conclu à la parfaite
innocuité de ce
médicament).
expérimenté, e 5. Görgü-bilgisi olan,
geçirmiş, 'deneyimli, "tecrübeli (Un
expérimenté.
expérimenté).
expérimenter
Médecin,
gçl.

1.

görmüş
homme

politicien,
Denemek,

avocat
sınamak,

zıbartmak, canını cehenneme yollamak. 7.


Usulüne uygun olarak yapmak. § Expédier qn

deneylemek, "tecrübe etmek (Expérimenter


un
remède, un appareil. Expérimenter un vaccin sur

dans l'autre monde: mec. Birini öldürmek, ö b ü r

un cobaye). 2. gsz. Deneyler yapmak (Un

savant
expert
qui expérimente sans cesse).
expert, e s. 1. Yetişmiş, eli uz, usta (Un

expirer gçl.
ouvrier

expert). 2. Expert en, dans qch: -de usta, yetkili,


uzman (Il est expert dans cet art, dans cette
science). 3. Expert à f. qch: -mekte usta (Il est
expert à manier l'épée).
expert er. Uzman, bilirkişi (Expert assermenté

près

les tribunaux.
Consulter
un expert.
La
compagnie d'assurance a envoyé un expert pour
estimer les dégâts).
§ A dire d'expert: 1.
Bilirkişilerin dediğine göre. 2. Kesin olarak,
expertement bel. Ustaca, beceriklilikle,
expertise diş. 1. Bilirkişi incelemesi (L'expertise a
établi que ce tableau est une copie). 2. Bilirkişi
raporu (Evaluation d'un dommage par expertise.
Jugement ordonnant
l'expertise).
expertiser gçl. 1. Bilirkişiye baktırmak, bilirkişiye
havale etmek (Expertiser les dégâts). 2. Değer
biçmek, değerini saptamak (Faire expertiser un
tableau, des meubles).
expiation diş. 1. (Eski) Tanrıların öfkesini
yatıştırmak için düzenlenen adak sunma töreni.
2. Ceza (La justice lui a infligé une lourde
expiation de ce moment d'égarement). 3. Günah
ödeme, "kefaret, cezasını çekme (Le remords
d'une faute entraîne un désir d'expiation).
4.
G ü n a h ödemek için verilen yada yapılan şey,
bedel, karşılık. § En expiation de: -in "kefareti
olarak, -in bedeli olarak, karşılığı olarak (Il se
consacre aux oeuvres charitables en expiation de
ses fautes passées. Châtiment infligé en expiation
d'un crime).
expiatoire s. G ü n a h ödeyici (La messe
sacrifice
expier gçl.
kefaretini
crime par

expliquer

572

est

un
expiatoire).
1. (Bir suçu, bir günahı) Ödemek,
ödemek (Un assassin qui expie son
la prison perpétuelle). 2. (Bir şeyin)

Cezasını çekmek (H expie ses


imprudences).
expirant, e s. 1. Can veren, can vermek üzere olan,
ölmek üzere, can çekişen (Un malade
expirant.
S'efforcer de ranimer une industrie expirante). 2.
Bitkin, ölgün, ölümsek (Il m'a répondu
d'une
voix
expirante).
expirateur s. ve er. anat.
sağlayıcı (Muscles

Soluk verici, soluk

expirateurs).

expiration diş. 1. Soluk verme (Inspiration


et
expiration).
2. Sona erme, bitme; süre bitimi
(L'expiration
d'un bail, d'un mandat,
d'une

1. Soluk vermek; soluğuyla dışarı

çıkarmak (Expirer de l'air vicié. Les chevaux


expiraient par les nasaux une vapeur blanche). 2.
gsz. Ölmek, son soluğunu vermek (H est sur le
point d'expirer).
3. gsz. Sona ermek, süresi
bitmek (Mon passeport expire le 15 septembre. Il
nous a accordé
demain).

un

délai

qui

expire

après

explétif,ive s. dilb. Anlatımın gücünü artırmak için


söze katılan ama anlam bakımından zorunlu
olmayan, zorunsuz (sözcük), kıtık,
explicable 5. 1. Açıklanabilir
(Une
erreur
explicable par ta fatigue de l'ouvrier). 2. Nedeni
anlaşılabilir, pek haklı (Il en a éprouvé un dépit
bien explicable).
explicatif, ive 5. Açıklayıcı (Note explicative jointe
à un appareil).
explication diş. 1. Açıklama (Explication de texte.
Explication jointe à un texte). 2. Yorum (La
fameuse explication des songes de Pharaon). 3.
Neden, "sebep (Quelle est l'explication de ce
retard dans le courrier'/). 4. Açıklama, açıklayıcı
bilgi, "izahat (Exiger une explication. Il m'a
demandé des explications sur le congrès. Je n 'ai
pas d'explication
à te donner). 5. Tartışma,
"münakaşa (Comme chaque fois qu'il doit y
avoir une explication entre nous, j'ai
commencé
par faire sortir les enfants).
§ Avoir une
explication avec qn: 1. Biriyle görülecek hesabı
olmak, -den soracak hesabı bulunmak. 2. Biriyle
tartışmak, ağız kavgası etmek,
explicites. 1. Belli, açık, aydınlık (Le texte de ta loi
est très explicite sur ce point. Parler en termes
explicites). 2. fels. Belirtik, "sarih,
explicitement bel. Açıkça, açık açık (1! a formulé
sa demande
expliciter gçl.
belirtmek
condition).

explicitement).
Açıkça bildirmek,

(Expliciter

une

kesin

olarak

interdiction,

une

expliquer gçl. 1. Açıklamak (Expliquer un texte


difficile,
un
théorème).
2.
Yorumlamak
(Expliquer un rêve, une énigme, un symbole). 3.
Expliquer qch à qn: Bir şeyi birine anlatmak
göstermek, ayrıntılarıyla açıklamak

(Expliquer

ses projets,
ses pensées à ses
supérieurs.
Expliquer
à quelqu'un
le maniement
d'une
voiture, les règles d'un jeu). 4. Söylemek,

trêve). § A l'expiration de: -in bitiminde, sona


erdiğinde (A l'expiration
de son bail, il est

bildirmek (Expliquez-lui que nous comptons sur


lui). 5. Haklı göstermek, nedeni olmak (Un goût
de la vérité qui explique le pessimisme
des

menacé d'expulsion).
Venir à expiration: Sona
ermek, süresi bitmek.

dernières années de sa vie. La difficulté


travaux explique le coût de l'opération).

des
§
exploit

573

S'expliquer: 1. Açıklanabilmek, anlaşılmak (Un


phénomène
qui s'explique
facilement).
2.
Düşüncesini belirtmek, düşündüğünü anlatmak
(Je ne sais pas si je me suis bien expliqué. Ce
garçon s'explique comme il faut). 3. S'expliquer
qch: -in nedenini anlamak (Je ne m'explique pas
son retard). 4. S'expliquer par: -den ileri gelmek,
-e bağlı olmak, -ile açıklanmak, nedeni... olmak
(Un échec qui s'explique par une erreur de
calcul). 5. S'expliquer sur qch, de qch: -in
hesabını vermek, nedenini, içyüzünü açıklamak
(Etle s'est expliquée sur ce qu'on lui impute). 6.
hlk. Birbiriyle hesaplaşmak, kavga etmek (Ils
sont partis s'expliquer dehors). 7. S'expliquer
avec qn: -e derdini anlatmak, durumunu
açıklamak (Je me moque de vos raisons, allez
vous expliquer avec le patron).
exploil er. 1. Savaş başarısı, "gaza, kahramanlık
(Un vieux soldat qui raconte ses exploits). 2.
Büyük başarı, başarı (Les exploits des premiers
cosmonautes ont suscité l'admiration du monde.
Exploit sportif, athlétique). 3. Mahkeme çağrısı,
"davetiye. 4. alay. Marifet (Tu peux être fier de
ton exploit, ton costume neuf est plein de
taches). 5. mec. tkz. Hovardalık, kadın tavlama,
çapkınlık (Se vanter de ses exploits).
exploitable s. 1. İşletilebilir (Cette forêt n'est pas
encore exploitable.
Un gisement
de
pétrole
facilement exploitable). 2. mec. Tiye alınabilir,
alay edilebilir, işletilebilir (Les naïfs
sont
facilement exploitables). 3. huk. Haczedilebilir.
exploitant, e s. ve ad. 1. İşleten, işletmeci (La
société exploitante. L'exploitant
d'un
domaine
agricole. Les petits exploitants).
2. Sinema
müdürü yada sahibi. 3. huk. Bildiri memuru,
exploitation
diş.
1.
İşletme,
çalıştırma
(L'exploitation
d'une ligne aérienne, d'une ligne
de chemin de fer, d'une mine, d'une terre). 2.
İşletme hakkı (Exploitation concédée par l'Etat à
une société privée). 3. İşletme, işletilen şey, iş
(Etre à la tête d'une exploitation agricole, une
exploitation
minière, commerciale).
4. Alay
etme, tiye alma, işletme (Exploitation
de la
crédulité d'un naïf). 5. Sömürme, sömürü
(Exploitation
de l'homme
par
l'homme.
L'exploitation
capitaliste).
exploité, e s. ve ad. 1. İşletilen, çalıştırılan (Mine
exploitée, terre exploitée). 2. Sömürülen
classe sociale exploitée. Les exploités).

(Une

exploiter gçl. 1. İşletmek, çalıştırmak (Exploiter


une mine, une industrie, une carrière de pierre,
une terre). 2. Yararlanmak, iyiye kullanmak

explosion
(Exploiter
situation).
(Exploiter
l'ignorance

ses

avantages,

sa

chance,

ta

3. Sömürmek, kötüye kullanmak


un pays, les ouvriers. Il exploite
du public). 5. Kazıklamak, fazla

parasını almak (Exploiter un client). 6. Tiye


almak, alay etmek, işletmek (Tu exploites sa
crédulité). 7. gsz. huk. Bildiri, çağrı göndermek,
"celp çıkarmak,
exploiteur, euse ad. 1. Sömürgen, sömürücü, kan
emici (Exploiteur de la misère du peuple.
C'est
un homme simple et naïf, une victime facile pour
les exploiteurs). 2. Fırsatçı, fırsat düşkünü,
explorateur, trice 1. ad. Açınsayıcı, "kâşif (Une
équipe d'explorateurs
partie
dans la forêt
tropicale). 2. er. hek. Açma bıçağı, açma âleti. 3.
s. hek. Açmaya yarayan (Stylet
explorateur).
exploration diş. 1. Açınsama, arayıp tarama,
"keşif "istikşaf (L'exploration
de l'Afrique,
du
Congo. Partir en exploration). 2. Bulup ortaya
çıkarma, "keşfetme (L'exploration
de la vie
intérieure
du subconscient).
3. hek.
Sıkı
muayene, derin inceleme (Exploration
clinique).
explorer gçl. 1. Açınsamak, keşfetmek, "istikşaf
etmek, arayıp taramak (Explorer un pays pour
en connaître
les ressources).
2. Araştırmak,
dikkatle incelemek (Explorer une question, les
possibilités
d'un
accord).
3. hek.
Derin
incelemek, çok sıkı araştırmak, muayene etmek
(Sonde pour explorer les plaies, les cavités
naturelles).
exploser gsz. 1. P a t l a m a k , bösmek, "infilak etmek
(Une bombe qui explose. Le gaz explose au
contact d'une flamme).
2. Birdenbire ortaya
çıkmak, taşmak, patlamak (Sa colère,
son
mécontentement
explosa). 3. Kızıp patlamak,
öfkeden patlamak (On mit sa patience à bout, il
explosa). 4. Exploser en qch: -i basmak, kızıp
...leri sıralamak (Exploser
en injures,
en
imprécations).
explosible s. Patlar, patlayabilir, patlayabilen,
bösebilen (Mélange gazeux
explosible).
explosif, ive s. 1. Patlayıcı, bösücii, infilak edici
(Une matière explosive, un obus explosif). 2.
mec.
Çabuk kızan, birdenbire öfkelenen,
patlayan (Il a un caractère
explosif;
un
tempérament
explosif).
3. mec. Çok gergin,
tehlikeli (Une situation explosive). 4. dilb. Sert
(Consonnes
explosives).
explosif er. Patlayıcı madde,
explosion diş. 1. Patlama, bösme, "infilak
(Explosion
d'une mine, d'une torpille,
d'un
obus, d'une bombe). 2. mec. P a t l a m a , patlak
exponentiel

574

verme, birdenbire ortaya çıkma, taşma (Une


explosion de joie, d'enthousiasme,
de colère). 3.
Birden ve büyük ölçüde yaygınlaşma, patlama
(Explosion
démographique,
explosion
touristique.
Explosion
d'une
épidémie).
§
Moteur à explosion: Patlarlı motor.
explosion: P a t l a m a k , "infilak etmek,
exponentiel, le s.
exponentielle).
exportable
s.

au

rayonnement),

b)

-e

doğru

çevirmek, yönlendirmek (Exposer un bâtiment


au sud). 1. Exposer qn: Birini tehlikeye atmak.

Faire

karşı karşıya bırakmak (Son métier


l'expose
toujours au danger). 9. Exposer qn à f. qch:

mat.

Üstel, üslü

(Equation

"İhraç

edilebilir,

dışsatımı

(Un commerçant
qui expose ses produits
au
marché. Exposer divers objets dans une vitrine.
Un peintre qui expose ses tableaux dans un
salon). 2. Tehlikeye a t m a k , tehlikeye koymak
(Exposer sa vie, sa réputation, sa fortune).
3.
gitmek, terketmek, sokağa atmak
un enfant). 4. Açıklamak, anlatmak

(Exposer un fait en détail. Exposer une question,


un problème). 5. Exposer qch à qch: -e sermek,
-e tutmak (Exposer du linge au soleil, une plaque
photographique
à la lumière.
Exposer
des
poteries à la chaleur du four). 6. Exposer i qch:
a) -e "tâbi tutmak (Exposer

radiations,

8. Exposer qn à qch: a) (Eski) Birini -in önüne


atmak, bırakmak (Exposer un esclave aux bêtes
farouches),
b) Birini -e maruz bırakmak, -ile

yapılabilir, *dışsatımlanabilir (Des


denrées
difficilement
exportables).
exportateur, trice s. ve ad. "İhracatçı, *dışsatımcı
(Son père est un grand exportateur de tissus. Un
pays exportateur de blé).
exportation diş. 1. "İhraç, "ihraç etme, »dışsatım
(Licences d'exportation.
Maison
d'exportation
et d'importation.
L'exportation
des
produits
agricoles, des matières premières). 2. "İhracat,
"ihraç malı (Le volume des exportations
est
nettement supérieur à celui des importations).
3.
Yabancı ülkelere a k t a r m a , dış ülkelere yatırma
(Exportation de capitaux).
exporter gçl. I. "İhraç etmek, dışa satmak,
*dışsatımlamak (Exporter des produits bruts. La
France exporte des vins dans de nombreux
pays).
2. Dış ülkelere yaymak (Exporter une doctrine,
une mode, une
innovation).
exposant, e ad. 1. Sergiye mal koyan, sergileyici,
sergici (Cette foire
groupe
de
nombreux
exposants.
Les exposants
d'un
salon
de
peinture). 2. er. mat. Üs.
exposé er. 1. Açıklama (Exposé de ta situation.
Faire un exposé oral de la situation
financière).
2. Kısa açıklama, kısa konuşma, özetleme (Un
étudiant qui présente un exposé sur une question
de grammaire). 3. Ders (Vous déposerez le texte
de votre exposé au
secrétariat).
exposer gçl. 1. Gözler önüne sermek, sergilemek

Bırakıp
(Exposer

expression

à la chaleur, à des

Birini -mek tehlikesine düşürmek, -menin eşiğine


getirmek (Sa rude franchise l'a exposé à perdre
sa place). § S'exposer: 1. Kendini tehlikeye
atmak (Il a peur de s'exposer,
il rejette les
responsabilités). 2. S'exposer à qch: a) -ile karşı
karşıya bulunmak (S'exposer au danger, à un
péril), b) -e maruz kalmak, uğramak (S'exposer
aux critiques, aux reproches). 3. S'exposer à f.
qch: -mek tehlikesiyle karşı karşıya bulunmak
(Vous vous exposez à rester en panne si vous ne
prenez pas d'essence).
exposition diş. 1. Serme, sergileme (Exposition de
marchandises dans une vitrine) 2. -e karşı tutma,
"maruz bırakma (L'exposition
prolongée
du
corps aux rayons solaires, d'une maison à l'est).
4.
Bırakma,
terketme,
sokağa
bırakma
(L'exposition
d'un
enfant
nouveau-né).
5.
Açıklama (L'exposition
d'un
texte,
d'un
système). 6. Sergi (Exposition de peinture, de
sculpture).
7.
Fuar,
sergi
(Expositions
universelles de Paris, l'Exposition
internationale
de Bruxelles). 8. (Eski) "Âleme teşhir cezası,
exprès, se s. 1. Kesin, salt, "mutlak (Condition
expresse d'un contrat. Ordre exprès,
interdiction
expresse).
2. Ekspres (Lettre exprès,
colis
exprès). 3. er. Özel ulak.
exprès bel. 1. Sırf, yalnız, tek (Je suis venu exprès
pour parler de cette question. Il semble fait
exprès pour cela). 2. Bile bile. Bile isteye, kasten
(Il l'a fait exprès). § Faire exprès de f. qch: Bile
bile -mek, kasten -mek (Il a fait exprès de vous
contredire).
express s.

ve ad.

Ekspres (Un

train

express.

L'express va plus vite que


l'omnibus).
expressément bel. 1. Kesin olarak, kesinlikle (Il est
expressément défendu de fumer dans la salle). 2.
Özellikle, ısrarla (La plus grande prudence est
expressément recommandée aux
automobilistes).
expressif, ive s. 1. Zengin anlatımlı; anlatımsal (Un
langage expressif,
un terme expressif).
2.
Anlamlı (Un silence
expressif,
un
geste
expressif).
expressive,

3. Canlı, diri (Une


physionomie
une mélodie
expressive).

expression diş. 1. Açıklama, ortaya vurma, dile


575

expressionnisme
getirme

(L'expression

d'une

pensée,

d'un

sentiment, d'une opinion). 2. Anlatım, "ifade


(L'idée est juste, mais l'expression
laisse à
désirer).
3.
Deyim,
"tabir
(Expressions
populaires, expressions argotiques. Une langue
riche en expressions). 4. mat. İfade (Expression
à lettres: Harfti ifadeler. Expression
algébrique:
Cebir ifadesi, cebirsel ifade. Expression
de
l'espace:
fiz.
Yol formülü.
Expressions
rationnelles:
mat.
Oransal
ifadeler).
5.
Dışavurum (La faim
est l'expression
d'un
besoin). § La liberté d'expression: Düşünce
özgürlüğü, fikir özgürlüğü. Réduire qch à sa plus
simple expression: Bir şeyi
olabildiğince
yalınlaştırmak, basite indirgemek,
expressionnisme er. Dışavurumculuk,
expressionniste s. ve ad. Dışavurumcu (Les
peintres
expressionnistes).
exprimable s. Dile getirilebilir, anlatılablir

(Un

sentiment difficelement
exprimable).
exprimer gçl. 1. Dile getirmek, "ifade etmek
(Exprimer sa pensée, une idée). 2. Belli etmek,
göstermek, belirtmek (Saphysionomie
exprimait
son
inquiétude.
Il
a
exprimé
son
mécontentement
en fronçant
les sourcils). 3 . '
Yansıtmak, anlatmak (La littérature exprime les
goûts d'une époque). 4. Exprimer qch à q n : Bir
şeyi birine ifade etmek, açıklamak (Exprimer sa
reconnaissance,
sa sympathie
à un ami). 5.
Sıkmak, sıkıp çıkarmak (Exprimer le jus d'un
citron). § S'exprimer: 1. Konuşmak, meramını
anlatmak (Il s'exprime bien en français).
2.
Duygu ve düşüncelerini açıklamak (Le pouvoir
empêche l'opposition
de s'exprimer).
3. Dile
getirilmek, anlatılmak, ifade edilmek (Celapeutil s'exprimer?).
xpropriant,
e î.
ve
ad.
Kamulaştıran,
kamulaştırıcı.
xpropriation
diş.
Kamulaştırma,
"istimlâk
(Expropriation
d'une maison,
d'un
terrain.
Expropriation pour cause d'utilité
publique).
exproprier gçl. Kamulaştırmak, "istimlâk
(Exproprier

un

etmek

immeuble).

expulser gçl. 1. Expulser qn de: Birini -den


kovmak, sürmek, dışarı atmak (Expluser un
élève de l'école. Expulser un ivrogne du café. La
police a explusé de la salle plusieurs
agitateurs.
Expluser l'ennemi d'un poste). 2. Expulser qch
de: Bir şeyi -den dışarı atmak, boşaltmak (Les
déchets sont expulsés de l'organisme dans les
excréments). 3. Yurt dışına çıkarmak, ülkeden
atmak (Le gouvernement
a décide d'expulser

les

extasier
éléments

anarchistes).

expulsion diş. 1. Kovma, dışarı atma (Le


a décidé l'expulsion
d'une personne

de cet élève.

proviseur
L'expulsion

hors de sa patrie. Expulsion

d'un

locataire qui ne paie pas son loyer). 2. Boşaltım,


düşürme (Expulsion
Expulsion

de calculs:

Taş

Ülke dışına çıkarma, ülkeden atma


des

düşürme.

du placenta après l'accouchement).

3.

(L'expulsion

étrangers).

expurgation diş. 1. Temizleme, kirli olan bir şeyi


değiştirme (Expurgation

du sang).

2. Dine ve

ahlâka aykırı olan yerlerini çıkarma, ayıklama


(Expurgation

d'un

livre).

expurger gçl. 1. Temizlemek, arıtmak (Expurger


sang).
2.

Ahlâka,

dine,

töreye aykırı

yerlerini çıkarmak (Expurger un livre destiné


élèves. La censure a expurgé

le

olan

le scénario

aux

de ce

film).
exquis, e s. 1. "Nefis, pek hoş, lezzetli (Un vin
exquis, un repas exquis). 2. İnce, incelmiş, "zarif
(Il a un goût exquis). 3. "Mükemmel, eşsiz,
doyum olmaz (Un homme exquis). 4. Çok
sevimli, hayran olunacak (Une femme
exquise).
exquisément bel. İncelikle, zarif bir şekilde,
"zarafetle.
exquisité

diş.

Seçkinlik,

"nefislik,

"zariflik,

incelik.
exsangue s. 1. Çok kan yitirmiş, kansız kalmış (Un
blessé
(Lèvres

exsangue).

2.

Soluk,

un

solgun,

visage

kansız
exsangue).

3.

Gücünü yitirmiş, cılızlaşmış (Une littérature,

un

art

exsangues,

exsangue).

exsudât er. hek. Dışarı a k a n sıvı, salgı, sızıntı,


exsudation diş.
(Exsudation

1. Terleme. 2. Sızma,

de résine, dégommé).

sızıntı

3. hek. Dışarı

sıvı akması, salgı akması,


exsuder gsz. 1. Dışarı a k m a k , sızmak, ter yada
salgı olarak dışarı çıkmak. 2. gçl. Dışarı a t m a k ,
salgılamak, sızdırmak (Un arbre qui exsude de la
gomme,

de la résine. Exsuder

du

sang).

extase diş. Esrime, vecit, kendinden geçme, hayran


kalma. § Etre en extase devant qn, qch: karşısında kendinden geçmek, -e hayran
kalmak
(Les enfants étaient en extase devant la vitrine de
jouets. Il était naïvement en extase devant
culture de son
interlocuteur).

ta

extasié, e s. H a y r a n , kendinden geçmiş, esrik (I!


contemplait son cadeau d'un air extasié).
extasier (s') gsz. 1. Hayran k a l m ^ , kendinden
geçmek (Il n'y

a pas de quoi

s'extasier).

2.
S'extasier sur qch: -e hayran kalmak, karşısında
kendinden geçmek (S'extasier sur l'éclat d'un
bijou, sur l'interprétation
d'une
symphonie).
extatique s. 1. Esrimeye değgin, °vecdi, esrimeyi
andıran (Une attitude extatique).
2. Esritici,
kendinden geçirici, hayran bırakıcı (Un regard
extatique).
3. Esrik, kendinden geçmiş (Une
personne
extatique).
extemporané, e s. hek.

i . Önceden hazırlanmış

(Médicament extemporané).
(Analyse
extemporanée,
opération).

2. O anda yapılan
au
cours
d'une

extemporanément bel. O anda; hemen, derhal


(Médicament à administrer
cxteinponménwiit).
extenseur s. ve ad. biy.
i . Açıcı, uzatıcı,
gerginleştirici (Muscle
extenseur).
2.
er.
(Cimnastik âleti) Yay.
extensibilité
diş.
Uzayabilirlik,
gerilebilirlik
(Extensibilité
de certains métaux,
de fibres
végétales).
extensible s. Uzayabilir, gerilebilir, yayılabilir (Le
caoutchouc est extensible).
extensif, ive s. 1. Uzatıcı, gerginleştirici, yayıcı
(Force extensive).
2. Yaygın, geniş ölçüde
yapılan (La
culture
extensive).
3.
dilb.
Genişlemiş (Sens extensif d'un mot).
extension diş. 1. Uzama, uzatma; germe, gerilme;
yayma, yayılma (L'extension
des muscles, des
jambes).
2. A r t m a , artırma (Le directeur a
obtenu
du
conseil
d'administration
une
extension de ses pouvoirs). 3. dilb. Genişleme
(Extension
de sens,
extension
sémentique:
Anlam
genişlemesi).
4. Gelişme, büyüme,
yayılma (Cette industrie
a maintenant
une
extension
considérable).
exténuant, e s. Çok yorucu, bitirici,öldürücü,
bitkin düşürücü (Un travail exténuant,
des
efforts
exténuants).
exténuation diş. Çok yorulma, çok yorma;
bitkinleşme,
bitkinleştirme;
bitkinlik,
dermansızlık (Poursuivre
son effort
jusqu'à
complète exténuation. Etat
d'exténuation).
exténuer gçl. 1. Bitkin düşürmek, bitkinleştirmek,
çok yormak (Cette longue
marche
l'avait
exténué. Ce lourd travail m'exténue).
2. Etre
exténué de qch: -den bitmek, bitkin düşmek,
canı çıkmak (Je suis exténué de fatigue).
§
S'exténuer: 1. Bitkin düşmek, bitmek, canı
çıkmak. 2. S'exténuer à f. qch: -mekten canı
çıkmak, bitkin düşmek (S'exténuer à crier).
extérieur, »s.
1. Dış (Escalier extérieur,
la
politique

exterritorialité

576

extatique

extérieure,
le monde

extérieur,

le

commerce extérieur). 2. Extérieur à qch: -in


dışında kalan (Des considérations extérieures au
sujet). 3. Yapmacık, dıştan, içtenlikten uzak
(Une pitié tout extérieure).
extérieur er. 1. Dış (L'extérieur

et

l'intérieur.

L'extérieur
délabré d'une maison).
2. Dış
görünüş, görünüş (Cet homme a un extérieur
agréable).
3. Dış ülkeler, yabancı ülkeler
(Relations avec l'extérieur).
4. (Sinema) Dış
çekim, dışarda çekilen sahneler, açık havada
yapılan çekimler (Les extérieurs de ce film ont
été réalisés à Istanbul). 5. Kılık, giyim (Il a un
extérieur négligé). § A l'extérieur: Dışarda
(Rentrez les chaises dans les maisons, ne les
laissez pas à l'extérieur). A l'extérieur de: -in
dışında (Terrains vagues à l'extérieur de la ville).
extérieurement bel. 1. Dıştan (La maison est très
jolie
extérieurement).
2.
Görünüşte
(Extérieurement
il parait gai).
extériorisation diş. Dışa vurma, »dışavurum, dile
getirme (L'extériorisation
d'un
sentiment,
l'extériorisation
des aspirations
intimes).
extérioriser gçl. Dışa vurmak, açığa vurmak,
•dışavurumlamak, dile getirmek
(Extérioriserses
sentiments, sa joie, sa douleur). § S'extérioriser:
Açığa vurulmak, dışa vurulmak, dile getirilmek
(Sa colère ne s'extériorise
pas).
extériorité diş. Dışta oluş *dışardalık, »dıştalık.
exterminateur, trice s. ve ad. Yok edici, kökünü
kazıyıcı,
öldürücü
(Des
représailles
exterminatrices.
L'ange exterminateur:
Ölüm
meleği).
extermination diş. Yok etme, kökünü kazıma; yok
olma, kökü kazınma, °mahv
(L'extermination
d'un peuple, d'une race).
exterminer gçl. 1. Yok etmek, kökünü kazımak,
"mahvetmek (Exterminer les rats, un peuple, une
race). 2. mec. şaka. Gebertmek, öldürmek,
canına okumak (Je vais l'exterminer!).
§
S'exterminer à f. qch: tkz. -mekten canı çıkmak,
gebermek (Il s'exterminait à travailler).
externat er. 1. Yatısız okul, gündüzlü okul. 2.
Gündüzlülük,
yansızlık.
3.
(Hastanelerde)
Yatısız hekimlik öğrenciliği,
externe s. 1. Dış, dıştaki (La face interne et lafac
externe d'un couvercle. L'angle externe. Le
causes externes d'une maladie). 2. Dışarda
(Médicament pour l'usage externe. 3. ad. Yatısı
öğrenci, gündüzlü. 4. (Hastanelerde) Yatısı
genç hekim.
exterritorialité diş. Ülke dışı sayılırlık, diplomati
dokunulmazlık (Privilèges

d'exterritorialité).
extincteur
extincteur, trice s. 1. Yangın söndürücü (Un
produit extincteur, un appareil extincteur). 2. er.
Yangın söndürme âleti (Un extincteur à mousse
carbonique).
extinction diş. 1. Söndürme, sönme (Extinction
d'un feu, d'un incendie). 2. Yok olma, sönüp
gitme (Extinction d'une race, d'une famille). 3.
Zayıflama, azalma, bitme (L'extinction de
l'enthousiasme, du génie créateur).
extinguible s. Söndürülebilir, sönebilir,
extirpable s. Çıkarılıp alınabilir, kökü kazınabilir
(Tumeur facilement extirpable).
extirpateur er. 1. (Bir hastalık yada yolsuzluğun)
Kökünü kazıyıcı. 2. (Zararlı otları yolmak için)
Kökleme pulluğu,
extirpation diş. 1. Kökünü kazıma, yok etme
(L'extirpation des abus). 2. Kökünden sökme,
temizleme (L'extirpation des mauvaises herbes).
3. hek. Kökünden çıkarıp alma (L'extirpation
d'un polype).
extirper gçl. 1. Köküyle birlikte sökmek, kökünü
kazımak, temizlemek (Extirper les abus, les
vices, les préjugés. Extirper les mauvaises
herbes). 3. Çıkarıp almak (Extirper une tumeur).
4. Extirper qn de: tkz. Birini -den zorla çekip
çıkarmak (Extirper un paresseux de son lit). 5.
Extirper qch à qn: Bir şeyi birinden güçlükle
almak, elde etmek, koparmak (Extirper un
renseignement à un agent).
extorquer gçl. Extorquer qch à qn: Bir şeyi
birinden zorla almak, koparmak (Extorquer de
l'argent aux parents d'un enfant).
extorqueur, euse ad. Zorba, bir şeyi zorbalıkla elde
eden.
extorsion diş. Zorbalıkla alma, koparma
(L'extorsion
d'une
signature,
d'un
consentement).
extra er. 1. Olağandışı yemek (Nous allons faire un
petit extra, nous dînerons au Champagne. Il avait
fait un extra pour accueillir ses invités). 2. Fazla
çalışma, ek çalışma, fazla "mesai (Un ouvrier
peintre qui fait des extra le samedi chez des
particuliers). 3. Geçici bir süre için alınan
yardımcı, hizmetçi (Les jours de réception, la
maîtresse de maison engage un extra).
extracteur er. (Silâhlarda) Kovanı geri çekme
düzeni.
extractible s. Çıkarılabilir (Graisse extractible par
l'éther).
exlraclif, ive s. Çıkarıcı (Machine extractive). §
Industrie extractive: Maden zenginliklerini
işleyen sanayi, maden çıkarma sanayii.

577
extraordinaire
extraction diş. 1. Söküp çıkarma, çekip çıkarma
(L'extraction
d'une
dent).
2. Çıkarmak
(Extraction du sable de rivière, extraction de la
houille). 3. mat. Kök alma (Extraction de la
racine carrée, de la racine cubique). 4. Soy, soy
sop, "sülâle (Il cache son extraction. Etre de
haute extraction, de basse extraction). S. kim.
Çekme, ayırma (Extraction d'une essence par
distillation).
extrader gçl. (Yabancı suçluyu) Geri vermek, geri
göndermek (Extrader un assassin).
extradition diş. Suçluların geri verilmesi, "iadei
mücrümin.
extra-fin, e s. 1. Çok ince, çok küçük (Aiguilles
extra-fines). 2. Çok üstün (Qualité extra-fine.
Chocolats extra-fins).
extra-fort, e s. 1. Çok sert, çok acı (Moutarde
extra-forte). 2. er. Kenar şeridi, "ekstrafor
(Extra-fort en soie).
extraire gçl. 1. Çekmek, elde etmek (Extraire un
gaz par distillation. Extraire l'essence des fleurs).
2. mat. Hesaplamak, almak (Extraire la racine
carrée, la racine cubique d'un nombre). 3.
Özetlemek (Extraire la quintessence d'un long
traité). 4. Extraire qch de qch: Bir şeyi -den
çıkarmak, almak (Extraire la houille d'une mine.
Extraire des passages de plusieurs ouvrages.
Extraire le jus d'un fruit). 5. Extraire qch à qn:
Bir şeyi -in ağzından almak (Il voulait lui extraire
ses secrets). 6. Extraire qn de qch: Birini -den
çıkarmak, kurtarmak (Extraire les cadavres et les
blessés de dessous les décombres).
extrait er. 1. Öz, "ruh (Extrait de lavande, de
quinquina). 2. "Hülâsa, *özüt (Extrait de
viande). 3. Özet (Lire quelques extraits d'un
ouvrage pour en avoir une idée. Donner l'extrait
d'un discours). 4. Seçme parçalar, seçmeler
(Extraits de Rousseau à l'usage des classes.
Extraits des poètes du XV ème siècle). 5. Suret,
kopya (Extrait de naissance: Nüfus cüzdanı
sureti. Extrait mortuaire: ölüm bildirimi sureti.
Extrait de mariage: Evlenme cüzdanı sureti).
extrajudiciaire s. Mahkeme kararı olmadan
yapılan, yargı dışı.
extra-légal, e s. Yasa dışı.
extra-muros bel. ve s. Kent dışı (Une promenade
extra-muros).
extranéité diş. Bir yabancının belli bir ülkedeki
hukuksal durumu,
extraordinaire s. 1. Olağanüstü (Prendre des
mesures
extraordinaires.
Une
beauté
extraordinaire, des qualités extraordinaires). 2.
extraordinairement
Olağandışı, alışılmamış, görülmemiş (Il n'a pas
eu une seule belle journée dans le mois d'août,
c'est un fait extraordinaire dans cette région). 3.
İnanılmayacak, şaşılacak (Il raconte des
aventures extraordinaires). 4. Tuhaf, acaip,
gülünç (Cela n 'a rien d'extraordinaire). 5. Çok
büyük (Il a une taille extraordinaire. Appétit,
force extraordinaire. Un succès extraordinaire).
6. tkz. Çok güzel, nefis (Un repas, un vin
extraordinaire).
extraordinairement bel. 1. Tuhaf şekilde, acaip bir
şekilde (I! est vêtu extraordinairement). 2. Çok,
pek fazla (Ses doigts sont extraordinairement
longs).
extra-parlementaire s. Parlamentodışı (Commission
extra-parlementaire).
extrapolation diş. 1. Dışdeğer bulma, verilen iki
değerin dışına düşen sayıyı orantı yoluyla bulma.
2. Genelleştirme,
extrapoler gsz. 1. Dışdeğer bulmak, dışdeğerini
hesaplamak. 2. Genelleştirmek, genel sonuçlara
varmak.
extra-utérin, e s. hek. Rahim dışında oluşan,
rahim dışı (Grossesse extra-utérine:Dış gebelik).
extravagance diş. 1. Zirzopluk, zırvalık, çılgınlık,
saçmalık. 2. Saçma sapan şey, zırva (Il a encore
fait quelque extravagance).
extravagant, e s. 1. Saçma, zırva, çılgınca, ipe sapa
gelmez (Idées extravagantes,
une théorie
extravagante). 2. ad. Kaçık, deli, dengesiz (Ne
vous occupez pas des menaces de cet
extravagant).
extravaguer gsz. Zırvalamak, saçmalamak, saçma
sapan konuşmak,
extravasation diş. hek. Damar dışı kan yada serum
sızıntısı; sıvı yada salgının dışa akması,
extravaser (s') gsz. Sızmak, dışa akmak (Le sang,
ta bile s'extravase. La sève, ta résine s'extravase).
extrême s. 1. En uç, en son, en uçtaki, en sondaki
(S'avancer jusqu'à l'extrême bord de ta falaise.
Il a attendu la date extrême pour payer ses
impôts). 2. Aşırı (L'extrême droite, l'extrême
gauche). 3. Çok büyük, sonsuz (J'y ai pris un
plaisir extrême). 4. Ölçüsüz, ılımsız, sınır bilmez
(Il est extrême en tout). S. er. Uc (Il passa d'un
extrême à l'autre). 6. er. Karşıt, zıt. 7. ç. mat.
Yanlar, dışlar (Les extrêmes d'une proportion).
§ A l'extrême: Ölçüsüzce, aşırıca, çok, pek fazla
(Un enfant turbulent à l'extrême). Pousser qch à
l'extrême: Bir şeyi çok büyütmek, son noktasına
dek götürmek (Je ne veux pas pousser cette
querelle à l'extrême).

578

eyra
extrêmement bel. Son derece, pek, çok (Une
opération extrêmement difficile. Cet incident me
contrarie extrêmement).
extrême-onction diş. (Hıristiyanlar'da) Ölmek
üzere bulunan birine kutsal yağlar sürülerek
yapılan dinsel hizmet,
extrême-orient er. Uzakdoğu,
extrême-oriental, e s. ve ad. Uzakdoğu'ya değgin;
Uzakdoğulu,
extrémisme er. Aşırılık, aşırılıktan yana olma,
•aşırılıkçılık (Extrémisme en politique).
extrémistes, vead. Aşırı, aşırılık yanlısı, *aşırılıkçı
(Un extrémiste prêt à jouer le tout pour le tout).
extrémité diş. 1. Uc (L'extrémité du doigt, de la
rue). 2. Sınır (L'extrémité d'un champ, d'un
bois). 3. Güç durum, nazik durum, tehlikeli
durum (Dans cette extrémité, il était prêt à
consentir à tout). 4. Taşkınlık, saldırganlık (On
craint qu'il ne se porte à quelque extrémité). 5.
ç. Eller ayaklar (Il avait tes extrémités glacées).
extrinsèque s. Dıştan gelen, dışa bağlı, *dışınlı
(Causes extrinsèques d'une maladie. Valeurs
extrinsèques d'une chose).
exubérance diş. 1. Aşırı bolluk (Exubérance de la
végétation. Exubérance des images dans un
poème). 2. mec. Taşkınlık, mizaç taşkınlığı
(Manifester ses sentiments avec exubérance. Il ne
s'est livré à aucune exubérance).
exubérant, e s. 1. Pek bol (Végétation exubérante).
2. mec. Taşkın (Une joie exubérante. Caractère
exubérant).
exultation diş. Aşın sevinç, sonsuz mutluluk, pek
sevinme (Je vois déjà l'exultation barbare de mes
ennemis).
exulterez-1- Pek sevinmek, etekleri zil çalmak (Il
exultait en voyant que les résultats confirmaient
exactement ses prévisions). 2. Exulter de f. qch:
-diğine pek sevinmek, etekleri zil çalmak (Nos
voisins exultaient de nous voir ainsi nous
affaiblir).
exutoire er. 1. hek. İşletme yakı, temelli yakı (Les
exutoires ne sont plus guère employés que dans
l'art vétérinaire). 2. mec. Sıkıcı bir şeyi savma
çaresi, kurtuluş yolu (C'est un bon exutoire à sa
colère).
ex-voto er. Adak (Suspendre des ex-voto).
eye-liner [ajlajnaer)er.lng. Kaş kalemi; göz
makyaj kalemi; göz kozmetiği, far
(Maquiller
les yeux avec un peu d'eye-liner).
eyra er. Güney Amerika'da yaşayan ve pumayı
andıran bir memeli etobur, eyra.
f
F,f er. yada diş. (Hf okunur) Fransız abecesinin
altıncı harfi olup Türkçedeki f sesini verir,

Uydurma, uydurmaca, çıkarma, ortaya atma

fa er. müz. Fa ( Concerto en fa majeur. Clef de fa).

(Draps de bonne fabrication.

fable diş. 1. ed. "Öykünce. masal; simgelerle,


eşyayı canlılaştırma, hayvanları dile getirme gibi
yollarla çekici bir biçim verilmiş kısa öykü. 2.
(Büyük harfle) Mitoloji, 'söylence , 3. Uydurma,
maval, martaval, masal, yalan (Tu me racontes

sont de même

des fables, line sait plus quelle fable inventer).


ed. K o n u (Il faut une fable riche de matière

4.
pour

faire une tragédie). § Etre, devenir la fable de: -in


alay konusu olmak (Il est devenu la fable du
quartier. Ce prince sera la fable de toute

l'Europe).

fabliau er. Ortaçağda söylenen kısa ve koşuklu halk


öyküsü.
fablier er. Masal dergisi, "öyküncelik .
fabricant, e ad. 1. Fabrika sahibi, "fabrikatör. 2.
"imalatçı, 'yapımcı (Fabricant

de tissus,

de

fabricateur, trice ad. 1. (Eski) Fabrikatör ; yapımcı,


imalatçı, 2. (Şimdi) Uydurmacı, uydurukçu
défaussés

nouvelles),

i Fabricateur

de fausse monnaie, de faux papiers: Kalpazan,


sahte para basan,
fabrication diş. 1. Yapım, "imalat (Défaut
fabrication.

Fabrication

à la main, à la

de
machine.

Atelier de fabrication). 2. Yapma, hazırlama (La


fabrication

de fausses

de ce gâteau a demandé

une heure). 3 .

nouvelles).

4. Nitelik

Ces deux

produits

fabrique diş. 1. Fabrika (Cette fabrique

groupe

fabrication).

fabricien er. Kilise mütevellisi,


plusieurs ateliers). 2. (Bir resim tablosunda) Yapı,
ev (Paysage avec des fabriques).

3. Y a p ı m , imalat

(Avoir des meubles au prix defabrique.

de bonne

fabrique).

Ce drap est

4. Fabrique, fabrique

d'église, yada conseil de fabrique: Kilise gelirleri


yönetim kurulu, "mütevelli heyeti (Ila été nommé
président

du conseil de

fabrique).

fabriquer gçl. 1. Yapmak (Fabriquer des outils, des


chaussures, des jouets). 2. Üretmek, "imal etmek,
y a p m a k (Nous fabriquons

des verres en

grande

série). 3. Basmak, çıkarmak (Fabriquer de la


fausse
monnaie).

fausse nouvelle).

papier, de tapis).

(Fabricateur

(Fabrication

(Qu'est-ce

4. U y d u r m a k (Fabriquer

que tu fabriques

yapıyorsun,

une

5. tkz. Yapmak, halt etmek

ne haltlar

encore?:

Gene

neler

karıştırıyorsun?).

fabulateur, trice s. ve ad. 1. Uydurmacı,


uydurukçu, kafasından olmadık şeyler uydurma
hastası (Les enfants sont souvent des
Quelle faculté

fabulateurs.

fabulatrice!).

fabulation diş. 1. Uydurmaca, uydurukçuluk,


kafasından olmadık şeyler yaratma (Cet enfant a
le goût de lafabulation). 2. Efsane, efsaneleştirme
fabuler

580

(L'attitude
de l'accusé
adoptée par la ville).

justifia

la

fabulation

fabuler gsz. Kendi kendine olmadık efsaneler


uydurmak, masallar yaratmak,
fabuleusement bel. 1. Masallarda olduğu gibi. 2.
İnanılmayacak kadar, son derece, sözle
anlatılmaz derecede (Il est fabuleusement
riche).
fabuleux, euse s. 1. Masala değgin, masallardaki
gibi, masalsı (Les animaux fabuleux).
2.
*Söylencel, *söylencesel, efsanevi (Un héros
fabuleux).
3. Kafadan uydurma, düzmece,
"hayali

(Un

personnage

fabuleux).

4.

İnanılmayacak, şaşkınlık verici, masal gibi (Des


aventures

fabuleuses).

fabuliste er. Masal yazarı, "öykünceci.


façade diş. 1. Yapının yüzü, alnaç, "cephe (La
façade d'une maison. La façade de marbre des
palais). 2. Dış görünüş, gösteriş (Il n'a qu'une
façade d'honnêteté). 3. hlk. Yüz, surat (On lui a
démoli la façade). § De façade: Sahte, yapmacık,
uyduruk (Patriotisme de façade. Tout ce luxe de
façade cache une misère réelle). Derrière lafaçade:

İçerde. Se refaire la façade: hlk. Makyaj yapmak,


face diş. 1. Yüz (Avoir une face large, étroite. Un
singe qui a une face humaine). 2. (Sikkelerde)
Resimli yüz; yüz (La face d'une médaille, d'une
monnaie). 3. Yüzey, "satıh, yüz (La face de la
terre, la face de l'océan). 4. biy. mat. Yüz (Les
faces d'un prisme. Face dorsale d'une feuille). 5.
mec. Şekil, renk, yön (L'affaire change de face.
Les choses ont bien changé de face). 6. Açı, yön,
bakım (Examiner une question sous toutes ses

faces). § Face de rat, face d'oeuf: hkr. Maymun


suratlı. A la face de: -e karşı, -in yüzüne karşı
(Nous le proclamons à la face de l'univers). De
face: a) Önden, "cepheden (Un portrait de face.
Une photographie prise de face). b) Gidiş yönünde
(Retenir dans le train une place de face). En face: a)

Doğrudan doğruya, yüzüne, açıkça (Il le lui a dit


en face), b) Çekinmeden, korkmadan (Regarder
lamort, le péril enface), c) Ne ise öyle, olduğu gibi,
kendini kandırmaya çalışmadan (Il faut voir les
choses en face). En face de: a) -in karşısında (Ils 'est
assis en face de moi. Ma maison est en face de la
sienne), b) -in önünde karşısında, yanında (En
face du directeur, il n'ose rien dire). En face décela:
Buna karşılık, bunun yanında (D'un côté le luxe
des grands propriétaires, et, en face de cela, la
misère des paysans).Face à: -e karşı., yüzü -e karşı,
-in karşısında (Chambre d'hôtel face à la mer. Un
orateur parlant face à la foule). Faceàface: Karşı
karşıya, yüz yüze (Les deux adversaires se
retrouvèrent face à face. Les mains dans les mains,

fâcherie
restons face à face). Face à face avec: -ileyüzyüze,
karşı karşıya (lise trouva face à face avec un ancien
camarade. Nous sommes face à face avec un grand
danger). Cracher à la face de qn: -in yüzüne
tükürmek, -e tuu demek. Examiner qch sous
toutes ses faces: -i bütün yönleriyle incelemek.
Faire face à: a) -e karşı koymak, karşı durmak
(Faire face à l'ennemi, à des assaillants), b) -e
bakmak, -in karşısında olmak (Ma chambre fait
face à la mer), c) -i karşılamak, yerine getirmek
(Faire face à une dépense, à ses engagements).
Perdre la face: Rezil olmak, kepaze olmak,
gülünç duruma düşmek. Regarder qn en face: -e
gözünü dikerek bakmak, dik dik bakmak. Sauver
la face: Görünüşü kurtarmak, "zevahiri
kurtarmak, hamamın namusunu kurtarmak. Se
cacher la face, se voiler la face: Utançtan yada
tiksintiden yüzünü kapamak, avuçlarını yüzüne
kapamak.

face-à-face er. Karşılıklı konuşma, karşılıklı


görüşme, karşılıklı tartışma (Un face-à-face
télévisé entre les deux candidats à la présidence).

face -à-main er. Saplı gözlük,


facétie [fasesi] diş. Şaklabanlık, kaba şaka, matrak
(Faire des facéties. Il fut victime d'une facétie. Les
filles et les garçons échangeaient des facéties).

facétieux, euse s. 1. Şaklaban, şakacı, matrak (Un


homme facétieux.
Il a un air facétieux).
Güldürüçü, matrak (Un livre facétieux).
2.

facette diş. Façeta, traş edilmiş elmasın yüzlerinden


her biri (Tailler les facettes d'un brillant). § A
facettes: Çok yönlü (Un homme à facettes. Unstyle

à facettes). Yeux à facettes: "Faset göz, petek göz


(Les yeux à facettes chez les insectes).

facetter gçl. Traş etmek, façetalı yontmak (Facetter


un brillant).

fâché, e s. 1. Canı sıkılmış, üzgün (Il a un air fâché).


2. Fâché de: -e üzülmüş, -diğine üzülmüş (Je suis
fâché de ce contretemps. Nous sommes fâchés de
n'avoir pu l'aider). 3. Fâché contre qn, avec qn:
-ile küs (Je suis fâché avec lui).
fâcher gçl. 1. Üzmek (Sa maladie nous a bien
fâchés). 2. Kızdırmak, sinirlendirmek (Par ses
bouderies, elle me fâche toujours). § Se fâcher 1.
Kızmak (Ton pére va se fâcher). 2. Küsüşmek,
(Ils se sont fâchés). 3. Se fâcher de qch: -e

üzülmek. 4. Se fâcher contre: -e kızmak,


darılmak. 5. Se fâcher avec qn: -ile küsüşmek,
araları bozulmak, darılmak, gücenmek. •
fâcherie diş. 1. Kızgınlık, sinirlenme (La fâcherie
que lui donnait quelque perte de ses biens).

Küskünlük,

dargınlık,

(Fâcherie provenant

d'un

kırgınlık,

2.

güceniklik

malentendu).
fâcheusement
fâcheusement bel. Can sıkacak şekilde, fena halde
(Visage fâcheusement

Nasıl, ne şekilde, ne yolla (De quelle façon cela


s'est-il produit?

laid).

fâcheux, euse s. 1. Üzücü, can sıkıcı (Une fâcheuse


aventure.

factice

581

Tomber dans une situation fâcheuse).

ad. C a n sıkıcı kişi (lia reçu la visite d'un

2.

fâcheux).

facial, e s. Yüzle ilgili, yüze değgin (Nerf facial,


paralysie faciale). § Valeur faciale (Parada)
faciès er. 1. Beniz (Faciès pâle). 2. Görünüş, genel
görünüş, "sima (Il a un faciès repoussant).
facile.

Un travail

1. "Tekellüfsüz,

en

yapmacıksız,

patavatsızca (Il s'assit sans façon sur le


C'est un homme

sans façon).

bureau.

2. Y a l v a r t m a d a n ,

numaraya kaçmadan, rahatça, içtenlikle (Il a

facile. Un texte facile). 2. Kolay gibi görünen,

accepté

rahat, akıcı (Un style facile. Musique facile).

"Tekellüfsüzlük,

3.
allez-vous

façon que vous méritiez l'estime de tous les gens).

Sans façon:

Saymaca değer, itibari değer,

facile s. 1. Kolay (Un problème

De quelle façon

Afrique?). D'une façon générale: Genel olarak,


genellikle. De toute façon, de toutes les façons: Ne
olursa olsun, her hal ve kârda. De façon que, de
telle façon que: Öyle ki, o şekilde ki (Agissez de

sans

façon

mon

invitation).

teklifsizlik

(Agir

3.

avec

er.
sans

la littérature facile). 4. Uysal, uzlaşıcı, her şeye

façon). Faire des façons: Numara yapmak, cilve


yapmak, yapmacık davranışlarda bulunmak (Elle

uyan (Un caractère facile.

fait des façons.

hkr. Ucuz, özen gösterilmeden yapılmış (C'est de


Un homme facile).

5.

"Hafif meşrep, fındıkçı (Femmefacile, fille facile).


6. Facile à f. qch: -mesi kolay ( Une voiture facile à
conduire.

Un texte facile à comprendre).

7. bel.

R a h a t r a h a t , en az (Il y a bien dix kilomètres


facile

facilement bel. Kolayca, kolaylıkla, hemen (Il se


vexe facilement.

Cette matière se casse facilement).

la facilité d'une musique).


de faire

façonnage

par

3. O l a n a k , fırsat (Avoir

un voyage,

de

des

esprits

des bois
pour

abattus.

un

régime

totalitaire).
düzeltmek

d'un

travail). 2. Sadelik, akıcılık (Se laisser prendre


la facilité

v e r m e , düzeltme (Le façonnage

façonner gçl. 1. Biçimlendirmek, biçim vermek,

facilitation diş. Kolaylaştırma,


facilité diş. 1. Kolayhk, rahatlık (Facilité

et venez

gelişi. C'est une façon de penser: Bu da bir görüş,


façonnage, façonnement er. Biçimlendirme, biçim
Le

jusqu'à ce village).

Ne faites pas de façons


dîner à la maison). C'est une façon de parler: Söz

rencontrer

(Façonner

du

marbre,

un

tronc

d'arbre). 2. (Toprağı) İşlemek, nadas etmek


(Façonner

une terre, un champ).

3. Y a p m a k ,

"imal etmek (Façonner une clé, une pièce


métallique). 4. Yetiştirmek, eğitmek (La vie l'a

quelqu'un). 4. İyilik, iyilikseverlik. 5. ç. Kolayhk,

bien façonné.

olanak

qn, qch à qch: -e alıştırmak (Façonner les gens au

(Facilités

de crédit.

Des facilités

de

transport). 6. Facilité à f. qch, pour f. qch: -mek


kolaylığı, yeteneği (Il a une grande facilité à se
plier à une

discipline).

faciliter gçl. 1. Kolaylaştırmak (Il a facilité notre

travail). 2. Faciliter qch à qn: Bir şeyi birisi için


kolay hale getirmek, birinin -sini kolaylaştırmak,
façon diş. 1. Biçim "şekil, (Façon de penser, de se
conduire, d'agir). 2. (Toprağı) Sürme,çapalama,
nadas (Terre qui demande

trois façons).

3. E l

emeği, işçilik, dikiş parası (Payer la façon


d'un

vêtement). 4. (Terzilikte) Biçki, dikiliş şekli


(J'aime lafaçon de cette robe). 5. T a r z ( L a façon de
donner vaut mieux que ce qu'on donne. Vos ordres
sont charmants,

votre façon de les donner est plus

aimable encore). 6. ç. Tavır, hal (Ses façons


déplaisent.
brusques).

C'est un homme

vif qui a des

me

façons

7. Gösteriş, n u m a r a (Ilfait des façons).

§ A la façon de: Gibi, tarzında (Il parlait à la façon

d'un orateur). Une façon de: Bir çeşit, bir tür, gibi
bir şey ( Une façon de secrétaire que j'ai amené

avec

Façonner

un enfant).

5. Façonner

travail).

façonnier, ère s. ve ad. 1. "Tekellüflü, "tekellüfçü,


kuralcı, özentili, gösteriş budalası (Une femme
bien

façonnière.

L'éducation

façonnière

des

riches). 2. El emeği karşılığı çalışan, parça başına


çalışan

işçi

(Un

ouvrier
façonnier.

Une

façonnière).

fac-similé er. Tıpkıbasım (Des fac-similés.


similé en

Fac-

phototypie).

factage er. 1. "Taşıtımcılık, nakliyecilik (Service de


factage et de camionnage). 2. T a ş ı t ı m , nakliye,

eşya taşıma işi. 3. Taşıma parası, taşıtım ücreti


(Payer le factage). 4. Posta dağıtımı,

facteur er. 1. (Müzik aletleri) Yapıcısı, yapımcı


(Facteur de pianos,
"amil (Un facteur
Facteurs
(L'inversion

de

d'orgues).
de succès.

l'équilibre).

2. N e d e n , e t k e n ,
Un facteur
3.

mat.

moral.
Çarpan

des facteurs ne change pas la valeur

d'un produit). 4. Başkası adına ticaret yapan,


kabzımal, aracı (Facteur des Halles).

moi). De façon...: ...şekilde (Il écrit de façon


lisible). De façon à f. qch: -cek şekilde (Il se

facteur, trice ad. Posta dağıtıcısı, dağıtıcı (Je guettai

déplaça de façon

factices.l. Yapma, yapay, "suni, sahte (Un diamant

à être vu). De quelle façon?:

dans la rue lefacteur qui devait apporter une lettre).


facticement

582

factice). 2. Yapmacık, zorlama, "cali (Un sourire


factice).

facticement bel. Yapay olarak, sun'i şekilde;


yapmacıktan,
facticité diş. Yapmacık, yapaylık, "sunilik.
factieux, eiises. ve ad. Fesatçı, kundakçı, karışıklık
çıkaran (Parti factieux,
contre les factieux).

ligue factieuse.

Lutter

faction diş. 1. Fesat, kundak, komplo (Lepays était


en proie aux factions). 2. Nöbet, nöbet bekleme,
kol gezme (Les factions

rudes et oisives

faiblard
défend).

fada er. tkz. 1. Bön, aptal, enayi. 2. Deli, kaçık,


fadaise diş. 1. Soğuk şaka, pis pis konuşma. 2.
Saçma sapan söz, budalalık. § Dire des fadaises:
Zırvalamak, saçma sapan konuşmak,
fadasse s. tkz. Tatsız, çirkin, soğuk nevale (Une
soupe au goût fadasse. Une poésie fadasse.
cheveux d'un blond fadasse).

Des

fadasserie diş. tkz. Tatsızlık, çirkinlik, yavanlık,


fade s. 1. Tatsız, yavan (Aliment fade, boisson

des

fade). 2. Pis, çirkin, donuk (Une couleur fade). 3.

casernes). 3. mec. Uzun bekleyiş § Etre en faction,


être de faction: Nöbette olmak, nöbet tutmak.
Mettre qn de faction, en faction, Birini nöbete
sokmak, nöbetçi dikmek (Mettre un homme de

Anlamsız, ilginç olmaktan uzak, tek düze, soğuk

faction devant une porte).

factionnaire er. Nöbetçi, nöbetçi er.


factorage er. (Halde) Kabzımallık, aracılık,
factorerie diş. (Yabancı bir ülkede) Ortaklık
acentesi, ticaret şubesi,
factoriel, le s. Etkenlere değgin, etkenlerle ilgili
(Analyse factorielle).
2. diş. mat. Çarpınım.

factotum er. 1. Kâhya. 2. mec. Her şeye kanşan


kimse, kel kâhya,
factuel, le s. fels. Olgusal, olguya değgin (Données
factuelles).

facture diş. 1. Kuruluş (La facture d'un

sonnet,

d'une strophe). 2. Fatura (Dresser, établir, faire


une facture. Payer, régler, solder une facture). 3.
Yapılış, yapım (La facture d'un piano,
d'une

harpe). § Morceau de facture: müz. Çalınması güç


parça.
facturer gçl. (Bir malın) Faturasını yapmak,
faturasını düzenlemek (Facturer un article, un
produit,

une

commande).

facturier, ère ad. 1. Fatura memuru. 2. er. Fatura


defteri.
facule diş.gökb. Benek; Güneş lekeleri yöresinde
görülen parlak taneciklerden ve parlak
damarlardan oluşmuş örgü.
facultaire s. Fakülteye değgin, fakülteyle ilgili
(L'administration

facultaire).

facultatif, ive s. İsteğe bağlı, istemli, "ihtiyari


(Cours facultatif.
Pourboire facultatif.
facultatif sur une ligne d'autobus).

Arrêt

(Une beauté fade). 4. er. argo. Pay, hisse (Il a


touché son fade). § Avoir son fade: argo.

Hastalıktan çok çekmek; çektiğini bir o bir de


Allah bilmek,
fadé, e s. hlk. Kendi alanında başarılı, pek kötü
değil (Ces films sont toujours

moches,

mais le

dernier, il est fadé!). § Etre fadé: argo: 1. Zührevi


bir. hastalığa yakalanmak, kamışı kırmak. 2.
Sarhoş olmak, deveye binmek,
fadement bel. Soğuk soğuk, pek tatsız bir biçimde
(Tout ce qu'il dit, il le dit

fadement).

fadeur diş. 1. Tatsızlık, yavanlık (La fadeur d'un


plat insuffisamment

assaisonné).

2. Sıkıcılık, tek

düzelik, ilginçlikten uzaklık (La fadeur d'un


livre). 3. Soğukluk, çirkinlik (La fadeur d'un
compliment). 4. ç. Tatsız tutsuz sözler, yavan
yavan konuşmalar ( Dire des fadeurs aux

dames).

fading er. İng. Radyoda ses kesilmesi,


fafiot er. tkz. Kâğıt para, papel,
fagne diş. Dağ bataklığı, dağlarda küçük bataklık,
fagoter. Çalı çırpı bağı, çalı çırpı demeti (Mettre un
fagot dans la cheminée). § Fagot d'épines: Ters
adam, hırçın adam. De derrière les fagots: 1. En iyi
cins (Un vin, une bouteille de derrière les fagots). 2.
Esaslı (Il lui prépare une surprise de derrière les

fagots). Débiter des fagots: mec. Odun gibi laf


etmek, saçmalamak. Sentir le fagot: Aykırı
düşünceler, tehlikeli düşünceler taşıyor gibi
görünmek (Un discours qui sent le fagot). Il y a

fagot et fagot: Adam var adamcık var.


fagotage er. 1. (Çalı çırpıyı) Bağ bağ bağlama,
demetleme. 2. mec. Üstünkörü iş, özensiz iş,
çırpıştırma.

facultativement bel. İsteğe bağlı olarak, "ihtiyari,


faculté diş. 1. Yeti, "meleke (Le développement des

fagoter gçl. 1. (Çalı çırpıyı) Bağ bağ bağlamak,

facultés chez un enfant). 2. Yetenek, güç (Ila une


grande faculté de travail). 3. Yetki, özgürlük (Je
lui ai laissé la faculté de choisir). 4. Olanak, "imkân
(Il dépense au-delà de ses facultés). 5. Özellik,

mort). 2. mec. Zevksizce giydirmek (Par jalousie,

"hassa. 6. Fakülte (Faculté de Médecine, de


Droit). 7. tkz. Doktor, hekim (La faculté me le

demetlemek (Le vieux jardinier fagotait du bois


sa mère l'a fagoté si mal).

fagotier er. Demetleme işçisi, demetçi.


fagotin er. Çıra; ateş tutuşturmak için çalı çırpı,
faiblard, es. tkz. Hayli zayıf; sıska, cılız (Malgréses
prétentions,

cet élève est assez faiblard.

Son
faible

fainéanter

583

raisonnement

est assez

faiblard).

satan. 2. s. Çiniye değgin, çiniciliğe değgin

faible s. 1. Zayıf, cılız, arık (Un enfant faible). 2.


mec. Düşük, parlak olmayan (lia une intelligence
faible). 3. Kişiliksiz, güçsüz, her düşüklüğü
yapabilecek (Un homme faible). 4. Faible de:
-bakımından zayıf, -si zayıf (Il est faible du cœur.

(Industrie

faïencière).

faille diş. yerb. coğr. 1. Kırık, "fay. 2. mec. Çatlak,


çatlaklık (II y a désormais

une faille dans

notre

amitié). 3. mec. Eksiklik, boşluk, zayıf nokta (Ily


a une faille dans votre

exposé).

Elle était faible de corps). 5. Faible en qch, dans


qch: -de zayıf ( Cet élève estfaible en français ). § Le

failli, e s. ve ad. Batkın, °iflas etmiş, "müflis (Dépôt

sexe faible: Kadınlar. Etre faible avec qn: -e karşı


pek yumuşak davranmak. Se sentir faible:
Kıpırdayacak gücü olmamak,
faible er. 1. Zayii adam, güçsüz kimse (Il défend

faillibilité diş. Yamlabilirlik,


aldanabilirlik,
şaşabilirlik.
faillible s. Şaşabilir, yanılabilir, aldanabilir (Tout

toujours les faibles). 2. Zayıf nokta (Il n'arrivera


jamais à trouver mon faible). 3. Kişiliksiz adam,

faillir gsz. 1. Yanılmak, aldanmak, şaşmak (La

her alçaklığı yapabilecek kimse (C'est un faible,

faillir). 2. Batmak, top atmak, iflas etmek. 3.


Faillir à qch, à L qch: -i ihmal etmek, -de kusur
etmek; -mekte ihmal göstermek, kusur etmek

on le mène par le bout du nez). 4. Z a ' f . § Faible

d'esprit: Bön, saf, aptal. Avoir un faible pour: -e


karşı zafı olmak, düşkünlüğü olmak (Il a un faible
pour les jolies femmes).

Prendre qn par son faible:

Birini zayıf yanından yakalamak.


faiblement bel. 1. Güç belâ, anca (Se défendre
faiblement).
2. Hafifçe, azıcık (Une eau
faiblement

minéralisée.

Une chambre

faiblement

éclairée). 3. Belli belirsiz, hayal meyal (Je m'en


souviens

faiblement).

faiblesse diş. 1. Zayıflık, arıklık (Faiblesse des bras,


des jambes). 2. Azlık, düşüklük, kıtlık (Faiblesse
d'intelligence, d'esprit). 3. Yetersizlik, zayıf olma
(Faiblesse d'une élève en classe). 4. Güçsüzlük,
savunmasızlık (Faiblesse
d'un
enfant).
S.
Korkaklık, ödleklik (Montrer sa faiblesse devant
un danger). 6. Za'f, zayıf yan ( La grande faiblesse
de cet homme, c'est de ne penser qu'à son intérêt).

7. Baş dönmesi, baygınlık (Brusquement


faiblesse

la saisit et ses jambes fléchirent).

une
8.

Değersizlik,
geçersizlik
(Faiblesse
d'un
argument, d'un livre). 9. Yetersizlik, azlık (La
faiblesse de ses ressources, de ses revenus). §Avoir

de la faiblesse pour: -e karşı zafı olmak. Avoir la


faiblesse de f. qch: -mek gevşekliğini göstermek
(Si
vous

avez

la faiblesse

de lui céder,

il

recommencera). Tomber en faiblesse: Bayılmak,


baygınlık geçirmek,
faiblir gsz. 1. Gücü azalmak, zayıf düşmek. 2.
Yumuşamak, gevşemek, şiddeti hafiflemek,
azalmak (Le vent faiblit. La maladie faiblit. Son
courage faiblit). 3. Cesaretini yitirmek (Faiblir
devant l'adversité).

faïence diş. Fayans, çini (Décorer les murs avec des


faïences).

faïencerie diş. 1. Çinicilik. 2. Çini eşya, çini takımı


(Acheter de la faïencerie).

faïencier, ère ad. 1. Çinici, çini eşya yapan yada

de bilan par le failli. Un commerçant

failli).

homme est faillible).


raison et l'instinct de l'honneur

(Faillir à ses engagements,

l'empêchaient

de

à son devoir. Il a failli à

accomplir son devoir). 4. Faillir f. qch: Az kalsın


-mek (J'ai failli
flamber).

tomber.

La

voiture

failli

faillite diş. 1. Batkı, "iflas (Faillitesimple: Adi iflas.


Faillite frauduleuse: Hileli iflas). 2. Başarısızlık
(Faillite d'une politique, d'une doctrine,
d'un
bonheur conjugal). § Etre en faillite: İflasta
olmak. Faire faillite: 1. Batmak, top atmak, iflas
etmek (Un commerçant

qui a fait faillite). 2. mec.

İflas etmek, artık geçerliği kalmamak

(Une

doctrine qui a fait faillite).


faim diş. 1. Acıkma (Il mange sans faim ni appétit).

2. Açlık (Une faim insatiable). 3. Açlık, kıtlık (La


faim règne dans le pays. Ouvrir une campagne
contre la faim). 4. Hırs (Faim de richesse). § Avoir

faim: Acıkmak. Avoir faim de qch: -e susamış


olmak (Avoir faim de tendresse, de liberté). Avoir

une faim de loup, une faim canine: Çok acıkmak,


karnızil çalmak. Creuver de faim, mourir de faim:
Açlıktan gebermek. Donner faim à qn: -e açlık
duygusu vermek, -in karnını acıktırmak (Les bons
plats lui donnaient

faim).

Manger à sa faim:

Doyasıya yemek. Rester sur safaim: 1. Karnıiyice


doymamak, sofradan aç kalkmak. 2. Doyumsuz
kalmak, "tatmin edilmemek. La faim fait sortir le
loup du bois: Açlık insana her şeyi yaptırır, aç
köpek fırın deler,
faim-calle, faim-valle diş. 1. (Atlarda) Oburluk
hastalığı. 2. Şiddetli açlık, birdenbire çok açıkma.
faîne diş. Kayın kozalağı.
fainéant, e s. ve ad. Çalışmayı sevmeyen, tembel,
miskin (Tu es un fainéant.

Un élève fainéant.

Les

fainéants). § Rois fainéants: tar. Tembel krallar,


fainéanter gsz. Tembellik etmek, hiç çalışmamak
(Il a toujours

fainéanté).
fainéantise

584

fainéantise diş. Tembellik, miskinlik, avarelik (Ce


mauvais résultat est dû à votre fainéantise).
faire gçl. 1. Yapmak, inşa etmek (Faire une maison,
un mur). 2. Yapmak, hazırlamak, pişirmek (Faire
un gâteau, faire la salade, faire un rôti au four). 3.
Y a p m a k , dikmek (Faire un vêtement, une robe).
4. Y a p m a k , yaratmak (Dieu, selon la Genèse, a
fait le monde en six jours. Dieu a fait l'homme à son

faire
Légion d'Honneur).
29. Faire qn, qch à qch:
Birini, bir şeyi -e alıştırmak (Son mari l'a faite à
l'idée d'habiter la banlieue). 30. Faire de qn...:
Birini.. .yapmak (L'amour a fait d'elle une femme
heureuse. Le mariage a fait de lui un autre homme.
Il veut faire de son fils un avocat). 31. Faire de

qch...: Bir şeyi... haline getirmek (Faire un

(La femme de ménage a fait le bureau. Faire un lit).


6. D o ğ u r m a k (La chatte a fait ses petits. Faire un

hôpital d'un bâtiment privé. Il a fait de ce vieux


château un grand musée). 32. Faire f. qch: -tirmek
(Il a fait venir sa soeur chez lui. Faire pleurer sa
femme. Faire dormir les enfants). 35. Faire qch

enfant). 7. (Tiyatroda) -rolü oynamak, -olmak

pour qn: Birine bir yardımda, bir hizmette

(Dans cette pièce, il faisait le père). 8. O l m a k (Il


fera un bon ingénieur. Il promet de faire un brillant
avocat). 9. Faire le...: a) -lik etmek (Faire l'idiot,
faire l'enfant, faire le malin), b) -gibi yapmak
(Faire le malade. Faire le mort). 10. Y a p m a k ,
işlemek (Faire une faute, faire un crime). 11.
Söylemek (Faire un discours). 12. -öğrenimi
yapmak (Faire de la médecine, de la géographie,
de l'anglais). 13. Yapmak, °ifa etmek (Faireson
service militaire, faire son devoir). 14. (Müzik)
Ç a l m a k , çalışmak (Faire de la musique, du piano,
du violon). 15. (Spor) Yapmak, oynamak (Faire
du tennis, du ballon, de la gymnastique).
16.
V u r m a k , atmak (Faire du pied, du coude, du
genou à quelqu'un).
17. (Hastalık) Olmak,

bulunmak (Est-ce que je peux faire quelque chose


pour vous?). 36. Etre fait à qch: -e alışmak (Je ne
suis pas encore fait à son caractère. Il est fait aux
subtilités du métier). § Avoir beaucoup à faire:
Yapacak çok işi olmak; çok meşgul olmak. En
faire à sa tête: Başına buyruk davranmak,
bildiğini okumak. Faire bien de f. qch, faire mieux
de f. qch: -mekle iyi etmek (Tu as bien fait de
démissionner.
Tu feras mieux de partir dès
maintenant). Faire eau: (Gemi, tekne v.b) Su
almak, su çekmek. Faire de l'eau: (Gemi) İçme
suyu almak, içme suyu ikmali yapmak. Ne pas
savoir quoi faire: Ne yapacağını bilememek.
N'avoir rien à faire avec qn: Biriyle hiçbir ilişkisi
olmamak, bir alıp vereceği olmamak. N'avoir que
faire de qch: -e hiç ihtiyacı olmamak, -i istememek
(Je n'ai que faire de son aide). Ne faire que f. qch:
Durmadan -mek, işi gücü -mek olmak (Il ne fait
que bavarder). Ne faire que de f. qch: Az önce
-mek (Il ne fait que de rentrer) Savoir y faire:
Açıkgöz olmak, gemisini kurtarmasını bilmek.
(Kişisiz fiil olarak hava durumu ve vakit için) a) II
fait...:Hava ...dır (Il fait chaud, il fait froid, ilfait
frais, il fait soleil), b) Il fait...: Vakit... -oluyor (Il
fait jour, il fait nuit, il fait soir). § Ce qui est fait est
fait: Olan oldu. C'en est fait de: a) ...biui(C'enest
fait de la viefacile), b) -mahvoldu, yandı, çuvalladı
(C'en est fait de moi. C'en est fait de son frère).
C'est bien fait: Oh oldu, iyi oldu, canıma değsin
( C'est bien fait pour toi!). Il n'y a plus rien à faire:
Yapacak bir şey yok, elden ne gelir! Rien à faire!:
O kadar, tamam, söyleyecek bir şey yok. § Se
faire: 1. Kendi kendini yetiştirmek (Cet homme
s'est fait tout seul). 2. Gelişmek, yetişmek (Ilamis
des années à se faire. Cette jeune fille se fait). 3.
Olmak, olgunlaşmak ( Les fruits se font. Ce vin ne
s'est pas fait encore). 4. Yapılmak (La soudure se
fait par un procédé nouveau. Cela ne se fait pas
entre amis). 5. Se faire qn: -1er edinmek (Se faire
des amis, des ennemis).
6. Se faire qch:
-kazanmak, sağlamak (Se faire mille francs par

image). 5. Yapmak, düzenlemek, temizlemek

geçirmek, geçirmekte olmak, -e yakalanmak


(Faire un rhume, faire de la fièvre. Faire de
l'albumine, faire de la tension). 18. (Yer yada

ülkeler

için)

Görmek,

dolaşmak,

gitmek,

k a t e t m e k (J'ai fait toute l'Europe. Je ferai la


France pendant les vacances. Il a fait toutes les
boutiques du quartier). 19. Ağırlığında yada
boyunda olmak, -kadar gelmek (Mon frère fait 75
kilos. La route fait 15kilomètres).
20. Fiyatı...
olmak (Ce livre fait 30 francs). 21. V e r m e k , -de
b u l u n m a k (Faire l'aumône, faire la charité). 22.
M e y d a n a getirmek (La route fait un coude. Sa
robe fait des plis). 23. Teşkil etmek, oluşturmak
( Les montagnes font un amphithéâtre autour de la
ville. Ces fruits font un excellent déjeuner). 24.
E t m e k , -e eşit olmak (Deux et deux font quatre.
Six fois cinq font trente). 25. S ü r m e k , d a y a n m a k ,
gitmek (Ce costume m'a fait trois ans. Ce disque
fait une heure d'audition). 26. (Ardından bir sıfat

yada tanım ilgeci almayan bir ad geldiğinde) a)


-görünmek (Tu fais très jeune. Je fais un peu vieux.
Elle fait déjà très femme), b) -izlenimi b ı r a k m a k
( Costume qui fait mode d'autrefois. Votre cravate
fait très sérieux). 27. Yetiştirmek (Cette école fait
de très bons techniciens). 28. Faire qn...: Birine
-lik payesi vermek (On l'a fait chevalier de la
faire

585

fait

mois). 7. Se faire...: -olmak (Se faire vieux. Ils'est


fait médecin). 8. M o d a olmak (Les gilets se font
beaucoup cette année). 9. Se faire f. qch: Kendine
-tirmek (Se faire masser, se faire raser). 10. Se faire
à: -e alışmak (Se faire à un nouveau métier, à la

important). 4. G e r ç e k (Je m'incline devant


faits. Les théories s'écroulent parfois devant

discipline). § S'en faire: Aldırmak, üzülmek. Ne


pas s'en faire: Aldırmamak, üzülmemek, vız gelip

sont

tırıs gitmek (Ne vous en faites

pas!).

faire er. 1. Üslup, *biçem, tarz ( Le faire d'un artiste,


d'un écrivain). 2. Fiil, eylem, yapma (Ilya loin du
dire au faire:Söylemek
başkayapmakbaşka;sözle
eylem arasında çok ayırt var).

faire-part er. Davetiye, "çağrılık (Faire-part de

les
les

faits). § Erreur de fait: huk. Özdeksel yanılgı,


"maddi hata. Hauts faits: Başarılar, savaş
başarıları, kahramanlıklar (Les livres d'histoire
pleins

des

hauts

faits

de

nos

aïeux).

Gouvernement de fait: Meşru olmayan hükümet.


Le fait du prince: Keyfi karar, ağa keyf. Le fait
accompli: Oldubitti, "emrivaki: Voie de fait: Zor
ve şiddet yolu. Faits d'armes: a) Askeri başarı,
yengi, b) Çok önemli bir iş, görülmedik bir başarı
(Il n'a pas accompli un fait d'armes en
s'acquittant

Faire

de ses obligations). C'est un fait: Bu bir olgudur,


bu bir gerçektir. Au fait!: "Sadede gelelim, işin
özüne gelelim. Au fait: Ne var ki, kim bilir, iyi

faisabilité diş. Yapılabilirlik, gerçekleştirilebilirlik.


faisable s. Yapılabilir, gerçekleştirilebilir (ün

düşünülecek olursa (Je n'ai reçu aucune lettre de


lui, mais, au fait, il n'a peut-être pas mon adresse).

mariage. Je lui ai envoyé


imprimer des faire-part).

travail

un faire-part.

De fait, par le fait, en fait: Gerçekten, gerçekte (Il

faisable).

faisan er. 1. Sülün. 2. s. ve diş. Dişi sülün (Poule


faisane, une faisane). 3. er. argo. Dolandırıcı,

faisandage er. (Eti, av etini) Çürütme,


faisandé, es.
1. Çürümeye başlayan (Viande
faisandée).
2. mec.
Çürümüş,
kokmuş
(Littérature faisandée.

Des milieux

faisandés).

faisandeau er. Sülün yavrusu, sülün pilici,


faisander gç/. (Eti, av etini) Çürütmek,
faisanderie diş. Sülüncülük, sülün yetiştirme,
faisandier er. Sülüncü, sülün yetiştiricisi,
faisceau er. 1. Demet (Faisceau de branches). 2.
mat. Bağlama. 3. Tüfek çatısı. § Lier, nouer en
faisceau: Demet halinde bağlamak, demet haline
getirmek. Former les faisceaux: ask. Silah
çatmak. Mettre les fusils en faisceau: Silah
çatmak.
faiseur, euse ad. 1. Yapıcı, yapan (Un faiseur de
meubles,

de

d'opéras).

barrages,
de pont,

de

livres,

2. mec. hlk. Düzenbaz, üçkâğıtçı

(Méfiez-vous,

c'est un

faiseur).

faisselle diş. Peynir süzme sepeti,


fait, e s. 1. Olgun, olgunlaşmış, iyice oturmuş (C'est
un homme fait). 2. Olmuş, kıvamını bulmuş (Ce
fromage

n'est pas assez fait. Les vins ne sont pas

faits encore). 3. Fait pour: Tam -e göre, biçilmiş


kaftan (Voilà un homme fait pour vous. Il est fait

pour ce métier). 4. Tout fait, toute faite: a) Hazır


(Costume

tout fait),

b) Basma kalıp

(Dhrases

toutes faites). S. hlk. Yakalanmış, enselenmiş (La


police a entouré la maison, il est fait comme un rat.
Rends-toi, tu es fait).

fait er. 1. Olmuş bir şey, "olgu, "vakıa (Nier un fait).


2. İş, şey (Un fait singulier. Ceci n'est pas mon
fait). 3. Olay (Donner un résumé des faits. Ce
changement
de majorité est un fait
politique

m'a expliqué qu'il ne pouvait rien faire pour moi,


parlefait, il avait des ordres à exécuter). Du fait de:

-yüzünden, -den dolayı (Du fait de sa maladie, il a


manqué plusieurs cours). Du fait que: -diği için,
-diğine göre (Du fait que j'admettais
de le faire naître artificiellement,
implicitement
reconnu l'illusion).

la possibilité
j'en avais
De ce fait:
Bundan dolayı, bunun için (Le contrat n'est pas
signé, et de ce fait, il est nul). En fait: Oysa, ne ki,
oysa ki ( O n prévoyait environ dix mille francs de
réparation, en fait, il y en a eu pour près de vingt

milles).

En fait de: Konusunda (En fait

nourriture,

il n'est pas très exigeant).

de

Le fait est

que: Gerçek şu ki. Le fait que...: -mesi, -olması


(Le fait que Napoléon
est mort en exil:
Napolyon'un
sürgünde ölmesi. Le fait que vous
soyez mon ami: Benim dostum olmanız). Tout à

fait: Büsbütün, tamamen, tamamıyla. Aller au


fait, venir au fait: Sadede gelmek, sadede
girişmek, işin özüne girmek. Dire son fait à qn:
Biri hakkında ne düşündüğünü açık açık yüzüne
söylemek. Etre sûr de son fait: Savlarının, ileri
sürdüğü şeylerin doğru olduğundan emin olmak.
Etre au fait de qch: -den haberi olmak,
-konusunda bilgisi olmak. Mettre qn au fait de
qch: Birini -den haberli kılmak, birine
-konusunda bilgi vermek. Mettre qn devant le fait
accompli: Birini oldubitti karşısında bırakmak.
Prendre fait et cause pour qn, qch: Birinden, bir
şeyden yana olduğunu açıkça göstermek, -den
yana olmak, -i savunmak. Prendre qn sur le fait:
Birini suçüstü yakalamak. Rester devant le fait
accompli: Oldubitti karşısında kalmak. Se mettre
au fait: Durumu kavramak, durumu anlamak,
durum hakkında bilgi sahibi olmak.
faîtage

586

faîtage er. 1. Çatı omurgası, mahya kirişi. 2. Dam


çatısı, çatı.
faîte er. 1. (Yapıda) Çatı (Le faîte d'une maison) 2.
T e p e , d o r u k ( G r i m p e r au faite d'un arbre. Le faîte

d'une montagne). 3. mec. En yüksek nokta,


d o r u k , e n üst d e r e c e (Etre au faîte des

honneurs,

faîteau er. Çatı süsü.


faitière diş. 1. Mahya kiremidi. 2. (Çatıda) Çatı
penceresi, ışık yeri.
fait-tout, faitout er. İki saplı kapaklı tencere,
faix er. 1. Y ü k (Le paysan
2. mec.

Yük,

pliait sous le faix


ağırlık

(Le

faix

du
des

obligations). 3. Yeni yapılmış bir binada çöküntü.


4. hek. (Doğumda) Son, etene,
fakir er. Hint dervişi, fakir,
fakirisme er. Fakirciiik, fakirizm,
falaise diş. yerb. coğr. Yar, yahyar.
falbala er. 1. Farbala, entari yada perde gibi şeylerin
kenarlarına dikilen kırmalı yada büzgülü süs,
fırfır. 2. Aşırı süs; aşın süslülük, aşın süslenme,
falconidés er. ç. hayb. Kartalgiller,
falerne er. Eski çağlarda pek tutulan bir şarap,
fallacieusement bel. Aldatıcı bir biçimde,
fallacieux, euse s. 1. Aldatıcı, °sahte, yalan
(Promesses fallacieuses.

Düzenci,

Argument

entrikacı

fallacieux).

(De

2.
fallacieux

commentateurs).

falloir kişisiz. 1. Gerekmek, gerekli olmak (Il faut


travailler. Il faut un ouvrier ici). 2. Il f a u t qch à q n :

Birine ...gerekmek, "lâzım olmak (Il leur faut un


équipement

complet. Il lui faut du repos). 3. Il f a u t

à qn f. qch: Birinin -mesi gerek (Il lui faut quitter


cette région). 4 . 0 faut que...: -mesi gerek (Il faut
que tu finisses

ton travail. Il faut qu'il parte).

Comme il faut: 1. bel. Uygun şekilde, doğru


dürüst, nasıl gerekiyorsa öyle (Tiens-toi à table
comme

kaldı ki... sin, az kalsın .. .çekti (Peu s'en est fallu


que les deux voitures ne se tamponnent.

Il s'en est

fallu de peu que je ne me misse à genou. Peu s'en est


fallu qu'il ne perdît sa place).

falot er. 1. El feneri, çekme feneri. 2. Argo. Savaş


k u r u l u , "harp divanı (Je vais vous passer au falot).

falot, es. 1. Gülünç, kaba (J'avais cet empressement

de la gloire).

fagot).

familiariser

il faut.

Il a agi comme

il faut).

Eksiksiz, m ü k e m m e l (Voilà un homme

2. s.

comme il

faut. C'est un bourgeois comme il faut). S'il le f a u t :

Gerekirse, gerektiğinde. § S'en falloir: 1. Eksik


olmak, daha gerekmek. 2. S'en falloir de qch:
-eksik olmak, daha... istemek, gerekmek (Jen'ai
pas pu réunir la somme,

il s'en faut de la moitié,

de

cinq mille francs. Je ne vous donne pas tout, il s'en


faut d'un dixième.

Il s'en faut de trois mètres

l'échelle atteigne à la hauteur convenable).

que

Il s ' e n

faut de beaucoup, il s'en faut bien: Daha çok eksiği


var, daha çok ister. Tant s'en faut, il s'en faut:
Tersine, tam tersine (Il n'est pas sot, tant s'en
faut). Peu s'en faut: Ramak kaldı, az kaldı, onun
gibi bir şey (Ilestperdu,

ou peu s'en faut). Peu s ' e n

est fallu que...: Il s'en est fallu de peu que...: Az

falot

que montrent

les hommes

au milieux

des

troubles domestiques). 2. Neşeli, güleryüzlü (Un


peuple falot).

3. Silik, kişiliksiz (Un

personnage

falot).

falourde diş. Odun demeti, odun yükü.


falsificateur, trice a d 1. Sahteci. 2. Kalpazan,
falsification diş. 1. Niteliğini bozma, hile katma,
"tağşiş (Falsification

du lait par addition d'eau). 2.

Taklit etme, sahtesini yapma (Falsification des


monnaies,

3.
d'undocument,

mec.

d'une pièce

d'identité).

bozma,

çarpıtma

Değiştirme,

(Falsification

de l'histoire,

de la vérité). 4 . mant.

Bir önermenin yanlışlığının ortaya çıkarılması,


falsifier gçl. 1. Bozmak, değiştirmek, kalem
oynatmak, "tahrif etmek (Falsifier un document,
un passeport).

2. Hile k a t m a k (Falsifier dulait).

Sahtesini

yapmak,

monnaies,

des

basmak

billets

de

(Falsifier

banque).

4.

3.

des
mec.

Değiştirmek, aslından uzaklaştırmak, çarpıtmak


(Falsifier la pensée d'un

philosophe).

faluche diş. Kara kadifeden yapılan öğrenci beresi,


falzarer. hlk. Pantolon.
famé, e s. Ün almış, adı çıkmış. § Bien famé: Adı
iyiye çıkmış. Mal famé: Adı kötüye çıkmış (Rue
malfamée,

maison mal

famée).

faméliques, vead. 1. Aç, karnı aç, açlık çeken (Un


mendiant famélique). 2. Açlıktan kadidi çıkmış,
çok zayıf (Un chien

famélique).

fameusement bel. 1. (Az kullanılır) Ünlü bir


şekilde.

2.

Çok,

fameusement

pek

(Votre

repas

était

bon).

fameux, euse s. 1. Ünlü (Un nom fameux). 2.


Fameux pour, par qch: -siyle ünlü, tanınmış (Une
région fameuse
fameux

par

pour ses fromages.


ses débauches).

Un

homme

3. Çok

büyük,

görülmedik (Tu as fait une fameuse

gaffe).

4.

Eşsiz, benzersiz, çok güzel (Il est fameux, votre


vin).
familial, e s. Aileye değgin (La vie familiale.
Réunion

familiale,

liens familiaux,

allocations

familiales).

familiariser gçl. Familiariser qn avec qch: Birini -e


alıştırmak

(Familiariser

maniement

des armes).

un

soldat

avec

le

§ Se familiariser: 1.

Evcilleşmek, alışmak (Un oiseau qui se


familiarise). 2. Se familiariser avec: -e alışmak;-i
familiarité

587

iyi kullanmak (Se familiariser

avec le danger,

le bruit de la rue. Se familiariser

avec une

avec
langue

étrangère).

fanfreluche
la nuit un fanal à la main).

fanatique s. ve ad. 1. Bağnaz, "mutaassıp (Un


partisan

familiarité diş. 1. Alışkanlık, yakınlık (Il a acquis


une certaine familiarité

fanatique).

avec l'anglais.

Une longue

de peinture).

familiarité avec les oeuvres classiques).

2. İçtenlik,

Racine).

yakınlık (Des camarades qui habitent en

commun

vivent dans la plus grande familiarité).

3. Senli

benlilik, içli dışlılık (Je lui parle avec familiarité).


4. Teklifsizlik (Il nous traite avec une

familiarité

déplacée). 5. ç. Teklifsizce davranış,


familier, ères. 1. Yakın, senli benli, içli dışlı (Ilssont
mes plus familiers

amis).
2. Tanıdık, bildik,

alışılmış, alışık bulunulan (Une voix familère.


Vivre au milieu

d'objets

familiers).

3. Kolay,

alışkanlık haline gelmiş, rahat (Le maniement de


cet outil lui est devenu familier).

4. Sade

(Unstyle

familier).6. Familier avec: -ile içli dışlı, senli benli


(Je suis familier avec lui). 7. Familier à: -in bildiği,

-e yabancı olmayan, "aşina, -için kolay, alışılmış


(Cette langue

lui est familière).

8. ad.

Dost,

tanıdık, yakın kimse (Les familiers d'une


maison). 9. ad. mec. Gedikli, her zaman giden
(Les familiers

d'un club, d'un

café).

familièrement bel. 1. İçtenlikle, dostça (Ils


s'entretiennent familièrement). 2. Teklifsizce, içli
dışlı, senli benli,
familistère er. (Fransanın kimi bölgelerinde) Ucuz
satış yapan tüketim kooperatifi, ucuz satış
mağazası.
famille diş. 1. Aile (Fonder
famille. La vie de famille).
sa famille).

Chef

de

3. Soy, sop (Nom de famille. Ils sont de

la même famille).
Habsbourg).

une famille.
2. Çoluk çocuk (Elever

4. H a n e d a n (La famille

des

5. Topluluk (La grande famille

des

gens de lettres). 6. bitb.hayb.

Familya (Les

familles

des bovidés, des rosacés). § Fils de famille: İyi aile


çocuğu. Il faut laver son linge sale en famille: Kol
kırılır yen içinde; aile içinde olup bitenler dışarı
sızmamah, insan kan kusar kızılcık şerbeti içtim
der.
famine diş. Kıthk (Période de famine.
règne dans le pays).

La

fantine

§ Salaire de famine: Ç o k

düşük ücret. Crier famine: Sıkıntıdayım diye


yanıp yakılmak, geçinemediğinden yakınmak,
fan er. Beğenen, hayran (Louis Armstrong et ses
fans).
fanas, vead. tkz. H a y r a n (Elle en est fana. Un, une
fana).

fanage er. (Biçilmiş çayırı) Kurutma,


fanal er. 1. (Eski) Kıyı yada liman feneri. 2.
(Gemilerde) Borda feneri. 3. (Lokomotif yada
otomobilde) Büyük fener. 4. Fener ( Circuler dans

2. F a n a t i q u e de: -e çok

düşkün, -i çok seven (Il est fanatique de musique,

fanatiquement
"taassupla.

3.

Hayran

bel.

(Les

fanatiques
Bağnazca,

de

bağnazlıkla,

fanatiser gçl. Bağnazlaştırmak, bir şeyi körü


körüne yapacak duruma getirmek (Fanatiser les
foules).

fanatisme er. 1. Bağnazlık, "taassup (Fanatisme


religieux). 2. mec. Körü körüne hayranlık, aşırı
düşkünlük.
fanchoner. (Köylü kadınların örttüğü) Başörtüsü,
fandango er. Kastanyetle oynanan bir İspanyol
dansı ve bunun havası,
fane diş. 1. Dökülmüş yaprak, "gazel. 2. (Patates,
havuç gibi bitkilerde) Yaprak (Fanes de carottes,
de pommes

de terre, de radis, de

haricots).

fané, e s. 1. Solmuş (Une rose fanée,


fanées).

2. Solgun (Un visage fané).

des

fleurs

3. Solmuş,

r e n k atmış (Une étoffe fanée, couleur

fanée).

faner gçl. 1. (Biçilmiş otları kurutmak için) Evirip


çevirmek (Faner de l'herbe,

de la luzerne).

2.

S o l d u r m a k , p ö r s ü t m e k (Le vent chaud a fané les


roses.

Son

regard

fanait

toute

chose).
3.

Soldurmak, rengini attırmak. § Se faner: 1.


S o l m a k , p ö r s ü m e k ( L e s fleurs se sont fanées
le vase sans eau. Sa beauté s'est fanée).

dans

2. mec.

Parlaklığım, parıltısını yitirmek (Sa jeunesse s'est


fanée;

l'éclat de ses cheveux s'est

fané).

faneur, euse s. 1. (Biçilmiş otu kurutmak için)


Eviripçeviren işçi. 2. diş. Ot kurutma makinesi (II
vient d'acheter une

faneuse).

fanfan ad. tkz. Yavru, minnoş, cici, yavrucuk


(Fanfan, soyez

sage).

fanfare diş. 1. Borularla çalınan kısa bir asker


havası. 2. Savaş havası (Sonner le réveil en
fanfare). 3. Avda geyikleri yerlerinden uğratmak
için çalınan hava. 4. Bando, mızıka takımı (La
fanfare municipale). 5. Abartmalı övgü.
fanfaron, ne s. ve ad. 1. Yalancı kahraman, sahte
kabadayı (Il estfanfaron). 2. Övüngen, palavracı.
§ Faire le fanfaron: Kabadayılık taslamak, sahte
kahramanlık yapmak,
fanfaronnade diş. 1. Sahte kahramanlık,
kabadayılık. 2. Övüngenlik, palavracılık,
farfaralık.
fanfaronner gsz. (Eskimiştir) Palavra sıkmak,
farfaralık etmek,
fanfreluche diş. İncik boncuk, değersiz süs eşyası
(Mettre ses fanfreluches.

Il y a trop de

fanfreluches
fange
sur cette

"hayal, düşleme, düş kurma (Vivre de fantasmes.

robe).

fange diş. 1. Çirkef. 2. mec. Alçakça yaşayış. §


Couvrir qn de fange: Birine yapmadık hakaret
bırakmamak. Se vautrer dans la fange: Alçakça
bir yaşam içinde olmak, alçaklıklar içinde
yüzmek.
fangeux, euses. 1. Çirkefli, çirkef dolu. 2. Çamurlu,
bulanık (Mare fangeuse,

eau fangeuse).

3 . mec.

İğrenç, alçakça, alçaklıklarla dolu (Une vie


fangeuse).

fangothérapie diş. hek. Çamur banyosu, sıcak


çamurla tedavi,
fanion er. Filama (Fanion de commandement). 2.
" A m b l e m , "belirge (Fanion d'un club, fanion

des

Des fantasmes

de richesse. Les fantasmes

d'une

femme).

fantasmer gsz. Düşler kurmak, düşler içinde


yaşamak, ham hayaller ardında koşmak,
fantasque s. 1. Değişken huylu, kaprisli, özençli,
huyu suyu belli olmayan (Un caractère, une
humeur

fantasque.

Un homme

fantasque).

fanon er. 1. (Hayvanlarda) Sakağı (Le fanon d'un


d'un

dindon).

2. (Balinagillerde) Diş,

çubuk (Les fanons de la baleine). 3. (Atlarda)


Ayak ardı kılları, paça. 4. Papaz pazıbendi. 5.
(Kimi şeylerde) Sarkık uç.
fantaisie diş. 1. Değişik düşünüş, değişik heves,

2,

Acaip, tuhaf, garip ( Un récitfantasque, des figures


fantasques). 3. er. Acaip kimse, acaip şey.
fantassin er. ask. Piyade eri.
fantastique s. 1. Gerçekte var olmayan, düşsel,
efsanelerde varolan (Un animal fantastique. Des
personnages

fantastiques).

2. Olağanüstü, çok

büyük, eşsiz (Une réussite fantastique.

scouts).
boeuf,

faraud

588

fantastiques

beautés

de

l'Anatolie).

Les
3.

Tasarlanamaz, us almaz, usa sığmaz, inanılmaz


(Un luxe fantastique). 4. Acaip, tuhaf, değişik
(Des idées fantastiques). 5. er. Gerçekdışı, düşsel
(Le

fantastique

en

littérature,

dans

les

arts

plastiques).

İmgelem gücü, *düşlem (Un livre plein de

fantastiquement bel. Olağanüstüşekilde, inanılmaz


şekilde.
fantaisie.

fantoche er. 1. İpli kukla; Kukla. 2. mec. Oyuncak,

değişik beğeni (Elle se laisse aller àsafantaisie).


Cet auteur

n'a aucune

fantaisie).

2.
3.

Keyif, canın istediği şey (Agir selon sa fantaisie).


4. "Kapris, *özenç (Il a eu brusquement la fantaisie
de partir en voyage). 5. Çılgınca, delice davranış,
çılgınlık (Il se plie à toutes les fantaisies

de son

ami). 6. müz. Fantezi, bağımsız biçimli parça


(Fantaisie chromatique

et fugue de Bach). 7. Ç o k

gösterişli, lüks, fantazi (Etoffe de fantaisie).


§Vivre à sa fantaisie: Keyfince yaşamak, canının
dilediği gibi yaşamak,
fantaisiste s. ve ad. 1. Keyfince iş yapan, canının
istediği gibi davranan (Un étudiant fantaisiste). 2.
tkz. Maymun iştahlı, "kaprisli, "özençli. 3. Gece
klüplerinde şarkılar söyleyen, taklitler yapıp
fıkralar anlatan sanatçı. 4. Üçkâğıtçı, ciddiyetten
uzak (Un médecin fantaisiste). S. Uyduruk,
u y d u r m a (Un remède fantaisiste.
fantaisiste,

une nouvelle fantaisiste

fantasia diş.

Arap atlılarının

Une

étymologie

).

şenliklerde

at

koşturarak gösterdikleri hünerler, atlı gösteri,


fantasmagorie diş. 1. Karanlık bir odada, göz
yanıltma yoluyla görüntüler gösterme sanatı,
g ö r ü n t ü o y u n u (Aller voir des fantasmagories).
2.

Olağanüstü şey, doğaüstü olay (La fantasmagorie


des romans

noirs).

fantasmagoriques. 1. Görüntü oyununa değgin (Un


spectacle,

une apparition

fantasmagorique).

2.

Tuhaf, inanılmaz, us almaz,


fantasmatiques. Düşsel, "hayali,
fantasme er. Gerçeklikten uzak düşünce, düş,

kukla (Cet homme


de sa femme.

est un fantoche

Les gouvernements

militairement

entre les mains


des pays

sont souvent de simples

occupés

fantoches).

fantomatique s. 1. Hayaleti andıran; hayaletlere


değgin (Il a un air fantomatique). 2. Doğaüstü,
gizemli, düşsel (Un éclairage fantomatique).
fantôme er. 1.Hay alet, hayal (Il croit aux fantômes.
Cette maison est hantée par les fantômes).

2. Un

fantôme de...: Gerçekte var olmayan, bostan


korkuluğu bir... (Un fantôme de roi, urı fantôme
dedirecteur). 3 .mec. tkz. Canh cenaze, sıska dayı,
kadidi çıkmış. 4. s. Gerçekte var olmayan, kukla
(Un ministre fantôme). S. s. Görünen ve hemen
gözden yitip giden, hayal gibi (Le trainfantôme, la
charrette

fantôme).

faon [fà] er. Geyik yavrusu, karaca yavrusu,


faonner gsz. (Geyik, karaca vb için) Yavrulamak,
doğurmak.
faquin er. Ciğeri beş para etmez kimse, yüzsüz
herif, bayağı adam.
faquir er. Hint dervişi, fakir,
farad er. fiz. Elektrik için sığa birimi, farad,
faramineux, euse s. tkz. Us almaz, inanılmayacak,
şaşırtıcı, çok yüksek (Des prix faramineux).
farandole diş. El ele tutuşarak oynanan bir güney
Fransa dansı,
faraud, es. vead. 1. Şıklık budalası, giyim kuşamına
pek düşkün, fiyakacı. 2. Faraud de: -ile pek
övünen, şişinen (Il est faraud de sa richesse). §
farce

589

Faire le faraud: Fiyaka yapmak, caka satmak,


farce diş. 1. Dolma içi, dolma içine konan
hazırlanmış kıyma. 2. Sebze kıyması. 3. Kaba
güldürü, fars ("Le Médecin malgré lui" de Molière

est une farce). 4. Kaba şaka; şaka (Les élèves font

fascination
altında) Bel vermek, çökmek (Un mur qui far de).
7. den. (Yelin etkisiyle) Şişmek (Voile qui farde).
İ Se farder: Düzgün sürmek, makyaj yapmak
(Une femme qui se farde

outrageusement).

trouve

fardier er. Ağır yükleri taşımak için kullanılan alçak


araba, domuz arabası,
farfadet er. Cin, peri.
farfelu, e s. 1. Kaçık, tahtası noksan, deh (Il est
farfelu). 2. Tuhaf, acaip, garip (Idées farfelues).
farfouiller gsz. 1. Farfouiller dans qch: -i eşelemek,

enlaidie). § Etre le dindon de la farce: Budala


yerine konmak. Faire une farce à qn: Birine bir
şaka yapmak, oyun oynamak (On lui avait caché

karıştırmak (Farfouiller dans une commode,


dans
les affaires de quelqu'un).
2. gçl. -i eşelemek,
karıştırmak (On a farfouillé mes papiers).

des farces à leurs maîtres).

5. mec.

Güldürü,

gülünecek şey (La vie est une farce). 6. Uygunsuz


davranış, saygısızlık, "münasebetsizlik. 7. s.
Tuhaf, gülünç, komik (J'irai voir Mme Foucaud,
ce sera amer et farce,

surtout

si je la

faribole diş. tkz. Boş lakırdı, saçma sapan söz

son chapeau pour lui faire une farce).

farceur, euse ad. 1. Soytarı, maskara. 2.Zirzop. 3 .s.


Şakacı, matrak (Il est très farceur).
farci, e s. 1, tç doldurulmuş, -dolması (Tomates
farcies: Domates dolması). 2. Farci de qch: -ile
dolu (Il est farci de préjugés. Il a la tête farcie de
poèmes).

farcin er. hek. Sakağı, "ruam.


farcir gçl. 1. İç doldurmak (Farcir les tomates, une
volaille, un poisson). 2. Farcir qch de: Bir şeyi-ile
doldurmak, tıkabasa doldurmak (Il a farci son
livre de citations. Il nous a farci la tête d'une

foule

d'idées). § Se farcir qch: 1. a) Bir şeyi doldurmak


(Se farcir la tête d'inutilités),

b) Mideye indirmek,

yemek (Se farcir un bon repas), c) Yapmak,


yapmak zorunda kalmak (Il s'est farci tout le
travail). 2. Se farcir qn: Birine dayanmak;
kahrını, nazını çekmek (Il n'est pas facile de se
farcir un

ivrogne).

fard er. 1. (Yüze sürülen) Düzgün (Cette femme


n'utilise

aucun fard).

2. Yapmacık, k a ç a m a k

(N'écoute pas ses

fariboles).

farinacé, e s. Unu andıran, unumsu (Substances


farinacées).
farine diş. 1. U n (Farine de blé, de maïs). 2. Toz, un

(Farine de moutarde). § De la même farine: Aynı


soydan, aynı cinsten, aynı hamurdan (Des gens de
la même farine). Se faire rouler dans la farine: tkz.
Aldatılmak, kandırılmak, kazıklanmak,
fariner gçl. 1. Unlamak. 2. Un etmek, un haline
getirmek. 3. gsz. Unlu bir görünüm almak (Peau
qui farine, dartre qui

farine).

farineux, euse s. 1. Unlu; un görünümünde, un


tadında (Une sauce farineuse). 2. İçinde un
bulunan, un yapısında. 3. Un sürülmüş gibi olan,
ak tozlu, akçıl (Plantes, feuilles farineuses).

3. er.

ç. Unlu sebze, nişastalı sebze (Les haricots, les


lentilles, les pommes

de terre sont des

farineux).

farinier er. Uncu, un tüccarı,


farniente er. Tatlı tembellik, tatlı gevşeklik (Vivre
au soleil dans le

farniente).

(Parler sans fard). § Mettre du fard: Düzgün


sürmek. Piquer un fard: Kızarmak, utançtan
kıpkırmızı kesilmek,
fardage er. (Alışverişte) Kötü bir malın yüzünü

faro er. Brüksel birası.


farouches. 1. Yabani, vahşi, *yabanıl (Les animaux
farouches). 2. Ürkürük, çekingen, insanlardan
kaçan (Un enfant farouche). 3. Sert, kaba,

mostralıkla süsleme,
fardé, e s. Düzgün sürmüş, düzgün sürülmüş,

acımasız, yırtıcı (Un tyran farouche, un peuple


farouche). 4. Şiddetli, sert (Opposer une farouche
résistance).

boyanmış (Une femme fardée, des joues


yeux fardés).
fardeau er. 1. Yük (Porter un fardeau

fardées,

farouchement bel. Şiddetle (Il s'y est farouchement


sur ses

épaules). 2. mec. Ağır yük, ağırlık, yük (Le


fardeau des impôts, des dettes).

farder gçl. 1. Düzgün sürmek, boyamak, makyaj

opposé).

fascia er. biy. Akzar.


fascicule er. 1. Cüz, fasikül, *böle (La publication
d'un

ouvrage

par fascicules).

2. O t bağı, ot

yapmak (Farder le visage d'un artiste. Farder les


yeux, les joues, les lèvres). 2. mec. Süslemek,
allayıp pullamak (Farder sa pensée, la vérité). 3.
demeti.
fascinant, e s. Büyüleyici, çok çekici (Un regard

Ayıbını örtmek. 4. (Alışverişte) Kötü bir malın


yüzünü
mostralıkla
örtmek
(Farder
sa
marchandise>. 5. gsz. 1. Ağır gelmek (Charge qui

fascinateur, trice s. ve ad. 1. ad. Büyü yapan,


büyüleyen, büyücü. 2. s. Büyüleyici (Un geste

farde sur l'arrière d'une voiture). 6. gsz. (Ağırlık

fascination diş. 1. Büyüleme (Elle a sur lui un

fascinant,

une beauté

fascinante).

fascinateur).
fatiguer

590

fascine
véritable pouvoir

de fascination).

büyü (La fascination

Büyük

etki

fascination

du monde

(Exercer

sur

2. Çekicilik,

fatalement insuffisants).

oriental).

"kaderi gereği (Le génie estfatalement

3.

l'auditoire

une

d u r u m a getirmek (Le serpent fascine sa proie).


l'auditoire

hayran

par

bırakmak

sa personnalité).

2.

(Il

fascinait

3.

Kendine

çekmek, çekici gelmek (La ville fascine


les

paysans). 4. Çalı bağlarıyla doldurmak yada


berkitmek.
fascisant, e s. Faşist eğilimli (Renforcer les courants

fataliste s. ve ad. 'Yazgıcı, "kaderci, alın yazısına


inanan.
fatalité^. 1. Alınyazısı, * yazgı, "kader (Il croit en
la fatalité). 2. Kaçınılmazlık, zorunluluk (Fatalité
de la mort). 3. Uğursuzluk, belâ (Il est suivi par la
fatalité).

fatidique s. 1. Önceden saptanan, değiştirilemeyen


(Le jour fatidique,

l'examen).
prononça

fascisants).

fasciser gçl. Faşistleştirmek (Fasciser les jeunes


gens).

faste

de

cette

maison

faste v. Uğur getiren, uğurlu (Il considère le


un jour faste. Etre dans un jour

enfin la sentence

fatidique).

journée

vie que je mène ici est réellement fatigante.


homme est fatigant avec ses

fatigue diş. 1. Yorgunluk (Fatigue des


nerveuse,

Cet

histoires).

fatigue

jambes.

cérébrale,

fatigue
intellectuelle). 2. (Eski) Bıkkınlık, usanç (ô la
grande fatigue que d'avoir une femme).

3. Yorucu

bir iş, angarya (Je lui ai épargné une fatigue).

faste).

fastes er. ç. Eski romahlarda olgular takvimi,


yıllık.
fastidieusementbe/. Bıktırıcı şekilde, usançverecek
kadar.
fastidieux, euse s. Bıktırıcı, usanç verici, can sıkıcı,
tatsız, tuzsuz (Une lecture fastidieuse.
fastidieux,

détails

Travail

fastidieux).

fastueusement bel. Şatafatlı bir şekilde, şatafatla,


debdebeyle.
fastueux, euse s. Şatafatlı, debdebeli, çok gösterişli
(Une vie fastueuse,

un diner fastueux,

fatigabilité diş. Yorulabilirlik.


fatigables. Yorulabilir.

Fatigue

l'impressionnait).
vendredi comme

se présenta

fatigante). 2. Bıktırıcı,usandırıcı,usanç verici (La

faste er. 1. "Şatafat, "debdebe (Le faste oriental. Le


faste d'une cérémonie). 2. Lüks, büyük gösteriş,
(Le

le candidat

2. Kaçınılmaz, 'yazgısal (Le juge

fatigant, e s. 1. Y o r u c u (Travail fatigant,

fascisme er. Faşizm, faşistlik, 'karagüç.


fasciste s. ve ad. Faşist.

görkem
condamné à

compris de la foule).

fatalisme er. fels. 'Yazgıcılık, "kadercilik,

extraordinaire).

fascine diş. Çalı bağı, çalı demeti.


fasciner gf/. 1. Bakışıyla büyülemek, kıpırdayamaz
Büyülemek,

n'être qu'imparfaitement

2. Yazgı gereği olarak,

un

fastueux

(Teknikte) Aşınma, yıpranma (Rupture

fatigue), § Tomber de fatigue, être mort de fatigue:


Yorgunluktan bitmek, canı çıkmak,
fatigué, e î . 1. Y o r g u n (Je me sens fatigué.

'Cœur,

cerveau fatigué). 2. Rahatsız, iyi çalışmayan (J'ai


l'estomac

fatigué,

il a le foie fatigué).

3.

fatigué?). 4. Eskimiş, yıpranmış (Vêtements,


souliers fatigués). S. Fatigué de: -den bıkmış,
usanmış (Il est fatigué de samaîtrese.

Jesuis

fatigué

d'écrire).
fatigué.

m'a

Lecture qui fatigue les yeux, exercice qui

fatigue le cœur).
(Fatiguer

etmez biri (C'est un fat).

tkz.
Kafadan sakat, kaçık (Tu n'es pas un peu

fatiguer gçl. 1. Y o r m a k (Cette longue marche

décor).

fat s. ve ad. 1. Kendini beğenmiş, budala (Il est un


peu fat). 2. er. Değersiz kimse, ciğeri beş para

4.

par

son

2. Çok çalıştırmak, yormak


personnel,

ses

élèves).

3.

fatal). 2. Öldürücü, ölüme yol açan (Un accident

Karıştırmak, altüst etmek (Fatiguer la terre,


fatiguer la salade). 4. Çok ve sık ürün alıp verimsiz

fatal,

d u r u m a getirmek (Fatiguer un champ, un arbre).

fatal, e s. 1. Alında yazılı olan, "mukadder (C'était


une maladie

U ğ u r s u z (L'œil

qui a une issue fatale).

câlin et fatal).

3.

4 . Kaçınılmaz,

entre eux était fatale.

Une conséquence

5. Bıktırmak, canını sıkmak, usandırmak (Il me


fatigue

zoma\a(Aupointoùilsenétaientarrivés,laguerre
fatale.

Il
par

ses

demandes,

par

ses

plaintes

répétées). 6. gsz. Güçlük çekmek, zorlanmak (Le

était fatal que cela finisse ainsi). S. Dayanılmaz,

moteur fatigue

karşı k o n u l a m a z (Une femme fatale, une

altında bulunmak, bel vermek ( Poutre qui fatigue

beauté

dans la montée).

7. gsz. Ağırlık

fatale). 6. Fatal à: -e zararlı, -için uğursuz (Des

sous une trop forte poussée).

excès fatals à la santé. Cette décision fut fatale à son

Y o r u l m a k (Il se fatigue en travaillant trop). 2. Se

entreprise).

fatiguer à f. qch: -mek için soluk tüketmek,

fatalement bel. 1. Kaçınılmaz şekilde, zorunlu


olarak, ister istemez (Les premiers résultats furent

§ Se fatiguer: 1.

ç a b a l a m a k ( / e m efatigue à luiexpliquerla
depuis deux heures).

situation

3. Se fatiguer de qch, de f.
fatras

591

qch: -den, -mekten bıkmak, usanmak (Il s'est


fatigué de sa femme. On se fatigue des meilleures
choses. On se fatigue d'entendre toujours les
mêmes choses).

fatras er. Karmakarışık şeyler yığını, yığın (Un


fatras de papiers sur son bureau.
notions
philosophiques).

Un fatras

de

fatuité diş. Kendini beğenmişlik,


faubert er. (Gemilerde kullanılan) fp süpürge,
usturpa.
faubourg er. Dış mahalle, kenar mahalle, varoş,
faubourien, ne s. ve ad. 1. Kenar mahalleli, dış
mahalleli. 2. Kenar mahallelere özgü, kaba (Il a
un accent

faubourien).

faucard er. Uzun saplı tırpan; tırpan,


faucarder gçl. Tırpanla biçmek,
faucardeur er. Tırpancı, tırpanla biçen,
fauchage er. 1. (Tırpanla, orakla) Biçme (Le
fauchage d'un pré). 2. ask. Tarama, tarama atışı
yapma.
fauchaison diş. 1. Biçme; orak yada tırpanla biçme
(La fauchaison des luzernes). 2. Orak mevsimi,
ekin biçme zamanı,
fauche diş. 1. Orak yada tırpanla biçme. 2. tkz.
Parasızlık, züğürtlük (Plus un sou, c'est la

fausseté
Kerkenez.

Faucon hobereau:

Delice doğan).

2.

Eski bir çeşit küçük top.


fauconneau 1. Doğan yavrusu, şahin yavrusu, çavlı.
2. Eski bir çeşit hafif top.
fauconnerie diş. 1. Doğancıhk, şahincilik, avcı kuş
yetiştiriciliği. 2. Doğanla yapılan av, doğan avı,
şahin avı. 3. Doğan, şahin yetiştirilen yer,
doğanlık, şahinlik,
fauconnier er. Doğan yetiştiricisi, doğancı,
faufil er. Teyel ipliği,
faufilage er. Teyelleme.
faufiler gçl. 1. Teyellemek (Faufiler une manche).
2. mec. Ustaca sokmak, sokuşturmak (Parmi ces
pièces d'argent,

il en a faufilé

une fausse).

§ Se

faufiler: Sokulmak, girmek, ustaca sızmak (5e


faufiler dans une foule, dans une réunion, entre les
pierres).

faufiiure diş. 1. Teyel. 2. Teyelleme.


faune er. (Söylencede) Kır tanrısı.
faune diş. hayb. Belli bir bölgede yaşayan
hayvanların topu, direy,
faunesque s. Kır tanrılarını andıran; kıllı, sakallı,
saçları çalı gibi (Un visage faunesque).
faunesse diş. (Söylencede) Kır tanrıçası,
faussaire ad. 1. Kalpazan, sahte para basan (Un

fauche). 3. tkz. Hırsızlık (Il y a de la fauche dans ce

faussaire

magasin). 4. Çalman mal, hırsızlık malı (Ton

Sahteci, düzenci, taklitçi, bir şeyin sahtesini

cochon, c'est de la fauche).

qui fabrique

des billets de banque).

düzenleyen (Un faussaire de

2.

signature).

fauché, es. 1. Biçilmiş (Blésfauchés. Pré fauché). 2.


tkz. Meteliksiz, parasız, züğürt (Je suis fauché ces
jours-ci). § Etre fauché comme les blés: Beş parası
olmamak, meteliğe kurşun atmak,
faucher gçl. 1. (Orakla, tırpanla) Biçmek (Faucher

faussement bel. 1. Haksız olarak, gerçeğe aykırı

l'herbe, le foin. Faucher du blé. des céréales). 2.

değiştirmek (Une erreur qui fausse le résultat,


fausser un calcul, fausser la réalité). 2. Bozmak,

mec. Yıkmak, yok etmek, alıp götürmek (La mort


fauche tout). 3. mec. Biçmek, öldürmek ( U n tiren
rafale qui fauche les assaillants). 4. tkz. Çalmak,
araklamak, apartmak (On lui a fauché mille
francs). 6. gsz. Ön ayaklarından birini yarım daire
çizecek şekilde atmak, çolak yürümek (Un cheval
quifauche). 7.gsz. ask. (Topyadamakinalı tüfek)
Tarama ateşi açmak, taramak. § Faucher l'herbe
sous les pieds de qn: mec. tkz. Birinin ayağını
kaydırmak, ayağının altına karpuz kabuğu
koymak.
faucheur, euse ad. 1. Orakçı, ekin biçici. 2. tkz.
Hırsız, arakçı. 3. diş. mec. Ölüm. 4. diş. Biçer,
ekin biçme makinası (Il conduisait la faucheuse).
faucheux, faucheur er. Uzun ayaklı tarla örümceği.
§ Avoir des jambes de faucheux: Uzun ve ince
bacakları olmak,
faucille diş. Orak (Moissonner à la faucille).
faucon er. 1. Doğan, şahin (Faucon crécerelle:

olarak (Il est faussement

accusé

Yapmacıktan, yalandan (Un air

de vol).

2.

faussement

modeste).

fausser gçl. 1. Bozmak, yanlış olmasına yol açmak,

işe yaramaz hale getirmek (Fausser une serrure,


une lame). 3. Çevirmek, değiştirmek (Il a faussé le
sujet). 4. Yanlış yorumlamak, kötü yorumlamak
(Fausser le sens de la loi). S.müz.

Yanlışokumak,

falsolu okumak (Fausser une note). § Fausser


l'esprit de qn: Birinin kafasını çarpıtmak, yanlış
düşünme yoluna saptırmak. Fausser compagnie à
qn: a) Randevuya gitmemek, b) Birini ekmek,
yolda birlikte giderken birdenbire onu bırakıp
gitmek. c) -e kalleşlik etmek, -i yüzüstü bırakmak.
Fausser sa voix: Sözünde durmamak, verdiği,
sözden dönmek. Fausser la voix: Sesini
değiştirmek. § Se fausser: müz. Falso yapmak (5a
voix se faussa un peu).

fausset er. 1. Baş sesi, kadın sesini andıran ince bir


ses, çok tiz ses. 2. Fıçı tıpası (Tirer du vin au
fausset).

fausseté diş. 1. Yalanlık, düzmelik, gerçekten


592

faute
uzaklık (Démontrer

la fausseté d'une accusation ).

2. tki yüzlülük. 3. Yalan, aldatmaca. 4. mant.


Yanlışlık.
faute diş. 1. Yanlışlık, yanlış (Cet élève a fait une
faute de calcul. Une faute d'orthographe,
de
français. Corriger ses fautes). 2. Yanılgı, °hata (lia
avoué sa faute). 3. Suç, "kabahat, "kusur (Faute

grave, faute légère). § Faute de: -olmadığı için,


bulunmadığından, eksik olduğundan (Faute

faveur
employées par tons

juxtaposés).

fauverie diş. (Hayvanat bahçesinde) Aslan, kaplan


gibi yırtıcı hayvanlar bölümü,
fauvette diş. hayb. Çalıbülbülü, ötleğen,
fauvisme er. (Resimde) Çiğrenkçilik, fovizm.
faux diş. Tırpan.
faux er. 1. Yanlış (Distinguer le vrai du faux). 2.
Yanılgı (Vivre dans le faux). 3. Sahtecilik,

düzmecilik; kalpazanlık (Il a été condamné pour

d'argent, je ne peux aller nulle part:


Param
olmadığından hiçbir yere gidemiyorum).
Faute de

faux et usage du faux). 4. Sahte, kopya (Ce tableau


est un faux).

quoi: Aksi halde, yoksa. Faute de mieux: Daha


iyisi olmadığından, daha iyisi bulunmadığından

faux, fausse s. 1. Düzmece, sahte, kalp (Une fausse

(Faute de mieux,

il a acheté cette maison).

Sans

faute: Muhakkak, elbette, kesin olarak, Etre en


faute: Kabahatli, suçlu olmak. Faire faute: Eksik
olmak, noksan olmak. Faire une faute, commettre
une faute: Bir yanlışlık yapmak, yanlış yapmak,
hata işlemek. Prendre qn en faute: Birini suçüstü
yakalamak. Se faire faute de: -mekten geri kalmak
(Il ne se fait pas faute de nous rudoyer).
Faute de

grives on mange des merles: Koyunun


bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi
derler, insan aradığını bulamayınca bulduğuyla
yetinir.
fauter gsz. tkz. (Genç kız için) Kızlığını
bozdurmak; kendini vermek,
kestanesini
çizdirmek.
fauteuil er. 1. (Oturulan) Koltuk (S'asseoir dans un
fauteuil).

2. Kürsü (Fauteuil

d'académicien).

Arriver dans un fauteuil: (Bir yarışmada)


Rahatlıkla birinci gelmek. Briguer le fauteuil:
Akademi üyeliğinde gözü olmak, Akademi üyesi
olmak için çalışmak. Occuper le fauteuil, siéger au
fauteuil: (Bir toplantıda) Başkanhk etmek,
başkanlık kürsüsünde oturmak.
fauteur, tricead. 1. Destekçi, yandaş (Lesfauteurs
d'un tyran). 2. Kışkırtıcı, körükleyici, yaratıcı
( Un fauteur de troubles. On a arrêté les fauteurs
la rébellion).

de

fautif, ive s. 1. Yanılabilir (Mémoire fautive). 2.


Yanlış, "hatalı, (Un calcul fautif). 3. Suçlu,
"kabahatli (Il se sentait fautif). 4. ad. Suçlu,
kabahatli, sorumlu (C'est lui le fautif dans cette
affaire).

fautivement bel. Yanlışlıkla, yanlış olarak.


fauve s. 1. Kulamsı, pas rengine çalan (Cheval

signature.
passeport.

Fausse pièce d'identité.


Un faux
Fausse monnaie). 2. Yalan, gerçek

dışı, uydurma (Une fausse nouvelle). 3. Yalancı,


sahte (Un faux

héros,

un faux prophète).

4.

Yapmacıktan, yalancıktan, içten olmayan (Une


fausse pudeur, fausse naïveté). 5. T a k m a , yapma,
uydurma (Fausse barbe, faux nez). 6. Yanlış (Tu
as une idée fausse sur cette question. Vous partez
d'un principe faux). 7. Yalancı (Un faux témoin).

8. Temelsiz, dayanaksız, boş, nedensiz (Il a de


faux soupçons. Il éprouve défaussés craintes). 9.
Falsolu (Une fausse note, une voix fausse). 10. İki

yüzlü, dalkavuk (Un homme faux). 11. Sinsi,


karışık, şüpheli (Un regard faux). 12. bel. Yanlış
(Jouer faux,

raisonner faux,

chanter faux).

§ A

faux: Haksız olarak, haksız yere (Ilnous accuse à


faux). Faire fausse route: Yanlış yol tutmak. Faire
un faux pas: Tökezlemek. S'inscrire en faux
contre qch: -i reddetmek, -in yanlış olduğunu ileri
sürmek ( S'inscrire en faux contre une
une
interprétation).

déclaration,

faux-bourdon er. Bir kilise ilahisi,


faux-fuyant er. 1. Gizli yol. 2. Kaçamak, kaçamaklı
yol, kaçamaklı söz (Il cherchait
faux-fuyant).

vainement

un

faux-monnayeur er. Kalpazan, sahte para basan,


faux-semblant er. Aldatıcı görünüş,
faveur diş. 1. Kayra, "lütuf (Demander, solliciter,
accorder une faveur. Il nous a comblés de faveurs.
Les faveurs du Ciel). 2. K o r u m a , kayırma (Il jouit

de la faveur d'un ministre). 3. Saygınlık, hatır,


sevgi, itibar (Il a gagné la faveur du public. Sa
faveur est grande auprès du ministre). 4. İnce,
ensiz kurdela (Deux paquets noués d'une faveur
rose). S. ç. Sevgi, sevi (Elle lui a accordé ses

3.

faveurs). § A la faveur de: -den yararlanarak, -in

(Resimde) Çiğrenk (La période fauve de


Matisse). 4. er. Kulamsı renk, pasa çalan renk. 5.
er. Aslan, kaplan gibi iri vahşi hayvan, yırtıcı
hayvan. 6. er. ç. (Resimde) Çiğrenkçiler (Les
faveur de la nuit). En faveur de: 1. -göz önünde
tutularak, -in hatırını sayarak (On lui a pardonné

fauve).

fauves

2. Yırtıcı, "vahşi (Bêtes

utilisent

les couleurs

fauves).

pures,

violentes

sayesinde (Les évadés gagnèrent la frontière à la

en faveur de sa belle conduite pendant la guerre). 2.

-den yana, -in lehine (Voter en faveur

d'un
favorable

593

candidat.

Vous

agissez souvent

en sa

faveur).

féderaliser

fébriles. 1. (Sayrılıkta) Ateşe değgin (Pouls fébrile,

Avoir la faveur de qn: Biri tarafından korunmak,

courbe

kayrılmak (Il a la faveur du roi). Accorder une

aujourd'hui).

faveur à qn: Birine bir lütufta bulunmak. Faire à


qn la faveur de f. qch: Birine -mek lütfunda

faisait preuve d'une inquiétude

bulunmak (Faites- moi la faveur d'intervenir

fébrile).

moi auprès du

pour

ministre).

Coşkulu,

2. Ateşi olan (Il est

fébrile

3. Sinirli (Une impatience fébrile.

"heyecanlı,

Il

fébrile ). 4 . mec.

ateşli

(Une
personne

fébrilement bel. Coşkuyla, ateşli ateşli,'hararetle,

favorables. 1. Uygun, elverişli (Ilattend le moment


favorable). 2. İyilikçi, kayralı, lütufkâr (Jecompte
sur lui, car il m'a toujours

été favorable).

3.

Favorable à: -den yana, -in lehinde (Il été


favorable

fébrile).

à notre projet.

Les dieux

lui

étaient

favorables). 4. Favorable pour f. qch: -meye

fébrilité diş. Coşkululuk, ateşlilik (Parler

avec

fébrilité).

fécal, e s. Dışkıya değgin, *dışkısal (Matières


fécales).

fèces diş. ç. 1. Tortu, çökelti. 2. İnsan dışkısı, bok.


fécond, e s. 1. Döllenebilir, döl verebilir,

uygun, -mek için elverişli (Le temps est favorable

doğurabilir (Les mulets ne sont pas féconds).

2.

pour faire une

Doğurgan

très féconds).

3.

une graine féconde.

Un

promenade).
favorablement bel. Olumlu bir biçimde, olumlu
olarak, uygunca (Son discours a été favorablement
accueilli).

(Les

lapins

sont

Verimli (Terres fécondes,


écrivain

fécond).

4. mec.

Bol, gür,

t ü k e n m e z (Ecrire sur un sujet fécond).

favori, te s. 1. En çok beğenilen, gözde olan, en çok


sevilen (C'est mon auteur favori.

Un mot

favori).

2. Kazanması umulan, kazanacağı sanılan (Il est


parti favori).

3. er. Gözde (Cet acteur est le favori

du public). 4. er. (At koşularında) Güvenilen at,

yarışta birinci geleceği umulan at (Il a joué le


favori). 5. er. ç. Favori, yüzün iki yanında
bırakılan sakal (II porte des favoris). 6. diş.
Hükümdar gözdesi, "ikbal (Le sultan et ses
favorites).

favoriser gçl. 1. Kayırmak, korumak, "iltimas


etmek (L'examinateur

événements).

fécondabilité diş. 1. Döllenebilirlik, döltutabilirlik.


2. Doğurganlık,
fécondant, e s. Dölleyici.
fécondateur, trices. ve ad. Dölleyici, dölleyen.
fécondation diş. Dölleme; döllenme
(La
fécondation

artificielle.

féconde
féconde
passion,

un sentiment).

(La

l'intelligence

faiblesse

du pouvoir

favorisa

l'insurrection).

olmak,

(Favoriser un parti, une entreprise).

4.

la plaine). 3. Zenginleştirmek
l'esprit.
du

Les

(Laculture

passions

fécondent

fécondité diş. 1. Dölleyicilik, doğurtkanlık. 2.


Doğurganlık (Une femme

5. Favoriser

fécondité).

douée

d'une

3 . Verimlilik (Fécondité

deqch: -ile donatmak (La nature l'a favorisé de ses

Bolluk,

dons).

l'imagination).

favus [favys] er. hek. Kel.


fayard er. bitb. Kayınağacı.

des
poète).

desteklemek

favorite diş. Hükümdar gözdesi, "ikbal,


favoritisme er. Kayırmacılık, adam kayırma,
"iltimas,

fécondation

féconder gçl. 1. Döllemek (Féconder une femelle).


2. Verimli kılmak, verimlileştirmek (Ce fleuve

2.

yardımcı

La

fleurs).

une

3. Kolaylaştırmak

5. Fécond

en qch: -bakımından zengin (Journée féconde en

Kamçılamak, "tahrik etmek (Favoriser

Tutmak,

a favorisé ce candidat).

zengin,

gürlük,

zenginlik

grande

d'un sol). 4.

(Fécondité

de

fécule diş. kim. Kök nişantası, fekül (Fécule de


pomme

de terre).

féculence diş. 1. Tortululuk, çökeltililik.


Nişastalılık, feküllülük.

2.
*Çabacil,

féculent, e s. 1. Tortulu, çökeltili (Un liquide


féculent). 2. Feküllü, nişastah (Des aliments
féculents). 3. er. Feküllü, nişastah sebze (Les

fayoter, fayotter gsz. ask. argo. Çabacılık etmek,

féculer gçl. -in fekülünü çıkarmak (Féculer des

fayoter, i.hlk.

Kurufasuly t (Manger des fayots.

gigot avec des fayots).


"gayretkeş (C'est un

2. s. ve ad.
fayot).

"gayretkeşlik etmek (Il fayotte pour se faire


voir, pour avoir une

Un

féculents font
bien

permission).

féal er. Sadık dost.


fébricule diş. hek. Hafif ateş yükselmesi,
fébrifuges. 1. Ateş kesici, ateş düşürücü (Remèdes
fébrifuges). 2. er. Ateş düşürücü ilaç (Administrer
un

fébrifuge).

pommes

grossir).

de terres).

féculerie diş. Fekül fabrikası, nişasta fabrikası,


fédéral, e s. 1. Federasyona değgin (Pacte fédéral
entre plusieurs
fédérale,

Etats).

l'Allemagne

2. Birleşik
fédérale).

bağlı (Police fédérale, justice


(République

3. F e d e r a s y o n a
fédérale).

fédéraliser gçl. Federasyon halinde birleştirmek;


594

fédéralisme
federasyon niteliği vermek, federasyon haline
getirmek.
fédéralisme er. Federalizm. Devletler federasyonu
yöntemi.
fédéraliste s. ve ad. 1. Federalizme değgin
(Doctrines,

tendances

diş.

européenne.

Federasyon

Fédération

sportive,

ouvrière. Fédération française

de

fêler gçl. Ç a t l a t m a k (Fêler une vitre, une assiette, un

république

verre). § Se fêler: Ç a t l a m a k (La glace s'est fêlée).

football).

fédéré, e s. 1. (Bir federasyona) Üye (Les Etats


fédérés forment

les Etats-Unis).

2. ad. (Fransız

Devrimi sırasında) Federasyon üyesi (Les fédérés


de 1792). § Le mur des fédérés: 1871 Komün
hareketi sırasında ayaklanan askerlerin önünde
kurşuna dizildikleri Père-Lachaise mezarlığı
duvarı.
fédérer gçl. Federasyon haline sokmak. § Se fédérer:
Federasyon halinde birleşmek,
fée diş. 1. Peri, peri kızı (Fée bienfaisante, fée
méchante.

Conte de fées). 2. mec. G ü z e l ve akıllı

kadın, melek (Elle est la fée du logis). 3 .s. Büyülü


(Un objet fée). § Travail, ouvrage de fée:
Olağanüstü ince ve güzel iş. Vieille fée: Cadaloz.
Avoir des doigts de fée: Çok becerikli olmak, on
parmağında on hüner olmak,
féerie diş. 1. (Eski) Büyücülük. 2. Peri sanatı, peri
oyunu. 3. Periler âlemi. 4. (Tiyatroda) Peri
oyunu. 5. mec. Çok parlak seyirlik,
féerique s. 1. Perilere değgin, periler âlemine
değgin (L'Orient

féerique

des Mille et une

Nuits).

2. (Tiyatroda) Peri oyununa değgin (Spectacle


féerique). 3. mec. Olağanüstü,çok güzel,pekhoş.
feignant, e, faignant, es. ve ad. hlk. Tembel (C'est
un

feignant).

feindre gçl. 1. -lik taslamak, kendini., imiş gibi


göstermek

(Feindre

l'étonnement,

la joie,

l'enthousiasme,

la tristesse, la maladie).

2. Feindre

de f. qch: -iyormuş gibi yapmak, -gibi görünmek


(Il feint d'écouter,

de pleurer).

bastırmak (Il a été plus habile que moi, il m'a


feinté).

fédération

ad.

fédérative).

fédération

2. mec. tkz. Aldatmak, oyuna getirmek, tongaya

(Fédération

2.

Federalizm yanlısı,
fédératif, ive s. Federatif, Devletler federasyonu
un
feinté les joueurs de la défense, il a marqué un but).

feinteur er. 1. Numaracı. 2. (Spor) Çalımcı,


feintise diş. Numaracılık, gösterişçilik,
feld-maréchal er. Feldmareşal,
feldspath er. yerb. Feldispat.
fêlé, e s. Çatlak (Une assiette fêlée). § Avoir le
cerveau fêlé, la tête fêlée: Kafadan çatlak olmak,
biraz kaçık olmak,

fédéralistes).

yoluna d a y a n a n (Un Etat fédératif,

féminin

3 . gsz. D u y g u ve

félicitation diş. Kutlama, "tebrik etme, tebrik


(Lettre de félicitations). § Toutes mes félicitations:
Sizi yürekten kutlanm. Adresser ses félicitations à
qn: -i kutlamak, -e tebriklerini sunmak,
félicité diş. Büyük mutluluk, mutluluk (Son visage
exprime une félicité sans

mélange).

féliciter gçl. 1. Kutlamak, "tebrik etmek (Féliciter


un ami à l'occasion de son mariage). 2. Féliciter qn

pour qch, de qch: Birini -den dolayı kutlamak (On


l'a félicité pour son action courageuse. Je te félicite

de ta perspicacité). 3. Féliciter qn de f. qch: Birini


-diğinden dolayı kutlamak (Je vousfélicite d'avoir
agi si sagement). § Se féliciter de qch, de f. qch: -e
sevinmek, -diğine çok sevinmek (Il se félicitait de
l'heureuse
suivi ses

issue de l'affaire. Je me félicite

félidés er. ç. hayb. Aslangiller; kedigiller,


félin, es. 1. Kediye değgin, kediyi andıran, kçdiye
benzeyen (La race féline). 2. Kedi gibi esnek,
kıvrak (Une danseuse à la grâce féline).

3. mec.

Kedi huylu, yaltak ve hain. 4. er. Aslangillerden


hayvan.
félinité diş. Kedi huyluluk, yaltak ve hanilik,
nankörlük, ikiyüzlülük,
fellah er. Arap köylüsü, fellah,
fellation diş. Erkeğin cinsel organını emme.
félon, ne s. ve ad. Hain; nankör,
f é l o n i e H a i n l i k ; nankörlük,
felouque diş. Filika.
fêlure diş. 1. Çatlak, çatlaklık (Fêlure d'un vase). 2.
düşüncelerini başkasından saklamaya çalışmak

mec. Kırgınlık (Les querelles entre amants

(Inutile de

des fêlures que rien ne ressoude).

feindre).

feint, e s. Yapmacık, yalana, "sahte (Une douleur


feinte, une joie

feinte).

(Tromper

un boxeur

par une feinte

habile).

2.

et le mâle. La chèvre

est la femelle du bouc). 2. tkz. Kadın, karı, avrat


( Les femelles du bord nous suivaient des yeux). 3.

Gösteriş, aldatmaca, yapmacık (Ce prétendu

s. Dişi (Uncanarifemelle,

départ n'était qu'une feinte).

(Teknikte) Dişi (Une prise femelle,

§ Faire une feinte à

qn: mec. tkz. Birini aldatmak, oyuna getirmek,


feinter gçl. 1. Atlatmak; çalımlamak (Après avoir

créent

3 . Hafif delilik,

çatlaklık.
femelle diş. 1. Dişi (Lafemele

feinte diş. 1. Aldatmaca, aldatıcı oyun, çalım

d'avoir

conseils).

une souris femelle).


un
4 .s.
tuyau

femelle).

féminin, es. 1. Kadına değgin, kadmaözgü (Grâce

J
595

féminisant
féminine,

charme féminin).

2. Kadını a n d ı r a n ,

kadınımsı (Il a des traits un peu féminins).

3.dilb.

Dişil (Adjectif

4. er

féminin,

pronom

féminin).

dilb. Dişil (Ce nom est du féminin). § Rime


féminine: Açık uyak.
féminisant, es. Kadınlaştırıcı; dişileştirici (Action
féminisante

de l'hormone

femelle).

féminisation diş. Kadmlaştırma, kadınlaşma;


dişileştirme, dişileşme,
féminiser gçl. 1. Kadınlaştırmak; dişileştirmek. 2.
dilb. "Dişilleştirmek, dişil hale sokmak. § Se
féminiser: Kadınlaşmak, dişileşmek,
féminisme er. "Feminizm, kadın yandaşlığı, kadın
haklarını savunurluk.
féministe s. ve ad. Kadın haklarını savunma
akımından yana olan, "feminist, kadın yandaşı,
féminité
Kadınlık;dişilik,
femme diş. 1. Kadın (Les femmes

n'ont pas le droit

de vote dans certains pays). 2. E ş , k a n (Il est sorti

avec sa femme). § Bonne femme: 1. Koca kan,


yaşlı kadın. 2. Kendi halinde kadın, halktan bir
kadın. Femme au foyer, femme d'intérieur: Ev
kadını. Femme de lettres: Edebiyatçı kadın, yazar
çizer kadın. Femme de charge: Kâhya kadın,
kalfa. Femme de chambre: Oda hizmetçisi,
ortalık hizmetçisi. Femme de ménage: Gündelikçi
kadın. Femme du monde: Yüksek tabakadan
kadın, "sosyete kadını. Remèdes de bonne femme:
Kocakarı ilâcı. Etrefemme, devenir femme: Artık
kız olmamak, cinsel ilişkide bulunmuş olmak,
I kadın olmak.
femmelette diş. 1. Sıska kadın, cılız kadın. 2. mec.
Gevşek adam, nanemolla (Il tremble, c'est une
femmelette).

fer
fendre gçl. 1. Y a r m a k (Fendre du bois avec

(Fendre la foule. Le navire fend les flots ). § Fendre

le coeur, l'âme: Yüreğini sızlatmak,

diamant, de

à pierre fendre: Çok şiddetli don var, her yan


donmuş. Se fendre la pipe: Katıla katıla gülmek,
kahkahalarla gülmek. § Se fendre: 1. Yarılmak
(Sous l'effet du tremblement
s'est fendu).

fendant er. 1. (Kılıçoyununda) Kılıcın keskin


yüzüyle vuruş. 2. Ünlü bir İsviçre şarabı. 3. Asıp
kesen, palavracı. § Faire le fendant: Asıp kesmek,
mangalda kül bırakmamak, palavra sıkmak,
fendard, fendart, fendant er. argo. Pantolon,
fendeur er. Odun kırıcısı, kömür kırıcısı,
fendillement er. Çatlama (Le fendillement de la
les

3.

hlk. Paraya kıymak (Il ne s'est pas fendu, ce


cadeau n'a pas dû lui coûter cher). 4. Se fendre de

qch: -e kıymak, -i vermek, sunmak, ısmarlamak


(Il s'est fendu d'une

bouteille).

fendu, es. 1. Kırılmış (Du boisfendu). 2. Yarık, açık


(Jupe

fendue

(Marbre

derrière).

3.

Çatlak,

çatlamış

fendu).

fenêtrage er. (Bir yapıda) Bütün pencereler, cam


çerçeve (Le fenêtrage
d'un

édifice).

fenêtre diş. 1. Pencere (L'appartement


fenêtres.

Regarder

par la fenêtre).

à trois

2. Pencere

çerçevesi (Ouvrir la fenêtre). § Jeter son argent


par les fenêtres: Parasını saçıp savurmak, har
vurup harman savurmak,
fenêtrer gçl. 1. Pencere açmak (Fenêtrer un
bâtiment). 2. Delik açmak (Fenêtrer une
compresse,

un

plâtre).

fenil er. Ot ambarı,


fennec er. hayb. Çöltilkisi.
fenouil er. bitb. Rezene.
fente 1. Yarık (Fente dans un vieux mur). 2. Çatlak
(Fente de l'écorce

terrestre,

d'une

surface).

son oeil aux fentes

3.
des

palissades).

fenugrec er. bitb. Boyotu, çemen,


féodal, e s. 1. Derebeyliğe değgin, "feodal (Le
régime

féodal,

une

appartiennent

société

féodale).
certains

pays,

encore à de grands

2.
les

er.
terres

féodaux).

féodalement bel. Derebeyce, feodalca.


féodalisme er. Feodallik, feodalizm,
féodalité diş. 1. Derebeylik. 2. mec. Büyük
tutumsal güç, para babalığı (Lutter contre les
féodalités

par une législation

antitrust).

fer er. 1. Demir (Industrie du fer). 2. Demir tuzu


(Les épinards contiennent

peau).
fendiller gçl. Çatlatmak (Le grand froid fendille

de terre ce gros rocher

2. Ç a t l a m a k (Le vase s'est fendu).

D e r e b e y , ağa (Dans

l'ardoise).

içini

parçalamak ( Ce spectacle me fend le coeur). Il gèle

A r a l ı k , yarık (Mettre

fémoral, e s. hek. Uyluk kemiğine değin,


fémur er. hek. Uyluk kemiği (Il s'est cassé le fémur).
fenaison diş. 1. Ot biçimi. 2. Ot biçme dönemi,
fendage er. Yarma, çatlatma (Le fendage du

une

hache). 2. Çatlatmak, çatlak çatlak yapmak (La


sécheresse a fendu le sol). 3. Yarıp geçmek

du fer). 3. Kılıç. 4. ç.

Zincir, pıranga. 5. Demir kısmı (Le fer et le


pierres). § Se fendiller: Çatlamak, çatlak çatlak

manche

olmak (La terre se fendille. La peau se fendille

lance, d'une flèche). § Fer forgé: Dövme demir.


Fer à friser: Saç maşası. Fer à repasser: Ütü. Fer à
souder: Havya. Fer à cheval: Nal. De fer: 1. Çok
sağlam, demir gibi (Il a une santé de fer). 2.

l'effet du

sous

froid).

fendoir er. Yarma aleti, yarmaya yarayan alet;


kama, sepetçi kaması.

d'une pelle).

6. T e m r e n (Le fer

d'une
596

fer-blanc
Sarsılmaz (Il a une volonté de fer). 3. Çok sert
(Une discipline

de fer. C'est un homme

de fer).

Avoir une main de fer dans un gant de velours:


Kadife eldiven içinde demir yumruk taşımak.
Croiser le fer avec qn: -ile çarpışmak, kılıçla
dövüşmek. Donner un coup de fer à qch: -i
ü t ü l e m e k (Il a donné

un coup

de fer à

son

pantalon). Etre dans les fers: Zincire vurulmak,


pırangalanmak, tutsak kılınmak. Mettre qn aux
fers: Birini zincire vurmak. Porter le fer dans la
plaie: Çok enerjik yollara baş vurmak. Tomber les
quatre fers en l'air: Sırt üstü düşmek, nalları
havaya dikmek,
fer-blanc er. Teneke.
ferblanterie diş. 1. Tenekecilik. 2. Tenekeci
dükkânı 3. Teneke eşya.
ferblantiers, ve ad. Tenekeci.
tir'ıediş. 1. (Eski Romalılarda) Dinsel tatil günü. 2.
(Katolik kilisesi takviminde) Cumartesi dışındaki
günler (La seconde férié: Pazartesi,
férié:

Sali,

cinquième

la quatrième
férié:

férié:

Perşembe,

la

troisième

Çarşamba,

la sixième

la
férié:
Cuma).

férié, e s. Tatil, tatil olan, çalışılmayan (Les jours


fériés).

férir gçl. (Yalnız şu deyimde geçer) Sans coup férir:


1. Kan dökmeden, silah patlatmadan. 2.
Kolaylıkla,
güçlüğe
uğramadan
(Le
gouvernement
coup

a obtenu le vote de confiance

sans

férir).

ferler gçl. den. Toplamak, istinga etmek (Ferler les


voiles).

fermage er. Çiftlik kirası, kesenek.


fermail er. Kopça, toka, kancalı iğne gibi kapamaya
yarayan şey, kapamaç,
fermant, e s. Kapanan § A jour fermant: Gün
batarken. A portes fermantes: Kale kapdan
kapamrken.
ferme s. 1. Katı, sert (Viande ferme, sol ferme). 2.
D i r i , sert (Des tomates fermes.
fermes).

Elle a des seins

3. Sağlam, dayanıklı (Un bébé ferme).

4.

Kesin, kararlı (Marcher d'un pas ferme).

S.

"Metin, sarsılmaz (Un vieillard ferme

devant

le

danger). 6. İradesi kuvvetli ( Un homme ferme).

7.

Kesin (Vente ferme,

achat ferme).

8. Ferme avec
qn: -e karşı sert (Il est ferme avec ses enfants).
bel. Sıkı, esaslı (Travaillerferme.
10. bel. Kesin olarak (Vendre

9.

Discuter ferme).
ferme,

acheter

ferme). § Terre ferme: coğr. Anakara, "kıta. De


pied ferme: Hiç çekinmeden, korkmadan,
gerilemeden (Il attend la critique de pied

ferme).

Tenir ferme: Sıkı durmak, iyi dayanmak,


ferme diş. 1. Çiftlik binası (Uneferme située en plein

fermeté
champ). 2. Çiftlik, yapı ve topraklanyla birlikte
çiftlik (Les produits de la ferme). 3. Çiftlik kirası,
kesenek, "iltizam. 4. Çatı makası, çatı bağlaması.
§ Ferme modele: Örnek çiftliği. Donner qch à
ferme: Kiraya vermek (Donner ses terres à ferme).
Prendre qch à ferme: (Bir araziyi) Kesenekle
almak, kiralamak (Prendre une propriété à
ferme).

fermé, es. 1. Kapalı (Porte fermée). 2. İçine kapalı;


içedönük (Il a l'air fermé). 3. Fermé à -e kapalı;
-den pek anlamayan, -i pek bilmeyen (Il est fermé
à la pitié. Un garçon fermé aux mathématiques).

4.

mec. Kapalı, dışa kapalı (Une société fermée).


fermement bel. 1. Sıkıca, sıkı sıkıya (Tenir
fermement

un objet dans ses mains).

olarak (Il est fermement

2. Kesin

décidé).

ferment er. 1. May a (Mettre du ferment dans du lait


pour faire du yaourt).
ferment

de discorde,

2. mec. T o h u m , n e d e n ( Un
de haine, de

jalousie).
fermentable s. Mayalanabilir,
fermentatif, ive s. Mayalandırıcı.
fermentation diş. 1. Mayalanma (La fermentation
du jus de raisin). 2. mec. Kaynaşma, kızışma,
coşma (Fermentation

de Paris, des

esprits).

fermenter gsz. 1. Mayalanmak (Le moût du raisin


fermente

dans

la cuve).

2. mec.

Kızışmak,

kaynaşmak, coşmak (Les esprits fermentent).


fermentescibles. Mayalanabilir,
fermer gçl. 1. Kapamak (Fermer une porte, une
fenêtre,

un

robinet,

sa

valise,

sa main).

2.

Kapatmak, sona erdirmek, son vermek (Fermer


une discussion). 3. İçeri almak, içeri kapatmak
(Fermer les poules). 4 Kesmek, kapatmak
(Fermer l'eau, l'électricité,

le gaz). 5. Fermer qch

de: Bir şeyi -ile çevirmek (Fermer une ville de


remparts). 6. Fermer qch à: Bir şeyi -e kapamak
(Fermer son coeur à la pitié). 7. gsz. Kapalı olmak
( Ce magasin ferme deux jours par semaine). 8. gsz.
K a p a n m a k (Cette porte ferme mal). § Fermer la

bouche: Ağzını kapamak, susmak. Fermer la


bouche à qn: Birininin ağzım kapatmak, birini
susturmak. Fermer les yeux sur qch: -e göz
yummak, -i görmezlikten gelmek. Fermer les
yeux à la vie: Yaşama gözlerini kapamak, ölmek.
Fermer la marche: Sıranın sonunda olmak.
Fermer boutique: Ticaretten çekilmek. Fermer
les yeux: 1. Uyumak. 2. Ölmek. Fermer sa porte:
Kimseyle görüşmemek, kimseyi kabul etmemek.
§ Se fermer: 1. Kapanmak (Sesyeuxseferment. La
plaie s'est fermée).

2. Se fermer à -e kapılarını

kapamak, -in girmesine izin vermemek (Pays qui


se ferme aux

étrangers).

fermeté diş. 1. Sertlik, sıkılık, kıvanıldık (Fermeté

'
597

fermeture
des chairs; pâte qui a de la fermeté).
(Fermeté

de l'esprit,

2. Sağlamlık

du jugement.

Fermeté

de

caractère, d'âme). 3. Sarsılmazlık, değişmezlik,


"metanet, soğukkanlılık (Montrer de la fermeté).
4. Kesinlik (Répondre

avec

fermeté).

fermeture diş. 1. Kapama aracı, kapama düzeni,


k a p a m a ç (Fermeture d'une porte, d' un
fermetures

automatiques).

coffre-fort,

2.

Kapatma,

kapanma; kapatış, kapanış (La fermeture


annuelle des théâtres). 3. Kapanış saati, kapanma
zamanı (Il est arrivé

après

la fermeture

des

bureaux). § La fermeture éclair: Fermuar, cırcır


(Jupe à fermeture

éclair).

fermier,

poulet

fermier).

§
Fermier général: Vergi kesenekçisi, "mültezim,
fermoir er. Kapama aygıtı, kapamaç (Fermoir d'un
bracelet, d'un

poudrier).

féroces. 1. Yırtıcı (Bêtes féroces). 2. Yavuz, kıyıcı,


kan dökücü (Un homme féroce). 3. Sert, acımasız
(Un examinateur

ferrement er. 1. (Eskiden) Pırangaya vurma, zincire


vurma. 2. Nallama. 3. (Birşeyde) Demir kısım,
ferrer gçl. 1. Demir takmak, demir geçirmek
(Ferrer une roue, un bâton). 2. Nallamak (Ferrer

un cheval, un mulet). 3. Altına demir parçaları


çakmak (Ferrer un soulier). § Ferrer le poisson:
Balığı oltaya geçirmek,
ferret er. 1. (Kaytanda, kordonda) Uç demiri. 2.
(Taşta) Budak,
ferretier, ferratier er. Nalbant çekici,
ferreux, euse s. kim. Demirli (Sulfate ferreux).
ferrifêre s. Demirli, içinde demir bulunan (Terre
ferrifère).

fermier, ère ad. 1. Çiftlik sahibi, çiftlik kiracısı (Un


riche fermier). 2. s. Çiftlikte yapılan, çiftlikte
yetiştirilen (Beurre

féru

féroce).

férocement bel. Acımadan, kıyarcasına, gözünün


yaşına bakmadan (Critiquer férocement un
adversaire).

ferriques. kim. Demirli, demir (Chlorureferrique).


ferronnerie diş. 1. Demir işliği, demirhane. 2.
Demir eşya (Décoration deferronnerie). 3.Soğuk
demircilik.
ferronnier, ère s. ve ad. Demir eşya yapımcısı ; demir
eşya işlerinde çalışan işçi; demir eşya satıcısı,
ferronnière diş. Ortasında bir mücevher bulunan
alın zinciri.
ferroviaire s. Demiryoluna değgin (Réseau
ferroviaire,
tuzlan

férocité diş. 1. Yırtıcılık (La férocité du tigre). 2.


Yavuzluk, kıyıcılık, kan dökücülük (La férocité

compagnie

ferroviaire).

ferrugineux, euse s. Demirli, çelikli, içinde demir


bulunan
ferrugineuses,

(Eaux

roches

ferrugineuses,
ferrugineuses).

boues
2.

er.

Demirli ilâç.

avec

ferrure diş. 1. (Bir şeydeki) Demir kısım (Les

ferrade diş. 1. Sığır dağlama, sığırları damgalama.


2. Sığırları dağlama dolayısiyle düzenlenen
şenlik.
ferrage er. 1. Nallama (Ferrage d'un cheval). 2.

ferry-boat er. İng. "Feribot, araba vapuru, arabaları


yada vagonları bir yakadan öbür yakaya
geçirmeye yarayan gemi.
fertiles. 1. Verimli, bitek (Terrefertile). 2.Fertileen
qch: a) -bakımından zengin (Un écrivain fertile en
métaphores), b) -si çok, -bakımından verimli

d'un tyran). 3. Sertlik, acımazhk (Critiquer


férocité).

ferrures d'une porte).

Demir geçirme (Ferrage d'une

roue).

ferraille diş. 1. Demir kırıntıları, hurda demir (Un

2. Nallama,

2. U f a k

(Terre fertile en blés, pays fertile en vignes). 3. biy.

para, bozuk para (Je vous donne toute ma


ferraille). § Mettre qch à la ferraille: Atmak,
hurdaya çıkarmak,
ferraillement er. 1. Kılıçla vuruşma, kılıçla
dövüşme. 2. Şakırtı, şıkırtı,
ferrailler gsz. 1. Kılıçla vuruşmak. 2. mec. tkz.
Çekişmek,
atışmak.
3.
Şangırdamak,
şıkırdamak.
ferrailleur er. 1. Hurdacı, demir hurdacısı. 2.
Acemi kılıçoyuncusu. 3. Atışmayı, çekişmeyi
seven kimse, 'çekişken,
ferrants. Maréchal-ferrant: Nalbant,
ferré, es. 1. Demirli, demir geçirilmiş (Bâton ferré,

Doğurgan (Une femelle fertile). 4. Yaratıcı,


yaratma gücü olan (Une imagination fertile).
fertilement bel. Verimli olarak,
fertilisable s. Verimli kıhnabilir, bitekleştirilebilir.
fertilisant, e s. Verimlileştiren, bitekleştiren,
verimli kılan,
fertilisation diş. Verimlileştirme, bitekleştirme,
verimli kılma,
fertiliser gçl. Verimlileştirmek, bitekleştirmek,

tas de ferraille,

commerce

des coffres ferrés).

de ferraille).

2. Naili, nallanmış

(Cheval

ferré). 3. Ferré en qch, sur qch: -de çok bilili, çok


güçlü (Il est ferré en histoire ancienne.

Tu n'es pas

ferré sur ce sujet). § Voie ferrée: Demiryolu.

verimli kılmak (Les cendres fertilisent

la terre).

fertilité diş. 1. Verimlilik, biteklik (La fertilité d'un


sol). 2. mec. Verimlilik, yaratcıhk, zenginlik. 3.
topb.

Doğurganlık

(Une

grande

fertilité

d'imagination).

féru, e s. 1. Tutkun, vurgun. 2. Féru de: -e tutkun,


vurgun, düşkün, -i çok seven (Il est féru de cette
femme.

Etre féru d'une science, d'une


idée).
férule

598

férule diş. 1. Şeytantersi ağacı. 2. Eskiden


öğrencileri cezalandırmak için kullanılan değnek
yada kayış. 3. mec. Baskı, sulta. § Etre sous la
férule de qn: -in sultası altında olmak,
fervemment bel. Tutkuyla, coşkuyla, °aşk ve şevk
ile.
fervent, es. 1. Ateşli, coşkulu, tutkulu (Un disciple
fervent,

ad.

un amour fervent,

Hayran,

çok

une prière fervente).

seven

(Les fervents

2.

de

Beethoven).

ferveur diş. 1. Ateşlilik, coşku, tutku (Aimer avec


ferveur). 2. İçten sevgi, yürekten çaba, aşk ve şevk
(Accomplir

un travail avec

ferveur).

dayak (Un enfant qui a reçu une bonne


une fessée à un

bayram etmek (La nature est en fête). Faire la fête:


Alem yapmak, yiyip içip eğlenmek, felekten bugün çalmak. Faire fête à qn: Birini
ağırlamak, çok
iyi karşılamak. Ne pas être à la fête: Çok sıkıntılı ve
güç bir durumda bulunmak. Se faire une fête de:-e
çok sevinmek, bayram etmek. Souhaiter la fête à
qn: Birinin doğum gününü kutlamak. Ce n'est pas
tous les jours fête: Her gün düğün dernek olmaz
ya.
fête-dieu diş. Katoliklerin şaraplı ekmek yortusu,
fêter gçl. 1. Kutlamak, -in bayramını kutlamak
(Fêter le Jour de l'an. Fêter la naissance
enfant.

fesse diş. 1. Kaba et, kıç, sağrı. 2. (Eski gemilerde)


Kıç. 3. argo. Kadın § Maison de fesse: argo.
Genelev ; buluşumevi. Attraper qn par la peau des
fesses: Birini, kaçarken arkasından yakalamak.
Botter les fesses à qn: -in kıçına tekme vurmak,
dövmek. Poser ses fesses: Oturmak, kıçı yer
görmek. Serrer les fesses, avoir chaud aux fesses:
Korkmak, kıçı terlemek, ödü patlamak,
fessée diş. Kaba etlere vurma, kıçına kıçına vurma,
Donner

feu

fessée.

enfant).

Fêter une victoire).

ağırlamak,

iyi

karşılamak

(Fêter le

vainqueur).

fétiche er. 1. Fetiş, put, "tapıncak. 2. Nazarlık, uğur


boncuğu (Porter un petit fétiche autour du cou).

fétichisme er. 1. Fetişizm, putçuluk, "tapıncakçılık.


2. mec. Tapma, tapınma (Il pousse jusqu'au
fétichisme

son amour pour sa mère).

fétichistes, ve ad Fetişist, putçu, "tapıncakçı.


fétide s. 1. Çok pis kokulu (Respirer un air fétide).
2. İğrenç, tiksinç, mide bulandırıcı (L'odeur
fétide des

fesse-mathieu er. 1. Tefeci, "murabahacı. 2. Pinti,


cimri, eli sıkı.
fesser gçl. Kıçına kıçına vurmak, kaba etlerine
vurarak dövmek (Fesser un enfant).
fessier, ère s. 1. Kaba etlere değgin, kıça değgin

çok

d'un

2. Fêter qn: Birini

marais).

fétidité diş. Pis kokululuk, pis koku; iğrençlik,


tiksinçlik.
fétu er. 1. Saman çöpü. 2. mec. Değersiz şey.
fétuque diş. yada er. bitb. Domuzayrığı.
feu er. 1. A t e ş (Les explorateurs

allumaient un feu, le

(Région fessière, muscles fessiers).

2. er. K a b a et

soir, pour éloigner les bêtes sauvages).

kası (Les petits fessiers,

fessiers).

sıcak (Les feux de l'été). 3. Isı, sıcaklık, "hararet,


ateş (Le feu lui monta au visage). 4. Aydınlık, ışık

les grands

fessu, e s. (Az. Kocaman kalçalı, koca kıçlı,


festif, ive s. Bayrama değgin,
festin er. Şölen (Faire un festin).
festival er. Şenlik, festival,
festivité diş. Dernek, şenlik, bayram, eğlence
(Festivités

l'occasion

d'une

foire,

d'un

anniversaire).

feston er. 1. Çiçek yada yaprak zinciri (Murornéde


festons).

2. Fisto (Faire des festons à un

jupon).

festonner gçl. 1. Çiçek ve yapraklarla süslemek. 2.


Fisto takmak (Festonner un col).
festoyer gçl. 1. (Eskimiştir) Ağırlamak, şölen
vermek. 2. gsz. Bayram etmek, şölende yiyip
içmek, alabildiğine eğlenmek,
fêtard, e ad. tkz. Gününü gün eden, yiyip içip
eğlenen.
fête diş. 1. B a y r a m . (Fête nationale,

religieuse).

2.
Şenlik. 3. (Birinin) Doğum günü. 4. Eğlence,
eğlenti

(Fêtes

d'année).

5 . G ü n (Fête des mères: Anneler

du carnaval.

Les fêtes

de

fin

günü).

§ Etre à la fête: Sonsuzca mutlu olmak, içi içine


sığmamak. Etre en fête: Çok sevinçli olmak,

(Les feux de la ville, des projecteurs).

2. Sıcaklık,

5. L a m b a

(Les feux d'une voiture, d'un navire, d'un


6. F e n e r (Les feux
tournant).
l'aurore).

de la côte.

7. Yıldız (Les feux

avion).

Feu fixe,

feu

de la nuit,

de

8. Yangın (Le feu a détruit ta grange). 9.

Parıltı, ışıltı (Les feux d'un diamant. Le feu du


regard). 10. Ateş rengi (L'oiseau de feu). 11.
Ateşte yakılma cezası (Il a été condamné au feu).
12. Savaş (Aller au feu). 13. Aile, ocak, yuva, ev,
"hane (Hameau

de cinquante

feux).
14. O c a k ,

şömine (Se chauffer devant le feu. S'installer

près

du feu). 15. Feu!: ask. (Komut) Ateş! 16. hlk.


Silah, tabanca (Il a sorti son feu). § Feu follet:
Bataklıklarda yada gömütlüklerde geceleri
görünen hafif parıltı. Feu de Bengale: Şenlik
fişeği. Feu d'artifice: Maytap, şenlik fişeği. Les
feux de la rampe: Sahne ışıkları. Feu grégeois:
Bizans ateşi, Bizanslıların düşman gemilerine
karşı kullandıktan suda yanan ateş: Feu de paille:
Saman alevi, çok kısa süren şey, birden parlayıp
hemen sönüveren şey. Arme à feu: Ateşli silah.
Bouche à feu: Top ve havan topu gibi ateşli silah.
Coup de feu: (Bir, iki el) Ateş; kurşun, mermi,
silah (ila entendu un coup de feu. Il a reçu un coup
de feu dans la jambe). Au feu! : Yangın var, imdat!
De feu: Ateşli, coşkulu, kaynayıp taşan
(Tempérament de feu. Quelle âme de feu!).
Allumer du feu, faire du feu: Ateş yakmak. Avoir
qch en feu: -si ateşler içinde olmak, yanmak (ila
les joues en feu. J'ai la gorge en feu). Avoir du feu
dans les veines: Sıcak kanlı olmak, çabuk ve
şiddetli tepki göstermek. Avoir le feu au derrière:
Kıçı tutuşmak, acele etmek. Avoir le feu sacré:
Büyük bir çaba göstermek. Craindre qn, qch
comme le feu: -den cin demirden korkar gibi
korkmak, çok korkmak. Cuire à feu doux: Hafif
ateşte pişirmek. Cuire à grand feu: Harlı ateşte
pişirmek. Conquérir qch par le fer et par le feu: -i
silah zoruyla ele geçirmek. Donner du feu à qn:
(Birine sigarasını yakması için) Ateş, kibrit;
çakmak vermek. Donner le feu vert à: -e yeşil ışık
yakmak, her türlü izni vermek. Etre en feu:
Yanmak (Le bois est en feu. La maison était en
feu). Etre sans feu ni lieu, n'avoir ni feu ni lieu:
Yersiz yurtsuz olmak. Etre tout feu tout flammes
pour: -e karşı içinde büyük bir çaba ve istek
olmak. Etre entre deux feux, être pris entre deux
feux: İki ateş arasında kalmak. Faire feu: Ateş
etmek. Faire feu de tout bois: Her çareye baş
vurmak, baş vurmadık yol kalmamak. Faire feu
des quatre fers: Elindeki tüm olanakları
kullanmak, her yola başvurmak. Faire long feu:
Uzun sürmek, uzun süre devam etmek. Faire
mourir qn à petit feu: Üze üze bitirmek, işkence
ede ede öldürmek. Jouer avec le feu: Ateşle
oynamak. Jeter de l'huile sur le feu: Yangına
körükle gitmek. Jeter feu et flamme: Ateş
püskürmek. Mettre le feu à qch: -i yakmak, -e ateş
atmak. Mettre qch au feu: -i yakmak, ateşe
vermek. Mettre qch à feu et à sang: -i ateş ve kana
bulamak. Mettre qch sur le feu: Ateşe koymak,
ısıtmak. N'y voir que du feu: Hiçbir şey
anlamamak. Ne pas faire long feu: Uzun
sürmemek, hemencecik bitivermek. Ouvrir le feu
sur: -e ateş açmak. Péter du feu, péter le feu:
Büyük bir gücü, erki olmak; büyük bir etkinlik
içinde olmak. Prendre feu: Öfkelenip parlamak.
Recevoir le baptême du feu: Savaşa ilk kez
katılmak.
feu, es. Ölü,ölmüş, "merhum, "müteveffa (Lafeue
impératrice

feuilleton

599

feu

a gardé la Hongrie.
ma tante m'a laissé sa

Son feu père.

fortune).

feudataire ad. Tımar sahibi.


feudiste er. Derebeylik hukuku uzmanı.

Feu

feuillage er. 1. (Bir ağaçta) Yapraklar (Feuillage


d'un chêne, d'un saule). 2. Yapraklı kesilmiş
dallar (Se faire un lit de feuillage). 3. Yaprak
bezeme, yapraklama, yaprak süsü (Feuillages
d'un

chapiteau).

feuillaison diş. Yaprak açma, yapraklanma,


feuillant, feuillantine ad. Citeaux tarikatında rahip
yada rahibe.
feuillard er. 1. Fıçı çemberi yapmaya yarayan dal. 2.
Demir çember,
feuille diş. 1. Yaprak (Les feuilles des arbres
tombent).
feuille

2. Kâğıt, y a p r a k (Feuille

blanche,

écrite, face d'une feuille). 3. mec. G a z e t e

(C'était une feuille

d'extrême gauche qui le citait

souvent avec ferveur).

4. argo. K u l a k . § Feuille de

chou: hlk. Önemsiz gazete, varakpare. Feuille de


vigne: 1. Asma yaprağı. 2. Kadının edep yerini
örtmek için kullanılan asma yaprağı biçimindeki
örtü. Feuille morte: Kuru yaprak, gazel. Feuille
d'impôt: Vergi kâğıdı. Feuille de présence: (Resmi
kuruluşlarda) Yoklama kâğıdı, imza kâğıdı.
Feuille de paye: Bordro, ödeme çizelgesi. Etre dur
de la feuille: hlk. Kulağı biraz ağır işitmek, hafifçe
sağır olmak. Glisser qch dans les feuilles: argo. Bir
şeyi birinin kulağına söylemek, güvenip kulağına
fısıldamak. Trembler comme une feuille: Yaprak
gibi titremek, tir tir titremek,
feuille, e s. Yapraklı (Arbres feuillés).
feuillée diş. 1. (Bir ağaçtaki) Yapraklar, yapraklı
dallar (La pluie ne perce pas la feuillée de ces gros

chênes). 2. Yapraklı dalların sağladığı korunak;


yapraklı dallar altındaki gölgelik (Danser sous la
feuillée). 3. ç. Yapraklı dallardan yapılmış
gölgelik.
feuille-mortes, değişmez. Kuru yaprak renginde,
feuiller gsz. 1. Yaprak açmak, yapraklanmak (Les
arbres commencent

à feuiller).

a ç m a k (Feuiller une

2. gçl. -de yuva

planche).

feuillet er. 1. Defter, kitap yada katlanmış kâğıt


yaprağı

(Les

deux

faces

d'un

feuillet).

2.

(Marangozlukta) Yaprak tahta. 3. hayb. anat.


Kırkbayır.
feuilletage er. Yufka açma, hamuru yaprak olacak
biçimde açma.
feuilleter gçl. 1. (Kitap yada dergi gibi şeylere göz
atmak için) Yapraklarını karıştırmak (Feuilleter
un livre, une revue, un cahier). 2. ( H a m u r ) Y u f k a

açmak, hamuru yaprak olacak biçimde açmak


(Feuilleter de la pâte).

feuilleton er. 1. Gazetede, her gün belli bir alanla


ilgili olarak çıkan yazı, makale (Il est chargé du
feuilleton

littéraire). 2. " B ö l ü m c e , "tefrika (Jeliele

roman-feuilleton

de ce

journal).
600

feuilletoniste
feuilletoniste ad. *Bölümceci, bölümce yazarı,
"tefrika yazarı,
feuillette diş. Sığası 114 ile 140 litre arasında değişen
büyük fıçı.
feuillu, e s. 1. Yapraklı (Arbres feuillus). 2. Bol
yapraklı, gür yapraklı (Chêne feuillu).
feuillure diş. Kapı yada pencere çerçevesinin
yerleştiği yuva, söğe lambası,
feulement er. (Kaplan) Bağırtı, bağırma, kükreme,
feuler gsz. 1. (Kaplan için) Bağırmak, kükremek. 2.
(Kedi için) Hırlamak,
feutrage er. 1. Keçe dövme. 2. (Yün kumaşta)
Keçeleşme. 3. Keçe geçirme,
feutre er. 1. Keçe. 2. Fötr şapka (Il est coiffé d'un
feutre

brun).

feutrer gçl. 1. Keçe yapmak. 2. Keçe ile kaplamak,


keçe geçirmek (Feutrer une selle de bicyclette).

3.

(Sesi) Boğmak, duyulmaz hale getirmek (Feutrer


un écho, un bruit). 4. gsz. Keçeleşmek (Un lainage

qui feutre). § Marcher à pas feutrés: Sessiz


adımlarla yürümek. § Se feutrer: Keçeleşmek,
fève diş. Bakla. § Donner un pois pour une fève: Kaz
gelecek yerden tavuk esirgememek,
féverole, faverole diş. Acı bakla, yahudi baklası,
février er. Şubat.
fezer. Fes (De nombreux
le fez).

musulmans

portent

encore

fi ünl. (Küçümseme, bezginlik, tiksinti gibi


duygular anlatır) Püüh! Öf! Tuh, yazık! Tüh be!
(Fi donc! Le vilain qui ne veut pas faire ce qu 'on lui

dit). § Faire fi de qch: -e aldırmamak, kulak


asmamak, -i horgörmek, küçümsemek (Il a fait fi
de mes conseils.
l'argent).

Il fait f i des honneurs

et de

fiabilité rfij. Güvenirlik, güvenilebilirlik.


fiables. Güvenilebilir, güvenilir,
fiacre er. Kupa, fayton (Prendre un fiacre).
fiançailles diş. ç. 1. Nişan, nişanlanma (Bague de
fiançailles. Rompre ses fiançailles). 2. Nişanlılık
d ö n e m i (Pendant leurs fiançailles).

ficher
a fait

fiasco).

fiasque diş. Uzun boylu hasırlı şişe (Une fiasque de


vin).
fibre diş. 1 .anat. Tel, °lif (Les fibres du bois, d'une
tige. Les fibres de la viande. Les fibres nerveuses,
musculaires, conjonctives).
2. İplik, tel (Fibre
textile, fibre synthétique). 3. mec.Duyarhk,duygu

(La fibre patriotique). § Avoir la fibre paternelle:


İyi bir aile babası olmak,
fibreux, euse s. Telli, lifli (Une viande fibreuse). §
Tissu fibreux: biy. Teldoku, lifdoku.
fibrille diş. Telcik, "lifcik.
fibrine <% biy. Fibrin,
fibrinogène er. Fibrinojen.
fibrome er. Teldoku uru, "fibrom.
fibula er. anat. Kamışkemiği, kavalkemiği.
fibule diş. (Eskiden) Toka.
ficaire diş. bitb. Basurotu.
ficelage er. Sicimle bağlama, sicimle bağlanma,
ficelé, es. 1.Sicimle bağlanmış (Paquetficelé) 2. tkz.
Giyinmiş (Il est mal ficelé.

Une femme

joliment

ficelée). 3. mec. Yapılmış, kotarılmış (Un travail


bien ficelé).

ficeler gçl. 1. Sicimle bağlamak (Ficeler un paquet).


2. Bağlamak (Ficeler un prisonnier

à un

poteau).

3. tkz. Giydirmek.
ficelle\.Sicim(DéfaireIaficelled'uncolis.
Lier,
attacher avec des ficelles). 2. İp (Les ficelles qui
font mouvoir les marionnettes).
3. Püf noktası,

giz, hile, gizli noktalar (Les ficelles d'un art, d'un


métier). 4. ask. argo. Sırma, şerit, rütbe (Un
capitaine

qui attend sa quatrième


ficelle).

S. s.

(Eski) Hileci, düzenci (Méfiez-vous, il est très


ficelle). § Tirer les ficelles: İpin ucu elinde olmak,
kendisi görünmeden başkalarını oynatmak (C'est
lui qui tire les ficelles).

fiche diş. 1. Mil. 2. Reze mili. 3. Fiş (Mettre un


ouvrage en fiches. Consulter les fiches d'une
bibliothèque.
Faire des fiches). 4. (Elektrik,

telefgn gibi şeylerde) Fiş, priz (Une fiche mâle,

fiancé,e ad. Nişanlı, yavuklu (Les deux fiancés. Ma

une

fiancée,son fiancé).
fiancer gçl. 1. Nişanlamak (Ils ont fiancé leur fille).

téléphonique). 5. (Kumarda) Fiş, marka. § Fiche


de consolation: Avutma ödentisi, avutmalık,
herhangi bir zarara karşı verilen küçük ödenti

2. Fiancer qn à qn: Birini -e nişanlamak, -ile


nişanlamak (Il a fiancé sa fille au fils du patron).

fiche

femelle.

Fiche

de

standard

(Après son échec, ses parents l'envoyèrent


Angleterre comme fiche de consolation).

en

Se fiancer: 1. Nişanlanmak (Ils se sont fiancés la


semaine dernière). 2. Se fiancer à qn, avec qn: -ile

fiché, e s. Fişlenmiş, mimlenmiş, şüpheli kişiler

nişanlanmak (Il s'est fiancé avec une très jolie


fille, à une jeune fille blonde).

dizelgesine alınmış (Il est fiché).


ficher gçl. 1. Kakmak, çakmak, sokmak (Ficher un
fiasco er. Fiyasko,
représentation

başarısızlık

de cette pièce

(La

première

a été un

clou dans un mur. Ficher un pieu en terre). 2. Fişe

fiasco

geçirmek, fişe yazmak, fişlemek (Ficher un

complet).
§ Faire fiasco:
Başarısızlıkla
sonuçlanmak, başarısızlığa uğramak (Son affaire

aujourd'hui). 4. Vurmak, yapıştırmak, aşketmek

renseignement).

3. tkz. Y a p m a k (Il n'a rien fichu


601

fichier
(Ficher des coups, une paire de gifles). 5. V e r m e k

(Ça me fiche le cafard). § Ficher par terre: 1.


Düşürmek, yere atmak (J'ai fichu par terre un
vase). 2. -in içine etmek, -i suya düşürmek,
bombok etmek (Cette pluie fiche par terre notre

projet de promenade). Ficher qn à la porte:


Kovmak, kapı dışarı etmek. Ficher qn dedans: 1.
Aldatmak, oyuna getirmek,
mandepsiye
bastırmak (C'est ce changement

de nom qui m'a

fier

fidéicommis er. huk. İlerde başka birine vermesi


için bir kimseye mal bırakma,
fıdeismeer. fels. 'İnancılık, "imaniyye.
fidéiste s. ve ad. fels. İnancı,
fidéjusseur er. huk. Kefil,
fidéjussion diş. huk. Kefalet,
fidéjussoire s. Kefalete değgin,
fidèle s. 1. Bağlı, "sadık (Un ami fidèle). 2.
Efendisine bağlı (Serviteur

fidèle,

domestique

fichu dedans). 2. İçeri atmak, kodese tıkmak,

fidèle). 3. Gerçekten sapmayan, doğru (Historien

hapsetmek (Tâchez

fidèle,

d'obéir,

ou je vous

fiche

dedans, dit l'adjudant). Ficher le camp: Çekip


gitmek, defolmak. Ficher la paix à qn: -i rahat
bırakmak, rahatsız etmemek, dokunmamak

traduction fidèle).

4. Yanılmaz (Il a une

(Fiche-moi la paix!). § Se ficher de qn, de qch: 1.

mémoire fidèle). 5. Fidèle à: -i tutan, -in eri olan, -e


bağlı, sadık (Il est fidèle à ses promesses, à sa
parole; à ses amis). 6. ad. Tutan, yandaş (Les
fidèles du gouvernement). 7. ad. Sürekli izleyen,

-ile alay etmek, -e gülmek, -in üstüne gülmek (On

"sadık müşteri ( C'est un fidèle des concerts. Elle est

se fiche

de lui depuis sa mésaventure).

2. -e

aldırmamak, vız gelip tırıs gitmek (Il se fiche


complètement

de mes

conseils).

fidèlement bel. Bağlılıkla, doğrulukla, "sadakatle

fichier er. 1. Fiş takımı. 2. Fiş kutusu, fiş dolabı,


fichiste er. Fişçi.
fichtre ünl. tkz. Vay canına!
fichtrement bel. Son derece, çok (Ce vin est
fichtremènt

une fidèle des Galeries). 8. ad. Bir dine bağlı olan,


"mümin ( La mosquée était pleine de fidèles).

bon).

fichu er. (Kadın) Boyun atkısı, baş örtüsü, puşu.


fichu, e s. tkz. 1. Bitmiş, hapı yutmuş, umut
kalmamış, çuvallamış, boku yemiş (Il est bien
malade, il est fichu). 2. İşe yaramaz duruma
gelmiş, hal kalmamış, berbat olmuş (5a voiture est
fichue). 3. Çok kötü, berbat, felâket (Il a un fichu
caractère). 4. Önemli, esaslı, çok büyük (Ilya une
fichue différence). § Etre fichu de f. qch: -cek
durumda olmak,-mek gücünde olmak (Il n'est pas
fichu de gagner sa vie).

fictif, ive s. 1. Düşsel, yapıntılı, 'kurgusal


imgelemden yaratılmış,''mevhum (Unpersonnage
fictif). 2. Uyduruk, aslı olmayan, yalan,
yalancıktan (Promesses fictives. Une scène de
séparation fictive). 3. Saymaca, "itibarî (Valeur

fictive de la monnaie). 4. er. Düş, düşsel; imgesel


(Il mêle le réel au fictif).

fiction diş. 1. (Eski) Yalan ( Si la fiction est excusable,


c'est où il faut feindre de l'amitié).

2. ' Y a p ı n t ı ;
(Traduire fidèlement
rempli son devoir).

un texte. Il a

fidèlement

fidélité diş. 1. Bağlılık, sadakat (Serment de


fidélité). 2. Doğruluk, gerçeğe uygunluk (Fidélité
d'une traduction). 3. Fidélité à: -e bağlı kalma,
uyma, -in eri olma (Fidélité à une promesse, à sa
parole).

fiduciaire s. 1. Saymaca değerli. 2. er. huk.


'Güvenilir kişi, "yediemin, "yediadil. § Acte
fiduciaire: Güvene dayalı tüzel işlem. Circulation
fiduciaire: Kâğıt paranın sürümü. Héritier
fiduciaire: Ön kalıtçı, ön "mirasçı. Monnaie
fiduciaire: Kâğıt para.
fief er. 1. tar. Tımar; has. 2. mec. Yurtluk,
"malikâne. 3. mec. Ustalık alanı, uzmanhk alam
(L'égyptologie

est le fief de ce savant).

fieffé, e s. hkr. (Kusur sayılan konularda) Eşsiz, bir


numaralı,

fermanlı

(Ivrogne

f i e f f é , menteur

fieffé)-

fiel er. 1. Öd, "safra. 2. mec. Gizli düşmanlık, hınç,


kin (Un discours plein

de fiel).

3. mec.

Acı,

üzüntü.
fielleux, e uses. 1. Ödedeğgin. 2. mec. Acı, zehir gibi
(Paroles

fielleuses).

düşsel yaratı; kurgu, kurmaca (La vérité est

fiente diş. Hayvan dışkısı, kuş pisliği (Fiente de

supérieure à toutes les fictions). 3. Varsayım


(Fiction légale: Yasal varsayım). 4. Düşsel evren,

pigeon, de volaille, d'aigle, de vautour. Fiente de


vache).

gerçek dışı (Il vit dans la fiction ). § Science-fiction:


'Bilim-kurgu .
fictivement bel. Yapıntı olarak, düşünde kurarak,
imgeleminde
yaratarak,
kafada,
düşte,
düşüncede (Transportons-nous
temps des Celtes).

ficus er. İncir ağacı.

fictivement

au

fıentergsz. (Hayvan için) Dışkılamak, pislemek,


fier (se) gsz. 1. Güvenmek, inanmak, bel bağlamak.
2. Se fier à: -e güvenmek, inanmak, bel bağlamak
(Je me fie à vous. lise fie à la chance).

fier, ères. 1. Kendini beğenmiş küstah (Depuis qu'il


a fait fortune,

il est devenu

fier).

2. Gururlu,

kibirli, kurumlu. 3. Kendine saygılı, soylu,


602

fier-à-bras
yüksekduygulu,mert

(Ilest trop fier pour

accepter

de l'argent). 4. Yürekli, korkusuz, mert. 5. tkz.


Ünlü (C'est un fier imbécile). § Fier comme
Artaban: Pek gururlu, burnu havada. Etre fier de:
-ile övünmek, -den göğsü kabarmak, "iftihar
e t m e k (Il est fier de son fils, de sa famille).

Faire le

fier: Pek şişinmek, fiyaka satmak, üstünlük


taslamak. Ne pas être fier: Alçakgönüllü olmak,
fler-à-bras er. Palavracı, yalancı pehlivan,
kabadayı taslağı,
fièrement bel. 1.Gururla,kurumla,kurum satarak.
2. Yüreklilikle, korkmadan (L'accusé a fièrement
riposté

à ses adversaires).

3. tkz.

P e k , çok,

figure
fifty-fifty bel. tkz. Yarı yarıya (Partager fifty-fifty).
figaro er. tkz. Berber,
figement er. Donma; dondurma,
figer gçl. 1. D o n d u r m a k (Le froid a figé l'huile dans la
bouteille). 2. mec. Çok şaşırtmak (5a réponse
figé). 3. gsz. Donmak (Lasauceafigé

m'a

dans l'assiette).

§ Figer le sang: Çok korkutmak. $ Se figer: 1.


Donmak. (L'huile se fige). 2. (Belli bir durumda)
Öylece kalmak, hiç değişmeden öyle kalmak,
d o n u p kalmak (La sentinelle s'est figée au garde-àvous. Se figer dans le passé,
dans les traditions).

fignolage er. Özenle çalışıp bitirme, düzeltme (Le


fignolage

d'un

dessin).

m'ennuie

fignoler gçl. 1. Özenle çalışıp bitirmek,


eksikliklerini gidermek, düzeltmek (Fignoler un

fiérot, e s. 1. Kendini beğenmiş, kendini bir şey


sanan (Il est un peu fiérot). 2. Fiérot de qch: -e
çocuk gibi sevinen (Il est fiérot de son succès). §
Faire le fiérot: Bilgiçlik taslamak, kendini birşey
sanmak.
fierté diş. 1. Gurur, kibir, kurum, kendini

travail, un texte, un tableau). 2. gsz. hlk. Süslenip

adamakıllı (Il est fièrement content. Je


fièrement

ici).

beğenmişlik (Il montre trop de fierté à l'égard de

ses amis). 2. Yüksek duygu, mertlik, onurluluk. 3.


Yüreklilik, korkusuzluk, yiğitlik (Ily a une belle
fierté dans sa réponse). 4. Ö v ü n c e , övünülecek şey

(C'est sa fierté). § Faire la fierté de: -in övüncesi


olmak, yüzakı olmak, göğsünü kabartmak (Cet
enfant fait la fierté de sa famille).

Tirer sa fierté de

qch:-ileövünmek,göğsükabarmak, iftihar etmek,


fiesta diş. Eğlence partisi; şenlik; eğlence
(Organiser

une fiesta. Ils ont fait la fiesta).

fieu er. (Köylü dilinde) Oğul, erkek çocuk,


fièvre diş. 1. (Sayrılıkta) Ateş (La fièvre du malade
monte, baisse. Il grelottait de fièvre). 2 . Karışıklık,
"telâş (Dans la fièvre du départ,

il a oublié

son

portefeuille). 2. mec. "Heyecan, coşkunluk


(Parler avec fièvre). 4. Fièvre de: -e karşı büyük
istek, tutku, susamışlık (Fièvre de l'or. Quelle est
cette fièvre d'écrire qui me prend aujourd'hui?)

Avoir la fièvre, avoir de la fièvre: Ateşi olmak,


fiévreusement bel. Coşkuyla, coşkunlukla,
heyecanla, hani hani (Il se prépare fiévreusement
au

départ).

fiévreux, euse s. 1. Ateşli (Un malade fiévreux, une


maladie fiévreuse.
Il a les mains

fiévreuses).

2.

Coşkulu, "hummalı, harıl hani (Une activité


fiévreuse). 3. Sıtmalı, sıtma yapan (Un endroit
fiévreux,

un climat

fiévreux).

fifille diş. (Çocuk dilinde) Kız.


fifine diş. argo. (Kadınlarda) Aybaşı bezi.
fifre er. müz. Çığırtma, "fifre,
fifrelin er. Ufak şey önemsiz şey; ufak para (Cela ne
vaut pas un fifrelin: Beş para

etmez).

püslenmek, takıp takıştırmak,


figue diş. İncir. § Mi figue mi raisin: Şöyle böyle,
biraz iyi biraz kötü (Il m'a fait un accueil mi figue
mi raisin. Un sourire mi figue mi raisin). Faire la

figue à qn: tkz. -ile alay etmek ; vız geler tırıs gider
demek, -e hiç aldırmamak,
figuerie diş. İncir bahçesi.
figuier er. İncir ağacı. § Figuier de Barbarie: Frenk
inciri.
figurant, e ad. 1. (Tiyatro ve sinemada) Figüran. 2.
mec. Gösterişten başka görevi olmayan kimse,
göstermelik.
figuratif, ive s. 1. Simgelerle gösteren, simgesel
(L'Ancien

Testament

n'est que figuratif). 2. (Bir

nesnenin) Biçimini gösteren (Plan figüratif). 3.


Betili; içinde insan, hayvan ve doğa öğeleri yer
alan, figürcü (Art figuratif, peinture

figurative).

figuration diş. 1. Betileme, belli bir biçim içinde


anlatma. 2. (Tiyatro ve sinemada) Figüranlar. 3.
Figüranlık § Faire de la figuration: Figüranlık
etmek.
figurativement bel. Simgesel bir biçimde,
figure diş. 1. Beti,"şekil (Les figures d'un tableau).
2. Resim (Un livre orné défigurés).
figure,

un peu longue,
était expressive.

2. Y ü z (Sa
Sa figure

s'allongea). 4. ed. Yanaçlar, değişik yollar; bir


düşünceyi daha iyi, daha canlı ve renkli anlatmak
için alışılmış yollardan saparak sözcüklerin
diziminde yada anlamında yapılan değişiklikler
(Figures modifiant
construction:

le sens des mots.

Yapt yanaçlan.

Figures

Figures de

de

mots:

Sözcük yanaçlan). 5. Simge, "remiz. 6. Mecaz. 7.


(Dansta) Hareket, çalım, "figür (Figure de ballet,
de danse). 8. Önemli kişi. § Casser la figure à qn:
-in ağzını burnunu dağıtmak. Cracher à la figure
de qn: -in yüzüne tükürmek. Faire figure: Önemli
bir kişi olmak. Faire figure de: -gibi görünmek,
603

figuré
-olarak geçinmek, -lik etmek (Il fait figure d'idiot.
Le libéralisme fait figure de doctrine

démodée).

Faire bonne figure: Sevimli bir yüzü olmak;


hoşnut görünmek. Faire triste figure, faire piètre
figure: Keyfi yerinde olmamak, kötü durumda
olmak; çok sıkışık durumda olmak, işi başından
aşkın olmak,
figuré, e s. 1. Betili, şekilli, resimli (Chapiteau
figuré). 2. *Eğretili, mecaz, mecazlı (Les sens
figuré d'un mot) .3 .er. Eğretileme, "mecaz anlam.
I Au figuré: Eğretili olarak, mecaz anlamda (Ce
mot est employé au figuré).

cousu de fil blanc). Ne pas avoir inventé le fil à


couper le beurre: mec. tkz. Pek ahım şahım birşey
yapmamak, pek parlak zekâlı olmamak. Ne tenir
qu 'à un fil : Pamuk ipliğiyle bağlı bulunmak (5a vie
ne tient plus qu'à un fil). Perdre le fil: İpin ucunu
kaçırmak; ne söyleyeceğini, ne yapacağını
unutmak. Passer au fil de l'épée: Kılıçla
öldürmek, kılıçtan geçirmek. Tenir lesfilsde: İpin
ucunu elinde tutmak, ipler -in elinde olmak (II
tenait tous les fils de cette

figurément).

filables).

fil-à-fil er.<fegçmez.Çoksağlamyünlükumaş,°filafil.
filage er. Yün eğirme, iplik haline getirme,
filaire diş. hayb. 1. B ö c e k , k u r t (Filaire

figurer gçl. 1. Betimlemek, resmini yapmak,


çizmek (Figurer des montagnes

conspiration).

filable s. İplik haline getirilebilir, tel haline


getirilebilir (Matières

figurément bel. 1. Simgelerle, canlı ve renkli olarak


(Parler figurément). 2. Eğritili olarak, eğretili
anlamda ( Ce mot est pris

filé

sur une carte).

2.

Medine kurdu).

2. (Elektrikte) Telli
deMédine:
(Appareils

filaires).

Simgelemek, •-in simgesi olmak (Le drapeau


figure la patrie). 3. gsz. (Tiyatro ve sinemada)
Figüranlık yapmak, önemsiz bir rol oynamak (II

filament er. anat. 1. (Kas, sinir gibi şeylerde) İnce


tel, iplicik. 2. Elektrik ampulünün içindeki

figurait souvent et gagnait quelques sous). 4. gsz.

filamenteux, use s. anat. İplik iplik olan, iplicikli.


filandlère Yün eğiren kadın, iplik eğirici,iplikçi.
filandre diş. 1. Et siniri, sebze siniri. 2. (Havada
uçuşan) Şeytan örümceği,
filandreux, euse s. 1. (Et vb. için) Sinirli (Cette
viande est filandreuse). 2. mec. Çapraşık ve uzun
(Un exposé filandreux).
filant, e s. 1. Akıp yayılan, sızan, akan (Liquide
filant, sauce filante). S Etoile filante: Akanyıldız.
Pouls filant: Çok zayıf nabız,
filanzane er. Madagaskar'da, dört kişi tarafından
omuzda taşınan yolcu iskemlesi,
filasse diş. 1. Üstüpü. 2. s. Donuk sarı, soluk sarı

Bulunmak, yer almak; kendini göstermek (Votre


nom ne figure pas sur la liste. Figurer dans

une

cérémonie). § Se figurer: 1. Sanmak (Il se figure


qu'il va réussir. Il se figure pouvoir

écarter ses

adversaires). 2. Düşünmek, tasarlamak (Figuretoi un homme seul dans la nuit).

figurine diş. Küçük resim; küçük yontu (heykel),


fil er. 1. iplik (Fil de coton, fil de laine). 2. Tel (Les
fils

d'un

téléphoniques,

câble.
fils

Fils

télégraphiques,

électriques).

3.
fils

(Taşlarda)

Çatlak, d a m a r (Cette tablette de marbre a un fil). 4.

(Kesici aletlerde) Keskin yön, ağız (Le fil d'un


couteau, d'uneépée). 5. Akış, akış yönü (Suivrele
fil d'un fleuve). 6. Akış, "seyir, gelişim (Le fil des
événements, des idées). 7. Telefon makinesi,
telefon (Il l'entendait

rire au bout du fil). § Fil à

coudre: Dikiş ipliği. Fil à plomb: Çekül. Fil de la


vierge: (Havada uçuşan) Şeytan örümceği. Fil
d'Ariane, fil conducteur: Çıkış yolu,ipucu. Filde
fer: Demir tel. Fil de fer barbelé: Dikenli tel. Coup
defil:Telefon konuşması. Aufilde: -boyunca (Au
fil des années). De fil en aiguille: Şundan bundan,
dereden tepeden (Parler de filen aiguille). Avoir
un fil sur la langue: Dilinde hafif bir pelteklik
olmak. Avoir un fil à la patte: Çalışma ve
davranışlarında özgür olmamak, ayağında bir bağ
bulunmak (Depuis qu'il a épousé cette fille, il a un

fil à la patte). Donner du fil à retordre à qn: -e


güçlük çıkarmak, pösteki saydırmak. Donner,
passer un coup de fil à qn: -ile telefon konuşması
yapmak, -e telefon etmek. Etre cousu defilblanc :
Gün gibi ortada olmak, pek belli olmak (Malice

incecik tel (Lefilament

(Des cheveux

filateur er.

de cette ampoule est grillé).

filasse).

İplik fabrikası

sahibi, yöneticisi.

filature diş. 1. İplik fabrikası. 2. İplikçilik,


fil-de fériste ad. İp canbazı.
file diş. 1. Dizi, sıra (File de personnes qui attendent
au guichet). 2. Ard arda diziliş, kuyruk (Suivons la
file de voitures qui roule comme un fleuve).

§ Chef

de file: Sıra başı, grup başı, bir iş yada hareketin


başında olan kimse. Feu de file: ask. Yaylım ateşi.
Ligne de file: den. Pruva hattı. A la file, en file:
Arka arkaya, ard arda, birbiri arkasından
(Débiter

ses phrases

à la file. Marcher

à la file.

Objets enfile). En file indienne: Birbirinin arkası


sıra, tek sıra halinde (Avancer enfile indienne).
Prendre la file: Bir sırada en arkaya geçmek, bir
sıranın arkasına geçmek. Se mettre à la file: Sıra
olmak, tek sıra olmak.
filé er. 1. Dokuma ipliği. 2. Sırma, altın yada gümüş
tel.
fille

604

fller
fller gçl. 1. İplik haline getirmek, eğirmek (Filer de
la laine, du coton). 2. (Böcekler için) Örmek
(L'araignée

file sa toile). 3. H a d d e d e n geçirmek

(Filer de l'or, de l'acier, du verre). 4. den. ( H a l a t ,


palamar) K o y v e r m e k (Filer un câble, les

amarres).

S. Uzun uzun anlatıp işlemek, geliştirmek (Filer


une métaphore,

une image,

une scène). 6.

müz.

(Sesin, notanın) Tonunu yavaş yavaş yükseltmek


yada azaltmak. 7. hlk. Vermek, sökülmek (Filemoi cent francs). 8. Filer qn: Birini
gözetlemek,
gizlice izlemek (Policier

qui file un suspect).

9.

gsz. A k m a k , sızmak (Un sirop qui file,

lelaitfile).

10. gsz. T ü t m e k (Une lampe qui file).

11. gsz.

filetage er. 1. Haddeden çekme, haddeden geçirme.


2. (Vidaya) Yiv açma. 3. Kapanla kaçak olarak
avlanma.
fileter gçl. 1. (Tel, sırma gibi şeyleri) Haddeden
çekmek. 2. Yiv açmak (Fileter un axe).
fileur, euse ad. İplik yapan, iplikçi, eğirici. 2. İplik
fabrikası sahibi
filial, es. Evlâtla ilgili, evlâda değgin, evlâttan gelen
(Amour filial, respect
(Cette

firme

paternelle:
Filiation

yol
plusieurs

filiales

en

filiation diş. 1. Soy zinciri, "nesep (Filiation

file trente

Bu gemi saatte otuz mil

a constitué

province).

-kadar yol almak, saatte hızı... olmak (Ce bateau


nœuds:

filial).

filiale diş. (Bir banka yada tecimevine bağlı) Şube

Baba
maternelle:

tarafı,
Ana

baba

yanından

tarafı, ana

soy.'

yanından

13. Sıvışmak,

soy). 2. mec. Zincirlenme, sıralanma, birbiri


ardınca gelme (La filiation des événement, des

savuşmak, çekip gitmek. 14. Çabuk geçmek, akıp


gitmek (Le temps file). § Filer un mauvais coton:
Sağlık durumu kötüye gitmek, durumu tehlikeli
olmak. Filer des jours d'or et de soie: Mutluluk ve
erinç içinde yaşamak. Filer le parfait amour:
Sürekli bir balayındaymış gibi yaşamak. Filer par
la tangente: Çabucak kaçmak, sıvışmak, tüymek.
Filer à l'anglaise: Kimseye sezdirmeden sıvışıp
gitmek. Filer doux: Sessiz yumuşak görünmek.
Filer doux avec qn: Çekindiği için biriyle iyi
geçinmek.

filicinées diş. ç. bitb. Eğreltiotugiller.


filière diş. 1. (Tel çekilen) Hadde. 2. (Vida yivi
açılan) Çelik pafta. 3. mec. Hadde. 4. (Örümcek,
ipekböceği vb.) İplik çıkarma organı. 5.
Zincirleme ticaret, ciro yoluyla aktarılan teslim
emri. § Passer par la filière: 1. Haddeden geçmek.
2. mec. Hiyerarşinin bütün basamaklarından
geçmek, adım adım ilerlemek, tezgâhtan
geçmek.
filiforme s. 1. İpliğimsi, ipliksi (Antennes

alıyor).
sortie.

12. gsz. G i t m e k , k o ş m a k (Il fila vers la


Filer comme

une flèche).

filet er. 1. Ağ (Filet de pêche). 2. (Sporda) Ağ


(Envoyer

la balle dans le filet). 3. Saçı t u t t u r m a k

için kullanılan ağ, file (Filet à cheveux). 4.


(Kasaplıkta) Fileto (Filet de boeuf,

de porc,

de

poisson). 5. tekn. Vidanın burmah kısmı (Filet


d'une vis). 6. Uzun ve ince süs, zıh (Filets d'un
chapiteau). 7. (Basımcılıkta) Çizgi (Colonnes

idées).

filiformes).2.

filiformes).

mec. Ç ö p gibi,çok mcc(Des

jambes

3. Çok zayıf, çok düşük (Pouls

filiforme).

filigrane er. 1. (Kuyumculukta) Telkâri iş. 2.


(Kâğıtçılıkta) (Kâğıt hamuruna vurulan) Damga,
filigran (Filigrane

des billets

de banque,

des

séparées par un filet). 8. anat. bitb. İpçik, telcik


timbres-postes). § En filigrane: Satırların
arasında, arka planda (Son ambition démesurée

(Filet nerveux).

apparaissait en filigrane jusque dans ses

9. K a p a n (Filet pour prendre

oiseaux).

10. mec. Pusu (Tendre

un filet:

kurmak).

11. Akıntı, sızıntı (Un filet d'eau).

les
Pusu
12.

Un filet de: Azıcık, biraz (Un filet de vinaigre). §


Coup de filet: Polis tarafından yapılan arama
tarama, toplayıp götürme (Tous les complices ont
été arrêtés, c'est un beau coup de filet).

Filet à

provisions: Yiyecek filesi, file, tel sepet. Attirer


qn dans ses filets: Birini ağına düşürmeye
çalışmak; aldatmaya, kandırmaya çalışmak.
Faire un coup de filet: (Polis) Tarama yapmak,
şüpheli kimseleri toplayıp götürmek. N'avoir pas
le filet coupé: argo. Çok konuşkan olmak, çenesi
düşük olmak. Travailler sans filet: 1. (İp
cambazları için) İpin altına ağ gerdirmeden
gösterilerini yapmak 2. mec. Büyük tehlikeleri
göze almak, tehlikelerle karşı karşıya bulunmak.

moindres

actions). Lire en filigrane: Satırların arasını


okumak; yazılmamış olanı, söylenmemiş olanı
sezinlemek.
flligraner gçl. 1. Telkâri işlemek (Des bracelets
filigranés). 2. Filigran geçirmek,
filin er. Üçleme halat, kenevir halat,
fille diş. 1. Kız evlât (La mère et la fille; fille

ainée,

fille cadette). 2. Kız ( Une belle fille, une jolie fille).


3. Hizmetçi (Fille d'auberge,

deferme, de cuisine).

4. Kızoğlankız, "bakire ( Elle ne voulait pas


mourir

fille). S. (Kadın manastırlarında) Üye (Filles du


Calvaire.

Filles du Carmel).

§ Fille à marier:

Evlenme çağına girmiş kız, evlenecek kız. Fille


des rues, fille de joie, fille publique: Sokak kızı,
orospu. Fille aînée des rois de France: Fransız
üniversitesi. Fille aînée de l'Eglise: Fransa. Fille
miette

605

d'Eve: Havva Ananın soyu, kadın. Fille


d'honneur: Nedime. Jeune fille: Gençkız. Les
filles du Parnasse: Esin perileri. Les filles de
mémoire: Sanat tanrıçaları, Müzler. Lesfillesdela
nuit: Yıldızlar. Vieillefille: Kalık, evde kalmış kız.
fillette diş. 1. Küçük kız, kız çocuğu (Une fillette de
cinq ans). 2. Yeni yetme kız, genç kız f Cette enfant
fait déjà fillette). 3. hlk. Yarım şişe.

appareil de photo). 2. (Sinema) Filim (Film de


cow-boys. Film documentaire. Réaliser, tourner

un film). 3. mec. Gelişim, oluşum, akış (Le film


4. tnce tabaka (Film d'huile). §

Film en couleur: Renkli filim. Film muet: Sessiz


filim. Film parlant: Sesli filim,
filmage er. Filme alma, filmini çekme, filim haline
getirme, 'çevirim,
filmer gçl. 1. Filme almak, filmini çekmek;
çevirmek (Filmer une scène en studio, filmer

enfant).

un

2. Filim haline sokmak (Filmer un

roman).

filmiques. Filimle ilgili, filme değgin, filmsel.


filmogénie diş. Filmegiderlik.
filmogénique s. Filmegider.
filmographie diş. Film dizelgesi.
filmologie diş. Filmbilim.
filmothèque diş. Filmlik, film belgeliği,
filocher gsz. tkz. Kaçmak, tüymek,
filon er. I. coğr. yerb. D a m a r (Un filon de cuivre,

d'argent).

2. Maden ocağı, maden kaynağı

(Exploiter un filon). 3. tkz. İşi az parası çok iş,


arpalık (Trouver le filon, un bon filon).

filoselle diş. Kaba ipek, kamçı başı.


filou er. 1. Usta hırsız, yankesici. 2. Dolandırıcı. 3.
(Kumarda) Hileci,
filouter gçl. 1. Çalmak, aşırmak, araklamak
(Filouter une montre).

geçme, süzülme. 2. mec. Denetimden geçirme,


denetleme (Filtrage des
nouvelles).

filtrant, es. Süzücü.


filtrat er. kim. Süzüntü.
filtration diş. 1. Süzme, süzgeçten geçirme;
süzülme, süzgeçten geçme.
filtre er. 1. Süzgeç, süzek (Mettre un filtre à une
citerne pour obtenir de l'eau potable).

filleul, e ad. Vaftiz evlâdı.


film er. 1. Filim, filim şeridi (Mettre un film dans un

des événements).

fin

2. Dolandırmak (Il m'a

filouté). 3. gsz. Kumarda hile yapmak,


filouterie diş. 1. Yankesicilik. 2. Hırsızlık. 3.
Dolandırıcılık. 4. Kumarda hile.
fils [fis] er. 1. Erkek evlât, oğul (ila deux fils et une
fille). 2. ç. Torunlar, art kuşaklar, -in soyundan
gelenler (Les fils des Gaulois). 3. (Büyük harfle)
İsa peygamber. § Fils de Dieu, fils de l'homme: İsa
peygamber. Fils à papa: Muhallebi çocuğu,
şımarık zengin çocuğu. Fils de famille: İyi aile
çocuğu. Fils adoptif: Evlâtlık. Fils spirituel:
Manevi evlât. Les fils d'Apollon: Ozanlar. Les fils
de Mars: Savaşçılar, askerler. Tel père, tel fils:
Oğul kalkar babaya bakar, babası neyse oğlu da o,
böyle babadan böyle oğul.
filtrage er. 1. Süzgeçten geçirme, süzme; süzgeçten

2. (Sinema,

fotoğraf) Renk süzgeci, süzgeç

(Photographier

des nuages avec un filtre jaune).

3. Filtre yada

café-filtre: Süzme kahve.


filtrer gçl. Süzmek, süzgeçten geçirmek (Filtrer un
liquide, un gaz). 2. Denetlemek, sıkıdenetimden
geçirmek (La censure filtre les nouvelles. La police
filtre les passants). 3. gsz. Süzülmek (Les sirops
filtrent lentement).
4. gsz. mec. Sızmak (La
nouvelle a filtré jusqu'à
nous). 5. Sızmak,
arasından geçmek (Lumière qui filtre à travers les
volets).
fin diş. 1. Son, bitiş (La fin d'un roman, d'un

film).
2. Son, son bulma, sona erme, bitim (La fin de la
journée. La fin d'un malheur). 3. Son, son bölüm,
son kısım (Ecouter la fin d'un discours, la fin d'un

morceau musical). 4. Erek, amaç, niyet (Il a des


finscachées). S.mec. Yıkılma, çökme, sonaerme,
yitip gitme (La fin d'un empire). 6. Ölüm (La fin
prématurée

d'un savant. Il a eu une fin brusque). §

La fin du monde: Dünyanın sonu, kıyamet. Fin de


l'indivision: huk. "Şuyuun izalesi, °izale-i şuyu,
ortaklığın giderilmesi. Fin de non-recevoir: 1.
huk. Dâva reddi. 2. Aldırmama, kulak asmama.
Fin ultime, fin dernière: fels. Son erek. A la fin: En
sonunda, en sonu, "nihayet (A la fin, etle lui a
pardonné). A lafinde:-in sonunda, bitiminde(4 la
findumois,

il partira pour Paris). A cette fin, à ces

fins: Bu amaçla, bunun için. A quelle fin?: Ne


amaçla, ne için? En fin de compte: Sonunda,
"neticede. En fin de: -in sonuna doğru, son
demlerinde (En fin de journée, en fin de semaine,

de saison).
Sans
fin:
1.
Durmadan,
durmamacasma (Il discourait sans fin). 2. Uçsuz
bucaksız, sonsuz. C'est la fin de tout: Bu tüy dikti,
en kötüsü de bu! Avoir, faire un belle fin:
Kötülüklerden arınmış olarak ölmek, arlı
namuslu ölmek (Après une vie de débauche, ils'est
converti et a fait une belle fin). Approcher de la fin:

1. Bitmek üzere olmak. 2. Yaşamının sonuna


yaklaşmak, son günlerini yaşamak. Etre en fin de:
-in en sonunda olmak (Ilestenfindeliste).
Etre en
fin de course: tkz. Artık güçten soluktan
kesilmek, iş kalmamak. Faire une fin: Evlenmek,
bekârlığa paydos demek. Mener qch à bonne fin:
İyi bir sonuca vardırmak. Mettre fin à qch: -e son
vermek, -i bitirmek, sona erdirmek. Mettre fin à
ses jours: İntihar etmek. Prendre fin: Son
bulmak, sona ermek, bitmek. Tirer à sa fin: Sona
ermek üzere olmak (Le règne de la petite
entreprise tire à

fine,

pluie

fine, taille fine, goût fin, tissu fin, sable fin). 2. A n ,

katıksız, saf (Örfin). 3. Değerli (Pierresfines). 4.


Kurnaz (Un paysan fin). 5. Duygun, "hassas
(Oreillefine,

nez fin). 6. Sivri (Aiguillefine,

oiseau

au bec fin). 7. Alaycı, şakacı, kurnazca (Regard


fin, un sourire fin). 8. Çok nitelikli, en yüksek
nitelikte (Vins fins, un repas fin, lingerie fine). 9.

Anlayışlı, kavrayışlı, zeki (C'est un garçon très fin


qui comprend à demi-mot) .10. Eşsiz, bitirim (Un
fin menteur). § Fine gueule: tkz. Ağzının tadını
bilen, yemek düşkünü, obur. Fin limier: tkz.
Açıkgöz polis, usta polis. Fine mouche: Kurnaz
kadın. Fines herbes: İnce doğranmış maydanoz,
dereotu vb. Fin fond: En uzak köşe, en dip bucak
au fin fond

de la forêt).

Fin mot: Gizli

neden. Fine fleur: Seçkin tabaka, kaymak tabaka


(// fait partie de la fine fleur de la société). Le fin du

fin: En iyi, en eşsiz, üstüne yok, olursa bu kadan


olur. Avoir l'oreille fine: 1. Kulağı delik olmak. 2.
Kulağı çok iyi işitmek. Avoir le nez fin: Burnu iyi
koku elmak. Jouer au plus fin: Kurnazlık etmek,
açıkgözlük etmek. § 11. bel. Tamamiyle,
tamamen

(Elle est fin prête). 12 .er. ( B i r ş e y i n ) E n

katıksızı, en arısı, en incesi (Le fin d'une monnaie


d'or). Fin contre fin ne vaut rien pour doublure:
İki cambaz bir ipte oynamaz,
final, e s. 1. Sonuncu, son; sonda bulunan, sonda
gelen (Point

final,

voyelle
finale).

2.

Amaç

gösteren, amaca değgin (Propositions finales). §


Cause finale 1. Bir şey yapılırken ulaşdmak
istenilen amaç, son erek. 2. fels. Ereksel neden,
ereklik.
finale
1. dilb. (Bir sözcükte) Son hece, son harf.
2. (Spor) Son karşılaşma, son maç, final
(Disputer

la finale,

remporter

finance

diş.

1. Para

la finale).

§ En

finale: Son olarak, en sonunda. Se qualifier pour


la finale: Finale kalmak,
finale er. müz. Bir senfoni,sonatyada operanın son
bölümü, bitiş,
finalement bel. En sonunda, sonunda, "nihayet (Ils

(Obtenir

quelque

chose

moyennant finance). 2. ç. Eldeki para. Para işleri,


para durumu, mali durum (Ses finances vont mal.
L'état de mes finances neme permet pas cet achat).
3. Maliye (Ministre

safin).

fin, e s. 1. İnce (Nuances fines. Ecriture

(Aller

fini

606

fin

des Finances,
Ministère

des

finances). 4. Maliyecilik, maliye örgütü (Il est


employé aux Finances). 5. ç. Devlet hazinesi. 6.
Tecim "ticaret, para işleri (Il est entré dans la
finance). § La haute finance: Para babalan (La
haute finance

internationale).

financement er. *Akçalama, gerekli parayı verme


(Financement
capital

d'une

industrie

par l'Etat, par le

privé).

financer gç/. 1. * Akçalamak, gerekli parayı vermek


(Financer une entreprise, un journal).

2. gsz. P a r a

vermek, para ödemek (Le père Goriot a


galamment financé pour

elle).

financier, ère. 1. *Akçasal, paraya değgin, akçeye


değgin, "malî (J'ai des embarras financiers.
Equilibre financier). 2. er. Para babası (Un de ces
financiers

omnipotents

plus forts que des rois). 3.

er. Maliyeci.
financièrement

bel.

Para

b a k ı m d a n (Financièrement,
Une société

bakımından;

malî

la situation est bonne.


financièrement

prospère).

finasser gsz. Dümen çevirmek, dalavere yapmak,


kurnazlık göstermek,
finasserie diş.
Düzenbazlık,
dalaverecilik,
kurnazlık, dümencilik,
finasseur, euse; finassier, ère ad. Dalavereci,
düzenbaz, kurnaz, dümenci,
finaud, e s. ve. ad. Kurnaz, çok bilmiş, çanklı
e r k â n ı h a r p (Un paysan finaud. La petite
avait tout

finaude

deviné).

finauderie diş. Kurnazlık, çok bilmiştik, çanklı


erkânıharptik,
fine diş. Rakı gibi bir içki (Un verre de fine).
finement bel. Çok ince bir biçimde; zekice, ustaca,
akıllıca
finement

(Une

phrase

calculé

finement

son

coup.

tournée.
Objet

Il a
finement

ouvragé).

fines diş. ç. Kömür tozu, toz kömür, kömür


kınntısı.
finesse diş. 1. Sivrilik (La finesse d'une pointe).

2.

Duygunluk (La finesse de l'oreille). 3. Doğruluk,


kesinlik

(La
finesse

d'une

observation).

4.

pas,

Kurnazlık (Il a une finesse paysanne). S. İncelik

finalisme er. fels. Erekçilik,


finaliste s. ve ad. fels. 1. Erekçi. 2. (Sporda) Son
yarışmaya kalan, son karşılaşmayı yapan, finalist

de qch: -in en ince noktalanm bilmek, bütün püf


nok talanm bilmek. Entendrefinesseà qch: -de bir
kurnazlık, kötü niyet görmek,
finette diş. İnce pazen.
fini, e s. 1. fels. Sonlu, günün birinde sona erecek

se sont
finalement,

finalement

réconciliés.

Je ne vois

(Finesse d'esprit, dégoût).

ce qu'il y a gagné).

(ila été deux fois finaliste du

finalité diş. gels. Ereklilik.

tournoi).

§ Connaître les finesses


finir
(L'homme est un être fini). 2. Sınırlı (Toutes les
expériences humaines sont finies). 3. Bitmiş,
tükenmiş, sona ermiş (Son travail est fini). 4. tkz.
Bitirim, eşi benzeri yok (Un menteur fini, un
voyou fini). 5. Artık bitmiş, tarihe karışmış,
modası geçmiş ( Un monde fini, une époque

finie).

6. Yetkin, eksiksiz, "mükemmel (Toutce qu'il fait


est merveilleusement fini). 7. Bitkin, işi bitmiş, içi
geçmiş (Un homme fini). 8. er. Yetkinlik,
eksiksizli k, "mükemmellik ( Un art qui se refuse au
fini). 9. er. Sınırlılık, sonluluk (L'esprit de
l'homme peut concevoir l'infini par la négation du
fini. Le fini et l'infini). 10. İşlenmiş, "mamul
(Produit fini, produits
semi-finis).

finir gçl. 1. Bitirmek, tamamlamak (Finir un travail,


un devoir, un ouvrage). 2. Bitirmek, tüketmek
(Finir son pain, finir tous les plats, finir son verre).

3. Finir de f. qch: -meyi bitirmek, artık -memek


(J'ai fini de travailler). 4 .gsz. Bitmek, sona ermek
(Les vacances ont fini). 5. gsz. Ölmek (Finir dans
un accident, à l'hôpital).

6. Finir par qch, par f.

qch: -ile bitmek, sona ermek, -ile bitmek;


sonunda -mek (Le jardin finit par un mur: Bahçe
bir duvarla bitiyor, bahçenin sonunda

bir duvar

var. J'ai fini par comprendre: Sonunda anladım).


§ En finir: 1. Kesip atmak, kesin bir tutum
takınmak (Il faut en finir). 2. İyi bir sonuca
bağlamak, başarmak (Encore un peu de courage,
tu en auras bientôt fini).

En finir avec qch: -i

çözüme bağlamak, -den kurtulmak (En finir avec


untravail, uneaffaire). En finir avec qn: Başından
atmak, başından savmak, kurtulmak (J'en finirai
avec lui). En finir de f. qch: -meyi bitirmek,
d u r d u r m a k (On n'en finirait pas de raconter ses
aventures:
Onun
serüvenleri
anlatılmakla

bitmez).
Finir bien: Mutlu bir çözüme
bağlanmak, iyi bitmek, sonu iyi olmak (Ilaime les
films qui finissent bien). Finir mal: Sonu acıklı
bitmek, sonu kötü olmak (Tout cela va finir mal.
Ce garçon finira mal). Ne pas en finir, n'en finir
plus: Bitmek bilmemek, uzayıp gitmek (Un
discours qui n'en finit pas. Des

applaudissements

qui n'en finissent plus).


f i n i s h [ f i n i f ] er. İng. Varış, bir yanşın son bulduğu
yer yada çizgi (Elle l'a eu au finish).
finissage er. Son olarak gözden geçirme, son bir göz
atma.
finissant, e s. Sona ermek üzere olan (Le siècle
finissant, la société

fissurer

607

finissante).

finisseur, euse ad. 1. Son olarak gözden geçiren. 2.


(Spor) Yarışı bitiren,
finition diş. 1. Son olarak gözden geçirme. 2. ç. Son
çalışmalar, ufak tefek işler (Les finitions d'une

maison. Couturière qui fait les

finitions).

finitisme er. fels. Sonluluk.


finitude diş. Sınırlılık; bitimlilik.
finlandais, e s. 1. Finlandah. 2. Finlandiya,
Finlandahlara değgin,
finlande diş. Finlanda.
finnois, e s. ve ad. 1. Fin, Finlandah. 2. Finlere
değgin (Littérature finnoise). 3. er. Fince (Les
finlandais parlent le

finnois).

fiole diş. 1. Eczacılıkta kullanılan dar boğazlı küçük


şişe. 2. mec. tkz. Baş, kafa, kelle. § Se payer la fiole
de qn: Biriyle alay etmek, üstüne gülmek,
fiord, fjord er. coğr. Fiyord.
fioriture
1. müz. Ara nağme. 2. Doldurma süs,
çiçekleme (Les fioritures d'un dessin, d'un
décoratif).

motif

firmament er. Gök, gök kubbesi, gökkubbe.


firman er. Ferman.
firme diş. Tecim adı, tecim kurumu adı, "firma,
tecimevi (Les
automobile).

grosses
firmes

de

l'industrie

fisc er. 1. Devlet hazinesi. 2. Vergi dairesi,


fiscal, e s. 1. Devlet gelirlerine değgin, hazineye
değgin. 2. Vergiye değgin (Réforme fiscale: Vergi
reformu). § Agent fiscal: Vergi memuru. Année
fiscale: Malî yıl. Droit fiscal: Vergi hukuku. Lois
fiscales: Maliye yasalan. Timbre fiscal: Damga
pulu.
fiscalisation diş. Vergilendirme; vergilendirilme,
fiscaliser gçl. Vergilendirmek, vergiye bağlamak
(Fiscaliser une tranche de

fiscalité^.

revenus).

1. (Devlette) Gelir yasaları (La réforme

de la fiscalité).
excessive).

2. Vergilendirme (Une

fiscalité

fissible s. Atom çekirdeğinin bölünmesine yol


açabilir.
fissiles. Bölünebilir, çatlayabilir.
fission diş. Atom çekirdeğinin bölünmesi,
parçalanması,
fissipèdes. hayb. Yarıkayaklı, çatal tırnaklı,
fissipides er. ç. hayb. Yankayakhlar.
fissirostres er. ç. hayb. Yankgagalılar familyası,
fissuration diş. Yarılma, çatlama,
fissure diş. 1. Yarık, çatlak (Fissure dans le sol.
Fissure d'un vase). 2. mec. Çatlak, kopma,
kesinti, ayrılma (Il y a une fissure
amitié).

dans

leur

fissuré, e s. Çatlak, çatlamış (Un rocher fissuré).


fissurer gçl. 1. Çatlatmak, yarmak, bölmek (L'eau
avait fissuré le plafond). 2. Fissurer qch en: -e
bölmek (Les événements fissurent l'Europe en

deux blocs). § Se fissurer: 1. Çatlamak (Le sol


fissure). 2. Se fissurer en: -e bölünmek.
608

fiston

fiston er. hlk. Oğul, evlât (Vienspar ici, fiston).


flstulaires. 1. Akarcaya değgin, fistüle değgin. 2. tçi
delik (Stalactite

akarca

d'un poteau en terre. Fixation

des taxes.

Crochets

de fixation). 2. Toprağa yerleşme, oturganlaşma


des

nomades).

fixe s. Durağan, kımıldamaz, oynamaz, değişmez,


"sabit (Un point fixe.

Il a un domicile

fixe).

2.

Çıkmaz, bozulmaz (Couleurfixe). 3. er. (Aylıkta,


ücrette) Temiz para (Ce représentant touche un
fixe en dehors de ses commissions).

§ Idée fixe:

ruhb. Saplantı. Le beau fixe: Sürekli olarak iyi


giden havalar. Etre au beau fixe: I. (Havalar için)
Sürekli olarak iyi gitmek (Le temps est au beau
fixe). 2. mec. Çok iyi gitmek, hiç bozulmamak
(Leurs relations sont au beau

fixe).

fixé, es. 1. (Bir konuda) Bilgisi olan, haberli (Je l'ai


vu à l'oeuvre,

et je suis fixé).

2. Kararlı, k a r a r a

varmış, karar kılmış (Pour

les

prochaines

vacances, je ne suis pas encore fixé). § Etre fixé sur


qn: Biri üzerinde bir kanıya sahip olmak, tam bir
kanıya varmış olmak, -in ne olduğunu iyi bilmek,
fixement bel. Sabit bir biçimde (Regarderfixement).
fixer gçl. 1. Tutturmak, çakmak, "tesbit etmek
(Fixer un tableau

au mur.

Fixer un poteau

terre). 2. İyice yerleştirmek (Fixer un

en

souvenir

dans son esprit). 3. Saptamak, "tesbit etmek,


k a r a r l a ş t ı r m a k (Fixer un rendez-vous,

une

date,

un délai). 4. Sınırlandırmak, saptamak, tesbit


e t m e k (Le gouvernement

a fixé le montant

des

importations). 5. Gözünü hiç ayırmadan bakmak


(Il me fixa longuement.

Il fixait la haie d 'où le

gibier pouvait sortir). 6 . B a ğ l a m a k , kıpırdayamaz


d u r u m a s o k m a k (Le

§ Se fixer: 1. Durmak (Son regardse fixa sur moi).


2. Yoğunlaşmak, toplanmak (Son attention a de la
peine

fistuleux).

fistuline diş. bitb. Ökse mantarı,


fistullaridés er. ç. hayb. Hortum-ağızlıgiller.
five o'clock [fajvokhk] er. İng. İkindi çayı, ikindi
kahvaltısı, be; çayı.
fixabie s. Saptanabilir, "tesbit edilebilir,
fixage er. Saptama, tutturma, durağanlaştırma,
"tesbit.
fixateur, trice s. ve ad. Saptayıcı, tesbit edici,
fixatif, ive s. 1. Saptamaya yarayan, saptayıcı,
"tesbit edici; çıkmaz duruma getiren, oynamaz
duruma getiren. 2. er. (Resimleri) Saptayıcı,
tesbit edici cila.
fixation diş. 1. Saptama, "tesbit, tutturma (Fixation

(La fixation
sur un problème). 8. Fixer qn sur qch: Birine
kendisini özellikle ilgilendiren bir konuda bilgi
v e r m e k (Je l'ai fixé sur vos intentions à son égard).

fistulaire).

fistule diş. hek. Akarca, fistül.


fistuleux, euse s. Akarca doğasında,
yapısında (Ulcère

flagornerie

mariage

le

cherchait à fixer un mari inconstant).

fixera.

Elle

7. Fixer qch

sur: Bir şeyi -in üzerine dikmek, üzerinde


t o p l a m a k (Fixer ses yeux, son esprit, son

attention

se

fixer).

3.

Yerleşmek

(Il

s'est

définitivement fixé à Paris). 4. D o n m a k , d u r m a k ,


sınırlanmak (Une langue ne se fixera jamais ). 5. Se

fixer sur qch: -de karar kılmak (Mon choix s'est


fixé sur cet article).

fixisme er. fels. 'Saptanımcılık, "istikrariyye.


fixistes. *Saptammci.
fixité diş. Değişmezlik, kımıldamazlık, yerinden
oy namazlık, "sabitlik,
fjord, fiord er. Fiyord; dar ve uzun, dallı budaklı,
oluk biçimli, içerisini deniz suları kaplamış koy.
fla er. Davula bir hafif bir kuvvetli çifte vuruş,
flac iinl. Şak! pat!
flaccidité diş. Gevşeklik, pörsüklük, sölpüklük
(Flaccidité d'une chair, d'un tissu, d'un

visage).

flache diş. 1. (Kerestede) Kenar kusuru. 2.


(Kayada) Yarık. 3. Kaldırım bozukluğu 4. Su
birikintisi, küçük su çukuru,
flacherie diş. İpek böceği hastalığı, sütleğen
hastalığı.
flacon er. 1. Kapaklı şişe (Flacon d'éther, de
pillules).

2. Şişe (Flacon de parfum,

de

liqueur).

flaconnageer. flaconnerie diş. Şişecilik, şişe yapımı,


flaconnier er. Şişe yapıcı, şişeci,
fla-fla er. Gösteriş, çalım, cafcaf. §. Faire des flafias: Caka satmak, çalım
satmak, gösteriş
yapmak.
flagellation diş. .Kırbaçlama, kırbaçla dövme,
flagelle, flagellum er. hayb. Kamçı,
flagellés er. ç. hayb. Kamçılılar,
flageller gçl. 1. Kamçılamak, kamçıyla dövmek
(Flageller un esclave). 2. mec. Kınamak, ,ok sert
bir dille eleştirmek (Flageller les abus).
flageolantes. Titreyen, bacakları titreyen (Ilsesent
flageolant). § Avoir les jambes flageolantes:
Bacakları titremek,
flageoler gsz.
(Korku,
yorgunluk
yada
güçsüzlükten) Titremek (Flageoler sur ses
jambes.

Ses jambes

tomba dans un

flageolaient

au point

qu'il

fauteuil).

flageolet er. 1. Bir çeşit perdeli düdük. 2. Börülce


(Flageolets verts). 3. argo. Kamış, penis, yarak,
flagorner gçl. -e dalkavukluk etmek, kıçını,
y a l a m a k , yağ ç e k m e k (Pour obtenir ce poste, il
flagorna

le ministre six mois


durant).

flagornerie diş. Dalkavukluk, yağcılık, el etek


öpme, kıç yalama (Il a obtenu ce poste par des
flagorneries).
609

flagorneur
flagorneur, euse s. ve ad. Dalkavuk, yağcı, el etek
öpücü, kıç yalayıcı,
flagrance diş. Göz önündelik, ayan beyanlık, gün
gibi ortadakk, aşikârlık.
flagrant, es. 1. Gün gibi ortada, meydanda, aşikâr
(Injustice

flagrante.

flagrante.

Erreur

La

préméditation

flagrante,

est

contradiction

flagrante). 2. Herkesin gözü önünde yapalan, göz


önünde olan, °aleni. § Le flagrant délit: Suçüstü,
"cürmü meşhut. Prendre qn en flagrant délit:
Birini suçüstü yakalamak,
flair er. 1. Koku alma yetisi, 'koklam (Le flair du
chien est très fort).

2. mec. Ö n g ö r ü , önsezi (Ce

détective manque de flair). § Avoir du flair: Burnu


iyi koku almak, önsezisi olmak, öngörüsü olmak,
sezgisi kuvvetli olmak,
flairer gçl. 1. Koklamak (Animal qui flaire sa
nourriture;

chien

qui

flaire

son

maître).

2.

Sezmek, sezinlemek, kokusunualmak (Flairer un


danger, un piège).

flaireur, euse s. ve ad. Burnu iyi koku alan, herşeyi


önceden sezinleyebilen.
flamand, e s. ve ad. 1. Flaman, felemenk. 2. er.
Flamanca, felemenkçe.
flamant er. hayb. Telli turna, flamankuşu.
flambage er. Alevden geçirme, aleve tutma,
alazlama, ütüleme (Flambage d'un poulet).
flambant, es. Alevli, tutuşan (Charbonflambant).
§ Flambant neuf: Yepyeni, gıcır gıcır (Une voiture
flambant

flambée,

crêpes

flambées,

bananes

flambées). 2. mec. tkz. Suya düşmüş, umut


kalmamış, yanmış, çuvallamış, boku yemiş (Cette
affaire est flambée.

Tues

un flambeau.

Marche aux flambeaux, retraite aux


2.

Şamdan

(Flambeau

d'or,

d'argent). 3. mec. Işık f L e flambeau de la foi, de la

vérité). $ Se passer le flambeau, se transmettre le


flambeau: Meşaleyi birbirine vermek, bir
geleneği yada şeyi hiç kesintiye uğratmadan
sürdürmek. 3. Yükselme; tırmanma,
flambée diş. 1. Çalı çırpı ateşi, harh ateş (Faire une
flambée

pour

(Flamber sa fortune). 3. Flamber qn: (Kumarda)


Birini soyup soğana çevirmek. 4. gsz. Tutuşmak,
alev saçmak, yanmak (La maison flambe comme
une torche.

se rechauffer).

2. mec.

Un bois qui

flambe).

S. Işıl ışıl
parlamak, kor gibi yanmak (Un soleil de juillet
flambait

au milieu du ciel). 6. Flamber pour: mec.

-için yanıp tutuşmak, -e karşı büyük bir istek


duymak.
flamberge diş. Kılıç. § Mettre flamberge au vent:
Kılıç çekmek; vuruşmaya hazırlanmak; savaşa
gitmek.
flamboiement er. Alev alev yanma, tutuşma,
alevlenme, panldama (Flamboiement
d'un
incendie,

du

soleil).

flamboyant, es. 1. Parıldayan, parıl parıl parlayan,


ışıldayan

(Epée

flamboyants,

flamboyante;

des

yeux

de

haine).

des regards flamboyants

2. Alev alev yanan, tutuşan, alevler içinde,


flamboyer gsz. 1. Alev alev tutuşmak, alev alev
yanmak, alevler saçmak (On voyait flamboyer
l'incendie au loin). 2. mec. Işıldamak, parıl parıl
parlamak, yalabımak (Des cristaux qui
flamboient

sous les lustres). 3. Flamboyer de q c h :

-den p a r l a m a k (Ses yeux

flamboyaient

de colère).

flamine er. (Eski Romalılarda) Papaz,


flamingant, e s. ve ad. Flamanca konuşan (La
Belgique

flamingante.
Un

flamingant).

flamme diş. 1. Alev, yalaz, yalaza (Flamme d'une


d'une

lampe).

2. C o ş k u , coşkunluk (Il

s'élança avec la flamme de la jeunesse).

3. Parıltı,

ışıltı (La flamme de son regard nous dévorait). 4. ç.


Yangın (Une maison dévorée par les flammes).

5.

Flama (Flamme de guerre). 6. Veteriner neşteri


(Saigner un cheval avec la flamme). 7. mec. Sevi,

sevgi, °aşk ateşi (Il lui a déclaré sa flamme. Il a fait


l'aveu de sa flamme). f Etre en flammes: Yanmak,
alev alev tutuşmak (Une maison enflammes).
flammé, e s. Alev gibi dalgalı (Une poterie en grès
flammé).

flambé).

flambeau er. 1. Meşale, 'yalaz, 'yanarca (Allumer


flambeaux).

poulet, un cochon de lait). 2. mec. Saçıp s a v u r m a k

bougie,

neuf).

flambart, flambard er. 1. Ucu yanık kömür, odun,


eksi, köseği. 2. Şen şakrak kimse. 3. Kalantor. §
Faire le flambard: Övünüp durmak, şişinmek,
palavra sıkmak, fiyaka satmak,
flambe diş. 1. Harlı ateş. 2. Eğri kılıç,
flambé, es. 1. Aleve tutularak pişirilmiş, alazlanmış
(Omelette

flanc

Patlama

(Flambée de colère).

flamber gçl. 1. Alevden geçirmek, aleve tutmak,


alazlamak, ütülemek (Flamber une volaille, un

flammèche diş. Kıvılcım (Des flammèches peuvent


causer
l'incendie).

flan er. 1. Bir çeşit pasta, turta (Les enfants adorent


les flans). 2. Maden pul. 3. hlk. Şaka, matrak,
ciddi olmayan şey, hava cıva (Tout ce qu'il dit,
c'est duflan). En être, en rester comme deux ronds
de flan hlk. Şaşırıp kalmak, hayretten dona
kalmak.
fiancer. I . B ö ğ ü r (Le.cheval se couche sur le flanc).
2. Y a n ; y a m a ç ( L e flanc d'un navire; le flanc d'une

montagne). 3. Ana göğsü, göğüs (Croit-on que


dans ses flancs un monstre

m'ait porté).

4. ask.

K a n a t , yan (Le flanc droit d'une armée). § A flanc


flancher

610

de: -in eteğinde, yamacında (A flanc de coteau).


Etre sur le flanc: Yatağa düşmek, sayrı düşmek,
sayrılanmak. Mettre qn sur le flanc: -i çok
yormak, bitkin düşürmek. Prêter leflancà qch: -e
yol açmak, çanak tutmak (Prêter le flanc à la
critique, à la médisance). Se battre les flancs:
Akıntıya kürek çekmek, boşuna uğraşmak. Tirer
au flanc: Kaytarmak, işten kaçmak,
flancher gsz. 'tkz. 1. Pes etmek, gevşemek,
direnmeyi b ı r a k m a k (Il semblait résolu, mais il a
flanché

au

dernier

çalışmamak

(Le

moment).

coeur

2.

du malade

Durmak,
a

flanché

brusquement).

flandrin er. Koca oğlan, iri yarı ama biraz saf ve


beceriksiz adam.
flâne diş. Dolaşma, gezip tozma (Aimer la flâne).
flanelle diş. Fanila (Mets ta flanelle). § Avoir les
jambes en flanelle: Pörsük bacaklı olmak,
flâner gsz. 1. Aylak aylak dolaşmak, gezip tozmak
(Flâner

dans

les rues).

2. O y a l a n m a k , dalga

g e ç m e k (Un élève qui flâne dans sa chambre


lieu de faire ses

au

devoirs).
flanquant

flaques des dernières

(Un homme

flasque).

flasque er. 1. (Eskiden) Barut kabı, barutluk. 2.


(Şimdi) Küçük düz şişe.
flatter gçl. 1. Dalkavukluk etmek, koltuklamak,
pohpohlamak, övgülere boğmak (Il flatte tout le
monde servilement).

une

colonne).

3 . -in

göstermek (Ce portrait

le bâtiment

A t m a k , fırlatmak (Ces jours-ci,

Les

central).

4.

il flanque tout en

l'air). S. Flanquer qch de qch: Bir şeyin yanına...


y a p m a k (Il a flanqué

son pavillon

d'un

affreux

garage). 6. Flanquer qch à qn: Birine... vurmak,


a ş k e t m e k , indirmek (Flanquer une gifle, un coup,
une volée à un enfant).

nouvelle

( Couleurs qui flattent les yeux. Douce musique

flatte de cette espérance).

qui

kapılmak

longtemp
qu'on le

§ Se flatter 1. Hayale

(La jeunesse

se flatte et croit

tout

obtenir). 2. Birbirini pohpohlamak (Ils ne cessent


pas de se flatter). 3. Seflatterde qch: -ile övünmek
(lise flatte de sa naissance).

4. Se flatter de f. qch:

-ceğini sanmak, -mek umudunda olmak, hayaline


immédiatement

flanquent

la flatte. Cette

flatte l'oreille). 5. mec. Teşvik etmek,


desteklemek, kolaylaştırmak (Flatteries vices, les
défauts, les manies). 6. Flatter qn de qch: Birini

kapılmak

le château en ruine.

(Flatterun

coiffure la flatte). 4. mec. Hoş gelmek, okşamak

deux tours qui flanquaient


qui

2. Eliyle okşamak

chien, un cheval). 3. Olduğundan daha güzel

yanında bulunmak, yan tarafında yer almak (Les


pavillons

averses).

flash [flaf] er. İng. 1. (Fotoğrafçılıkta) Çekim


lambası, ışıtaç, flaş. 2. (Sinema) Çarpıcı çekim. 3.
(Basında) Hemen verilen kısa haber, yıldırım
haber.
flash-back [flc fbak] er. İng. Geriye dönüş,
flasques. 1. Yumuşak, gevşek, pörsük, sölpük (Des
chairs flasques). 2. mec. Gevşek, güçsüz, kişiliksiz

-ile o y a l a m a k , u y u t m a k (Ilya

flânerie diş. Aylaklık, gezip tozma, boş gezme,


oyalanma.
flâneur, euse s. ve ad. Aylak, işsiz, boş gezen,
flanquer gçl. 1. (İstihkâmcılıkta) Yandan
berkitmek. 2. ask. (Bir birliğin) Yanını korumak
(Détachement

fléau

(Il

se
les

flatte

de

démasquer

hypocrites).

flatterieDalkavukluk,
koltuklama.

yaltaklık; pohpohlama,

flatteur, euse ad. 1. Dalkavuk, yaltakçı, pohpohçu,


koltukçu (Un vil flatteur. Le flatteur du peuple).

2.

s. Çekici, kandırıcı, oyalayıcı (Uneflatteuse erreur


emporte nos âmes). 3. s. İyimser, her şeyi günlük

7. Flanquer qch à qn:

güneşlik gösteren (Dresser un bilan flatteur de la

Birine... vermek, getirmek (Le treize lui flanquait

situation). 4. s. Hoşa giden, gurur okşayan (Votre

la chance. Il flanquait

la peur à tout le monde).

8.

Etre flanqué de qch: Yanında... bulunmak, -in


arasında b u l u n m a k (Le château
tourelle

à chaque

angle.

Une route

flanqué
d'une

flanquée

de

remblais). 9. Etre flanqué de qn: -in eşliğinde,


yanında olmak, -ile beraber bulunmak (Unejeune
fille flanquée

de sa mère). § Flanquer qn dehors, à

la porte: Birini dışarı atmak, kovmak, kapı dışarı


etmek. Se flanquer par terre: Düşmek, yere
düşmek. Ça flanque tout par terre: Bu her şeyi
berbat etti, bütün umutlan suya düşürdü, takımı
yatırdı.
flapi, es. tkz. Yorgun, bitkin (Nous sommes flapis).
flaque diş. 1. Birikinti (Une flaque d'eau). 2. Küçük
bataklık, su birikintisi (Le soleil pompait les

confiance

me paraît

très

flatteuse).

S. s. Güzel

gösteren, güzelleştiren, olduğundan güzel (Son


miroir lui renvoyait

une image

flatteuse).

flatteusement bel. Dalkavukça, koltuklayarak,


pohpohlayarak.
flatulence diş. (Barsaklarda) Gaz, gaz toplanması,
flatulent, e s. (Barsaklardaki) Gazdan ileri gelen
( Colique

flatuosité

flatulente).

diş.

causant du

(Barsaklarda)

Gaz

(Flatuosité
ballonnement).

flavescent, es. Sanyaçalan, sarımsı,


fléau er. 1. Harman dövmekte kullanılan ve birer
ucundan birbirine eklemlenmiş iki değnekten
oluşan döveç (Battre

le blé avec le

(Terazi) O k (Fléau d'une balance).

fléau).

2.

3. mec. A f e t ,
611

fléchage
felâket (Les fléaux de la nature. Le fléau de la

guerre, delapeste). 4. Can sıkıcı kişi yada şey, belâ


(Les moustiques

sont le fléau de cette

région).

fléchage er. Okla gösterme, ok dikme (Fléchage


d'un itinéraire).
f l è c h e ^ . 1. O k (Lancer une flèche avec un arc). 2.

Kapalı alay, iğneleme (Trépignements du public à


chaque flèche anticléricale). 3. O k işareti, ok (La
flèche sur le panneau indique le sens obligatoire:).

4. (Minare, kilise, kule gibi yapılarda) Külâh, ok


( Les flèches de la cathédrales 'élancent vers le ciel).

5. Araba oku, özek ağacı (La flèche d'une


charrette, d'un char). 6. (Saatlerde) Akrep. 7.
Domuz böğründen çıkarılmış yağ parçası. § La
flèche du Parthe: Son anda söylenen acı gerçek,
birinden ayrılırken yüreğine akıtılan zehir,
söylenen zehir gibi acı söz. En flèche: 1. Hızla, son
süratle (La voiture partit en flèche). 2. O k gibi,
dikine (Le pilote fit monter en flèche son avion).

Faire flèche de tout bois: Her çareye baş vurmak,


her yoldan yararlanmak. Partir comme une
flèche: Son süratle, ok gibi gitmek. Se trouver en
flèche: mec. (Bir topluluk yada partinin öbür
üyelerinden) Daha ilerde olmak, önde gitmek,
ileri gelenlerden olmak.
fléché, e s. Okla gösterilmiş, okla belirtilmiş
(Itinéraire

flemmarder gsz. tkz. Tembellik etmek, işten


kaçmak.
flemmardise diş. tkz. Tembellik, miskinlik,
flemme diş. tkz. Tembellik, miskinlik. § Avoir la
flemme: Tembel olmak, tembellik etmek,
çalışmayı sevmemek. Tirer sa
flemme:
Çalışmamak, hiçbir iş yapmamak,
fléole, phléole diş. bitb. Çayırotu.
İlet er. hayb. Dilbalığı, köpek-dili, dere pisisi,
flétan er. hayb. Tütünbalığı.
flétri, e s. 1. Solmuş, pörsümüş (Fleur flétrie). 2.
Kuru, yıpranmış (Visage flétri).
flétrir gçl. 1. Soldurmak, kurutmak (Le venta flétri
les fleurs. L'âge aflétri le visage de cette actrice). 2.

Üzmek, mutsuzluğa düşürmek (Le chagrin avait


flétri son âme). 3. Bozmak, kötüleştirmek (Une
vie misérable

flétrissait

itinéraire).

fléchette diş. Küçük ok, okçuk.

son art).

4. (Eskiden

hükümlülere) Dağ vurmak (En France,


flétrissait

les criminels

Lekelemek,
réputation,

gölge

sur l'épaule).

düşürmek

le nom, l'honneur

de

on

5.

mec.

(Flétrir

la

quelqu'un).

flétrissure diş. 1. Solma, solgunluk. 2. mec. Namus


lekesi, yüz karası,
flette diş. Mavna; kayık, sandal,
fleur diş. 1. Çiçek (Bouquet de fleurs). 2. Yapma
çiçek; çiçek resmi (Un chapeau à fleurs, tissu à
fleurs, assiette à fleurs).

fléché).

flécher gçl. Okla göstermek, ok işareti koymak


(Flécher un

fleurdelisé

3. kim. Çiçek (Fleur de

soufre: Kükürtçiçeği). 4. Söz bezeği, şürsel


sözlerle süsleme (Fleurs de rhétorique). 5.
Kaymak tabaka, seçkin bölüm, en iyi parça (La

fléchir gçl. 1. Bükmek (Fléchir le corps en avant, en


arrière, fléchir les genoux). 2. mec. Y u m u ş a t m a k
(Fléchir ses juges. Il a réussi à fléchir son père). 3.
mec. Yatıştırmak (Fléchir la colère, la rigueur, la

fleur d'une société, d'une civilisation, d'un art). 6.


(Bir şeyin) E n incesi (Fleur de farine, fleur de

fureur de quelqu'un). 4. gsz. Bükülmek, eğrilmek

Parlaklık, körpelik, tazelik. 9. ç. Küf (Fleurs de

chaux, de plâtre). 7. En parlak dönem, en güzel


d ö n e m (Il est dans la fleur de sa jeunesse).

(Son genou fléchit sous l'effort). 5. G e v ş e m e k , pes

vin, de vinaigre).

etmek, boyun eğmek (Sa détermination

d'une peau). § La fleur des poids: tkz. Kıyak


adam, şık ve yakışıklı erkek. La petite fleur bleue:
Aşırı duygusallık, duygunluk, romantiklik (Il est

fléchit

devant le danger). 6. D ü ş m e k , inmek (Les


fléchissent).

prix

fléchissement er. 1. Bükülme (Fléchissement des


genoux). 2. mec. Yumuşama, gevşeme. 3.
Düşme, inme (Fléchissement des cours en

10. (Köselede) Yüz (La

8.

épris de petite fleur bleue).

fleur

Fleur bleue: s. Çok

duyarlı, fazla romantik (Il est très fleur bleue). A


fleur de: Hizasında (Rochers

à fleur

d'eau).

Comme une fleur: Kolayca, rahat rahat, hiç

Bourse).
fléchisseur s. anat. 1. Bükücü (Les muscles
fléchisseurs). 2. er. Bükücü kas.
flegmatique s. 1. Flegmatik. 2. mec. Soğuk, ağır

güçlük çekmeden (Il est arrivé le premier

comme

flegmatiquement bel. Soğukça, ağırkanlıhkla.


flegme er. 1. Suyuk. 2. Balgam. 3. İmbikten ilk
çıkan damıtık, imbik ağzı. 4. mec. Soğukluk,
ağırkanlılık.
flegmon er. -» phlegmon.

une fleur).Avoir les nerfs à fleur de peau: Çok


çabuk sinirlenmek. Couvrir qn de fleurs, lancer
des fleurs à qn: Birini övgülere boğmak, övmek,
iltifatlar etmek. Etre en fleurs: Çiçeklenmek (Les
arbres sont en fleurs). Faire une fleur à qn: Birine
karşılık beklemeden bir iyilik yapmak. Perdre sa
fleur: Kızlığını yitirmek,
fleuraison—» floraison.

flémard,flemmard,es. vead. tkz. Tembel,miskin.

fleurdelisé, e s. Zambaklarla süslü, üzerinde

kanlı (Un garçon

flegmatique).
fleurer

612

zambak resmi bulunan (Un étendard fleurdelisé,


drapeau

fleurdelisé).

fleurer gsz. 1. Güzel kokmak, burcu burcu


kokmak, burcumak. 2. -kokmak (Le vent qui
fleure la

menthe).

fleuret er. 1. Kamçı kılıç, flöre. 2. Delgi,


fleurette diş. Küçük çiçek, çiçekcik. § Conter
fleurette à une femme: Bir kadına güzel sözler
söylemek, "iltifat etmek,
fleuri, e s. 1. Çiçek açmış, çiçekli, çiçeklenmiş
(Jardin

fleuri,

rameau

fleuri).

2.

Çiçek

resimleriyle süslü, çiçekli (Tissu fleuri, vase


fleuri). 3. Taze, körpe (Un teint fleuri). 4. Süslü
(Un style

fleuri).

fleurir gsz. 1. Çiçek açmak, çiçeklenmek (Les


arbres fleurissent). 2. Kızarmak, sivilce dökmek;
sivilcelerle, kıllarla kaplanmak (Son nez fleurit).
3. Çiçek gibi açmak, parlamak (Un sourire fleurit
sur son visage). 4. mec. Gelişmek, ilerlemek,
serpilmek (Un art qui fleurit, le commerce

fleurit).

5. gçl. Çiçeklerle süslemek (Fleurir un salon, une


tombe). 6. Fleurir qch de: -ile süslemek (Fleurir
une tombe de

chrysanthèmes).

fleurissant, e s. Çiçeklerle donanmış (Une forêt


fleurissante).

beau

fleuron
d'une

fleuronné, e s. 1. Çiçeksi süslerle süslenmiş. 2. bitb.


Çiçekciklerden oluşmuş; çiçekcikli.
fleuve er. 1. Nehir, ırmak (La Loire est le plus long
fleuve de France). 2. mec. Sel, akıp giden şey (Un
fleuve de sang, de larmes, d'êtres

humains).

flexibilité diş. Bükülgenlik, esneklik (Flexibilité


d'une

Korsanlık. 2. Hırsızlık,
flibustier er. 1. Korsan. 2. tkz. Hırsız, dolandırıcı,
flic er. hlk. Polis, aynasız.
flic flac ünl. tkz. (Suya batıp çıkarken çıkan ses)
Calp culp.
flingot,flingueer. hlk. Silah,
flinguer gçl. hlk. -in üzerine silahla ateş etmek, -e
ateş etmek. § Seflinguer:Silahla intihar etmek,
flint-glass er. Bir tür billur, has billur,
flirt er. 1. Flört (Avoir un flirt avec qn: -ile flörtü

olmak). 2. Kendisiyle flört yapılan kimse, oynaş,


sevgili (C'est son dernier

branche).

flexibles. 1. Bükülgen, esnek (Roseauflexible). 2.


mec. Uysal, hemen boyun eğen (Il a un caractère
flexible).

flexion
1. Bükülme; bükme (F/exiondu bras). 2.
dilb. Bükün,
flexionnel, le s. dilb. Bükünlü (Langue
flexionnelle).

flexueux, euse s. Yılankavi, eğri büğrü (Tige


flexueuse).

flexuosité diş. Yılankavilik, eğri büğrülük.


flibuster gsz. 1. Korsanlık etmek. 2. gçl. tkz.
Çalmak, aşırmak, araklamak,
flibusterie diş. 1. (Eskiden Amerika denizlerinde)

flirt).

flirter [flœRte] gsz. 1. Flört yapmak. 2. Flirter avec:


-ile flört yapmak, arası iyi olmak (Ministre qui
flirte avec l'opposition.
du bureau).

Il flirte avec une collègue

flirteur, euses. vead. Flörtçü, flört yapmayı seven,


çapkın (C'est un flirteur. Elle est assez
flirteuse).

floche s. Tüylü, havlı (Tissu floche). § Soie floche:


Bükülmemiş ipek.
floche diş. Küçük püskül, püskülcük.
flocon er. 1. Yumak, yumacık (Flocon de laine). 2.
(Tahıl) Ezme (Flocon d'avoine). § Flocons de
neige: Kuşbaşı kar. A gros flocons: Lapa lapa (Il
neige à gros

fleuriste ad. Çiçekçi; çiçek yetiştiricisi, çiçek


satıcısı.
fleuron er. 1. Çiçeksi süs (Fleurons d'une
couronne). 2. bitb. Bileşikgillerden olan çiçekleri
oluşturan küçük çiçeklerden her biri, çiçekcik. §
Le plus beau fleuron de qch: -in en değerli ve
yararh parçası (Le plus
collection).

florence

flocons).

floconner gsz. Yumaklanmak, yumak yumak


olmak.
floconneux, euse s. Yumak halinde, yumak yumak,
yumak gibi (Des nuages
dans le ciel).

floconneux

passaient

floculation
(Bir sıvıda) Yumak yumak çökelme,
flonflon er. 1. Nakarat, ara nağme. 2. Nefesli
sazlarla çalınan halk havaları (Les flonflons d'un
bal de village).

flop er. 1. (Düşme sesi) Pat. 2. argo. Başarısızlık. §


Faire flop: 1. Pat diye düşmek. 2. Başarısızlığa
uğramak.
flopée diş. hlk. Çok, bir sürü (Il a une flopée
d'enfants).

floraison diş.

1.

Çiçeklenme,

çiçek

açma

(Floraison des arbres fruitiers). 2 .mec. Gelişme,


serpilme (Une floraison de talents. Floraison d'un
art).
floral, e s. Çiçeğe değgin, çiçekle ilgili (Exposition
florale.

Les organes floraux).

§ Jeux floraux:

Toulouse kentinde düzenlenen yazın yarışması,


floralies diş. ç. Çiçek sergisi,
flore diş. bitb. Bitey, bitki örtüsü, bir ülkede yetişen
bütün bitkiler, "flora,
floréal er. Fransız devrim tarihinin sekizinci ayı (20
Nisan-19 Mayıs),
florence diş. 1. İnce tafta. 2. Balıkçıların olta
iğnesini bağlamakta kullandıktan bir tür sert kd.
613

florès
florès er. Faire florès: Parlamak, başarı sağlamak
(Balzac fait florès plus que

jamais).

floricole s. Çiçekler üstünde yaşayan

(Insecte

floricole).

floriculture diş. Çiçek yetiştirme, çiçekçilik.


floridées diş. ç. bitb. Kızılsuyosunları.
florifère s. 1. Çiçekli (Tige florifère). 2. Çiçeği bol
(Plante

florifère).

florilège er. Güldeste, "antoloji, seçme şiirler,


* seçki,
florin er. Florin.
florissant, es. 1. Eksiksiz, zengin dört başı bayındır,
parlak (Pays florissant). 2. Gelişmiş, ilerlemiş,
gelişkin

(Commerce

florissant).

3. Çok

iyi,

fluide
une sauce

flottarde).

flotte diş. 1. (Denizcilikte) Donanma; filo (Flotte de


guerre, de commerce). 2. (Havacılıkta) Filo
(Flotte aérienne). 3. Olta ve balık ağı mantarı. 4.
Şamandıra. 5. hlk. Yağmur (Il tombe de la flotte).
6. hlk. Su (Piquer une tête dans la flotte. Boire de la
flotte).

flottement er. 1. (Su yüzünde) Yüzme. 2.


Dalgalanma, kaynaşma (Il se produit un certain
flottement
dans l'Assemblée).
3. Kararsızlık,
"tereddüt, ikircim (On observe du flottement dans
la conduite de cet homme).

flotter gsz. 1. Su yüzünde kalmak, yüzmek (Le


bouchon flotte sur l'eau).
2. Dalgalanmak

(Le

diyecek yok (Santé florissante). 4. Sağlıklı (Un

drapeau flotte) 3. Dalga dalga kımıldamak,

teint

o y n a m a k , gezinmek ( Un vague sourire flottait sur

florissant).

flot er. 1. Dalga (Les flots de la mer, d'un lac). 2.


Deniz kabarması. 3. ç. Deniz (Flots tranquilles,
agités, écumeux). 4. mec. Sel (Flot de sang, flot de

son visage). 4. Gevşek durmak, askıda durmak,


sallantıda olmak (Nos couronnes flottent sur nos
têtes). S. Flotter entre: a) İkisi arası bir şey olmak

larmes). S.mec. Akın, üşüşme, sel gibi akma(Flot

(Lafinesseflotteentre

de voyageurs, flot de lumière). 6. Yığın, kalabalık


(Laisser sortir le flot des employés). 7. Büyük
miktar, birsürü (Un flot de souvenirs, d'idées). § A

Arasında kararsızlık geçirmek, tereddüt etmek,

flots, à grands flots: Bol, su gibi, sel gibi, çok

yağıyor). 7. gçl. (Kereste tomruklarını) Suya


salarak taşımak (Flotter du bois). § Bois flotté:
Suyun sürükleyip getirdiği ağaç, sel kütüğü,
flotteur er. 1. Suda tomruk sallannı güden işçi. 2. Su

(Dans cette entreprise l'argent coule à flots.

Le

soleil entre à flots). Etre à flot: 1. Su üstüne


çıkmak, yüzmek (Le navire est à flot). 2. mec. tkz.
Yalıya çıkmak, işleri yoluna girmek, tehlikeli
durumu kalmamak. Mettre, remettre qn, qch à
flot: 1. Yüzdürmek, su yüzüne çıkarmak
(Remettre

un bateau à flot). 2. İşlerini yoluna

koymak, tehlikeden kurtarmak, yalıya çıkarmak


(Il m'a remis à flot. Remettre une entreprise à flot).

Se remettre à flot: İşlerini yoluna koymak, işleri


yeniden düzelmek,
flottable s. 1. Üstünde tomruk yüzebilir (Cours
d'eau flottable). 2. Su üstünde yüzebilen,
batmayan (Bouéeflottable).
flottage er. Kereste tomruklarının suyun akıntısına
salınarak taşınması. § Flottage à bûches perdues:
Tomruklan teker teker suya salıp taşıma. Flottage
en trains: Tomruklan sal biçiminde bağlayıp suya
salarak taşıma,
flottaison diş. (Gemide) Su kesimi (Ligne de
flottaison).

flottant, e s. 1. Su üstünde yüzen, yüzer (Glaces


flottantes,
bois flottants,
Dalgalanan
(Cheveux

îles flottantes). 2.
flottant,
étendards

flottants). 3. mec. Dalgalı, oynak (Dettes


flottantes). 4. Kararsız, çabuk değişen, bir anı bir
anına uymayan (Un caractère flottant).
flottard, e s. ve ad. argo. 1. Denizcilik okulu
öğrencisi. 2. Suyu bol, çok sulu (Un café flottard,

le vice et la vertu), b) (İki şık)

sallanmak (Il flottait entre le oui et le non). 6.


Kişisiz. hlk. Y a ğ m u r yağmak (Il flotte:
Yağmur

yüzünde yüzen cisim, şamandıra,


flottille diş. Flotilla (Une flottille de pêche, de
canots).

flou er. Kapalılık, anlaşmazlık, belli belirsizlik (Le


flou d'une

pensée).

flou, e s. Kapalı, belli belirsiz, buğulu, donuk (Une


idée

floue).

flouer gçl. tkz. Çalmak, aldatmak, dolandırmak (Il


floue

tout

le monde).

§ Se laisser

flouer:

Dolandınlmak, aldatılmak,
flouve diş. bitb. Kokulu çayırotu, kokulu yonca,
fluctuant,es. 1. Çalkanan,çalkantılı.2.hek. Oynak
(Tumeur fluctuante). 3. Sık sık değişen, oynak
(Prix fluctuants. Idées fluctuantes).
est fluctuant dans ses idées).

4. Kararsız (Il

fluctuation diş. 1. Çalkanma, çalkantı, değişip


durma, oynama (Les fluctuations des prix, du
marché, de la Bourse).
2. Kararsızlık
fluctuations d'un esprit inquiet).

(les

fluctuer gsz. 1. Dalgalanmak, çalkanmak. 2. Sık sık


değişmek, oturmamış olmak,
fluer gsz. Akmak.
fluet, tes. 1. İnce, narin (Elle a des doigts fluets). 2.
Zayıf, ince (Une voix fluette).
fluides, X.fiz. Akışkan (Huile très fluide). 2. Akıcı,

su gibi akan, kolay yakalanmaz (Pensée fluide). 3.


fluidifier

614

foin

Kesin olmayan, elden kolayca kaçabilir (Une

les aspirations

situation politique fluide) A. er. Akışkan madde.§

focaliser sur qch: -üzerinde durmak, -üzerine

Avoir du fluide: Önsezisi olmak, geleceği


önceden kestirme yetisi olmak,
fluidifier gçl. Akışkanlaştırmak, akışkan hale
getirmek.
fluidité diş. 1. Akışkanlık (Fluidité d'un liquide). 2.

fôene, fœne diş. Zıpkın.


fœtal, es. Dölüte değini, *dölütsel, ceninle ilgili,
fœtus er. Dölüt, "cenin.
foi«% 1. İnan, °iman (Il a perdu la foi. J'ai la foi. Il

Akıcılık (La fluidité d'une

mélodie).

fluor er. kim. Flüor.


fluorescence diş. fiz. bitb. Flüorışı, flüoresans,
*ışımrlık.
fluorescent, es. fiz. bitb. Flüroışıl, flüoresan *ışmır.
flush Ifloef] er. (Pokerde) Renk, flöş (Quinte
flush).

de toutes les tendances).

yönelmek (Se focaliser sur les points

§ Se

essentiels).

voit tout avec les yeux de la foi). 2. Din (La foi


musulmane.
Confesser
une foi
nouvelle.

Répandre la foi). 3. Söz, verilen söz, °vaad (Il a


violé sa foi). 4. Bağlılık, "sadakat (Aucun de tes
amis ne t'a manqué defoi). S. Güven, bel bağlama,
inanma (lia trahi ma foi en lui). § La bonne foi: İyi
niyet. La mauvaise foi: Kötü niyet. Profession de
foi: Kanış ve inanç açıklaması. Digne de foi:
Güvenilir, inanılabilir (Un homme digne de foi).
De bonne foi: 1. İyi niyetli (Un homme de bonne
flûte diş. 1. Flüt (Jouer de la flûte) .2. Baston ekmek.
3. ç. Bacaklar. 4. (Eski) Savaş gemisi. 5. İnce, dar,
uzun ayaklı bardak (Une flûte à Champagne). 6.
uni. Tüh, hay Allah kahretsin, yuh! (Flûte, j'ai
perdu mon stylo!). § Flûte de Pan: Musikar
denilen ve yan yana dizilmiş bir sıra düdükten
oluşmuş çalgı, ağız armonikası. Etre du bois dont
on fait des flûtes: Her kalıba, her boyaya girmek,
her şeye eyvallah demek. Jouer des flûtes:
Koşmak. Se tirer des flûtes: Tabanları yağlamak,
kaçmak.

femme de mauvaise foi, elle est de mauvaise foi). 2.

flûté, e s. Tatlı ve ince (Une voixflûtée).


flûteau, flûtiau er. 1. Oyuncak flüt. 2. bitb.
Kazayağı.
flûtergsz. 1. Flüt çalmak. 2. (Karatavuk) Ötmek. 3.
hlk. Kafayı çekmek, içmek,
flûtiste ad. Flütçü, flüt çalan,
fluvial, e s. Irmağa değgin, nehirle ilgili (EMU

en: -e güvenmek, inanmak (J'aipleine foi en lui.

fluviale, pêche

fluviale).

fluviatile s. Akarsularda yetişen, ırmaklarda


yaşayan.
flux er. coğr. 1. (Denizde) Kabarma. 2. fiz. Akı,
akım (Flux magnétique,

flux électrique).

3. hek.

Akış, akma, gelme (Flux de sang dans la


dysenterie. Flux menstruel).
4. mec.
çokluk (Flux de paroles, de protestations).

Bolluk,
S.mec.

Yükseliş, çıkış, yükselme (Le flux et le reflux des


événements).

fluxion diş. hek. (Vücudun herhangi bir yerinde)


Kan yürümesi, kan toplanması, şişme, şiş.
fluxmètre er. Manyetik akı ölçmeye yarayan alet,
*akıölçer.
fob tic. huk. Gemide teslim, fob (Vente fob).
foc er. (Gemi yelkenlerinden) Flok.
focal, e 1. s. Odağa değgin, odaksal. 2. diş. Odak
( Objectif à focale

variable).
focaliser gçl.
1. Bir odakta
toplamak,
"odaksallaştırmak. 2. mec.
Aynı yönde
toplamak, bir noktada yoğunlaştırmak (Focaliser

foi, il est de bonne foi). 2. İyi niyetle (Agir de

bonne foi). De mauvaise foi: 1. Kötü niyetli (Une


Kötü niyetle (Agir de mauvaise foi). En foi de
quoi: Buna dayanarak (Enfoi de quoi, j'ai signé le
présent certificat). En toute bonne foi: İçtenlikle,
hiçbir kötülük düşünmeden. Ma foi, par ma foi,
sur ma foi: Vallahi, inan olsun! Sous la foi du
serment: And içerek. Sur la foi de: Tanıklığı
üzerine, -in söylediklerine dayanarak, bakarak
(Il a été condamné sur la foi des témoins). Avoir foi
Un jeune qui a foi en l'avenir). Ajouter foi à qch: -e

inanmak, güvenmek. Faire foi: Geçerli olmak,


"muteber sayılmak (C'est le texte seul qui fera foi).

Faire sa profession de foi: İnancını, kanısını açıkça


belirtmek. Jurer sa foi: And içmek, and içerek
söylemek. N'avoir ni foi ni loi, être sans foi ni loi:
Dini imanı olmamak, vicdansız olmak,
foie er. Karaciğer. § Avoir des jambes en pâté de foie:
tkz. Pörsük bacakları olmak, bacakları çok
yumuşak olmak. Avoir les foies: hlk. Çok
korkmak, ödü bokuna karışmak. Se manger, se
ronger les foies: İçi içini yemek, bir sürü kaygüar
duymak, çok kaygdanmak.
foie-de-boeuf er. Ökse mantarı,
foin er. 1. Kuru ot (Il a mis du foin dans les râteliers).
2. (Enginarda) Tüy (Foin d'artichaud). 3. ç.
Biçilecek ot (Couper les foins, faire les foins: Ot

biçmek). § Bête à manger du foin: Çok aptal,


eşeğin teki. Avoir du foin dans ses bottes: Hali
vakti yerinde olmak, zengin olmak. Faire du foin:
hlk. Rezalet çıkarmak, bağırıp çağırmak,
kıyamet koparmak,
foin ûnl. (Eski) Yuf olsun,eksik olsun, olmaz olsun
(Foin de la richesse, s'il faut l'acquérir à ce prix-).
615

foi rail
foirail er. Panayır yeri.
foire diş. 1. Panayır (Foire aux bestiaux). 2. Sergi,

follement
chaux).

3. Bolluk, çokluk, zenginlik

foisonnement

de

(Un

trouvailles).

La foire de

foisonner gsz. 1. Çok bol olmak, çok olmak, dolup

Paris). 3. hlk. Sürgün, ishal. 4. Çok gürültülü yer,


ahır gibi yet (C'est une foire, ici). § Acheter qch à la
foire d'empoigne: Çalmak, aşırmak, araklamak.
Avoir la foire: 1. İshal olmak, sürgün olmak. 2.
Korkudan donuna yapmak. Faire la foire: hlk.
Cümbüş yapmak, âlem yapmak, yiyip içip keyfine
bakmak.
foirer gsz. 1. hlk. Sürgünü olmak, karnı sürmek,
ishal olmak. 2. Laçka olmak, tutmamak (Ecrou

taşmak (Les lapins foisonnent en Australie. Cette


année les fruits foisonnent). 2. Hacmi artmak (La
chaux mouillée foisonne). 3. Foisonner de qch, en

fuar (La Foire internationale d'İzmir.

qui foire.

Vis qui foire).

3. mec. K o r k m a k , üç

buçuk atmak. 4. tkz. Son anda çuvallamak,


başaramamak, elden kaçırmak. § Foirer dans son
froc, dans son fourreau: argo. Korkudan donuna
yapmak.
foireux, euses. ve ad. hlk. l.tshal olmuş. 2. Korkak,
ödlek, tabansız. 3. tkz. Zokayı yemiş, kıç üstü
oturmuş, fena halde yenilmiş,
fois diş. Kez, "defa, "kere (On mange trois fois par
jour. Trois fois quatre font douze).

Aynizamanda;hem...hem

§ A la fois: 1.
(Ilestàlafoissévèreet

juste) 2. Aynı anda (Ne parlez pas tous à la fois. Il


fait deux choses à la fois). A chaque fois que, toutes

les fois que: Ne zaman... se (A chaque fois que


l'orateur lançait le bras en avant, elle s'Élançait elle
aussi. Toutes les fois qu'il me rencontre, il me

demande de l'argent). Des fois: Bazen, kimi kez


(Ici, les orages sont des fois très violents).

Encore

une fois: Bir kez daha. La prochaine fois: Gelecek


defa. En une fois: Bir defada, bir kerede (Payeren
une fois). Il était une fois: Bir varmış bir yokmuş,
evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Pour la
première fois: tik kez, ilk olarak. Une fois: 1. Bir
gün, bir defasında. 2. Eskiden, geçmişte, vaktiyle
(Il y avait une fois une princesse nommée

Blanche

Neige). Une fois pour toutes: İlk ve son olarak;


kesin olarak. Une bonne fois: Kesin olarak. Une
fois que: -ir, -mez; -di mi ( Une fois qu'il a décidé
quelque chose, rien ne peut l'en faire démordre:
Bir şeye karar verdimi, artık hiçbirşey onu bundan
caydıramaz ).

foison diş. Büyük miktar, çok sayı, bolluk, çokluk


(Un commentaire

illustré par

une foison

de

citations). § A foison: Bol bol, çok, istemediğn


kadar, tümen tümen (Il y avait là des livres à
foison).

foisonnant, e s. Foisonnant de qch: -bakımından


zengin (Forêt foisonnante
foisonnant
d'images).

de gibiers.

Poète

foisonnement er. 1. Bollaşma, çoğalma. 2. Hacmi


artma, hacim artması (Foisonnement de la

qch: -bakımından zengin olmak (Notre littérature


foisonne
foisonne
en poètes de valeur.
d'idées
ingénieuses).

Ce

romancier

fol, folle —> fou.


folasse s. tkz. Kaçık, terelelli, dengesiz,
folâtre s. 1. Şen, şakrak, delişmen (Un enfant
folâtre).

1. Delice, çılgınca (Une gaieté

folâtre).

folâtrer gsz. Gülüp oynamak, eğlenmek, şakalar


yapıp eğlenmek (Les enfants folâtraient
prairie).

dans la

folâtrerie diş. Gülüp oynama, eğlenme, şakraklık,


şaka.
foliacé, e s. Yapraksı, yaprağı andıran, yaprağa
benzer.
foliaires. Yaprağa ait, yapraksal (Glande foliaire).
foliation diş. Yaprak dizimi; yapraklanma,
folichon, nes. tkz. Şen, şakrak, şakacı, matrak,
folichonner gsz. tkz. Gülüp oynamak, eğlenmek,
matrak geçmek, gırgırla vakit geçirmek,
folichonnerie diş. Gülüp oynama, eğlenme matrak
geçme, gırgırla vakit geçirme,
folie diş. 1. Delilik (Accès de folie. Sa passion
confine à la folie). 2. Çılgınlık (lia passé l'âge des
folies. Folies de la jeunesse). 3. H a t a , aptallık (J'ai
fait une folie). 4. Savurganlık (Vous avez fait une
folie en vous offrant ce cadeau). 5. T u t k u , aşırı
sevgi (Sa folie, c'est la musique). § A la folie:

Delice, çılgınca, pek çok (Je l'aime à la folie).


Avoir la folie de qch: -e çok düşkün olmak, -e karşı
tutkusu olmak (Ilala folie des vieux livres). Dire

des folies: Saçma sapan sözler söylemek. Faire des


folies: 1. Çılgınlıklar yapmak, ipe sapa gelmez
şeyler yapmak. 2. Büyük paralar harcamak, çok
masrafa girmek (Il fait des folies pour décorer sa
villa).

folié,es. bitb. Yapraklı.


folio er. (Basımcılıkta) Sayfa numarası (Changer les
folios).

foliole diş. Küçük yaprak, yapracık.


folioter gçl. (Defter yada kitabın) Sayfalarını
numaralamak, sayfa numaralarını koymak,
folklore: er. Halkbilim, folklor,
folkloriques. Halkbilimsel, folklora değgin,
folkloristead. Halkbilimci, folklorcu,
folle —> fou
follement bel. Delice, delicesine, çılgınca (Il est
follement

amoureux).
follet

616

follet, t e s . vead. 1. Delişmen (Une petite follette).


Peri, şeytan (Le follet fantastique

2.

erre sur les

roseaux). § Esprit follet: Cin, peri, ev perisi. Feu


follet: Hafif alev, bir gaz parlamasmdan
birdenbire çıkan alev. Poil follet: 1. Çenede çıkan
ilk tüyler, ayva tüyü. 2. Yavru kuş tüyü. Etre
comme un feu follet: Parlak ama güvenilmez
olmak.
folliculaire er. 1. Gazeteci taslağı, "varakpareci. 2.
s.anat. Keseciğe değgin,
follicule er. 1. Badıç. 2. anat. Kesecik,

fomentateur, trice ad.


(Fomentateur

de

professionnel

de

Kışkırtıcı, düzenleyici

querelles,

un

fomentateur

(Fomentation

chaude).

2. mec.

des haines, des

Kışkırtma

(La

troubles).

fomenter gçl. 1. Sıcak lapa vurmak, lapa çekmek. 2.


mec.

Kışkırtmak

(Fomenter
des

troubles,

la

révolte).

en fonction

de la

développement

de

l'établissement

l'enfant

est fonction

des connexions

de

nerveuses).

Faire

fonction de: 1. -lik etmek, -görevi yapmak (Il fait


fonction de directeur). 2. -in yerini tutmak, -işi
g ö r m e k ( Ce rideau faitfonction

de volets). Quitter

ses fonctions: Emekliye ayrılmak,


fonctionnaire ad. Görevli, devlet memuru, memur,
fonctionnalisme er. İşlevsellik; işlevselcilik.
fonctionnariser gçl. Memurlaştırmak; devlet
médecins,

çevirmek

le personnel

(Fonctionnariser

d'une

les

entreprise).

fonctionnarisme er. Memur egemenliği; memur


kafası, memur anlayışı,
fonctionnel, le s. 1. mat. Fonksiyonel, "işlevsel
(Calcul
fonctionnel).

2.

Vücut

görevlerine

değgin, bir organın çalışmasıyle ilgili (Troubles

fonçage er. X. Dip geçirme, dip tahtası takma (Le


fonçage

d'un tonneau).

2. K a z m a (Le

fonçage

d'un puits). 3. (Rengi) Koyulaştırma,


foncé, e s. Koyu renk, koyu (Bleu foncé,
foncé, peau
(Foncer

un tonneau).

2. K a z m a k (Foncer

puits). 3. Koyulaştırmak (Foncer une teinte.


ses cheveux).

d'un

organe).

3. İşlevsel, bir işe

yarayan, bir amaca hizmet eden (Architecture


éducation

fonctionnelle,

meubles

fonctionnels).

fonctionnement er. Çalışma, iş görme, görev

foncée).

cheveux ont foncé.

fonctionnels
fonctionnelle,

rouge

foncer gçl. 1. Dip geçirmek, dip tahtası takmak


foncé

intérêts. Régler une longue-vue

distance). Entrer en fonctions: Bir mesleğe


girmek, bir işe yerleşmek. Etre fonction de qch:
-bağlı olmak, -ir sonucu olmak
(Le

memurluğuna

troubles).

fomentation diş. 1. hek. (Eski) Lapa vurma


fomentation

fond

4. gsz.

un
Ellea

Koyulaşmak

yapma, işleme (Le fonctionnement


fonctionnement

mécanisme).

fonctionner gsz. İşlemek, çalışmak, iş görmek (Une

(Ses

machine fonctionnant

La lumière grise fonçait peu à

organe qui fonctionne

peu). S. gsz. Hızla gitmek, dalmak (Ilfonce à cent

d'un organe; le

d'une affaire, d'un

sur le courant alternatif.

Un

mal).

fond er. 1. D i p ( L e fond de la mer, d'un puits,

d'un

à l'heure dans les virages). 6 . Saldırmak (Cette bête

tonneau, d'un verre). 2. Zemin, dipyüzey (Le


veut foncer mais n'ose pas). 7. Foncer s u r q n : -e

fond d'un tableau).

saldırmak,

scène). 4. D i p t e kalan şey, dip (Boire le fond

-in üzerine

(Foncer suri

atılmak,

çullanmak

'ennemi).

fonceur, euse s. ve ad. tkz. Korkusuz, gözünü


budaktan sakınmayan, vur deyince öldüren,
foncier, ère s. 1. Araziye değgin, toprağa değgin
(Impôt foncier,

propriétaire

foncier).

esas, başlıca (Ses qualités foncières


pas au premier

2. T e m e l ,
n'apparaissent

abord).

foncièrement bel. Köküne kadar, sapına kadar (Il


est foncièrement

honnête).

fonction diş. 1. Görev, memuriyet (Une


très bien rémunérée.

Se démettre de ses

fonction
fonctions).

3. D i p taraf (Le fond

bouteille).

5. Temel, esas (Le fond

nourriture,

ce sont des pommes


kapsam, içerik (Le fond

de terre). 6. Öz,

8 . huk. Esas (Le fond

tribunal s'est prononcé

de

de sa

d'un exposé,

roman) . 7 . Derinlik ( / / n ' y a pas assez


plonger).

d'une

du procès.

sur le fond).

d'un

defondpour
Le

§ Article de

fond: Başyazı. Course defond: Mukavemet yarışı.


Le fin fond: En ücra yer, en uzaktaki yer. La lame
de fond: Dipten gelen dalga, alttan gelen hareket
(La lame defond
l'Assemblée

a presque totalement

lors des élections).

renouvelé

Le fond de tiroir:

Etre promu à

Elde kalan son çare. A fond: Derinliğine;

une nouvelle fonction). 3. İşleyiş, işleme, çalışma

tamamıyla (Etudier un problème à fond. Il connaît

(Fonctions

à fond la vie des sultans). Au fond, dans le fond:

2. M e vki ( L e titulaire d'unefonction.

fonction
du foie, du cœur).

4. İşlev, rol (La

du volant est de commander

la

direction

Aslında, gerçekte (On l'a blâmé, mais au fond il

du véhicule). 5. mat. Fonksiyon, "işlev (Fonction

avait raison). Au fond de: -in dibinde (Au fond de

algébrique,

lamer). A fond de train: Bütün hızıyla, tek saniye


yitirmeden.
Du
fond
de:
-dibinden,
derinliklerinden. Du fond du cœur: İçten,

fonction

mathématique).

En

fonction de: -e göre, -e bağlı olarak, -in


değişikliklerine uyarak (Agir en fonction de ses
fondamental

617

yürekten (Je vous remercie du fond du cœur).

fonds

De

la force. Il fonde de grands espoirs sur son fils). 4.

fond en comble: Tepeden tırnağa, baştan aşağı,

Etre fondé à f. qch: -mekte haklı olmak, -meye

tamamıyla (Sa maison a été détruite de fond

hakkı olmak (Il est fondé à prétendre que tu abuses

en

comble). Aller jusqu'au fond des choses:


Olayların derinliklerine inmek. Envoyer qch par
le fond: Batırmak, denizin dibini boylatmak
( Envoyer un navire par le fond). Faire fond s u r : -e

güvenmek, inanmak,
fondamental, e s. 1. Temele değgin (Pierre
fondamentale). 2. mec. Başlıca, temel, esas, belli
başlı, ana (L'idée fondamentale

d'un

système).

fondamentalement bel. 1. Tamamıyla, baştan aşağı,


tepeden tırnağa (Modifier fondamentalement un
système). 2. Temelden, esastan, özden (Deux
conceptions fondamentalement

opposées).

fondant, es 1. Ağızda eriyiveren ( Poires fondantes,


bonbons fondants). 2. Ergimeyi sağlayan, ergitici
( La température

de la glace fondante

est le zéro de

l'échelle centésimale). 3. er. Fondan, şekerleme.


4. er. Ergitici (Alumine,
comme

chaux,

silice
utilisées

fondant).

fondateur, trlce ad. 1. Kurucu (Fondateur d'un


empire, d'une ville, d'une société commerciale).

Bağışta

bulunan,

bağışçı

(Fondateur

2.

d'un

hôpital).

de sa confiance).
(Pour

affirmer

arguments

§ Se fonder sur: -e dayanmak


cela, tu dois te fonder

des

fonderie diş. 1. Dökümcülük, dökmecilik. 2.


Döküme vi, dökümhane.
fondeur er. 1. Dökümevi sahibi. 2. Dökümcü,
dökmeci (Fondeur de

canons).

fondeuse diş. Döküm makinası.


fondoir er. (Kanarada) Yağ eritme yeri.
fondre gçl. 1. Eritmek; ergitmek (Le soleil a fondu
la neige. Fondre un métal, du beurre, du

minerai).

2. (Bir sıvı içinde) Eritmek (Fondre du sucre, du


sel dans l'eau). 3. Dökmek, dökümünü yapmak
(Fondre

une statue,

d'imprimerie).

une cloche,

4. mec.
des

Kaynaştırmak

caractères
(Fondre

deux sociétés). 5. Yumuşatmak, ölgünleştirmek


(Fondre des couleurs).
fond

à zéro

casserole).
(Comme

degré.

7. gsz.

elle a fondu!

kilos en trois mois).

6. gsz. E r i m e k (La glace


Le

mec.

beurre

fond

dans

la

Zayıflamak, erimek

Ma mère a fondu

de cinq

8 . gsz. Ç ö k m e k , yıkılmak,

g ö ç m e k (Et la terre fondra,

fondation diş. 1. Temel ( Creuser les fondations d'un


édifice). 2. Kurma, kurulma, "tesis (La fondation

sur

solides).

et on tombera

en

regardant le ciel). 9. gsz. Erimek, tükenmek,


hemen bitivermek, geçmek (L'argent lui fond

d'un parti, d'un ordre religieux,

d'une cité). 3.

dans les mains. Toute sa fatigue avait fondu dans le

Vakıf (La Fondation

§ Fondations

sommeil).

Thiers).

10. gsz. Fondre sur: -e saldırmak,

pieuses: Evkaf. Etablir une fondation: Bir vakıf


kurmak.
fondé, e s. 1. Haklı, usa yatkın (Une accusation

üzerine çökmek, atılmak, çullanmak (Fondresur


l'ennemi). § Fondre en larmes: İki gözü iki çeşme
ağlamak. § Se fondre: 1. Erimek, sıvı haline

fondée). 2. Fondé sur: -e dayanan, -e dayalı (Une

gelmek (La cire se fond au feu). 2. Birleşmek,

idée fondée sur des bases solides). 3. E t r e fondé à f .

k a y n a ş m a k (Maison

qch: -mekte haklı olmak, -meye hakkı olmak

dans telle autre, avec telle autre). 3. Yitip gitmek

(Puisque tu ne paies pas tes dettes, je serais fondé à

fondé de pouvoir er. huk. "Vekil, yetkili kılınmış


kimse.
fondé de procuration er. Ticari mümessil,
fondement er. 1. Temel (Les fondements
fondements

d'un

empire).

2.

Ana

d'une

ilke

d'une théorie, d'un système).


Kıç, m a k a t (Il en éprouvait

qui se fond dans la

qui se

fond

brume).

fondrière diş. 1. (Toprakta) Çatlak, yarık, iz; su

te les réclamer par voie de justice).

maison,

(Silhouette

de commerce

(Les
3.

tkz.

un mal affreux

au

birikintisi (L'averse avait creusé des fondrières

sur

la route).

fonds er. 1. Toprak, tarla. 2. "Ticarethane,


tecimevi; işletme (Il est propriétaire d'un

fonds).

3. (Büyükçe bir) Para, meblağ (Il a un fonds). 4.


A n a m a l , s e r m a y e (Il a mangé son fonds avec son
revenu).

5. Ö z , esas, t e m e l (Ce garçon a un fonds

fondement). § Sans fondement: Asılsız, gerçek

de santé robuste). 6. mec. Zenginlik, varlık (Cet

olmayan (Une accusation sans fondement).

homme

Jeter,

a un grand fonds
d'érudition).

7. Eski

poser les fondements de qch: -in temelini atmak;


esasını kurmak,

kaynaklar, eski el yazmaları (Le fonds d'une


bibliothèque).
8. tic. Ambardaki mal, stok,

fonder gçl. 1. -i kurmak (Fonder un système, un


Etat, la démocratie). 2. Bulmak, yaratmak,

birikim. 9. tic. "Şirket sermayesi, ortaklık


anamalı. 10. tic. Özel yatırım, belirli bir iş için
gerektikçe ödenmek üzere ayrılıp işletilen para. §
Fonds d'amortissement: Aşınma payı yedeği.
Fonds de commerce: Tecimevi. Fonds de garantie:

"keşfetmek (Einstein a fondé la relativité

restreinte

et généralisée). 3. Fonder qch sur: Bir şeyi -e


dayandırmak, bağlamak (Fonder son pouvoir sur
force

6X8

fondu
İnancalık, "teminat akçesi. Fonds d'emprunt:
*Ödünç verme ayırcası, "ikraz fonu. Fonds de
renouvellement: Yenileme ayırcası, "tecdit fonu.
Fonds de réserve: Yedek anamal, yedek para.
Fonds de roulement: Döner anamal; işletme
anamalı,"döner sermaye. Fonds de l'Etat: Devlet
"tahvili. Fonds secret: Örtülü ödenek. Lefonds
monétaire international: Uluslararası para fonu.
Etre en fonds: Elinde kuru parası olmak. Prêter à
fonds perdus: Ödemeyecek birine yada bir yere
ödünç vermek,
fondu, es. 1. Erimiş (Neigefondue). 2. Dökülmüş,
dökme olarak yapılmış (Statue fondue). 3.
(Renklerde) Derece derece yumuşayan (Des tons
fondus). 4. er. (Renklerde) Derece derece
ölgünleşme, yumuşama. 5. er. (Sinemacılıkta)

olmak.
football er. Ayaktopu, "futbol (Match de football,

Açılma-kararma
(Fondu
à
l'obturateur:
Örtücüyle kararma. Fondu à l'ouverture:
Açılma.
Fondu chimique: Kimyasal
kararma).

forain, e s. ve ad. X. Panayır satıcısı, pazar satıcısı;


gezgin satıcı (Marchand forain yada yalnızca
forain de denir). 2. Panayır oyuncusu, gezgin
tiyatro oyuncusu. § Fête foraine: Panayır, şenlik,
foraminé, e s. Delikli, küçük küçük delikli

fondue

diş.

Eritilmiş

peynirle

beyaz

şarap

karışımından yapılan bir yemek, fondü.


fongible s. Kullanıldıkça yıpranan, tükenen,
fongicide s. Asalak mantarları yok etmeye yarayan
(ilaç).
fongiforme s. Mantar biçiminde, mantanmsı.
fongique s. Mantar doğasında; mantara benzeyen
(Végétation
fongique).

fongistatique X. s.hek. Mantarlanmayı durduran. 2.


er. Mantarlanmayı önleyen ilâç.
fongosité diş. hek. Yaralarda meydana gelen
mantara benzer doku, mantarlanma.
fougueux, euse s. Mantar yada
sünger
görünümünde,
fontaine diş. 1. Pınar, kaynak (Aller chercher de
l'eau à la fontaine). 2. Çeşme (Une fontaine de
marbre. Edifier une fontaine publique). 3. Testi,

güğüm. § Il ne faut pas dire "Fontaine je ne boirai


pas de ton eau": Büyük söz söylememeli; büyük
lokma ye, büyük söz söyleme,
fontainebleau er. Bir tür taze peynir,
fontainier, fontenier er. 1. Testici, güğümcü, 2.
Suyolcu, su yollarının yapım ve bakım işleriyle
uğraşan. 3. Yeraltısuyu arayıcısı,
fontanelle diş. Bıngıldak.
fontange diş. (Eskiden kadınlarda) Başlık fiyongu.
fonte diş. 1. Erime, eritme (La fonte des neiges, des
glaces). 2. Dökme maden. 3. Dökme demir (La
poêle en fonte). 4. D ö k ü m , d ö k m e (La fonte

d'une

cloche, d'une statue). 5. (Basımcılıkta) Aynı tipte


hurufat takımı. 6. Eyer kuburluğu,
fontis, fondis er. Toprak kayması, toprak çökmesi,
fonts er. ç. Vaftiz kurnası. § Tenir un enfant sur les
fonts: Bir çocuğun vaftiz babası yada vaftiz anası

équipe
de football,
terrain
de
football,
championnat de football, club de football. Jouer
au football).

footballeur, euse ad. Futbolcu,


footing er. İng. Yürüyüş, sağlık için yapılan gezinti
(Je fais du footing chaque

matin).

for er. I. (Eski) Yargıevi, "mahkeme. 2. Yetki (Le


for en la matière de nullité de mariage et la
procédure sont réglés comme en cas de divorce). §

Le for intérieur: İç, vicdan, "derun. Dans son for


intérieur: İçinden, vicdanında (Dans son for
intérieur, il a dû reconnaître ses torts).

forage er. Delme; açma (Le forage d'un puits de


pétrole).
( Coquillages for

aminés).

foraminifères er. ç. hayb. Delikliler,


forban er. 1. Korsan. 2. Vicdansız, dalavereci,
eşkiya ruhlu adam.
forçage er. 1. Zorlama, sıkıştırma (Le forçage d'une
bête). 2. Gelişimini hızlandırma ( Le forçage
plante).

d'une

forçat er. 1. (Eskiden) Forsa, kürek mahkûmu. 2.


(Şimdi) Ağır hapis hükümlüsü. 3. mec. İşi çok ağır
olan kimse, i Un travail de forçat: Çok ağır bir iş.
Travailler comme un forçat: Tutsak gibi çalışmak,
çok ağır işler görmek,
force diş. 1. Güç, "kuvvet (Force physique, force
intellectuelle. Force brutale. La force du lion). 2.

Sertlik, "şiddet, zor, "cebir (Céder à la force. Le


gouvernement

menace de recourir à la force).

3.

Dayanıklılık, sağlamlık, berklik (La force d'un


mur). 4. Yoğunluk (La force d'un acide. La force

d'un désir, d'un sentiment).

5. Etki, etkililik

derecesi (La force du vent, d'un coup, d'un choc).

7. Ordu gücü, "kuvvetler (Les forces terrestres, les


forces aériennes, les forces navales). 8. bel. Çok,

hayli (J'ai dévoré force moutons). § Force d'âme:


Gayret. Force de l'âge: Olgunluk çağı. Force du
sang: (Hısımlar karşılaşınca) Kan kaynaması.
Force majeure: Zorlayıcı neden, elde olmayan
neden. Force de frappe: Vurucu güç. Maison de
force: Tutukevi. Tour de force: 1. Yapılması çok
güç beden haraketi(L'acrobate a terminé par un
tour de force extraordinaire).
2. mec. Güç
numara, güç iş (Il a réussi le tour de force de
résumer en quelques pages une oeuvre aussi vaste).
forcé

619

Force est de f.qch:-mek zorunludur,-mek gerekir


(Force est de reconnaître que la vérité est toute
différente). A force: Aradan zaman geçtikçe,
çabalayaçabalaya (A force, il a fini par réussir. Au
début, cette nourriture le dégoûtait mais à force, il
s'y est habitué). A force de qch: -ile, -in sayesinde
(A force de patience, il finira par réussir). A force
de f. qch: -yapa yapa, ede ede (A force de pleurer,
il a failli perdre ses yeux. Ağlaya ağlaya, nerdeyse
kör olacaktı). A toute force: Ne pahasına olursa
olsun, "mutlaka (II faut à toute force passer par
cette route). Dans toute la force du mot, du terme:
Sözcüğün tüm anlamıyla. De force: Zorla (Faire
entrer de force un objet dans une caisse). De gré ou
de force: İster istemez, istese de istemese de (De
gré ou de force, on lui enlèvera son masque). En
force: Kalabalık ve güçlü olarak (Les policiers
sont venus en force pour cerner la maison). Par
force: Zorunlu olarak (II est resté couché un mois
par force, avec une jambe cassée). Par la force des
choses: Zorunlu olarak, kaçınılmaz olarak, ister
istemez. Etre à bout de force: Gücü tükenmek,
gücü takati kalmamak. Etre de première force:
Çok yetenekli, üstün nitelikli olmak. Etre de force
à f. qch: -cek güçte olmak. Faire force: Kendini
zorlamak. Faire force de rames: Çala kürek
gitmek. Faire qch par la force de l'habitude: Bir
şeyi alışkanlıkla yapmak, mihaniki olarak
yapmak. Ne plus sentir ses forces: Çok güçlü
olmak, vururken gücünü hesaplayamamak.
Perdre ses forces: Boşuna çaba harcamak, gücünü
boş yere tüketmek. Refaire ses forces: Dinlenip
kendini toparlamak, yeniden eski gücünü
kazanmak. La force prime le droit: Kim güçlüyse
hak onun; hak güçlünündür,
forcé, e s. 1. Zorlama, zoraki, istemeden (Un
sourire

forcé.

Le mariage forcé).

2. Z o r u n l u ,

mecburi,
kaçınılmaz
(Travaux
forcés.
Conséquence forcée). 3. Zorlu, "cebri (Marche
forcée). § Culture forcée: 'Zorlama tarım;
yetişmeyi, olgunlaşmayı zorla hızlandırarak
yapılan tarım. Avoir la main forcée: İstemeye
istemeye yapmak, eli hiç varmamak,
forcement er. 1. Zorlama; zorlayarak yada kırarak
açma (Le forcement d'un coffre, d'une serrure). 2.
Zorlayarak aşma, geçme (Le forcement d'un
passage, d'un

obstacle).

forcément bel. 1. Zorla, gücün (Elle me répondit en


souriant forcément). 2. Zorunlu olarak, ister
istemez ( Cela doit forcément

se

produire).

forcené, e s. ve ad. Öfkeden deliye dönmüş,


kudurmuş, çılgın,
forceps [fsttrseps] er. Lavta (aleti).

foreur

forcer gçl. 1. Zorlamak, zorlayarak yada kırarak


açmak (Forcer une porte, uncoffre,
2. Z o r l a y a r a k b o z m a k (Sa femme

uneserrure).
avait forcé

tous

les tiroirs). 3. Zorla almak, zorla elde etmek (Il


veut forcer ma confiance).

4. B o z m a k (Forcer la

consigne). 5. Aşmak, ölçüyü kaçırmak (Forcer la


dose,

la

note).

6.

Uyandırmak

(Forcer

l'admiration). 7. Gelişimini hızlandırmak (Forcer


des fleurs,

des plantes

potagères).

8. A ş m a k ,

geçmek (Forcer les obstacles). 9. Değiştirmek,


saptırmak, bozmak (Forcer la vérité). 10. Çok
yormak, çatlatmak (Forcer un cheval). 11.
Sıkıştırmak, kıstırmak (Forcer un cerf, une bête de
chasse). 12. Forcer qnà qch: Birini -e zorlamak (Il
nousforce ausilence). 13. Forcer qnàf. qch: Birini
-meye zorlamak (On me force à partir). 14. Etre
forcé de f. qch: -meye zorlanmak, -mek zorunda
k a l m a k (J'ai été forcé de démissionner).

15. gsz.

Kendini zorlamak, zorlanmak (Il est arrivé sans


forcer).

16. gsz. Şiddetlenmek (La brise force).

Forcer la porte de qn: Birinin evine zorla girmek.


Forcer les voiles: Bütün yelkenleri açmak, pupa
yelken gitmek. § Se forcer: 1. Kendini zorlamak,
çaba göstermek (Quelque

garçon d'honneur

qui

se force pour faire rire la noce). 2. Se f o r c e r à f . qch :

-meye çalışmak, kendini -meye zorlamak (Ilfaut


donc se forcer

à travailler

tous les jours).

3. Se

forcer à qch: Kendini -e zorlamak (Se forcer à la


patience,

ausilence).

forcerie diş. "Sera, limonluk, zorlama tarım


yapmada kullanılan camlık,
forces diş. ç. 1. Kırkı, koyun kırkmada kullanılan
makas. 2. Tenekeci makası,
forcing er. İng. Sürekli zorlama, bastırma. §Faire le
forcing: Bastırmak, zorlamak, baskı altına
a l m a k , sıkıştırmak (Ce boxeur
pendant

le dernier

a fait le

forcing

round).

forcir gsz. Biraz toplamak, şişmanlamak,


forclore gçl. huk. (Yasal sürenin geçmiş olması
nedeniyle) Dâva hakkını düşürmek, dâvayı
dinlememek,
forclusion diş. huk. Dâva hakkının düşmesi,
forer gçl. 1. Delmek, delik açmak (Forer une clef,
un canon).
un

2. K a z m a k , açmak (Forer un

tunnel,

puits).

foresterie diş. Ormancılık; orman işleri,


forestier, ère s. 1. Ormana değgin
forestière,

chemin forestier.

(Maison

Agent forestier,

code

forestier). 2. er. Orman memuru, ormancı,


foret er. Delgi, "matkap.
forêt diş. O r m a n (Forêt de chênes,

de sapins).

Forêt vierge: Balta girmemiş orman,


foreur er. Tünel açma yada kuyu kazma gibi işlerde
çalışan işçi.
foreuse diş. Delgi makinesi,
forfaire gsz. 1. (Memur) Hizmette kusur etmek. 2.
Alçakça, namussuzca davranmak § Forfaire à
qch: -de kusur etmek (Forfaire à son devoir).
forfait er. 1. Büyük kıya, alçakça "cinayet
(Commettre

un forfait).

2. G ö t ü r ü pazar ( Faire un

forfait avec un entrepreneur

pour la

construction

d'une maison). 3. (Atçılıkta) Bir at sahibinin, atı


yarışa katılmadığında ödemek zorunda olduğu
para § A forfait: Götürü, götürü olarak (Travailà
forfait.

forme

620

foreuse

Vendre, acheter àforfait).

Déclarerforfait:

1. (Atçılıkta) Yarışa katılmayacağını ilân etmek


(Déclarer

forfait

pour

un cheval).

2. mec.

Bir

yarışmaya katılmamak, yarışmadan çekilmek,


forfaitaires. G ö t ü r ü (Achat, vente, prix
Impôt

forfaitaire.

forfaitaire).

forfaitairement bel. Götürü olarak,


forfaiture diş. (Memur) Görevde büyük suç,hizmet
kusuru.
forfanterie
diş.
Palavracılık;
övüngenlik;
şarlatanlık,
forficule diş. hayb. Kulağakaçan (böceği),
forge diş. 1. Demir fabrikası, demirhane,
*demirevi. 2. Dökümevi. 3. Demirci dükkânı;
demirci ocağı ( L'enclume,

le soufflet les outils de la

forge). 4. Nalbant yada çilingir dükkânı (Forge de


serrurier, forge de maréchal

ferrant).

forgé, es. 1. D ö v m e (Fer forgé, métaux forgés).

2.

Uydurma, kafadan atma (Récitforgé). § Forgé de


toutes pièces: Tamamen uydurma, aslı astarı
olmayan (Une histoire forgée de toutes

pièces).

forgeables. Dövülebilir, dövmeye elverişli,


forgeage er. (Demiri, madeni) Dövme (Forgeageau
marteau,

à la presse).

forger gçl. 1. (Maden) Dövmek (Forger le fer,


l'argent.

Forger au marteau).

2. mec. U y d u r m a k

yapmak. 2. gsz. Hizadan çıkmak, bel vermek,


kamburlaşmak. 3. gsz. Çekülden ayrılmak, bel
vermek (Mur qui for jette).
forlancer gçl. (Avı) İninden yada yuvasından
çıkarmak, dışarıya uğratmak,
forligner gsz. 1. Bozulmak, atalarının yolundan
s a p m a k (Souviens-toi

de qui tu es fils,

et ne

forligner pas). 2. Küçülmek, bayağılaşmak (Les


nobles

d'autrefois

s'occupant

de
croyaient

forligner

en

littérature).

forlongergç/. Arayı açmak, çok gerilerde bırakmak


(Cerf qui forlonge

la

meute).

formaldéhyde er. kim. Formaldehit, formol,


formalisation
diş.
1.
Biçimleme.
2.
Biçimselleştirme.
formaliser gçl. Biçimlemek, -i kesin yapısına
indirgemek.
formaliser (se) gsz. 1. Alınmak, gücenmek,
kırılmak. 2. Se formaliser de qch: -e gücenmek,
- d e n alınmak (Il s'est formalisé

de ce manque

formalisme er. Biçimcilik,


formalistes, vead. Biçimci.
formalité diş. Gerekli işlem, formalite,
format er. 1. Kitap boyutu (Livre de petit format,
format

de poche).

format pratique.

2. Boyut, boy (Une valise de


Photo de format 6 x 6 ) . 3. Onaltı

sayfalık kitap parçası, forma,


formateur, trice s. ve ad. 1. Yapıcı, yaratıcı (Dieu,
formateur de tout). 2. Oluşturucu, meydana
getiren (Eléments

formateurs).

formatif, ive s. Meydana getirmeye yarayan,


oluşturucu.
formation diş. 1. Meydana getirme, meydana
gelme ; oluşturma, oluşma (Formation d'une idée,
d'un corps chimique). 2. Kurma, kurulma
(Formation

d'un
empire,

d'une

nation,

d'une

une

industrie).

3. Gelişme (L'âge de formation).

excuse). 3. mec. Düzmece bir şey yapmak,


sahtesini uydurmak (Forger un document). §
C'est en forgeant qu'on devient forgeron: Çocuk
yürümeyi düşe kalka öğrenir; demir döve döve
insan demirci olur. § Se forger: Kafasında
kurmak; kurmak (5e forger un idéal, des

Kuruluş,

yapılış

Formation

du pluriel en français.

(Forger un mot, une nouvelle,

un prétexte,

decontes,

(Formation

une forgeuse de calomnies).

2. ( M a d e n )

de

politiques,
(Une

les formations

formation

syndicales).

sportive).

4.

phrases.

5. Ö r g ü t , parti,
"teşkilât, "teşekkül (Les grandes

formations
6. Takım

7. Topluluk

(Une

formation de jazz). 8. ask. Birlik, görevlendirilen


küçük birlik (Envoyer

illusions).

forgeron er. Demirci (Le forgeron bat le fer).


forgeur,eusead 1. Uydurucu, uyduran (Unforgeur

de

respect).

bombarder

une formation

aérienne

un objectif). 9.ask. Bir birliğin alacağı

herhangi bir şekil (Formation triangulaire. Les


deux escadres ont pris tout de suite leur
tactique de combat).

couteaux).

sédimentaire). 11. Yetişim, yetişme, eğitim ve

forint [foRİnt] er.Macar parası,Macar para birimi,


forint.
forjeter gçl. 1. Çıkıntılı yapmak, hizadan ilerde

10 .yerb. O l u ş u m

formation

Dövücü; maden eşya yapıcı (Un forgeur de

öğretim (İla reçu une solide formation


Formation

(Formation
littéraire.

professionnelle).

forme diş. 1. "Şekil, biçim (La forme du visage, d'un


621

formé
chapeau).

2. Yapı, oluşum biçimi (La forme

gouvernement).
imprécise

disparait

dans la nuit).

"manzara (Les différentes


Görünüş,

d'un

3. Karaltı, gölge (Une

d'importance

de la vie).

accorde

à la forme).

görünüş (Forme

4. Görünüm,

formes

(Il

kılık

5.

beaucoup

6. fels.

et essence).

forme

Biçim, dış

7. Model, patron,

formule
bel.

formellement
manifestation).
9. İn (Forme du lièvre, du renard).

usul

bakımından

noksanlık).

11. ed.

anlatım biçimi, "uslup (Opposer

10.

noksanlığı,
Anlatı,

la forme

au

olarak,

Biçimsel

une

olarak,

biçim

formellement

juste).

de grandes

dunes.

Les vapeurs forment les nuages. Ces murs

forment

un

huk. Şekil, usul (Vice de forme: Şekil

2.

"teşkil etmek (Le vent forme

gouvernement,

fromage).

kesin

formellement
1. Oluşturmak, meydana getirmek,

une chaussure sur une forme).

Açıkça,

bakımından (Raisonnement
former gçl.

örnek, kalıp (Forme de modiste. Bottier qui monte


8. Kalıp (Forme

1.

(Interdire

kesinlikle

angle

aigu).

2.

une

kafasında kurmak (Nous


nous

associer).

4.

(Former

Kurmak

société).

3.

un

Tasarlamak,

avons formé

l'idée

(Dieu

Yaratmak

l'homme àson image). 5. Yetiştirmek (Former


apprenti,

former
des élèves).

6.

de

forma
un

Geliştirmek

contenu. La forme est la chair même de la pensée).

(Former

12. (Basımcılıkta)

Yazmak, kurmak ( Cet enfant forme mal ses lettres.

Forma.

13. ç.

Davranış,

son goût par

de bonnes

lectures).

7.

hareket (Il a les formes rudes). 14.ç. Vücutbiçimi,

Il forme bienses phrases).

vücut hatları (Elle a des formes superbes.

Birini, bir şeyi -e alıştırmak, -e yatkınlaştırmak,

moulait

ses formes).

Sa robe

15. f. Nezaket kuralları

(Respecter les formes. Agir dans les formes).

§ En

forme de: -biçiminde, şeklinde (Des sourcils


forme

de virgule).
en

uygun

olarak

incomparable

(Ce

yetiştirmek

avait

méditation).

8. Formerqn, qchàqch:

formé

mon

maître

esprit

la

§ Les voyages forment la jeunesse:

En bonne et due forme:

Çok gezen çok bilir. § Se former: 1. Oluşmak,

Kurallara uygun olarak, usulüne uygun şekilde

meydana gelmek, "teşekkül etmek (Une croûte se

( Ils ont passé un contrat en bonne et due forme).

forme

En

forme, en bonne forme: Yasaya uygun, usulüne


uygun.

Pour

vice

de

huk.

forme:
Usul
(Un

bakımından, şekil noksanlığından dolayı


jugement déclaré nul pour vice de forme).

Pour la

à la surface

s'est formée

du liquide.

progressivement).

olmak (Les fruis

L'unité

nationale

2. Olgunlaşmak,

commencent

à se former).

Yetişmek, kendini yetiştirmek (C'est


qu'un

homme

se forme).

en

3.
lisant

4. Se former en qch:

forme: A d e t yerini bulsun diye, lâf olsun diye (Je

-şeklinde toplanmak, şeklini almak, dizilmek (Se

ne l'ai consulté que pour la forme).

former

Şeklinde, halinde (Médicament

Sous forme de:


administré

forme de cachets, de pillules).

Sous la forme de:


(L'acteurparut
-rolünde, görünümünde, şeklinde
cette fois sous la formed'un

sous

noble vieillard).

Avoir

des formes: Nazik olmak, kibar olmak. Etre en


forme, en pleine forme: Tam formunda olmak (Il
est en forme pour passer ses examens.
est en pleine forme pour courir

Cet athlète

un cent

mètres).

Manquer de formes: Nezaketten anlamamak,


davranışlarında kaba saba olmak. Ne plus avoir
forme humaine:
benzer

yanı

İnsanlıktan

kalmamak.

çıkmak,

insana

Prendre

forme:

Biçimlenmek, bir şeye benzemek (Petit à petit, la


masse d'argile
l'artiste).

prenait forme

sous les doigts

de

Prendre des formes: Şişmanlamak, kilo

almak.

épi formé.

Une jeune fille formée,

(Fruit
un goût

formé).

formelle

formidable

et monstrueux).

2.

Çok

korkunç, kocaman (La formidable


gorille.

Une détonation formidable).

un refus formel).
d'un poème).

déclaration

2. Biçimsel

(Beauté

3. Yüzeysel, içtenlikten

uzak, yapmacık (Une politesse formelle).


mant. Biçimsel, °suri (La logique

4. fels.

formelle).

de

Müthiş, şaşırtıcı, akıl almaz (Un film


un livre formidable.
formidablement bel.

Vous êtes

de
tkz.

formidable,

formidable).

1. Korkunç bir biçimde,

korkunç. 2. tkz. Çok (Ça me fait


plaisir de les

büyük,
stature
3. mec.

formidablement

voir).

formique s. Acide formique: Karınca asidi,


formol er. kim. Formol, formaldehit,
formoler gçl. Formollemek, formolle temizlemek,
formulaire er. 1. Formül dergisi, formül kitabı
(Formulaire

des pharmaciens,

formulation diş.
formulation

des notaires).
un

1. Yazma, kaleme alma

d'une

ordonnance

de cette idée maladroite).

2.

formulaire).
médicale).

Açıklama, dile getirme, anlatılış (La

formel, le s. 1. Açık, kesin (Une


formelle,

se forme en ordre

formidable s. 1. Korkunç, iğrenç (Son aspect était

Soru fişi, formüler (Remplir

formé, e s. Olmuş, olgunlaşmış, gelişmiş


formé,

en cortège. L'armée

bataille).

(La
2.

formulation

3. Formülleştirme,
formül haline getirme,
formule diş. 1. Formül (Formule
algébrique,

chimique).

(Chercher

une

mathématique,

2. Çözüm yolu, çıkış yolu

formule,

trouver

une

bonne
622

formuler
formule).
3. Biçim, yol, yöntem (Formule
de
paiement. Elle avait trouvé la formule de ne
s'étonner de rien). 4. Kalıplaşmış sözler, kalıp
tümce, "resmi cümle (Formules de politesse). 5.
Kimi yerleri doldurulmak üzere boş bırakılmış
basılı kâğıt (Remplir une formule. Une formule de
télégramme).
formuler gçl. 1. Yazmak, kaleme almak (Formuler
une ordonnance
médicale, un acte notarial.
Formuler
un médicament).
2. Dile getirmek,
açıkça belirtmek, bir bir söylemek (Formuler un
désir,
une plainte,
une réclamation,
une
demande). 3. Biçimlendirmek,
fornicateur, trice ad. Zina yapan, zina işleyen,
fornication diş. Zina
forniquer gsz. Zina yapmak, zina işlemek,
fors ilg. (Eski) -den başka (Tout est perdu,
l'honneur).

fors

fort, es. 1. Güçlü, berk, "kuvvetli (Son bras est très


fort). 2. İri, iri yarı; topluca, şişman (Un homme
fort; une femme forte des hanches). 3. Berkitilmiş,
"müstahkem (Une ville forte).
4. Sağlam,
dayanıklı (Etoffe forte). 5. Sert (Tabac
fort,
cigarettes fortes). 6. Koyu (Thé fort, café fort). 7.
Çetin (Une forte tâche). 8. Acı, kekreleşmiş
(Beurre fort). 9. Ağır (Une odeur forte). 10.
Şiddetli (Un vent fort). 11. Aşırı, sınırı aşan, çok
ileri giden (Une plaisanterie un peu forte). 12.
Buyurgan, dediği dedik, "otoriter (Un régime
fort) 13. Yüksek, fazla (Payer un fort prix). §
Esprit fort: Zındık. L'homme fort: Kuvvetli adam
(L'homme
fort d'un régime). Le sexe fort:
Erkekler, erkek milleti. A plus forte raison: Haydi
haydi, "evleviyetle. C'est plus fort que moi:
Elimde değil, dayanamıyorum; beni aşan bir şey
bu. Ça c'est trop fort: Bu kadarı da fazla, bu
kadarı da olmaz. Avoir affaire à forte partie:
Rakibi çetin olmak, karşısında çetin bir ceviz
olmak, büyük engellerle karşı karşıya bulunmak.
Etre fort à qch, en qch, sur qch: -de çok kuvvetli
olmak, usta olmak, -i çok iyi bilmek (Il est fort au
pocker,
en
chimie,
sur
les
questions
économiques).
Etre fort pour f. qch: -mekte çok
usta olmak, -meyi çok iyi becermek (Il est toujours
fort pour parler, pour critiquer). Etre fort de qch:
Gücünü -den almak; -e dayanmak, güvenmek (II
estfort de son innocence. Il est fort de l'appui de ses
amis). Etre fort en gueule: tkz. Çenesi kuvvetli
olmak; geveze olmak, çenesi düşük olmak.
Recourir à la manière forte: Zora baş vurmak, zor
kullanmak. Se faire fort de f. qch: -mek savında
olmak, -ceğini ileri sürmek (Elle se fait fort de
passer l'agrégation). Seporterfortpourqn: Birine

fortraiture
kefil olmak.
fort bel. 1. Kuvvetli, şiddetli (Frapper fort. Le vent
souffle fort). 2. Sıkıca, iyice (Serrer très fort). 3.
Yüksek sesle (Parler, crier fort). 4. Çok, pek
(Cette femme me plaît fort. Un oiseau fort petit. Je
le sais fort bien). § Sentir fort: Çok ağır bir koku
çıkarmak. Y aller fort: Abartmak, çok ileri
gitmek, sınırı aşmak,
fort er. 1. Küçük kale, tabya (Lefortde Verdun. Les
forts de Metz). 2. Güçlü, kuvvetli (Protéger le
faible contre le fort). 3. Güçlü yan (Le fort et le
faible d'une personne, d'une oeuvre). 4. Orta yer,
göbek, tam içi (Le fort de la forêt). 5. (Bir
kimsenin) Harcı, en iyi bildiği şey; bir kimseye
özgü olan şey (La générosité n'est pas son fort. La
bravoure, c'est son fort). 6. Hamal (Les forts de la
Halle à Paris). 7. Hayvan ini. § Au fort de: -in tam
ortasında, en civcivli zamanında, en ateşli
noktasında (Au fort de l'été, de l'hiver. Au fort
d'une
discussion),
forte [faute] bel. ve er. müz. değişmez. Forte, hızlı
(Executer forte. Des forte).
fortement bel. 1. Şiddetle, kuvvetle (Frapper, serrer
fortement).
2. İyici, adamakıllı, çok (Il boîte
fortement).
forte-piano bel. veer. müz. değişmez. Fortepiyano,
hızlı-yavaş.
forteresse diş. 1. Kale (Forteresse imprenable). 2.
mec. Sur, duvar (Une énorme forteresse de
préjugés, de privilèges).
§ Forteresse volante:
Uçan kale, ağır bombardıman uçağı,
fortiche s. tkz. 1. Güçlü kuvvetli. 2. Becerikli,
kurnaz; bitirim, anasının gözü.
fortifiant, e s. 1. Güçlendirici, güç verici, kuvvet
veren (Nourriture
fortifiante,
médicament
fortifiant). 2. er. Kuvvet şurubu; kuvvet verici
madde (Le sucre,
le quinquina
sont des
fortifiants).

fortification diş. 1. Berkitme, berkleme, "tahkim


(Travailler à la fortification d'une position clef). 2.
Hisar, sur (Les anciennes fortifications de Paris).
3. "İstihkâmcılık, berkitmecilik.
fortifier gçl. 1. Gücünü artırmak, güçlendirmek,
kuvvetlendirmek (Le travail fortifie le corps.
Fortifier son prestige). 2. Berkitmek, berklemek,
"tahkim etmek
(Fortifier
une
ville,
un
retranchement). 3. Fortifier qn dans qch: Birini
-de desteklemek,
fortin er. Küçük tabya,
fortiori (à) bel. Haydi haydi,
fortissimo bel. ve er. müz. Fortisimo, çok hızlı,
fortrait, e s . (Atiçin) Çok yorgun, bitkin,
fortraiture diş. (At için) Aşırı yorgunluk, bitkinlik.
fortuit
fortuit,

623
e

s.

Beklenmedik;

raslantıya bağlı (Un


découverte fortuite,

rastlantı

événement

sonucu,

fortuit.

Une

une rencontre fortuite).

§ Cas

fortuit:fc«/c.Umulmadik hal, beklenmedik durum,


fortuitement

bel.

Beklenmedik

bir

biçimde,

fouchtra
(Calcaire

fossilifère).

fossilisation diş.

Taşıllaşma, taşıl haline gelme,

fosilleşme.
fossiliser gçl. Taşıllaştırmak, fosilleştirmek, fosil
haline getirmek. § Se fossiliser: 1. Taşıllaşmak,

beklenilmediği halde; raslantı sonucu; raslantıyla

fosilleşmek (Des

(J'ai appris fortuitement

sont fossilisés).
cette

nouvelle).

fortune diş. 1. Felek (La roue de la Fortune:


çarkı).
fortune.

2. Talih, baht, şans (Il est favorisé


La fortune

me fut contraire).

Lafortune

Feleğin

geçerliği kalmamak, değersizleşmek


qui s'est

3. Yazgı,

d'une oeuvre,

il a

d'unlivre).

4. Varlık, servet (Inégalité des fortunes.

Partager

sa fortune entre ses enfants). § A la fortune du pot:


Allah ne verdiyse (Manger

à la fortune

Inviter son ami à lafortune

du pot). De fortune:

Derme çatma, "sümmettedarik (Une


de fortune).
olmak.

du pot.
installation

Avoir, posséder de la fortune: Varlıklı

Faire fortune: Zenginleşmek.

Faire

contre mauvaise fortune bon coeur: Talihine


boyun eğmek. Mihneti kendine zevk etmek, ağıyı
bal eylemek. Tenter fortune: Yeni bir yaşam, yeni
bir mesleğe atılmak, talihini denemek,
fortuné, e s . 1. Talihli, şanslı (Un homme
2. Varlıklı, zengin (Ce sont des gens
forum er. değişmez.

préhistoriques

par la

"kader ( Depuis qu 'il s'est attaché à ma fortune,


purifiésavie.

oiseaux

fortuné).

fortunés).

(Unécrivain

fossoir er. Bağcı sabanı.


fossoyer gçl.

Kazmak,

(Fossoyer

açmak

une

tombe).
fossoyeur er. 1. Mezarcı, mezar kazıcısı. 2. mec.
Yıkıcı,

ortadan

(Fossoyeur

kaldırıcı

d'une

civilisation).
fou, fol, folle s. ve ad.

1. Deli (Il est

subitement fou et on a dû l'enfermer.

devenu

C'est un fou).

2. Delice, deli gibi (Un regard fou. Une tentative


folle). 3. Saçma, mantıksız, anlamsız
folle, un fol espoir).

(Unepensée

4. Çılgınca, aşın (Une


gaieté

folle).

S. Tutulamayan, engellenemeyen (Un

fou).

6. Yanlış çalışan, düzensiz çalışan, ayarı

bozuk (Boussolle

folle, moteur fou, balance

7. Boşa dönen (Roue

folle,

poulie

folle).

folle).

folles).

yabanıl ( Plantes folles,herbes

rire

8.

9. Yaban,

folles. Folle

avoine).

10. Çok fazla, çok büyük, pek çok (Il a eu un

(Eski Romada) Çarşı, pazar,


forure diş. (Delgi ile açılmış) Delik (La

forured'une

succès fou. J'ai mis un temps fou pour faire

cela.

Dépenser un argent fou). 11. Fou de: a) -in delisi ,-e

clef).
une fosse).

2. Kapan,

çok düşkün, tutkun (Il est fou de musique,


tuzak ( Fosse aux ours, fosse aux lions).

3.Gömüt,

peinture),

fosse diş. 1. Çukur (Creuser


sin, "mezar, çukur (Enterrer
fosse).

quelqu'un

dans une

§ Fosse d'aisances: Ayakyolu çukuru.

de

b) -den çılgına dönmüş, deliye dönmüş

(Il était fou de chagrin,

de colère).

§ Fou à lier:

Zincirlik deli, zırdeli. Patte folle: tkz. Topal ayak,

Fosse septique: Pislik çukuru. Fosse commune:

aksayan

Toplu mezar. Avoir un pied dans la fosse, être au

Öfkeden çılgına dönmek, öfkeden köpürmek.

bord de la fosse: Bir ayağı çukurda olmak, ölümü

bacak.

Devenir,

vieille folle).

eliyle kendi ölümünü hazırlamak. Descendre dans

soytarısı, soytarı (Prince

la fosse aux lions: Kendini tehlikeye atmak,

martı (Fou

fossé er. 1. Hendek (Fossé


un fossé

à pieds

qui borde
joints).
hendeği (Fossé plein d'eau.

une

route.

2. Savunma

Fossé antichar).

3.

mec. Uçurum (Il y a un fossé entre nous, un fossé


nous sépare).

§ Sauter le fossé: Önemli bir karar

almak, dönemeci almak,


fossette diş. 1. Çukurcuk. 2. (Çenede yada yanakta)
Gamze.
fossile 1. s.

Taşıllaşmış,

animaux fossiles).
contient

des fossiles).

taşıllaşmış,

fosilleşmiş

(Plantes,

2. er. Taşıl, fosil (Terrain

modası

"müstehase (Littérature

qui

3. mec. s. ve ad. Taşıl,


geçmiş,
fossile.

çok
Un vieux

eskimiş,
fossile).

fossilifère s. Fosilli, taşıllı; içinde taşıllar bulunan

être

fou
furieux:

fou, fol, folle ad. 1. Deli, kaçık (Un jeune fou,

yakın olmak. Creuser sa propre fosse: Kendi

Sauter

se

fossilisé).

Savrulan, dağınık (Mèches

1. Forum, *toplu tartışma. 2.

qui

2. mec. Taşıllaşmak, çok eskimek,

brun:

des fous).

Kırmızı

"düşevi.

4. er. Bir tür

ayaklı sümsük

Fou de Bassan: Simsük kuşu).


Hayalhane,

une

2. er. (Satrançta) Fil. 3. er. Kral


kuşu.

§ La folle du logis:

Faire le fou:

Çılgınca

eğlenmek, gülüp oynamak,


fouace, fougasse diş. Bir çeşit poğaça,
fouacier er. Poğaçacı.
fouaillergf/. 1. Kamçılamak (Le

cocherfouaillaitles

bêles). 2. mec. Kamçılamak, "tahrik etmek


souvenirs

le fouaillaient
glacé).

3.

mec.

plus encore
Hakaretler

(Les

que le vent
yağdırmak,

hakaretlere boğmak,
foucade diş. Geçici heves, "kapris, "özenç
une foucade,

ça lui passera.

Une fille à

(C'est

foucades).

fouchtra ünl. (Taşrada bir sövgü) Allah kahretsin!


Tuh! İçine edeyim!
foudre
foudre diş. 1. Yıldırım (La foudre éclate, la foudre
tombe. Un arbre frappé par la foudre). 2. ç.
Kınama, aforoz (Les foudres de l'Eglise,
du
Vatican j. § Coup de foudre : 1. Yıldırım aşkı, görür
görmez vurulma. 2. (Eski) Beklenmedik felâket.
Comme la foudre: Büyük bir hızla, yıldırım gibi.
Avoir le coup de foudre pour: -e vurulmak,
tutulmak, gönlünü kaptırmak,
foudre er. 1. Büyük fıçı, kadoz ( Un foudre de vin ). 2.
Yıldırım simgesi olan kırık çizgi (On trouve le
foudre sur les écussons de premier empire). 3.
•Güçlü kişi. § Un foudre de guerre: Büyük savaşçı.
Un foudre d'éloquence: Büyük hatip,
foudroiement er. Yıldırım çarpması; yıldırımla
çarpılma.
foudroyant, es. 1. Çarpıcı, şaşırtıcı, sersemleştirici,
yıldırımla vurulmuşa döndüren (Une
nouvelle
foudroyante, un succès foudroyant).
2. Yıldırım
gibi, yıldırım gibi çarpan (Une
attaque
foudroyante, apoplexie foudroyante). 3. Yıldırım
saçan (Un regard
foudroyant).
foudroyer gçl. 1. Yıldırımla çarpmak
(Deux
personnes ont été foudroyées pendant l'orage). 2.
Çarpmak,
bir anda
öldürmek,
elektrik
çarpmasıyla öldürmek (Elle a été foudroyée par le
courant à haute tension). 3. mec. Şaşırtmak,
sersemleştirmek,
yıldırımla
vurulmuşa
döndürmek (Cette nouvelle m'a foudroyé).
4.
Yıldırımlar saçmak (Ses yeux me foudroyaient).
§
Foudroyer qn du regard: Birine sert sert, dik dik,
yiyecekmiş gibi bakmak (Il me foudroyait
du
regard).
fouée diş. Küçük kuşları avlamak için yada fırını
ısıtmak için yakılan küçük ateş, çalı çırpı ateşi,
fouet er. 1. Kamçı, kırbaç (Un fouet de cocher). 2.
hayb. Kurdelabalığı. 3. (Kuşların kuyruğu yada
kanadındaki) Uzun tüyler (Le fouet de la queue, le
fouet de l'aile). 4. Kamçılama, kırbaçlama;
kırbaçla dövme cezası (Jadis on donnait le fouet
dans les collèges. Le supplice du fouet). 5. Salça
yada yumurta çırpmaya yarayan alet (Fouet
mécanique).
§ Coup de fouet: 1. Kamçıyla,
kırbaçla vurma. 2. mec. Kamçılama, "tahrik. 3.
Birden bire gelen ağn. De plein fouet: Düz,
doğruca (Le vent arrivait de plein fouet sur la
voile). Tir de plein fouet: Hedefe yapılan düz atış.
Donner un coup de fouet à: 1. -i kamçı ile, kırbaçla
dövmek, kamçılamak, kırbaçlamak. 2. mec. -i
uyarmak, kamçılamak
(Médicamentquidonneun
coup de fouet à l'organisme).
Faire claquer son
fouet: 1. Kamçısını şaklatmak. 2. mec. Kendini
saydırmak, borusunu öttürmek,
fouettement er. Çarpma, dövme ( L e fouettement de

624

fouiller
la pluie sur la vitre).
fouetter gçl. 1. Kamçılamak, kırbaçlamak (Fouetter
un cheval). 2. (Ceza olarak) Kamçıyla dövmek,
kırbaçlamak (On l'a fouetté jusqu'au sang). 3.
Çırpmak, çalkamak (Fouetter la crème, des
oeufs). 4. Çarpmak, dövmek ( La pluie fouette les
vitres. Les vagues fouettaient le bateau). S. gsz.
hlk. Çarpmak (La pluie fouette contre les vitres).
6. gsz. hlk. Pis pis kokmak (Ça fouette dans ton
escalier). 7. gsz. hlk. Çok korkmak, korkudan tir
tir titremek. § Avoir d'autres chats à fouetter:
Yapacak başka işleri olmak. Il n'y a pas de quoi
fouetter un chat: Bu bir kusur değildir, üzerinde
durmaya değmez,
fou-fou, fofolle s. Kaçık, deli, kafadan sakat,
fougasse
1. ask. Lâğım. 2. Bir tür poğaça,
fouger gsz. (Yaban domuzu) Burnuyla toprağı
eşmek.
fougeraie diş. Eğreltiotu tarlası, alanı,
fougère diş. bitb. Eğreltiotu. S Fougère à l'aigle:
Kartallı eğreltiotu.
fougue diş. 1. Atılganlık, ateşlilik, ateş. coşku
(Parler avec fougue. Agir avec la fougue de la
jeunesse). 2. den. (Eskimiştir) Kasırga. 3. den.
(Gemide) Mizana direğinin gabya çııbuğı ve
yelkeni.
fougueusement bel. Atılganlıkla, ateşlilikle, ateş
gibi, "hararetle,
fougueux, euse s. 1. Atılgan, ateşli, coşkulu
(Jeunesse fougueuse. Discours fougueux). 2. Başı
sert (Un cheval fougueux).
fouille diş. 1. Kazı (L'archéologue
qui dirige les
fouilles. Faire une fouille archéologique). 2. Kazı
yeri, kazı alanı (Aller sur la fouille). 3. Arama,
yoklama, üstünü yada eşyasını arama (La fouille
des bagages. La police a fait la fouille de tous les
suspects).
fouillé, e s . İşlenmiş; iyice incelenmiş, ayrıntılarına
inilmiş (Une étude très fouillée).
fouille-au-pot er. değişmez. 1. Küçük aşçı yamağı. 2.
mec. Mızmız adam.
fouiller gçl. 1. Aramak, taramak, araştırmak (J'ai
fouillé toute ma chambre pour retrouver mon
portefeuille). 2. Arama tarama yapmak (Lapolice
fouillait tout le quartier). 3. (Birinin) Üstünü
aramak (La sécurité militaire fouillait tous les
suspects). 4. Kazı yapmak (Les archéologues ont
fouillé toute la partie qui entoure le temple
romain). 5s Eşelemek, karıştırmak (Les corbeaux
fouillaient la terre). 6. gsz. Toprağı eşelemek
(Animaux
qui fouillent
pour
trouver
leur
nourriture). T.gsz. Fouillerdansqch:-ieşelemek,
karıştırmak (Fouiller dans ses poches. Le héron
625

fouilleur

fouille

dans la vase. Fouiller

l'histoire,

dans le passé,

dans ses souvenirs).

(ilsecrut

Ceplerini karıştırmak, ceplerini aramak


volé, il se fouilla).

dans

§ Se fouiller: 1.

2. tkz. Hava almak, avucunu

yalamak (Tu peux te

karıştırmayı seven (Un fouilleur


2.

(Birinin)

Üstünü

d'archives,
başını

de

arayan,

ceplerini yoklayan. 3. diş. Büyük pulluk, kotan,


fouillis er. 1. Karışık eşya yığını, dağınıklık
livres

formaient

sur

la

table

un

(Les
fouillis

indescriptible).
2. Bir sürü, bir yığın, bir takım...

(Un

d'idées,

fouillis

de

souvenirs

confus,

3. Burkmak (Fouler

partie du corps).

une

4. mec. Kahır içinde yaşatmak,

(Fouler

ezmek

le sol de sa

un membre,

le peuple).

5.

Tokaçlamak,

pieds: Çiğnemek, aldırmamak,


ayaklar altına almak (Fouler

hor görmek,

aux pieds les lois, les

principes).

§ Se fouler qch: 1. -sini burkmak (Il

s'est foulé

le pied,

le poignet,

la cheville).

sans se fouler).
gevremek,
§ Se fouler la rate: hlk.

anasından emdiği süt

2.

(Travailler

Yorulmak, yorgunluktan canı çıkmak

Imam

burnundan

gelmek, yorgunluktan canı çıkmak,


fouleur, euse ad. (Keçe, kumaş, deri) Dövücü

d'étoffes).
fouinard, e s. ve ad. hlk. 1. Hinoğluhin, anasının
1. Sansar. 2. mec. Kurnaz adam, tilki,

fouine

Aramak, araştırmak, alt üst etmek (On a fouiné


3. Fouiner dans qch: -e karışmak,

burnunu sokmak (Il n'aime


dans ses

pas qu'on

vienne

affaires).

(II

Eşelemek, kazmak, karıştırmak


le sol de son

makinesi, tokaçlama aleti,


foulque diş. Angıt kuşu, angut. § Foulque noire: Su
tavuğu.
four er. 1. Fırın (Four

de la taupe; animaux

éléctrique.

2. Ocak (Four

brique).

mec.

3.

représentation
nez).

fouisseur, euse s. ve er. Kazıcı, toprak kazıcı (Pattes


fouisseuses

foulon er. 1. (Keçe, kumaş, deri) Çırpıcı. 2. Çırpma

boulanger).

eden, her şeye burnunu sokan,


fouissait

2. Keçeci

foulure diş. Hafif burkulma; ezik.

fouineur, euse s. ve ad. Meraklı, her şeyi merak


fouir gçl.

à raisin).

tokacı. 3. Keçe basma yeri.

fouiner gsz. hlk. 1. Sıvışmak, korkup kaçmak. 2.


partout).

çırpıcı, basıcı,
fouloir er. 1. Tokaç (Fouloir

gözü. 2. Meraklı; her şeye burnunu sokan,

fouiner

Üzerinde yürümek, basmak (Fouler


patrie).

dövmek, çırpmak (Fouler des draps). § Fouler aux

fouiller!).

fouilleur, euse ad. 1. Karıştırıcı, araştırıcı; araştırıp


livres).

fourche

Four à pain

du

à chaux, à minerai,

tkz.

à
(La

Başarısızlık

de sa pièce a été un four complet).


§

Petits fours: Kuru pasta, tuzlu kuru pasta. Faire


four: mec. tkz. Tam bir başarısızlığa uğramak.

fouisseurs).

foulage er. 1. (Kumaş, deri) Tokaçlama, çırpma,

Mettre au four: Fırınlamak, firma vermek.

2.

Ouvrir la bouche comme un four: Ağzını mağara

(Basımcılıkta) Sayfanın ters tarafına çıkan iz (Ily

gibi açmak. Sortir du four: Fınndan çıkarmak. O n

a trop de foulage,

ne peut pas être à la fois au four et au moulin: İki

(Foulage

dövme

des

cuirs,

le cylindre

du

était trop

foulant, e s. 1. Basan, basma (Pompe


Basma

tulumba).

2. mec.

hlk.

drap).
serré).

foulante:

Çok yorucu,

öldürücü (Ce n'est pas un travail bien

fourberie diş. Dalavere, dolap; sinsilik-, kalleşlik

foulant).
foulard er. 1. Bir tür ince ipekli, fular (Une robe de
foulard à pois). 2. Boyun atkısı, boyun mendili. §
Bander en foulard: argo. Kamışı kalkmak,
foule diş. 1. Kalabalık, halk (La foule
danslemétro).
foules).

2. Yığın,"kitle

(Lapsychologiedes

visiteurs, de documents).

§ En

foule: Yığın halinde, yığın yığın, sürüyle


idées viennent en

(Les

foule).
foulées

du

cerf).

2.

(Koşucunun) Adım aralığı, adım genişliği (En fin


de course,

il allongea

la foulée).

§ Etre dans la

foulée de qn: -in izinde olmak, -i çok yakından


izlemek, ardını bırakmamak,
fouler gçl.

Les fourberies

d'un

valet).

iş, karanlık iş ( Combiner


fourbir

gçl.

Silmek,

des

2. Karışık
fourbis).

temizlemek,

(Fourbir

un objet,

les cuivres).

armes:

Savaşa

hazırlanmak,

parlatmak

§ Fourbir ses
mücadeleye

girişmek için hazırlığını yapmak,


fourbissage er. Silme, temizleme, parlatma,

foulée diş. 1. (Ot yada yapraklar üzerinde) Ayak izi,


hayvan ayağı izi (Les

(Agir avec fourberie,

fourbi er. tkz. 1. Alet edavat, takım taklavat, eşya


(Il estparti camper avec tout son fourbi).

s'engouffrait

3. Une foule de...: Bir sürü, bir yığın (Une

foule de clients,de

karpuz bir koltuğa sığmaz,


fourbe s. ve ad. Dalavereci, dolapçı, sinsi, kalleş,

fourbisseur er.

Bıçak, kılıç gibi silahları silip

parlatan kimse,
fourbu, e s. 1. (Hayvan için) Ayakları tutuk (Un
cheval fourbu).

2. mec.

Çok yorgun, bitkin,

yorgunluktan canı çıkmış (Il se sentait

fourbu).

fourbure diş. (Hayvanda) Ayak tutukluğu,


1. Çiğnemek, ezmek, sıkıp ezmek

(Fouler

du feutre, du drap, le cuir. Autrefois,

on

foulait

le raisin en montant dans les cuves).

2.

fourche

1. Diren, dirgen (Fourche

Fourche à foin, à fumier).

à trois dents.

2. Bir yolun yada ağacın

kollara ayrıldığı yer, çatal ağzı (Suivre un

ehemin
fourchée
jusqu'à la la fourche). § Passer sous les fourches
caudines: Alçalmak, küçülmek, yüz kızartıcı
durumlara düşmek,
fourchée diş. Bir dirgenlik, bir dirgenin alacağı
kadar (Une fourchée
d'herbes).
fourche-fière diş. Uzun saplı ve iki dişli dirgen,
fourcher gsz. X. Çatallanmak (Arbre qui fourche,
ehemin qui fourche). 2. (Dil) Sürçmek, kaymak
(La langue lui a fourché; sa langue a fourché). 3.
gçl. Dirgenle karıştırmak (Fourcher la terre, le
fumier).
fourchet er. (Koyunlarda, sığırlarda) Ayak yangısı,
bıcılgan.
fourchette diş. 1. Yemek çatalı, çatal (Fourchette à
dessert, à gâteau, à poisson). 2. (Kuşlarda) Lades
kemiği. 3. (Ekonomi) tki uç değer arasındaki fark
(Pour ce secteur, la fourchette de la production est
de 3 à 5 mille tonnes). § La fourchette du père
Adam: Parmaklar. Avoir un joli coup de
fourchette, être une belle fourchette: İştahı çok
açık olmak, obur olmak, kaşık düşmanı olmak.
Prendre en fourchette: 1. (Kâğıt oyununda)
Makasa almak (Prendre
son adversaire
en
fourchette
2. (Arabayı) tki araba arasına
sıkıştırmak, kıstırmak,
fourchon er. (Dirgende yada çatalda) Diş.
fourchu, e s. Çatallı, çatal, çatal ağızlı (Chemin
fourchu, arbre
fourchu).
fourgon er. 1. Yük arabası (Fourgon
de
déménagement).
2.
(Demiryolunda)
Yük
vagonu, furgon (On met les valises dans le
fourgon). 3. Ateş karıştırma küreği, ateş küreği
(Le fourgon du boulanger). § Fourgon mortuaire,
fourgon funéraire: Cenaze arabası,
fourgonner gsz. 1. Ateşi köseği ile karıştırmak,
ateşi köseğilemek. 2. Fourgonner dans qch: -i
karıştırmak (Ne fourgonne pas dans mes tiroirs).
3. gçl. -in ateşini karıştırmak, köseğilemek
(Fourgonner le poêle).
fourguer gçl. argo. 1. Satmak, okutmak. 2.
Fourguer qch à qn: Bir şeyi birine sokuşturmak,
yutturmak (Il nous a fourgué son pain rassis).
fouriérisme er. Fourier toplumculuğu, ortakçılık,
ortaklaşacılık,
fouriériste s. ve ad. 1. Fourier toplumculuğuna
değgin. 2. Fourier toplumculuğu yanlısı, ortakçı,
ortaklaşacı.
fourmi diş. 1. Kannca (Fourminoire,
rouge, ailée).
2. mec. Kannca gibi çalışkan kimse (C'est une
fourmi). § Fourmi-lion: Kannca aslanı. Fourmi
moissonneuse: Buğday karıncası. Fourmi rouge:
Karıncakuşu . § Avoir, sentir des fourmis
dans: -si kannealanmak (Avoir, sentir des fourmis

626

fournir
dans les jambes, dans les bras).
fourmilier er. hayb. Karincayiyen.
fourmilière diş. 1. Kannca yuvası. 2. Kannca
sürüsü. 3. mec. Kalabalık yer; büyük kalabalık,
"mahşer.
fourmi-lion, fourmilion er. hayb. Karınca aslanı,
yusufçuk böceği,
fourmillant, e s. 1. Karınca yuvası gibi kaynayan,
çok kalabalık, çok işlek
(Un
magasin
fourmillant). 2. Karıncalanan, uyuşmuş (Un bras
fourmillant et douloureux).
fourmillement er. 1. Kannca gibi kaynaşma (Le
fourmillement de la rue). 2. Bolluk, çokluk (Un
fourmillement
d'idées, de fautes).
fourmiller gsz. 1. Karınca gibi kaynaşmak. 2. Çok
bol olmak (Les erreurs fourmillent dans ce texte).
3. Karıncalanmak (Les pieds me fourmillent). 4.
Fourmiller de qch: -ile dolup taşmak, -si çok bol
olmak (Son édition fourmille
de fautes. Les
boulevards fourmillent de promeneurs).
fournaise diş. 1. Büyük fırın. 2. Harlı ateş, alevler,
yangın ateşi (Les pompiers pénétrèrent sans
hésiter dans la fournaise). 3. mec. Cehennem gibi
sıcak yer, cehennem (La chambre sous le toit est
une fournaise en été). 4. mec. Savaşın en kızışık
olduğu yer.
fourneau er. Ocak; fırın § Fourneau à charbon:
Odun kömürü ocağı. Fourneaudecuisine: Yemek
sobası, yemek fırını. Fourneau de mine: (Bir
lâğımda) Barut yeri. Fourneau d'une pipe: Çubuk
lülesi. Haut fourneau: Yüksek fırın, kal ocağı,
fournée diş. 1. Fırında bir defada pişen ekmek
miktarı, bir fırın ekmek (Le boulanger fait deux
fournées par jour). 2. Bir fırınlık, fırın dolusu; bir
ocaklık, ocak dolusu (Une fournée de tuiles). 3.
mec. tkz. (Aynı görevdeki kimseler için) Bir sürü
( Une fournée de sénateurs, de touristes).
fourni, e s. 1. Sık, gür (Une barbe fournie, une
chevelure fournie). 2. Dolu, iyice donatılmış, tıka
basa doldurulmuş; malla dolu (Une table bien
fournie, un magasin bien fourni).
fournier, ère ad. (Eski) Fırıncı, ekmek fırını sahibi,
fourniers er. ç. hayb. Çömlekçikuşugiller.
fournil er. Ekmek yapılıp pişirilen yer, ekmek fırını,
fourniment er. 1. (Eskiden) Barut kabı, barutluk. 2.
(Şimdi) ask. Er donanımı,
fournir gçl. 1. Üretmek, çıkarmak (Vignoble
qui
fournit un vin estimé). 2. Yetiştirmek (Ecole qui
fournit des spécialistes, des cadres). 3. Yapmak,
çıkarmak, göstermek (L'équipe a fourni un jeu
remarquable.
Fournir une longue course). 4.
Azığını
vermek,
gereksinimlerini
karşılamak ( F o u r n i r une maison). 5. Fournir qch à
fournisseur
qn: Birine... vermek, sağlamak (Fournir le vivre
et le couvert à des réfugiés). 6. Fournir qn, qch de
qch: Birinin, bir yerin -sini karşılamak, sağlamak,
vermek (Ce négociant fournit notre restaurant de
vins et de boissons. Fournir une armée de vivres).
7. gsz. Fournir à qch: -i karşılamak, sağlamak, -e
katkıda bulunmak (Sa famille fournit à son
entretien. Il fournissait à tous mes besoins). §
Fournir caution: Kefil göstermek. Fournir des
garanties:
Güvence
göstermek,
"teminat
göstermek.
fournisseur, euse ad. 1. Yiyecek vb. üstencisi,
"müteahhit. 2. H e p kendisiyle alış veriş edilen
tüccar.
fourniture diş. 1. Mal teslimi, mal sağlanması,
verilen mal (La fourniture du charbon est faite à
domicile. La fourniture du fourrage, des vivres).
2. Gereç, "malzeme (Les fournitures scolaires). 3.
Salataya doğranan maydonoz, dereotu gibi
şeyler.
fourrage er. (Hayvanlara yedirilen) Ot (Fourrage
vert, fourrage sec).
fourrager gsz. tkz. 1. Karıştırarak aramak,
karıştırıp alt üst etmek (Fourrager
dans des
papiers, dans un tiroir). 2. Hayvanlar için ot
biçmek. 3. gçl. -i karıştırmak, dağıtmak
(Fourrager
les papiers, sa tignasse). 4. gçl.
Harabetmek (Fourrager un jardin, une prairie).
fourrager, ères. Yem olarak kullanılabilen (Plantes
fourragères, betterave
fourragère).
fourragère diş. 1. Yemlik (bitki). 2. Yemlik bitki
tarlası. 3. Ot arabalarında korkuluk. 4. Ot
arabası. 5. (Polis yada subaylarda) Omuz
kordonu.
fourrageur er. 1. Hayvanlar için ot biçen. 2. Dağınık
düzende savaşan süvari,
fourré er. Sık ağaçlar bölgesi, bitki ve ağaçların en
sık olduğu yer (Fourré d'un bois. Fourré de
broussailles, de ronces).
fourré, e s. 1. Sık (Des bois fourrés et bas). 2.
Kaplama, üstüne gümüş yada altın kaplama
geçirilmiş (Médaille fourrée, monnaie fourrée). 3.
Sık ve kalın tüylü (Un renard bien fourré). 4. İçten
yada dıştan kürk geçirilmiş (Gants
fourrés,
chaussons fourrés. Robe fourrée d'hermine). 5. İçi
meyve, krema gibi şeylerle dolu (Gâteau fourré à
la crème, aux amandes. Bonbons fourrés). §Coup
fourré: hlk. Haince saldırı, kalleşçe darbe,
alçaklık, kalleşlik. Paix fourrée: mec. Sözde barış,
sürekli olmayacak ve kötü niyetlerle dolu
uyduruk bir barış,
fourreau er. 1. Kın, kılıf (Fourreau d'épée. Tirer
l'épée du fourreau). 2. Çok kısa, dar ve vücudu

627

t'outre
iyice saran kadın entarisi,
fourrer gçl. 1. Kaplama geçirmek, altın yada gümüş
kaplama yapmak (Fourrer une médaille,
une
monnaie). 2. Sargılamak, üstüne sargı sarmak
(Fourrer un cordage). 3. Kürk geçirmek, kürk
kaplamak (Fourrer un manteau avec du lapin). 4.
Fourrer qch de qch: Bir şeyi -ile kaplamak, kürk
geçirmek. 5. Fourrer qn, qch dans qch: Bir şeyi -e
sokmak, koymak (Fourrer ses mains dans ses
poches, fourrer son doigt dans son nez). 6.
Fourrer qch dans: -e tıkıştırmak, sokuşturmak,
sokmak (Fourrer des objets dans un sac). 7. hlk.
A t m a k , tıkmak, koymak (Fourrer un voleur en
prison). § Fourrer son nez dans qch: -e karışmak,
burnunu sokmak (Ne fourre pas ton nez dans mes
affaires). § Se fourrer: 1. Sokulmak, girmek (5e
fourrer sous les couvertures).
2. Karışmak,
katılmak, bulaşmak, girmek (Se fourrer dans une
mauvaise affaire). Se fourrer qch dans la tête: -i
kafasına koymak (Il s'est fourré dans la tête qu'il
partirait à pied en vacances). § Ne plus savoir où se
fourrer:
Utançtan
nereye
saklanacağını
bilemememk, utançtan yerin dibine geçmek,
fourreur er. Kürkçü.
fourrier er. 1. Konakçı ve iaşeci assubay. 2. (Kötü
bir şeyin) Öncüsü, hazırlayıcısı, önayak olanı
(Les fourriers de l'hitlérisme, d'une dictature).
fourrière diş. 1. Herhangi bir nedenle yakalanıp
götürülen hayvanların geçici olarak kapatıldıkları
ahır, yer (Les chiens trouvés sont amenés à la
fourrière). 2. Yanlış yere park yapmış arabaların
polis tarafından alınıp götürüldükleri yer (Aller
chercher sa voiture à la fourrière).
fourrure diş. Kürk (Manteau de fourrure.
Vêtement
doublé de fourrure).
fourvoiement er. Aldanma, yanılma,
fourvoyer gçl. 1. (Birine) Yolunu şaşırtmak (Le
guide nous a fourvoyés). 2. mec. Yanıltmak (Les
mauvais exemples l'ont fourvoyé). § Se fourvoyer:
1. Yolunu şaşırmak (Se fourvoyer
dans une
impasse). 2. Yanılmak, aldanmak (En choisissant
cette solution, il s'est complètement
fourvoyé).
fouteau er. hlk. Kayın ağacı,
foutaise diş. argo. Önemsiz şey, boş şey (C'est de la
foutaise).
foutoir er. argo. 1. Genelev. 2. Karmakarışık iş,
büyük düzensizlik,
foutrai,es. hlk. Olağanüstü, eşsiz,
foutraques. ve ad. tkz. Kaçık, deli, bir tahtası eksik,
foutre gçl. tkz. 1. Cinsel ilişkide bulunmak, düzmek
(Foutre une femme). 2. Yapmak (Il ne fout rien).
3. Vurmak, atmak, indirmek (Tais-toi, ou je te
fous une baffel). 4. Koymak, bırakmak (Fous ça
628

foutre
sur la table).

§ Foutre qch en l'air: A t m a k ,

fragment
la porte

d'un coup d'épaule.

Il lui fracassa

fırlatmak. Foutre qn à la porte: Birini kapı dışarı

mâchoire

etmek, kovmak, dışan atmak. Foutre le camp:

Çarpıp parçalanmak, kırılmak, dağılmak

D e f o l u p gitmek. Foutre qn en tôle: Birini kodese

barque s'est fracassée

tıkmak. Foutre la paix à qn: -i rahat bırakmak,


rahazsız etmemek (Fous-moi

la paix!).

Foutre qn

dedans: 1. Kodese atmak, içeri tıkmak.

2.

pain)

importante fraction de l'Assemblée).

à: -in gözünü boyamak. Ne pas en foutre une

continue:

şey

yapmamak,

boş

boş

composée:

Ondalık

kesir.
gülmek, -vız gelip tins gitmek, aldırmamak (Je

Fraction

décimale

m'en fous:

periyodu

ondalık

quoi?:

Bizimle

alay mı ediyorsunuz

nous,

yoksa?).

Se

kesir.

Fraction

composée:

Vous vous foutez de

Bileşik

Zincirleme

oturmak. § Se foutre de: -ile alay etmek, -e


Vız gelir.

Bileşik

(Les fractions

décimale

periyodu

au sein d'un

caractère.

Je

suis

dans

un foutu
unfoutu
état).

Mahfolmuş, çuvallamış, boku yemiş (Tues


La viande est foutue).

2.

foutu.

§ Etre bien foutu: Durumu,

sağlığı, kılık kıyafeti iyi olmak. Etre mal foutu:

kesir.

simple:

Basit

parti).
fractionnelle

au

fractionnement er. Bölme, bölünme; parçalama,


(La

Fractionnement
Fractionner

fractionnement

d'une propriété

gçl.

fractionner

Allahın öküzü, eşeğin teki.


foutu, e s. tkz. 1. Çok kötü, berbat (II a

période

parti).

parçalanma

foutriquet er. hkr. Anlamsız ve yeteneksiz adam,

à la

kesir). 4. »Bölüngü, fraksiyon

fractionnel, les. Bölücü (Activité

eşeklik.

décimale:
ondalık

à la période

atışmak,

sein d'un

Fraction

Fraction

fractionnaires, mat. Kesirli,

foutrie<% argo. Çok can sıkıcı bir hareket,ineklik,

du
(Une

3. mat. Kesir

kesir.

foutre sur la gueule: Kavga etmek, takışmak,


foutre er. Meni, sperm, bel.

(La

écueil).

2. Parça, bölüm, kesim, "kısım

(Fraction

Hiçbir

surun

la

§ Se fracasser:

fraction diş. 1. Koparma, bölme (La fraction

Aldatmak, dolandırmak. En foutre plein les yeux


secousse:

d'un coup de poing).

1.

Bölmek,

qch

en:

Bir
parçalamak (Fractionner
rames).

Se

partis.

parçalamak.
şeyi

2.

-e

bölmek,

un train en

plusieurs

fractionner

parçalanmak (L'Assemblée
trois

des
foncière).

en:

-bölünmek,

s'est fractionnée

en

groupes).

Durumu, sağlığı, kılık kıyafeti kötü olmak. Etre

fractionnisme er. 'Bölüngücülük, fraksiyonculuk.

foutu de f. qch: -cek durumda olmak, -meyi

fractionnistes. vead. Bölüngücü, fraksiyoncu.

becerebilmek (Il n'est même pas foutu de

fracture diş. 1. Kırık (Fracture du crâne, du bras, de

réussir).

fox, fox-terrier er. İn hayvanlannı iyi avlayan bir

foyer er. 1. A t e ş ocağı, ocak (Soiréespassées


devant

2. Ocak önüne serilen yer örtüsü; ocağı

döşemeden ayıran taş yada mermer bölüm. 3.


mec. Ev, aile, yuva, ocak (Foyer paternel,
conjugal).

4.

2. coğr.

(Tiyatrolarda,'

gçl.

fracturer

fox-trot er. Dört tempolu bir tür dans, fokstrot,


le foyer).

la jambe).

Kınlma (Fracture

cins av köpeği,

foyer

sinemalarda)

serrure).

1. Kırmak (Fracturer

Zorlayıp kırmak
serrure,

Kınlma, kırık, çatlak. 3.

d'une

(Fracturer

un coffre-fort).

une

un os).
porte,

2.
une

§ Se fracturer qch: -sini

kırmak, -si kırılmak (Il s'est fracturé la jambe,

le
poignet).
fragiles. 1. Kolay kırılır, kırılgan (Objets

fragiles).

Dinlenme yeri. 5. (Öğrenci v e erler için) Kantin,

2. Nazik, dayanıksız (Cet enfant est très fragile,

gazino;yurt (Foyer d'étudiants, foyer de soldat, du

attrape toutes les maladies.

marin).

3. Çabuk bozulabilir, sağlam temele dayanmayan

6. Merkez (Le foyer

l'effervescence).
tuberculeux.
(Foyer

7.
Foyer

kaynağı

d'épidémie).

réel, foyer virtuel).

baba yurdu (Rentrer,

de la révolte,

Hastalık

8. fiz.

de

(Foyer

(Autorité

Odak

fragile,

9. ç. Baba ocağı, ana

retourner

dans ses

foyers).
frac er. Frak.
torrent, d'un bombardement.
rompue).

puissance

bonheur

fragilement bel.
(Puissance

fragile,

il

fragile).
prospérité

fragile).
Zar zor, güç belâ, kıl payı

fragilement

établie).

fragiliser gçl. 1. Kırılganlaştırmak, çabuk kınlır

fracas er. 1. Gürültü, gürültü patırtı (Le fracas


de la ville).

fragile,

Il a l'estomac

d'un

Vivre loin du fracas

2. Çatırtı- (Fracas

d'une

branche

§ Avec perte et fracas: Çok kabaca

(ila

fracassant, e s. 1. Çatırtılı patırtılı. 2. Büyük yankı


fracassante).

fracasser gçl. Çatır çatır kırmak; kırmak

(Ilfracassa

les cheveux).

getirmek (Fragiliser
un

problème).

fragilité diş. 1. Kırılganlık (Fragilité


(Fragilité
d'une

2.

Nazikleştirmek, çabuk bozulabilir hale

cristal).

été chassé avec perte et fracas).


uyandıran (Une déclaration

kılmak (Le savon alcalin fragilise


mec.

du verre,

du

2. Dayanıksızlık, sağlamlıktan uzaklık


de la gloire, de la puissance,

de la santé,

théorie).

fragmenter. 1. Kırıntı, parça (Fragmentd'un

vase,
fragmentaire
d'une statue antique). 2. Bir yapıttan alınan yada
kalan parça ( Fragments d'une lettre. Il me récita un
fragment du"Discours de la méthode"). 3. Kalıntı
(Ce fragment de poterie a retenu l'attention des
archéologues).
fragmentaire s. 1. Parçalı, parçalar halinde olan
(Oeuvre à l'état fragmentaire). 2. Eksik (Untravail
fragmentaire).
fragmentation diş. Parçalara ayırma, parçalara
ayrılma; parçalama, parçalanma (Fragmentation
du chromosome.
La fragmentation des roches
sous l'effet du gel).
fragmenter gçl. Parçalamak, parçalara ayırmak
(Fragmenter un bloc de pierre, la
publication
d'une oeuvre).
fragon er. Yabani kuşkonmaz,
fragrance diş. Hoş koku.
fragrant, e s. Hoş kokulu, tatlı bir koku çıkaran,
frai er. 1. Balıkların yumurtlama dönemi (Lapêche
est interdite pendant le frai). 2. Göl ve akarsuları
döllenmekte kullanılan çok küçük balık yavrusu.
3. (Maden paralarda aşınmadan dolayı) Ağırlık
eksilmesi; aşınma,
fraîche diş. A la fraîche bel. 1. Günün serin
saatlerinde,
sabah
serinliğinde,
akşam
serinliğinde (Sortir à la fraîche). 2. (Serinletici
gazoz yada meyve suları satan gezgin satıcıların
bağırması) Buz gibi, soğuk soğuk!
fraîchement bel. 1. Henüz, daha yeni (Une rose
fraîchement éclose. Il est fraîchement arrivé à
Istanbul. Une terre fraîchement labourée).
2.
Soğuklukla, soğukça, soğuk bir şekilde (Il fut
fraîchement reçu par la population).
fraîcheur diş. 1. Tatlı serinlik (La fraîcheur du soir,
de la nuit, du crépuscule). 2. Serinlik (Trouver un
peu de fraîcheur. L'ombre des rochers donnait une
fraîcheur délicieuse). 3. Tazelik (La
fraîcheur
d'un œuf, d'un poisson). 4. (Çiçek, meyve ve
tende) Tazelik, körpelik (La fraîcheur d'un fruit,
d'une fleur, d'un teint). 5. Soğukluk (La fraîcheur
d'un acceuil). 6. Dirilik, canlılık (La
fraîcheur
d'unsouvenir, d'un sentiment). 7. Saflık, temizlik,
kirlenmemişlik (La fraîcheur
d'un
premier
amour, la fraîcheur d'âme). 8. Hafif yel, esinti,
fratchin er. Taz^ balık kokusu,
fraîchir gsz. 1. den. (Yel için) Şiddetlenmek (La
brise fraîchit). 2. (Hava ve su için) Serinlemek ( L e
temps fraîchit depuis quelques jours. L'eau fraîchit
dans les gargoulettes).
frairie diş. 1. Eğlentili şölen. 2. Köy bayramı,
dernek.
frais, fraîche s. 1. Serin (Un vent frais, une boisson
fraîche). 2. Hoş, iç açıcı (Un parfum frais, des

629

frais
couleurs fraîches). 3. Soğuk, soğukça (Il a reçu un
accueil frais). 4. Henüz olmuş, daha yeni, taze
(Une nouvelle fraîche, une blessure fraîche. Les
traces fraîches du passage d'un animal). 5. Taze,
günlük, bayatlamamış (Des oeufs frais.
Un
poisson frais). 6. Taze, körpe ( Des légumes frais).
7. Dinç, diri ( Cet homme est encore très frais pour
son âge). 8. Saf, temiz, kirlenmemiş (Un
sentiment frais. Une jeune fille sage et fraîche de
coeur). 9. Dinlenmiş, dinlenik (Des
troupes
fraîches. Se lever tout frais après un sommeil
réparateur). 10. Yeni, yepyeni (Un
costumefrais).
11 .bel. Soğuk olarak, serin serin (Boire frais). 12.
bel. Henüz, daha yeni (Il est frais débarqué à
Paris. Il est frais émoulu de l'Université).
13. er.
Serinlik, serin hava (On sent le frais, il faut
rentrer). 14. er. Serin yer, soğukça yer. 15. er.
Harç, masraf, gider (Frais de déplacement, frais
d'habillement.
Frais de justice. Frais
généraux,
frais indispensables).
§ Frais de l'instance: Dava
masrafları. Frais d'entretien: Bakım giderleri.
Frais de représentation: Temsil giderleri. Frais
d'hospitalisation: Hastane masrafları. Frais
funéraire: Cenaze masrafları. A grand frais: 1.
Çok para harcayarak, büyük masraflara girerek.
2. mec. Çok yorularak, büyük emekle, büyük
güçlüklere katlanarak. A peu de frais: Ucuza,
ucuz, az emekle, az masrafla. Aux frais de qn:
Masraflar -e ait olmak üzere (Voyager aux frais de
l'Etat). De frais: A z önce (Etre rasé de frais). En
être pour ses frais: Boşuna yorulduğuyla kalmak,
zahmetiyle kalmak, eline hiçbir şey geçmemek,
hiçbir kazancı olmamak. Faire les frais de: 1. -in
konusu olmak, konusunu teşkil etmek(Les
derniers événements faisaient les frais de la
conversation). 2. -in ceremesini çekmek, bedelini
ödemek (Ce sont encore les contribuables
qui
feront les frais de cette politique). Faire ses frais:
Masrafını çıkarmak. Faire des frais: Masrafa
girmek, çok para harcamak. Faire les frais:
Masrafları görmek, masrafları karşılamak (Il a dû
faire les frais tout seul). Il fait frais: Hava serin;
hava serinledi. Mettre qch au frais: Bir şeyi
soğuğa koymak (Mettre du beurre au frais, un
aliment au frais). Mettre qn au frais: tkz. Birini
kodese atmak, dama tıkmak. Prendre le frais:
Çıkıp şöyle bir hava almak, biraz serinlemek.
Rentrer dans ses frais: Masrafını çıkarmak,
zahmetinin karşılığını görmek. Se mettre en frais:
1. Masraftan çıkmak, hayli masrafa girmek (II
s'est mis en frais pour ses invités). 2. mec. Hayli
yorulmak, zahmetlere girmek. 3. Se mettre en
frais de qch: -ibol bol yapmak (Se mettre en frais de
fraise
coquetterie: Çok şuhluk etmek, bütün şuhluğunu
göstermek).
fraise diş. 1. Çilek (Manger dese fraises pour le
dessert). 2. Bir deliğin ağzını genişletecek alet,
freze. 3. (Dişçilikte) Tekerlek testere. 4. Dana
yada kuzu gömleği, yağlı karın zarı (Fraise de veau
en blanquette). S. (Eskiden) Kırmalı yakalık
(Fraise à l'espagnole, à la Médicis). 6. Hindinin
kırmızı deriden yakalığı, hindinin kırmızı
gerdanı. 7. Köprü ayağı çevresindeki kazıklar. 8.
hlk. Yüz, surat (Je lui rabats deux baffes en pleine
fraise). 9. argo. Kadının edep yeri, fere. § Aller
aux fraises: 1. Çilek toplamaya gitmek. 2.
Sevgilisiyle kırlara gitmek. Sucrer les fraises: 1.
Her yanı titremek. 2. Bunamak (Il commence à
sucrer les fraises).
fraiser gçl. 1. Kırma kırma katlamak. 2. (Bir deliğin
ağzını) Genişletmek (Fraiser un trou). 3. (Maden
yada tahtayı) İşlemek. 4. (Bir köprü ayağını)
Kazıklarla çevirmek. 5. (Hamuru) El ayası
altında yuvarlayarak düzgünleştirmek, açmak
(Fraiser la pâte). 6. Ezip kabuğunu çıkarmak,
kabuğunu almak (Fraiser les fèves).
fraiseraie, fraisière diş. Çilek tarlası,
fraiseur er. Freze kullanan işçi, frezeci,
fraiseuse diş. Freze.
fraisier er. Çilek fidanı. § Fraisier sauvage, fraisier
des bois: Orman çileği, dağ çileği,
fraisil er. Korlu kül, köz.
framboise diş. 1. Ahududu, ağaççileği (Glace à la
framboise).
2. Çilek likörü (Boire un verre de
framboise).
framboiser gçl. Ağaççileği kokusu vermek,
ahududu ile kokulandırmak,
framboisier er. Ağaççileği, ahududu fidanı,
framée diş. (Eski Frankların kullandığı) Bir tür
kargı.
franc er. Frank (Franc français, franc belge, franc
suisse).
franc, franque s. vead. Frank (Languefranque.
Les
tribus franques. Le quartier des Francs).
franc, franches. 1. İçten, açık yürekli, açık sözlü (Je
veux être franc avec vous, vous n'avez aucune
chance de réussir. Une franc libertin. Une franche
canaille. Un homme franc). 2. Gerçek, tam, eşsiz
(C'est une franche comédie). 3. Tastamam (Je lui
ai donné dix jours francs). 4. Vergiden bağışık,
serbest (Ville franche). 5. Tohumdan yetiştirme
(Arbre franc). 6. Katıksız, sade, katışık olmayan
(Une couleur franche, rouge franc). 7. Açık, gizlisi
saklısı olmayan, gizlenmeyen (Il me montre une
franche hostilité). 8. Franc de qch: -den bağışık
(Franc d'impôt). 9. bel. Açık açık, dobra dobra

630
francisque
(Parler franc). § Coup franc: (Futbolda) Şerbet
vuruş, frikik. Jour franc: (24 saat anlamında)
Tam gün. § Franc de port: Posta ücreti yada
taşıma ücreti gönderen tarafından daha önceden
ödenmiş olan, posta ücreti alınmayan (Lettre
franche de port, un colis franc de port). A parler
franc: Açıkçası, açıkça konuşmak gerekirse.
Avoir ses coudées franches: Özgür olmak, başına
buyruk olmak, eli kolu bağlı olmamak. Etre franc
comme l'or: Açık sözlü olmak, gizlisi saklısı
olmamak, yüreği avucunda olmak. Jouer franc
jeu: Oyununu açık oynamak, hiçbir şeyi saklayıp
gizlememek, dürüst hareket etmek,
français, e s. ve ad. Fransız (La langue française, le
drapeau français. Un français, une française).
franc-alleu er. (Eskiden) Her türlü vergiden bağışık
tutulan yurtluk,
franc-bourgeois er. (Eskiden) Her türlü vergiden
bağışık tutulan kentli,
franchement bel. 1. Açık yürekle, içtenlikle, açıkça
(Parler,
agir franchement).
2. Gerçekten,
kesinlikle (Sa visite devenait
franchement
désagréable à ma tante). 3. Duraksamadan
(Sauter franchement un obstacle).
franchir gçl. 1. Atlayıp geçmek, üzerinden atlamak
(Le cheval a franchi la haie). 2. Aşmak (Franchir
un obstacle, franchir une montagne, les mers.
Franchir les bornes de la décence).
franchissage er. (Ticaret yada sanayide) Lisans
kullanma hakkı verme,
franchise diş. 1. Bağışıklık, "muafiyet (Franchise
douanière, franchise postale). 2. Açık yüreklilik
(Agir, parler avec franchise). §Entoutefranchise:
Açıkça, açık yüreklilikle,
franchissable s. Aşılabilir, geçilebilir (Obstacle
franchissable; rivière franchissable à pied).
franchissement
er.
Aşma,
geçme
(Le
franchissement d'une rivière, d'un obstacle, d'une
montagne).
francisation diş. 1. Fransızlaştırma, fransızlaşma;
fransızcalaştırma, fransızcalaşma
(Francisation
d'une colonie, d'un mot étranger). 2. Bir gemiye
fransız bandrası taşıma hakkı verme,
franciscain, e s. ve ad. 1. Assiz'li Françesko'nun
1215'te kurduğu tarikatten olan papaz yada
rahibe. 2. Françesko tarikatine değgin,
franciser gçl. 1. Fransızlaştırmak, Fransız niteliği
vermek (Ce poète a francisé les héros de
l'antiquité). 2. Fransızcalaştırmak (Franciser un
mot, une
prononciation).
francisque diş.
1. Eskiden Frankların ve
Cermenlerin kullandığı bir tür ay balta, savaş
baltası. 2. 1940'ta işbirlikçi Vichy hükümetinin
franc-maçon

631

belirgesi.
franc-maçon, ne s. ve er. Mason, farmason (Un
franc-maçon. La presse
franc-maçonne).
franc-maçonnerie diş. Masonluk, farmasonluk,
franc-maçonnique
s
Masonluğa
değgin,
farmasonlukla ilgili,
franco bel. 1. Parasız olarak, masrafsız, bedava
(Expédier,
recevoir un colis franco).
2. hlk.
Rahatça,
serbestçe,
çekinmeden
(Allez-y
franco). 3. Başka ulus adlarıyla bileşik sözcük
yapmak üzere başa getirildiğinde Français
sözcüğüne verilen biçim (Traité
franco-italien.
Relations
franco-turques).
francoiin er. hayb. Turaç, çil keklik,
francophiles, ve ad. Fransız dostu, Fransızsever.
francophilie diş. Fransız dostluğu, Fransızseverlik.
francophobe s.
ve ad.
Fransız düşmanı,
Fransızsevmez.
francophobie 4 diş.
Fransız
düşmanlığı,
Fransızsevmezlik.
francophone s. ve ad. Fransızca konuşan (Les
africains francophones.
Les francophones
du
Canada).
franc-parler er. Açık sözlülük. § Avoir son francparler: Açık sözlü olmak, her şeyi
olduğu gibi
söylemek.
franc-tireur er. ask. 1. Gönüllü yardımcı er;
başıbozuk savaşçı. 2. mec. Başına buyruk hareket
eden kişi (Agir en franc-tireur).
frange diş. 1. Saçak, püskül (Les franges d'un châle,
d'une étoffe). 2. Perçem (Frange de cheveux. Une
frange noire couvrait à demi son front). 3. Belli
belirsiz sınır (On ne peut aborder les franges du
sommeil que par le rêve).
franger gçl. Saçakla, püskülle süslemek; saçak,
püskül takmak (Les boules de laine
qui
frangeaient le tapis de table).
frangin er. argo. Kardeş; dost.
frangine diş. argo. Bacı, kızkardeş; sevgili, aftos,
gaco.
franglais er. İngilizce etkisinin belirgin olduğu bir
fransızca.
franquette
A la bonne franquette: 1. Teklifsizce,
dostça, içtenlik dolu bir hava içinde (Venez chez
nous ce soir, ce sera à la bonne franquette, entre
camarades). 2. Allah ne verdiyse (On dînera à la
bonne franquette).
franquiste s. ve ad. Franco'cu, Franco yanlısı
( L'Espagne
franquiste).
frappage er. (Para için) Basma,
frappant, es. 1. Göze çarpıcı, göz alıcı, ilginç
(Couleurs frappantes. Une image frappante). 2.
Şaşırtıcı, çok belirgin (Le contraste est frappant.

frapper
La ressemblance
entre ces deux frères est
frappante).
frappe diş. 1. (Para için) Basma (Frappe
de
monnaie).2.
Sikke yada madalya damgası. 3.
(Basımcılıkta) Harf dökme kalıp takımı. 4.
Daktilo ile yazma, daktilo etme (Le manuscrit est
à la frappe. Une faute de frappe). 5. Daktilo ile
yazış, tuşlara vuruş (Cette dactylo a une frappe
régulière). 6. tkz. Haydut, canavar gibi çocuk
(C'est une sale petite frappe).
7. (Yumruk
oyununda) Vuruş, yumruk atış. § Force de frappe:
ask. Vurucu güç.
frappé, e s. 1. Şaşakalmış. 2. Soğutulmuş, buz gibi,
buzlu (Vin frappé,
Champagne frappé).
3.
Kuvvetli, güçlü (Imagination frappée; un vers
frappé). § Temps frappé yada frappé: er. müz.
Vuruş.
frappe-devant er. Balyoz; büyük demirci çekici.
frappement er. Vurma, vurulma; vuruş, vuruluş
(Le frappement des sabots).
frapper gçl. 1. -e vurmak (Frapper légèrement la
table. Frapper le sol du pied). 2. Basmak (Frapper
la monnaie, la médaille).
3. Dövmek (Des
malfaiteurs l'ont dévalisé après l'avoir frappé). 4.
Çarpmak, vurmak (La pluie frappe le visage. La
mer frappe la falaise. Un rayon de soleil frappe les
bibelots).
5. Çarpmak, değmek, dokunmak,
vurmak (Une balle l'afrappé en pleine poitrine). 6.
-in başına gelmek, üstüne çökmek, uğramak (Un
grand malheur a frappé notre famille). 7. -in
dikkatini çekmek, -e ilginç gelmek, -i şaşırtmak
(Son nom m'a frappé. Ce qui me frappe, c'est la
jeunesse d'esprit qu'il garde à son âge). 8.
Cezalandırmak (La loi frappera les coupables). 9.
-i ilgilendirmek, -ile ilgili olmak, -e değgin olmak
(Un impôt qui frappe certaines catégories de
salariés). 10. Frapper qn, qch de qch: a) -e
çarptırmak, -ile cezalandırmak (Le tribunal a
frappé tous les accusés de dix ans de prison), b) -e
bağlamak, tâbi tutmak (Frapper un peuple de
lourds impôts). 11. gsz. -e vurmak, çarpmak (Il
battait la mesure en frappant sur la table. J'ai
l'impression de frapper contre le mur). 12. gsz.
Kapıyı çalmak (Entrer sans frapper).
13. gsz.
Frapper à qch: -i çalmak, -e vurmak (Frapper à la
porte). 14. Etre frappé de qch: a) -etutulmak,
yakalanmak, uğramak (Il fut frappé
d'apoplexie).
b) -e şaşmak (Je fus frappé de leur ressemblance). §
Frapper à toutes les portes: Her kapıyı çalmak,
her kapıya başvurmak, başvurmadık yer ve kimse
kalmamak. Frapper à la bonne porte: İyi kapı
çalmak, tam uygun yere baş vurmuş olmak.
Frapper à la mauvaise porte: Yanlış kapı çalmak.
632

frappeur

freinage

Frapper un grand coup: Kesin bir karar almak.

yapmak (Frauder

Frapper à la tête: Bir ayaklanmanın elebaşılarını

gsz. Hile yapmak, dolap çevirmek (Un

cezalandırmak.

qui

Frapper au bon coin:

Tam

adamına baş vurmak, en yetkili kişiye danışmak.


Frapper les grands coups: Son çareye başvurmak.
§ Se frapper: 1. Kaygılanmak, korku ve kaygıya
kapılmak, aldırmak (Ne te frappe
débrouillerai).

pas, je me

2. Se frapper qch: -sini dövmek,

-sine vurmak (Il se frappait

la poitrine

en signe de

repentir).

fraude

Ruh çağırmalarında,

geldiğini

frappeur:

masaya birkaç

kez

l'examen.

l'impôt).

Frauder

sur le poids des


2.

candidat
sur

une

denrées).

fraudeur, euse s. ve ad. 1. Hileci, madrabaz. 2.


Kaçakçı.
frauduleusement bel. 1. Hile ile, hileli olarak
(Vendre

frauduleusement

des marchandises).

2.

Kaçak olarak, kaçakçılıkla,


frauduleux,

frappeur, euse s. 1. Vuran, vurucu (Esprit

marchandise,

la douane, frauder

s.

euse

frauduleuse.

1.

Marché

(Banqueroutier

(Banqueroute

Hileli

frauduleux).

2.

Hileci

frauduleux).

vurarak belirten ruh). 2 .ad. Para basma işlerinde,

fraxinelle diş. bitb. Geyikotu.


kâğıt yada kumaş damgalama işlerinde çalışan

frayer gçl. 1. Açmak (Frayer une voie, un passage).


2. Frayer qch à qn: Birine .. .açmak (Lapolice

işçi.
frasque diş. 1. Hile, dolap, muziplik, 2. Delice

fraya un passage dans la foule).

lui

3. gsz. (Balıklar

de

için) Üremek ( L a perche ne fraie qu 'à l'âge de trois

jeunesse. Son père refusait de payer ses frasques).

ans). 4. gsz. Görüşmek, düşüp kalkmak, ilişki

davranış,

çılgınlık,

sapkınlık

(Frasques

frater er. tkz. 1. Okumamış papaz. 2. Cerrah çırağı.


fraternel, le s. 1. Kardeşlere değgin, kardeşlikle
ilgili (Amour

fraternel).

2. Kardeşçe, dostça,

kardeş gibi (Il s'est montré très fraternel avec

moi).

fraternellement bel. Kardeşçe (Ils se serrèrent


main

la

fraternisation diş. Kardeş olma, kardeşçe yaşama,


kardeşleşme (Nous supprimons
de l'ouvrier

tout obstacle à la

allemand et de

l'ouvrier

français).
geçinmek (Ces enfants commencent

fraterniser).

2. Fraterniser avec: -ile anlaşmak, birlik olmak,


dostluk kurmak (Les soldats ont fraternisé

avec la

population).
(Liberté,

1. Kardeşlik

Egalité,

2. İyi geçim, geçimlilik (Une

grande

règne entre eux). 3. Arkadaşlık, dostluk

(Fraternité

d'armes).

eux une fraternité

4. Birlik, ortaklık (Ilya

entre

d'esprit).
(On

öldüren

fratricide).

er.

2.

Kardeş

arrêté

un

katilliği,

jeune
kardeş

öldürme. § Lutte fratricide: Kardeş öldürüşmesi,


kardeş kavgası, kardeşler arasında boğuşma,
fraude

1. Hile, dalavere (Fraude électorale).

Oyun, dolap, düzen (Vous machinez


les uns contre les autres).
fiscale:

Vergi

kaçakçılığı.

Döviz kaçakçılığı).
qui passe

des

açmak,-i kolaylaştırmak (Cette découverte a frayé


§ Se frayer
un

passage).
frayère diş.

Balık yuvası; balık yumurtalarının

döllendiği yer.
Ani korku, ürküntü (Trembler

de

frayeur).
fredaine

diş.

Delişmenlik,

davranış (ila fait des fredaines


raconté ses fredaines

de

çılgınlık,

çılgınca

toute sa vie. Il m'a

jeunesse).

aynı cinsten üç kâğıt,


fredonnement er. (Şarkı) Mırıldanma,
fredonner gsz. 1. Mırıldanarak şarkı söylemek. 2.
gçl.

-i mırıldanmak,
3. Kaçakçılık
Fraude

en

2.

des liqueurs

la frontière

en

mırıldanarak

une chanson,

un air

söylemek

d'opéra).

freezer er. İng. (Buzdolabında) Buzluk v


frégate diş. i . den. Firkateyn. 2. hayb. Kutan kuşu.
§ Capitaine de frégate: den. Yarbay,
freiner. l.Fren,*durduraç (Freinhydrolique.
Le frein à main d'un moteur).

Frein
2. mec.

G e m . 3. biy. Dilaltı bağı (Frein de la langue).

4.

fraudes

biy. G e m , gemeik, "lücam. § Mettre un frein à

(Fraude

qch: -i gemlemek, frenlemek, engelleyip tutmak

devises:
fraude.

en fraude).

2.

Gizlice.
frauder gçl.

fraie

§ Frayer la voie à: -e yol

la voie à tous les travaux ultérieurs).


à huile.

§ En fraude: 1. Kaçak olarak,

kaçakçılıkla (Fabriquer
Produit

point

düşüp kalkmak, ilişki kurmak (Cette famille

(Fredonner

fratricide s. ve ad. 1. Kardeş katili, kardeş kıyıcısı,


kardeşini

ne frayent

fredon er. 1. Şarkı nakaratı. 2. (İskambilde) Üç;

fraternité diş.
fraternité

hommes

peu avec les voisins).

frayeur diş.

franterniser gsz. 1. Kardeşçe yaşamak, kardeşçe

Fraternité).

deux

5. gsz. Frayer avec: -ile görüşmek,

qch: Kendine... açmak (Se frayer un chemin,

fraternellement).

fraternisation

kurmak (Ces
ensemble).

3. Berber kalfası,

(Mettre un frein à ses passions).

Ronger son frein:

Kendi

içini

kendini
yemek,

içi

kemirmek,

istemeyerek ve sabırsızlanarak katlanmak (On l'a


mis dans un poste secondaire,

et il y ronge

frein).
1. -den mal kaçırmak; -kaçakçılığı

freinage er. 1. Fren yapma. 2. Fren düzeni.

son
633

freiner
freiner gsz. 1. Fren yapmak, durduraca basmak
(Freiner

doucement).

2.

gçl.

Frenlemek,

gemlemek, engellemek, durdurmak, önlemek


(Freiner

le progrès, freiner ses

ambitions).

freinte diş. tic. Fire.


Yabancı

bir madde

katıştırma, bozma (Frelatage des

karıştırma,

bozulmuş, kokuşmuş (Des huiles frelatées,


Une société frelatée,

vins

la vie frelatée

de

gçl.

Yabancı

madde

karıştırmak,

katıştırmak, "tağşiş etmek (Frelater un produit,

les

vins).
frêles. 1. Kırılgan. 2. Zayıf, dayanıksız (Un
roseau.

frêle

Tout reposait sur ses épaules frêles).


İnce, narin (Une frêle jeune

3.

était

des visites). 2. Yinelenim,

sık sık geçiş (Etudier

la fréquence

des

adjectifs

titreşim sayısı,
fréquent, e s. 1. Olağan, alışılmış, sık sık görülen
dans une maladie).

Un symptôme

fréquent

2. Yinelenen, sık sık geçen

( Un mot fréquent dans un texte) , 3 . S ı k ; s ı k s ı k o l a n


(Notre

liaison

ne peut être fréquente).

§ Pouls

frémir gsz.l.Titremek, tir tir titremek*'// ne cessait


2. Hışıldamak, hışıl hışıl titreşmek
des peupliers

frémissaient

sous

brise). 3. (Su için) Cızıldamak ( L ' e a u frémit

la

avant

4. Frémir de qch: -den tir tir titremek

de peur,

(Un

milieu

fréquentable,
des lieux de plaisir tout juste

fréquentables).

fréquentation diş.
(La

théâtres).

freluquet er. Değersiz ve uçarı delikanlı, hayta,

de bouillir).

2.

Gidilebilir, gidilmesinde sakınca olmayan

gelme

mec. Önemsiz şey.

(Les feuilles

ahbaplık edilebilir (Un individu fréquentable).

dilb.

Ek

alarak

bir işin

yinelendiğini belirten (sözcük), yinelemeli,

freluche diş. 1. Küçük ipek püskül, püskülcük. 2.

pas de frémir).

fréquentables. 1. Düşüp kalkılabilir, görüşülebilir,

fréquentatif, ive s.

fille).

frelon er. Eşekarısı.

(Frémir

1. Sıklık, sık sık oluş (Elle

excédée par la fréquence

fréquent: Sık atan nabız,

Paris).
frelater

fréquemment).
(Des averses fréquentes.

huiles).

frelaté, es. İçine yabancı madde karıştırılmış, hileli ;


frelatés.

arrive

fréquence diş.

dans un texte). 3. fiz. Frekans, birim zamandaki

frelampierer. Hiçbir işe yaramayan kimse, allahlık.


frelatage er.

fret

de colère,

d'impatience).

5.

(La

1. Gitme, sık sık gitme, gidip

fréquentation

des

cinémas,

des

2. Görüşme, düşüp kalkma, ahbaplık

fréquentation

des artistes

horizons

nouveaux).

bonnes

fréquentations).

lui

ouvre

des

3. İlişki, dostluk (Il a de


fréquenté, e s. Her zaman insanların bulunduğu,
kalabalık (Une rue fréquentée,
bien

un

établissement

fréquenté).

Frémir de f. qch: -mekten korkmak, ödü kopmak.

fréquenter gçl. 1. Sık sık gitmek (Fréquenter

§ C'est à faire frémir: İğrenç bir şey bu; insanın

stades, les cinémas, les milieux artistiques).

tüylerini diken diken eder bu.

sık sık görüşmek; -in yanına sık sık uğramak

frémissant, e s. 1. Titreyen, titrek (Une


frémissante).

voix

2. Tir tir titreyen, eli ayağı titrer bir

halde (Il est arrivé encore frémissant).


heyecanlanan (Une sensibilité
Frémissant

de:

frémissante

-den

3. H e m e n

frémissante).

titreyen

(Une

4.
salle

(Fréquenter

un ancien

les
2. -ile

ami).
frère er. 1. Kardeş (J'ai trois frères et une sœur).
Kişioğlu, kişi, insan (Frères
nous vivez).

humains

qui

2.

après

3. Tarikat kardeşi, papaz (Il a été

élevé chez les frères) 4. Arkadaş (Frère

d'armes).

5. (Bir şeyin) Eşi, teki (Vous avez un joli vase, j'ai

d'enthousiasme).

frémissement er. 1. Titreme. 2. Hışıltı. 3. Cızıltı.

vu son frère

frênaie diş. Dişbudak korusu,

consanguin: Baba bir, ana ayrı kardeş. Frère

frêne er. bitb. Dişbudak.

germain: Ana baba bir kardeş. Frère utérin: Ana

frénésie

bir baba ayrı kardeş. Frère de lait: Süt kardeş.

1. (Sayrılıkta) Sayıklama, bağırabağıra

bir şeyler sayıklama. 2. Büyük tutku,


düşkünlük (Aimer
Taşkınlık (La

une femme avec frénésie).

frénésie

de ses sentiments).

Kendinden geçme (Travailler


frénétique s. ve ad.

avec

aşırı
3.
4.
frénésie).

1. Sayıklayan, kendinden

geçmiş (hasta). 2. mec. Deli, aklını kaçırmış (Un


frénétique

me faisait

Çılgın, çılgınca (Une


applaudissements
frénétiquement

l'éloge
musique

d'une

vipère).

frénétique.

3.
Des

frénétiques).
bel.

geçercesine (Applaudir

Çılgınca,

chez

mon

antiquaire).

§ Frère

Faux frère: Topluluğuna ihanet eden kimse.


Ressembler à qn comme un frère: Birine çok
benzemek,
frérot er. tkz. Küçük kardeş, kardeşceğiz.
fresque diş. Duvar suluboyası, yaş alçı üzerine
yapılan suluboya resim, "fresk,
fresquiste ad. Duvar suluboyacısı, freskçi.
fressure diş. Takım ciğer.
fret er. 1. Gemi kiralama. 2. Geminin kira parası,

kendinden

frénétiquement).

fréquemment bel. Sık sık, sıklıkla, ikide bir (Cela

navlun. 3.Gemi yükü, hamule (Fret d'aller, fret de


retour). § Donner à fret: (Gemiyi) Kiraya vermek.
Prendre à fret: (Gemiyi) Kiralamak, tutmak.
frètement

634

frètement er. 1. Gemi kiralama. 2. Gemi yükleme,


fréter gçl. 1. (Bir taşıtı) Kiralamak, tutmak
avons frété un car pour
Fréter une voiture).

la colonie

de

(Nous

vacances.

2. (Gemiyi) Kiraya vermek,

er.

(Gemiyi)

Kiraya

veren ; gemiyi

yapmak. 2. mec.

frétillant, e s . 1. Canlı, diri diri, kıpırdak, fıkırdak,

fricatif, ive s. ve ad. dilb. Sürtüşmeli


Les

(Consonne

fricatives).

fric-frac er. argo. Dolandırıcılık,


friche diş. Sürülmemiş otlu toprak, malaz. § En
friche: 1. (Tarla) Ekilmemiş, boş bırakılmış (Ils

frétillement er.

achetèrent des terres en friche).

d'impatience).

Kımıl kımıl oynama,

yerinde

frétiller gsz. 1. Kımıl kımıl oynamak (Un

poisson

2. Frétiller de qch: a) -sini oynatmak

(Le chien frétille


de la queue),

duramamak (Frétiller

b) -denyerinde

de joie,

2. Kullanılmayan,

yararlanılmayan, işletilmeyen (Intelligence


friche,

duramama, kıpırdaklık,

talent

en friche).

yakaladıktan sonra değersiz diye denize attıkları

Kullanmamak, boş bırakmak, yararlanmamak,


işletmemek (Il ne faut jamais laisser en friche
facultés de la

balık, marya. 2. mec. Değersiz şey yada kişi.

pişirmek.
fricot er. tkz. 1. Et yahnisi. 2. Yemek. § Faire le
fricot: Yemek pişirmek,
fricotage er. tkz. Dalavere, dolap, düzen,

frette diş. 1. Demir çember. 2. (Mimarlıkta) Süs

fricoter gçl. tkz.


lapin).

olarak yapılan kırık çizgili silme, saptırma,


fretter gçl. Demir çember geçirmek, çemberlemek

Freud yöntemini benimseme,

ezilgenlik (La friabilité

d'une

sols friables.

Galette

pâte

friable).
friand, e s. 1. Y e m e ğ e düşkün, ağzının tadını bilen
friande,
petits plats).

elle aimait à se faire

2. mec.

de

İştah verici, ağız

sulandırıcı (De bons plats friands).

3. Friand de

qch: a) -e düşkün, -i çok seven (Une chatte


de lait. L'ours

friande

est friand de miel. Un enfant

friand

de bonbons),

b) -den pek hoşlanan (Etre friand de

compliments,

de

friandise diş. 1. Ağzının tadını bilme, iyi yemeğe


düşkünlük. 2. ç. Şeker, şekerleme (Donner

des

enfants).

fric er. argo. Para, mangır (Je n'ai pas de fric).


fricandeau er. Y e m e ğ e başlarken sofraya çıkarılan

Madrabaz, dalavereci,

düzenci, dolapçı,
1. Oğma, oğuşturma (Une

l'eau de Cologne).

friction

fricassée diş. 1. Piliç yada tavşan yahnisi, yahni. 2.


Çeşitli şeyler karması.

2. cogr. Sürtünme. 3. mec.

cause de friction

entre
devenait

eux).

frictionne!, le s. Sürtünmeye değgin, sürtünmeden


ileri gelen

(Pertes

mécanique).

§ Chômage frictionnel: (İki sözleşme

frictionnelles

de

l'énergie

arasında kalan) Geçici işsizlik,


frictionner gçl. Oğmak, oğuşturmak
un enfant après

le bain).

Kendini oğmak (Se frictionner

(Frictionner

§ Se frictionner: 1.
après la bain) 2. Se

frictionner qch: -sini oğmak (Se frictionner

les

jambes).
frigidaire

er.

Frigidaire
§ Mettre

marka

buzdolabı;

qch au frigidaire:

§ Fricassée de

1.

Buzdolabına koymak. 2. mec. Rafa kaldırmak,


uyutmak, bir tarafa atmak (Mettre un projet,
réforme au

une
frigidaire).

frigidarium er. (Eski Roma hamamlarında) Soğuk


suyla yıkanılan bölüm,
frigides. 1. Soğuk ( Une frigide pénombre).

et yada balık,
mec.

yapmak, karanlık işlerle uğraşmak,

buzdolabı.

Kurabiye.

aux

dolaplar

fridolin er. tkz. hkr. Alman,

poésie).

friand er. 1. Kıymalı saç böreği; lahmacun. 2.

friandises

Yine ne

3. gsz. Dolap çevirmek, dalavere

Sürtüşme, çatışma, anlaşmazlık (Tout

roche).

friable s. Ufalanıp toz olabilir, gevrek, ezilgen


friable,

un

énergique avec la serviette sur le dos. Une friction à

friabilité diş. Ufalanıp toz olabilirlik, gevreklik,

(Excessivement

qui'il fricote encore?:

friction diş.

fröydcülük.
freux er. Ekin kargası.

bons

(Qu'est-ce

fricoteur, euse ad. tkz.


fröytcü. 2. Fröydcülüğe değgin,

(Roche

1. Yahni yapmak (Fricoter

2. Düzenlemek, hazırlamak, çevirmek

çeviriyor?).

canon)

freudien, ne s. 1. Freud'e özgü, Freud'e değgin,


er. ruhb.

les

nature).

frettage er. Demir çember geçirme, çemberleme,

(Fretter un moyeu, un

en

Laisser en friche:

frichti er. hlk. Yemek. § Faire le frichti: Yemek

d'impatience).

fretin er. 1. Küçük ve değersiz balık, balıkçıların

freudisme

§ Se

2. Frétillant de qch: -den yerinde

(Des

oynayan

duramayan (Il était frétillant

qui frétille).

tout son argent).

poissons

durmadan

frétillants).

Harcamak, savurmak, yiyip

bitirmek (Il a fricassé


fricative.

kiralayan.
yerinde

museau: argo. Öpüşme, kocaman bir öpücük,


fricassergç/. 1. -in yahnisini yapmak, -iyahniolarak

fricasser le museau: argo. Öpüşmek, emişmek.

kiralamak. 3. (Gemiyi) Yüklemek,


fréteur

frigide

Soğuk, sevmeyen (Un coeur frigide).

2.mec.
3. (Kadın

için) Soğuk, cinsel ilişkiden tad almayan, buz


635

frigidité
dolabı (Une femme

mec. Eski püskü şey, hurda,

frigide).

frigidité diş. (Kadında) Soğukluk, cinsel ilişkiden

bien rouge).

2. tkz. Buzdolabı (Mettez la viande

dans le frigo).

3. Bir tür dondurma,

gçl.

1.

Soğutmak,

la viande,

dondurmak

un produit.

équipé pour frigorifier


péché).

Un

le poisson

bateau

dès qu'il

Frigorifier qn: mec.

2.

est

Ürkütmek,

korkutmak, rahatsız etmek (A vecson air sévère, il


frigorifiait

les candidats les plus

frigorifique s.
frigorifique;

Soğutucu;
wagon

hardis).
(Mélange

soğutmalı

frigorifique).

§ Armoire

frileux,

euse

s.

Çok

Düzenbaz;

edepsiz.

2.

(Şimdi)

Kurnaz, yaramaz, hergele (Un jeune fripon,

un

enfant fripon,

lui

regarder

gçl.

friponner

d'un

air fripon.

Il

fripons).

(Eski)

-i

dolandırmak,

faka

bastırmak.
diş.
friponnerie

1.

(Eski)

Düzenbazlık,

dolandırıcılık, edepsizlik. 2. (Şimdi) Kurnazlık,


yaramazlık, hergelelik,
satmış, itin teki.
fripouillerie

diş.

Edepsizlik,

ipsizlik,

itlik,

bayağılık,

frileusement bel. Üşüyerek, titreyerek (Il


la couverture

1. (Eskiden)

hinoğluhin,

fripouille diş. argo. Edepsiz, ipsiz, anasının ipliğini

frigorifique: Buzdolabı,
frileusement

dolandırıcı,

lançait des regards

frigorie diş. fiz. Küçük kalori,


(Frigorifier

fripier, ère ad. Eskiler alıp satan, eskici,


fripon, ne s. ve ad.

tad almayış.
frigo er. tkz. \. Dondurulmuş et (Il coupe du frigo

frigorifier

frison

sur

friquet er. hayb. Dağserçesi.


frire gçl. 1. Tavada kızartmak, kızartmak ( F r i r e des

üşüyen,
dayanamayan (Un vieillard

ramena

lui).
soğuğa

hiç

poissons,

des pommes

(Du boudin

frileux).

frimaire er. Fransız devrim takviminin üçüncü ayı

3. Etre frit:

argo. Yanmak, hapı yutmak, çuvallamak (On est


frit: Yandık,

(21 Kasım-20 Aralık),

de terre). 2. gsz. Kızarmak

qui frit dans la poêle).


hapı yuttuk).

§ D n'y a rien à frire: 1.

Yiyecek hiçbir şey yok. 2. Yapacak bir şey yok.

frimas er. 1. Kırağı. 2. ç. Kış.


frime diş. 1. Gösteriş, caka, çalım. 2. Yapmacık,
numara § En frime: argo. Başbaşa. Four la frime:

frisage er. (Saçları) Kıvırma,


frise diş.

1. Bir tür kıvırcık yünlü kumaş. 2.

Gösteriş için, desinler diye. Avoir la frime de:

(Mimarlıkta)

Kendini... satmak, gibi görünmek. Faire de la

korniş arasındaki bölüm, efriz. 2. Uzayıp giden

tkz.

Yüz,

surat
(Va

baştabanla

düz bir yüzey, pervaz. 3. (Tiyatro sahnesinde)

frime: Caka satmak, gösteriş yapmak,


frimousse diş.

Duvar saçaklarında

laver

ta

Tavana yatay olarak asılan dar ve uzun dekor. §


Le cheval de frise: Sivri çubuklarla donanmış geçit

frimousse).
fringale diş. Birdenbire duyulan açlık, çok acıkma.

engeli.

§ Avoir la fringale: Birdenbire çok acıkmak.

frisé, e s. 1. Kıvırcık (Il a des cheveux frisés).

2.

Avoir une fringale de qch: -e susamak, -i çok

Kıvırcık saçlı, kıvırcık tüylü (Un enfant frisé.

Un

istemek -e karşı büyük bir istek duymak (J'ai une

toutou frisé).

fringale

bürümcük gibi kıvrılı (Chicorée

de lecture, de

spectacle).

fringant, e s. 1. Çevik, atik .yerinde duramayan (Un


cheval fringant).

2. Oynak, kıpırdak (Une

mariée fringante).

3. Diri, canlı (Un

jeune
vieillard
3. Bürümcük yapraklı, yaprakları
frisée).

frisé er. tkz. hkr. Alman,


friselis er. Hafifçe titreme (Le friselis des
cheveux à l'aide du fer à friser. Machine

encore fringant pour son âge).

joncs).

friser gçl. 1. Kıvırmak, kıvırcıklaştırmak (Friser

les

à friser les

fringillidés er. ç. hayb. Serçegiller, ispinozgiller,

étoffes). 2. Friser qn: Birinin saçlarını kıvırmak,

fringuer gsz. 1. Zıplamak yerinde duramamak. 2.

kıvırcıklaştırmak

tkz. Giydirmek, giydirip kuşatmak (Fringuer


gosses).

§ Se fringuer: Giyinmek (Il s'est

fringué pour

la soixantaine.

5. gsz. Kıvırcık olmak (Cheveux


3. ad.

frisa).

3.

filet). 4. -e çok yaklaşmak, -si çok yakın olmak (Il


frise la quarantaine,

fripé, e s . 1. Buruşmuş (Une robe toute fripée).

me

bien

fringues diş. ç. tkz. Giysi, çul, "elbise,


Kırışmış, kırışık (Un visage fripé).

laquais

Sıyırmak, yalayıp geçmek (Une balle qui frise le

sortir).
2.
argo.

İhtiyar, moruk, tiridi çıkmış,


friper gçl. 1. Buruşturmak (Friper son manteau, sa
robe, un tissu). 2. Kırıştırmak, kırış kırış yapmak
(La misère avait fripé sa

(Un

ses

figure).

friperie diş. 1. Eski elbise, eski çamaşır, eskiler. 2.


Eski eşya ticareti, eskicilik. 3. Eskici dükkânı. 4.

qui frisent).

Friser la mort).
qui frisent,

poils

6. gsz. Saçları, tüyleri kıvırcık olmak

(Elle frise naturellement.


un animal qui frise).
çıkarmak (Le

vieil

Une personne

qui

frise,

7. gsz. Titrek, karışık bir ses


instrument

dont les

cordes

frisaient).
frisette diş. Küçük saç lülesi,
frisoir er. Saç maşası.
frison er. Saç lülesi (Une petite blonde,

avec des
frisons plein le

front).

frivolement bel. Havaice, hoppaca.

frisottant, e, frisotté,e s. Hafifçe kıvırcık


cheveux

(Des

frisottants).

2. gsz. Hafifçe kıvrılmak, hafifçe kıvırcıklaşmak,


frisquet, te s. 1. Soğukça, serin. 2. er.

Hafif

soğukluk, serinlik ( Dans le frisquet de l'aube).

§ Il

fait frisquet: Hava soğukça, hava biraz serin,

les épaules).

Un grand frisson lui

secouait

2. Ürperme, ürperti (Un frisson

d'angoisse).

de

§ Donner le frisson à qn: -i

ürpertmek (Cette brusque

vision

lui donna

dépasse les bornes).

gereksizlik, boşluk (La frivolité

de

2. Önemsizlik,
d'une lecture). 3.

Bir tür dantel. 4. Ç- İncik boncuk (Marchande

de

frivolités).
froc er. 1. Papaz kukuletası. 2. Papaz latası, cübbe.
3. mec. Papaz mesleği, papazlık. 4. hlk. Pantolon

frisson er. 1. (Soğuktan yada sayrılıktan) Titreme


(Un frisson de froid.

frivolité diş. 1. Havailik, hoppalık (La frivolité


cet homme

frisotter gçl. 1. Hafifçe kıvırcıklaştırmak, kıvırmak.

peur,

froidement

636

frisottant

un

frisson).

(Son froc s'est déchiré).

§ Chier dans son froc:

argo. Korkudan donuna yapmak. Jeter le froc aux


orties, jeter son froc sur les orties: Papazlıktan
ayrılmak, papazlık mesleğini bırakmak.
frocard er. hlk. Papaz.
froid er. 1. Soğuk (Le chaud et le froid. La saison des

frissonnant, e s. Titreyen, ürperen (Etre, se sentir


frissonnant).

2. mec.

Soğukluk,

bozuşma,

(Il

Un froid noir, un froid de canard, un froid dé

en entrant dans

chien, un froid de loup: Çok büyük soğuk, acı

frissonnement

soğuk. Avoir froid: Üşümek. Avoir froid à: -si

1. Hafif titreme, ürperti

éprouva une sorte de frissonnement


2. Titreme, titreşme (Le

des petites feuilles de


l'arbre).

üşümek (J'aifroid

f r i s s o n n e r e z . 1. Titreşmek (Les roseaux, les herbes


frissonnent

froids).

dargınlık (Il y a du froid entre la mère et la fille). §

frissonnement er.
l'église).

grands

sous

le

vent).

2.

(Soğuk

yada

aux pieds). Donner froid dans le


(Quand

dos à qn: Birini korkutmak, ürpertmek


j'ai vu le précipice,

cela m'a donné froid).

Etre en

sayrılıktan) Titremek. 3. Frissonner de qch: -den

froid avec qn: -ile arası açık olmak, küs olmak (Je

titremek (Frissonner

suis en froid avec mon cousin).

de crainte, d'admiration,

de

plaisir).
frisure diş. 1. Kıvırcıklık, kıvrılmışlık. 2. Kıvırcık

korkmamak, gözünü budaktan sakınmamak. Ne


faire ni chaud ni froid à qn: -i hiç ilgilendirmemek,

saç.
frit, e s. 1. Kızartılmış, kızarmış (Poisson
pommes

de terre frites).

l'immeuble,

frit,

2. argo. Yanmış, hapı

yutmuş, çuvallamış (Les

policiers

ont

cerné

il est frit). § Pommes frites: Kızarmış

patates, patates kızartması,


manger

des

§ Tomber dans les frites: argo. Bayılmak,

friterie diş. 1. (Balık konservesi fabrikalarında)


Pişirme yeri. 2. Kızarmış patates satılan dükkân;
gezgin olarak kızarmış patates satılan baraka,
friteuse diş.

-e vız gelip tırıs gitmek ( Cela ne me fait ni chaud ni


froid).

Prendre froid, attraper froid: Üşütmek,

soğuk almak, soğuk algınlığına yakalanmak. II


fait froid: Hava soğuk.
froid, e s. 1. Soğuk (Une douche froide,

frite diş. Kızarmış patates (Acheter,


frites).

N'avoir pas froid

aux yeux: Pek yürekli olmak, hiç bir şeyden

Patates kızartmaya yarayan

froid,

une chambre

froide,

Isıtmayan, donuk (Un froid


lumière).
froid,
un temps

de l'eau froide).
soleil.

Une

3. mec. Soğuk, sevimsiz (Un

il a un caractère froid).

4. mec.

homme
Soğuk,
(Une

duygusuz, cinsel ilişkiden hoşlanmayan

özel

tencere, kızartma tenceresi,

femme

froide).

2.
froide

5. Buz gibi, içtenlikten uzak

(Parler sur un ton froid).

6. Soğuk, soğuk nane,

fritillaire diş. Şah tuğu denilen bir lâle türü.

tatsız tuzsuz, gıdı gıdı (Rien de plus froid que ces

fritte diş. Pişirilip cam hamuru yapılan kum ve soda

allégories).

friture diş. 1. Kızartma, kızartış (Friture


la graisse).

2. Kızartma yağı (Plonger

dans la friture).
(Friture

à l'huile,

l'écumoire
3. Kızartılmış şey, kızartma, tava

de poissons).

4. 'Balık tavası, kızartma

balık (Il adore les petites

fritures).

frivole).
frivole.

frivole,

2. Havai, hoppa, u ç a n (Un


Il me trouvait un peu

(S'emporter

à froid

sur

Démarrera

istemeye
un

istemeye

sujet).

3.

Hiç

soğukkanlılıkla

(Des

qui parlent à froid de leurs

crimes).

heyecanlanmadan,
personnages

Laminer à froid.

İsteksizce,

froidement bel. 1. Üşüyecek şekilde, ince (Il est vêtu

frivole s. 1. Önemsiz, boş, ciddilikten uzak


une lecture

2.
birini soğuk karşılamak.

fritz er. tkz. Alman eri. Alman,


frivole,

froid).

Battre froid à qn: Birine karşı soğuk davranmak,

friturier, ère ad. Tava işi yemek satan aşçı.

querelle

§ A froid: 1. Soğuk olarak, ısıtılmadan

(Forger le fer à froid.

karışımı. 2. B u karışımın pişirilmesi,

frivole).

un

(Une
conte

caractère

froidement).
accueillis
serin

2. Soğuk bir şekilde, soğuk

froidement).

kanlılıkla

froidement).

(Il

(Ilnousa

3. Hiç heyecanlanmadan,
racontait

son

crime

très
froideur
froideur diş. 1. Soğukluk. 2. mec. Duygusuzluk,
sevimsizlik (La froideur de son
tempérament

m'énerve. Tout le monde V accuse de froideur). 3.


Umursamazlık, aldırmazlık, soğukluk (Ilm'afait
un accueil plein de froideur). 4. mec. Sönüklük,
hareketsizlik (La froideur d'un bal, d'une fête).
froidure diş. Hava soğukluğu; soğuklar, kış. § Au
retour de la froidure: Soğuklar başlayınca, kış
gelince.
froissables. Çabuk buruşabilir, buruşkan.
froissant, e s. Üzücü, kırıcı, gönül kırıcı (Paroles

froissantes).
froissement er. 1. Buruşma, buruşturma; kırışma,
kırıştırma (Le froissement
d'une étoffe,
d'un
papier). 2. Çıtırtı, buruşma sesi, kırışma sesi (Le

froissement du papier s'entendait du bout de la


classe). 3. mec. Çatışma (Le froissement
d'intérêt,
de caractère). 4. mec. Kırgınlık, kırılma, kırma;
incinme, incitme; yaralama, yaralanma (Le

froissement d'amour-propre. Mon orgueil s'irrite


de mille infimes froissements).
froisser gçl. 1. Buruşturmak, kırıştırmak (Froisser
un tissu, un papier). 2. Ezmek (Froisser les
herbes). 3. mec. Kırmak, yaralamak, onurunu
kırmak, incitmek (Il m'a froissé par son manque
de tact). § Se froisser: 1. Buruşmak,kırışmak. 2.
ezilmek. 3. mec. tncinmek, alınmak, kırılmak,
onuru yaralanmak. 4. Se froisser de qch: -e
kırılmak, -den alınmak, onuru yaralanmak (II

s'est froissé de mes paroles).


frôlement er. Hafifçe dokunma, dokunup geçme (Il
sentait le frôlement des herbes sur ses jambes).
frôler gçl. 1. Hafifçe dokunmak, geçerken hafifçe
değmek (Frôler un passant dans la rue). 2. Sıyırıp
geçmek (La balle a frôlé ses cheveux). 3. -in çok
yakınından geçmek, değerek geçmek (Frôler les
murs, les boutiques). 4. mec. -ile burun buruna
gelmek, karşı karşıya kalmak (Frôler la mort, le
ridicule).
§ Se frôler: Sürtüşmek (Les deux
voitures se sont frôlées).
frôleur v. ve er. Kadınlara sarkıntılık eden sapık,
frôleuses. ve diş. Erkeklere askıntı olan (kadın),
fromage er. 1. Peynir (Fromage de vache, de chèvre.
Fromage blanc, fromage fondu). 2. mec. Yağlı
kuyruk, arpalık, çalışması yok parası çok iş (Il a
assez de relations pour obtenir un bon fromage). §
Fromage de cochon: Bir çeşit domuz köftesi.
Fromage d'Italie: Dana ve domuz karaciğeriyle
yapılan bir çeşit köfte. Fromage glacé: Dondurma
krema. Entre la poire et le fromage: 1. Yemeğin
sonunda. -2. Sofranın en keyifli zamanında,
fromager, ère s. Peynire değgin, peynirle ilgili
(Industrie
fromagère).

637

front
fromager er. 1. Peynirci. 2. Peynir süzgeci. 3.
Tropikal bölgelerde yetişen bir tür büyük ağaç.
fromagerie diş. 1. Peynir yapımevi. 2. Peynirci
dükkânı. 3. Peynir mahzeni. 4. Peynircilik,
froment er. Has buğday, buğday (La farine de
froment).
fromental er. bitb. Çayıryulafı.
fronce diş. Büzgü (Jupe à fronces.
Faire des
fronces).
froncement er. 1. Çatma (Froncement de sourcils).
2. Kırıştırma (Froncement de front).
froncer gçl. 1. Çatmak (Froncer les sourcils).
2,
Kırıştırmak (Froncer le front, le nez). 3. Büzgü
yapmak (Froncer une jupe).
froncis er. (Giyside) Büzgüler.
frondaison diş. 1. Yapraklanma, yaprak açma (Au
moment de la frondaison, la nature reverdit). 2.
Yapraklar, yeşil dallar (Les oiseaux
gazouillent
dans les frondaisons du parc).
fronde diş. 1. Çeneksiz bitkilerin yaprağı (Les
frondes des fougères). 2. Sapan (Lancer une pierre
avec la fronde).
3. Başkaldırma (La
fronde
parlementaire et la fronde des princes). § Esprit de
fronde, vent de fronde: Başkaldırma, ayaklanma,
kopma (Un vent de fronde soufflait sur les députés
de la majorité ).
fronder gsz. 1. Sapanla taş atmak. 2. mec. Baş
kaldırmak, muhalefet etmek, bayrak açmak. 3.
gçl. Şiddetle saldırmak, topa tutmak, çok
eleştirmek (Fronder le pouvoir, le gouvernement.
Fronder les institutions, les usages établis).
frondeur, euse s. ve ad. 1. Saldırgan, eleştirici,
alaycı, taşlayıcı (Un peuple frondeur, un esprit
frondeur,
des propos frondeurs).
2. (Eski)
Sapancı, sapan kullanan er.
front er. 1. Alın (Un front haut, bas, large, fuyant.
Les rides du front). 2. Ön, alnaç, "cephe (Le front
d'un bâtiment, d'une montagne). 3. Yüz, baş
(Baisser lefront, pencher le front). 4. Birlik, cephe
(Front populaire. Front de libération
nationale).
S.ask. Cephe (Les combattants du front). 6 .coğr.
Alın, "cehpe (Front chaud: Sıcak alın, sıcak
"cephe. Front froid: Soğuk alın, soğuk"cephe).
§A
la sueur de son front: Alnının teriyle (Il gagne sa
vie à la sueur de son front). De front: 1. Önden,
cepheden (Attaquer de front). 2. Yan yana (Aller
de front. Deux voitures ne pourraient rouler de
front dans cette rue). 3. Birlikte, aynı zamanda,
aynı anda (Mener plusieurs affaires de front). 4.
Doğrudan doğruya, açıkça, dolambaçsız olarak
(Attaquer de front une opinion, les préjugés). De
quel front: Ne yüzle, ne cesaretle (De quel front
ose-t-il nous parler?). Avoir le front de f.qch: -mek
frontail

638

yüzsüzlüğünü, cesaretini göstermek (Quoi,


avez encore le front de protester?
m'accuser

de l'avoir trompé).

vous

Il a eu le front de

Avoir le front haut:

fructifier
Pataklamak. 5. Çakmak (Frotter une

allumette).

6. argo. Frotter qn: -i kertmek, -e üstten kamışını


sürtmek (Frotter

une femme).

d'huile,

de

graisse). S. gsz. Sürtünmek, sürtmek (Pièces

d'un

eğmek, yüzünü yere indirmek. Faire front à: 1. -e

mécanisme

karşı koymak (Faire

üstünkörü bilmek, -den birazcık çakmalc (Il est

açık olmak,

yüzü ak olmak.

front

karşılamak,

-e

inexpérience,

il faisaitfront

göğüs

Baisser,
à l'ennemi).

2. -i

(Malgré

germek

à toutes les

son

difficultés).

3. -ile karşı karşıya olmak, yüzü -e karşı olmak

(Frotter

7. Frotter de qch:

courber, pencher le front: Utançtan başını yere

Alnı

-sürmek

de pommade,

qui frottent).

§ Etre frotté de qch: -i

frotté de latin, de linguistique).


qn: -i dövmek,

Frotterlesoreillesà

pataklamak.

Se frotter: 1.

Oğunmak, vücudunu oğmak. 2. Se frotter qch:

(Une maison qui fait front à la mer. Il tourna sa

-isini oğmak, oğuşturmak (Se frotter les yeux, le

chaise et fit front à son voisin).

museau). 3. Se frotter deqch. -i üstünkörü bilmek,

Marcher le front

haut: Gururla, alnı yukarda yürümek. Mourir,

-den birazcık çakmak (Se frotter de latin, de grec).

tomber au front: Savaşta ölmek, şehit olmak.


4. Se frotter à qn: Birine çatmak, sataşmak,

S'éponger, s'essuyer le front: Alnının terini

bulaşmak (Il vaut mieux ne pas se frotter à ces

silmek.

gens-là). 5. Se frotter à qch, à qn: -e karışmak, -ile

frontail er. A t alınlığı, at başlığının alına gelen

görüşmek, düşüp kalkmak (Se frotter à la bonne


société, aux artistes). § Se frotter les mains: mec.

bölümü.
muscle

Ellerini oğuşturmak, sevinmek. Qui s'y frotte, s'y

frontal er. 1. Alın kemiği. 2. Alın sargısı, alın

frotteur er. 1. Parké cilacısı. 2. (Makinalarda)

frontal, e s. 1. Alına değgin (Os frontal,


frontal, fosses

pique: Karışan pişman olur.

frontales).

Sürtüşme

çatkısı.
frontalier, ère s. 1. Sınıra değgin, sınırda bulunan
(Zone

frontalière.

frontalière,

Ville

population

frontalière,

frontalière).

pierre

2. ad. Sınırda

yaşayan, sınır halkı (Les

frontaliers

facilités de passage pour la


douane).

ont

des

Alna takılan mücevher,


frontière diş. 1. Sınır (Poste de douane installé à la
Défendre

l'ennemi).

ses

2. s. değişmez.

poste, zone frontière).


frontière

du possible

frontières

contre
(Ville,

Sınırda olan

Etre à la frontière de: -in

sınırında olmak (Rêver

des choses qui sont à la

et de

l'impossible).

fronton er. 1. Kapı girişleri üstündeki süs, alınlık


le portique

d'un temple).

mec. Giriş bölümü, "dibace (Lesprincipes


inscrits au fronton

de la

2.

quisont

Constitution).

frottoir er. 1. Cilabezi, cila fırçası. 2. (Makinalarda)


yakmak için kibritin sürtüldüğü yer (Frottoir

à
allumettes).
frou-frou, froufrou er. Hışıltı (Le froufrou
robe

de soie).

d'une

§ Faire du froufrou: Gösteriş

yapmak, caka satmak,


froufroutant,
(Lingeries

e s.

Hırıldayan,

hışıltı

çıkaran

froufroutantes).

froufrouter gsz. Hışıldamak, hışıltı çıkarmak,


frousse

diş.

hlk.

Korku.

§ Avoir la frousse:

Korkmak, ödü kopmak,


fructidor er. Fransız devrim takviminin on ikinci ayı
fructifère s. Üzerinde meyva bulunan, meyvalı

frottée diş. hlk. Patak, dayak (Il a reçu une

bonne

frottée).

(Rameau

fructifère).

fructification diş. 1. Meyvelenme, meyve tutma,

frottement er. 1. Sürtüşme (Frottement


pièces d'une machine).

anormal

des
2. fiz. Sürtünme. 3. mec.

Sürtüşme, çatışma (Le frottement

continuel

des

esprits et des intérêts). 4. mec. Değinme,


(Frotter son bras contre un mur, frotter sa main sur
table).

2. Cilalamak, parlatmak,

le plancher,

les cuivres,

meyve verme (Saison

de fructification).

2. Bir

ağaç yada bitkinin üstündeki tüm meyveler (Une


belle fructification).

3. bitb. Yemiş, meyve,

fructifier gsz. 1. Yemiş vermek, mevye vermek

frotter gçl. 1. Sürtmek, sürtüştürmek, değdirmek

(Frotter

kertme hastası,
frottis er. Saydam boya katmanı,

(18 Ağustos-17 Eylül),

frottage er. (Parke) Cilalama,

une

yada

froussard, e s . vead. hlk. Korkak, ödlek,

°cephe. 2. (Kitaplarda) Kapak süsü.


surmontant

Otobüs

froufroutement er. Hışırdatma; hışırdama,

frontispice er. (Bir yapı yada anıtta) Yüz, alnaç,

(Fronton
argo.

3.

Sürtüşme yastığı. 3. Silgi. 4. Kibrit kutularında,

fronteau er. 1. Alın çatkısı, çatkı. 2. At alınlığı. 3.

frontière.

yastığı.

tramvaylarda kadınları kerten manyak, kertici,

silmek

le parquet).

3.

Oğmak, oğuşturmak (Frotter ses yeux). 4. (Eski)

(Arbre

qui fructifie

tardivement).

2. Verimli

olmak iyi sonuçlar sağlamak, meyvelerini vermek


(L'idée

qu'il avait lancée avaitgermé et fructifié).

3.

Kâr sağlamak, gelir getirmek, gelişmek, artmak


(Capital qui

fructifie).
fuir

639

fructose

d'un héritier).

fructose diş. Meyve şekeri, früktoz.


fructueusement bel. Verimli bir şekilde

(Travailler

fructueux, euse s. Verimli, kazançlı, kârlı


travail fructueux.

Un commerce

(Un

fructueux,

une

fructueuse).

frugale,

un homme

frugal).

vie

2. Yiyecekte titiz

les frustrations.

3. ruhb.

Sentiment

1. Frustrer qn: Birini bir kalıttan

yoksun bırakmak (Frustrer

un héritier

bırakmak, boşa çıkarmak (Frustrer


enfant a frustré

1. Sade bir şekilde, basit bir

şekilde, yetingence (Vivre

d'un

profit
l'espérance

un espoir.

Cet

de ses parents).

3.

Frustrer qn de qch: Birini -den yoksun bırakmak


(Frustrer

frugalement).

frugalité diş. 1. Sadelik, basitlik (La frugalité

au

d'un autre). 2. Frustrer qch: mec. Kırmak, yarıda

Basit, sade (Un repas


frugalement bel.

(Acte

frustratoire).

olmayan, yemek seçmez, ne bulursa onu yer. 3.


frugal).

de

Engelleme,

frustratoire s. Yoksun edici, yoksun kılıcı


frustrer gçl.

frugal, e s. I. Yetingen, azla yetinen (Une

2. Yoksunluk, yoksun kalma (Il

mal

frustration).

fructueusement).

tentative

supporte

un héritier de sa part. On l'a frustré

profit de son

du

travail).
frugalité

frutescent, e s. bitb. Odunsu, sapı odun gibi olan

frugivore s. ve ad. Yemişle beslenen, yemişçil

fucacées diş. ç. bitb. Fukusgiller, tulumlu alklar,

repas). 2. Yetingenlik, azla yetinme (La


d'un

moine).

(L'ours,

(Plante

le singe sont frugivores.

Un

frugivore).

fruit er. 1. Yemiş, meyve (Fruit mûr, fruit vert. Fruit


doux, acide, aigre, aigrelet, parfumé-. Jus de fruit,
salade de fruit). 2. mec. Verim, kazanç, gelir (Est
-ce possible

de perdre, en une heure, le fruit d'un an

de travail?).
longue

3. mec. Sonuç (C'est le fruit

expérience).

d'une

4. Duvar şevliği. § Fruit

frutescente).

tulumlu suyosunları.
fuchsia er. bitb Küpeçiçeği.
fucus [fykys]

er.

Fukus, tulumlu alk, tulumlu

suyosunu.
fuel-oil er. *Yağyakıt.
fugace s. 1. Kaçan, kaçıveren (Bêtes fugaces).
Görünmesiyle

yitmesi
défendu: Yasak meyve; yapılması, yararlanılması

uçuverici (Parfum

yasaklanmış olan şey (L'attrait

fugace.

du fruit

défendu).

Fruit sec: 1. Kuruyemiş, kuru meyve. 2.

mec.

İşinde başarı sağlayamamış kimse, bir baltaya sap


olamamış kimse. Obtenir les fruits de qch: -in

bir

fugace,

Un souvenir

olan,

2.

geçiverici,

reflet fugace,

beauté

fugace).

fugacité diş. Geçivericilik, uçuvericilik


d'une lueur, d'une impression,

(Fugacité

d'une

couleur).
(Esclave

fugitif, ive s. 1. Kaçak, kaçan, "firar eden

sonuçlarını toplamak,"semeresini almak, yararını

fugitif,

görmek.

Geçiveren, geçici, kısa süren (La beauté

fugitive
d'une

3.

fruité, e s. Taze meyve kokulu (Vin fruité,

huile

jeune

fille.

Un soldat fugitif).
Un bonheur

Kaçak, "firari (Rattraper

fruitée).
fruiterie diş. 1. Yemiş saklanılan yer, yemişlik. 2.
Meyvecilik,

manavlık.

3.

Manav

dükkânı,

fruitier, ère s. Meyve veren, meyveyle ilgili, meyve


jardin

bahçesi. 3. er. Yemiş saklanılan yer, yemişlik,

fugue diş. müz. 1. Füg. 2. tkz. Kaçamak, çapkınlık


Ces fugues sont fréquentes).

fruitier, ère ad. 1. (Fransanın bazı bölgelerinde)


Peynirci (Les fruitiers du Jura, de Savoie,

llportait

2. diş. Peynircilik kooperatifi.

ffihrer er. Başbuğ, önder, Hitler'e verilmiş olan


san, diktatör,
1. Kaçmak (Ce

l'appelle).

quand

on

2. Çabuk geçmek, geçivermek

vieilles

(Le
temps fuit. Les beaux jours

ont fui).

3. Arkaya

doğru eğik olmak (Un front qui fuit). 4. İçindekini

sculpture

2. Kaba, yontulmamış (Un art un

peu

Fuir

devant

qch:
(Fuir

-den
devanı

3. er.

getirmemek

fruste

devant ses obligations).


kaçmak (Le sommeil
Birinden

kaçmak,

kaçmak;
ses

-i

Le

de sa

maison, de son pays. Fuir de chez ses parents).

Kabalık, kaba sabalık, yontulmamışlık (Le

(Frustration

réservoir

(Fuir

6. Fuir de: -den kaçmak

fruste. Manières frustes, un homme fruste).


caractères).

le

fuit). 5. Kaçmak, sızmak (L'eau de ce vase fuit.


gaz fuit).

frusques).

de leurs

chien fuit

kaçırmak, akmak (Le robinet fuit,

3. diş. Peynir yapımevi,


frusques ç. diş. hlk. Giysi, çul, pılı pırtı (De

frustration diş. 1. Yoksun bırakma

3.

fugues).

fuguer gsz. Kaçmak, evden kaçmak,

fiıir gsz.

yemiş rafı.

frustes. 1. Aşınmış, silik (Médaillefruste,

ad.

fugitifs).

fugueur, euse s. ve ad. İkide bir kaçan.

fruitier).

fruitier, ère ad. 1. Yemişçi, manav. 2. er. Meyve

le lait à la fruitière).

fugitif).

Kaçma, kaçış (Enfant qui fait des

fruiticuiteur er. Meyve yetiştiricisi,


(Les arbres fruitiers,

des

2. mec.

fugitivement bel. Geçici olarak, kısa bir süre için.


(Faire une fugue.

yemişçi dükkânı,
fruste).

forçat fugitif.

7.

yerine

responsabilités,

8. Fuir à qn: Birinin -si


me fuit).
biriyle

9. gçl. Fuir qn:


karşılaşmak
640

fuite
(Je

istememek, birini atlatmak, savuşturmak


veux le voir, mais il me fuit).

10. gçl. Fuir qch: a)

-den kaçmak (Fuir le danger),

b) -den sakınmak,

kaçınmak (Fuir une faute, une erreur).

§ Se fuir:

Kendi kendinden kaçmak, kendi


kurtulmak (L'homme,

dans le

kendinden

divertissement,

cherche à se fuir).

contre qn, qch: -e verip veriştirmek, çok kızmak,


sövüp saymak (Fulminer

fuite

d'un enfant qui quitte le foyer. Fuite des capitaux à


La fuite

générale

d'une

armée).

2.

savurmak,

yağdırmak

imprécations,

des reproches

un

dictateur,

(Fulminer
contre
des

quelqu'un).

fumables. (Sigara vb.) İçilebilir, içilmesi hoş.


1. Gümüşe altın rengi verme.

(Yiyecekleri) İse tutma, isleme (Le fumage


jambons,

du

2.
des

lard).

fumant, e s. 1. kim. Dumanlı. 2. Duman çıkaran,

Sızma, akma, kaçak (Fuit d'eau, fuite de gaz, fuite

tüten

électrique).

fumantes).

3. Kaçak deliği, sızma yarığı (Il y a une

contre

contre les abus). 3. gçl. Fulminer qch contre: -1er

fumage er.

fuite diş. 1. Kaçma, kaçış (Fuite d'un époux,


l'étranger.

fumeterre

(Un

cratère

fumant.

Bûches

encore
(Unesoupe

3. Sıcak sıcak, buhar tüten

fuite dans le tuyau). 4. (Gizli belge yada sorular

fumante).

4. tkz. Çok güzel, eşsiz, enfes


için) Çalınma, sızıntı (Au ministère de la

fumant!).

5. hlk. Çok kızmış, tepesi atmış, barut

Guerre,

(C'est

on a constaté des fuites de pièces. Il y a eu des fuites.

gibi ( La directrice était fumante).

Les

colère: Öfke saçmak. Etre fumant de sang: Kan

fuites

du

baccalauréat).

mec.

5.

Kaçamakyolu, kaçamak. 6. Geçip gidiş (La fuite


du temps, des beaux jours).

§ Etre en fuite: 1.

§ Etre fumant de

revan içinde olmak,


fume-cigare er. Puro ağızlığı,

Kaçak olmak, firarda olmak. 2. Sanık bulunulan

fume-cigarette er. Sigara ağızlığı, ağızlık,

bir dâvaya

fumé, e s. İslenmiş, ise tutulmuş, isli, dumanlı

gitmemek.

Mettre qn en fuite:

Kaçırmak ( Le mauvais temps a mis en fuite tous les


campeurs).

Prendre la füite: Kaçmak, tüymek,

firar etmek.
çakmak
çakmak,

fulgurant,

clarté fulgurante).
(Une

şimşek

douleur

(Un

gibi

fulgurante).

une vitesse

regard

3. Şiddetli ve gelip
4.

döndürücü, yıldırım gibi, çok hızlı


fulgurants,

Baş

(Progrès

fulgurante).

parıltısı. 2. mec.

Zorlu fışkırma, birdenbire

parıltıyla ortaya çıkma,

d'un

du tabac).

étang,

d'une

2. Buğu (Fumée
rivière).

(Une

parıldamak, ışıldamak

volonté

superbe

yeux).
karamsı (Teinte fuligineuse,

un enduit fuligineux).

2. Kurum yapan, duman yapan (Une

de l'ambition
vin,

les fumées

de l'orgueil).

4. (Geyik gibi

hayvanlar için) Pislik, bok. § Partir en fumée, s'en


boşa gitmek (Tous
fumée).

ses projets

sont partis

en

Il n'y a pas de fumée sans feu: Ateş

fumelle diş, argo. Orospu, fahişe, sokak şırfıntısı,


fumer gsz.
fume,

1. Tütmek,
(La

fume.

duman çıkarmak, is

cheminée

la lampe fume).

potage

flamme

fuligineuse).

fume,

un volcan

qui

2. Buğu çıkarmak

(Le
qui

fument

devant le feu). 3. Sigara içmek (Il ne fume

Vêtements

jamais).

mouillés

4. hlk. Kızmak, öfkelenmek, tepesi atmak (Son


père a fumé!).

fulmicoton er. Pamuk barutu,

de la viande, du poisson.

fulminant, e s. 1. Yıldırımlar indiren; yıldırımlar


saçan, yağdıran (Jupiterfulminant).
püsküren

(Une

fulminant,

une personne fulminante

Patlayıcı

2. mec. A t e ş

lettre fulminante,
(Sels

un

regard

de colère).

fulminants,

3.

poudre

fulminante).

fulminations

contre

qn:

Birine

kargışlar, sövgüler yağdırmak,


fulminer gsz.

on fume

le jambon).

cigarette,

la pipe).

1. Patlamak

très violemment

Dans certaines

(Fumer
régions,

6. gçl. İçmek (Fumer

la

7. gçl. Gübrelemek, gübre

dökmek (Fumer un champ, fumer la terre).


fumerie diş. 1. Tütün tiryakiliği, sigara tiryakiliği (Il
s'enfonça

dans une fumerie

sans arrêt). 2. Esrar

clandestine).

fumerolle diş. coğr. yerb. Fümerol.

fulmination diş. Kargış; sövgü, sövüp sayma. §


des

5. gçl. İse tutmak, islemek

tekkesi (Une fumerie

fulminate er. kim. Fülminat.

fulmine

fumées

lui montaient à la tête. Les fumées du

fuligule morillon er. hayb. Sazlık-balıkçıl-ördeği.

Lancer

Sarhoşluk,

esriklik; baş dönmesi, baş döndürme (Les


çıkarmak

fuligineux, euse s. 1. Kurum gibi, kurum renginde,

kim.

3. ç.

bougie.
s'élevant

olmayan yerden duman çıkmaz,

fulgurer gsz. Şimşek gibi bir an parlayıp geçmek,


dans ses

fumé).

aller en fumée, s'évanouir en fumée: U ç u p gitmek,

fulguration diş. 1. Gürültüsüz çakan şimşek, gök

fulgurait

fumés, jambon

La fumée

fulgurant, e s. 1. Şimşek çaktıran. 2. Parıltılı,

geçici

(Poissons

fumée diş. 1. Duman (Fumée du feu, d'une

(La

nitroglycérine

par le choc). 2. Fulminer

fumeron er. 1. Marsık, eksi, köseği. 2. ç. hlk. Uzun


ve ince bacaklar,
fumet er. (Yemek, şarap av eti gibi şeylerde) Koku ;
hoş koku.
fumeterre diş. bitb. Şahtereotu.
fumeur

641

fumeur, euse ad. 1. Sigara içen. 2. Tütün tiryakisi


(Un grand fumeur). 3. Tiryaki (Fumeur
d'opium:
Esrar tiryakisi,
esrarkeş).
fumeux, euse i. 1. İs çıkaran, duman çıkaran, tüten
(Flammes fumeuses). 2. Buğulu, puslu (Un ciel
fumeux). 3. Baş döndüren, esritici, sarhoş edici
(Un vin fumeux). 4. mec. Açık olmayan, kapalı,
sisli, dumanlı, ne dediği pek iyi anlaşılmayan
(Idées fumeuses, explications fumeuses. Un esprit
fumeux, un conférencier
fumeux).
fumier er. 1. Gübre (Epandre du fumier sur un
champ. Amasde fumier. 2.hlk. Aşağılık ve iğrenç
şey, süprüntü, pislik. 3. argo. Pis herif, aşağılık
adam.
fumigateur er. 1. Tütsü yada buğu yapan kimse,
tütsücü, buğucu. 2. Tütsü aleti,
fumigation diş. Tütsüleme, buğulama; tütsü, buğu
(Faire
des fumigations
contre le
ruhume.
Fumigation des voies
respiratoires):
fumigatoire s. Tütsülemeye, buğulamaya yarayan
(Appareil
fumigatoire).
fumigènes. Duman veren, sis çıkaran (Des grenades
fumigènes: Sis bombaları).
fumiger gçl. 1. Dumana tutmak. 2. Tütsüye yada
buğuya tutmak, tütsülemek, buğulamak,
fumiste er. 1. Sobacı. 2.
Isı döşemcisi . 3. hlk.
Üçkâğıtçı, dalavereci (Il est un grand fumiste). 4.
s. Üçkâğıtçı, karmanyolacı, dalavereci (Elle est
un peu fumiste).
fumisterie diş.
1. Sobacılık. 2. Isı döşemciliği
3. hlk. Üçkâğıtçılık, aldatıcılık (C'est de la pure
fumisterie).
fumivores. veer. Dumanı,isi emen;dumanı,isi yok
eden; "isgideren.
fumoir er. 1. Et ve balıkların islendikleri yer, isleme
yeri. 2. Sigara salonu, sigara içmeye ayrılmış yer
(Le fumoir d'un théâtre, d'un lycée).
fumure diş. Toprağı gübreleme; toprağa katılan
gübre miktarı,
funambulearf. İp cambazı,
funambulesque s. 1. İp cambazına değgin, ip
cambazlığıyla ilgili (Odes funambulesques).
2.
mec.
Acaip,
tuhaf,
garip
(Un
projet
funambulesque).
funèbre s. 1. Cenazeye değgin (Marche
funèbre,
service funèbre. Pompes funèbres: Cenaze alayı).
2. İç karartıcı, üzüntü verici, kasvetli, hüzünlü
(Les murs funèbres d'une prison. Une couleur
funèbre. Une voix funèbre, un air funèbre).
f u n é r a i l l e s ^ . ç. Cenaze töreni,
funéraire s. 1. Cenaze törenine değgin (Frais
funéraires. Magasin funéraire). 2. Gömütle ilgili,
"mezara değgin; tabutla ilgili
(Colonnefunéraire:

fureur
Kimi gömütlerin üstüne dikilen sütun .
Mobilier
funéraire:
Eski çağlardan kalma
gömütlerden
çıkarılan eşya. Drap funéraire: Tabut örtüsü).
funeste s. 1. Uğursuz, kutsuz, yumsuz (Une tentative
funeste, un récit funeste). 2. Ölüm getirici,
ölümcül, ölüme yol açan, öldürücü (Maladie
funeste, accident funeste). 3. Üzücü, kötü (Cela
peut avoir des suites funestes). 4. Funeste à: -e
zararlı, -için dokuncalı ( Une politique funeste aux
intérêts du pays. Son audace lui a été funeste).
funiculaire s. 1. Göbekbağına değgin
(Hernie
funiculaire).
2. Kablolarla çekilip işleyen,
kablolu, telli (Chemin de fer funiculaire,
tramway
funiculaire).
3. er. Kablolarla çalışan yokuş
demiryolu; kablolu tramvay, füniküler.
funicule diş. bitb. Göbekbağı.
funin er. den. Katranlanmamış halat,
fur er. (Eski) Oran, ölçü.. § Au fur et à mesure:
Gitgide, gittikçe, aradan zaman geçtikçe (Tout ce
qu'ilapprend,
il l'oublie au fur et à mesure). Aufur
et à mesure de: -oranında, ölçüsünde (Dépenser
son argent au fur et à mesure de ses besoins). Au fur
et à mesure que: -dikçe (On s'aperçoit
des
difficultés au fur et à mesure qu 'on avance.
Aufur
et à mesure qu'on lui donne de l'argent, il le
dépense).
furax s. (Okul argosu) Öfkeli, kızmış (Elle est
furax).
furet er. 1. hayb. Gelincik, yaban gelinciği.
(Chasser un furet). 2. mec. Gizlicil, meraklı,
"mütecessis kimse. 3. Topluca oynanan bir oyun,
mendil saklama, yüzük oyunu,
furetage er. 1. Yaban gelinciği ile tavşan avlama. 2.
Merak etme, ne var ne yok diye araştırma, ortalığı
yoklama.
fureter gsz. 1. Yaban gelinciğiyle tavşan avlamak.
2. mec. Araştırmak, ne var ne yok diye bakmak
( Fureter de tous côtés). Fureter dans tous les coins,
dans les tiroirs).
fureteur, euse s. ve ad. 1. Yaban gelinciği ile av
yapan avcı. 2. ad. Araştırıcı, ne var ne yok diye
karıştırıp bakıcı (Fureteur de bibliothèque).
3. s.
Meraklı, gizlicil, mütecessis ( Des yeux fureteurs).
fureur diş. 1. Aşırı öfke, büyük öfke (Crise de
fureur. Sa fureur ne connaît plus de borne). 2.
Aşırı tutku, aşırı düşkünlük, pek hoşlanma (La
fureur de discuter). 3. Çılgınlık, delilik. 4. mec.
Şiddet, kudurganlık (La fureur des flots). S. Esin,
"ilham (La fureur poétique, fureur prophétique). §
A la fureur: Çok, son derece, çılgınca (Il aimait les
femmes à la fureur). Entrer en fureur, se mettre en
fureur: Öfkelenmek, öfke topuklarına çıkmak.
Etre en fureur: Öfkeli olmak, kızmış olmak.
furfuracé
furfuracé, e s. Kepeği andıran, kepek gibi,
kepeğimsi (Desquamation
furfuracée).
furibard, e s. tkz. Öfkeci, çabuk parlayan, tez
kızan.
furibond, e s. ve ad. Pek öfkeli, sık sık kızan, öfkeci
(Il est furibond).
furie diş. 1. Taşkın öfke, büyük öfke (Attaqueravec
furie). 2. Tutku, aşırı düşkünlük
(S'abandonnera
la furie du jeu). 3. mec. Şirret, eli bayraklı kadın
(Deux furies qui se crêpent le chignon). § Etre en
furie: Kızmak, öfkelenmek, kudurmak. Mettre
qn en furie: Kızdırmak,
öfkelendirmek,
kudurtmak.
furieusement bel. 1. Kudurmuşçasına, büyük bir
öfkeyle. 2. tkz. Son derece, çok, korkunç
derecede, "dehşetli,
furieux, euse i. 1. Kızgın, öfkeli (Un regard furieux,
une femme furieuse). 2. Zorlu, şiddetli, kudurmuş
kudurgan (Uneventfurieux,
un torrent furieux, les
vagues furieuses).
§ Etre furieux contre qn: -e
kızmak, -e kızgın olmak. Etre furieux de qch, de f.
qch: -e kızmak, -diğine kızmak, sinirlenmek. Etre
fou furieux: Çok kızmak, deliye dönmek, deli
divane olmak,
furloso i. ît. 1. müz. Öfkeli, taşkın, sert bir havası
olan (Allegro furioso). 2. bel. Taşkınca, sertlikle,
furoncle er. Çıban, kan çıbanı (Ouvrir un furoncle.
Il avait un furoncle dans le cou).
furonculeux, euse s. 1. Çıban niteliğinde, kan çıbanı
yapısında (Abcès furonculeux).
2. Çıbanlı,
çıbanlarla dolu (Un malade
furonculeux).
furonculose diş. Kan çıbanı hastalığı,
furtif, ive s. 1. Gizli, kaçak (Un sourire furtif, il me
jetait des regards furtifs). 2. Yasak, gizli (Un
magasin clandestin d'éditions
furtives).
furtivement bel. Gizlice, kaçına kaçına (S'esquiver
furtivement sur la pointe des pieds).
fusain er. 1. bitb. İğ ağacı, taflan. 2. Kömürkalem,
füzen (Dessiner
un portrait au fusain).
3.
Kömürkalemle yapılmış resim, füzen (Faire un
fusain).
fusainiste, fusiniste ad. Kömürkalem ressamı,
füzenci.
fusant, e s. 1. Yanarken çıtırdayan. 2. er. Havada
patlayan obüs.
fuseau er. 1. İğ (Fil d'un fuseau). 2. biy. İğiplik. 3.
gökb. Dilim (Fuseau horaire: Saat dilimleri). 4.
Kayakçıların giydiği, bacakları iyice saran ve
ayağın altından geçen dar pantolon, kayak
pantalonu (Porter un fuseau). 5. hayb. Şeytan
minaresi denilen deniz kabuğu. § Jambes en
fuseau: Çöp gibi bacaklar,
fusée diş. 1. İğ sarılı iplik. 2. Havai fişek, maytap. 3.

642

fusionner
Fişek (Lancer
une fusée éclairante
pour
reconnaître le terrain de la nuit). 4. Ateşlemeye,
patlamaya yarayan düzen (Fusée cylindrique pour
faire exploser une mine). S. Füze, 'uçul (Une fusée
s'est posée sur la Lune). 6. Saat leğendesi. 7.
Dingil başlığı. 8. İrin yolu. 9. müz. İki nokta
işaretini birleştiren çizgi. 10 .argo. Kusmuk, tavus
kuyruğu (Lâcher une fusée: Kusmak,
tavus
kuyruğu
çıkarmak).
fuselage er. Uçak çatısı,
fuseler gçl. İğ biçimi vermek,
fuser gsz. 1. Erimek, ergimek ( Cire qui fuse, bougie
qui fuse). 2. Çıtırdayarak yanmak. 3. Fışkırmak,
fışkırarak yükselmek (Les rires fusèrent de toutes
parts).
fusibilité diş. Erirlik, ergiyebilirlik, ergime, erime
(Fusibilité des métaux. Degré de fusibilité).
fusibles. 1. Erir, eriyebilir. 2. er. tekn. Sigorta,
fusiforme s. İğimsi, iğ biçiminde (Poisson,
coquille
fusiforme).

fusil er. 1. Tüfek (Fusil de chasse, fusil de gros


calibre. Viser avec un fusil). 2. Çakmak (Pierre à
fusil). 3. Çelik bileği, kasap bileğisi. 4. mec.
Nişancı (C'est un excellent fusil). 5. argo. Boğaz,
karın (N'avoir rien dans le fusil: Karnı aç olmak).
§ Coup de fusil: argo. Kazık, çok pahalı (Ce
restaurant, c'est le coup de fusil). Changer son fusil
d'épaule: Düşünce, kanı, meslek, iş değiştirmek.
Se bourrer le fusil: Karnını doyurmak,
fusilier er. Tüfekli ; tüfekli er, "silahendaz.
fusillade diş. 1. Yaylım ateşi (On entendait au loin
les bruits de la fusillade). 2. Kurşuna dizme (Les
fusillades continuent encore dans ce pays).
fusiller gçl. 1. Kurşuna dizmek (Fusiller un espion.
On l'a fusillé pour trahison). 2. (Az kullanılır)
Tüfekle öldürmek. 3. Bozmak, harabetmek
(Fusiller un moteur, une voiture). 4. mec. tkz.
Bitirmek, çok yormak, rahatsız etmek, iflâhını
kesmek (Les photographes
n'ont cessé de la
fusiller de leurs caméras toute la journée).
§
Fusiller qn du regard: Yiyecekmiş gibi bakmak,
öfkeyle bakmak,
fusion diş. 1 .fiz. kim. Erime, ergime (Lois de la
fusion. Fusion d'un minerai). 2. Bir sıvının içinde
erime (La fusion du sucre dans l'eau). 3. mec.
Birleşme, kaynaşma (Fusion des races. Fusion en
Dieu. Fusion de plusieurs sociétés). Fusion de
procès: huk. Dâvaların birleştirilmesi,
fusionnement
er.
Birleştirme,
birleşme;
kaynaştırma, kaynaşma (Fusionnement de deux
entreprises, de deux partis
politiques).
fusionner gçl. 1. Birleştirmek, kaynaştırmak
(Fusionner deux syndicats). 2. gsz. Birleşmek,
643

fustanelle

kaynaşmak (Les
fusionner).

deux

syndicats

ont fini

par

3. gsz. Fusionner avec: -ile birleşmek,

futiles. Agir pour des raisons futiles.


futile, un homme
futilité diş.

fustigation diş. 1. Sopalama, kırbaçlama. 2. mec.

femme

kırbaçla dövmek (Autrefois,


enfants à l'école).
çekiştirmek,

on fustigeait

les

2. mec. Kınamak, ayıplamak,


(Fustiger

eleştirmek

ses

passe en

fût er. (Silahta) Kundak (Fût d'un fusil).


aletin ağaç kısmı (Fût de charrue,

2. Bir

d'un bât,

d'un

3. Fıçı (Fût de vin). 4. Sütun

monolithe,fût

àcannelures).

5. Ağaç
se

futilités).

futur, e s. 1. Gelecek, gelecekteki, ileriki


générations futures. La vie future).
Un futur champion).

nişanlı (Ma future,

(Les

2. "Müstakbel,

gelecekteki, ilerideki, yarının (C'est


ministre.

adversaires).

archet; fût de violon).

1. Boşluk, kofluk, uydurukluk, işe

yaramazlık. 2. Önemzsizlik, değersizlik. 3. B o ş


sözler, zevzeklik, önemsiz şeyler (Sa journée

Kınama, ayıplama,
fustiger gçl. 1. Değnekle dövmek, sopa çekmek;

gö\des\(Fût

Une

futile).

futilement bel. B o ş yere, boşuna, "nafile,

kaynaşmak,
fustanelle diş. Efzon etekliği, fistan,

un

futur

3. ad. Yavuklu,

mon futur).

4. er. Gelecek,

yarın (Il se soucie de son futur). 5. er. dilb. Gelecek


zaman (Conjuguer

un verbe au

futur).

futurisme er. 'Gelecekçilik, "fütürizm.


futuriste s. ve ad. 'Gelecekçi, "fütürist (Un
gövdesi (Un fût de chêne).
futaie diş. 1. Uluağaçlı orman. 2. Uluağaç. § Haute

futuriste, poète

film

futuriste).

f u t u r o l o g i e ^ . 'Gelecekbilim.

futaie: Yetişmiş uluağaç.


futaille diş. İçki ve sıvı yağlar için fıçı biçiminde kap,

futurologue ad.

*Gelecekbilimci,

gelecekbilim

uzmanı.

fıçı.

fuyant, e s. 1. Durmayan, akıp giden (Les

futaine diş. Mısır kutnusu, dimi, pazen.


futé, e s. ve ad. Kurnaz, açıkgöz (Un paysan
Une petite

futé.

2.

Oynak,

futile s. 1. Boş, kof, uyduruk, işe yaramaz, nafile


futiles,

un

discours

Değersiz, önemsiz, anlamsız ( Des

futile).

2.

préoccupations

kaçak,

bir

eaux

noktada
3. Kaçan, kaçıcı, açık

bir durum takınmaktan kaçan (Un homme


un caractère fuyant).

tutkallı talaş,
propos

fuyantes).

durmayan (Regardfuyant).

futée).

futée diş. Tahta delikleri kapamak için kullanılan

(Des

fuyard

4. Çabuk geçen (Le

fuyant,
temps

fuyant).
fuyard, e s. ve ad. 1. Kaçkın, kaçak 2. er. Asker
kaçağı; savaş kaçağı (Poursuivre

les

fuyards).
g
G,g er. Fransız abecesinin yedinci harfi; e ve i'den

(Avcıların) Gizlenme kulübesi, gümele.

önce geldiğinde j sesi; a, o ve u'dan önce

gabionnage er. Tabya sepetleriyle örtme,

geldiğinde

gabionner

ise g sesi verir.

G'den

sonra n

geldiğinde, Yunancadan alınmış kimi sözcükler


dışında, ny okunur,

Tabya

sepetleriyle

örtmek

un talus).

gable, gâble er (Mimarlıkta) Sivri tepelik,

gabardine diş. Bir tür kumaş, gabardin (Pantalon


gabardine,

gçl.

(Gabionner

imperméable

en

de

gabardine).

gâchage er. 1. Harç sulandırma, harç karma. 2.


Baştan savma yapma, bozma; ziyan etme

gabare, gabarre diş. 1. Yelkenli, kürekli mavna. 2.

(Le

gâchage du travail. Gâchage de temps).


gâche diş. 1. (Kapı kanatlannda) Sürgü ağızlığı. 2.

Bir tür ığrıp ağı.


gabarit er. 1. Gerçek ölçüde yapım örneği, "model,
•örneklik. 2. Her türlü ölçü aygıtı; biçim yada
oylumu denetlemede kullanılan ölçü aygıtı. 3.

Mala. 3. argo. İş, görev. 4. Pasta keseceği, pasta


bıçağı.
gâcher gçl. 1. (Harç vb için) Sulandırmak, karmak

(Taşıtlarda) Gabari, yükün yükseklik ölçüsü. 4.

(Gâcher

hlk. tkz. Vjiicut yapısı, boy bos (Une

personne

yapmak, berbat etmek, bozmak (Gâcher un beau

d'un gabarit respectable.

S. mec.

sujet,

Quel gabarit!).

Kavrama yeteneği, zekâ düzeyi (Cet enfant


dépasse pas le gabarit d'un élève
gabbro er. yerb.

moyen).

ne tolère

Dalavere,

(Lenouveau

une telle gabegie).

yolsuzluk

(La

2.

gabegie

administrative).
gabelle diş. 1. (Eski) Tuz vergicisi (Employé
gabelles).

travail).

3.

Boşa

harcamak,
iyi

değerlendirmemek, "heder etmek, "ziyan etmek


argent, une occasion).

plus

dolap,

un

2. Baştan savma

( Gâcher sa vie, son temps, ses dons, son talent, son

Gabro.

g a b e g i e ^ . 1. Düzensizlik, karışıklık
directeur

ne

du plâtre, du mortier).

(Il nous gâche le plaisir).

2. Dolaylı vergi, "vasıtalı vergi,

gabelou er. 1. (Eskiden) Tuz vergicisi. 2. (Şimdi)


hlk. Gümrükçü,

§ Gâcher le métier: Yok

pahasına çalışmak,
gâchette diş.
(Appuyer

des

4. Bozmak, berbat etmek

1. Kilit yayı. 2. (Tüfekte) Tetik


sur la gâchette:

Tetiğe basmak,

ateş

etmek).
gâcheur er. Harç karıcı, harç karan işçi.
gâcheur,euse ad. I. mec. Savruk işçi, çolpa, baştan
savma iş yapan. 2. diş. Numaracı kadın, özençli

gabier er. den. Gabyacı.

kadın, özençleriyle yaşamı zindan eden kadın. §

gabion er. 1. Tabya sepeti. 2. Gübre sepeti. 3.


Gâcheur de papier: Kötü yazar.
645

gâchis
gâchis er. 1. Yapı harcı, harç. 2.Kargaşa, karışıklık,
düzensizlik, karışık durum ( U n gâchis
Nous

sommes

en plein

gâchis).

politique.

3.

Gereksiz

harcama, "israf (Il y a du gâchis dans cette maison ).


gadidés er. ç. hayb. Mezgitgiller,
Düşme. § Ramasser un gadin:

gadoue).
2. er. (Kelt dilinin iki

büyük kolundan biri olan) Galce.


çam devirme, pot, gaf. § Faire une gaffe: Pot
kırmak, çam devirmek, gaf yapmak. Faire gaffe:
hlk. Dikkat etmek. Faire gaffe à:-e dikkat etmek,
-e karşı uyanık olmak. Porter gaffe: Nöbet
tutmak,

de réussir

un

2. gsz. Pot kırmak, çam devirmek, gaf

yapmak, yanılmak (ila gaffé lourdement).


hlk. Dikkat etmek (Gaffe un

3. gsz.

peu!).

gagnable s.

Kazanılabilir (La
mieux vaut

kıran, sık sık gaf yapan (Elle est


gülünçlük,

gage er. 1. Tutu, "rehin (Prêter sur gages:

Rehin

2. inanca, güvence,
"teminat (Son honnêteté est le gage d'une
Donner

gestion

des gages de sa

3. ç. Hizmetçi aylığı (Les gages

cuisinière).

otlama alanı,
(Carte gagnante, numéro gagnant. Le gagnant du
gros

lot).

gagne-denier er. Günü gününe kazanıp yaşayan


kimse, gündelikçi,
gagne-pain er. 1. Geçim kapısı, ekmek parası,
un

gagne-

Il a perdu son gagne-pain).

2. Bir

başkasının geçimini sağlayan kişi (Cet

enfant

demeurait

à lui procurer

le seul gagne-pain

gagne-petit er. değişmez.


qu'aux gros

de sa

famille).

1. Küçük esnaf. 2. A z
aux gagne-petit

plutôt

trafiquants).

Gagner

de l'argent).

(Gagner
un prix,

son pain, sa vie.

2. Elde etmek, kazanmak


une grande

le gros lot, un million


çıkmak,

réputation).

bataille,

la guerre,

yakalanmak (Gagner

d'une

angine).

3.

katil). Donner des gages:

un procès,

4. Başarılı
match,

un pari).

un rhume,

de la place).

kazanmak (Gagner
coeur

un

une
5. -e

une grippe,

6. Kazanmak, iktisat etmek (Gagner

temps,

İnanca göstermek. Etre aux gages de qn: -in

à la loterie).
(Gagner

kazanmak

bonne
§ A gages: Parayla tutulmuş, kiralık

à gages: Kiralık

pas

(İkramiyede, oyunda) Kazanmak (Gagner un lot,

gaga s. ve ad. tkz. Bunak, moruk,

volonté).

n'est

gagnage er. (Hayvanlar için) Yayım yeri, otlak,

gagner gçl. 1. Kazanmak (Gagner

gaffeuse).

gag er. İng. Gülüt, oyuna neşe katan beklenmedik

irréprochable.

partie

abandonner).

kazançlı kimse (S'attaquer

gaffeur,euse s. ve ad. Çam deviren, ikide bir pot

ödünç para vermek).

Il a

avaient

Gülütçü. Bir filmin gülütlerini

pain honorable.

gaffer gçl. 1. Kanca ile tutmak, avlamak (Gaffer


poisson).

où tous

gagiste: Rehinli alacaklı,

geçim yolu (Je cherche

gaffe er. Tutukevi gardiyanı,

(Tueur

la gageure

gagnant,e s. ve ad. (Oyunda, bahiste) Kazanan


gaffe diş. 1. Gemici kancası. 2. mec. tkz. Pot kırma,

karşılığı

güç şey, olmayacak şey (C'est une gageure!


accompli

gagnable,

gaélique s. Gal topluluğuna değgin, Gallerle ilgili


gaélique).

3. Olanaksız şey, çok

hazırlamakla görevli, gülüt yaptırıcı kimse,

i . Lağım gübresi. 2. Çamur, pislik

(L'alphabet

(Cela

Olmayacak dua

à une gageure).

gagman er. İng.

gadolinium er. kim. Gadolinyum,


IPatauger dans la

ressemble

gagiste er. Elinde rehin bulunan kimse. § Créancier

Düşmek, yeri boylamak,


gadoue diş.

girişme, bahis. 2. mec.

échoué).

gade er. hayb. Mezgit, mezgit balığı,


gadin er. argo.

gagner

une
du

7. Sağlamak, elde etmek,


la faveur,

de quelqu'un).

l'estime, l'amitié,

8. -e varmak,
hizmetinde çalışmak, -e bağımlı olmak. Laisser,

ulaşmak (Il

mettre qch en gage: -i tutu olarak bırakmak,

gagner: Hak etmek (Vous

rehine bırakmak (Mettre

vacances. Un repos bien gagné). 10.-e yayılmak,-i

sa montre

en

gage).

Rehnedilen
(Meubles

alacak).

2.

gagés: Haczedilen

(Créancegagée:

Haczedilen,
taşınır

hacizli

maisons.

Sa surprise

demain).

2. İnanca göstermek,

9. Bien

avez bien gagné

(L'inondation
me gagnait).

etkisini göstermek (Le sommeil


faim et la fatigue commançaient

mallar).

gager gçl. 1. Bahis tutmak, bahse girmek (Je gage


qu'il ne pourra pas sortir).

Paris
sarmak, -e geçmek

Prendre des gages: İnanca almak,


gagé,es. 1. Tutulu, rehine konmuş

gagnera

le

gitmek,

gagne

vos
les

11. Bastırmak,
le gagnait.
à nous

La

gagner).

12. Gagner qn à qch: Birini e kazanmak, birinin


-e

katılmasını

güvence vermek. 3. Karşılık göstererek inanca

journaliste

altına almak (Gager un emprunt,

sağlamak

à notre

cause).

(Il

faut

gagner

ce

13. Gagner qn: a)

de

Birinin gönlünü, sevgisini kazanmak, b) Birini

(Gager

yenmek (Il me gagne aux échecs). c) Parayla satın


un valet). 5. Gager de f. qch: -ceği konusunda

almak, elde etmek, rüşvetle kendi yanına çekmek

une émission

billets). 4. (Hizmetçinin) Aylığını vermek


bahse girmek,

gageure \gaıyR ] diş. (Eski) Bahis tutma, bahse

(Gagner les témoins, gagner ses gardiens).

d) -den

hızlı gitmek, -i geçmek (Le temps nous gagne, la


646

gagneur
marée nous gagne).

14. gsz. Kazanmak, başarılı

çıkmak, birinci gelmek (Ce cheval a gagné.


gagné?).

gsz.

15.

(L'incendie

gagne.

Yayılmak,
L'épidémie

yaygınlaşmak

gagne).

16. gsz.

Gagner sur qn: -i yenmek (Gagner


adversaire).

Quia

sur

son

17. Gagner sur qch: -i aşmak,

geçmek, -e tecavüz etmek (Laboureur


sur le champ de son voisin.

qui

La mer gagne

gagne
chaque

année sur la côte crayeuse) . 1 8 . Gagner en qch, à f.


qch:

-de

daha

iyi

olmak,
-mekle

yükselmek, iyileşmek (Ce vin gagne en


en vieillissant.
connu).

Ce vin gagne à vieillir.

niteliği
bouteille,

Ilgagneàêtre

19. Gagner à qch, à f. qch: -de, -mekte

yararı olmak, kârlı çıkmak (Vous y gagnerez.


gagneras à démissionner).
un bon rhume).

Sekiz puntoluk bir tür harf.


bel.

gaillardement

1.

Neşeyle,

un

malheur).

gaillardement

2.
une

il a gagné

gagne du

terrain

Les idées nouvelles gagnent du

Gagner le large: Engine açılmak. Gagner

le Pérou: Çok büyük kazançlar sağlamak, çok

eğlene,

gaillardement

Yılmadan

(Attaquer

montée).
gaillardie, gaillarde diş. bitb.

Kırmızı yada sarı

çiçekli bir tür süs çiçeği,


gaillardise diş. 1. Şakraklık, neşelilik. 2. Açık saçık
sözler, açık saçık fıkra yada şakalar (Lâcher
gaillardises:

Açık saçık fıkralar

des

anlatmak).

gaillet er. bitb. Yoğurtotu.


gailleterie diş. Taşkömürü külçesi,

§ Gagner qn de vitesse:

güle

şakrakça, aldırmadan (Supporter

gailletin er. Ufalanmış taşkömürü,

İlerlemek, yayılmak (L'ennemi


terrain).

gaillarde diş. 1. Eski bir dans. 2. (Basımcılıkta)

20. Gagner de f. qch:

-den hızlı gitmek, -i geçmek. Gagner du terrain:


dans nos positions.

gaillard er. Gemi kasarası.

Tu

Kazancı -mek olmak (A cette sortie,


d'attraper

galalithe

gaillette diş.

Orta büyüklükte külçeler haline

getirilmiş taşkömürü,
gain er. 1. Kazanç (Les gains d'un ouvrier,
d'entreprise.
gain).

Gain illicite.

d'un chef

Il a cédé à l'appât
2. Kazanma, yenme, yengi (Gain

bataille.

Le gain d'un procès.

gain et de perte).

du
d'une

Chances égales de

§ Avoir la passion du gain:

para kazanmak. Gagner son bifteck: Ekmek

Kazanç hırsı olmak. Avoir gain de cause, obtenir

parasını kazanmak, geçiminisağlamak. Gagner le

gain de cause: Dâvayı kazanmak, haklı çıkmak.

ciel: Cennetlik olmak, yeri cennet olmak. Gagner

Donner gain de cause à qn: Bir işte birini haklı

au vent: (Başka bir gemiye yada karaya göre)

görmek, haklı çıkarmak, birine hak vermek.

Yelin estiği yanı tutmak,

Tirer du gain de qch: Bir şeyden kazanç sağlamak,

gagneur,euse s. ve ad. Kazanan (Un gagneur


bataille, de matchs,

de

gainage er. Kılıflama, kılıf geçirme,


gaine diş. 2. Km, kılıf (La gaine d'un pistolet,

d'argent).

épée, d'un poignard.

g a g n e u s e ^ , argo. Orospu,
gai,e s. 1. Şen, neşeli, sevinçli (Une soirée gaie.

Un

Kab, kutu (Gaine d'une horloge).

visage gai). 2. Keyifli, çakırkeyf ( Il était un peu gai

Lastik korse, kuşak (Gaine-combinaison,


culotte).
propos

2.

3. bitb. Kın. 4.

hier soir).

3. Güldürücü, açık saçık (Des

d'une

La gaine d'un meuble).

gaine-

5. (Üzerine bir sanat yapıtı oturtulan)

gais). 4. H o ş , içaçıcı (C'est la pièce la plus gaie de

Ayaklık. 6. Ayakları bir kaba sokulmuş gibi

l'appartement).

görünen yontucuk

5. Uni. Ha gayret!

gaines représentant

gaïac er. bitb. Peygamberağacı.

oynaya (Chanter

Neşeyle, sevinçle, güle

gaiement).

retrouver

sa gaieté).

de la province).

sa gaieté,

2. Hoşluk, içaçıcılık

(La

3. Eğlence (Les gaietés

§ De gaieté de coeur: İsteyerek,

içinden gelerek, gönül hoşluğuyla (Il n'y

renonce
pas de gaieté de cœur . On ne va pas à l'assaut de
gaieté de cœur). Mettre en gaieté: Neşelendirmek,
gaillard, e s. vead.
encore gaillard).
gaillarde).
gaillards).

1. Diri, canlı, dinç (Un

vieillard

2. Şen, neşeli (Il a une

humeur

3. Açık

saçık

(Tenir

des

propos

§ Un gaillard: 1. İri yarı adam, yaman

adam, yiğit. 2. Açıkgöz, çocuk, velet (C'est


gaillard qui promet).

un

Une gaillarde: Hoppa kadın.

Vent gaillard: Serince yel.

de

deux

§ Gaine de

gainer gçl. 1. Kılıf geçirmek. 2. Kılıf gibi sarmak,


iyice oturmak (Cette robe vous gaine

gaieté, gaîté diş. 1. Sevinç, neşe (Perdre


gaieté d'une conversation).

ornée

Schwann: hayb. Schwann kını.

gaïaco, gayacol er. kim. Gayakol,


gaiement, gaiment bel.

(Cheminée

des personnages).
bien).

gainerie diş. 1. Kın yapımı, kincilik. 2. Kın, kılıf


yapımevi.
gainierer. bitb. Erguvanağacı, erguvan.
gainier,èrearf Kın yapımcısı, kinci; kılıf yapımcısı,
gala er. Gala (Donner,
représentation

organiser

un gala.

Une

de gala. Un habit de gala, un repas

de gala).
galactiques, gökb.
(Nuage, nébuleuse

Gökadaya değgin, *gökadasal


galactique).

galactogène s. Süt salgılanmasını sağlayan, süt


yapıcı,
galactomètre er. Sütölçer.
galactose er. kim. Süt şekeri, laktoz,
galalithe diş. kim.

Galalit, bir tür plastik madde


647

galamment
(Peigne en
(Céder

konulduğu kenarlı tahta, tekne,

galalithe).

galamment bel.

1. Kibarca, çelebice, efendice

galamment

sa place

à une femme).

2.

Zevkle, zarafetle, incelikle. 3. Mertçe, yiğitçe


(Agir

galamment).

4.

başarıyla (Quand
prendre,

galeux

Ustaca,

beceriklice,

tous les autres

il a réussi à s'en tirer

se sont

fait

galamment).

galéjade diş.

1. Olayları şişirip gülünç biçime

sokarak anlatma. 2. Kaba alay, matrak,


galéjer gsz. Matrak geçmek, matrak şeyler anlatıp
eğlenmek,
galène diş. yerb. Galen.
galénique s. Ünlü grek hekimi Galenus yöntemine

galandage er. Tuğla bölme, tuğladan yapılmış


bölme.

değgin (Remèdes

galéniques:

Bitkisel

ilâçlar).

galénisme er. Galenus'un hekimlik öğretisi,

galant,e s. 1. Kadınlara karşı hoş görünmeye


çalışan, 'kadıncıl, "zendost. 2. Arkadaşlığı iyi.
hoşa giden (Un homme galant). 3. Hoşa gitmeye

galéode diş. hayb. Boğ.


galéopithèque er. Madagaskar ve Hint adalarında
bulunan bir tür yarasa, uçarmaki.

çalışan, tath dilli. 4. Sevi ile ilgili, sevgiye değgin

galéopithécidés er. ç. hayb.

(Poésie

galère

galante,

galants).

peinture

galante,

des

propos

S. Hoppa, hafif meşrep (Une

femme

diş.

1.

(Condamner

Uçarmakigiller.

Kadırga.

ç.

2.

Kürek
qnaux galères. Envoyer

cezası

aux

galante). 6. Mert, soylu davranışlı, yüce gönüllü

Kürek cezasına çarptırmak,

(Un galant homme).

serüven. Allahın belâsı bir iş yada durum

7. Çapkın (Il est très galant).

8 .er. Aşık,dost (Elle estfière de tous ses galants). §


Le vert galant: Fransa kralı IV. Henri. Vert
galanterie diş. 1. İncelik, kibarlık (Proposer
par galanterie,

3. mec. İş.

laissé entraîner dans une drôle de galère).

(Ils'est

§ Vogue

la galère!: N e olursa olsun! Anasını satayım!


galerie diş. 1. G e ç e n e k , geçit, "dehliz, "koridor,

galant: İhtiyar çapkın,


femme,

yollamak).

galères:

de porter

à une

sa valise).

2.

kapalı geçit. 2. Örtülü balkon. 3. Sergievi, "galeri


(Galene

d'art,

de peinture).

4. Yeraltı geçidi,

Kadın düşkünlüğü, 'kadıncıllık, °zendostluk. 3.


galeri (Une galerie de mine. Creuser

(Bir kadına yapılan) "İltifat ( D i r e des galanteries à

S. (Tiyatroda) Balkon seyircisi, seyirciler (II fait

une femme).

cela

4. Sevi serüveni, çapkınlık (Il a eu

maintes galanteries

galantin er. (Eski) Gülünç aşık, acemi aşık


vieux

(Un

de

la

galerie.

partirent

Les

des

premiers

galeries).

6.

"Taşıncaklık, arabanın üst bağaj yeri (Fixer

des

Gökada,

galbe er. 1. (Mimarlıkta ve sanat yapıtlarında) Kitle


uyumu, uygun şişkinlik (La courbure

açtıkları

fourmilière.

(Unpetitgalapiat).

galaxie diş. 1. Samanyolu. 2. gökb.

extérieure

de ce vase est d'un beau galbe). 2. Bir yüzün yada


vücudun yanayı (Un visage d'un beau galbe).
3.

Eğirim, bükey.

7. ask.

Sıçan yolu, lâğım yolu. 8. Kimi hayvanların yerin


altında

volailles).

galapiat er. Haylaz, hayta

yol

(Les

galeries

Galerie de taupe, de mulot).

d'une
§ Pour la

galerie: Lâf olsun diye, gösteriş için (Parler

pour

la galerie. Il dit ça pour la galerie, mais il n'y

croit

pas).
galérien er. Kürek mahkûmu. § Mener une vie de
galérien: Ömür törpüsü bir yaşam

sürmek.

Travailler comme un galérien: Köle gibi çalışmak.

galbé,e s. 1. Şişkinliği uygun, ilginç bir şişkinlik


gösteren, karınlı, bükeyli (Une colonne

galbée).

2. tkz. Göz alıcı, güzel, sütun gibi (Elle


jambes

amuser

galene).

bagages sur la galerie d'une automobile).

galantin).

galantine diş. Soğuk et peltesi, etli bir tür jöle


(Galantine
pour

applaudissements

dans sa vie).

une

a des

galbées).

galerne diş. (Fransa'nın Atlantik kıyılarında) Bir


çeşit karayel,
galet er. 1. Yassı çakıl, kaydırak taşı (Se

promener

sur le galet. Plage de galets). 2. (Masa yada karyola

galber gçl. Kitle uyumu vermek; uygun şişkinlik


vermek ( G a l b e r une colonne,

gale diş. 1. Uyuz hastalığı, uyuz (Avoir

ayaklarına
fauteuil,

un vase).
la gale,

attraper la gale. Pustules de la gale). 2. Çok kötü


yaratılıştı insan, uyuzun teki (Je suis une gale). §
Ne pas avoir la gale: hlk. N e kör olmak, ne topal ;

takılan)

d'un lit, d'une

Tekercik

gibi yer.
galette diş. 1. Bir çeşit kuru poğaça. 2. Peksimet. 3.
Galeta. 4 . hlk. Para, mangır (A voir de la galette).
galetteux, euse s. hlk. Paralı, zengin,

yanı olmamak (Approche,

galeux,euse s. 1. Uyuz (Chien

galeux).

2. Uyuza

pas avoir la gale aux dents: Çok yemek, bir türlü

değgin (Une plaie galeuse).

doymak bilmemek,
berbat (Une banlieue galeuse, des murs galeux).

diş.

(Basımcılıkta)

Dizilen

3. mec. Pis, iğrenç,


4.

er. Kimsenin yüz vermediği adam, pis herif. §

galéasse, galéace diş. den. Çektiri.


galée

d'un

galetaser. 1. Çatı katı. 2. mec. Yoksul konut, kümes

hiçbir eksiği olmamak; çekinilecek, korkulacak


je n'ai pas la gale). Ne

(Galets

table).

satırların

Brebis galeuse: mec. Uyuz keçi, kimsenin görüşüp


galhauban

648

galvanomètre

konuşmadığı kişi. Traiter qn comme une brebis

süsleme yada korumaya yarayan şerit (Galon

galeuse:

soie, de laine, d'argent, d'or).

Birine

hiç

yüz

vermemek,

birini

horlamak, aşağılamak,

de

§ Prendre du galon:

Yükselmek, terfi etmek. Arroser ses galons:

galhauban er. (Gemide) Direkleri iki yandan tutan


ve kıça doğru az eğik olarak gerilmiş bulunan
halat, patrisa.

Terfiini kutlamak, terfi ettiği için arkadaşlarına


içki ısmarlayıp eğlenmek,
galonné er. Subay yada assubay; omuzu demirli,

g a l i c i e n n e s , vead.

Galiçyalı.

kolu sırmalı.

galiléen,ne s. ve ad. 1. Filistindeki Galile kentli,


Galileli. 2. er. İsa peygamber (Le

Galiléen).

galiléen,ne s. İtalyan gökbilimcisi Galile'ye değgin


(Système galiléen,

conception

galiléenne).

galonner gçl. Şerit çekmek, şerit geçirmek, şeritle


süslemek (Galonner

un

chapeau).

galop er. 1. Dörtnal. 2. mec. Dörtnal, çabukluk. 3.


Bir çeşit hızlı dans. 4. tkz. Paylama, azarlama,

galimafrée diş. 1. Et kırıntılarıyla yapılan bir tür

zılgıt, papara. § Courir le grand galop, prendre le

yemek. 2. Pek iştah açıcı olmayan yemek, yal gibi

grand galop: mec.

yemek.

çalışmak. Partir en galop: Dörtnala gitmek.

galimatias er. 1. Saçma sapan söz, saçmalık (Je ne


comprends

rien à son galimatias).

2. Anlaşılmaz

Prendre le galop, se mettre au galop: Dörtnala


kalkmak. Chassez le naturel, il revient au galop:
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar; can

iş.

çıkmadan huy çıkmaz, ne denli başka türlü

galion er. Kalyon.

görünmeye çalışsanız, ne olduğunuz yine bir gün

galiote diş. 1. Küçük kadırga. 2. Bombarta.


galipette diş. Takla (Faire des

ortaya çıkar,

galipettes).

galopade diş. Dörtnala koşuş, koşarak gidiş (Des

galipoter. Çamsakızı.
1. Mazı, ağaç uru (Galles du chêne). 2. biy.

galle

diş.

gallérie

galopades
d'élèves

Balkelebeği;

bal

kovanlarındaki

gallican,e s. 1. Özgür Fransız kilisesine değgin (Le


rite gallican).

2. er. Papanın salt egemenliğine

karşı Fransız kilisesinin özgürlüğünü savunan


kişi.

( C'est un travail fait à la

gallicanisme er. Özgür Fransız kilisesi öğretisi; bu

hızla

ilerleyen,

çok

hızlı

gallicisme er. 1. Kurallara aykırı olduğu halde


tutmuş bulunan söz, "galatımeşhur. 2. Başka bir
dile geçmiş Fransız anlatışı (L'anglais
de

modeme

gallicismes).

(Phtisie

galoper gsz.

1. Dörtnala gitmek
mec.

2.

imagination

galope).

Çok

hızlı

(Cheval

çalışmak
3. Galoper après qn: -in

durmak. 4. gçl. Dörtnala kaldırmak, dörtnala


sürmek (Galoper

un

cheval).

galopeur,euse ad. İyi dörtnala koşan at.


hizmetçisi. 2. Aşçı yamağı. 3. ad. Sokak çocuğu,
arsız çocuk, velet (Une bande de galopins

Tavukgiller,

dans la

gallium er. kim. Galyum.


gallot,

gallec

er.

Brötanya

bölgesinde

galoubet er. Bir tür kaval,


galuchat er. Köpek balığı derisi,

rapproche

galurin, galure er. hlk. Şapka,

du patois de

Basse-Normandie).

gallois,es. vead. l . G a l ' l i , G a l l e r e d e ğ g i n . 2.er. Gai

galvanique s. Galvanizme değgin, galvanik


galvanique,

dili, Galce.
gallomanie diş. Fransız olan her şeye hayran olma

courant

(Pile

galvanique).

galvanisation diş. kim. Galvanizleme.


galvaniser gç/. kim. 1. Galvanizlemek

hastılığı. Fransız hayranlığı,

joue
cour).

konuşulan Fransızca, Brötanya ağzı (Le gallo se

(Galvaniser

du fer, un fil de fer, une tôle). 2. mec. Kışkırtmak,

gallon er. Galon.


gallophobes. vead.

coşturmak, fitillemek ( Un orateur qui galvanise la

Fransızsevmez.

foule).

gallophobie diş. Fransızsevmezlik.


1. Tahta tabanlı ayakkabı, "galoş

une

qui
(Son

galopin er. 1. Ayak işlerine koşturulan oğlan, ayak

gallinacé,e s. 1. Tavukgillere değgin. 2. er. ç. hayb.

(Enfiler

gelişen

ardından koşup durmak, -i köşe bucak arayıp

öğretiye bağlılık,

beaucoup

galopade).

galopante).
galope).

galoche diş.

§ A la galopade:

galopant,es. 1. Dörtnala giden. 2. mec. Büyük bir

peteklere zarar veren bir böcek,

emploie

attardés).

Baştan savma, çırpıştırma, özen göstermeden


Bitki uyuzu.

gallo,

Pek hızlı gitmek, çok hızlı

paire

de

galoches).

2.

Lastik

ayakkabı. § Menton en galoche: Sivri ve kıvrık


çene.
galon er. 1 .ask. Rütbe şeridi. 2. Perdeleri, giysileri

galvanisme er. fiz. Galvanizm,


galvano er. (Galvanotype sözcüğünün kısaltılmışı)
Elektroliz yolu ile yapılmış resim klişesi, galvano,
galvanocautère er. Galvanokoter,
galvanomètre er. fiz. Galvanometre.
galvanoplastie

649

galvanoplastie diş. fiz. kim. Galvanoplasti.

gangue
gamme diş. müz.

1. G a m (Gamme

galvanotropisme er. hayb. Elektriğe yönelim,

Çıkıcı

galvanotype er. Elektroliz yoluyla yapılmış resim

mec. Dizi, "seri, tür, çeşit (Toute


sentiments,

klişesi, galvano,
er.

galvaudage
(Galvaudage
(Galvauder

Boşa

d'un

galvauder gçl.

gam. Gamme

harcama,

heder

etme

bozmak

son nom, sa gloire, sa réputation).

Boşa harcamak, "heder etmek (Galvauder


talent, ses dons).

2.
son

3. gsz. Hiçbir şey yapmadan

sürtüştürüp durmak, sürünüp durmak (Ne restez


pas là à galvauder).

§ Se galvauder: Beş paralık

des couleurs,
ascendante:
inici gam).
la gamme

2.
des

des vins). § Chanter la

gamme: müz. Gam yapmak, gam söylemek. Faire


des

talent).

1. Beş paralık etmek,

descendante:

mec.

gammes:

Alıştırmalar

yapmak,

çalışmak. Jouer sur toutes les gammes: Her


boyaya girip çıkmak, her telden çalmak,
gammé,e s. Gamalı (La

croix

gammée:

Gamalı

haç).
gamopétales, bitb. 1. Bitişik-taçyapraklı. 2. diş. ç.
Bitişik-taçyapraklılar.

(Se

gamosépales, bitb. 1. Bitişik-çanakyapraklı. 2. diş.

galvaudeux, euse ad. (Eski) Serseri, ciğeri beş para

ganache diş. 1. (Atlarda) Alt çenenin yanak kısmı.

olmak, küçülmek, alçalmak, rezil olmak


galvuder dans une affaire

louche).

ç. Bitişik - çanakyapraklılar.

etmez.

2. hlk.
gambade
Takla

Zıplama, takla. § Faire des gambades:


atmak,

oynayıp zıplamak

gambades dans

(Faire

des

delice eğlenmek (Les enfants gambadent

dans le

2. Gambader de qch: -den zıplamak,

yerinde duramamak (Gambader


diş.

gamberge

hlk.

Düşünce

de
(Il

manque

de

hlk.

1.

2.

gçl.

Düşünmek.

Hesaplamak, kurmak, tasarlamak; düzenlemek

gandin er. Şıklık budalası, kadın tavırlı züppe,


gandoura er. Arap gömleği,
gang er. Gangster çetesi, yeraltı dünyası (La

morale

gang).

ganga er. hayb. (Pirene dağlarında bulunan) Bir tür


un

coup).

Ganga unibanda: Kum bağırtlağı,


ganglion er.

1. biy.

D ü ğ ü m , boğum. 2.

sinirdüğümü.

Ganglion

sinirdüğümü.

Ganglions

tüymek.

boğumları.

gambiller gsz. 1. Bacaklannı sallamak. 2. hlk. Çok


gambit er. Satrançta elverişli duruma gelmek için
de

2. Karavana, karavana

yemeği. SRammasser une gamelle: hlk. Düşmek,


hayb.

Omurilik

nerveux:

Sinir

viscéraux:

Içorgan

Boğumlara

değgin,

sinirdüğümleri.
s.

anat.

"boğumsal; düğümlere değgin, *düğümsel.


gangrène diş. 1. Kangren ( Une jambe rongée par la

taş verme; ganbi.


gamelle diş. 1. Karavana; sefertası (Gamelle

gamète er. bitb.


spinal:

Ganglions

ganglionnaire

hızlı dans etmek,

de campeur).

hayb.

Sinirdüğümü, °ukde. § Ganglion cérébral: Baş

Jouer, tricoter, se tirer des gambettes: Kaçmak,

Eşeylik gözesi, eşeylik

gamin,e ad. 1. er. (Eski) Çırak, yamak. 2. ad.


Çocuk, yumurcak (Un gamin,

gangrène).

2. mec. Çürümüşlük, kokuşmuşluk,

kanayan yara (La jalouise


coeur.

L'indifférence

d'une

société).

est la gangrène

politique

est la

du

gangrène

gangréné,es. Kangrenli; kangrenleşmiş.

hücresi, cinsellik hücresi,

conduire

ve

ganache).

gambette diş. 1. Bir cins çulluk. 2. hlk. Bacak. §

soldat,

Budala
dağtavuğu, bir tür çil. § Ganga çata: Arap tavuğu.
gsz.

(Gamberger

est un peu

du

joie).

gamberge).
gamberger

tkz.

ganacherie diş. Aptallık, budalalık, enayilik,

l'herbe).

gambader gsz. 1. Atlayıp zıplamak, takla atmak,


jardin).

Baş, çene. 3. mec.

yeneteksizadam, öküz. 4.s. tkz. Aptal,budala (II

une gamine;

comme un gamin. Les gamins de

3. s. Haylaz, yaramaz (Il a un air

se

Paris).

gamin).

gaminer gsz. Çocuklar gibi sokaklarda oynamak;


çocukluk etmek, yaramazlık etmek, haylazlıkla
vakit geçirmek,
gaminerie diş. Haylazlık, yaramazlık, çocukluk;
çocukça davranışlar,
gamma er. Gamma. § Rayons gamma: Gamma
ışınları.

gangréner gçl.

1.

etmek ( Gangréner

Kangrenleştirmek,
un membre,

Bozmak,
berbat

(Gangréner

un homme,

etmek,

kokuşturmak

une société.

mauvais élève peut gangréner

kangren

une plaie). 2. mec.


Un

toute une

gangréneux, euse s. Kangren niteliğinde


gangréneuse,

ulcère

seul

classe).
(Plaie

gangréneux).

gangster er. Gangster,


gangstérisme er. Gangsterlik,
gangue diş. 1. Maden cevheri etrafındaki madde;
temizlenip ayıklanmamış değerli taş (Débarrasser

gammare er. hayb. Su-tespihböceği.

une minerai de sa gangue par lavage). 2. mec. Zarf,

gammatherapie(% hek. Gamma ışınlarıyla tedavi.

kılıf, örtü (Dégager

des idées de leur

gangue).
ganochorisme

650

ganochorisme er. biy. Ayrı-eşeylik.


ganochoristique s. biy. Ayrı-Eşeyli.
ganoïdes
er.
ç.
hayb.
Parlakpullular,
mersinbahklari.
ganse diş. Kaytan (Ganse de botte. Veston noir
bordé de ganses).
ganser gçl. Kaytanlamak,

kaytanla

süslemek

(Ganser un habit, une couverture).


gansette diş. Küçük kaytan,
gant er. 1. Eldiven (Une paire de gants. Mettre ses
gants, retirer ses gants). § Gants de boxe: Boks
eldivenleri. Gant de crin: (Yıkanmak için) Kese.
Souple comme un gant: Çok yumuşak başlı, uysal.
Aller comme un gant à: -e iyi uymak, tıpatıp
gelmek (Ce rôle lui va comme un gant). Jeter le
gant à qn: -i düelloya çağırmak. Prendre des
gants, mettre des gants: Çok tedbirli hareket
e t m e k , çok kibarca d a v r a n m a k . Ramasser le
gant, relever le gant: Düelloyu kabul e t m e k .
Retourner qn comme un gant: Birinin inanç ve
düşüncelerini tam tersine çevirmek, t a m a m e n
değiştirmek. Se retourner comme un gant: İnanç
ve düşüncelerini t a m a m e n değiştirmek, yüz
seksen derecelik dönüş y a p m a k . Se donner les
gants de f. qch: 1. -yor geçinmek, gibi g ö r ü n m e k
(Il se donne les gants d'être objectif). 2. -mek
yüzsüzlüğünü
göstermek,
küstahlığında
b u l u n m a k (Ils se sont donné les gants de lui faire
faire leur propre travail). C'est bien fait pour ses
gants!: O h oldu, iyi oldu!
gantelet er. 1. Zırh eldiveni. 2. İşçi eldiveni,
ganter gçl. 1. Eldiven giydirmek; eldiven takmak
(Main difficile à ganter). 2. İyi uymak, iyi gitmek,
tam oturmak (Ces gants de sport vous gantent
bien). 3. Eldiven numarası... olmak, -numaralı
eldiven giymek (Ganter du six, du sept). § Se
ganter: Eldiven takmak,
ganterie diş. 1. Eldivencilik. 2. Eldivenci dükkânı;
eldiven yapımevi,
gantier,Ère s. vead. Eldivenci.
garage er. 1. Garaj (Garage
d'automobile,
d'autobus, d'avions. Voiture en garage. Rentrer sa
voiture au garage). 2. Otomobil bakım ve onarım
yeri, servis istasyonu (Atelier de réparation d'un
garage).
garagiste ad. 1. Garajcı. 2. Otomobil bakımevi
sahibi; servis istasyonu işleticisi,
garançage er. Kökboyasıyla, kızılkökle boyama,
garance diş. bitb. 1. Kökboyası, kızılkök. 2. Bir
çeşit kırmızı renk.
garancer gçl. Kızılkökle boyamak,
garancière diş. 1. Kızılkök tarlası. 2. Kızılkök
boyaevi.

garçonnet
garant,e s. ve ad. 1. Kefil (Etre garant d'une
créance). 2. Siyasal bir durumu güvence altına
alan devlet; güvenceci devlet (Les garants d'un
traité). 3. Kanıtlayın, tanıtlayın (Aristote est le
garant de cette opinion).
4. İnanca, güvence,
"teminat, "garanti (Son passé est le garant de sa
bonne conduite à l'avenir. Votre amitié est mon
meilleur garant). 5. Palanga ipinin serbest kalan
kısmı. § Se porter garant de qch: -in güvencesi
olmak, inancası olmak; -in kefili olmak (Je me
porte garant de sa bonne volonté. Le parti
socialiste allemand se portait garant des intentions
pacifiques de son
gouvernement).
g a r a n t i e s . İnancah, güvenceli, "teminatlı,
garantie diş. 1. İnanca, güvence, "teminat, "garanti
(Vendre un objet avec garantie. Contrat de
garantie. Ma montre est encore sous la garantie.
Garantie contre les risques). 2. İnanca altına alma,
güvenceleme; "teminat, "garanti (Pacte de
garantie et d'assistance. Prendre des garanties).
garantir gçl. 1. -e kefil olmak (Garantir
une
créance).
2. -i kesin kılmak, kesin olarak
sağlamayı üstüne almak (Garantir le succès). 3.
Güvence altına almak (Les lois garantissent les
libertés, les droits du citoyen). 4. Doğrulamak
(Garantir les faits). S. Garantir qch à qn: Bir şeyi
birine kesin olarak sağlamak (Je vous garantis le
succès). 6. Garantir de qch: -den korumak (Le
parapluie nous garantit de la pluie. Ces rideaux
garantissent du vent et du soleil). 7. Garantir qn de
f. qch: Birini -mekten korumak (L'esprit
n'a
garanti personne d'être fou).
garbure diş. Bir çeşit lahana çorbası,
garce diş. 1. (Eskiden) Kız. 2. tkz. Orospu. 3. tkz.
Geçimsiz kadın, şirret kadın. 4. Cette garcede...:
Şu rezil... şu alçak... (Cette garce de vie, cette garce
de société moderne). § Fils de garce: (Sövgü)
Orospu çocuğu, piç.
garçon er. 1. Oğlan (Les filles et les garçons). 2.
Genç, delikanlı (Un garçon de vingt ans). 3. Bekâr
erkek, evlenmemiş erkek (Il est resté garçon). 4.
Çırak, yamak (Garçon coiffeur, garçon boucher,
garçon de magasin). 5. Adam (C'est un garçon
distingué. Un beau garçon). 6. Garson ( Garçon 4e
café, garçon de restaurant, d'hôtel). §Bongarçon:
İyi adam, neşeli adam, hoş adam. Garçon
d'honneur: Sağdıç. Enterrer sa vie de garçon:
Bekârlığa veda etmek, evlenmek. Etre, se sentir
tout petit garçon auprès de qn: Birinin yanında
çocuk kalmak, kendini çok küçük görmek,
garçonne diş. Oğlansı kız; başına buyruk yaşayan
kız.
garçonnet er. Oğlan çocuk, küçük oğlan.
651

garçonnier
garçonnier,ère s. Oğlansı, oğlanları anımsatan,
(Habitudes

oğlanca

garçonnières

garçonnières,

chez une jeune

garçonnière diş.

manières

fille).

Bekâr odası,

konutu,

garde-chasse er. (Yurtluklarda) A v bekçisi,


er.

garde-chiourme

1. Koruma, saklama (La

documents.

bekçisi.
garde-boue er. (Tekerleklerde) Çamurluk,
garde-champêtre er. Kır bekçisi, köy bekçisi,

bekâr

garsonyer.
garde diş.

garder

garde

La garde des bagages).

des

2. Bakma,

kollama, gözetleme, bakım, gözetim (Confier


enfant à la garde
nöbetçilik.

4.

républicaine).
d'une

voisine).

Muhafız

un

3. Bekçilik,
(La

birliği

garde

5. Karakol erleri. 6. (Tutulan,

1.

(Eskiden)

Kürek

hükümlüleri çavuşu. 2. (Şimdi) (Alaylı olarak)


Kahraman

çavuş,

kimsenin

gözünün

yaşına

bakmayan sert gözetimci; acımasız gardiyan,


garde-corps er. den. Parmaklık, korkuluk,
garde-côte s. ve er. 1. er. "Sahil muhafızı, kıyı
koruyucusu. 2. Kıyı karakol gemisi,

beklenilen) Nöbet. 7. (Kesici silahlarda) Siper

garde-feuer. Ocak siperi,

(La garde d'une épée, d'un poignard).

8. ç. (Bir

garde-fou er. (Köprü, yol kıyısı gibi yerlerde)

kitabın)

bırakılan

Başında ve sonunda

boş

sayfalar, yan kâğıtları (Les gardes d'un livre).


9.

Hastabakıcı kadın, hastanın başında bekleyen

Korkuluk, parmaklık,
garde-frein

er.

(Trenlerde)

Fren

memuru,

"gardıfren,

kadın (La garde a veillé toute ta nuit). § Chien de

garde-magasin er. Ambar memuru,

garde: Bekçi köpeği. Garde à vue: Gözaltı, göz

garde-main er. Yazı yazarken yada resim çizerken

altına alma. Poste de garde: Nöbetçi kulübesi. De


garde: Nöbetçi, nöbetçi olan... (Pharmacie
garde,
Nöbeti

médecin

de garde).

bırakmak,

de

Descendre la garde:

nöbeti

bitmek,

nöbetten

çıkmak. Etre en garde contre: -e karşı uyanık


olmak, tetikte olmak. Etre, se mettre, se tenir sur

el altına konulan kâğıt, el altı kâğıdı,


garde-malade ad. Hastabakıcı,
garde-manger er. Tel dolap,
garde-meuble er. Eşya odası,
garde-nappe er. Nihale, sofrada kullanılan sahan
altlığı.

ses gardes: Tetikte olmak, uyanık bulunmak,


gardénia er. bitb. Gardenya.

tetikte durmak. Etre de garde: Nöbetçi olmak.

garden-party diş. İng. Gardenparti.

Faire bonne garde de qch: -i iyi saklamak,

garde-pêche er. 1. Balık avı kolcusu. 2. Balık avı

korumak. Mettre en garde: Uyarmak: Mettre qn

karakol gemisi,

en garde contre: Birini -e karşı uyarmak, dikkatini

garde-place

çekmek. Monter la garde: ask. Nöbet tutmak,

ayrıldığını

nöbete gitmek. N'avoir garde de f. qch: -meye


niyeti olmamak. Prendre garde: Dikkat etmek,

Beklemek,
troupeau,

aux voitures).

Prendre

garde à f. qch: -meye dikkat etmek, -mekten

gözetmek,
les

enfants,

(Garder

-memeye çalışmak, -mekten kendini korumak

pont, unarsenal).

( Prends garde d'avoir froid).

S'enferrer jusqu'à la

yanılmak,

boğazına

kadar

yanılgı içinde olmak,

heure).
plus
une maison,

de

un

une porte,

de garder

Garder

son

korumak (Garder

kral, cumhurbaşkanı gibi

Bakmak, hizmet etmek (Garder

(Fransa'da)

Adalet

Bakanı.

S.

que de la

la viande,

le fromage).

(Garder

un secret).

il avait gardé intacte la chambre

bekçisi, korucu. Garde messier: Ekin bekçisi,

compagne).

garde-à-vous:

8.

Kendine saklamak, hiç kimseye söylememek


baissés;

§ Rester au

7.

un malade).

champêtre: Kır bekçisi. Garde forestier: Orman


Hazırol durumu.

encore

6. Bozulmadan saklamak,

Garde

garde-à-vous er. 1. (Komut, ünl.) Hazırol! 2. er.

un

Korumak,

sürdürmek, "muhafaza etmek (Il garde

muhafız birliğindeki er. § Garde du corps: (Bir


Özel muhafız, koruma görevlisi. Garde des

2.

un magasin,

une fortune
argent).

toutes ses facultés).

sceaux:

le

prisonnier).

3. Alıkoymak (Il m'a gardé une

nuit). 3. Muhafız (Ila échappé à ses gardes). 4. Bir


önemli kişiler için)

(Garder

bakmak

4. Elde tutmak, "muhafaza etmek (Il est

difficile

gagner.

garde er. 1. Nöbetçi, nöbetçi eri. 2. Bekçi (Garde

yerin

numaralı

Beklemek, önünde nöbet tutmak, bekçilik etmek

sakınmak, kaçınmak. Prendre garde de f. qch:


garde: Tamamen

Oturulacak

üzere asılan

kâğıt.

(Prenez

à vous,

(Trenlerde)

belirlemek

garder gçl. 1. (Zarar gelmesin yada kaçmasın diye)

uyanık olmak. Prendre garde à: -e dikkat etmek,


garde

er.

9. Tutmak (Garder

les yeux
de sa

10. Ayırmak, saklamak, bir kenara

koymak ( Garder de la viande froide pour le dîner).


11. -den çıkmamak, hiç ayrılmamak (Ce

malade

Hazırol durumunda beklemek. Se mettre au

doit garder

garde-à-vous: Hazırol durumuna geçmek,

Yapmak, uygulamak, yerine getirmek ( G a r d e r le

garde-barrière

ad.

(Demiryollarında)

Geçit

jeûne,

garder

la chambre

encore
les convenances).

un mois).

12.

13. -in önünde


garderie
bulunmak (Un cyprès garde le cimetière).
14.
Beslemek (Garder de l'espoir, garder
rancune).
15. Garder qch à qn: Birine ... ayırmak, tutmak
(Gardez-lui
une place). 16. Garder qn à qch, à f.
qch: Birini-e tutmak, -mek için alıkoymak (Ilm'a
gardé au repas, à dîner). 17. Garder qn de qch:
Birini -mekten korumak, kurtarmak (Dieu vous
garde de commettre une telle maladresse!).
§
Garder qn à vue: Birini gözaltına almak; göz
hapsine almak. Garder une dent contre qn: -e diş
bilemek. Garder rancune à qn, contre qn: -e kin
beslemek. Garder à qn un chien de sa chienne:
Birinden alacak öcü, hıncı olmak. Garder qch
pour la bonne bouche: Ağız tadıyla yemek üzere
yemeğin sonuna saklamak, en sona saklamak. §
Se garder: 1. Bozulmadan saklanmak, "muhafaza
edilmek ( Ce fromage ne se garde pas plus de deux
jours). 2. Se garder de qn, qch: Kendini -den
sakınmak, korumak, kaçınmak (Il faut se garder
des flatteurs. Se garder du froid, des jugements
hâtifs). 3. Se garder de f. qch: -mekten sakınmak,
kaçınmak, çekinmek; -memeye dikkat etmek (Se
garder de commettre une erreur, de vendre un
héritage. Gardez-vous de manquer votre train).
garderie diş. 1. Bir korucunun bakmakla görevli
olduğu orman alanı. 2. Özel anaokulu,
garde-rivière er. Irmak bekçisi,
garde-robe diş. 1. (Eskiden) Lâzımhklı sandalyenin
konduğu oda. 2. Giysi dolabı, *giysilik(Mettre
un
vêtement dans la garde-robe. Ses garde-robes sont
pleines à craquer). 3. Giysi takımları, bir kişinin
bütün giysileri (Elle a une garde-robe très riche.
Renouveler
sa garde-robe).
§ Aller à la garderobe: Yüznumaraya gitmek, ayakyoluna gitmek.
gardeur,euse ad. Çoban, bekçi (Gardeuse d'oies, de
dindons).
garde-voie er. Demiryolu bekçisi, "hat bekçisi,
garde-vue er. Aşırı ışığa karşı korunmak için
gözlere takılan siperlik, göz siperliği,
gardian er. (Bölgesel) Sığır çobanı; at çobanı,
hergeleci.
gardien, ne ad. 1. Bekçi, nöbetçi (Poster des
gardiens à toutes les portes. Gardien de nuit). 2.
Gardiyan (Le gardien de la prison). 3. Çoban,
bakıcı ( Gardien de troupeaux, de bestiaux). 4 .s.ve
ad. Koruyucu (Ange gardien. La Constitution est
la gardienne des libertés). § Gardien de la paix:
(Pariste) Polis memuru. Gardien de but: Kaleci,
gardiennage er. 1. Gardiyanlık. 2. Liman bekçiliği,
gardon er. hayb. Çamçak, çamça balığı,
gare diş. 1. Gar, istasyon (Aller à la gare. Gare de
voyageurs, gare de marchandises. Gare de départ,
gare d'arrivée).
2. (Irmaklarda, kanallarda,

652

garni
gemiler için) Barınak. § Gare aérienne:
(Havaalanlarında)Yolcu ve mal hizmet binaları.
Gare maritime: Liman hizmet binaları. Gare
routière: Ağır vasıta park yeri.
gare Uni. hlk. l . D i k k a t ! 2 . G a r e à : - e d i k k a t ( G a r e à
la peinture!). § Sans crier gare: Haber vermeden,
sessiz sedasız (Ils sont arrivés sans crier gare).
garenne diş. 1. (Eski) Sahibinin izni olmadan
girilemeyen arazi. 2. Adatavşanlarının yaban
olarak yaşadıkları yer, tavşanlık (Lapin
de
garenne). 3. Irmaklarda balık avlamanın izne
bağlı olduğu yer. 4. er. Yaban adatavşanı.
garer gçl. Gara yada garaja sokmak; garaja,
barınağa çekmek (Garer un train, une voiture, un
bateau). § Se garer: Park yapmak; arabasını park
etmek ( L a voiture s'est garée devant l'hôtel. Je me
suis garé dans la rue voisine). 3. Se garer de qch:
Kendini -den sakınmak, korumak (Se garer des
voitures, des coups). § Se garer des voitures: argo.
Uslanmak,
yola
gelmek,
külhanbeyliği
bırakmak,
gargamelle diş. hlk. Boğaz, gırtlak,
gargariser (se) gsz. 1. Gargara yapmak. 2. hlk.
İçmek, boğazı yağlamak (Un gaillard qui aime à se
gargariser). 3. Se gargariser de qch: mec. tkz. -den
hoşlanmak, zevk almak (5e gargariser de grands
mots, d'un succès).
gargarisme er. 1. Gargara yapma. 2. Gargara
yapmada kullanılan ilâç.
gargote diş. 1. Ucuz meyhane, koltuk meyhanesi. 2.
Küçük ve yemekleri kötü ucuz lokanta. 3. mec.
Temiz ve rahat yemek yenilemeyen yer.
gargotier,ère ad. 1. Koltuk meyhanecisi. 2. mec.
Kötü aşçı.
gargouille diş. 1. Üstü açık oluk ağzı, çörten. 2.
Oluk. 3. argo. Orospu,
gargouillement er. Gurultu, guruldama
(Les
gargouillements de l'estomac).
gargouiller gsz. 1. Guruldamak (J'ai l'estomac qui
gargouille, il a les intestins qui gargouillent).
2.
Fokurdamak, sesler çıkarmak (L'eau
gargouille
dans le robinet).
gargouillis er. Gınltı, parazit (Les gargouillis
d'une
radio).
gargoulette diş. 1. Kulpsuz testi. 2. hlk. Boğaz,
gırtlak. § Se rincer la gargoulette: Boğazını
ıslatmak, içmek,
gargousse diş. Hartuç.
garigue, garrigue diş. 1. İşlenmemiş toprak, kıraç
toprak. 2. Fransa'nın güneyinde, seyrek meşeler
ve çalılarla kaplı alanlar,
garnement er. Haylaz, yaramaz, hayta,
garni er. (Kiraya vermek için) Döşeli ev, döşeli oda ;
653

garni
mobilyalı ev (Loger

en

garni).

ve

g a r n i e s . 1. Döşenmiş (Chambregarnie).
de qch: -ile donatılmış (Machine

2. Garni

garnie

de ses

accessoires).
1. (Bir şeye takımlarını)
un cheval).

(Garnir

une

bibliothèque,
(Garnir

une

5.

fleurs,

une

yanına,

(Garnir

étagère

de

"garnitür

de guerre),

les rayons

b) -ile

une

c) -ile
de livres,

7.

une table

bibelots),

(Garnir

donatmak

d'instruments

place

un plat, une entrecôte garnie).

une

berkitmek,

un

Berkitmek,

Garnir qch de: a) -ile süslemek (Garnir


de

3.

chambre,

les remparts,

*Süslencelemek,

koymak (Garnir

vitrine).

4. Donatmak,

une

maison).

"takviye etmek (Garnir


6.

une

un chapeau).

dayayıp döşemek
appartement,

Takmak
2. Donatmak, doldurmak

(Garnir

Süslemek

forte).

armée

doldurmak

une

vitrine

de

différents objets). § Se garnir le ventre, l'estomac:


Midesini doldurmak, yemek,

garniture diş. 1. Süs, süs parçaları, süs gereçleri


d'une robe). 2. Takım, tam takım

garniture

de toilette

en porcelaine).

3.

(Yemeklerin yanına konan) Sebze, "garnitür,


*süslenti (Garniture

*süslence,
viande.

Voulez-vous

des frites

comme garniture).
conta (Garniture

d'un

plat

ou des

de

haricots

4. (Kimi şeylerde) Kaplama,


métallique).

5. (Basımcılıkta)
Sayfa arası takoz. 6. den. Donanım,

(Un cheval blessé au garrot par le harnais).

2. İki

kat bağlanmış bir ipi büke büke germek için araya


(Garrot

geçirilip çevrilen tahta parçası, toyako

d'une scie). 3. (Eskiden) Boğarak öldürme cezası


(Il était condamné

au garrot).

durdurmak

bir

4. (Bir kanamayı

organı

sıkıp

boğmaya

yarayan) Bağ (Serrer un garrot, mettre, poser

un

garrot).

palavracılık,
(Dire

abartma

des

gasconnades).
gasconner gsz. 1. Gaskon şivesiyle söylemek. 2.
Palavra atmak,
gasconnisme er. Fransızcada kullanılan Gaskonca
söz yada deyim,
gaspillage er. 1. Savurganlık, saçıp savurma. 2.
Savurma, boşa harcama (Gaspillage

de force,

de

talent).
gaspiller gçl. 1. Saçmak, savurmak, boşa harcamak
( Gaspiller

sa fortune, gaspiller son argent). 2. mec.


Heder etmek, boşa harcamak (Gaspiller
temps, ses dons, ses

son

forces).

gaspilleur,euse s. ve ad. Savurgan; parasını saçıp


savuran, "müsrif,
gastéropode er. hayb.
er.

Karındanbacaklı.

ç.

hayb.

Karındanayaklılar,

salyangozlar,
gastralgie diş. Mide ağrısı,
gastralgiques. hek. Mide ağnsı niteliğinde (olan),
gastrectomie- diş.

hek.

Ameliyatla mideyi yada

midenin bir parçasını alma.


gastrique s.
gastriques,
Mide

hek.

1.

Mideye

ulcère gastrique.

hastası,

(Artères

değgin

Suc gastrique).

midesinden

1.

Sımsıkı

bağlama,
sımsıkı

bağlanma. 2. mec. Elini kolunu bağlama, eli kolu


bağlanma, susturma, susturulma,

2, ad.

yakınmaları

olan

susturmak (Garrotter

Mide-barsak

sindirim sayrılıkları dalı.


ad.

gastro-entérologue

hek.

Mide-barsak

hastalıkları uzmanı; "sindirimbilimci, sindirim


sayrılıkları uzmanı,
gastro-intestinal,e s.
(Troubles

hek.

Mide-barsakla

ilgili

gastro-intestinaux).
er.

Yemek

meraklısı,

iyi

yemek

yemesini seven, midesine düşkün,


gastronomie diş. 1. İyi yemek merakı. 2. Mutfak,

un

Elini kolunu bağlamak,


l'opposition).

gars er. tkz.X. Oğlan, delikanlı. 2. A d a m . § L e s g a r s


de la marine: Denizciler, deniz adamları,
gascon,nes. vead. l.Gaskonyalı.2.Gaskonyahlara

s.
gastronomique
(Snobisme

cezasını uygulamak için kullanılan iskemle,


2. mec.

hek.

hastalıklarıyla uğraşan tıp dalı.; *sindirimbilim,

yemekler, yemek y e m e ve pişirme sanatı,

garrotte diş. 1. (Eskiden) Boğma cezası. 2. B o ğ m a


garrotter gçl. 1. Sımsıkı bağlamak (Garrotter

diş.

gastro-entérologie

gastronome
er.

Övüngenlik,
Palavra,

gastro-entérite diş. hek. Mide-barsak yangısı,

garrot er. 1. (Büyük hayvanlarda) Omuz başı, cıdav

prisonnier).

diş.

abartmacılık.

gastrite diş. hek. Mide yangısı, "gastrit,

garrigue » garigue.

garrottage

Övüngen,

Gaskon dili,

kimse.

garou er. bitb. Yakıağacı, bir tür defne,

için

mec.

3.

Gaskonca.

gastéropodes
kurmak, karargâh kurmak,
(Les garnitures

değgin.

gaster er. 1. Mide, kursak. 2. Karın,

garnison diş. Garnizon. § Tenir garnison: Garnizon

(Une

Gaskonyaya

palavracı; alaycı, şakacı. 4. er.


gasconnade

garnir gçl.
(Garnir

gâté

Yemek

merakına

değgin

gastronomique).

gâté,e s. 1. Bozuk, bozulmuş (Fruits

gâtés,

plats

gâtés). 2. Çürümüş (Une dent gâtée). 3. Şımarık,


şımartılmış (Un enfant gâté). § Etre l'enfant gâté
de: -in şımarık çocuğu olmak, -tarafından çok
şımartılmak, çok yüz verilmek (La
l'enfant gâté de

l'Europe).

Grèce

est
gâteau

654

gâteau er. 1. Pasta, çörek (Gâteau aux amandes, à la


crème. Gâteaux secs). 2. Petek (Gâteau de cire,
gâteau de miel). 3. Külçe ( Gâteau déplâtré, gâteau
de graines pressées). 4. s. değişmez. Bal gibi,
kaymak gibi, çok yumuşak, çok tatlı, çocukları
şımartan (Papa gâteau, maman gâteau). § Avoir
part au gâteau, partager le gâteau: Kazancı yada
vurgunu bölüşmek. C'est du gâteau: hlk. 1.
Bundan kolayına can kurban, çok kolay bir şey
bu. 2. Y e m e de yanında yat, çok tatlı kâr, esaslı bir
iş, kaçırılacak fırsat değil!
gâte-bois er. Kötü marangoz,
gâte-métier er. Yok pahasına çalışan, ucuza çalışan,

ucuzcu,
gâte-papier er. Kötü yazar,
gâter gçl. 1. Bozmak (La chaleur gâte la viande). 2.
Çürütmek (Les bonbons gâtent les dents). 3.
Çirkinleştirmek, görünümünü bozmak
(Une
verrue gâte son visage. Cette maison gâte le
paysage). 4. Berbat etmek, bok etmek (Gâter une
affaire par sa maladresse). 5. Şımartmak (Gâter
un enfant). 6. Gâter qn: mec. Birine karşı çok
kibar, çok dikkatli davranmak; -e karşı büyük bir
sevgi ve saygı göstermek (C'est trop, vous me
gâtez). 7. Etre gâté: mec. a) Şanslı olmak, şansı
olmak (Quel beau temps! nous sommes gâtés), b)
(Alaylı) A m m a da şansı olmak, ne de kötü talihi
olmak, anasından şanssız doğmak (Encore
la
pluie! nous sommes gâtés!). § Gâter le métier:
Ucuza çalışmak, sanatı kepaze etmek, mesleğin
şerefini düşürmek. Tout gâter: Herşeyi berbat
etmek, bir çuval inciri bok etmek. Cela ne gâte

rien, ce qui ne gâte rien: Bu da cabası, bu da


fazlası, doğrusu hiç de fena değil (Elle est jolie,
bien élevée, et de plus, riche, ce qui ne gâte rien). §
Se gâter: 1. Bozulmak, çürümek (Les
fruits
commencent à se gâter). 2. Kötüleşmek, bozmak,
bozulmak (Le temps se gâte). 3. Kötü gitmek,
bozulmak ( L e s choses se gâtent: İşler
bozuluyor).
gâterie diş. 1. Şımartma, şımartıcı söz ve davranış,
aşırı sevgi (// n'a que des gâteries pour cet enfant).
2. Gönül okşamak için sunulan şeker, pasta gibi
şeyler yada küçük armağanlar,
gâte-sauce er. Kötü aşçı.
gâteux,euse s. ve ad. Bunak, bunamış, beyni
sulanmış (Un vieillard gâteux. Un vieux gâteux).
gâtifier gsz. Bunamak; bunaklaşmak, bunakça
davranışlarda bulunmak (Il gâtifie avec son petitfils).
gâtine diş. Çorak ve bataklık toprak,
gation diş. hayb. Dişli tirsi,
gâtisme er Bunaklık,beyni sulanmıştık,
gattilier er. bitb. Y e m e n safranı denilen ağaççık.

gauchissement
gauche s. 1. Sol (Main gauche, pied gauche. Aile
gauche d'un armée, côté gauche d'un
navire).
2.Çarpik (Une table gauche, une règle gauche). 3.
Beceriksiz, "sakar, acemi ( Il est un peu gauche. Un
air gauche, des manières gauches). § A main
gauche: Sol tarafta, sol yandan. Courbe gauche:
mat. Uzay eğrisi. Droites gauches: mat. Aykırı
doğrular. Mariage de la main gauche: Nikâhsız
evlilik. Se lever du pied gauche: Sol yanından
kalkmak, aksiliği üstünde olmak,
gauche diş. 1. Sol, sol yan (La gauche du centre. Il
roulait tout à fait sur la gauche). 2. (Siyasal
anlamda) Sol, sol parti (Si la gauche fait une
politique de droite, ce n'est pas la gauche). 3.ç. Sol
partiler (Union des gauches). § Extrême gauche:
A ş ı n sol. A gauche: Solda, sol tarafta, sol tarafa
(Tournez à gauche. Prenez la rue à gauche). A
gauche de: -in solunda (A gauche de l'escalier). A
droite et à gauche: Sağda solda, her yanda. De
droite et de gauche: Her yandan, sağdan soldan.
De gauche: Solcu (Un parti de gauche,
une
politique
de gauche, un homme de gauche).
Jusqu'à la gauche: Tamamen, çok, gırtlağına
değin (Il est endetté jusqu'à la gauche). Etre de
gauche, être à gauche: Solcu olmak, sol
düşünceleri olmak. Mettre de l'argent à gauche:
Para biriktirmek, birkaç kuruş bir kenara atmak.
Passer l'arme à gauche: mec. Ölmek, öteki
dünyayı boylamak,
gauche er. Sol yumruk (Un crochet du gauche).
gauchement bel. Beceriksizce, acemice
(Agir
gauchement. Imiter gauchement un geste).
gaucher,ère s. ve ad. Solak. (Il est gaucher.

Un

gaucher, une gauchère).


gaucherie diş. 1. Tutukluk (Il a de la gaucherie dans
les manières. La gaucherie de ses gestes m'énerve).
2. Beceriksizlik, "sakarlık (Les gaucheries
d'un
paysan).
gauchir gsz. 1. Çarpılmak, çarpıklaşmak (Règle qui
gauchit, planche qui gauchit). 2. Sakınmak üzere
yana
çekilivermek.
3.
gçl.
Çarpıtmak,
çarpıklaştırmak (L'humidité
a gauchi
cette
planche). 4.gçl. Bozmak, değiştirmek, çarpıtmak
(Gauchir
une idée, la réalité, un fait, un
sentiment).
§
Se
gauchir:
Çarpılmak,
çarpıklaşmak (Cette table s'est gauchie).
gauchisante s. ve ad. Sola yatkın, sol eğilimli, sola
sevgisi olan.
gauchissement er. 1. Çarpılma, çarpıklaşma (Le
gauchissement
d'une porte sous l'action
de
l'humidité). 2. Bozulma, değiştirilme, çarpıtılma
(Le gauchissement inévitable d'un récit transmis
de bouche en bouche).
gauchiste
gauchiste s. ve ad. Aşırı solcu, ihtilâlci solcu,
gaucho er. (Arjantinde) Sığırtmaç, sığır çobanı,
gaudecfr.?. 1. bitb. Sarı renkli bir tür rezeda çiçeği. 2.
Mısır unu çorbası,
gaudriole diş. 1. Biraz açık şaka, açık saçık söz, açık
saçık fıkra (Débiter, dire des gaudrioles).
2.
Eğlenme, matrak, dalga geçme (line pense qu'à la
gaudriole).
gaufrage er. Çakma işleme,
gaufre diş. 1. Bal gümeci. 2. Yassı çörek,
gaufrer gçl. Isıtılmış kalıplarla kumaş, deri gibi
şeyler üzerine şekil çıkarmak, çakma işlemek
(Gaufrer un tissu, une étoffe, gaufrer du papier).
gaufrette diş. 1. Küçük gümeç. 2. Bir tür kremalı
bisküvi, "gofret.
gaufreur,euse ad. Çakmacı.
gaufreuse diş. Çakma makinası, çakma işlemede
kullanılan makina.
gaufrier er. Çörek kalıbı,
gaufroir er. Çakma kalıbı,
gaufrure diş. Çakma kabartısı,
gaulage er. (Yemişini düşürmek için ağacı) Silkme,
silkeleme, sırıkla dövme (Le gaulage des noix).
gaule diş. 1. Sırık. 2. Olta kamışı. 3. Değnek, uzun
sopa. § Avoir la gaule: argo. Kamışı kalkmak,
çadır kurmak,
gauler gçl. Yemişini düşürmek üzere bir ağacı
sırıkla dövmek, silkmek, silkelemek, ağacı
dokumak (Gauler un noyer, un
châtaignier.
Gauler des noix, des pommes). § Se faire gauler:
argo. Kendini düzdürmek, ibnelik etmek,
gaulis er. Dal vermiş ağaç kütüğü,
gaullisme er. (Fransada) General D e Gaulle
politikasından yana olma, D e Gaulle'cülük.
gaullistes, vead. General D e Gaulle politikasından
yana olan, D e Gaulle'cü.
gaulois,e s. ve ad. 1. Galyalı. 2. Galya ile ilgili,
Galya'ya değgin. 3. er. Galya dili, keltçe. 4. s.
Açık saçık (Des propos gaulois. La
conversation
prit un tour gaulois). S. Şakrak, şen (Il a l'esprit
gaulois). § Le coq gaulois: Galya horozu, Kelt
horozu (Fransa'nın simgesi),
gauloise diş. Siyah tütünden yapılan sert bir Fransız
sigarası.
gauloisement bel. Saçık saçık; şakrakça (Répondre
gauloisement).
gauloiserie diş. Açık saçık fıkra,söz (Raconter des
gauloiseries).
gaupe diş. hlk. Pis kadın, pasaklı,
gaurer. hayb. Yabansığırı.
gausser (se) gsz. 1. Alay etmek, matrak geçmek
(Vous vous gaussez!).!.
Se gausser de: -ile alay
etmek, matrak geçmek (Tu te gausses de moi?).
655

gazer
gavage er. 1. (Hayvanları) Besiye koyma, besiye
çekme. 2. hek. Hastanın midesine tüple besin
verme.
gave diş. (Pirene dağlarında) Sel.
gaver gçl. 1. (Hayvanları) Besiye çekmek, besiye
koymak (Gaver les oies, un poulet). 2. Gaver qn de
qch: a) Birine... yedirmek, tıkıştırmak (Gaver un
enfant de friandises, de confiture), b) Kafasını...
ile
doldurmak
(Gaver
un
écolier
de
connaissances). § Se gaver: 1. Çok yemek yemek,
tıka basa yemek. 2. Se gaver de qch: a) -den tıka
basa yemek, çok yemek (Se gaver de chocolats, de
fraises), b) -ile kafasını doldurmak, -leri çok
okumak, çok görmek (Se gaver de romans
policiers, de connaissances inutiles, de cinéma).
gaveur,euse ad. 1. Hayvanları besiye çeken, besici.
2. diş. Kümes hayvanlarını semirtmede kullanılan
aygıt.
gavial er. hayb. Hint timsahı,
gavion, gaviot er. hlk. Gırtlak,
gavotte dış. Eski bir dans; eski bir dans havası,
gavroche s. ve er. Paris çocuğu, Paris piçi, velet,
gayal er. Hint yabanöküzü.
gaz er. fiz. kim. 1. Gaz (Gaz carbonique,
gaz
sulfureux, gaz comprimé).
2. ç. Barsak gazı,
osuruk (Avoir des gaz). 3. Havagazı (Compteur à
gaz, réchaud à gaz, cuisinière
à gaz). 4.
(Savaşlarda, olaylar sırasında kullanılan) Gaz,
zehirli gaz (Masque à gaz. Gaz
asphyxiants,
lacrymogènes).
§ Bec de gaz: Sokak lambası,
sokak feneri. Chambre à gaz: Gaz odası. Gaz en
bouteilles: Tüp gaz. A pleins gaz: Tam gazla, son
süratle (Voiture qui roule à pleins gaz). Tomber
sur un bec de gaz: Şapa oturmak. Il y a de l'eau
dans le gaz: mec. tkz. Hava elektrikli, bir patırtı
çıkacak.

gazage er. Tülle kaplama, tüileme.


gaze diş. 1. Tül (Un rideau de gaze). 2. (Yaraları
sarmada kullanılan) Gazh bez (Mettre
une
compresse de gaze sur la plaie).
gazé,es. vead. Zehirli gazla öldürülen (kimse) (Il y
a eu beaucoup de gazés pendant la Première
Guerre
Mondiale).
gazéification diş. Gaz haline sokma, gazlaştırma,
gazéifier gçl. Gaz haline getirmek, gazlaştırmak;
gazlı hale getirmek,
gazéiforme s. Gaz halinde (olan),
gazelle diş. /loyft.Ceylan,ceren, gazel. § Avoir des
yeux de gazelle: Ceylan gözlü olmak, çok güzel
gözleri olmak,
gazer gçl. 1. Tülle kaplamak, tüllemek. 2. mec.
Örtmek, gizlemek; örtülü, kaplı bir biçime
sokmak (Gazer
son opinion).
3. Alevden
656

gazetier

geçirmek, alazlamak. 4. Zehirli gazla öldürmek.


5. gsz. Gaza basmak, son süratle gidmek (On a
gazé pour venir chez vous). § Ça gaze: İşler
yolunda, işler tıkırında, işler iyi gidiyor,
gazetier,ère ad. (Eskiden) Gazeteci,
gazette diş. 1. Gazete. 2. mec. Çok konuşan, çenesi
düşük kimse,
gazeux,euse s. 1. Gaz halinde olan (Corps
gazeux,
fluide gazeux). 2. İçinde erimiş gaz bulunan (Eau
gazeuse, boisson gazeuse). 3. diş. Gazoz.
gazier,ère s. 1. Havagazına değgin
(Industrie
gazière). 2. Havagazı görevlisi, gazcı.
gazoduc er. Gaz boru hattı,
gazogène er. 1. Havagazı, yakacak gaz çıkaran fırın.
2. Gaz çıkaran aygıt,
g a z o l i n e ^ . Gazolin.
gazomètre er. 1. Havagazı deposu. 2. Gazölçer,
gazometre.
gazon er. 1. Çim, çimen (Semer du gazon, tondre du
gazon ; gazon anglais). 2. Çimenlik (Marcher, se
coucher, s'allonger sur le gazon).
gazonnant,e s. Çim meydana getiren, çimlik
(Plantes
gazonnantes).
gazonné,e s. Çimli, çimlerle kaplı
gazonné).

(Un

talus

gazonnement, gazonnage er. Çimlendirme, çim


ekme
(Le
gazonnement
d'une
pente
de
montagne).
gazonner gçl. 1. Çimlendirmek, -e çim ekmek
(Gazonner
un jardin).
2. gsz. Çimlenmek,
çimlerle kaplanmak (Le prés
gazonnent).
gazouillant,e s. 1. Cıvıldayan. 2. Şırıldayan
(Ruisseau
gazouillant).
gazouillement er. 1. Cıvıldama, cıvıltı
(Le
gazouillement
des oiseaux). 2. Şırıldama, şırıltı
(Le gazouillement d'une source, d'un
ruisseau).
gazouiller gsz.
1. Cıvıldamak (Les
oiseaux
gazouillent).
2. Şırıldamak (Un ruisseau
qui
gazouille). 3. mec. Cıvıl cıvıl konuşmak, gak guk
etmek (Un bébé qui gazouille dans son berceau).
gazouilleur,euse s. Bıcır bıcır konuşan, cıvıldaşan
(Un enfant
gazouilleur).
gazouillis er. 1. Cıvıltı (Les gazouillis
d'une
hirondelle). 2. Şırıltı (Le gazouillis d'un ruisseau).
geai er. hayb. Alakarga.
géant,e ad. 1. D e v (Cet individu est un géant. Avoir
une force de géant). 2. mec. Deha, dev (Les géants
de la pensée, de l'art) . 3 .s. Kocaman, dev gibi, çok
büyük (Un arbre géant, un singe géant, un paquet
géant). § A pas de géant: D e v adımlarıyla, çok hızlı
( Marcher à pas de géant, avancer, progresser à pas
de géant).
gecko er.

hayb.

Geko,

sakangur (Gecko

des

geler
murailles:
Duvar gekosu.
Gecko
verrigueux:
Yassıparmaklı
geko).
geckonidés er. ç. hayb. Gekogiller.
géhenne diş. I. Tamu, "cehennem. 2. İşkence. 3.
Büyük acı.
geignard,e s. 1. Ağlayıp sızlayan, ahlı oflu (Une
musique
geignarde).
2. ad. Ağlaşıp duran,
sızlanıp duran (C'est un geignard).
geignement er. 1. Ağlaşma, sızlanma, yakınma. 2.
İnilti (Entendre un geignement
lointain).
geindre gsz. 1. (Çalışırken) Ihlamak. 2. Ağlaşıp
durmak, sızlanmak, yakınmak (Il ne cesse jamais
de geindre). 3. İnlemek, iniltiler çıkarmak,
geisha, ghesha diş. (Japonyada) Geyşa,
gel er. 1. Her şeyi donduran soğuk hava, don ( Le gel
persiste depuis trois jours). 2. Suların donması,
donma (Les dégâts causés par le gel. Le gel a fait
éclater les tuyauteries).
3. mec. Dondurma;
dondurulma (Gel des crédits).
gélatine rfiş. Jelatin,
gélatine,e s. Jelatinli.
gélatineux,euse
gélatineuse).

s.

gélatiniforme s.
gélatiniforme).
gélatino-bromure,

Jelatinsi
Jelatini

(Confiture,
andıran

gélatino-chlorure

sauce
(Tumeur
er.

(Fotoğrafçılıkta) Gümüş bromürlü jelatin,


gelé,e s. I. Donmuş (Rivière gelée, terre gelée). 3.
Çok üşümüş, donmuş (Avoir les pieds gelés). 3.
Dondurulmuş (Crédits
gelés).
§ Etre gelé
jusqu'aux os: İliklerine kadar üşümek, çok
üşümek, donmak,
gelée diş. 1. D o n m a , don (Les premières
gelées
matinales. Le sol est durci par la gelée). 2. Jöle,
pelte. § Gelée blanche: Kırağı. Gelée royale: A n
sütü.
geler gçl. 1. Dondurmak, buz haline getirmek (Le
froid gèle la buée des vitres. Un temps à geler le
mercure).
2. Dondurup sertleştirmek, kaskatı
yapmak (Le froid gèle le sol). 3. İçe işlemek, iç
dokulara işlemek, dondurmak (Un froid qui gèle
le nez et les oreilles, les mains et les pieds). 4. Geler
qn: Üşütmek, dondurmak (Ferme cette porte, tu
nous gèles). 5. mec. Dondurmak, sınırlarını
değişmez kılmak (Geler les crédits). 6. gsz.
Donmak, buz tutmak (La rivière a gelé, la lac a
gelé pendant la nuit). 7. gsz. Donmak, buz
kesilmek (Les fruits, les bourgeons gèlent. Ses
oreilles ont gelé. Les soldats et les chevaux gelaient
surplace).
8. gsz. Çok üşümek, buz kesmek (On
gèle ici). § Il gèle: Hava don yapmış, don var,
ortalık donmuş. Il gèle à pierre fendre: Hava
korkunç soğuk, herşey buz kesmiş, donmuş.
657

gélif
gélif,ve s. Dondan çatlamış (Arbres
gélives).
gélification diş. Pelteleşme,
gélifier gçl. Pelteleştirmek.

gélifs,

gêne

pierres

gemmifêres. 1. İçinde değerli taş cevheri bulunan.


2. Tomurcuklu, tomurcuk veren. 3. Çam sakızı
veren ( Un pin
gemmifère).
gemmiparité
diş.
Tomurcuk
verme,

gelinotte diş. hayb. Dağtavuğu,fındıktavuğu,çil.2.


Besili küçük tavuk, budala,
gélivure diş. (Ağaçlarda, taşlarda) D o n çatlağı,
gélose diş. Jeloz.

tomurcuklanma; tomurcukluluk.
gemmule diş. 1. (Bitkide) İlk tomurcuk. 2. bitb.
Bitki taslağı sapçığı. 3. bitb. Büyüme ucu. 4. hayb.
Gemula.

gelure diş. hek. Dokuların donması, don, donuk,


gémeaux er. ç. gökb. 1. İkizler, ikizler takımyıldızı.
2. İkizler burcu,
gémellaire s. İkizliğe değgin, ikizlikle ilgili
(Grossesse
gémellaire).
gémellipare s. İkiz doğuran (Femelle
gémellipare).
gémelliparité diş. İkizlilik, ikizleri olma durumu;

gémonies diş. ç. 1. Eski Romada idam edilenleri


sergiledikleri yer. § Vouer qn aux gémonies: Birini
yerin dibine batırmak, herkesin içinde rezil
etmek.

ikiz doğurma,
gémellité
İkizlik.
gémination diş. 1. Çifte çifte olma, ikişerleşme,
ikizleşme. 2. dilb. İkileme,
géminé,e s. İkişerli, çifte çifte (Fenêtres
géminées,
colonnes géminées. Noyaux géminés,
organes
géminés).
géminides diş. ç. gökb. İkizler yağmuru,
gémir gsz. 1. İnlemek, inildemek (Un malade qui
gémit). 2. İnler gibi bir ses çıkarmak (Le vent
gémissait dans les arbres). 3. (Kumru ve güvercin
için) Ötmek, kuğurmak (La colombe,
la
tourterelle gémissent). 4. Gıcırdamak (La porte
gémit, le lit gémit). S. Gémir sous, dans, sur qch:
-altında inlemek, -den anası ağlamak ( Gémir sous
la tyrannie, sous l'oppression. Gémir dans les fers.
Gémir sur la paille des cachots). 6. Gémir de qch,
de f. qch: -den yakınmak, sızlanmak (Gémir de
sonsort). 7. gçl. Sızlanarak söylemek
(Gémirune
plainte).
gémissant,e s. 1. İnleyen, inildeyen; sızlayan
(Parler d'une voix gémissante). 2. Gıcırdayan
(Les grands chars gémissants).
gémissement er. 1. İnleme, inilti (Pousser
des
gémissements de douleur). 2. Sızlanma, sızlanış
(Sa poésie
n'est qu'un
gémissement).
3.
Kuğurdama (Le gémissement de la tourterelle).
gemmage er. Çentikleme (Gemmage des pins).
gemmation diş. bitb. 1. Tomurcuklanma. 2.
Tomurcuklanma dönemi,
gemme diş. 1. Değerli taş, "mücevher. 2.
Tomurcuk. 3. Çam sakızı. § Sel gemme: Kaya
tuzu.
gemmé,e s. Değerli taşlarla süslenmiş, "murassa,
gemmer gçl. 1. (Sakızını almak için çamları)
Çentiklemek. 2. gsz. Tomurcuklanmak,
gemmeur s. ve ad. Çam çentikleyici
(Ouvrier
gemmeur).

gênant,es. 1. Sıkıcı, rahatsız edici (Il devient gênant.


Un regard gênant). 2. Engelleyici, ket vurucu; yer
tutucu, tedirgin edici (Une armoire
gênante).
gencive diş. Dişeti (Avoir des gencives
saines,
malades). § En prendre un coup dans les gencives:
Ağzına bir yumruk yemek ; ağzına sıçılmak, esaslı
bir hakarete uğramak,
gendarme er. 1. Jandarma (Il a été arrêté par les
gendarmes).
2. tkz. Erkek tavırlı kadın. 3.
(Değerli taşlarda) Kusur. 4. hlk. İslenmiş ringa
balığı. § Chapeau de gendarme: Er şapkası
biçiminde kâğıttan şapka. Dormir en gendarme:
Tilki uykusuna yatmak, uyur gibi yapıp
uyumamak. Faire le gendarme: Herkesin başına
kâhya kesilmek, her işe olur olmaz karışmak.
Jouer au gendarme et au voleur: Hırsız polis
oynamak.
gendarmer (se) gsz. 1. Diklenmek, gerekli gereksiz
kızmak. 2. Se gendarmer contre: -e birdenbire
kızmak, parlamak,
gendarmerie diş.
1. Jandarma
kuvvetleri,
jandarma. 2. Jandarma dairesi, jandarma
karakolu,
gendelettre er. tkz. alay. Edebiyatçı,
gendre er. Damat.
gêne diş. 1. (Eskiden) İşkence. 2. Güçlük, sıkıntı
(Eprouver
une gêne à respirer). 3. Rahatsızlık,
sıkıntı; rahatsız etme, sıkıntıya sokma (Je ne
voudrais vous causer aucune gêne. Il n'y a pas de
gêne entre amis). 4. Utanma, sıkılma, çekinme
(J'éprouve une certaine gêne devant lui. N'ayez
aucune gêne). 5. Soğukluk (llyaeu un moment de
gêne et de silence). 6. Para sıkıntısı, yoksulluk
(Payer ses dettes et sortir de la gêne). §Sansgêne: 1.
Yüzsüz, patavatsız (Un homme sans gêne). 2.
Umursamadan, rahatça, fütursuzca (Agir, parler
sans gêne). 3. er. Yüzsüzlük, patavatsızlık (Le
sans-gêne). Avoir de la gêne à f. qch: -mekte
güçlük çekmek, sıkıntı çekmek (Il a de la gêne à
avaler). Etre, se trouver dans la gêne: Para
sıkıntısı içinde olmak, yoksul olmak. Mettre qn
gène

générosité

658

dans la gêne: -i para sıkıntısına sokmak. Mettre qn

généraliser gçl. 1. Genelleştirmek, yaygınlaştırmak

à la gêne: Rahatsız etmek, sıkıntıya sokmak,

(Généraliser

tedirgin etmek,

Genelleme yapmak (lia tendance à généraliser).

gène er. bitb. G e n , "buyrut (Gène dominant,

gène

récessif).

Se

généraliser:

méthode,

la généalogie

d'un

individu,

dresser

d'une famille).

2.

plus

en plus.

technique

L'infection

généalogique s. Soyağacına değgin, soyla ilgili. §


(L'arbre

Arbre généalogique: Soyağacı, "şecere


généalogique

des

Ottomans).
se généralise

de

a eu le temps de se

uzmanlığı olmayan doktor,


généralité diş.

génépi er. Yüksek dağlarda yetişen ıtırlı bitkilerin

appartenir

genel adı.

1. Genellik. 2. Çoğunluk, halk


(La

etmek (La

fumée

me gêne).

3. Sıkmak, dar

gelmek, rahatsız etmek (Ce costume est étroit, il


me gêne. Ces chaussures
4.

Ket

vont vous gêner un peu au

vurmak,

güçleştirmek (Le manque

engellemek,

işini

de temps me gêne).

5.

Tedirgin etmek, rahatsız etmek, sıkıntı vermek


(Je crains de vous gêner en m'installantchez
6. Bozmak (Gêner

vous).

les intérêts de quelqu'un).

7.

puissance
exécutrice

à la généralité).

çoğunluğu,

gêner gçl. 1. (Eski) İşkence etmek. 2. Rahatsız

(C'est

-in çoğu

Se perdre dans les

générateur,

trice

(Mouvement

s.
de

génératif,ve s. dilb. Üretici,

animaux).

1. bitb.

hayb.

la nouvelle

Cela passera de génération

idées générales,

générale).

2. Büyük, yüksek dereceli

généraux,

officiers

généraux).

(Conclure

du particulier

3.

(Fermiers

généreusement

pour
au général).

4.

diş.

§ En général: bel. Genel olarak;

genellikle.
de corps

d'armée,

de brigade,
d'armée).

hıristiyan tarikatlarında) Başkan (Le général


Jésuites,

des

généraiat

er.

de

2. (Kimi
des

1.

Generallik.

2.

(Hıristiyan

1.

General

karısı

(Madame

la

généralement bel. Genel olarak; genellikle,


s.

Genelleştirilebilir

(Mesures

(Les

gens généreux font de mauvais commerçants).


2.

s.

Her

genelleştirici (Il a l'esprit

şeyi

genelleştiren,

généralisateur).

généralisation diş. Genelleştirme, yaygınlaştırma


(Généralisation

bağışlayıcı,

(Vainqueur

d'un

yüce

généreux

gönüllü,

envers

le

"civanmert
vaincu).

Yürekli, cesur, gözüpek (Il est vraiment


dans

la lutte).

généreux).

4. Verimli, bitek (Une

6. B o l (Un repas généreux).

3.

généreux
terre

S. Yüksek nitelikli, iyi cins (Un

générique s.

vin

§ Coursier
conflit).

1.

Cinse

değgin; cinsil.

2.

er.

geçen yapımcı, yönetmen ve oyuncuların adlarını


belirten dizelge.
générosité

généralisables).
généralisateur,trice

envers

(Sinemacılıkta) Tanıtma yazısı; bir filmde emeği

2. ask. Toplanma borusu,

généralisable

3. Yüce

généreusement

généreux: Soy at.

tarikatlarında) Başkanlık,
diş.

une cause noble).

généreux, euse s. 1. Eli açık, vergili, cömert

généreuse).

Dominicains).

(Verser

vaincu).

Mert,

général er. 1. General (Général

sacrifiée.

génération).

2. Mertçe, yiğitçe ( Lutter


gönüllülükle (Se conduire
un

les

Üretmek,
à boire).

Genel

en

généreusement bel. 1. Cömertçe, bol bol


généreusement

er.

chez

génération,

une génération

grève

(Tiyatroda) Genel prova ( E t r e invité à la générale


d'une pièce).

génération,

générer gçl. dilb.

culture générale,

insémination

3. Kuşak, "nesil (La jeune

sıkmak, sıkıntıya sokmak (Il faut savoir se gêner


notion

D ö l . 2. Üreme
par

de la génération

chez vous, ne vous gênez pas). 2. Kendini biraz

générale,

Üreteç,

génératrice diş. mat. Anaçizgi, ana doğru.

Organe

un peu si on veut mettre de l'argent de côté).

yaratıcı
"Jeneratör,

artificielle.

général,e s - 1- Genel (Amnistie

des

généralités).

générateur er. 1. Buhar kazam. 2. fiz.

vous

comme

la

désordres).

par accouplement,

Utanmak, çekinmek, sıkılmak (Faites

de

Doğurucu,

générateur

(Génération

§ Se gêner: 1.

l'opinion

4. ç. Genel sözler, yuvarlak sözler (Dire


généralités.

duruma düşürmek (Cette dépense ne va-t-elle pas


en ce noment?).

peut

généralité des hommes. Dans la généralité des cas).

génération diş.

gêner

ne

3. La généralité de: -in

Para sıkıntısına sokmak, sıkıntıya sokmak, güç

générale).
§

yaygınlaşmak,

généraliste s. ve ad. Genel tıp doktoru, pratisyen,

çoğunluğu

générale

2.

généraliser).

généalogiste er. Soy kütükleri bilgini, 'soybilimci.

division,

pensée).

généralissime er. Başkomutan, başbuğ,

Soybilim.

générale,

sa

Genelleşmek;

yayılmak (Le progrès

généalogie diş. 1. 'Soyağacı, "şecere (Faire

début).

une

générosité
permis

diş.

1. El

açıklığı,

cömertlik

est si sacrée chez ce peuple

de voler pour donner).


envers

un

(La
est
2. Gönül yüceliği,

"civanmertlik, bağışlayıcılık (Faire


générosité

qu'il

ennemi

preuve
vaincu).

de
3.
genèse
Yüreklilik, yiğitlik. 4. Bolluk (La générosité
pourboire).

5.

d'un

(Générosité

Verimlilik

d'une

terre). 6. ç. İyilik, kayra, "ihsan, "lütuf (Il aime à


faire des

mec. Türüm, oluş, "tekevvün; doğuş (La


d'une idée, d'un sentiment,

genèse

d'une oeuvre

d'art).

ad.

uzmanı,

oluşa değgin, "tekevvünî. 2.5. biy.


değgin, katıhmsal. 3. diş.

Kalıtıma
(La

'Kahtımbilim

étudie les caractères

héréditaires

et les

accidentelles).
Genetik

olarak;

genetik

bitb.
Günlük

ardıcı,

Genévrier

oxycèdre:
Katran

ispanyol

sahibi (Un savant génial, un artiste

génitif

er.

dilb.

Tamlayan

durumu,

ad

tamlamasında -in durumu,


génocide er. Toplu öldürme, toptan öldürme,
'soykırım (L'extermination

des Juifs parles

Nazis

génocide).

génois,e s. ve ad. I. Cenovah, Cenova'ya değgin;

(Un concerto génialement

Diz üstü, diz çökerek (Etre

à genou,

aux

prier

genou). Demander qch à genoux, à deux genoux:

2. Dâhi, deha

Yalvarıp yakarararak bir şey istemek, dilemek


(Demander

génial).

interprété.

Une

oeuvre

pardon
à genoux).

Etre, tomber aux

genoux de qn: in ayağına düşmek,

ocağına

düşmek. Etre sur les genoux: Çok yorgun olmak,


ayakta duracak hali olmamak. Faire du genou à
qn: Bacağını -in bacağına sürmek, diziyle -in

2. Melek, peri, cin

bon génie, mauvais génie).

üstün yetenek, 'ekelik (Génie

(Génie

-in karşısında diz çökmek; dize gelmek. Se mettre

3. D e h a ,
génie

mesure avec le

talent). 4. Dâhi, üstün yetenekli, eke ( Lucrèce


un génie. Il se prend pour

un génie).

fut

5. Ayırıcı

özellik, ayrıcı nitelik ( L e génie d'une langue,


6. ask.

d'un

İstihkâm sınıfı;

istihkâmcılık (Un soldat du génie.

Il a fait

son

§ Génie civil: 1. İnşaat

à genou: Diz çökmek,


genouillère <% 1. Dizlik. 2. Dizbağı. 3. (Borularda)
Dirsek.
genre er. 1. bitb. Cins (Plusieurs
forment

un genre).
chapeau

désirez-vous?

3. Tarz, biçim (Le

genre anecdotique,
littéraires).

5.

masculin,

génie,

a un genre prétentieux,

génie).

3.

Eşsiz

genre

genre épistolaire.

dilb.

Dâhice, üstün (Une oeuvre de génie, une idée de


de

voisines
de

Je n'aime pas ce genre de

(Edebiyat ve sanatta) Tür (Genre

Dâhi, çok üstün nitelikli (Un peintre de génie).

2.

expèces

2. Çeşit, tür (Quel genre

lunettes. On peut y trouver des vêtements de tout


genre).

mühendisliği. 2. Mühendisler kurulu. De génie: 1.

olağanüstü, şaşırtıcı (C'est un moqueur

sous

la table). Fléchir, plier, ployer le genou devant qn:


poétique,

musical. Le génie est sans commune

dizine vurmak (Faire du genou à une femme

le

olağanüstü yaratık, tanrı (Le génie des airs,

découverte

usé

(Une

génie er. 1. (Söylencelerde) Doğaüstü yaratık,

dans le génie).

Un pantalon

genoux.

2. (Mekanikte) Oynar eklem. § Agenou:

traduite).

pays).

un enfant sur ses

genoux).

génlalité diş. Dâhiyanelik; ekelik, dâhilik,

des bois).

genou er. 1. Diz (Prendre

ardıcı.

génialement bel. Çok ustaca, çok üstün bir şekilde

une

(Nos
2. er.

sur les genoux.

ardıcı).

idée géniale, une invention géniale).

service

ana babamız).
Tomber

génial,e s. 1. Dahice, çok üstün, çok parlak

d'un

Bizi doğuranlar,

Ardıç, ağacı (Genévrier

l'ensens:

peuple,

vie

Cenevizli. 2. diş. Bademli kuru pasta,

gêneur,euse ad. Sıkıcı, rahatsız edici, tedirgin edici,

protecteur,

La

génotype er. biy. Jenotip, 'soyyapı.

genette diş. hayb. Misk kedisi, jenet.

génialement

géniteurs:

est un

bakımından,

genévrier er.

génitaux.

Tohumluk (hayvan),

'kalıtımbilimci, "genetikçi,

bel.

chromosomes).

génisse diş. Henüz doğurmamış genç inek, düve.

géniteur, trice ad. 1. Doğuran, doğurucu

Kahtımbilim

génétique s. ve diş. 1. s. fels. 'Oluşul, oluşla ilgili,

génétiquement
Genlerle ilgili, jenlere değgin,

génitale).

genêt er. bitb. Katırtırnağı,

variations

genièvre er. 1. Ardıç. 2. Ardıç içkisi,

génital,e 5. Cinsel (Organes

génésique).

genet er. İspanyol aygırı,

génétique

patron).

gensel, jensel (Carte génique des

génésique s. Dölle ilgili, cinselliğe değgin, cinsel

généticien,ne

chef).

Etre le mauvais génie de qn: -in sevmediği kişi

génique s. bitb.

génésiaque s. Doğuşla ilgili, oluşla ilgili,


(Instinct

Tu as le génie du mal). Etre le bon génie de qn: -in


sevdiği kişi olmak (Tu es le bon génie du

olmak (Cet homme a été le mauvais génie de son

générosités).

genèse diş. 1. (Eski Ahit'de) Yaratılış,"tekvin.2.

génie

genre

659

Cins, cinslik

le genre féminin).

de vie).

4.
dramatique,
Les

genres

(Le

genre

6. Davranış, "tavır (Il

un genre déplaisant).

de génie).

Avoir bon genre: Nasıl davranacağım bilmek,

Avoir le génie de qch: -de eşsiz olmak, üstüne

terbiyeli ve nazik olmak, davranışlarında seçkin

olmamak, -in ustası olmak (Il a le génie

du

ve dengeli olmak. Avoir un mauvais genre, un

destruction.

drôle de genre: Tuhaf davranışları olmak. Etre

commerce.

Cet enfant a le génie de la


gens
unique dans son genre: Kendi alanında, kendi
türünde eşsiz olmak. Faire du genre, se donner du
genre: Yapmacık tavırları olmak, yapmacıklı
davranmak.
gens er. ç. (Bu sözcükten önce gelen bütün sıfatlar
"Les vieilles gens" örneğindeki gibi dişil olur.
A m a bu sözcükten önce gelen sıfat eril iken bile
"e" ile sona eriyorsa, ondan önceki sıfatlar da
"Tous les braves gens" örneğindeki gibi eril olur).
I . Kişi, insan, kimse (Il connaît beaucoup de gens.
Il y a des gens qui exagèrent. Seules, certaines gens
savaient ce qui se passait). 2. Yandaşlar, adamlar
(Ce sont nos gens). 3. huk. Uluslar, devletler
(Droit des gens: Uluslar, devletler hukuku).
§
Gens de: -mensupları, adamları (Gens
d'église:
Kilise mensupları, papazlar, rahipler. Gens de
lettres:
Edebiyatçılar.
Gens
de
maison:
Hizmetçiler. Gens d'épée: Soylular. Gens de robe:
Yargıçlar. Gens d'affaires: İş adamları. Gens de
mer: Gemiadamlan.
Gens de sac et de corde: İpten
kazıktan
kurtulmuşlar).
gens diş.(Eski Roma'da) Aynı atadan gelen eski bir
köke dayanan geniş aile , uruk.
gent diş. (Eskimiştir. Daha çok alaylı anlamda
kullanılır) "Millet, ulus, soy, ırk (La gent
féminine: Kadın milleti. La gent masculine:
Erkek
milleti. La gent marécageuse: Kurbağa
milleti,
kurbağalar. La gent moutonnière:
Koyunlar).
gentiane diş. bitb. Centiyan, kızıl kantaron,
gentianées diş. ç. bitb. Centiyangiller, kızıl
kantaronlar.
gentil er. 1. (Yahudilere göre) Yad, yabancı. 2.
(Hıristiyanlara göre) Kâfir, dinsiz, payen,
gentil,le s. 1. Sevimli, hoş, güzel, zarif (Une robe
gentille, cette petite est gentille, une gentille
statuette). 2. Kibar, nazik (Vous êtes très gentil). 3.
Uslu (Les enfants sont restés bien gentils toute la
journée). 4. (Eskiden) Soylu. § Etre gentil avec
qn, pour qn: -e karşı çok kibar davranmak (Il est
toujours gentil avec moi, pour ses camarades).
gentilhomme er. 1. (Eskiden) Soylu kişi. 2. Kibar
adam, centilmen (Agir,
se conduire
en
gentilhomme).
§ Vivre en gentilhomme: İşsiz
güçsüz yaşamak,
gentilhommerie diş. 1. Soylukişilik. 2. Soylu kişiler,
soylular topluluğu,
gentilhommière diş. (Kırda) Konak, köşk, küçük
soylu konağı,
gentilité diş. Payen toplulukları,
gentillesse diş. 1. Sevimlilik, hoşluk, güzellik (La
gentillesse d'un petit enfant, d'un bibelot). 2.
İncelik, kibarlık, naziklik (Il abuse de notre
gentillesse). 3. Kibar sözler, "iltifat (Il m'a comblé

660

géométral
de gentillesses). § Avoir la gentilsesse de f.qch:
-mek inceliğini göstermek (H a eu la gentillesse de
m'accompagner
jusqu'à la gare). Faire à qn la
gentillesse de f. qch: Birine -mek lütfunda
bulunmak (Faites-moi la gentillesse
d'accepter).
gentillet,te s. 1. Oldukça sevimli (Un
roman
gentillet). 2. Küçük ve sevimli, cici.
gentiment bel. 1. Kibarca, incelikle (Ilm'a
accueilli
très gentiment).
2. Uslu uslu (Les
enfants
s'amusent
gentiment).
gentleman er. İng. Çelebi, efendi, centilmen,
gentleman's agreement [dzcnttemensagximcnt]
er.
İng. Centilmen anlaşması,
gentry diş. İng. İngilterede armalı ama ünvansız
soylular sınıfı,
génuflecteur, trice s. ve ad. Dalkavuk, yaltakçı,
génuflexion diş. 1. (Saygı yada hayranlık belirtisi
olarak) Diz çökme. 2. mec. Diz çöküp yalvarma;
dalkavukluk, yaltakçılık,
géocentrique s. gökb. Yermerkezli; yer merkezine
göre
düzenlenen,
hesaplanan,
ölçülen
(Mouvement géocentrique d'une planète, système
astronomique
géocentrique).
géocentrisme er. Yermerkezcilik. Yeri evreninin
merkezi sayma kuramı,
géode diş. coğr. 1. İçi billurlu yumru, içinden güzel
billurların çıktığı bir yumrutaş. 2. yerb. Jeot,
kovuk.
géodésie
diş.
gökb.
Yer
ölçme
bilgisi,
•yerölçümbilim.
géodésien er. Yerölçümü bilgini, *yerölçümcü.
géodésique s. Yerölçümüne değgin, *yerölçümsel.
géographe ad. Coğrafyacı,
géographie diş. Coğrafya,
géographiques. Coğrafyaya değgin, "coğrafi (Carte
géographique).
géographiquement bel. Coğrafi bakımdan,
géoland er. hayb. Küçük martı,
gedle diş. Cezaevi, tutukevi, kodes (ila été jeté dans
une sombre geôle).
geôlier,ère ad. Gardiyan, zindancı,
géologie diş. Yerbilim, "jeoloji,
géologique s. "Yerbilimsel, yerbilime değgin,
"jeolojik (Etude géologique d'une région, d'un
terrain).
géologiquement
bel.
Yerbilimsel
açıdan,
yerbilimsel olarak,
géologue er. Yerbilim uzmanı, "yerbilimci,
géomancie diş. Toprak falı.
géomancien,ne ad. Toprak falcısı,
géométral,e s. Boyutları gerçek büyüklükte yada
birbirine göre orantılı olarak gösteren (Plan
géométral, dessin géométral, coupe géométrale).
661

géomètre
géomètre er. 1. Geometri bilgini, geometrici. 2. diş.

geometri.

Géométrie

Géométrie

gerbeur, euse s. 1. D e m e t l e m e y e yarayan. 2. diş.

Tasarı

Mahzende şarap fıçılarını istif etmekte kullanılan


kaldırma aygıtı,

geometri).

figure

géométrique).

2.

mec. Düzgün, geometrik biçimlerden oluşmuş


(Ornementation
(Démontrer,

bel.

prouver

1.

Geometri

géométriquement).

yoluyla
2. mec.

diş.

coğr.

gerbière diş. Ekin demetlerini taşıma arabası, sap


arabası.
tavşanı.
gerce diş. 1. Çatlak. 2. Bir çeşit güve.
gercement er. Çatlama, çatlaklarla kaplanma

Kesin olarak, kesin ve bilimsel bir biçimde,


géomorphologie

gerbier er. D e m e t yığını.

gerboise diş. hayb. Sibirya sıçrayan tavşanı, Arap


géométrique).

géométriquement

les

l'espace:

plane: Düzlem

géométrique,

2. İstif etmek (Gerber

dans

géométrique s. 1. Geometriye değgin, geometrik


(Espace

les blés).

descriptive:

géométrie diş. Geometri (Géométrie


geometri.

(Gerber
tonneaux).

hayb. Bir pervane cinsi, gece kelebeği,


Uzay

germanophobe

Jeomorfoloji,

gercement

de la terre

(Le

desséchée).

gercer gçl. 1. Çatlatmak, yarıklar açmak (Un

"yerbiçimbilim.
géomydes er. ç. hayb. Keseli-avurtlugiller, avurdu-

vif qui gerce les mains).

çatlak olmak (Des lèvres qui gercent).

keseligiller.

§ Se gercer:

géophage s. ve ad. Toprak yiyici, toprak yiyen,


Çatlamak, çatlak çatlak olmak (Mains

géophile er. hayb. Bir çıyan cinsi,

gercent).

qui

gerçure diş. Çatlak, çatlaklık (Il avait des

géophyte diş. bitb. Yercil bitki,


géophysicien,ne ad. Jeofizikçi,

aux

mains.

géophysiques, ve diş. Jeofizik,

gerçures).
gérer gçl.

géopolitiques, ve diş. Jeopolitik,

L'écorce

d'un

fortune).

géorgien,nes. vead. 1. Gürcü. 2.er. Gürcüce,gürcü

olarak bakmak (Gérer


mineur).

dili.
(Poème

géorgique s. Çiftlik üzerine, çiftçilikle ilgili

arbre

1. Y ö n e t m e k (Gérer

géorgie diş. Gürcistan.

froid

2. gsz. Çatlamak, çatlak

gerçures

couverte

son

se
de

capital,

sa

2. Başkasının adına yönetmek, vekil


les biens

d'un

enfant

3. -in müdürlüğünü yapmak (Gérer

hôtel, un

un

magasin).

gerfaut er. hayb. Akdoğan, sungur,

géorgique).
géosynclinal er. coğr. Jeosenklinal, *yer teknesi,

gériatrie diş. Yaşlanma ile ilgilenen tıpdalı, geriatri.

géothermie diş. Yeriçi ısısı,

germain,e s. vead. l . s . Cermenyaya değgin. 2. ad.


Cermen, Cermenyalı, Cermen ırkından olan.

géothermiques. Yeriçi ısısına değgin,


er.

géotropisme

bitb.

hayb.

Yereyönelim,

baba bir (Frères

yeredoğrulum.
gérance diş. Birinin adına işleri yönetme, vekil
olarak bir işe bakma, yönetme, yönetim
d'une entreprise,

d'une société

diş.

géraniacées

germain,e s. Aynı ana ve babadan doğmuş, ana


ç.

bitb.

(Gérance

germains).

§ Cousins germains:

Kardeş çocukları, yeğenler. Cousins issus de


germains: Kardeş torunları,
germandrée diş. bitb. Kurtluca, yer palamudu, yer

commerciale).
Sardunyagiller,

meşesi.
germanique s.

turnagagasıgiller.

1. Cermenya'ya ve Almanya'ya

géranium er. bitb. Sardunya,

değgin (Les pays latins elles pays germaniques).

gérant,e ad.

Cermenlere,

Almanlara

germaniques).

3. ad. Cermen ırkından gelen,

Bir başkası adına işleri yürüten

yönetici, "müdür (Gérant


hôtel).

d'un

magasin,

d'un

§ Gérant d'un journal: Bir gazetenin


des

(Offrir

2. Uzun saplı kesilmiş çiçekler demeti

une gerbe à une mariée.

gerbe d'osier).
(Le plongeur

Gerbe de roses,

3. Fışkırıp demet şeklini alan su vb.


souleva une gerbe d'eau et

Le feu d'artifice

retombait

d'écume.

en gerbes colorées).

Benzer şeyler dizisi, benzer şeyler demeti


gerbede faits, depreuves).

diş.

4.
(Une

§ Mettre qch en gerbes:

-i demet haline getirmek <Mettre le blé en

Cermenleştirme,

Almanlaştırma.

blés).

gerbe diş. 1. Ekin demeti, demet ( U n e gerbe de blé,


d'avoine).

2.

(Langues

Cermen, Alman. 4. er. Cermence,


germanisation

sorumlu müdürü, yazı işleri müdürü,


gerbage er. Demetleme (Gerbage

değgin

gerbes).

gerber gçl. 1. Demetlemek, demet haline getirmek

gçl.

germaniser

Cermenleştirmek,

Almanlaştırmak (Germaniser
germanisme

er.

Alman

un pays, un

şivesi,

Alman

mot).
ağzı,

Almancaya özgü anlatım ve deyim,


germaniste ad. Cermen dilleri ve Cermen hukuku
uzmanı.
germanophile s. ve ad. Alman dostu, Almansever.
diş.

germanophilie

Alman

dostluğu,

Almanseverlik.
germanophobe

s.

ve

ad.

Alman

düşmanı,
germanophobie

662

Almansevmez.

Kahramanlık

diş.

germanophobie

Alman

düşmanlığı,

Almansevmezlik.

Tohum (Un germe se développe).

3. Tohum özü,

cücük, oğulcuk, "rüşeym (Legerme


blé).

de

Oter les germes de pommes de terre). 2.

4. Mikrop (Il est porteur

tuberculose).

d'un oeuf, du

de germes

de la

(Legerme

5. N e d e n , kaynak, köken

d'une maladie, germe d'une crise économique.

destanı).

2. Davranış. § Faits et

gestes de qn: Birinin gidiş ve davranışı (La


interrogea

germe er. 1. biy. bitb. Çim, tohum filizi (Germes


blé, d'orge.

gibier

le prévenu
police

sur ses faits et gestes).

geste er. 1. El, kol yada baş hareketi (Faire des gestes
enparlant.

S'exprimer

de refus).

2. Çalım, jest; soylu davranış, yüce

gönüllülük (Allons,
geste).

par gestes. Il a fait un geste


faites un geste. Faire un beau

§ Avoir le geste large: Eli açık olmak,

cömert olmak. Joindre le geste à la parole: Sözüyle

La

davranışları birbiri ni tutmak. N'avoir qu'un geste

germen er. biy. Jermen, germen gözesi, "tenasül

çok kolayca yapabilecek durumda olmak, şöyle

jalousie

est un germe de

discorde).

à faire pour: -için şöyle bir davranması yetmek,

hücreleri.

bir elini sallasa yetmek,

germer gsz. 1. Çimlenmek, filizlenmek (Les


commencent

à germer.

blés

Les haricots ont germé).

mec. Filizlenmek, ürünlerini vermek (Cette


commence

à germer dans les

2.
idée
esprits).

germinal er. Fransız devrimi takviminde yedinci ay


(21 Mart-18 Nisan),

gesticulant,e s. El, kol hareketleri yapan


gesticulante

et

(Foule

hurlante).

gesticulation diş. El, kol ve baş hareketleri yapma


(Evoquer,

exprimer

quelque

chose

par

la

gesticulation).
gesticuler gsz. El, kol ve baş hareketleri yapmak (Il

germinal,e s. biy. Tohuma değgin; tohum özüne,


oğulcuğa, cücüğe değgin,

gesticule sans arrêt. Gesticuler


gestion diş.

en

parlant).

(Başkasının hesabına yada

kendi

germinateur, trice v. bitb. Çimlendirici.

hesabına) Y ö n e t m e , çekip çevirme (Gestion

germinatif,ive s. Çimlenmeye değgin, filizlenmeye

patrimoine,

değgin.

gestionnaire

germination diş. Çimlenme, filizlenme,


d'une
s.

1.

de certains

Yönetmeye

d'un

fonds).

değgin,

çekip

çevirmeyle ilgili. 2. er. Vekilyönetici, iş vekili,

germoir er. 1. (Bira fabrikalarında) Çimlenme yeri,


çimlendirme yeri (Germoir

d'une fortune,

brasserie).

2.

T o h u m kabı.

geyser er. yerb. Kaynaç, "gayzer,


ghetto er. 1. (Eskiden bütün Avrupa kentlerinde)
(L'extermination

du

2. Bir azınlığın

başka

Yahudi mahallesi, geto

gérondif er. dilb. Ulaç, bağ-fiil.

ghetto

de

Varsovie).

gérante er. Gülünç ihtiyar, pinpon,

topluluklardan yahtdıp ayn bir yaşam sürmeye

gérontisme er. Yaşlılık bunaması, bunaklık,

zorlandıkları yer, geto (Aux Etats-Unis,

gérontocratie diş.
habitent souvent de véritables

Yaşlılar yönetimi, yönetimin

yaşldann elinde olması,

giaour er. Gâvur.

gésier er. 1. (Kuşlarda) Konsa, katı, taşlık. 2. hlk.


Mide, kursak, karın,
gît sur son lit. Ses habits gisaient

plancher).
gît

(La

sur le

2. Bulunmak, yer almak (C'est là que

la

difficulté).

Ci-gît...:

yatmaktadır, gömülüdür (Ci-gît

Burada...

Beaudelaire).

gesse diş. bitb. Fiğ.


gestapo diş.
polis.
onze mois chez la jument.

Gestation de la

environ
femme).

Hazırlanma, yaratma, yaratmak için

gerekli çalışmaları yapma (La


d'un roman.

gestation

Une oeuvre en

d'un

gestation).
gestatoire s. Chaise gestatoire: Papanın elle taşınan
sandalyesi.
geste

diş.

Ortaçağda,

bir

kişinin

kahramanlıklarını anlatan destan, kahramanlar


için

Gibbon agile: Çevik jibon.


gibbosité diş.

düzülen

1. Kamburluk,

hörgüçlülük.

2.

Kabarıklıhk, tümsek,
gibecière diş. 1. (Eski) Dağarcık. 2. (Eski) Çanta. 3.
gibelet er. Küçük burgu.
e.

(Eskiden,

İtalya'da)

destan

(Chanson

de

geste:

Alman

İmparatorluğu yanlısı,
gibelotte diş.

A v hayvanı yahnisi (Gibelotte

de

lapin).
giberne <% Palaska kötüğü, fişek çantası. § Avoir le

bâton de maréchal dans sa giberne: Yükselmek,


yüksek mevkilere geçmek olanağı bulunmak,
gibet er. 1. Darağacı (Condamner,
1.

dos

2. Kabarık, tümsek,

gibbon er. hayb. Kuyruksuz şebek, gümüşi jibon. §

gibelin

2. mec.

d'un chameau).

Avcı yada balıkçı çantası,

Gestapo, Nazi Almanya'da siyasal

gestation <% 1. Gebelik (La gestation dure

poème,

gibbeux,euse s. 1. Kambur; hörgüçlü (Le


gibbeux

gésir gsz. 1. Yatmış olmak, yatmakta olmak


malade

les Noirs

ghettos).

criminel

envoyer

un

au gibet). 2. İşkence yeri. § Le gibet du

Christ: Çarmıh,
gibier er. 1. A v hayvanı (La

Turquie

abonde

en
giboulée

663

gibier. Gibier à plume, gibier à poil. Faire lever le


gibier). 2. Av eti (Manger du gibier). 3. mec.
Kurbanlık kimse, kandırılmaya çalışılan zavallı. §
Gibier de potence: İpten kazıktan kurtulmuş,
idam kaçkını,
giboulée diş. Çok kez dolu yada karla karışık sağnak
(Les giboulées de mars).
giboyeux,euse s. Avı bol, av bakımından zengin ( Un
pays
giboyeux).
gibus er. Yaylı silindir şapka,
giclée diş. *Sıçrantı, sıçrayıp saçılan sıvı, 'saçıntı,
giclement er. Sıçrayıp saçılma, saçılma, fışkınp
atma (Giclement du sang).
gider gsz. 1. Zifos halinde saçılmak ( L a boue a giclé
sur les passants). 2. Sıçrayıp saçılmak, fışkınp
akmak (Le sang giclait de sa blessure).
giclet er. bitb. Eşekhıyan.
gicleur er. Karbüratörde benzin püskürteci, jikle,
gifle diş. 1. Tokat, sille, şamar (Donner,
flanquer
unegifleàqn: -ebirtokatatmak.
Recevoir une gifle
de qn: -den bir tokat yemek). 2. mec. Hakaret,
darbe, tokat (Mon succès a été pour lui une vraie
gifle)gifler gçl. Tokatlamak, şamar indirmek, sille atmak
(Gifler un insolent).
gigantesque s. 1. Kocaman, dev gibi (lia une taille
gigantesque. Un arbre gigantesque, un édifice
gigantesque). 2. mec. Çok büyük, dev işi; us
almaz, şaşırtıcı (Une oeuvre gigantesque,
une
entreprise gigantesque; une bêtise gigantesque).
gigantesquement bel. Dev gibi, devce,
gigantisme er. 1. Aşırı irileşme hastalığı. 2. mec.
Aşırı gelişme, devleşme,
gigantomachie
diş.
(Söylencede)
Devlerin
tanrılarla savaşı,
gigogne diş. Kukla tiyatrosu kişilerinden birinin adı
olup şu deyimlerde geçer: Mère Gigogne: Çok
çocuklu ana. Table Gigogne: Birbirinin içine
geçecek biçimde boy boy yapılmış sehpalar
takımı.
gigolo er. Yaşlı kadınların parayla tuttukları genç
âşık, tokmakçı,"jigolo (Elle a un gigolo).
gigoter. 1. But (Gigot d'agneau. Manger du gigot).
2. (At için) Arka bacak. 3. (Giysi kollarında)
Omuz başı kabarıklığı. 4. tkz. İnsan bacağı, baldır
(Avoir de bons gigots).
gigoter gsz. 1. Debelenmek (Un animal qui gigote
avant de mourir).
2. Elini ayağını oynatmak
(Enfant qui gigote. Un bébé qui gigote quand on le
lave).
gigue diş. tkz. 1. Bacak (Avoir de grandes gigues). 2.
Hızlı bir dans; hızlı dans havası (Une gigue de
Bach). § Une grande gigue: hlk. Uzun boylu ve

giron
zayıf kız, sınk gibi kız. Danser la gigue: Dans
etmek, tepinip durmak,
gilet er. 1. Yelek (Porter un gilet, boutonner son
gilet, être en gilet). 2. İç yelek (Un gilet de coton, de
flanelle). 3. Uzun kollu, önü açık kadın hırkası
(Elle portait un gilet sur sa robe). § Venir pleurer
dans le gilet de qn: Birine ağlayıp sızlanarak
yakınmak ve ondan bir avuntu bulmaya çalışmak.
giletier,èread. Yelekçi,
güle er. Bön, aptal.
gimblette diş. Küçük simit, halka (Manger des
gimblettes).
gin [d3İn] er. Cin (içki) (Boire du gin).
gindre, gejndre er. Hamurcu, hamurkâr.
gingembre er. Zencefil,
gingival,e s. Diş etlerine değgin,
gingivite
hek. D i ş etleri yangısı.
ginguet,te s. 1. Ekşimsi, ekşimtrak (Vin
ginguet).
2.Değersiz, düşük ucuz cinsten (Habit ginguet). 3.
Basit, ciddilikten uzak (Un esprit ginguet). 4. er.
Ucuz ve kötü şarap (Boire du ginguet).
giorno (à) [adzonnojbel. İt. Gündüz gibi (Eclairage
à giorno).
girafe diş. 1. hayb. Zürafa. 2. gökb. Zürafa, bir
takımyıldızın adı. 3. (Sinema ve radyoda)
Mikrofon kolu. 4. hlk. Uzun boylu ve sıska adam.
§ Peigner la girafe: Uzunboylu ve gereksiz iş
yapmak, boşuna çalışmak,
girafeau er. hayb. Zürafa yavrusu,
girandole diş. 1. Fıskiye. 2. Çarkıfelek fişeği. 3.
Kollu şamdan. 4. Elmaslı küpe.
giration diş. Fırdolayı dönüş,
giratoire
s.
Fırdolayı
dönen,
"çembersel
(Mouvement giratoire). § Sens giratoire: Değirmi
bir yol kavşağında yada bir engel karşısında
arabalann izlemek zorunluğunda bulunduğu
yön.
giraıunont, giraumon er. Helvacı kabağı,
girelle diş. İstrongilos balığı. § Girelle paon:
Gündüz balığı,
girie diş. tkz. Cilve, işve. § Faire des giries: Cilve
yapmak; naz yapmak,
girofle diş. (Baharat) Karanfil (Clou de girofle de
denir).
giroflée diş. bitb. Şebboy. § Giroflée à cinq pattes:
hlk. Beş parmağın izini bırakan şamar,
giroflier er. Karanfilağacı.
girolle diş. Bir tür yenir mantar,
giron er. 1. (Oturulmuş durumda) Karınla diz arası
kucak, kucak (Legiron
maternel). 2. (Merdiven
basamaklarında) Ayak basacak yer, merdiven
basamağı genişliği. 3. Eski paralann üzerinde
üçgen biçiminde bezek. § Le giron de l'Eglise:
girond

664

Katolik topluluğu,

glaçage er. Parlatma, cilalama (Glaçage des étoffes,

girond,e s. hlk. (Kadın) Esaslı, eti budu yerinde;


biraz topluca (La cassière est charmante,
gironde

un peu

peut-être).

du

papier).

glaçant,e s. 1. Dondurucu, buz gibi (Un

froid

glaçant, un vent glaçant). 2. mec. Soğuk, soğukça,

ve ad.

girondin,e s.

glacial

Büyük

Fransız

Devrimi

sırasında Girdondin'lerin partisinden olan.


girouette diş. 1. (Yelin yönünü gösteren) Fırıldak,
rüzgâr gülü (Une girouette

dostça olmayan (Il a un air glaçant; des


glaçantes,

tourne sur le toit).

2.

un regard

glace diş.

1. Buz (Patiner,

Rafraîchir

une boisson
mec. Her an düşünce ve yön değiştiren, fırıldak

Dondurma (Glace

gibi adam (Ne

café, au chocolat,

vous fiez

pas à lui,

c'est

une

girouette).
gisant,e s. 1. Yatmış, uzanmış; kımıltısız

(Ces

manières

glaçant).
glisser

sur la

glace.

avec de la glace).

2.

à la vanille, à la pistache,

au

3. Cam (Glace

de

vitrine, d'une porte. Les glaces d'une voiture).

à la fraise).

4.

Ayna (Se regarder

dans la glace. Glace à main,

masses qui restaient gisantes comme des cadavres ).

glace d'un poudrier).

2. er. Uzanmış durumda insan yontusu

6. mec. Büyük soğukluk, soğukluk, dargınlık. §


tombe de pierre

sur laquelle

gisants, un seigneur

et sa

(Une

étaient sculptés

des

dame).

kırgınlığı

ortadan

glacé,e s. 1. D o n m u ş (La terre est glacée).

gitan,e s. ve ad. İspanyol çingenesi (Une


gitane diş.

gidermek,

kaldırmak. Etre de glace, avoir un coeur de glace:


Soğuk, buz gibi, duygusuz olmak,

2. Maden kütlesi, maden daman,

gît—»gésir.
gitane. Un

fendre, rompre la galce: Aradaki

soğukluğu

gisement er. 1. Maden yatağı (Une contrée riche en


gisements).

Briser,

5. (Değerli taşlarda) Leke.

danse

vent glacé).

gitan).
Kara tütünden yapılan bir Fransız

sigarası (Fumer

une

gîte er. 1. Konut; barınak (Trouver


filizi (Gîte houiller,

un bon gîte). 2.

un lièvre au gîte). 3. Maden


gîte aurifère).

Gîte à la noix:

mains glacées.

Fermez

la fenêtre,

nous

sommes
(Papier

glacé, col de chemise glacé, tissu glacé). 5. Üzeri


şekerle kaplı (Marrons

glacés, fruits glacés).

un accueil glacé. Une politesse glacée, un

-e yiyecek ve yatacak yer vermek. Rentrer au gîte,

glacé).

revenir au gîte: Evine dönmek, yuvaya dönmek.

glacer gçl.

regard

1. Dondurmak, buz bağlatmak, buz

tutturmak (Le froid

a glacé la rivière).

2. Çok

bulunduğu yer. § Donner de la gîte: ( G e m i ) Yan

üşütmek, dondurmak, buz kestirmek (Le

yatmak.

glace les mains et le visage).

gîter gsz. 1. Bannmak, oturmak; yatmak, geceyi


geçirmek ( Le fossé où gîte un lièvre. Une

auberge

parlatmak, cilalamak
peaux,

(Glacer

un tissu, un papier).

giton er. Oğlan, bir eşcinselin kullandığı genç.

söndürmek

(L'âge

givrage er.

Ürkütmek,

korkutmak,

hafif buz

tutma.
givre er.
campagne
givrer gçl.

dondurmak,
Kırağı, kırç (Le

givre

du matin.

est couverte de

givre).

La

§ Se givrer: Kırağıyla kaplanmak,

examinateur

nous

dehşet

des étoffes,
glace).

seau s'est

içinde

(Cet

Son attitude me

diş.
1.

Camcılık,

aynacılık.

için) Üzerinde parçalanma izi bulunan, lekeli

glaceur er. Cilacı.

(Diamants

glaceux,euses. (Değerlitaşlar için) Lekeli

givrure diş. (Değerli taşlarda) Leke, kusur, küçük


parçalanma izi.

§ Se
du

glacée).

Dondurmacılık,

2.

(Diamant

glaceux).
glaciaire s. Buzlara değgin, buzullara değgin. §

glabelle diş. İki kaş arası, belce,


glabre s. 1. Tüysüz, kılsız (Un
Plantes glabres, feuilles

kanını

bırakmak

glace les candidats.

givreux,euse s. 1. Kırçlı, kırağılı. 2. (Değerli taşlar


givreux).

des
mec.

6.

şaşırtmak,

glacer: Donmak (Mon sang s'est glacé. L'eau


glacerie

kırağı bağlamak, kırçlanmak, buzlanmak,

une

5. mec. İçinin ateşini


glace. Ce spectacle nous a glacés d'horreur).

Kırağıyla kaplamak, kırçlı yapmak

(A rbres givrés).

un gâteau,

4. Parlak ve kaygan bir cila sürmek ,

où gîter pour la nuit). 2. (Gemi) Yan yatmak. 3.

buzlanma,

vent

3. Üzerini şekerle

kaplamak, şekerlemek (Glacer


crème).

gçl. Barındırmak, yerleştirmek,


Kırağılanma,

6.

mec. Duygusuz, ilgisiz, soğuk, buz gibi (Il m'a fait

Sığır budu parçası. Offrir le gîte et le couvert à qn:

gitediş. den. 1 . ( G e m i ) Y a n yatma.2. Batık geminin

un

3. Üşümüş, buz kesmiş (Il avait les

glacés). 4. Parlak, cilalı, parlak ve kaygan

gitane).

Tavşan yuvası (Lever

2. Çok

soğuk, buz gibi (Une maison glacée, unlitglacé,

glabres,

Bıyıksız ve sakalsız (Un visage

Période glaciaire: Buzul çağı.


menton

glabre.

tiges glabres).
glabre).
2.

glacial,e s. 1. Dondurucu (Un vent glacial, une nuit


glaciale d'hiver).

2. mec. Soğuk, buz gibi, ilgisiz,

duygusuz (Un homme glacial,

un accueil

glacial,
665

glaciation
un silence glacial).
glaciation diş.

§ Zone glaciale: Kutup bölgesi,

coğr.

yerb.

1. Buzullaşma.

2.

1. anat.
bez.

mamaire:

Tükrük

bezi. Glandes de l'estomac:

kıştan buz saklanılan yer. 2. Buzluk, buzlarla

Eşeylikbezi.
surrénale:

dansla glacière. Garder le beurre dans la

glacière).

3. Dondurma makinası. 4. mec. tkz. Çok soğuk


yer, buz dolabı (Cette chambre

est une

vraie

glacière).

Glande

lacrymale:

Meme

sébacée:

soğuk tutulan yemek dolabı (Mettre de la glace

Yağ

bezi.
bezi.

bezce, sıraca (Enfant


bezi).

glacis <-r. coğr. 1. Eğinti, *şev. 2. (Resimde) Saydam


poser les

glacis).

bezi.
salivaire:

Mide

bezleri.
sexuelle:

Ter bezi.

Glande

2. hlk. B e z yangısı,

qui a des

glandes).

glandée diş. Meşe palamutu devşirimi, palamut


devşirme.
1. Bezemsi.

Bezelere değgin, "bezel (Troubles

glaciologue ad. Buzulbilim uzmanı, "buzulbilimci.


boya (Etendre,

Gözyaşı

Glande

Glande sudoripare:
Böbreküstü

bez.

exocrine:

Glande

glandulaire, glanduleux,euse s.

glaciologie diş. coğr. Buzulbilim.

Karma

İçsalgı bezi. Glande

Glande
Glande
accessoire:

combinée:

Dışsalgı

glacière diş. 1. (Eskiden) Buz kuyusu, yaz için

bezi.

(Glande

Bez

Glande

polaires,

(Pâtissier-glacier).

Dondurmacı

Yardımcı

2. Camcı, aynacı. 3.

glacier er. coğr. yerb. 1. Buzul (Glaciers


de montagne).

glande diş.

Glande endocrine:

Buzlaşma, buz haline gelme,


glaciers

glauque

glane diş.

2.

glandulaires).

1. Yerden toplanan başak demeti. 2.

Hevenk (Glane

d'oignons).

3. er. hayb.

Yayın,

yayın balığı.

glaçon er. 1. Buz parçası (La rivière

charrie
des

glaner gçl. 1. (Orakta kalan başakları) Toplamak,

glaçons. Mettre un glaçon dans son verre). 2 .mec.

başak devşirmek (Glaner

tkz. Soğuk adam, soğuk nevale (C'est

Şurda burda arta kalan şeyleri toplamak (Il n'y a

un

vrai

glaçon).

plus rien à

un champ).

2.

mec.

glaner).

glaçure diş. (Saksı, çanak gibi şeylerde) Sır.

glanes er. ç. hayb. Yayınbalığıgiller.

gladiateur er. Gladyatör (Combat

glaneur,euse ad. Başak toplayıcı, başak devşirici.

dans

de

gladiateurs

glanure diş. 1. Yerden toplanan başaklar. 2 . mec.

l'arène).

glaïeul er. bitb. Kuzgunkılıcı,

Daha ö n c e bulgulanmış bir alanda arta kalan

glaire diş. 1. Çiğ yumurta akı (Séparer la glaire et le

şeyler.

jaune d'oeuf).
glairer gçl.

2. Sümük zarı salgısı, zar salgısı,


(Bir kitabın cildini parlatmak için)

glapir gsz.
renard,

Yumurta akı sürüp ovmak,


glaireux,euse s. Yumurta akı gibi, yapışkan ve

1. (Kimi hayvanlar için) Bağırmak,

pavkırmak, kısa ve tiz bir ses çıkarmak


le lapin, l'épervier,

Ciyak

ciyak

phonographe

parlak.
glaise diş. Lüleci çamuru, kil. § Terre glaise: Killi
glaiser gçl. 1. Balçık sürmek, kil sürmek, balçıkla
sıvamak (Glaiser

un bassin).

verimlileştirmek (Glaiser

2. Balçık katarak

un champ, un terre).

glaiseux,euses. 1. Killi, balçıklı (Solglaiseux).

2.
(Un

ciy aklamak

dans un cabaret

glapissant,e s. Ciyak

borgne).
(Glapir

ciyak, cırlak (Une

voix

glapissante).
glapissement

er.

1.

Pavkırma,
du renard).

bağırma

(Le

2. Ciyak ciyak bağırma,

ciyaklama, çığlık (Il poussait

hkr. Köylü, hödük,

des

glapissements

aigus).

glaisière diş. Kil yatağı, balçık ocağı, kj} ocağı,


glaive er. 1. İki ağzı keskin kılıç. 2. mec. Savaş. 3.
Ölüm yargısı verme hakkı, Tüzenin kılıcı

glapissait

(Le

injures).

glapissement

2.ad.

bağırmak,

3. gçl. Ciyak ciyak bağırarak söylemek


des

toprak, balçık,

la grue glapissent).

(Le

glaréole diş. hayb.

D e n i z kekliği. § Glaréole des

prairies: Bataklık kırlangıcı,

glaive de la loi). § Le glaive spirituel: Kilisenin

glaréoles diş. ç. hayb. Bataklık kırlangıcıgiller.

aforozlama hakkı. Tirer le glaive: mec. Kılıçları

glas er. 1. Yas çam, çan (Pour qui sonnent les glas?).

çekmek, savaş açmak,


glanage er. (Oraktan kalan başakları) Toplama,
başak toplama,
gland er. 1. Meşe palamutu. 2.Palamut biçiminde
kordon püskülü, palamut püskül ( G l a n d de soie,
glandd'or).

3. Penisin baş kısmı. § Gland de mer:

hayb. Deniz palamutu denilen deniz böceği,


glandage er. 1. Meşe palamutu toplanılan yer. 2.

2. mec. Yıkım, çöküntü belirtisi. § Sonner le glas


de

qch:

-in

sonunun

geldiğini

bildirmek,

-yıkımının yaklaştığım göstermek (Sonner le glas


d'une institution,
glas de nos

d'un empire.

Cet échec sonne le

espérances).

glass er. argo. Kadeh. § Siffler un glass: argo. Bir


kadeh atmak, bir tek içmek,
glatir gsz. (Kartal için) Bağırmak,

(Eski) Meşe palamutu toplama yada domuzları

glaucome er. hek. Karasu ( G ö z hastalığı),

meşelikte yayma hakkı.

glauque s. Suyeşili, tirşe, maviye çalan yeşil, gök


glaviot

yeşil.
glaviot er. argo. Balgam; tükrük.
glavioter gsz. argo. Balgam atmak; tükürmek,
glèbe diş. 1. Kesek, toprak keseği (Ecraser
les
glèbes).
2. Ekili tarla. 3. (Derebeylikte)
Demirbaş insanları bulunan yurtluk. 4. mec. Köy
yaşamı.
gléchome, glécome er. bitb. Bir tür sarmaşık,
duvarsarmaşığı.
glène diş. 1. anat. Kemik yuvası. 2. Halat kangalı,
gléner gçl. den. (Halat vb.) Sarmak, kangal
yapmak.
glissade<fr$. Kay ma (Faire des glissades surla glace).
glissage er. Ağaç tomruklarını yamaçlardan
kaydırarak indirme,
glissant,e s. 1. Kaygan, kayan (La chaussée est
glissante. Déraper sur un sol glissant.
Poisson
glissant qui échappe des mains). 2. mec. Güç ve
tehlikeli, çok dikkat isteyen,
glissé er. (Dansta) Y a n adım.
glisser gsz. 1. Kaymak (Glisser sur la glace avec des
patins, sur la neige avec des skis. Glisser sur un
parquet ciré. Son pied a glissé; le pied lui a glissé.
Voiture qui glisse sur le verglas). 2. Kayar gibi
gitmek ( L a barque glisse sur le lac. Le cygne glisse
au fil de l'eau). 3. Sızmak, sızıp gitmek (Un rayon
de soleil glisse dans la chambre par les volets
entrouverts).
4. Şöyle bir yalayıp geçmek,
dolaşmak (Une ombre glissa sur son visage, un
sourire
glissa sur les lèvres).
S. Üzerinde
durmamak, geçmek (N'insistonspas,
glissons). 6.
Glisser sur qch: mec. -in üzerinde durmamak, -e
aldırmamak, -i eşelememek (Glissons
sur le
passé). 7. Glisser sur qn: Birine en ufak bir etki
yapmamak, vız gelip tırıs gitmek (Les
reproches,
les injures glissent sur lui). 8. Glisser à, dans, vers:
-e doğru kaymak, eğilim göstermek
(L'ensemble
des électeurs a glissé vers la gauche. Il a glissé dans
la corruption.
Il glisse au romanesque.
La
confession, ici, commence à glisser au pamphlet).
9. gçl. Sokuvermek, kaydırıvermek (Glisser une
lettre sous une porte. Glisser sa clé dans sa poche.
Glisser un levier sous une pierre). 10. Glisser qch à
qn: Bir şeyi birine gizlice söylemek (Glisser un
mot à l'oreille de son ami. Glisser un secret à son
camarade). § Glisser des mains de qn, entre les
doigts de qn: Birinin elinden kaçmak, kaçıp
kurtulmak (Il nous a glissé entre les doigts et s'est
perdu
dans
la foule).
§ Se glisser: I .
Sokulu vermek, girivermek (Se glisser dans ses
draps, sous une clôture. Le chat s'est glissé sous
l'armoire).
2. mec. Girmek, içine girmek,
karışmak (Un soupçon
s'était glissé en moi.

666

gloire
L'inquiétude
s'est glissée dans son coeur. Une
erreur qui s'est glissée dans un texte. Il s'est glissé
une erreur dans les calculs ). § Se laisser glisser: tkz.
Ölmek.
glisseur,euse ad. Buz kayıcısı, buzda kayan,
glissière diş. tekn. Sürme oluğu, bazı makine
parçalarının üzerinde işlediği ray.
glissoire diş. Buzda çocukların kızak kaydıkları yer,
buzda kızak yolu.
global,e s. Toptan, yuvarlak, toplam
(Revenu
global, somme
globale).
globalement bel. Toptan, topluca, toplamca,
bütünüyle (On
ne peut
pas
condamner
globalement toutes ses théories).
globaliser gçl. -i toparlamak, yuvarlak hesapla dile
getirmek (Globaliser les
revendications).
globe er. 1. Yuvarlak, toparlak, yuvar, "küre (Le
globe de l'oeil. Le centre d'un globe). 2. Lâmba
karpuzu. 3. Cam fanus. 4. Üzerine yer yada gök
haritası çizilmiş yuvar. 5. Yeryüzü, "dünya
(Voyageur qui parcourt le globe). 6. argo. Kann.
7. ç. argo. Memeler. § Globe terrestre: Yer
yuvarlağı, dünya. Mettre qn, qch sous globe:
Birini, bir şeyi tehlikeden uzak tutmak, iyi
korumak. Se faire arrondir le globe: argo. Gebe
kalmak.
globe-trotter [gkbttotten]

er.İng. Dünyayı dolaşan,

dünya gezisine çıkan,


globulaire s. 1. Toparlak, küremsi
(Masses
globulaires).
2.
Kan yuvarlarına
değgin
(Numérationglobulaire:
Kansayımı).
3. diş. bitb.
Toparlak çiçekli bir bitki,
globuleer. 1. Kabarcık (Desgloublesd'eau,
d'air, de
mercure).
2. Yuvarlak, yuvarlacık, "kürecik
(Globules du sang, de la lymphe). 3. hek. Küçük
yuvarlak hap. § Globule blanc: Akyuvar. Globule
rouge: Alyuvar,
globuleux,euse s. 1. Yuvarlı, "küreli. 2. Yuvarımsı,
küremsi; fırlak, patlak (Des yeux globuleux de la
grenouille).
globuline diş. kim. Yuvarcık.
gloire diş. 1. Ü n , "şan, "şöhret
(Avoirlapassiondela
gloire: Üne düşkün olmak. Etre au sommet de la
gloire: Ünün doruğunda olmak. Etre en pleine
gloire: Çok ünlü olmak. Courir après la gloire: Ün
ardından koşmak). 2. Övünce, övünülecek kişi,
yüz akı, "medarı iftihar ( C e savant est la gloire du
siècle). 3. Ünlü kişi, ünlü (Sur cette photo, il est
entouré de toutes les gloires du pays). 4. Görkem,
parlaklık, "ihtişam (Nostalgie de la gloire passée).
5. Övünme (C'est par gloire qu'il a dit cela). 6.
Hamd, hamdetme (Gloire
à Dieu:
Tanrıya
hamdolsun).
7. Mutluluk (La gloire que Dieu a
glomérule

667

préparée

pour

éternelle).

ses élus.

Elévation

à la

gloire

8. (Hıristiyan ermişlerinin başında)

Ayla, baş aylası ( Christ en gloire). 9. Başı aylalı İsa


resmi (Les gloires des peintres de la
10. gökb.Kuşluk

Renaissance).

vakti, kuşluk. § Gloire à: 1. -e

hamdolsun, şükürler olsun (Gloire

à Dieu).

2. -e

bin saygı, bin teşekkür ( Gloire à tous ceux qui sont


morts

pour

la patrie).

Pour la gloire: Çıkar

glume
Böbürlenmek

için,

gösteriş

richesses par gloriole.

(Etaler

için

Il a agi par

ses
gloriole).

glose diş. 1. Açıklama, yorum; açımlama, "şerh


(Mettre

des gloses

en marge

d'un

texte).

2.

Dayanıksız yorum, kötü niyetle yapılan yorum,


yakıştırma

(Les

gloses

des

bavards,

des

commères).
gloser gçl. 1. Yorumlamak, açıklamak (Gloser

un

gözetmeden, bir şey beklemeden, şan olsun diye

texte, un mot).

(Travailler

durmak, -e çeşitli yakıştırmalarda bulunmak,

pour la gloire).

hamdetmek,

Rendre gloire à: 1. -e

şükretmek.

2.

-i

ululamak,

yüceltmek, "tebcil etmek. 3. -e saygı göstermek.


Se faire gloire de qch: -ileövünmek. Tirer gloirede
qch: -den kendine övünme payı çıkarmak,
değişmez.

1. Hıristiyan

okunan bir ilahi (Chanter un gloria, des gloria).


par les

2.

poissées

gloria).

kuş kafesi.
soldats meurent

glorieusement

Finir glorieusement

sa

pour

(Les

leurs

pays.

carrière).

glorieuse

d'un pays).

şeref kazanmış (Un


glorieux).

2. Ünlenmiş, şan

glorieux

conquérant,

3. s. ve ad.

un

(Din dilinde)

Cennetlik, Tanrının sevgili kulu. 4. Övüngen,


kendini beğenmiş (Il a un air glorieux.
comme

övünen (Etre

un paon).
glorieux

richesse, de son
glorifiable s.

Il est

S. Glorieux de: -ile

de sa naissance,

de sa

rang).
yüceltilmeye

glorification

d'un

héros).

ilan , e t m e ,

2.

(Din

cennet

eriştirme (La glorification


glorifier gçl.

des

dilinde)

mutlululuğuna

élus).

glouglouter gsz.

saygıyla anmak (Glorifier


découverte).

2.
Dieu).

ceux qui sont

un héros, une victoire,


Hamdetmek,

glougloute).

gloussement er. 1. Kuluçkaya yatmak isteyen yada


civcivlerini çağıran tavuğun sesi, gurk gurk. 2.
tkz. Kih kih, gülme, pik pik gülme; kikirdeme,
pıkırdama.
glousser gsz. 1. (Tavuk) Gurk gurk etmek (La poule
glousse pour

appeler ses petits).

2. Kikirdemek,

pıkırdamak, kik kik gülmek, pik pik gülmek,


glouteron er. bitb. hlk. Dulavratotu.
glouton,ne s. ve ad. Obur (Un

lumière

eriştirmek

("Je

(Manger

Oburca; doymak

gloutonnement.

Lire

gloutonnerie diş. Oburluk (Cette indigestion


conséquence

de sa

de petits oiseaux

les

glorifierai

olmak,
gluant,e s. Yapışkan.
gluau er. Ökse çubuğu (La chasse aux gluaux
prohibée).
glucinium er. kim. Berilyum,
glucomètre er. Şıra şeker ölçeği,
glucose er. kim. Ü z ü m şekeri, glikoz,
glucoside er. kim. Glikozit,

glorifie de n 'avoir jamais

à des

bâtons enduits de glu). 2. mec. Yapışkan adam. §


olmak, yapıştımı bırakmamak, çok tedirgin edici

§ Se glorifier de
hommes.

est une

gloutonnerie).
France

de ses grands

bilmeden

gloutonnement).

qch, de f. qch: -ile övünmek, -mekle övünmek (La


se glorifie

glouton.

Etre collant comme de la glu: Sakız gibi yapışkan

şükretmek
glorifie

enfant

glouton).

une

objets). 4. (Din dilinde) Cennetlik kılmak, cennet


m'aura rendu gloire").

comme un

morts

3. D a h a bir güzelleştirmek,

daha güzel göstermek (La


mutluluğuna

(Hindi) Bağırmak, gulu gulu

glu diş. 1. Ökse (Prendre

1. Ululamak, yüceltmek, ö v m e k ,

pour la patrie. Glorifier

1. Lıklık, şişeden boşalan sıvının

çıkardığı ses. 2. (Hindi için) Bağırma, gulu gulu.

gloutonnement bel.

glorification diş. 1. Ululama, yüceltme, ö v m e (La

quiconque

glotte diş. anat. (Gırtlakta) "Mizmar, hançere,

Manger
glorificateur, trice s. vead. Ululayıcı, yüceltici,

(Glorifier

glossite diş. hek. Dil yangısı,


glosso-pharyngien, ne s. anat. Dil ve yutağa değgin.

glouton er. hayb. Kutupporsuğu.

Ululanmaya değer,

yaraşık.

Cennetlik

glossine diş. hayb. Çeçe (sineği),

etmek (La dinde

glorieux, euse;. 1. Görkemli, parlak, şan şeref dolu

glorieux

sözcükler

sözlüğü, *deyimcelik.

glouglou er.

glorieusement bel. Şan şeref içinde, şerefle

général

tout).

bilinen

glottal,e 5. dilb. Gırtlaktan çıkarılan; gırtlaksıl.

gloriette diş. 1. Küçük köşk, bahçe köşkü. 2. Büyük

(Histoire

les gens, sur

Eski yada az

"şarih.

ayinlerinde

Konyaklı kahve (Les tables noires sont

kusur bulmak (Glosersur


glossaire er.

glossateur er. Yorumcu, yorumlayıcı; açımlayıcı,

glomérule diş. biy. hayb. Yumacık, yumakçık.


gloria er.

2. gsz. Gloser sur: -i çekiştirip

Il se

cédé).

gloriole diş. Böbürlenme, boş övünç. § P a r gloriole:

glui er. Çavdar sapı.


ghıme diş. bitb. Kapçık, kavuz.

est
668

glumellule

glumellule diş. bitb. Kavuzcuk.

yapmak.

gluten [glyten] er. kim. Glüten (Le gluten


à la fermentation

du

godronner

contribue

gobe-mouche,gobe-moucheser. değişmez,

l.hayb.

Sinekkapan (kuş). 2. mec. Saf adam, bön. § Faire

pain).

le gobe-mouche: Bön bön, salak salak dolaşmak

glutineux,euses. 1. Glütenli. 2. Yapışkan,

(Il fait le gobe-mouche

glycémie rfij. Kanda şeker bulunması,

gober gçl.

glycérine diş. Gliserin,

dans les rues).

1. Çiğnemeden yutmak, lop etmek

glycériner gçl. Gliserin sürmek,

(Goberunoeuf,

glycocolle er. kim. Aminoasetik asit, glikokol.

çabucak kanmak, yutmak ( Il gobe tout ce qu'on lui

glycogène er. kim. Glikojen,

dit). 3. Gober qn: tkz. Birini sevmek, beğenmek,

glycol er. kim. Glikol.

-den hoşlanmak (Elle ne le gobe pas

g l y c o s u r i e ^ , hek. İdrarda şeker bulunması,


Gober

glyphe er. Yiv, oluk.

gelmek, tongaya basmak. § Se gober: Kendini çok

glyptique diş. (Taş üzerine) Oymacılık sanatı,

beğenmek,

gnangnan [nânâ]

sanmak.

s. ve ad. tkz. Değişmez, Ağır

Gnays.
Gnayslı; gnays

Zokayı

kendini

beaucoup).

yutmak,

bulunmaz

hint

Yiyip içip keyfine

oyuna
kumaşı

bakmak;

gobette diş. argo. İçki. § Etre fortiche sur la gobette:


İçkiye düşkün olmak.

doğasında olan.

gobeur,euse ad. Tez kanan, her şeye çabuk inanan,

gniaf er. tkz. Ayakkabı onarıcısı, eskici,


gnière er. argo. Herif (Sale gnière:

Pis

herif).

saf.

A n z a r o t , r a k ı . 2 . s . tkz. A h m a k ,

gobichonner gsz. tkz. (Eski) Yiyip içipseğlenmek.


gobie er. hayb.
enayi, salak.
gnocchi [nıki]

2. tkz. İnanıvermek,

doyasıya yiyip içmek,

gneisseux,euse; gneissique v yerb

g n i o l e 1 .argo.

le morceau:

goberger(se) gsz.

kanlı, uyuşuk; mız mız.


gneiss er. yerb.

unehuître).

ç. er. Bir çeşit peynirli, yumurtalı

Kayabalığı, akınkayası. § Gobie

doré: Sakızkayası. Gobie noir: Kömürcinkayası.


gobiidés er. ç. hayb. Kayabalığıgiller.

italyan yemeği.
gnognote [papot] diş. halk. Cavalacoz, değersiz, beş
para etmez (Ce film, c'est de la

godaille diş. hlk. Eğlenti, içki âlemi,

gnognote).

gnôle, gniole, gnaule Ay. tkz. Rakı (Unpetit

godage er. (Giysilerde) Pot, pot yapma,

verre de

godailler gsz.

hlk.

Yiyip içip eğlenmek, âlem

yapmak.

gnôle).
gnome [gnom]

er. 1. (Kabalistlere göre) Yeraltı

godailleur,euse ad. tkz. Eğlentiye düşkün,

hazinelerini bekleyen çirkin ve cüce cinlerin adı.

godasse diş. hlk. Pabuç, postal, ayakkabı,


2. mec. Cüce ve çirkin adam, ecüş bücüş adam.
gnomique [gmmik]

s. Bilgelik dersi veren, atasözü

ve özdeyiş gibi olan (Poésie

gnomique).

goder gsz. (Giysi) Pot yapmak (Jupe qui gode.

gnomon [gnomô] er. Güneş saatinin mili.


gnomonique diş. gökb.

godelureau er. Acemi çapkın ; çapkın delikanlı,


godemiché er. Zıbık, yapay erkek organı,
pardessus

G ü n e ş saati kuramı; güneş

gode à la

Mon

nuque).

godet er. hlk. 1. Kadeh (Viens prendre un godet avec

saatiyle zamanın nasıl belirleneceğihi açıklayan

nous).

kuram, güneş saatçiliği,

boya çanağı. 4. Su dolabı kovası. 5. Çubuk lülesi.

gnoséologie diş. fek.

Bilgi kuramı; bilenle bilinen

gnosticisme er. fels. *Bilinircilik, "irfaniye.

aptal, sümsük,

gnostique s. ve ad. fels. Bilinirci.

godille diş. den. Boyana küreği. § A la godille: bel.

go (tout de) bel. hlk. Şıppadak, derhal, hemen (II

d'étain.

Boire

un gobelet

tkz. 1. Kötü bir şekilde, bozuk, hiç de iyi durumda


değil (Un poste de radio qui marche à la
tort).

gobelet er. 1. Maden bardak, maşrapa (Un


d'argent,

6. Pot; kloş (Jupe à godets).


godiche s. tkz. Beceriksiz, budala, salak, enayi,

arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı.

m'a dit tout de go que j'avais

2. Bardak, maşrapa. 3. Boya hokkası,

gobelet

de vin).

2.

Hokkabaz hokkası. § Joueur de gobelet: mec.


Dekçi, düzenci, hokkabaz,
gobeleterie diş. Bardakçılık.
gobeletier er. Bardakçı,

Avoir

un foie à la godille).

godille.

2. Boyana küreğiyle;

tek kürekle ( U n e barque qui avance à la

godille).

godiller gsz. tkz. 1. (Kayığı) Tek küreklesürmek. 2.


mec. Cinsel ilişkide bulunmak,
godillot er. hlk. Papuç, postal, ayakkabı
une paire de

(S'acheter

godillots).

gobelin er. Goblen hall.

godiveau er. Bir çeşit salçalı köfte,

gobelotter gsz.

godron er. (Gümüş kaplarda yada mimarlıkta)

tkz.

1. (İçkiyi) Yudum yudum


içmek, yudumlamak. 2. Kolduk meyhanelerinde
içmek, basit ve ucuz yerlerde içmek. 3. Eğlenti

Kabartma kenar, oyma kenar,


godronner gçl. Kabartma yada oyma kenar işlemek
669

goéland
(Godronner

de la

vaisselle).

gonfler
gommeux).

goéland er. hayb. Büyük martı. § Goéland argenté:

2.

Zamk

(Substancegommeuse).

Gümüşsel martı. Goéland brun: Kara martı.

gommier er. Zamkağacı.

Goéland cendré: Küçük martı,

gomorrhéen,ne

goélette diş. 1. Denizkırlangıcı. 2. İki direkli hafif


gemi.

s.

niteliğinde,

3,s. vead.
Kadınlar

zamklı

Züppe,

arası

eşcinselliğe

değgin, seviciliğe değgin. 2. diş. Eşcinsel kadın,


sevici.

goémon er. 1. Denızyosunu. 2. Denizyosunundan

gond er. (Kapı ve pencerelerde) Topuk demiri;

yapılan gübre,
gogo er. tkz.

Aptal, enayi, kaz kafili, yemlik,

yolunacak kaz (C'est bon pour les


gogos).

gogo(à) bel. tkz. Bol bol, istenildiği kadar (lia tout à

goguenard,e s. Alay eden, alaycı (Un

sourire

gonds:

Birini

goguenardise

Eğlentili yemek, içki âlemi. § Etre en goguette:

hlk.

Güldürücü,

gülmekten katdan (Une histoire


gondole,

goguette diş. tkz. 1. Eğlenceli söz, matrak söz. 2.

comme un goinfre.

Il est

Gondol (Faire

sur une

gondoler gsz.

çok

gülünç,

une promenade

en

gondole).

1. ( G e m i ) Gondol gibi önden v e

arkadan kalkık olmak. 2. Şişmek, kabarmak,


carton

qui gondole).

qui gondole,

gondolée).

un
§ Se gondoler: 1. Şişmek,

kabarmak, kabarıklık yapmak (Cette planche

goinfre).

goinfrer gsz. Pisboğazlık etmek, oburca yemek. §

2. hlk.

s'est

Gülmekten katdmak, katıla

katıl gülmek,

Se goinfrer: Pisboğazlık etmek, oburca yemek,

gondolier,ère ad. Gondolcu (Les

goinfrerie diş. Pisboğazlık; oburluk,

gondoliers

de

Venise).

goitre er. Guşa, guatr.


1.

zıvanadan

gondolante).

kabarıklık yapmak (Une planche

Çakırkeyf olmak,
goinfres, veer. Pisboğaz, obm (ilse jette sur les plats

s.

kızdırmak,

du bois). 2. Gülmekten katılma,


s.

gondole diş.

m'énervait).

goitreux,euse

çok

gondolage er. 1. Şişme, kabarma, kabarıklık yapma


gondolant,e

goguenot er. hlk. Oturak,


goitreuse).

§ Mettre, jeter, faire sortir qn hors de ses

(Gondolage

goguenard).

goguenarder gsz. Alay etmek,


goguenardise diş. Alay, alaycılık (Sa

et

criards).

atmak, zıvanadan çıkmak,

gogue diş. argo. Yüznumara, ayakyolu,


un regard

zıvana (La porte tourna sur ses gonds rouillés

çıkarmak. Sortir de ses gonds: Çok kızmak, tepesi

gogo. Il y avait du whisky à gogo).

goguenard,

gonade diş. biy. Eşeylik organı,

Guatra

(Tumeur

değgin

2. s. vead. Guatrlı, guşalı, "boğazlak.

gonfalon er.

gonfanon,

Ortaçağda,

savaşlarda

taşınan üç yada dört uçlu bayrak, sancak,

golden diş. Sarı ve sulu bir tür elma, golden elma.

gonfanonier, gonfalonier er. Bayraktar, sancaktar,

golf er. 1. Spor.

gonflage er. Şişirme (Gonflage

Golf (Jouer
au golf).

2. Golf

des

golfe er. Körfez.

vraimeut

golfeur,euse ad. Golf oyuncusu, golfçu.

geçilmemek (Il est gonflé

gonflé!).

§ Etre gonflé de qch: -sinden


d'orgueil).

gonflement er. 1. Şişme, kabarma (Gonflement

gombo er. bitb. Bamya,


gomina diş. Saç kremi,

genou,

d'une partie

du corps,

gommage er. Zamk sürme, zamklama,

mec.

Şişkinlik,

kabarıklık,

gomme diş. 1. Zamk. 2. Silgi (Effacer


gomme.

Passer

brouillon).
kim.

un coup

avec

une

sur

un

de gomme

3. Akıntılı çıban. § Gomme arabique:


Arap zamkı. Gomme-laque: kim.

Şellak.
hlk.

Gomme à mâcher: Sakız. A la gomme:


Değersiz, önemsiz, beş para etmez (Un individu
la gomme.
gomme,

Une idée à la gomme).

Mettre la

hlk.

(Arabayı)

toute

la

gomme:

gommé,e s. Zamk sürülmüş, zamklanmış, zamklı


gommée, papier

d'une enveloppe).
mot, un

de la circulation

des

aşırı

les

2. Silgiyle silmek (Gommer

bords
un

sa poitrine).

billets).

2. Kabartmak (Un torrent que les

pluies ont gonflé).

3. mec. Doldurmak (Un

immense me gonfle le coeur).


şişirmek (Gonfler
Gonfler
gommeux, euse s. 1. Zamklı, zamk veren

(Arbre

espoir

4. mec. Abartmak,

l'importance

d'un

un résultat, une estimation).

incident.
5. Gonfler

qn, qch de qch: -ile doldurmak (Cette nouvelle


d'orgueil).
gonflé).

bois a gonflé.

La pâte

7.
a

§ Se gonfler: 1. Şişmek. 2. Kabarmak

(Les eaux de la rivière se sont gonflées).


gonfle!).

gonflé

6. gsz. Şişmek (Son genou a gonflé).

Kabarmak (Le

Şişinmek, kabarmak

dessin).

2.

artma

gonfler gçl. 1. Şişirmek ( Gonfler un ballon, un pneu,

gsz.

gommé).

gommer gçl. 1. Zamklamak (Gommer

(Gonflement
du

d'un organe).

gonflé mon cœur de joie. Ses succès l'ont

Hızlandırmak, son hızla sürmek,


(Enveloppe

pneus).

gonflé,e s. 1. Şişkin. 2. Dolu. 3. tkz. Küstah (Il est

pantolon,

(Regarde,

comme

3. tkz.
il

se

4. Se gonfler de qch: -ile dolmak, -den


gonfleur
patlayacak olmak (lise gonfle
d'orgueil).
gonfleur er. Şişirme aygıtı, pompa (Gonfleur à air
comprimé).
gong er. Gong (Le gong a sonné).
gongorisme er. ed. Gongoracıhk, külsücülük;
onyedinci yüzyıl başlarında Gongora adlı
İspanyol ozanının kullandığı özenticiliğe verilen
ad, aşın süslemecilik, aşırı özenticilik,
gonguilodes, gongvlodes er. bitb. Alabaş,
gonidies diş. ç. bitb. Yeşil yosun hücreleri,
goniomètre er. "Açıölçer, açıları ölçmeye yarayan
âlet.
goniométrie diş. Açıölçüm, açılan ölçme,
goniométrique
s.
Açıölçümüne
değgin,
"açıölçümsel.
gonelle, gonnelle diş. hayb. Atlantik kıyılarında
yaşayan, yanları benekli bir balık,
gonochorisme er. Ayrı eşeylilik,
gonococcie diş. hek. Belsoğukluğu.
gonocoque er. Belsoğukluğu mikrobu, gonokok.
gonosome er. hayb. Eşey kromozomu,
gonze er. argo. Erkek, dost, herif,
gonzesse diş. argo. Kadın, aftos,
gonzier er. argo. Hovarda, zampara,
gord er. (Irmakta) Dalyan,
goret er. 1. Domuz yavrusu. 2. tkz. Pis çocuk; pis ve
kirli kimse, kirloz. 3. (Gemilerde) Karina
süpürgesi.
gorfouer. hayb. Kuzey denizlerinde yaşayan, ördek

670

gothique
vermek, yediğini kusmak. Rester dans la gorge à
qn: 1. -in boğazında kalmak, boğazına kaçmak
(Cette bouchée faillit lui rester dans la gorge). 2.
mec. -i bir türlü kabul edememek, kendisine
yedirememek, -in içine oturmak (Cela m'est resté
dans la gorge). 3. mec. -i söylemek isteyip de
söyleyememek, içinde kalmak (Tout m'est resté
dans la gorge). Rire à gorge déployée: Katıla katıla
gülmek. Serrer la gorge à qn: -in boğazını sıkmak.
Tendre la gorge: Kuzu gibi ölüme boynunu
uzatmak. Tenir qn à la gorge: Hayatı -in elinde
olmak; -in hayatım elinde tutmak (Je le tiens à la
gorge).

gorge-de-pigeon s. ve er. (Renk) Güvercin boynu.


gorgeediş. Yudum (Boire à petites gorgées. Prendre
une gorgée de café).
gorger gçl. 1. Doyurmak, beslemek (La pluie a
gorgé la terre. Gorger des volailles pour les
engraisser). 2. Gorger qn de qch: a) Birine tıka
basa... yedirmek (Gorger un enfant de gâteaux).
b). Birini -e boğmak (Gorger une femme de
bonheur. Il l'a gorgée d'or et d'argent). 3. Etre
gorgé de qch: -e boğulmak, -ile dolu olmak (Elle
est gorgée de bonheur. Tous les voyageurs étaient
gorgés de souvenirs). § Se gorger de qch: a) Tıka
basa... yemek (Se gorger de pâtisseries), b) -ile
dolup taşmak,
gorgerette diş. Eski bir kadın yakalığı,
gorget er. Oluk rendesi.

büyüklüğünde, perdeayaklı bir kuş.


gorg ediş. 1. anat. Boğaz (Chien qui saute à la gorge
d'un voleur. Gorge d'un oiseau, d'un pigeon. Mal
dégorgé). 2. Gırtlak (Serrer la gorge). 3. Gerdan;
göğüs, meme (Elle a une gorge abondante).
4.
Oyuntu, girinti, oluk (Gorge d'une poulie.
Gorge
d'une serrure). S. (Mimarlıkta) Silme oluğu. 6.
coğr. (Dağlar arasında) Boğaz, bel. § A pleine
gorge: Gırtlağı patlarcasına, yürek dolusu, avazı
çıktığı kadar (Chanter, crier à pleine gorge). Avoir
un chat dans la gorge: Sesi kısılmak. Avoir le
couteau sur la gorge: Büyük bir tehdit altında
bulunmak, gırtlağına bıçak dayanmış olmak.
Couper la gorge à qn: -i boğazlamak, -in boğazını
kesmek. Faire des gorges chaudes de: -ile alay
etmek, -i çekiştirmek. Faire rentrer à qn ses mots
dans la gorge: Birinin sözünü ağzına tıkamak.

gorgone diş. 1. (Söylencede) Yılan saçlı ejder. 2.


(Mimarlıkta) Yılan saçlı, ağzıaçık süsleme kadın
başı.
gorgonzola er. Rokfora benzeyen bir italyan
peyniri.
gorille er. hayb. 1. Goril. 2. tkz. Önemli devlet
adamlannın özel koruyucusu,
gosier er. Boğaz, yutak, gırtlak. § A plein gosier:
Avazı çıktığı kadar, gırtlağı patlarcasına (Crier,
chanter à plein gosier). Avoir le gosier en feu:
(Baharatlı yemek yada sert bir içki nedeniyle)
Boğazı yanmak. Avoir le gosier sec: Boğazı
kurumak, susamak. S'humecter le gosier: tkz.
Boğazı yağlamak, içmek, bir kadeh atmak,
gosse ad. hlk. 1. Çocuk (Il a une femme et deux
gosses). 2. s. Küçük çocuk (J'étais encore tout
gosse).

Mettre à qn le couteau sur la gorge, sous la gorge:

gothique s. 1. Got'lara değgin. 2. tkz. Pek eski,


modası geçmiş. 3. Gotik üslupta olan (Sculpture
gothique, architecture gothique). 4. er. Gotik,
gotik sanat yada mimarlık. Roman üslubundan
sonra gelen abartmah dantela dokusunda
Ortaçağ mimarlık üslubu (Le premier gothique, le
gothique tardif). S. diş. Gotik yazı ( E c r i r e en

Bıçağı -in gırtlağına dayamak, tehditle istediğini


yaptırmak. Prendre qn à la gorge: 1. -in soluğunu
tıkamak (La fumée nous prenait à la gorge). 2.
Sıkıştırmak, kıstırmak, gık diyemez duruma
getirmek. Rendre gorge: 1. Kusmak. 2. mec. Geri
vermek, yasa dışı yollarla elde ettiği bir şeyi geri
goton
gothique).
goton diş. 1. Pasaklı hizmetçi. 2. (Eskiden) Yolsuz
kadın, aşifte (Il courait après toutes les gotons du
village).
gouache diş. Bir çeşit zamklı suluboya, guvaş. 2.
Guvaşla yapılmış resim,
gouacher gçl. Suluboya ile yapmak (Gouacher
un
dessin).
gouaille diş. Alaya alma, tefe koyma, kaba alay (La
gouaille
faubourienne).
gouailler gçl. Alaya almak, tefe koymak, alay
etmek.
gouaillerie diş. Alaycılık (Cette gouaillerie
française
qui semble la moelle de notre race).
gouailleur,euse s. 1. Alayh (Un sourire
gouailleur).
2. Alaycı (Il est très
gouailleur).
goualante diş. tkz. Şarkı, türkü. Pousser une
goualante: Bir şarkı söylemek,
goualeuse diş. tkz. Sokak şarkıcısı (kadın),
gouape diş. hlk. Serseri, külhanbeyi, ipsiz, hayta,
gouapergsz. hlk. Serserilik, ipsizlik, külhanbeylik
etmek.
gouda er. Bir tür Hollanda peyniri, guda peyniri,
goudron er. Katran; asfalt (Une chaussée revêtue de
goudron).
goudronnage er. Katranlama, asfaltlama
(Le
goudronnage des routes).
goudronner
gçl.
Katranlamak,
asfaltlamak
(Goudronner
une toile, une route).
goudronneur er. Asfaltlama işçisi,
goudronneux,euse s. 1. Katran cinsinden olan (La
poix est une matière goudronneuse).
2. diş.
Katranlama makinesi, asfaltlama makinesi,
gouffre er. 1. Uçurum (Tomber dans un gouffre). 2.
Çevrim, "girdap, su çevrimi (Le gouffre
du
Maelstrom). 3. mec. Çukur, büyük çukur, dipsiz
kuyu (Le gouffre de l'oubli, du malheur). 4. mec.
Gayya kuyusu. S. mec. Çok para yiyen, çok
masraf gerektiren (Ce procès est un gouffre). §
Etre au bord du gouffre: Uçurumun kıyısında
olmak, büyük bir tehlike karşısında bulunmak,
gouge diş. Oluklu oyma kalemi ( G o u g e de forgeron,
de menuisier, de sculpteur).
gougère diş. Peynirli turta; peynirli lahana,
gougniotageer. argo. (iki kadın birbiriyle) Sevişme,
gougniote diş. argo. Sevici kadın, zürafa.
gougnioter (se) gsz. argo. (İki kadın birbiriyle)
Sevişmek.
gouine diş. argo. 1. Sevici kadın, "zürafa, "lesbiyen.
2, (Eski) Orospu, fahişe.
gouiner(se) gsz. argo. Sevicilik yapmak, kadın
kadınla cinsel ilişkide bulunmak,
goujat er. Kaba adam, hödük, hoyrat, öküz gibi

671

gourer
adam (Agir comme un goujat).
goujaterie
Kabalık, hödüklük, hoyratlık (Faire
une goujaterie).
goujon er. 1. Kenet. 2. Menteşe dili. 3. hayb. Bir
sazan balığı, derekayası (Une friture de goujon). §
Taquiner le goujon: tkz. Özengen olarak balık
avlamak,
goujonner gçl. Kenetlemek,
goulasch, goulache er. yada diş. Etli, salçalı bir
macar yemeği, gulaş.
goule diş. 1. Gulyabani. 2. argo. Ağız.
goulée diş. tkz. İri lokma, büyük yudum,
goulet er. 1. Liman ağzı (Franchir
le goulet). 2.
(Dağlarda) Dar geçit. 3. (Balık avlama
sepetlerinde) Giren çıkmaz ağzı.
goulot er. 1. (Şişe vb. şeylerde) Boğaz, ağız (Le
goulot d'une bouteille. Boire au goulot). 2. Ağız.
§ Goulot d'étranglement er. (Ekonomi, politika)
Darboğaz
(Sortir
l'économie
du
goulot
d'étranglement où elle s'est engagée). Respousser
du goulot: argo. Ağzı kokmak,
goulu,e s. ve ad. 1. Obur, açgözlü, doymak bilmez,
yemeğe aç kurt gibi saldıran (Il est goulu, c'est un
goulu). 2. A ç , doyumsuz, yiyecekmiş gibi (Des
regards
goulus).
goulûment bel. Açgözlülükle, oburca, aç kurt gibi

saldırarak (Manger
goulûment).
goumi er. argo. Cop, polis copu.
goupil er. (Eskimiştir) Tilki,
goupille diş. Küçük kenet,
goupiller gçl. 1. Kenetlemek. 2. mec. Düzenlemek,
çevirmek, yapmak, hazırlamak (Qu'est-ce
qu'il
goupille
encore?).
goupillon er. (Kiliselerde kutsal su için) Serpmeç. 2.
Şişe fırçası, şişeleri temizlemekte kullanılan fırça.
3. argo. Kamış, penis. § Le sabre et le goupillon:
tkz. Ordu ve kilise,
goupilionner gçl.
Düzmek,
cinsel
ilişkide
bulunmak,
goura er. hayb. Tepeli güvercin,
gourance diş. hlk. Yanılma, şaşırma, aldanma,
gourbi er. l . A r a p kulübesi. 2. mec. Başını sokacak
yer, "fakirhane, kulübe,
gourd,e s. Soğuktan uyuşmuş (Avoir
gourds).

les

doigts

gourde diş. bitb. 1. Asmakabağı. 2. Matara


(Remplir
sa gourde d'eau). 3. s. ve diş. tkz.
Budala, kabak gibi, aptal (Elle est un peu gourde.
Ce garçon est une vraie gourde).
gourdin er. Cop, sopa (Mener les hommes au
gourdin).
goure diş. Hileli ilaç.
gourer (se) gsz.

hlk.

1.

Yanılmak,

aldanmak,
gourgandine

672

goutte

şaşırmak. 2. Se gourer de qch: -i şaşırmak (Se

Etre de bon goût: Sağbeğenisi olmak,

gourer de chemin ).

beğenili olmak. Etre de mauvais goût: Beğenişiz

ince

gourgandine diş. tkz. Orospu,

olmak, kötü bir beğenisi olmak. Faire passer le

gourgane diş. Acı bakla, Yahudi baklası,

goût du pain à qn: 1. -in dünyasını zehir etmek. 2.

gourmand,e s. ve ad. 1. Boğazına düşkün, obur


(Elle est gourmande.

Il est un grand gourmand).

er. bitb. A z m a filiz, piç (Elaguer

les

-i öldürmek. Mettre qn en goût: tştahlandırmak,

2.

iştahını açmak. Prendre goût à qch: -den zevk

gourmands).

almak, hoşlanmak. Perdre goût à qch: -den tat

3. Gourmand de qch: -e pek düşkün, -i pek seven

almamak, hoşlanmamak, bıkıp usanmak.

(Elle est gourmande

mettre au goût du jour: Günün modasına uymak.

Etre gourmand

de choses sucrées,

d'honneurs,

de
de

gibier.

flatteries).

Trouver qn à son goût: Birini kendi beğenisine

gourmander gçl. Azarlamak, paylamak (Un


gourmande

Se

père

uygun bulmak, birinden hoşlanmak. Des goûts et

son enfant). 2. Tutmak, engellemek,

des couleurs, on ne discute pas: Renkler ve

frenlemek (Gourmander

ses

sentiments).

beğeniler tartışılamaz; herkesin kendine göre bir

gourmandise diş. 1. Boğazına düşkünlük, oburluk.


2. ç. Güzel yemekler.

beğenisi var.
goûter gçl. 1. Tatmak, tadına bakmak (Goûter

gourme diş. 1. (Atlarda) Sakağı hastalığı. 2. Çocuk


egzaması (Cet enfant a la gourme).

§ Jeter sa

aliment,

une boisson,

un plat, une sauce).

tadını çıkarmak (Goûter

une gloire,

un

un

2. -in

bonheur,

gourme: Gençlik çılgınlıkları yapmak, kurtlarını


un repos).

dökmek.

çıkararak yemek yada içmek (Prenez le temps de


(Ilaunair

gourmé,es. Kasılan; ağırbaşlılık taslayan


gourmé.
gourmet

Une personne
er.

1.

tadını

bilen,

yemek

Halkaları

la gourmette

suluk

à un cheval).

zincirinkiler

gibi

2.

bağlanmış
(Elle

bilezik yada saat kösteği; halkalı bilezik


portait au poignet des gourmettes
bitb.

d'ail).

da kuşakta taşınan küçük para kesesi. 3. Küçük


cep, yelek cebi. 4. Raf konsolu. § Avoir le gousset
Meteliksiz

olmak,

kesesi

boş

olmak,

cebinde beş para olmamak,


goûter. l.fizy.
dugoût).

l'organe

2. Tat,"lezzet (Le goût d'une sauce,


acre, aigre, amer, doux,

3. İştah, istek (Manger

d'un
fade).

avec goût). 4. mec. Kanı,

düşünce (A mon goût, cela ne vaut rien). 5. Özel


eğilim,

yetenek

mathématiques).
(Elle s'habille

(Il

du

goût

pour

les

6. Beğeni, sağbeğeni, "zevk


sans goût. Il manque

Üslûp, tarz (Tableau

de ce gâteau),

b) -in ne

goûter des plaisirs de la vie).

îkindi kahvaltısı yapmak (Les

enfants

heures).

goûter er. İkindi kahvaltısı (Les enfants ont mangé


goûter).

goûteur, euse a d 1. Tadıcı, çeşnicibaşı (Goûteur


vin, goûteur

d'eau).
de

2. Ikindi kahvaltısı yapan

(kişi).
goutte diş. 1. Damla (Goutte
sueur).

Tadım, tatma (La langue est

plat. Ungoûtacide,

( Goûter de la prison,

leur

gousset er. 1. Koltuk altı. 2. (Eski) Koltuk altında ya

vide:

5.

olduğunu görmek, denemek bilmek, tatmak

goûtent à cinq

1. Baklamsı yemiş, badıç. 2.

(Sarmısakta) Diş (Des gousses

la poésie).

un vin). 6. Goûter de qch: a) Azıcık yemek, şöyle


bir tatmak (Goûtez

7. gsz.

d'or).

gourou, guru er. Brehmen dininde "mürşit, guru.


gousse diş.

vivement

Goûter à qch: Tadı nasıl diye bir bakmak, tadımlık


alıp bakmak, tadına bakmak (Goûter à un plat, à

içmekten anlayan. 2. Çeşnici,


gourmette diş. 1. (Atların gemine takılan) Suluk
zinciri (Mettre

bien goûter ce plat). 4. Sevmek, -den hoşlanmak,


zevk almak (Je goûte

gourmée).

Ağzının
3. Tadına vara vara yemek, zevkini

d'eau,

de

2. tkz. Küçük bir kadeh içki (Boire

de pluie,

la

goutte). 3. Hiç, azıcık olsun, en ufak bir damla bile


(Il n'y en a plus une goutte. Je n'avais pas pour
une goutte

de tendresse).

lui

4. Damla hastalığı,

"nıkris. S. ç. Damla halinde alınan ilâç

(Prendre

ses gouttes). 6. argo. Su, içki, süt. 7. Hiçbirşey (On


n'y voit goutte. Je n'y comprends
benek (Oiseau

parsemé

goutte). 8. Leke,

de gouttes blanches).

de goût).

7.

Goutte à goutte: Damla damla. Jusqu'à la

dans le goût moderne).

dernière goutte: Son damlasına dek, bitirinceye

Avoir du goût: Sağbeğenisi olmak, ince beğenisi

değin (Boire,

olmak. Avoir du goût pour qch: 1. -i yemeyi

Jusqu'à la dernière goutte de son sang: Kanının

sevmek, -e düşkün olmak (Il a du goût pour


la

son damlasına dek, sonuna dek. C'est la goutte

2. -e karşı özel bir

d'eau qui fait déborder le vase: Bardağı taşıran son

charcuterie,

pour les sucreries).

eğilimi olmak, yeteneği olmak (Il a du goût

épuiser jusqu'à

la dernière

goutte).

pour

damla. C'est une goutte d'eau dans la mer, dans

Avoir, prendre du goût pour qn:

l'océan: Önemsiz, çok küçük şey; denizde bir

Birini sevmek, -den hoşlanmak. Etre au goût de:

kum, devede kulak. Avoir la goutte au nez: Burnu

-in zevkine göre olmak, -in hoşlandığı şey olmak.

akmak. Boire la goutte: 1. Bir kadeh içmek. 2.

les sciences).
673

gouttelette

grâce

argo. Su yutmak, boğulmak. Ne pas avoir une

"idare etmek (Gouverner

goutte de sang dans les veines: Güçsüz, kalleş,

Etkilemek, etkisi altına almak, -e baskın gelmek

un peuple,

alçak olmak. Se ressembler comme deux gouttes

(Une idée surtout le gouverne.

d'eau: Birbirine tıpatıp benzemek,

te gouverne).

1. Akmak, damlamak (Les

gouttaient après l'orage).

toits

2. Goutter de qch: -den

damla damla akmak, sızmak (Eau qui goutte

d'un

goutteux, euse s. ve ad.


damlah,

1. Damla hastalığına
(Un

"nıkrisli

vieillard

goutteux).

2. s. Damla hastalığına değgin

affection

goutteuse).

(Une

dans la gouttière).

genel müdür (Gouverneur


de la banque

"Mürebbi.
grabat er. Kötü yatak. § Etre sur le grabat: 1. Hasta
olmak, sayrı düşmek. 2. Varım yoğunu yitirmek,

§ Chat de gouttière:

grabataire.

s.

ve

ad.

Une

(Un

Yatalak

grabuge er. 1. Kavga ; dalaşma, ağız kavgası, şamata


(Il y a du grabuge).

gouvernail er. Dümen. § Abandonner le gouvernail:


bırakmak,

işin

yönetimini

2. Bir kâğıt oyunu (Jouer

grâce diş. 1. İyilik, yardım ( D e m a n d e r ,

olmak, suyun başını tutmak, kilit noktasında

grâce).

bulunmak. Tenir le gouvernail: D ü m e n i elinde

Cezasını bağışlama, °af, "affetme (Le

classe

2. er. ç. Ülkeyi yönetenler, siyasal

erki elinde bulunduranlar (Il y a les


d'un côté et les gouvernants

de

gouvernés

gouverne diş. 1. Tutulan yol, gidiş. 2. (Uçakta)


Yardımcı kanat, dümen kanadı,
d'un

ministre

Soutenir

un

pays).

a présenté

gouvernement,

aman. 10. ç. Y e m e k sonu duası, şükür duası. l l . ç .


Venüsün üç Tanrıça arkadaşı ( Les trois Grâces).
pour faire son action de grâces).

Mauvaise grâce: Kötü niyet. De bonne grâce:

(Le

İsteyerek, seve seve, gönül hoşluğuyla. De grâce:

tomber

un

Lütfen. Grâce à Dieu: 1. Tanrıya şükür. 2.


Tanrının izniyle. Jeu de grâce: Çember atma

4. (Eski) Valilik, bir valinin

oyunu. Grâce à: -in sayesinde (ila


vous).

biçimi,

démocratique,

rejim

monarchique,

1. Hükümete değgin

politique

gouvernementale).

iktidarı

destekleyen

(La

2. Hükümet yanlısı,
(Un
journal

gouvernemental).
gouverner gçl.

1. Yönetmek, çekip çevirmek,

abramak (Gouverner

une maison,

une

famille,

2. Egemen olmak, "hakim olmak,

tutmak, frenlemek. (Gouverner


sentiments).

réussi grâce à

Avoir la grâce: Yetenekli olmak

(Pour

créer de telles oeuvres, il faut avoir la grâce). Avoir


mauvaise grâce à f. qch: -mekte haklı olmamak,

républicain).
gouvernementals s.

une femme).

recueillir

Bonne grâce: İyi

5.

(Gouvernement

fille.

la grâce de ces fleurs). 9. A m a n dileme;

yönettiği

Yönetim

à la

de la grâce).

8. İncelik, zariflik (La grâce d'une jeune

gouvernement).
il.

6. Tanrı

yardımı, Tanrının "lütfü ( R i e n n'est impossible

en main le
gouvernement.

faire

république.

4. Teşekkür. 5.

niyet. Coupde grâce: Öldürücü vuruş,son "darbe.

3. Hükümet
son

3.
de

d'une

maison,

2. Yönetim, "idare (Prendre

gouvernement
premier

d'une

une

droit

Action de grâces: Tanrıya şükürler (Se

gouvernés).

1. Yönetme, çekip çevirme,

abrama (Gouvernement

de la

"Hidayet (La grâce a touché ce pécheur).

J'admire

kadın.

g o u v e r n é s s. vead. Yönetilen (Les

au président

la grâce àuncondamné).
grâce). 7. Sevimlilik, çekicilik (Avoir

l'autre).

g o u v e r n a n t e ^ . 1. Dadı. 2. "Mürebbiye. 3. Kâhya

famille).

Accorder

une grâce. Obtenir

2. Bağışlama, suçunu bağışlama.

grâce appartient

bulundurmak, yönetimi elinde tutmak.

octroyer

solliciterune

grâce. Accorder,

gouvernant,e s. 1. Yöneten, yönetici (La

au

grabuge).

bırakmak. Etre au gouvernail: Suyun başında

gouvernement er.

vieillard

grabataire).

graben er. yerb. Graben, çöküntü.


difficilement

gouvernable).

gouvernante).

de

3. (Sömürgelerde) G e n e l vali. 4. Lala. 5.

grabataire

Sokak kedisi, dam kedisi,

yüzüstü

des

eux-mêmes).
gouverneur er. 1. İlbay, vali. 2. Genel yönetmen,

(L'eau

gouvernable s. Yönetilebilir (Peuple

İşleri

qui

kuru tahtada kalmak.

gouttière diş. 1. D a m deresi. 2. Oluk, çörten


gargouille

C'est la jalousie

6. gsz. ( G e m i ) D ü m e n e uymak. § Se

peuples à se gouverner

France).

robinet).
tutulmuş,

S.

gouverner: Kendi kendini yönetmek (Droit

gouttelette diş. Damlacık.


goutter gsz.

un pays).

son coeur,

ses

3. Gerektirmek, -i almak (En latin, le

verbe actif gouverne

l'accusatif).

4. Y ö n e t m e k ,

-meye pek hakkı olmamak, -mesi yersiz olmak


(Vous

avez mauvaise

grâce

à vous

plaindre).
Crier, demander grâce: A m a n demek, pes etmek.
Demander grâce à qn: -den aman dilemek. Dire les
grâces: Yemekten sonra şükür duası okumak.
Donner, porter le coup de grâce à qn: -e son
darbeyi indirmek, öldürücü darbeyi vurmak.
Etre, rentrer dans les bonnes grâces de qn: -in
gözüne girmek, "teveccühünü kazanmak. Faire &
qn la grâce de f. qch: Birine -mek lütfunda
t
gracier

674

bulunmak,

(Faites-moi

lütfetmek

d'accepter).

la

grâce

Faire grâce à qn: Birini bağışlamak

graine
(Thermomètre

gradué.

mesure

angles).

des

Cercle gradué servant à la


2.

Aşamalandırılmış,

"affetmek. Faire'grâce à qn de qch: 1. Birinin -sini

"kademeli, kademe kademe gelişen

bağışlamak (Faire grâce à quelqu'un

gradués).

d'une obligation).

2. Alaylı.

d'une

dette,

Birini -den bağışık

tutmak, söylememek (Faites-moi

grâce de

vos

3. ad.
diplomalı (Les gradués de

iuniversités).

g r a d u e l l e s. 1. Derece derece olan, dereceli,

observations). Gagner, perdre les bonnes grâces

kerteli ; aşamalı, "kademeli, "tedrici

de qn: -in sevgisini, "teveccühünü kazanmak,

graduelle

yitirmek. Rendre grâce à qn: -e "minnettar olmak;

graduel).

şükran borçlu olmak (La France

rend grâce à

parçası (Chanter

Voltaire.

grâce

Tout

un peuple

rend

son

d'une

"kademe
Amener

(Gracier

Cezasını

un

bağışlamak,

"affetmek

gracieusement bel. 1. İncelikle, nezaketle (Il


accueilli

gracieusement).
m'a

2. Karşılıksız, parasız,

bedava (Un cadeau sera remis gracieusement


tout

(Avancer

graduellement.

un art à sa

1. Kertelere, "derecelere ayırmak;


(Graduer

"derecelemek

Graduer

yükselmek,

une règle).

kademe

kademe

graffiti er.

ç.

değişmez.

1. Eski

catacombes).

gracieux,euse s. 1. İyi yürekli, iyiliksever

yazı, resim (Des graffiti obcènes,

souverain).

gracieux).

2.

(Notre

(Un

Sevimli

enfant

3. Nazik, ince, kibar, çekici (Un


une jeune fille gracieuse).

corps

4. Karşılıksız,

karşılık beklemeden, bedava (Prêter un


gracieux).

concours

§ A titre gracieux: Bedava olarak,

karşılık beklemeden, iyilik olsun diye (Ilfait tout à


titre

un

gracile).

gracilité

diş.

zamanlarda

2. (Şimdi) Duvarlara çiziktirilen


politiques).

grailler gsz. 1. (Karga, kuzgun için) Gaklamak, gak


demek, ötmek. 2. Kısık sesle konuşmak. 3. (Avda
köpekleri) Çağırmak için boru çalmak,
graillon er. l . h l k . Balgam, koyu balgam. 2. Yanmış
yağ kokusu (La cuisine

sent le graillon).

3. f .

Yemekten artan yanmış yağ parçası; yemek


graillonner gsz.

1. hlk.

Balgam çıkarmak için

öksürmek, boğazını temizlemek. 2. Yanmış yağ

İncelik,

narinlik

(Une

gracilité

juvénile).

kokmak.
grain er. 1. (Buğday vb. için) Tane (Des grains de

gradation diş.

D e r e c e derece ilerleme,

derece

derece çıkma yada inme, derecelenme, "tedriç,


grade er. 1. Aşama, kademe. 2. Rütbe
lieutenant.

Grades

dans

U n v a n (Il a été admis


lettres).

geliştirmek,

artığı.

gracieux).

gracile s. İnce, narin (Une jeune fille gracile,


corps

les

2. Kerte kerte

aşamalandırmak.

gracieuseté diş. İncelik, naziklik, gönül okşayıcılık.

gracieux;

perfection).

duvarlara, kapılara çizilmiş resim (Les graffiti des

acheteur).

gracieux

(Aggravation
réchauffement

graduel).

kademe

kertelemek,
difficultés.

condamné).

le
graduellement

graduer gçl.

gçl.

Un

graduellement bel. Aşamalı olarak, "derece derece,

libérateur). Trouver grâce devant qn, aux yeux de


korunmak.

maladie.

2. er. (Kiliselerde) Dua kitabı, dua

qn: -in gözüne girmek; tarafından sevilmek,


gracier

(Exercices

Unvanlı, bir ünvanı olan,

(Legradede

Grains

d'un

collier,

de raisin,

d'un chapelet).

de café.

3. Pürtük,

pütür (Le grain d'un cuir, d'une pierre).

4. (Tartı

l'armée

de terre).

3.

birimi olarak) Çekirdek. 5. Tohum (Semer

au grade

de docteur

ès
grain). 6. Y e m , tane (Jeter du grain aux

4. mat. D e r e c e , grad. § Casser qn de


de son grade).

le

oiseaux).

7. Sağnak. 8. (Denizlerde) Yel çevirimi (Grain

de

(Casser

vent da denir). 9. ç. Tahıl, hububat. 10. Un grain

En prendre pour son

de... : Azıcık, biraz (// n'a pas un grain de bon sens.

grade: -in rütbelerini sökmek, geri almak


un officier

riz, de blé). 2. Tane (Grain

grade: İyi bir azar işitmek, paparayı yemek,

Un grain de talent, de fantaisie,

gradé,e s. ve ad. Küçük rütbeli; subaydan aşağı


rütbeli.

de

beauté:

(Yüzdeki)

Ben.

de folie).

§ Grain

Grain

d'orge:

Arpacık. Avoir un grain, un petit grain: Azıcık

grader er. İng. Yerdüzler, grayder.

kaçık olmak, biraz deli olmak. Mettre, mêler son

gradient er.

grain de sel: Burnunu sokmak, karışmak. Veiller


coğr.

mat.

Basınç eğimi, düşüm,

"gradyan.

au grain: Sakınımh olmak, "ihtiyatlı davranmak,

gradin er. 1. Basamak, seki (Collines

en gradins).

(Anfiteatrlarda, tribünlerde) Sıra (Le


commence

à remplir

les

2.

public

gradins).

graduation diş. 1. Kertelere ayırma, kerteleme,


"dereceleme. 2. Kerte, "derece,
gradué,e 1. Kertelere ayrılırBş, kerteli, dereceli

her olasılığı düşünmek; tehlikeyi sezip önlem


almak. Venir voir le grain: Tehlikeyi sezinlemek,
graine diş. bitb. 1. Tane, tohum (Semer des
Graines d'oeillet).

graines.

2. hayb. İpek böceği tohumu. §

Mauvaise graine: Sütü bozuk, mayası kötü, kötü


adam. En prendre de la graine: Kendine örnek
graineterie

675

almak (Ton frère réussit en tout, prends

-en de la

graine). Monter en graine: 1. Kartalmak, tohuma


kaçmak (Plante

qui monte en graine).

2.

mec.

Evde kalmak, evlenememek, tohuma kaçmak,


graineterie diş.

1. Hububatçılık. 2. Hububatçı

dükkânı.

grammatisteer. (Eski Yunanlılarda) Okuma yazma


öğretmeni.
gramme er. 1. Gram. 2. Un gramme de: Azıcık, bir
gram, zerre kadar (Il n'a pas un gramme

de bon

gramophone er. Gramofon,

grainier er. Tahıl ambarı, hububat ambarı,

grand,e s. 1. iri yarı, kocaman, büyük (Un

graissage er. Yağlama (J'ai fais faire le graissage

de

voiture).

animales,

lion, un grand arbre).


(Vous

graisse diş. 1. İç yağı. 2. (Her türlü) Yağ

(Graisses

végétales. Faire des frites à la


minérales.

De la

grand appartement,
(Grand
d'armes.

Mettre de la graisse sur une machine)

(Şarap yada birada) Bozulma (Vin

avez de grands enfants.

graisse

Des graisses

3.

atteint

de

§ Avoir de la graisse: Aşırı yağlı olmak.

grand

2. Büyümüş, artık büyük


Tu es

maintenant

grand, mon fils). 3. Geniş, kocaman, büyük (Un

graisse

végétale.

graisse).

grammaticalité diş. dilb. Dilbilgisellik.

sens).

grainetier,ère, grenier,ère ad. Hububatçı.

ma

grandelet

Tam,

une grande forêt).

vent, grand froid,


(J'ai

tastamam

grande

attendu
4. Şiddetli
chaleur).

deux

5.

grandes

heures). 6. U l u , yüce, büyük (Un grand poète,


grande

âme).

7. Önemli, büyük (Un


une

Avoir de la mauvaise graisse: Fazla yağlanmış

événement,

olmak, fazla yağları olmak, pek semirik olmak.

Tamamen, ardına kadar, tam (Porte

Etre une boule de graisse, être noyé dans la graisse,

ouverte,

être bouffi de graisse: Yağ tulumu gibi olmak, çok

büyük çocuk (C'est un grand qui l'a fait dans la

portail

grande
grand

nouvelle).

une
grand

ouvert).

bel.

8.

grande

9. ad.

Büyük,

şişmanlamak. Prendre de la graisse: Semirmek,

cour. Se conduire
comme un grand. La cour

des

şişmanlamak, yağ bağlamak,

grandes).

10. ad. Soylu kişi, soylular (Lutte

de

Richelieu

contre

graisser gçl.
(Graisser

1. Yağlamak,

yıkayıp

une machine, une voiture).

yapmak, lekelemek (Ses cheveux


col.

Graisser

bottes: hlk.

2. Yağ lekesi
graissent

sa veste). 3. gsz. Bozulmak

collage empêche le vin de graisser).


giyip

yağlamak
son
(Le

§ Graisser ses

Gitmeye hazırlanmak, çizmelerini

yola

çıkmaya,

harekete

geçmeye

hazırlanmak. Graisser la patte à qn: Birine rüşvet


vermek.
2. s. Yağlayan, yağlayıcı,
graisseux,euse s. 1. Yağımsı, yağ yapısında olan
(Tissu

graisseux,

lekeli,

kir pas içinde,

graisseuse,

tumeur

un carnet

genel
de la

boylu

(Un

grammaire,

(Grammaire

de

la

grammairien,ne ad. Dilbilgici, dilbilgisi uzmanı.


exercice grammatical).

2.

Dilbilgisine uygun, dilbilgisi kurallarına uyan


grammaticales).

chose).

Grand-chose:
grand-

Grand jour: Güpe gündüz. Grand Turc:


padişahı.

grands

frais:

Büyük

masraflarla, çok para harcayarak. A grande eau:


Bol suyla ( L a v e r à grande eau). A grande vitesse:
Son hızla, çok hızlı. A grande-peine: Büyük
(Un statue en grand).

2. Geniş çapta; ölçüyü geniş

tutarak, her türlü küçük kaygı ve düşünceden


uzak kalarak (Faire

quelque

Dilbilgisine uygun olarak,

chose en

grand).

Ouvrir de grands yeux: Gözlerini faltaşı gibi


açmak. Voir grand: Geniş düşünmek, büyük
tasarıları olmak, sorunları büyük bir ölçü içinde
ele almak.
vaut pas grand-chose:
şey, değersiz

1. Pek bir şey (Cela

Pek bir şey etmez.

ne

Önemsiz

şey). 2. Un, une pas grand-chose:

Önemsiz kimse, ciğeri beş para etmezin biri.


grand-croix diş. değişmez.

grammaticalement bel. 1. Dilbilgisi bakımından. 2.


diş.

grand).

grand-chose ad. değişmez.

grjunmaticai,e s. 1. Dilbilgisel, dilbilgisine değgin

grammaticalisation

homme

Önemli şey, pek bir şey (Ce n'est pas

Güpe gündüz. En grand: 1. Doğal büyüklükte

musique).

(Analyse grammaticale,

soif,
güçlüklerle, çok güçlük çekerek. Au grand jour:

2. Dilbilgisi kitabı. 3.

kurallar

grand faim, grand

grand peur, grand besoin* grand tort). 14. U z u n

chemise

grammaire diş. 1. Dilbilgisi (Faute de

(Phrases

13. bel. Pek, çok (Avoir

12.
grands).

2. Yağ

graminidées diş. ç. bitb. Buğdaysılar,

Kurallar,

le grand et l'extraordinaire).

(Une

graisseux).

de grammaire).

Büyük,

graisseuse).
lekeli

graminacées, graminées diş. ç. bitb. Buğdaygiller,

exercices

11. er.

ç. Büyükler, büyük devletler ( L e s quatre

Osmanlı

graisseur er. 1. Yağlayıcı, yağcı; yağlama makinesi.

peinture,

büyüklük (Aimer

les grands).

1. Büyük Haç nişanı. 2.


Büyük Haç nişanı almış kişi.
grand-duc er. Grandük.

Dilbilgiselleşme;

dilbilgiselleştirme.
grammaticaliser gçl. Dilbilgiselleştirmek.

grand-duché er. Grandükahk.


grande-duchesse diş. Grandük kansı yada kızı.
grandelet,tes. tkz. Büyücek (Garçongrandelet,

fille
grandement
grandelette).
grandement bel. 1. Çok, adamakıllı (Il s'est
grandement trompé). 2. Rahatça, rahat rahat (Il
est logé grandement). 3. Bol bol (lia
grandement
de quoi
vivre).
4. Cömertçe, hiçbir şey
esirgemeden (Faire les choses grandement).
5.
Soylu bir biçimde, yüce ruhlulukla.
grandesse diş. 1. İspanyol büyüklerine verilen
ünvan. 2. mec. Büyüklük, yücelik (az kullanılır).
grandet,te s. Büyücek.
grandeur diş. 1. Büyüklük, yücelik (Grandeur
d'un
conquérant,
d'un
poète).
2.
Güçlülük,
görkemlilik, görkem (Grandeur d'un empire). 3.
Genişlik, büyüklük, boy, oylum ( Grandeur
d'une
maison, d'une entreprise, d'une main). 4.Unvan,
nişan (Il a l'amour des grandeurs). S. Forma, boy
(Les livres de toutes les grandeurs). 6. Yücelik,
ululuk, ruh yüceliği, soyluluk ( Grandeur et misère
de l'homme).
§ Grandeur nature: Doğal
büyüklükte (Portrait, statue grandeur
nature).

Regarder qn du haut de sa grandeur: Birine


yukardan
bakmak,
tepeden
bakmak,
küçümseyerek bakmak,
grandiloquence diş. Tumturak, cafcaf,
grandiloquent,e s. Tumturaklı, cafcaflı (Style,
discours
grandiloquent).
grandiose s. 1. Ulu, yüce, çok büyük (Un art
grandiose, une oeuvre grandiose). 2. Çok güzel,
görkemli (Paysage, spectacle grandiose). 3. er.
Ululuk, yücelik, görkemlilik.
grandir gsz. 1. Büyümek (Mon fils a grandi. Une
plante
qui
grandit).
2.
Yoğunlaşmak,
şiddetlenmek (L'obscuritégrandit.
Le vacarme ne
cessait pas de grandir). 3. Grandir de...: -kadar
büyümek, boy atmak (Il a grandi de dix
centimètres). 4. Grandir en qch: Daha da ...
olmak, bakımından yücelmek (Grandir
en
beauté, en vertu, en force, en sagesse). S. gçl. Daha
boylu göstermek (De hauts talons la grandissent).
6. gçl. Büyültmek (Microscope
qui grandit les
objets. L'imagination
grandit les dangers). 7. gçl.
Büyütmek, yüceltmek (Vertus qui grandissent un
homme. Le pouvoir ne grandit que les grands). 8.
gçl. Genişletmek, artırmak (Grandir ses terres, sa
fortune).
§ Se grandir: Kendini olduğundan
büyük göstermek, boyunu uzatmak; boy atmak
(Se grandir en se haussant sur la pointe des pieds).
grandissante s. Gitgide artan, gitgide büyüyen
(Une impatience
grandissante).
grandissement er. 1. Büyültme. 2. Büyüme,
grandissimes, tkz. Kocaman, koskoca, pek büyük,
grand-mère diş. Büyük anne, nine.
grand-messe diş. (Hıristiyanlıkta) İlâhili büyük

676

graphite
âyin.
grand-père er. Büyük baba, dede.
grands-parents er. ç. (Dede, nine, büyük dayı,
büyük hala gibi) Soy büyükleri, ata ana.
grand-rue diş. Anayol, büyük cadde,
grange diş. 1. Ot, saman ambarı. 2. Tahıl ambarı,
sarpın.
grangée diş. Ambar dolusu ( U n e grangée de blé).
granit, granite er. yerb. Granit. § Cœur de granit:
Taş yürekli, acımasız, duygusuz,
granite,es. Pürtüklü, pütürlü (Papiergranité,
tissu
granité).
graniter gçl. Pütürlü bir görünüm vermek,
pürtüklüleştirmek.
graniteux,euse s. Granitli, içinde granit bulunan,
granitiques. 1. Granit yapısında olan (Sol, terrain
granitique, roches granitiques). 2. mec. Sert, kaya
gibi.
granitoïde s. Graniti andıran, granite benzeyen
(Roches
granitoïdes).
granivore s. ve ad. hayb. Tanecil; tane ile, yemle
beslenen (Oiseaux granivores. Les
granivores).
granulaires. Tanecikli.
granulation diş. 1. Taneleme. 2. Tanecik, pütür,
pürtük (Surface qui présente des granulations). 3.
hek. (Sümüksel zarların yüzeyinde meydana
gelen) Taneciklenme (Granulations
grises,
tuberculeuses).
granule er. 1. Tanecik. 2. (İlâç) Küçük hap
(Granules
homéopathiques).
granulé,e s. Tanecikli, pütürlü,
granuler gçl. Tanelere ayırmak, tanelemek; tane
haline getirmek, küçük haplar haline getirmek
(Granuler
du plomb;
granuler
une
poudre
pharmaceutique).
granuleux,euses. 1. Pütürlü, pürtüklü (Roche, terre
granuleuse. Papier granuleux). 2. Taneciklenmiş,
tanecikli
(Tumeurgranuleuse).
granulite diş. yerb. Granülit.
grape-fruit, grapefruit er. İng.
Kızmemesi,
greyfrut.
graphie diş. Sesleri belli işaretlerle gösterme, yazı
(Graphiephonétique,
graphie
traditionnelle).
graphique s. 1. Yazıya değgin (Signes, caractères
graphiques. Système graphique). 2. Çizgeli (Arts
graphiques: Çizgeli sanatlar). 3 .er. Çizge, "grafik
(Il inscrit sur des graphiques
les courbes de
production
de la fabrique).
§ Graphique
curviligne: mat. Çizgi grafiği. Graphique de
colonne: mat. Sütun grafiği. Graphique de figure:
Şekil grafiği,
graphis er. bitb. Yazdikeni.
graphite er. yerb. Grafit, yazartaş.
graphiteux

677

graphiteux,euse s. Grafitli (Minerai


graphiteux).
graphologie diş. Yazısına bakarak bir kişinin
karakter ve geleceğini okuma bilimi, grafoloji,
yazıbilgisi.
graphologique s. Yazıya değgin; yazıbilgisel (Une
expertise
graphologique).
graphologue ad. 1. Yazıbilgisi uzmanı. 2. Yazı
uzmanı.
graphomître er. Planların yapımmda, arazi
üzerindeki açılan ölçmekte kullamlan aygıt,
grafometre.
grappe diş. 1. Salkım (Une grappe de raisin). 2.
Hevenk f Des oignons sont accrochés en grappes).
3. Sürü, yığın, grup (Des grappes
d'enfants
s'accrochent aux touristes).
grappillage er. 1. (Bağ bozumunda kalan)
Salkımları toplama. 2. mec. Çöplenme.
grappiller gsz. 1. (Bağ bozumunda kalan)
Salkımlan toplamak. 2. mec. tkz. Çöplenmek,
şurdan burdan küçük yararlar sağlamak. 3. gçl.
Toplamak, elde etmek, sağlamak (Grappiller des
nouvelles, des connaissances, quelques sous).
grappilleur,euse ad. 1. Salkım toplayıcı. 2.
Çöplenen.
grappillon er. Küçük salkım, çıngd.
grappin er. 1. den. Çok kollu küçük çapa, filika
demiri, ığrıp demiri. 2. Aborda kancası. § Mettre,
jeter le grappin sur: 1. -e kancayı takmak,
yakalamak (Une fois qu'il a mis le grappin sur
vous, vous ne pouvez plus vous en défaire). 2. -i
avucunun içine almak,
gras,ses. 1. Yağ yapısında olan, yağ cinsinden, yağlı
(Aliments gras, matière grasse. Crème grasse pour
peaux sèches). 2. Yağı çok, yağlı (Ce bouillon est
trop gras). 3. Yağ bulaşmış, yağlı, kirli, kir pas
içinde (Avoir les cheveux gras, les mains grasses,
un col gras). 4. Yağlanmış, yağ bağlamış, şişman
(Elle est un peu grasse aux hanches. Il es t très gras).
5. (Çizgi yada baskı harfleri için) Kalın
(Caractères gras). 6. Kaygan (Glisser sur le pavé
gras. Une boue grasse). 7. Kalın yaprakh (Plantes
grasses). 8. Yapış yapış, yapışkan ( A voir la langue
grasse). 9. Bol verimli, bitek
(Degraspaturages,
terre grasse). 10. Bozulmuş, liga liga olmuş (Vin
gras). 11. Açık saçık, yakası açılmamış, kaba
(Paroles grasses, un juron gras). 12. er. Etin yağlı
parçası. 13. Kalın harf (Ecrire en gras). 14. ad.
Şişman, şişko (Les gras et les maigres). § Eaux
grasses: Bulaşık suyu. Foie gras: Karaciğer
ezmesi. Jours gras: Katoliklerin et yemelerine
izin verilen günler. Le gras de la jambe: Baldır.
Etre gras comme un porc, comme un moine: Çok
besili olmak, semiz olmak. Dormir la grasse

gratiné
matinée, faire la grasse matinée: Sabah keyfi
yapmak, pazar keyfi yapmak, uykudan geç
kalkmak. Faire ses choux gras de qch: -den
yararlanmak, kendine bir çıkar sağlamak. Faire
gras: Et yemek, etli yemekler yemek. Parler gras:
1. Fransızca konuşurken, r sesini boğazdan
çıkarıp ğr gibi söylemek. 2. Açık saçık konuşmak,
kaba konuşmak. D n'ya a pas gras à manger: hlk.
Yiyecek pek bir şey yok. D y a gras: argo. Allahın
bereketi, yağlı kuyruk var. İstediğiniz kadar var;
dolu, tümen tümen. C'est pas gras: argo. O kadar
da değil, yağma yok, bedava mı sandın!
gras-double er. Sığır işkembesi (Plat de grasdouble).
grassement bel. 1. Bolluk içinde, lüks ve konfor
içinde,

bir eli

grassement).

yağda

2.

rétribuer grassement).
(Parler,

rire

grasserie diş.

bir eli balda

Cömertçe,

bol bol

(Vivre
(Payer,

3. Gevrek gevrek, kabaca

grassement).
İpek böceklerinde

görülen

bir

sayrılık.
grasset er. (Kimi hayvanlarda) Diz (Le grasset du
cheval, du

boeuf).
grasset,te s. Yağlıca, semizce,
grasseyement er. R sesini boğazdan ğr gibi çıkarma,
grasseyer gsz. R sesini boğazdan ğr gibi çıkarıp
söylemek,
grassouillet,te s. Tombul, toraman,
graticulation diş. (Bir resmi kopya etmek için)
Karelere, dördüllere ayırma,
graticuler (Bir resmi büyütmek yada küçültmek
için) Karelere, dördüllere ayırmak,
gratification diş. İkramiye (Gratification
de fin
d'année. Un employé qui reçoit une gratification
en fin d'année. On remet aux ouvriers
diverses
gratifications). § Gratification illicite: Rüşvet,
gratifier gçl. 1. Ödül yada ikramiye vermek,
ödüllendirmek. 2. Gratifier qn de qch: Birine...
vermek, dağıtmak (lia gratifié le garçon d'un bon
pourboire.
Gratifier ses voisins d'un sourire). 3.
Gratifier qn de qch: alaylı. Ödül olarak...
vermek, hakkını... ile ödemek (On l'a gratifié
d'une paire de gifles).
gratin er. 1. Yemeğin tencere dibine yapışan kısmı,
tencere dibi. 2. Üstüne rendelenmiş peynirkonup
fınna verilerek kızartılan yemek, fırın güveci
(Macaroni au gratin, merlan au gratin. Gratin au
fromage). 3. tkz. Kodamanlar, yüksek sosyete,
kaymak tabaka (Ces gens-là, c'est le gratin. Toutle
gratin de la ville).
gratiné,e s. 1. Fırın güvecinde pişmiş, kızarmış (Des
pommes de terre gratinées). 2. tkz. Olağanüstü,
678

gratiner
eşsiz, bitirim, görülüp işitilmemiş (Une

histoire

gratinée).

gravement
Kendini

kaşımak,

jusqu'au

gratiner gsz.

1. (Eskimiştir)

(Yemeğin)

Dibi

(Il

kaşınmak

s'est

verememek, ensesini kaşıyıp düşünmek, b) Hava

tutmak, dibi yanmak. 2. gçl. Fırın güvecinde

almak, avcunu yalamak (Tu peux

pişirmek, kızartmak (Gratiner

gratter). 3. Se gratter qch:-sini kaşımak

terre,

de la viande).

des pommes

2. gçl. (Yemeğin)

de

Dibini

tutturmak.
gratis. Travailler

mangé

gratis).
Dire, exprimer,

de

témoigner sa gratitude à

qn: Birine minnet duygusunu

belirtmek).

grattage er. Kazıma (Le grattage des vieilles

la tête, le nez, le dos).

affiches

gratuit,e s. I. Karşılıksız, karşdık beklenmeden


(Bienveillance

yapılan
Entrée

gratuite

tkz.

ölçüde yolsuz kazanç, anafor, kelepir. 3.

Uyuz. § Avoir la gratte: Uyuz olmak. Faire de la


gratte: Bir anafor bulmak, bir kelepir sağlamak,
gratte-ciel er. değişmez.

Gökdelen,

değişmez.

hypothèse

meyvası,

itburnu.

obligatoire.
3. Temelsiz,

gratuite,

nedeni olmayan (Un acte

gratuit).

gratuité diş. 1. Karşılıksızlık, karşılık beklememe.


2.

Bedavalık,

beleşlik

(La
gratuité

grattements

de

tête).

(La gratuité d'une supposition,

gratuitement).

d'une

gratte-papier er. tkz. değişmez.

1. Yazıcı. 2. Kötü

sont distribués

gratuitement).

yere

memur (Des gratte-papier

Nedensiz olarak, birnedeni olmadan

ingrats

et

paresseux,

bureau).
1. Kaşımak (Gratter

une plaie).

la terre).

2.

3. Eşelemek

( Gratter un mot dans le texte). 5. Kazımak ( Gratter


un mur au couteau.

Gratter

la peinture

la boue de ses chaussures.

inscription,

une étiquette).
d'une

Gratter

7. tkz.

bırakmak

(Coureur

concurrents.

une

6. Kaşıntı vermek,

kaşındırmak; "tahriş etmek (Mon col de


me gratte).

chemise

Geçmek, takmak, arkada


cycliste

qui

gratte

Il ne songe qu'à gratter les

ses
autres

voitures sur la route). 8. tkz. Gratter qch sur qch:


-den çalmak, tırtıklamak, çarpmak, çöplenmek
(Il gratte quelques billets sur chaque commande.
gratte sur tout). 8 . g s z . hlk. Çalışmak (Ilgratte
matin

au

soir).

9.

gsz.

Gratter

tıkırdatmak, hafifçe çalmak (Gratter


10.

gsz.

Gratter

de

qch:
cızırdatmak (Gratter du violon,

à qch:
à la

-i kötü

affirmez

cela

gratuitement).

4.

(Commettre

gratuitement).

gravatierer. Molozcu.

(Chien qui gratte le sol). 4. Silmek, silip çıkarmak

cloison,

(Vous

un crime
D e m i r paspas,

3.

Bir şeye dayanmadan, dayanaksız olarak, haksız

yazar, acemi yazar. 3. Küçük memur, kırtasiyeci

Hafifçe sürmek (Gratter

hypothèse).

acte).

2. Bedava olarak, parasız, beleş

(Les propectus

gratter gçl.

de

3. Temelsizlik, dayanaksızlık

gözetmeden, iyilik olsun diye (Soigner un malade

grattement er. Kaşıma (De pensifs

fiers de leur
une

4. Nedensiz, usa yatkın bir

gratuitement bel. 1. Karşılık beklemeden, çıkar

gratelle diş. tkz. eski. Uyuz.

gratte-pieds er. değişmez.

Bedava,

et

4. Nedensizlik (La gratuité d'un

gratte-dos er. Sırt kaşıma çubuğu,

2.

gratuit

affirmation

gratuite).

l'enseignement).

Yabani gül

gratuite).

à un spectacle).

(Une

dayanıksız

gratte diş. 1. Ot ayıklama çapası. 2. tkz. Küçük

er.

D e m i r paspas. 4. argo. Ustura,

parasız (Enseignement

mur).

gratte-cul

te

(Segratter

gratture diş. Kazıntı.

gratitude diş. "Minnet, minnettarlık (Sentiment

surun
toujours

grattoir er. 1. Kazağı, kazıyacak alet. 2. Sistire. 3.

gratis [gratis} bel. tkz. Bedava, beleş (Ona

gratitude.

gratté

sang). 2. argo. a) Tereddüt etmek, karar

Il
du
-i

porte).

çalmak,

de la guitare).

11.

gsz. Kaşınmak (La tête lui gratte, le nez me gratte).


§ Gratter une vieille plaine: argo. Traş olmak,
sakalını kazımak. Gratter du jambonneau: argo.
(Kadınlar için) Otuzbir çekmek. § Se gratter: 1.

gravats er.

ç.

Moloz,

döküntüsü (Un tas de

yıkıntı parçalan;

grave s. 1. Sert (Le juge était grave).


ağırbaşlı (Un personnage
une expression

harç

gravats).
2. Ciddi,

grave. Son visage

grave. Il devint subitement

prit

grave).

3. Çok önemli, ciddi ( La question est grave. Il s'est


abstenu pour
une raison grave).

4. Kaygı verici,

kötü, telaşlandırıcı (Les nouvelles sont graves).


Tehlikeli, ağır (Une maladie grave. La
est grave.
blessure

Il a subi
grave).

grave, une note

une opération

6. müz.

grave.

Une

Kalın, pes (Une

voix

grave).

graveleux,euse s. 1. Çakıllı (Terre


Kumlu gibi (Un fruit

graveleux).

graveleuse).
3. hek.

işeyen. 4. mec. Açık saçık (Raconter


graveleuse.

5.

situation

Tenir des propos

gravelle diş. hek.

2.
Kum

une anecdote

graveleux).

Kum hastalığı, böbreklerinde

kum olma.
gravelot er. hayb. Yağmurkuşu.
gravelle diş. hek. Böbrek Kumu.
gravelure diş. Açık saçık söz, kaba sözcük
discours

comportait

gravement

bel.

2.

des

(Son

gravelures).

Ciddiyetle,

ağırbaşhlıkla
679

graver
(Marcher,

parler gravement).

2. Tehlikeli şekilde,

ağır şekilde (Il est gravement malade,

blessé).

graver gçl. 1. Kazımak, oymak, °hâketmek

son nom sur un arbre. Graver une inscription

sur

un tombeau).

une

médaille, Faire graver des cartes de visite, des fairepart).

3. "Kaydetmek (Graver

un disque).

4.

Graver qch dans qch: Bir şeyi -e iyice yerleştirmek


(Graver

un souvenir

mémoire.

dans son coeur,

dans

sa

Il grave dans son esprit la date de cet

événement).

§ Se graver: İyice yer

(Mettre des gravures au mur). 4. (Ses, plak) A l m a ,


kaydetme (La gravure de ce disque est

(Graver

2. Kazımak; basmak (Graver

greffer
mauvaise).

§ Gravure en creux: Çukur kazı, çukur oyma.


Gravure en relief: Kabartma kazı, kabartma
oyma.
gréer. Arzu, istek, keyif. § A u g r é d e q n : -in keyfine
(Avez-vous

göre, isteğine uygun, zevkine göre


trouvé la chambre

à votre gré). Au gré de qch: -e

uyarak, tâbi olarak, göre (Vagabonder


sa fantaisie,

au gré de

de son caprice. Ses cheveux flottent au

etmek,

gré du vent). A ton gré, à votre gré: Nasıl istersen,

yerleşmek, kazınmak, belli olmak (Ces années de

nasıl isterseniz, keyfiniz bilir. Bon gré mal gré:

captivité se sont gravées sur son

visage).

îster istemez (Il faut l'accepter

graveur er. Kazıcı, oymacı, oyma ressamı, "hakkâk


(Graveur

sur

médailles,

de monnaie.

bois,

sur

métaux.

Graveur

Graveur

en

de

bijouterie).
gré).

(lia obéi contre son gré. Il agit contre le gré de ses


parents).

gravidique s. Gebeliğe değgin, gebelikle ilgili,

bon gré mal

Contre le gré de qn: -e karşın, -in isteğinin tersine


De gré ou de force: İster iyilikle, ister

kötülükle, gerekirse zorla. De bon gré, de son

gravidique).

plein gré: Kendi isteğiyle, kendi rızasıyla. D e g r é à

gravidité diş. Gebelik, gebe kalma,

gré: İki tarafın karşılıklı nzasıyla, karşılıklı istek

gebeliğe bağlı (Ictère

gravier er. 1. İrikum, çakıllı kum; küçük çakıl

üzerine. Savoir gré à qn de qch: Birine -den dolayı

2. Küçük

minnet duymak, teşekkür etmek (Je vous sais gré

de

l'allée

de votre attention ). Savoir mauvais g r é à q n d e qch,

crissait sous ses pas). 3. hek. Böbrek taşı, böbrek

de f.qch: Birine -den dolayı kızmak, hoşnut

kumları.

olmamak (On vous saura mauvais gré d'avoir

(Retirer

un gravier

de sa chaussure).

çakıllar, çakıllı kumlar (Le

gravillon

er.

(Répandre
Küçük

çakıl,

du gravillon

gravier

ince

sur une

kumlu

çakıl

grec, grecque s. ve ad. 1. Yunan, yunanlı (Les

1. Gravir sur qch, à qch: (Eski) -e

tırmanmak ( G r a v i r sur une muraille,


haut

d'une

colline).

muraille,

2.gçl.

jusqu'au

gravir

sommet

au

de

la

-etırmanmak,çıkmak(Gravirune

colline, une montagne, une pente raide, les étages).


gravitation diş. giz. gökb. Genelçekim, yerçekimi
(Les lois de la gravitation
gravité diş.

Ağırbaşlılık, 'ciddilik (Garder,


La

gravité

du ton,

problème).
d'une

de gravité).
3.

Önem,

pas la gravité

4. Tehlike, tehlikelilik (La

maladie.

Un accident

2.

perdre sa gravité.

des paroles).

önemlilik (Tu ne comprends

du

gravité

sans gravité).

5.

(Seste) Kalınlık, "peslik.


graviter gsz. 1. (Eski) -e doğru inmek, düşmek
(Graviter

vers la terre). 2. Graviter à qch, vers qch:

-e doğru gitmek, yönelmek (L'union


l'unité).

grecques.

La

civilisation

grecque

gravite

3. Graviter autour de qch: -in etrafında

rumca (Le grec ancien, le grec

moderne).

gréciser gçl. Yunanlılaştırmak, Rumlaştırmak,


grécité diş. Yunanlılık, greklik.
gréco-latin,e s. Yunan ve Latin karması,
greco-romain).

2. spor.

Grekoromen

grecque diş. Aşıkyolu; dik köşeli çizgilerin içe ve


dışa bükülerek oluşturdukları geometrik kenar
süsü (Grecque

ornant une frise

d'architecture).

gredin,e ad. Anasının ipini satmış, kopuk, itin teki.


gredinerie diş. Kopukluk, itlik,
gréement er.

1. (Gemiyi) Donatma. 2.

gréer gçl. (Gemi) Donatmak (Gréer

un navire

en

un dossier

au

a bien pris).

2.

goélette).
greffage er. Aşı, aşılama.

personne

greffe er. Mahkeme kalemi (Déposer

gravois er.

Gemi

donanımı.

gravitent

admirée).

(Lutte

gréco-romaine).

dönmek; dört dönmek (Les planètes


autour d'une
2.

Rum. 3. (Eski) Hırsız, hileci. 4. er. Yunanca,

autour du soleil.

Graviter

îles

antique).

gréco-romain,e s. 1. Yunan ve R o m a karışımı (Art

universelle).

1. Ağırlık (Centre

dit

vérités).

grèbe er. hayb. Irmak dalgıcı, dalgıç (kuşu),

route).

gravimétrie diş. kim. Tartma, ağırlık ölçme,


gravir gsz.

ces

greffe).
ç.

Moloz,

yıkıntı parçalan;

harç

döküntüsü.

1. Aşı (Cette greffe

(Birinden bir organ yada parça alıp bir başkasına)

gravure diş. 1. Kazma sanatı, oyma sanatı; kazma,


oyma ( L a gravure sur bois, sur cuivre).

greffe diş.

2. Kazı işi,

oyma işi. 3. Kazı işi resim, oyma resim, "gravür

Aşılama, nakil (La greffe d'un


greffer gçl.
pommier).
1. (Ağaç)

rein).

Aşılamak

(Greffer

un

2. (Bir organ yada parçayı alıp başka


680

greffier
birine) Aşılamak, "nakletmek (Greffer
Greffer

une cornée prélevée

un

rein.

grenadille diş. bitb. Çarkıfelek.

sur un cadavre).

§ Se

grenadin er. l.hayb.

greffer sur: Gelip -e eklenmek (Ces

nouveaux

problèmes

existaient

se sont greffés sur ceux qui

déjà).
greffier

Tutanak

yazmanı,

"zabıt

kâtibi;

Koyun gibi, sürüye katılan, kalabalağın ardından


uyan,

des sentiments

(L'instinct

uyaroğlu
grégaires).

à subir la loi du

grèges. H a m (Soie grège, fil


s.

er.

Bizanslıların
Feu

(Tout

grégarisme).

grège).

grégeois:

düşman
s.

Papa

ateşi,
karşı

I.

Grégoire'e

değgin,

calendrier

grégorien,

grégorienne).
2.

§ L'intestin grêle:
2.
(Une

Une grêle de: Bir... yağmuru, bir sürü...


d'injures).

grêlé,e s. Çiçek bozuğu (Il a le visage

(Toute

cette région a été grêlée). § D grêle...: Yağmur gibi


des coups, des

balles).

grêlon er. D o l u tanesi.

grenat).

(Cuirgrené).

papier,

un

chien).
attaché au collier
§ Attacher

d'un

le

grelot:
olmak,

şeytanın bacağını kırmak. Avoir les grelots:


Korkmak, ö d ü patlamak, korkudan titremek,
grelottant,e s. Titreyen (Elle est toute

du sel, du sucre, de la terre).


grènetis er. (Maden paralarda) Kenar tırtığı,
à blé, à foin, à sel). 2.

mec. Buğdayı bol bölge, buğday ambarı


est le grenier de l'Italie).

(LaSicile

3. Tavan arası, çatı arası.


une maison

de la cave au

grenier).
grenouillage er. tkz. Entrika, dolap, küçük oyun.
coasse).

2.

Hafifmeşrep kız, hoppa, fingirdek. § Sirop de


grenouille: argo.

Su, çeşme suyu. Manger la

grenouille: hlk. Parayı vurup kaçmak, paralann


üstüne oturmak, paraları iç etmek (Le caissier a
grenouille).

grenouillère diş. 1. Kurbağalı bataklık, kurbağalı


dere, kurbağalık. 2. Akarsu çimeği.
grenouillette<% 1. bitb. Kurbağaotu. 2. hek. Dilaltı
(hastalığı), kurbağacık,

grelottante).

(Epis

grenus).

2. Üstü tanecikli, kum kum,

pütürlü (Cuir grenu, papier


grelotter gsz. 1. Tir tir titremek. 2. Grelotter de qch:
de froid,

blé

(Grener

grenu,e s. 1. Çok taneli, tane bakımından zengin

grelottement er. Titreme.


-den titremek (Grelotter

un

cuir).

grener gsz. 1. Tane vermek, tane tutmak (Le

mangé la

Başlamak, ilk adımı atmak, önayak

de peur,

de

grenu).

grès er. 1. Kum t aşı, küçük çakıl taşı (Un pavé de


grès. Une carrière

de grès). 2. Çakıl toprağından

yapılmış kap (Un pot de grès).

fièvre).
grémille diş. hayb. Platika, sırtı zeytin yeşili bir tür

gréseux,euse s. Kumtaşlı, küçük çakıllı,


grésière diş. Kumtaşı ocağı,

bahk.

grésil er. Bulgur yada ebe bulguru denilen ince dolu

grenadage er. ask. El bombası atma.


grenade diş. 1. Nar (Du jus de grenade).
bombası, bomba (Grenade fumigène,

2. El

incendiaire,

(Il tombe du grésil.


change en

La pluie,

avec le froid,
se

grésil).

grésillement er. 1. Çıtırdama, çıtırtı, cızırdama,

lacrymogène).
grenadier er. 1. Nar ağacı (Le grenadier
rouges).

rengi (Velours

mec. tkz. Kurbağa biçiminde kumbara. 3. argo.

harap etmek; doludan zarar gördürmek

d'un

grenat er. 1. Süleyman taşı, grena. 2. Nar çiçeği

grenouille diş. Kurbağa (La grenouille


grêlé).

grêler gsz. 1. D o l u yağmak (Il va grêler). 2. D o l u ile

grelot er. Çıngırak (Grelot

plomb).
(Grenailler

plomb).

4. Çatı katı (Fouiller

Incebarsak.
grêle diş. 1. D o l u (La grêle a saccagé les vignes).

...yağıyor, iniyor (Ilgrêle

Maden

grenaison diş. (Başakta) Tanelenme, tanë tutma,

grenier er. 1. Ambar (Grenier

İnce ve hafif (Une voix grêle).

cheval,

chargée de grenaille de

grèrte mal cette année). 2. gçl. Ufalamak

grêles. 1. f n c e u z u n , çöp gibi (Des jambes grêles).

grêle de pierres,

2.
tanecikli etmek, pürtükleştirmek (Greneler
Bizans

gemilerine

gregoryen (Rite grégorien,


église

poules).

greneler gçl. Kum kum yapmak, kumlu etmek,

kullandıkları suda yanan ateş.


grégorienne

aux

grené,e s. Tanecikli, kumlu, pütürlü, pürtüklü

grégarisme er. Sürülük, sürü halinde yaşama

grégeois

(Jeter,

1. Y e m kırıntısı, çevrinti

la grenaille

grenailler gçl. Saçma haline getirmek


du

filiz, aşı tomurcuğu, aşı filizi,


grégaire s. 1. Sürü halinde yaşayan, sürücül. 2. mec.

nous contraint

donner

Saçma ( Cartouche

greffon er. Aşı olarak kullanılan tomurcuk yada

grégaire,

grenadine diş. 2. Nar şurubu. 2. Dantel ipeği,

kırıntısı. § Grenaille de plomb: (Mermi, tüfek)

mahkeme evrak memuru.

çoğunluğa

Afrika ispinozu. 2. bitb. Bir tür

karanfil. 3. Tavuk, bahk vb. dolması,


grenaille diş.
er.

grefToir er. Aşı bıçağı.

giden,

grésillement

a des fleurs

2. Kumbaracı askeri, bombacı er.

cızırtı (Le grésillement


jours d'orage,

du sable, de la friture.

on entend des grésillements

Les

dans le
grignoter

681

grésiller
poste de radio).

2. (Cırcır böceği) Cırlama, cırıltı,

grésiller gsz. 1. İnce dolu yağmak, ebe bulguru


yağmak (Il grésille).

2. Çıtırdamak; cızırdamak

dans

la poêle.

téléphone

yada tırnak vuruş,


griffe diş. 1. Yırtıcı hayvan yada kuş tırnağı, cırnak

(L'huile

grésille

grésille).

3. (Cırcır böceği) Cırlamak. 4.

gçl.

(Griffes

Kavurup buruşturmak, sarartıp soldurmak

(La

proie).

chaleur grésille les plantes).

Le

blessé).
griffade diş. (Eski) Pençeleme, tırmalama; pençe

§ Grésiller du trolley:

argo. Bir tahtası noksan olmak, kaçık olmak,


grève diş. 1. Kumsal (Les vagues déferlent
grève).

2.

"grev

(Grève
İşyerini

işgal

İşbırakımı,

occupation

des

locoux:

sur la
avec
ederek

des carnassiers,
2. mec.

bitkilerde)

griffes

des oiseaux

Kök

(Les

griffes

d'asperge,

renoncule).

4. D a m g a , kişilik damgası (Cet

porte

griffe).

sa

de

tkz. Zulüm pençesi. 3. (Kimi

S.

(Direk

yada

de
article

ağaçlara
tırmanmak için ayaklara takılan) D e m i r kanca. §
Coup de griffe: Sert eleştiri, saldın (Lancer

un

Grève

coup de griffe). Arracher une personne des griffes

perlée: İşi yavaşlatma grevi. Grève sur le tas, grève

de qn: Birini -in pençesinden kurtarmak. Donner

des bras croisés:

tournante:

un coup de griffe à qn: Birine bir pençe atmak,

grev).

tırmık atmak. Montrer ses griffes: mec. Dişlerini

yapılan grev. Grève générale:

Bütün

Genel grev.

Oturma grevi. Grève

iş yerlerince

ard arda yapılan

Briseur de grève: Grev kırıcı, grevkıran. Piquet de

göstermek, tehdit etmek. Rentrer ses griffes:

grève: Grev gözcüsü. Faire grève, faire la grève:

mec. Saldırganlıktan vazgeçmek. Tomber sous la

İşbırakımına gitmek, grev yapmak. Se mettre en

griffe de qn: -in pençesine düşmek. A la griffe on

grève: İşbırakımına gitmek, greve geçmek, grev


yapmak. Faire la grève de la faim: Açlık grevi
grever gçl. 1. Ağır yükümler altında bırakmak, ağır
gelmek (Dépenses
Bunaltmak,
l'économie

qui grèvent

yük
d'un

un

altında

pays).

un budget).

(Grever

ezmek

3. huk.

2.

Rehin etmek

immeuble).

gréviste ad. 1. "İşbırakımcı, "bırakımcı, "grevci


(Les

grévistes

ont

repris

le

travail).

İşbırakımına değgin (Le mouvement

2.

s.

gréviste).

gribouillage er. Kargacık burgacık yazı.


ileri göremeyen ve başı dertten kurtulmayan
(Une

göremeyen

politique

de

salakça bir

gribouiller gsz.

1.
gribouille:

İleriyi

politika).

Kargacık

gribouille

sur les murs).

biçimde

yazmak,

(Gribouiller

burgacık

yazılar
qui

2. gçl. Okunmaz bir

çiziktirmek,

karalamak

une lettre).

gribouillette diş. T o p kapmaca oyunu; kapmaca


(oyun). § A la gribouillette: Rasgele, gelişigüzel,
gribouillis er. Kargacık burgacık yazı, çiziktirilmiş
resim.
(Exposer,

2. Sitem. § Avoir des griefs

contre qn: Birine karşı kırgınlığı olmak, yapacak

sitemleri bulunmak. Faire grief de qch à qn: Bir


şeyi -in başına kakmak, sitem etmek, -den dolayı,
-e kızmak (Je ne lui fais pas grief de cet oubli. Il me
fait grief de ma

négligence).

grièvement bel. Ağır şekilde (Il est

griffon er. 1. (Söylencede) Kartal başlı aslan. 2. hlk.


Akbaba. 3. U z u n v e sert tüylü bir cins av köpeği.
4. Büyük zoka. 5. Pınar başı, su kaynağı,
er.

griffonnage
(Griffonnages

1.
Çiziktirme,

de jeunesse).

karalama

2. Kargacık burgacık

yazı.
yapılmış taslağı,
griffonner gçsz. 1. Bir şeyler yazmak, çizmek
enfants

ont griffonné

(Griffonner

sur

okunmaz

les murs).

bir

une ordonnance,

şekilde

2.

(Les
gçl.

yazmak

une lettre).

griffu,e s. 1. Cirnakli (Despattes

griffues).

2. Uzun

ve çengel tırnaklı. § Mains griffues: Pençe,


zalimin pençesi,
grignon er. 1. Ekmek kabuğu. 2. Zeytin küspesi,
grignotage er. 1. (Politikada) Kemirme, yıpratma

yazısı çok kötü (kimse),

ses griefs).

griffé).

griffure diş. Sıyrık, tırnak izi, cırnak izi.

gribouilleur,euse ad. Kargacık burgacık yazan,


grief er. 1. Sızlanma, yakınma, şikâyet

avec ses ongles. Le chat m'a

griffeur,euses. Tırmalayan, pençe atan.

Çiziktirmek,

yazmak, bir şeyler çiziktirmek (Un enfant

formuler

2.

pençelemek.

griffonnement er. Bir yontunun kıl yada mumdan

gribouille diş. Burnunun ötesini göremeyen aptal,


salak

1. Pençe atmak,

Tırmalamak, cırnaklamak (Elle griffait les draps

yapmak.

(Grever

reconnaît le lion: Kişi işinden belli olur.


griffer gçl.

grièvement

(La tactique du grignotage).

2. mec. Yavaş yavaş

yiyip bitirme, yavaş yavaş yıkma,


grignotement er. Kemirme sesi, kıtırtı,
grignoter gçl.

1. Kemirmek, kemirerek yemek,

küçük küçük ısırarak yemek (Souris qui


un fromage.

Grignoter

un biscuit).

azar yiyip bitirmek (Grignoter

grignote

2. mec. Azar

son capital).
3.

mec. tkz. Tırtıklamak, çöplenmek, çalmak. 4.


Grignoter qn: tkz. -i yavaş yavaş yıprafmak, zayıf
düşürmek; -e yavaş yavaş üstünlük sağlamak
(Grignoter

un ennemi,

un concurrent).

5. gsz.

İştahsız iştahsız yemek, dilinin ucuyla şöyle bir


grigou
tatmak.
grigou s. ve ad. hlk. Pinti, cimri,
gri-gri, grigri er. Muska, nazarlık,
gril er. Izgara (Bifteck cuit sur le gril). § Etre sur le
gril: Diken üstünde oturmak, çok tedirgin
durumda olmak. Tenir qn sur le gril: Birini
tedirginlik içinde bırakmak,
grillade diş. 1. Izgarada pişmiş yemek, ızgara (Une
grillade de poisson). 2. Izgara yapma,
grillage er. 1. Tel kafes; tahta yada demir kafes
(Poser un grillage à la porte d'un
garde-manger.
Grillage en bois des fenêtres arabes). 2. Kavurma
(Grillage des cacahuètes).
grillager gçl. Tel yada demir kafes geçirmek
(Grillager un guichet).
grille diş. 1. Parmaklık, demir parmaklık (Grilles
d'un jardin).
2. Kafes, tel yada demir kafes
(Grilles aux fenêtres d'une prison). 3. Izgara, ocak
ızgarası (Grille d'égoût. La grille d'un
fourneau).
4. Kafes biçiminde şifre anahtarı
(Posséder,
utiliser une grille).
,
grille-pain er. Ekmek kızartma makinası (Un grillepain
électrique).
griller gçl. 1. Kafes yada parmaklıkla çevirmek,
kapamak (Griller
une fenêtre, un jardin).
2.
Demir parmaklıklar ardına atmak, hapsetmek,
içeri tıkmak. 3. Izgarada pişirmek, ızgarasını
yapmak (Griller une côtelette, un poisson).
4.
Ateşte pişirmek, közlemek (Griller des marrons).
5. Yakmak, dağlamak (Les chauffeurs
grillaient
les plantes des pieds de leurs victimes). 6. Ateşte
kızdırmak, çok ısıtmak. 7. Ateşte kavurmak
(Griller du café). 8. Kurutmak, kavurmak (La
gelée grille les bourgeons).
9. tkz. Yakmak,
tüttürmek, tellendirmek (Griller une cigarette).
10. tkz. Durmadan geçmek, aşıp geçmek (Griller
une station, les étapes). 11. (Elektrik) Yakmak,
kullanılmaz duruma getirmek (Griller une lampe,
une résistance). 12. Griller qn:tkz. Birini geçmek,
arkada bırakmak (Un coureur qui a grillé tous les
concurrents).
13. Etre grillé: argo. Yanmak,
çuvallamak, pişmek. Şapa oturmak. 14. gsz.
Sıcaktan kavrulmak, sıcaktan yanmak, bunalmak
(On grille dans cette pièce). 15. gsz. Izgarada
pişmek, ateşte pişip kızarmak, kavrulmak (Mettre
des marrons à griller). 16. Griller de qch. de f.qch:
-den yanıp tutuşmak, yerinde duramamak ; -meye
can atmak (Griller d'impatience. Nous grillons de
vous entendre).
§ Se griller: argo. Gözden
düşmek, saygınlığını yitirmek.
grillon er. hayb. Cırcırböceği. § Grillon domestique:
hayb. Ocakçekirgesi.
grill-room [gxilRum] er. Müşterilerin gözü önünde

682

grimpereau

ızgara etler yapan lokanta, ızgaracı.


grimace diş. 1. Yüzünü gözünü oynatma, yüz
maymunluğu, yüz şaklabanlığı (Les
enfants
s'amusent à se faire des grimaces. Rire des
grimaces d'un clown). 2. Yüz buruşturma (Une
grimace de dégoût, de douleur). 3. Pot, buruşuk
(Ce veston fait des grimaces. Papier qui fait des
grimaces). 4. ç. Yapmacık, yapmacık davranış,
sahte nezaket (Ce ne sont que des grimaces. Il ne
faut pas se laisser prendre à des grimaces). § Faire
la grimace: Yüzünü buruşturmak, hoşnut
kalmamak (ila fait la grimace quand il a appris
qu'il fallait sortir). Faire la grimace à qn: Birini
soğuk karşılamak, görmekten hoşnut olmadığını
belli etmek. On n'apprend pas à un vieux singe à
faire des grimaces: Tereciye tere satılmaz,
grimacer gsz. 1. Yüzünü buruşturmak (Grimacer
de douleur, de dégoût). 2. Buruşmak, pot yapmak
(Cette manche tombe mal, elle grimace). 3. gçl.
Yapmacıktan yapmak (Grimacer
un
sourire,
grimacer un bonjour).
grimacier,ères. vead. 1. Yüzüyle şaklabanlık eden;
kaşını gözünü, yüzünü gözünü oynatıp duran. 2.
Yüz ekşiten, yüz buruşturan, surat asan. 3. mec.
Yapmacık davranıştı, gösterişçi, içtenliksiz.
grimage er. (Tiyatroda) Yüzüne makyaj yapma,
grimaud er. 1. Küçük sınıf öğrencisi. 2. Kötü yazar.
3. (Eski) Bilisiz ama kendini beğenmişin teki;
yüzü gülmez,
grimer gçl. (Tiyatro ve sinemada) Birinin yüzünü
yazmak, yüz makyajını yapmak (Grimer
un
acteur). § Se grimer: 1. Buruşuklar çizilerek
yüzünü ihtiyar gibi göstermek. 2. Kendine yüz
makyajı yapmak,
grimoire er. 1. Büyücü kitabı, büyü kitabı. 2. mec.
Anlaşılmaz söz yada yapıt. 3. Okunmaz yazı.
grimpant,es. bitb. 1. Tırmanıcı
(Plantegrimpante).
2. er. argo. Pantolon,
grimpée diş. Tırmanış, tırmanma; dik bir yokuşa
tırmanma.
grimper gsz. 1.Tırmanmak (Grimperàl'échelle.
Le
lierre grimpe sur la façade de la maison). 2.
Çıkmak, tırmanmak, vurmak (Une voiture qui
grimpe jusqu'au col. Le sentier grimpe vers des
cabanes de bergers. Un gamin qui grimpe sur une
chaise, sur la table). 3. tkz. Hızla yükselmek,
birdenbire çıkmak (La fièvre grimpe). 4. gçl. -i
tırmanmak, çıkmak (Grimper les escaliers quatre
à quatre). S. Grimper qn: argo. Birini çok iyi
tanımak,
ne
bok
olduğunu
bilmek,
"cemaziyülevvelini bilmek. §Faire grimper qn à
l'arbre: Biriyle alay etmek, matrak geçmek,
grimpereau er. hayb. Tırmaşık kuşu
(Grimpereau
grimpette
des jardins: Bahçe tırmaştk kuşu. Grimpereaudes
bois: Orman tırmaşık kuşu).
grimpette diş. Dik yokuş.
grimpeur, euses. i. Tırmanıcı ( Oiseaux grimpeurs).
2. er. ç. hayb. Ağaçkakan, kuku, papağan gibi
tırmanıcı kuşlar,tırmanıcılar. 3. er. (Spor) Dağcı,
grincement er. 1. Cızırtı (Le grincement d'une
plume sur le papier). 2. Gıcırtı, gıcırdama (Le
grincement de dents, le grincement d'un essieu).
grincer gsz. Gıcırdamak (Le sommier du lit grince).
§ Grincer des dents: Dişlerini gıcırdatmak,
grinche er. argo. Hırsız, arakçı,
grincher gsz. gçl. argo. Çalmak, araklamak,
grincheux,euse s. ve ad. Hırçın; aşırı titiz; mızmız
(Un vieillard grincheux).
gringalet er. 1. Çelimsizin biri, çelimsiz adam (Elle a
épousé un gringalet). 2. s. ve ad. Silik, ağırlığı
olmayan (Il le trouvait un peu gringalet. Cenesont
que des gringalets à côté de lui).
griotte diş. 1. Vişne. 2. Kızıl damarlı somaki,
griottier er. Vişneağacı.
grippage er. (Yağlanmama yüzünden) Tıkanma,
çalışmama, tıkanıklık yapma, durma (Le
grippage d'un moteur, d'une machine).
grippal,e s. Grip hastalığına değgin (Etat grippal;
infection grippale).
grippe diş. 1. Salgın ingin, grip (Epidémie de
grippe). 2. mec. Gıcık kapma, hoşlanmama. §
Avoir la grippe: Gripli olmak, gribi olmak.
Attraper la grippe: Gribe yakalanmak. Prendre
en grippe qn, qch: -den hoşlanmamak; gıcığına
gitmek.
grippé,e s. ve ad. 1. Gripli, gribe yakalanmış. 2.
(Acıdan) Yüzü kasılmış,
grippement er. (Acıdan) Yüzün kasılması,
gripper gsz.
1. (Yağlanmama nedeniyle)
Tıkanmak, tıkanıklık yapmak, çalışmamak,
durmak (Le moteur va gripper si on ne le graisse
pas. Les rouages grippent). 2. (Kumaş)
Buruşmak, çekmek (Cette étoffe grippe). 3. gçl. -i
pençesiyle yakalamak (Le chat vient de gripper un
oiseau). 4. hlk. Yakalamak, enselemek (Gripper
un voleur). § Se gripper: Tıkanmak, çalışmamak,
durmak (Le moteur s'est grippé).
grippe-sous. veer. Açgözlü,cimri, kırkparayakırk
düğüm atan.
gris,es. 1. Külrengi, boz, "gri (Un mur gris). 2. Kır,
kırlaşmış (Il a des cheveux gris aux tempes). 3.
(Hava için) Kapalı, bulutlu ( Un ciel gris. Le temps
est gris). 4. Tekdüze, "monoton (Une vie grise). S.
hlk. Çakirkeyf (Il est un peu gris). § Il fait gris:
Hava kapalı. Faire grise mine à qn: Birine karşı
soğuk davranmak.

683

grive
gris er. 1. Külrengi, boz, gri (Gris foncé, gris clair.
J'aime le gris). 2. (At) Boz, demir kır (Gris
pommelé). 3. Külrengi giysi (S'habiller de gris). 4.
Tütün (Un paquet de gris).
grisaille diş. 1. Külrengi resim, külrengi kabartmalı
taklidi resim. 2. mec. Tekdüzelik, kabartısızlık,
sıkıcılık, boğuculuk (La grisaille d'une vie sans
histoire).
grisailler gçl. 1. Külrengi boyamak. 2. gsz.
Kırlaşmak.
grisant,e s. Esritici, baş döndürücü, sarhoş eden
(Une odeur grisante).
grisard er. 1. Porsuk. 2. Akkavak. 3. Sert kumtaşı,
sert küçük çakıl,
grisâtres. 1. Kırımtrak, külrengine çalan (Un ciel
grisâtre). 2. tç karartıcı, sıkıcı, üzücü (Ungrisâtre
impératif moral).
grisbi er. argo. Para, mangır (Touchez pas au
grisbi).
griser gçl. 1. Sarhoş etmek (Le Champagne me grise
facilement). 2. Esritmek, başını döndürmek
(Cette odeur le grisait). 3. Griser qn de qch: -ile
başını döndürmek, kendinden geçirmek (Ilgrisait
sa femme de compliments). § Se griser de qch: -den
başı dönmek, -ile sarhoş olmak, esrimek (5egriser
de ses succès, d'air pur, de compliments).
griserie
1. Çakirkeyflik, çakirkeyf olma. 2. Başı
dönme, sarhoşluk, esriklik (Griserie dusuccès, du
pouvoir).
griset er. hayb. i . Küçük serçe. 2. Altı-yarıklı balık,
bozcamgöz.
grisette diş. 1. Boz şayak. 2. Yosma, işçi kız, oynak
kız.
gris-gris, gri-gri er. Muska, nazarlık,
grisoller gsz. (Tarlakuşu) Ötmek.
grison,nes. ve ad. l.s. Kır. 2. ad. Kıranta, kır saçlı.
3. er. Eşek.
grisonnant,e s. 1. Kırlaşmış, kır düşmüş (Avoir des
cheveux grisonnants). 2. Saçlarına ak düşmüş, kır
saçlı, kıranta (Un homme grisonnant).
grisonnement
er.
Kırlaşma,
kır
düşme
(Grisonnement des cheveux, des tempes).
grisonner gsz. 1. Kırlaşmak, kır düşmek (Ses
cheveux grisonnent). 2. Saçlarına ak düşmek,
saçları kırlaşmak (Il commence à grisonner sur les
côtés).
grisou er. kim. Grizu. § Coup de grisou: Grizu
patlaması.
grisoumètre er. Maden ocaklarında grizu oranını
ölçmeye yarayan alet, *grizuölçer.
grisouteux,euse s. kim. Grizulu.
grive diş. hayb. Ardıç kuşu. Grive dorée: Sarıasma
(kuş). § Etre soûl comme une grive: Çok sarhoş
grivelé

684

olmak, kör kütük sarhoş olmak. Faute de grives,


on mange des merles: İnsan aradığını bulamayınca
bulduğuyla yetinir. Koyunun bulunmadığı yerde
keçiye Abdurrahman Çelebi denir,
grivelé,e s. Kırbenekli,ak benekli ( Oiseau grivelé).
griveler gsz. 1. Çöplenmek, otlakçılık etmek. 2.
(Kahve yada lokantada) Ödeyecek parası yokken
kendine yiyicek içecek ısmarlamak; yiyip içip
sonra param yok demek,
grivèlerie diş. 1. Beleşçilik, otlakçılık. 2. Yiyip içip
param yok deme, parasız yeyip içmeye kalkma,
griveleur er. Otlakçı, beleşçi,
grivelure diş. Kır beneklilik, ak ve boz beneklilik.
grivet er. hayb. Sabamaymunu.
griveton er. tkz. Er.
grivois,e s. 1. Açık saçık (Chanson grivoise). 2. er.
(Eskiden) Asker,
grivoiserie diş. Açık saçık söz (Dire des
grivoiseries).
grizzli, grizzly er. hayb. Bozayı,
grœnendael er. Uzun kara tüylü çoban köpeği,
grog er. Kaynatılmış şekerli su ve rom yada şarap
karışımı içki (Prendre un grog bien chaud).
groggy s. tkz. 1. Yorgun, bitkin, kendinden geçmiş.
2. (Boksta) yumruktan sersemlemiş, grogi.
grognard,e5. vead. I. Homurdanıcı, homurdanıp
duran. 2. er. (Fransanın Birinci İmparatorluk
döneminde) Muhafız birliği eri. 3. er. Yaşlı asker,
grognasse diş. tkz. Yaşlı ve çirkin kadın, cadaloz,
grogne diş. Söylenme, homurdanma,
grognement er. 1. (Domuz, ayı vb. için) Homuftu.
2. mec. Dırlanma, homurdanma, homurtu (Des
grognements de protestation).
grogner gsz. 1. (Ayı, domuz vb.) Homurdanmak,
bağırmak, homurtu çıkarmak. 2.
mec.
Söylenmek, homurdanmak, dırlanmak (II
grogne, mais il obéit. Il grogne après tout le
monde). 3. gçl. -i homurdanarak söylemek,
anlaşılmaz bir biçimde söylemek (Grogner des
injures, des insultes).
grognerie diş. Sürekli homurdanıp durma, dırdır,
dırlanma.
grogneur, euse s. ve ad.
Homurdanıcı,
homurdanan, dırdırcı, dırlanan.
grognon,ne s. vead. 1. Homurdanıcı, dırdırcı (Une
femme grognonne, un enfant grognon). 2.
Suratsız, surat asıp duran,
grognonner gsz. Homurdanıp durmak, dırlanmak,
surat asmak, huysuzluk etmek,
groiner. 1. (Domuzda) Yüzün burun kısmı, somak.
2. mec. tkz. Hayvansı surat,
grole, grolle diş. 1. Alakarga, ekin kargası. 2. hlk.
Ayakkabı, pabuç, postal. § Avoirlesgrolles: argo.
gros
Korkmak, tabanları yağlayıp kaçmak. Foutre les
grolles: argo. Korkutmak,
grommeler gsz. 1. Homurdanmak (Obéir en
grommelant). 2. gçl. Homurdanarak söylemek
(Grommeler des injures entre ses dents).
grommellement er. Homurdanma; homurtu
halinde söylenen söz.
grondant,e s. Hırlayan, homurdanan; gürleyen
(Fauves grondants et rugissants. La foule
grondante ne se calme plus).
grondement er. 1. Gürleme (Le grondement du
canon, d'un torrent. Un grondement de tonnerre).
2. Hırlama (Le grondement du chien).
gronder gsz. 1. Homurdanmak, dırlanmak,
söylenmek (Gronder entre ses dents). 2. (Ayı,
domuz vb.) Bağırmak, homurdanmak. 3. mec.
Gürlemek ( Le canon gronde, le tonnerre gronde).
4. mec. Fatlamak üzere olmak, eli kulağında
olmak (L'émeute gronde). S. gçl. -i azarlamak,
paylamak (Gronder un enfant désobéissant). 6.
Gronder qn de f.qch, pour f. qch: Birini -diği için
azarlamak, paylamak, kulağını çekmek (Nous
devons vous gronder d'avoir fait une telle folie. Sa
mère l'a grondé pour être sorti sans pardessus).
gronderie diş. Azarlama, paylama, çıkışma,
grondeur,euse s. ve ad. 1. Paylamayı seven, onu
bunu paylayıp duran (Un homme grondeur). 2.
Azarlayıcı, paylayıcı, çıkışıcı (Il nous parla sur un
ton grondeur).
grondin er. hayb. Benekli kırlangıçbalığı.
groom [g/tum] er. l.(Eski) Ahır uşağı. 2. (Otel,
Lokanta vb.) Yamak; üniformalı uşak.
gros,ses. 1. İri, büyük, kocaman (Un gros arbre. Un
gros chien. Un gros nez. Une grosse pierre). 2.
Ş\şmiş,şiş(Ilavaitlesyeux gros de larmes Avoir la
joue grosse d'une fluxion. Il se sentait le ventre
gros, l'estomac gros). 3. Kaba (Un gros mot. Un
gros rire. Il portait de grosses chaussures). 4.
Kalın, etli (Elle a de grosses lèvres). 5. Ağır,
önemli (La grosse industrie). 6. Büyük, etkili,
"nüfuzlu, zengin (Un gros fermier, un gros
capitaliste, un gros banquier). 7. Çok, aşın, büyük
(Un gros mangeur, un gros buveur, un gros
joueur). 8. Ciddi, önemli (De gros dégâts. Une
grossefaute). 9. Gebe (Safemme est grosse de trois
mois.
Une grosse de trois mois). 10. Şiddetli
(Une grosse fièvre, un gros rhume). 11. Kuvvetli,
kalın (Une grosse voix). 12. "Adi, "alelade (Gros
vin, gros drap). 13. Kötü, kapalı
(Grostemps).
14. Dalgalı (Grosse mer). 15. Gros de qch: -i
doğurabilir, -e gebe, -e yol açabilir (Nuée grosse
d'orage. Un fait gros de conséquence. Le présent
est gros de l'avenir). § Un gros bonnet, une grosse
gros

685

légume: Kodaman, etkili kişi, önemli kişi. Les


gros travaux: (Bir yapıda) Kaba işçilik, ilk ağızda
yapılan işler. Le gros oeuvre: Bir yapının bütün
duvarları. Les grosses dents: Öğütücü dişler. Le
gros intestin: Kalın barsak. Avoir les yeux plus
gros que le ventre: Açgözlü olmak. Avoir le coeur
gros: Acılı olmak, üzüntülü olmak. Etre gros
comme une boule, comme un tonneau: Fıçı gibi
olmak, tostoparlak olmak, şişko olmak. Faire les
gros yeux: Gözlerini belertmek. Faire la grosse
voix: Sesini yükseltmek, bağırmak. Faire le gros
dos: (Kedi) Sırtını kamburlaştırmak, sırtını
kabartmak. Jouer gros jeu: Büyük bir tehlikeye
atılmak, büyük bir tehlikeyi göze almak,
gros bel. 1. Büyük, büyük olarak ( On voit gros avec
ces lunettes). 2. Büyük büyük, iri iri, büyük
harflerle (Ecrire gros). 3. Çok, çok şey (Je gagne
gros dans mon commerce). 4. Pahalı, pahalıya,
çok paraya (Cela coûte gros. Cela va vous coûter
gros). § En gros: 1. Büyük büyük, iri iri, büyük
harflerle (Cela est écrit en gros sur l'écriteau). 2.
Toptan (Vente en gros). 3. Ana çizgileriyle,
ayrıntılara kaçmadan, özet olarak (Dites-moi en
gros ce dont il s'agit. Voilà, en gros, ce que je
voulais dire). 4. Genel olarak, genellikle, aşağı
yukarı bütünüyle (C'est fort bien en gros et sous
réserve de quelques objections). En avoir gros sur
le cœur: hlk. Acılı olmak, üzüntüsü olmak, içinde
bir sızısı olmak,
gros er. 1. Şişko, şişman. 2. Kodaman, zengin ve
etkili kimse (Les petits payent pour les gros. Les
gros s'en tirent toujours, il faut penser aux
difficultés des petits). 3. En önemli kısmı (Le gros
de travail). 4. Çoğunluk, büyük kısmı, ağırlık (Le
gros de l'assemblée, le gros de l'armée, le gros delà
nation). S. En şiddetli zaman (Elle tremblait
comme au gros de l'hiver). 6. Toptan satış,
toptancılık (Ce magasin ne fait que le gros. Prixde
gros, commerce de gros). §GrosdeNaples,grosde
Tour: Bir tür ipekli kumaş,
gros-bec er. hayb. Kocabaş, bir tür serçe,
gros-cul er. argo. Er sigarası; kötü tütün,
groseille
bitb. Frenküzümü.
groseillier er. bitb. Frenküzümü fidanı. § Groseillier
épineux: Bektaşiüzümü.
grosse diş. 1. Büyük harflerle yazılmış yazı. 2. huk.
tlâm; suret, kopya (Faire une grosse. La grosse
d'un contrat, d'un jugement). 3. On iki düzine
(Une grosse de peignes, de boutons).
grosserie diş. 1. Kaba demir işi. 2. Gümüş takımı,
gümüp kap kaçak. 3. Toptancılık, toptan alış
veriş.
grossesse diş. Gebelik.
grossissement
grosseur^. 1. Şişmanlık. 2. Büyüklük, boy, oylum
(Grosseur d'un paquet. Trier les oeufs, les fruits
selon leur grosseur). 3. Kalınlık (Une bague à la
grosseur de son doigt. Des fils de grosseur
différente). 4. Şiş, şişkinlik, ur (Il avait une
grosseur à l'aine).
grossier, ère s. 1. Düşük nitelikli, değersiz (Un tissu
grossier. Des aliments grossiers. Travail grossier).
2. Kaim, incelikten uzak (Visage aux traits
grossiers). 3. Bayağı, °âdi (Plaisirs grossiers,
préoccupations grossières). 4. Kaba, nezaketsiz
(Un homme grossier dans ses manières. Il est
grossier, avec les femmes. Faire un geste grossier).
5. Üstünkörü, yuvarlak hesap, genel (J'ai une idée
grossière sur ce sujet). 6. Koyu, büyük, yoğun (Il
est d'une ingnorance grossière). 7. Kaba,
edepsizce (Mot grossier. Propos grossiers).
grossièrement bel. 1. Kabaca, nezaketsizce
(Répondre grossièrement). 2. Aşağı yukarı,
tahmini olarak (Calculer grossièrement un prix de
revient). 3. Özet olarak, ana çizgileriyle (Voilà
grossièrement le sujet de la pièce). 4. Çok, açık
şekilde, göz göre göre (Il se trompe
grossièrement).
grossièreté diş.
1. Düşüklük,
değersizlik
(Grossièreté de fabrication).
2. Kabalık,
nezaketsizlik (On ne peut tolérer de telles
grossièretés). 3. Bayağılık, adilik (La grossièreté
de ses manières est choquante). 4. Açık saçık fıkra,
söz (Dire, débiter des grossièretés).
grossirez. 1. Büyümek, irileşmek, gelişmek (Cet
enfant a grossi depuis qu'il est à la campagne). 2.
Şişmanlamak (Il a grossi de cinq kilos. Suivre un
régime pour ne pas grossir). 3. (Deniz vb.)
Kabarmak (Le fleuve a grossi à la fonte des
neiges). 4. Büyümek, artmak, çoğalmak (Ses
économies ont grossi. La foule des badauds
grossissait. Bruit qui grossit). 5. gçl. Büyütmek,
daha büyük göstermek (La loupe grossit les petites
lettres. Ce vêtement vous grossit). 6. gçl.
Artırmak, çoğaltmak (Grossir sa fortune. Les
déserteurs vont grossir le nombre des rebelles). 7.
gçl. Kabartmak (Les dernières pluies ont grossi le
fleuve). 8. Abartmak, büyütmek (Les journaux
grossissent l'affaire. Votre imagination grossit le
danger).
grossissant,e s. 1. Git gide büyüyen, artan, çoğalan
(Une foule grossissante remplissait la place). 2.
Kabaran (Un fleuve grossissant). 3. Daha büyük
gösteren, büyüten, irileştiren (Verre grossissant).
4. Abartan, abartıcı, pireyi deve yapan (Il a une
imagination grossissante).
grossissement
er.
1.
Büyüme,
irileşme
grossiste
(Grossissement anormal d'une personne, d'une
tumeur).
2. Büyütme, büyük gösterme,
irileştirme (Le grossissement d'un microscope). 3.
Şişmanlama (Suivre un régime alimentaire contre
le grossissement). 4. Abartma, olduğundan
önemli yada büyük gösterme (Grossissement
d'une affaire par les journaux).
grossistes, vead. Toptancı,
grosso modo bel. Genel çizgeleriyle, ayrıntıya
kaçmadan, özet olarak, aşağı yukarı (Dites-moi
grosso modo de quoi il s'agit).
grossoyer gçl. Suretini çıkarmak, kopyasını
çıkarmak (Grossoyer un acte, un jugement, un
contrat).
grotesque diş. 1. Gülünçlü süsleme; özellikle çiçek
dalları, meyveler, perde ve halı örgeleri ile
yapılan güldürücü bir tür süsleme. 2. ç. Gülünç
biçim, gülünçlü resim, acaip şekil ve resimler
(Peintre de grotesques). 3. er. Gülünçlük, acaiplik
(C'est d'un grostesque inimaginable). 4. s.
Biçimsiz, çarpuk çurpuk (Une figure grotesque).
5. s. Gülünç, acaip, tuhaf (Il se trouve dans une
situation grotesque. Une histoire vraiment
grotesque).
grotesquement bel. Gülünç şekilde, tuhaf şekilde,
acaip (Il est grotesquement habillé).
grotte diş. Mağara, in (Grotte naturelle,
préhistorique).
grouillant,e s. 1. İşlek, müşterisi bol (Les bistrots
grouillants de la ville). 2. Kaynaşan, uğuldayan
(Une foule grouillante). 3.Grouillant de qch: -ile
dolup taşan (Une rue grouillante de monde, un
magasin grouillant de clients).
grouillement er. Kaynaşma (Le grouillement de la
foule).
grouiller gsz. 1. Kımıldamak (Iln'apas grouillé d'un
pouce). 2. Kaynaşmak (La foule grouillait sur la
place). 3. Grouiller de qch: -ile dolu olmak, dolup
taşmak (Un arbre qui grouille d'insectes. La rue
grouille de monde. Ce magasin grouille de clients).
§ Se grouiller: hlk. 1. Yerinden kımıldamak,
kıpırdamak (Ne te grouille pas). 2. Acele etmek,
çabuk olmak (Allons, grouillez-vous!).
group [gRup] er. Para çıkını, bir yerden bir yere
mühürlenmiş olarak gönderilen para çantası,
groupe er. Öbek, küme, topluluk, "grup ( Un groupe
social. Appartenir à un groupe politique. Le
groupe sanguin. Un groupe de rochers, groupe de
mots). § En groupe: Toplu halde, grup halinde
(Travailler en groupe).
groupement er. 1. Kümelenme, toplanma, biraraya
gelme (Le groupement
des partis).
2.
Kümelendirme, bir araya getirme
(Le
686

guenille
groupement des enfants d'après leur âge). 3.
Topluluk (Un groupement politique, syndical).
grouper gçl. Kümelemek, toplamak, bir araya
getirmek, "gruplandırmak (Grouper tous les
mécontents du parti, tous les adversaires du
régime). § Se grouper: Kümelenmek, toplanmak,
bir araya gelmek; gruplanmak (Segrouper autour
d'un chef).
groupuscule er. Üç beş kişi, önemsiz ufak topluluk
(Des groupuscules gauchistes).
grouse diş. Çahhorozu.
gruau er. 1. Bulgur. 2. Bulgur yemeği, bulgur
çorbası.
gruau, gruon er. hayb. (Az kullanılır) Turna palazı,
grue diş. 1. hayb. Turna, turna kuşu. 2. (Sinema)
Vinç, stüdyo alıcılarının her türlü devinimini
kolaylıkla sağlayan tekerlekli özel yapıda vinç. 3.
Maçuna, vinç (Grue de chantier). 4. tkz. Sokak
orospusu. § Faire le pied de grue: mec. Uzun süre
ayakta beklemek,
grurie diş. tkz. 1. Orospuluk, "fahişelik. 2.
(Eskiden) Kralların ve derebeylerin ormandan
aldıkları vergi,
grues, gruidés diş. ç. hayb. Turnagiller,
gruger gçl. 1. Dişle kırmak. 2. Kıtır kıtır yemek. 3.
mec. (Birini) Aldatmak, sömürmek; parasını
yemek.

grume diş. 1. Ağaç kabuğu. 2. Üzüm çekirdeği,


grumeau er. Pıhtı (Grumeaux de sang. Grumeaux
de lait caillé).
grumeler(se)gsz. Pıhtılaşmak; pihtiylakaplanmak.
grumeleux,euse s. 1. Pıhtılı, pürtüklü, kumlu (Peau
grumeleuse, poire grumeleuse).
grutier er. Vinçci, vinç kullanan işçi.
gruyère er. Gravyer peyniri,
gué er. coğr. Irmak geçidi, yaylan, yavlan, sığlık
(Passer un gué). § On ne change pas d'attelage au
milieu du gué: Çay geçerken at değiştirilmez,
guéable s. Geçit verir, geçilebilen (La rivière est
guéable en été).
guéer gçl. (Irmağı) Geçit yerinden geçmek (Guéer
un cours d'eau).
guelfe er. (İtalyada) Papa yanlısı, papaların yanını
tutan.
guelte diş. Prim, satış üzerinde verilen yüzde (La
vente marchait bien, je me faisais de bonnes
gueltes).
guenille diş. 1. Paçavra. 2. mec. Bayağı şey,
paçavra, önemsiz ve geçici şey (Le corps n'est
qu'une guenille). 3. Yaşlı ve çökmüş adam. 4. p.
Yırtık pırtık giysi, eski püskü giysiler (Une vieille
femme vêtue de guenilles). § Etre en guenilles:
Paçavralar içinde olmak, yırtık pırtık giysiler
guenon
giymiş olmak (Un mendiant en guenilles).
guenon diş. 1. Bir maymun cinsi. 2. Dişi maymun. 3.
mec. Çok çirkin kadın, maymun suratlı kadın
(C'est une vieille guenon).
guépard er. hayb. Çita, birtüryaban kedisi, °gepar.
guêpe diş. Yabanansı. § Taille de guêpe: İnce bel,
ince beden. Une fine guêpe: Yolsuz kadın, kibar
orospu. Pas folle, la guêpe!: O ne malın gözüdür!
kolay kolay kül yutmaz!,
guêpier er. 1. Yabanarısı kovanı, yabanarısı yuvası.
§ Guêpier vert: Yeşil arıkuşu. § Se fourrer, tomber
dans un guêpier: Arı kovanına çomak sokmuş
olmak, tehlikeli bir duruma düşmek,
guêpière diş. Beli ince gösteren dar korse,
guère bel. Ne,, .guère: l.(Sıfatyadabelirteçönünde
geldiğinde) Pek... değil, pek öyle... değil, pek
de... değil, hiçde... değil (Il n'est guère intelligent;
ce ne sera guère difficile. Vous ne l'avez guère bien
reçu). 2. (Eylemle birlikte) Pek ...memek (Il
n 'aime guère cette peinture. Cette coiffure ne lui va
guère). 3. (Ad önünde) Ne... guère de: Pek, o
kadar... (Iln 'a guère de courage. Il ne mange guère
de poisson). 4. Ne ... guère que: Hemen hemen
yalnız... ancak (Il n'y a guère que vous qui
puisisiez faire cela- Bunu yapabilecek hemen
hemen yalnız siz varsınız, ancak siz varsınız. Cela
n'arrive guère qu'en hiver: Bu hemen hemen
yalnız kışın olur).
guéret er. 1. Nadas, nadas edilmiş tarla. 2. (Şiir
dilinde) Tarlalar, ekinler. § Laisser en guérets:
Nadasa bırakmak, dinlendirmek (Laisser une
partie de ses terres en guérets). Lever, relever les
guérets: Nadas kaldırmak.
uéri,e s. 1. İyileşmiş, sağalmış (Un malade guéri).
2. mec. Etre guéri de: -den bıkmak, illallah demek
(Je suis guéri des bêtes, je n'en veux plus. Il était
guéri de dépenser pour de pareilles bêtises!).
uéridon er. Tek ayaklı yuvarlak masa.
guérilla diş. 1. Çete savaşı, "gerilla. 2. Çete (Chef de
guérilla).
uérillero er. Çeteci, "gerillacı,
uérir gçl. 1. İyileştirmek, iyi etmek, sağaltmak (Ce
médicament vous guérira). 2. Geçirmek,
düzeltmek, tedavi etmek (Guérir une maladie, un
mal, un défaut). 3. Guérir qn de qch: a) Birinin
-sini tedavi etmek .geçirmek (Il m'a guérie de mon
ulcère à l'estomac), b) Birini -den kurtarmak,
birinin -sini geçirmek, düzeltmek (Il faut le guérir
de ses obsessions. Pourra-t-on le guérir de sa
timidité? Rien ne peut le guérir de sa jalousie). 4.
Etre guéri de qch: -den bıkmış olmak, usanmış
olmak, -e karşı hiçbir isteği kalmamış olmak (Je ne
m'occuperai plus de lui, j'en suis guéri: Artık

687

guerre
onunla uğraşmayacağım, bıktım usandım). S.gsz.
Sağalmak, iyi olmak, iyileşmek (Situ veux guérir,
il faut te soigner). 6. gsz. Geçmek, düzelmek,
sağalmak, iyileşmek (Un rhume qui ne veut pas
guérir. Sa plaie a guéri vite. Une passion qui ne
guérira pas). § Se guérir: 1. İyileşmek, iyi olmak,
sağalmak (Il se guérira peu à peu). 2. Se guérir de
qch: -den kurtulmak, yakasını kurtarmak (Il ne
s'est pas encore guéri de ses préjugés).
guérison diş. Sağalma, iyileşme, kurtulma, iyi
olma, "şifa (La guérison d'une maladie, d'une
plaie, d'un chagrin).
guérissable s. Sağalabilir, iyileşir, iyi olur, geçer
(Une maladie guérissable. Un blessé guérissable).
guérisseur, euse ad. 1. İyileştirici, sağaltıcı, sayrılık
geçirici (Les Anglais considèrent la mer comme
une grande guérisseuse). 2. Üfürükçü, hekimlik
belgesi olmadan hekimlik yapan kimse (Procès
intenté par l'ordre des médecins contre un
guérisseur).

guérite diş. Nöbetçi kulübesi (Factionnaire qui


monte la garde devant sa guérite).
guerre diş. 1. Savaş, "harp (Guerre de défense,
guerre de libération, guerre d'agression, guerre de
conquête. Guerre terrestre, guerre aérienne,
guerre navale. Guerre chimique,
guerre
bactériologique, guerre atomique. Guerre éclair:
Yıldırım savaşı. Guerre civile, guerre intestine: İç
savaş. Blessé de guerre, mutilé de guerre,
prisonnier de guerre). 2. 'Savaşım, "mücadele,
savaş (Guerre économique, guerre froide, guerre
idéologique, guerre des nerfs, guerre de
propagande). 3. (Büyük harfle) Milli Savunma
Bakanlığı (Ministère de la Guerre de denir). §
Gens de guerre: Askerler. Nom de guerre: Takma
ad. De bonne guerre: Yasa ve kurallara uygun,
oyunun kurallanna uygun, açıkça, erkekçe (C'est
de bonne guerre). De guerre lasse: Uzun bir
direnmeden sonra, bıkıp usanarak (De guerre
lasse, il a fini par nous recevoir). Aller à la guerre,
en guerre: Savaşa gitmek. Déclarer la guerre
contre: -e karşı savaş ilân etmek. Entrer en
guerre, dans la guerre: Savaşa girmek. Faire la
guerre a qn: Birine durmadan sitemlerde
bulunmak, laf çakıştırmak. Faire la guerre à qch:
-ile mücadele etmèk, savaşmak, -in kökünü
kurutmaya çalışmak (Faire la guerre aux abus, aux
injustices). Gagner la guerre: Savaşı kazanmak.
Mourir à la guerre: Savaş alanında ölmek, şehit
olmak, er meydanında ölmek. Obtenir les
honneurs de la guerre: a) Silahlarını düşmana
teslim etmeden bir kaleden çıkma iznini
sağlamak, b) Bir işin içinden yüzünün akıyla
guerrier
çıkmak. Perdre la guerre: Savaşı yitirmek.
Revenir de la guerre: Savaştan dönmek. Vivre en
guerre avec qn, vivre (être) sur le pied de guerre
avec: -ile sürekli kavga içinde olmak, -ile didişip
durmak (Ils vivent en guerre avec leurs voisins. Il
est sur le pied de guerre avec tout le monde). A la
guerre comme à la guerre: (Kötü koşulları hoş
göstermek için kullanılır) Her şeye katlanmak
gerek; ne yapalım buna da katlanmamız gerek. Si
tu veux la paix, prépare la guerre: Hazır ol cenge
eğer ister isen sulh ü salah; barış isteyen savaşa
hazır olmalı.
guerrier, ère s. 1. Savaşa değgin, savaşla ilgili
(Champ guerrier; la trompette guerrière a sonné).
2. Savaşçı, savaşmayı seven, iyi savaşan (Un
peuple guerrier, une race guerrière). 3. er. Savaşçı,
asker.
guerroyer gsz. 1. Savaşmak. 2. Guerroyer contre: a)
-e karşı savaşmak (Le seigneur guerroyait contre
ses vassaux), b) mec. -ile mücadele etmek, -ile
savaşmak (Guerroyer contre les abus, contre les
injustices). 3. gçl. -e karşı savaşmak, ile mücadele
etmek (Guerroyer un roi, un tyran).
guet er. 1. (Eskiden) Gece karakolu, nöbet (Postes
de guet. Sentinelle chargé du guet. Guet à cheval, à
pied). 2. (Şimdi) Gözetleme. § Avoir l'oeil au
guet, l'oreille au guet: Gözü, kulağı kirişte olmak.
Etre au guet, faire le guet: Gözetlemek; pusuda
olmak, pusuya yatıp kollamak,
guet-apens er. Pusu. § Attirer qn dans un guetapens: Birini pusuya düşürmek. Tendre
un guetapens contre qn:-e pusu kurmak. Tomber dans un
guet-apens: Pusuya düşmek,
guêtre diş. Tozluk.
guêtrer gçl. Tozluk taktırmak, -e tozluk takmak. §
Se guêtrer: Tozluklarını takmak,
guetter gçl. 1. Pusu kurup beklemek (Guetter le
gibier. Le chat guette une souris. Guetter
l'ennemi). 2. Gözetlemek, kollamak, gözlemek
(Guetter une occasion, guetter le signal, guetter le
bon moment). 3. Yolunu gözlemek, sabırsızlıkla
beklemek (Guetter le facteur; le chien guette son
maître).
guetteur er. Gözetleyici; nöbetçi.
gueulante diş. argo. Bağırış, haykırış, "nağra
(Elèves qui poussent une gueulante).
gueulard er. 1. den. Ses borusu. 2. Yüksek fırın
bacası. 3. den. argo. Küçük top.
gueulard,e s. ve ad. 1. hlk. Açgözlü, obur. 2. hlk.
Farfara, çığırtkan, ağzı kalabalık (Faites taire ce
gueulard!).
gueule diş. 1. Hayvan ağzı (La gueule du lion, d'un
chien, d'unpoisson). 2. (Fırın, tünel gibi şeylerde)

688

guiches
Ağız (La gueule d'un métro, d'un haut fourneau,
d'un tunnel, d'un pot, d'un canon). 3. hlk. Ağız;
yüz, surat (Ferme ta gueule!). 4. tkz. Görünüş,
görünüm (Ce chapeau a une drôle de gueule). §
Une fine gueule: hlk. Boğazına düşkün kimse.
Avoir une bonne gueule: Eli yüzü düzgün olmak.
Avoir une sale gueule: Çirkin, suratsızın teki
olmak. Avoir la gueule de bois: Ağzı yapış yapış
olmak, ağzı çiriş gibi olmak. Avoir de lagueule:
argo. Esaslı olmak, kıyak olmak, iyi bir şey olmak
(Ce tableau a de la gueule). Casser la gueule à qn:
-in yüzünü gözünü dağıtmak, çenesini dağıtmak,
yüzünü çarşamba çarığına döndürmek. Etre fort
en gueule: Farfara olmak, çığırtkan olmak,
söyledikleri hep lafta kalmak. Faire la gueule:
Suratasmak. Se casser la gueule: Düşmek. Sefaire
casser la gueule: Ölmek, öldürülmek. Se jeter
dans la gueule du loup: Kendini aslan ağzına
atmak, büyük bir tehkileye atılmak. Ta gueule!:
Kapa çeneni, sus!
gueule-de-loup er. bitb. Aslanağzı (Gueule-de- lion
da denir).
gueulement er. Bağırtı, bağırma; haykırış,
haykırma.
gueuler gsz. 1. hlk. tkz. Bağırmak, bağıra bağıra
konuşmak; havlamak(// ne cesse pas de gueuler.
La radio gueule). 2. gçl. Bağırarak söylemek,
haykırmak (Gueuler des ordres, des injures).
gueuleton er. Bol yemek (Faire un bon petit
gueuleton pour fêter un anniversaire).
gueletonner gsz. tkz. Tıka basa yemek yemek, bol
bol yiyip içmek,
gueuse diş. 1. Yüksek fırından çıkmış durumdaki
• erimiş demir yığını. 2. Erimiş madenlerin içine
döküldüğü kum kalıbı; döküm kalıbı,
gueusaille diş. tkz. Serseri takımı, kopuk takımı, it
takımı, dilenci takımı,
gueusailler gsz. Dilencilik etmek; ondan bundan
para dilenip serserice yemek,
gueusarder. tkz. Alçak herif, itin teki.
gueusergsz. Dilenmek, serserice yaşamak,
gueuseriediş. 1. Dilencilik. 2. Alçaklık, bayağılık.
3. Önemsiz, değersiz şey; bayağı şey.
gueux, euse s. ve ad. 1. Dilenci, baldırı çıplak,
serseri (Mener une vie de gueux). 2. Alçak,
namussuz, dolandırıcı. 3. diş. Yoldan çıkmış
kadın, orospu. § Courir la gueuse: mec. Yoldan
çıkmak, düşük bir yaşantı içine girmek,
gui er. 1. bitb. Ökseotu. 2. den. Bomba denilen
seren.
guibole, gibolle diş. hlk. Bacak,
guiches diş. ç. Perçem, kâkül, zülüf (Avoir des
guiches sur le front, porter des guiches sur les
guichet
tempes).
guichet er. 1. Büyük bir kapıda açılmış küçük kapı,
küçük penccre, enik kapı (Le guichet d'une
prison, d'une cellule. Passer son repas à un détenu
parleguichet. Le portail est muni d'un guichet). 2.
Bir bölmede açılmış küçük pencere, gişe (Faire la
queue au guichet. Adressez-vous au guichet).
guichetier,ère ad. Gişe memuru; "müracaat
memuru.
guide er. 1. Kılavuz, "rehber (Suivez le guide.
Donner un pourboire au guide). 2. mec. Doğru yol
gösterici, kılavuz (Il n'a d'autre guide que l'amour
de la vérité). 3. Önder (Le guide d'un peuple). 4.
Kılavuz kitap, el kılavuzu (Le guide illustré de
Turquie). 4. diş. tzci gençkiz. § Prendre qn, qch
pour guide: -i kendine kılavuz almak, kılavuz
edinmek. Servir de guide à qn: -e kılavuzluk
etmek.
guide-âne er. 1. Küçük kılavuz kitap. 2. (Düz
yazmak için kâğıdın altına konulan) Çizgili altlık,
guider gçl. 1. Kılavuzluk etmek, yol göstermek
(Guider un étranger qui demande son chemin.
Guider un enfant dans ses études). 2. (Taşıt)
Sürmek (Guider un bateau, un avion). 3.
Yönetmek, yön vermek (Il est guidé par une
discipline de fer). § Se guider: 1. Yönünü bulmak,
yolunu bulmak (Cet aveugle se guide à l'aide d'un
bâton). 2. Se guider sur qch: -e göre yönünü
saptamak, -i izlemek (Se guider sur le soleil. İlse
guide sur son maître),
guides diş. ç. Dizgin, dizginler (Tirer sur les guides:
Dizginlerini çekmek.
Lâcher les guides:
Dizginlerini bırakmak). § Mener la vie à grandes
guides: Sağlığını ve parasını hesapsızca
harcamak.
guidon er. 1. ask. Piyade filaması. 2. den. Komuta
filaması. 3. (Silahlarda) Arpacık. 4. (Bisiklette)
Gidon.
guifette leucoptère diş. hayb. Akkanatlı deniz
kırlangıcı.
guignard,es. ve ad. tkz. Bahtsız, "şanssız, "talihsiz,
guigne diş. 1. Bir tür kiraz. 2. tkz. Bahtsızlık,
tahilsizlik, şanssızlık. § Avoir la guigne: Şanssız
olmak, talihsiz olmak. Porter la guigne à qn: -e
şanssızlık getirmek, uğursuzluk getirmek. Se
soucier de qn, de qch comme d'une guigne: -e hiç
mi hiç aldırmamak, vız gelir tırıs gider demek,
guigner gçl. 1. -e göz ucuyla bakmak, kaçamak
bakmak (Guigner unefemme au passage. Il guigne
mon jeu). 2, mec. -e göz dikmek (Guigner une
place, un héritage, un beau parti). § Guigner de
l'œil, du coin de l'œil: Göz ucuyla bakmak,
guignier er. Bir tür kiraz ağacı.

689

guinder
guignol er. 1. Kukla; kukla oyununda soytarı. 2.
Kukla oyunu (Mener ses enfants au guignol). 3.
mec. Soytarı. 4. hlk. Jandarma. § Faire le guinol:
Soytarılık etmek,
guignolet er. Bir tür kiraz likörü,
guignonerffcz. (Eski)Şanssızlık, talihsizlik. §Avoir
du guignon: Şanssız olmak, talihi olmamak,
guilde diş. Lonca (Les guildes du moyen-âge).
guili-guili er. Gıdı gıdı. § Faire guili guili à qn: -i
gıdıklamak, -e gıdı gıdı yapmak,
guillaume er. Küstere, lâmba (yuva) açmaya
yarayan rende,
guilledou er. tkz. Çapkınlık. § Courir le guilledou:
Çapkınlık etmek,
guillemet er. dilb. Tırnak işareti (Mettre qch entre
guillemets).
guillemetergç/. Tırnak işareti arasına almak, tırnak
içine almak (Guillemeter une citation).
guillemot er. hayb.
Antarktika'da
yaşayan,
penguene benzer perdeayaklı bir kuş.
guilleret,te s. Şen, şakrak; canlı dipdiri,
guillochage er. Menevişleme, meneviş yapma;
meneviş yapılma,
guilloche diş. Kazı kalemi, arda, çapla, tığ kalem,
çelik kalem.
guillocher gçl. Menevişlemek (Guillocher une
plaque de cuivre).
guillocheur er. Meneviş yapan işçi, menevişçi;
oyma ressamı,
guillochis er. Meneviş.
guillotine diş. 1. Giyotin. 2. Ölüm cezası
(Condamner à la guillotine).
guillotiner gçl. Giyotinle kafasını uçurmak
(Guillotiner un assassin).
guillotineur er. Giyotinci, giyotin cellâdı, cellât,
guimauve diş. bitb. Hatmi, hatmi çiçeği,
guimbarde diş. 1. Çocukların çaldığı bir tür ağız
tamburası. 2. Kötü gitar. 3. Sap arabası. 4. tkz.
Eski püskü araba, eski otomobil,
guimpe diş. Rahibe yaşmağı,
guinehe diş. tkz. Balo.
guineher gsz. hlk. Dans etmek,
guindage er. Yısa etme, palanga yada maçuna ile
kaldırma.
guindé,e s. 1. Süslü püslü, şişirme, tumturaklı (Un
style guindé). 2. Yapmacıklı, doğallıktan uzak (II
a un air guindé).
guinder gçl. 1. Yısa etmek, palanga yada maçuna ile
kaldırmak. 2. mec. Şişirmek, tumturaklı yapmak,
süsleyip püslemek, yapmacıklı kılmak. § Se
guinder: Kasılmak, kurulmak; yapmacak
yapmak, yapmacığa kaçmak (Il se guindé dans ses
vêtements noirs; le récit se guindé un peu).
guingois
guingois (de) bel.Ters, tersine, aksine (Tout va de
guingois: Her şey ters gidiyor).
guinguette diş. hlk. Kır kahvesi, kır meyhanesi,
guipage er. Gipür yapma, kabartmalı dantel
yapma.
guiper gçl. (Tirşe üzerine) Kabartma şekiller
yapmak, gipür yapmak,
guipure diş. Kabartmalı dantel, gipür.
guirlande diş. 1. Yaprak yada çiçekten bezek
kordonu, taç (Guirlande de fleurs, guirlande de
diamants).
guise diş. "Tarz, biçim. § A ma (ta, sa, notre votre,
leur) guise: Keyfine göre, istediği gibi, nasıl
isterse (Il agit à sa guise. Nous vivons à notre
guise). A votre guise: Nasıl isterseniz, keyfiniz
bilir. En guise de: 1. -in yerine (Il écrivait sur ses
genoux en guise de pupitre). 2. -olarak (Il nous a
servi des sardines en guise de repas. En guise de
consolation, il lui fit cadeau d'un livre).
guitare diş. Gitar, kitara (Mon fils joue de la
guitare). § Avoir une belle guitare: argo. Dolgun
kalçaları olmak. C'est toujours la même guitare:
Hep aynı nakarat,
guitariste ed. Gitarcı, gitar çalan,
guitoune diş. ask. argo. Kamp çadırı,
guivre diş. Yılan.
gulden er. Hollanda altın parası, gulden altını,
gummifère s. Zamk çıkaran, zamk veren,
gunite diş. Çimento ve kum karışımı, harç.
guppy er. hayb. Küçük bir tür akvaryum balığı,
gulf-stream er. coğr. Golfstrim, körfez akıntısı,
gus, guss er. ask. argo. Herif, herifçioğlu.
gustatif,ive s. 1. Tatmaya değgin, tatsal (Perte de la
sensibilité gustative). 2. (Şaka) Çok güzel,
ağzınıza lâyık,
gustation diş. Tatma (Organe de la gustation).
gutta-percha diş. Güteperka, kablo yapımında
kullanılan kavuçuğa benzer zamklı bir madde,
guttural,es. 1. Gırtlağa değgin (Artèregutturale). 2.
Gırtlaktan çıkan (Toux gutturale, voix gutturale).
3. diş. dilb. Gırtlak sesi, boğazsıl.
gymnase er. 1. (Eski Yunan'da) Beden eğitimi
kurumu, beden eğitimi okulu (Les athlètes grecs
s'entraînaient dans le gymnase). 2. (Almanya'da)
Klasik dillerin okutulduğu ortaöğretim okulu,
lise.
gymnasiarque er. (Eski Yunan'da) Beden eğitimi
okulu yönetmeni. 2. (Az kullanılır) Cimnastikçi.

690

gyrostat
gymnaste ad. 1. (EskiYunan'da ) Beden eğitimi
öğretmeni.
2.
Cimnastikçi
(Equipe
de
gymnastes).
gymanstique diş. 1. Beden eğitimi, cimnastik (Les
élèves font de la gymnastique). 2. mec. Alıştırma,
çalıştırma, "egzersiz (Gymnastique de l'esprit, de
lapensée). 3.s. Cimnastiğedeğgin (Entraînement
gymnastique).
gymnospermes, bitb. Açiktohumlu.
gymnospermes er. ç. bitb. Açiktohumlular.
gymnote er. hayb. Elektrikli yılanbalığı.
gymnotidés er. ç. hayb. Elektrikli-yılanbalığıgiller.
gymnuretft'j. hayb. Malaya kirpisi,
gynandromorphisme er. biy. hayb.
Karma
eşeylilik.

gynécée er. 1 (Eski Roma ve Bizans'ta) Harem


dairesi. 2. bitb. Dişi organ,
gynécologie
Kadın hekimliği, kadın hastalıkları
hekimliği; nisaiyecilik.
gynécologique s. Kadın hastalıklarına değgin
(Examen gynécologique).
gynécologiste, gynécologue ad. Kadın hastalıkları
hekimi, "nisaiyeci,
gynécomastie diş. Erkeklerde memelerin anormal
büyümesi.
gynécophobie diş. Kadından tiksinme hastalığı,
kadından kaçma, kadın düşmanlığı, kadın
sevmezlik.
gypaète er. hayb. Kuzukartalı; uşak kapan denilen
akbaba,
gypse er. yerb. Alçıtaşı, jips.
gypseux,enses. Alçıtaşı yapısında, alçıtaşından.
gypsophile diş. bitb. Ak çiçekli otsu bir bitki,
gyriner. hayb. Subiti, "girinus.
gyromètre er. Yön göstermeye yarayan alet, *yöngöstergesi.
gyroscope er. 1. Dünya'nın kendi ekseni etrafında
döndüğünü gösteren aygıt, jiroskop. 2. (Gemi ve
uçaklarda) Dengede durmayı sağlayan düzen,
dengeleme dizgesi. 3 . f i z . Düzdöner, jiroskop,
dönerken eksenini hep bir doğrultuda tutma
eğiliminde olan nesne,
gyroscopique s. Düzdönere değgin, jiroskopla
ilgili; jiroskopla donatılmış (Effet gyroscopique.
Compas gyroscopique).
gyrostat/^wjsto/a.Ekseni etrafında hızlı bir dönme
hareketi yapan cisim, jirosta (Application du
gyrostat à des fins de stabilisation).
h
H,h er. Fransız abecesinin sekizinci harfi. Buharfya
yokmuş gibi hiçbir ses vermez (h muet), yada
başlarında bulunduğu sözcüklerin kimisinde yine
hiçbir ses vermemekle birlikte, ulamaya engel
olur(h aspiré). Örneğin: L hommesözcüğündeki
h, muet olduğu için bu sözcük lom okunur, ama le
héros sözcüğündeki aspiré olduğu için lero değil lö
ero okunur. Ayrıca, p,c ve g harfleriyle harf
grupları yaparak şu sesleri verir: ph=f, ch=ş
(Yunancadan ve başka eski dillerde geçen
sözcüklerde) ch=k, ghi=gi, ghe=ge.
ha ün/. 1. (Şaşma anlatır) A! Ya! (Ha! Cet enfant est
votrefils?:A ! Bu çocuk sizin oğlunuz mu?). 2. Ha!
Ha!: (Gülüş) Hah, hah, hah!
"habanera diş. 1. Havana kaynaklı bir İspanyol
dansı (Danser une habanera). 2. Havana dans
havası (Habanerapour violon).
habiles. 1. Usta, becerikli (Un chirurgien habile, un
ouvrier habile et expérimenté. L'affaire est entre les
mains habiles). 2. Kurnaz, düzenci (Il est trop
habile pour être honnête). 3. Habile à f.qch:
-mekte usta, çok becerikli, eşsiz (Un homme
habile à tromper. Elle est habile à détourner la
conversation). 4. Habile à qch: -de çok becerikli,
usta, eşsiz (Etre habile à un jeu d'adresse). 5.
Zekice, ustaca (Une opération habile). 6. huk.
Yetkilùlyeterlikli, °ehil.
habilement bel. Ustaca, uzlukla, beceriklice, zekice

(Homme politique qui conduit habilement une


négociation. Mener habilement une affaire).
h a b i l e t é 1 . Uzluk, beceriklilik, ustalık (Habileté
demain. Travailfait avec habileté). 2.ç. İncelikler
(Les habiletés d'un métier).
habilitation diş. 1. Yetkilendirme. 2. Doçentlik
sınavı. 3. huk. Ergin kılma, ergin kılınma,
habilité diş. huk. 1. Yetkililik; yeterlilik, yeterlik
"ehliyet (Habilité à contracter mariage). 2.
Yetenek (Nous n'apportons point en naissant
l'habilité à faire ces choses).
habiliter gçl. Habiliter qn à f.qch: Birine -mek
yetkisi vermek, - meye yetkili kdmak,
yetkilendirmek
(Le
gouvernement
vient
d'habiliter le Ministre des Affaires étrangères à
signer le traité).
habillable s. Giydirilebilir (Rien ne lui va; il n'es t pas
habillable).
habillage er. 1. Giydirme; giyinme (Habillage d'un
acteur. Salon d'habillage). 2. (Kullanılış amacına
göre) Hazırlama (Habillage d'une bête de
boucherie, d'une montre, d'un arbre). 3. Döşeme,
kumaşlama, kumaşını geçirme (Habillage d'un
fauteuil, d'une chaise). 4. Etiketini yapıştırma,
etiketleme,
kâğıtlama
(Habillage
d'une
bouteille).
habillé,e s. 1. Giyimli, giyinik (Je ne peux pas vous
recevoir, je ne suis pas habillé. Se coucher tout
habillement
habillé). 2. Şık, güzel (Une robe très habillée).
habillement er. 1. Giydirme (L'habillement des
troupes). 2. Giyim (Magasin d'habillement). 3.
Giysi, giyim kuşam, giyim (Un habillement
bizarre).
habiller gçl. 1. Giydirmek (Habiller un enfant). 2.
(Giyilen şey) İyi gelmek, yakışmak (Ce costume
l'habille bien. Rien ne m'habille). 3. (Birini) Çok
eleştirmek, yermek, aleyhinde atıp tutmak (II
habille tout le monde). 4. Habiller qn de qch:
Birine... giydirmek (Habillez votre fils de laine
pour l'envoyer à la montagne). 5. Kullanış
amacına uygun duruma getirmek, hazırlamak
(Habiller un poulet, une montre, un arbre, une
bête de boucherie). 6. Özünü, anlamını
değiştirecek biçimde süslemek, allayıp pullamak
(Habiller un texte, undiscours). 7. Habiller qch de
qch: a) -ile kaplamak, çevirmek, döşemek
(Habiller un fauteuil de housses. Habiller un mur
de plantes grimpantes), b) -ile süslemek (Orateur
qui habille ses pensées banales de phrases
sonores). 8. Habiller qn en qch: Birini... kılığına
sokmak, biçiminde giydirmek (Habiller un enfant
en soldat. Habiller en civil). 9. Etiketini
yapıştırmak, tıpasının üstüne kâğıt geçirmek
(Habiller une bouteille). 10. (Basımcılıkta) Bir
resmin çerçevesine yazı dizmek. § S'habiller: 1.
Giyinmek (S'habiller court, s'habiller long,
s'habiller légèrement). 2. S'habiller de qch: -1er
giyinmek (S'habiller de noir, de blanc). 3.
S'habiller en qch: ... kılığına girmek, (La petite
fille s'habilla en Colombine).
habilleur, euse ad. (Tiyatro ve sinemada)
Oyuncuları giydiren kimse, giydirici,
habiter. 1. Resmi elbise, frak (L'habit est de rigueur
à ce dîner officiel). 2. Giyim, "kıyafet ( Un habit de
gala. Un habit d'huissier. Habit de deuil. L'habit
militaire). 3. ç. Giysi, "elbise (Mettre ses habits,
ôter ses habits. Marchand d'habits, brosse à
habits). § Habit vert: Akademi üyelerinin resmi
giyimi. Prendre l'habit: Din adamı olmak, papaz
olmak. Quitter l'habit: Papazlıktan ayrılmak, din
adamlığını bırakmak. L'habit ne fait pas le moine:
Sarık sarma ile hoca olunmaz; altın semer vursan
eşek yine eşektir,
habitabilité diş. Oturulabilirlik.
habitable s. Oturulabilir; içinde yaşanabilir (Une
maison habitable. Sous un tel régime politique ce
pays n'est plus habitable).
habitacle er. 1. (Şiir) Ev, konut, barınak. 2. den.
Pusula kutusu. 3. (Uçakta) Pilot kabini,
habitant,e ad. 1. Oturan, eğleşen, "sakin (Les
habitants de la banlieue, de l'immeuble, du globe

692

habitué
terrestre). 2. Nüfus (La Turquie compte près de
cinquante millions d'habitants. Les habitants d'un
pays, d'une ville). 3. İnsan, adam (Les habitants
des cavernes. Tous les habitants de la Terre). 4.
argo. Bit, pire (Avoir des habitants: Bitlenmek). §
Les habitants de l'air: Kuşlar. Les habitants des
bois: Yaban hayvanlar. Les habitants des eaux:
Balıklar. Les habitants de l'Olympe: Söylence
tanrıları. Les habitants du Parnasse: Ozanlar,
habitat er. 1. (Bitki ve canlılar için) Yetişme yeri,
yurt, yatak. 2. Yerleşme biçimi, yerleşme
(Géographie de l'habitat. Habitat rural, urbain).
3r Konut; konut koşulları (Amélioration de
l'habitat).
habitation diş. 1. Oturma (Améliorer les conditions
d'habitation). 2. Ev, konut, barınak (Changer
d'habitation. Construire des habitations).
habité,es. Oturulan, içinde insan yaşayan, "meskûn
(Planète habitée. Château habité).
habiter gsz. 1. Oturmak, yaşamak (Habiter à la
campagne, chez des amis, en banlieue, dans un
château). 2. gçl. -de oturmak, yaşamak (Habiter
une maison, un palais, un quartier mal famé.
Habiter la ville, la campagne). 3. mec. Sürekli
olarak -de bulunmak, yakasını bırakmamak
(L'enthousiasme habite son cœur. Une douleur
sourde m'habitait). § Habiter au diable:
Cehennemin dibinde oturmak, çok uzakta
oturmak. Habiter porte à porte: Kapı komşusu
olmak; bitişik evde, dairede oturmak,
habitude diş. 1. Alışkı, "âdet (Ce qui forme les
habitudes, ce sont les actes fréquents et réitérés). 2.
Alışkanlık, "itiyat (Il ne faut pas être esclave de ses
habitudes). 3. Alışma, alışmıştık (Elle a une
grande habitude des enfants. L'habitude du
malheur). 4. Gelenek, görenek, töre (Se
conformer aux habitudes du pays. Avoir des
habitudes de paysan, debourgeois). § D'habitude:
Çoğu kez, genellikle, her zaman (D'habitude, je
me lève tard. Il vient d'habitude le mardi. Le café
est meilleur que d'habitude). Comme d'habitude:
Her zaman olduğu gibi. Par habitude:
Alışkanlıkla, düşünmeden, makina gibi (Iltourna
par habitude le bouton de la radio). Avoir
l'habitude de f. qch: -meye alışmak, -mek
alışkanlığı olmak (lia l'habitude de se coucher sur
la droite). Avoir l'habitude de qch: ...deneyi
olmak, kullanılmasını bilmek (Acteur qui a une
longue habitude de la scène. Je n'ai pas l'habitude
de cette voiture, de ces méthodes).
habitué,e ad. 1. Sürekli müşteri, gedikli (Le garçon
de café servait toujours en premiers les habitués).
2. Tanıdık, sürekli gelip giden (C'est un habitué de
habituel
la maison).
habituelles. 1. Alışılan, alışılmış, alışkanlık haline
gelmiş (Une expression habituelle dans sa
bouche). 2. Herzamanki, günlük, olagelen
(Expédier les affaires habituelles. C'est l'histoire
habituelle). 3. Normal (Il souffre du foie de façon
habituelle). 4. Habituel à: -in alıştığı, -de sık sık
görülen (Ce comportement ne lui est pas habituel).
habituellement bel. 1. Genellikle, genel olarak, çok
kez (ila habituellement une serviette noire. Il fait
habituellement froid en février). 2. Alışkanlıkla,
alışıldığı üzre.
habituer gçl. 1. Alıştırmak. 2. Habituer qn, qch à
qch: -e alıştırmak (Habituer un enfant à la
politesse). 3. Habituer qn, qch à f.qch: -meye
alıştırmak (lia habitué son chien à venir manger
dans la main. Elle habitue ses enfants à se lever tôt).
4. Etre habitué à qch, à f.qch: -e alışkın olmak,
-meye alışık olmak (Nous sommes habitués au
bruit. Les enfants ne sont pas habitués à rester
seuls). § S'habituer: 1. S'habituer à qch: -e
alışmak (S'habituer au froid, à l'obscurité, à un
climat). 2. S'habituer à f. qch: -meye alışmak
(S'habituer à parler devant le public).
"hâblerie diş. Övüngenlik, palavra (Un discours
plein de hâbleries).
"hâbleur, euse s. ve ad. Övüngen, palavracı
(L'humeur hâbleuse des chasseurs. C'est un vrai
hâbleur).
*hachage, °hachement er. Kıyma, doğrama;
kıyılma, doğranma (Le hachage de la paille, de la
viande).
*hache diş. Balta (Hache à main. Hache de
bûcheron. Fendre du bois avec une hache). § Périr
sous la hache: Kellesi vurulmak, idam edilmek.
Porter la hache dans une administration: Bir
yönetimde bütün yolsuzluklara kesin son
vermek.
*haché,e s. 1. Kıyılmış, doğranmış; kıyma yapılmış
(Viande hachée, bifteck haché). 2. Kesik kesik,
kopuk kopuk (Style haché). 3. er. Kıyma (et),
"hache-légumes er. Sebze doğrama bıçağı, aleti,
"hacher gçl. 1. Kıymak, doğramak (Hacher de la
viande, des oignons. Hacher des feuilles de tabac).
2. Dağıtmak, zarar vermek, parçalamak,
birbirinden koparmak (Les rafales successives
hachèrent les bataillons qui montaient à l'assaut.
La grêle a haché la récolte). 3. mec. Kesmek,
yarıda bırakmak (La toux hachait ses phrases. Les
applaudissements hachaient le discours). 4.
Baltayla kesmek. 5. (Resimde) Tarama yapmak,
tarama çizgileri yapmak (Hacher une estampe). §
Hacher menu comme chair à pâté: Taş üstünde taş

693

haillonneux
omuz üstünde baş bırakmamak, yerle bir etmek,
pestil gibi ezmek. Hacher menu menu: Kıyım
kıyım doğramak. Se faire hacher: Vücudunun tek
bir parçası kalıncaya dek kendini savunmak. Se
faire hacher pour qn: -in uğrunda canını vermek;
-için yapmayacağı şey, katlanmayacağı şey
olmamak (Elle se ferait hacher pour vous).
"hachette diş. Küçük balta, nacak,
"hache-viande er. değişmez. Kıyma makinası.
"hachis er. I. Kıyma, et kıyması (Hachis de porc, de
mouton). 2. Kıymalı yemek,
"hachisch, haschisch er. Ar. 1. Kenevir. 2. Esrar,
afyon, haşhaş (Prendre du haschisch: Esrar
çekmek, esrar içmek).
"hachischin, haschischin er. 1. Esrarkeş. 2. tar.
Esrar içirilerek suça yöneltildikleri için, Şeyhülcebel denilen anarşist şeyhin
müritlerine verilen
ad, °haşhaşi, haşhaşiler.
"hachoir er. 1. Kıyma makinası, kıyma satırı. 2.
Kıyma tahtası,
"hachure diş. (Resimde) Tarama, tarama çizgisi,
"hachurer gçl. (Resmin) Tarama çizgilerini
vurmak, taramak (Le dessinateur hachurait à
grands traits l'ombre de son personnage).
"hadith er. Ar. Hadis,
"hadji er. Ar. Hacı.
"hagard,e s. 1. Sert, yabanıl (Oiseau hagard). 2.
Ürkmüş, şaşmış, afallamış (Les sinistrés avaient
tous le visage hagard).
hagiographe ad. 1. Ermişlerin yaşam ve
davranışlarım işleyen yazar. 2. Kahramanının
yaşamını
hep
güzel
yanlarıyla
yazan
yaşamöykücü.
hagiographie diş. 1. Ermişlerin yaşam ve
davranışlarını anlatan yazı. 2. Kutsal şeyler
bilgisi. 3. mec. Övgülerle dolu yaşamöyküsü.
hagiographique s. Ermişlerin yaşamına değgin
(Récits hagiographiques).
"hale diş. 1. Çit (Prairie bordée de haies; franchir
une haie). 2. Engel (Une haie de rochers,
d'écueils). 3. Bir yol yada geçit boyunca dizilmiş
yan yana insan sırası, "kordon, sıra (Une haie
d'agents de police). § Course de haies: Engelli
koşu. Faire la haie, former la haie: Sıra halinde
dizilmek, kordon meydana getirmek,
"haïku, haïkaï er. Üç dizgelik klasik japon şiiri,
hayku.
"haillon er. 1. Eski kumaş parçası, paçavra. 2.
Yıjtık pırtık giysi. § Etre en haillons: Paçavralar
içinde olmak, giysileri yırtık pırtık olmak,
"haillonneux,euse s. 1. Lime lime, yırtık pırtık
(Vêtements haillonneux). 2. Giysileri eski püskü,
yırtık pırtık giyinmiş, paçavralar içinde.
haine
»haine diş. 1. Kin, garez, düşmanlık. 2. Sevmezlik,
hoşlanmazhk, tiksinti (La haine de la guerre). § En
haine de: -e kızdığı için, -e karşı tiksintiden dolayı
(Organiser la révolte en haine des oppresseurs).
Avoir, concevoir, éprouver de la haine pour qn: -e
karşı kin duymak, kini olmak. Nourrir une haine
contre qn: -e karşı kin beslemek. Prendre qn, qch
en haine: -e düşman kesilmek, -i hiç sevmemek,
düşman bellemek. Susciter les haines entre:
Arasında düşmanlık, anlaşmazlık yaratmak
(Susciter les haines entre les partis).
»haineusement M . Kinle, kinli kinli,
»haineux,euse s. ve ad. 1. Kinci (Un caractère
haineux. Un haineux). 2. Kin dolu (Un regard
haineux).
•haïrgç/. 1. (Birine) Kini olmak, diş bilemek (Ils le
haïssent, mais ils le craignent en même temps). 2.
-den tiksinmek, hiç hoşlanmamak (Haïr la
dictature, l'hypocrisie, le mensonge). 3. Haïr def.
qch: -mekten tiksinmek, hiç hoşlanmamak, -meyi
sevmemek (Je hais d'être dérangé à chaque
instant). § Se haïr: Birbirinden tiksinmek, hiç
hoşlanmamak ( Ces deux hommes se haïssent mais
sont condamnés à vivre dans le même bureau).
»haire diş. Nefse eziyet için giyilen kıl gömlek,
»haïssables, iğrenç, tiksinç, tiksinti verici (Je trouve
la guerre haïssable).
»haje er. Gözlüklü yılan.
»halage er. (Gemiyi) Yedekte çekme (Halage d'un
bateau par un autre).
»halbran er. Genç yabanördeği.
•hâle er. Sam yeli (Le hâle'a fané les herbes). 2.
Güneş yanıldığı, esmerlik, esmerleşme, yanma,
kararma (Le hâle lui va bien).
*hâlé,e s. Yanmış, esmerleşmiş, kararmış (Il est
revenu h&lé de son séjour à la montagne. Peau
hâlée de soleil).
haleine diş. 1. Soluk, "nefes (Haleine qui sent le
tabac). 2. Soluk alma, soluma. 3. mec. Koku
(L'haleine des abattoirs). § A perdre haleine:
Soluğu tıkanıncaya dek (Courir à perdre haleine).
D'une haleine, d'une seule haleine: Bir solukta
(Débiter une phrase d'une seule haleine). De
longue haleine: Uzun soluklu; uzun bir zaman ve
çabayı gerektiren (Ouvrage de longue haleine).
Avoir l'haleine forte, avoir mauvaise haleine: Ağzı
kokmak, soluğu kokmak. Etre hors d'haleine:
Soluğu tıkanmak, soluk soluğa kalmak. Perdre
haleine: Soluğu tıkanmak. Reprendre haleine:
Soluk almak. Retenir son haleine: Soluğunu
tutmak. Tenir qn en haleine: -in dikkatini hep
uyanık tutmak, soluğunu kesmek, -e soluk
aldırmamak (Le romancier savait tenir ses lecteurs

694

halo
en haleine jusqu'à la fin).
halener gçl. (Köpek için) Koklamak,
»haler gçl. 1. (Halat vb.) Çekmek (Haler un câble,
un cordage à la main). 2. (Gemiyi) Yedekte,
çekmek, yedeğe almak,
»hâler gçl. I. Karartmak, esmerleştirmek (Il était
tout hâlé de soleil). 2. (Güneş, yel bitkileri)
Kavurmak.
»haletant,e s. 1. Soluğu tıkanmış, soluk soluğa
kalmış; çabuk çabuk soluyan (Chien haletant,
cheval haletant; poitrine haletante). 2. Haletant de
qch: -den soluğu tıkanmış (Il était haletant
d'émotion). 3. mec. Can atan, pek istekli (Une
foule haletante et cupide).
»halètement er. Soluma, soluk soluğa kalma, sık sık
soluma (Le halètement d'une personne qui a
couru).
»haleter gsz. 1. Solumak, sık sık solumak, soluk
soluğa kalmak (Haleter après une course. Haleter
de fièvre, de soif). 2. mec. Soluğu kesilmek,
şaşkınlıktan ağzı açık kalmak (Tout l'auditoire
haletait).
*haleur,euse ad. Akarsularda gemi yada kayık
çeken kimse, yedekçi.
haliaèteer. hayb. Akkuyruklu kartal,
halieutique s. 1. Balıkçılığa değgin. 2. diş.
Balıkçılık,
haliotide diş. hayb. Denizkulağı.
»hail [ol] er. Ing. Büyük salon, hol (Hall d'hôtel).
»hallage er. Pazar vergisi, hal vergisi,
hallali ünl. veer. Lâlâlâ. § Sonner l'hallali: Utkunun
yaklaştığını muştulamak, "zafer çığlıkları atmak,
»halle diş. 1. Pazar (Halle aux vins, halle au blé). 2.
ç. Sebze ve meyve hali, hal (Les Halles centrales de
la ville).
»hallebarde diş. Baltalı mızrak, teber. § H pleut des
hallebardes, il tombe des hallebardes: Bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyor,
»hallier er. 1. Sık çalılık. 2. Kuş ağı.
hallucinant,e s. Şaşırtıcı, olağanüstü (Il y a entre les
deux frères une ressemblance hallucinante).
hallucination diş. ruhb. *Sanrı, "birsam (J'ai cru le
voir ici, je dois avoir des hallucinations).
hallucinatoire s. 1. Sanrıh, sanrıyla ilgili (Vision
hallucinatoire). 2. Sanrı uyandıran, sanrıya yol
açan (Psychoses hallucinatoires).
halluciné,e s. vead. Sanrıları olan, sanrıh (Un poète
halluciné).
halluciner gçl. ruhb. Sanrıya düşürmek, sanrılar
uyandırmak, sanrılamak,
hallucinogènes. Sanrı uyandırıcı, sanrılara yol açan
(Les champignons hallucinogènes du Mexique).
»halo er. 1. Ayla, "hâle (Halo des réverbères dans le
halogénation
brouillard). 2. mec. Taç (Un halo de gloire).
halogénation diş. kim. Tuzverme.
halogènes, kim. Tuzveren.
halophiles. coğr. Tuzcul (Plantes halophiles).
*halte diş. 1. Mola, ara (La halte est finie, il faut
reprendre la route). 2. İstasyon, durak, "menzil (Il
faut arriver de bonne heure à la halte fixée). 3. Uni.
(Komut) Dur! §Halte-là: 1. (Nöbetçinin yaklaşan
bir yabancıya söylediği) Dur! Kimsiniz? 2. Artık
yeter! İşte o kadar! Dire halte à qch: -e dur demek,
-i durdurmak (Il faut dire halte à l'inflation
menaçante). Faire halte: Mola vermek, durmak
(Avant d'entreprendre l'escalade du dernier piton,
les alpinistes firent halte quelques instants).
haltère er. 1. Halter. 2. biy. Takmacik. § Faire des
haltères: Halter kaldırmak,
haltérophiles, ve ad. Halterci,
haltérophilie diş. Haltercilik,
"halva er. T. Helva.
*hamac er. Asma yatak, "hamak (Se balancer dans
un hamac).
"hamada diş. coğr. Kaya çölü; yalın-ova;
yontukdüz.
"hameau er. Küçük köy, köycük, kom.
hameçon er. Olta iğnesi. § Gober l'hameçon,
mordre à l'hameçon: Yutmak, aldanmak, zokayı
yutmak, tuzağa düşmek,
hameçonner
gçl.
(Oltaya)
İğne
takmak
(Hameçonner une ligne).
"hammam er. Hamam, Türk hamamı,
"hampe diş. 1. Bayrak direği, gönder. 2. Fırça sapı,
tavan süpürgesi sapı. 3. bitb. Bitkisapı, uzun çiçek
sapı (La hampe d'un roseau). 4. (Harflerde)
Kuyruk (La hampe de p, deh.).
"hamster [amstex ] er. Kızıl tüylü, ak karınlı bir çeşit
dağsıçanı.
"han er. İnsanın bir şey döverken her vuruşta
çıkardığı boğuk ses, hınk. § Faire un han, pousser
un han: Hınklamak, hınk demek,
"hanap [anap] er. (Ortaçağda) Bir tür maşrapa,
"hanche diş. 1. anat. Kalça (Hanches étroites,
larges, rondes). 2. (Gemide) Kıç. § Mettre les
mains, les poings sur les hanches: (Küstahlık yada
meydan okumak için) Elini beline dayamak.
Rouler des hanches: Kalçalarını oynatmak, kalça
kıvırmak (Marcher en roulant des hanches).
"hand-ball er. Eltopu, hentbol,
"handballeur er. Eltopçu, hentbolcu.
"handicap er. Elverişsiz durum, engel (Sa faiblesse
en mathématiques est un handicap pour la suite de
ses études. Franchir un handicap).
"handicaper gçl. Elverişsiz duruma düşürmek,
zarara uğratmak, engellemek (Sa blessure au
695

harassé
genou a sérieusement handicapé le coureur
cycliste).
"hangar er. Sundurma, hangar (Les hangars d'une
ferme, d'un terrain d'aviation. Hangar à récoltes,
hangar à locomotives).
"hanneton er. hayb. 1. Mayısböceği. 2. mec. tkz.
Şaşkın.
"hannetonnage er. Mayısböceklerini yoketme.
"hannetonner gsz. Mayısböceklerini yoketmek.
"hansart er. Kıyma satırı; kıyma makinesi,
"hanse diş. Ortaçağda, kimi Alman kentleri
arasındaki ticaret ortaklığı, Hansa birliği,
"hanté,e s. Cinli, perili (Château hanté).
"hanter gçl. 1. -de sık sık görünmek (Fantôme qui
hante un lieu). 2. -e sık sık gitmek (Hanter les
tripots, les mauvais lieux). 3.-ile görüşmek, düşüp
kalkmak (Hanter la noblesse). 4. -in yakasını
bırakmamak, kafasından hiç çıkmamak, kafasını
kurcalayıp durmak (L'idée du suicide le hante. Un
grand remords le hantait. Les rêves qui hantent son
sommeil). § Dis-moi qui tu hantes, je te dirai qui tu
es: Bana arkadaşını söyle, senin ne olduğunu
söyleyeyim.
"hantise diş. 1. (Eski) Görüşme, düşüp kalkma. 2.
Takınak, saplantı, "musallat fikir (Ila la hantise du
suicide).
haplologie diş. dilb. Hece yutumu, orta hece
yutumu.
"happement er. 1. Kapma, ağzıyla yakalama. 2.
Yapışma.
"happer gçl. 1. Kapmak, ağzıyla yakalamak (Chien
qui happe un morceau de viande. Le chat bondit et
happa la souris). 2. mec. Kapivermek (Le train
happa son bras). 3. gsz. Yapışmak, yapışıvermek.
"happy end er. yada diş. İng. Mutlu son.
"haquenée diş. Rahvan kısrak, rahvan at.
"haquet er. Fıçı, balya taşımak için ince uzun ve
kenarsız araba,
"hara-kiri er. Harakiri. § Faire harakiri: Harakiri
yapmak.
"harangue diş. 1. Söylev (Prononcer une harangue
enflammée). 2. mec. Bıktırıcı, usanç verici söz.
"haranguer gçl. 1. -e bir söylev çekmek, seslenmek
(Un orateur harangua la foule des ouvriers à, Ja
sortie de l'usine). 2. mec. -in kafasını ütülemek,
kafasını şişirmek (Il nous harangue du matin au
soir).
"harangueur,euse ad. 1. (Eski) Sözen, konuşmacı,
"hatip. 2. Söylevci, kafa ütüleyici.
"haras [axa] er. Hara, aygır deposu,
"harassant,e s. Çok yorucu, bitkin düşürücü (Une
besogne harassante).
"harassé,e s. Yorgunluktan canı çıkmış, bitkin.
harassement

696

•harassement er. Çok yorma; büyük yorgunluk,


bitkinlik.
•harasser gçl. Çok yormak, yorgunluktan
bitirmek, halsiz düşürmek,
•harcelant,e s. Hırpalayıcı, tedirgin edici
(Occupation harcelante, créancier harcelant).
•harcèlement er. Hırpalama, tedirgin etme (Guerre
de harcèlement).
•harceler gçl. 1. Hırpalamak, sarsmak, tedirgin
etmek (Harceler l'ennemi). 2. Harceler qn de qch:
Birini -lerle usandırmak, bıktırmak, tedirgin
etmek (Il nous harcelait de questions).
•harde diş. 1. Yaban hayvan sürüsü (Harde de cerfs,
de daims). 2. Köpekleri dörder dörder yada
altışar altışar bağlamaya yarayan bağ, köpek
koşum takımı. 3. Koşum köpekleri,
•harder gçl. (Köpekleri) Koşumlamak, dörder
dörder yada altışar altışar bağlamak (Harder les
chiens).
•hardes diş. ç. Pılıpırtı, eski püskü giysiler,
•hardi,e s. 1. Yürekli, gözüpek, atılgan (Guerriers
hardis, alpiniste hardi). 2. Atak, çekinmez. 3.
Yüzsüz, utanmaz, küstah (Une fille hardie. Vous
êtes bien hardi de m'interrompre ainsi). 3.
Cesurca, atılganca, atakça (Un projet hardi,
entreprise hardie). 4. Uni. Ha gayret! Göreyim
sizi! (Hardi, les gars!).
•hardiesse diş. 1. Yüreklilik, gözüpeklik,
atılganlık, "cesurluk (Avoir de la hardiesse:
Gözüpek olmak. Montrer de la hardiesse:
Yüreklilik göstermek). 2. Yüzsüzlük, utanmazlık,
küstahhk (Quelle hardiesse d'aller dire cela!). 3.
Atakhk, çekinmezlik.
•hardiment bel. 1. Yüreklilikle, korkmadan,
çekinmeden (Parler hardiment). 2. Yüzsüzce,
utanmadan, küstahça (Il nie hardiment).
•harem er. Ar. 1. Harem dairesi. 2. Haremdeki
kadınlar. § Avoir un harem: tkz. Birçok kadınla
birden ilişkisi olmak,
•hareng er. hayb. Ringa balığı. § Sec comme un
hareng: Sıska, çiroz gibi. Etre serrés comme des
harengs: Balık istifi gibi olmak, çok sıkışmak. La
caque sent toujours le hareng: Şeker, cinsine
•çeker. Altın palan vursan eşek yine eşektir.
•Harengaison diş. Ringa avı; ringa avı mevsimi,
•harengère diş. 1. Balıkçı kadın, balık satıcısı
kadın. 2. mec. tkz. Eli bayraklı kadın,
•harenguier er. Ringa balığı avlamakta kullanılan
gemi, ringa av gemisi,
•hargne diş. Hırçınlık, huysuzluk, kudurganlık
(Répondre avec hargne).
•hargneusement
bel.
Hırçınca,
huysuzca,
kudurganca.

harmonisation
•hargneux,euse s. Hırçın, kudurgan, huysuz (Une
femme hargneuse, un chien hargneux). § Chien
hargneux a toujours l'oreille blessé: Bela arayan
belasını bulur,
•haricot er. 1. Fasulye (Planter des haricots). 2.
Fasulye tanesi, fasulye (Haricots blancs, rouges.
Gigot de mouton aux haricots). § Des haricots!:
tkz. Hava alırsın ! C'est lafindes haricots: Felâket!
Yandık. İşte o zaman kıyamet kopar! Aller
manger des haricots: argo. Kodesi boylamak,
dama düşmek, hapse girmek. Courir sur le
haricot à qn: -in damarına basmak, canını sıkmak,
-i kızdırmak, rahatsız etmek (Tu commences à
nous courir sur le haricot avec tes pleurnicheries).
Toucher des haricots: hlk. Eline birkaç kuruş
geçmek.
•haridelle diş. Kurada, külüstür beygir,
•harlediş. hayb. Testeregagalıördek (Harlebièvre:
Büyük testeregagalı ördek. Harle petite: Küçük
testeregagalı ördek).
harmonica er. Armonika,
harmoniciste ad. Armonika çalan, armonikacı.
harmonie diş. 1. Uyum, "ahenk (L'harmonie des
voix, des instruments. L'harmonie des vers, des
couleurs).
2. müz.
Uyumbilim
(Traité
d'harmonie, les règles de l'harmonie classique). 3.
müz. Geniş kadrolu üflemeli sazlar takımı (Un
concert d'harmonie). 4. Uyuşma, bağdaşma
(L'harmonie
des sentiments). 5. Uyuşma,
anlaşma, barışıklık (L'harmonie qui règne dans
une société, dans une famille). § Harmonie
vocalique: dilb. Ünlü uyumu. Haramonie
consonantique dilb. Ünsüz uyumu. Harmonie
imltative: Benzekli uyum, "ahengi taklidi. Etre en
harmonie avec: -ile uyuşmak, bağdaşmak. Mettre
qch en harmonie avec: Bir şeyi -e uydurmak
(Mettre en harmonie les nouveaux immeubles avec
le caractère propre de la ville). Vivre en parfaite
harmonie avec qn: -ile dirlik düzenlik içinde
yaşamak, gül gibi geçinip gitmek,
harmonieusement bel. Uyumlu olarak, uyumlu bir
biçimde (Univers harmonieusement ordonné.
Chanter harmonieusement).
harmonieux,euse s. 1. Uyumlu, "ahenkli (Une voix
harmonieuse. Le développement harmonieux
d'une économie). 2. Hoş, güzel (Un visage
harmonieux).
harmoniques. 1. Uyuma değgin, uyumsal. 2. müz.
Ana sese katılan ses.
harmoniquement bel. 1. Uyumsal olarak, uyum
kurallarına göre. 2. Matematik kurallarına uygun
olarak.
harmonisation diş. 1. Bağdaştırma, uyuşturma,
harmoniser
uyuşur duruma getirme (Harmonisation des
divers intérêts). 2. müz. Uyum kurallarına
uydurma.
harmoniser gçl. 1. Uyumlu kdmak, bağdaştırmak,
uyuşturmak (Harmoniser les intérêts de plusieurs
personnes). 2. müz. Armonisini yapmak,
armonize etmek (Harmoniser un chant, un air). §
S'harmoniser: 1. Bağdaşmak, uyuşmak, birbirine
uymak (Ces couleurs s'harmonisent bien). 2.
S'harmoniser avec: -ile uyuşmak, bağdaşmak (Le
sentiment s'harmonisait avec le milieu).
harmoniste ad. müz. Uyumbilim uzmanı,
harmonium er. müz. Armoniyum.
•harnachement er. 1. (Hayvan) Koşum takma,
koşumlama. 2. Koşum takımı. 3 .mec. tkz. Ağır ve
gülünç kılık (Le harnachement des fantassins).
"harnacher gçl. 1. Koşum takmak, koşumlamak
(Harnacher un cheval). 2. mec. Gülünç bir
biçimde giydirmek, gülünç kılığa sokmak. § Etre
harnaché de qch: -i giymiş, takmış, sırtlamış,
kuşanmış olmak (Il partait pour une excursion en
montagne, harnaché de sacs, d'appareils
photographiques et d'objets hétéroclites). Se
harnacher: Giyinip kuşanmak; silah ve
gereçlerini takmak (Soldat, chasseur qui se
harnache).
*harnacheur er. Koşumcu; koşum takımları yapan,
satan yada takan,
"harnais er. 1. Koşum takımı, koşumlar. 2. argo.
Giysi, çul. § Blanchir sous le harnais: 1. Askerlik
mesleğinde eskimek, kıdemli olmak. 2. Bir işte,
bir meslekte, saçağartmak. Saçlarını değirmende
ağartmamak.
*haro er. Hurra. § Crier haro sur qn, sur qch: -e
lânet okumak, yuhalamak (Le scandale était
public, tous les voisins crièrent haro sur le
malheureux.
Crier haro sur la bêtise
contemporaine).
"harpagon er. Cimri, pinti,
"harpail er. harpaille diş. Maral sürüsü, geyik
sürüsü.
"harpe diş. müz. Harp (Jouer de la harpe).
"harpie diş. 1. Söylencede, kadın başlı, kuş gövdeli,
yırtıcı pençeli bir canavar . 2. hayb. Bir Amerika
kartalı. 3. mec. Şirret kadın, cadaloz,
"harpiste ad. müz. Harp çalan, harpçı.
"harpon er. Zıpkın (Pêche au harpon. Lancer un
harpon).
"harponnage, harponnement er. Zıpkınlama.
"harponner gçl. 1. Zıpkınlamak (Harponner une
baleine). 2. tkz. Yakalamak, enselemek
(Harponner un malfaiteur).
"harponneur er. Zıpkın atan, zıpkıncı.

697

hâte
"hart diş. 1. (Sazdan, ince daldan) Bağ. 2.
Hükümlüleri astıkları ip. 3. mec. İdam cezası,
idam.
"hasard er. 1. (Ortaçağda oynanan) Bir çeşit zar
oyunu; zarda kazanan rakam, altı, "şeş. 2. Talih
(Caprices du hasard: Talihin cilveleri). 3.
Raslantı, "tesadüf ( C'est unpur hasard, rien n 'était
calculé. Il ne laisse rien au hasard). 4. Fırsat
(Profiter d'un hasard favorable). 5. ç. Tehlike
(Les hasards de la guerre). § Jeu de hasard: Talih
oyunu; zar, bakara, rulet, piyango gibi talih
oyunları. Heureux hasard: Mutlu raslantı, şans.
Hasard malheureux: Kötü raslantı, aksilik,
şanssızlık. Au hasard: Rasgele. A tout hasard: Ne
olursa olsun. Par hasard: 1. Beklenmedik bir
biçimde, umulmadığı halde, beklenilmediği
halde. 2. Acaba (Auriez-vous par hasard
l'intention de louer votre maison?).
"hasardé,es. 1.Tehlikeli (Une entreprise hasardée).
2. Düşünülmeden yapılmış, sonu belli olmayan
(Une démarche hasardée). 3. (Eski) Açık saçığa
kaçan (Une expression hasardée, une plaisanterie
hasardée).
"hasarder gçl. I. Tehlikeye atmak, tehlikeye
sokmak (Hasarder sa vie, sa réputation). 2.
Denemeye girişmek, kullanmak (Hasarder une
expression). 3. İleri sürmek (Il a craintivement
hasardé quelques remarques). 4. Sonucun ne
olacağına
bakmadan
girişmek,
yapmak
(Hasarder une démarche auprès d'un ministre). S.
Hasarder de f.qch: -mek tehlikesini göze almak,
-mek yanılgısına düşmek (Il vaut mieux hasarder
de sauver un coupable que de condamner un
innocent). § Se hasarder: 1. Rasgele gitmek,
tanrıya sığınıp girmek (Se hasarder la nuit dans
une ruelle obscure). 2. Se hasarder à f.qch: -mek
tehlikesini göze almak, ne olursa olsun -mek (Je
me hasardai à sortir malgré le temps menaçant).
"hasardeux,euse s. 1. Tehlikeli (Une affaire
hasardeuse). 2. Serüvenli, raslantılara bırakılmış
(Une vie hasardeuse). 3. Tehlikeye aldırmayan,
atılgan (Il a un caractère hasardeux).
"haschisch, hachisch er. Esrar, haşiş,
"haschischin er. Esrarkeş,
"hase diş. Dişi tavşan,
"hast er. (Eskiden) Mızrak,
"hastaire er. (Eski Romada) Mızraklı asker.
*hasté,e s. Mızrak biçiminde, mızrak gibi (Feuilles
hastées).
"hâte diş. Evecenlik, ivedilik, çabukluk, "acele. § A
la hâte: İvedilikle, çarçabuk, çabucak (Manger à
la hâte). En hâte: Vakit yitirmeden, hemencecik
(On envoya en hâte chercher le médecin). Avoir
hâtelet
hâte de f.qch: -mekte acelesi olmak (Il avait hâte
de sortir). Mettre de la hâte à f. qch: -meyi
çabuklaştırmak, hızlandırmak (Il a mis de la hâte à
achever le travail).
•hâtelet er. Kebap şişi.
•hâter gçl. 1. Öne almak (Hâter son départ). 2.
Çabuklaştırmak, hızlandırmak (Hâter le pas,
hâter un mouvement). § Se hâter: 1. Çabuk olmak.
2. Acele etmek, telesmek. 3. Se hâter de f. qch:
-mekte acele etmek (line faut pas se hâter de juger
les caractères).
*hâtif,ive s. 1. Vaktinden önce olan, erken yapılan.
2. İvedilikle yapılan, "acele (Un travail hâtif où les
fautes abondent. Des précautions hâtives et
inutiles). 3. Vakitsiz yetişen, vaktinden önce
yetişen (Fruits, légumes hâtifs).
*hâtiveau er. Vaktinden önce yetişen sebze yada
meyve; turfanda meyve, sebze,
•hâtivement bel. 1. Vaktinden önce. 2. İvedilikle,
çarçabuk, hemen,
•hauban er. (Gemide) Direği dik tutan halat,
çarmık.
•haubaner gçl. (Direği) Çarmıklarla dik tutmak,
•haubert er. (Ortaçağda) Zırhlı gömlek,
•hausse diş. 1. Yükselme, artma; yükseliş, artış
(La, hausse de la température, des salaires, des
prix). 2. Bir şeyi yükseltmeye yarayan nesne,
yükselteç. § Etre en hausse: Artmak, yükselmek
(Le baromètre est en hausse. Les cours de la
Bourse sont en hausse).
•hausse-col er. Eskiden kolluk görevlilerinin
boyunlarına taktıkları ayça biçiminde pirinç
levha, "ferahi.
•haussement er. 1. Yükseltme (Le haussement d'un
mur). 2. Yükselme, artma (Le haussement du prix
des denrées). § Le haussement d'épaule: Omuz
silkme.
•hausser gçl. 1. Yükseltmek (Hausser un mur,
hausser la voix). 2. Kaldırmak (Hausser unstore).
3. Artırmak, yükseltmek (Hausser les prix, les
impôts). 4. mec. Değerini yükseltmek, yüceltmek
(Cela ne le hausse pas dans mon estime). S. gsz.
(Eski) Yükselmek, artmak (Lesprix ont haussé).
§ Hausser le ton: Yüksekten konuşmak,
yüksekten atmak, gözdağı vermek. Hausser les
épaules: Omuz silkmek. § Se hausser:' 1.
Yükselmek, dikelmek (Se hausser sur la pointe
des pieds). 2. Yücelmek (Se hausser jusqu'au
sacrifice).
•haussier er. Borsa oyuncusu.
•haussière, aussière diş. 1. Üç yada dört kollu halat.
2. (Köylerde) Araba sövesi, yancak.
•haut,e s. 1. Yüksek (Un mur haut de trois mètres.

698

hautain
Les hautes branches d'un arbre). 2. Yukarı (La
haute Normandie, le haut Rhin). 3. Büyük
(Calculs d'une haute précision. La haute
bourgeoisie). 4. Yüksek, önemli, yüce (La haute
société. Les hauts fonctionnaires de l'Etat. La
Haute Assemblée). 5. Soylu, yüksek (Ilauneâme
haute). 6. Kabarık (La mer est haute). 7. Tiz (Des
notes hautes). § Le haut fourneau: Yüksek fırın.
La haute mer: Açık deniz, engin. Les hautes
latitudes: Kutuplara yakın bölgeler. La haute
trahison: Vatan hainliği. Haut en couleur: Diri
renkli, renkleri canlı; koyu esmer, yanık renkli
(Les paysans hauts en couleur). Haut-le-pied:
Koşulmamış (Cheval haut-le-pied; locomotive
haut-le-pied). A haute voix: Yüksek sesle. Avoir'
la haute main dans qch: -de sözü geçmek. Avoir le
verbe haut: Yüksek sesle, buyururcasına
konuşmak. Etre haut comme trois pommes:
Küçücük, minnacık olmak. N'avoir jamais une
parole plus haute que l'autre: Soğukkanlılıkla,
sakin sakin konuşmak. 7. er. Yükseklik ( Ce mur a
cinq mètres de haut). 8. er. Üst, yukarı, tepe
(Parler du haut de la tribune. Rouler du haut des
escaliers. Un oiseau perché sur le haut d'un arbre.
Le haut d'une montagne). § Le Très-Haut: Tann.
Ulu Tann. De haut: Yüzeyden, derinliğine
inmeden (Voir, regarder les choses de haut). Du
haut en bas, de haut en bas: Baştan aşağı, tepeden
tırnağa (Nettoyer une maison du haut en bas).
Connaître des hauts et des bas: Yaşamın acı ve tatlı
günlerini görmüş olmak. Le prendre de haut:
Üstten almak, yüksek perdeden konuşmak (Ilest
unitile de le prendre de haut avec moi). Traiter qn
du haut en bas: Birini küçümsemek, hor görmek,
-e tepeden bakmak. Tomber de haut, de son haut:
Şaşakalmak. Tomber de tout son haut: Boylu
boyunca düşmek, iki seksen yere serilmek. Venir
de haut: Yüksek bir kişi yada mevkiden gelmek,
tepeden inme gelmek (C'est un ordre qui vient de
haut). 9. bel. Yüksek, yükseğe. Yukan, yukarıya
(Monter haut, sauter haut). 10. bel. Yüksek sesle
(Lire tout haut, parler plus haut). 11. bel. Açıkça,
çekinmeden (Je le dirai bien haut, s'il le faut.
Parler haut et clair). § D'en haut: a) Yukardan, b)
Gökten, Tanrıdan (La lumière vient d'en haut.
Une inspiration d'en haut). En haut: Yukarıda,
yukarıya (Il loge en haut et moi en bas). En haut de,
au haut de: -in başında, tepesinde, üstünde;
başına, tepesine, üstüne (La concierge est en haut
de l'escalier. L'oiseau s'est posé au haut de
l'arbre). Là-haut: a) Gökte, b) Şurada, karşıda;
yukarda.
•hautain,e s. Kendini beğenmiş, kurumlu, kibirli,
hautbois
"mağrur (Un homme hautain et distant. Il prend
des airs hautains).
*hautbois er. müz. Obua.
"hautboïste ad. Obuacı, obua çalan.
*haut-de-chausses er. (Eskiden giyilen) Dize kadar
kısa pantolon.
*haut-de-forme, haute-forme er. Silindir şapka,
«haute diş. tkz. Yüksek tabaka, kibarlar,
«hautement bel. 1. Yüksek sesle, açıkça, açık açık
(Professer hautement ses opinions). 2. Çok, son
derece (Mot hautement caractéristique).
*hautesse diş. "Haşmetmeap.
«hauteur diş. 1. Yükseklik (Hauteur d'un mur,
d'une tour). 2. Yücelik, soyluluk (La hauteur de
ses sentiments ne fait pas de doute). 3. Kendini
beğenmişlik, kibir, kurum (Parler avec hauteur).
4. Tepe (Monter sur une hauteur, gagner les
hauteurs). § La hauteur d'âme: Gönül yüceliği,
âlicenaplık. Saut en hauteur: Yüksek atlama. Ala
hauteur de: a) -düzeyinde, düzeyine, "seviyesine
(Mettre une chose à la hauteur d'une autre), b) den.
-hizasında, paralelinde, enleminde (Etre à la
hauteur d'une lie, d'un cap), c) Karşısında,
yanında, yakınında (Arrivé à ma hauteur, il me
salua. Il était à la hauteur d'une petite épicerie).
Etre à la hauteur: Yetenekli olmak. Etre à la
hauteur de qch, de f. qch: -in üstesinden
gelebilecek yetenekte olmak (Il n'est pas à la
hauteur de résoudre un tel problème). Perdre de la
hauteur: Alçalmak (Avion qui perd de la
hauteur). Prendre de la hauteur: Yükselmek,
havalanmak (L'avion prend de la hauteur).
Tomber de sa hauteur: Şaşırıp kalmak, şaşa
kalmak. Tomber de toute sa hauteur: Boylu
boyunca düşmek, iki seksen yere serilmek.
*haut-fond er. Denizin sığ yeri, sığ, sığlık (Navire
échoué sur des hauts-fonds).
«haut-le-coeur er. değişmez. 1. Mide bulantısı. 2.
mec. Tiksinti, iğrenme. § Avoir un haut-le-coeur:
a) Midesi bulanmak, b) Tiksinmek, iğrenmek.
Donner des haut-le-coeur à qn: -in midesini
bulandırmak.
*haut-le-corps er. İrkilme. § Avoir, faire un haut-lecorps: İrkilmek,
«haut-parleur er. *Sesbüyültür, oparlör.
«haut-relief er. Yüksek kabartma,
«hauturier.ère
s.
Açıkdenizlere
değgin;
açıkdenizlerde
çalışan
(Pilote
hauturier,
navigation hauturière).
«havanaises, ve ad. l.Havanah;Havanaya değgin.
2. er. Uzun, ince ve genellikle ak tüylü, küçük boy
bir cins köpek,
«havane er. 1. Havana purosu (Une boîte de
699

hébétude

havanes). 2. diş. Havana. 3. s. değişmez. Açık


kahverengi (Des couvertures havane).
«hâve s. Solgun benizli, zayıf (Visage hâve; des gens
hâves et déguenillés).
«haveneau, havenet er. (Karides tutmak için
kullanılan) Torba ağ.
«havir gçl. 1. İçini pişirmeden dıştan yakmak,
kurutmak (Havir la viande). 2. gsz. İçi pişmeden
dıştan yanmak, kurumak (Viande qui havit).
«havre er. 1. Küçük liman. 2. mec. Barınak, sığınak
(Un havre de liberté, un havre de bonheur, un
havre de salut).
«havresac er. 1. (Asker yada avcılar için) Arka
çantası, sırt çantası. 2. Avadanlık çantası,
«hé ünl. 1. Hey! Baksana! (Hé, prenez garde). 2.
Vah! Eyvah! 3. Hé! Hé!: Eh, kim bilir! (Hé! hé!
peut-être que oui). 4. Hé bien!: Ya! Peki! Pekâlâ
(Hé bien! de quoi est-il question?).
«heaume er. Zırh başlığı, tolga,
hebdomadaires. 1. Haftalık (Repos hebdomadaire,
journal hebdomadaire). 2. er. Haftalık yayın,
haftalık dergi yada gazete (Un hebdomadaire
politique).
hebdomadairement bel. Her hafta; haftadan
haftaya.
hebdomadier,ere ad. Bir hafta süresince âyin
yapmakla görevli rahip yada rahibe,
hébéphrénie diş. ruhb. Çocuksu bunama. Kişinin
yaşına uygun düşünmeyen davranışlara doğru
gerilemesi biçiminde ortaya çıkan erken bunama
türü.
hébéphrénique s. ve ad. ruhb. Çocuksu bunamaya
değgin; çocuksu bunamaya yakalanmış,
héberge diş. 1. Konut, barınak, ev. 2. (Değişik
yükseklikte bitişik iki yapı için) Alçak yapının
üstünde kalan kısım (Mur d'héberge).
hébergement er. Konuk etme, konuklama,
barındırma (Centre d'hébergement des réfugiés).
héberger gçl. 1. Konuk etmek, konuklamak,
barındırmak (Pouvez-vous nous hébérger la
nuit?). 2. Toprağına kabul etmek, barındırmak
(Héberger des réfugiés).
hébété,es. 1. Sersemleşmiş, şaşkına dönmüş, şaşkın
(Des yeux hébétés; il a un air hébété). 2. Hébété de
qch: -den şaşkına dönmüş (Hébété de joie, de
douleur).
hébétement er. Sersemleşme, şaşkınlık, şaşkına
dönme.
hébétèr gçl. 1. Sersemleştirmek, uyuşturmak
(L'alcool hébète le cerveau). 2. Şaşkına çevirmek
(Cette nouvelle m'a complètement hébété).
hébétude diş. hek. 1. Akıl durgunluğu, zihin
yeteneklerinin
çöküşü.
2.
Sersemleşme;
hébraïque
sersemlettirme (Hébétude de l'ivresse, de la
fièvre).
hébraïques. İbranî (Langue, alphabet hébraïque).
hébraïsant,e, hébraïste ad. İbranice uzmanı,
hébràïser gsz. 1. ibranice çalışmak, ibranice
öğrenmek; İbrani töresince yaşamak. 2. gçl.
İbranileştirmek (Hébraniser un peuple).
hébraïsme er. İbranî şivesi.
hébreu, hébraïque s. 1. Yahudilere değgin, yahudi
(L'alphabet hébreu, poésie hébraïque). 2. er.
Yahudi (Captivité des Hébreux à Babylone). 3. er.
Yahudice, Yahudi dili, ibranice. 4- er. mec.
Anlaşılmaz şey, akıl sır ermez (C'est de l'hébreu).
hécatombe diş. 1. (Eski Yunanlılarda) Yüz sığır
kurban etme. 2. mec. Kıyım, insan kınmı (Les
hécatombes et les destructions de la guerre).
hectare er. Hektar.
hectiques. Fièvre hectique: Eritici sıtma,
hectisie diş. Eritici sıtma,
hectogramme er. Hektogram, yüz gram.
hectolitre er. Hektolitre, yüz litre,
hectomètre er. Hektometre, yüz metre.
hédéracé,e s. Sarmaşığa değgin yada sarmaşığı
andırır, sarmaşığımsı.
hédonisme er. fels. Hazcılık,
hédonistes, vead. fels. Hazcı,
hégélianisme er. fels. Hegelcilik.
hégélien,ne s. ve ad. fels. 1. Hegelci. 2. s. Hegel
öğretisine değgin,
hégémonie diş. Üstünlük, °hegomanya, "hakimiyet
(Conquérir l'hégémonie du monde. Guerre
d'hégémonie.
Hégémonie
politique
et
économique).
hégire diş. Hicret (L'hégire de Mahomet à Médine.
L'année de l'hégire).
•heimatloss. vead. Yurtsuz,"vatansız, "aymatlos.
•hein ünl. tkz. Ha? Hıun? Değil mi? Ne? Nasıl?
(Vous êtes un sot. -Hein? C'est bien joué, hein?).
*hélas ün. Yazık! Ne yazık ki... (Hélas! les beaux
jours sont finis).
•héler gçl. 1. den. Ses borusu ile seslenmek (Héler
un bâtiment pour l'arraisonner). 2. Uzaktan
seslenmek, çağırmak (Héler un taxi, un porteur).
hélianthe er. bitb. Ayçiçeği. § Hélianthe tubéreux:
Yerelması.
hélice diş. 1. mat. Helis, burgu eğrisi. 2. Uskur,
pervane (Héliced'unnavire, d'unavion). i.hayb.
Bağsalyangozu. § Escalier en hélice: Salyangoz
gibi döne döne yükselen merdiven, sarmal
merdiven.
héliciculteur,trice ad. Salyangoz yetiştiricisi,
salyangozcu.
héliciculture
diş.
Salyangoz
yetiştirme,

700

helvelle
salyangozculuk.
hélicoïdal,e s. mat. Sarmahmsı, helis biçiminde,
hélicoïde s. mat. 1. Helikoit. 2. er. *Aylanç, burgu
yüzeyi.
hélicon er. müz. Helikon denilen üfleme çalgısı,
hélicoptère er. Helikopter,
héligare diş. Helikopter garı.
héliocentriques. gökb. Günmerkezli, gökmerkezli,
güneş merkezine bağlı olan.
héliographe s. gökb. Güneşsel, Güneş'e ilişkin. 2.
er. Pırıldak, helyosta.
hélion er. fiz. kim. Alfa ışını, alfa taneciği,
hélioscope er. gökb. Güneş gözmerceği, kara camlı
mercek.
heliostat er. gökb. Gündüşürücü.
héliothérapie diş. Güneş ışınlarıyla tedavi, güneş
tedavisi.
héliotrope er. bitb. 1. Siğilotu. 2. s. Güneyönelen,
günedoğrulan (bitki),
héliotropisme
er.
bitb
Güneyönelim,
günedoğrulum.
héliport er. Helikopter alanı,
héliportage er. Helikopterle taşıma,
hélium er. kim. Helyum.
hélix er. 1 .hayb. Salyangoz, bağsalyangozu. 2. biy.
fiz. Sarmal,
hellènes, vead. Yunanlı, Elen.
hellénique
s.
Yunanistan'a,
Yunanlılara,
Yunancaya
değgin
(Civilisation,
langue
hellénique).
hellénisant,e s. ve ad. 1. Yunanca konuşan. 2.
Yunanca uzmanı,
hellénisation diş. Yunanhlaştırma (Hellénisation
d'un peuple, d'un pays).
helléniser gçl. 1. Yunanhlaştırmak; Yunan niteliği
vermek. 2. gsz. Yunan dilini incelemek, Yunanca
öğrenmek. § S'helléniser: Yunanhlaşmak, Yunan
niteliğini almak,
hellénisme er. 1. Yunancaya özgü deyim (Latin
plein d'hellénismes). 2. Yunan uygarlığı; Yunan
uygarlığının Büyük İskender'den hemen sonra
gelen dönemi,
helléniste ad. Yunan dili ve uygarhğı uzmanı,
hellénistique s. Elenistik çağa değgin (Art, poésie
hellénistique).
helminthe er. /ıayb. Barsakkurdu.
helminthiase diş. Barsakkurdu hastalığı,
helminthiques. vead. Kurt döktüren (ilâç),
helminthologie
diş.
hayb.
Kurtbilim,
barsakkurtlanyla uğraşan bilim,
hélodermatidés
er.
ç.
hayb.
Boncuklu
kertenkelegiller.
helvelle diş. bitb. Bir tür yenir mantar.
helvétique

701

helvétiques, ve ad. 1. İsviçreli. 2. İsviçreye değin.


*hem ünl. 1. (Uzaktakine seslenmek için) Hey! 2.
(Alaylı bir kuşku anlatmak için) Ya!? 3.
(Konuşmadan önce boğazı temizlemek için
çıkarılan ses) Ihın, ıhın (Hem! hem! Approchez
donc).
hémarthrosedij. hek. Bir eklemde kan toplanması,
hématémèse diş. hek. Kan kusma,
hématidrose diş. hek. Kan terleme, terde kan
bulunması,
hématie diş. biy. Alyuvar,
hématine diş. kim. Hematin,
hématique s. hek. Kan kökenli, kan kaynaklı,
hématite diş. yerb. Hematit,
hématologie diş. hek. *Kanbilim.
hématologique s. hek. *Kanbilimsel.
hématologiste, hématologue ad. "Kanbilimci,
kanbilim uzmanı,
hématome er. Kan oturması, kan toplanması,
hématose diş. biy. Kirli kanın temiz kana
dönüşümü, *kan arınımı.
hématozoaire er. hayb. Kanhayvancığı.
hématurie diş. hek. Kan işeme, idrarda kan
bulunması.
héméralopes. vead. Tavukkarası, gecekörü.
héméralopiediş. hek. Tavukkarası, gecekörlüğü.
hémichordes er. ç. hayb. Yarıkordalılar.
hémicycle er. 1. Yarım çevre. 2. Yarım çevre anfi
(Hémiycle d'un théâtre).
hémièdres. yerb. Yarıbakışımlı.
hémiédrie diş. yerb. Yarıbakışımlılık.
hémimorphe s. yerb. Yanbiçimli.
hémione er. hayb. Kulan, yabaneşeği.
hémiplégie diş. hek. Yarıminme, yarı °felç.
hémiplégique s. ve ad. Yarıminmeye değgin;
yanminmeli, yarı felçli,
hémiptères er. ç. hayb. Yarimkanathlar.
hémisphère er. gökb. coğr. anat. Yarımküre
(Hémisphère septentrional et méridional. Chaque
méridien divise le globe en deux hémisphères.
Hémisphères cérébraux).
hémisphérique s. Yarımküre biçiminde,
hémistiche er. ed. Yarımdize; bir orta durağın bir
dizeyi ayırdığı iki parçadan her biri.
hémoglobine diş. biy. Hemoglobin,
hémolyse diş. hek. (Kanda) Alyuvar erimesi,
"hemoliz.
hémolytique s. hek. Alyuvar erimesine yol açan
(Anémie hémolytique).
hémopathie diş. Kan hastalığı,
hémophiles, vead. Kanaması dinmeyen,
hémophilie diş. hek. Kanama dinmezliği.
hémophtysle diş. hek. Kan tükürme.

herbagement
hémophtysiques. 1. Kan tükürmeye değgin. 2. ad.
Kan tüküren (hasta),
hémorragie diş. 1. Kanama (Hémorragie nasale,
cérébrale). 2. mec. İnsan kaybı (L'hémorragie
causée par une guerre). 3. mec. Yitirme, yitme,
yitim (L'hémorragie des capitaux).
hémorragiques. Kanamaya değgin, kanamah.
hémorroïdaires. vead. Basurlu.
hémorroïdal.e s. 1. Basura değgin (Sang
hémerroïdal). 2. Basur memesi bölgesine ait
(Artères, veines hémerroïdales).
hémorroïde diş. Basur memesi, basur,
hémostase, hémostasie diş. Kan dindirme, kan
dinmesi.
hémostatique s. 1. Kan dindirici (Médicaments
hémostatique). 2. er. Kan dindirici ilâç.
hendécagone er. Onbirgen.
hendécasyllabe er. Onbir heceli dize.
*henné er. Kına (Elle avait les mains enluminées de
henné).
"hennin er. Ortaçağ'da kadınların giydiği uzun ve
sivri başhk.
"hennir gsz. Kişnemek (Le cheval hennit).
"hennissant,e s. Kişneyen.
"hennissement er. Kişneme,
"hep ünl. Hey! (Hep! vous oubliez cela).
héparine diş. biy. Heparin.
hépatalgie diş. Karaciğer ağrısı, karaciğer sancısı,
hépatique s. 1. Karaciğere değgin (Avoir une
insuffisance hépatique). 2. ad. Karaciğer hastası.
(Un, une hépatique). 3. diş. bitb. Ciğerotu,
ciğeryosunu. 4. diş. ç. bitb. Ciğerotları,
ciğeryosunları.
hépatisme er. Karaciğer hastalığı,
hépatite diş. Karaciğer yangısı,
hépatocèle diş. Karaciğer fıtığı,
hépatologie diş. Karaciğerbilim.
hépatomégalie diş. Karaciğer büyümesi,
héptacordes. 1. Yedi telli (Lyre heptacorde). 2. er.
müz. Yedi sesli gam.
heptaèdres. Yedi yüzeyli,
heptagone er. Yedigen.
heptamètre s. ve er. Yedi heceli (dize) ; yedilik dize.
heptasyllabe s. Yedi heceli.
héraldique s 1. Armacılığa değgin.2. diş. Armacılık,
armalardan anlama,
héraldiste ad. Armacılık uzmanı, armacı.
"héraut er. tar. 1. (Eski çağlarda) Çavuş, carcı,
"münadi. 2. mec. Haberci, öncü, muştucu (Le
héraut d'une nouvelle civilisation).
herbacé,e s. bitb. Otsu (Plantes herbacées).
herbage er. 1. Ot, yeşillik. 2. Çayır otu. 3. Otlak,
herbagement er. (Davan, malı) Çayıra salma,
herbager
otlağa sürme, yayma,
herbager,ère ad. Sığır besleyici, sığırcı, sığır
besicisi.
herbager gçl. (Davarı, malı) Çayıra salmak, otlağa
sürmek.
herbe diş. Ot (Les vaches broutent l'herbe du pré). §
Herbe à éternuer: Aksırık otu. Herbe aux
chantres: Suteresi. Herbe aux chats: Kedi nanesi.
Herbe aux gueux: Filbahar çiçeği. Herbe aux
perles: Sedefotu. Herbe aux verrues: Siğilotu.
Herbe d'amour: Unutmabeni çiçeği. Herbe de la
Saint-Jean: Kihçotu. Herbe sans couture:
Yılandili otu. Herbes fines, fines herbes:
Maydanoz, dereotu, tere gibi baharlı otlar.
Herbes officinale: İlâçlık otlar. Herbes potagères:
Zerzevat. Mauvaise herbe: 1. Tarladaki yabancı
otlar. 2. mec. Yaramaz, haylaz, acı patlıcan.
Toutes les herbes de la Saint-Jean: Gerekli bütün
yollar, mümkün olan her çare. En herbe: 1.
Olmamış, ham, gök (Blés en herbe). 2.
Yetişmekte olan (Avocat en herbe, mécanicien en
herbe). Couper l'herbe sous le pied de qn: Birinin
ayağının altına karpuz kabuğu koymak,
kaydırmak. Manger son blé en herbe: Gelirini
vakti gelmeden yemek. Pousser comme une
mauvaise herbe: Çabuk ve kolay gelişmek.
Mauvaise herbe croît toujours: Acı patlıcanı
kırağı çalmaz.
haber gçl. Ot üzerine sermek (Hérberdes draps, le
linge).
herberie diş. I . Ot ve zerzavat pazan. 2. (Balmumu
ya da kumaş) Ağartma yeri.
herbette diş. Çimen,
herbeux,euse s. Otlu, çayırlı,
herbicide s. ve er. Zararlı otları öldüren (ilaç) (Un
produit herbicide. Un herbicide).
herbier er. 1. Bitkibilim kitabı. 2. Ot ambarı. 3.
Kurutulmuş ot dermesi (koleksiyonu),
herbivores, ve ad. biy. Otçul, otobur.
herborisateur,trice ad. Bitki derleyicisi,
herborisation diş. Bitki derleme,
herboriser gsz. Bitki derlemek (Herboriser pour
étudier la botanique).
herboriste ad. Kökçü.
herboristerie diş. 1. Kökçü dükkânı. 2. Kökçülük.
herbu,e s. Otu bol, otlu (Prairie herbue).
herbue, erbue diş. A n toprak, yalnız otlak yapmaya
yarayan arazi,
hercher, herschergsz. (Maden ocaklarında) Vagon
itmek.
hercule er. 1. Dev gibi adam; Herkül. 2. Kuvvet
oyunları gösteren cambaz, kuvvet cambazı,
herculéen,ne s. Dev gibi, devimsi; Herkülü

702

hérisser
andıran, Herküle özgü (Une force herculéenne,
une carrure herculéenne).
*hère er. tkz. 1. Yoksul kişi, "sefil. 2. Altı ayı geçmiş
genç geyik.
héréditaire s. biy. hayb. 1. Kalıtımsal, kalıtım
yoluyla geçen (Maladie héréditaire). 2. mec.
Dededen babadan sürüp gelen (Haine, ennemi
héréditaire). 3. huk Mirasla ilgili, mirasa değgin
(Droit héréditaire. Biens héréditaires).
héréditairement M . Soyaçekimle, kalıtım yoluyla,
kalıtımsal olarak,
hérédité
Kalıtım, soyaçekim, "veraset,
hérédosyphilis, hérédoer. Kalıtımsal frengi, soydan
frengi.
hérédosyphilitique, hérédos. ve ad. Soydan frengili,
hérésiarque er. Sapkın mezhep kurucusu yada
başkanı.
hérésie diş. 1. Bir dinin temel ilkelerine aykırı
düşünce ve inanç, sapkın mezhep, mezhep
sapkınlığı (La condamnation d'une hérésie par
l'Eglise). 2. mec. Sapkınlık, sapkın düşünce (Ses
idées sur la circulation du sang parurent en leur
temps une hérésie scientifique). 3. (Alaylı) Günah
(Se servir du vin blanc avec une entrecôte est une
hérésie).
héréticité diş. Sapkın mezheplilik.
hérétique s. 1. Mezhep sapkınlığına değgin. 2. ad.
Sapkın mezhepli, dini eğri. 3. ad. mec. Yoldan
sapmış, aykırı düşünceli (Un hérétique en
littérature, en médecine).
•hérissé,es. 1. Diken diken olmuş, dimdik dikilmiş
(Cheveux, poils hérissés). 2. Üstü diken diken,
dikenli (Cactus hérissé, plante hérissée). 3. Üstü
dik ve sivri şeylerle kaplı (Un mur hérissé de
morceaux de verre). 4. mec. Kudurgan, hırçın,
kirpi gibi (Il a un caractère hérissé). 5. Hérissé de
qch: mec. -ile dolu (Un concours hérissé de
difficultés).

•hérissement er. Diken diken kabarma, tüyleri


diken diken olma (Hérissement de colère, de
rage).
•hérisser gçl. 1. Kabartmak, dikmek, diken diken
etmek (L'oiseau hérisse ses plumes). 2. -in
tüylerini diken diken etmek, kızdırmak (Tu me
hérisses davantage en t'obstinant). 3. -den çıkmak,
-in üstünde görünmek (Un clou qui hérisse une
planche). 4. Hérisser qch de qch: Bir şeyi -ile
doldurmak, donatmak (Hérisser de mitrailleuses
une ligne de défense. Hérisser sa prose de
citations). § Se hérisser: 1. Diken diken olmak,
kabarmak (Ses cheveux se hérissèrent). 2.
Öfkelenmek, kızmak, dikelmek (A cette
proposition, il se hérissa). 3. Se hérisser de qch: -ile
hérisson
dolu olmak, donanmak (Surface qui se hérisse de
clous).
"hérisson er. 1. Kirpi. 2. Dikenli engel. 3. Baca
temizleme fırçası. 4. mec. Titiz adam, hırçın,
geçimsiz adam.
•hérissonne dıj. 1. Dişi kirpi. 2. Bir tür katırtırnağı.
3. Kimi gece kelebeklerinin kurdu.
héritage er. Kalıt, miras (Priver son fils de son
héritage. Partage d'un héritage. Héritage d'une
civilisation, héritage de coutumes). § Laisser qch
en héritage: Bir şeyi kalıt olarak bırakmak,
hériter gsz. 1. Mirasakonmak (Depuis qu'ilahérité,
il mène grand train). 2. Hériter de qch: Kendisine
kalıt olarak... kalmak (Il a hérité d'une ferme.
Hériter de l'argent). 3. gçl. Hériter qch: -i kalıt
olarak almak (Hériter une culture, une tradition).
4. gçl. Hériter qch de qn: a) Bir şey kendisine -den
kalmak (ila hérité un moulin de ses parents), b) Bir
şey kendisine -den geçmek, bir şeyi -den almak
(Le fils a hérité la nonchalance de sa mère).
héritier, ère ad. 1. Kalıtçı, "mirasçı. 2. tkz. Çocuk
(Sa femme attendait un troisième héritier).
hermaphrodisme er. Er dişilik, "hünsalık.
hermaphrodites, veer. Erselik, erdişi, °hünsa.
herméneutique s. 1. Yorumsal, yoruma değgin,
yorumla ilgili (L'art herméneutique). 2. diş.
(Genellikle din alanında) Yorum; yorumsama.
herméticité diş. Sımsıkı kapalılık,
hermétiques. 1 .fels. Hermesçiliğe değgin. 2. Sıkı,
sımsıkı (La fermeture hermétique d'une bouteille,
des frontières). 3. mec. Anlaşılmaz, kapalı (Un
style hermétique, un auteur hermétique, visage
hermétique).
hermétiquement bel. Sımsıkı, sıkıca (Récipient
fermé hermétiquement).
hermétisme er. 1. Sıkılık, sımsıkılık. 2. mec.
Kapalılık, anlaşılmazlık (L'hermétisme de la
poésie surréaliste). 3. fels. Hermescilik.
hermétiste er. Hermesci, Hermescilik yanlısı,
hermine diş. hayb. Kakım, kakum, °as.
herminette, erminette diş. Aydemir denilen keser,
"herniaires. Fıtığa değgin,
"hernie diş. 1. Kasık yarığı, "fıtık (Hernie
abdominale, ombilicale). 2. Lastik fırlağı,
otomobil lastiğinin delik yerinden iç lastiğin
fırlağı.
*hernié,es. Fıtıklaşmış, fıtık halinde fırlamış.
*hernieux,euses. ve ad. Fıtıklı, fıtığı olan.
héroï-comique s. Güldürücü bir kahramanlık
anlatan (Théâtre héroï-comique).
héroïne diş. 1. Kahraman kadın yada kız (Elle était
devenue une héroïne nationale). 2. mec. (Bir
öyküde) Kadın yada kız kahraman. 3. diş. kim.

703

hésiter
Eroin.
héroïnomanes, ve ad. Eroin düşkünü, "eroinman,
héroïnomanie diş. Eroin düşkünlüğü, eroin
tutkunluğu.
héroïque s. 1. Eski kahramanlara değgin. 2. Yiğit,
kahraman (Un combattant héroïque).
3.
Kahramanca, yiğitçe, kahramanlara özgü (Un
courage héroïque). 4. Pek etkili, kesin (Une
résolution héroïque).
héroïquement bel. Kahramanca, yiğitçe,
héroïsme er. Kahramanlık (Héroïsme d'un martyr,
d'un soldat). § Faire preuve d'héroïsme, montrer
de l'héroïsme: Kahramanlık gösterme,
"héron er. hayb. Balıkçıl (Héron cendré: Külrengi
balıkçıl. Héron pourpre: Erguvani balıkçıl).
"hérons er. ç. hayb. Balıkçıl kuşları, balıkçılgiller,
"héronneau er. Yavru balıkçıl,
"héros er. 1. (Söylencede) Yarı tanrı (Les dieux et
les héros dans l'art antique). 2. Kahraman, yiğit
(Un héros de la dernière guerre. Mourir en héros).
3. mec. (Bir olay, oyun, öykü yada romanda)
Kahraman, baş kişi (Le héros d'un roman, d'une
tragédie). § Le héros du jour: Günün kahramanı,
herpès [«/ifs] er. hek. Uçuk.
herpétique s. hek. Uçukla ilgili, uçuğa değgin
(Eruption herpétique).
herpétisme er. hek. Uçuklama.
herpétologie, erpétologie diş. hayb. Kelerbilim,
sürüngenbilim.
"hersage er. Tapanlama, tapan geçme, sürgü
çekme.
"herse diş. 1. Tapan, tarla sürgüsü. 2. (Kale
kapılarında) İner çıkar parmaklık. 3. Kilise
şamdanı. 4. Dikme ışık. 5. Bulutlann hızını
ölçmeye yarayan alet.
"herser gçl. Tapanlamak, tapan geçmek, sürgü
çekmek (Herser une terre).
hertzien,ne s. fiz. Elektromanyetik dalgalara
değgin (Signaux hertziens).
hésitant,e s. 1. Duruksun, duraksayan, kararsız,
"mütereddit (Demeurer hésitant, être tout
hésitant). 2. Askıda, havada, belli olmayan,
şüpheli (Entre les deux camps, la victoire demeura
longtemps hésitante). 3. ikircimli, "tereddütlü
(Une voix hésitante, geste hésitant, un pas
hésitant).
hésitation^. 1. Duraksama, tereddüt (Obéirsans
hésitation. Marquer une hésitation avant de
parler). 2. Kaygı, kararsızlık, kuşku (Cette
réponse lève mes hésitations).
hésiter gsz. 1. Duraksamak, "tereddüt etmek,
kararsız kalmak (Il a longtemps hésité avant de
parler). 2. Hésiter sur qch: -üzerinde, konusunda
hétaïre
duraksamak, bir karara varamamak (Il hésite sur
la route à suivre). 3. Hésiter entre: -arasında
duraksamak, tereddüt etmek (Il hésite entre
divers projets). 4. Hésiter à f.qch: -mekte,
tereddüt etmek, duraksamak, -mekten çekinmek
(Le témoin hésitait à dire la vérité).
hétaïre diş. (Eski Yunan'da) Hafifmeşrep kadın,
yosma.
hétéroclite s. 1. Kuraldan ayrdan, kural dışı. 2.
Karışık, karmakarışık, alaca bulaca (Costumes
hétéroclites,
roman
hétéroclite,
objets
hétéroclites). 3. Tuhaf, "acaip (Il a une mine
hétéroclite; une personne hétéroclite).
hétérodoxes, vead. 1. Hak mezheplere aykırı, hak
mezhep dışı. 2. mec. Aykırı, uydumcu olmayan
(Idées hétérodoxes).
hétérodoxie diş. Hak mezheplere aykırılık, hak
mezhep dişilik,
hétérogène s. 1. Ayrışık, ayn cinsten (Eléments
hétérogènes d'un corps). 2. mec. Karışık,
benzeşmez, benzemez öğelerden oluşmuş (Une
classe, une nation hétérogène).
hétérogénéité diş. Ayrışıklık, benzeşmezlik, cins
ayrılığı.
hétérologue s. Yapı benzerliği göstermeyen, ayn
yapıda; aynı tür ve kökenden olmayan,
hétéromorphe s. Değişik şekilli, çok biçimli,
hétéromorphisme er. Değişik şekillilik, çok
biçimlilik.
hétéronomeer. biy. Türedışı, heteronom; yaderkli.
hétéronomie diş. fels. Yaderklik.
hétéroplastie diş. Kişiden kişiye, vücut parçası
aktanmı.
hétérosexualité diş. ruhb. Karşıcinsellik, karşı
cinsin öğelerine cinsel ilgi duyma,
hétérosexuelles, ruhb. Karşıcinsel; karşıcinselliğe
değgin.
hétérotrophe s. hayb. Dışbeslenen.
hétérotrophie diş. Dışbeslenme.
hétérozygotes, hayb. Heterozigot.
hetman er. tar. Hetman, atman.
*hêtraie diş. Kayınağacı korusu, gürgenlik.
•hêtre er. bitb. Kayınağacı, gürgen.
*heu ünl. (Bir sözcük yada yanıtı bulmada sıkıntı
çekildiğini belirtir) Öhö, öhö (Quelle est la
capitale du Brésil?-Heu!... heu!... je ne sais pas).
heur er. (Eskimiştir) Talih, şans, mutluluk (Je n'ai
pas eu l'heur de lui plaire).
heure diş. 1. Saat (Je travaille huit heures par jour.
Le train arrive à dix heures). 2. Saatlik mesafe
(Istanbul est à huit heures d'Ankara par le car). 3.
Vakit, zaman (L'heure s'enfuit. C'est l'heure du
dîner). 4. An, gün, dönem (Lepays a traversé des

704
heureux

heures critiques. J'ai connu des heures de


désespoir). S. Ders (C'est l'heure de français). 6.
Saat, kol saati (Avez-vous l'heure?). § Heure
locale: Yerel saat. Heures supplémentaires: Fazla
mesai. Une bonne heure, une gr&nde heure: Tam
bir saat. Une petite heure: Bir saate yakın. Heures
canoniales: Dua vakitleri, dua saatleri. Heures,
livre d'Heures: Dua kitabı. La dernière heure:
Son saat, ölüm saati. A la bonne heure! Hele
şükür, ha şöyle ! A cette heure, à l'heure actuelle, à
l'heure qu'il est, pour l'heure: Şu anda. A toute
heure: Her an, sürekli olarak. Al'heure: 1. Saatte
(Faire cent kilomètres à l'heure). 2. Saat başı
(Ouvrier payé à l'heure). 3. Tam vaktinde (Il
arrive toujours à l'heure). A quelle heure? Saat
kaçta? A une heure indue: Uygunsuz bir saatte. A
une heure avancée: Geç vakit, gecenin geç
saatinde. Avant l'heure: Vaktinden önce,
vakitsiz,
erken;g,ençyaşta(Mouriravantl'heure).
D'heure en heure: Git gide, gittikçe. D'une heure
à l'autre: Yakında, çok geçmeden, bir iki saate
kadar. De bonne heure: Erkenden, erken. Sur
l'heure: Derhal, hemen. Tout à l'heure: 1. Az
önce (Il est sorti tout àl'heure. Tout à l'heure, il est
tombé un peu de grêle). 2. Az sonra, biraz sonra,
şimdi, hemen (Il va sortir tout à l'heure). Quelle
heure est-il?: Saat kaç. Chercher midi à quatorze
heures: İşi yokuşa sürmek, ille de zorluk
çıkarmak, işi boş yere zorlaştırmak. Etre à
l'heure: 1. (Saat için) Ayan doğru olmak
(L'horloge n'est pas à l'heure). 2. "Dakik olmak,
tam vaktinde gelmek. Etre à ses heures: Eşref
saatinde olmak. Mettre qch à l'heure:
Ayarlamak, düzeltmek (Mettre sa montre à
l'heure). Passer un mauvais quart d'heure:
Sıkıntılı dakikalar geçirmek,
heureusement bel. 1. Mutluluk içinde, mutluca
(Vivre heureusement). 2. Uygun bir şekilde,
başanyla (Terminer heureusement une affaire). 3.
Bereket versin, bereket versin ki (Heureusement,
le train avait quelques minutes de retard).
heureux,euse s. 1. Mutlu (Une femme heureuse. lise
sent heureux). 2. Talihli, şanslı (Il est heureux au
jeu). 3. Çok iyi, eşsiz, üstün (Il a une heureuse
mémoire). 4. Başarılı (L'heureuse issue de
l'entreprise). 5. Hayırlı, uğurlu (C'est un heureux
augure pour l'avenir). 6. İyimser, her şeyi iyi
yanından almaya eğilimli (Il a un heureux
caractère, une heureuse nature). § Avoir la main
heureuse: Eli uğurlu olmak .7 .ad. Mutlu kişi, tuzu
kuru, zengin (Les heureux de ce monde). 8. er.
Hayırlı bir iş, iyilik (Faire un heureux, des
heureux: İyilik yapmak, bir hayır işlemek). §Etre
heuristique
heureux de qch, de f.qch: -e sevinmek, -diğine
sevinmek (Je suis heureux de votre succès, devous
revoir). Heureux au jeu, malheureux en amour:
Kumarda kazanan aşkta kaybeder,
heuristique, euristique s. Bulgulayıcı, keşfettirici,
bulgusal (Méthode heuristique).
•heurt er. 1. Çarpma (Déplacez sans heurt ce vase
fragile). 2. Çarpışma (Le heurt des deux voitures).
3. Çatışma, sürtüşme, anlaşmazlık (Il y avait entre
eux des heurts continuels). 4. Karşıtlık,
bağdaşmazlık (Le heurt des couleurs).
•heurté,e s. 1. Karşıtlıklarla dolu, karşıt,
bağdaşmaz (Un style heurté, des couleurs
heurtées). 2. Kesik kesik, kopuk kopuk (Il a une
manière heurtée de vous parler).
•heurter gçl. 1. Çarpmak, şiddetle çarpmak (Sa
voiture a heurté un arbre). Il est tombé et sa tête a
heurté le trottoir). 2. mec. İncitmek, kırmak (Ces
paroles risquent de heurter certains auditeurs. Il a
heurté mon amour-propre). 3. mec. -e aykırı
düşmek, -i altüst etmek (Son initiative heurtait les
vieilles traditions. Heurter les préjugés, les
convenances). 4. -e saldırmak (Il ne faut pas
heurter de front un homme aussi violent). S.
Heurter qch à qch, contre qch : Bir şeyi -e çarpmak
(Heurter sa tête au mur, contre un arbre). 6. gsz.
Heurter à qch: -i çalmak, tıkırdatmak (Heurter à
la porte, à la vitre). 7. Heurter contre: -e çarpmak
(Heurter contre un caillou, une marche). § Se
heurter: 1. Çarpışmak, birbirine çarpmak. 2.
Birbirini incitmek, kırmak. 3. Se heurter à,
contre: -e çarpmak (Seheurteràunpassant, contre
un arbre). 8. Se heurter à qch: -ile karşılaşmak, -e
çarpmak, karşısında... bulmak (Je me suis heurté
à l'incompréhension du directeur. Ce projet se
heurte à de grosses difficultés).
•heurtoir er. 1. Kapı tokmağı. 2. İstasyonlarda
çıkmaz ray yollarının sonuna konulan tampon,
hévéa er. Kauçukağacı.
hexaèdres, vead. Altıyüzeyli;altıyüzeylicisim,
hexagonal,e s. Altıgen biçiminde (Figure
hexagonale).
hexagones, ve er. Altıgen.
hexamètre s. ve er. (Yunanca, Latince ve
Almancada) Altı ölçülü dize (Vers hexamètre. Un
hexamètre).
hexapodes, hayb. Altıayaklı.
•hi! hi! Uni. Ha ha ha, hi hi hi (HHhi! C'est vraiment
drôle!).
hiatus Ijatys] er. 1. dilb. Ünlü boşluğu. 2. mec.
Boşluk, aralık, kopukluk (Ily a un hiatus sensible
entre la génération des parents et la nôtre).
hibernal,es. Kışın olan, kışa özgü, kışlık (Sommeil

705

hiérarchiser
hibernal).
hibernant,e s. Kış uykusuna yatan (Animaux
hibernants).
hibernation dil. 1. Kış uykusu. 2. hek. Dondurma,
ısısını düşürüp uyutma (Hibernation du corps
humain).
hiberner gsz. 1. Kış uykusuna yatmak (Lamarmotte
hiberne). 2. gçl. Vücut ısısını düşürüp uyutmak,
uyuşturmak (Hiberner un malade).
•hibou er. 1. Baykuş (Hibou brachyote: Bataklık
baykuşu. Hibou commun, hibou des forêts:
Kulaklı orman baykuşu). 2. mec. Ürkürük,
topluluktan kaçan kimse,
•hiboux er. ç. hayb. Baykuşgiller,
•hic er. tkz. İşin püf noktası, işin güç yönü (Voilà le
hic, c'est là le hic).
hidalgo er. İspanyol soylusu.
*hideur diş. 1. Gudubetlik, biçimsizlik, sevimsizlik
(Lahideurd'unvisage, desmeubles). 2.İğrençlik,
kötülük, çirkinlik (Les hideurs sociales).
•hideusement bel. İğrenç bir şekilde, çok kötü bir
şekilde (Elle est hideusement maquillée).
•hideux,euse s. 1. Çok çirkin, iğrenç, gudubet. 2.
Korkunç derecede kötü.
•hie diş. Kaldırımcı tokmağı.
hiémal,e s. Kışa özgü, kışhk ; kışın yetişen (Sommeil
hiémal de certains animaux; plantes hiémales).
hier [ / « ] bel. Dün (Hier, il faisait froid). § Etre né
d'hier: Toy olmak, ağzı süt kokmak, daha dünkü
çocuk olmak. Ne pas dater d'hier: Çok eski
olmak, eskiden beri var olmak (C'est une théorie
qui ne date pas d'hier). Ne pas être né d'hier: Toy
olmamak, tecrübeli olmak, pişmiş, kaşarlanmış
olmak. Se souvenir de qch comme d'hier, comme
si c'était hier: Çok iyi anımsamak, daha dünmüş
gibi anımsamak (Je m'en souviens comme si c'était
hier).
•hiérarchie^. 1. *Öncelge, aşama düzeni, "silsilei
meratip (La hiérarchie administrative, militaire.
Arriver au sommet de la hiérarchie). 2. Düzen (La
hiérarchie sociale a été bouleversée par la
Révolution). 3. Sınıflandırma (Notre hiérarchie
des valeurs n'estplus celle de l'époque précédente).
•hiérarchique s. Öncelgeye göre, aşama sırasına
göre (Adresser une demande à son supérieur
hiérarchique. Passer par la voie hiérarchique).
•hiérarchiquement bel. Öncelgeye göre, aşama
düzenince (Société organisée hiérarchiquement).
•hiérarchisation diş. Aşama sırasmca düzenleme,
*aşamalandırma, * öncelgelendirme.
•hiérarchiser gçl.
*Aşamalandırmak, aşama
sırasına göre düzenlemek,
"öncelgelendirmek
(Hiérarchiser une société, une assemblée).
hiératique

706

•hiératique s. 1. Ayin şeklinde olan (Célébration


hiératique d'une fête religieuse). 2. mec.
Görkemli, "heybetli (Un art hiératique). 3.
Donmuş gibi, hiç kıpırdamayan (Visage, figure
hiératique). § Ecriture hiératique: Hiyeroglif
yazısının bir türü.
*hiératiquement bel. Görkemle; törensel bir
biçimde; donmuşçasına, hiç kıpırdamadan,
•hiéroglyphe er. 1. Hiyeroglif. 2. mec. Okunmaz,
anlaşılmaz yazı.
•hiéroglyphique s. 1. Hiyeroglife değgin (Ecriture
hiéroglyphique). 2. mec. Karanlık, çok kapalı,
anlaşılmaz.
•hierogrammate, hierogrammatiste er. (Eski
Mısırda) Tapınak yazmanı; kutsal metinleri
yorumlayan rahip,
hiéronymite er. Saint-Jérôme tarikatından olan
keşiş.
•highlander [ajlàdœr] er. 1. İskoçya dağlısı. 2. Bir
İskoç alayı eri.
*hi-han er. Aai, ai, eşek anırması (Âne qui pousse
des hi-hans).
•hilaire s. Göbeğe değin, göbekle ilgili, göbeksel
(Cicatrice hilaire).
hilarant,e s. Güldürücü, gülmekten katıltıcı
(Histoires hilarantes). § Gaz hilarant: kim. Azot
protoksidi, güldürücü gaz.
hilare s. Neşeli, güleç (Visage hilare).
hilarité diş. 1. Güleçlik. 2. Gülüşme, birdenbire
yükselen kahkaha (La plaisanterie déclencha
l'hilarité générale).
•hile er. biy. Göbek.
himalayen,ne s. Himalaya dağlarına değgin; çok
yüksek ve uçsuz bucaksız,
himation er. (Eski Yunanda) Kolsuz palto,
•hindi er. Hint dili, hintçe.
hindou, e s. vead. Hindu, Hindistanlı; Hindular ve
Hindistana değgin (Caste de la société hindoue.
Un hindou, une hindoue).
hindouisme er. Brahma dini.
hindouistes. vead. Brahman,
hinterland er. coğr. Artbölge.
hippiatre er, Athekimi.
hippiatrie<% Athekimliği.
•hippie, *hippys. vead. Hipi (La mode hippie. Les
hippies).
hippique s. Ata değgin, atlarla-ilgili (Concours
hippique: At yarışı; binicilik yarışması).
hippisme er. Binicilik, binicilik sporu,
hippocampe er. hayb. 1. Denizatı. 2. (Söylencede)
Yarısı at yarısı balık efsane hayvanı,
hippocratique s. Hippocrates öğretisine değgin,
hippocratisme
er.
Hippocrates
öğretisi,

histoire
Hippocrates'çılık,.
hippodrome er. Koşu alanı, hipodrom,
hippogriffe er. Söylencede baş tarafı kartal, arka
tarafı at biçiminde tasarlanan yaratık,
hippologie^. *Atbilim.
hippologique s. Atbilimsel.
hippomobile s. Atlı, atla çekilen (Voiture
hippomobile).
hippophagie diş. At eti yeme.
hippopotame er. hayb. 1. Nilaygırı (Hippopotame
amphibie: Suaygırı. Hippopotame nain: Küçük
nilaygırı). 2. mec. tkz. Katır gibi adam, çam
yarması.
hippopotamesque s. Suaygırını andıran, suaygırına
benzeyen.
hippopotamidés er. ç. hayb. Suaygırıgiller,
hipopotamgiller,
hippotechnie diş. At yetiştiriciliği; at yetiştirme ve
eğitme tekniği,
hircin,e s. Tekeye değgin, tekeye özgü (Puanteur
hircine).
hirondeau er. Kırlangıç yavrusu,
hirondelle 1. Kırlangıç. 2. mec. argo. Bisikletli
polis. § Une hirondelle ne fait pas le printemps: Bir
gülle bahar olmaz,
hirsute s. 1. Diken diken, kirpi gibi (La barbe
hirsute d'un vagabond). 2. mec. Kaba; yabanıl,
hirudinées diş. ç. hayb. Sülükler,
hispaniques. İspanya'ya değgin,
hispanisant,e hispaniste ad. İspanyolca uzmanı,
İspanya ve İspanyolca üzerine incelemeler yapan
uzman.
hispanisme er. İspanyolcaya özgü deyim yada
anlatım.
hispano-américain,e s. ve ad. 1. İspanyol
Amerikası'nda olan,Güney yada Orta Amerikalı.
2. İspanya ile Amerika'ya değgin (Guerre
hispano-américaine).
hispide s. Sert ve kalın dikenli (Tige hispide).
•hisser gçl. 1. (Yelkenleri) Kaldırmak (Hisser un
mât). 2. Dikmek, çekmek (Hisser le drapeau,
hisser un pavillon). § Se hisser: 1. Tırmanmak,
çıkmak (Il se hissa à la force du poignet le long du
rocher). 2. mec. Yükselmek (Se hisser aux
premières places).
histoire diş. 1. Tarih (Histoire de Turquie, histoire
d'un pays, d'une nation). 2. Tarih kitabı (Acheter
une histoire). 3. Öykü, hikâye (Histoire d'un
animal, d'une plante). 4. Masal, maval (Tu me
racontes des histoires. Ce sont des histoires, tout
cela est faux). S. mec. İş, belâ (Tu vas l'attirer des
histoires). 6. Sorun, "mesele (C'est une histoire
d'argent qui les divise), l.tkz. Can sıkıcı şey, belâ,
histologie
hır gür (Je ne veux pas d'histoire). 8. argo. Edep
yeri, takım taklavat. § Avoir ses histoires: argo.
Aybaşı olmak. Chercher une histoire à qn: Biriyle
kavga çıkarmak istemek, -e çatmak için bahane
aramak (Il me cherche une histoire). Faire des
histoires: Rezalet çıkarmak, olay yaratmak.
Passer dans le domaine de l'histoire: Tarihe
karışmak, "mazi olmak. C'est une autre histoire:
Apayrı bir konu bu. C'est toute une histoire:
Anlatması uzun sürer, anlatsam roman olur.
histologie <% hek. "Dokubilim, dokular bilimi,
histoiogiques. *Dokubilimsel, dokubilime değgin,
historicité diş. Tarihe uygunluk, tarihsellik,
gerçeklik (Prouver l'historicité d'un document).
historien,ne ad. Tarihçi, tarih yazarı,
historier gçl. Küçük şekillerle süslemek (Historier
un chapiteau).
historiette diş. Küçük öykü, öykücük, masal,
historiographe er. "Olayyazar, olaylar yazarı,
"vakanüvis, zamanının tarihini yazmakla görevli
kimse.
historiographie diş. Olay yazarlık, vakanüvislik.
historique s. 1. Tarihsel, tarihe değgin (Un
monument historique, personnage historique). 2.
Tariheuygun. 3. er. Tarihçe, açıklama, öyküleme
(Faire l'historique d'une question).
historiquement bel. Tarih bakımından, tarihsel
olarak.
istorisme, historicisme er. fels. Tarihselcilik,
geleceğin olduğu gibi geçmişin de şimdiyle
belirlendiğini savunan öğreti,
istoriciste ad. fels. Tarihselci.
istrioner. 1.(EskiRomada) Palyaço.2.mec. Kötü
oyuncu, kötü aktör. 3. mec. Şarlatan, ikiyüzlü.
itlérien,ne s. 1. Hitler'e özgü. 2. Hitlerci, nazi
(Parti hitlérien, jeunesse hitlérienne).
itlérisme er. Hitlercilik, nazilik.
hittites. l.Hititlere değgin (L'art hittite). 2. ad.
Hitit, Eti.
iver er. Kış (Sports d'hiver. Nous sommes en
hiver). § L'hiver de la vie: Yaşlılık, "ihtiyarlık,
livernageer. 1. Kış mevsimi, kış dönemi. 2. Kıştan
önce toprağın sürülmesi. 3. Sıcak iklimlerde
yağmur mevsimi. 4. Kışın barınılan liman.
ivernal,e s. Kışa özgü, kışa değgin, kışlık (Froid
hivernal. Stations hivernales).
ivernant,e ad. 1. Kışhkçı, bir yerde kışın kalan
(Les hivernants ont été nombreux cette année surla
Côte d'Azur). 2. Bir kayak evinde kalan (kişi),
iverner gsz. 1. Kışlamak, kışı geçirmek. 2. gçl.
Kıştan önce sürmek (Hiverner une terre). 3. gçl.
(Hayvanları) Kış süresince ahıra çekmek
(Hiverner les bestiaux).

707

homéotherme
«ho! ünl. 1. (Uzaktan seslenmek, çağırmak için)
Hey! 2. (Şaşkınlık anlatmak için) O! A!
*hobby [ibijer. *Düşkü, hobi.
hobereau er. 1. hayb. Delicedoğan (kuş). 2. (Alay)
Köyde yaşayan önemsiz soylu,
«hocco er. Hinthorozu. Amerikanhorozu.
«hoche diş. 1. Çetele kertiği. 2. Çentik. 3. Gedik,
«hochement er. Sallama; sallanma (Hochement de
tête).
«hoche-queue, hochequeue er. Kuyruksallayan,
çobanaldatan kuşu.
•hocher gçl. Sallamak (Hocher la tête).
«hochet er. 1. Şıkşık, çocuk oyuncağı (La mère
agitait le hochet pour calmer le bébé en pleurs). 2.
Duygu okşayıcı önemsiz şey ( Cet honneur est pour
lui le hochet de la vanité).
«hockey er. Hokey (Hockey sur glace, sur gazon).
«hockeyeur er. Hokeyci, hokey oyuncusu,
hoir er. (Eski) Kalıtçı, mirasçı (Montaigne espérait
un hoir mâle).
hoirie diş. Kalıt, miras (az kullanılır),
«holà ünl. 1. Yeter artık! Yavaş! Dur (Holà!pas si
vite). 2. Hey! §Mettreleholààqch: -e son vermek,
dur demek (Mettre le holà à des dépenses
ruineuses).
«holding er. İng. Ana ortaklık; denetici ortaklık,
holding.
*hold-up [oldœp] er. Silahh soygun (Hold-up d'une
banque).
«hollandais,e s. ve ad. Hollandalı; Hollanda ve
Hollandalılara değgin,
«hollande diş. 1. Hollanda bezi, ince bir tülbent. 2.
Uzunca biçimli bir tür papates. 3. Hollanda
porseleni. 4. er. iyi cins bir kâğıt. 4. er. Toparlak,
kırmızımtrak bir tür Hollanda peyniri,
«hollywoodien,ne
s.
Holivud'u
andıran;
Holivud'daki
gibi
lüks
(Des
villas
hollywoodiennes).
holocauste er. 1. Kurban yakma. 2. Kurban, adak.
3. Hayır için yapılan bağış. 4. Özveri; fedakârlık.
§ Offrir qch en holocauste: -i kurban etmek, adak
olarak sunmak (Offrir un bélier en holocauste).
Faire l'holocauste de qch: -i feda etmek (Faire
l'holocauste de son coeur, de ses désirs). § S'offrir
en holocauste: Kendini feda etmek,
holothurie
hayb. Denizhıyarı,
«homard er. IstaKoz. § Etre rouge comme un
homard: İstakoz gibi kızarmak,
«home er. İng. İnsanın kendi evi, ev yaşamı
(L'intimité du home).
homélie diş. 1. Din konuları üzerine söyleşi, dinsel
söyleşi. 2. Ahlâk üzerine bıktırıcı öğütler,
homéotherme s. ve ad. hayb. Sıcakkanlı (hayvan).
homérique
homériques. Homeros'aözgü. Homeros'ayaraşır;
Homeros'a değgin (Poèmes
homériques.
Personnage homérique, lutte homérique). § Un
rire homérique: Katilircasina gülüş,
homicides, vead. 1. İnsan öldüren (Condamner un
chauffeur homicide). 2. er. İnsan öldürme
(Homicidepar imprudence).
hominidés er. ç. hayb. İnsangiller,
hominiens er. ç. hayb. İnsanımsılar,
hominisation diş. İnsanlaşma, insanımsılıktan insan
olma evresine geçiş,
hominiser gçl. İnsanlaşma evresine geçirmek,
hommage er. 1. (Eskiden) Bağımlının derebeyine
karşı bağlılık sözleşmesi, derebeyine karşı
ödevleri (La cérémonie symbolique de l'hommage
était suivi de l'aveu). 2. Saygı (Recevoir
l'hommage de nombreux admirateurs). 3. Sungu,
"takdime. 4. ç. Saygılar (Mes hommages à
Madame). 5. Belirti, "ifade (J'allais offrir
l'hommage de mon respect au roi). § En hommage
de qch: -in belirtisi olarak (Daignez agréer ceci en
hommage de ma reconnaissance). Faire hommage
de qch à qn: Birine... sunmak (Je lui ai fait
hommage de mon livre). Présenter ses hommages
àqn: -e saygılarını sunmak. Rendre hommage à: 1.
-e şükretmek (Rendre hommage à Dieu). 2, -e
saygı göstermek, minnet duymak (Rendre
hommage à un grand savant, à un travail
scientifique).
hommasses. vead. Erkeksi (Manièreshommasses.
Elle s'habille à l'hommasse).
homme er. 1. İnsan (Les dieux et les hommes). 2.
Kişi (Il distinguait trois hommes à l'horizon). 3. Er
(Le caporal et ses hommes). 4. Kimse (Homme de
main: Başkasının hesabına suç işleyen kimse,
maşa. Homme de paille: Suçu üstüne alan kimse).
5. argo. Dost, belâlı, tokmakçı. 6. Aranılan
kimse, tam istenilen kimse (Voilà mon homme).
7. Erkek (L'homme et la femme). 8. Koca (Elle a
vu son homme). 9. mec. Erkek, yiğit (Ose le
répéter, situ es un homme). 10. Adam (Hommede
confiance: Güvenilir adam. Homme d'action:
Eylem adamı. Homme d'affaires: İş adamı.
Homme politique: Siyaset adamı. Homme de
science: Bilim adamı. Homme de loi: Yasa adamı,
"kanun adamı. Homme du jour: Günün adamı.
Homme de la rue: Sokaktaki adam. Homme du
peuple: Halk adamı. Homme de guerre: Savaşçı,
asker, savaşadamı. Hommedemer:
Denizadamı,
denizci. Homme de lettres: Edebiyatçı, edebiyat
adamı. Homme de troupe: Er. Homme d'argent:
Paragöz, gözü parada olan adam. Hommes des
bois: Orangutan. Homme de coeur: Mert, cömert,

708
homomorphisme
iyi yürekli adam. Homme de sac et de corde: Alçak
adam, ipten kazıktan kurtulmuş adam. Homme
sans entrailles: Duygusuz adam. Bon homme: Saf
adam, bön. Pauvre homme: Budala, zavallı
adam). § Le Fils de l'homme: 1. İsa peygamber. 2.
Ademoğlu, insanoğlu. L'Homme-Dieu: İsa
peygamber. Le jeune homme: Genç, delikanlı.
Comme un seul homme: Hep birlikte, tek bir güç
halinde (Agir comme un seul homme. Comme un
seul homme, ils se déclarèrent prêts à le suivre).
Etre homme à f. qch: -cek kimse olmak, -meyi
başaracak yetenekte olmak (Il n'est pas homme à
mentir. Tu es vraiment homme à construire un tel
barrage).

homme-grenouille er. Kurbağa-adam.


homme-orchestre er. 1. Aynı anda birçok çalgıyı
çalan kişi. 2. Bir alanda yada bir iş yerinde birçok
işi bir arada yapan kişi.
homme-robot er. Robotinsan, robot gibi davranan
insan.
homme-sandwich er. Para karşılığı sırtında ve
göğsünde ilân taşıyan adam.
homocentre er. mat. Birçok çemberin ortak
merkezi, eşmerkez.
homocentrique s. Eşmerkezli, ortak merkezli
(Faisceau lumineux homocentrique).
homochromie diş. bitb. hayb. Renkteşlik.
homodont er. hayb. Homodont.
homogamead. Denkteş evli, denkteş evlenmiş,
homogamie diş. Denkteş evliliği,
homogène s. Birtürden, türdeş;
benzeşik;
bağdaşık, "mütecanis (Société homogène).
homogénéisation
diş.
Benzeşikleştirme,
bağdaşıklaştırma, türdeşleştirme.
homogénéiser,
homogénéifier
gçl.
Bağdaşıklaştırmak,
benzeşikleştirmek,
türdeşleştirmek.
homogénéité diş. Tek çeşitlilik, türdeşlik,
benzeşiklik,
bağdaşıklık,
"tecanüs
(L'homogénéité d'un corps, d'une formation
politique, d'une classe).
homographe s. ve ad. dilb. Eşyazımlı, yazılıştan
aynı anlamlan ayn (sözcük),
homographie^. Eşyazımlılık.
homographique s. mat. Homografik (Fonction
homographique).
homologation diş. Resmen onaylama,
homologie diş. kim. Türdeşlik, benzeşiklik.
homologues. Türdeş, benzeşik.
homologuer gçl. Resmi olarak onaylamak
(Homologuer les tarifs de transport, une
performance, un record).
homomorphisme er. biy. Biçimdeşlik, benzeryapı.
homonyme
homonyme s. ve ad. dilb. 1. Eşsesli (sözcük). 2. er.
Adaş, eşadlı.
homonymie diş. dilb. 1. Eşseslilik. 2. Adaşlık,
eşadlılık.
homonymique s. 1. Eşsesliliğe değgin. 2. Adaşlığa
değgin.
homophones. Sesdeş, eşsesli.
homophonie diş. Sesdeşlik, eşseslilik.
homosexualité diş. 'Eşcinsellik,
homosexuelle s. ve ad. Eşcinsel,
homuncule, homoncule er. 1. Simyacıların
türettiklerini savladıkları bir peri. 2. mec. Cüce,
bastı bacak, insan müsveddesi,
homothétie diş. mat. Benzeşim,
homothétique s. mat. Benzeşimsel.
homotopie diş. mat. Uzamdaşlık.
homotopique s. mat. Uzamdaş.
"hongres. 1. İğdiş (Poulain hongre). 2. er. İğdiş at.
*hongrer gçl. (Atı) İğdiş etmek, enemek,
hongrie diş. Macaristan,
"hongroierie diş. Macar sahtiyancılığı.
"hongrois,e s. ve ad. 1. Macar; Macarlara ve
Macaristana değgin (Un hongrois. Musique
hongroise). 2. er. Macarca,
"hongroyer gçl. Macar sahtiyanı tarzında işlemek
(Hongroyer les cuirs).
hongroyeur er. Macar sahtiyanı işçisi,
honnête s. 1. Namuslu, dürüst, doğru, temiz (Un
juge honnête, un commerçant honnête. Une
épouse honnête). 3. Doyurucu, "tatmin edici,
yeterli (Obtenir un résultat honnête). 4. Orta,
"vasat, sade (Il a un honnête talent de musicien.
Nous avons fait un honnête repas). 5. Nazik,
kibar, terbiyeli (Vous êtes bien honnête).
honnêtement bel. 1. Namusluca, dürüstçe (Agir
honnêtement). 2. Nezaketle, kibarca (Je vous ai
honnêtement mis en garde). 3. Uygun şekilde,
iyice (Son travail est honnêtement payé). 4.
Açıkçası,
hakçası,
açıkça
konuşalım
(Honnêtement, n'étiez-vouspas au courant?).
honnêteté diş. 1. Namus, namusluluk; dürüstlük,
doğruluk (Un homme d'une parfaite honnêteté).
2. Nezaket, kibarlık, incelik (Ayez l'honnêteté de
le reconnaître).
3. Temizlik, erdemlilik
(L'honnêteté d'une femme). 4. İyilikçilik,
honneur er. 1. Şeref (Un homme sans honneur.
Jurer sur son honneur). 2. Yüzakı, övünce (Il est
l'honneur de sa famille). 3. Erdem (Son honneur
de femme). 4. Ün, saygınlık (Je n'ai pas mérité cet
honneur). 5. Namus, iffet (Cela peut porter
ombrage à l'honneur d'une femme). 6. ç. Yüksek
görev (S'élever aux premiers honneurs). 7. ç.
(Savaş gemilerinde) Selâm topu, selâm töreni. §
709

honneur
Affaire d'honneur: Düello. Champ d'honneur:
Savaş alanı, er meydanı. Dame d'honneur:
Nedime.
Demoiselle
d'honneur,
garçon
d'honneur: Düğününde güveye ve geline
arkadaşlık eden erkek yada kız arkadaş, sağdıç.
Honneurs funèbres: Cenaze töreni. Garde
d'honneur: Şeref kıtası. Légion d'honneur:
Fransanın en büyük nişanı, lejyon donör. Parole
d'honneur: Şeref sözü. Point d'honneur: Onur
sorunu, şeref sorunu, şeref ve namusa dokunan
bir sorun. Tour d'honneur: Şeref turu. En
l'honneur de: -in onuruna (Donner une réception
en l'honneur des diplomates). En quel honneur?:
tkz. Ne için, kimin için, hangi nedenle (En quel
honneur cette nouvelle toilette?). En tout bien tout
honneur: Çok iyi niyetlerle, kötülük düşünmeden
(Courtiser une jeune fille en tout bien tout
honneur). Pour l'honneur: Şan olsun diye, para
falan almadan (Travailler pour l'honneur). Sauf
votre honneur: Hâşâ huzurunuzdan. Avoir
l'honneur de f. qch: -mekten, -mekle şeref
duymak. Avoir les honneurs de la première page:
Adı gazetelerin birinci sayfasında çıkmak.
Donner sa parole d'honneur: Ant içmek, şeref
sözü vermek. Etre l'honneur de: -in yüzakı olmak,
övüncesi olmak (Ce savant est l'honneur de son
pays). Etre en honneur: Gözde olmak, tutulup
beğenilmek; moda olmak (Le roman a été en
honneur au XIXe siècle. La taille fine est en
honneur). Faire un tour d'honneur: Bir şeref turu
atmak. Faire honneur à qn: -in yüzünü
güldürmek, yüzakı olmak (Ces nouveaux
bâtiments font honneur à l'architecte. Elève qui fait
honneur à son maître). Faire honneur à qch: -i
tutmak, yerine getirmek, yapmak (Faire honneur
à ses engagements, à ses obligations, à sa parole).
Faire à qn l'honneur de f.qch : Birine -mek şerefini
bahşetmek (Pouvez-vous me faire l'honneur
d'assister à la cérémonie?). Faire à qn les honneurs
de la maison: Birini evine nezaketle kabul etmek.
Faire honneur à un repas: Bir yemekte karnını
iyice doyurmak. Faire honneuràune terre, ranger
une terre à l'honneur: Bir yerin yakınından
geçmek. Jurer sur l'honneur, sur son honneur:
Şerefi üzerine ant içmek. Mettre, remettre qch en
honneur: -i yeniden değerlendirmek, moda
yapmak (Remettre les danses folkloriques en
honneur). Mourir au champ d'honneur: Savaş
alanında, er meydanında ölmek. Mettre son point
d'honneur à qch, à f. qch: -i, -meyi kendisi için bir
şeref sorunu yapmak. Obtenir les honneurs de la
guerre: Düşmana, şerefli koşullar altında teslim
olmak, silahını vermeden teslim olmak. Rendre
honnir
honneur à: -e saygı göstermek. Rendre les
honneurs à qn: -i selamlamak, -e selama durmak
(Troupe qui rend les honneurs à un chef). Sauver
l'honneur de: -in şerefini kurtarmak. Se faire un
point d'honneur de qch: -i kendisi için bir şeref
sorunu yapmak. Se faire point d'honneur de qch:
-ile övünmek, göğsü kabarmak. A tout seigneur
tout honneur: Lâyıkına her şey helâl; saygıdeğer
kimseye saygılı davranmak gerek.
*honnir gçl. 1. (Eski) Rezil etmek. 2. Kargımak,
lânetlemek (eskimiştir). 3. Etre honni de:
-tarafından hiç sevilmemek, tiksinilmek (Un
dictateur honni du peuple). § Honni soit qui mal y
pense: Kötü düşünenin gözü çıksın,
honorabilité^. Şereflilik,saygıdeğerlik,saygınlık
(Ton père est d'une parfaite honorabilité).
honorable s. 1. Yüz ağartıcı, şeref verici (Une
démarche honorable). 2. Şerefli, saygıdeğer (Une
famille honorable). 3. Dürüst, namuslu (Un
commerçant honorable). 4. İyi, yeterli, uygun
(Avoir une fortune honorable. Obtenir une note
honorable à un examen). 5. Sayın (Honorables
délégués!).
honorablement bel. 1. Yüzünün akıyla, şerefle. 2.
Namusluca, dürüstçe (Gagner honorablement sa
vie. Vivre honorablement).
honoraires. 1. Onursal (Président honoraire d'une
société). 2. er. ç. (Hekim, avukat gibi kişilere
ödenen) Ücret, para (Les honoraires d'un
médecin, d'un avocat. Verser des honoraires).
honorariat er. Onursal unvan,
honoré,es. 1. Sayın, saygıdeğer (Mon cherethonoré
maître). 2. Hoşnut, mutlu, gönenmiş (Je suis très
honoré). 3. diş. Mektup (J'ai bien reçu votre
honorée du 20 courant).
honorer gçl. 1. Saygı göstermek, kutsamak
(Honorer son père et sa mère. Honorer Dieu). 2.
Şerefvermek, onurlandırmak, övünç getirmek (Il
honore la profession. Votre confiance m'honore).
3. Ücretini vermek (Honorer un médecin). 4.
Anmak, kutlamak (Honorer la mémoire d'un
savant). 5. Ödemek (Honorer un chèque, une
lettre de change). 6. Honorer qn de qch: Birine...
vermek, "bahşetmek, birini -ile onurlandırmak (II
ne m'a pas honoré de la moindre réponse. Il m'a
honoré de sa confiance, de son amitié). §
S'honerer de qch, de f. qch: -ile övünmek, -mekle
övünmek, göğsü kabarmak (Je m'honore de son
estime, d'être son ami).
honorifique s. Onursal (Titre,
distinction
honorifique).
honoris causa bel. Lat. Onursal, onursal olarak,
"fahrî (Homme d'Etat nommé docteur honoris

710

horde
causa de l'Université de Paris).
*honte diş. 1. Utanç (L'enfantpleurait de honte). 2.
Yüz karası (C'est une honte de loger les gens dans
de pareils taudis). 3. Utangaçlık, çekingenlik,
sıkılganlık (C'est la honte qui l'empêche d'être
naturel). § La courte honte: Başarısızlık (Ilensera
poursacourtehonte). Honte à:... utansın (Honteà
ceux qui trahissent). Avoir honte de qch, de f. qch:
-den utanmak, -mekten utanmak (J'ai honte de
vous, il avait honte de pleurer). Avoir toute honte
bue: Alnının daman çatlamak, utanmak nedir
bilmemek, ar namus tertemiz olmak. Eprouver de
la honte devant: -karşısında utanç duymak
(Eprouver de la honte devant un échec). Etre la
honte de, faire la honte de: -in yüzkarası olmak
(Cet enfant est (fait) la honte de sa famille). Etre
rouge de honte: Utançtan kıpkırmızı olmak. Faire
honte à qn: -için utanç konusu olmak, -i
utandırmak (La conduite de ce garçon fait honte à
son père. Tu me fais honte). Revenir, s'en
retourner avec sa courte honte: Bir şey yapmadan
dönmek, başarısızlığa uğrayıp süklüm püklüm
dönmek.
•honteusement bel. Utanılacak şekilde; utanarak,
•honteux,euse s. 1. Utanmış (J'étais tout honteux).
2. Utangaç, çekingen, sıkılgan (Un enfant
honteux). 3. Utanç verici, utanılacak, yüz
kızartıcı (Action honteuse. Un honteux chantage).
4. Kendini belli etmeyen, gizli kalan (Unpartisan
honteux). § Pauvre honteux: Yoksulluğunu dışa
vurmayan yoksul. Etre honteux de qch, de f.qch:
-den utanmak, -mekten utanmak, sıkılmak (Je
suis honteux de mon ignorance, d'être en retard).
•hop ün. Haydi! Hop! Yallah! (Et hop! allons-y).
hôpital er. 1. *Sayrılarevi, *saynevi, "hastane (Aller
à l'hôpital. Envoyer, admettre un malade dans un
hôpital, à l'hôpital). 2. Güçsüzler yurdu. § C'est
l'hôpital qui se moque de la charité: Kendi
gözündeki merteği görmez, elin gözündeki çöpü
görür. Dinime dahleyleyen bari müslüman olsa.
•hoquet er. Hıçkınk § Avoir le hoquet: Hıçkınk
tutmak, hıçkırmak,
•hoqueter gsz. Hıçkırmak, hıçkınğı tutmak,
horaire er. 1. Saat çizelgesi (Horaire de chemins de
fer, horaire de bateaux, d'avions). 2. Ders
çizelgesi, ders programı (Afficher l'horaire des
cours. Un professeur qui a un horaire chargé). 3.s.
Saatlere değgin. 4. s. Saatteki ; saat başına (Vitesse
horaire; salaire horaire). § Fuseaux horaires:
coğr. Saat dilimleri,
•horde diş. 1. Göçebe kalabalığı. 2. Takım, sürü
(Des hordes d'envahisseurs). § La Horde d'or: tar.
Altın Ordu.
hordéacé
*hordéacé,e s. Arpaya değgin; arpayı andıran,
arpamsı.
•horion er. (Başa yada surata indirilen) Şiddetli
yumruk.
horizon er. 1. Çevren, ufuk (La plaine s'étend
jusqu'à l'horizon. Scruter l'horizon). 2. mec.
Görünüş alanı, ufuk (Ce livre nous ouvre des
horizons nouveaux).
3. mec. Görünüm,
"manzara, (L'horizon politique s'assombrit). 4.
mec. Gelecek, gelecekteki durum (L'horizon
international s'éclaircit). § A l'horizon: 1. Ufukta.
2. mec. Gelecekte, ilerde (On voit se profiler à
l'horizon la menace d'une crise). Faire un tour
d'horizon de qch: -i kısaca gözden geçirmek, -in
genel bir özetini yapmak (Faire un tour d'horizon
de la situation internationale).
horizontal,es. Yatay, *ufkî (Une ligne horizontale).
§ Prendre une position horizontale: tkz. Yatmak,
uzanmak.
horizontale diş. 1. Yatay çizgi (Les horizontales
d'un plan). 2. (Eski) Orospu, "fahişe,
horizontalement bel. 1. Yatay olarak, yanlamasına,
horizontalité diş. Ya t aylık,
horloge diş. (Cep yada kol saatleri gibi taşınmayan)
Saat, duvar saati (Horloge solaire, horloge à
sable, horloge à eau. Le tic-tac d'une horloge). §
Avoir une précision d'horloge: Çok dakik olmak.
Etre réglé comme une horloge: Çok düzenli, saat
gibi işlemek.
horloger,ère s. 1. Saatçiliğe değgin (Industrie
horlogère). 2. ad. Saatçi,
horlogerie diş. 1. Saatçilik. 2. Saat fabrikası. 3.
Saatçi dükkânı,
"hormis ilg. -den başka, -den gayrı (Hormis
quelques abstentionnistes, la majorité vota le
projet).
hormonal,e s. Hormonlara değgin (Subir un
traitement hormonal).
hormone diş. Hormon (Traitement par les
hormones).
hormonothérapie diş. hek. Hormontedavisi.
"hornblende
yerb. Hornblent,
horodateur er. Tarih ve saati basıp belirten aygıt,
horoscope er. Yıldız falı (Lire, consulter son
horoscope: Falına bakmak. Se faire tirer son
horoscope: Falına baktırmak. Tirer l'horoscope
de qn: -in falına bakmak).
horreur diş. 1. Korku, yılgı (Etre saisi d'horreur:
Korkuya kapılmak. Glacé d'horreur, il restait
muet). 2. Tiksinme (Inspirer au peuple l'horreur
du crime). 3. Korkunçluk, iğrençlik (L'horreur
d'un cachot, d'un supplice). 4. İğrenç şey, berbat
şey (Cet article de journal est une horreur). 5. ç.

711
hors
Kötülükler, iğrençlikler, yıkım (Les horreurs de
la guerre). 6. ç. İğrenç davranışlar, zulüm
(Commettre des horreurs). 1. ç. Ayıp şeyler, açık
saçık sözler (Débiter, écrire des horreurs). § Avoir
horreur de qch, de f. qch: -den tiksinmek,
-mekten iğrenmek (J'ai horreur de la guerre, de
parler des frivolités). Avoir, prendre qn, qch en
horreur: -den tiksinmek, iğrenmek, -i düşman
bellemek, -e kızmak (Il l'avait pris en horreur
depuis ce geste indélicat). Faire horreur à qn: -i
tiksindirmek,
iğrendirmek,
midesini
bulandırmak (Ta conduite m'a fait horreur. Ce
médicament lui faisait horreur).
horribles. 1. Korkunç, ürkünç, ürkütücü (Spectacle
horrible, blessure horrible). 2. Çok kötü, berbat
(Il a une écriture horrible, un temps horrible). 3.
İğrenç, tiksinç (Un caractère horrible, une femme
horrible). 4. er. İğrençlik, tiksinçlik (La soif de
l'inconnu et le goût de l'horrible).
horriblement bel. 1. İğrenç bir şekilde. 2. Çok aşırı
derecede (Souffrir horriblement. Les fruits sont
horriblement chers).
horrifiant,e s. 1. Korkutucu, yılgınlık verici. 2.
Tiksindirici, iğrendirici.
horrifier gçl. Korku salmak, yılgınlık vermek,
ürkütmek, ürküntüye uğratmak, korkutmak (Les
dépenses m'horrifiaient).
horriflques. Korkutucu, ürkütücü,
horripilant,e s. 1. Tüyler ürpertici. 2. Bezdirici,
usandırıcı, sabır taşırıcı (Un enfant horripilant. Il
est horripilant avec ses hésitations continuelles).
horripilation diş. 1. Ürpertme, ürperme; tüyleri
diken diken etme, tüyleri diken diken olma (Le
froid provoque 1'horripilation). 2. mec. Can
sıkma, bezdirme, bıktırma, sabır taşırma; canı
sıkılma, bezme, usanma, sabrı taşma,
horripiler gçl. 1. Ürpertmek, tüylerini diken diken
etmek. 2. mec. Can sıkmak, usandırmak,
bezdirmek, sabrını taşırmak (Ses propos
m'horripilent).
§
S'horripiler:
Bezmek,
usanmak, bıkmak, "gına getirmek,
"horsi/g. 1. -dışı (Fonctionnaire hors cadre. Modèle
hors série. Exemplaire hors commerce). 2.
-dışında, -den başka, "hariç (Hors son goût pour le
jeu, vous ne trouverez guère de passion chez lui). §
Hors pair, hors série, hors ligne: Eşsiz, çok üstün
(Il a un talent hors pair pour esquiver les
difficultés). Etre hors concours: Yarışma dışı
bırakılmak, çok üstün nitelikli olduğu için
yanşma dışı tutulmak. Mettre, déclarer qn, qch
hors la loi: -i yasa dışı ilân etmek. Etre, se mettre
hors la loi: Yasa dışına çıkmak, yasaları
tammamak. Hors de: -dışında, dışına (Un jardin
hors-concours
hors de la ville. Il s'élança hors de sa chambre.
Poisson qui saute hors de l'eau). Etre hors du
coup: İşin, oyunun dışında olmak; olaylarla ilgisi
bulunmamak. Etre hors de danger: Tehlikeden
uzak olmak. Etre hors d'haleine: Soluğu
kesilmek, soluk soluğa kalmak. Etre hors d'état
def. qch: -cek durumda olmamak (Il est hors d'état
de nuire). Etre hors d'usage: Kullanılacak
durumda olmamak, çok eski olmak (La voiture est
hors d'usage). Etre hors de prix: Çok pahalı
olmak, ateş pahası olmak. Etre hors de
comparaison, hors de pair: Eşsiz olmak, çok üstün
olmak. Etre hors de soi: Kendinde olmamak,
öfkeden kendinden geçmek, çok kızmak, gözü
dönmek (Il est hors de lui). Mettre qn hors de
combat: -i saf dışı etmek, savaşamayacak duruma
düşürmek. Il est hors de doute que: Hiç kuşku yok
ki...
•hors-concours er. 1. Büyük üstünlüğü nedeniyle
yarışma dışı tutulan kişi. 2. s. Yarışdışı (Etre horsconcours, être mis hors-
concours: Yartşdışı
olmak, yarış dışı tutulmak).
•hors-d'oeuvre er. değişmez. 1. (Bir yapıtta) Konu
dışı olan bölüm. 2. Çerez, meze (Des horsd'oeuvre variés).
•hors-jeu er. Faul, oyun kurallarınaaykırı davranış.
*hors-la-loi er. değişmez. Yasaları tanımayan
adam, "kanun kaçağı; toplumdışı yaşayan kişi.
*hors-texte er. değişmez. Bir kitabın formaları
arasına katılmış ve ayrı basılmış olan resim, harita
vb; metin dışı ek.
hortensia er. bitb. Ortanca,
horticoles. Bahçıvanlığa değgirr.
horticulteur er. Bahçıvan,
horticulture^. Bahçıvanlık,
hortillonage er. Sulak bostan,
hosanna[ozanna] er. İbr. 1. Bir Yahudi duası. 2. Bir
Hıristiyan ilâhisi. 3. Sevinç çığlığı, sevinç türküsü,
utku çığlıkları,
hospice er. 1. Hacılar, elginler konağı. 2. Güçsüzler
yurdu, öksüzler yurdu (Hospice des vieillards, des
invalides). § Finir dans un hospice: Yoksunluk
içinde ölmek,
hospitalier,ère s. 1. Konuksever (Il est très
hospitalier). 2. Sayrılar evine değgin, düşkünler
evine değgin, hastanelerle ilgili (Etablissement
hospitalier, les services hospitaliers).
hospitalisation diş. Hastaneye yatırma; hastaneye
yatma (Hospitalisation d'un malade, d'un blessé).
hospitaliser gçl. Hastaneye yatırmak (Hospitaliser
un malade).
hospitalité diş. Konukseverlik. § Donner, offrir
l'hospitalité à qn: -i konuklamak, evinde

712

houblonner
barındırmak,
hostellerie diş. (Eski) Otelcilik,
hostie diş. 1. (Eski. Yahudilerde) Kurban. 2.
(Hıristiyanlarda) Ayin sırasında papazın dağıttığı
mayasız ekmek,
hostile s. 1. Düşmanca (Il posa sur moi un regard
hostile. Etre l'objet de manifestations hostiles). 2.
Hostile à: -e karşı, düşman, "muhalif (Il est hostile
à toute nouveauté)
hostilement bel. Düşmanca, kinle,
hostilité diş. 1. Düşmanlık (Il y eut beaucoup
d'hostilités entre ces deux pays). 2. Kin,
sevgisizlik, sevmezlik (Il me regardait avec
hostilité). 3. ç. Savaş, savaşma (Les hostilités ont
repris). § La cessation des hostilités: Savaş
bırakışması, "mütareke.
*hot-dog [3tdog] er. İng. Sıcak sosisli sandviç,
hôte, hôtesse ad. 1. (Konuğa göre) Ev sahibi (Un
hôte charmant, une hôtesse charmante. Remercier
ses hôtes). 2. (Eski) Otelci, hancı. 3. Konuk
(Recevoir, régaler un hôte. Il a été mon hôte
pendant une semaine). 4.Müşteri, kiracı (Les
hôtes successifs d'un hôtel, d'un appartement). 5.
hayb. Konak. § Les hôtes de l'air: Kuşlar. Hôtesse
de l'air, hôtesse: diş. Hostes. Table d'hôte:
Tabldot. Hôte intermédiaire: hayb. Arakonak.
hôtel er. 1. Otel (Descendre à un hôtel. Passerlanuit
à l'hôtel). 2. Konak, köşk (Bu anlamda Hôtel
particulier de kullanılır). § Hôtel de ville: Belediye
dairesi. Maître d'hôtel: Sofracı başı. Coucher à
l'hôtel du cul tourné: argo. Kan koca küsüşüp sırt
sırta yatmak,
hôtel-dieu er. (Kimi eski kentlerde) Başlıca

hastane; düşkünlerevi.
hôtelier,ère s. 1. Otelciliğe değgin (Industrie
hôtelière, crédit hôtelier). 2. ad. Otelci,
hôtellerie diş. 1. Otelcilik (Ecole d'hôtellerie). 2.
Lokantalı otel; han.
hôtesse diş. Hostes.
•hotte diş. 1. Sırt küfesi (Hotte de vendangeur. La
hotte du Père Noël). 2. Ocak etekliği (Hotte d'une
cheminée de cuisine). 2. argo. Taksi,
•hottée diş. Bir küfe dolusu.
*hottentot,e s. ve ad. Hotantolu; Güneybatı
Afrika'daki göçebe bir çoban halktan olan. §
Venus hottentote: Kocaman kalçalı kadın, koca
kıçlı kadın.
•hotter gçl. Küfe ile taşımak (Hotterdes raisins).
•hotteur,euse ad. Küfe hamalı, küfeci.
•hou ünl. (Yerme, iğrenme, kargıma anlatır) Tu!
Yuh! Yuf! (Hou!La vilaine!).
•houblon er. bitb. Şerbetçiotu.
•houblonner gçl. Şerbetçiotu katmak (Houblonner
houblonnier
la bière).
"houblonnier,ère s. 1. Şerbetçiotu üreten (Pays
houblonnier). 2. er. Şerbetçiotu ekicisi,
"houblonnière diş. Şerbetçiotu tarlası,
"houe diş. Tarla çapası, çapa.
*houer gçl. Çapalamak.
"houille diş. Taşkömür, maden kömürü. § Houille
blanche: coğr. fiz. Akkömür, elektrik elde
etmeye yarayan su. Houille grasse: Yağlı
taşkömür. Houille maigre: Yağsız taşkömür.
*houiiler,ère s. 1. içinde taşkömür katmanları
bulunan, taşkömürlü (Terrain houiller, bassin
houiller). 2. Taşkömüre değgin (Industrie
houillère).
"houillère diş. Taşkömürü ocağı,
"houilleur er. Taşkömürü işçisi.
*houilleux,euse s. Taşkömürlü, içinde taşkömürü
bulunan (Roche houilleuse).
"houle diş. Dalgalanma, çalkanma, çalkantı
(Navire balancé par la houle. Une houle
humaine).
houlette diş. Çoban değneği,
houleux,euse s. 1. Dalgalı, çalkantılı (Mer
houleuse). 2. mec. Heyecanlı, fırtınalı (Parler
devant une salle houleuse. Scéance houleuse).
houlok er. hayb. Küçükjibon.
'houp iinl. (Çağırmak yada kışkırtmak için) Hu!
Hop! (Allons, houpl).
'houppe diş. 1. Püskül. 2. Perçem. 3. Sorguç. 4.
(Ağaçta) Tepe, doruk. § Houppe de maïs: bitb.
Mısır püskülü,
"houppelande diş. Geniş kaftan,
"houppergç/. Püskül yapmak (Houpperdelasoie).
§ Houpper de la laine: Yün taramak,
'houppette diş. Püskülcük.
'houppier er. Budama bir ağacın tepesi,
'hourdage er. 1. Kaba duvar. 2. Kaba sıva.
"hourder gçl. 1. Kaba duvar örmek. 2. Kaba sıva
vurmak.
'hourdis er. 1. Kaba duvar. 2. Kaba sıva.
'houri diş. Far. 1. Huri. 2. er. Manş denizinde
işleyen bir çeşit hafif yelkenli,
'hourque diş. Bir çeşit Hollanda yük gemisi.
:
hourra, hourrah er. 1. Kazaklann saldın narası,
hurra. 2. Denizcilerin resmi selam narası
(L'amiral fut salué d'un triple hourra). 3. Yaşa,
bravo, alkış (Des hourras enthousiastes s'élevèrent
de la foule des spectateurs). 4. Uni. Yaşa! Varol! §
Hip; hip; hip; hourra!: Ya ya ya, şa şa şa!
hourvari er. 1. Bağırtı, çağırtı, gürültü, patırtı. 2.
Avcıların köpekleri geri çağırtmak için
çıkardıkları ses.
ousard, hussard er. Hafif süvari eri.

713

huile
"houseau er. Meşin tozluk; çizme,
"houspiller gçl. 1. Hırpalamak (Houspiller un
boxeur). 2. Azarlamak, paylamak (Houspiller un
enfant qui a traversé la rue en courant).
*houspilIeur,euse s. Azarlayıcı, paylayıcı.
"houssage er. Toz alma, tozunu alma.
"housse diş. 1. At örtüsü, atın sağnsını kaplayan
örtü. 2. Eşya önüsü, kılıf,
"housser gçl. 1. Örtüyle örtmek, kılıf geçirmek. 2.
Tozunu almak (Housser les meubles, une
tapisserie).
"houssine diş. İnce değnek,
"houssiner gçl. (Eski) Çırpmak (Houssiner un
tapis).
"houx er. bitb. Çobanpüskülü.
"hoyau er. Bir çeşit çapa, kısa saph çapa.
"hublot er. (Gemilerde) Lomboz.
"huche diş. 1. Hamur teknesi. 2. Sandık (Huche à
vêtements, huche à pain).
•hucher gçl. Bağırarak çağırmak, ıslıkla çağırmak,
"huchet er. Av borusu,
"huchier er. Tekneci.
"hue Uni. Deh ! § Tirer àhue et àdia: Herkes bir yana
çekmek; düzensiz ve çelişkili davranmak,
"huée diş. Yuha (Orateur interrompu par des
huées).
"huer gçl. 1. Yuhalamak (Huer une pièce, les
acteurs). 2. gsz. (Baykuş) Ötmek,
"huerta diş. İspanya'da çok verimli sulanmış ova
(Les huertas d'Andalousie).
"huguenot,e s. ve ad. 1. Kalvin mezhebinden
Fransız protestant. 2. Kalvinistlere değgin (Parti
huguenot). 3. diş. Toprak tencere, güveç (Une
huguenote).
huilage er. 1. Yağa yatırma (Huilage du coton). 2.
Yağlama (Huilage des machines).
huile diş. 1. (Bitkisel yada hayvansal kökenli)
Sıvıyağ (Huile d'olive, de lin, de colza. Huile de
baleine, de foie de morue). 2. (Yakıt olarak
kullanılan) Yağ, sıvıyağ (Huile lourde: Ağtryağ.
Huile légère: Hafifyağ. Huile de graissage:
Makina yağı. Huile lubrifiante: Yıkama yağı.
Huile minérale: Madensel yağ. Huile siccative:
Kurur yağ. Huile non-siccative: Kurumaz yağ.
Huile lampante: Arınmış petrol). 3. Esans, ruh,
yağ (Huile de rose, huile pour brunir). 4.
Yağlıboya resim (Une huile de Degas). 5. tkz.
Kodaman, etkili kişi (Il est maintenant dans les
huiles. Son père est une huile). § Mer d'huile:
Dingin deniz, çarşaf gibi deniz. Couler comme de
l'huile: Yağ gibi kaymak. Faire tache d'huile:
Gittikçe yayılmak, sudaki halkalar gibi büyümek
(Ses idées font tache d'huile). Jeter de l'huile sur le
huiler

714

feu: Yangına körükle gitmek. Mettre de l'huile


dans les rouages: Engelleri, güçlükleri kaldırmak,
köşeleri yuvarlaklaştırmak, sivrilikleri gidermek,
ilişkileri yumuşatmak. Mettre, verser de l'huile
sur les plaies de qn: -in yüreğine su serpmek.
Sentir l'huile: Çok emek verildiği belli olmak,
özenip bezenilerek yapılmak (Ouvrage qui sent
l'huile). Tomber dans la tache d'huile: argo.
Evlenmek.
huiler gçl. 1. Yağlamak (Huiler les rouages). 2.
Zeytinyağı ekmek, zeytinyağı dökmek (Huiler
une salade).
huilerie diş. 1. Yağcılık, zeytinyağcılığı (Il s'est
enrichi dans l'huilerie). 2. Yağ fabrikası,
zeytinyağı fabrikası,
huileux,euse s. 1. Yağlı, içinde yağ bulunan (Olives
huileuses). 2. Y ağ, gibi (Un sirop huileux). 3. Yağlı
(Cheveux huileux, peau huileuse).
huilier er. 1. Yağcı, yağcılıkla uğraşan kimse. 2.
Sofraya konan yağ ve sirke takımı,
huilier,ère s. Yağcılığa değgin (Industrie huilière).
huiron er. hayb. Mersin morinası,
huis er. (Eskiden) Kapı (On frappe à l'huis). § Le
huis clos: Gizli oturum (Tribunal qui ordonne le
huis clos). A huis clos: 1. Gizli oturumla, gizli
oturum yaparak (Délibérer à huis clos. Audience à
huis clos). 2. Bütün kapı ve pencereleri kapatarak
(Ils continuent à huis clos leurs libations).
huisserie diş. 1. Kapı. 2. Kapı yada pencere
çerçevesi (Huisserie en bois).
huissier er. 1. Kapıcı. 2. Odacı (Les huissiers d'une
faculté). 3. Mübaşir,
•huit s. ve er. 1. Sekiz (Huit maisons. Le huit du
mois). 2. er. (İskambilde) Sekizli (Le huit de
pique). 3. s. Sekizinci (Henri huit). § Donner ses
huit jours à qn: -e bir haftalık tazminatını verip
kovmak; işten atmak,
»huitain er. Sekiz dizeli küçük şiir; sekiz dizelik
kıta, »sekizlik,
»huitaine diş. 1. Sekiz günlük zaman; hafta (La
cause a été remise à huitaine. Il part dans une
huitaine). 2. Sekiz kadar, aşağı yukarı sekiz (Une
huitaine de pommes).
»huitième s. 1. Sekizinci (La huitième merveille du
monde). 2. er. Sekizde bir. 3. ad. Sekizinci
(Arriver le (la) huitième dans une compétition).
»huitièmement bel. Sekizinci olarak,
huître diş. hayb. 1. İstiridye. 2. tkz. Aptal, kalın
kafalı. 3. argo. Balgam. § Huître perlière: İnci
midyesi.
huîtrier,ère s. İstiridyeyle, istiridyecilikle ilgili
(Industrie htûtrière).
huîtrier er. İstiridye avcısı.

humble
huîtrière diş. İstiridye yatağı, istiridye tarlası,
•hulotte diş. hayb. Alacabaykuş.
»hululement er. (Gece kuşları için) Ötme, bağırma,
»hululer gsz. (Gece kuşları) Ötmek, bağırmak,
»hum ünl. (Kuşku yada söylemeden geçme isteğini
anlatır) Hıum (Hum! cela cache quelque chose.
Hum! qu'est-ce que je te disais?).
»humage er. İçine çekerek yutma; soluğu içine
çekme.
humain,e s. 1. İnsansal, insana değgin (Corps
humain, force humaine, respect humain). 2.
İyiliksever, temiz yürekli ( On ne peut être juste si
on n'est pas humain). 3. İnsan, insan niteliği
taşıyan (Les personnages de la pièce restent
humains). 4. İnsana özgü, insanca (C'est une
réaction humaine. Il pense à son intérêt, c'est
humain). 5. er. ç. İnsanlar (Vivre séparé des
humains).
humainement bel. 1. İnsan olarak (J'ai fait tout ce
qui était humainement possible pour les sauver). 2.
İnsanca (Traiter humainement un inférieur, un
esclave).
humanisation diş. İnsanlaştırma; insanlaşma, insan
gibi olma.
humaniser gçl. 1. İnsanlaştırmak, insan durumuna
sokmak (Humaniser le Christ et diviniser
l'homme). 2. İyileştirmek, insanca kılmak, insan
onuruna yaraşır kılmak (Humaniser les dures
conditions de travail). 3. Yontmak, yumuşatmak,
kabalığım gidermek (Humaniser une personne
brutale).
§
S'humaniser:
Yumuşamak,
yontulmak, insan gibi olmak,
humanisme er.
"Humanizma, "hümanizm;
»insancılık, insanları sevme ülküsü,
humaniste s. ve ad. 1. ed. Yunan ve Latin dil ve
edebiyatlan uzmanı. 2. Hümanist; insana,
insansever. 3. s. Humanizmaya değgin (Doctrine,
mouvement humaniste). 4. s. fels. İnsana,
insanları sevme ülküsüne bağlı (Philosophie
humaniste).
humanitaire s. fels. İnsanhkçı, insanlığa hizmet
amaam güden, insancıl (Philosophie, système
humanitaire).
humanitarisme er. fels. İnsanlıkçıhk.
humanitaristes. vead. fels. İnsanhkçı.
humanité diş. 1. İnsanlık (Histoire de l'humanité).
2. İyilik, insanca davranış (Traiter un prisonnier
avec humanité). 3. ç. Yunan ve Latin dili ve
edebiyatı. § Faire ses humanités: Klasik dil ve
edebiyat okumak, Yunan ve Latin dili ve
edebiyatı öğrenimi yapmak,
humbles. 1. Basit, küçük, "mütevazi (Il n'est qu'un
humble fonctionnaire, subalterne. Une humble
humblement
demeure, une humble situation). 2. Alçakgönüllü,
uysal (Il est très humble). 3. Gösterişsiz (Un
humble village). 4. Çekingen (Demander d'une
voix humble son pardon).
humblement bel. Alçakgönüllülükle; gösterişsizce,
humectage er. Islatma, nemlendirme; ıslanma,
nemlenme (Humectage des étoffes, du papier).
humecter gçl. Hafifçe ıslatmak, nemlendirmek
(Humecter son doigt. Humecter du linge. Pluie
fine qui humetjte l'herbe). § S'humecter:
Islanmak, nemlenmek. § S'humecter le gosier:
tkz. İçmek, boğazı yağlamak,
"humer gçl. 1. İçine çekerek yutmak (Humer
quelques gouttes d'eau). 2. Solumak, içine
çekmek (Humer l'air frais du matin). 3.
Koklamak (Humer un plat, un parfum).
humerai,es. anat. Kolkemiğine değgin,
humérus[ymerysjer. anat. Kolkemiği,pazukemiği.
humeur diş. 1. Suyuk, °hılt, canlıların vücudunda
bulunan her türlü sıvı madde. 2. Mizaç
(Incompatibilité d'humeur. Il a une humeur
querelleuse). 3. Özenç, "kapris (Agir par
humeur). 4. Öfke, kızgınlık, parlama (Dans un
moment d'humeur, il le mit à la porte). § Bonne
humeur: Neşe, keyif, neşelilik, keyiflilik.
Muavaise humeur: Neşesizlik, keyifsizlik,
kızgınlık. Humeur noire: Karasevda. Humeurs
froides: Sıraca. Avoir, garder de l'humeur contre
qn: -e kızmak, kin beslemek, diş bilemek. Avoir
des sautes d'humeur: Sağı solu belli olmamak,
beklenmedik anda hemen parlayıvermek.
Donner de l'humeur à qn: -i kızdırmak,
sinirlendirmek (Cela me donne de l'humeur). Etre
de bonne humeur: Neşeli, keyifli olmak, keyifı
yerinde olmak, eşref saatinde olmak. Etre de
mauvaise humeur: Keyifsiz olmak, kızgın olmak,
huysuzluğu üstünde olmak. Etre, se sentir
d'humeur à f.qch: 1. -cek durumda olmak (Je ne
suis pas d'humeur à vous écouter). 2. -meye niyeti
olmak, -mek eğiliminde olmak (Il n'était pas
d'humeur à rire). Mettre qn de bonne humeur: -i
neşelendirmek, keyiflendirmek (Ce film m'a mis
de bonne humeur).
humide s. 1. Yaş, ıslak (Le linge est encore humide.
Les yeux humides de larmes). 2. Nemli (Un pays
humide. Chaleur humide).
himidificateur s. veer. Nemlendirici (aygıt),
humidification diş. Nemlendirme; ıslatma,
humidifier gçl. Nemlendirmek; ıslatmak,
humidifuge s. Nemalıcı, nemgiderici.
humidité diş. 1. Nem; yaşlık (Serrure rouillée par
l'humidité). 2. Nemlilik (Humidité du climat).
humiliant,es. Küçük düşürücü, alçaltıcı, küçültücü

715

hurleur
(Brimade humiliante).
humiliation diş. 1. Küçük düşürme, küçük düşme;
alçaltma, alçalma (Rougir d'humiliation). 2.
Küçük düşürücü davranış, alçaltıcı tutum,
humilier gçl. 1. Küçük düşürmek, aşağılatmak,
onurunu kırmak, küçültmek (Humilier un
adversaire). 2. Kırmak, üzmek (L'indifférence de
son entourage l'humilia. On a humilié sa fierté). |
S'humilier: 1. Küçülmek, alçalmak (Ilnes'estpas
humilié devant le vainqueur). 2. S'humilier
d'avoir f.qch: -mekle küçülmek,
humilité diş. Alçakgönüllülük (Sa fausse humilité
cache un grand orgueil).
humoral,e s. Vücut sıvılarına değgin (Allergie
humorale).
humoristes, vead. Mizahçı, mizah yazarı; nükteci,
nükte yazarı; *gülmececi, 'gülmece yazarı,
humoristiques. Nükteli, gülmeceli, mizahlı.
humour er. * Gülmece, mizah; nükte, *gülüt, ince
alay (Humour noir. L'humour est souvent prêté
aux Anglais). Avoir le sens de l'humour:
Kendisiyle alay etmesini bilmek; nükteden,
gülmeceden anlamak,
humus er. Karatoprak, funda toprağı, hümüs.
"hune diş. (Gemi direğinde) Çanaklık,
•hunier er. Gabya yelkeni.
*huppe diş. 1. hayb. Çavuşkuşu. 2. (Kimi kuşların
başındaki) Tepelik, tepe, sorguç,
"huppé,e s. 1. Tepeli, sorguçlu (Alouette huppée).
2. tkz. Zengin, tuzu kuru; yüksek mevki sahibi.
*hure<% 1. Domuz başı, kesilmiş domuzkellesi. 2.
argo. Yüz, çehre, kafa. § Se gratter la hure: argo.
Yüzünü kazımak, traş olmak,
"hurlant,e s. 1. Bağırıp çağıran; uluyan (Foule
hurlante; la meute hurlante des loups). 2 .mec. Çiğ,
cıncık, pek kuvvetli (Des couleurs hurlantes).
"hurlement er. 1. Uluma (Hurlement d'un chien,
d'un loup). 2. Çığlık (Pousser un hurlement de
douleur, de colère). 3. Bağırıp çağırma, sövüp
sayma (Le hurlement de la foule).
"hurler gsz. 1. Ulumak (Le chien hurla toute la
nuit). 2. Pek kötü ve bağırarak şarkı söylemek,
zırlamak (Il ne cessepas de hurler). 3. Uğuldamak
(Le vent hurle dans la cheminée). 4. Bağırıp
çağırmak, sövüp saymak (La foule hurle). S.
Hurler de qch: -den bağırmak (Hurler de
douleur). 6. gçl. Bağıra bağıra söylemek,
yağdırmak (Hurler des injures, des menaces). §
Hurler avec les loups: Çevresindekiler gibi
düşünmek, davranmak; görüşülen kişiler ne
yapıyorlarsa onlar gibi yapmak, yöredeki
kişilerin huyuna suyuna gitmek,
"hurleur, euse s. 1. Uluyan; zırlayan. 2. er. Uluyan
hurluberlu
maymun.
hurluberlus, ve er. Zirzop, kaçık, terelelli.
*huron,nes. vead. Kaba kişi, hamhalat, dangalak.
*hurrah, hourrah ünl. ve er. Hurra,
"hussard, housard er. Hafif süvari eri. § A la
hussarde: Kabaca, patavatsızca (Agir à la
hussarde).
"hussarde di?. Macar dansı (Danse à la hussarde
da denir).
"hutte diş. Kulübe (La hutte d'un esquimau. Une
hutte de roseau).
hyacinthe diş. 1. Kırmızımtırak sarı değerli bir taş.
Yementaşı. 2. (Jacinthe'in eski adı olarak)
Sümbül.
hyades diş. ç. gökb. Öküz kümesi; Boğa
takımyıldızı yöresinde görülen yedi yıldızlık bir
küme.
hyalin,e s. Camsı.
hybridation diş. biy. Melezleşme; melezleştirme;
melezleme.
hybrides. 1. Karma (Trouver une solution hybride).
2. Melez (Plantes hybrides, animaux hybrides). 3.
er. Melez bitki yada hayvan (Le mulet est un
hybride).
hybrider gçl. Melezleştirmek. § S'hybrider:
Melezleşmek,
hybridité diş. Melezlik,
hydarthrose diş. hek. Eklemde su toplanması,
hydathode diş. bitb. Sugözeneği.
hydatode diş. bitb. Savak,
hydracide er. kim. Hidrasit,
hydrargyre er. Civa'nın eski âdı.
hydrargyrisme er. Civa ile zehirlenme,
hydrate er. kim. Hidrat. § Hydrate de carbone:
Karbonhidrat,
hydraulicien er. Su mühendisi,
hydraulique s. 1. Suya değgin (Installations
hydrauliques).
2. Su ile işleyen (Moteur
hydraulique; usine, turbine hydraulique).3. Suyun
etkisiyle sertleşen (Mortier hydraulique). 4. diş.
Su mühendisliği,
hydravion er. Su uçağı, suya konup kalkan uçak,
deniz uçağı.
hydre diş. 1. (Söylencede) Ejderha. (Hydre de
Lerne: Yedi başlı yılan). 2. hayb. Hidra (Hydre
brune à long bras: Kara hidra. Hydre d'eau douce:
Tatlı su polipi. Hydre verte: YeşilJıidra).
hydrémie diş. hek. 1. Kandaki su miktarı. 2. Kanda
su fazlalığı.
hydrique s. Suyla ilgili, suya değgin (Diète
hydrique).
hydrobatidés er. ç. hayb. Fırtınakuşugiller.
hydrocarbure er. kim. Hidrokarbür.

716

hydrotimètre
hydrocéphales, vead. Beyin zarlan ve karıncıkları
içinde su toplanmış kimse, *sukafah, *sukafa,
"hidrosefal.
hydrocéphalie diş. hek. Beyin zarlan ve karıncıkları
içinde su toplanması, *sukafalılık, *sukafalık,
"hidrosefali.
hydrocharidacées diş. ç. bitb. Kurbağazehirigiller.
hydrodynamique s. 1. Sıvıların devinimine değgin.
2. diş. Sıvılann devinimini, ağırlığım, dengesini
inceleyen fizik dalı, "hidrodinamik,
hydro-électriques. Hidroelektrik,
hydrofuges. Nemden koruyan, sudan koruyan,
hydrofuger gçl. *Sugeçirmezleştirmek, nem ve su
geçirmez hale getirmek, geçirgensizleştirmek.
hydrogénation
diş.
kim.
Hidrojenlenme,
hidrojenleme.
hydrogène er. kim. Hidrojen,
hydrogéné,e s. Hidrojenlenmiş; hidrojenli,
hydrogéner gçl. Hydrojenle birleştirmek,
hydroglisseur er. Hava tepkisiyle su üzerinde
kayarak giden sandal,
hydrographie diş. coğr. 1. Subilgisi, "hidrografya.
2. Bölge sulan, su varlığı. 3. Deniz topografyası,
hydrographique
s.
Su bilgisine
değgin,
hidrografyayla ilgili,
hydrologie diş. yerb. 'Subilim.
hydrologiques. 'Subilimsel.
hydrologiste, hydrologue ad. *Subilimci, subilim
uzmanı,
hydrolyse diş. kim. Hidroliz,
hydromancie diş. Su falı.
hydromécaniques. Su ile işleyen,
hydromel er. Bal şerbeti.
hydromètre er. fiz. 1. Hidrometre, sıvıölçer. 2. diş.
hayb. Suörümceği.
hydrométrie diş. "Sıvıölçüm.
hydrophile s. 1. Sucul. 2. er. hayb. Susineği,
sukurdu, suböceği.
hydrophobe s. ve ad. Sudan korkar,
hydrophobie diş. 1. Sukorkusu, suyılgısı, sudan
korkma. 2. Kuduz hastalığı,
hydropique s. ve ad. Vücudunun bir yerine su
toplanmış olan.
hydropisie diş. (Vücudun bir yerine) Su
toplanması, su birikmesi,
hydrosoluble s. Suda eriyen,
hydrosphère diş. coğr. Suyuvan, suküre.
hydrostatique diş. fiz. Hidrostatik,
hydrothérapie diş. Su tedavisi, suyla tedavi, kaplıca
tedavisi, "hidroterapi,
hydrothermal,e s. Kaplıca sulanna değgin,
hydrotimètre er. kim. (Sudaki kireç oranını
saptamada) Sertlikölçer.
hydrotimétrie
hydrotimétrie diş. Sertiikölçümü, suyun kireç
oranının ölçülmesi,
hydrotropisme er. bitb. hayb. Suya-yönelim.
hydrozoaires er. ç. hayb. Hidralar,
hyène diş. hayb. Sırtlan,
hygiène diş. Sağlık koruma; sağlık bilgisi,
hygiénique s. 1. Sağlık korumayla ilgili, sağlık
bilgisine değgin. 2. Sağlığa yararlı (Promenade
hygiénique).
hygiéniste
ad.
Sağlık
koruma
uzmanı,
*sağlıkbilimci.
hygromètre er. coğr. Nemölçer.
hygrométrie diş. Nemölçümü.
hygrophile s. Nemcil (Plante hygrophile).
hygrophobe s. Nemse vmez, neme uyum
sağlayamaz,
hygroscope er. Nemölçer, "higroskop,
hygroscopie diş. Nemölçümü.
hygroscopique s. Nem çeker, nem alır.
hygrotropisme er. bitb. Neme-yönelim.
hylidés er. ç. hayb. Ağaçkurbağasıgiller.
hymen er. anat. Kızlıkzan.
hymen, hyménée er. (Şiir dilinde) Evlenme, evlilik
(Les liens de l'hymen). § Les fruits de l'hymen:
Çocuklar, yavrular,
hyménoptères er. ç. hayb. Zarkanathlar. § Un
hyménoptère: Zarkanath.
hymne er. 1. flâhi, ezgi (Chanter un hymne). 2. Marş
(L'hymne national: Ulusal marş, "milli marş). 3.
Ulusal marş (L'orchestre joua les hymnes alliés).
4. Sevinç ve coşkunluk ifade eden şiir; övgü şiiri
(Hymne à la nature, à l'amour). S. diş. Kilisede
okunan dinsel koşuk,
hyoïde er. anat. Dilkemiği.
hyoïdien,ne s. Dilkemiğine değgin,
hypallage er. dilb. *Değişleme; anlama zarar
gelmeksizin, bir şeyi, bir durumu, tümcede
gerektiği sözcükten başka bir sözcük yada
sözcüklerle anlatma,
hyperacidité diş. hek. Asit fazlalığı, asit yüksekliği,
hyperbate diş. ed. Tümcede devriktik, aşın evirtim;
devrik tümce,
hyperbole diş. 1. (Söz sanatında) Obartma,
abartma. 2. mat. Hiperbol (Hyperbole équilatère:
İkizkenar hiperbol).
hyperbolique s. 1. Abartmalı, obartmalı, "aşırı
(Adresser des louanges hyperboliques à un chef
d'Etat). 2. mat. Hiperbolik; hiperbola değgin,
hiperbol biçiminde (Fonctions hyperboliques;
miroir hyperbolique).
hyperboliquement bel. Abartarak, abartmalı bir
biçimde.
hyperboloïde s. ve er. mat. Hiperboloit.
717

hypocondre

hyperboréen,ne s.
Uzak
kuzeye değgin,
"uzakkuzeysel.
hyperémotivité diş. Aşırı heyecanlanma, çok çabuk
heyecanlanma; tez heyecanlamrhk.
hyperesthésie diş. Aşırı duyarlık,
hypergénèse diş. biy. Aşın büyüme, aşırı gelişme,
hyperglycémie diş. hek. Kan şekeri yüksekliği,
kanda şeker fazlalığı,
hypermètre 5. ed. "Taşkınımsı (Vers hypermètre).
hypermétrope
s.
ve ad.
*Yakıngörmez,
hipermetrop,
hypermétropie
diş.
Yakıngörmezlik,
hipermetropluk.
hypernerveux,euse s. Aşın sinirli, çok sinirli, sinir
küpü.
hyperodon er. hayb. Gagalıbalina.
hypersécrétion diş. Aşırı salgılama, salgı fazlalığı,
hypersensibilité^. Aşırı duyarlık,
hypersensibles. Aşın duyarlı, çok duyarlıklı,
hypersoniques. Sesten hah (Vitesse hypersonique).
hypersthénie diş. Kimi doku yada organların aşırı
çalışması (Hypersthéniegastrique).
hypertendu,e s. ve ad. Kanbasıncı yüksek olan
(kimse); yüksek "tansiyonlu.
hypertensif,ive s. 1. Kanbasıncını yükseltici,
"tansiyon yükselten (Médicament hypertensif). 2.
er. Tansiyon yükseltici ilâç (Prendre un
hypertensif).
hypertension diş. Kanbasıncı yüksekliği, "tansiyon
yüksekliği, yüksek tansiyon, yüksek kanbasıncı.
hypertrophie diş. biy. 1. İrileşme, büyüme
(Hypertrophie du foie). 2. mec. Aşın gelişme, çok
büyüme (L'absence de plan d'ensemble aboutit à
l'hypertrophie d'industries parasitaires).
hypertrophier
gçl.
biy.
İrileştirmek,
şişkinleştirmek. § S'hypertrophier: İrileşmek;
şişmek (Mon foie s'est hypertrophié. Les services
administratifs se sont hypertrophiés).
hypnosediş. Yapay uyku, ipnoz, "uyutum.
hypnotique s. 1. (İlâç) Uyku getirici, uyutucu. 2.
İpnoza değgin, ipnotik (Etat hypnotique).
hypnotiser gçl. 1. İpnotizmayla uyutmak. 2. mec.
Büyülenmiş gibi bir duruma sokmak, afallatıp
hiçbir tepki gösteremez duruma getirmek, yılan
görmüş kurbağaya çevirmek. § S'hypnotiser sur
qch: mec. -e saplanıp kalmak, -den başka şey
düşünememek, derdi düşüncesi... olmak (Ils'est
hypnotisé sur son échec probable à l'examen).
hypnotiseur er. İpnotizmacı,
hypnotisme er. İpnotizma,
hypocentre er. coğr. Deprem ocağı,
hypocondre er. 1. anat. Böğür. 2. İpokondriyalı,
hastalık hastası (Un hypocondre qui a des
hypocondriaque
moments d'abattements).
hypocondriaques, vead. 1. İpokondriyah,hastalık
hastası
(Il
est
hypocondriaque.
Un
hypocondriaque).
2. tpokondriyaya değgin
(Symptôme hypocondriaque).
hypocondrie diş. Hastalık hastalığı, ipokondriya.
hypocras [ipokras] er. Tarçınlı, şekerli kaynatılmış
şarap.
hypocrisie diş. 1. İkiyüzlülük, "riya, "mürailik
(Hypocrisie du faux dévot). 2. Aldatmaca, yalan,
dalkavukluk (Ne te laisse pas prendre à ses
hypocrisies).
hypocrite s. ve ad. 1. İkiyüzlü, "riyakâr, "mürai. 2,
Aldatıcı, yapma, içtenlikten uzak (Un ton
hypocrite, un sourire hypocrite).
hypocritement bel. İkiyüzlülükle, "riyakârca,
"müraice, yüzegülücülükle.
hypoderme er. bitb. 1. Altderi. 2. hayb.
Hipodermis.
hypodermique s. Deri altına yapılan (Piqûre
hypodermique).
hypogastre er. anat. Altkarın; kasık,
hypogastrique s. Altkanna, kasığa değgin,
"altkarınsal (Douleur hypogastrique).
hypogée er. 1. Yeraltı yapısı. 2. Yeraltı gömütlüğü,
yeraltı gömütü (Hypogées égyptiens). 3. s. bitb.
Yeraltında yetişen,
hypoglosses, biy. Dilaltı (Nerf grand hypoglosse:
Büyük dilaltı siniri).
hypoglycémie diş. Kanda şeker oranının düşmesi,
kan şekeri azalması,
hyponymes. dilb. AltanlamhT
hyponymie diş. dilb. Altanlamhhk.
hypophyse diş. biy. Hifofiz, sümüksü cisim,
hyposecrétion diş. hek. Salgı azalması, salgı
yetmezliği.
hypostase diş. 1. (Tannbilimde) "Uknum, töz,
cevher, özellikle de Hıristiyanlıktaki Tanrı, İsa,
ruhül kudüs üçlemesinin herbiri. 2. hek.
Akciğerde kan toplanması,
hypostyle s. (Mimarlıkta) Tavanı sütunlar üstünde
olan (Temple hypostyle).
hypotendu,es. vead. Kanbasıncı düşük olan, düşük
tansiyonlu.
hypotenseur s. ve er. Kanbasıncını, tansiyonu
düşürücü (ilâç).
hypotensif,ive s. Tansiyon düşüklüğüyle ilgiyi,
kanbasıncı düşüklüğüne bağlı,
hypotension diş. Kanbasıncı düşüklüğü, "tansiyon
düşüklüğü,
hypoténuse diş. mat. Hipotenüs.

718
hystricidés

hypothécable s. İpotek edilebilir, üzerine tutu


konulabilir, "tutulanabilir (Maison,
ferme
hypothécable).
hypothécaire s. Tutuya değgin, rehinle ilgili,
"tutusal (Garantie hypothécaire).
hypothèque diş. 1. Tutu, *rehin, "ipotek (Prendre
une hypothèque sur un immeuble. Grever une
maison d'une hypothèque. Mettre l'hypothèque,
lever l'hypothèque). 2. mec. Güçlük, engel
(Hypothèque qui pèse sur les relations entre deux
pays).
hypothéquer gçl. 1. Tutuya vermek, "rehine
vermek, "rehin etmek (Hypothéquer
un
immeuble, une ferme, une maison). 2. Tutu ile
sağlamak. 3. Sağlama bağlamak (Hypothéquer
une créance).
hypothermie diş. hek. Vücut ısısını normalin altına
düşürme, *ısıdüşürüm; vücut ısısının normalin
altına düşmesi, "ısıdüşümü.
hypothèse diş. 1. mat. fels. Varsayım, "hipotez,
"faraziye.
hypothétique s. 1. "Varsayımsal, "farazi. 2. mec.
Şüpheli, kesin olmayan (Il compte sur un héritage
hypothétique). 3. s. ve diş. dilb. Şartlı; şart tümcesi
(Proposition hypothétique. Une hypothétique).
hypothétiquement bel. Varsayımsal olarak,
hypotonie diş. 1. hek. Kas gücünün azalması. 2.
Kanbasıncı düşüklüğü, düşük tansiyon. 3.
Alçakbasınçlılık.
hypotoniques. bitb. Alçakbasınçlı.
hypotrophie diş. hayb. Düşük beslenme,
hypotypose diş. ed. "Canlandırma; her şeyi
gözönünde imiş gibi gösteren canlı anlatış,
hypsomètre er. fiz. "Yükseltiölçer.
hypsométrie diş. fiz. "Yükseltiölçümü.
hyraciens er. ç. hayb. Kırsıçanımsılar.
hystérectomie diş. hek. Rahimi alma, dölyatağını
ameliyatla alma.
hystérie diş. 1. ruhb. İsteri, "dönüşümce. 2. mec.
Delilik, çılgınlık (C'est de l'hystérie).
hystériformes. İsterimsi, belirtileri isteriyi andıran.
hystériques, vead. l.İsterili, isteri hastası. (Elleest
un peu hystérique. Un, une hystérique). 2. İsteriye
değgin, isteriyle ilgili (Unrirehystérique). 3. mec.
Gözü dönmüş, çılgınlaşmış (Une
foule
hystérique).
hystérographie diş. hek. Rahim filmi alma,
dölyatağı filmi çekme,
hystérotomie diş. hek. Dölyatağını, rahimi yarma;
dölyatağını alma.
hystricidés er. ç. hayb. Oklukirpigiller.
1
i, I er. Fransız abecesinin dokuzuncu harfi olup
Türkçedeki i sesini verir. § Droit comme un I:
Dimdik, baston yutmuş gibi (Il se tient droit
comme un I). Mettre les points sur les 1:1. Açık
konuşmak, dobra dobra söylemek. 2. Her şeyi
yerli yerince açıklamak, belirtmek; en küçük bir
ayrıntıyı bile unutmadan anlatmak,
iambe er. l.Kısa-uzun ölçü; Yunan ve Latin şiirinde
kısa bir heceden sonra gelen bir uzun heceden
ibaret ölçü birimi. 2. Bu ölçü ile yazümış yergi
koşuğu.
ibères, ve ad. Iber, iberyah (Civilisation ibère).
ibérique s. İspanya ve Portekiz'e değgin (Péninsule
ibérique: tberik yarımadası).
ibidem bel. Aynı yerde, aynı bölümde, aym yapıtta,
ibididés er. ç. hayb. İbisgiller.
ibis[ibis]er. hayb. İbis, karaleylek. §Ibisfalcinelle:
Çeltik kargası. Ibis chauve: Kelaynak (kuşu),
iceberg [ajsbatg] er. coğr. Buzdağı, denizlerde
yüzen büyük buz parçaları,
icefield [ajsfîld] er. coğr. Buzla; kutuplara yakın
yerlerde denizin üstünü kaplamış olan buz örtüsü,
ichneumon [ikn0m5] er. hayb. Firavun sıçanı,
ichor^ikorj er. 1. hek. Kanlı sızıntı. 2. yerb. İkor;
magmasal kayacın oluşunu etkileyen gaz ve
buharlardan bileşik özsu.
icthyocolle [iktiyokylj diş. Bahktutkah.
icthyoîde s. Balığı andıran, balığa benzeyen,

balıksı.
ichtyologie diş. *Bahkbilim.
ichtyologique s. 'Balıkbilimsel.
ichtyologiste ad. *Balıkbilimci, bahkbilim uzmanı,
ichtyophage s. ve ad. Balıkla beslenen,
ichtyophagie diş. Balıkla beslenme,
ichtyosaure er. hayb. İhtiyozor.
ici bel. 1. Bura, burası, burada, buraya (Il fait froid
ici. Viens ici). 2. Burası; burasını (Ici, Radio
Ankara. Veuillez signer ici). 3. Şimdi, şu anda. §
D'ici: Buradan (D'ici, je ne vois rien). D'ici peu:
Yakın zamanda, kısa bir süre sonra. Jusqu'ici:
Şimdiye dek. Ici-bas: Bu dünya, şu ölümlü dünya ;
şu ölümlü dünyada (Ici-bas, tout est mensonge et
leurre). Par ici: Bu yanda, bu yandan, bu tarafta
(Par ici la sortie. Il habite par ici).
icoglaner. T. İçoğlan.
icône diş. 1. İkon; ortodoks kiliselerindeki dinsel
resimlere verilen ad. 2. dilb. Görüntüsel
gösterge.
ironiques, dilb. Görüntüsel göstergeye değgin,
iconodasme, er. iconoclastie diş. Kiliselerdeki
tasvirlere tapınmayı yeren ve bu tasvirleri kırıp
parçalamayı öğütleyen bir dinsel öğreti; tasvir
düşmanlığı.
iconodaste s. ve ad. 1. Tasvir ve put düşmanı (Les
empereurs iconoclastes). 2. mec. Güzel sanatlar
düşmanı. Sanat düşmam bağnaz.
iconographe
iconographe er. Resim, heykel, madalya, gibi sanat
yapıtlarım inceleme uzmanı, "ikonografi
'ikonbilimci, ikonbilim uzmanı,
iconographie diş. 1. Resim, heykel, madalya gibi
sanat yapıtlarını inceleyen bilim, "ikonografi,
'ikonbilim. 2. Ünlü bir kişiyi konu alan resimler
dermesi.
iconographique
s.
ikonografiye
değgin,
'ikonbilimsel.
iconolâtre ad. 'İkonatapar, dinsel resimlere,
ikonlara tapan,
iconolâtrie diş. 'İkonataparlık, dinsel resimlere
taparlık.
ictère er. Sarılık (hastalığı),
ictérique s. 1. Sanlığa değgin. 2. ad. Sarılıktı
(hasta).
ictéridés er. ç. hayb. Amerikan sarıasmagiller.
ictus er. ed. 1. *Bası; vurgu temeline dayanılan
koşukta sesin şiddetinde bir yükseliş diye kabul
edilen ve dolayısıyla tartının dayandığı vurgu. 2.
"Kriz, bunalım (Ictus apoplectique; ictus émotif).
idéal er. 1. Ülkü (Ilfautavoirunidéal. Il veut réaliser
son idéal). 2. En iyi, en iyisi (Aimer et être aimé,
voilà l'idéal).
idéal, e s. 1. Ancak düşüncede olan, kafada
tasarımlanan; 'düşüncel, 'tasanmsal (Un monde
idéal). 2. Ülküsel. 3. Eşsiz, en iyi, çok güzel (Une
beauté idéale. Unmariidéal. Trouver une solution
idéale).
idéalisateur,
trice
s.
Ülküselleştirici,
ülküselleştiren; ülküleştiren.
idéalisation diş. Ülküleştirme, ülküselleştirme;
ülküleşme,
ülküselleşme;
eşsizleştirme,
eşsizleşme; çok güzelleştirme (Idéalisation du
personnage de Napoléon).
idéaliser gçl. Ülküleştirmek, ülküselleştirmek;
eşsiz bir güzellik vermek (Peintre qui idéalise son
modèle. Idéaliser la personne aimée). §
S'idéaliser: Güzelleşmek, eşsizleşmek; ülküsel
bir nitelik kazanmak (Il s'est idéalisé dans son
œuvre. Le passé s'idéalise dans le souvenir).
idéalisme er. fels. 1. 'Düşüncecilik, idealizm;
varlığı düşünceye indirgeyen öğretilerin genel adı
(Idéalisme dogmatique: İnakçı düşüncecilik.
Idéalisme empirique: Görgül
düşüncecilik.
Idéalisme objectif: Nesnel düşüncecilik. Idéalisme
problématique: Belkili düşüncecilik. Idéalisme
subjectif:
Öznel
düşüncecilik.
Idéalisme
transcendantal: Deneyüstü düşüncecilik). 2.
Ülkücülük (Son idéalisme est constamment déçu
par la réalité).
idéaliste s. ve ad. 1. fels. Düşünceci, düşüncel,
idealist (Une philosophie idéaliste). 2. Ülkücü (lia

720

identification
une vue trop idéaliste).
idéalité diş. 1. 'Düşüncellik, "iftikâriyye. 2.
Ülküsellik.
idéation diş. fels. İdeleştirme.
idée diş. 1. fels. Düşünce, "idea; 2. Düşün , "fikir
(L'idée de l'infini. L'idée de beauté). 3. Görüş
(Les idées politiques de Rousseau). 4. Kafa (Je ne
sais pas ce qu'il a dans l'idée). 5. Kavram (Il n'a
aucune idée de la politesse). 6. Örnek (Je vais vous
donner une idée de sa sottise). 7. Niyet, karar
(Changerd'idée). 8. Düşünme, tasarlama (L'idée
de se retrouver dans cette chambre vide l'attristait
horriblement). 9. Kanı (J'ai mon idée sur la
question.As-tu une idée de l'endroit où tu iras?). 10.
Düşünce (C'est vraiment une belle idée). 11.
Konu, tema (Il a pris cette idée chez ses
devanciers). 12. Özgünlük, özgün düşünce
(Ouvrageplein d'idées). 13. Keyif, canın istediği
şey (Agir à son idée; je vivrai désormais à mon
idée). 14. Özet (Ilya dans ce roman une idée de
mentalité africaine. Je vais vous en donner une
idée). 15. Saçma sapan düşünce (Ce ne sont que
des idées). 16. Taslak, tasan (Il en a jeté l'idée sur le
papier). § Association d'idées: ruhb. Çağnşım.
Idée fixe: ruhb. Saplantı. Idée directrice, idée
maîtresse: Ana düşünce, ana fikir. Une idée: hlk.
Azıcık, biraz (Voulez-vous du café?-Une idée
seulement). Avoir des idées gaies: İyimser olmak.
Avoir des idées noires: Kötümser olmak. Avoir
des idées larges, avoir de l'idée: Kafalı olmak, zeki
olmak, kafası çalışmak. N'avoir pas la première
idée de qch: -konusunda en ufak bir bilgisi
olmamak. Etre large d'idées: Geniş görüşlü
olmak, hoşgörülü olmak. Ne pas se faire d'idée:
Anlayamamak. Pouvoir donner des idées à qn,
donner des idées à qn: -in cinsel duygulanm
kamçılamak, -de cinsel istekler uyandırmak.
Perdre le fil de ses idées: Ne söyleyeceğini
şaşırmak, ipin ucunu kaçırmak. Se faire des idées:
Düşler kurmak, olmayacak şeyler düşünmek. Se
faire une idée de qch, sur qch: -konusunda bir
kanıya varmak. Venir à l'idée à qn: -in kafasından
geçmek, aklına gelmek (Cela ne lui viendrait
même pas à l'idée).

idéel, les. Kavramsal.


idem bel. 1. Onun gibi, "keza (Table de sapin, 10
francs; idem de chêne, 15francs). 2. hlk. De, "dahi
(Vous partez pour la campagne, et moi idem).
identifiables. Kimliği saptanabilir, tanınabilir (Les
cadavres, atrocement brûlés, n'étaient pas
identifiables).
identification diş. 1. Kimliğini saptama, tanıma,
ayırdetme, kimlik saptaması (L'idendification
identifier
des voleurs se révéla difficile) 2. dilb. Belirleme,
identifier gçl. 1. Kimliğini saptamak, tanımak
(Identifier un cadavre). 2. Ne olduğunu anlamak
(Identifier des échantillons de pierres). 3.
Identifier qch, qn avec, à: -ile özdeşleştirmek,
özdeş kılmak, bir tutmak (On identifie
Robespierre à la Révolution. Identifier ses idées
avec celles des autres). § Identifier un nom de lieu:
Bir yerin yeni adına karşılık olan eski adım
bulmak. § S'identifier à, avec: -ile özdeşleşmek,
kendini -ile özdeş kılmak (L'actrice s'identifie
avec son personnage. Il s'identifie à son père).
identiques. 1.Özdeş, benzer,"aynı (Les deux vases
sont identiques. Arriver à des conclusions
identiques). 2. Identique à qch: -e benzer, -ile
özdeş (Ton opinion est identique à la sienne).
identiquement bel. Özdeş olarak, benzer biçimde,
"aynen.
identité diş. 1. Özdeşlik, eşlik, benzerlik, "ayniyet
(Identité de goûts, de vues, de sentiments). 2.
Kimlik, hüviyet (La carte d'identité. Il voyage sous
une fausse identité. Découvrir l'identité du
voleur). § Pièce d'identité: Kimlik belgesi,
idéogramme er. "tdeografi usulüyle yazılmış yazı,
düşünce yazısı, düşüncel yazı.
idéographie diş. Bir düşünceyi, sözcüğün seslerini
gösteren harflerle değil, resimle yada başka
işaretlerle yazma usulü, 'düşünce yazısı,
idéologie diş. 1. Bir öğretiyi oluşturan temel
düşünceler, topluma yön veren düşünce dizgesi,
"düşüngü, ideoloji. 2. Düşüncelerin doğuş ve
gelişmesini inceleyen yöntem, düşünceler bilimi,
'düşüngübilim. 3. hkr. Boş laflar, saçma
düşünceler, anlaşılmaz söz yada düşünceler,
idéologique s. ideolojiye değgin, ideolojiyle ilgili,
'düşüngüsel (Luttes idéologiques).
idéologue er. 1. Bütün felsefeyi ideolojiye bağlayan
kimse,
'düşüngücü,
"ideolog.
2.
hkr.
Gerçekçilikten uzak düşünür, ayakları yerde
olmayan kimse. 3. mec. "Akıl babası, "fikir
babası.
ides diş. ç. Roma takviminde mart, mayıs, temmuz
ve ekim aylarının onbeşinci, öbür ayların on
üçüncü günleri (César fut assassiné aux ides de
mars).
idiolecte er. Kişisel dil, bir kişinin kendine özgü ve
yalnız kendisinin bildiği bir dil kullanması,
idiomatique s. dilb. Deyimsel,
idiome er. 1. dilb. Deyim. 2. Bir topluluk yada
ulusun konuştuğu dil (L'idiome turc: Türkdili). 3.
Bölgesel dil (L'alsacien est un idiome
germanique).
idiopathie diş. hek. Başka hiçbir hastalığın sonucu
721

ignifuge

olmayan hastalık, bağımsız hastalık, özsayrılık.


idiosyncrasie diş. hek. Herkesin kendi mizacına
göre gösterdiği tepki, kişisel tepki, özel tepki,
idiot, e s. ve ad. 1. Aptal, alık (Il est complètement
idiot). 2. Aptalca, saçma (Raconter une histoire
idiote). § L'idiot du village: Herkesin enayisi,
zavallı, kafadan sakat. Faire l'idiot: Saçma sapan
konuşmak, saçmalamak, aptallık etmek. C'est
idiot de f. qch: -mek aptallıktır (C'est idiot de
refuser).
idiotement bel. Aptalca, "akılsızca,
idiotie diş. 1. Aptallık, alıklık, geri zekâlılık (Idiotie
congénitale). 2. Akılsızlık, akılsızca iş yada
davranış, 3. Saçma sapan söz (Ne dites pas
d'idioties). 4. Değersiz, saçma yapıt (Ne lisez pas
cette idiotie).
idiotifier gçl. Aptallaştırmak, alıklaştırmak,
idiotisme er. dilb. (Bir dile özgü) Deyim, anlatım,
idoine s. alay. Aranılan nitelikte, uygun, yaraşır,
elverişli (Voilà l'homme idoine).
idolâtre s. ve ad. 1. Puta tapan, *putatapar. 2.
Idolâtre de: mec. -e tapan, -i taparcasına seven (Il
était idolâtre de sa patrie).
idolâtrer gçl. Taparcasına, çıldırasıya sevmek
(Idolâtrer ses enfants).
idolâtrie diş. 1. Puta tapma, *putataparlık. 2.
Çıldırasıya sevme, aşın sevgi, tapınma (L'actrice
était pour la foule un objet d'idolâtrie).
idolâtrique s. Tapma gibi, tapmayı andıran
(Amour, attachement idolâtrique).
idole diş. 1. Put (Culte des idoles). 2. Çok sevilen
kimse, gözbebeği. § Etre l'idole de qn: -in
gözbebeği olmak. Faire de qn son idole: -i
gözbebeği gibi sevmek,
idylle diş. 1. ed. İdil, konusunu kır yada çoban
yaşamından alan kısa sevi şiiri. 2. Temiz sevgi
(Leur idylle dura cinquante ans).
idyllique s. 1. ed. İdile değgin. 2. Düşsel bir
güzellikte, pırıl pınl, tertemiz (Un tableau
idyllique, une vieillesse idyllique).
if er. bitb. Porsukağacı.
igame er. Genel vali, özel yetkilerle donatılmış
genel müfettiş; mülkiye müfettişi,
igloo, iglou[iglu]er. Eskimo kulübesi, buz kulübe,
igname [ignam] diş. Japon patatesi, hint patatesi,
ignare s. Çok bilisiz, zır cahil, "eçhel, kara cahil,
igné,e[igne]s. 1. Ateşten. 2. Ateşimsi.3.yerb. Ateş
etkisiyle oluşmuş (Roches ignées).
ignifugation diş. Yanmaz kılma, yanmaz kılınma;
'yanmazlaştırma, *yanmazlaşma.
ignifuge s. 1. Yanmayı, tutuşmayı önleyen;
yanmadan korur (Substance ignifuge). 2. er.
Tutuşmayı,
yanmayı
önleyen
madde,
ignifuger
*yanmaönler (Un ignifuge efficace).
ignifuger gçl. Yanmaz, tutuşmaz bir hale getirmek,
y anmazlaştırmak.
ignipuncture diş. hek. İğneyle dağlama,
ignition diş. 1. Yanma, yanış. 2. (Madenlerde)
Isıdan kızarmıştık,
ignivome s. Ateş kusan, ateş püsküren,
ignoble s. 1. Alçak, rezil (Un ignoble individu). 2.
Pis, iğrenç, tiksinç (La nourriture du restaurant est
ignoble. Une figure ignoble).
ignoblement bel. 1. Alçakça, rezilce. 2. İğrenç bir
biçimde.
ignominie diş. 1. Alçaklık (Il s'abaisse aux pires
ignominies). 2. Namussuzluk, iğrençlik (La
torture est une ignominie qui déshonore ceux qui
s'en rendent coupables). 3. Yüzkarası, alçakça
davranış (Se couvrir d'ignominies).
ignominieusement bel. Alçakça, rezilce, utançlara
bulanarak (Mourir ignominieusement).
ignominieux, euse s. Alçaltıcı, aşağılaştıran, yüz
kızartıcı, utanılacak (Subir une condamnation
ignominieuse).
ignorance diş. 1. Bilisizlik, bilgisizlik, "cahillik (Ilest
d'une ignorance complète). 2. Bilmezlik,
tanımazlık (L'ignorance du danger passe pour du
courage). § Etre d'une ignorance crasse: Kara
bilisiz olmak. Etre dans l'ignorance de qch: -i
bilmemek, tanımamak; -den haberi olmamak (Je
suis dans l'ignorance de l'endroit où il passe ses
vacances. Je suis dans l'ignorance de ses projets).
Tenir qn dans l'ignorance de qch: Birini -den
haberli kılmamak (Il nous tient dans l'ignorance
de ses plans).
ignorant, e s. ve ad. Bilisiz, bilgisiz, "cahil (Il est
ignorant en histoire). § Etre ignorant de qch: -i
bilmemek, -den habersiz olmak (Etre ignorant des
usages, des événements). Faire l'ignorant:
Bilmezlikten gelmek, bilmezlenmek,
ignorantisme er. Öğretimi, bilgiyi dokuncalı sayan
anlayış, bilgisizlikten yana olma, *bilisizcilik.
İgnorantissime s. tkz. Pek bilisiz, elifi görse mertek
sanır.
ignoré, e s Bilinmeyen, "meçhul (Evénements
ignorés).
ignorer gçl. 1. Bilmemek (Il ignore les difficultés de
la vie). 2. Tanımamak (Le public ignore cet
auteur). 3. Görüp geçirmemiş olmak, başından
geçmemiş olmak (Ignorer les maux, la trahison).
4. Ignorer f. qch: -diğini bilmemek (Il ignorait
vous avoirfait tant depeine). ŞS'ignorer: 1. Kendi
bilincinde olmamak, kendi kendisinin ne
olduğunu bilmemek (Un homme qui s'ignore). 2.
Birbirini tanımazlıktan gelmek (Ils étaient dans le

722

illumination
même bureau mais s'ignoraient complètement).
iguane er. hayb. Eti yenilen büyük boy bir cins
kertenkele, benekli iguana,
il, ils adıl. O, onlar (Il marche: O yürüyor. Ils
travaillent: Onlar çalışıyorlar).
île diş. 1. Ada (Habitants de l'île). 2. ç. Antiller,
Antil adaları (Ils viennent des îles).
iléon er. İnce barsağın son bölümü, iléon,
iles er. ç. Kalça bölgesi (Os des iles: Kalça
kemikleri).
iléus [ileys] er. Barsak düğümlenmesi,
iliaque s. Kalçaya değgin (Os iliaque, artères
iliaques).
îlien,nés. vead. Adalı.
illégal, es. Yasaya aykırı, yasasız, yasadışı (Exercice
illégal d'une profession).
illégalement bel. Yasasız olarak, yasasızca, y asalara
aykırı olarak, yasadışı,
illégalité diş. 1. Yasaya aykırılık, yasasızlık. 2.
Yasasız davranış, 'yasadışılık.
illégitime s. 1. Yolsuz, töreye aykırı, "gayri meşru.
2. Yasaya aykırı, yasadışı (Acte illégitime). 3.
Haksız, yerinde olmayan, yersiz (Une prétention
illégitime) . § Enfant illégitime: Evlilik dışı doğmuş
çocuk, gayri meşru çocuk,
illégitimement bel. Yolsuz olarak, yasaya aykırı
olarak; haksız olarak; "gayrimeşru yoldan,
yasadışı yoldan,
illégitimité diş. Yolsuzluk, töreye aykırılık, yasaya
aykırılık, yasadışılık, gayrı meşruluk,
illettré, e s. ve ad. Okumamış, okuma yazma
görmemiş, okuması yazması olmayan (Il est
illettré).
illicite s. 1. Yasak (Il use des moyens illicites). 2.
Haksız (Profits illicites).
illicitement bel. Haksız olarak; yasak yoldan,
illico bel. Hemen, derhal (Il se mit illico au travail.
Partir illico).
illimité, es. 1. Sınırsız, çok büyük (Pouvoir illimité,
ressources illimitées). 2. Sınırı saptanmamış, sımn
pek belli olmayan (Pour une durée illimitée).
illisibilité
diş.
Okunmazlık,
okunamazhk
(Illisibilité d'une écriture).
illisible s. 1. Okunmaz, okunamaz (Ecriture,
signature illisible). 2. Okunmaya değmez,
okumaya dayanılmaz (Un livre illisible).
illisiblement bel. Okunmaz şekilde,
illogique s. Mantıksız, mantıkdışı (Raisonnement,
conduite illogique).
illogiquement bel. Mantıksızca,
illogisme er. 1. Mantıksızlık. 2. Mantıksızca
davranış yada söz (C'est un illogisme flagrant).
illumination diş. 1. Işıklandırma, aydınlatma
illuminé
(Illumination
d'un
monument).
2. Işık
donanması, ışıklarla donatma (Les illuminations
du 14 Juillet). 3. mec.İçe doğuş, içe doğma,esin
"ilham (Une illumination subite lui fit trouver la
solution). 4. mec. Tanrısal esin, "ilhamı ilâhi,
illuminé, e s. 1. Işıklandırılmış, aydınlatılmış,
ışıklarla donanmış (Un vitrail illuminé. Paquebot
tout illuminé). 2. mec. s. vead. Tanrıdan esin alan,
tanrısal esinli, "meczup. 3. mec. hkr. Düşler
içinde yüzen, düşçü.
illuminer gçl. 1. Aydınlatmak, ışıklandırmak
(Illuminer un monument). 2. (Bayram vb.
dolayısıyla) Işıklarla donatmak (Illuminer une
rue, une ville). 3. mec. Parlatmak, ışıtmak
aydınlatmak (Un éclair de joie illuminait sa face).
4.mec. Kafaya, ruhaışık vermek. § S'illuminer: 1.
Aydınlanmak, ışımak, parlamak. 2. S'illuminer
de qch: -den parlamak, ışımak, ışıldamak (Ses
regards s'illuminaient de joie).
illuminisme er. fels. Işıkçılık, bireysel sezgiyle
tanrısal'gerçekliği kavramaya dayanan dinselgizemsel öğretilerin genel adı.
illusion diş. 1. ruhb. Yanılsama, yanılma (Les
illusions des sens. Illusions visuelles, tactiles). 2.
Kuruntu, düş (Les illusions de la jeunesse). 3.
Gözbağcılık, hokkabazlık (Les illusions des
prestidigitateurs). § Avoir des illusions, se faire des
illusions: Kuruntuya kapılmak, boş hayaller
ardında koşmak. Donner l'illusion de qch:
-izlenimi bırakmak, gibi görünmek, andırmak
(La vallée donnait l'illusion d'un paradis).
Dissiper les illusions de qn: -in gözünün önündeki
perdeyi kaldırmak, ayağını suya erdirmek. Faire
illusion: Yanıltmak, yanılgıya düşürmek,
aldatmak (Ses titres font illusion, il n'est pas si
savant). Faire illusion à qn: -i yanıltmak, -e
olduğundan başka türlü görünmek,
illusionner gçl. Yanılsamaya uğratmak; yanıltmak
(Il cherche à nous illusionner sur le sort qui nous
attend). § S'illusionner: 1. Kuruntuya kapılmak.
2. S'illusionner sur: -konusunda aldanmak,
yanılgıya düşmek (Ils 'illusionne sur ses capacités.
Je me suis illusionné sur cet homme).
illusionnisme er. 1. Kuruntuculuk. 2. Gözbağcılık,
"hokkabazlık,
illusionniste ad. Gözbağcı, "hokkabaz,
illusoire s. Aldatıcı, kandırıcı, boş (Des promesses
illusoires. Il est illusoire d'espérer le succès).
illustrateur er. Kitap resimleyicisi; kitap, gazete
ressamı.
illustration diş. 1. Kitap resmi; kitap resimleme
(Illustrations d'un dictionnaire). 2. Ün kazanma,
ün kazandırma; ünlenme, ünlendirme. 3. Ünlü

723
imaginable

kişi (Une des illustrations contemporaines de la


littérature). 4. Açıklama, aydınlatma (Illustration
d'une analyse par des exemples concrets ).
illustres. Ünlü, ün salmış (Une famille illustre. Vies
des hommes illustres).
illustré, e s. 1. Resimli, resimlendirilmiş (Un livre
illustré). 2. er. Resimli dergi,
illustrer gçl. 1. Ünlü kılmak, ünlendirmek, üne
kavuşturmak (Illustrer son pays par une grande
invention. Ce roman l'a illustré). 2. Açıklamak
(Illustrer la définition d'un mot par des citations).
3. Resimlemek (Illustrer un livre). 4. Illustrer qch
de qch: -ile süslemek, doldurmak (Illustrer un
discours de citations. Illustrer un livre de
gravures). § S'illustrer: Ünlü olmak, ünlenmek,
ün kazanmak, ün salmak, parlamak (Il s'est
illustré dans le roman. S'illustrer par une victoire
éclatante).
illustrissime s. eski. alay. Çok ünlü, pek ünlü
(Yüksek kişiler için ünvan olarak kullanılır),
îlot er. 1. Adacık, küçük ada (Un îlot rocheux). 2.
Çevresi yollarla sınırlanmış evler topluluğu, ada
(Des îlots de vieilles maisons).3. mec. Küçük
topluluk, küme, kümecik (Des îlots de résistance).
ilote ad. 1. (Eski Ispartalılarda) Demirbaş köle. 2.
mec. Sefil adam, yoksulluk ve bilisizlik içinde
yüzen kişi.
ilotisme er. 1. (Eski Ispartalılarda) Demirbaş
kölelik. 2. Sefillik,
ils adıl. Onlar (Ils mangent bien).
image diş. 1. Resim, tasvir, suret (Une image fidèle
d'Atatürk. L'enfantregardelesimagesdulivre).
2.
(Hıristiyanlarda) Dinsel resim, ikon (Culte des
images). 3. Anı, izlenim (Conserver l'image d'un
être, d'un paysage. Les images du passé
s'effacent). 4. ed. İmge, benzetme, eğretileme
(Ecrivain qui s'exprime par des images). S. fiz.
Görüntü, "hayal (Image visuelle. Chasser une
image de son esprit). 6. mec. Görünüm, genel
görünüş, "tablo, manzara (Donner une image
fidèle de la situation) § Image réelle: Gerçek
görüntü. Image virtuelle: Görünen-görüntü . 7.
fels. İmge, "hayal,
imagé, e s. ed. İmgelerle dolu, renkli (Style imagé,
langage imagé).
imager gçl. İmgelerle doldurmak, imgelendirmek,
renklendirmek (Imager son style).
imagerie diş. Resim basıp satma, resimcilik, resim
ticareti.
imagier er. 1. (Ortaçağda) Ressam; 'yontucu,
*yonutçu,"heykeltıraş. 2. Süslemeci, "teshipçi.
imagier, ères. Resimlere, suretlere değgin,
imaginable s. Düşünülebilen, tasarlanabilen, usa
imaginaire
gelebilecek olan (Toutes les possibilités
imaginables.
Cela n'était pas
imaginable
autrefois).
imaginaire s. 1. Kafadan yaratılan, efsane yada
masallarda var olan (Romancier qui crée un
personnage imaginaire. Animaux imaginaires). 2.
Kuruntudan doğan, kuruntuluk (Une maladie
imaginaire). 3. Düşsel, gerçekdışı (Vivre dans un
monde imaginaire). 4. mat. Sanal (Nombre
imaginaire: Sanal sayı). 5. er. Düşsel, düşsellik (Il
est plus sensible à l'imaginaire qu'au réel).
imaginatif, ive s. ve ad. İmgeleme yetisi güçlü;
imgelemeci, düşçü (Il est un vrai imaginatif . Elle
est très imaginative et embellit la réalité).
imagination diş. 1. İmgelem, imgeleme yetisi,
"muhayyile (Avoir de l'imagination: İmgeleme
gücü olmak. Manquer d'imagination: imgeleme
gücünden y oksun olmak). 2. Bellek-, kafa (Vision
qui reste dans l'imagination ). 3. Düş, boş düşünce,
ham hayal (Il fut victime de ses imaginations). 4.
Kuruntu (Sa peur n'est qu'une pure imagination).
imaginé, e s. Uyduruk, kafadan uydurulmuş,
gerçekdışı (Une histoire imaginée).
imaginer gçl. 1. Tasarlamak, düşünmek (Imaginez
la vie que nous pourrions mener avec une telle
fortune).
2. Sanmak, tutmak, "farzetmek
(Imaginons un moment qu'il finisse par céder). 3.
fels. İmgelemek, "hayal etmek. 4. Uydurmak,
yaratmak, bulmak (Qu'est-ce qu'il a pu encore
imaginer pour taquiner sa soeur?). S. Imaginer de
f. qch: -meyi düşünmek, tasarlamak, kafasında
kurmak (Il imagine d'acheter une maison). §
S'imaginer: 1. Sanmak (Il s'imagine qu'il est
supérieur à toi). 2. Kendini... sanmak, olarak
düşünmek (Il s'imagine à quarante ans). 3.
S'imaginer qch: -i düşünmek, kafasında
canlandırmak, tasarlamak (Imagine-toi une
grande maison auborddela mer. Jeme l'imaginais
autrement). 4. S'imaginer f. qch: -diğini sanmak,
kendini -miş olarak görmek (Il s'imagine avoir
sauvé le pays).i S'imaginer avoir inventé la
poudre: Küçük dağları ben yarattım demek,
imam, iman er. Ar. İmam.
imamat, imanat er. Ar. İmamlık,
imbattable s. Yenilmez, alt edilmez; aşılamaz
(Champion, record imbattable).
imbécile s. ve ad. 1. Budala, aptal, avanak (Il faut
être imbécile pour ne pas comprendre cela). 2.
Aptalca, saçma (Des questions imbéciles). 3.
(Eski) Güçsüz, cılız (L'homme, imbécile ver de
terre).
imbécilement bel. Budalaca, aptalca, avanakça,
imbécillité diş. 1. Budalalık, aptallık, avanaklık (Je

724
imitateur
déplore son imbécillité). 2. Aptalca söz yada
davranış, saçmalık (Dire des imbécillités, faire une
imbécillité). 3. (Eski) Güçsüzlük, cılızlık,
imberbe s. 1. Henüz sakalı çıkmamış, tüysüz (Un
garçon imberbe). 2. mec. (Hafifsemeyle) Toy,
ağzı süt kokan,
imbiber gçl. 1. Islatmak, sıvı emdirmek (Imbiber
une compresse). 2. Imbiber qch de qch: Birşeyi -e
batırmak, ile ıslatmak; birşeye... emdirmek,
içirmek (Imbiber une éponge d'eau, une étoffe de
vapeur, un tampon d'éther). § S'imbiber: 1.
Emilmek, sızmak, içine girmek (La teinture
s'imbibe dans la laine). 2. S'imbiber de qch: -i ile
ıslanmak -i emmek, içine çekmek (La terre
s'imbibe d'eau). 3. tkz. Çok içmek, küpüne
dalmak (S'imbiber de vin).
imhibitiondiş. Islatma, ıslanma;emdirme,emilme;
emme.
imbrication diş. Üst üste bindirme, biniştirme; üst
üste yığılma, binişme (L'imbrication
des
souvenirs).
imbriqué,e s. 1. Bahk pulları gibi üst üste binmiş,
binişik
(Des tuiles imbriquées,
plumes
imbriquées). 2. İç içe girmiş, sıkı sıkıya bağlı (Les
deux affaires sont si étroitement imbriquées qu'il
est impossible de les dissocier).
imbriquer gçl. Kiremit yada bahk pulları gibi üst
üste bindirmek, biniştirmek. § S'imbriquer: 1.
Üst üste binmek, binişmek. 2. S'imbriquer dans
qch: -in içine girmek, katılmak, eklenmek (Des
questions économiques sont venues s'imbriquer
dans les discussions politiques).
imbroglio er. 1. Karmakarışık iş, karmakarışık
durum (Démêler un imbroglio). 2. Karışıklık
(L'imbroglio politique né des élections). 3.
Düğüm, açmaz, içinden çıkılması güç durum
(L'intrigue aboutit à un imbroglio que l'auteur
résout brillamment).
imbu, e s. 1. İçine işlemiş, dolmuş, dolu. 2. Etre
imbu de qch: a)... içi ne işlemiş olmak (Etre imbu
d'un sentiment, d'une idée), b)-ile dolu olmak, -1er
içinde yüzmek (Il est imbu de préjugés). § Etre
imbu de soi-même: Kendini herkesten üstün
görmek, kendinden başka kimseyi beğenmemek,
imbuvable s. 1. İçilmez (Ce vin est imbuvable). 2.
tkz. Çekilmez, dayanılmaz (Cet homme-là est
imbuvable).
imitable s. Benzetlenebilir, "taklit edilebilir (Une
signature imitable).
imitateur, trice s. ve ad. Öykünmeci, öykünen;
yansılayıcı, "taklitçi (Les imitateurs d'un grand
artiste. L'enfant humain est beaucoup plus
imitateur que l'enfant singe).
imitatif
imitatif, ives. Öykünmeli, yansımalı, "taklidi (Mots
imitatifs). § Harmonie imitative: ed. Benzetmeli
uyum.
imitation^. 1. Öykünme, yansılama, "taklit (Ilale
don d'imıYariort).2.Benzetleme,benzerini yapma,
taklit etme (Imitation d'une signature). 3.
Başkasına benzer kılınan şey, benzetme, taklit
(Ce roman est une pâle imitation de ceux de
Balzac). § A l'imitation de: -gibi, -e bakarak, -e
özenerek, öykünerek (A l'imitation de ses amies,
elle porte une nouvelle coiffure).
imiter gçl. 1. -e öykünmek, -i örnek edinmek
(L'enfant imite son père. Elève qui imite le
professeur). 2. -i yansılamak, -in taklidini yapmak
(Le singe imitait les gestes du spectateur). 3.
Benzerini yapmak, benzetlemek, "taklit etmek
(Imiter la signature de sa mère. Imiter un billet de
banque. Imiter le cri d'un animal). 4. -gibi
görünmek, -izlenimini, etkisini bırakmak (Le
cuivre doré imite l'or. Une pierre qui imite le
rubis).
immaculé, e s. Lekesiz, tertemiz (Une nappe d'une
blancheur immaculée. Neige immaculée). § Un
ciel immaculé: Bulutsuz, pırıl pırıl bir gök.
Immaculée conception: 1. Meryem ana. 2.
Meryem ananın günahsız gebeliği. La Vierge
immaculée: Meryem ana.
immanence diş. "İçkinlik, bir şeyde kendiliğinden
var olma (Principe d'immanence).
immanent, e s. Bir şeyde kendiliğinden var olan,
'içkin, "mündemiç,
immangeable s. Yenmez, yenecek gibi olmayan
(Un plat immangeable).
immanquables. 1. Kaçınılmaz, zorunlu. 2. Şaşmaz
(Ceprocédé est immanquable).
immanquablement bel. Kaçuulmaz olarak, ne
olursa
olsun,
"mutlaka
(Cela
arrivera
immanquablement).
immarcescible s. Solmaz, tazeliği geçmez (La
jeunesse immarcescible).
immariable s. Evlenilmez, evlenilmeye değmez
( Une jeune fille immariable).
immatérialisme
er.
fels.
"Özdeksizcilik,
"lâmaddiyye.
immatérialiste ad. fels. 'Özdeksizci.
immatérialité^. "Ozdeksizlik (L'immatérialitéde
l'âme).
mmatériel, les. 1. Özdeksel olmayan, özdeksiz. 2.
mec. Özdekten oluşmamış gibi, çok hafif, tüy gibi
(D'une minceur immatérielle).
mmatriculation diş. Kütüğe geçirme, *kütükleme,
kayıt (Carte d'immatriculation à la Sécurité
sociale. Numéro
d'immatriculation
d'une

725

immersion

voiture).
immatriculer gç/. Kütüğe geçirmek, *kütüklemek,
"kaydetmek (Immatriculer un huissier). § Se faire
immatriculer à qch: -e kaydolmak, kendini
yazdırmak (Etudiant qui se fait immatriculer à la
faculté de médecine).
immature s. 1. Olgunlaşmamış, olgunluğa
erişmemiş.2. ruhb. Gelişmemiş, toy.
immaturité
diş.
Olgunlaşma
eksikliği,
olgunlaşmamıştık ; gelişmemişlik.
immédiat, e s. 1. Apansız, ani (Danger immédiat.
Rappel immédiat de réservistes). 2. Dolaysız,
araçsız, doğrudan doğruya (Cause immédiate). 3.
er. Şu an, şimdi. § Dans l'immédiat: Şimdilik, şu
anda (Rien ne presse dans l'immédiat).
immédiatement bel 1. Dolaysız olarak, doğrudan
doğruya, aracısız olarak (Substance qui émane
immédiatement d'un principe). 2. Derhal, hemen
(Sortez immédiatement).
immédiateté dij. Dolaysızlık, doğrudan-doğruyalık
(L'immédiateté du lien qui unissait la cause et la
conséquence).
immémorial, e s. Çok eski (Usage immémorial,
coutume immémoriale). § De temps immémorial,
aux temps immémoriaux: Çok eskiden, çok eski
zamanlarda.
immenses. 1. Sınırsız, sonsuz, uçsuz bucaksız (La
mer immense, espace immense). 2. Çok büyük
(Une immense fortune, une immense influence).
immensément bel. Sonsuzca, sınırsızca, çok (Il est
immensément riche).
immensité
1. Sonsuz büyüklük (L'immensité de
Dieu, de la nature). 2. Çokluk, sınırsızlık
(L'immensité de ses richesses).
immensurables. Ölçülemez, ölçülemeyecek kadar
büyük,sonsuz,
immergé, e s. 1. Suya batmış, su altında kalmış
(Parties immergées d'un navire). 2. Sualtı, su
altında yetişen (Plantes immergées). 3. gökb.
Gölgeye girmiş, başka bir gökcisminin gölgesinde
kalmış (Planète immergée).
immerger gçl. 1. Denize salmak (Immerger le corps
d'un matelot mort en mer) 2. Immerger qch dans:-e
banmak, bandırmak (Immerger des caissons dans
la mer). § S'immerger: Denize dalmak, suyun
altına geçmek (Un sous-marin qui s'immerge).
immérité, e s. Hakedilmemiş, haksız; haksız yere
yapdmış (Honneurs
immérités,
reproches
immérités).
immersion diş. 1. Suya, sıvıya batırma; banma. 2.
Suya dalma (Immersion d'un sous-marin). 3.
coğr. Suya batma. 4. gökb. Gölgeye girme, bir
gökcisminin başka bir gökcisminin gölgesine
Immettable
girmesi; tutulma,
immettable s. Giyilemez, giyilecek durumda
olmayan (Veste immettable).
immeuble s. 1. Taşınmaz, "gayrimenkul (Biens
immeubles). 2. er. Taşınmaz mal, "gayrimenkul
(Patrimoine
composé
de
meubles
et
d'immeubles). 3. er. Yapı, ev, "bina (Un
immeuble de dix étages). § Immeubles par
destination: Demirbaş eşya. Immeuble de
rapport: Gelir getiren mülk, *akar.
immigrant, e s. 1. Göç eden, göçer. 2. ad. Göçmen
(Des services d'accueil ont été installés pour
recevoir les immigrants).
immigration diş. (Dışardan) Göç (L'immigration
étrangère en France).
immigré, e s. ve ad. Dışardan gelip yerleşmiş,
göçmen (Les travailleurs immigrés. Un immigré).
immigrer gsz. (Bir yere dışardan) Göç etmek (Les
Irlandais immigrent aux Etats-Unis).
imminence diş. Pek yakın olma, eli kulağında olma
(L'imminence d'une crise).
imminent, e s. Pek yakında olacak olan, pek yakın,
eli kulağında
(Danger
imminent,
crise
imminente).
immiscer gçl. Immiscer qn dans: -e karıştırmak (Il
immisce tout le monde dans ses affaires). §
S'immiscer dans: 1. -e karışmak, burnunu
sokmak (Ne t'immisce pas dans les choses qui ne te
regardent pas. S'immiscer dans les affaires
d'autrui). 2. -e el koymak (S'immiscer dans une
succession: Bir kalıta el koymak).
immixtion diş. 1. Kanşma, burnunu sokma,
"müdahale(Immixtion dans les affaires intérieures
d'un pays). 2. El koyma (Immixtion dans une
succession).
immobile s. 1. Kımıltısız, kıpırtısız, dingin,
devinimsiz (Mer immobile, eau immobile). 2.
Olduğu yerde duran, devinimsiz, kımıldamaz
(Rester immobile; immobile comme une statue). 3.
mec. Donmuş, değişmez (Dogmes immobiles).
immobilier, ère s. 1. Taşınmaz, "gayrimenkul
(Biens immobiliers). 2. Taşınmaz mallarla ilgili
(Vente, saisie immobilière). 3. er. Taşınmaz mal,
"gayrimenkul,
immobilisation diş. 1. hek. Taşınmaz mal niteliği
verme, taşınmazlaştırma, "gayrimenkulleştirme.
2. Kımıldamaz hale getirme, devinimsizleştirme
(Immobilisation d'un bras blessé). 3. ç. (Ticaret)
Sabit
değerler
(Le
réévalution
des
immobilisations).
immobiliser gçl. 1. huk. Taşınmazlaştırmak,
"gayrimenkulleştirmek.
2.
Dondurmak
(Immobiliser des capitaux). 3. Durdurmak,

726

immoral

olduğu yerde tutmak (Immobiliser un véhicule).


4.
Kımıldamaz
duruma
getirmek,
devinimsizleştirmek (Immobiliser une jambe
cassée). § S'immobiliser: 1. Durmak, olduğu yere
çakılıp kalmak. 2. Kımıldamaz duruma gelmek,
de vinimsizleşmek.
immobilisme er. Durağancılık, değişim istemezlik,
tutuculuk
(L'immobilismegouvernemental).
immobiliste s. ve ad. Durağancı, değişimistemez,
tutucu.
immobilité
1. Kımıldamazlık, devinimsizlik (La
maladie l'a condamné à une immobilité absolue au
lit. 2. Durağanlık, değişmezlik (L'immobilité
politique est impossible).
immodération diş. Ihmsızlık, ölçüsüzlük, aşırılık,
"itidalsizlik.
immodéré, e s. Ilımsız, ölçüsüz, aşırı, "itidalsiz
(Désirs immodérés).
immodérément bel. Ilımsızca, ölçüsüzce, aşırı
olarak,
itidalsizce
(Boire,
manger
immodérément).
immodeste s. 1. (Eskiden) Utanmaz, sıkılmaz (Il
agit
d'une
manière
immodeste).
2.
Alçakgönüllülükten uzak, büyüklenen, nobran,
immodestie diş. 1. (Eski) Utanmazlık, sıkılmazlık.
2. Büyüklenme, nobranlık,
immolation diş. 1. Kurban etme (Immolation des
hosties).
2. Öldürme, kılıçtan geçirme
(Immolation des hommes sur le champ de
bataille). 3. Fedakârlık, "özveri (Le mariage est la
plus sotte des immolations sociales).
immoler gçl. 1. Kurbanetmek (Immoler une victime
sur l'autel. Les Gaulois immolaient des hommes).
2. Öldürmek, kılıçtan geçirmek (Immoler les
innocents et les coupables). 3. Vermek, feda
etmek (Ilatoutimmolépoursapatrie).
4. Immoler
qn: mec. Birini harcamak, beş paralık etmek. 5.
Immoler qn, qch à qch: Birini, bir şeyi -e feda
etmek, -için harcamak (Immoler sa famille à son
égo'isme. Immoler son amour à son devoir). §
S'immoler: 1. Kendini feda etmek. 2. S'immolera
qch: Kendini.. .uğrunda feda etmek, canını... için
vermek (S'immoler à la libération de son pays).
immondes. 1. Pis, berbat (Un cachot immonde). 2.
mec. İğrenç, tiksinç (Des
conversations
immondes). 3. Utanmaz, açık saçık; arlanmaz §
L'esprit immonde: Şeytan,
immondice diş. 1. Pis şey. 2. ç. Pislik, çirkef,
çöplüğe atdan şeyler, çöp (Un tas d'immondices.
Enlèvement des immondices).
immoral, e s. Aktöreye aykırı, töredışı,*törelsiz,
töretanımaz, ahlâksız (Un ouvrage immoral,
doctrines immorales).
Immoralement
immoralement ebl Törelsizce. Aktöreye aykırı
olarak, "ahlâka aykırı,
immoralisme
er.
fels.
"Törelsizcilik,
töretanımazlık, "gayriahlâkiyye.
immoralité
diş.
Töredışılık,
»töresizlik,
"ahlâksızlık,
immoralistes, ve ad. "Törelsizci; »töretanımaz,
immortaliser gçl. Ölümsüzleştirmek, ölümsüz
kılmak (Cette œuvre immortalisera son nom). §
S'immortaliser: Ölümsüzleşmek, ölümsüzlüğe
ermek.
immortalité diş. Ölümsüzlük (Immortalité de
l'âme).
immortel, le s. 1. Ölümsüz (Séjour des dieux
immortels, l'âme immortelle). 2. Uzun süren,
bitmeyen, bitip tükenmeyen (Un monument
immortel, un amour immortel). 3. er. tkz. Fransız
Akademisi üyesi. 4. ç. Paganizm tanrıları,
immortelle diş. Çok dayanan kimi bitkilere ve
bunların çiçeklerine verilen ad, her dem taze;
"ölümsüzot, ölmezotu.
immotivé, es. 1. Bir nedene dayanmayan, bir amaç
gütmeyen,
nedensiz;
gerekçesiz
(Action
immotivée). 2. Haksız, yersiz (Réclamations
immotivées).
immuabillté diş. Değişmezlik,
immuable s. I. Değişmez (Les lois immuables de la
nature). 2. Sürekli, sürüp giden, değişmeyen
(Bonheur, passion immuable).
immuablement bel.
Sürekli olarak
(Ciel
immuablement gris).
immunisant, e s. Bağışıklık veren, bağışıklık
kazandıran (Sérum immunisant).
immunisation diş. Bağışıklık verme; bağışıklık
kazanma.
immuniser gçl. I. Bağışıklık vermek (Immuniser
par le vaccin). 2. Immuniser qn, qch contre: a) -e
karşı bağışıklık kazandırmak (La vaccination
immunise l'organisme contre la variole), b) -e,
karşı koru mak, güvence altına almak, -den uzak
tutmak (Cet échec l'a immunisé contre le désir de
renouveler une telle demande). 3. Etre immunisé
contre qch: a) -e karşı bağışıklığı olmak, b) -den
ağzı yanmış olmak, -e tövbeli olmak (Je suis
immunisé contre la tentation de venir en aide à cet
ingrat).
immunitaires. Bağışıklıklara değgin (Les réactions
immunitaires de l'organisme).
immunité diş. 1. Bağışıklık (Le vaccin confère
l'immunité).
2. Dokunulmazlık
(Immunité
parlementaire, immunité diplomatique).
immunogène s. Bağışıklık yaratan (Qualité
immunogène des antigènes).

727

impassibilité

immunologie diş. hek. »Bağışıklıkbilim, imünoloji.


immunologique
s.
»Bağışıklıkbilimsel,
bağışıklıkbilime değgin,
immutabilité diş. Değişmezlik,
impact er. 1. Çarpma, çarpışma. 2. mec. Etki,
patlama, duyulma (L'impact de la nouvelle a été
terrible). § Point d'impact: Çarpma noktası,
merminin değdiği yer, kurşun izi (On a relevé
plusieurs points d'impact sur la carrosserie de
l'automobile).
impair, es. 1. Tek, çift olmayan (Nombres impairs).
2. er. Tek. 3. er. rtz.Beceriksizlik, pot,gaf. § Faire
un impair: tkz. Gaf yapmak, pot kırmak, çam
devirmek. Jouer à pair ou impair: Tek mi çift mi
oynamak.
impala er. hayb. (Güney ve batı Afrika'da yaşayan)
Antilop, karaca,
impalpable s. 1. Elle tutulamayan, ele gelmeyen
(Ombres impalpables). 2. Çok ince, pek ince
(Poussière impalpable).
impaludation diş. 1. Sıtma aşısı yapma. 2.
(Sivrisinek) Sıtma mikrobu aşılama,
impaludé, e s. Sıtmalı (Région impaludée).
imparable s. Durdurulması olanaksız, önlenmesi
olanaksız (Un coup imparable).
impardonnables. Bağışlanmaz, "affedilmez (Faute
impardonnable).
imparfait er. dilb. Hikâye birleşik zamanı,
imparfait, es. 1. Tamamlanmamış, bitmemiş, eksik
(Une oeuvre imparfaite). 2. Kusurlu, eksikleri
olan (L'homme est imparfait).
imparfaitement bel. Eksik, yalan yanlış, yarım
yamalak.
imparidigités. ve er. Parmakları tek sayılı olan.
imparité diş. Teklik, tek sayılı olma.
impartageables. Bölünmez, bölünemez,
impartial, es. Yansız, "tarafsız, yan tutmayan (Juge
impartial).
impartialement bel Yan tutmadan, yansızca,
yansızlıkla, hiçbir yanı kayırmaksızın, "tarafsızca
(Agir impartialement).
impartialité diş.
Yansızlık,
yan-tutmazlık,
tarafsızlık (Impartialité de l'historien).
impartir gçl. 1. Vermek, bağışlamak. 2. Impartir
qch à qn: Birine ...vermek (On lui a imparti un
nouveau délai pour payer ses impôts).
impasse diş. 1. Çıkmaz yol, çıkmaz sokak, çıkmaz
(Aufondd'une impasse). 2. mec. İçinden çıkılmaz
durum, açmaz (Impasse budgétaire. Comment
sortir de cette impasse?). § Etre dans une impasse:
mec. Çıkmazda olmak, içinden çıkılmaz bir
durum içinde bulunmak,
impassibilité diş. 1. Soğukkanlılık, "telâşsızlık
impassible
(Impassibilité d'un diplomate).
2. Acıya
aldırmazlık, katlamrkk (Impassibilité
d'un
stoïcien). 3. Üzüntüsüzlük, kaygısızlık, tasasızlık,
duygusuzluk,
impassible s. 1. Soğukkanlı, telâşsız. 2. Acıya
aldırmaz, katlanır. 3. Üzüntüsüz, kendini
üzüntüye kaptırmaz, kaygısız, tasasız, duygusuz.
§ Rester impassible devant qch: -karşısında
soğukkanlılığım yitirmemek, direngen kalmak
(Rester impassible devant la mort).
impassiblement bel. Soğukkanlılıkla, telâşsızca,
impatiemment bel. Sabırsızlıkla (Je t'attendais
impatiemment).
impatience diş. 1. Sabırsızlık (L'impatience de la
jeunesse). 2. ç. tkz. (Eski) Karıncalanma (Avoir
des impatiences dans la jambe). § Brûler, griller
d'impatience:
Sabırsızlıktan
ölmek,
çok
sabırsızlanmak. Etre dans l'impatience de f. qch:
-menin sabırsızlığı içinde olmak (Je suis dans
l'impatience de te voir).
impatient, e s. 1. Sabırsız (Il est très impatient). 2.
Sabırsızca (Une attente impatiente). 3. Impatient
de f. qch: -mekte, -mek için sabırsız; -meyi çok
isteyen (Elle est impatiente de vous revoir).
impatiente diş. Kınaçiçeğinin bir başka adı.
impatienter gçl. Sabrını tüketmek, sabrını
taşırmak, sinirlendirmek (Impatienter
son
auditoire.
Sa
lenteur
m'impatiente).
§
S'impatienter: 1. Sabırsızlanmak, sabrı taşmak,
sabrı tükenmek. 2. S'impatienter contre qn: -e
kızmak, sinirlenmek. 3. S'impatienter de qch: -e
kızmak, bozulmak, sinirlenmek (Je m'impatiente
de tant de grandes poses). 4. S'impatienter de f.
qch: -mekte sabırsızlanmak, -meye can atmak (Je
m'impatiente de rentrer dans mon pays).
impatronisergç/. 1. Patron yapmak, başa getirmek,
kâhya kılmak. 2. mec. Zorla benimsetmek, kabul
ettirmek
(Impatroniser
un système).
§
S'impatroniser: 1. Kâhya kesilmek, mal sahibi
gibi yerleşmek (S'impatroniser dans une riche
maison). 2. mec. Kendini kabul ettirmek,
impavides. Korkusuz, yürekli, gözüpek (Impavide
devant le danger).
impayable s. 1. Paha biçilmez. 2. mec. Pek hoş,
eşsiz, pek eğlendirici (Une aventure impayable.
Cet homme est impayable quand il raconte ses
histoires de chasse).
impayé, e s. Ödenmemiş (Salaire impayé).
impeccabilité<% 1. Günahsızlık, günah işlemezlik.
2. Eksiksizlik, kusursuzluk,
impeccable s. 1. Günahsız, günah işlemeyen. 2.
Eksiksiz, kusursuz, eşsiz (Un poète impeccable,
une tenue impeccable, il a une conduite

728

imperceptible
impeccable).
impeccablement bel. Eksiksiz, kusursuz bir biçimde
(S'habiller, se conduire impeccablement).
impécunieux, euse s. (Eski) Parasız, parası pulu
olmayan.
impécuniosité diş. (Eski) Parasızlık, parasız
pulsuzluk.
impédance
(Sinema, televizyon) İçdirenç.
impedimenta [èpediméta] er. ç. Lat. 1. Ordunun
yürüyüşünü geciktiren ağırlıklar. 2. mec. Engel,
köstek, ayakbağı.
impénétrabilité^. I. fiz. tki cismin aynı zamanda
aynı uzay parçası içinde bulunamazhğı,
"sokuşmazlık.
2.
tçine
girilmezlik
(Impénétrabilité d'une forêt vierge). 3. mec. Akıl
sır ermezlik, "nüfuz edilemezlik,
impénétrable s. 1. tçine girilmez, içinden geçilmez
(Forêt impénétrable). 2. Akıl sır ermez, us almaz,
anlaşılmaz,
"nüfuz
edilemez
(Mystère
impénétrable). 3. mec. İçine kapalı, duygu ve
düşünceleri an\aşı[maz(Personnage impénétrable)
impénitence diş. 1. Günahtan korkmazlık, günahta
direnme, tövbesizlik, tövbe etmeme. 2. mec. Bir
düşünce yada yanlışta direnme. § Mourir dans
l'impénitence finale: Ölürken bile tövbe
getirmemek, son soluğuna dek günahta
direnmek.
impénitent, e s. 1. Günahtan korkmaz, günahta
direnen, tövbe tanımayan. 2. Düşüncesinde yada
bir yanlışta direnen, tövbe tanımaz, yola gelmez
(Un buveur impénitent).
impensable s. Düşünülemez, akıl almaz; usa
gelmez, usun kıyısından bile geçmez (C'est
impensable).
impense diş. huk. Bakım ve onarım gideri
(Impenses nécessaires).
impératif er. dilb. Emir, kipi, "buyrum kipi.
impératif, ive s. 1. Buyururcasına, üst perdeden
(Parler sur un ton impératif). 2. Buyurucu,
zorlayıcı (Loi, disposition impérative). 3. dilb.
Emir kipine değgin (Forme impérative d'un
verbe). 4. er. dilb. Buyurum kipi, emir kipi. 5. er.
Zorunluluk; zorlama; gerek, icap (Lesimpératifs
de la mode).
impérativement bel 1. Buyururcasına, yüksek
perdeden. 2. Zorlayarak, zorunlu olarak (La
solution commande impérativement des mesures
exceptionnelles).
impératoire diş. bitb. İmparatorotu.
impératrice Ay. İmparatoriçe.
imperceptibilité diş. 1. Görülemezlik, seçilmezlik.
2. Ayırdedilemezlik; algılanamazlık.
imperceptible s. 1. Görülemez, seçilmez. 2.
imperceptiblement
Ayırdedilemez,
algılanamaz,
anlaşılamaz
(Nuances imperceptibles). 3. Pek hafif (Caresse,
sourire imperceptible). 4. Imperceptible à: -in
görmeyeceği;
anlayamayacağı
(Objet
imperceptible à l'œil nu; ses qualités très fines,
imperceptibles au profane).
imperceptiblement
bel.
Görülmeyecek,
anlaşılmayacak biçimde,
imperdable
s.
Yitirilmesi
düşünülemez,
"kaybedilemez (Un match imperdable).
imperfectible s.Yetkinleşemez, yetkinleştirilemez.
imperfection diş. 1. Bitmemişlik. 2. Eksiklik,
kusurluluk, yetkinlikten uzaklık (Imperfection de
l'homme). 3. Eksik, kusur (Les imperfections
d'un ouvrage. Je connais mes imperfections).
imperforation diş. anat. Delinmemişlik,deliksizlik,
kapalılık.
imperforé, e s. anat. (Delikli olması gerekirken)
Deliksiz, kapalı,
impérial, e s. 1. İmparatora yada imparatorluğa
değgin (Famille impériale, la dignité impériale, les
soldats impériaux). 2. Çok üstün; üstün nitelikli,
eşsiz (Dans ce film, elle est vraiment impériale).
impériale diş. 1. (İki katlı taşıtlarda) Üst kat
(L'impériale d'un autobus, d'un tramway, d'une
diligence. Wagon, autobus à impériale). 2. Dudak
altı sakalı, didon sakal (Laisser pousser une
impériale).
Impérialement bel. İmparatorca, imparatorlar gibi;
şahane bir biçimde,
impérialisme er.
1. Tekelci
anamalcılık,
"emperyalizm. 2. 'Buyrukculuk; yayılmacılık; bir
devletin, sınırlarını, sömürgelerini, ekonomik ve
kültürel alanlardaki etkisini genişletip yayma
amacı gütmesi. 3. *Elkoyuculuk; bir devletin,
yukarıdaki amaçlarla başka ulusları kendine
bağımlı kılma politikası izlemesi,
impérialistes, vead. 1. Tekelci anamalcılıktan yana
olan, "emperyalist (Les doctrines impérialistes).
2. Buyurucu; yayılmacı. 3. Elkoyucu (Avoir des
visées impérialistes).
impérieusement bel 1. Buyururcasma. 2.
Zorlayarak, zorunlu kılarak, zorunlu olarak (La
situation commande impérieusement l'union).
impérieux, euse s. 1. Buyurgan, buyurucu (Il a un
caractère impérieux. Un chef impérieux. Prendre
un ton impérieux). 2. mec. Zorlayıcı, zorunlu,
kaçınılmaz (Les besoins impérieux d'un pays).
impérissable s. Ölümsüz, yok olmaz, hep sürüp
gidecek olan (Monument impérissable. Gloire,
souvenir impérissable).
impéritie diş.
Yeteneksizlik,
beceriksizlik,
güçsüzlük, bilisizlik (L'impéritie d'un médecin,

729

impétuosité
d'un ministre).
imperméabilisation
diş.
Sugeçirmezleştirme,
geçirimsizleştirme.
imperméabiliser
gçl.
Sugeçirmezleştirmek;
geçirimsizleştirmek (Imperméabiliser un tissu).
imperméabilité diş. 1. Sugeçirmezlik; geçirimsizlik
(Imperméabilité d'un sol, d'un tissu). 2. mec.
Duyarsızlık (Imperméabilité féminine).
imperméable s. 1. Sugeçirmez; geçirimsiz (Toile
imperméable, sol imperméable). 2. Imperméable
à qch: -e karşı duyarsız, yabancı (Il est
imperméable à l'art). 3. er. Yağmurluk (Mettre
son imperméable).
impersonnalité diş. 1. dilb. 1. "Kişisizlik. 2.
Nesnellik (Impersonnalité de la science).
impersonnel, le s. 1. dilb. Kişisiz (Modes
impersonnels: Kişisiz kipler. Verbe impersonnel:
Yalnız üçüncü şahsı kullanılan fiil, kişisiz fiil). 2.
mec. Her türlü kişisel özellikten uzak, nesnel (Un
jugement impersonnel; un style impersonnel et
froid).
impersonnellement bel. 1. dilb. Kişisiz olarak 2.
mec. Nesnellikle, kişisel duygularını katmadan,
nesnel olarak,
impertinemment bel. 1. Densizce (Parler
impertinemment). 2. Saygısızca, haddini aşarak,
yüzsüzce (Répondre impertinemment).
impertinence diş. 1. Densizlik. 2. Yüzsüzlük,
saygısızlık, haddini bilmezlik (Faire une
impertinence).
impertinent, e s. ve ad. 1. Densiz (Je vous trouve
impertinent de parler ainsi devant moi). 2.
Saygısız, yüzsüz, haddini bilmez (Il a un
air impertinent).
imperturbabilité diş. 1. Şaşmazlık. 2. Sarsılmazlık,
soğukkanlılık,
imperturbable s. 1. Şaşmaz. 2. Sarsılmaz,
soğukkanlı (Rester imperturbable sous les
reproches).
imperturbablement bel. 1. Şaşmadan, şaşırmadan.
2.
Sarsılmadan,
bozum
olmadan,
soğukkanlılıkla,
impétigo er. hek. Çakma denilen deri hastalığı,
empetigo.
impétrant, e ad. Belge sahibi; diploma sahibi
(Signature de l'impétrant).
impétueusement bel. Coşkunca, coşkunlukla,
impétueux, euse s. 1. Coşkun, taşkın, azgın (Il a un
tempérament impétueux). 2. Şiddetli (Un vent
impétueux).
impétuosité diş. 1. Coşkunluk, azgınlık, taşkınlık,
coşku (Impétuosité de la jeunesse). 2. Şiddet
(Impétuosité des passions).
impey
impey er. hayb. Altıntavuk.
impies, ve ad. 1. Dinsiz (Lutter contre les impies. Il
est impie). 2. Dine karşı, dine aykırı (Paroles
impies, action impie). 3. Tanrıtanımaz, tanrısız,
inançsız (Les impies vivent dans l'indifférence de
la religion).
impiété diş. 1. Dinsizlik. 2. Dine aykırılık. 3.
Tanrıtanımazlık, inançsızlık. 4. mec. Büyük
saygısızlık; dine ve kutsal şeylere saygısızlık,
impitoyable s. 1. Acımak bilmez, katı yürekli,
'acımasız, "merhametsiz (Ennemi impitoyable,
cœur impitoyable). 2. Impitoyable à qch, envers
qn: -e karşı amansız,
impitoyablement bel. Acımadan, acımasızca,
"merhametsizce,
implacabilité diş. Acımasızlık, amansızlık.
implacable s. 1. Yatışmaz, sönmez, dinmez,
dinmeyen (Haine implacable). 2. Acımasız,
amansız,
gözünün
yaşma
bakmayan,
"merhametsiz, "zalim (Un ennemi implacable). 3.
Şiddetli (Un soleil implacable). 4. Çaresiz,
umarsız (Un sort implacable pèse sur cette famille.
Etre atteint d'un mal implacable).
implacablement bel. 1. Dizginsizce, yatışmak
bilmeden. 2. Amansızca.
implantation diş. 1. Dikme, dikilme (Implantation
d'un arbre). 2. Yerleştirme, kurma; yerleştirilme,
kurulma (Implantation d'une nouvelle industrie.
Centres d'implantation). 3. Tutunma, yerleşme
(Implantation
du gui sur le
pommier.
Implantation d'un ergot sur la crête d'un coq). 4.
Nakil, takma (Implantation d'un organe, du
cœur).
implanter gçl. 1. Dikmek (Implanter un arbre). 2.
Sokmak, yerleştirmek (Implanter un usage, une
mode).
3. Tutundurmak, oturtmak
(Le
gouvernement qu'on essaie d'implanter en ce
pays). 4. Implanter qch à qn: a) Bir şeyi -e
yerleştirmek, sokmak (On lui implanta cette idée
dans la tête), b) Takmak, nakledip takmak
(Implanter un organe à un malade) § S'implanter:
1. Tutunmak, yerleşmek (Ses idées se sont
implantées). 2. S'implanter dans: -e yerleşmek,
iyice oturmak,
implication diş. 1. (Kötü bir işe) Karışmış olma,
bulaşma. 2. mant. İçerme, "tazammun. 3. Sonuç
(Les implications de l'accord intervenu sont trop
nombreuses pour pouvoir être toutes prévenues).
implicites. 1 .mant. Bir şeyin içinde bulunup varlığı
ancak dolayısıyla anlaşılan, 'örtük, "zımnî
(Conditions implicites). § Foi implicite: Gözü
kapalı inanma. Volonté implicite: Sözde değil
davranışta kendini gösteren irade. 2. Üstükapalı.

730

importance

implicitement
bel.
Üstükapalıca,
"açıkça
belirtilemeden, söylemeden, "zımnen (Son
silence constitue implicitement une acceptation).
impliquer gçl. 1. mant. içine almak, içermek,
kapsamak (La lutte et la révolte impliquent
toujours une espérance). 2. Anlamına gelmek,
demek olmak (Ces propos impliquent un refus). 3.
Impliquer qn, qch dans qch: Birini -e karıştırmak,
bulaştırmak, içine sokmak (On l'a impliqué dans
cette escroquerie).
implorant, e s. Yalvaran, yakaran, yakarıcı (Voix
implorante).
imploration diş. Yalvarma, yakarma, dileme,
implorer gçl. 1. Yalvarmak, yakarmak (Implorer le
ciel. Implorer Dieu). 2. İstemek, dilemek
(Implorer la clémence, l'indulgence). 3. Implorer
qch de qn: Birinden... istemek (J'implore de vous
un geste de bienveillance).
implosif, ive s. dilb. Vurgusu düşen, vurgusu
yavaşlayan, içpatlamalı.
implosion diş. dilb. İçpatlama.
impoli, es. ve ad. Kaba, nezaketsiz, terbiyesiz (Un
enfant impoli, des manières impolies. C'est un
impoli).
impoliment bel. Kabaca, kabalıkla, nezaketsizce,
terbiyesizce.
impolitesse
diş.
Kabalık,
nezaketsizlik,
terbiyesizlik (Commettre une impolitesse).
impolitique s. Yakışıksız, yerinde olmayan, siyasa
bakımından kötü (Cette guerre est impolitique).
impondérabilité diş. İçyüzü anlaşılamazhk;
belirlenemezlik, bilinemezlik.
impondérables. 1./iz.(Işık, ısı gibi)Tartıya gelmez,
tartılmaz (Fluides impondérables). 2. mec. Belli
olmayan, açıkça kendini göstermeyen (Facteurs
impondérables).
3.
er.
Belirtilemeyen,
açıklanamayan neden (L'impondérable est très
important dans les élections).
impopulaire s. 1. Halkın tutmadığı, halkça
sevilmeyen (Gouvernement impopulaire). 2.
Kötü gözle görülen, sevimsiz, sevilmeyen (Sa
vanité l'a rendu impopulaire parmi ses confrères).
impopularité diş. Halkça tutulmama; sevilmeme,
hoşlamlmama.
importable s.
1. Dışardan
getirtilebilen,
'dışalımlanabilen, "ithal edilebilen. 2. Giyilemez
durumda, giyilecek gibi olmayan (Vêtement
importable).
importance diş. I. Önem (Mesurer l'importance
d'un événement). 2. Önemlilik, saygınlık (Il
croyait à mon importance). § D'importance: s. 1.
Önemli, büyük(L'affaire est d'importance).2. bel.
Çok, pek, adam akıllı (On l'a rossé d'importance).
important
Attacher, accorder, donner del' importance à qch :
-e önem vermek. Faire l'homme d'importance,
prendre des airs d'importance: Kendine önemli
bir adam süsü vermek; kendini önemli biri
sanmak. Se donner de l'importance: Kendini pek
beğenmek, önemli biri sanmak. Cela n'a aucune
importance, pasd'importance: Önemi yok, zararı
yok.
important, e s. 1. Önemli (Question importante,
rôle important). 2. İlginç (Cet art serait très
important à connaître). 3. Büyük, önemli (Un
héritage important). 4. Yararlı, zorunlu, gerekli
(C'est important à savoir). S. Önemli, etkili,
"nüfuzlu (Un personnage
important,
un
fonctionnaire important). 6. er. İşin önemli yönü,
önemli olan (L'important est de se décider tout de
suite. L'important est qu'ils soient heureux). §
Faire l'important: Kendine önemli bir adam süsü
vermek; kendini önemli biri sanmak.
importateur, trice s. vead. *Dışalımcı, dıştan alıcı,
dışardan mal getirtici, "ithalatçı
(Pays
importateur de blé. Un importateur d'agrumes).
importation diş. 1. 'Dışalım, dıştan mal getirme,
"ithalât (Licence d'importation). 2. Dışalım malı,
dıştan getirtilen mal, ithal malı (Importation en
provenance d'Allemagne). 3. (Bir ülkeye, yere)
Getirtme, içeri sokma (L'importation de la
pomme de terre en Europe. En France, on craint
l'importation des idées).
importer gçl. 1. Dışardan getirtmek, dışardan
almak, 'dışalımlamak, "ithal etmek (Importer du
café, du blé). 2. mec. (Bir ülkeye) Getirmek,
sokmak (Importer une mode, une manière de
penser). 3. gsz. Önemli olmak, önemi olmak,
önem taşımak (Ce qui importe, c'est de conserver
la santé). 4. Importer à qn: -için önemli olmak,
önem taşımak (Le passé lui importe moins que le
futur). § Il importe de f. qch: -mek önemlidir (Il
importe de ne pas se tromper). Peu importer à qn:
-için önemli olmamak, önem taşımamak (Peu lui
importent les classes sociales). Peu importer à qn
de f. qch: Birisi için -mek önem taşımamak (Peu
lui importe d'être en prison). Peu importe: Önemi
yok, önemli değil. Qu'importe!: Ne önemi var!
Önemi yok! Qu'importe de f. qch, qu'importe
que...: -menin ne önemi var, -meşinin ne önemi
var (Qu'importe de souffrir! Qu'importe que ce
soit un idiot qui les gouverne!). N'importe
comment: Nasıl olursa olsun, rasgele, yöntemsiz
(Il travaille n'importe comment). N'importe
quand: Ne zaman olursa olsun (Venez n'importe
quand, je suis toujours chez moi). N'importe où:
Nerede, nereye olursa olsun (J'irain'importe où,

731
imposer

mais je m'en irai). N'importe qui: Kim olursa


olsun, herhangi bir kimse (N'importe qui pourrait
le faire). N'importe quoi: Ne olursa olsun,
herhangi bir şey (Il mange n'importe quoi. Ils
causaient de n'importe quoi). N'importe lequel,
n'importe laquelle: Herhangi biri, hangisi olursa
olsun (N'importe lequel d'entre vous. N'importe
laquelle des maisons). N'importe quel, n'importe
quelle: Herhangi bir (N'importe quel pays,
n'importe quelle ville).
import-export er. 'Dışalım-dışsatım işleri, "ithalatihracat.
importun, e s. 1. Tedirgin edici, can sıkıcı,
usandırıcı, bıktırıcı (Un visiteur importun; des
questions importunes). 2. ad. Nezaketsiz, haddini
bilmez, usandırıcı kimse (Se débarrasser d'un
importun).
importunément bel Tedirgin edecek şekilde,
usandırarak, rahatsız ederek.
importuner gçl. 1. Tedirgin etmek, canını sıkmak,
usandırmak, rahatsız etmek (Je ne voudrais pas
vous importuner plus longtemps. Importuner un
voisin). 2. Importuner qn de qch: Birini -ile
rahatsız etmek (Importuner un voisin de ses
plaintes).
importunité diş. 1. Can sıkma, bıktırma, usandırma
(Extorquer
un
consentement
à
force
d'importunités). 2. Nezaketsizlik, uygunsuzluk
(L'importunité d'une démarche).
imposable
s.
Vergilendirilebilir,
vergiye
bağlanabilir (Personnes imposables, revenus
imposables).
imposant, e s. 1. Saygı uyandıran (Un vieillard
imposant. Parler sur un ton imposant). 2.
Gösterişli, dikkat çekici, görkemli (La mise en
scène imposante d'un film). 3. Büyük, hatırı sayılır
(Une foule imposante, une majorité imposante). 4.
alay. İri yarı, kocaman (Une imposante
paysanne).
imposé, es. 1. Uyulması zorunlu (Prix imposé). 2.
Vergilendirilmiş,
vergiye
bağlanmış
(Marchandises imposées, personnes imposées). 3.
ad. Vergi yükümlüsü.
imposer gçl. 1. Vergilendirmek, vergiye bağlamak
(Imposer une marchandise, les revenus, une
personne). 2. Gücün benimsetmek, "zorla kabul
ettirmek (Imposer sa loi, sa volonté, des
conditions. Imposer son nom par la réclame). 3.
(Basımcılıkta sayfaları) Formadaki yerlerini
alacak biçimde baskıya hazırlamak (Imposer une
feuille). 4. Uyandırmak, esinlemek (Imposer le
respect). 5. Imposer qch à: a) Bir şeyi -e
benimsetmek, kabul ettirmek (Imposer ses idées à
imposeur
son entourage), b) -e ... vermek (Imposer une
punition sévère à un enfant), c) Bir şeyi -e gücün
benimsetmek, zorla kabul ettirmek (Imposer une
doctrine à une société). 5. Imposer à qn de f. qch:
Birini -meye zorlamak, birinden -meşini ille de
istemek (Je ne vous impose pas de terminer ce
travail avant ce soir). 6. gsz. Imposer à qn: (eski)
-de saygı uyandırmak (Il leur impose par ses
façons de grand seigneur). 7. gsz. Enimposeràqn:
a) -de saygı uyandırmak, hayrankk uyandırmak,
-i etkilemek (Il finit par en imposer à tous par son
assurance), b) Kandırmak, aldatmak. 8. S'en
laisser imposer par qch: -e aldanmak (Ne t'en
laisse pas imposer par son apparence). § Imposer
silence à: -i susturmak (Le professeur imposa
silence à la classe). Imposer les mains sur la tête à
qn: (Papaz) Okuduğu kimsenin başı üzerine
ellerini koymak. § S'imposser: 1. Gerekli olmak,
gerekmek, zorunlu olmak (Le recours à laforce ne
s'impose pas). 2. Kendini kabul ettirmek,
benimsetmek (Il s'impose par son intelligence.
Il réussit à s'imposer dans la société). 3.
S'imposer qch: -i kendisi için bir kural olarak
koymak, ilke edinmek (S'imposer une promenade
à pied chaque jour). 4. S'imposer de f. qch: -meyi
ilke edinmek, kural olarak benimsemek (II
s'impose de ne jamais intervenir dans les affaires
d'autrui).
imposeur
er.
(Basımcılık)
Sayfalamacı,
sayfalamaları düzenleyen işçi.
imposition diş. 1. Vergi (Le recouvrement des
impositions). 2. Vergilendirme (Condition, taux
d'imposition).
3. (Basımcılıkta) Sayfaları
formadaki yerlerini alacak biçimde baskıya
hazırlama, sayfalama 4. Üst üste koyma
(Imposition des mains).
impossibilité diş. 1. Olanaksızlık, "imkânsızlık (Il
est dans l'impossibilité de t'aider). 2. Olanaksız
şey, olmayacak şey (C'est pour lui une
impossibilité).
impossible s. 1. Olamaz, olanaksız, imkânsız (La
guerre lui paraît impossible.
Un amour
impossible). 2. Çok güç (Il nous rend l'existence
impossible. Un problème impossible). 3. tkz.
Olmayacak, tuhaf, us almaz (Il lui arrive toujours
des aventures impossibles). 4. Dayanılmaz,
çekilmez, uslanmaz, laf dinlemez, başa çıkılmaz
(Ces enfants sont impossibles). 5. er. Olmayacak
şey, olmaz; imkânsız (Demarder l'impossible,
faire l'impossible). § Par impossible: Olacak şey
değil ya; olmaz a, olur diyelim (Si, par impossible,
cette affaire réussissait, queferiez-vous?).
imposte diş. 1. Kemer ayağı tablası. 2. (Kapı yada
732

imprégnation
pencerelerde) Tepe camı.
imposteur er. 1. Yalancı, düzmeci, dolapçı, sahteci.
2. İki yüzlü, aldatmacı, içtenliksiz.
imposture diş. 1. Yalancılık, düzmecilik,
dolapçıhk; yalan, dolap (Les impostures d'un
escroc). 2. İkiyüzlülük, içtenlikten uzaklık,
aldatmacılık.
impôt er. 1. Vergi (Impôtdirect: Dolaysız, °vasıtasız
vergi. Impôt indirect: Dolaylı, °vasıtalı vergi.
Impôt progressif: Müterakki vergi. Impôt
d'arrérages: Vergi kalıntısı. Impôt de bétail:
Hayvan vergisi. Impôt d'héritage: Geçiş vergisi,
intikal vergisi. Impôt foncier: Toprak vergisi,
arazi vergisi. Impôt pour réserves: Yedek akçe
vergisi. Impôt sur la consommation: işletme
vergisi, tüketim vergisi, °istihlâk vergisi, muamele
vergisi. Impôt sur les sociétés: Kurumlar vergisi.
Impôt sur les successions: Kalıtım vergisi, °veraset
vergisi. Assiette de l'impôt: Vergi temel değeri,
vergi "matrahı. Détournement d'impôt: Vergi
kaçırma, vergi kaçakçılığı. Exemption de l'impôt:
Vergiden bağışıklık. Déclaration d'impôt: Vergi
bildirimi. Faire sa déclaration d'impôt: Vergi
bildiriminde bulunmak. Payer l'impôt: Vergi
ödemek). 2. Yükümlülük, "mükellefiyet. §
L'impôt du sang: Askerlik görevi,
impotence diş. 1. Sakatlık, kötürümlük. 2. Cinsel
yetersizlik, "iktidarsızlık,
impotent, es. 1. Sakat, kötürüm (Un bras impotent,
un vieillard impotent). 2. Cinsel bakımdan
yetersiz, "iktidarsız. 3. Impotent de qch: -si sakat
(Il est impotent d'un bras).
impraticabilité
diş.
üygulanamazlık,
gerçekleşti rilemezlik.
impraticable
s.
1.
Uygulanamaz,
gerçekleştirilemez (Un projet utile mais
impraticable). 2. (Yolvb.için) Geçilmez, aşılmaz
(Piste impraticable pour les voitures).
imprécation diş. 1. İlenme, ilenç, "beddua (Les
imprécations d'un personnage tragique). 2.
Kargış, kargıma, lânet, küfür. § Faire des
imprécations contre qn: -e ilenmek, beddua
etmek.
Se répandre
en
imprécations:
Kargışlamak; kargışlar, küfürler yağdırmak,
imprécatoires. İlenmeli; kargışlı,
imprécis, e s. Belirsiz, belli olmayan; kapalı,
açıklıktan uzak.
imprécision d/j. Belirsizlik, bellisizlik; açıklıktan
uzaklık.
imprégnation^. 1.kim. Doyurma,doyum,"işba.
2. İçine geçme, sinme; içine geçirme, sindirme. 3.
Islatma, ıslanma (Imprégnation de la terre par la
pluie).
imprégné
imprégné, e s. 1. İçine işlemiş, içine sinmiş. 2.
Islanmış. 3. Imprégné de qch: a) -den
etkilenmiş, içine işlemiş (Il était imprégné des
idées révolutionnaires), b) -ile dolu (Une lettre
imprégnée d'ironies), c) -ile ıslanmış (Un tissu
imprègne d'eau).
imprégner gçl. 1. İçine işlemek, doldurmak,
derinden etkilemek, belirlemek (L'atmosphère
heureuse de la maison a imprégné son enfance). 2.
Imprégner qn, qch de qch: Bir şeyi -in içine
işletmek, sindirmek (Imprégner les cuirs de
teinture. Imprégner un tissu d'eau). §S'imprégner
de qch: 1. -ile ıslanmak (Les prairies se sont
imprégnées d'humidité). 2.-iledolu olmak, içine
... işlemek, sinmek (Le bois s'est imprégné
d'eau. S'imprégner de préjugés). 3. -i çok iyi
öğrenmek, sindirmek (S'imprégner d'une langue
étrangère).
imprenable s. Alınmaz, ele geçirilemez (Une
forteresse imprenable). § Vue imprenable:
Kapanmaz
görünüm;
görünümü,
alanı,
"manzarası kapanmaz,
impréparation dişş. Hazırlıksızlık, hazırlanmama,
imprésario er. "Emprezaryo, belli bir yüzde
karşılığında bir sanatçının çalışma programlarını
ve anlaşmalarını düzenleyen kimse,
imprescriptibilité diş. Zaman aşımına uğramazlık.
imprescriptible s. Zaman aşımına uğramaz (Droit
imprescriptible).
impression diş. 1. (Eski) İz (L'impression des pas).
2. Basma, baskı (Impressions des étoffes, des
papiers peints). 3. (Basımcılıkta) Baskı, basım
(L'impression d'un livre, d'un ouvrage). 4. Etki
(Faire, donner bonne impression: İyi etki
bırakmak. Faire, donner mauvaise impression:
Kötü etki bırakmak). 5. Duygu (Impressions
auditives). 6. İzlenim (Raconterses impressions de
voyage). § Avoir l'impression que, avoir
l'impression de qch, def. qch: Sanmak, -i sanmak,
-diğini sanmak (J'ai l'impression qu'il se trompe.
On a l'impression d'un dialogue de sourds entre les
adversaires. Il eut l'impression d'être inculpé
devant le tribunal). Donner l'impression de qch, de
f. qch:... izlenimini, sanısını vermek, gibi
görünmek (Cette maison me donne l'impression
d'une tombe. Il donne l'impression d'être très
occoupé en ce moment). Faire impression: Büyük
bir ilgi uyandırmak; şaşkınlık, hayranlık
uyandırmak (Sa déclaration a fait grande
impression).
impressionnabilité diş. Duyarhk, duygululuk,
çabuk duygulanırhk.
impressionnable s. Duyarlı; duygulu, çabuk

733
imprimer

duygulanır (Enfant impressionnable).


impessionnant, es. 1. İlgi çekici, şaşırtıcı (Spectacle
impressionnant).
2. Etkili, duygulandırıcı
(Discours impressionnant). 3. Büyük, görkemli
(Monument impressionnant).
impressionner
gçl.
1.
Dokunmak,
duygulandırmak, içe işlemek (Cette mort m'a
impressionné). 2. Etkilemek (Vos menaces ne
m'impressionnent pas).
impressionnisme
er.
(Sanat)
İzlenimcilik,
"empresyonizm,
impressionniste s. ve ad. İzlenimci, "empresyonist
(Un
peintre
impressionniste,
les
impressionnistes).
imprévisibilité diş. Kesti rilemezlik, önceden
bilinemeziik.
imprévisibles. Önceden kestirilemez (Evénements
imprévisibles).
imprévision diş. Önceden kestirememe, önceden
bilememe.
imprévoyance diş. Öngörüsüzlük, düşüncesizlik,
"basiretsizlik (Fairepreuve
d'imprévoyance).
imprévoyances, vead. Öngörüsüz,düşünemeyen,
"basiretsiz (Un jeune homme imprévoyant, un
imprévoyant).
imprévu, e s. 1. Umulmadık, hesapta olmayan,
önceden düşünülmemiş (Evénements imprévus).
2. er. Umulmadık şey, beklenmedik olay, hesapta
olmayan şey (En cas d'imprévu, écrivez-moi. Il
faut penser à l'irhprévu).
imprimable
s.
Basılabilir,
yayınlanabilir
yayınlanmaya değer,
imprimatur er. Basıla, basma izni (Demander,
obtenir l'imprimatur).
imprimé er. 1. (Kumaş) Basma (Un imprimé à
fleurs). 2. Basılı kitap, kağıt vb; basma, basılı,
"matbua (Le département des imprimés à la
Bibliothèque Nationale. Remplissez lisiblement
les imprimés). 3. Kitap harfi (Il ne sait lire que les
imprimés).
imprimé, e s. 1. Basma (Tissu imprimé). 2. Basılı,
basılmış (Formule imprimée pour la déclaration
des revenus).
imprimer gçl. 1. Basmak (Imprimer un livre.
Imprimer des dessins sur un tissu). 2. Yayınlamak;
yapıtını yayınlamak (Imprimerunécrivain. Ilécrit
mais n'a pas encore imprimé). 3. (Bir izi)
Bırakmak, çıkarmak (Imprimer ses pas sur le
sable). 4. Vurmak, basmak (Imprimer un visa). 5.
Imprimer qch dans: -e... sokmak, iyice
yerleştirmek, salmak (Il imprime la haine et la
crainte dans les cœurs). 6. Imprimer qch à qch: -e
iletmek, geçirmek; vermek (Imprimer un
imprimerie
mouvement àune machine; imprimer une nouvelle
direction à ses affaires). § S'imprimer: 1.
Basılmak, yayınlanmak (Son ouvrage s'imprime
chez Larousse). 2. S'imprimer dans qch: -e iyice
işlemek, yerleşmek, kazınmak, yer etmek (Ce
souvenir s'est imprimé dans sa mémoire).
imprimerie diş. 1. Basma, basım (Opérations
d'imprimerie. Imprimerie typographique). 2.
Basımevi, "matbaa (Le personnel
d'une
imprimerie).
imprimeur er. 1. Basımcı, basımevi sahibi yada
yönetmeni. 2. Basım işçisi, basımevinde çalışan
(Ouvrier imprimeur).
improbabilité diş. "Olasısızlık, olasılıktan uzaklık,
belkisizlik.
improbable s. Olasısız, olasılıktan uzak, belkisiz,
"şüpheli (Il est improbable qu'il arrive. Hypothèse
improbable).
improbateur, trice s. ve ad. Onamayan,
beğenmeyen, benimsemeyen, "tasvip etmeyen
(Regard, silence improbateur. Les improbateurs
d'une thèse).
improbation diş. Onamazlık, beğenmezlik, "tasvip
etmeme, benimsemezlik (Cris d'improbation).
improbité diş. Namussuzluk, doğruluktan uzaklık,
improductif, ive s. Verimsiz (Travail improductif).
improductivité diş. Verimsizlik,
impromptu, e i. 1. Hazırlıksız, hemen o anda
yapılan (Un dîner impromptu,
une visite
impromptue). 2. bel. Hazırlıksız olarak, birden
bire, doğaçtan, "irticalen (Parler, répondre
impromptu). 3 .er. müz. Doğaçtan çalış; doğaçtan
çalınan parça; şarkı biçiminde yazılmış parça. 4.
(Tiyatro) Hemen yazılıp oynanan küçük oyun
(L'impromptu
de Paris, l'impromptu
de
Versailles).
imprononçable s. Söylenişi çok güç, 'söylenemez,
"telaffuz edilemez (Mot imprononçable).
impropre s. 1. Yerinde kullanılmamış, uygun
düşmeyen, yanlış kullanılmış (Mot, expression
impropre). 2. Imprope à: -elverişsiz, uygun
olmayan; yeteneksiz (Il est impropre au service
militaire, à faire ce travail).
improprement bel. Uygun olmayarak, yerinde
olmayarak, yanlış olarak (Parler, appeler
improprement).
impropriété diş. 1. Yanlışlık (Terme d'une
impropriété choquante). 2. (Sözcük, deyim vb.
için) Yanlış kullanılma, yerinde kullanılmama
(Une impropriété de langage).
improuvables. Tamtlanamaz, kanıtlanamaz, ispat
edilemez.
improuver
gçl.
Beğenmemek,
kınamak,

734

impudent
benimsememek, yersiz bulmak,
improvisateur, trice ad. Hazırlıksız konuşan,
doğaçtan konuşan, "irticalen konuşan,
improvisation diş. 1. Doğaçtan konuşma,
"doğaçlama. 2. Doğaçtan söylenen söylev;
doğaçtan
çalınan
parça.
§
Théâtre
d'improvisation: Tulûat tiyatrosu,
improviser gçl. 1. Doğaçtan söylemek, "irticalen
söylemek (Improviser un discours à la fin d'un
repas). 2. Bir anda karar verip yapmak,
düzenlemek (Improviser un pique-nique). 3.
Birini hemen... olarak atamak (On l'improvisa
maître d'hôtel pour la circonstance). 4. gsz.
Hazırlıksız yapmak; doğaçtan bir parça çalmak
(Rien n'avait été prévu, le gouvernement dut
improviser. Improviser au piano). § S'improviser:
Hemencecik yapıhvermek; hemen oluvermek
(Les secours s'improvisent. On ne s'improvise pas
peintre facilement).
improviste (à 1')M. Ansızın,birdenbire; hazırlıksız,
doğaçtan, irticalen (Attaquerai'improviste. Faire
un discours à l'improviste).
imprudemment
bel.
*Sakimmsizca,
ileriyi
düşünmeden,
"ihtiyatsızca
(Parler

imprudemment).
imprudence diş. 1. *Sakınımsızlık, "ihtiyatsızlık
(Faire, commettre
une imprudence)
2.
Düşüncesizlik, hafiflik (Son imprudence l'expose
au danger).
imprudences, vead. 1. *Sakınımsız, ihtiyatsız (Un
homme imprudent. Un imprudent s'estfait happer
par une voiture). 2. Sakınımsızca, ihtiyatsızca (Il
est imprudent de se confier à lui). 3. Düşüncesiz,
düşüncesizce
(C'est
une
tentative
bien
imprudente).
impubère s. ve ad. Erinlik çağına girmemiş, henüz
ergenleşmemiş (Fille, garçon impubère. Les
impubères ne peuvent pas entrer).
impubliable s. Yayınlanamaz, yayınlanmaya
değmez (Ses vers sont impubliables).
impudemment
bel. Yüzsüzce,
utanmadan;
saygısızca,
küstahça
(Mentir,
nier
impudemment).
impudence diş. 1. Yüzsüzlük, utanmazlık;
saygısızlık, küstahlık (Mentir avec impudence.
L'impudence d'un jeune blanc-bec). 2. Yüzsüzce
davranış, saygısızlık, küstahlık (Ses impudences
me révoltent). § Avoir l'impudence de f. qch: -mek
yüzsüzlüğünü göstermek (Il a eu l'impudence de
venir chez vous?).
impudent,es. vead. 1. Yüzsüz,utanmaz;saygısız,
küstah (Un impudent qui ne rougit pas de
contredire la vérité. Une femme impudente). 2.
impudeur
Yüzsüzce, utanmazca, saygısızca (Des propos
impudents).
impudeur diş. Utanmazlık, sıkılmazlık (Il a
l'impudeur de demander encore de l'argent).
impudicité diş. Uygunsuzluk, yırtıklık, "iffetsizlik,
edepsizlik.
impudique s. Uygunsuz, yırtık, "iffetsiz, edepsiz
(Gestes, manières impudiques).
impudiquement bel. Uygunsuzca, yırtıkça,
"iffetsizce, edepsizce,
impuissance
diş.
1. Güçsüzlük,
zayıflık
(Impuissance
à résoudre
un
problème.
Impuissance de la volonté). 2. Yetersizlik; cinsel
yetersizlik (Impuissance sexuelle. Impuissance
par troubles fonctionnels ou névrotiques).
impuissances. 1. Güçsüz (Il reste impuissant devant
le désastre). 2. s. vead. Cinsel bakımdan yetersiz;
"iktidarsız (C'est un impuissant, un homme
impuissant). 3. Etkisiz (La justice sans la force est
impuissante). 4. Impuissant à f. qch: -mekte
yetersiz (Il est impuissant à résoudre ce problème).
impulsif, ive s. ve ad. 1. İtici, "dafi (Force
impulsive). 2. ruhb. Tepili, "tepisel, "ilcai. 3.fels.
îtkisel, "ilcai 4. Hemen tepki gösteren,
düşünmeden davranan, içinden geldiği gibi
davranan, sinirli (Il a les vives réactions d'un
impulsif. Un enfant impulsif).
impulsion diş. 1. İtiş, itme, defi (Excitation par
impulsion). 2. ruhb. Tepi,°ilca. 3.fels. *İtki,"ilca.
4. mec. Canlandırma, canlılık, diriltme, hız,
atılım (Impulsion donnée aux affaires, au
commerce). 5. İçgidü, içten gelen duygu, eğilim
(Céder à ses impulsions).
impulsivement bel. İçgüdüyle, içgüdüsel olarak;
içten gelen bir duyguyla, tepisel olarak, itkisel
olarak(//a répondu impulsivement).
impulsuvité diş. Hemen tepki gösterme;
düşünmeden davranma ; içinden geldiği gibi tepki
gösterme; *tepisellik, *itkisellik.
impunément bel. 1. Ceza görmeksizin, ceza
görmeden (Voler, tuer impunément). 2. Zarara
uğramadan, zarar görmeksizin (On ne lit pas
impunément
des
niaiseries).
3.
(Eski)
Cezalandırmadan, öç almadan (Se laisser offenser
impunément, c'était tout perdre).
impuni, e s. Cezasız kalan, cezalandırdmayan (Un
coupable impuni; affront impuni).
impunité diş. Cezasız kalma, cezalandırılmama
(Meurtre qui s'exerce avec impunité).
impur, e s. 1. Pis, karışık, bulaşık, an olmayan
(Liquide impur, huile impure). 2. mec. Alçak,
rezil, yüzü kara (Un cœur impur, une foule
impure). 3. Erdemsiz, uygunsuz, yırtık, "iffetsiz,

735

inaccessibilité

namussuz, alçak (Une femme impure, des pensées


impures).
impurement
bel.
Alçakça,
namussuzca,
erdemsizce, iffetsizce (Vivre impurement).
impureté diş. 1. Pislik, kirlilik, katışıklık,
bulaşıktık, anlıktan uzaklık (L'impureté d'un
liquide, de l'air). 2. Bozukluk, bozulma,
kokuşma,
kokuşmuşluk
(L'impureté
des
mœurs). 3. Alçaklık, rezillik, yüzkarası (Vivre
dans l'impureté). 4. Uygunsuzluk, erdemsizlik,
yırtıldık, "iffetsizlik, namussuzluk (L'impureté
d'une femme).
imputabilité
diş.
İsnat
edilebilme,
isnat
edilebilirlik.
imputable s. 1. Imputable à: -e yüklenilebilir,
bağlanabilir, "isnat edilebilir (Cette erreur est
imputable à son inexpérience). 2. Imputable sur:
-den alınabilir, sağlanabilir, çıkarılabilir; -in
hesabına geçirilebilir, mahsup edilebilir (Somme
imputable sur tel chapitre, sur tel crédit).
imputation diş. 1. Suç yükleme, suçlama, suç isnadı
(Imputation de vol. Se justifier d'une imputation).
2. Hesaba geçirme, "mahsup (Imputation d'un
paiement).
imputer gçl. 1. Imputer qch à qn, à qch: Bir şeyi -e
yüklemek, bağlamak, vermek,"atfetmek, "isnat
etmek ( On lui impute un crime. Imputer un échec à
la négligence). 2. Imputer à qch: ...gibi
düşünmek, olarak düşünmek (Imputer à crime, à
lâcheté. J'imputais à honte le silence qui régnait).
3. Imputer qch à qch, sur qch: -in hesabına
geçirmek, -den sağlamak (Imputer les frais
d'hôpitalau budget delà ville. Imputer une somme
sur le chapitre des frais généraux).
imputrescibilité diş. Çürümezlik, bozulmazlık.
imputrescible s. Çürümez, bozulmaz (Bois, cuir
imputrescible).
inabordable s. 1. Yanaşılmaz, yaklaşılmaz (En
hiver, ce port est inabordable). 2. Yanaşılmaz,
yanına varılmaz, yanına varalması çok güç (Une
personne, un chef inabordable). 3. Çok pahalı,
ateş pahası (Les prix sont inabordables. Les fruits
sont inabordables cette année).
inabrogeable s. huk. Yürürlükten kaldınlamaz,
"lağvedilemez (Lois inabrogeables).
in absentia bel. "Gıyaben, ilgili kişinin yokluğunda,
in abstracto bel. Soyut olarak; gerçeği göz önünde
bulundurmadan (Raisonner in abstracto).
inaccentué, e s. dilb. Vurgusuz
(Syllabe
inaccentuée).
inacceptable s. Kabul edilemez (Une offre
inacceptable).
inaccessibilité diş. Erişilemezlik, yaklaşılamazlık,
inaccessible
yanına vanlamazlık.
inaccessible s. 1. Erişilmez, varılmaz (Un objectif
inaccessible. Une montagne inaccessible). 2.
Yanına varılamaz, yanına varılması çok güç (Une
personne inaccessible). 3. Inaccessible à qn: -in
varamayacağı, giremiyeceği (L'île de Calypso
était inaccessible à tous les mortels). 4. Inaccessible
à qch: -den uzak, -e karşı duyarsız, -e hiç
aldırmayan, yer vermeyen (Il est inaccessible à la
pitié, à la tendresse).
inaccompli, e s. Yapılmamış, yerine getirilmemiş
(Un devoir inaccompli).
inaccomplissement
er.
Yapmama,
gerçekleştirmeme,
yerine
getirmeme;
bitirmeme, yarıda bırakma,
inaccordable s. 1. Uzlaştırılmaz, bağdaştınlamaz.
2. Yerine getirilemez, kabul edilemez (Demande
inaccordable).
inaccoutumé, e s. 1. Alışılmamış, olağan olmayan
(Onentendunbruit inaccoutumé).2. Inaccoutumé
à qch: -e alışmamış, alışkın olmayan (Etre
inaccoutumé à un genre de vie. Ses yeux sont
inaccoutumés à ces spectacles).
inachevé, e s. Bitmemiş, bitirilmemiş (Travail
inachevé, esquisse inachevée).
inachèvement er. Bitmemişlik; bitmeme, yarıda
kalma.
inactif, ive s. 1. Etkisiz (Matière inactive. Remède
inactif). 2. İşsiz, çalışmaz, tembel, uyuşuk (Une
femme inactive. Rester inactif).
inaction diş. İşsizlik, çahşmazhk, uyuşukluk
(L'inaction me tue).
inactivation diş. Etkisizleştirme,
inactiver gçl. Etkisizleştirmek,
inactivité diş. 1. Ekisizlik (Inactivité d'un remède).
2. İşsiz durma, boş durma, işsizlik (Ilest dans une
inactivité totale). 3. (Yönetimde) Etken olmayan
iş, geri hizmet, kızak (Etre, se faire mettre en
inactivité: Etken olmayan bir işe alınmak, geri
hizmete alınmak, kızağa çekilmek).
inaçtuel, le s. Güncel olmayan, güncellikten uzak
(Préoccupations inactuelles).
inadaptation diş. Uyamama, uyumsuzluk, uyum
bozukluğu (Inadaptation sociale).
inadapté, e s. ve ad. 1. Uyumsuz, uyamamış, uyum
sağlayamamış (Rééducation des inadaptés. Un
enfant inadapté). 2. Inadapté à qch: -e uyamamış,
ile uyum kuramamış (Enfant inadapté à la vie
scolaire).
inadéquat, e s. Eksik, yetersiz (Ses qualités sont
inadéquates).
inadéquation diş. Eksiklik, yetersizlik, yetkinlikten
uzaklık.
736

inaperçu

inadmissibilité diş. Kabul edilmezlik, geçersizlik


(L'inadmissibilité
d'une déposition,
d'une
preuve).
inadmissible s. Kabul edilmez, benimsenemez
(Attitude, opinion inadmissible).
inadvertance diş. Dikkatsizlik, dalgınlık; "gaflet. §
Par inadvertance: Dikkatsizlikle, dalgınlıkla (Par
inadvertance, il est entré sans frapper).
inaliénabilité
diş.
Başkasına
verilemezlik,
başkasına mal edilemezlik, "devredilemezlik,
aktarılamazlık (L'inaliénabilité de la liberté).
inaliénable s. 1. Başkasına verilemez, başkasına
aktarılamaz (La liberté est inaliénable. Droits,
valeurs inaliénables). 2. Elden alınamaz,
koparılıp alınamaz (Une dignité inaliénable).
inaltérabilité diş. Bozulmazlık; değişmezlik
(Inaltérabilité d'un métal, d'unprincipe).
inaltérable s. Bozulmaz; değişmez (Matières,
couleurs inaltérables. Sentiment,
caractère
inaltérable).
inaltéré, es. Bozulmamış, değişmemiş, olduğu gibi
kalmış.
inamical, e s. Dostça olmayan, dostluğa sığmayan
(Geste inamical).
inamissible s.
Yitmez, yitirilmez
(Grâce
inamissible).
inamovibilité diş. 1. Görevden alınamazlık,
yerinden
oynatılamazlık,
"azledilemezlik
(Inamovibilité des juges: Yargıç güvencesi, hakim
teminatı). 2. Dokunulamazlık (Inamovibilité
d'une fonction, d'un emploi).
inamovible s. 1. Görevden alınamaz, yerinden
oynatılamaz, "azledilemez (Sénateur inamovible,
magistrat inamovible).
2. Görevlisine el
çektirilemeyen (Fonction, emploi inamovible).
inanalysable s. Çözümlenemez, çözümlemeye
gelmez.
inanimé, e s. 1. Cansız (Matière inanimée). 2.
Cansız, kıpırtısız, ölü gibi (Le corps inanimé d'une
personne morte. Tomber inanimé).
inanité diş. Boşluk, boşunalık; yararsızlık
(L'inanité d'un espoir, d'une illusion, des efforts
déployés).
inanition diş. 1. (Eski) Açlık, besinsizlik (L'amour
vit d'inanition et meurt de nourriture). 2.
Besinsizlikten dolayı bitkin düşme, bitkinlik,
zayıflık (Tomber, mourir d'inanition).
inapaisable s. Yatıştınlamayan, dindirilemez
(Douleur inapaisable).
inapaisé,es. Yatıştırılmamış, dindirilememiş.
inaperçu, e s. Görülememiş, göze çarpmamış
(Geste inaperçu). § Passer inaperçu: Göze
çarpmamak, gözden kaçmak.
inapparent
inapparent, e s. Görünmeyen, görünmez,
inappétence diş. 1. İştahsızlık. 2. mec. İsteksizlik,
istemezlik (Inappétence sentimentale).
inapplicable s. 1. Uygulanamaz (Théorie, décret
inapplicable). 2. Inapplicable à: -e uygulanamaz
(Principes inapplicables à la vie réelle ).
inapplication
diş.
1.
Uygulanamazlık
(Inapplication
d'une loi). 2. Özensizlik,
dikkatsizlik (Inapplication d'un élève).
inappliqué, e s. 1. Özensiz, dikkatsiz (Un élève
inappliqué). 2. Uygulanmamış, uygulamaya
konmamış (Procédé inappliqué).
inappréciables. 1. Pek küçük, gözün göremeyeceği
kadar küçük (Nuance, différence inappréciable).
2. mec. Değer biçilmez, pek değerli, büyük,
önemli (J'ai l'inappréaciable bonheur de posséder
encore ma mère. Avantages inappréciables).
inapprivoisable s. 1. Evcilleştirilemez, evcilleşmez.
2. Inapprivoisable à: -e alıştırılamaz, alışmaz
(Animal inapprivoisable à l'homme).
inapprivoisé, e s. Evcilleşmemiş, yaban,
inaptes. 1. Elverişsiz, işe yaramaz. 2, Inapteàqch, à
f. qch: -e yaramaz, elverişsiz, -meye yaramaz; -i
beceremez, -meyi beceremez (Personne inapte
aux affaires, à diriger une affaire). 3. ask. Sakat,
hizmete elverişsiz (Il fut déclaré inapte). 4. er.
Sakat (kimse),
inaptitude diş. 1. Elverişsizlik, yaramazlık,
yeteneksizlik (Inaptitude à un exercice physique.
Mon inaptitude à rimer). 2. ask. Sakatlık,
çürüklük.
inarrangeable s. Düzeltilemez, hale yola
konulamaz, kotanlıp onarılamaz,
inarticulé,
e
s.
dilb.
Boğumlanmamış,
eklemlenmemiş, tane tane söylenmeyen (Mots,
sons inarticulés).
inassimilable s. 1. Sindirilemez, sindirime elverşli
olmayan,
sindirimi
güç
(Substances
inassimilables. Connaissances inassimilables). 2.
mec. Sindirilemeyen, özümlenemeyen, benliği
yitirtilemeyen (Unpeuple inassimilable).
inassouvi, e s. 1. Doymamış, kanmamış,
doyurulmamış
(Désir
inassouvi,
haine
inassouvie). 2. ad. Doyumsuz (Les inquiets et les
inassouvis).
inassouvissables. Doyurulamaz, giderilemez (Une
faim inassouvissable).
inassouvissement er. Doyurulamazlık, doymak
bilmezlik, doyumsuzluk.
inattaquable s. 1. El uzatılamaz (Poste, position
inattaquable). 2. mec. Söz götürmez, gerçek,
kuşkulandamaz
(Preuve,
réputation
inattaquable).

737

incandescent
inattendu, e s. Beklenmedik, beklenilmeyen,
umulmadık, umulmayan (Réponse, résultat,
nouvelle inattendus).
inattentif, ives. 1. Dikkatsiz (Un élève inattentif). 2.
Inattentif à -e karşı dikkatsiz, ilgisiz, aldırmaz (Il
est inattentif à nos soucis).
inattention
diş.
1.
Dikkatsizlik
(Erreur
d'inattention).
2.
İlgisizlik,
aldırmazlık
(Inattention à la politique).
inaudible s. 1. Kulakla duyulamaz (Vibration
inaudible).
2. Güç işitilebilen, pek güç
duyulabilen (Un murmure inaudible).
3.
Dinlemeye değmez, kulağı tırmalayan, çok kötü
(Musique inaudible).
inaugural, e s. Açılışa değgin, açılışla ilgili
(Cérémonie inaugurale. Séance inaugurale d'un
congrès).

inauguration diş. 1. Açış, açılış (Discours


d'inauguration, cérémonie d'inauguration). 2.
Açılış töreni, açış töreni. 3. mec. Başlangıç (C'est
l'inauguration d'une nouvelle période).
inaugurer gçl. 1. Törenle açmak, açılış törenini
yapmak (Inaugurer une école, une exposition de
peinture, un hôpital). 2. Başlatmak, ilk adamını
atmak, ilk kez uygulamak (Inaugurer une
nouvelle politique).
inauthenticité diş. Gerçeksizlik, gerçek olmama,
doğru olmama,
inauthentique s. 1. Gerçek olmayan, "hakiki
olmayan (Ouvrage inauthentique). 2. Doğru
olmayan, uydurma, düzmece, sahte (Rapport
inauthentique, faitinauthentique). 3. fels. Varlığın
gerçek biçimlerini taşımayan (Vie inauthentique).
S. er. Gerçekdışıhk (Vivre dans Vinauthentique).
inavouable s. 1. İtiraf edilemez, dile getirilemez
(Bénéfices inavouables). 2. Kabul edilemez,
iğrenç, utanç verici (Projets inavouables, moeurs
inavouables).
inavoué, e s. İtiraf edilmemiş; saklanmış, gizli
tutulmuş (Acte, crime inavoué).
incas. ve ad. İnka (Empire inca. Civilisation inca.
Langue des incas).
incalculables. 1. Sayısız, hesapsız, hesap olunamaz,
hesaba sığmaz (Le nombre incalculable des
étoiles). 2. Pek çok, birçok (L'événement eut
d'incalculables conséquences).
incandescence diş. 1. fiz. kim. Akkorluk, akkor
haline
gelme
(Métal
chauffé
jusqu'à
l'incandescence). 2. mec. Kızışma, kaynaşma
(L'incandescence des esprits).
incandescent, es. i.fiz. kim. Akkor; akkor halinde
(Métal, charbon
incandescent).
2.
mec.
Kaynaşan, kızışmış, kaynayıp duran.
incantation
incantation diş. Büyü yapma, büyü sözleri söyleme,
okuyup üfleme,
incantatoire s. Büyüye değgin; büyüleyici (Des
paroles incantatoires).
incapables, vead. 1. Yeteneksiz, beceriksiz (C'est
l'homme le plus incapable du monde. Un directeur
incapable; un incapable, une incapable). 2. huk.
Yeterliksiz, yasal yeterlikten yoksun (Il est
incapable de remplir aucune fonction publique).
3. Incapable de qch: Elinden... gelmez (Il est
incapable de lâcheté). 4. Incapable de f. qch: a)
-cek durumda olmayan (Je suis incapable de me
tenir debout), b) -meye elverişsiz (Une terre
incapable de rien produire), c) -emeyen, -cek
güçten uzak (Il est incapable de comprendre ce
qu'on dit. Un enfant incapable de courir).
incapacité diş. 1. Yeteneksizlik; olanaksızlık;
elverişsizlik. 2. Beceriksizlik. 3. huk. Yetersizlik,
"ehliyetsizlik (Incapacité électorale).
incarcération diş. Hapis, hapsetme, hapsedilme;
tutuklama, tutuklanma,
incarcérer gçl. Hapsetmek, tutuklamak, dama
tıkmak, içeri atmak (Incarcérer un prévenu).
incarnadin, e s. Bir çeşit koyu pembe (La bouche
incarnadine).
incarnat, e s. ve er. Açık kiraz pembesi (Velours
incarnat. Des rideaux d'un bel incarnat).
incarnation
1. (Dinsei anlamda) Tanrının insan
olarak meydana çıkması. 2. Cisimleşme,
"tecessüm; somut örnek (Cet homme est
l'incarnation de la générosité).
incarné, e s. 1. Cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş
(Le Verbe incarné: tsa peygamber).
2.
Somutlaşmış, somut örnek, -in ta kendisi (Ce roi
était la légitimité incarnée). 3. hek. Ete batmış
(Ongle incamé).
incarner gçl. 1. -in somut örneği olmak, canlı
simgesi olmak; -i temsil etmek (Le magistrat
incarne la justice. Ce roman incarne les nouvelles
tendances
littéraires).
2.
Canlandırmak,
yorumlamak, oynamak (Incarner un rôle, elle
incarne à la scène les ingénus du théâtre de
Marivaux). 3. (Dinsel) İnsan biçiminde ortaya
çıkarmak (Dieu incarna son fils). § Etre...
incarné: -in ta kendisi olmak (Il est le vice incarné,
le diable incarné, la jalousie incarnée). §
S'incarner: 1. (Doğa üstü bir varlık) İnsan yada
hayvan olarak ortaya çıkmak (Le Verbe s'est
incarné à l'homme de douleur. Les divinités
indiennes s'incarnaient dans des corps différents).
2. Cisimleşmek, somutlaşmak. 3. S'incarner en
qch: -de toplamak, dile gelmek (Tous nos espoirs
s'incarnent en toi).
738

inceste

incartade dş. 1. (Dilde yada davranışta) Sürçme,


yanlışlık (Pardonnez-moi cette incartade). 2.
Çılgınlık, hatâ (Les incartades de la jeunesse). 3.
Sövgü, zılgıt. 4. (Binicilikte) Atın birdenbire sağa
yada sola sapması,
incasiques. İnkalara değgin,
incassable s. 1. Kırılmaz (Verre incassable). 2.
Kopmaz, sağlam (Filincassable).
incendiaire ad. 1. Kundakçı, yangın çıkarıcı (Néron
l'incendiaire). 2. s. Yangın çıkarıcı (Balles,
bombes incendiaires). 3. mec. Bozguncu (Propos,
déclarations incendiaires). 4. mec. Yürek
tutuşturucu (Une blonde incendiaire).
incendie er. 1. Yangın (Incendie de forêt. Assurance
contre l'incendie). 2. Geniş bir alana yayılmış
kırmızı, pembe ışıklar (L'incendie du soleil
couchant). 3. mec. Kargaşalık, savaş (La Serbie
peut toujours être le brandon d'un incendie
européen).
incendier gçl. 1. Yakmak, ateşe vermek (Incendier
un village, une forêt). 2. Yakmak, yanık etkisi
yapmak (Le vin lui incendia la gorge). 3. Kızıla
boğmak, kızıl bir renk vermek (Le soleil
incendiait les vitres). 4. mec. Bozgun yaratmak. 5.
tkz. Incendier qn: -in iler tutar yanım
bırakmamak, çok kınamak, sitemlere boğmak;
küfretmek, kalaylamak. § Se faire incendier: tkz.
Küfürü yemek, kalaylanmak,
incération diş. Mum kıvamı verme, mum gibi kılma;
(bir maddenin içine) mum katma,
incertaine s. 1. Şüpheli, kesin olmayan (Résultat,
succès incertain). 2. Kararsız, değişebilir, bel
bağlanamaz (Temps incertain, appui incertain). 3.
Belli olmayan, belirsiz (Contours incertains,
lumière incertaine).
incertitude diş. 1. Şüphelilik (L'incertitude d'un
succès). 2. Kararsızlık (Etre, demeurer dans
l'incertitude: Kararsızlık içinde olmak, kalmak).
3. Belirsizlik, belli olmayış (L'incertitude de
l'avenir).
incessamment bel. 1. Ara vermeden, durmadan,
habire (Il change incessamment). 2, Hemen, çok
çekmez, az sonra (Il doit arriver incessamment).
incessantes. Sürekli, ardı arası kesilmeyen (Pluies
incessantes).
incessibilité diş. huk. Başkasına devredilemezlik,
"temlik edilemezlik,
incessible s. huk. Başkasına devredilemez, "temlik
edilemez (Droit, privilège incessible).
inceste er. 1. Mahremi ile zina, mahremler arasında
zina, horanta zinası, yakın akrabalar arası zina. 2.
Mahremiyle evlenme. 3. ad. Mahremiyle zina
yapan yada evlenen.
incestueux
incestueux, euse s. vead. 1. Mahremiyle zina yapan
(Un incestueux. Un couple incestueux). 2.
Mahremler arasında olan (Amour incestueux). 3.
Mahremler zinasından doğan (Enfantincestueux).
inchangé,es. Değişmemiş, olduğu gibi (Lasituation
demeure inchangée).
inchauffable s. Isıtılamaz, ısıtılması çok güç (Un
salon inchauffable).
inchavirable s. Devrilmez (Canot de sauvetage
inchavirable).
incidemment bel. 1. Sırası gelmişken, bu arada (Je
vous rappelle incidemment la promesse que vous
m'aviez faite). 2. Bir ara (ils parlèrent
incidemment de leurs souvenirs communs, mais
sans s'y attarder).
incidence diş. 1. Yankı, yansıma, sonuç, etki
(L'incidence de la hausse des prix sur le pouvoir
d'achat. Vous n'avez pas envisagé les incidences de
votre décision). 2. fiz. mat. Gelme, °vürut; bir
ışının, bir çizgi yada yüzeyin bir yere erişmesi
(Angle
d'incidence:
Gelme açısı.
Point
d'incidence: Gelme noktası).
incident er. 1. Olay (Un incident de frontière. Un
incident sans importance, inopiné, imprévu). 2.
Kaza, engel, güçlük (Le voyage s'est passé sans
incident). 3. Karışıklık, olay (Créer, provoquer
des incidents dans une réunion, dans la rue). 4.
Araya karışan olay, ara olayı, çaparız,
incident,es. 1. fiz. mat. (Bir yüzeye) Gelen ("Rayon
incident, ligne incidente). 2. dilb. Ara (Phrase
incidente). 3. huk. Araya karışan, arada çıkan,
arada yapılan, ara (Contestation incidente,
demande incidente, requête incidente). § Jugement
incident: huk. Ara kararı. Proposition incidente:
dilb. Ara tümce,
incinérateur er. Çöp yakma makinesi,
incinération diş. Yakma, yakıp kül etme
(Incinération des cadavres).
incinérer gçl. Yakmak, yakıp kül etmek (Incinérer
les cadavres, les ordures).
incirconcis,e s. vead. Sünnetsiz.
incirconcision diş. Sünnetsizlik.
incise diş. 1. dilb. Aratümce. 2. müz. Bir ezginin
belirli bir bölümünü meydana getiren notalar. 3.
s. dilb. Ara (Proposition incise).
inciser gçl. Çizerek yarmak (Inciser l'écorce d'un
arbre, inciser un panaris).
incisif, ive s. 1. Kesici (Dents incisives). 2. mec.
Keskin, sert, dokunaklı (Ironie incisive, critique
incisive, style incisif).
incision^. 1. Çizip yarma (Incision d'une plaie). 2.
Yarık çizgi, çentik (Faire une incision à l'écorce
d'un arbre fruitier).

739
incliner
incisive diş. Kesici diş (Les incisives d'un rongeur).
incitateur, trice ad. Kışkırtıcı (Un incitateur de
troubles).
incitation diş. 1. Kışkırtma; sürükleme (Incitation à
la révolte, à la violence. Incitation des ouvriers à la
débauche). 2. huk. Teşvik (Incitation à la
prostitution: Fuhuşa teşvik. Incitation au crime:
Suça teşvik).
inciter gçl. 1. Inciter qn à qch: Birini -e kışkırtmak;
-e sürüklemek; -e isteklendirmek, "teşvik etmek
(Inciter la foule à la révolte. Inciter les mineurs à la
débauche. La publicité nous incite à l'achat). 2.
Inciter qn à f.qch: Birini -meye kışkırtmak,
sürüklemek, isteklendirmek, teşvik etmek
(Inciter le peuple à se révolter. Sa réponse m'incite
à penser. La publicité nous incite à acheter).
İncivil,es. Kaba, nezaketsiz; kabaca, nezaketsizce
(Un homme incivil. Répondre sur un ton incivil).
incivilement bel. Kabaca, nezaketsizce,
incivilité diş. Kabalık, nezaketsizlik (Commettre
une incivilité).
inclémence diş. 1. Yarhgamazhk, bağışlamazlık,
""mağfiretsizlik. 2. mec.
Sertlik,
şiddet
(L'inclémence de l'hiver).
inclément,e s. 1. Yarhgamaz, bağışlamaz,
mağfiretsiz (Juges incléments). 2. mec. Sert
(Hiver inclément).
inclinaison diş. 1. Eğme, eğilme (L'inclinaison de la
tête). 2. Eğiklik (Inclinaison d'une route, d'un
mur). 3. Eğim (Inclinaison d'une surface, d'un
plan). § Inclinaison magnétique: fiz. Eğim açısı.
Inclinaison du plan de l'orbite: gökb. Yörünge
eğikliği.
inclination diş. 1. Eğme (Inclination de tête). 2.
Sevgi, *sevi, "aşk (Mariage d'inclination). 3.
Eğilim, "temayül (Inclination innée, naturelle). §
Avoir de l'inclination, une certaine inclination à
f.qch: -mek eğiliminde olmak, -meye eğilimli
olmak (Il a de l'inclination à mentir). Avoir une
inclination pour qn: Birine karşı sevgisi olmak.
Faire une inclination de tête: 1. Selâmlamak için
başını eğmek, başıyla selâmlamak. 2. Başıyla
onaylamak, onama belirtisi olarak başını eğmek.
Montrer de l'inclination pour qch: -e karşı eğilim
göstermek (Il montre de l'inclination pour les
sciences).
incliné,e s. 1. Eğik (Il avait la tête inclinée sur
l'épaule). 2. mec. Incliné à f. qch: -mek
eğiliminde, -meye eğilimli (Je suis incliné à
penser). § Plan incliné: Eğik düzey, "sathı mail,
incliner gçl. 1. Eğmek (Incliner la tête. Le vent
incline les épis). 2.1nclinerqnàqch,àf.qch: Birini
-e, -meye itmek (Sa meilleure conduite incline le
inclure
professeur à l'indulgence. Cela m'incline à croire
qu'il réussira). 3. gsz. Eğik olmak (Le mur
incline). 4. gsz. Eğilmek, yatmak (Les tiges
inclinent). 5. gsz. Incliner vers qch, à qch: -e
eğilim göstermek, -e doğru yönelmek, yoluna
gitmek (Incliner à l'indulgence. J'incline vers les
solutions extrêmes). 6. gsz. Incliner à f. qch: -mek
eğilimi göstermek, -meye eğimli olmak (Ilincline
à accepter notre offre). § S'incliner: 1. Eğik olmak
(Le mur s'incline). 2. Eğilmek (Il s'inclina pour
saluer). 3. Batmak üzere olmak (Le soleil
s'incline) 4. İnmek ( Chemin qui s'incline en pente
douce). 5. Boyun eğmek, "itaat etmek (Il fallait
s'incliner ou partir). 6. S'incliner devant: a) -in
karşısında saygıyla eğilmek, -e saygı duymak (II
s'inclina devant son père. Je m'incline devantvotre
chagrin) ,b)-inkarşısındaeğilmek, boyun eğmek,
dize gelmek, pes etmek (Il ne s'incline devant
aucune autorité. S'incliner devant la force).
inclure gçl. 1. İçermek, kapsamak, içine almak,
"mündemiç olmak (Cette condition en inclut une
autre). 2. Inclure qch dans: Bir şeyi -in içine
koymak, sokmak, katmak (Inclure une lettre dans
l'enveloppe. Inclure un nom dans une liste. Incluez
cette dépense dans les frais généraux).
inclus, e s. 1. -in içine konmuş, katılmış, eklenmiş
(Frais inclus dans une somme). 2. "Dahil
(Jusqu'au troisième chapitre inclus). § Ci-inclus,
ci-incluse: 1. s. İlişikteki, ilişik; bunun içindeki
(N'ouvre la lettre ci-incluse qu'en cas de danger).
2. bel. İlişik olarak ; bunun içinde (Ci-inclus la note
sur la botanique. Vous trouverez ci-inclus
réponse à votre demande).
inclusif, ive s. İçinde olan, içinde taşıyan mündemiç
(Ces deux propositions sont inclusives l'une de
l'autre).
inclusion diş. fels. İçinde bulunma ; belli bir nedenin
belli bir sonucu içinde bulundurması,
inclusivement bel. "Dahil, içinde olarak (Jusqu'au
quinzième siècle inclusivement).
incoagulable s. Pıhtılaşmaz.
incoercibilité diş.
Engellenemezlik,
önüne
geçilemezlik, önlenemezlik.
incoercible
s.
Engellenemez,
tutulamaz,
önlenemez, önüne geçilemez (Un désir
incoercible, un rire incoercible, toux incoercible).
incognito bel. 1. Kendini tanıtmadan, kimliğim
gizleyerek (Voyager incognito). 2. bel. Gizlice
(Descendre incognito dans un hôtel). 3. er.
Kimliğini gizleme, kendini tanıtmama; gizlilik,
tanınmazlık (Garder l'incognito).
incohérence dil. Tutarsızlık, bağıntısızlık, birbirini
tutmazhk (Incohérence entre les parties d'un
740

incommunicable
ouvrage).
incohérent, e s. Tutarsız, bağıntısız, birbirini
tutmayan (Propos incohérents d'un fou. Phrases
incohérentes).
incolores. 1. Renksiz (Verre incolore, gaz incolore).
2. mec. Parıltısız, sönük, cılız, canlılığı olmayan
(Un style incolore).
incomber gçl. 1. Incomber à qn: -e düşmek, -den
beklenmek (Ces réparations incombent au
propriétaire de la maison). 2. Incomber à qn de f.
qch: -mek... düşmek (C'est à vous qu'il incombe
de faire cette démarche: Bu girişimde bulunmak
size düşer).
incombustibilité
diş.
Yanmazlık;
yanmaya
elverişsizlik.
incombustible s. Yanmaz; yanmaya elverişsiz
(L'amiante est incombustible).
income-taxe er. (İngilterede) Gelir vergisi,
incommensurabilité diş. Sınırsızlık, ölçülemezlik,
çok büyüklük,
incommensurable s. 1. Ortak ölçüleri olmayan. 2.
Sınırsız, ölçüsüz, sonsuz, çok büyük (Un foule
incommensurable se pressait sur les quais de la
gare).
incommensurablement bel. Sonsuzca, sınırsızca,
incommodant, e s. Tedirginlik veren, rahatsız edici
(Bruit incommodant).
incommode s. 1. Kullanışsız (Outils, meubles
incommodes). 2. Can sıkıcı, rahatsız edici (Une
personne incommode). 3. Tedirginlik verici,
rahat olmayan, rahatsız
(Une
position
incommode). 4. Sıkıcı, bunaltıcı (Une chaleur
incommode). 5. Incommode à: -e uygun olmayan,
elverişsiz (La passion véritable est incommode à
l'éloquence).
incommodé, es. 1. Keyifsiz, rahatsız, biraz hasta. 2.
Tedirgin.
incommodément bel. Rahatsız bir şekilde,
tedirginlik
içinde
(Ils
sont
installés
incommodément; il est assis incommodément).
incommoder gçl. 1. Sıkmak, sıkıntı vermek,
rahatsız etmek, tedirgin etmek (Ce bruit
m'incommode). 2. Sağlığını bozmak, dokunmak,
biraz hasta etmek (Ce vin l'a un peu incommodé).
incommodité diş. 1. Kullamşsızlık (Incommodité
d'un appartement). 2. Sıkıntı, sakmea, tedirginlik
(Incommodité
d'un
voisinage
bruyant.
L'incommodité d'habiter loin de son lieu de
travail). 3. (Eski) Keyifsizlik, hafif rahatsızlık,
incommunicabilité diş. İlitilcmezlik; iletişimsizlik,
incommunicable s. 1. Aktarılamaz, başkasına
devredilimez
(Droits,
privilèges
incommunicables).
2.
Dile
getirilemez,
incommutabilité

741

anlatılamaz, başkasına iletilemez (Sentiment,


pensée incommunicable). 3. Bağıntısız, birbiriyle
ilişkisiz, iletişimsiz (La jeunesse et la maturité sont
deux mondes incommunicables).
incommutabilité diş. Sahip değiştiremezlik.
incommutable s. huk.
Sahip değiştiremez
(Propriété incommutable).
incomparable s. Eşsiz, benzersiz, eşi benzeri
olmayan (Beauté incomparable).
incomparablement bel. Ölçüştürülemez derecede,
çok,
son
derece
(Une
humanité
incomparablement plus évoluée).
incompatibilité
diş.
1. Aykırılık,
ayrılık
(Incompatibilité d'idées). 2. Bağdaşmazlık,
tutmazhk,
uyuşmazlık
(Divorce
pour
incompatibilité d'humeur. Incompatibilité de
groupes
sanguins).
3.
Birleşmezlik
(Incompatibilité entre le mandat parlementaire et
la plupart des fonctions publiques).
incompatible s. 1. Aykın, karşıt
(Idées
incompatibles).
2. Bağdaşmaz, uyuşmaz,
birbirini
tutmaz
(Groupes
sanguins
incompatibles).
3. (Görevler, işler için)
Birleştirilemez,
birleşemez
(Fonction
incompatible).
4. Incompatible avec: -ile
bağdaşamaz (La culture n'est pas incompatible
avec la foi).
incompétence diş. 1. Yetkisizlik (Incompétence
d'un maire, d'un préfet). 2. Yetersizlik,
yeteneksizlik, bilgisizlik (Il parle de l'art avec la
plus grande incompétence).
incompétent, t s. 1. Yetkisiz. 2. Yetersiz, bilgisiz. 3.
Incompétent en qch: -de yetersiz, bilisiz, -den
anlamayan (Il est incompétent en musique). 4.
Incompétent pour f. qch: -mekte yetersiz, bilisiz;
için yetkisiz (Il est incompétent pour prendre une
telle décision).
incomplet, ète s. Eksik, eksik kalmış, bitmemiş
(Liste incomplète, récit incomplet).
incomplètement bel. Eksik, yarım yamalak, şöyle
böyle, tam değil (Il est incomplètement guéri).
incomplétude diş. ruhb. Eksiklik (Sentiment
d'incomplétude).
incomplexes, dilb. Tümleçsiz.
incompréhensibilité
diş.
Anlaşılamazlık
(Incompréhensibilité des mystères).
incompréhensibles. 1. Kavranilamaz (La nature de
Dieu est incompréhensible). 2. Anlaşılmaz,
anlaşılması
çok
güç
(Enigme,
mystère
incompréhensible). 3. Incompréhensible à: -in
anlayamayacağı (Cela lui est incompréhensible.
Ces sentiments sont incompréhensibles à son
cœur). 4. er. Anlaşılmazlık, kavranılmazlık

incongru
(Qu'est-ce
qu'un
Dieu
masqué
dans
l'incompréhensible?).
incompréhensif, ive s. Anlayışsız (Des parents
incompréhensifs).
incompréhension diş. Anlayışsızlık (Poète qui
souffre de l'incompréhension du public).
incompressibilité, diş. fiz.
Sıkıştırılamazlık,
basınçla hacmi küçültülemezlik.
incompressible s. 1. Sıkıştırılanlar, basınçla hacmi
küçültülemez (Fluide incompressible). 2. mec.
Kısıtlanamaz,
azaltılamaz
(Dépenses
incompressibles).
incompris, e s. ve ad. Anlaşılmamış, değeri
bilinmemiş
(Ouvrage
incompris,
femme
incomprise. Il loue les grands incompris).
inconcevables. 1. Anlaşılmaz, kavranılmaz (Notion
inconcevable). 2. Şaşılacak, us almaz (Il vit dans
une solitude inconcevable). 3. Tuhaf, acaip (Les
boutiques de modistes étaient pleines de chapeaux
inconcevables).
inconcevablement bel. Tuhaf bir şekilde;
anlatılmaz, us almaz bir şekilde,
inconciliables. 1. Uzlaşmaz, bağdaşmaz (Principes
inconciliables). 2. Inconciliable avec: -ile
bağdaşmaz, uzlaşmaz, -e aykın (Loiinconciliable
avec les principes de la Constitution).
inconditionné, es. 1. Hiçbir koşula bağlı olmayan,
"kayıtsız şartsız. 2. s. ve er. Salt.
inconditionnalité diş. Hiçbir koşula bağlı olmama,
koşulsuzluk,
kayıtsız
şartsızlık
(L'inconditionnalité d'une adhésion).
inconditionnel, le s. 1. Hiçbir koşul tanımayan,
"kayıtsız şartsız (Acceptation,
soumission
inconditionnelle). 2. Tartışmasız, körü körüne (Il
est le soutien inconditionnel de notre politique).
inconditionnellement bel. Hiçbir koşul tanımadan,
"kayıtsız şartsız, hiçbir koşul ileri sürmeden (La
majorité le soutient inconditionnellement).
inconduite diş. Kötü davranış, ahlaksızca tutum,
kötü gidiş.
inconfort er. Konforsuzluk, "gönencesizlik
(L'inconfort d'un logement).
inconfortables. 1. Konforsuz, 'gönencesiz (Maison
inconfortable). 2. Rahatsız edici, üzücü, kötü
(Vous m'aimez depuis dix ans en silence, ce qui est
extrêmement inconfortable).
inconfortablement, bel. Rahatsız bir şekilde, pek de
rahat olmadan (Il est très inconfortablement
assis).
incongelable s. Donmaz.
incongru, e s. Nezaket kurallarına aykırı; nezaket
kurallarını hiçe sayan; yersiz, münasebetsiz (Une
réponse incongrue, un homme incongru).
incongruité
incongruité diş. Nezaket kuralarına aykırılık;
yersizlik;
densizlik,
münasebetsizlik
(L'incongruité d'une réponse. Faire, commettre
une incongruité).
incongrûment bel.
Nezaketsizce,
yersizce,
densizce,
münasebetsizce
(Parler,
agir
incongrûment).
inconnaissable
s.
1.
Bilinmez
(L'avenir
inconnaissable). 2. er. fels. Bilinmez, bilinmeyen
şey (Chaque découverte recule les limites de
l'inconnaissable).
inconnaissance
diş.
Bilmeme,
bilinmezlik
(L'inconnaissance du temps à venir).
inconnu, e s. İ. Bilinmeyen (Obéir à une volonté
inconnue. Les causes du décès restent inconnues).
2. Tanınmamış, ünsüz, adsız (Vivre, rester
inconnu. Un écrivain encore inconnu). 3.
Duyulmamış, duyulmadık (Des essais d'une
ampleur jusqu'ici inconnue). 4. Inconnu à qn, de
qh: -in bilmediği, -için yabancı (Ce nouveau
monde lui était inconnu. Ces problèmes étaient
inconnus de nous). S .er. Bilinmeyen, bilinmeyen
şey (Aller du connu à l'inconnu). 6. diş. mat.
Bilinmeyen (Une équation à deux inconnues. Les
inconnues d'un problème social).
inconsciemment bel. Ne yaptığını bilmeden,
bilinçsizce (Agir inconsciemment).
inconscience
1. Bilinçsizlik. 2. Bilincini yitirme,
kendinden geçme (Etat d'inconscience provoqué
par le chloroforme. Plonger, sombrer dans
l'inconscience). 3. Düşüncesizlik, çılgınlık, delilik
(Courir un pareil risque, c'est de l'inconscience).
4. Bilememe, anlayamama, kavrayamama
(L'inconscience de la minute qui va suivre).
inconscient, es. 1. Bilinçsiz (Un auteur inconscient).
2. Bilincini yitirmiş, kendinden geçmiş (Un
malade inconscient). 3. Ne yaptığını bilmeyen,
deli, düşüncesiz (Neprêtez pas attention à ce qu'il
fait, il est complètement inconscient).
4.
Bilinçsizce, içgüdüsel (Mouvement,
geste
inconscient). 5. Inconscient de qch: -in bilincinde
olmayan, -in ne olduğunu bilmeyen (Il est
inconscient de ce qu'il fait, des événements
sociaux). 6. ad. Bilinçsiz kimse, düşünmeden
davranan kimse (ilse conduit en inconscient). 7.
er. ruhb. Bilinçaltı, altbilinç (Sentiments refoulés
dans l'inconscient).
inconséquence diş. 1. Tutarsızlık, tutmazlık
(L'inconséquencedanslesidées, danslestyle. Ilya
de l'inconséquence dans ses procédés). 2. Hafiflik,
savrukluk,
önemsemezlik,
düşüncesizlik
(L'inconséquence d'une conversation,
d'une
conduite).

742

incontestable
inconséquent, e s.
I. Tutarsız
(Propos
inconséquents). 2. Sonu hesap edilmemiş, nereye
varacağı düşünülmemiş, düşüncesizce (Une
démarche inconséquente). 3. Kendi kendisiyle
çelişki içinde olan, sözleri yada davranışları
birbirini tutmayan (Unpoète inconséquent).
inconsidération diş. Düşüncesizlik,
inconsidéré, e s. 1. Düşüncesizce, yersiz (Propos
inconsidérés, zèle inconsidéré). 2. (Eski)»
Düşüncesiz, sakınımsız (Un homme inconsidéré).
inconsidérément bel. Düşüncesizce, sakınımsızca,
neye varacağını hasaplamadan
(Bavarder
inconsidérément).
inconsistance diş. 1. Kıvamsızlık, koyulaşmama
(L'inconsistance d'une pâte, d'unecrème). 2. mec.
Gevşeklik,
çürüklük,
dayanıksızlık
(L'inconsistance
d'un
argument,
d'une
accusation). 3. Kararsızlık, "sebatsızlık,
inconsistant, e s. 1. Kıvamsız, koyulaşmamış
(Bouillie, crème inconsistante). 2. Kararsız,
"sebatsız (Un homme inconsistant, un caractère
inconsistant). 3. Dayanıksız, çürük gevşek
(Argument inconsistant, idées inconsistantes).
inconsolable s. 1. Avunamaz, acısını unutamaz
"tesilli olamaz
(Mère,
veuve,
orphelin
inconsolable). 2. Avutulamaz, "teselli edilemez
(Douleur inconsolable).
inconsolé, e s. Avunmamış, acısını unutmamış,
teselli
bulamamış;
avutulmamış,
"teselli
edilmemiş
(Veuve
inconsolée;
douleur
inconsolée).

inconsommable s. Tüketime elverişli olmayan,


yenilemez (Denrées inconsommables).
inconstance diş. 1. Değişkenlik, kararsızlık,
sebatsızlık (L'inconstance du public,
d'un
caractère). 2. Bağlılık duygusundan uzaklık,
"vefasızlık, "ihanet (L'inconstance d'un amant,
d'une maîtresse).
inconstant, e s. İ . Değişken, "kararsız, "sebatsız
(Homme faible et inconstant). 2. Bağlılık
duygusundan uzak, "vefasız (Une femme
inconstante, un amant inconstant).
inconstatables. Saptanamaz,°tesbit edilemez (Faits
inconstatables).
inconstitutionnalité diş. Anayasaya aykırılık
(Inconstitutionnalité d'un décret).
inconstitutionnel, le s. Anayasaya aykırı (Loi,
mesure inconstitutionnelle).
inconstitutionnellement bel. Anayasaya aykırı
olarak.
incontestabiiité diş. Söz götürmezlik, "itiraz kabul
etmezlik.
incontestable s. Söz götürmez, kuşku götürmez,
incontestablement
apaçık, "itiraz kabul etmez (Un succès
incontestable. Preuve incontestable).
incontestablement bel. Su götürmez bir şekilde, hiç
kuşkusuz (C'est incontestablement vrai).
incontesté, e s. Kabul edilmiş, tanınmış,
yadsınmamış (Droits, principes incontestés. Un
chef incontesté).
incontinence diş. 1. (Nefisle ilgili ve cinsel işlerde)
Kendini tutamazlık, uçkuruna sağlam olmayış;
perhizsizlik.
2.
Tutamazlık,
tu tamama
(Incontinence de langage, de parole. Incontinence
d'urine).
incontinent, e s. 1. Elini, belini, dilini tutamayan;
kendini tutamaz. 2. Sidik tutamayan; sidiğini
kaçıran, altına işeyen (Vessie incontinente, enfant
incontinent). 3. bel. Hemen (Je veux que tout soit
réglé incontinent).
incontrôlable s. Denetlenemez, ne olacağı
saptanamaz
(Affirmation,
témoignage
incontrôlable).
incontrôlé, e s. Denetimden çıkmış, kontrolden
çıkmış, söz dinlemez (Forces incontrôlées. Des
bandes incontrôlées de rebelles).
inconvenance diş.
1.
Yakışıksızlık,
"münasebetsizlik (Inconvenance d'un geste, d'une
situation). 2. Yakışıksızca davranış yada söz,
"münasebetsizlik, densizlik (Commettre
une
inconvenance).
inconvenant, e s. Yakışıksız, yakışık almayan,
münasebetsiz (Propos inconvenant,
tenue
inconvenante).
inconvénient er. 1. (Eski) Terslik, "aksilik. 2.
Sakınca, "mahzur (Avoir, comporter, offrir,
présenter des inconvénients). § D n'y a pas
d'inconvénient à f. qch: -mekte bir sakınca yok (Il
n'y a pas d'inconvénient à prendre ce remède). Ne
pas voir d'inconvénient à f. qch: -mekte bir
sakınca görmemek,
inconvertible, inconvertissable s. 1. Başka bir din
yada inanca sokulamaz; dini inana, düşüncesi
değiştirilemez (Uneprotestante inconvertible). 2.
(Başka bir paraya) Çevrilemez, değiştirilemez
(Billet de banque inconvertible).
incoordination diş. * Eşgüdümsüzlük, düzenleme
yokluğu, işbirliği eksikliği (L'incoordination des
services administratifs).
incorporante diş. Cisimsizlik; cismi olmama,
incorporation diş. 1. Katışma; katıştırma
(Incorporation de jaunes d'oeufs dans du sucre).
2. Katma, ekleme, "ilhak (L'incorporation de
l'Autriche à l'Allemagne en 1938). 3. Eritme,
sindirme (Incorporation d'une minorité ethnique
dans une communauté). 4. ask. Birliğe katılma. §

743

incrédule
Sursis d'incorporation: ask. Erteleme, tecil,
incorporel, le s. 1. Cisimsiz, cisimle ilgisi olmayan;
vücudu olmayan (L'âme est incorporelle). 2. huk.
Özdeksel
olmayan,
"gayrimaddi
(Biens
incorporek).
incorporer gçl. 1. Incorporer qch à qch: -e
katıştırmak (Incorporer des oeufs à une sauce). 2.
Incorporer qch à qch, dans qch: -e katmak,
eklemek (Incorporer un paragraphe dans un
chapitre. Incorporer un territoire à un empire,
dans un empire). 3. Incorporer qn à qch, dans qch:
Birini -e sokmak, girmesini sağlamak, katmak
(Incorporer un ami à une société, dans une
association). 4. ask. Kıtaya almak (Incorporer un
conscrit dans un bataillon). § S'incorporer à qch,
dans qch: -e girmek, katılmak (S'incorporer à un
groupe d'amis, dans une association).
incorrect, es. 1. Yanlış, hatalı, kusurlu (Edition
incorrecte. Terme incorrect, réglage incorrect). 2.
Yakışıksız, yakışık olmayan (Tenue incorrecte).
3. Dürüst olmayan, doğruluktan ayrılan (Il est
incorrect en affaires).
incorrectement bel. 1. Yanlış şekilde, kusurlu
olarak (Appareil incorrectement monté). 2.
Yakışıksızca,
"münasebetsizce
(Parler
incorrectement).
incorrection diş. 1. Yanlış, "hata, kusur (Il y a
plusieurs incorrections dans ce devoir). 2.
Yakışıksızlık, münasebetsizlik (Commettre une
incorrection).
incorrigible s. 1. Düzeltilemez, sürüp giden (Son
incorrigible distraction). 2. Yola gitirilemez,
düzeltilemez (Un enfant incorrigible).
incorrigiblement bel. Düzeltilemeyecek şekilde;
yola gelmeyecek kadar,
incorruptibilité
diş.
1.
Bozulmazlık
(Incorruptibilité
d'une
substance).
2.
Namusluluk,
doğruluktan
ayrılmazlık
(Incorruptibilité d'un fonctionnaire).
incorruptible s. 1. Bozulmaz, çürümez (Bois
incorruptible). 2. mec. Bozulmaz, namuslu,
dürüst, doğruluktan ayrılmaz (Un juge
incorruptible).
incorruptiblement
bel.
1.
Bozulmayarak,
bozulmadan. 2. Doğruluktan ayırmayarak,
dürüst kalarak, namusluca,
incrédibilité diş. İnanılmazlık (L'incrédibilité d'un
récit).
incrédule s. ve ad. 1. Tez kanmaz, güç kanar, zor
inanan; inanmamış, kuşkulu (Ses affirmations me
laissent incrédule. Répondre d'un air incrédule).
2. İnansız, inançsız, "imansız (L'incrédule et le
dévot). 3. Incrédule à qch: -e inanmayan,
incrédulité
kanmayan.
incrédulité diş. 1. Tez kanmazlık, zor inanırlık,
kuşkululuk,
inanmazlık,
kanmazlık.
2.
İnansızlık, inançsızlık, imansızlık,
incréé, e s. Yaratılmamış, yaratılmadan var olan
(Dieu, créateur incréé). § La Sagesse incréée: İsa.
increvables. 1. Patlamaz (Ballon, pneu increvable).
2. hlk. Yorulmaz (Il est increvable).
incriminable s. 1. Suçlanabilir. 1. Kınanılır,
kınanacak, ayıp (Action incriminable).
incrimination diş. Suçlama; suçlayıp saldırma (Une
incrimination injuste).
incriminer gçl. 1. (Birini) Cinayetle suçlamak. 2.
Kınamak, ayıplamak, suç saymak (Incriminer
une conduite, un livre, un article). 3. Suçlamak,
kızmak, saldırmak (Vous l'incriminez à tort en lui
imputant une erreur dont il n'est pas responsable).
4. Incriminer qn dans qch: Birini -e bulaştırmak,
-in içine sokmak (On l'avait incriminé dans un
vol).
incristallisable s. Billurlaşamaz, kristalleşemez.
incrochetable s. Maymuncukla açılamaz (Serrure
incrochetable).
incroyables. 1. İnanılmaz (Un récit incroyable). 2.
Şaşırtıcı, olağanüstü (Il fait des progrès
incroyables). 3. Tuhaf, garip, acaip (Cet homme
est incroyable avec ses prétentions). 4. Olur şey
değil (C'est vraiment incroyable). S. Incroyable à
qn: -için inanılmaz, pek tuhaf (Cela lui était
incroyable). 6. er. İnanılmayacak şey (Croire
l'incroyable). 7. ad. ç. (Direktuvar döneminde)
Genç züppe, züppe delikanlı (Les incroyables
devaient leur surnom à leur habitude de répéter à
tout propos: c'est incroyable).
incroyablement bel. İnanılmaz şekilde, çok, pek,
son derece (Notre monde est incroyablement
varié).
incroyance diş. İnançsızlık, inansızlık, "imansızlık
(Vivre, mourir dans l'incroyance).
incroyant, e s. ve ad. İnançsız, inansız, "imansız
(Âme incroyante. Un incroyant).
incrustant, es. Kireç bırakan, kireçle kaplayan (Les
eaux incrustantes).
incrustation diş. 1. Kakma yapma, kakma işleme;
kakmalarla süsleme (Incrustation d'émail sur
argent. Décorationfaite par incrustation). 2. Kireç
bağlama, kefekilenme (Empêcher l'incrustation
par l'emploi de désincrustants). 3. Kaplara çöken
kireç, kefeki. 4. Kakmacılık,
incruster gçl. 1. Kakma işi yapmak, kakmalarla
süslemek. 2. Ufak taşlarla yada mozaiklerle
döşemek (Incruster un temple). 3. Incruster qch
de qch: -ile süslemek, kakma yapmak (Incruster

744
inculture
un poignard d'or). 4. Incruster qch dans qch: a)
Birşeye... döşemek, işlemek (Incruster une
mosaïque dans le pavé d'un temple. Incruster du
nacre dans l'ébène). b) -in içine iyice sokmak,
yerleştirmek (Incruster une idée dans la tête).S.
Etre incrusté: Kireç bağlamak, kefekilenmek (Le
radiateur est incrusté). § S'incruster: 1 .mec. Postu
sermek, kapağı atmak (Ils'est incrusté chez nous
depuis un mois). 2. S'incruster dans qch: -e iyice
yerleşmek, kene gibi yapışmak (Ce coquillage
s'est profondément incrusté dans la pierre). 3.
S'incruster de qch: a) -ile kaplanmak, süslenmek,
kakma işlenmek (S'incruster d'or, d'émail), b)
-bağlamak, içi... bağlamak (Votre radiateur s'est
incrusté de tartre).
incrusteur, euse ad. Kakmacı, kakma işleyen,
incubateur, trice s. 1. Kuluçka, kuluçka işi gören
(Appareil incubateur). 2. er. (Erken doğan
bebekler için) *Yaşanak, sıcak camlık (Un
incubateur).

incubation diş. 1. Kuluçka yatma; kuluçka (Période


d'incubation d'une maladie. Incubation naturelle,
artificielle des oeufs). 2. mec. Kuluçka dönemi,
hazırlık dönemi (L'incubation des insurrections).
incube er. Bir halk inanışına göre uyku sırasında
kadınların koynuna giren bir erkek şeytan,
incuber gçl. (Yumurtaları) Kuluçka dönemine
sokmak, kuluçkaya yatırmak,
inculcation diş.
(Kafasına) Sokma, iyice
yerleştirme.
inculpable s. 1. Suçlanabilir, suç yüklenebilir. 2.
Inculpable de qch: -ile suçlanan (Il est inculpable
de complicité).
inculpation diş. Suçlanma, suçlama (Etre arrêté
sous l'inculpation de vol).
inculpé, e s. ve ad. Sanık (Les personnes inculpées.
Incarcérer un inculpé).
inculper gçl. 1. Suçlamak (Inculper un jeune homme
sans preuve). 2. Inculper qn de qch: Birini -ile
suçlamak (On l'inculpe de vol, de crime).
inculquer gçl. Inculquer qch à qn: Bir şeyi birinin
kafasına sokmak, iyice yerleştirmek, aşılamak
(Inculquer ses idées à ses élèves).
inculte s. 1. İşlenmemiş, ekilmemiş (Terres
incultes). 2. Bakımsız (Cheveux, barbe incultes).
3. Yontulmamış, eğitilmemiş; ilkel, kültürsüz,
bilisiz (Paysan inculte, peuple inculte).
incultivable s. 1. Ekilemeyen, işletilemeyen;
verimsiz, bitek olmayan (Terres incultivables). 2.
Eğitilemeyen, yontulamayan, adam edilemeyen,
incultivé,e s. Ekilmemiş (Terres incultivées).
inculture diş. 1. Kültürsüzlük, bilisizlik. 2.
Ekilmemiştik, işlenmemişlik.
incunable
incunable s. 1. Basımcılığın ilk zamanlarından
kalma (Edition incunable). 2. er. Basımcılığın ilk
zamanlarında, 1500 yıllarından önce basılmış
yapıt, metin,
incurabilité diş. (Hastalık için) Onmazlık,
iyileşmezlik.
incurable s. 1. Geçmez, iyi olmaz, onmaz, onulmaz
(Maladieincurable). 2.mec. Düzeltilemez,çaresi
bulunmaz, giderilemez (Ignorance,
sottise
incurable). 3. Adam olmaz, yola gelmez (Il est
incurable, il ne changera jamais). 4. ad. a) tyi
olmaz hasta, onmaz yaralı, b) Adam olmaz,
düzelmez, yola gelmez kişi.
incurabiement bel. Çaresiz şekilde, düzelmez bir
biçimde (Il est incurabiement malade).
incurie diş. Savsama, °ihmal, savrukluk;
savsaklama (Le retard du programme de
fabrication est dû à l'incurie).
incurieux, euse s. Meraksız, meraklı olmayan (Un
regard incurieux).
incuriosité diş. Meraksızlık; ilgisizlik, kayıtsızlık,
incursion diş. 1. Akın (Faire une incursion dans un
pays ennemi). 2. Baskın (Les enfants ont encore
fait une incursion dans son bureau). 3. Bir
kimsenin uzmanlığı dışında yaptığı çalışma ; başka
alana taşma.
incurvation diş. Dışardan içeriye doğru eğme,
çukurlaştırma,
obruklaştırma;
eğilme,
çukurlaşma, obruklaşma.
incurver gçl. Dışardan içeriye doğru eğmek,
çukurlaştırmak, obruklaştırmak (Incurver un
pied de table, une barre de fer forgé). § S'incurver:
Çukurlaşmak, obruklaşmak (La route s'incurve
pour contourner la montagne. Les joues
s'incurvaient sous la saillie des pommettes).
indatable s. Tarihi saptanamaz
(Document
indatable).
inde er. Çivit rengi, çivit boyası (Teindre en inde).
indébrouillable s. Çözülmez, çözülemez, içinden
çıkılmaz.
indécemment
bel.
Patavatsızca,
densizce
uygunsuzca (Se conduire indécemment).
indécence diş. 1. Densizlik, patavatsızlık (Je ne peux
pas supporter de telles indécences).
2.
Uygunsuzluk (L'indécence d'une tenue, d'un
propos).
indécent, e s. 1. Patavatsız, densiz. 2. Uygunsuz,
uygunsuzca (Tenue indécente, geste indécent). 3.
Açık saçık (Chanson indécente, conversation
indécente).
indéchiffrable s. 1. (Şifreler için) Çözülmez
(Message
indéchiffrable).
2.
Okunamaz,
sökülemez (Manuscrit, écriture indéchiffrable). 3.

745

indéfinissable
Anlaşılmaz, anlaşılması güç, karanlık (Pensées
indéchiffrables).
indéchirable s. Yırtılmaz.
indécidables. Karar verilemez, kararabağlanamaz.
indécis, e s. 1. Kararsız (Demeurer, rester indécis
entre deux solutions). 2. Belli olmayan, belirsiz.
Belli belirsiz; bulanık (Un sourire indécis; des
formes indécises). 3. Şüpheli, ortada (La victoire
demeura longtemps indécise).
indécision^. 1. Kararsızlık (Demeurer, être, flotter
dans l'indécision). 2. Belirsizlik, belli belirsizlik
(L'indécision des nuances).
indéclinable s. 1. dilb. Çekimsiz (Verbe
indéclinable). 2. Kaçınılmaz; reddedilmez (D'une
manière indéclinable). 3. er. dilb. Çekimsiz ad,
çekimsiz sözcük,
indécollable s. (Yapışmış şeyler için) Sökülemez.
indécomposable s. kim. Ayrışmaz,
indécrochable s. 1. (Çengelden, askıdan)
İndirilemez, kurtarılamaz. 2. mec. tkz. Söküp
alınamaz, bir türlü elde edilemez (Diplôme
indécrochable).
indécrottables. 1. Çamuru, pisliği temizlenemez. 2.
mec. Adam olmaz, yola gelmez (Un paresseux
indécrottable).
indéfectibilité diş. Bozulmazlık, eksilmezlik
(L'indéfectibilité de la matière, d'un sentiment).
indéfectibles. 1. Eksilmez, sürekli, hep sürüp giden
(Sentiment,
attachement
indéfectible).
2.
Bozulmaz, değişmez, sağlam (Des souvenirs
conservés par une mémoire indéfectible).
indéfectiblement bel. Sürekli olarak, hiç değişmez
bir biçimde, sağlamca (Etre indéfectiblement
attaché à ses principes).
indéfendable s. 1. Savunulamaz, savunulması güç
(Forteresse
indéfendable).
2.
mec.
Savunulamayacak denli kötü, savunulacak yanı
olmayan, çürük (Une cause indéfendable, une
thèse indéfendable).
indéfini,e s. 1. Sınırsız, sonsuz (Le ciel indéfini,
l'espace indéfini). 2. Belirsiz, belli belirsiz (Une
tristesse indéfinie). 3. dilb. Belirsiz; belgisiz
(Adjectifs indéfinis: Belgisiz sıfatlar. Articles
indéfinis: Belgisiz tanım ilgeçleri. Passé indéfini:
Belgisiz geçmiş zaman. Pronoms indéfinis:
Belgisiz adıllar).
indéfiniment bel. 1. Durmadan, sonsuzluğa dek,
sürekli olarak (Resterons-nous ici indéfiniment?).
2. dilb. Belgisizce, belirsiz anlamda (Mot employé
indéfiniment).
indéfinissable s. 1. Tanımlanamaz, tanımı
yapılamaz (Un mot abstrait indéfinissable). 2.
Niteliği
belirlenemez
(Couleur,
saveur
indéformable
indéfinissable). 3. Anlatılamaz, dile getirilemez,
dile sığmaz (Charme, émotion indéfinissable).
indéformable s. Biçimi bozulmaz (Vêtement
indéformable).
indéfrisable s. Kıvırcıkları bozulmayan (Cheveux
indéfrisables).
indéhiscence diş. bitb. Çatlayıp açılmazlık.
indéhiscent,
e s.
bitb.
(Olgunlaştığında
kendiliğinden) Çatlayıp açılmayan,
indélébile s. 1. Silinmez, çıkmaz (Marque, tache
indélébile). 2. mec. Solmaz, zamanla silinmez,
yok olmaz (Un souvenir indélébile).
indélébilité diş. 1. Silinmezlik, çıkmazlık. 2. mec.
Solmazhk, yok olmazlık, zamanla silinip
gitmezlik.
indélibéré, e s. Düşünüp taşınılmadan yapılan,
indélicat, es. 1. Kaba, incelikten uzak, nezaketsiz,
hoyrat (Homme indélicat). 2. Dürüstlükten uzak,
namussuz; namussuzca (Il est indélicat en affaire.
Un procédé indélicat).
indélicatement
bel.
Kabaca,
hoyratça,
nezaketsizce,
indélicatesse diş. 1. Kabalık, incelikten uzaklık,
hoyratlık,
nezaketsizlik
(Commettre
une
indélicatesse. L'indélicatesse d'un geste). 2.
Dürüstlükten,
doğruluktan
uzaklık;
namussuzluk; doğruluğa aykırı davranış,
indémaillable s. Örgüsü çözülmeyen, kaçmaz (Bas
indémaillable).
indemne s. Hiçbir zarara uğramamış. § Sortir
indemne de qch: -den sağ salim kurtulmak, hiç bir
zarara uğramamak (Sortir indemne d'un accident,
d'une guerre).
indemnisable s. Giderilebilir, tazmin edilebilir,
indemnisation diş. 1. Zaran ödeme, 'dokuncayı
giderme, "tazmin etme (L'indemnisation des
sinistrés). 2. 'Karşılama, yiteni yerine koyma,
dokuncayı karşdama, ödencede bulunma,
"tazminat. 3. Gelir bağlama, iş kazası yada uğraşı
sayrılığı sonucu ölümlerde yasasına göre
hakedicilere aylık bağlama, "tazminat ödeme,
indemniser gçl. 1. Dokuncayı, "zaran ödemek,
ödencede bulunmak; 'ödencelemek, "tazmin
etmek (Indemniser une personne accidentée, les
sinistrés). 2. Indemniser qn de qch: Birinin -sini
karşılamak, ödemek (On l'a indemnisé de ses
frais).
indemnitaire s. ve ad. huk. 1. Ödenceye hakkı olan
kimse, ödenceye hak kazanan, "tazminatı hak
eden. 2. Ödence niteliğinde olan, tazmini
(Allocation, prestation indemnitaire).
indemnité diş. 1. 'Ödence,"zarar ödentisi,"tazminat
(Indemnité d'accident: Kaza ödencesi. Indemnité

746

indescriptible
de caisse: Kasa ödencesi. Indemnité de mise en
congé: İşten çıkarma ödencesi.
Indemnité
d'équipe: Takım ödencesi. Indeminité de guerre:
Savaş ödencesi, °harp tazminatı. Indemnité de vol:
Uçuş ödencesi. Indemnité familiale:
Aile
ödencesi. 2. Yardım, kimi giderleri karşılamak
üzere yapılan para yardımı (Indemnité de
logement: Konut ödencesi). 3. Aylık, maaş;
ödenek (Indemnité de retraite: Emekli aylığı.
Indemnité parlementaire: Milletvekili ödeneği,
milletvekili aylığı).
indémontables. Sökülüp takılamaz.
indémontrable s. Tanıtlanamaz, "isbat edilemez
(Axiome, postulat, vérité indémontrable).
indéniables. Yadsınamaz, inkâr edilemez, kesin (II
donne des signes indéniables d'aliénation mentale.
Preuve, témoignage indéniable).
indéniablement bel. Yadsınamaz bir biçimde, kesin
olarak (C'est indéniablement plus joli).
indentation diş. Girinti çıkıntı (Les indentations
d'un littoral rocheux).
indépassable s. Aşılamaz, ilerisine geçilemez
(Limite indépassable).
indépendamment bel. 1. Bağımsız olarak,
bağımsızca
(Agir
indépendamment).
2.
Indépendamment de: a) -den ayrı olarak, -den
başka (Indépendamment de son salaire, il touche
de nombreuses
indemnités),
b) -e hiç
aldırmaksızın, -e bakmadan (Indépendamment
de ce qui arrive, c'est l'attente qui est magnifique).
indépendance diş. 1. Bağımsızlık (Guerre de
l'Indépendance
turque.
Réclamer
son
indépendance). 2. Özgürlük; erkinlik, serbestlik
(Indépendance d'idées). 3. Başına buyruktuk,
kimseyi dinlemezlik (Goût de l'indépendance.
Faire preuve d'indépendance).
indépendant, e s .
1. Bağımsız (Un pays
indépendant). 2. Özgür; erkin, serbest (Un artiste
indépendant).
3. Başına buyruk, kimseyi
dinlemez (Il est indépendant et ne veut enfaire qu 'à
sa tête). 4. Indépendant de: -e bağlı olmayan (La
chaleur de l'eau est indépendante de la durée de
l'ébullition). 5. ad. Bağımsız (Le salon des
indépendants . Les indépendants d'une assemblée
législative).
indépendantistes, vead. Bağımsızlıkçı, bağımsızlık
yanlısı (Lespartis indépendantistes).
indéracinable s. Kökünden sökülemez, söküp
atüamaz (Croyance indéracinable).
indéréglable s. (Makine vb.) Ayarı, çalışma düzeni
bozulmaz.
indescriptible s. Betimlenmez, anlatdmaz, dile
sığmaz (Une joie indescriptible).
indésirable

747

indésirable s. İstenmez, istenilmeyen (Une


personne indésirable).
indestructibilité
diş.
Yıkılamazlık,
parçalanamazhk, yok edilemezlik,
indestructibles. 1. Yıkılamaz, yok olmaz (Matière
indestructible). 2. Sürüp giden, sürekli, silinip
gitmez (Une solidarité indestructible).
indéterminables. 1. Belirlenemez, belirtilemez. 2.
Tanımlanamaz, belirsiz (Des cheveux d'une
couleur indéterminable).
indétermination diş. 1. Belirsizlik, açık seçik
olmama, kapalılık (L'indétermination d'une loi,
d'un texte). 2. Değişkenlik, kararsızlık (Il
demeura longtemps dans l'indétermination).
indéterminé, e s. 1. Belirsiz (Remettre une affaire à
une date indéterminée). 2. Değişken, kararsız (Je
suis encore indéterminé sur ce point).
indéterminisme
er. fels.
'Yadgerekircilik,
•belirlenmezcilik, insan iradesinin özgürlüğünü
yada elindeliği savunan öğretilerin genel adı,
"lâicabiye.
indéterministe s.
ve ad.
*Yadgerekirci,
'belirlenmezci,
index er. 1. İşaret parmağı. 2. Dizin, fihrist (Index
des auteurs cités). 3. Papalıkça okunması
yasaklanan kitaplar listesi, kara liste CCe livre est à
l'index). 4. (Kimi aygıtlarda) Gösterme iğnesi,
gösterici iğne, ibre. 5. Gösterge (Index des prix.
Index de revenu). § Mettre qn, qch à l'index: 1. -i
tehlikeli diye işaret etmek, mimlemek, kara
listeye almak (La police l'a mis à l'index). 2. -i
suçlamak, tefe koymak, dile düşürmek (Sa
trahison le fit mettre à l'index par tous ses amis).
indexation
diş.
İndeksleme,
dizinleme,
göstergeleme; parasal ve ekonomik değişmelere
göre değer ayarlaması (Indexation
d'un
emprunt).
indexer gçl. -in değer değişimlerini belirli
göstergelere göre ayarlamak; göstergelemek,
dizinlemek,indekslemek (Indexer un emprunt sur
le cours de l'or).
indianisme er. 1. Hindu dil ve uygarlığı bilimi,
"Hindubilim, Hindu diline özgü anlatım,
indianiste ad. Hindu dil ve uygarlığı uzmanı,
"Hindubilimci.
indicateur, trice s. 1. Gösterici, belirtici, bildirici
(Poteauindicateur. Uneplaque indicatrice portant
le nom de la rue). 2. ad. Haber verici, ele verici,
"muhbir (Cest un indicateur, méfiez-vous de lui).
3. er. Kılavuz kitap, kılavuz (Indicateur des
chemins de fer. Consulter l'indicateur). 4. er.
Gösterge (Indicateur de pression, indicateur de
direction d'un navire).

indifférent
indicatif, ive s. 1. Gösterici, haber verici, belirtici
(L'état indicatif des dépenses). 2. er. dilb. Haber
kipi, gösterme kipi (En français, l'indicatif a huit
temps).
indication diş. 1. Gösterme (L'indication d'origine
est obligatoire pour les produits importés). 2.
Belirti (Sa fuite est une indication de sa
culpabilité). 3. Bilgi (Indication nécessaire pour
utiliser un objet). 4. hek. Hekimlikçe gereklik,
gerekli görme, gereklilik, yararlılık (Les
indications d'un médicament, d'une cure).
indice er. 1. Belirti, öz, ipucu (Lespremiers indices
du printemps. Les indices d'une maladie). 2. fiz.
mat. Damga, indis, "müşir (Indice de réfraction de
la lumière. A indice zéro, a indice un). 3. Gösterge
(Indice des prix. Indice pluviométrique: Yağış
göstergesi. Indice du coût de la vie: Geçim
indeksi).
indiciaire s. İndeksle ilgili, göstergeye değgin,
'göstergesel (Impôt indiciaire).
indicibles. Sözle anlatılamaz, dile sığmaz (Une joie
indicible).
indiciblement bel. Sözle anlatılamayacak kadar,
indien, nes. 1. Hindistana değgin (Le peuple indien.
Océan indien, coq indien). 2. Amerika yerlilerine
değgin, kızılderililere değgin (Civilisation
indienne). 3. ad. Hintli. 4. ad. Amerika yerlisi,
kızılderili. 4. gökb. Hintli, bir takımyıldızın adı. §
A la file indienne: Tek dizi halinde, birerle kol
(Marcher, avancer à la file indienne).
indienne diş. Basma, alaca; dokuma bez (Robe
d'indienne).
indifféremment bel. 1. Aldırış etmeden, ilgisizce,
soğukkanlılıkla. 2. Ayırt etmeden, ayrım
gözetmeden, seçmeden (Il est courtois avec tout le
monde indifféremment. Manger indifféremment
de tout).
indifférence diş. 1. Duygusuzluk, duyarsızlık,
soğukluk (Une indifférence totale la sépare du
monde). 2. Aldırışsızlık, aldırmazlık, aldırmama,
küçümseme (Affronter la mort avec indifférence).
3. İlgisizlik (Cette proposition n'a rencontré que
l'indifférence générale). 4. (Ekonomi) Kayıtsızlık
(Courbes d'indifférence sociale). § Affecter,
feindre, jouer l'indifférence: İlgi duymuyormuş
gibi davranmak. Montrer, témoigner de
l'indifférence à: -e karşı ilgisizlik göstermek, ilgi
göstermemek, kayıtsız kalmak,
indifférenciation diş. Değişmeme, farklılaşmama,
olduğu gibi kalma,
indifférencié,e s.
Değişmemiş,
değişikliğe
uğramamış, farklılaşmamış, olduğu gibi kalmış,
indifférent, e s. 1. Ayrımsız, "farksız (Il est
indiflerentisnıe

748

indifférent de faire ceci ou cela). 2. önemsiz


(Parler de choses indifférentes). 3. İlgisiz (Vos
difficultés ne me laissent pas indifférent). 4.
Duygusuz, duyarlıksız, duyarlığını yitirmiş, içi
kurumuş (C'est un homme indifférent,
rien ne
peut l'émouvoir). S. Cinsel bakımdan soğuk,
buzdolabı (Femme indifférente). 6. Indifférent à:
-e karşı ilgisiz (Il est indifférent à la vie, à la misère
humaine).
indiflerentisnıe er. (Dinsel yada siyasal alanda)
İlgisizlik, aldırmazlık, ilgilenmezlik.
indifférer gçl. İlgilendirmemek (Vos avis
m'indiffèrent).
indigénat er. 1. Yerlilik. 2. Yerlilik hakkı. 3. Yerli
halk; yerlilerin tümü.
indigence diş. 1. Yoksulluk (Etre, vivre, tomber
dans l'indigence). 2. Yoksunluk, eksiklik
(Indigence d'idées, de l'esprit). 3. Yoksullar,
yoksul tabaka, fakir fıkara.
indigènes, vead. Yerli (La population indigène d'un
pays. Coutumes indigènes. Epouser une
indigène).
indigentes, vead. Yoksun,"muhtaç;yoksul,"fakir
(Vieillard indigent qui vit d'aumône. Aide aux
indigents).
indigeste s. 1. Sindirilmesi güç (Aliment, nourriture
indigeste). 2. mec. Karışık, düzensiz (Ouvrage
indigeste).
indigestion diş. 1. Sindirim güçlüğü (Avoir une
indigestion). 2. mec. Bıkkınlık. § Avoir une
indigestion de qch: -den bıkmak, kusacak gibi
olmak (J'ai une indigestion de cinéma). Se donner
une indigestion de qch: -den hasta oluncaya kadar
yemek, çok yemek, midesini bozmak (Il s'est
donné une indigestion de charcuterie, de
chocolat).
indigètes. (Eski Romalılarda tanrılar için) Yerli; bir
ülke, kent yada aileye özgü (Dieux indigètes).
indignation diş. Kızgınlık, öfke, öfkelenme
(Protester avec indignation). 2. Hoşnutsuzluk
(Indignation
générale.
Exprimer
son
indignation).
indigne s. 1. Çok kötü, iğrenç (Père, épouse
indigne). 2. Alçakça, tiksinç (Une action indigne,
une conduite indigne). 3. Indigne de: -e yaraşmaz,
yakışmaz;-e lâyık olmayan (Il est indigne de notre
confiance. Ce travail est indigne de lui). § Etre
indigne de succéder: huk. Mirastan yoksun
olmak.
indignement bel. Yakışıksızca; çok kötü (On l'a
indignement traité).
indigné, e s. Hoşnut olmayan, kızmış, gücenik
(Visage indigné, regards indignés).

indiscipliné
indigner
gçl.
Gücendirmek,
kızdırmak,
öfkelendirmek; tiksindirmek, hoşnutsuzluk
yaratmak (Sa conduite a indigné tous ses amis). §
S'indigner: 1. Kızmak, gücenmek, öfkelenmek;
tiksinmek (Je m'indigne qu'il soit si lâche). 2.
S'indigner contre qn: -e kızmak, verip
veriştirmek. 3. S'indigner de qch, de f. qch: -e
kızmak, -den tiksinmek; -meye kızmak, -mekten
tiksinmek (S'indigner de tout, c'est tout aimer en
somme. Il s'indigne de voir ce crime impuni).
indignité diş. 1. Değimsizlik, "liyakatsizlik (Il est
exclu pour cause d'indignité). 2. Alçaklık,
aşağılık, "bayağılık, kötülük (L'indignité d'une
conduite, d'une action). 3. Alçakça davranış,
utanç verici şey (C'est une indignité). 4. Hakaret
(Il n'a pas mérité cette indignité). § Indignité
successorale: Kalıttan yoksunluk, "mirastan
mahrumiyet,
indigo er. 1. Çivit. 2.s. değişmez. Çivit renginde (Le
ciel est indigo).
indigoterie diş. Çivit tarlası. 2. Çivit fabrikası,
indigotier er. 1. Çivit fidanı. 2. Çivit işçisi,
indiquer gçl. 1. Göstermek (Ma montre indique
trois heures). 2. Belirtmek, saptamak (Indiquer
l'heure d'une réunion). 3. Taslağım çizmek, ana
çizgileriyle!» belirtmek, çizmek (Le peintre a
indiqué dans lefond de la toile un paysage d'hiver).
4. -in belirtisi olmak (Les traces de pas indiquent le
passage du fugitif). 5. Söylemek, öğretmek,
belirtmek (Indiquer l'origine d'un phénomène).
6. Salık vermek (Indiquer un médecin). 7.
Kanıtlamak (Tout indique qu'il est parti
précipitamment). 8. Indiquer qch à qn: a) Birine
bir şeyi göstermek (Je lui indiquais le coupable). b)
Salık vermek (Il nous indiquera un bon oculiste).
c) Belirtmek, söylemek, öğretmek (Je lui ai
indiqué la raison de cette injustice).
indirect, e s. 1. Dolaşık, dolambaçlı (Itinéraire
indirect). 2. Dolaylı (Complément indirect.
Déclarer ses sentiments d'une manière indirecte).
indirectement bel. İ. Dolaşık yoldan. 2. Dolayısıyla
(Cela s'adressait indirectement à moi).
indiscernable s. 1. Ayırt edilemez, tam benzer
(Deux feuilles d'arbres indiscernables). 2. mec.
Anlaşılamaz, kavramlamaz (Des
nuances
indiscernables).
indisciplinable's. Düzene gelmez, yola gelmez, ele
avuca sığmaz (Enfant indisciplinable).
indiscipline diş. *Sıkıdüzensizlik, *sıkıdüzen
yokluğu, sözdinlemezlik, düzen gevşekliği,
"disiplinsizlik (Fairepreuve d'indiscipline).
indiscipliné, e s. 1. Sıkıdüzene girmeyen, düzen
bağım koparmış, sözdinlemez, "disiplinsiz
indiscret
(Ecolier indiscipliné, troupes indisciplinées). 2.
mec. Sert, bir türlü yatmayan, taranması güç
(Cheveux indisciplinés).
indiscret, ète s. 1. Patavatsız, saygısız, sıra saygı
bilmez (Un homme indiscret). 2. Boşboğaz,
sözünü sohbetini bilmez. 3. Patavatsızca,
boşboğazca (Une conduite indiscrète, des propos
indiscrets). 4. Gereksiz, yersiz, zamansız, uygun
olmayan (Une curiosité indiscrète). S. ad.
Patavatsız (kimse),
indiscrètement bel. 1. Patavatsızca, dangü dungul,
sıra saygı dinlemeden. 2. Yersiz olarak,
gereksizce, hiç gereği yokken,
indiscrétion diş. 1. Boşboğazlık (La moindre
indiscrétion pourrait faire échouer notre plan). 2.
Saygısızlık, patavatsızlık (Ila eu l'indiscrétion de
m'interroger là-dessus). 3. Ölçüsüzlük, yersiz ve
gereksiz davranış (Commettre une indiscrétion).
indiscutables. Tartışılmaz, su götürmez, kesin (Un
succès indiscutable).
indiscutablement bel. Tartışma götürmez bir
şekilde, su götürmez bir halde, kesin olarak (Il est
indiscutablement plus intelligent).
indiscuté, e s Tartışma götürmez, herkesin kabul
ettiği, kesin (Le chef indiscuté de la bande).
indispensable s. 1. Zorunlu, gereklî; kaçınılmaz,
vazgeçilmez, onsuz olmaz (Vêtements, meubles
indispensables). 2. Indispensable à: için gerekli,
zorunlu (Travailler est un devoir indispensable à
l'homme). 3. er. Gereken, gerekli olan şey (Faire
l'indispensable: Gerekeni yapmak).
indispensablement bel. Zorunlu olarak, kaçınılmaz
olarak.
indisponibilité diş. Yararlanılamazlık, elde
bulunmazlık,
yararlanılamayış,
elde
bulunamayış.
indisponible s. 1. Yararlanılamayan, elde
bulunmayan (Un ouvrier indisponible, un local
indisponible). 2. huk. Kullanılamayan, tasarruf
edilemeyen (La portion indisponible d'une
succession). 3. ask. s. ve ad. Hizmet dışı kalan
(Soldat
indisponibles.
Les malades et les
indisponibles).
indisposé, e s. 1. Rahatsız, yorgun (Il se sent
indisposé). 2. (Kadınlar için) Aybaşılı, aybaşı
olmuş.
indisposer gçl. 1. Rahatsız etmek, keyfini
kaçırmak, hasta etmek (Cette grosse chaleur m'a
indisposé). 2. Indisposer qn contre: Birini
..aleyhine çevirmek (lia indisposé tout le monde
contre lui).
indisposition diş. 1. Rahatsızlık, keyifsizlik, hafif
kırıklık. 2. (Kadınlarda) Aybaşı olma.
749

in-dix-huit
indissociable s. Bölünmez, ayrılmaz, parçalanmaz
(Des éléments indissociables).
indissolubilité diş. Bozulmazlık, çözülmezlik,
kopmazlık.
indissoluble s. Bozulmaz, çözülmez, kopmaz
(Attachements, liens indissolubles).
indissolublement
bel.
Çözülmezcesine,
kopmazcasına, bozulmamacasına.
indistinct, e s. Belirsiz, belli olmayan, seçilemeyen
(Objets indistincts dans la pénombre. Voix, bruits
indistincts).
indistinctement bel. 1. Belirsizce, belli belirsiz (Voir
un objet indistinctement). 2. Ayrım gözetmeksizin
(Tous les Turcs indistinctement).
individu er. 1. Birey, °fert. 2. Örnek, örneklik (Des
individus bien conservés de chaque espèce
d'animaux, de plantes ou de minéraux). 3. Kişi,
kimse, insan (Les droits de l'individu). 4. tkz.
Adam, herif (Un individu suspect).
individualisation
diş.
Bireyselleştirme;
bireyselleşme.
individualiser gçl. 1. Belirlemek, nitelemek (Les
caractères qui individualisent les êtres). 2.
Bireyselleştirmek (Individualiser les fortunes).
individualisme er. fels. Bireycilik,
individualistes, vead. fels. Bireyci,
individualité diş. 1. Bireylik, bireysellik,"ferdiyet.
2. Kişilik, "şahsiyet; güçlü bir kişiliği olan kimse
(Une individualité marquante du monde des
affaires). 3. Özellik; özgünlük (L'individualité
d'une province, d'un artiste).
individuel, le s. 1. Kişisel, özel (La propriété
individuelle. Les cas individuels seront examinés
avec attention). 2. Bireysel, "ferdî (Avantages
publics et indivuduels). 3. er. Bireysel; bireysel
olan şey (L'individual et le collectif).
individuellement bel. 1. Bir bir, herkes ayrı olarak.
2. Birey olarak, bireysel olarak,
indivis, e s. huk. 1. Bölünmez, parçalanmaz,
bölümsüz, "şüyulu (Biens indivis, propriétés
indivises). 1. Bölünmez mal paydaşı; aile mal
ortağı. * § Par indivis: Bölümsüz olarak,
bölüşmeden, "şayian (Propriétaires quipossèdent
un bien par indivis).
indivisément bel. Bölümsüz olarak, bölüşmeden,
"şayian (Posséder un bien indivisément).
indivisibilité diş. Bölünmezlik, parçalanmazlık.
indivisibles. Bölünmeyen, bölünmez, parçalanmaz
(L'homme est un composé indivisible).
indivision diş. huk. Ortak iyelik, bölünmez iyelik,
"şayian mülkiyet. Aile mal ortaklığı. Aile malları
şirketi.
in-dix-huits. 1. On sekizyapraklık,otuzaltı sayfalık
indochine
(Format in-dix-huit). 2. er. On sekiz yaprakhk
forma, otuz altı sayfalık forma,
indochine diş. Çinhindi, "Hindiçini.
Indochinois,e s. ve ad. 1. Çinhindli, Hindiçinli. 2.
Çinhindi'ne değgin,
indocile s. Haylaz; dik kafalı, kafa tutan (Enfant,
élève indocile).
indocilement bel. Haylazca, haylazlıkla; kafa
tutarak, dik kafalılıkla,
indocilité diş. Haylazlık; dik kafalılık, kafa tutma,
indo-européen, ne s. ve ad. Hint-Avrupa; HintAvrupa topluluğundan olan (Les langues
indo-européennes. Les indo-européens).
indolemment bel. Tasasızca; rahat rahat; gevşeklik
içinde, uyuşukça,
indolence diş. 1. Uyuşukluk, gevşeklik (Indolence
d'un homme habitué aux pays chauds). 2.
Tasasızlık, aldırmazlık, ilgisizlik (Indolence des
stoïciens). 3. Acısızlık, acı vermezlik (Indolence
d'une tumeur). 4. Duygusuzluk, duyarsızlık,
ölgünlük.
indolent, e s. 1. Uyuşuk, gevşek, tembel, miskin
(Ecolier, ouvrier indolent). 2. Tasasız, kaygısız,
aldırmaz (Il regardait d'un air indolent). 3.
Ağrısız, acısız (Une plaie indolente, une tumeur
indolente). 4. Duygusuz, duyarsız, içi geçmiş,
ölgün (Unepersonne indolente).
indolore s. Ağrısız, acısız (Tumeur indolore.
Opération indolore).
indomptable s. 1. Evcilleştirilemez, "terbiye
edilemez (Un fauve indomptable). 2. Baş eğmez;
eğilmez, bükülmez, baskıya gelmez (Orgueil,
résistance, volonté indomptable. Un caractère
indomptable).
indompté, e s. 1. Evcilleşmemiş, uysallaşmamış,
yaban, "terbiye edilmemiş (Un cheval indompté).
2. mec. Önlenemez, önüne geçilemez (Une joie
indomptée).
Indonésie diş. Endonezya,
indonésien, nés. vead. Endonezyalı; Endonezya ve
Endonezyalılara değgin,
in-douze s. değişmez. 1. On iki yapraklı, on ikiye
katlanmış (Format in-douze). 2. er. On iki
yaprakhk kitap forması,
indri er. hayb. İndri.
indu, e s. 1.Olağana aykırı,uygunsuz (Il est venu à
une heure indue). 2. Haksız, yersiz, yerinde
olmayan, usa yatkın olmayan (Réclamations
indues). 3. er. huk. Borç olmayan, yasal bir
zorunluk olmayan (Payement de l'indu).
indubitable s. 1. Kuşkusuz, kesin, açık, gün gibi
ortada (Il est indubitable que vous avez raison). 2.
Kesin, yadsınamaz, su götürmez (Preuve

750

industrie

indubitable).
indubitablement bel. Kuşkusuz, kesin olarak, her
halde (Il est indubitablement innocent).
inducteur, trlce s. fiz. 1. Indükleyici, indükleyen. 2.
er. İndükleç.
inductif,ive s. mant. Tümevarıma, tümevancı
(Méthode inductive).
induction diş. 1. fels. mant. Tümevarım. 2. fiz.
İndükleme. 3. Varılan sonuç,
induire gçl. 1. fiz. tndüklemek. 2. Induire qch de
qch: Bir şeyden ...sonucunu çıkarmak (Qu'en
induisez-vous? J'induis de son silence qu'il a tort).
3. Induire qn en qch: Birini -e düşürmek (Il nous a
induits en tentation). 4. Induire qn à qch, à f. qch:
Birini -e sürüklemek, -meye sürüklemek, itmek
(Votre cuisine nous induit au péché de
gourmandise. Il t'a induit à malfaire). §Induireqn
en erreur: Birini yanlış yola sürüklemek,
yanıltmak.
indulgence diş. 1. Bağışlayıcılık, hoşgörürlük;
bağışlama, hoş görme (L'avocat demande pour
son client T indulgence du jury). 2. Kilisenin günah
bağışlaması.
indulgent, e s. 1. Bağışlayıcı, hoşgörücü;
bağışlayan, hoşgören (Un professeur indulgent).
2. Indulgent à, pour, envers: -e karşı bağlayıa,
hoşgörücü (Se montrer indulgent pour une
défaillance. Il est indulgent envers tout le monde).
induit [Êdylt] er. Papaca verilen yetki ayrıcalığı,
indûment bel. 1. Haksız yere. 2. Yersiz olarak (II
s'ingère indûment dans mes affaires).
induration diş. hek. Katılık, katılaşma, sertleşme
(Induration de l'œil).
induré, e s. Sertleşmiş, katılaşmış (Tumeur
indurée).
indurer gçl. Sertleştirmek, katdaştırmak. §
S'indurer: Sertleşmek, katılaşmak (Tumeur qui
s'indure).
industrialisation
diş.
1.
Sanayileştirme,
"uranlaştırma
(Industrialisation
d'une
fabrication, de l'agriculture). 2. Sanayileşme,
"uranlaşma (L'industrialisation d'un pays).
industrialiser gçl. Sanayileştirmek, "uranlaştırmak
(Industrialiser un pays). § S'industrialiser:
Sanayileşmek (Notre pays fait effort pour
s'industrialiser).
industrialisme er.
"Uranohk,
sanayicilik;
sanayileşmeyi amaç sayan öğreti,
industrie diş. 1. Hüner, ustalık (J'ai employé toute
mon industrie pour la voir). 2. Zanaat (Voleur qui
exerce sa coupable industrie). 3. 'İşleyim, *uran,
sanayi (L'industrie automobile, pétrolière,
alimentaire, textile, métallurgique. L'industrie
industriel
lourde, l'industrie légère). 4. Dalavere,
madrabazlık.
§
Chevalier
d'industrie:
Dalavereci, dolandırıcı, madrabaz,
industriel, le s. 1. "İşleyimsel, *uransal, °smaî,
sanayie değgin (Développement industriel d'un
pays. Les produits industriels). 2. er. *Işleyimci,
"urancı, sanayici,
industriellement bel. 1. İşleyim yoluyla, sınaî olarak
(Ce
produit
est
maintenant
fabriqué
industriellement). 2. İşleyim bakımından, sanayi
yönünden (Un pays industriellement avancé).
industrieux, euses. 1. Hünerli, usta. 2. Industrieux
à f. qch: -mekte usta, pek becerikli (Il est
industrieux à se cacher).
inébranlable s. 1. Sarsılmaz (Il a une foi
inébranlable). 2. Kesin, değişmez (Résolution,
certitude inébranlable). 3. Sağlam, yerinden
oynamaz,
bozulmaz
(Masse,
colonne
inébranlable. Bataillons inébranlables devant
l'ennemi).
inébranlablement bel. Sarsılmaz bir şekilde,
inéchangeable
s.
Değiştokuş
edilemez
(Marchandises inéchangeables).
inécoutable s. Dinlenilmeye değmez, çok kötü,
kulak tırmalayan (Musique inécoutable).
inécouté, e s. Dinlenilmeyen, kulak ardı edilen
(Leurs conseils sont restés inécoutés).
inédit, e s. 1. Yayınlanmamış (Correspondances
inédites d'un poète). 2. mec. Yeni, yepyeni,
görülmemiş, bilinmeyen (Il a trouvé un moyen
inédit de se procurer de l'argent). 3. er. a)
Yayınlanmamış yapıt (Il a laissé une quantité
importante d'inédits), b) Görülmemiş şey,
yepyeni bir şey (C'est de l'inédit).
inéducables. Eğitilemez, eğitilmesi çok güç (Public
inéducable).
ineffable s. Anlatılamaz, sözle anlatılamaz, dile
sığmaz (Un bonheur ineffable).
ineffaçable s. Silinmez (Trait,
empreinte
ineffaçable. Un souvenir ineffaçable).
ineffaçablement bel. Silinmez bir biçimde,
inefficace s. Etkisiz (Médicament inefficace. Ses
pensées demeurent ;nefficaces).
inefficacement bel. Etkisiz şekilde.
inefficacité diş. Etkisizlik (Inefficacité d'un remède,
d'un vaccin).
inégal, e s. 1. Eşit olmayan, eşitsiz (Partage inégal
des biens. Forces inégales). 2. Düz olmayan
(Surface inégale. Rue au pavé inégal). 3. Düzgün
olmayan, düzenli olmayan, düzensiz (Pouls
inégal d'un fiévreux. Rythme inégal). 4. Sık sık
değişen, bir anı bir anma uymayan, değişken,
kararsız; tuhaf, acaip (Humeur inégale). S. Her

751

inépuisablement

zaman ve her yerde aynı yetkinliği göstermeyen,


eksikli, hep aynı güzellikte olmayan (Œuvre
inégale. Jeu inégal d'un acteur. Un écrivain très
inégal).
inégalable s. Erişilmez, yetişilmez, eşsiz (Qualité
inégalable).
inégalement bel. Eşitsizce (Biens inégalement
partagés).
inégalitaire i. Eşitsizlikçi (Une société inégalitaire).
inégalité diş. 1. Eşitsizlik, eşit olmayış (Inégalité
sociale. Inégalité entre les hommes. Inégalité entre
l'offre et la demande). 2. mat. Sayısal eşitsizlik. 3.
Düz olmayış (Inégalité d'une surface, d'un
chemin). 4. Düzensizlik, düzenli olmayış
(Inégalité du pouls). S. Değişkenlik, kararsızlık
(Inégalité d'une humeur, d'un caractère).
inélastiques. Esnek olmayan, esneklikten uzak.
inélégamment bel. Kabaca, kabalıkla,
inélégance
1. Zarif olmayış (L'inélégance de son
aspect). 2. Kabalık (Un procédé d'une parfaite
inélégance).
inélégant, e s. 1. Zarif olmayan, incelikten uzak
(Manières inélégantes). 2. Kaba (Un geste
inélégant).
inéligibilité diş. Seçilemezlik.
inéligibles. Seçilemez (Candidat inéligible).
inéluctable s. Sakınılamaz, kaçınılamaz, önüne
geçilemez (Destin, sort inéluctable. Conséquence
inéluctable).
inéluctablement bel. Kaçınılmaz olarak,
inémotivité diş. Coşkulanmazlık.
inempkıyables. Kullanılamaz, kullanışsız (Procédé
inemployable).
inemployé, e s. Kullanılmamış, yararlanılmamış,
kullanılmayan,
yararlanılmayan
(Talents
inemployés).
inénarrables. 1. Anlatılamaz, sözle anlatılacak gibi
değil. 2. Çok tuhaf, çok gülünç,
inéprouvé, e s. 1. Sınanmamış, denemeden
geçmemiş
(Une
vertu
inéprouvée).
2.
Duyulmamış, duyumsanmamış, "hissedilmemiş
(Emotions inéprouvées).
inepte s. 1. Aptal, budala, yeteneksiz, beceriksiz,
sakar (Un employé inepte). 2. Aptalca, budalaca
(Une réponse inepte).
ineptie diş. Aptallık, budalalık; anlamsızlık,
saçmalık (Ce film est une ineptie. L'ineptie de son
raisonnement nous étonna).
inépuisables. 1. Bitmez, tükenmez, kurumaz (Un
sujet inépuisable. Une source inépuisable). 2. Ağzı
bir açıldı mı susmak bilmez (Un bavard
inépuisable. Il est inépuisable sur ce chapitre).
inépuisablement bel. Bitmez tükenmez bir şekilde.
inépuisé
inépuisé,es. Tükenmemiş, bitmemiş,
inéquation diş. mat. Değişkenli eşitsizlik,
inéquitable s. Denkser olmayan, denkserlikten
uzak, "hakkaniyetten uzak (Partage inéquitable).
inerme s. 1. bitb. Dikensiz (Tige inerme). 2. hayb.
Kancasiz (Ténia inerme).
inertes, l.fiz. kim. Durgun, devinimsiz, eylemsiz,
°âtıl. 2. Devinimsiz, kıpırdamayan, kıpırtısız (Le
blessé soutenait son bras inerte). 3. Cansız,
ölümsek, ölük, ölgün, ölü gibi (Matière inerte.
Visage inerte). 4. Donup kalmış, duygusuz,
tepkisiz, buz gibi (Il restait inerte devant l'étendue
du désastre).
inertie diş. 1. Durgunluk, devinimsizlik,
eylemsizlik, "atalet. 2. Kıpırtısızlık. 3. Cansızlık,
ölümseklik, ölüklük, ölgünlük. 4. Duygusuzluk,
tepkisizlik, donup kalmışlık,
inespéré, e s. Umulmayan, beklenmedik (Victoire
inespérée).
inesthétiques. "Güzelduyuyaaykırı, *güzelduyuyu
tırmalayan
(Une
cicatrice
inesthétique
l'enlaidissait).
inestimables. Paha biçilmez; çok değerli (Tableau,
ouvrage
inestimable.
Services,
bienfaits
inestimables).
inévitable s. 1. Kaçınılmaz, sakınılmaz (Un malheur
inévitable). 2. Herzamanki, yanından hiç eksik
olmayan (Le ministre et son inévitable cigare).
inévitablement bel. Kaçınılmaz olarak; zorunlu
olarak.
inexact,e s. 1. Yanlış doğru olmayan (Détails
inexacts, renseignements inexacts. Traduction
inexacte). 2. Zamanına titiz olmayan, "dakik
olmayan (Il fut inexact à son rendez-vous. Un
homme inexact).
inexactement bel. Yanlış olarak,
inexactitude diş. 1. Doğru olmayış, doğruluktan
uzaklık (Inexactituded'un témoignage). 2. Yanlış,
yanlışlık (Votre propos fourmille d'inexactitudes).
3. Zamanına titiz olmama, "dakik olmayış,
inexaucé, e s. Kabul edilmemiş, yerine
getirilmemiş, gerçekleşmemiş (Des
vœux
inexaucés).
inexcitabilité diş.
Uyarılganhktan
uzaklık,
uyarılgan olmayış,
inexcitable s. Uyarılgan olmayan, uyarılganhktan
uzak.
inexpusables. Bağışlanamaz, hoşgörülemez (Faute,
négligence inexcusable).
inexcusablement bel. Bağışlanmaz bir biçimde (Il
fut inexcusablement lâche).
inexécutable s. Yapılamaz, yerine getirilemez,
yürütülemez, gerçekleştirilemez; çalınamaz

752

inexploitable
(Plan inexécutable. Musique inexécutable).
inexécuté, e s. Yapılmamış, gerçekleştirilmemiş,
yerine getirilmemiş (Travaux inexécutés).
inexécution diş. huk.
Yapılmayış, yerine
getirilmeyiş,
uygulanmayış,
yürütülmeyiş,
gerçekleştirilmeyiş (Inexécution d'un contrat,
d'une obligation).
inexhaustible s. Sonsuz, sınırsız, bitmez tükenmez
(L'inexhaustible espace des soirs).
inexigibilité diş. huk. İstenemezlik, "muaccel
olmayış (Inexigibilité d'une dette).
inexigible s. huk. İstenemez, "muaccel olmayan
(Dette inexigible).
inexistant, e s . 1. Var olmayan, gerçekte
bulunmayan (L'univers inexistant de la légende.
Difficultés inexistantes). 2. tkz. Değersiz,
önemsiz, etkisiz (L'aide qu'il m'apporte est
inexistante).
inexistence diş. 1. Var olmayış, yokluk. 2.
Değersizlik, geçersizlik, etkisizlik (L'inexistence
d'un argument).
inexorabilité diş. Acımazlık, katı yüreklilik,
acımasızlık (L'inexorabilité du destin).
inexorables. 1. Acımasız; katı (Jugeinexorable. Le
cœur inexorable et dur comme un rocher). 2. Sert,
amansız (Loi inexorable). § Etre inexorable à qn:
-in gözünün yaşına bakmamak, -e karşı pek
amansız davranmak,
inexorablement bel. Gözünün yaşına bakmadan,
hiç acımadan,
inexpérience diş. Deneysizlik, "deneyimsizlik,
"tecrübesizlik, toyluk (L'inexpérience
d'un
enfant, de la jeunesse).
inexpérimentés s - 1. Deneysiz, 'deneyimsiz,
tecrübesiz, toy (Un jeune homme inexpérimenté).
2. Denenmemiş, sınanmamış (Arme nouvelle
encore inexpérimentée).
inexpert, e s. Acemi, henüz ustalaşmamış (Il est
inexpert dans ce domaine).
inexpiable s. 1. Giderilemez, onarılamaz, kefareti
ödenemez (Crime, faute, forfait inexpiable). 2.
Dinmez, yatışmaz, sürüp giden
(Lutte
inexpiable).
inexplicables. 1. Anlaşılmaz, açıklanamaz (Enigme
inexplicable. Conduite, démarche inexplicable).
2. Tuhaf, garip, acaip, anlaşılmaz (Un homme
inexplicable).
inexplicablement bel. Anlaşılmaz bir biçimde,
açıklanamaz bir biçimde,
inexpliqués s. Anlaşılmamış, açıklanmamış (La
catastrophe reste inexpliquée).
inexploitable s. İşletilemez, yararlanılamaz,
kullanılmaz (Gisement, richesse inexploitable).
inexploité
inexploité, e s.
İşlenmemiş,
işletilmemiş
(Ressources inexploitées).
inexplorable s. Açinsanamaz, bulgulanamaz,
"keşfedilemez.
inexploré, e s. Açınsanmamış, bulgulanmamış,
keşfedilmemiş (Contrée, terre inexplorée).
inexplosible s. Patlamaz (Matière inexplosible).
inexpressif, ive s. 1. Soğuk,coşkusuz,donuk (Si)>fe
inexpressif). 2. Anlamsız, bir şey anlatmayan
(Regard, visage, yeux inexpressifs).
inexprimable s. 1. Sözle anlatılamaz, dile sığmaz
(Pensées inexprimables, haine inexprimable). 2.
er. Söylenemeyen, anlatılamayan (Exprimer
l'inexprimable).
inexprimé, e s. Anlatılmamış, söylenmemiş, dile
getirilmemiş (Reproches, pensées inexprimées).
inexpugnable s. Zorla ele geçirilemez, alınamaz
(Forteresse inexpugnable).
inextensibilité
diş.
Uzatılamazlık,
çekilip
gerilemezlik, esnemezlik.
inextensible s. Uzatılamaz, esnemez, çekilip
gerilemez (Tissu inextensible).
in extenso bel. 1. Kısaltmadan, bütünüyle, bütün
olarak (Publier un discours in extenso). 2. s.
Bütün, tam, eksiksiz (Compte rendu in extenso
d'un débat).
inextinguible s. 1. Söndürülmez, söndürülemez
(Feu inextinguible). 2. Giderilmez, yatıştınlamaz
(Soif inextinguible, haine inextinguible). 3.
Durdurulamaz, tutulamaz, önlenemez (Un rire
inextinguible).
inextirpable s. 1. Sökülemez, çıkarılamaz (Racine
inextirpable). 2. mec. Kökünden sökülüp
atılamaz, kökü kazınamaz (Ce vice est
inextirpable).
in extremis bel. Lat. huk. 1. Ölürken, son soluğunu
verirken (Testament, mariage in extremis). 2.
mec. Son anda (Préparatifs de voyage in extremis) •
inextricable s. Karmakarışık, çözümlenemez,
çözülemez, içinden çıkılamaz (Une affaire
inextricable).
inextricablement bel. İçinden çıkılmaz şekilde,
karmakanşık.
infaillibilité diş. 1. Yanılmazlık (L'infaillibilité du
pape). 2. Kesinlik, şaşmazlık (L'infaillibilité d'un
succès).
infaillible s. 1. Yamlmaz, yanılgıya düşmez (Il se
croit infaillible). 2. Yanıltmaz, aldatmaz, yüzde
yüz etkili (Méthode infaillible. Remède infaillible
contre la toux). 3. Kesin (Un succès infaillible).
infailliblement bel. 1. Kesin olarak, hiç kuşkusuz
(Cela arrivera infailliblement). 2. Yanılmadan,
yanılgıya düşmeden (Nul ne peut juger
753

infécond

infailliblement).
infaisable s. Yapılamaz, olanaksız (Ce n'est pas
infaisable, mais ce sera très difficile).
infamant, e s. Lekeleyen, kara süren; yüzkarası
olan, küçültücü (Accusation infamante. Une
peine infamante).
infâmes. 1. Lekeli, alçak, rezil (Un infâme coquin).
2. İğrenç, utanç verici, utanılacak, alçakça,
rezilce (Un crime infâme, une infâme trahison). 3.
Kirli, pis, kir pas içinde (Un logis infâme).
infamie
1. Leke, yüzkarası, namus lekesi, utanç
(Etre couvert d'infamie. Vivre dans l'infamie). 2.
İğrençlik, alçaklık (L'infamie d'un crime. C'est
une infamie que de tuer l'adversaire qui
sommeille). 3. Alçaklık, alçakça davranış,
kalleşlik (Commettre une infamie). 4. Küfür,
aşağılayıcı söz (Dire des infamies à quelqu'un).
infant,e s. İspanya ve Portekiz krallannm
birinciden sonraki çocuklanna verilen unvan,
infanterie diş. Piyade sınıfı; piyade askeri
(Régiment, brigade d'infanterie).
infanticide s. ve ad. 1. Çocuk katili, evlât katili
(Mère infanticide. Un, une infanticide). 2. er.
Çocuk öldürme; evlât katilliği,
infantile s. 1. Çocuğa değgin (Maladies infantiles.
Médecine infantile). 2. Çocukça, çocuksu (Un
comportement, une réaction infantile).
infantilisme er. 1. ruhb. Kimi çocukluk hallerinin
büyüklerde sürüp gitmesi, yaşı ilerlediği halde
çocuk kalma, "bebeksilik. 2. Çocukluk,
çocukçalık, çocuksuluk (C'est de l'infantilisme).
infarctus [èfanktys] er. hek. Bir dokuya kan
oturması, enfarktüs (Infarctus de myocarde).
infatigable s. Yorulmaz, yorulmak nedir bilmez
(Joueur, travailleur infatigable).
infatigablement bel. Yorulmadan, yorulmak nedir
bilmeden; bıkıp usanmadan,
infatuation diş. 1. Aşırı tutkunluk, vurgunluk,
gülünç hayranlık. 2. Kendini beğenmişlik,
benbenlik.
infatué, es. 1. Kendini beğenmiş (ila unairinfatué).
2. Infatué de qch: -e çok düşkün (L'esprit infatué
de politique).
infatuer gçl. 1. Çok sevindirmek, kendinden
geçirmek (Sa réussite l'infatué). 2. Infatuer qn de:
Birini -e hayran etmek (La lecture du livre l'avait
infatué du poète). § S'infatuer de: -e tutulmak,
vurulmak, hayran olmak (S'infatuer d'un
romancier; d'un objet). S'infatuer de soi-même:
Kendini pek beğenmek, kendi kendine hayran
olmak.
infécond, e s. Kısır, verimsiz (Terre inféconde.
Esprit infécond).
infécondité

754

infécondité diş. Kısırlık, verimsizlik (Infécondité


d'une plante, d'une terre, d'un animal, d'un
esprit).
infect, e s. 1. Kokmuş, kokuşmuş, sası (Charogne
infecte, bourbier infect). 2. İğrenç, tiksinç; çok
kötü, berbat (Un homme infect. Un repas infect).
infectant, e s. İltihap yapan, iltihaba yol açan (Virus
infectants).
infecter
gçl.
1.
Mikrop
bulaştırmak,
iltihaplandırmak (Malade contagieux qui infecte
ses proches). 2. Pis kokutmak (Usine à gaz qui
infecte l'atmosphère). 3. Bozmak, bulaştırmak
(Un vil amour du gain infectait les esprits). 4.
Infecter qch de qch: Bir şeyi -ile bozmak, berbat
etmek (Infecter le pays d'une hérésie). §
S'infecter:
Mikrop
kapmak,
azmak,
iltihaplanmak (La plaie s'est infectée).
infectieux, euse s. hek. *Sasılı; bulaşıcı, "intanı
(Maladies infectieuses).
infection^. 1. hek. Mikroptan ileri gelen hastalık,
bulaşıcı hastalık, "intan; iltihap. 2. Pis koku,
kokuşma, şaşılık, "ufunet (C'est une infection
dans cette pièce, ouvre la fenêtre). 3. tkz. İğrenç
şey, aşağılık iş.
infélicité diş. Mutsuzluk.
inféodation diş. Girme, katılma, bağlanma
(Inféodation à un parti, à une coterie).
inféoder gçl. Inféoder qch à qn: 1. (Derebeylik
hukukunda) Bir şeyi birine tımar toprağı olarak
vermek (Le seigneur inféodait son domaine à son
vassal). 2. Bir şeyi vermek, bırakmak (Inféoder
ses biens à l'Etat). § S'inféoder à: -e bağlanmak; -e
katılmak, girmek (S'inféoder à un chef. S'inféoder
à un parti, à un groupe financier).
inférence diş. mant. Çıkarsama; çıkarım,
inférer gçl. 1. mant. Çikarsamak. 2. Inférer qch de
qch: Bir şeyden.. .sonucunu çıkarmak, sonucuna
varmak (On peut inférer de ses déclarations que le
danger n'a pas disparu. J'infère de ce témoignage
que l'accusé est coupable).
inférieur, e s. 1. Alt, aşağı (Etages inférieurs.
Mâchoire inférieure). 2. Inférieur à: -den aşağı,
düşük, küçük, -in altında (Note inférieure à la
moyenne. Six est inférieur au huit). 3. ad. Ast
(L'inférieur obéit au supérieur).
infériorisation diş. 1. Aşağılama, aşağılanma;
horlama, horlanma; aşağılık duygusu yaratma,
aşağılık duygusuna düşme. 2. Küçümseme;
küçümsenme,
inférioriser gçl. 1. -i aşağılamak, horlamak, -de
aşağılık duygusu yaratmak. 2. -i küçümsemek,
infériorité diş. 1. Düşüklük (Une infériorité de
niveau). 2. Azlık (Infériorité en nombre). 3.

infiltraAşağılık (Sentiment d'infériorité). 4. Astlık, ast


olma (On le maintenait toujours dans un état
d'infériorité). 5. Engel, engelleyici şey. §
Complexe d'infériorité: Aşağılık duygusu,
aşağdık kompleksi,
infermentescible s. Mayalanmaz, bozulmaz
(Aliment rendu infermentescible).
infernal, es. 1. Tamusal, "cehennemi; cehenneme
değgin (Divinités, puissances infernales). 2.
Korkunç, yoğun, şiddetli (Chaleur infernale,
bruit infernal). 3. İğrenç, çok kötü, iblisçe
(Méchanceté infernale). 4. tkz. Çekilmez,
dayanılmaz, cehennem gibi (Cet enfant est
infernal. Une vie infernale). § Machine infernale:
Bomba. Pierre infernale: Cehennem taşı.
infertile s. Çorak, kısır, verimsiz (Terre, champ
infertile. Esprit infertile).
infertilité diş. Çoraklık, kısırlık, verimsizlik,
infestation diş. 1. (Eski) Talan, yağma. 2. Kaplama,
sarma, istilâ etme (infestation du corps par des
poux). 3. hek. İltihaplandırma, iltihaplanma,
infester gçl. 1. Talan etmek, yağma etmek; yakıp
yıkmak (Les pirates infestaient les côtes. Infester
un pays). 2. Sarmak, kaplamak, doldurmak, istilâ
etmek (Les souris infestent la maison). 3. hek.
İltihaplandırmak. 4. Etre infesté de qch: -ile dolu
olmak, dolup taşmak (Les montagnes sont
infestées de pillards).
infeutrable s. Buruşmaz, keçe gibi olmaz (Tissu,
laine, tricot infeutrable).
infidèle s. 1. Eşini (karısını yada kocasını) aldatan
(Un mari infidèle, une femme infidèle). 2.
Hakikatsiz, sadakatsiz, vefasız (Des amis
infidèles). 3. Aslına bağlı olmayan, gerçeğe
aykırı, doğruluktan uzak, yanlış (Une traduction
infidèle. Un récit infidèle). 4. Infidèle à: -e bağlı
olmayan (Etre infidèle à son maître. Infidèle à un
devoir, àsaparole). S.ad. Hak dininden olmayan,
inansız, "imansız,
infidèlement
bel.
Aslım
değiştirerek,
gerçekliğinden saptırarak (Propos infidèlement
rapportés).
infidélité^. 1. (Eşini) Aldatma, boynuzlatma (Il
a fait bien des infidélités à sa femme). 2.
Sadakatsizlik, hakikatsizlik, vefasızlık (Infidélité
à un maître). 3. Gerçeğe aykırılık, yanlışlık
(Infidélité d'une traduction). 4. Tutmama, yerine
getirmeme, bağlı kalmama (Infidélité à la parole
donnée). 5. Hak dininden olmama; inansızlık,
"imansızlık.
infiltration diş. 1. Sızma (L'infiltration des eaux de
pluie). 2. Sızıntı,
infiltrer (s') gsz. 1. Sızmak, girmek (La lumière
infime
s'infiltre par les fentes. S'infiltreràtravers les lignes
ennemies). 2. S'infiltrer dans qch: -in içine
işlemek (La pluie s'infiltre dans la terre).
infime s. 1. En aşağı. 2. En küçük, pek küçük, pek
ufak (Des détails infimes. Une infime minorité).
infini, e s. 2. Sonsuz (Dieu est conçu comme infini).
2, Çok büyük, sınırsız, uçsuz bucaksız (Pays,
horizon, ciel infini). 3. Bitmez tükenmez (Des
bavardages infinis). 4. Aşırı, ölçüsüz (Prétentions
infinies). S. er. Sonsuz, sonsuzluk (L'infini
géométrique. Calcul de l'infini). 6 .er. Sınırsızlık,
çok büyüklük, sonsuzluk (L'infini des cieux). § A
l'infini: Çok, alabildiğince; soncusca, sonsuz
olarak (Les champs de blé s'étendent à l'infini.
Varier les hypothèses à l'infini).
infiniment bel. Sonsuzca, sınırsızca, alabildiğine,
çok, son derece (Je vous suis infiniment
reconnaissant).
infinité diş. I. Sonsuzluk, sınırsızlık (L'infinité de la
puissance divine). 2. Çok, pek çok miktar (On lui
posa une infinité de questions).
infinitésimal, e s. 1. mat. Sonsuz-küçük (Calcul
infinitésimal). 2. Çok küçük, son derece küçük,
ufacık (Prendre une dose infinitésimale d'un
médicament).
Infinitif er. dilb. Eylemlik, "mastar (Verbe à
l'infinitif. L'infinitif employé comme nom).
infinitif, iye s. Eylemliğe değgin, "mastarla ilgili
(Mode infinitif, proposition infinitive).
infinitude diş. Sonsuz olma, sonsuzluk,
infirmatif, ive s. huk. Bozucu, geçersiz kılıcı,
"hükümsüz kılan (Arrêt infirmatif d'un jugement).
infirmation diş. huk. Bozma, geçersiz kılma,
"hükümsüzleştirme (infirmation d'un jugement).
infirme s. ve ad. 1. Cılız, güçsüz, enez, zayıf. 2.
Sakat (Rester infirme à la suite d'un accident). 3.
Infirme de qch: -den sakat, -si sakat (Il est infirme
des jambes).
infirmer gçl. 1. Çürütmek; sakatlığını, zayıflığını
ortaya koymak (Infirmer une preuve, un
témoignage). 2. Yalanlamak, doğru olmadığını
göstermek (Les événements ont infirmé son
optimisme). 3. huk. Bozmak, geçersiz kılmak (La
cour d'appel a infirmé le jugement du tribunal).
infirmerie diş. Revir (Infirmerie d'une caserne. Etre
transporté à l'infirmerie).
infirmier, ère ad. Hastabakıcı,
infirmité diş. 1. Cılızlık, güçsüzlük, enezlik, zayıflık
(L'infirmité du langage montre l'infirmité de
l'esprit). 2. Rahatsızlık, hastalık (Les infirmités de
la vieillesse). 3. Sakatlık (La surdité est unepénible
infirmité). 4. mec. Eksiklik, kusur (La timidité est
une infirmité de l'esprit).

755

inflexion
infixe er. dilb. İçek, sözcüğün içinde, kimi
durumlarda kökte yer alan ek.
inflammabilité diş. Tutuşkanlık, kolay tutuşurluk
(L'inflammabilité du soufre).
inflammable s. Tutuşkan, kolay tutuşan, yanar
(L'essence, le phosphore sont des matières
inflammables).
inflammation diş. 1. Tutuşma, yalazlanma, yanma,
alevlenme. 2. hek. Yangı, "iltihap (Une
inflammation des bronches, de l'intestin). §
Inflammation spontanée: kim. Kendiliğinden
tutuşma.
inflammatoire s. hek. Yangılı, "iltihaplanmış,
iltihaplı (Tumeur inflammatoire).
inflation^. 1. 'Şişkinlik, para şişkinliği, enflasyon
(Inflation cachée: Gizli para bolluğu. Inflation de
crédit: Sayca şişkinliği. Inflation fugitive:
Dokuncalı para bolluğu, °tehlikeli enflasyon.
Inflation monétaire: Para değer düşümü, °para
enflasyonu). 2. Bolluk, şişkinlik, çokluk (En
Turquie, il y a une inflation de fonctionnaires). 3.
hek. (Gaz yada sıvı ile) Şişkinlik, doku şişmesi,
inflationnistes, vead. Para şişkinliğine değgin; para
şişkinliğinden yana olan; "enflasyoncu (Le
gouvernement mène une politique inflationniste;
le danger inflationniste. La politique des
inflationnistes).
infléchir gçl. 1. Eğmek, eğiltmek, bükmek. 2.
Kaydırmak, değiştirmek, saptırmak (Il essaie
d'infléchir la politique du gouvernement. Infléchir
le cours des événements). § S'infléchir: 1.
Eğilmek, bükülmek (Poutre qui s'infléchit). 2.
Kaymak, yönelmek, sapmak (Le cours du fleuve
s'infléchit vers le sud. Leur politique s'est infléchie
à gauche).
inflexibilité diş.
Eğilmezlik,
bükülmezlik,
esneklikten uzaklık, sertlik (L'inflexibilité d'une
règle, d'un caractère).
inflexibles. 1. Eğilmez, bükülmez. 2. Sert, çelik gibi
(Caractère inflexible, volonté inflexible). 3.
Acımasız, gözünün yaşına bakmaz, katı (Un juge
inflexible. Règle, justice inflexible). 4. Inflexible à
qch: -e aldırmayan, karşısında yumuşamayan (Il
resta inflexible à mes désirs).
inflexiblement bel. Hiç eğilip bükülmeden; çelik
gibi, kaya gibi; şaşmadan, sapmadan (Suivre
inflexiblement la même ligne de conduite).
inflexion diş. 1. Eğme, bükme (L'inflexion du
corps. Saluer d'une légère inflexion de la tête). 2.
Yön değiştirme (Les inflexions d'un fleuve). 3.
Ses tonunda değişiklik (Elle eut pour s'adresser à
lui une tendre inflexion dans la voix). 4. dilb.
Bükün. 5. mat. fiz. Sapma (Inflexion des rayons
infliger

756

lumineux).
infliger gçl. Infliger qch à qn: 1. Birine ...vermek;
birini -e çarptırmak, birini -e uğratmak (Infliger
une amende, une contravention à un chauffeur,
lnfligerunsupplice, la torture à un prévenu). 2. Bir
şeyi birine gücün benimsetmek, gücün kabul
ettirmek (Il nous a infligé sa présence). § Infliger
un démenti à: -i kesin olara yalanlamak (Les
événements lui infligèrent un démenti cruel).
inflorescence diş. bitb. Çiçek durumu,
influençable s. Etkilenebilir, etki altına alınabilir
(Un homme influençable).
influence diş. 1. Etki, °tesir (Influence du climat sur
la végétation). 2. Güç (Influence politique d'un
parti). 3. Saygınlık, sözügeçerlik, "itibar (Il a
beaucoup d'influence. Accroître son influence). 4.
Sözdinletirlik, "nüfuz (La zone d'influence d'un
Etat). § Sous l'influence de: -in etkisi altında,
etkisiyle (Agir sous l'influence de la colère).
Exercer une influence sur: -e etki yapmak (Il
exerce une grande influence sur son entourage).
Rester sous l'influence de: -in etkisi altında
kalmak. Subir l'influence de: -in etkisinde
kalmak.
influencer gçl. 1. Etkilemek; etki altında bırakmak
(Je ne veux pas influencer votre décision.
Influencer la population). 2. Etki yapmak (Les
hormones influencent l'organisme tout entier).
influent, e s. Etkili, sözü geçen, "nüfuzlu (Un
personnage influent).
influenza diş. hek. Enfülenza, grip,ingin (Rhume
compliqué d'influenza).
influer gsz. Influer sur: -i etkilemek, -e etki yapmak
(La crise politique influe sur l'économie dupays. Il
influe sur ses camarades).
influx [iflyjer. hek. Vücutta var sayılan kimi akızlar
(Influx nerveux).
in-folio s. 1. Dört sayfalık, iki yapraklık (Format
in-folio). 2 .er. Dört sayfalık, iki yaprakhk forma,
informateur, trice ad. 1. Haberci, haber verici; bilgi
verici (Informateur de presse. Il a des informateurs
dans tous les milieux). 2. er. dilb. Denek.
informaticien, ne ad. Bilgi-işlem uzmanı,
informatif, ive s. Bilgi sağlayıcı, bilgilendirici
(Réunion informative).
information diş. 1. Soruşturma (Ouvrir une
information. Information officielle). 2. Danışma
(Bureau d'information). 3. İnceleme (Aller en
voyage d'information).
4. Haber (Bulletin
d'informations.
Informations
politiques,
sportives. Agence d'information). 5. ç. (Biri yada
bir şey konusunda) Edinilen bilgiler, toplanılan
belgeler; bilgi (Recueillir d'utiles informations).

infrarouge
informatique diş. 1. Bilgi-işlem. 2. s. Bilgi-işlemle
ilgili (Industrie informatique).
informatisation diş. Bilgisayar düzeniyle donatma,
bilgisayarlaştırma
(Informatisation
des
opérations bancaires).
informatiser gçl. Bilgisayar düzeniyle donatmak,
bilgisayarlaştırmak (Informatiser une gestion).
informes. 1.Şekilsiz,özel bir şekli olmayan (Pour
Aristote, la matière est informe). 2. Belirli bir
biçimi olmayan (Ombres informes). 3. Çirkin,
biçimsiz (Vêtement informe).
informé er. huk. Soruşturma (Un plus ample
informé).
informé, e s. 1. Haberli, haber alan (D'après les
milieux bien informés: İyi haber alan çevrelere
göre). 2. Informé de qch: -den haberli (Il n'est pas
informé de ce qui se passe).
informel, le s. ve er. 1. Şekillere, kurallara bağlı
olmayan (Abstrait informel). 2. Resmi olmayan,
gayriresmi (Une réunion informelle. Rencontres
informelles).
informer gçl. 1. Bilgi vermek, haber vermek (On
nous a informés que les magasins seront fermés
demain). 2. Informer qn de qch: Birini -den
haberdar etmek, birine -i bildirmek (Il m'a
informé de son arrivée). 3 .gsz. Informer contre:-e
karşı soruşturma açmak (Le tribunal vient
d'informer contre lui). 4. Etre informé de, sur:
-den haberi olmak; -konusunda bilgisi olmak; -i
bilmek (Il était informé de mon départ. Il est très
informé sur nous). §S'informer: 1. Bilgi edinmek,
öğrenmek (Informez-vous s'il est arrivé). 2.
S'informer de qch: -i sorup, öğrenmek,
-konusunda bilgi edinmek (Il s'est informé de la
santé de sa mère).
informulé, e s. Belirtilmemiş, dile getirilmemiş
(Des vœux informulés).
infortune diş. 1. Mutsuzluk, bahtsızlık (S'apitoyer
sur l'infortune d'autrui). 2. ç. Çekilen acılar; acı,
çeki (Il a connu des infortunes inouïes).
infortuné,e s. vead. Mutsuz, bahtsız (Des réfugiés
infortunés. Un homme infortuné).
infraction diş. 1. (Bir yasa yada kural) Çiğneme,
dinlememe, saymama; -e karşı gelme, aykırı
davranma (Infraction à la disciplune, à une règle, à
la loi, au règlement). 2. Suç, yasaya aykırı davranış
(Commettre une infraction).
infranchissable s. Aşılmaz, geçilmez; altedilmez,
aşılamaz (Mur, montagne
infranchissable.
Difficulté infranchissable).
infrangible s. Kırılmaz; sağlam,
infrarouge s. fiz. 1. Kızılaltı, kızılötesi (Les rayons
infrarouges). 2. er. fiz. Kızılaltı ışın, kızılötesi ışın.
infrason
infrason er. fiz. Ses vermeyen titreşim, ses sınırının
altında kalan titreşim,
infrastructural, e s. Altyapısal,
infrastructure diş. Altyapı,
infréquentable s. Görüşüp konuşulmaya değmez,
düşüp kalkılamaz (Des gens infréquentables).
infroissabilité diş. Buruşmazlık, kırışmazlık.
infroissable s. Buruşmaz, kırışmaz (Tissu
infroissable).
infructeux, euse s. 1. Meyve vermeyen, meyvesiz
(Arbreinfructueux). 2. Kısır, verimsiz; sonuçsuz,
etkisiz, başarısız (Un travail infructueux;
recherches, tentatives infructueuses).
infumable s. tçimi kötü, içilecek gibi değil (Tabac
infumable).
infus, e s. 1. İçine işlemiş, yayılmış. 2. Yaratılıştan,
doğuştan (Des dons infus). § Avoir la science
infuse: (Alaylı) Okumadan bilgin olmak, her şeyi
anasının karnında öğrenmek,
infuser gçl. Haşlamak, demlemek (Infuser du thé,
du tilleul). 2. Akıtmak, vermek, aktarmak
(Infuser un sang nouveau dans les veines). §
Infuser du sang à qn: Birine kan vermek. Infuser
un sang nouveau à: -e yeni bir kan vermek, -i
canlandırmak, diriltmek,
infusibilité diş. Isıda erimezlik, ergimezlik.
infusibles. Isıda erimez, ergimez.
infusion diş. 1. Haşlama, demleme (Infusion du thé,
du tilleul). 2. (Çay, ıhlamur, kahve gibi) İçit,
kaynar, kaynatma (Prendre, préparer une
infusion).
infusoire er. hayb. 1. Haşlamlı. 2. er. ç. hayb.
Haşlamhlar.
ingagnables. Kazanılamaz,
ingambe s. tkz. Çevik, atik; eli ayağı tutan (Un
vieillard ingambe).
ingénier (s') gsz. S'ingénier à f. qch. pour f. qch:
-meye çalışmak, -mek için çaba göstermek
(S'ingénier à trouver une solution).
ingénieur er. Mühendis (Ingénieur chimiste,
ingénieur agronome, ingénieur électricien,
ingénieur électronicien, ingénieur du son).
ingénieusement bel. Ustaca, beceriklice,
ingénieux, euse s. 1. Becerikli, usta (Un homme
ingénieux). 2. Ustalıklı, ustalıkla yapılmış
(Invention, trouvaille ingénieuse).
ingéniosité diş. Beceriklilik, ustalık (Faire preuve
d'ingéniosité).
ingénu, e s. ve ad. 1. Saf, içi temiz (Jeune fille
ingénue. Prendre un air ingénu). 2. Safça (Une
réponse ingénue).
ingénuité diş. Saflık, iç temizliği (Ingénuité de
l'enfance).

757

inhalateur
ingénument bel. Saflıkla, safça, yürek temizliğiyle,
iç temizliğiyle.
ingérence diş. Karışma, burnunu sokma,
"müdahale (L'ingérence d'un pays étranger dans
la politique d'un Etat).
ingérer gçl. Yutmak (Ingérer un médicament). §
S'ingérer dans qch: -e karışmak, burnunu
sokmak, "müdahale etmek (S'ingérer dans les
affaires d'autrui, dans la vie politique d'un pays).
ingestion diş. Yutma (L'ingestion d'un médicament,
d'une boisson).
ingouvernable s. Yönetilmesi güç (Peuple
ingouvernable).
ingrat, es. 1. Verimsiz (Un sol ingrat). 2. Sevimsiz
(Visage ingrat). 3. s. ve ad. Nankör, iyilik bilmez
(Un fils ingrat. Faire du bien à un ingrat).
ingratement bel. Nankörce; nankörlükle,
ingratitude diş. 1. Nankörlük, iyilik bilmezlik
(L'ingratitude des enfants envers les parents). 1.
Verimsizlik (L'ingratitude d'un sol).
ingrédient er. Bir şeyin bileşimine giren madde,
ham madde, harç (Ingrédients d'un médicament,
d'une boisson, d'une sauce).
ingression diş. coğr. İç ilerleme; denizin
karalardaki her türlü çukurluklara sokulması,
inguérissable s. Onulmaz, iyileşmez; çaresiz
(Maladie inguérissable.
Douleur,
chagrin
inguérissable).
inguinal, e s. Kasığa değgin (Hernie inguinale).
ingurgitation diş. Yutma.
ingurgiter gçl. 1. Yutmak, atıştırmak (Ingurgiter
son repas, un litre de vin, un médicament). 2. mec.
Sindirmeden kafasına doldurmak (Ingurgiter des
mathématiques à haute dose pour rattraper son
retard). 3. Ingurgiter qch à qn: a) Birine bir şey
yedirmek, yutturmak, boğazına tıkmak (On lui
ingurgitait des liqueurs), b) Kafasına doldurmak,
tıkıştırmak (On m'ingurgitait de force l'algèbre).
inhabile s. 1. Beceriksiz, yeteneksiz (Un ministre
inhabile). 2. Inhabile à f. qch: -meyi
beceremeyen, -mekte güçsüz, yeteneksiz (Un
vieillard inhabile à régner).
inhabilement bel. Beceriksizce,
inhabilité diş. 1. Beceriksizlik. 2.
huk.
Yeteneksizlik,
inhabitable s. İçinde oturulmaz
(Maison
inhabitable).
inhabité, e s. İçinde oturulmayan; boş; ıssız
(Maison, appartement inhabité. Régions, terres
inhabitées).
inhabituel, le s. Alışılmamış (Il régnait dans la rue
une animation inhabituelle).
inhalateur, trice s. 1. Buğu verici, buğu yapmaya
inhalation

758

yarayan (Appareil inhalateur). 2. er. Buğu aygıtı.


3. Gaz verme aygıtı (Un inhalateur d'oxygène:
Oksijen maskesi).
inhalation diş. hek. Buğu çekme; içine çekme
(Inhalation d'éther en vue de
provoquer
l'anesthésie).% Faire des inhalations:Buğu yapmak
(Faire des inhalations pour guérir un mal de
gorge).
inhaler gçl. Buğu yapmak; içine çekmek (Inhaler de
l'éther).
inharmonie diş. Uyumsuzluk,
inharmonieux, euse s. Uyumsuz,
inhérence diş. Ayrılmazlık; "içindelik, içinde olma
(Inhérence de l'accident à la substance).
inhérent, e s. Inhérent à: -e bağlı; -den ayrılmaz, -in
içinde olan, özünde olan (La responsabilité est
inhérente à l'autorité. La versatilité est inhérente à
son caractère inconsistant).
inhiber gçl. 1. Yasaklamak. 2. ruhb. tçe atmak,
bilinç altına atmak; tutmak, dizginlemek (Inhiber
un mouvement de colère).
inhibiteur, trice s. 1. Yasaklayıcı. 2. Tutan,
önleyen, engelleyen; bilinç altına atan, içe atan
(Une influence inhibitrice). 3. er. fiz. kim. hek.
Engelleyici, ketleyici; kimyasal yada ruhsal bir
tepkiyi önleyici (madde),
inhibition diş. 1. Yasak; yasaklama. 2. hek.
Tutukluk, sinirsel tutukluk (La
timidité
provoquait chez lui une sorte d'inhibition quand
il voulait prendre la parole). 3. ruhb. içe atma,
ketleme, engelleme, bilinç altına atma; içe
atılma, bilinç altma atılma; kenetlenme,
engellenme.
inhospitalier, ère s. *Konuksevmez, yabana
barındırmaz (Pays, peuple inhospitalier). § Côte
inhospitalière: Barınılmaz kıyı.
inhumain, es. 1. İnsanlıktan uzak; acımasız, kıyıa,
kaba ( Une loiinhumaine, un traitement inhumain,
une femme inhumaine, un cœur inhumain). 2.
Korkunç, insanlık dışı (Un cri, un hurlement
inhumain). 3. İnsan doğasına aykırı (L'art est
humain, la science est inhumaine).
inhumainement bel. İnsanlık dışı bir biçimde,
insanlığa yaraşmayacak bir biçimde, kabaca, çok
kötü (Traiter inhumainement un prisonnier).
inhumanité diş. İnsanhk dışı davranış, kıyıcılık,
aamasızhk, kabalık,
inhumation diş. Gömme (Inhumation
d'un
cadavre, d'un corps).
inhumer gçl. Gömmek (Inhumer un mort, un
cadavre).
inimaginable s. Tasarlanamaz, düşünülemez (Un
résultat inimaginable).

initiative
inimitable s.
Benzetilemez,
öykünülemez,
yansılanamaz, taklit olunamaz (Un style
inimitable).
inimitié diş. Düşmanlık, kızgınlık, kin. § Avoir de
l'inimitié contre qn, pour qn: -e karşı düşmanlığı
olmak, kini olmak. Nourrir de l'inimitié à: -e karşı
kin beslemek,
ininflammabilité diş. Tutuşmazlık.
ininflammable s. Tutuşmaz, yanmaz (Gaz liquide,
tissu ininflammable).
inintelligemment bel. Akılsızca,
inintelligence^. Akılsızlık,
inintelligent, e s. 1. Akılsız, zeki olmayan, aptal
(Elève, enfant inintelligent). 2. Akılsızca, aptalca
(Raisonnement, acte inintelligent).
inintelligibilité diş. Anlaşılmazlık.
inintelligible s. Anlaşılmaz (Parole, mot, langage
inintelligible).
inintelligiblement bel. Anlaşılmaz bir şekilde
(Parler inintelligiblement).
inintéressant, e s. İlginç olmayan; ilginç yanı
bulunmayan (Récit inintéressant).
ininterrompu, e s. Aralıksız, kesintisiz, sürekli (File
ininterrompue de voilures).
inique s. Çok haksız, çok haksızca (Loi,
impôt inique. Un juge inique).
iniquement bel. Haksız olarak, haksızca, haksız
yere.
iniquité diş. 1. Büyük haksızlık (Il fut victime d'une
iniquité révoltante). 2. Günah (Mets-lui devant les
yeux ses iniquités).3. Ahlâkbozuklugu(LYni<juifé
avait couvert la face de la terre).
initial, e s. 1. Baştaki, başlangıçtaki, baş, ilk (La
vitesse initiale d'un projectile. Syllabe, lettre
initiale d'un mot). 2. diş. Baş harf (Signer un reçu
de ses initiales. Les initiales O.N.U.
sont
l'abréviation d'Organisation des Nations Unies).
initialement
bel.
Başlangıçta,
önceleri
(Initialement, nos projets étaient plus modestes).
initiateur, trice ad. Bir şeyi ilk öğreten, ilk gösteren ;
öncü, yol gösterici, önayakolan (Ilfut un véritable
initiateur en poésie. Les initiateurs de la révolte).
initiation diş. 1. (Bir dine, tarikata, örgüte,
derneğe) Törenle alma, törenle alınma, girme. 2.
Başlama, girme, giriş (Initiation au latin.
Initiation à la politique). 3. (Bir sanat yada bilim)
Öğretme, öğrenme,
initiative diş. 1. Öncecilik,"inisiyatif, »ilklik (Ila eu
l'initiative de l'expédition). 2. Önlem, tedbir
(Savoir prendre les inititatives nécessaires). 3.
Girişkenlik; girişim, teşebbüs (Faire preuve
d'initiative. Avoir l'esprit d'initiative. Manquer
d'initiative). § Droit d'initiative: Yasa önerme
initié
hakkı. Sur l'initiative de, à l'initiative de: -in
önerisiyle, girişimiyle, önayak olmasıyla.
Prendre l'initiative de f. qch: -meye girişmek.
Prendre l'initiative de qch: -e girişmek, başlamak
(Prendre l'initiative d'une démarche, d'un
mouvement). Reprendre l'initiative: Girişimi,
inisiyatifi ele almak,
initié, e ad. Bir şeyi öğrenmeye yeni başlamış kimse,
"müptedi (Poésie réservée aux seuls initiés).
initiergç/. 1. Initierqn: Birine bir dinin, birtarikatin
ilk kurallarını öğretmek, birisini bir derneğe, bir
tarikata törenle almak (Prêtre chargé d'initier un
fidèle). 2. Initier qn à qch: a) Birine bir şeyi
açıklamak, öğretmek, bildirmek (Initier un ami
aux secrets da la maison), b) Birine bir şeyi
öğretmek; birini bir şeye alıştırmak (C'est lui qui
m'a initié à la philosophie, à la peinture, à la nage).
§ S'initier à qch: Bir şeyi öğrenmek, bir şeye yavaş
yavaş başlamak, alışmak (S'initier à un métier, à
une méthode).
injectable s. Şırınga edilebilir
(Solution
injectable).
injecté, e s. 1. Kan yürümüş, kızarmış (Face
injectée). 2 İğne yapılmış, şırınga yapılmış
(Organe injecté). 3. Injecté de qch: -den kızarmış
(Les yeux injectés de sang).
injecter gçl. 1. Şırınga etmek, iğne yapmak (Injecter
du sérum sous la peau). 2. Katmak, karıştırmak
(Injecter du ciment dans le rocher pour consolider
un barrage). 3. Injecter qch à qn: Birine.. .şırınga
etmek, aşılamak (Vous lui injecterez encore un
nouveau centigramme. Tu lui injectes tes idées). §
S'injecter: 1. Şırınga edilmek. 2. Kanlanmak, kan
yürümek, kızarmak (Ses yeux s'injectent).
injecteur er. Şırınga, iğne.
injection diş. 1. Şınnga etme, iğne yapma (Injection
demorphine. Faire une injection de novocaïne). 2.
Katma, karıştırma (Injection de ciment dans un
ouvrage). 3. Şınnga edilen madde (Ampoule
contenant une injection de cocaïne).
iqjonctif, ive s. Buyurucu; buyruksal; "emredici,
*âmir (Loi injonctive; forme injonctive d'un
verbe).
injonction diş. Buyruk, buyurma; "emir.
injouable s. Oynanmaz, oynanması çok güç (Une
pièce injouable).
injure diş. 1. (Eski) Haksızlık (Faire injure à qn:
Birine haksızlık etmek). 2. Hakaret (Il m'a fait
l'injure de refuser mon invitation). 3. Sövgü,
"küfür (Proférer des injures. Echanger des
injures). § L'injure des ans, l'injure du temps:
Zamanın yol açtığı yıpranma, yaşlılık çöküntüsü.
Couvrir qn d'injures: Birini kalaylamak,

759

innocence
sövgülere boğmak. En venir aux injures:
Sövüşmek, birbirine sövmek,
injurier gçl. 1. Sövmek (Injurier grossièrement un
adversaire). 2. Hakaret etmek (Injurier la
mémoire d'un mort). § S'injurier: Sövüşmek,
birbirine sövüp saymak (Les deux ivrognes
s'injurient sans raison).
iqjurieusement bel. Aşağılayarak; sövüp say arak (//
nous traite injurieusement).
injurieux, euse s. 1. Aşağılayıcı, namusa dokunan.
2. Sövgülü, küfürlü; sövgü dolu, hakaret dolu
(Paroles injurieuses, un écrit injurieux).
injustes. 1. Haksız (Tu as été injuste envers moi). 2.
Adalete aykırı, adaletsiz (Sentence, jugement
injuste). 3. Haksızhk eden, adaletsiz (Société
injuste, un homme injuste). 4. er. Yanlış
(Distinguer le juste et l'injuste)
injustement bel. Haksız olarak, haksız yere (ila été
injustement puni).
injustice diş. 1. Haksızlık (Etre victime d'une
injustice. Commettre, faire une injustice). 2.
Adalete aykırılık, hak hukuka aykırılık;
adaletsizlik ( L'injustice du sort, d'une sentence). §
Faire injustice à qn: Birine haksızlık etmek, birine
karşı haksız davranmak,
injustifiable 5. Hakh görülemez, doğru bulunamaz
(Unepolitique injustifiable).
injustifié, e s. Haklılığı gösterilememiş, haksız,
yerinde olmayan (Mesure, demande, réclamation
injustifiée).
inlassable s. Bıkmaz usanmaz, bıkmak nedir
bilmez, yorulmak bilmez,
inlassablement bel. Bıkmadan, usanmadan,
yorulmak nedir bilmeden,
inlay er. 1. (Sinema, televizyon) Örtülü bileştirme.
2. (Diş hekimliğinde) Altın dolgu; dolgu
maddesi.
inné, e s. Doğuştan, yaratılıştan (Don, goût inné.
Disposition, inclination innée).
innéismeer. fels. Doğuştancılık, "fıtriye,
innéité diş. Doğuştanlık, yaratılıştanlık (Doctrine
de l'innéité des idées).
innervation diş. 1. Sinirlenme, sinirlendirme
(Sensation d'innervation). 2. Sinir dağılımı,
sinirlerin dağdım durumu (Innervation de la
main, de la face).
innerver gçl. anat. Sinirlemek, bir organa sinir
kollan vermek (Le nerf facial et le nerf trijumeau
innervent la face).
innocemment bel. 1. Kötülük düşünmeden, temiz
yürekle, saflıkla. 2. Bönce, aptalca,
innocence diş. 1. Suçsuzluk (Prouver son
innocence). 2. Yürek temizliğ, içi temizlik, anlık
innocent

760

innopinément

(L'innocence d'un jeune enfant). 3. Saflık (Il


İşlenmeyen, ekilip biçimlemep, boş (Terres
abuse de votre innocence). § L'âge d'innocence:
inoccupées). 3. İşsiz güçsüz, boş (Personne, vie
Çocukluk çağı. En toute innocence: Saf saf, açık
inoccupée).
yüreklilikle, safça, saflıkla II a tout raconté en
in-octavo s. 1. Sekiz yaprakhk, on altı sayfalık (Le
toute innocence).
format in-octavo). 2. er. Sekiz yaprakhk yada
innocent, e s. ve ad. 1. Suçsuz (Il prétend être
onaltı sayfalık kitap, forma,
innocent. Condamner un innocent). 2. İçi temiz,
inoculables. Aşısı olan, aşısı yapılabilir (La rage est
iyi yürekli, kötülük düşünmeyen, sâf (Une
inoculable).
innocente jeune fille). 3. Sâf, bön, allahlık (Une
inoculation diş. hek. 1. Aşı; aşılama, aşı yapma,
bien innocente personne). 4. Masum, zavallı,
bulaştırma (L'inoculation de la peste). 2. mec.
çocuk, yavru (Un petit innocent). 5. Temiz, arı
Aşılama, yayma (L'inoculation d'une doctrine,
(Un sourire innocent). 6. Zararsız, dokuncasız
des idées).
(Une manie bien innocente). 7. Dürüstçe, kötülük
inoculer gçl. 1. Inoculer qn: Birine hastalık
düşünmeyen, kötülüğü olmayan (Un baiser
bulaştırmak. 2. Inoculer qch à qn: a) Birine...
innocent). 8. Innocent de qch: -de suçu olmayan,
bulaştırmak (La morsure du chien lui avat inoculé
suçsuz (Etre innocent d'un crime. Il est innocent de
la rage), b) Birine... aşılamak (Nous inoculons
la faute dont il est accusé).
nos goûts à la femme qui nous aime). § S'inoculer
innocenter gçl. I. Aklamak, temize çıkarmak,
qch: -kapmak, -e yakalanmak, tutulmak
suçsuzluğunu ortaya koymak (Son témoignage
(S'inoculer une maladie).
innocenta l'accusé). 2. Haklı göstermek (Il
inodore s. Kokusuz (Gaz, fleur inodore).
cherche à innocenter la conduite blâmable de son
inoffensif, ive. s. Dokuncasız, zararsız (Homme,
fils).
chien, remède inoffensif).
innocuité
diş.
Zararsızlık,
dokuncasızlık
inondables. Su basabilir (Terres inondables).
(L'innocuité d'un remède).
inondation diş. 1. Su basması, taşkın (Inondation
innombrable s. Sayısız, pek çok; sayılamayacak
causée par des pluies). 2. Sular altında bırakma,
kadar çok (Une foule innombrable emplissait la
sular altında kalma (Inondation volontaire d'un
salle. D'innombrables tentes couvraient la plage).
territoire). 3. Taşan sular fL 'inondation couvra les
innomé,e, innommé,es. Adlandırılmamış,
terres basses). 4. mec. "İstilâ, akın (Une
innominé, e s. Adı konmamış, adsız (Os innominé,
inondation de produits étrangers sur les marchés
artère innommée).
nationaux).
innommable s. l.Adlandırüamaz, ad verilemez. 2.
inondé, es. Su basmış, sular altında kalmış, taşkma
Aşağılık, iğrenç (Une conduite innommable).
uğramış (Vallée inondée).
innovateur, trice s. ve ad. Yenilikçi, ilerici (Un
inonder gçl. 1. Su altında bırakmak (La mer a
innovateur hardi. Une politique innovatrice).
rompu les digues et inondé les terres). 2. mec.
innovation diş. 1. Yenilik yapma (L'innovation au
Sarmak, kaplamak, doldurmak (Une grande joie
théâtre est très difficile). 2. Yenilik (Aimer,
inonda mon cœur). 3. İstila etmek, kaplamak,
craindre les innovations).
doldurmak (Les paysans inondent les rues de la
innover gçl. 1. Yenileştirmek, yenilik katmak,
ville. Les matières plastiques inondent le marché).
değiştirmek (Innover une mode). 2. gsz. Yenilik
4. Inonder qch de qch: Bir şeyi -e boğmak, -ile
yapmak (Innover en art, au théâtre).
doldurmak, doldurup taşırmak (Inonder un'pays
inobservable s. 1. Gözükmez, gözlemlenemez
de produits étrangers). 5. Etre inondé de qch: -ile
(Phénomènes inobservables). 2. Uyulamaz
dolmak, dolup taşmak, dolu olmak, -e boğulmak
(Préceptes inobservables).
(En été, la Turquie est inondée de touristes).
inobservance diş. Uymama, uymazlık; saymama,
inopérable s. Ameliyat edilemez (Un blessé
saygı göstermeme, saygısızlık (L'inobservancede
inopérable).
la règle.).
inopérant, e s. Etkisiz, sonuçsuz (Remède
inobservation diş. -e uymama, -in gereğim yerine
inopérant, mesures inopérantes).
getirmeme (L'inobservation des règles, des
inopiné, e s. Beklenmeyen, beklenmedik,
conventions, d'un contrat).
birdenbire oluveren (Une mort inopinée, une
inobservé, e s. Görülmemiş, gözlemlenmemiş,
nouvelle inopinée).
inoccupation diş. İşsizlik, uğraşısızkk; boşluk,
inopinément bel. Beklenmedik anda; ansızın,
inoccupé, es.
1. Boş, içinde oturulmayan
apansız; birdenbire (Recevoir
inopinément
(Appartement,
logement
inoccupé).
2.
l'ordre de partir).
inopportun
inopportun, e s. Yersiz, uygun olmayan (Demande
inopportune, un moment inopportun).
inopportunément bel. Yersizce, sırası değilken,
uygun kaçmadan,
inopportunité diş. Yersizlik, sırasızlık, uygun
olmayış (Inopportunité d'une démarche, d'une
requête, d'une mesure).
inopposabilité diş. huk. İleri sürülememe,
"dermeyan edilememe (Inopposabilité d'une
exception).
inopposable s. huk. İleri sürülemez, °dermeyan
edilemez (Droit inopposable
aux
tiers).
inorganique
s. İnorganik, örgensel olmayan
(Corps, substances inorganiques).
inorganisation
diş.
Örgütlenmemişlik;
örgütsüzlük, teşkilatsızlık (Une inorganisation
administrative existe encore dans trop de secteurs).
inorganisé,e s. 1. Örgütlenmemiş, örgütsüz
"teşkilatianmamış. 2. ad. Örgütsüz, herhangi bir
örgüte girmemiş kişi (Les inorganisés).
inoubliables. Unutulmaz (Souvenirsinoubliables).
inouï, es. 1. Duyulmamış, duyulmadık; işitilmemiş,
işitilmedik (Cette façon de parler est inouïe à la
cour). 2. Görülmemiş, olağanüstü (Violence
inouïe).
inoxydable s. 1. Paslanmaz (Couteau inoxydable).
2. er. Paslanmaz maden, paslanmaz şey (C'est de
l'inoxydable).
in pace [In pose] er. değişmez. Manastırlarda
zindan.
in-partibus s. mec. tkz. Gerçek bir işlevi olmayan
(Professeur in-partibus, ministre in-partibus).
in petto [In petto] bel. İt. İçinden, ağzıyla
söylemeksizin.
in-plano s. 1. Sayfaları katlanmamış
(Forma
in-plano).2. er. Sayfaları katlanmamış forma,
inqualifiable s. Nitelenemez, adlandırılamaz,
anlatılamaz, ne desen az (Action, conduite
inqualifiable).
in-quarto [Inkwarto] 1. s. Dörde katlanmış, sekiz
sayfalık (Format in-quarto). 2. er. Sekiz sayfalık,
dört yapraklık forma,
inquiet, ète s. 1. Kaygılı, merak içinde, tasalı (Sa
mère était inquiète). 2. Huzursuz, sıkıntılı
(Sommeilinquiet). 3. Tedirgin, içi sıkkın (Inquiet,
il bougeait sans cesse). 4. Inquiet de qch, de f. qch:
-i merak eden, -den meraklanan, kaygıya düşen
(Je suis inquiet de son retard. Il était inquiet de ne
pas avoir de nouvelles). 5. Inquiet sur, pour: -için,
-konusunda kaygıya düşen, kaygılanan, kaygı
duyan (Il est inquiet pour l'avenir de sonfib).
inquiétant, es. Kaygı verici, kaygılandırıcı (Affaire,
situation inquétante).

761

insatiablement
inquiéter gçl. 1. Kaygılandırmak, tasalandırmak
(Son avenir m'inquiète). 2. Tedirgin etmek
(Depuis son acquittement, la police ne l'a plus
inquiété). 3. Hırpalamak (L'ennemi a bien
inquiété la ville). § S'inquiéter: 1. Kaygılanmak,
kaygı duymak, tasalanmak. 2. S'inquiéter
de qch, de f.qch: a) -i merak etmek, -meyi merak
etmek (Je m'inquiète des résultats électoraux. Il
s'inquiète de ne pas la voir rentrer), b) -den kaygı
duymak, tasalanmak (Je m'inquiète de sa santé).
c) -i sorup öğrenmek, sormak (S'inquiéter de
l'heure de fermeture d'un magasin).
inquiétude diş. 1. Kaygı, tasa (Son état me donne de
l'inquiétude). 2. Tedirginlik, sıkıntı, huzursuzluk
(Il est rempli d'inquiétude).
inquisiteur, trice s. 1. Araştırıcı, inceleyici, meraklı
(Elle jetait sur moi des regards inquisiteurs). 2. er.
Engizisyon yargıcı, engizisyoncu.
inquisition diş. 1. tar. Engizisyon (Tribunal de
l'Inquisition). 2. Zorbaca soruşturma, bezdirici
soruşturma (L'inquisition de la censure, du fisc).
inquisitorial, e s. 1. Engizisyona değgin (Juges
inquisitoriaux. Procédure• inquisitoriale). 2.
Bezdirici, bıktırıcı, sert, zorbaca (Interrogatoire
inquisitorial).
inracontable s. Anlatılmaz, dile sığmaz (Un film
inracontable).
insaisissabilité
diş.
huk.
Haczedilemezlik
(Insaissisabilité d'un bien).
insaisissable s. 1. huk. Haczedilemez (Bien de
famille
insaisissable).
2.
Kavramlamaz,
anlaşılamaz (Des nuances insaisissables).
insalissable s. Kirletilemez, kirlenmez,
insalivation diş. Yiyeceklerin ağızda tükrükle
ıslanması, tükrüklenme.
insalubre s. Sağlığa dokuncalı, esenliğe aykırı
(Climat, logement insalubre).
insalubrité diş. Sağlığa dokuncalılık, esenliğe
aykırılık.
insane s. 1. Deli, kaçık. 2. Usa yada sağduyuya
aykırı, saçma (Projet insane).
insanité diş. 1. Saçmalık, usa yada sağduyuya
aykırılık (L'insanité de ses propos est révolante).
2. Saçma sapan söz, saçma şey (Dire des
insanités).
insatiabilité diş. Doymazlık; doyurulamazlık;
yatıştırılamazlık (L'insatiabilité des artistes.
L'insatiabilité d'un désir, d'une haine).
insatiables. 1. Doymaz, gözü doymaz, açgözlü (Un
homme
insatiable).
2.
Doyurulamaz,
yatıştırılamaz, giderilemez (Faim, soif insatiable.
Désir, haine insatiable).
insatiablement bel. Doymak bilmeden.
insatisfaction
insatisfaction diş. Doyumsuzluk, "tatminsizlik;
hoşnutsuzluk (Manifester son insatisfaction).
insatisfait, e s. Doyumsuz, tatmin edilmemiş;
hoşnut olmayan (Désir insatisfait, un homme
insatisfait, passion insatisfaite).
insaturable s. Doymaz,
insaturation diş. kim. Doymazlık,
inscription diş. 1. Yazıt (Déchiffrer une inscription
en caractères grecs). 2. Yazılma, yazma;
"kaydolma, "kaydetme (Inscription d'un étudiant
à une faculté. Inscription d'un nom sur un
registre). 3. Çiziktirilen yazı, karalama (Une
inscription injurieuse sur le mur de la mairie). §
Incription de faux, incription en faux: huk.
"Sahtelik iddiası, karşı tarafın belgelerinin düzme
ve geçersiz olduğunu savlama. Prendre ses
inscriptions: Fakülteye yazılmak, kaydolmak,
inscrire gçl. 1. Yazmak (Inscrire son nom sur la fiche
d'hôtel). 2. Inscrire qn à qch: Birini -e yazmak,
yazdırmak, kaydetmek (Inscrire son enfant à
l'école). 3. mat. Çizmek, içine çizmek (Inscrire un
triangle dans un cercle). 4. Koymak, içine sokmak
(Inscrire de nouvelles dépenses au budget. Inscrire
un projetdans une réforme générale).% S'inscrire:
I. Yazılmak, kaydolmak. 2. S'inscrire à qch: -e
yazılmak, kaydolmak (S'inscrire à la faculté, à un
parti, à un club). 3. S'inscrire dans qch, sur qch:
-in içine girmek, -de yer almak (Projet qui s'inscrit
dans une réforme générale). § S'inscrire en faux
contre qch: 1. huk. -in düzme olduğunu ileri
sürmek, "sahtelik iddiasında bulunmak. 2. -i
yalanlamak, yadsımak, "inkâr etmek,
inscrit, es. ve ad. Listede adı bulunan, listede yazılı
olan, "kayıtlı (Les inscrits doivent se présenter à la
salle d'examen).
insculper gçl. Zımbalamak, zımbayla delmek,
insécabilité diş. Bölünemezlik, parçalanamazlık,
ayrılmazlık.
insécable s. Bölünemez, parçalanamaz, ayrılmaz
(Les atomes ne sont pas des éléments éternels et
insécables).
insecte er. Böcek,
insectes er. hayb. Böcekler,
insecticide s. ve er. Böcek öldürücü (Poudre
insecticide. Un insecticide).
insectifuge s. ve er. Böcekleri kaçıran, böcek savan
(ilâç).
insectivore s. 1. Böcekçil, böcek yiyen (Oiseau,
plante insectivore). 2. er. ç. Böcekçiller.
insécurité^. Güvensizlik (Vivre dans l'insécurité).
in-seize s. değişmez. 1. On altıya katlanmış, on altı
yapraklık, otuz iki sayfalık (Format in-seize). 2.
er. On altı yapraktık forma.

762

insertion
insémination
diş.
Tohumlama,
dölleme
(Insémination naturelle. Insémination artificielle
des vaches, des brebis).
inséminer gçl. Tohumlamak, yapay yolladöllemek
(Inséminer les vaches).
insensé, e s. 1. Deli, kaçık, sağduyudan yoksun,
mantıksız (Un homme insensé). 2. Saçma, usa
aykırı, sağduyuya aykırı (Idées, désirs, projets
insensés). 3. Tuhaf, acaip (Un mobilier insensé).
insensibilisation
diş.
Uyuşturma,
uyuşma;
duyumsuzlaştırma, acı duymaz hale getirme,
insensibiliser
gçl.
Uyuşturmak,
uyuşmak;
duyumsuzlaştırmak, duyumunu yitirtmek, acı
duymaz hale getirmek (Insensibiliser un malade
avant de l'opérer. Insensibiliser un membre, les
nerfs d'une dent).
insensibilité
1. Duyumsuzluk (Insensibilité d'un
nerf, d'un organe). 2. Duygusuzluk, duyarsızlık,
soğukluk (Il avait une parfaite insensibilité à
l'égard d'autrui). 3. Aldırmazlık, önemsemezlik
(L'insensibilité aux reproches).
insensible s. 1. Duyumsuz, acı duymaz (Nerf,
membre insensible). 2. Duygusuz, acımasız;
duyarlığını yitirmiş (Homme, femme insensible).
3. Duyulmaz, ayrımına varılmaz, belli olmaz
(Pouls insensible. Force insensible d'un courant).
4. Insensible à: a) -e aldırmayan, -i önemsemeyen;
-e karşı duyarsız (Il est insensible aux
compliments. Demeurer insensible aux prières,
aux supplications, à la poésie), b) -den
etkilenmeyen, -e karşı duyumunu yitirmiş (Il est
insensible au froid, à la chaleur).
insensiblement bel. Yavaş yavaş, azar azar, belli
olmadan (L'aiguille
de l'horloge
avance
insensiblement).
inséparable s. 1. Birbirinden hiç ayrılmaz; içtikleri
su ayrı gitmez (Deux amis inséparables, couple
inséparable). 2. Inséparable de: -den ayrılamaz
(La foi est inséparable de la contrition).
inséparablement
bel.
Aynlmamacasina;
birbirinden ayrılmaz şekilde,
insérer gçl. Insérer qch dans qch: Bir şeyi -in arasına
sokmak, katmak; -in içine yerleştirmek, koymak
(Insérer unfeuillet dans un livre, un cadre dans une
montre, un article dans un journal). § S'insérer
sur, à: 1. -e yapışmak (Les muscles s'insèrent sur
les os). 2. S'insérer dans qch: -in içine girmek,
içinde yer almak (Le projet s'insère dans les
réformes).
insert er. 1. (Sinema, televizyon) Ara filmi; ara
görüntü. 2. (Radyo) Yayın sırasında araya giren
telefon konuşması,
insertion diş. 1. Koyma, yerleştirme, sokma;
insidieusement

763

ekleme (Insertion d'un feuillet dans un livre.


Insertion d'une note dans un texte). 2. anat.
Saplanma, bağlanma, yapışma (Insertion des
muscles sur un os).
insidieusement bel. Kurnazca, aldatarak, faka
bastırarak.
insidieux, euse s. 1. Aldatıcı, yalan (Promesses
insidieuses, maladie insidieuse). 2. Kurnaz, faka
bastıran, tuzağa düşürücü (Serpent, homme
insidieux. Il a des manières insidieuses).
insigne s. 1. Göze çarpıcı, önemli, belli başlı (Il
occupe une place insigne dans le monde
scientifique). 2. er. *Belirge, simge, rozet,
madalya, "amblem (Ilporte toujours l'insigne de la
Légion d'honneur. Arborer à sa boutonnière
l'insigne d'un parti politique, d'un club sportif).
insignifiance diş. 1. Anlamsızlık. 2. Önemsizlik,
değersizlik (L'insignifiance d'un homme, d'un
événement, d'une oeuvre).
insignifiant, es.
1. Anlamsız (Une phrase
insignifiante). 2. Önemsiz, değersiz (Homme
insignifiant, oeuvre insignifiante).
insincère s. İçtenliksiz, içten olmayan, yapmacık
(Enthousiasme insincère).
insincérité diş. İçtenliksizlik, içtenlikten uzaklık,
insinuant, e s . 1. Girişken, sokulgan, insanın
damarına girmesini bilen (Un jeune homme
insinuant). 2. İçe sinen, içe işleyen (Voix
insinuante).
insinuation diş. 1. İçine girme, "nüfuz etme
(L'insinuation de l'aliment dans les parties qui le
reçoivent). 2. mec. Anıştırma, "ima; anıştırmalı
söz, imâli söz (Procéder par insinuation.
Insinuations perfides, mensongères).
insinuer gçl. 1. Demek istemek, ileri sürmek (Il
insinue que la mésentente règne dans leur ménage).
2. Insinuer qch à qn: Birine... "telkin etmek
söylemek, usul usul aşılamak, kafasına sokmak
(C'est toi qui lui as insinué toutes ces choses). 3.
Insinuer qch dans qch: Bir şeyi -in içine sokmak
(Le chirurgien insinua le doigt dans la plaie). §
S'insinuer: 1. Sokulmak, girmek (S'insinuer dans
la foule pour parvenir au premier rang. S'insinuer
partout pour sefaire voir). 2. S'insinuer dans qch:
-in içine işlemek, girmek, "nüfuz etmek (L'eau
s'insinue dans le sable. Des idées qui s'insinuent
dans l'esprit). § S'insinuer dans les bonnes grâces
de qn, dans la confiance de qn: Birinin gözüne
girmek; -in sevgisini, güvenini kazanmak,
insipides. 1. Tatsız (Boisson, plat insipide). 2. mec.
Can sıkıcı, yavan, tatsız (Un film insipide).
insipidité diş. 1 .Tatsızlık (Insipidité d'un aliment). 2.
mec. Cansıkıcılık, yavanlık, tatsızlık (L'insipidité
insoluble
d'une oeuvre, d'un spectacle, de la vie).
insistance
1. Bekinme, ayak direme. 2. Üstünde
durma, üsteleme, ısrar (Revenir sur un sujet avec
insistance).
insistant, e s. Bekinen, ayak direyen, üsteleyen,
"ısrar eden, "ısrarlı (Demandes insistantes,
regards insistants).
insister gsz. 1. Üstelemek, üstünde durmak, "ısrar
etmek (N'insistez pas, il ne comprendra jamais).
2. Direnmek, bekinmek, ayak diremek. 3.
Sürdürmek, "devam etmek (Il avait commencé à
étudier le piano, mais il n'a pas insisté). 4. Insister
sur qch: -in üzerinde durmak, ayak diremek, ısrar
etmek (Il insiste trop sur ce problème). 5. Insister
pour qch; pour f. qch, à f. qch: -için ısrar etmek,
-mekte ayak diremek, bekinmek (Insister pour
une réponse, pour obtenir une place. Il insiste à
demander cette place).
in situ M . Lat. Yerinde, doğal ortamı içinde (Plante
étudiée in situ).
insociabilité diş. Geçimsizlik; görüşülemezlik.
insociable s. Geçimsiz; görüşülemez, düşüp
kalkılamaz (Un homme insociable).
insolation diş. 1. Güneşe serme; güneşe tutma;
güneşte kalma, güneşlenme (L'insolation d'une
pellicule photographique. L'insolation prolongée
peut être dangereuse). 2. Güneş çarpması
(Attraper une insolation). 3. Güneşli havalar,
güneşli günler (Insolationfaible des mois d'hiver).
insolemment bel. Küstahça; saygısızca (Parler,
répondre insolemment).
insolence diş. 1. Küstahlık (L'insolence de cette
génération dépasse toutes les bornes). 2.
Saygısızlık (Répondre avec insolence). 3.
Nobranlık (Il a l'insolence de celui à qui tout
réussit).
insolent, e s. 1. Küstah, kaba (Un domestique
insolent). 2. Saygısız (Parler sur un ton insolent).
3. Nobran (Un vainqueur insolent). 4.
Olağanüstü, görülmemiş, işitilmemiş, eşsiz
(Santé, joie insolente).
insoler gçl. Güneşe tutmak, gün ışığına tutmak,
insolite s. 1. Alışılmamış, "âdet olmamış, tuhaf
(Tenue, aspect insolite. Votre demande est
insolite). 2. er. Alışılmamış tuhaf şey, tuhaflık,
gariplik (Recherche de l'insolite en poésie).
insolubiliser gçl. Erimezleştirmek, erimez kılmak,
çözünmezleştirmek.
insolubilité^. 1. kim. Çözünmezlik, erimezlik. 2.
Çözülemezlik (Insolubilité d'un problème).
insoluble s. 1. Çözünmez, erimez (Substance
insoluble dans l'eau). 2. Çözülemez (Unproblème
insoluble).
insolvabilité
insolvabilité diş. huk. Borucunu ödeyemezlik,
"aciz.
insolvable s. huk. Borucunu ödeyemeyen, °âciz
(Débiteur insolvable).
insomniaque, insomnieux, euse s. ve ad. Uykusuz,
uyuyamayan (Les insomniaques épiaient tous les
bruits).
insomnie diş. Uykusuzluk (Souffrir d'insomnie.
Nuits d'insomnie. Remède contre l'insomnie).
insondable s. 1. Pek derin, dibi bulunmaz, dipsiz
(Abîme, gouffre insondable). 2. Anlaşılmaz,
kavranamaz, akıl ermez (Douleur, pensée,
mystère insondable). 3. mec. Sonsuz, çok büyük
(Une insondable misère, une
insondable
maladresse).
insonore s. 1. Ötümsüz, sağır. 2. Sesgeçirmez
(Matériaux insonores).
insonorisation diş. Sesgeçirmez duruma getirme,
* sesgeçirmezleştirme.
insonoriser gçl. Ses geçirmez duruma getirmek,
*sesgeçirmezleştirmek (Insonoriser un studio, un
appartement).
insonorité diş. 1. Ötümsüzlük. 2. Sesgeçirmezlik.
insouciance diş. Tasasızlık, aldırmazlık (Vivre,
travailler dans l'insouciance).
insouciant, e s. 1. Tasasız (Il est insouciant comme
un Bohème). 2. Insouciant de qch: -e aldırmayan
(Il est insouciant de l'avenir, du danger).
insoucieux, euse s. 1. Tasasız, dertsiz (Une vie
insoucieuse). 2. Insoucieux de qch: -e aldırmayan,
-i kendine tasa edinmeyen (Etre insoucieux du
lendemain).
insoumis, es. 1. Boyun eğmeyen (Tribus, contrées
insoumises). 2. er. Kaçak er, asker kaçağı,
insoumission diş. 1. Boyun eğmezlik, baş eğmezlik;
söz dinlemezlik, saymazlık. 2. Asker kaçaklığı,
askerlik çağrısına uymazlık,
insoupçonnable s.
Kuşkulanılamaz,
kuşku
götürmez (Probité insoupçonnable).
insoutenable s. 1. Savunulamaz, tutulacak yam
olmayan (Opinion, théorie insoutenable). 2.
Dayanılmaz, çekilmez (L'éclat de la lumière
insoutenable, l'âpreté du soleil insoutenable).
inspecter gçl. 1. Denetlemek, °teftiş etmek
(Inspecter une école, un travail, un bagage). 2.
Gözetlemek, dikkatle incelemek, yoklamak,
araştırmak (Inspecter l'horizon. Inspecter le ciel
avant départir).
inspecteur, trice ad. Denetmen, "müfettiş
(Inspecteur
de
l'enseignement
primaire.
Inspecteur des assurances. Inspecteur des
finances. Inspecteur du travail). § Inspecteur des
travaux finis: Kahve dövenin hınk deyicisi; iş

764

inspirer

bittikten sonra boy gösteren tembel,


inspection diş. 1. Denetleme, denetim, teftiş
(Inspection de l'armée, des travaux. Tournée
d'inspection, rapport d'inspection. Faire, passer
une inspection. Subir une inspection). 2.
Denetmenlik,
müfettişlik
(Obtenir
une
inspection). 3. Denetleme kurulu, "teftiş kurulu
(Entrer à l'inspection des finances). 4. Yoklama,
gözden geçirme (Inspection d'un navire).
inspectorat er. (Az kullanılır). Denetmenlik,
"müfettişlik.
inspirant, e s. Esinleyici, "ilham verici, ilham edici,
inspirateur, trice s. ve ad. 1. s. anat. Solumayı
sağlayan, soluma devinimini yaptıran (Muscles
inspirateurs). 2. Esinleyici, esin verici (Idées
inspiratrices). 3. diş. Esin kaynağı kadın, esin
perisi (L'inspiratrice d'un poète). 4. er. Elebaşı,
hazırlayıcı (Inspirateur d'un complot, d'une
doctrine).
inspiration diş. 1. anat. Soluk alma (Alternance de
l'inspiration et de l'expiration). 2. Esin, "ilham
(Inspiration céleste. Inspiration des prophètes, des
devins. Attendre,
chercher l'inspiration).
3.
"Telkin, "tavsiye ( Crime commis sous l'inspiration
d'un complice plus âgé. Suivre l'inspiration d'un
ami). 4. İti, dürtü (Il agit selon l'inspiration du
moment). 5. Düşünce, bir anda kafaya doğan
düşünce (Tu as eu une mauvaise inspiration en
l'invitant). 6. Etki (Musique
d'inspiration
orientale). § Sous l'inspiration de: -in etkisiyle,
"telkiniyle, "teşvikiyle (C'est sous son inspiration
que le comité fut créé).
inspiratoire s. Solumaya değgin (Capacité
inspiratoire).
inspiré, e s. 1. Esinli (Poète inspiré). 2. Inspiré de:
-den esinlenmiş, etkilenmiş ( Une robe inspirée des
modes européennes). 3 .s. vead. Gizemsel bir esin
altında kalmış, esinli (Prendre un air inspiré pour
dire des choses banales. C'est un inspiré).
inspirer gçl. 1. hek. Üflemek, vermek (Inspirer de
l'air dans les poumons d'un noyé). 2. Hazırlamak,
-in elebaşısı olmak (Inspirer un complot, un
attentat). 3. Inspirer qch à qn: a) Birine...
esinlemek, ilham etmek (Elle lui a inspiré son
premier roman. Cela lui inspire l'horreur de la
guerre), b) Birinde... uyandırmak, birine
...vermek (Inspirer de l'amour à une personne.
Tes actes lui inspirent des soupçons). 4. gsz. Soluk
almak. § Inspirer confiance à qn: Birinde güven
uyandırmak, -e güven vermek (Il ne m'inspire pas
confiance). § S'inspirer de: -den esinlenmek,
ilham almak; -den etkilenmek (Le poète s'est
inspiré d'une légende populaire).
instabilité

765

instabilité diş. Oynaklık, değişkenlik, kararsızlık,


"istikrarsızlık
(Instabilité
d'une
situation.
Instabilité du caractère, des opinions).
instable s. 1. Değişken, oynak, kararsız,
"istikrarsız (Paix instable,
temps
instable,
caractère instable). 2. Sallanan, sallantılı (Meuble
instable). 3. Bir yerde durmayan, durmadan yer
değiştiren (Personne, population instable). 4. ad.
Okul disiplinine uyamayan anormal çocuk,
installateur er. Döşemci, tesisatçı,
installation diş. 1. Atama, atanma, "tayin
(Installation d'un évêque). 2. (Bir eve) Yerleşme
(Fêter son
installation).
3. Yerleştirme
(L'installation de la salle de bains dans cette petite
pièce a été très difficile). 4. Döşem, "tesisat
(Installations électriques, mécaniques).
installer gçl. 1. Atamak, "tayin etmek (Installer un
pape, unévêque). 2.1nstallerqn qch dans: Birini,
bir şeyi -e yerleştirmekf/Vousl'avons installédans
son nouveau logement. Installer un malade dans
son lit). 3. Koymak (Installer une chaise devant la
porte). 4. Yerleştirmek, döşemek, kurmak, "tesis
etmek (Installer l'électricité, le gaz, le téléphone).
§ S'installer: 1. Yerleşmek, oturmak (S'installer
chez un ami, à l'hôtel, dans une maison). 2. mec. -e
iyice yerleşmek, -de yer almak, -den ayrılamamak
(Cette idée obsédante s'est installée dans son esprit.
Il s'est installé dans la mauvaise foi).
instamment bel. "Israrla, üsteleyerek, üstelemeyle
(Je vous prie instamment d'oublier ces paroles).
instance diş. 1. Bekinme, üstünde durma;
üsteleme, "ısrar (Demander avec instance). 2.
"Rica, istek, yalvarıp yakarma (Il a cédé aux
instances de ses amis). 3. huk. Dâva, duruşma
(Introduire une instance. Extinction de l'instance).
4. huk. Mahkeme (L'instance supérieure. Les
instances internationales). 5, Makam, merci
(D'autres instances anglaises étaient \ moins
pressées). § Instance par défaut: Gıyaben
yargılama. Tribunal de première instance: Asliye
mahkemesi. Etre en instance: Görüşülmekte,
tartışılmakta olmak; ele alınmak (Le traité est en
instance devant les comités d'experts. Une affaire
en instance: Görülmekte olan bir dâva). Etre en
instance de f. qch: -mek üzere olmak (Le train est
en instance de partir).
instant, es. 1. Üstelemeli, ısrarlı (Demande, prière
instante). 2. İvedili, tez, sıkıştırıcı, zorlayıcı, "âcil
(Besoin instant).
instant er. An (Chaque instant de la vie est un pas
vers la mort): § A l'instant: O anda, hemen (Je l'ai
quitté à l'instant). A chaque instant, à tout instant:
Her an, ikide bir (A chaque instant, on le dérange).

instiller
A l'instant où: Tam -dığı anda (A l'instant où
j'allais sortir, le téléphone sonna). D'instant en
instant: Gitgide (D'instant en instant, la
circulation des voitures augmentait). De tous les
instants: Sürekli, "devamlı (Il faut donner au
malade une attention de tous les instants). Dès
l'instant que: -dığı için, -dığına göre; madem ki
(Dès l'instant que vous êtes satisfait, c'est le
principal). En un instant: Bir anda, hemen,
çabucak (En un instant, la grange fut brûlée). Par
instants: Zaman zaman (Par instants, je me
demande s'il pense ce qu'il dit). Pour l'instant:
Şimdilik, şu anda (Je n'en ai pas besoin pour
l'instant). Un instant: Bir dakika, bir saniye (Un
instant, je suis occupé).
instantané, e s. 1. Bir an süren, bir anlık, kısa (Des
visions instantanées). 2. Ansızın, apansız,
birdenbire (Explosion instantanée. La mort fut
instantanée).
3.
Şipşak
(Photographie
instantanée). 4. er. Şipşak fotoğraf (Prendre un
instantané).
instantanéité^. Apansızlık,birdenbirelik.
instantanément bel. Anında, hemen o anda,
"derhal, hemen,
instar de (à I') ilg. Gibi, örneği, "misillu (Il écrit à
l'instar de ses prédécesseurs).
instaurateur, trice ad. Kuran, yapan, düzenleyen,
gerçekleştiren (instaurateur de la justice, de la
liberté).
instauration diş. Kurma, yapma, düzenleme,
yerleştirme,gerçekleştirme (Instauration d'un
régime, d'une mode, d'un usage).
instaurer gçl. Kurmak, yapmak, düzenlemek,
yerleştirmek, gerçekleştirmek (Instaurer la
République, une mode, la justice).
instigateur, trice ad. Kışkırtıcı, hazırlayıcı ; elebaşı ;
"teşvikçi, "müşevvik (Les instigateurs du complot
furent arrêtés).
instigation diş. Kışkırtma, ayartma, "teşvik. § A
l'instigation de qn, sur les instigations de qn: -in
kışkırtmasıyla, ayartmasıyla (Le vol a été commis
à l'instigation du plus âgé de la bande. Il agit sur les
instigations de sa femme).
instiguer gçl. 1. Tahrik etmek, kışkırtmak. 2.
Instiguer qn à f.qch: Birini -meye itmek, tahrik
etmek (On les a instigués à refuser cet accord).
instillation diş. Damlatma, damla damla akıtma
(Laver une plaie par instillation. Instillations
nasales).
instiller gçl. 1. Damlatmak, damla damla akıtmak
(Instiller un collyre dans l'œil). 2. mec. Yavaş
yavaş sokmak, telkin etmek (C'est son maître qui
lui instille dans la tête ces superstitions).
instinct
instinct [Èsfê] er. 1. içgüdü (L'instinct sexuel,
maternel). 2. Sezgi, önsezi (Pressentirpar instinct
un danger). 3. Doğuştan eğilim (Avoir l'instinct de
l'ordre, de la discipline, du comique). 4. Yetenek
(Avoir l'instinct des affaires, du commerce, de la
musique). § D'instinct: Sezgisel olarak, içgüdüsel
olarak; düşünmeden, niçin olduğunu bilmeden;
hemen, birdenbire (D'instinct, il prit le sentier de
gauche. En toutes choses, d'instinct, je m'opposais
à lui).
instinctif, ive s. 1. İçgüdüsel (Avoir une sympathie
instinctive pour le plus faible). 2. tçgüdüleriyle
hareket eden (C'est un être instinctif).
instinctivement bel. İçgüdüsel olarak, sezgisel
olarak; düşünmeden, nedenini bilmeden;
birdenbire, hemen,
instituer gçl. 1. Var etmek, kurmak (Instituer un
ordre, une confrérie, un règlement). 2. huk.
Atamak, -olarak göstermek (Il a institué son
neveu héritier de sa fortune).
institut er. 1. Bir tarikatın kuruluş kuralı. 2. Bilim
yada sanat derneği, kurum. 3. (Büyük harfle)
Fransadaki beş akademi birliği (Membre de
l'Institut). 4. Enstitü (Institut de beauté).
institueur, trice ad. 1. Kurucu (Instituteur divin du
christianisme). 2. İlkokul öğretmeni. § Ecole
normale d'instituteurs: İlköğretmen okulu,
institution diş. 1. Var etme, kurma (L'institution
d'un nouveau régime politique). 2. Kuruluş,
kurum
(Les
institutions
nationales,
internationales.
Une institution
religieuse,
politique).
3. Atama, -olarak gösterme
(Institution d'un héritier, d'un évêque). 4.
Yetiştirme, okutma, eğitme (Institution des
enfants). S. Öğretim kurumu, okul (Il est
professeur dans une institution libre).
institutionnalisation
diş.
Kurumsallaştırma,
kurumsallaşma ; kurumlaşma, kurumlaştırma
(L'institutionnalisation
de la
coopération
économique).
institutionnaliser
gçl.
Kurumsallaştırmak;
kurumlaştırmak.
§
S'Institutionnaliser:
Kurumlaşmak, kurumsallaşmak.
institutionnel,le s. Kurumsal; kuruluşlara değgin,
instructeur er. 1. Eğitimci, öğretmen. 2. s. Juge
instructeur: Sorgu yargıcı,
instructif, ive s. Eğitici, öğretici (Livre, ouvrage
instructif).
instruction diş. 1. Eğitim, eğitme, yetiştirme
(L'instruction des rois). 2. Öğretim (L'instruction
n'est qu'une part de l'éducation. Instruction
primaire, secondaire, professionnelle, gratuite,
obligatoire). 3. Bilgi (Un homme sans instruction.

766

instrument

Il a de l'instruction). 4. Yönerge, "talimat


(Recevoir des instructions. Le préfet donne des
instructions
rigoureuses à ses subordonnés). 5.
Açıklama, açıklayıcı bilgi (Des instructions
accompagnent l'appareil de chauffage). 6. huk.
Soruşturma, "tahkikat. § Instruction criminelle,
instruction pénale: Ceza yargılama yöntemi,
"ceza muhakeme usulü. Instruction judiciaire:
Adli soruşturma. Instruction préalable: İlk
soruşturma. Instruction préliminaire: Ön
soruşturma. Instruction publique: Millî Eğitim,
"maarif. Juge d'Instruction: Sorgu yargıcı,
instruire gçl. 1. Okutmak, öğretmek, ders vermek
(Elle instruit de jeunes enfants dans une école du
quartier). 2. -in ilk soruşturmasını yapmak
(Instruire une affaire, un procès). 3. Instruire qn
de qch: Birine -i bildirmek, haber vermek; birini
.. .konusunda bilgi sahibi kılmak (Il m'a instruit de
votre désir de collaborer à cet ouvrage. J'instruirai
sa famille de sa conduite). 4. Instruire contre qn:
huk. Birinin ilk soruşturmasını yapmak, birine
karşı ilk soruşturma açmak. 5. Etre instruit de
qch: -den haberi olmak, -i bilmek, -konusunda
bilgi sahibi olmak (Il est instruit de toute l'affaire).
6. Etre instruit à f. qch: -meye alışmak,
alıştırılmak (Vous êtes instruite à m'outrager). §
S'Instruire: 1. Kendi kendini yetiştirmek (Un
homme qui s'est instruit tout seul. S'instruire dans
un art, dans une science). 2. S'instruire de qch:
-konusunda bilgi sahibi olmak, -den haberi
olmak, -i bilmek, öğrenmek (S'instruire des
formalités à accomplir).
instruit, e s. Bilgili (Un homme très instruit).
instrument er. 1. Alet, araç (Le baromètre est un
instrument de mesure). 2. Çalgı (Jouer d'un
instrument. Instrument à vent, à percussion. Les
musiciens accordent leurs instruments). 3. huk.
Belge; senet (Les instruments de ratification d'un
traité). 4. mec. Alet, araç, yol, "vasıta (Cepacte a
été un instrument décisif de la paix. Il est un simple
instrument au service des gens plus puissants). §
Instruments à corde: Yaylı yada telli çalgılar
(keman, kontrabas, gitar, banço, arp vb.).
Instruments à percussion: Vurma çalgılar (davul,
kastanyet, timpani vb.). Instruments i vent:
Nefesli çalgılar (klarnet, trompet, tuba, saksafon
vb.). Instruments à anche, à embouchure:
Kamışlı, ağızhklı nefes çalgıları (Saksafon,
klarnet vb.). Instruments à clavier et soufflerie:
Tuşlu ve körüklü çalgılar (Akordeon, org, kamışlı
org vb.). § Etre, devenir l'instrument de qn: -in
aleti olmak, -e alet olmak. Se servir de qch comme
un instrument pour: Bir şeyi -e alet etmek, -için
instramentaire

767

alet olarak kullanmak (Il se sert de la religion


comme un instrument pour la politique). Servir
d'instrument à: -e alet olmak,
instrumentale s. Témoin instrumentais: huk.
İkrar tanığı.
instrumental, es. l.huk. Belgesel, belge niteliğinde
(Les pièces instrumentales d'un procès). 2. miiz.
Çalgısal,
çalgı
ile
çalınan
(Musique
instrumentale).
instrumentalisme er. fels. Aletçilik, 'araççılık,
instrumentation diş. Bir müzik parçasını çalgılara
göre düzenleme, "çalgılandırma.
instrumenter gçl. 1. (Bir müzik parçasını)
Orkestrada
çalınacak
biçimde
işlemek
(Instrumenter un opéra). 2. gsz. Evrak
düzenlemek, belge düzenlemek,
instrumentiste ad. Çalgıcı (Les choristes et les
instrumentistes).
insu de (à 1') ilg. -in haberi olmadan (Il est sorti à
l'insu de ses parents. Elle a fait cette démarche à
l'insu de son mari).
insubmersibilité diş. Batmazhk (Insubmersibilité
d'un navire).
insubmersible s.
Batmaz (Navire,
canot
insubmersible).
insubordination diş. Dikbaşhlık, sözdinlemezlik,
"itaatsizlik, "serkeşlik,
insubordonné, e s. Dikbaşlı, sözdinlemez, "itaatsiz,
"serkeş (Collégien insubordonné,
troupes
insubordonnées).
insuccès er. Başarısızlık (Insuccès à un examen.
Insuccès d'un projet).
insuffisamment bel. Yetersizce, eksik (Il travaille
insuffisamment).
insuffisance diş. 1. Yetmezlik
(Insuffisance
cardiaque). 2. Eksiklik, azlık, yetmezlik
(Insuffisance de ressources, insuffisance des
salaires). 3. Yetersizlik, yeteneksizlik (Ce
comédien est d'une insuffisance flagrante).
insuffisant, e s . 1, Yetmez, az, eksik (Lumière
insuffisante, connaissances insuffisantes). 2.
Yetersiz, yeteneksiz (Il est insuffisant pour cette
charge).
insufflation diş. Üfürme, üfleyerek verme
(Insufflation d'air dans les poumons).
insuffler gçl. 1. Üfürmek, üfleyerek vermek
(Insuffler de l'air dans la bouche d'un noyé). 2.
Insuffler qch à qn: a)Birine üfleyerek... vermek
(Insuffler de l'oxygène à un noyé), b) mec.
Birine... esinlemek, telkin etmek. Birine...
vermek (Insuffler à des vaincus le désir de
revanche. Cette réussite lui insuffla une nouvelle
ardeur).

intact
insulaire s. ve ad. 1. Adalı (Peuple insulaire. Les
insulaires de Bornéo). 2. s. Adaya değgin, adayla
ilgili (Administration insulaire).
insularité diş. Adalılık, adalık; bir ülkenin ada yada
takımada oluşu,
insuline diş. Şeker hastalığı ilâcı, ensülin,
insulinothérapie diş. hek. Ensülin tedavisi,
ensülinle tedavi,
insultant, e s. Onur kırıcı, "hakaret edici (Propos
insultants).
insulte diş. 1. Onur kırıcı, "hakaretli söz yada
davranış (Dire, adresser des insultes à quelqu'un).
2. "Hakaret (C'est une insulte à son honneur). §
Faire une insulte à qn: Birine bir hakarette
bulunmak, hakaret etmek. Ressentir qch comme
une insulte: -i bir hakaret olarak düşünmek, -i
hakaret "telakki etmek,
insulté, e s. ve ad. Hakarete uğramış (kişi),
insulter gçl. 1. Sövmek, saldırmak (On l'insulta
mort, alors qu'on l'avait célébré de son vivant).2.
Insulter à qn, à qch: -e hakaret etmek, -ile alay
etmek (Insulter aux dieux, à un culte. Ce luxe
insulte à la misère publique). § S'insulter:
Birbirine hakaret etmek. Se faire insulter par qn:
-den hakaret görmek, hakarete uğramak,
insulteıırer. Hakaret eden (L'insulteur et l'insulté).
insupportable s. 1. Çekilmez, dayanılmaz (Vie,
douleur insupportable). 2. Çok kötü, "berbat (ila
un caractère insupportable).
insupportablement bel. Çekilmez, dayanılmaz
şekilde (Cet ouvrage est insupportablement long).
insurgé, e s. ve ad. Baş kaldıran, ayaklanan (Les
populations insurgées. Les insurgés sont maîtres
d'une partie du pays).
insurger gçl. Insurger qn contre: Birini -e karşı
ayaklandırmak, başkaldırtmak (Insurger une
nation contre l'injustice). § S'insurger: 1.
Ayaklanmak, baş kaldırmak. 2. S'insurger
contre: -e karşı ayaklanmak, baş kaldırmak,
"isyan etmek (Le peuple s'insurgea contre la
dictature).
insurmontable s. 1. Ortadan kaldırılamaz, baş
edilemez, başa çıkılamaz (Difficultés, obstacles
insurmontables). 2. Bastırılamaz, önlenemez
(Angoisse, aversion, sentiment insurmontable).
insurpassable s. Eşsiz, üstüne yok (Une perfection
insurpassable).
insurrection diş. Baş kaldırma, ayaklanma, "isyan
(Briser, mater, réprimer une insurrection).
insurrectionnel, le s. Başkaldıncı; başkaldırmaya
değgin (Esprit insurrectionnel,
mouvement
insurrectionnel).
intact, e [ctakt] s. 1. Dokunulmamış, ilişilmemiş,
intactile
bozulmamış, el değmemiş (Demeurer, rester
intact. Produit alimentaire intact). 2. mec.
Kirlenmemiş, bulaşmamış, tertemiz (Honneur
intact, réputation intacte).
intactile s. Dokunmayla anlaşılamaz, elle
tutulamaz (Un son est intactile).
intaille diş. Kazma taş, taş kazısı (Intaille qui sert de
sceau).
intailler gçl. İçini oyup işlemek (Intailler une pierre
fine).
intangibilité diş. 1. Dokunulamazhk, elle
tutulamazlik (Intangibilité d 'un fluide). 2. mec.
Dokunulmazlık, el sürülemezlik, bozulamazlık
(Intangibilité d'une loi, d'un principe).
intangibles. 1.Dokunulamaz,elle tutulamaz, avuca
sığmaz
(Fluides
intangibles).
2.
mec.
Dokunulamaz, el sürülemez, bozulamaz (Loi,
principe intangible).
intarissable s. 1. Kurumaz, suyu kesilmez (Source
intarissable). 2. mec. Bitmez tükenmez (Il a une
verve intarissable).
intarissablement
bel.
Durmamacasina
bıkmamacasına, ardı arkası kesilmeden (Il répète
intarissablement la même chose).
intégral, e s. 1. Tam, eksiksiz (Remboursement
intégral d'une dette. L'édition intégrale d'un
roman). 2. s. mat. Tümlevsel (Calcul intégral). 3.
diş. Hepsi, tümü, bütünü (Il a acheté l'intégrale
de Beethoven). 4. diş. mat.
f des symphonies
Tümlev, °entegral (Intégrale définie: Belgin
tümlev. Intégrale indéfinie: Belgisiz tümlev).
intégralement bel. Hepten, tümü ile, bütün olarak,
eksiksiz olarak (Lire un texte intégralement,
rembourser une dette intégralement).
intégralité diş. Bütünlük, tümlük: bütün, tüm
(Dépenser l'intégralité de son salaire. Intégralité
d'un revenu).
intégrant, e s. Bütünleyen, tamamlayan, tümleyen
(L'illusion est une partie intégrante de la réalité). §
Faire partie intégrante de qch: -in ayrılmaz bir
parçası olmak, tamamlayıcısı olmak,
intégration diş.
1. Birleşme, bütünleşme
(L'intégration économique de l'Europe). 2.
Özümleme,
sindirme,
içinde
eritme
(L'intégration des émigrants dans la population
autochtone). 3. mat. Tümlevleme.
intégrationniste
s.
ve ad.
Birleştirmeci,
bütünleştirmeci; sindirmeci, özümlemeci.
intègre s. Doğru, doğruluktan ayrılmaz, namuslu
(Juge, ministre intègre).
intégrer gçl. 1. mat. Tümlevini hesaplamak
(Intégrer une fonction). 2. Intégrer qch dans qch:
-in içine sokmak, içinde toplamak (Intégrer les

768

intelligence

nouveaux
apports
de la science dans
l'enseignement.Intégrer plusieurs théories dattsun
système). 3.gsz. Intégreràqch:-eğirmek,-ingiriş
sınavını kazanmak (Intégrer à Polytechnique, à
l'Ecole Normale). § S'intégrer à, dans: -ile karışıp
bütünleşmek, birleşmek; -de sindirilip erimek
(S'intégrer dans la masse. Les réfugiés se sont
parfaitement intégrés au reste de la population).
intégrité diş. 1. Bütünlük (L'intégrité du territoire,
d'une
œuvre).
2. Dürüstlük, doğruluk,
namusluluk (Un homme d'une parfaite intégrité).
3. Bozulmamıştık, anlık (L'intégritédes mœurs).
intellect [ëtelUkt] er. fels. Anlık, "müdrike,
intellectualisation
diş.
*Anhksallaştırma,
*anlıksallaşma.
intellectualiser gçl. *Anlıksallaştırmak, *anlıksal
bir nitelik kazandırmak,
intellectualisme er. fels. Anlıkçılık, "zihniyye.
inteilectualité diş. "Anlıksallık.
intellectuel, le s. fels. Anlığa değgin, *anhksal;
zihinsel (Facultés intellectuelles. Vie intellectuelle,
travail intellectuel, fatigue intellectuelle). 2.
Düşünsel etkinlik gösteren, kafa çalışması yapan
(Les travailleurs intellectuels). 3. s. ve ad. Aydın;
düşünce adamı (Un romancier intellectuel; les
intellectuels d'un pays).
intellectuellement bel. Kafaca, zihin yönünden (Un
enfant intellectuellement très dévoloppé).
intelligemment bel. Akıllıca, zekice (Répondre
intelligemment).
intelligence diş. l.Zekâ,*anlak (lia une intelligence
brillante). 2. Anlayış, zeyreklik, akıllılık (Jedoute
de son intelligence. Agir avec intelligence). 3.
Anlama, kavrama (Lisez la préface pour
l'intelligence du livre). 4. Akıllı adam, zeki adam,
beyin (C'est une intelligence). S. Geçinme,
anlaşma, uzlaşma (Ils vivent en parfaite
intelligence). 6. Elbirliği (Ils sont d'intelligence
pour le perdre aux yeux de tous). 7. Sessiz
anlaşma, "mutabakat (Il m'a adressé un signe
d'intelligence. Il eut un sourire d'intelligence à mon
adresse). 8. ç. Gizli ilişki; casusluk; casusluk
ilişkisi (Etre accusé d'intelligences avec une
puissance étrangère). § Agir, être d'intelligence
avec: 1. -ile elbirliği etmeke, işbirliği yapmak. 2.
mec. -i anlamak, sezmek, kavramak, -ile içten
anlaşmak (Les maîtres seuls sont d'intelligence
avec la nature). Avoir des intelligences dans la
place: İçerde casusları olmak, bir askeri bölge
yada bir topluluğun içinde kendisine olup biteni
ileten kimseleri olmak. Enretenir des intelligences
avec l'ennemi: Düşman hesabına casusluk etmek.
Etre, vivre en bonne intelligence avec qn: Biri ile
intelligent

769

iyi geçinmek, arası iyi olmak. Etre, vivre en


mauvaise intelligence avec qn: Biri ile
geçinememek, arası kötü olmak,
intelligent, e s. 1. Zelà (Un homme intelligent). 2.
Anlayışlı, Zeyrek, akıllı, yetenekli (Il est très
intelligent en affaires). 3. Zekice, akıllıca (Une
réponse intelligente).
intelligèntsia, intelligentzia [èteligensja]
diş.
Aydınlar, aydınlar sınıfı; beyin takımı; bir
ülkenin aydınlan,
intelligibilité diş. Anlaşılırlık, kavramlırlık,
*anlakalırlık
(L'intelligibilité
d'un
raisonnement).
intelligibles. 1 .fels. Ancak anlamakla kavranabilir,
*anlakalır, "makul. 2. Anlaşılabilir, anlaşılır,
kavranılır (S'exprimer d'une manière intelligible).
intelligiblement bel. Anlaşılır bir tarzda,
anlaşılabilecek şekilde, açık seçik bir biçimde
(S'exprimer intelligiblement).
intempérance diş. 1. (Eski) Ölçüsüzlük, aşırılık,
ılımsızlık, "itidaisizlik. 2. (Yeme içmede ve cinsel
ilişkilerde) Ölçüyü kaçırma.
Intempérant, es. 1. Ölçüsüz, aşın, ılımsız (Faire un
usage intempérant de l'alcool). 2. (Yeme içmede
ve cinsel ilişkilerde) Ölçüyü kaçıran, çok yiyen,
çok içen.
intempérie diş. 1. Hava değişikliği (L'intempérie de
l'air, des saisons). 2. ç. Bozuk havalar, kötü
havalar (Les agriculteurs ont été victimes des
intempéries).
intempestif, ive s. Sırasız, vakitsiz, mevsimsiz;
yersiz, uygun kaçmayan (Démarche intempestive,
gaieté intempestive).
intempestivement bel. Mevsimsiz olarak, sırasız,
yersiz bir şekilde,
intemporalité diş. Zamana bağlı olmama, zamanla
değişmeme.
Intemporel, le s. Zamana bağlı olmayan, zamanla
kayıtlı olmayan, zamanla değişmeyen (Le vrai et
le faux sont intemporels).
Intenable s. 1. Savunulamaz, elde tutulamaz (Place
intenable, position intenable). 2. Dayanilamaz
(Chaleur intenable).
3. mec.
Çekilmez,
dayanılmaz, "tahammül edilemez (Gamin mal
élevé, intenable).
intendance diş. 1. Kâhyalık. 2. Yönetim görevliliği,
"idare memurluğu. 3. Yönetme, yönetim
(Confier à un homme sûr l'intendance de ses
biens). 4. Levazım dairesi (Se rendre à
l'Intendance).
S.
Levazım
(Service de
l'intendance. Intendance militaire) .
intendant, e ad. 1.Kâhya, kâhya kadın. 2. Yönetim
görevlisi, "idare memuru. $ Intendant militaire:

interaction
Levazım subayı, askeri levazım görevlisi,
intense s. Yoğun, yeğin, şiddetli (Froid, lumière,
circulation intense).
intensément bel. Yoğun bir şekilde (Vivre, travailler
intensément).
intensif, ive s. Yoğunlaştırılmış, yeğinleştirilmiş;
şiddetlendirilmiş; pekiştirmeli
(Propagande
intensive. La culture intensive vise à obtenir de
hauts rendements).
intensification
diş.
1.
Yoğunlaştırma,
yeğinleştirme;
arttırma;
pekiştirme
(Intensification de la production, des efforts). 2.
(Televizyon, sinema) Koyulaştırma,
intensifier gçl. Yoğunlaştırmak, yeğinleştirınek,
artırmak; pekiştirmek (Intensifier ses efforts). §
S'intensifier:
Yoğunlaşmak,
yeğinleşmek,
artmak (Son travail s'intensifie. Sa répugnance
s'intensifie quand son attention se fixe) :
intensité diş. 1. Yeğinlik, "şiddet (L'intensité du
froid. La tempête perd de son intensité). 2.
Yoğunluk, keskinlik, gerilim
(L'intensité
dramatique d'une pièce de théâtre. L'intensité d'un
sentiment).
intensivement bel. Yoğun bir şekilde, hani harıl
(Préparer intensivement un examen).
intenter gçl. -e girişmek, -i açmak. § Intenter un
procès contre qn: -e karşı bir dâva açmak. Intenter
une accusation à qn, contre qn: -i suçlamak,
intention diş. 1. Niyet (Il n'avait pas mauvaise
intention en agissant ainsi). 2. Dilek, istek, "arzu
( Contrecarrer les intentions d'un voisin). 3. Amaç,
•güdek, maksat (Résultat qui dépasse l'intention
de son auteur). § A l'intention de: İçin; onuruna;
yaranna (Organiser une fête à l'intention d'un
président. Dire des messes à l'intention d'un
défunt; un film à l'intention des enfants). Dans
l'intention de: -niyetiyle, amacıyla (Je l'ai acheté
dans l'intention de revendre). Avoir l'intention de
f. qch: -mek niyeti olmak, -meyi düşünmek (J'ai
l'intention de partir ce matin).
intentionnalité diş. fels. Yönelmiştik,
intentionné, es. Niyetli. § Etre bien intentionné, mal
intentionné: İyi niyetli, kötü niyetli olmak (Un
critique mal intentionné. Il est toujours bien
intentionné).
Intentionnel, le s. 1. Kasıtlı; isteyerek, bilerek
yapılan (Délit intentionnel). 2. fels. Yönelimsel.
Intentionnellement bel. Kasıtlı olarak, bilerek,
isteyerek.
interer. 1. Şehirlerarası telefon (Appelez l'inter). 2.
(Futbol) İç (L'inter gauche Jean fut trop
personnel).
interaction diş. Karşılıklı etki; etkileşim.
interagir
interagir gsz. Karşılıklı etkileşmek (Les neutrons
interagissent avec les champs magnétiques).
interallié, e s. *Bağlaşıklararası, müttefiklerarası
(Relations interalliées).
Interarmées
s.
değişmez.
Ordulararası
(Compétition interarmées).
intercalaires. 1. Araya sokulan, eklenen (Feuillets
intercalaires). 2. gökb. Artık (Jour intercalaire:
Artık gün; dört yılda bir şubat ayma katılan gün).
intercalation diş. Araya sokma, ekleme, katma,
koyma (intercalation d'exemples dans un
dictionnaire, intercalation d'unpragraphe dans un
article).
intercaler gçl. 1. Araya sokmak, eklemek, katmak,
koymak (Intercaler une phrase dans un texte). 2.
(Dört yılda bir şubat ayına bir gün) Katmak. §
S'intercaler: Araya girmek, arasında yer almak,
intercéder gsz. 1, Intercéder pour: -için °şefaat
etmek, yardım için araya girmek (Intercéderpour
un élève coupable). 2. Intercéder pour qn, qch
auprès de qn: Biri için -den yardım dilemek (Il
intercède pour vous auprès du patron).
intercellulaires, biy. Hücrelerarası, gözelerarası.
intercepter gçl. 1. Tutmak, kapmak, almak (La
police a intercepté le message téléphonique). 2.
Tutmak, yakalamak, ele geçirmek (Les services
secrets ont intercepté l'agent de liaison. Joueur de
football qui intercepte le ballon). 3. Tutmak,
saklamak, görünmesine engel olmak (Nuage qui
intercepte le soleil). 4. (Denizcilik, havacılık)
Engellemek, yolunu kesmek (Intercepter un
navire, un avion).
interception diş. 1. Tutma, yakalama, kapma, ele
geçirme (Interception d'unmessage, d'une lettre).
2. Tutma, saklama, görünmesine engel olma
(L'interception des rayons solaires par le
brouillard). 3. Engelleme, yolunu kesme,
intercesseur er. 1. ötüncü, "şefaatçi (Les saints sont
nos intercesseurs auprès de Dieu). 2. Araya giren,
aracılık eden, "tavassut eden;1 "mutavassıt,
intercession diş. 1, Ötün, "şefaat. 2. huk. Aracı
olma, aracılık, "tavassut,
interchangeabilité
diş.
Birbirinin
yerine
geçebilirlik,
birbirinin
yerini
tutabilirlik
(Interchangeabilité des pièces standardisées).
interchangeable s. Birbirinin yerjne geçebilir,
birbirinin
yerini
tutabilir
(Pneus
interchangeables).
interclubs s. değişmez. (Sporda) Takımlararası
(Rencontre interclubs).
intercommunautaire
s.
Toplumlararası
(Négociations intercommunautaires).
intercontinental, e s. coğr.
Karalararası,

770

interdit
"kıtalararası (Ligne aérienne intercontinentale).
intercostal, e s. biy. Eğelerarası, kaburgalararası
(Muscles intercostaux).
intercourse diş. den. huk. (İki ülke için) Karşılıklı
olarak limanlardan yararlanma hakkı,
intercnrrent, e s. Arada olan, arada meydana gelen
(Maladie intercurrente).
interdépartemantal, e s. İllerarası, şehirlerarası
(Chemin de fer interdépartemental).
interdépendance diş. Karşılıklı bağımlılık; birbirine
bağlı olma (Interdépendance des événements,
l'interdépendance des nations).
interdépendant, e s. Karşılıklı olarak bağımlı,
birbirine bağlı,
interdiction diş. 1. Yasak (Interdiction de sortir, de
fumer). 2. Yasaklama (Interdiction d'un film par
la censure). 3. İşten el çektirme, görevden
uzaklaştırma (Interdiction temporaire d'un
fonctionnaire).
4. huk.
Yasaklık, "men,
"memnuiyet
(Interdiction
de
commerce:
Ticaretten men. Interdiction de communiquer:
Görüşmeden, "ihtilâftan men. Interdiction des
droits civiques: Kamu haklarından yasaklık). S.
huk. Kısıt, "hacir (Interdiction judiciaire, légale,
volontaire).
interdigital, e s. biy. Parmaklararasi.
interdire gçl. 1. Yasaklamak, yasak etmek
(Interdire un film, un ouvrage, les meetings, les
jeux de hasard). 2. Engellemek, olanaksız kılmak
(Leur attitude belliqueuse interdit tout espoir de
paix). 3. İşten el çektirmek, görevden
uzaklaştırmak (Interdire un officier ministériel
pour six mois; interdire un prêtre). 4. huk. Kısıt
altına almak, "hacir altına almak (Interdire un
homme atteint de folie). 5. (Eski) Şaşırtmak (Ce
discours a de quoi m'interdire). 6. Interdire qch à
qn: Birine bir şeyi yasaklamak, yasak etmek (Le
médecin lui interdit le tabac et l'alcool). 7.
Interdire à qn de f. qch: a) Birinin -meşine engel
olmak (La discrétion m'interdit d'en dire plus), b)
Birine -meyi yasaklamak (Il m'a interdit de sortir).
8. S'interdireqch: -den kaçınmak (Ils'interdittout
excès: Her türlü aşırılıktan kaçınıyor). § Il est
interdit de f. qch: -mek yasaktır (Il est interdit de
fumer).

interdisciplinaires. Birçok bilim dalıyla birden ilgili


(Recherches interdisciplinaires).
interdit er. 1. (Kilisece çıkarılan) Ayin yasağı. 2.
Yasaklama, yasak (Lever un interdit). 3.
Topluluk dışına atma, toplumdışı kılma (Jeter
l'interdit contre quelqu'un).
interdit, e s. 1. Yasaklanmış, yasak (Film interdit,
passage interdit, sens interdit). 2. Ayin yapması
intéressant
yasak edilmiş (Prêtre interdit). 3. huk. Kısıtlı,
"mahcur (Un aliéné interdit). 4. Şaşırıp kalmış,
apışıp kalmış (La nouvelle m'a laissé interdit. Je
suis resté interdit devant son ignorance). S. ad.
huk. Kısıtlı, mahcur (Incapacité des interdits). §
Interdi{ de séjour: huk. Sürgün, ülke dışına
sürülmüş; bir yerde kalması yasaklanmış.
intéressant, e s. 1. İlginç, ilgi çekici (Un livre
intéressant). 2. Alımlı, dikkatleri üstüne çeken
(Un visage intéressant. Il cherche à se rendre
intéressant). 3. Önemli (Il occupe une position
intéressante). 4. Geliri bol, bol paralı, parası iyi
(Avoir une situation intéressante). S. Çok alış veriş
yapan, yağlı (Un client intéressant). 6. Uygun,
avantajlı (Je l'ai acheté à un prix intéressant. Une
affaire intéressante). § Faire l'intéressant: Çalım
satmak, dikkatleri üstüne çekmeye çahşmak.
intéressé, e s. 1. İlgili (Les parties intéressées). 2.
Çıkarcı, çıkarına düşkün (Un homme intéressé).
3. Çıkar güden, çıkara dayalı (Une amitié
intéressée). 4. ad. İlgili; ilgili kişi (Ilfaut consulter
les intéressés).
intéressement er. (Çalışan kimselere) Kârdan pay
verme.
intéresser gçl. 1. -için önemli olmak, önem taşımak
(Le plan économique intéresse l'avenir du pays).
2. İlgilendirmek, -ile ilgili olmak (Cette loi
intéresse les mutilés de guerre). 3. Hoşuna gitmek,
beğenmek (Cefilm nous a intéressés beaucoup. Ce
jeune homme intéresse fort ma cousine). 4. İlginç
gelmek (Votre idée nous intéresse beaucoup). 5.
Dikkatini çekmek (Ce professeur ne sait pas
intéresser les élèves). 6. Intéresser qn à qch: Birini
-e yöneltmek, birinde -e karış ilgi uyandırmak
(Son professeur l'a intéressé aux sciences). 7.
Intéresser qn à, dans: Birini -e ortak etmek, -den
pay vermek (Intéresser les travailleurs dans une
affaire. Intéresser le personnel aux bénéfices). §
S'intéresser à: ile ilgilenmek, uğraşmak
(S'intéresser au sort d'un ami, à sa santé. Personne
ne s'intéresse à nous. S'intéresser à la politique, au
sport).
intérêt er. 1. Çıkar, menfaat (Agirpar intérêt. Il ne
pense qu'à son intérêt. Intérêt matériel, moral,
national). 2. Yarar, fayda (Ce n'est pas votre
intérêt de vous conduire ainsi). 3. Ürem, "faiz
(Intérêts composés, intérêt bancaire, taux de
l'intérêt). 4. Gelir, kazanç payı (Intérêt d'un
placement). 5. Dikkat (Ecouter avec intérêt une
conférence. Son intérêt fut éveillé par un petit
détail). 6. İlgi (Cette découverte suscite un intérêt
considérable). 1. Özgünlük (Un film sans intérêt).
8. İlginçlik, ilginç yan (Un livre dénué d'intérêt). 9.

771

intérieur
Önem, önemlilik (Une déclaration du plus haut
intérêt. Un renseignement d'un intérêt capital). 10.
ç. Hisse senedi, ortaklık payı (Avoir des intérêts
dans une compagnie pétrolière). § Dans l'intérêt
de qn, contre l'intérêt de qn: -İn lehine, aleyhine
(Il agit dans notre intérêt, contre ton intérêt). Avoir
intérêt à f. qch: -mekte yararı olmak, -mekle iyi
etmek (Tu as intérêt à te taire). Exciter, susciter
l'intérêt: İlgi uyandırmak. Porter, témoigner de
l'intérêt à qn: -e karış ilgi göstermek. Prendre
intérêt & qch: -e ilgi duymak. Il y a intérêt à f. qch:
-mekte yarar vardır,
interface diş. fiz. Arayüzey.
interférence diş. fiz. 1. Girişim (Interférence des
rayons lumineux, des ondes sonores). 2.
Birbirinin içine girme, birbirine karışma,
girişiklik, "tedahül (Interférence des phénomènes
politiques et économiques).
interférer gsz. 1. fiz. Girişime yol açmak. 2.
Interférer avec: -ile iç içe girmek, birbirine
kanşmak; -e eklenmek, -in üstüne binmek (La
crise agricole interfère avec d'autres problèmes
économiques et crée une situation difficile).
interféromètre er. gökb. Girişim ölçme aracı,
'girişimölçer,
interfluve er. coğr. Kıran; birbirine koşut olarak
uzanan iki akarsu arasında kalmış, yüksekçe, üstü
düzce sırt.
interfoliage er. Bir kitabın sayfaları arasına beyaz
yapraklar yerleştirme,
interfolier gçl. Bir kitabın yapraklan araşma beyaz
yapraklar yerleştirmek,
interglaciaire s. coğr. Buzularası; buzullararası; iki
buzul çağı arası,
intergouvememantal, e s. Hükümetlerarası
(Organisation intergouvemementale).
intérieur, es. 1. İç, içte bulunan (Lapocheintérieure
d'un veston. La cour intérieure de l'immeuble). 2.
İç, içle ilgili (La politique intérieure. Ministère des
affaires intérieures). 3. Intérieur à: -in içinde
bulunan (Point intérieur à un cercle).
intérieur er. 1. İç, içindeki (Vider l'intérieur d'une
botte, nettoyer l'intérieur d'une pipe). 2. İçeri
(L'intérieur d'une boutique). 3. Ev, konut (Un
intérieur modeste mais propre). 4. Yurt içi,
içerdeki (Lutter contre les ennemis de l'intérieur).
S. Aile yaşamı, ev içi (Un tableau d'intérieur). 6.
Ev içi resmi. § Femme d'intérieur: Ev kadını. A
l'intérieur: İçerde (Attendez moi à l'intérieur). A
l'intérieur de: -in içinde, içerisinde; içine,
içerisine (A l'intérieur d'unpalais). De l'intérieur,
parl'intérieur: İçerden, içerden biri olarak (Juger
un parti de l'intérieur).
intérieurement
intérieurement bel. 1. İçerde, içerden (Lepalais est
intérieurement décoré de façon magnifique). 2.
mec. İçinden (Ilproteste intérieurement).
intérim er. 1. Görev vekilliği, "vekâlet (Assurer
l'intérim jusqu'à l'arrivée de son successur). 2.
Vekillik süresi (L'intérim dura un mois). §Par
intérim: Geçici olarak, vekil olarak, "vekâleten
(Gouverner par intérim, exercer une fonction par
intérim). Assurer l'intérim de qn: -in yerine
bakmak, -e vekâlet etmek,
intérimaire s. 1. Vekillikle görülen, vekâleten
yürütülen (Fonction, charge intérimaire). 2. ad.
Vekil, vekil görevli (Le tituldire et l'intérimaire).
interindividuel,les. Bireylerarası.
intériorisation diş. İçine atma, dışa vurmama,
intérioriser gçl. ruhb. İçine atmak, dışa vurmamak
(Intérioriser un conflit).
interjectif, ive s. dilb. Ünlemle ilgili, "ünlemsel
(Locution inlerjective).
interjection diş. dilb. Ünlem. 2. huk. İstinaf; bir
dâvanın, bir üst derecedeki yargıevince bir daha
görülmesini isteme, temyiz etme.
interjeter gçl. (Yalnız şu deyimde kullanılır).
Interjeter appel: Bir dâvanın bir üst derecedeki
yargıevince bir daha görülmesini istemek, temyiz
etmek.
interligne er. 1. Satır arası (Ajouter, écrire un mot
dans un interligne). 2. İki satır arasına yazılan yazı
(La loi interdit les interlignes dans les actes
notariés). 3. diş. (Basımcılıkta) Satırlar arasına
konan kurşun yada bakır levha, enterlin.
interligner gçl. 1. İki satır arasına yazmak
(Interligner un mot). 2. (Basımcılıkta) Satırlar
arasına bakır yada kurşun levhalar koyarak
ayırmak,
enterlinlerle
ayırmak,
açmak
(Interligner une composition).
interlinéaire s. Satırlar arasına yazılmış (Notes
interlinéaires).
interlocuteur, trice ad. Kendisiyle konuşulan
kimse, muhatap (Votre interlocuteur vous aura
mal compris. Ce gouvernement insurrectionnel
n'était pas considéré comme un interlocuteur
valable).
interlocution diş. 1. Konuşma. 2. huk. Ara kararı,
interlocutoire s. 1. huk. Ara kararı niteliğinde
(Jugement interlocutoire). 2. er. huk. Ara kararı,
interlope s. 1. Kaçakçı, kaçakçılık yapan, kaçak
(Navire interlope, commerce interlope). 2. mec.
Şüpheli, karanlık işlerle dolu (Le monde interlope
des femmes équivoques). 3. er. Kaçakçılık yapan
ticaret gemisi,
interloqué, e s. Şaşırıp kalmış, afallamış (Il en est
resté interloqué).

772
international
interloquer gçl. 1. huk. Bir ara kararına bağlamak.
2. mec. Şaşırtmak, afallatmak (Cette réflexion l'a
interloqué).
intermariage er. Akraba evlenmesi, akrabalar arası
evlilik.
intermède er. 1. (Tiyatro oyununda) İki perde arası
eğlence, *araoyun, perde arası eğlence
(Intermède chanté, dansé). 2. (Olaylar arasında)
Aralık, kesinti, kopma (L'année passée à
l'étranger fut un intermède inattendu dans sa
carrière).
intermédiaire s. 1. Orta, ara (Une solution
intermédiaire; nous vivons une période
intermédiaire).
2. ad. Aracı,
arabulucu
(Intermédiaire entre lui et vous). 3. er. Araç,
"vasıta (Le langage devenait un intermédiaire entre
l'homme et son travail). 4. er. Aracılık,
arabuluculuk. § Par l'intermédiaire
de:
Aracılığıyla, yoluyla, "vasıtasıyla, aracıyla (La
nouvelle nous est parvenue par l'intermédiaire
d'une agence). Sans intermédiaire: Aracısız,
doğrudan doğruya. Servir d'intermédiaire à,
pour: -e, için aracılık etmek, arabuluculuk etmek,
interminable s. Bitmez tükenmez, sonugelmez,
sonsuz
(Cortège,
conversation,
discours
interminable).
interminablement
bel.
Bitmek
tükenmek

bilmeden, sonu gelmezcesine.


interministériel, le s. Bakanlıklar arası (Comité
interministériel).
intermittence diş. Bir an kesilme, durma, ara,
kesiklik (Pendant les intermittences de la fièvre •
L'intermittence du coeur, du pouls). § Par
intermittence: Ara ara, zaman zaman (Travailler
par intermittence. On entend par intermittence un
bruit d'avion).
' intermittent, es. Kesikli, bir durup bir başlayan, bir
yitip bir görünen (Le souffle intermittent d'un
malade. Un signal lumineux intermittent).
intermoléculaire s. Moleküllerarası.
intermusculaires. Kaslararasi.
internat er. 1. Yatılılık (L'internat lui est très
pénible). 2. Yatılı okul; öğrenci yurdu (Maître
d'internat, internat de jeunes filles). 3. Yatılı
öğrenciler, yatılılar. 4. (Sayrılarevinde) Doktor
yardımcılığı, stajyer doktorluk. 5. Doktor
yardımcılığı sınavı, stajyer doktorluk sınavı
(Passer l'internat).
international, e s . 1. Uluslararası (Relation,
conférence, politique internationale). 2. diş.
Uluslararası emekçi birliği. 3. diş. Uluslararası
emekçi birliği marşı, enternasyonal. 4. er.
Uluslararası karşılaşmalara katılan yarışmacı,
internationalisation
millî sporcu.
internationalisation diş. Uluslararası bir nitelik
kazanma,
kazandırma;
uluslararasılaşma,
uluslararasılaştırma (Empêcher
l'internationalisation d'un conflit).
internationaliser gçl. Uluslararası bir nitelik
vermek, uluslararasılaştırmak (Internationaliser
un débat, un port, une zone).
internationalisme er. Uluslararası birlik düşüncesi;
uluslararasıcılık.
internationalistes, vead. Uluslararası birlik yanlısı,
uluslararası»,
internationalité diş. 'Uluslararasılık.
internes. l.İç (Angles internes d'un triangle. Oreille
interne. Partie interne d'un organe). 2. ad. Yatılı
öğrenci (Un, une interne). 3. ad. Stajyer doktor,
interné, e s. ve ad. (Akıl hastıkğından dolayı)
Delilerevine kapatılmış,
internement er. 1. (Bir yerde) Göz altına alma. 2.
(Bir yere) Kapama, tıkma; içeri atma, tutuklama
(Internement d'un fou, d'un inculpé).
interner gçl. 1. Göz altına almak, göz altında
tutmak; kampa almak (Interner des réfugiés
politiques.
Interner
des
suspects).
2.
(Sayrılarevine yada delilerevine) Atmak,
kapamak, tıkmak (Interner un
dément
dangereux).
internonce er. Geçici papalık elçisi,
interocéaniques. Okyanuslararası,
interoculaires, anat. Gözlerarası.
interosseux, euse s. anat. Kemiklerarası.
interparlementaire
s.
Parlamentolararasi,
meclislerarasi (Commission interparlementaire).
interpellateur, trice ad. 1. Gensoru önergesi veren.
2. Sorgulamacı, sorgulama yapan,
interpellation diş. 1. Soru (Cette interpellation me
surprit). 2. Sorgu, sorgulama. 3. Gensoru
(Renvoyer l'interpellation à une commission.
Répondre à une interpellation). 4. Bağırarak
seslenme, çağırma. 5. huk. Uyarı, ihtar,
interpeller gçl. 1. Sorguya çekmek, sorgulamak
(Etre interpellé par la police). 2. -den açıklama
istemek; gensoru önergesi vermek (Interpeller un
ministre sur son administration). 3. Önlemek,
yüksek sesle çağırmak (L'agent interpelle
l'automobiliste qui a commis une infraction. Etre
grossièrement interpellé par un chauffeur). 4.
Bağırarak seslenmek, uyarmak (Interpeller un
élève qui parle à son voisin).
interpénétration diş. Birbirinin içine girme,
birbiriyle
karışma,
karşılıklı
"nüfuz
(Interpénétration de deux civilisations).
interpénétrer (s') gsz. Birbirinin içine girmek,

773

interprète

birbiriyle karışmak, birbirine nüfuz etmek,


interphone er. İçiletişim, iç konuşma dizgesi (Le
directeur appelle sa secrétaire à l'interphone).
interplanétaire s. Gezegenlerarasi
(Voyage
interplanétaire).
interpolation diş. 1. (Bir metnin) Aslını değiştirme,
asıl biçimim bozma, üzerinde kalem oynatma; bir
metne ashnda olmayan parçalar katma, bir metne
katılan parçalar (La deuxième édition contient des
interpolations qui transforment l'esprit du livre). 2.
mant. İki öge arasına bir öge sokma,
interpoler gçl. 1. Katmak, araya sokmak, eklemek
(Interpoler un passage dans un texte). 2. mant. İki
öge arasına bir öge sokmak,
interposer gçl. 1. Araya koymak, arasına sokmak
(Interposer un filtre coloré entre l'objectif d'un
appareilphotographique et la lumière). 2. (Kişiler
araşma) Koymak, sokmak (Interposer un barrage
depolice entre les deux groupes de manifestants). §
Par personne interposée: Bir başkasının
aracılığıyla, araya bir üçüncü kişi sokarak (Les
deux gouvernements négocièrent par personne
interposée). § S'interposer: 1. Araya girmek,
aracılık etmek (S'interposer dans un conflit. Des
passants se sont interposés pour les séparer). 2.
S'interposer entre: -in arasına girmek, -lere
aracılık etmek (La mère tentait de s'interposer
entre le père et le fils).
interposition diş. 1. (İki şey) Arasında bulunma. 2.
Araya girme, işe el atma, "müdahale. 3. huk.
Danışıklı iş, danışmalı işlem. 4. ruhb. Aradurum.
interprétable s. Yorumlanabilir (Ce texte est
diversement interprétable).
interprétant, e s. ve ad. ruhb. Gerçek olaylardan
yanlış yorumlar çıkaran sayrı; gerçek olayları
kendince yorumlayıp değiştiren ruh hastası,
'yorumlamacı.
interprétariat er. "Tercümanlık, 'dilmaçlık (Ecole
d'interpétariat).
interprétatif, ive s. Açıklayıcı; 'yorumsal (Une
déclaration interprétative).
interprétateur er. 1. Yorumcu. 2. s. Yorumlayıcı
(Des regards interprétateurs; des paroles
interprétatrices).
interprétation diş. 1. Yorum, yorumlama
(Interprétation
des rêves). 2. Açıklama
(Interprétation d'un texte). 3. Oynanış; çalmış
(Donner une interprétation nouvelle du Dom Juan
de Molière. L'interprétation de ce concerto est
particulièrement difficile). 4. (Televizyon, radyo)
Oyun; oynayanlar,
interprète ad. 1. Dilmaç, "tercüman (Les interprètes
d'une ambassade). 2. Yorumcu (Interprète des
interpréter
rêves, des présages). 3. Açıklayan, dile getiren
(Les yeux sont les meilleurs interprètes du cœur).
4. Oynayan; çalan (Les interprètes d'une pièce
théâtrale. Un grand interprète de Mozart). § Se
faire l'interprète de qn:-in sözcülüğünü yapmak,
-in duygularına "tercüman olmak. Servir
d'interprète à qn: -e dilmaçlık yapmak,
"tercümanlık etmek,
interpréter gçl. 1. Yorumlamak (Interpréter un
songe, un présage). 2. Açıklamak, yorumlamak
(Interpréter tendancieusement un texte, un
document). 3. -gibi düşünmek (Il interprète ce
silence comme un aveu). 4. (Bir sözden, bir
davranıştan) Anlam çıkarmak (Je ne sais
comment interpréter sa conduite). S. Oynamak
(Interpréter un rôle, un personnage). 6. Çalmak
(Interpréter un morceau au piano).
interprofessionnel,le s. Mesleklerarası,
tüm
meslek gruplarım
kapsayan
(Réunion
interprofessionnelle).
interrègne er. Erk aralığı, bir devletin başkansız
kaldığı süre, "fitret, "fetret,
interrogateur, trice s. ve ad. 1. s. Soru sorucu (Un
regard interrogateur). 2. ad. Smavda soru soran,
ayırtman.
interrogatif, ive s. 1. Sorulu, soru anlatan (Un
regard interrogatif). 2. dilb. Soru, soruya değgin
(Pronom interrogatif, forme interrogative). 3. er.
dilb. Soru sözcüğü, soru terimi. 4. diş. dilb. Soru
tümcesi (interrogative directe, indirecte).
interrogation diş. 1. Soru. 2. dilb. Soru tümcesi. §
Point d'interrogation: Soru işareti,
interrogatoire er. 1. Sorgu, "istintak (Faire un
interrogatoire à un inculpé).
interroger gçl. 1. Sorguya çekmek (La police
interroge les témoins). 2. incelemek, yoklamak (Il
interrogeait le ciel pour savoir s'il ferait beau). 3.
Interroger qn sur qch: a) Birini ...konusunda
sorguya çekmek (On l'interrogea sur le vol
commis à la banque), b) Birisine ... konusunda
sorular sormak, birinin -sini anlamaya çalışmak
(Il m'interrogeait sur mes intentions). §
S'interroger: Kendi kendine sormak (II
s'interroge lui-même surla valeur de ce qu'il écrit).
interrompre gçl. 1. Kesmek, durdurmak
(Interrompre un circuit électrique). 2. Yarıda
kesmek, yarıda bırakmak (Interrompre une
conversation, un travail). 3. Sözünü kesmek
(Interrompre brutalement un interlocuteur). 4.
Interrompre qn dans qch: Birinin -sini yanda
kesmek (Il m'a interrompu dans mon travail, dans
mon repos). § S'interrompre: 1. işini, çalışmasını
yanda kesmek (Il s'interrompit pour aller saluer

774
intervenir
un ami). 2. Kesilmek, yanda kalmak (L'émission
de télévision s'est interrompue).
interrupteur, trice s. vead. l.Birininsözünükesen.
2. er. fiz. Anahtar, elektrik akımı anahtan.
interruptif, ive s. Kesici, yanda bırakıcı, ara
verdirici.
interruption diş. 1. Arasını kesme, arası kesilme;
kesintiye
uğratma,
kesintiye
uğrama
(Interruption d'un travail, des négociations). 2.
Konuşanın sözünü kesme (Vives interruptions sur
les bancs de l'opposition). § Sans interruption:
Durmamacasına, durmaksızın (Parler, travailler
sans interruption).
intersection diş. 1. Kesişme, birbirini kesme
(Intersection de deux rues). 2. mat. Arakesit. § A
l'intersection de: -in kesiştiği yerde, kavşak
noktasında.
intersexualité diş. biy. 1. Araeşeylilik, aracinsellik.
2. hek. Karşı cinsin de özelliklerim gösterme,
"hünsalık.
intersexuel, le s. biy. 1. Araeşeyli, aracinsiyetli 2.
"hek. Hünsa
intersidéral, e s. Yıldızlararası (Les espaces
intersidéraux).
intersigne er. 1. Belirti. 2. İki olay arasında sezgisel
olarak bulanan gizemli ilişki,
interstellaires, gökb. Yıldızlararası.
interstice er. 1. (Eski) Zaman aralığı, "fasıla. 2.
Küçük aralık (Les interstices d'un plancher, de la
fenêtre).
interstitiel, le [èteRdisjcl\ s. hek. Küçük aralıklar
içinde, doku aralannda bulunan (Liquide
interstitiel).
intersyndical, e s. Sendikalararası.
Intertropical, e s. coğr. Tropiklerarası.
interurbain, e s. Şehirlerarası, 'kentlerarası.
intervalle er. 1. Aralık, mesafe (Laisser un large
intervalle entre deux lignes d'écriture). 2. An, süre,
zaman (Au cours de sa crise, il avait des intervalles
delucidité. Un court intervalle, il resta silencieux).
3. mec. (Toplumsal durum bakımından) Ayrım,
fark (La majesté royale a mis entre elle et moi un
immense intervalle). 4. Ara, "fasıla (Après un
intervalle d'une heure. A intervalles réguliers), f
Dans l'Intervalle: Bu arada (Je vous téléphonerai
samedi, dans l'intervalle, finissez ce que je vous ai
demandé). Par intervalles: Zaman zaman, ara
ara, arada sırada (Par intervalles on entendait le
bruit d'un avion).
intervenant, e s. ve ad. huk. Müdahale eden,
"müdahil. (Partieintervenante).
intervenir gsz. 1. Araya girmek, işin içine kanşmak,
el atmak, müdahale etmek (La police est prête à
»

intervention
intervenir. L'avocat intervient pour poser une
question au témoin). 2. hek. Ameliyat yapmak,
müdahale etmek (Après un examen rapide, le
chirurgien décida d'intervenir immédiatement). 3.
İşin içine girmek, söz konusu olmak, baş
göstermek, ortaya çıkmak (Un accord est
intervenu entre la direction et les grévistes. Un
facteur imprévu est intervenu qui modifie la
situation). 4. Etkisi olmak, önemli olmak, rol
oynamak (C'est un acte où la volonté n'intervient
pas). S. Intervenir dans qch: -c karışmak, el
karıştırmak, el sokmak, müdahale etmek
(Intervenir dans une discussion, dans un procès,
dans un pays).
intervention diş. 1. huk. Müdahale; "tavassut. 2.
Karışma, el sokma, el karıştırma, araya girme,
müdahale (Intervention de l'Etat dans le domaine
économique. L'intervention énergique de la
police. Pays qui demande l'intervention d'un
allié). 3. hek. Ameliyat, müdahale (Une
intervention chirurgicale était possible). 4. mec.
Etki, önem, rol (L'intervention de l'invisible dans
notre vie).
interventionnisme
er.
Müdahalecilik,
*kanşmacıhk.
interventionnistes, ve ad. Müdahaleci, 'karışmacı,
interversion diş. Sıra değiştirme (L'interversion des
mots dans une phrase).
intervertébral, e s. Omurlararası
(Disque
intervertébral).
Intervertir gçl. Sırayı bozmak, değiştirmek, sırasını
değiştirmek, altüst etmek (Intervertir les mots
d'une phrase. Intervertir les rôles ).
interview [ëteKvju] diş. tng. Konuşu, görüşme,
"mülâkat (Demander, accorder une interview.
Solliciter une interview d'une vedette de cinéma.
Donner une interview à la radio. Prendre
l'interview d'un ministre).
interviewer [flàv/uve] gçl. -ile görüşmek,
konuşmak, konuşu yapmak, mülâkat yapmak
(Interviewer un homme politique, un artiste, un
écrivain).
interviewer,
intervieweur er.
Görüşümcü,
"mülâkatçı, biriyle bir görüşme yapan,
intervocalique s. dilb. Ünlülerarası.
intestat s. ve ad. huk. Vasiyetsiz (Mourir intestat:
Vasiyetsiz ölmek). § Héritier ab intestat huk.
Yasal kalıtçı, "kanuni mirasçı,
intestin er. Bağırsak, barsak (Inflammations,
maladies, troubles de l'intestin). § L'intestin grêle:
İncebarsak. Le gros intestin: Kahnbarsak.
intestin, e s. tç (Guerre intestine, querelles
intestines).

775

intitulé

intestinal, e s. Barsaklara değgin (Occlusion,


perforation intestinale).
intimation diş. huk. (Adliyece yapılan) Uyarma
bildirisi, "tebliğ, "ihtar,
intimes. 1. Öz, "asıl (Sens intime. Lastructureintime
des choses). 2. Tam (Il a une conscience intime de
ses propres insuffisances. J'ai la conviction intime
qu'il nous trahira). 3. Sıkı, yakın (Union, liaison
intime). 4. İçli dışlı, senli benli, yakın (Amis
intimes. Ils sont intimes). 5. Özel, kişisel (Vie
intime. Des chagrins intimes). 6. Candan,
yürekten, içten (Unsentimentintime). 7. Yakınlar
arasında, dostlar arasında (Un repas intime). §
Avoir des relations intimes avec qn: 1. Biriyle
aralarında cinsel ilişki bulunmak. 2. Biriyle çok
yakın ilişkileri olmak. Etre intime avec qn: Biriyle
içli dışlı olmak, senli benli olmak, yakın dost
olmak.
intimement bel. 1. İçtenlikle, candan, yürekten,
içten (Je suis intimement persuadé de mon erreur).
2. Sıkı sıkıya, sıkıca (Personnes intimementliées).
intimer gçl. 1. huk. Mahkemeye, yargıevine
çağırmak. 2. Intimer qch à qn: Birine -i resmi
olarak bildirmek, "tebliğ etmek (Intimer un ordre
à quelqu'un).
intimidables. Yıldınlabilir, gözü korkutulabilir.
intimidant, e s. Yıldırıcı, göz korkutucu (Un
examinateur intimidant).
intimidateur, trice s. Yıldırıcı, sindirici, göz
korkutucu.
intimidation diş. 1. Yıldırma, gözünü korkutma
(Son autorité repose sur l'intimidation). 2. Baskı;
"tehdit (Prendre des mesures d'intimidation. User
d'intimidation).
intimider gçl. 1. Yıldırmak, sindirmek (Ilchercheà
intimider son adversaire. Ses menaces ne
m'intimidaient pas). 2. Gözünü korkutmak
(Examinateur qui intimide les candidats).
intimisme er. ed. Içtencilik.
intimiste s. ve ad. Içtenci (Poète, peintre,
mouvement intimiste).
intimité diş. 1. Derinlik, iç (Dans l'intimité de sa
conscience). 2. İçli dışlılık, senli benlilik, yakın
dostluk (Ce malheur commun a renforcé leur
intimité). 3. Sıkılık, çok yakınlık (L'intimité de
leurs rapports). 4. Özel yaşam (Pénétrer dans
l'intimité d'un ménage. Dans l'intimité, c'est un
homme charmant). S. İçtenlik, özdenlik,
"samimiyet. 6. Hoşluk, sıcaklık, cana yakınlık
(L'intimité d'un petit appartement parisien). §
Vivre dans l'intimité de qn: -in çok yakın dostu
olmak.
intitulé er. (Kitap, konu, bölüm, yasa vb. için)
intituler

776

Başlık.
intituler gçl. Ad vermek, ad koymak; unvan
vermek; başlık koymak (Comment a-t-il intitulé
son livre?). § S'intituler: Adı.. .olmak; kendisine
...unvanı vermek (Son ouvrage s'intitule:
Mémoires de guerre. Les rois d'Orient
s'intitulaient cousins du soleil).
intolérable s. 1. Çekilmez, dayanılmaz (Douleur,
chaleur intolérable).
2. Kabul edilemez
(Conditions de paix intolérables).
intolérance diş. 1. 'Hoşgörüsüzlük, softalık,
yobazlık. 2. hek. Dayanmazlık, kaldıramazlık
(Intolérance d'un malade aux antibiotiques).
intolérant, e.9. ve ad. 1; Hoşgörüsüz, softa, yobaz (Il
a l'esprit intolérant. C'est un vrai intolérant). 2.
Intolérant à qch: -e dayanmaz, *i kaldıramaz (Son
organisme est intolérant à de tek médicaments).
intonation diş. 1. Ses perdesi. 2. dilb. Titremleme;
titrem (Intonation affective: Duyuş titremi.
Intonation logique: Anlatım titremi).
intouchable s. 1. Dokunulamaz (Un personnage
intouchable). 2. ad. Parya,
intoxicant,es. Zehirleyici, zehirleyen,
intoxication diş. 1. Zehirleme; zehirlenme
(Intoxication par l'oxyde de carbone). 2. mec.
Zehirleme, zararh görülen düşünceler aşılama
(L'intoxication des esprits par une propagande
continuelle).
intoxiquer gçl. 1. Zehirlemek (La drogue les
intoxique). 2. mec. Zehirlemek, zararh şeyler
aşılamak (La propagande intoxique l'opinion
publique).
§ S'intoxiquer:
Zehirlenmek
(S'intoxiquer enfumant trop).
intra-atomique s. Atomiçi (Energie intraatomique).
intracellulaires, anat. Gözeiçi, hücreiçi.
intra-continental, e s. coğr. Karaiçi; anakaraiçi.
intradermique s. Deriiçi, derialtı (Injection
intradermique).
intraduisibles. 1. (Dilden dile)Çevrilemez, çevirisi
yapılamaz (Un mot intraduisible). 2. mec.
Anlatılamaz, dile getirilemez (Une beauté
intraduisible).
intraitable s. Söz anlamaz, konuşulamaz,
uzlaşılamaz (Un adversaire intraitable). 2.
Intraitable à: -e karşı hırçın (Sa passion de vivre le
rendait intraitable à quinconque l'osait avertir de
sa mort).
intramoléculaire s. Molekülleriçi
(Liaisons
intramoléculaires).
intra-muros [itnamyROs] bel. La/.Kent içinde,şehir
içinde (Habiter intra-muros).
intramusculaire s. Kasarası, kasiçi (Injection

intrinsèque
intramusculaire).
intransigeance diş. Uzlaşmazlık,
intransigeant, e s. ve ârf. Uzlaşmaz (Une politique
intransigeante. C'est un intransigeant).
intransitif, ive s. dilb. Geçişsiz (Un verbe
intransitif).
intransitivement bel. Geçişsiz olarak (Verbe
employé intransitivement).
intransitivité diş. Geçişsizlik.
intransmissibilité
diş.
Geçirilemezlik
ulaştınlamazlık,
"intikal
ettirilemezlik
(Intransmissibilité des caractères acquis).
intransmissible s. Geçirilemez, ulaştırilamaz,
intikal ettirilemez,
intransportable s. Taşınmaz.; nakledilemez
durumda olan (Un blessé intransportable).
intranucléaires. 'Çekirdekiçi.
intra-utérin, e s. Dölyatağıiçi, rahimiçi (Grossesse
normale intra-utérine).
intraveineux, euse s. Toplardamariçi (Piqûre
intraveineuse).
intrépide s. 1. Gözüpek, yılmaz, korkmaz (Des
sauveteurs intrépides). 2. Tınmaz, aldırmaz,
bozuntuya vermez (Un intrépide bavard, une
intrépide menteuse).
intrépidement bel. Korkmadan, yılmadan, gözünü
budaktan sakınmadan,
intrication diş. Karmakarışıktık (Intrication des
problèmes).
intrigant, e s. ve ad. Entrikacı, dolapçı, düzenci,
dekçi, dalavereci (Une femme intrigante. Une
poignée d'intrigants).
intrigue diş. 1. (Eski) Güç ve karışık durum (Nous
sommes fort bien sortis d'intrigue). 2. Entrika,
dolap, oyun, düzen, dalavere (Ourdir une
intrigue, déjouer une intrigue). 3. Gizli sevişme,
"aşıktaşlık
(Une
intrigue
scandaleuse,
sentimentale). 4. (Tiyatroda) "Entrig, düğüm,
* dolantı (Dénouement d'une intrigue. Intrigue
compliquée). § Avoir une intrigue avec qn: -ile
gizlice sevişmek. Nouer une intrigue contre qn:
-e karşı bir tuzak hazırlamak,
intriguer gsz. 1. Entrika çevirmek, dolap çevirmek
(Ilintriguepourobteniruneplace). 2. gçl. Kafasını
karıştırmak, ne yapacağım bilemez duruma
düşürmek, kuşkulandırmak, düşündürmek (Rien
qui puisse intriguer là police). § S'intriguer: 1.
Uğraşmak, çalışmak, kendini sıkıntıya sokmak
(Il s'intrigue pour eux). 2. Karışmak, burnunu
sokmak (// s'intrigue partout).
intrinsèque s. Bir şeyin ashnda, özünde bulunan;
asil, esas, gerçek, özünlü (Valeur intrinsèque
d'une monnaie. Importance intrinsèque d'un fait).
Intrinsèquement

777

intrinsèquement bel. Aslında, özünde,


intriquer gçl. Karıştırmak, karmakanşık etmek,
içinden çıkılmaz duruma sokmak,
introducteur, trice ad. 1. (Az kullanılır) Buyur
edici, karşılayıcı. 2. (Bir şeyi bir yere) İlk sokan,
ilk kullanan (Il a été l'introducteur de ce mot
nouveau).
introduction diş. (Birini) İçeriye alma, buyur etme
(L'introduction d'un visiteur). 2. (Bir şeyin) İçine
sokma (Introduction
d'une sonde
dans
l'organisme). 3. İlk adım, ilk bilgiler, -e giriş
(Introduction à la philosophie). 4. Giriş, önsöz,
giriş bölümü (L'introduction
explique la
conception de l'ouvrage). 5. Yurt içine sokma,
dışalım, "ithal (Introduction
de produits
étrangers). § Introduction d'instance: Dava açma.
Lettre d'introduction: Tanıtma mektubu,
introduire gçl. 1. Introduire qn à, auprès de: Birini
-e. almak, buyur etmek; -in yanma sokmak
(Introduire un visiteur au salon. Introduire un
ouvrier auprès du directeur). 2. Introduire qn, qch
dans: -in içine sokmak, -e sokmak (Introduire sa
main dans la poche. Introduire la clef dans la
serrure. Introduire un écrivain dans une société).
3. Introduire qch dans: Bir şeyi -e getirmek,
sokmak, -de benimsetip yaymak (Introduire des
idées nouvelles dans une science. Indroduire une
nouvelle mode dans le pays). § 1. S'introduire
dans qch: -eğirmek (Le voleur s'est introduit dans
la maison. S'introduire dans un club, dans une
association). 2. S'introduire auprès de qn: -in
yanına girmek, buyur edilmek (Il s'est introduit
auprès du directeur).
introït [cftrô] er.Ayine başlarken papazın okuduğu
dua.
intromission diş. 1. Sokma, sokuş. 2. Sokulma;
girme; giriş (Intromission d'air).
intronisation diş. Başa geçme; başa getirme, tahta
çıkarma (Intronisation d'un roi, d'un pape.
L'Intronisation du nouveau pouvoir).
introniser gçl. 1. Başa geçirmek, tahta oturtmak,
iktidara getirmek (Introniser un rai, un pape, un
parti) 2. mec. Çıkarmak, kurmak (Introniser une
mode, une doctrine).
introspectif, ive s. ruhb. İçebakışla ilgili,
"içebakışsal.
introspection diş. ruhb. İçebakış.
introuvable s. 1. Bulunmaz (Objet, personne qui
reste introuvable). 2 .mec. Kolay kolay bulunmaz,
çok değerli,
introversion diş. ruhb. *İçedönüklük.
introverti,e s. ve ad. İçedönük.
intrus,e s. ve ad. 1. Bir şeyi haksız olarak ele

invalider
geçirmiş, *gasıp (Le trône occupé par un intrus).
2. (Bir yere) Çağınimadan gelen, "davetsiz
misafir, "çağnsız konuk,
intrusion diş. 1. Haksız, çağnsız yada usulsüz giriş
(Ils trouvaient mon intrusion dans leur groupe
assez indiscrète). 2. Kanşma, burnunu sokma
(Instrusion de l'étranger dans nos affaires). 3.
Karıştırma, sokma (L'intrusion de la politique
dans les relations familiales). 4. yerb. Derinlik
taşı; sokulma,
intuitif, ive s. 1. Sezgilere değgin, sezgisel
(Connaissance intuitive). 2. s. ve ad. Sezgili,
önsezisi olan, sezgileri güçlü (C'est un intuitif. Les
esprits intuitifs).
intuition diş. 1. Sezgi ( Comprendre par intuition). 2.
Önsezi, önceden sezme (Avoir l'intuition d'un
danger). § Avoir de l'intuition: önsezisi kuvvetli
olmak, burnu iyi koku almak,
intuitionnisme er. fels. Sezgicilik,
intuitivement bel. Sezerek, sezgiyle,
intumescence diş. Şişme (Intumescence d'un
organe).
intumescent,e s. Şişen (Chairs intumescentes).
inuline diş. bitb. kim. İnülin.
inusable s. Eskimez, aşınmaz, yıpranmaz
(Chaussures, vêtements inusables).
inusité,e s. 1. dilb. Hiçkimsenin kullanmadığı,
kullanılmayan (Formes inusitées de l'imparfait du
subjonctif). 2. Alışılmamış, yadırganan (Des
hommes d'une taille inusitée).
inusuel,le s. (Az kullanılır.) Alışılmamış,
inutile s. 1. Gereksiz, yararsız, işe yaramayan
(Connaissances inutiles. Paroles, propos, bagages
inutiles). 2. Inutile à: -e yararsız, gereksiz
(Individu intuile à la société).
inutilement bel. Boşuna, gereksiz yere, boş yere,
boşu boşuna (Sang répandu inutilement).
inutilisable s. Kullanılamaz, işe yaramaz (Cette
voiture est inutilisable).
inutilisé,e s. Kullanılmamı; (Ressources qui restent
inutilisées).
inutilité diş. Gereksizlik, yersizlik, yararsızlık,
boşunalık (Inutilité d'une dépense, d'une
démarche).
invaincu,es. Yenilmemiş, yenilgi nedir bilmeyen,
invalidant,e s. Sakat bırakan, sakatlığa yol açan
(Maladie invalidante).
invalidation diş. Geçersiz kılma, geçersizleştirme,
"iptal (Invalidation d'un contrat, d'une élection).
invalides, vead. 1. Sakat, malûl (Il est resté invalide.
Invalide de guerre). 2. mec. Güçsüz. 3. Geçersiz,
hükümsüz (Rendre invalide une loi,une élection).
invalider gçl. Geçersiz kılmak, hükümsüz saymak,
invalidité
°iptal etmek (Invalider une élection, une loi).
invalidité diş. 1. Sakatlık, malûllük. 2. Geçersizlik,
hükümsüzlük,
invar er. (Invariable'ın kısaltması) Sıcaktan
soğuktan uzayıp kısalmayan nikelli çelik,
invariabilité diş. Değişmezlik (Invariabilité de ses
principes).
invariable s. Değişmez (Mot invariable. Il est
invariable dans ses opinions).
invariablement bel. 1. Değişmeksizin. 2. Her
zaman, hiç sekmeden (Il est invariablement en
retard).
invasion diş. 1. "İstila (Fuir devant l'invasion
ennemie. Pays exposé aux invasions). 2. Akın,
ortalığı sarma, ortalığı kaplama (Invasion de
moustiques, invasion de sauterelles. L'invasion
des produits étrangers sur le marché). 3. Salgın,
yaygınlık (Invasion de mauvais goût).
invective diş. Sövgü, sövüp sayma. § Se répandre en
invectives contre qn: -e kalayı basmak, sövüp
saymak, ağzına geleni söylemek. Accabler qn
d'invectives: -i sövgüye boğmak, iyice
kalaylamak.
invectiver gçl. 1. -e sövmek, kalayı basmak
(L'ivrogne invectivait les passants). 2. gsz.
Invectiver contre: -e atıp tutmak, sövüp saymak
(Invectiver contre les mouchards, les vices). g
S'invectiver: Birbirine sövmek, sövüşmek (Ils se
sont violemment invectivés dans la rue).
invendable s. Satılmaz, sürümsüz (Marchandises
invendables).
invendu,e s. 1. Satılmamış, elde kalmış (Journaux
invendus). 2. er. Satılmamış, elde kalmış mal.
inventaire er. 1. Varlık defteri, "envanter ve bilanço
defteri. 2. Sayım, döküm (Procéder à l'inventaire
des ressources touristiques d'un département). 3.
Demirbaş sayımı, mal sayımı (Faire un inventaire
en fin d'année). § Dresser, établir l'inventaire:
Demirbaş sayımı yapmak, mal sayımı yapmak.
Faire l'inventaire de qch: -in sayımım, dökümünü
yapmak; -i saptamak (Faire l'inventaire des dégâts
causés par les derniers orages).
inventer gçl. 1. Bulmak, "icad etmek, "keşfetmek
(Les Chinois ont inventé l'imprimerie. Inventer un
instrument, un remède, un mot.) 2. Buluvermek
(Inventer un moyen de sortir d'une situation
difficile). 3. Kafadan uydurmak, uyduruvermek
(Inventer une excuse, une histoire), g Ne pas
inventer la poudre, le fil à couper le beurre: Pek
kafalı olmamak, zekâsı pek parlak olmamak,
inventeur, trlce ad. Mucid, muhteri (Inventeur
d'une machine, d'une science). 2. Bulan, bulucu
(Inventeur d'un trésor).

778

inversion
inventif, ive î. 1. Yaratıcı, bulucu, icat edici (Un
esprit inventif). 2. Becerikli, kafası çalışır
(L'amour l'a rendu inventif).
invention diş. 1. "İcat, "ihtira, "keşif, "bulgulama
(Invention d'une machine, d'un système, d'une
technique, d'un art, d'un jeu). 2. Buluş, bulunan
şey (Prendre un brevet d'invention. Les dernières
inventions de la technique). 3. Uydurma, yalan
(Cette histoire est tout entière de son invention). 4.
İmgeleme gücü (Il manque d'invention).
inventivité diş. Yaratıcılık; yaratıcı imgelem
(L'inventivité humaine. Cet auteur manque
d'inventivité).
inventoriage er. Sayımım yapma, dökümünü
yapma, demirbaşa kaydetme (Inventoriage
d'archives).
inventorier gçl. (Bir malın) Sayımım yapmak,
dökümünü
yapmak,
defterini çıkarmak
(Inventorier les manuscrits d'une bibliothèque,
des marchandises entreposées).
invérifiable s. Kanıtlanamaz, ispat edilemez
(Assertions invérifiables).
inversabk s. Devrilmez, dökülmez (Encrier
inversable).
inverses. 1. Ters, tersine (L'ordre inverse des mots.
Venir en sens inverse). 2. dilb. Devrik
(Proposition inverse). 3. er. Ters, -in tersi (C'est
justement l'inverse! Vous avez fait l'inverse). S
Raison inverse, rapport Inverse: mat. Ters
orantıhhk. A l'inverse: Tam tersine. A l'inverse
de: -in tersine. Aller à l'inverse de qch: -e aykırı
olmak (Ce projet va à l'inverse de nos intentions).
Etre en raison inverse de qch: -ile ters orantılı
olmak, -e uymamak, aykırı düşmek,
inversement bel. 1. Tersine, ters (Inversement
proportionnel: Ters orantılı). 2. Karşılığında,
buna karşılık (Je l'aiderai pour son devoir de
mathématiques, et inversement il me donnera
quelques idées pour la dissertation).
inverser gçl. 1. Devrik yapmak, devrikleştirmek
(Inverser une phrase). 2. Tersine çevirmek,
yönünü değiştirmek, evirmek (Inverser un
mouvement, un courant électrique).
inverseur er. Elektrik akımım tersine çeviren alet,
çevirgeç.
inversion diş. 1. dilb. Tümcede sözcüklerin sırasını
değiştirme,
devrikleştirme,
devrikleme;
devriklik (Inversion du sujet). 2. hek. (Organ için)
Yer değiştirme; sapkınlık (Inversion du coeur.
Inversion sexuelle). 3. coğr. Terselme (Inversion
de relief: Terselme, yerbiçimiterselmesi. Inversion
de température: Sıcaklık terselmesi). 4. kim.
•Evirtim, "taklib (Inversion dusucre). S, ask. Ters
Invertébré
yüz etme. 6. (Radyo, televizyon vb.) Evirtme;
evrilme; tersine devinim,
invertébré,e s. vead. hayb. Omurgasız,
inverti,e s. 1. kim. 'Evirtik, "munkalip. 2.
Homoseksüel, eşcinsel,
invertir gçl. 1. Ters çevirmek. 2. kim. Evirtmek,
investigateur,trice s. ve ad. Araştırıcı; araştırmacı
(Un esprit investigateur).
investigation
diş.
Araştırma,
inceleme
(Investigations du savant, de l'historien. La police
poursuit ses\investigations dans la maison).
investir gsz. 1. Kuşatmak, sarmak, çevirmek
(Investir une place forte, une ville. Les gendarmes
investirent la maison). 2. Investir qch dans: Bir
şeyi -e yatırmak, yatırım yapmak (Investir son
argent dans l'industrie chimique). 3. Investir qnde
qch: Birine... vermek (On l'a investi de tous les
pouvoirs. Investir un ministre de pouvoirs
extraordinaires). 4. gsz. a) Yatırım yapmak (Il
faut investir pour éviter la crise de l'emploi), b)
Kendini bütün gücüyle, ruhuyla ve bedeniyle bir
şeye vermek. § Investir qn de sa confiance: -e tam
güvenmek, büyük bir güven beslemek,
investissement er. 1. Kuşatma (L'investissement
d'une ville). 2. Yatırım (Poursuivre une politique
d'investissements. Investissement des réserves
d'une entreprise).
investisseur er. Yatırımcı, yatırım yapan (Rendre
l'argent suffisamment bon marché pour attirer les
investisseurs).
investiture diş. 1. (Birine unvan, orun) Vermek
(Investiture d'un fief, d'un évêché). 2. Unvan
belgesi, verilen orun belgesi, berat. 3.
(Parlamento) Güven oyu alma; güven oyu verme
(Dès son investiture, le premier ministre s'est
engagé à la réforme scolaire). 4. (Parti tarafından)
Resmen aday gösterilme;parti adaylığı (Il a reçu
l'investiture de son parti).
invétéré,e s. 1. Yerleşmiş, kökleşmiş (Habitude
invétérée. Abus invétérés). 2. Kaşarlanmış (Un
bavard invétéré, un buveur invétéré, un voleur
invétéré).
invétérer(s')gsz. 1. Yerleşmek, kökleşmek (Lemal
s'invétéraitpar ma négligence). 2. S'invétérer dans
qch: -de kaşarlanmak, iyice pişmek (S'invétérer
dans le vice).
invincibilité diş. Yenilmezlik, altedilebihnezlik.
invincible s. 1. Yenilmez, alt edilemez (Armée
invincible). 2. Ortadan kaldırılamaz, aşılamaz
(Obstacleinvincible). 3. Çürütülemez (Argument
invincible). 4. Dayamlmaz, karşı konamaz
(Charme invincible).
invinciblement bel. Yenilmeyecek şekilde,

779
In vivo
yenilmesi olanaksız şekilde,
inviolabilité
diş.
1.
Dokunulamazlık,
dokunulmazlık (Inviolabilité du domicile.
Inviolabilité parlementaire). 2. Bozulmazlık
(Inviolabilité des serments).
inviolable s. 1. Dokunulamaz (Droit inviolable et
sacré). 2. Dokunulmazlığı olan (L'Assemblée
déclara que ses membres étaient inviolables). 3.
Bozulmaz (Leur fidélité fut inviolable).
invisibilité diş. Görülemezlik, görünmezlik
(L'invisibilité des microbes).
invisible s. 1. Görülemez, görünmez (Danger
invisible, réalités invisibles). 2. Ortalıkta
görülmeyen (Depuis quelque temps, elle était
devenue invisible). 3. er. Görünmeyen,
görülemeyen (Voir l'invisible. Le rôle de
l'invisible dans notre vie). 4. Invisible à: -ile
görülemeyen; -in göremeyeceği (Invisible à l'oeil
nu).
invisiblement bel. Görünmeden, görülmeyecek bir
biçimde.
invitation diş. I. Çağrı, "davet (Faire une invitation.
Accepter,
refuser une invitation.
Lettre
d'invitation. Recevoir une invitation. Invitationau
bal, au voyage, à une réunion). 2. Çağrı kâğıdı,
'çağrılık, davetiye (Envoyer des invitations à un
mariage). S A l'invitation de qn, sur l'invitation de
qn: -in çağrısı üzerine, ricası üzerine (Je l'aifaitsur
votre invitation).
invite diş. 1. (İskambilde) Oyundaki durumu
karşısındakine anlatmak için oyuncunun ortaya
attığı kâğıt. 2. mec. Dolayh çağrı; birbirini bir şey
yapmaya çağıran hal, şey yada durum (Ne pas
répondre aux invites de l'adversaire).
invité,e ad. Çağrılı, "davetli (Vous êtes mon invité.
Les invités partirent tard).
inviter gçl. 1. Çağırmak, "davet etmek. 2. Inviter qn
à qch: Birini -e çağırmak, davet etmek (Inviterses
amis à une cérémonie, à un mariage). 3. Inviter qn
à f. qch: a) Birini -meye çağırmak, davet etmek
(Inviter unejeunefille à danser), b) Birinin-mesini
istemek (Il m'invite à m'asseoir près de lui). 4.
Inviter à qch: İçinde ...isteği uyandırmak; -e
sürüklemek, özendirmek ( Ce temps chaud in vite à
la paresse. Ce petit chemin ombragé invite à la
promenade).
in vitro bel. Lat. Doğal olmayan bir ortamda,
laboratuvarda (Observations faites in vitro).
invivable s. 1. Yaşanmaz, çekilmez, dayamlmaz
(Existence invivable). 2. tkz. Birlikte yaşanılması
çok güç, çekilmez, dayamlmaz, katlanılmaz (Un
homme invivable).
in vivo bel. Canlı örgende, doğal ortam içinde
invocation
(Expériences in vivo).
invocation diş. 1. Yardıma çağırma; yakarma
(Invocation à la Divinité, aux saints). 2.
Başvurma. 3. Koruma, "himaye,
involontaire s. 1. İstemeyerek yapdan, istemdışı,
irade dışı, istençsiz (Mouvement, sentiment,
tromperie involontaire) 2. Gönülsüz, isteksiz (ila
été le héros involontaire de ce drame).
involontairement bel. İstemeden, istemeyerek,
elinde olmadan,
involucelle er. bitb. Bürümcük,
involucre er. bitb. Bürüm.
involucré,e s. Bürümlü.
involute,es bitb. Dıştan içe doğru kıvrılmış,
involutif, ive s. mat. Dürevsel.
involution diş. mat. Dürev.
invoquer gçl. 1. Yardıma çağırmak, yakarmak
(Invoquer Dieu, les Muses, un saint). 2. Baş
vurmak (Invoquer une loi, le témoignage d'un
ami). 3. İleri sürmek (Invoquer des prétextes pour
ne pas accepter une invitation).
invraisemblable s. 1. İnanılacak gibi olmayan,
inanılmaz (Histoire, récit invraisemblable).2. Pek
şaşırtıcı, tuhaf, "acaip, garip (Il portait un
invraisemblable chapeau gris).
invraisemblablement bel. 1. İnanılmayacak
derecede. 2. Pek şaşırtıcı, tuhaf bir biçimde,
invraisemblance diş. 1. İnanılır gibi olmama,
inanılmazlık (Invraisemblance d'un fait, d'une
nouvelle). 2. Tuhaflık, gariplik, şaşırtıcılık
(Invraisemblance d'une tenue). 3. İnanılmaz şey,
us almaz şey (Récitplein d'invraisemblances).
invulnérabilité diş. Yaralanmazlık, yara almazhk
(Invulnérabilité d'Achille)
invulnérable s. 1. Yaralanmaz, yara almaz, silah
işlemez
(Achille
était invulnérable).
2.
Invulnérable à qch: -den zarar görmez, -e karşı
sapasağlam, bağışıklığı olan, -e artık alışmış (Il est
invulnérable aux critiques, au malheur, aux
injures).
iode er. kim. İyot (L'odeur de l'iode lui annonça la
mer. Teinture d'iode).
iodé,e s. İyotlu (Bain iodé, sirop iodé).
ioder gçl. İyotlamak.
iodoforme er. kim. İyodoform.
iodure er. kim. İyodür (Iodure de potassium).
ioduré,e s. İyodürlü (Bain, gargarisme ioduré).
ion er. kim. iyon (Ions positifs, négatifs. Ions de
l'atmosphère).
ionie diş. İyonya.
ionien,ne s. ad. 1. Eski İyonya'ya değgin (Iles
ioniennes. Mer ionienne). 2. ad. İyonyalı.
ionique s. kim. İyonlara değgin *iyonsal (Charge

780
ironie
ionique). 2. iyonya'ya özgü; İyonyahlara özgü,
İyonyahlara değgin (Chapiteau,
colonne
ionique).
ionisation diş. kim. İyonlaşma; iyonlulaşma.
ionisé,e s. kim. İyonlaşmış.
ioniser gçl. İyonlaştırmak; iyonlulaştırmak, iyonlu
kılmak (Ioniser un gaz).
ionosphère diş. gökb. İyonyuvarı.
iotaer. 1.Yunan abecesindeİ harfi. 2. mec. En ufak
şey, hiçbir şey (Copier un texte sans changer un
iota. Il n'y manque pas un iota).
ipéca, ipécacuana er. bitb. Altınkökü, "ipeka
(Sirop, pastille, extrait d'ipéca).
ipso facto bel. Lat. huk. "Fiilen; kaçınılmaz olarak,
durum gereği (Tous les habitants du canton sont
ipso facto nos clients désignés).
irak er. Irak.
irakien,ne s. ve ad. 1. Iraklı; Irak'a özgü; Irak ve
Iraklılara değgin (Le pétrole irakien, les Irakiens).
2. er. Irak'ta konuşulan arapça.
iran er. İran.
iranien,ne s. ve ad. 1. İranlı; İran'a özgü, İranlılara
değgin (Population, religion iranienne). 2. er.
İran dili, Farsça,
irascibilité diş. Öfkecilik, tezkızarlık.
irascible s. Öfkeci, tezkızar (Il est irascible, mais il
s'apaise vite).
ire diş. (Eski şiir dilinde) Öfke.
iridacées, iridées diş. ç. bitb. Süsengiller.
iridien, ne s. anat. İrise değgin,
iridium er. kim. İridyum,
iris er. 1. (Eski şiir dilinde) Gökkuşağı. 2.
Gökkuşağı renkleri. 3. anat. İris,gözbebeği (Le
bleu de l'iris. Inflammation de l'iris). 4. Süsen,
süsen çiçeği (Iris des marais: Bataklık süseni.
Poudre d'iris: Süsen kökü tozu).
irisation diş. Yanardönerlik, sedeflenme, alaca
bulaca renkler yansıtma (L'irisation d'un prisme,
d'une surface métallique).
irisé,e s. Yanardöner, sedeflenir (Verre irisé,
flaques d'huile irisées).
iriser gçl. Yanar döner kılmak, sedeflendirmek,
alacalandırmak, alaca bulaca renkler yansıtmak
(La lumière solaire irise les facettes d'un cristal). §
S'iriser: Sedeflenmek, *yanardönerlenmek,
alacalanmak (Le toit d'ardoise s'irise au soleil
comme une gorge de pigeon).
iritis diş. hek. İris yangısı,
irlande diş. İrlanda.
irlandaise s. ve ad. İrlandalı; İrlanda'ya özgü;
İrlanda ve İrlandalılara değgin,
ironie diş. 1. ed. Düşündüğünü, alay amacıyla,
tersine bir anlatımla söyleme, alaysılama ; tersiyle
ironique
alay, "tersineleme. 2. Alay (Ironie fine, légère,
amère, mordante). 3. Alaycılık (L'ironie de
Voltaire) § Ironie du sort: Talihin cilvesi,
ironiques, l.ed. "Tersineli (Propos ironiques). 2.
Alaylı, alaysılı (Réponse ironique, sourire
ironique). 3. Alaycı (Il est toujours ironique).
ironiquement bel. Alayh olarak, alay ederek, dalga
geçerek (Il m'a invité ironiquement à montrer mon
habileté à ce jeu).
ironiser gsz. İşi alaya dökmek, işi alaya almak (II
ironise sur mon embarras).
ironiste ad. 1. Mizah yazarı. 2. Alaycı, hep alay
ederek konuşan,
irradiant,es. Yayılan, saçılan (Douleurirradiante).
irradiation diş. 1. Işm saçma, ışınlama; "ışınım,
ışıma; balkıma (Irradiation du soleil à travers les
nuages). 2. Yayılma (Irradiation douloureuse:
Acının yayılması). 3. mec. Işıma, parlama,
yansıma, yüze vurma (La bonté n'est qu'une
irradiation du bonheur). 4. Işınlama, ışın
tedavisine tabi tutma (Irradiation d'une tumeur
par les rayons X).
irradier gsz. 1. Yayılmak, saçılmak (La douleur du
genou irradiait dans toute la jambe). 2. Işımak,
balkımak (La lumière irradie d'une source). 3. gçl.
Işın tedavisine tabi tutmak (Irradier une tumeur
maligne).
irraisonnable s. Akılsız; akılsızca, usa yatkın
olmayan, saçma,
irraisonnée s. Düşüncesizce, usdışı (Un geste
irraisonné).
irrationalisme er. fels. Usaaykinhk, usdışılık.
irrationalité diş. Usdışılık, usa aykırı olma
(Irrationalité d'un principe).
irrationnelle s. 1. mat. Kök içinde olan, köklü,
rasyonel olmayan (Equation
irrationnelle,
nombre irrationnel). 2. Usa aykırı, usalmaz,
saçma,
usdışı
(Conduite
irrationnelle,
suppositions irrationnelles).
irrattrapable s. Giderilemez, telâfi edilemez (Une
bévue irrattrapable).
irréalisable s. Gerçekleşemez, gerçekleştirilemez
(Désir, projet irréalisable).
irréalisé, e
s.
Gerçekleşmemiş,
gerçekleştirilememiş (Espérances irréalisées).
irréalisme er. Gerçekten uzakhk (Irréalisme d'une
politique).
irréalité diş. Gerçeksizlik, gerçekte bulunmazhk
(L'irréalité d'un rêve).
irrecevabilité diş. huk. "Kabulolunamazlik,
"kabuledilemezlik (Irrecevabilité de l'action:
Dâvarun açılmasının kabul edilmemesi, dâvanın
dinlenmemesi).

781

irrégularité
irrecevable s. Kabul olunamaz, kabul edilemez
(Demande, proposition irrecevable).
irréconciliable s.
1. Uzlaşmaz, barışmaz
(Adversaires irréconciliables). 2. Uzlaşılamaz,
kendisiyle anlaşmaya varılamaz,
irréconciliablement
bel.
Barışma
olanağı
kalmadan, bir daha barışmamacasına (Ils se sont
irréconciliablement brouillés).
irrécouvrable s. Ödetilemez, alınamaz, "tahsil
edilemez (Taxes, créances irrécouvrables).
irrécupérable s. Eksikliği giderilemez, alıp yerine
konulamaz, "telâfi edilemez,
irrécusable s. 1. Reddedilemez (Juge irrécusable).
2. Söz götürmez, kesin (Preuveirrêcusable, signes
irrécusables).
irrédentisme er. Anayurt dışında kalmış dil ve töre
bakımından aynı olan halkın yaşadığı topraklan
anayurda katma doktrini, "irredantizm,
irrédentiste s. ve ad. İrredentizm yanlısı,
"irredantist.
irréductibilité diş. 1.
İndirgenemezlik
(Irréductibilité d'une équation, d'une rente). 2.
Hakkından
gelinemezlik,
yenilemezlik
(Irréductibilité de l'opposition, d'un caractère).
irréductibles. 1 .mat. kim. İndirgenemez (Fraction,
équation irréductible. Oxyde irréductible). 2. hek.
Eski yerine oturtulamaz (Fracture, hernie
irréductible). 3. mec. Hakkından gelinemez, alt
edilemez, yenilemez, ortadan kaldınlamaz
(Obstacles irréductibles, opposition irréductible;
volonté irréductible).
irréel, le s. 1. Gerçekte bulunmayan, gerçekdışı,
gerçeksiz (Univers, aspect irréel). 2. er.
Gerçekdışı (Sa stupidité atteignait aux limites de
l'irréel).
irréfléchi, e s. 1. Düşüncesiz (Jeune homme
irréfléchi). 2. Düşüncesizce yapılan, düşüncesiz,
saçma (Propos irréfléchis, geste irréfléchi).
irréflexion diş. Düşüncesizlik, sersemlik (Erreur
commise par irréflexion).
irréformable s. Değiştirilemez, gözden geçirilip
düzeltilemez (Jugement, arrêt, loi irréformable).
irréfragable s. Reddolunamaz, itiraz edilemez,
kesin (Autorité, témoignage, preuve irréfragable).
irréfutabilité
diş.
Çürütülemezlik,
"cerh
edilemezlik.
irréfutable s. Çürütülemez, "cerh edilemez
(Argument, preuve irréfutable).
irréfutablement bel. Kesin olarak, söz götürmez bir
biçimde (Prouver irréfutablement une injustice).
irrégularité diş. 1. Düzensizlik, eğribüğrülük
(Irrégularité d'un pavage, d'un bâtiment. Surface
qui présente des irrégularités. Irrégularité dans le
irrégulier
mouvement d'un astre). 2. Kuralsızlık; yasaya
aykırılık (Irrégularité dans une nomination). 3.
Yolsuzluk (Dénoncer les irrégularités dans une
gestion).
irrégulier, ère s. 1. Düzensiz; dağınık, eğri büğrü
(Mouvement irrégulier, écriture irrégulière.
Mener une vie irrégulière). 2. Kurala aykırı,
yasaya aykırı, "usulsüz (Détention irrégulière,
procédure
irrégulière).
3.
Çalışmasında,
başarısında her zaman aynı olmayan, bir günü bir
gününü tutmayan (Elève, employé, athlète
irrégulier).
irrégulièrement bel. 1. Yasaya aykırı olarak
(Perquisition irrégulièrement effectuée).
2.
Düzensizce,
gelişigüzel
(Il
travaille
irrégulièrement).
Irreligieux, euse s. 1. Dinsiz (Il est irreligieux). 2.
Dine karşı gelen, dinsizce, dine aykırı (Opinions
irreligieuses).
Irreligion diş. Dinsizlik (Il est accusé d'irréligion).
Irrémédiable s. Çaresiz, çaresi bulunmaz (Malheur,
maladie, défaite irrémédiable).
Irrémédiablement bel. Çaresiz olarak,
irrémissible s. Bağışlanamaz, affedilemez (Faute,
tort irrémissible).
irrémissiblement
bel.
Bağışlanmaksızın,
affolunmayacak şekilde,
irremplaçable s. 1. Yerine konulamaz, eşi
bulunamaz (Casser un bibelot irremplaçable). 2.
Yeri doldurulamaz, eşsiz, çok değerli (Un
fonctionnaire irremplaçable).
irréparable s. 1. Onarılamaz, giderilemez, "telâfi
edilemez, "tamir edilemez (Tort,
perte
irréparable. 'Malheur, désastre irréparable). 2.
Hapı yutmuş, bitmiş, işe yaramaz (Moteur, habit
irréparable).
irréparablement
bel.
Çaresiz
şekilde;
onarılamayacak,
giderilemeyecek
biçimde
(Situation irréparablement compromise. Elle est
irréparablement enlaidie).
irrépréhensible
s.
Kınanamaz,
hakkında
söylenecek söz bulunmayan (Homme, conduite
irrépréhensible).
irrépressible s. Bastırılamaz, tutulamaz, önüne
geçilemez (Force, passion irrépressible).
irréprochable s. Eksiksiz, kusursuz (Une épouse
irréprochable.
Fonctionnaire,
vie,
tenue,
conduite, moralité irréprochable).
Irréprochablement bel. Eksiksiz biçimde, kusursuz
olarak.
irrésistible s. 1. Dayanılmaz, karşı konulamaz
(Force, puissance, attrait, besoin, désir, passion
irrésistible). 2. mec. Büyüleyici, kendinden

782

irriguer
geçirici (Une femme irrésistible par son charme).
3. Gülmekten kırıp geçirici (Il est irrésistible
quand il raconte son histoire).
irrésistiblement bel. Dayanılmaz bir şekilde (Le
prix de la vie monte irrésistiblement).
irrésolu, e s. 1. (Az kullanılır) Çözülmemiş,
çözümlenmemiş (C'est un problème encore
irrésolu). 2. s. ve ad. Kararsız (Un caractère
irrésolu. Rester irrésolu).
irrésolution diş. Kararsızlık (Il était plongé dans un
abîme d'irrésolution).
irrespecter. Saygısızlık (Irrespect des enfants envers
les parents).
irrespectueusement bel. Saygısızca, saygısızlıkla,
irrespectueux, euse s. Saygısız; saygısızca (Manières
irrespectueues; tenir des propos irrespectueux; un
enfant irrespectueux).
irrespirable s. Solunamaz, solunulamaz (Air, gaz,
atmosphère irrespirable).
irresponsabilité diş. Sorumsuzluk (Sentiment
d'irresponsabilité).
irresponsable s. 1. Hiç bir eyleminden sorumlu
olmayan, hiçbir şeyden sorumlu tutulamayan (Le
Président de la République est irresponsable. Les
enfants, les aliénés sont irresponsables). 2.
Sorumsuz.
irrétrécissable s. Çekmez, büzülmez, daralmaz
(Tissu irrétrécissable au lavage).
irrévérence diş. Saygısızlık,
irrévérencieux, euse s.
Saygısız
(Propos
irrévérencieux. Enfant irrévérencieux envers ses
maîtres).
irrévérendeusemnt bel. Saygısızca (Répondre
irrévérencieusement).
irréversibilité diş. Geridöndürülemezlik.
irréversibles. Geridöndürülemez.
irréversiblement bel. Geridöndürülemez şekilde,
irrévocabilité diş. Geri alınmazlık, bozulamazhk
(Irrévocabilité d'une donation).
irrévocables. 1. Geri alınamaz, bozulamaz (Arrêt,
verdict, jugement, donation irrévocable). 2. Geri
getirilemez (Le temps irrévocable a fui).
irrévocablement bel. Geri alınmayacak biçimde,
bozulmayacak biçimde, kesin olarak (Ma
décision est prise, irrévocablement).
irrigables. Sulanabilir (Surfaceirrigable).
irrigateur er. Sulama aleti, bahçe sulama
tulumbası.
irrigation diş. 1. Sulama (Des canaux d'irrigation.
Irrigation des terres arides). 2. hek. (Bir organa,
bir yaraya) Su akıtma, su verme,
irriguer gçl. Sulamak, harklarla sulamak (Irriguer
une plaine, une prairie).
irritabilité
irritabilité diş.
1. Tezkızarhk, öfkelilik
(L'irritabilité du caractère). 2. Uyarılma anıklığı,
uyanlabilirlik; aşırı uyanlırlık; azma anıklığı,
*tezazarhk (L'irritabilitémusculaire).
irritable s. 1. Tezkızar, çabuk öfkelenen (Sa
maladie l'a rendu irritable). 2. hek. Aziveren,
çabuk azan, "tahriş olabilir,
irritant, e s. 1. Öfkelendirici kızdırıcı, sinirlendirici
(L'irritante médiocrité des femmes). 2. hek.
Azdıncı, "tahriş edici (Les gaz lacrymogènes sont
irritants).
irritation diş. 1. Kızma, kızgınlık, öfke (Il est au
comble de l'irritation). 2. hek. Azdırma, azma,
"tahriş (Irritation de la peau). 3. Uyarma, "tahrik
(Irritation des passions).
irrité, es. 1. Kızgın, kızmış, öfkeli (Regards irrités).
2. Tahriş olmuş (Gorge irritée). 3. Etre irrité
contre: -e kızmak, öfkelenmek, sinirlenmek,
irriter gçl. 1. öfkelendirmek, kızdırmak (Cette
femme m'irrite). 2. Azdırmak, "tahriş etmek (La
fumée irrite l'oeil). 3. Uyarmak, "tahrik etmek,
tutuşturmak (Irriter les désirs, la curiosité, les
passions). S S'irriter: 1. Kızmak (Ils'est irrité). 2.
Tahriş olmak (L'œil s'est irrité, il est tout rouge). 3.
S'irriter de qch, de f. qch: -e kızmak, sinirlenmek;
-meye kızmak, -diğine sinirlenmek (S'irriter du
retard des invités. Us'est irrité de voir un tel aspect
désagréable). 4. S'irriter contre qn: Birine
kızmak, öfkelenmek, sinirlenmek (Il s'est irrité
contre nous).
irruption diş. 1. Saldırarak girme, akın (Les
irruptions des barbares dans l'Empire romain).2.
Zorla girme, baskın (L'irruption des manifestants
dans la salle). 3. (Sular için) Basma, baskın
(L'irruption des eaux dans la basse ville). $ Faire
irruption: Baskın yapmak (Il a fait irruption chez
moi. Les enfants en criant firent irruption dans le
bureau).
Isabelle s. değişmez. 1. Kula, sfitltt kahve renginde
(Cheval, jument isabetle). 2. er. Kula at (Monter
un isabetle).
isard er. (Pirenelerde) Dağkeçisi.
isatis [Izatisl er. Mavitilki.
işba diş. (Kutup bölgelere yakın köylülerin kaldığı)
Ahşap ev, izbe.
ischémie [Iskemi] diş. hek. "İskemi, bir an için belli
bir bölgenin kansız kalması,
islam er. 1. Müslümanlık. 2. (Büyük harfle) İslam
dünyası.
islamique s. Müslümanlığa değgin (La culture
islamique).
islamisation
diş.
Müslümanlaştırma;
müslümanlaşma (Islamisation d'une région).

783
Isoler

islamiser gçl. Müslümanlaştırmak,


islamisme er. Müslümanlık,
islande diş. İzlanda.
islandais, e s. ve ad. 1. İzlandalı; İzlanda'ya ve
İzlandalılara değgin. 2. er. İzlanda dili, İzlandaca,
isobares, coğr. gökb. Eşbasınç, izobar,
isobathe s. coğr. Eşderinlik (Lignes, courbes
isobathes: Eşderinlik eğrileri).
isocèles, geom. İkizkenar (Triangleisocèle).
isochrone [izokıun] s. fiz. Eşzamanlı (Oscillations
isochrones du pendule).
isochronisme er. fiz. Eşzamanlık.
isodynamie diş. biy. Izodinami.
isogame s. hayb. Eşgametli.
isogamie diş. Eşgametlilik.
isogones, mat. Eşaçılı.
isohypse s. coğr. Eşyükseklik, eşyükselti (Lignes
isohypses: Eşyükseklik eğrileri).
isolables. Yalıtılabilir.
isolant, e s. fiz. 1. Yalıtkan (Matériaux isolants pour
l'insonorisation). 2, er. Yalıtkan madde,
isolateur er. Yalıtıcı, yalıtkan,
isolation diş. 1. hayb. Aynklama, "tecrit. 2. fiz.
Yalıtma, yalıtım, sıcak ve soğuk geçirmez duruma
getirme, elektrik akımı geçirmez duruma
getirme, iletmezleştirme.
isolationnisme
er.
Soyutlanma
politikası,
soyutlanmacıhk, yalıtlanmacıhk; kendi sınırları
içinde kalmayı yeğleme politikası "izolasyonizm.
isolationnistes, vead. "Tecerrüt politikası yanlısı,
soyutlanmacı, yalıtlanmacı, "izolazyonist.
isolé, es. 1. Ayrı, tek (Edifice isolé, phrase isolée). 2.
Issız, uzaklarda yitip gitmiş, kuş uçmaz kervan
geçmez (Un endroit isolé, une pauvre maison
isolée). 3. Tek başına, kimsesiz, insanlardan uzak
(Vivre isolé. Ils se sent isolé). 4. fiz. Yalıtılmış,
yaktık (Un corps isolé, matériels isolés).
isolement er. 1. Yalnızlık, insanlardan uzaklık,
"inziva (5e complaire dans son isolement). 2.
Ayırma, "tecrit etme, ayrı tutma, yalıtma
(L'isolement des détenus dans une prison). 3.
Issızlık, uzak bir yerde yitip gitmişlik (L'isolement
d'une ferme). 4. Kendi köşesine çekilme,
soyutlanma, "tecerrüt (Isolement économique,
politique). S. fiz. Yalıtma, yalıtım,
isoler gçl. l.fiz. Yalıtmak, iletmezleştirmek (Isoler
un fil, un câble électrique). 2. (Yanındakilerden)
Ayırmak, yalnız tutmak (Isoler un malade
contagieux). 3. Yalnız bırakmak, tek başına
bırakmak, "tecrit etmek (Isoler un pays, un
édifice). 4. Isoler qn, qch de qch: -den ayırmak,
uzak tutmak ; soyutlamak (Isoler un événement de
son contexte politique. Isoler un écrivain de ta
isoloir

784

société). § S'isoler: 1. Toplumdan uzaklaşmak;


kendi köşesine çekilmek; insanlardan uzak
yaşamak (Il s'est isolé pour pouvoir travailler dans
le silence). 2. S'isoler dans: -e çekilmek,
kapanmak; -e dalmak, -in içinde yaşamak
(S'isoler dans son coin, dans sa méditation).
isoloir er. Seçim hücresi.
isomère s. kim. 1. İzomerli, *eşizli. 2. er. İzomer,
*eşiz.
isomériediş., kim. mat. izomeri, eşizlik.
isomérique s. kim. İzomerisel.
isomérisation diş. fiz. Eşizlenme, izomerlenme.
isométrie diş. mat. Eşölçer.
isométriques, mat. Eşölçevli, eşölçevsel.
isomorphes, kim. mat. Eşbiçimli, eşyapılı.
isomorphisme er. dilb. 1. Eşbiçimlilik, eşyapıhlık.
2. mat. Eşyapı dönüşümü,
isopode s. ve er. hayb. 1. Eşbacakh. 2. er. ç.
Eşbacaklılar.
isoptères er. ç. hayb. Termitler,
isoséiste, isosiste s. coğr. Eşdeprem (Lignes
isoséistes: Eşdeprem eğrileri). 2. diş. Eşdeprem
eğrisi.
isostasie diş. coğr. Denkleşim, denkleşme,
isotherme s. fiz. coğr. 1. Eşsıcak, eşsıcaklı (Ligne
isotherme: Eşsıcak eğrisi). 2. diş. Eşsıcaklık
eğrisi.
isotonie diş. Eşbasınçhhk.
isotoniques. Eşbasınçtı.
isotope s. ve er. fiz. kim. İzotop, yerdeş.
isotopie diş. Yerdeşlik.
isotropes, fiz. İzotrop, eşyönlü.
isotropie diş. Eşyönlülük.
isotropiques. Eşyönlü.
israélien, ne s. vead. İsrailli; İsrail'e değgin.
Israélites, vead. Yahudi.
issu, es. 1. -den doğan, gelen (Ilestissu d'une grande
famille). 2. mec. -den ileri gelen, -e bağlı, -den
kaynaklanan (Le mécanisme révolutionnaire issu
de l'idéologie allemande). 3. Issu deqchss. a)-den
doğmuş, çıkmış (Un homme issu d'une grande
famille), b) -den doğan, -in sonucu olan (Que de
vices sont issus de l'oisiveté).
issue diş. 1. Çıkış yeri, çıkış (Le château avait une
issue secrète. Rue sans issue). 2. mec. Çıkış yolu,
kurtuluş yolu,çare (La situation est sahslissue. Il
n'y pas d'autre issue. La seule issue est la lutte). 3.
Son, sonuç (L'issue malheureuse de la
conférence). 4. ç. Un kepeği. 5. ç. Kasaplık
hayvanların baş, paça, ciğer gibi sakatlan. § A
l'issue de: -in sonunda, -den çıkarken (A l'issue du
conseil des ministres, il y eut une conférence de
presse).

ivre
isthme er. coğr. Kıstak, "berzah.
italianisant, e ad. 1. İtalyan sanatından esinlenen
sanatçı. 2. İtalyan dil, yazın ve sanatı uzmanı,
italianiser gçl. 1. İtalyanlaştırmak .2. gsz. İtalyanlık
taslamak; Fransızca konuşup yazarken İtalyanca
deyim ve anlatımlar kullanmak,
italianisme er. 1. İtalyanca konuşma tarzı. 2. İtalyan
beğenisi.
Italie diş. İtalya.
italien, ne s. ve ad. 1. İtalyalı, İtalyan (Peinture,
musique italienne). 2. er. İtalyan dili.
italique s. 1. Eski İtalya'ya değgin (Les peuples
italiques). 2. (Harf) İtalik (Les lettres italiques). 3.
er. İtalik harf (Mettre un mot en italique).
item [lïôn] bel. Lot. Bundan başka da;°keza, bunun
gibi (J'ai donné tant pour cela, item pour cela).
itératif, ive s. 1. Birçok kez, yinelenmiş,
"tekrarlanmış (Des interventions itératives). 2.
Tekidedilmiş (Lettreitérative: Tekidmektubu). 3.
dilb. Yinelemeli, "tekrarlı (Verbe itératif).
itération diş. Yineleme, "tekrarlama,
itinéraire er. 1. İzlenecek yol, gidilecek yol,
geçilecek yol, güzergâh (Faire, tracer un
itinéraire). 2. er. Yolculuk oiaylan kitabı;
yolculuk el kitabı. 3. s. Yollara değgin (Mesures
itinéraires, colonnes itinéraires).
itinérantes. 1. Gezici (Inspecteuritinérant: Gezici
denetmen, gezici başöğretmen. Ambassadeur
itinérant). 2. Gezerek yapılan, dolaşarak yapılan
(Ilavait une préférencemarquéepourles entretiens
itinérants).
iule er. hayb. Kırkayak.
ivoire er. 1. Fildişi (Une statuette d'ivoire). 2.
Fildişinden yapılmış sanat eserleri, süs eşyası (De
petits ivoires du Moyen Âge. Une collection
d'ivoires). 3. Fildişi aklığı. § La tour d'ivoire:
Fildişi kule (Se retirer dans la tour d'ivoire: Fildişi
kulesine çekilmek).
ivoirerie diş. 1. Fildişi işlemeciliği. 2. Fildişi alış
verişi. 3. Fildişi eşya.
ivoirien,ne s. ve ad. Fildişi sahiline değgin; Fildişi
sahili halkı (L'économie
ivoirienne.
Les
ivoiriens).
ivoirier er. Fildişinden yontular yapan sanatçı;
fildişi oymacısı,
ivoirin,e s. 1. Fildişinden yapılma. 2. Fildişi
görünümünde, fildişimsi.
ivraie diş. 1. bitb. Delice, karamuk. 2. mec. İyi
şeylere karışmış kötü şeyler (L'ivraie et le bon
grain: İyilerle kötüler, iyi ve kötü). § Séparer le bon
grain de l'ivraie: İyiyi kötüden ayırmak, kuruyu
yaştan ayırmak,
ivre s. 1. Esrik, sarhoş (Etre complètement ivre,
ivresse
légèrement ivre, à moitié ivre). 2. Ivre de qch: -den
başı dönmüş, kendinden geçmiş, "mest olmuş
(Ivre d'amour, de bonheur, de colère, d'orgueil,
de succès). § Ivre mort: Zil zurna sarhoş, kör
kütük sarhoş,
ivresse diş. 1. Esriklik, sarhoşluk (L'air frais
dissipera l'ivresse. Noyer son désespoir dans
l'ivresse). 2. Başdönmesi, esrime, kendinden
geçme, büyük coşku (L'ivresse de la victoire, du

785

ixode
pouvoir, du bonheur, du succès).
ivrognes, vead. Ayyaş, "içkici, bekri, sarhoş (C'est
un vieil ivrogne. Un ivrogne qui titube). § Ivrogne
fieffé: Zil zurna sarhoş, kandil gibi. Serment
d'ivrogne: Sarhoş sözü, tutulmayacak ant.
ivrognerie diş. Ayyaşlık, "bekrilik, * içkicilik,
ivrognesse diş. hlk. Ayyaş kadın,
ixia diş. Bir tür süsençiçeği.
ixode er. hayb. Kene.
J
J J er. [31] Fransız abecesinin onuncu harfi olup
Türkçedeki j sesini verir. § Le jour J: Karar günü,
saati; bir saldırının yada bir işin yapılmasının
kararlaştırıldığı gün (Le jourJ était arrivé, il devait
passer l'oral de son concours).
jabot er. 1. (Kuşlarda) Kursak (Le jabot des
oiseaux, des poules). 2. Göğüs süsü, göğüs
danteli. 3. argo. Mide, kursak. § Se remplir le
jabot: Tıkınmak, karnını iyice doyurmak,
jabotage er. Çene çalma, gevezelik,
jaboter gsz. tkz. 1. Gevezelik etmek, çene çalmak
(Les gens de la petite ville jabotaient). 2. gçl.
Ağzından kaçırmak, söymek (Il m'en a jaboté
quelque chose).
jacasse diş. hlk. Geveze kadın, çenesi düşük,
jacassement er. 1. (Saksağan için) Ötme, gaklama.
2. Gevezelik, çene çalma,
jacasser gsz. 1. Gevezelik etmek, çene çalmak (La
concierge jacassait avec une locataire au bas de
l'escqlier). 2.(Saksağan)Ötmek,
jacasserie diş. Gevezelik, çene çalma.
jacassier,îre; jacasseur,euse s. ve ad. Geveze,
çalçene.
jacent,es. huk. Sahipsiz, "mahlûl, kalıtçısı olmayan
(Succession jacente, biens jacents).
jachère diş. 1. (Tarlayı) Dinlendirme, nadas
(Champs en jachère). 2. Dinlenmeye bırakılan
tarla, nadasa bırakılmış toprak (Labourer des

jachères). § Etre, rester en jachère: (Tarla için)


Dinlenmeye bırakılmak, nadasta olmak. Laisser,
mettre en jachère: Nadasa bırakmak, dinlenmeye
bırakmak,
jacinthe diş. bitb. Sümbül,
jacobin,e ad. 1. Eski bir katolik tarikatından keşiş.
2. (Fransız Devriminde) Aşın
devrimci;
Cumhuriyet yanlısı. 3. s. Devrimci (Professer des
opinions jacobines).
jacobinisme er.
Cumhuriyetçilik; devrimci
demokratlık,
jacquard er. 1. Bir çeşit eski dokuma tezgâhı. 2. s. ve
er. Renk renk yünlerden örülmüş; renk renk
yünlerden örülmüş desenli kazak (Tricot,
chandail jacquard. Porter un jacquard).
jacquerie diş. 1. Derebeylere karşı 1358'de yapılan
Fransız
köylü
ayaklanması.
2.
Köylü
ayaklanması; kanlı ayaklanma,
jacques er. (Bizdeki köylü Mehmet Ağa, Çanklı
erkânıharp gibi) Fransız köylüsünün genel
lâkabı. § Faire le Jacques: İşi saflığa vurmak,
köylü kurnazlığı yapmak,
jacquet er. 1. Tavla oyunu (Faire une partie de
jacquet). 2. hlk. Sincap,
jacquine diş. hayb. Dişli-tirsibahğı.
jacquot, jacot, jaco er. hlk. Papağan,
jactance diş. 1. Övünme, böbürlenme, yüksekten
atma (La jactance insupportable d'un imbécile). 2.
jacter
hlk. Gevezelik, çene.
jacter gsz. hlk. Gevezelik etmek, çene çalmak,
jade er. 1. Yeşimtaşı. 2. Yeşimtaşından yapılma süs
eşyası.
jadis bel. 1. Eskiden, vaktiyle (Dans Florence jadis
vivait un médecin). 2. s. Eski, geçmiş (Au temps
jadis: Eski zamanlarda). 3. er. Eski, geçmiş
zaman.
jaguar [jagwait] er. hayb. Jagar, alacakaplan.
jaillir gsz. 1. Fışkırmak (Le sang jaillit). 2. Jaillir de
qch: a) -den fışkırmak, çıkmak (Le gaz jaillit des
puits de forage), b) -den yükselmek, gelmek (Les
rires jaillissaient de partout. Les réponses
jaillissent de tous côtés). c) -den doğmak, çıkmak,
ortaya çıkmak (De la discussion peut jaillir une
solution. La véritéjaillira de l'apparente injustice).
jaillissantes: Fışkıran (Source jaillissante).
jaillissement er. Fışkırtma (Jaillissement d'eau, de
sang, de pétrole).
jais er. Siyah kehribar. §Noircommedujais, comme
jais: Kömür gibi siyah. Des yeux de jais: Simsiyah
gözler.
jale diş. Büyük çanak; gerdel,
jalet er. Sapan taşı.
jalon er. 1. (Mühendislerin kullandığı) *Dikme,
ölçü dikmesi, °şâhis, jalon. 2. mec. Ana nokta,
önemli yer, belirli çizgi (Les jalons d'un exposé).
3. mec. Bir işte ilk adımlar. § Poser, planter des
jalons: Ortamı hazırlamak, ilk adımları atmak (II
avait posé les jalons d'un rapprochement francoallemand).
jalonnement er. Şâhisler dikme (Jalonnement d'un
terrain).
jalonner gçl. 1. -e şâhisler dikmek (Jalonner un
chemin, un front, un objectif). 2. -i belirlemek,
belirtmek, doldurmak (Des succès éclatants
jalonnent sa vie). 3. -boyunca sıralanmak (Des
arbres jalonnent
l'avenue.
Les
poteaux
télégraphiques jalonnent la voie de chemin de fer).
4. Jalonner qch de qch: Bir şeyi -ile belirtmek,
işaretlemek; boyunca -1er dikmek (Jalonner une
allée de plants de buis). S. gsz. Şâhisler dikmek.
jalonneur er. 1. Şâhisler diken işçi, jaloncu. 2. Bir
yön yada yeri belirtmek için yol boyunca dikilen
erlerden her biri.
jalousement bel. 1. Kıskançça, kıskançlıkla
(Observer jalousement les progrès d'un rival). 2.
Titizlikle (Garder jalousement un secret).
jalouser gçl. Kıskanmak (Jalouser son voisin). § Se
jalouser: Birbirini kıskanmak (Petits clans qui se
jalousent).
jalousie diş. 1. Kafes, pencere kafesi (Baisser, lever
les jalousies). 2. Kıskançlık (Jalousie d'un amant,

787
jambe
d'un mari). 3. Çekemezlik (Ily avait entre eux une
jalousie professionnelle). § Avoir de la jalousie
contre qn: -e karşı kıskançlık duymak, -i
kıskanmak, çekememek. Causer, donner de la
jalousie à qn: -i kıskandırmak, -de kıskançlık
uyandırmak. Concevoir de la jalousie contre qn: -i
kıskanmak (Elle conçoit de la jalousie contre son
mari). Exciter la jalousie: Kıskançlık uyandirak.
jaloux, ouses. vead. 1. Kıskanç (Un homme jaloux,
une femme jalouse. Un affreux jaloux). 2.
Çekemez (C'est un jaloux qui ne pense qu'à
dénigrer les autres). 3. Jaloux de: a) -i kıskanan (Il
est jaloux de sa femme), b) -i çekemeyen (Il est
jaloux du succès de ses camarades). c) -e pek bağlı,
pek düşkün, -in üzerine titreyen (Il est jaloux de
son indépendance, de son honneur), d) -e sımsıkı
sanlan, -i kaptırmak istemeyen (Etre jaloux de
son autorité, de ses privilèges),
jamaïquain,e s. ve ad. Jamaikalı; Jamaika ve
Jamaikalılara değgin,
jamais bel. 1. Hiçbir zaman, asla (Jamais il n'avait
pensé à vous le dire. Il ne m'a jamais vu). 2. Hiç
(A-t-on jamais vu cela?). 3. Bir gün, herhangi bir
zaman (Ils désespéraient d'en sortir jamais). § A
jamais, à tout jamais, pour jamais: Sonsuzluğa
dek, ölünceye dek, "ebediyen (C'est à tout jamais
fini entre nous. Adieu pour jamais. Mer à jamais
infinie). Jamais de la vie: Asla (Accepterez-vous
sa collaboration? - Jamais de la vie). Mieux vaut
tard que jamais: Geç olsun da güç olmasın,
jambage er. 1. (Kapı yada pencere için) Yan dikme.
2. (p,l,q,d,m,n,u gibi harflerde) Dik bacak,
bacak (Les trois jambages du m).
jambe diş. 1. Bacak (Avoir de grandes jambes. Plier
lesjambes, croiser lesjambes). 2. Duvariçi dayağı.
3. (Hayvanlar için) Ayak (Les cochons aux
jambes courtes. Jambes fines de la gazelle). 4.
(Giysilerde) Bacak (Jambe d'une culotte, d'un
pantalon). § A toutesjambes: Çok hızlı, son süratli
(Courir, s'enfuir à toutes jambes). Avoir les
jambes brisées, cassées: Yorgunluktan ayaklan
kırılmak, ayaklanna karasu inmek. Avoir de
bonnes jambes: İyi koşmak, bacaklan sağlam
olmak. Avoir de mauvaises jambes: İyi
koşmamak, bacaklarında iş olmamak. Avoir les
jambes comme du coton, en pâté de foie: Hantalın
teki olmak, köfte bacaklı olmak. Couper bras et
jambes à qn: -in kolunu kanadını kırmak, -i
şaşkınlıktan dondurmak. Donner desjambes à qn:
-i koşturmak, hızlı hızlı yürütmek (La peur lui
donne des jambes). Etre haut des jambes: Uzun
bacaklı olmàk. Etre dans les jambes de qn: -in
ayaklan arasında dolaşmak, yanından hiç
788

jambe
ayrılmamak (Cet enfant est toujours

dans

mes

jambes). En avoir plein les jambes: Artık


yürüyecek hali kalmamak, yorgunluktan bitmek.
Faire une belle jambe à qn: -in işine yaramamak,
-için hiçbir önemi olmamak (Ça lui fait une belle
jambe). Faire des ronds de jambes: (Hoşa gitmek
için) Binbir türlü numara yapmak, her türlü
şaklabanlığı yapmak. Faire une partie de jambe en
l'air: argo. Cinsel ilişkide bulunmak. Faire belle
jambe: Vücudunun güzelliklerini göstermek.
Jouer des jambes: Koşup gitmek, tabanları
yağlayıp tüymek. N'aller que d'une jambe: (tşler)
Ağır aksak gitmek, pek iyi gitmemek. N'avoir
plus de jambes: Artık yürüyecek hali kalmamak,
yorgunluktan eli ayağı kesilmek. Ne plus pouvoir
se tenir sur ses jambes: Ayakta duracak hali
kalmamak. Prendre ses jambes à son coup:
Tabanları yağlamak, kirişi kırmak, tabanları
kıçım döğmek. Tenir la jambe à qn: -in canını
sıkmak, -i rahatsız etmek. Tirer dans lesjambes de
qn: -e ayakbağı olmak; -i engellemek,
kösteklemek. Tomber les jambes en l'air: Nallan
havaya dikmek, sırtüstü düşmek. Traiter qn pardessous la jambe: -i küçümsemek, pek
ciddiye
almamak, pek sallamamak,
jambe,es. Bacaklı. § Bien jambe: Bacakları iyi. Mal
jambé: Bacaktan kötü.
jambette diş. 1. Küçük bacak, bacakçık. 2. Açılır
kapanır cep bıçağı, çakı. 3. (Çatıya vurulan)
Destek.
jambier,ères. 1. Bacağa değgin (Muscles jambiers).
2. er. Kesilmiş bir hayvanın ayaklarını ayrı tutmak
için aralarına konan tahta destek,
jambière diş. 1. Dizlik (Jambière
Jambière
(Jambière

des joueurs

de hockey).

de toile, de

cuir.

2. Baldır zırhı

grecque).

jambon er. 1. Jambon, domuz pastırması. 2. mec.


hlk. But.
jambonneau er. Domuz paçası,
jambonnergç/. argo. Pestilini çıkarmak, eşek sudan
gelinceye kadar dövmek,
janissaire er. Yeniçeri.
jansénisme er. Jansenizm; Jansenius'un kurduğu
bağışçılık öğretisi ve tarikatı,
janséniste s. ve ad. 1. Jansenist, Jansenizm
tarikatından yana olan. 2. mec. Sıkı, sert
(Education,
(Reliure

morale janséniste).

3. Süssüz, sade

janséniste).

jante diş. Tekerleğin çember kısmı, ispit, cant.


janvier er. Ocak, ocak ayı (Il reviendra en janvier).
japon er. 1. Japonya. 2. Japon porseleni. 3. Fildişi
renginde bir cins güzel kâğıt,
japonais,e s. ve ad. 1. Japon; Japonyalı

jardinier
(L'économie

japonaise,

Japonca (Apprendre

costume japonais).
le japonais).

2. er.

3. er. ç. argo.

Para, papel, kayme,


japonaiserie, japonerie diş. Japon malı, j apon sanat
işleri.
japonisant,e ad. Japon dili tarihi ve uygarhğı
uzmanı, *Japonbilimci.
japonisme er. Japon işleri merakı,
japoniste ad. Japon işleri meraklısı,
jappement er. 1. Ürüme (Jappement d'un petit
chien). 2. (Tilki) Bağırma,
japper gsz. 1. (Küçük köpek için) Ürümek. 2. (Tilki
için) Bağırmak, ulumak.
jappeur,euse s. ve ad. Ürüyen, ürüyücü.
jaque er. 1. Ortaçağda erkeklerin giydiği bir tür
ceket. 2. Ekmekağacı meyvası.
jaquelin er. jacqueline diş. Geniş kannlı toprak
çömlek.
jaquemart, jacquemart er. 1. Çalar saatlerde
saatleri vuran insan heykeli. 2. Demir döven iki
demirci şeklinde oyuncak,
jaquette diş. 1. Ceket (Jaquette noire,

bordée).
2.

Ciltli bir kitabın üstüne geçirilen kâğıt, gömlek. 3.


(Dişçilikte) Beyaz plastik yada porselen
kaplama, ceket kuron. § Tirer qn par jaquette: -e
çamsakızı gibi yapışmak; yakasını bırakmamak,
jaquier, jacquier er. Bir tür ekmekağacı.
jard, jar er. Çakıllı kum.
jardin er. 1. Bahçe (Jardin japonais,
jardin

zoologique,

d'enfants.

jardin

Aller au jardin,

jardin

anglais,

botanique.

Jardin

dans le jardin).

2. mec.

Bitek bölge, verimli toprak, ekenek. 3. Seyirciye


göre sahnenin sağ yanı. § Le jardin de refroidis:
argo. Gömütlük, mezarlık. Jeter une pierre dans
le jardin de qn: -e taş atmak, -i iğnelemek. C'est
une pierre dans ton jardin, dans son jardin: Bu taş
sana, ona.
jardinage er. 1. Bahçecilik, bahçıvanlık (Amateur
de jardinage.

Produit

du jardinage).

yer. 3. Zerzevat (Une voiture

2. Bahçelik

de jardinage).

4.

Elmas lekesi,
jardiner gsz. (Zevk için) Bahçıvanlık etmek, kendi
bahçesini ekip dikmek (Il prend plaisir à jardiner
pour se

distraire).
jardinerie diş. Bahçecilikle ilgili her türlü şeyin
satıldığı büyük mağaza,
jardinet er. Bahçecik, küçük bahçe.
jardineux,euses. (Değerli taşlarda) Leke (Diamant
jardineux,

pierre

jardineuse).

jardinier,ère s. 1. Bahçeye değgin; bahçecilikle


ilgili (Culture

jardinière,

ad. Bahçıvan (Un

outil

plantes jardinières).
de jardinier).

3.

2.
diş.

Jardiniyer; alt bölümünde çiçek yetiştirilebilecek


şekilde süslenmiş bir ev içi mobilyası. 4. diş.
Çocuk yuvasında çalışan bayan öğretmen,
jardiniste ad. Bahçe bezekçisi.
jargon er. 1. Bozuk dil. 2. Anlaşılmayan yabancı dil
(Deux

étrangers,

jargon

incompréhensible).

à la table voisine,

parlent

un

3. D a r bir çerçeveye

özgü dil, argo (Le jargon des médecins,

le

jargon

du sport). 4. San renkli bir tür elmas. 5. Yemen


taşına benzeyen küçük kırmızı bir değerli taş.
jargonner gsz. 1. Bozuk bir dille konuşmak;
anlaşılmayan bir dille konuşmak; argo
konuşmak. 2. (Kaz için) Bağırmak,
jarre jars dij. 1. Küp, su küpü. 2. er. ç. Kürklerdeki
sert ve dik kıllar (Les jars, c'est-à-dire
brillants qui ne prennent pas la

les

poils

teinture).

jarret er. 1. (Bacakta) Diz arkası (Pli du jarret). 2.


(Düz yada yuvarlak şeylerde) Çıkıntı; iki
borunun birleştiği yerde oluşan dirsek. § Avoir du
jarret, avoir des jarrets d'acier: Bacaklan çelik
gibi sağlam olmak, uzun süre yorulmadan koşup
zıplayabilmek,
jarretelle diş. Çorap bağı.
jarretière diş. 1. Çorap askısı, "jartiyer. 2. Çorap
bağı. 3. Topçu halatı. 4. Bir tür denizci düğümü. 5.
İngiltere'de dizbağı nişanı,
jars er. 1. Erkek kaz. 2. (Jar yada Jars yazılır) Hırsız
argosu; külhanbeyi dili.
jas er. 1. den. Çipo. 2. Ağıl.
jasement er. 1. Gevezelik etme, çene çalma. 2.
Çekiştirme, dedikodu etme. 3. (Saksağan,
papağan için) Bağırma, ötme.
jaser gsz. 1. Gevezelik etmek, çene çalmak (La fille
jasait
sans

cesse).

2.

(Saksağan,

papağan)

Bağırmak, ötmek. 3. (Bebek için). Cıvıldamak,


gay guy etmek, konuşur gibi sesler çıkarmak
(Bébé qui jase dans son berceau).

4. Gevezeliği

yüzünden gizli bir şeyi ortaya vurmak


complice

(Un

a jasé et la police a mis la main sur toute la

bande). 5. Dedikodu yapmak, çekiştirmek (Les


visites

jaunissement

789

jardiniste

continuelles

qu'il

reçoit

font

jaser

les

voisins). 6. Jaser de qch: -konusunda dedikodu


yapmak (Tout le monde en jaserait et rirait de moi).

jaserie diş. 1. Gevezelik. 2. Cıvıldama, cıvıltı.


jaseur,euse s. ve ad. 1. Geveze, çalçene. 2. er.
İpekkuyruk kuşu.
jasminer. 1. Yasemin. 2. Yasemin kokusu, yasemin
kolonyası.
jaspe er. Alacalı donuk akik (Vase de jaspe). § Jaspe
sanguin: Kan taşı.
jasper gçl. Alacalı donuk akik gibi boyamak, alacalı
akik görünümü vermek,
jaspiner gsz. hlk. Konuşmak, çene çalmak,
gevezelik etmek.
jaspure diş. 1. Alacalı donuk akik rengi. 2. Alacalı
akik rengine boyama,
jatte diş. Çanak (Une jatte de lait).
jattée diş. Çanak dolusu (Une jattée de crème).
jauge diş. 1. (Ölçeklerde) Ayar (La jauge d'huile
d'une

voiture.

La jauge

d'essence).

2. Fıçının

içindekiniölçmekte kullanılan dereceli çubuk. 3.


Ölçü ayan olarak kullanılan fıçı. 4. Çeşitli
ölçülerin adı. 5. İçine fidanlann yan yana dikildiği
kank. 6. Bir geminin alabildiği yük miktarı (La
jauge des bateaux est exprimée

en

tonneaux).

jaugeage er. 1. Hacmini ölçme (Jaugeage d'un


tonneau, d'un réservoir). 2. Ölçme parası. 3. Bir
geminin alabildiği yük miktannı ölçme,
jauger gçl. 1. -in hacmini ölçmek (Jauger une
barrique,

un navire, un réservoir,

une source).

2.

mec. Değerini ölçmek, değerlendirmek (Jauger à


leur juste valeur les grands écrivains
l'ai

jaugé

d'un

coup

... olmak (Navire

d'œil).

du passé.

3. gsz.

qui jauge mille

Je
Hacmi

tonneaux).

jaugeur er. 1. Ölçü memuru. 2. Ölçü aleti,


jaunâtres. Sanmtrak ( Un visage jaunâtre.

Desmurs

jaunâtres).
j a u n e s . l . S a n (Fleurs jaunes, feuilles jaunes).
San renk, san (Jaune clair: Açık sarı.
Koyu

sarı.

paille:

Saman

çalmak.

Jaune

citron:

sarısı.

Tourner

Limon

Tirer

sarısı.

Jaune

sur le jaune:

Sarıya

au jaune: Sararmak.

jaune: Sarıya boyamak).

2 .er.

Jaunefoncé:

Peindre

en

3. er. San ırktan adam.

4. ad. Patrondan yana işçi, sarı işçi, grev kincisi. S.


s. ve ad. Sarı, etliye sütlüye pek karışmayan,
siyasal bir eğilimi olmayan (Une association
jaune • C'est un jaune). 6. bel. Sarı renkte, sarı
renkle, sanya (Cette enseigne

électrique

éclaire

jaune). § Fièvre jaune: hek. San humma. Race


jaune: Sarı ırk. Rire jaune: Zoraki gülüş,
istemeden gülme. Syndicat jaune: Sarı sendika.
Etre jaune comme un citron, comme un coing:
Limon gibi sapsan olmak, ayva gibi sararmak.
jaunet,tes. 1. Hafif sarı. 2. er. hlk. Altın para, sarı
lira, sarıkız. Jaunet d'eau: hlk. Sarı nilüfer,
jaunir gçl. 1. Sarartmak; sanya boyamak
(L'automne

a jauni les feuilles.

les doigts).

2. gsz. Sararmak (Les feuilles

arbres commencent

à jaunir.

La nicotine

jaunit
des

Papier, dentelle qui a

jauni).

jaunissante s.

Sararan,

sararmış

(Les

épis

jaunissants).

jaunisse diş. Sarılık (hastalığı). § En faire une


jaunisse: Çok pişman olmak, büyük bir pişmanlık
duymak.
jaunissement er.
Sararma; sarartma
(Le
jaunissement

des dents, d'un


teint).
790

java
java diş. Bir dans, java. § Faire la java: hlk. Yiyip
içip eğlenmek, keyif sürmek,
javanais,e s. vead. 1. Javalı, Java adası ve halkına
değgin. 2. er. Java dili. 3. er. Kuş dili (Parler
javanais:

Kuş dili

konuşmak).

javel diş. Çamaşır suyu, arıtıcı, Javel çaıuaşır suyu.


(Eau de Javel de denir),
javelage er. 1. Biçilen ekini kucak kucak yere
serme. 2. (Yere serilmiş buğday demetlerinin)
Sararıp kuruma süresi,
javeler gçl. 1. (Biçilmiş ekini) Kurumak üzere
demet demek sermek. 2. gsz. (Ekin) Kurumak,
sararmak,
javeline diş. Uzun ve ince mızrak,
javelle diş. 1. Bağlanmadan yere serilmiş ekin
demeti; bir kucak ekin. 2. Tuzladan çekilmiş tuz
yığını.
javellisation diş. (tçme suyunun) Mikroplannı
Javel suyu ile öldürme; Javel suyu ile arıtma,
javelliser gçl. (içme suyunun) Mikroplannı javel
suyu ile öldürmek; javel ile arıtmak (Javelliser de
l'eau).

javelot er. 1. Mızrak. 2. (Atletizm) Cirit (Le lancer


du

javelot).

jayet er. yerb. Kara kehribar, kara samankapan,


jazz er. Caz (Orchestre

de

jazz).

jazzman er. Cazcı.


je add. 1. (Tekil birinci kişiyi göstermek üzere
eylemlere özne olarak getirilir. Ünlü ile başlayan
bir eylemin başında j' biçimini alır) Ben (Je
travaille:

Ben çalışıyorum).

2. er. fels. B e n , "ene.

jeannette diş. 1. Zincir yada kaytana takılıp boyuna


asılan küçük haç. 2. Giysi kolu ütülemeye yarayan
ayaklı yastık,
jeep [3İp] diş. Cip (otomobili).
jéjunum er. biy. Boş bağırsak,
je-m'en-fichisme, je-m'en-foutisme er.
tkz.
Nemegerekçilik, "nemelâzımcılık.
je-m'en-fichiste, je-m'en-foutiste s. ve ad. tkz.
Nemegerekçi, nemelâzımcı.
je ne sais quoi er. (Değişmez). Bilmem ne, bir şey (II
y a chez lui un je ne sais quoi qui

jérémiade diş. tkz. Bitmez tükenmez yakınma,


jérémiades).

jersey er. 1. Jerse (Jersey de laine, de soie). 2. Yün


kazak (Porter
jusqu'au

un jersey

à col roulé qui

monte

jésuite).

s. 1.

(Formule,

2.

Cizvitlere

procédé

yaraşır,

Cizvitçe

jésuitique).

jésuitiquement bel. Cizvitçe; iki yüzlülükle,


ikiyüzlüce.
jésuitisme er. 1. Cizvitlik. 2. mec. İkiyüzlülük,
düzencilik, dalaverecilik,
jésuser. 1.56x76boyundakâğıttabakası. 2. Çocuk
Isa heykeli .3. hlk. Yavru, yavrucuk ; çocuk ; kuzu,
kuzucuk (Mon jésus).
jet er. 1. Atma, fırlatma (Armes de jet. Le jet d'une
pierre,

d'une

grenade).

2. Fışkırma (Un jet de

sang. Il a été brûlé par un jet de liquide

bouillant).

3. Demet, huzme (Un jet de lumière. Le jet


lumineux

d'un lampe de poche).

4. bitb. Sürgün,

filiz, dal (Des jets d'un arbre, d'une ronce).

5. Jet

uçağı, tepkili uçak. 6. (Erimiş maden için)


Döküm. § Le jet d'eau: Fıskiye. Le premier jet: İlk
taslak (Le premier

jet d'un poème,

d'un

article,

d'un livre). A un jet de pierre: Bir taş atımı ötede,


bir taş atımı uzaklıkta. A jet continu: Durmadan,
durmamacasına, sürekli olarak, habire (Débiter
des mensonges

à jet continu).

D'un seul jet, d'un

jet: Bir çırpıda (Le roman a été écrit d'un seul jet
pendant

les

vacances).

Du

premier

jet:

Birdenbire, hemen, ilk anda, ilk çıkışta, ilk


adımda (Atteindre

la perfection

du premier

jet).

jetage er. 1. Atma, salma (Le jetage du bois flotté


dans

les

cours

d'eau).
2.

(Veterinerlikte)

Hayvanlarda anormal burun akması,


jeté er. 1. Dans adımı. 2. Mobilya örtüsü (Un jeté de
table

brodé).

jetée diş. Dalgakıran (5e promener, pêcher sur la


jetée).
jeter gçl. 1. A t m a k (Jeter une pierre dans l'eau).
Fırlatmak, atmak (Jeter sa casquette en l'air,
quelques

graviers

contre

une

Cizvitlere

özgü

2.
jeter

fenêtre).

3.

Savurmak, yağdırmak (Jeter des menaces, des


insultes). 4. İçine düşürmek, sokmak, atmak (5a
mort

jeta sa famille

proposition

dans

le désespoir.

me jeta dans l'embarras).

Cette

S. Salmak,

yaratmak, -e yol açmak (Le crime jeta l'effroi

dans

6. Dökmek; dışanya vermek, ortaya dökmek


Jeter son venin).
7. Atmak,

kurmak, yapmak (Jeter un nouveau

(Jeter des larmes.

pont sur le

Rhin).

8. Atmak, koymak (Jeter un manteau

ses épaules. Jeter son vêtement sur une chaise).

menton).

jésuite er. 1. Cizvit tarikatından olan; Cizvit; Cizvit


papazı. 2. mec. hkr. İkiyüzlü, düzenci, dümenci,
dalavereci. 3. s. a) Cizvitlere değgin (Art, style
jésuite), b) İkiyüzlü, sinsi, düzenci (Il a un air
jésuitique

jésuitique).

la ville. Cette nouvelle jeta le trouble dans le pays).

inquiète).

ağlayıp sızlama (Je suis écœuré de tes

jeter

(Morale

sur
9.

Jeter qch à: -e bir şey vermek, atmak (Jeter un


morceau

de pain à un animal

du zoo).

§ Jeter

l'ancre: Demir atmak. Jeter sa gourme: (Gençlik


çılgınlıkları yapan gençler için) Gençliğini
yapmak, kurtlarını dökmek. En jeter: (Kadınlar
için) Havalı olmak, havası olmak, çekici ve güzel
olmak. Jeter les bases, les fondations de qch: -in
temelini atmak. Jeter le grappin sur: -e çengel
atmak, kanca takmak. Jeter le trouble dans: -e
anlaşmazlık tohumu ekmek, "nifak sokmak. Jeter
uncoupd'œilsur: -e şöyle bir göz atmak. Jeter qch
à la poubelle: Çöp sepetine atmak. Jeter qn hors
des gonds, hors de ses gonds: Zıvanadan
çıkarmak, çileden çıkarmak. Jeter qn en prison:
Hapse atmak, dama tıkmak. Jeter à terre: Yere
düşürmek, yere atmak, yıkmak. Jeter de la
poudre aux yeux: Göz boyamak, göz
kamaştırmak. Jeter de l'huile sur le feu: Yangına
körükle gitmek, kızıştırmak. Jeter les dés: Zarları
atmak, gemileri yakmak, kesin karar vermek.
Jeter des pierres dans le jardin de qn: -e taş atmak,
söz dokundurmak. Jeter feu et flamme: Ateş
püskürmek. Jeter la pierre à qn: -i suçlamak,
töhmet altında bırakmak. Jeter l'argent par la
fenêtre: Parasını har vurup harman savurmak,
hesapsız harcamak, sokağa atmak. Jeter le froc
aux orties: Papazlıktan, keşişlikten vazgeçmek.
Jeter le gant à qn: -e meydan okumak; -e hodri
meydan demek ; -i düelloya davet etmek. Jeter des
pommes cultes à: -i domates çürüğüne tutmak;
yuhalayıp taşlamak. Jeter qch à la tête de qn, au
nez de qn: -i birinin hep başına kakmak, hep
gözüne sokmak, hep ortaya dökmek. Jeter des
perles aux pourceaux, aux cochons: Köpeğe gem
vurmak, birine yaraşık olmadığı biçimde
davranmak; bilgisini boş yere harcamak; eşeğe
altın semer vurmak. Jeter qch en moule: -i kalıba
dökmek. Jeter qch sur papier: -i kâğıda geçirmek,
yazıya dökmek, yazmak. Jeter les yeux sur qch:
Gözlerini -e dikmek, -i "far ket mek. Jeter son
dévolu sur qch: -e göz koymak, -e göz dikmek, -i
yeğlemek, seçmek. Jeter sa langue aux chats, aux
chiens: (Bir bilmece vb) Bulamamak,
çözememek; çözemeyeceğini
kabul edip
vazgeçmek. Jeter sa poudre aux moineaux:
Boşuna yorulmak, dil dökmek. Jeter un sort à qn:
-e büyü yapmak. Jeter un voilesur qch: -in üzerine
perde çekmek, sünger çekmek. Jeter bas: 1.
Havaya uçurmak (Jeter bas une cheminée
d'usine). 2. Devirmek, yere yıkmak (Jeter bas un
arbre). Jeter qch au feu: Yakmak, ateşe atmak
(Jeter au feu des lettres compromettantes).

Jeter les

brasautourducoudeqn: -i kucaklamak, kollanm


boynuna dolamak. §Sejeter: 1. Atılmak, atlamak
(Se jeter

jeu

791

jeter
à l'eau,

se jeter par

la fenêtre).

2.

(Akarsular için) Dökülmek (La Durance se jette


dans le Rhône). 3. Se jeter dans qch: a) -e atılmak,
girişmek (Se jeter dans une lutte, dans une

affaire).

b) -ile birleşmek, kavuşmak (L'endroit où la rue

Gay-Lussacse

jette dans la rue Claude-Bernard).

Se jeter aux pieds de qn, aux genoux de qn: -in


ayaklarına kapanmak. Se jeter à corps perdu dans
qch: -e balıklamasına dalmak, tehlike falan
demeden atılmak, büyük bir coşkuyla girişmek.
Se jeter dans la gueule du loup: Kendini göz göre
göre tehlikeye atmak, kendini kurdun ağzına
atmak. Se jeter sur qn à bras raccourcis: -e
şiddetle vurmak; yumruklarım sıkıp -in üzerine
atılmak, saldırmak. S'en jeter un, s'en jeter un
derrière la cravate: tkz. Bir kadeh yuvarlamak,
bir tek atmak.
jeteur, euse od. Büyücü.
jeton er. (Kumarda, telefonda, garsonların kasa ile
hesaplaşmasında vb kullanılan) Marka, jöton
(Jeton de téléphone. Jetons servant à la roulette), f

Faux jeton: tkz. İkiyüzlü, dalkavuk, düzenci,


dümenci. Jeton de présence: Huzur hakkı. Vieux
jeton: tkz. Moruk, babalık. Avoir les jetons: hlk.
Korkmak, ödü kopmak, üç buçuk atmak. Donner
les jetons à qn: -i korkutmak, ödünü patlatmak.
Prendre un jeton: hlk. Sevişme sahnelerini gizlice
dikizlemek.Sepayer un jeton:Göz banyosu yapmak.
jettatore er. ît. Büyücü.
jettatura diş. ît. 1. Kem göz, nazar 2. Büyü; büyü
yapma.
j e u er. 1. Oyun (Interrompre
de saute-mouton,

le jeu des enfants.

Jeu

jeu de marelle, jeu de balle,

jeu
de coltin-maillard).

2. Oyun takımı (Un jeu de

cartes, un jeu de dames).


est sortie du jeu. Un joueur

3. Oyun alam (La

balle

qui a été mis hors

jeu).

4. (İskambilde bir oyuncunun elindeki) Kâğıtlar


(Tenir son jeu dans la main. Ne pas laisser voir son

jeu). S. (Çalgı) Çalış (Le jeu brillant d'un


violoniste). 6. (Sahnede) Oynayış, oyun tarzı (Le
jeu d'un
(Aimer

acteur.

Un jeu très sobre).

le jeu. Se ruiner

au jeu).

7. Kumar
8. Düzgün

işleme, çalışma (Le jeu d'un ressort, d'un verrou.


Le jeu des muscles, des doigts). 9. Tam takım (Un

jeu de clefs). 10. Oyun, numara (C'est un jeu, ce


n'est pas sérieux).

11. Aralık, açıklık (Donner

jeu à une fenêtre, à un tiroir. Jeu d'un cylindre).

du
12.

(Kumarda ileri sürülen) Para, koz (Jouer petit jeu,


jouergrosjeu.

Faites vos jeux). 13. Oyunun kuralı,

uyulması gereken kurallar (C'est le jeu: Kural bu,


oyunun

kurah böyle. Ce n'est pas de jeu:

oyunun kuralında
bu yok, bu kurala uygun

Olmaz;
değil).

§ Jeu de mot: Sözcük oyunu (Faire un jeu de mot).


Jeud'esprit: Şaka. Jeu d'enfant: Çocuk oyuncağı,
basit şey, ciddilikten uzak şey (Ce n'est pas jeu
d'enfant). D'entrée de jeu: Hemen, daha baştan,
başlar başlamaz (D'entrée de jeu, il posa la
question essentielle). Par jeu: Keyf için, zevk için
jeun
(Agir par jeu. Il l'a fait par jeu). Jeu de main, jeu de
vilain: El şakası, eşek şakası. Le jeu n'en vaut pas
la chandelle: Kılınan namaz ürkütülen kurbağaya
değmez. Heureux au jeu, malheureux en amour:
Kumarda kazanan sevgide yitirir. Les jeux sont
faits : Zarlar atıldı,olan oldu artık,değişebilecek
bir şey yok artık. Avoir beau jeu: Kolaylıkla üstün
çıkacak
durumda
olmak,
rahat
rahat
kazanabilecek durumda olmak. Avoir beau jeu de
f. qch: Rahat rahat -cek durumda olmak (ila beau
jeu de vous reprocher maintenant votre dédain).
Bien jouer son jeu: Oyununu iyi oynamak,
numarasını iyi yapmak. Cacher son jeu: Niyetini
saklamak, numarasını hiç belli etmemek. Entrer
dans le jeu: Oyuna girmek, başlamak, bir işe
katılmak. Entrer dans le jeu de qn: 1. -in işine
katılmak, kazancına ortak olmak. 2. -in yanını
tutmak, -den yana olmak. Entrer en jeu: 1. İşin
içine girmek, karışmak, müdahele etmek (Des
forces puissantes sont entrées en jeu). 2. mec. Söz
konusu olmak, işin içine girmek (Il y a d'autres
facteurs qui entrent en jeu). Etre pris à son propre
jeu: Kendi oyununa gelmek, kazdığı kuyuya
düşmek. Etre vieux jeu: 1. Modası geçmiş olmak
(C'est vieux jeu). 2. Beğenisi çağının beğenisine
uymamak, çağının gerisinde kalmak (Il est vieux
jeu). Faire le jeu de qn: İstemeden -e yardım etmiş
olmak; -in ekmeğine yağ sürmek. Jouer gros jeu:
1. Kumarda büyük parayla oynamak. 2. Tehlikeli
bir işe girişmek, büyük oynamak. Jouer franc jeu:
Apaçık olmak, oyunu ortada olmak, saklısı gizlisi
olmamak. Jouer double jeux: İkili oynamak, iki
yanı da kollamak. Jouer le jeu: Bir şeyin, bir
oyunun kurallarına uymak. Jouer le grand jeu:
Amacma ulaşmak için elinden geleni yapmak,
varını yoğunu ortaya koymak. Mettre en jeu:
Tehlikeye sokmak, yitirmeyi göze almak, ortaya
koymak (Mettre en jeu d'importants capitaux).
Tirer son épingle du jeu: Bir işten ustaca
sıyrdmak, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmak,
paçasını kurtarmak. Se faire un jeu de qch: -in
üstesinden kolayca gelmek (Se faire un jeu des
difficultés). Se faire un jeu de f. qch: -mekten
hoşlanmak, -mekle eğlenmek (Il se fait un jeu de
contredire son adversaire). Se piquer au jeu:
Yılmamak, direnmek, ayak diremek. Voir clair
dans le jeu de qn: -in niyetini anlamak, oyununu
sezmek.
jeudi er. Perşembe. § La semaine des quatre jeudis:
Çıkmaz ayın son çarşambası; hiçbir zaman (II
vous remboursera la semaine des quatre jeudis).
jeun (à) bel. Aç karnına, aç acına (Il faut prendre ce
remède à jeun). § Etre à jeun: Aç karrnna olmak,
792

jeunot
ağzına tek bir lokma koymamış olmak,
jeune s. 1. Genç (Un jeune homme, une jeune
femme, une jeune fille). 2. Taze, dinç (Une jeune
plante, un jeune visage. Restez jeune). 3. Yaşı
küçük, genç (Un jeune professeur, un jeune
écrivain). 4. Yeni kurulmuş, genç
(Unejeune
république,
une jeune industrie)
5. Toy,
deneyimsiz, saf (Il est jeune et facile à tromper). 6.
tkz. Az, yetmez, yetersiz (Cent francs! C'est un
peu jeune). 7. Küçük, yavru (Jeune chien, jeune
chat. Gaieté de jeune animal). 8. Jeune de qch: -si
genç, -si dinç (Etre jeune de corps, de visage, de
cœur). 9. bel. a) Genç, genç yaşta (Mourir jeune).
b) Gençler gibi (S'habiller jeune). § Faire jeune:
Genç görünmek, dinç görünmek (Il fait encore
jeune). Faire plus jeune que son âge: Yaşından
genç göstermek. Etre jeune dans le métier:
Mesleğinde henüz toy olmak, deneyimsiz olmak,
acemi olmak. 10. ad. Genç, delikanlı
(L'intolérance des jeunes. Les jeunes et les vieux).
11. ad. (Hayvanlar için) Yavru (Chatte qui va
avoir des jeunes).
jeflne er. 1. Oruç (Le jeûne du Ramadan, du carême.
Observer le jeûne: Oruç tutmak. Rompre le jeûne:
Oruç bozmak). 2. Perhiz (Jeûne prescrit à titre
médical. Le médecin prescrit un jeûne complet
pendant trois jours). 3. mec. Yoksunluk (Ne pas
pouvoir lire est un véritable jeûne pour l'esprit).
jeûner gsz. 1. Oruç tutmak (Les musulmans jeûnent
pendant le Ramadan). 2. Perhiz yapmak (Un
malade qui jeûne). 3. Hiçbir şey yememek, aç
acına durmak (Son manque d'argent l'obligeait
parfois à jeûner tout un jour).
jeunesse
1. Gençlik (Un péché de jeunesse. Dans
le temps de ma jeunesse). 2. Dinçlik, tazelik,
gençlik ( La jeunesse de son cœur, de son visage). 3.
(Bir şeyin) İlk yıllan (La jeunesse d'une industrie).
4. Tazelik, yenilik (La jeunesse d'un vin, d'une
eau-de-vie, d'un arbre). S. Gençler, gençlik
(Instruire la jeunesse. Lectures, spectacles pour la
jeunesse). 6. (Eski) Gençkız, körpe, taze
(Vieillard qui épouse une jeunesse). 7. ç. Gençlik
kolu, gençler (Les jeunesses hitlériennes). §N'être
plus de la première jeunesse: Artık genç
olmamak, yavaş yavaş yaşlanmak. Les voyages
forment le jeunesse: Çok gezen çok bilir. Si
jeunesse savait, si vieillesse pouvait: Gençler
bilmez, yaşhlannsa gücü yetmez,
jeunet, te s. tkz. Pek genç, toy; gencecik (Elle est

encore bien jeunette).


jeûneur, euse ad. Oruç tutan, oruçlu,
jeunot er. tkz. Genç, delikanlı, tıfıl (Un petit
jeunot).
jiu-jitsu
jiu-jitsu er. Japon güreşi.
joaillerie diş. 1. Cevahir, mücevher. 2.
Cevahircilik, mücevhercilik (Travailler dans la
joaillerie) 3. Cevahirci dükkânı, mücevherat
dükkânı (Une grande joaillerie parisienne).
joaillier, ère s. vead. Cevahirci, mücevheratçı.
job er. tkz. İş (Etudiant qui cherche un job). §
Monter le job à qn: -in kafasını çelmek, kafasını
doldurmak, -i aldatmak,
jobard, es. vead. tkz. Aptal, ahmak, enayi, safdil,
jobarder gçl. Aldatmak, kandırmak, enayi yerine
koymak.
jobarderie, jobardise diş. tkz. Aptallık enayilik
saflık, ahmaklık,
jockey er. Cokey, binici,
jocrisse er. Aptal, enayi, safoğlan.
joie diş. 1. Se vinç ("La joie et la douleur. Crisdejoie).
2. Zevk, sevinç kaynağı (C'est une joie de vous
recevoir). 3. ç. Zevk ve eğlence, "nimetler (Les
joies de la vie). 4). ç. mec. Sıkıntı, "dert, cilve (Les
joies du mariage. Encore une panne, ce sont les
joies de la voiture!). § A cœur joie: Doyasıya,
canının istediğince (Il s'est enfoncé à coeur joie
dans la méditation). Fille de joie: Orospu, "fahişe.
Bondir, sauter de joie: Sevincinden zıplamak,
havaya sıçramak. Eprouver de la joie: Sevinç
duymak. Etre au comble de la joie: Sevincin
doruğunda olmak, çok sevinmek. Etre transporté
de joie: Sevinçten kendinden geçmek. Etre fou de
joie, ivre de joie: Sevinçten deli olmak, kendinden
geçmek. Etre en joie: Sevinçli olmak. Mettre qn en
joie: -i sevindirmek. Ne plus se sentir de joie:
Sevincine diyecek olmamak, çok mutlu olmak,
çok sevinmek. Se faire une joie de f. qch: -mek
kendisi için bir zevk olmak (Il s'est fait une joie de
nous accompagner). S'en donner à cœur joie:
Zevkten dört köşe olmak, sonsuzca sevinmek,
joindre gçl. 1. Bitiştirmek (Joindre les deux bouts de
la ficelle par un nœud). 2. Kavuşturmak (Joindre
les mains). 3. Birleştirmek (Le sang les avait
joints, l'intérêt les sépare. Il nous faut joindre nos
efforts). 4. Bulmak, ilişki kurabilmek, konuşmak
(Je l'ai joint par téléphone. Je n'arrive pas à le
joindre pour lui parler de cette affaire) 5.
Kavuşmak, katılmak "iltihak etmek (Régiment
quijoint sa division). 6. Joindre qch à: a) Bir şeyi -e
katmak, -ile birleştirmek (Joindre l'utile à
l'agréable. Joindre le geste à la parole), b) Bir şey i
-e eklemek (Je joins à cette lettre un chèque de cent
francs. Joignez ce témoignage aux autres). 7. gsz.
İyice kavuşmak, kapanmak, birleşmek (Planches
qui joignent bien. Porte qui joint). § Joindre les
deux bouts: İki ucunu bir araya getirmek, iki

793

joliment
yakasını bir araya getirmek (Je n'arrive pas à
joindre les deux bouts). § Se joindre: 1.
Kavuşmak, birleşmek (Les mains se joignent). 2.
Se joindre à: a) -e karışmak (Se joindre à la foule).
b) -e katılmak, -ile birleşmek (Il s'est joint à nous
pour demander la levée de la punition), c) -e
katılmak, "iştirak etmek (Se joindre à la
discussion, à la conversation, au débat), d) -e
girmek, üye olmak (Se joindre à un parti).
joint, es. 1. Bitiştirilmiş, bağlanmış ( Objets joints en
faisceau).
2. Kavuşturulmuş, birleştirilmiş
(Mains jointes pour laprière). 3. Birleştirilmiş, bir
araya getirilmiş, birleşik (Efforts joints). 4. Joint
à: -e ekli, eklenmiş (Lettre jointe à un paquet.
Clause jointe à un traité). § Ci-joint: Ekte, buna
bağh olarak, ilişikte (Vous trouverez ci-joint la
copie du document. Ci-joint la copie).
jointer. 1. Aralık, açıklık (Remplir un joint avec du
plâtre. Joints d'une fenêtre). 2. Eklem (Le joint de
l'épaule, du genou). 3. mec. tkz. Püf noktası
(Chercher, trouver le joint). 4. Conta (Joint de
robinet). 5. argo. Esrar, uyuşturucu,
jointée diş. Yan yana iki avucun alabildiği miktar,

hapaz (Une jointée d'orge).


jointif, ive s. Bitişik, kenarları birbirine değen
(Planches jointives).
jointoiement er. *Bitişgeleme, duvar taşlarının
arasına harç koyma, "derz etme; derz olma.
jointoyer gçl. Bitişgelemek, duvar taşlarının
araşma harç koymak, derz etmek,
jointoyeur er. Derz yapan işçi, derzci,
"bitişgelemci.
jointure diş. 1. Eklem (Jointure des doigts. Faire
craquer ses jointures). 2. Bitişme yeri; bitişme
biçimi; *bitişge, *bitişgi.
joker er. tng. (İskambilde) Joker.
joli , e s. 1. Hoş, sevimli, şirin, cici, güzel (Jolie
femme, jolie fille, joli garçon. Elle a de jolies
jambes). 2. Hatırı saydır, önemli, epeyce,
oldukça çok (Obtenir de jolis résultats. Avoir une
jolie situation, de jolis bénéfices). 3. (Alaylı, ters
anlamda) İyi, doğrusu çok iyi (Tu lui asjoué un joli
tour! Elle est jolie, votre idée!). 4. Eğlenceli,
güldürücü (Un. joli mot). S. er. Hqş, sevimli (Le
joli et le beau). 6. er. Hoş yanı, hoş taraf; işin hoş
yanı (Le plus joli de l'histoire, c'est que tu es plus
ignorant que lui). 7. er. tkz. Çok kötü; doğrusu
çok güzel (Ters anlamda) (C'est du joli d'agir
dans son dos!). § Faire le joli cœur: Kibar
görünmeye çalışmak, kibarlık numarası yapmak,
joliesse diş. Hoşluk, şirinlik, sevimlilik, cicilik (La
joliesse de ses gestes).
joliment bel. 1. Hoş bir şekilde (Il est joliment
jouer

794

jonc
habillé).

2. Çok, pek (Ça arrangerait

joliment

nos

affaires).
jonc er. bitb. 1. Saz, hasirotu (Un panier de jonc).
Hezaren baston (Il fouettait l'air avec un jonc

2.
dont

oynamak. 3. (Bir çalgıyı) Kötü ve isteksiz çalmak,


joubarbe diş. bitb. Damkoruğu.
joue diş. 1. Yanak (Se farder
joues

creuses,

la pomme d'or brillait). 3. Kaşsız yüzük, düz halka

pâles. Avoir

yüzük (Il portait au doigt un jonc

(Joue d'un fauteuil,

d'or).

joncer gçl. Sazla örmek, hasırotuyla örmek, hasır


geçirmek (Joncer

une chaise, un

fauteuil).

jonchée diş. 1. Törenlerde yere serilen çiçek, dal,


vb. 2. Yere saçılmış şeyler. 3. Lor peyniri. 4.
İçinde lor peyniri yapılan saz sepet,
joncher;;/. 1. Örtmek, kaplamak, doldurmak (Des
feuillets déchirés jonchaient

üzerinde)

Saçılmak,

bulunmak (Des

débris

le tapis). 2. (Bir şeyin


yayılmak,
jonchaient

dağılmış
le sol).

3.

Joncher qch de qch: Bir şeyi -ile kaplamak,


doldurmak (Joncher

un ehemin

de

fleurs,

de

rameaux). 4. Etre jonché de: -ile kaplanmak,


örtülmek, dolu olmak (Terre jonchée de feuilles,
de fleurs. Champ de bataille jonché de

cadavres).

jonchère, jonchaie, joncheraie diş. 1. Sazlık. 2. Saz


yığını.
jonction diş. 1. huk. Birleştirme (Jonction
causes:

Dâvaların

birleştirilmesi).

birleştirme (Point
routes. Jonction

de jonction.

des

2. Birleşme,
Jonction

de deux

de deux rivières par un canal).

3.

Birleşme yeri, kavuşma yeri. § A la jonction de: -in


birleştiği yerde, kavuştuğu yerde (A la jonction
des deux lignes de chemin de fer).

jongler gsz. 1. Hokkabazlık yapmak, gözbağcılık


yapmak, elçabukluğu gösterileri yapmak. 2.
Jongler avec: a) -ile hokkabazlık yapmak,
elçabukluğu gösterileri yapmak (Clown qui
jongle

avec des boules),

(Jongler

b) -ile u s n e a oynamak

avec des mots, des idées, des

chiffres).

jonglerie diş. 1. Elçabukluğu, gözbağcılık,


hokkabazlık. 2. (Kötü anlamıyla) Hokkabazlık,
jongleur, euse ad. 1. Hokkabaz (Les tours d'un
jongleur), 2. mec. Hokkabaz;-i ustalıkla kullanan
(Ce

poète

est un jongleur

de mots).

3.

er.

(Ortaçağda) Saz şairi,


jonque diş. (Uzakdoğuda kullanılan) Yelkenli,
jonquille diş. 1. Fulya, fulya çiçeği. 2. er. Beyaz ile
san karışımı renk. 3. s. değişmez. Fulya sarısı;
beyaz-sarı (Une robe

jonquille).

jordanien, ne s. ve ad. Ürdünlü; Ürdün ve


Ürdünlü'lere değgin,
jota diş. Bir İspanyol dansı,
Oynanabilir

(Cette

pièce

rebondies,

de grosses joues).

n'est

pas

jouable).

jouailler gsz. 1. Eğlence olsun diye ufak parayla


kumar oynamak. 2. (Bir oyunu) Kötü ve isteksiz

des
rouges,

2. Yan yüz, yanlık

d'un canapé).

§ Coup sur la

joue: Tokat, sille. Coucher, mettre qch en joue:


Nişan almak için -i yanağına dayamak (Mettre,
coucher en joue un fusil, une carabine).

Coucher,

mettre, tenir qch en joue: -e nişan almak


(Coucher,

mettre, tenir une cible, un ennemi

en

joue). Embrasser qn sur la joue, sur les joues:


Birini yanağından, yanaklarından öpmek.
Tendre l'autre joue: (İsa'nın yaptığı gibi,
kendisine bir tokat vurana) Öbür yanağını
uzatmak. Se caler les joues: hlk. Yemek,
avurtlarını şişire şişire yemek. En joue! yada
yalnızca Joue!: Nişan al! Nişan!
jouer gsz. I . Oynamak (Les enfants jouent dans le
jardin).

2. Şaka yapmak (Ce n'était pas

c'était pour jouer.

Il dit ça pour jouer).

sérieux,

3. (Bitişik,

yapışık şeyler için) Yerinden oynamak, atmak,


ayrılmak (Panneau

de bois qui joue. Meuble

qui

joue). 4. İşin içine girmek, etkisi olmak, söz


konusu olmak, önem taşımak (La question
d'intérêt

ne joue

pas

entre
nous).

5. Kumar

oynamak (Il boit et il joue). 6. Jouer avec: a) -ile


oynamak, eğlenmek (Jouer avec sa poupée).

b)-i

tehlikeye sokmak, -ile oynamak (Il joue avec sa


santé, sa tête). 7. Jouer à qch: (Oyun ve spor)
Oynamak (Jouer

aux cartes, aux dominos,

échecs. Jouer à cache-cache,


à saute-mouton,

au tennis, au

à la marelle).

aux

football,

8. Jouer à qn:

Kendine ...süsü vermek, ...geçinmek (Jouer au


grand seigneur, jouer au grandsavant).

9. Jouer de

qch: a) (Çalgı) Çalmak (Jouer du piano, du


violon,

de l'acordéon,

de la mandoline),

b) -i iyi

kullanmak, -in kullanmasını becermek (Jouer du


couteau,

du bâton, du revolver),

c) -i sömürmek,

-den yararlanmak (Jouer de son ascendant, de son

infirmité), d) -li olmak, -içinde yüzmek (Jouer de


malheur,

de bonheur,

de malchance).

10. Jouer
sur: a) -üzerinde oynamak (Jouer sur les mots), b)
-in üzerinde vurgunculuk yapmak (Jouer sur les
grains) c) -den yararlanmaya çalışmak, umudunu
-e bağlamış olmak (Jouer sur la victoire, jouer

jordanie diş. Ürdün.

jouable s.

les joues. Avoir

pendantes,

sur

la misère d'autrui). 11. gçl. Jouer qn: -i aldatmak,


oyunagetirmek (Ilm'a joué). 12. gçl. Jouer qch: a)
.. .oynamak, -i oynamak (Jouer unpion,

une carte.

Jouer pique), b) Temsil etmek, canlandırmak,


oynamak (Jouer une tragédie, un rôle), c) Çalmak
(Jouer

Mozart),

un concerto,

jouer

du

d) -imiş gibi geçinmek (Jouer

jouer

Mozart,

les
jouer
incompris,
les victimes), e) Yalancıktan
...içindeymiş gibi yapmak, duyuyormuş gibi
görünmek (Jouer la douleur, le désespoir,
l'étonnement). 1) -i andırmak (Des candélabres de
zinc jouant le bronze), g) Tehlikeye atmak (Jouer
sa fortune, sa réputation). § Faire jouer qch: a) -i
oynatmak, hareket ettirmek (Faire jouer la clef
dans la serrure), b) -i fışkırtmak (Faire jouer les
eaux). Jouer à la baisse: Mal ve hisse senedi
fiyatlarının alçalışından kazanç sağlamak. Jouer à
la hausse: Karaborsacılık, "ihtikâr yapmak. Mal
ve hisse senedi fiyatlarının yükselişinden kazanç
sağlamak. Jouer à pair ou impair: Tek mi çift mi
oynamak. Jouer à pile ou face: Yazı mı tura mı
oynamak. Jouer à quitte ou à double, jouer quitte
ou double: Ya ödeşiriz yada iki katım alırsın diye
bir oyun daha oynamak. Jouer au corbillon: mec:
Boş ve gereksiz şeylerle zaman öldürmek. Jouer
aux courses: Atyarışı oynamak. Jouer au petit
soldat: Caka satmak, açıkgöz geçinmeye
çalışmak. Jouer au plus fin: Karşısındakinden
daha açıkgöz davranmak, açıkgözlük yapmak.
Jouer avec le feu: Ateşle oynamak, tehlikeli bir
şeyle oynamak. Jouer cartes sur table: Açık
davranmak, içten davranmak. Amacını açıkça
söylemek, saklısı gizlisi olmamak. Jouer de l'épée
à deux talons: Erkekliğin on koşulu varsa dokuzu
kaçmak biri hiç görünmemektir deyip kaçmak.
Jouer des coudes: İtip kakmak, dirseklemek, bir
kalabalıkta kendine yol açmak için onu bunu
itmek. Jouer des flûtes: tkz. Topukları belini
dövmek, arkasına bakmadan kaçmak. Jouer des
jambes: Topukları kıçına değmek, kaçıp gitmek,
tabanları yağlamak.Jouer des mâchoires:
Yemek, çenesi çalışmak. Jouer des mandibules:
tkz. Yemek, atıştırmak. Jouer double jeu: İki
yanlı oynamak, yanıltmak için ikiyüzlü
davranmak. Jouer franc jeu: Oyunu ortada
olmak, açık yüreklilikle hareket etmek, saklısı
gizlisi olmamak. Jouer de son reste: Son kozunu
oynamak, varını yoğunu ortaya koymak. Jouer
gros jeu: a) Büyük bir tehlikeye atılmak, b) Büyük
parayla kumar oynamak. Jouer la belle: Kimde
kaldıyı oynamak, kim kazandı kim yitirdi diye
üçüncü bir oyun daha oynamak. Jouer la comédie:
Numara yapmak, duymadığı bir duyguyu
duyuyormuş gibi hareket etmek, sevmediği halde
sever görünmek. Jouer le grand jeu: Amacına
ulaşmak için elinden geleni yapmak, varını
yoğunu ortaya koymak. Jouer les grandes
coquettes: (Kadın) Cilve yapmak. Jouer le tout
pour le tout: Ya hep ya hiç demek. Jouer sa
dernière carte: Son kozunu oynamak. Jouer sa

795

joug
peau: Kellesiyle oynamak, canını tehlikeye
atmak. Jouer son dernier atout: Son kozunu
oynamak. Jouer sur le velours: (Kumarda)
Kânyla
oynamak;
tehkileye
girmeden
davranmak. Jouer un jeu dangereux: Tehlikeli bir
oyun oynamak, tehlikeli bir işe girişmek. Jouer un
jeu d'enfer: (Kumarda) Çok para dönen bir oyun
oynamak. Jouer un tour a qn, jouer un mauvais
tour à qn: Birine bir oyun oynamak, alicengiz
oyunu oynamak. Jouer un tour de cochon à qn:
Birine çok kötü bir oyun oynamak. § Se jouer: 1.
Oynanmak; temsil edilmek, gösterilmek (La
pièce se joue à la Comédie-Française). 2.
Eğlenmek (Plus il cherche à se jouer
innocemment, plus il se trouble et s'amollit). 3.
(Müzik) Çalınmak (Un concerto qui s'est bien
joué). 4. Sejoueràqn, àqch: -e saldırmak, çatmak
(Ne vous jouez pas à lui, à cela, vous vous en
repentirez). 5. Se jouer de: a) -ile alay etmek (ilse
joue de nous) b)-e aldırmamak ,meydanokumak,
vız gelir tırıs gider demek, -den tınmamak, -i
önemsememek (Un rocher escarpé qui se joue de
la rage des vents) c)-in üstesinden kolaycagelmek
(Se jouer des difficultés), d) -ile canımn istediği
gibi oynamak (Vous vous jouez de la vie des
hommes).
jouet er. 1. Oyuncak (Jouets pour fillettes, pour
garçons). 2. Alay edilen, üstüne gülünen,
oyuncak gibi kullanılan kimse. § Etre le jouet de
qch: -in kurbanı, tutsağı olmak (lia été le jouet de
ses illusions). Servir de jouet à qn: -in elinde
oyuncak olmak, şamaroğlanı olmak.
joueur,euse ad. 1. Oyuncu (Un grand joueur
d'échecs. Joueur de football, de tennis). 2. Çalan,
çalıcı, çalgıcı (Un joueur de flûte, de saxophone).
3. s. ve ad. Oynamayı seven (Un enfant joueur.
Elle est une joueuse passionnée). 4. s. ve ad.
Kumarcı (Les joueurs du casino. Un joueur
malchanceux). S. Oynayan; oynatıcı (Joueur de
farces, de marionnettes).
joufflu,e s. 1. Tombul yanaklı, şişkin yanaklı (Un
bébé joufflu). 2. ad. Tombul yanaklı, alyanak
(C'était une grosse joufflue).
joug er. 1. Boyunduruk (Le joug est relié au timon).
2. mec. Boyunduruk, zincir, bağımlılık, tutsaklık
(Le joug du mariage, de l'ennemi). 3. Terazi kolu.
§ Briser, rompre, secouer le joug: Tutsaklık
zincirini kırmak, boyunduruktan kurtulmak.
Imposer un joug à qn: -boyunduruk altına almak.
Mettre qn sous le joug: -i boyunduruk altına
almak, kendine bağımlı kılmak, tutsaklaştırmak.
Tomber sous le joug de qn: -in boyunduruğu altına
girmek.
796

jouir
jouir gsz.l. Jouir de qch:a)-den yararlanmak,-si var
olmak,-in iyesi olmak,-e sahip olmak (Jouir d'un
bien,

d'une

grande

richesse),

b) -in

tadını

çıkarmak (Jouir de la vie) c) -e kavuşmak, erişmiş


olmak, elde etmek (Jouir des droits civils, d'un
droit). 2. Cinsel doyuma ulaşmak,
jouissance diş. 1. huk. Yararlanma, "tasarruf,
(Avoir

kullanma
appartement
jouissance

la

libre

jouissance

d'un

dès son achat.

L'usufruitier

a la

d'un bien sans en avoir la propriété).

Tad, zevk ( E p u i s e r toutes les jouissances

2.

de la vie).

jouisseur,euse s. ve ad. Zevkine düşkün, vur


patlasın çal oynasın diyen, zevkten eğlenceden
başka bir şey düşünmeyen (Elle estjouisseuse. Un
jouisseur

paresseux

et égoïste).

joujou er. 1. (Çocuk dilinde) Oyun. 2. Oyuncak (Le


joujou

est la première

initiation

de l'enfant à l'art).

§ Faire joujou avec: (Çocuk dilinde) -ile oynamak


(Faire joujou

avec une

poupée).

joule er. fiz. Jul.


jour er. 1. Gün ışığı (Laisser
chambre).
jour.

entrer le jour dans une

2. G ü n , güneş (Lespremières

Le jour

se lève, le jour

olarak) G ü n (La conférence

baisse).

lueurs du
3. (Süre

durera trois jours).

4.

Gündüz (Le jour et la nuit). 5. Aydınlık, ışık (Le


jour d'une lampe). 6. Pencere, ışık alacak yer, ışık
deliği (Percer

dans une muraille).

7.

Gözenek,"ajur (Faire des jours à un mouchoir).

un jour

8.

Gün, kabul günü (C'est son jour. J'aimon


mercredi

où je reçois).

gelée). 10. Kısa bir süre (L'homme


la terre).

11. D ö n e m ; an (Nous

jours critiques).
jours heureux.

jour,

9. Hava (Jours d'orage,


vit un jour

sur

avons passé

des

12. ç. Yaşam, "hayat (Couler


Finir ses jours).

le
de

des

§ Demi jour: Zayıf

ışık. Faux jour: Gözü aldatan parlaklık, yalancı


ışık. Un jour: 1. Günün birinde, bir gün (Un jour
tout changera). 2. (Eski) Kısa bir süre (L'homme
vit un jour sur la terre). Derniers jours, vieux jours:
Yaşlılık, yaşamın son günleri. Les beaux jours: 1.
İlkbahar. 2. Gençlik günleri. 3. Erinç, refah. Le
jour de l'An: Yılbaşı. L'astre du jour: (Şiir
dilinde) Güneş. L'ordre du jour: Gündem. Un
beau jour: Günün birinde, bir gün (Un beau jour,
vous verrez ce qui arrivera). L'autre jour: Önceki
gün, geçen gün. Chaque jour, tous les jours: Her
gün. En plein jour: Güpegündüz. A jour:
Gözenekli, ajurlu (Broderie à jour). Au jour le
jour: Günü gününe (Gagner sa vie au jour le jour).
Du jour: 1. Günlük (Des œufs du jour,

nouvelles

du jour). 2. Günün, günümüzün, çağımızın (Le


goût du jour, la mode du jour. L'homme
c'est le héros du jour).
çağımızda

(De

du

jour,

De nos jours: Günümüzde,


nos jours,

les distances

sont

journée
devenues insignifiantes). De jour: 1. Gündüz,
gündüzleyin (Travailler de jour). 2. Nöbetçi,
nöbette olan (L'officier
Nöbetçiolmak,

de jour.

nöbette olmak).

Etre de

jour:

De tous les jours:

Her günkü, her zaman görülen, alışılmış,


gündelik. Du jour au lendemain: Akşama sabaha
(Du jour au lendemain

tout peut changer).

De jour

en jour: Günden güne, gün be gün. D'un jour à


l'autre: Günden güne. Jour et nuit: Gece gündüz.
Par jour: Günde (Il gagne cinquante

livres

par

jour). Attenter à ses jours: İntihara kalkışmak.


Donner le jour à: -i doğurmak, dünyaya getirmek ;
-e vücut vermek. Etre clair comme le jour: Gün
gibi açık olmak. Etre comme le jour et la nuit:
Taban tabana zıt olmak, akla kara gibi birbirinin
tersi olmak. Etre dans un jour de gaieté, de bonne
humeur: Neşeli bir gününde olmak. Etaler,
exposer qch au grand jour: -i açıklamak, gözler
önüne sermek, ortaya dökmek. Mettre au jour:
Bulmak, gün ışığına çıkarmak (Ona mis au jour
les restes d'une ville ancienne).

Mettre qch à jour:

-i açıklamak, aydınlığa kavuşturmak. Percer à


jour: (Bir gizi) Bulmak, ortaya çıkarmak,
"keşfetmek. Prendre jour: Gün almak, randevu
almak. Recevoir lejour, voir lejour, venir aujour:
Doğmak, dünyaya gelmek. Se faire jour:
Aydınlanmak, ortaya çıkmak (La vérité
commence à se faire jour). Vivre au jour le jour:
Yarınını düşünmeden gününü gün etmek. Voir le
jour: 1. Doğmak, dünyaya gelmek (Il a vu le jour
dans un petit village).

2. Gün ışığına çıkmak,

yayınlanmak (Son roman a vu le jour dix ans après


sa

mort).

journal er. 1. Günlük, günce (Tenir un journal.


Ecrire

son journal.

(Journalde
(S'abonner
marchand

Le journal

mode. Journaux
à

un

journal.

de journaux.

de Gide).

d'enfants).

2. Dergi
3. Gazete

Crieur,
Lire

vendeur,

le journal,

son

journal).

journalier,ère s 1. Gündelik, her günkü (Travail


journalier).

2. Gündelikçi ( Ouvrier journalier).

3.

ad. Gündelikçi, gündelikle çalışan işçi (Un


journalier,
une

journalière).

journalisme er. Gazetecilik (Faire du journalisme).


journaliste ad. Gazeteci.
journalistique s. Gazeteciliğe değgin, gazetecilikle
ilgili,
gazetecilere
özgü
(Genre,
style
journalistique).
journée diş. 1. Gündüz, gün (Deux journées

entières

ne lui avaient pas suffi pour faire ce travail).

2.

Günlük iş, çalışma (Aller en journée.

la

journée

de huit heures).

Instaurer

3. Gündelik, gündelik

ücret. 4. Bir günlük yol (Il y a trois journées de


797

journellement
voyage). § Femme de journée: Gündelikçi kadın,
hizmetçi.
journellement bel. 1. Her gün, günü gününe (Il est
tenu journellement au courant des nouvelles).
Her zaman ( Cela se voit
journellement).

2.

jout ediş. 1. Cirit oyunu. 2. mec. Çekişme, tartışma,


yarışma, düello (Joute oratoire).
jouter gsz. 1. Cirit oynamak. 2. mec. Çekişmek,
yarışmak, mücadele etmek,
jouteur er. 1. Cirit oyuncusu. 2. mec. Yarışmacı,
tartışmacı, °hasım (Un rude jouteur).
jouvence diş. Gençlik. § Fontaine de jouvence, eau
de jouvence: Gençlik kaynağı, gençlik pınarı,
jouvenceau er. hlk. Genç, delikanlı, yeni yetme,
jouvencelle diş. Genç kız, taze, körpe,
jouxte ilg. Yanında, yakınında (Jouxte l'église).
jouxter gçl. -in yanında olmak, yakınında
bulunmak (Des fossés jouxtant la route).

jovial,es. Güleryüzlü, neşeli, şen


humeur

(Caractèrejovial,

joviale).

jovialement bel. Güleryüzle, neşeyle,


jovialité diş. Güleryüzlülük, neşelilik, şenlik,
joyau er. 1, Mücevher (Les joyaux de la couronne,
d'un diadème). 2. mec. Çok değerli şey, inci (Cette
église est le joyau de l'art

médiéval).

joyeusement bel. Neşeyle, neşe içinde, sevinçle,


joyeuseté diş. Şaka, nükte.
joyeux,euse s. 1. Şen, neşeli (Un homme toujours
joyeux). 2. Sevinçli, neşe veren, sevindiren (Une
joyeuse

nouvelle).

3. ad. argo. Afrika taburları

denen
Fransız
birliklerine
takılan
ad,
"vurpatlasıncı.
jubarterfi£. hayb. Kambur balina,
jubé er. Kiliselerde köprü biçiminde minber,
jubilaire s. 1. Jübileye değgin (Année jubilaire). 2.
Elli yıl görev yapmış olan (Docteur jubilaire).
jubilation^. Sevinç, neşe (Une jubilation intense).
jubilé er. 1. Ellinci yıldönümü, jübile (Fêter son
jubilé de mariage). 2. Papazın kimi durumlarda
katoliklerin günahlarını bağışlaması,
jubiler gsz. tkz. 1. Büyük sevinç duymak, ağzı
kulaklarına varmak. 2. Jubiler de f. qch: -diğine
çok sevinmek (Il jubile de voir son équipe

gagner).

juché,e s. Konmuş, tünemiş, oturmuş, kurulmuş


(Maison juchée sur une

colline).

juchée diş. Sülün tüneği, sülünlerin tünedikleri yer.


jucher gsz. 1. Tünemek (Faisans qui juchent sur une
branche). 2. mec. Oturmak (Il est allé jucher à un
septième étage). 3. gçl. Jucher qn, qch sur:
Koymak, oturtmak (Jucher les pots de confiture
sur l'armoire. Jucher un enfant sur ses épaules). §

jugement
juchoir er. Tünek.
judaïques. 1. Yahudilere değgin, yahudiliğe değgin
(Religion, loi judaïque). 2. Sözcüklere bağlanıp
sözün
özüne
varamayan
(Traduction,
interprétation

judaïque).

judaïser gsz. 1. Yahudi ayinleri yapmak. 2.


Sözcüklere bağlanıp sözün özüne varamadan
yorum yapmak. 3. gçl. Yahudileştirmek. 4. gçl.
Yahudilerle doldurmak, yahudi yerleştirmek,
judaïsme er. Yahudi dini, yahudilik.
judaïté diş. Yahudilik, yahudi olma.
judas er. 1. Hain (C'est un judas). 2. Dikiz deliği
(Judas

grillé

d'une porte).

§ Baiser de Judas:

Yalancı sevgi, içten olmayan sevgi, ihanet


öpücüğü,
judicature diş. (Eski) Yargıçlık,
judiciaire s. 1. Tüzel, °adli (Mener une enquête
judiciaire.
judiciaire.

Poursuites judiciaires.
Police judiciaire).
2.

Une
erreur
Yargılamaya

değgin, yargılamayla ilgili (ila une grande faculté


judiciaire). 3. diş. Yargılama yeteneği, doğruyu
yanlıştan ayırma, gücü. § Acte judiciaire: Yargıç
önünde yapılan bağıt. Vente judiciaire: Yargıç
kararıyla yapılan satış,
judiciairement bel. Yargıç kararıyla (La maison fut
vendu

judiciairement).

judicieusement bel. Pek zekice, bilerek; pek


yerinde olarak (Il m'a fait
judicieusement
remarquer

que j'avais oublié un point

important).

judicieux,euse s. 1. Akh başında, iyi düşünen (Un


homme judicieux).
2. Akıllıca, akla uygun,
yerinde (Il serait plus judicieux

de

renoncer).

judo er. Judo (Pratiquer le judo).


judoka ad. Judo yapan, judocu,
juge er. 1. Yargıç (Juge assesseur: Mahkeme üyesi.
Juge auxiliaire:
Yargıç yardımcısı.
Juge
civil:
Hukuk yargıcı. Juge decommerce:
Ticaretyargıcı.
Juge de paix: Sulh yargıcı. Juge
d'instruction:
Sorgu yargıcı. Juge pénal: Ceza yargıcı.
Juge
militaire:
Askeri
yargıç. Juge commis,
juge
commissaire: Naib yargıç. Pouvoir
d'appréciation
du juge: Yargıcın takdir hakkı). 2. Yargıcı, seçiçi;

hakem (Les juges d'un concours). § Le souverain


juge: Tanrı. Etre juge et partie: Suçlu da yargıç da
kendisi olmak, yansız davranması olanaksız
olmak.
jugement er. 1. Yargılama (Le jugement d'un
accusé). 2. Düşünme yetisi, ayırdetme yetisi,
sağduyu

(Avoir

du

jugement.

Manquer

de

jugement). 3. Düşünce, duygu, oy, kanı (Emettre,

Se jucher: Oturmak; tünemek (Se jucher sur un

exprimer, porter un jugement). 4. Yargı, "karar


(Prononcer
un jugement: Kararı "tefhim etmek,

escabeau, sur une

bildirmek).

branche).

Jugement d'acquittement: "Beraat


jugeote
karan; aklama, aklanma karan. Jugement
d'annulation: Bozma karan, "iptal karan.
Jugement définitif: Kesin karar. Jugement de
jonction: Dâvalann birleştirilmesi karan.
Jugement d'exequatur: "Tenfîz karan. Jugement
final, jugement in terminis: "Nihai karar, son
karar. Jugement par défaut: "Gıyap karan,
"gıyabî hüküm. Jugement de valeur: Değer
yargısı, "kıymet hükmü. Jugement de Dieu:
Ortaçağda ispat edilemeyen dâvalarda iki tarafa
önerilen işkence ki buna en çok dayanan hak
kazanırdı. Jugement dernier: Kıyamette yargı
günü (La trompette du Jugement dernier). Motifs
du jugement: Karann gerekçesi. Casser un
jugement: Bir karan bozmak. Rendre un
jugement: Karar vermek. Revenir sur ses
jugements: Karanndan, düşüncesinden caymak;
eski düşüncesine dönmek,
jugeote
tkz. Düşünme yetisi, düşünce, sağduyu,
juger gçl. 1. Yargılamak (Juger un accusé, un
voleur). 2. -de yargıcılık etmek, hakem olarak
karar vermek (Juger un différend).
3.
Kararlaştırmak, karar vermek (C'est à vous de
juger ce qu'il faut faire). 4. -üzerinde bir düşünce
ileri sürmek, değerlendirmek (Juger un film, un
livre, un ouvrage. On le juge à sa juste valeur). 5.
Düşünmek, sunmak, kanısında olmak (Il ne juge
pas que votre présence soit nécessaire). 6.
Sonucuna varmak (Le jury a jugé que l'accusé
n'était pas coupable). 7. Juger de: a) -in üzerinde
bir kanıya varmak, -i değerlendirmek (On juge de
sa conduite sans en connaître les véritables
raisons), b) -i tasarlamak, gözünün önünde
canlandırmak, "tasavvur etmek (Vous pouvez
juger de ma joie quand je le revis! On peut juger
aisément du reste). 8. Juger sur qch: -e göre yargı
yürütmek, -e bakıp karar vermek (Juger sur
l'apparence, sur l'étiquette).
juger er. Au juger, au jugé: Tahminle, kararlama,
kestirmece (Tirer au jugé dans un fourré pour
abattre un lapin).
juglandacées, juglandées diş. ç. bitb. Cevizgiller.
jugulaire s. biy. 1. Boğaza değgin, boyuna değgin
(Glandes, veines jugulaires). 2. diş. Çene kayışı
(Baisser, serrer la jugulaire).
juguler gçl. 1. (Eski) Boğazlamak, boğmak. 2. mec.
Önlemek, önüne geçmek, durdurmak (Juguler
une crise, une maladie, une révolte, une inflation).
juif, ive s. vead. 1. Yahudi (Persécutions subies par
les juifs). 2. Yahudilere değgin, Yahudilikle ilgili
(Religion juive, le peuple juif). 3. mec. Cimri, pinti
(Ce qu'il est juif!) 4. er. Tefeci,
juillet er. Temmuz (Soleil de juillet. Il reviendra en

798
juré
juillet).
juin er. Haziran (Nous sommes en juin).
juiveriediş. 1. Yahudi mahallesi. 2. tkz. Yahudiler,
yahudi topluluğu. 3. Tefeci dükkânı. 4. mec.
Cimrilik, pintilik, yahudilik.
jujube er. 1. Çiğde, "hünnap. 2. Çiğde pestili, çiğde
şurubu.
jujubier er. Çiğde ağacı, hünnap ağacı,
julep er. (Eski) Şurup, rahatlatıcı bir şurup,
juleser. hlk. 1. Oturak. 2. Kabadayı, bıçkın. 3. tkz.
Dost, âşık, koca (Elle attend son jules).
julien, nés. Année Julienne: 365günve6saatlikyıl.
Calendrier julien: Julius Caesar tarafından
düzeltilen takvim, Rumi takvim,
julienne diş. 1. Frenk menekşesi. 2. Sebze çorbası,
jumeau, jumelle s. ve ad. 1. tkiz (Frères jumeaux,
sœurs jumelles. C'est son frère jumeau. Un
jumeau, des jumeaux). 2. Çift olarak bulunan,
çifte (Lits jumeaux). 3. Birbirine çok benzeyen
(De petites maisons jumelles bordent la route).
jumelage er. Kardeş kent ilân etme (Jumelage de
Paris et de Rome).
jumelé, e s. 1. İki kat yapılıp sağlamlaştınlmış;
ikizleştirilmiş, çift çift yapılmış (Mât jumelé.
Fenêtres jumelées, colonnes jumelées). 2. Kardeş
ilân edilmiş (Villes jumelées).
jumeler gçl. 1. İki kat yapıp sağlamlaştırmak
(Jumeler un mât, une vergue). 2. Kardeş ilân
etmek (Jumeler deux villes).
jument diş. Kısrak. § Jument poulinière: mec. tkz.
Çok çocuklu kadın,
jungle diş. İng. 1. Cangl, cengel, balta girmemiş
orman. 2. mec. Kaba kuvvetin, orman yasasının
geçerli olduğu yer (jungle parisienne).
junior s. ve ad. 1. Küçük, genç (kardeş). 2. Oğul
(Dubois junior). 3. (Spor) Küçük, genç (Equipe
junior de football. Joueurs juniors).
junte diş. İsp. Cunta (La junte militaire juntes
révolutionnaires).
jupe diş. 1. Eteklik (Porter une jupe très courte). 2.
Etek (La jupe d'une robe. Relever, trousser ses
jupes). 3. mec. (Eski) Eksik etek, kadın (Ilssesont
broullés pour une jupe). 4. Pistonun yan yüzü.
jupier, ère ad. Yalnız eteklik diken terzi,
jupitérien, ne s. 1. Jüpiter'e değgin. 2. mec. Sert,
buyurgan.
jupon er. 1. İç eteklik, içetek. 2. mec. Kadınlar
kızlar, kan kız (Courir le jupon: Karı kız ardında
koşmak. Aimer le jupon: Kadınlara düşkün
olmak).
juré, e s. 1. Ant içmiş, yeminli (Traducteur juré). 2.
Benzerlerinden üstün, usta. 3. ad. Seçici kurul
üyesi; "jüri üyesi, yargıcı kurul üyesi. § Ennemi
jurement

799

juré: Amansız düşman,


jurement er. 1. Olur olmaz ant içme, gereksiz yere
ant içme. 2. (Eski) Sövgü.
jurer gçl. 1. -e ant içmek, -in üzerine ant içmek,

justaucorps
Yargıç yada mahkeme görüşü, "kazai içtihat,
jurisprudentiel, le s. İçtihada değgin, içtihadla ilgili
(Débats

jurisprudentiels).

honneur, sur le Coran. Jurer par le sang de son


père. On ne jure plus que par lui). 3. Jurer qch à

juriste er. Tüzeci, "hukukçu; derin hukuk bilgisi


olan kimse; hukuk alanında yazılar yazan,
yapıtlar veren kimse,
juron er. 1. Sövgü, küfür (Juron grossier. Lâcher,
pousser un juron). 2. Sövgü olarak kullanılan söz.
jury er. Yargıcılar kurulu (Jury de concours,

qn: Birine
...konusunda

juser. 1. (Meyve ve sebzelerden sıkılarak çıkarılan)

"yemin etmek (Jurer Dieu, jurer les dieux. Jurer


son honneur de dire la vérité). 2. Jurer sur, par:

-üzerine ant içmek, ile ant içmek (Jurer sur son

obéissance,

...andı vermek; ant içerek


söz vermek (Jurer
fidélité,

amitié à quelqu'un).

4. Jurer de f.

qch: -ceğine söz vermek, ant içmek (ila juré de ne


pas recommencer.

Le témoin jure de dire la vérité).

d'examen,

de thèse. Jury d'un prix

littéraire).

Su (Jus de tomate, de pomme,


d'orange,
de
citron). 2, Et suyu (Viande qui cuit dans son jus).

3. hlk. Kahve (Un bon jus. Prendre un jus sur le


zinc). 4. hlk. Su, ırmak yada deniz suyu (Tomber
dans le jus). 5. hlk. Elektrik akımı (Il n'y a pas de

5. gsz. Sövmek, sövüp saymak (Il jure tout le


temps). 6. Jurer contre qn, après qn: -e sövmek,
-in arkasından sövüp saymak (Il jure contre tout le

jus). 6. hlk. Zahmet (Ça vaut le jus:

monde,

değer). 7. (Eski) Caka, fiyaka (Jeter du jus, juter

après

ses

meilleurs

amis).

7.

gsz.

Uymamak, yakışmamak, uyuşmamak (Des


couleurs qui jurent). 8. Jurer avec: -ile
uyuşmamak, -e yakışmamak, uymamak (Cette
cravate jure avec votre chemise).

9. Jurer de qch: -i

kesin olarak ileri sürmek, -konusunda kesin


konuşmak (Il ne faut jurer de rien. On ne doit pas

jurer de ce dont on n 'est pas sûr). § Jurer la perte de


qn: -den öcünü alacağına ant içmek, -i yok
edeceğine kesin ant içmek. Jurer comme un
charretier: Tulumbacı gibi sövüp durmak. Jurer
ses grands dieux: Yemin billah etmek, kutsal
bildiği her şey üzerine ant içmek,
jureur er. 1. (Eski) Yeminli, ant içmiş. 2. (Eski)
Küfretmiş; küfürbaz. Kutsal kavramlara hakaret
etmiş.
juridiction diş. huk. 1. Yargılama yetkisi. 2.
Yargılama alanı. 3. Yargılama kurulu. 4. Aynı
nitelikteki işlere bakan mahkemeler (Les
juridictions
criminelle).

commerciales.

La

juridiction
juridictionnel., le s. ve huk. Yargdamaya değgin,
kazaî
(Pouvoirjuridictionnel).
juridiques. 1. Türel, °adli (Action juridique, preuve
juridique).
2. Tüzel, "hukuki (Acte
juridique:
Tüzel
işlem,
°hukuki
muamele.
Personne
juridique:
Tüzel kişi, °hükmi şahıs.
Question
juridique:
Tüzel sorun, °hukuki mesele.
Science
juridique:
*Tüzebilim, hukuk
bilimi).

juridiquement bel. 1. Adalet açısından. 2. Hukuk


bakımından (Il est juridiquement

dans son tort ).

juridisme er. Hukuka bağlılık, hukukşinashk (Faire


preuve d'un juridisme

excessif).

jurisconsulte er. Tüzeci, hukukçu


de la loi par les

(Interprétation

jurisconsultes).

jurisprudence diş. 1. "Tüzebilim, "hukuk ilmi. 2.

de son jus: Caka satmak).

Zahmetine

§ Jus de la treille: tkz.

İmam suyu, şarap. Laisser cuire qn dans son jus:


Birini kendi yağıyla kavrulmaya bırakmak, kendi
derdiyle başbaşa bırakmak,
jusant er. coğr. Denizin çekilmesi, gidim, inme.
jusqu'au-boutisme er. Aşırılık, bir şeyin sonuna dek
gitme, nerden incelmişse ordan kırılsın politikası.
jusqu'au-boutiste s. ve ad. Aşın; bir şeyin sonuna
dek giden, nerden incelmişse ordan kırılsın diyen.
jusque ilg. 1. Jusqu'à: -e dek, değin, kadar (Aller
jusqu'à
Paris, jusqu'à la pharmacie,
jusqu'au
cinéma. Continuer jusqu'à la fin, vivre
jusqu'à
soixante ans, attendre jusqu'à trois heures). 2.

(Başka bir ilgeçle, aynı anlam) (Il

l'accompagne

jusque chez lui. Je vous attendrai jusque vers dix


heures. Il y demeurera jusqu'après
Pâques). 3.

Jusqu'à ce que: -inceye dek (Nepartez pas jusqu 'à


ce qu'il soit revenu). 4. Jusqu'à tant que: (Eskive
bölgesel) -inceye dek (Plusieurs
années
s'écoulèrent

jusqu'à

tant que la mère mourût).

Jusqu'à un certain point: Bir dereceye kadar.


Jusqu'à concurrence de: -lik bir meblâğa kadar
(Jusqu'à

concurrence

de mille francs).

Jusqu'à

présent: Şimdiye dek. Jusqu'à aujourd'hui:


Bugüne dek. Jusqu'à hier: Daha düne kadar.
Jusqu'à quand: Nezamana dek. Jusqu'où:
Nereye dek. § Aller jusqu'à f. qch: -meye dek
gitmek, işi -meye dek vardırmak (Il est allé jusqu'à
prétendre

qu'on ne l'avait pas averti). Pousser qch

jusqu'à qch, jusqu'à f. qch: Bir şeyi -e kadar


götürmek, -meye kadar vardırmak (Pousser la
méchanceté jusqu'à la cruauté.
jusqu'à forcer une porte).

Pousser

l'audace

jusquiame diş. bitb. Banotu.


justaucorps er. Dizlere dek inen ve vücuda yapışık
800

juste
duran bir çeşit giysi,
justes. 1. Hakbiiir, âdil (Ilfaut être juste avant
généreux.

d'être

Un magistrat juste). 2. Doğru, yerinde

justifier
Mahkemeyle başı dertteolmak.Fairejusticeàqn,
rendre justice à qn: -in hakkını teslim etmek,
hakkım vermek, -e karşı yapılan haksızlığı

(Il n'est pas juste d'agir ainsi). 3. Usa uygun, akla

gidermek (La postérité

yatkın (Un raisonnement

justice de qn: -i gerçek yerine oturtmak, değeri

juste). 4. Haklı (Une

belle et juste cause. Une juste guerre).


tam (Estimerles

choses àleurjuste

S. Gerçek,

prix). 6. Doğru,

lui rendra justice).

Faire

neyse ona göre muamele etmek (Le temps a fait


justice de cette renommée

usurpée).

Faire justice

de qch: -i çürütmek, geçersiz kılmak (Il a fait

tam, eksiksiz (L'addition est juste). 7. İyi çalışan,


doğru çalışan (Avoir une montre juste). 8. Tıpatıp

justice des accusations

(Pantalon

justice: 1. Ö ç almak (Il décida dese faire justice et il

juste,
chaussures

justes).

9. Ancak

yetişen, zar zor yeten (Repas trop juste pour


personnes.

dix

Le gigot sera un peu juste pour

six). 10. T a m (A la minute juste où vous

nous
arrivez).

11. er. Doğru adam, namuslu kişi. 12. er. Tanrıca


makbul kimse; bilge (L'impie
cherche à le faire mourir).

observe le juste et

13. bel. Tam (Il sera ici

juste à huit heures. Donnez-moi

juste ce qu'il

me

faut). 14. bel. Ancak, yalnız, "sadece (Il sait tout


juste

lire.

Il s'est vendu

tout juste

cinq

cents

exemplaires). 15. bel. Tam zamanında, son anda


(Arriver tout juste). § Ajuste titre: Haklı olarak.

Au juste: 1. Doğru dürüst, tam olarak (Tu ne sais


pas au juste ce qu'il faut faire).

2. Doğrusu

(Au

juste, il avait raison). Comme de juste: Gereği gibi;

haklı olarak; doğal olarak, "tabii olarak,


"tabiatiyle (Comme
succès de ton

de juste,

tu t'attendais

au

roman).

justement bel. 1. (Az kullanılır) Türece, adalet


üzere, adaletçe (Ses efforts ont été justement

récompensés). 2. Haklı olarak, yerinde olarak (Il


craint justement
(Pensez

pour son sort). 3. Doğru olarak

un peu plus justement).

(On parlait justement

juste-milieu er. l.tar.

de

4. Tam, tam da

vous).

Fransa'da LouisPhilippe'in

belirlediği ılımlı hükümet. 2. s. hkr. Suya sabuna


dokunmayan, ılımlı, ortanın göbekçisi (Il est
juste-milieu,

botaniste,

pansu).

justesse diş. 1. Doğruluk, yanlışsızlık, tamlık (La


justesse d'une balance).

2. Yerindelik, uygunluk

( La justesse d'une comparaison).


payı (Eviter

§ De justesse: Kıl

de justesse une collision).

Gagner de

justesse: (Yarış atları için) Çok az farkla


kazanmak, kıl payı kazanmak,
justice diş. 1. *Türe, "adalet (Palais de justice.
justice
recherche

la justice).

2. Hak (Il faut

La
lui

rendre cette justice). 3. Türe örgütleri, mahkeme;


yargı (Justice

administrative,

civile,

militaire,

commerciale). 4. Hakbilirlik, dürüstlük (Traiter


les gens avec justice). § Justice retenue: Tutuk

yargı, âdaleti mevkufe. Le bois de justice:


Darağacı. Un repris de justice: Sabıkalı. Avoir
maille à partir avec la justice: Bir suçtan dolayı
tutuklanmak. Etre brouillé avec la justice:

tua le meurtrier
(L'assasin

portées contre lui). Se faire

de son fils).

s'est fait justice

2. İntihar etmek

en se tirant une

balle

dans la tête).

justiciable s.
justiciable

ve ad.

(Criminel

Yargılanabilir

des tribunaux

français).

justicier, ire ad. 1. (Eskiden) Kendi bölgesinde


yargılama yetkisi olan derebeyi. 2. Türeyi
koruyan, türeyi yaşatan; güçsüzlerin hakkını
koruyan, suçluların cezasını veren (kimse),
justifiable s. 1. Açıklanabilir, savunulabilir,
gerekçesi bulunabilir (Un choix justifiable).

2.

Haklı bulunabilir, doğru ve yerinde bulunabilir.


justifiant,e s. Kişiyi Tanrı katında makbul kılan
(Grâce

justifiante).

justificateur,trice s. Aklayıcı, temize çıkana,


justificatif,ive s. Doğrulayıcı, kamtlayıcı, "ispat
edici (Les

pièces

justificatives

d'un

droit

de

propriété).

justification diş. 1. Aklama, temize çıkarma;


aklanma, temize çıkma (Qu'avez
pour

votre

(Chercher,

justification?).
fournir

2.

des

-vous à dire
Belge,

kanıt

justifications).

3.

Açıklama, açıklanma; neden (La


d'un

acte.

Demander
des

justification

justifications).

4.

Doğrulama, doğrulanma; kanıtlama, kanıtlanma


(Justification

d'un

paiement).

5.

Haklılık,

yerindelik, doğruluk (La justification


d'une
guerre). 6. (Basımcılıkta) Satırların boyunu ve

sayfalardakisatırsayısınısaptamafLfl/'iMtı/îcan'on
et les marges d'un

livre).

justifier gçl. 1. Haklı göstermek, haklı kılmak (Ne


pouvant fortifier

la justice, on a justifié la force). 2.

Geçerli saymak (Théorie


excès. La fin justifie

temize

çıkarmak

pleinement.

Justifier

malintentionnées

qui justifie

les moyens).

(Sa

les

conduite

le
un ami devant les

à son égard).

deux

3. Aklamak,

justifie
personnes

4. Doğruluğunu

göstermek, doğrulamak (Les événements ont


justifié mon opinion). 5. Tanıtlamak, 'ispatlamak
(Justifier

ce qu'on

Açıklamak

(Il

avance,
justifie

ce qu'on
son

affirme).

attitude

par

6.
sa

méfiance). 7. Gerekçesini, nedenini göstermek


(Justifiez vos critiques).

8. -e olanak vermek, el
jute
vermek (Ses ressources normales ne justifient pas
son train de vie). 9. (Basımcılıkta bir satira)
istenilen uzunluğu vermek (Justifier une ligne).
10. (Tanrıbilimde) Günahlarım bağışlamak
(Justifier les pécheurs). 11. Justifier de qch: -i
tanıtlamak, "ispatlamak, -in kamtını göstermek
(Justifier de son identité en montrant ses papiers.
Justifier de sa qualité). §Se justifier: 1. Aklanmak,
kendini temize çıkarmak. 2. Se justifier de qch:
-den aklanmak, temize çıkmak (Se justifier d'une
accusation).
jute er. Hint keneviri (Le jute est utilisé dans la
fabricationdescordes, des ficelles, des toiles à sac).
juter gsz. tkz. 1. Sulanmak, su kaçırmak (Pêchequi
jute, fruit qui jute). 2. hlk. Söylev çekmek,
konuşmak.
juteux, euse s. 1. (Meyve vb. için) Sulu (Poire
juteuse). 2. er. ask. argo. Erbaş,
juvénile s. Gençliğe değgin, gençlere özgü
(Fraîcheur juvénile, sourire juvénile).
juvénilité dis• Gençlik niteliği, gençlik, dirilik (La

801

juxtaposition
juvénilité
de son
expression,
de
ses
enthousiasmes).
juxtalinéaire s. Metin ile çevirisi yan yana ve satırı
satırına iki sütun halinde verilmiş (Traduction
juxtalinéaire).
juxtaposables. Yan yana konabilir,
juxtaposé,e s. 1. Bağımsız, bağlantısız ,yan yana
konmuş (Ce livre n'est fait que d'idées
juxtaposées). 2. dilb. Bir ilgeçle birbirine
bağlanmamış (Mots juxtaposés,
propositions
juxtaposées).
juxtaposer gçl. 1. Yan yana koymak (Juxtaposer
deux paragraphes, deux phrases). 2. Juxtaposer
qch à qch: Bir şeyi -in yanına koymak (Juxtaposer
une phrase à une autre). § Sejuxtaposer: Yan yana
gelmek (Les phrases se juxtaposent sans lien).
juxtaposition diş. Yan yana koyma, yan yana
getirme; yan yana konma, yan yana gelme (Un
mot composé estformé par la juxtaposition de deux
termes).
k
K,k er. Fransız abecesinin on birinci harfi olup ses
bakımından Türk abecesindeki k harfinin
değerindedir,
kabuki er. Japonya'da geleneksel tiyatro türü.
kabyle s. ve ad. Kabil'li; Cezayir'in Kabil
bölgesinden (Origine berbère des Kabyles. Chien,
cheval kabyle). 2. er. Kabil dili, Kabilce,
kafkaïen,ne s. Çek yazan Kafka'ya değgin;
Kafka'nın romanlarındaki o boğucu sıkıntılı
havayı andıran,
kaiser [kajzeR] er. Kayzer, Alman imparatoru,
kakatoès er. Bir tür papağan,
kakémono er. Kâğıt yada ipek üstüne yapılan ve
duvarlara dikine asılan Japon tablosu,
kaki er. 1. Trabzon hurması. 2. s. değişmez. Haki
renkte, haki (Toile kaki, vêtement kaki). 3. er.
Haki renk.
kala-azar er. hayb. Kala-azar.
kaléidoscope er. 1. Kaleydoskop, göze tutulup
çevrildikçe içindeki renkli cam parçalannı beş altı
aynaya yansıtarak değişik resimler gösteren bir
boru, oyuncak dürbün, çiçek dürbünü. 2. mec.
Tatlı duygu ve anılar geçidi,
kaléidoscopiques. 1. Kaleidoskopa değgin. 2. mec.
Görünüm ve rengi ışık durumuna göre değişen,
yanar döner (Une mise en scène kaléidoscopique).
kali er. kim. Potas.
kaliémie diş. Kandaki potasyum oram.

kami er. 1. Şintoist dinde tannlar soyu. 2.


(Japonyada) Soyluluk ünvam.
kamichi er. hayb. Güney Amerika'da yaşayan kara
tüylü uzukbacaklı bir kuş. § Kamichi cornu:
Boynuzlukuş.
kamikaze er. (İkinci dünya savaşı sırasında
Japonya'da) İntihar uçağı,
kan, khan er. (Tatarlarda) Han, başbuğ (Khan des
tartares).
kan er. ( Yolculann, kervanlann konakladığı) Han.
kanat, khanat er. Hanlık,
kandjar, kangiar er. Hançer,
kangourou er. hayb. Kanguru (La femelle du
kangourou abrite ses petits dans sa poche
ventrale).
kantien,ne s. Kant felsefesine değin, Kantçı.
kantisme er. fels. Kantçıhk; Kant felsefesi,
kaolin er. Ankil, "kaolin.
kaolinisation diş. yerb. Ankilleşme, kaolinleşme.
karaté er. Karate (Pratiquer le karaté).
karbau, kérabau er. Malezya mandası,
karstique s. coğr. Karst ile ilgili, karsta değgin
(Phénomènes karstiques: Karst olayları).
kava, kawa er. Polinezya biberi; bu biberden
yapılan içki.
kayac, kayak er. 1. Fok derisinden yapılan
Groenland balıkçı kayığı. 2. (Spor) Katranlanmış
bezden yapılan ırmak yanş kayığı (Descendre une
keepsake
rivière en kayac).
keepsake [kipsek] er. İng. Hediyelik resimli ve
yaldızlı kitap yada kitab kabı.
keffiehı er. Kefiye, erkek başörtüsü,
kéfir, képhir er. Keçi, kısrak yada inek sütünden
yapılan bir 'türk içkisi, kefir,
kentrophylleer. bitb. San çiçekli büyük devedikeni,
képi er. Kep, önü siperli asker şapkası,
kératine diş. biy. Keratin (Saç, yün, kıl, tırnak ve
boynuzun temel maddesi),
kératinisation diş. Keratinleşme.
kératiniser gçl. 1. Keratinleştirmek. 2. Üzerini
keratini andıran bir maddeyle kaplamak
(Kératiniser des pilules).
kératite diş. hek (Gözde) Saydam tabaka yangısı,
kératoplastie diş. hek. Gözün saydam tabakasına
parça aşılama,
kermès er. 1. Kırmızböceği. 2. Kırmız madeni
denilen balgam söktürücü ilâç.
kermesse diş. Panayır yada bayram günlerinde
düzenlenen açıkhava eğlencesi, kermes,
ketchup er. İng. Mantar ve domates suianndan
yapılma bir İngiliz salçası, ketçap.
ketmie diş. bitb. Hatmi,
khan er. Han, başbuğ (Gengis Khan).
khanat er. 1. Hanlık, hanlıkla yönetilen ülke. 2.
Han olma, hanlık.
khédival,e s. Hidivliğe değgin, hidivlerle ilgili,
khédivat, khédiviat er. Hidivlik.
khédive er. Hidiv.
khôl, kohol, koheul er. Sürme (Les yeux peints de
khôl).
kiang er. hayb. Tibet atı.
kibboutz er. (İsrail'de) Ortaklaşacı çiftlik, kibutz.
kidnappage er. (Kurtulmalık almak amacıyla)
Adam kaçırma,
kidnapper gçl. (Kurtulmalık almak için) Kaçırmak
(Kidnapper un enfant).
kidnappeur,euse ad. Adam kaçıran,
kief er. 1. (Türklerde) Keyif; öğlen uykusu, gündüz
dinlenmesi. 2. Esrar, esrarh sigara (Fumer le
kief).
kif-kifs. tkz. Değişmez, aynı şey (Revenir par avion
ou par bateau, c'est kif-kif).
kiki er. tkz. Boğaz, gırtlak (Serrer le kiki).
kilo er. Kilo, kilogram.
kilocalorie diş. fiz. Kilokalori, büyükkalori, bin
kalori,
kilocycle er. fiz. Kilosikl,
kilogramme er. Kilo, kilogram,
kilogrammetre er. fiz. Kilogrammetre,
kilométrage er. 1. Kaç kilometre olduğunu ölçme;
kilometre taşlannı koyma (Kilométrage d'un

803

krach
parcours). 2. (Arabalar için) Kilometre yapma;
yapılan kilometre sayısı (Kilométrage d'une
voiture).
kilomètre er. Kilometre. § Bouffer du kilomètre:
tkz. Kilometreleri yutmak, durmadan yol almak,
kilométrer gçl. Kilometresini ölçmek; kilometre
işaretleri dikmek (Kilométrer une route).
kilométrique s. Kilometreye değgin (Distance
kilométrique, bornes kilométriques).
kilotonne diş. Kiloton, bin ton.
kilovolt er. Kilovolt, bin volt,
kilowatt er. Kilovat,
kilowatt-heure er. Kilovat-saat.
kilt er. İskoçyah erkeklerin giydiği eteklik,
kimono er. Kimono.
kinescope er. Televizyon yayınlanm film olarak
saklama olanağı veren alet, kineskop.
kinkajou, kincajou er. hayb. Kinkaju; etçillerden,
sırtısan, karnı esmer ve çizgili küçük bir memeli,
kiosque er. 1. (Eski) Köşk. 2. Kaptan köşkü. 3.
Satıcı barakası, büfe (Kiosque à journaux,
kiosque à tabac).
kirsch er. Kiraz yada vişne rakısı, kirş.
kiwi er. hayb. Kivi; Yeni Zelanda'da yaşayan tavuk
büyüklüğünde, esmer renkli, küt kanatlı bir kuş
türü.
klaxon er. Klakson (Donner un coup de klaxon).
klaxonner gsz. Klakson çalmak (Interdiction de
klaxonner).
kleptomane, cleptomane s. vead. Çalma hastası,
kleptomanie, cleptomanie diş. Çalma hastalığı,
knock-out er. İng. 1. Nakavt, yarışma dışı kalma
(Boxeur battu par knock-out). 2. s. hlk. İş
kalmamış, bitmiş (Il est knock-out).
know-how er. (Özel bir konuda) Teknolojik
birikim, teknolojik bilgi birikimi,
koala er. hayb. Keseli ayı.
kola, coia er. bitb. Kola.
kolatier er. bitb. Kolaağacı.
kolinski er. (Sibirya'da) Samur kürk.
kolkhoze er. (Sovyet Rusya'da) Kamu çiftliği,
kolhoz.
kolkhozien,ne s. ve ad. Kolhozlara değgin;
kolhozlu, kolhozda çalışan,
kopeck er. Rus parası, rublenin yüzde biri, kapik,
korrigan,e ad. (Fransa'da Brötonlann inancına
göre) Kötülükçü cin.
koubba diş. Ar. Türbe,
kouglof, kugelhof er. Bir tür Alzas pastası,
koulak er. tar. Eski Rusya'da toprak sahibi zengin
köylü, "kulak,
koumis, koumys er. Kımız,
krach [knak] er. Batkı, "iflas (Krach qui révèle
804

kraken
l'existence

d'une

crise).

kraken er. iskandinav söylencelerinde geçen bir


deniz ejderi.
kronprinz [ksmpRİnts] er. Al. Birinci dünya
savaşından
önceki
dönemde
Alman
İmparatorluğu veliahdına verilen unvan,
kroumir er. Mes, mest.
krypton, crypton er. kim. Kripton,
kummel er. Kimyon rakısı.

kystique
kurdes, vead. 1. Kürt (Tribus

kurdes. Les

kurdes).

2. er. Kürt dili, Kürtçe,


kyrielle diş. 1. Dizi (Je ruminais la kyrielle de mes
(mécontentement). 2. Une kyrielle de: Birsürü...
(Une kyrielle

de paroles,

d'injures,

de mots).

kyste er. Tulum biçiminde ur, kist (Un kyste s'était


formé à la racine de sa dent gâtée).

kystique s. Kiste değgin; kist niteliğinde (Tumeur


kystique).
1
L, 1 er. Fransız abecesinin on ikinci harfi olup "el"
diye okunur; Türk abecesindeki 1 sesini verir.
la - le
la er. müz. Lâ notası; lâ sesi.
là bel. 1. Orada (Les livres ne sont pas là. 2. Oraya
(Ne restez pas ici, allez là). 3. O zaman (Là, il
interrompit son récit et ralluma sa pipe). 4. Bu
durumda, böyle bir durumda (C'est Thomme qu'il
fallait là). 5. Bunda, bu işte, bu işin içinde (Ne
voyez là aucune malveillance). 6. Burada, bu
noktada (C'est là la question). 7. Là où: -diği
yerde, -diği yere (Là où est la France, là est la
patrie. Je suis allé là où vous avez été). 8. C'est là
que...: a) İşte oradadır ki, -diği yer orasıdır (Ah!
frappe-toi le coeur, c'est là qu'est le génie), b) Işteo
anda, o andadır ki (C'est là qu'il sent la partie
perdue). 9. C'est là..., ce sont là...: ...budur,
...bunlardır (C'est là votre erreur: Yanılgınız bu,
yanılgınız burada. Ce sont là des choses
incroyables: İnanılmaz şeyler bunlar). 10. (İşaret
sıfatı almış bir adın sonuna bağlama çizgisiyle
eklendiğinde) O (Ce mur-là: O duvar. Ces
maisons-là: O evler). 11. (İşaret adıllarının sonuna
geldiğinde) Öteki, ötekiler (Celui-là: Öteki, celleslà: ötekiler). 12. ünl. Hey (Hé
là, doucement. Là, là,
restez calme, ce n'est pas encore fait). § Ça et là:
Orda burda, şurda burda. De là: 1. Oradan (H est
allé à Paris et de là, en Angleterre. De là au village,
il y a trois kilomètres). 2. Bundan dolayı, bu

yüzden, işte bunun için (Le métro a eu une panne,


de là mon retard. Il n'a pas travaillé, de là son
échec). D'ici là: O zamana değin, bu arada (Venez
me voir à Noël, mais écrivez-moi d"ici là D'ici là
vous pourrez toujours juger de la situation). De-ci
de-là: Şurdan burdan, oraya buraya. Jusque-là: O
zamana dek (Jusque-là ne faites rien). Hors de là:
Bunun dışında, bundan başka (Hors de là, il n'y a
pas de remède). Par là: 1. Şuradan, oradan (Passez
par là). 2. O yörelerde, oralarda (En Sicile ou
quelque part par là). 3. Bununla, bu sözle (Qu'estce que vous entendez par là). Là
contre: (eski) Buna
karşı (Vous dit-on quelque chose là contre?). Par-ci
par-là: Şurdan burdan, şu yada bu vesileyle (Il a
trouvé par-ci par-là quelques documents). Là-bas:
Orada, karşıda (Il est là-bas). Là-dedans: 1.
İçerde. 2. mec. Bunda, bunun içinde, bu işte (Je ne
vois rien tfétonnant là-dedans). Là-dessus: 1.
Üzerine, üzerinde (Prenez cette feuille et écrivez
là-dessus le motif de votre visite). 2. Bunun üzerine
(Là-dessus, il se tut). 3. Bu konuda (Je n'ai rien à
dire là-dessus). Là-dessous: 1. Altta (Il s'est caché
là-dessous). 2. Bunun altında, bu işin altında (Uy
a là-dessous quelque chose de suspect). Là-haut: 1.
Yukarda, ötede, karşıda (Il demeure là-haut). 2.
Göklerde; öte dünyada (Quand je serai là-haut).
labadens er. Kolej arkadaşı, yurt arkadaşı,
labarum er. Bir Bizans bayrağı, Bizans sancağı,
label er. Bir çeşit etiket (Label de garantie d'un
labeur
vêtement. Label d'origine, label de qualité).
labeur er. Emek, çaba, zahmetli çalışma (Réussir
grâce à un dur labeur).
labial, e s. Dudağa değgin, dudaksıl (Muscle labial)
§ Consonnes labiales: dilb. B, p, m gibi dudak
ünsüzleri.
labialisation diş. dilb. Dudaksıllaştırma; dudaksıllaşma.
labialiser gçl. dilb. Dudaksıllaştırmak. § Se
labialiser: Dudaksıllaşmak.
labié, e i. 1. Taç yaprakları dudaksı olan, dudaksı
(Fleurs labiées). 2. Çiçekleri dudaksı olan (Plantes
labiées).
labile s. 1. Değişen, değişken, olduğu gibi kalmayan
(Gènes labiles, vitamine labile). 2. Kolay kopan,
düşmek üzere olan (Pétales labiles). 3. Sık sık
unutkanlık
gösteren,
tıkanıklık
gösteren,
tekleyen (Mémoire tabile).
labiodental, e s. dilb. 1. Dişsil-dudaksıl. 2. diş.
Dişsil-dudaksıl ünsüz,
labium er. (Böceklerde) Altdudak.
laborantin, e ad. Laborant, laboratuvar yardımcısı,
laboratoire er. Laboratuvar.
laborieusement bel. Emekle, çok emek vererek,
çalışa çalışa.
laborieux, euse s. 1. Güç, çok emek isteyen, emekle
yapılan (Des recherches laborieuses, une
laborieuse entreprise). 2. Çalışkan (Un professeur
laborieux). 3. Emekçi, çalışan (Les classes
laborieuses). 4. Sıkıntılı, zahmetli (Une vie
laborieuse).
labour er. 1. (Toprağı) Sürme, işleme (Labour à la
charrue. Labours profonds, superficiels). 2. er. ç.
Sürülmüş toprak,
labourable s. Sürmeye elverişli, sürülür, işlenir,
labourage er. 1. Çiftçilik (Labourage et pâturage sont
tes deux mamelles de la France). 2. Sürme, işleme
(Labourage dun champ).
labourer gçl. 1. Sürmek, işlemek (Labourer un
champ, la terre). 2. Çizmek, izler açmak (Jepris un
poignard et fen labourai le bras d Albert. Le visage
labouré de coups de griffe). § Se labourer le visage:
Yüzü yaralanmak, çizilmek, sıyrılmak,
laboureur er. 1. Çift süraı (Le laboureur et sa
charrue). 2. Çiftçi,
labrador er. yerb. 1. Labrador. 2. Labrador denen
bir av köpeği,
labre er. 1. Labros balığı. 2. (Hayvanlarda,
böceklerde) Üst-dudak.
labridés er. ç. hayb. Lapinagiller.
labyrinthe er. 1. Labirent, *dolangaç (Thésée sortit du
labyrinthe grâce au fil d Ariane). 2. Karışıklık,
dolaşıklık, arap saçına dönmüşlük (Le labyrinthe
des ruelles dune vieille ville). 3. mec İçinden

806
lâche
çıkılmaz durum (Un labyrinthe de difficultés, de
procédure).
4. anat. Boşluk
(Labyrinthe
membraneux: Zar boşluk. Labyrinthe osseux:
Kemik boşluk).
labyrinthique s. 1. Labirente değgin, labirent gibi,
içiden çıkılmaz (Un jardin plein dallées
labyrinthiques). 2. anat. İç kulak boşluğuna değgin,
lac er. 1. Göl (Lac de Genève, lac de cratère). 2.
argo. Kadının edep yeri (Faire une descente dans le
lac: Cinsel ilişkide bulunmak, bir fişek atmak). §
Etre dans le lac, tomber dans le lac: Suya düşmek,
sonuç vermemek (L'affaire est dans le lac. Tous
nos projets sont tombés dans le lac).
laçage, lacement er. Bağlama, bağcıklarını sıkıp
bağlama (Laçage dune bottine).
lacédémonien, ne s. ve ad (Eski Yunanistanda)
Ispartalı; İsparta ve Ispartalılara değgin,
lacer gçl. 1. Bağlamak, bağcığını sıkıp bağlamak
(Lacer ses chaussures). 2. den. (Yelkenleri) Bağ
deliklerinden ip geçirerek birbirine bağlamak
(Lacer une bonnette, une voile).
lacération diş. 1. Yırtma, parçalama (Lacération
d'un livre, des affiches). 2. hek. Deri yırtılması
yada deri ezilmesi,
lacérer gçl 1. Yutmak, parçalamak (Lacérer un livre,
ses vêtements, les affiches). 2. mec. Çok acı
vermek, parçalamak (Ces douleurs lui lacéraient
le corps).
lacerie, lasserie diş. Sap yada sazdan yapılan ince
kumaş.
lacertiens, lacertiliens er. ç. hayb. Kelerlerden
kertenkele takımı,
lacet er. 1. Bağcık, ayakkabı bağı; korse bağı
(Serrer, lier, nouer ses lacets. Les lacets de ses
chaussures sont défaits). 2. Ağ, tuzak ağı (Poser,
tendre des lacets. Prendre un lièvre au lacet). 3.
Kement, yağlı kayış. 4. Kıvrıntı, dolambaç (Les
lacets dun ehemin). § En lacet: Dolambaçlı,
kıvrıntılı, zikzaklı (Chemins en lacet). Etre pris
dans ses propres lacets: Kendi kazdığı kuyuya
kendi düşmek, kendi oyununa gelmek,
laceur, euse ad. Ağcı, av yada balık avı için ağ
yapan kimse,
lâchage er. 1. Gevşetme, salıverme. 2. tkz. Yüzüstü
bırakma,
birden
bırakıp
gitme;
artık
ilgilenmeme,
lâche s. 1. Gevşek; iyice sıkılmamış (Fil, ressort
lâche. Le noeud est lâche. Serrer une cravate lâche).
2. Bol, biraz geniş, iyice oturmamış (Le veston est
un peu lâche aux épaules). 3. Ölük, cansız (Un style
lâche). 4. Gevşek, zayıf, isteksiz, tembel (Un
ouvrier lâche au travail). 5. s. vead. Korkak (Cest
un lâche qu'il est facile d intimider. Il est lâche et vil
devant les puissants) 6. s. ve ad. Alçak, kalleş
lâché
(C'est le crime d'un lâche. Un grand lâche qui ne
s'attaque qu'aux faibles. Tu es vraiment lâche). 7.
Alçakça, kalleşçe (Un lâche attentat).
lâché, e s. Üstünkörü, gelişigüzel, baştansavma
(Dessin, ouvrage lâché).
lâchement bel. 1. Gevşekçe, iyice oturmamış bir
biçimde (Une cravate rouge flottait lâchement
autour de son cou). 2. Alçakça, kalleşçe (On Fa
assassiné lâchement). 3. Korkakça (Fuir lâchement
devant le danger).
lâcher gçl. l.Gevşetmek (Lâcher sa ceinture d'un
cran). 2. Bırakmak, artık tutmamak (Il lâche le
poignet de F enfant. L'enfant lâcha la main de sa
mère). 3. Atmak (Les avions ont lâché leurs
bombes sur la ville. Lâcher un coup de poing, un
coup de balle). 4. Bırakmak, ayrılmak (Il a lâché la
place qu'il avait). 5. Elinden kaçırmak; düşürmek
(Lâcher une proie, un ballon. Lâcher un verre). 6.
Salıvermek, °azat etmek (Lâcher des pigeons). 7.
tkz.
Söylemek,
yumurtlamak,
ağzından
kaçırmak (Lâcher un mot grossier, une sottise). 8.
tkz. Yüzüstü bırakmak, ekmek; ayrılmak (Lâcher
sa maîtresse. Femme qui lâche son amant. Lâcher
les copains). 9. Salmak, arkasına salmak (Lâcher
les chiens contre un cerf). 10. Yarıda bırakmak,
terketmek (Lâcher ses études, lâcher t école). § Les
lâcher: argo. Paraları ödemek, paraları sökülmek.
Les lâcher avec un élastique: tkz. Eli sıkı olmak,
pek cimri olmak. Lâcher les dés: argo. Zınk diye
durmak, gazı kesmek. Lâcher une perle: argo.
Yellenmek, bir tane kaçırmak. Lâcher tout dans
son froc. argo. Korkudan altına yapmak. Lâcher
la bride à qn: -i tam özgür bırakmak, yularını
gevşetmek, ipini üstüne atmak, ne halin varsa gör
demek. Lâcher pied: 1. Tabanları yağlamak,
kaçmak. 2. Karşı koymayı bırakmak, geri
çekilmek, direnmekten vazgeçmek. Lâcher la
proie pour Foınbre: Dimyata pirince gideyim
derken evdeki bulgurdan olmak; elindekini
kaçırmak. Lâcher la rampe: Ölmek, zıbarmak,
cartayı çekmek. Lâcher du lest: mec. Ödün
vermek. Lâcher le morceau, lâcher le paquet: argo.
Her şeyi itiraf etmek, bülbül gibi ötmek;
arkadaşlarım ele vermek. Ne pas lâcher qn d'une
semelle: Ardını bırakmamak, bir saniye yanından
ayrılmamak (II rte me lâche pas dune semelle).
lâcher er. Salıverme, koyverme (Le lâcher de
pigeons, de ballons).
lâcheté diş. 1. Korkaklık (Céder par lâcheté. Se
taire par lâcheté devant F injustice). 2. Çalışmada
gevşeklik, isteksizlik, tembellik (Lâcheté devant
l'effort). 3. Alçaklık, kalleşlik (C'est une lâcheté de
s'attaquer à ce malheureux).
lâcheur, euse ad. Dostlarını, arkadaşlarını,
807

lacunaire
partisini çabuk yüzüstü bırakan adam, ipiyle
kuyuya imlemeyecek kimse, dönek, kancık,
lacinié, e s. bitb. Lime lime (Des œillets laciniés
à F excès).
lacis er. 1. Ağ örgü, kafes örgü (Un lacis de soie).
2. anat. Damar yada sinir ağı. 3. Karmaşık yol
şebekesi (Lacis de rails).
laconique s. Kısa ve özlü, az sözle çok şey anlatan
(Langage, réponse laconique. Un style laconique).
laconiquement bel Kısa ve özlü olarak, özlü sözlerle
(Ecrire, répondre laconiquement).
laconisme er. Kısa ve özlülük, öz sözlülük (Le
laconisme dune réponse).
lacryma-christi er. Güney İtalya'da yapılan değerli
bir kırmızı şarap,
lacrymal, e s. anat. Gözyaşına değgin (Canal
lacrymal, glande lacrymale).
lacrymatoire er. Eski Romalıların içine gözyaşı
akıttıkları sanılan kap.
lacrymogène s. Göz yaşartıcı (Gaz lacrymogène,
grenades lacrymogènes).
lacs [l>] er. 1. Kaytan. 2. İlmikli tuzak, kement.
3. mec. Tuzak (Ils le prendront dans leurs lacs aux
premières paroles). § Lacs d'amour: « biçiminde
bükülmüş kaytandan süs. Tomber dans le lacs,
être dans le lacs: mec. Tuzağa düşmek, başı belâya
girmek, güç ve sıkıntılı bir durum içinde
bulunmak.
lactaire s. 1. Süte değgin; emzirmeye değgin
(Conduits lactaires). 2. er. bitb. Sütlü mantar
(Lactaire délicieux, poivré).
lactate er. kim. Sütasidi tuzu.
lactation diş. 1. hek. Emzirme, süt verme. 2. Süt
gelmesi, sütlenme, sütün oluşu,
lacté, e s. 1. Süte değgin (Sécrétion lactée). 2.
Sütümsü, sütü andıran (Suc lacté, un blanc lacté).
3. Sütlü (Plantes lactées). 4. Süte dayalı (Diète
lactée). § Voie lactée: gökb. Samanyolu,
lactescence diş. 1. Sütü andırma, süte benzerlik,
sütümsülük. 2. Sütlülük.
lactescent, e s. 1. Sütlü, süte benzer bir özsuyu olan
(Champignons lactescents). 2. Süt gibi, sütü
andıran, sütümsü (Mer lactescente).
lactifère s. 1. Sütlü, içinde süt gibi bir özsuyu olan,
süt veren (Plantes lactifères). 2. Süt akıtan
(Conduits lactifères).
lactique s. kim. Ayranda bulunan bir asidin adı,
laktik (Acide lactique. Ferment lactique).
lacto-densimètre er. Sütün yoğunluğunu ölçmeye
yarayan alet.
lactomètre er. Sütölçer.
lactose er. kim. Sütşekeri, "laktoz,
lacunaire, lacuneux, euse s. 1. Delik delik; içinde
delikler, boşluklar olan (Tissu lacunaire). 2.
lacune

808

Eksik,
tamamlanmamış,
boşlukları
olan
(Documentation lacunaire).
lacune diş. 1. Boşluk (Combler une lacune). 2.
Eksiklik (Les lacunes dun dictionnaire). 3.
Yetersizlik, eksiklik (Son information présente de
graves lacunes). 4. Tutukluk, unutkanlık (Sa
mémoire a des lacunes). 5. (Atlarda) Tırnak altı
boşluğu. 6. bitb. Gözearası boşluğu. 7. coğr.
Denizkulağı, "lagün,
lacustre s. Göle değgin; gölde yetişen; göl üzerine
kurulmuş; gölde yaşayan; *gölcül (Plantes
lacustre, faune lacustre. Une cité lacustre, un
village lacustre).
lad [lad] er. (Yarış atı ahırında) Ahır uşağı, "seyis,
ladanum er. Laden, çamdan çıkarılan zift gibi kara
ve kokulu zamk.
ladin er. İsviçre, doğu Avusturya ve kuzey İtalya'da
konuşulan roman dilleri ailesinden bir diyelek.
ladre s. ve ad. 1. Cüzamlı. 2.Duygusuz. 3. Pinti,
cimri (Elle est un peu ladre). § Taches de ladre:
Atm derisinde pek ince tüylü ve renksiz kısım,
ladrerie diş. 1. (Eskiden) Cüzam. 2. Cüzamlılar
yurdu. 3. Domuz cüzamı. 4. mec. tkz. Pintilik,
cimrilik.
lady [ledi] diş. İng. 1. Lord karısı. 2. Bayan,
hanımefendi (Une jeune lady).
lagon er. Kıyılarda deniz birikintisi; gölcük,
lagopède er. hayb. Kartavuğu.
lagot riche, lagothrix er. hayb.
Tavşantüylü
maymun.
lagunaire s. coğr. Denizkulağına değgin.
lagune diş. coğr. Denizkulağı.
lai er. Lay, Ortaçağda kullanılan bir tür koşuk (Lai
lyrique: Lirik lay. Lai narratif: Öyküleme layı).
lai, e s. ve ad. Tarikattan olmayan; papaz olmayıp
rahip sınıfından olan.
laïc, laïque s. ve ad. Layik (L'Etat laïque,
l'enseignement laïque. Un laïc).
laiche, laîche diş. bitb. Nemçe saparnası,
laïcisation diş. Layikleştirme; layikleşme.
laïciser gçl. Layikleştirmek (Laïciser
l'Etat,
l'enseignement).
laïcisme er. Layikleştirme; kurumlara layik bir
nitelik kazandırmak isteyen öğreti,
laïcité diş. Layiklik, layik olma niteliği,
laid, e s. 1. Biçimsiz, çirkin (Une femme laide. Il est
laid comme un singe). 2. İğrenç (Le vice est laid.
Une laide action). 3. er. Çirkinlik (Le laid et le
beau).
laidement bel. 1. Çirkince, çirkin bir şekilde
(Tableau laidement encadré). 2. İğrenç bir şekilde,
iğrenççe (Il s'est laidement comporté à mon égard).
laideron, ne s. ve ad. Çirkin yüzlü, çehre züğürdü,
maymun suratlı.

laisser
laideur diş. 1. Biçimsizlik, çirkinlik (Elle est d une
laideur affreuse). 2. İğrençlik (La laideur dune
action) 3. Çirkin şey, iğrenç yan, çirkin davranış
(Les laideurs et les infirmités de la vie).
laie diş. 1. Kesim yapmak için ormanda açılan yol,
orman patikası. 2. Dişi yabandomuzu (La laie et
ses marcassins). 3. Dişli taşçı çekici, dişengi.
lainage er. 1. (Az kullanılır) Koyun yapağısı. 2.
Yünlü, yün kumaş (Robe de lainage). 3. Yünlü,
yün hırka (Mettre un lainage sur une robe d été). 4.
(Yünlüleri) Tarazlama,
laine diş. 1. Yün (Filer la laine. Tissu de laine. Laine
à tricoter Vêtement en laine). 2. Kıvırcık zenci saçı.
3. Kimi bitkilerin üzerindeki tüy. § Se laisser
manger la laine sur le dos: Kendini sömiirtmek,
kendini savunabilecek güçte olmamak, başına
vur lokmasını ağzından al durumunda olmak,
lainer gçl. 1. (Yünlü kumaşları) Tarazlamak. 2. er.
Kumaş havı.
lainerie diş. 1. Yünlü kumaş yapımı. 2. Yünlü
kumaş toptancı mağazası. 3. Hayvanların
yünlerinin kırkıldığı yer. 4. Bir fabrikada kumaş
tarazlama bölümü,
laineur, euse ad. Kumaş tarazlayıcı, tarazlama işçisi,
laineuse diş. Kumaş tarazlama makinesi,
laineux, euse s. 1. Yünü bol (Une étoffé très
laineuse). 2. Yünsü, yünü andıran (Des cheveux
laineux). 3. bitb. Tüylü, havlı (Plante, tige
laineuse).
lainier, ère s. 1. Yüne değgin, yünle ilgili (L'industrie
lainière). 2. ad Yüncü, yün tüccarı. 3. ad. Yün
işçisi,
laïque-» laïc.
lais er. 1. Ormanda kesilmeyip bırakılan fidan. 2.
Karanın denizden yada ırmaktan kazandığı yer.
laisse diş. 1. Köpek bağı, tasma (Chien qui tire sur sa
laisse). 2. Destan parçası (Les laisses de ta
Chanson de Roland). 3. Irmakların kıyılarda
bıraktığı toprak. 4. coğr. Denizin her kabarma ve
inmesinde açık bıraktığı alan (Laisse de basse mer:
Gidim sınırı. Laisse de haute mer: Gelim sınırı). §
Mener, tenir qn en laisse: -i dizginde tutmak,
istediği gibi yönetmek, -in özgürce hareket
etmesine engel olmak, -i burnundan tutup
keyfince gütmek,
laissé, e- pour-compte s. 1. (Ticarette) Sipariş
koşullarına
uymadığı
için
geri
çevrilen
(Marchandises laissées-pour-compte). 2. mec. s. ve
ad. Herkesin kaçtığı, kimsenin istemediği (nesne
yada kişi). 3. er. Geri çevrilen mal.
laisser gçl. 1. Bırakmak (Laisser des restes dans son
assiette. Manger les raisins et laisser les pépins). 2.
Bırakmak, unutmak ( f a i laissé mes gants chez
lui). 3. Yitirmek, bırakmak (Le renard laissa sa
laisser

809

queue dans un piège). 4. Satmak, bırakmak (Je


laisse ce tapis pour mille francs). 5. Arkasından
bırakmak (Laisser une bonne impression sur ses
amis). 6. Laisser qn: a) -den boşanmak, aynlmak,
-i bırakmak (Elle a laissé son mari), b) -den
uzaklaşmak, aynlmak (Il a laissé ses parents et ses
amis pour voyager). 7. Laisser qn...: Birini
...bırakmak; kılmak (Il m'a laissé triste. Je fai
laissée seule). 8. Laisser qch à 91: a) Birine... kalıt
olarak bırakmak (Laisser une maison à ses
enfants), b) ...biri için ayırmak, birine bırakmak
(Laisser un morceau de gâteau à son frère), c)
Birine... vermek, bırakmak (Laisser la clé au
gardien, laisser un gros pourboire au garçon). 9.
Laisser qch à qch: a) Bir şeyi -e bırakmak,
bağlamak (11 ne laisse rien au hasard), b) Bir şeyi -e
vermek, bırakmak °emanet vermek (Laissa1 ses
bagages à la consigne). 10. Laisser qn à: a) Birini -e
vermek, bırakmak, koymak, yerleştirmek,
emanet bırakmak (Laisser ses enfants à
l'Assistance publique) b) -ile başbaşa bırakmak
(Laissez-la à son travail, à ses occupations). 11.
Laisser qn derrière soi: -i geçmek, geride
bırakmak (Laisser un coureur derrière soi). 12.
Laisser qn f. qch: Birinin -meşine izin vermek (Il
ne me laisse pas partir). 13. Laisser à f. qch: tirmek, -meyi gerektirmek, -meye
yolaçmak (Ça
laisse à penser). 14. Laisser qn à f. qch: -meyi birine
bırakmak (Je vous laisse à penser quelle fut notre
joie. Je vous laisse à juger). 15. Ne pas laisser de f.
qch: -mekten geri kalmamak, -meyi sürdürmek,
elden bırakmamak (Je ne laissai pas de sentir la
haute sagesse Bien que rivales, elles ne laissaient
pas d'être amies). '§ Laisser courir: Karışmamak,
"müdahale etmemek. Laisser tomber qch: 1. -i
düşürmek
yitirmek
(Laisser
tomber
son
portefeuille). 2. tkz. -e aldırmamak, boş vermek
(Laisse tomber cette histoire). Laisser faire qn:
Birini tam
özgür bırakmak,
dilediğince
davranmasına izin vermek. Laisser voir qch: Dışa
vurmak, belli etmek (Laisser voir son trouble, sa
colère). Laisser passer qch: -i geçirmek; geçmesine
izin vermek (Matière poreuse qui laisse passer
l'air). Laisser aller qch: -i boşlamak, koyuvermek,
oluruna bırakmak. Laisser à désirer: Eksik
olmak, yarım yamalak olmak, daha istemek (Son
français laisse à désirer). Laisser de côté: Bir yana
bırakmak, aldırmamak üzerinde durmamak.
Laisser dormir qch: Uyutmak ilgilenmemek,
uğraşmamak. Laisser qch en blanc: (Bir tarih yada
ad yerini) Boş bırakmak. Laisser qn en plan, en
rade: tkz. Yarı yolda bırakmak, yüz üstü
bırakmak, kalleşlik etmek. Laisser qch tel quel:
Olduğu gibi bırakmak. Laisser cueillir sa rose:

lait
Kızlığını bozdurmak, kestanesini çizdirmek.
Laisser qn dans le doute: -i kuşkuda bırakmak.
Laisser qn cuire dans son jus: Ne halin varsa gör
demek, kendi yağıyla kavrulmaya bırakmak.
Laisser la bride sur le cou: Dizginini bırakmak,
ipini üstüne bırakmak, serbest bırakmak. Laisser
la vie sauve à qn: -in canını bağışlamak. Laisser le
champ libre à qn: Meydanı -e bırakmak; -e tam
özgürlük vermek. Laisser montrer le bout de
l'oreille: Ne mal olduğunu göstermek, kendini
tabak gibi ortaya koymak. Laisser passer Feau
sous les ponts: İşi zamana bırakmak, beklemek.
Laisser pisser le merinos: İşin olup bitmesini
beklemek, hiç acele etmemek. Laisser qn sur la
bonne bouche: Biri üzerindeki son izlenimi iyi
olmak. Laisser la paix à qn: -i rahat bırakmak.
Laisser souffler qn: -e soluk
aldırmak,
dinlendirmek. Laisser qch dans f ombre: -i
karanlık bırakmak, aydınlığa kavuşturmamak.
Laisser des plumes dans qch: -den yara almak, -de
birçok şey yitirmek. § Se laisser aller: Kendini
salıvermek, koyuvermek. Se laisser aller à qch:
Kendini -e kaptırmak (Se laisser aller au
désespoir, au découragement). Se laisser faire: Ne
yaparlarsa kanşmamak, kendini tatlı şeylere hiç
karşı gelmeden koyvermek. S'en laisser conter:
Karı-kız konusundaki konuşmalara kulak
kabartmak, böylesi konuşmaları dinlemekten
hoşlanmak. Se laisser glisser: Ölmek, cartayı
çekmek. Se laisser griser par: -den başı dönmek,
sarhoş olmak. Se laisser manger la laine sur le dos:
Kendini sömürtmek, lokmasını ağzından alsalar
bir şey dememek. Se laisser faire une douce
violence: Başlangıçta direnip sonunda kabul
etmek, istemem yan cebime koy demek,
laisser-aller er. 1. Kendini salıverme, kendini
koyverme. 2. Aldırışsızlık, sallapatilik, "ihmal.
laisser-passer er. değişmez. Yazılı geçiş izni,
"lesepase.
lait er. 1. Süt (Lait de chèvre, de vache. Une bouteille
de lait. Faire bouillir le lait. Boire du lait). 2.
Rafadan
yumurtanın
üst
kısmındaki
beyazımtrak sıvı. 3. Kimi bitkilerden akan
beyazımtrak özsu, süt (Lait de coco, lait des
plantes à caoutchouc). § Café au lait: Sütlü kahve.
Dent de lait: Süt dişi. Frère de lait, soeur de lait:
Süt kardeş. Lait de chaux: kim. Kireç sütü. Lait de
poule: Yumurta sarısı ile çalkılmış şekerli süt. Lait
en poudre: Süt tozu. Petit-lait: Kesilmiş sütün
suyu; yayık ayranı. Riz au lait: Sütlâç. Une soupe
au lait: Çabuk kızan adam, öfkeci. Boire du lait,
boire du petit-lait: mec. Zevkten dört köşe olmak,
büyük bir hoşnutluk duymak, ağzı kulaklarına
varmak. Se mettre au lait Süt rejimi yapmak.
laitage
Sucer qch avec le lait: -i anakucağından beri
bilmek,
anasından
doğarken
öğrenmek,
edinmek.
laitage er. Süt ve süt ürünleri (Aimer le laitage).
laitance, laite diş. Balık sütü.
laité, e s. (Balık için) Sütlü (Hareng laité).
laiterie diş. 1. Sütevi, süthane. 2. Sütçü dükkânı.
3. Sütçülük; süt sanayii; süt ticareti,
laiteron er. bitb. Yabani marul, yaban marulu,
laiteux, euse s. 1. Süte değgin (Maladies laiteuses:
Süt hastalıkları). 2. Sütlü (Plantes laiteuses). 3. Süt
gibi, sütü andıran, sütümsü (Une nuit laiteuse.
Lumière laiteuse, halo laiteux. Un blanc laiteux).
laitier, ère s. 1. Süte değgin (Industrie laitière,
coopérative laitière). 2. Sağmal (Vache laitière). 3.
ad. Sütçü (Un laitier. La laitière et le pot au lait). 4.
diş. Sağmal inek (Une laitière, une bonne laitière).
5. er. Ergimiş maddenin yüzünde yüzen camsı
madde. 6. er. Bir tür sütlü mantar,
laiton er. kim. Pirinç. § Laiton dur: Sert pirinç.
Laiton de soudure: Kaynak pirinci,
laitonner gçl. Pirinç tellerle bezemek; pirinçle
kaplamak (Laitonner une forme de chapeau.
Laitonner un métal).
laitue diş. Marul.
laïus er. 1. (Okul argosu) Söylev, "nutuk (Faire un
laïus: Söylev çekmek, konuşma yapmak). 2.
Yuvarlak ve boş laflar (Ce n'est que du laïus).
Iıüusser gsz. tkz. Söylev çekmek, nutuk atmak,
diskur geçmek (Laïusser pendant plus dune
heure).
hüusseur, euse s. ve ad. tkz. Söylevci, "nutukçu, boş
ve yuvarlak laflar etmesini seven, çene kavafı,
laize diş. 1. Kumaş eni. 2. den. Yelken şeridi,
lallation diş. 1. L sesini pek çıkaramama. 2.
Bıcırdama, gayguy etme, çocuğun konuşmaya
başlamadan önce anlaşılmaz sesler çıkarması,
lama er. 1. (Tibetliler ve moğollarda) Lama, Buda
rahibi. 2. hayb. Lama (Tissu en laine de lama).
lamaïsme er. Lamacılık, Tibet budizmi.
lamaüste s. ve ad. Lamacı, Tibet budisti.
lamanage er. den. Limanlara giriş ve çıkışlarda
gemilere klavuzluk etme.
lamaneur er. Gemi klavuzu, klavuz kaptan,
lamantin er. hayb. Denizkızı.
la{narckisme er. biy. Lamarkçılık.
lamaserie diş. Tibet'te Lama manastırı,
lambda er. Yunan abecesinde L harfini karşılayan
harf.
lambdacisme er. L harfini iyi söyleyememe, L sesini
pek çıkaramama.
lambdoïde s. anat. Lambda dikişi,
lambeau er. 1. Yırtık parçası, yırtık kumaş parçası
(Un lambeau de drap couvert de sang). 2. (Et, kâğıt
810

lamellirostres
vb.) Parça (Lambeau de chair. Affiches en
lambeaux). 3. mec Bir bütünden alınan parça,
bölüm
(Des lambeaux
de musique,
de
conversation). § Etre en lambeaux: Parça parça,
yırtık pırtık olmak. Mettre qch en lambeaux:
Parçalamak, yırtmak,
lambic er. Belçika birası,
lambin, e s. ve ad tkz. Ağırkanlı, uyuşuk,
lambiner gsz. tkz. Uyuşukluk etmek, ağırkanlı
hareket etmek, tembel davranmak; oyalanmak,
olmayacak şeylerle vakit öldürmek (Ne lambinez
pas en ehemin).
lambourde diş. 1. Taban kirişi. 2. Bir çeşit yumuşak
kalker taşı. 3. Ucunda meyve tomurcukları
bulunan küçük dal.
lambrequin er. Sarkıtma saçak,
lambris er. 1. Duvar kaplaması, lambri. 2. Tavan
kaplaması, lambri. § Lambris dorés, riches
lambris: Görkemli bezek; saray, kâşane,
lambrissage er.
Duvar
kaplaması
yapma,
lambrileme.
lambrisser gçl. Duvar kaplaması geçirmek,
lambrilemek, duvarlarını kaplamak (Cette salle
était lambrissée de boiserie de chêne à petits
panneaux).
lambrusque, lambruche diş. Yoz asma, yaban asma.
lame diş. 1. İnce tabaka (Lame de cuivre, de verre,
de bois). 2. (Kesici aletlerde) Ağız (Lame de ciseau,
de poignard, d'un couteau). 3. mec. Kılıç (Lames de
Tolède). 4. Deniz dalgası, kabaran dalga (Il a été
emporté par une lame. Lame de fond). 5.
Birdenbire patlayan olay. 6. Tıraş bıçağı (Un
paquet de lames). 7. biy. Lam, yaprak. § Lame à
raser: Tıraş bıçağı. Lame de verre:fiz. kim. Lam.
Une bonne lame, une fine lame: İyi kılıç kullanan
kimse; kılıcı kuvvetli. Visage en lame de couteau:
İnce uzun yüz.
lamé, e s. 1. Sırmalı, sırma işlenmiş (Tissu lamé).
2. er. Sırmalı kumaş (Une robe de lamé).
lamellaire s. 1. Parlak yüzlü (Tissu lamellaire).
2. (Maden kırığı için) Parlak façetalı (Cassure
lamellaire).
lamelle diş. 1. İnce, küçük tabaka. 2. bitb. Yaprak,
yapracık. 3 . f i z . kim. Lamel (Lamelle de verre pour
examen microscopique).
lamellé, e s. Tabaka tabaka, yaprak yaprak, kat
kat; yaprak yaprak ayrılabilen (L'ardoise est
lamellée).
lamellibranches er. ç. hayb. Yassısolungaçhlar.
lamellicornes er. ç. hayb.
Yassiboynuzlular,
yassıboynuzlu böcekler,
lamelliforme s. Tabaka halinde, yaprak biçiminde,
şerit biçiminde,
lamellirostres er. ç. hayb. Süzgeçgagalılar.
lamentable
lamentable s. 1. Acınacak, ağlanacak, acı (Le sort
lamentable des naufragés. C'est une histoire
lamentable). 2. tçler acısı, yürekler acısı, çok kötü,
berbat (Sort, spectacle lamentable.
Résultats
lamentables). 3. Acılı, üzüntü anlatan (Une voix
lamentable, parler sur un ton lamentable).
lamentablement bel. Acı bir şekilde, içler acısı bir
şekilde; çok kötü bir şekilde (La révolte a échoué
lamentablement).
lamentation diş. 1. İnilti, inleme (Pousser des
lamentations). 2. Ağlayıp sızlama, yanıp yakınma
(Ses lamentations perpétuelles sur la dureté de la
vie). § Mur des lamentations: (Kudüs'teki)
Ağlama duvarı. Se répandre en lamentations:
Ağlayıp sızlamak, yanıp yakınmak,
lamenter gsz. 1. Acı acı ötmek, bağırmak (La hulotte
lamentait. Le crocodile lamente). 2. gçl. a) -den
yakınmak, sızlanmak (Le chantre
désolé
lamentant son malheur), b) Acı acı, yanık yanık
söylemek (Lamenter une chanson bachique). § Se
lamenter: 1. Ağlayıp sızlamak, yanıp yakınmak
(Il ne cesse pas de se lamenter). 2. Se lamenter sur: den sızlanmak, yakınmak,
"şikâyet etmek (Se
lamenter sur son sort. Se lamenta' sur la mauvaise
tenue de son fils). 3. Se lamenter de f. qch: -mekten
sızlanmak, yakınmak, -diğine üzülmek (Se
lamenter d'avoir essuyé un échec).
lamento er. müz. Yanık hava.
lamie diş. 1. Çocukları yediği söylenen bir efsane
devi. 2. hayb. Eti yenir bir tür köpek balığı,
di kburunluharh ary as.
lamier er. bitb. Ballıbaba. § Lamier blanc:
Ak ballıbaba. Lamier tacheté: Benekli ballıbaba,
laminage er. 1. (Madeni) Yaprak haline getirme,
yapraklaştırma, haddeden geçirme (Laminage du
verre foruiu. Laminage à chaud, à froid). 2. mec.
Önemsizleştirme, ağırlığını azaltma (Le laminage
de f opposition).
laminaire diş. Bir deniz yosunu, laminarya.
laminer gçl. 1. (Madenleri) Yaprak yada kol haline
getirmek, yapraklaştırmak, "haddeden geçirmek.
2. mec. Ezmek, pestilini çıkarmak (La dureté delà
vie les avait tous laminés. Un régime qui lamine les
citoyens).
laminerie diş. (Madenleri) Yapraklaştırma yeri,
yaprak işliği, "haddehane,
lamineur er. 1. Madenleri yaprak yada tel haline
getiren işçi, yaprakçı, "haddeci. 2. s. er. Yaprak
haline getirici (Cylindre lamineur).
lamineux, euse s. İnce tabakalar halinde, yaprak
yaprak.
laminoir er. Madenleri yaprak yada tel haline
getirme makinası, yaprak makinası, "hadde
makinası (Faire passer le métal au laminoir). §

811
lance
Passer au laminoir: mec. Çok sıkı sınavlardan
geçmek, başına gelmedik şey kalmamak. Passer
qn au laminoir: -i yola getirmek, adam etmek,
lampadaire er. Ayaklı fener, dikme fener; sokak
lambası (Lampadaires d'une place publique, d une
ville, d'une rue).
lampadophore s. ve ad. (Eskiden, dinsel törenlerde)
Meşale taşıyan,
lampant, e s. 1. Aydınlatmada kullanılan (Pétrole
lampant: Lamba gazı). 2. Duru (Huile lampante).
lampas er. 1. Bir tür Çin ipeklisi (Des fauteuils
couverts en lampas à fleurs) 2. (Atlarda) Damak
şişmesi. 3. hlk. Gırtlak, boğaz. § Humecter le
lampas: İçmek, boğazı yağlamak,
lampe diş. 1. (Eski) Kandil (Lampes d église.
Mèche d'une lampe). 2. Lamba (Lampe à pétrole.
Lampe de poche, de chevet). 3. Elektrik lambası
(Ampoule dune lâtnpe. Lampe à fluorescence,
lampe au néon). 4. (Radyo, televizyon vb.) Lamba
(Lampe de radio. Lampe diode, triode. Lampe
amplificatrice). § Lampe témoin: İşaret lambası,
ikaz lambası; elektrikli bir aygıtın çalışıp
çalışmadığını gösteren küçük lamba. S'en mettre
plein la lampe: hlk. Patlayıncaya kadar yiyip
içmek.
lampée diş. tkz. Kocaman bir yudum (Une lampée
de vin) § A grandes lampées: Lıkır lıkır (Boire à
grandes lampées). D'une seule lampée: Bir
yudumda (Absorber son verre d une seule lampée).
lamper gçl. Lıkır lıkır içmek (Lamper une bouteille
de vin).
lampion er. 1. (Eski) Kandil. 2. Venedik feneri.
§ Sur l'air des lampions: Tempo tutarak
(Demander, réclamer, crier sur l'air des lampions).
lampiste er. 1. Lambacı, lamba yapımcısı, lamba
satıcısı. 2. (Bir dairede) Işık işleri görevlisi, ışıkçı
(Lampiste d'un théâtre). 3. (Demiryollarında)
Fenerci. 4. Hiçbir yetkisi olmayan küçük memur
(On a arrêté quelques lampistes, mais les
principaux responsables courent encore).
lampisterie diş. 1. Lambacılık. 2. Lamba onarım
yeri (Lampisterie d'une gare).
lampourde diş. Pıtrak.
lamprillon er. hayb. Taşemen balığı yavrusu,
lamproie diş. hayb. Taşemen, taşemen balığı, bufa
balığı (Lamproie marine, fluviale).
lampyre er. hayb. Ateşböceği.
lance diş. 1. Kargı, mızrak (Brandir une lance, jeter
une lance). 2. Mızraklı asker. 3. Hortum ağızlığı.
4. Toprak sondası. § Fer de lance: a) Mızrak
demiri, temren, b) Mızrak biçiminde demir işi. c)
ask. Vurucu güç, en etkili birlik (Le fer de lance
d'une armée). Rompre des lances avec qn, contre
qn: -ile arası bozulmak, tartışmak, -e karşı
lancé

812

çıkmak. Rompre des lances poir qn: -i savunmak,


desteklemek,
lancé, e s. Gözde, saygın, herkesin sevip saydığı
(Tétais très lancé autrefois, je dînais chez le
maréchal, chez le prince).
lance-bombes er. Bombaatar.
lancée diş. Hız, kazanılan hız (Courir, continuer sur
sa lancée). § Continuer sur sa lancée: Bir işi ilk
hızıyla sürdürmek,
lance-flammes er. Alev makinası, *yalazatar.
lance-fusées er. Füzeatar, *uçulatar.
lance-grenades er. Kumbarasalar, bombaatar.
lancement er. 1. Atma, fırlatma (Lancement de la
grenade, du javelot. Lancement dune fusée, d'un
satellite artificiel). 2. Suya indirme (Lancement
d'un navire). 3. Tanıtma, ortaya çıkarma, ileri
sürme (Lancement d'une nouvelle vedette). 4.
Başlatma, açma (Lancement dune campagne de
presse).
lance-missiles er. Füzeatar ,*uçulatar.
lancéolé, e s. bitb. Temren gibi, temrenimsi,
temrensi.
lance-pierres er. Sapan, çocukların kuş vurmak
için kullandığı sapan,
lancer gçl 1. Lancer qch vers, sur, à, contre, dans:
Atmak, fırlatmak (Lancer une fusée, lancer le
javelot, le disque, le poids. Lancer une pierre contre
un arbre. Lancer son cahier sur le bureau. Lancer la
balle à son partenaire). 2. Saçmak (Le soleil lance
ses rayons. Ses yeux lancent des éclairs). 3. Suya
indirmek (Lancer un navire). 4. Salmak,sürmek,
üzerine sürmek (Lancer un escadron sur l'ennemi.
Lancer des soldats à l'assaut). 5. İşletmek,
çalıştırmak (Lancer un moteur). 6. Atmak,
çıkarmak (Lancer un cri). 7. Tanıtmak, ortaya
çıkarmak, ileri sürmek (Lancer une vedette, une
mode, une nouvelle marque, un nouveau modèle). 8.
Yayınlamak (Lancer une proclamation).
9.
Başlatmak, açmak (Lancer une propagande, une
campagne de presse). 10. Atmak, vurmak,
aşketmek (Lancer une gifle, un coup). 11.
Uğratmak, yerinden çıkarmak (Lancer le gibier,
un cerf). 12. Yoluna koymak, rayına oturtmak
(Lancer une affaire). 13. Çıkarmak, uçurmak,
uydurmak, ortaya atmak (Lancer une fausse
nouvelle, une plaisanterie). § Lancer un pétard: Bir
balon uçurmak, yalan bir haber ortaya atmak.
Lancer un défi à qn: -e meydan okumak. Lancer la
flèche du Parthe: Sövüp kaçmak, kaçarken son bir
küfür savurmak. § Se lancer: 1. Hız almak, hızını
almak (Le sauteur recula pour se lancer). 2. .Se
lancer dans: -e atılmak, girmek, girişmek,
başlamak (Se lancer dans la rivière. Se lancer dans
la politique, dans F aventure. Se lancer dans des
langer
dépenses inconsidérées, dans des explications
confuses. Se lancer dans la lecture dm livre
difficile). 3. Kendini tanıtmak (Il cherche à se
lancer, il est présent à tous les cocktails).
lancer er. 1. Avı yerinden uğratma; avın yerinden
uğratıldığı yer ve an. 2. (Spor) Gülle atma, çekiç
atma, disk atma (Courses, sauts et lancers). 3.
Atma (Le lancer de javelot).
lanceron er. Kumbalığı.
lance-roquettes er. Roketatar,
lancet er. hayb. Batrak.
lance-torpilles er. Torpilsalar.
lancette diş. Neşter.
lanceur, euse s. ve ad. 1. Atan, atıcı (Lanceur de
javelot, de poids, de disque). 2. İlk ortaya atan,
tanıtan (Lanceur d'une mode, dun écrivain, d'un
artiste). 3. Uydu taşıyan füze.
lancier er. 1. Mızraklı süvari. 2. ç. Eski bir İrlanda
dansı (Danser les lanciers).
lancinant, e s. 1. Zonklayan, sancıyan (Douleur
lancinante). 2. Yakayı hiç bırakmayan, tebelleş
olan (Souvenirs, regrets lancinants).
lanciner gsz. 1. Zonklamak (Cet abcès au doigt me
lancine). 2. gçl. Yakasını bırakmamak, tebelleş
olmak, bir an kafasından çıkmamak (Cette
pensée le lancinait depuis le matin).
lançon er. hayb. Kumbalığı.
landais, e s. Fransadaki Landes bölgesinden,
Landes'lı (Berger landais, race landaise).
landau er. 1. (Eski) Kupa arabası, lando. 2. (Bugün)
Çocuk arabası,
landaulet er. Küçük lando.
lande diş. Geniş fundalık.
landgrave er. Kimi Alman prenslerine verilen
unvan.
landier er. 1. Ocak sehpası. 2. bitb. Dikenli
katırtırnağı.
landtag er. (Federal Almanya'da) Eyalet meclisi,
landwehr diş. 1. (1918 tarihine kadar Cermen
ülkelerinde) Yedek askeri birlikler. 2. Kara
ordusu,
laneret er. Erkek doğan.
langage er. 1. Anlatım, anlatma yolu, dil (Langage
parlé, populaire, argotique. Langage littéraire,
écrit, noble. Langage administratif, scientifique,
technique). 2. Anlatış, °ifade (Langage des yeux,
des passions). 3. Ağız (Le langage de la cour: Saray
ağzı. Changer de langage). 4. Söz; söylev (En
amour, un silence vaut mieux qu'un langage). 5.
Ses, ötüş, bağırma (Langage des oiseaux, des
animaux).
lange er. Kundak bezi (Changer les langes d'un
enfant).
langer gçl. Kundak bezine sarmak, kundaklamak
langoureusement
(Langer un bébé).
langoureusement bel. 1. Bitkince. 2. Cansız ve
isteksizce; baygınca, süzgünce,
langoureux, euse s. 1. Bitkin, ölgün (Il a été
longtemps malade, il est encore tout langoureux). 2.
Baygın, süzgün (Un regard langoureux, un air
langoureux).
langouste diş. hayb. 1. Böcek, Iangust. 2.
Kıskaçsız İstakoz, Iangust.
langoustine diş. hayb. Bir tür küçük İstakoz,
langue diş. 1. (Ağızdaki) Dil. 2. (Konuşulan) Dil
(Langue agglutinante: Bitişken dil. Langue
artificielle: Yapma dil. Langue écrite: Yazı dili,
yazın dili. Langue flexionnelle: Bükünlü dil. Langue
littéraire:
Yazın dili, yazınsal dil
Langue
maternelle: Anadili. Langue mère: Anadil, kaynak
dil. Langue monosyllabique: Tek heceli dit. Langue
morte: Ölü dil. Langue officielle: Resmi tül. Langue
parlée: Konuşma dili Langue populaire: Halk dili.
Langue spéciale: Özel dil. Langue verte: Argo.
Langue vivante: Yaşayan dil). 3. Anlatım, üslup,
dil (Langue dun poète, dun écrivain). 4. Anlatış,
"ifade (Langue musicale). § Coups de langue: Kara
çalma; yerme. Langue fumée; langue de vipère:
Kara çalıcı; kovcu. Langue d'agneau: bitb.
Sinirotu. Langue-de-bœuf : 1. bitb. Öksemantarı.
2. Bir duvarcı aleti. Langue-de-chat: Bir çeşit yassı
ve uzun kuru pasta. Langue-de-cerf: bitb.
Geyikdili. Langue glaciaire: coğr. Buzuldili.
Langue de terre: coğr. Dil, sularla çevrili uzun ve
ince kara şeridi. Langues de feu: Uzun yalazlar,
büyük alevler. La langue des dieux: Şiir. § Avoir la
langue grasse, epaisse: Peltek peltek konuşmak.
Avoir la langue bien pendue, bien affilée: Pek
konuşkan olmak, kürek gibi dili olmak, dili bir
kanş olmak, çenesi düşük olmak. Avoir bien de la
langue:
Çok
konuşmak,
ağzında
bakla
ıslanmamak, giz saklayanlamak. Avoir la langue
trop longue: Ağzında bakla ıslanmamak. Avoir la
langue sèche: Dili kurumak. Avoir une langue de
serpent, de vipère: Karaçalıcı olmak, kovcu
olmak. Avoir la langue blanche, pâteuse: Dili
paslanmak, dili paslı olmak; ağzı yapış yapış
olmak. Avoir un boeuf sur la langue: Para
aldıktan, önüne kemik atıldıktan sonra susmak.
Avoir qch sur le bout de la langue, sur le bord de la
langue, sur la langue: Dilinin ucunda olmak, bilip
de bir türlü anımsayamamak. Avoir la langue
déliée: Dili çözülmek, konuşmaya başlamak.
Avaler sa langue: (Her zaman konuştuğu halde)
Dilini yutmak, hiç konuşmamak. Claquer la
langue, faire claquer la langue:
Dilini
şapırdatmak. Délier la langue à qn: -in dilini
çözmek, -i konuşturmak. Donner sa langue aux

813

languissant
chats, jeter sa langue aux chiens: Bir bilmeceyi
aramaktan vaz geçmek. La langue lui a fourché:
Dili sürçtü. Etre sujet aux langues: Dile düşmek,
dillere düşmek. Etre dans toutes les langues:
Herkesin ağzında olmak, herkesin diline düşmek.
Goûter du bout de la langue: Dilinin ucuyla
tatmak. Ne pas savoir tenir sa langue: Susmasını
bilmemek, konuşmadan edememek. N'avoir
point de langue: Ağzı var dili yok olmak, pek az
konuşmak. Prendre langue avec qn: -ile konuşmak
için temas sağlamak. Passer sa langue sur les
lèvres: Yalanlamak. Se brûler la langue: Dili
yanmak, dilini yakmak. Se mordre la langue: 1.
(Bir şey yerken) Dilini ısırmak. 2. Dilini tutmak.
3. Söylediğine pişman olmak. Tenir sa langue:
Dilini tutmak, konuşmamak. Tirer la langue:
(Yorgunluktan, susuzluktan) Dili sarkmak, dili
üç kanş dışarı çıkmak. Tirer la langue à qn:
(Küçümsemek için) -e dilini çıkarmak. Tirer la
langue d'un pied de long: Yoksunluk, gereksinim
içinde olmak. Qui langue a, à Rome va: Dil bilene
her kapı açık. Il faut tourner sept fois sa langue
dans sa bouche avant de parler. Bin düşün bir
konuş; konuşmadan önce iyice düşünüp
taşınmak gerek.
languette diş. 1. (Alet ve nesnelerde) Dil (Languette
d'une
balance,
d'un
portefeuille).
2.
(Doğramacılıkta) Zıvana dili, kiniş dili. 3. (Müzik
aletlerinde) Dil (Languette dun hautbois).
langueur diş. 1. Bitkinlik, güçsüzlük (Périr de
langueur). 2. îç çöküntüsü, yıkıntı. 3. Cansızlık,
ölgünlük
(Langueur
d un
style,
d une
conversation). 4. Baygınlık, kendinden geçmişlik
(Langueur amoureuse).
languier er. İslenmiş domuz dili, isli domuz dili.
languir gsz. 1. Uzayıp gitmek (Conversation qui
languit). 2. Canlılığını yitirmek, durgunlaşmak
(Les affaires languissent). 3. Çok acı ve sıkıntı
çekmek (Condamné à languir entre ces murailles).
4. Languir de qch: -den erimek, bitmek, mum gibi
erimek (Languir d'ennui, d'amour). 5. Beklemek,
bekleye bekleye çürümek (Je ne languirai pas
longtemps ici). 6. Languir après qch: -i sabırsızlıkla
beklemek (Je languis après une lettre qui tarde). 7.
Languir loin de qn: -in ayrılığına dayanamamak, in özlemiyle yanıp tutuşmak. 8.
Languir de f. qch:
-meye can atmak (Je languis d avoir de vos
nouvelles).
languissamment bel. Bitkince, ölü gibi (Il traînait
languissamment ses pieds).
languissant, e s. 1. Zayıflayıp erimiş (Un malade
languissant). 2. (Seviden) Bitkin, baygın (Des
regards languissants). 3. Solgun, ölgün (Des
arbustes languissants). 4. Durgun, canlılığını
lanier
yitirmiş (Une industrie languissante). 5. Uzayıp
giden (Une conversation languissante).
lanier er. Av için yetiştirilen dişi doğan,
lanière diş. Kayış (Lanière d'un fouet, d'un fusil, des
bretelles).
lanifère, lanigère s. Tüylü (Feuilles lanifères).
laniidés er. ç. hayb. Örümcekkuşugiller.
laniste er. (Eski Romada) Gladiyatör yetiştiricisi,
lanlaire (Eski bir nakarat olup yalnız şu deyimde
geçer) Envoyer qn faire lanlaire: -i başından
savmak, savuşturmak,
lanoline diş. kim. Lanolin.
lansquenet er. 1. XV. yüzyılda ücretle Fransa'ya
hizmet eden Alman piyadesi. 2. Bir çeşit iskambil
oyunu (Jouer au lansquenet).
lantanier, lantana er. bitb. Mine çiçeğine yakın bir
bitki.
lanterne diş. I . Fener. 2. (Mimarlıkta) Işık bacası.
3. (Büyük bir toplantı yerinde) Gizli loca. 4.
Büyük bir çarkı çeviren küçük çark. 5.
(Otomobillerde)
Işık,
ışık
lambası
(Un
automobiliste qui a oublié d allumer ses lanternes).
§ Lanterne d'Aristote: hayb. Aristo feneri.
Lanterne des morts: Türbe yada mezar kandili.
Lanterne magique: fiz. Büyülü fener. Lanterne
rouge: 1. (Eskiden) Genelevleri belirtmek için
yakılan kırmızı fener. 2. hlk. Sonuncu, nal
toplayan, bir sıralamanın en sonunda gelen
kimse. Lanterne sourde: Hırsız feneri denilen ışığı
örtülebilen fener. Lanterne vénitienne: Kâğıt
fener, Venedik feneri. Conter des lanternes:
Saçma sapan şeyler anlatmak, zırvalamak.
Eclairer la lanterne de qn: -e gerekli bilgileri
vermek. Eclairer sa lanterne: Düşüncesini, demek
istediğini iyi anlatmak; karanlık bir noktayı iyice
aydınlığa kavuşturmak. Mettre qn à la lanterne:
(Fransız Devrimi günlerinde) -i asmak, idam
etmek, ipe çekmek. Oublier d'éclairer sa lanterne:
Esas söyleyeceğini unutmak. Prendre des vessies
pour des lanternes: Şeşi beş görmek, bir şeyi başka
bir şey sanarak büyük bir yanılgıya düşmek. Se
mettre en lanternes: (Otomobil) Işıklarını
yakmak, lambalarını yakmak,
lanterneau, lantemon er. Kubbe feneri,
lanterner gsz. 1. Oyalanmak, boş şeylerle vakit
öldürmek. 2. gçl. Savsaklamak, oyalamak (Il m'a
longtemps lanterné). 3. Faire lanterner qn: -i
bekletmek (On va le faire lanterner un peu).
lanternier er. 1. (Eskiden) Fenerci, sokak fenerlerini
yakan kimse. 2. (Eski) tkz. Genelev patronu,
lanthane er. kim. Lantan (madeni),
lanturlu er. (Alay, küçümseme yada atlatma yollu
bir ünlem olarak kullanılır) Düttürürü, vırvırvır,
gırgırgır (Il lui a répondu lanturlu).
814

laps
lanugineux, euse s. 1. Yünsü, yünümsü, yünü
andıran. 2. Tüylü, havlı (Feuilles lanugineuses).
laotien, ne £ ve ad. Laoslu; Laos'a değgin,
lapalissade diş. Herkesin bildiği çok basit bir
gerçek, söylenmesi gülünç kaçan bir gerçek
(Deux heures avant sa mort, il vivait encore, est une
lapalissade).
laparotomie diş. hek. Karın açma ameliyatı,
lapement er. Lık lık; lap lap; tıkırdatarak içme.
laper gçl. 1. Lık lık içmek, lap lap içmek (Chat qui
lape du lait). 2. gsz. Diliyle lık lık yapmak,
tıkırdatmak, lap lap yapmak (Le chien lapait
bruyamment).
lapereau er. Göçen, adatavşanı yavrusu,
lapiaz, lapié er. coğr. Lapya.
lapidaire er. 1. Cevahir yontucusu, cevahir işçisi.
2. Cevahir parlatmada kullanılan küçük bileği
taşı. 3. s. *Yazıtsal, gömüt taşları üzerindeki
yazılara değin (Le latin est plus propre au style
lapidaire que tes langues modernes). 4. s. mec. Kısa
ve özlü (Formule lapidaire, réplique lapidaire).
lapidation diş. 1. Taşa tutma; °recm. 2. Taşa tutarak
öldürme cezası, °recmetme (La lapidation de saint
Etienne). 3. mec. Çok sert eleştirme, örseleme,
hırpalama.
lapider gçl. 1. Taşa tutarak öldürmek, "recmetmek
(Lapider les adultères). 2. Taşa tutmak (Les
ouvriers se mirent à ramasser des pierres et à
lapider les gardes). 3. mec. Kötü davranmak, çok
sert eleştirmek, hırpalamak,
lapidification diş. yerb. Taşlaşma, kayalaşma.
lapidifier gçl Taşlaştırmak, kayalaştırmak. § Se
lapidifier: Taşlaşmak, kayalaşmak.
lapilli er. ç. yerb. Yanardağçakılı, "volkançakılı,
"lapilli.
lapin, e ad 1. Adatavşanı (Peau de lapin, fourrure
de lapin). 2. er. Tavşan eti (Civet de lapin, pâté de
lapin) § Lapin de choux: Evcil adatavşanı. Lapin
de garenne: Yaban adatavşanı. Pattes de lapin:
Kısa favoriler. Peau de lapin: Tavşan derisinden
ucuz kürk. Une mère lapine: Çok doğurgan
kadın. Un chaud lapin, un lapin: Cinsel gücü fazla
adam, tavşan gibi durmadan çiftleşen kimse.
Courir comme un lapin: Çok hızlı koşmak. Poser
un lapin à qn: tkz. -i atlatmak, -e verdiği
randevuya gelmemek,
lapiner gsz. (Tavşan için) Yavrulamak, doğurmak,
lapinière diş. Tavşan kümesi,
lapinisme er. tkz. Aşırı üreme, tavşan gibi çoğalma,
lapis, lapis-lazuli er. Lacivert taşı.
lapon, ne ad. 1. Laponyalı, lapon. 2. er. Laponca.
3. s. Laponlara değgin.
laps [laps] er. Süre (II s'écoula un certain laps de
temps). § Pendant ce laps de temps: Bu süre içinde,
laps
bu zaman zarfında,
laps, lapse s. Katolikliğe kendi isteğiyle girmişken
dönen anlamında olup hep "laps et relaps"
biçiminde kullanılır,
lapsus [lapsys] er. (Konuşurken yada yazarken
yapılan) Yanlışlık, yanılgı; dil sürçmesi, kalem
sürçmesi (Faire un lapsus. La langue lui a fourché
et ce lapsus a révélé involontairement son intention
réelle. Interprétation psychanalytique des lapsus).
laptot er. (Senegal ve Kara Afrika limanlarında)
Tayfa, gemi işçisi,
laquage er. Laka sürme, lak cilası sürme,
laquais er. 1. Uşak, hizmetçi (Maître accompagné de
ses laquais. Un laquais recevait les invités à la
porte). 2. mec. Köle ruhlu kimse, uşak, köpek (Les
laquais d'un régime).
laque diş. 1. Laka, gomalaka, laka cilası. 2. Lak,
lika. 3. er. Çin mürekkebi (Laque rouge, laque
noir). 4. er. Laka sürülmüş eşya.
laqué, e s. Laka ile cilalanmış, lake (Un bureau
laqué, une bibliothèque laquée).
laquer gçl. 1. Gomalaka sürmek, laka sürmek. 2.
Cilalamak, -e lake cilası yapmak (Laquer un
meuble).
laqueur er. Lakeci; lake cilacısı,
laqueux, euse s. Lake görünümünde, lake gibi.
larbin er. tkz. 1. Uşak, hizmetçi (Un larbin de grande
maison). 2. mec. Uşak ruhlu adam, aşağılık adam.
larcin er. 1. Çalma, aşırma, apartma (Faire un
larcin). 2. Çalıntı, aşırtı, apartı.
lard er. Domuz yağı (Une tranche de tard. Lard salé,
fumé). § Un gros laid: hlk. Şişko. Tête de lard: tkz.
Et kafalı, domuz herif. Pierre de lard: Terzilerin
kullandığı beyaz talk. Gras,se à lard: Pek semiz.
Faire du lard, se faire du lard: Hareketsizlikten
şişmanlamak, semirmek,
larder gçl. 1. (Etin şurasına burasına) Domuz
yağmdan parçalar gömmek (Larder un morceau
de bœuf, de veau). 2. Larder qn, qch de qch: a) -ile
delik deşik etmek (Il a lardé son adversaire de
coups de couteau), b) İğnelemek, dokundurmak
(Elle tentait de me larder de menues épigrammes).
3. Şurasına burasına... serpiştirmek; -ile
doldurmak, süslemek (Larder un texte de
citations. Larder son discours de mots étrangers).
lardoire diş. 1. Etin içine domuz yağı sokmakta
kullanılan şiş. 2. tkz. Delici silah, süngü, şiş vb.
lardon er. 1. Yemeklere katılan ufak domuz yağı
parçası. 2. mec. İğneli söz, dokunaklı söz. 3. hlk.
Çocuk, yumurcak,
lardonner gçl. 1. Ufak ufak kesmek, doğramak. 2.
mec. Takılmak, iğnelemek.
İare er. 1. (Eski Romalılarda) Aile ocağını koruyan
tanrı, ocak tanrısı. 2. er. ç. mec. Aile ocağı, aile

815

larghetto
yuvası, ev.
largable s. (Uçaktan, uzay aracından) Atılabilir,
fırlatılabilir; fırlayabilir (Cabine largable, bombes
largables).
largage er. 1. Atma, fırlatma, savurma; atılma,
fırlatılma, savrulma (Largage des bombes; largage
de parachutistes). 2. mec. Atma, kovma, kapı
dışarı etme (Le largage d'un employé).
large s. 1. Enli, geniş (Des épaules larges, une large
avenue). 2. Geniş, bol (Un vêtement large). 3.
Geniş, geniş yürekli (Tu es trop large). 4. Eli açık
(Vous n'avez pas été très large). 5. Büyük,
kocaman (Une large plaie. De larges gouttes de
pluie). 6. Büyük, önemli (Faire de larges
concessions). 7. Large de: a) -si geniş; geniş -li (Il
est large d'idées: Geniş fikirlidir), b) ...genişliğinde
(Le fleuve est large de vingt mètres). 8. bel. Geniş,
bol (S'habiller large). 9. bel. Bol bol, fazla fazla
(Calculer large, mesurer large).l0.er. En,genişlik
(Une porte de trois mètres de large). 11. er. coğr.
Açık deniz, engin. § Au large de: -açıklarında (Un
chalutier s'est perdu au large de Cherbourg). Dans
une large mesure: Geniş ölçüde, büyük ölçüde. De
long en large: Bir o başa bir bu başa (Sepromener
de long en large). En long et en large: Enine
boyuna, tüm yönleriyle (Expliquer un problème en
long et en large). Etre large avec qn: -e karşı
bağışlayıcı, hoşgörülü davranmak. Etre large
d'idées: Geniş görüşlü olmak, açık fikirli olmak.
Etre au large: Rahat olmak, gende olmak, sıkıntı
içinde olmamak. Gagner le large: (Denizde)
Açılmak, engine açılmak. Mener une vie large:
Rahat bir yaşam sürmek, bir eli yağda bir eli
balda olmak, istediği önünde istemediği ardında
olmak. Ne pas en mener large: İçi pek rahat
olmamak, korku ve kaygılar içinde olmak, güç
durumda olmak. Prendre le large 1. Kaçmak,
tüymek. 2. (Gemi) Açılmak.

largement bel. 1. Genişçe, geniş olarak (Col


largement ouvert). 2. Bol bol, fazla fazla
(Donner largement). 3. Rahat bir şekilde, iyi
(Gagner largement sa vie). 4. En aşağı (Il est
largement trois heures. Tu as largement mille
francs).
largesse diş. 1. Eliaçıklık, elaçıklığı (Sa largesse
excessive passe pour de la naïveté). 2. ç. Bağış. §
Faire des largesses: Bağış yapmak, bağışta
bulunmak.
largeur diş. 1. En, genişlik (La largeur d'une fenêtre,
d'une route, dun fleuve). 2. mec. Bağnazlıktan
uzaklık, genişlik, açıklık (Largeur desprit, de
vues, d idées). § Dans les grandes largeurs: tkz.
°Tamamiyle, "tamamen, bütünüyle,bütün bütün.
larghetto bel. müz. Largetto.
largue

816

largue s. 1. Gerilmemiş, gevşek. 2. er. Aykırı yel,


gemiye yan arkadan gelen yel.
larguer gçl. 1. den. Gevşetmek, laçka etmek
(Larguer les amarres, une voile). 2. Atmak,
fırlatmak, salmak, salıvermek (Larguer des
bombes, un parachutiste). 3. tkz. Atmak, başından
atmak, savmak (Il a largué tout ce qui le gênait).
larigot er. Bir çeşit zurna. § A tire-larigot: Bol bol
ve durmadan (Boire à tire-larigot).
larme diş. 1. Gözyaşı ( Les yeux voilés de larmes).
2. Kesilen ağaçlardan akan su (Larmes de la
vigne). 3. ç. mec. Büyük iç acısı; ezinç; °vicdan
azabı (Vivre dans les larmes). 4. Pek az miktar,
azıcık, bir damlacık (Une larme de vin, de cognac).
§ Larmes de crocodile: Sahte gözyaşı, yalancıktan
dökülen gözyaşları. Cette vallée de larmes: Bu
dünya. Avoir les larmes aux yeux: Çok
duygulanmak, gözleri yaşarmak. Avoir des
larmes dans la voix: Konuşurken sesi titremek.
Avoir toujours la larme à l'oeil: Gözü sulu olmak,
çabucak ağlamak, sulugöz olmak. Arracher des
larmes à qn: -i ağlatmak (Ce spectacle lui arrachait
des larmes). Essuyer les larmes de qn: -i avutmak
teselli etmek; -in gözyaşlarını dindirmek, silmek.
Etre en larmes: Ağlamak. Fondre en larmes:
Hüngür hüngür ağlamak. Pleurer â chaudes
larmes: îki gözü iki çeşme ağlamak. Rire aux
larmes: Gözünden yaş gelinceye dek gülmek.
Verser, répandre des larmes: Gözyaşı dökmek,
ağlamak.
larmier er. 1. (Mimarlıkta) Damlalık. 2. Gözpınarı.
3. (At için) Şakak.
larmoiement er. 1. (Göz için) Yaşarma, yaş akma.
2. Ağlama, ağlayıp sızlama.
larmoyant, e s. 1. Yaşaran, yaşları akan (Les yeux
larmoyants). 2. Ağlamaklı (Une voix larmoyante).
3. Pek duygulandıran, ağlatan, göz yaşartan (Une
comédie larmoyante. Récit larmoyant).
larmoyer gsz. 1. Yaşarmak, sulanmak, yaşları
akmak (Des yeux qui larmoient à cause de la
fumée). 2. Ağlayıp sızlamak, sızlanmak, yanıp
yakınmak (Le vieillard larmoyait).
larron er. 1. (Eski) Hırsız, uğru. 1 (Basımcılıkta)
Kâğıdın kıvrılmış bulunmasından ileri gelen
baskı kusuru. § Larron d'eau: Suların akması için
delik, yol, kanal. Larron d'honneur, larron
d'amour: Kadınları baştan çıkaran, ayartıcı, ırz
düşmanı. S'entendre comme larrons en foire: İki
ahbap çavuş gibi anlaşmak. L'occasion fait le
larron: Paranın yüzü sıcaktır. Fırsat insanı hırsız
da yapabilir ahlâksız da.
larvaire s. (Böceklerde) 1. Kurtçuğa değgin,
kurtçuğa özgü (Forme, état larvaire). 2. mec.
Çekirdek halinde (Des sentiments encore à l'état
lastex
larvaire).
larve diş. 1. biy. Kurtçuk (Des larves d'insectes).
2. mec. Embriyon, cücük (Une larve humaine). 3.
(Eski Romalılarda) Karakoncolos,
larvé, e s. 1. Belirtileri tam olmayan (Fièvre larvée).
2. Gizli, patlak vermeyen (Révolution larvée,
guerre larvée).
laryngé, e laryngien, ne s. Gırtlağa değgin (Cavité
laryngienne, nerfs laryngés).
laryngite diş. hek. Gırtlak yangısı, larenjit.
laryngologue, laryngologiste ad hek. Boğaz
hastalıkları hekimi,
laryngoscope er. hek. Gırtlak muayene aleti, gırtlak
gözleme aleti, larengoskop.
laryngoscopie diş. hek. Gırtlak muayenesi, gırtlak
gözleme, larengoskopi.
laryngotomie diş. hek. Gırtlak açma ameliyatı,
larynx [Ancfc] er. Gırtlak.
ias[las]ünl. eski. Yazık! Ne yazık! Eyvah! Heyhat!
las, se s. 1. Yorgun (Il se sentait las après toute une
journée de travail). 2. Las de qn, de qch: -den
bıkmış, usanmış, bezmiş (Il était las des femmes,
des gens et des affaires). 3. Las de f. qch: -mekten
bıkmış, usanmış, bezmiş (Je suis las d attendre, de
vivre). § De guerre lasse: Artık dayanamayarak,
didişmekten bıkarak (De guerre lasse, il lui acheta
la voiture qu'elle désirait).
lasagne diş. değişmez. Bir çeşit italyan makarnası,
lascar er.
1. Hintli
gemi tayfası. 2. hlk.
Gözü pek ve kurnaz adam. Külhanbeyi,
lascif, ive s. 1. "Kösnülü, kösnük, "şehvetli, şehvet
düşkünü (Il a un tempérament lascif. Une femme
lascive). 2. Kösnül, kösnü uyandırıcı, "şehvet
uyandırıcı (Danse lascive. Regards lascifs).
lascivement bel. 1. Aşırı şehvetle. 2. Şehvet
uyandırarak,
lascivité diş. Kösnüllük, aşırı şehvetülik.
lassant, e s. 1. (Eski) Yorucu (Une journée lassante,
un travail lassant). 2. Bezdirici, usandırıcı;
bıktırıcı (Répétitions lassantes).
lasser gçl. 1. (Eski) Yormak (Je lasse deux chevaux
par jour). 2. Bıktırmak, usandırmak, bezdirmek
(Lasser ses lecteurs par les mêmes récits). 3. mec.
Taşırmak, tüketmek (Il a fini par lasser ma
patience, ma bonté). § Se lasser: 1. Bıkmak,
usanmak, bezmek. 2. Se lasser de qdi, de f. qch: den bıkmak; -mekten bıkmak (On se
lasse de tout.
Il se lassa de l'attendre en vain).
lassitude diş. 1. Yorgunluk (La lassitude due à t âge).
2. Bıkkınlık; bezginlik, usanç (La lassitude des
combattants. Céder par lassitude).
lasso er. Çobanların yaban atları yada sığırları
yakalamak için kullandıkları kement,
lastex er. Lasteks.
lasting
lasting er. Bir çeşit hafif yünlü kumaş,
latanier er. bitb. Latanya, Hint adalarında yetişen
bir palmiye.
latence diş. Gizli kalma, gizlilik; belirtisizlik
(Période de latence d'une maladie).
latent, e s. Gizli kalan, gizli; belirtisiz (Le
mécontentement latent finit par éclater. Une
maladie latente. Demeurer à l'état latent).
latéral, e s. Yan, yanal (La porte latérale).
latéralement bel. Yandan; yanlamasına (Les rayons
du soleil entraient latéralement dans les tribunes).
latérite diş. yerb. Laterit; dönenceler arasındaki
sıcak iklim kuşağında tatlı kiremit kırmızısı
renkte özel bir toprak çeşidi,
latex er. 1. kim. Lateks. 2. biy. Süt, bitki sütü.
laticifère s. bitb. İçinde bitkisütü bulunan (Cellules
laticifères).
laticlave er. 1. Romalı senato üyelerinin cübbeleri
üzerindeki erguvan şerit. 2. Romalı senato
üyelerinin giydikleri cübbe.
latifolié, e s. bitb. Geniş yapraklı,
latifundia, latifundium er. 1. (Eski Romada) Çok
geniş özel topraklar. 2. (Bugün) Eski yöntemlerle
işletilen büyük özel topraklar, latifundia,
latifundiaire s. Latifundiayla ilgili, latifundiaya
değgin (Propriété latifundiaire).
latin er. Latince, latin dili (Enseigner le latin). §
Latin de cuisine: Kaba latince. Y perdre son latin:
Hiçbir şey anlamamak; şaşırıp kalmak; iflahı
kesilmek.
latin, e s. ve ad 1. Latin (Les latins. Le monde latin).
2. Latinlere değgin; La tinlere özgü (Tempérament
latin, esprit latin, individualisme latin). 3.
Latinceyle ilgili, Latinceye değgin (Déclinaisons
latines, une tournure latine). 4. Batı Katoliği. §
Voile latine: den. Latin yelkeni,
latinisation diş. 1. Latinleştirme; latinleşme
(Latinisation dun pays, d un peuple). 2. Latinceye
uydurma, latinceleştirme (Latinisation dun mot).
latiniser gçl 1. Latinleştirmek. 2. Latinceleştirmek,
Latinceye uydurmak. 3. gsz. Latince paralamak,
latince konuşuyor geçinmek. 4. Batı katolik
kilisesinden olmak,
latinisme er. 1. Latinceye özgü söz düzeni. 2.
Latinceden alman sözcük yada anlatım,
latiniste ad 1. Latin dili ve yazını uzmanı. 2. Latince
öğrencisi.
latinité diş. 1. Latin dünyası, Latin uygarlığı, Latin
çevresi (L'esprit de la latinité). 2. Latince
konuşma yada yazma biçimi,
latino-américain, e s. Latin Amerikaya değgin,
Latin Amerikalı (Les pays latino-américains).
latitude diş. 1. coğr. Enlem (Paris est à 4)f de
latitude Nord). 2. (Sıcaklık bakımından) İklim,

817

laurier-tulipier
bölge (Espèce animale qui ne peut vivre sous toutes
les latitudes). 3. Özgürlük, serbestlik (Vous avez
toute latitude d'accepter ou de refuser; je vous
donne toute latitude d'agir).
latitudinaire s. ve ad (Ahlâk bakımından) Mezhebi
geniş.
latomies diş. ç. Eskiden, hapishane olarak
kullanılan taş ocakları,
lato sensu bel. Geniş anlamda, sözcüğün geniş
anlamıyla,
latrie diş. Tapma.
latrines diş. ç. Ayakyolu, yüznumara.
lattage er. Lata kaplama; latayla kaplama, pedavra
tahtalarıyla kaplama,
latte diş. 1. Dar ve uzun tahta, lata, pedavra tahtası.
2. Düz süvari kılıcı,
latter gçl. Latalarla, pedavra tahtalarıyla kaplamak
(Latter un plafond).
lattis er. Lata işi.
laudanum [lodan3m\ er. Afyonlu bir sıvı ilaç,
lavdanom.
laudateur, trice ad. Övgücü, ona buna övgü düzen,
laudatif, ive s. 1. Övücü (Termes laudatifs. Inscription
laudative). 2. ad Övgücü, ona buna övgü düzen
kimse.
iaudes diş.ç. Tanrıyı öven bir sabah duası,
iauracées diş. ç. bitb. Defnegiller,
laure diş. tar. (Doğuda) Manastır (La laure de Kiev).
lauré, e s. 1. Defne çelenkli, defne çelengi taşıyan,
defne çelengiyle süslenmiş (Empereur lauré, tête
laurée). 2. Lauré de qch: -ile süslenmiş (Tête laurée
d'une médaille).
lauréat, e s. ve ad. 1. Bir yarışmada ödül kazanan
(Les élèves lauréats. Une étudiante lauréate). 2. ad.
Ödül kazanan, ödül alan (Lauréat du prix Nobel.
Lauréate du prix Goncourt. Le lauréat dun prix
littéraire).
lauréole diş. Yabani defne.
laurier er. bitb. 1. Defne. 2. Defne dalı (Couronne de
laurier. Front ceint de laurier). 3. mec Başarı,
utku, °zafer (Lauriers du guerrier, du vainqueur.
Etre couvert de lauriers). § Etre chargé de lauriers,
se couvrir de lauriers: Ün kazanmak, şeref
kazanmak. Flétrir ses lauriers: Şerefini kirletmek,
adını lekelemek. S'endormir sur ses lauriers: Elde
edilen başarılardan sonra hiçbir şey yapmamak,
bir başarı sağladıktan sonra işi tembelliğe
dökmek. Se reposer sur ses lauriers: 1. Parlak
başarılarla hakettiği bir erincin içinde bulunmak.
2. Bir başarı sağladıktan sonra artık hiçbir şey
yapmamak, işi tembelliğe vurmak,
laurier-cerise er. bitb. Taflan, karayemiş.
laurier-rose er. bitb. Zakkum ağacı,
laurier-tulipier er. bitb. Bir tür manolya.
lavable

818

lavable s. Yıkanabilir.
lavabo er. 1. Papazın parmaklarını yıkama ayini. 2.
Bu ayinde okunan dua. 3. Papazın parmaklarını
yıkadıktan sonra sildiği bez. 4. Lavabo, *elyunağı
(Lavabo d'une salle de bains). 5. ç. Yüznumara.
lavage er. 1. Yıkama (Lavage du linge, d une
voiture). 2. Çamaşır yıkama (Jour de lavage). 2.
hek. (Mide, barsak gibi iç organları) Yıkama
(Lavage de l'intestin). 4. Çok sulu yemek, bulaşık
suyu (Cette soupe n'est qu'un lavage). § Lavage de
tête: mec. Azarlama, paylama, haşlama,
lavallière s. Kuru yaprak renginde (Maroquin
lavalière). 2. diş. Bir çeşit boyunbağı.
lavande diş. bitb. 1. Lavantaçiçeği. 2. Lavanta,
lavanta kolonyası (Un flacon de lavande).
lavandière
diş.
1.
Çamaşırcı
kadın.
2.
Kuyruksallayan kuşunun bir başka adı.
lavaret er. hayb. Sombalığına yakın bir göl balığı,
lavasse diş. 1. (Eski) Birden bastıran yağmur,
sağnak. 2. tkz. (Bugün) Çok sulu içit yada yemek,
bulaşık suyu (Ce café est imbuvable, c'est de la
lavasse).
lavatory er. İng. Genel yüznumara, umumi helâ.
lave diş. yerb. Lav (İM lave brûlante descendait du
cratère).
lavé, e s. 1. Çok sulandırılmış. 2. Yalama usulü
çiziyle yapılmış (Dessin lavé). 3. mec. Soluk (Des
yeux d'un bleu lavé).
lavement er. 1. Yıkama (Le lavement des mains, des
pieds). 2. Hek. Yıkama, "tenkiye (Un lavement
pour lutter contre la constipation). 3. Kilisede
yapılan ayak yıkama ayini. 4. mec. (Eski)
Rahatsız edici kimse, karınağrısı (Voilà un vieux
lavement).
laver gçl. 1. Yıkamak (Laver la vaisselle. Laver la
figure etun enfant. Laver une plaie à F alcool. Laver
le minerai). 2. Temizlemek, silmek, öc alarak
gidermek (Laver un affront, une injure). 3. tkz.
Satmak, okutmak, mektep etmek (Il a lavé son
pardessus). 4. Sulandırmak, açmak (Laver une
couleur). 5. Yıkamak, "tenkiye yapmak (Laver un
organe interne par des injections). 6. Çıkarmak,
gidermek (Laver une tache). 7. Laver qn de qch:
Birini -den aklamak, temize çıkarmak (Ses amis
Font lavé d'une telle accusation). § Laver la tête à
qn: -i şiddetle azarlamak, haşlamak, paylamak.
Laver son linge sale en famille: Kirli çamaşırlarını
dışarı vurmamak, "kol kırılır yen içinde" diye
hareket etmek. § Se laver: 1. Yıkanmak (Se laver
dans la salle de bains, sous la douche). 2. Se laver
qch: -sini yıkamak (Se laver les mains, les pieds, les
dents, la figure). 3. Se laver de qch: -den aklanmak,
temize çıkmak (Se laver d' une accusation, d une
imputation, d'un soupçon). § Se laver les mains de

le
qch, s'en laver les mains: Bir şeyin sorumluluğunu
üstünden atmak, sayım suyum yok deyip işin
içinden çıkmak,
laverie diş. 1. Maden filizi yıkama havuzu. 2.
Modern çamaşır yıkama dükkânı,
lavette diş. 1. Bulaşık bezi; bulaşık fırçası. 2. mec.
tkz. Pelte gibi adam, sümsük, sümsüğün teki (Une
vraie lavette). 3. argo. Dil.
laveur, euse ad 1. Yıkayıcı (Laveur de vaisselle dans
un restaurant. Laveur de voiture dans un garage). 2.
diş. Çamaşırcı kadın (Une laveuse au lavoir tapant
ferme et dru sur la lessive). 3. diş. Çamaşır
makinası.
lave-vaisselle er. Bulaşık yıkama makinası.
lavis er. Suluçizi; sulandırılmış çini mürekkebi yada
kara suluboya kullanılarak fırça ile yapılan çizim,
lavoir er. 1. Genel çamaşırhane (Laver le linge, la
lessive au lavoir). 2. Maden yıkama teknesi;
maden filizi yıkama makinası.
lavure diş. 1. Yıkama, yıkama işlemi (Lavure du
minerai). 2. Bir şeyin yıkandığı su (Lavıtre de
vaisselle: Bulaşık suyu). 3. Tatsız tuzsuz- çorba
yada et suyu, bulaşık suyu (Ce n'est pas un potage
mais une lavure).
laxatif, ive
5. 1. Barsakları yumuşak tutan,
yumuşatıcı (Tisane laxative. Les pruneaux, le miel
sont laxatifs). 2. er. Yumuşatıcı (ilâç) (Prendre un
laxatif).
laxisme er. (Din ve ahlâk yönünden) Aşırı hoşgörü,
laxistes, vead Aşırı hoşgörülü (Morale laxiste. Un
laxiste).
laxité diş. Gevşeklik.
layer gçl. 1. İçinden patika geçirmek (Layer une
forêt). 2. Dişengiyle, dişli taşçı çekiciyle kazıyıp
işlemek (Layer une pierre tombale).
layetier er. Sandıkçı.
layette diş. 1. Hafif tahta sandık; küçük çekmece.
2. Bebek giysi takımı, bebek giyimi (Des articles
de layette dans un grand magasin).
lazaret er. Karantina yeri (Subir une quarantaine au
lazaret).
lazariste er. Katolik misyonerlerinden bir kısmına
verilen ad, "lazarist.
lazulite diş. Lacivert taşı.
lazzi er. 1. İtalyan tiyatrosunda
güldürücü
pandomima. 2. Alay, şaka, takılma (Il était
toujours F objet des lazzis de ses camarades).
le, la, les. 1. ( Tanımlık, tanım ilgeci, tanım edatı).
Adlardan önce geldiklerinde belirtili tanımlık
görevinde olurlar (Le père, la mère, l'arbre,
Fombre, Fhomme, Fhirondelle, les garçons, les
filles, les arbres, les hommes, les hirondelles). 2. Bir
eylemin başına yada sonuna geldiklerinde
nesneyi gösteren adıl görevinde olup "onu;

onları" anlamını verirler (Je le vois: Onu
görüyorum. Tu la connais bien: Onu iyi tanıyorsun.
Je l'aime: Onu seviyorum. Prenez-le: Onu alm. Je
les écoute: Onları dinliyorum). 3. Le ( Nötr bir adıl
olarak) Bu; bunu (Parles, il le faut: Konuşun, bu
gerekti. Vous te savez comme moi. Benim gibi siz de
bunu biliyorsunuz). 4. Le (Yüklem olarak) Böyle,
öyle (Courageux, nous le sommes: Cesaretli mi,
öyleyiz. Cesaretli olmasuıa cesaretliyiz).
lé er. 1. Kumaş eni (Le lé de drap, de toile). 2.
(Kıyıdaki) Yedekçi yolu.
leader [lidoex] er. Ing. 1. Önder, °lider, (Leader
politique. Le leader de l'opposition). 2. (Spor)
Başta giden, öncü (Le leader du championnat). 3.
s. Baş, temel (Articleleader: Başyazı, °başmakale).
leadership[lidœufip] er. İng. Önderlik, "liderlik,
lécanore diş. bitb. Çanaklikeni.
léchage er. 1. Yalama. 2. Özenle yapma, inceden
inceye uğraşma (Léchage dun tableau). § Léchage
de bottes: mec. Çanak yalama, kıç öpme, aşırı
dalkavukluk,
lèche diş. hlk. 1. Pek ince dilim (Une lèche de pain,
de jambon). 2. Dalkavukluk, yalaklık, yağcılık §
Lèche-cul, lèche-bottes: s. ve er. değişmez, tkz.
Çanak yalayıcı, kıç yalayıcı, dalkavuk. Faire de la
lèche à qn: -in kıçını yalamak, -e dalkavukluk
etmek.
léché, e s. Çok özen gösterilmiş, özenle yapılmış
(Tableau léché). § Ours mal léché: Kaba ve
terbiyesiz adam, ayı, hödük,
lèchefrite diş. Etin suyunu, yağını toplamak için
ızgara altına konulan kap, ızgara altlığı,
lèchement er. Yalama, yalayış (Lèchement des
doigts).
lécher gçl. 1. Yalamak (Chien qui lèche un plat, la
main de son maître). 2. Dilini değdirip değdirip
yemek, yalayarak yemek (Le chat lèche le lait dans
la soucoupe). 3. Çok büyük bir özenle yapmak
(Lécher un tableau). 4. Hafifçe dokunmak,
değmek, yalamak (Les flammes s'élevaient du
bâtiment en feu et léchaient les murs de l'immeuble
voisin. IJ!S vagues venaient lécher le bas de la
falaise). § Lécher le cul à qn: tkz. -in kıçını
yalamak; -e yaltaklanmak, yağ çekmek, köpeklik
etmek. Lécher les bottes de qn, à qn: -in elini
ayağını öpmek, çizmelerini yalamak, -e köpekçe
yaltaklık etmek, yağcılık yapmak. Lécher les
vitrines: Vitrinleri hayranlıkla seyretmek, içi geçe
geçe vitrinlere bakmak. S'en lécher les doigts, les
babines: Tadı damağında kalmak, büyük bir
iştahla yemek, nerdeyse parmaklarını da beraber
yemek.
lécheur, euse ad. 1. Beleş yemeğe bayılan adam,
beleşçi. 2. hkr. Dalkavuk, yağcı, çanak yalayıcı. 3.

819

légal
er. biy. Emici,
lèche-vitrines er. Vitrinleri hayranlıkla seyrederek
vakit geçiren aylak. § Faire du lèche-vitrines, faire
du lèche-carreaux: hlk. Ağzının suyu aka aka
vitrinleri seyretmek, vitrin seyredip vakit
öldürmek.
lécithine diş. biy. Lesitin; yumurta sarısı, balık gibi
maddelerde bulunan gliserofosforik asitli madde,
leçon diş. 1. (Bütün anlamlarıyla) Ders (Leçon de
musique; de danse, de dessin Assister aux leçons
d'un professeur. Donner des leçons particulières à
un élève faible. Etudier sa leçon, revoir sa leçon.
Prendre des leçons). 2. İbret, alınacak ders, uyarı
(Cette humiliation est pour lui une rude leçon). 3.
(Hristiyanlarda) Sabah duası parçalarından her
biri. 4. (Bir metinde) Değişke, "varyant. 5.
(Olaylar için) Anlatılış. § Donner des leçons à qn:
1. -e ders vermek. 2. mec. -i bin kez okutmak, -den
kat kat üstün olmak (Tu lui donnerais des leçons).
Faire la leçon à qn: -e talimat vermek, ne
yapacağını söylemek. Prendre des leçons de qn: den ders almak. Répéter sa leçon:
mec. Kendisine
nasıl buyurulmuşsa öyle konuşmak, sahibinin
sesi olmak. Nasıl kurulmuşsa öyle konuşmak.
Tirer la leçon de qch: -den ibret almak, ders almak
(Tirer la leçon des événements). Ça lui donnerait
une bonne leçon: hlk. Bu ona iyi bir ders olur, aklı
başma gelir.

lecteur, trice ad. 1. Okur, okuyucu (Lecteur de


journaux, de revues, de romans). 2. Okutman (II
est lecteur à la Faculté des lettres). 3. İkinci
aşamalı papaz çırağı. 4. er. (Elektrik, elektronik)
Okuyucu aygıt (Lecteur optique, lecteur de son).
lecture diş. 1. Okuma (Lecture du journal, dun livre
d'une carte). 2. Okuyuş, okunuş (Une faute de
lecture. Lecture dun morceau de musique). 3.
Okuma sanatı (Enseigner la lecture à de jeunes
enfants). 4. Okunacak şey (Oublier ses lectures. Je
vous ai apporté de la lecture). 5. Okumuşluk, ekin,
kültür (Il a beaucoup de lecture et d érudition. La
lecture agrandit l'âme). 6. (Yasa ve tasarılar için)
a) Meclis önünde sesli olarak okuma (Lecture
dun projet de loi), b) Millet meclisinde tartışma,
görüşme (Le texte du gouvernement est venu en
première lecture au Sénat. Loi adoptée en première
lecture, en seconde lecture).
lécythe er. (Kazıbilimde) Silindir biçiminde, dar
boğazlı, geniş ağızlı, kulplu Yunan vazosu,
légal,e s. huk. 1. Yasal, yasalı, yasaya uygun,
yasanın gerektirdiği, "kanuni (Une expulsion
légale des occupants dun appartement. Le cours
légal de la monnaie. L'âge légal pour voter.
Respecter les formalités légales). 2. Yasa ile ilgili,
yasaya ait (Les dispositions légales en vigueur). §
légalement

820

Médecine légale: Adlî tıp. Pays légal: Seçim


hakkına sahip yurttaşların tümü. Régime légal:
Yasal yöntem, "kanuni usul. Voie légale: Yasal
yol, "kanuni yol.
légalement bet. Yasal olarak, yasaya uygun olarak;
yasa uyarınca, yasaca, "kanunca, "kanunen
(Assemblée légalement élue. Prononcer légalement
la dissolution de l'Assemblée nationale).
légalisation diş. huk. 1. Yasal kılma, yasallaştırma,
yasaya uygun kılma (La légalisation d un acte). 2.
Resmi olarak onama, onanma; "resmi tasdik
(Légalisation dune signature).
légaliser gçl. huk. 1. Resmi olarak onanmak, doğru
olduğunu belirtmek (Légaliser une signature, une
procuration). 2. Yasal kılmak, yasallaştırmak,
"kanunileştirmek "meşrulaştırmak (De nouvelles
élections légalisèrent le régime).
légalisme er. *Yasallıkçılık, "meşruiyetçin k,
yasallığa aşırı bağlılık,
légaliste i. ve ad. Yasallıkçı, "meşruiyetçi,
légalité diş. huk. 1. Yasallık, yasaldık, "meşruiyet
"kanuniyet (La légalité dun régime. Respecter la
légalité. Rester dans la légalité). 2. Yasaya
uygunluk (La légalité dun acte, dune mesure, d'un
règlement).
légat er. 1. Papalık elçisi, Papanın elçisi. 2.
(Eskiden) Papalık valisi,
légataire ad. Kendisine vasiyetle bir mal bırakılan
kimse, vasiyetle mal alan (Légataires d'un même
testateur).
légation diş. 1. Papa elçiliği. 2. (Eskiden) Papaca
verilen valilik. 3. Orta elçilik (Un secrétaire de
légation). 4. Orta elçilik mensupları. 5. Orta elçilik
binası (Aller chercher son visa à la légation).
lège s. den. Boş yada tam yükünü almamış, yükü az
(Navire lège. Le bateau étant lège, s'élevait sur
l'eau).
légendaire s. 1. Yalnız efsane ve masallarda bulunan
(Personnages légendaires. Un héros légendaire). 2.
Masal ve efsanelere özgü, masalı andıran,
efsaneleri andıran (Une atmosphère légendaire). 3.
Pek ünlü, dillere destan (Le chapeau légandaire de
Napoléon. Un exploit resté légendaire). 4. er.
Masal yada efsane yazarı. 5. er. Masal yada
efsane kitabı, dergisi,
légende diş. 1. Ermişlerin yaşamöyküleri. 2. Efsane
(Légendes propres à un peuple. Napoléon est entré
dans la légende). 3. Madalya yada para yazısı. 4.
•Altyazı; resimlerin, karikatürlerin altına yazılan
açıklayıcı yazı (Légende d une photographie.
Caricature sans légende).
légender gçl. Altyazılamak, -e açıklayıcı altyazı
koymak (Légender un dessin, une caricature).
léger, ère s. 1. Yeğni, yün gül, hafif (Bagages légers.
légion
Arme légère. Poids léger). 2. İnce, hafif (Vêtements
légers. Une légère couche de vernis. Une neige
légère couvrait le sol). 3. Koyu olmayan, hafif,
yoğunluğu az (Vin léger, thé léger, café léger). 4.
Ağır olmayan, tehlikeli olmayan, hafif (Des
blessés légers). S. Küçük, önemsiz (La différence
est légère. Une faute légère). 6. Çevik (Une balerine
légère et souple). 7. Dinlenmiş, dinlenik, dinç (Se
sentir léger après une heure de repos). 8. İnce uzun,
narin (Elle a une taille légère). 9. Uçarı (Il a m
caractère léger). 10. Ciddilikten uzak, ciddi
olmayan, düşüncesizce (Porter un jugement léger).
11. Düşüncesiz, ihtiyatsız (Garçon ignorant et
léger). 12. Fingirdek, hafif meşrep (Une femme
légère). § A la légère: Düşüncesizce, iyice düşünüp
taşınmadan, gelişigüzel (Parler, agir à la légère.
S'engager à la légère dans une entreprise). Prendre
qch à la légère: -i hafife almak, önemsememek,
ciddiye almamak. Avoir la tête légère, une tête
légère: Yarım akıllı olmak, ne yaptığını pek
bilmemek, boş kafalı olmak. Avoir le sommeil
léger: Uykusu hafif olmak. Avoir le coeur léger İçi
rahat olmak, vicdanı rahat olmak. Avoir la main
légère: 1. (Ameliyatta) Eli hafif olmak. 2.
(Vurmada) Eli çabuk olmak. Etre léger comme
une plume: Tüy gibi hafif olmak.
légèrement bel. 1. Hafifçe, ince (Etre vêtu
légèrement). 2. Hafif hafif, hafifçe (Toucher
légèrement). 3. Az, hafif (Manger légèrement). 4.
Düşüncesizce, iyice düşünüp taşınmadan (Parler,
agir légèrement. Prendre une décision un peu
légèrement).
légèreté diş. 1. Hafiflik (La légèreté d'un ballon).
2. Çeviklik (La légèreté d'une danseuse, dune
balerine). 3. Hafiflik, incelik (La légèreté d une
étoffe, d'un vêtement). 4. İncelik, narinlik, zariflik
(La légèreté d'une architecture, d'un ornement). 5.
Düşüncesizlik, hafiflik, ciddilikten uzaklık (Faire
preuve de légèreté dans sa conduite, dans ses
propos). 6. Uçarılık; hafif meşreplik (Sa
coquetterie, sa légèreté scandaleuse). 7. Kolaylık,
akıcılık (La légèreté d'un style).
leggings, leggins er. İng. (Bacaklara takılan) Meşin
yada bez tozluk.
leghorn diş. Legorn tavuğu, iyi cins yumurta
tavuğu.
légiférer gçl. 1. Yasa koymak, yasamak (Pouvoir de
légiférer). 2. mec. Kurallar koymak, koyduğu
kuralları zorla benimsetmek (Ce grammairien
prétend légiférer).
légion diş. 1. (Eski Romalılarda) Tümen. 2. Albayın
kumanda ettiği jandarma birliği, jandarma alayı.
3. Une légion de: Bir alay... Bir sürü... (Une légion
de cousins). 4. Yabancı uyruklulardan devşirme
légionnaire
Fransız sömürge birliği (Entrer à la Légion) §
Légion d'honneur: Asker ve sivillere verilen bir
Fransız liyakat nişanı (X voir la Légion d honneur.
Porter sa Légion d honneur). Légion étrangère:
Yabancı
uyruklulardan
devşirme
Fransız
sömürge birliği,
légionnaire er. 1. (Eski Romalılarda) Lejyon askeri.
2. (Fransada) Sömürge birliği askeri. 3.
Lejyondonör nişanı olan kimse,
législateur, trice s. ve ad. huk. Yasa koyucu, kanun
koyucu (Les intentions, la volonté du législateur.
Un roi législateur). 2. Bir bilim yada sanatın
kurallarını koyan kimse. 3. er. Yasama gücü. 4.
Yasama gücü üyesi, yasamacı.
législatif, ve 1. s. huk. Yasamaya değgin (Assemblée
législative: Yasama meclisi Pouvoir législatif:
Yasama erki, yasama gücü. Projet législatif: Yasa
tasarısı. Texte législatif: Yasa metni). 2. er.
Yasama gücü (Le législatif et l'exécutif).
législation diş. huk. 1. Yasa koyma, yasama; yasama
yetkisi. 2. Yürürlükteki yasalar, "mevzuat. 3.
Yasalar bilimi, °hukuk.
législature diş. huk. 1. Yasama kurulları, yasama
erki. 2. (Bir yasama meclisinin) Yasama görevi. 3.
Yasama görevi süresi, yasama dönemi,
légiste er. 1. Yasaları bilen kimse, yasacı, hukukçu.
2. t ar. Fransada derebeyliğe karşı krallığın erkini
geliştirmeye çalışan kral danışmanı. 3. s.
Hukukla ilgili (Conseiller légiste:
Hukuk
danışmanı. Médecin légiste: °Adli tabip).
légitimation diş. 1. Yasalı kabul etme, yasalı kabul,
kabul edilme; °meşrulaştırma, meşrulaşma;
yetkilerim kabul etme (Légitimation
d'un
souverain). 2. (Evlilik dışı doğmuş bir çocuğu)
Tanıma (Légitimation dun enfant). 3. Doğru
bulma, haklı görme (La légitimation de sa
conduite). § Lettre de légitimation: °İtimatname.
Papiers de légitimation: Kimlik belgesi, kimliği
kanıtlayıcı belge,
légitime s. I. Töreye uygun; yasaya uygun, yasal;
yasalı, "meşru, "kanuni (Lafemme légitime. Union
légitime. Enfant légitime. Faire valoir ses droits
légitimes sur une succession). 2. Haklı, doğru,
yerinde (Des revendications légitimes. Rien de plus
légitime que cette demande). 3. diş. huk. (Kalıtta)
°Mahfiız hisse. § Légitime défense: Yasalı
savunma, "meşru müdafaa (Etre en état de
légitime défense).
légitimement bel. "Meşru olarak; haklı ve yerinde
olarak.
légitimer gçl. 1. -i yasalı olarak tanımak, "meşru
kabul etmek (Légitimer un souverain). 2. (Evlilik
dışı doğmuş bir çocuğu) Tanımak (Légitimer un
enfant naturel). 3. Doğru bulmak, haklı görmek.

821

lendemain

4. Mazur göstermek (Il a tenté de légitimer sn


conduite).
légitimisme er. huk. Yasalılık, "meşruiyet,
légitimiste s. ve ad 1. Yasalılıkçı, "meşruiyetçi
(Le parti légitimiste. Un légitimiste convaincu). 2.
Birinin hükümdar olması için hükümdar
soyundan gelmesi gereğini savunan kimse,
légitimité diş. 1. Yasalılık, "meşruiyet; yasallık,
kanuniyet (Légitimité dune union, dun pouvoir).
2. Haklılık, doğruluk, yerindelik (Légitimité d une
demande, d'une revendication, d une prétention).
Iegs[/cg]er. huk. 1. Vasiyetle bağış (Faire un legs
à une institution charitable). 2. mec. Kalıt, miras,
- d e n kalan şeyler, kalıntı (Le legs du passé).
léguer gçl. Léguer qch à qn: 1. Bir şeyi birine
vasiyetle bırakmak (Il légua toute sa collection de
tableaux au Louvre). 2. Bir şeyi -e bırakmak,
"devretmek, geçirmek, "intikal ettirmek (Léguer
un goût à ses enfants. Léguer une oeuvre à la
postérité). § Se léguer: Geçmek, "devralmak,
"intikal etmek; birbirine devretmek, geçirmek
(Tradition de famille qu'on se lègue).
légume er. 1. Sebze, zerzevat (Légumes verts,
légumes secs. Soupe aux légumes, salade de
légumes). 2. (Yenilen) Yeşillik (Plat de viande
garni de légumes). 3. diş. Baklagillerin yemişi,
badıç. § Une grosse légume: mec tkz. Kodaman,
önemli kişi (Les grosses légumes du parti). Perdre
ses légumes: argo. (Kadınlar için) Aybaşı olmak,
légumier, ère s. 1. Sebzeye değgin, zerzevatla ilgili
(Culture légumier e). 2. er. Sebze bahçesi. 3. er.
Sebze tabağı,
légumine diş. biy. kim. Legümin, baklagillerin özü,
bitkisel kazein,
légunrineux, euse s. 1. Baklagillerden olan (Plantes
légumineuses). 2. diş. bitb. Baklagillerden sebze
(La fève est une légumineuse). 3. diş. ç. bitb.
Baklagiller.
leitmotiv [laj(£)tmjtiv] er. müz
1. Laytmotif,
anabezek, anasüs, anamotif. 2. mec. tkide bir
yinelenip durulan şey, "nakarat,
lemme er. mat. Yardımcı teorem,
lemming er. hayb. Lemming.
lemnacées diş. ç. bitb. Sumercimeğigiller.
lémure er. (Eski Romalılarda) "Hayalet, ölen bir
kimsenin dirileri ikide bir rahatsız eden hayaleti,
lémuridés er. ç. hayb. Makigiller,
lémuriens er. ç. hayb. Makimsiler, maymunsular,
lendemain er. 1. Ertesi gün (Un lendemain de fête est
toujours pénible. Il emmena ses amis diner au
restaurant, et le lendemain il se sentit la tête très
lourde). 2. Gelecek, yarın, "istikbal (Penser à son
lendemain. Un bonheur sans lendemain). 3. mec.
Sonuç C Cette affaire a eu d'heureux lendemains). §
lendit

822

Au lendemain de: -in ertesi günü, -den hemen


sonra (Au lendemain de t armistice, de la victoire,
ils se mirent à penser aux problèmes économiques).
Du jour au lendemain: Bugün yarın, akşamdan
sabaha, şıp diye, hemen (Il changea d'opinion du
jour au lendemain). Etre sûr de son lendemain:
Yarısından emin olmak,
lendit [tâdil er. Ortaçağda Saint-Denis ile
Chapelle arasında her yıl 11-24 haziran
günlerinde kurulan büyük panayır. § Lendit
scolaire:
Çeşitli
öğretim
kurumlarındaki
öğrenciler arasında yapılan beden eğitimi
yarışmaları.
lénifiant, e s. 1. hek. Uyuşturucu, yatıştırıcı, "teskin
edici, "müsekkin. 2. mec. Yatıştırıcı (Des propos
lénifiants).
lénifier gçl. 1. hek. Uyuşturucu bir ilaçla
yatıştırmak, dinginleştirmek, teskin etmek. 2.
mec. Yatıştırmak (Ses douces paroles ont lénifié
leur colère).
léninisme er.Lenincilik, leninizm.
léniniste £ ve ad. Leninci, leninist.
lénitif, ive s. hek. 1. Yatıştırıcı, dinginleştirici
(Remède lénitif). 2. er. Yatıştırıcı ilâç; ağn giderici
(Le miel est un bon lénitif pour la gorge). 3. s. mec.
Yatıştırıcı, dinginleştirici, dinlendirici (Des heures
lénitives. L'influence
lénitive de
l'exercice
musculaire).
lent,e s. 1. Yavaş, ağır (Marcher dun pas lent.
S'avancer à pas lents. H a t esprit lent. Un animal
lent. Il est lent dans tout ce qu'il fait). 2. Etkisini
yavaş yavaş gösteren, yavaş işleyen (Un poison
lent. La justice est lente). 3. Lent à f. qch: -mekte
ağır, -mesi geç (Il est lent à se décider, à
comprendre).
lente diş. Bit sirkesi.
lentement bel. Ağır ağır, yavaş yavaş (Avancer
lentement).
lenteur diş. 1. Ağırlık, yavaşlık (Parler avec lenteur.
Lenteur desprit. Lenteur à se décider). 2. diş. ç.
Yavaş ve ağır işleyiş (Les lenteurs de la procédure).
lenticelle diş. bitb. Kovucuk, "adese,
lenticulaire, lenticuié, e s. Mercimek biçiminde,
mercimeksi, mercimeğimsi (Verre lenticulaire).
lenticule diş. bitb. Sumercimeği.
lentiforme s. Mercimek biçiminde, mercimeksi,
mercimeğimsi.
lentille diş. 1. Mercimek (Un plat de lentilles). 2.
fiz. Mercek (Lentille à bord épais: Kalın kenarlı
mercek. Lentille à bord mince: İnce kenarlı
mercek. Lentille convergente: Yakınsak mercek.
Lentille divergente: Iraksak mercek). 3. ç.
(Derideki) Çil (Lentilles brunes, rousses). §
Lentille d'eau: Su mercimeği. Lentille de pendule:

lequel
Sarkaç ağırşağı, saat sarkacının ucundaki ağırlık,
lentillon er. Kırmızı mercimek,
lentisque er. Sakızacağı.
lento bel. müz. Yavaş, "lento,
léonin, e s. 1. Aslana değgin; aslana benzeyen;
aslanı andıran, aslansı, aslanımsı (Une tête
léonine). 2. İç uyaklı, yarım dizeleri de uyaklı olan
(Vers léonin). 3. mec. Aslan payı, aslan payına
dayanan (Partage léonin, contrat léonin, société
léonine).
léonure er. bitb. Aslankuyruğu,
léopard er. hayb. Pars,
lépidodendron er. bitb. Pulluağaç.
lépidolithe er. yerb. Lepidolit.
lépidoptères er. ç. hayb. Pulkanatlılar, kelebekler,
lépidosirène
er.
hayb.
Karamaru;
balçikbalığıgillerden eti lezzetli bir balık,
lépidosirènes er. ç. hayb. Balçıkbalığı giller.
lépiote diş. Kimi türleri yenebilen mantar,
lépisme er. hayb. Kâğıt güvesi, gümüşçün,
léporide er. hayb. Tavşan ve adatavşanı kırması,
léporidés, léporides er. ç. hayb. Tavşangiller,
lèpre diş. 1. Cüzam (Pustules de la lèpre. Etre atteint
de lèpre). 2. Bir yüzeydeki yer yer oyuklar (La
façade des maisons anciennes couverte de lèpre). 3.
mec. Cüzam gibi çabuk bulaşan kötü şey (La
lèpre de Penimi. Le vice est une lèpre).
lépreux, euse i ve ad. 1. Cüzamlı (Hôpital pour
lépreux. Une femme lépreuse). 2. Cüzama değgin
(Pustules lépreuses). 3. mec. Oyuk oyuk, dökük
dökük, sıvası boyası dökülmüş (Des murs
lépreux).
léprologie diş. hek. Cüzambilim, leprabilim.
léprologue, léprologiste er. Cüzambilim uzmanı,
cüzambilimci, leprabilimci.
léproserie diş. 1. Cüzam hastanesi. 2. (Eski)
Miskinhane, miskinler tekkesi,
lequel, laquelle, lesquels, lesquelles 1. adıl. Ki o, ki
onlar (Il y a une édition de ce livre, laquelle se vend
fort bon marché: Bu kitabın bir baskısı var, ki o çok
ucuza satılır: bu kitabın çok ucuza satılan bir
baskısı vardır. Je respecte les paysans de ce pays
lesquels travaillent jour et nuit: Bu ülkenin
köylülerine saygı duyuyorum, ki onlar gece gündüz
çalışıyorlar; bu ülkenin gece gündüz çalışan
köylülerine saygı duyuyorum). 2. a) (Soru adılı
özne olarak)Har.gisi, hangileri (Lequeldes enfants
est le plus intelligent: Çocukların hangisi en
zekidir? Laquelle de vos filles réussit mieux:
Kızlarınızın hangisi daha iyi başarı gösteriyor?
Lesquels de ces fruits sont plus succulents: Bu
meyvelerin hangileri daha suludur), b) (Soru adılı,
nesne olarak) Hangisini, hangilerini (Laquelle de
ces cravates préférezrvous?: Bu kravatların
lerche
hangisini yeğliyorsunuz? Lesquels de ces livres
avez-vous
lus?: Bu
kitapların
hangilerini
okudunuz?).
lerche bel argo. Çok, fazla,
lérot er. hayb. Bahçe uyuklayanı; Avrupa'da dağlık
yerlerde ve ormanlarda yaşayan, sırtı koyu boz
rengi, karnı beyazımsı bir kemirgen,
iesbianisme, lesbisme er. Sevicilik, kadınlararası
eşcinsellik.
lesbien, ne s. 1. Midilli adasına değgin (Dialecte
lesbien). 2. diş. Sevici, eşcinsel kadın,
lèse s. -e karşı (Crime de lèse-humanité, de lèsemajesté, de lèse-société:
İnsanlığa karşı, Devlet
başkanına karşı, topluma karşı ağır suç).
lésé, e s. ve ad. huk. Mağdur,
léser gçl. 1. Dokunmak, incitmek, yaralamak
(Léser forgueil, F amour-propre de quelqu'un). 2.
Zarar vermek, zarara uğratmak (Léser les droits,
les intérêts de quelqu'un). 3. Yaralamak, "hasara
uğratmak (La balle a lésé l'intestin).
lésine diş. Cimrilik, pintilik,
lésiner gsz. 1. Cimrilik etmek, pintilik etmek (11
ne lésine pas quand il s'agit de ses propres
distractions). 2. Lésiner sur qch: -den kırpmak,
tırtıklamak; esirgemek (Il lésine sur tout ce qu'il
achète. Il ne lésine pas sur Féducation de ses
enfants).
lésineur. euse s. ve ad. (Eski) Cimri, pinti,
lésion diş. 1. hek. Doku bozukluğu, "zedelenme,
"hasar (Lésion du cerveau, du poumon). 2. huk.
"Gabin, alışverişte aldatma, hile (Vente entachée
de lésion. Rescision de la vente pour cause de
lésion).
lésionnaire s. huk. Gabinle ilgili, hileye değgin,
lésionnel, le s. hek. Zedelenmeye değgin,
berelenmeyle ilgili (Signe lésionnel).
lessivable s. Temizletilebilir, çamaşır suyunda
yıkanabilir (Tissu lessivable).
lessivage er. 1. Alkalik su ile yıkama, arıtıcı ile
yıkama (Lessivage des murs, des parquets). 2. mec.
Temizlik (Tai dû procéder à une révision des
valeurs, cela a été un lessivage en grand).
lessive diş. 1. Alkalinli su, boğada suyu, çamaşır
suyu (Mettre du linge à la lessive: Çamaşırı suyuna
bastırmak). 2. Arıtıcı, çamaşır tozu, boğada
(Acheter un paquet de lessive). 3. Çamaşır yıkama
(Jour de lessive). 4. Yıkanacak çamaşır, yıkanan
çamaşır (Laver, battre, rincer la lessive. On avait
étendu la lessive sur de longues cordes). 5. mec tkz.
Büyük ziyan. § Faire la lessive: Çamaşır yıkamak,
lessiver gçl. 1. (Çamaşırı) Boğada yapmak yada
alkalik su ile yıkamak. 2. Arıtıcı ile, temizleme
suyu yada tozu ile yıkamak, silmek (Lessiver les
murs, le parquet). 3. mec. hlk. -i kumarda ütmek,
823

lettre

soyup soğana çevirmek (On Fa lessivé au baccara.


I! s'est fait lessiver au pocker). 4. argo. (Hırsızlık
malı eşyaları) Gizlice satmak, okutmak. 5. Etre
lessivé: hlk. Çok yorgun olmak, bitkin olmak. §
Lessiver la tête à qn: argo. -i azarlamak,
haşlamak, paylamak,
lessiveuse diş. Çamaşır yıkama makinası; içinde
kirli çamaşır kaynatılan özel kap.
Iessiviel,le
s. Temizleme ile ilgili, yıkamaya
değgin (Produits lessiviels).
lest er. (Gemilerde, balonlarda) Safra, dengeyi
sağlamak için gemilerin dibine ve balon
sepetlerine konulan ağırlık (Garnir un bateau
de lest). §, Jeter du lest: (Kötü bir sonucu
ö n l e m e k için) Ö d ü n v e r m e k ;
büyük
özverilerde bulunmak. Etre, partir, retourner
sur son lest: (Gemi için) Yüksüz olmak, yük
alamadan kalkmak, yüksüz dönmek,
lestage er. (Gemiye) Safra koyma; safra konma,
leste i. 1.Çevik, dinç (Un vieillard encore leste.
Se sentir leste). 2 Açık saçık (Une plaisanterie un
peu leste. Un conte leste).
lestement
bel. 1.Çeviklikle,
çevikçe
(Sauter
lestement dans l'autobus en marche). 2. mec.
Ustalıkla, kolaylıkla (Mener lestement une
affaire).
lester gçl. l.(Gemiye, balona) Safra koymak
(Lester un navire, un ballon). 2.mec. tkz.
Doldurmak, tıkabasa doldurmak (Lester son
estomac, ses poches, son portefeuille).?). Lesté de
qch: -i yedikten sonra (Lesté de son petit
déjeuner, il est sorti). § Se lester: tkz. Tıkabasa
yemek.
létal, e s. Ölüme yol açan, öldürücü
létale dun produit toxique).
létalité diş. Öldürücülük, ölüme yol
(Taux de létalité).

(Dose
açma

léthargie diş. 1. hek. Baygın uyku. 2. mec


Uyuşukluk, ölgünlük (Tomber en léthargie, sortir
de sa léthargie).
léthargique s. 1. hek. Baygın uykuya değgin
(Etat, sommeil léthargique). 2. s. vead. Uyuşuk (Il
est un peu léthargique. Une, un léthargique).
lette, letton, e s. ve ad. 1. Letonyali. 2. er.
Leton dili, Letonca.
lettrage er. 1. Harfleme, üzerine harfler dizme,
harf koyma (Lettrage d une carte, dun catalogue).
2. Harfler, konan harflerin tümü.
lettre diş. 1. Harf (Lettre majuscule, lettre
minuscule. Lettres dimprimerie, lettres italiques).
2. Mektup (Boîte aux lettres. Ecrire, envoyer,
recevoir une lettre). 3. Sözcüğü sözcüğüne verilen
anlam, "lâfız (La lettre de la loi). 4. Belge,
lettré
"şahadetname, diploma (Lettre d'apprentissage).
5. ç. Yazınsal ekin, edebiyat kültürü (Il a des
lettres). 6. Yazın, edebiyat (Faculté des lettres.
Lettres classiques, lettres modernes). § Lettre
anonyme: İmzasız mektup. Lettre recommandée:
Taahhütlü mektup. Lettre d'avis: Bildirim yazısı,
bildirme mektubu, ihbarname. Lettre de
bourgeoisie: Hemşerilik belgesi. Lettre de
chancellerie: İtimatname. Lettre de change:
Poliçe, bono, °ödek. Lettre de change en blanc:
Açık bono. Lettre de commerce: Tecim mektubu,
"ticaret mektubu. Lettre de créance: (Elçilere
verilen) Güven mektubu, "itimatname. Lettre de
crédit: Sayca mektubu, "kredi
mektubu,
"akreditif. Lettre de commande: Sipariş mektubu.
Lettre de garantie: *Güvencelik, güvence
mektubu, "teminat mektubu. Lettre ouverte: Açık
mektup. Lettre de recommandation: Salık
mektubu, "tavsiye mektubu. Lettre de rente: Gelir
senedi. Lettre de vente: İyelendirme belgesi,
"temlik senedi. Lettre de voiture: Taşıma belgiti,
"nakliye senedi; yük belgesi, "hamule senedi.
Lettre patente: Buluş belgesi, "ihtira beratı. Lettre
morte: 1. Ölü belge, hükümden düşmüş belge
(Ces documents sont lettre morte) 2. Gereksiz,
etkisiz, boş. Homme de lettres Yazıncı, edebiyatçı.
A la lettre, au pied de la lettre: 1. Harfi harfine,
"harfıyyen, noktası noktasına, olduğu gibi
(Exécuter à la lettre les ordres reçus. Prendre une
expression à la lettre, au pied de la lettre). 2.
Sözcüğün tam anlamıyla (C'est à la lettre un
vaurien). Avant la lettre: Kesin biçimini almadan,
kesin biçimini almamış (L'enfant c'est l'homme
avant la lettre). En toutes lettres: 1. Rakamla değil
de harflerle yazarak (Mettez la somme en toutes
lettres sur le chèque). 2. Kısaltma yapmadan,
kısaltmasız (Ecrire un mot en toutes lettres). 3.
Açıkça (Il a écrit en toutes lettres que tu étais un
imbécile). Etre écrit en lettres d'on Altın harflerle
yazılmak, hiç unutulmamak, belleklerde hep
kalmak. Devenir, rester lettre morte: Gereksiz
olmak, etkisiz kalmak, hiçbir önemi olmamak.
Passer comme une lettre à la poste: Kolaycacık
oluvermek, yapılıvermek, kabul edilivermek
(Excuse, réforme qui passe comme une lettre à la
poste).
lettré, e s. ve ad Okumuş, kültürlü, aydın (Un
médecin très lettré. Un lettré).
lettrine diş. 1. Bir başka sözcüğe bakılması
gerektiğini belirtmek için bir sözcüğün yanına
konulan ayraç içinde küçük harf. 2. Sözlüklerde
sayfaların başına konan sözcük yada o sözcüğün
ilk üç harfi. 3. Fıkraların başında süslü ve büyük
punto ile dizilen ilk harf.

824
levant
lettrisme er. Letrizm, anlamsız söz dizimi ve
uyduruk ses ve sözcüklerden kurulu şiir akımı,
leu er. 1. Loup: kurt sözcüğünün bugün artık
kullanılmayan eski biçimi. 2. Romanya para
birimi, ley. § A la queue leu leu: Birbiri arkasına,
çil yavrusu gibi, Alipaşa döküntüsü gibi.
leucémie diş. Hek. Kan kanseri, "lösemi,
leucémique s. 1. Kan kanserine değgin (Etat
leucémique). 2. s. ve ad. Kan kanserine
yakalanmış (Malade leucémique.
Un, une
leucémique).
leucocyte er. biy. Akyuvar,
leucocytose diş. hek. Kanda akyuvar sayısının
yükselmesi.
leucopénie diş. Kanda akyuvar sayısının azalması,
leur adıl. 1. Onlara (Je leur ai dit qu'ils avaient
tort. Tu dois leur répondre). 2. s. Onların (Leur
maison, leur jardin). 3. (İyelik adılı) Le leur, la leur,
les leurs: Onlarınki; onlannkiler (Notre jardin est
petit, le leur est grand: Bizim bahçemiz küçüktür,
onlarınki büyüktür. Ma maison est propre, la leur
est sale: Benim evim temizdir, onlarınki pistir. Nos
enfants travaillent, les leurs dorment: Bizim
çocuklarımız çalışıyor, onlarinkiler uyuyor). § Les
leurs: Kendi adamları; hısımları, dostları
yandaşları (Ilsfavorisent les leurs). Des leurs: (Pek
az kullanılır) Onların evinde, evlerinde (fêtais des
leurs dimanche dernier à dîner).
leurre er. 1. Avcı doğanı geri çağırmak için
havaya uçurulan kırmızı meşinden yapma kuş. 2.
Olta iğnesine takılan yalancı yem. 3. mec.
Aldatma, aldatmaca, tuzak (Ce beau projet n'est
qu'un leurre).
leurrer gçl. 1. Avcı doğanı geri gelmeye
alıştırmak. 2. mec. Tatlı umutlarla aldatmak,
oyalamak (Il leurrait le malheureux par des
promesses extraordinaires). § Se leurrer: 1.
Aldanmak (Ne vous leurrez pas, les études sont
longues et difficiles). 2. Se leurrer de qch, de f. qch: ile oyalanmak, kendini
aldatmak; -mekle
oyalanmak, kendini aldatmak (Se leurrer d'un
vain espoir. Se leurrer de gagner un jour).
lev, leva er. Bulgar para birimi, leva,
levage er. 1. Kaldırma (Levage d'un fardeau.
Appareil de levage). 2. Mayası gelme, mayalanıp
taşma (Levage de la pâte).
levain er. 1. Ekmek mayası, maya (Du pain
sans levain. On emploie le levain en boulangerie
pour faire lever te pain). 2. mec. Tohum, maya (Un
levain de révolte, de haine, de jalousie).
levant s. 1. Doğan (Soleil levant: Doğan güneş.
Au soleil levant: Gün doğarken, tan sökerken) 2. er.
Doğu (Du levant au couchant: Doğudan batıya). 3.
er. (Büyük harfle) Ortadoğu; Yakındoğu (Peuples
levantin
du Levant).
levantin, e s. ve ad. 1. Ortadoğulu, yakındoğulu, Doğu Akdeniz ülkelerinden
(Lespeuples
levantins; les levantins). 2. Tatlı su frengi,
lövanten.
levé, e s. 1. Havaya kaldırılmış, yukarı
kaldırılmış (Poing levé). 2. Dikili, dikilmiş, dik
oturtulmuş, dikine konmuş (Pierre levée). § Au
pied levé: Hazırlıksız, vakit
bulamadan,
çarçabuk. Front levé, tête levée: Hiç korkmadan,
gözünü kırpmadan. Voter par levés: Ayağa
kalkarak oy vermek. Voter à mains levées: El
kaldırarak oy vermek.
levée diş. 1. Kaldırma, bitirme, sona erdirme;
kalkma, bitme, sona erme (La levée dune
interdiction, dun blocus, d'un siège). 2. Toplama,
alma (La levée des impôts, la levée des lettres). 3.
Mektupları posta kutusundan aima (Les heures
des levées sont indiquées sur les bottes postales). 4.
Set, rıhtım (Les levées des bords de la Loire). 5.
Ayaklanma. 6. Toplama, silah altına alma (Une
levée de soldats). 7. (Kumarda) Ortadaki bütün
paraları alma, toplama, kazanma (Faire une
levée). 8. (İskambilde) El; el yapma. 9. (Ölüyü)
Kaldırma, gömme (Faire la levée d'un corps mort).
§ Levée de boucliers: (Eski Roma askerlerinde)
Ayaklanma, kazan kaldırma. Levée de jugement:
(Mahkeme) Karar sureti. Levée des scelles: Resmi
mühürün kaldırılması, mühür "fekki.
lever gçl. 1. Kaldırmak; yukarı kaldırmak
(Lever un fardeau, un poids, une caisse. Lever les
bras, lever le doigt. Lever les mains au ciel en signe
d'impuissance). 2. Dikmek, kaldırmak (Lever la
tête, le front, le nez, les yeux). 3. Açmak,
aralamak, kaldırmak (Femme qui lève son voile).
4. Kaldırmak, yerinden uğratmak, saklandığı
yerden ürkütüp kaçırmak (Lever un lièvre, une
perdrix). 5. Kaçırmak, dağa kaldırmak (Lever une
femme).
6. Çizmek, hazırlamak, resmetmek
(Lever un plan, une carte). 7. Almak, kesmek, bir
bütünden ayırıp almak (Lever une cuisse, une aile
de poulet. Lever trois mètres sur une pièce d'étoffe).
8. Kaldırmak, sona erdirmek, son vermek (Lever
le siège, le blocus. Lever une interdiction). 9.
Ortadan kaldırmak (Lever les difficultés). 10.
Kapatmak, son vermek (Lever la séance). 11.
Toplamak, almak, "tahsil etmek (Lever des
impôts). 12. Toplamak, silah altına almak,
devşirmek (Lever une armée, des troupes). 13. gsz.
Mayası gelmek, mayalanıp taşmak (La pâte lève).
14. gsz. (Bitkiler) Bitmek, topraktan çıkmak (Le
blé lève). § Lever l'ancre: (Gemi) Demir almak,
yola çıkmaya hazırlanmak. Lever la crête: (Eski)
Dikleşmek, horozlanmak. Lever la main sur qn:-e

levraut
825

el kaldırmak, vurmaya yeltenmek. Lever les


mains en l'air: (Teslim olmak için) Ellerini yukarı
kaldırmak. Lever le masque: Maskesini atmak;
kimliğini, düşündüğünü açıkça ortaya koymak.
Lever le masque de qn, à qn: -in maskesini
düşürmek. Lever le camp: 1. Çadırları toplamak,
kampı kaldırmak. 2. mec. Çekip gitmek, defolup
gitmek. Lever le coude: İçmek. Lever le pied:
Sıvışmak, tüymek; paraları alıp kaçmak. Lever
les épaules: Omuz silkmek, burun kıvırmak.
Lever les lettres: (Postacı) Posta kutusunu açıp
mektupları almak. Lever le rideau: (Tiyatroda)
Perdeyi açmak, oyunu başlatmak. Lever la
séance: Toplantıya son vermek, oturumu
kapatmak. Lever l'étendard de la révolte: İsyan
bayrağını çekmek. Lever le lièvre, un lièvre: Bir
konuyu ilk olarak ortaya atmak; çalı dibi
taşlamak. § Se lever: 1. Ayağa kalkmak (Il se leva
pour parler). 2. Yataktan kalkmak; kalkmak (Le
matin, il se lève à sept heures). 3. Doğmak,
sökmek (Le soleil se lève, la lutte se lève. L'aube,
l'aurore, le jour se lève). 4. (Yel için) Esmeye
başlamak (Le vent se lève, la brise se lève). 5.
İyileşmek, ayağa kalkmak (Le malade commence
à se lever). 6. (Hava) Açılmak, aydınlanmak (Le
temps se lève, la brume s'est dissipée). 7. Se lever de
qch: -den kalkmak, doğrulmak (Se lever de son
fauteuil). § Se lever de pied gauche: Sol tarafından
kalkmak, ters taraftan kalkmak, huysuzluğu
üstünde olmak,
lever er. 1. Doğma, sökme, doğuş, söküş (Le lever
du soleil, de F aurore, du jour) 2. (Tiyatroda) Açılış
(Le lever du rideau). 3. Yataktan kalkış, yataktan
kalkma (A son lever, dès son lever, au lever) §
Lever d'un plan: Arazi haritası. Un lever de rideau:
Tiyatroda asıl oyundan önce oynanan bir
perdelik kısa oyun.
léviathan er. Eski Yahudilerde bir efsane ejderi,
levier er. 1. fiz. Kaldıraç (Les leviers sont utilisés
pour soulever les fardeaux). 2. mec. İş bitirici araç
(L'argent est un puissant levier). 3. (Teknik) Kol,
°levye (Levier à main, levier à pied). § Etre au levier
de commande: Denetimi, dizginleri elinde
bulundurmak, "kumanda mevkiinde olmak,
lévigation diş. (Madenleri) Toz haline getirip
sudan geçirerek yabancı maddelerden ayırma;
yıkayıp ayrıştırma (Lévigation du minerai).
léviger gçl. (Madenleri) Toz haline getirip sudan
geçirerek yabana maddelerden arıtmak; yıkayıp
aynştırmak.
lévirostre er. hayb. Serçegillerden bir kuş.
lévite er. 1. (Yahudilerde) Levi kabilesinden rahip.
2. diş. Bir tür uzun redingot,
levraut er. Yavru tavşan, göçen.
lèvre
lèvre diş. 1. Dudak (Lèvre supérieure, inférieure.
Lèvres charnues, épaisses, minces, rentrées). 2.
coğr. Kırılma kanadı. 3. hek. hayb. Ağız, dudak,
°şefe (Les lèvres d une plaie, dun coquillage). § Des
lèvres: Yalnız söz olarak, sözde kalarak
(Approuver des lèvres, mais non du coeur. Il le dit
des lèvres, le coeur n'y est pas). Du bout des lèvres:
Küçümsemeyle,
küçümseyerek,
istemeye
istemeye, içtenlikten uzak olarak, içinden
gelmeyerek (Rire, parler, répondre du bout des
lèvres). Avoir la mort sur les lèvres: Ölmesi yakın
olmak, bir ayağı çukurda olmak. Avoir le coeur
sur les lèvres: 1. İçi bulanmak, kusacak gibi
olmak. 2. Yüreği avucunda olmak, dürüst ve açık
yürekli olmak. Avoir qch sur les lèvres, sur le bord
des lèvres: Dilinin ucunda olmak, bilip de o anda
bir türlü anımsayamamak. Etre suspendu aux
lèvres de qn: -i büyük bir dikkatle dinlemek, can
kulağıyla dinlemek, nerdeyse ağzının içine
girmek. Embrasser qn sur les lèvres: -i dudağından
öpmek. Manger du bout des lèvres: İstemeyreek
yemek, iştahsız yemek. Ne pas passer les lèvres:
İçten gelmemek, içten olmamak (Son rire ne passe
pas les lèvres). Ne pas desserrer les lèvres: Ağzını
açmamak, hiç konuşmamak. Pincer les lèvres, se
mordre les lèvres: (Gülmemek için, öfkeden)
Dudaklarını ısırmak. Se mordre les lèvres de qch: e pişman olmak. S'en mordre les
lèvres: Pişman
olmak. Se lécher les lèvres: Yalanmak,
levrette diş. 1. Dişi tazı. 2. Küçük bir cins tazı.
§ Baiser qn en levrette: argo. Malak emzirmesi
yapmak, domaltarak düzmek, becermek,
levretté, e s. Tazı yapılı, tazı gibi (Jument
levrettée).
levretter
gsz.
(Tavşan
için)
Doğurmak,
yavrulamak,
lévrier er. Tazı (Courir comme un lévrier).
levron, ne ad Tazı yavrusu,
lévulose er. kim. Meyvaşekeri, levüloz.
levure diş. Maya mantarı § Levure de bière: Bira
mayası. Levure de vin: Şarap mayası,
levurier er. Bira mayası yapımcısı, bira mayası
satıcısı.
lexème er. dilb. Sözlükbirim.
lexical, e s. 1. Küçük sözlüğe, özel sözlüğe değgin.
2. Sözcük dağarcığına değgin (Enrichissement
lexical dune période donnée).
lexicographe ad. dilb. Sözlük yazan, sözlükçü
(Littré est un célèbre lexicographe).
lexicographie
diş.
dilb.
Sözlük
yazarlığı,
sözlükçülük, sözlükbilgisi.
lexicographique s. dilb. Sözlükçülüğe değgin
(Travaux lexicographiques).
lexicologie diş. dilb. *Sözlükbilim.

826

liant
lexicologique s. dilb. *Sözlükbilimsel (Etudes
lexicologiques).
lexicologue ad. dilb. *Sözlükbilimci.
lexie diş. dilb. Sözlüksel birim,
lexique er. 1. Özel sözlük, bir yazarın kullandığı
sözcüklerle ilgili sözlük. 2. Küçük sözlük,
*sözlükcük, »sözlükçe. 3. (Bir dilin) Sözcük
dağarcığı, sözcük varlığı,
lez, lès ilg. (Eskimiştir). Yanında, yakınında (Plessis
-lez-Tours).
lézard er. 1. Kertenkele. 2. mec. Tembel, miskin.
§ Faire le lézard, prendre un bain de lézard: Tembel
tembel güneşlenmek,
lézarde diş. 1. Duvar çatlağı, çatlak (Jjes lézardes
d'une vieille maison.Le mur présente d'inquiétantes
lézardes). 2. Döşemelerde kumaş kenarına
çekilen şerit. 3. Fransız ordusunda assubayların
kullandığı sırma şerit,
lézardé, e s. Çatlak, çatlamış, çatlak çatlak (Une
maison lézardée).
lézarder gçl. 1. Çatlatmak, çatlaklar meydana
getirmek (Les travaux du chantier voisin ont
lézardé tes murs de Fimmeuble). 2. gsz. tkz.
Aylaklık etmek, tembel tembel güneşlenmek § Se
lézarder: Çatlamak (Les murs se sont lézardés).
liage er. Bağlama; bağlanma, bağlanılma(Liagedes
bottes, des gerbes).
liais er. Seri kalker.
liaison diş. 1. İlişki, bağ (Liaison damitié, d intérêt,
de commerce, d'affaires. Liaison amoureuse. Il a
des liaisons dangereuses, suspectes). 2. dilb.
Ulama. 3. ask. "İrtibat (Officier de liaison, agent
de liaison). 4. Bağıntı, tutarlık (Manque de liaison
dans les idées). S. Birleşme, bitişme. 6.
(Duvarcılıkta) (Taş yada tuğlaların) Birinin
ortası alttakinin kenanna getirilerek sağlanan
bağlama. 7. Derz harcı. 8. (Aşçılıkta) Salçaya
koyulaştırıcı madde katma; salçayı koyulaştırıcı
madde. 9. müz. Birkaç sesi kesintisiz çıkarma. 10.
Yol, bağlantı (Liaison aérienne entre deux villes). §
Avoir une liaison: Bir gönül bağı olmak, sevi
ilişkisi olmak. Avoir une liaison avec qn: -ile
aralarında sevi ilişkisi, gönül bağı olmak. Etre, se
mettre en liaison avec: -ile temasta olmak, temasa
geçmek. Rompre toute liaison avec: -ile tüm
ilişkilerini kesmek,
liaisonner gçl. 1. (Duvarcılıkta) Derz harcıyla
doldurmak
(Liaisonner
des
joints).
2.
Birleştirmek, bitiştirmek (Liaisonner des briques,
des pierres).
liane diş. bitb. Sarmaşan.
liant,e s. 1. Esnek, bükülgen, yumuşak (Un bon
carrosse à ressorts bien liants. Bois liant, fer liant).
2. mec. Birleştirici, uzlaştırıcı; uysal, yumuşak
liard
başlı (Esprit liant). 3. Çabuk ilişki kurabilen,
girişken (Il était peu liant et ne parlait pas aux
étrangers).
4. er. Esneklik,
bükülgenlik,
yumuşaklık (Le liant d'un alliage). 5.er. Uysallık,
yumuşak başlılık. 6. Alçı, kireç gibi bağlayıcı,
tutturucu madde. 7. Çabuk ilişki kurabilme
yeteneği, girişkenlik. § Avoir du liant: Girişken
olmak,
başkalarıyla
çabuk
ilişki
kurma
yeteneğinde olmak,
liard er. 1. Az değerli eski bir Fransız parası, bakır
para, mangır. 2. mec. (Eski) Pek az bir para, üç
beş kuruş. 3. Boz renkli bir cins armut. 4.
Karakavak. § Couper un liard en quatre: Pek cimri
olmak. N'avoir pas un liard: Beş parası olmamak,
meteliğe kurşun atmak,
liarder gsz. tkz. Cimrilik etmek, çingenelik etmek,
liasse diş. 1. Yığın, 2. Bağ, tomar (Une liasse de
papiers, de lettres, de feuillets.)
libage er. Yontulmamış taş, kaba taş.
liban er. Lübnan.
libanais, e s. ve ad. Lübnanlı; Lübnan ve
Lübnanlılara değgin,
libation diş. Saçı; eskilerin, tanrılar onuruna yere
şarap, süt, yağ dökmeleri. § Faire des libations:
mec. Bol bol şarap içmek, çok şarap içmek,
libelle er. 1. huk. Yasa yolunca bildirme (Libelle de
divorce, d'excommunication). 2. (Eski hukukta)
Dilekçe. 3. ed. Yergi, yergi yazısı (Des libelles
circulaient contre les autorités). § Faire, répandre
des libelles contre qn: -e yergiler yağdırmak,
yergiler düzmek,
libellé er. 1. Kaleme alma, yolu yordamınca yazma
(Le libellé d'un jugement). 2. mec. Formül, örnek
(Le libellé d'une lettre, d'une demande).
libeller gçl. Yolunca kaleme almak; yazmak
(Libeller un acte, un contrat. Libeller un
télégramme, une demande, une réclamation).
libelliste er. Yergici, yergi yazarı,
libellule diş. hayb. Kızböceği.
liber [libat] er. bitb. Soymuk damar; soymuk damar
demeti (Liber de la tige, liber de la racine). § Liber
secondaire: bitb. İç kabuk,
libéra er. değişmez. (Hıristiyanlıkta) Ölüler duası
(Dire le libéra).
libérable s. ve er. ask. Salıverilebilir, "terhis
edilebilir. § Congé, permission libérable: Terhis
izni; sonunda askerliğin biteceği izin.
libéral, e s. 1. Erkin, serbest (Professions libérales).
2. s. ve ad. fels. Erkinci, "liberal (Régime libéral,
doctrine libérale. Démocratie libérale, économie
libérale). 3. mec. Geniş, hoşgörülü (Idées
libérales). 4. s. ve ad. (Eski) Eli açık, vergili,
"cömert. 5. (Eski) Libéral de qch: -de eli açık,
"cömert (Il est plus libéral de promesses que

827

libérer

d'argent).
libéralement bel. 1. Eliaçıklıkla, el açıklığıyla,
cömertçe, bol bol (Accorder, donner, distribuer
libéralement). 2. Erkin bir düşünceyle, özgür
düşünce içinde, açık kafalılıkla, serbestçe (Elever
ses enfants libéralement).
libéralisation diş. Serbestleştirme, erkinleştirme,
özgürleştirme
(Libéralisation
des
échanges
internationaux, du régime, de la presse).
libéraliser gçl. Erkinleştirmek, özgürleştirmek,
"serbest bırakmak, "serbestleştirmek,
libéralisme er. l.(Eski) Düşünce ve vicdan
özgürlüğünü savunan öğreti, liberalizm. 2.
Erkincilik; Devletin tecim işlerine karışmamasını
ve ekonomik alana pek el atmamasını yeğleyen
öğreti, liberalizm (Le libéralisme préconise la libre
concurrence, la liberté du travail et des échanges).
3. mec. Hoşgörü; bağışlayıcılık (Manifester un
grand libéralisme).
libéralité diş. 1. Eli açıklık, el açıklığı, eli bolluk,
"cömertlik. 2. Bağış, yardım (I! vit des libéralités
de ses parents). 3. Hoşgörü, bağışlayıcılık (Faire
preuve de libéralité. Manifester une grande
libéralité) 4. huk. Karşılıksız bağış, "ivazsız
teberru. § Faire une libéralité à qn: Birine bir
bağışta, bir yardımda bulunmak,
libérateur, trice ad. 1. Kurtarıcı (Le libérateur
de la patrie, dun pays). 2. s. Rahatlatıcı (Le rire
libérateur détendit f atmosphère).
libération diş. 1. Salıverme, bırakma, özgürlüğüne
kavuşturma (La libération dun captif, des
prisonniers). 2. Salıverilme, bırakılma, "tahliye
(La libération conditionnelle dun condamné). 3.
(Askerlikten) Salıverme; salıverilme, "terhis. 4.
Bir borçtan, bir yükümlülükten kurtulma. 5.
Kurtarma; kurtarılma; kurtulma, kurtuluş (La
libération dun pays. La guerre de la Libération). 6.
Boyunduruktan,
bağlardan,
tutsaklıktan
kurtulma; özgürlüğe kavuşma, özgürleşme (La
libération de l'homme). 7. Açığa çıkma, serbest
kalma (Libération dénergie résultant de la fission
du noyau atomique). § Vitesse de libération:
(Mermi, füze vb.) Yerçekimden kurtulma hızı.
libératoire s. Borçtan kurtarıcı; borç ödeme niteliği
olan (Pouvoir libératoire de la monnaie).
libéré, s s. ve ad. Salıverilmiş, bırakılmış; özgürlüğüne kavuşturulmuş (Soldats
libérés, forçat
libéré).
libérer gçl. 1. Kurtarmak; boyunduruktan, düşman
çizmesinden kurtarmak (Libérer un pays, un
peuple). 2. (Askerler için) Salıvermek, "terhis
etmek (Libérer les soldats). 3. Erkin kılmak,
"serbest bırakmak; "tahliye etmek, özgürlüğüne
kavuşturmak (Libérer un prisonnier, un détenu). 4.
libérien
(Tıkanmış bir şeyi) Açmak (Libérer un passage.
Vint estin). 5. Açığa çıkarmak, çıkarmak (Réaction
chimique qui libère un gaz). 6. Erkinleştirmek,
erkin kılmak, serbest bırakmak (Libérer les
échanges
économiques).
7.
(Mekanikte)
Gevşetmek, boşaltmak (Libérer un levier, un cran
de sûreté). 8. Libérer qn, qch de qch: Birini, bir şeyi
-den kurtarmak (Libérer un ami d'un engagement,
d'une dette. Libérer un prisonnier de ses liens). §
Libérer sa conscience: (Bir şeyi itiraf ederek)
"Vicdan azabından kurtulmak. § Se libérer: 1.
(Bir uğraşıdan) Kurtulmak, yakasını kurtarmak,
erkin kalmak (Je n'ai pas pu me libérer plus tôt). 2.
Se libérer de qch: -den kurtulmak, yakasını
sıyırmak (Se libérer d'une dette, dune tutelle,
d'une tyrannie).
libérien, ne s. bitb. Soymuk damara değgin
(Tissu libérien).
libertaire £ ve ad. Salt erkinlikçi, salt erkinlik
yanlısı (Doctrines libertaires Un libertaire).
liberté diş. 1. Özgürlük, "hürriyet (Liberté de
conscience, liberté politique. Liberté de la presse.
Champion, défenseur, martyr de la liberté). 2.
Erkinlik, "serbestlik (Liberté
d action, de
mouvement. Reprendre sa liberté). 3. Salıverme,
"tahliye, özgürlüğüne kavuşturma, erkin kılma
(Donner la liberté à un esclave, à un prisonnier.
Liberté provisoire accordée à un détenu. Liberté
sous caution). 4. Bağımsızlık; özgürlük (Une
grande liberté de jugement. Lutter pour la liberté de
sa patrie). 5. İzin, "müsaade (La vérité n'a pas la
liberté de paraître). 6. Hak (Liberté de la propriété,
du travail. Libertés publiques. Liberté du
commerce). 1. ç. Özerklik (Libertés des villes, des
communes. Libertés locales). 8. ç. Ataklık, atakça
davranış. § Mettre qn en libertét, rendre la liberté à
qn: -i salıvermek, özgürlüğüne kavuşturmak,
"tahliye etmek. Prendre des libertés avec qn: -ile
çok içli dışlı olmak, -e karşı pek senli benli
davranmak. Prendre des libertés avec qch:
(Çevirirken,
yorumlarken)
-e pek
bağlı
kalmamak (Prendre des libertés avec un texte).
liberticide s. ve ad. Özgürlüğü yok eden, özgürlüğü
ortadan kaldıran,
libertin, e s. ve ad 1. (Eskiden) Dinsiz, inançsız,
inansız. 2. (Şimdi) Çapkın, haylaz, hovarda (Un
petit libertin que j'ai surpris encore hier avec lafille
du jardinier). 3. Açık saçık (Propos libertins, vers
libertins, livres libertins).
libertinage er 1. (Eski) Dinsizlik, inançsızlık,
inansızlık. 2. Çapkınlık, hovardalık 3. Açık
saçıklık (Un conte dun libertinage accompli). §
Tomber dans le libertinage: Kötü yollara düşmek.
Vivre dans le libertinage: Çapkınlık etmek,

828

libre-échangiste
çapkınca bir yaşam sürmek,
libidinal, e s. ruhb. Libidoya değgin, *sevgeçsel
(Satisfaction libidinale).
libidineux, euse s. Kösnül, kösnücül, "şehvetli,
"şehvetperest (Des regards libidineux. Un vieillard
libidineux).
libido er. ruhb. Libido, *sevgeç.
libouret er. Çaparı, çapara,
libraire ad 1. Kitapçı (Un, une libraire. Boutique
de libraire). 2. (Eskiden) Yayıncı, basımcı (Porter
un manuscrit chez le libraire).
librairie diş. 1. Kitabevi, kitapçı dükkânı (Tenir
une librairie). 2. Kitapçılık. 3. (Eskiden) Kitaplık
(La librairie de Montaigne).
libration diş. gökb. Sallantı, salınım, Ay sallantısı,
libres. 1, Özgür, hür (Les citoyens libres des nations.
Une presse libre). 2. Erkin, "serbest (La libre
entreprise, la libre concurrence). 3. Karışanı edeni
olmayan, başına buyruk (Rester libre). 4.
Bağımsız (Un pays
libre). 5. Tutuksuz,
tutuklanmamış (Un prévenu libre). 6. Boş,
uğraşısız, "serbest (Etes-vous libre ce soir?).!. Boş,
tutulmamış (Une chaise libre. Le taxi est libre). 8.
Rahat, kaygı ve kuşkulardan uzak (Garder
l'esprit libre, la tête libre). 9. Açık saçık (Des
propos libres, une chanson libre). 10. Libre de qch: den kurtulmuş, -den uzak
(Libre d entraves. Esprit
libre de préoccupations, de préjugés). 11. Libre def.
qch: -mekte özgür, serbest (Il est libre de décider,
tu es libre dagir). § Libre arbitre: fels. Elindelik,
"cüz'i irade, iradei cüziyye. Libre pensée: Din
konusunda özgür düşünce. Libre penseur: Din
konusunda özgür düşünen, layik. Papier libre:
Damgasız kâğıt. Vers libre: Özgür koşuk,
"serbest nazım. A l'air libre: Açık havada,
dışarıda; açık havaya, dışarıya (Après plusieurs
jours passés dans la grotte, ils remontèrent à l'air
libre). Avoir libre accès auprès de qn: -in yanına,
evine istediği gibi girip çıkmak. Avoir le champ
libre: Dilediği gibi davranabilmek, meydan -in
olmak. Avoir le ventre libre: Barsakları iyi
çalışmak, peklik çekmemek. Avoir ses entrées
libres chez qn: -in evine istediği zaman girip
çıkabilmek. Avoir les mains libres pour f. qch: mekte serbest olmak. Donner libre
cours à qch: -i
tutmamak, boşaltmak (Donner libre cours à sa
colère, à ses larmes). Etre libre comme l'air: Başına
tam buyruk olmak, karışanı edeni olmamak,
libre arbitre er. fels. Özgür istenç, serbest irade,
libre-échange er. Bağımsız tecim değişimi; iki ülke
arasında gümrük vergisi yada öbür engellerle
sınırlandırılmamış
erkin tecimsel
değişim,
"serbest mübadele,
libre-échangiste s. ve ad Bağımsız tecim değişimi
librement
yanlısı, "serbest mübadeleci.
librement bel. 1. Özgürce, "serbestçe (Circuler
librement).
2. Açıkça, çekinmeden
(Parter
librement).
librettiste er. Libretto yazarı,
libretto er. müz. Libretto.
libyen, ne s. ve ad. Libyalı; Libya ve Libyalılara
değgin.
lice diş. 1. (Eski) Oyun alanı, 2. Savaş alanı. 3.
(Eski) Şarampol. 4. Dişi av köpeği. § Entrer en
lice: 1. Kavgaya atılmak, mücadeleye girmek. 2.
Tartışmaya girişmek,
lice, lisse diş. 1. (Dokuma tezgâhında) Gücü (Basse
lice: Yatay gücü Haute lice: Dikey gücü). 2.
(Gemilerde) Kaplama kuşağı,
licence diş. 1. İzin (Licence de pêche. Licence
d'importation,
(texportation).
2.
(Spor)
Yarışmalara katılma izni, "lisans (Licence de
tennis, de ski). 3. ed Hoş görülen kuralsızlık,
kuraldışılık (Licence poétique, grammaticale). 4.
(Eski) Laübalilik (Prendre, se permettre des
licences avec qn: -e karşı laubali davranmak). S.
Başıbozukluk, düzensizlik "sefahet (Vivre dans la
licence). 6. (Üniversitede) Bakalorya ile doktora
arasındaki aşama, lisans (Licence en droit, is
lettres).
licencié, e ad. 1. (Üniversiteden) Lisans almış
kimse. 2. İşten çıkarılmış, açığa alınmış kimse. 3.
Terhis edilmiş er. 4. s. (Spor) Lisanslı (Sportif
licencié).
licenciement er. 1. İzin verme, salıverme, "terhis
(Licenciement de troupes, efouvriers). 2. İşten
çıkarma, kovma, atma, açığa alma (Licenciement
d'un fonctionnaire, d'un employé).
licencier gçl. 1. Terhis etmek (Licencier l'armée).
2. Kovmak, atmak (Licencier deux élèves). 3.
İşine son vermek, işinden atmak, açığa çıkarmak
(Licencier m officier). 4. Licencier qn de qch:
Birini -den atmak, kovmak, çıkarmak. § Se
licencier: Lâübalilik etmek, yılışıklık etmek, edep
dışına çıkmak,
licencieux euse s. 1. (Eski) Lâübali, yılışık. 2. Düzensiz (Société licencieuse,
vie licencieuse). 3. Açık
saçık
(Paroles
licencieuses,
plaisanteries
licencieuses).
lichen [liken] er. 1. bitb. Liken. 2. hek. Bir deri
hastalığı, liken,
licher gçl hlk. İçmek (Licher un petit verre).
lichette diş. tkz. Ufak bir dilim, dilimcik (Une
lichette de pain, de fromage).
licitation diş. huk. İzalei şüyu, şüyu izalesi,
•paydaşlık giderilmesi,
licite s. huk. Yasalı, "meşru (Des profits licites. Une
activité licite).

829

Her
licitement bel Yasalı olarak, "meşru olarak,
liciter gçl. Şüyu izalesi için satmak (Héritiers qui
licitent un domaine).
licol, licou er. Yular (Retenir un cheval par son licou).
licorne diş. 1. At vücutlu, geyik başlı ve alnının
ortasında tek boynuzlu olarak tasarlanan bir
masal hayvanı. 2. gökb. Tekboynuz. § Licorne de
mer: Deniz gergedanı denilen balık,
licou — lieol.
licteur er. Eski Romalılarda bir tür baltacı, yüksek
görevlileri koruyan baltalı muhafız,
lido er. coğr. Kıyı dili.
lie diş. 1. Tortu (Lie de cidre, de bière, de vin). 2.
Şarap tortusu (Il ne sentait plus le vin, il sentait la
lie). 3. mec. Döküntü, en aşağı tabaka; ayak
takımı (La lie du peuple. Chaque nation a sa lie) §
Lie-de-vin: Şarap tortusu renginde, mor kırmızı
(Des taches lie-de-vin). Boire le calice, la coupe,
jusqu'à la lie: Çekmediği acı kalmamak, kahrın
daniskasını görmek, bir acıyı derinliğine çekmek,
lied [lid\ er. Şarkı; özellikle Alman bestecilerinin,
Alman ozanlarının şiirleri üzerine bestelediği
şarkılar, lid (Les lieds' de Schubert).
liège er. 1. bitb. Mantar tabakası. 2. Mantar
(Bouchon en liège, semelle de liège).
lien er. 1. Bağ (Lien de parenté, de famille. Les
liens du sang, de l'amitié). 2. Mahpus zinciri, zincir
(Briser ses liens). 3. Destek, paraçol (Retenir un
jeune arbre à son tuteur par des liens de paille). 4.
mec. Bağ, ilgi, ilişki (Ces faits n'ont aucun lien
entre eux. Il y a un lien logique entre cet événement
et la situation actuelle). § Nouer des liens étroits
avec qn: -ile sıkı bağ kurmak, aralarında sıkı ilişki
kurmak. Trancher tous ses liens avec: -ile
arasındaki bütün bağları koparmak,
lier gçl. 1. Bağlamak (Lier un prisonnier avec une
corde, ses cheveux avec un ruban). 2.
Koyulaştırmak (Lier une sauce). 3. Birleştirmek,
tutturmak (Lier des briques avec du ciment, lier des
pierres
avec
du
mortier).
4.
Birbirine
yakınlaştırmak, yaklaştırmak, birleştirmek (Leur
communauté de goûts les liera vite). 5. mec.
Kurmak (Lier amitié, lier conversation). 6. mec.
Bağlamak, yükümlü kılmak (Votre parole vous
lie. Le contrat le lie). 7. Lier qn, qch à: -e bağlamak
(Ona lié la femme à la queue d un cheval indompté.
Lier sa vie à celle d une femme; lier son destin à
celui d'une entreprise). § Avoir les mains liées: Eli
kolu bağlı olmak, bir şey yapmak olanağı
bulunmamak. Avoir partie liée avec qn: -ile çıkar
ortaklığı olmak. Lier la langue à qn: -i susturmak,
-e tek söz ettirmemek. Lier conversation avec qn: ile konuşmaya başlamak, sohbet
kurmak. Lierles
mains à qn: -in elini kolunu bağlamak, -i hiçbir şey
lierre

830

lièvre

yapamaz duruma sokmak. Lier connaissance


avec qn: -ile ilişki kurmak. Etre lié à qn, avec qn: ile senli benli olmak, -in çok
yakını olmak. Etre
fou â lier: Zır deli olmak, zincirlik deli olmak. Etre
livré pieds et poings liés à qn: -in insafına
bırakılmak. § Se lier: 1. İlişki kurmak (Il se lie
facilement),
2.
Bağlanmak,
birbiriyle
yakınlaşmak, dost olmak (Ils se rencontrent
souvent mais ils ne se sont pas liés). 3. Se lier avec
qn: -ile birleşmek, bir olmak. § Se lier d'amitié
avec qn: -ile dostluk kurmak,
lierre er. bitb. Sarmaşık, duvarsarmaşığı. § Lierre

de: ...yerine geçmek, yerini tutmak (Il lui tenait


lieu de père). Il y a lieu de f. qch: -mek uygundur,
yerindedir, uygun olur, gerekir (Il n'y a pas lieu de
s'inquiéter outre mesure). Ce n'est pas le lieu de f.
qch: -menin sırası değil, yeri değil (Ce n'est pas le
lieu de plaisanter). Ce n'est ni le temps ni le lieu de f.
qch: -menin ne yeridir ne zamanı (Ce n'est ni le
temps ni le lieu de discuter). S'il y a lieu: Gerekirse
(Vous appelerez le docteur s'il y a lieu).
lieu-dit, lieudit er. Özel bir ad taşıyan yer,... denen
yer (L'autocar s'arrête au lieudit des "TroisChênes").

terrestre: Yersarmaşığı.
liesse diş. Büyük sevinç, düğün bayram. § En liesse:
Sevinç içinde, bayram yapan (Unefoule en liesse
se répandait dans les rues).
lieu er. 1. Yer (Lieu de naissance. Un lieu sûr,
dangereux. Lieu de travail). 2. Orun, mevki;
tabaka (Etre de bas lieu, de haut lieu). 3. ç. Ülke,
bölge; bu yerler (Les coutumes varient avec les
lieux. Le maître de ces lieux). 4. ç. Olay yeri (La
police s'est rendue sur les lieux). 5. ç. Ev; aile
(Aménagement des lieux. Quitter, évacuer, vider les
lieux). § Lieu public: Genel yer, herkes için açık
olan yer, "umumi yer. Lieu saint: Tapınak; kilise.
Lieu géométrique: mat. Geometrik yer. Lieux
d'aisances: Ayakyolu. Lieu d'asile: Kurtuluş yeri,
aman yeri. Les saints lieux: Kutsal topraklar,
Filistin. Lieux communs: Beylik sözler, beylik
düşünceler. Mauvais lieu: Fuhuş evi, adı kötüye
çıkan yer. Sans feu ni lieu: Odsuz ocaksız, yersiz
yurtsuz. Au lieu de: -yerine (Employer un mot au
lieu d'un autre). Au lieu de f. qch: -cek yere, -ceğine
(Travaillez au lieu de pleurer). Au lieu que: -ceğine
(Au lieu qu'il reconnaisse ses erreurs, il s'entête à
soutenir l'impossible). En lieu et place de: -in adına,
yerine. En haut lieu: Yüksek makama, yüksek
mevkilerde olanlara, büyüklere (Je me plaindrai
en haut lieu). En premier lieu: Önce, ilkin. En
second lieu: Sonra, ikinci olarak. En dernier lieu:
En sonunda, "nihayet. En temps et lieu: Yerinde
ve zamanında. Avoir lieu: Olmak, vuku bulmak
(Hier, un accident a eu lieu. Le bal aura lieu
demain). Avoir lieu de f. qch: -mekte haklı olmak, mesi için haklı bir nedeni olmak
(Il a lieu de se
féliciter. Tu n'as pas lieu de te plaindre). Donner
lieu à qch: -e yol açmak, neden olmak, yer
vermek, fırsat vermek (Son retour donna lieuàdes
scènes denthousiasme. Son attitude donna lieu à
quelques remarques amères). Donner lieu de f. qch:
-mesir.e yol açmak, olanak vermek (La montée de
la fièvre donne lieu de craindre une issue fatale).
Etre sans feu ni lieu, n'avoir ni feu ni lieu: Odsuz
ocaksız olmak, yeri yurdu olmamak. Tenir lieu

lieue diş. Fersah, mil. § Lieue marine: Deniz mili.


§ A cent lieues de qch, de f. qch: -den, -mekten çok
uzak (Il est à cent lieues de la vertu. Tétais à cent
lieues de supposer cela). A une lieue de: -den pek
uzakta (Rapprochez-vous, vous êtes à une lieue de
moi). Etre à mille lieues de f. qch: -mekten çok
uzak olmak. Sentir qn d'une lieue: -in geldiğinin
hemen farkına varmak; -in niyetini hemen
anlamak (Je l'ai senti d'une lieue). Sentir ...d'une
lieue: ...olduğu hemen anlaşılmak (Il sent son
fripon dune lieue: Hinoğlu hin olduğu hemen
anlaşılıyor).
lieur, euse ad. Demetçi, ekin demetlerini bağlayan
kimse.
lieuse diş. 1. Demet makinesi, ekinleri demet
yapmaya yarayan makine. 2. s. Demet
bağlamaya yarayan (Ficelle lieuse).
lieutenance diş. 1. İkinci başkanlık; başkan
yardımcılığı. 2. Teğmenlik. 3. Vekillik; vekillik
etme.
lieutenant er. 1. İkinci başkan, başkan yardımcısı.
2. Teğmen. 3. Vekil. § Lieutenant criminel:
(Eskiden Fransada) Cinayet yargıcı. Lieutenant
de police: (Eskiden Fransada) Polis müdürü.
Lieutenant
général:
(Eskiden
Fransada)
Tümgeneral. Lieutenant du royaume: (Eskiden
Fransada) Olağanüstü kral vekili. Lieutenant de
vaisseau: den. Yüzbaşı,
lieutenant-colonel er. ask. Yarbay,
lièvre er. 1. Tavşan (Le lièvre déboule vers son gîte).
2. Tavşan eti (Un civet de lièvre). 3. er. (•
Tavşangiller. § Lièvre de Patagonie, lièvre des
pampas: Mara. Lièvre doré: Amerikan tavşanı.
Lièvre variable, lièvre changeant: Kar tavşanı.
Avoir une mémoire de lièvre: Unutkan olmak,
belleği zayıf olmak. Courir le même lièvre: Aynı
amaç ardında koşmak. Etre poltron comme un
lièvre: Ödlek, tabansız olmak. Soulever, lever le
lièvre: Ortaya güç ama önemli bir sorun atmak.
Cest là que gît le lièvre: İşin püf noktası burada,
zurnanın zırt dediği yer işte burası, işin en önemli
noktası burada bulunuyor. Il ne faut par courir
liftier
deux lièvres à la fois: İki karpuz bir koltuğa
sığmaz.
liftier er. Asansör hizmetlisi, asansör yamağı,
ligament er. anat. (Eklemlerde vb.) Bağ.
ligamentaire s. hek. Bağlara değgin (Laxité
ligamentaire).
ligamenteux, euse s. anat. Bağ yapısında (Tissu
ligamenteux: Bağ doku).
ligature diş. 1. hek. Bağlama, dikme (Ligature
d'un organe). 2. Bağ, dikiş (Faire une ligature à la
jambe d'un blessé). 3. dilb. Birleştirme bağı. 4.
(Bahçıvanlıkta) Aşı bağı (Fixer par une ligature un
arbrisseau à son tuteur). 5. Bağ, bağcık (Fixer les
skis avec de fortes ligatures).
ligaturer gçl. Bağlamak; dikmek (Ligaturer une
artère).
lige s. Körü körüne bağlı, kul köle, candan bağlı
(Homme lige, vassal lige. Homme lige de son parti,
de son chef).
lignage er. 1. Soy (Une demoiselle de haut lignage).
2. Bir metindeki dizili satırlar,
lignard er. 1. (Eski) Savunma hattındaki piyade eri.
2. Satır sayısına göre ücret alan gazeteci,
ligne diş. 1. Çizgi (Tracer, tirer une ligne. Une ligne
verticale, oblique, courbe). 2. Satır (Un texte de
vingt lignes). 3. Sıra, dizi (Une ligne d'arbres le long
de la route. Ranger les plantes sur plusieurs lignes).
4. Vücut hatları (Vous ne mangez pas, c'est pour la
ligne). 5. Yol, ulaştırma yolu (Ligne aérienne, ligne
maritime). 6. °Hat (Ligne électrique, ligne
téléphonique). 7. Eski bir uzunluk ölçüsü,
başparmağın onikidebiri (Sans perdre une ligne de
sa haute taille). 8. ask. Saf (Ligne de guerre: Savaş
safı). 9. ask. Savunma hattı (Ligne Maginot.
Forcer les lignes adversaires). 10. Olta (Pêche à la
ligne. Lancer la ligne). 11. Ekvator, »eşlek (Le
navire a franchi la ligne). 12. Soy (Descendre en
ligne directe d'une noble famille). 13. Profil,
yandan görünüş (La ligne du nez). 14. Genel biçim
(La ligne d'une voiture. Quelle est la ligne cette
année dans la mode?). § Ligne brisée: Kırık çizgi.
Ligne droite: Doğru, doğru çizgi. Ligne de côte:
Kıyı boyu çizgisi. Ligne de faîte: Doruk çizgisi.
Ligne de force: fiz. Kuvvet çizgisi. Ligne de plus
grande pente: mat. En büyük eğim çizgisi. Ligne
de partage des eaux: coğr. Subölümü çizgisi,
suçatı. Ligne de changement de date gökb.
Gündeğişimi çizgisi. Ligne de rappel: mat.
Aradoğrusu. Ligne de terre: Yer ekseni. Lignes
frontales: mat. Alın doğruları. Lignes isobares: fiz.
Eşbasınç eğrileri. Ligne pure: bitb. Arıdöl. Ligne
de démarcation: Ayırıcı çizgi, sınır. Ligne de foi:
Pusulada geminin eksenini gösteren çizgi. Ligne
de mire: Nişan çizgisi. Ligne de tir: Atış çizgisi.

831

liguliflore
Hors ligne: Eşsiz, çok üstün (Une intelligence hors
ligne). Dans ses grandes lignes: Kaba taslak, ana
hatlarıyla. Sur toute la ligne: Tamamen (Etre
battu sur toute la ligne). Sur la même ligne: Aynı
düzeyde, aynı güçte, aynı değerde. Avoir de la
ligne: Vücut hatları düzgün olmak, ince yapılı
olmak. Entrer en ligne de compte: Önem taşımak,
bir önemi olmak, hesaba katılmak. Etre en ligne:
Cephede olmak, savaş hattında olmak. Etre dans
la ligne de: -in istediği yolda olmak. Faire entrer
qch en ligne de compte: -i hesaba katmak, göz
önünde bulundurmak. Garder sa ligne: Hatlarını
korumak,
hâlâ
ince
olmak,
henüz
şişmanlamamış olmak. Lire les lignes de la main,
dans les lignes de la main: El falına bakmak. Lire
entre les lignes: Satırların arasını okumak, bir
yazının altında yatan anlamı kavramak. Lire de la
première à la dernière ligne: Baştan sona okumak.
Mettre la dernière ligne à qch: -i bitirmek; °hatem
çekmek. Perdre la ligne: İnceliğini yitirmek,
şişmanlamak. Tirer à la ligne: (Satır hesabı para
verilen bir yazıyı) Uzatmak, şişirmek,
lignée diş. Soy sop (Avoir une belle lignée).
ligner gçl. Koşut çizgiler çizmek, çizgili yapmak

(Ligner un papier).
ligneul er. Kunduracı ipliği, kaytan,
ligneux, euse s. 1. Ağaçsı, odunsu (Tissu ligneux,
plantes ligneuses). 2. er. Odunözü, odunun
sertliğini sağlayan madde,
lignicole s. hayb Odun, tahta içinde yaşayan
(Insectes lignicoles).
lignification diş. bitb. Odunlaşma.
Iignifier(se) gsz. Odunlaşmak,
lignine diş. kim. Odunözü.
lignite er. yerb. Linyit.
lignomètre er. (Basımcılıkta) Satırölçer, satır ölçme
cetveli.
ligot er. Çıra demeti, küçük bir demet çıra.
ligotage er. Sımsıkı bağlama, kıskıvrak bağlama,
ligoter gçl. Sımsıkı bağlamak, kıskıvrak bağlamak
(Les voleurs ont ligoté le gardien).
ligue diş. 1. Devletler birliği; birlik, lig (La Ligue
arabe). 2. Dernek, topluluk (Ligue des Droits de
l'Homme). 3. (Spor) Küme.
liguer gçl. Bir birlik içinde toplamak, birleştirmek,
bir araya getirmek (Liguer tous les mécontents). §
Se liguer: 1. Birleşmek, birlik olmak. 2. Se liguer
contre: -e karşı birleşmek, birlik yapmak. 3. Se
liguer avec: -ile birleşmek, birlik olmak,
ligueur, euse ad Birlik üyesi,
ligule diş. bitb. Dilcik.
ligulé, e s. 1. Dilcikli (Feuille ligulée). 2. Dilcik
biçiminde (Fleurs ligulées).
liguliflore s. Çiçekleri dilcik biçiminde olan (Plantes
832

lilas

ligulijlores).
lilas [IUa]er. 1. Leylak (Lilas violet, Mme). 2. s. değişmez.
Leylak renginde (Une robe lilas).
liliacées diş. ç. bitb. Zambakgiller,
lilial, e s. Zambak gibi, apak, bembeyaz (Une
jeune fille à la gorge liliale).
lilliputien, ne [lilipysjë] s. 1. Küçücük, minnacık (Il a
une taille lilliputienne). 2. ad. Cüce. (Dans le pays
des lilliputiens).
limace diş. 1. Kabuksuz sümüklüböcek, sülük
salyangozu, 2. mec. Uyuşuk adam, tembel
teneke, sümsük. 3. hlk. Gömlek,
limaçon er. 1. Salyangoz, 2. Arşimet vidası denilen
ve döndürülerek aşağıdan yukarıya su çekmeye
yarayan aygıtın halk arasındaki adı. 3. anat.
(Kulakta) Salyangoz. § En limaçon: Sarmal,
°helezoni (Escalier en limaçon: Döner merdiven).
limage er. Eğeleme, törpüleme.
limaille diş. Eğe talaşı, eğinti (Limaille de fer).
limande diş. 1. hayb. Pisibalığı. 2. den. Halat sargısı,
baderna. § Limande-sole: hayb. Kızıl dilbalığı.
limbe er. 1. (Matematik aletlerinde) Dereceli kenar
(Limbe d'un théodolite). 2. (Yıldızlarda) Dış
kenar,
kenar
(Limbe
solaire).
3.
bitb.
Yaprakayası. 4. ç. (Hıristiyanlarca) Vaftiz
olmadan ölen çocukların ruhlarının gittiği yer. S.
ç. mec. Belirsiz durum, belirsizlik (Ces projets de
réforme sont encore dans les limbes).
lime diş. 1. Eğe; törpü (Lime à main, lime à ongles).
2. hayb. Pisibalığı. 3. bitb. Bir tür limon ağacı, acı
sulu bir tür limon,
limer gçl. 1. Eğelemek; törpülemek (Limer une pièce
de fer. Limer ses ongles). 2. mec. Düzeltmek,daha
iyi bir duruma getirmek (Limer ses écrits).
limette diş. bitb. Tatlılimon.
limettier er. bitb. Tatlılimon ağacı,
limeur, euse s. ve ad 1. Eğeleyici, törpüleyici;
eğeci, törpücü. 2. diş. Eğeleme makinası,
törpüleme makinası.
limicole s. hayb. 1. Deniz dibindeki çamurlarda
yaşayan (Annélides limicoles). 2. er. ç. hayb.
Çamurkoşarları.
limier er. 1. İri av köpeği. 2. mec Polis, "hafiye,
liminaire s. Bir kitap, bir söylev yada bir
tartışmanın başında yer alan
(Déclaration
liminaire, épitre liminaire).
•imitable s. Sınırlandırılabilir,
limitatif, ive s. Sınırlayıcı, sınırlandırıcı (Dispositions
limitatives d'une loi).
limitation diş. Sınırlama, sınırlandırma; sınırlanma,
sınırlandırılma (Limitation des naissances. Sans
limitation de temps. Apporter des limitations à
l'exercice du droit de grève).
limite diş. 1. Sınır (Le Rhin marque la limite entre

limousine
les deux pays. Fixer les limites d'un champ). 2. Uç,
son, son sınır, c had (Les armées installées aux
limites de tEmpire romain. La limite d âge). 3. s.
En son (La vitesse limite des véhicules). 4. s.
Tavan, üstüne çıkılamayacak (Desprix limites). §
Sans limites: Sınırsız, sonsuz (Un pouvoir sans
limites). Connaître ses limites: Haddini bilmek;
gücünün,
yeteneğinin
sınırlarını
bilmek.
Dépasser les limites: Haddini aşmak, çizmeden
yukarı çıkmak,
limité, e s. 1. Sınırlı, °mahdut (Tirage limité.
Surface limitée). 2. Olanakları sınırlı, kıt kanaat
geçinen (Il est assez limité).
limiter gçl. 1. Sınırlandırmak (Limiter le pouvoir
d'un chef, la durée de parole des orateurs). 2.
Limiter qch à qch: Bir şeyi -ile sınırlandırmak
(Limiter f enquête aux faits immédiats). § Se
limiter: 1. Kendini sınırlamak (Savoir se limiter
dans son activité). 2. Se limiter à qch, à f. qch: -ile, mekle yetinmek, -de
kalmak, -mekte kalmak (Je
vais me limiter à exposer l'essentiel).
limiteur er. tek. Kısıcı,sınırlayıcı,düşürücü (Limiteur
de messe).
limitrophe 5. 1. Sınırda yaşayan, sınır üzerinde
bulunan (Ces populations limitrophes qui cultivent
les champs de bataille). 2. Sınırdaş, komşu, sınır
komşusu (Villes, pays limitrophes).
limnée diş. hayb. Sivri-tatlısu salyangozu,
limnologie diş. coğr. Gölbilim.
limogeage er. tkz. Sürme; kızağa çekme; sürülme,
kızağa çekilme,
limoger gçl. tkz. Sürmek; yetkilerini elinden almak,
kızağa çekmek (Limoger un commandant, limoger
un préfet).
limon er. 1. Mil, lığ, balçık (Le Nil laisse un limon qui
fertilise la terre. Limon employé comme engrais).
2. (Eski) Sulu limon. 3. (Arabada) Ok, araba oku.
4. Merdiven böğrü,
limonade diş. Limonata.
limonadier, ère ad. 1. Limonatacı. 2. Kahveci
(Restaurateurs et limonadiers).
limonage er. (Tarımda) Milleme.
limoneux, euse s. Balçıklı, çamurlu, lığlı (Eau
limoneuse).
limonier er.bitb. l.Limonağacı.2. Koşum beygiri, araba
beygiri.
limonière diş. 1. (Arabada) Ok çifti. 2. Çift oklu,
dört tekerlekli araba,
limonite diş. yerb. Limonit,
limousin, e i. ve ad. 1. Limoges yada Limousin
bölgesinden (Un écolier limousin, troubadours
limousins). 2. er. Duvarcı, moloz duvarcı,
limousinage er. Moloz duvar,
limousine diş. 1. Bir çeşit çoban kebesi (Le berger
limousiner
se dépouilla de sa lourde limousine de bure). 2.
(Eski) Kupa biçimi araba yada otomobil,
limousiner gçl. Moloz duvarlarla yapmak,
limpide s. 1. Saydam, duru, "berrak, pırıl pırıl
(Eau, source, cristal limpide). 2. mec. Açık, sade,
anlaşılabilir (Une explication limpide).
limpidité diş. 1. Saydamlık, duruluk, "berraklık,
pırıl pırıllık (Limpidité de l'eau, de l'air, du ciel). 2.
mec. Açıklık, sadelik, anlaşılabilirlik (Limpidité
d'un style, d'une explication, d'une démonstration).
limure diş. I. Eğeleme, törpüleme. 2. Cila, perdah,
lin er. bitb. 1. Keten (Tissu de lin). 2. Keten kumaş
(Chemise de tin).
linacées diş. ç. bitb. Ketengiller,
linaire diş. bitb. Nevruzotu, aslanağzı,
linceul er. Kefen (Envelopper un cadavre dans un
linceul).
linéarité
diş.
1.
mat.
Doğrusallık.
2.
dilb. Çizgisellik.
linéaire s. 1. Çizgiye değgin, çizgisel (Dessin
linéaire). 2. Çizgimsi, çizgiyi andıran (Un récit
tout linéaire, je veux dire sans épaisseur). 3. Dar ve
uzun (Feuilles linéaires). 4. mat. Doğrusal
(Fonction linéaire). 5. dilb. Çizgisel. § Mesures
linéaires: Uzunluk ölçüleri. Perspective linéaire:
Çizgi görüntü, çizgisel oylum çizim,
linéament er. 1. Yüz çizgisi (Un fin visage dont
les linéaments trahissaient de la fatigue et une
grande bonté). 2. mec. Taslak, taslak çizgi, taslak
görüntü (Des linéaments vagues commencèrent à
se former dans sa méditation).
linéature diş.
(Televizyon)
Ekran
tarama
çizgi sayısı.
liner [lajncen] er. İng. 1. Büyük hatlarda, uzak
mesafelerde çalışan yolcu gemisi. 2. Büyük yolcu
uçağı.
linette diş. Keten tohumu.
linge er. 1. Çamaşır (Corde à linge: Çamaşır ipi.
Pince à linge: Mandal. Armoire à linge: Çamaşır
dolabı. Laver le linge. Essora-, sécher, repasser le
linge. Etendre du linge). 2. tç çamaşır (Changer de
linge. Mettre du linge propre). 3. Çaput (Frotter
avec un linge). § Blanc comme un linge: Çok
solgun, soluk, sapsarı. Il faut laver son linge sale
en famille: Baş kırılır fes içinde, kol kırılır yen
içinde. Il y a du beau linge: hlk. Pek şık kadınlar
var.
linger, ère s. ve ad. 1. Çamaşır, havlu vb. yapan
yada satan, yağlıkçı (Marchand linger, marchande
lingère, une lingère). 2. diş. (Büyük konaklarda)
Çamaşır kâhyası, çamaşırcıbaşı.
lingerie diş. 1. Çamaşır yapımcılığı yada satıcılığı,
yağlıkçılık. 2. Çamaşır serme yeri. 3. Çamaşır
odası. 4. Çamaşır, iç çamaşırı (Magasin de.

833

lippée

lingerie. Lingerie pour hommes).


lingot er. Külçe (Des lingots d'or, d'argent, de
plomb).
lingotière diş. Külçe kalıbı,
lingual, e s. 1. Dile değgin, dille ilgi (Artere linguale.
Muscles linguaux). 2. dilb. Dilsel, dilin çeşitli
devinimleri sonucu oluşan (Consonnes linguales).
linguifoime s. Dil biçiminde, dilsi, dilimsi.
linguiste ad »Dilbilimci, dil bilgini,
linguistique diş. dilb. 1. Dilbilim (La linguistique
décrit les langues du monde, leur histoire et leur
fonctionnement,
et étudie le langage comme
activité humaine. Linguistique générale, historique,
fonctionnelle, structurale, appliquée). 2. s. a)
Dilbilimsel (Etudes linguistiques. Bulletin de la
société linguistique), b) Dilsel,
linguistiquement bel. Dilbilimsel olarak, dilbilimsel
açıdan.
linier, ère i. 1. Ketene değgin (Industrie linière).
2. diş. Keten tarlası.
Uniment er. Ovmaya yarayan ilaç, ovma merhemi,
ovma kremi,
linoléum er. 1. Mantarlı muşamba, linolyom. 2.
Linolyom döşeme, linolyom halı (Le linoléum
étouffait mes pas).
linon er. İnce keten bezi (Mouchoir de linon).
linotte diş. hayb. Ketenkuşu. § Tête de linotte: Kuş
beyinli,
linotype diş. Linotip.
linteau er. Boyunduruk; kapı yada pencere gibi
açıklıkların üzerine konulan ağaç, taş yada beton
kiriş.
lion, ne ad. 1. Aslan (Rugissement du lion. Chasse au
lion). 2. Aslan burcu. 3. mec. Gözüpek, yürekli,
aslan gibi adam (C'est un lion). 4 Kahraman,
ünlü (Le lion du jour). 5. diş. mec. Şık ve güzel
kadın, çok güzel giyinen kadın. § Lion de men
Deniz aslanı denilen bir fok türü. La part du lion:
Aslan payı. Fort comme un lion: Aslan gibi
kuvvetli. Se battre comme un lion: Aslanlar gibi
vuruşmak,
lionceau er. Aslan yavrusu,
lipémie diş. hek. Kandaki yağ oranı, lipit
oranı.
lipide er. 1. kim. Lipit. 2. hek. Yağ (Lipides
alimentaires, lipides de t organisme).
lipidique s. Lipitle ilgili, lipide değgin,
lipome er. hek. Yağ uru.
lipophile s. Yağlı maddeleri tutan,*yağtutar.
liposoluble s. Yağda erir.
lippe diş. Sarkık dudak, kalın ve sarkık alt dudak.
§ Faire la lippe: Somurtmak, surat asmak,
dudağını sarkıtmak,
lippée diş. 1. Lokma. 2. (Eski) Bol ve iyi yemek.
lippu
§ Franche lippée Bedava yemek,
lippu, e s. Sarkık dudaklı, kalın dudaklı (Bouche
lippue).

liquation diş. (Madencilikte) Kal.


liquéfaction diş. kim. Sıvılaşma (Point de
liquéfaction).
liquéfiable s. Sıvılaşabilir (Gaz liquéfiables).
liquéfiant, e s. Sıvılaştırıcı.
liquéfier gçl. Sıvılaştırmak (Liquéfier un gaz).
§ Se liquéfier: 1. Sıvılaşmak (Legoudron se liquéfie
sous l'action de la chaleur). 2. mec. Bitmek,
çökmek, yere serilmek,
liquette diş. hlk. Gömlek (Repasser les liquettes).
liqueur diş. 1. kim. Sıvı madde, çözelti (Liqueur
de Fehling: Fehling çözeltisi). 2. Likör (Boire un
petit verre de liqueur après le repas).
liquidable s. Tasfiye edilebilir, tasfiye edilmesi
gereken.
liquidambar er. Günlük ağacı, "amberi sayil.
liquidateur, trice ad. huk. Tasfiye memuru,
liquidatif, ive s. Hesap tasfiyesine değgin (Acte
liquidatif, opération liquidative).
liquidation diş. 1. Tasfiye; hesap tasfiyesi (La
liquidation d'un compte, de l'impôt). 2. Elden
çıkarma, satma (La liquidation d une propriété). 3.
İndirimli satış (Liquidation de fin de mois.
Liquidation du stock après inventaire). 4. mec.
Ortadan
kaldırma,
temizleme,
öldürme
(Liquidation d'un témoin gênant).
liquide s. 1. Sıvı, sıvı halinde bulunan (Un corps
liquide, gaz liquide, l'air liquide). 2. dilb. Akıcı
(Consonnes,
liquides: Akıcı
ünsüzler). 3.
Nakit, serbest, elde serbest bulunan (Argent
liquide). 4. er. Sıvı (Un liquide incolore). 5. er.
İçecek içki; şarap (Qu'est-ce qu'il s'enfile comme
liquide!). 6. Sulu yemek, çorba, et suyu (Malade
qui ne peut prendre que des liquides). 7. Su, özsu
(Liquides organiques. Liquide céphalo-rachidien.
Liquide nourricier des végétaux). § La plaine
liquide: mec. Deniz. L'élément liquide: mec. Su.
liquider gçl. 1. Tasfiye etmek, elden çıkarmak,
satmak (Liquider des actions, des biens, des terres).
2. Ödemek, kapatmak (Liquider un compte, une
dette). 3. Çözmek, yoluna koymak (Liquider une
affaire). 4. Tasfiye etmek, ortadan kaldırmak,
kökünü kazımak (Liquider la féodalité). 5. Yapıp
kurtulmak (Liquider un travail). 6. İndirimli
satmak (Liquider un stock). 7. tkz. Hesabını
görmek, işini bitirmek, ortadan kaldırmak,
öldürmek (Liquider un témoin gênant).
liquidien, ne s. Sıvılara değgin, sıvılarla ilgili,
liquidité diş. 1. Sıvılık, sıvı olma hali (Liquidité
du mercure, du sang). 2. Paraya çevrilir değer;
nakit (Les liquidités dune banque).

834

lisière
liquoreux, euse s. Likörsü, likörümsü, likörü
andıran (Vin liquoreux).
liquoriste ad. Likörcü.
lire diş. İtalyan para birimi, liret,
lire gçl. 1. Okumak (Lire une lettre, un roman, un
journal). 2. Yüksek sesle okuyup bildirmek (Lire
un arrêt, un jugement). 3. Sökmek, okumak (Lire
une écriture difficile, lire les caractères chinois). 4.
Sezmek, anlamak, kavramak, keşfetmek (J'ai lu
son sentiment sur son visage, dans ses yeux). 5. Lire
qch à qn: Birine bir şey okumak (Dre une histoire à
ses enfants) § Lire dans le marc du café: Kahve
falına bakmak. Lire les lignes de la main, dans les
lignes de la main: El falına bakmak,
lis, lys [fis] er. Zambak (Le lis est le symbole de
la pureté. Il est blanc comme un lis). § Lis des
étangs: Aksu
gülü.
Lis
Saint-Jacques:
Güzelhatunçiçeği. Fleur de lys: Fransa krallığı
simgesi. Le Royaume des lis: Fransa,
lise, lyse diş. Hareketli kumlar, çırpındıkça
içine gömülünen kumlar,
lisérage er. Zıhlama, kenar şeridi geçirme,
liséré er. Bir giysinin kenarına geçirilen şerit, zıh,
kenar şeridi (Liséré de soie. Liséré de robe, de
veste).
lisérer gçl. 1. Zıh geçirmek, kenar şeridi geçirmek.
2. Lisérer qch de qch: Bir şeye -den zıh geçirmek
(Lisérer une flanelle de vert d ortie). § Se lisérer de
qch: -ile zıhlanmış olmak, -den zıhı bulunmak
(Leurs vêtements se Useraient d'un fin duvet blanc).
liseron er. bitb. Gündüzsefası, çitsarmaşığı,
kahkaha çiçeği. § Liseron des champs:
Tarlasarmaşığı. Liseron scammoné: Mahmude,
liseur, euse ad Çok okuyan, okuma meraklısı;
okuyucu (C'est un grand liseur de romans
policiers).
liseuse diş. 1. Kitap okurken kalman sayfayı
göstermek üzere arayan konulan kâğıt bıçağı. 2.
(Yatakta kitap okurken kadınların giydiği) Bir
çeşit yün hırka, lizöz.
lisibilité diş. Okunaklılık, okunabilirlik (lisibilité
d'une écriture).
lisible s. 1. Okunaklı, okunabilir, kolay okunur
(Ecriture, inscription, signature lisible). 2.
Okunmaya değer (Cet article est à peine lisible).
lisiblement bel. Okunaklı bir şekilde, kolay
okunacak şekilde (Ecrire lisiblement).
lisière diş. 1. Kumaş kenarı, kumaşın iki kenarında
bulunan şerit (Lisière d'un tissu différent. Largeur
d'un drap entre les lisières). 2. Sınır (Lisière d'un
champ, dun bois, d'une forêt. Lisières d'un pays).
3. ç. mec. Yürümek için birinin gereksindiği
yardım. § Tenir qn en lisières: -in iplerini elinde
tutmak, dilediği gibi yönetmek.
lissage
lissage er. 1. Yalızlama, perdahlama. 2. (Gemi
kaplamasına) Kuşak geçirme. 3. (Dokuma
tezgâhında) Gücü düzme,
lisse diş. 1. (Dokuma tezgâhında) Gücü. 2. Mühre,
deri parlatmaya yarayan kunduracı aleti. 3. s.
Kaygan; düz ve parlak; yalız, perdahlı (Pierre
lisse Une peau lisse. Ecorce lisse du hêtre. Cheveux
lisses). 4. s. Düz (Muscles lisses).
lisser gçl. 1. Kayganlaştırmak, yalızlamak,
perdahlamak (Lisser les peaux, les cuirs, les
étoffes. Lisser sa moustache, ses cheveux). 2.
(Gemi kaplamasına) Kuşak çekmek,
iisseur, euse ad. 1. Perdahçı. 2. diş. Perdah makinası.
lissoir er. Perdah aleti, mühre,
listage er. *Dizelgeleme, listeleme, liste haline
getirme.
liste diş. 1. (Atlarda) Akıtma. 2. *Dizelge, liste
(Son nom n'est pas sur la liste. La liste des livres
nouvellement entrés à la bibliothèque.
Liste
ouverte, liste close. Etre inscrit sur la liste
électorale). § Liste civile: Hükümdar ödeneği,
"hazinei hassa; devlet başkanlığı ödeneği. Liste
des mets: Yemek listesi. Liste électorale: Seçim
listesi. Liste noire: Kara liste. Dresser une liste:
Liste düzenlemek, liste yapmak. Faire la listede: in listesini yapmak (Faire la
liste des absents).
Grossir la liste de: -in sayısını arttırmak, -e
eklenmek (Il a grossi la liste des mécontents).
listel, listels, listeaux er. 1. Pervaz. 2. Küçük
kabartma. 3. Para yada madalya pervazı,
lister gçl. *Dizelgelemek, listelemek, liste haline
getirmek. .
lit er. 1. Karyola (Lit de fer, lit portatif). 2. Yatak
(Dormir dans son lit. Sauter, sortir du Ut. Un lit de
plumes). 3. (Akarsularda) Yatak (Fleuve qui sort
de son lit. Détourner une rivière de son lit). 4.
(Madenlerde) Yatak (Lit d'argile, lit de pierre, lit
de carrière). 5. Katman, tabaka (Ut de sables, lit
de cendres). 6. mec. Evlilik, evlenme (Enfants du
premier lit. Elever les enfants dun autre lit). Lit de
justice:
(Eskiden)
Paris
parlamentosunda
kralların oturduğu taht; (daha sonra) kiralın
huzurunda yapılan yargı toplantısı. Lit de parade:
Büyük adamların, öldüklerinde yatırıldıkları
yatak. Lit du vent, lit de vent: Yelin estiği yön. Au
saut du lit: Yataktan kalkar kalkmaz, uyanınca.
Sur son lit de mort: Ölüm döşeğinde, ölmek
üzereyken. Aller au Ht, se mettre au lit: Yatağa
girmek, yatmak. Faire son lit: Yatağını yapmak,
düzeltmek. Faire lit à part: (Karı koca)
Yataklarını ayırmak, ayrı yatmak. Garder le lit:
Yatakta hasta yatmak. Mourir dans son lit: Başı
yastıkta ölmek, eceliyle ölmek. Comme on fait son
lit, on se couche: Ne ekersen onu biçersin.
835

litigieux

litanie diş. 1. ç. Kilisede okunan dua, uzun dua


(Réciter, chanter des litanies). 2. mec. tkz. Uzun ve
bıktırıcı sözler, tıraş (C'est la litanie éternelle. Une
litanie dinjures).
litchi, letchi er. Sıcak bölgelerde yetişen bir çam
cinsi; bu ağacın meyvası.
liteau er. 1. Kurt yatağı, kurt ini. 2. (Havlu ve
bezlerde) Zıh, kenar çizgisi (Un essuie-main à
liteaux rouges). 3. Çıta.
litée diş. Bir inde bulunan yabani hayvan topluluğu,
bir inlik yabani hayvan (Une litée de marcassins,
de lapereaux).
liter gçl. Üst üste dizmek, kat kat sıralamak, istif
etmek (Liter des poissons salés).
literie diş Yatak takımı; yorgan, çarşaf, yastık vb.
(Elle laisse la literie s'aérer longuement à la
fenêtre).
litharge diş. kim. Kurşun oksit, mürdesenk.
lithiase diş. hek. Taş yada kum hastalığı (Lithiase
rénale, urinaire).
lithine diş. kim. Lityum oksidi,
lithium er. kim. Lityum.
litho diş. (Lithographie'nin kısaltılmışı) Taş baskı,
taşbasma, litografya (Faire encadrer une litho).
lithocromie diş. Renkli taşbasması, renkli taşbaskı.
lithographe
ad.
Taşbasmacı,
taşbaskıcı,
litografyacı.
lithographie diş. Taşbasma, taşbaskı, litografya,
lithographier gçl. Taşbaskı ile basmak, taşbasma ile
basmak (Lithographier une affiche, un album).
lithographique s. Taşbaskıya değgin, taşbasmaya
özgü (Encre lithographique).
lithologie diş. yer. *Taşbilim.
lithologique s. *Taşbilimsel.
lithosphère diş yerb. Taşyuvaıı, taşküre.
lithotomie diş. hek. (Sidik torbasında) Taş çıkarma
(ameliyatı).
lithotritie [litıtrisi] diş. hek. (Sidik torbası içinde)
Taş ufalama (ameliyatı),
litière diş. 1. Ahırda hayvanların yatması için
döşenen ot, hayvan yatağı, yataklık. 2. Sedye. 3.
(Eski) Tahtıravan (Litière orientale. Voyager en
litière). § Etre sur la litière: Yataklık hasta olmak,
hastalanıp yatmak. Faire litière de qch: -e
aldırmamak, -i önemsememek, göz önüne
almamak, hesaba katmamak (Faire litière des
conventions, de son honneur).
litige er. 1. huk. Dâva, ihtilaf, uyuşmazlık, niza
(Litiges soumis aux tribunaux. Arbitrer, régler,
trancher un litige). 2. Anlaşmazlık, uyuşmazlık
(Régler le litige par voie de négociations).
litigieux, euse s. Üzerinde uyuşulamayan, kavgalı,
anlaşmazlık konusu olan (Arbitrer une affaire
litigieuse. Les points litigieux).
litispendance

836

litispendance diş. huk. I. (Eskiden) Dâvanın görülmesi. 2. (Bugün) "Dâvada


muallakiyet; dâvanın
aynı anda aynı derecede yetkili iki mahkemede
görüşülmesi,
litorne diş. Bir tür ardıç kuşu.
• litote diş.ed. *Arıksılık, "arıksayış, "yeğinseme,
"zaafı suri; zayıf görünen bir sözcüğü kuvvetli bir
anlam verecek şekilde kullanma, örneğin, "çok
iyidir" demek yerine "fena değil" deme (On se
sert dune litote quand on suggère une idée par la
négation de son contraire).
litre diş. Önemli kişilerin ölümünde kilisenin
etrafına gerilen enli siyah şerit,
litre er. Litre (Litre en verre pour le vin. Boire un litre
de bière).
litron er. 1. Tahıl ölçmede kullanılan eski bir ölçek,
tenekenin onaltıda biri 2. hlk. Bir litre şarap,
littéraire s. 1. "Yazınsal, "edebî; yazına, edebiyata
değgin (La vie littéraire. Milieux, cercles, salons
littéraires. Prix littéraires). 2. ad. "Yazıncı,
edebiyatçı; edebiyat öğretmeni,
littérairement bel. Yazınsal açıdan, edebiyat
bakımından.
littéral, e s. 1. Harf kullanan, yazı kullanan, harfli,
yazılı (Notation littérale. X, Y sont des symboles
littéraux de l'algèbre. L'arabe littéral). 2. Sözcük
sözcük bağlı kalınarak yapılan (Une traduction
littérale). 3. Öz, asıl, gerçek (Le sens littéral dun
mot). 4. Yazıya dayalı, yazılı (Preuve littérale) §
Au sens littéral du mot: Sözcüğün gerçek
anlamıyla.
littéralement bel. 1. Sözcüğü sözcüğüne, sözcük
sözcük bağlı kalarak (Traduire, copier un texte
littéralement). 2. tkz. Tam anlamıyla, tamamiyle
(Il était littéralement fou, hors de lui).
littéralité diş. (Çeviride) Metne sıkı sıkıya
bağlılık (Traducteur, esclave de la littéralité).
littérarité diş. Yazınsallık,°edebilik.
littérateur er. (Genellikle küçümseme ile kullanılır)
"Yazıncı, "edebiyatçı,
littérature diş. 1. (Eski) Genel kültür (Des gens
dune agréable littérature). 2. Yazın, "edebiyat
(Histoire de la littérature turque. Littérature
réaliste, moderne, classique). 3. mec. Laf, boş söz,
edebiyat (Tout le reste est littérature). 4.
Yazıncılık, edebiyatçılık (Fairede la littérature). 5.
Kaynakça, bibliyografya (Il existe sur ce sujet une
abondante littérature). 6. Yazın bilgisi, yazın
bilgileri veren kitap, edebiyat kitabı (Littérature
de Lanson).
littoral, e s. I. Kıyısal, deniz kıyısına değgin (Zone
littorale, cordons littoraux). 2. er. Kıyı, kıyı boyu
(Un littoral sablonneux. Le littoral de ta Manche).
littorine diş. hayb. Katırboncuğu denilen deniz
livrée
yumuşakçası,
lituanie diş. Litvanya.
lituanien, ne s. ve ad. I. Litvanyalı; Litvanya ve
Litvanyalılara değgin. 2. er. Litvanyaca,
Litvanya dili.
liturgie diş. Dinsel törenlerde usul ve sıra (Livre de
liturgie).
liturgique s. Dinsel törenlerin usul ve sırasına
değgin, dinsel törenlerin usul ve sırasına uygun
(Chants liturgiques).
liure diş. 1. (Arabalarda) Yük urganı. 2. den. Ağaç
bağı.
livarot er. Livarot kentinde yapılan peynir,
Livarot peyniri,
livide s. I . Kurşuni mor. 2. (Beniz) Çok soluk (Un
teint livide. Il était tout livide sous t effet de
l'émotion).
lividité diş. 1. Kurşuni mor renk. 2. Solukluk,
solgunluk (Lividité cadavérique).
living-room er. İng. Oturma odası,
livrable s. Teslim edilebilir (Marchandises livrables
à domicile).
livraison diş. 1. Mal teslimi, teslim (Délai de
livraison. Livraison à domicile). 2.(Kitap)Fasikül,
"cüz (Livraisons dune revue, d un livre). § Prendre
livraison de qch: -i teslim almak (Prendre livraison
de la marchandise).
livre er. 1. Kitap (Composer, imprimer un livre. Faire
paraître un livre. Livre scolaire, livre relié). 2.
(Tecimde) Defter (Livre d'impôt sur transport:
Taşıma vergisi defteri. Livres de commerce: a)
Hesap defterleri, b) Ticari defterler. Livres de
comptabilité,
livres de compte:
Muhasebe
defterleri. Livre de manufacture: İşletme giderleri
defteri. Livres dentrepôt: Arakoruncak defterleri,
0
ambar defterleri. Livre de bord: Gemi defteri,
gemi günlüğü, seyir defteri. Grand livre: Büyük
defter, °defteri kebir. Livre de compte courant:
Cari hesap defteri). § Livres sacrés: Kutsal
kitaplar. Tenue de livres: Defter tutma. A livre
ouvert: Takılmadan, kolayca, rahatça (Traduire le
français à livre ouvert). Parler comme un livre:
Kitap gibi, bilgiççe konuşmak. Tenir les livres:
Defter tutmak,
livre diş. 1. (Kimi ülkelerde kullanılan para birimi)
Lira (Livre turque, livre sterling). 2. Yarım kilo
(Acheter une livre de sucre).
livrée diş. 1. (Hizmetçi ve uşaklar için) Özel kılık
(Livrée de valet, de portier, de cocher. Un valet en
livrée). 2. Uşak, hizmetçi ve uşak sınıfı (La livrée
sort du peuple. La livrée du prince accourut au
bruit). 3. mec. Belirti (La livrée de la misère). 4.
(Kimi hayvanlar ve yavru kuşlar için) Tüy. §
Porter la livrée: Uşaklık etmek.
livrer
livrer gçl. 1. Ele vermek, açıklamak, bildirmek
(Le voleur arrêté a livré ses complices. Livrer ses
compagnons de lutte par lâcheté. Livrer un secret).
2. Livrer qn, qch à: a) Birini, bir şeyi -e teslim
etmek (Livrer un coupable à la police. Livrer son
pays à F ennemi), b) -e bırakmak (Livrer une ville
au pillage). § Se livrer: 1. Kendini teslim etmek,
kendini vermek (Une femme qui se livre sans
réserve). 2. Se livrer à qn: -e açılmak, tüm gizlerini
söylemek (Il se livre trop facilement à des
étrangers). 3. Se livrer à qn: -e teslim olmak (Le
meurtrier se livra à la police). 4. Se livrer à qch: a)
Kendini -e bırakmak, koyuvermek (Se livrer au
désespoir, à une joie exubérante), b) -e girişmek (Se
livrer à une enquête approfondie, à l'étude).
livresque s. Betiksel, °kitabî, yalnız kitaba bağlı
kalmış,
kitaptan
edinilmiş
(Connaissances
livresques, science livresque).
livret er. l.Kitapçık, küçük kitap. 2. (Koleksiyon
vb için) Açıklamalı katalog. 3. Opera güftesi,
libretto (Livret dun opéra, dune opérette. Auteur
de livrets). § Livret de famille: Evlenme cüzdanı.
Livret individuel, livret militaire: Askerlik belgesi;
askerlik sicili. Livret scolaire: Öğrenci sicili;
öğrenci karnesi. Livret de santé: Sağlık karnesi,
livreur, euse ad 1. (Tecimde) Teslim memuru
(Livreurs d un grand magasin, d une compagnie de
transport). 2. diş. Eşya teslim arabası,
lixiviation diş. (Suda eriyen maddeleri ayırmak için)
Kül yıkama, kül süzme,
llanos [Ijanos] er. coğr. (Güney Amerikada) Otluk
ova.
Iloyd [fojd] er. °Loyit; denizcilik, gemicilik ortaklarının benimsedikleri ortak
ad.
loader [lodoer] er. İng. Loader, kamyonlara yük
yükleyen makina.
lob er. (Tenis) Aşırtma vuruş; topu rakibin
üzerinden aşırma (Faire un lob).
lobaire s. anat. Loba değgin,
lobe er. anat. 1. Lob (Les lobes du poumon, du
cerveau). 2. (Mimarlıkta) Dilim. § Le lobe de
l'oreille: Kulak memesi,
lobé, e s. Loplu, dilimli; dilim dilim (Feuilles
lobées du chêne, du figuier. Arcades lobées de Fart
mauresque).
lobélie diş. bitb. Lobelya.
lober gçl. 1. (Spor) Atlatmak, topu -in üstünden
aşırmak (Lober le gardien de but). 2. gsz. (Tenis)
Aşırtma vuruş yapmak; topu rakibin üzerinden
aşırtmak.
lobulaire s. Küçük bir lop biçiminde yada
görünümünde,
lobule er. anat. Lopçuk, dilimcik (Lobule du
cerveau).
837

lock-outer
lobuleux, euse s. anat. Dilimcikli, loplu (Tissu
lobuleux).
local, e s. Yerel, yöresel, yerli, "mahalli (Journal
local, traditions locales). § Couleur locale:
(Sanatta) Yerel renk.
local er. Yer, *dernekevi, daire, konut (Locaux
insalubres. Locaux commerciaux, administratifs).
localement bel. Yerel olarak; yer yer; sınırlı bir
bölgede, belli bir yerde (Temps localement
brumeux. Douleurs qui se font sentir localement).
localisation diş. 1. Sınırlandırma; sınırlandırılma
(Localisation du conflit dans les Balkans). 2. Yerini
belirtme; yeri belirtilme (Localisation
des
sensations,
des
perceptions.
Erreurs
de
localisation). 3. Yerelleştirme; yerelleşme,
localiser gçl. 1. Sınırlandırmak; yayılmasını
önlemek (Localiser un incendie, une épidémie, un
conflit). 2. Yerini belirtmek, nerden geldiğini
saptamak (Localiser un bruit, une rumeur). 3.
Yerelleştirmek,
localité diş. 1. Yerel özellik (La localité exacte est
un des premiers éléments de la réalité. Le français
s'est modifié suivant les localités). 2. Yer (Une
localité malsaine). 3. Köy, kasaba,
locataire ad Kiracı (Cet hôtel prend des locataires au
mois. Locataire dune terre, d une maison).
locatif, ive s. 1. Kiraya yada kiralamaya değgin
(Valeur locative: Kira değeri). 2. Kiracıya düşen,
kiracının yapması gereken (Risques locatifs.
Réparations locatives). 3. er. dilb. -de hali, kalma
durumu. 4. s. dilb. -de haline değgin, kalma
durumuyla ilgili (Cas locatif).
location diş. 1. Kiralama; kiraya verme, kirayla
tutma (Location dune maison). 2. Kira (Prix de la
location). 3. (Sinema yada tiyatroda; uçak, gemi,
tren gibi taşıtlarda) Yer ayırtma (Location de
loges. Location sous réserve de confirmation). §
Donner qch en location: Kiraya vermek. Prendre
qch en location: Kiralamak, kirayla tutmak,
loche diş. hayb. Çopra balığı § Loche de rivière:
Taşısıran. Loche d'étang: Balçikyiyen.
loches diş. ç. hayb. Dikenliyüzgeçgiller.
locher gsz. 1. (Nal için) Sallanmak, gevşemek,
düşmek üzere olmak (Fer de cheval qui loche). 2.
gçl. (Meyvalarını düşürmek için ağacı) Sallamak,
silkmek (Locher des noix). § Avoir toujours quelque
fer qui loche: Hep bir ufak sıkıntısı olmak,
sıkıntıdan bir türlü kurtulamamak. II y a quelque
fer qui loche: Aksayan bir yan var, işin
ilerlemesini engelleyen bir yan var.
lock er. den. Parakete.
lock-out [hkawt]
"lokavt.
lock-outer gçl.

er. İng. *İşkapatımı, *kapatım,


İşkapatımına

gitmek,

lokavt
locomobile
yapmak (Lock-outer les ateliers d une usine).
locomobile s. 1. Devingen. 2. diş. Lokomobil,
locomoteur, trice s. Kımıldatan,
oynatan,
devindiren (Muscles locomoteurs).
locomotif, ve s. Devindirici, devinim sağlayıcı;
devinimle ilgili,
locomotion
diş.
1. Devinme,
devindirme,
kımıldatma, oynatma (Muscles de la locomotion).
2. Bir yerden kalkıp başka bir yere gitme,
yolculuk, gezi (Moyens de locomotion).
locomotive diş. 1. Lokomotif (Locomotive électrique,
locomotive à moteur. Atteler une locomotive à un
train). 2. mec. Başı çeken; önder, lider (La
locomotive dun mouvement politique). § Fumer
comme une locomotive: Çok sigara içmek, baca
gibi tütmek.
locotracteur er. Motörle işleyen küçük lokomotif,
locuteur, trice ad. Okuyucu,
locuste diş. hayb. Yeşilçekirge.
locution diş. 1. Söyleyiş (Une locution élégante).
2. dilb. Deyim (Locutions propres à une langue). 3.
dilb. Düzsöz.
loden [bden] er. Bir çeşit kalın keçe kumaş,
loess [los] er. yerb. Lös.
lof er. den. Yel üstü, orsa (Aller, venir au lof).
lofer gsz. den. (Gemi için) Orsa etmek, orsalamak,
logarithme er. mat. Logaritma, "tersüs t el (Tables de
logarithme. Logarithme d un nombre).
logarithmique s. Logaritmaya değgin (Calcul
logarithmique).
loge diş. 1. Kulübe (Loge de bûcheron. Une loge de
charbonnier). 2. Kapıcı odası. 3. Loca (Les loges
de balcon. Louer une loge au théâtre). 4.
Tımarhane hücresi (Fou enfermé dans une loge). 5.
Mason locası. 6. Küçük çalışma odası. 7.
(Sirklerde) Hayvan kafesi (Loge du lion). 8. Güzel
sanatlar yarışmasına girenlerin tek başlarına
çalıştırıldıkları oda. 9. (Yemişlerde) Tohum kabı,
eşelek (Loges qui renferment les pépins de la
pomme). § Etre aux premières loges: En yakından
görüp tanık olmak durumunda bulunmak, olup
biteni görecek en uygun yerde olmak,
logeable s. Oturulabilecek durumda, oturulabilir
(Un château logeable).
logement er. 1. Ev, konut; kurum konutu (Problème
du logement, politique du logement. Trouver un
logement provisoire. S'installer dans un nouveau
logement). 2. ask. Konak yeri (Soldats à la
recherche de logements). 3. ask. Konakçı
müfrezesi. 4. Boşluk, yuva (Logement du
percuteur dans un fusil. Logement du pêne dune
serrure).
loger gsz. 1. Oturmak, kalmak "ikamet etmek
(Loger dans un appartement, dans un hôtel. Loger
838

loi
rue du Bac). 2. mec. Bir arada bulunmak, birlikte
bulunmak (La débauche et l'amour ne sauraient
loger ensemble). 3. gçl. Yerleştirmek (L'hotelier
logea les nouveaux arrivés à f annexe de l'hôtel). 4.
Barındırmak, oturtmak, konut vermek (Logerles
réfugiés. Je peux vous loger cette nuit). 5. Almak,
yedirip yatıracak durumda olmak (Le lycée peut
loger une centaine dinternes). § Loger à la belle
étoile: Açık havada yatmak, yıldız palasta
yatmak, geceyi dışarda geçirmek. § Se loger: 1.
Oturmak, kalmak (Il se loge au septième étage). 2.
mec. İyice oturmak, yerleşmek (Le remords s'est
logé dans mon coeur).
logette diş. Küçük baraka, kulübe, loca vb.
logeur, euse ad. Döşeli odalar kiraya veren kimse,
logicien, ne ad. 1. Mantıkçı (Les célèbres logiciens
de l'histoire philosophique). 2. Mantıklı,
logicisme er. fels. Mantıklaştırıcılık.
logique diş. 1. Mantık (Logique formelle, logique
pure). 2. Mantık kitabı (La logique de Goblot). 3 .s.
Mantıklı,
mantığa
uygun,
usa
yatkın
(Raisonnement, conclusion logique). 4. s Mantığa
değgin, mantıksal. 5. Tutarlı (II reste logique avec
lui-même, avec ce qu'il pense).
logiquement bel. 1. Mantığa uygun bir şekilde,
akıllıca, doğru dürüst (Discuter, raisonner,
répondre logiquement). 2. Mantık kurallarına
göre, normal olarak (Logiquement, les choses
devraient s'arranger).
logis er. 1. Ev, konut, barınak; yuva ( Quitter le logis
familial). 2. Konukevi. § Corps de logis: Binanın
ana bölümü. La folle du logis: mec. Düş kurma
yetisi. Maréchal des logis: Assubay çavuş
(Jandarma).
logiste ad. Güzel sanatlar yarışması için tek başına
hücreye giren kimse,
logistique diş. fels. 1. Mantıksal matematik. 2.
Simgesel mantık. 3. ask. Lojistik. 4. s. ask.
Lojistik, "ikmal (Moyens logistiques d'une armée).
logographe er. (Eski) İlk Yunanlı düzyazı yazarları;
başkaları için söylev ve dilekçe yazan kimse,
logogriphe er. 1. Bir sözcükteki harflerle başka
sözcükler yapmak şeklinde bir zihin oyunu,
bulmaca. 2. mec. Anlaşılmaz şey, bilmece,
logomachie diş. 1. Önemsiz sözcükler üzerine
boşuna tartışıp durma. 2. mec. Boş sözler,
yuvarlak laflar,
logopathie diş. hek. K o n u ş m a bozukluğu,
logorrhée diş. Konuşma hastalığı, konuşmadan
edememe, konuşma ishali,
logos [logos] er. fels 1. Deyi, Tanrı "kelâmı,
"kelâm, "logos. 2. Dünyayı yöneten us.
loi diş. 1. Yasa (Loi agraire: Toprak yasası. Loi
constitutionnelle: Anayasa. Loi d'application:
Uygulama yasası. Loi de circonstance, loi
loi
d'exception: Olağanüstü durumlar yasası. Loi
impérative: °Amir hüküm. Loi martiale: Sıkı
yönetim. Loi naturelle: Doğa yasası. Loi spéciale:
Özel yasa. Article de loi: Yasa maddesi. Disposition
de la loi: Yasa hükmü. Esprit de la loi: Yasanın
ruhu. Homme de loi: Hukukçu. Lettre de la loi:
Yasanın lafzı. Projet de loi: Yasa tasarısı. Recueil
officiel des lois: Resmi gazete. Texte de loi: Yasa
metni. Loi sur la presse: Basın yasası. Lois civiles:
Yurttaşlık yasası, ° medeni kanun. Loi pénale: Ceza
yasası). 2. Kural (Lois grammaticales,
lois
phonétiques. Lois de la bienséance). 3. Güç (Lois
politiques: Siyasal güçler). 4. Hükümranlık,
boyunduruk (J'ai rangé sous mes lois une grande
partie de l'Asie). 5. Din (La loi de Mahomet:
Muhammed dini, İslâmlık. La loi de Moïse,
L'ancienne loi: Musa dini, Yahudilik. La loi
nouvelle, la loi de Jésus-Christ, La loi de l'Evangile:
İsa dini,Hıristiyanlık). § Donner la loi: Buyurmak.
Donner des lois: Yasa koymak, yasamak. Faire
loi: Yasa gibi olmak (Ici, sa parole fait loi). Faire
la loi: Buyurmak, sözünü dinletmek, efendi imiş
gibi davranmak, efendilik etmek (Vous ne ferez
pas la loi chez moi). N'avoir ni foi ni loi: Dini imanı
olmamak, din yasa tanımamak. Passer en force
de loi: Yürürlüğe girmek: Se faire une loi de f. qch:
- meyi kendisi için ilke edinmek, yasa bilmek (II
s'est fait une loi de ne jamais se mêler delà vie
personnelle des autres). C'est la loi et les prophètes:
Bu su götürmez bir gerçektir. Nécessité fait loi,
nécessité n'a pas de loi: Gereksinim kişiye her şeyi
yaptırır, aç köpek fınn deler.
loi diş. Sikke ayarı.
loin bd. 1. (Yer olarak) Uzak, ırak; uzakta, uzağa
(Vous êtes trop loin, rapprochez-vous). 2. (Zaman
olarak) Uzak, uzakta; çok eskilerde (Comme ces
années me paraissent loin! L'été n'est pas bien loin).
3. Loin de: -den uzakta (Istanbul est loin de Paris).
§ Au loin: Uzakta; uzağa, uzaklara (On aperçoit au
loin un bouquet d'arbres. Il est parti au loin sans
laisser d adresse). De loin: 1. Uzaktan (Regarde de
loin, n'approche pas. Il m'appela de loin). 2.
Eskiden, çok eski zamandan (Cela date de loin.
C'est une coutume qui vient de loin). De loin en loin:
Zaman zaman, arada bir, ara sıra (Ils ne se voient
plus que de loin en loin). Non loin de: -e yakın, -in
yanında (Une maison non loin du pont). Pas plus
loin qu'hier: Daha dün. Pas loin de qdi: Aşağı
yukarı... (Pas loin de mille francs). Bien loin de
f.qch, loin de f. qch: 1. -mekten çok uzak (Mon Jils
est loin de me donner satisfaction dans son travail).
2. -mek şöyle dursun... (Loin de m'aider, il
m'empêche de travailler). D'aussi loin que, du plus
loin que: -er... -mez (D'aussi loin qu'il me vit, il

839
loisir
agita son mouchoir: Beni görür görmez mendilini
salladı. Du plus loin qu'il m'en souvienne, je t ai
toujours haï). Bien loin que: -mesi şöyle dursun
(Bien loin qu'il ait des sentiments hostiles, il
proclame son estime pour vous). Loin de là: Tam
tersine; tersine (Il n'est pas désintéressé, loin delà.
Il n'est pas antipathique, loin de là). Aller loin:
(Gelecek
zaman
olarak
kullanıldığında)
İlerlemek, başarı göstermek, adam olmak (Ce
garçon est intelligent, il ira loin). Aller trop loin:
Abartmak; çok ileri gitmek, sınırı aşmak,
çizmeden yukarı çıkmak. Aller loin, mener loin:
Başa iş açmak, sonu kötü olmak (C'est un conflit
qui peut mener loin. Cette affaire peut aller loin).
Aller plus loin: Daha da ileri gitmek (J'irai même
plus loin et je dirai qu'il te trahira un jour). Aller
plus loin que qn: -i geçmek, geride bırakmak, -den
daha çok ilerlemek. Etre loin: Bulunduğu yerde
olmamak, kafası başka yerde olmak. Ne pas aller
loin: Ölümü yakın olmak, ayağı çukurda olmak.
Ne pas voir plus loin que son nez, que le bout de son
nez: Burnunun ötesini görememek, çok kısa
görüşlü olmak. Revenir de loin: Kefeni yırtmak,
ölümünün eşiğinden dönmek. Voir loin: İleriyi
düşünebilmek, uzağı görmek. A beau mentir qui
vient de loin: Gurbette övünmek hamamda türkü
söylemeye benzer. Loin des yeux loin du coeur:
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. D y a loin
de la coupe aux lèvres: Yemeden sindirmeye
kalkmamalı, elle ağız arasında kırk yıllık yol var,
evdeki hesap çarşıya uymaz. Qui veut voyager loin
ménage sa monture: Ağır git ki yol alasın. Qui va
doucement va loin: Ağır git ki yol alasın, acele işe
şeytan karışır. "Erişir menzili maksuduna aheste
giden.

lointain, e s. 1. Uzak; uzaktaki (Entreprendre un


voyage dans un pays lointain. Un passé lointain). 2.
mec. Uzak, dolaylı (Les causes lointaines de la
Révolution. Il n'y a qu'un rapport lointain entre les
deux affaires). 3. er. (Bir tabloda) Ufuk, uzakları
gösteren
bölüm
(Des lointains
bleuâtres,
estompés, fondus). 4. er. ç. Uzak bölgeler, ıssız
köşeler (Les lointains de la campagne romaine). §
Au lointain, dans le lointain: Ufukta, karşıda,
uzakta, uzaklarda (Dans le lointain, s'élève un
nuage de poussière).
loir er. hayb. Yediuyuklayan. § Dormir comme un
loir: Uzun ve derin uyumak, kütük gibi uyumak.
loisible s. Elde olan, yapılabilen, yapılması elde
olan (Il m'est loisible de refuser: Reddetmek
elimde). § Etre loisible à qn de f. qch: -mek -in
elinde olmak.
loisir er. 1. Boş zaman, serbest zaman (Mon travail
me laisse peu de loisir). 2. Dinlenme (Il a besoin
lokoum

840

d'un long loisir). 3. p. Eğlen œ (Organiser les loisirs.


Des loisirs coûteux). § A loisir, tout à loisir: 1.
Sıkıntıya girmeden, dara gelmeden, rahat rahat
(T y penserai à loisir quand je serai seul). 2.
Dilediğince, gönlünce (Aimer à loisir). Avoir le
loisir de f. qch: -mek için olanağı, zamanı olmak
(Je n'ai pas eu le loisir de vous écrire). Donner,
laisser à qn le loisir de f. qch: Birine -mek olanağı
vermek (Mes occupations ne me laissent pas le
loisir de vous visiter).
lokoum, loukoum er. Lokum,
lolo er. 1. (Çocuk dilinde) Süt. 2. hlk. Meme, göğüs,
lombago, lumbago er. hek. Lumbago, bel ağrısı,
lombaire 5. 1. Bele değgin (Douleur lombaire: Bel
ağrısı. Région lombaire: Bel bölgesi). 2. diş. Omur
(La dernière lombaire s'articule avec le sacrum).
lombard, e s. ve ad. 1. Lombardiyah. 2. er. Lombardiya dili, Lombartça.
lombes er. ç. anat. Bel, bel bölgesi (Douleur dans les
tombes).
lombric er. hayb. Yersolucam.
lombricidés er. ç. hayb. Yersolucamgiller.
lombricoïde s. Solucan görünümlü, solucan gibi.
londonien, ne s. ve ad 1. Londralı. 2. Londra ve
Londralılara değgin,
londrès [ladres] er. Özellikle İngilizler için
hazırlanmış uzun yaprak sigarası, Havana
purosu,
londrin er. Bir tür çuha.
long, ue s. 1. Uzun (Un long nez. Longs cheveux.
Chemise à manches longues. Ecrire une longue
lettre. Faire de longues phrases). 2. (Zaman
olarak) Uzun, uzun süren (Une longue maladie.
Un long hiver, un long passé). 3. Long de...:
...uzunluğunda (Une corde longue de sept mètres).
4. Long à f. qch: -mesi uzun süren, zaman alan,
geciken (La réponse est longue à venir. Elle a été
longue à s'habiller). 5. Açık, sıvı, sulu, pek koyu
olmayan (Une sauce longue). 6. bel. Uzun, uzun
şekilde (S'habiller long. Femme long voilée). 7. er.
Uzunluk (Un mur de cinq mètres de long). § A la
longue: Zamanla, gitgide, aradan zaman geçince
(Tu Foublieras à ta longue). Au long, tout au long,
tout du long: Tamamiyle, uzun uzadıya, eksiksiz;
hiçbir şeyi unutmadan (Lire tout du long un
roman. Raconter une histoire tout au long). Au long
de, le long de, tout le long de, tout du long de: boyunca (Le long des rues, des
quais, des ponts.
Tout te long du jour. Au long de sa vie, tout au long
de sa carrière). A longue échéance: Uzun vadede,
uzun vadeli (A longue échéance, on peut entrevoir
une solution. Projet à longue échéance). A long
terme: Uzun vadeli (Crédit à long terme). De long
en large: Bir o başa bir bu başa (Se promener de

longtemps
long en large, aller de long en large). De tout son
long: Boylu boyunca, iki seksen (S'étendre,
tomber de tout son long). De longue date: Uzun
zamandan beri (Nous sommes amis de longue
date). De longue haleine: Uzun soluklu, kalıcı
(Une oevre de longue haleine). Avoir le bras long:
Etkili kişi olmak, sözü geçmek, saygın kişi
olmak. Avoir les côtes en long: 1. Çok tembel
olmak. 2. Çok yorgun olmak, yorgunluktan
bitmek. Avoir les dents longues: 1. Çok acıkmak,
açlıktan gözü dönmek. 2. Aç gözlü olmak,
doymak bilmemek; paraya, üne çok düşkün
olmak. 3. Çok iddialı olmak, büyük laf etmek.
Etre long: mec. Sözü çok uzatmak, çok
konuşmak(Z)o/me tes ordres, ne sois pas trop long).
En savoir long: 1. Çok şey bilmek, her şeyden
haberi olmak. 2.Çok bilgili olmak. 3. Çok bilmiş
olmak. En dire long. Her şeyi ortaya koymak,
altında çok şeyler yatmak, gerçek duygu ve
düşüncelerini göstermek, pek anlamlı olmak (Sa
mine, son silence en dit long). Faire long feu: Uzun
sürmek, uzun süre devam etmek (Son succès ne
fera pas long feu).
longanimité diş. 1. Büyük hoşgörü, aşırı
hoşgörürlük, kusura bakmazlık. 2. Acılara
dayanırlık, aldırmazlık,
long-courrier s. 1. Uzun yolda çalışan, uzun
yolculuk yapan (Navire long-courrier: Uzun yol
gemisi). 2. er. Uzun yol seferi yapan uçak yada
gemi.
longe diş. 1. (Bir dana yada oğlak gövdesinin) Alt
yarısı (Une longe de veau de lait aux champignons).
2. Yular (Mener un cheval par la longe).
longer gçl. Boyunca gitmek; boyunca uzanmak
(Longer un jardin, un parc, un bois. Voiture qui
longe la mer. Un sentier longeait la rivière).
longeron er. Ana direk, ana mertek (Traverses de
rails posées sur des longerons).
longévité diş. Uzun ömürlülük, ömür uzunluğu;
uzun yaşama, uzun yaşarlık,
longicorne s. Uzun boynuzlu,
longipenne s. Uzun telekli (Oiseau longipenne).
longirostre s. Uzun gagalı,
longitude diş. coğr. Boylam.
longitudinal, e s. Boylamasına, boyuna, uzunluğuna
(Faire une coupe longitudinale).
longitudinalement bel. Boylamasına; boylamasına
olarak (Couper longitudinalement).
long-jointé, e s. Uzun bukağılı, bukağısı uzun
bağlanmış (Cheval long-jointé).
longrine diş. Taban kirişi (Voie sur longrines des
ponts métalliques).
longtemps bel. Uzun zaman, uzun süre (Parler,
marcher, vivre longtemps) § De longtemps: Uzun
longue
süre, uzun bir süre için (Je ne le verrai pas de
longtemps). Depuis longtemps: Uzun zamandan
beri, çoktan beri. Il y a longtemps: Çok önce,
eskiden, epey oluyor (Il est venu ici, il y a
longtemps). Il y a longtemps que: Çok oluyor ki,
çoktan beridir ki (II y a longtemps que je t'aime).
longue diş. 1. müz. Uzun nota. 2. dilb. Uzun ünlü;
uzun hece.
longuement bel. Uzun uzun; uzun uzadıya
(Parler, raconter longuement).
longuet, te s. 1. Uzunca (Une ode un peu longuette).
2. er. Piyano yapıcısının kullandığı ince ve uzun
çekiç. 2. er. Küçük baston ekmek, ufak fırancala.
longueur diş. 1. Uzunluk (La longueur dune route,
d'un tunnel. Mesures de longueur). 2. mec Fazla
söz, gereksiz uzatma (II faut éviter les longueurs
dans un texte). 3. (Bir yarışmaya katılan araç yada
hayvanın) Boyunca aralık, boy (Le cheval a gagné
de deux longueurs). 4. mec. Yavaşlık, ağırlık (La
longueur des négociations. Les longueurs de la
justice). § A longueur de: Tüm ...boyu, bütün... (A
longueur de semaine, les prisonniers se débattirent.
A
longueur
de journée).
En longueur:
Uzunlamasına (En longueur, la chambre a cinq
mètres). Saut en longueur: (Spor) Uzun atlama.
Tirer les choses en longueur. İşleri sürüncemede
bırakmak, çok uzatmak. Traîner en longueur:
Çok uzamak, uzun sürmek, sürüncemede
kalmak,
longue-vue diş. Tek dürbün,
looch \Jok] er. Azar azar içilen ilaç.
looping [lupirjl er. Uçakların havada yaptıkları
cambazlıklar, uçak gösterisi (Faire des loopings).
lophophore er. hayb. Altıntavuk.
lopin er. Parçacık, küçük parça (Cultiver un lopin de
de terre).
loquace s. Ağzı kalabalık, çenesi düşük, çalçene
(Homme, femme loquace).
loquacité diş. Ağız kalabalığı, çenesi düşüklük,
çalçenelik.
loque diş. 1. Kumaş parçası, paçavra (Frotter avec
une loque de laine). 2. Yırtık pırtık giysi, çul,
paçavra (Un clochard vêtu de loques). 3. mec.
Kalıntı, yıkıntı, °enkaz, bitmiş tükenmiş insan
(La peur en avait fait une véritable loque. Une loque
humaine. Il n'est qu'une loque). 4. Arılarda bir
çeşit hastalık. § Etre en loques: 1. Paramparça
olmak, lime lime olmak, 2. Paçavralar içinde
olmak, yırtık pırtık giysiler içinde olmak. Tomber
en loques: Yırtılmak, yırtık pırtık olmak, lime
lime olmak (Sa veste tombe en loques).
loquet er. (Kapı ve pencerelerde) Kol (Manoeuvrer
le loquet de la porte. Abaisser le loquet).
loqueteau er. (Kapı ve pencerelerde) Küçük kol.
841

lot
loqueteux, euse s. 1. Yırtık pırtık, yırtılmış, lime
lime olmuş (Une veste loqueteuse). 2. Paçavralar
içinde, giysileri yırtık pırtık (Un vieillard
loqueteux). 3. ad Yitik pırtık giyinmiş kimse (Un
loqueteux).
loranthacées diş. ç. bitb. Ökseotugiller.
lord er. Lord.
lord-maire er. Londra gibi kimi İngiliz kentlerinde
belediye başkanı,
lordose diş. hek. Belkemiğinin öne doğru
kamburlaşması, ters kamburluk,
lorette diş. Yosma.
lorgner gçl. 1. Göz ucuyla bakmak (Lorgner une
femme). 2. Göz dikmek, göz koymak (Lorgner un
héritage, une place). 3. gsz. Şaşı bakmak,
lorgnette diş. Cep dürbünü. § Regarder par le petit
bout de la lorgnette: Olayları dar açıdan görmek;
dar görüşlü olmak, dar kafalı olmak; pireyi deve
yapmak,
lorgnon er. Kelebek gözlük,
lori er. Bir tür Hint papağanı, papualorisi.
loriot er. Sarıasma (kuşu),
loriots er. ç. Sarıasmagiller.
loris [ h r i ] er. İnce lori; Hindistanda yaşayan
kuyruksuz bir maymunsu,
lorrain, es. ve ad Lorraine'li. Lorraine bölgesine
değgin.
lorry er. Demiryolları işlerinde kullanılan bir çeşit
alçak araba.
lors bel. (Eskimiştir) O zaman, o vakit. § Lors de:
-sırasında, esnasında (Lors de son mariage, il était
un petit employé. Lors de votre arrivée dans ce
village, les gens étaient intrigués). Depuis lors: O
zamandan beri. Dés lors: 1. O zamandan beri, o
gün bu gündür. 2. Bundan dolayı, onun için, şu
halde. Dès lors que: -diğine göre, madem ki... (Dès
lors qu'il avoue sa faute, elle lui sera pardonnée).
Pour lois: Şu halde, onun için (La situation est
embrouillée, pour lors, essayons den examiner les
divers aspects). Lors même que: -se bile (Lors
même que vous me montreriez cette lettre, je ne
pourrais pas croire à sa culpabilité: Bu mektubu
bana
gösterseniz
bile,
onun
suçluluğuna
inanamam).
lorsque ilg. -diği zaman, -diğinde, ne zaman ki
(On fait des discours, lorsqu'il faut agir).
losange er. mat. 1. Eşkenar dörtgen. 2. Baklava
biçimi (Losange de tissu, de papier). § En losange:
Baklava biçiminde (Pavage en losanges).
losangé, e s. Baklava dilimi biçiminde,
losanger gçl. Eşkenar dörtgenlere ayırmak, baklava
baklava bölmek
lot er. 1. Pay, hisse (La propriété fut partagée en
douze lots). 2. İkramiye, piyango ikramiyesi
loterie
(Gagner le gros lot. Les lots de consolation). 3.
Kısmet, nasip (Ton lot est de regretter toujours, de
ne désirer jamais).
loterie diş. Piyango (Loterie nationale. Billet de
loterie).
loti, e s. (Eski) Pay edilmiş; pay almış. § Etre bien
loti: Nasipli, kısmetli olmak. Etre mal loti:
Nasipsiz, kısmetsiz olmak,
lotier er. biy. Bir yonca türü, yaban bezelyesi,
lotion diş. 1. (Vücudun bir yerini) İlaçlı su ile
yıkama (Faire des lotions sur une plaie). 2. Yıkama
için kullanılan ilaçlı su, losyon (Lotion capillaire,
lotion médicamenteuse). 3. Koku, losyon,
lotionner gçl. 1. İlâçlı suyla yıkamak; losyonla
yıkamak (Lotionner une plaie). 2. Losyonsürmek
(Lotionner son visage, ses cheveux).
lotir gçl. 1. Bölmek, pay etmek, paylara ayırmak,
"ifraz etmek (Lotir un terrain, une propriété, un
héritage). 2. Lotir qn de qch: Birine pay olarak...
vermek (Après le partage, chacun a été loti d une
maison).
lotissement er. 1. Pay etme, bölüşme, bölüştürme,
"ifraz (Lotissement
des
immeubles
dune
succession).
2. Arsalara bölünmüş arazi,
parsellenmiş toprak; arsa, parsel (Les lotissements
de la banlieue parisienne).
loto er. Tombala,
lotta diş. Finlandiyalı kadın asker,
lotte diş. Gelincikbalığı, lota balığı,
lotus [/jty.ç] er. 1. Yabancılara yurtlarını unutturacak
denli tadı güzel bir efsane mey vasi. 2. bitb. Mısır
aknilüferi, lotüs çiçeği,
louable s. 1. Övülmeye değer, övgüye değer (De
louables efforts). 2. Saygı değer, hoş görülebilir
(Des scrupules personnels infiniment louables). 3.
Kiralanabilir (Cet appartement est difficilement
louable, il est trop vétusté).
louage er. 1. Kiralama; kiraya verme, kiraya tutma
(Contrat de louage. Voiture de louage. Louage de
maisons). 2. Kira; kira bedeli. § Louage d'ouvrage:
"İstisna akti; parça başı ücret ödenen işler için
yapılan sözleşme. Louage de service: Hizmet
sözleşmesi.
louange diş. 1. Övme, övülme (Son attitude est digne
de louange). 2. (Genellikle çoğul olarak kullanılır)
Övgü (Prodiguer des louanges). § A la louange de: için, -in onuruna (Discours à la
louange d'un
héros). Chanter la louange de qn, chanter les
louanges de qn: -i övmek, -e övgüler düzmek.
Faire des louanges à qn: -i göklere çıkarmak, -e
dalkavukluklar etmek,
louanger gçl. (Az kullanılır) Çok övmek, göklere
çıkarmak.
louangeur, euse s. Övücü, övgü dolu (Des paroles
842

louis
louangeuses).
louche s. 1. Şaşı (Une femme louche, des yeux
louches). 2. Bulanık, donuk, saydam olmayan (Un
vin louche, une lumière louche). 3. mec Karanlık,
şüpheli, namusluca olmayan (Des affaires
louches. Il fréquente les milieux louches. Un homme
louche. Un individu au passé louche). 4. er.
Orostopolluk, şüpheli bir hal, karanlık bir yan (11
y a du louche dans cette proposition). 5. diş. Kepçe
(Sa grande louche qui charriait une pleine écuelle
de soupe aux choux). 6. diş. Delik genişleten alet.
loucher gsz. 1. Şaşı bakmak, şaşı olmak (Ha un oei!
qui louche. Elle louchait légèrement). 2. Loucher
sur: -e göz dikmek, -de gözü olmak, -e göz
koymak (Loucher sur une fille, sur la voiture d'un
ami).
loucherie diş. Şaşılık, göz kayması,
louchet er. Ucu sivri bel.
loucheur, euse ad Şaşı.
louchon er. tkz. Şaşı.
louer gçl. 1. Övmek (Louer un écrivain, la sévérité
d'une personne). 2. Şükretmek (Louer Dieu). 3.
Louer qn de qch, pour qch: Birini -den dolayı
kutlamak (Je le loue infiniment de son choix. On
loua l'orateur pour la clarté de son exposé). 4.
Louer qn de f. qch: Birini -diğinden dolayı
kutlamak (On ne peut que de le louer d'avoir agi
ainsi). § Se louer: 1. (Az kullanılır) Kendini
övmek. 2. Se louer de: -den pek memnun olmak,
hoşnut olmak (Je me loue des services de ma
secrétaire. Il doit se louer de son fils). 3. Se louer de
f. qch: -diğine pek sevinmek, -diğinden dolayı
kendini kutlamak (Je me loue davoir été très
prudent. Je me loue d avoir accepté son offre).
louer gçl. 1. Kiralamak; kiraya vermek, kiraya
tutmak (Louer une maison, une chambre meublée,
un local). 2. Ayırtmak, önceden tutmak (Louer sa
place dans le train. Louer une place dans le théâtre).
3. Louer qch à qn: Birine -i kiralamak, birine bir
şey kiraya vermek (Louer des chambres aux
estivants). § Se louer: Kiralanmak, kiraya
verilmek; tutulmak (Cet appartement doit se louer
cher. Les ouvriers agricoles se louent pour les
labours).
loueur, euse ad Kiraya veren (Loueuse de chaises.
Loueur de voitures).
loufiat er. argo Kahveci çırağı, garson,
loufoques, hlk. 1. Kaçık, deli (7/est un peu loufoque).
2. Gülünç, güldürücü (Film loufoque, comédie
loufoque).
loufoquerie diş. 1. Kaçıklık, delilik. 2. Gülünçlük,
güldürücülük.
lougrc er. Manş denizinde işleyen bir çeşit yelkenli,
louis er. (Eskiden) Fransız altını, altın para (Perdrt
louise-bonne
vingt louis au baccara).
louise-bonne diş. Bir çeşit tatlı ve gevrek armut,
louis-quatorzien, ne s. Ondördüncü Louis ve
dönemine değgin,
loukoum, lokoum er. Lokum,
loup er. hayb. 1. (Köpekgillerden) Kurt (Les
hurlements du loup). 2. Kıyafet balolarında
takılan siyah yarım maske. 3. (Bir işte) Kusur. 4.
Bir tür balık, köpek yayını (Loup marin de denir).
5. (Çocukları severken kullanılan sevgi terimi
olarak) Koç, yiğit, aslan (Mon loup, mon petit
loup). § Froid de loup: Zehir gibi soğuk (Ilfait un
froid de loup). Loup de mer: Eski denizci, deniz
kurdu. Saut-de-loup: Geniş hendek. Tête-de-loup:
Tavan süpürgesi. A pas de loup: Sessiz adımlarla;
kedi, avına yaklaşır .gibi (Marcher à pas de loup).
Entre chien et loup: Sular kararırken, alaca
karanlıkta. Avoir une faim de loup: Çok acıkmak,
açlıktan gözü dönmek. Avoir vu le loup: (Genç
kızlar için) Artık pek saf olmamak, herşeyi
bilmek, hanyayı konyayı öğrenmiş olmak. Etre
connu comme le loup blanc: Herkesçe bilinir
olmak, herkesin tanıdığı ünlü biri olmak. Hurler
avec les loups: Herkesin yaptığmı yapmak. Se
jeter dans la gueule du loup: Kendini aslanın
ağzına atmak, büyük bir tehlikeye atılmak. Tenir
le loup par les oreilles: Kelleyi koltuğa almak,
büyük bir tehlikeyi göze almak. La faim fait sortir
le loup du bois: Açlık insana her şeyi yaptırır, aç
köpek fırın deler. Le loup mourra dans sa peau:
Can çıkmayınca huy çıkmaz. Le loup connaît le
loup, le voleur le voleur: Biz kırk kişiyiz,
birbirimizi biliriz. Les loups ne se mangent pas
entre eux: İt itin kuyruğuna basmaz. Quand on
parle du loup, on en voit la queue: İti an değneği
hazırla; iyi adam sözünün üstüne gelir,
loupage er. tkz. Kaçırma, yakalayamama; elden
kaçırma (Loupage d'un train, d'une occasion). 2.
Kaçırılan fırsat, elden kaçırılan şey.
loup-cervier er. 1. hlk. Vaşak. 2. mec. tkz. Mal
canlısı.
loupe diş. 1. (Deri altında) Yağ uru. 2. Ağaç uru.
3. Büyüteç, pertavsız (Travailler, tire à la loupe). 4.
argo. Haylazlık,
loupé, e s. tkz. Kaçırılmış, elden kaçırılmış (Chance
loupée).
louper gçl. tkz. 1. (Bir şeyi) Kötü yapmak,
başaramamak (Elève qui loupe sa composition de
français). 2. Kaçırmak (Louper un train, t autobus.
Louper l'occasion).
loup-garou er. 1. Kurt suretinde gezdiği söylenilen
gulyabani. 2. (Eski) İnsanlara karışmaktan
çekinen kimse, ürkürük.
loupiot, te ad. tkz. Çocuk, bızdık, kopil.

843

louvet
loupiote diş. argo. Lamba, ışık, küçük lamba,
şamdan (Allumer une loupiote).
lourd, e 1. Kaba, hantal (Elle est bête, elle est lourde,
elle est bavarde). 2. Ağır (Un lourd fardeau, une
lourde malle). 3. Ağır, ezici, güç (Une lourde tâche,
une lourde responsabilité). 4. (Silâh, sanayi vb.
için) Ağır (Armes lourdes, artillerie lourde,
industrie lourde). 5. Sert, keskin (Un vin lourd, une
odeur lourde). 6. Lourd de qch: -dolu, yüklü (Une
phrase lourde de menaces. Une table lourde de
livres, de papiers). 7. Lourd à f. qch: -mesi güç (Une
tâche lourde à accomplir). § L'eau lourde: kim.
Ağırsu. Poids lourd: 1. Ağır araçlar, ağır yük
kamyonu. 2. Ağır sıklet. Avoir l'esprit lourd: Kalın
kafalı olmak, anlayışı kıt olmak. Avoir la tête
lourde: Kafası kazan gibi olmak. Avoir la main
lourde: 1. (Vurmada) Eli ağır olmak, vurunca çok
acıtmak. 2. Eli açık olmak, cömert olmak, bol bol
vermek. Avoir les yeux lourds: Yorgunluktan,
uykusuzluktan gözleri kapanmak. Ne pas en
savoir lourd: Pek bir şey bilmemek, pek bilisiz
olmak. Ne pas peser lourd dans: -de pek önemi
olmamak, pek bir ağırlık taşımamak (Ça ne
pèsera pas lourd dans la balance). Peser lourd: 1.
Kilosu fazla olmak, topluca olmak. 2. Peser lourd
dans qch: -de ağır basmak. 3. Peser lourd sun -e
ağır gelmek (La vie pesait lourd sur ses épaules).
lourdaud, es. vead. 1. Beceriksiz, ağırkanlı(kimse).
2. Kaba saba (kimse),
lourde diş. hlk. Kapı.
lourdement bel. 1. Beceriksizce, sakarca (Marcher
lourdement). 2. Kabaca, aptalca (Se tromper
lourdement). 3. Çok, ağır şekilde (Camion
lourdement
chargé.
Ces
charges
grèvent
lourdement son budget).
lourder gçl. hlk. Kovmak, kapı dışarı etmek,
lourdeur diş. 1. Ağırlık (La lourdeur d'un fardeau,
des impôts). 2. Ağırlık, sıkıcılık, çekilmezlik (La
lourdeur d'un style). 3. Ağır kanlılık, uyuşukluk
(La lourdeur d'un domestique). 4. Hantallık,
ağırlık (La lourdeur d'un édifice, d'une forme). 5.
Kaba sabalık (La lourdeur d'un paysan).
loustic er. 1. (Eskiden) Askerleri eğlendirmek
için orduda bulundurulan soytarı. 2. Muzip,
şaklaban, şakacı. 3. tkz. Herif (C'est un drôle de
loustic). § Faire le loustic: Muziplikler yapmak,
şaklabanlık etmek (Elève qui fait le loustic).
loutre diş. hayb. 1. Susamuru. 2. Samur kürk
(Un manteau de loutre).
louve diş. 1. Dişi kurt. 2. den. Dümen yuvası. 3.
Ağır taşları kaldırırken tutmaya yarayan iki kollu
demir alet, kavraç. 4. (Balıkçılıkta) Bir çeşit
sürtme ağı.
louvet, te s. (At donu için) Kurt tüyü renginde
louveteau

844

(Jument louvette).
louveteau er. 1. Kurt yavrusu. 2. (İzcilikte) Yavru
kurt.
louveter gsz. (Kurt için) Eniklemek, doğurmak,
louveterie diş. 1. Kurt avı. 2. Kurt avcıları takımı,
louvetier er. Kurt avcıları komutanı,
louvoiement er. Yalpalama; hık mık etme;
dolambaçlı yollara baş vurma,
louvoyer gsz. 1. (Gemi için) Volta vurmak (Les
petits voiliers louvoyaient le long de la côte) 2. Hık
mık etmek, ayak sürtmek, "tereddüt etmek;
dolambaçlı yollara baş vurmak (Il louvoya
quelque temps avant de refuser. Il est inutile de
louvoyer pour lui faire
comprendre
votre
opposition).
lovelace er. Baştan çıkarıcı, çapkın,
lover gçl. 1, Kangal yapmak. 2. den. Roda etmek
(On love un cordage de gauche à droite). Se lover:
Çöreklenmek, keleplenmek (Serpent qui se love).
loxodromie diş. den. (Gemi için) Eğri gidiş,
loyal, e i. 1. Sözünün eri, dürüst, doğru, namuslu
(Un ami loyal, un serviteur loyal). 2. Özverili,
"fedakâr (Une jeunesse loyale). 3. Ödevine bağlı,
ödevcil. § A la loyale: Dürüstçe, erkekçe,
namusluca.
loyalement bel. Dürüstçe, namusluca (Accepter
loyalement sa défaite).
loyalisme er. 1. Kurulu düzene bağlılık,
"meşruiyetçili k (Loyalisme
républicain).
2.
Bağlılık (Loyalisme d'un militant envers son parti).
loyaliste s. ve ad. Kurulu düzene bağlı,meşruiyetçi,
loyauté diş. Doğruluk, dürüstlük (La loyauté
d'une conduite. Reconnaître la loyauté de son
adversaire).
loyer er. 1. Kira, kira bedeli (Le loyer d'une ferme).
2. Hizmet karşılığı ödenen para, ücret (Toute
peine est digne de loyer). 3. Karşılık, "bedel (Un
homme chargé du loyer de sesfautes). 4. Faiz oranı
(Le loyer de l'argent). § Donner à loyer: Kiraya
vermek. Prendre à loyer: Kiralamak, kirayla
tutmak.
Isd [elesde] er. Lesede, uyuşturucu.
lubie diş. tkz. *Özenç, "kapris, delice heves, delilik
(Il a des lubies. Il lui prend des lubies).
lubricité diş. "Kösnüllük, kösnücülük, "tentaparlık,
"şehvetperestlik (Se livrer à la lubricité).
lubrifiant, e s. 1. Kaypaklaştırıcı, yağlayıcı (Liquide
lubrifiant). 2. er. Kaypaklaştırıcı madde, yağ,
yıkama-temizleme yağı.
lubrification diş.
Kaypaklaştırma;
yağlama,
(Lubrification dun organe de machine par
graissage).
lubrifier
gçl.
Kaypaklaştırmak,
yağlamak,
yağlama yapmak (Lubrifier un moteur, les rouages

luger
d'une machine, l'axe d'une roue).
lubrique s. 1. Kösnücül, tentapar, "şehvetperest.
2. Kösnü uyandırıcı, kösnül, azdırıcı (Des danses
lubriques). 3. Kösnük, istekli, şehvetli (Unefemme
lubrique).
lubriquement bel. Kösnüyle, şehvetle; şehvetlice,
lucane diş. hayb. Geyikböceği.
lucarne diş. 1. Çatı penceresi, tavan penceresi
(Lucarne d'un grenier, dune mansarde). 2. Delik,
pencere görevi yapan küçük delik (Lucarnegrillée
d'un cachot).
lucide s. 1. Bilinçli, uyanık, aklı başında (Le mourant
était encore lucide). 2. Açık, aydın, bulanık
olmayan, net (Esprit lucide, raisonnement lucide.
Juger d'un oeil lucide). 3. Lucide de qch: -in
bilincinde (Un témoin lucide des événements). §
Avoir des intervalles lucides: (Deli yada bayılan
kimse için) Zaman zaman bilince kavuşmak,
zaman zaman kendini bilmek, bilinci yerinde
olmak.
lucidement bel. Bilinçli olarak, açıklıkla, aydınlıkla,
aklı başında olarak,
lucidité diş. 1. Uyanıklık, bilinçlilik, aklı başındalık,
ayıklık (Raisonner avec lucidité. Moments de
lucidité d'un fou). 2. Açıklık,aydınlık (Lucidité de
l'esprit, des idées).
luciférien, ne s. 1. Şeytanca, şeytan gibi, şeytana
özgü (Orgueil luciférien) 2. ad. tar. Şeytanatapar,
şeytana tapanlar tarikatından kimse,
lucifuge s. Işıktan kaçan (Insectes lucifuges).
lucilie diş. hayb. Altınsinek.
luciole diş. hayb. Ateşböceği.
lucratif, ive s. Kazanç getiren, para getiren, kârlı
(Un travail lucratif). § Association à but lucratif:
huk. Kâr amacıyla kurulmuş ortaklık,
lucrativement bel. Kazanç sağlayarak, para
getirerek, parasını alarak, parası verilerek
(Travailler lucrativement).
lucre er. Para kazanma, kazanç, kâr (La passion du
lucre).
ludique s. Oyuna değgin, oyunla ilgili (Activité
ludique des enfants).
ludisme er. Oynama, oyun etkinliği,
luette diş. anat. Küçükdil.
lueur diş. 1. Zayıf ışık, ölgün ışık (Lueur dune
bougie). 2. Işıltı, pırıltı (Lueur de la prunelle, des
yeux. Avoir une lueur de colère dans les yeux). 3.
mec. Kırıntı, ufak bir iz, kalıntı (Une lueur de
souvenir, de raison). § A la lueur de: -ışığında (A la
lueur dune bougie, dun feu).
luge diş. Spor kızağı, kızak (Faire une descente en
luge). § Faire de la luge: Kızak kaymak; kızak
sporu yapmak,
luger gsz. Kızak kaymak; kızak sporu yapmak.
hıgeur
hıgeur, euse ad Kızak kayan; kızak sporu yapan,
kızakçı.
lugubre s. 1. Yas belirtisi olan, ölüm belirtisi olan;
yas bildiren, ölüm bildiren (Glas lugubre). 2. İç
karartıcı, üzüntülü, üzgünlük verici, "mağmum
(Air, ton, mine lugubre).
lugubrement bel. İç karartarak; içi karararak;
üzüntülü bir şekilde, acı acı (La sirène hurle
lugubrement).
lui, elle adıl. 1. O (C'est lui, c'est elle. Lui aussi
voudrait te connaître. Je sortirai avec lui Tu dois
travailler pour lui. Je ne jouerai plus avec lui). 2.
Ona, kendisine (Je le lui ai dit. Nous lui enverrons
un paquet). § A lui seul: Tek başına, yalnız başına
(Il n'y arrivera jamais à lui seul). De lui-même:
Kendi başına; kendiliğinden (Il a agi de luimême). En lui-même, par lui-même: 1.
Özlüğünde,
aslında, "haddizatında. 2. Bizzat kendisi,
•özkendisi (Qu'il vienne ici pour voir un peupar
lui-même).
luire gsz. 1. Işımak (L'aurore luit, lejour luit, le soleil
luit). 2. Parlamak, pırıldamak (Un espoir luit
encore). 3. Parıl parıl olmak, balkımak (Les
meubles luisaient au soleil). 4. Luire de qch: -den
parlamak, pırıl pırıl olmak (Son front luisait de
sueur. Ses yeux luisent décoléré, ses regards luisent
d'envie).
luisance diş. Parlama, parlaklık, parıltı (Ses cheveux
ont une luisance légère).
luisant, e s. 1. Parlak, parıltılı; pırıldayan (Des
meubles luisants. Un regard luisant). 2. Luisant de:
-den parlayan, pırıl pırıl (Des yeux luisants de
fièvre. Vêtements luisants d usure). 3. er. Parıltı (Le
luisant d'une étoffe, du satin). § Le ver luisant:
Ateşböceği.
lulu er. hayb. Tarlakuşu, çayırkuşu.
lumaehelle diş. İçinde kavkı kırıntıları bulunan bir
çeşit mermer,
lumbago, lombago er. hek. Lumbago,
lumen er. Işık akısı birimi, "lümen.
lumière diş. 1. Işık (La lumière du soleil m'éblouit.
La lumière du jour. Année de lumière, vitesse de
lumière). 2. Aydınlık (Ouvre les volets pour que la
lumière pénètre). 3. Falya deliği; delik (Lumière
des canons des anciens fusils). 4. Elektrik, elektrik
ışığı, ışık (Ferme la lumière du bureau avant de
sortir. Eteindre la lumière). 5. mec. Işık,
aydınlatma, aydınlık, açıklama (L'auteur jette une
lumière nouvelle sur la question). 6. mec. Çok zeki
ve nitelikli kimse,beyin (Il est l'une des lumières ).
du Conseil dEtat). 7. müz. Orgun hava deliği. 8.
(Matematikte, fizik aletlerinde) Gözleme deliği;
ışıklı delik. 9. ç. Bilgi, kafa ay âm\ığ\( Un prince qui
a des lumières). 10. mec. Açıklık, bellilik, aydınlık

845

lunatique
(Les malhonnêtes gens redoutent la lumière). §
Lumière achromatique, lumière blanche spécifiée:
Tanımlı renksiz ışıklar. Lumière noire, lumière de
Wood: Görünmez morötesi ışınları. Anges de
lumière, enfants de lumière: İyilik melekleri. A la
lumière de: -ışığında (Travailler à la lumière du
jour). Commencer à voir la lumière, ouvrir les yeux
à la lumière: Doğmak, gözünü dünyaya açmak.
Jouir de la lumière: Yaşamak, sağ olmak, bu
dünyada olmak. Mettre qch en lumière:
Aydınlatmak, su yüzüne çıkarmak, açıklığa
kavuşturmak; yayımlamak, ortaya çıkarmak.
Perdre la lumière: 1. Kör olmak, dünya ışığından
yoksun kalmak, gözlerini yitirmek. 2. Ölmek,
öbür dünyayı boylamak. Porter la lumière sur
qch: -i açıklamak, aydınlatmak, aydınlığa
kavuşturmak. Voir la lumière: Yaşamak, sağ
olmak.
lumignon er. 1. Lambacık, az ışık veren lamba.
2. (Eski) (Yanmakta olan bir mumda yada
kandilde) Fitil ucu.
luminaire er. 1. Işıklık. 2. Işıklandırma araçları.
3. tkz. Her türlü aydınlatma aracı, lamba. 4. mec.
Yıldız.
luminance diş. Işıklılık ; ışınımlılık.
luminescence diş. fiz. Gazışı.
luminescent, e s. fiz. Gazışıl (Tubes luminescents
servant à l'éclairage).
lumineusement bel. Apaçık, açıkça, açık bir şekilde
(Il nous fa expliqué lumineusement. Expliquer
lumineusement un problème difficile).
lumineux, euse s. 1. Işığa değgin (Rayon lumineux,
ondes lumineuses). 2. Işıklı, aydınlık, ışık saçan,
pırıl pırıl (Une enseigne lumineuse. Les rues
lumineuses. Une source lumineuse). 3. Açık,
ortada, karanlık olmayan (Un raisonnement
lumineux).
4. Parlak, "dahice (Une idée
lumineuse).
luministe
ad.
Işık
etkilerini
vermede
uzman ressam,
luminosité diş. 1. Işıklılık, parlaklık, aydınlık
(La luminosité du ciel). 2. gökb. Aydınlatma gücü
(Luminosité d'une étoile).
lunaire s. 1. Ay'a değgin (Clarté lunaire, sol lunaire,
année lunaire). 2. Aysı, ay gibi, ayı anımsatan, ayı
andıran; değirmi (Une face lunaire, un paysage
lunaire). § Eclipse lunaire: Ay tutulması,
lunaire diş. Ayçiçeği, günebakan.
lunaison diş. Kamer ayı.
lunatique s. ve ad. 1. Gökteki ayın evrelerine göre
huyu değişen, aysar (C'est un pauvre lunatique.
Une femme lunatique). 2. Sağı solu belli olmayan,
huyu suyu bilinmeyen, dengesiz (Un homme
lunatique qui vous sourit un jour et ne vous cornait
lunch

846

lutherie

pas le lendemain. Tu es un vrai lunatique).


lunch [lœntf]er. tng. 1. Ayak üstü yenen soğuk ve
hafif yemek. 2. Öğle yemeği,
luncher gsz. (Çok az kullanılır) 1. Ayaküstü hafif
bir şeyler yemek. 2. Öğle yemeği yemek,
lundi er. Pazartesi (Il reviendra lundi). § Faire le
lundi: Pazartesi günü çalışmamak,
lune diş. 1. (Gökteki) Ay (La lune nous éclaire la
nuit). 2. Aysarlık, ay evrelerinin etkisiyle
olduğuna inanılan huysuzluk, delilik. 3. hlk.
Ablak yüz. 4. Kamer ayı (Il perdit encore trois
lunes à équiper les éléphants). § Clair de lune:
Ayışığı "mehtap (Il fait un très beau clair de lune).
Au clair de lune: Ay ışığında. Lune d'eau:
Aknilüfer. Lune de miel: Bal ayı (Il vont passer leur
lune de miel à Istanbul). Lune rousse: Nisanda
çıkıp bitkilere kuvvet verdiğine köylülerce
inanılan ay. Pleine lune: Dolunay. Poisson lune:
Aybalığı. Aboyer à la lune: mec. Boşuna
havlamak, yırtınıp durmak. Aller décrocher la
lune pour qn: -uğruna, için her şeyi yapmak,
olmayacak
şeyleri
yapmaya
kalkışmak.
Demander la lune: Olmayacak, olanaksız şeyler
istemek. Faire un trou à la lune: Borcunu
ödemeden savuşmak. Promettre la lune:
Olmayacak şeyler vadetmek. Tomber de la hine:
Eşekten düşmüşe dönmek, şaşırıp kalmak.
Vouloir prendre la lune avec ses dents: Olmayacak
bir şeyi gerçekleştirme hevesine kapılmak,
luné, e s. 1. Bien luné: Keyfi yerinde (77 est bien
luné aujourd'hui). 2. Mal luné, e: Keyifsiz,
huysuzluğu üstüne (Tu es mal luné ce matin).
lunetier, ère s. 1. Gözlüğe değgin (Industre
lunetière). 2. s. ve ad. Gözlükçü; gözlük
yapımcısı; gözlük satıcısı,
lunette diş. 1. (Delikli iskemlelerde) Delik. 2.
(Giyotinde) Mahkumun başını soktukları delik.
3. (Kuşlarda) Lades kemiği. 4. (Saatlerde) Cam
yuvası. 5. (Arabalarda) Cam (La lunette arrière).

lunure diş. Enine kesilince ağaçta daireler şeklinde


belli olan bir kusur,
lupanar er. Genelev; *buluşmaevi, *buluşumevi,
"randevu evi.
lupercales diş. ç. Eski Romalıların her yıl 15 şubatta
bolluk tanrısı Lupercus onuruna düzenledikleri
şenlikler.
lupin er. Acı bakla, Yahudi baklası.
lupulin er. Biraya özel tadını veren ve şerbetçiotu
çiçeklerinden alına reçinemsi sarı bir toz.
lupuline diş. bitb. Sarıyonca.
lupus [Ay/»j>î] er. Bir deri hastalığı (Lupus tuberculeux:
Deri veremi).
lurette diş. (Yalnız şu deyimde geçer) Il y a belle
lurette: Çok eskiden, çok zaman önce; epey
oluyor ki.
luron, ne ad. Şen, şakacı, üzüntü tasa nedir
bilmeyen, yaşamanın tadını çıkaran, "ehli keyf
(Il a été un fameux luron dans sa jeunesse).
lusin, luzin er. den. İnce halat,
lustrage er. Cilalama, parlatma, açkılama (Lustrage
des étoffes, des glaces).
lustral, e s. Temizleyici. § Eau lustrale: (Eskilerde)
Kutsal su. Jour lustral: (Eskilerde) Yeni doğan
çocuğu kutsal su ile yıkayıp adlandırma günü.
lustration diş. (Eskilerin, bir kişi yada bir yeri arı
kılmak için yaptıkları) Kutsal suyla yıkama
(Lustration des nouveaux-nés à Rome).
lustre er. 1. Parlaklık, cila (Le vernis donne du lustre
au parquet). 2. Parlatma maddesi, cila. 3.
Eskilerin beş yılda bir yaptıkları sayım bayramı.
4. (Bugün) Beş yıl, beş yıllık sür e (Je nef ai pas vu
depuis de nombreux lustres). 5. Ün (Le festival a
redonné du lustre à ta petite ville). 6. Avize (Un
lustre de cristal. Le salon est éclairé par un lustre).
lustré, e s. 1. Cilalı; parlak, parlatılmış XCheveux
lustrés. Ailes lustrées des corneilles). 2. Eskilikten
parlamış, aşınmaktan parlamış (Veste lustrée aux
coudes).

6. Mermilerin çapını ölçmeye yarayan delikli alet.


7. (Mimarlıkta) Geçme tonoz. 8. Aydınlık
penceresi. 9. (Yüznumaralarda) Delik (Lunette
des cabinets). 10. Dürbün (Une lunette d approche.
Une lunette astronomique). 11. ç. Gözlük (Des
lunettes de soleil. Etui à lunettes.
Lunettes
à monture d'or. Mettre ses lunettes. Porter des
lunettes. Un homme à lunettes).
lunetté, e s. Gözlüklü, gözlük taşıyan.
lunetterie diş. Gözlükçülük.
luniforme s. Ay biçiminde, aysı, ayımsı; ayça
biçiminde, ayçamsı.
lunule rf/y. 1. biy. Akçılyay, °lunula, tırnak dibindeki
beyazlık. 2. hek. Aycık, küçük ay, tırnak
diplerindeki beyazlık.

lustrer gçl. 1. Parlatmak, cilalamak (Le chat lustre


son poil en se léchant. Lustrer les cuirs). 2.
(Eskiterek, yıpratarak) Parlatmak (Lustrer les
manches de son veston sur les pupitres de l'école).
lustrerie diş. Avizecilik.
lustrine diş. Parlak ipekli,
lut [lyt] er. Ateşe vurulan kabları sımsıkı kapamak
için kullanılan sıvama balçığı, fizik balçığı,
lutation diş. kim. Fizik balçığı sıvama,
luter.gp/. Fizik balçığı sıvamak,
luth er. 1. Ut, lavta (Jouer du luth). 2. mec. Lirik
şiir simgesi; şiir yetisi. 3. hayb. Büyük deniz
kaplumbağası,
luthéranisme er. Luther öğretisi, Lütercilik.
lutherie diş. Çalgı yapımı; çalgı alım satımı; çalgı
luthérien
dükkânı.
luthérien, ne s. ve ad. Luther mezhebinden olan,
Lüterci; Luther'e özgü.
luthier er. Çalgı yapıp satan,
luthiste ad. Ut çalan, udi.
lutin er. 1. Cin. 2. mec. Yaramaz çocuk, küçük
şeytan, cin.
lutin, ne s. Şeytan gibi, cin gibi (Une figure lutine,
un regard lutin).
lutiner gçl. Takılmak, şakalar yapmak (Lutiner une
femme).
lutrin er. 1. (Kilisede) Kitap rahlesi. 2. İlahi korosu,
lutte diş. 1. Güreş (Lutte libre, lutte gréco-romaine).
2. *Savaşım, 'mücadele (La lutte contre le cancer.
La lutte d'un peuple pour son indépendance. La
lutte des classes). 3. Çatışma, çekişme, kavga,
savaş (Des luttes d'intérêt. Lutte entre le bien et le
mal). § De haute lutte, de vive lutte: Zorla, bilek
gücüyle (Enlever de haute lutte une position
ennemie).
lutter gsz. 1. Savaşmak, vuruşmak, dövüşmek (Les
deux armées luttèrent). 2. Lutter avec qn: -ile
güreşmek. 3. Lutter contre: -e karşı savaşmak,
"mücadele etmek (Lutter contre la tuberculose). 4.
Lutter pour qch, pour f. qch: -için, -mek için
savaşmak, mücadele etmek; yarışmak (Lutter
pour la liberté, pour l'indépendance, lutter pour
sortir de misère. Le fisc, la féodalité semblent lutter
pour abrutir le peuple). 5. Lutter de qch: -yarışına
girmek (Lutter de vitesse, lutter déloquence).
lutteur, euse ad. 1. Güreşçi, "pehlivan. 2. mec.
Savaşçı, "savaşımcı "mücadeleci,
lux [/yjfcs] er. fiz. Lümen bölü metrekare, "lüks,
metrekare başına bir lümenlik ışık veren aydınlık
birimi.
luxation diş. (Kemikler için) Yerinden çıkma, çıkık
(Luxation de l'épaule, de la hanche).
luxe er. 1. Şatafat, "lüks (Vivre dans le luxe, aimer
le luxe). 2. Zenginlik, gösteriş (Le luxe dune
chambre à coucher. Le luxe insolent des nouveaux
riches). 3. Gereksiz masraf, gereksiz harcama
(C'est un luxe que mon salaire ne me permet pas). 4.
Un luxe de...: Bir sürü, bir çok (Raconter un
accident avec un luxe de détails. S'entourer d'un
luxe de précautions). § Se payer le luxe de f. qch:
Nasılsa -mek, nasıl olduysa -mek, anasını satayım
deyip -mek (Il s'est payé le luxe daller au théâtre).
luxer gçl. (Bir kemiği yerinden) Çıkarmak. § Se
luxer qch: -si çıkmak (Il s'est luxé le genou. Je me
suis luxé la hanche, l'épaule, le bras).
luxueusement bel. 1. Şatafatla, lüks içinde, şatafat
içinde (Vivre luxueusement).
2. Şatafatlıca
(Appartement luxueusement meublé).
luxueux, euse s. Şatafatlı, lüks (Un hôtel luxqueux.

847
lyrique

Mener une vie luxueuse).


luxure diş. 1. Kösnücüllük, "şehvetperestlik. 2.
Uçarılık, hovardalık; "sefahet (Une vie de luxure).
luxuriance diş. 1. (Bitkilerin bitmesi konusunda)
Bolluk, aşırı fazlalık (La luxuriance des
végétations, des forêts tropicales). 2. mec. Aşırı
çokluk, bolluk zenginlik, gürlük (La luxuriance
des images dans un poème).
luxuriant, e s. 1. (Bitkilerin bitmesi konusunda) Bol,
çok bol, gür (La végétation était si luxuriante
qu'on avait peine à passer). 2. mec. Aşırı bol, çok
zengin (Une imagination luxuriante).
luxurieux, euse s. 1. Şehvete düşkün, hovarda, "sefih
(Un homme luxurieux). 2. Sefihçe, sefahat içinde,
sefahet dolu (Mener une vie luxurieuse). 3. Kösnül,
şehvet uyandırıcı (Des provocations luxurieuses.
Des pensées luxurieuses).
luzerne diş. bitb. Yonca, kabayonca.
luzernière diş. Yoncalık.
lycée er. 1. Lise (Le lycée est dirigé par un proviseur.
Aller au lycée). 2. Lise öğrenimi dönemi (Depuisle
lycée, ses connaissances s'étaient estompées).
lycéen, ne ad. Lise öğrencisi, liseli,
lycène diş. hayb. Mavi kanatlı gece kelebeği,
lychnis [liknis] er. bitb. Hüsnüyusuf.
lycopode er. bitb. Kibri totu.
lycopodinées diş. ç. bitb. Kibritotları, kibritotugiller.
lydien, ne s. ve ad Lidyalı; Lidya ve Lidyahlara
değgin.
lymphangite diş. hek. Lenf damarları yangısı, akkan
yangısı.
lymphatique s. 1. Akkana değgin, lenfe değgin
(Circulation
lymphatique:
Lenf
dolaşımı.
Vaisseaux lymphatiques: Lenf damarları). 2. s. ve
ad. Ağırkanlı, hantal, lenfatik (Un enfant
lymphatique).
lymphatisme er. Ağırkanlılık, hantallık, lenfatiklik.
lymphe diş. Akkan, lenf.
lynchage er. Linç etme; linç edilme; linç (Le
lynchage dun assassin).
lyncher gçl. Linç etmek (La foule tenta de lyncher
le coupable).
lyncheur, euse s. ve ad. Linç eden (Une foule
lyncheuse. Un lyncheur).
lynx [lëks] 1. er. hayb. Vaşak. 2. gökb. Vaşak takım
yıldızı. § Avoir des yeux de lynx: Gözleri çok
keskin olmak,
lyophobie diş.ruhb. Sıvı korkusu,
lyre diş. 1. Eskilerin çaldığı bir çeşit telli saz, lir.
2. gökb. Çalgı takımyıldızı. 3. hlk. Avustralya
karatavuğu. 3. mec. Şiir; şiir sanatı (Les maîtres de
la lyre: Şiirin ustaları, büyük ozanlar).
lyrique s. ed. 1. Lirik (Style lyrique, un poème
lyrique, un poète lyrique). 2. Coşan, coşmuş;
lyrique
coşkulu, "heyecanlı (Il devient lyrique quand il
parle de son auteur préféré). 3. er. Lirik tür. 4. er.
Lirik ozan. § Artiste lyrique: Opera sanatçısı
(Soprano lyrique). Comédie lyrique: Güldürülü
opera. Drame lyrique: Dramlı opera Poésie
lyrique: Lirik koşuk. 1. (Eski Yunanlılarda) Lir
çalınarak okunan koşuk. 2. (Şimdi) Ditiramb, od
ve koronun ortak adı. 3. Kişisel duygulan coşkun
bir dille anlatan koşuk. Théâtre lyrique: Lirik

848

lysol
tiyatro, bestelenmiş yapıtlar oynanan tiyatro;
opera, operet,
lyriquement bel. Lirik bir şekilde,
lyrisme er. ed. 1. Liriklik. 2. Lirik şiir (Le lyrisme
romantique). 3. Lirik dil; lirik üslup (Le lyrisme de
Bossuet). 4. Coşkunluk (S'exprimer avec lyrisme
sur son bonheur présent).
lysimaque diş. bitb. Aymsafa.
lysol er. kim. Lizol.
m
m er. 1. Fransız abecesinin on üçüncü harfi olup
"em" diye okunur ve Türk abecesindeki m sesini
verir. 2. Monsieur: Bay sözcüğünün kısaltılmışı
(M. Paul Gaujon). 3. (Romen rakamı olarak M)
Bin.
ma s. (Dişil adlann önüne gelip iyelik belirtir)
Benim (Ma maison, ma sœur, ma jambe).
maboul, e 5. ve ad. hlk. Kaçık, deli (Il est
complètement maboul).
macabres. 1. Ölüme değgin, ölülere değgin (Danse
macabre). 2. mec. Ölüm gibi ürkünç, iç karartıcı
(Scène, plaisanterie, humour macabre). § Danse
macabre: Ölüm dansı,
macadam er. Kırma taş döşenip üzerinden silindir
geçilerek yapılan yol, "makadam (Rouler sur le
macadam).
macadamisage
er.
Makadamlama;
makadamlanma.
macadamiser gçl. Makadam yöntemiyle yapmak,
makadamlamak (Macadamiser les rues).
macaque er. 1. Bir maymun türü, makak. 2. mec.
tkz. Maymun suratlı, çok çirkin adam (Elle a
épousé un vieux macaque).
macareux er. Bir tür penguen,
macaron er. Badem kurabiyesi,
macaroni er. 1. Makarna {Manger des macaronis au
fromage, à sauce tomate). 2. hlk. Makarnacı,
ftalyan.

macaroniques. Şaka olsun diye sözcüklerin sonuna


Latince ekler getirilerek yazılan (Poésie
macaronique).
macassar er. Kara damarlı koyu kahverengi
abanoz.
macchabée er. hlk. Ceset (Repêcher un macchabée
dans la rivière).
macédoine diş. 1. Sebze yada meyve salatası
(Macédoine de légumes. Macédoine de fruits au
kirsch). 2. mec. Yamalı bohça, salata (Les
circonstances faisaient de la société, sous l'Empire
une macédoine). 3. Makedonya,
macédonien, nés. vead. Makedonyalı;Makedonya
ve Makedonyalılara değgin,
macération diş. 1. (Bir sıvıya) Yatırma, emiştirme
(La houille provient d'une macération des
végétaux dans l'eau). 2. mec. Çileye girme,
macérer gçl. 1. Macérer qch dans qch: Bir şeyi -e
yatırmak, basmak, emiştirmek (Macérer des
cornichons dans du vinaigre). 2. gsz. Macérer
dans qch: -de uzun süre beklemek, yatırılıp
bekletilmek (Viande qui macère dans une
marinade). § Se macérer: mec. Çileye girmek,
Tanrı yolunda kendini çileye vermek,
maceron er. Yaban maydanozu,
mach [mak] ad. (Havacılıkta) Ses hızına oranla
uçağın hızı (Voler à mach 2, à mach 3: Sesten iki
kez, üç kez daha hızlı uçmak).
machaon

850

machaon er. Kuyruklu kelebek,


mâche diş. Frenk salatası, kış salatası,
mâchefer er. Kömür dışığı, "cüruf (Le mâchefer est
utlisé pour la fabrication des briques, pour
l'entretien des chemins).
mâchelier, ère s. 1. Çeneye değgin (Muscles
mâcheliers). 2. diş. Azı, azı dişi (Les mâchelières
d'en haut, d'en bas).
mâchement (er.) Ağızda çiğneme,
mâcher gçl. 1. (Ağızda) Çiğnemek) (Mâcher du
pain, de la viande. Mâcher du chewing-gum, du
tabac). 2. Keserken koparmak, çiğnemek (Lame
mal aiguisée qui mâche le bois). 3. Mâcher qch à
qn: Bir şeyi hazırlayıp -in önüne getirmek,
kolaylayıp sunmak (Il faut tout lui mâcher). §
Mâcher à vide: Boşuna uğraşmak, boşa kürek
çekmek. Mâcher la besogne à qn: Lokmayı
çiğneyip -in ağzına vermek, işi hazırlayıp
kotararak önüne getirmek, sunmak. Mâcher les
morceaux à qn : -in işini kolay laştırmak, -e y ardımı
dokunmak. Ne pas mâcher ses mots: Kem küm
etmemek. Ne pas mâcher qch: Açıkça söylemek,
gizlememek (Ne pas mâcher son opinion). Se
mâcher le cœur: İçi içini yemek,
mâcheur, evsead. 1. Çiğneyen (Mâcheur de tabac).
2. hlk. Çok yiyen, obur.
machiavélique [mùkjaveUk] s. 1. Makyavelce. 2.
mec. Usturuplu, ustalıklı;haince, kurnazca; hain,
kurnaz, anasını bile satar (Une manœuvre, un
procédé
machiavélique.
Le
machiavélique
Talleyrand).
machiavélisme er. 1. Makyavelcilik. 2. Düzen,
dolap; düzencilik, dolapçılık; çıkarı için anasını
satarbk; hainlik, kalleşlik (Ily a du machiavélisme
dans la proposition qu'il a faite à ses adversaires).
mâchicoulis er. (Ortaçağ kalelerinde) Çıkma
mazgal.
machin er. tkz. Şey (Qu'est-ce que c'est que ce
machin-là?: O şey ne?).
machinal,e s. Kurulmuş makina gibi, makina gibi,
istem dışı (Une réaction machinale. Il tendit la
main vers son verre d'un geste machinal).
machinalement bel. Kurulmuş makina gibi, farkına
varmadan, istem dışı olarak, makina gibi
(Chantonner machinalement en travaillant).
machination diş. Düzen, dolap, dalavere (Ourdir
une machination. Déjouer les machinations de ses
adversaires).
machine diş. 1. Makina (Machine à vapeur: Buhar
makinası. Machine à calculer: Hesap makinası.
Machine à écrire: Yazımakinası. Machine à laver:
Çamaşır makinası. Machine à laver la vaisselle:
Bulaşık makinası. Machine à coudre: Dikiş

mâchurer
makinası. Mettre une machine en marche: Bir
makinayı çalıştırmak). 2. Yazı makinası (Une
lettre tapée à la machine). 3. mec. Çark,
mekanizma (La grande machine de l'Etat. Il est
difficile d'émouvoir la machine administrative). 4.
Otomobil, motosiklet, lokomotif gibi makineli
taşıt. 5. Machine à f. qch: mec. -me aracı, -me
aleti, -me makinası (Ces aventuriers ne sont plus
que des machines à tuer. Je suis une simple
machine à travailler). § Machine infernale:
Bomba. Machine de guerre: (Eskiden) Mancınık.
La machine ronde: Dünya, yeryüzü, toprak. Une
grande machine: Büyük bir yontu; büyük bir
tablo, büyük bir yapıt. Faire machine arrière,
faire machine en arrière: Döngeri etmek, geri
dönmek, yüzseksen derece çark etmek. Taper à la
machine: Yazı makinasında yazmak,
machiner gçl. (Dolap, dalavere) Düzenlemek,
çevirmek, kurmak, hazırlamak (Machiner un
complot, une trahison. Machiner la mort d'un
adversaire).
machinerie diş. 1. Bir iş için kullanılan bütün
makinalar (Entretien de la machinerie d'une
filature). 2. (Gemilerde) Makina dairesi (Le
capitaine entra dans la machinerie).
machinisme er 1. fels. Makinacılık, canlılara birer
makina gözüyle bakan ve örgenlere bağlı
olmayan bir yaşam ilkesini kabul etmeyen öğreti.
2.
Makina
kullanılması;
makinalaşma,
makinalaştırma (Le machinisme est la base de
l'industrie).
machiniste er. (Eski) Makinist (Défense deparler au
machiniste) 2. (Tiyatroda) Dekorcu, dekorları
yerleştiren işçi.
mâchoire diş. 1. Çene (La mâchoire supérieure,
inférieure. Serrer les mâchoires). 2. (Kıskaç,maşa
gibi aletlerde) Tutak (Mâchoires d'un étau). §
Bâiller à se décrocher la mâchoire: Çenesi
aynhrcasına esnemek. Jouer, travailler des
mâchoires: hlk. Yemek, atıştırmak,
mâchonnement er. 1. Dişlerinin arasında çiğneyip
durma. 2. Geveleme,
mâchonner gçl. 1. Dişlerinin arasında çiğneyip
durmak (Mâchonner le bout de son cigare.
Mâchonner son crayon en réfléchissant). 2.
Gevelemek (Mâchonner
quelques
excuses,
quelques mots).
mâchouiller gçl. tkz. Yutmadan çiğneyip durmak
(Mâchouiller une paille).
mâchure diş. 1. (Kumaşlarda) Tüy döküğü
(Mâchure du velours). 2. (Meyvalarda) Ezik,
bere.
mâchurer gçl. 1. Karalamak, kir pas içinde
macis
bırakmak (Mâchurer du papier, des habits). 2.
Ezmek, zedelemek, berelemek (L'étau qui
mûchure une pièce).
macis er. Küçük Hindistancevizinin kabuğu,
macle, macre diş. bitb. Sukestanesi, göl kestanesi,
macle diş. 1. yerb. İkiz, "tev'em. 2. Girişik
billurlaşma, haçımsı billurlaşma.
maclé,e s. Girişik; haçımsı (Cristaux maclés).
macler gçl. (Cam hamurunu) Karmak (Macler le
verre en fusion).
§ Se macler: Haçımsı
billurlaşmak,
maçon er. 1. Duvarcı (Outils, matériels du maçon).
2. Mason, farmason. 3. s. mec. Kendi yuvasını
kendi yapan (Abeille maçonne, fourmi maçonne).
maçonnage er. 1. Örme, yapma (Le maçonnage
d'un mur). 2. Duvarcılık,
maçonner gçl. 1. Örmek, yapmak (Maçonner un
mur). 2. Duvar örmek, duvar çekmek (Maçonner
les parois d'un puits). 3. Duvar örüp kapamak
(Maçonner une fenêtre, une porte).
maçonnerie diş. 1. Duvarcı işi. 2. Duvar
(Maçonnerie de pierres de taille, de briques). 3.
Masonluk, farmasonluk (Entrer dans la
maçonnerie).
maçonnique s. Masonluğa değgin (Assemblée
maçonnique).
macque, maque diş. Keten tokacı, filâriz.
macramé er. ö r ü l ü p düğümlenerek yapılan bir tür
kumaş.
macre diş. bitb. Sukestanesi, gölkestanesi.
macreuse diş. 1. Kılkuyruk denilen siyah deniz
ördeği. 2. Sığırların kol kemiği üstündeki indëfct.
macrocéphale s. Koca kafalı, iri kafalı (Aninfàl,
insecte macrocéphale).
macrocéphalie diş. Koca kafalahk, iri kafalılık,
macrocosme er. fels. (Küçük evren olarak
düşünülen insana karşıt olarak) Büyük Evren,
macrocosmique s. 1. fels. Büyük Evrene değgin,
evrene değgin. 2. Toplu, bireşimci (Vision
macrocosmique en sociologie, en éconotkïe).
macrogamète er. hayb. Dişi eşeylik gözesi,
macrodactyle s. Uzun parmaklı, iri parmaklı,
macropode s. 1. Uzun ayaklı; uzun yüzgeçli. 2. er.
Uzun yüzgeçli balık,
macroscélide er. hayb. Sıçrarhortumlu.
macroscélidés er. ç. hayb. Sıçrarhortumlugiller.
macroscopiques. Makroskopik; gözle görülebilen;
Büyük Evren çapında.
macroséisme er. coğr. Genişdeprem.
macrosporange er. bitb. Büyük spor kesesi,
macrospore diş. bitb. Makrospor.
macroure er. hayb. 1. Keseli sansar. 2. Uzun
kuyruklu bir kabuklu.

851

madréporique
macula diş. anat. Makula, sarı benek,
maculage er. Lekeleme, kirletme, bulaştırma,
maculature diş. Basımda kötü basılmış yada
lekelenmiş kâğıt,
macule diş. 1. Kirlilik, kara, leke (Les macules des
âmes). 2. Kâğıttaki mürekkep lekesi. 3. hek.
Deride kızarıklık, kızartı, kırmızı leke. 4. Kir,
leke, pislik. 5. gökb. (Güneşteki) Leke. § Agneau
sans macule: Tanrının kuzusu, İsa.
maculer gçl. 1. Leke yapmak, lekelemek,
karalamak, pisletmek (Maculer sa chemise, une
feuille de papier). 2. Maculer qch de qch: Bir şeyi
-e bulamak, içinde bırakmak, -ile lekelemek
(Maculer de boue ses vêtements. Maculer d'encre
une feuille de papier).
madame diş. 1. (Eskiden) Hanımefendi. 2. (Şimdi)
Bayan, "hanım (Chère madame. Madame la
Directrice. Madame Janette). 3. (Hizmetçiler
dilinde) Evin hanımı. 4. (Eskiden, büyük harfle
yazıldığında) Fransa kral ailesinin kadın ve
kızlarının ünvanı. § Jouer à la madame:
Hanımefendilik taslamak,
madapolam er. Bir tür patiska, madampol.
madécasses. vead. Madagaskarlı,
made in [medin] İng. -de yapılmıştır (Made in
France: Fransa'da yapılmtşnr.)
madeleine diş. 1. Bir çeşit şekerli çörek. 2. Temmuz
sonuna doğru, ermiş Madeleine yortusu
günlerinde olgunlaşan üzüm, armut, erik ve
şeftali çeşitleri. § Fleurer comme une Madeleine:
İki gözü iki çeşme ağlamak,
mademoiselle diş. 1. Hanım kız, küçük bayan. 2.
(Eskiden) Kocası büyük soydan olmayan evli
kadın. 3. (Eskiden, büyük harfle yazıldığında)
Fransa'da, kral kardeşinin büyük kızına verilen
ünvan.
madère er. Madère'de yapılan şarap, Madère
şarabı.
madone diş. 1. Meryem Ana (Prier la Madone). 2.
Küçük Meryem Ana yontusu. 3. Madonna,
Meryem Ana ile çocuk İsa'yı gösteren resim yada
yontu (Les Madones de Raphaël). 4. mec. Çok
güzel kadın.
madrague diş. Ton dalyanı, ton balığı avlamakta
kullanılan dalyan,
madras [madras] er. 1. Pamukla karışık ipekli bir
kumaş (Robe de madras, mouchoir de madras). 2.
Bu kumaştan yapılmış mendil, atkı.
madré,e s. 1. Damarlı, benekli (Du bois madré,
porcelaine madrée). 2. Kurnaz, anasının gözü,
hinoğlu hin (Unpaysan madré).
madrépore er. hayb. Madrepor.
madréporique, madréporlen, ne s. Madreporlara
madrier
değgin; madreporlardan oluşmuş (Rochers
madréporiques, îlot madréporique).
madrier er. Kalın kereste, kalas (Madrier de chêne,
de sapin).
madrigal er. 1. Fransız ve İtalyan yazınında, ince,
sevecen duygular anlatan küçük koşuk, madrigal
(Madrigaux de Voiture). 2. müz. En az iki ses için
yazılmış dindışı şarkı (Madrigaux de Palestrina).
madrure diş. (Deride yada tahtada) Leke; benek,
maestoso bel. müz. Maestoso, görkemli bir
ağırlıkla, ağır aksak,
maestria diş. Büyük ustalık (Mener une intrigue
avec maestria).
maestro er. 1. Müzik ustası, maestro. 2. Orkestra
başı, orkestra şefi.
maffia, mafia diş. Mayfa, karanlık işler çeviren gizli
örgüt (Il s'est formé une maffia).
mafflu, e, mafflé, e s. tkz. 1. Kocaman yanaklı,
yanakları iri iri (Visage mafflu) 2. ad. Kocaman
yanaklı, şişko yanaklı (kimse),
magasin er. 1. Ambar (Magasin à blé, magasin à
grains). 2. 'Koruncak, °depo (Le magasin d'une
boutique. Magasin d'armes, magasin à poudre). 3.
Dükkân, mağaza (Les magasins d'alimentation.
Les grands magasins de Paris). 4. (Silahlarda)
Fişek haznesi (Mettre un chargeur dans le
magasin). S. mec. Dağarcık (Il faut lui former un
magasin de connaissances). § Marchand en
magasin: Toptancı, dükkân açmadan mal alıp
satan toptancı. Avoir qch en magasin: Elinde...
stoku bulunmak (Il a des étoffes en magasin).
Tenir magasin de qch: Elinde bol bol... bulunmak
(Il tient magasin de fromages).
magasinage er. 1. Ambarlama, ambara koyma,
ambarda tutma. 2. Ambar kirası,
magasiner gsz. Mağazalara gidip alış veriş yapmak
(Ellepasse des heures à magasiner).
magasinier er. Ambarcı,
magazine er. Magazin.
mage er. 1. (Eski Mezopotamya uygarlıklarında)
Müneccim, rahip. 2. (Zerdüştlükte) Mubit,
Mecusi din adamı. 3. Büyücü, bağıcı, sihirbaz,
müneccim. 4. ç. Çocuk İsa'nın önünde
bağlılıklarını bildiren çobanlar, krallar (Bu
sözcük Les rois mages olarak da kullanılır).
mage, nüye s. (Eski hukukta) Juge mage: Yargıç
vekili.
maghrébin, e; magrébin, e s. ve ad. Mağripli;
mağribe değgin (Economie maghrébine. Les
parlers maghrébins).
magicien, ne ad. 1. Bağıcı, büyücü, "sihirbaz
(Prodiges, enchantements d'un magicien. Etre
ensorcelé par un magicien). 2. mec. Büyücü

852

magmatique
(Magicien du vers. Un véritable magicien qui peut
retourner une foule hostile en sa faveur).
magie diş. 1. Bağı, bağıcıhk; büyü, büyücülük
(Pratiques de magie. Objets utilisés en magie). 2.
mec. Büyü, çekicilik, etki, etkileme gücü (La
magie de l'art, du chant, de la parole). § Magie
blanche: Ak büyü; uygulama bakımından kişinin
ve toplumun iyiliğine yönelen büyü. Magie noire:
Kara büyü; uygulama bakımından kişinin ve
toplumun kötülüğüne yönelen büyü.
magique s. 1. *Büyüsel; büyüye değgin, bağıya
değgin (Pouvoir magique). 2. Büyülü (La
baguette magique d'une fée). 3. Büyüleyici (Des
paroles magiques).
magiquement bel. Büyüleyici bir biçimde,
olağanüstü.
magister er. 1. Köy öğretmeni. 2. Bilgiç, ukalâ,
magistère er. 1. (Malta şövalyelerinde) Genel
başkanlık. 2. kim. (Eskiden) Bileşimi gizli tutulan
olağanüstü etkili ilaç. 3. Kesin yetkililik (Le
magistère du Pape, de l'Eglise).
magistral, e s. 1. Ustaca, "şahane (Réussir un coup
magistral. Une œuvre magistrale. Une habileté
magistrale). 2. Bilgiççe, bilgiçlik taslayan (Parler
sur un ton magistral). 3. Buyururcasina,
buyurgan, kesin (Un air magistral). 4. Çok etkili
(Un médicament magistral). 5. Esaslı, "şahane
(Recevoir une fessée magistrale. Une magistrale
paire de claques). 6. Başlıca, ana, temel (Ligne
magistrale d'un plan).
magistralement bel. 1. Çok güzel bir şekilde,
"şahane (Rôle magistralement interprété). 2.
Buyururcasina, kesin bir anlatım kullanarak
(Parler magistralement). 3. Ustaca, büyük bir
ustalıkla.
magistrat er. 1. Yüksek görevli, memur (Les
magistrats municipaux d'une ville. Les consuls
étaient les premiers magistrats de Rome). 1. Yargıç
(Magistrat supérieur d'un parquet). S Magistrat
assis: görevinden alınamaz, azlolunamaz yargıç.
Magistrat debout: Görevinden
alınabilir,
azlolunabilir savcı. Magistrat supérieur du
parquet: Başsavcı,
magistrature diş. 1. Yüksek görevliler, yüksek
memurlar. 2. Yargıçlık. § La magistrature
suprême: Cumhurbaşkınhğı. La magistrature
assise:,* Yargıçlar. La magistrature debout:
Savcılar. Le ConseilSupérieur de la Magistrature:
Yüksek Hakimler Kurulu,
magma er. 1. yerb. Magma. 2. kim. Küspe. 3. mec.
Düzensiz yığın (Son article est un magma
grandiloquent).
magmatique s.
Magmaya değgin
(Laves
magnan
magmatiques).
magnan er. (Güney Fransa'da) tpekböceği.
magnanarelle diş. İpekböceği yetiştiren kadın,
kozacı kadın,
magnanerie diş. Böceklik, "böcekhane, ipekböceği
yetiştirilen yer.
magnanier, ère ad. İpekböceği yetiştiricisi,
magnanime s. 1. Gönlü yüce, yüce gönüllü;
bağışlayıcı (Se montrer magnanime envers ses
adversaires). 2. Yüce, soylu (Cœur magnanime,
action magnanime).
magnanimement
bel.
Gönül
yüceliğiyle;
bağışlayıcılıkla; soylulukla, soyluca
(Agir
magnanimement).
magnanimité diş. 1. Gönül yüceliği, yüce
gönüllülük. 2. Soyluluk, yücelik (Lamagnanimité
de son pardon). 3. Bağışlayıcılık (Faire appel à la
magnanimité du vainqueur).
magnat er. 1. (Eskiden, Lehistan ve Macaristan'da)
Devlet adamı, soylular sınıfından yüksek görevli.
2. (Bugün) Parababası, kral (Les magnats de
l'industrie, de la finance. Ce financier est un
magnat du pétrole).
magner (se) gsz. argo. Acele etmek, çabuk olmak,
elini çabuk tutmak,
magnes er. ç. argo. Cilve, işve. § Faire des magnes:
Cilve yapmak,
magnésie diş. kim. Manyezi,
magnésien, ne s. kim. Magnezyumlu (Roche
magnésienne).
magnésite diş. kim. 1. Manyezit. 2. yerb. Lületaşı,
Eskişehirtaşı, manyezit,
magnésium er. kim. Magnezyum,
magnétiques, l.fiz. Manyetik, mıknatıslı (Champ
magnétique,
corps
magnétique).
2.
Manyetizmaya değgin. 3. mec. Büyüleyici (Avoir
un pouvoir magnétique).
magnétisable s. Manyetizma ile uyutulabilir
(Personne facilement magnétisable).
magnétisant, e s. 1. Mıknatıslı
(Champ
magnétisant). 2. Büyüleyen, manyetizmalayan.
magnétisation diş. Manyetizma ile uyutma;
manyetizma ile uyutulma
magnétiser gçl. 1. fiz. Mıknatıslamak (Magnétiser
une barre de fer). 2. Manyetizma ile uyutmak. 3.
mec. Büyülemek (Son regard me magnétisait).
magnétiseur, euse ad. Manyetizmacı,
magnétisme er. 1. fiz. Manyetizma, mıknatıslık,
"mıknatisiyet (Magnétisme terrestre). 2. fiz.
Manyetizma konusu (Le magnétisme
s'est
développé parallèlement
à la théorie de
l'électricité). 3. Manyetizma, manyetizma ile
uyutma (Bu anlamda "magnétisme animal" da

853

mahatma

kullanılır). 4. mec. Büyüleme, büyü, etki (Subirle


magnétisme d'un grand artiste. Le magnétisme des
foules enthousiastes l'avait pris).
magnétite diş. yerb. kim. Manyetit,
magnéto diş. fiz. Manyeto,
magnétophone er. Ses alma aleti, "teyp (Conférence
enregistrée au magnétophone).
magnificat [maniflkat] er. Kilisede okunan ikindi
ilâhisi.
magnificence diş. 1. Parlaklık, göz kamaştırıcılık,
görkem (La magnificence d'un spectacle, d'une
réception officielle). 2. El açıklığı, eli bolluk,
cömertlik (Traiterses hôtes avec magnificence). 3.
tsraf (Etaler une ruineuse magnificence).
magnifier gçl. 1. Ululamak, yüceltmek, saygı
sunmak (Magnifier une victoire, la mémoire d'un
héros). 2. Olduğundan çok güzelleştirmek,
büyültmek, ülküselleştirmek, ülküleştirmek
(Des sentiments que le souvenir magnifie).
magnifique s. 1. Parlak, gözkamaştırıcı, görkemli
(Un avenir magnifique vous attend. Un paysage
magnifique). 2. Çok güzel, hayran olunacak (La
nuit était magnifique). 3. (Eski) Eliaçık, cömert;
"müsrif (Un magnifique tyran italien). 4. mec.
Eşsiz, büyük, çok önemli (Une découverte
magnifique).
magnifiquement bel. 1. Çok iyi, çok güzel bir
şekilde
(L'équipe
s'est
magnifiquement
comportée au cours du match). 2. Parlak ve
görkemli bir şekilde (Traiter magnifiquement ses
hôtes).
magnitude <% gökb. Kadir sınıfı, kadir; yıldızların
parlaklık sırasını belirten ölçek,
magnolia, magnolier er. bitb. Manolya,
magnıım [magnım] er. İki litrelik şişe.
magot er. 1. hayb.
Berbermaymunu. 2.
Porselenden acaip heykel (Magot chinois). 3.
mec. Çirkin adam, maymun suratlı. 4. tkz. Para,
saklı para (Les voleurs vinrent prendre le magot).
magouillageer. tkz. Dümen çevirme, ayak oyunları
yapma.
magouille diş. tkz. Entrika, dümen, ayakoyunu.
magouiller gsz. tkz. Dümen çevirmek, ayak
oyunları yapmak,
magouilleur s. ve ad. Dümenci, ayak oyuncusu,
üçkâğıtçı.
magyar,es. vead. Macar; Macaristan ve Macarlara
değgin.
mahaleb er. Ar. Yaban kirazağacı.
maharujuh, maharadjah er. Mihrace,
mahari, méhari er. Ar. Yarış devesi,
mahatma er. (Hindistan'da) Yüce ruh; saygıdeğer,
mahatma.
mahdi

854

maillot

mahdi er. Mehdi.


mahdiste s. 1. Mehdiye değgin. 2. ad. Mehdici; bir
"mütemehdiye uyan kimse,
mahométan, es. ve ad. Müslüman, "Muhammedi,
mahométanismeer. Müslümanlık, Muhammedilik.
mahonia er. bitb. Mahonya.
mahonne diş. Mavna.
mahratte, marathe s. ve ad. 1. (Hindistan'da)
Mahrat. 2. er. Mahrat dili.
mal er. 1. Mayıs (Nous sommes en mai, au mois de
mai). 2. (Eskiden, saygı ve sevgi belirtisi olarak
birinin kapısı önüne dikilen) Kurdeleli ağaç
(Planter un mai, planter le mai).
nuüa er. Denizörümceği.
maie diş. 1. Hamur teknesi. 2. Ekmek sandığı. 3.
(Şaraphanelerde) Üzüm teknesi,
maîeıır, mayeur er. 1. (Ortaçağda) Belediye
başkam. 2. (Belçika'da) Bucak başkanı,
maigres. 1. Zayıf, sıska, cılız, çelimsiz (Devenir,
être maigre. Un enfant maigre).2. Yavan, etsiz ve
yağsız (Un repas maigre). 3. Yağsız (Viande
maigre, fromage maigre). 4. Arık, verimsiz
(Terre, solmaigre). 5. Karın doyurmayan, pek az
yemek bulunan (Le
menu
est
maigre
aujourd'hui). 6. Önemsiz, pek az, düşük (Obtenir
de maigres résultats. Toucher un maigre salaire).
7. Seyrek, gür olmayan (Gazon maigre, maigre
pâturage. Avoir le cheveu maigre). 8. Ince (Un
maigre paquet de lettres. Lettre, caractère, écriture
maigre). 9. Derin olmayan (Maigre eau, un
maigre cours d'eau). 10. er. Yağsız, etlerin yağsız
tarafı (Un kilo de maigre). 11. er. Hafif yemek. 12.
er. Suyun en az derin olduğu yer, geçit (Les
maigres d'un cours d'eau). 13. ad. Sıska, zayıf
(Les gros et les maigres). § Jours maigres:
(Hıristiyanlıkta) Perhiz günleri. Repas maigre:
Karın doyurmayan yemek; etsiz yağsız yemek,
yavan yemek. Maigre chère: Kötü yemekler. Etre
maigre comme un clou, comme un hareg saur:
Çiroz gibi olmak, sıska olmak. Faire maigre:
(Hıristiyanlıkta) Perhiz yapmak, et yememek,
maigrelet,te; maigrichon,ne;maigriot, tes. ve ad.
Zayıfça, "zayıf nahif (Gamin maigriot, fillette
maigrichonne. Un petit maigrelet, une petite
maigriotte).

maigri,e s.Zayıflamış (Je vous trouve maigri).


maigrir gsz. 1. Zayıflamak (Régime pour maigrir. Il
a maigri pendant sa maladie). 2. Maigrir de: a)
-den zayıflamak, -si zayıflamak, küçülmek
(Maigrir de hanche, de figure), b) -kadar
zayıflamak (Il a maigri de cinq kilos). 3. gçl.
Zayıflatmak (La diète l'a maigri). 4. gçl. Zayıf
göstermek (Cette robe la maigrit).
mail er. 1. Çevgen değneği 2. Çevgen oyunu. 3.
Çevgen alanı. 4. (Kimi kentlerde) iki yanı
ağaçlarla çevrili yol; gezinti yolu, gezinti yeri
(L'orme du mail).
mail-coach [melkotf] er. Dört atlı büyük posta,
lando arabası,
maille diş. 1. (Örgülerde) İlmik (Laisser échapper
une maille en tricotant). 2. (Ağlarda) Düğüm (Les
mailles d'un filet). 3. Düğümler arasındaki göz,
delik (Tissu à mailles fines. Passer entre les mailles
du filet). 4. (Örme zırhta) Halka (Les chevaliers
portaient des armures de maille pour se protéger
des coups). 5. (Zincirde) Bakla, halka (Les
mailles d'une chaîne). 6. (Gözbebeğinde) Misafir
denilen beyaz leke. 7. (Kimi kuşların tüylerinde)
Benek, çil (Mailles de perdreau). 8. Mangır,
metelik. § Avoir maille à partir avec qn: Biriyle
görülecek hesabı olmak, paylaşacak kozu olmak.
N'avoir ni sou ni maille: Meteliği olmamak, beş
parasız kalmak (Il n'a ni sou ni maille).
malllechort er. kim. Alman gümüşü, "malkiyör.
mailler gçl. 1. Örmek (Mailler un filet). 2.
Halkalanm birbirine geçirip bağlamak (Mailler
une chaîne). 3. gsz. (Ağ için) Takılan balığı
bırakmamak (Un filet qui maille). 4. gsz. (Bahk
için) Ağa takılıp kalmak (Poisson qui maille). 5.
gsz. (Kuşlar için) Çillenmek, beneklenmek
(Faucon qui maille). 6. gsz. Tomurcuklanmak,
tomurcuk sürmek. § Mailler la chaîne: den.
Zinciri başka bir zincire bakla ile bağlamak.
Mailler une voile: den. Yelkeni bir başka yelkene
eklemek. $ Se mailler: Çillenmek, beneklenmek
(Perdreau qui se maille).
maillet er. 1. Tokmak (Maillet de porte. Maillet de
bois, les deux têtes d'un maillet). 2. Çomak, sopa
(Maillet de croquet, maillet de polo).
mailloche diş. 1. İri tokmak (Mailloche de

maigrement bel. 1. Kıtça, pek az (Il est maigrement


payé. Il est maigrement développé). 2. Kıt kanaat
(Vivre maigrement d'un salaire misérable).
maigreur diş. 1. Cılızlık, sıskalık, arıklık, zayıflık (Il
est d'une maigreur effrayante). 2. Seyreklik (La
maigreur d'une forêt, d'une végétation). 3. Azlık,
düşüklük, yetersizlik (La maigreur d'un salaire).
4. Önemsizlik (Maigreur d'un sujet).

mouleur). 2. Davul tokmağı,


maillon er. 1. Küçük ilmek, ilmekçik. 2. Küçük
zincir baklası,
maillot er. 1. Kundak (Enfant au maillot). 2.
Kundak bezi. 3. mec. Kundak çocukluğu,
bebeklik, çocukluk, küçüklük (Depuis le maillot,
je n'ai pas eu, jusqu'à cette heure, un jour de
repos). 4. Vücudu iyice saran fanila ve kısa don
maillotin
(Maillot de danseur, maillot d'acrobate). S.
•Denizlik, mayo (Mettre son maillot). 6. (Spor)
Forma.
maillotin er. 1. Gürz. 2. Zeytin cenderesi.
maillure diş. 1. (Tahtada) Leke, benek. 2.
(Kuşların tüyünde) Benek, çil.
main diş. 1. El (Main droite, main gauche. Creux de
la main, paume de la main, dos de la main, revers
de la main. Les lignes de la main. Avoir de grosses
mains, de petites mains. Se salir les mains, se laver
les mains, se frotter les mains. Ouvrir, fermer la
main. Lever les mains. Toucher avec la main.
Prendre, tenir sa tête entre ses mains, dans ses
mains). 2. (İskambilde) El, dağıtma sırası; kâğıt
(Prendre la main. Avoir une belle main: Elinde iyi
bir kâğıt olmak). 3. Yirmi beş yapraklık kâğıt
destesi (Une rame se compose de vingt mains). 4.
(Çekmece vb. için) Kulp, kol (Main fixe, main
pendante). S. (Kuyularda) Kuyu ipinin ucundaki
yaylı halka (Main de puits). 6. (Kumaşlar için)
Parlatma, perdah. 7. (Basımcılıkta) Kalınlık
(Papier qui a de la main). § Main courante: El
defteri. Main courante, main coulante: Tırabzan
küpeştesi. Main de Fatma: İnsan eli biçiminde
nazarlık. Coup de main: Yardım, ufak bir yardım.
Homme de main: Başkası hesabına suç işleyen
adam, kabadayı. Petite main: Terzi kızı. Première
main: Başterzi kızı.... à main: El -si (Sac à main:
El çantası. Frein à main: El freni). A main armée:
Silâhlı, elinde silâhla (Attaque à main armée). A
main posée: Ağır ağır, özene bezene. Ala main: 1.
Elinde (Il tient un chapeau à la main). 2. Elle
(Tricot fait à la main). A deux mains: İki elle. A
pleines mains: Bol bol. A portée de la main: Elinin
altında, elinin erişebileceği yerde. D'une main:
Bir elle. De première main: İlk elden. De seconde
main: İkinci elden. De la main de qn: -tarafından
(Tableau exécuté de la main même de Rubens).
Des deux mains: Harıl hani, büyük bir çaba ve
aceleyle. De la main à la main: Bir elden öbür ele,
eline sayarak, aracısız, doğrudan doğruya (J'ai
versé au vendeur, de la main à la main, une partie
de la somme due). De main en main: Elden ele
(Circuler, passer de main en main). De longue
main: Çok önceden, çoktan beri (Cette attaque a
été préparée de longue main). De main de maître:
Ustaca, ustalıkla, usta elinden (Peinture exécutée
de main de maître). En main propre: Eline, tam
eline, bizzat eline (Le télégramme doit être remis
en main propre à son destinataire). En un tour de
main: Bir çırpıda, bir anda, şıp diye. Entre les
mains de: -in elinde (Votre demande est entre les
mains de la personne intéressée). En main: Elinde

855

main
(Il a en main le livre que j'aurais désiré lire). Sous la
main de: -in elinin altında (je n'ai pas sous la main
les papiers nécessaires). Les mains en l'air:
(Tehdit için) Eller yukarı! Haut les mains!: Teslim
ol! Eller yukarı! Accorder sa main à qn: (Gençkiz
için) -ile evlenmeyi kabul etmek. Agir sous main:
El altından hareket etmek, gizlice iş görmek.
Avoir la main, faire la main, être à la main:
(İskambilde) El kendisinde olmak, kâğıt yapma
sırası kendisinde olmak. Avoir la main forcée:
Zorlanmak, isteği dışında yapmak, istemeyerek
eli gitmek, istemeye istemeye yapmak. Avoir la
main heureuse: Eli uğurlu olmak, girişilen işi
başarmak. Avoir la main légère: 1. (Ameliyatta)
Eli hafif olmak. 2. (Vurmada) Eli çabuk olmak. 3.
Eli uzun olmak, hırsız olmak. Avoir la main leste:
Eli vurmaya hazır olmak. Avoir la main
malheureuse: Eli uğursuz olmak; giriştiği hiçbir
şeyi başaramamak, sakar olmak. Avoir la main
lourde: Eh ağır olmak, vurunca çok acıtmak.
Avoir la main ouverte: Eliaçık olmak, cömert
olmak. Avoir la main preste: Eli çevik olmak,
işbilir olmak, becerikli olmak. Avoir les mains
libres: Tam özgür olmak, istediği gibi
davranabilmek, elini kolunu bağlayan olmamak.
Avoir les mains liées: Eli kolu bağlı olmak, istediği
gibi davranamamak. Avoir les mains vides: Eli boş
olmak, verecek hiçbir şey olmamak. Avoir la
haute main sur: -in üzerinde büyük bir etkililiği
olmak, -i buyruğu altında tutmak. Avoir le cœur
surla main: 1. Yüreği avucunda olmak. İçi dışı bir
olmak, açık yürekli olmak. 2. Eliaçık, cömert
olmak. Avoir une belle main: (Eskimiştir) Yazısı
güzel olmak. Avoir qch bien en main: -i sağlam
tutmak. Avoir qn bien en main:- Birini tam
avucunun içine almak, parmağında oynatmak.
Battre des mains: Alkışlamak, el çırpmak.
Changer de main: El değiştirmek. Donner en
pleines mains: Bol bol vermek. Demander la main
à qn: -e evlenme önerisinde bulunmak. Donner la
main à qn: -ile el sıkışmak, -e elini vermek.
Donner d'une main et reprendre de l'autre: Bir
eliyle verip öbürüyle geri almak. Donner un coup
de main à qn: -e yardım etmek, yardımda
bulunmak. Etre en bonnes mains: Güvendir
ellerde olmak. En venir aux mains: Kavga etmek,
kapışmak, dövüşmek, sille tokat birbirine
girmek. En mettre la main au feu: Kesin olarak
inanmak, ant içmek, yanlışsa kellesini kesmek.
Etre pris la main dans le sac: Eii cepte
yakalanmak, suçüstü yakalanmak. Faire des
pieds et des mains: Var gücüyle çalışmak, canla
başla işe girişmek, dört elle sarılmak, didinip
856
durmak. Faire la main à qn: -in elini alıştırmak, -i
eski becerisine kavuşturmak (Ce petit travail lui
fera la main). Forcer la main à qn: -i zorlamak,
hoşlanmadığı bir işe koşmak. Faire main basse sur
qch: 1. -i çalmak, aşırmak, araklamak. 2. -e zorla
el koymak, aman vermemek. Jouer à(la) main
chaude: Cııız oynamak. Lever la main sur qn: -e el
kaldırmak, vurmaya davranmak. Mettre la main
sur qn: 1. -i bulmak. 2. -i yakalamak, enselemek.
3. El koymak. Mettre la dernière main à qch: -i
bitirmek, sona erdirmek. Mettre la main:
Başlamak, el atmak, bismillah demek. Mettre la
main à la charrue: Bir şeye yardım etmek, el
vermek, ucundan tutmak. Mettre la main à la
pâte: 1. Kollan sıvamak, kolları sıvayıp işe
girişmek. 2. Bir işi kendi yapmak, kendi görmek.
Mettre la main à l'œuvre: tşe girişmek, el atmak.
Mettre la main au collet de qn: -in yakasına
yapışmak. Mettre la main dessus: Aradığını
bulmak, yakalamak, ele geçirmek. Mettre le
marché en main à qn: 1. -e "ya bu deveyi güdersin
ya bu diyardan gidersin" demek. 2. -i hesabına
nasıl gelirse öyle yapmak durumunda bırakmak.
Ne pas y aller de main morte: Şiddetle saldırmak,
çok sert vurmak, Allah yaratmış dememek,
gözünün yaşma bakmamak, elinden geleni ardına
komamak. Passer la main dans le dos: mec. Sırtım
sıvazlamak; sen ağasın, sen paşasm demek.
Passer la main: (Bir yetki yada hak için)
vazgeçmek, başkasına bırakmak, "feragat etmek.
Passer par les mains de qn: -in elinden geçmek,
elinden çıkmak, tarafından yapılmak. Perdre la
main: Hamlaşmak, alışkanlığını yitirmek,
becerisini yitirmek. Porter la main sur qn: -e el
kaldırmak, vurmaya yeltenmek. Prêter la main à:
1. -e yardımda, katkıda bulunmak (Prêter la main
à un projet). 2. -de parmağı olmak, -in suç ortağı
olmak (Prêter la main à un crime). Prêter main
forte: Silâhla yardım etmek. Prêter main forte à:
-e yardım elini uzatmak; el vermek, destek
olmak, omuz vermek. Prendre qch en main: -i ele
almak. Prendre les mains vides: Eli boş dönmek.
Se laver les mains de qch, s'en laver les mains: -ile
ilgisi bulunmadığını, sorumlu olmadığını
bildirmek, kendini -den temize çıkarmak, sayım
suyum yok demek. Se donner la main: 1. El ele.
tutuşmak, el ele vermek. 2. Birbirinin dengi
olmak, değerleri aynı olmak, birinin öbüründen
geri kalır yanı olmamak. Serrer la main à qn: -in
elini sıkmak. Se serrer la main: El sıkışmak. Se
faire la main: Elini alıştırmak, eski becerisine
kavuşmak için temrin yapmak. Tendre la main: 1.
Dilenmek, avuç açmak. 2. Elini uzatmak.

maintenir
Tomber sous la main de qn: -in eline geçmek, eline
düşmek. Travailler de ses mains: Kol işi yapmak,
eliyle çalışmak, el işçisi olmak. Trouver une main
secourable: Bir yardım sağlamak. Jeu de main, jeu
de vilain: El şakası, eşek şakası,
main-d'œuvre diş. 1. İşçilik, el emeği (Les frais de
main- d'œuvre). 2. İşçi, emekçi; işçiler, emekçiler
(Faire appel à la main- d'œuvre étrangère).
main-forte diş. Yardım. § Donner, prêter mainforte à qn: -e yardım etmek,
mainlevée diş. huk. (Bir karar için) Kaldırma;
kaldırılma (Mainlevée de saisie).
mainmise diş. El koyma (La mainmise de l'Etat sur
certaines entreprises).
mainmortable s. Elden çıkarılamayan, istenildiği
gibi kullanılamayan,
mainmorte diş. huk. Ölü el; eskiden derebeylik
döneminde
toprak kölelerinin
mallanm
istedikleri gibi kullanamamalan durumu. § Bien
de mainmorte: Kamu yaranna çalışan kimi
kuruiuşlann elden çıkanlamayan mülkleri;
başkasına satılıp aktanlamayan mal.
maint,e s. 1. Birçok, nice nice (Maintes choses,
maintes histoires). 2.adü. Çoğu, birçoğu (Maintes
des traditions datent de l'antiquité). § Maintes fois:
Çok kez, kaç kez, sık sık.
maintenant bel. Şimdi, ;u anda (Tupeux maintenant
agir comme tu veux. Maintenant il est arrivé à
Ankara). § A partir de maintenant: Bundan
sonra, bundan böyle, şimden geri. Maintenant
que: 1. -diği şu anda (Maintenant que je suis sous
les branches des arbres). 2. -diği için, -diğine göre,
madem ki... (Maintenant que le temps s'est remis
au beau, nous pourrons sortir).
maintenir gçl. 1. Tutmak, yerinde tutmak (Le mur
maintenait la terre qu'emporterait l'eau de pluie).
2. Tutmak, durdurmak (Un cordon de police
maintenait la foule. Maintenir son chien par la
laisse). 3. Olduğu düzeyde tutmak, olduğu gibi
tutmak, korumak (Chercher à maintenir ses
privilèges). 4. Sürdürmek, "devam ettirmek
(Maintenir sa candidature, ses prétentions). 5.
mec. Kanısında olmak, inancında olmak (Je
maintiens que cette opinion est fausse). 6.
Maintenir qch à: Bir şeyi -de tutmak (Maintenir la
température au même degré de fraîcheur.
Maintenir les impôts à leur taux actuel), g Se
maintenir: 1. İyi olmak, bozulmamak (La santé se
maintient). 2. Sürmek, "devam etmek (La paix
s'est maintenue vingt ans). 3. Kalmak, bulunmak,
yer almak (Se maintenir dans la voie moyenne). 4.
Ayakta kalmak, durumunu korumak (Malade qui
se maintient).
maintien
maintien er. 1. Sürdürme, koruma, ayakta tutma,
"devam ettirme (Le maintien des libertés. Assurer
le maintien de l'ordre). 2. Duruş; davramm
(Professeur de danse et de maintien. Leçon de
maintien). 3. Durum, davranış (Il a de la gaucherie
dans son maintien). 4. Direnme gücü, cesaret (Il
cherche à se donner du maintien). § Perdre son
maintien: Sarsılmak, şaşırmak, direnme gücünü
yitirmek.
maire er. 1. Belediye başkam. 2. Belediye müdürü.
§ Etre passé devant le maire: Resmi nikâhla
evlenmek.
mairesse diş. 1. Belediye başkam karısı. 2. Kadın
belediye başkanı,
mairie diş. 1. Belediye başkanlığı (Etre élu à la
mairie d'une grande ville). 2. Belediye dairesi,
belediye (Employé, secrétaire de mairie).
mais bağ. 1. Ama, fakat (Il est intelligent, certes,
mais très paresseux). 2. Uni. Allah Allah (Non,
mais, pour qui te prends-tu?). 3. er. Ama, fakat
(Que signifie ce mais? Il n'y a pas de mais qui
tienne). § Non seulement... mais, mais aussi, mais
encore: Yalnız... değil, ...de (J'ai invité non
seulement Durant, mais aussi son père). N'en
pouvoir mais: Elinden bir şey gelmemek, yapacak
bir şeyi olmamak (Il accuse sa femme qui n'en peut
mais).
maïs [mais] er. Mısır (Farine de maïs, bouillie de
maïs).
maïserie [maisri] diş. Mısır fabrikası, mısırları
öğütüp işleyen fabrika.
maison
1. Ev (Une maison de briques. Maisonà
vendre, àlouer). 2. Ev, yuva (Rentreràlamaison).
3. Ev eşyası (Déménager toute la maison). 4. Ev
halkı (Il est de la maison). 5. Soy, "sülâle (Maison
d'Autriche, de Lorraine). 6.. Yurt (Maison de la
jeunesse: Gençlikyurdu). 7. Aile (L'honneurdelà
maison, le füs de la maison). 8. Tecimevi, firma
(La maison est en faillite. Les bénéfices de la
maison). 9. Evde yapılmış, ev işi (Gâteau
maison). § Maison d'arrêt: Cezaevi. Maison de
Dieu: Kilise; tapmak. La Maison Blanche: Beyaz
Saray. Maison close, maison de tolérance, maison
de passe: Genelev. Maison de rendez-vous:
Randevu evi, "buluşumevi. Maison de jeu:
Kumarhane. Maison de famille: *Banncak, aile
pansiyonu. Maison de fous: Delilerevi,
"tımarhane. Maison de retraite: Düşkünler
yurdu. Maison de santé: 1. Sağlık yurdu. 2. Akü
hastanesi. Maison de campagne: Yazlık ev.
Maison de ville: Belediye konağı. A la maison:
Evde, kendi evinde. Faire maison nette: Bütün
adamlarına yol vermek, kovmak, işten çıkarmak.

857

maîtresse
Faire maison neuve: Bütün adamlannı
değiştirmek. Garder la maison: Evden
çıkmamak.
maisonnée diş. Ev halkı, evdekiler (Toute la
maisonnée était réunie).
maisonnette diş. Evcik, küçük ev, kulübe (La
maisonnette du garde-barrière).
maistrance diş. 1. Donanma subayları. 2. Tersane
ustaları.
maître, maîtresse ad. 1. Efendi (Le maître et les
serviteurs. Le maître de maison, la maîtresse de
maison). 2. İye, "sahip (Le maître d'un domaine,
la maîtresse d'une ferme). 3. Yönetici, ileri gelen,
"hakim, "sahip (Les maîtres d'un pays, d'un
peuple). 4. Öğretmen, "hoca (Un maître d'école,
une maîtresse d'école. Donner un maître à ses
enfants). 5. Usta; üstad (Les maîtres de la
littérature française, de la peinture espagnole). 6.
Avukat ve noterlere verilen ünvan, avukat bey,
noter bey. 7. Kalfa. 8. Patron, işveren. 9. i. Usta
becerikli, yetenekli (Un maître homme, un maître
fripon, unmaîtrefilou. Une maîtressefemme). 10.
s. Başlıca, temel, ana, esas (L'idée maîtresse d'un
exposé, la branche maîtresse d'un arbre). § Grand
maître de l'Université: (Fransada) Millî Eğitim
Bakam. Maître d'armes: Eskrim ustası. Maître
d'études: Belletici. Maître d'hôtel: Sofracıbaşı.
Maître du monde: Tanrı. Le maître d'oeuvre:
Ustabaşı. Maître de conférence: Doçent. Etre,
rester maître de qch: 1. -e egemen olmak, -i
tutabilmek, yenebilmek (Etre maître de ses
passions. Rester maître de la situation). 2. -i
dilediği gibi kullanabilmek, -si kendi elinde
olmak, -e egemen olmak (Etre maître de son
temps, de ses loisirs, de son destin). Etre maître de
f. qch: -mekte özgür olmak (Vous êtes maître de
refuser). Etre maître dans le métier, dans l'art de f.
qch: -mek sanatında, -mekte eşsiz olmak, üstüne
olmamak (llestmaîtredansl'artdementir). Passer
maître dans qch: -de usta olmak, çok becerikli
olmak, eşi bulunmamak. Se rendre maître de: 1. -i
buyruğu altına almak, boyunduruğu altına
almak, fethetmek, ele geçirmek (Se rendre maître
d'un pays, d'un peuple). 2. -i önlemek,
yayılmasını engellemek, önüne geçmek (Se
rendre maître d'un incendie, d'un fléau, d'une
maladie). Trouver son maître: Kendisinden daha
üstün birine raslamak, kendisinden daha kıllısını
bulmak. Tel maître tel valet: Böyle efendinin
böyle uşağı olur. Ustası ne ki çırağı ne olsun,
maître chanteur er. Şantajcı,
maîtresse diş. Kapatma, nikâhsız karı, metres
(Vivre avec sa maîtresse. Entretenir une
maîtrisable

858

maîtresse).
maîtrisable s. Tutulabilir, önlenebilir, egemen
olunabilir, yenilebilir (Une peur difficilement
maîtrisable).
maîtrise diş. 1. (Eski) Efendilik, ağalık (Maîtrise et
servitude). 2. (Eski) Kalfalık. 3. Soğukkanlılık,
kendini tutma (Garder sa maîtrise, perdre sa
maîtrise). 4. Egemenlik, üstünlük (Avoir la
maîtrise des mers, de l'air). 5. Ustalık, beceriklilik
(Opération exécutée avec maîtrise). 6. Yetenek;
yetki (Frairepreuve d'une maîtrise exceptionnelle.
Parler avec maîtrise). 7. Öğretmenlik. 8. Kilise
korusu için çocuk yetiştiren müzik okulu; bu
okulda yetiştirilmiş çocuk korosu (Diriger la
maîtrise d'une paroisse). 9. (Bir girişimde çalışan
bütün) Ustalar, ustabaşları. 10. Lisans üstü
öğrenim, master.
maîtriser gçl. 1. Tutmak, "zaptetmek (Maîtriser un
chevalsauvage, maîtriser unforcené). 2. Buyruğu,
egemenliği altına almak (Maîtriser un peuple). 3.
Tutmak, bastırmak, önlemek; önüne geçmek,
durdurmak, engellemek (Maîtriser sa colère, son
émotion. Maîtriser un incendie, un fléau). § Se
maîtriser: Kendini tutmak, kendine egemen
olmak; soğukkanlılığım korumak (Réussir à se
maîtriser. Ne pleurez pas, maîtrisez-vous).
majesté diş. 1. Ululuk, yücelik (La majesté divine).
2. Görkem (La majesté de la nature, d'un palais,
des ruines romaines). 3. Haşmetli, kral ve
imparatorlara verilen unvan (Sa Majesté le roi
viendra-t-il?). § Sa Majesté Catholique: İspanya
kralı. Sa Majesté très Chrétienne: Fransa kralı,
majestueusement bel. Görkemle
(Marcher,
s'avancer majestueusement).
majestueux, euse s. 1. Görkemli (Un paysage
majestueux). 2. Ciddi, ağırbaşlı, soylu (Un
vieillard majestueux, un air majestueux, une
démarche majestueuse).
majeur, e s. 1. Büyük, önemli, yüksek (L'intérêt
majeur du pays nous commande d'agir ainsi). 2.
Zorlayıcı, zorlu, elde olmayan, dayanılmaz, karşı
gelinemez (Avoir un empêchement majeur. Un
casdeforcemajeure).3.s. vead. Ergin,"reşit (Une
fille majeure. Il est majeur maintenant, il sait ce
qu'il fait. Un majeur incapable). 4. Olgun, kendi
kendini yönetebilir (Un peuple majeur). 5. er.
Orta parmak. 6. er. mant. Büyük önerme. 7. müz.
Majör (perdesi) (Un air en majeur). § Ordres
majeurs:
Papazlık,
diyakosluk,
diyakos
yardımcılığı.
majolique, maïlolique diş. Endülüs çinisi (Poterie en
majolique).
major.9. değişmez. 1. Baş (Sergentmajor, infirmière

mal
major, médecin major). 2. er. Binbaşı. 3. er. (Bir
yüksek okul sınavında) Birinci, birinci gelen aday
(Le major de la promotion). § Msyor général: 1.
Tuğgeneral. 2. Gemilik komutanı, "tersane
kumandanı,
majorai er. Başçoban.
majorant er. mat. Büyültke.
majorat er. Büyük evlâttan büyük evlâda geçen
meşruta.
majoration diş. Artırma; artma (Majoration de
prix, d'impôt).
majordome er. 1. (Sarayda) Başhademe. 2. (Büyük
konaklarda) Sofracıbaşı.
majorer gçl. Artırmak, yükseltmek (Majorer les
prix, les salaires).
majoritaire s. 1. Salt çoğunluğa dayanan,
çoğunlukçu (Scrutin, système, vote majoritaire.
Un gouvernement majoritaire). 2. s. ve ad.
Çoğunlukta olan, çoğunluktaki (Les majoritaires
d'un parti). 3. Terimsel bir ortaklıkta hisse
senetlerinin çoğunu elinde bulunduran (Gérant
majoritaire).
majorité diş. 1. Çoğunluk (Obtenir la majorité à
l'Assemblée nationale). 2. Çokluk, çoğu (La
majorité des personnes interrogées n'avait rien
vu). 3. Erginlik, "rüşt (Jusqu'à la majorité de
l'enfant). § Majorité absolue: Sal çoğunluk.
Majorité relative: "Nisbi çoğunluk. Dans la
majorité des cas: Çok kez, çokluk, çoğun. Avoir la
majorité, être en majorité: Çoğunlukta olmak,
majuscule s. 1. (Harfler için) Büyük (Lettre
majuscule. Un A majuscule). 2, diş. Büyük harf
(Une majuscule. Ecrire en majuscules).
makier. hayb. Maki (Makigidre: Kedimakisi. Maki
mongos: Mongos).
maler. 1. Kötülük (Le mal et le bien. line ferait pas
de mal à une mouche. Je ne veux de mal à
personne). 2. Mutsuzluk ; üzüntü (Sa jalousie est la
cause de tous ses maux). 3. Güçlük, sıkıntı (On n'a
rien sans mal). 4. 'Dokunca, "zarar (La grêle afait
du mal aux récoltes). 5. Ağrı; acı (Souffrir d'un
mal de gorge. Mal de tête. Il s'est fait mal en
tombant). 6. Sayrılık, "hastalık (Il est atteint d'un
mal incurable). § Le haut mal: Sara. Le mal blanc:
Dolama. Le mal de coeur: Bulantı, iç bulantısı. Le
mal de mer: Deniz tutması. Le mal des montagnes,
le mal des hauteurs: Yükseklik tutması, dağ
tutması, yüksek yer tutması. Le mal du pays: Yurt
özlemi, yurtsama. Le mal du siècle: Çağbunalımı;
belli bir kuşağın bunalımı. Avoir mal à: -si
ağrımak (Avoirmalàlatête, àlagorge, audos, aux
dents, à l'estomac). Avoir mal au coeur: Midesi
bulanmak. Avoir mal aux cheveux: (Çok içkiden)
mal
Başı ağırlaşmak, kafası kazan gibi olmak. Avoir
mal du pays: Yurt özlemi çekmek. Avoir mal de
terre: Saralı olmak. Avoir du mal à f. qch: -mekte
güçlük çekmek (J'ai du mal à vous comprendre).
Etre en mal de qch: -yokluğu çekmek, sıkıntısı
çekmek, -den yoksun olmak (Un journaliste en
mal de copie. Uri écrivain en mal de sujet. Il est en
mal d'imagination). Dire du mal de qn: -in
aleyhinde konuşmak, -i kötülemek. Faire du mal
à qn: -e kötülük yapmak (Il fait du mal à tout le
monde). Faire du mal à qch: -e zarar vermek (Le
froid afait du mal aux arbresfruitiers). Faire mal à:
Acıtmak, ağrıtmak, incitmek (Ces chaussures me
font mal aux pieds). Mettre à mal: Bozmak.
Prendre mal, prendre du mal: Sayn düşmek,
saynlanmak. Penser du mal de qn: -hakkında kötü
düşünmek. Se donner du mal pour qn, pour f. qch:
-için yırtınmak, kendini paralamak. Se flaire du
mal: Bir yeri incinmek, yaralanıp berelenmek, bir
yerlerini incitmek (Il s'estfait du mal en tombant).
Vouloir du mal de qn: -in kötülüğünü istemek.
Aux grands maux, les grands remèdes: 1. Büyük
felâketlere karşı sağlam çareler düşünmek gerek.
2. Büyük başın büyük derdi olur, büyük işler
kişiye büyük sorumluluklar yükler.
mal bel. 1. Kötü (Ecrire, s'exprimer mal). 2.
Uygunsuz (Le moment est mal choisi. Agir mal).
3. Güç, güçlükle (Un malade qui respire mal. Son
échec s'explique mal). 4. Yetersiz, şöyle böyle
(Enfant qui réussit mal en classe). § De mal en pis:
Gittikçe daha kötüye doğru. Mal à propos:
Yersiz, zamansız, hiç de yeri yokken, damdan
düşer gibi. Pas mal: 1. Fena değil, 2. Hayli,
epeyce, çok (Il en sait pas mal sur ton compte. Il a
pas mal de livres). Aller mal: Kötü gitmek,
bozulmak; kötü olmak (Les affaires vont mal).
Aller de mal en pis: Gittikçe daha kötü olmak,
betere doğru gitmek (La situation va de mal en
pis). Etre mal portant: Sağlığı kötü olmak. Etre
bien mal, au plus mal: Ağır hasta olmak. Etre, se
mettre mal avec qn: -ile arası bozuk olmak;
bozuşmak (Etre mal avec sa famille). Etre au plus
mal avec qn: -ile arası kötü olmak (Il est au plus
mal avec ses collègues de bureau). Etre mal vu de
qn: ...tarafından kötü gözle görülmek, kötü biri
olarak bilinmek. Etre malfichu:1. Biçimsizin teki
olmak, çirkin olmak. 2. tkz. Çuvallamak, boku
yemek. Finir mal: Sonu kötü olmak, sonu felâket
olmak (Ce voyou finira mal). Mal tourner: Kötü
yola sapmak (Elle a mal tourné). Prendre mal:
Kötüye almak (Prendre mal une plaisanterie). Se
sentir mal, se trouver mal: Kendini kötü
hissetmek, bayılacak gibi olmak. Tourner mal:

859

maladresse
Bozulmak, kötüye gitmek. Bien mal acquis ne
profite jamais: Haram maldan hayır gelmez,
mal, es. Kötü (C'est mal de mentir à ses parents). §A
la maie heure: Ölüm anmda, ölürken. Bon an mal
an: (Yılların verimi bakımından) Ortalama, üst
üste. Bon gré mal gré: İster istemez, zorla,
istemeye istemeye. Etre pas mal: Güzelce olmak.
Mourir de maie mort: Ansızın ölmek,
malabar s. ve ad. 1. Malabarlı. 2. argo. İri, güçlü,
çam yarması (Un type malabar. C'est un rude
malabar).
malachite [malakit] diş. yerb. Bakırtaşı, "malakit,
malacie diş. Aş yerme.
malacologie diş. hayb. Yumuşakçalar bilimi,
"yumuşakçalarbilim.
malacoptérygiens er. ç. hayb. Yumuşakyüzgeçliler.
malade s. ve ad. 1. Sayn, "hasta (Etre gravement
malade. Guérir, opérer une malade. Médecin qui
visite ses malades). 2. Rahatsız (5e sentir un peu
malade). 3. Bozuk, kötü (Du vin malade. La vigne
est malade cette année). 4. Eski, çürük, dökük (La
reliure de ce bouquin est bien malade). 5. Malade
de qch: a) -si hasta (Il est malade du cœur), b) -den
ölen, biten, kuduran (Il est malade de jalousie). §
Malade imaginaire: Hastalık hastası. Malade
mental: Deli, akıl hastası. Tomber malade:
Saynlanmak, sayn düşmek,
maladie diş. 1. Sayrılık, hastalık (Maladiede<cœur,
de foie, de peau. Maladie contagieuse,
épidémique, infectieuse, inflammatoire. Maladie
bacillaire, microbienne, parasitaire, virulente.
Attraper, contracter, couver, faire une maladie.
Communiquer une maladie. Soigner, guérir une
maladie. Diagnostic d'une maladie. Guérison
d'une maladie. Retour d'une maladie). 2,
(Bitkilerde) Hastalık (Maladies des plantes, delà
pomme de terre, de la vigne). 3. Bozulma,
bozulmuştuk (Maladie du vin). 4. Aşırı
düşkünlük, tutku, hastalık (Avoir la maladie de la
propreté, de la nouveauté. Elle a la maladie de se
mêler des affaires d'autrui). § En faire une
maladie: tkz. Çok kızmak, canı sıkılmak (Il n'y a
pas de quoi en faire une maladie).
maladif, ive s. 1. Kolay hastalanır, enez; cılız (Un
enfant maladif). 2. Sayrıl, "marazı (Pâleur
maladive, un air maladif). 3. mec. Aşırı, anormal
(Une sensibilité maladive,
une curiosité
maladive).
maladivement bel. Aşın derecede (Un art
maladivement élégant).
maladrerie diş. (Ortaçağda) Miskinler tekkesi,
cüzamlılar yurdu,
maladresse diş. 1. Beceriksizlik (Maladresse d'un
maladroit
joueur de tennis. La maladresse de ses gestes, d'un
dessin). 2. Beceriksizlik, beceriksizce bir
davranış, sakarlık, gaf (Il a fait une grande
maladresse).
maladroit,e s. ve ad. 1. Beceriksiz, sakar (Un
ouvrier maladroit. C'est un grand maladroit). 2.
Beceriksizce, acemice, iyi kıvrılamamış (Un
mensonge maladroit, un geste maladroit, un style
maladroit). 3. Maladroit de qch: -si beceriksiz (Il
est maladroit de ses mains).
maladroitement bel. Beceriksizce, acemice,
sakarca (Agir maladroitement).
malağa er. l.Malagaşarabı.2.Malagakuruüzümü.
malaire s. Yanağa değgin (Région malaire, os
malaire).
malais,e s. ad 1. Malezyalı; Malezya ve
Malezyalılara değgin. 2. Malezya dili.
malaise er. 1. Kırıklık, keyifsizlik, rahatsızlık
(Eprouver un malaise. Souffrir d'un malaise). 2.
Sıkıntı, can sıkıntısı (Un malaise inexplicable
grandissait en lui). 3. Tedirginlik, huzursuzluk,
'erinçsizlik (Un malaise politique. Un terrible
malaise régnait dans le pays). 4. Tasa, kaygı
(Ressentir un léger malaise).
malaisé,e s. 1. Güç, sıkıntılı, "zahmetli (Une tâche
malaisée). 2. Malaisé à f. qch: -mesi güç (Un
devoir malaisé à accomplir). 3. EU dar (Un riche
malaisé).
malaisément bel. Güçlükle (Accepter malaisément
une réflexion).
malandrin er. (Eski). Hırsız; serseri,
malappris,e s. ve ad. (Eski). Kaba, görgüsüz;
terbiyesiz (Un enfant malappris).
malard, malart er. Erkek ördek, suna.
malaria diş. Sıtma, "malarya,
malavisé, e s. vead. Densiz, patavatsız (Un homme
malavisé. Un malavisé).
malaxage er. Yoğurup yumuşatma, mıncıklama,
ovalama (Malaxage du beurre).
malaxer gçl.
1.
Yoğurup
yumuşatmak,
mıncıklamak, ovalamak (Malaxer l'argile, le
beurre, le mortier, le plâtre). 2. Karmak, yoğurup
birbirine karıştırmak (Malaxer du beurre et du
fromage).
malaxeur er. Karmaç, karma makinası (Malaxeur à
mortier, à béton).
malbâti,e s. Biçimsiz, eciş bücüş (Une femme
malbâtie).
malchance diş. Talihsizlik (Avoir de la malchance:
Talihsiz olmak).
malchanceux, euse s. ve ad. Talihsiz, şanssız (Un
joueur malchanceux).
malcommode s. Uygun olmayan (Un vêtement

860
malfaisant
malcommode pour la campagne).
maldonne diş. 1. (İskambilde) Yanlış kâğıt
dağıtma, kâğıt vermede yanlışlık (Faire une
maldonne,
faire maldonne:
Yanltş kâğıt
dağıtmak). 2. mec. Yanlışlık, "hata (Leur amitié
avait pour base une maldonne).
mâle er. (Cinslik bakımından) Erkek (Le mâle et la
femelle. Le mâle d'un oiseau, d'un animal). 2. s.
(Anahtar, kopça gibi şeylerde) Erkek (Pièces
mâles d'une charnière). 3. s. Erkek (Hormone
mâle, organes mâles des fleurs. Un animal mâle).
4. s. Yiğit, yiğitçe, erkekçe (Voix grave et mâle.
Unvisagemâle, unairmâle). S.s. mec. Canlı,sert,
keskin, diri (Admirons le génie mâle de Corneille).
malédiction diş. 1. İlenme, ilenç, "beddua
(Malédiction paternelle). 2. Kargış, lânet. 3.
Uğursuzluk, felâket, şanssızlık, talihsizlik (La
malédiction semble peser sur ce navire trois fois
atteint par t'incendie). 4. Bağırıp çağırma, sövüp
sayma (Poursuivi dans l'escalier par les
malédictions de la concierge) S. ünl. Tüh, hay
Allah kahretsin (Malédiction! J'ai oublié de
fermer le gaz!).
maléfice er. Kötü büyü, göz, "nazar (Ilprétend être
victime d'un maléfice. Amulette destinée à écarter
les maléfices) § Jeter un maléfice sur: -e büyü
yapmak (On avait jeté un maléfice sur lui).
maléfique s. Uğursuz, yümsüz (Etoiles maléfiques).
malencontreusement bel. Kötü bir raslantı sonucu
olarak; terslik bu ya, aksi gibi (Oublier
malacontreusement ses clefs).
malencontreux, euse s. 1. Kötü bir raslantı sonucu,
can sıkıcı, yersiz, aksi (Une panne malencontreuse
m'a mis en retard. Faire une allusion
malencontreuse au cours d'une conversation). 2. s.
ve ad. İşleri ters giden; uğursuz, aksi, ters (C'est
un
malencontreux.
Un
malencontreux
personnage. Il a un sort malencontreux).
mal-en-point, mal en point bel. Kötü durumda
(Voilà mon loup par terre, mal-en-point, sanglant
et gâté).
malentendu er. 1. Yanlış anlaşılma, yanlışlık (Mots
qui provoquent des malentendus. Dissiper un
malentendu).
2. Anlaşmazlık (Malentendu
diplomatique).
malfaçon diş. 1. Kusur (Malfaçon due à une erreur
de l'entrepreneur). 2. Yolsuz kazanç,
malfaisance diş. 1. Kötülük etme; kötülük;
kötücüllük. 2. Dokunca, zarar,
malfaisant,e s. 1. Kötülük eden, kötücül (Un être
malfaisant). 2. Dokuncalı,
zararlı (Idées
dangereuses
et malfaisantes.
Une bête
malfaisante).
malfaiteur
malfaiteur er. Kötülükçü, "şerir; hırsız, ursuz (Ona
arrêté un dangereux malfaiteur. La police
recherche les malfaiteurs).
malfamé,e s. Adı kötüye çıkmış, kötü tanınmış
(Maison, rue, hôtel malfamés).
malformation diş. Doğuştan kusur,
malgaches, vead. 1. Madagaskarlı. Madagaskar ve
Madagaskarlılara değgin. 2. er. Madagaskar dili.
malgracieux,euse s. Kaba, hoyrat (Un homme
malgracieux).
malgré ilg. 1. -e karşın, -e "rağmen (Il a fait cela
malgré son père). 2. -e aldırmayarak, bakmayarak
(Malgré les ordres reçus, il a refusé. Il est sorti
malgré la pluie). § Malgré tout: Her şeye karşın,
yine de (Il était un grand homme, malgré tout).
malhabile s. 1. Beceriksiz, çolpa (Des mains
malhabiles. Il est malhabile en affaires). 2.
Malhabile i f. qch: -meyi beceremeyen, -mekte
beceriksiz (Elle avait des yeux malhabiles à
mentir).
malhabilement bel. Beceriksizce,
malheur er. 1. Mutsuzluk, "bedbahtlık (Bonheur et
malheur. Cette rencontrefut le grand malheur de sa
vie). 2. Felâket (Il lui est arrivé un malheur). 3.
Talihsizlik, şanssızlık (Le malheur a voulu qu'il
tombemalade). 4. Uğursuzluk (Le malheur est sur
nous). § Oiseau de malheur: Uğursuz kimse, şom
ağızlı. De malheur: Rezil, lânetli (Encore cette
pluie de malheur). Malheur à: -in vay haline
(Malheur aux vaincus). Par malheur: Ne yazık ki,
"maalesef. Avoir un malheur: Başına bir kaza
gelmek. Faire un malheur: Elinden bir kaza
çıkmak (Retenez-moi, ou je fais un malheur).
Jouer de malheur: İşleri ters gitmek, talihi ters
gitmek. Porter malheur à: -e uğursuz gelmek,
uğursuzluk getirmek (Tu lui as porté malheur).
malheureusement bel. Ne yazık ki, yazık ki,
"maalesef (Je ne pourrai malheureusement pas
venir).
malheureux, euse s. ve ad. 1. Mutsuz (Une femme
malheureuse). 2. Acınacak, zavallı (Une famille
malheureuse.
Tomber dans une situation
malheureuse). 3. Yoksul, zavallı (Aider, secourir
un malheureux). 4. Güç, zahmetli, sıkıntılı
(Mener une existence malheureuse). 5. Üzgün,
üzüntülü (Prendre un air malheureux pour avouer
une faute). 6. Bahtsız, şanssız (Un adversaire
mahheureux, un candidat malheureux. Etre
malheureux au jeu). 7. Başarı gösteremeyen,
başarısız kalan (Entreprise malheureuse, tentative
malheureuse). 8.Önemsiz,değersiz (Ils'est misen
colère pour une malheureuse petite erreur). 9.
Malheureux de: -e üzgün, -diği için üzüntülü (Je

861

malin
suis malheureux de ne pouvoir vous aider). § Avoir
la main malheureuse: 1. Beceriksiz, sakar olmak.
2. Eli uğursuz olmak. Les malheureux n'ont point
de parents: Düşünenin dostu olmaz. Heureux au
jeu, malheureux en amour: Oyunda yitiren sevide
kazanır, "kumarda kaybeden aşkta kazanır,
malhonnêtes, vead. 1. Namussuz (Un malhonnête
homme). 2. Dalavereci, hileci (Un commerçant
malhonnête,
un joueur malhonnête).
3.
Namussuzca,
namusa
aykırı,
edepsizce,
terbiyesizce (Paroles malhonnêtes. Recourir à des
procédés malhonnêtes). 4. Kaba, nezaketsiz,
terbiyesiz (Employé, serviteur malhonnête).
malhonnêtement bel. 1. Namussuzca (Il nous a
trahis
malhonnêtement).
2.
Kabalıkla,
nezaketsizce,
terbiyesizce
(Il
a
agi
malhonnêtement avec ses clients).
malhonnêteté
diş.
1.
Namussuzluk
(La
malhonnêteté
intellectuelle).
2.
Kabalık,
nezaketsizlik, terbiyesizlik (La malhonnêteté
d'unserviteur, d'unprocédé). 3. Kabalık, kaba bir
söz yada davranış (Dire, faire une malhonnêteté).
malice diş. 1. Kötülük eğilimi. 2. Kötülük; yapılan
yada söylenen kötü şey (Un discours plein de
malices). 3. Şaka, muziplik (Dire, faire des
malices). § Par malice: Kötülük olsun diye; kötü
niyetle (ila rapporté cet incident par malice). Ne
pas entendre malice à qch: 1. -de hiçbir kötü niyet
görmemek, hiçbir kötülük bulmamak. 2. -i kötü
niyetle yapmamış olmak,
malicieusement bel. 1. Alaylı alaylı, muzipçe
(Sourire malicieusement). 2. Kötülük olsun diye;
kötülükle, kötü kötü (On l'a interrogé
malicieusement).
malicieux, euses. 1. (Eski) Kötü niyetli; kötücül. 2.
Şakacı, alaycı, muzip (Un enfant malicieux.
Regard, sourire malicieux).
malignité diş. 1. Kötülük. 2. Kötü yüreklilik, kötü
niyetlilik (Il l'afait par malignité). 3. Kötücüllük,
"habislik,"habaset (Malignité d'une tumeur). 4.
Şakacılık, alaycılık, muziplik (L'homme aime la
malignité, mais contre les heureux superbes).
malin, igne s. ve ad. 1. (Eski) Kötü yürekli, kötü
niyetli. 2. Dokuncalı, zararlı (Influencesmalignes
d'un mauvais principe). 3. Kurnaz, açıkgöz,
becerikli (Un homme malin). 4. Alaycı, muzip;
alaylı, muzipçe (Il est malin comme un singe. Il a
toujours sur les lèvres un sourire malin). S. "Akıllı,
zeki (Il se croit malin. Ce gros malin a cru que les
autres se laisseraientprendre à sa ruse). hlk. Güç
(Ce n'est pas bien malin de manipuler cet
appareil). 7. Kötücül, habis (Tumeurmaligne). 8.
Uğursuz, kötü (Il éprouve un malin plaisir à
malines
importuner son voisin). § Le Malin yada Esprit
malin: Şeytan. Faire le malin: Kurnazlık etmek,
açıkgözlülük etmek. A malin, malin et demi: Sen
tilkiysen ben de kuyruğuyum.
Dinsizin
hakkından imansız gelir,
malines diş. Malines'de yapılan bir çeşit değerli
dantela (Blouse de malines).
malingres, ve ad. Cılız, sıska (Un enfant malingre).
malinois er. Belçika çoban köpeği, kurt köpeği,
malintentionné, e s. Kötü niyetli (Un homme
malintentionné).
malle diş. 1. (Eskiden) Posta (Malle des Indes). 2.
Sandık; bavul (Défaire ses malles).
3.
(Arabalarda) Bagaj, *taşıncaklık (La maile
arrière). § Faire sa malle, ses malles: 1. Bavulunu
hazırlamak, eşyalarını bavula yerleştirmek. 2.
Yolculuğa hazırlanmak; yolculuğa çıkmak,
gitmek.
malléabilisation
diş.
Esnekleştirme,
yumuşaklaştırma (Malléabilisation d'un métal).
malléabilité diş. 1. Yassılganlık, dövülgenlik;
yumuşayabilirlik, esneyebilirlik (Degré de
malléabilité des métaux). 2. mec. Uysallık,
yumuşaklık (Malléabilité d'un caractère, d'un
esprit).
malléable s. 1. Dövülgen, yassılgan; esneyebilir,
yumuşayabilir (L'or est très malléable). 2. mec.
Uysal, yumuşak huylu (Un enfant malléable, une
femme malléable). 3. Etki altında kalan, çabuk
etkilenen (Les adolescents sont malléables).
malléole diş. biy. (Ayakta) Aşık çıkıntısı, bilek
çıkıntısı.
mallette diş. Küçük bavul; küçük sandık,
malmener gçl. 1. Hırpalamak (La foule a malmené
le voleur). 2. Yenmek, başarısızlığa uğratmak (Le
champion malmena son adversaire dès le premier
round).
malnutrition diş. Beslenme bozukluğu,
malodorant, e s. Piskokulu, pis kokan (Haleine
malodorante).
malotru, e s. ve ad. Kaba, görgüsüz, terbiyesiz,
hödük (Un conducteur malotru. Un malotru m'a
bousculé).
malpighie diş. bitb. Antil kirazı,
malplaisant, e s. Sıkıcı, hoşa gitmeyen,
malposition diş. hek. (Organlar ve özellikle dişler
için) Anormal durum, anormallik,
malpropre s. 1. Kirli, pis, pasaklı (Vieillard, fille
malpropre). 2. mec. Ahlâksızca, edepsizce;
uygunsuz, kaba (Plaisanteries malpropres). 3. s.
ve ad. Ahlâksız, edepsiz, alçak (Un homme
malpropre. Il ne se laissera pas insulter par un tel
malpropre).
862

malvenu
malproprement bel. 1. Üstünü başını kirleterek,
her yanına bulaştırarak (Cet enfant mange
malproprement). 2. Kaba ve özensiz bir şekilde,
dikkat göstermeden (Travailler malproprement).
malpropreté diş. 1. Kir, pislik, kirlilik. 2. Kabalık,
edepsizlik,
uygunsuzluk.
3.
Ahlâksızlık,
namussuzluk,
malsain, es. l.Sağlıksız,sağlığı bozuk,esenliksiz(//a
des enfants malsains). 2. Normal olmayan, bozuk,
sakat (Il a un esprit malsain). 3. Sağlığa dokunan,
pis, dokuncalı (Des eaux malsaines. Humidité
malsaine. Climat, temps, logement malsain). 4.
Ahlâk bozucu (Littérature malsaine). 5. mec.
Tehlikeli.
malséance diş. Yakışıksızlık, uygunsuzluk,
malséant, e s. Yakışıksız, uygun olmayan, yersiz
(Despropos malséants).
malsonnant, e s. Çirkin, yakışıksız, kaba (Propos,
injures malsonnants).
malt [malt] er. ktm. Malt,
maltage er. kim. Malt haline getirme, maltlaştırma;
malt haline gelme, maltlaşma.
maltais, e s. ve ad. Maltah; Malta ve maltalılara
değgin.
malter gçl. Malt haline getirmek, maltlaştırmak.
malterie diş. Malt fabrikası,
malthusianisme
er.
1.
Doğumların
sınırlandınlması, doğum kontrolü. 2. Üretim
sınırlandırılması, Maltus öğretisi, Maltüzyanizm.
malthusien, ne s. ve ad. Maltüsçü, Maltus öğretisi
yanlısı.
maltose er. kim. Maltoz, malt şekeri.
maltôte diş. 1. Kanunsuz vergi. 2. mec. Vergi
toplama. 3. Vergiciler, vergi toplayanlar,
maltôtier er. (Yerme yoluyla) Maliyeci,
maltraiter gçl. 1. -e karşı kötü davranmak
(Maltraiter un enfant, un malade). 2. Yanlış
kullanmak, -yanlışlıklan yapmak (Maltraiter la
langue, la grammaire). 3. Hırpalamak (Les
critiques ont bien maltraité cet auteur).
malvacées diş. ç. bitb. Ebegümecigiller.
malveillance diş. 1. Kötü yüreklilik; düşmanlık (Il
me Regardait avec malveillance).
2. Kötü
niyetlilik, kasitlilik; kötü niyet, kasıt (Incendie dû
à la malveillance).
malveillant, es. ve ad. 1. Kötü yürekli (Une voisine
malveillante. Un malveillant). 2. Köt niyetli,
kasıtlı, düşmanca (Jeter un regard malveillant.
Cancans, commérages malveillants).
malvenu, es. 1. Yersiz, haksız (Requête, doléance
malvenue). 2. Gelişmemiş, güdük kalmış (Enfant
malvenu, arbre malvenu). § Etre malvenu de f.
qch, à f. qch: -mekte haksız olmak, -meye hakkı
malversation
olmamak (Tu es malvenu à te plaindre. Vous êtes
malvenu de juger les autres).
malversation diş. Aşırtı, "ihtilâs (Fonctionnaire
coupable de malversation).
malvoisie er. Bir tür tatlı şarap,
maman diş. 1. (Çocuk dilinde) Anne, ana. 2.
Hanım, hanımefendi,
mambo diş. Mambo, bir tür dans.
mameile diş. Meme (Les Amazones se brûlaient la
mamelle droite. Les mamelles de la chèvre, de la
vache). § Enfant à la mamelle: Meme çocuğu, süt
çocuğu. Sous la mamelle gauche: Sol göğüsün
altında, yürekte,
mamelon er. 1. Meme ucu, meme başı. 2. Küçük
tepe, tepecik (Le village est situé sur un mamelon).
mamelonné, e s. Tepecikli, kabartılı (Paysage
mamelonné).
mamelouk, mameluk s. ve er. tar. Memluk,
mamelu, es.Koca memeli, karpuz memeli,
mamie, m'amie diş. Cicim, sevgilim,
mamie, mammy diş. tkz. (Çocuk dilinde) Nine,
nineciğim.
mamillaires. 1. Mememsi. 2. diş. bitb. Kokulu ve iri
çiçekli bir etli yemiş bitkisi,
mammaire s. Memeye değgin
(Glandes
mammaires).
mammalien, ne s. Memelilere değgin, memeli
hayvanlarla ilgili,
mammalogie diş. hayb. Memeli hayvanlar bilimi,
•memelilerbilim.
mammifère er. hayb. 1. Memeli hayvan, memeli. 2.
er. ç. Memeliler,
mammite diş. Meme yangısı (Mammite de la vache).
mammouth er. hayb. Mamut,
mamours er. ç. "Canikom", "tatlım" diye sevme. §
Faire des mamours à qn: -i sevip okşamak,
mana er. (Kimi dinlerde) Doğaüstü güç,
"mana(Posséder du mana).
manade diş. (Bölgesel) Sığır sürüsü, at sürüsü,
management er. İşyöne timi, yönetme, işletme,
manager [manad&r] er. "Menecer, *işyönetir.
manant er. 1. (Eskiden) Köylü, kasabalı. 2. (Şimdi)
Kaba, hırt, hırbo, görgüsüz, hödük (Michel est un
manant et un animal, il ne faut pas lui écrire).
mancenillier er. 1. bitb. Sütleğengillerden bir
Amerika ağacı, mansenila. 2. mec. Çekici ama
belâlı bir iş yada yer.
manche diş. 1. (Giysilerde) Kol, yen (Chemisesans
manche, à manche courte). 2. (Gemilerde)
Manika. 3. coğr. Boğaz (La manche de Bristol, la
manche de Danemark). 4. (Büyük harfle) Manş
denizi. § Manche à vent: (Gemilerde)
Havalandırma borusu. Manche à air: (Hava

863

mandarin
alanlarında) Rüzgâr yönünü gösteren balon . §
Avoir qn dans sa manche: Biri elde olmak, cepte
keklik olmak. Faire la manche: Avuç açmak,
dilenmek, ondan bundan para istemek. Relever,
retrousser ses manches: 1. Kollarını sıvamak,
kollarını çemirlemek. 2. mec. İşe koyulmak,
kollan sıvamak, çalışmaya başlamak. Tirer qn
par la manche: 1. -i kolundan tutup götürmek. 2.
-in dikkatini çekmek. Tirer la manche à qn: -e
yalvarmak .C'est une autre paire de manches: tkz.
Bu apayrı bir şey, bu balık başka balık,
manche er. 1. (Aletlerde) Sap; kulp (Manche de
pioche, de hache. Manche de couteau, de
fourchette, de cuiller. Manche de casserole). 2.
(Sabanda) Tutak (Manche de charrue). 3.
(Etlerde) Sap gibi elle tutulan kemik (Côtelette à
manche. Manche à gigot). 4. (Çalgılarda) Sap, kol
(Manche de violon, de guitare). S. mec. tkz.
Beceriksiz, sakar; aptal enayi (ila agi comme un
manche. Quel manche!). § Branler dans le
manche: Sallantıda olmak; durumu sarsılmak.
Etre, se mettre du côté du manche: Güçlüden yana
olmak, kendi çıkarının olduğu yana geçmek.
Jeter le manche après la cognée: 1. Allah belâsını
versin deyip bir işten vazgeçmek. 2. Usanç
getirmek, usanıp içgücünü yitirmek,
mancheron er. 1. Kolluk süsü. 2. Saban tutağı,
manchette diş. 1. (Gömleklerde) Kol ağzı; kol
(Manchette de chemise en dentelle. Bouton de
manchette). 2. Alay. Kelepçe. 3. (Yazıda) Çıkma
(Texte, note en manchette). 4. (Gazetede) Büyük
başlık, iri puntolarla başlık (Les manchettes des
journaux annoncent un attentat). 5. Kolluk (Des
manchettes de lustrine).
manchon er. 1. El kürkü, "manşon (La bonne dame
plongea dans un manchon ses mains jusqu'aux
coudes). 2. (İki boruyu uç uca sanp birleştiren)
Bilezik (Manchon d'accouplement). 3. (Lüks
yada havagazı lambalarında) Gömlek (Des
lampes à manchon sont rangées sur une longue
table).

manchot, te s. ve ad. 1. Çolak. 2. tkz. Beceriksiz,


sakar. 3. er. hayb. Güney kutbunda yaşayan,
güdük kanatlı bir cins balıkçıl. § N'être pas
manchot: Elinden her iş gelmek, güçlü ve
becerikli olmak,
mandale diş. argo. Tokat, sille,
mandant, e ad. Birini kendine vekil eden, birine
vekillik veren, "müvekkil,
mandarin er. 1. (Eskiden, Uzakdoğuda) Yüksek
görevli, mandarin. 2. mec. Sözü dinlenen bilgin
yada devlet adamı; nüfuzlu aydın. 3. Uzakdoğuda
yaşayan bir tür ördek. 4. s. Mandarinlere değgin.
mandarinat
mandarinat er. 1. Mandarinlik. 2. mec. alay. Beyler
takımı, ağalar, beyler (Mandarinat littéraire,
politique, artistique).
mandarine diş. 1. Mandalina. 2. s. değişmez.
Mandalina renginde (Des bas mandarine).
mandarinier er. Mandalina ağacı,
mandat er. 1. Vekillik, vekâlet (Donner mandat à
un notaire d'acheter une ferme). 2. Havale
(Mandat postal, mandat télégraphique. Envoyer
un mandat à son fils soldat. Toucher un mandat).
3. Milletvekilliği. 4. Manda, himaye (Pays sous
mandat). § Mandat d'amener: huk. °thzar
müzekkeresi. Mandat d'arrêt: Tutuklama
müzekkeresi. Mandat d'exécution: İcra emri.
Mandat général: Umumi vekâlet. Mandat
législatif, mandat parlementaire: Milletvekilliği.
Mandat postal: Posta havalesi. Mandat de
comparution: Celp.
mandataire ad. 1. Vekil (Je suis son mandataire
auprès de vous. Les députés sont les mandataires
des électeurs). 2. mec. Savunucu, sözcü (lise fait le
mandataire de la liberté). § Mandataire aux
Halles: Kabzımal, komisyoncu,
mandater gçl. 1. Havale ile göndermek (Mandater
cent francs au nom de son fils). 2. Temsilci olarak
seçmek, görevlendirmek (Les locataires ont
mandaté l'un des leurs pour négocier avec le
propriétaire).
mandement er. 1., (Eskiden) Buyrultu, buyruk
(Mandement du Roi). 2. Piskoposlukça papazlara
yazılan buyrultu,
mander gçl. 1. Çağırmak, getirtmek (Mander le
médecin). 2. Bildirmek, haber vermek (On nous
mande qu'un tremblement de terre s'est produit).
3. Mander qch à qn: Birine bir şeyi yazı ile
bildirmek, yazmak (Je lui ai mandé la mort de son
père).
mandibulaire s. Alt çeneye değgin,
mandibule diş. 1. Alt çene. 2. (Kuşlarda ve
böceklerde) Çenek. § Jouer des mandibules: tkz.
Yemek, atıştırmak,
mandoline diş. Mandolin (Jouer de la mandoline).
mandoliniste ad. Mandolin çalan,
mandore diş. Eskiden kullanılan bir tür lavta,
mandragore diş. Adamotu yada kankurutanotu
denilen bitki,
mandrill er. Bir cins kuyruksuz büyük şebek,
mandrin er. 1. Demirci delgisi. 2. Torna kavrağı.
manécanterie diş. Kiliseye bağlı müzik okulu,
manège er. 1. At eğitimi. 2. At eğitimi yeri (Manège
ouvert, fermé). 3. (Hayvanlarla döndürülen)
Dolap (Cheval de manège). 4. Atlıkarınca (Faire
un tour de manège). S. mec. Oyun, dolap, hile (Je

864

manger
comprends son petit manège).
mânes er. ç. 1. (Eski Romalılarda) Ölülerin ruhu,
kutsal ruhlar. 2. mec. ed. Ruh (Invoquer les mânes
des ancêtres).
manette diş. (Musluk, elektrik akımı gibi şeyleri
açıp kapamaya yarayan) Anahtar (Manette des
gaz d'un avion, manette d'un percolateur).
manganate er. kim. Manganat.
manganèse er. kim. Manganez,
mangeables. Yenilebilir, yenir,
mangeaille diş. 1. Hayvan yemi, bulamaç, yal. 2.
tkz. Yal gibi bol ve tatsız yemek,
mangeoire diş. Yemlik.
manger gçl. 1. Yemek (Manger du pain, de la
viande, des fruits. Manger un bifteck, un gâteau).
2. Yemek, aşındırmak, kemirmek (Les souris ont
mangé la couverture. Vêtement mangé par les
mites, étoffe mangée aux mites). 3. Soldurmak,
gidermek, attırmak (Le soleil a mangé la couleur
bleue du papier). 4. Tüketmek, sarfetmek;
harcamak, yemek (Le poêle mange trop de
charbon. Il a mangé toute sa fortune, beaucoup
d'argent. Ces discussions inutiles ont mangé toute
ma soirée). 5. gsz. Yemek yemek (Il m'a invité à
manger. Manger avec appétit). 6. Manger qn de
qch: Birini -lere boğmak (Manger un bébé de
baisers, manger une femme de caresses) § Manger
à l'auge: Beleşten geçinmek, yağlı bir kuyruk
bulmak. Manger à sa faim: Doyasıya yemek.
Manger à plusieurs râteliers: Birçok yerden geliri
olmak, değişik yerlerden kazanç sağlamak.
Manger à ventre déboutonné: Patlayıncaya kadar
yemek, tıka basa yemek. Manger comme quatre:
Her şeyi silip süpürmek, çok yemek. Manger
comme un chancre: Kıtlıktan çıkmış gibi yemek.
Manger comme une mauviette, comme un oiseau:
Çok az yemek, kuş kadar yemek. Manger de la
vache enragée: Geçim sıkıntısı çekmek, yoksulluk
içinde olmak. Manger qn des yeux: Gözleriyle
yemek, gözlerini dikip yiyecekmiş gibi bakmak.
Manger qn tout cru: -i çiğ çiğ yemek, -e çok
kızmak. Manger du bout des dents: İştahsız
yemek, istemeye istemeye yemek, lokması
ağzında büyümek. Mangerla consigne: (Parolayı)
Unutmak. Manger la grenouille: Parayı alıp
tüymek, parayı içetmek, üstüne yatmak. Manger
le morceau: Nihayet konuşup herşeyi açıklamak,
itiraf etmek; suç ortaklarını ele vermek. Manger
ses mots: Sözü ağzında gevelemek, kem küm edip
durmak. Manger ses quatre sous: Elinde
avucunda ne varsa yemek, elindeki üç beş
kuruştan da olmak. Manger son blé en herbe:
Gelirini önceden yemek, gelirini kırdırıp
manger
harcamak. Manger son pain blanc le premier: Bir
işte, bir meslekte ilk adımları başarılı olmak; iyi
başlamak. Manger sur le pouce: Bir şeyler
atıştırmak, ayaküstü bir şeyler yemek. Se manger
les sangs: Üzüntüden kendini yiyip bitirmek,
kendi kendini yemek,
manger er. Yemek, yiyecek ( Préparer le manger des
enfants. Ici, on peut apporter son manger). § En
perdre le boire et le manger: Çok üzülmek,
yemekten içmekten kesilmek,
mangerie diş. 1. Uzun süren yemek. 2. Çok yemek
yeme.
mange-tout er. 1. Müsrif, eline ne para geçerse
yiyen. 2. s. değişmez. Kabuğuyla yenilen
(Haricots mange-tout, pois mange-tout).
mangeur, euse ad. 1. Çok yiyen, boğazlı; obur (Un
grand mangeur. Elle est une grosse mangeuse), 2.
Yiyen, yiyici (Les mangeurs de viande sont en
général cruels). 3. mec. Savurgan, müsrif, çok
para harcayan. § Mangeurs de grenouilles:
Yabancıların Fransızlara taktıkları ad, kurbağa
yiyen, Fransız. Mangeur d'hommes: Yamyam.
Mangeur d'opium: Afyonkeş,
mangeure [mâjyr] diş. Bir şeyde yenmiş yer,yenik
(Mangeure d'une étoffe, d'un livre).
mangle diş. Brezilya ve Hint'te yetişen bir tür
sakızağacı yemişi,
manglier er. Bir tür sakızağacı,
mangoustan er. Sıcak iklimlerde yetişen ve meyvesi
pek beğenilen bir ağaç, mangustan.
mangouste
l.bitb. Mangustan ağacının yemişi.
2. hayb. Firavunfaresi.
mangrove diş. coğr. Mangrov ormanı; sıcak
kuşaktaki deniz kulaklarında, koylarda, ırmak
ağızlarında çok yaygın olan, hep yeşil duran
yapraklı orman,
mangue
bitb. Hintkirazı.
manguier er. Hintkirazı ağacı,
maniabilité diş. 1. Kullanışlılık (Maniabilité d'un
livre, d'un avion). 2. İşlenme kolaylığı;
yumuşaklık
(Maniabilité
du plâtre).
3.
Elverişlilik, uygunluk. 4. mec. Uysallık,
maniables. 1. Kullanılması kolay, kullanışlı (Outil
maniable, instrument maniable. Une voiture très
maniable en ville) 2. Yumuşak, esnek (Etoffe
maniable, cuir maniable). 3. Kolay işlenir,
işlenmesi kolay (Le béton est très maniable). 4.
den. (Hava, yel için) Elverişli, uygun (Temps,
vent maniable). 5. mec. Uysal (Il a un caractère
maniable).
maniaque s. ve ad. ruhb. 1. Manyaya değgin,
taşkınlık
hastalığına
değgin
(Excitation
maniaque). 2. Manyak (Un maniaque. Un

865

manière
célibataire maniaque).
maniaquerie diş. Manyaklık,
manichéen,ne [manikei, ai] s. 1. Manikeizm
öğretisine değgin, maniciliğe değgin (Vision
manichéenne du monde). 2. ad. Manikeizm
öğretisi yanlısı,
manichéisme [manikeism] er. fels. İranlı Mani'nin,
Yahudilik dışındaki bütün dinleri birleştirerek
kurduğu ve iyilikle kötülük karşıtları ilkesine
dayandırdığı yeni bir din; "manikeizm, manicilik.
manie diş. 1. ruhb. Manya, taşkınlık hastalığı. 2.
Tuhaf merak; aşırı düşkünlük (Elle a la manie du
linge, de tricoter). 3. Tuhaf alışkanlık; kaçıklık
(Les manies d'un écrivain. Il a la manie de dire
toujours "n'est-cepas").
maniement er. 1. Kullanma (Le maniement de la
langue, des mots). 2. İşletme, çalıştırma,
kullanma; kullanış, işleyiş (Le maniement d'un
outil, d'un fusil, d'une voiture, de la fourchette).
manier gçl. 1. (Eski) Ele almak, elle yoklamak,
ellemek. 2. İşlemek, elle işlemek, eliyle biçim
vermek (Manier la glaise et réaliser la maquette).
3. Kullanmak, çalıştırmak, işletmek (Manier un
outil, une voiture, un appareil). 4. mec.
Yönetmek, çekip çevirmek, istediği yönü vermek
(Manier une affaire, un peuple). S. Ustalıkla
kullanmak (// manie bien sa langue). § Se manier:
1. Kullanılmak, kullanışı kolay olmak (Ce
vélomoteur se manie très bien). 2. hlk. Acele
etmek, çabuk olmak (On t'attend à la caserne, je te
conseille de te manier). § Se manier le popotin:
tkz. Acele etmek, elini çabuk tutmak,
manière diş. 1. Tarz, biçim, usul (La manière de
vivre, de parler). 2. Tür, çeşit (L'amitié entre
homme et femme, c'est encore une manière
d'amour). 3. Üslup, *biçem (La manière d'un
peintre, d'un écrivain, d'un compositeur). 4. ç.
Davranış, tavır (Il a des manières ridicules). 5. ç.
tkz. Numara, cilve, yapmacık davranış (En voilà
des manières). § A la manière de: Gibi (Il se lève
avec l'aube, à la manière des paysans). De cette
manière: Böylece, bu yolla; bu şekilde (De cette
manière, vous n'y arriverez pas). D'une certaine
manière: Bir bakıma (D'une certaine manière, ila
raison). D'une manière générale: Genel olarak,
genellikle. De toute manière: Nasıl olsa; ne olursa
olsun; "her hal ve kârda (De toute manière, il
réussira). D'une manière ou d'autre: Şu yada bu
yolla. De telle ou telle manière: Şu yada bu şekilde.
En aucune manière: Hiçbir şekilde, asla. En
manière de: Biçiminde, şeklinde (Un roman
construit en manière de poème). De manière à f.
qch: 1.-mek için, amacıyla (Il travaillait le soir, de
maniéré

866

manière à ne pas être à la charge de ses parents). 2.


-cek biçimde, -cek şekilde (Mettre des bourrelets
aux fenêtres, de manière à éviter les courants d'air).
De manière que, de telle manière que, de manière à
ce que: -ceği şekilde; öyle ki, o şekilde ki... (Ila
crié de telle manière qu'il m'a réveillé. Ils le
garrottèrent de manière qu'il ne put remuer. Un
portique disposé de manière à ce qu'on trouvât de
l'ombre à toute heure). Apprendre les belles
manières: Nezaket kurallarını öğrenmek, görgü
kurallarını bilmek. Faire des manières: Numara
yapmak, poz yapmak, cilve yapmak. Manquer de
manières: Kaba olmak, eğitim görmemiş olmak,
nezaket nedir bilmemek. Sans manières:
Gösterişsiz, numarasız, içtenlikle. C'est une
manière de parler: Söz gelişi; sözün gelişi öyle.
maniéré,e s. 1. Yapmacık (ila pris un ton maniéré)
2. Özentili (Un style maniéré).
maniérisme er. 1. Özenticilik; özentililik. 2.
Özentili sanat. Uyanış çağı ile Barok arasındaki
yapmacık devimli sanat, yapmacıkçılık. 3. tkz.
Numaracılık, cilvecilik, pozculuk.
maniériste s. ve ad. 1. Özentici; özentili;
yapmacıkçı. 2. Numaracı, pozcu, yapmacık
davranıştı.
manieur, euse ad. Kullanan, yöneten (Les dieux
manieurs du tonnerre. Un manieur d'hommes). §
Manieur d'argent: Sarraf, banker, para ile
oynayan adam.
manifestante ad. Gösterici, gösteri yapan (La
police a arrêté les manifestants).
manifestation diş. 1. Gösteri, "tezahürat (Faire une
manifestation contre la guerre) 2. Gösterme,
belirtme, açığa vurma (La manifestation d'une
opinion,
d'un
sentiment).
3.
Belirti
(Manifestations cliniques d'une maladie).
manifeste s. Belli, açık aşikâr (Ta jalousie est
manifeste).
manifeste er. 1. Bildirge, "beyanname. 2. Bildiri,
yazıh açıklama (Manifeste du surréalisme). 3 .den.
Manifesto, gemi kirası sözleşmesi,
manifestement bel. Açıkça, besbelli (Cette conduite
est manifestement erronée).
manifester gçl. 1. Belirtmek, açığa vurmak;
göstermek, ortaya koymak (Manifester son
étonnement, son courage, ses opinions. Ces
contradictions manifestent un grand désarroi). 2;
gsz. Gösteri yapmak (On a manifesté dans les
rues). 3. gçl. Manifester qch à qn: Birine ....
göstermek (Je lui ai manifesté toujours mon
amitié). § Se manifester: 1. Belli olmak, belirmek,
ortaya çıkmak (Sa jalousie se manifeste nettement.
L'opinion publique se manifeste par les journaux).

manœuvre
2. Se manifester à: Kendini -e göstermek, -e
görünmek (Dieu ne se manifeste pas aux hommes
avec toute l'évidence qu'il pourrait).
manigance diş. Oyun, dalavere, entrika (Ilestarrivé
à ce poste par une série de manigances).
manigancer gçl. tkz. Düzenlemek, çevirmek,
hazırlamak (Manigancer un complot. Les voleurs
ont bien manigancé leur coup).
manille diş. 1 Bir çeşit iskambil oyunu. 2. Pıranga
halkası. 3. Zincir tokası. 4. er. tyi bir cins puro
(Fumer des manilles).
manioc er. bitb. Manyoka,
manipulateur, trice ad. 1. Yardımcı, işçi; eliyle
işleyen, elle yapan (Manipulateur de laboratoire,
manipulateurradiographe). 2.er. (Telgrafçılıkta)
Manipülatör. 3. er. (Telgrafçılıkta) Maniple,
manipulation diş. 1. Elle yapüan işlem, el işlemi
(Une manipulation chimique. Il était en train de
faire une manipulation délicate). 2. El çabukluğu,
elle yapılan oyunlar, hokkabazlık. 3. Kullanma,
kullanış (Les explosifs sont d'une manipulation
dangereuse). 4. Oyun, dalavere, entrika, hile
(Des manipulations électorales). S. dilb. Eyletim.
manipule er. 1 Eski Romalılarda bir askeri birlik
sancağı. 2. Eski Romahlarda bir askeri birlik. 3.
Katolik papazlarının ayin sırasında sol kollarına
taktıkları kumaş,
manipuler gçl. 1. Elle yapmak, işlemek,
kullanmak, çalıştırmak, yerinden oynatmak
(Manipuler un vase avec précaution. Manipuler
des tubes, le bouton d'un appareil). 2. mec.
Düzenlemek, hile ile istediği biçimi vermek,
parmak karıştırmak (Manipuler les statistiques).
manitou er. 1. Kimi Amerika yerlilerinin
inançlarında yer alan bir tanrı. 2. mec. Kodaman,
forslu kimse, sözü geçen kişi (Son père est un
grand manitou dans l'administration).
manivelle diş. Kaldıraç, manivela, kol (Tourner la

manivelle pour mettre en marche un moteur).


manne diş. 1. Kudrethelvası. 2. mec. Bol ve ucuz
yiyecek. 3. mec. Beklenmedik bir yardım,
umulmadık anda görülen bir iyilik. 4. İki kulplu
büyük sepet,
mannequin er. 1. Manken. 2. Manken kadın yada
erkek. 3. Kukla, istenilen yöne çevrilebilen kişi,
gevşek kimse, iradesiz adam. 4. Bostan
korkuluğu. 5. Küçük bahçıvan sepeti,
manœuvrabilité diş. Manevra kabiliyeti, manevra
yapabilme gücü.
manœuvrables. Manevra yapabilen, manevra gücü
olan, kullanışı kolay (Bateau,
véhicule
manœuvrable, un appareil très manœuvrable).
manœuvre diş. 1. Manevra (Manœuvre d'une
manœuvrer
locomotive,
d'un navire). 2. (Askerlikte)
Manevra (Les grandes manœuvres d'hiver). 3.
Kullanma, kullanış; kullanılma, kullanılış;
işletme, işleme; çalıştırma, çalışma
(La
manœuvre d'un fusil, d'une machine,
d'un
appareil). 4. mec. Dalavere, oyun, entrika (Des
manœuvres électorales). S. er. El işçisi; vasıfsız
işçi.
manœuvrer gçl. 1. Kullanmak, çalıştırmak,
işletmek (Manœuvrer un levier, les vitesses.
Manœuvrer un appareil, une voiture). 2. Oyuna
getirmek, alet olarak kullanmak, dilediği gibi
yönetmek (Cet hypocrite l'a bien manœuvré). 3.
Manevra yaptırmak (Manœuvrer un navire). 4.
gsz. Manevra yapmak (Il a manœuvrépour garer
sa voiture). S. gsz. ask. Talim yapmak; manevra
yapmak (Les soldats manœuvrent). 6. mec.
Dümen çevirmek, entrika çevirmek, oyunlar
yapmak (Il a bien manœuvré pour arriver à son
but).
manœuvrier, ère s. vead. 1. Manevracı, iyi manevra
yapmasını bilen. 2. Manevraya değgin (Les
qualités manœuvrières des troupes). 3. mec.
Dümenci, oyuncu, dalavereci (C'est un grand
manœuvrier dans la politique).
manoir er. 1. Küçük şato; konak. 2. mec. alay. Ev.
manomètre er. fiz. Manometre, basıölçer. §
Manomètre à air libre: Açık basıölçer,
manométrique s. Basıölçere değgin,
manoque diş. Pastal, tütün yaprağı dizisi,
manouche ad. argo. Gezgin çingene,
manoul er. hayb. Bozkırkedisi.
manouvrier, ère ad. Gündelikçi; el işçisi, vasıfsız
işçi.
manquant,e s. 1. Eksik, eksik olan (Numéros
manquants d'une série). 2. er. Eksik,
manque er. 1. Olmayış, yokluk (Manque de
conviction, de chance. Manque de sommeil, de
vivres, d'argent). 2. Eksik, eksiklik, boşluk (Un
manque d'imagination. Il y a beacoup de manques
dans ce travail). § A la manque: hlk. Sözüm ona,
uyduruk, taslak (Un ingénieur à la manque).
Manque de, par manque de: -olmadığı için, -eksik
olduğundan (Manque de chance, il ne réussit pas.
Par manque de précaution, un accident est vite
arrivé). Manque à gagner: Kaçırılan kazanç
fırsatı, kârdan zarar,
manqué, e s.
1. Başanya
ulaşamamış,
başarılamamış, başarısız kalmış (Des expériences
manquées). 2. Anası... doğuracakmış, tam bir...
(Le docteur est un cuisinier manqué).
3.
Bozulmuş, iyi olmamış (Les photos
sont
manquées). 4. Bozuntu, taslak, değersiz (Un

867

mansarde
poète manqué).
manquement er. 1. Kusur. 2. Manquement à qch:
-de kusur (Manquement au devoir, à la discipline).
manquer gçl. 1. Kaçırmak, -e yetişememek
(Manquer un rendez-vous. Manquer le train,
l'autobus). 2. Elden kaçırmak, yakalayamamak
(Manquer
l'occasion).
3.
Başaramamak,
becerememek (Il a tout manqué dans sa vie. Il a
manqué son coup). 4. Tutturamamak, isabet
ettirememek, vuramamak (Manquer la cible. Le
chasseur amanqué le lièvre). 5. Gitmemek, asmak
(Manquer l'école, les cours). 6. Manquer qn: -i
görememek, -ile karşılaşamamak, buluşamamak
(Il a manqué son professeur). 7. Manquer de qch:
-den yoksun olmak, -si eksik olmak, olmamak,
bulunmamak (Ilmanquedécouragé,
depatience).
8. Manquer de f. qch: Az kalsın -mek; -e yazmak;
neredeyse -mek (J'ai manqué de tomber. Il a
manqué de se faire écraser). 9. Manquer à qch: a)
-de kusur etmek, -in gereğini yapmamak
(Manquer à son devoir, à la discipline), b) -i
tutmamak, yerine getirmemek (Manquer à sa
parole), c) -e gitmemek, -de hazır bulunmamak
(Manquerà uneséance, àl'école). d)-euymamak,
-i bozmak, aldırmamak, dinlememek (// manque
à l'honnêteté la plus élémentaire). 10. Manquer à
qn: a) -e saygısızlık etmek, hakaret etmek,
saygısızca davranmak (Manquer à un supérieur).
b) -i özlemek, göresmek, göresi gelmek (Ses
enfants lui manquaient: Çocuklarını özlüyordu).
c) Birinin -si eksik olmak ; -si olmamak,
bulunmamak (Une bonne voiture lui manquait).
11. Ne pas manquer de f. qch: -mekten geri
kalmamak, -meyi unutmamak (Je ne manquerai
pas de venir vous visiter). 12. gsz. Eksik olmak,
bulunmamak (Rien ne manque.
L'argent
manque). 13. gsz. Başarıya ulaşamamak, başarılı
olamamak, başarısızlığa uğramak (L'expériencea
manqué). 14. gsz. Devamsızlık etmek, okula
gitmemek (Cet élève manque trop souvent). 15.
gsz. (Eski) Kusur etmek, hata işlemek (Si j'ai
manqué en cela, dites-le moi). § Il ne manquait
plus que cela: Bir bu eksikti. Manquer à
l'étiquette: Toplum kurallarına aldırmamak.
Manquer de foi à qn: Birine güvenememek.
Manquer d'estomac: Yüreksiz olmak, ödlek
olmak. Manquer le coche: Fırsatı kaçırmak, iyi bir
şeyi elden kaçırmak. Manquer son coup:
Amacına
ulaşamamak,
istediği
başarıyı
sağlayamamak, istediğini elde edememek. § Se
manquer: İntihar etmeyi başaramamak, kendini
öldürmek isteyip de öldürememek.
mansarde diş. 1. Tavan arası, çatı katı (Habiter dans
mansardé
une mansarde). 2. Çatı penceresi. 3. Kırma çatı.
mansardé, e s. Eğri tavanlı, kırma tavanlı (Une
chambre mansardée).
mansuétude
diş.
Hoşgörü,
hoşgörürlük,
bağışlayıcılık, iyi kalplilik (Faire preuve de
mansuétude à l'égard d'un élève en faute).
mantediş. 1. (Kadınların giydiği bir çeşit) Harmani.
2. (Eskiden) Yas tülü. 3. hayb. Peygamber devesi
(Bu anlamda daha çok mante religieuse
kullanılır).
manteau er. 1. (Eskiden) Harmani, pelerin. 2.
Manto; palto (Mettre son manteau, enlever son
manteau. Sortir sans manteau. Manteau de
fourrure). 3. Davlumbaz (Le manteau de la
cheminée). 4. mec. Örtü, perde (Un manteau
d'hypocrisie). S. hayb. Manto (Manteau des
mollusques). § Sous le manteau: Gizlice, el
altından (Un ouvrage publié sous le manteau).
mantelé, e s. Sırtı başka renkte olan (Corneille
mantelée).
mantelet er. 1. (Eskiden savaşlarda kullanılan)
Hafif tahta siper. 2. Kısa manto. 3. den. Lombar
kapağı.
mantille diş. İspanyol kadınlarının taktığı ipek yada
dantela başörtüsü,
manucure ad. Manikürcü (Les manucures d'un
salon de beauté).
manucurer gçl. tkz. -e manikür yapmak
(Manucurer une femme).
manuel er. El kitabı, ders kitabı, kılavuz (Manuel de
chimie).
manuel, le s. 1. Elle yapılan (Travail manuel,
métiers manuels). 2. Elle iş gören, elleriyle çalışan
(Travailleur manuel). 3. Ele değgin (Habileté
manuelle). 4. ad. El işçisi,
manuellement bel. Elle, elleriyle (Travailler
manuellement).
manufacturable s. İşlenebilir, °imal edilebilir,
manufacture diş. 1. Yapımevi, "imalathane, fabrika
(Les manufactures d'armes, de porcelaine, une
manufacture de tabac). 2. Yapım, "imalat,
manufacturer gçl. Yapımevinde işlemek, yapmak,
"imal etmek (Manufacturer un article, un
produit).
manufacturé, e s. İşlenmiş, mamul (Produits
manufacturés).
manufacturier ères, ve ad. 1. ad. Yapımevi sahibi.
2. s. Yapım işleriyle uğraşan, sanayici, yapımcı,
imalatçı.
manu militari bel. Lat. Silah gücüyle,
manumission diş. (Ortaçağda) Köle azat etme.
manuscrit er. 1. Elyazması, elyazması kitap (Le
département des manuscrits à la Bibliothèque

868
maquiller

Nationale). 2. Asıl metin, bir kitabın baskıya


verilecek metni (Lire un manuscrit envoyé par
l'auteur).
manuscrit, es. Elle yazılmış (Une lettre manuscrite).
manutention diş. 1. (Eskiden) Yönetme. 2. Satışa,
depolamaya yada göndermeye hazır duruma
getirme (Le service de manutention dans un grand
magasin. Les appareils de manutention permettent
de charger et de transporter les marchandises dans
les lieux où on les emmagasine). 3. Yapım yeri;
malların hazırlanma yeri. 4. Asker tayın fırını,
manutentionnaire ad. 2. Yapımyeri yöneticisi,
manutentionner gçl. 1. (Asker tayını, tütün gibi
şeyleri) Yapmak, işlemek. 2. Satışa yada
göndermeye
hazır
duruma
getirmek
(Manutentionner des livres).
manuterge er. Parmak yıkama ayininde, papazın,
parmaklarını sildiği bez.
maoïsme er. Maoculuk.
maoïstes, vead. Maocu.
mappemonde diş. coğr. Dünya haritası,
maquer (se)gsz. hlk. Evlenmek. 5 Etre maquéavec:
-ile nikâhsız yaşamak,
maquereau er. hayb. Uskumru, i Maquereau
bâtard: İstavrit. Maquereau espagnol: Kolyoz,
maquereau, elle ad. hlk. 1. Pezevenk; çöpçatan. 2.
er. Pezevenk, godoş, muhabbet tellalı. 3. diş.
Genelev patronu, çaça (Une maquerelle).
maquereautage er. Pezevenklik, muhabbet
tellallığı.
maquereauter, maquereller 1. gsz. Pezevenklik
etmek. 2. gçl. -i orospu olarak çalıştırmak
(Maquereauter une femme).
maquette diş. Maket (Maquette d'un avion).
maquettiste ad. Maketçi.
maquignon er. 1. At cambazı. 2. mec. Anasını
boyayıp babasına satan adam, her türlü dalavere
çeviren kimse,
maquignonnage er. 1. At cambazlığı. 2.
Dalaverecilik, dümencilik, madrabazlık,
maquignonner gçl. 1. (Bir hayvanı) Allem kallem
edip satmak, okutmak, sokuşturmak. 2. mec. (Bir
işi) Dalavereyle yürütmeye çalışmak,
maquillage er. 1. Yüzbakımı, *süslem, makyaj
(Faire, refaire son maquillage). 2. Makyaj
malzemesi
(Maquillage
léger,
lumineux.
Maquillage du jour, du soir). 3. Bir şeyin
görünümünü değiştirme, boyama, üstünden yeni
bir boya geçme (Maquillage d'une voiture volée).
4. (Tiyatro ve sinema) Yüzboyama, yüzyazma.
maquiller gçl. 1. -e makyaj yapmak (Maquiller un
acteur avant son entrée en scène). 2. Gizlemek,
örtmek (Maquiller la -vérité). 3. Değişik bir
maquilleur

869

marcescent

görünüm vermek, değiştirmek (Maquiller


une
voiture volée). 4. Üzerinde kaleni oynatıp
değiştirmek, başka türlü göstermek; sahtesini
yapmak (Maquiller les statistiques, maquiller un
passeport, une carte d'identité). S. Maquiller qch
en: Bir şeye ...süsü vermek (Maquiller un meurtre
en suicide). § Se maquiller: Yüzünü yazmak,
yüzünü boyamak, makyaj yapmak,
maquilleur, euse ad. Makyajcı (Maquilleur
de
théâtre).

Meyve, sebze hırsızlığı; çalma, araklama (Aller à


la maraude. Il vit de mendicité et de maraude). §
Taxi en maraude: Müşteri bulmak için sokaklarda
boş olarak dolaşan taksi,
marauder gsz. 1. Çalmak, araklamak, hırsızlık
yapmak (Enfants qui vont marauder dans les
vergers.
Vagabond
qui maraude
dans les
poulaillers). 2. (Arabalar için) Müşteri kapmak
için sokaklarda boş dolaşmak (Taxi
qui
maraude).

maquis er. 1. coğr. Maki, çalı ve ağaçlarla örtülü


arazi. 2. İçinden çıkılmazlık, karışıklık, arap saçı
gibilik ( 5 e p e r d r e dans le maquis de la procédure).
3. (Fransada, İkinci Dünya Savaşı sırasında,
Almanlara karşı) Silahlı direnme örgütü (Les
maquis se multiplient et entament la guérilla). §
Prendre le maquis: 1. Dağa çıkmak, kaçmak yada
saklanmak için makiye sığınmak (Les bandits
corses prennent le maquis pour échapper à la
police).
2. Direnmecilik yapmak, direnme
hareketine katılmak, çetecilik yapmak,
maquisard er. Direnme hareketine katılan.

maraudeur, fuse s. ve ad. 1. ad. Meyve, sebze


hırsızı; arakçı, hırsız. 2. Sıraya girmeden müşteri
kapan arabacı yada şoför. 3. s. Arakçı, hırsız
(Oiseau
maraudeur).
maravédis er. Eski bir İspanyol parası; kuruş,

Direnmeci, çeteci,
marabout er. 1. Murabut, Kuzey Afrikada
dervişlere verilen ad. 2. Marabut zaviyesi. 3.
Geniş karınlı kahve güğümü. 4. hayb. Murabut
kuşu. 5. (Süs olarak kullanılan) Murabut kuşunun
kuyruk tüyü. 6. (Eski) İnce tül kurdela. 7. hlk.
Çirkin ve hırpani kimse,
maraîchage er. Sebzecilik, sebze yetiştiriciliği,
maraîcher, ères. 1. Sebzeciliğe değgin, bostancılığa
ilişkin (Cultures maraîchères).
2. ad. Sebze
yetiştirici, sebzeci, bostancı,
marais er. 1. Bataklık, batak (S'enfoncer dans la
vase d'un marais). 2. Sebze bahçesi, bostan. 3. tar.
(Büyük harfle, Fransız Devrimi döneminde)
Ilımlılar. 4. mec. Batak (Un marais
intérieur
d'ennui). § Marais salant: Tuzla,
marasme er. 1. İleri derecede zayıflık, arıklık. 2.
Ruh çöküntüsü, bitkinlik (Tomber
dans le
marasme). 3. Durgunluk (Un marasme
politique,
le marasme des affaires).
marasque diş. Bir tür ekşi kiraz,
marasquin er. Bir tür kiraz likörü,
marathon er. 1. Maraton koşusu, maraton yarışı. 2.

Duygusuz, soğuk (Un visage de marbre. Ilest froid


comme le marbre).
marbré, e s. Mermer görünüşünde, mermer gibi,

mec. Direnme yarışı (Marathon de danse).


marathonien er. Maraton yarışçısı, maraton
koşucusu.
marâtre diş. 1. Üvey ana. 2. Kötü ana, huysuz ana.
maraud, e ad. (Eski) Rezil, pespaye, serseri,
maraudage er. 1. Meyve hırsızlığı, sebze hırsızlığı.
2. Ürün hırsızlığı,
maraude diş. 1. Savaşçıların yiyecek hırsızlığı. 2.

metelik (Pas un maravédis).


marbre er. 1. Mermer (Statue de marbre,
cheminée
en marbre. Carrière de marbre).
2. Mermer
yontu
(Des
marbret
antiques).
3.
(Basımevlerinde) Dizilen parçaları üzerine
koyduktan masa. 4. Üzerinde boya yada ilâç

ezilen taş. § De marbre, froid comme le marbre:

mermer damarlı, ebrulu,


marbrer gçl. 1. Mermer görünüşünde boyamak. 2.
Mermer görünüşü vermek, ebrulamak (Le froid
lui marbrait le visage).
marbrerie diş. 1. Mermercilik. 2. Mermer işliği,
marbrier, ère s. 1. Mermere değgin; mermerciliğe
ilişkin (Industrie marbrière). 2. er. Mermerci;
mermer işçisi. 3. er. Gömüt mermerleri yapan
kimse, mermerci,
marbrière diş. Mermer ocağı,
marbrure diş. 1. Mermer damarı, ebru. 2. Yüzde
mermer damarlarını andıran leke.
marc[mar]er. 1. Posa, küspe, cibre ( M a r c de raisin,
de pommes, d'olives). 2. Telve (Marc de café). 3.
Bir tür rakı (Boire un petit marc, un verre de marc).
4. Aşağı yukarı 250 gram ağırlığında eski bir
ağırlık birimi. 5. Eski bir altın yada gümüş sikke. §
Au marc le franc: Alacağı oranında; vereceği
oranında; borcu oranında (Créanciers payés au
marc le franc). Lire dans le marc de café: Kahve
falına bakmak,
marcassin er. Yaban domuzu yavrusu, süt domuzu,
fesek.
marcassite diş. Süs eşyası yapımında kullanılan bir
çeşit pirit.
marcescence
diş.
bitb.
Solma,
solgunluk,
solmuşluk.
marcescent, e s. bitb.

Solmuş, solgun

(Feuilles,
marcescible
fleurs

870

marcescentes).

(La marche

marcescible s. Solabilen, solmaya elverişli,

İlerleyiş,

marchand, e ad. 1. Tecimen, tüccar (Marchand


tapis, d'étoffes).

2. Satıcı (Marchand

d'eau, démarrons).

marchepied

de

de

journaux,

3 .s. Tecimsel, tecime değgin.

maladie,

d'une

horloge,

gelişme,

d'une

"seyir (La

machine).
marche

d'une affaire). 5. müz. Marş (Jouer

marche militaire).

4.
d'une
une

6. (Avcılıkta) Hayvanın ayak

izi (La marche du cerf, de la loutre). 7. Basamak

§ Marchand au détail: Perakendeci. Marchand en


(Les marches

gros: Toptancı. Marchand des quatre saisons:

Ayakçak § Marche forcée: Gücün yürüyüş, "cebri

Sokak satıcısı, sokaklarda dolaşarak sebze ve

yürüyüş. A marche forcée: Gücün yürüyüşle

d'un

escalier).

8. (Tezgâhlarda)

meyve satan satıcı. Marchand forain: Pazar

(Avancer

satıcısı; panayır satıcısı. Marchand de biens:

halinde (Un train en marche.

Emlakçı, emlak satıcısı. Marchand de canons:

marche).

Silah yapımcısı, savaş gereçleri yapıp satan.

gelişmek, gelişme göstermek (L'esprithumain

Marchande d'amour, de plaisir: Orospu, fahişe.

toujours

Marchand

de

Pezevenk,

muhabbet

barbaque,

de viande:

tellalı.

à marche forcée).

En marche: Hareket
Ne montez

pas en

Etre en marche: İlerlemekte olmak,


en marche).
est

Faire marche arrière: 1.

argo.

Geri geri gitmek (Auto qui fait marche arrière). 2.

de

mec. Gerilemek, caymak; istek ve savlarından

Marchand

couleurs: Hırdavatçı. Marchand de lacets: argo.

vazgeçmek. Fermer

Jandarma. Marchand de sommeil: argo. Otelci.

yürümek. Mettre qch en marche: Çalıştırmak,

Marchand de soupe: Aşçı, kötü lokantacı. Marine

işletmek (Mettre un moteur,

marchande: Tecim filosu. Navire marchand: Yük

Ouvrir la marche: E n önde yürümek. Se mettre en

la marche:

En arkada

un train en

gemisi. Prix marchand: Alış fiyatı, fatura fiyatı.

marche: Çalışmak, işlemeye başlamak

Qualité marchande: Sıra malı. Ville marchande:

qui se met en

Tecim kenti, ticaret şehri. Etre le mauvais

marche).
(Machine

marche).

marché er. 1. Pazar, çarşı, pazar yeri, *satak (Aller

marchand de qch: -in sıkıntısından başka kârı

au marché.

Marché aux fleurs, aux poissons,


olmamak.

bestiaux).

2.

marchandage er. 1. Pazarlık, pazarlık etme. 2. mec.


Pazarlık, anlaşmak için karşılıklı ödünler verme
(Un marchandage
marchander

gçl.

indirmeye
ancien,

politique).
1.

istemeye

voiture

etmek,

(Marchander
d'occasion).

yapmak,

yarım

(Faire

fiyatını

un

bibelot

2. İstemeye

ağızla

belirtmek

un

3. Pazarlık; iş, anlaşma

aux

marché
(Conclure

un marché, rompre un marché). 4. Borsa, borsada


alım satım durumu (Le marché
Pazarlık

çalışmak

une

avantageux).

Alışveriş

New York).

de Londres,

de

5. Piyasa (Le marché des sucres,

des

cuirs, des capitaux).

§ Marché à terme: Süreli

işlem, "vadeli muamele. Marché au comptant:


Peşin pazarlık.

Marché étroit: Dar

piyasa.

(Marchander

ses éloges à l'œuvre d'un rival. Je ne

Marché libre: Serbest piyasa. Marché monétaire:

lui

marchandé

ai pas

mes

félicitations).

3.

Para piyasası. Marché noir: Karaborsa. Marché

duraksamak,

aux puces: Bit pazarı. Marché d'or: Çok kârlı bir

tereddüt etmek, tereddüt göstermek, bir türlü

alışveriş. Bon marché, à bon barché: Ucuz, ucuza


Marchander à f. qch: -mekte
karara varamamak,

(Etoffes

marchandeur, euse ad. 1. Pazarlıkçı, çekişe çekişe

marché,

bon

marché.

à bon marché).

Vendre,

acheter

bon

Par dessus le marché:

pazarlık eden kimse. 2. (Bir işin bir kısmım) İkinci

Üstelik. Avoir bon marché de qn: -i kolayca

elden götürü olarak üstüne alan, üstenci, ara

yenmek,

üstenci.

bitirmek. Faire bon marché de qch: - pek önem

marchandisage er. Pazarlama,

vermemek,

marchandise diş. Tecim eşyası, mal (Présenter


marchandise

dans une vitrine).

yola

sa

§ Faire valoir sa

marchandise: Malını şirin göstermek,

getirmek,
-i

hiç

-ile
hesaba

önemsememek (Il fait bon marché

işini

kolayca

katmamak,
de

l'opinion

des autres). Faire du marché noir: Karaborsacılık

malım

yapmak. Mettre à qn le marché en main: Bir şeyi

satmasını bilmek. Faire métier et marchandise de

kabul edip etmemekte birini serbest bırakmak.

qch: -e alışık olmak, -i her zaman kullanmak; -in

S'en tirer à bon marché: Ucuz kurtulmak, ucuz

kaçakçılığını yapmak,

atlatmak.

marchant, e s. Yürüyen, yürümekte olan


marchante

d'une

(L'aile

armée).

marchepied er. 1. Basamak. 2. Ayakçak, yüksekçe

marche diş. 1. (Eskiden) U ç eyaleti, uç beyliği,


küçük sınır kenti (La Marche de Brandebourg).

bir yere yetişmek için kullanılan basacak. § Servir

2.

de marchepied à qn: Birine basamak olmak, alet

marche

olmak. Se faire un marchepied de qn: Birini

3. İşleyiş,işleme;çalışış,çalışma

kendine alet etmek, basamak yapmak, atlama


Yürüyüş (La marche d'un régiment.
rapide,pesante).

marchéage er. Pazarlama.

Une
marée

871

marcher

yürümek,

tahtası gibi kullanmak,


marcher gsz.
(Marcher

1. Yürümek, gitmek,

ilerlemek

dans la rue, sur une route).

2. Hız

yapmak, gitmek (Un train qui marche à 150 km à


l'heure).

3. İşlemek, çalışmak (Les radiateurs

marchent

pas).

4. mec.

tkz.

Kabul

ne

etmek,

benimsemek, evet demek,bir işte var o l m a k ( N o n ,


Monsieur, je ne marche pas). S .mec. tkz. Tutmak,
başarıh olmak (Cette ruse a marché).

6. Marcher

sur qn: -in üstüne yürümek, kızıp yürümek (Il a


marché sur moi).
inanmak,
histoire).

7. mec. tkz. Yutmak, saf saf

kanmak

(Il

a marché

dans
d'eau).

Marcher

dans

une

flaque

9.

hareket etmek; çok iyi anlaşmak. § Faire marcher


qn: tkz.

Birini işletmek, tiye almak (Il te fait

marcher).

Marcher à pas comptés: 1. Çok yavaş

yürümek. 2. Hesaplı davranmak, ölçülü hareket


etmek. Marcher à pas de géant: D e v adımlarıyla
ilerlemek. Marcher à pas de loup: Yavaş ve
gürültüsüzce
basarak

(Oiseaux

yürümek,

yürümek,

parmaklarının

emeklemek.

ucuna

Marcher

marcheurs).

azgın.

marcotte diş. (Tarımda) Daldırma dalı, daldırma


gçl.

(Tarımda)

daldırmak (Marcotter

Daldırma

des
mardi er. Sali, sali günü (Venez

mardi).

§ Mardi

gras: Karnavalın son günü.


mare diş. 1. Su birikintisi, küçücük göl (Mare
un bois. Mare aux canards).

dans

2. Gölek (Une

mare

de sang). § La mare aux harengs: Kuzey Atlantik,


marécage er. Bataklık (Couper

des joncs dans un

marécage).
marécageux,euse
marécageux).

s.

1.

Bataklık

(Un

terrain

2. Bataklıkta yetişen, bataklıkta

yaşayan (Plantes

marécageuses).

(Eskiden)

Tuğgeneral.

Marcher dans le sillage de qn: -in izinden, açtığı

(Süvari, topçu, jandarma)

yoldan

Maréchal des logis-chef: Süvari

yapmak.

yapmak,

rosiers).
à souhait: (İş için) Çokiyi gitmek, yolunda olmak.
onu

(Marcottage

artificiel de la vigne).

Mareşal.

yapıyorsa

Yürüyen
(Marcheurs

marcottage er. (Tarımda) Daldırma

maréchal er.

ne

l.s.

3. Yürüyüşçü

reculons: Arka arka, geri geri yürümek. Marcher

gitmek,

gibi

de la paix). § Un vieux marcheur: İhtiyar çapkın;

çubuğu.

Marcher avec qn: -ile aynı kamda olmak; birlikte

yutmuş

yürüyen (C'est un grand marcheur),

marcotter

fleurs.

baston

de qn: -i geçmek, saf dışı etmek, yenmek,

8. Marcher sur qch, dans qch: -i


pas sur les

gibi,

marcheur,euse ad. 1. İyi yürüyücü, yorulmadan

mon

çiğnemek, -e basmak (Ne marchez


kazık

yürümek. Marcher sur le ventre de qn, sur le corps

§ Maréchal de camp:
Maréchal des
Assubay
yada

logis:
çavuş.
topçu

Marcher dans les sentiers battus, marcher par des

assubay

chemins

maréchal: Erişebileceği en yüksek ünvan yada

battus:

Başkalarının

gittiği

yoldan

gitmek, daha önce söylenmiş yada yapılmış

üstçavuş.

Avoir

son

bâton

de

mevkii elde etmek,

şeyleri yapmak. Marcher en crabe: Yampiri

maréchalat er. Mareşallik,

yampiri yürümek. Marcher droit: Çok itaatli

maréchale diş. 1. Mareşal karısı. 2. Nalbant ve

olmak, gözlerini kapayıp vazifesini yapmak.


Marcher sous qn: -in buyruğu altında olmak,
buyruğuyla hareket etmek. Marcher sur des
charbons ardents: Çok güç ve tehlikeli bir
durumda bulunmak. Marcher sur des oeufs: Çok
ölçülü davranmak, yoğurdu üfleyerek yemek.
Marcher sur la pointe des pieds: Ayaklarının
ucuna basa basa yürümek. Marcher sur les brisées
de qn: 1. Birinin ayağının altına karpuz kabuğu
koymaya çalışmak. 2. Biriyle boy ölçüşmeye
kalkışmak, -ile at yarıştırmak. Marcher sur les pas
de qn; sur les traces de qn: -in izinden gitmek,
yolundan gitmek. Marcher sur le pied à qn: 1. -in
ayağına basmak. 2. mec.

-e karşı saygısızca

davranmak, -e hakaret etmek, -in bam teline


basmak, damarına basmak. Marcher sur les
talons de qn: -i adım adım izlemek, kuyruğundan
ayrılmamak. Marcher sur une mauvaise herbe:
Sol yanından kalkmak, damarı tutmak, aksiliği
tutmak. Marcher tout d'une pièce:

Dimdik

demircilerin kullandığı bir çeşit taşkömürü,


maréchalerie

diş.

1.

Nalbantlık.

2.

Nalbant

dükkânı,
maréchal-ferrant er. Nalbant,
maréchaussée
mareşalin

diş.

1.

Eskiden

yönetimindeki

Fransa'da

bölge.

2.

bir

Eskiden

Fransa'da jandarma görevi yapan süvari askeri


(Bugün de şaka yollu jandarma

anlamında
kullanılmaktadır).
marée diş.

1. (Denizde) Kabarma-inme, gelgit

(Marée montante,
kabarma.
Denizin

Marée
inmesi,

marée haute: Deniz


descendante,
inme).

kabarması,

marée

basse:

2. Taze balık ürünleri;

taze balık, kabuklu ve yumuşakçalar (Manger


la marée fraîche.
marée).

Marchand

de

de marée,

train de

3. mec. Dalga (Une marée de

bonheur

montait en lui). § Marée humaine: İnsan seli. A la


marée haute: D e n i z kabarmışken. A la marée
basse: D e n i z inmişken, dalgalar çekilmişken.
Contre vents et marées: Her engeli aşarak, her
marégraphe

872

marihuana

güçlüğü yenerek; tüm engellere karşın. Arriver


comme marée en carême: Tam zamanında
gelmek, Hızır gibi yetişmek,
marégraphe,
maréomètre
er.
Gelgityazan,
"maregraf.

margotin er. Ateş yakacak çalı çırpı, tuturuk,


margouillis er. 1. Bulaşıktık, çörçöp karışık çamur.

marelle diş. Kaydırak oyunu, kaydırak (Jouer à la


marelle: Kaydırak
oynamak).
maremme diş. (İtalyada) Bataklık arazi,
marémoteur, trice s Denizdeki gelgitlerin devinim
gücüne dayanan (Energie marémotrice,
usine
marémotrice).
marengo [marlgo] er. Bir çeşit karyağdılı siyah
kumaş, ak benekli kara kumaş. § A la marengo:
Domates ve mantarla zeytinyağında pişirilmiş
(Poulet, veau à la marengo).
maréomètre —» marégraphe.
mareyeur,euse ad. Taze deniz ürünleri toptancısı,
margaille diş. tkz.
1. Kavga, hırgür. 2.

adam; hileci satıcı,


margrave er. Eski Almanya'da sınır valilerine
verilen ad, margrav; marki'nin Almanya'daki
karşılığı,
margraviat er. Margravlık.
marguerite diş. 1. Papatya, koyungözü. 2.
(Eskiden) İnci, değerli taş. 3. den. Pekiştirme
halatı. 4. Bir sepici aleti. § Effeuiller la
marguerite: Papatya falına bakmak. Jeter des
marguerites (des perles) aux pourceaux: Kel başa
şimşir tarak türünden iş yapmak,
marguillier er. Kilise mallan yöneticisi,
mari er. Kadının eşi, koca (Choisir, prendre un
mari).

Karmakarışıktık, düzensizlik,
margarine diş. Margarin,
margay er. Yabankedisi.

2. mec. Berbat durum,


margoulette diş. hlk. Ağız.
margoulin,e ad. tkz. Babasına bile kazık atabilecek

(Yazı makinasında) Marj ayan yapmak,


margeur,euse ad. 1. (Baskı makinasma) Kâğıt
süren işçi; kâğıt sürücü. 2. er. Sayfa kenarlarım
düzenleyici aygıt,
marginal,e s. 1. Sayfa kenarında olan (Notes
marginales). 2. İkinci derecede önem taşıyan,
sıradan, basit (Un rôle marginal, une occupation
marginale). 3. coğr. Kıyılarda bulunan (Récifs
marginaux). 4. ad. Toplum dışı yaşayan (Les
marginaux du monde
occidental).
marginer gçl. Sayfa kenarlarına notlar almak

mariable s. Evlenecek durumda, evlenebilir (Avec


un tel caractère, iln'est guère mariable).
mariage er. 1. Evlenme (Mariage civil, religieux.
Promesse de mariage. Contrat de mariage). 2.
Düğün, evlenme töreni (Aller, assister à un
mariage. Un faire-part de mariage). 3. Evli olma
durumu, evlilik (Préférer le mariage au célibat). 4.
Uyuşma, uzlaşma, birbiriyle gitme, birbirini
tutma (Mariage de deux couleurs. Mariage de
mots). 5. Bir çeşit iskambil oyunu. § Mariage de la
main gauche: Nikâhsız yaşama, nikâhsız evlilik.
Donner qn en mariage: -i evermek, evlendirmek,
kocaya vermek (Donner sa fille en mariage).
mariai,es. Meryem'e değgin (Culte mariai).
marié,es. 1. Evli (Hommemarié,femmemariée).
2.
ad. Güvey; gelin (Couronne de mariée. Le jeune
marié). § Se plaindre que la mariée est trop belle:
Bulup da bunamak,
marier gçl. 1. Evlendirmek, evermek (Marier son
fils, sa fille). 2. Marier qn à, avec: Birini -ile
evlendirmek (Marier sa fille à un médecin, avec un
avocat). 3. Birleştirmek, birbirine kanştırmak
(Marier deux styles). 4. Marier qch à, avec: Bir
şeyi -ile uzlaştırmak, birleştirmek (Marier le vert
avec le jaune. Marier l'intelligence au sens de
l'humain). § Se marier: 1. Evlenmek (Ils se sont
mariés l'an dernier). 2. Se marier avec: -ile
evlenmek (Elle s'est mariée avec un médecin).
marie-salope diş. 1. Çamur mavnası. 2. Tarak

(Margirıer un livre).
margot diş. 1. Saksağan. 2. mec. Çenesi düşük
kadın.
margoter, margotter gsz. (Saksağan, bıldırcın gibi
kuşlar için) Ötmek.

gemisi. 3. hlk. Pasaklı kadın,


marieur,euse ad. tkz. Çöpçatan,
marigot er. Su basabilen engin yer.
marihuana, marijuana diş. Mariuana
uyuşturucu (Cigarette de marijuana).

marge diş. 1. Kenar (Un livre à grandes marges). 2.


Sayfa kenarı (Ecrire une remarque dans la marge).
3. mec. Pay, bölüm, "ihtiyat payı (Prévoir une
marge d'erreur. Une marge de sécurité, marge de
réflexion). 4. mec. Genişlik, rahatlık, kolayhk
(Laisser un peu de marge à ses collaborateurs dans
l'exécution d'un travail). § En marge: Etliye
sütlüye karışmadan, suya sabuna dokunmadan;
toplumdan uzakta, bir kenarda (Vivre en marge.
Un homme en marge). En marge de: -in dışında,
-den uzak; -e karışmadan (Vivre en marge de la
société. On signale en marge de cette affaire un
incident curieux). Avoirdeia marge: Vakti olmak,
zamanı olmak (Tu as de la marge, nete presse pas).
margelle diş. Kuyu bileziği, bilezik taşı.
marger gçl. 1. (Baskı makinasma kâğıt) Sürmek. 2.

denen
marin
marin,es. 1. Denize değgin, *denizsel (Air marin,
brise marine. Herbes marines). 2. Denizciliğe
değgin; denizcilere değgin (Jumelles marines, une
carte marine). 3. er. Denizci, tayfa (Un béret de
marin). 4. er. Denizci giysisi; çocukların giydiği
göğsü açık, mavi, denizcilerinkini andıran giysi
(Son fils avait mis un marin d'été). § Avoir le pied
marin: 1. Sallanırken geminin üstünde gidip
gelebilmek; deniz tutmamak. 2. mec. Güç
durumlarda soğukkanlılığını yitirmemek,
marina
Yat limanı.
marinade diş. 1. Tuzlu su, salamura. 2. Sirkeli
zeytinyağlı salça. 3. Salamura et.
marinage er. Salamuraya yatırma (Marinage des
poissons).
marine diş. 1. Denizcilik, gemicilik. 2. Denizcilik
hizmeti. 3. Deniz kuvvetleri; donanma (La
marine nationale, la marine militaire, la marine
marchande). 4. Deniz resmi, deniz manzarası. 5.
s. Lacivert (Bu anlamda "bleu marine" de
kullanılır). 6. er. Lacivert renk. 7. er. (Amerikan
ordusunda) Deniz piyade eri.
mariné,e s. Salamura yapılmış, salamuralanmış
(Poissons marinés, thon mariné).
mariner
gçl.
1.
Salamuraya
yatırmak,
salamuralamak (Mariner
des poissons,
des
viandes).
2.
gsz.
Salamurada
yatmak,
salamuralanmak (Cette viande doit
mariner
plusieurs heures). 3. gsz. tkz. (Kötü bir yerde)
Uzun süre kalmak, yata yata canı çıkmak
(Mariner en prison).
maringouin er. Bir cins sivrisinek,
marinier,ère s. 1. Denize değgin; denizciliğe
değgin. 2. er. Irmak gemicisi. § Officier marinier:
Deniz assubayı.
marinière diş. 1. Bir çeşit soğanlı salça (Moules à la
marinière). 2. Bir çeşit kadın bluzu (La marinière
se porte par-dessus la jupe).
marinisme er (İtalyan yazarı Marini'nin adından)
Üslupta yapmacık, yapmacıklı biçem.
nıariol, nıariollecr. tkz. Zıpır (C'est un mariolle). §
Faire le mariol: Zıpırlık etmek, kendini bir şey
sanmak.
marionnette diş. 1. Kukla (Tirer les ficelles des
marionnettes).
2. mec. Kukla, maşa, her yöne
çekilebilen zayıf yaratılışlı kimse (C'est une vraie
marionnette entre les mains de sa femme). 3. ç.
Kukla oyunu, kukla tiyatrosu (Aimer
les
marionnettes).
§ Montreur de marionnettes:
Kuklacı.
marionnettiste ad. Kuklacı, kukla oynatan sanatçı,
mariste ad. Bir papaz öğretim derneği üyelerine
verilen ad.

873

marmiton
marital,e s. huk.
Kocaya değgin, kocalık
(Autorisation maritale, droit marital).
maritalement bel. 1. Koca gibi, erkek gibi. 2. Karı
koca gibi (Ils ont vécu maritalement
pendant
plusieurs années).
maritimes. 1. Denize yakın, deniz kıyısında, deniz
(Une
ville maritime.
Port maritime).
2.
Denizciliğe değgin, deniz ve denizcilikle ilgili
(Forces maritimes. Trafic maritime).
maritorne diş. tkz. Çirkin ve pis kadın, pasaklı,
marivaudage er. 1. Üslup ve dilde yapmacık; süslü
püslü konuşma. 2. İnce iltifat, içtenlikten uzak ve
parlak sevgi sözleri (Il n'y a eu entre eux que du
marivaudage).
marivauder gsz. 1. (Fransız yazarı Marivaux gibi)
Özentili bir üslup kullanmak, süslü püslü yazmak.
2. Parlak ve güzel sözlerle iltifatta bulunmak (Ils
marivaudaient
à l'écart
des invités.
Elle
marivaudait avec ses invités).
marjolaine diş. bitb. Mercanköşk,
marker. Mark.
marketing er. İng. Pazarlama (Faire du marketing).
marlou er. tkz. Pezevenk.
marmaille diş. tkz. Velet takımı, mahalle piçleri
(Toute la marmaille grouillait du matin au soir).
marmelade diş. 1. Marmelat (Marmelade
de
pommes,
d'abricots).
2. mec. tkz. Karışık iş,
bulaşık iş. § En marmelade: Ezilmiş, dağılmış
(Les haricots sont trop cuits, ils sont en
marmelade).
Avoir qch en marmelade: -si
dağdmak, parçalanmak, yara bere içinde kalmak,
çarşamba çarığına dönmek (Le boxeur avait le nez
en marmelade. Il a la figure en marmelade). Etre
en marmelade: tkz. Para sıkıntısı içinde olmak.
Mettre qch en marmelade: -i yara bere içinde
burakmak, dağıtmak, parçalamak, çarşamba
çarığına çevirmek (Une ruade lui a mis la mâchoire
en marmelade).
marmenteau s. ve er. Süs olarak bırakılan ulu
ağaçlar korusu,
marmitage er. (Eskimiştir) Topa tutma, topla
dövme.
marmite diş. 1. Tencere (Mettre des pommes de terre
dans une marmite). 2. ask. argo. Büyük havan
topu, ağır top. § Marmite de géant: coğr. D e v

kazanı. § Faire bouillir la marmite, faire aller la


marmite: Evin geçimini sağlamak, bir kazan
kaynatmak, geçinip gitmek,
marmitée diş. Tencere dolusu (Une marmitée de
soupe).
marmiter gçl.
Topa tutmak,
(Marmiter un village).
marmiton er. Ahçı yamağı.

bombalamak
874

marmonnement

maroquinerie diş. 1. Marokencilik. 2. Maroken

marmonnement er. Mırıldanma; mırıltı,


marmonner gçl. 1. Mırıldanmak (Marmonner
prière).

2. Homurtuyla söylemek

des injures,

des paroles

une

(Marmonner

inintelligibles).

3.

gsz.

(Roches

s.

1.

Mermersi,

mermerimsi

2. mec.

Mermer gibi

marmoréennes).

beyaz ve soğuk; soğuk v e duygusuz


marmoréen
marmoriser

(L'éclat

de sa chair).
gçl.

er.

1.

haline

getirmek,
Yumurcak,

zaman

küçük

oğlan.

2.

beklemek,

beklemekten

canı

çıkmak.

maroquinier er.

1. Derileri maroken tarzında

satıcısı.
marotte diş. 1. Ucunda çıngıraklı küçük bir kafa
bulunan ve deliliğin simgesi olan bir değnek. 2.
3. mec. tkz. Saplantı; aşırı düşkünlük, tutkunluk
professeurs.

Il a la marotte des mots

croisés).

maroufle diş. 1. Ressam tutkalı, tutkal. 2. er. Kaba


adam, hırt, hırbo,
maroufler gçl. (Bir yere) Resim bezi yapıştırmak;

marmotte diş. 1. Köstebek. 2. Bir kadın başlığı. 3.


Sandık. 4. Bir çeşit erik, Besançon eriği. 5.
(Tecimde) Örnek sandığı (Marmotte
voyageur).

de

commis

§ Dormir comme une marmotte:

Kütük gibi uyumak,


marmottement

yapıştırmak (Maroufler

une peinture

er.

(Mırıldanırken)

Dudak
marquage

er.

(Marquage

1.

Markalama,

des animaux,

des

Mırıldanmak, mırıltı halinde

damgalama

des arbres).

2. (Spor)

marmotteur,euses. vead.

Mırıldanan,mırıldamcı.

1. Gülünç heykelcik.

Yumurcak, velet, küçük oğlan. 3.

2.

tkz.

Maymun

particularités

marque diş. 1. tm, "işaret, "nişan, "marka (Mettre


d'origine
Coudre

marmottier er. Bir tür erik ağacı,

marquant,

marquantes).
une marque

birşeyler söylemek.

marmouset er.

une

m a r q u a n t e s. Belirgin, kendini gösteren, göze


çarpan (Un événement
marmotter gçl. 1. Mırıldanmak (Marmotter
2. gsz.

sur

toile).

A d a m tutma, °markaj.

oynaması.
prières)

3. Maroken

(Les étudiants sont attentifs aux marottes de leurs

le calcaire).

(Eskiden) Maymun. § Croquer le marmot: tkz.


Uzun

de la maroquinerie).

sepi yeri, maroken 'sepievi.

Şapkacıların kullandığı ağaç yada mukavva baş.

Mermer

mermerleştirmek (Marmoriser
marmot

eşya (Vendre

sepileyen işçi. 2. Marokenci, maroken eşya

Homurdanmak.
marmoréen,ne

marquer

à la page d'un

d'un

produit.

une marque

(Marques

livre.

Marque

La
de

à son linge).
2. Damga

de la viande de boucherie).

3. İz (Des

marques de doigt sur un verre. Des marques de pas


surla neige). 4 . Önemlilik, seçkinlik

suratlı, kısa boylu ve çirkin adam.

de marque:

marnage er. Marnlama, marn katma,

marque
fabrique.

Önemli

(Personnage

kişi). 5. (Kumarda) Marka,

fiş. 6. (Sporda) Puan durumu, gol durumu (A la

marne diş. yerb. Marn.


marner gçl. Marnlamak, marn katmak (Marner

une

mi-temps,

la marque

était de deux à un). 7. den.

Fors. 8. Çentik, çetele (Faire une marque

au

Kabarmak, yükselmek (La mer marne, la marée

couteau).

de

marne). 3. gsz. argo. Çalışmak,

sympathie).

terre,

un

champ).

2.
gsz.

(Deniz,

dalga)

marneur er. 1. Toprağa marn katan işçi. 2. Marn

9. Belirti (Ce geste est une marque


§ A vos marques!

(Atletizmde)

Yerlerinize!
marqué,es. 1. Belirgin (Une différence

ocağı işçisi,
marneux,euse s. Marnh (Terrain

a une préférence

marneux).

marquée.

Il

marquée pour le vin blanc).

2.

marnière diş. Marn ocağı.

Belli, belirtilmiş, işaretlenmiş (Il n'y a rien de

marocain,e s. ve ad. Fash; Fas ve Faslılara değgin,

marqué sur ce poteau).

marolles, maroilles er. Bir çeşit peynir,

marqué,

maronites, vead.

şüpheli yada tehlikeli olarak bilinen

maronner gsz.
maronner).

Maruni.
Dırlanmak (Il n'a pas fini

Faire

maronner
qn:

de

Birini

1. Maroken.

koltuğu, bakanlık

2. mec.

(Il a fini

par

Bakanlık
obtenir

un

maroquinage er. Marokenleme, maroken tarzında


sepileme (Maroquinage
maroquiner

kırış kınş (Il vieillit, il est

gçl.

des

(Marquer

(Deriyi)

sepilemek (Maroquiner

de la

Maroken
basane).

tarzında

Damgalı,
(Homme

marqué).

1. D a m g a vurmak, damgalamak

le bétail au fer rouge)'. 2. Yazmak,


sur son carnet).

un numéro

de
3. -i göstermek, -in

belirtisi olmak (Le ruisseau marquait la limite de la


propriété.

peaux).

4. mec.

kaydetmek, not almak (Marquer


téléphone

maroquin).

3. Marka konmuş (Linge

marqués).

marqué à gauche). 5. Yüzü buruş buruş,

marquer gçl.

kızdırmak, kudurtmak,
maroquin er.

politique

draps

Sa joie marquait

son succès). 4. Buruş

buruş yapmak, buruşturmak, kırış kınş yapmak


(La fatigue

marque

ses yeux,

sa

figure).

S.
marqueté
Belirtmek, göstermek, ifade etmek (Marquerson
mécontentement).
6. Elde etmek, sağlamak
(Marquer unpoint). 7. (Sporda) Atmak, yapmak,
sayı yapmak (Marquer un but: Gol atmak). 8.
Marquer qn: (Sporda) Tutmak, adam tutmak
(Marquer un joueur). 9. Marquer qch de, à, par,
avec: Bir şeyi -ile işaretlemek, imlemek (Marquer
les fautes d'une croix faite en marge. Marquer sa
place avec ses gants. Marquer le linge à ses
initiales). 10. Marquer qch à qn: Bir şeyi birine
açıklamak, belirtmek, göstermek, dile getirmek,
dışa vurmak (Marquer ses sentiments à un ami).
11. Marquer qn de qch: Birini -si altında
bırakmak, birinde -si iyice belli olmak (Marquer
un poète de son influence. Il t'a marqué de son
empreinte).
12. gsz.
Kendini göstermek,
sivrilmek (Les personnalités
qui ont
marqué
pendant cette période). 13. gsz. İz bırakmak,
unutulmamak (Ces événements ont marqué dans
ma vie). § Marquer bien: İyi iz bırakmak, iyi
izlenim uyandırmak. Marquer mal: Kötü iz
bırakmak, kötü izlenim bırakmak. § Se marquer:
Belli olmak, kendim göstermek (La colère se
marque chez lui par un silence obstiné).
marqueté,e, s. 1. Benek benek, benekli. 2. Gömme
süslerle süslü, kakmalı (Unplafond
marqueté).
marqueterie diş. Kakma, kakmalarla yapılan süs;
gömme süs işi (Bibelot en marqueterie).
marqueur,euse ad. 1. Damgacı, damgalayan,
damga vuran, markacı, marka vuran (Un
marqueur de bétail). 2. diş. Damga vurma aleti,
damga aleti. 3. er. Sayıları kaydeden kimse (Les
marqueurs d'un champ de tir). 4. (Spor) Golcü,
gol atan oyuncu,
marquis er. 1. Marki. 2. mec. Kont gibi adam,
büyüklük taslayan kimse,
marquisat er. Markilik.
marquise diş. 1. Markiz. 2. Kapı sundurması. 3. Bir
cins armut. 4. Uzun taşlı yüzük (Une marquise
entourée de brillants).
marquoir er. 1. Terzilerin işaret aleti. 2.
Çamaşırlara marka olarak konan harf örneği,
markalık harf.
marraine diş. 1. Vaftiz anası (Marraine qui gâte son
filleul). 2. Bir topluluğa girmek için birine
kılavuzluk eden kadın, sağdıç. § Marraine de
guerre: Bir askeri savaş boyunca mektuplarıyla
avutan, ona paketler, armağanlar gönderen
kadın.
marrant,e s. hlk. Gülünç, tuhaf (Une histoire
marrante).
marre bel. hlk. Yeter, "kâfi. § En avoir marre:
Bıkmak, usanmak, illallah demek (J'en ai marre).

875

marteau
En avoir marre de qch, de f. qch: -den bıkmak,
usanmak, gına getirmek; -mekten bıkmak,
usanmak, illallah demek (J'en ai marre de toi, de
ses bêtises. J'en ai marre d'attendre). C'est marre:
Yeter, °kâfi; bu kadar, hepsi bu!
marrer (se) gsz. hlk. Eğlenmek, gülmek, iyi gülüp

eğlenmek (On s'est bien marré).


marri,es. 1. Kızmış, canı sıkılmış, üzülmüş. 2. Etre
marri de qch, de f. qch: -e kızmak, canı sıkılmak,
üzülmek; -diğine kızmak, üzülmek, canı sıkdmak
(Il était marri de toutes ces histoires, de rappeler ces
tristes souvenirs).
marron er. 1. Kestane (Dinde aux
marrons.
Marchand de marrons). 2. Denetleme markası. 3.
(Topçulukta) Kestane fişeği. 4. Kurdele ile bağlı
saç lülesi. 5. hlk. Yumruk (Recevoir un marron).
6. ç. (İyi yoğrulmamış hamurda) Un topaklan. 7
er. Kestane rengi. 8. s. değişmez.
Kestane
renginde (Elle a des yeux marron). § Marron
d'Inde A t kestanesi. Marrons glacés: Kestane
şekeri. Tirer les marrons du feu: Cefayı o çekip
sefayı başkalan sürmek, onun bunun uğruna
kendim ateşe atmak; onun bunun maşası olmak,
marron,ne s. 1. (Eskiden) Kaçak (Esclave marron,
nègre marron). 2. mec. Kaçak iş gören (Médecin
marron, avocat marron).
marronnier er. 1. Kestane ağacı. 2.(Bir fabrikada)
Denetleme
fişliği. § Marronnier d'Inde:
Atkestanesi ağacı,
mars [mars] er. 1. Mart, mart ayı (Il reviendra en
mars, au mois de mars), l.gökb. Mars, "Merih. 3.
ç. Mart ekini. 4. (Eski Yunanda) Savaş tannsı. §
Enfants de
Mars:
Askerler,
savaşçdar,

"muharipler. Arriver comme mars en carême:


Hızır gibi yetişmek, tam zamanmda gelmek,
marsault, marseau er. Bataklık kenarında yetişen
bir tür söğüt,
marseillaise s. ve ad. 1. Marsilyah
(Accent
marseillais, il est marseillais). 2. diş. Fransız ulusal
marşı (Chanter la Marseillaise).
marsouin er. 1. Domuz balığı. 2. argo. Kamış,
babafingo. 3. tkz. Sömürge piyade askeri. 4. mec.
Çirkin ve pis adam. 5. den. Kasara tentesi,
marsouinergsz. den. (Tekne) Suya dalıp çıkmak,
marsupiaux er. ç. hayb. Keseliler,
martagon er. Bir tür zambak, dağzambağı.

marte—» martre.
marteau er. 1. Çekiç (Enfoncer un clou avec un
marteau). 2. (Kulakta) Çekiç kemiği. 3. Bir köpek
balığı türü, çekiçbaşgil. 4. Tokmak (Le marteau
d'une porte). S. er. ç. hayb. Çekiçbaşgiller. §
Avoir un coup de marteau: Bir tahtası eksik
olmak, biraz kaçık olmak. Etre marteau: Deli
marteau-pilon
olmak, kaçık olmak. Etre entre l'enclume et le
marteau: Örsle çekiç arasında kalmak; aşağı
tükürse sakalı, yukarı tükürse bıyığı durumunda
olmak.
marteau-pilon er. Makinalı büyük demirci çekici,
şahmerdan.
martel er. (Eskiden) Çekiç. §. Se mettre martel en
tête: Üzülmek, canı sıkılmak, kendine dert
edinmek (Ne te mets pas martel en tête).
martelage er. 1. Çekiçle dövme. 2. (Kesilecek yada
bırakılacak ağaçlara) Çekiçle damga vurma,
martelé,e s. Dövme, çekiçle dövülerek işlenen
(Cuivre martelé).
martèlement, martellement er. 1. Çekiç sesi. 2.
Çekiç sesini andıran ve düzenli çıkan ses, tak tak
(Le martèlement des pas).
marteler gçl. 1. Çekiçle dövmek (Marteler un métal
sur l'enclume) 2. Üst üste vurmak, aralıksız
vurmak (Il lui martelait la figure à coups de poing.
Le boxeur martelait le visage de son adversaire). 3.
Topla dövmek (L'artillerie martèle les positions
ennemies).
4.
Belirte
belirte
söylemek,
vurgulayarak söylemek, hece hece söylemek
(Marteler ses mots, ses phrases). 5. Çınlamak,
çekiç gibi inmek (Le bruit des pétards lui martelait
le crâne). 6. mec. Rahatını kaçırmak, huzursuz
etmek (Une idée lui martelait la cervelle).
martial,e s. 1. Savaşa değgin; orduya değgin;
savaşma duygusu uyandıran, kavga havası
yaratan, "hamasi (Un discours martial).
2.
Demirli, içinde demir bulunan (Pyrite martiale).
3. mec. Kesin, kararlı, kendine güvenli (Une voix
martiale. Le groupe s'avança d'un air martial). §
Cour martiale: *Süel yargıevi, askeri mahkeme;
sıkıyönetim mahkemesi, "harp divanı. Loi
martiale: Sıkıyönetim (Déclarer la loi martiale).
martialement bel. Askercesine.
martien,ne s. 1. Mars gezegenine değgin. 2. ad
Marsh, Merihli.
martin-chasseurer. hayb. Yahçapkınını andıran bir
kuş.
martinet er. 1. Sağan, keçisağan kuşu (Martinet
alpin: Akkarmh
sağan. Martinet noir: Kara
sağan). 2. Kırbaç, kıl kırbaç (Menacer un enfant
de martinet). 3. Şahmerdan. 4. El şamdanı,
martingale diş. 1. Kelepser, atın baş vurmasını
engelleyen kayış. 2, Bir çeşit kumar oyunu,
martinler. Martini, İtalyan vermutu,
martin-pêcheur er. hayb. Yalıçapkını,
martin-roselin er. hayb. Pembe sığırcık,
martre, marte diş. hayb. 1. Zerdeva (Martre
commune, martre ordinaire: Ağaçsansarı.
Martre
zibeline: Samur). 2. Samur kürk (Un col de

876

masculiniser
martre. Manteau de martre).
martyr,es. ve ad. 1. Şehit (Les martyrs de la liberté.
Le sang des martyrs). 2. (Bir düşünce yada inanç
uğrunda) Kurban (Martyr d'un idéal). 3. Çok acı
çeken, acılı, "dertli (Un peuple martyr, un pays

martyr). § Jouer les martyrs, prendre, se donner


des airs de martyr: Çok dertli gibi görünmek,
Karadenizde gemileri batmış gibi görünmek,
kendini acılı göstermek,
martyre er. 1. Şehitlik, şehit olma (Allerau martyre.
Le martyre de saint Pierre). 2. Büyük acı, işkence
(Sa vie fut un long martyre. Cette séparation sera
pour moi un martyre). § Souffrir le martyre: Çok
acı çekmek, büyük acılar çekmek,
martyriser gçl. 1. Şehit etmek (Néron a martyrisé
plusieurs chrétiens). 2. Çok çektirmek, çok acılar
vermek ; işkence etmek (Elle a martyrisé son mari.
Ses rhumatismes le martyrisent).
martyrologe er. 1. Şehitler yada ermişler listesi. 2.
(Herhangi bir uğurda) Ölenlerin listesi,
kurbanlar listesi ( L e martyrologe de la science).
marxien,ne s. Karl Marx'a değgin; Marx'a özgü
(L'analyse marxienne du capitalisme).
marxisant,es. Marksizme eğilimli (Les intellectuels
marxisants).
marxisation diş. Marksistleştirme; marksistleşme.
marxiser gçl. Marksistleştirmek.
marxisme er. Marksizm, Marksçıhk.
marxistes, ve ad. Marksist, Marksçı.
marxologue ad. Marx yapıtlarının uzmanı,
Marksbilimci.
maryland er. Bir çeşit Amerikan tütünü,
mas [ma(s)] er. (Güney Fransa'da) Kır evi, çiftlik,
mascarade diş. 1. Maske takıp kdık değiştirme. 2.
Maskeliler alayı. 3. mec. Maskaralık, gülünçlük;
gülünç oyun, aldatmaca (Ce procès n'est qu'une
mascarade, les accusés sont condamnés
d'avance).
4. Maskeli eğlence, maskeli balo.
mascaret
er.
Irmak
ağızlarında,
denizin
kabarmasıyla oluşan set şeklindeki su kitlesi,
dalga kabarması. 2. Birdenbire yükselme,
kabarma (Un mascaret de feu).
mascaron er. (Yapılarda) Süs maskesi,
mascotte diş. Uğur getirdiği sanılan kişi, yada
nesne, maskot, "uğurluk (Il avait pour mascotte
un petit ours en peluche).
masculines. 1. Erkeğe değgin (Lesexe masculin) 2.
Erkekçe, erkeklere özgü (Une voix masculine). 3.
Erkeklere ait; erkeklerden oluşan (Un métier
masculin. Population masculine). 4. dilb. Eril (Un
mot masculin). S. er. dilb. Eril hali, erillik (Le
masculin d'un mot).
masculiniser gçl. 1. Erkeksi bir hava vermek,
877

masculinité
erkeksileştirmek
femmes).

(Cette

mode

masculinise

les

2. Erkekleştirmek.
er.

Saint-Barthélemy).

2.

Berbat

eden,

canına

okuyan, içine eden; çok kötü ve beceriksizce iş

masculinité dij. Erkeklik (Privilège de


masochisme

massicot

masculinité).

ruhb.

"Mazohizm,

*üzgülenmeciük.

gören (Ce pianiste est un

massacreur).

massage er. Ovma, ovuşturma, "masaj,


masse diş.

1. Yığın, kitle (Masses

populaires,

masochistes, vead. ruhb. Mazohist, "üzgülenmeci.

psychologie

masque er. 1. Maske (Masque du théâtre, masque de


de pâte, de chair). 3. Toplam, miktar (La

carnaval).

2. (Eskiden) Maskeli kimse. 3. Yüz

kalıbı (Prendre le masque d'un écrivain mort).


Yüz, çehre (Avoir

un masque

ifadesi (Un masque féroce).

4.

très laid). 5. Yüz


6. (Korunmak için

takılan) Maske ( Un masque à gaz. Les

des masses).

2. Topak, parça (Masse

d'eau retenue par un barrage).


Topu, bütünlüğü (Colonnade
d'un

édifice).

laborieuses,

masse

4. (Bir yapının)
qui allège la masse

5. Topluluk, yığın (Les


les masses paysannes).

masses

6. Sayısız,

chirurgiens

çok, bir sürü (Il y a une masse de mots dont il ne

mettent un masque de gaze qui couvre le nez et la

connaît pas le sens. Des masses de lettres à écrire).

bouche).

7. mec. Örtü, perde, aldatıcı görünüş,

maske (Sous
courtoisie,
ironique).
un masque

se

cachait

de gentillesse
un

esprit

et de

férocement

8. Askeri siper. 9. (Cilde sürülen)

7. Sürü (Masse d'abeilles).


d'air froid).

électeurs, du peuple).
(Masse

8. fiz.

Kitle

de pierres,

de

marbres).

11.

(S'efforcer

maskesini indirmek, ne mal olduğunu ortaya

yığınları, emekçiler, işçiler (Discours

çıkarmak. Lever, ôter le masque, son masque:

l'influence

Maskesini

atmak,

gerçek

kimliğiyle

ortaya

masqué,e s.

bal
masqué,
un enfant

le bal). 2. Örtmek, gizlemek, saklamak,

maskelemek (Masquer
projets

véritables).

la vérité.

Masquer

ses

3. Görülmesine engel olmak

(Cette maison masque le

massacrant,e s. Dayanılmaz, çekilmez; çok titiz,

öldürme, "topluöldürüm, "katliam (Le


de la Saint-Barthélemy

massacre

ont fait

3.

est un vrai massacre.


de la pièce).

Topuz. Coup de masse: 1. Sersemletici darbe (lia


reçu un coup de masse). 2.argo.

öldürmek,
un

En masse: hep birden, birlikte (Aller en


à une

réunion).

c'est le coup

Tomber, s'affaisser,

s'écrouler comme une masse: Çuval gibi olduğu

aygıtlarda) D ü z e n sağlayan küçük ağırlık,


massepain er. Bir çeşit badem kurabiyesi,
masser gçl. 1. Ovmak, ovuşturmak, "masaj yapmak
(Masser les jambes d'un sportif. Se faire masser le

kılıçtan
dos).

peuple).

prisonniers

Paçavrasını çıkarmak, berbat etmek,


(Le

3. Ziyan zebil

2.

derrière

Yığmak,

toplamak

sur une place.


sa

tête)

(Masser

Masser ses

§ Se masser:

yığılmak, yığışmak (La foule

Toplanmak,

masséter [maseter] er. anat. Çiğneme kası.


massette diş. 1. Taşçı tokmağı. 2. Sukamışı.

le

remaniant).

massacreur, euse ad.

masseur, euse ad. 1. Ovucu, "masajcı (Le


1. Kıyıcı, "katil; toptan

öldüren, kılıçtan geçiren (Les massacreurs

de la

pour

protester).

(Massacrer

Massacrer un texte en

les
cheveux

s'est massée

etmek, mahvetmek, berbat etmek, içine etmek


une traduction.

de

yere yığılmak, cansız gibi kalmak, yığılıp kalmak,

geyiğin

pestilini çıkarmak, bitirmek, mahvetmek


boxeur massacra son adversaire).

masse

Kazık, çok pahalı

pas dans ce restaurant,

masselotte diş. 1. (Dökmelerde) Çapak. 2. (Kimi

massacre: Panayırlarda nişan atma oyunu,

2. tkz.

§ Masse atomique:

4.

yüzülmüş derisi üzerine konulan başı. § Jeu de

les prisonniers,

İflas masası).

A t o m ağırlığı. Masse moléculaire: Molekülgram.

Les

(Avcılıkta) Vurulan geyiğin alınkemiği ile birlikte

geçirmek (Massacrer

18. (Eskiden,

tarafı (Jouer avec la masse). 20. huk. Masa (Masse

masse).

1. Toptan

héritage).

başlı tören asâsı. 19. Bilardo istekasının kalın


d'un

çıkarılıp saklanan boynuzu; vurulan

massacrer gçl.

(Masse de carrier, de sculpteur).

(Les

un massacre

14.

seçkin kimselerin kullandığı) Altm yada gümüş

2. Hayvan kırımı

Ziyan zebil etme, mahvetme, canına okuma


(Cette interprétation

bir kalıtın) Para varlığı (La masse d'un

à Paris. Le massacre

chasseurs se livrèrent à un véritable massacre).

acteurs

qui a de

13. Toplam, hepsi,

bütünü (La masse du sang dans l'organisme).

(N'allez

des innocents).

Halk

12. ç. Halk

Masse spécifique: Özkütle. Masse d'armes:

massacrante).

massacre er. 1. Kıyım, kılıçtan geçirme, toptan

peuple,

sur les masses).

de la faillite:

paysage).

ters (Il est d'une humeur


à la masse).

16. Kumarda ortaya konulan para. 17. Tokmak

masqué).

masquer gçl. 1. Maske takmak (Masquer


pour

de plaire

Askerlerin biriktirme sandığı. 15. (Bir ortaklığın,

Maskeli; örtülü (Visage

bandits masqués,

des

10. (Taş ocaklarında) Yatak

Krem tabakası. § Arracher le masque à qn: -in

çıkmak, ne ise artık öyle görünmek,

(Masse

9. Büyük çoğunluk (La masse

d'une équipe sportive).

masseur

2. er. Masaj aleti, *ovmaç.

massicoter. 1. Kâğıt keskisi, bıçak. 2. kim. Masiko.


878

massicoter
massicoter gçl.

(Basımcılıkta) Kâğıt keskisiyle

kesmek (Massicoter

le papier).

matelot
mastoïdien, nes. anat. Kulak tozuna değgin (Muscle
mastoïdien).

massier er. Eskiden törenlerde asâ taşıyan kavas,

mastoïdite diş. Kulaktozu yangısı,

massier, ère ad. (Bir resim işliğinde yada özellikle

mastroquet er. hlk. 1. Perakende şarap satıcısı. 2.

Güzel

Sanatlar

Akademisinde)

Ortaklaşa

masrafları toplayıp harcayan öğrenci,


massif, ive s. 1. Ağır, kalın, iri, kocaman

(Colonne

massive. Les portes massives du vieux château).


Som (Bijouenormassif).
massive

de poison).

massifs

au

2.

3. Büyük,çok

(Unedose

4. Yoğun; toptan

(Départs

début

Bombardement
des

massif).

grandes

vacances.

5. er. Som duvar 6. er.

(Ormanda) Sıklık, sık ağaçlık (De loin en loin,


s'élevaient

des massifs de peupliers).

7. coğr. D a ğ

çemberi, 'dağlık kütük,


massique s. fiz.
(Volume

d'une

bel.

massivement

1,

construit).

'özkütlesel

substance).

Pek

toplu olarak (Les

(Edifice

2. H e p birden, birlikte,

Français

ont

massivement

diş.

Otuzbir,

otuzbir

çekme,

"istimna.
masturber (se) gsz

Otuzbir çekmek, "istimna

yapmak.
m'as-tu-vu s. ve ad. Kendini beğenmiş (Il est très
m'as-tu-vu.

Un

m'as-tu-vu).

masure diş. 1. Çok kötü konut, "virane, in gibi yer.


2. Yapı yıkıntısı.
ves. değişmez

(Satrançta) Mat (Le roi

est mat).
mate). 2. Boğuk (Bruit
mât er. 1. Gemi direği
navire).

2.

Direk

peau

mat).
(Ledrapeauflotteaumâtdu
(Un

mât

de

tente).

3.

Demiryollarında işaret direği,

mass-media er. ç. Kitle iletişim araçlan.

matador er. Boğa güreşinde hayvanı öldüren

massue diş. Topuz, lobut; gürz (Frapper avec une


§ Coup de massue: Beklenmedik darbe,

tepeden inme (La nouvelle


véritable coup de

les

quartier).

mat, e [mat] s. 1. Donuk, mat (Papier mat,


iri olarak

répondu à cet appel).

massue).

masturbation

mat[mat]er.

Özkütleye değgin,

massique

massivement

Kahve, içki de veren küçük kahve (Tous


mas troquets du

de l'attentat fut

un

massue).

güreşçi, "matador. 2. tkz. Kodaman,


mataf er. argo. Tayfa.
matage er. Donuklaştırma, matlaştırma
d'une

masteciomie diş. hek. (Özellikle kanserde) Göğüsü


ameliyatla alma.

(Matage

dorure).

matamore er. Yalancı pehlivan, yiğit taslağı. § Faire


le matamore: Yalancı pehlivanlık taslamak,

mastic er. 1. Sakız. 2. (Cam, tahta vb. için) Macun3.

match er. İng. Karşılaşma, maç (Un match de tennis,

Sakız rakısı, mastika. 4. hlk. Karışıklık. 5. s. Sakız

de boxe, de football).

rengi (Un homme

berabere kalma. Faire un match avec qn: Biriyle

vêtu d'un complet

mastic)

§ Match nul: Yenişememe,


S'endormir sur le mastic: argo. İşi ağırdan almak,

belli bir konuda çarpışmak, yarışmak, mücadele

çalışmamak, işini isteksizce yapmak,

etmek.

masticage er. Macunlama, macunla yapıştırma


yada sıvama,
masticateur,

bitkiden yapılan içit.


trice

5.

Çiğneyici

(Muscles

masticateurs).
des

aliments).

salgılatmak için çiğnenen şey (La tabac est un


masticatoire).

2. s. Çiğncnilecek, çiğnenebilir

(Pièces masticatoires

des

crustacés).

mastiquer gçl. 1. Macunlamak (Mastiquer


d'une fenêtre).

la

facilement).

Yığın, demet (Matelas


§ Avoir le matelas:

de
hlk.

Hantal, ağır, kaba (Des édifices

olmak.
matelasser

gçl.

1.
Kıtık

doldurmak (Matelasser

doldurmak,

un fauteuil).

içirik

2. İçine

mastoc).

geçirmek, astar çekmek (Matelasser


de plusieurs

couches

un mur de

de papier).

§ Se

matelasser: Kalın giysiler giymek; yünlülere,


paltolara bürünmek,

mastodonte er. 1. İri bir memeli hayvan taşılı. 2.


İnsan azmanı, çam yarması. 3.

Matelasser qch de qch: Bir şeye -den astar


toiles,

mastoc er. hlk. 1. Kilise direği gibi adam. 2. s. tkz.

tkz.

2. tkz.

de banque).

doldurulmuş bir astar yada kumaş geçirmek. 3.


les fentes

2. Çiğnemek (Bien mastiquer

viande afin de digérer

billets

Cüzdanı şişkin olmak, lahana yaprağı gibi parası

masticatoire er. 1. 'Çiğnek, çiğnenen şey; tükriik

mec.

matelas er. 1. Şilte, döşek (Un matelas de laine, de


caoutchouc).

mastication diş. (Ağızda) Çiğneme; çiğnenme (La


mastication

maté er. 1. Paraguay çayı denilen bitki. 2. Bu

matelassier, ère ad. Yorgancı,

tkz.

matelassure diş. (Yastık yorgan gibi şeyler için)

mastoîde s. Mememsi § Apophyse mastoïde: anat.

matelot er. 1. Gemi tayfası, gemici, tayfa. 2. Bir

Kocaman araba,
Kulaktozu.

Kıtık, içirik.
donanmayı oluşturan gemilerin herbiri (Matelot
matelotage

879

d'avant, matelot d'arrière). 3. (Çocuklar için)


Gemici giysisi,
matelotage er. 1. Tayfa ücreti. 2. Tayfalık.
matelote diş. 1. Balık yahnisi. 2. Denizci dansı,
mater gçl. 1. (Satrançta) Mat etmek (Mater son
partenaire. Mater le roi avec le fou). 2. Bastırmak
(Mater une révolte). 3. Yenmek; uslandırmak,
yola getirmek, bastırmak (Mater un enfant
indiscipliné, les prisonniers révoltés). 4. argo.
Gizlice bakmak, dikizlemek,
mater, matir gçl. Matlaştırmak, donuklaştırmak
(Mater du verre, de l'argent).
mater [mate«] diş. Anne.
mâter gçl. (Geminin) Direklerini dikmek
navire).

(Mâterun

mâtereau er. (Gemilerde) Küçük direk, küçük


seren.
matérialisation diş. 1. Özdekleştirme, özdekleşme,
°maddileştirme, maddileşme. 2. Gözle görülür
elle tutulur bir nitelik kazandırma, kazanma,
somutlaştırma, somutlaşma, gerçekleştirme,
gerçekleşme (Matérialisation d'un espoir, d'une
idée. Matérialisation de l'énergie).
matérialiser
gçl.
1.
Özdekleştirmek,
maddileştirmek.
2.
Gerçekleştirmek;
somutlaştırmak, elle tutulur gözle görülür bir
nitelik kazandırmak (Matérialiser ses promesses,
un projet,
une idée).
§ Se matérialiser:
Gerçekleşmek; somutlaşmak (Ses rêves se
matérialisèrent quand il put acheter une petite
maison).
matérialisme er. fels. Özdekçilik, "materyalizm
(Matérialisme dialectique: Eytişimsel
özdekçilik.
Matérialisme
historique:
Tarihsel
özdekçilik.
Matérialisme mécanique: Mekanikçi
özdekçilik.
Matérialisme métaphysique:
Aşkın
özdekçilik.
Matérialisme
spontané:
Doğaç
özdekçilik.
Matérialisme vulgaire: Kaba
özdekçilik).
matérialistes, vead. Özdekçi,"materyalist,
matérialité diş. Özdeklik, "maddiyet.
matériau er. Yapı gereci, "malzeme (La brique est
un matériau artificiel).
matériaux er. ç. 1. Gereç, malzeme (Matériaux de
construction). 2. mec. Belge, kanıt (Classer les
matériaux).
matériel, le s. 1. Özdeksel, "maddi
(L'univers
matériel). 2. Somut, elle tutulur gözle görülür
(Avoir les preuves matérielles d'un mensonge). 3.
Yaşamayla, geçimle ilgili, maddi (Les besoins
matériels
de l'existence.
Avoir
des
soucis
matériels). 4. Para yada gerece dayalı (Avantages
matériels, une aide matérielle). 5. mec. Kaba,
ruhsuz, parayı çok seven (Un esprit matériel. II est

matière
trop matériel pour aimer la poésie). 6. er. Gereç,
"malzeme (Le matériel de bureau, de camping, de
guerre). 7. diş. Günlük geçim (Avoir la matérielle
assurée: Günlük geçimini sağlamak). § Point de
matériel:/ù. Özdeksel nokta,
matériellement bel. 1. Özdeksel olarak, "maddeten ;
gerçekleşme bakımından (C'est
matériellement
impossible).
2. Vücutça, bedence (Les gens
favorisés
matériellement).
maternage er. Ana gibi davranma,
maternel, le s. 1. Anaya değgin, anaya ait, anaya
özgü (Le lait maternel. Amour, instinct maternel).
2. Anaca, ana gibi, anaç (Une femme
maternelle
avecsonmari). 3. Ana tarafından (Songrand-père
maternel). 4. Ana, öz (Languematernelle).
S. diş.
Anaokulu (Entrer à la maternelle).
maternellement bel. Ana gibi, anaca
(Elle

s'occupait de moi
maternellement).
materner gçl. -e karşı ana gibi davranmak, -in
anasıymış gibi davranmak (Elle me maternait).
materniser gçl. -e ana sütü özelliği vermek
(Materniser le lait de chèvre).
maternité <% 1. Analık (Les joies et les peines de la
maternité). 2. Analık duygusu (Une maternité
abusive). 3. Ana olma, doğurma (Femme inapte à
la maternité). 4. Doğumevi (Maternités de la ville
de Paris). S. A n a ve kucağında çocuğunu gösteren
resim.
math, maths diş. ç. tkz. Matematik'in kısaltılmış
biçimi (Prof de maths: Matematik
öğretmeni).
mathématicien, ne ad. Matematikçi,
mathématique
s.
1.
Matematiğe
değgin,
matematiksel
(Raisonnement,
problème
mathématique).
2. tkz. Kesin, iki kere iki dört,
kaçınılmaz (Ildoitréussir, c'est mathématique). 3.
diş. ç. Matematik,
mathématiquement bel. 1. Matematiğe göre,
matematik bakımından. 2. Kaçınılmaz olarak,
kesin bir hesapla, kesinlikle
(Mathématiquement,
l'accident devait se produire).
mathématisation diş.
Matematikleştirme,
-e
matematiği uygulama (Mathématisation
de la
physique).
mathématiser
gçl.
-i
matematikleştirmek,
matematiğe vurmak, -e matematiği uygulamak
(Impossible de mathématiser la nature).
matheux, euse ad. tkz. Matematik bölümü
öğrencisi; matematiği çok iyi öğrenci,
matière diş. 1. Özdek, "madde (Matière solide,
liquide,
gazeuse.
Matière
organique,
inorganique). 2. Konu (La matière d'un livre). 3.
Ders (Matière à option: Seçmeli ders). 4. Alan,
konu (Je suis incompétent en matière poétique). S.
matin

880

Neden, "sebep (Si je pleure, ce n'est pas sans


matière). § Matière grise: mec. tkz. Zekâ; beyin
(Faire travailler sa matière grise:
Kafasını
çalıştırmak).
Matière première: Ham madde
(Importer des matières premières).
Entrée en
matière: Giriş, konuya giriş. Table des matières:
İçindekiler. En matière de: Alanmda, konusunda
(En matière d'art). En la matière: Bu alanda, bu
konuda. Donner matière à: -e yol açmak, çanak
tutmak, neden olmak (Sa conduite donne matière
à la critique).
matin er. 1. Sabah (La fraîcheur du matin). 2. mec.
Başlangıç, baş (Le matin de la vie). 3. Sabahleyin,
sabahlan (Le docteur reçoit le matin). 4. bel.
Erken, sabah sabah (Se lever matin, tropmatin). §
Au matin, au petit matin: Gün sökerken, tan
ağanrken. De bon matin, de grand matin:
Erkenden, çok erken (5e lever de bon matin). Un
beau matin: Günün birinde. Etre du matin:
Erkenci olmak, erken kalklp çalışmaya
başlamak.
mâtin er. 1. Çomar, iri çoban köpeği.2. Kaba ve
sevimsiz adam, mendebur. 3. ad. tkz. Kerata,
anasının gözü, üçkâğıtçı (La matine nous a
trompés). 4. ünl. Vay canına (Mâtin, vous ne vous
refusez rien!).
matinal, e s. 1. Erkenci, erken kalkan (Vous êtes
bien matinal aujourd'hui).
2. Sabaha değgin
(Gymnastique
matinale, fleurs
matinales).
matinalement bel. Sabah sabah, sabahın erken
saatinde.
mâtiné, e s . 1. Kırma, melez, saf kan olmayan (Un
chienmâtiné). 2. Mâtiné de: -ile karışık (Il parle un
français mâtiné
d'espagnol).
matinée diş. 1. Sabah vakti, öğleye kadarki zaman
(Une belle matinée d'octobre). 2. Akşam öncesi
sunulan gösteri, gündüz gösterisi
(Matinée
musicale, littéraire. Cinéma qui affiche
deux
matinées
le dimanche).
3. (Eski) (Kadın
giysilerinde) Sabahlık. § Dormir, faire la grasse
matinée: Sabah keyfi yapmak, sabah geç vakte
kadar uyumak,
mâtiner gçl. Kırma yapmak, başka ırktan bir
hayvanla çiftleştirmek (Faire mâtiner une levrette
par un chien courant).
matines diş. ç. (Hıristiyanlarda) Gün doğmadan
okunan dua, sabah duası,
matineux, euse s. Erkenci, erken kalkan,
matir—» mater,
matité diş. Donukluk, mathk.
matoir er. Maden donuklaştırma kalemi,
matois,e s. ve ad. argo. Kurnaz, düzenci, hinoğlu
hin, saman altından su yürüten.

mature
matoiserie diş. Kurnazlık, düzen, hinoğlu hinlik,
maton, ne ad. argo. Cezaevi gardiyanı,
matou er. tkz. Erkek kedi.
matraquage er. 1. Coplama (Le matraquage des
manifestants).
2. Üst üste verme, yineleyerek
yayınlama
(Matraquagepublicitaire).
matraque diş. Cop.
matraquer gçl. 1. Coplamak, copla dövmek (La
police a matraqué les manifestants). 2. Üst üste
vermek, yineleyerek yayınlamak (Matraquer un
message, une publicité).
matraqueur er. 1. Copçu, copla vuran. 2. Spor.
argo. Sert oyuncu, kırıcı oyuncu,
matraser. Ar. Kimyada kullanılan uzun boyunlu bir
kap.
matriarcal, e s . Anaerkil
(Sociétématriarcale).
matriarcat er. Anaerki,
matricaire diş. Küçükpapatya.
matrice diş. 1. Döl yatağı (Inflammation
de la
matrice). 2. Ana kalıp (La matrice d'un disque). 3.
Ölçü ayan. 4. Kayıt kütüğü (Matrice cadastrale). §
Matrice du rôle des contributions: Vergi tahakkuk
kütüğü.
matricides, ve ad. 1. Ana katili (Enfant matricide).
2. er. Ana katilliği,
matriciel, le s. Vergi kütüğüne değgin; kütükle
ilgili, 'kütüksel. § Etat matriciel: Vergi esas
defteri.
matricule diş. 1. Sicil defteri, kütük kayıt defteri
(Les matricules d'une Faculté, d'un
hôpital.
Matricule militaire. Extrait de la matricule). 2.
Sicil kaydı. 3. er. Sicil numarası. 4. s. Sicile değgin
(Livret
matricule:
Sicil
karnesi.
Numéro
matricule: Sicil numarası).
matriculer gçl. 1. (Birini) Sicile geçirmek. 2. Sicil
numarası vermek (Le prisonnier matriculé 33).
matrilinéaires. Anasoylu.
matrilinéarité diş. Anasoyluluk.
matrilocal,es. Anayerli.
matrilocalité diş. Anayerlilik.
matrimonial, e s . Evlenmeye değgin, evlilikle ilgili
(Lien
matrimonial).
matrone diş. 1. (Eski Romada) Hanım, hatun. 2.
Yaşlıca ve saygıdeğer kadın, hanımefendi;
Osmanlı kadın. 3. Ebe; diplomasız ebe.
matronyme er. Anasanhhk.
matte diş. Temizlenmemiş maden külçesi,
matthiole diş. Şebboy.
maturation diş. 1. Olgunlaşma, olma (Maturation
des fruits). 2. Gelişme (Maturation d'un talent). 3.
Erginleşme, cinsel bakımdan gelişme,
mature s. Olgunlaşmış, gelişmiş, gelişmesinin son
evresine varmış (Cellules matures).
881

mâture

mâture diş. 1. (Gemilerde) Direkler, direk takımı.

maximum
Pis, kötü (Sentir mauvais:

Pis kokmak.

Ça sent

2. Direklik ağaç. 3. Gemi direklerinin yapıldığı

mauvais: a) İşler kötüye gidiyor, b) Pis kokuyor.

işlik.

fait mauvais: Hava kötü). 16 .er. Kötü (Le bon et le

maturité

diş.

1.

complète

olmuşluk,

mauvais).

avant

leur

harfle) Şeytan. § Mauvais ange: Şeytan. Mauvais

(Maturité

sujet: Çapkın, yaramaz. Mauvaise tête: Dik

Olgunlaşmışlık,

olgunlaşma (On cueille les bananes


maturité).

2.

Il

Olgunluk

d'esprit). 3. Olgunluk çağı ( Les plaisirs de

l'amour

17. ad. Kötü insan. 18. er. (Büyük


kafalı. Mauvaise langue: Dedikoducu, kovcu,

n'ont toute leur saveur que dans la maturité).

4.

çekiştirici. Mauvais jour: Kara gün, dar gün.

Ağırbaşlılık,

(Manquer

de

Mauvaise herbe: Acı patlıcan, kötü ruhlu insan,

sabaha

ait,

olgunca

davranış

kötü. Femme de mauvaise vie: Orospu. Avoir de

maturité).
matutinal,

e s.

Sabaha

değgin;

sabahleyin olan (Vomissements

maudire gçl. Kargımak, kargışlamak, lânetlemek


maudit, e s. 1. Kargışlanmış, lanetlenmiş, lanetli
maudits).

2. s. ve ad. Lanetli, melun.

3. Yasak, yasaklanmış (L'amour


rezil, kahrolası

(Une

yeux:

maudit).

maudite

pluie

Gözleri
bozuk

göz değmek, "nazar değmek.


mauvais

(Maudire la guerre, les traîtres).


(Lespoètes

mauvais

olmak,

iyi

görememek. Avoir le mauvais oeil: Göze gelmek,

matutinaux).

4. Pis,
nous

empêchés de sortir). 5. er. (Büyük harfle) Şeytan.

draps: Çok

Etre dans de

berbat, çok kötü bir

durumda olmak. Etre de mauvaise humeur:


Huysuz olmak, aksiliği üstünde olmak. Etre de
mauvais poil: Huysuzun teki olmak. Etre en
mauvaise santé: Sağlığı bozuk olmak,

sayrı

olmak. Faire un mauvais rêve: Kötü bir düş

§ Maudit, e soit...: Kahrolsun..., lanet olsun,

görmek. Faire la mauvaise tête: Dikkafalılık

Allah belasını versin (Maudit soit l'importun

qui

etmek. Filer un mauvais coton: İnce eğirmek,

me téléphone

soit

sağlığı bozuk olmak, gidici olmak. La trouver

à une heure pareille.

Maudite
mauvaise, l'avoir mauvaise: Alınmak, kırılmak.

l'espérance).
maugréer gsz. 1. Kızmak, homurdanmak, sövüp

Miser sur le mauvais cheval: Yanlış ata oynamak,

saymak. 2. Maugréer contre: -e sövüp saymak (Il

yanılmak. Prendre la mauvaise route: Yanılmak,

maugrée contre tout le

yanlış yol tutmak. Prendre qch en mauvaise part:

monde).

maure, more s. ve ad. Mağripli. § Tête-de-maure:


mauresque, moresques. 1. Mağriplilere değgin. 2.
diş. Mağripli kadın. 3. diş. Mağrip şalvarı,
mausolée er. Anıtkabir (Le mausolée
İçkarartıcı, cansıkıcı, tatsız (Ciel

renkte (Fleurs mauves).


2.

maussade,

maussade).

cansıkıcılık, tatsızlık,
chance). 2. Kusurlu (Acheter

marchandise).

mauvais

3. Yanlış

raisonnement).

dokuncalı (C'est mauvais

pour

Değersiz, kötü (Mauvaislivre,

de

Zararlı,

votre santé).

S.

mauvais acteur). 6.

7. Ahlâka aykırı, töredışı


action, mauvaise conduite).

cette

(Mauvais

4.

Yanlışlarla dolu, hatalı, kötü (Ilparle un


français).

mauvais
(Mauvaise

8. Uygun olmayan (Il

s'est décidé au mauvais moment).

9. Tehlikeli (Il

s'est fait une mauvaise

10. Yalan, aslı

fracture).

olmayan, gerçekdışı (Faire courir


bruits sur quelqu'un).
est mauvaise).

de

mauvais

11. Bozuk, kötü (Sa santé

12. Zayıf (Un mauvais

mauvaise mémoire).

mauviette

diş.

1.

Semirmiş

tarlakuşu,

semiz

yemek,
mauvis er. Bir tür ardıçkuşu.

mauvais, e s. 1. Kötü ( L a récolte a été mauvaise

calcul,
3. er. Açık mor renk.

mauvéine diş. Anilin boyası,

comme une mauviette: Çok az yemçk, kuş kadar

maussaderie diş. 1. Somurtkanlık. 2. İçkarartıcılık,

la mauvaise

notre

çayırkuşu. 2. mec. tkz. Cılız, sıska dayı. § Manger

maussadement bel. Somurtarak, asık suratla,

année. Mauvaise

de

nature).
mauve diş. 1. Ebegümeci. 2. s. Açık mor, açık mor

d'Atatürk).

maussades. 1. Somurtkan (Caractèremaussade).


maison

Bir şeyi kötüye almak,


mauvaiseté diş. Kötülük (La mauvaiseté

Koyu esmer renk, koyu kahverengi,

élève.

maxillaires).
supérieur,

1. Çeneye değgin (Os,


2. er. Çene kemiği

maxillaire

muscles
(Maxillaire

inférieur).

maximal, e s. En yüksek, en çok

(Température

maximale).
maxime diş. Özdeyiş.
maximisergç/. l . / e / s . -e en büyük değeri vermek. 2.
-i en

yüksek
noktasına

çıkarmak,

azamiye

vardırmak.
maximum er. 1. En yüksek derece, "azami
maximum

de vitesse).

En

14.

maximum,

15. bel.

Istanbul).

çok,

(Le

2. s. En yüksek, en çok

(Payer le tarif maximum.


maximum).

Une

13. Pis ( M a u v a i s e odeur).

Dalgalı, fırtınalı (La mer est mauvaise).

maxillaire s.

Obtenir

le

rendement

§ Au maximum, au grand maximum:


olsa

olsa,

nous mettrons

bilemedin

(Au

grand
dix heures pour aller à
882

maya
maya

s.

ve

ad.

1.

Colombes

öncesi

Amerikadaki Maya uygarlığına ve


değgin, maya (Art et civilisation

Orta

mayalara

mayas).

2. er.

Maya dili, mayaca,

mèche
Mekanikleşme.

2.

Makinalaştırma,

makinalaşma.
mécaniser gçl.

1. Mekanikleştirmek

l'industrie,

la production).

le travail de comptabilité).

(Mécaniser

2. Makinalaştırmak

mayonnaise diş. Mayonez,

(Mécaniser

mazagran er. 1. Soğuk kahve. 2. Kahve fincanı,

durumuna sokmak, makina haline getirmek,


mazdéen, ne s. Mazdeizme değgin, Zerdüştçülüğe

makinalaştırmak (Le travail à la chaîne

mazdéisme er. fels. Mazdeizm, Zerdüştçülük,

mécanisme

mazette diş. 1. Kötü beygir. 2. mec. Niteliksiz ve


beceriksiz kimse, ciğeri beş para etmez
monde est composé de mazettes).
değil (Un million?

(Ce

3. ünl. Olur şey

-Mazette!).

mazout er. Mazot (Chaudière


doldurmak.

mécanisme

de la pensée,

mazout).

(Explication

mécaniste
mécaniste).

kirletmek

(Plages

(Ilmeprêterasa

er. Lat.Suç bende. § Faire son


kabul

etmek,

kusurlu

méandre er. coğr. 1. (Irmaklarda) Kıvrım, büklüm,


dolambaç, menderes. 2. mec. Zikzak; kurnazlık
de la politique,

de la

diplomatie).

méat er. 1. anat. Yol, kanal, akımlık, mecra. 2.


(Yol, kanal yada akımlıkta) Ağız (Le
méat

3. bitb. Bir bitki dokusunun hücreleri

arasındaki aralık, boşluk,


Qu'est-ce

Makinist (Le mécanicien


va s'occuper

l'univers.

Makinalaria

hesaplama,

bilimadamlarını

sevip koruyan kimse

est le mécène d'un groupe de

méchage er. 1. (Bir fıçıyı) Tütsüleme. 2. (Yaraya)


Fitil koyma.
méchamment bel. Kötü yürekle; iblisçe; sert, kırıcı
bir şekilde (Parler, agir
méchanceté diş.

méchamment).

1. Kötülük,

kötü

iblislik; kırıcılık (La méchanceté

yüreklilik,

de la

2. Çirkinlik, iğrençiik (La

d'un visage, d'un comportement).

3. Kötü söz;

met la locomotive

en

onarımcısı, "tamirci

(Le

de votre voiture).

4. diş.
m'a fait une
méchant,es. 1.

Kôtû(Unméchantlivre,unméchant

écrivain). 2. Belâlı, pis, rezil, berbat


méchante

affaire).

(S'attirerune

3. mec. tkz. Olağanüstü, çok

güzel, korkunç ( U n e méchante voiture de

mécanique s. 1. Mekanik (Escalier

mécanique,

2. Mekaniğe değgin

Energie mécanique).

(Lois

3. Otomatik,

5. Kötücül, kötü yürekli (Un

méchant).

6. Huysuz (Un chien

Yaramaz (Un enfant

méchant).

kendiliğinden, kendi kendine, makina gibi (Un

iğneli (Des paroles

iblisçe (Un sourire méchant).

4. diş.

Mekanik, mekanikbilim. 5. diş. Mekanizma (Ce


moteur

est une mécanique

mécanique

d'une

montre,

bien compliquée.
d'une
horloge).

Makina (Dentelle faite à la mécanique).

méchant).
9.

Şeytanca,

10. ad. Pis herif,

rezil, alçak. § Ce n'est pas bien méchant: Pek öyle


korkulacak bir şey yok bunda. Etre de méchante

6.

humeur: Huysuzun teki olmak. Faire le méchant:

7. mec.

Zıpırlık etmek, karşı gelmek; kızarak bağırıp

mécaniques: Arabası, motoru arıza yapmak,

faisait le

mécaniquement bel. 1. Mekanik olarak, mekanik

d'un coup de poing,

mèche diş. 1. Fitil (Mèche d'une lampe,

mèche

bougie). 2. Burgu ucu, burgu (Mèched'une

(Réciter mécaniquement

d'un

sa

leçon).
Mekanikleştirme;

il

méchant).

bakımından. 2. Robot gibi, kurulmuş makina gibi


1.

7.

La

çağırmak (Il l'assomma


diş.

rendu
homme

8. Dokunaklı,

méchantes).

D ü z e n , entrika, dolap. § Avoir des ennuis

mécanisation

course).

l'ont

méchant).

geste mécanique,

un réflexe mécanique).

il

méchanceté).

4. Sert, katı yürekli (Les malheurs

mécaniques).

nature

méchanceté

Ingénieur mécanicien: Makina mühendisi,

mécaniques.

(Cette

peintres).

Dikiş makinasıyla çalışan kadın, terzi kız. §

jouets

Le

çirkin davranış (Il lui a dit de petites méchancetés,

mec-là?).

mécanicien, ne ad. 1. Makina uzmanı, makinacı. 2.

mécanicien

diş.
de

mécène er. Bilim ve sanat koruyucusu, sanatçı ve

humaine).

mec er. hlk. A d a m , herif (Un petit mec.

3. Araba

fels.

mécanothérapie diş. Mekanik tedavi,

femme

olduğunu kabul etmek,

que c'est que ce

3.

mécénat er. Bilim ve sanat koruyuculuğu,

voici).

Suçunu

(Les méandres

du langage).

sınıflandırma, yapma, bulma,

1. Beni (ilme voit). 2. Bana

mea-culpa[meakylpa]

d'un

mécaniste s. fels. Mekanikçi, mekanikçiliğe değgin


matérialisme

Mazotla

'düzenek

d'une montre,

2. Çalışma biçimi, işleyiş, 'düzenek (Le

mécanographie

mea-culpa:

Mekanizma,

2.
voiture). 3. Ben (Me

marche).

fusil).

1.

d'une machine,

1. Mazot ikmali yapmak, mazot

mazoutées).

urinaire).

er.

(Mécanisme

Mekanikçilik,

mazurka diş. Mazurka.


meadıl.

mécanise

l'ouvrier).

değgin, Zerdüştçü.

mazouter gsz.

3. Makina

vilebrequin).

3.

Kırbaç

ucu,

de

vrille,
kırbacın

ucundaki kayışlar. 4. Küçük saç örgüsü; saç


mécher

883

tutamı; öbür saçlardan ayn renkteki saçlar, °meç


(Mèches

bouclées,

mèche

de

mèches cendrées,

cheveux).

kullanılan)

Fitil

5.

couper

(Yaraları

(Drainage

une

akıtmakta

d'une

plaie

par

médicamenteux
mécréant, e s. ve ad. 1. Hak dininden olmayan
(Peuple

mécréant).

(Mon père était

2. İnansız, inançsız, zındık

mécréant).

médaille diş. 1. Eski Yunan ve Roma parası. 2.

mèche). 6. den. D ü m e n ekseni, bocurgat ekseni. §

Madalya (Conférer,

Etre de mèche avec qn: -in suç ortağı olmak, -ile


savant).

décerner

une médaille

aynı haltı işlemek, karanlık bir işte birlik olmak.

(Médaille

des porteurs

Eventer, découvrir la mèche: Bir oyunu ortaya

d'indentité

que certains animaux

çıkarmak, gizli bir düzenin numarasını ortaya

collier).

koymak. Vendre la mèche: Gizli bir işi ele


vermek,

gizli

tutulması

gereken

bir

şeyi

açıklamak, arkadaşlarını satmak. Il n'y a pas


mèche: Olanaksız; çare yok.

mécompte er. I. Hesap yanlışlığı. 2. D ü ş kırıldığı


méconduire (se) gsz.

Yanlış davranmak,

ters yüzü, işin öbür yanı.


médaillé, es. ve ad. Madalyalı, madalya almış (Les
médaillés

militaires).

médailleur er. Madalya yapımcısı, madalyacı.

avec sa

koleksiyonu.

kötü

médaillon er. 1. İri madalya. 2. Madalyon (Porter un


femme).

médaillon

méconium er. Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı,

kabartma.

méconnaissable s. Çok değişmiş, tanınmayacak


gibi, tanınmayacak durumda (Je ne l'avais
méconnaissance

il est

diş.

pas

méconnaissable).

Tanımama,

anlayamama (La méconnaissance

d'une

situation).
méconnaître gçl.
méconnaît

1. Tanımamak, bilmemek

les principes

scientifique).

2.

mêmes

de la

Tanımazlıktan

tanıyamamak (Méconnaître

Değerini bilmemek (La critique


auteurs

de

son

temps).

gelmek;
3.

es.
hoşnutsuz,
faisait

memnun

des

mécontents.

adeptes

1. Hoşnut
olmayan

parmis

famille.

Médecin-chef

militaire,

médecin

Médecin

médecine diş. l . T ı p (Faculté de médecine.

Médecine

légiste).

générale,

légale, opératoire).

öğrenimi (Faire sa médecine).


hekimlik (Exercerla
(Prendre

médecine).

(L'opposition
les

nombreux

Il avait l'air mécontent).

2. Kırgın,

canı sıkılmış, kızgın (Il est rentré mécontent).

3.

Mécontent de qch, de f. qch: a) -den hoşnut


olmayan, -i beğenmeyen (Je suis mécontent
de

2. Tıp

3. Doktorluk,
4. (Eski) E m , ilaç

médecine).

médianoche

2, diş.

er.

Geceyansından

mat.

rectangle).

sonra

yenen

yemek.
médiastin er. hek.

olmayan,

de

l'hôpital.

préventive,

de

Kenarortay, ortaç (Les médianes d'un

§ Jouer les méconnus:

ve ad.

Perses).

m é d e r s a , m e d e r s a diş. Ar. Medrese,

Değeri anlaşılamamış biri olarak geçinmek,


mécontent,

m è d e s. ve ad. tar. M e d , Medyalı (Les Mèdes et les

m é d i a n , e s. 1. Orta (Ligne médiane).

méconnu, e s. Değeri bilinmemiş, anlaşılamamış


méconnu).

3. Yuvarlak çerçeveli
les

Geçmişini unutmuş görünmek,


(Un génie

cou).

méconnaître:

méconnaît

§ Se

(Il

méthode

un ami, un parent).

à son

médecin er. Hekim, doktor "tabip (Médecin

bilmeme,
totale

1. Madalya koleksiyoncusu. 2.

Madalya yapımcısı, madalyacı.

méconduite diş. Yanlış davranış; kötü hareket,

revu depuis sa maladie,

à leur

§ L e r e v e r s d e la médaille: Madalyamn

médailILste ad.

3. Boş umut.

davranmak (Il s'est méconduit

Médaille

portent

médaillier er. 1. Madalya kutusu. 2. Madalya

plaie).

(Subir de graves mécomptes).

de la gare.

médailler gçl. Madalya vermek, madalya takmak,


mécher gçl. 1. (Fıçıyı) Tütsülemek. 2. (Yaraya) Fitil
koymak (Mécher une

à un

3. (Numara yada kimlik gösteren) Plaka

İki akciğer arasındaki bölge,

mediyasten.
m é d i a t , e s . Dolaylı (Cause, relation

médiate).

m é d i a t e u r , trice s. ve ad. Arabulucu; aracı (Un


médiateur

choisi avec l'accord des deux

parties).

médiation diş. Arabuluculuk; aracılık (Offrir


médiation:

Arabuluculuk

yapmayı

médiatisation diş. Dolayh kılma, dolaylılaştırma.

votre travail, de vous voir ici), b) -e kızan, -den

médiatiser gçl. D o l a y h kılmak, dolayhlaştırmak.

alınan, -diğine kınlan (Il semblait

médiatrice diş. mat. Ortadikme.

n'avoir

pas été invité.

mécontent

Il était mécontent

de

de vos

paroles).
mécontentement

médical, e s. Tıbba değgin, tıpla ilgili; hekimliğe


değgin, "tıbbî (Etudes

mécontentement er. 1. Hoşnutsuzluk


par de la froideur).
(Exprimerson
2. Kırgınlık,

mécontenter gçl. Kırmak, hoşnutsuzluğa düşürmek


(Cette mesure a mécontenté

médicale,

soins

médicales,

tout le

monde).

ordonnance

médicaux).

médicalement bel. Tıp bakımından,


médicament er. E m , ilaç (Prendredes

hafif kızgınlık,

sa

önermek).

Prescrire un médicament

à un

médicaments.

malade).

médicamenteux, euse s. İlaç özelliği taşıyan; ilaç


884

médicastre
yapımmda
kullanılan
(Les
médicamenteuses).
médicastre er. alay. Hekim taslağı,
médication diş. Otama, tedavi (Remède

plantes

employé

dans une médication).


médicinal, e s. Şifalı, sağlığa yarar, tedavi edici
özellik taşıyan (Plante
médicinale).
médicinier er. bitb. Hintfıstığı ağacı,
médico-légal, e s. Adli tıbba değgin (Expertise
médico-légale).
médico-social, e s. Toplum sağlığına değgin,
toplumsal tıbba değgin,
médiéval, e s. Ortaçağa değgin, Ortaçağa özgü
(Histoire
médiévale).
médiéviste
ad.
Ortaçağ
bilgileri
uzmanı,
"Ortaçağa.
médiocre s. 1. Ortanın altında, düşük, az, kıt
(Salaire médiocre,
ressources médiocres).
2.
Verimsiz (Sol médiocre). 3. Orta, şöyle böyle,
pek parlak değil, vasat (Devoirmédiocre,
unevie
médiocre). 4. Zayıf (Elève médiocre en français).
5. ad. Pek yetenekli olmayan kimse, "vasat adam
(C'est un médiocre). 6. er. Orta, orta durum (Le
bon, le médiocre et le pire).
médiocrement bel. 1. Pek az, az (Je suis
médiocrement satisfait de son travail). 2. Kötü,
yetersiz (Il travaille médiocrement). 3. Orta, şöyle
böyle (Il se montrait médiocrement
content).
médiocrité diş. 1, Yetersizlik, düşüklük, azlık
(Médiocrité
d'un
salaire).
2. Değersizlik,
niteliksizlik (Médiocrité
d'une
œuvre).
3.
Yeteneksizlik, kafa yetersizliği (Cette jalousie est
un signe de sa médiocrité). 4. Orta durum, orta
hal, orta değerlilik, "vasatlık.
médlque s. tar. Medlere değgin (Les guerres
médiques: Med savaşları).
médire gsz. 1. Arkadan söylemek, çekiştirmek,
kovculuk etmek. 2. Médire de qn: -i çekiştirmek,
-in arkasından dedikodu yapmak (Médire de ses
voisins).
médisance diş. 1. Dedikoduculuk, çekiştirme,
kovculuk, arkadan konuşma (Il est porté à la
médisance). 2. Dedikodu, söylenti (Il méprise les
médisances qu'on débite sur son compte).
médisant,es. vead. Dedikoducu, kovcu, çekiştirici,
arkadan konuşan (Il défend ses amis auprès des
médisants).
méditatif, ive s. ve ad. 1. Düşünceli, düşüncelere
dalmış, dalıp gitmiş (Il avait un air méditatif). 2.
ad. Hep dalıp dalıp giden, düşçü.
méditation
1. Derin düşünme; 'dalınç, "istiğrak
(Se plonger dans la méditation). 2. Düşünme,
düşünceye dalma (5e livrer à de
longues

méfier
méditations). 3. İçe dönüş (Entrer en méditation).
4. Düşünce (Ce livre est le fruit deses profondes
méditations).
méditer gçl. 1. Kurmak, tasarlamak, üzerinde
düşümek (Méditer
une terrible
vengeance.
Prisonnier qui médite une évasion). 2. Méditer de
f. qch: -meyi düşünmek, tasarlamak (Il médite de
supplanter son rival dans cette fonction). 3. gsz.
Düşünceye dalmak. 4. gsz. Dinsel düşüncelere
dalmak, "murakabaya varmak. 5. gsz. Méditer
sur qch: -üzerinde düşünmek (Méditer sur un
problème, sur la condition
humaine).
méditerrané,e s. 1. Karalararası (Les
mers
méditerranées). 2. diş. Karalararası deniz (Une
méditerranée).
3. (Büyük harfle) Akdeniz (La
Méditerranée).
méditerranéenne s. Akdenize değgin
(Rives
méditerranéennes, climat
méditerranéen).
médium er. 1. müz. Ses genişliği, tizle pes
arasındaki sesler (Chanteuse qui a un beau
médium). 2. ruhb. Aracı, "medyum. 3. Ortalama
şekil. 4. (Resimde, boya silmeye yarayan her
türlü) Sıvı.
médiumnique s. Medyumlara özgü; medyumluğa
değgin (Pouvoir
médiumnique).
médiumnité diş. ruhb. Aracılık, medyumluk,
médius er. (Elde) Ortaparmak.
médoc er. Medoc bölgesinde yapılan bir şarap,
médullaire s. 1. İliğe değgin; omuriliğe değgin
(Canal médullaire).
2. İliksi, iliği andıran
(Substance
médullaire).
médulleux, euse s. İlikli, içinde ilik bulunan,
méduse diş. hayb. Denizanası,
méduser gçl. tkz. Şaşırtmak, şaşkınlığa düşürmek
(Une telle ignorance me méduse). § En rester
médusé: Şaşkınlıktan donup kalmak.
meeting/ııufı'o7er. İng. l.Miting (Tenir
unmeeting).
2. (Spor) Toplantı (Meeting
d'athlétisme).
méfait er. 1. Kötülük, kötü iş (Commettre
un
méfait). 2. Dokunca, zarar (Les méfaits de
l'alcoolisme).
méfiance diş. Güvensizlik, kuşku (Eveiller la
méfiance
de qn: -de kuşku
uyandırmak,
güvensizlik uyandırmak. Avoir, éprouver de la
méfiance à l'égrad de qn: -e karşı
güvensizlik
duymak. Apaiser, dissiper la méfiance de qn: -in
kuşkularını dağıtmak,
gidermek).
méfiant,e s. ve ad. Kuşkulu; güvensiz, güven
duymayan (Etre de caractère méfiant. Il est
méfiant à l'égard des gens qu'il ne connaît pas).
méfier (se) gsz. 1. Dikkat etmek, sakmmak ( M é f i e z vous, il nous écoute). 2.
Se méfier de: -e
güvenmemek, -den sakmmak, kuşkulanmak (Je
mclée

885

mégahertz

méjuger:

me méfie toujours de lui).


mégahertz er. Megahertz, değeri bir milyon hertz

anıt, büyük oylumlu yontulmamış

taşlardan

taşlardan

yapılma

(Monuments

kendini

Karasevda, "malihulya,

"karakaygı. 2. Nedensiz cansıkıntısı, üzünç, içi


dans la

mélancolie).

3. Üzünçlü görünüm, üzünçlülük (La


du crépuscule,

d'un paysage).

mélancolie

§ Ne pas engendrer

la mélancolie: İç açmak, sevinç yaratmak (Sa

mégalithiques).
mégalomane s. ve ad. Büyüklük hastası, kendini
mégalomanie

diş.

ruhb.

Büyüklük

hastalığı,

mégaphone er. Sesi büyültmeye yarayan alet,

pas la

"megafon, *sesbüyültür.
mégarde:
Dikkatsizlikle;

dalgınlıkla, yanlışlıkla (Il a brisé ce vase

par

Il est entré par mégarde dans le salon).

mégatonne diş. Megaton, bir milyon ton değerinde


kütle birimi; nükleer bir bombanın yıkım gücünü

mélancolie).

1. Kötümser, üzüntülü,

karakaygıh, karasevdalı (Un homme


Un mélancolique.

mélancolique).

2.

et

tempérament

üzüntü

mélancolique).

verici,
3. ruhb.

Karasevdaya değgin. *karakaygısal.


mélancoliquement bel. Üzüntüyle, içi karararak,
üzüntüler içinde,
mélanésiennes, vead. Melanezyalı;Melanezya ve
Melanezyalılara değgin,
mélange er. 1. Karıştırma, harman etme; karışma,
harman (Mélange de divers éléments.

belirleyen birim,

rêveur

Un

Üzünçlü,

"hüzünlü (Une chanson

mégarde diş. 1. (Eski) Dikkatsizlik. 2. Dalgınlık,


Par

n'engendre

mélancolique.
büyüklük kuruntusu, "megalomani,

conversation

mélancolique s. ve ad.

büyük gören (kimse),

mégarde.

mélancolie diş. 1. ruhb.

kararma, "hüzün (Seplonger

yapılma anıt.
mégalithique 5. (Tarih öncesi yapılar için) tri taşlı,

yanlışlık.

alçakgönüllülükle

mélampyre er. İnekbuğdayı denilen asalak bitki,

olan frekans birimi,


mégalithe er. (Tarih öncesi sanat yapıtları için) Taş

kocaman

Aşırı

değersiz gibi görmek,

Mélange de

mégère diş. Cadaloz,

races). 2. kim. Karışım (Doser les éléments

mégir, mégisser gsz. Beyaz sepilemek,

mélange).

mégis er. 1. Beyaz sepi banyosu. 2. s. Beyaz sepili

konulardaki yazılan derleyen kitap, seçmeler

(Cuir

(Les

mégis).

mélanges

de Voltaire).

§ Sans mélange:
mégisserie diş. Beyaz sepiciliği,

Katıksız, saf, tam, kusursuz (Bonheur,

mégissier er. Beyaz sepi ustası,

mélange).

mégoter, hlk. İzmarit, sigara izmariti (Ramasser

les

1. Karıştırmak, karmak, harman

karmakanşık duruma sokmak (Mélanger

méhari er. Bir cins hecin devesi,


méhariste s. ve er. Hecin süvarisi (Caravane
méharistes.

Officier

de

Sa place

est meilleure

d'un

que la

tienne). 2. En iyi (Il est le meilleur écrivain de son


La

meilleurs

meilleure

femme

du monde.

savants de notre siècle.

Les

Les

meilleures

familles de la ville). 3 .er. En iyisi, en iyi yanı f// /ui


a consacré

le meilleur

les
papiers, les dossiers, les fiches). 3. Mélanger qch à,
avec: Bir şeyi -ile karıştırmak, karmak, harman

méhariste).

meilleur,e s. 1. Daha iyi (Nous avons l'espoir


meilleur.

2.

Birbirine kanştırmak, karman çorman etmek,

méharée diş. D e v e yolculuğu,

temps.

mélanger gçl.

joie sans

yapmak (Mélanger des liquides en les agitant).

mégots).

monde

d'un

3. Melez, kırma. 4. er. ç. Çeşitli

de sa vie). § Au meilleur

yapmak (Mélanger

une boisson

à, une

autre,

mélanger le vin avec la bière).


mélangeur,euse s. ve ad.
karmaç (Robinet

1. Karmaya yarayan,

mélangeur).

karma aleti (Un mélangeur

2. er. Karmaç,

d'eau froide et d'eau

chaude).
mélasse diş. 1. Mel as, tortu olarak kalan şekerli sıvı,

marché, à meilleur marché: En ucuz; daha ucuz.


şerbet (Mélasse

De meilleure heure: Daha erken. De meilleure

Yoğun sis; çamur. 3. mec. İçinden çıkılmaz güç

grâce: Hemen,

kendiliğinden,

nazlanmadan.

Pour le meilleur et pour le pire: İyi ve kötü günler

durum (Etre dans la


mêlés).

üstün gelmek,

douleur).

yanılmak (L'amoureux
l'amour)

qui se désole et

méjuge

2. Méjuger de qch: -i yanlış hesaplamak,

iyi ölçememek, yanlış değerlendirmek; -e pek


önem vermemek (Méjuger

de ses forces,

de son

talent. Tu ne dois pas méjuger de cet homme).

§Se

de betterave)

2.

tkz.

mélasse).

mêlé,e s. 1. Karışık, karma (Couleurs

için.Prendre le meilleur sur qn: -i yenmek, -e


méjuger gçl. 1. Yanlış değerlendirmek, -üzerinde

de canne,

mêlées,

tons
2. Mêlé de: -ile kanşık (Plaisir mêlé de
3. Mêlé à: -e eklenmiş, katılmış (Fables

mêlées à quelques

vérités).

§ Sang mêlé: Melez,

kırma.
méléagrine diş. hayb. Deniz incimidyesi.
mêlée diş.

1. Göğüs göğüse savaş (Une

mêlée

sanglante ). 2. Kavga ; sa vaşım, "mücadele (Se jeter


dans la mêlée). 3. Kavga, dalaş (Il a reçu un coup
mêler
de poing dans la mêlée). 4. Karışım, karma (Un
bocage, une mêlée d'arbustes et de plantes).
mêler gçl. 1. Karıştırmak, karmak, harman yapmak
(Mêler de l'eau et du vin). 2. Melez yapmak, kırma
yapmak (Mêler deux races de chiens,
dechevaux).
3. Birbirine karıştırmak, karman çorman etmek
(Mêler des fils. Il a mêlé tous mes papiers, toutes
mes notes). 4. Mêler qch à: Bir şeyi -e katmak,
eklemek ( Mêler des détails pittoresques à un récit).
5. Mêler qch avec: Bir şeyi -ile birleştirmek, bir
araya getirmek (Mêler la danse avec la musique).
6. Mêler qch de: Bir şeye -e katmak; -ile
doldurmak (Mêler d'eau un vin. Mêler un
pamphlet d'allusions médisantes). § Se mêler: 1.
Birbirine karışmak (Les rires et les sanglots se
mêlaient). 2. Se mêler à, avec: -ile karışmak,
birleşmek (Les éclatements de pétards se mêlaient
aux cris). 3. Se mêler à qch: -e karışmak, içine
girmek katılmak (Se mêler à la foule. Se mêlera un
combat). 4. Se mêler de qch: a) -ile karışmak,
birleşmek (Sa colère se mêlait d'amertume), b) -e
karışmak, burnunu sokmak (Se mêler des affaires
d'autrui). S. Se mêler de f. qch: a) -mek için araya
girmek (Ne vous mêlez pas de les réconcilier), b)
-meyi düşünmek, kafasından geçirmek (İlse mêle
de réformer le monde, d'apprendre le français).
mêle-tout er. Her şeye karışan, her şeye burnunu
sokan kimse,
mélèze er. bitb. Karaçam,
mélilot er. Kokulu yonca.
méli-mélo er. Karmakarışık şey, arap saçı (Quel
méli-mélol).
melinite diş. Patlayıcı bir madde, melinit,
mélioratlf, ive s. dilb. Yükseltici
(Adjectif
mélioratif).
mélisse diş. Oğulotu, "melisa,
mellifères. Ballı, bal verici (Plante mellifère).
mellification diş. (Anlar) Bal yapma,
mellifique s. Bal yapıcı,
melliflue s. Bal gibi tatlı,
mellite er. Ballı ilaç.
mélodie diş. 1. Ezgi (Chanter une mélodie). 2.
Uyum, tatlılık, hoş ses, kulak okşarlık (La
mélodie d'un vers). 3. müz. Ritm öğesinden
yararlanarak bir biçim için ardarda dizilmiş
notalar, "melodi,
mélodieusement bel. 1. Melodili olarak. 2. mec.
Tatlı tatlı (Chanter
mélodieusement).
mélodieux, euse s. Kulağa hoş gelen, kulak okşar,
hoş, tatlı (Voix mélodieuse, un chant mélodieux).
mélodique s. Ezgisel, ezgiye değgin; ezgili,
mélodiste ad. Ezgici, ezgi dizen sanatçı,
mélodramatique s.
1. Melodrama
değgin,
886

même
melodramsal. 2. mec. Pek acıklı, içler acısı, yürek
parçalayıcı (Un film mélodramatique,
prendre
une attitude
mélodramatique).
mélodrame er. 1. (Tiyatroda) Melodram; pek acılı
raslantılar üzerine kurulmuş, kolay etki
olanaklarına başvuran, aşın duygulu, acıklı oyun.
2. mec. Pek acıklı olay, üzünçlü durum (L'affaire
tourna au mélodrame).
méloé er. hayb. Kuduzböceği.
mélolonthe er. hayb. Mayısböceği.
mélomane s. ve ad. 'Müziksever, müziğe düşkün

(Peuple
mélomane).
mélomanie diş. Müzikseverlik, müziğe düşkünlük,
melon er. 1. Kavun. 2. hlk. Enayi, balkabağı. 3. hlk.
Arap. 4. Melon şapka. § Melon d'eau:
Karpuz.Melon de mer: Denizkestanesi,
mélongène, mélongine diş. (Eskiden) Patlıcan,
melonné, e s. Kavun biçiminde, kavunsu,
kavunumsu.
melonnière diş. Kavun tarlası,
mélopée diş. 1. Tekdüze şarkı, tek düzenli ezgi. 2.
Eski Yunanlılarda şarkıcılık kuralları,
mélophage er. hayb. Koyun kenesi,
mélusine diş. Uzun tüylü bir çeşit keçe.
membrane diş. biy. fiz. kim. Zar, çeper,
membraneux, euse s. 1. Zarsı, çepersi, zan andıran
(Ailes membraneuses).
2. Zara değgin, çepere
değgin (Bronchite
membraneuse).
membranule diş. anat. Zarcık, çepercik.
membre er. 1. Kol yada bacak (Enfant né avec un
membre atrophié. Avoir les membres forts). 2.
. U y e (Devenir membre d'un parti, être membre
d'une association).
3. (Gemi kaburgasında)
Iskarmoz. 4. dilb. Öge, parça (Les membres d'une
phrase).
§ Membres inférieurs: Ayaklar.
Membres supérieurs: Kollar,
membré, es. Kollu;bacaklı.§ Bien membré: Kolu
bacağı biçimli. Mal membré: Kolu bacağı
biçimsiz.
membru, e s. Kolu bacağı iri ( Une femme
membrue
comme un homme).
membrure
1. Kol bacak. 2. Gemi ıskarmozları,
même s. 1. Aynı (Nous avons les mêmes goûts). 2.
(Bir ad yada adıldan sonra) Kendi, "bizzat; -in tâ
kendisi (Moi-même: Ben kendim. Tu es la vertu
même: Sen erdemin tâ kendisisin). 3. add. Aynı
kişi; aynı şey (Ce sont toujours les mêmes qui
travaillent). 4. bel. Bile, dahası, hattâ (Je ne le
connais même pas. Il est réservé, même un peu
timide). § A même: Düpedüz, doğrudan doğruya
(Coucher à même le sol. Boire à même la carafe). A
même de f. qch: -cek durumda, güçte, halde (Il
n'est pas à même de nous aider). De même: Aynı
887

mémé
şekilde (Agissez

de même).

nasıl ki.. (Il fallait


première,

De même que: Gibi,

bien qu'elle

fût

debout

la

de même qu'elle se couchait la dernière).

ménager
için alınan) Not. 3. Sipariş notu.
mémoration diş. Anımsama, anımsanma,
mémorial er. 1. Anı, anılar (Le mémorial

De même que... de même; de même... de même:

Hélène).

2.

Nasıl.... ise, öyle de (De même que tu penses à ton

l'honneur

des

intérêt, de même il pense au sien. De même tu l'as


trahi, de même il te trahira). Même si: -se bile (Je
continuerai

à l'aider même s'il s'y oppose).

Même

que: Üstelik, dahası, hem zaten (Même

que le

colonel vient d'être tué). Quand même: Yine de,


bununla birlikte, her şeye karşın, ne olursa olsun
(Je le ferai
honnête).

quand

même.
Il est quand

même

Tout de même: Bununla birlikte, yine

de, ne de olsa, her şeye karşın (Il a réussi tout de


même. Tu es tout de même un peu curieux).

Denest

de mêmepour: -için de durum aynıdır, için de aynı

Anıt

(Elever

un

mémorialiste ad. Tarihsel anılar yazarı; "amyazar,


*anıcı.
mémorisation diş.

Belleme, belleğinde

mémoriser gçl. Bellemek, belleğine yerleştirmek


(Mémoriser

une

phrase).

menaçant, e s . 1. Tehdit edici, korkutucu


un

air

menaçant.

Paroles

Tehlikeli (Uneposition
menace

diş.

1.

Korkutmaca,

gösterme, "tehdit (Paroles,

korkutma,

gestes de

(Ses jours sont


mémento [memêto] er. 1. Anmalık, anma simgesi. 2.
numaralarının

yazıldığı) Not defteri, akıl defteri, andıç. 3.


Anımsama betiği (eskimiştir),
mémère diş. 1. hlk.

pas la mémoire
mémoire

tkz.

des noms.

Mémoire
3.

mémoire d'un événement).


d'un savant).

volontaire,

Anı

(Garder

une plaque à la

De mémoire: Bellekten,

zihinden, kafadan, ezberden (Il cite de


Donner

de mémoire

la

§ A la mémoire de: -in

amsına, -i anmak için (Inaugurer


mémoire

souvenir

2. Anımsama, ansıma (Je n'ai

involontaire).

menacés).

menacer gçl. 1. Korkutmak, diş göstermek, tehdit


etmek (Il nous

menace).

2. Gözdağı vermek

(Menacer avec une canne). 3. Menacer qn, qch de


de mort.
Il les menaçait

menace

de son couteau).

4.

Menacer de f . qch: -mek tehlikesi olmak, -cek gibi

1. Bellek, "hafiza (Garder un

dans sa mémoire).

2. Gözdağı. 3.

guerre).

qch: -ile tehdit etmek, korkutmak (Il nous

Nine, büyük anne. 2.

Yaşhca, şişman karı; analık,


mémoire

diş

menace.

menacé, e s. Tehlikede, gitti gidecek, bitti bitecek

mêmement bel. (Eski) Aynı şekilde,


telefon

2.

menaçante).

Obtenir un résultat par la menace).

ve

(Prendre

menaçantes).

Tehlike ( Une menace de

adres

tutma,

belleğine yerleştirme,

même: tkz. Tıpkısının aynısı,

(Buluşum,
en

héros).

şey söz konusudur. C'est pareil du même au


mémé diş. tkz. (Çocuk dilinde) Nine.

de Sainte-

mémorial

un poème).

mémoire.

De mémoire

görünmek (Son discours menace d'être long.


murs branlants menacent

de tomber).

Les

5. Menacer

qn, qch de f. qch: Birini, bir şeyi -mekle tehdit


etmek (Menacer

un élève de le renvoyer).

Menacer ruine: Yıkılmak üzere olmak


maison menace

§
(La

ruine).

ménade diş. 1. Bakhus rahibesi. 2. mec. Çılgın yada


ahlâksız kadm.
ménage er. 1. Evişleri (S'occuper desonménage).

2.

d'homme: Ammsanabilen zamanlardan beri, çok

Karı koca, çift (Un jeune ménage).

3. Aile, aile

eskilerden beri (De mémoire d'homme,

topluluğu (Un

enfants).

4.
Gündelik ev temizliği (La concierge faisait

des

mémoire: Belleği kuvvetli olmak. Avoir une

ménages).

Ev

mémoire de lièvre: Belleği çok zayıf olmak,

eşyasını düzmek).

pas vu de pareilles

inondations).

on n'avait

§ Avoir de la

ménage

5. Ev eşyası (Monter son ménage:

§ De ménage: Evde yapılmış

(Pain, gâteau de ménage).

unutkan olmak,
mémoire er. 1. Dilekçe (Mémoire adressé au chef de
l'Etat pour lui demander la grâce d'un

condamné).

de cinq

Femme de ménage:

Gündelikçi kadın, temizlikçi, temizleyici kadın.


Scènes de ménage: K a n koca kavgası. Faire bon

2. (Bir bilim yada yarışma kuruluna sunulan, belli

ménage avec qn: -ile iyi geçinmek. Faire mauvais

bir konuda yazılmış) Bildiri, inceleme yazısı

ménage avec qn: -ile geçinememek. Se mettre en

(Présenter un mémoire à l'Académie

des

sciences).

3. Borç defteri. 4. ç. Anı, anılar; anı türü (Ecrire


ses mémoires.
mémorable s.
mémorable

Les mémoires

de

1. Anılmaya
scéance

Unutulmaz (Uneparole

de

bakım (Laissez-moi

Saint-Simon).

değer, ünlü
l'Assemblée).

ménage: Evlenmek,
ménagement er. 1. Yönetme, bakma, yönetim,

(La
2.

mémorable).

mémorandum er. 1. (Diplomatlıkta) § A n d ı n , nota,


muhtıra, "memorandum. 2. (Bir şeyi unutmamak

fortune).

le ménagement

de

notre

2. Ölçülü davranma, ölçülülük, "ihtiyat,

sakımmlıhk, "tedbir (Traiter

un malade

avec

ménagement).
ménager gçl. 1. İyi çekip çevirmek, idare etmek
(Ménager un ministre puissant.

Ménager les deux


ménager
partis). 2. İyi kullanmak, tutumlu kullanmak
(Ménager son bien, ses vêtements). 3. Ölçüp
biçmek, tartmak (Ménager ses paroles).
4.
Gözetmek, kollamak (Ménager la vie de ses
hommes). 5. Düzenlemek, yer ayırmak, yapmak,
açmak (Ménager une fenêtre dans le mur. Ménager
un chemin dans un petit bois). 6. Hazırlamak
(Ménager l'avenir, une surprise). 7. Ménager qch
à qn: a) Birine ...sağlamak (J'essaie de leur
ménager un entretien), b) Birine ...hazırlamak,
ayırmak (Je lui ménage une surprise). § Ménager
la chivre et le chou: Tavşana kaç tazıya tut demek,
iki tarafı da iyi idare etmek. Ménager le temps:
Vaktini
boş
geçirmemek,
zamanım
iyi
değerlendirmek. Ménager ses expressions:
Ölçülü konuşmak. § Se ménager: Sağlığına dikkat
etmek.
ménager, ère s. 1. Ev işlerine değgin (Les travaux
ménagers. L'enlèvement des ordures ménagères).
2 .diş. Evkadını (Elle est une bonne ménagère. Les
ménagères qui vont faire leur marché).
ménagerie diş. 1, Hayvan koleksiyonun bulunduğu
yer (Ménagerie du jardin des Plantes).
mencheviks. vead. Menşevik,
mendélien, ne s. Mendel yasalarına uygun, Mendel
yasalanna değgin (Hérédité
mendélienne).
mendélisme er. Mendelcilik.
mendiant, e ad. 1. Dilenci (Donner de l'argent à un
mendiant).
2. s. Dilenciliğe değgin (Ordres
mendiants). § Les quatres mendiants: Kuru üzüm,
incir, badem ve fındık karışımı,
mendicité diş. 1. Dilencilik, dilenme (Etre réduit à la
mendicité). 2. Dilenciler,
mendier gsz. 1. Dilenmek (Mendier à la porte d'une
mosquée).
2. gçl. ...dilenmek (Mendier
un
morceau de pain). 3. gçl. Dilenircesine istemek,
yalvararak istemek, dilenmek (Mendier
des
éloges, des
compliments).
mendigot, e ad. hlk. Dilenci,
mendigotergsz. ve gçl. hlk. Dilenmek,
mendole diş. hayb. İzmarit (balığı),
meneau er. Bölmeli pencere çerçevesi,
menées diş. ç. Düzen, dolap, oyun, entrika (Etre
victime de menées perfides).
mener gçl. 1. Alıp götürmek, yanında götürmek
(Nous allons mener les enfants à l'exposition).
2.
Yönetmek (Le président mène les débats). 3.
Mener qn à: a) Birini -e götürmek (Mener un
enfant à l'école, un ami à la gare), b) Birini -e
ulaştırmak, vardırmak (Le rapide le mène en huit
heures à Marseille), c) Birini -e sürüklemek
(Mener des soldats au combat. Ces dépenses te
mèneront au bord du gouffre. Mener un pays à la

888

menhir
guerre). 4. -in başında gitmek, en önünde
bulunmak (Mener un cortège, une file).
S.
Çalıştırmak, işletmek, sürmek ( Metıerunnavire).
6. Çizmek (Mener une figure géométrique).
7.
Mener à: -e varmak, sonu -e çıkmak (Ce ehemin
mène au port). 8. Sürmek, geçirmek (Mener une
vie honnête). 9. gsz. Durumu.. .olmak (L'équipe
mènepardeux
buts à zéro). § Mener qch à bonne
fin: -i iyi bir sonuca vardırmak, başarıya
ulaştırmak (Mener à bonne fin son travail, une
affaire).
Mener qch à chef: -i başarıyla
tamamlamak. Mener bien sa barque: İşini iyi
yürütmek, işini yürütmesini bilmek. Mener qch à
terme: -i bir sonuca bağlamak, bitirmek,
tamamlamak. Mener qch de front: -leri birlikte
yürütmek (Mener de front deux affaires). Mener
qn en barque: -i kandırmak, atlatmak; -e madik
atmak, oyun oynamak. Mener qn à la baguette: -i
sopa ile yola getirmek, -e zorla istediğim
yaptırmak. Mener qn en laisse: -i istediği gibi
yönetmek, dizginlerim elinde tutmak. Mener qn
par le bout du nez: -i parmağında oynatmak,
yularını boynuna takıp istediği gibi çekip
çevirmek. Mener la vie à grandes guides: Har
vurup harman savurmak, vur patlasın çal oynasın
gitmek. Mener grand train: Bir eh yağda bir eli
balda olmak, lüks içinde yaşamak, beyler gibi
yaşamak. Mener le petit au cirque: argo. Cinsel
ilişkide bulunmak, demirlemek, bir fişek atmak.
Mener une vie de patachon: İçki ve eğlenceye
dalmak, nerde sabah orda akşam yaşamak.
Mener la vie dure à qn: -e çok çektirmek,
anasından emdiği sütü burnundan getirmek,
yaşamını cehenneme çevirmek. Mener grand
bruit, grand tapage autour de qch: -in üzerinde
büyük gürültü patırtı yaratmak (Mener grand
bruit autour d'une affaire). Mener qn bien loin:
Başına çok işler açmak (Cela peut vous mener bien
loin). Ne pas en mener large: Durumu pek iyi
olmamak; korku ve kaygılar içinde olmak, üç
buçuk atmak. Menez un âne à la Mecque, vous
n'en ramènerez jamais qu'un âne: Eşeğe altın
palan vursan yine eşektir, eşeğin kulağım
kesmekle küheylan olmaz,
ménestrel er. (Ortaçağda) Saz şairi,
ménétrier er. Köy kemancısı, çalgıcı,
meneur, euse ad. 1. Güdücü, çoban (Meneuse
d'oies). 2. Kılavuz, yol gösterici, öncü (Les curés
furent les meneurs de ce mouvement).
3. İyi
yöneten, yönetmesini bilen (C'est plus un meneur
d'hommequ'ungrandpolitique).
4. Elebaşı (Ona
arrêté les meneurs de l'émeute).
menhir er. Tek parça taştan tarih öncesi anıt,
889

menin

mensualité diş. 1. Ayhk taksit. 2. ç. Aylık, "maaş

•taşanıt.
menin, e ad. (ispanya'da) Kral ailesi çocuklarına
arkadaş olarak seçilen soylu delikanlı

yada

gençkız; İspanyol prenslerinin hizmetine verilen

Kafa, beyin. § Ne pas se fatiguer les méninges:


s.

mensualités).

mensuel).

mensuelle.

Beyinzarına

değgin

(Artère

Salaire

2. ad. Aylıklı, aylık ücret alan (Les


usine).

mensuellement bel. Aydan aya, ayda bir.


mensuration diş. 1. Beden ölçümü. 2. ç. Beden
ölçüsü, beden ölçüleri (Prendre les

Kafasını pek çalıştırmamak,


e

(Toucher ses

mensuel,le s. 1. Aylık (Revue


mensuels d'une

delikanlı yada gençkız.


méninge diş. 1. Beyinzarı; omurilikzarı. 2. ç. hlk.

méningé,

mentir

des nouvelles

mensurations

recrues).
mental,es. ruhb. 1. * Ansal, zihinsel, zihine değgin,

méningée).
méningite diş. hek. Beyinzarı yangısı, "menenjit. §

akla değgin (Activités mentales, maladie


2.

d'attraper une méningite: Kafasını hiç yormaz,

mental: Zihin hesabı). § Âge mental: Akıl yaşı, us

kafada yapılan

Bir yüzü içbükey, öbür yüzü

mentalement bel. 1. Zihinle, zihinden, kafadan


(Elève

dışbükey mercek. 2. hek. Minisküs.


mennonite ad. Menno Simonis tarikatından olan

qui

repasse

multiplication).

mentalement

mentalité diş.

ménopausée diş. Aybaşından kesilmiş, menopoza

de la mienne).

ménopausiques. Aybaşına değgin, menopozla ilgili

film

2. Düşünülen şey, düşünce, kanı

menotte diş. 1. (Çocuk dilinde) El, papi. 2. Bir tür


mantar. 3. ç. Kelepçe § Mettre, passer les

menteur, euse ad. Yalancı, yalan söyleyen (C'est un

mensonge er. 1. Yalan (Un grossier


Yalan

à la

menthol er. kim. Mentol,


mentholé,e s. Mentollü.

m'a toujours été odieux) •

3. Aldatıcı şey, aldatmaca (Le bonheur


est un

mensonger, ère s. 1. Yalan, yalana dayalı, aslı


(Affirmations
kafadan

mensonger)

3. Aldatıcı

etme (Evénement

digne de mention).

2. Kısa not,

yazı (La

est revenue

la

lettre

bien"

3. Derece (Avoir

au

mention

la mention

baccalauréat).

4.

"très

Mansiyon,

*anılmayadeğerlik. § Faire mention de: -den söz


etmek, -i belirtmek ; "zikretmek (Il fait mention de

protection

était

nos

travaux).

mentionner gçl. 1. Anmak, adım anmak, söz etmek ;

mensongèrement bel. Yalandan,

"zikretmek (Mentionner
menstruation diş. (Kadınlarda) Aybaşı hali; aybaşı

d'un ouvrage).

menstruel,le s. Aybaşıya değgin (Sang

menstruel,

menstrues diş. ç. (Kadınlarda) Aybaşı (Avoir

ses

mensualiser
hesaplamak

gçl.

des salaires
Ayhk
(Les

collaborateurs
votre

effrontément,

1.

incendies).
Yalan

söylemek

avec impudence).

(Mentir

2. Mentir à qch: -i

kılmak,

ayhk

ortayakoymak (Mentir à sa réputation.

Ilamentià

l'idée qu'on s'était faite de lui). 3. Mentir à qn:

horaires).

syndicats

les salaires).

plusieurs

gsz.
journal

yalanlamak, boşa çıkarmak, -e yaraşmadığını

olmak).

mensualisation diş. Ayhk kılma, aylık kılınma


(Mensualisation

mentionne
mentir

menstruel).
Aybaşı

tous les

2. Belirtmek (Mentionnez

adresse sur la lettre). 3. Bildirmek (Le

görme, aybaşı olma.

mensualiser

avec

2.

mensongère).

menstrues:

l'eau.

récit

uydurma
(Sa

(Un

mensongères).

Uydurma,

menthe

mention diş. 1. A n m a , adım anma, adından söz

"Décédé").

mensonge).

une

menthe).
söylemek).
le

olmayan,

menteurs).

mensonge.

2. Yalan söyleme, yalancılık (Vivre dans


mensonge. Le mensonge

2. Yalan, gerçek

menthe diş. bitb. 1. Nane. 2. Nane şurubu, nane


Bonbons

mense diş. (Kilise ve papazlar için) Gelir,


un mensonge:

menteur).

aldatıcı (Des éloges

esansı, "mant (Prendre

menottes à qn: -e kelepçe vurmak,

Faire, commettre

d'un

pareil?).

grand

kan gelme.

cycle

(Une

différente

menterie diş. tkz. Yalan, kıtır,

ménopausiques).

ménorragie diş. (Kadınlarda, aybaşı olurken) Çok

olmayan

Tu as une mentalité

(Quelle peut être la mentalité des spectateurs

girmiş kadın,
de

dispos).

1. Kafa, anlayış, "zihniyet

mentalité primitive.

"menopoz.

sa table

2. Kafaca, kafa bakımından (ilse

trouvait mentalement

(kimse).
ménopause diş. (Kadınlarda) Aybaşından kesilme,

(Troubles

(Calcul

yaşı.

kafasını hiç çalıştırmaz,


ménisque er. 1. fiz.

Zihinde yapılan,

mentale).

Il n'attrappera pas une méningite, il ne risque pas

olarak

cherchent

Birini

yalanla

-konusunda

bile

aldatmak.
bile

4.

gerçeği

gerçeği saptırmak (Il a l'habitude

Mentir
sur:

söylememek,
de mentir

sur
890

menton
moi).

§ Sans

mentir:

doğrusu (Sans mentir,

Gerçekten,

yalansız,

la salle était comble).

mercatique
Aşağsamalı söz yada davranışlar. § Au mépris de:
-e karşın, -e aykırı olarak, -i çiğneyerek, -e

beau mentir qui vient de loin: Gurbette övünmek

aldırmadan (Il agit au mépris

hamamda türkü söylemeye benzer,

montrer,

mentonnet er. 1. (Kapı zembereğinde) Horoz. 2.


Çark dili.
(Fossette

mentonnière diş.
2.

1. (Eski) Tulga çeneliği, zırh


(Başlıklarda)

Çene

kayışı.

3.

(Kemanda) Çenelik. 4. Çene bağı, çene sargısı,


mentor [mitır]

branches d'un arbre. Couper en menus


des doigts menus).

menues
morceaux.

2. Önemsiz, değersiz,

détails, menus frais).


ufak (Couper,

hacher menu).

3. bel. Ufak

§ Menue monnaie:

Ufak para, ufaklık. Menu peuple: (Halk) Aşağı


tabaka. Menus grains: Ufak taneli tahıl. Menus
plaisirs: Ufak tefek eğlence parası. Hacher menu

dansın havası,
menuise diş. ( A v tüfeğinde kullanılan) Saçma. 2.
Çalı çırpı.
menulser gçl. 1. inceltmek, ufaltmak
bois, une planche).
diş.

menuiserie).

1.
2.

menuiserie.

(Menuiserdu

2. gsz. Marangozluk etmek,


Marangozluk
Marangoz

işi

(Atelier

de

(Plafond

en

La menuiserie découpée des

fenêtres).

menuisier er. Marangoz.


ménure diş. hayb. (Avustralya'da yaşayan bir tür)
Karatavuk.
méphistophélique s. Şeytanca, iblisçe (Un

rire

méphistophélique).
méphitiques. Pis kokulu (Vapeurs

méphitiques).
er. Bir cismi oluşturan yüzeylerden her biri.
méprendre(se) gsz. 1. Yanılmak. 2. Se méprendre
sur: Konusunda yanılmak, yanılgıya düşmek (Tu
sur lui, sur ses paroles).

§ A s'y

méprendre: Yanılacak ölçüde, yanıltacak ölçüde,


biri öbürü sanılacak kadar (Ils se ressemblent à s'y
1.

Aşağsama,

önemsememe,

küçümseme, hor görme, *horgörü (Le mépris du


Regarder

avec mépris.

mépris). 2. Aldırmama, saymama


tradition,

aşağsayıcı, küçümseyici, kendini beğenmiş (Un


homme

méprisant,

il me

regarda

d'un

air

méprisant).
mépriser gçl. 1. Aşağsamak, küçümsemek, hor
görmek (Il méprise sa femme).

2. Aldırmamak,

önemsememek, meydan okumak, vız gelmek


(Mépriser

la mort, le danger).

sevmemek (Mépriser

3. Tiksinmek, hiç

le mensonge).

4. Mépriser

de f. qch.: -meyi aşağsamak, küçük görmek,


kendine yakıştırmamak (Il méprise de
mer. diş. 1. Deniz (Bruit de la mer.
travailler).

Borddelamer,

de la mer). 2. mec. Derya (Des mers de

sang, une merde feu, de sable). 3. Dalga; dalgalı


dalgalı.

Mer longue: Büyük dalgalı deniz. Mer courte: Sık


dalgalı deniz).

§ Basse mer: İnik deniz. Bras de

mer: Dar körfez. Coup de mer: Ufak bir brtına.


Etoile de mer: Deniz yıldızı. Homme de mer:
Denizci, gemici. Lesgensdemer: Gemiciler, gemi
tayfaları. Mal de mer: Deniz tutması. Pleine mer,
haute mer: Engin, açık deniz. Par mer: Denizden,
deniz yoluyla. Un homme à la mer: 1. Vapurdan
denize düşen adam. 2. mec. Yıkılmış, mahvolmuş
adam. Une goutte d'eau dans la mer: Denizde
damla, devede kulak. Avoir le mal de mer: Deniz
tutmak. Prendre la mer: Denize açılmak. Ce n'est
pas la mer à boire: Pek öyle güç bir şey değil,
üstesinden gelinmeyecek şey değil,

ordu satıcısı. 2. Küçük tecimen.


mercantiles. 1. Tecimsel, tecime değgin, "ticari. 2.
mec. Paragöz, çıkarcı, "bezirgan,
mercantiliser

gçl.

Tecimselleştirmek,

ticarileştirmek (Mercantiliser
mercantilisme er.

un art).

1. Ekonomik ulusalcılık

ve

devletçilik, "merkantilizm. 2. mec. Para gözlük,


çıkarcılık, bezirgânlık,

méprendre).

danger.

2.

méprisables).

Pazarcı, pazar satıcısı, panayır satıcısı; gezgin

méplat,e s. 1. Yalpılı, bir yanı öbüründen kalın. 2.


er.

aşağsanacak,

mercanti er. 1. (Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da)

méphitisme er. Pis koku, pis kokulu hava.

te méprends

-i

méprisables).

deniz (Il y a de ta mer: Dalga var, deniz

restaurant).

menuet er. 1. Ü ç zamanlı Fransız saray dansı. 2. Bu

mépris

1. Hor görülecek,

Aşağılık, alçak, iğrenç (Des gens

ondulation

comme chair & pâtés: Kıyım kıyım doğramak,


menu er. Yemek listesi (Le menu est affiché à la

menuiserie

pour:

méprise diş. Yanılma, yanılgı,

1. Lala, eğitici. 2. Akıl hocası,

menu,e s. 1. Ufak, ince; ufak tefek (Les

ufak (Menus

des lois). Avoir,

mépris

m é p r i s a n t e s . Aşağsayan, küçümseyen, horgören,

mentonnière).

porte du

méprisable s.

küçümsenecek (Des procédés

mentonnier,ère s. Çeneye değgin, çeneyle ilgili


Avoir

du

küçümsemek, hor görmek,

menton er. Çene.

çeneliği.

témoigner

des convenances,

Un sourire

de

(Leméprisdela

des injures).

3. ç.

mercantiliste s. ve ad. "Merkantilist.


mercaticien,ne

ad.

Pazarlama

uzmanı,

pazarlamacı,
mercatique
uzmanlığı.

diş.

Pazarlamacılık,

pazarlama
891

mercenaire
mercenaire s. 1. Ücretli, para karşılığı iş gören (Des
troupes

mercenaires.

Confier

femmes

mercenaires).

2. Çıkarcı, çıkarına bakan

(Fonctionnaires

mercenaires).

les enfants

à des

3. er. Paralı asker,

ücretli asker,
mercerie

mériter
karmakarışık işler,
merdoyer

Çuvallamak,

çarşafa

dolaşmak, işleri bok etmek. 2. argo.

gsz.

tkz.

1.

Dersleri

asmak, okula gitmemek,


mère diş. 1. A n a , anne (Mère de famille.

diş.

1. Tuhafiyecilik.

2.

Tuhafiyeci

dükkânı.
mères.

Il adore

sa mère).

La fête des

2. Baş rahibe. 3.

(Hayvanlarda) Dişi, yavrulamış dişi (Le faon

fut

mercerisage er. Pamuk ipliğine yada pamukluya

tué, alors sa mère brama). 4. G e b e , gebe kadın (Il

parlaklık verme, ipeksileştirme, "merserizeleme.

l'a rendue mère). 5. mec. Asıl neden, kaynak, ana

merceriser gçl. Pamuk ipliğine yada pamukluya

(Méfiance est mère de sûreté. L'oisiveté

est la mère

parlaklık vermek, ipeksileştirmek, "merserize

de tous les vices). 6. s. A n a gibi davranan (Elle est

etmek.

plus

merci er. 1. Teşekkür etme, teşekkür (Dites-lui

un

mère

qu'épouse).

(L'établissement

mère.

7.

s.

La

Ana,

maison
merkez
8.

mère).

grand merci de ma part). 2. ünl. Teşekkür ederim

Temiz, arı, saf (Mère goutte: a. Üzüm

ezilmeden

(Non, merci, je ne fume pas). 3. Merci de qch, d e f .

kendiliğinden

qch: -e teşekkür, -diğine teşekkür (Merci de votre

ilk yağ, saf yağ). § Langue mère: Anadil. La mère

cadeau. Merci d'être venu). § Dieu merci: Tanrıya

patrie: Anayurt. L'idée mère: Ana fikir. Laine

şükür, çok şükür (Il se porte bien, Dieu

mère: Koyunun ince sık yünü. La mère des fidèles:

merci).

merci diş. Acıma, yarlığama; "lütuf. § Demander


merci à qn: -den aman dilemek. Etre à la merci de:

akan şıra. b. Ezilen zeytinden

Kilise. La reine mère: A n a kraliçe,


méridien, nés. 1. Öğlene değgin (La ville sort de sa

Bütünüyle -e bağlı olmak ; yazgısı -in elinde olmak

torpeur méridienne).

(Surla route, on est à la merci du chauffeur.

(Hauteur

à votre merci).

Je suis

Tenir qn à sa merci: Birinin

yazgısını elinde tutmak (Il nous tient à sa


Sans merci: Acımadan, amansızca

merci).

(Uneluttesans

mercier, ère ad. Çerçi; tuhafiyeci. § A petit mercier,


à

mercure).

mercuriale diş. 1. (Tahıl ve yiyecek maddeleri için)


listesi;

resmi

fiyat.

2.

bitb.

Yerfesleğeni. 3. Eskiden Fransızyargıçlarımnher


çarşamba

günü

astre).

3. er.

coğr.

méridien: Meridyen dairesi, "öğlen dairesi. Arc


méridien: Meridyen yayı, *öğlen yayı.
diş.

méridienne:

1.

Öğlen

Öğlen

uykusu

uykusuna

(Faire

la
2.

yatmak).

méridional, e s. 1. Güneydeki, güneyde olan (La

mercure er. kim. Cıva (Un baromètre


fiyat

d'un

Meridyen düzlemi, "öğlen düzlemi. § Cercle


Meridyen çizgisi,

petit panier: Ayağını yorganına göre uzat.


mercredi er. Çarşamba.

Resmi

2. coğr. Meridyene değgin

méridienne

méridienne

merci).

çıkan

yaptıkları

toplantı.

4.

Bu

toplantılarda söylenen söylev. 5. (Şimdi) Her yıl

pointe

la plus

Güneye
méridional,

méridionale

özgü,

de l'Afrique).

güneylilere

özgü

un visage tout méridional).

2.

(Climat
3. ad.

Güneyli,
meringue diş. Bir tür hafif pasta,
mérinos [merinos]

er.

1. Merinos koyunu.
2.

mahkemeler açılırken başkanların yaptıkları açış

Merinos yünü; bu yünden yapılmış kumaş (Une

konuşması. 6. mec. Sert eleştiri, sert söz, sert yazı

robe de mérinos).

(Prononcer,

Beklemek, acele etmemek, işi oluruna bırakmak.

écrire

une

mercuriale

contre

merise diş. Kuşkirazı.

quelqu'un).
mercuriel,le

s.

(Pommade
merde diş.

§ Laisser pisser le mérinos:

Cıvalı,

içinde

cıva

bulunan

mercurielle).
tkz.

1. B o k , pislik. 2. ünl.

Allah

kahretsin, yuh be, tüh. § Merde d'oie: Kazboku


(renk). De merde: Değersiz, boş, sıfır, bombok
(Un ouvrage

de merde).

Etre dans la merde:

merisier er. Kuşkirazı ağacı,


méristème er. bitb. Sürgendoku.
méritant, e s. Değerli, yetenekli (Une
méritante,

un élève

méritant).

mérite er. 1. D e ğ e r (Apprécier


ouvrage,

d'un

femme

écrivain).

le mérite

d'un

2. Yetenek (Un

élève

İçinden çıkılmaz bir durumda olmak, boktan bir

plein démérité).

durumda olmak, boğazına kadar gömülmek. Ne

övünç (Tout le mérite de l'affaire lui revient).

pas se prendre pour une merde: Kendini bir bok

Nişan, liyakat nişanı (Mérite

sanmak.

National du Mérite). § Se faire un mérite de qch,

merdeux, euse s. 1. Boklu, boka bulanmış. 2. ad.


Çocuk, velet. § Bâton merdeux: B o k herif, itin
teki.
merdier er. tkz.

3. Değerlilik, saygınlık. 4. Onur,


agricole,

5.

Ordre

de f . q c h : -den övünç duymak, -i kendisi için bir


şeref saymak,
mériter gçl. 1. Hak etmek, yaraşmak, "lâyık olmak

Bir takım boklu işler, pis işler,

(Il mérite
l'estime

de ses amis.

Il recevra

le
châtiment qu'il mérite). 2. D e ğ m e k , değer olmak
(Il ne mérite pas qu'on se fasse du souci pour lui). 3.
Gerektirmek, gereklik göstermek (Cette
mérite

une réponse.

réflexion).

lettre

Une telle opinion

mérite

4. Mériter de f. qch: -meyi hak etmek

(Il a bien mérité de se reposer).

S. gsz. Değerli

olmak, yetenekli olmak; yararlı işler yapmış


olmak. § Bien mériter de la patrie: Yurduna
yararlı hizmetler yapmak, yararlılık göstermek,
méritoire s. Değerli, övgüye değer, övülecek (Un
acte

mesquinement

892

méritoire

merlan er. 1. hayb. Mezgit, mezgit balığı. 2. hlk.


Berber. § Faire des yeux de merlan frit:

hlk.

mes s. Mon ve ma sıfatlarının çoğulu ( M e s cheveux:


Saçlarım.

merle er. hayb. Karatavuk. § Merle à collier, merle à


ardıçkuşu.

Mes mains:

Ellerim).

mésaise diş. Sıkıntı, rahatsızlık,


mésalliance: Denksiz evlenme,

dengi

dengine

olmayan evlenme,
mésaillier (se) gsz.

Dengi olmayanla evlenmek,


kendine uygun bir evlenme yapmamak,
mésange

hayb. Baştankara. § Mésange à longue


Uzunkuyruktu

baştankara.

Mésange

bleue: Gök baştankara. Mésange huppée: Tepeli


baştankara.

Mesange

nonnette:

Bataklık

baştankarası,

Baygın baygın bakmak, göz süzmek,


Kolyeli

Yenen yemeklerin yeniden

ağıza dönmesi hastalığı, geviş hastalığı,

queue:

méritoire).

plastron:

mérycisme er. hek.

Merle

bleu:

mésangette diş. Kuş tuzağı,


mésaventure diş. Kötü raslantı, terslik, aksilik,

Gökardıç. Merle d'eau: Su karatavuğu. Merle

mesdames diş. ç. Bayanlar,

d'or:

mesdemoiselles diş. ç. Gençkızlar, hamm kızlar,

Sarıasma

kuşu.

Merle

blanc:
mec.

Bulunması çok güç kişi yada şey, bulunmaz hint

mesencéphale er. biy. Ortabeyin.

kumaşı.

mésentente

merlin

er.

1.

Odun

baltası.

2.

(Avrupa

diş.

Uyuşmazlık,

anlaşmazlık,

geçimsizlik (//y a u n e légère mésentente entre eux).

kanaralarında) Sığır öldürmeye yarar topuz (Tuer

mésentère er. biy. hayb. Bağırsakaskısı.

un bœuf d'un seul coup de merlin).

mésestimation diş. Önemsememe, önemsenmeme;

3.Üçkolluip.

merlon er. Mazgal arası siper,

küçümseme,

merlu, merlus er. hayb. Barlam, barlam balığı,

aşağsanma.

merluche diş. hayb. 1. Barlam balığı. 2. Kurutulmuş

küçümsenme,

mésestime diş. Küçümseme, önemsememe, değer


vermeme, aşağsama. § Tenir qn en mésestime: -e

tuzsuz morina eti.


mérou er. hayb. San hani (balık),

hiç

merrain er. 1. Fıçılık meşe tahtası. 2. (Geyikte)

küçümsemek,

Merveilles

de beauté et d'équilibre.

du monde).

Les

est
Sept

2. Bir çeşit çörek. § A

merveille: Çok güzel, şaşılacak derecede (Il se


porte à merveille.

Il parle l'anglais à

merveille).

Faire des merveilles: Şaşılacak işler görmek,


harikalar yaratmak. Faire merveille: Şaşkınlık
uyandırmak,

çok

güzel

başarılar

sağlamak,

herkesi hayrette bırakmak (La nouvelle


à laver

fait

merveille).

machine

Promettre monts et

derecede;
merveilleux,

bel.

Son

derece,
hayran olunacak

merveilleusement

kadar

euse

s.

1..

Şaşılacak,

güzel,

(Un

hayran

olunacak

un acteur merveilleux).

büyülü, sihirli (Aladin ou la lampe


er.

Doğaüstü,

merveilleux

(Elle

est

gerçeküstü

dans un film).

şaşırtıcı,
2. Çok
printemps

Küçümsemek,

aşağsamak,

önemsememek,

değer vermemek, aşağsamak.


mésintelligence

diş.

(Mésintelligence
la

Geçimsizlik,
anlaşmazlık

dans un ménage, entre le frère et

sœur).

mesmérisme er. Manyetizma ile tedavi,


mésocarpe er. bitb.

Orta kabuk, meyva ortası,

eşelek.
mésoderme er. biy. bitb. hayb. Ortaderi.
mésolithique er. 1. Orta taşçağı. 2. s. O n a taşçağına
değgin.
ne s.

ve

ad.

Mezopotamyah;

Mezopotamyaya değgin,
mésosphère diş. gökb.

"Ortayuvar.

mesquin, es. 1. Aşağılık, soysuz, iğrenç, bayağı (Un


geste mesquin).

3. Tansıklı,

çaplı,

mesquins).

(L'emploi

du

S. er. Şaşılacak şey,

2. Değersiz, önemsiz (Ce tapis

mesquin ne cadre pas avec ton luxe). 3. Küçük, dar

merveilleuse).

şaşılacak yan. 6. ad. (Eskiden her şeye "aman


harika" diyen) Züppe.

-i

mésothorax er hayb. Ortagöğüs.


réussite).

4.
şaşılacak

belle).

olağanüstü (Une merveilleuse


merveilleux,

vermemek;

mésopotamien,

merveilles: Olmayacak vaatlerde bulunmak,


merveilleusement

değer

mésestimer gçl.

Boynuz gövdesi,
merveille diş. 1. Tansık, "harika (Cette œuvre
une merveille

aşağsama,

cimrice

hesaplan

(Idées

mesquines,

calculs

4. Küçük işlerle uğraşan, küçük


olan;

çapsız;

cimri

(Un

homme

mesquin).
mesquinement bel. 1. Alçakça, soysuzca, bayağıca
(Agir mesquinement).

2. Cimrice, çingenece, eli


mesquinerie
titreyerek
(Economiser,
distribuer
mesquinement).
mesquinerie diş. 1. Alçaklık, soysuzluk, bayağılık,
iğrençlik ( Manifester sa mesquinerie par de petites
vengeances).
2. Cimrilik,
çingenelik.
3.
Küçüklük, çapsızlık, darkafalılık.
mess [mes] er. İng. 1. Subay yada assubay
yemekhanesi. 2. Yemekhanede subay yada
assubay topluluğu,
message er. 1. Ulaklık, elçilik. 2. İleti; yazılı yada
sözlü haber
(Un
message
téléphonique,
télégraphique). 3. Bildiri, yazılı bildiri (Message
du Président de la République
lu devant le
Parlement).
messager, ère ad. 1. Ulak, elçi (Le gouvernement a
délégué un messager spécial pour faire connaître
son avis aux autres Etats. Envoyer un messager).
2. (Eskiden) Posta arabacısı. 3. mec. Muştucu,
haberci, öncü (Ces quelques fleurs sont les
messagers du printemps).
§ Un messager de
malheur, de mauvais augure: Ağzı kara, kara
haberci, şom ağızlı,
messagerie diş. 1. Taşıma işleri, 'taşımacılık. 2.
'Taşımevi, 'nakliye şirketi (Faire enregistrer un
colis aux messageries).
3. Yolcu treniyle
gönderilen eşya.
messe diş. (Katolik kilisesinde) Ayin (Célébrer, dire
lamesse. Aller à la messe. La messe du dimanche).
§ Messes basses: Fiskos, fıs fıs konuşma (Cessez
ces messes basses continuelles).
messeoir gsz. Yakışmamak, uygun düşmemek, iyi
gelmemek,
messianiques. Mesihe değgin,
messianisme er. 1. Mesihçilik, Mesihin geleceğine
inanma. 2. mec. İleride mutlu bir çağın geleceği
inancı.
messidor er. (Fransız Devrimi takviminde) İkinci ay
(19-20 Haziran, 19-20 Temmuz),

messie er. Mesih. § Etre attendu comme le Messie:


Sabırsızlıkla beklenmek. Attendre qn comme le
Messie: Birini sabırsızlıkla beklemek,
messieurs er. ç. Baylar,
messire er. (Eskimiştir) Beyefendi,
mestre, meistre er. 1. (Eskiden) Efendi, bey. 2.
(Gemide) Ana direk (Voile de meistre). § Mestre
de camp: (Eskiden) Alay komutanı,
mesurable s. Ölçülebilir, ölçüye gelir (Grandeur,
distance mesurable).
mesurage er. Ölçme (Mesurage d'une surface, d'un
volume).
mesure diş. 1. Ölçü (Un appareil de mesure). 2.
Ölçü, ölçü birimi (Le mitre est la mesure de
longueur). 3. Boy, beden ölçüsü (Prendre les

893

mesurer
mesures d'un costume.
Tailleur qui fait un
vêtement aux mesures de son client). 4. (Müzik ve
şiirde) Tempo; ölçü (Mesure d'un vers. Mesure à
deux temps).
5. Önlem, tedbir
(Mesures
préventives,
efficaces, décisives). 6. Ilımlılık,
ölçülülük, "itidal (Agir, parler avec mesure). 7.
Ölçek (Mesure à grain. Remplir, vider une
mesure. Deux mesures de seigle). § Commune
mesure: Ortak nokta, benzerlik (Il n'y a pas de
commune mesure entre nous). A la mesure de: -e
denk, yakışır, uygun; -in çapında, dengi; -ile
orantılı (Il a trouvé un adversaire à sa mesure. Le
travail proposé n'est pas à la mesure de cet
ingénieur). A mesure, au fur et à mesure: Yavaş
yavaş; git gide, gittikçe (Faites votre travail au fur
et à mesure. Le chemin à mesure plus difficile). A
mesure que, au fur et à mesure que: -dikçe (Aufur
et à mesure que l'heure avançait, elle s'inquiétait
davantage. On s'aime à mesure qu'on se connaît
mieux). En mesure de f. qch: -cek durumda,
yetenekte, güçte (Je ne suis pas en mesure de te
répondre. Il n'est pas en mesure de réaliser ce
projet). Dans une certaine mesure: Belli bir
ölçüde, belli bir oranda, bir dereceye kadar. Dans
la mesure du possible: El verdiğince, elden
geldiğince, olanakların elverdiği ölçüde. Dans la
mesure où: -diği ölçüde ( O n vous respecte dans la
mesure où vous êtes puissant). Outre mesure, sans
mesure: Ölçüsüz, aşırı derecede (Dépenser outre
mesure. Une ambition sans mesure.
S'adonner
sans mesure aux sports). Sur mesure: Ismarlama,
sipariş üzerine (Un vêtement sur mesure). Avoir
deux poids, deux mesures: Benzer durumlarda
ayrı ölçüler-kullanmak, ayrılık yapmak, &yrım
gözetmek. Battre la mesure: Tempo tutmak.
Donner la mesure de: -i gerçek değeriyle ortaya
koymak, ne olduğunu göstermek (Donner la
mesure de son talent, de son intelligence). Donner
sa mesure: Kendi değerini göstermek, değerli bir
yetenek olduğunu ortaya koymak. Faire bonne
mesure à qn: -e hakkından çoğunu vermek,
çabasını da vermek; bol bol tartıp vermek.
Dépasser la mesure: Çizgiyi aşmak, çizmeden
yukarı çıkmak,
mesuré,es. 1. Ölçülen, ölçülmüş (Distance, hauteur
mesurée). 2. Ölçülü (Paroles mesurées). 3. Ilımlı,
dengeli (Il est très mesuré dans ses actes).
mesurer gçl. 1. Mesurer qch: -i ölçmek, hesaplamak
(Mesurer la distance de la Terre à la Lune). 2. Çok
ölçülü vermek, harcamak (Mesurer l'argent de
poche de ses enfants). 3. Düzenlemek, ayarlamak,
ölçüp biçmek (Mesurer ses pas, ses gestes, ses
paroles). 4. Mesurer qn: -in ölçüsünü almak (Le
mesureur

894

tailleur l'a mesuré).


(Je mesure

5. Boyu...olmak;...gelmek

un mètre

mesure trois mètres).

soixante.

Cette

planche

6. Mesurer qch à, sur: Bir

métayage
(Installations

métallurgiques).

métallurgistes, ve ad. Madenci, maden sanayicisi,


métamère er. hayb. Bölüt.

şeyi -e göre hesaplamak, düzenlemek, ayarlamak

métamériediş. Bölütlük.

(Les animaux mesurent leur sommeil sur la durée

métamorphique s.

du jour. Dieu mesure nos douleurs aux forces


notre jeunesse).

de

7. Mesurer qch à: a) Bir şeyi -ile

'Başkalaşımsal, başkalaşıma

değgin (Roche

métamorphique).

métamorphiser gçl. yerb. Başkalaşıma uğratmak,

ölçmek; -e göre hesaplamak (Mesurer un terrain

métamorphisme er. yerb. Başkalaşım,

au mètre. Mesurer une profondeur

métamorphose diş. 1. Biçim ve yapı değiştirme,


à la sonde),

Bir şeyi -e göre değerlendirmek (Mesurer


travail au résultat à obtenir).

b)
un

§ Se mesurer: 1.

Ölçülmek (Se mesurer en mètres, en litres). 2. Se


mesurer

à:

-e

göre

değerlendirilmek,

ölçülmek (Le pouvoir se mesure à l'audace).

-ile
3. Se

mesurer avec qn, à qn: -ile boy ölçüşmek (Il se


mesure avec

moi).

mesureur er.

1.

kıhk değiştirme (Métamorphoses


mythologie).

2. biy.

(Métamorphoses

des dieux de la

Başkalaşma, başkalaşım

des

grenouilles).

métamorphoser gçl. 1. Değiştirmek, başka türlü


göstermek (Ce déguisement
complètement).

le

métamorphosait
2. Métamorphoser qn: Birinin

huyunu suyunu değiştirmek. 3. Métamorphoser


(Pazarlarda)

Ölçü

memuru;

kantarcı. 2. Ölçü aleti, "ölçer (Mesureur

de

pression).

qn, qch en: e çevirmek, haline getirmek (Cette


tenue l'a métamorphosé
métamorphoser:

mésuser gçl. Mésuser de qch: -i kötü kullanmak,


kötüye kullanmak (Mésuser de sa

en un vrai diable).

1.

Başkalaşıma

başkalaşma geçirmek (Les larves de


qui se métamorphosent).

fortune).

§ Se

uğramak,
coléoptère

2. Değişmek, gelişmek

métabolisme er. Metabolizma,

(L'art se métamorphose).

métacarpe er. anat. Eltarağı.

en: a) -kılığına girmek, biçimini almak

métacarpien, ne s. anat. Eltarağına değgin,

métamorphose

métairie rfı;. 1. Ortakçılıkla işlenen çiftlik. 2. Küçük

b) -haline gelmek, -gibi olmak (Ce petit

garçon

d'hier s'est métamorphosé


homme

çiftlik; çiftlik yapıları,


métal er. 1. Maden (Plaque de métal. Industrie
métaux).

des

2. mec. Öz, maya, cevher (Un ami de

3. Se métamorphoser

en taureau pour enlever


en un jeune

(Jupiterse
Europe).

réfléchi).
métanéphrose diş. hayb. Evrimliböbrek.

métal pur). § Métal blanc: Alman gümüşü, yeni

métaphase diş. biy. Ardıl evre; ikinci dönem,

maden.

métaphore

métalangage er. Métalangue diş. dilb. Üstdil.


métalinguistique s. dilb. Üstdile değgin, üstdilsel
(Mots

métalinguistiques).

maden veren (Gisement


(Menuiserie

monnaie

madeni

métallique).

Madene değgin, madene özgü, madensel


reflet

métallique).

3.

Madensi,

madeni andıran (Un bruit


métallisation

diş.
2.
(Un

madenimsi,

gçl.

Madensileştirme,

1.

maden

Madensileştirmek,

maden

valeur

Eğretilemelerle

(Motpris

métaphorique).

dolu

2.

(Style,

discours

bel.

Eğretileme

yoluyla,

olarak,

"istiarelerle

(Parler

métaphoriquement
eğretilemeli

métaphoriquement).
métaphysicien,

ne

ad.

fels.

1.
'Fiziköteci.

hep soyutlamaya döküp gerçeği görmeyen kişi.


1. "Metafizik, fizikötesi,

doğaötesi. 2. s. mec. Pek soyut (Idée,

problème

métaphysique).
métapsychique s. ve diş. ruhb. Ruhötesi.

Maden kaplamak,
diş.

une

métaphysique diş. fel.

görünümü vermek, maden parlaklığı vermek. 2.


métallographie

Eğretileme,

"doğaöteci. 2. mec. Ayağı yerden kesik (kişi), işi

métallique).

görünümü verme, maden parlaklığı verme,


métalliser

sanatında)

métaphorique).

métallifère).

1. Madenden yapılmış,
métallique,

(Söz

métaphoriques. 1. Eğretilemeli, °istiareli


avec

métallifère s. Madenli, içinde maden bulunan,


métallique s.

diş.

'istiare.

1.

Madenlerin

yapı

ve
özelliklerini inceleme, 'madenbilim. 2. Maden
üzerine kazı.

métastase

hek.Yer

(Le cancer a fait

değişimi, 'sıçrayım,'göçüm

métastase).

métatarse er. anat. Ayaktarağı.

métalloïde er. kim. Madensi,

métatarsien, ne s. Ayaktarağına değgin,

métallurgie diş. 1, Madencilik, maden sanayii. 2.

métathèse diş. dilb. 'Göçüşme, sözcük içinde ses


göçmesi.

Demir-çelik sanayii,
métallurgique

s.

Madenciliğe

değgin,

maden

sanayiine değgin; demir-çelik sanayiine değgin

métathorax er. (Böceklerde) Arkagöğüs.


métayage er. Ortakçılık, yarıcılık.
895

métayer
métayer, ère ad.

1. Ortakçı, yarıcı. 2. Çiftlik

kiracısı.

métropole
Choisir un métier. Exercer un métier). 2. Zanaat,
sanat. 3. Uğraş, "iş güç (Le métier d'un

métazoaire er. hayb. Çokgözeli.

est de chercher

la vérité).

intellectuel

4. (Bir mesleğin

méteil er. Buğdayla çavdar karışımı,

kazandırdığı) Tecrübe, ustalık (Ila des idées mais

métempsycose diş. fels. Ruhgöçü, "tenasüh,

aucun métier). 5. Tezgâh, dokuma tezgâhı (Métier

météore er. gökb.


dolaşan

taş

1. Meteor; gezegenler arasında


parçalarından

düşenlerine

göktaşı

her

denir).

biri

2.

(Yer'e

à tricoter.

Métier

à dentelle,
à tapisserie).

Connaître son métier: İşinin ustası olmak, işinde

mec.

Ünü

uzun tecrübeleri olmak. Etre du métier: Bir işin

birdenbire parlayıp sönüveren kimse,

saman

ustası olmak, uzmanı olmak, o işi çok iyi bilmek.

alevi. § Passer, briller comme un météore: Birden

Connaître les ficelles du métier: Mesleğin püf

bire parlayıp sönüvermek.

noktasını bilmek, bütün inceliklerini bilmek.

météoriques. Meteora değgin,


météoriser gçl.

hek.

Apprendre son métier à qn: Birinin ağzının payını

Gazla şişirmek,

şişkinlik

vermek (La luzerne météorise souvent les

bœufs).

vermek,

dünyanın

kaç

bucak

olduğunu

göstermek. Faire son métier de qch, faire de qch

météorisme er. hek. Karının gazla şişmesi, şişkinlik,

son métier: -lik etmek, -lik görevini

météorite
getirmek, -lik rolü oynamak (Elle fait bien

yada er. gökb.

Göktaşı,

météorologie diş. Havabilgisi, meteoroloji,


météorologique s. Havabilgisine değgin

métier de maîtresse de maison).


(Bulletin

météorologiste ad.

Havabilgisi

1. (Eski Atinada) Siyasal hakları

olmayan yerleşik yabancı. 2. (Küçümsemeyle)

(Trouver

blanche).

métisser gçl. Melezieştirmek, kırma yapmak, ayrı

analytique,

ırktan olanları çiftleştirmek (Métisser des

déductive,

dialectique,

des

2.

inductive,

Yol

yordam

de méthode).
une méthode

kural (Les méthodes

(Il

manque

3. Yol, olanak, çare


pour s'enrichir).

4. İlke,

de l'architecture).
5. (Bir

şeyin öğrenilme kurallarını gösteren)


"kitap (Méthode

de violon, de

Betik,

piano).

méthodique

des fiches).

derli toplu (// es/ très méthodique


méthodiquement

bel.

1.

2. Düzenli,

dans son Ira vail).

Yöntemle;

yoluyla

yordamıyla. 2. Düzenli olarak, derli toplu bir


şekilde.

métonymie diş. *Düzdeğişmece,"mecazı mürsel.


métonymique

s.

Düzdeğişmeceye

değgin,

*düzdeğişmeceli, mürsel mecaza değgin,


métrage er. 1. Metreleme, metreyle ölçme, ölçüp
biçme. 2. (Kumaş vb. için) Boy, uzunluk

(Ilfaut

Metreyle

uzunluk,

"metraj

moyen métrage, court

(Long
métrage,

métrage).

mètre er. 1. Metre. 2. ed. (Koşuklarda) Ölçü "vezin,


métrer gçl. Metre ile ölçmek, metrelemek, metreye
vurmak (Métrer un

terrain).

métreur, euse ad. 1. Yapı ölçücüsü. 2. Yer ölçücüsü.

méthodisme er. Bir Anglikan mezhebi,

métriques. 1. Metreye değgin (Système

méthodologie diş. *Yöntembilim.

2. ed. Ölçülü (Vers métrique).

méthodologique s. * Yöntembilimsel.

(Notre

méthyleer. kim. Metil,

syllabes).

méthylène er. kim. Metilen,

métrique

métrique).

3. diş. *Ölçübilim

est basée sur le nombre

des

métro er. (Métropolitain sözcüğünün kısaltılmışı)

méthylique s. kim. Metilik, metile değgin

(Alcool

méthylique).

Metro, *alttaşıt; altulaşım.


métrologie diş. Ölçüler ve tartılar bilimi, *ölçü-

méticuleusement bel. Titizlikle, titizce, inceden


inceye, kılı kırk yararcasına.
méticuleux

dans son

travail).
méticulosité diş. Titizlik.
métier er. 1. İş, meslek (Métier manuel,

tartıbilim.
métromanie diş. Şiir yazma merakı, şiir söyleme

méticuleux, euse s. Titiz, dikkatli, kılı kırk yaran (II


est extrêmement

chiens,

plantes).

un petit métrage pour faire une jupe). 3. (Sinema)

méthodique s. 1. Yöntemli, belli bir yönteme göre


(Classement

d'une

2. Kırma,

Unemétissenéed'unnoiret

1. Y ö n t e m (Méthode

expérimentale).
totalement

melez (Un chien métis.

çiftleştirme.

méthane er. kim. Metan.


méthanier er. Sıvıgaz taşıyan gemi, sıvıgaz tankeri,
synthétique,

kutsaldır, işin iyisi kötüsü olmaz,

métissage er. Melezleştirme; ayrı ırktan olanları

Yerleşik yabancı, pis yabancı,

méthode diş.

métier: -i tezgâhlamak, -e girişmek, yapmaya

métis, ses. vead. 1. Karışık (Tissumétis).

uzmanı, meteoroloji uzmanı,


métèque er.

son

Mettre qch sur le

koyulmak. Il n'est point de métier sot: Her meslek

météorologique).
météorologue,

yerine

merakı.
métronome er. müz. T e m p o ölçeği, "metronom,
métropole diş. 1. (Sömürgelere göre) *Başyurt. 2.

intellectuel.

(Bir

bölgedeki

irili

ufaklı

kentlere

göre)
896

métropolitain
'Anakent. 3. Başpiskoposluk kenti,

sokmak, çeki düzen vermek, yapıp kotarmak,

métropolitain, e s. 1. Başyurda değgin


métropolitain).

2.

Anakente

(Territoire

değgin.

Başpiskoposluğa değgin (Eglise

3.

métropolitaine).

4. er. Alttaşıt, metro; altulaşım.

derleyip toparlamak. Mettre à la porte: Kovmak,


kapı dışan etmek. Mettre à la raison: Yola
getirmek,

uslandırmak.

Mimlemek,

métropolite er. (Ortodokslarda) Metropolit,


mets [me] er Yemek (Manger des

mettre

Bütün
est

l'index:
koymak.

Mettre à l'ombre: İçeri tıkmak. Mettre à nu:

mets).

mettable s. Giyilebilir (Ce costume

Mettre

zararlı kişiler listesine

encore
mettable).

çıplaklığıyla

ortaya

koymak,

açığa

vurmak. Mettre à part: Bir yana koymak, bir


kenara koymak. Mettre qn à pied: İşine son

koyucu;

vermek. Mettre qn à plat: Turşusunu çıkarmak.

düzenleyici. § Metteur en pages: (Basımcılıkta)

Mettre à prix: Satışa çıkarmak. Mettre à prix la

Sayfa bağlayıcı. Metteur en scène: 1. (Sinemada)

tête de qn: Birinin başına fiyat biçmek, kellesini

Film

getirene ödül vermek. Mettre à profit: Kullanıp

metteur,

euse

ad.

Koyucu,

yönetmeni,

düzene

yönetmen.

2.

(Tiyatroda)

yararlanmak,

Sahneye koyucu, "rejisör,


mettre gçl.. Koymak (Mettre la main sur la tête). 2.

yararlanılabilecek

duruma

getirmek. Mettre qn à toutes les sauces: Birini

Yerleştirmek, koymak (Mettre des papiers dans le


şamar oğlanı gibi kullanmak, her boyaya sokup

tiroir. Mettre ses enfants dans le train). 3. Giymek,

çıkarmak. Mettre au bloc: Kodese atmak. Mettre

takmak (Mettre

au clair: Aydınlığa kavuşturmak, gün ışığına

ses vêtements,

lunettes, ses souliers).

sa cravate,

ses

4. Harcamak, sarfetmek,

vermek, kullanmak (Il a mis plusieurs

jours

çıkarmak, açıklamak. Mettre qn au courant de


qch: Birini -den haberli kılmak. Mettre au défi:

venir). 5. Yatırmak (Meure des capitaux dans une

Meydan okumak. Mettre qn au fait: Haber

affaire). 6. Yol açmak, neden olmak, yaratmak (Il

vermek, haberli kılmak, bilgi vermek. Mettre au

a mis le désordre

jour:

partout).

7. Yazmak, atmak,

koymak (Mettre sa signature,


une pétition).

mettre son nom sur

8. Kurmak, hazırlamak (Mettre la

Gün

ışığına

kavuşturmak,
meydana

çıkarmak, ortaya koymak. Mettre au monde:


Doğurmak, dünyaya getirmek. Mettre au net:

9. Bağlamak (Il a mis tous ses

Temize çekmek. Mettre au pas: Uslandırmak,

espoirs sur son fils). 10. (Onarmak için) Takmak,

yola getirmek. Mettre au pied du mur: Kıstırmak,

table, le couvert).

dikmek, vurmak, koymak (Mettre un fer à une

bütün kaçamak yollarını kapamak, gık diyemez

pioche,

une

duruma getirmek, kapana iyice kıstırmak. Mettre

11. Katmak, eklemek

qn au pilori: 1. Ayıbını söyleyip rezil etmek,

pièce

mettre un bouton

à sa veste, mettre

à un pantalon).

(Mettre de la grâce dans ses gestes. Mettre

divers

foyasını açıklayıp gözden

düşürmek,

dillere

ingrédients dans un plat). 12. Açmak, çalıştırmak

düşürmek. 2. Aşağılamak üzere halka teşhir

(Mettre

la

etmek. Mettre au point: 1. Açıklamak, aydınlığa

13. -haline getirmek, -e dönüştürmek,


kavuşturmak. 2. Ayarlamak, yoluna koymak,

le contact,

lumière).

les gaz,

le chauffage,

çevirmek (Mettre une pierre en bague, mettre


texte en français).

un

14. Mettre qch à f. qch: Bir şeyi

düzenlemek,

yapmak.

Mettre

au

rancart:

Iskartaya çıkarmak. Mettre au secret: Kimse ile

du

görüştürmemek, yapa yalnız bırakmak. Mettre

Var saymak,

tutmak,

qn aux aguets: Gözcü koymak. Mettre aux mains:

"farzetmek (Mettez que je suis d'accord.

Mettons

Kavgaya tutuşturmak, birbirine katmak. Mettre

-meye bırakmak (Mettre du café à chauffer,


linge

à sécher).

15.

que le prix soit honnête).

§ Mettre qch à bas:

Mahvetmek, yıkmak, yok etmek. Mettre qn à

aux prises:
Kavgaya

tutuşturmak,

birbirine

katmak. Mettre bas: (Hayvan için) Doğurmak,

bout: 1. Bitirmek, bitkin bir hale getirmek. 2.

yavrulamak. Mettre bas le pavillon: Yelkenleri

Sinirlendirmek, cinini tepesine çıkarmak.

suya indirmek, eyvallah demek. Mettre coeur sur

3.

Yenilgiye uğratmak, ağzını kapamak. Mettre à

carreau: Kusmak,

contribution: 1. Vergiye bağlamak, vergi almak.

Mettre au propre: Temize çekmek. Mettre aux

tavus kuyruğu

çıkarmak.

2. Ödünç para istemek. 3. Suçlandırmak, suç

fers: Zincire vurmak; kelepçelemek. Mettre aux

yüklemek. Mettre à couvert: Kapalı bir yerde

voix: Oya koymak. Mettre qn dans de beaux

tutmak, güven altına almak. Mettre qch à

draps: Güç duruma düşürmek. Mettre dans le

exécution:

trou: Kodese tıkmak, deliğe atmak. Mettre qn

Uygulamak,

yapmak,

gerçekleştirmek. Mettre à feu et à sang: Yakıp


yıkmak, taş üstünde taş, omuz üstünde baş
bırakmamak.

Mettre

à flot:
Canlandırmak,

yaşatmak, ayakta tutmak. Mettre à jour: D ü z e n e

dedans: Aldatmak, faka bastırmak. Mettre de


l'eau dans son vin: Yumuşamak, alttan almak,
yelkenleri suya indirmek. Mettre des gants pour:
-mekte

pek

dikkatli

davranmak,

sakınımlı
897

mettre
davranmak. Mettre deux pieds dans un soulier: İki

mettre
Mettre la main sur: 1. Yakalamak, enselemek. 2.

ayağını bir pabuca sokmak, çok sıkıştırmak.

El

Mettre des bâtons dans les roues: Güçlükler

Pirelendirmek, kuşkulandırmak. Mettre le cap

koymak.

Mettre

la

puce

l'oreille:

çıkarmak, tekere çomak sokmak, engellemek,

sur: -e doğru yönelmek. Mettre le comble à qch:

kösteklemek. Mettre qn devant un fait accompli:

-son kertesine vardırmak, tüy dikmek. Mettre le

Oldu bitti karşısında bırakmak. Mettre dos à dos:

doigt dessus: İyi keşfetmek, anlamak, tam üstüne

N e şiş yanmak ne kebap, iki yanın da zararı

basmak. Mettre le doigt sur la plaie: Yaraya

olmamak.

Tavlamak,

parmak basmak, yaraya dokunmak. Mettre le feu

kafeslemek, aldatmak. Mettre en branle: İlk

à qch: 1. Ateşlemek, ateşe vermek, yakmak. 2.

adımı attırmak, başlatmak, harekete geçirmek.

Canlandırmak,

Mettre en capilotade: U n ufak etmek. Mettre en


grappin sur qn: -e kancayı takmak, avucunun

demeure: Zorlamak, zorla yaptırmak. Mettre en

içine almak, baskı ve etkisi altına almak. Mettre le

Mettre

en

boîte:

hareketlendirmek.

Mettre

le

avant: Öne sürmek. Mettre en cause: İşin içine

holà à qch: -e bir dur demek, son vermek. Mettre à

karıştırmak; söz konusu etmek, tartışma konusu

qn le marché à la main: 1. Birini, bir yükümlülüğü

yapmak.

yerine getirip getirmemekte serbest bırakmak,

Mettre

en

colère:

Kızdırmak,

sinirlendirmek. Mettre en joue: Nişan almak.

ister yap ister yapma demek. 2. Birine "ya bu

Mettre en lumière: Su yüzüne çıkarmak, açıklığa

deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin" demek.

kavuşturmak.

émoi:

Mettre les petits plats dans les grands: Birinin

Heyecanlandırmak. Mettre enjeu la vie de qn: -in

Mettre

onuruna hiç masrafa bakmadan şölen vermek,


hayatıyla oynamak. Mettre en évidence: Gözler

çok iyi ağırlamak. Mettre les pieds dans le plat:

önüne sermek, ortaya çıkarmak. Mettre en usage:

Çam devirmek, pot kırmak. Mettre les bouchées

Kullanmak.

doubles:

Mettre

en

en

rogne:

Kızdırmak,

Acele

acele

yemek,

çabuk

çabuk

kudurtmak. Mettre en relief: Belirtmek, ortaya

atıştırmak. Mettre les points sur les I: İyice

çıkarmak, göz önüne sermek. Mettre en taule:

açıklamak, elifi elifine anlatmak, hiçbir karanlık

Kodese

nokta bırakmamak; taşı gediğine koymak. Mettre

tıkmak.

Neşelendirmek,

Mettre

qn

keyiflendirmek.

en

train:

Mettre
en

pied à terre: İnmek, yere ayak basmak. Mettre qn

vente: Satışa çıkarmak. Mettre fin à: -e son

plus bas que terre: Yerin dibine batırmak. Mettre

vermek. Mettre fin à ses jours: İntihar etmek,

qn dans le pétrin: -i güç duruma sokmak. Mettre

yaşamına son vermek. Mettre flamberge au vent:

entre deux feux: İki cami arasında

Kılıcı kınından sıyırtmak, çizmeleri çekmek,

beynamaza döndürmek. Mettre qn sous clef: İçeri

kalmış

kavgaya hazırlanmak. Mettre hors de combat:

tıkmak, deliğe atmak. Mettre qn sur la paille:

Savaşdışı etmek, pes dedirtmek. Mettre qn hors

Meteliksiz

des

Zıvanadan

bırakmak, aç susuz bırakmak, meteliğe muhtaç

çıkarmak, kudurtmak. Mettre la bride sur le coup:

etmek. Mettre qnsous la table: Kör kandil etmek,

gonds,

hors de

ses gonds:

bırakmak,

mahvetmek,

tini

Dizginlerini bırakmak, ne varsa gör demek,

küfelik etmek, çok sarhoş etmek. Mettre son

serbest bırakmak, salıvermek. Mettre la charrue


drapeau dans sa poche: Düşüncesini saklamak,

devant les boeufs: İşe tersinden başlamak, işi

sinsilik etmek. Mettre son nez partout: Her şeye

kuyruğundan tutmak. Mettre la clé sous la porte:

burnunu sokmak. Mettre qn sur la sellette: Tefe

1. Gizlice kaçmak, sıvışmak. 2. (Bir işyerini)

koymak, kuyruğuna teneke bağlamak, elaleme

Kapamak, kepenkleri indirmek, mühürlemek.

rezil etmek. Mettre qn sur le pinacle: El üstünde

Mettre la cognée au pied d'un arbre: Kolları

tutmak,

sıvamak, işe girişmek. Mettre la dernière main à

koyamamak. Mettre l'eau à la bouche: Ağzının

göklere

çıkarmak,

yere

göğe

qch: 1. Bitirmek, tamamlamak. 2. -e son bir el

suyunu akıtmak, ağızını sulandırmak. Mettre qch

atmak, son olarak şöyle bir el vurmak. Mettre la

sur le dos de qn: Bir şeyi -in sırtına yüklemek.

lumière sous le boisseau: Gerçeği saklamaya

Mettre qch sur le tapis: Ortaya atmak, görüşme

çalışmak, güneşi balçıkla sıvamak. Mettre la main

konusu yapmak. Mettre sur pied: 1. Hazırlamak,

à: -e el atmak, başlamak. Mettre la main à la pâte:

bitirmek, ortaya çıkarmak. 2. (Ordu vb.) Hazır

1. Kolları sıvamak, işe girişmek. 2.

Kendi

bulundurmak,
tetikte

bekletmek,

alarma

çalışmak, kendi işini kendi görmek. Mettre la

geçirmek. Mettre sur le flanc: Çok yormak,

main à l'oeuvre: İşe el atmak, işe girişmek. Mettre

turşusunu çıkarmak. Mettre qn sur les dents:

la main au collet de qn: -in boğazına sarılmak,

İflahını

yakasına

Mettre la main dessus:

burnundan getirmek, çok yormak, sıkıştırmak.

Aradığını bulmak, yakalamak, ele geçirmek.

Mettre tous ses oeufs dans le même panier: Varını

yapışmak.

kesmek,

anasından

emdiği

sütü
meublant

898

meurtrir

yoğunu tek bir şeye bağlamak, bütün parasını

mobilya § Etre, s'installer dans ses meubles:

aynı şeye yatırmak. Mettre qch en marche:

Dayalı döşeli bir dairede kirayla oturmak,

Çalıştırmak, işletmek, hareket ettirmek. Mettre

meublé, e s. Dayalı döşeli, "möbleli (Louer

qch sens dessus dessous: Alt üst etmek, altını

appartement

üstüne getirmek. Mettre un terme à qch: -e son

meubler gçl.

vermek.

Mettre un voile sur: -i saklamak,

mobilya

1. Dayayıp döşemek,

koymak

gizlemek, üstüne perde çekmek. Y mettre du sien:

appartement,

1. Elinden

Zenginleştirmek;

gelen çabayı gösterip

yardımda

un

meublé).
(Meubler

une

un

döşemek,
bureau,

un

2.

pièce).
donatmak;

mec.

birşeylerle

bulunmak. 2. Para koyup harcamalara katılmak,

doldurmak (Meubler sa mémoire.

payına düşeni vermek. 3. Uğraşmak, çabalamak,

ses loisirs). 3. Meubler qch de qch: Bir şeyi ...ile

bütün iyi niyetiyle elinden geleni yapmak. 4.

zenginleştirmek,

Kazanacak

girmek,

(Meubler son imagination

özverilerde bulunmak durumunda kalmak. 5.

meuglement er. Böğürme,

Kanşmak, burnunu sokmak. § Se mettre: 1.

meugler gsz. Böğürmek (La vache

Oturmak, yerleşmek (Se mettre dans un fauteuil,

meulage er. Bir çarkla pürüzlerini giderip parlatma

la fenêtre).

yerde

yitirmek,

almak

2. Girmek, düşmek, bulaşmak (Se

mettre dans une situation


affaire).

içeri
difficile,

dans une sale

3. (Bir duruma) Geçmek, o durumu


(Se

mettre

vaziyetine geçmek).

au

garde-à-vous:

Hazırol

4. Olmak (Se mettre à nu). 5.

Bileği taşı (Affûter

(Meule

mettre à parler,

à pleurer,

düzeltip

table: Sofraya oturmak. Se mettre au lit: Yatağa

dentaire).

ileri sürmek, kendinden söz etmek,

kendini

dolaylı olarak övmek. Se mettre en bras de


chemise: Çeketini çıkarmak, ceketsiz olmak. Se
mettre en chemin, en route: Yola koyulmak, yola
çıkmak.

Se

mettre

en

colère:

Kızmak,

öfkelenmek. Se mettre en frais: Masrafa girmek.


Se mettre en grève: Grev yapmak, işbırakımına
gitmek.

Se
mettre

en

marche:

Yürümeye

başlamak. Se mettre en ménage: Evlenmek,


dünya evine girmek. Se mettre en quatre pour:
-için kırık parça olmak, didim didim didinmek. Se
mettre

la

ceinture:

Hava

almak,

avucunu

yalamak, eline bir şey geçmemek. Se mettre la


corde au cou: Evlenmek, enayiler defterine
yazdmak. Se mettre le doigt dans l'oeil: Bal gibi
yanılmak, çok yanılmak. Se mettre martel en tête:
Tath canını üzmek. Se mettre sur son trente et un:
Bayramlıklarını

giymek,

pek

şıklaşmak,

kd

pıranga kızıl çengi olmak. S'en mettre plein la


lampe: Bol bol yiyip içmek. Ne plus savoir où se
mettre: Çok utanmak,

nereye

saklanacağını

bilememek, yerin dibine geçmek,


meublant, e s. Döşemelik. § Meubles meublants:

meubles).
meuble,

(Biens

2. Kolay işlenir, sürülmesi kolay (Terre


sol meuble).

3. er.
D ö ş e m e eşyası,

dentaire).
2,

un couteau sur une meule). 3.


de

4. Saman yığını, tahıl yığını, dokurcun


de paille,

de blé).

parlatmak

5. Kömürlük odun

(Meuler

une

couronne

meulier, ère s. 1. Değirmentaşına değgin (Pierre


meulière).

2. diş. Değirmentaşı yapılan taş cinsi,

üstü pütürlü sert bir taş ( Une villa en meulière) 3.


Değirmentaşı ocağı,
meulon er. 1. Küçük dokurcun, küçük tahıl yığını, 2.
(Tuzlalarda) Tuz yığını.
meunerie diş. 1. Değirmencilik. 2. Değirmenciler
(Chambre

syndicale de la

meunerie).

meunier, ères. 1. Değirmenciliğe değgin (Industrie


meunière).

2.s. vead. Değirmenci (Lemeunier,

meunière,

un garçon

meunier).

3. diş.

la
Gök

baştankara (kuşu). 4. er. Değirmenlere yakın


sularda yaşayan bir balık,
meurette diş. Şaraplı salça,
meurt-de-faim ad.
Bir lokma ekmeğe muhtaç,

yoksul, "sefil,
meurtre er. 1. *Kıya, adam öldürme, "cinayet
(Commettre

un meurtre,

être accusé de

meurtre).

2. mec. Büyük suç, büyük günah,


meurtrier, ère ad. 1. 'Kıyıcı, insan öldüren, "kaatil.
2. s. Kanlı, öldürücü, insan kırıcı
meurtriers.

Un coup meurtrier).

yarayan, öldürücü (Une

arme

meurtrière).

4.

meurtrière).

Mazgal deliği (Meurtrière

château fort, d'une


meurtrir gçl.

(Combats

3. Öldürmeye

Tehlikeli, öldürebilir (Une fureur


meurtrière diş.

D ö ş e m e eşyası,
meuble s. 1. Taşımr, yeri değiştirilebilir

meugle).

meuler gçl. Pürüzlerini gidermek, kabasını almak,

à rire). § Se mettre à

girmek, yatmak. Se mettre en avant: H e p kendini

insensés).

(Peynir vb.) Teker, tekerlek (Une meule


gruyère).
yığını.
mettre à f. qch: -meye başlamak, koyulmak (Se

donatmak

de rêves

(Meulage d'une couronne

Se mettre à qch: -e başlamak, koyulmak (Se mettre


6. Se

doldurmak,

meule diş. 1. Değirmentaşı (Meule de moulin).

au travail, aux mathématiques,

à l'étude).

Il sait meubler

d'un

forteresse).

1. Yaralamak, yara bere içinde

bırakmak (La chute l'avait durement

meutri).

2.
meurtrissure

899

midi

Ezmek, berelemek, örselemek (Meurtrir les


légumes, les fruits). 3. mec. İncitmek, yaralamak
(De telles reproches lui meurtrissaient le coeur). §
Se meurtrir qch: -sini bir yere çarpıp berelemek
(Se meurtrir le front).
meurtrissure diş. 1. Bere, ezik, çürük (Les
meurtrissuresrendentlapeaulivide).
2. (Meyveve
sebzelerde) Çürük, ezik, bere. 3. mec. Acı, yara
(Meurtrissure du cœur).
meute diş. 1. (Avda) Köpek sürüsü (Lâcher, lancer
la meute sur un cerf). 2. mec. Sürü, güruh (Meute
de créanciers,
d'envieux).
mévente diş. 1. (Eski) Zaranna satış. 2.
Sürümsüzlük, satışlarda durgunluk, piyasada
durgunluk (Traverser une période de mévente).
mexicain, e s. ve ad. Meksikalı. Meksika ve

mi-clos,es. Yarı kapalı (Fleurs mi-closes.


L'œil
mi-clos).
micmac er. tkz. Dalavere, kumpas, entrika (Il fait
des micmacs).
micocoulier er. bitb. Çitlembik ağacı,
mi-corps (à) bel. Yarı bel, yarı belden; belden
yukarı (Entrer dans l'eau jusqu'à mi-corps. Un
portrait à mi-corps).
mi-côte (à) bel. Bayırın ortasında, yamacın
ortasında, yokuşun ortasında (Une petite ville
située à mi-côte).
micro, microphone er. Mikrofon, *sesbüyütür
(Parler devant le micro).
microbe er. 1. Mikrop (Le microbe de la rage, de la
tuberculose).
2. mec. Küçük ve cılız kimse,
ufarak.

Meksikalılara değgin,
mézigue adıl. argo. Ben, bendeniz (C'est pour
mézigue).
mezzanine diş. 1. Ara kat, asma kat. 2. Asma kat
penceresi.
mezza-voce [medzavotfe] bel. müz. It. Yarım sesle,
alçak sesle, hafifçe,
mezzo-soprano er. müz. İt. 1. Orta kalınlıkta kadın
sesi. 2. diş. Orta kalınlıkta sesli kadın,
mezosoprano.
mezzo-tinto [mEdzotinto] er. İt. Gölgeli kazma

microbicide s. 1. Mikrop öldüren, 2. Mikrop ilâcı,


mikrop öldüren ilâç, mikropöldürücü.
microbien, ne s. 1. Mikroplara değgin (Culture
microbienne).
2. Mikroplu, mikroplardan olan
(Maladie
microbienne).
microbiologie diş. 'Mikropbilim, "mikrobiyoloji,
microbiologiste
ad.
Mikropbilim
uzmanı,
*mikropbilimci.
microcéphales, ve ad. 1. Küçük beyinli. 2. Küçük
kafalı.

resim,
mi er. müz. Mi.
miam-miam ünl. tkz.
1. (Yemek yemenin
güzelliğini belirtmek üzere) Ham ham. 2. er.
(Çocuk dilinde) Yemek, ham ham (Un bon miam
miam).
miaou er. Miyavlama, miyav (On entend un petit
miaou).
miasmatique s. Miyasmah (Fièvre
miasmatique).
miasme er. Miyasma.
miaulement er. Miyavlama (Le miaulement
des
chats).
miauler gsz. Miyavlamak,
micaer. Mika.
micacé, e s. 1. Mikalı, içinde mika bulunan (Sable
micacé). 2. Mika gibi, mikayı andıran (Une
poussière
micacée).
mi-carême diş. (Hristiyanlarda) Büyük perhizin
üçüncü perşembesi,
micaschiste er. yerb. Mikaşist,
micelle diş. bitb. Misel,
miche diş. Somun, ekmek somunu,
mi-chemin (à) bel. Y a n yolda; yolun yansında
(S'arrêter à mi-chemin).
micheton er. argo. 1. Bir kadına para yediren erkek,
paralı hovarda. 2. Enayi, hacıağa, sağmal inek.

microcosme er. fels. Küçük evren; küçük bir evren


gibi düşünülen insan,
microfilm er. Mikrofilm, "minifilm.
microfilmer gçl. Mikrofilmini almak, minifilmini
çekmek (Microfilmer un document).
micrographie diş. Mikroskopla inceleme bilimi
(Micrographie des métaux).
micromètre en Mikrometre,
micron er. Mikron, metrenin milyonda biri.
micro-organisme er. Mikroskopla görülebilen
organizma, mikroorganizma, *miniörgenlik.
microphone er. Mikrofon, *sesbüyütür.
microphonique s. Mikrofonla ilgili, mikrofona
değgin.
microphotographie diş. Mikroskoptan çekilen
fotoğraf,
microscope er. Mikroskop,
microscopiques. 1. Ancak mikroskopla görülebilen
(Organisme
microscopique).
2. Mikroskopla
yapılan (Examen microscopique).
3. mec. Pek
ufak (Boire le café de Turquie dans les
microscopiques tasses bleues).
microsporange er. Küçük sporkesesi.
microspore diş. bitb. Küçük spor.
miction diş. hek. İşeme, su dökme,
midi er. 1. Öğle (Demain à midi, venez chez nous.
Le repas de midi. Arriver vers le midi). 2. (Yön
900

midinette
olarak) Güney (Appartement

exposé au midi).

3.

mignonnette
(Arrangez

l'affaire

au mieux).

2. Olsa olsa, en

(Bölge olarak) Güney. 4. (Büyük harfle) a)

çok, en olumlu düşünüldüğünde (Au mieux,

Güney Fransa, b) Güney ülkeleri. § Chercher

réunira

deux mille suffrages).

midi à quatorze heures: Öküzün altında buzağı

(Acheter,

aramak.

uygun şekilde (lia réglé la succession au mieux de

midinette diş. 1. Terzilerin yanında çalışan işçi kız,

vendre au mieux).

il

3. En iyi fiyatla

nos intérêts).

Au mieux de: l . - e e n

2. -in en iyi noktasında, en iyi

durumunda (Un athlète qui est au mieux

terzi çırağı, 2. mec. Civelek, finfirdek.

de sa

forme).

De mieux en mieux: Gittikçe düzelerek,


bel. Eskiden "pas" gibi olumsuzluk ilgeci olarak

gitgide

düzelerek.

kullanılırdı (Je n'en veux mie: İstemiyorum).

geldiğince, elinden geldiği kadar (Je t'aide de mon

Pain de mie: Kabuksuz ekmek. A la mie de pain:

mieux). Faute de mieux: Daha iyisi olmadığından,

hlk.

daha iyisi olmayınca (Faute de mieux, nous

mie diş. 1. Ekmek içi. 2. Sevgili kadın, sevdicek. 3.

Değersiz, beş para etmez (Vous

êtes

un

miel er. 1. Bal ( M a n g e r du miel). 2. Tatlılık, güzellik


§ Lune de miel: Balayı.

mieux:

Elinden

nous

iyi, çok güzel, "mükemmel (Les affaires vont pour


le mieux).

Tant mieux: Olsun, daha iyi, iyi ya.

Aller mieux: Düzelmek, iyileşmek, daha iyiye

Etre tout miel: Pek tatlı, pek kibar olmak,


miellé,e s 1. Ballı (Boisson miellée). 2. Balımsı (Un
parfum

son

arrêterons dans cette auberge). Pour le mieux: Çok

homme à la mie de pain).


(Le miel de la politesse).

De

gitmek (Le malade


mieux).

miellé).

va mieux.

Ses affaires

vont

Aimer mieux: Yeğlemek, "tercih etmek

miellée diş. Kudret helvası,

(J'aime mieux rester ici). Faire mieux de f. qch:

mielleusement bel. Tatlı diller dökerek,

-mekle daha iyi etmek, -se daha iyi etmek (Tu

mielleux, euse s. 1. Bal gibi, bal tadında, bal

ferais mieux dene pas parler). Valoir mieux: Daha

kokusunda (Bananes

mielleuses).

gülücü, yapmacık (Paroles

2. mec. Yüze

mielleuses,

sourire

mien, ne s. 1. Benim (Ce livre est mien.


2. adıl.

Un mien

(Le, la, les tammhklanyla

birlikte) Benimki; (çoğul) benimkiler (Ton

livre

est bleu, le mien est vert. Sa cravate est plus

belle

que la mienne.
noirs.

Vos

miennes).

que cage dorée: Özgürlük


altın kafesten iyidir). D

vaut mieux f. qch: -mek daha iyidir (Il vaut

mielleux).
cousin).

değerli olmak, daha iyi olmak (Liberté vaut mieux

Tes yeux sont verts, les miens

mains

sont

aussi propres

que

sont
les

3. er. Benim olan şey, benim malım. 4.

er. ç. Hısımlarım, yakınlarım, benimkiler (J'aime


les miens. Il est des

mieux-être

er.

Durumun

düzelmesi,

özdeksel

koşulların düzelmesi; "refah,


mièvres. 1. (Eskiden) Yaramaz

(Enfantmièvre).

2.

Yapma, yapmacık, zorlama (Un roman un peu


mièvre. Des paroles mièvres).
mièvrerie

diş.

1.

3. Cılız,

Yaramazlık.

2.
Yapmacık,

yapayhk. 3. Cılızlık,
mi-fin s. Orta büyüklükte, ne iri ne ufak (Petits pois

miens).

miette diş. 1. Ekmek kırıntısı (Ramasser


sur la table).

mieux

garder le silence).

les miettes

2. Parça, küçük parça, parçacık

(Réduire

un verre en miettes.

Mettre un vase en

miettes).

3. Yiyecek parçası, tadımhk

(Donnez-

m'en une miette pour y goûter).

4. mec. Kalıntı,

kırıntı ( Les miettes d'une fortune).

§ Ne pas perdre

mi-fins).
mignard, e s. 1. Sevimli, çıtıpıtı, hoş (Un
migrıard).

mignardise diş. 1. Sevimlilik, çıtıpıtılık, hoşluk,


incelik (La mignardise

de ses manières

mignardises

bir noktasını kaçırmamak, -i dikkatle izlemek. Ne

küçük bir karanfil türü.

mieux bel. 1. Daha iyi (Cette lampe éclaire mieux. Je

d'une coquette).

3. Çok hoş kokulu


mignon, ne s. 1. Mini minnacık, çıtıpıtı (Fille jeune et
mignonne).

hiç üzülmemek, aldırmamak,

2. Sevimli, cici, hoş (Ce chapeau

vraiment mignon.

est

Il est bien plus mignon que son

le connais mieux). 2. Mieux que: -den daha iyi (Tu

frère). 3. ad. N o n o ş , minnoş, tath (Ma

travailles mieux que nous).

mon mignon).

3. er. E n iyi; en iyisi

contrastait

avec la grossièreté de son mari). 2. Naz, cilve (Les

une miette de qch: -in en ufak bir yanını, en ufak


pas s'en faire une miette: Kendine dert etmemek,

sourire

2. Nazlı, cilveli,

mignonne,

4 .er. Gözde (Il est le mignon de sa

(Le mieux est l'ennemi du bien. Le mieux, c'est de

mère). 5. diş. Koyu kırmızı bir cins armut. 6. diş.

rester ici. Ce que je connais

mon

Bir cins s a n erik. § Argent mignon: Keyif için

4. er. Düzelme, iyileşme daha

harcanmak üzere aynlan para. Péché mignon:

commencement).

le mieux,

c'est

iyiye gitme (Le médecin a constaté un mieux).


Daha iyi (Il se sent mieux).

§ A qui mieux mieux:

Yarışırcasına (Tous, à qui mieux mieux,


des flatteries).

S.s.

faisaient

Au mieux: 1. En iyi şekilde

Olağan sayılan küçük günah,


mignonne diş. 1. Koyu kırmızı bir armut türü. 2.
Sanmtırak uzun bir erik türü.
mignonnette diş. 1. Bir çeşit ince dantela. 2. İri
901

mignoter

millet

dövülmüş karabiber. 3. Bir çeşit küçük karanfil

bonheur).

çiçeği. 4. İnce çakıl,

(S'arrêter au milieu de la route. Se perdre au milieu

Au milieu de: Ortasında, arasında

mignoter gçl. (Eski) Nazlı alıştırmak § Se mignoter:

de la foule). Au beau milieu de, en plein milieu de:

Uzun uzun taranıp süslenmek, cicileşmek, bir

-in tam ortasında (Au beau milieu du film, il y eut


une panne

içim su olmak,
migraineux, euse s. 1. Yanmcaya değgin
migraineux).

2. s.

ve ad.

Yarımcalı,

militaire).

2. Savaşsever, savaşçı (Il a

yanm

militaire).

3. Askerce, askerlere özgü; kesin

(Exactitude

başağrısı olan (kimse),


migrateur, trices. vead. Göçücü, göçmen

de

(Oiseaux

migrateurs).
G ö ç m e , göç etme (Migration

des barbares).
des
2.

(Mouvement

mihrâb).

mi-jambe (à) bel. Dize kadar, diz boyu (Avoir


l'eau jusqu'à

de

mijaurée diş. Gülünç edalı kadın yada kız, kıntkan


un

Gizlice hazırlamak, uzun uzun

hazırlamak ( M i j o t e r un complot).

3. Myoter de f.

qch: -meyi tasarlayıp durmak (Il mijotait


d'acquérir

la propriété).

depuis

4. gsz. Hafif

ateşte pişmek, bir iki taşım kaynamak ( Le potage


5.

çarçabuk

gsz.

militaire

1.

Askerce

(Saluer

2. Kesin olarak, kesin kararla,

(Occuper

militairement

une

Gizlice

hazırlanmak,

düzenlenmek, örülmek, kurulmak (Complot


qui

(Mener militairement

une

affaire).

militante).

2. Savaşkan,"mücadeleci

militant).

3. s. ve ad.

'Vurucu,

diş.

askerleştirme,

'vuruşkan,

Les militants

1. Süelleştirme,

askerleşme.

2.

silahlandırılma (Militarisation

süelleşme;

Silahlandırma,

des îles

égéennes).

militarisme er. "Militarizm,


militaristes, vead.
militer gsz.

"Militarist,

1. Vuruşmak, savaşmak, "mücadele

etmek (Militer dans un parti révolutionnaire).


militent contre une décision

brusque).

3. Militer pour: -den yana olmak, "lehte olmak


(Tous ces événements
régime).
militent pour le maintien

milles. 1. Bin (Millelivres).

2. Bininci

3. Binbir, birçok, bir sürü (Raconter

mile er. Mil, 1609 metre.

histoires).

4. er. Bin (Lê roman

du

(Pagemille).

mildiou er. bitb. Mildiyu,

miliaire).

2.

Militer contre: -e karşı olmak, aleyhte olmak (Ces

D a n (Grain de mil).

miliaire s.

d'un

militariser gçl. Süelleştirmek, askerleştirmek.

kez "mil" yazımıyla yazılır (L'an mil huit cent). 2.


milan er. hayb. Çaylak,

politique
(Ilaunesprit

parti).

arguments

mijote).
mil er. 1. Mille: Bin sözcüğü, yıl tarihlerinde kimi

base

3. Sertçe, sertlikle, çok sıkı davranarak

militarisation

mijaurée).

mijoter gçl. 1. Hafif ateşte pişirmek (Mijoter

mijote).
bel.

"militan (Un ouvrier militant.

mi-jambe).

2. tkz.

4. er. Asker (Un

militant, e s. 1. Etken, etkin, "faal (Une

migratoire).

mihrâb er. Mihrap (L 'imam officie dans le

longtemps

militairement

ennemie).

hirondelles).

migratoire s. Göçe değgin, göçle ilgili, 'göçsel

plat).

militaire).

l'esprit

carrière).

militairement).

migration diş. 1. G ö ç (Migration

une tenue

(Accès

migrant, e s . ve ad. Göçmen; bir göçe katılan,

(Faire la

d'électricité).

militaires. l . S ü e l , askeri (Ecolemilitaire,

migraine diş. Yarımca, yanm başağrısı, migren,

mille

a dépassé

son

1. Darı tanecikleri gibi


(Eruption

centième mille) .5 .er. (Uzunluk birimi) Mil (Mille

2.

küçücük

marin). 6. er. Hedefin tam ortası. § Avoir, gagner

diş.

Vücutta

görülen

des mille et des cents: Çok parası olmak, çok para

kabarcık, tanecik, döküntü,


milice diş. 1. (Eski) Savaş sanatı. 2. (Eski) Ordu

kazanmak, binliklerle oynamak. Mettre dans le

admirable).3.MİİİS,

mille: Hedefin tam ortasına isabet ettirmek,

polis yada orduya yardımcı olmak üzre toplanan

onikiden vurmak. Souffrir mille morts: Çok acı

(Romenourrissait

une milice

çekmek, çekmediği kalmamak,

halk kuvveti,

mille-feuille diş. 1. Civanperçemi denilen bitki. 2.

milicien, ne ad. Milis eri.


milieu er. 1. Orta (Une ride parcourt le milieu de son
front). 2. İkisinin arası, ara, arayol (Il n'y a pas de
milieu entre la soumission

et la résistance).

(Depuis

le milieu

du siècle dernier).

ortam

(Adaptation
au . milieu.

militaires, littéraires, artistiques).

Les

3. Yarı

4. Çevre,
milieux

5. argo. (Büyük

İnce yufka ile yapılan bir çeşit pasta, "milföy.


millénaire s. 1. Bin yıllık; çok eski, çok yaşlı (Une
tradition millénaire,
Bin yıl (Le deuxième
d'une

des arbres millénaires)


millénaire

de la

2. er.

fondation

ville).

mille-pattes er. hayb. Kırkayak,

harfle) İpsizler çevresi, ursuzlar takımı (Un gars

mille-pertuis, millepertuis er. Kihcotu.

du Milieu).

millésime er. (Paralar ve madalyalarda) Yıl rakamı.

§ Le juste milieu: Tamorta, ortayol

(Garder en tout le juste milieu,

voilà la règle du

millet er. 1. Darı. 2. hek. Arpacık.


902

milliaire
milliaire s. 1. (Yollarda) Kilometreleri yada milleri
gösteren (Pierre milliaire).

2. er. Kilometre yada

mil taşı.

minéral
d'une

vieille fille).

2.

Kırıtma,

cilve

(Les

minauderies d'une coquette).


minaudier, ères. vead. Kırıtkan,
minbar er. Ar. Mimber.

milliard er. Milyar,


milliardaires, ve ad. Milyarder,

minces. 1. İnce (Etoffe mince. Une mince couche de

millièmes. 1. Bininci. 2. er. Binde bir.

neige). 2. İnce, narin, dal gibi (Elle a une taille

millier er. 1. Bin, binlik ( Un millier de francs). 2. ç.


Binlerce (Des milliers d'années, d'étoiles).
milligramme er. Miligram,

mince. Une jeune femme mince). 3. Önemsiz,

millimètre er. Milimetre.

d'essence).

million er. 1- Milyon. 2. Milyon para (Toucher

deux

millions à la Loterie Nationale). 3. ç. Milyonlarca

(Des millions d'étoiles).

basit değersiz (Un mince profit). 4. ünl. Hay Allah


kahretsin, tüh! Allah Allah! (Mince! je n'ai plus

minceur diş. 1. İncelik (La minceur d'une feuille,


d'un fil). 2. Narinlik (Elle est d'une minceur
millionièmes. 1. Milyonuncu. 2. er. Milyonda bir.

remarquable).
mincir gsz. İncelmek (Elle a beaucoup minci).

millionnaire s. ve ad. Milyoner,

mine diş.

1. Yüzün havası, yüz ifadesi; genel

miilithermie diş. Büyük ısın, büyük kalori,

görünüm (Elle a une mine resplendissante). 2. Yüz

milord er. I. (Lortlara seslenirken söylenilen) Sayın

(Avoir la mine longue, allongée). 3. Görünüş, dış


görünüş (linefaut pas juger des gens surlamine). §

lort. 2. hlk.

Çok zengin adam, lort. 3. (Eski)

Faytona benzer hafif bir araba,

Avoir une saie mine: Hasta olmak, keyfi yerinde

milouin er. Kara tüylü bir cins yaban ördeği,


mime er. 1. Mim, pandomima. 2. Mim oyuncusu,

olmamak. Faire bonne mine à qn: -e güleryüz


göstermek. Faire triste mine à qn: -e karşı soğuk
davranmak, kırgınlığını belli etmek. Faire grise

mim sanatçısı. 3. Taklitçi,


mimiklerle

mine à qn: -i soğuk karşılamak. Faire la mine:

anlatmak (Mimer le désir, la joie, la fatigue). 2.

Surat asmak. Faire des mines: Kırıtmak, cilve

Mimer qn: -in taklidini yapmak, -i yansılamak

yapmak. Faire mine de f. qch: -miş gibi görünmek

mimer gçl.

1. Mimiklerle vermek,

3. gsz.

(Il fait mine de s'intéresser à l'art). Ne pas payer de

Taklitçilik yapmak, maymunluklar yapmak, onu


mine: Dış görünüşü pek iyi olmamak, pek güven

(Les élèves miment leur professeur).

verir gibi görünmemek (Le restaurant ne paie pas

bunu yansılamak,
mimétisme er. 1. Canlıların çevrelerine benzer hale
gelmesi,

benzeşleşme,

°mimetizm.

2.

mec.

mimi er. 1. (Çoçuk dilinde) Kedi, pisi. 2. Öpücük

(Fais un gros mimi à ta grand-mère). 3. s. Cici,


sevimli (Il est très mimi).
1. Taklitçiliğe değgin, öykünmeli;

yansılamalı. 2. diş. El ve yüz işaretleri, mimik. 3.


diş. El ve yüz işaretleriyle anlatma, konuşma (La

mimique des sourds-muets).


mimodrame

er.

Pandomima

tarzında

dram,

mimodram.

mimosacées

diş.

cuisiner un peu, mine de rien, en douce).


mine

diş.

1.

Maden

filizi,

maden

yatağı
(L'épuisement des mines de charbon). 2. Maden
ocağı (Descendre dans une mine). 3. Hazine,
önemli kaynak (Ces archives sont une mine
inépuisable de renseignements). 4. (Patlatılan)

Lâğım (Creuser une mine pour faire sauter un


pont). 5. Mayın (Champ de mine. Neutralisation
d'une mine. Poser une mine. La char a sauté sur
une mine). 6. (Kurşun kalemin içindeki) Maden,

mimographe er. Mim yazarı,


mimosa er. bitb. Mimoza, küstümotu.

mimosées,

Çaktırmadan; bilmiyormuş gibi, haberi yokmuş


gibi; ortada hiçbir şey yokmuş gibi (Tâche de le

Yansılama.

mimique s.

demine, mais ony mange bien). Mine de rien: hlk.

kömür, iç, uc (Casser la mine du crayon). 7. Eski

ç.

bitb.

Yunanlılarda bir para ve bir ağırlık birimi. 8.


Eskiden Fransa'da kullanılan bir ölçek,

Küstümotugiller.
minable s. 1. Acınacak, yürekler acısı (Mener

une

miner gçl. 1. Mayınlamak, mayın döşemek

(Miner

une route, un pont). 2. Aşındırmak (La rivière

existence minable). 2. Çok yoksul, perişan (Un


vieillard minable). 3. Pek az, pek düşük, önemsiz

mine la berge). 3. Bozmak (Ces excès minent sa

(Un résultat minable, un salaire minable).

santé).

minablement bel. Acınacak bir biçimde,

minaret er. Minare.

minauder gsz. Kırıtmak (Elle minaudait dans le


salon).
minauderie diş. 1. Kırıtkanlık (Les

minauderies

4. Yıpratmak, bitirmek, için için yemek

(La chagrin le mine). 5. mec. Kemirmek, yiyip


bitirmek (La maladie le mine). 6. Yıkmak,

çökertmek (Miner le régime, la société).


minerai er. Maden filizi (Minerai de fer).
minéral er. Minerai.
minéral, e s. Minerallere değgin; mineral cinsinden
olan. § Eau minérale: Maden suyu. Règne
minéral: Madenler âlemi,
minéralisation
diş.
bitb.
Madenleşme,
madenleştirme; mineralleşme, mineralleştirme;
cevherleşme, cevherleştirme.
minéralisergçl. Mineralleştirmek,
minéralogie diş. Madenbiüm, mineraloji,
minéralogique s. *Madenbilimsel.
minéralogiste er. *Madenbilimci, madenbilim
uzmanı.
minerve diş. Küçük baskı makinası.
minerviste er. Küçük baskı makinası işçisi.
minet,tea<j. 1 .tkz. Kedi,pisi. 2. (Sevgiterimi)Cici,
yavru, tatlı (Mon minet, ma petite minette). 3. Şık
delikanlı.

mineur, euse s. ve er. 1, Maden


mineurs. Ouvrier mineur). 2.
asker; mayıncı,
mineur, e s. 1. Daha az, daha
derecede; küçük, önemsiz (Les

minorité

903

minéral

işçisi (Maison de
er. Lağım kazıcı
küçük. 2. İkinci
écrivains mineurs

d'une époque. Se perdre dans des problèmes


mineurs). 3. Ergin olmayan, küçük (Les enfants
mineurs). 4. müz. Minör (Gamme mineure). S.
ad. Ergin olmayan çocuk ( Les mineurs ne sont pas

pleinement responsables en matière pénale) .6. diş.


mant. Küçük önerme. § Ordres mineurs:
Papazlıkta dört küçük aşama,
mini s. değişmez. Mini etek, mini (La mode mini.

S'habiller mini).
miniature diş. Minyatür. § En miniature:
Küçültülmüş, minyatür halinde (Les magasins du

centre donnent à la ville la physionomie d'un Paris


en miniature).
miniaturisation
diş.
Minyatürleştirme;
çok
küçültme, ufacıklaştırma.
miniaturiser
gçl.
Minyatürleştirmek,
çok
küçültmek, ufacıklaştırmak.
miniaturiste ad. Minyatürcü.
minibus er. Minibüs, küçük otobüs,
minier,ère s. 1. Maden filizine değgin, madene

değgin (Industrie minière. Gisements miniers). 2.


İçinde maden ocağı, maden filizi bulunan
(Bassin, pays miniers). 3. diş. Açık maden ocağı;
açık maden cevheri,
mini-jupe diş. Diz üstünde çok kısa etek, mini jüp.
minima (à) bel. Şu deyimlerde geçer: Appel à
minima:
(Cezayı
az
bulduğunda,
savcı
tarafından) Yargıtaya başvurma. Thermomètre à
minima: En düşük ısıyı gösteren sıcakölçer.
minimal, e 5. En düşük, en alçak, en az, en küçük

(Donner à un malade la dose minimale).


minime s. Pek küçük, ufacık, küçücük, azıcık, pek

düşük (Des salaires minimes. Il y a entre eux une

minime différence d'âge).


minimiser gçl. Ufaltmak, küçültmek, önemsiz gibi
göstermek (Il cherche
à minimiser
les

conséquences de son acte. Minimiser la gravité de


la situation).
minimum er. 1. En az, en ufak, en küçük,
"minimum, "asgari (Faire le minimum
de

dépenses. Appliquer le minimum de la peine). 2 .s.


En küçük, en ufak, en düşük, en az, "asgari (L'âge

minimum

Salaire minimum).

§ Au

minimum: Hiç olmazsa, en azından,


ministère er. 1. Görev (Les obligations

requis.

de son

ministère. Il se destine à un saint ministère). 2.


(Eski) Aracılık, arabulucuk ( Offrir, proposer
ministère).
3. Bakanlık (Le Ministère

son
de

l'Agriculture,

des

de l'Education

Nationale,

Affaires étrangères). 4. Hükümet, bakanlar


kurulu, kabine (Former un ministère. Entrer dans
un ministère). S. Bakanlık, bakanlık görevi. 6.
Bakanlık, bakanlık binası. § Ministère de parole:
Vaizlik. Ministère des autels: Papazlık. Ministère
public: Savcılık,
ministériel, le
1. Bakanlığa değgin (Arrêté
ministériel). 2. Bakana değgin, bakanla ilgili
(Voyage ministériel). 3. Hükümete değgin,
kabineyle ilgili (Une crise ministérielle vient
d'éclater). 4. Hükümet yanlısı, iktidarı tutan (Les
journaux ministériels). § Officiers ministériels:
Avukatlar, noterler, mübaşirler vb.
ministrable s. tkz. Bakan olabilir, bakanlık
yapabilir (Unparlementaire
ministrable).
ministre er. 1. Bakan (Le ministre des Finances). 2.
Protestan papazı. 3. Ortaelçi (Le ministre de la
France à Sofia). § Ministre de Dieu, de la religion,
des autels: Papaz. Mihistre sans portefeuille:
Sandalyesiz bakan, devlet bakanı. Premier
ministre: Başbakan,
minium er. kim. Sülüğen.
minnesinger [minesingcn] er. Ortaçağda Alman saz

şairi.
minois er. tkz. Sevimli yüz (Minois d'enfant,

de

jeune fille).
minoratif, ive s. Düşürücü, önemini ve değerini
azaltıcı.
minorer gçl. 1. Düşürmek, küçültmek. 2. Önem ve
değerini azaltmak. Gerçek değerinin altında
değer biçmek,
minoritaire s. 1. Azınlığa değgin, azınlıkla ilgili
(Parti minoritaire). 2. ad. Azınlık, azınlıktan
olan (Un minoritaire, les minoritaires).
minorité diş. 1. Ergin olmayış, yaşı küçüklük, yaş
küçüklüğü. 2. Az, azlık (Une minorité des gens a
conscience

de

travailler

générations futures).

au

bien-être

3. Azınlık

des

(Représentation

des minorités dans un système électoral) § Etre en


minoterie diş. 1. Un fabrikası. 2. Un deposu. 3.

mirabelle diş. 1. Sarı renkli, küçük ve tatlı bir tür


mirabellier er. Sarıerik ağacı,

minou er. (Çocuk dilinde) Kedi, pisi pisi.

minuit er. Gece yarısı (Il est minuit.

Messe de

§ A minuit: Gece yarısı, gece yarısında (Il

est venu à minuit. Veiller jusqu'à minuit).


minuscule s. 1. Ufacık (Un jardin minuscule). 2.
Küçük
(Caractères
minuscules,
lettres
minuscules).

3. diş. Küçük harf.

minus habens, minus ad. Lat. Budala, allahlık,


aptal, salak (C'est un vrai minus. Elle le traitait

comme un minus habens).


er.

süresini

minutage

milimini

précis

de

l'horaire de travail).
minute diş. 1. Dakika (La pendule retarde de dix
minutes. Observer une minute de silence en
l'honneur des morts de la guerre). 2. ünl. Bir
dakika! Biraz bekleyin! 3. Çok küçük yazı, çok
küçük basımevi harfleri. 4. Bir sözleşmenin, bir

belgitin asıl nüshası (Copie d'une minute). § A la


Dakikası

dakikasına,

saniye

gecikmeden, tam zamanında^ (// est venu à la

minute au rendez-vous).

mirabilis er. bitb. Gecesafası.


miracle er. 1. Tansık, 'mucize (Le miracle d'une
guérison inespérée). 2. "Harika, eşsiz şey (Ce
monument est un miracle). 3. Şaşılacak şey,
inanılmayacak şey (Ce serait unmiracles 'il arrivait
à l'heure). § Par miracle: Mucizeyle, mucize
kabilinden (Il en a réchappé par miracle).

Accomplir,

faire

des

miracles:

Mucizeler

yaratmak, harikalar yaratmak, marnlamayacak

şeyler yapmak. Crier miracle, crier au miracle:

Dakikalama,

milimine ayarlama (Le

minute:

mi-parti, e s. X. Eşitçe ikiye bölünmüş. 2. Yarı

erik. 2. Erik rakısı,

Unculuk,
minotier er. Uncu, un fabrikacısı,

minutage

miocènes, veer. yerb. Miyosen,


mioche ad. tkz. Küçük çocuk, velet, kopil,
yarıya olan.

minorité: Azınlıkta olmak,


minuit).

mirer

904

minoterie

A la minute où: -dığı anda

(Il est venu à la minute où j'allais sortir). De minute


en minute: Git gide, yavaş yavaş (De minute

en

minute, l'eau montait sur les quais). D'une minute


à l'autre: Nerdeyse, hemen, pek çekmez (Il va

Şaşıp kalmak, şaşırmak, inanamamak. Tenir du


miracle: Mucize gibi bir şey olmak. Il n'y a pas de

quoi crier miracle: Bunda şaşılacak bir şey yok.


miraculé, es. vead. X. Mucize kabilinden ölümden

kurtulan (Les miraculés d'un tremblement


terre). 2. Mucizeyle düzelen, iyileşen

miraculée).
miraculeusement

bel.

1.

Mucizeyle,

mucize

kabilinden (Il fut miraculeusement sauvé des


flammes). 2. Son derece, olağanüstü (Elle est

miraculeusement belle).
miraculeux, euses. 1. Tansı kl ı, "mucizevi (Guérison
miraculeuse). 2. Mucizeli (La grotte miraculeuse
de Lourdes).

3. Şaşırtıcı, inanılmaz, us almaz (Un

succès miraculeux).
mirador er. 1. (İspanyol evlerinde) Dam köşkü. 2.

revenir d'une minute à l'autre). Dans une minute:

(Tutukevlerinde,

Hemen, bir dakika sonra (Je serai de retour dans

Gözetleme kulesi,
une minute). Jusqu'à la dernière minute: Son

de

(Maladie

tutsak

kamplarında)

mirage er. 1. Ilgım, yalgın, "serap (Les mirages

du

dakikaya kadar (Il a espéré jusqu'à la dernière

désert).

minute). Ne pas avoir une minute à perdre:

"ham hayal, aldatmaca (Les mirages de la gloire,

Yitirecek tek saniyesi olmamak,

de l'amour).

minuter gçl. 1. Taslağını hazırlamak (Minuter un


contrat).
süresini

2. Süresini kesin olarak belirlemek,


sınırlamak,

dakikalamak

dakikayla

(Minuter

les

saptamak,

phases

d'une

cérémonie, le temps de parole de chaque orateur).


minutie diş. 1. Önemsiz ayrıntı, ufak tefek şeyler

(Discuter sur des minuties).

2. Büyük dikkat,

titizlik, en ince ayrıntılara dikkat etme (Faire un

travail avec minutie).


mire diş. 1. (Mühendislikte) Şâhıs, mira. 2. Nişan

alma, nişan (Prendre sa mire: Nişan almak). 3.


*Göz dikeği, herkesin üzerine göz diktiği kimse

yada şey. § Cran de mire: (Silahlarda) Gez. Ligne


de mire: (Silah atmada) Nişan çizgisi. Point de
mire: (Silah atmada) Hedef. Avoir qn, qch en
point de mire: -i kendisine hedef almak, boy
hedefi almak, -i vurmaya çalışmak. Etre le point
de mire de: -in gözü üstünde olmak, dikkati

minutieusement bel. Büyük bir dikkatle, titizlikle,

üzerinde toplanmak (Il est le point de mire de toute

la classe).

inceden inceye,
minutieux, euse s. Çok dikkatli, titiz, ince eleyip sık

dokuyan (Un observateur

2. mec. Aldatıcı görünüş; boş kuruntu,

minutieux.

minutieux, inspection minutieuse).

Travail

mire-œufs [mim]

er. Yumurtaların sağlam olup

olmadığını denetlemeye yarayan alet.


mirer gçl. 1. Gözlemek, nişan almak. 2. -e göz
905

mirette
dikmek (Il mirait ce poste depuis longtemps). 3.
(Yumurta ve başka şeylerin taze olup olmadığını
anlamak için) Işığa tutmak, ışığa tutup bakmak
(Mirer les œufs).
4. Uzun uzun bakmak,

seyretmek (Mirer son front dans les eaux). § Se


mirer: 1. Yansımak (Arbre qui se mire dans l'eau).
2. Kendini hayranlıkla seyretmek, kendine uzun
uzun bakmak (Se mirer dans un miroir, dans

l'eau).
mirette diş. hlk. Göz (Elle a de belles mirettes).
mireur, euse ad. Yumurtaların sağlam olup
olmadıklarını denetleyen kişi.
mirifiques. Hayran olunacak, şaşılacak, çok güzel,
şaşırtıcı (Des projets mirifiques, des promesses

mirifiques).
mirliflore er. tkz. Kıyak delikanlı, cakacı (Il fait le

mirliflore).
mirliton er. Bir çeşit kamış flüt. § Vers de mirliton:
Çocukça dizeler, bayağı dizeler, çocukça şiir.
mirmiilon er. Kılıç kalkanlı gladyatör,
mirobolant, e s. tkz. Olağanüstü, şaşırtıcı, göz
kamaştırıcı, şaşılacak
(Projet
mirobolant,
promesses mirobolantes).
miroir er. 1. Gözgü, ayna (Miroir de poche, miroir
mural. Se regarder dans un miroir). 2. Parlak
yüzey, ayna (Le miroir du lac, des eaux). 3. mec.
'Yansıtaç, yansıtan şey, ayna (Les yeux sont le
miroir de l'âme) § Oeufs au miroir: Sahanda
yumurta.
miroitant, e s. 1. Balkıyan, "harelenen (Soie
miroitante).
2. mec. Parlak, cafcaflı (Style
miroitant).
miroité, es. Benekli doru (Chevalmiroité).
miroitement er. Balkıma, "harelenme,
miroiter gsz Balkımak, harelenmek (Vitre, eau qui
miroite). § Faire miroiter qch: Bir şeyi parlak ve
çok yararh gibi göstermek (II lui a fait miroiter les
avantages de cette entreprise).
miroiterie diş. Aynacılık.
miroitier, ère ad. Aynacı,
miroton, mironton er. hlk. Soğanlı et yahnisi,
mis, e s. 1. Kurulmuş, hazırlanmış (Table mise). 2.
Giyinmiş (Il est bien mis; tu es mal mis. Elle est
mise comme un garçon).
misaine diş. Mizana direği; mizana yelkeni,
misanthrope s. ve ad. Ürkürük, insandan kaçan,
"merdümgiriz.
misanthropie diş. Ürkürüklük, insandan kaçma,
"merdümgirizlik.
misanthropique s. Ürkürükçe,

"merdümgirizce

(Réflexions, idées misanthropiques).


miscellanées diş. ç. Bilim ve yazın dergisi,
miscible s. Karıştırılabilir, birbirine katılabilir

misère
(L'eau et l'alcool sont entièrement miscibles).
mise diş. 1. Koyma, koyuş; konma, konuş (Mise en
bouteille, mise en lieu sûr). 2. (Yeni bir duruma)
Getirme, getiriş (Mise en plis, mise au net. Mise au
pas, mise à la raison). 3. (Kumarda) Sürülen para

(Déposer une mise. Doubler la mise, sauver la


mise). 4. Bir ortaklığa yatırılan para, anamalpayı.
5. Giyim, giyiniş (Un enfant à la mise débraillée). §
Etre de mise: Kabul edilmek, geçmek, geçerli
olmak, sökmek (Ces monnaies ne sont plus de

mise. Ces manières ne sont pas de mise chez nous).


miser gçl. 1. (Kumarda) Para sürmek (Miser vingt
francs). 2. Miser sur: -in üzerine bahse girmek,
oynamak (Miser sur un cheval). 3. mec. Miser sur:
-e güvenmek, ipiyle kuyuya inmek, bel bağlamak
(On ne peut pas miser sur lui). § Miser sur les deux
tableaux: tki yanlı oynamak, iki yandan da
kendine çıkar sağlamak,
misérabilisme er. Sefaletçilik, sefalet edebiyatı;
sefalet edebiyatçılığı,
misérabiliste s. ve ad. Sefalet konularını işleyen

(Film, écrivain misérabiliste. Un misérabiliste).


misérable s. 1. Mutsuz, zavallı, acınacak durumda
(Un homme misérable). 2. Yoksul, "sefil (Famille
misérable, pays misérable). 3. Değersiz, önemsiz,
basit (//était un misérablephysicien).
4. Düşük, az
(Toucher un misérable salaire). 5. Bayağı, alçak;
alçakça (Un misérable acte de vengeance). 6. er.
Zavallının teki, sefil (C'est un misérable). 7.
(Eski) Alçak adam, rezil herif,
misérablement bel. 1. Yoksulca, yoksulluk içinde
(Vivre misérablement).
2. Acıklı bir şekilde,
acınacak şekilde (Mourir misérablement).
3.
Bayağıca.
misère diş.

1. Yoksulluk, yoksunluk; "sefalet

(Vivre, tomber dans la misère. Etre, s'enfoncer


dans la misère. La misère des bidonvilles). 2.
Yıkıntı, çöküntü, yıkılma, çökme (La misère
morale, la misère psychologique). 3. Mutsuzluk,
zavallılık (Toutes nos misères véritables sont
intérieures et causées par nous-mêmes). 4. Yıkım,
"felâket (Les misères de la guerre). 5. Acınacak
şey, acınacak hal, yürekler acısı ( C'est une misère
de le voir dans un tel état). 6. Alçaklık, bayağılık

(Révéler

toutes

les

misères

d'un

régime

dictatorial). 7. Yoksullar takımı, fakirler. 8.


Önemsiz şey, önemsiz bir miktar para (Il a eu cette

maison pour une misère). 9. Güçsüzlük (Misère


causée par l'âge). 10. Hiçlik. 11. ç. Sıkıntılar,
acılar. 12. ç. Önemsiz şeyler, "pestenkerani
şeyler. § De misère: Çok düşük, çok az (Unsalaire
de misère). Misère noire: Koyu sefalet. Collier de
misère: Ömür törpüsü (Reprendre son collier de
miséréré

906

misère).
Crier
misère,
pleurer
misère:
Yoksulluğundan sızlanıp durmak, durmadan
yanıp yakınmak. Faire des misères a qn: -e can
sıkıcı şakalar yapmak; başına durmadan çoraplar
örmek. Réduire qn à la misère: -i yoksulluk içine
düşürmek, ekmeğe muhtaç duruma getirmek,
miséréré, miserere er. Kiliselerde makamla okunan
Davut Peygamber mezamirinin ellincisi,
miséreux, euse s. vead. Yoksul, fakir (Un miséreux
qui mendie).
miséricorde
1. Acıma, "merhamet (Demander,
obtenir miséricorde). 2. Yarlıgama, "mağfiret (La
miséricorde divine). 3. Bağışlama, suç yada günah
bağışlama. 4. Kiliselerde, papazların ayaktaymış
gibi görünerek ayin sırasında ilişip oturdukları
yer. 5. ünl. (Korku ve şaşkınlık anlatmak için)
Allahım! Aman yarabbim! Tanrım! § A tout péché
miséricorde: Affetmek büyüklüğün şanındandır.
miséricordieux, euse s. Yarlıgayıcı; bağışlayın
(Dieu
miséricordieux).
misogynes, vead. Kadın düşmanı, *kadınsevmez.
misogynie Aj. Kadın düşmanlığı, "kadınsevmezlik.
misonéisme er. Yenilik düşmanlığı, yemlik
sevmezlik.
misonéiste s. ve ad. Yenilik düşmanı, yenilik
sevmez.
miss diş.
1. (Anglosaksonlarda)
Gençkız,
hanımkız. 2. Güzellik kraliçesi, güzellik ecesi
(Elle a été élue Miss France).
missel er. Katoliklerde kilise duaları kitabı (Suivre
la messe dans son missel).
missile er. Füze.
missilier er. Füze uzmanı.
mission diş. 1. Özel görev (Accomplir une mission.
S'acquitter d'une mission). 2. Geçici görev (Partir
en mission. Envoyer en mission). 3. Görev (Il
avait la difficile mission de prévenir la famille du
terrible accident). 4. İş, işlev, kendisine düşen
görev (La mission de l'art n'est pas de copier la
nature). S. Heyet, özel görevli kurul (Fairepartie
d'une mission scientifique). 6. Verilen yetki (Il a
failli à sa mission). 7. Dinsel görev yada yetki
(Prêtre qui reçoit la mission d'évangéliser
un
peuple).
8. Misyoner takımı (Les
missions
catholiques et protestantes à Madagascar).
missionnaire er. 1. Misyoner, *dinyayar. 2. mec.
Yayıcı,
*yayar (Les
missionnaires
d'une
doctrine).
3. s. Misyonerlere özgü
(Esprit
missionnaire).
missives. 1. Acele gönderilecek (Lettremissive).
2.
diş. Mektup (Envoyer une longue missive à une
amie).
misteile diş. Bir çeşit üzüm şırası.

mitoyenneté
mistigri er. tkz. 1. Kedi, pisi. 2. İskambil oyunu. 3.
(Kimi oyunlarda) Sinek oğlanı.
miston,neorf. tkz. 1. Çocuk, yavru, velet. 2. er. argo
Hacıağa, kadınlara para yediren enayi. 3. diş.
argo. Kız, aftos, yavru, piliç,
mistoufle diş. tkz. 1. Muziplik; kötülük, kötü
davramş (Tu lui fais toujours des mistoufles). 2.
Yoksulluk, yoksunluk, sefalet (Etre dans la
mistoufle).
mistral er. Güney Fransa'da kuzey-batıdan esen
soğuk, kuru şiddetli bir yel, karayel, kuzey yeli.
mitan er. (Eski) Orta; bir şeyin ortası,
mite diş. 1. Güve (Habit mangé par des mites). 2.
mec. tkz. Çapak (Avoir la mite à l'oeil).
mité, e s . Güve yemiş
(Fourruremitée).
mi-temps diş. 1. (Sporda, oyunda verilen) Ara,
dinlenme zamanı (Les joueurs se délassent
pendant la mi-temps.
La mi-temps est enfin
sijflée). 2. (Sporda) Y a n , devre, dönem (La
première mi-temps, la seconde mi-temps). § Amitemps: Yarım gün (Travailler à mi-
temps).
miteux, euses. 1. (Eski) Çapaklı. 2. Berbat, pis (Un
hôtel miteux). 3. s. ve ad. Yoksul, zavalh (Un
restaurant trop chic pour des miteux comme nous).
mithridatiser gçl.
Zehire
karşı bağışıklık
kazandırmak,
ağıya
ahştırmak.
§
Se
mithridatiser: Ağıya karşı bağışıklık kazanmak,
kendini zehire alıştırmak,
mithridatisme er. mithridatisation diş. Zehir
alışkanlığı, zehirlenme bağışıklığı,
mitigation diş. Yumuşatma, yatıştırma, dindirme,
hafifletme (Mitigation des peines).
mitigé, e s. Yumuşamış, yatışmış, hafiflemiş,
dinmiş. 2 . m e c . Gevşemiş, tavsamış(Zèlemitigé).
mitiger
gçl.
(Eskimiştir)
Yumuşatmak,
yatıştırmak, dindirmek, hafifletmek,
miton er. Parmaksız eldiven. § Onguent Miton
mitaine: Ne eme, ne seme yarayan çare.
mitonner gsz. 1. (Ekmek, et suyunda) Tiritleşmek,
tirit olmak. 2. Hafif ateşte pişmek, pişedurmak
(La soupe mitonnait). S.gçl. Hafif ateşte pişirmek
(Mitonner un ragoût). 4. gçl. mec. Hazırlamak,
yavaş yavaş yoluna koymak (Mitonner
une
affaire). S. gçl. Mitonner qn: -in üzerine titremek,
-e karşı aşın ilgi ve sevgi göstermek. § Se
mitonner: Keyif çatmak, keyif sürmek, rahatına
bakmak,
mitose diş. bitb. Eşeyli bölünme,
mitoyen, ne s. İki taraf arasında ortaklaşa olan,
ortak (Mur mitoyen).
mitoyenneté diş. İki taraf arasında ortaklaşa olma
hali, ara ortaklığı, ortakhk (La mitoyenneté d'un
mur).
mitraillade
mitraillade diş. Makineli tüfek yada makineli
tabancayla tarama, makineli tüfek ateşi (Les

prisonniers furent tués par mitraillade).


mitraillage er. Makineli tüfekle tarama,
mitraille diş. 1. tkz. Bozuk para, ufak para (Il a les
poches pleines de mitraille). 2. Maden kırıntıları,
maden hurdaları. 3. Topla atdan demir
kesmeleri, salkım. 4. Kurşun yada top mermisi

(Fuir sous la mitraille).


mitrailler gsz. 1. (Topla) Salkım atmak. 2. gçl.
Makineli tüfekle taramak, ateş etmek (Mitrailler
les nids de résistance). 3. gçl. tkz. Durmadan
fotoğrafını çekmek (Les touristes mitraillaient la

cathédrale).
mitraillette diş. Makineli tabanca,
mitrailleur er. 1. Salkım atan topçu. 2. Makineli
tüfek atıcı.

mitrailleuse diş. Makineli tüfek


(Mitrailleuse
lourde, légère).
mitre diş. 1. Sivri külah, 2. Piskoposların ayin
başlığı. 3. Baca başlığı,
mitre e s. (Papazlar için) Başlık taşımaya hak
kazanmış; ayin başlığı olan.
mitron er. Ekmekçi çırağı; fırıncı çırağı,
mi-voix (à) bel. Alçak sesle, yavaşça (Parler à mivoix).
mixage er. (Sinemacılıkta) Bileştirme, çeşitli ses
kuşaklarını tek bir kuşak biçimine sokma,
mixer gçl. (Sinemacılıkta) Bileştirmek,
mixer, mixeur er. İng.. Elektrikli çalkama aygıtı,
karmaç, çırpıcı, "mikser,
mixeur er. 1. Bileştirici, bileştirme işini yöneten
kimse. 2. Bileştirme aygıtı, bileştirme işini
gerçekleştiren aygıt,
mixité diş. Karmalık, karma oluş, kız-erkek bir
arada oluş (Mixité des établissements scolaires).
mixte s. 1. Karma (La commission mixte chargée de
la réforme agraire). 2. Kızlı erkekli, karma (Ecole
mixte, classe mixte). § Ligne mixte: Eğrili doğrulu
Çizgimixtion diş. 1. Karma sulu ilaç yapma. 2, Karma
sulu ilaç.
mixture diş. 1. Sıvı ilaç karması. 2. (Yermeli)
Birçok içkilerin birbirlerine karıştırdmasıyla
yapılan ne olduğu belirsiz içki ; kanşım, karışık içit

(Le garçon nous servit une mixture qu'il appela un


café).
mile. (Mademoiselle'in kısaltması) Hanım kız,
gençkız, evlenmemiş kız.
m .(Monsieur'nün kısaltması) Bey, beyefendi; bay.
mme.
(Madame'm
kısaltması)
Bayan,
hanımefendi, hanım,
mnémonique s. 1. Belleğe değgin
(Procédé

907

mobiliser
mnémonique). 2. Belleğe yardımcı. 3. diş. Belleği
eğitme sanatı,
mnémotechnie diş. Belleği eğitme sanatı,
mnémotechnique s. I. Bellek eğitici, belleği
eğitmeye değgin (Méthode mnémotechnique). 2.
diş. Bellek eğitme sanatı,
mobile s. 1. Devingen, hareket eden, yerinden
oynayan (La mâchoire inférieure de l'homme est

mobile.

Pièces mobiles

d'une

machine).

2.

Akışkan, "seyyal. 3. Her yıl tarihi değişebilen


(Les fêtes mobiles). 4. Değişken, olduğu gibi
kalmayan, hep değişen (Une attention mobile. Un

caractère mobile. Un regard mobile, reflets


mobiles, ombres mobiles). 5. Gezgin, "seyyar
(Les troupes mobiles). 6. er. fiz. Devingen;
hareket eden cisim. 7. er. Devindirici güç,
"müteharrik kuvvet (Le feu est le mobile de cette
machine).
8. Davrandırıcı neden, dürtü,
"muharrik (L'argent est le premier mobile des
affaires de ce monde). 9. Neden, "sebep (Toutes
les actions humaines ont pour mobile la faim ou
l'amour). § Caractères mobiles: (Basımcılıkta)
Elle dizilen harfler. Garde mobile: Gezgin
jandarma birliği,
mobilier er. Mobilya, döşeme eşyası (Le mobilier

du bureau, du salon).
mobilier, ère s. 1. Döşemeye, mobilyaya değgin.

Döşemelik (Vente mobilière, saisie mobilière). 2.


Taşınır, menkul (Biens mobiliers). § Successions
mobilières: Eşya bırakıtı, tereke,
mobilisable s. 1. Silah altına alınabilir; savaşa
sokulabilir, seferber edilebilir (Il est trop jeune el
n'est pas mobilisable. Les troupes mobilisables).
2. Kullanılabilir, hizmete sokulabilir (Toutes les
énergies mobilisables).
mobilisateur, trice s. 1. ask. Seferberlik işleriyle
görevli (Centre mobilisateur).
2. Harekete
geçirici, seferber edici (Un slogan
mobilisateur
des masses).
mobilisation diş. 1. Savaş haline geçirme, seferber
etme; seferberlik (Décréter la
mobilisation.

Mobilisation générale, mobilisation partielle). 2.


Taşınır mala dönüştürme (Mobilisation
de
capitaux investis). 3. Harekete geçirme, hizmete

sunma (Mobilisation de toutes les ressources d'un


pays).
mobiliser gçl. 1. Savaş haline geçirmek, seferber

etmek ( Mobiliser toutes les classes pour faireface à


une menace extérieure). 2. Silah altına almak
(Mobiliser les réservistes). 3. Taşınıra çevirmek,
taşınır mala dönüştürmek (Mobiliser
un
immeuble, un bien). 4. Harekete geçirmek,
seferber etmek, işe koşmak (Lesyndicat
mobilisa
modérer

908

mobilisme
tous ses adhérents pour la grève. Il mobilisa ses
amis pour se faire aider dans son déménagement).
mobilisme er. fels. Devimcilik, "hareke tçilik.
mobilité diş.

(Mobilité

organe,

d'une

alınacak, örnek olacak (Un élève modèle).

Prendre modèle sur: -i kendine örnek almak, -den

. Devingenlik; devinme yeteneği

d'un

modèle de loyauté, de vertu). 6. s. Örnek, örnek

armée).

2.

Değişkenlik (Mobilité d'un visage. Mobilité des

sentiments).

örnek almak. Prendre qn pour modèle: -i kendine


örnek almak, onun gibi olmaya çalışmak. Servir
de modèle à: -e örnek olmak,
modelé er. 1. (Yontuda ve resimde) Biçim kabartısı

mocassin er. 1. (Kızılderililerin giydiği) Çarık. 2.


Mokasen, terliği andıran bağcıksız ayakkabı,

(Le modelé du corps). 2. coğr. Biçimlenme,


oyulgu (Le modelé d'une région).
modeler gçl. 1. (Yontuculukta) Bir şeyin kil yada

mochard, e s. tkz. Pek çirkin,

moches, tkz. 1. Çirkin (Cette femme est vraiment

mumdan örneğini yapmak (Modeler une

statuette,

moche; une cravate moche). 2. Kötü, berbat (Le

une poterie).
temps est moche).

kabartılarını girinti çıkıntılarını iyice belirtmek

mocheté diş.

Gudubet, yüzüne

bakılamayacak

kadar çirkin kimse( Quelle mocheté,

cettefemme!).

modal, es. fels. 1. Varlığın değişebilen niteliklerine,

(Sa

robe

2. Kabartılı göstermek, çukur ve

modelait

Biçimlendirmek,

son

corps).

3.

"oyuntulamak

coğr.

(L'érosion

modèle le relief). 4. Modeler qn, qch sur: Bir şeyi

mant.

-e uydurmak; -e göre düzenlemek, ayarlamak

Kipliği olan (önerme). 3. huk. Özel bir yoldan

(Modeler sa conduite sur celle de son père.


Modeler une conversation sur le caractère de son

kiplerine değgin (Existence modale).


yapılan, özel yollu. 4. dilb.

2.

Kiplere değgin,

*kipsel (Formes modales: Kip biçimleri). 5. müz.


Bir makamı gösteren (Notes modales: Makam
interlocuteur).

perdeleri).

modeler sur les goûts de son ami).

modalLsation diş. dilb. Kipleştirme, kipselleştirme.


modalité diş. 1. fels. Kiplik, varlığın çeşitli kipleri
olması hali. 2. mant.
kiplik. 3. müz.

Bir önermenin niteliği,

Makam. 4. mec. Özel koşullar,

özel "şartlar; biçim, özellik, tarz (Modalités

de

paiement).

§ Se modeler sur: -e uyarlanmak,

kendini -e uydurmak, -e göre ayarlamak

(Se

modeleur,euses. vead. l.(Yontuculukta)Taslakçi,


taslak sanatçısı. 2. Makina modelcisi,

modélistes, vead. Modelci,


modérantisme er. (Siyasada) ilimcilik, "itidalcilik.

modérateur, trice s. ve ad.

1. Ihmhlaştırıcı,

yatıştırıcı, "itidale getirici (Jouer

un rôle

de

mode er. 1. Biçim, şekil, tarz, yol (Mode de vie,

modérateur dans un conflit). 2. (Makinelerde)

mode d'exploitation, mode de production). 2.


dilb. Kip (Mode indicatif: Bildirme kipi. Mode
subjonctif: isteme kipi). 3. fels. Değişebilen

Düzenleyici, ayarlayıcı (Modérateur


d'une
horloge). § Modérateur de l'univers: Tanrı,

nitelik, kip. 4. müz.

Makam,
mode diş. 1. Moda (Etre habillé à la dernière mode).
2. Alışılan yol, şekil, usul (Vivre,

mode: Kendi alıştığı y olda yaşamak,

penser

à sa

düşünmek).

modération diş. 1. Ilımlılık, ölçülülük, itidal (Il fait

preuve de modération dans sa conduite.


Modération dans les idées, dans le style). 2.
Hafifletme, azaltma, düşürme (Modération

de la

vitesse, d'une taxe, d'une peine, d'une amende).

3. Kadın giyim ve tuvalet eşyası ticareti yada

moderato bel. müz.

sanayii (Travailler dans la mode). 4. ç. Moda


eşyası (Marchand de modes). § Magasin de

modéré, es. vead. 1. Ilımlı, ölçülü (Il est très modéré

modes: Kadın şapkaları satan dükkân. A la mode

de: ...usulü (Tripesàla mode de Caen). Ala mode:


İlgi çeken, gözde, çok tutulan (Un auteur à la

mode. Plage, chanson à la mode). Etreâlamode:


Moda olmak. Passer de mode: Modası geçmek.
modelage er. (Yontuculukta) 1. Taslak yapma. 2.
1. Örnek; alınacak örnek,

dans ses idées, dans sa conduite). 2. Az, düşük


(Habitation à loyer modéré). 3. ad.
mutedil(Les modérés d'un parti).

Ilımlı,

modérément bel. Ilımlılıkla, ölçülü olarak, aşırılığa

kaçmadan (Agir, boire, manger modérément).


modérer

gçl.

1.

Ilımlılaştırmak,

azaltmak,
düşürmek, hafifletmek (Modérer la vitesse d'une

voiture. Modérer une peine, une taxe). 2. mec.

Taslak (Modelage en cire: Mumdan taslak).


modèle er.

Moderato,

örnek

Tutmak, frenlemek, sınırlandırmak (Modérer

sa

un modèle à la

colère, son enthousiasme. Savoir modérer son

jeunesse). 2. Küçük örnek (Un modèle de


fabrique). 3. Örnek, tip, model (Le modèle d'une

ambition, ses désirs). § Se modérer: 1. Kendini

nouvelle voiture. Un fusil modèle 1936). 4. (Resim

(Modère-toi, la faute n'est pas si grave). 2.

yada yontuculukta) Model (Le

Azalmak, düşmek (Le froid

tutulacak kişi yada şey (Donner

peintre).

S. mec.

modèle

d'un

Simge, canlı örnek (Il est le

tutmak,

modérer).

öfkelenmemek,

sinirlenmemek

commence

à se
909

moderne
moderne 5. 1. (Çağ bakımından) Yeni, çağcıl;

çağdaş

(Le

moderne).

science

moderne,

la

littérature

2. mec. İlerlemelerden yana, ilerici,

yenici (Il est résolument moderne dans ses goûts).


3. er. Yeni, yeni olan şey, yenilik (Iln'aime

moderne).

que le

4. er. Yenici, ilerici (Querelle

des

anciens et des modernes).


modernisateur er.

Yenileştirici,

modiques. A z , küçük, ufacık, önemsiz, değersiz (II

touche un salaire modique).


modiste diş. 1. Kadın moda eşyası yapıp satan kimse

(Atelier, boutique de modiste). 2. Kadın şapkacısı,

çağdaşlaştırıcı,

modulation diş. 1. (Seste) Perde çeşitlemesi. 2.


müz.

diş.

Yenileştirme,

yenileşme;

Makamdan makama geçiş; makamlarda

gezinme. 3 .fiz.
module er.
çağdaşlaştırma, çağdaşlaşma,
moderniser gçl.

idées se sont modifiées avec l'âge).


modillon er. (Mimarlıkta) Pervaz desteği,

moda evlerine kadın şapkası yapan kadın işçi.

"modernleştirici.
modernisation

mœurs

Yenileştirmek, çağdaşlaştırmak

Değişme, değişinim,

1. (Mimarhkta)

Oran ölçüsü.

(Matematikte) Görünüm çapı (Module

2.
d'un

(Moderniser un pays, une technique, une


méthode, une industrie). § Se moderniser:

vecteur).

Yenileşmek, çağdaşlaşmak, çağın yeniliklerine

médaille, d'une monnaie. Cigare, cigarette de gros

kendini uydurmak,

module).

modernisme er. 1. Yenicilik, ilericilik. 2. Dinde


yenicilik, dini çağm ilerlemelerine

uydurma

S. Uzay aracı elemam, "modül

d'une
(Module

lunaire).
moduler gçl. müz. 1. Söylemek, makamla söylemek

(Moduler un air en le sifflant). 2. gsz. Perdeler

eğilimi.

modernistes, vead. 1. Yenici, ilerici (Un écrivain,


un peintre moderniste).
2. Dinde yenilikçi, dinde

modestes. 1. Alçak gönüllü (Un homme


2. Küçük, basit önemsiz (Acceptez

modeste).
ce

modeste

présent. Un modeste commerçant). 3. Ölçülü,


ılımlı (Il est modeste dans ses idées). 4. Utangaç,
çekingen (Prendre un air modeste).

5. Gösterişsiz,

"şatafatsız (Une tenue modeste.

Mener une vie

modeste). 6. mec. Az, düşük (Un salaire modeste).


modestement

bel.

1.

Alçak

gönüllülükle.

2.

Gösterişsizce, gösterişe kaçmadan,


modestie diş.

1. Alçak gönüllülük, "tevazu. 2.


1. Azlık, düşüklük,

küçücüklük

(Modicité d'un prix, d'un loyer). 2. mec. Basitlik,

küçüklük (La modicité de ses espoirs m'étonna).


modifiables. Değiştirilebilir; değişebilir,

modifiant,e s.

Değiştirici,

değiştiren

(Facteur

modifiant).
modificateur,
dönüştürücü,
trice
başka

s.

ve

ad.

hale

Değiştirici,

getirici

(Action

modificatrice. Un modificateur).
modificatif, ive s. ve ad. dilb. Anlama değişiklik
veren, anlam değiştirici (Termesmodificatifs.

Les

adverbes sont des modificatifs).


manuscrit

gçl.

modus vivendi [mjdysvivÊdiJ er.Lat. Geçici uzlaşma

(Trouver un modus vivendi).


moelle diş. [mwalj 1. İlik (La moelle d'un os). 2 . Öz

(Tirer toute la moelle d'un sujet). 3. Fidan özü. §


La moelle épinière: Omurilik. Jusqu'à la moelle
des os: İliğine dek, içine (Le froid me pénétra

jusqu'à la moelle des os). Etre vidé jusqu'à la


moelle:

Yorgunluktan

bitmek,

kemikleri

moelleusement bel. Kendini salıvermişcesine, tatlı

tatlı, yumuşakça (Il était moelleusement

étendu

sur son lit).


moelleux, euse s. 1. İlikli, özlü (Un os moelleux). 2.
mec. Yumuşak, yumuşacık (Un tapis moelleux,
une étoffe moelleuse). 3. mec. Tatlı, yumuşak,hoş
(Un chocolat moelleux, une voix moelleuse, un
relief moelleux).
moellon er. Moloz taşı.
moère

diş.

(Belçika'da

yada

Kuzey

Fransa

kıyılarında) Kurutularak tarla haline getirilmiş


deniz kulağı.

mœurs [mœ«, mcens] diş. ç. 1. 'Aktöre, ahlâk

modification diş. Değişiklik, değiştirme, değişme,

(Le

3.

Değiştirmek, duruma uyarlamak (Grâce à une

sızlamak.

Gösterişsizlik. 3. Utangaçlık, çekingenlik,


modicité diş.

yada makamlar üzerinde gezinmek.

souplesse de conception, on peut moduler sa


maison).

yenilikler yapılmasından yana olan.


modernité diş. Yenilik, ilerilik.

değişim

3. (Su, çeşme yada pompanın dakikada

akıttığı su için) Ölçü birimi. 4. Çap (Module

subi

plusieurs

modifications successives. Il faut faire quelques


modifications à ce projet).
modifier gçl. Değiştirmek, değişikliğe uğratmak

(Modifier une loi, une politique, un plan). § Se


modifier: Değişmek, değişikliğe uğramak

(Ses
(Mœurs corrompues. Police des mœurs). 2. Töre,
gelenek (Les mœurs féodales, antiques. Cette
habitude est entrée dans les mœurs). 3. Tutum,
davranış, gidiş, "hal ve tavır (Il est
dans ses mœurs).

irréprochable

4. Yaşama biçimi; yaşantı (Les

mœurs des abeilles). S. Huy, anlayış (Il a de drôles


de mœurs). § Bonnes mœurs: Ahlâk; toplum
mofette

mois

910

ahlâkı. Certificat de bonne vie et mœurs: İyi huy


belgesi. Femme de mœurs faciles, légères: "Hafif
meşrep kadın. Avoir des mœurs, avoir bonnes
mœurs: Ahlâklı olmak. N'avoir point de mœurs:
Ahlâksız olmak. Autres temps, autres mœurs:
Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy.
mofette diş. 1. Yanardağ yada maden ocağı gibi
yerlerde çıkan tehlikeli gaz. 2. hayb. Amerika
kokarcası (Moufette de denir),
mohair er. 1. Tiftik, Ankara keçisi kılı. 2. Tiftik

deux font quatre. Il fait moins dix). § A moins: 1.


Daha ucuza (On pourrait l'acheter à moins). 2.
Ufak bir nedenle (Il est furieux, on le serait à
moins). A moins de: -medikçe (Il ne l'accepterait
pas à moins d'un bon pourboire. İyi bir bahşiş
almadıkça bunu kabul etmez. On ne peut pas
parler ainsi, à moins d'être fou: İnsan deli
olmadıkça böyle konuşamaz). A moins que:
-medikçe,

-mezse,

meğer

ki...

-sin

(Nous

vous à moi: Aramızda, ikimiz arasında. Quant à


moi: Bana gelince; bana göre, kanıma göre,
kanımca.

resterons dimanche chez nous, à moins que le


temps s'améliore: Hava düzelmezse,
hava
düzelmedikçe pazar günü evde oturacağız. Pazar
günüevdeoturacağız, meğer ki hava düzelsin). Au
moins, du moins: Hiç olmazsa, en azından. A tout
le moins, pour le moins: Hiç olmazsa, en azından;
yine de (Vous auriez pu, à tout le moins, me
prévenir de ce contretemps. Cette attitude est pour
le moins désinvolte). Moins que rien: Önemsiz,
basit (Cette maladie est moins que rien). Moins...

moignon er. 1. Kesilmiş bir kol yada bacaktan kalan

moins...: Ne denli az... -se, o denli az... -lir

kumaş (Costume de mohair).


moi adıl. 1. Ben; beni, bana (Moi aussi, j'ai vu ce
film. Usez de moi comme il vous plaira. Obéissezmoi). 2. er. fels. Ben, "ene (Le
culte du moi.
L'unité du moi). 3. er. Bencilik (Le moi est
haïssable). § A part moi: İçimde, "derunumda. De

kısım
amputé).

(Les

moignons

d'un

manchot,

2. Güdük kalmış organ (Les

d'un

moignons

d'ailes des oiseaux marcheurs).


moindre s. 1. Daha az, daha düşük (Je l'ai acheté à

moindre prix. Un vin de moindre qualité). 2. Le


moindre, la moindre, les moindres...: En ufak, en
küçük, en düşük, en az (Le moindre effort lui
coûte. Je n'ai pas la moindre idée de ce qui s'est
passé. Fixer les moindres détails).
moindrement (le) bel. (Olumsuz fiillerle kullanılır)

Hiç ama hiç, hiç mi hiç (Il ne s'est le moindrement


étonné. Je n'ai pas le moindrement l'intention de
vous blesser).
moine er. 1. Keşiş (Les moines boudhistes). 2. hayb.
Bir cins fok balığı. 3. Yatak tandırı. 4. Basılmış bir
kâğıtta beyaz kalmış yer. § L'habit ne fait pas le
moine: Sarık sarmayla hoca olunmaz. Pour un

moine l'abbaye ne faut pas: Bir kişi eksilmekle


dünya batmaz. Bir er ölmeyinen ordu batmaz,

moineau er. 1. Serçe. 2. hlk. Herif (Vilain moineau,


sale moineau). § Brûler, tirer sa poudre aux
moineaux: Olanaklarını pisi pisine harcamak,
moinerie diş. 1. Keşişler, keşiş topluluğu. 2.
Keşiş anlayışı; manastır yaşamı, keşişlik,
moinillon er. Keşiş çömezi,

moins bel. 1. Daha az (Il travaille moins). 2. Moins


que: -den daha az (Il mange moins que toi. Tu es
moins riche que lui). 3. ad. Moins de: -den küçük,
küçük yaşta (Les moins de vingt ans: Yirmi yaştan
küçükler. Film interdit aux moins de seize ans). 4.
er. En az, en az şey (Le moins que l'on en puisse
dire, c'est qu'il a été bien maladroit). 5. Eksi işareti
(Mettez un moins). 6. ilg. mat. Eksi (Six moins
(Moins il travaille, moins il réussira: Ne denli az
çalışırsa o denli az başarı gösterir). D'autantmoins
que: -diği ölçüde; -diği için, -diğinden dolayı. En
moins de rien: A z sonra, kısa bir süre sonra, göz
açıp kapamadan, kaşla göz arasında. De moins en

moins: Git gide daha az (Il était de moins en moins


sûr qu'on puisse réussir). Encore moins: Daha da
az. Beaucoup moins: Çok daha az. Plus ou moins:
Azçok.Rienmoinsque:Hiç,hiç de(Ellen'estrien
moins que belle: Hiç de güzel değil). Rien de moins
que: Gerçekten, gerçekten de (Il n'est rien de
moins qu'un honnête: Gerçekten de namuslu bir
adam).
moins-perçu er. Alacak kalıntısı.
moins-value diş. 1. Eksik değer, değer eksilmesi;
değer düşmesi. 2. Değer ayrımı, "kıymet farkı,
moirage er. Balkıma, parlama, parlatma;
"harelenme, harelendirme,

moire diş. 1. Hareli kumaş (Robe de moire). 2.


Hare, parıltı, hareli görünüm (Des moires de vieil

or couraient le long des blés).


moiré, e s. 1. Balkımah, hareli (L'eau moirée de la
rivière. Etoffe moirée). 2. er. Harelenme, balkıma
(Le moiré métallique). 3. diş. Hareli kumaş,
moirer gçl. 1. Harelendirmek, parlaklık vermek

(Moirer de la soie au cylindre). 2. Işıltı vermek,


ışıltılı yapmak, harelendirmek (Le soleil

moirait

la mer).
moirure diş. Hare etkisi, harelilik.

mois er. 1. Ay (Le mois de mai. Le mois prochain, le


mois dernier). 2. Aylık, aylık ücret (Toucher son
mois). 3. Aylık kira; aylık borç (Il doit trois mois à
son propriétaire, au boucher). § Au mois: Aylık
911

moïse
olarak, aydan aya (Il est payé au mois). Au mois
de: -ayında (Il reviendra au mois de mars).
moise diş. Ağaç kuşak, kavrama,
moïse er. 1. Bebek sepeti, 2. (Büyük harfle) Musa
peygamber.
moiser gçl. Ağaç kuşakla, kavrama ile tutturmak,
bağlamak (Moiser une charpente).
moisi, e s. 1. Küflü, küflenmiş (Pain moisi). 2. er.
Küf (Enlever le moisi d'un fromage. Odeur de
moisi). § Sentir le moisi: Küf kokmak,
moisir gsz. 1. Küflenmek ( Ce pain a moisi), l.mec.
tkz. Beklemek, beklemekten canı çıkmak (On ne
va pas moisir ici toute la journée). 3. gçl.
Çürütmek, bozmak; küflendirmek
(L'humidité
moisit les raisins).
moisissure^. 1. Küflenme (La moisissure précède
souvent la décomposition). 2. Küf (Moisissure du
fromage, du vin, du vinaigre). 3. Küflenmiş kısım
(Enlever la moisissure d'un fromage).
moissine diş. Üzerindeki üzümlerle koparılmış
asma dalı.
moisson diş. 1. Ekini biçip kaldırma, orak, °hasat
(Faire la moisson à la main). 2. Hasat zamanı (La
moisson approche). 3. Ekin, ürün (Engranger la
moisson). 4. Une moisson de: Bir sürü, bir yığın

(Une moisson d'images, de souvenirs).


moissonnage er. (Ekini) Biçip kaldırma,hasatlama.
moissonner gçl. 1. Biçip kaldırmak (Moissonner du

blé, de l'orge. Moissonner un champ). 2.


Toplamak (Moissonner les roses de la vie) .3. mec.
Tırpanlamak,

yok

etmek,

biçip

ortadan

kaldırmak (La guerre, l'épidémie moissonnent les


vies humaines). § Moissonner des lauriers: Birçok
başarı elde etmek,
moissonneur, euse ad. 1. Orakçı, biçici, "hasatçı. 2.
diş. Orak makinası, biçer. § La moissonneusebatteuse: Biçerdöver. La moissonneuse-
lieuse:
Biçerbağlar.

moite s. Nemli (Chaleur, atmosphère

moite).

moiteur diş. Nem; nemlilik; ıslak; ıslaklık


mollesse
bénéfices moitié-moitié).
De moitié: Yarı yarıya
(Impôts réduits de moitié). A moitié chemin: Yarı
yolda. A moitié prix: Yarı fiyata. Etre de moitié
avec qn: -ile yarı yarıya ortak olmak. Etre pour
moitié dans qch: -de sorumluluğu büyük olmak,
-den büyük ölçüde sorumlu olmak. Faire moitié
-moitié: Yarı yarıya bölüşmek,
moitir gçl. Nemlendirmek; ıslatmak (Moitir le

papier).
moka er. 1. Moka kahvesi. 2. Çikolata yada kek
kokulu bir pasta,
mol —» mou
molaire diş. 1. Azı dişi. 2. s. Azı dişine değgin,
môle er. 1. Dalgakıran. 2. diş. hayb. Aybalığı (La

môle vit dans les mers chaudes).


moléculaires. Molekülsel, moleküle değgin (Poids

moléculaire).
molécule
Molekül,
molènedy. bitb. Sığırkuyruğu,
moleskine diş. 1. Pamuk kadife. 2. Deri taklidi bez.
molester gçl. 1. Hırpalamak, örselemek, canını
yakmak (La foule a molesté le voleur). 2. Rahatsız
etmek, başını ağrıtmak, bunaltmak,
molette diş. 1. (Boya ezmek için) Mermer el. 2.
Mahmuzun dişli tekerleği. 3. (Birçok işler gören)
Dişli tekerlek (La molette d'un briquet).
moliéresque s. Molière tarzında,
molinisme er. Molina adlı papazın kurduğu
mezhep; molinacılık.
moliniste s. ve ad. Molinacı, Molina mezhebinden
olan.
molinosisme er. Molinosçuluk, Molinos adındaki
tanrıbilimcinin kurduğu mezhep,
molinosiste s. ve ad. Molinosçu, Molinos mezhebi
yanlısı.
mollah, mullah er. Ar. Molla,
mollard er. tkz. Balgam.
mollasse s. 1. Gevşek, sölpük (Des chairs
mollasses). 2. mec. Ölük, ölgün, cansız, ruhsuz

(La

(Une grande fille mollasse). 3. diş. yerb. Molas,

moiteur dufrontd'unmalade.
Lamoiteur de l'air).
moitié diş. 1. Yarı (Cinq est la moitié de dix. La
moitié d'une pomme, d'une vie. La première
moitié du vingtième siècle). 2. tkz. (Kocaya göre)

karbonatlı kumtaşı.
mollasserie diş. 1. Gevşeklik, sölpüklük. 2. mec.
Ölgünlük, cansızlık, ruhsuzluk,
mollasson, ne s. vead. tkz. Uyuşuk, mıymıntı,
mollement bel. 1. Gevşekçe, gevşek bir şekilde,
uyuşuk uyuşuk (Travailler mollement). 2. Yavaş
yavaş, dingin dingin, tembel tembel (Le fleuve

Kan, köroğlu, kaşık düşmanı. § A moitié: Yarı


yarıya; yansına kadar (Un verre rempli à moitié).
A moitié... à moitié...: Yarısı... yarısı...
(Fonctions à moitié civiles, à moitié militaires).
Moitié... moitié...: Yarısı... yansı... (Un groupe
de touristes moitié Français, moitié Anglais).
Moitié-moitié: 1. tkz. Eh, şöyle böyle (Etes-vous
content de votre voyage? -Moitié-moitié). 2. Yarı
yarıya, yansı derecesinde (Partageons
les

coule mollement).

§ S'étendre mollement: Sere

serpe uzanmak,

mollesse diş. 1. Yumuşaklık (La mollese de l'argile,


d'un visage). 2. Gevşeklik, cansızlık, ölgünlük
(La mollesse d'un enfant paresseux). 3. mec. Aşırı
hoşgörürlük, aldırmazlık. 4. mec.
Zevke
mondain

912

mollet

hemen, anında, derhal. Par moments: Zaman

düşkünlüğün verdiği yumuşaklık, "rehavet,


mollet er. Baldır.

zaman. N'avoir pas un moment à soi: Bir saniye

mollet, te s. Yumaşacık (Lit mollet, pain mollet) §

boş zamanı olmamak, başını kaşıyacak vakti


olmamak. Ne pas trouver un moment pour f. qch:

Oeuf mollet: Rafadan yumurta,

-mek için zaman bulamamak,

molletière diş. Dolak.


molleton er. Yün yada pamuktan yumuşak kalın

d'électricité

kumaş.
molletonné,e s. Yumuşak yünlü ile astarlanmış
(Gants

a été

momentanément bel. Geçici olarak, bir süre için (Il


momerie

diş.

arrêté dans son

1.

(Eğlenmek

yapılan)

İkiyüzlüce erdemlilik taslama, erdem gösterişi

mollo bel. hlk. Yavaşça, usul usul, yavaş yavaş,


mollir gçl. 1. Yumuşatmak (Mon grand mal de pitié
mollirait une roche). 2. den. Gevşetmek
un cordage).

(Mollir

3. gsz. Yumuşamak (Je sens le sol

sous mes pas).


yumuşamak

(Le

4. gsz.

vent

mollit).

mec.

Yatışmak,

5. gsz.

mec.

(Les momeries

de

l'Eglise).

momie diş. 1. Mumya (La momie de Ramsès.


resté figé comme

une momie).

kimse. 3. mec. Ölük, cansız, gayretsiz kimse. 4.


mec. Geri kafalı, örümcek kafalı kimse,

Gevşemek, dayamklığım yitirmek ; azalmak (Son

momification diş. Mumyalama,


momifier gçl.

mollusque er. hayb.


Yumuşakçalar.

mollit).

1. Yumuşakça. 2. er.

3.

mec.

Sümüklüböcek

ç.
gibi

Il est

2. mec. Kara kuru

courage mollit. La résistance de l'ennemi


1. Mumyalamak.

2. mec.

Çok

zayıflatmak, mumyaya çevirmek, bir deri bir


kemik

bırakmak.

Se

momifier:

1.

Mumyalaşmak. 2. mec. Zayıflamak, arıklaşmak;

adam.
molosse er. Çoban köpeği, bekçi köpeği. § Molosse

bir deri bir kemik kalmak,


momordique diş. bitb. Eşekhıyarı.

rouge: Kırmızı buldog yarasası,

mon, ma, mess. (İyelik sıfatı, mon tekil eril, ma tekil

molybdène er. kim.

Molibden,

molysmologie diş.

Çevre kirlenmesiyle uğraşan

dişil, mes her ikisinin de çoğulu) Benim... -im


(Mon frère: Kardeşim.

bilim.
môme er. 1. tkz. Çocuk, piç kurusu. 2. diş.

hlk.

bons moments

un moment.

Les

de la vie). 2. Zaman (Il lit à ses

perdus).

frères: Kardeşlerim.
Ma maison:

Mes maisons:

Evim.

Mes

Evlerim).

monacal, e s. Keşişlere değgin, keşişlere özgü

Kadın; sevgili, aftos,


moment er. 1. A n , lâhza (Attendez

3. Şimdiki zaman.

§ Au

moment de: -esnasında, sırasında (Au moment


l'accident,

travail).

için

Maskaralık, şaklabanlık. 2. Gülünç tören. 3.

astarlamak.

moments

panne

momentanée).

est momentanément

molletonnés).

molletonner gçl. Yumuşak kalın astar geçirmek,

mollir

momentané, e s. Bir anlık, geçici, kısa (La

il regardait par la fenêtre).

de

Au moment

(Mener une vie

monacale).

monachisme er. Keşişlik.


monade diş. fels.
(Leibniz'in dizgesinde) Monat;

asıl var olan yalın, etken ve bölünmez ruhsal öz.


monadisme er. fels. Monatçılık,

de f. qch: 1. -diği anda, -ken (Au moment de partir,

monadologie diş. fels. Monatçılık,

il s'aperçut qu'il oubliait son portefeuille).

monarchie diş. Monarşi, hükümdarlık yönetimi,

2. -mek

üzere, -meşine kıl payı kalmış (C'était un


d'évasion

qui était au moment

complot

de réussir).

Au

moment où, au moment que: -diği anda (Il m'a


rencontré
magasin.

au

moment

Au moment

où j'entrais

dans

que la guerre éclata,

un
ils

*tekerki, "tekerklik.
monarchique s. Monarşiye değgin, hükümdarlık
yönetimine değgin "tekerkil,
monarchisme er. Hükümdarlık yönetimi yanlılığı
"tekerkçilik.

étaient à Paris). A c e moment-là: O anda, o sırada.

monarchiste

A un moment donné: Bir ara, bir aralık. A tout

*tekerkçi.
moment,

tous

moments:

Her

an;

durmamacısına. A aucun moment: Hiçbir an. De


moment en moment: Düzenli aralıklarla. Du
moment que: Madem ki, -diğine göre
moment

que vous vous connaissez,

je ne

(Du
vous

présente pas). D'un moment à l'autre: A z sonra,


nerdeyse. Dans un moment: Hemen, şimdi. En ce
moment: Şu anda. Un moment: 1. Bir dakika, bir
dakika bekleyin. 2. Bir dakika beni dinleyin. Pour
le moment: Şimdilik. Sur le moment: O anda,

s.

ve

ad.

Hükümdarlık

monarque er. Hükümdar (Monarque


monastère

er.

Manastır

(Se

retirer

yanlısı

absolu).
dans

un

monastère).
monastique s. Keşişlere değgin; manastıra değgin
(Une vie monastique.
austérité

L'architecture

monastique,

monastique).

monceau er. 1. Yığın, küme (Des monceaux


morts).
monceau

de

2. mec. Bir çok, bir sürü, bir yığın (Un


d'erreurs).

mondain, e s. i . Dünyasal, bu dünyayla ilgili,


913

mondanité
dünyalık

(Plaisirs

mondains).

2.

Yüksek

monnaie

mondial,es. 1. D ü n y a ölçüsünde, dünya çapında

sosyeteye değgin, kibarlar alemiyle ilgili (La vie

(Réputation

mondiale).

mondaine.

(Actualités

mondiales).

Donner une soirée mondaine).

3. s. ve

2.

Dünyaya

değgin

ad. Y ü k s e k sosyeteden; yüksek sosyeteyle düşüp

mondialement bel. D ü n y a c a , dünya çapında,

kalkan (Il connaît

mondialisation

les mondains.

Un

peintre

mondain).
mondanité diş. 1. (Din) Dünyasal yaşama bağlılık.
2. f. Y ü k s e k sosyete yaşamı (Aimer,

fuir
mondanités).

Sosyete

3.

(Gazetelerde)

les

dedikoduları sütünü (On voyait tous les jours leur


nom dans les

*Dünyacalaştırma;

dünya

monde).

2. Dünya, acun (Création

Faire le tour du monde).


méchant).

3. İnsanlar

du

le

monde.

(Lemondeest

4. Toplum (Le monde


socialiste).

5. Çevre (Le

capitaliste,

le

monde

des

affaires. Le monde des lettres, de l'art). 6. Dünya


yaşamı (Renoncer

mondialiser gçl. D ü n y a c a l a ş t ı r m a k , dünya çapında


kılmak.
mondifıer gçl. hek.
ulcère, une

au monde).

7. mec.
Dünya,

"âlem (Le monde du silence). 8. Kalabalık (Ily a


du monde dans les magasins aujourd'hui).

9. Biri,

birileri, kimse (Est-ce qu'il y a du monde dans le

Monème

grammatical:

yüksek

toplum,

"sosyete (Se lancer dans le monde.

yüksek

Femme

du

monde).

§ Tout le monde: Herkes. Le grand

monde:

Kibarlar topluluğu,

yüksek "sosyete (Fréquenter

yüksek

yaratık.
monétaire s. * Parasal, paraya değgin

(Systèmes

monétaires).
monétiser gçl.

Paraya çevirmek,

getirmek (Monétiser

un

para

haline

métal).

1. Moğol. 2. er. Moğolca,


ne

s.

mongoliennes).

1.

Moğolyalı

2. s.

ve ad.

(Populations

hek.

Moğolluk

hastalığına değgin; moğolluk hastası,


mongolique s.
(Régions

Moğolya ve Moğollara

mongoliques.

Oeil, race

değgin

mongolique).

monde).

mongolisme er. Moğolluk; çekik gözlü, yarık dilli,

L'Ancien Monde: Eski Dünya, Asya, Avrupa,

basık kafalı ve yumuşak kemikli bir yapıyla

Afrika.

birlikte ortaya çıkan doğuştan bir geri zekâlılık

Le

Nouveau

le grand

tabaka,

Monème

monère diş. Hayvanla bitki arasında tek hücreli

mongolien,
topluluğu,

Biçimbirim.

lexical: Sözlükbirim.

mongol,e s. vead.

11.

Monakolu. Monako ve

monème er. dilb. 1. Anlambirim. 2. Biçimbirim. §

kimseler (Son monde

lui est très dévoué).

un

M o n a k o l u l a r a değgin,

salon). 10. Hizmetçiler, adamlar, yanında çalışan


Kibarlar

Temizlemek (Mondifier

plaie).

monégasque s. ve ad.

mondanités).

monde er. 1. Evren (Les lois qui gouvernent

monde

diş.

çapında kılma,

Monde:

Yeni

Dünya,

Amerika. Le demi-monde: Kibar fahişeler âlemi.


L'autre monde: Öbür dünya. Le petit monde:
Halk tabakası. A la face du monde: Herkesin gözü

türü.
monisme er. fels.

Bircilik, tekçilik, "vahdetiyye,

"monizm,
önünde, açıkça. Au bout du monde: Çok uzakta,

moniste s. vead. fels. Birci, tekçi,

dünyanın öbür ucunda. Depuis que le monde est

moniteur, trice ad. 1. Yol gösterici, ışık tutucu,

monde: Dünya kurulalıdan beri; dünya dünya

öğretici. 2. Çalıştırıcı, öğretici (Moniteur

olalı. Pas le moins du monde: Hiç de, asla, hiçbir

d'auto-école.

zaman; hiç de öyle değil. Pour rien au monde:

vacances).

Asla, hiçbir zaman. Aller, passer dans l'autre

Monitrice

d'une

de ski,

colonie

de

monition diş. 1. Kilisece verilen kınama cezasından

monde: Ölmek, öbür dünyaya göçmek, öbür

önce

dünyayı boylamak. Avoir des idées de l'autre

soruşturma mektubu yayımlaması,

yapılan

uyarma.

2.

Kilise

yargıcının

monde: Pek tuhaf düşünceleri olmak. Envoyer,

monitoire er. Bir olay üzerindeki bilgilerini sunması

expédier qn dans l'autre monde: -i öldürmek,

için bir kilise yargıcı tarafından birine yazılan


öbür dünyaya yollamak. Faire de qch un monde: -i
gözünde çok büyütmek. Faire tout au monde

soruşturma mektubu,
monnaie diş. 1. Para, akçe, sikke (Monnaie

d'or,

pour: -için elinden ne gelirse yapmak. Mettre qn

d'argent).

2. Harçlık (Je n'ai pas un sou

au monde: Doğurmak. N'être plus de ce monde:

monnaie).

§ Fausse monnaie: Kalp para, sahte

Ölmek, göçüp gitmiş olmak. Venir au monde:

para (Fabriquer

Doğmak, dünyaya gelmek.

monnaie: Darphane. Monnaie fiduciaire: Kâğıt

mondé,

e s.

Ayıklanmış,

temizlenmiş

(Orge

Hôtel de

para. Monnaie métallique: Madeni para. Petite


monnaie: Bozuk para. Battre monnaie: 1. Para

mondée).
monder gçl. A y ı k l a m a k , temizlemek (Monder
l'orge, des raisins

de la fausse monnaie).

de

secs).

de

basmak. 2. mec.

Çok para kazanmak, para


kırmak. Faire de la monnaie: Para bozdurmak.
914

monnaie-du-pape

Faire la monnaie de qch: -i bozuk para yaptırmak,


bozdurmak (Faire à la banque

la monnaie

d'un

billet de cinq cents francs). Payer qn en monnaie de

monoprix
monolinguisme er. Tekdillilik, tek bir dil konuşma,
tek dil bilme,
monolithe s. 1. Tekparça taştan, "yekpare taştan

singe: 1. Birinin isteğini yerine getirecek yerde

(Colonne

onunla

tekparçataş anıt.

alay

etmek.

2.

(Alacaklıyı)

Lâfla

monolithe).

2.

er.

Tekparçataş;

savsaklamak. Rendre à qn la monnaie de sa pièce:

monolithiques. Tek parçadan oluşmuş, tekparça.

-e misillemede bulunmak, misilleme yapmak,

monolithisme

monnayable s. 1. Para haline getirilebilir, para


olarak basılabilir (Des métaux monnayables).
Paraya çevrilebilir (Un bien

2.

gçl.
1.

çevirmek,

paraya

un terrain, un bien). 2.

Para olarak basmak (Monnayer


vaisselle

parçadan

oluşmuşluk,

monologue er. 1. Monolog. 2. Kendi söyleyip kendi


dinleme; kendi kendine konuşma,
Monolog söylemek,

Paraya

dönüştürmek (Monnayer

Tek

monologuer gsz. 1. Kendi kendine konuşmak. 2.

monnayable).

monnayage er. Para basma,


monnayer

er.

tekparçalık.

monnaie-du-pape diş. Ayçiçeği,

de l'or, de la

d'or).

monomane, monomaniaque s. ve ad. Tek bir konu


delisi.
monomanie diş. Tek bir konu deliliği; tek bir konu
üzerinde toplanan delilik,

monnayeur er. Para basıcı, para basma işçisi. § Faux

monôme er. 1. mat.


Eğlence

monnayeur: Kalpazan,

geçidi;

Tek verimli, bir üyeli. 2.


(Liseyi
bitiren

öğrencilerin

monocellulaires. Tekhücreli.

sokaklarda şarkı söyleyerek yaptıkları) Art arda

monochrome s. Tekrenkli.

tek sıra halinde yürüyüş ( L e monôme

monochromie diş. Tekrenklilik.

interdit cette année à Paris. Formez

monoblocs, veer. Tekgövde.

formez!).

monocle

er.

Tekgözlük,

monométalisme er. Sikkelerde yalnız altın yada

(Instrumentmonocorde).

monométalistes. vead. Sikkelerde yalnız altın yada

(Porter

gümüşü ölçü alma.

monocordes. 1. Tektelli

2. mec. Tekdüze, tekdüzenli, "monoton. 3. er.

gümüşü ölçü alan (Pays

monométaliste).

monomètres, ed."Tektartılı

Tektelli saz.
monocotylédone s. bitb. 1. Tekçenekli, birçenekli.
monoculaire

s.

monomoteur,

trice s.

monomoteur).
2. diş. ç. Tekçenekliler.
Tekgözlü

(Microscope

(Poèmemonomètre).

1. Tekmotorlu

monoculture diş.

Tek cins ürüne dayalı tarım

du riz, du

mononucléaires, veer. Tekçekirdekli.


monophasé, e s . Tekevreli, tekfazh.
monoplace s.

tabac).

monocycle s. 1. Tek tekerlekli. 2. er. Tek tekerlekli

monoplace).

1. Tek

kişilik

(Voiture,

monogamie diş. 1. Tekeşlilik; tek karılılık; tek


Tekeşliliğe

(L'erreur

1. Tekel, "inhisar (L'Etat

a le

des tabacs). 2. Yalnız birine özgü şey


n'est pas le monopole

des imbéciles).

Prendre qch sous son monopole: -i kendi tekeline

kocalılık. 2. bitb. Birevciklik.


s.

monopole er.
monopole

bitb. Birevcikli.

dayalı
(Famille

almak.
monopoleur, euse s. ve ad. Tekel kurmuş, rakipsiz

monogamique).
monogramme er. Bir adın birkaç harfinden yada baş

satıcı (Trust

monopoleur).

monopolisateur, trice ad. Tekelleştirici.

harflerinden oluşturulmuş marka,


monographie diş. *Özülge, "tekyazı, monografi;
bilim kollarından birinin özel bir konusu yada bir

monopolisation diş. Tekelleştirme,


monopoliser

gçl.

1.

Tekele

almak,

kişinin mesleği, yaşamı gibi herhangi bir özelliği

bulundurmak, "tekelleştirmek 2. mec.

üzerine yazılan inceleme,

tekeline almak (Il monopolise

monoïdéisme er. fels. Tekdüşüncelik, tekdüşünlük.

monopolisme er. Tekelcilik,

monoïques, bitb. Birevcikli, tekevcikli.

monopolistes, vead.

Yalnız alt kısmı bulunan

mayo,

monokini.
monolingue s. Tekdilli, tek dil konuşan, tek dil
bilen.

avion

2. ad. Tek kişilik taşıt,

monoplan er. Tekdüzlemli uçak.


velosipet.
monogame s. 1. Tekeşli; tek karılı, tek kocalı. 2.

monikini er.

(Avion

2. er. Tekmotorlu uçak.

monopétales, bitb. Tek taçyaprakli.

monoculaire).

monogamique

monôme,

le

"monokl

monocle).

(Monoculture

du bac a été
le

le

tekelde
Kendi

patriotisme).

Tekelci (Un groupe

financier

monopoliste).
monopolistiques. Tekele değgin, tekelciliğe değgin
(Le capitalisme

monopolistique).

monoprix er. Malların sabit fiyatlarla satıldığı


915

monopsone
büyük mağaza,
monopsone er. Tek alıcılık, alıcı tekeli,
monopteres. Teksırasütunlu
(Templemonoptère).
monorail s. 1. Tekraylı (demiryolu). 2. Tek ray
üzerinde çalışan asma vagon,
monorimes, ed. Tekuyaklı, tek "kafiyeli,
monosépale s. bitb. Tek çanakyapraklı (Fleurs
monosépales).
monosperme
s.
bitb.
Tektohumlu
(Fruit
monosperme).
monosyllabe s. dilb. 1. Tekheceli. 2. er. Tekhece;
tekheceli sözcük (Répondre par
monosyllabes).
monosyllabique s. dilb.
Tekheceli
(Langue
monosyllabique).
monosyllabisme er. Tekhecelilik.
monothéique s. Tektanrısal; tektanrıcılığa değgin
(Croyances
monothéiques).
monothéisme er. Tektanncihk; tek Tanrıya tapma,
monothéiste s. ve ad. Tektanrıcı, tek Tanrıya tapan
(Peuple
monothéiste).
monotone s. 1. Tekdüze, tek düzenli, monoton
(Chant monotone). 2. mec. Bıktırıcı, usandırıcı.
3. Hep aynı, hiç değişmeyen, renksiz ve kabartısız
(Une vie monotone, un paysage
monotone).
monotonie diş. 1. Tekdüzelik, tek düzenlilik,
monotonluk. 2. Bıktırıcılık, usandırıcılık. 3. Hep
aynılık, hiç değişmezlik,
monotrème s. ve er. hayb. 1. Tekdelikli. 2. er. ç.
Tekdelikliler.
monotype er. 1. Tekbaskı. 2. (Basımcılıkta)
Monotip, harfleri tek tek oluşturan dizgi ve
döküm makinesi,
monovalent, e s. kim. Tek bileşme değerli,
tekdeğerli.

monseigneur er. 1. Monsenyör. 2. Hırsız


maymuncuğu,
monsieur er. 1. Bay (Bonjour, monsieur Paul). 2.
(Eskiden Fransa'da) Kralın küçük erkek kardeşi.
3. Beyefendi (Monsieur devrait accepter). 4. Sayın
(Monsieur le Ministre, monsieur le Maréchal). 5.
Önemli kişi, kodaman (C'est un monsieur) .6. tkz.
Adam, kişi, herif (Un vilain monsieur, un joli
monsieur). | Prune de monsieur: Bir cins erik,
beyeriği. Faire le monsieur, faire le gros monsieur:
Büyüklük
takınmak.

taslamak,

büyük

adam

pozları

monsignor, monsignore er. Yüksek aşamalı papaz,


monstrance diş. 1. Kiliselerde şaraplı ekmek kabı.
2. Kutsal eşya mahfazası,
monstre er. 1. Aykırı yaratık, anormal yaratık
veaux à deux têtes, les moutons à cinq pattes
des monstres). 2. Dev, canavar, ejder. 3.
çirkin kimse, gudubet (Elle est louche, enfin

(Les
sont
Çok
c'est

montagne
un monstre). 4. Hayvan gibi adam, canavar,
korkunç adam, acıma nedir bilmeyen kimse (Tu
es un monstre avec les autres. Un monstre de
cruauté).
5. s. tkz. Kocaman, çok büyük,
koskocaman (Son discours fit un effet monstre).
monstrueusement bel. (Olumsuz anlamda) Aşırı,
çok, son derece, aşırı derecede, şaşılacak
derecede (Elle est monstrueusement
laide).
monstrueux, euse s. 1. Canavar yapısında, aykırı
yaradılışlı, doğaya aykırı, tuhaf biçimli ( Un enfant
monstrueux).
2. Canavarsı, canavarı andıran;
korkunç (Elle est d'une laideur monstrueuse).
3.
Kocaman, koskocaman (Le navire est désemparé
par une mer monstrueuse). 4. Korkunç, iğrenç,
ürkünç, ürkü verici (Des idées monstrueuses. Un
crime monstrueux).
5. (Olumsuz anlamda)
Usalmaz, şaşılacak,
monstruosité diş. 1. Yaradılış aykırılığı (La
polydactylie
est
une
monstruosité).
2.
Canavarsıhk, canavarı andırma. 3. Korkunçluk,
ürkünçlük (La monstruosité
d'un crime). 4.
Kocamanlık, aşırı büyüklük,
mont er. Tepe, tek olan dağ (Le mont Blanc. Les
monts d'Auvergne).
§ Mont de la table: gökb.
Masa takımyıldızı. Par monts et par vaux: Dere
tepe aşarak, ülkenin her yanına giderek, bütün
ülkeyi dolaşarak; her yandan, her yönden, şurdan
burdan, şuraya buraya. Etre sans cesse par monts
et par vaux: Sürekli gezide olmak, ha bire dolaşıp
durmak. Promettre monts et merveilles:
Olmayacak vaatlerde bulunmak,
montage er. 1. Kurma, çatma, kurup takma
(Montage
d'une
tente,
d'un
moteur).
2.
(Sinemacılıkta) Kurgu,
montagnard, es. vead. 1. Dağlı; dağ adamı (Peuples
montagnards.
Un montagnard).
2. Fransız
Devrimi'nde Robespierre'in etrafında toplanan
meclis üyelerine verilen ad. 3. s. Dağa değgin,
dağla ilgili, dağda geçen (Une vie montagnarde).
montagne
1. Dağ (Escalader une montagne. Un
village construit au pied de la montagne). 2. mec.
Une montagne de:Bir sürü, bir yığın, dağ gibi...
(Une montagne de livres) § Grand comme une
montagne: Dağ gibi, kocaman. Faire battre des
montagnes: Herkesi birbirine katmak, her yere
fitne sokmak, çok karıştırıcı olmak (Il ferait battre
des montagnes). Se faire une montagne de qch: -i
çok abartmak, gözünde büyütmek. Soulever les
montagnes: Büyük güçlüklerle karşı karşıya
bulunmak, işi çok güç olmak. C'est la montagne
qui accouche d'une souris: Dağ fare doğurdu. Il
n'y a que les montagnes qui ne se rencontrent pas:
Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
916

montagnette
montagnette diş. Küçük dağ, tepecik,
montagneux, euse s. Dağlık (Pays

montagneux,

région
montagneuse).
montant
er.
1.
(Sehpalarda,
dayama
merdivenlerinde, pencere ve kapılarda) Dikme,
yan ve dik kısım (Montant d'une fenêtre,
d'une
échelle).
2. (At başlığında) Yanak kayışı
(Montant de bride). 3. (Bir hesapta) Toplam,
tutar (Le montant des frais, de l'impôt). 4. (Tat ve
kokuda) Sertlik, yakıcılık (Donner du montant à
une sauce. Vin qui a du montant).
5. Deniz
kabarması. 6. mec. Çekicilik, dirilik, canlılık (Elle
a du montant).
montant, e s. 1. Yükselen; kabaran (Marée
montante, bateau montant). 2. Yükselerek giden,
çıkıcı (Gamme montante). 3. Yokuşlu (Chemin
montant).
mont-blanc er. Kestaneli pasta, kestaneli krema,
mont-de-piété er. Emniyet sandığı; rehin karşılığı
borç veren kurum (Engager sa montre au montde-piété).
monte diş.
1. Ata biniş (Monte
adroite,
défectueuse).
2. (Evcil hayvanlarda) Aşma,
çiftleşme (Mener une jument à la monte).
3.
(İpekböceği için) Askıya çıkış, dallara çıkış,
monte-charge er. Yük ağıncağı, yük "asansörü,
monté, es. (Bir şeyi) Çok olan (Il est monté en habit:
Giysileri çok, çok giysisi var). § Coup monté:
Düzen, dolap, dümen, gizlice hazırlanmış oyun.
Monté en couleur: Yanık tenli, koyu esmer
(Paysans montés en couleur). Soldat monté: Atlı

asker. Etre bien monté, mal monté: İyi bir atı


olmak, kötü bir atı olmak,
montée diş. 1. Yokuş, bayır (Une montée
abrupte).
2. Çıkma, artma, yükselme (La montée des prix,
de la température). 3. Çıkış, yükseliş (Montée d'un
avion, d'un ballon). 4. Yukarı çıkarma, taşıma (Il
surveilla la montée de ses valises dans sa chambre).
5. Yukarı tırmanma, tırmanma, çıkma (La
montée d'une côte. La montée a été pénible,
reposons-nous).
monténégrin, e s. ve ad. Karadağlı,
monte-en-l'air er. hlk. Dolandırıcı; hırsız, ev
soyucu.
monte-plats er. Yemek ağıncağı, yemek "asansörü,
mutfak asansörü,
monter gsz. 1. Çıkmak (Monter dans sachambre, au
grenier, sur une chaise, par l'ascenceur, sur un
arbre. Le député monte à la tribune. Le prêtre
monte à l'autel). 2. Binmek (Monter à cheval, à
bicyclette. Monter en voiture, sur le bateau). 3.
Gitmek, -kadar uzanmak (Monter à Paris). 4.
Yükselmek, kabarmak; taşmak (La mer montait.

monter
Le lait monte sur le feu). 5. Yükselmek, artmak
(Les prix montent. La température monte. La
fièvre monte). 6. Monter f. qch: -meye çıkmak,
çıkıp -mek (Il monte se coucher). 7. Monteràqch:
Toplam olarak -e varmak, -e çıkmak, erişmek
(Les frais ont monté à plusieurs milliers de francs).
8. Monter de: -den çıkmak, yükselmek, gelmek
(Le brouillard monte de la vallée. Les bruits qui
montent de la rue). 9. Ata binmek (Il monte bien).
10. gçl. -i çıkmak (Monter les marches
d'un
escalier. Monter une côte, une rampe). 11. gçl. -e
binmek (Monter un cheval) 12. gçl. -e aşmak,
-binmek, -ile çiftleşmek (L'étalon qui monte une
jument). 13. gçl. Çıkarmak (Monter une malle au
grenier). 14.gçl. Yükseltmek,çıkarmak (Monter
la mèche d'une lampe). 15. Kurmak, çatmak
(Monter une tente). 16. Kurgusunu yapmak,
kurgulamak (Monter un film).
17. Takmak
(Monter un diamant sur une bague). 18. Hale yola
koymak (Monter une affaire, une entreprise). 19.
Gizlice hazırlamak, düzenlemek (Monter
un
complot).
20. gçl.
Kışkırtmak,
kafasını
doldurmak (Onlemontecontremoi).
21. Sahneye
koymak, sahnelemek (Monter une pièce de
théâtre). 22. Donatmak, gerekli her şeyini
sağlamak (Monter
un cavalier. Monter
son
ménage, sa maison). § Se monter: 1. Çikdmak,
tırmanılmak (Cet escalier se monte facilement).
2.
Se monter en: -bakımından tüm gereksinimlerini
sağlamak, donatımını yapmak (5e monter en
linge, en livres). 3. Kızmak, kafası bulanmak,
tepesi atmak. 4. Se monter à: -e çıkmak, erişmek,
varmak, yükselmek (Les frais se sont montés à
mille francs). § Monter à la butte: Asılmak, ipe
çekilmek, giyotine gitmek. Monter à l'échelle:
İşlemek, yutmak, şakayı ciddi sanmak. Monter à
la tête: Baş döndürmek, başına vurmak (Le vin
m'a monté à la tête). Monter au capitole: Büyük bir
yengi kazanmak. Monter au pinacle: Yüksek bir
duruma geçmek. Monter au septième ciel: (Bir
kadınla)
Cinsel
eylemde
bulunmak,
düdüklemek, çatıya çıkmak. Monter aux nues:
Öfkelenmek, küplere binmek, çileden çıkmak.
Monter comme une soupe au lait: Çok çabuk
sinirlenmek, osuruğu cinli olmak. Monter d'un
cran: Çok kazanmak, çok kâr etmek. Monter en
amazone: Ata yan binmek, iki ayağı aynı yana
gelecek biçimde binmek. Monter qch en épingle:
İyice belirtmek, apaçık göstermek, önüne
sermek. Monter en flèche: Dosdoğru dikine
çıkmak, ok gibi çıkmak; çok çabuk yükselmek.
Monter en grade: Yükselmek, "terfi etmek.
Monter en graine: Evde kalmak, evlenememek,
917

monteur

monumentalité

tohuma kaçmak. Monter la garde: Nöbet tutmak,

(Le panneau

nöbete çıkmak. Monter la tête à qn: -in kafasını

Anlatmak, açıklamak, betimlemek (Ce

doldurmak, -i kışkırtmak, kurmak. Monter le

montre

coup à qn: -i kandırmak, aldatmak, mandepsiye

Göstermek, ortayakoymak (Montrer

bastırmak. Monter le j o b à qn: -in başına çıkmak,

de la mauvaise

yüz verince astar istemek. Monter sur le billard:

Birine bir şey göstermek (Montrer le chemin à un

Ameliyat geçirmek, ameliyat masasına yatmak.

étranger),

Monter sur le chameau: Muayene

montré

masasına

montre

la direction de la sortie). 3.

la vie sous

un jour

humeur).

livre

très sombre).

4.

ducourage,

S. Montrer qch à qn: a)


b) Birine karşı ...göstermek (Je lui ai
mon

affection),

c) Birine ...öğretmek

çıkmak, oturmak. Monter sur les planches:

(Montrer le piano à une petite fille). 6. Montrer à

Sahneye çıkmak, tiyatroda oynamak. Monter sur

qn à f . qch: Birine -meşini öğretmek ( M o n t r e r à un

le Parnasse, monter sur Pégase: Şiir ile uğraşmak,

enfant

şair olup şiir yazmak, mısra düzmek. Monter sur

chauffe: Kim olduğunu, neler yapabileceğim

ses ergots: Horozlanmak, kabardıkça kabarmak.

göstermek. Montrer qn du doigt: -i tefe koymak,

Monter sur ses grands chevaux: Öfkelenmek,

-ile açıktan açığa alay etmek. Montrer le bout de

küplere

l'oreille: Kendini ele vermek, ne m e n e m şey

binmek,

heyheyleri

tutmak,

ateş

à écrire).

§ Montrer de quel bois on se

püskürmek. Monter sur son dada: D ö n ü p dolaşıp

olduğunu

aynı konuya gelmek, ne edip edip sözü hep sevdiği

olduğunu göstermek. Montrer le haut de son nez:

ve bildiği konuya getirmek. Monter un bateau à

A t e ş almaya gelmiş gibi bir görünüp gidivermek.


qn: -i hiç inanılmayacak bir şeye inandırmak, -e

Montrer les cornes: Direnme göstermek, karşı

bir palavra yutturmak. Monter un canular: Bir

koyacağını belirtmek, dayanmak. Montrer les

balon uçurmak, yanlış haber yaymak. Monter une

dents à qn: -e diş göstermek, sırtarmak, gözdağı

garde à qn: -i iyice azarlamak, haşlamak. Monter

vermek. Montrer ses griffes: Dişlerini göstermek,

une scie à qn: -i hep yineleyerek canını sıkmak,

gözdağı vermeye kalkışmak. Montrer les talons:

kabak tadı vermek,

Kaçmak, cızlam etmek, tabanları yağlamak.

monteur, euse ad. 1. Takıp kuran, kurup çatan,


takıcı, kurucu, çatıcı. 2. Ustabaşı

(Monteur

patte

blanche:

monticule er. 1. Tepecik, küçük tepe, küçük dağ. 2.


Yığın (Monticule

de

pierres).

montjoie er. (Yol işareti yada anıt olarak konmuş)

en ta compagnie).
belli

olmak

impuissante).

Gösterilebilir,

çıkarılabilir (Tu n'es guère

insan

karşısına

est arrêtée).
répétition: Çalar cep saati.

l'heure à

§ Montre à

Montre-bracelet:

Bilezik saat, kadın kol saati. Montre en main:


Dakikası dakikasına, tam tamına (J'ai mis

vingt

minutes montre en main pour aller à la gare).


montre diş. 1. (Dükkân önünde) Sergi (Mettre les
en montre).

aime la montre).

2. mec.

Gösteriş (Il

§ Pour la montre: Gösteriş için,

gösteriş olsun diye. Faire montre de qch: -i


göstermek,

gösteriş

için

ortaya

sergilemek (Il fait montre de ses

dökmek,

connaissances).

montre-bracelet diş. Bilezik-saat; kadın kol saati,


montrer gç/. 1. Göstermek (Montrer son
les étoiles).

3. ...olduğu ortaya çıkmak,

(La

çıkmak (lln'aqu'àse

médecine

s'est

montrée

Kendini göstermek,
montrer pour être
ortaya

applaudi).

montreur, euse ad. Oynatıcı, gösterici

(Montreur

marionnettes).

monture diş. 1. Binek, binek hayvanı


sa monture).

montrable).

montre diş. Cep saati; kol saati (Regarder

marchandises

toujours

montueuse).

montoir er. Binek taşı.

Ma montre

temiz

montueux, euses. İnişli çıkışlı (Istanbul est une ville

montmorency diş. Bir cins vişne,

sa montre.

Geçmişinin

2. ...olduğunu göstermek (Se

4.

d'ours, de

Taş yığını,

5.

bayraktar

olduğunu kanıtlamak, iyi niyetine inandırmak. §

montrer courageux).

balonu.
monticole s. Dağcıl, dağlarda yetişen yada yaşayan,

le chemin,
Montrer

babasının

Se montrer: 1. Görünmek (Elle se montre

électricierf). 3. (Sinemacılıkta) Kurgucu,


mongolfière diş. İlk yapılan balonlardan sıcak hava

montrable

göstermek,

passeport,

2. Göstermek, belirtmek

oturgu, kuşatı (Monture


Çerçeve

(Monture

d'épée,

de scie).

de lunettes).

taşlarda) Kaş, çerçeve (Monture


diamant).

(Enfourcher

2. (Aletlerde, aygıtlarda) Sap, ayak,


4.

3.

(Değerli

d'un bijou,

d'un

5. Kurma, takma, yerleştirme; kurma

ücreti.
monument er. 1. Anıt (Monument
guerre).

2.

historiques

Yapıt;
d'une

yapı
région).

aux morts de la

(Les

monuments

3. Mezar yapısı. 4.

Türbe. S. mec. D e v yapıt (Ce dictionnaire


monument

de la lexicologie).

(Il est un monument


monumental,
monumentales
(Un ouvrage

es.

sera un

6. mec. Canlı örnek

de bêtise).
1.

de Rome).

Anıtsal

(Les

fontaines

2. Çok büyük, dev gibi

monumental).

monumentalité diş. Anıtsallık.


918

moquer

moquer (se) gsz. Se moquer de: 1. -ile alay etmek (Il


se moque de son professeur,

de ses camarades).

2.

-e aldırmamak, -i umursamamak, vız gelmek (//se


moque de tous les conseils qu'on peut lui

donner).

3.Se moquer de f. qch: -meye aldırmamak, -mek


kendisine

vız gelmek

-meyi çok

yapmak (Il se moque de commettre


cela lui est profitable).

kolaylıkla

une injustice si

§ Se moquer du tiers comme

morceler

üzerine söylevler çekerek azarlamak, ahlâk dersi


vermek (line cessait pas de nous

moraliser).

moralisme er. Aktörecilik, törecilik, "ahlâkiyye,


ahlâkçılık.
moraliste s. ve ad. 1. Ahlâk üzerine yapıtlar yazan
yazar. 2. * Aktöreci, töreci, ahlâkçı,
m o r a l i t é ^ . 1. 'Töreldik, töreye uygunluk, ahlâka
uygunluk, ahlâklılık (Moralité
d'une

vız gelip tins gitmek, hiç bir şeyi iplememek. Se

anlayışı (Personne

moquer de qch comme de l'an quarante, comme de

de son fils l'inquiète).

sa

çıkanlacak sonuç, "kıssadan hisse (La


première

chemise:

-e

aldırmamak,

-i

iplememek, vız gelip tins gitmek,


moquerie diş.
chapeau

d'une

1. Alay, "istihza (Son

excita les moqueries

nouveau

de son mari).

2.

conduite).

fable).

2.

d'une

du quart: Herşey ve herkesle alay etmek, herşey

attitude,

Ahlâk düşüncesi,

de haute moralité.

ahlâk

La

moralité

3. -den alınacak ders,


moralité

4. Ahlâkı yükseltmek

ereğiyle

yazılan, kaynağı dinsel temele dayanan ortaçağ


oyun türü, "moralité oyunu, *öğrenek oyunu,

(Eski) Saçma sapan sözler, anlamsız şeyler,


morasse diş. Bir gazete sayfasının son provası,

maskaralık.

moratoire s.

moquette diş. Döşemelik yün kadife (Fauteuil

de

1.

Mühlet

verici.

2.

er.

huk.

Moratoryom. § Intérêts moratoires: Gecikme


faizi.

moquette).
moqueur, euse s. ve ad.
moqueur.

Regarder

1. Alaycı (Un

enfant

air moqueur).

2. er.

d'un

moratorium er. huk. Moratoryum,


morbide s. 1. *Sayni, "marazı, hastalıklı (Un état
morbide).

hayb. Alaycıkuş, Amerika karatavuğu,

2. mec. Anormal, hastalıklı, sağlıklı

moracées diş. ç. bitb. Dutgiller,

olmayan (Imagination,

moraille diş. 1. Burunduruk, yavaşa. 2. ç. Camcı

Anormal beğenileri okşayan; çarpık, sapık (Goût


morbide,
kerpeteni,

littérature

curiosité

morbide).

morbide).

moraillon er. Kilit köprüsü,

morbidesse diş. Ten yumuşaklığı, kadife tenlilik.

moraine diş. yerb. Buzultaş.

morbidité diş. Sayrıllık, hastalıklılık, marazilik.


morbilleux,

morainique s. Buzultaştan; buzultaşa değgin,


moral, e s. 1. Törel, "ahlâki (Valeurs morales).

2.

Törebilimsel (Théorie morale). 3. Tinsel, "manevi


(Force morale, douleurs morales).

4. er. *îçgücü,

"maneviyat (Le moral des troupes

est très

Avoir

le moral

un moral

quelqu'un).

élevé.

Remonter

§ Personne morale,

morale: huk.

bas.
à

personnalité

Tüzel kişi, tüzel kişilik; "hükmi

şahıs, "hükmi şahsiyet,


'aktöre,
"ahlâk.

3.

euse s.

-den çıkarılacak

sonuç,

alınacak ders, "kıssadan hisse (La morale

Kızamığa

değgin

(Fièvre

morbilleuse).
morbleu ünl. (Eskimiştir) Hay Allah! Allah Allah!
Tüh!
morceau er. 1. Parça (Morceau de pain, de

viande).

2. Metin, parça (Un recueil de morceaux

choisis).

3. Müzik parçası, çalınan parça (Le public


vivement

applaudi

unmorceau).

morale diş. 1. Törebilim, "ahlâk bilimi. 2. Töre,

3.

le dernier morceau.

Exécuter

§ Un beau morceau: tkz. İyibirmal,

paçoz, güzel kadın. Pour un morceau de pain: Yok


pahasına, çok ucuza (Avoir,

acheter une

maison

d'une

pour un morceau de pain). Etre fait de pièces et de


fable, d'un récit). 4. Ahlâk söylevi, ahlâk üzerine

morceaux: Yamalı bohça gibi olmak, birlik ve

öğüt (De longues et ennuyeuses

§ Faire

tutarlıktan yoksun olmak. Manger, prendre un

la morale à qn: -e ahlâk dersi vermek, ahlâk

morceau: A z bir şey yemek. Manger, lâcher le

söylevi çekmek, uzun uzun öğütler vermek,

morceau: Her şeyi itiraf etmek, bülbül gibi

morales).

moralement bel. 1. Ahlâk bakımından, ahlâkça


(Action

moralement

mauvaise).

bakımından (Il se sentait moralement

2.

İçgücü

ötmek. S'enlever le morceau de la bouche:


Yemeyip yedirmek, giymeyip giydirmek. Mâcher

fort).

3.

les morceaux à qn: -e büyük kolaylıklar sağlamak,

Tinsel olarak, manevi bakımdan (Moralement,

je

işini çok kolaylaştırmak, lokmayı çiğneyip ağzına

me sentais

satisfait).

moralisateur,

trice s.

vermek.
ve
ad.

yükseltici, ahlâkçı (Influence


roman
moraliser

Yapıcı,
moralisatrice.

ahlâkı
Un

moralisateur).
gçl.

1.

Törel

yükseltmek (Moraliser

tinsel

un peuple).

bakımdan
2.

Ahlâk

en

morceaux:

Parçalamak,

morcelable s. Bölünebilir, parçalara ayrılabilir


(Propriété

ve

Mettre

parçalara ayırmak.
morcelable).

morceler gçl. Parçalara ayırmak, bölmek


une

propriété).

(Morceler
morcellement

919

morcellement er. Bölme, bölünme; parçalara


ayırma,
parçalara
ayrılma
(Morcellement
politique de l'Afrique).
mordacité diş. 1. Aşındırıcılık (Mordacité de l'acide
sulfurique).
2.
Dokunaklılık,
ısırıcıhk,
iğneleyicilik (Mordacité d'une critique).
mordançage er. (Kumaşlarda) Boya pekiştirmesi,
mordancergç/. (Kumaşlarda) Boyayı pekiştirmek,
mordant, e 1. Isırıcı (Bêtes mordantes). 2. Keskin,
kulak tırmalayıcı (Voixmordante).
3. Dokunaklı,
iğneleyici, ısırıcı, iğneli, alaylı, alaycı (Répondre
d'une manière mordante. Un écrivain
mordant).
4. er. Alaycılık, iğneleyicilik, ısırganlık (Ses
articles de journaux ont toujours un mordant qui
les rend redoutables. Pamphlet plein de mordant).
5. er. Canlılık; sertlik (L'équipe attaque avec
mordant ses adversaires). 6. er. Yaldızcı tutkalı
(Emploi de mordants en gravure). 7. er. (Kumaş
renkleri için) Pekiştiriri madde.
mordlcant, e s. 1. Aşındırıcı. 2. mec. İğneleyici,
dokunaklı.
mordicus [mottdikys] bel. tkz. Direnerek, ayak
direyerek, inatla (Soutenir une thèse
mordicus).
mordillage, mordillement er. Hafifçe ısırma, ısın
ısırıverme.
mordiller gçl. gsz. Hafifçe ısırmak, ısırıısınvermek.
mordorer gçl. Altın parıltılı esmer bir renk vermek.
mordorure diş. Altın parıltılı esmerlik,
mordre gçl. 1. Isırmak (Mon chien l'a mordu. Le
chat m'a mordu la main). 2. (Kimi hayvanlar)
Sokmak, sançmak, ısırmak (La vipère le mordit à
la jambe. Les moustiques l'ont mordu toute la
nuit). 3. Aşındırmak, içine işlemek (La lime mord
le métal). 4. Takılmak, takılıp berelemek (Les
clous de leurs fers mordent la surface glissante). 5.
mec. Kemirmek (L'inquiétude
lui mordait le
coeur). 6. -in dışına taşmak (La balle a mordu
légèrement la ligne). 7. Mordre à qch: a) -den
anlamak, çakmak, -i kavramak (Il commence à
mordre aux mathématiques),
b) -i dişlemek,
dişleriyle koparmak (Mordre à un fruit), c) -e
tutulmak, vurmak, yakalanmak (Poisson
qui
mord à l'appât). 8. gsz. Mordre dans: a) -i
dişlemek (Enfant qui mord dans une pomme), b)
-in içine işlemek, girmek, "nüfuz etmek (L'ancre
n'a pas mordu dans le sable). 9. Mordre sur: -i
aşmak, -e taşmak "tecavüz etmek
(Les
illustrations
qui mordent
sur la marge.
Un
concurrent qui mord sur la ligne de départ). §
Mordre à belles dents: İştahla yemek, şapur şupur
yemek. Mordre qn à belles dents: -e çok
saldırmak, eleştirip canına okumak. Mordre
jusqu'au sang: Kanatıncaya dek ısırmak. Mordre

morne

à l'hameçon, à l'appât: Yakalanmak, tuzağa


düşmek, zokayı yemek. Mordre la poussière: 1.
Düşmek, iki seksen uzanmak, yeri öpmek. 2.
Savaşta, kavgada ölmek, tahtalı köyü boylamak.
Se mordre la langue: Söylediğine bin pişman
olmak. Se mordre les doigts de qch, de f. qch: -e
pişman olmak, -diğine bin pişman olmak (Il se
mordait les doigts d'avoir agi ainsi). Chien qui
mord ne montre pas ses dents: Isıracak köpek
dişini göstermez,
mordu, e s. 1. Isırılmış. 2. Aşık, vurgun, tutkun,
abayı yakmış (Ilestbienmordu).
3. Mordu de qch:
-i çok seven, -in delisi (Il est mordu du jazz).
more, moresque - » maure, mauresque,
moreau, morelle s. ( A t donu) Parlak siyah (Cheval
moreau, jument
morelle).
morelle diş. bitb. İtizümü.
morfil er. 1. Kılağı. 2. Ham fildişi, işlenmemiş
fildişi.
morfondre (se) gsz. I. (Eski) Üşümek, soğuktan
büzülüp durmak. 2. Beklemekten cam sıkılmak,
sıkıntıdan patlamak (Se morfondre
dans sa
chambre).
morfondu,e s. 1. Soğuktan büzülüp kalmış (Il était
morfondu dans la pluie). 2. Cam sıkılmış, çok
üzüntülü (Elle était très morfondue à l'idée qu'elle
ne reviendrait plus)
morganatique s. (Hükümdar ve prensler için şu
deyimde geçer) Mariage morganatique: Denksiz
evlenme, dengi olmayanla evlenme,
morganatiquement bel. (Hükümdar ve prenslerin
evlenmelerinde) Dengi olmayanla,
morgeline diş. bitb. Kanaryaotu.
morgue diş. 1. Büyüklenme, kurum, çalım, kasılma
(Un homme plein de morgue). 2. Morg.
morgué, morguenne, morguienne! ünl. (Köylü
dilinde, öfke ve sövgü olarak) Hay Allah! Allah
kahrettin! Tüh tüh tüh!
morguer gçl. -e yüksekten bakmak, çalım satmak,
kasılmak.
moribond, e s. Can çekişen, ölmek üzere olan (Un
blessé moribond gisait sur la route. Un soleil
moribond).
moricaud, ts. vead. 1. Kara yağız. 2.Habeş, zenci,
morigéner gçl. Azarlamak, paylamak, haşlamak
(Morigéner un enfant).
morille diş. bitb. Kuzumantan.
morion er. Bir çeşit hafif tulga.
morne s. 1. Üzgün, tasalı, kaygılı (Un visage
morne). 2. Donuk, kapalı, iç karartıcı (Un temps
morne). 3. mec. Çok tatsız ve neşesiz (Une vie
morne). 4. diş. Demir çember. 5. diş. (Antil
Adalannda) Yuvarlak tepe, tümsek, küçücük
920

mornifle
dağ.
mornifle diş. tkz. Elin tersiyle vurulan şamar,
morose s. 1. Hırçın, titiz (Un vieillard morose). 2.
Üzgün, ağlayacakmış gibi, ağlayık (Il a un air
morose).

mortinatalité
bakmamak, Allah yaratmış dememek, kıyasıya
vurmak.
mortadelle diş. Bir çeşit İtalyan sucuğu,
mortaisage er. (Maden yada ağaç eşya üzerine)
Yuva açma.

morosité diş. 1. Hırçınlık, titizlik. 2. Üzgünlük,


ağlayıklık, açıklık,
morphème er. dilb. Yapımeki, biçimbirim.
morphine diş. Morfin,
morphinisme er. Morfinle zehirlenme,
morphinomanes, ve ad. Morfin tiryakisi,
morphinomanie diş. Morfin tiryakiliği,
morphologie diş. 1. anat. Yapıbilim
(Morphologie

mortaise diş. (Maden yada ağaç eşyada) Yuva,


zıvana deliği,
mortaiser gçl. (Maden yada ağaç eşya üzerine)

animale, végétale). 2. dilb. Biçimbilim.


morphologique s. 1. Yapıbilimsel. 2.

mort-aux-rats diş. Sıçanotu, fare zehiri.


morte-eau diş. Denizde gelgit olayının az olması;
gelgitin az olduğu yer, ölüsü,
mortel, le s. 1. Ölümlü (L'homme
est mortel). 2.
Ölümcül, öldürücü (ila reçu un coup mortel). 3.
Çok şiddetli, korkunç (Un froid mortel). 4.
Candan bıktırıcı, öldürücü (Un ennui mortel, un
silence mortel). 5. er. Kişioğlu, insan ( L e s dieux et
les mortels. Un heureux mortel). § Dépouilles
mortelles, restes mortels: Ölü; cenaze. Ennemi
mortel: Can düşmanı. La race mortelle: İnsanlar,
ölümlüler. Péché mortel: Büyük günah. Plaie
d'argent n'est pas mortelle: Kimse acından ölmez,
aç mezan yoktur; gelen cana değil mala gelsin,
mortellement bel. 1. Ölecek derecede; öldürecek
derecede (Il est mortellement
blessé). 2. Son
derece, çok (Il est mortellement pâle). 3. İnsanı
canından bıktıracak kadar; canından bıkacak
kadar (Souffrir
mortellement).
morte-saison diş. Ölü mevsim, ölü sürem,
mortier er. 1. Yapı harcı, harç (Remplir de mortier le
joint entre deux pierres). 2. Eczacı havanı (Le
pharmacien
pilait des poudres au fond
d'un
mortier de marbre). 3. Havaneli. 4. Havan (topu).
5. (Eskiden Fransa'da) Yargıtay ve Sayıştay
üyelerinin giydiği başlık (Président à mortier).
mortifiant, e s. Onur kırıcı, küçültücü,
mortification diş. 1. Nefsini köreltme, nefsi kırma.
2. Onuru kırılma, onur kınlması, küçülme (Cet
échec fut pour lui une très dure mortification).
3.
( A v etleri için) Bayatlama; bekleyip yumuşama.
4. hek. Dokularda ölmüşlük, doku ölmesi,
mortifier gçl. 1. (Dinsel anlamda) Kırmak,
köreltmek (Mortifier sa chair). 2. Onurunu
kırmak, yaralamak; incitmek, küçültmek (Cette
déclaration
l'a vivement
mortifié).
3. (Eti)
Bayatlatmak,
bekletip
yumuşatmak.
4.
(Dokuyu) Çürütmek, öldürmek (La gangrène
mortifie les chairs).
mortinatalité diş. 1. Ölü doğma. 2. Ölü doğanların

dilb.

Biçimbilimsel.
morphologiquement bel. Yapıbilim yönünden;
biçimbilim açısından,
morpion hayb. 1. Kılbiti. 2, hlk. Çocuk, yumurcak,
mors [mon] er. Gem. § Prendre le mors aux dents:
Gemi azıya almak,
morse er. 1. hayb. Mors. 2. (Telgrafçılıkta) Mors
(Signaux en morse).
morsure diş. 1. Isırma (La morsure d'un chien). 2.
Isırık, ışınlan yer (La morsure était profonde).
3.
mec. Zarar.
mort diş. 1. Ölüm (La mort naturelle,
accidentelle,
subite). 2. Yıkım, yıkılış, çöküş, son (Ça sera la
mort des libertés. La mort d'une industrie,
d'un
commerce).
3. mec. Büyük acı. § A mort:
Öldüresiye, kıyasıya (Frapper à mort. Combat à
mort).
A mort: uni. Kahrolsun! -e ölüm!
(Dictateur à mort! A mort les traîtres!). Mort à! : -e
ölüm, kahrolsun... ! (Mort aux tyrans!). A l a mort:
A ş ı n derecede. A la vie et à la mort: Ölünceye
dek. La mort dans l'âme: İstemeyerek, istemeye
istemeye (Ily a participé la mort dans l'âme). Etre à
la mort, à l'article de la mort, à deux doigts de la
mort, à son lit de mort: Ölmek üzere olmak. En
vouloir à mort à qn: -e çok ama çok kızmak.
Donner la mort à: -i öldürmek. Condammer qn à
mort: -i ölüm cezasına çarptırmak. Souffrir mille
morts: Çok acı çekmek. C'est une question de vie
et de mort: B u bir ölüm kalım sorunu,
m o r t , e s . 1. Ölü, ölmüş (Son père est mort). 2 .mec.
Cansız, sönük (Des yeux morts). 3. Bitmiş,
tükenmiş, cam çıkmış (Il est mort de fatigue). 4.
Durgun, ölü, boş (Eau morte. La mer morte,
temps mort). 5. Issız, ölüm sessizliğinde (Paris
était mort; plus d'autos, plus de passants). 6. ad.
Ölü; cenaze (Enterrer les morts. Les morts de la
guerre). § Faire le mort: Ölü taklidi yapmak. Ne
pas y aller de main morte: Gözünün yaşına

Yuva açmak,
mortaiseuse diş. Yuva açma makinası.
mortalité
1. (Eski) Ölümlülük. 2. Bir yıllık ölüm
sayısı (Taux de mortalité). 3. Salgın hastalık
kırımı.
mort-né

921

oranı, ölü doğma oranı,

Ne pas dire mot, ne pas souffler mot: Ağzından tek

mort-né,e s. ve ad. 1. Ölü doğmuş (Enfants


nés.

Un mort-né).

2. mec.

morts-

sözcük çıkmamak, susmak. Ne pas avoir dit son

Ölü doğmuş, daha

dernier mot: Henüz son sözünü söylememiş

başlangıçtan başarısız kalmaya yargıh


d'oeuvre

(Chefs-

mort-nés).
mortuaire).

§ Maison mortuaire: Ölü

evi.

donner le mot: Söz birliği etmek,

önceden

anlaşmak. Trancher le mot: Açıkça ve kesin


olarak söylemek,

morue diş. 1. hayb. Morina balığı. 2. tkz. Orospu,


morutier, ère s. 1. Morina bahğına değin, morina
avına değgin (Industrie morutière).

2. er. Morina

avcısı. 3. er. Morina balıkçı gemisi,


coule

des deux

narines).

lui

2. Sakağı hastalığı,
"ruam.
ve ad.

1. Sümüklü

(Enfant

2. Sakağılı, "ruamlı. 3. ad. tkz. Küçük

çocuk, yumurcak, velet. 4. tkz. Kendini bir şey


sanan toy kişi, acemi çaylak. § Qui se sent
mosaïque diş. 1. Mozaik, silmetaş (Revêtir une salle
mosaïques).

parçalardan

2.

mec.

oluşmuş

Çeşitli

yapıt.

3.

konu

ve

(Bitkilerde)

Maviküf hastalığı ( M o s a ï q u e du tabac). 4. s. Musa


Peygamberden gelen (Loi
mosaïqué, e s.

mosaïque).

moteur, trice s. 1. Devindirici, hareket ettirici


moteurs,

force

motrice).

andıran

hareket ettirici kuvvet (Moteur animé: İnsan; at.


à essence, à vapeur,
deux

temps,

à gaz, à réaction.

à quatre
temps).

(Moteur

Moteur à

5. diş. Motorlu

tramvay arabası, motris,


motif er. 1. Güdü, "saik. 2. Neden, "sebep (Les
3. Gerekçe

(Les motifs d'une loi). 4. (Resimde) Konu (Les


peintres traitent le même motif). 5. (Bezemede ve
müzikte) Motif; örge (Tissu à grands motifs

de

fleurs).
motion

1. (Eskimiştir) Davranma. 2. (Mecliste)

Önerge (Faire, rédiger une motion).

mosaïsme er. Musa şeriatı, Musevilik,

§ Motion de

censure: Gensoru önergesi,

mosaïstes, vead. Mozaikçi; mozaik ustası

(Ouvrier

mosaïste).

motivation

diş.

1.

ruhb.

fels.

Güdülenme,

güdülenim. 2. dilb. Nedenlilik. 3. huk. Gerekçe;


1. Moskovalı. 2. Moskof, Rus.

mosquée diş. Cami (Coupole,


minbar d'une

2.

Özendirici, "teşvik edici. 3. er. Devindirici güç,


motilité diş. Devingenlik, devinim yeteneği,

Mozaik gibi, mozaiki

mosaïquée).

moscovites, vead.

de

routière).

motifs d'une visite, d'une conduite).

morveux, se mouche: Yarası olan gocunsun,

(Reliure

la police

Moteur inanimé: Su; hava). 4. er. Motor

morveux euse s.
morveux).

motard er. tkz. Motosikletli görevli ( L e s motards

"muharrik (Nerfs

morve diş. 1. Sümük, burun akıntısı (La morve

de

olmak. Prendre qn au mot: 1. -in önerisini hemen


kabul edivermek. 2. -in dediğine mim koymak. Se

mortuaire s. Cenazeye değgin, ölülere değgin


(Cérémonie

motricité

mihrab,

minaret,

gçl.

1.

-in

gerekçesini

göstermek,

gerekçesini belirtmek, açıklamak (Motiver

mosquée).
mot er. 1. Sözcük, "kelime ( L e s mots d'une
2. Söz, lâf (Laissez-moi

gerekçelendirme.
motiver

langue).

vous dire deux mots).

B o ş lakırdı (Ce sont des mots).

3.

§ Bon mot, mot

démission.

gerektirmek, zorunlu kdmak (Les troubles


motivé

une

Les juges ont motivé leur arrêt). 2. -i

l'intervention

de L'O.N.U.).

ont

3. -e yol

d'esprit: Nükte. Grand mot: İri söz, kocaman laf,

açmak, neden olmak, -in nedeni olmak (Voilà ce

tumturaklı söz. Gros mot: Kaba söz, sövgü. Jeu de

qui a motivé notre décision).

mot: Sözcük oyunu. Mots-croisés: Bulmaca. Mot

(Motiver

d'ordre: Parola. Le fin mot de l'histoire: İşin iç

une action, une

4. Haklı göstermek
démarche).

motoculture diş. Makinalı tarım,

yüzü. Au bas mot: E n aşağı, en azından. Mot à

motocyclette diş. Motosiklet,

mot: 1. Sözcüğü sözcüğüne; hiç değiştirmeden. 2.


motocycliste ad. Motosiklet binicisi, motosikletli,

er.

motopompe diş. Motorlu tulumba, motopomp,

Sözcüğü sözcüğüne çeviri.

En un

mot:

Kısacası, tek sözcükle, uzun sözün kısası. Avoir


son mot à dire: Söyleyecek sözü olmak. Avoir le
dernier mot: Onun dediği olmak. Avoir toujours

motorisation

diş.

Motorlandırma,

motoriser gçl. Motorlandırmak, motorlu araçlarla

le mot pour rire: Her fırsatta şaka yapmak.

donatmak (Motoriser

Chercher ses mots: Tereddüt ede e d e , sözcükleri

d'infanterie).

araya araya konuşmak. Entendre, comprendre à

olmak; arabayla gitmek (5ı vous êtes

demi-mot: Leb demeden leblebiyi

vous pouvez

anlamak.

Jouer sur les mots: Sözcükler üzerinde oynamak.


Mâcher ses mots: Kem küm etmek. Manger ses
mots: Konuşurken sözcüklerin yarısını yutmak.

motorlu

araçlarla donatma,
l'agriculture,

une

division

§ Etre motorisé: Altında arabası


me conduire jusqu'à
motorisé,

la gare).

motoriste er. 1. Motör yapımcısı. 2. Motör o n a n m


ustası, motör tamircisi,
motricité

diş.

(Sinir

hücrelerinde)

Kasları
moufle

922

motte

la mouche du coche: Sakırga gibi adam olmak, çok

devindirme özelliği, devindiricilik.


motte diş. 1. Kesek (La charrue laisse derrière elle de
grosses mottes).

2. Topak (Motte de beurre).

3.

tedirgin edici biri olmak; telâşe memuru gibi


koşturmak, kahve dövenin hınk deyicisi olmak.

Küçük toprak yığını, ufak tepe, tümsek. § Motte à

Faire d'une mouche l'éléphant: Pireyi

brûler: Küspe tezeği,

yapmak, habbeyi kubbe yapmak. Ne pas faire de

motter (se) gsz.

(Bir şeyin arkasına) Büzülüp

saklanmak (Perdrix qui se

mal à une mouche: Karıncayı bile incitmemek (II


ne ferait pas de mal à une mouche).

mottent).

deve

Prendre la

motus [mıtys] ünl. tkz. Ağzını tut! Kes sesini! Sus!

mouche: Alınmak. Quelle mouche le prend?: Ona

mou, molle s. 1. Yumuşak (Fromage

cire

ne oluyor? On ne prend pas les mouches avec du

(Matelas

vinaigre: Sertlikten bir şey çıkmaz, sertlikle hiçbir

molle).

mou,
2. Yumuşacık, kuş tüyü gibi

mou. Un mol oreiller). 3. Sıcak ve nemli, yumuşak


(Tempsmou.

Climat mou). 4. mec. G e v ş e k , ö l ü k ,

cansız (Elève mou qui traîne sur ses devoirs).


mec. Zayıf, etkisiz (Faire de molles

S.

protestations).

şey olmaz.
moucher

gçl.

1.

Sümkürtmek;

temizlemek (Moucher

un enfant).

...gelmek

du

(Moucher

-in

burnunu

2. Burnundan

sang).

3.

(Mumun,

6. (Eski) Tene düşkün, zevke düşkün. 7. bel.

lambanın) Yanık fitilini kesmek (Moucher

Yavaş, ağır ağır, cansızca (Musicien

lampe,

qui joue trop

une

chandelle).
§

Se

avec bruit).

une

moucher:

mou). 8 .er. Yumuşak şey, yumuşaklık ( Le mou et

Sümkürmek (Se moucher

le dur). 9. er. Zayıf ve korkak yaratılışlı adam,

moucher: Zılgıtı yemek, iyi bir azar işitmek,

§ Se faire

sümsük (C'est un mou).

§ Avoir du mou: Gevşek

paparayı yemek. Ne pas se moucher du coude:

olmak, gergin olmamak. Donner du mou à: -i

Kendini önemli biri sanmak, sadrazamın sol

biraz gevşetmek, sertliğini gidermek,

taşağı

mou er. 1. (Kasaplık hayvanlarda) Akciğer ( M o u de


veau).

2. Manca (Chat qui mange

son mou).

Bourrer le mou: Güldürücü şeyler anlatmak.


Bourrer le mou de qn: -e maval okumak, palavra

olduğunu

sanmak,

burnundan

kıl

aldırmamak,
moucheron er. 1. (Eski) Fitilin yanık ucu. 2. Küçük
sinek. 3. hlk. Yumurcak,
moucheté, e s. 1. Benekli (Cheval
moucheté.

La

savurmak, kandırmaya çalışmak. Rentrer dans le

panthère a une peau mouchetée

mou de qn: -i bir güzel dövmek, temiz bir

benek, içinde yer yer ayrı renkler bulunan ( L a i n e

ıslatmak, bir güzel benzetmek,

mouchetée).

mouchage er. Sümkürme.


moucharabieh er. Kafesli cumba, "meşrafiye.
mouchard, e ad. 1. *Giziletimci, "ispiyon, "jurnalci;
"muhbir. 2. Gizli polis. 3. Polis. § Faire le
mouchard: Muhbirlik etmek,

*giziletimlemek

(Il

moucharde

ses

un
un

fleuret).
mouchette diş. 1. Saçak damlalığı. 2. diş. ç. Mum
moucheture diş. 1. (Vücutta) Benek. 2. Küçük leke

mouche diş. 1. Sinek (Des mouches


les yeux).

bourdonnaient

2. Benek (Il avait des

mouches

3. Hedefin ortasındaki siyah

yuvarlak. 4. mec. Gizli polis; muhbir. 5. mec. Can


sıkıcı asalak kimse, at kıçında sinek. 6. Dudak

de boue sur un

vêtement).

mouchoir er. 1. Mendil (Mouchoir

brodé).
2. (Baş

yada boyuna sarılan) Örtü, atkı (Mouchoir


tête, de cou).

camarades).
autour du plat).

moucheté).

tissu). 2. Ucuna düğme geçirmek (Moucheter

(Des mouchetures

*giziletimcilik.
moucharder gçl. İhbar etmek; ispiyonlamak; ele

devant

3. U c u düğmeli (Fleuret

moucheter gçl. 1. Benekli yapmak (Moucheter

makası.

mouchardage er. Hafiyelik, jurnalcilik, muhbirlik,

vermek,

de noir). 2. Benek

poche: A v u ç içi kadar, ufacık (Un jardin


comme

un mouchoir

mouchoir:

de

§ Grand comme un mouchoir de

(Sporda

de poche).

grand

Arriver dans un

yarışçılar) Toplu

olarak

gelmek.
moudre gçl. 1. (Değirmende) Övütmek, çekmek

altında bırakılan sakal parçası, bam teli. 7.


(Moudre

Peçelerin üstündeki sineği andıran siyah düğüm.

pestilini çıkarmak, un ufak etmek. 3. (Saz yada

8. Bir iskambil oyunu. 9. Çatana. 10. Meçin ucuna


takılan düğme. 11. gökb.

Sinek (takımyıldızı). §

du blé, du café).

laternayla) Çalmak (Moudre

2. mec.

Dövmek,

un air).

moue diş. 1. Surat asma, somurtma. 2. Dudak

Mouche à miel: Arı. Mouche cerise: Kirazsineği.

bükme,

Mouche

commune:

Somurtmak, surat asmak. 2. Dudak bükmek,

vinaigre:

Sirkesineği.

Evsineği.

Mouche

Fine mouche:

du

Kurnaz

beğenmeme.

§ Faire

la moue:

1.

beğenmemek,

adam, tilki, hinoğlu hin. Pattes de mouches:


mouette diş. 1. Martı. 2. den. Kurtarma sandalı,

Kargacık burgacık yazı. Faire mouche: Hedefi

mouffette diş. hayb. Kokarca, Amerika kokarcası,

tam ortasından vurmak, onikiden vurmak. Faire

moufle diş. 1. Yalnız başparmak için ayrı yeri olan


mouflet

mourant

923

eldiven (Moufle

de skieur,

de chasseur).

2. Ağır

şeyleri kaldırmaya yarar palanga, manişka. 3.


kim. Mufla. 4. er. Porselen fırını; pota.

(Quelle

mouflet, te ad. tkz. Yumurcak, küçük çocuk,

accepté sans

çıkmış gibi (Elle est bien moulée.


moulée).

2. Bu koyunun postu,
tkz.

moule!).

moulé, e s. 1. Güzel yapılı; çok düzgün, kalıptan

mouflon er. hayb. 1, Yabani koyun, argalı, muflon.


moufter, moufeter gsz.

olmak, güzel yapılı olmak,


moule diş. 1. Midye. 2. mec, hlk. Ahmak, enayi

İtiraz etmek (Il a

Une

écriture

2. D ö k m e (Statue de bronze moulé).

3.

er. D ö k m e harfler, "hurufat. § Lettre moulée:


D ö k m e harf, basma harf.

moufter).

mouillage er. 1. Islatma (Mouillage

du cuir,

du
linge). 2. Su karıştırma, su katma (Mouillage

du

vin, du lait). 3. den. Suya salma (Mouillage

des

mouler gçl.

1. (Kalıba) Dökmek (Mouler

briques, des caractères d'imprimerie).

des

2. Kalıbını

çıkarmak (Mouler un buste, le visage d'un

poète).

4.

3. (Giysiler için) İyice sarmak, iyi oturmak (Sa

(Gemileriçin) Demirleme yeri, demir atma alanı,

robe de soie moule sa taille). 4. Moulerqchsur: Bir

mines, des ancres. Le mouillage

d'un bateau).

mouillé, s. 1. Islak, ıslanmış, ıslatılmış (Un


dilb.

mouillé).

2.

mouillées).

3. Nemli, yaşarmış, ağlamak üzere

(Des yeux mouillés.

Yumuşak

linge

(Consonnes

Une Voix mouillée).

§ Poule

şeyi -e uydurmak (Mouler les lois sur les moeurs


générales).

§ Se mouler: 1. Se mouler à qch: -e tam

oturmak, kalıp gibi oturmak (Cet habit se moule à


ton corps). 2. Se mouler sur: -e uymak, -i örnek

mouillée: Kılıbık ; ezik adam. Etre mouillé comme

almak (Les jeunes générations

une soupe, jusqu'aux os: İliklerine dek ıslanmak,

anciennes).

mouillement er. 1. Islatma, suya batırma. 2. dilb.


Damaksıllaşma (Mouillement

d'une

consonne).

mouiller gçl. 1. Islatmak, suya bastırmak


son doigt pour
chiffon,

du lait,

Çok

vin).

işini kolaylaştırmak. Entrer comme dans un

Mouiller

moulin: Dingonun ahırına girer gibi girmek. On

l'ancre).

korkmak,

donunu

ıslatmak,

ne peut pas être à la fois au four et au moulin: İki


karpuz bir koltuğa sığmaz,

1.

moulinage er. (Ham ipeği) Makine ile eğirme,

2.

mouliner gçl. 1. ( H a m ipeği) Makine ile eğirmek. 2.

dans
(Böcekler için tahtayı) Y e m e k , kemirmek (Les

§ Se mouiller:

tkz. Bulaşmak, adı karışmak (Ils'est mouillé

vers moulinent

drogue).

mouillette diş. İnce uzun kesilmiş ekmek dilimi,


mouilleur er. 1. (Gemilerde) Demir atma aygıtı. 2.
Pul ıslatma çanağı. § Mouilleur de mines: Mayın

les planches).

haline getirmek (Mouliner

3. tkz. E z m e k , e z m e
des pommes

de terre).

moulinet er. 1. Çark, küçük çark (Moulinet


treuil, d'une canne à pêche).

d'un

2. Yel değirmeninin

küçük çarkı. 3. Turnike. 4. Akarsu hız ölçüsü,

gemisi.
mouillure diş. 1. Islatma; ıslanma. 2. Islaklık. 3.
dilb. Damaksıllaşma,
mouise diş. hlk. Yoksulluk, sefalet (Vivre, être dans
mouise).

moulage er. 1. ( A z kullanılır) Övünme. 2. (Eski)


Ortaçağda, derebeylerin değirmen gelirlerinden
kendilerine aldıkları pay. 3. Kalıba dökme,
döküm (Moulage d'une statue). 4. Kalıp alma. 5.
moulage

visage).

pâteuse dans le moule. Retirer un objet du

moult [muit] bel. (Eskimiştir) Çok, pek.


moulu, es. 1. Çekilmiş,övütülmüş

moulure

moukire, mouquère diş. argo. Kadın, karı.

moule er. 1. D ö k ü m kalıbı (Verser une

moulineur, euse, moulinier, ère ad. İpek eğiricisi.


(Cafémoulu).2.
de

fatigue).

moujingue ad. hlk. Çocuk, yumurcak,

Kalıp, alınan kalıp, "mulaj (Prendre un

moulinette diş. tkz. Küçük sebze değirmeni,

Yorgun, bitkin, iflahı kesilmiş (Il était moulu

mom'ik er. Mujik, rus köylüsü,

d'un objet, d'un

àcafé,

3. Suya salmak

Islanmak (Se mouiller en sortant sous la pluie).

la

àvent,

2. Sıkmaç, cendere (Moulin à huile). §

moulin de qn: -in işine yaramak, işine gelmek,

du

korkudan altına işemek.

une histoire de

à poivre).

2. Sulandırmak, su katmak

Mouiller

4. gsz. (Gemi için) Demir atmak, demirlemek. 5.


tkz.

mouliner. 1. Değirmen (Moulinàeau,

Moulin à paroles: Laf ebesi. Apporter de l'eau au

les pages.

(Mouiller une sonde, unemine.


gsz.

mouleur er. Dökümcü, dökmeci.

un

tourner
un linge).

(Mouiller

(Mouiller

se moulent sur les

substance
moule).

2. mec. Örnek, örneklik, "model. § Etre fait au


moule: Kalıptan çıkmış gibi olmak, çok biçimli

(Mimarlıkta) Silme,

moulurer gçl. Silmelerle süslemek,


moulurier er. Silme çeken, silmeci.
moumoute diş. tkz. Takma saç, peruka,
mourant, es. 1. Can çekişen, ölmek üzere olan (Un
blessé mourant).

2. Batmak üzere, sönmek üzere

olan (Le soleil mourant,

ranimer le feu

mourant).

3. Ölgün, sönmüş, sönük (Une voixmourante,


regards mourants).

des

4. mec. Cansız, bitmiş. S. mec.

tkz. Çok can sıkıcı (C'est mourant

de

s'occuper

toujours de lui). 6. mec. tkz. Gülmekten öldüren,


mouton

924

mourir

tath canını üzmek,

çok güldürücü,
mourirgsz. 1. Ölmek (On ne meurt qu'une fois.
père vient de mourir).

Son

2. Solmak (Feuilles,

fleurs

m o u s s e l i n e ^ . Muslin (Robe, bas de mousseline).

Verre mousseline: înce cam.

flamme

mousser gsz. Köpüklenmek, köpürmek. § Faire

meurt). 4. Yok olmak, sönüp gitmek, yitip gitmek

mousser: -i gereğinden çok övmek, değerinden

(Une civilisation

çok önem vermek. Faire mousser qn:

qui meurent).

3. Sönmek (Le feu,

la

sur le point de mourir).

S. mec.

Çok acı çekmek, mahvolmak, ölmek (Je meurs si

hlk.

Kızdırmak, kudurtmak,

je vous perds). 6. Mourir à qch: -den elini eteğini

mousseron er. bitb. Keçim an tan.

çekmek, vazgeçmek (Il est pénible

mousseux, euse s. 1. Köpüklü, köpüklenir (Une eau


jeune fille mourir volontairement

de voir

une

au monde).

7.

mousseuse,

du vin mousseux).

2. mec. Çok hafif

Mourir de qch: a) -den ölmek, -yüzünden ölmek

tüylü, ayva tüylü (Une nuque mousseuse).

(Mourir de vieillesse. Il est mort d'un cancer),

Köpüklü şarap (Verser

-den bitmek, canı çıkmak (Mourir

de

b)

fatigue,

d'ennui, de chagrin). 8. Mourir de f . qch: -mekten


cam çıkmak, ölmek, bitmek (Mourir
travailler).

de rire, de

9. Mourir pour: -uğruna ölmek, -için

ölmek (Mourir pour la liberté). § A mourir: Son


derece

(Souffrir

mourir).

Faire

mourir:

du mousseux

mousson diş. Muson (Les moussons


l'Océan
moussu, e s. Yosunlu (Despierres
moustache diş.
moustache.

1. Bıyık

Retrousser
2.

katda gülmek, gülmekten cam çıkmak. Mourir de

de la souris).

sa belle mort: Eceliyle ölmek. § Se mourir: Can

moustachu, e s.

Kaygı,

üzüntü, tasa. § Se faire du mouron: Tasalanmak,


tath canını üzmek, kendine dert edinmek,

moustachu.

(Hayvanlarda)

ve ad.

Un grand

pousser

la moustache,

dudaktaki kıllar (Les moustaches

meurt).

dans

moussues).

(Laisser

moustache).

olmak (Madame se meurt. Le soleil se

soufflent

indien).

Öldürmek. Faire mourir qn à petit feu: -i

mouron er. bitb. 1. Farekulağı. 2. argo.

des

coupes).
meraktan çatlatmak. Mourire de rire: Katıla

çekişmek, ölmek üzere olmak; batmak üzere

3. er.

dans

la

tortiller la
Bıyık,

üst

du chat, du lion,

Bıyıklı (Un

vieillard

moustachu).

moustérien, n é s . Yontmataş devrine değgin,


moustiquaire diş.

Cibinlik

(Dormir

sous

une

moustiquaire).
moustique er. 1. Sivrisinek. 2. mec. tkz. Ufarak,

m o u s c a i l l e ^ . argo. Pislik, dışkı, bok. § Etre dans la

ufacık çocuk yada adam.

mouscaille: hlk. Başında büyük dertler olmak,

moût er. 1. Şıra (Moût de raisin). 2. Meyve suyu.

çok sıkıntılı bir durumda olmak,

moutard er. hlk. Küçük oğlan, yumurcak, velet,

mousmé diş. Japon gençkız; ufak yapılı kadın,

moutarde diş. 1. bitb. Hardal (Moutarde

mousquet er. Fitilli eski bir tüfek, alaybozan,

Akhardal.

mousquetade diş. Alaybozan denilen tüfekle atış


Hardal (Moutarde
moutarde).

yapma, kurşun atışı,


mousquetaire er. 1. (Eskiden) Silâhşor, alaybozan
denilen

tüfeği

taşıyan

piyade.

2.

Fransa

blanche:

Moutarde sauvage: Yabani hardal).


3.

moutarde).

de Dijon.
s.

Hardal

Un sandwich
rengi

(Une

2.
à la
robe

§ Adoucir la moutarde: Acı bir sözü,

sert bir davranışı yumuşatmak. S'amuser à la

kırallannın maiyet süvarisi,

moutarde: Boş şeylerle uğraşmak. La moutarde

mousqueterie diş. Yaylım ateşi,

lui monte au nez: Kızmaya başlıyor, tepesi atacak,

mousqueton er. Kısa namlulu tüfek, bir çeşit filinta,

sabn taşmaya başladı. C'est de la moutarde après

moussaillon er. tkz. Küçük muço, muçocuk, muço

diner: Çok geç, iş işten geçti, atı alan Üsküdan


geçti.
parçası.
moussaka diş. Patlıcan musakkası, musakka,

moutardier er. 1. Hardal kabı. 2. Hardalcı.

moussant,

mouton er. 1. Koyun (Troupeau

s.

Köpüren,

köpüklü

(Savon

Koyun eti (Ragoût

moussant).

mouton).

mousse er. (Gemilerde) Muço.


mousse diş. 1. Yosun, kara yosunu (Rocher
de mousses).

2. Köpük (La mousse

shampooing,

de la bière).

(Mousse

au chocolat).

couvert

du lait, du

3. Çalkama krema

4. s. Keskinliği yada

sivriliği kalmamış, körelmiş, kör (Une

lame

(Reliure

3.

mouton).

Manger
Koyun derisi, koyun

en mouton).

postundan

de moutons).

de mouton.

kürk
5. mec.

2.
du

sahtiyanı

4. Koyun postu, koyun


(Canadienne

doublée

Kuzu gibi adam. 6.

de
argo.

Cezaevinde hafiyelik eden tutuklu, muhbir. 7.


argo.

Grevlere katılmayan işçi; etliye sütlüye

Süngere

karışmayan pis herif. 8.Eski bir altın sikke. 9.

(Caoutchouc

Şahmerdan. 10. Dalga köpüğü; köpüklü küçük

mousse). § Se faire de la mousse: tkz. Dertlenmek,

dalga. 11. Y ü n görünüşünde toz birikintisi. §

mousse,

une pointe

benzeyen,

köpük,

mousse).
köpük

gibi
S. s.
moutonné

925

moyen

Chercher le mouton a cinq pattes: Olmayacak

mouvement).

şeyler ardında koşmak. Jouer à saute-mouton:

hareketlilik, hiç yerinde durmama (Aimer

Birdir bir oynamak Revenons à nos moutons:

mouvement).

Konumuza dönelim, gelelim konumuza. "Sadede

de

gelelim.

l'ennemi).

moutonné, e s. 1. Kıvırcık (Tête moutonnée).


Yumak

retraite.

Surveiller
9.

(Mouvements

yerb.

mouvement

dramatique

(Mouvements
er.

(Sularda)

(Moutonnement

de

rivière

qui

10. Canlılık, dirilik,

la mer,
des

d'accepter).

kuzulanmak

mouvement

moutonne).

2.

mouvement

13. İlerleme, gelişme

15. Değişiklik;

artma yada eksilme; kıpırdama, oynama


mouvements

olmak (Les nuages moutonnent

hausse sur les fruits et légumes).

moutonnerie diş. Koyun gibilik, gördüğünü körü


körüne

yapma,

körü körüne

koyunluk (Agirpar

öykünmecilik,

moutonnier, ère s. 1. Koyuna değgin. 2. Koyun gibi


körü körüne yapan

(Les

foules

moutonnières).
mouture diş.
(Meunier

de

§ Chercher le

mouvement perpétuel: Çözümü olmayan bir


soruyu çözmeye çalışmak, devri daim makinesini
hareket halinde olmak, bir an durmamak. Mettre
hareket ettirmek. Se donner du mouvement:
"Egzersiz yapmak, çalışma temrinleri yapmak.
mouvementé, e s. 1. Engebeli, inişli çıkışlı, inişli

1. Övütme. 2. Değirmenci hakkı


qui réclame sa mouture).

3. Buğday,

arpa ve çavdar karışımı (Pain de mouture).


Aynı

(Les

Un mouvement

qch en mouvement: -i çalıştırmak, işletmek,

moutonneuse).

gördüğünü

de populations.

bulmaya kalkışmak. Etre en mouvement: Sürekli

moutonnerie).

moutonneux, euse s. Küpüklenmiş, kuzulanmış


(Mer

fut

(Lemouvement

14. Duygu, bir anlık duygu (Un


de joie, de colère).

Kümelenmek, öbek öbek toplanmak, top top


dans le ciel).

Le

d'une scène). 11. Engebe

du sol). 12. mec. içe doğma, esin,

de l'histoire).
mer,

de

hareket

sans mouvement.

içe doğan duygu (Son premier

1. Köpüklenmek,

le

de repli,
mouvements

Köpüklenme,

vagues).
moutonner gsz.

olma,

kargaşa,

de jeunesse).

§ Roche moutonnée: coğr.

bulutlarla

Hörgüçkaya.

(Lac,

les

Olay,

vuruculuk (Une peinture

ak

etkin

8. Manevra (Mouvement

(Ciel

moutonnement
kuzulanma

Etkinlik,

kaplı

yumak

moutonné).

2.

7.

şeyi

ufak

değişikliklerle

yinelenmiş şey (C'est


au moins

mouture du même ouvrage).

4. mec.

yineleme,
la

yokuşlu (Terrain mouvementé).


(Avoiruneviemouvementée).

2. Çok hareketli
3. Kavgalı döğüşlü,

olaylı (Une séance mouvementée


nationale).

4.

troisième

mouvementé).

§ Tirer d'un sac deux

mouvementer

Canlı,

gçl.

Canlılık

katmak, dirilik vermek (Mouvementer

koyundan iki post çıkarmak,

sans

1. (Derebeylik

usulünde)

Bir

mouvoir

gçl.

1.

Oynatmak,

devindirmek, hareket ettirmek

(Mouvence
jambe).

mouvant, e s . 1. Kımıldayıp duran, oynak, yerinde

récit

hareket
un

drame

action).

arazinin bir tımara bağlı olması. 2. mec. Etki alam


électorale).

(Un

vermek,

moutures, tirer dix moutures du même sac: Bir


mouvance diş.

l'Assemblée

sürükleyici

kımıldatmak,
(Mouvoir

sa

2. Harekete geçirmek, bir davranışa


3.

gsz.

durmayan, hep yer değiştiren. 2. Durmadan yer,

Kımıldamak, devinmek, hareket etmek

(Un

biçim ve görünüm değiştiren; devingen (La

corps

mouvante

des blés).

3. Devindirici, devinime

geçirici, "muharrik (Forces mouvantes,


mouvant).

4.
nappe

Kaygan,

principe

oturmamış,

durmayan (Terrain mouvant,

sables

yerinde

mouvants).

mouvement er. 1. Devinim, devim, "hareket (Le


mouvement

des astres, d'un pendule).

çıkış, gidiş geliş (Le mouvement


un

port).

3.

(Mouvements
Mouvement
discours
l'auditoire).
symboliste,

Egzersiz,
de

hareket,

suscité

des

nage.

ne

meut

qui vous meut).


pas).

Se

mouvoir:

Kımıldanmak, devinmek (Je ne pouvais


mouvoir

qu'avec

me

difficulté).

moyen er. 1. Araç, "vasıta (Les moyens


d'un pays. La presse est un moyen

de

défense

d'expression).

2. Y o l , olanak, "çare, "imkân (ila trouvé le moyen


d'éviter cette corvée). 3. ç. Gelir, para, kazanç (Il
mène une vie de luxe, mais il a les moyens).
Yetenek (Moyens
garçon a de l'ambition

physiques

d'un

et des moyens).

4. ç.

sportif.

Ce

§ Au moyen

(Son

de: Aracıyla, vasıtasıyla, yardımıyla (Monter

mouvements

dans

grenier au moyen d'une échelle). Par le moyen de:

surréaliste).
Il faut

çalışma

de

5. Akım (Le mouvement

horlogerie.

dans
qui

l'intérêt

4. Kaynaşma

6.

Zemberek, çark (Mouvement


d'une

des navires

gymnastique,

automatique).
a

2. Giriş

itmek (C'est

romantique,
(Aygıtlarda)

d'un

réparer,

appareil,
changer

le

Yoluyla; aracılığıyla, kanalıyla (Annoncer

au
la

nouvelle par le moyen des ondes). Par ses propres


moyens: Kimseden yardım görmeden,

kendi

olanaklarıyla. En avoir le moyen: Elinde olmak,


mugissement

926

moyen
elinden gelmek (Il vous aiderait s'il en avait le
moyen).

Trouver le moyen de f. qch: -meyi

mucilagineux).
mucor er. Küfmantan, esmer ekmek küfü.

başarmak, -menin yolunu bulmak. Il y a moyen de

mucoracées diş. ç. bitb. Esmer küfmantarları.

f. qch: -mek mümkündür. Pas moyen de f. qch, il

mucosité diş.

n'y a pas moyen de f . q c h : - m e k mümkün değildir

encombrent

(Pas moyen de le toucher au téléphone.


moyen de le faire

Il n'y a pas

moyen).

moyenne

deri değiştirme, tüy değiştirme. 2. Deri yada tüy

2. Şöyle böyle, ne iyi ne

değiştirme süremi. 3. Değiştirilmiş olan deri yada

3. Ortalama (La

de cet hiver a été faible).

vasat, sıradan (Le lecteur moyen,


moyens).

Il fait un
température

4. Orta halli,
les

spectateurs

S. er. mat. Orta (Le produit des

est égal aux produits


des

extrêmes

tüy (Lamued'unserpent).

4. (Çocuklarda, erinlik

sırasında) Ses değişimi

(Ces

voix

d'enfants

proches de la mue). 5. Kuluçka kafesi. 6. (Kümes


hayvanları için) Besi kafesi,
muer gsz. 1. (Hayvan) Deri yada tüy değiştirmek
(Les serpents,

moyens).

les oiseaux

muent).

2. (Erinlik

sırasında çocuğun) Sesi değişmek ; değişmek (Les

moyen âge, moyen-âge er. Ortaçağ,


moyenâgeux, euse s. 1. Ortaçağa değgin (Art,
moyenâgeux).

mucus er. Sümüksü madde,

moyenne.

kötü, orta (lia une intelligence moyenne.


temps

qui

respiratoires).

mue diş. 1. (Hayvanlarda) Deri yada tüy değişimi;

obéir).

moyen, nés. 1. Orta (Une femme de taille


Les classes moyennes).

Sümüksü madde (Mucosités


les voies

style

2. Ortaçağa ait, ortaçağdan kalan


enfants muent vers douze ans. Savoixmue).

3. gçl.

Muer qch en: Bir şeyi ...haline getirmek, -e


çevirmek (La pluie avait soudain

mué Venise en

mec. Eskimiş, köhne, Nuh nebiden kalma (Des

une

Se

idées

Değişmek, hal değiştirmek. 2. Se muer en qch: -e

(Rues moyenâgeuses,

costumes

moyenâgeux).

3.

moyenâgeuses).

moyennant ilg.
parviendra

1. Aracıyla, yoluyla, ile (Il y

moyennant

un effort

Karşılığında (Moyennant

2.

soutenu).

une somme

modique,

immense

moisissure).

muer:

dönüşmek, haline gelmek (Ma sympathie


muée très vite en
s'est

amour).

muet, te s. 1. Dilsiz (Il est sourd

et muet

vous pourrez louer cet appareil). 3. Karşılık olarak

naissance).

(Moyennant

suite d'un accident. Rester muet d'étonnement).

appui).

ce petit service, vous aurez droit à son

4. Moyennant que: Koşuluyla, yeter ki

(Nous sortirons

demain,

moyennant

qu'il

fasse

dilb.

beau).
moyenne diş. 1. Ortalama (La moyenne

de ses notes

estbasse. Dans cette classe, la moyenne

d'âge est de

quatorze ans). 2. Orta (Intelligenceau-dessus


moyenne).

de la

3. Orta not (Cet élève a la moyenne

en

chimie).

§ En moyenne: Ortalama olarak

(Il
travaille

en moyenne

huit

heures

par

jour).

Calculer, faire, prendre la moyenne de: -in


moyennement bel. 1. Orta derecede, ne çok ne az
güveyisinden

belle). 2. Şöyle böyle, iç

hallice

hautaine).

4. Sessiz (Cinéma

Okunmaz

Açıklanmayan,

(E

muet,

de

muet à la
3.
femme

muet).

5.

muet).

6.

dile getirilmeyen, sessiz

(Un

désespoir muet, une douleur muette). 7. Üzerinde


hiçbir yazı yada işaret bulunmayan (Une

médaille

muette). S. ad. Dilsiz. § A l a muette: Dilsizler gibi,


tek söz söylemeksizin, işaretle,
muette diş. 1. (Eski) A v köpekleri kulübesi. 2.
Avcıların buluşma kulübesi,
muezzin er. Müezzin,

ortalamasını almak, hesaplamak,


(Elle est moyennement

2. Dili tutulmuş (Devenir

Hiç konuşmayan, ağız dil vermeyen (Une


muette,

1.

(Comment

vas-tu?

mufle er. 1. (Hayvanlarda) Burun ucu, mantar (Le


mufle

du lion,

comme un mufle.

-Moyennement).

du boeuf).

2. s. ve ad.

Hamhalat, hıyarağa, kaba adam (5e


Ce qu'il peut être

tkz.

conduire

mufle!).

moyette diş. Küçük tahıl yığını, küçük dokurcun,

muflerie diş. tkz. Kabalık, hamhalattık, hıyarlık,

moyeu er. Poyra.

muflier er. bitb. Aslanağzı,

mozarabes, vead. Endülüs Araplarınınegemenliği

mufti, muphti er. Müftü,


muge er. hayb. Kefal (balığı),

altında bulunan hristiyan.

muges er. ç. hayb. Kefalgiller,

mozette diş. Kukuleteli papaz pelerini,


muance diş.
Sesin değişmesi; erinlik

çağında

mugir gsz.

1. (Sığır cinsinden hayvanlar için)

Böğürmek (Le boeuf mugit).

çocukta ses değişmesi,

2. mec. Öküz gibi

muabilité diş. Değişkenlik, kararsızlık,

bağırmak. 3. Uğuldamak, gürüldemek (Le

muable s. Değişken, kararsız,

mugit dans la forêt. Les vagues


mugissant,e

mucher gçl. tkz. Saklamak, gizlemek,


mucilagineux,

euse

s.

1.

Böğüren.

gürüldeyen, gürleyen (Vagues

mucilage er. Helme.


s.

Helmeli

(Médicament

vent

mugissent).
2.

Uğuldayan,

mugissantes).

mugissement er. 1. Böğürme (Mugissement

des
muguet

927

bœufs). 2. Uğuldama, gurüldeme.


muguet er. 1. İnciçiçeği. 2. mec. Şık delikanlı. 3.
hek. Pamukçuk (hastalığı),
mugueter gçl. 1. -e kur yapmak (Mugueter

les

femmes). 2. gsz. Kibarlık taslamak,


muid er. Tahıl yada sıvıları ölçmeye yarayan eski bir
ölçek.
mulard,es. vead. Kırma ördek, kanı karışık ördek,
mulassier, ères. 1. Katıra değgin; katır yetiştirmeye
değgin. 2. s. ve ad. Katır doğuran
(Jument
mulassière. Une mulassière).
mulâtre, esse s. vead. (İnsanlar için) Melez, kırma,
bir zenciyle bir beyazdan doğmuş (Il est mulâtre).
mule diş. 1. Arkalıksız terlik, şıpıtık. 2. Dişi katır
(Monter une mule). § Chargé comme une mule:
Yükü çok ağır, katır gibi yüklü. Têtu comme une
mule: Katır gibi inatçı. Avoir une tête de mule:
Çok inatçı olmak,
mulet er. 1. (Anası kısrak) Katır. 2. hlk. Kefal, kefal
balığı (Mulet à grosse lèvre: Kefal. Mulet cabat:
Has kefal. Mulet doré: Altınbaş
kefal).
muletier, ères. veer. l . e r . Katırcı. 2. s. Katırla ilgili
(Chemin muletier, sentier muletier: Dar ve sarp
yol, katır yolu).
mulette diş. hayb. Irmak midyesi, tatlısu midyesi,
mulleter. hayb. Tekir (balığı),
mulot er. hayb. Yer sıçanı, tarla cüce sıçanı, orman
sıçanı.
mulsion diş. Süt sağma, sağım.
multicâble s. Çok kablolu (Benne
multicâble).
multicarte s. Birden fazla firmayı temsil eden
(Cherchons deux représentants
multicartes).
multicaule s. Çok dallı, çok sürgünlü (Mûrier
multicaule).
multicellulaires. Çokhücreli.
multicolores. Çokrenkli.
multiculturalisme
er.
Çok
kültürlülük,
çeşitlikültürlülük.
multidimensionnel,le s. Çokboyutlu.
multidisciplinaire s. Değişik ders yada uzmanlık
alanım
kapsayan
(Un
enseignement
multidisciplinaire).
multiflores. Çokçiçekli.
multiforme s. Çokşekilli, çokbiçimli, biçimden
biçime giren,
multilatéral,e s. Çokyanlı (Un accord
multilatéral).
multimilliardaire s. ve ad. Milyarları olan, çok
zengin, para babası,
multimillionnaire s. ve ad. Milyonları olan, çok
zengin, para babası,
multinationale s. Çokuluslu (Les grandes

firmes

multinationales).
multipares, vead. 1, Bir doğumdaçokyavru veren.

munir
2. Çok çocuklu kadın; çok doğum yapmış kadın,
multiple s. 1. Çok, birçok (Charrue à socs
multiples).
2. Değişik, birçok,
"muhtelif
(Activités, aspects, causes multiples). 3. er. mat.
Kat (Neuf est un multiple de trois).
multipliables. mat. Çoğaltılabilir; çarpılabilir; katı
alınabilir,
multiplicande er. mat. Çarpılan,
multiplicateur er. 1. mat. Çarpan. 2. (Ekonomide)
Çoğaltan.
multiplicatif, ive s. 1. Çarpmaya değgin, çarpımla
ilgili (Signemultiplicatif).
2. Çoğaltıcı, artırıcı,
multiplication diş. 1. mat. Çarpma, çarpım (Table
de multiplication.
Multiplication de 8 par 7). 2.
Artma, çoğalma (Multiplication
des
partis
politiques, des bactéries).
m u l t i p l i c i t é ^ . Çokluk (Multiplicitédes
difficultés,

des inventions).
multiplier gft'. 1 .mat. Çarpmak (Multiplier trois par
cinq). 2. Çoğaltmak, artırmak (Multiplier les
exemplaires
d'un texte. L'argent multiplie les
désirs). 3. gsz. Artmak (Les
conséquences
multiplient
à proportion).
4. gsz. Üremek,
çoğalmak. § Se multiplier: 1. Artmak (Les
accidents se sont multipliés ces derniers jours). 2.
Üremek, çoğalmak. 3. mec. Her tarafa yetişmek,
koşuşturmak,
multipolaire s. fiz. Çok kutuplu, "çokuçlaklı.
multitubulaires. (Teknikte) Çokborulu.
multitude diş. 1. Birçok, bir sürü (Une multitude
d'écoliers, de visiteurs). 2. Yığın, kalabalık, halk
yığını (La multitude accourait pour le voir).
municipales. Belediyeye değgin; belediyeyle ilgili
(Conseil municipal,
élections municipales).
§
Garde municipal er. İnzibat eri. La garde
municipale: Paris askeri inzibat birliği. Officiers
municipaux:
Belediye
görevlileri.
Police
municipale: Belediye zabıtası,
municipalisation: diş. Belediye sınırları içine alma,
belediye denetimine alma.
municipaliser gçl. Belediye sınırları içine almak,
belediye denetimine almak,
municipalité diş. 1. Belediye. 2. Belediye örgütü
olan kasaba. 3. Belediye görevlileri kurulu,
municipe er. (Eskiden) Romanın egemenliği
altında kendi kendini yöneten kent.
munificence diş. Elaçıklığı, eliaçıklık, "cömertlik,
munificent,e s. Eliaçık, cömert,
munir gçl. Munir qn, qch de qch: 1. Birini, bir şeyi
...ile donatmak (Munir une troupe
d'armes
modernes). 2. Takmak, koymak (Munir un stylo
d'une cartouche d'encre. Munir une lampe d'un
abat-jour). 3. Vermek (Munir son fils d'argent de
poche).

§ Se munir de qch: 1. Almak, üstüne

son passeport).
diş.

(Munitions
d'armes

1.

Gereç,

atmak, gömmek (Une prévention

instinctive

levazım

murait dans une sorte de silence).

5. mec. Gizli

(Entrepôt

tutmak, gözden

malzeme,

2. Cephane

§ Pain de munition:

saklamak.

Kapanmak, çekilmek (lise


murer dans son

muqueux, euse s. 1. Sümüksel, sümüğe değgin


muqueux).

2.

muqueuse:

Sümük

salgılayan

Sümük zarı). 3. Sümüksü


d'un jardin,

d'une

2. Bölme. 3. ç. Sur, surlar; surlar

içindeki kent (Dans les murs: Kentte, sur


içinde.

Hors des murs: Kent dışında, surlar dışında. Il est


arrivé dans nos murs: Kentimize

geldi). 4. mec.

Duygusuz adam, vurdumduymaz (Cet homme


On parle à un mur). 5.mec.

est

Engel,büyük

engel, f Entre quatre murs: Dört duvar arasında.


Coller qn au mur: -i kurşuna dizmek. Franchir le

fruits).

2.

vengeance).

l'a

homme

4. gsz.

ne mûrira

mûrissage,
mûrissant,e
mûrissant,

s.

murmure

d'une rivière, d'une source).


homurdanma

tepki göstermeden,

3. Olgunlaşmış,

encore mûr). 4. mec. Olgun (Un homme

mûr,

un

esprit mûr). S. Mûr pour: -cek durumda ,-cek haie


gelmiş (Il est maintenant

mûr pour le mariage).

§
Après mûre réflexion: iyice düşünüp taşındıktan
sonra.

pas le

4.

(Des

hek.

3. Uğultu,

murmures

Hırıltı

de

(Murmure

§ Sans murmure: Ses çıkarmadan,


entre

ses dents). 2. Çağlamak, çağıldamak; uğuldamak


3.

Hışırdamak,

hışıldamak (Les feuilles murmurent

ruisseau

murmure).

dans le vent).

4. Homurdanmak (Foule qui murmure).


Fısıldamak, fısıltı halinde söylemek
quelques mots à l'oreille de son

S. gçl.
(Murmurer

voisin).

mûron er. Böğürtlen,


musacées diş. ç. bitb. Muzgiller,
m u s a r a i g n e ^ , hayb. Soreks
Orman
Akkuyruktu

soreksi.
soreks.

(Musaraignecarrelet:

Musaraigne
étrusque:

Musaraigne

aquatique:

Suköstebeği).

murage er. Duvarla çevirme, duvarlama.

musard,e s. ve ad. tkz. B o ş şeylerle oyalanan, boş

mûraie diş. Dutluk.


muraille diş. 1. Büyük duvar. 2. Geminin yân
duvarları. 3. Sur, surlar (Le Grande muraille

de

Chine). § Couleur de muraille: Boz; külrengi.


mural,es. 1. Duvarlarda yetişen

(Fruit

murmurer gsz. 1. Mırıldanmak (Il murmure


(Le

est mûr. Le projet n'est pas

olan

dans la classe). 2. Çağıltı (Le

respiratoire).

(La toile du mateles est mûre).

Olgunlaşma
abcès).

murmure er. 1. Mırıltı, fısıltı (On n'entendait

başarısızlığa uğramak. Les murs ont des oreilles:

mûre, raisin mûr). 2. Çok eski, eskilikten dökülen

Cet

mûrissante).

un mur, se heurter à un mur: Kıç üstü oturmak,

beklenmez.

de

olgunluğa
a mûri.

er.
Olgunlaşmakta

protestation).

mûr,e s. 1. (Meyve ve sebzeler için) Olgun ( P o m m e

projet

Olgunlaşmak;

des bananes, d'un

Kaçmak, savuşmak, izinsiz çıkmak. Se cogner à

Hazırlamak

un

jamais).

personne

homurtu,

mur: Ölü gözünden yaş, imam evinden

3.

(Mûrir

mûrissement

(Mûrissement

murmure

Yerin kulağı var. On tirerait plutôt de l'huile d'un

mûri).

kurmak

les

olgunluğa

ermek (Les fruits ont mûri. L'abcès

Sıkı bir savunma yapmak.

mur:

Olgunlaştırmak,

(L'âge
Kaçmak, savuşmak, izinsiz çıkmak. 2. (Sporda)
Sauter le

silence).

mec.

tasarlamak,

moindre

(Plantesmurales).

2. Duvar üzerinde olan (Peinture murale,

tableau

gezenin boş kalfası, avare, aylak,


musarder gsz. B o ş şeylerle oyalanmak, aylaklık
etmek, avarelik etmek,
musardise, musarderie diş. Aylaklık, avarelik,
musc er. 1. Misk (Se parfumer

au musc).

2. Misk

keçisi.

murale).

mûre diş. Dut. § Mûre sauvage: Böğürtlen,


mûrement bel. Eni konu, iyice (J'y ai

mûrement

muscade diş. Küçük Hindistan cevizi. § Passez


muscade: N e sihirdir ne keramet el çabukluğu
marifet. Sanki yer yarıldı da içine girdi, sanki göğe

réfléchi).
murène diş. Büyük yılanbalığı, murana,
murer gçl.

1.

mûrir gçl. 1. Olgunlaştırmak (Le soleil mûrit

mur du son: Ses duvarını aşmak. Faire le mur: 1.

mural, pendule

§ Se murer:

mura chez lui). 2.Se

mûrier er. Dutağacı.

erdirmek
maddeye değgin, "mukozayla ilgili,
mur er. 1. Duvar ( L e s murs

iyice olmuş (L'abcès

le

murer dans: -e gömülmek, kendini kapamak (Se

Tayın, tayın ekmeği,


munitionnaire er. Ordu gereçleri üstencisi.

maison).

2.

tıkamak. 4. mec. Murer qn dans: Birini -in içine

découragé).

de guerre).

(Membrane

une porte).

2. -sini takınmak, toplamak (Se

et de munitions).

(Exsudât

une fenêtre,

Duvarla çevirmek. 3. Kapısı bacası kapalı biryere

munir de patience,
munition

kapamak (Murer

de

almak, donanmak (Se munir d'un parapluie,

unmur.

muscadelle

928

munition

1. Duvarla

kapamak,

köreltmek,
çekildi, hiçkimse bir şey görmedi,
muscadelle diş. Misket armudu, kokulu bir cins kış
929

muscadet

musulman
repas dans sa musette.

armudu.

d'ouvrier).

muscadet er. Bir cins şarap, misket şarabı,

Une musette

muscadier er. Küçük Hindistan cevizi ağacı,

(Musette pour les chevaux).

muscadin er. 1. Misk şekeri, "devaimisk. 2. mec.

S. Pansuman çantası,

diş.

soldat,

4. Avadanlık torbası.

muséum er. Doğabilimler müzesi,

Süslü, züppe delikanlı,

musical,e s. 1. Müziğe değgin, "müziksel

muscardin er. Fındıkfar si, fındıksıçanı.


muscardine

de

2. (Eski) Gayda. 3. Y e m torbası

(İpek

böceklerinde)

Kireç

critique musicale d'un journal.


études

hastalığı,

musicales).

Soirées

2. H o ş , tatlı, müzik gibi,


muscarier. bitb. Titrekçiçek.

uyumlu, akıcı (Une voix musicale,

muscarine diş. Zehirlimantar özü.

musicale).

muscat er.

1. Misket üzümü (Une

muscat).

2. Misket şarabı (Un verre de

grappe

de

muscat).

musicalité diş.
(Musicalité

(La

musicales,
une

phrase

Müziksellik, müziklilik, akıcılık

d'une phrase, d'un

vers).

muscicapidées diş. ç. bitb. Yapraklı karayosunlan.

music-hall er. Müzikhol (Chanteuse de

muscle er. Kas, "adale (Muscle striés,

musicien, ne s. ve ad. 1. Müzikçi, müzik sanatçısı

Muscles lisses,
musclé,e s.

volontaires.

(Les

viscéraux).

1. Kaslı, kaslan gelişmiş

musclées).
(Jambes

2. mec. Güçlü, iyi kurulmuş ( Une pièce

de théâtre

musclée).

3. (Okul

argosunda) Güç, çetrefil (Unproblème

musclé).

muscler

solide

gçl.

Kaslarını

gymnastique
musculaire

et bien

me
s.

geliştirmek

(Cette

d'un

orchestre).

2.

yetenekli, müziğe yatkın (Elle est très


Il a l'oreille

Müziğe

musicienne.

musicienne).

musicographe ad. Müzik yazan,


musicographie diş. Müzik yazarlığı,
m u s i c o l o g i e ^ . *Müzikbilim.
musicologue ad. *Müzikbilimci.

musclait).
Kaslara

musiciens
music-hall).

değgin,

kasıl

(Tissu

musique diş. 1. Müzik, musiki (Musique


instrumentale.

musculation diş. Kaslandırma; kaslanma.

musique

classique,

musculature diş. Kaslar, bütün kaslar

militaire).

2. Bando, mızıka (Musique

régiment).

3. Çalgı takımı. 4. U y u m , akıcılık,

de

force

musculaire).
(Musculature

l'homme).

musculeux,

euse

s.

Kasları

kuvvetli; kaslı (Ses bras sont

gelişmiş,

kaslan

muse diş. 1. Sanat tannçası, Müz, Muza. 2. mec.


Yır, şiir, şiir türü (La muse épique des anciens).
mec. Esin kaynağı, "ilham perisi (La muse

3.
d'un

musique
"ahenk, müzik (La musique
phrase,

musculeux).

Musique

vocale,

musique

musculaire,

d'une langue).

légère,

d'un

d'un

vers,

des oiseaux,

6. Nota (Le pianiste joue de

sans musique).

musique

d'une

S. (Kuşlar, böcekler için)

Ötüş, ses, ötüşme (La musique


cigales).

populaire,

des

mémoire,

§ Changer de musique: Plağı

§ Nourrisson des muses:

çevirmek, konuyu değiştirmek, sözü çevirmek.

Ozan, şair. § Courtiser les muses: Şiirle uğraşmak,

Connaître la musique: tkz. İşin iç yüzünü bilmek,

museau er. 1. Somak, hayvan yüzünün sivri kısmı.

dönen dolaplardan haberi olmak. C'est toujours

poète,
d'un écrivain).

la même musique: H e p aynı nakarat,

2. mec. tkz. Yüz, surat,


musée er. 1. Müze (Musée de peinture,
Louvre).

Musée

du

2. Çok değerli eşyaların bulunduğu yer

(Son appartement

est un véritable musée).

3. tar.

gçl.

1.

burunsalık
taureau).
(Museler

(Hayvana)

takmak

(Museler

Tasma
un

takmak,
chien,

un

2. mec. Susturmak, ağzına kilit vurmak


tasma (Mettre

une

musellement er. 1. Burunsalık takma. 2.

mec.

muselière à un

Burunsalık,

poème).

musqué,e s. 1. Misk kokulu. 2. mec. Yapmacıklı


(Un langage

musqué).

musquer gçl. Misk sürmek, misk katmak; hoş bir

sa tête au creux de son

bras).

mussif s. Or mussif: Mozaik yaldızı,


mussitation diş. hek.

muséologie diş. *Müzebilim.

1. Ses zayıflığı. 2. Hasta

mırıldanması,

muséologue ad. Müzebilimci.


muser gsz. Boş şeylere oyalanmak, avarelik etmek.
Hayvan başlığının burnu saran

mustang er. hayb. (Güney Amerikada) Yabani at,


yaban atı.
mustelidés er. ç. hayb. Sansargiller,

bölümü, burunluk,
musette diş. 1. Dağarcık, azık torbası (Mettre

musse-pot (à) bel. (Eski) Gizlice,


musser gçl. (Eski) Saklamak, gizlemek (II mussait

chien).

Susturma, ağzına kilit vurma,

muserolle diş.

un

Sanat değeri olmayan basit

koku vermek,

l'opposition).

muselière diş.

gçl. Bestelemek (Musiquer


musiquette diş. tkz.
müzik.

iskenderiye kitaplığı,
museler

musiquer gsz. 1. Çalgı çalmak; müzik çalmak. 2.

son
musulman,e s. ve ad. Müslüman (L'art

musulman,
930

mutabilité

la

religion

musulmane.

Allah,

Dieu

des

Yardımlaşma kurumu, yardım sandığı,

mutabilité diş. Değişkenlik, değişebilirlik.


mutables. Değişken, değişebilir

(Gènemutable).

mutation diş. 1. Değişme, dönüşme, 'değişim (Les


rapides de la mer. La mutation

d'un

métal en or). 2. (Memur için) Bir başka yere yada


verme;

yerine

bir

başkasını

alma

( Mutation sur demande, pour raison de service). 3.


biy. Değişim, değişinim, "mütasyon
biologique).

(Mutation

4. huk. "İntikal § Droits de mutation:

huk. Ferağ ve intikal harcı,

mutuel,

kurumu.
mutuellement
s'aider

bel.

Karşılıklı
olarak

(S'aimer,

Mantarlar

konusu,

mutuellement).

mycélium er. bitb. Emeç.


mycologie

diş.

bitb.

"mantarbilim.
mycologue

ad.

Mantarlar

konusunda

uzman,

mycorhize er. bitb. Kökmantar.

Değişimci,değişinimci,

muter gçl. 1. Mayalanmayı durdurmak (Muter

mycose diş. Mantar hastalığı,


un

moût de raisin). 2. Başka bir servise yada göreve


vermek; yerine başkasını

almak

fonctionnaire

sanction).

par mesure de

(Muter

un

mydriase

diş.

hek.

Gözbebeği
genişlemesi,

gözbebeğinin büyümesi,
myéline diş. anat. Miyelin.
myélite diş. hek. Omurilik yangısı,

mutilant,e s. Sakatlayıcı, sakat bırakan

(Plaie

mutilante).

mygale diş. hayb. Yerörümceği.


myocarde er. anat. Yürekkası.

mutilateur,
mutilateur).

trice

s.

1.

Yaralayıcı

(Couteau

koparma, alma, kırma; sakatlama, sakatlanma.


2. Bir parçasını kırma (Mutilation

d'une statue). 3.

Sakatlama, bozma, değiştirme, içinden kimi


bölümlerini çıkarma (Mutilation

d'un

texte).

mutilé,e ad. Sakat, "malul (Les mutilés de


Un mutilé des deux

myologie diş. (Anatomide) Kas konusu, kaslar


bölümü, "kasbilim.
myome er. hek. Kasdokusu uru.
myopathie diş. hek.

guerre.

myopes, vead. 1. Uzakgörmez, miyop ( D e s lunettes


de myope.

mutiler gçl. 1. Sakatlamak, bir yerini yaralamak, bir


yerlerini koparmak yada kırmak (La bombe

1. Kas hastalıkları. 2. Kas


zayıflaması.

bras).

mutilé du bras gauche).

myocardite diş. hek. Yürekkası yangısı,


myofibrille er. anat. Kas telciği.

2. ad. Kırıcı, kırıp parçalayıcı,

mutilation diş. 1. (Bir şeyin) Bir yerini kesme,

l'a

2. Bozmak, sakatlamak,

Elle est très myope).

kısa görüşlü (Des politiciens


Kısa

dargörüşlülük (Myopie

myopes).

görüşlülük,

ileriyi

kestiremezlik,

intellectuelle).

myosis er. hek. Gözbebeği daralması, gözbebeği

statue).

mutin,es. 1. Dikkafalı, serkeş (Unenfantmutin).

2.

küçülmesi.

Uyanık, cin gibi; şakacı (Une fillette mutine 3. er.

myosotis [mjozjtis] er. Unutmabeni (çiçeği),

İsyancı (Les mutins furent mis à la

myriade diş.

raison).

mutiné,es. vead. İsyancı, başkaldırmış


les mutinés du cuirassé

(Lesmarins
se mutinèrent

gardiens).

Se

et massacrèrent

mutiner

contre:

-e

1. (Eskiden) O n bin. 2. Sayısız,

binlerce, onbinlerce.
myriamètre er. O n bin metre,

Potemkine).

mutiner (se) gsz. Ayaklanmak, baş kaldırmak (Les


prisonniers

Uzağı

myopie diş. 1. Uzakgörmezlik, miyopluk. 2. mec.

vérité). 3. Kolunu bacağım kırmak, bir yerlerini


kırmak (Mutiler une

2. mec.

göremeyen, olacakları önceden kestiremeyen,

değiştirmek (Mutiler un objet, un texte. Mutiler la

mutinés,

aide

2. diş. Yardım sandığı, yardımlaşma

"mantarbilimci,

mutationnisme er. Değişimcilik, değişinimcilik,


mutationnistes. vead.

m u t u e l l e s. 1. Karşılıklı (Amour
mutuelle).

mutage er. (Şarapta) Mayalanmayı durdurma,

göreve

kurumu üyesi,
mutualité diş. 1, Karşılıklılık, karşılıklı durum. 2.
musulmans).

mutations

mystagogue

leurs

myriapodes

er.

ç.

hayb.

Çokayaklılar,

çokbacaklılar.

karşı

myrmécophile s. ve ad. Karıncayiyen, karınca ile

mutinerie diş. Ayaklanma, başkaldırma, "isyan

myrmidon, mirmidon er. 1. Bücür, ufak tefek

ayaklanmak, baş kaldırmak,


(Une mutinerie

beslenen (Plantes, pucerons

adam. 2. mec. Cavalacoz adam.

éclata).

mutisme er. 1. Dilsizlik (Mutisme

de naissance).

2.

Hiç konuşmama, susma, konuşmazhk, suskunluk


(S'enfermer

dans un mutisme

myrmécophiles).

opiniâtre).

myrtacées diş. ç. bitb. Mersingiller,


myrte er. bitb. Mersin,
myrtille diş. bitb. Ayıüzümü, çayüzümü.

mutité diş. Dilsiz olma, dilsizlik,


mystagogie diş. "Gizbilim.

mutualisme er. *Yardımlaşmacıhk.

mystagogue er. (Eski Yunanlılarda) Dinin gizlerim

mutualistes, vead.

*Yardımlaşmacı;yardımlaşma

öğreten rahip, "gizbilimci.


931

mystère
mystère er. 1. Giz, sır, esrar (Lever les voiles du
mystère.

Les mystères de la nature).

2. Karanlık

şey, anlaşılması güç şey, °esrar (Les enquêteurs


doivent

éclaircir

ce mystère).

3.

(Ortaçağda)

Isanın yaşamından sahneleri konu alan dinsel


oyun. § Faire grand mystère de qch: -i herkesten
saklamak, çok gizli tutmak,
mystérieusement bel. 1. Gizemli bir şekilde. 2. Gizli
kapalı bir şekilde,
mystérieux, euse s. 1. Gizemli, "esrarlı, "esrarengiz
(Forces, influences mystérieuses).

2. Anlaşılması,

açıklanması güç, bilinemeyen (Un assassinat


mystérieux.

Cette histoire est bien mystérieuse).

3.

Ne yaptığı ne ettiği bilinmeyen, kimliği karanlık


(Un homme

mystérieux).

mysticisme er. Gizemcilik, "mistiklik, "tasavvuf,


mysticité diş. 1. Gizemlilik. 2, Sofuluk, koyu
dindarlık.
mystifiable s. Aldatılabilir, kandinlabilir.
mystifiant,e s. Aldatıcı, yutturmaca (Propagande
mystifiante).

mystificateur, trice ad. Yutturmayı seven,


aldatmacadan hoşlanan; matrak,
mystification diş. 1. Yutturma, aldatma, matrak
geçme, dalga geçme (Etre le jouet d'une
mystification plaisante). 2. Yalan, yutturmaca,
aldatmaca, aldatıcı şey (La mystification de la race
pure).

mystifier gçl. 1. Dalga geçmek, matrak geçmek, bir


şeyler yutturmak, işletmek (Mystifier un naïf). 2.
Aldatmak, yanıltmak (Les journalistes ont
mystifié l'opinion

publique).

myxomycètes
mystiques. 1. Gizemli (Les ténèbres mystiques). 2.
Gizemciliğe değgin. 3. Sofuca. 4. ad. Gizemci. 5.
diş. Gizemli inanış, körükörüne inanış,
taparcasına inanış (La mystique de la paix). 6.
Gizemcilik bilimi,
mystiquement bel. 1. Gizemcilik bakımından,
gizemcilik açısından. 2. Sofuca, körü körüne
inanarak.
mythe er. 1. Efsane, mitoloji masalı, söylence,
masal (Un mythe

est une fable symbolique.

Le

mythe de Sisyphe). 2. Uydurma, uydurmaca,


yutturmaca, kafadan uydurulan şey (Sa fortune
est un mythe). 3. mec. Efsane tanrısı, söylence
tanrısı, mitos, mit (Créer des mythes

nouveaux.

Détruire les mythes). § Mythe de la caverne:


Mağara öyküsü, Platon'un öğretisini pekiştirmek
için anlattığı öykülerden biri.
mythique s. Mitlere değgin, efsanelerle ilgili (Un
héros

mythique).

mythologie diş. 'Söylencebilim, 'söylence,


"mitoloji.
mythologique s. 'Söylencel, mitolojik; mitolojiye
değgin, söylenceye değgin, 'söylencesel.
mythologue ad. Mitoloji bilgini, 'söylencebilimci.
mythomane s. ve ad. Yalancılık hastası, yalan
söyleme hastası,
mythomanie diş. Yalancılık hastalığı, yalan
söyleme hastalığı,
mytiliculteur er. Midye yetiştiricisi, midyeci,
mytiliculture diş. Midye yetiştiriciliği, midyecilik,
myxine diş. hayb. Okbahğı.
myxomycètes er. ç. bitb. Cıvık mantarlar.
n
N, n er. Fransız abecesinin on dördüncü harfi olup
"en" diye okunur ve türkçedeki n sesini verir,
nabab er. 1. Müslüman Hint prensi. 2. mec. Çok
zengin adam.
nabi er. (İbranilerde) °Nabi, "peygamber, yalvaç,
nabot,es. vead. Pek kısa boylu, bastı bacak, bücür,
bacaksız, bodur,
nacarat er. X. Parlak kırmızı. 2. s. Parlak kırmızı
renkte.
nacelle diş. 1. Sandal, kayık. 2. (Balonlarda) Sepet
(Nacelle d'un

ballon).

nacre diş. 1. Sedef (Bouton de nacre). 2. Sedef


renginde; sedef gibi parlayan,
nacré, e s. Sedefli ; sedef gibi parlak (Vemis à ongles
nacré).

nacrer gçl. Sedef görünümü vermek, sedef


parlaklığı vermek,
nadir er. gökb. Ayakucu,
naevus er. (Deride) Leke yada ben.
nage diş. 1. Yüzme (Nage libre,
crawl, indienne,

marinière,

brasse,

coupe,

nage sur le dos).

2.

piscine). 2. den. Kürek çekmek. 3. tkz. Ne


yapacağım bilemeyecek durumda olmak (Je ne
trouve pas la solution

du problème,

je nage).

4.

Nager dans qch: a) Bol bir sıvının içinde yada


üstünde) Yüzmek (De petits morceaux
nagent

dans une sauce épaisse),

kalmak (Nager

dans

de viande
b) -1er içinde

la confusion),

c)

mec.

...içinde yüzmek (Nager dans la prospérité).


gçl. ...yüzmek (Nager

le crawl, nager un

S.
cent

mètres). § Nager dans les eaux de qn: -in dümen


suyunda gitmek. Nager en grande eau: Bir eli
yağda bir eli balda olmak, çok zengin olmak.
Nager entre deux eaux: İki yanı da idare etmek,
tavşana kaç tazıya tut demek. Nager dans le sang:
Kanlara bulanmak, kan içinde kalmak. Nager
dans son complet: Giysisi bol gelmek, zayıflıktan
giysileri içinde kaybolmak. Savoir nager: İşini
yürütmesini bilmek,
nageur, euse ad. 1. Yüzücü. 2. den. Kürekçi
(Nageur

de l'arrière,

de l'avant).

3. mec.

tkz.

Dümenci, üçkâğıtçı (C'est un nageur).


naguère bel. Daha geçenlerde, az önce, daha dün (II

Kürek çekme. § A la nage: Yüzerek (Gagner la


côte à la nage). Etre en nage: Tere batmak, ter
içinde kalmak. Mettre qn en nage: Terletmek, ter
içinde bırakmak,
nageoire diş-. 1. Yüzgeç (Nageoire des phoques). 2.
ç. argo. Kollar,

tanrıçası. 2. mec. Yüzücü kadın.


naıT,ves. vead. l.Tezkanar, kötülük düşünmez, saf

nager gsz. 1. Yüzmek (Nager dans la mer, dans une

(Une jeune fille naïve). 2. B ö n , aptal (Il me prend

était naguère encore plein d'entrain,


maladie l'a

maintenant

la
abattu).

naïade diş. 1. (Söylencede) Pınarlar ve ırmaklar


933

nain
pour un naïf). 3. Doğal, yapmacıksız (Les grâces

naïves de l'enfance).

4. (Sanatta) *Safyürek,

"nayif (Peintres naïfs, les naïfs).

nain, e s. ve ad. 1. Cüce (Blanche-Neige et les Sept


Nains. Les nains d'un cirque).

2. s. Bodur (Un

arbre nain). 3. mec. Değersiz kimse, cüce,


sürüngen.
naissance diş. 1. Doğum, doğuş (Date et lieu de
naissance. Contrôle des naissances). 2. Doğuş,
ortaya çıkış (La naissance d'une idée). 3.
Başlangıç (Ce halo qui marquait la naissance du

jour). 4. Kaynak, çıkış yeri (Naissance

d'une

rivière). S. Soy (Il est de haute naissance. Un


homme de bonne naissance). § De naissance:

Doğuştan (Il est aveugle de naissance). Donner


naissance à: 1. Doğurmak, dünyaya getirmek
(Elle a donné naissance à un fils). 2. mec.
Doğurmak, yol açmak (Cette fausse nouvelle a
donné naissance à des commentaires
absurdes).

Prendre naissance: Başlamak, doğmak (L'émeute


a pris naissance

naît à terme, avant terme, à sept mois. Je suis né à

Paris). 2. Doğmak, meydana gelmek, başlamak


(Un amour naît entre eux). 3. Belirmek,
görünmek (Un sourire naît sur ses lèvres). 4.

Naître à qch: -e başlamak (Naître à une vie


à l'amour).

5. Naître de: a) -den

doğmak, dünyaya gelmek (Il est né d'un père


anglais et d'une

mère française),

b) -den ileri

gelmek, doğmak, nedeni ...olmak (Laguerre est


née d'un conflit d'intérêts économiques).

6. Etre né

pour: Anasından -mek için doğmak: -için biçilmiş


kaftan olmak, çok uygun olmak (Il est né pour
commander.

Ils sont nés l'un pour l'autre). 7. Etre

né...: Anasından ...olarak doğmak, doğuştan


olmak (Il est né poète). § Faire naître qch:
Başlatmak, doğurmak, var etmek, meydana
getirmek; yol açmak (C'est lui qui a fait naître
l'industrie dans ce pays. Faire naître un conflit).

Naître sous une bonne étoile: Kadir gecesi


doğmak, şanslı doğmak. Ne pas être né d'hier:
Dünkü çocuk olmamak, ağzı süt kokmamak, çok
şeyler görüp geçirmiş olmak,
naïvement bel. 1. Doğal olarak, yapmacıksız,
içtenlikle, açık yürekle (Il dit naïvement tout ce
qu'il pense). 2. Saf saf, saflıkla, bönce, aptalca (II
croit naïvement

naïveté diş.

nanan er. tkz. Tatlı şey, kaymak gibi şey, yeme de


yanında yat (C'est du

à la bonne volonté de ce

1. Doğallık,

fumiste).

yapmacıksızlık.

2.

Açıkyüreklilik. 3. Saflık, bönlük,


n^ja er. hayb. Gözlüklüyılan.
nana diş. 1. hlk. Metres, kapatma, aftos (Il est sorti
avec sa nana). 2. Kadın (Une belle

nana).

nanan).

nandou er. hayb. Amerikan devekuşu,


nanisme er. Cücelik,
nankin er. Nankin pamuklusu, pamuklu,
nansouk, nanzouk er. Pamuklu,
nanti, e s. ve ad. 1. Zengin, tuzu kuru (Le
conservatisme des nantis). 2. Nanti de: -e sahip (Il
est nanti de titres

universitaires).
nantir gçl. 1. Tutu olarak vermek, rehine koymak
(Cet homme

ne prête point si on ne le nantit pas

d'avance). 2. Nantir qn de qch: Birine ...vermek,


sağlamak. Birini ...ile donatmak (Nantir un
enfant d'argent

de poche).

§ Se nantir: 1. tkz.

Çıkar sağlamak, cebini doldurmak, dünyalığını


yapmak (Il a perdu sa place, mais il s'est

bien

nanti). 2. Se nantir de qch: a) -i rehin olarak


tutmak, -e el koymak (Se nantir des effets

d'une

succession), b) Üstüne almak, yamna almak (Se


nantir d'un manteau,

nantissement

ici).

naître gsz. 1. Doğmak, dünyaya gelmek ( Enfant qui

nouvelle,

narcose

er.

d'un

Tutu,

parapluie).

rehin

(Prêt

sur

nantissement).

naos er. Eski Yunan tapınaklarında iç ve merkez


bölüm.
napalm er. Napalm (Bombe au napalm).
naphtaline diş. Naftalin,
naphte er. yerb. kim. Neft.
napoléon er. Napolyon altını,
napoléonien, ne s. İ. Napolyon'a değgin (Epopée
napoléonienne).
2. ad. Napolyon yanlısı,
Napolyoncu.
nappage er. (Et, pasta üstünde) Jöle tabakası
nappe diş. X. Sofra örtüsü (Mettre, öter la nappe.
Nappe en plastique). 2. mec. Yaygın tabaka (Une
nappe de gaz, de pétrole,
(Nappe
volcanique).

d'eau).

3. yerb

Örtü

napper gçl. Napper qch de: Bir şeyi.. .ile kaplamak;


üstüne.. .örtü olarak koymak (Napper un pain de
marmelade.
ancienne).

Napper

une table d'une

broderie

napperon er. Küçük masa örtüsü; küçük örtü.


narcisse er. 1. bitb. Nergis (Narcisse des près: Çayır
nergisi. Narcisse jonquille:
Fulya). 2. mec.

Kendine aşık; kendi güzelliğine tutkun kimse,


'özsever.
narcissique s. Özseverliğe değgin,
narcissisme er. 1. Kendine aşıklık, kendi güzelliğine
tutkunluk. 2. ruhb. Özseverlik,
narcolepsie diş. Uykudan bayılma, uykuya
dayanamazlık, uyku düşkünlüğü,
narcoleptique s. Uykuya dayanamayan, uyku
düşkünü.
narcose diş. hek. İlaçla uyutma, narkoz.
narcothérapie
narcothérapie diş. Uykuyla tedavi; uyku kürü.
narcotiques. 1. Uyuşturucu (Propriété narcotique
d'une plante). 2. er. Uyuşturucu ilâç.
narguer gçl. Küçümsemek, önemsememek,
takmamak (Narguer les lois, la foule).
narguilé, narguileh er. Nargile (Fumer un narguilé).
narine diş. Burun deliği.
narquois, e 1. Kurnaz, anasının gözü. 2. Sinsi,
alaycı (Un sourire narquois).
narquoisement bel. Sinsice, alayla,
narrateur, trice ad. (Bir olayı) Anlatan, anlatıcı,
"öykülemeci (Narrateur d'une histoire).
narratif, ive s. Öykülemeye değgin, *öykülemeli;
anlatmaya değgin, anlatmalı (Poésie narrative).
narration diş. 1. (Bir olayı) Anlatma, *öyküleme;
açıklama (Il interrompit ma narration. Faire une
longue narration des événements). 2. (Okulda)
Yazılı anlatma alıştırması,
narré er. (Eski) Öykü (Tel est le narré fidèle de mon
voyage).
narrer gçl. 1. Anlatmak (Narrer les histoires de sa
jeunesse). 2. Narrer qch à q n : Birine ...anlatmak
(Narrer une histoire à ses enfants).
narthex er. (Kiliselerde) Giriş şahını, camilerdeki
son cemaat yerini karşılayan bölüm (Narthex
d'une basilique romane).
narval er. hayb. (Balinagillerden) Denizgergedanı,
nasal, e s. X. Burunsal, buruna değgin (Hémorragie
nasale, os nasal). 2. Genizden çıkarılan, genizden
çıkan, 'genizsil (Voyelles nasales, voix nasale,
consonnes nasales). 3. diş. dilb. Geniz ünsüzü,
nasalisation
diş.
dilb.
Genizsilleşme;
genizsilleştirme.
nasaliser gçl. dilb. Genizsilleştirmek, genizden
çıkarmak (Nasaliserunevoyelle, uneconsonne). §
Se
nasaliser:
Genizsilleşmek,
genizden
söylenmek,
nasalité diş. dilb. Genizsillik.
nasarde diş. 1. Buruna vurulan fiske. 2. mec.
Hakaret,
nase, naze er. hlk. Burun.
naseau er. (Kimi hayvanlarda) Burun deliği (Les
naseaux du cheval).
nasillard, e s. Genizden gelen (Voix nasillarde).
nasillement er. 1. Hımhımlık, burundan konuşma.
2. (Ördek için) Ötme, bağırma, vakvaklama,
nasiller gsz. 1. Hımhım konuşmak. 2. (Ördek için)
Ötmek, vakvaklamak. 3. gçl. Boğuk bir sesle
söylemek (Nasiller un vieux refrain).
nasilleur, euse ad. Hımhım,
nasique er. hayb. 1. Uzunburunlu-maymun. 2. diş.
hlk. Büyük bir cins karayılan,
nasse diş. 1. Balık avlama sepeti, çöten, kirtil

934

natter
(Poser, lever des nasses). 2. Kuş avlama ağı, kuş
tuzağı, kılcan. 3. mec. Sıkıntılı, güç durum,
natal, e s Doğum yerine değgin (Pays natal, ville
natale).
nataliste s. Doğumdan yana, doğum oranını
artırmak istiyen, doğumu teşvik eden (Une
politique nataliste).
natalité diş. Doğum oranı (Pays à forte natalité, à
faible natalité).
natation diş. Yüzme (Faire de la natation. Epreuves
de natation sportive).
natatoires. Yüzmeye değgin, yüzücülüğe değgin. §
Vessie natatoire: hayb. Yüzme kesesi,
natif, ive.ç. 1. Doğuştan
(llavaitunenoblessenative.
Sa peur native pour les serpents). 2. Toprakta
doğal olarak katıksız bulunan, ham (Or, cuivre,
natif). 3. Natif de: -de doğma, -li (Il est natif
d'Ankara). 4.ad. (Bir yerin) Yerlisi (Les natifs de
Samsun).
nation diş. 1. Ulus, "millet (La nation turque.
Organisation des Nations-Unies). 2. Kamu,
toplum, topluluk (Les biens qui doivent revenir à
la nation). 3. ç. (Eskimiştir) Puta tapan
topluluklar.
national,es. 1. Ulusal,"millî (Fêtenationale, armée
nationale). 2. er. ç. Yurttaşlar (Les nationaux
turcs).
nationalisation diş. Ulusallaştırma, "millileştirme
(Nationalisation des pétroles, des houillères).
nationaliser gçl. Ulusallaştırmak, "millileştirmek
(Nationaliser l'industrie métallurgique).
nationalisme er. Ulusçuluk, "milliyetçilik,
nationaliste s. ve ad. Ulusçu, "milliyetçi.
/
nationalité diş. 1. Ulus topluluğu 2. Ulusal özellik.
3. Uyrukluk (Acquérir, avoir, prendre, perdre la
nationalité turque. Etre déchu de la nationalité
turque).
national-socialisme er.
Nazilik,
Hitlercilik,
nasyonal-sosyalizm.
national-socialistes, vead. Nazi, Hitlerci,nasyonalsosyalist.
nativement bel. Doğuştan (Il possédait nativement
des manières nobles).
nativismeer.fels. Doğuştancılık,
nativistes. vead.fels. Doğuştana,
nativité diş. 1. (İsa, Meryem ve kimi ermişlerin)
Doğum günü. 2. İsa'nın doğumunu dile getiren
resim yada yontu. 3. Noel yortusu,
natron, natrum er. Doğal sodyum karbonat,
natte diş. 1. Hasır (Natte de paille, de roseau, de
raphia. S'asseoir sur une natte). 2. Saç örgüsü
(Défaire ses nattes).
natter gçl. 1. Örgü örgü yapmak, örmek (Natter ses
935

nattier
cheveux). 2. Hasır döşemek.
nattier, ère ad. Hasırcı.
naturalisation diş. 1. Yurttaşlığa alma; yurttaşlığa
alınma (Demander sa naturalisation). 2. (Hayvan
yada bitkiyi) İklime alıştırma. 3. Benimseme,
kendine mal etme (Naturalisation

d'une idée,

d'un

mot venant de l'étranger). 4. (Hayvanın) Derisini


samanla doldurup doğal bir biçim verme;
doldurma.
naturaliser gçl. 1. Yurttaşlığa almak (Il a été
naturalisé turc). 2. (Bitki yada hayvanı) İklime
alıştırmak. 3. (Bir hayvanın) Derisini samanla
doldurup ona doğal bir biçim vermek ; doldurmak
(Naturaliser

un ours).

4. mec.

Benimsemek,

nauséeux
Doğuştan, doğuştan gelen (Il a des dispositions
naturelles

pour

(Enfant naturel). 6. er. Yaratılış, huy, mizaç (Ilest

halk, yerli (Les naturels


touristes originaux

Ses cheveux

naturalisme er. l.fels. ed. Doğalcılık. 2. Doğallık,


doğal olma durumu.
naturaliste s. ve ad. 1. Doğalbilimler uzmanı,
•doğalbilimci 2. Hayvan derilerine saman
doldurucu. 3. fels. ed. Doğalcı (Roman,

peinture

naturaliste).

nature diş. 1. Doğa, "tabiat (Lesforces de la nature).


2. Yaratılış, mizaç (lia une nature nerveuse.

Leurs

natures ne s'accordent pas). 3. İnsandaki doğal


duygular (Chose contre nature). 4. Evren; dünya
(Rien ne se perd ni ne se crée dans la nature).

S.

Nitelik, özellik, karakter (La nature des réformes


envisagées nous inquiète).

6. Tür, çeşit, cins (La

nature du terrain empêche la culture des


7. s.

tkz.

Sade

(Café

nature).

céréales).

8. s.

tkz.

Yapmacıksız, açıkyürekli, saklısı gizlisi olmayan


(Il est nature). § Etat de nature: (İnsanların)
Uygarlıktan önceki durumu. Nature morte:
Cansız doğa. Dans la nature: tkz. Bilinmeyen bir
yerde, bilinmeyen bir yere (Partir, disparaître
dans la nature. Envoyer,

expédier quelqu'un

dans

la nature). De nature, par nature: Yaratılış


bakımından, yaratılış olarak (Il est discipliné par
nature). En nature: Mal olarak, malla, "aynî
(Payer en nature. Don en nature).
qch: -cek nitelikte (Une objection
ruiner tout un raisonnement).

De nature à f.
de nature à

Par sa nature: Özü

gereği, doğası gereği (Cette loi est par sa nature


irrévocable). Forcer nature, forcer la nature:
Kendini zorlamak, elinden gelmeyen şeyi
yapmaya kalkışmak. Payer le tribut à la nature:
Ölmek.
naturel, le s. 1. Doğal, "tabiî (Les productions
naturelles d'un pays. Le gaz naturel). 2. Olağan,
normal, "tabiî (Je trouve cela bien naturel).

3.
viennent

regarder

avec une surprise ironique).

ces
§

Histoire naturelle, sciences naturelles: Doğa


bilimleri, *doğabilim. Chassez le naturel, il
revient au galop: Can çıkmayınca huy çıkmaz,
naturellement bel. 1. Doğası gereği (Comme le

...yurttaşlığına geçmek (Etre naturalisé

turc, se

circonstance.

d'un naturel bavard). 7. er. Doğal durum, doğal


özellik, olduğu gibilik, doğallık, yapmacıksızlık
(Agir avec naturel). 8. er. Bir yerin yerlisi, yerli

soleil

français).

4. Yapmacıksız,

Un style naturel). 5. Piç, evlilik dışı doğmuş

kendine mal etmek (Naturaliser une idée, un art).


§ Etre naturalisé, se faire naturaliser:
faire naturaliser

la peinture).

olduğu gibi (Rester naturel en toute

répand

naturellement

ses

rayons).

2.

Yaratılıştan, doğuştan (Il est naturellement gai.


frisent

naturellement).

3.

Doğal
olarak, tabiî (Agir naturellement). 4. Özentisiz,
kolaylıkla, yapmacıksız (Ecrirenaturellement). 5.
Elbette, ister istemez, öyle ya (Il avait
naturellement

raison de refuser votre proposition).

nature morte diş. (Resimde) Ölü doğa; ölü doğa


resmi.
naturisme er. fels. Doğacılık,
naturistes, vead. fels. Doğacı,
naucore diş. hayb. Supiresi.
naufrage er. 1. (Gemi) Batma (Le naufrage du
Titanic, d'un navire). 2. mec. Yıkılma, yıkım,
çökme (Le naufrage

des espoirs, des

ambitions,

d'un pays). § Faire naufrage: Batmak (Le bateau a


fait naufrage). Faire naufrage au port: Denizi
geçip çayda boğulmak; yüze yüze kuyruğuna
gelmişken başaramamak.
naufragé, e s. ve ad. Deniz kazasına uğramış;
batmış, batık (Des naufragés réfugiés sur une île.
Un navire

naufragé).

naufrager gsz. (Az kullanılır) Batmak,


naufrageurer. 1. Soymak amacıyla, yanlış işaretler
vererek gemilerin batmasına yol açan soyguncu.
2. mec. Batıran, batıncı (Les naufrageurs de
l'Etat).

naupathie diş. hek. Deniztutması.


nauséabond, e s. 1. İç bulandırıcı
nauséabonde).

2. İğrenç (Scandale

(Odeur

nauséabond).

nausée diş. 1. Bulantı, iç bulantısı (Cette odeur me


donne la nausée).

2. İğrenme, tiksinme (Tant de

bassesse donne la nausée). § Avoir la nausée, avoir


des nausées: İçi bulanmak, midesi bulanmak.
Avoir la nausée de qch: -den tiksinmek, iğrenmek.
Donner la nausée à qn: 1. -in midesini
bulandırmak,
içini bulandırmak.
2. -i
tiksindirmek, iğrendirmek,
nauséeux,euse s. Bulantı verici (Médicament
936

nautile
nauséeux).

nautile er. hayb. Sedefli deniz salyangozu, "notil.


nautique s. 1. Gemiciliğe değgin (Cartes, sciences
nautiques). 2. Su üzerinde yapılan eğlence yada
sporlara değgin (Ski nautique,

une fête

nautique).

nautisme er. Su sporu, su sporları.


nautonier,ère ad. (Eski) Gemici, kayıkçı,
naval,e s. 1. Gemi ve gemiciliğe değgin (Les termes
navals. Chantier naval). 2.Denizsavaşınadeğgin;

savaş gemilerine değgin (Base navale, combat


naval. Ecole navale). 3. diş. Deniz harp okulu (Il
est élève de

Navale).

navarin er. Koyun yahnisi,


navarque er. (Eski) Gemi Komutanı; donanma
komutanı.
navet er. 1. Şalgam. 2. (Sanatta) Değersiz yapıt (Ce
buste n'est qu'un navet). § Avoir du sang de navet:

argo. Korkak olmak, ödlek olmak,


navette diş. 1. Mekik. 2. Tütsü kabı. 3. Kısa
mesafelerde çalışan tren, otobüs gibi taşıt
(Prendre la navette). 4. Küçük şalgam. § Faire la
navette: Durmadan gidip gelmek, mekik

nébuleusement
tehlikelerden ustaca sakınabilmek. Savoir
naviguer: Gemisini kurtarmasını bilmek,
engelleri ustalıkla aşmak,
navire er. Gemi (Navire

de guerre,

navire

de

commerce). § Navire-école: Okul gemisi. Navire


amiral: Sancak gemisi, amiral gemisi. Navire
ravitailleur: İkmal gemisi. Navire-citerne: Sarnıç
gemisi. Navire-hôpital: Hastane gemisi,
navrant,e s. Üzücü, acı (Nouvelle navrante,
situation

navrante).

navrement er. Derin üzüntü, büyük acı.


navrer gçl. 1. Üzmek, üzüntü vermek (Cette
nouvelle

l'a bien navré).

2. Kırmak, incitmek;

kızdırmak (Navrer un ami). 3. Etre navré de qch,


de f. qch: -e üzülmek, -diğine üzülmek (Je suis
navré de sa maladie, de l'avoir

vexé).

nazi,e s. ve ad. Nazi (Les victimes de la barbarie


nazie).

et

nazisme er. Nazizm, Hitlercilik, nasyonal


sosyalizm.
ne bel. Olumsuzluk anlamı vermek üzere fillerin
önüne getirilir (Il ne travaille pas: Çalışmıyor). §
Ne...jamais: Asla, hiç (Je ne l'ai jamais vu).

naviculaire s. Kayıksı (Os naviculaire: Kayıksı

gösteremeyeceksin). Ne... point: Hiç, asla (Iln'est

dokumak (Il fait

la navette

entre

Ankare

Ne...plus: Artık (Tu ne réussiras plus: Artık

istanbul).

point satisfait de votre travail). Ne... guère: Hiç,

kemik).

navigabilité diş. 1. (Irmak, su için) Gemilerin


çalışmasına elverişlilik. 2. (Gemi için) Denizlere
dayanırlık, seyrüsefere elverişlilik (Certificat de

de commerce.

Compagnie

de navigation).

2.

Deniz yolculuğu; denizlerde dolaşma. 3.


Gemilerin hareket bilim ve tekniği, "seyrüsefer,
(Navigation
à l'estime;

navigation

radioélectrique). 4. Yolculuk, hava yolculuğu


(Navigation

asla (Je ne l'ai guère rencontré ces

interplanétaire,

spatiale,

aérienne).

naviguer gsz. 1. Gemi yolculuğu yapmak, deniz


yolculuğuna çıkmak (Ce mousse n'a pas encore
navigué). 2. (Gemi yada uçaklar) Abramak,
yönetmek, yön vermek; gitmek, seyretmek (Le
pilote naviguait à trois mille mètres d'altitude).

3.

Denizde dolaşmak. 4. mec. tkz. Durmadan


dolaşıp durmak. § Naviguer de conserve:
(Gemiler) Birlikte gitmek, aynı yolu izlemek.
Naviguer entre les écueils: Engellerden,

temps-ci).

né,e s. 1. Doğmuş, doğan (Premier-né: İlk doğan.


Dernier-né: Son doğan). 2. Doğuştan, anadan
doğma (Unpeintrené.

navigabilité).

navigable s. 1. Gemi işletmeye elverişli, gemilerin


çalışmasına elverişli (Fleuve navigable). 2.
(Gemi) Denize dayanır,
navigateur er. 1. Uzun yolculuklar yapmış çok gezip
çok görmüş gemici. 2. Usta gemici, deniz kurdu.
3. (Uçakta) İzlenecek yönü veren görevli,
*yöncü. 4. s. Denizci (Un peuple navigateur).
navigation
1. Denizcilik, gemicilik (Navigation

"seyir

başarı

Elle était une artiste née). §

Bien né: 1. İyi huylu, iyi yaradılışlı. 2. İyi soydan,


soyu temiz. Mal né: 1. Kötü huylu, kötü
yaradılışlı. 2. Kötü soydan, soyu bozuk,
néanmoins ilg. Bununla birlikte, yine de (La foule
était dense, néanmoins
il se sentait

seul).

néant er. 1. fels. Yokluk, hiçlik. 2. Değersizlik,


önemsizlik, hiçlik, sıfırlık (Le néant de l'homme).
§ Réduire qch à néant: Hiçe indirmek, sıfıra
indirmek.
néantisation diş. Hiçleme, hiçlenme; yok sayma,
yok sayılma,
néantiser gçl. Hiçlemek, yok bilmek, yok saymak,
nebka diş. coğr. (Çöllerde) Engel kumulu,
nébuleuse diş. gökb. 1. Bulutsu, "nebülöz
(Nébuleuse
noire:

de la Lyre: Şilak bulutsusu.

Karabulutsu.

Parlak

bulutsular.

Gazbulutsu.
bulutsu.
Nébuleuse

Nébuleuses
Nébuleuse

Nébuleuse

Nébuleuse

planétaire:

poussiéreuse:

spirale: Sarmal bulutsu).

Nébuleuse
lumineuses:
gazeuse:
Gezegen
Tozbulutsu.
2. mec. Ne

olduğu belirsiz şey, belirsizlik (La coalition était à


l'état de

nébuleuse).

nébuleusement bel. Belirsiz bir şekilde, bulanık bir


937

nébuleux
şekilde.
nébuleux,euse s. 1. Bulutlu (Cielnébuleux). 2. mec.
Belirsiz, kapalı, bulanık (Idées nébuleuses,
projets nébuleux).

3. Tasalı, kaygılı (Visage,

front

nébuleux).

nébulisation diş. İnce damlacıklar halinde


püskürtme, fısfıslama.
nébulosité diş. 1. Tüy gibi ince bulut, bulutsuluk. 2.
(Hava) Yer yer kapalılık, zaman zaman
bulutluluk. 3. mec. Belirsizlik, bulanıklık,
kapalılık, anlaşılmazlık (Nébulosité
d'une
explication,

d'une

théorie).

Kaçınılmaz (Le désordre est le résultat

nécessaire

de l'imprévoyance). 3. Nécessaire à, pour: -e


gerekli, için gerekli (Il a les qualités nécessaires à
cet emploi, pour ce poste). 4. Vazgeçilmez, aranan
nécessaire dans le service).

S. er. Gerekli şey, gereken şey (Je ferai le


nécessaire). 6. er. Çanta, kutu, gerekli eşya
kutusu (Nécessaire de toilette, de voyage, à ongles,
à

ouvrage).

nécessairement bel. 1. İlle de, "mutlaka (Je devrai


nécessairement

partir

cette

2.

semaine).

Kaçınılmaz olarak (La cause et l'effet sont

liés

nécessairement).
nécessitante s. 1. Zorunlu kılıcı. 2. Zorlayıcı,
nécessité diş. 1. Zorunluluk (La nécessité de gagner
sa vie). 2. Gerek (Les nécessités

de la

défense

nationale). 3. Gereksinim, "ihtiyaç (Lesnécessités


delà vie. Des nécessités financières).

4. Yoksulluk,

geçim sıkıntısı (Etre, tomber dans la nécessité).

Par nécessité: İstemeyerek, zorla, mecbur kaldığı


için (J'ai accepté par nécessité plus que par

choix).

Aller à ses nécessités: Aptes bozmak, dışarı


çıkmak.
nécessiter gçl. 1. Zorunlu kılmak; gerektirmek (La
situation

a nécessité l'envoi

des troupes

dans la

région). 2. Nécessiter qn à f. qch, de f. qch: Birini


-meye zorlamak; -mek zorunda bırakmak (On l'a
nécessiteux,euse s. ve ad. Yoksul, "muhtaç (Des
Aider les

nécessiteux).

nécrologe er. Ölenlerin listesi, ölüler dizelgesi.


nécrologie diş. 1. Ölmüş büyükler dergisi. 2. Ölmüş
birinin anısı için yazdan yazı, ölüm yazısı,
nécrologique s. Ölüm haberleriyle ilgili (Rubrique
nécrologique).

nécromancie diş. Ruh çağırma (Pratiquer la


nécromancie:

Ruh

leş yiyen (Insecte

çağırmak).

nécromancien,ne ad. Ruh çağıran, ruh çağırıcısı.


nécromant er. Ruhlarla konuşan, ruh çağıran;
büyücü.
nécrophage).

nécrophore er. Karaböcek, leşkurdu.


nécropole diş. 1. (Eskiden) Yeraltı gömütlüğü,
yeraltı mezarlığı (Nécropoles
égyptiennes,
grecques). 1. Büyük kent gömütlüğü, şehir
mezarlığı.
nécrose diş. Canlı dokunun belli bir bölümünün
ölümü.
nécroser gçl. (Dokunun) Belli bir bölümünü
öldürmek. § Se nécroser: (Dokular için) Ölmek
nécrose).

nectaire er. bitb. 1. Ballık, balözlülük. 2. Bezdoku.


nectar er. bitb. 1. Balözü. 2. (Söylencede)
Tannlann içkisi, ölümsüzlük içkisi,
nectarinidés er. ç. hayb. Balözüemengiller.
néerlandaise s. ve ad. 1. Hollandalı; Hollanda ve
Hollandalılara değgin. 2. er. Hollandaca.
nef diş. 1. Ortaçağda büyük yelkenli gemi, kadırga.
2. (Tapmaklarda) Şahın (Nef latérale: Yan şahın.
Nef principale:

Orta

şahın).

néfaste s. 1. Uğursuz, kötü (Année néfaste, jour


néfaste). 2. Dokuncalı, zararlı (Influencenéfaste,
idéologie néfaste). 3. Néfaste à: -e dokuncalı,
zararlı (Boisson néfaste à la santé). § (Eski Roma
takviminde) Jours néfastes: Kamu ve adalet
işlerinin yasak olduğu günler,
nèfle diş. Muşmula, döngel.
néflier er. Muşmula ağacı, döngel ağacı,
négateur,trice s. ve ad. Yadsıyan, yadsıyıcı; "inkâr
edici,

"inkâra

négatrice.

(Esprit

Un négateur de

négateur,

philosophie

Dieu).

négatif, ive s. 1. mant. mat. Olumsuz, "menfi


(Proposition
Eksi (Nombre

négative: Olumsuz
önerme).

2. mat.

négatif: Eksi sayı). 3. Olumsuzluk

anlatan, olumlu olmayan, olumsuz (Une réponse


négative. Phrase négative). 4. fiz. Eksiyüklü,eksi.

S. (Resimde) Kara, arap.


négation diş. 1. Yadsıma, inkâr (Négation de Dieu,
delà vérité, des valeurs). 2. Olumsuzluk
de négation.

nécessité à quitter le pays).


familles nécessiteuses.

nécrophage s. Ceset yiyen, ölmüş şeylerle beslenen,

(Tissu qui se

nécessaires. 1. Zorunlu (Conditionsnécessaires). 2.

(Il est devenu l'homme

négligé

Préfixe

marquant

(Adverbe

la négation).

Négation de la négation: fels. Yadsımanın


yadsınması,
négativement bel. Olumsuzca; olumsuz olarak,
négativisme er. 1. hek. Olumsuz durum. 2.
Yadsımacılık, inkarcılık,
négativité diş. 1. Olumsuz tutum, olumsuzca
davranış (La négativité d'un parti). 2. fiz. Eksilik,
eksi yüklülük,
négligé er. 1. Özensizlik hali, özensiz giyim,
aldırmazlık, kalenderlik (Il se fait remarquer par
son négligé).

2. Ev giyimi, ev kılığı (Elle

était

encore en négligé du matin). 3. Süslenmemişlik.


négligées. 1. Özensiz, bakımsız (Tenuenégligée).
2. thmai edilmiş, gereken dikkat ve özen
gösterilmemiş (Un rhume négligé peut
en bronchite.

Epouse

négligée

dégénérer

qui cherche

des

négligeables. Önemsenmeyebilir, az önemli, biraz


önemsiz (Un danger

négligeable).

négligemment M . 1. Özensizce, baştan savma (Des


cheveux

négligemment

peignés).

Önemsemeden, pek aldırmadan


regarder négligemment).

2.

(Répondre,

3. Kılıksızca,

négligence diş. 1. Özensizlik, savsama, °ihmal


(Montrer

de la négligence

dans son travail).

2.

Dikkatsizlik, ihmal (Une petite négligence qui


coûte cher). 3. Kılıksızlık. 4. Ufak tefek kusur,
küçük yanlış (Négligences de style).
négligent,e s. ve ad. 1. Savsayıcı, dikkatsiz,
önemsemez, "ihmalci (Un employé négligent). 2.
Aldırmayan, umursamayan, ilgisiz (Jeter un coup
négligent).

négliger gçl. 1. Savsamak, savsaklamak,


önemsememek,
dikkat
etmemek,
özen
göstermemek, "ihmal etmek (Négliger sa santé, sa
tenue, ses affaires,

un danger).

2. Gereken ilgiyi

göstermemek, bir yana bırakmak, hesaba


katmamak, ihmal etmek (Négligerses enfants, sa
femme). 3. Négliger de f.qch: -meyi ihmal etmek
(Il a négligé

de me répondre).

§ Se négliger:

Kendine
bakmamak;
giyimine
özen
göstermemek; kendini salıvermek, kendini
bırakmak.
négoce er. 1. (Eski) Iş, uğraş. 2. (Eski) Alışveriş,
tecim, "ticaret,
négociabilité diş. Aktarılabilirlik.
négociable s. Aktarılır, aktarılabilir, ciro edilebilir,
négociante ad. Alışverişçi, tecimen, "tüccar,
négociateur,trice ad 1. (Bir işi)Görüşücü, tartışıcı,
konuşucu; görüşmeci. 2. Aracı (Il été le
négociateur

de cet

accord).

négociation diş. 1. Görüşme, tartışma, "müzakere


(Régler un conflit par voie de négociations.
deux parties

ont entamé

des négociations.)

Les
2.

Pazarlık; tecim, ticaret. 3. (Tecim belgitleri için)


Kırdırma (Négociation
°senet

d'un effet: Belgit

kırdırma,

kırdırma).

négocier gsz. 1. Tecim işleriyle uğraşmak, ticaret


yapmak. 2. Négocier avec: -ile tartışmak,
görüşmek, görüşmeler yapmak (Gouvernement
qui négocie avec une puissance étrangère). 3. gçl. -i
tartışmak, görüşmek (Négocier une affaire, un
traité, la paix, une reddition).
(Négocier

en iyi şekilde almak,


nègre er. 1. Zenci. 2. Zenci köle ; köle, tutsak (Traite
des nègres). 3 .tkz. Ünlü bir yazarın gizli ve ücretli
yardımcısı ( L e s nègres d'Alexandre

Dumas) .4. s.

Zenci ırkından; zenci ırkına değgin (Tribus

consolations).

d'oeil

néo-grec

938

négligé

4. gçl. Kırdırmak

un effet, une action,

une valeur,

un

titre). § Négocier un virage: Bir dönemeci hızla ve

nègres.

Une femme

nègre, musique

nègre). S. s.

Siyaha çalan koyu kahverengi (Une robe nègre). §


Petit nègre: Bozuk bir fransızca (S'exprimer en
petit nègre). Travailler comme un nègre: Köle gibi
çalışmak, durup dinlenmeden çalışmak,
négresse diş. 1. Zenci kadın. 2. Zenci cariye,
négrier er. 1. Zenci köle satıcısı, "esir tüccarı. 2.
Zenci tutsak gemisi,
négrillon, ne ad. I. Zenci çocuk. 2. Marsık gibi
çocuk, kara kuru çocuk,
négritude
Zencilik.
négroïde s. Zencileri andıran, zemcimsi (Type
négroïde).

negro-spiritual er. Amerikalı hıristiyan zencilerin


söylediği dinsel ezgi.
négus er. Necaşi.
neige diş. 1. Kar ( L a neige tombe en hiver. Boule de
neige. Bonhomme

de neige.

Tempête

Chute de neige. Fonte des neiges).


aklık (Cheveux

de

2. mec.

neige.
Ak,

de neige, barbe de neige). 3. argo.

Kokain. § Etre blanc comme neige: Kar gibi beyaz


olmak. Fondre comme neige au soleil: Güneş
görmüş kar gibi erimek, birden yok olup gitmek
(Mes espoirs ont fondu comme neige au soleil).

neiger gsz. Kar yağmak (Il neige: Kar yağıyor).


neigeux, euse s. 1. Karlı (Montagnes neigeuses.
Temps neigeux). 2. Kar gibi, apak, bembeyaz
(Duvet

neigeux).

nélombo, nelumbo er. bitb. Hint fulü, aknilüfer.


némathelminthes er. ç. hayb. İplik solucanları,
nématocyste er. hayb. Yakıcı kapsül,
nématodes er. ç. hayb. İpsiler, iplik-kurtları.
némoral, e s. Ormancıl, ormanda yetişen yada
yaşayan.
nénies diş. ç. (Eski Roma ve Yunanda) Ağıt, ölüler
için yakılan ağıt.
nenni bel. tkz. Hayır, değil işte! Yok! Olmaz!
nénuphar er. Nilüfer,
néo-capitalisme er. Yeni anamalcılık,
néo-capitalistes, vead. Yeni anamala,
néo-colonialisme er. Yeni sömürgecilik,
néo-colonialiste s. ve ad. Yeni sömürgeci,
néo-criticisme er. fels. Yeni eleştiricilik,
néo-darwinisme er. fels. Yeni Darvincilik,
néoformation diş. Yeni oluşum,
néogène er. yerb. Yeni dönem, "neojen.
néo-grec, que s. Bugünkü Yunanistan'a değgin;
bugünkü Rumcaya değgin.
939

néo-impressionnisme
néo-impressionnisme er. Yeni izlenimcilik,
néo-kantisme er. fels. Yeni Kantçıhk.
néo-libéralisme er. Yeni liberalizm,
néolithique er. yerb. 1. Cilâlı taş çağı. 2. s. Cilâlı taş
çağına değgin (Civilisation néolithique).
néolocalité diş. toplb. Evaçma.
néologie (Bir dili zenginleştirmek için) Yeni sözcük
alma, yeni sözcük kullanma,
néologiques. Yenisözcüklü (Locution néologique).
néologisme er. 1. Yeni sözcük. 2. ruhb. Dil
uydurma, anlamsız sözcükler uydurma,
néon er. kim. Neon (Lampe au néon).
néo-natal,e s. Yeni doğan bebeklere değgin (Soins
néo-natals).

néophyte ad. 1. Dönme, bir dine yeni giren kimsë,


din değiştiren (L'ardeur

d'un néophyte).

2. (Bir

düşünce yada öğretiye) Yeni katılan kimse. 3. s.


Dönmelere özgü (Un zèle néophyte).
néoplasique s. hek. Neoplazmaya değgin (Affection

(Ciltçilikte) Şiraze. § La guerre des nerfs: Sinir


savaşı. Nerf de boeuf: Cop. Un paquet de nerf:
Sinir küpü, çok sinirli adam. Avoir du nerf: Canlı,
diri, güçlü olmak. Avoir les nerfs ébranlés:
Sinirleri sarsılmak, bozulmak. Avoir les nerfs
fragiles: Sinirleri zayıf olmak, çok çabuk
sinirlenmek. Avoir les nerfs à toute épreuve:
Sinirleri çok sağlam olmak, çok soğukkanlı
olmak. Avoir les nerfs tendus: Sinirleri gergin
olmak. Avoir les nerfs en pelote: Çok sinirlenmiş
olmak, sinirleri çok gergin olmak. Avoir ses nerfs:
Sinirli olmak, çabuk kızmak. Etre à bout de nerfs:
Sabn taşmak, dayanacak hali kalmamak, tepesi
nerdeyse atmak. Etre sur les nerfs: Çok sıkışık ve
sinirli bir durumda olmak. Donner qn sur les
nerfs: -i sinirlendirmek, kızdırmak. Porter sur les
nerfs: Sinirine dokunmak, sinirlendirmek (Son
rire me porte sur les nerfs).

néroli er. Portakal çiçeği; turunç çiçeği yağı


(Essence

néoplasique).

néoplasme er. hek. Neoplazma.


néo-platonicien, ne s. ve ad. fels. Yeni Platoncu.
néo-platonisme er. fels. Yeni Platonculuk.
néo-positivisme er. fels. Yeni olguculuk,
néo-positivistes, vead. Yeni olgucu,
néo-réalisme er. Yeni gerçekçilik,
néo-réaliste s. ve ad. Yeni gerçekçi,
néo-vitalisme er. fels. Yeni dirimselcilik,
néo-zélandais, e s. ve ad. Yeni-Zelandah. YeniZelanda ve Yeni-Zelandalılara değgin,
nèpe diş. hayb. Suakrebi.
néphrectomie diş. hek. Ameliyatla böbreği alma,
böbrek alımı,
néphrétique s. 1. Böbrek hastalığına değgin. 2. ad.
Böbrek hastası,
néphrite diş. 1. hek. Böbrek yangısı, nefrit. 2. yerb.
Nefrit.
néphrologie diş. 'Böbrekbilim.
néphrologue
ad.
Böbrekbilimci,
böbrek
hastalıkları uzmanı,
néphropathie diş. hek. Böbrek yangısı, böbrek
iltihabı.
néphrose diş. hek. Süreğen böbrek hastalığı,
nefroz.
népotisme er. Hısım akraba kayırıcılığı; eş dost
kayırıcılığı, dayıcılık.
neptunien, ne s. yerb. Tortul, suların bıraktığı
tortulardan oluşmuş,
néréide^. (Söylencede)Denizperisi,superisi.
nerf er. 1. Sinir (Maladie

net

des nerfs.

Une crise de

nerfs). 2. hlk. (Anatomideki kas kirişi anlamıyla)


Sinir (Viandesans nerf). 3. Güç, dirilik, canlılık (Il
a du nerf). 4. (Mimarlıkta) Yuvarlak silme. 5.

de

néroli).

néronien,ne s. Néron gibi, Neronca; Néron gibi


acımasız.
nervation diş. (Yapraklarda) Damar durumu,
'damadanım,
nerveusement bel. Sinirli sinirli, sinirlilikle
(Marcher

nerveusement).

nerveux, euse s. 1. Sinirsel, sinirlere değgin


(Système

nerveux,

maladie

nerveuse).
2. Sinirli

(Une femme nerveuse). 3. Güçlü, canlı, diri (Un


style

nerveux).

nervi er. l.(Eski) Yükçü, hamal. 2. Kiralık katil,


nervins. 1. Sinirleri güçlendiren, sinirleri yatıştıran
(Remède tıervin). 2. er. Sinirleri güçlendiren ilaç.
nervosité

Sinirlilik (Il est dans un état de grande

nervosité).

nervure diş. 1. (Mimarlıkta) Kaburga, tonoz


kaburgası

(Nervure

d'une

voûte).

2.

(Yapraklarda) Damar (Nervure d'une feuille).

bitb.
3.

Böcek kanadı damarı. 4. (Taş, tahta gibi


nesnelerde) Damar,
nervuré, es. Damarlı (Feuille, ailenervurée).
nervurer gçl. Damarlı kılmak, damar damar
yapmak,
nescafé, er. Neskafe.
nestor er. (Büyük harfle) Görmüş geçirmiş ihtiyar,
nestorien, ne s. ve ad. Nasturi.
net, tes. 1. Temiz, tertemiz (Une nappe nette, sans la

moindre tache). 2. Açık, belli, belirgin (Il a les


idées nettes. Il y a une différence nette entre eux). 3.

Kesin (Son refus est net). 4. "Safi, katıksız, som,


saf (Bénéfice

net, prix net, poids

net). 5. Açık

yürekli, art düşüncesiz (Il a été très net avec moi).


6. Saydam; parlak (Unephotographie nette). 7.
bel. Birdenbire, ansızın (S'arrêter net. Il a été tué
net). 8. bel. Kesinlikle, kesin olarak (Refuser net).
9. bel. Dosdoğru, açıkça, art düşüncesiz, kem
küm etmeden (Parler net). 10. er. Temiz (Mettre
au net: Temize çekmek).

11. Net de qch: a) -den

bağışık, "muaf (Emprunt

net de tout impôt),

b)

-den aklanmış, temize çıkmış, kurtulmuş (Il est net


de tout blâme). § Avoir la conscience nette:
Vicdanı rahat olmak. Avoir les mains nettes: Alnı
açık olmak, namuslu olmak, lekesiz olmak. En
avoir le coeur net: İçi rahat etmek. Faire maison
nette: Bütün hizmetçileri savmak. Faire place
nette: (Bir iş yerindeki) İstenmeyen bütün kişileri
kovmak, hepsine yol vermek,
nettement bel. 1. Açıkça, açık açık (Déclarer
nettement son intention). 2. Açık ve anlaşılır bir
şekilde

(Expliquer,

parler

nettement).

3.

Kesinlikle, kesin olarak (Refuser nettement). 4.


Tartışma ve kuşku götürmez bir biçimde
(L'équipe

de France l'a emporté

nettement).

netteté diş. 1. Açıklık, aniaşılırhk, belirginlik (La


netteté des idées). 2. Temizlik, duruluk, pırıl
pırıllık (La netteté d'une maison,

d'un

miroir).

nettoiement er. 1.Temizleme (Nettoiementdesrues,


d'un port). 2. (Tarımda) Zararlı bitkilerden
arıtma (Nettoiement d'un sol).
nettoyage er. 1. Temizleme, temizletme (Nettoyage
du linge, des vêtements). 2. Boşaltma, tarama
(Nettoyage

d'un village par l'armée).


3. mec.

hlk.

Ayıklama, temizlik yapma, işe yaramaz


kimselere yol verme (Procéder à un nettoyage
général dans une

administration).

(Nettoyer

un tapis, les meubles,

canal, un bateau,

une plaie).

une chambre,
2. mec. tkz.

un
Silip

süpürmek, bitirmek, dibine dan ekmek (II a


son compte

en banque).

(Page neuf). 3. er. Ayın dokuzu. 4. er. (Oyun


kâğıtlarında) Dokuzlu (Le neuf du carreau).
neuf, ve s. 1. Yeni, kullanılmamış (Une robe neuve,
une voiture neuve,
alışılmamış,
Expressions,

3. Taramak,

un chapeau

yeni

(Traiter

neuf).
un

2. Özgü,

sujet

neuf.

images neuves). 3. Toy, acemi, yeni

(Il était neuf dans le métier).


yeni olan şey (Appartement

4. er. Yeni bir şey,


meublé de neuf. Il est

vêtu de neuf). § A neuf: Yeni gibi, yeniymiş gibi


(Repeindre

une pièce à neuf). Remettre qch à neuf:

Gıcır gıcır yapmak, yepyeni kılmak,


neurasthénie diş. Sinir argınlığı, sinir zayıflığı,
nevrasteni.
neurasthénique s. 1. Sinir argınlığına değgin
(Troubles

neurasthéniques).

argın,

sinirleri

2. s. ve ad. Sinirleri

zayıf

(Devenir,

être

neurasthénique).

neurochirurgicales. Sinir cerrahisine değgin,


neurochirurgie diş. Sinir cerrahlığı,
neurochirurgienne ad. Sinir cerrahı,
neuroleptiques. Sinirleri yatıştırıcı,
neurologie diş. Sinir konusu, sinirbilim.
neurologique s. Sinirlere ve sinirler konusuna
değgin (Examen,

clinique

neurologique).

neurologue, neurologiste ad. Sinir hastalıkları


uzmanı, sinirbilimci.
neurone er. Sinir hücresi, sinir gözesi, "nöron,
neutralisation diş. 1. Yansızlaştırma; yansızlaşma;
nötrleştirme, nötrleşme. 2. Etkisizleştirme,
etkisiz hale getirme (Neutralisation d'un
adversaire). 3. Yansız diye ilân etme, edilme,
(Neutralisation

nettoyer gçl. 1. Yıkamak, silmek, temizlemek

nettoyé

neutre

940

nettement
d'un

pays).

neutraliser
gçl.
1.
Yansızlaştırmak,
tarafsızlaştırmak, "nötrleştirmek (Neutraliser un
acide par une base). 2. Etkisiz hale getirmek, bir
şey yapamaz duruma getirmek (Neutraliser un
adversaire dangereux). 3. Yansız olarak ilân

içindekileri çıkarıp iyice aramak, tehlikesiz

etmek (Neutraliser

duruma getirmek (La police a nettoyé le quartier

Felçe uğratmak, suya düşürmek (Neutraliser un

où avaient eu lieu les agressions).

4. Nettoyer qn:

-in bütün parasını yemek, bitirmek, -i soyup


soğana çevirmek. 5. hlk. Temizlemek, ortadan
kaldırmak, kökünü kazımak (Il jurait que les
bourgeois

seraient nettoyés

avant trois mois).

6.

Ayıklamak, yol vermek, işten atmak (Nettoyer les


fonctionnaires

partisans).

7. Nettoyer qch de: Bir

şeyi -den temizlemek, ayıklamak, kurtarmak


Nettoyer un terrain

d'ennemis).

nettoyeur, euse ad. Temizleyici; silici; ayıklayıcı


(Nettoyeur

de vitres).

nettoyure diş. Bir şeyden, bir yerden çıkan çöp,


süprüntü, pislik vb.
neufs. 1. Dokuz (Il a neuf enfants). 2. Dokuzuncu

projet en multipliant
une ville, un territoire).

4.

les lenteurs et les retards).

neutralisme er. Yansızlık öğretisi, yansızlık


politikası, yansızlık, "tarafsızlık,
neutraliste s. ve ad. Yansızlık politikasından yana
olan, yansız, "tarafsız (Lespays neutralistes).
neutralité diş. Yansızlık, "tarafsızlık (Rester dans la
neutralité).

neutre s. 1. Yansız, "tarafsız (Etat, pays, territoire


neutre. Rester neutre dans une querelle).
Yansız, "nötr (Combinaison,
3. dilb.

Cinsliksiz, yansız

pronom,

nom neutre).

(Abeilles,
belli

fourmis

belirsiz

neutre).

(Adjectif,

article,

4. hayb.

neutres).
(Couleur,

2. kim.

milieu, sel

Cinsliksiz, işçi

5. Parıltısız, donuk,
teinte

neutre).

6.
941

neutron
Özgünlüğü ve yeniliği olmayan, tatsız tuzsuz (Un
style

neutre).

neutron er. kim. Nötron.


neuvaine diş. (Hıristiyanlarda) Dokuz gün süren bir
ibadet.
neuvième s. 1. Dokuzuncu (La neuvième page,
symphonie).
neuvième

2.

ad.

Dokuzuncu

dans une compétition).

(Arriver

le

3. Dokuzuncu

sınıf (Les

élèves de neuvième.

neuvième).

4 .er. Dokuzda bir (Le neuvième

Il est entré

en

d'une

longueur).

neuvièmement bel. Dokuzuncu olarak,


névé er. yerb. Buzkar, buzulkar.
neveu er. (Erkek) Yeğen. § Neveu à la mode de
Bretagne: 1. Teyze, hala, dayı, amca torunu. 2.
Çok uzak hısım,
névralgie diş. 1. Sinirağnsı. 2. Başağrısı (Avoir une
violente

névralgie).

névralgiques. 1. Sinirsel (Douleurnévralgique). 2.


mec. İnce, pek "hassas (Le point névralgique
d'une
situation).

névrite diş. hek. Sinir yangısı,


névropathe s. ve ad. Sinirleri yorgun,
névropathie diş. hek. Sinir yorgunluğu,
névroptères er. ç. hayb. Sinirkanathlar.
névrose diş. ruhb. "Sinirce; kişiliğin ve uyumun
tümünü etkilemeyen ruhsal kaynaklı sinir
hastalığı.
névrosé,e s. ve ad. 'Sinirceli, sinir hastası,
névrotique s. Sinirceye değgin
(Troubles
névrotiques).

névrotomie diş. Ameliyatla bir siniri alma, sinir


alma.
newtonien, ne s. 1. Newton'a değgin, Newton'a
özgü

(Physique

newtonienne,

système

newtonien). 2. ad. Newtoncu, Newton yanlısı (La


querelle des cartésiens et des
nez er. 1. Burun (Ailes,
aquilin,

crochu, pointu,

arête, bout du nez.

Nez

écrasé, retroussé.

Mon

du nez: Burnu

iyi koku

(Montrer son nez: Yüzünü

almak).

göstermek,

dans le nez: -den tiksinmek, nefret etmek, -i hiç


sevmemek. Avoir un verre dans le nez: Kör kütük
sarhoş olmak. Avoir le nez sur qch: 1. Başını -den
hiç kaldırmamak (Avoir le nez sur son travail). 2.

...burnunun dibinde olmak, pek yakınında


olmak, gözünün önünde olmak (Tu as le nez sur le
dictionnaire
que tu cherchais).

Avoir le nez en

l'air: Burnu havada olmak, kafasını hep dik


tutmak. Baisser le nez: Başını önüne eğmek. Faire
un long nez, faire un drôle de nez: Surat asmak.
Fermer la porte au nez de qn: Kapıyı yüzüne
kapamak, içeri almamak, kovmak. Lever le nez:
Başını kaldırmak. Mener qn par le bout du nez: -i
istediği gibi yönetmek, parmağında oynatmak.
Mettre, fourrer le nez dehors: Sokağa çıkmak,
dışarı çıkmak. Mettre, fourrer son nez dansqch: -e
burnunu sokmak, karışmak. Montrer le bout du
nez: Niyetiniaçığa vurmak. Montrer le boutde son
nez: Şöyle bir görünüp gitmek. Passer sous le nez
deqn: -in elinden kaçmak (L'affaire lui est passée
sous le nez). Regarder qn sous le nez: -e gözünü
dikip saygısızca bakmak. Rire au nez de qn: -in
üstüne gülmek, -ile açıkça alay etmek. Se bouffer
le nez, se manger le nez: Kıyasıya kavga etmek,
birbirinin ağzım burnunu parçalamak. Se casser le
nez: Başarısızlığa uğramak, kıç üstü oturmak,
burnu kırılmak. Se casser le nez à la porte de qn:
Gidip evinde bulamamak. Se piquer le nez:
İçmek, sarhoşolmak. Se trouver nezànezavecqn:
-ile burun buruna gelmek. Tirer les vers du nez à
qn: -in ağzından ustalıkla laf almak, söz kapmak.
ni bağ. 1. N i . . . n i . . . : N e . . . n e . . . (Elle n'est ni belle ni
laide). 2. N e . . . ne de (Je constate que vous
l'acceptez

ni ne le refusez).

ne

§ Ni même: N e de.

niable s. Yadsınabilir, inkâr edilebilir (Cela n'est


pas

niable).

niais, e s. ve ad. Bön, aptal, budala (Un grand

newtoniens).

nez coule. Moucher son nez). 2. Koku duyumu


(Avoir

nichée

3. Yüz
şöyle

bir

garçon niais. Prendre un air niais).


niaisement bel. Bönce aptalca, budalaca,
niaiserie diş. 1. Bönlük, budalalık, aptallık (Sa
niaiserie est étonnante). 2. Saçma sapan şey,
budalaca laf (Raconter

des

niaiseries).

görünmek). 4. (Hayvanlarda) Somak, yüzün sivri


kısmı. 5. mec. İleriyi görme, uyanıklık (Ib ont eu

nib adıl. argo. (Eski) Hiçbirşey (Je n'y

du nez). 6. coğr. Burun (Le nez de Jobourg).

niche diş. 1. (Mimarlıkta) Duvarda göz, duvar

7.

comprends

nib de nib).

(Uçak ve gemide) Burun, ön kısım. § Pied de nez:

oyuğu (Placer une statue, un vase dans laniche).

Nanik (Faire un pied

Köpek kulübesi (Chien

de nez à qn: -e

nanik

yapmak). Au nez de qn: -in gözü önünde, açıkça.


A vue de nez: İlk bakışta, göz karanyla. Les doigts
dans le nez: Rahat rahat, kolayca (Il a gagné les
doigts dans le nez). Avoir le nez creux, avoir le nez
fin, avoir du nez: İleriyi görmek, kestirmek;
burnu iyi koku almak, önsezisi olmak. Avoir qn

méchant

attaché

2.

à sa

niche). 3. mec. Başını sokacak bir yer, küçük bir


yuva (Heureusement

il s'est fait une niche).

4.

Muziplik, yaramazlık, şeytanlık (Il fait des niches


à sa

soeur).

nichée diş. 1. Yuvadaki kuş yavruları. 2. (Kimi


hayvanların) Bir doğumda doğurduğu yavrular
942

nicher
(Une nichée de souris,

de chiens).

3. Kalabalık

aile. 4. Çocuk sürüsü,


nicher gsz. 1. Yuva yapmak (Les cigognes nichent
partout

sous

les toits).

2.

tkz.

(Bir yerde)

Oturmak, kalmak (Où niches-tu). 3. gçl. tkz.


Yerleştirmek. § Se nicher: 1. Yuvasını yapmak
(L'écureuil

se niche dans le creux d'un chêne). 2.

Gizlenmek, saklanmak, yerleşmek (5e nicher


dans la forêt).

nichet er. Fol.


nichoir er. 1. (Kuşlar için) Kuluçka kafesi. 2.
(Kümes hayvanları için) Kuluçka sepeti,
nichon er. tkz. Kadın göğsü, meme.
nickel er. 1. kim. Nikel. 2. s. hlk. Temiz, pırıl pırıl
(C'est drôlement

nickel chez

nictitant,e s. Kırpışan. § Paupière nictitante: Gece


kuşlarının üçüncü göz kapakları,
nid er. 1. (Kuşlar için) Yuva (Nid d'aigle,
d'hirondelle). 2. (Böcek yada kimi hayvanlar için)
de fourmis,

desouris,

de serpent). 3. mec. Yuva, başını sokacak yer (Un


nid d'amoureux.

Se ménager

un nid douillet

l'abri du bruit). 4. mec. Yatak, yuva (Un nid de


brigands). § Nid-de-poule: (Yolda) Çukur. Nid
d'aigle: Sarp kayalar yada sarp bir tepe üzerinde
kurulmuş şato.
nidification diş. Yuva kurma, yuva yapma,
nidifier gsz. Yuva yapmak (Les oiseaux nidifient au
printemps).

nièce diş. (Kız) Yeğen,


niellage er. Savatlama.
nielle er. 1. Savat. 2. diş. bitb. Karamuk. 3. diş.
(Buğdayda) Yanık hastalığı,
nieller gçl. 1. Savatlamak (Nieller la surface d'un
métal). 2. Yanık hastalığına uğratmak (Les
anguillules qui niellent le blé).

nielleur er. Savatçı, savat işçisi,


niellure diş. 1. Savat işi, savatçılık. 2. (Buğdayda)
Yanık hastalığı izi.
nier gçl. 1. Yadsımak, inkâr etmek; kabul
etmemek, reddetmek (Nier la réalité, sa
signature, une théorie). 2. Nier f. qch: -diğini
yadsımak (Il nie être sorti après neuf

değgin. 2. ad. Nietzsche yanlısı, Nietzsche'ci.


nigaud, es. vead. 1. Çocuk gibi adam, koca bebek;
aptal, salak. 2. Dangalak. 3. er. Küçük karabatak,
nigauderie diş. 1. Aptallık, salaklık; koca bebeklik.
2. Dangalaklık,
nigelle diş. bitb. Çörekotu, çöre otu.
nlgfıt-club[nqjtklœb] er. İng. Gece kulübü,
nihilisme er. fels. Yokçuluk, hiççilik, "nihilizm,
nihiliste s. ve ad. fels. Yokçu, hiççi, "nihilist,
nilotique s. Nil ve Nil deltasına değgin,
nimbe er. 1. Ermişlerin resimlerinde, başlarının
çevresinde çizilen ağıl. 2. Ermişlerin başında
gösterilen ayla, "nuraylası. 3. Ayla.
nimber gçl. 1. Ayla ilçe çevirmek, etrafına bir
nuraylası çizmek (Le miniaturiste

eux).

nickelage er. Nikel kaplama, "nikelaj.


nickelé,e s. Nikel kaplanmış. § Avoir les pieds
nickelés: Ayaklarını sürümek,
yürümek,
istememek; tembel ve uyuşuk olmak,
nickeler gçl. Nikel kaplamak,
nicotine diş. Nikotin,
nicotinisme er. Tütün zehirlenmesi,
nictation, nictitation diş. (Göz kapaklarında)
Kırpışma.

Yuva, delik (Nid d'abeilles,

niveau

heures).

nietzschéen, ne s. 1. Nietzsche ve düşüncelerine


a nimbé la tête

du saint). 2. mec. Sarmak, çevirmek, kuşatmak


(Une lumière nimbait son beau

visage).

nimbus [rtfiysjer. co|r. Karabulut .yağmur bulutu,


nippes diş. ç. 1. Giysi; giyim kuşam (Vendre ses
vieilles nippes). 2. hlk. Eski püskü giysi,
nipper gçl. hlk. Giydirmek, giydirip kuşandırmak.
§ Se nipper: Giyinmek, giyinip kuşanmak (Se
nipper comme un

prince).

nippon,nés. vead. Japon,


nique diş. Alay etmek için yapılan işaret; alay, dalga
geçme, umursamama. § Faire la nique à qn: -ile
alay etmek, -i takmamak, umursamamak,
niquedouilles. vead. Dangalak, enayi; koca bebek,
nitescence diş. Aydınlık, ışık, ışıltı,
nitouche -» sainte nitouche.
nitratation diş.
Nitratlama,
güherçileleme;
nitratlanma, güherçilelenme.
nitrate er. Nitrat; güherçile (Nitrate du Chili, du
Pérou, nitrate de

potasse).

nitrater gçl. 1. Nitrat katmak (Nitrater un mélange).


2. Nitrat haline getirmek. 3. Gümüş nitrat
sürmek.
nitre er. (Eski) Nitrat, güherçile.
nitreux, euse s. Nitratlı; güherçileli.
nitrière diş. Güherçile ocağı.
nitrification diş.
kim.
bitb.
Nitratlaşma;
nitratlaştırma.
nitrifier gçl. Nitratlaştırmak.
nitrobactérie diş. bitb. Nitrat bakterisi,
nltrocellulose diş. kim. Nitrosellüloz.
nitroglycérine diş. kim. Nitrogliserin,
nival, e s. Kara değgin, karla ilgili (Régime nival).
nivation diş. coğr. Kar oyması, kar sıyırması,
nivéal, e s. bitb. Kışın açan (Fleur nivéale).
niveau er. 1. Düzeç, "tesviye aleti (Niveau de
maçon). 2. Düzey, "seviye (Le niveau de vie. La
production

industrielle a atteint son niveau le plus

haut). § Niveau de base: coğr. Taban düzeyi.


943

niveler
Niveau de la mer: coğr. Deniz yüzü. Niveau
hydrostatique: coğr. Yeraltı su düzeyi. Au niveau
de: 1. Düzeyinde, seviyesinde (Ces cours ne sont
pas au niveau de nos élèves). 2. Hizasında (Il avait
une cicatrice sur la joue, au niveau du lobe de

l'oreille). Se mettre au niveau de: -in seviyesine


inmek, seviyesine göre konuşmak, davranmak
(Se mettre au niveau des

électeurs).

niveler gçl. 1. Düzeçle ölçmek, düzeçlemek. 2.


Düzeltmek, düzleştirmek (Niveler un terrain). 3.
Eşitleştirmek, aynı düzeye getirmek (Niveler les
fortunes).

nivellement er. 1. Düzleştirme (Nivellement d'un


terrain). 2. Eşitleştirme, aynı düzeye getirme
(Nivellement

des salaires).

nivo-glaciaire s. (Akarsu) Kar ve buz erimesiyle


beslenen (Régime

nivo-glaciaire).

nivo-pluviai,e s. coğr. Yağmur ve karla beslenen


(Régime

nivo-pluvial).

nivôse er. Fransız Devrim takviminin dördüncü ayı


(21-22 aralı k/20-21 ocak arası),
nixe diş. (Alman efsanelerinde) Superisi.
nô er. No oyunu; Japonya'da, soylu yada savaşçı
sınıf için oynanan ezgili, danslı, dinsel niteliği olan
en eski oyun biçimi,
nobiliaire s. Soylular sınıfına değgin. 2. er. Bir
ülkedeki soylu aileler kayıt defteri,
noble s. 1. Soylu, "asil (Une famille noble). 2. mec.
Yüce (Il a un

noble

caractère.

De

nobles

sentiments). 3. ad. Soylu, soylu kişi (Les nobles de


l'ancien

régime).
4.

Görkemli

(Une

noble

prestance). § Le noble art: Boks.


noblement bel. Soyluca; yücelikle; ağırbaşlılıkla,
noblesse diş. 1. Soyluluk, "asalet (Un titre de
noblesse. Noblesse de naissance). 2. Yücelik,
üstünlük (La noblesse de cœur. La noblesse de ses
vues). 3. Soylular sınıfı (Appartenir à la noblesse).
noce diş. 1. Düğün (Je suis invité à la noce d'un ami.
Repas de noce, cadeau de noce). 2. Düğün alayı
(La noce avançait). 3. Evlilik yıldönümü (Noces
d'argent: Yirmibeşinci evlilik yıldönümü.
Noces
d'or: Ellinci evlilik yıldönümü).
§ Epouser en

secondes noces: İkinci evliliğim yapmak, ikinci


kez evlenmek. Faire la noce: Vur patlasın çal
oynasın yaşamak, nerde akşam orda sabah
yaşamak, içkili eğlenceli bir yaşam sürmek.
N'être pas à la noce: Sıkıntılı, güç bir durumda
olmak, darda olmak,
noceur, euse ad. tkz. Eğlence düşkünü,
nocher er. (Şiir dilinde) Sandala, kayıkçı,
nocif, ive s. Dokuncalı, zararlı (Une influence
nocive).

nocivité diş. Dokunca, zarar; zararlılık (La nocivité

nond'une

doctrine).

noctambule s. ve ad. Geceleri gezip eğlenen,


gecekuşu.
noctambulisme er. 1. (Eski) Uyurgezerlik. 2.
Geceleri gezip tozma, gecekuşluğu.
noctuelle diş. Gecekelebeği.
noctule diş. hayb. Erken-uçan yarasa,
nocturne s. 1. Gece yapılan, gece olan (Une
agression

nocturne).

nocturne.

Réunion

nocturne,

bruit
2. Gece devinen, gece iş gören

(Oiseaux, papillons nocturnes).

3. er. Gece duası.

4. er. müz. Tatlı ve içli gece ezgisi, gece müziği,


nocuité diş. Zararlılık, dokuncalıhk.
nodal,e s. Düğüme değgin; düğümlü,
nodosité diş. hek. 1. Düğüm, boğum, şiş (Les
nodosités d'un arbre. Des nodosités
apparaissent
au poignet après une crise de rhumatisme).
2.

Boğumluluk; şişlik,
nodulaire s. Boğumlu,

düğümlü; düğüm ve

boğumlara değgin,
nodule diş. biy. Düğümcük, küçük düğüm,
noduleux, euse s. 1. Düğümcüktü, düğüm düğüm,
boğum boğum (Tige noduleuse). 2. Düğümlü,
boğumlu.
noël er. 1. Noel (La fête de Noël. Arbre, sapin de

Noël). 2. Noel ilâhisi. 3. hlk. Noel armağanı, Noel


bayramında verilen armağan. § Bonhomme Noël,
Père Noël: Noel baba. Croire au père Noël:
Olmayacak duaya amin demek, boş hayaller
ardında koşmak,
nœud er. 1. Düğüm (Faire un nœud à son mouchoir.
Défaire, desserrer un nœud). 2. Boğum. 3. Budak
(Les nœuds d'un arbre). 4. mec. Bağ (Le nœud
sacré du mariage. Rompre
des nœuds
déjà
anciens). S. mec. Düğüm noktası (Le nœud d'une
tragédie, le nœud de la situation). 6. Kavşak,
kavşak noktası (Nœud ferroviaire, routier). § Le

nœud gordien: Kördüğüm. Trancher le nœud


gordien: Kördüğümü çözmek, soruna çözüm
bulmak.
noir,e s. 1. Kara, siyah (Des yeux noirs, le tableau
noir, un marbre

noir. Raisin noir, des

nuages

noirs). 2. Karanlık (Une rue noire). 3. Pis, kirli


(Avoir les mains noires, les ongles noirs). 4. Kötü,
kara (Faire un tableau très noir de la situation).
Kötümser (Avoir des idées noires. Etre d'une

humeur noire). 6. Düşmanca, kötülük ve kin dolu


(Jeter un regard noir sur son adversaire). 7. hlk.
Kör kütük sarhoş (Etre complètement noir). 8. s.
ve ad. Zenci ( L'Afrique
noire. Les noirs

d'Amérique). 9. er. Siyah renk (Les noirs d'un


tableau). 10. er. hlk. Üzüntü, can sıkıntısı (Il a le
noir). 11.er. Morartı (Il m'afait des noirs

partout).
12.er. Karanlık (L'enfant

a peur dans le noir). 13.

er. hlk. Acı kahve, sade kahve (Garçon, un noir).


14. er. Yas giy sisi (Porter du noir, être en noir). §

Bête noire: En çok tiksinilen kimse, ölümü kadar


sevmediği kimse (C'est ma bête noire). Caisse
noire: Örtülü ödenek. Froid noir: Dondurucu
soğuk. Liste noire: Kara liste. Magie noire: Kara
büyü. Marché noir: Kara borsa. Travail noir:
Kaçak iş, kaçamak iş. Avoir le noir: hlk. İçi
sıkılmak, efkârlı olmak, canı sıkılmak. Broyer du
noir: Kara kara düşünmek. Etre dans le noir: hlk.
Hiç ama hiç bir şey anlamamak. Faire noir:
(Hava) Kararmak, karanlık basmak (Il fait noir:
Hava karardı, karanlık bastı). Pousser les choses

au noir: İşin hep kötü yanını düşünmek. Voir tout


en noir: Çok kötümser olmak, dünyayı kara
görmek.
noirâtres. Siyahımtırak, karamsı.
noiraud, es. vead. Karayağız (Face noiraude. Il est
un peu

nombril

944

noirâtre

noiraud).

noirceur diş. 1. Karalık, siyahlık (La noirceur des


yeux, des cheveux). 2. Siyah leke. 3. mec. Kötülük
(Tramer, méditer quelque noirceur). 4. mec.
İğrençlik, alçaklık (La noirceur d'un crime, d'une

trahison). 5. (Eski) Tasa, kaygı,


noircir gsz. 1. Kararmak (Sa peau noircit facilement
au soleil). 2. gçl. Karartmak (La fumée a noirci le

plafond). 3. gçl. Kara göstermek, kötü göstermek


(Noircir la situation). 4. gçl. Lekelemek, gölge
düşürmek (Onanoircisaréputation).
§ Se noircir:
1. Kararmak (Le ciel se noircit). 2. hlk. Kafayı
çekmek, içmek (On va se noircir).
noircissement er. Kararma; karartma
(Le
noircissement

noircissure diş. Siyah leke, siyahlık,


noire diş. 1. müz. Siyah nota. 2. Zenci kadın,
noise diş. (Eski) Kavga, dalaş. § Chercher noise à
qn: -ile kavga çıkarmaya bahane aramak,
noiseraie diş. 1. Cevizlik, ceviz bahçesi. 2.
Fındıklık, fındık bahçesi,
noisetier er. Fındık ağacı.
noisette diş. 1. Fındık. 2. Une noisette de: Azıcık,
fındık kadar... (Mettre une noisette de beurre sur le
pain). 3. s. Fındık renginde (Elle a des yeux
noisette).
des

noix). 2.s. vediş. tkz. Enayi, aptal, dangalak (Une


vieille noix. Je ne suis pas plus noix qu'un autre). 3.

(Tekerlek yada değirmen gibi şeylerde) Eksen,


yivli silindir. § Noix de gaile: Mazı. Noix de coco:
Hindistancevizi. Noix de veau: Sığır küreğinin lop
eti. A la noix: Önemsiz, değersiz, entipüften (Un
professeur

à la noix).

navire, un avion).
nom er. 1. Ad, isim (Chercher un nom pour un
bébé). 2. Soyadı. 3. dilb. A d (Nom abstrait: Soyut
ad. Nom collectif: Topluluk adı. Nom
commun:
Cins adı. Nom composé:
Birleşik ad.
Nom
concret: Somut ad. Nom propre: Özel ad). § N o m

de guerre: Takma ad. Nom de Dieu! Nom d'un


chien! Nom d'une pipe! Nom de nom!: ünl. Vay
canına! Hay Allah kahretsin! Tüh Tüh! Allah
belâsını versin! Hay kör şeytan hay! Au nom de:
-adına, "namına (Je vous arrête au nom de la loi).
Donner son nom à qn: (Bir kadınla) Evlenmek
istemek, -e evlenme önerisinde bulunmak. Se
faire un nom: Ad yapmak, ün yapmak, tanınmak,
nomade s. ve ad. Göçebe (Vie nomade, peuple
nomade,

tribu nomade.

Les

nomades).

nomadiser gsz. Göçebe yaşamı sürmek, göçebelik


etmek,
nomadisme er. Göçebelik,
no man's land [nomanslâd] er. Yansız bölge,
silahtan aruıdırdmış bölge,
nombrable s. Sayılabilir, sayıya vurulabilir,
nombre er. 1. Sayı (Les mathématiques sont la
science des nombres.

Elever un nombre au carré).

2. Rakam (Le nombre zéro, trois). 3. Miktar, sayı,


toplam (Quel est le nombre d'habitants dans cette
ville?). 4. ed. Uyum (J'aurais plié la signification
d'une phrase à son nombre). 5. Nicelik (La qualité
importe plus que le nombre). § Au nombre de:
Arasında (Je te compte au nombre de mes amis).

Au nombre de, du nombre de:

des murs de la cuisine).

noix diş. 1. Ceviz (Gauler des noix. Manger

nolis er. Yük, yük ücreti; gemi kirası, navlun.


nolisement er. Gemi kiralama.
noliser gçl. (Bir taşıtı) Kiralamak (Noliser un

...kadar,

miktarında, tane (Les accusés sont au nombre

de

trois). Dans le nombre: Bu arada (Dans le nombre,


nous trouverons

ce qu'il nous faut). En nombre:

Yığın halinde, sürü halinde, çok sayıda (Attaquer,


venir en nombre). Nombre de, bon nombre de:
Birçok (Depuis nombre d'années). Sans nombre:
Sayısız, pek çok (Ilaeu des occasions sans nombre
de se faire connaître).
nombrer gçl. Saymak ( O n ne peut nombrer tous les
spectateurs).

nombreux, euse s. 1. Kalabalık (Une


nombreuse).
2. Çok, çok sayıda,

famille
birçok

(Nombreuses sont les femmes qui ne veulent pas


travailler dehors. Dans de nombreux cas). 3. ed.

Uyumlu, "ahenkli (Un style nombreux).


nombril er. 1. Göbek. 2. mec. Özek, merkez (Le
nombril de la terre, du monde).

% Se prendre pour

le nombril du monde: tkz. Kendini pek önemli biri


sanmak, kendini bir bok sanmak, küçük dağları
945

nome
ben yarattım sanmak,
nome er. tar. (Eski Mısır'da ve şimdiki
Yunanistan'da) Yönetim bölgesi, sancak,
nomenclature diş. 1. Adlar dizini. 2. Terimler dizini
(Nomenclature
botanique).
3. Katalog (La
nomenclature des douanes). 4. (Bir sözlükteki)
Sözcük kadrosu (Compléter la nomenclature d'un
dictionnaire par un supplément).

nominales, l.dilb. Addeğerinde olan, ad gibi, ada


değgin (Emploi
nominal d'un mot.
Phrase
nominale). 2.er. dilb. Adıl,"zamir(Lesnominaux
démonstratifs, personnels, possessifs). 3. s. A d
söylenerek yapılan (Appel
nominal,
liste

nominale).

4. s. Adı olup kendi olmayan;

saymaca, "itibarî (Valeur nominale,


nominal et safaire réel). 5. fels. Adsal.

salaire

nominalement bel. 1. Ad olarak, sözde, kağıt


üzerinde (II reste nominalement le propriétaire de
l'immeuble). 2. dilb. Ad olarak, ad gibi (Adverbe
employé nominalement). 3. Adıyla sanıyla, kendi
adıyla (La monarchie, à cette époque,
dominait
nominalement le pays).
nominalisme er. fels. Adcılık,
nominaliste s. ve ad. fels. Adcı.

nominatif er. dilb. (Adın durumlarından) Yalın


durum, "yalın hal.
nominatif, ive s. 1. Adları kapsayan, içinde adlar
bulunan (Liste nominative). 2. Ada yazılı (Effet,
chèque nominatif). 3. s. dilb. Yalın,

nomination diş. 1. Atama; atanma; "tayin, tayin


etme; tayin edilme (La nomination
d'un
professeur.
Une
d'ambassadeur).

nomination
2.
dilb.
à

un
poste
Adlandırma;

adlandırılma. 3. (Bir yarışmada) Mansiyon


(Obtenir plusieurs
nominations).
nominativement M . Ad ad, ad belirterek (Désigner
nominativement les responsables de ce désordre).
nommé, e s. 1. Adlı, denen (Un homme nommé
Paul). 2. Adı belirtilen, adı geçen (Lespersonnes
nommées plus haut). 3. Atamayla gelen, atamayla
seçilen (Magistrats nommés et magistrats élus). § A
point nommé: Vaktinde, sırası gelince. A jour
nommé: Belirtilen günde, gününde,
nommément bel.. 1. Ad belirterek, ad vererek; adı
belirtilerek, adı verilerek (Il est dénoncé
nommément
comme l'auteur du crime).
2.
Özellikle, daha doğrusu (L'influence du climat, et
nommément celle de l'humidité).
nommer gçl. 1. Adlandırmak, ...adını vermek (Ses
parents l'ont nommé Paul). 2. Adım söylemek,
adını belirtmek, adım vermek (L'accusé refuse de
nommer ses complices). 3. Demek, nitelendirmek
(Ce tas de cendres éteint qu'on nomme le passé).

non-assistance
4. Nommer qn...: Birini ...olarak atamak (Le
conseilmunicipall'anommémaire).
§ Nommer qn
à qch: Birini -e atamak (On l'a nommé à une
ambassade.
Nommer
son frère à un poste
important). § Se nommer: 1. Adı ...olmak (ilse
nomme
Paul Dubois).
2. Adım söylemek
(L'inconnu s'avança etse nomma).

nomographe er. Yasalar konusunda kitap yazan


yada inceleme yapan kimse,
nomographie diş. 1. Yasalar dergisi. 2. Yasalar
bilimi, yasabilim.
non bel. 1. Hayır (Acceptez-vous sa proposition?
-Non). 2. Olmaz, hayır (Il fait signe que non, je
vous dis que non). 3. Değil (Les riches sont
moralement tenus d'être probes, les pauvres non).
4. Olmayan (Les gens non intéressés: İlgili
olmayan
kişiler).
S. er. Hayır (Un
non
catégorique: Kesin bir hayır). § Et non, mais non:
.. .değil (Je veux de ce livre, mais non de ton disque.
Tu l'as fait par pitié, et non par conviction). Et non
pas, mais non pas: ...değil (C'est un conseil, etnon
pas un ordre. J'approuve le fond de ce que vous
dites, mais non pas votre violence). Non plus:
(Olumsuz tümcelerde) De, "dahi (line parlait pas,
moi non plus: O konuşmuyordu,
ben de). Non
sans: -siz değil ; -ile (Il accepta non sans hésitation:
Tereddütle kabul etti). Non seulement... mais,

mais aussi, mais encore: Yalnız...değil, aynı


zamanda. ..(Nonseulement il ne travaille pas, mais
aussi il nous empêche de travailler). Non que, non
pas que: -diğinden değil (Il aimait ce quartier de
Paris, non pas qu'il fût beau, mais parce qu'il était
tranquille). Non plus que: -de, "dahi (Il n'a pas été
blessé, non plus que moi: O yaralanmadı,
bende).

Non moins que, pas moins que: -de, "dahi, -den


daha az değil (C'est un restaurant non moins
fameux que les meilleurs de Paris). Pour un oui ou

pour un non: Yok yere, nedensiz, bir hiç için, incir


çekirdeğini doldurmayacak bir şey için (Ils se
disputent pour un oui ou pour un non).

non-activité diş. (Görevde, hizmette) Geri hizmet,


kızak, etkinlikten uzaklık (Officier, fonctionnaire
mis en

non-activité).

nonagénaires, vead. Doksanlık, doksan yaşında,


non-agression diş. Saldırmazlık (Pacte de nonagression).

non-aligné,e s. Bağlantısız (Lespays


non-alignés).
non-alignement er. Bağlantısızlık (Politique de nonalignement).
nonante s. (Belçika ve İsviçre'de) Doksan,
non-assistance diş. Yardım etmeme, bilerek
yardımına koşmama (Non-assistance
à une
personne en danger).
non-belligérance

946

non-belligérance diş. Savag dışında kalma, savaş


halinde olmama, savaşa girmeme,
non-belligérant,e s. ve ad. Savaşa katılmayan,
anlaşmazlıkta yer almayan,
nonce er. Papalık büyükelçisi,
nonchalamment bel. Gevşek gevşek, uyuşuk
uyuşuk,gevşekçe, uyuşukça,
nonchalance diş. 1. Gevşeklik, uyuşukluk (Une
nonchalance

orientale.

Travailler

avec

nonchalance). 2. Gevşek davranış, uyuşuk tutum,


nonchalant,e s. 1. Gevşek, uyuşuk (Un élève
nonchalant). 2. İsteksizce yapılmış, ağır (Geste
nonchalant.

Marcher d'un pas

nonchalant).

nonchaloir er. (Eski) Gevşeklik,


nonciature diş. Papalık büyükelçiliği,
non-combattant, e s. ve ad. Savaşa edimsel olarak
katılmayan, geri hizmetli (Les non-combattants
d'une

armée).

non-comparant, e s. ve ad. Mahkeme karşısına


çıkmayan, mahkemeye gelmeyen,
non-comparution
diş.
Mahkeme
karşısına
çıkmama, mahkemeye gelmeme,
non-conciliation diş. Uzlaşmama,
non-conformisme er. Uydumcu olmama; herkesçe
benimsenmiş basma kalıp inanç ve törelere
aldırmama (Le non-conformisme

de

Gide).

non-conformiste s. ve ad. 1, İngiliz protestant. 2.


Uydumcu olmayan; herkesçe benimsenmiş inanç
ve törelere aldırmayan; başına buyruk, bağımsız
(Peintre, musicien,

écrivain
non-conformiste).

non-contradiction diş. fels. Çelişmesizlik.


non-directif,
ive
s.
Yönlendirmesiz,
buyuruculuktan uzak, demokratik (Entretien
non-directif.

Relation d'aide

non-directivité

diş.

non-directive).

Yönlendirmezlik,

demokratiktik,
non-discrimination diş. Ayırım yapmama,
none diş. 1. (Eski Roma'da) İkindi ile akşam arası,
ikindiden sonra. 2. İkindi duası. 3. ç. (Eski
Roma'da) Mart, mayıs, temmuz ve ekim
aylarının yedinci günü, öbür ayların beşinci günü.
non-engagé, e s. ve ad. 1. Bloksuz, bağlantısız,
herhangi bir bloka girmemiş (Les nations nonengagées. Lesnon-èngagés). 2. (Yazın ve
sanatta)
Herhangi bir akım yada öğretiye bağlanmamış,
bağımlı olmayan (Ecrivain,
littérature
non-engagée).

peintre

non-engagé,

non-engagement er. Bağlantısızlık,


non-être er. fel. Varolmama, yokluk,
non-exécution diş. Uygulamama, yapmama,
yürütmeme, yerine getirmeme (Non-exécution
d'un contrat, d'un

ordre).

non-existence diş. Varolmama, yokluk (Arguments

non-usage
en faveur de l'existence ou de la non-existence
Dieu).

de

non-figuratif, ive s. 1. Betisiz (Art, peintre nonfiguratif). 2. ad. Betisiz


sanatçı. 3. er. Betisiz
sanat.
nonidi er. (Fransız Devrim takviminde) On günlük
haftanın dokuzuncu günü.
non-ingérence diş. Karışmama,
non-intervention diş. 'Karışmazlık, karışmama,
"müdahale etmeme
(Politique
de
nonintervention).

non-interventionniste s. ve ad. "Karışmamacı,


*karışmazlıkçı, "müdahale etmeyici.
non-jouissance
diş.
huk.
Yararlanmama,
kullanmama
immobilier).

(La

non-jouissance

d'un

bien

non-lieu er. huk.


Kovuşturmazlık kararı,
"muhakemenin men'i (Arrêt de non-lieu:
Muhakemenin

men'i

kararı).

nonne diş. Rahibe.


nonnette diş. 1. Genç rahibe. 2. Baharatlı küçük
çörek.
nonobstant ilg. (Eski) 1. -e karşın (Nonobstant ses
protestations

indignées,

il fut

emmené

au

commissariat). 2. bel. Yine de, bununla birlikte


(L'enfantfut grondé, nonobstant il recommença
renverser le contenu de la salière).

non-paiement er. Ödememe, ödenmeme,


nonpareil, les. 1. Eşsiz, eşi benzeri olmayan. 2. diş.
Çok ensiz kurdela (Rattacher ses cheveux avec des

nonpareilles). 3. diş. yada er. Kuzey Amerika'da


yaşayan değişik küçük kuşlara verilen genel ad. 4.
diş. Çok küçük badem şekeri. 5. Altı puntoluk
küçük harf. 6. er. yada diş. Değişik karanfil
türlerine verilen ad.
non-prolifération diş. Yaygınlaştırmama, sınırlama
(La non-prolifération

des armes

nucléaires).

non-rétroactivité diş. huk. Geriye doğru işlememe,


makabline şamil olmama (La non-rétroactivité
des lois).

non-recevoir er. Fin de non-recevoir: huk. Dâvanın


dinlenmemesi, dâva reddi,
non-réussite diş. Başarısızlık,
non-satisfaction diş. Doyumsuzluk, "tatminsizlik,
non-sens er. 1. Anlamsızlık. 2. Saçmalık (Exalter la
violence et la haine pour instaurer le règne de la
justice et de la fraternité, c'est un non-sens). 3.

Anlamdan yoksunluk ; yanlış anlam (Elève qui fait


un non-sens dans une version

non-usage

er.

kullanılmama

1.

Artık

(Non-usage

expression).
2.
kullanmama.

huk.

latine).

kullanmama;
d'un

Gerçek

artık

mot,

d'une

bir
hakkı
non-valeur

947

non-valeur diş. 1. Gelirsiz varlık ( Une terre en friche


est une non-valeur). 2. Alınması sağlanamayan
alacak.-3. mec. Değersiz nesne yada kişi; yararsız
kimse, yararsız şey.
non-violence diş. Şiddete başvurmama, şiddetten
kaçınma.
non-violent, e s. ve ad. Şiddete baş vurmayan,
şiddetten kaçınan,
nopal er. bitb. Kaynanadili, frenkinciri.
nord er. 1 . Kuzey (Le vent du nord. Maison
au nord). 2. Kuzey bölgesi (Un homme
une ville du nord).
côtes nord

exposée
du

nord,

3. s. Kuzey (Pôle nord.

du Brésil).

Les

§ Au nord: Kuzeyde,

kuzeye. Au nord de: -in kuzeyinde. Perdre le


nord: Pusulayı şaşırmak,
nord-africain, e s. ve ad. Kuzey Afrikalı; Kuzey
Afrika'ya ve halkına değgin,
nord-américain, e s. vead. Kuzey Amerikalı,
nord-coréen, ne s. vead. Kuzey Koreli; Kuzey Kore
ve halkına değgin,
nord-ester. 1. Kuzey-doğu (Le nord-est de la

notabilité
normalleştirme;
normalleşme

olağan

(Les normalisation

des appareils

"normalleştirmek
diplomatiques

nordir gsz. (Yel için) Kuzeye yönelmek, kuzeye


dönmek.
nord-ouest er. 1. Kuzey-batı (Le nord-ouest de la
France. Le vent du nord-ouest).
(La région nord-ouest
de la

2. s. Kuzey-batı

Turquie).

nord-vietnamien, ne s. vead. Kuzey Viyetnamh.


noria diş. Bostan dolabı.
normal,e s. 1. Olağan; düzgülü; "normal (La
maladie suit son cours normal, lln'estpas
état normal).

dans son

2. mat. Dikey (Ligne normale).

3.

diş. mat. Dikey çizgi (Tracer une normale). 4. diş.


Olağan durum, "normal durum (Revenir à la
normale). S. diş. Orta, ortalama, "normal
(Intelligence

au-dessus

de

la

normale).

6.

(Kısaltma olarak) Yüksek öğretmen okulu (Il a


été reçu à Normale.

Normale

Lettres,

Normale

Sciences). § Ecole Normale: Öğretmen okulu


(Ecole normale d'instituteurs:
Ecole

normale

supérieure:

Ilköğretmen
Yüksek

okulu.
öğretmen

okulu).

(Tout se passe normalement.


chez lui à cette heure.
arriver à neuf

Il est

Normalement,

normalement
on

doit

heures).

normalien, ne ad. 1. Yüksek öğretmen okulu


öğrencisi. 2. Öğretmen okulu öğrencisi,
normalisation diş. 1. Olağan duruma getirme,

ses

pays

relations

étranger).

2.

chemins de fer).

normalité^. Olağanlık, 'düzgülülük, "normallik.


normand,e s. ve ad. 1. tar. Norman (Conquête de
l'Angleterre

parles Normands).

2. Normandiyah;

normandiyalilara özgü (Les Normands, le


dialecte normand). § Répondre en normand: Ne
evet demek ne hayır, çok kapalı ve anlaşılmaz bir
yanıt vermek, her yana çekilebilecek biçimde
yanıtlamak,
normatif,ive s. Kuralcı (Grammaire normative).
n o r m e 1 . Ölçü, kural, ilke (Normejuridique). 2.
Olağan durum, olağan yol, düzgü (S'écarter de la
revenir à la norme).
aux

3. Örnek, ölçünlü
normes).

norois, noroît er. den. Kuzey-batı yeli.


norois, e norrois, e s. ve ad. 1. Kuzey-batılı,
iskandinavyalı; iskandinavyalılara özgü (Les
Norois.

Langue
noroise).

2.

er.

İskandinavyalıların eski dili.


norvège diş. Norveç.
norvégien, ne s. ve ad. 1. Norveçli. Norveç ve
halkına değgin. 2. er. Norveç dili, norveçce.
norvégienne diş. den. Önü eğri ve kalkık bir tür
sandal.
nos s. Bizim... -lerimiz (Nos maisons: Evlerimiz).
nosophobie diş. ruhb. Hastalık yılgısı, hastalık
korkusu.
nosophobe s. ve ad. Hastalıktan korkan,
hastalanmaktan çok korkan,
nosologie diş. hek. Hastahkları sınıflandırma
bilgisi, *sayrılıkbilim, "hastalıkbilim.
nostalgie diş. 1. 'Evseme, 'yurtsama, *yuvasama;
ev özlemi, yurt özlemi, yuva özlemi. 2. mec.
Özlem (Nostalgie delapoésie). § Avoir la nostalgie
de: -i özlemek (Avoir la nostalgie de sa famille,
sa jeunesse,

normalement bel. Olağan biçimde, alışıla geldiği


gibi; genellikle, olağan olarak, "normal olarak

un

*Ölçünlemek, "standartlaştırmak; belli bir ölçü


ve kurala bağlamak (Normaliser l'écartement des

örnek (Objet conforme


nordiques).

sanitaires).

(Normaliser

avec

norme,

Les

relations

normaliser gçl. 1. Olağan duruma getirmek,

Turquie). 2. s. Kuzey-doğu (La région nord-est de

(Langues nordiques.

gelme,

des

diplomatiques). 2. *Ölçünleme,"standartlaştırma
l'Angleterre).

nordique s. ve ad. Kuzeyli, Kuzey Avrupalı

duruma

(Normalisation

des longs

de

voyages).

nostalgique s. 1. Evsemeye değgin, yurtsamaya


değgin, yuvasamaya değgin; özlemeli, özlemsel
(Pensées, regrets nostalgiques).

ezici,

içe

dokunan

2. Acılı, acı verici,

(Chanson,

regard

nostalgique).

nota bene er. (Bir yazının yanına yada altına


yazılan) Not, dikkat,
notabilité diş. 1. (Kişi için) Önemlilik, saygınlık (Sa
notule

948

notable
notabilité est connue). 2. Önemli kişi, saygın kişi

işaret koymak (Noter

(A la tête du conseil, fut placée une

intéressant). 2. Not etmek, yazmak, kaydetmek

notabilité).

notable s. 1. Önemli, büyük, hatırı sayılır, dikkate


değer (Un élève qui fait de notables progrès).

2. er.

İleri gelen kişi, önemli kişi (Les notables de la


ville). 3. er. ç. Eşraf,
notablement bel. Adamakıllı, epeyce (La tension a
notablement

notaire).

notairesse diş. (Eski) Noter kansı.


notamment bel. Özellikle, hele (Les fruits sont chers
et notamment

les

Noterler.
notariée s. Noterden geçmiş, noterlikte yapılmış
notation diş. 1. İm, "işaret, simge
algébrique, phonétique).

(Notation

2. İmleme, "işaretleme,

imlerle anlatma. 3. Sicil verme (Notation d'un


par son chef de service).

verme (Notation

4. N o t

des devoirs par le professeur).

S.

müz. Notaya alma, notalama (Notation d'un air,


d'une

agenda).

changement
dans son attitude).

4. Dikkat etmek,

göz önünde tutmak, göz önüne almak (Notez


bien. Il faut noter qu'il est encore bien jeune).

notice diş. 1. (Bir yapıtı) Kısa tanıtma yazısı (Une

explicative

nécrologique.

est jointe à

Une

notificatif, ive s. Tebliğ eden, tebliğle ilgili (Lettre


notificative).
"tebligat (La notification

du jugement

bildirmek,

"tebliğ

d'expulsion
renvoi

etmek

(Notifier

d'école).
2. Kavram (Iln'apaslamoindre
Il a perdu

retrouver

ce

passage).

(Öğrencilere verilen) Not (Le carnet de notes d'un


élève. Avoir une bonne note, une mauvaise

note).

3. (Öğrencilerin tuttukları) Not, ders notu


qui se prêtent leurs notes). 4. (Bir şey

konusunda alınan) N o t (Orateur

qui parle
notes). 5. Hesap pusulası; hesap
la note d'un hôtel.

sans

(Demander,

Une note de

Présenter, régler la note). 6 .müz.

frais.

Nota (Les notes

de la gamme). 7. Küçük haber, haber pusulası


une

téléphone).

note

à son

ami.

Une note

8. (Diplomaside) Nota (Une

diplomatique.

Remettre

de

note

une note à un Etat).

Fausse note: Falso; uygunsuz şey. Donner la note


de qch: -in havasım vermek, -konusunda bir kam
vermek (Le compte rendu vous donnera la note de
cequ 'ontpu être les discussions).

Etre dans la note:

Tam uygun olmak, çok uygun düşmek (Cette


remarque

ironique

l'ordre

à un locataire. Notifier à un élève son

du temps.
pour

l'accusé).

notifier gçl. 1. (Yasa yolunca) Bildirmek, "tebliğ


etmek. 2. Notifier qch à qn: Birine bir şeyi

d'anglais).

(Laisser

notice

l'appareil).

2.

réclamer

contre

une conclusion hâtive). 2. Kısa not, küçük özet

note diş. 1. İm, işaret (J'ai mis une note sur mon

(Etudiants

S.

notion diş. 1. İlk bilgi, temel bilgi (Notion de chimie,

chanson).

exemplaire

3.

aucun

notification diş. Bildirme, "ihbar; bildiri, "tebliğ,

notarié).

fonctionnaire

sur son

Saptamak, "tespit etmek (Je n'ai noté

(Notice biographique,

notariales).

notariat er. 1. Noterlik (5e destiner au notariat). 2.

(Acte

rendez-vous
passage

notice de l'auteur met en garde les lecteurs

fraises).

notariale s. Notere değgin, noterliğe değgin


(Fonctions

un

croix un

Değerlendirmek, not vermek (Noter un devoir,


un élève).
6. Sicil vermek (Noter
un
fonctionnaire). 7. Notaya almak (Noter un air).

baissé).

notaire er. Noter ( Contrat fait devant

(Noter

d'une

est bien dans la note de son

la notion

notion

de la réalité.

notionnel,le s. Kavramsal, kavramlara değgin,


notoire s. 1. Belli, ortada, apaçık, herkesin bildiği
(Le fait est notoire).
criminel

2. Ünlü, tanınmış (Un

notoire).

notoirement bel. Herkesin bildiği üzere, açıkça


(Nouvelle

notoirement

fausse).

notonecte diş. yadaer. hayb. Supiresi.

notoriété diş. 1. Apaçıklık, ortadalık, herkesçe


bilinirlik (Notoriété

d'un fait, d'une nouvelle).


(Cela est de

notoriété).

nôtres. Bizim (Notreécole:


Notre mur: Bizim duvar,

Bizimokul,

okulumuz.

duvarımız).

nôtre s. 1. Bizim, kendimizin, bize ait (Cette idée


nôtre. Nous l'avons fait nôtre). 2.add. Le nôtre,la
nôtre: Bizimki (Votre jardin est petit, le nôtre est
grand).

3. ç. Bizimkiler (Vos mains sont

not tutmak (Prendre des notes à un cours,

propres

que les nôtres:

un discours). Prendre qch en note: -i not etmek

daha temizdir.

(Prendre

nôtres: Saçlarınız

en note un numéro

de téléphone,

une

adresse). Prendre note de qch: -i not etmek; -e


dikkat etmek, -i dikkate almak (Prendre note d'un
renseignement).

noter gçl. 1. İmlemek, "işaretlemek, im koymak,

2.

Tanınmıştık, tanınma, ünlülük, ün (Ce livre lui a


donné de la notoriété). 3. Herkesçe bilinen şey

esprit sarcastique). Prendre des notes: Not almak,


pendant

La

notion de bien, de mal).

Elleriniz
plus

bizimkilerden

Vos cheveux sont plus longs que les


bizimkilerden

daha

uzundur).

notre-dame diş. 1. Meryem Ana. 2. Meryem Ana


yortusu. 3. Meryem Ana resmi. 4. Meryem Ana
adma yapılmış kilise. 4. ünl. Aman ya Rabbi!
notule diş. Kısa not.
949

nouage
nouage er. Düğümleme,
nouaison diş. Çağla tutma, çağlalarıma,
nouba diş. 1. Kuzey Afrika birliklerinde askeri
bando. 2. mec. hlk. Yiyip içip eğlenme. § Faire la
nouba: hlk. Âlem yapmak, yiyip içip eğlenmek,
noue diş. 1. (Damlarda) İçdere. 2. Kurumuş çay
yatağı. 3. Sulak çayır,
noué,e s. 1. Bağlanmış, düğüm düğüm yapdmış,
düğümlenmiş.
2.
Şişmiş,
boğumlanmış
(Articulation

nouée

par la goutte).

3. (Eski)

Raşitik, büyüyemeyen (Enfantnoué). 4. Gergin,


sinirli (Il est tris noué). § Avoir la gorge nouée:
Boğazında bir şey düğümlenip kalmak,
nouement er. Düğümleme, düğüm yapma;
düğümlenme, düğüm yapılma,
nouer gçl. 1. Düğümle bağlamak; bağlamak (Nouer
sa cravate. Nouer les lacets de ses chaussures).
Düğümlemek

(Nouer

une

ficelle).

3.

Kurmak (Nouer une amitié, une alliance.


un complot,

une intrigue).

2.
mec.

Nouer

4. mec. Tıkamak (Un

nourriture
beslenme kaynağı ( L a Révolution

était la nourrice

de Napoléon). § Epingle de nourrice: Firkete;


çengelli iğne. Etre encore en nourrice: mec.
Henüz çocuk olmak, daha ağzı süt kokmak.
Mettre en nourrice: (Bir çocuğu) Sütanneye
vermek.
nourricerie diş. 1. Çocuk odası, bebek odası. 2.
(Tarımda) Besi çiftliği,
nourricier,ère s. 1. Besleyici, beslemeye yarayan
(Suc

nourricier,

nourricières,

sève

canaux

nourricière.

nourriciers).

Artères
2.

Geçim

sağlayan (La terre nourricière). 3. er. Üvey baba,


sütbaba. 4. mec. Besleyen, maddi katkı sağlayan
(Lesprotecteurs

et les nourriciers

de

l'Eglise).

nourrir gçl. 1. Beslemek (Nourrir ses enfants). 2.


Yiyecek vermek, bakmak, beslemek (Nourrir un
malade, un paralytique). 3. Geçimini sağlamak
(C'est luiqui nourrit toutelafamille).

4. Emzirmek

(Mère qui nourrit son bébé). S. mec. Beslemek,


geliştirmek (La lecture nourrit l'esprit).

6. mec.

sanglot lui noua la gorge). S. gsz. (Ağaçlar için)

Beslemek, taşımak (Nourrir un désir, une

Meyveye durmak, çiçeği meyve haline geçmek,


çağla tutmak. § Avoir la gorge nouée: Boğazı
tıkanmak. Nouer amitié avec qn: -ile dostluk
kurmak. § Se nouer: mec. Kurulmak (La

rancune,

conversation
s'est nouée facilement.

s'est nouée pendant

les

Notre

amitié

vacances).

nouet er. Kaynatarak ilaç yapmak için suya batırılan


ilaç çıkını.
noueux,euse s. 1. Düğümlü, düğüm düğüm. 2.
Budaklı (Un arbre noueux). 3. (Romatizmadan
dolayı) Şiş, boğum boğum (Doigts noueux).
nougat er. Bir çeşit koz helvası,
nouille diş. 1. ç. Erişte; kalın makarna (Nouilles au
fromage). 2. mec. tkz. Pelte gibi adam, uyuşuğun
teki (C'est une nouille, incapable de faire cela). 3.

s. tkz. Aptal, salak, enayi (Il est vraiment nouille).


4. s. tkz. Süslü püslü; kof (Un style nouille).
noumène er. fels. Numen, "bizatihi şey.
nounou diş. (Çocuk dilinde) Dadı (Sa vieille
nounou).

nourrain er. 1. Balıklandırmak üzere bir göle atılan


balık yavrusu, balık yumurtası. 2. Besiye çekilen
süt domuzu.
nourri,e s. 1. Dolgun, besili, semiz, semirik (Un
curé bien nourri).
nourri, fusillade

2. mec. Yoğun (Feu nourri,


nourrie).

tir

3. mec. Zengin, bol,

renkli (Un conversation nourrie). 4. Nourri de:


mec. -bakımından zengin, -ile dolu (Etre nourri de
sentiments généreux,

de préjugés

tenaces).

nourrice diş. 1. Sütanne; dadı (Confier un enfant à


une nourrice). 2. Fıçı, bidon, hazne (Une nourrice
de cinquante litres). 3. mec. Besleyici, yaşatıcı,

une

haine.
Nourrir

un espoir,

une

illusion). 7. mec. Eğitmek, yetiştirmek (On l'a


nourri dans les bons principes,

dans la rudesse). 8.

mec. Sürdürmek, sürmesini sağlamak, "devam


ettirmek (Nourrir un feu, une lampe). 9. Nourrir
qn, qch de qch: a) Birini -ile beslemek (Nourrir un
enfant de lait), b) Birini -ile zenginleştirmek,
süslemek, doldurmak (Nourrir un récit de détails

vécus). § Se nourrir: 1. Yemek, beslenmek, besin


almak (Il se nourrit bien). 2. Se nourrir de: a) -ile
beslenmek (Se nourrir de légumes, de viande), b)

-ile oyalanmak, -1er kurmak (Se nourrir


d'illusions, de rêves). § Nourris un corbeau, il te
crèvera l'oeil: Besle kargayı oysun gözünü,
nourrissage er. (Hayvan) Besleme, besiye çekme,
yetiştirme.
nourrissante s. Besleyici, besleyen, besin değeri
yüksek

(Aliments

nourrissants,

un

plat

nourrissant).

nourrisseur er. 1. Besici, hayvan besleyici. 2.


İnekçi.
nourrisson er. 1, Süt çocuğu, süt bebeği. 2. Süt
evlâdı. 3. mec. Çırak, öğrenci, yavru,
nourriture diş. 1. Besleme; beslenme (Produits
destinés à la nourriture
(Une nourriture

des hommes).

légère, lourde.

2. Besin

Nourriture

des

animaux). 3. Yiyecek içecek, besin maddeleri (La


nourriture est chère). 4. Yemek, yemekler
(Comment

S. mec.
nourritures

est la nourriture

dans ce

restaurant?).

Besleyici şey, geliştirici şey (Les


de l'esprit). 6. "Nimet (Les

nourritures

terrestres). § Prendre de la nourriture: Yemek


950

nous
yemek, besin almak,

yenileştirici; devrimci (L'avenir donnera

nous adıl. 1. Biz (Nous


gerçekleştirdik).
seviyor).

l'avons

réalisé: Biz

2. Bizi (Il nous

onu

aime:

Bizi

3. Bize (Tu nous as dit la vérité:

Bize

gerçeği söyledin).

4. er. Biz (Le moi et le nous).

nouure diş. 1. Büyüyememe, raşitizm. 2. Çağla


tutma, çağlalanma.
nouveau, nouvelle s. 1. Yeni (Un modèle
de voiture. Mots, termes nouveaux.
Une religion

nouvelle).

nouveau

LeNouvelAn.

2. Toy, "acemi (Il est

encore nouveau dans ce métier). 3. ad. Yeni gelen


(La nouvelle
nouveaux

était très intimidée.

L'arrivée

des

dans la classe). 4. er. Yenilik (Le goût

du nouveau.
Réclamer

du nouveau

en art). § A

nouveau: 1. Yeni baştan, yeni bir yolla


(Reprendre

à nouveau

bir kez daha (Entendre

noyer

le problème).
à nouveau

2. Yeniden,
un disque).

De

aux novateurs.

acte, d'un effet, d'un


(Acte

novatoire).

novembre er. Kaşımayı (Je partirai en

acemi (Il est encore novice dans sa profession.

noviciat er. 1. (Papazlıkta) Çömezlik. 2.


Manastırda papaz çömezlerine ayrılan bölüm. 3.
mec. Çömezlik, toyluk, acemilik,
noyade diş. (Suda) Boğma; boğulma (On l'a sauvé
de la

noyade).

noyau er. L Çekirdek (Noyau de cerise, de pêche,


Kuyrukluyıldız

nouveau: Yenilik yapmak, bir yenilik getirmek,


nouveau-né, nouveau-née s. 1. Yeni doğmuş

Yerçekirdeği).

Faons

nouveau-nés.

Une

Il

me prend pour un novice). 3. den. Muço.


d'abricot).

nouveau-né.

novembre).

nover gçl. Yenilemek.


novice ad. 1. Papaz çömezi. 2. s. ve ad. Yeni, toy,

Faire du

(Enfant

contrat).

novatoire s. Yenilemeye değgin, yenilenmeyle ilgili

nouveau: Yeniden, bir daha, bir kez daha (Il a


la même erreur).

raison

novateur).

novation diş. Yenileme; yenilenme (Novation d'un

commis

de nouveau

Un esprit

d'atome,

2. gökb. Çekirdek (Noyau


çekirdeği.

Noyau

cométaire:
de la

3. fiz. kim. biy. Çekirdek

noyau

nucléaire).

terre:
(Noyau

4. A n a parça, ana

bölüm, öz (Le verbe est le noyau de la phrase).

5.

gloire nouveau-née).
2. er. Yeni doğmuş çocuk,

mec. Yuva, özek, "merkez, küçük topluluk, çok

bebek (Vagissements

du

küçük grup (Détruire

nouveau-né).

nouveauté diş. 1. Yenilik, yeni olma niteliği (Ce


problème

garde toujours sa nouveauté).

olan şey, yenilik (Aimer la nouveauté.

2. Yeni
Le

charme

de la nouveauté). 3. Alışılmamıştık, özgünlük (La


nouveauté

du livre apparaît à tous les critiques).

4.

Yeni çıkmış kitap (Les dernières nouveautés sont


dans la vitrine du libraire). 5. ç. Son moda eşyası
(Magasin

de

printemps,

nouveautés.

Nouveautés

de

d'hiver).

nouvelle diş. 1. Haber (La nouvelle d'un décès, d'un


mariage. Recevoir une nouvelle.
mauvaise

nouvelle,

haberi (Envoyer

fausse

Bonne
nouvelle).

des nouvelles

nouvelle,
2. Sağlık

d'un malade).

3.

Öykü (Les nouvelles de Maupassant.

La

nouvelle

est faite pour être lue en une fois).

4. Havadis,

radyo yada gazete haberi (Les nouvelles du jour).

§ Avoir des nouvelles de qn: -den haber almak,


sağlık haberini almak. Donner des nouvelles de
qch: -konusunda bilgi vermek, haber vermek
(Donner des nouvelles de sa santé). Envoyer de ses

nouvelles: Sağlık haberlerini yollamak. Bonne


nouvelle: Müjde,
nouvellement bel. Az önce, daha yeni, henüz (Il est
nouvellement

arrivé).

nouvelliste ad. 1. Öykücü, öykü yazarı. 2.


(Gazetelerde) Havadis yazarı,
nova, novae diş. gökb. Nova; parlaklığı birdenbire
artıp değişen yıldız,
novateur, trices. vead. 1. Yenilikçi, yenilik getirici,

résistance.

les derniers

Un noyau d'opposants

noyaux

de

dans un parti

politique).

noyautage er. Propaganda özeklerini kurma; (Bir


parti yada sendika vb. içinde) Küçük çekirdek
gruplar kurma, çekirdeklenme (Le
d'un

noyautage

syndicat).

noyauter gçl. -in içinde belli bölücü çekirdek


gruplar kurmak, -de çekirdeklenmek, kendi
lehine çalışacak ve karşısındakini parçalayacak
propaganda özekleri kurmak
syndicat,

(Noyauter

un

un parti).

noyé,e s. 1. Suda boğulmuş, batmış, sularda yitip


gitmiş (Marins noyés en mer). 2. ad. Boğulmuş,
suda boğulmuş (Repêcher
noyé par la respiration

un noyé. Ranimer

artificielle).

un

Regard noyé:

Dalgın, belirsiz, donuk bakış. Etre noyé: tş içinde


boğulup kalmak, işi başında aşkın olmak,
noyer er. Ceviz ağacı.
noyer gçl. 1. Suda boğmak (Noyer un petit chat). 2.

Su altında bırakmak, su baskınına uğratmak (La


rupture des digues a noyé toutes les basses

terres).

3. mec. -in içinde yitip gitmek (Etre noyé dans la

foule). 4. Noyer qch dans qch: a) Bir şeyi -ile


gidermeye çalışmak, unutmaya çalışmak (Noyer
son chagrin dans l'alcool),
-ile bastırmak (Noyer

b) Bir şeyi -e boğmak,

une révolte dans la sang.

Noyer un cri dans le tumulte).

5. iyice gömmek,

iyice çakmak (Noyer un clou dans le bois). § Noyer

le carburateur: (Fazla benzinden) Karbüratörü


951

nu
boğmak. Noyer le poisson: Yakalanmış balığı
yormak için başını arasıra sudan çıkararak
gezdirmek. Noyer la poudre: Kullanılmaz hale
getirmek için barutu ıslatmak. Se noyer l'estomac:
Fazla sıvı yutarak yada fazla içerek mideyi
bozmak, i Qui veut noyer son chien l'accuse de
rage: Kedi yavrusunu yerken fareye benzetirmiş.
§ Se noyer: 1. Suda boğulmak (Baigneur qui se
noie). 2. Se noyer dans qch: -in içinde boğulup
kalmak, kendini yitirmek (Se noyer dans les
détails). § Se noyer dans un verre d'eau: Bir
bardak suda boğulmak, en küçük bir güçlük
karşısında
başarısızlığa
uğramak,
çayda
boğulmak. Beceriksizin teki olmak.
nu,e.s. 1. Çıplak (Unefemmenue). 2. Yoksul, giysisi
olmayan, çıplak (Vêtir ceux qui sont nus).

Süssüz, eşyasız, mobilyasız, boş (Mur


chambre

nue).

4. Yalın (Un style nu).

3.

nu,

5. er.

(Resimde) Çıplak; çıplak vücut resmi. § Pieds


nus, nu-pieds: Yalınayak. Tête nue, nu-tête: Başı
açık. A nu: 1. Çıplak, çıplak olarak (Monter un
cheval à nu). 2. Açıkça, olduğu gibi. A demi-nu:
Yarı çıplak. A l'oeil nu: Çıplak gözle, gözlük yada
dürbün gibi şeyler kullanmadan. A main nue:
Eldivensiz (Boxer à main nue). A mains nues:
Silah kullanmadan, yumrukla (5e battre à mains
nues). Mettre à nu: l.Açıkça ortaya dökmek,
herkesin gözü önüne sermek (Mettre à nu les vices
de la société). 2. Çıplaklaştırmak, üstündeki
yahtlayıcı maddeyi kaldırmak (Mettre à nu un fil
électrique). Se mettre nu, se mettre à nu:
Soyunmak, çıplak olmak,
nuage er. 1. Bulut (Cielsans nuage). 2. mec. Bulut,
t a b a k a , sürü (Un nuage de fumée, dépoussiéré,

de

sauterelles). 3. mec. Tehlike, tehlike belirtisi (Ily


a des nuages noirs à l'horizon).

§ Se p e r d r e d a n s
les nuages: Ayakları yerde olmamak, düşler
içinde yüzmek, kafası bulutlarda olmak,
nuageux,euse s. 1. Bulutlu (Un ciel nuageux). 2.
Belirsiz, bulanık, ne olduğu belli olmayan, pek
anlaşılamayan

(Esprit

nuageux,

théorie

nuageuse).

nuance diş. 1. (Renklerde) Açıklık koyuluk


derecesi. 2. * Ayrımcık, *ayırtı, küçük fark (Iln'y

nuissance
nubiles. Evlenme çağında (Une fille nubile).
nubilité diş. Evlenme çağı; evlenme çağında olma.
nucal,e s. Enseye değgin, enseyle ilgili (Les os
nucaux).
nucelle er. bitb. Evin.
nucléaire s. 1. kim. biy. Çekirdek, çekirdekli;
çekirdeğe
değgin
(Substance,
membrane
nucléaire). 2. Atom çekirdeğine değgin, atoma
dayalı (Energie nucléaire, centrale nucléaire). 3.
Atom bombasına değgin, atom bombasına dayalı
(Une guerre nucléaire, un armement nucléaire).
nucléarisation
diş.
Nükleerleştirme
(La
nucléarisation de l'énergie).
nuclé,e s. Bir yada birçok çekirdeği olan, çekirdekli
(Cellule nuclée).
nucléine diş. biy. Çekirdek özü.
nucléole er. biy. Çekirdekçik, çekirdecik.
nucléon er. fiz. Nükleon.
nucléoplasme er. bitb. Çekirdek plazması,
nucléus er. biy. Hücre çekirdeği,
nudisme er. Çıplaklık, çıplak yaşama (Faire du
nudisme: Çıplak yaşamak, çıplaklar derneğine
girmek, çıplak yaşama öğretisini benimsemek).
nudiste s. ve ad. Çıplak, çıplak yaşama öğretisini
benimsemiş, çıplaklar derneği üyesi (Camp de
nudistes).

nudité diş. 1. Çıplaklık, çıplak olma (Belle dans sa


nudité). 2. Yalınlık (Nudité d'un style). 3. Boşluk,

süssüz püssüzlük, çıplaklık (Nudité d'un mur,


d'une chambre). § Dans toute sa nudité: Bütün
çıplaklığıyla,
nue diş. Bulut (Le soleil dissipe la nue). § Elever
jusqu'aux nues: Göklere çıkarmak. Mettre,
porter qn aux nues: -i göklere çıkarmak, çok
övmek. Tomber des nues: Şaşakalmak,
şaşkınlıktan donup kalmak.
nuée diş. 1. İri bulut, bulut (Nuées d'orages). 2. mec.
Kalabalık, yığın, sürü (Une nuée d'oiseaux, de
sauterelles,

de flèches).

§ Nuée a r d e n t e coğr. yerb.

Kızgın bulut,
nue-propriété diş. huk. Asısız iyelik, çıplak iyelik,
"intifasız mülkiyet,
nuer gçl. (Örgüde) Renkleri birbirine uydurmak,
yakıştırmak (Nuer des laines et des soies).

a qu'une nuance entre ces deux points de vue). 3.

nuire gçl. Nuire à: -e dokunmak, zarar vermek;

Derece ayrımı (Les nuances d'un parfum, d'un

engel o l m a k (En agissant ainsi, il nuit à ses parents.

sentiment,

d'un

La cigarette

amour).

nuancer gçl. 1. (Renkleri) Derece derece açmak


yada koyulaştırmak. 2. En ufak incelikleriyle
belirtmek (Nuancer sa

pensée).

nuancé,e s. 1. 'Ayırtılı, nüanslı (Tissu nuancé). 2.


Ufak inceliklerle birbirinden farklı (Pensées
nuancées).

nuit à ma santé.

Ce retard nuit à

l'efficacité de notre action). § Abondance de biens

ne nuit pas: Fazla mal göz çıkarmaz. Trop parler


nuit: Çok konuşan çok yanılır,
nuissance diş. 1. (Eski) Zararlılık. 2. (Eski) Zararlı
şeyler. 3. Sıkıntı, gerilim (Les nuisances
psychopathogènes). 4. ç. Çevreyi ve toplum
952

nuisible

nuque

sağlığını bozan şeyler (Les nuisances dues aux

(Nullité

bruits des grands centres

çok bilgisizlik, sıfırlık (La nullité d'un élève. Ils

urbains).

nuisible s. 1. Dokuncalı, "zararlı (Gaz nuisible,


animal nuisible). 2. Nuisible à: -e dokuncalı,
zararlı, -e d o k u n a n (Climat nuisible à la santé).

nuisiblement bel. Zararlı bir şekilde,


nuit diş. 1. G e c e (Nuit sans lune, nuit étoilée. Il fait
nuit, la nuit tombe).

2. Karanlık (Nous

tombés dans une profonde

sommes

nuit). 3. mec. Bilisizlik,

bilgisizlik (Dans la nuit où nous sommes

tous, le

savant se cogne au mur). 4.bel. Geceleyin, gece

(Sortir la nuit). § Boite de nuit: Gece kulübü. La


nuit éternelle: Ölüm. Une nuit blanche: Uykusuz
geçen gece, uykusuz gece (Passer une nuit
blanche: Sabahı diri etmek, gece hiç

uyumamak).

Jour et nuit; nuit et jour: Gece gündüz. A la nuit


tombante, à la tombée de la nuit: Karanlık
bastınnca, gece olurken. Au milieu de la nuit:
Gece yarısı. Bonne nuit: İyi geceler. Dans la nuit
des temps: Çok eski çağlarda. De nuit: 1. Gece
yapılan, gece olan (Travail de nuit, vol de nuit,
service de nuit). 2. G e c e çalışan (Veilleur de nuit,
gardien de nuit). 3. G e c e kullanılan (Chemise

de

nuit, bonnet de nuit). 4. Gece çıkan, gece işini


gören (Oiseau de nuit, papillons
de nuit). L a nuit

porte conseil: Sabah ola hayrola, gün doğmadan


neler doğar. Sabahın şerri akşamın hayrından
iyidir.
nuitamment bel. Gece, geceleyin, gece vakti (Un
vol commis

nuitée diş. 1. Bir gecelik süre, gece süresi. 2. Otelde


geçirilen bir gece. § A nuitée: Bütün gece, gece
boyu.
nul,le s. 1. Hiçbir (Nul homme

n'en sera

exempté.

2. Değersiz, hiç, sıfır,

b o m b o ş (Résultat nul. Cet élève est nul en

chimie).

3. Geçersiz, hükümsüz (L'élection a été déclarée


nulle). 4. er. adıl. Hiç kimse (Nul autre que toi ne
peut réaliser cette entreprise).

§ Nul et non avenu:

Hiç olmamış gibi. Nulle part: Hiçbir yerde, hiçbir


yere. Nul n'est censé ignorer la loi: Yasayı
bilmemek özür sayılmaz. Nul n'est prophète dans
son pays: Kimse kendi memleketinde peygamber
olmamış, er kişinin değerini el daha çok bilir,
nullard, e s. ve ad. tkz. Ciğeri beş para etmez,
bomboş, sıfır (C'est un nullard).
nullement bel. Hiç de, hiçbir zaman, hiçbir şekilde
(Il n'en est nullement

démonstration).

responsable.

Cela ne me gêne

nullement).

nullipare s. ve diş. Hiç çocuk doğurmamış,


çocuksuz (kadın),
nullité diş. 1, Geçersizlik, hükümsüzlük "butlan
(Nullité d'un acte, d'un legs). 2. Hiçlik, önemsizlik

3. Ç o k zayıflık,

sont tous d'une nullité lamentable).

4. Ciğeri beş

para etmez kişi, değersizin teki (Cet homme est


une complète nullité). § Nullité absolue: "Mutlak
butlan. Nullité relative: "Nisbî butlan,
nûment, nuement bel. Olduğu gibi, değiştirmeden,
bütün çıplaklığıyla (Dire nûment la vérité).
numéraire er. 1. Maden para. 2. (Parada) Resmi
değer. § Payer en numéraire: Nakit olarak
ödemek, para olarak ödemek,
numéral, e s. Sayı gösteren; sayısal (Adjectif
numéral,

système

numéral).

numérateur er. mat. (Kesirde) Pay (Numérateur et


dénominateur

d'une

fraction).

numération diş. mat. Sayılama,


numérique s. mat. 1. Sayısal (Valeur numérique
d'une

équation

bakımından

algébrique).

(La

2.

supériorité

Sayıca,

sayı

numérique

de

l'ennemi).

numériquement bel. Sayıca, sayı bakımından


(L'ennemi

était numériquement

inférieur).

n u m é r o er. 1. N u m a r a (Numéro
d'une automobile.

d'une
maison,

Numéro de téléphone.

Numéro

des verres de lunettes.


loterie. Numéros

Numéro

gagnants).

d'un

2 . Sayı (Un

billet

de

numéro

spécial d'une revue. Le numéro trois de la revue est

épuisé). 3. (Sirklerde, gözbağcılıkta) Numara,


gösteri, oyun (Présenter
Faire son numéro

nuitamment).

Agir sans nulle crainte).

d'une

un nouveau

habituel).

numéro.

4. tkz. Bitirim, eşi

benzeri olamayan biri, anasının gözü (C'est un


drôle de

numéro).

numérotage er. Numaralama, numara koyma


(Numérotage

de billets,

d'étiquettes).

numérotation diş. Numaralama; numara sırası


(Changer la numérotation

d'une
collection).

numéroté, e s. Numaralı (Exemplaire numéroté


d'un

livre).

numéroter gçl. Numaralamak, numara koymak


(Numéroter

les pages d'un

registre).

numéroteur er. Numaralama damgası,


numi&mate ad. Sikke ve madalya uzmanı,
numismatique s. 1. Sikke ve madalyalara değgin. 2.
diş. Sikke ve madalya bilgisi,
nu-propriétaire ad. huk. Çıplak mülkiyet sahibi,
"intifasız mülkiyet sahibi,
nue-propriété diş. huk. Çıplak mülkiyet, "intifasız
mülkiyet.
nuptial, e s. Düğüne değgin, evlenmeye değgin
(Chambre

nuptiale,

lit nuptial). §Vol nuptial des

abeilles: Arıların oğul verme uçuşu,


nuptialité diş. Evlenme oranı; evlilik durumu*.
nuque diş. Ense (Une nuque épaisse).
nurse

953

nurse/naeıts]diş. İng. 1. Dadı. 2. Hastabakıcı,


nursery [nœRsam] diş. İng. Çocuk odası,
nutation diş. gökb. 1. Üğrüm. 2. bitb. Güneyönelim. 3. hek. Başın durmadan
sallanması
hastalığı, sallabaşlık.
nutriment er. Özbesin, özümlenebilen besin
maddesi.
nutritif, ives. 1. Besleyici (Aliments très nutritifs). 2.
Beslenmeye değgin (Les besoins nutritifs de
l'homme).

nutrition diş.

1. Besinlerin özümlenmesi.

Beslenme (Troubles
nutrition).

de la nutrition.

2.

Mauvaise

nutritionnel, le s. Beslenmeye değin, beslenmeyle


ilgili (Troubles

nutritionnels).

nutritionniste ad. Beslenme uzmanı,


nyetalope ad. hek. 1. Gündüzkörü, gündüz
görmeyip gece gören .2. s. Gündüz görmeyip gece
gören (Le hibou est un oiseau

nyetalope).

nyctalopie diş. hek. Gündüzkörlüğü.


nyetophobe s. ve ad. Karanlık yılgını, karanlıktan

nystagmus
aşın korkan (hasta),
nyctophobie diş. ruhb. Karanlık yılgısı, karanlıktan
aşın korkma hastalığı,
nylon [nilS] Naylon (Bas de nylon,

lingerie

de

nylon).

nymphe diş. 1. (Söylencede) Dağ, orman, ırmak,


pınar ve deniz perisi. 2. mec. Peri gibi kız. 3. hayb.
Nemf, nemfa.
nymphéa er. Beyaz nilüfer, aknilüfer.
nymphéacées diş. ç. bitb. Nilüfergiller.
nymphée diş. 1. Sütunlu, yontulu, saksılı havuz. 2.
Eski çağlarda, nemfalar için düzenlenen sütunlu,
havuzlu, doğal yada yapay mağara,
nymphomane s. (Kadınlar yada dişiler için) Aşırıcı
cinsel istek duyan, nimfcil tutkulu, y arak düşkünü
(Femme, jument

nymphomane).

nymphomanie diş. Nimfcil tutku, kadınlarda yada


dişilerde görülen aşırı cinsel istek, yarak
düşkünlüğü.
nystagmus er. hek.
nistagmüs.

Gözün istemsiz titreşimi,


o
O, o er. Fransız abecesinin on beşinci harfi. O diye
okunur ve türk abecesindeki o sesini verir,
ô ünl. Ey! Hey! Behey! (ô mon Maître et Seigneur,
ayez pitié de moi. ô temps, suspens ton vol! Ô fou
que vous êtes!).

oasien, ne s. 1. Vâhaya değgin, 'yeşereğe değgin,


*yeşereksel (Un aspect oasien). 2. Vâhada
yaşayan, vâhalı, 'yeşerekli (Les oasiens du
Sahara).

oasis [aazis] diş. 1. Vâha, *yeşerek (Oasis


saharienne).
2. mec. Umulmadık yerde
karşılaşılan çok güzel şey; sevindirici şey;
dinlendirici şey. 3. mec. Sığınak, köşe, barınak
(Ce quartier résidentiel est une oasis de calme dans
la ville).

obédience diş. 1. Bir kilise büyüğüne uyma. 2.


Manastır değiştirme izni. 3. Manastır şubesi. 4.
mec. Körü körüne boyun eğme; "itaat; bağımlılık
(Une obédience obsolue). 5. Girilen yol, tutulan
yol; bağlanılan ilke, eğilim (Lespays d'obédience
communiste.

Ils ne sont pas de même

obédience).

6. ruhb. Söz dinleme, kural ve komutlara uyma.


obéir gsz. 1. Söz dinlemek, itaat etmek (Il faut
savoir obéir). 2. Obéir à: a) -in sözünü dinlemek,
-e itaat etmek, -i saymak (Cet enfant obéit à ses
parents), b) -e boyun eğmek; tâbi olmak (Obéirà
un maître, à un chef). c)-e uymak (Obéir à la loi, à

la mode). § Etre obéi, se faire obéir: Kendini

saydırmak, sözünü dinletmek. Obéir au doigt et à


l'œil: Körü körüne itaat etmek,
obéissance diş. 1. Söz dinleme, sayma, itaat
(Obéissance
des enfants
à leurs
parents,
obéissance des soldats à leurs chefs militaires). 2.

Boyun

eğme.

(Obéissance

3.

Uyma,
aux règles, à la

saygı

gösterme

discipline).

obéissant, e s. 1. Sözdinler, eslek, "muti (Un enfant


obéissant). 2. Uysal. 3. Obéissant à, envers: -e
karşı uysal, söz dinler, saygılı (Enfant obéissant
envers son père, à sa mère).

obélisqueer.l. (Eski mısırlılardan kalma) Dikilitaş.


2. Dikilitaş biçiminde anıt.
obéré,e s. Borçlandırılmış, borca batırılmış, borca
boğulmuş.
obérer gçl. Borca boğmak, çok borçlandırmak
(Guerre

qui obère les finances

d'un pays).

S'obérer: Borçlanmak, borca boğulmak,


obèse s. ve ad. 1. Çok şişman, şişko, aşın şişman
(Depuis qu'il a pris sa retraite, cet homme

devient

obèse). 2. hek. Şişmanlık hastası,


obésité diş. 1. Aşın şişmanlık, şişkoluk. 2. hek.
Şişmanlık hastalığı,
obi diş. Geleneksel japon giyiminde kullanılan
uzun ve geniş ipek kuşak,
obit [abit] er. Ölüm yıldönümü duası.
obituaires. 1. Ölüme değgin, ölülerle ilgili (Registre
obituaire). 2. er. Ölüler listesi.
objecter

955

objecter gçl. 1. Bahane etmek; ileri sürmek (Il


objede sa fatigue pour ne pas sortir. Il objectait

que

oblique
obligation diş. 1. Ödev, boyun borcu, yüküm,
"vecibe (Faire honneur à ses obligations.

Remplir

2. O b j e c t e r qch à q n : -i

les obligations de sa charge). 2. Gönül borcu,

birinin başına kakmak, birini -ile suçlamak (Il lui

minnet borcu, minnettarlık (Je lui ai beacoup

objectait la corruption

d'obligations

cette entreprise échouerait).

de ses moeurs).

3. O b j e c t e r

pour des services rendus). 3. B o r ç (Il

qch à, contre: Bir şeyi -e karşı ileri sürmek

lui faut d'abord s'acquitter

(Objecter une bonne raison à un argument,

Zorunluluk

contre

un argument). 4. Objecter qn: -e itiraz etmek; -e


muhalefet etmek (Il ne cesse pas d'objecter ses
supérieurs).

objecteur er. İtiraz eden, karşı koyan, muhalefet


eden. § Objecteur de conscience: İnancı gereği
askerlik görevini yerine getirmeyi reddeden,
objectif,ive s. 1. Nesnel (La réalité objective). 2.
Yansız, yan tutmayan (Un historien objectif). 3.
er. fiz. O b j e k t i f , mercek ( Objectif d'une

d'un appareil photographique).


(Bombarder
des objectifs militaires).

"gaye (Atteindre

son

caméra,

4. er. Hedef, erek

objectif.

5 .er. A m a ç ,

Il a de

nobles

de ses obligations).
dans

l'obligation

4.
de

travailler). 5. Tahvil; Devlet ve ortaklıklar borç


belgiti. § Obligation à terme: huk. "Müeccel borç.
Obligation alimentaire: Nafaka borcu. Obligation
conditionnelle: Şarta bağlı borç. Obligation sans
terme: "Muaccel borç. Avoir à qn de l'obligation:
-e minnet borcu olmak, -e karşı minnettar olmak.
Remplir ses obligations militaires: Askerlik
hizmetim yapmak,
obligatoire

s.

1.

Zorunlu

(Service

militaire

obligatoire). 2. tkz. Kaçınılmaz, öyle olacağı belli


(Il a raté son examen,

c'était obligatoire).'

Bağlayıcı (Une décision

obligatoire).

3.

obligatoirement bel. 1. Zorunlu olarak (Vous devez


objectifs).

objection diş. Karşı koyma, itiraz (Faire, formuler


une

(Je suis

objection.

Cette proposition

aucune objection.

n'a

soulevé

§ Objection de conscience:

İnancı gereği askerlik yapmayı reddetme,


objectivation diş. Nesnelleştirme; nesnelleşme,
objectivement bel. t . Nesnel olarak. 2. Yansız

obligatoirement
frontière).

présenter

votre passeport

2. tkz. İ s t e r i s t e m e z , i l l e d e

cette rue, on arrive obligatoirement

à la

(Ensuivant

sur la place).

obligé, e s. 1. Zorunlu, kaçınılmaz (Un contact


obligé.

C'est obligé).

2. Obligé de f . qch: -mek

zorunda, -meye zorunlu (Il était obligé

d'agir

(Examiner

ainsi. Il se sentait obligé de quitter cette ville) .3. s.

objectiver gçl. 1. Nesnelleştirmek (Objectiver sa


conscience, une realité). 2. Dışa vurmak, dile
getirmek, yansıtmak (Objectiver sa pensée, ses
obligée envers un créancier). 4 . s . vead. Minnettar

olarak,

yan

objectivement

sentiments.

tutmadan,

yansızca

une opinion

adverse).

ve ad. Borçlu, boynu bükük (Une personne

aide).

obligeamment bel. İncelikle, kibarca (Il a très

Le langage objective la pensée).

objectivisme er. fels. Nesnelcilik,


objectivité diş. 1. Nesnellik (Objectivité de la
science). 2. Yansızlık, yan tutmama (Objectivité
d'un

(Je suis votre obligé. Je vous suis obligé de votre


gentille

historien).

obligeamment

proposé

de nous

(Auriez-vous

l'obligeance

de

entre

est particulièrement

trouvés.

alıcı, gönül okşayıcı (Paroles

recherches
Nesne
d'art.

Manier

3.Konu(L'objet

très important).

prêter

des

obligeant, es. 1. İnce, kibar, nazik (Cette employée

l'objet et son idée. 2. E ş y a , şey (Bureau des objets


précaution).

me

documents?).

objet er. 1. N e s n e (Il y a une grande différence


Objets

reconduire).

obligeance diş. İncelik, kibarlık, nezaket, "lütuf

un objet

de la discussion

4. A m a ç , e r e k (L'objet

est le traitement

(Complément

avec

du cancer).

d'objet

indirect).

obligeante).

2. mec.

Gönül

obligeantes).

est

obliger gçl. 1. Bağlamak, yükümlülük altında

de ces
bırakmak, yükümlü kılmak (Ce contrat oblige les
deux parties). 2. Minnettar kılmak, çok hoşnut
etmek. Çok sevindirmek (Vous
m'obligeriez

S.

dilb.

§ Etre

l'objet de, faire l'objet de: -in konusu olmak, konu

infiniment

teşkil etmek, yol açmak (Sa démission

invitation). 3. Obliger qn, qch à f. qch. Birini, bir

l'objet de nombreuses

a fait

discussions).

objurgation diş. 1. ç. Şiddetli azar, azarlama,


paylama. 2. Yalvarıp yakarma (Des objurgations
toujours

vaines).

en venant ce soir, si vous acceptiez

cette

şeyi -meye zorlamak, -mek zorunda bırakmak (II


m'a obligé à démissionner).

4. Obliger q n d e f .

qch: (Eskimiştir) -mekle birini minnettar kılmak,


çok sevindirmek (On m'obligera

de ne m'en

plus

oblation diş. Tannya sunulan kurban, Tanrı yoluna

parler). § S'obliger à f . qch: -meyi üzerine almak,

adanan şey; Tanrıya kurban sunma,


obligataire 1. ad.Tahvil sahibi.2. s.Tahvil şeklinde,

pourvoir

tahvil yoluyla (Emprunt


obligataire).

-mek yükümlülüğüne girmek (Il s'obligea


aux besoins de la

famille).

oblique s. 1. Eğik (Tracer une ligne oblique).

2.
956

obliquement
Dolaylı, dolambaçlı (Action oblique. Cas
oblique). 3. (Eski) Dürüst olmayan, yolsuz,
uygunsuz, dürüstlükten uzak. 4. diş. Eğik çizgi. §
En oblique: Yanlamasına (Traverser une rue en
oblique).

obliquement bel. Eğik olarak; yanlamasına,


obliquer gsz. Eğik bir yön tutmak, yanlamasına
gitmek; yan girmek, sapmak (Il obliqua à droite
pour rattraper

l'autoroute).

obliquité diş. Eğiklik.


oblitérateur, trice s. 1. Aşındırıcı, yıprandırarak
yok edici. 2. hek. Tıkayıcı.3. er. İptal damgası,
oblitération diş. 1. hek. Tıkanma (Oblitération
d'une coronaire). 2. İptal, iptal etme, iptal edilme
(Les timbres de cette lettre ne portaient trace
d'aucune oblitération. Cachet
d'oblitération).

oblitérer gçl. 1. Aşındırmak, yıprandırarak silmek,


yıprata yıprata yok etmek (Le temps a
partiellement oblitéré ces inscriptions murales). 2.
mec. Silip götürmek (Les années ont oblitéré tous
ses souvenirs). 3. hek. Tıkamak (Un caillot qui
oblitère une artère). 4. İptal e t m e k (Oblitérer un
timbre).

oblong, ue s. 1. Boyu eninden fazla, uzunluğu


genişliğinden fazla, uzun (Un visage oblong). 2.
Genişliği yüksekliğinden fazla (Livre, album
oblong).

obnibulation
diş.
Bulandırma,
bulanma;
bulanıklaştırma, bulanıklaşma,
obnibuler gçl. Bulandırmak, bulanıklaştırmak, iyi
seçemez duruma getirmek (Cette fièvre obnubila
sa pensée. Avoir l'esprit obnubilé par une idée).

obole diş. 1. Drahminin altıda biri değerinde eski bir


Yunan parası. 2. Yarım mangır değerinde eski bir
Fransız parası. 3. mec. Pek az bir para tutarı. 4.
mec. Sadaka, ufak bir para yardımı (Remettez
votre obole à la sortie. Apporter son obole à une

souscription). § Ça ne vaut pas une obole: Metelik


etmez, beş para etmez,
obombrer gçl. 1. Gölgelendirmek, gölgeye
boğmak.
2.
mec.
Karanlıklaştırmak,
bulandırmak,
obscène s. Edebe aykırı, edepsizce, müstehcen
(Tenir des propos obscènes.
geste obscène).

Un livre obscène,

un

obscénité diş. 1. Edebe aykırılık, müstehcenlik


(L'obscénité

de cet ouvrage l'a fait exclure

programmes).
(Dire des

des

2. Edepsizce söz yada davranış

obscénités).

obscur, e s. 1.Karanlık, loş (Ce rez-de - chaussée est


très obscur). 2. Anlaşılmaz, anlaşılması güç,
kapalı, karışık (Exprimer ses idées de façon
obscure. Un poème obscur. Déchiffrer un texte

obsédé
obscur,
éclaircir
un passage
obscur).
3.
Tanınmamış, silik (lia mené une vie obscure dans
son département. Un poète obscur). 4. Önemsiz,
küçük (Occuper dans la hiérarchie
administrative
un poste obscur). 5. er. Karanlık (Une sensible
dégradation du clair à l'obscur). § Les salles
obscures: Sinema (Fréquenter les salles obscures:
Sinemaya
gitmek).

obscurantisme er. "Karanlıkçıhk, halk yığınlarını


bilgisiz ve karanlıkta bırakma; aydınlık
düşmanlığı.
obscurantiste s. ve ad. 'Karanlıkçı (Esprit
obscurantiste,

époque

obscurantiste.

obscurcir gçl. Karanlıklaştırmak (Les fumées des


usines

obscurcissent
Gölgelendirmek,

la

karartmak

vallée).

(Les

2.

feuillages

obscurcissent le jardin en été). 3. Koyulaştırmak


(Obscurcir
une couleur).
4. Bulandırmak,
bulanıklaştırmak (Obscurcir la réflexion. Le vin
lui obscurcit les idées. Les larmes lui ont obscurci

les yeux). 5. Karıştırmak, anlaşılmaz hale


getirmek, anlaşılmazlaştırmak (Les philosophes
obscurcissent

les

choses

manifestes).

S'obscurcir: 1. Kararmak; kapalı olmak,


kapanmak (Le temps s'obscurcit). 2. Bulanmak,
bulanıklaşmak (Son esprit

s'obscurcit).

obscurcissement er. 1. Kapanma, kararma


(Obscurcissement du ciel).2. Anlaşılmaz kılma,
anlaşılmazlaştırma, karıştırma.3. Bulandırma,
bulanıklaştırma.
obscurément bel. 1. Karanlık bir şekilde, 2.
Anlaşılmaz bir şekilde, pek kapalı bir şekilde
(Parler obscurément). 3. Belli belirsiz bir şekilde
(Il sentait obscurément

la crainte l'envahir)

4.

Silikçe, tanınmadan, varlığını belli etmeden


(Vivre

obscurément).

obscurité diş. 1. Karanlık On dit que les chats voient


dans l'obscurité).
2. Anlaşılmazhk, kapalılık
(L'obscurité
d'une
poésie).
3. Ünsüzlük,
tanınmamıştık, bilinmezlik (Il cherche avant tout
la simplicité et l'obscurité. Il vit dans une obscurité
heureuse).

obsécration diş. 1. Bir dilekte bulunmak yada


Tanrıdan bir şey dilemek üzere söz arasına
sokuşturulan tümce, 'dileyiş. 2. ç. Eski
Romalıların, yurt tehlikesi karşısında toplumca
okuduktan dua.
obsédant, e s. Kafaya durmadan takılan, yakayı
bırakmayan, göz önünden bir türlü gitmeyen (Le
rythme obsédant
d'une musique.
obsédante.
Les images obsédantes
policier).

Une
d'un

idée
film

obsédé, e ad. Saplantılı, takınaklı, kafasını bozmuş,


957

obséder
deli, hasta (Un obsédé sexuel. C'est un obsédé de la

obséder gçl. 1. Yakasını bırakmamak, ardını


bırakmamak, tebelleş olmak (Les espions
m'obsèdent). 2. Kafasına saplanmak, kafasından
çıkmamak, gözünün önünden hiç gitmemek
de la maladie

d'argent

l'obsède.

Les

questions

m'obsèdent).
les obsèques

d'un

parent.

Obsèques

nationales).

bel.

Aşın

bir

saygıyla;

dalkavukça,yalakça(Ils'inclineobséquieusement)

obséquieux, euse s. Aşın saygı gösteren; dalkavuk,


yalak (Un serviteur

obséquieux,

des

manières

obséquiosité diş. Aşırı bir saygı; dalkavukluk,


yalaklık (Ils 'adresse à son chef avec

obséquiosité).

observable s. Gözlemlenebilir, gözle izlenebilir


(Eclipse observable

observance diş.
buyruklanna)
(L'observance

dans telle

la

du Coran).

observances

minutieuses

loi.

L'observance

des

2. D i n h ü k m ü (Une

des

qui commandent

toute la

vie juive). 3. Tarikat kuralı (L'observance

de saint

observateur, trice ad. 1. (Eski) (Yasa, kural, din


buyruğu konulannda) Uyan, gözeten, saygı
gösteren. 2. Gözlemci, "müşahit (Participer à une
conférence

en observateur).

3 . gökb.

Gözlemci,

gözleyici, gözlem yapan kimse. 4. Gözleyici,


seyirci (Les gens s'étaient postés aux fenêtres
observateurs

les préceptes

une précaution,
m'observa

d'une religion).

2.

une attitude).

3. B a k m a k

avec plus d'attention).


les mouvements

(Il

4. G ö z e t l e m e k

de

l'ennemi).

S.

İncelemek, çok dikkatle bakmak (Observer un


insecte

au

microscope).
une éclipse

s a p t a m a k (J'observe

6.

Gözlemlemek

de soleil).

7. G ö r m e k ,

que vous êtes

fréquemment

en retard). 8. Göz önüne almak, göz önünde


tatmak. § S'observer: 1. Kendi kendini
incelemek, kendini inceleme konusu olarak
(Dans

s'observe

ses premiers

et se dissèque

ouvrages,

lui-même).

Balzac

2. Kendini

kollamak, tutum ve davranışlarını denetlemek,


sakıngan davranmak. 3. Birbirini gözetlemek;
et

s'étudiant plus à l'aise).


obsession diş. 1. Cinlenme, perilenme; cin
tutmasına uğrama. 2. Yakasını bırakmama,
tebelleş olma. 3. ruhb. Takınak, "musallat fikir. 4.
mec. Saplantı, kaygı, sıkıntı, kafadan bir türlü
atılamayan düşünce (Ce voyage l'a délivré de ses

curieux).

S.

s.

Çok

en

dikkatli,

obsessionnel, le s. ruhb. Takınakla ilgili, takmağa


değgin,

(Monnaie

très observateurs.

basılan

observateur).

observation diş. l.Uyma, saygı gösterme, gözetme,


"riayet (Une stricte observation
lois). 2. G ö z l e m (Observation

du règlement,

des

météorologique).

3. İnceleme, gözlem, "müşahede (Mettre un


malade en observation). 4. İtiraz, karşı çıkma (Je
n'ai pas d'observation

à faire. Cet exposé

plusieurs graves observations).


çıkışma (Faire des observations
élève dissipé).

appelle

S. U y a n , uy arma ;
fréquentes

6. G ö z e t l e m e (Il a laissé

en observation.

Poste d'observation).
à un
deux
1.

(Sporda) Birbirini yoklama, tartma, gücünü


(Le

premier

round

a été

un

round

d'observation).
8. ç. (Bir konu üzerinde)
Düşünceler, "mülahazat (Observations sensées et
justes).

observatoire er. gökb. 1. Gözlemevi, "rasathane. 2.

Gözetleme yeri, gözetleme noktası (Observatoire

takmaksal

névrose

(Idée

obsessionnelle).

obsidienne diş. Asit bileşimli, çabuk katılaşan bir


lav, doğalcam.
obsidional, e s. (Kale yada kent) Kuşatmaya değgin
kuşatma

Il a l'esprit

takınaklı,

obsessionnelle,

gözünden hiçbir şey kaçmayan (Les enfants sont

ölçme

göstermek,

obsessions).

François)

hommes

saygı
birbirini incelemek (Deux peuples, s'observant

région).

1. (Yasaya, kurala, din


Uyma,
saygı
gösterme
de

Uymak,

(Eski) Almak, takınmak, benimsemek (Observer

almak

obséquieuses).

1.

loi, les coutumes,

(Observer

obséquieusement

préceptes

gçl.

gözetmek, "riayet etmek (Observer une règle, une

(Observer

obsèques diş. ç. Cenaze töreni; törenli cenaze alayı


(Suivre

d'artillerie).

observer

montagne).

(L'idée

obstacle

obsidionale:
sırasında
para).

Eski

yada
§

kuşatdmış
Délire

Romalılarda,
bir

kentte

obsidional:

ruhb.

Kuşatılmışlık sabuklaması, yanının yöresinin hep


düşmanlanyla çevrili olduğunu sanma hastalığı,
obsolescence diş. Eskime, geçersizleşme, modası
geçme (L'amortissement

du capital technique

aussi une nécessité par son obsolescence


progrès technique

est

en cas de

rapide).

obsolescent, e s. Eskiyen, geçersizleşen, modası


geçen.
obsolète s. Artık kullanılmayan, kullanıştan
düşmüş (Mot

obsolète).

obstacle er. Engel (Ecarter,


un obstacle.

rencontrer,

Buter contre un obstacle).

surmonter
§ Course

d'obstacles: er. Engelli koşu. Faire obstacle à: -i


engellemek. Franchir, surmonter un obstacle: Bir
engeli aşmak. Se heurter, buter contre un
obstacle: Bir engele çarpmak,
engelle
karşılaşmak. Soulever des obstacles à qn: -e
958

obstétrical
güçlükler, engeller çıkarmak, işini engellemek,
tekerine çomak sokmak. Sans rencontrer
d'obstacle: Hiçbir engelle karşılaşmadan,
obstétrical, es. Ebeliğe değgin; doğum hekimliğine
değgin.
obstétrique s. 1. Doğuma değgin (Clinique
obstétrique). 2. diş. Doğum hekimliği; ebelik,
obstination diş. İnat, diretme, ayak direme
(Obstination
obstination

dans

le

refus.

Pourquoi

cette

obstiné, e s. 1. İnatçı, dik kafalı (Une femme


obstinée). 2. mec. Sürekli, aralıksız, kesiksiz
(Effort, travail obstiné). 3. Direten, ayak direyen
obstinés dans leurs

rancunes).

obstinément bel. İnatla, direterek, ayak direyerek,


sonuna dek dayatarak (Refuser obstinément).
obstiner (s') gsz. 1. İnat etmek, diretmek, ayak
diremek (Inutile

de chercher

à le persuader,

il

s'obstine dans son idée). 2. S'obstiner s u r qch: -de

ısrar etmek, diretmek, ayak diremek (S'obstiner


sur une question). 3. S'obstiner à f. qch: -mekte
inat etmek, diretmek, ayak diremek (Elle
s'obstine

à tout contrôler

elle-même).

obstructif, ive s. hek. Tıkayıcr, engelleyici,


obstruction diş. 1. hek. Tıkanma (Obstruction de
l'artère

pulmonaire).
2.

(Parlamentoda)

Engelleme. § Faire de l'obstruction: Engelleme


y a p m a k (L'opposition
empêcher

fait de l'obstruction

pour

obstructionnisme er. Engellemecilik, engelleme


yapma.
obstructionnistes, vead. *Engellemeci,engelleme
obstrué,

e s.

Ruisseaux

(Conduits

obstrués.

obstrués).

obstruer gçl. Tıkamak (Obstruer un passage, une


canalisation,
dans

un conduit.

Obstruer

un

vaisseau

àun ordre, à une décision).

2.

gsz. Boyun eğmek, uymak (S'il n'obtempère pas


immédiatement,

ils sera

puni).

obtenir gçl. 1. Elde etmek, almak (Obtenir un


résultat, un diplôme.
de sortir).

Elle a obtenu la

2. Erişmek (Obtenir

permission
une vertu).

3.

Obtenir qch de: Bir şeyi -den almak, elde etmek,


sağlamak (Il a obtenu

de son patron

une

bonne

augmentation). 4. Obtenir de f. qch: -meyi elde


etmek, sağlamak (Obtenir de sortir).
obtention diş. Elde etme, alma, sağlama; erişme
(L'obtention

d'un

diplôme,

d'un

résultat,

d'un

visa).

obturateur,

y a p m a (L'obturation

d'une

dent).

obturer gçl. 1. Tıkamak, kapamak (Obturer une


ouverture). 2. Dolgu yapmak, doldurmak
une dent

cariée).

obtus, e s. 1. Küt. 2. Dar kafalı; anlayışı kıt


(L'expression

obtuse

de son

visage.

Un

élève

obtus, un esprit obtus). § Angle obtus: Geniş açı.


obtusangle s. Geniş açılı (Triangle obtusangle).
obus[iby] er. ask. Havan topu mermisi, obüs.
obusierer. ask. Havan topu.
obvenir gsz. (Kalıt vb.) -e düşmek, kalmak (Biens
obvenus par

succession).

obvier gçl. Obvier à qch: -e çare bulmak, -i önlemek


(Obvier à un inconvénient,

à un

accident).

oc lak] er. (Ortaçağda, Provans ağzında) Evet. §


Langue d'oc: Eskiden Güney Fransa'da
konuşulan diyelek.
ocarina er. Yumurta biçiminde küçük bir ağız
çalgısı, okarna (Jouer de l'ocarina).
occasion diş. 1. Fırsat, vesile (C'est une occasion
inespérée). 2. Etken, "amil, neden, "sebep (Les
leçons

de

cuisine

d'occasions

3.

étaient
Durum

l'occasion
(Dans

de

combien

le mensonge ne devient-il pas une vertu

héroïque!). 4. Kelepir mal, çok ucuz eşya (Des


occasions

uniques!

J'aurais

payé

le double

marchand fait le neuf et l'occasion.

trice s.
au

Le marché

1. Tıkayıcı

(Membrane

de

l'occasion). § A l'occasion: Durum elverirse,


fırsat düştüğünde (A l'occasion,

venez dîner). (A

la première occasion: İlk fırsatta. A l'occasion de:


Dolayısıyla (On a organisé une surprise-partie

l'organisme).

obtempérer gçl. 1. Obtempérer à: -e uymak, boyun


e ğ m e k (Obtempérer

2. er. Tıkaç. 3.

Havre). 5. Elden düşme mal, eski eşya (Ce

obstructionniste).

Tıkanmış

muscle obturateur).

er.Gaz, su, kaçağını önleyen birçok makina


parçalarına verilen ad, 'tıkayıcı
(Fermer
l'obturateur). 4. er. (Sinema ve fotoğraf
makinasında) Örtücü,
obturation
1. Tıkama; tıkanma. 2. Dolgu; dolgu

plaisanteries).

le vote de cette loi).

yapan (Tactique

obturatrice,

(Obturer

à se taire?).

(Despaysans

occasion

à
l'occasion deses vingts ans). D'occasion: 1. Ucuz,

kelepir.
d'occasion,

2.

Eski,
livres

elden

d'occasion).

düşme
3.

(Voiture
Harcıâlem,

beylik, basma kalıp. Par occasion: Rasgele, bir


raslantıyla, "tesadüfen (Passer dans un

quartier

par occasion). § Avoir l'occasion de f. qch: Elinde


-mek fırsatı, olanağı bulunmak. Manquer
l'occasion, laisser échapper l'occasion: Fırsatı
kaçırmak. Profiter de l'occasion: Fırsattan
yararlanmak. Prendre l'occasion aux cheveux:
Fırsatı tam zamanında yakalamak, durup durup
turnayı gözünden vurmak. Trouver l'occasion de
f. qch: -mek fırsatını bulmak. L'occasion est
chauve: Talih insana bir kez güler, fırsat insanın
karşısına ancak bir kez çıkar. L'occasion fait le
occasionnalisme

959

larron: Elverişli durumlar insanı baştan çıkarır,


occasionnalisme
er.
fels.
"Vesilecilik,
*aranedencilik.
occasionnel, le s. Raslantıya bağlı, raslantısal,
"tesadüfi (Un travail

occasionnel).

occasionnellement bel. Raslantıya bağlı olarak,


raslantısal
olarak,
"tesadüfen
(Remplir
occasionnellement

un

Sa maladie lui occasionnait beaucoup de frais).


occident er. 1. Batı (Le vent vient de l'occident). 2.

(Büyük harfle) Batı dünyası, Batı uygarlığı, Batı


l'Occident).

occidental, es. 1. Batı, batıda bulunan

(L'Europe

occidentale. Côte occidentale d'unpays).

2. Batılı;

batıya değgin (La culture occidentale, les


puissances occidentales). 3. ad. Batılı, batı
dünyasından olan (Les occidentaux pensent
différemment).

pays,

les

moeurs).

S'occidentaliser:

Batılılaşmak,
occidentalisme er. Batıcılık, Batı dünyası ve
uygarlığından yana olma.
occidentaliste s. ve ad. Batıcı, Batı dünyası ve
uygarlığından yana olan.
occipital, e s. 1. Artkafa ile ilgili, artkafaya değgin
(Trou occipital, os occipital). 2. er. anat. A r t k a f a

kemiği.
occiput [ıksipyt] er. anat. Artkafa.
occire gçl. (Eskimiştir) Öldürmek,
occlure gçl. hek. Kapamak, tıkamak,
occlusif, ive s. 1. Kapayıcı, tıkayıcı. 2. dilb.
Kapantih

(Consonnes

occlusives:

Kapanttli

ünsüzler).

3. diş. Kapantıh ünsüz

(P,t,k,b,d,g

sont des

occlusives).

occlusion diş. 1. Tıkanma, kapanma

(Occlusion

intestinale, occlusion buccale). 2. dilb. Kapantı,

occultation diş. gökb. 'Örtülme, bir yıldız yada


gezegenin ay tarafından örtülmesi (L'occultation
d'une étoile par la lune).
occulte s. Gizli (Une politique guidée par des forces

occultes). § Sciences occultes: Alşimi, bağıcılık,


büyü gibi gizli bilgiler, "ilmi ledün.
occulter gçl. 1. Görünmezleştirmek, görünmez
kılmak (Occulter une étoile). 2. Işığını azaltmak
(Occulter un phare, un signal), i. mec. Saklamak,

gizlemek.

(L'armée
l'occupant

occupante.
En temps
vit sur l'habitant).

de

guerre,

"meşguliyet ( Chercher une occupation. Au millieu


de toutes ces occupations, il faudrait garder un

temps libre). 2. (Bir yeri) Eli altına alma, eli


altında
bulundurma,
bir yerde
oturma
(L'occupation
d'un lieu, d'un appartement). 3.
İşgal (Armée d'occupation.
L'occupation
d'un
pays par l'ennemi).

occupé, e s. 1. Eli işte, meşgul (Il est très occupé ces


jours-ci).
2. İçinde oturulan, el altında
bulundurulan,
tutulmuş,
işgal
edilmiş
(Appartement

occupé.

Tous

les bancs

étaient

occupés). 3. İşgal edilmiş, işgal altında (Unpays


occupé, une ville occupée). 4. Occupé à qch, à f.

qch: -ile meşgul; -mekle meşgul (Il est occupé à la


rédaction

occidentalisation diş. Batılılaştırma; batılılaşma,


occidentaliser gçl. Batılılaştırmak (Occidentaliser
un

occultisme er. fels. Gizlicilik.


occultiste ad. Gizlici; gizli bilimlerle uğraşan kişi.
occupantes, vead. 1. (Bir yer için) Oturan, elinde
tutan, *elmen "zilyet (Etre occupant de bonne foi
dans un appartement). 2. İşgalci, işgal eden

occupation diş. 1. Uğraş, iş; yapılan iş, uğraşılan iş,

emploi).

occasionner gçl. 1. Neden olmak, yol açmak,


meydan vermek, vesile olmak (Occasionner un
retard). 2. Occasionner qch à qn: Birinin başına
-1er açmak, birinin -sine neden olmak, yol açmak,
meydan vermek (Je lui ai occasionné des ennuis.

(La défense de

occurence

de
ses

mémoires,

rédiger

ses

mémoires). 5. Occupé de: -aklı fikri hep -de olan


(Elle était occupée sans cesse de lui).

occuper gçl. 1. (Yer için) Oturmak, tutmak, içinde


bulunmak, eli altında bulundurmak (Occuperune
maison,

une place,

une chaise).

2.

(Zaman)

Almak, tutmak, kaplamak (Une activité qui


occupe une bonne part de mon temps).

3. İşgal

etmek, zorla almak (L'armée qui occupe un pays


vaincu). 4. Çalıştırmak, eli altında çalıştırmak
(Moi qui occupe douze cents ouvriers).

etmek,

elinde

bulundurmak,

sahip

5. İşgal

olmak

(Occuper un poste, une fonction.


Occuper la
charge de procureur de la République). 6. Meşgul

etmek, işinden alıkoymak, zamanını almak (11


m'a beaucoup occupé). 7. Oyalamak, bir şeylerle
meşgul etmek, eğlendirmek (En vacances, le
problème

est d'occuper

les enfants les jours


de

pluie). 8. Occuper qn, qch à qch, à f. qch: Birini -e


koşmak, -ile uğraştırmak; birşeyi -mekle
geçirmek (Occuper les officiers à de nouvelles
opérations. Occuper ses loisirs à jouer au bridge).

§ S'occuper: 1. Uğraşacak bir şeyler bulmak,


kendi kendine bir şeylerle uğraşmak, oyalanmak,
boş durmamak (lls'occupe). 2. S'occuper à qch, à
f. qch: -ile vakit geçirmek, oyalanmak (Depuis sa
retraite, il ne sait à quoi s'occuper.

Il s'occupe à

classer ses fiches). 3. S'occuper de: -ile uğraşmak,


meşgul olmak (S'occuper
affaire).

d'un malade,

d'une

occurence diş. 1. Raslama, raslantı; beklenmedik


960

occurent
olay, "zuhurat. 2. Durum, koşul (Changer de
route suivant l'occurence).
3. Çakışma, aym
zamana raslama (L'occurence de deux fêtes). § En

l'occurence: Bu durum karşısında, bu böyle


olunca, bu durumda,
occurent, e s. 1. Ortaya çıkan, karşımıza çıkan,
rasgele oluveren, meydana geliveren (Cas
occurent,

affaires occurentes).

2. Çakışan, aynı

zamana raslayan (Fêtes occurentes).


océan er. 1. coğr. Okyanus, *anadeniz (L'Océan

odieusement
Oktav, sekiz seslik aralık (Jouer un morceau à
l'octave

supérieure).

octavo bel. Sekizinci olarak, sekizincisi,


octidi er. Fransız Devrim takviminde on günlük
haftamn sekizinci günü.
octobre er. Ekim ayı, ekim (Ici, il neige en octobre).
octogénaires, vead. Seksen yaşında, seksenlik,
octogonal, e s. Sekizgen biçiminde (Pyramide
octogonale).

océanien.

octogone er. mat. Sekizgen,


octopodes. 1. Sekizayaklı; sekizkollu. 2. er. ç. hayb.
Sekizkollular.
octostyle s. Sekiz sütunlu.
octosyllabe s. 1. Sekiz heceli. 2. er. Sekiz heceli
dize.
octosyllabique s. Sekiz heceli,
octroi er. 1. Verme, bahşetme, "ihsan (L'octroides

océanique s. Okyanusa değgin; okyanusa özgü,

loisirs aux classes ouvrières. Le gouvernement a


décidé l'octroi d'un jour de congé pour fêter ce

Atlantique,

Indien, Pacifique).

2. (Büyük harfle)

Atlas Okyanusu. 3. mec. Derya, uçsuz bucaksız


alan (Un océan d'éternelle
verdure).

océanaute er. Denizaltı araştırmaları uzmanı,


océanidediş. Denizperisi,superisi.
océanien, ne s. ve ad. Okyanusyah, Okyanusyaya
değgin (Populations
Les océaniens).
okyanusal
océanique).

océaniennes.

(Explorations

L'art

océaniques,

climat

océanographe
ad.
Anadenizbilim
uzmanı,
*anadenizbilimci, "okyanusbilimci.
océanographie diş. coğr. Anadenizbilim.
océanographique
s.
Denizbilime
değgin,
* denizbilimsel (L'Institut

océanographique).

océanologie diş. Anadeniz araştırmaları bilimi,


okyanusbilim.
ocelle er. hayb. 1. (Böceklerde) Sadegöz. 2. (Kimi
böceklerin kanatlarındaki) İki renkli benek,
ocellé, e s. Benekli (Paon ocellé; papillon
ocellées).

à ailes

ocelot er. hayb. 1. Benekli yabankedisi. 2. Benekli


yabankedisi postu (Manteau d'ocelot).
ocre diş. Aşıboyası, toprakrengi (Ocre jaune: Sarı
aşıboyası,
aşıboyası,

toprak
toprak

sarısı. Ocre
kırmızısı),

rouge:

Kılız
ocré, e s. Topraksarısı renginde, aşıboyalı.
ocreux, euse s. 1. İçinde aşıboyası bulunan (Une
boue ocreuse).
2. Topraksarısı renginde,
aşıboyalı.
octacorde s. (Çalgılar için) Sekiz telli,
octaèdre er. mat. Sekizyüzlü,
octaédrique s. Sekizyüzlü biçiminde (Cristal
octaédrique).

octane er. kim. Oktan.


octant er. gökb. 1. Sekizlik takımyıldızı. 2.
Çemberin sekizde biri. 3. Yıldızların yükseltisini
ölçen alet.
octante s. (Eski) Seksen.
octave diş. 1. Büyük yortulardan sonra gelen sekiz
gün ve bu günlerin sonuncusu (L'octave de
Pâques). 2. ed. Sekiz dizelik koşuk. 3. müz.

glorieux anniversaire). 2. Giriş vergisi, "duhuliye


resmi.
octroyer gçl. 1. Vermek, "bahşetmek, "ihsan etmek,
"lütfetmek (Octroyer une grâce). 2. Octroyer qch
à qn: Birine... vermek, bahşetmek, ihsan etmek
(Le

directeur

a octroyé

une prime

à tout

le

personnel).
§ S'octroyer qch: tkz. Kendi
kendine... vermek, izinsiz olarak almak (Il s'est
octroyé huit jours de vacances

supplémentaires).

octuple s. ve er. Sekiz katı (Seize est l'octuple de


deux).

octupler gçl. Sekizle çarpmak, sekiz katına


çıkarmak.
oculaire s. 1. Kendi gözleriyle gören (Témoin
oculaire: Görgü tanığı). 2. Göze değgin

(Globe

oculaire). 3. er. fiz. Gözleme merceği, oküler,


oculiste ad. Göz hekimi, göz doktoru,
oculus (Jkylys) Yuvarlak pencere; delik, göz.
odalisque diş. Odalık.
ode diş. 1. (Eskiden) Bestelenmek üzere yazılmış
küçük bir koşuk, güfte. 2. (Şimdi) Od, küçük lirik
deyiş.
odéon er. 1. Eski Yunanda, içinde konser verilen
basamaklı tiyatro. 2. Paris'te Odeon tiyatrosu,
odeur diş. 1. Koku (L'odeur du jasmin,
del'encens.
Odeur de brûlé, de moisi). 2. ç. Güzel kokular. §

Avoir une bonne odeur: Güzel kokmak, hoş


kokulu olmak. Avoir une mauvaise odeur: Kötü
kokmak, pis kokulu olmak. Mourir en odeur de
sainteté: Cennetlik olarak ölmek. Ne pas être en
odeur de sainteté auprès de qn: -in gözünde pek de
iyi bir insan olmamak, -tarafından pek iyi bir gözle
görülmemek,
odieusement be. Çok kötü bir şekilde, son derece
961

odieux
kötü (Desprisonniers

odieusement

«il
görünüş, parlak görünüm (Ces perles ont un bel

torturés).

odieux, euse s. 1. İğrenç, tiksinç (Un crime odieux).


2. Dayanılmaz, çekilmez (Cet enfant a été odieux

œil. Le plat avait de l'œil). 5. (Bitki ve ağaçlarda)


Tomurcuk, göz (Une vigne à trois yeux). § Le coup

odieuse).

d'œil: Şöyle bir bakış, bakma (Un coup d'œil suffit

odobénidés er. ç. hayb. Morsgiller,


odomètre er. 1. Yol ölçmeye yarayan alet,
*yolölçer. 2. (Tekerlek vb.) Devir sayısını
gösteren aygıt,
odontalgie diş. hek. Diş ağrısı,
odontocètes er. ç. hayb. Dişlibalinalar.
odonto'ide s. Diş biçiminde,
odontologie diş. hek. Dişlerin incelenme ve
tedavisi, *dişbilim.
odorant, e s. Kokulu, güzel kokulu (Fleurs

à vous en faire une idée). Le mauvais œil: Nazar,

pendant les vacances. La vie me devient

odorantes).

odorat er. biy. Koklam, koku alma duygusu


(Manquer

d'odorat.

Avoir l'odorat fin,

L'odorat

subtil

du

chien.

émoussé).

odorergîz. 1. Burnu koku almak (Tous les animaux


n'odorentpas). 2. gçl. -in kokusunu almak,
odoriférant, e s. Güzel kokan, hoş kokular yayan
(Plantes

odoriférantes).

odyssée diş. 1. Homeros'un ünlü destam, Odise. 2.


mec. Serüvenlerle dolu yolculuk, uzun ve
serüvenlerle dolu gezi. 3. mec. Serüvenlerle dolu
bir yaşam; çeşitli ve olağanüstü olaylar zinciri,
œcuménique s. 1. (Hıristiyan dininde) Evrensel,
bütün kiliseleri kapsayan. 2. Bütün hıristiyan
kiliselerini
birleştirmeyi
amaçlayan
(Le
mouvement

œcuménique

est né en 1948). § Concile

œcuménique: Papanın başkanlığında toplanan


piskoposlar meclisi. Patriarche œcuménique:
Ortodoks patriği,
œcuménisme er. Bütün hıristiyan kiliselerini
birleştirmeyi amaçlayan akım.
œdémateux, euse s. hek. Ödeme değgin; ödemli
(Infiltration

œdémateuse.

Membre

œdémateux).

œdème er. hek. Ödem, dokuların hücrearası


boşluklannda anormal sıvı toplanması,
œdicnème er. hayb. Kalınbacakh kuş.
œdipe er. ruhb. 1. Oedipus karmaşası: Kızların
babaları, erkek çocukların anneleriyle baskıya
alınmış cinsel ilişki kurma isteği ve kendi
cinsinden olan büyüğü ile yarışması (Complexe
d'œdipe yerine kullanılır). 2. mec. Karanlık ve
kanşık şeyleri hemen kavrayıveren yada
çözüveren kimse (Tout
échouerait devant cette

l'art

de nos

Oedipes

énigme).

œil [œj] er. ç. yeux. 1. Göz (lia des yeux noirs.


une poussière

dans l'œil.
Une femme

bleus. Des yeux bridés, enfoncés,


Bakış (Elle l'interrogeait,

aux

globuleux).

Avoir
yeux
2.

les yeux fixés sur lui). 3.

Delik, göz (Oeil d'une aiguile). 4.Görünüm, güzel

göz; göz değmesi (Il croit au mauvais

œil). Mon

œil: ünl. Pışşt! Yok canım! A l'œil: hlk. Bedava,


para ödemeden (Entreraucinémaàl'œU). A l'œil
nu: Çıplak gözle, gözlük ve başka bir alet
kullanmadan. Aux yeux de qn: -in gözünde, -e
göre (Elle est un monstre aux yeux de son

mari).

A vue d'œil: l.Göz kararıyla, göz yordamıyla. 2.


Göz göre göre. 3. Çarçabuk, çabucak. Entre
quatre yeux: Başbaşa, iki kişi başbaşa vererek. En
un clin d'œil: Kaşla göz arasında, göz açıp
kapayıncaya dek. De ses yeux, de ses propres yeux:
Kendi gözleriyle (Je l'ai vu de mes propres yeux).
Les yeux fermés: Gözü kapah, hiç tartışmadan
(Accepter,

acheter,

aller les yeux fermés).

Par

dessus les yeux: Bıkıncaya kadar, gırtlağına


kadar. Pour les beaux yeux de qn: -in güzel hatırı
için.Oeil pour œil,dent pour dent: Göze göz, dişe
diş. Sous l'œil de qn: -in gözetiminde, -in gözü
altında. Avoir bon pied, bon œil: (Yaşlılar için) Eli
ayağı tutmak, henüz gözü görür dizi tutar olmak.
Avoir le compas dans l'œil: Göz tahmini kuvvetli
olmak, gözüyle bir şeyi iyi kestirmek. Avoir de
bons yeux: Gözleri iyi görmek. Avoir de mauvais
yeux: Gözleri bozuk olmak, iyi görmemek. Avoir
un œil qui dit merde à l'autre: argo. Şaşı olmak.
Avoir les yeux qui se croisent les bras: argo. Şaşı
olmak. Avoir l'œil à tout: Gözünden hiçbir şey
kaçmamak, her şeyi görmek, çok dikkatli olmak.
Avoir, tenir qn à l'œil: Birini hep göz altında
tutmak, gözünün önünden hiç ayırmamak. Avoir
ies yeux plus grands que le ventre: Açgözlü olmak.
Avoir le coup d'œil juste: Çok iyi kestirmek, bir
bakışta anlayıvermek. Avoir du coup d'œil:
Önsezisi olmak, sezgisi kuvvetli olmak. Attirer
l'œil de qn: -in dikkatini çekmek. Baisser les yeux:
Utanmak, sıkılmak, kızarmak, başım önüne
eğmek. Cligner l'œil, de l'œil; cligner les yeux, des
yeux: Göz kırpmak. Coûter les yeux de la tête: Çok
pahalı olmak, ateş pahasına olmak. Creverl'œil:
Gün gibi ortada olmak, çok açık ve belli olmak.
Dessiller les yeux à qn: -in gözünü açmak, gerçeği
görmesine yardım etmek. Détacher ses yeux de
qch: Gözünü -den ayırmak. Ecarquiller les yeux:
Gözlerini faltaşı gibi açmak. Etre tout yeux tout
oreilles: Göz kulak kesilmek, büyük bir dikkatle
izlemek. Faire de l'œil: Göz etmek. Faire les yeux
doux à qn: -e göz süzmek. Faire les gros yeux:
Gözlerini belertmek. Fermer les yeux: 1.
962

œil
Uyumak. 2. Görmek istememek, görmezlikten
gelmek. Fermer les yeux de qn: Son soluğunu
verirken -in yanında bulunmak; ölen birinin
gözlerini kapamak. Fermer les yeux sur qch: -e
göz yummak, -i görmezlikten gelmek. Jeter un
coup d'œil sur qch: -e şöyle bir göz atmak. Mettre
qch sous les yeux de qn: Bir şeyi -in gözü önüne
sermek, -e göstermek. N'avoir pas les yeux en face
des trous: 1. Burnunun dibindeki şeyi görmemek.
2. Uyku sersemi olmak, henüz iyice uyanmamış
olmak. N'avoir pas froid aux yeux: Gözüpek
olmak, gözünü budaktan sakınmamak. N'avoir
pas les yeux dans sa poche: 1. Kül yutmamak, olup
biteni iyi görmek. 2. Açgözlü olmak, arsız olmak.
N'avoir d'yeux que pour qn: Gözü - den başkasım
görmemek, -den başkası gözünde olmamak.
N'avoir plus que les yeux pour pleurer: Her şeyini
yitirmiş olmak, oturup ağlamaktan başka yolu
kalmamak. Ne pas en croire ses yeux: Gözlerine
inanamamak. Ne pas fermer l'oeil de la nuit: Gece
hiç uyuyamamak, gözüne bir damla uyku
girmemek. Ouvrir de grands yeux: Gözlerini
belertmek, faltaşı gibi açmak. Ouvrir les yeux à
qn: -in gözünü açmak, gerçeği görmesine yardım
etmek. Ouvrir les yeux: Gözü açılmak, gözünü
açmak, gerçeği görmeye başlamak. Obéir au
doigt et à l'oeil: Körükörüne boyun eğmek,
birinin en küçük bir işaretine bakmak, biri ne
derse onu körü körüne yapmak. Regarder qn
dans les yeux, dans le blanc des yeux: -in gözünün
içine bakmak, -e dik dik bakmak. Sauter aux
yeux: Gün gibi ortada olmak, açık ve belli olmak.
S'en battre l'œil: tkz. Hiç aldırmamak,
tınmamak, vız gelip tırıs gitmek (Je m'en bats
l'œil). Se rincer l'œil: tkz. Göz banyosu yapmak,
gelip geçen kadınlara bakıp zevklenmek. Suivre
qn des yeux: Birini bakışlarıyla izlemek. Se mettre
le doigt dans l'œil: Göz göre göre aldanmak, bile
bile lâdes demek. Taper dans l'œil de qn: -in
hoşuna gitmek, dikkatini çekmek. Tirer l'œil:
Dikkati çekmek, göze batmak. Tenir à qch
comme à la prunelle de ses yeux: -e gözünün
bebeği gibi bakmak, çok dikkat ve özen
göstermek. Tourner de l'œil: 1. Bayılmak,
kendinden geçmek. 2. Ölmek. Voir qch d'un bon
œil: -e iyi gözle bakmak. Voir qch d'un mauvais
oeil: -e kötü gözle bakmak.
œil-de-bœuf er. Gözpencere, yuvarlak pencere
(Chambre éclairée par un

œil-de-bœuf).

œil-de-chat er. Değerli bir taş, bir tür akik,


kedigözü.
œil-de-perdrix er. (Ayak parmaklarında) Nasır.
œil-de-serpent er. Değerli bir taş.
œufrier
œillade diş. Göz işareti (Faire des œillades).
œillère diş. 1. Göz kadehi. 2. (At başlığında, atın
sağa sola bakmasını engelleyen) Gözlük,
atgözlüğü 3. s. ve diş. Üst köpekdişi, gözdişi
(Dents œillères. Les œillères). 4. (Zırh başlığında)

Göz siperliği. § Avoir des œillères: tkz. Dar


görüşlü olmak, dar kafalı olmak, sorunu her
zaman çok dar bir açıdan görmek,
œillet er. 1. Karanfil (Une douzaine d'œillets
2. Bağcık deliği (Oeillets d'une

roses).

chaussure).

œilleton er.
1. (Bitkilerde) Sürgün. 2.
(Dürbünlerde) Göz yuvası,
œilletonner gçl. (Bir bitkinin) Sürgünlerini
koparmak (Oeilletonner

un arbre).

œillette diş. 1. Bir tür haşhaş. 2. Haşhaş yağı.


œkoumène, écoumène er. coğr. Yerleşilmiş bölge,
yerleşilmiş yer; yerleşme bölgesi,
œnanthe[enât]diş. 1. hayb. Kuyrukkakan. 2. bitb.

Nemli çayırlarda biten kökü zehirli bir bitki,


œnolique s. Şaraba dayalı, şarap içeren
(Médicament

œnolique).

œnologie diş. Şarapçılık bilgisi,


œnologique s. Şarapçılığa değgin,
œnologiste, œnologue ad. Şarapçılık uzmanı,
œnophiles. vead. "Şarapsever, şarap meraklısı,
«enophiliediş. Şarapseverlik, şarap merakı,
œnothéracées diş. ç. bitb. Küpeçiçeğigiller.
œsophage er. anat. Yemekborusu.
œsophagien, ne s. anat. Yemekborusuna değgin,
œsophagite diş. hek. Yemekborusu yangısı,
œstre er. hayb. Bir tür atsineği, koyun ve atların
burun boşluklarında yaşayan bir kurtçuk,
œuf fœfl ç.Oeufc[0] 1. Yumurta (Coquille de l'œuf,
blanc de l'œuf, jaune de l'œuf de poule). 2. Tohum ;
yumurta ( Oeufs de poisson, œuf de reptile).§ Oeuf à

la coque: Rafadan yumurta. Oeuf dur: Lop


yumurta. Oeuf sur le plat:Sahanda yumurta. Oeuf
de Pâques: 1. Paskalya yumurtası. 2. içinde,
şekerleme bulunan yumurta biçiminde kutu.
Plein comme un œuf: Dopdolu; tıknaz. Dans
l'œuf: Daha başlangıçta, daha doğmadan, henüz
ortaya çıkmadan (Ecraser une révolte dans l'œuf).
Marcher sur des œufs: 1. Çok ölçülü davranmak,
gözünün üstünde kaşın var dememek. 2. Yere
yoklaya yoklaya basmak, etrafını kollayarak
yürümek. Mettre tous ses œufs dans le même
panier: 1. Bütün umudunu bir işe bağlamak. 2.
Bütün parasını aynı işe yatırmak. Tondre un œuf,
tondre sur les œufs: Çok cimri olmak, sinekten yağ
çıkarmaya çalışmak. On ne fait pas d'omelette
sans casser des œufs: Her işin bir zahmeti var; cefa
çekmeden sefa sürülmez,
œufrier er. Rafadan yumurta pişirmeye yada
963

œuvé
koymaya yarar kap, rafadanlık.
œuvé, es. (Balıklar için) Yumurtalı, karnı yumurta
dolu ( Carpe
œuvre diş.
başında

œuvée).
çalışmakta

l'œuvre: İşe koyulmak,

olmak.

çalışmaya

İşinin

Se mettre à
başlamak).

2.

Alman sonuç, verim, ortaya konan iş, yapılan


eylem (Il faut juger les gens à l'œuvre).

3. Yapıt,

"eser (Une œuvre d'art, une œuvre littéraire).

4.

(Alay) Eser, hüner, marifet, iş (Regardez ces


papiers par terre, c'est l'œuvre des enfants).

S. er.

(Bir sanatçımn, özellikle bir ressam yada baskı


ressamının) Yapıtlarının tümü, *tümyapıt,
"külliyat (L'œuvre

gravé de Jacques Callot). § Le

grand œuvre: (Simyada) Felsefe taşı, sihirli taş


elde etme çabası. Le gros œuvre: (Binada) Kaba
iş, kaba inşaat (Le gros œuvre est terminé). Bonnes
œuvres: Hayır işleri, sevap. Exécuteur des hautes
œuvres: Cellât. Œuvre pie: Hayır, sevap.
Œuvres mortes: (Geminin) Su üstü (Oeuvres
mortes d'un navire).Oeuvres vives: i . (Geminin)
Su altı. 2. mec. Can daman, ana kaynaklar
(Nation frappée dans ses œuvres vives). Etrefilsde

ses œuvres: Başansını kendine borçlu olmak.


Faire œuvre de: ...olarak davranmak (Faire
œuvre d'ami). Faire œuvre pie: Sevap işlemek,
bir hayır yapmak. Faire œuvre durable: Kalıcı bir
iş yapmak; ölmez bir yapıt ortaya koymak. Faire
son œuvre: Yapacağını yapmak; etkisini
göstermek (Quand le médecin arriva,
déjà fait son œuvre.

lamortavait

La vieillesse fait son

œuvre

lentement). Mettre qch en œuvre: -i kullanmak,


seferber etmek (On a tout mis en œuvre

pour

éteindre le feu).
succès).

offensant, e s. Hakaret edici, hakaret dolu, küçük


düşürücü, kırıcı (Des paroles offensantes.
à l'égard des

Offense

Attitude

autres).

offense diş. 1. Hakaret (Offense


l'Etat.

est très susceptible,

§ S'offenser de qch: -e

il s'offense

d'une

plaisanterie

innocente).

offenseur er.
darıltan.
offensif, ive
offensive).
offensives).

Hakaret eden; kıran, gücendiren,


s. 1. Saldırıcı, saldırgan (Guerre
2. Saldırmaya yarayan (Armes
3. diş. Saldırı, saldırış, saldırma

(Garder les avantages

de l'offensive).
§ Prendre

l'offensive: İlk saldınyı yapmak, ilk olarak


saldırmak. Passer à 1'ofTensive: saldırıya geçmek,
offensivement bel. Saldırganca; saldırarak,
offertoire er. 1. Ayinde papazın Tannya ekmekle
şarabı sunması. 2. Bu sırada okunan dua.
office er. 1. İş, görev (Remplir l'office de gérant).
Hizmet (Office

public.

Office

de notaire).

à la pudeur,

au bon goût).

2.

offenses).

offensé, e s. ve ad. Hakarete uğramış, hakaret


görmüş, onuru kırılmış (Se sentir offensé. Dans un
duel, l'offensé a le choix des

armes).

offenser gçl. 1. -e hakaret etmek, -in onurunu


kırmak (Tu n'as pas le droit de nous offenser).

2.

Kırmak, incitmek, yaralamak (Je l'ai offensé sans


le vouloir). 3. Zedelemek, berelemek, yaralamak
(La balle a offensé

le poumon).

4. Dokunmak,

rahatsız etmek (La lumière offense les yeux).

5.-e

aykırı davranmak, uymamak, -i hiçe saymak


(Offenser les lois, la bienséance).

6. -e karşı günah

2.
3.

İşyeri, yönetim yeri, büro, ajans, ofis (Office de


publicité.

Office commercial.
Office des

Produits

du Sol). 4. Ayin; dua (Aller à l'office. L'office

des

morts. Office de nuit). 5. diş. Sofra hizmeti için


aynlmış mutfağa bitişik küçük oda; kiler (Les
domestiques

prenaient

leur repas à l'office).

6.

Sofra hizmeti (Savoir bien l'office). ŞBonsoffices:


1. Birine yapılan yardım, hizmet (Je vous remercie
de vos bons offices). 2. Aracılık, uzlaştıncılık (La
France a proposé

ses bons offices).

D'office: 1.

Görev dolayısıyla, yönetimin kararıyla, kendi


istemeden, "re'sen (Il a été mis à la retraite
d'office). 2. Kendinden, kendiliğinden, otomatik
olarak (Faire quelque chose d'office).

Faire office
2.

Yerine geçmek, -yerini tutmak (Papier qui fait


office de passeport). Faire son office: Etkisini
göstermek,
bir
şeye
yaramış
olmak
(Recommandation

envers le chef de

(Tanrıya karşı) Günah (Demander pardon à Dieu


de ses

de ses paroles).

kırılmak, gücenmek, darılmak, -den alınmak (Il

de: 1. -lik yapmak (Faire office de chauffeur).

œuvrer gsz. Çahşmak (J'ai œuvré pour ton

offensante
işlemek ( O f f e n s e r Dieu). 7. Etre offensé de qch: -e
kırılmak, gücenmek, -den alınmak (J'ai été
offensé

1. İş, çalışma (Etre à l'œuvre:


olmak,

officier

quia fait son

office).

officiai er. Yargıç papaz.


officialiser gçl. Resmîleştirmek (Officialiser une
nomination).

officiant er. Ayin yöneten papaz (L'officiant se tient


devant

l'autel).

officiel, le s. 1. Resmî (Journal


officielle.

Cérémonie

officielle).

officiel.

Voiture

2. er. Yüksek

görevliler, yüksek dereceli memur, "resmî zevat


(Attendre

la visite des

officiels).

officiellement bel. Resmen, resmî olarak (Il en a été


officiellement

avisé).

officier gsz. Ayin yönetmek; dinsel bir tören


yönetmek.
officier er. 1. Görevli (Officiers publics,
ministériels,

municipaux).

2. Subay (Officier

de
964

officieusement
gendarmerie,

d'infanterie,

d'artillerie,

d'aviation). § Officier de paix: Zabıta amiri.


Officier d'activé: Muvazzaf subay. Officier de
l'étal civil: Nüfus memuru. Officier préposé au
mariage: Evlendirme memuru, nikâh memuru,
officieusement bel. Yarı resmî olarak (Il a pu savoir
officieusement

les décisions du

connue

de manière

officieuse).

Mensonge officieux: Bir kötülük çıkmasın diye


söylenmiş yalan, zararsız yalan, beyaz yalan,
officinal, e s. 1. Eczacılıkta kullanılan (Plantes,
herbes officinales). 2. Eczanede hazırlanmış,
eczanede yapılmış (Compositions officinales:
Eczanede

hazırlanmış

ilaçlar).

officine diş. 1. Eczacı laboratuvarı; eczane. 2.


(Eski) Dükkân, işlik. 3. mec. (Kötü anlamda)
Karanlık işlerin hazırlandığı yer, kötülüklerin
pişirilip kotarıldığı yer (Une officine de fausses
nouvelles.

Une officine d'espionnage

allemand).

offrande diş. 1. Hayır için verilen para, yapılan


bağış, sunulan şey, sungu (Recueillir les offrandes
des fidèles). 2. Papazların sungu kabul töreni. 3.
Armağan, bağış (L'offrande de mon ami fut
beaucoup

plus

considérable).

§ Porter qch en
offrande: Armağan olarak sunmak, bağış olarak
vermek.
offrant er. En yüksek fiyatı veren, en çok pey süren
(Vendre,

adjuger au plus
Accepter,

recevoir une

offre).

2. Sunu, °arz (L'offre dépasse la demande). 3. huk.


İcap (Offre et acceptation:

icap ve kabul).

§ Offre

et demande: Sunu ve istem, °arz ve talep,


offrir gçl. 1. Taşımak; göstermek, °arzetmek (Cette
solution offre de nombreux
roman

offre

une

avantages. Son

certaine

analogie

dernier
avec

le

précédent). 2. Offrir qch à: a) -e bir şey


ısmarlamak; ikram etmek (Je lui ai offert un café).
b) -e bir şey armağan etmek (Offrir un stylo à son
fils pour son anniversaire),

saisirons

la

première

occasion

c) -e bir şey vermek,

ödemek (On lui offre trois mille francs pour

ce

travail), d) -e bir şey önermek, teklif etmek ( Offrir


qui

otage. Il s'offrit comme guide). 3. S'offrir à qn: -e

pas vermek; -e kendini sunmak, kendini vermek


(Femme qui s'offre à tout le monde).

4. S'offrir à

qch: Kendini -ile karşı karşıya bırakmak, -e maruz


5. S'offrir

qch: Kendine ...sunmak, vermek (S'offrir des


vacances en Turquie). 6. S'offrir à f. qch: -meyi
önermek

(Ils'est aimablement

offert ànous

aider).

offset er. Ofset.


offusquer gç/. 1. Örtmek, görünmesine engel olmak
(Ses

cheveux

offusquaient

son

visage).

(Les succès de Proust continuaient

offusquer

Montesquiou). 3. mec. -i rahatsız etmek, -e


batmak, dokunmak (Sa conduite m'offusque).
ogival,es. Sivri kemeryada sivri kubbe biçiminde. §
Style ogival: Sivri kemer üslubu,
ogive diş. 1. (Mimarlıkta) Sivri bir kemer
oluşturmak üzere birleşen silmeler (La croisée
d'ogives est la caractéristique presque constante

atomique.

Ogive d'une fusée intercontinentale).

çocukları yiyen dev (L'ogre et le Petit Poucet).


mec. ad. Canavar (Selon lui, sa propriétaire
3. mec. ad. Obur

2.
était
(Manger

comme un ogre). § L'ogre de Corse: Kralcıların


Napolyon'a taktıkları ad, Korsikalı canavar,
Korsika canavarı,
oh! Uni. 1. (Şaşkınlık anlatır) A! (Oh! vous
m'ennuyez à la fin). 2. (Bir duyguyu pekiştirir) Öf
be! (Oh!

quelle

chance!).

§ Pousser des oh:

Şaşkınlıktan A!, O! deyip durmak,


ohé ünl. Hey! Bana bak! Baksanıza! (Ohé! vous,
là-bas! Il est interdit de stationner.
venez

Ohé! les amis,

voir!).

ohm er. fiz. Elektrik direnci birimi, om.


ohmiques. fiz. Om ile ilgili, oma değgin (Résistance
ohmique).

oïdium er. bitb. 1. Külleme; külleme hastalığı


(Oïdium

mantarı, külleme hastalığını yapan mantar,

Offrir de f. qch: -meyi önermek (Les lâches


offrirent de se rendre). § Offrir le bras à qn: -in
koluna girmek. Offrir sonépée, brasàqn: -ile aynı
safta çarpışmak, -in yanında döğüşmek. Offrir
son nom à une femme: Bir kadına evlenme
önerisinde bulunmak. § S'offrir: 1. Ortaya
çıkmak, karşıya çıkmak, raslanılmak, görülmek

Arc en ogive: Sivri kemer,


ogre er. ogresse diş. 1. (Masallarda) Küçük

hommages,

3.

du

style gothique). 2. Sivri kubbe biçiminde top


mermisi başı, başhk; mermiçekirdeği (Ogive

à un ami un bon poste). e) - e . . . sunmak (Offrir ses


ses vœux de nouvel an à ses parents).
2.

Gölgelemek, -e gölge yapmak, -i silikleştirmek

une vraie ogresse).

offrant).

offre diş. 1. Sunma, "teklif (Offre d'emploi. Une


offre avantageuse.

(Nous

s'offrira). 2. Kendini ileri sürmek (S'offrir en

kalmak (S'offrir au danger, auxcoups).

conseil).

officieux, euse s. 1. Yardımsever, iyilikçi, herkesin


yardımına koşmak isteyen. 2. Yarı resmî
(Nomination

oie

de la vigne,

oie diş. 1. Kaz (Troupeau

du rosier).

2. Külleme

d'oies. Gardeuse

d'oies).

2. mec. tkz. Aptal, salak, kaz. § Une oie blanche:


Pek saf, dünyadan haberi olmayan genç kız. Pas
de l'oie: Kaz adımı,dizleri hiç bükmeden kalçadan
atılan adım. Contes de ma mère l'oie: Peri
masalları. Bête comme une oie: Çok aptal, kaz
kafalı.
oignon er. 1. Soğan (Soupe à l'oignon.

Eplucher,

hacher des oignons). 2. (Kimi bitkilerde) Soğan,


yumru kök (Oignon de tulipe, de lis). 3. Ayak
nasın. 4. hlk. Piryol saati, kötü saat. 5. argo. Göt.
6. ç. hlk.

İş, uğraş (Après

tout,

c'étaient

ses

oignons). § Pelure d'oignon: 1. Bir tür pembe


şarap. 2. Soğan zarı. 3. Mor pembe (Couleur
pelure d'oignon). Aux petits oignons: hlk. Çokiyi,
çok güzel, mükemmel (Faire un travail aux petits

oignons). En rang d'oignons: Tek sıra halinde.


Prendre de l'oignon: argo. Oğlancılık etmek.
S'occuper de ses oignons: hlk. Kendi işiyle
uğraşmak, başkasının işine burnunu burnunu
sokmamak (Occupe-toi

de tes

oignons!).

oignonade diş. Soğan yahnisi,


oignonière diş. Soğan tarlası,
oïl er. (Ortaçağda, Kuzey Fransa'da) Evet. §
Langue d'oïl: Eskiden Fransanın kuzeyinde
konuşulan diyelek.
oille diş. Etli sebze çorbası,
oindre gçl. Yağ sürmek, yağla ovmak,
oing, oint er. Sürülecek yağ. § Vieux oing: Dingil
yağı.
oint,es. ve er. Kutsal sayılan, kutsanmış. ŞL'ointdu
Seigneur: İsa peygamber. Les oints du Seigneur:
Krallar, papazlar; Tanrının sevgili kulları,
oiseau er. 1. Kuş (L'oiseau
Oiseau diurne,

nocturne.

chante sur la
Marché

aux

branche.
oiseaux.

Marchandd'oiseaux). l.tkz. Adam, herif (Qui est


cet
oléoduc

965

oignon

oiseau-là?

C'est

un

drôle

d'oiseau).

3.

Duvarcıların içinde harç taşıdıkları arkalık §


Oiseaux migrateurs, oiseaux de passage: Göçmen
kuşlar. Oiseau-cocher: Borazankuşu. Oiseau de
paradis: Cennetkuşu. Oiseau d'or: Altintavuk.
Oiseau de proie: Alıcıkuş, yırtıcı kuş. L'oiseau de
Jupiter: Kartal. L'oiseau de Junon: Tavuskuşu.
L'oiseau de Minerve: Baykuş. L'oiseau de Vénus:
Güvercin. Oiseau de bon augure: İyi haber
getirici, uğurlu kişi. Oiseau de mauvais augure:
Kötü haber getirici, uğursuz kişi. Un vilain oiseau:
tkz. Pis herif, itin teki. Un oiseau rare: mec.
Bulunmaz Hint kumaşı. A vol d'oiseau: 1.
Kestirmeden giderek, dosdoğru giderek,
dümdüz, kuş uçuşuyla (Distance à vol d'oiseau).
2. Kuş bakışı (Perspective

à vol d'oiseau).

A vue

d'oiseau: Kuş bakışı (Plan à vue d'oiseau). Avoir


un appétit d'oiseau: İştahsız olmak, genellikle çok
azyemekyemek. Avoir une cervelle d'oiseau: Kuş
beyinli olmak. Donner à qn des noms d'oiseaux: -e
hakaret etmek, -i hakaretlere boğmak. Etre
comme l'oiseau sur la branche: 1. Çok kararsız bir
durumda olmak, kuşkulu ve korkulu bir durumda
bulunmak. 2. Diken üstünde oturmak. Petit a

petit l'oiseau fait son nid: Her şey yavaş yavaş olur,
hiçbir şey birden olmaz, acele işe şeytan karışır,
oiseau-mouche er. hlk. Sinekkuşu.
oiseler gçl. 1. (Bir kuşu) Av için yetiştirmek, avcı
kuş olarak eğitmek (Oiseler un épervier). 2. gsz.
Kuşlara tuzak kurmak; tuzak yada ağ kurarak kuş
avlamak,
oiselet er. Yavru kuş, minik kuş.
oiseleur er. Kuşbaz; kuş tutan, kapanla kuş tutmayı
meslek edinmiş kişi.
oiselier, ère ad. Kuşçu; kuş yetiştiren yada kuş alıp
satan kişi.
oiselle diş. 1.Dişi kuş. l.mec. tkz. Saf gençkız, sarı
gagalı sığırcık yavrusu,
oisellerie diş. 1. Kuşçuluk. 2. Kuşçu dükkânı, 3.
Çiftehane.
oiseux, euse s. Boş, gereksiz, yararsız (Paroles
oiseuses.

Une conversation

sur des

questions

oiseuses).

oisif, ive s. 1. İşsiz; işsiz güçsüz (Ne restez pas oisif.


Mener une vie oisive. Des gens oisifs), l.ad.

İşsiz,

aylak. § Monnaie oisive: °Atd para, işletilmeyen


para.
oisillon er.

Kuş yavrusu (Trois

oisillons

déjà

emplumés).

oisivement bel. İşsiz güçsüz, aylak aylak (Vivre


oisivement).

oisiveté diş. İşsizlik, aylaklık, işsiz güçsüzlük (Vivre


dans l'oisiveté). § L'oisiveté est la mère de tous les
vices: Her kötülüğün başı işsizliktir,
oisoner. 1. Kaz palazı. 2. mec. Kaz kafalı; saf, aptal,
okapier. hayb. Okapi, Kongodayaşayan bir antilop
cinsi.
olé! ollé! ünl. 1. (İspanyolca) Yaşa! Bravo! Haydi
bre! 2. Oléolés. tkz. Patavatsız, densiz (Ellessont
un peu olé olé).

oléacées diş. ç. bitb. Zeytingiller,


oléagineux, euse s. 1. Yağımsı, yağı andıran
(Liquide oléagineux). 2. Yağ çıkarılan, yağ veren,
yağlı (Plantes oléagineuses,

fruits oléagineux).

3.

er. Yağ çıkarılan bitki, yağlı bitki (L'arachide, le


colza sont des

oléagineux).
oléandre er. Zakkum ağacı,
olécrâne er. biy. Dirsek çıkıntısı, dirsek ucu.
oléfines diş. yada er. ç. kim. Olefinler,
oléiculteur er. Zeytinci, zeytin yetiştiricisi,
oléiculture diş. Zeytincilik, zeytin yetiştiriciliği,
oléifère s. Yağlı; tohumlan yağlı; yağ çıkarılan
(Plantes

oléifères).

oléiformes. Yağ kıvamında,


oléine diş. kim. Olein,
oléiques. kim. Oleik,
oléoduc er. Petrol boru hattı.
966

olfactif
olfactif, ive.v. biy. Kokusal; koku alan, koku almaya
yarayan (Le sens olfactif. L'organe

olfactif).

olfaction diş. biy. Koklama,


oliban er. (Yakılan) Günlük,
olibrius er. 1. (Eski) Yalancı pehlivan, palavracı. 2.
(Şimdi) tkz. Zıpçıktı,
olifant, oliphant (Eskiden) Fildişinden borazan,
boru (Sonner de T olifant: Boru çalmak.
de

L'olifant

Roland).

oligarchie diş. Takımerki,"oligarşi, siyasal erkin


toplumun bir takımının elinde bulunduğu
yönetim biçimi,
oligarchique s. Takımerkine değgin (Régime
oligarchique).

oligarque er. Takımerki yanlısı, 'takımerkci.


oligocène s. ve er. yerb. Oligosen (Epoque
oligocène.

L'oligocène).

oligochètes [ıligjktt] er. ç. hayb. Solucanlar,


oligophrénie diş. ruhb. Ansal gerilik, zihinsel
gerilik.
oligopole er. Takım tekeli, azel; birkaç satıcının
tekelinde bulunan pazar,
oligopolistique s. Takım tekeline değgin, birkaç
satıcının tekelinde bulunan piyasayla ilgili
(Structure industrielle

oligopolistique).

oligurie diş. hek. İdrar tutulması,


olim er. Eski Paris yüksek mahkemesi tutanakları,
olivaie, oliveraie diş. Zeytinlik,
olivaire s. Zeytin biçiminde,
olivaison diş. 1. Zeytin devşirme, zeytin toplama. 2.
Zeytin devşirme mevsimi,
olivâtres. Zeytin rengine çalan, zeytin yeşili,
olive diş.

1. Zeytin

(Olive

noire,

verte).
2.

(Mimarlıkta) Zeytin biçiminde süs, zeytinsi süs.


3. Zeytin biçiminde anahtar, düğme (Appuyersur
une olive pour allumer

une lampe).

4. s. Zeytin

yeşili, kahverengine çalan yeşil (Des étoffes


olive).

olivette diş. 1. Zeytinlik, zeytin bahçesi. 2. Taneleri


zeytine benzeyen bir üzüm cinsi, keçimemesi. 3.
- ç. Zeytin devşiriminden sonra oynandan bir halk
dansı.
olivier er. 1. Zeytin ağacı (L'olivierpousse en climat
méditerranéen) 2. Zeytin kerestesi (Statue
d'olivier).

olivine diş. yerb. Olivin.


olla-podrida diş. 1. İspanyol yahnisi, bir çeşit etli
türlü. 2. mec. Çeşitli şeyler karması, aşure,
olographe, holographe s. huk. Vasiyetçinin eliyle
yazılmış (Testament

olographe).

olympe er. 1. Olimposdağı. 2. Olimpos tanrıları. 3.


mec. Gök, gökyüzü,
olympiade diş. Olimpiyat, olimpiyat oyunları

ombre
(Athlète qui se prépare pour les

olympiades).

olympien, nés. 1. Olimposlu.Olimpos'a değgin (Les


dieux olympiens). 2. mec. Soylu, ağırbaşlı,
görkemli (Avoir

un air olympien,

olympien).

er.

3.

Olimpos

un

regard

tanrısı
(Les

olympiens).

olympiques. Olimpiyada değgin (Jeux olympiques.


Stade

olympique).

ombelle diş. bitb. Şemsiye denilen çiçek durumu,


şemsiye durumunda çiçek (Bouquet d'ombelles).
ombelle, e s. Şemsiye biçiminde dizilmiş (Fleurs
ombellées).

ombellifères diş. ç. bitb. Maydanozgiller,


ombelliforme s. Şemsiye biçiminde,
ombellule diş. bitb. Küçükgüneşlik.
ombilic er. anat. 1. Göbek. 2. bitb. Meyvenin
üstündeki yada altındaki çukur. 3. mec. Özek,
"merkez (L'ombilic

de la terre, de

l'univers).

ombilical, e s. 1. Göbeğe değgin (Cordon ombilical,


hernie ombilicale,

région ombilicale).

2. Göbek

gibi, çukur, çökük, göbek biçiminde (Dépression


ombilicale).

ombrage er. 1. Gölgelik, gölge; ağaç gölgeliği,


yaprak gölgeliği (Se promener

sous les

ombrages

du parc).

2. Dallar, yapraklar (Ce noyer

beaucoup

trop d'ombrage,

donne

il faudra le tailler). 3.

(Eski) mec. Kuşku. § Causer de l'ombrage à qn: -i


kırmak, darıltmak. Porter ombrage à: -e bölge
yapmak, gölge düşürmek. Prendre ombrage de
qch: 1. -den kuşkulanmak, pirelenmek. 2. -den
alınmak, kırılmak (ila pris ombrage de mon
d'aller chez

refus

lui).

ombragé,es. Gölgeli,gölgelik (Avenueombragée).


ombrager gçl. 1. Gölgelendirmek, gölge vermek
(Arbres

qui ombragent

une allée.) 2. Örtmek,

kapamak (Sa mèche ombrageait

son

front).

ombrageux, euse s. 1. Kuşkulu, şüpheli (Il nous


regardait d'un air ombrageux). 2. Alıngan, çabuk
küsen (Il est d'un caractère ombrageux). 3. Ürkek,
çok çabuk ürken, huylu (Un cheval ombrageux).
ombre diş. 1. Gölge (L'ombre des arbres, des
feuillages). 2. (Resimde) Koyuluk, gölge (Les
ombres et les clairs). 3. Karanlık (Les ombres

delà

nuit). 4. Belirsizlik, bilinmezlik, unutulmuştuk,


gözden ve gönülden ıraklık (Rester dans l'ombre,
sortir de t'ombre,
kapahhk (Tramer

vivre dans l'ombre).


un complot

S. Gizlilik,

dans l'ombre).

6.

Karaltı, "siluet, görüntü (Entrevoir deux ombres


qui s'avancent). 7. mec. Boş umut, ham hayal
(Nouspoursuivons

des songes et nous

embrassons

des ombres). 8. (Kimi inançlarda) Ölü görüntüsü,


"hayalet (Le royaume des ombres: Ölüler

ülkesi).

9. (Resim boyası olarak) Kara toprak, koyu


kahverengi toprak. 10. mec. Gölge, iz, en ufak
belirti (L'ombre

d'un

doute).

11. er.

hayb.

Gölgebalığı. § Ombre d'une tache:gô/c£>. Gölgeli


alan, bir güneş lekesinin iyice kara gözüken iç
parçası. Ombre de la Terre: gökb. Yer'in gölgesi;
tara gölge; Yer ve Güneş kürelerine dıştan çizilen
teğetlerin oluşturduğu koninin arkada kalan
parçası. Ombres chinoises: Gölge oyunu,
Karagöz oyunu. Théâtre d'ombres: Gölge
tiyatrosu. A l'ombre: Gölgede (Il fait 45 degrés à
l'ombre). A l'ombre de: 1. -in yambaşında, pek
yakınında (Il grandit

à l'ombre

de la

maison

paternelle). 2. -in dizidibinde, koruması altında,


"himayesinde (Il vit à l'ombre de sa mère). Dans
l'ombre: Belirsizlik içinde, karanlıkta (Laisser
une question dans l'ombre). Sous l'ombre de, sous
ombre de: mec. Bahanesiyle, perdesi altında.
Avoir peur de son ombre: Kendi gölgesinden
korkmak. Abandonner, lâcher, laisser la proie
pour l'ombre: Dimyat'a pirince gideyim derken
evdeki bulgurdan olmak. Donner de l'ombre:
Gölge vermek. Etre à l'ombre: İçerde olmak,
kodeste olmak. Etre l'ombre de qn: -in gölgesi gibi
yanından hiç ayrılmamak, -in kuyruğundan
aynlmamak. Etre comme l'ombre et le corps:
Birbirinden hiç ayrılmamak, içtikleri su ayrı
gitmemek. Mettre qn à l'ombre: -i içeri tıkmak,
kodese atmak. N'être plus que l'ombre de soimême: Bir deri bir kemik kalmak, canlı
cenaze
olmak, çok zayıflamak. Suivre qn comme son
ombre: -i bölge gibi izlemek, ardından hiç
ayrılmamak. Vivre dans l'ombre: Çok silik bir
yaşam sürmek, gölge gibi yaşayıp gitmek. Il y a
une ombre au tableau: Bu işte bir sakınca var,
mide bulandıran bir yan var, bir engel var.
ombré, es. Gölge vurulmuş (Dessin ombré).
ombrelle diş. 1. Kadın şemsiyesi (Ouvrir, fermer
son ombrelle). 2. hayb. Şemsiye, sıcak denizlerde
yaşayan bir yumuşakça,
ombrer gçl. (Resimde) Gölge vurmak (Ombrer un
dessin, un

tableau).
ombrette diş. hayb. Gölgekuşu, Afrika'da yaşayan
bir cins tepeli leylek,
ombreux, euse s. 1. Gölgeli, koyu gölgeli, loş (Forêt
ombreuse.

on

967

ombré

La salle d'attente était ombreuse).

2.

Gölge veren (Les hêtres ombreux).


ombrine diş. hayb. Gölgebalığı, minakop,
oméga er. Oméga, Yunan abecesinin son harfi. §
L'alpha et l'oméga: Başı ve sonu.
omelette diş. Kaygana, "omlet. § On ne fait pas
d'omelette sans casser les oeufs: Zahmetsiz iş
olmaz, her sefanın bir cefası vardır,
omettre gçl. 1. Unutmak; es geçmek (Omettre un

nom dans une liste). 2. Omettre de f. qch: -meyi


unutmak, -mekten geri kalmak (J'ai omis de
donner votre

nom).

omis, e s. Unutulan, unutulmuş (Ajouter


référence

une

omise).

omission diş. 1. Unutulmuşluk, unutulma ; olmayış,


bulunmayış, yer almayış (Omission d'un article
dans une énumération). 2. Unutulan şey, eksiklik
(Ilyaplusieurs

omissions dans votre liste).

omnibus s. 1. Her durakta duran, posta (Train


omnibus). 2. er. Posta treni (Prendre un
omnibus).

omnicolore s. Binbir renkli, içinde bütün renkler


bulunan.
omnipotence diş. 1. Her şeyi yapabilme gücü,
sınırsızgüç, tümgüç. 2. Salt erk, "mutlak kudret
(L'omnipotence divine). 3. Tam yetki, tüm yetki
(L'omnipotence

d'un

jury).
omnipotent, e s. 1. Her şeyi yapabilme gücünde
olan, gücü ve erki sınırsız olan, tüm güçlü,
tümerkli, "kadiri mutlak (Dieu est omnipotent). 2.
Tam yetkili (Un jury omnipotent.
omnipotente dans
l'Administration).

Personne

omniprésence diş. Her yerde bulunma, her yerde


hazır olma, "her yerde hazır ve nâzır olma
(Omniprésence

de Dieu).

omniprésent, e s. 1. Her yerde hazır bulunan, "her


yerde hâzır ve nâzır (Dieu est omniprésent). 2.
mec. Yakayı bırakmayan, her yerde kendini
gösteren (Préoccupation
omniprésent du vent).

omniprésente.

Le bruit

omniscience diş. Her şeyi bilme, tümbilicilik


(Omniscience

de Dieu).

omniscient, e s. Her şeyi bilen, tümbilici (Un


homme

omniscient).

omnisportss. değişmez. Tüm spor dallarını içeren,


bütün sporlarla ilgili (Club omnisports).
omnium er. 1. Gelişken ortaklık; bir tecim yada
sanayinin bütün dallarıyla uğraşan ortaklık;
çeşitli kaynaklardan alınmış yada paylardan
oluşan anamal yada ödünçlenmenin toplamı. 2.
Her çeşit atların katılabildiği koşu. 3. Çeşitli
kategorileri içeren bisiklet yarışı,
omnivore s. Her şey yiyen, hem et hem ot yiyen,
*etçil-otçul (L'homme,
omnivores).

le chien,

le porc

sont

omoplate diş. 1. anat. Kürekkemiği. 2. Omuzun düz


tarafı.
on adıl. 1. (Bir eylemin gerçek öznesi
söylenmediğinde kullanılır; Türkçede genellikle
eyleme edilgen bir anlam verilerek karşılanır)
(On

fait:

Yapılır,

yapılıyor,

yapılmaktadır,

yapmaktalar). 2. Biri, adamın biri (On me l'a dit:


968

onagre
Bunu

bana

biri söyledi,

söylediler).

bana söylendi,

bana

3. İnsan, insanlar (On ne travaille bien

qu'avec une bonne santé: İnsan ancak sağlığı iyi

olursa iyi çalışabilir). 4. (Bütün adıllar yerine

özne olarak kullanılabilir) Ben, sen, o, biz, siz,


onlar (Nous

sommes

restés bons amis,

on

me

confie ses petites pensées, on suit quelquefois


conseils:

Onunla

düşüncelerini

iyi

dost

bana söylüyor,

olarak

mes
kaldık,

kimi kez

öğütlerimi

onduleux
(Manières

onctueuses).
onctuosité diş. Yumuşaklık, kayganhk, kaypaklık,
yağgibilik (L'onctuosité

d'une

crème).

ondatra er. hayb. 1. Bizam sıçanı. 2. Bizam sıçanı


derisi (Manteau

d'ondatra).

onde diş. i . (Suda) Dalga (Le vent fait des ondes sur
la rivière). 2. Su; deniz (Voguer sur l'onde.
limpide,

onde

(Longueur

transparente).

d'onde.

Onde

3. fiz.

Dalga

Ondes courtes, petites

ondes,

dinliyor. Alors, on ne dit même pas bonjour: Ne o,

grandes ondes. Onde électromagnétique).

günaydın

pas

ç. Dalga, kabarma, artma, patlama (Ondes de

istediğimizi

colère, de sympathie). § Sur les ondes: Radyodan

toujours

da mı demiyorsun?
ce qu'on

yapamıyoruz.

gidiyorum).

On ne fait
veut: Her zaman

Oui,

oui,

on y va: Peki,

peki

§ Comme on dit: Söylendiği gibi,

dendiği gibi (C'est, comme on dit, un beau brin de

fille). On dirait...: Sanki, tıpkı, ...dersiniz (Cette


voiture, on dirait un veau. Son costume était tout
taché, on dirait un homme des bois). On dirait que:

Galiba, herhalde, gibi geliyor (On dirait que c'est


le voisin qui vient. On dirait bien que c'est

lui).

On-dit, qu'en-dira-t-on er. Söylenti, dedikodu


(N'écoutez

pas les on-dit. Je m'enfiche

des

qu'en-

dira-t-on).

onagre er. 1. hayb. Asya yabaneşeği. 2. (Eski


Romahlarda)

Mancınık.

3.

diş.

bitb.

Bahçıvansucuğu (bitki),
onanisme er. Otuzbir, otuzbir çekme, "istimna.
once diş. 1. Ons. 2. mec. Azıcık,birparçacık (Mettre
une once de beurre dans la pâte). 3. hayb. Sibirya

parsı, Sibirya panteri,


oncial, e s. 1. (Eski Romalıların kullandığı bir yazı
için) Yuvarlak büyük harflerle yazılmış (Ecriture
onciale, lettres onciales).

2. diş. Yuvarlak büyük

harfli yazı.
oncle er. Amca; dayı. § Oncle à la mode de Bretagne:
1. Anne yada babanın amca, dayı, hala yada teyze
oğlu. 2. mec. Çok uzak hısım, dış kapının
mandalı. Oncle d'Amérique: Beklenmedik bir
kalıt bırakan zengin akraba. Oncle Sam: Sam
amca, Amerika,
oncologie diş. hek. Kanserbilim.
oncologiste ad. Kanserbilimci, kanser uzmanı,
onction diş. 1. Yağ sürme, yağla ovma. 2.
(Hıristiyanlarda) Kutsal yağ sürme
dans les sacrements et les cérémonies

(L'onction
catholiques).

3. mec. Dokunaklı ses; dokunaklılık (Cet homme

(Allocution

diffusée

sur les ondes).

4. mec.

Etre sur la

même onde: Anlaşmak, aynı dili konuşmak, aynı


şeyleri söylemek, aynı şeyleri duymak. Passer qch
sur les ondes: -i radyodan vermek, radyodan
yayınlamak.
ondé, e s. Dalgalı, dalga biçiminde (Mouvement
ondé des

cheveux).

ondée diş. Sağnak (J'ai été pris par une


Recevoir

une

ondée.

ondée).

ondemètre er. *Dalgaölçer.


ondin, e ad. (Cermen ve İskandinav söylencesinde)
Superisi, sukızı.
on-dit er. Söylenti, dedikodu (Se méfier des on-dit).
ondoiement er. 1. Dalgalanma (L'ondoiement
des
herbes dans le vent). 2. Eğreti vaftiz,

ondoyant, es. 1. Dalgananan (Blés ondoyants,


flamme ondoyante). 2. mec. Değişken, kararsız
(Personne

ondoyante.

Couleur
ondoyante).

ondoyer gsz. 1. Dalgalanmak (Drapeau qui ondoie


dans le vent. Blés, herbes qui ondoient).

2. gçl.

Eğreti olarak vaftiz etmek (Ondoyer un enfant).


ondulant, e s. 1. Esnek, değişebilen (Démarche

ondulante). 2. hek. Değişken, oynak, bir inip bir


çıkan (Pouls ondulant,

ondulation

diş.

ondulation

1.

fièvre

ondulante).

Dalgalanma

(Une

sur le lac), 2. Dalgalilik

des cheveux;

ondulation

Kıvrıntı (Les ondulations

légère

(Ondulation

du sol, du terrain).
de la petite

3.

rivière).

ondulatoire s. 1. Dalgalanmah
(Mouvement
ondulatoire). 2. fiz. Dalgalara değgin (Théorie
ondulatorie.

Mécanique

ondulatoire).

ondulé, e s. Dalgalı, dalga dalga olan (Cheveux


ondulés,

route

ondulée).

Onction du regard et de la

onduler gsz. 1. Dalgalanmak (Images qui ondulent


dans l'eau). 2. Dalgalı olmak, kıvırcık olmak

onctueux, euse s. 1. Yağ gibi; yumuşamış, kaypak

Dalga dalga yapmak, kıvırmak, kıvırcık yapmak

(Savon onctueux). 2. Sürmek yada ovmakta


kullanılan (Liquide onctueux). 3. Ezilmeye yüz
tutmuş, yumuşamış, vıcıklaşmış
(Légume

onduleux, euse s. 1. Kıvrıntıh, dalgalı, dalga dalga

a beaucoup

d'onction.

voix).

onctueux). 4. mec. Yumuşak, gevşek, pelte gibi

(Cheveux
(Onduler
(Une

qui ondulent,

naturellement).

3. gçl.

des cheveux au fer).

ligne

onduleuse.

Plaine

onduleuse).

Dalgalanan, inip çıkan (Mouvement

2.

onduleux).
969

one man show


one man show [wanmanfo] er. İng. Tek kişilik
gösteri.
onéreux, euses. I. Masraflı (Un voyage onéreux). 2.
Güç, külfetli, zahmetli (Les
brahmanes
considèrent la vie comme une chose onéreuse). § A

titre onéreux: huk. Karşılıklı, "ivazlı, karşılığını


ödeyerek (Acte à titre onéreux. Acquérir quelque
chose à titre onéreux).
ongle er. 1. Tırnak (Ongles des mains, des pieds.
Vernis à ongles. Se peindre les ongles). 2. (Yırtıcı

kuş yada hayvanlarda) Cırnak. $ Jusqu'au bout


des ongles: 1. Sapma kadar, tam anlamıyla,
tamamıyla (llestbrave

jusqu'au

bout des ongles).

2. Çok, istemediğin kadar (Il a du talent jusqu'au


bout des ongles). Sur le bout des ongles: Çok iyi,
adamakıllı, su gibi (Connaître, savoir quelque
chose sur le bout des ongles). Avoir bec et ongles:

Dişli tırnaklı olmak, dişi tırmağı olmak, kendini


savunacak güçte olmak. Avoir les ongles en deuil:
Tırnakları uzamış ve kirli olmak. Avoir les ongles
crochus: Çok cimri olmak, eli sıkı olmak. Faire
rubis sur l'ongle: Bardağı bir dikişte içip içinde tek
damla bırakmamak. Payer rubis sur l'ongle:
Borcunu tıkır tıkır ödemek, parayı hemen sayıp
ödemek. Rogner les ongles à qn: -i kuşa
benzetmek, bütün yetki ve gücünü elinden
almak, kolunu kanadını bağlamak; gelir ve
olanaklarını azaltmak yada kesmek.
onglé,es. Tırnaklı;cırnaklı (Pattesonglées.
onglé).

Oiseau

onglée diş. Soğuktan parmak uçlarının sızlaması


(Avoir

l'onglée).

onglet er. 1. (Ciltçilikte) Tek yapraklarda dikiş


pervazı, tırnak. 2. (Çakı gibi şeylerde) Tırnaklık.
3. mat. Dilim, küre dilimi (Onglet cylindrique,
conique, sphérique). 4. (Silme ve kornişlerde)
Yarım gönye uç.
onglier er. Tırnak takımı.
onglon er. (Koyun, keçi gibi hayvanlarda) Tırnak,
onguent er. Merhem (Appliquer un onguent sur une
brûlure).
onirisme er. Düşçülük.
onirologie diş. *Düşbilim.
onirologue er. 'Düşbilimci.
oniromancie diş. 1. Düş yorumu. 2. Düş yorumuyla
ileride olacakları kestirme, düş falı.
oniromancien, ne ad. 1. Düş yorumcusu. 2. Düş
yorumuyla geleceği kestirmeye çalışan kişi.
onomasiologie diş. dilb. Adbilim.
onomastique s. dilb. 1. Özel adlara değgin.
*adbilimsel 2. diş. *Adbilim.
onomatopée diş. dilb. Yansıma, "ses taklidi, "taklit
ses.
onomatopéique s. dilb. Yansımaya değgin,
*yansımasal, ses taklidiyle ilgili (Formations
onomatopéiques

du langage

enfantin).

ontogenèse, ontogénie
diş. fels. *Bireyoluş,
"tekevvüni ferdi,
ontogénique s. fels. *Bireyoluşsal, bireyoluşa
değgin.
ontologie diş. fels. *Varlıkbilim.
ontologiques. *Varlıkbilimsel, varlıkbilimedeğgin,
ontologisme er. Varhkbilimcilik, varhkbilim
yanlılığı.
o.n.u. diş. (Organisation des Nations Unies'nin
kısaltması) Birleşmiş Milletler Örgütü,
onusien, nés. 1. Birleşmiş Milletler Örgütü ile ilgili
(Une délégation

onusienne).

2. ad.

Birleşmiş

Milletler Örgütü görevlisi,


onychophagie diş. Tırnak yeme, tırnak kemirme
huyu.
onyx [oniks] er. Alaca somaki, balgam taşı,
Hacıbektaş taşı (Une coupe en onyx).
onyxis [sniksis] er. hek. Tırnak yangısı,
onzain er. Onbir hecelik dize.
onze s. 1. On bir (Onze filles). 2. On birinci (Page
onze). 3. er. Ayın onbiri (Aujourd'hui,
c'est le

onze). 4. On bir rakamı. 5. (Ayaktopunda)


Takım, onbir kişilik oyuncu topluluğu (Le onze de
Turquie).

onzième s. 1. On birinci (Le onzième jour, la


onzième partie). 2. er. On birde bir (Il aura
onguiculé er. Tırnakcık, küçük tırnak,
onguiculé, e s. 1. Her parmağında tırnak olan,
tırnaklı

opacifier

(Animaux

onguiculés).

2.

bitb.

Tırnakçıklı, tımakçıklarıolan (Pétale onguiculé).


onguiforme s. Tırnak biçiminde,
ongulé, e s. 1. Toynaklı. 2. Tırnaksı. 3. er. ç. hayb.
Toynaklılar.
onirique s. 1. Düşe değgin, düşle ilgili, düşe özgü
(Images oniriques,

visions oniriques).

2. Düşsü,

düşü andıran, düşteymiş gibi (Etre dans un état


onirique. Atmosphère,
surréalistes).

décor onirique des

œuvres

le

onzième de l'héritage). 3. diş. müz. On birli, onbir


notluk aralık, katlı dörtlü aralığı,
oogone diş. bitb. biy. Yumurtalık,
oolithe er. Balık yumurtasım andıran taneciklerden
oluşmuş bir tür kalker, asitli kalker,
oosphère diş. bitb. Yumurta gözesi, yumurta
hücresi.
oospore diş bitb. Mantar ve suyosunu tohumu,
opacification diş. Donuklaşma; donuklaştırma,
opacifier gçl. Saydamsızlaştırmak, donuklaştırmak,
ışıkgeçirmez kılmak (Ces verres opacifient la
lumière). § S'opacifier: Donuklaşmak.
opacité diş.
Işıkgeçirmezlik,
saydamsızlık,
donukluk.
opale diş. 1. Değerli bir taş, panzehir taşı, opal. 2.
Opal rengi.
opalescence diş. Renk renk yansılar gösterme, renk
renk yansılanma,
opalescent, e 5. Renk renk yansılanan, renk renk
yansılar gösteren,
opalin, e s. 1. Opal renginde, renk renk yansılar
gösteren , süt beyaz (Matière opaline). 2. diş.
Opalin (Un vase d'opaline,

bibelots en

opaques aux rayons ultraviolets).

3. mec. Koyu,

yoğun, içine girilemez (Nuit opaque,

ombre

opaque).
opéra er. 1. Opera (Livret

d'un opéra.

Chanteur

d'opéra). 2. Opera binası. 3. Ateş kırmızı,


opérable s. Ameliyat edilebilir (Malade opérable,
cancer

opérantes).

trice

ad.

1.

gerçekleştiren (Opérateur

Yapan,

yaratan,

des miracles).

2. hek.

Cerrah, operatör. 3. mat. Yapılacak işlemi


gösteren işaret (+ est l'opérateur de l'addition). 4.
Teknisyen, bir makinenin her türlü çalışma ve
onarımını sağlayan kişi. 5. (Sinemacılıkta)
Kameracı, alıcı yönetmeni. 6. (Basımcılıkta)
Dizgici.
opération diş. 1. Çalışma, işleme, yapılma (Les
opérations

de la digestion.

La

nécessaire pour toutes les opérations


İş, işlem (L'opération

opérations
quatre

d'une fabrication).

opérations

mémoire

est

de la raison).

de sauvetage.

Les

3. mat. İşlem (Les

arithmétiques.

Faire

une

opération de tête). 4. hek. 'İşlemce, "ameliyat


(Subir

une opération.

Salle d'opération,

table

d'opération). 5.ask. 'Eylemce,"harekât (Prendre


l'initiative des opérations). 6. (Ticarette) İş, işlem
(Opérations de bourse). § Ligne d'opérations:
ask. Cephe. Etre en opération: Cephede olmak,
opérationnalisme er. İşlemselcilik, "ameliyecilik.
opérationnel, le s. ask. 1. Harekâta değgin (Base
opérationnelle,

ligne

Matematiksel

işleme

opérationnelle:
Bir problemi

opérationnelle).

değgin

2.

(Recherche

matematik

yöntemle

çözümleme). 3. Hizmete konulabilir, işletmeye


açılabilir (Ce
opérationnel

değgin

(Méthodes

centre

en 1971).

commercial

devrait

opératoires.

être

Médecine

opératoire). 2. mant. İşleme değgin, "işlemsel.


opercule er. 1. anat. Tıkaç, kapak. 2. hayb.
Solungaç kapağı, bahk kulağı,
opéré, e s. ve ad. 1. hek. Ameliyat geçirmiş,
ameliyat edilmiş, ameliyatlı (Un bras opéré.
L'opéré

commence

à se lever).

2.

Yapılmış,

gerçekleştirilmiş, yerine getirilmiş,


opérer gçl. 1. Yapmak, gerçekleştirmek, meydana
heureux changement.

ont opéré

sur lui un
Il faut opérer un choix).

2.

Ameliyat etmek; ameliyatla almak (On lui a opéré


l'oeildroit.

Opérer un kyste). 3. Opérer qn de qch:

Birini -den ameliyat etmek (Opérer un malade de


l'appendicite,

opérer une femme

du cancer).

4.

gsz. Etkisini göstermek, etkili olmak (Le remède


a opéré). 5. gsz. Davranmak, hareket etmek (Il
faut opérer de cette manière).

6. gsz. Çalışmak,

işini görmek, iş yapmak, etkinlik göstermek (Les


brigands

opérable).

opéra-comique er. Gülünçlü opera,


opérant, e s. Etkili, bir sonuca vardırıcı, işe yarar,
bir sonuca götürücü (Nos mesures ont été
opérateur,

opératoires. 1. hek. Ameliyata değgin; cerrahlığa

getirmek (Les vacances

opaline).

opalisergç/. Opal görünümü vermek,


opaques. 1. Donuk, saydamsız, ışıkgeçirmez (Verre
opaque). 2. Opaque à qch: -i geçirmez (Corps

2.

ophtalmoscope

970

opacité

opèrent

nuitamment).

Yapılmak,
olmak,

(L'expropriation

pour

S'opérer:

gerçekleştirilmek

cause d'utilité

s'opère par autorité de justice).

publique

Se faire opérer:

Ameliyat olmak. Se faire opérer de: -den ameliyat


olmak (Il s'est fait opérer du

nez).

opérette diş. Operet (Chanteuse d'opérette). §


...d'opérette: Sözde, uyduruk, ciddiye alınmayan
(Héros d'opérette,

armée

d'opérette).

ophicléide er. Kaim sesli ve anahtarlarla donatılmış


bakırdan bir üfleme saz.
ophidien, ne s. 1. Yılana değgin; yılanı andıran;
yılana özgü. 2. er. ç. hayb. Yılangiller, yılanlar,
ophiographie, ophiologie diş. hayb. Yılanlarbilgisi,
'yılanbilim.
ophiolâtrie diş. Yılanatapma, yılantaparlık.
ophite er. Yeşil somaki, damarlı yeşil mermer,
ophiure diş.hayb. Gevrek yılanyıldızı.
ophiurides, ophiuridés er. ç. hayb. Yılanyıldızları.
ophrys er. yada diş. bitb. Salepgillerden bir tür,
ofris.
ophtalmie diş. Göz yangısı (J'ai une légère
ophtalmie,

fruit de mes

lectures).

ophtalmique s. Göze değgin, gözlerle ilgili (Nerf


ophtalmique).

ophtalmologie diş. Göz hekimliği, 'gözbilim.


ophtalmologique s. Göz hastalıklarıyla ilgili,
gözbilimle
ilgili,
'gözbilimsel
(Clinique
ophtalmologique).

ophtalmologiste, ophtalmologue ad. Göz hekimi,


göz hastalıkları uzmanı, gözbilimci.
ophtalmoscope er. hek. Göz aynası, gözdibini
aydınlatıp muayene etmeye yarayan alet,
971

ophtalmoscopie
oftalmoskop,
ophtalmoscopie diş. hek. Göz dibi muayenesi,
opiacé, es. Afyonlu (Médicamentopiacé, cigarettes
opiacées).

opiacer gçl. Afyon katmak,


opiat er. 1. (Eskiden) Afyonlu macun. 2. (Bugün)
Herhangi bir macun,
opilatif, ive s. hek. Tıkayıcı.
opilation diş. hek. Tıkanma,
opiler gçl. Tıkamak.
opimes s. (Yalnız şu deyimde geçer) Dépouilles
opimes: 1. (Eskiden) Düşman komutanı öldüren
Romalı komutanların getirdikleri zengin
ganimetler. 2. (Şimdi) Büyük kazanç, vurgun,
opiner gsz. 1. Kamsını söylemek, düşüncesini
belirtmek (Tous les membres du bureau ont opiné
dans le même sens que le président).

2. Opiner à: -e

katılmak, -i onaylamak. 3. Opiner pour: -den


yana olmak (Opiner pour la paix). § Opiner de la
tête: Kafasını sallayarak onayladığını, katıldığını
belirtmek. Opiner du bonnet: tkz. Kavuk
sallamak. Ahfeşin keçisi gibi başını sallamak,
opiniâtre s. 1. Ayak direyen, direngen (Avoir un
caractère, un esprit opiniâtre).

2. Dikkafalı, inatçı.

3. Sürekli, aralıksız, ara verilmeyen


combat,

travail opiniâtre).

(Lutte,

4. Hiç dinmeyen; hiç

geçmeyen (Haine opiniâtre, bronchite

opiniâtre).

opiniâtrement bel. İnatla, ısrarla, direnerek, ayak


direterek (Soutenir opiniâtrement

une idée).

diretme, direngenlik (Travailler,

lutter,

résister

opiniâtreté).
d'opium.

Manger, fumer de l'opium).

à base

2. mec. Her

türlü uyuşturucu şey.


opodeldoch [opjdcldok] er. Ağrı dindirici bir
merhem,
oponce diş. bitb. Frenkinciri.
opontiacées diş. ç. bitb. Atlasçiçeğigiller.
opopanax er. bitb. Çavşır.
opossum er. hayb. 1. Keseli-sıçangillerden bir
memeli türü, opossum, 2. Bu hayvanın derisi
(Manteau

d'opossum).

opothérapie diş. hek. Özsu tedavisi, hormon


tedavisi.
opportun, es. Uygun, elverişli (En temps opportun.
Choisir le moment

opportun.

Faire une

démarche

opportune).

opportunément bel. Tam sırasında, uygun zamanda


(Arriver

opportunément).

opportunisme er. 'Günoğluluk, "uyaroğluluk,


"eyyamcılık.
opportuniste . ve ad. *Günoğlu, "uyaroğlu,
"eyyamcı (Politicien

opportuniste).

opportunité diş. Uygunluk, elverişlilik, yerindelik


(L'opportunité
d'une

d'une

mesure,

d'une

démarche,

visite).
opposabilité diş.
getirilebilirlik,
(L'opposabilité

1.

(Bir şeyin) Karşısına


karşısına
geçebilirlik

du pouce).

2. huk.
d'un

"Dermeyan

contrat,

d'une

convention).

opposable s. Opposable à : 1. -in karşısına


getirilebilen, karşısına geçebilen (Le pouce est
opposable

aux doigts).

2. -i engelliyebilecek, -e

karşı, -in aleyhinde; "dermeyan edilebilir (Un


argument

opposable

à une

décision).

opposant, e s . 1. anat. Karşıt (Muscle opposant).

opinion diş. 1. Kanı, düşünce (Donner son opinion


sur une question. J'ai la même opinion que
2. Görüş (Divergences
opinion).

opium [opjom] er. 1. A f y o n (Médicament

edilebilirlik (Opposabilité

opiniâtrer (s1) gsz. 1. Diretmek, ayak diremek, inat


etmek, ısrar etmek (S'opiniâtrer dans un projet).
2. S'opiniâtrer à f. qch: -mekte ayak diremek,
ısrar etmek, inat etmek,
opiniâtreté diş. Israr, inat; ayak direme, dayatma,
avec
opposé

d'opinion.

vous).

C'est enfin une

3. Düşün, "fikir (Liberté d'opinion).

Kamuoyu (Agir sur l'opinion par la

4.

propagande.

2.

İtiraz eden; muhalefet eden, karşı koyan (Une


minorité opposante). 3. ad. Muhalif, karşıcı (Les
opposants

et les gouvernants).

4. Opposant à: -e

muhalif, -e karşı olan (Les opposants au régime.


Les opposants

à un

projet).

§ Opinion

opposé, e s. 1. Ters, zıt, karşıt (Partir dans des

publique: Kamuoyu. Avoir bonne opinion de qn: -i


beğenmek, hakkında iyi düşünmek. Avoir
mauvaise opinion de qn: -i hiç beğenmemek,
hakkında hiç de iyi düşünmemek. Avoir bonne
opinion de soi: Kendini pek beğenmek. Braver
l'opinion: Söylentilere aldırmamak, el ne dermiş
diye hiç düşünmemek,
opiomane s. ve ad. Afyon tiryakisi, afyonkeş,
opimanie diş. Afyon tiryakiliği, afyonkeşlik,
opisthobranches er. ç. hayb. Arttansolungaçhlar,
arkadan solungaçlılar.

directions opposées. Après l'école, ils ont suivi des

Poser un problème

devant l'opinion).

voies opposées).
nous sommes

2. Ayrı, farklı (Sur cette


d'avis

opposé.

question,

Ils ont des

goûts

opposés). 3. Opposé à qch: -e karşı, muhalif (11 est


opposé au progrès.

Je suis opposé à la

télévision

pour les enfants jeunes). 4. er. Ters, zıt; tersi, zıttı


(L'opposé

du Nord est le Sud. Vous faites

de ce que vous dites. Soutenir

opinion).

l'opposé

l'opposé

d'une

§ Diamétralement opposé: Taban

tabana zıt (Des idées diamétralement

opposées).

Angle opposé par le sommet: mat. Tersaçi. A


972

opposer

optatif

l'opposé: 1. Tersine (Pierre est un pur intellectuel,

opposition avec: a) -ile çatışmak, anlaşamamak (II

à l'opposé,

est toujours en

Paul est un grand sportif).

2. Karşı

tarafta, karşıda (La gare est à l'opposé). A


l'opposé de: 1.-in tersine (A l'opposé de ses amis, il
pense que rien n 'est perdu). 2. -e karşı, aykırı ( Ceci
est à l'opposé

de tes discours

habituels).

opposer gçl. 1. Karşılıklı koymak, birbirinin


karşısına getirmek (Opposer
dans une pièce.

Opposer

deux gros

meubles

deux masses

sombres

dans un tableau). 2. tleri sürmek, öne sürmek,


(Opposer

un argument,

un prétexte).

3. Karşı

karşıya getirmek, birbirine düşürmek, düşman


etmek (Conflit qui oppose deux pays). 4. Opposer

opposition

avec son

directeur).
b) -ile çelişmek (Sa conduite esten opposition

avec

ses idées). Faire de l'opposition: Muhalefet


yapmak. Faire opposition: Muhalefet yapmak.
Faire opposition à qch: -e karşı koymak,
direnmek, muhalefet etmek, itiraz etmek,
oppositionnel, le s. ve ad. Muhalefete değgin;
muhalefete

özgü;

muhalif

(Tactique

oppositionnelle).

oppressant, e s. Boğucu, sıkıcı, bunaltıcı (Une


chaleur oppressante.

oppressé, e s .

Des souvenirs

oppressants).

1. Rahat soluyamayan, soluğu

qn, qch à: a) -in karşısına ...çıkarmak, koymak,

tıkanan, güçlükle soluyan (ilse sentait oppressé).

di kmek ( Opposer une armée puissante à

l'ennemi.

2. s. vead. Ezilen, mazlum (Un peuple

Quel

Cicéron?

Les oppressés du

orateur

Opposer

pouvait-on

opposer

un barrage au déferlement

des eaux), b)
oppressé.

monde).

oppresser gçl. 1. Sıkıca sarmak, sıkmak (Avoir un

Bir şeye... ile karşılık vermek, "mukabele etmek

vêtement

(Opposer

Göğsüne baskı yapmak, göğsünü sıkıştırmak,


soluyamaz duruma getirmek, bunaltmak,

la force à la force),

göstermek (Opposer

c). Bir şeye karşı.,

une résistance

aux

ordres

reçus), d) Bir şeyi -in karşıtı olarak göstermek (Il


est

absurde

d'opposer

l'âme

au

corps).

S'opposer: 1. Çatışmak, atışmak (De

nombreux

orateurs se sont opposés

au cours du débat).

Karşı

(Deux

karşıya

s'opposent).
olmak
olmak

magasins

2.

qui

3. Birbirinden farklı olmak, ayrı

(Nos

positions

s'opposent

sur

ce

problème). 4. S'opposer à: a) -in tersi olmak,


karşıtı olmak (Haut s'oppose à bas), b) -i
engellemek,
kösteklemek
(Les
préjugés
s'opposaient

au progrès de la science), c) -e karşı

trop

zalim (Un régime

l'opposite de: -in karşısında (Leurs maisons


l'une de

sont

l'autre).

opposition diş. 1. Karşılıklılık, karşılıklı ilişki,


karşılıklı denge (Remarquer
masses

dans

un tableau).

(Opposition

de couleurs.

entre

personnes).

deux
(Personnage

plein

muhalefet

Opposition

des

de caractère

3. Çelişki, tutarsızlık

d'oppositions).

uyuşmazlık (Opposition
en opposition

l'opposition

2. Karşıtlık, zıtlık

4. Çatışma,

d'intérêts.

Cet enfant est

avec ses parents).

5. Karşıcılık,

(Les

partis

de

l'opposition).

6.

Direnme, karşı koyma, engelleme, engel (Notre


projet
heurter

rencontre

beaucoup

à une opposition).

d'opposition:

İtiraz

d'oppositions.
7. İtiraz

dilekçesi).

8. gökb.

Se

(Requête
Karşı

konum. § Par opposition à: -in tersine (Il travaille


sérieusement

par opposition

à ses autres

frères).

Entrer en opposition avec qn: -ile anlaşmazlığa


düşmek, aralarında uyuşmazlık çıkmak. Etre en

2.

oppresseur.

L'oppresseur

et

l'oppressé).

oppressif, ive s. Ezici, baskıcı (Autorité


contrôle

oppressif.

Prendre

oppressive,

des

mesures

oppressives).

oppression diş. 1. Ezme, ezilme (L'oppression

du

faible par le fort). 2. Baskı, zulüm (La résistance à


l'oppression

situées à l'opposite

oppresse).
l'oppressait).

sous

opposite er. (Eski) Karşı yan, karşı taraf. § A

vous

oppresseur s. ve er. Baskıcı, ezici, ezen, zorba,

gelmek, karşı koymak, itiraz etmek (Parents qui


mariage).

qui

sıkıştırmak (La chaleur m'oppresse). 3. Canını


sıkmak, canından bezdirmek (Une angoisse

s'opposent

à un

serré

est un des droits du citoyen.

l'oppression.

Régime

Gémir

d'oppression).

3.

Göğsü sıkışma, soluk almakta güçlük çekme,


sıkıntı ( Souffrir d'oppression

à cause de la chaleur).

opprimant, es. Ezen, ezici, baskıcı,


opprimé, e s. ve ad. Ezilen; zulüm altında inleyen,
ezilmiş, "mazlum (Populations
pays opprimé.

Défendre

les

opprimées,

un

opprimés).

opprimer gçl. 1. Ezmek, zulmetmek (Opprimer un


peuple,
les faibles).

2. Baskı altında tutmak,

susturmak (Opprimer

les consciences,

l'opinion,

la liberté). 3. Göğsünü sıkıştırmak, soluyamaz


duruma getirmek (Une angoisse m'opprimait). 4.
(Eski) Öldürmek (Aux yeux de tout son peuple, il
faut que je

l'opprime).

opprobre er. Utanç; yüzkarası; leke (Accabler,


couvrir

quelqu'un

l'opprobre.

Cet

d'opprobre.
enfant

Vivre

est l'opprobre

dans
de

sa

famille).

optatif, ive s. 1. Dilek yada istek anlatan (Mode


optatif).
grec).

2. er. dilb. İstek kipi (L'optatif

existe en
973

opter
opter gsz. Opter pour: -i seçmek, yeğlemek, -de
karar kılmak (Elle peut opter pour la
turque

ou française.

Il opte pour

nationalité

une

carrière

diplomatique).
opticien er. Gözlükçü (Faire faire ses lunettes

chez

l'opticien).
température

optimale d'une chambre de

malade).

optimaliser —» optimiser.
optimisation diş. (Ekonomide) Mümkün olan en iyi
duruma getirme (Optimisation de la production ).
optimiser gçl. Mümkün olan en iyi duruma
getirmek (Optimiser une entreprise

industrielle).

optimisme er. İyimserlik (Envisager la situation


avec optimisme.

Il est d'un grand

optimisme).

optimiste s. ve ad. İyimser (Avoir un caractère


Je ne suis pas très optimiste pour

ton

avenir).

optimum er. 1. En yüksek nokta, en iyi durum, en


uygunluk (Atteindre
Les optimums

l'optimum

de rendement).
iyi, en uygun (L'effet

de

production.

2. s. En yüksek, en

optimum.

Température

optimum).

option diş. 1. Seçme; seçme yapma, seçim yapma


(Se trouver devant une option délicate). 2. Seçilen

şey, yeğlenen şey. 3. Alım yada satım için verilen


söz, satış vaadi (Avoir une option

dedeuxmoissur

un appartement). § Droit d'option: huk. Seçme


hakkı, tercih hakkı. Matière à option: Seçmeli
ders.
optionnel, le s. Seçmeye dayalı, seçmeye bağlı,
seçmeli; isteğe bağlı, "ihtiyarî,
optique s. 1. Göze değgin, gözle ilgili; görmeye
değgin, görmeyle ilgili, görüşle ilgili (Nerf
optique, angle optique,
Optik (L'étude

verre optique).

de l'optique.

Matériel

2. diş. fiz.
d'optique).

3. diş. Uzaktan görünüş, *görünge, "perspektif


(L'optique

du théâtre, du cinéma).

(Des lois particulières


esprits

4. Görüş açısı

qui régissent l'optique

des

orientaux).

opulence diş. Bolluk, gönenç, büyük zenginlik


(Vivre dans l'opulence). § Nager dans l'opulence:
Bolluk içinde yüzmek, bir eli yağda bir eli balda
olmak.
opulent, e s. 1. Zenginlik içinde yüzen, bir eli yağda
bir eli balda (Une famille

opulente).

2. Çok

gelişmiş, büyük, geniş; iri yan etli butlu (Il a une


poitrine opulente.
et

yapıt, *yapıtçık, kitapçık,


or. er. 1. Altın (L'or est inoxydable.
l'or. Chercheur

Il trouvait les femmes

opulentes

sensuelles).

opuntia -» oponce.
opus[j/)ii] er. müz. Yapıt, "eser, müzik parçası (La
sonate opus 109 de

Beethoven).

opuscule er. (Yazm yada bilim konusunda) Küçük

La ruée vers

d'or. Dents en or, bijoux d'or). 2.

Altın para (Payer une somme en or). 3. Sırma


(Habit de soie et d'or). 4. Altın rengi, altın sarısı
(Des

optimal, e s. En iyi, en yüksek, en uygun (La

optimiste.

orageux

cheveux

d'or.

L'or

et la pourpre

de

l'automne). S. mec. Para, zenginlik, servet (Le


pouvoir de l'or. L'or est tout). § L'âge d'or: Altın
çağ. Le jaune d'or: Altın sarısı. Jours filés d'or et
de soie: Mutlu günler. La poule aux oeufs d'or:
Altın yumurtlayan tavuk. L'or noir: Petrol, kara
altın. Le veau d'or: Altın buzağı, İbranilerin
taptığı bir tapıncak. A prix d'or: Çok pahalı, ateş
pahasına. C'est de l'or en barre: Çok kârlı bir şey
bu; her zaman cepte altın demektir bu (Cette
affaire,

c'est

de l'or

en barre).

En or:

tkz.

Bulunmaz, kusursuz, eşsiz (Un mari en or). Pour


tout l'or du monde: Dünyayı verseler, asla (Il ne
l'acceptera pas pour tout l'or du monde).

Adorer le

veaud'or: Paraya tapmak, dini imam para olmak.


Avoir un coeur d'or: Çok temiz yürekli olmak.
Etre franc comme l'or: Açık yürekli olmak, özü
sözü bir olmak. Faire un pont d'or à qn: 1. -in
gözünü parayla doyurmak, -i iyi para vererek
çalıştırmak, -e parayla istediğini yaptırmak. 2. -in
uğruna çok para harcamak, varını yoğunu
vermek. Parler d'or: Güzel söylemek, iyi
söylemek. Rouler sur l'or: Çok zengin olmak,
altın babası olmak, paraya para dememek. Valoir
son pesant d'or: Ağırlığınca altın etmek,
or bağ. Oysa, oysa ki (Oncomptait beaucoup sur lui,
or il a eu un empêchement

au dernier

moment).

oracle er. 1. Tanrısal esin, vahiy. 2. (Payenlerde)


Tanrıların verdiği yanıt, tanrı yamtı. 3.
(Payenlerde) Yanıt veren tanrı. 4. *Bilici, kâhin.
5. Kâhinlerin verdiği karar. 6. (Çok tanrılı
dönemde) Tapınak, mabet (L'oracle de
Delphes). 7. mec. Kesin karar (Les oracles de la
justice). 8. En yetkili kişi, sözü geçen kişi (C'est
l'oracle de la famille). § Parler comme un oracle:
Kesin olarak konuşmak, yetkiyle konuşmak,
orage er. 1. Fırtına; kasırga (L'orage éclate, gronde.
Etre pris par l'orage). 2. mec. Karışıklık, kargaşa,

fırtına (Ilsentaitvenirl'orage). 3.mec. İç fırtınası,


duygu kabarması, coşku, heyecan (Des orages se
passent au fond de son coeur).

§ D y a de l'orage
dans l'air: mec. Fırtına kopacak, hava çok
elektrikli, gümbürtü kopacak,
orageusement bel. Kavgalı gürültülü, fırtınalı, çok
tartışmalı (Réunion qui se termine

orageusement).

orageux, euse s. 1. Fırtınalı (Un temps orageux). 2.


Fırtına
orageuse).

getiren

orageuse,

chaleur

3. Fırtınaları bol (Saison

(Pluie

orageuse,
974

oraison
région orageuse). 4. mec. Gürültülü, tartışmalı,
fırtınalı (La discussion a été orageuse.

Une séance

orageuse). S. Çalkantılı, serüvenli, çok hareketli


(Une vie
oraison

orageuse).
1. Dua f Dire, faire, réciter une

oraison).

2. (Eski) Söylev. § Oraison dominicale: Pazar


duası. Oraison funèbre: Ünlü bir kişinin gömütü
başında yapılan konuşma, ölübaşı söylevi. *Ağıt
söylevi; *yuğ övgüsü,
oral, es. 1. Sözlü (Littérature
Examen

oral).

Médicament

sont orbiculaires).2.Çembeı

orale.

(Mouvement

par voie orale). 3 .er.

biçiminde

orale,

voyelle

orale).

oralement M . Sözlü olarak; ağızdan (Interroger un


Accord conclu

1. Portakal (Ecorce,
Jus d'orange.

peau,

pelure

Orange pressée.

Orange

fragiles).
oranger gçl. Portakal rengine boyamak (Oranger
rubans).

orangeraie diş. Portakal bahçesi,


orangerie diş. Portakal camekâm, limonluk,
portakal serası (Les orangeries de Versailles).
orangette diş. Reçel yapmak için olgunlaşmadan
toplanan küçük ekşi portakal,
orangiste s. ve ad. tar. 1. (İngiltere'de)
III.Guillaume yanlısı. 2. (Belçika'da) Orange
hanedanı yanlısı,
orang-outan, orang-outang er. hayb. Orangutan,
orant, e ad. Dua etme durumunda yontu, resim,
orateur er. Konuşmacı; aytaç, sözen, °hatip (A la fin
du banquet,

l'orateur a été très

applaudi).

oratoire s. 1. Aytaçhğa değgin, sözenliğe değgin;


"hitabete değgin (Il connaît toutes les règles de l'art

oratoire). 2. er. (Evlerde) Dua yeri, küçük kilise


(Dire samesse dans son oratoire). 3. er. Bir katolik
tarikatının adı (Membre
de

de l'Oratoire.

Les

şeklinde,çemberi msi

orbiculaire).

olma,

(L'orbiculaire

des

3.

ad.

çembersilik,

Çember

değirmilik

paupières).

orbiculairement bel. Fırdolayı; çemberler çizerek,


yuvarlaklar yaparak (Les astres se meuvent
orbiculairement).
orbitaire s. anat. Gözçukuruna değgin, gözevine

oralement).

sanguine). 2. s. Portakal renginde (Des rubans


orange). 3. er. Portakal rengi. § Orange amère:
Turunç. Courronne de fleurs d'orange: Gelinlik
tacı, gelinlerin taktıkları çiçek taç. Eau de fleurs
d'orange: Çiçek suyu.
orangé, e s. 1. Portakal renginde, turuncu (Soie
orangée). 2. er. Turuncu, portakal rengi,
orangeade diş. Portakallı meyve suyu, portakal
şerbeti.
oranger er. Portakalağacı (Les orangers sont

des

orbicole).

orale.

Sözlü sınav, sözlü (lia réussiàl'écrit, mais échoué

d'orange.

bulunan (Plante

orbiculaires. 1. Yuvarlak (Les taches de la panthère

orale. Promesse

à l'oral) 4. dilb. Ağızsıl (Consonne

orange diş.

orkestra için yazılı dinsel dram türü.


orbe er. 1. gökb. Yörünge, yörünge alanı 2. (Şiir
dilinde) Yuvarlak, küre (L'orbe d'or du soleil). 3.
s. (Şu deyimlerde geçer). Coup orbe: Yalnız
morartı yapan darbe. Mur orbe: Kör duvar,
kapısız penceresiz duvar, tüm duvar,
orbicole s. (Az kullanılır) Yeryüzünün her yanında

2. Ağıza değgin (Cavité

qui s'administre

élève oralement.

orchestrer

pères

l'Oratoire).

oratorien er. Oratoire adını taşıyan katolik


tarikatından olan kimse,
oratorio er. müz. Oratoryo; solo sesler, korolor ve
değgin (Arcade

orbitaire).

orbital, es. gökb. Yörüngeye değgin, 'yörüngesel,


orbite diş. 1. gökb. Yörünge (Orbite absolue:
yörünge.

Orbite

apparente:

Salt

Görünürdeki

yörünge.

Orbite réelle: Gerçek yörünge.

relative:

Bağıl yörünge).

2. anat.

Orbite

Gözçukuru,

gözevi (Les yeux lui sortent des orbites). 3. mec.


Etki alanı (Attirer, entraîner quelqu'un

dans son

orbite). § Avoir les yeux qui sortent des orbites:


Gözleri yuvalarından fırlamak. Mettre qch en, sur
orbite: -i yörüngeye oturtmak (Mettre un satellite
artificiel en

orbite).

orcanette, orcanète diş. bitb. Havacıva,


orchestral, e s. müz. 1. Orkestraya değgin,
orkestraya özgü (Musique orchestrale). 2. mec.
Derli toplu, bütünlük gösteren, zengin (Style
orchestral,

beauté

orchestrale).

orchestrateur, trice ad. Bir parçayı orkestraya


uyarlayan, orkestrada çalınacak duruma getiren
müzikçi, 'orkestralayıcı.
orchestration
diş.
Orkestraya
uyarlama;
orkestrada
çalınacak
biçimde
işleme,
orkestralama,
orchestre er. 1. Orkestra (A l'orchestre, les
musiciens

accordaient

leurs

instruments.

Chef

d'orchestre). 2. (Tiyatroda) Salonun ön kısmı,


sahneye en yakın bölüm; bu bölümdeki yerler
(Réserver

trois places

à l'orchestre.

l'orchestre aux balcons, auxloges).

Préférer

3. Ö n sıralarda

oturan seyirciler (Les applaudissements

de

l'orchestre).

orchestrer gçl. 1. Orkestrada çalınacak şekilde


işlemek; orkestraya uyarlamak, orkestralamak
(Orchestrer une oeuvre). 2. Parlak ve yankılar
uyandıracak şekilde düzenlemek (Orchester une
campagne

de

presse).
975

orchidacées
orchidacées diş. ç. bitb. Salepgiller,
orchidée diş. bitb. Orkide, salep,
orchis [orkis] er. bitb. Salep,
orchite [orkit] diş. hek. *Taşak yangısı, °testis
iltihabı.
ordalie
diş.
(Ortaçağda)
Başkaca
kanıt
bulunmadığı zaman birinin suçlu olup olmadığını
anlamak için, kaynar suya el batırtma, kızgın bir
demiri tutturma gibi birtakım denemelere verilen
ad.
ordinaire s. 1. Olağan (Le cours ordinaire des
choses). 2. Alışılmış, herzamanki (5a maladresse
ordinaire.
Procéder de façon ordinaire).
3.
Bayağı, düşük (Avoir des manières
ordinaires.
Une personne très ordinaire). 4 . 0 r t a , v a s a t ( Tissu
de qualité ordinaire). 5. er. Hergünkü yemek, her
zaman yenen yemek (Je ne prendrai pas d'extra, je
me contenterai de l'ordinaire).
6. Her zaman
yapılan şey, her zamanki tutum, davranış
(Demain, j'irai au collège en fumant, comme à
mon ordinaire. J'ai horreur de l'ordinaire). 1. er.
Piskopos. § A l'ordinaire, d'ordinaire: Herzaman
olduğu gibi, alışıldığı üzere; genellikle; çok kez,
çoğun (Il est venu dimanche à midi, comme à
l'ordinaire.
D'ordinaire,
je me couche à dix
heures).

ordinairement bel. Genellikle; alışıldığı üzere; her


zaman, çoğu kez, çoğun (Il vient ordinairement le

kararı. Ordonnance

pénale: Ceza

ordinal, e s. 1. Sıra gösteren, sıra belirten (Adjectif


numéral ordinal). 2. er. (Anglikan kilisesinde)
Dua kitabı,
ordinand er. Törenle aşama alan papaz,
ordinant er. Papazlık aşaması veren piskopos,
ordinateur, trice s. ve er. 1. Elektronik hesap
makinası, bilgisayar. 2. er. Papazhk aşaması
veren. 3. s. Düzenleyici, düzene koyucu (Cause
ordinatrice).

ordination diş. 1. Papazlık aşaması verme töreni. 2.


Elektronik hesap makinasının yaptığı bütün
işlemler, bilgisayar işlemleri,
ordo er. Gündelik tapınmaları gösteren bir çeşit
kilise takvimi,
ordonnance diş. 1. Düzene koyma, düzenleme
(L'ordonnance
des fêtes est de la charge du
majordome-major.
Ordonnance
d'un
appartement). 2, Doktor reçetesi, reçete (Rédiger
une ordonnance. Se reporter à l'ordonnance
pour
les doses d'un médicament).
3. huk. Karar; tek

yargıcın kararı; buyruk, "emir (Ordonnance de


Muhakemenin
meni
kararı.
de paiement: Ödeme emri, "ita emri.
de renvoi: °Lüzumu
muhakeme

kararnamesi).

S. ask. (Eski) Emir süvarisi. 6. er. yada diş. ask.


Emir eri (Avoir un, une ordonnance). 7. Yasa
gücünde kararname. § Officier d'ordonnace:
Emir subayı, "yaver,
ordonnancement er. Ödeme emri.
ordonnancer gçl. 1. Ödeme emri vermek. 2. (Eski)
Reçete yazmak, reçete olarak yazmak
(Ordonnancer

un sirop).

ordonnateur, trice ad. 1. Düzenleyen, düzenleyici


(Ordonnateur

d'une

fête,

ordonnatrice

d'un

repas). 2. er. Ödeme buyurucusu, ödeme amiri,


"ita amiri.
ordonné, e s. Düzenli, derli toplu (Une maison
ordonnée.

Un enfant

ordonnée diş. mat.


(Ordonnée

ordonné).
Ordinat,

'düşey

à l'origine: Başlangıçtaki

konaç.

ordinat).

ordonner gçl. 1. Düzenlemek; düzene koymak,


düzene sokmak (Ordonner ses idées.
Ordonner
une fête). 2. Düzenli sıralamak
(Ordonner
différents paragraphes dans une dissertation). 3.
Papazlık aşaması vermek (Ordonner un diacre,
un prêtre). 4. Reçeteyle yazmak (Médecin qui
ordonne
des
médicaments).
S.
huk.
Kararlaştırmak, -e karar vermek (Ordonner le
huisclos).
6. Ordonner qch à qn: Birine
.. .buyurmak ( Ordonner un travail à un inférieur).

7. Ordonner à qn de f. qch: Birine -meşini


buyurmak (Je vous ordonne

matin).

non-lieu:
Ordonnance
Ordonnance

ordre

de vous taire). 8.

Ordonner de qch: (Az kullanılır) -i dilediği gibi


kullanmak, -e dilediğini yapmak (Le temps
ordonne de tout). § S'ordonner: Dizilmek,
sıralanmak, yer almak (Les maisons s'ordonnent
le long des routes).
ordre er.
1. Sıra
(Ordre
alphabétique,
chronologique,
numérique).
2. Düzen (Ordre
social, économique, politique). 3. Düzenlilik (Un
enfant qui manque d'ordre). 4. Buyruk, "emir
(Recevoir un ordre, donner un ordre,
accomplir
unordre). 5. yol; yol yordam ( Chose qui n 'est pas
dans l'ordre). 6. Sınıf (Les trois ordres de la société
française sous l'Ancien Régime: noblesse, clergé,
tiersétat). 7. Tarikat (L'ordre des bénédictins, des
capucins, des carmélites). 8. Oda, birlik, kurum
(L'ordre des médecins, l'ordre des avocats). 9.
Sipariş (Feuille d'ordres. Voyageur de commerce
qui prend des ordres). 10. (Tecim işlerinde)
Buyruk, "emir (Ordre
d'achat:
Satmalına
buyruğu. Ordres de bourse: Borsa
buyrukları.
Ordre de débarquement:
Boşaltma
buyruğu.
Ordre de travail: İş buyruğu). 11. (Mimarlıkta)
Düzen, "üslup (Ordre colossal: Devsütün
düzeni.
Ordre corinthien; Korent düzeni. Ordre dorique:
976

ordure
Dor düzeni. Ordre ionique: İyon düzeni.
Ordre
rustique: Köysü düzen).
12. Nitelik, özellik,
"mahiyet (Une question d'ordre politique).
13.

hayb. bitb. Takım. 14. Alınan ödül yada nişan (Il


porte tous ses ordres). 15. ask. Düzen (Ordre de
marche: Yürüyüş düzeni. Ordre de bataille: Savaş
düzeni). 16. mat. Basamak (Ordre de centaine:
Yüzler basamağı. Ordre de dix mille:
Onbinler

basamağı). § Billet à ordre: Buyruklusuna yazılı


belgit, "emre muharrer senet. Mot d'ordre:
Parola. Ordre établi: Kurulu düzen. Ordre du
jour: 1. Gündem. 2. ask. Günlük emir (Citer un
soldat à l'ordre du jour). Ordre public: Kamu
düzeni. Ordre d'exécution: İcra emri. Ordre des
avocats: Baro. Jusqu'à nouvel ordre: Yeni bir
emre kadar; durum değişinceye değin. Par ordre
de: Sırasıyla, sırasına göre (Par
ordre
alphabétique.

Ils

ont

été promus

par

ordre

d'ancienneté). De premier ordre: Çok önemli,


birinci derecede (Affaire de premier ordre). C'est
dans l'ordre, c'est dans l'ordre des choses: Doğal
bir şey bu; doğal olmayan, şaşdacak bir şey yok
bunda. Donner ordre à qch: -e bir düzen vermek
(Donner ordre à ses affaires). Donner à qn l'ordre

de f. qch: Birine -mek buyruğu vermek. Etre à


l'ordre du jour: 1. Gündemde olmak. 2. Moda
olmak, günün konusu olmak. Etre sous les ordres
de qn: -in buyruğunda, hizmetinde olmak. Mettre
de l'ordre dans qch: -e bir düzen vermek, -i bir
hale yola koymak. Mettre qch en ordre: -i düzene
sokmak. N'avoir pas d'ordre à recevoir de qn:
-den buyruk alacak olmamak. Passer à l'ordre du
jour: Gündeme devam etmek, bir sorun üzerine
konuşma açmaya gerek görmemek. Rappeler qn
à l'ordre: -e uyarıda bulunmak, konu dışına
çıkmasına izin vermemek, "sadede çağırmak.
Rentrer dans l'ordre: Düzene girmek, hale yola
girmek, düzelmek. Rétablir l'ordre: Asayişi
yeniden kurmak, yeniden dirlik düzen getirmek.
Troubler l'ordre: Düzeni bozmak,
ordure diş. 1. Çöp, çer çöp, süprüntü (Ordures
ménagères. Boîte à ordures). 2. Pislik ; bok (Chien
qui fait ses ordures sur le trottoir). 3. mec. Çirkef;
alçakça yaşam (Vivre, se vautrer dans l'ordure). 4.

mec. Edepsizlik, edepsizce söz yada davranış


(Dire, écrire des ordures).

5. tkz.

(Sövgü) Pis

herif, aşağılık, iğrenç adam, it (C'est une ordure,


ce type. Allez,

ordure!).

§ Jeter, mettre qch aux

ordures: -i çöp tenekesine atmak, fırlatmak,


başından atmak,
ordurier, ères. 1. Edepsizce, açık saçık, pis (Propos
orduriers,
ordurière).

chanson
ordurière,
plaisanterie
2. Edepsiz, kaba (Des gens très

oreille
orduriers).

oréade diş (Söylencede) Dağlar ve ormanlar perisi.


orée diş. Uç, sınır (L'orée de la forêt). § A l'orée de:
-in ucunda, sınırında.
oreillard, e s. 1. Uzun ve sarkık kulaklı (Chien
oreillard). 2. er. hayb. Büyükkulaklı yarasa.
oreille diş. 1. Kulak (Oreille
Oreille interne:
İçkulak.

Ortakulak).

externe:
Oreille

Dışkulak.
moyenne:

2. (Kimi şeylerde) Sap, kulp,

tutamak (Oreilles d'une marmite, d'une tasse). 3.

İşitme, işitim, iyi işitme yetisi (Avoir de l'oreille:


İyi işitmek,
işitimi kuvvetli

olmak).

§ Oreille de

mer: diş. hayb. Denizkulağı. Oreille d'ours diş.


bitb. Bir tür çuhaçiçeği. Oreille de souris: diş. bitb.
Unutmabeni. Avoir l'oreille basse: Süklüm
püklüm olmak. Avoir l'oreille dure: Kulağı ağır
işitmek. Avoir l'oreille au guet: Kulağı kirişte
olmak. Avoir l'oreille fine: Kulakları çok hassas
olmak. Avoir l'oreille de qn: -e sözü geçmek (Il a
l'oreille du ministre: Bakana sözü geçer, bakan
onu dinler, onun sözüne güvenir). Avoir de

l'oreille: Kulakları iyi işitmek, kulağı olmak.


Avoir la puce à l'oreille: Pirelenmek,
şüphelenmek. Avoir des bourdonnements
d'oreille: Kulakları uğuldamak. Avoir les oreilles
qui tintent: Kulakları çınlamak. Avoir qch par
dessus les oreilles: -den bıkmak, gına getirmek,
illallah demek, gırtlağına kadar dolmak. Casser
les oreilles: Kulak patlatmak, çok gürültü
yapmak. Dire qch à l'oreille de qn: Kulağına
söylemek. Dire de bouche à oreille: Kulağa
fısıldamak. Dresser l'oreille: Kulak kabartmak.
Echauffer les oreilles à qn: -i kızdırmak,
sinirlendirmek. Entrer par une oreille et sortir par
l'autre: Bir kulağından girip öbür kulağından
çıkmak (Cela lui entre par une oreille et sort par

l'autre) Etre dur d'oreille: Kulakları ağır işitmek.


Etre tout oreilles: Kulak kesilmek, çok dikkatle
dinlemek. Ecouter de toutes ses oreilles: Bütün
dikkatiyle dinlemek. Faire la sourde oreille:
Duymazlıktan gelmek. Fermer l'oreille à, fermer
les oreilles à: -e kulaklarını tıkamak, -i duymak
istememek.Frotter lesoreilles àqn: -in kulağını
bükmek,-i biraz azarlamak. Mettre la puce à
l'oreille:
Pirelendirmek,
şüphelendirmek.
Montrer le bout de l'oreille: Düşündüklerini ele
vermek, kendini ele vermek. N'écouter que d'une
oreille: Yarım kulakla dinlemek, pek dikkatle
dinlememek. Ne pas en croire ses oreilles:
Kulaklarına inanamamak. Ouvrir l'oreille,
ouvrir ses oreilles: Kulaklarım açmak, kulak
kesilmek, dikkatle izlemek. Prêter l'oreille à: -e
kulak vermek. Rougir jusqu'aux oreilles:
977

oreiller
Kulaklarına kadar kızarmak. Se boucher les
oreilles:
Kulaklarını
tıkamak,
duymak
istememek. Se faire tirer l'oreille: Nazlanmak,
kendini naza çekmek, güçlükle yola gelmek.
Tirerl'oreilleàqn: -in kulağını çekmek. Veniraux
oreilles de qn: -in kulağına gelmek, kulağına
gitmek, tarafından duyulmak. Les murs ont des
oreilles: Yerin kulağı var. Ventre affamé n'a pas
d'oreilles: Aç ayı oynamaz, açlık ferman
dinlemez, aç köpek fırın deler,
oreiller er. Yastık (Ilpréfère les oreillers doux) § Sur

orge
industrielle).

organique

s.

Örgensel,

"organik

(Maladie

Chimie

organique,

organique, trouble organique.


engrais organiques).

organiquement bel. Örgensel olarak,


organisable s. Örgütlenebilir, örgütlendirilebilir;
düzenlenebilir,
organisateur, trice s. ve ad. Düzenleyici,
örgütleyici, örgütçü (Un génie organisateur, un
grand
organisateur.
cérémonie).

Organisateur

d'une

l'oreiller: Yatakta, baş yastıkta sevişirken (Ils se

organisation diş. 1. Örgenlenme, organlaşma. 2.

disputent mime sur l'oreiller).


oreillette diş. 1. anat. Kulakçık (Oreillette droite et
oreillette gauche du coeur). 2. Kulaklık, şapkanın
Örgüt (Militant d'une organisation
ouvrière.
Organisation
politique,
syndicale).
3.

kulakları örten bölümü (Toque à oreillettes).


oreillon er. 1. (Eski tolgalarda) Kulaklık. 2. er. ç.
hek. Kabakulak,
des

orémus).

ores bel. Şimdilik (Ores, adieu). § D'ores et déjà:


Bundan böyle, bundan sonra; daha şimdiden (La
production d'énergie électrique sera accrue, mais,
d'ores et déjà, elle couvre les besoins actuels).

orfèvre er. Kuyumcu (Magasin d'orfèvre). § Etre


orfèvre en la matière: (Bir işte) Usta olmak, bütün
inceliklerini bilmek. Vous êtes orfèvre, Monsieur
Josse: İyi hoş söylüyorsunuz ama bu işteki
komisyonunuz ne beyefendi, yüzde kaç
alıyorsunuz.
orfévré, e; orfévri, e s. Kuyumcu eliyle işlenmiş
orfévrée).

orfèvrerie diş. 1. Kuyumculuk (L'orfèvrerie suisse


est très réputée). 2. Kuyumcu dükkânı (Une
grande orfèvrerie-bijouterie).
(Orfèvrerie
d'argent).

3. Kuyumcu işi

organdi).

organe er. 1. anat. Örgen, organ (Organe de la


digestion, delarespiration). 2. Ses (Unbelorgane.
Organe
bien
timbré).
3.
(Makinalarda)
Mekanizma (Organe
de commande
d'une

machine). 4. mec. Sözcü, temsilci, ses (L'organe


Ce journal est l'organe

des modérés). 5. mec. Araç, iletim aracı (La


parole est l'organe de la pensée).

organeau er. den. Halat bağlanılan demir halka,


organicien, ne s. ve ad. Organik kimyacı, organik
kimya uzmanı,
organicisme er. fels. Örgencilik.
organigramme er. Örgüt şeması, örgütlenme
şeması

organisationnel, le s. Örgütsel, örgüte değgin

(Organigramme

organisationnels

d'un

parti).

organisé, e s. 1. biy. bitb. Örgenlenmiş, örgenli,


organlaşmış

(Les

êtres

organisés).

2.

Örgütlenmiş, örgütlü (Unpartibien organisé). 3.


Düzenlenmiş, düzenli, planlanmış, planlı, bir
plan ve programa bağlanmış (Un travail
organisé). 4. Düzenli, derli toplu (C'est une
personne organisée). 5. Bir örgüte bağlı, örgüte
girmiş (Citoyen

organisé).

organiser gçl. 1. Örgütlemek, örgütlendirmek


(Organiser

la résistance,

une

révolution).

2.

Düzenlemek, hazırlamak, yapmak (Organiser un


emploi du temps, un voyage, une promenade, une
fête, un programme de vacances). § S'organiser: 1.

İşlerini düzenlemek, çalışmasını planlamak (Il


faut savoir s'organiser). 2. Düzelmek, yoluna
girmek (Peu à peu, tout ça va s'organiser).

organisme er. 1. Organizma, vücut (Un organisme

orfraie diş. hayb. Akkuyruklu kartal,


orfroi er. Sırma işlemesi.
organdi er. İnce bir çeşit muslin, organdi (Robe en

officiel du gouvernement.
d'une

concert).

(Problèmes

orémus [jremys] er.Dua ( Marmonner

(Coupe d'argent

Düzenleme, düzenlenme (Organisation


fête, d'un

d'une

entreprise

jeune. Les besoins de l'organisme. Il faut assurer


aux
enfants
un
développement
sain
de

l'organisme). 2. Örgenli yada örgensiz her türlü


canlı varlık, organizma (Organisme unicellulaire,
organisme microscopique).

3. Düzen

(Organisme

social). 4. Örgüt; kuruluş, kurum (Un organisme


syndical.

Un organisme

privé).

organiste ad. Orgcu, org çalan,


organographiediş. biy. Organ bilgisi, "örgenbilim.
organothérapie diş. hek. Özsu tedavisi, hormon
tedavisi.
orgasme er. hek. (Cinsel ilişkide) Zevkin en yüksek
noktasına erişme, boşalma, beli gelme,
orge diş. Arpa (Champ d'orge. Pain d'orge). § Orge
mondé: Kabuğu çıkarılmış arpa. Orge perlé:
Kepeği alınmış arpa kırması (Bu deyimlerde orge
sözcüğü eril olarak kullanılır). Orge des rats: bitb.
Pisipisiotu.
978

orgeat
orgeat er. 1. (Eskiden) Arpa suyuyla yapılan bir
şerbet. 2. (Şimdi) Badem sübyesi (Le sirop
d'orgeat).

originaire
orientale.

Les Orientaux

orientalisme er. 1. Doğululuk; doğu beğenisi (La


mode

de

şenliklere değgin (Culte, fêtes orgiaques). 2. İçkili

"şarkiyat

eğlenceli, zevk ve eğlence içinde geçen (Une nuit

Europe).

orgiaque).

orgie diş. 1. İçki âlemi, zevk ve eğlence;°sefahet (A


la veille des vacances,
fleurs,

orgie).

ils se sont livrés à une

2. Aşırı bolluk (Une orgie

de musique,

de lumières).

3. diş.

(OKgœj] er.

1.

Kendini

kurum,"kibir (Il est gonflé


pleine d'orgueil).

d'orgueil.

progrès

2.
de
Doğubilimleri,

l'orientalisme

en

orientaliste ad Doğu dilleri uzmanı; 'doğubilimci,


"müsteşrik.
orientation diş. 1. coğr. Yönleri bulma, yönünü
saptama, yönelim (Avoir le sens de

ç.

2. Yön durumu; konum (Orientation

d'une

maison).

d'une

beğenmişlik,

2. mec. Gurur; onur

l'orientalisme).
(Les

de

Eskilerin Bakkhos onuruna düzenledikleri


şenlikler.
orgue er. müz A. Org. 2. Kiliselerde org yeri. 3. coğ.
Kuyucuk, yerbilim orgu. § Buffet d'orgue: Orgun
yerleştirilmiş olduğu mobilya. Orgue de
Barbarie: Laterna,
orgueil

§A

l'orientale).

orgelet er. hek. Arpacık.


orgiaque s. 1. Bakkhos onuruna düzenlenen

véritable

et les Occidentaux).

l'orientale: Doğu yollu, doğulular gibi (Recevoirà

Attitude
(Blessure

l'orientation).

3. Y ö n , eğilim (Orientation

enquête, d'un exposé). 4. Yöneltme, yönelme;


yönlendirme
(Orientationprofessionnelle).

orienté, e 1. mat. Yöneltik, yönlü, "müteveccih. 2.


Belli bir eğilimi yansıtan, belli bir öğretinin
propagandasını

yapan

(Article

de

journal

nettement orienté. Un ouvrage orienté). 3. Orienté

à: -e doğru yönlenmiş, yönü -e doğru olan


(Chambres

orientées à l'est).

Övünç (Les chats puissants et doux, orgueils de la

orientement er. 1. Yönlendirme, uygun yön


verme. 2. den. Uygun durum verme (Orientement

maison). § Avoir l'orgueil de: -ile övünmek, -den


övünç duymak, göğsü kabarmak (Ila l'orgueil de

orienter gçl. 1. Çevirmek, yöneltmek (Orienter le

d'orgueil.

Cacher ses ennuis par orgueil). 3. mec.

des voiles, des

vergues).

ses enfants). Tirer orgueil de qch: -den kendine

projecteur

övünç payı çıkarmak, göğsü kabarmak, -ile

plantes

övünmek, -e pek sevinmek (Il ne tirait pas grand

işaretlerini koymak (Orienter une carte, un plan).

orgueil de ce petit

3. mec.

succès).

orgueilleusement bel. Gururla; kibirle; övünçle


(Bomber

le torse

vers la droite. L'exigence

du côté où la lumière

qui oriente les

arrive).

2. Yön

Yol göstermek, kılavuzluk etmek

(Orienter un voyageur égaré). 4. Orienter qn, qch

vers, à: Birini, bir şeyi -e doğru yöneltmek,

orgueilleusement).

orgueilleux, euse s. 1. Kendini beğenmiş, kurumlu,

yönlendirmek

(Orienter

kibirli (Il a un caractère orgueilleux). 2. Gururlu

mathématiques.

Orienter une maison au nord). §

(Un homme très orgueilleux).

S'orienter:

3. Orgueilleux, euse

de: -den övünç duyan, göğsü kabaran, -ileövünen


(Une mère orgueilleuse

de son fils).

orichalquefaıtikalk]er. 1. Eski masal ve destanlarda


adı geçen bir maden. 2. (Sonraları) Tunç, pirinç
ve arı bakıra verilen ad.
orient er. 1. Doğu, gündoğusu (Regarder

vers

1.

Yönünü

un

élève
saptamak,

vers

les

nerede

bulunduğunu saptamak (Un brouillard épais


l'empêchait de s'orienter). 2. S'orienter vers: -e
doğru yönelmek (M on fils s'oriente vers des études
de médecine.

Les musulmans

Mecque pour faire leur

s'orientent

vers la

prière).

3. Parıltı; pırıltı

orienteur er. 1. Bir yerin yönlerini saptamaya


yarayan aygıt, *yönsaptar. 2. Mesleğe
yönlendirici, öğrencileri yeteneklerine göre
mesleklere yönlendiren eğitimci. § Officier
orienteur: ask. Harekât subayı,

(Perle d'un bel orient). 4. Mason locası. § Grand-

orifice er. (Eşyada) Ağız; delik (Orifice d'un four,

l'orient). 2. (Büyük harfle) Doğu ülkeleri, Doğu


(Extrême-Orient:
Ortadoğu.
d'Orient:

Uzakdoğu.

Proche-Orient:

Moyen-Orient:

Yakındoğu.

Bizans imparatorluğu).

L'Empire

Orient: Mason merkez locası (Grand-Orient de


France).

orientable s. Yöneltilebilir, istenilen yöne


çevrilebilir, yönlendirilebilir.
oriental, e s. ve ad. 1. Doğu, doğudaki, doğuda
bulunan

(Allemagne

orientale

d'un pays).

coutumes orientales).

orientale.

La

frontière

2. Doğuya özgü (Lois


3. Doğulu ( U n oriental,

d'un tuyau, d'un puits. Orifice génital,

intestinal).

oriflamme diş. 1. (Eskiden Fransız krallarının)


Savaş bayrağı, sancak. 2. (Şimdi) Süs bayrağı,
"flama (Les rues sont pavoisées,
les drapeaux et les

partout

claquent

oriflammes).

origan er. bitb. Yabani mercanköşk,

et

originaires. 1. Doğuştan (Viceoriginaire). 2. Yerli

une

(Il est originaire du pays). 3. İlk, temel, asıl (La


979

originairement
nation est le titulaire originaire delà

souveraineté).

4. Originaire de: -li, -de doğmuş, -kökenli,


kaynaklı (Il est originaire d'Ankara.
originaire de Turquie).

Sa famille est

originairement bel. Başlangıçta, ilkin (Nous étions


originairement
avons évolué

dans la même situation, mais nous


différemment).

original, e s. 1. Özgün, "orijinal (Avoir des idées


originales. Auteur, peintre original). 2. Asıl, ilk,

yazarın yada sanatçının elinden çıkan (Edition


originale,

illustrations

originales,

gravure

originale). 3. Tuhaf, garip, acaip, biraz kaçık


(Une vieille originale). 4. er. Asıl; asıl metin, asıl
nüsha (Copie conforme à l'original.
Traduction
qui s'éloigne de l'original. Faire un dessin d'après

orpailleur
§ Attendez-moi sous l'orme: (Bir buluşuma
gidilmeyeceğini belirtir) İşin yoksa bekle, bekle
de geleyim, sabaha kadar bekle,
ormeau er. Karaağaç fidanı,
ormeau, ormet, ormier er. hayb. Denizkulağı.
orne er. bitb. Dişbudak çeşidi,
ornemaniste ad. Bezeyici, bezemeci, süslemeci,
"nakkaş.
ornementer. 1. Bezek (Lesornements
d'unédifice).
2. Süs; süsleme, süslenme (Arbres d'ornement,
plantes d'ornement.

ornement).

La beauté n'a besoin

d'aucun

3. mec. Süs, övünç kaynağı, şeref


veren şey (La jeune princesse était devenue
l'ornement
et l'âme de la cour). 4. er. ç.

(Katoliklerde) Ayin giysisi (Prêtre revêtu de ses

l'original). 5. er. Davranışları biraz tuhaf kimse,


kaçık, terelelli (C'est un original).
originalement bel. (Az kullanılır) Özgün bir

ornemental, e s. 1. Bezekcil, süsleyici, "tezyini


(Motif ornemental). 2. Süslü, süsler kullanan

biçimde, başkalarına benzemeyecek şekilde,


originalité diş.
1. Özgünlük, başkalarına

ornementation diş. Bezekleme; bezeme, süsleme

benzemezlik (L'originalité

d'une

oeuvre,

d'un

artiste, d'un écrivain). 2. Değişik çeşit, değişiklik,


yenilik (C'est une des originalités

de ce

nouveau

modèle).
3. Tuhaflık, gariplik, acaiplik,
ayrıksınhk, kaçıklık (Il se fait remarquer par ses
originalités).
origine diş. 1. Soy, sop (Il gardait la marque de ses
origines. Etre de noble origine). 2. Başlangıç,
kaynak (Histoire des peuples des origines à nos

jours). 3. Kök, köken, "menşe (Remonter à


l'origine d'une idée). 4. Asıl neden, temel
(L'origine

d'un conflit, d'une maladie).

5. mat.

Başlangıç noktası, "mebde. § Méridien d'origine:


coğr. Başlangıç meridyeni. A l'origine, dans
l'origine: Başlangıçta, ilkin (A l'origine, il
travaillait

seul).

originel, le s. flk; ana; başlangıçtan gelen (Le sens


originel d'un mot. Parler sa langue originelle).

Péché originel: (Hıristiyan inancına göre) İlk


günah; bütün insanların Âdem'in kişiliğinde
işlemiş oldukları günah,
originellement bel. Baştan beri, başlangıçtan beri;
aslında.
orignac, orignal er. hayb. Büyük-mus, Kanada
geyiği.
orin er. den. Çapanın şamandıra halatı,
oripeau er. 1. Altın parlaklığında bakır yaprağı. 2.
Yalancı sırmadan kumaş yada işleme. 3. mec.
Yalana parlaklık, yaldız. 4. er. ç. Yırtık pırtık
giysi; kötü giysi (Etre vêtu d'oripeaux).
orlon er. Orlon (Chemise en orlon).
ormaie, ormoie diş. Karaağaç ormanı,
orme er. bitb. Karaağaç (Une allée plantée

d'ormes).

ornements

(Style

sacerdotaux).

ornemental).

(L'ornementation
public).

d'un édifice, d'un

monument

ornementer gçl. Bezeklemek; bezemek, süslemek,


süsleyip püslemek.
orner gçl. 1. Süslemek (Orner un balcon avec des

plantes vertes). 2. Orner qch de qch: Bir şeyi, -ile


süslemek, süsleyip püslemek; zenginleştirmek,
güzelleştirmek (Orner un discours de citations,
orner un livre de dessins).
§ S'orner: 1.

Süslenmek, bezenmek, güzelleşmek-, 2. S'orner


de qch: -ile donanıp bezenmek, süslenmek,
ornière diş. 1. Tekerlek izi (Les ornières boueuses
d'un chemin). 2. mec. Alışılmış şey, herkesin
gittiği yol, eski çığır (Vous suivez l'ornière). §
Sortir de l'ornière: mec. Güç bir durumdan
kurtulmak,
ornithogale er. bitb. Tükrükotu.
ornithologie diş. 'Kuşbilim, kuşlar bilimi,
ornithologique s. 'Kuşbilimsel, kuşbilime değgin;
kuşlara değgin,
ornithologiste, ornithologue ad. "Kuşbilimci,
kuşbilim uzmanı,
ornithomancie <% Kuş falı.
ornithorynque
er.
hayb.
Gagalımemeli,
"ornitorenk.
orobanche diş. bitb. Canavarotu.
orogenèse, orogénie diş. yerb. Dağoluşması.
orogéniques, yerb. Dağoluşmasınadeğgin,
orographie diş. coğr. Dağbilgisi, 'dağbilim.
orographiques. *Dağbilimsel,dağbilimedeğgin,
oronge diş. bitb. Altınmantar, yenir bir tür mantar,
orpaillage er. Altın arama,
orpailleur er. Altın arama işçisi; altın arayıcı.
orphelin

980

orphelin, es. ve ad. Yetim ; öksüz (Orphelin de père:


Yetim.

Orphelin

de mère: Öksüz).

Défendre la

veuve et l'orphelin: hlk. Fakir fukaranın hakkını


korumak, ezilenlerin hakkını savunmak,
orphelinat er. 1. Öksüzler yurdu. 2. Bu yurttaki
öksüzler.
orphéon er. müz. 1. Koro birliği; müzik derneği. 2.
Telli ve klavyeli bir çalgı aleti, orfeon.
orphéoniste ad. Koro birliği üyesi; müzik derneği
üyesi.
orphie
hayb. Zargana (balık),
orphiques. Eski Yunan dini Orfizme değgin,
orphisme er. fels. Orfizm; söylencesel şarkıcı
Orpheus'tan esinlenen bir eski Yunan dini.
orpiment er. Sarı zırnık,
orpin er. 1. bitb. Damkoruğu. 2. San zırnık,
orque er. hayb. Falyanos, büyük bir cins yunus
balığı.
orseille diş. bitb. Kırmızı menekşe renginde bir
boya çıkarılan bir tür yosun,
orteil er. Ayak parmağı.
orthocentre er. mat. (Üçgende) Yükseldiklerin
kesim noktası, yükseklik özeği, yükseklik
merkezi.
orthocromatique s. (Fotoğrafçılıkta) Kırmızı
dışında bütün renklere karşı duyarlı,
orthodontie^, hek. Ortodonti, dişlerin oluşum ve
sıralanış bozukluklarıyla uğraşan bilim dalı.
orthodontiste ad. hek. Ortodonti uzmanı,
orthodoxes, vead. 1. Bir dinin ilkeleri içinde kalan,
dinde doğru yolda olan (Théologien orthodoxe.
Les

orthodoxes

et les

hérétiques).

2.

mec.

oscillant
orthographier

gçl.
(Ortographier

Yazmak,

correctement

un

'yazımlamak
nom).

orthographique s. 'Yazimsal, yazıma değgin,


imlâya değgin,
orthopédie diş. hek. Ortopedi; vücudun biçim
bozukluklanm önleyen ve tedavi eden tıp kolu.
orthopédique s. hek. Ortopediye değgin,
orthopédiste ad. 1. Ortopedi uzmanı, ortopedi
hekimi. 2. Ortopedi gereçleri yapan yada satan
kimse.
orthoptères, veer. hayb. 1. Düzkanatlı;düzkanatlı
(böcek). 2. er. ç. Düzkanatlılar.
orthose er. yerb. Ortoz.
ortie diş. bitb. Isırgan. § Ortie blanche: bitb.
Akballıbaba. Ortie dioïque: Büyükısırgan. Ortie
de mer: hayb. Denizısırgam. Jeter le froc aux
orties: Keşişlikten, papazlıktan vaz geçmek,
ortolan er. hayb. Yelvekuşu, ortolan. §Mangerdes
ortolans: tkz. Çok iyi beslenmek, her gün baklava
börek yemek,
orvet er. hayb. Kahverengi köryüan.
orviétan er. Tiryak, eskiden kullanılan afyonlu bir
ilaç § Marchand d'orviétan: 1. Hekimlik
taslayan, hekim taslağı, hekim bozması. 2. tkz.
Dalavereci, üçkâğıtçı,
os [m; ç.j/er.

1. Kemik (Les os de la main.

Viande

avec os, sans os). 2 mec. tkz. Güçlük, engel (Ily a


un os: Bir güçlük var, birengelvar.
os: Bir güçlükle

karşılaşmak,

Tombersurun

karşısına bir engel

çıkmak). § En chair et en os: Kendisi, kendisini,


"bizzat °şahsen(7e l'ai vue enchair et en os). Jusqu'à
l'os, jusqu'aux os, jusqu'à la moelle des os:

Gelenekçi; geleneğe bağlı, geleneğe uygun

İliklerine kadar (Etre trempé, mouillé


(Economiste

os). Avoir la peau collée aux os: Kadidi çıkmak.


Donnerunosàrongeràqn: -ebirkemikatmak,bir
çıkar sağlamak, yalayacak bir kemik vermek.
L'avoir dans l'os: Hava almak, çuvallamak,
istediğini elde edememek, iştahı kursağında
kalmak. N'avoir que les os et la peau: Bir deri bir
kemik kalmak. Ne pas faire de vieux os: Genç
ölmek, pek uzun yaşamamak. Rompre, briser,
casser les os à qn: -in kemiklerini kırmak, eşek
sudan gelinceye kadar döğmek. Ronger, manger
qnjusqu'aux os:Birini iliklerine kadarsömürmek.
Les os sont pour les absents: Sona kalan dona
kalır.

Orthodoxes

orthodoxe.

Conduite

orthodoxe.

et dissidents d'un parti politique).

Ortodoks (Eglise orthodoxe.

3.

Les catholiques et les

orthodoxes).

orthodoxie diş. 1. Dinde doğru yol. 2. Uygunculuk;


gelenekçilik, geleneğe bağlılık, geleneksel
ilkelere uygunluk (Orthodoxie d'un jugement
littéraire). 3. Ortodoksluk,
orthodromie diş. den. Düzgidiş, kestirmeden
gitme.
orthogénèse diş. hayb. Ortojenez, belirli bir yönde
olan evrim, "bireyoluş.
orthogénie diş. Doğum kontrolü,
orthogonal, e s. mat. Dik, dikgen,
orthogonalement bel. Dik olarak, dikine,
dikeyleme.
orthographe diş. 'Yazım, "imlâ (L'orthographe
d'un mot. Son orthographe

est très mauvaise).

Faute d'orthographe: 1. Yazım yanlışı. 2. mec.


Yanlış davranış.

jusqu'aux

oscar er. 1. Oscar sinema ödülü (Ce film a eu


l'oscar).
oscar l'an

2, Ödül (Ce disque de chanson

a eu un

dernier).

oscillant, es. l.fiz. Devirli olarak yön değiştiren; az


çok düzenle salınan, salınımlı (Décharge
oscillante). 2. mec. Kararsız, sık sık değişen (Un
esprit perpétuellement

oscillant).
981

oscillateur
oscillateur er. fiz. Titreşim üretici,
oscillation (asUasjâ) diş. 1. Salınım; titreşim
(Oscillation

d'un pendule:

Oscillations

électriques:

Oscillations

forcées:

Bir sarkacın
Elektrik

Zorla

salınımı.
titreşimleri.

titreşimler).

2.

Değişme, inip çıkma (Oscillations de la tension


artérielle). 3. Kararsızlık, duraksama (Vos
oscillations perpétuelles

me

fatiguent).

deux

partis).

oscule er. hayb. Oskulum; süngerlerde yan


deliklerden girerek vücudun içine dolan suyun
dışarı çıktığı açıklık,
osé, e 1. Atılgan; atak (Personneosée). 2. Cesurca,
cesaretle yapılmış (Démarche,

tentative osée). 3.

Fazla ileri giden, biraz fazla kaçan, açık saçık


(Plaisanteries osées, scènes

osées).

oseille diş. bitb. 1. Kuzukulağı. 2. argo. Para,


mangır. § La faire à l'oseille: argo. Aldatmak;
yalan söylemek,
oser gçl. 1. Yüreklilik göstermek, cesaret etmek,
yürek bulmak (Agir, c'est oser. Penser, c'est oser).
2. -i çekinmeden yapmak ,-eyürekbulmakf Osez
ce qu'ont osé tant d'autres conquérants).

3. Oser f.

qch: a) Cesaretle -mek, -meye cesaret etmek,


yürek bulmak (Oser dire la vérité aux gens),

b)

-mek utanmazlığını göstermek (Il ose lever la


main sur moi), c) -meyi istemek, dilemek,
gönlünden geçirmek (J'ose l'espérer. J'ose
qu'il ira

croire

mieux).

oseraie diş. Sorgunluk, sorgun ağaçlığı,


osier er. 1. Sorgun ağacı. 2. (Sepet gibi şeyler
yapımında kullanılan) Sorgun dalı (Paniers
d'osier. Fauteuil en osier). § Etre franc comme
l'osier: Çok içten olmak, açıkyürekli olmak,
osiériculture diş. Sorgun ağacı yetiştirimi,
osmium er. kim. Osmiyum,
osmonde diş. Bir tür eğreltiotu.
osmose diş. biy. 1. Geçişme, geçişim. 2. mec.
Karşılıklı etki, etkileşim (Une lente osmose s'est
produite entre ces

civilisations).

ossature diş. 1. Kemik çatısı, kemik yapısı (Avoir


une ossature grêle, robuste). 2. Çatı; ayakta tutan
ana parçalar (L'ossature

voûte). 3. mec.
(L'ossature

d'un

bâtiment,

d'une

Yapı, kuruluş, örgü, çatı

d'un drame, d'un

discours).

osselet er. 1. Kemikçik, küçük kemik (Les osselets


de l'oreille). 2. Aşık, aşık kemiği (Jouer aux
osselets: Aşık

oynamak).
ossements er. ç. (Ölmüş bir canlıdan çıkarılan) Kuru
kemikler (Ossements

fossiles).

osseux, euse s. 1. Kemiğe değgin; kemikle ilgili


(Maladie osseuse. Tissu osseux, cellules
2. İri kemikli, kemikli (Visage

osseuses).

osseux,

main

osseuse).

ossification diş. Kemikleşme (Ossification des


cartilages, d'une

oscillatoire s. fiz. 1. Salinimli (Mouvement


oscillatoire d'un pendule). 2. İnişli çıkışlı,
durmadan değişen,
oscillerez, l./ı'z. Salınmak (Pendule qui oscille). 2.
Kararsızlık içinde olmak, duraksamak, "tereddüt
etmek ( Osciller entre deux positions,

ostréiculteur

articulation).

ossifier gçl. 1. Kemikleştirmek. 2. mec.


Sertleştirmek, duygusuzlaştırmak, taşlaştırmak
(Le culte de l'argent ossifie le coeur). § S'ossifier:
Kemikleşmek (Cartilage qui

s'ossifie).

ossu, es. İri kemikli (Un grand gaillard

ossu).

ossuaire er. 1. Kemik yığını. 2. Kemiklik, insan


kemiklerinin korunduğu yer, kemik gömütlüğü
(Ossuaires des cloîtres

romains).

ostéalgie
hek. Kemik ağrısı,
ostéite diş. hek. Kemik yangısı,
ostensible
s.
1.
(Eski)
Görülmesinde,
gösterilmesinde sakınca olmayan
(Lettre
ostensible). 2. (Şimdi) Açık, ortada, belli,
saklanıp
gizlenilmeyen
(Une
démarche
ostensible.

Un mépris

ostensible).

ostensiblement bel. 1. Açıkça, belli ederek, saklayıp


gizlemeden. 2. Göz gör göre.
ostensoir er. (Kiliselerde) Kutsal ekmek kabı.
ostentateur, trice s. Gösterişli; gösterişçi,
ostentation diş. Gösteriş, çalım (Agir par
ostentation,

avec ostentation).

§ Faire ostentation

de qch: -i göstermek, göstermeye kalkmak (Faire


ostentation de sa culture). § Par pure ostentation:
Sırf gösteriş olsun diye.
ostentatoires. Gösterişçi; gösteriş için yapılmış (Un
luxe

ostentatoire.

d'amitié.

Charité

Démonstration

ostentatoire

ostentatoire).

ostéologie diş. anat. Kemikbilim.


ostéoplastie
hek. Kemik onarımı,
ostéoporose diş. hek. Kemik erimesi,
ostéosarcomeer. hek. Kemik uru, kemik kanseri,
ostéosynthèse diş. hek. Kırılmış kemik uçlarının
cerrahî yolla birleştirilmesi,
ostéotomie diş. hek. Kemik kesme,
ostiole er. bitb. Gözenek ağzı.
ostracé, es. 1. İstiridye gibi, istiridyeyi andıran. 2.
er. ç. hayb. Yassı solungaçlılar,
ostracisme er. 1. Eski Yunanlılarda, şüpheli
görülen yurttaşların halk oyuyla on yıl için
sürülmesi. 2. mec. Kovma, atma, çıkarma,
iktidardan yada partiden uzaklaştırma kararı
(Prononcer

l'ostracisme

ministre. Etre frappé


contre

un

ancien

d'ostracisme).

ostréicoles. İstridyeciliğe değgin,


ostréiculteur, trice ad. İstiridye

yetiştiricisi,
982

ostréiculture
istiridyeci.
ostréiculture
diş.
İstiridye
yetiştiriciliği,
istiridyecilik.
ostréidés er. ç. hayb. İstiridyeler, istiridyegiller.
ostrogoth, e; ostrogot, e s. ve ad. 1. tar. Doğu
Gotyalı. 2. mec. er. Kaba adam, görgüsüz, hödük,
odun (Quelostrogoth!).
otage er. Tutak, rehine (Bagnards révoltés qui

pourront

l'accompagner.

Yoksa (Lâche-moi,

C'est tout ou rien). 2.

ou je te crache au visage). 3.

Ou...ou...,ou bien...ou bien... Ya... ya...; ya...


yada (Ou vous obéirez,

ou vous serez puni.

bien c'est lui, ou bien c'est moi, il faut

Ou

choisir),

oùbel. veadıl. l.adtl. Ki oraya, ki orada, -dığı yerde


(La maison où je demeure se trouve au coin de la
rue. Il n 'habite plus la ville où il était il y a cinq ans).

comme

otages.

2. bel. Nereye ; nerede (Où allez-vous ? Où est ton

des otages. Garder quelqu'un

comme

frère?) § D'où: 1. Nereden (D'où venez-vous?).

s'emparent
Echanger

oubli

de leurs
gardiens

otalgie diş. Kulakağrısı.


otarie diş. hayb. Denizayısı; denizaslanı.
otaries diş. ç. hayb. Irikulakligiller.
ôter gçl. 1. Çıkarmak (ôter son manteau,

2.

-si bundan, işte bundan dolayıdır, bundan ileri


gelmektedir (Il ne s'y attendait pas, d'où sa

otage).

surprise:
bundan.
ses gants,

Bunu

pek

ummuyordu,

şaşması

Il n'a aucun ami, d'où tout son

Hiçbir dostu yok, bütün mutsuzluğu

işte

malheur:

bundan

ileri

ses chaussures). 2. Çıkarmak, gidermek, yok

geliyor). Là où... Nerede ki, her nerede... Nereye

etmek (ôter une tache, ôter les mauvaises

ki (Elle s'ennuie là où il n'est pas. Là où il y a une

herbes).

3. Ôter qch de qch: Bir şeyi -den çıkarmak; çıkarıp

rivière, ilyalavie).

almak (Ôter une quantité

nereye ki (Je vous trouverai

somme

d'une
autre,

d'un

ôter

total, ôter

un passage

une
d'un

ouvrage). 4. Ôter qch à qn:a) -i birinin elinden


almak; alıp götürmek (ôter un enfant à sa mère.
Cette affaire m'a ôté bien des illusions et même des

espoirs), b) Birinin -sini kesmek (Le vin luiôteses


forces,

cela m'a ô té l'appétit).

5. Ôter qch à qch:

Bir şeyin -sini almak, gidermek, alıp götürmek


( Le sucre ôteson amertume au coco). § Ôter la vie à

qn: -i öldürmek; -in hayatına mal olmak. Ôter le


pain de la bouche à qn: -in lokmasını ağzından
almak, ekmeğiyle oynamak. § S'ôter: 1.
Çekilmek, beri durmak. 2. S'ôter de: a) -den
çekilmek, beri durmak, uzak durmak (Ötez-vous
de

là.

ôtez-vous

de

devant

moi),

b) -den

kurtulmakfS'ôrer de soucis). § S'ôter le pain de la


bouche pour qn: Yemeyip -e yedirmek, kendi
boğazından kesip, -e yedirmek. Ôte-toi de là que
je m'y mette: tkz. Sen kalk da ben oturayım, sen
çekil de yerini ben kapayım,
otique s. Kulağa değgin, kulakla ilgili,
otite diş. hek. Kulak yangısı,
otolithe er. Kulaktozu,
otologie diş. hek. "Kulakbilim.
oto-rhino-laryngologie diş. hek. Kulak-burunboğaz hekimliği,
oto-rhino-laryngologiste, oto-rhino ad.
burun-boğaz hekimi,
otorragie diş. hek. Kulak kanaması,
otorrhée diş. hek. Kulakakıntısı.
ottoman, e s . vead.
armée ottomane,

1. Osmanlı (Empire
les Ottomans).

Kulak-

où que vous

olun sizi bulurum).

Nereye dek (Jusqu'où

pourriez-vous

soyez:

Jusqu'où:
le

suivre?).

Par où: Nereden, hangi yerden, hangi yoldan (Par


où passera-t-il?). N'importe où: Herhangi bir
yerde, nerede olursa olsun (On peut se réunir
n'importe où). Oùquecesoit: Neresi olursa olsun,
nerede olursa olsun,
ouaille diş. 1. (Eskiden) Dişi koyun. 2. (Şimdi)
(Genellikle çoğul olarak) Çoban sayılan papaza
göre hıristiyan topluluğu (Le curé et ses ouailles).
ouais Uni. O! a! vay!vay dnastm\(Ouais!Quesignifie
tout

ceci?).

ouananiche diş. Tathsu sombalığı.


ouaouaron er. Vaklaması böğürmeyi andıran dev
kurbağa.
ouate diş. 1. Hazırlanmış pamuk, yün yada ipek
dolgusundan astar; vatka (Robe de chambre
doublée d'ouate). 2. (Sağlık işlerinde kullanılan)
Pamuk (Ouate

chirurgicale,

ouate

hydrophile,

ouate stérilisée). § Elever qn dans de l'ouate: -i pek


nazlı büyütmek, pek üstüne titreyerek büyütmek.
ouater gçl. (İpek, yün yada pamuktan) Dolgu
geçirmek; vatka geçirmek (Ouater un manteau).
ouatine diş. Astar olarak kullanılan kabarık ve
yumuşak kumaş, vatka astar,
ouatiner gçl. Vatka astar geçirmek (Ouatiner un
manteau).
oublier. 1. Unutma (Oubli d'une date, d'unnom).
Unutkanlık

Ottoman,

2. diş. Alaturka

kanape, sedir. 3. er. Sırmalı ipek kumaş (Une robe


en

Nerede olursanız

Où que: Nerede-se, nerde ki,

ottoman).

ou bağ. 1. Ya, yada, °yahut (Son père ou sa mère

(L'oubli

croît

avec

l'âge).

2.
3.

Unutulma, unutulmuştuk (Cet écrivain est tombé


dansl'oubli.

Sauver, tirer un artiste de l'oubli). 4. -i

unutma, bir yana koyma, saymama, -e saygı


göstermeme, uymama (L'oubli de ses devoirs, de
la loi morale.

L'oubli

des

convenances).

5.
983

oubliable
Şaşkınlık, dikkatsizlik, unutma

(Commettre,

réparer un oubli. Je crains d'avoir fait un oubli). 6.

Bağışlama, kulak asmama, unutma, olmamış


sayma (L'oubli des injures, des offenses).

§ Oubli

de soi: (Özgeci davranarak) Kendi çıkarından,


hakkından vazgeçme; kendini bir yana bırakma,
kendini yok sayma, özveride bulunma. Fleuve
d'oubli:
(Söylencede)
Öbür
dünyadaki
ırmaklardan biri, Léthé ırmağı,
oubliable s. Unutulabilir, unutulur,
oublie diş. (Eski) Bir çeşit kâğıt helvası (Marchand
d'oublié).

oublier gçl. 1. Unutmak, aklından çıkmak,


belleğinde tutamamak (Oublier un nom, une
affaire, une histoire). 2. Unutup bırakmak,
unutmak (Oublier son parapluie dans

l'autobus).

3. İhmal etmek, unutmak, gerekli dikkati


göstermemek (Oublier les règles de la politesse.
Oublier ses amis, sa famille). 4. Bağışlamak,
olmamış saymak (Oublier une injure, une faute,

ourdissage
enfin, on respire). § Dire ouf, faire ouf: Şöyle bir
oh demek, oh çekmek, biraz soluk almak,
rahatlamak. Sans avoir le temps de dire ouf, sans
faire ouf: 1. Gık diyemeden, tek söz söylemeden,
hiçbir şey söylemeden. 2. Şöyle bir oh diyemeden,
birazcık olsun dinlenemeden.
oui bel. 1. Evet (Avez-vous

vu ce film?-Oui).

2. er.

Evet (Les oui au référendum). § Oui? Ah oui?:


Sahi mi? Mais oui: Elbette, tabiî. Pour un oui pour
un non: Bir hiç yüzünden, önemsiz bir nedenle (Se
fâcher pour un oui pour un non) Dire oui à qch: -e

evet demek, olur demek, razı olmak. Dire le


grand oui: Evlenmek. Ne dire ni oui ni non: Ne
evet demek ne hayır. Savoir le oui et le non de qch:
-in olup olmayacağını bilmek,
ouï-dire er. Kulağa çalınan şey, şöyle bir duyulmuş
olan şey. § Par ouï-dire: Dolaşan söylentilerden,
ortalıktaki dedikodulara göre, kulağa çalınan
sözlere göre (Apprendre,
par ouï-dire).

savoir quelque

chose

boire et le manger: Yemeden içmeden kesilmek.


Oublier d'allumer sa lanterne, oublier d'éclairer
sa lanterne: Düşündüğünü iyice anlatamamak, en
önemli noktayı unutmak. § S'oublier: 1.

ouïe diş. 1. biy. İşitim (Les organes de l'ouïe). 2. ç.


(Balıklarda) Kulak, solungaç yarığı (Attraper un
poisson par les ouïes). 3. (Kemanda) Delikler. §
Avoir l'ouïe fine: Kulağı çok iyi olmak, çok iyi
işitmek. Etre tout ouïe: Dikkatle dinlemek, kulak
kesilmek.

Unutulmak (La douleur s'oublie vite). 2. Kendini

ouïe, ouille ünl. (Acı duyulduğunda) Ay! Uf! (Ouïe!

une offense). 5. Oublier de f. qch: -meyi unutmak


(J'ai oublié de fermer la porte).

unutmak;
hakkından

§ En oublier le

kendini
düşünmemek,
kendi
vazgeçmek,
kendi
çıkarını

düşünmemek (Il s'est oublié dans le partage).

3.

Oyalanıp kalmak, işini gücünü unutmak (Je


m'oublie

ici, je devrais

être à la maison).

Pislemek, sıçmak, kakasım yapmak

4.

(L'enfant
s'est oublié dans sa culotte. Le chat s'oubliait
tous les coins de la boutique).

Fais donc attention, regarde où tu

marches).

ouïg(h)our5. vead. 1. Uygur.2.er. Uygurca,uygur


dili.
ouillergf/. (Bir fıçıyı) Şarabı eksildikçe doldurmak,
ouïr gçl. 1. huk. Dinlemek; ifadesini almak (Ouïr
des témoins,

ouïr les experts).

2. Ouïr dire:

dans

Söylendiğini duymak, kulağına çalınmak (J'aiouï

oubliettes
ç. Kuyulu zindan (Les oubliettes d'un
château). § Jeter, mettre qch aux oubliettes: tkz. -i
bir yana bırakmak, unutup gitmek, hiç mi hiç
ilgilenmemek. Tomber dans les oubliettes: tkz.
Unutulup gitmek,
oublieux, euse s. 1. Unutkan (Un vieillard
oublieux). 2. Oublieux de: -e hiç aldırmayan, -i
unutup giden, ihmal eden (Une femme oublieuse

ouistiti er. hayb. İpekmaymun.


ouragan er. 1. Kasırga, şiddetli fırtına (L'ouragan
arrache les arbres). 2. mec. Büyük yankılar,
karışıklıklar, fırtına (Son discours a déchaîné un
ouragan). § Comme un ouragan, en ouragan:
Fırtına gibi, birdenbire ve şiddetle (Arriver

du passé, un homme oublieux de ses

dire qu'il va

devoirs).

oued [wedj er. ar. Büyük sahrada geçici akarsu,


geçici dere; çölde yitip giden dere.
ouest [H>«f]er. 1. Batı,günbatısı (Le soleil se couche
à l'ouest). 2. Batı, batı bölgesi, batıda bulunan
kısım (L'Ouest

de la Turquie.

Allemagne

démissionner).

comme un ouragan, arriver en

ouragan).
ouralien, ne s. ve ad. Urallara değgin, Uralh
(Langues

ouraliennes).

ouralo-altaïque s. Ural-Altay; Ural-Altay dillerine


değgin.
ourdir gçl. 1. Tezgâha geçirmeden önce dokunacak
şeyin arış ipliklerini hazırlamak. 2. Dokumak,

de

örmek (L'araignée ourdit sa toile). 3.mec. Gizlice

l'Ouest). 3. (Büyük harfle) Batı, batı ülkeleri, batı

hazırlamak, düzenlemek, kurmak (Ourdir un

dünyası (Les rapports entre l'Est et l'Ouest). 4. s.

Batı, batıda bulunan (La côte ouest de la Corse).


ouf ün. Oh! hele şükür! (Ouf! il est enfin parti. Ouf!

complot, une

intrigue).

ourdissage er. (Dokumacılıkta) Arış ipliklerini


hazırlama.
984

ourdisseur
ourdisseur, euse ad. Arış ipliklerini hazırlayan,
ourdissoir er. Arış hazırlama aygıtı,
ourdou er. 1. Urdu dili. 2. s. Urdu (La littérature

outré
à: huk. -e hakaret; aykırı davranış; -i hiçe sayma
( Outrage aux bonnes moeurs, outrage à la pudeur:
Genel

ahlâka

aykırı

davranışlar).

3.

mec.

Dokunca, zarar (Les outrages du temps, de la

ourdou).

ourlé, e s. 1. Kenarı işlenmiş, kenarları bastırılmış


(Mouchoir ourlé). 2. Ourlé de qch: -ile süslenmiş,
-ile çevrilmiş (Desprairies

ourlées de

ruisseaux).

ourler gçl. Kenarlarını bastırmak, kenarını işlemek


(Ourler un

fortune).

outragé, es. Hakarete uğramış (Femmeoutragée).


outrageant, e s. Hakaret edici; hakaret ve sövgü
dolu (Critique outrageante,

propos

outrageants).

outrager gçl. 1. -e hakaret etmek, -i "tahrik etmek

mouchoir).

ourlet er. (Kumaşta) Kenar baskısı, kenar işlemesi

(Outrager

une femme,

un proche parent).
2. -i

à un drap, à un

çiğnemek, saymamak, -e aykırı davranmak

ourlien,nes. hek. Kabakulağa değgin, kabakulakla

outrageusement bel. 1. Hakaret ederek, hakaret


edercesine. 2. Son derece, aşın bir şekilde, aşınca

(Faire un ourlet à un mouchoir,

(Outrager la morale, la raison).

linge).
ilgili (Fièvre

ourlienne).

ours fursjer.l.

Ayı (Oursàcollier:Tibetayısı.

brun: Boz ayı.Ours


ayısı,beyaz

polaire,

Ours

ours blanc:

Kutup

ayı).2. Oyuncak ayı(//a eu un ours en

peluche pour Noël). 3. mec. Topluluktan kaçan

adam; geçimsiz ve kaba adam, ayı gibi adam. §


Ours mal léché: Çirki ve kaba kimse. Montreur
d'ours: Ayıcı, ayı oynatıcısı. Tourner comme un
ours en cage: Deli dana gibi ortalıkta dolanıp
durmak. Vivre en ours: Topluluktan uzak ve
yabanıl bir yaşam sürmek. Il ne faut pas vendre la
peau de l'ours avant de l'avoir tué: Dereyi
görmeden paçaları sıvama,
ourse diş. Dişi ayı. § La Grande Ourse: gökb.
Büyükayı. La Petite Ourse: gökb. Küçükayı,
oursin er. hayb. Denizkestanesi (Mangerdeshuîtres
et des

vanter d'une manière

outrageuse).

verbale. Un jugement qui perd toute valeur par son

outrance).
§ A outrance: Son derece, aşın

derecede, çok (Travailler à outrance. Il est brave à


outrance).

mtrancier, ère s.
outrancier,

Aşın; abartıcı

propos

(Caractère

outrancier).

outre diş. Tulum, tuluk (Outre d'eau, devin).% Etre


gonflé, plein comme une outre: (Çok yiyip
içmekten) Tulum gibi olmak, tulum gibi şişmek,
outre ilg. 1. -den başka, -in dışında, -den ayn olarak
son

travail

supplémentaires).

régulier,

outre: Daha uzağa gitmek).


-ötesi (Outre-Atlantique:
Manche:

il fait

des

heures

2. bel. Daha uzağa (Passer

Marış ötesi).

3. (Ön ek olarak)

Atlantik

ötesi:

Outre-

§ D'outre en outre: Bir

yandan öte yana, boydan boya (Un coup d'épée le


perça d'outre en outre). En outre: Aynca, bundan

jardinier,

başka da (Il est tombé malade, en outre, il a perdu


Boîte à outils). 2. Araç, gereç (Ce livre

sa place). En outre de: -den başka, ayrı olarak ( En

outil er. 1. Alet (Outils de cordonnier,


est un outil de travail

de

outre de la modique

précieux).

outillage er. Avadanlık, alet takımı,


outillé, e s. Donatılmış, gerekli araç ve gereci olan
(Atelier,

fardée).

outrance diş. Aşınlık, ölçüyü kaçırma (Outrance

(Outre

oursins).

ourson er. Ayı yavrusu, ayı enciği,


oust, ouste [art] Uni. hlk. Haydi, hadi bakalım,
yallah!
outarde^, hayb. Toykuşu. § Outardecanepetière:
Küçük toşkuyu. Outarde d'Europe: Büyük
toykuşu.
demaçon.

(Femme outrageusement

outrageux, euse s. 1. Hakaret edici, hakaret


niteliğinde (Un soupçon outrageux). 2. Aşın (Se

ouvrier bien outillé. Il n'est pas

outillé

continuait

de

pension

récolter

qu'il touchait,

quelques

il

modiques
sommes). Outre que: Değil yalnız... bir de (Outre
qu'il parle tout seul, il est sujet à de

certaines

Avadanlık vermek. § S'outiller: Avadanlık


edinmek, gerekli araçları kendine sağlamak

grimaces). Outre mesure: Aşın derecede,


ölçüsüzce (Boire outre mesure). Passer outre: 1.
Daha uzağa, daha öteye gitmek. 2. Aldırmamak,
üzerinde durmamak, kulak asmamak, boş
vermek, bir şey söylememek (Cet employé

(S'outillerpour

travaille lentement,

pour faire ce travail).

outiller gçl. 1. Donatmak, gerekli araç ve gereci


sağlamak (Outiller

un atelier,

un ouvrier).

2.

la pêche).

outlaw lawtlo] 1. (Eskiden İngiltere'de) Yasadışı


edilmiş serseri takımı, çapulcu takımı. 2. İpsiz,
serseri, malm gözü, kanundışı yaşayan serseri,
outrage er. 1. Hakaret; sövgü (Il nous a accablés
d'outrages.

Venger, laver un outrage). 2. Outrage

mais je préfère passer outre). 3.

Passer outre à qch: -e hemen girişmek, hemen


başlamak (Passer outre au procès, sans

attendre

l'accusé).
outré, es. 1. A ş ı n (Flatterieoutrée,

éloges outrés). 2.

Outré de qch: -e çok kızan, -den çok alınan, bıkan,


985

outrecuidance
gına getiren (Il est outré de vos paroles.
d'une telle injustice, il fondit en

Outré

larmes).

outrecuidance diş. 1. Kendine fazla güvenme,


kendini beğenmişlik, aşın güven, kendini pek
beğenme, kendini bir şey sanma. 2. Saygısızlık,
küstahlık (Répondre

avec

outrecuidance).

outrecuidant).

saygısızca (Attitude,

2.

réponse

Küstahça,

outrecuidante).

des yeux d'outremer),

mavi (Un ciel outremer comme du

outre-mer

bel.

territoires

Denizaşırı,

i.s.

Koyu

lapis-lazuli).

denizötesi

d'outre-mer).

(Outrepasser

ses droits, ses

1. Aşırılığa
vardırmak (Outrer une pensée,

d'un coffre-fort,

d'une lettre).

2.

Hizmete açma; hizmete açılma; açış; açılış


(L'ouverture

d'une route, d'une exposition,

d'une

école, d'une usine, d'un théâtre). 3. Delik, yarık (Il


(Ouverture

aşırılığa

une attitude).

d'une grotte, d'unpuits,

2.

d'un

volcan).

5. Açma, başlatma, başlamasına izin verme,


de la chasse, de la

pêche). 6. (Mimarlıkta) Bir yapıda giriş çıkış için


bırakılan açık yerler; kapı pencere gibi şeyler için
bırakılan açıklıklar; açma (Les ouvertures d'un
bâtiment,

pouvoirs).

götürmek,

la vérité).

mevsimini açma (L'ouverture

(Les

outrepasser gçl. -i aşmak, -in ilerisine gitmek


outrer gçl.

(Dire ouvertement

ouverture diş. 1. Açma; açılma; açılış (L'ouverture

y a plusieurs ouvertures dans le vieux mur). A. Ağız

outremer er. 1. Lacivert taşı. 2. Koyu mavi renk


(Ciel d'outremer,
karşı açıkça savaş açmak. Tenir table ouverte à:
Sofrasını -e açık tutmak, sofrası -e açık olmak,
ouvertement bel. Açıkça, açık açık, açık yürekle

des magasins,

outrecuidant, e s. 1. Kendine fazla güvenen,


kendini bir şey sanan, kendini beğenmiş
(Personnage

ouvré

d'un

d'une fenêtre).

mur.

L'ouverture

d'une

porte,

7. (Karşıdakinin düşüncesini

anlamak için yapılan) İlk öneri; öneri, yoklama

Abartmak, zorlamak (Outrer la vérité. Le jeune

(Faire des ouvertures

chanteur outrait son accent). 3. Çok kızdırmak,

conciliation).
8. müz. Giriş, giriş bölümü
(L'ouverture d'un opéra). § Ouverture de coeur:

üzmek, kırmak (Vospropos

m'ont

outré).

outre-tombe bel. Gömütötesi,


mezarötesi;
ölümden sonra, öldükten sonra (Une voix
d'outre-tombe.

Mémoires

d'outre-tombe:

öldükten sonra yayınlanacak

Yazarı

anılar).
outsider [awtsajdcer] er. İng. 1. Kazanabilecek atlar
arasında sayılmayan ama yine de kazanabileceği
düşünülebilen yarış atı (Cette course a été gagnée

ouvrable s. Çalışılan, iş görülen (Jour


İşyerlerinin

kazanacağı umulmadığı halde kazanan kimse;


hesaba katılmayan, esamisi okunmayan (Victoire

günü).

outsider).

ouvert, ts. 1. Açık (Porte ouverte, valise ouverte).


Açık, serbest (Port ouvert,

ville ouverte).

açık olduğu

çalışma

ouvrable:
günü,

l'ouvrage,

ne pas avoir d'ouvrage:

Bir işi

2.

olmamak.

Se mettre à l'ouvrage:

işe

3.

çalışmaya

koyulmak).

(Ouvrage d'orfèvrerie,

lekesiz (Un visage ouvert,

kitap (Ouvrages

ouvert).

gün,

5.

ouvrage er. 1. İş, uğraş; çalışma, iş yapma (Avoir de

Açılmış, açmış (Fleurs ouvertes). 4. Açık, temiz,


un front

de

Açık yüreklilik, içtenlik. Ouverture d'esprit:


Açık fikirlilik, anlayışlılık; kavrayışlılık. Avoir
des ouvertures sur qch: -hakkında genel bir kam
edinmek, azçok bir kamsı olmak. Faire des
ouvertures: İlk önerilerde bulunmak, yoklayıp
anlamaya çalışmak, çalı dibi taşlamak,

par un outsider) 2. mec. Bir yarışma yada seçimde

aux élections remportée par un

de paix, de négociation,

2.

El işi, el işlemesi

de marqueterie).

de chimie,

olmak,

başlamak,
3. Yapıt;

de philosophie,

de

Yeniliklere açık, yeni durum ve düşünceleri


kavrayan,açık. 6. İçten, açık yürekli, saklısı gizlisi

ask. Istikâm işleri (Ouvrage

olmayan

ouvert,

défensif). § Boîte à ouvrage: argo. Kadının edep

intelligence ouverte). 7. Ouvert à: -e açık, -in


serbestçe girip çıkabileceği (Bibliothèque ouverte

yeri. Ouvrage d'art: (Köprü, tünel gibi) Yapı


işleri. Ouvrage de dames: (Örgü, hah dokuma
gibi) Kadın işleri. Avoir le coeur à l'ouvrage, avoir
du coeur à l'ouvrage: Çalışmaya can atmak, işe
canla başla sarılmak,
ouvragé, e s. İnceden inceye işlenmiş; elle işlenmiş
seulement

(Il

aux

est

très

ouvert.

étudiants.

Esprit

Canal

ouvert

à la

navigation). § A bras ouverts: Candan, içten,


yürekten (Accueillir

un ami à bras ouverts).

cœur ouvert: 1. hek. Kalb açılarak yapılan, açık


kalb f Opération à cœur ouvert). 2. İçtenlikle, açık
yüreklilikle (Parler

à cœur

ouvert).

A force

ouverte: Silah elde olarak. A livre ouvert:


Rahatça, hiç takılmadan (Traduire à livre
Lire le latin à livre ouvert).

ouvert.

A tombeau ouvert:

Ölümünü ararcasına, korkunç bir hızla (Rouler à


tombeau ouvert). Faire une guerre ouverte à qn: -e

littérature. Publier un ouvrage sur l'économie).

(Un lambris ouvragé,

militaire.

un napperon
4.

Ouvrage

ouvragé).

ouvrager gçl. İşlemek, ince işlemek,


ouvrant, e s. Açılabilen, açılıp kapanan (Une
voiture à toit ouvrant:

Üstü açılıp kapanabilen

bir

araba). § A jour ouvrant: Ortalık ağarırken. A


portes ouvrantes: Kentin kapıları açılırken,
ouvré, e s. 1. İşlenmiş (Bois, fer, cuivre ouvré).

2.
986

ouvre-boîte

ovale

İşlemeli (Linge ouvré). 3. Ouvré de qch: -ile


süslenmiş, süslemeler yapılmış (Porte ouvrée de

(Ouvrir à cœur, à trèfle: Kupayla, sinekle açmak.


Ouvrir d'un cœur, d'un pique: Bir kupayla, bir

guirlandes).

maçayla açmak). 9. Ouvrir sur qch: -e açılmak ; -e

ouvre-boîte er. Kutuları açmaya yarayan alet,


*açacak, *kutuaçar.
ouvre-bouteille er. Tıpalı şişeleri açmaya yarayan
alet, *şişeaçar.
ouvrer gsz. 1. (Eski) Çalışmak, bir iş tutmak. 2. gçl.
İşlemek; işlemeler yapmak, iğneişi yapmak
(Ouvrer
linge).

un métal,

ouvrer

du bois. Ouvrer

du

ouvreur, euse ad. (Kâğıt oyunlarında) Oyunu açan,


açıcı.
ouvreuse diş. (Tiyatro, sinema gibi yerlerde) Yer
gösterici kadın,
ouvrier, ère ad. 1. İşçi (Ouvrier agricole, ouvrier
d'usine, ouvrier spécialisé). 2. Çalışan, iş yapan, iş

çıkaran (C'est un bon ouvrier). 3. L'ouvrier de


qch: -i sağlayan, yapan, yaratan (Je suis l'ouvrier
de ma fortune). 4. diş. hayb. İşçi arı. 5. s. İşçi;
işçilere değgin, işçilere özgü, işçilerle ilgili (La
classe ouvrière, le monde ouvrier, un quartier
ouvrier, les
revendications
ouvrières).
§

L' ouvrier, l'éternel ouvrier: Tanrı. Ouvrier


parcellaire; ouvrier aux pièces: Parça işçisi, parça
başına ücret alan işçi. A l'oeuvre on connaît
l'ouvrier: İnsan işiyle ölçülür, kişinin değeri
yaptığı işte belli olur, "ayinesi iştir kişinin lâfa
bakılmaz.
ouvriérisme er. "İşçicilik; toplumcu hareketin
ancak işçilerin önderliğiyle yürütülebileceğini
savunan öğreti,
ouvriériste s. ve ad. "İşçici; toplumcu hareketin
ancak işçilerin önderliğiyle yürütülebileceğini
savunan öğretiden yana olan (kişi),
ouvrir gçl. 1. Açmak (Ouvrir la porte, lafenêtre, une
armoire, une valise. Ouvrir un paquet, une lettre.
Ouvrir ses bras, ses ailes. Ouvrir un magasin, un
établissement. Ouvrir un canal, un tunnel. Ouvrir
la lumière, la radio. Ouvrir un crédit, un compte).

2. Açmak, başlatmak (Ouvrir une cérémoine, des


négociations.

Ouvrir

le bal par une valse).

3.

Yarmak, bıçakla açmak (Ouvrir un abcès à l'aide


d'un bistouri). 4. Başta olmak, -in başında yer
almak (Le nom qui ouvre une liste). S. Ouvrir qch
à qn: Bir şeyi -e açmak; birine ...açmak (Ouvrir
ses problèmes

commerçant).

à son ami. Ouvrir un crédit à un

6. gsz.

Açık bulunmak, açık

olmak, açmak (Les bureaux ouvrent à neuf


heures. Ce magasin ouvre les dimanches). 7. gsz.

Açılmak, başlamak (Les cours ouvriront

la

semaine

prochaine.

un

choeur).

8. gsz.

La

scène

ouvre

(Kâğıt oyununda)

par
Açmak

b a k m a k (Porte qui ouvre sur la rue; fenêtre

qui

ouvre sur la mer). § Ouvrir l'appétit à qn: -in


iştahını açmak; iştahım kabartmak. Ouvrir les
écluses: 1. Ağlamak, gözyaşı dökmek. 2. İçini
boşaltmak derdini dökmek. Ouvrir les yeux,
ouvrir l'oeil: 1. Gözünü açmak, dikkat etmek. 2.
mec. Gözü açılmak. Ouvrir les yeux à qn: -in
gözünü açmak. Ouvrir son coeur, son âme à qn: -e
içini dökmek, derdini açmak. Ouvrir de grands
yeux: Gözleri faltaşı gibi açılmak. Ouvrir la
bouche: Ağzını açıp konuşmak. Ouvrir la
marche: En önde yürümek; önden gitmek,
önayak olmak. Ouvrir la paupière: Gözlerini
açmak, uyanmak. Ouvrir la porte, la voie à qch: -e
yol açmak, -in nedeni olmak. Ouvrir le robinet:
Ağlamak, gözlerinden inciler dökmek, musluk
gibi yaş akıtmak. Ouvrir les feux: Ateş açmak,
saldırıya geçmek. Ouvrir les oreilles: Kulak
kesilmek, kulağını açıp dinlemek. Ouvrir les bras
à qn: -e kollarını açmak; sevgigöstermek.Ouvrir
l'esprit à qn: -in görüş ufkunu genişletmek,
kafasını çalıştırmak. Ouvrir sa bourse à qn: -e
para yardımı yapmak, kesesinin ağzım açmak.
Ouvrir sa porte à qn: -e kapısı açık olmak, -i evine
kabul etmek. L'ouvrir: hlk. Konuşmak, ağzını
açıp bir çift söz etmek. § S'ouvrir: 1. Açılmak
(Cette fenêtre ne s'ouvre pas). 2. A ç m a k , açılmak

(Unefleurquis'ouvre).
scéance s'ouvre,

3. Açılmak, başlamak (La

le procès s'ouvre).

4. S'ouvrir à

qch: -e açık olmak, ilgi duymak, -i benimsemeye


hazır olmak, elverişli olmak (Personne qui
s'ouvre

aux arts. Esprit qui s'ouvre

à certaines

notions). S. S'ouvrir àqn: -e açılmak, içini açmak,


derdini dökmek (Il s'est enfin ouvert à son ami). 6.

S'ouvrir à qn de qch: Bir şeyi -e açmak; birine


...konusunda açılmak (S'ouvrir à son ami d'un
projet, d'une intention).
7. S'ouvrir sur: -e
açılmak, -e bakmak (La porte d'entrée s'ouvrait
directement sur le couloir. Ma fenêtre s'ouvrait sur
le port).

ouvroir er. Bir yardımsevenler kurumunda,


iyiliksever kadınların, yoksullar yararına dikiş,
nakış, örgü yada başka elişferi yapmak üzere
toplanıp çahştıkları işlik.
ouzbek s. ve ad. 1. Özbek. 2. er. Özbekçe, Özbek
türkçesi.
ovaire er. anat. Yumurtalık.
ovale s. 1. Yumurtamsı, söbe, yumurta biçiminde
(Un ballon ovale, une table ovale) .2. er. mat. Oval,
söbe (Dessiner un ovale).
987

ovariectomie
ovariectomie diş. hek. Ameliyatla yumurtalıktan
alma.
ovarien, ne s. Yumurtalığa değgin (Maladie
ovarienne).

ovarite diş. hek. Yumurtalık yangısı, yumurtalık


iltihabı.
ovation diş. (Halk tarafından biri için) Candan
alkış, candan gösteri, uzun uzun alkışlama (Ilaété
accueilli par une ovation). § Faire ovation à qn: -i
candan alkışlamak, uzun uzun alkışlamak, -e
candan gösterilerde bulunmak,
ovationner gçl. Uzunuzun alkışlamak (Ovationner
un

orateur).

ove er. (Mimarlıkta) Yumurta biçimi bezeme (Ove


qui orne une

corniche).

ovibos er. hayb. Misköküzü.


oviducte er. anat. Yumurta kanalı,
ovin, e s. Koyuna değgin (La race ovine).
ovines er. ç. hayb. Koyun-keçi oymağı,
ovipare s. hayb. 1. Yumurtlayıcı, yumurtlayan. 2.
er. ç. hayb. Yumurtlayanlar,
ovogénèse, ovogénie diş. Yumurta oluşması,
ovoïdal, es. Yumurtamsı, yumurtayı andıran, söbe.
ovoïde s. Yumurta biçiminde olan (Crâne ovoïde,
fruit

ovoïde).

ovovivipare s. ve ad. Yumurtası kanunda açılan


(hayvan),
ovulaire s. anat. Yumurtacığa değgin,
ovule er. anat. Yumurtacık,
oxalate er. kim. Oksalat, kuzukulağı asidi tuzu.
oxaliques, kim. Kuzukulağından çıkan (asit),
oxford er. Çizgili yada damalı bir çeşit pamuklu
(Une chemise en

oxford).

oxydable s. kim. Paslanır, pas tutar, yükseltgenir,


oksitlenir.

ozoniser
oxydant, e s. kim. Paslandırıcı, pas yapan,
paslandıran, yükseltgen. oksitleyen,
oxydation diş. kim. Paslandırma, paslanma;
yükseltgenme, oksitlenme,
oxyde er. kim. Oksit (Oxyde de carbone, de fer, de
cuivre).
oxyder gçl. kim. Paslandırmak, yükseltgemek,
oksitlemek (L'air oxyde la plupart des métaux).

S'oxyder:

Paslanmak.

yükseltgenmek,

oksitlenmek (Le fer s'oxyde

rapidement).

oxygénation
diş.
1.
Oksijen
verme,
oksijenlendirme; oksijenlenme. 2. Oksijenli
suyla yıkama,
oxygène er. 1. Oksijen (L'oxygène est un gaz
incolore,

inodore et sans saveur).

(Aller faire une cure d'oxygène

2. Temiz hava

à la montagne).

Tente à oxygène:Oksijençadiri(P/acer un malade


sous une tente à

oxygène).

oxygéné, es. Oksijenli (Eau oxygénée).


oxygéner gçl. 1. Oksijen katmak, oksijenlendirmek
(Oxygéner de l'eau). 2. Oksijenli suyla yıkamak,
rengini açmak (Oxygéner les cheveux). §
S'oxygéner: Temiz hava almak (Les citadins vont
s'oxygéner

le dimanche

à la campagne).

S'oxygéner les poumons: Ciğerlerini temiz


havayla doldurmak,
oxygénothérapie diş. hek. Oksijen tedavisi,
oxylithe er. kim. Oksilit,
oxyure er. hayb. 1. İğnekurt. 2. Sivrikuyruk,
ozocérite, ozokérite diş. yerb. Yer mumu.
ozone er. kim. Ozon.
ozoné, e s. kim. Ozonlu.
ozonisation diş. Ozonlaştırma; ozonlaşma.
ozoniser gçl. 1. Ozonlaştırmak. 2. Ozonla
temizlemek.
p
P,p er. Fransız abecesinin on altıncı harfi olup
Türkçedeki "p" sesini verir,
pacage er. 1. Hayvanları otlatma. 2. Otlak (Mener
les bêtes au pacage). § Droit de pacage: huk. Otlak
hakkı.
pacager gçl. ve gsz. (Sürüyü) Otlatmak, yaymak,
pacha er. Paşa. § Mener une vie du pacha, faire le
pacha: Bey gibi yaşamak,
pachalik er. Bir paşamn yönetimine verilen bölge,
paşanın yönettiği il.
pachto er. Peştuca, peştu dili.
pachyderme er. hayb. 1. (Fil, suaygırı, gergedan
gibi) Kalın derili memeli. 2. s. Derisi kalın, kalın
derili (Un quadrupède

pachyderme).

3. er. ç.

"Kalınderililer.
pachydermie diş. hek. Deri kalınlaşması,
"pakidermi.
pacificateur,trice s. ve ad. 1. (İyilik yada baskı ve
zorla) Yeniden barış getiren, barışı yeniden
kuran, "banşlandıncı (Catherine II, la
pacificatrice

de la Pologne.

Prendre des

mesures

pacificatrices). 2. Yatıştırıcı, dinginlik ve erince


kavuşturucu

(L'amour

est

le

plus

grand

pacificateur).

pacification diş. (Karışıklıklar içinde bir ülkeyi


iyilik yada genellikle zorla) Yeniden barışa
kavuşturma, "banşlandırma (La pacification du
Maroc avait été obtenue autant par la

persuasion

que par la force).

pacifier gçl. 1. Ortalığı yatıştırmak, yola getirmek,


yeniden barışa kavuşturmak, *banşlandırmak
(Pacifier un pays, une région en désordre).

2. mec.

Yatıştırmak, dinginlik ve erince kavuşturmak,


rahatlatmak (Pacifier les esprits, les coeurs.
ne savez pas comme
comme cela

c'est bon d'avoir

Vous

d'argent;

pacifie!).

pacifique s. 1. Barışçı, barışı seven (Un prince plus


pacifique que guerrier). 2. Barışçı amaç güden,
barış için yapılan, barışçı bir amaçla (Utilisation
pacifique

de l'énergie nucléaire).

(Coexistence

pacifique:

Barış

3. Barış içinde
içinde

birarada

yaşama).

pacifiquement

bel.

Banşçı

yollarla,

başvurmadan (Rétablir l'ordre

pacifisme
pacifisme

er.
est

révolutionnaire

'Barışçılık,
le
zora

pacifiquement).

barışseverlik

renoncement

(Le
l'action

violente).

pacifistes, vead. Barışçı, barışsever (Unecampagne


pacifiste pour le désarmement.

Lui, c'est un grand

pacifiste).

pack er. coğr. Buzla; kutuplara yakın yerlerde


denizin üstünü kaplamış olan buz örtüsü,
pacotille^. 1. (Eskiden) Tayfaların parasız olarak
gemiye yükleyebildikleri tecim eşyası. 2. mec.
İşporta malı, yatık mal, tapon eşya (C'est de la
pacotille). § De pacotille: Değersiz, sahte, ucuz...
989

pacotilleur
(Bijou de pacotille.

Un héroïsme de

pacotille).

Sayfa başına (Etre payé à la page: Sayfa

pacotilleur er. İşportacı.


pacquage er. (Tuzlu balıkları) Fıçılama, fıçılara istif
etme.
pacquer gçl. (Tuzlu balıkları) Fıçılara istif etmek,
fıçılamak,
pacson, paqson, paxon er. argo. Paket,
pacte er. Bağıt, antlaşma; sözleşme (Pacte de nonagression:
signer

Saldırmazlık

un

pacte:

imzalamak.

antlaşması.
Bir

Rompre

Conclure,

sözleşme

un

yapmak,

pacte:

Sözleşmeyi

bozmak).

pactiser gsz. 1. Uyuşmak, anlaşmak. 2. Pactiser


avec: a) -ile anlaşmak, el altından uyuşmak
(Pactiser avec l'ennemi).

b) -de parmağı olmak,

-den haberi olmak (Pactiser avec le crime).

pactole er. Zenginlik kaynağı, gelir kaynağı, bitmez


tükenmez hazine (Il a trouvé le pactole.

C'est un
vraipactole).

paddock er. tng. (Hipodromda) Yarış atlarının


yedekte gezdirildikleri yer. 2. mec. hlk. Yatak,
paddy er. Çeltik, kabuklu pirinç,
padischah, padichah er. Padişah, Osmanlı
padişahı.
paf ün/. 1. Pat! Pat diye! (Paf! U est tombé par terre).
2. s. hlk. Sarhoş (Il était drôlement

paf hier soir.

Elles sont paf). 3. er. argo. Penis, kamış,

bureau!

C'est une pagaille

complète

dans

Il met la pagaille partout).

cette
§ En

pagaille: 1. Bol bol, çok, tümen tümen (Ilyenaen


pagaille). 2. Karışıklık içinde, dağınık, düzensiz,
karmakarışık (La chambre est en

pagaille).

paganiser gsz. 1. Pagan olarak yaşamak. 2. gçl.


Paganlaştırmak, pagan yapmak,
paganisme er. Çoktannlı din. Çoktanncıhk,
"paganizm.
pagayer gsz. Page denilen kısa ve hiçbir yere
dayatılmadan çekilen kürekle kayık yürütmek (II
pagayait

vigoureusement

pour

sayfa üzerinden

para almak).

remonter

le

courant).
page diş. 1. Sayfa (Un livre de soixante pages).

2.
başına,

E t r e à la page: 1.

Haberi olmak, haberli olmak, olup biteni bilmek.


2. Modaya uygun olmak; modern düşüncelere
ayak uydurmak. Tourner la page: Üzerinde
durmamak, kulak asmamak; başka bir konuya
geçmek, başka şeylerden söz etmek,
page er. 1. Eskiden, savaş sanatını ve başka
hizmetleri öğrensin diye, kral yada yüksek
dereceli soyluların hizmetine verilen soylu
delikanlı. | Etre hardi, effronté comme un page:
Çok şımarık, saygısız olmak,
pagel, pagelle diş. hayb. Trança (balığı). 2. tkz.
Yatak.
pageot, p^jot, page er. tkz. Yatak. S Se mettre au
pageot, au page: Yatağa girmek, yatmak,
pagination diş. Sayfalan numaralama, sayfa
numaralanm koyma (Erreur de pagination).
paginer gçl. Sayfalan numaralamak, sayfa
numaralanm koymak (Paginer un livre, un
cahier).

pagne er. (Afrikalı ve Uzakdoğululann, belden


aşağısını örtmek üzere taktıklan) Peştemal.
pagnot er. hlk. Yatak.
pagnoter(se) gsz. hlk. Yatmak, yatağa girmek,
pagode diş. (Uzakdoğu ülkelerinde) Tapmak,
pagoda (Pagode chinoise,

pagaie diş. Hiçbir yere dayatılmadan kullanılan kısa


sandal küreği,
pagaïe, pagaille, pagaye[pagaj] diş. tkz. Karışıklık,
düzensizlik, dağınıklık (Quelle pagaille sur son
administration.

paillardise

japonaise).

pagre er. hayb. Trança, çipura,


pagure er. hayb. Yalnızcılyengeç.
paie diş. —» paye.
paiement, payement er. 1. Ödeme (Effectuer, faire
un paiement.

Paiement

par chèque.

Paiement

d'une amende, d'un impôt). 2. Para, ödenen para


(Recevoirsonpaiement). 3. (mec.) Karşılık, bedel
(Voilà donc le paiement

de
l'hostilité).

païen,ne s. ve ad. l.Çoktannlı; çoktannlı dinden


olan, "putatapar, "pagan (La Rome païenne. Les
civilisations

païennes.

Les

païens

adoraient

plusieurs dieux). 2. Hıristiyan olmayan, başka


dinlerden olan. 3. Zındık, dinsiz imansız;
zındıkça (Un païen qui ne se soucie de rien.
une vie

Mener

païenne).

paierie diş. Defterdarlık,


paillage er. Hasırla örtme, üzerine hasır geçirme,
paillard,e s. ve ad. 1. Keyf ehli, yiyip içip keyfine

Kâğıt yaprağı, yaprak (Déchirer une page. Il

bakan (Un paysan

manque

paillarde). 2. Uçkuruna düşkün; çapkın, hovarda


(Un vrai paillard). 3. Çapkınca; çapkınlık
üzerine, açık saçık, çapkınlıkla ilgili (Des regards

une page dans ce livre). 3. Bir yazınsal

yapıttan seçme parçalar, seçmeler (Les plus belles


pages d'un

écrivain).

4 . müz.

Yapıt

venait d'écrire une page pittoresque).

(Debussy
§ L a belle

page: Sağdaki sayfa, tek numaralı sayfa. Fausse


page: Soldaki sayfa, çift numaralı sayfa. La mise
en pages: Sayfa düzeni, sayfalama. A la page:

paillards.
paillard,

Raconter des histoires

un paillard,

une

paillardes).

paillardise diş. 1. Keyif ehli olma, yiyip içip keyfine


bakma. 2. Çapkınlık, uçkuruna düşkünlük. 3.
Edepsizce hikâyeler, açık saçık sözler (Débiter
990

paillasse
des

paillardises).

paillasse diş. 1. Ot minder (Coucher sur une


paillasse). 2. hlk. Orospu, herkesle yatan kadın.
3. er. Palyaço. § Crever la paillasse à qn: -in
karnını deşmek, -i öldürmek, canım cehenneme
yollamak.
paillasson er. 1. Paspas (La concierge a déposé les
lettres

sous

le paillasson).

2.

(Tarımcılıkta)

Koruma hasırı. 3. (Şapka yapmakta kullanılan)


Hasır; hasır şapka. 4. mec. Dalkavuk, onursuz
kimse. § Mettre la clé sous le paillasson: Haber
vermeden çekip gitmek, sıvışmak,
paillassonnage er. (Tarımcılıkta) Hasır geçirme,
hasırla örtme,
paillassonner gçl. Hasır geçirmek, hasırla örtmek
(Paillassonner

un espalier, un

châssis).

paille diş. 1. Saman, ekin sapı (Une botte de paille.


La paille du blé). 2. Çubuk, ince kamış ( Boire une
orangeade

avec

une

paille).

3.

(Sepet

vb.

yapmakta kullanılan) Sap, hasır (Chapeau de


paille). 4. (Cam yada maden eşyada) Kusur, çizik.
5. (Değerli taşlarda) Leke; kusur. 6. s. Saman
renginde (Des gants paille. Une robe paille). §Une

paille: hlk. Bir hiç, çok önemsiz bir şey (Verser un


million,
une paille pour lui). Feu de paille: mec.

Saman alevi, şöyle bir parlayıpsönme. Homme de


paille: 1. Ciğeri beş para etmez adam. 2.
Başkasının suçunu üstüne alan kimse, yapmadığı
bir şeyi yapmış gibi ortaya çıkan kimse. Vin de
paille: Samana yatırılmış beyaz üzümden yapılan
bir şarap. Paille de fer: Temizlik işlerinde
kullanılan maden yongası. Paille-en-queue,
paille-en-cul: hayb. Sarı gagalı tropikkuşu. Sur la
paille: Yoksunluk içinde (Etre, mourir sur la
paille: Yoksunluk

içinde olmak,

ölmek).

Mettre

qn sur la paille: -i yıkıma uğratmak, aç susuz


bırakmak, "mahvetmek, "perişan etmek. Rompre
la paille: Küsüşmek. Tirer à la courte paille: Çöp
tutmak, biri uzun biri kısa iki çöple kura çekmek,
paillé er. Ahırda atların altına serilen bir günlük
yatak samanı,
paillé,e s. 1. (Madenler için) Kusurlu, çizik (Acier
paillé). 2. İçi samanla doldurulmuş, hasır (Chaise
paillée). 3. Saman sarısı renginde,
pailler er. 1. Samanlık. 2. Saman tınazı. § Etre sur
son pailler: mec. Kendi çöplüğünde ötmek, kendi
yakın çevresinde olmak, borusunun öttüğü yerde
olmak (C'est un coq sur son

pailler).

pailler gçl. 1. Hasırla örmek (Pailler des chaises). 2.


Hasırla örtmek; üstüne hasır geçirmek (Pailler
des arbres fruitiers.

Pailler une

bouteille).

paillet er. 1, den. Usturmaça. 2. Açık renk şarap,


pailleté,e s. (Kumaş vb.) Pullu (Robepailletée).

pair
pailletergç/. 1. Pul işlemek, pullamak (Pailleterune
robe). 2. Pul pul serpilmiş olarak süslemek (Les
cristaux quipaillettent

une

roche).

pailleteur er. Kimi ırmaklarda kumla karışık


bulunan altın pulları toplayan işçi.
paillette diş. 1. Kimi ırmaklarda, kumla karışık
bulunan altın pul. 2. (İşlemelerde kullanılan)
Maden pulu; sırça pul; işleme pulu (Une robe à
paillettes d'or). 3. (Elmas yada öbür değerli
taşlarda) Kusur,
pailleux,euse s. 1. (Maden) Kusurlu, karıncalı
(Acier pailleux,

glace pailleuse).

2. İçinde hâlâ

çürümemiş saman bulunan (Fumier


Ham

pailleux:

gübre).

paillis [pajil er. Toprağa serilen ham gübre, ham


gübre yastığı,
paillon er. 1. İri pul. 2. Samandan süzgeç. 3.
Şişelere, kırılmasın diye geçirilen sap kılıf, hasır
kılıf. 4. Küçük zincir baklası,
paillote diş. Sazdan kulübe, saz kulübe,
pain er. 1. Ekmek (Pain dur, pain rassis: Bayat
ekmek. Pain frais, pain tendre: Taze ekmek. Pain
de mie: Somun. Pain de munition: Tayın, tayın
ekmeği. Pain bis: Kepekli ekmek). 2 .mec. Geçim,

ekmek (Gagner son pain). 3. Poğaça. 4. Kimi


şeylere verilen belirli biçim; topak, kalıp,
tekerlek (Pain de sucre: Kelle şeker. Pain de
savon: Sabun kalıbı. Pain de cire: Mum topağı.
Pain de gruyère :Gravyer peyniri tekerleği, kalıbı).

S.hlk. Tokat,sille (Illuiacolléunpain).

6. Köfte,

taplama (Pain de poisson, pain de viande). § Pain

azyme: Mayasız ekmek. Pain à cacheter:


Mektupları mühürlemekte kullanılan bir hamur.
Pain aux raisins: Üzümlü pasta. Pain d'épice:
Ballı baharatlı çavdar çöreği. Arbre à pain: bitb.
hlk. Ekmekağacı. Long comme unjour sans pain:
Çok uzun, bir türlü geçmek bilmeyen. Avoir du
pain sur la planche: Tezgâhta çok işi olmak,
yapacak çok işleri olmak. Gagner son pain à la
sueur de son front: Ekmeğini alnının teriyle
kazanmak. Manger son pain blanc le premier: 1.
İyi başlamak, ilk adımları başarılı olmak;
yaşamının ilk dönemleri iyi ve mutlu geçmek. 2.
Önündeki iyi bir fırsattan o anda yararlanıp
gerisine Allah kerim demek. Faire passer le goût
du pain à qn, ôter le goût du pain à qn: -i öldürmek,
dünyasını gözünde koymak. Retirer à qn le pain
de la bouche: Lokmasını ağzından almak,
ekmeğiyle oynamak, geçim kaynağını kesmek. Se
vendre comme des petits pains: Çok iyi satılmak,
su gibi gitmek. C'est le pain bénit: Oh oldu, iyi
oldu, hakettiğini buldu,
pair er. 1. (Eskiden) Krala bağlı derebeyi. 2. (1814-
pair
1848 arasında) Fransa'da Yüksek Meclis üyesi. 3.
(İngiltere'de) Lodrlar Kamarası üyesi. 4. "Değiş
değeri, parité (Le pair du change: Kambiyo değiş
değeri, kambiyo paritesi). 5. Eş, denk, taydaş
( Etre jugé par ses pairs. Un artiste ne peut attendre
aucune aide de ses pairs. Un homme sans pair). §
Hors de pair, hors pair: Eşsiz, eşi bulunmayan
(Un succès hors pair. Dans son domaine, il est hors
de pair). Au pair: a) Boğaz tokluğuna (Travailler
au pair. Etre au pair dans une maison), b)
(Ekonomide) Başabaş (Rembourser au pair).
Aller de pair: Atbaşı gitmek, yan yana olmak,
aynı derecede olmak (La paresse et l'ignorance
vont de pair). De pair à compagnon: Dengiymiş
gibi, taydaşıymış gibi; dostça, arkadaşça (Etre de
pair à compagnon avec qn: -ile içlidışlı, senli benli
olmak. Traiter qn de pair à compagnon: -e
dengiymiş gibi davranmak; dostça, arkadaşça
davranmak).
pair,e i. 1. mat. Çift (Nombre pair. Les numéros
pairs gagnent cent livres). 2. ad. Çift sayı (Jeu du
pair et de l'impair: Tek mi çift mi oyunu).
paire diş. 1. Çift (Une paire de souliers, de
chaussettes, de gants. Une paire de boeufs, de
pigeons). 2. Çift olan vücut organları için de
kullanılır; bu durumda, sözcük çoğul yapılarak
Türkçedeki anlamı karşılanır (Une paire de fesses:
Kalçalar. Une paire de jambes: Bacaklar). 3. İki
eşit parçadan oluşan tek şeyler için kullanılır, bu
durumda, sözcüğün Türkçedeki anlamı tekil
olarak karşılanır (Une paire de lunettes: Gözlük,
une paire de ciseaux: Makas). § Faire la paire,
faire bien la paire: Aynı kusurları olmak, birbirini
tam bulmak, tencere yuvarlanıp kapağını bulmak
(Ils font la paire, les deux font bien la paire). Se
faire la paire: Çekip gitmek,
pairie diş. I. (Eskiden) Krala bağlı derebeylik. 2.
(Eskiden) Fransada yüksek meclis üyeliği. 3.
(İngiltere'de) Lordlar kamarası üyeliği,
paisible s. 1. Yumuşak başlı, kendi halinde (Un
homme paisible). 2. Sessiz, gürültüsüz, gürültü
patırtıdan uzak, dingin, üzüntüsüz, sıkıntısız
(Mener une vie paisible. Un quartier paisible.
Passer une nuit paisible. Un fleuve paisible).
paisiblement bel. Gürültü patırtı çıkarmadan, sessiz
sessiz; rahatça, üzüntü sıkıntıdan uzak (Discuter
paisiblement. Reposer paisiblement après une nuit
agitée et fiévreuse).
paissance diş. (Hayvanlar için) Ormanda otlama;
otlatma; yayılım (Bêtes en paissance).
paisson diş. 1. Hayvanların otlarken yedikleri şey,
ot vb. 2. Orman otlağı,
paîtregçl. 1. Otlatmak (Menerpaître un troupeau).

991

palanche
2. Otlamak, yemek (Le cheval paît l'herbe
d'automne). § Envoyer paître qn: tkz. -i kovmak,
°defetmek, başından atmak. § Se paître de qch:
(Eski) -ile beslenmek, karnını doyurmak (Les
corbeaux se paissent de charogne).
paix diş. 1. Barış (En temps de paix. La colombe de
la paix. Sauvegarder, maintenir,
préserver,
torpiller, violer, mettre en danger la paix). 2. Barış
antlaşması (Signer, conclure la paix). 3. Anlaşma,
uyuşma, uyum (Avoir la paix chez soi). 4.
Sessizlik, dinginlik (La paix des cimetières, d'une
maison vide). 5. Erinç, "huzur, rahat (Coûterune
paix profonde). 6. Barışma; barışıklık (Baiser de
paix. Vivre en paix avec ses voisins). 7. Dirlik
düzen (Ramener la paix entre les citoyens). § Juge
de paix: Sulh hukuk yargıcı. Gardien de la paix:
Pariste polis memuru. Avoir la conscience en paix,
être en paix avec sa conscience: Vicdanı rahat
olmak. Faire la paix avec qn: -ile barışmak.
Ficher, foutre la paix à qn: -i rahat bırakmak,
rahatsız etmemek. Laisser qn en paix: -i rahat
bırakmak, -e dokunmamak. Rester en paix:
Yansız kalmak, hiçbir yanı tutmamak. Vivre en
paix avec: -ile barış içinde yaşamak, kavga gürültü
çıkarmamak. Il faut laisser les morts en paix:
Ölüleri
rahat
bırakalım,
ölüleri
işe
karıştırmayalım. Qu'il repose en paix: (Ölüden
söz ederken) Nur içinde yatsın.
Pakistan er. Pakistan.

pakistanaise s. ve ad. Pakistanlı; Pakistan ve


Pakistanlılara değgin,
pal er. Kazık (Pals qui soutiennent un arbre.
Autrefois, le pal a servi d'instrument de supplice).
palabres^, f. Gereksiz ve boş sözler, boş konuşma
yada tartışma, palavra (Ces palabres me sont
intolérables).
palabrer gsz. Palavra sıkmak; boşuna konuşup
tartışmak,
palace er. Büyük lüks otel, şatafatlı otel.
paladin er. 1. (Ortaçağda) Kahramanlıklar ardında
koşan gezgin şövalye. 2. Charlemagne'in
bileliğinde bulunan soylu kişi. 3. Yiğit ve efendi
adam (C'est un vrai paladin).
palafitte er. Gölevi; göllerde kazıklar üzerinde
yapılan konut,
palais er. 1. Saray (Le palais présidentiel. Le palais
de justice. Le palais des expositions. Le palais des
Sports). 2. (Büyük harflerle yazıldığında)
(Pariste) Adliye (Se rendre au Palais pour y
plaider). 3. anat. Damak (Le palais desséché par la
soif). 4. Tat duyumu (Avoir le palais fin).
palan er. Palanga.
palanche diş. (Yük yada kova taşımakta kullanılan)
992

palangre
Omuz sırığı,
palangre diş. Parakete, çok iğneli balık oltası,
palanque diş. Palanka, kazıklı tabya,
palanquin er. (Uzakdoğu ülkelerinde, insan eliyle
taşınan yada deve, fil gibi hayvanların sırtında
kurulan) Tahtırevan,
palatal,es. 1. Damağa değgin (Abcèspalatal, voûte
palatale).

2. dilb. Damaksıl (Voyelles

palatales).

3. diş. dilb. Damaksesi, damaktan çıkan ünlü


yada ünsüz.
palatalisation
diş.
dilb.
Damaksılaşma
(Palatalisation

d'une

consonne).

palataliser gçl. Damaksılaştırmak.


palatin,e s. tar. 1. (Eskiden) Hükümdar sarayında
görevli (Seigneur

palatin,

comtes

palatins).

2.

Sarayı olan, saraylı (La dynastie palatine). 3.


Saraya ait, saraya bağlı (Chapelle palatine). 4.
anat.

Damağa değgin (Artère

palatine,

voûte

palatine). S. er. tar. (Macaristanda) Genel Vali. 6.


er. tar. (Polonya'da) Vali.
palatinat er. tar (Eskiden) Macaristanda genel
valilik ve Polonyada valilik,
palatine diş. (Kadınların) Omuz kürkü,
paie diş. 1. Sandal küreğinin yassı kısmı, pala. 2.
(Vapurlarda)Çark kanadı, kanat (Hélice à trois
pales). 3. Savak kapağı. 4. Kiliselerdeki kutsal
kadehlerin kapağı,
pâle s. 1. Soluk, solgun (Un visage pâle, un enfant
pâle). 2. Rengi atmış; parlaklığını yitirmiş, solgun
(Une cravate bleue pâle). 3. Cılız, ölgün, soluk
(Une lumière pâle, la clarté pâle d'une bougie).

4.

Pâle de: -den sapsarı kesilmiş (Etre pâle de peur,


de colère). § Les Visages pâles: (Kızılderililere
göre) Beyazlar. Etre pâle comme un linge: Kireç
gibi bembeyaz olmak. Se faire porter pâle: ask.
argo. Kendini hasta göstermek, hastalar listesine
yazılmak.
pale-ale[pelef] er. İng. Beyaz İngiliz birası,
palefrenierer. A t uşağı, "seyis,
palefroi er. (Ortaçağda) Alay atı, gezi atı.
palémon er. hayb. Pembekarides.
paléobotanique diş. Bitki taşdbilimi.
paléogéographie diş. Taşdbilim coğrafyası,
paléographe ad. Eskiyazdar bilgini, eskiyazılar
uzmanı.
paléographie diş. Eskiyazdar bilimi,
paléolithique er. yerb. 1. Yontmataş çağı. 2. s.
Yontmataş çağına değgin,
paléontologie diş. yerb. Taşdbilim.
paléontologique s. "Taşdbilimsel, taşılbilime
değgin.
paléontologiste, paléontologue ad. Taşılbilimci,
taşılbilim uzmanı.

pâlir
paléothérium er. Taşıllaşmış memelilerden bir cins.
paléozoïque s. ve er. Paleozoik.
palestre diş. (Eski Yunanlılarda) Cimnastik salonu,
bedeneğitimi salonu,
palet er. Kaydırak.
paletot er. Palto. § Tomber sur le paletot de qn: hlk.
-in üstüne düşmek, yıkılmak,
palette

1. Tokaç (Palettepour

battre le linge). 2.

Boya tablası, palet. 3. (Bir ressamın kullandığı)


Renkler (La palette de Rubens.

Une palette

riche,

pauvre, brillante). 4. (Koyun vb) Ön kol (eti). S.


Çark kanadı. § Palette de marqueur: ask.
(Atışlarda) Vuruş noktalarını gösteren levha,
palétuvier er. Sıcak iklimlerde yetişen bir cins
sakızağacı.
pâleur <% Solgunluk, solukluk (Pâleur du ciel, des
yeux, du
visage).

pali er. Seylan adasında kutsal sayılan bir dil, eski


Hint dili.
pâlichon,ne s. tkz. Solukça, azıcık soluk,
paiier er. 1. Sahanlık (Portes qui donnent sur le
palier).

2. Eksen yatağı (Paliers

d'un

moteur

d'auto). 3. mec. Geçici istikrar dönemi (Palier


dans la hausse des prix).

Voisin

de palier:

Kapı komşusu. Par paliers: Derece derece,


kademe kademe,
palière s. Sahanlığa değgin (Marche palière:
Sahanlık
açılan

basamağı.

Porte

palière:

Sahanlığa

kapı).

palikare, palicare er. Palikarya, Yunan bağımsızlık


savaşında Türklere karşı savaşan Yunan milisi,
palimpseste er. Yazısı silinerek üzerine başka
yazılar yazılmış parşömen,
palingénésie diş. 1. Ölümden sonra dirilme. 2. mec.
Ölümün eşiğinden dönme, ölümden kurtulma
(Ma convalescence

fut une

palingénésie).

palinodie diş. 1. Eski söylediklerinden dönme;


eskiden dile getirilen bir duygu yada düşünceye
ters düşen şiir, "riicu. 2. ç. Yüzseksen derecelik
dönüş, birdenbire inanç yada düşünce değiştirme
(Les palinodies

d'un homme politique).


§ Chanter

la palinodie: Eski düşüncelerinden dönmek,


pâlir gsz. 1. Solmak, sararmak; benzi atmak (Un
enfant qui pâlit de jour en jour). 2. (Renkler için)
Atmak, solmak (Les couleurs du papier ont pâli).
3. mec. Sönmek (L'éclair

de ses yeux a pâli.

Les

étoiles pâlissent). 4. Pâlir de qch: -den benzi


atmak, sararmak (Pâlir de colère, depeur).

S. gçl.

Sarartmak, soldurmak (La fièvre l'a pâli). § Faire


pâlir qn: Kıskançlıktan 'kudurtmak, betini
benzini attırmak. Pâlir sur les livres: Uzun süre
okuyup çalışmak, yazıp çizmek. Son étoile pâlit:
mec. Yıldızı sönüyor.
palis

993

palis [pali] er. 1. Küçük kazık. 2. Küçük kazıklarla


çevrilmiş avlu.
palissade diş. 1. Kazık duvarı, kazıklardan
oluşturulmuş duvar (La palissade d'un jardin). 2.
Duvar gibi yanyana uzayan sıra bitki yada
ağaçlar.
palissader gçl. Kazık duvanyla çevirmek; sıra
ağaçlar yada bitkilerle çevirmek (Palissader un
jardin).
palissage er. Ağaç yada bitki dallarım duvara yada
çardağa sardırma,
palissandre er. bitb. Pelesenk (Une armoire en
palissandre).
pâlissant, e s. 1. Solan, sararan (Un front pâlissant).
2. Sönmek üzere olan, ışığı gitgide azalan (La lune
pâlissante, une étoile pâlissante).
palisser Dallarım çardağa yada duvara bağlamak,
tutturmak, iliştirmek (Palisser une vigne).
palladium er. kim. 1. Palladyum. 2. mec. Varlığını
sürdürme aracı, ayakta kalabilme yolu; güvence
(La loi civile est le palliadium de la propriété).
palliatif, ive s. l.hek. Etkisi geçici, kısa bir süre için
etki yapan (Un remède palliatif). 2. er. Geçici
çare, geçici önlem (Ces nouveaux impôts ne sont
que des palliatifs).
palliation diş. 1. Örtbas etme, saklamaya çalışma
(Palliation d'une faute). 2. hek. Geçici olarak
dindirme, geçici etki yapma; geçici etki.
pallier gçl. 1. Örtbas etmek, gizlemeye çalışmak
(Pallier ses défauts). 2. hek. Geçici bir etki
yapmak, geçici olarak dindirmek, yarım yamalak
iyileştirmek (Pallier un mal).
palllum Ipaljom] er. 1. Eski Yunanlıların giydikleri
manto. 2. Papaların ve başpiskoposların taşıdığı,
siyah haçlarla işlenmiş beyaz yünden omuz atkısı,
palma-christi er. hlk. Tohumlarından hintyağı
çıkarılan bir bitki,
palmaires, anat. Elayasına değgin,
palmarès[palmaKs] er. Ödül kazananlar dizelgesi,
derece alanlar (Lepalmarès d'un concours, d'une
compétition sportive).
palme er. Eski bir ölçü birimi, karış,
palme diş. bitb. 1. Hurma dalı. 2. Hurma ağacı,
hurma (Vin de palme, huile de palme). 3. mec.
Utku, "zafer; yengi. § Palme du martyre: Din
uğruna ölüm, "şehitlik. Palmes académiques:
(Fransada, yazarlara, sanatçılara, bilginlere
verilen) Nişan. Remporter la palme: Yenmek,
üstün gelmek, yengin çıkmak,
palmé,e s. 1. hayb. Perdeli, parmaklan arasında
perde bulunan (Les pattes palmées, les pieds
palmés. Doigts palmés). 2. bitb. Açık bir ele
benzer (Feuillepalmée).

palpiter
palmer er. Tornacı pergeli,
palmeraie diş. Hurma bahçesi, hurmalık,
palmette diş. Hurma dalı biçiminde bezek,
palmier er. 1. bitb. Hurma ağacı, palmiye. 2. er. ç.
Hurmalar, hurmagiller.
palmipèdes, ve er. hayb. 1. Perdeayaklı (Oiseaux
palmipèdes.
Un palmipède).
2. er. ç.
Perdeayakhlar.
palmiste er. Bir cins hurma ağacı,
palmitine diş. kim. Hurmailiği, palmitin.
palmitiques. Hurmailiğine değgin,
palmure diş. hayb. Ayakperdesi, perdeayaklıların
parmak arasındaki deri.
palombe diş. Üveyik, yaban güvercini,
palonnier er. 1. Araba falakası. 2. (Uçaklarda)
Direksiyon çubuğu,
pâlot,tes. Solukça, solgunca (Un enfant pâlot).
palpable s. 1. Elle yoklanıp tutulabilir, ele gelir;
somut (Des avantages palpables). 2. mec. Elle
tutulur, apaçık, ortada, göz önünde (Preuves
palpables).
palpation diş. hek. Elle dokunarak yoklama, elle
muayene.
palpe er. hayb. Eklembacaklılarda duyum örgeni,
dokunaç.
palpébral,e s. anat. Gözkapağına değgin (Muscles
palpébraux).
palper gçl. 1. Elle dokunmak, yordamlamak; elle
yoklayıp muayene etmek (Palper un tissu. Palper
les murs dans l'obscurité. Médecin qui palpe un
malade). 2. tkz. (Para) Almak (Palper de
l'argent). 3. gsz. Para almak, eline para geçmek,
para vurmak (Il a déjà assez palpé dans cette
affaire).
palpitant,e s. 1. Çırpınan (Un cadavre encore
palpitant). 2. Çarpıntılı, çarpan, atan (Avoir le
coeur palpitant). 3. Çok ilginç, çok heyecan
uyandırıcı, yürek oynatan, heyecandan soluk
kesen (Le moment palpitant d'un film). 4.
Palpitant de: -den yüreği çarpan, -yüreği oynayan
(Etrepalpitant d'émotion, d'angoisse).
palpitation diş. 1. Çarpıntı, yürek çarpıntısı (Avoir
des palpitations). 2. Atma, seyirme, seğirti,
titreme, oynama (Palpitation des paupières, des
ailes du nez). 3. Kıpraşma, titreşme (La
palpitation des étoiles, de la mer).
palpiter gsz. 1. Çırpınmak, debelenmek (Animal
quipalpite). 2. Hızlı çarpmak, atmak (J'ailecoeur
qui palpite). 3. Seğirmek, titremek, oynamak
(Des paupières qui palpitent). 4. Kıpraşmak,
titreşmek (La mer palpite, les étoiles palpitent). S.
Yüreği çarpmak; çarpıntısı olmak. 6. Palpiter de
qch: -den yüreği çarpmak, yüreği oynamak
palplanche
( Palpiter de peur, de jalousie).
palplanche diş. 1. (Bir akarsuyu tutmak için önüne
dikilen) Kalas. 2. (Maden ocaklarında ve toprak
kazılarında yanyana kalaslardan oluşan) Tahta
duvar.
palsambleu ünl. (Eski güldürülerde geçen hafif bir
sövgü) Hay Allah! Allah kahretsin!,
paltoquet er. tkz. (Eski) 1. Hırbo, kaba herif. 2.
( Şimdi ) Ciğe ri beş para etmez adam, değersiz ama
kendini beğenmiş kimse, zırto.
paluche diş. hlk. El.
paludéen,ne s. 1. Bataklığa değgin; bataklığa özgü
(Terres paludéennes. Flore, faune paludéenne). 2.
s. ve ad. Sıtmalı. § Fièvre paludéenne: Sıtma,
paludier,ère ad. Tuzla işçisi,
paludine diş. hayb. Paludina, bataklık salyangozu,
paludisme er. Sıtma.
palustre s. 1. Batakçıl, bataklıklarda yaşayan;
bataklıklara özgü (Plantes, coquillages, terrains
palustres). 2. hek. Sıtmaya değgin (Cachexie,
fièvre palustre).
pâmer(se) gsz. 1. Bayılmak, kendinden geçmek. 2.
Se pâmer de qch: -den ölmek, bayılmak, kendini
yitirmek, kendinden geçmek (Sepâmer d'amour,
d'admiration).
pâmoison diş. Bayılma, kendinden geçme (Tomber
en pâmoison).
pampa diş. coğr. (Güney Amerika'da) Ova, otluk
bozkır, pampa,
pamphlet er. "Yergilik, yergi yazısı, yergi (Ecrire,
lancer un pamphlet).
pamphlétaire ad. Yergi yazarı, "yergici,
pampille diş. Püskül teli.
pamplemousse er. yada diş. bitb. Altıntop,
kızmemesi, greyfrut.
pamplemoussierer.&itô.Greyfrut ağacı, kızmemesi,
altıntopağacı.
pampre er. 1. Yaprak ve meyveleriyle asma dalı. 2.
(Şiir dilinde) Üzüm. 3. (Mimarlıkta) Yaprak ve
üzümleriyle asma dalı biçiminde süsleme,
pan er. 1. (Giysinin) Etek kısmı, etek (Pans d'un
manteau. Les pans d'un habit de cérémonie). 2.
Duvar parçası. 3. (Duvarda) Yüz (Le petit pan de
mur peint en jaune). 4. Yüz, yüzey (Pans d'un
prisme, d'une tour). 5. ünl. Pat! Küt! Güm! Tak!
( Pan! pan! on entendit deux coups de feu).
panacée diş. Her derde deva (Trouver la panacée. II
n'y a pas de panacée sociale).
panachage er. 1. Karışım yapma, karıştırma;
karışma; karışım (Un panachage de couleurs). 2.
(Seçimlerde) Karma liste yapma, karmalama
(Scrutin avec ou sans panachage).
panache er. 1. Sorguç (Un panache blanc. Panache

994

pancrace
de plumes de la tête d'un oiseau). 2. mec. tkz.
Gösteriş, şatafat (Aimer le panache). § Avoir du
panache: Cafcaflı bir havası olmak; ucuz
kahramanlardan olmak; küçük dağları ben
yarattım savında olmak,
panaché,e î. 1. Sorguçlu. 2. Alacalı, renk renk
(Œillet panaché). 3. Karışık, karma (Glace
panachée: Karışık dondurma). 4. er. Limonata ve
bira kanşımı içki (Un demi panaché de denir),
panacher gçl. 1. Sorguçla süslemek. 2. Alaca bulaca
yapmak, renk renk yapmak (Panacher les fleurs).
3. Karma yapmak (Panacher une liste électorale).
4. gsz. Alaca bulaca olmak, renk renk olmak,
değişik renkler almak (Cette tulipe commence à
panacher. Ces pigeons panachent). §Se panacher:
Alacalanmak, alaca bulaca olmak, renk renk
olmak, değişik renkler almak.
panachure diş. Beneklilik; alacalılık (Panachure
d'une fleur, du plumage d'un oiseau).
panade diş. Tirit. § Etre, tomber dans la panade:
Yoksunluk içinde olmak; yoksulluğa düşmek,
panafricain,e s. Afrikabirliğine değgin (Politique
panafricaine).
panafricanisme er. Afrikabirliği akımı,
panais er. bitb. Yaban havucu,
panama er. Panama (şapka).
panaméricain,e s. Amerikalılararası, Amerika
kıtasındaki bütün devletleri içeren (Congrès
panaméricain ).
panaméricanisme er. Amerika kıtasındaki bütün
devletleri Amerika Birleşik Devletlerinin etkisi
altında toplamayı, Amerika kıtasıyla ilgili işlere
dışardan karışılmasını önlemeyi amaçlayan
siyasal öğreti; Amerika Amerikalılarındır
öğretisi.
panarabes. Araplararası, Arapbirliğine değgin.
panarabisme er. Arapbirliği akımı.
panard,e s. 1. İt elli, ön ayakları dışlak (Jument
panarde). 2. er. hlk. Ayak.
panaris[panajti] er. hek. Dolama (Panarisprovoqué
par une écharde).
panca, panka, punka er. (Sıcak ülkelerde
kullanılan) Tavana asılmış büyük yelpaze,
pancarte diş. Duvar ilânı; yafta, "duyurumluk
(Pancarte à la grille d'une usine. Porter une
pancarte dans un défilé politique).
panchromatique s. (Sinemacılık ve fotoğrafçılıkta)
Pankromatik, tayfın bütün ışınımlarına karşı
duyarlığı
olan
(Pellicule,
plaque
panchromatique).
panclastite diş. Pikrik asitle yapılan patlayıcı bir
madde,
pancrace er. Pankras güreşi.
pancréas
pancréas er. anat. Pankreas.
pancréatique s. anat. Pankreasa değgin (Suc
pancréatique).
pancréatite diş. hek. Pankreas yangısı,
panda er. hayb. Panda, Himalaya ormanlarında
yaşayan bir memeli,
pandémonium er. 1. Cehennemin başkenti. 2. mec.
Karışıklık ve kokuşmuşluğun alıp yürüdüğü yer;
çok gürültülü yer.
pandit er. (Brehmenlerde) Bilge (Le pandit
Nehru).
pandore diş. 1. Üç telli bir çeşit eski tambura. 2. er.
tkz. Jandarma,
pandour er. 1. (Eskiden) Macar askeri. 2. mec.
Hoyrat; çapulcu,
pané,e s. Peksimet ununa bulanıp kızartılmış yada
pişirilmiş (Côtelettes panées, escalopes panées).
panégyrique er. 1. Övgü konuşması, övgü söylevi
(Faire le panégyrique d'un monarque, d'un saint).
2. Övgü, övme (Le panégyrique d'un professeur).
§ Faire le panégyrique de: -in övgüsünü yapmak ; -i
övmek.
panégyriste er. Övgücü. § Se faire le panégyriste de
qn: -in övgücülüğünü yapmak,
panel er. tng. Toplugörüşme,
paner gçl. Peksimet ununa bulamak (Paner des
côtelettes. Paner légèrement du poisson).
paner éedi§. I. Sepet dolusu (Une panerée de fruits,
d'oeufs). 2. mec. Bir sürü, bir yığın (Despanerées
d'imbéciles).
paneterie diş. Ekmek kileri,
panetier er. Ekmek kilerine bakmakla görevli
kimse.
panetière diş. 1. Ekmek torbası (Panetière de
pèlerin). 2. Ekmek dolabı; ekmek kutusu,
paneton er. Ekmek hamuru sepeti,
pangermanisme er. Almanbirliği akımı,
pangermaniste s. ve ad. Almanbirliğinden yana
olan.
pangolin er. hayb. 1. Pullıfmemeli, pangolin. 2. er.
ç. hayb. Pullumemeligiller.
panhellénisme er. Elenbirliği akımı,
panhellénistes. vead. Elenbirliği yandaşı,
panicer. Kuşyemi, darı.
panicaut er. bitb. Çakırdiken, deveelması.
panicule diş. bitb. Koçan (Panicule du maïs).
panier er. 1. Sepet (Panier à provisions. Prendre un
panier pour aller au marché). 2. Sepet dolusu (Un
panier de raisins). 3. tkz. Polis arabası, hapishane
arabası. 4. (Sepettopunda) Sayı, basket (Réussir
un panier). 5. (Balıkçılıkta) Çöten, kirtil, balık
yada kabukluları avlamakta kullanılan sepet. §
Panier percé: Savurgan, para tutmaz, cebi delik.

995

panneau
Panier-repas: Kumanya, gezi yada yolculuğa
çıkanlara verilen soğuk yemek. La balle au
panier: Sepettopu, "basketbol. Le dessus du
panier: Bir şeyin en iyi kısmı, kaymağı. Le fond du
panier: Bir şeyin en kötü kısmı, döküntüsü, çürük
çarık kısmı. Faire danser l'anse du panier:
(Başkası hesabına yapılan alışverişte) Fiyatı
yüksek
göstermek,
üzerinden
kırpmak,
tırtıklamak, makaslamak. Jeter, mettre qch au
panier: -i çöp sepetine atmak. Mettre tous ses œufs
dans le même panier: Varını yoğunu bir işe
yatırmak; tüm parasını aynı şeye yatırmak,
panière diş. Kulplu büyük sepet; kocaman bir sepet
dolusu.
panifiable s. Ekmeklik, ekmek yapılmaya elverişli
(Céréales panifiables).
panification dy. Ekmek yapımı,
panifier gçl. Ekmek haline getirmek, ekmek
yapmak (Panifier de la farine de blé).
paniquard er. Çabuk korku ve ürküye kapılan,
çabuk paniğe kapılan (Les paniquards se ruaient
vers l'arrière).
paniques. 1. Ürkü verici, yüreğe korku salıcı, panik
yaratıcı (Peur, terreur, fièvre panique). 2. diş.
Ürkü, panik (Un début d'incendie provoqua la
panique parmi les spectateurs). § Etre pris de
panique, être gagné par la panique: Ürküye
kapılmak. Jeter, provoquer, semer la panique:
Ürkü yaratmak,
paniquer gçl. 1. -i paniğe kaptırmak (Ilpanique tout
le monde). 2. gsz. Paniğe kapılmak, ürkmek,
korkmak (Il ne panique jamais).
panislamisme er. İslambirliği akımı,
panislamistes. vead. İslambirliği yanlısı,
panlogisme er. fels. Kamumantıkçılık. Evrensel
gerçeği bir mantık birliği içinde gören öğretilerin
genel adı.
panne diş. 1. Uzun tüylü kadife. 2. Paçavra. 3. mec.
hlk. Yoksulluk, "sefalet (Il est dans la panne). 4.
Bozulma; arıza (Réparer une panne. Panne
d'automobile. Moteur en panne). 5. Değersiz roi,
önemsiz rol. 6. den. Yelken takımı. 7. Çekicin ters
yanı, çekiç çatalı. 8. Çatı merteklerini taşıyan
aşık, çatı aşığı. 9. (Domuz ve başka hayvanlarda)
Derialtı yağı. § Etre en panne: Arızalı olmak,
bozulmuş olmak, çalışmamak. Etre en panne de
qch: -den yoksun bulunmak. Faire panne, faire
une panne: Arıza yapmak, bozulmak. Tomber en
panne: Bozulmak, arıza yapmak.
panné,e s. ve ad. hlk. Meteliksiz, cebinde beş
kuruşu yok (kimse),
panneau er. 1. (Kuş avlamakta kullanılan) Ağtuzak (Chasse au panneau). 2. Üzerine
tanıtma
panneauter

996

yada açıklama kâğıtları tutturulmak için


hazırlanmış levha, "pano (Les programmes des
candidats sont affichés sur les . panneaux
électoraux). 3. den. Ambaı kapağı. 4. Kesme taş
yüzü. 5. (Kumaş) Parça; dikilmiş büyük parça (Sa
tunique était composée de deux panneaux). §
Donner, tomber dans le panneau: mec.
Aldatılmak, faka basmak,
panneauter gsz. Ağ-tuzakla kuş avlamak,
panneton er. Anahtar dişi, anahtar yelesi,
pannicule diş. anat. Doku; tabaka,
panonceau er. (Avukat, noter gibi meslekleri
belirtmek üzere kapılara konan) Küçük maden
levha.
panoplie diş. 1. Silah takımı. 2. (Duvara asılmış)
Silah arması. 3. Oyuncak takımı (Unepanoplie de
pompier). 4. mec. Bir sürü, bir takım, bir yığın
(Unepanoplie
d'arguments).
panorama er. 1. Engin görünüş, görünüm,
"panorama (Le panorama qui se déroule est fort
beau). 2. Çevrinme görünüş, bir nokta çevresinde
360 derece dönüldüğünde görülebilen tüm çevre
görünüşü. 3. Çevrinme resmi, çevrinme görünüşü
veren yatay uzun resim. 4. mec. Toptan bakış,
toplu bakış, *genelgörü (Panorama de la
littérature contemporaine).
panoramique
s.
1.
Çevrinmeli
(Croquis
panoramique).
2. mec. Toplu, toptan (Vue
panoramique d'une période historique). 3. er.
(Sinemacılıkta) Çevrinme; alıcının dikey ekseni
çevresindeki 360 derecelik dönüşünden herhangi
birini yapması (Panoramique horizontal, vertical:
Yatay, dikey çevrinme).
panoramiquer gsz. Çevrinmek.
panpsychisme er. fels. Kamutincilik, her maddenin
ruhsal bir özü bulunduğunu ileri süren öğretilerin
genel adı.
pansage er. Tımarlama (Pansage d'un cheval).
panse diş. 1. (Hayvanlarda) İşkembe. 2. tkz.
Göbek, iri karın (Avoir une panse de chanoine. Se
remplir la panse). 3. (Eşyalarda) Karın, geniş
kısım (La panse d'une cruche, d'un vase). 4.
(Harflerde) Yuvarlak kısım (Lapanse d'un a). S.
Eski bir yelkenli,
pansement er. 1. (Yarayı) Temizleme, tımarlama,
"pansuman (Faire un pansement). 2. Yaraları
temizlemede kullanılan pamuk, bez gibi şeyler,
"pansuman (Changer le pansement d'un blessé.
Appliquer un pansement sur une carie dentaire).
panser gçl. 1. Tımar etmek (Panser un cheval). 2.
Pansuman etmek, temizlemek (Panser une plaie).
3. mec. Dindirmek, teskin etmek,
panslavisme er. Bütün slav ülkelerini Rusya'nın

pantographe
. bayrağı altında toplamayı amaçlayan siyasal
akım, İslavbirliği akımı,
pansu,e s. tkz. Göbekli; iri karınlı (Un vase pansu,
un paysan pansu).
pantagruélique s. Rabelais'in yarattığı kişilerden
Pantagruel'i andıran, Pantagruel'e özgü (Appétit
pantagruélique: Pantagruel'inki gibi bir iştah,
doymak bilmeyen bir iştah).
pantalon er. 1. Pantolon (Mettre, enfiler son
pantalon). 2. (Eskiden) Kadın şalvarı,
pantalonnade diş. 1. Güldürü. 2. Soytarılık. 3. mec.
İkiyüzlülük, yüzsüzce davranış (Les ridicules
pantalonnades d'un escroc pris sur le fait).
pante er. argo. 1. Kıtır kıtır doğranacak kimse. 2.
Adam, herif (Un drôle de pante).
pantelant,e s. 1. Güçlükle soluyan, göğsü inip
kalkan. 2. Soluk soluğa kalmış; soluğu kesilen
(Frappé à la nuque, il tomba pantelant sur le sol).
3. Debelenen, çırpınan (Un poulet pantelant). 4.
Pantelant de: -den soluk soluğa kalmış, soluğu
kesilmiş (Etre pantelant de peur, de terreur,
d'émotion).
panteler gsz. 1. Çırpınmak, debelenmek (Animal
qui pantelle encore). 2. Panteler de qch: -den
soluğu tıkanmak, soluk soluğa kalmak (Panteler
d'émotion).
pantène, pantenne diş. (Sürü halinde uçan kuşları
avlamak için dikey olarak kurulan) Tuzak. § En
pantenne: Karmakarışık, çorba gibi, arap saçı
gibi. Mettre les vergues en pantenne: den. Yas
belirtisi olmak üzere serenleri eğik duruma
getirmek.
panthéisme er. fels. Kamutanrıcılık, "vahdeti
vücutçuluk, "panteizm,
panthéiste s. ve ad. "Kamutanrıcı; kamutanrıcılığa
değgin, "vahdeti vücutçu, panteist,
panthéon er. 1. (Eskiden) Tanrılar tapınağı. 2.
(Söylencede yada çoğulcu dinlerde) Tanrılar. 3.
(Ulusal kahramanlar yada ünlüler anısına
dikilen) Anıt-yapı. 4. mec. Ünlüler (Lepanthéon
littéraire).
panthère diş. hayb. 1. Pars, panter. 2. mec. hlk.
Hırçın karı. 3. hlk. Karı, köroğlu.
pantière diş. 1. (Sürü halindeki kuşları avlamak için
dikey olarak kurulan) Tuzak. 2. Ağdan avcı
torbası.
pantin er. 1. Kukla; çocuk oyuncağı kukla. 2. mec.
Gülünç adam, konuşma ve davranışları gülünç
adam. 3. mec. Yeltek, gelgçç, kararsız ve dönek
kimse. 4. mec. Kuklalaştırılmış, oyuncak haline
getirilmiş adam, zavallı (Elle a fait de lui un
pantin).
pantographe er. Pantograf; bir biçimi büyülterek
pantois
yada küçülterek kopya etmek için kullanılan
kollu, eklemli bir çeşit cetvel,
pantois,e s. 1. (Eski) Soluğu kesilmiş. 2. (Şimdi)
Donakalmış, şaşırmış, afallamış. § Rester
pantois: Donakalmak, şaşırıp kalmak,
pantomime diş. 1. Pantomim, pantomima (Jouer
une pantomime).
2. Pantomim sanatçısı,
pantomimci. 3. mec. Soytarılık, anlaşdmaz şeyler
(Que signifie cette pantomime?).
pantouflard,e s. ve ad. Evinden dışan çıkmak
istemeyen, hep evinde kalıp rahat etmek isteyen
kimse, ev kedisi,
pantoufle diş. Terlik (Mettre ses pantoufles.
Marcher en pantoufles). § Ne pas quitter ses
pantoufles, passer sa vie dans ses pantoufles:
Evinden dışan çıkmamak; etliye sütlüye
kanşmadan yaşayıp gitmek. Raisonner comme
une pantoufle: Aptalca konuşmak, saçma sapan
şeyler söylemek,
pantoufler gsz. tkz. 1. (Eski) Lâübali sözler etmek.
2. Devlet kesiminden ayrılıp özel kurumlarda bol
paralı bir işe girmek.
pantouflier,ère ad. Terlikçi; terlik yapan yada satan
kimse.
panure diş. Izgara etin üzerine ekilen ufalanmış
ekmek içi.
panzer er. Alman tankı.
paon [pâ] er. 1. Tavus kuşu ( Paon quifait la roue). 2.
gökb. Tavus. 3. Tavuskelebeği (Paon-de-jour:
Gündüz
tavuskelebeği.
Paon-de-nuit:
Gece
tavuskelebeği). i.mec. Kendini beğenmiş adam. §
Jeter, pousser des cris de paon: Tiz çığlıklar
atmak, saca basmış çingeneler gibi bağırmak. Se
parer des plumes du paon: Başkasının
yaptıklarıyla övünmek, el yardımıyla gerdeğe
girmek. Se rengorger comme un paon: Tavuskuşu
gibi şişinmek, kasılmak,
paonne diş. Dişi tavus,
paonneau er. Tavus palazı,
papa er. t. Baba. 2. Babacan adam. § Fils à papa:
Muhallebi çocuğu. A la papa: Yavaş yavaş, usul
usul, acele etmeden (Conduire à la papa). Jouer
au papa et & la maman: Evcilik oynamak,
papable s. Papa olabilir, papa seçilebilir,
papal,e s. Papaya değgin, papaya ait (L'autorité
papale, la croix papale).
papalin,e ad. Papacı, papa yanlısı,
papas [papas] er. Ortodoks papazı,
papauté diş. Papalık,
papaver er. bitb. Haşhaş,
papavéracées diş. ç. bitb. Gelincikgiller.
papaye diş. Kavunağacı yemişi,
papayer er. Kavunağacı, Tropikal Amerikada
997

papier

yetişen bir ağaç.


pape er. 1. Papa. 2. mec. Bir dediği iki edilmeyen
kişi, tartışmasız önder (Lepape d'une école, d'un
parti).
papegai er. 1. (Eskimiştir). Papağan. 2. (Atışlarda
hedef olarak kullanılan) Yapma kuş.
papelard er. tkz. Kâğıt; kâğıt parçası; yazı çizi (J'ai
aussi dans mes papelards une carte de la région).
papelard,es. vead. 1. Yalancı sofu. 2. ikiyüzlü (ila
un air papelard).
papelardise diş. 1. Yalancı sofuluk. 2. iki yüzlülük,
paperasse diş. Değersiz, önemsiz kâğıtlar; bir
sürü kâğıt ( Un dossierplein de vieilles paperasses).
paperasserie diş. Yazı çizi, yazçiz, "kırtasiye; bir
sürü "evrak (Votre demande s'est perdue dans la
paperasserie du ministère).
paperassier,ère s. ve ad. Yazçizci, "kırtasiyeci, işi
kırtasiyeciliğe boğan (Une
administration
paperassière).
papesse diş. Kadın papa (La papesse Jeanne).
papeterie diş. 1. Kâğıtçılık, kâğıt yapımı (Usine de
papeterie). 2. Kâğıt fabrikası. 3. Kâğıt, kalem,
defter ve yazı araçlan satan dükkân, kırtasiye
dükkânı. 4. Kırtasiye (Rayon de papeterie). 5.
Kırtasiyecilik, kırtasiye alım satımı,
papetier,ère ad. Kâğıtçı, kâğıt tüccan.
papier er. 1. Kâğıt (Papier uni: Çizgisiz kâğıt.
Papier rayé: Çizgili kâğıt. Papier quadrillé: Kareli
kâğıt. Papier buvard: Kurutma kâğıdı. Papier
calque: Saman kâğıdı. Papier carbone: Kopya
kâğıdı. Papier couché: Kaymak kâğıdı. Papier
émeri, papier de verre: Zımpara kâğıdı. Papier
hygiénique: Tuvalet kâğıdı. Papier journal:
Gazete kâğıdı. Papier marbré: Ebruli kâğıt.
Papier peint: Duvar kâğıdı. Papier timbré:
Damgalı kâğıt. Papier monnaie: Kâğıt para.
Papier à dessin: Resim kâğıdı. Papier à en-tête:
Başlıklı kâğıt. Papier à lettres: Mektup kâğıdı.
Papier à musique: Nota kâğıdı). 2. Yazılı kâğıt,
belge,
"evrak
(Brûler
des
papiers
compromettants). 3. Çok ince maden yaprak yada
tabaka (Papier d'étain, papier d'argent). 4.
Gazete makalesi, makale (Envoyer un papier au
journal). S. Ticaret senedi, poliçe gibi evrak
(Signer un papier). 6. Kimlik kâğıdı; askerlik
belgesi; pasaport (Perdre ses papiers). §Figurede
papier mâché: Mum gibi surat. Sur le papier:
Kâğıt üzerinde, tasarı olarak, kuramsal olarak
(Résoudre un problème sur le papier. C'est très
beau sur le papier, mais c'est irréalisable). Etre
dans les petits papiers de qn: 1. -in çok sevdiği ve
güvendiği kimse olmak. 2. -ile içli dışlı olmak,
içtikleri su ayrı gitmemek. Gratter du papier:
papilionacé
Yazmak, mürekkep yalamak, ekmeğini yazarak
kazanmak. Jeter qch sur le papier: -i yazıya
dökmek.
papilionacé,e
s.
bitb.
Kelebeği
andıran,
kelebeğimsi (Fleur papilionacée).
papillaire s. anat. Mememsi, memebaşımsı.
papille diş. 1. Meme, memebaşı. 2. Kabarcık,
tomur. § Papille du poil: Kıl soğanı.
papilleux,euse s. Kabarcıklı; tomur tomur,
papillon er. 1. Kelebek (Papillondejour, de nuit). 2.
Küçük bildiri kâğıdı; bir uyarı yada ceza kâğıdı
(Coller des papillons de propagande sur les murs.
Agent qui met un papillon au pare-brise d'une
voiture). 3. (Makina yada arabalarda) Ayarlama
düzeni, ayar aygıtı, kelebek (Papillon des gaz). 4.
mec. Gelgeç, "hercai, daldan dala konan. §
Papillons noirs: Bir an için gelip geçen yoğun
sıkıntı, bir an için bastıran kara kara düşünceler.
Noeud papillon: Papyon kravat, kelebek
biçiminde bağlanmış boyunbağı.
papillonnage, papillonnement er. Daldan dala
konma; konudan konuya atlama,
papillonnant,e s. Daldan dala konan; konudan
konuya atlayan
(Espritpapillonnant).
papillonner gsz. 1. Daldan dala konmak, gelgeçlik
etmek. 2. Durmadan konudan konuya atlamak,
papillotage er. 1. Göz alma, göz kamaştırma. 2.
Kıpışıp durma, kıpraşma.
papillotant,e s. 1. Göz alıcı, göz kamaştırıcı. 2.
Kıpışıp duran, kıpraşan.
papillote diş. 1. Kıvırtılmak üzere saçların sarıldığı
kâğıt, zıvana kâğıt, kıvırtmaç (Les bigoudis ont
remplacé les papillotes). 2. Şekerlemelerin
sarıldığı kıvırcık kâğıt. 3. Izgarada pişirilecek
etlerin sarıldığı yağlı kâğıt. 4.
(Eski)
Kumaşlardaki gümüş yada altın pul; sırma,
papillotement er. Kıpraşma, kıpışıp durma,
papilloter gsz. 1. Kıpışıp durmak, kıpraşmak;
kamaşmak (Sous le soleil vif, les yeux papillotent).
2. Gözlerini kırpıp durmak. 3. (Basımcılıkta,
harfler için) İyi çıkmamak, çapak yapmak, pek
belirgin olmamak. 4. gçl. (Saçı kıvırmak için)
Kâğıt zıvanalara sarmak,
papion er. hayb. Afrika'da yaşayan bir cins
maymun.
papisme er. Papaya bağlılık, papacılık; katoliklik.
papiste ad. Papaya bağlı, papacı; katolik.
papotage er. Gevezelik etme, boş laflar etme, çene
Çalma; boş laflar, gevezelikler (Le papotage des
enfants le divertissait).
papoter gsz. Çene çalmak, gevezelik etmek, boş
laflar etmek (Elles papotaient dans un coin du
salon).

998

paqueteur
papouille<% tkz. Okşama, elleme, orasını burasını
yoklama. § Faire des papouilles à qn: -in orasını
burasını yoklamak, ellemek,
paprika er. mec. Kırmızı biber,
papule diş. hek. 1. Deri kabarcığı. 2. bitb. Tomur.
papuleux,euse s. Kabarcıklı, kabar kabar
(Epiderme papuleux).
papyrologue
ad.
Papirüsbilim
uzmanı,
'papirüsbilimci.
papyrologie^. 'Papirüsbilim.
papyrus [papiıtys] er. 1. Papirüs bitkisi, papirüs
yaprağı. 2. Papirüs üzerine yazılmış yazı yada
kitap (Déchiffrer un papyrus).
pâque diş. 1. (Yahudilerde) Hamursuz bayramı. 2.
f. Paskalya,
paquebot er. Yolcu gemisi, posta vapuru,
pâquerette diş. bitb. Koyungözü, akpapatya.
pâques er. ç. Paskalya (Oeufs de Pâques. Les
vacances de Pâques). § A Pâques ou à la Trinité:
Çıkmaz ayın son çarşambası, Tanrı bUir ne
zaman, "asla.
paquet er. 1. Paket (Envoyer, faire, recevoir un
paquet. Paquet de cigarettes). 2. Bohça (Un
paquet de linge). 3. Posta; mektup; içine birçok
mektup konmuş zarf (Paquet
d'Angleterre.
Ouvrir, fermer un paquet). 4. Sıkıntı verici şey,
rahatsız edici şey ( Que je n'aie plus ce paquet sur la
conscience). 5. mec. Yağ tulumu, şişko, yiyip içip
semirmişkimse.6.mec. Kılıksızadam,hırpani.7.
Un paquet de: Birçok, bir sürü, bir yığın (Un
paquet de billets, d'actions). § Paquet de mer:
Geminin üstünden aşan büyük dalga. Un paquet
de nerfs: Sinir küpü, sinirinden bir dakika yerinde
duramayan adam. Par paquets: Yığın yığın, bol
bol, bölük bölük. Avoir son paquet: Ağzının
payını almak, paparayı yemek. Donner à qn son
paquet: 1. -in pasaportunu eline vermek, defterini
dürmek, kovup dışarı atmak. 2. -e iyice bir
giydirmek, paylamak, paparayı yedirmek.
Donner un paquet à qn: -e bir oyun oynamak.
Faire ses paquets: 1. Kefenini hazırlamak, ölmeye
hazırlanmak. 2. Çekip gitmek, pılı pırtısını
toplayıp gitmek. Faire un paquet sur qn, des
paquets sur qn: -hakkında söylemedik şey
bırakmamak, karalamak, çamur atmak. Lâcher
son paquet à qn: -e safrasını dökmek, içinde ne var
ne yok söylemek. Recevoir son paquet: Ağzının
payım almak. Risquer le paquet: Tehlikeli bir işe
girişmek, kıçını sıkıntıya sokmak,
paquetage er. Katlanıp çanta haline getirilmiş asker
eşyası (Faire son paquetage: Eşyalarını katlayıp
çanta haline getirmek).
paqueteur,euse ad. Paket yapan, paket sancı,
par
paketçi.
par ilg. 1. -den, -yoluyla (Passer par la porte, par le
couloir. Voyager par mer, par air, par terre). 2.
-den dolayı, yüzünden (Un vieillard affaibli par la
maladie). 3. (Zaman) -de (Il se promène par cette
température glaciale. Il est parti par une nuit
étoilée). 4. -ile ( Obtenir un résultat par la douceur,
par la force. Répondre par le silence). 5.
...tarafından (Ce palais est bâti par un grand
architecte). 6. (Yer) -de, içinde, arasında (Se
promener par la ville, courir par les rues). 7.
.. .başına, her .. .için ( C'est tant par personne, par
tête. La voiture dépense dix litres par cent
kilomètres). § De par: Adına ( De par la loi, de par
le roi). Par ci, par là: Şurda burda ; şurdan burdan.
Par deçà: Beride; beriden. Par delà: Ötede;
öteden. Par derrière: Arkada; arkadan; -in
arkasından. Par dessous: Altta; alttan; -in
altından. Par dessus: Üstte ; üstten ; -in üstünden.
Par devant: Önde; önden; -in önünden,
para er. (Kısaltma olarak) Paraşütçü; paraşüt
birliği (Desparas).
parabase diş. Eski Yunan güldürüsünde, yazarın
kişisel düşüncelerini seyircilere açıkladığı bölüm,
parabellum er. Barabellum, otomatik tabanca,
parabole diş. 1. mat. Parabol. 2. Mesel (Les
paraboles de Salomon). § Parler par paraboles:
Kapalı konuşmak,
parabolique s. 1. mat. Parabol biçiminde,
parabolik. 2. Mesele değgin,
paraboloide mat. Paraboloit,
paracentèse diş. hek. Vücudun içinde su toplanmış
bir boşluğunu delme, delip boşaltma; ortakulak
yangısında kulak zanm delme,
parachèvement er. Bitirme, bitirilme; tamamlama,
tamamlanma (Parachèvement d'une oeuvre, d'un
poème).
parachever
gçl.
Bitirmek,
tamamlamak
(Parachever un roman, un travail).
parachutage er. 1. Paraşütle indirme (Parachutage
d'armes, de troupes). 2. Tepeden inme atama,
atanma,
parachute er. Paraşüt.
parachuter gçl. 1. Paraşütle indirmek (Parachuter
des soldats, du ravitaillement). 2. Parachuter qn à
qch: Birini -e tepeden inme atamak (Parachuter
son cousin à un poste important).
parachutisme er. Paı«. .:çülük (Parachutisme
sportif, militaire).
parachutistes, vead. Paraşütçü,
parade diş. 1. Gösteriş (Le désir de parade qui excite
devant les femmes tous les buveurs de gloire). 2.
Geçit töreni (Le pas de parade. Défiler comme à la

999
parage
parade). 3. (Eskrimde) Savunma, savunma
vuruşu ; vuruşu savuşturma (Sa parade ne vaut pas
son attaque). 4. (Binicilikte atı) Ansızın
durdurma; ansızın durma (Cheval sûr à la
parade). 5. Panayır tiyatrolarında kapı önünde
oynanan göstermelik (Faire la parade, jouer la
parade). § De parade: Süs için, gösteriş için (Arme
de parade). Lit de parade: Önemli kişilerin
cenazelerini
kaldırılmadan
önce
üstüne
yatırıldıkları döşek. Faire parade de qch: -i
göstermek, gözler önüne sermek ( Faire parade de
son savoir, de ses relations).
parader gsz. 1. Gösteriş yapmak, kendini
göstermek, caka satmak (Parader au milieu des
jolies femmes). 2. Manevra yapmak (Le régiment
paradait sur l'esplanade). 3. den. Kol gezmek,
paradeurer. Gösterişçi, fiyakacı, cakacı,
paradigmatique s. dilb. 1. s. Dizisel. 2. diş.

Dizibilim.
paradigme er. dilb. 1. Dizi. 2. Örnek,
paradis er. 1. Uçmak, "cennet (Aller au paradis, en
paradis). 2. Cennet gibi yer (C'est le paradis sur la
terre). 3. Mutluluk; erinç (Trouver le paradis par
l'opium). 4. (Tiyatroda) Galeri, üst katlar. 5.
Üzerine aşı yapılan bir çeşit elma ağacı,
paradisiaque s. Cennet gibi, cenneti andıran;
cennete değgin (Séjourparadisiaque).
paradisier er. hayb. Cennetkuşu.
parados [paRadoJ er. ask. Arka siperi,
paradoxale
Aykırı düşünce niteliğinde olan;
usa aykın gelen, tuhaf (Un raisonnement
paradoxal). 2. Aykırı düşünceli; yerleşmiş
düşüncelere karşı olmayı seven, tuhaflıktan
hoşlanan (Il a un esprit paradoxal). 3. Çelişkili,
birbirini tutmaz (Des idées paradoxales).
4. Anlamsız, saçma,
paradoxalement bel. Tuhaf bir şekilde; usa aykırı
gelecek biçimde,
paradoxe er. 1. Aykırı düşünce (Avancer, soutenir
un paradoxe). 2. Tuhaflık, acaiplik; "ucube (Un
paradoxe de la nature). 3. Çelişki (Leparadoxedu
menteur). 4. mec. Anlamsızlık, saçmalık (Le
despotisme est un paradoxe).
parafe, paraphe er. Paraf, kısa imza.
parafer, parapher gçl. Parafe etmek, kısa imza
koymak (Parafer toutes les pages d'un contrat).
paraffinage er. Parafinleme, parafin sürme,
paraffine diş. Parafin,
paraffinée s. Parafinli (Papierparaffiné).
paraffiner gçl. Parafinlemek, parafin sürmek,
parafoudre er. Yıldırımsavar, yıldırımkıran,
parage er. 1. Soy, ocak (Un homme de haut parage).
2. (Bağcılıkta) Kıştan önce bağın sürülmesi,
parages

1000

güzün bağı kazma. 3. (Kasaplıkta) Yenmeyecek


kısımlarını temizleyip ayıklayarak eti hazırlama,
parages er. ç. Dolay, yöre, yakın yer (Les parages
du cap de Bonne Espérance ont vu bien des
naufrages). § Dans les parages de: -yakınında,
yöresinde (Il habite dans nos parages).
paragraphe er. 1. Paragraf. 2. huk. Fıkra (Les
députés repoussèrent ce paragraphe de la loi). 3.
(Basımcılıkta) Paragraf işareti,
paragrêle s. ve er. Dolusavar (Canon paragrêle,
fusée paragrêle).
paraître gsz. 1. Görünmek (Un avion parut dans le
ciel). 2. Çıkmak, yayımlanmak (Son recueil de
poèmes vient de paraître). 3. Kendini göstermek,
öne çıkmak, parlamak (Il aimait un peu trop
paraître). 4. Doğmak, ortaya çıkmak (Lorsque
l'enfant paraît. Une bonne institution vient de
paraître). S. -gibi görünmek; -diği izlenimi
bırakmak (Il ne paraît pas très intelligent). 6.
Paraître f. qch: -iyor gibi görünmek, -miş gibi
görünmek (Tu parais approuver cette idée). § Il
paraît que: -gibi geliyor; öyle görünüyor ki (II
paraît que les prix vont augmenter). D y paraît:
İşte, besbelli. Faire paraître qch, laisser paraître
qch: -i belli etmek, göstermek, açığa vurmak
(Laisser paraître ses sentiments, faire paraître son
irritation). Paraître à la barre, en justice: Yargıç
karşısına çıkmak, mahkeme önüne çıkmak,
paralittérature diş. Yazındışı, yanyazın.
parallactique s. gökb.
Iraksı
(Mouvement
parallactique: Iraksı devinme).
parallaxe diş. gökb. Iraklık açısı, °paralaks.
parallèle s. 1. Koşut, paralel (Deux lignes
parallèles). 2. Parallèle à: -e koşut (Une rue
parallèle à une autre). 3. diş. Koşut çizgi (Tracer
une parallèle). 4. er. gökb. Paralel daire, eşleğe
koşut daire. S. er. mec. Koşutluk, benzerlik,
yakınlık (Etablir un parallèle entre deux auteurs).
§ Mettre qch en parallèle: Tartmak, ölçüp biçmek,
iyice hesaplamak (Mettre en parallèle les
avantages et les inconvénients).
parallèlement bel. 1. Koşut olarak (Route qui va
parallèlement à la rivière). 2. mec. Aynı anda;
bağıntılı
olarak
(Exprimer
deux
idées
parallèlement).
parallélépipède,
parallélipipède
er.
mat.
Paralelyüz.
parallélisme er. 1. Koşutluk (Le parallélisme des
roues d'une voiture). 2. mec. Benzerlik, uyuşum
(Constater certains parallélismes entre les
moeurs). 3. fels. Koşutçuluk; ruhsal ve bedensel
olayların birbirlerini karşıladıklarını ileri süren
öğretinin genel adı.

parapet

parallélogramme er. mat. Paralelkenar.


paralogisme er. fels. Mantığa aykırılık; bozuk
mantık; yanıltıcılık.
paralysant,e s. İnmeleyici, kötürümleştirici, felç
getirici (Emotion paralysante).
paralysé,e s. ve ad. İnmeli, kötürüm, felçli (Un
vieillard paralysé).
paralyser gçl. 1. İnmelemek, kötürümleştirmek,
felç etmek (£/ne attaque l'a paralysé sur tout le côté
droit). 2. Uyuşturmak, dondurmak, devinimsiz
bırakmak (Le froid paralyse les membres). 3 .mec.
Felce uğratmak, durdurmak (La grève a paralysé
toute l'activité économique du pays). 4. mec.
Şaşkına çevirmek, dondurup bırakmak (La
dureté de l'examinateur paralysait les candidats. Il
était paralysé par la peur).
paralysie diş. 1. İnme, kötürümlük, felç (Etre
atteint deparalysie). 2.mec. Felce uğrama, hiçbir
şey yapamaz duruma düşme, donup kalma (La
paralysie de l'Etat en face de l'anarchie
grandissante).
paralytique s. ve ad. İnmeli, kötürüm, felçli (Un
vieillard paralytique. L'aveugle et le paralytique).
paramécie diş. hayb. Terliksihayvan.
paramédical,e s. Tıpdışı, "paramedikal (Le
personnel paramédical).
paramètre er. mat. Parametre,
paramétriques, mat. Parametreli,
paramilitaire s. Ordu disiplin ve yapısına göre
örgütlendirilmiş (Formations paramilitaires).
paramnésie diş. ruhb. Anı karışıklığı, gerçek
olmayan bir anının gerçekmiş sanılması,
parangon er. 1. Örnek (Un parangon de beauté). 2.
Kusursuz inci yada elmas. 3. (Basımcılıkta)
Afişlerde kullanılan iri harf (Gros parangon, petit
parangon). 4. Siyah mermer. 5. (Eski) Denek
taşı, "mihenk taşı. 6. Karşılaştırma. § Mettre en
parangon: Karşılaştırmak,
parangonnergç/. 1. (Eski) Karşılaştırmak. 2. (Eski)
Örnek olarak göstermek. 3. (Basımcılıkta)
Değişik puntodaki harfleri birbirine uydurup
dizmek.
paranoïa diş. ruhb. *Yansıtımca, "paranoya.
Düzenli ve sürekli sabuklamalann, kuşku ve
bilinçsiz suçluluk duygularının yoğun olduğu bir
çildin türü.
paranoïaque s. ve ad. *Yansıtımcalı, paranoyak;
yansıtımcaya değgin, paranoyaya değgin,
paranoîde s. Yansıtımcayı andıran, yansıtımcaya
benzer, paranoyayı andıran (Déliresparanoïdes).
parapet er. 1. Kale siperi, barbata. 2. Korkuluk,
korkuluk duvarı (S'accouder au parapet d'un
pont).
paraphe
paraphe—» parafe,
parapher —• parafer.
paraphernal,e s. (Evli kadının malı için) Çeyiz dışı,
drahoma dışı.
paraphrase diş. 1. Açma, açımlama ; geniş açıklama
(Faire une paraphrase. Faire la paraphrase d'un
ouvrage). 2. Gereksiz uzatma; uzun ve dağınık
yazı yada açıklama ( Une traduction ne doit pas être
une paraphrase).
paraphraser gçl. Açmak, açımlamak, genişçe
açıklamak (Paraphraser un texte).
paraphraseur, euse ad. (Yazarken yada anlatırken)
Gereksiz uzatan; uzatıp dağıtan,
paraphraste ad. * Açmacı, *açımlayıcı, açımlamacı,
geniş açıklama yapan kimse,
paraphrastique s. Açmaya değgin, açımlamaya
değgin; açma yada açımlama niteliğinde olan
(Exégèse paraphrastique).
paraphyse diş. bitb. Parafiz, kısır tel.
paraplégie diş. hek. (Özellikle bacaklarda) İki yanlı
felç, belden aşağı felç.
paraplégique s. ve ad. Belden aşağısı tutmayan, iki
ayağı da felçli,
parapluie er. (Yağmura karşı) Şemsiye (Ouvrir,
fermer son parapluie).
parapsychique s.
Ruhbilimötesine
değgin;
fizikötesi (Phénomènes parapsy chiques).
parapsychologie diş. ruhb. Ruhbilimötesi.
parasélène diş. Ay ağdı, ayla.
parasitaire s. 1. Asalaklara değgin; *asalaksal. 2.
Asalaklara bağlı, asalaklardan ileri gelen
(Maladieparasitaire). 3. Asalak olarak yaşayan,
asalak gibi bir yaşam süren, onun bunun sırtından
geçinen.
parasites, ve er. 1. Asalak (Le ténia est un parasite
de l'homme. Animaux parasites,
végétaux
parasites). 2. (Radyo vb.) Parazit, cızırtı (Bruits
parasites. Parasites qui empêchent d'écouter une
émission).3. Başkalarının sırtından geçinen,
asalak, "tufeyli (Tu n'es qu'un parasite). 4. s. Boş
ve cansıkıcı, gereksiz ve rahatsız edici (Humilité
est une vertu parasite. Des constructions parasites
enlaidissent cette vieille demeure).
parasiter gçl. 1. -in sırtından geçinmek; -de asalak
olarak yaşamak (Individus qui parasitent la
société. Ver qui parasite un mammifère). 2.
Parazitle karıştırmak, bozmak, anlaşılmaz hale
getirmek (Le moteur de l'atelier parasite les
émissions).
parasiticide s. ve ad. Asalak öldürücü (ilâç),
parasitique s. Asalakça, asalaklar gibi, asalaklara
özgü (Vieparasitique).
parasitisme er. Asalaklık.

tooı
parcheminé
parasitologie diş. Asalakbilim.
parasol er. 1. (Açıkhava kahveleri, park ve
plajlarda) Şemsiye (Parasol de plage, parasol
d'une table de café). 2. (Eski) Güneş şemsiyesi (Il
était nu-tête, sous un parasol que portail un nègre
derrière lui).

parathyroïdes diş. ç. anat. Küçük kalkanbezi,


"paratiroid.
paratonnerre er. Yıldırımsavar, "paratoner,
parâtre er. 1. Üvey baba. 2. mec. Kötü baba,
paravent er. 1. Paravana (Se déshabiller derrière un
paravent). 2. Bir şeyi saklayan yada koruyan kişi
yada şey.
parbleu Uni. Öyle ya! Bak hele! Elbette! Neden
olmasın! (Il est content. -Parbleu! C'est justement
ce qui lui convenait).
parc fpankj 1. Park (Le parc de Versailles).!.
(Taşıtlar için) Park yeri (Garer, mettre sa voiture
dans un parc). 3. ask. Top, cepane, erzak gibi
şeylerin konulduğu yer; deppoy, park (Les parcs
d'artillerie et de munitions). 4. (Koyun vb. için)
Ağıl. 5. (Kabuklular için) Havuz (Parc à huîtres).
6. Balık saklanılan, ağlarla çevrili deniz parçası,
*bahk ağdı.
parcage er. 1. (Hayvanları) Ağda alma (Leparcage
des moutons). 2. (Toprağı gübrelemek amacıyla)
Tarlada hayvan yatırma. 3. (Taşıtlar için) Park
etme, park yapma (Leparcage d'une voiture).
parcellaire s. 1. Bölgü bölgü yapdan, parça parça
yapılan (Travailparcellaire, plan parcellaire). 2.
Bölgülere değgin, "bölgüsel, "parsellere değgin
(Cadastre parcellaire).
parcelle
1. Küçük parça, parçacık (Uneparcelle
d'or, de mica). 2. *Bölgü, "parsel, küçük toprak
parçası (Une parcelle de blé). 3. mec. Azıcık, bir
parçacık, en ufak (Il n'y a pas une parcelle de vérité
dans ce qu'il dit).
parcellisation diş. Küçük parçalara ayırma, bölme,
bölgülere ayırma, "bölgüleme.
parcelliser gçl. *Bölgülemek, küçük parçalara
ayırmak, bölmek (Parcelliser un terrain;
parcelliser l'opposition).
parce que bağ. Çünkü, -diği için, -diğinden dolayı
(ila échoué, parce qu'il n'a pas travaillé).
parchemin er. 1. Eskiden, yazı yazmak için
hazırlanan deri, tirşe, "parşömen. 2. tkz.
Üniversite diploması, kapı gibi diploma. 3.
Parşömene benzetilerek yapdan mat, dayanıklı
ve hafifçe saydam kâğıt; parşömen kâğıdı
(Papier-parchemin de denir),
parcheminé,e & 1. Parşömenleştirilmiş, parşömen
gibi yapümış (Cuir parcheminé,
papier
parcheminé). 2. Açık külrengi ve buruş buruş,
parcheminer
kırış kırış (Visageparcheminé d'un vieillard).
parcheminer gçl. Parşömenleştirmek; parşömen
gibi yapmak (Parcheminer du papier). § Se
parcheminer: Kırış kırış olmak, buruşup açık gri
bir renk almak (Sa peau se parchemine).
parchemineux,cuse s. Parşömenimsi, parşömen
görünümünde (az kullanılır).
parcheminier,ère ad. Parşömenci.
parcimonie
Aşırı tutumluluk, cimrilik, pintilik,
kıyamazlık (Donner de l'argent de poche avec
parcimonie.
Accorder
ses
éloges
avec
parcimonie).
parcimonieusement bel. Cimrice, pintice, kıymaya
kıymaya.
parcimonieux,euse i. 1. Aşırı tutumlu, pinti, cimri
(Un homme parcimonieux). 2. Cimrice, pintice
(Une
distribution
parcimonieuse
de
récompenses).
parcourir gçl. 1. -i baştan başa dolaşmak (Parcourir
un pays, les bois, une région). 2. Çabucak
okuyuvermek, şöyle bir gözden geçirivermek
(Parcourir un texte, un journal, un article). 3.
Şöyle bir bakmak, göz atmak (Parcourir les
meubles, un salon). 4. (Yol) Gitmek, almak,
katetmek (Le son parcourt environ trois cent
trente mètres à la seconde. Distance à parcourir
entre deux arrêts).
parcours er. Bir şeyin izlediği yol, geçtiği yer; yol,
yol boyu, yol üstü, "güzergâh (Le parcours d'un
autobus, d'un fleuve, d'une course cycliste).
par-derrière bel. 1. Arkadan. 2. ilg. -in arkasından,
par-dessus bel. 1. Üstten. 2. ilg. -in üstünden,
pardessus er. Üstlük, "pardösü (Mettre, ôter son
pardessus).
par-dessous bel. 1. Alttan. 2. ilg. -in altından,
pardi ünl. tkz. Vallahi! Hay Allah! Tüh be! (Il a
trouvé porte close. Pardi! Il s'est trompé d'adresse.
Il n'est pas là. Pardi! Il aura encore oublié le
rendez-vous).
pardieu ünl. (Eskimiştir) Vallahi! (Pardieu oui!).
pardon er. 1. Bağışlama, "aï (Le pardon d'une faute,
des injures). 2. Bretonlarda dinsel bayram, hac
töreni; hac töreninin yapıldığı yer. 3. ç.
Yarlıgama. 4. ünl. hlk. Hiç sorma, pes doğrusu!
(Le père était déjà costaud, mais alors le fils,
pardon!). S. ünl. Bağışlayın, özür dilerim,
afedersiniz (Pardon, monsieur, pourriez-vous me
dire l'heure qu'il est?). § Accorder son pardon à
qn: -i bağışlamak. Demander pardon à qn: -den
özür dilemek,
pardonnables. 1. Bağışlanabilir, affedilebilir (Une
erreur pardonnable).
2. Pardonnable à: -e
bağışlanabilir (Tout est pardonnable aux douleurs

1002

pareil

d'un amant).
pardonner gçl.
1. Bağışlamak, "affetmek
(Pardonner une faute, une injure). 2. Pardonnera
qn: Birini bağışlamak, -in suçunu bağışlamak, -i
affetmek, yarlıgamak (Le roi lui pardonna.
Pardonnez-leur, car ils ne savent pas ce qu'ils
font). 3. Pardonner qch à qn: Birinin -sini
bağışlamak, hoşgörmek (Je lui pardonne son
indiscrétion). 4. Pardonner à qn de f. qch: Birinin
-meşini bağışlamak, birini -diğinden dolayı
bağışlamak (Je ne pardonne point aux hommes
d'action de ne point réussir. Pardonnez-lui d'avoir
agi ainsi). 5. gsz. (Olumsuz olarak kullanılır)
Bağışlamamak, gözünün yaşına bakmamak, hiç
dinlememek; sonu kötü olmak; onarılması
olanaksız olmak (C'est une maladie qui ne
pardonne pas. Cette erreur ne pardonne pas). §Se
pardonner: 1. Bağışlanmak (Ce genre de faute ne
se pardonne pas). 2. Birbirini bağışlamak (Ils se
sont pardonnés). 3. Se pardonner qch: a)
Birbirinin -sini bağışlamak (Ils se pardonnent
tout), b) Kendi -sini bağışlamak (Je ne me
pardonnerai jamais une telle bêtise).
paré,e s. 1. Süslenmiş, bezenmiş (Une femme bien
parée). 2. (Et) Pişirilmeye hazırlanmış (Viande
parée). 3. Hazır, istenilen biçimde, yerine
getirilmiş (Voilà tout paré). 4. Parécontre: -e karşı
iyice donatılmış, gerekli her şeyi olan, -e karşı
koymaya hazır (Etre paré contre le froid, contre
toute éventualité).
paréage er. —> pariage.
pare-balles er. Çelik gömlek; *kurşunsavar.
pare-boue er. Çamurluk.
pare-brise er. (Otomobillerde) Ön cam, yel siperi,
pare-chocs er. (Otomobillerde) Tampon,
pare-étincelles er. (Ocaklarda)
"Kıvılcımlık,
kıvılcım siperi,
pare-feu er. 1. Yangın söndürme aygıtı. 2.
Ormanlarda yangının yayılmasını önlemek için
yapılan ağaçsız yol.
pare-fumée er. (Ocaklarda) Dumanlık, davlumbaz,
parégorique s. 1. Ağrı kesici (Médicament, élixir
parégorique). 2. er. Ağrı kesici ilâç.
pareil,le s. 1. Benzer, eş (Deux mains ou deux nez
absolument pareils). 2. Pareil à: -e benzer (Sa
maison est pareille à la mienne). 3. Böyle, böylesi
(Enpareilcas, il convient d'être prudent). 4. Aynı,
tıpkı (C'est pareil. Comment est votre santé? Toujours pareille). 5. bel. hlk.
Aynı, aynı şekilde,
benzer biçimde (Deux jeunes filles habillées
pareil). 6. ad. Aynısı, tıpkısı, eşi, benzeri (Cette
étoffe est très belle, il faut trouver la pareille. Vous
et vos pareils, vous croyez que tout vous est dû). § A
pareillement

1003

nul autre pareil: Eşsiz, eşi benzeri olmayan. Sans


pareil,le: Eşsiz, eşi benzeri bulunmayan,
görülmemiş (Un désordre sans pareil). Ne pas
avoir son pareil, sa pareille: Eşi benzeri
bulunmamak, eşsiz olmak. Rendre la pareille à
qn: -e ne yaptıysa onu yapmak, aynıyla karşılık
vermek, aynıyla "mukabele etmek. C'est du
pareil au même: tkz. Aynı şey, aynısının tıpkısı,
pareillement bel. 1. Aynı biçimde, aynı tarzda
( Deux enfants habillés pareillement). 2. De, "dahi,
"keza (La santé est bonne, et l'appétit
pareillement).
parement er. 1. Kiliselerde işlemeli mihrap örtüsü.
2. Yaka yada kollara geçirilen işlemeli kapak
(Robe avec de grands parements de dentelle). 3.
Kesme kaplama taşı. 4. Kaldırım kenar taşı.
parementer gçl. 1. (Giysilere) işlemeli kol kapağı
geçirmek. 2. (Yapıların yüzünü) Kesme taşlarla
kaplamak.
parémiologie diş. Atasözlerini inceleyen bilim dalı,
*atasözbilim.
parenchymateux,euses. anat. Özekdokuya değgin;
"özekdokusal.
parenchyme er. anat. Özekdoku, "parankima,
parent,ead. 1. Hısım; akraba (Unprocheparent, un
parent éloigné. J'ai encore une vieille parente dans
ce village. Il annonça la nouvelle à ses plus proches
parents). 2. er. ç. Anababa, "ebeveyn (Un enfant
doit obéir à ses parents). 3. er. ç. Atalar, dede
baba, ana ata (Adam et Eve sont nos premiers
parents). 4. s. Benzer, yakın; akraba (Deux
intelligences parentes. Le chat est parent du tigre.
L'italien est parent du français). § Traiter qn en
parent pauvre: -e üvey evlât muamelesi yapmak,
parental,e s. Anababaya değgin
(Autorité
parentale).
parentales, parentalies diş. ç. (Eski Romada)
Ölüler bayramı,
parenté diş. 1. Hısımlık, yakınlık; akrabalık (Ils ont
le même nom, mais il n'y a entre eux aucune
parenté. Parenté du côté maternel, parenté du côté
paternel). 2. Hısımlar, yakınlar, akrabalar (Il est
brouillé avec toute sa parenté). 3. Benzerlik,
yakınlık (Parenté entre deux langues. La parenté
des goûts, des caractères).
parantèle diş. 1. (Eski) Kan bağı, akrabalık. 2.
(Eski) Hısımlar, yakınlar, akrabalar (Toute sa
parentèle était dispersée).
parenthèse diş. 1. Ara söz, konu dışı tümce (Après
cette courte parenthèse pour répondre à votre
question, je reprends le cours de mon exposé). 2.
Ayraç, "parantez (Mettre une phrase entre
paranthèses. Ouvrir, fermer la parenthèse). 3.
paresthésie

Kısa süre, kısa dönem (La vie est une paranthèse


entre la naissance et l'agonie). § Entre
parenthèses, par parenthèse: Bu arada şunu
söyleyeyim, şunu da belirteyim ki; konu dışı
olarak, sırası gelmişken (J'ai à vous transmettre les
amitiés de Paul, entre parenthèses, il a bien vieilli).
Avoir les jambes en parenthèses: mec. tkz. Eğri
bacaklı olmak, bacakları içe doğru kıvrık olmak.
Mettre qch entre paranthèses: 1. -i ayraç içine
almak. 2. mec. -i bir yana atmak, göz önüne
almamak.
parer gçl. 1. Süslemek (Un ruban parait ses
cheveux). 2. Parer qn, qch de qch: Birini, bir şeyi
-ile süslemek, donatmak (Parer une table de
fleurs, parer une femme de bijoux. Parer un enfant
de toutes les qualités). 3. Savmak, savuştumak ( Un
boxeur qui pare un direct du droit. Parer un coup).
4. Hazırlamak, ayıklamak, temizlemek (Parer
une viande, de la viande. Parer les cuirs, les peaux.
Parer la vigne). S. den. Aşmak, geçmek (Parer un
cap). 6. -den. Hazır bulundurmak, hazırdurumda
tutmak (Parer les amures pour virer de bord). 7.
(Binicilikte, atı) Tutmak, durdurmak; arka
ayakları üstüne kaldırmak (Parer un cheval). 8.
Parer à qch: -e çare bulmak, -i gidermek (Parer à
un danger, à un inconvénient). § Parer au plus
pressé, au plus urgent: Hemen bir çare bulmak,
çabucak önlem almak. § Se parer: 1. Süslenmek.
2. Se parer de qch: a) -ile süslenmek; -1er
takınmak, giyinmek; -ile donanmak (5eparer de
bijoux. Elle s'était parée de ses plus beaux atouts).
b) -ile övünmek, şişinmek, fiyaka satmak (Il se
parait du titre de directeur général).
parésie diş. hek. Belli bir bölgede hafif felç, kısmî
felç.
pare-soleil er. (Otomobilde) Güneşlik, güneşsavar.
paresse diş. Tembellik (S'abandonner à la paresse.
Paresse intellectuelle, paresse intestinale).
paresser gsz. Tembellik etmek, tembelleşmek,
tembel tembel oturmak,
paresseusement bel. 1. Tembel tembel, tembelce
(S'étendre paresseusement sur un divan). 2. Ağır
ağır (Le fleuve coulait paresseusement).
paresseux,euse s. ve ad. 1. Tembel (Un élève
paresseux. Les paresseux étaient les derniers à
entrer en classe). 2. İyi çalışmayan, ağır işleyen,
tembel, uyuşuk (Esprit paresseux,
estomac
paresseux). 3. Paresseux à f.qch: -mekte tembel,
ağır, geç kalan (Il est paresseux à se lever le matin).
4. er. hayb. Tembelhayvan.
paresthésie diş. hek. ruhb. Dokunma yanılgısı.
Bedenin türlü bölgelerinde gerçekliği olmayan
pareur

1004

iğnelenme, yanma, gıdıklanma ve benzeri


duyumlar algılama,
pareur,euse ad. 1. Perdahçı, perdah yapan işçi. 2.
diş. Perdah makinası, çarşaf yada bez çirişleme
makinası.
parfaire gçl. Tamamlamak, tümlemek; eksiklerini
gidermek, kusursuz duruma getirmek (Parfaire
un ouvrage, un travail. Parfaire ses études à
l'étranger).
parfait,es. 1. Eksiksiz, kusursuz, tam, yetkin (Une
beauté parfaite. Aucun homme n'est parfait). 2.
Tam istenildiği gibi, kusursuz, söylenecek söz
bulunamayan (Leur bonne est parfaite). 3. ünl.
Tamam, çok iyi (Parfait!). 4. er. Yetkinlik,
eksiksizlik, kusursuzluk (Leparfait est le centre de
gravitation de l'humanité). 5. er. Dondurmah
krema (Un parfait au café). 6. er. dilb. Belirli
geçmiş (Les temps du parfait).
parfaitement bel. 1. Eksiksizce, kusursuz olarak,
tam olarak (Savoir parfaitement une langue). 2.
Çok, tam (Elle est parfaitement heureuse). 3.
Evet, elbette (Vous avez parfaitement le droit de
refuser).
parfilage er. 1. Altın yada gümüş tellerle işleme,
simleme, sim yapma. 2. (Kumaşı) Tel tel ayırma,
partiler gçl. 1. Altın yada gümüş tellerle işlemek,
sim yapmak, simlemek. 2. (Kumaşı) Tel tel
ayırmak.
parfois bel. Kimi kez, arasıra, "bazen (Parfois il se
montre gai est souriant, parfois il est bourru et
morose).
parfum er. 1. Güzel koku (Un parfum léger, lourd.
La rose répand un parfum délicat). 2. Koku,
"esans (Mettre quelques gouttes de parfum sur son
mouchoir). 3. mec. Tatlı anı, hoş bir hava (Ce
conte a un charmant parfum d'autrefois ). § Etre au
parfum de qch: argo. -den haberi olmak. Se
mettre du parfum: Koku sürünmek,
parfumé,e s. 1. Kokulu (Des fraises parfumées). 2.
Koku sürünmüş (Femmeparfumée).
parfumer gçl. 1. Güzel bir koku vermek (Un
bouquet de fleurs qui parfume la chambre). 2.
Koku sürmek (Parfumer son mouchoir). 3.
Kokulandırmak, koku katmak (Parfumer une
crème à l'essence de café). § Se parfumer: Koku
sürünmek (Femme qui se parfume).
parfumerie diş. 1. Koku ve güzellik malzemeleri
satıcılığı; koku ve güzellik malzemeleri sanayii. 2.
Koku ve güzellik malzemeleri; "ıtriyat. 3. Koku ve
güzellik malzemeleri satıcı yada yapımcıları;
ıtriyatçılar (Syndicat de la parfumerie). 4. Koku ve
güzellik malzemeleri dükkânı, "parfümeri,
parfumeur,euse ad. Lavantacı, ıtriyatçı.

parjure
pari er. (Tutuşulan) Bahis (Gagner, perdre son
pari). § Pari mutuel: Müşterek bahis. Engager,
faire un pari: Bahse girmek, bahis tutuşmak.
Tenir le pari: Bahse girmeyi kabul etmek,
paria er. 1. Parya. 2. mec. Herkesçe küçümsenen,
aşağılanan kimse. § Traiter qn en paria: -e parya
gibi muamele yapmak. Vivre en paria:
Sürünmek, açlık ve yoksunluk içinde yaşamak,
pariade diş. 1. Kuşlann çiftleşme süremi. 2. Kuş
çifti. 3. Kuşlann eş edinmesi,
pariage, paréage er. tar. Eşit hakları olan iki yada
daha çok kişi arasında bölüştürülen derebey
topraklan,
paridés er. ç. hayb. Baştankaragiller.
paridigitidé,e s. ve ad. Çift tırnaklı (Le boeuf, le
porc sont des paridigitidés).
parier gçl. 1. Bahse girmek, bahis tutmak (Parier
cent francs. Je parie une bouteille de Champagne
avec toi qu'il acceptera). 2. mec. Bahse girmek,
emin olmak (Je parie qu'il a oublié de lui
téléphoner). 3. Parier pour, contre: -e bahse
girmek. 4. Parier avecqn: -ile bahse girmek, bahis
tutuşmak,
pariétaire diş. bitb. Yapışkanotu.
pariétal,e s. anat. Yan, çepere değgin (Ospariétal:
Çeper kemiği, yan kemiği). § Peintures pariétales:
Kaya resimi, mağara duvarlanna yapılan resim,
parieur,euse ad. 1. Bahse giren, bahis tutuşmayı
pek seven. 2. (At yarışlarında) Müşterek bahis
oynayan (Lesparieurs du champ de course).
parigot,e s. ve ad. tkz. Parisli (Accentparigot. Les
parigots).
parisette diş. bitb. Tilkiüzümü.
parisianisme er. Parislilik; Pariz tarzı; Paris ağzı.
parisien,ne s. ve ad. 1. Parisli (Les Parisiens
s'évadent de la capitale au mois d'août). 2. Parise
özgü; Parise değgin (La mode parisienne. La
région parisienne).
paritaire s. İşverenlerle işçilerin eşit sayıda temsil
edildiği, eşit yanlı (Commissionparitaire).
parité diş. 1. Tam eşitlik, tam benzerlik (Laparité
entre les salaires masculins et les salaires féminins.
Cette absolue parité d'idées). 2. mat. (Sayılarda)
Çift olma hali, çiftlik. 3. İki ülke parasının, bu
ülkelerin herbirinde, değişim değeri eşitliği. §
Parité de l'hôtel de la monnaie: Para basımında
maden değeri eşitliği. Parité des monnaies: 1. Para
tam eşitliği; bir ülkenin madeni parasına, bu
paranın ayanna, ağırlığına göre bir başka ülke
parası ile verilen değer. 2. Madeni paralann külçe
olarak kambiyo değerleri,
parjure er. 1. Yalan yere andiçme, yalan yemini;
andını bozma. 2. ad. Yalan yere andiçen; andını
parjurer
bozan. 3. s. Hayın (Infidèle et parjure Manon).
parjurer(se) gsz. Yalan yere andiçmek.; andını
bozmak.
parka diş. Parka (L'armée française remplace la
capote traditionnelle par la parka).
parking er. 1. (Arabayı) Park etme, park yapma
(Parking autorisé). 2. Park yeri.
parkinson er. hek. Parkinson hastalığı (Il est atteint
d'un parkinson).
parkinsonien,ne s. ve ad. Parkinson hastalığına
değgin; parkinsonlu, parkinson hastalığına
yakalanmış
(Un parkirısonien.
Elle
est
parkinsonienne).
parlant,ev. 1. Konuşan ( Des créatures parlantes). 2.
tkz. Konuşkan, geveze (Iln'est pas très parlant). 3.
Çok canlı, canlı gibi, konuşacakmış gibi (Un
portrait parlant). 4. Sesli (Film parlant, cinéma
parlant).
parlé,e s. 1. Konuşulan; konuşmaya değgin
(Langue parlée: Konuşma dili). 2. er. Konuşma,
söz (Le parlé et le chanté dans un opéra). § Journal
parlé: Radyo gazetesi, radyo haberleri,
parlement er. 1. Parlamento (Membre
du
Parlement. Les débats du Parlement). 2. (Eskiden
Fransa'da) Yüksek yargı organı, yüksek
mahkeme.
parlementaire s. 1. Parlamentoya değgin (Régime
parlementaire).
2. ad. Parlamento üyesi,
milletvekili yada senatör. 3. ad. (Düşmanla)
Konuşma görevlisi, elçi, delege,
parlementarisme er. 1. Parlamento usulü. 2.
Parlamento rejimi. 3. mec. Parlamentoculuk,
parlamento oyunları,
parlementer gsz. Parlementer avec: 1. -ile
görüşmek, görüşme yapmak, konuşma yapmak
(Parlementer avec l'ennemi).
2. tkz. -ile
tartışmak, uzun uzun konuşmak, soluk tüketmek
(Il fallut parlementer longtemps avec le gardien
pour se faire ouvrir la porte).
parler gsz. 1. Konuşmak (Enfant qui apprend à
parler). 2. Topluluk karşısında konuşmak, söz
alıp konuşmak (Parler à la radio, parler au nom
d'un parti). 3. Her şeyi söylemek, gizli saklı ne
varsa ortaya dökmek (Le voleur a parlé). 4. gçl. -i
konuşmak, bilmek (Il parle trois langues
étrangères). 5. gçl. (Tümlecin başında tanımhk
kullanılmadan) a) ...konuşmak (Parler français,
anglais, turc), b)-konusundakonuşmak, -densöz
etmek (Parler politique, parler affaires). 6. Parler
à qn: -e söz yöneltmek, "hitap etmek (Répondez
quand on vous parle). 7. Parler avec qn: -ile çene
çalmak, konuşmak (Il parlait avec le concierge). 8.
Parler de qn, de qch: -den söz etmek (Parler du

1005

parleur
passé, d'un camarade de classe). 9. Parler à qn de
qch: Birine -den söz etmek, birisiyle -konusunda
konuşmak. 10. Parler sur qch: -üzerinde
konuşmak, -konusunda konuşmak. 11. Parler
pour: -lehinde konuşmak. 12. Parler contre:
-Aleyhinde konuşmak. 13. Parler de f.qch: -meyi
düşünmek, -meye niyeti olmak (Il parlait
d'émigrer aux Antilles). § C'est une façon de
parler: Sözün gelişi böyle, söyleneni pek ciddiye
almamak gerek, laf olsun diye. Sans parler de:
-den ayrı olarak, -den başka, -in dışında (Cela va
vous coûter très cher, sans parler de tous les ennuis
que vous vous attirerez). Parler à bon escient:
Bilerek konuşmak, bile bile söylemek. Parler
bas: Yavaş konuşmak, alçak sesle birşeyler
söylemek. Parler chrétien: Açıkça söylemek,
dobra dobra konuşmak. Parler comme un livre:
Yanlışsız, pürüzsüz konuşmak; sözü dinlenir
olmak.
Parler
d'abondance:
Doğaçtan
konuşmak, hazırlıksız olarak rahat konuşmak.
Parler dans le tuyau de l'oreille: Kulağa bir şeyler
fısıldamak. Parler de la pluie et du beau temps:
Havadan sudan konuşmak, dereden tepeden
konuşmak. Parler des grosses dents: Gözdağı
vererek söylemek, diş göstererek konuşmak,
sırtararak konuşmak. Parler d'or: tyi söylemek,
tatlı söylemek, ağzından bal akmak. Parler du
coude: Dirseğiyle dürtmek. Parler du nez:
Burnundan konuşmak. Parler en l'air: Uluorta,
gelişigüzel konuşmak. Parler en maître: Yetkiyle
konuşmak. Parler entre ses dents: Kem küm
etmek, geveleyerek konuşmak. Parler français
comme une vache espagnole: Fransızcayı pek
berbat konuşmak, kafa göz yararak konuşmak.
Parler haut: Dangalakça konuşmak, bağırıp
çağırmak. Parler javanais: Kuş dili konuşmak.
Parler pour ne rien dire: Ne söylediği belli
olmamak, saçma sapan konuşmak. Parler sans
fard: Açıkça
konuşmak,
gizli
kapaklı
konuşmamak. Tu parles! Vous parlez!: Ne
demezsin! O d a laf mı! §Se parler: 1. Konuşulmak
(Une langue qui se parle dans le monde entier). 2.
Birbiriyle konuşmak (Accorder aux amoureux
l'occasion de se parler. Nous ne nous parlons
plus).

parler er. dilb. 1. Konuşma özelliği, ağız (Les


parlers régionaux). 2. Konuşma (Les mots du
parler de tous les jours). 3. Konuşma biçimi (Son
parler avait quelque chose de rude).
parleur,euse ad. 1. Konuşkan. 2. Konuşmacı,
sözen, "hatip (L'écrivain est un parleur). § Beau
parleur: Uzun ve süslü tümcelerle konuşan, ağzı
laf yapan.
parloir

1006

parloir er. (Dışardan gelenlerle) Görüşme odası


(Elève appelé au parloir).
parlote, parlotte diş. tkz. 1. Çene çalmak için
toplanılan yer. 2. Genç avukatların aralarında
yaptıkları söz söyleme alıştırması. 3. Çene çalma,
dereden tepeden konuşma. § Faire la parlote avec
qn: -ile çene çalmak, gevezelik etmek, havadan
sudan konuşmak,
parmélie diş. bitb. Kabuklikeni.
parmesan er. Bir tür İtalyan peyniri,
parmi ilg. Arasında, içinde (Maisons disséminées
parmi les arbres. L'inégalité parmi les hommes).
parnasse er. 1. Şiir (Les faveurs du Parnasse). 2.
Parnas yazın akımı (Les poètes du Parnasse).
parnassien,ne s. 1. Şiire değgin, şiirsel. 2. Parnas
akımına değgin (L'école parnassienne). 3. er.
Parnas ozanı (Les Parnassiens). 4. er. Bir tür dağ
kelebeği.
parodie diş. ed. 1. Yansılama, ciddi bir yapıt yada
şiirin alaylı olarak yazılan benzeri. 2. mec. Kaba
taklit, karikatür, sahte, yalancık (Uneparodie de
réconciliation).
parodier gçl. 1. ed. -i yansılamak (Parodier une
oeuvre, un auteur). 2. mec. -i yansılamak, -in
taklidini yapmak (Parodier un professeur pour
s'en moquer).
parodiques. Yanilsamali (Un style parodique).
parodiste ad. ed. Yansılaman, yansılama yazarı,
paroi diş. 1. Bölme duvan, iç bölme, iç duvar (Paroi
de bois, de métal, de verre. Parois d'un wagon,
d'un navire). 2. Kaya duvarı, dik kaya yüzü (Les
alpinistes gra vissent une paroi en s'aidant de pitons
et de cordes). 3. İç yüz, iç kenar (Les parois d'un
vase, d'un tube, d'un récipient). 4. anat. Çeper,
"cidar (La paroi abdominale).
paroisse diş. 1. Bir papazın ruhani çevresi; bu
çevrenin kilisesi (L'église de la paroisse. Alleràla
paroisse). 2. (İngiltere'de) Bucak. § N'être pas de
la même paroisse: Aynı kafada olmamak. N'être
pas de la paroisse: Oraların yabancısı olmak,
paroissial,e s. 1. Kiliseyle ilgili, kiliseye değgin (Les
oeuvres paroissiales). 2. Bir papazın ruhani
çevresiyle ilgili, papazlık bölgesine değgin
(L'église paroissiale).
paroissien,ne ad. 1. Kilise mensubu (Le curé et ses
paroissiens). 2. mec. tkz. (Eski) Adam, herif (Un
drôle de paroissien). 3. Ayin kitabı,
parole diş. 1. Söz söyleme yeteneği, konuşma (La
parole est le propre de l'homme). 2. Ses tonu
(Avoir la parole douce, vive). 3. Söz, sözcük (Il
nous a regardés sans dire une parole). 4. Ünlü söz
(Citer une parole d'Atatürk). 5. Önerme. 6. ç.
(Şarkılarda) Söz, "güfte (L'air et les paroles d'une

parquer
chanson). § Homme de parole: Sözününeri. Belles
paroles: Parlak sözler, boş vaitler. Paroleenl'air:
Ciddiyetten uzak söz, havadan söz. Ma parole:
Vallahi, inanın! Parole d'honneur: Şeref sözü,
şerefim üzerine andiçerim. Sur parole: Verilen
söz üzerine. Accorder la parole à qn: Sözü -e
vermek. Adresser la parole à qn: -e söz
yöneltmek, -ile konuşmak. Avoir la parole: Söz
sırası kendinde olmak. Avoir la parole facile:
Rahat ve akıcı konuşmak. Couper la parole à qn:
-in sözünü kesmek. Croire qn sur parole: -in
sözüne inanmak, güvenmek. Demander la parole:
Söz istemek. Donner sa parole, sa parole
d'honneur: Şeref sözü vermek. Manquer à sa
parole: Sözünü tutmamak, verdiği sözü yerine
getirmemek. Mesurer, peser ses paroles: Lâfını
tartarak konuşmak. N'avoir qu'une parole: Bir
söz verdi mi tamam olmak, sözünün eri olmak.
N'avoir aucune parole: Hiçbir sözünde
durmamak. Payer qn en paroles: -i lafla
oyalamak, lafla savsaklamak. Perdre la parole:
Dili tutulmak, ağzından tek sözcük çıkmamak.
Prendre la parole: Söz almak. Refuser la parole &
qn: -e söz vermemek. Rester en parole: Sözde
kalmak, laftan ileri gitmemek, bir türlü
gerçekleşmemek. Retirer sa parole: Sözünü geri
almak. Tenir sa parole: Sözünü tutmak, sözünde
durmak,
parolier,ère o d Güfteci.
paronomase diş. ed. Sesbenzeşimi, yakın sesli
sözcüklerin sıralanışından doğan anlatış sanatı,
*kökdeşleme.
paronyme er. Başka bir sözcüğe köken yada biçim
bakımından benzeyen sözcük, *okşar.
paronyque<% bitb. Dolamaları iyileştirdiği sanılan
karanfilgillirden bir bitki,
parotide diş. anat. Kulakaltı bezi.
parotidien,ne s. Kulakaltına değgin; kulakaltı
bezine değgin,
paroxysme er. En şiddetli nokta; son kerte; doruk,
en yüksek nokta (Douleur de tête poussée à son
paroxysme. La joie atteignit son paroxysme).
parpaillot,e ad. Eskiden katoliklerin protestanlara
taktıkları küçümsemeli ad.
parpaign er. (Duvarcılıkta) İki yüzlü bağtaşı.
parque diş. 1. Söylencede Clotho, Lachésis,
Atropos adlı insan ömrünün ipliklerini örüp
koparan üç tanrıçadan her biri. 2. mec. Yazgı;
ölüm.
parquer gçl. 1. Ağıla "sokmak (Parquer les
bestiaux). 2. Düzgünce yerleştirmek (Parquer les
vivres, les canons). 3. Park etmek (Parquer sa
voiture). 4. mec. Kapatmak, tıkmak, "hapsetmek
parquet
(Parquer les manifestants dans une caserne). 5.
gsz. Ağılda olmak, içerde olmak (Troupeaux qui
parquent dans un enclos). § Se parquer: Arabasını
park etmek (Se parquer dans une rue).
parquet er. 1. Mahkeme salonunda yargıç kürsüsü
ile avukat yeri arası. 2. Savcılar kurulu. 3.
Savcılık, savcı dairesi. 4. Yargıçlar kurulu. 5.
Borsada borsacıların iş gördükleri yer. 6.
(Yapıcılıkta) Parke (Parquet de chêne, parquet
ciré).
parquetage er. Parke döşeme.
parqueter gçl. Parke döşemek (Parqueter un
plancher).
parqueterie diş. Parkecilik,
parqueteur er. Parkeci, parke döşeme işçisi,
parrain er. i . Vaftiz babası, ad babası. 2. Birini bir
topluluk yada çevreye tanıtan kimse. § Les
parrains sousterrains,ies parrains de la mafia:
Yeraltı babaları, mafya babaları,
parrainage er. 1. Vaftiz babalığı; vaftiz analığı. 2.
mec. Destek; destekleme (Un grand savant qui
accepte le parrainage d'une campagne contre la
ségrégation raciale).
parrainer gçl. Desteklemek, destek olmak,
korumak (Parrainer quelqu'un, parrainer une
entreprise).
parricide er. 1. Anasını yada babasını öldürme
suçu. 2. (Eski) Hükümdarını öldürme suçu.
parricides, vead. 1. Anasını yada babasını öldüren
(Fils parricide. Un parricide). 2. Hükümdarım
öldüren; hükümdarı öldürme amacına yönelik
(Attentat, complot parricide).
parsemer gçl. 1. -e serpilmiş bulunmak, -i yer yer
kaplamak, -de yer yer bulunmak (Les fleurs qui
parsèment le gazon. Les fautes d'orthographe qui
parsèment un texte). 2. Parsemer qch de qch: Bir
şeye yer yer ...serpiştirmek, yerleştirmek,
koymak (L'ennemi avait parsemé le sol de mines.
Parsemer un discours de citations).
parsi,e s. ve ad. 1. Zerdüşti, Pars. 2. er. Pars dili,
Parsça.
parsisme er. Pars dini, Zerdüştlük.
part er. 1. (Hayvanlarda) Doğurma. 2. Yeni
doğmuş çocuk. § Substitution de part: Çocuğun
nesebini gizleme. Suppression de part: Yeni
doğmuş çocuğu öldürme,
part diş. 1. Pay (Il a abandonné à ses frères sa part
d'héritage). 2. Parça, bölüm (Diviser un gâteau en
six parts égales. Il a perdu une grande part de sa
fortune). § La part du lion: Aslan payı, en iyi
parça, en büyük parça. A part: 1. ilg. -den başka,
-in dışında, ...bir yana (A part cela, tout va bien.
Le mauvais temps à part, nous avons passé de

1007

part
bonnes vacances). 2. bel. Ayrı ayrı, ayrı olarak (Il
faut ranger ces livres à part. Cette question sera
examinée à part). 3. s. Apayrı, bambaşka; özel
(C'est un garçon à part. Considérer chaque fait
comme un cas àpart). A part moi, à part toi : Kendi
içimde, kendi içinde; kendime, kendine (J'ai
gardé mes réflexions à part moi). A part entière:
Bütün haklara sahip (Associé à part entière,
membre à part entière d'un groupe). Autre part:
Başka yerde (Il n'est pas ici, il faut chercher autre
part). De la part de: -in adına, -tarafından (Cette
réponse ne me surprend pas de sa part. J'ai un
paquet à vous remettre de la part de vos parents).
De part en part: Bir yandan öbür yana (Le
projectile a transpercé le blindage de part en part).
De part et d'autre: Her iki yandan da ; iki yanda da
(Il y a de la mauvaisefoi de part et d'autre dans cette
discussion). De toute part, de toutes parts: Her
yandan (Des lettres de félicitation arrivaient de
toute part). D'autre part: Ayrıca, öte yandan,
bundan başka. D'une part...d'autre part: Bir
yandan... öte yandan (D'une part, il est paresseux,
d'autre part il n'a pas eu de chance). Nulle part:
Hiçbir yere, hiçbir yerde (Il ne se sent heureux
nulle part). Quelque part: 1. Bir yerde, bir
yerlerde (J'ai lu cette phrase quelque part). 2.
Tuvalet, yüznumara (Aller quelque part:
Yüznumaraya gitmek). Pour ma part: Bana
gelince, bense; bence, bana kalırsa (Pour ma part,
je trouve ce choix excellent). Pour une part: Biraz
da, bir ölçüde (Sa décision résulte pour une part du
souci de ne gêner personne). Pour une bonne part:
Geniş ölçüde, büyük oranda (Des considérations
électorales entraient pour une bonne part dans les
mesures prises par le gouvernement). Avoir part à
qch: 1. -den payını almak (Il a eu part à la
distribution). 2. -de bir rol oynamak, katkısı
olmak (Tuas eu part au succès de cette entreprise).
Faire la part de qch: -i hesaba katmak, göz önünde
bulundurmak. Faire la part du feu: Az zararla çok
yarar sağlamak, az sadaka çok belâ savar diye
düşünmek. Faire part de qch: -i bildirmek,
duyurmak (Faire part d'une naissance, d'un
mariage, d'undécès). Faire part de qchàqn: Birini
-den haberli kılmak; bir şeyi -e haber vermek,
bildirmek. Mettre qch à part: -i ayrı tutmak,
ayırmak, bir yana bırakmak. Prendre part à qch:
-e katılmak, "iştirak etmek. Prendre une part dans
qch: -de bir rol oynamak, -e bir katkıda
bulunmak. Prendre qch en bonne part: -i iyiye
almak (Il a pris tes paroles en bonne part). Prendre
qch en mauvaise part: -i kötüye almak ( Prendre un
geste en mauvaise part). Se tailler la part du lion:
partage
Aslan payını kendine almak,
partage er. 1. Bölme, paylara ayırma (Le partage
d'un héritage entre les successeurs). 2. Oy eşitliği,
oyların eşit olarak bölünmesi (S'il y a partage, la
voix du président est prépondérante). 3. Pay,
payına düşen şey (Sonpartage dans cette affaire, ce
sont les soucis plus que les avantages). § Ligne de
partage des eaux: coğr. Su bölümü çizgisi,
partageable s. 1. Bölünebilir, paylaşılabilir (Les
frais d'entretien sont partageables entre les
copropriétaires). 2. Benimsenebilir,paylaşılabilir
(Vous avez émis une opinion
difficilement
partageable).
partageante ad. huk. Pay sahibi, "hissedar
(Distribuer des lots égaux aux partageants).
partager gçl. 1. Bölmek, pay etmek, parçalamak
(Partager un domaine, un pays). 2. Bölüşmek,
paylaşmak (Le directeur technique et le directeur
commercial partagent la responsabilité de la
situation
financière
de
l'entreprise).
3.
Benimsemek, katılmak, paylaşmak (Partager les
sentiments, l'opinion de quelqu'un. Je partage
votre joie, votre peine). 4. Partager qch entre: -i
aralarında pay etmek, bölüştürmek (Partager les
bénéfices entre les associés). 5. Partager qch en:
Bir şeyi -e bölmek, ayırmak ( Partager une pomme
en deux). 6. Partager qch avec: Bir şeyi -ile
bölüşmek, aralarında paylaşmak (Partager les
bénéfices avec un associé). § Se partager: 1.
Bölünmek, parçalara ayrılmak (Ce gâteau peut se
partager facilement). 2. Se partager en: -e
bölünmek, aynlmak (Ses cheveux se partageaient
en petites mèches). 3. Se partager entre: -arasında
bölünmek, arasında gidip gelmek (Se partager
entre diverses tendances). 4. Se partager qch: -i
aralarında paylaşmak, bölüşmek (Separtager un
héritage).
partageur,euse s. Elindekini rahatça başkalarıyla
bölüşen, eli açık (Cette gamine n'est pas
partageuse).
partance diş. (Eski) Kalkış, kalkma anı. § En
partance: Kalkmak üzere olan (Plusieurs bateaux
en partance. Avion, train en partance). En
partance pour: -e doğru kalkmakta olan, -e
hareket eden (Bateau en partance pour Afrique).
partant er. 1. Giden (Les arrivants et les partants). 2.
Yanşa katılan, yarışmaya katılan (Les partants
d'une course cycliste). 3. bağ. Bunun için, bundan
dolayı, böylece, giderek (Il se voyait abandonné,
partant, son désarroi était grand).
partenaire ad. 1. Oyun arkadaşı (A vant le début du
match de tennis, les deux partenaires français
avaient mis au point leur tactique). 2. Yardımcı,
1008

partial

çalışma arkadaşı (Partenaire d'un patineur, d'un


prestidigitateur).
3. Aynı işle ilgili kimse,
kendisiyle konuşulup görüşülen kimse (Une
conférence
économique
où les
différents
partenaires débattent les intérêts de leurs pays
respectifs). 4. Kendisiyle cinsel ilişkide bulunan
kimse, yatılan kimse (Sapartenaire n 'avaitpas dû
prendre beaucoup de plaisir).
parterre er. 1. (Park yada bahçelerde) Çim yada
çiçek bölümü; çimlik, çiçeklik (Lesparterres d'un
jardin. Parterre de bégonias, de fleurs). 2.
(Tiyatroda) Koltukların arkasındaki bölüm,
parter (Places de parterre). 3. (Tiyatroda) Parter
seyircileri (Un parterre enthousiaste. Un bon mot
quia fort réjoui le parterre). 4. (Eski) Toprak, yer.
5. tkz. Döşeme (Laver le parterre). § Prendre un
billet de parterre: tkz. Düşmek, nalları havaya
dikmek.
parthénogenèse diş. bitb. biy. Döllenmesiz
cücüklenme.
parti er. 1. Parti (Les partis politiques. Un parti de
gauche, de droite, du centre). 2. Dağınık topluluk,
grup (Des élécteurs qui sont allés grossir le parti des
mécontents). 3. Karar (7/ est temps de prendre un
parti). 4. Çözüm yolu, çare (C'est là le meilleur
parti). 5. Yarar ( On ne peut pas imaginer le parti
qu'on peut tirer d'un simple morceau de bois). 6.
Evlenilecek kimse, yağlı kuyruk (Il épouse la fille
de son patron, c'est pour lui un beau parti). 7.
(Eski) Müfreze. 8. yan, taraf (Ils sont du même
parti). 9. Komünist partisi (Il est inscrit au parti). §
Le parti pris: Yan tutma, yan tutarlık, "tarafgirlik
(Agir avec parti pris). Esprit de parti: Particilik,
partizanlık. Faire un mauvais parti à qn: a) -e bir
kötülük yapmak, -e çok kötü davranmak, b) -i
öldürmek. Prendre le parti de qch: -in yanını
tutmak, yanında yer almak (Prendre le parti des
opprimés contre les oppresseurs). Prendre le parti
de f. qch: -mek kararını almak (Prendre le parti de
partir). Prendre parti: Seçimini yapmak, kararını
vermek. Prendre parti pour qn; contre qn: -in
yanında yer almak; karşısında olmak, -e cephe
almak. Prendre son parti: Kesin kararını vermek,
kesin tavrını takınmak. Prendre son parti de qch:
-e boyun eğmek, razı olmak, -i olduğu gibi kabul
etmek (Il faut prendre son parti de la lenteur des
formalités administratives).
parti,e s. 1. Ortada olmayan, gözükmeyen. 2. tkz.
Sarhoş, kafayı tutmuş (A la fin du repas, il était un
peu parti). 3. Parti de: Yarısı ...yarısı... (Une
casaque de jockey partie de blanc et de vert).
partiaire i. huk. Colon partiaire: Ortakçı, yarıcı,
partial,e s. Yan tutan, kayıran, "tarafgir (Un juge
partialement

1009

partial).
partialement bel. Yan tutarak, kayırarak,
"tarafgirane.
partialité diş. Yanlılık, yan tutma, kayırıcılık,
"tarafgirlik (Agir, juger avec partialité).
participants s. ve ad. Katılan, "iştirak eden,
iştirakçi; ortak olan, ortak (Liste des participants à
une compétition. Association aux nombreux
participants).
participation^. 1. Katılma, "iştirak (Participation
à un gala, à un complot). 2. Ortak olma, ortaklık
(Participation aux bénéfices).
participe er. dilb. Ortaç, °sıfat-fiil.§ Participe passé:
Geçmiş zaman ortacı. Participe présent: Durum
ortacı.
participer gsz. 1. Participer à qch: -e katılmak,
"iştirak etmek (Participer à une grève, à un
concours). 2. -e ortak olmak, -i paylaşmak
(Participer à la joie, au chagrin d'un ami). 3. -de
payına düşeni ödemek, -e katılmak (Participer
aux frais d'un banquet). 4. -de payı olmak, katkısı
bulunmak (Participer au succès d'un ami). 5. -den
pay almak, -e ortak olmak (Participer aux
bénéfices). 6. Participer de qch: -ile benzer yanı
olmak, -e benzemek, -in niteliğinde olmak (Le
drame, en littérature, participe à la fois de la
tragédie et de la comédie).
participial,e s. dilb. Ortaç niteliğinde, "ortaçsal
(Proposition participiale).
particularisation diş. 1. Özgüleştirme; özgüleşme.
2. Ayrıntılama; aynntılanma.
particulariser gçl. 1. Özgüleştirmek; belirlemek. 2.
Ayrıntılamak, en ufak ayrıntılarıyla anlatmak
(Particulariser une histoire). § Se particulariser: 1.
Özgüleşmek; belirlenmek. 2. Ayrılık göstermek,
değişik bir durum almak,
particularisme er. 1. İsa'nın yalnız seçkin insanlar
uğrunda öldüğünü ileri süren bir Hıristiyan
öğretisi. 2. Bir halk yada topluluğun, özerkliğini
yada.bölgesel özelliklerim korumak istemesi;
yerel yada bölgesel özellik (Respecter les
particularismes).
particulariste ad. 1. İsa'mn yalnız seçkin insanlar
uğrunda öldüğünü ileri süren Hıristiyan
öğretisinden yana olan kişi. 2. Özerklik yanlısı,
özerklikçi, "muhtariyetçi. 3. s. Özerklikten yana
(Opinions particularistes).
particularité diş. 1. Özellik; özgülük (Les
particularités d'un cas, d'un dialecte). 2. (Eski)
Özel durum, özel koşul (Elle lui débita toutes les
particularités de sa vie antérieure).
particule diş. 1. dilb. İlgeç, "edat (Particule de
négation:
Olumsuzluk
eki.
Particule

partiel

interrogative: Soru eki). 2. Tanecik (Eau chargée


de particules calcaires). 3. Kimi soyadlarının
başında bulunan ve soyluluk anlatan de, du gibi
öntakı (La bourgeoisie croit à la particule).
particulier,ère s. 1. Özel (Appartement particulier,
leçon particulière, secrétaire particulier). 2. Ayrı,
başkalarına benzemeyen (Cet écrivain a un style
très particulier). 3. Particulier à: -e özgü,"has (Un
symptôme particulier à une maladie. Cette
habitude lui est particulière). 4. er. Özel (Aller du
général au particulier). S. Kişi, kimse, birey,
yurttaş (Est-ce que tu connais ce particulier? C'est
une particulière qui est entrée ici il n'y a pas
longtemps). § En particulier: bel. 1. Özellikle (lia
fait beau toute la semaine, en particulier hier). 2.
Özel olarak, ayrı olarak (Jevousraconteraicelaen
particulier. Cette question doit être examinée en
particulier).
particulièrement bel. 1. Özellikle (Il aime tous les
arts, particulièrement la peinture). 2. Özel olarak,
ayrı olarak, ayrıca (Je ne le connais pas
particulièrement. Je suis particulièrement sensible
à ce problème).
partie diş. 1. Kısım, parça, bölüm (Il passe la plus
grande partie de son temps à la campagne. Nous
habitons la même partie de la ville. Les trois parties
d'une œuvre). 2. Meslek, iş, uğraş (Ilconnaît bien
sa partie. La chimie, ce n'est pas ma partie). 3.
müz. Bir armoniyi oluşturan melodilerden her
biri, parti (Jouer sa partie dans un orchestre). 4.
(Oyunda) Parti (Faire une partie de cartes,
d'échecs, de tennis). S. Oyun (Gagner, perdre la
partie). 6. Topluca yapılan eğlence yada girişilen
iş (Partie de chasse, de pêche, de canotage. Une
partie de plaisir). 7. (Ticarette) Defter tutma
usulü, muhasebe. 8. Mücadele, savaş, kavga (La
partie est inégale. Il a abandonné la partie). 9.
(Mahkemede) Taraflardan her biri, taraf (La
partie adverse, la partie plaignante. Les parties
d'un
contrat).
10. Hasım (Les
parties
belligérantes). 11. ç. Üreme organları (Lesparties
génitales,
sexuelles).
§
Partie
civile:
(Mahkemede) Müdahil taraf, kişisel hak
dâvacısı. Partie défaillante: Mahkeme karşısına
çıkmayan taraf. Partie lésée: Mağdur taraf. En
partie: Kısmen. Avoir affaire à forte partie:
Hasmı kuvvetli olmak, çetin cevize çatmak. Etre
juge et partie: Hem davacı hem yargıç olmak.
Faire partie de: -in üyesi olmak, -e bağlı olmak,
"mensup olmak. Prendre qn à partie: -e
saldırmak, -i şiddetli eleştirmek, hırpalamak.
partiel,le s. Kısmi (Election partielle.
générale ou partielle).

Mobilisation
partiellement
partiellement bel. Kısmen,
partirez. 1. Gitmek (Partir en voiture, à pied, en
bateau, par le train). 2. Hareket etmek; yola
çıkmak (Le train part dans dix minutes). 3.
Başlamak (L'affaire est bien partie. Vous êtes mal
parti, vous devriez changer de méthode). 4.
Patlamak, patlayarak açılmak ( Le bouchon part).
S. Gitmek, çıkmak (Une tache qui part à la lessive.
Cette tache ne partira jamais). 6. Yitmek,
"kaybolmak, güme gitmek (Deux boutons de sa
veste étaient partis dans la bagarre). 7. Tüymek,
çekip gitmek, ortadan kaybolmak (Partir en
douce, furtivement. Partir sans laisser d'adresse).
8. Partir à, pour: -e gitmek (Partir au front. Il est
parti pour Paris). 9. Partir f.qch: -meye gitmek (Il
est parti faire un petit tour). 10. Partir à f.qch:
-meye başlamak, koyulmak (Je sens que je
partirais à rire). 11. Partir de qch: a) -den ileri
gelmek, doğmak (Une réponse fausse qui part
d'une erreur de calcul). b) -den başlamak, -den
itibaren başlamak (Les vacances partent du
premier juin), c) -den gelmek (Mot qui part du
coeur). 12. gçl. (Eski) Parçalara ayırmak,
bölmek, bölüşmek (Avoir maille à partir avec qn:
•ile paylaşacak kozu olmak, görülecek hesabı
olmak). 13. Faire partir qch: a) Göndermek
(Faire partir une lettre), b) Çalıştırmak,harekete
geçirmek (Faire partir un moteur), c) Patlatmak
(Fairepartir une mine, unpétard). § Apartirde: 1.
-den başlayarak, -den itibaren (A partir d'aujourd'hui). 2. -den, -e dayalı,
-kaynaklı (Produits
chimiques obtenus à partir de la houille). Partir
c'est mourir un peu: Ayrılık yarı ölmektir. Rien ne
sert de courir, il faut partir à point: Çok koşan tez
yorulur.
partisan,e s. ve ad. 1. Yandaş, "taraftar (Gagner,
recruter des partisans). 2. Partisan de: -den yana,
-e taraftar (Les partisans du féminisme. Elle n'est
pas partisane de l'autonomie). 3. er. Çeteci
(Guerre de partisans). 4. s. Yan tutan, "tarafgir
(Témoigner d'un esprit partisan).
partitif,ive s. dilb. Bir bütünün bir parçasını
gösteren (Article partitif).
partition diş. müz. Çalgı yada ses bölümlerinin
birlikte okunmasını sağlamak amacıyla birbiri
üstüne sıralanmış notası, "partisyon,
partouse, partouze diş. hlk. Eğlence, âlem (Faire
une partouse).
partout bel. Her yere; her yerde (Une plante qui
pousse partout. Je l'ai cherché partout). § Mettre
son nez partout: Burnunu her yere sokmak,
densiz olmak,
parturiente s. ve diş. hek. Doğuran kadın, doğum

1010

pas
yapan kadın,
parturition diş. hek. Doğurma, doğum yapma,
parulie diş. hek. Dişetleri yangısı,
parure diş. 1. Süs (Les arbres sont les parures de la
terre). 2. Takı, asım takım (Une parure de
diamants).
3. Süsleme; süslenme, takıp
takıştırma (Elle passe un temps fou à sa parure). 4.
Kadın iç çamaşırı (Une parure de dentelle). 5.
Kırpıntı, parçacık (Parure de viande, dégraissé).
parution diş. Yayınlanma, çıkma, yayın alanına
çıkma (Dès sa parution, ce roman a eu beaucoup
de succès).
parvenir gsz. 1. İlerlemek, başarı kazanmak,
yükselip zengin olmak (Il a mis vingt ans à
parvenir). 2. Parvenir à: -e varmak, yetişmek,
erişmek, ulaşmak (Malettreneluiest pas parvenue
en temps utile. Les alpinistes sont parvenus au
refuge. Parvenir à ses fins, à son but). 3. Parvenir à
f.qch: -meyi başarmak (Je ne parviens pas à
déchiffrer son écriture).
parvenues, vead. Sonradan görme, zıpçıktı (Ilaun
goût de parvenu).
parvis[panvijer. 1. (Camivekiliselerde).İçavlu. 2.
Kilise önü, kilise alanı,
pas er. 1. Adım (Faire un pas en avant, en arrière.
Reculer d'un pas). 2. Ayak sesi (Je reconnais son
pas dans l'entrée). 3. Ayak izi (Les pas sur la
neige). 4. Kapı basamağı, eşik (La concierge est
sur le pas de la porte). 5. Basamak (Les pas d'un
escalier). 6. Atın en ağır yürüyüşü (Un cheval qui
va au pas). 7. Dar geçit, boğaz (Franchir le pas.
Pas de Calais). 8. Çarkın dişleri arası, vidanın
yivleri arası ( Le pas est usé). 9. Yürüyüş (Ralentir
le pas) § Pas de porte: Hava parası. Pas de clerc:
Yanlış davranış, çürük tahtaya basma. Pas de
course: Koşar adım. Pas de route: Bayağı yürüyüş
adımı. Pas de charge: Saldırı adımı. Pas de
gymnastique: Cimnastik adımı. Mauvais pas: 1.
Dar geçit. 2. Tehlikeli durum, kötü durum. A pas
comptés:
Sakınımlı
olarak,
"temkinle;
ağırbaşlılıkla. A grands pas: Geniş adımlarla,
hızla. A petits pas: Küçük adımlarla, yavaş yavaş.
A pas de géant: Dev adımlarıyla. A pas de tortue:
Kaplumbağa hızıyla, çok yavaş. A pas de loup:
Sessizce, parmaklarının ucuna basa basa. Au pas:
Ağır adımlarla, yavaş yavaş, acele etmeden. A
deux pas de: -in çok yakınında, -den iki adım
ötede. De ce pas: Hemen, şimdi, "derhal. Pas à
pas: Adım adım, yavaş yavaş. Avancer à grands
pas: Büyük ilerlemeler, gelişmeler göstermek.
Arriver sur les pas de qn: -in hemen arkasından
gelmek. Changer de pas: Ayak değiştirmek.
Céder le pas: (Birinin) Öne geçmesine izin
passer
vermek. Doubler le pas: Adımlarını sıklaştırmak,
hızlandırmak. Etre dans un mauvais pas: Güç,
tehlikeli bir durumda olmak. Faire les cents pas:
Mekik dokumak, habire gidip gelmek. Faire les
premiers pas: a) Yürümeye başlamak, b) İlk
girişimlerde bulunmak. Faire un faux pas: 1.
Ayağı kaymak. 2. Yanlış bir adım atmak.
Marcher d'un bon pas: Hızlı yürümek. Marcher
sur les pas de qn: -in izinden gitmek, yolunu
izlemek. Marquer le pas: Yerinde saymak.
Mettre qn au pas: -i yola getirmek. Ne pas quitter
qn d'un pas: -in yanından bir an ayrılmamak,
kuyruğunu bırakmamak. Prendre le pas sur qn: -e
üstün gelmek, baskın çıkmak, -in pabucunu dama
atmak. Ralentir le pas: Ağır ağır yürümek,
adımlarını yavaşlatmak. Sauter le pas: 1. Güç bir
engeli aşmak. 2. Ölmek,
pas bel. 1. (Ne... pas olarak kullanılır) Eylemieri
olumsuz yapar (Il ne travaille pas: Çalışmıyor). 2.
Pas de (Ardından ad gelir): ...yok (Pas de pain,
pas de vin). 3. (Ardından sıfat geldiğinde)
-olmayan (C'est une femme pas sérieuse). 4.
(Ardından sıfat geldiğinde) Değil (Pas vrai:
Doğru değil. Pas possible: Mümkün değil) .5. tkz.
Değil mi? (Vous m'écrirez. Pas?).
pascal,e s. Paskalyaya değgin (Ciergepascal).
pas-d'âne er. bitb. 1. Öksürükotu. 2. Muayene
etmek için, atın ağzına sokulup da açık kalmasını
sağlayan alet.
paso doble er. Bir İspanyol dansı, pasodobl.
pasquin er. 1. İğneleyici yazı. 2. Palyaço, soytarı,
pasquinade diş. (Eski) Şakanın bayağısı, adi şaka.
passable s. Orta; şöyle böyle, zararsız (Il a eu la
mention passable à son examen. Un devoir
passable, un déjeuner passable).
passablement bel. Şöyle böyle; oldukça (Un élève
qui travaille passablement. J'ai passablement
voyagé dans ma jeunesse).
passacaille diş. Bir dans ve bu dansın havası,
passade diş. 1. Şöyle bir uğrama, kısa bir süre kalma
(Une passade de ma part suffisait à la rendre
heureuse). 2. Gelgeç sevgi, geçici heves (Une
simple passade qui disparaîtra en quelques
semaines).
passage er. 1. Geçme, geçiş (Le passage de
l'équateur par un navire. Attendre le passage de
l'autobus.
Le passage
de l'enfance
à
l'adolescence). 2. Geçecek yer, yol (Se frayer un
passage dans la foule). 3. Yol üstü (lise trouvait
sur mon passage. Les gens se découvraient sur le
passage du cortège). 4. Yol parası (Payer son
passage jusqu'à Alexandrie). 5. Geçit (Unpassage
difficile en montagne). 6. Geçme süresi. 7. Geçiş

1011
passer

hakkı. 8. (Çarşıda) Pasaj, kapalı çarşı. 9. Bir


metnin belli bir parçası, parça (Lire un passage des
Misérables). § Examen de passage: Bütünleme
sınavı. Oiseau de passage: Göçmen kuş. Passageà
tabac: tkz. Azarlama, paylama, papara. Passage à
niveau: Bir karayoluyla bir demiryolunun
kesiştiği yer, demiryolu geçidi. Passage clouté:
Yaya geçidi. Passage souterrain: Yeraltı geçidi.
Au passage: Geçerken, ayaküstü (Il saisissait au
passage des bribes de conversation). De passage:
Geçici, geçici bir süre için ( Un amant de passage).
Sur le passage de: -in yolu üstünde, geçtiği yerde
(Il sème la terreur sur sonpassage). Livrer passage
à qn: -e geçmesi için yol vermek.
passager,ère s. 1. Geçici, kısa bir süre için (Un
bonheur passager, une fleur passagère). 2.
Göçmekte olan, göçmen (Oiseauxpassagers). 3.
(Yer yada sokak için) Kalabalık, gelip geçeni çok
(Une rue passagère, le coin le moins passager). 4.
ad. Gemi yada uçak yolcusu; yolcu (Lespassagers
ont été conviés à une fête dans le grand salon. Le
passager de la voiture a été blessé dans l'accident).
passagèrement bel. Geçici olarak, geçici bir süre
için.
passant,es. 1. İşlek (Une rue passante). 2. ad. Gelip
geçen, yoldan geçen (Les passants s'arrêtaient
pour regarder la vitrine). §En passant: İlk bakışta,
şöyle bir bakarak (İla relevé quelques erreurs en
passant).
passation diş. 1. Düzenleme, hazırlayıp imzalama
(Passation d'un contrat). 2. Aktarma, "devretme
(Passation des pouvoirs).
passavant er. 1. Geminin üst güvertesinde baştan
kıça geçmeyi sağlayan yol. 2. Gümrük geçiş
tezkeresi.
passe er. (Passe-partout sözcüğünün kısaltılması)
Maymuncuk (Ouvrir une porte avec un passe).
passe diş. 1. (Ayaktopunda) Aktarma, pas (Faire
une belle passe à l'avant-centre). 2. (Eskrimde)
Hasma doğru ilerleme. 3. (Avcılıkta) Av kuşları
yada hayvanların geçtiği yer. 4. (Basımcılıkta)
Baskıyı düzenleyinceye kadar harcanan kâğıtlar
(Main de passe de denir). 5. (Denizde) Küçük
boğaz, dar geçit (Le petit bateau chercha la passe
entre les récifs). 6. Manyetizmacıların medyumu
uyutmak için yaptıkları el hareketleri (Passes
magnétiques de denir). § Livre de passe,
exemplaire de passe: Normal baskı sayısından
fazla basılan kitaplar, nüshalar. Maison de passe:
*Buluşumevi, randevu evi. Mot de passe: Parola.
Passe d'armes: Sert tartışma, ağız kavgası,
dalaşma. Passe de caisse: Kasa açığı fonu, kasa
açıklarım kapamak üzere ayrılan para. Etre dans
passer
une bonne passe: İyi günlerinde olmak, parlak
döneminde olmak Etre dans une mauvaise
passe: Kötü gününde olmak, sıkıntılı döneminde
olmak Etre en passe de f.qch: -mek üzere olmak
fil est en passe de devenir célèbre). Faire une passe
à qn: -e bir pas vermek. Faire des passes
(magnétiques): Medyumu uyutmak için el
hareketleri yapmak,
passé,e s. 1. Geçmiş, geçmişte kalan (Les
événements passés). 2. er. Geçmiş, "mazi
(Oublions le passé et faisons la paix). 3. Geçmiş,
geçmiş yaşam (Il oublie son passé). 4. ilg. -den
sonra (Passé dix heures, il ne faut pas faire de
bruit). S. er. dilb. Geçmiş zaman,
passe-boules er. Ağzını açmış bir insan başı şeklinde
olan ve karşıdan ağzına top atılmaya çalışılan bir
oyuncak. § Avoir une bouche en passe-boules:
Ağzı çarşamba çarığı gibi açılmak,
passe-crassane diş. Bir tür kış armudu,
passe-debout er. Transit tezkeresi,
passe-droit er. 1. Kayırıcılık, kayırma, "iltimas (J'ai
les passe-droits en horreur). 2. (Eski) Haksızlık ( Il
vengea les passe-droits faits à cet homme).
passée diş. 1. (Avcılıkta) Av hayvanının toprakta
bıraktığı ayak izi. 2. Kuşların, özellikle
çulluklann, akşam üstü ormandan kırlara geçişi,
passefilage er. Gözeme, iplikle örerek onarma,
passefiler gçl. Gözemek, iplikle örerek onarmak
(Passefiler un bas).
passe-fleur diş. bitb. Manisa lâlesinin bir adı.
passéisme er. Geçmiş hayranlığı, geçmişe taparhk,
•geçmişçilik.
passéiste s. ve ad. Geçmiş hayranı, geçmişe tapar,
•geçmişçi.
passe-lacet er. Bağcık yada şerit geçirmeye yarayan
çuvaldız. §Etre raide comme un passe-lacet: hlk.
Meteliksiz olmak, beş parası olmamak,
passement er. Süs şeridi (Passement bordant un
vêtement).
passementer gçl. Şeritlerle süslemek (Passementer
une robe).
passementerie diş. Şeritçilik.
passementier,ère ad. 1. Şeritçi. 2. s.Şeritçiliğe
değgin (Industrie passementière).
passe-montagne er. Ense ve kulakları örten bir tür
başlık.
passe-partout er. 1. Maymuncuk (Ouvrir une porte
avec un passe-partout). 2. Kâğıt çerçeve. 3. Odun
ve yumuşak taşları kesmeye yarayan büyük
testere. 4. Ekmeğin ununu almaya yarayan fırıncı
fırçası. 5. s. Her yerde kullanılan; her yerde işe
yarayan; her yerde giyilen (Des phrases passepartout. Une tenue passe-partout).

1012

passer

passe-passe er. (Yalnız şu deyimde geçer). Tour de


passe-passe: 1. Hokkabaz oyunu, el çabukluğu. 2.
mec. Aldatmaca, düzen, oyun, dek, dolap,
passe-pied er. Eski bir dans.
passepoil er. Zıh.
passeport er. 'Geçişlik, "pasaport (Contrôle des
passeports à la douane).
passer gsz. 1. Geçmek (Les gens passent dans la rue.
Il passe sur le pont). 2. Ölmek (Il agonise, il va
passer). 3. Sızmak, arasından geçmek (Trait de
lumière qui passe à travers un prisme). 4. Olmak,
aşamasına yükselmek (Il est passé capitaine). 5.
Geçip gitmek, bitmek, sona ermek (La jeunesse
passe. La douleur va passer). 6. Geçmek,
değişmek (La mode passe). 7. Başarılı olmak,
kazanmak, geçmek (Le candidat a passé à
l'examen écrit). 8. Girmek, geçmek (Ce mot a
passé dans la langue. Laissez la petite fille passer).
9. Millet Meclisinden geçmek, Mecliste kabul
edilmek (La loi a passé). 10- Temsil edilmek,
gösterilmek, oynanmak (Ce film estdéjàpassé à
la télévision). 11. Renk atmak, solmak (Le bleu
passe au soleil). 12. (Yiyecek içecek için)
Sindirilmek, "hazmedilmek (Lecafépasse, mais le
déjeuner ne passe pas). 13. Uğramak, gitmek
(Passer à la caisse. Il est passé à Paris). 14. -den
geçmek, -e uğramak (La route passe par Izmir).
15. Passer f. qch: a) -meye gitmek (Je suis passé
voir mon ami à l'hôpital), b) -meye gelmek (Je
passe te prendre en voiture). 16. Passer à qn: -e
geçmek, "intikal etmek (Asa mort, cette propriété
passera à son fils). 17. Passer à qch: -den geçmek
(Passer à la visite médicale, passer au contrôle des
douanes). 18. Passer avant: -den önce gelmek,
•den çok daha önemli olmak, daha değerli olmak
(Sa mère passe avam sa femme. Son intérêt passe
avant celui des autres). 19. Passer de qch à qch;
dans qch: Bir şeyden, bir yerden -e geçmek
(Passer d'une pièce à l'autre, de la lumière aux
ténèbres, d'un pays dans un autre). 20. Passer en
qch: -haline gelmek (Ce mot est passé en
proverbe).
21. Passer pour: ...geçinmek,
kendine... süsü vermek (Il passe pour avocat,
pour grand savant). 22. Passer sous qch: a)
-altından geçmek (Passer sous un pont), b )tkz. -in
altında kalmak, ezilmek (Passer sous un train,
sous une voiture). 23. Passer sur: a) -üstünden
geçmek (Passer sur un pont), b) -i çiğneyip
geçmek (Un camion passe sur lui), c)-üzerinde hiç
durmamak, önem vermeden geçmek (Ilpasse sur
les petits détails), d) -i bağışlamak, unutmak,
üzerinde durmamak (Passer sur les fautes d'un
ami). 24. gçl. Passer qch: -i geçmek, aşmak
passer
(Passer le seuil, la frontière). 25. gçl. ...olmak,-e
tâbi tutulmak (Passer un examen, un test). 26. gçl.
-i geçirmek (Passer ses vacances à Istanbul. Passer
la soirée chez un ami). 27. gçl. Süzmek (Passer le
café, passer un bouillon, une sauce). 28. gçl.
Çabucak giymek, kısa bir süre için giymek, üstüne
geçirmek (Passer une veste, un tricot). 29. gçl.
Yazmak, kaydetmek, deftere geçirmek (Passer
un article sur le compte). 30. gçl. -i atlamak,
unutmak (Passer un mot, une phrase en copiant un
texte). 31. gçl. -den üstün olmak (Il passe, en
beauté, les jeunes filles). 32. gçl. Geçirmek (Passer
des marchandises en transit). 33 gçl. Ağartmak,
soldurmak (Le soleil passe les couleurs). 34. gçl.
Yapmak, "akdetmek, imzalamak (Passer un
contrat. Passer un accord). 35. gçl. Geçirmek,
gidermek, dindirmek (Ces comprimés passent la
douleur). 36. gçl. Oynatmak, göstermek, temsil
etmek (Passer un film). 37. Passer qch à: a) Bir
şeyi -e geçirmek, takmak (Passer un anneau au
doigt), b) Bir şeyi -e bulaştırmak, geçirmek
(Passer une maladie à un enfant; passer sa grippe à
toute la famille), c) Birinin -sini bağışlamak,
"affetmek, birini -sine bakmamak, aldırmamak
(Je lui passe son insolence. Il passe tous leurs
caprices à ses enfants), d) Birine.. .vermek (Passemoi une cigarette, passe-moi le
sel). 38. Passer qch
sur qch: Bir şeyin üzerine ...sürmek, geçmek
(Passer une couche de peinture sur une porte). 39.
Passer qch à f.qch: -sini -mekle geçirmek (Passer
son temps à bavarder. Il passe ses journées à
taquiner son frère). 40. Passe de f.qch, passe
encore de f.qch: -mek haydi neyse, ama... (Passe
encore de n'être pas à l'heure, mais il aurait dû nous
prévenir). § Se passer: 1. Geçmek, geçip gitmek
(La journée se passe bien). 2. Geçmek, "cereyan
etmek, olup bitmek (Qu'est-ce qui se passe?
L'action se passe dans un petit village). 3. Se passer
de qch: a) -i bırakmak, artık kullanmamak (Se
passer du tabac, de l'alcool), b) -e aldırmamak,
bakmamak, önem vermemek, onsuz edebilmek
(L'admiration se passe de l'amitié). 4. Se passer de
f.qch: -mekten vazgeçmek, yoksun kalmak (Se
passer de manger). § Passer à l'as: Kaçmak,
ortadan kaybolmak, sırra kadem basmak. Passer
qch au bleu: 1. Gizlice aşırmak, iç etmek. 2.
Unutturmak, boğuntuya getirmek. Passer qn à
tabac: -i iyice bir dövmek, ıslatmak. Passer à
l'action: Eyleme geçmek, uygulamaya geçmek.
Passer qn au crible: -i çok sıkı bir elemeden
geçirmek, -e ecel teri döktürmek. Passer qn au fil
de l'épée: -i kılıçtan geçirmek. Passer au laminoir:
Başına çok şeyler gelmiş olmak, başına gelmedik

1013

passer
kalmamak. Passer qch au tamis: -i sıkı bir
elemeden geçirmek, iciğini ciciğini çıkarmak,
didikleye didikleye incelemek. Passer au travers
de qch: -den kurtulmak, "muaf tutulmak (Passer
au travers d'une corvée, d'une punition). Passerau
tourniquet: Savaş divanına çıkmak. Passer dans
l'autre monde: Ölmek, öbür dünyayı boylamak.
Passer de la pommade à qn: -e dalkavukluk
etmek, yağ çekmek, yağcılık etmek, -i traşlamak.
Passer de mode: Modası geçmek. Passer dessus à
qn: -i çiğneyip geçmek (Le train lui a passé
dessus). Passer devant le nez à qn: Ayağına
gelmişken, burnunun dibindeyken -i elden
kaçırmak (La chance lui passe devant le nez).
Passer de vie à trépas: Ölmek. Passer du coq à
l'âne: İpsiz sapsız konuşmak, saçma sapan laflar
etmek. Passer qch en revue: -i gözden geçirmek.
Passer entre les gouttes: Ucuz atlatmak, ucuz
kurtulmak. Passer inaperçu: Kimsenin dikkatini
çekmemek, hiç göze çarpmamak. Passer la
barque de Caron: Ölmek, imamın kayığına
binmek. Passer l'âge de f.qch: Artık -cek yaşta
olmamak, -cek yaşı çoktan geçmek. Passer la
main: Razı olmak, boyun eğmek. Passer la main à
qn: (Kâğıt oyununda) Eli -e vermek. Passer la
parole à qn: Sözü -e vermek. Passer l'arme à
gauche: Ölmek, tahtalı köyü boylamak. Passer le
cap: 1. Kritik yaşı geçirmek. 2. Engeli aşmak,
güçlüğü atlatmak. Passer le falot: Savaş divanına
verilmek. Passer le jeu: Aşırı gitmek, ölçüyü
kaçırmak, kabak tadı vermek. Passer l'éponge sur
qch: -üzerine sünger çekmek -i unutmak, örtbas
etmek. Passer les bornes: Çizmeden yukarı
çıkmak, sınırı aşmak, ileri gitmek. Passer outre:
Aldırış etmemek, boş vermek. Passer outre à qch:
-e aldırmamak, -i dikkate almamak. Passer par là,
y passer: 1. O sıradan geçmek, o güçlükleri
çekmek, o işler başına gelmiş olmak (Je suis passé
par là; j'y suis passé: O güçlükleri ben de çektim,
bu yollardan ben de geçtim). 2. Ölmek (Si tu
conduis aussi vite, nous allons tous y passer:
Arabayı böyle hızlı sürersen, hepimiz ölürüz).
Passer qn, qch par l'étamine, à l'étamine: -i çok
sıkı bir elemeden geçirmek, -e kök söktürmek.
Passer qn par les armes: -i kurşuna dizmek. Passer
qch sous silence: -i susuşla geçiştirmek, adını
anmamak. Passer sa fureur, sa colère sur qn:
Kızgınlığını, öfkesini -den çıkarmak (Il passe sa
fureur sur sa femme). Passer sa vie dans ses
pantoufles: Evden dışarı çıkmamak, tüm
yaşamını hep evde geçirmek. Passer sa mauvaise
humeur à qn: -ile çıngar çıkarmak, hiç yoktan
kavga çıkarmak. Passer un savon à qn: -i iyice
passerage
paylamak, adamakıllı haşlamak, -e iyice bir
giydirmek. Passer une nuit blanche: Uykusuz bir
gece geçirmek, sabahı diri etmek. Passer un
mauvais quart d'heure: Çok sıkıntılı bir an
geçirmek. Passer un poil à qn: -i paylamak,
azarlamak, haşlamak; ağzının payını vermek. Se
passer la fantaisie de f.qch: Birdenbire canı -mek
istemek,
passerage er. bilb. Horozcuk,
passereau er. 1. (Eski) Serçe. 2. er. ç. hayb. a)
Serçegiller. b) Ötücü kuşlar,
passerelle diş. 1. Yaya köprüsü (Une passerelle
passe au-dessus de la voie de chemin de fer). 2. den.
Kaptan köprüsü. 3. (Uçak ve gemilerde,
yolcuların binmesi için) Merdiven (Enlever,
approcher la passerelle). 4. (Tiyatroda) a) İskele,
sahne iskelesi, b) Köprü, sahne üstünde geçit,
passeriformes —» passereaux,
passe-rose, passerose diş. bitb. Gülhatmi.
passe-temps er. Hoş vakit geçirecek şey, eğlence,
eğlenceli iş.
passe-thé er. Çay süzgeci.
passeur,euse ad. 1. Irmak salcısı. 2. mec.
Sınırlardan kaçak insan geçiren kimse,
passe-volant er. 1. Mevcudu çok gösterip
tayınından yararlanmak için yoklamaya çıkarılan
düzmece asker. 2. Aynı erekle tayfa defterinde
gösterilen kimse. 3. Çağrısız konuk, bedavacı,
beleşçi.
passibles. 1. Duyumlu, duyumu olan (Toutanimal
est passible). 2. Passible de: -e uğraması gereken,
-i çekmesi gereken (Etre passible d'une amende,
d'un emprisonnement. Il est passible de la peine de
mort).
passif er. Ödenecek borçlar, borçlar toplamı (Le
passif de la succession excédait l'actif).
passif,ive s. 1. İlgisiz; duygusuz, tepkisiz,
hareketsiz, edilgin, "münfail (Un élève passif en
classe. Il reste passif devant les événements). 2.
Körükörüne (Une obéissance passive). 3. dilb.
Edilgen ( La forme passive d'un verbe). 4. Şiddete
baş vurmadan yapılan, şiddet kullanmayan
(Résistance passive, défense passive).
passifloracées diş. ç. bitb. Çarkıfelekgiller,
passiflore diş. bitb. Çarkıfelek,
passim bel. Lat. (Bir kitap yada yapıt kaynakça
olarak gösterilirken) Şurasında burasında,
değişik bir çok sayfalannda (Voir page dix et
passim).
passion diş. 1. Sevi; sevgi (La passion qu'il ressent
pour cette femme. Déclarer, avouer sa passion). 2.
Tutku, "ihtiras, "hırs (La passion de l'argent, du
jeu, de l'art, du pouvoir). 3. Coşku, coşkun duygu,

1014

pasteur
büyük duyarlık, heyecan (Une oeuvre pleine de
passion). 4. Öfke, kızgınlık (Se laisser emporter
par la passion). 5. Yobazlık, bağnazlık (Se laisser
aveugler par la passion politique. La passion
partisane). 6. (Eski) Ezinç, "azap. 7. (Büyük
harfle) İsa'nın çektikleri; İncil'de İsa'nın çektiği
acılan anlatan bölüm,
passionnantes. Çok ilginç; sürükleyici; coşturucu,
coşku uyandırıcı, "heyecan verici, "heyecanlı
(Une histoire passionnante. Un film passionnant,
un roman passionnant.
Le match a été
passionnant).
passionnée s. 1. Tutkun, "sevdalı (Une femme
passionnée). 2. Yan tutan, "tarafgirane (Un
jugement passionné). 3. Ateşli, şiddetli (Un
amour passionné, une haine passionnée). 4.
Coşkulu (Un lecteur passionné). S. Passionné de
qch, pour qch: -e düşkün, tutkun, çok meraklı
(Etre passionné de gloire, pour les arts). 6. ad.
Tutkusu olan kimse, tutkulu, "muhteris (C'est un
passionné). 7. ad. Çabuk kızan, öfkeci (C'est un
passionné qui est incapable d'agir avec calme et
objectivité).
passionnelle s. 1. Tutkusal, tutkulara değgin. 2.
Seviye değgin; "aşk yüzünden olan, sevi uğruna
işlenen (Un crime passionnel).
passionnément bel. Tutkuyla, çılgınca, pek çok
(Aimer une femme passionnément).
passionner gç/. 1. Coşturmak, coşkulandırmak, ilgi
ve tutku uyandırmak, çok hoşuna gitmek (Ce film
m'a passionné). 2. Kızıştırmak, şiddetlendirmek
(Passionner un débat, une discussion). § Se
passionner: 1. Kızmak, öfkelenmek (Ne vous
passionnez pas). 2. Se passionner pour qch: -e
karşı büyük bir ilgi duymak, merak sarmak;
düşkünlük göstermek (Se passionner pour une
science, pour une affaire, pour les courses de
chevaux).
passivement bel. Edilgence; ilgisizce; tutkusuz ve
isteksizce.
passivité
1. Edilgenlik, "münfaillik. 2. İlgisizlik,
tutkusuzluk ve isteksizlik (Sapassivité en classe est
cause de ses mauvais résultats). 3. kim. Dinginlik,
passoire diş. Süzgeç, kevgir,
pastel er. 1. Tebeşirboya, pastel (Un portrait au
pastel). 2. Tebeşirboyayla yapılmış resim (Pastel
sur carton. Les pastels de Degas). 3. bitb. Çivitotu.
pastelliste ad. Tebeşirboya ressamı, pastelci.
pastèque diş. Karpuz (Une tranche de pastèque).
pasteur er. 1. Çoban. 2. Hayvancılıkla geçinen (Un
peuple de pasteurs. Le nomade est un pasteur). 3.
mec. Önder, baş, yol gösterici (Pasteur des
peuples). 4. Papaz ; özellikle protestan papazı ( Un
pasteurisation

1015

prêtre catholique et un pasteur protestant). § Le


Bon Pasteur, Le Pasteur des âmes: tsa peygamber,
pasteurisation diş. Pastörize etme ; pastörize edilme
(Pasteurisation du lait).
pasteuriser gçl. Pastörize etmek,
pastiche er. ed. 1. Benzek, "nazire; başka bir koşuk
örnek tutularak aynı ölçü ve aynı uyakla yazılan
koşuk. 2. Öykünme (Faire un pastiche d'un
romancier, d'un acteur. C'est un pastiche très
réussi de Proust).
3. Birkaç bestecinin
yapıtlarından
oluşturulmuş
beste;
türlü
yapıtlardan devşirme opera,
pasticher gçl. Üslubuna, tarzına öykünmek, -i
"taklit etmek, "benzeklemek (Pasticher un
romancier, un poète).
pasticheur er. *Benzekçi; öykünmeci, "taklitçi,
pastille diş. 1. Kokulu yada ilâçlı yumuşak yassı
şeker, pastil (Pastille de menthe. Prendre une
pastille après chaque repas). 2. Yassı benek,
yuvarlak desen (Tissu à pastilles, robe à pastilles).
3. (Eski) Havaya hoş bir koku vermek için yakılan
kokulu macun (Pastille de benjoin, d'encens).
pastis [pastis] er. 1. Anasonlu bir içki, pastis. 2. tkz.
Sıkıntı; sıkıntılı durum,
pastoral, e s. 1. Çobanlara değgin (La vie pastorale.
Chant pastoral). 2. ed. Kırsal; kırları, köyleri ve
doğa güzelliklerini anlatan (Un roman pastoral,
poème
pastoral).
3. Papazlara
değgin,
piskoposlara değgin (Tournée pastorale, anneau
pastoral). 4. diş. Konusunu kırsal yaşamdan alan
yazın yada müzik yapıtı,
pastorat er. Papazlık; protestan papazlığı,
pastoureau,elle ad. Küçük çoban; çoban kızı (Un
pastoureau, une pastourelle).
pastourelle
1 .müz. (18. yüzyılda) Kır şarkısı. 2.
Kadril dansının dördüncü figürü. 3. ed.
Ortaçağda bir lirik tür.
pat [pat] s. ve er. (Satrançta) Pata.
patache diş. 1. (Eskiden) Karakol dubası; karakol
gemisi. 2. Yaysız büyük yolcu arabası. 3. (Şimdi)
tkz. Eski ve kötü araba,
patachon er. 1. Karakol gemisi kaptanı. 2. Yolcu
arabası sürücüsü, arabacı. § Mener une vie de
patachon: Kendini içki ve eğlenceye kaptırmak,
çok düzensiz bir yaşantısı olmak,
patafloler gçl. tkz. (Sabırsızlık anlatan şu deyimde
geçer). Que le diable te patafioie: Hay Allah, ne
diyeyim! Kahrolasın, e mi!
patapouf er. tkz. 1. Battal adam; lenduha. 2. ünl.
(Bir düşüş gürültüsü anlatır) Pat! Pattadak! Pat
diye!
pataquès er. dilb. 1. Yanlış ulama. 2. Her türlü kaba
dil yanlışlığı.

patelinage
patard er. 1. Para; düşük değerli eski bir flaman
parası. 2. hlk. Pek az bir para, pul.
patate diş. bitb. 1. Sıcak bölgelerde yetişen,
patatese benzer tatlı ve iri yumrulu bir bitki; bu
bitkinin kökü. 2. tkz. Patates. 3. mec. hlk. Bön,
budala, hödük. § En avoir gros sur la patate: tkz.
Canı çok sıkılmak, kızıp üzülmek,
patati, patata ünl. tkz. Et patati et patata: Yok
şöyleymiş, yok böyleşmiş! Yok şu, yok bu!
patatras ünl. Paldır küldür! Pat! (Patatras! Voilà le
vase cassé!).
pataud,e ad. 1. Hantal, şişman ve ağır kimse (Un
gros pataud, une pataude). 2. s. Ağır, hantal;
beceriksiz, sakar (Il avait l'allure pataude). 3. er.
İri ayaklı köpek yavrusu,
pataugeage er. Bocalama.
patauger gsz. 1. Sulu yada çamurlu bir şeyin içinde
bata çıka yürümek (Enfants qui pataugent dans les
ruisseaux. Cheval qui pataugeait dans les
ornières). 2. mec. Bocalamak (Patauger dans un
exposé, dans un raisonnement).
pataugeur,euse ad. Bocalayıcı, bocalayıp duran,
patchouli er. bitb. l.Tefarikotu. 2. Bu bitkiden elde
edilen bir koku, esans (Vous sentez le patchouli).
pâte diş. 1. Hamur (Pétrir, aplatir la pâte. Pâte à
pain). 2. Macun (Pâte dentifrice: Diş macunu). 3.
Ezme (Pâte d'amandes). 4. mec. Huy, maya. §
Une bonne pâte: İyi bir adam. iyi huylu. Une pâte
molle: Sümsük, sünepe, kişiliksiz bir adam. Pâtes
alimentaires, pâtes: Makarna, şehriye gibi hazır
hamurlu yiyecekler (Acheter un sachet de pâtes).
Etre comme un coq en pâte: Bolluk içinde
yüzmek. Mettre la main à la pâte: Bir işi kendi
yapmak, kendi görmek,
pâté er. 1. Ezme (Pâté de foie, de lapin). 2. Kıymalı
yada balıklı börek. 3. Çömlekte soğutulmuş
baharatlı, mantarlı et yemeği. 4. Mürekkep lekesi
(Il fait des pâtés en écrivant. Faire un pâté pour
dissimulerunefaute
d'orthographe).S.Çocukların
oynarken yaptıkları kumdan yada çamurdan
evcik (Les enfants jouent aux pâtés sur la plage. I!
faisait des pâtés avec du sable). 6. Aralarından hiç
sokak geçmeyen ev topluluğu (Pâté de maisons da
denir).
pâtée diş. Yal, hayvan mancası ( Préparer de la pâtée
pour le chat).
patelin er. tkz. Memleket, köy (Il est du même
patelin que moi).
patelin,e s. tkz. Yüze gülücü, sinsi; kurnaz;
dalkavuk ve içtenliksiz (Elle était pateline. Avoir
des manières patelines, un ton patelin).
patelinage er. patelinerie diş. Yüze gülücük,
sinsilik, kurnazlık, dalkavukluk, içtensizlik.
pateliner

1016

pateliner gsz. 1. İçtenliksizce davranmak, sinsi ve


kurnazca davranmak. 2. gçl. Pateliner qn: -in
yüzüne gülmek, -e dalkavukluk edip kandırmak,
patelle diş. hayb. 1. Koni-kabuklusalyangoz. 2.
(Eski Romalılarda) Çanak,
patène diş. Kiliselerde kullanılan bir çeşit kutsal
çanak, kutsal tabak,
patenôtre diş. 1. Pazar duası. 2. Dua, yakarı (Après
quelques patenôtres, on descendit le cercueil dans

la fosse). 3. Anlamsız ve boş lakırdı, anlaşılmaz


söz (Il marmotte toujours certaines

patent,e

s.

Açık,

ortada,

patenôtres).

belli,

(L'accroissement
de la longévité
nombreux pays est un fait patent).

besbelli
dans de
§ Lettres

patentes: tar. Fransa'da kralın meclislere


gönderdiği açık mektuplar,
patentable s. Gelir vergisi ödemesi gereken; esnaf
vergisine tâbi
(Commerçantpatentable).
patente diş. 1. *Buluşbelgesi, "patenta. 2. Yıllık
gelir vergisi, esnaf vergisi (Patente payée par un
commerçant). 3. Gelir vergisi alındısı. 4. den.
Gemi sağlık belgesi,
patente,e s. 1. Gelir vergisi ödeyen; gelir vergisine
tâbi (Commerçantpatenté). 2. mec. tkz. Gedikli,
tanınmış, kaşarlanmış, pişmiş (Un vieux voleur
patenté. Le défenseur patenté des nobles causes).
patenter gçl. 1. Gelir vergisine bağlamak. 2. Buluş
belgesi vermek,
pater [pata/ er. 1. (Büyük harfle)Hıristiyanlıkta,
Pater duası (Dire deux Pater). 2. Hıristiyan
tespihlerinde, çekilirken Pater duası okunan iri
tane. 3. tkz. (Çocuk dilinde) Baba.
pater familias er. 1. (Eski) Aile babası. 2. Kazak
erkek; evde dediği dedik baba.
patère diş. 1. Eski Romalılarda kurban ayinlerinde
kullanılan kutsal maden kap. 2. Duvara
tutturulan giysi askısı, giysi çengeli (Accrocher
son pardessus à une patère).
paternalisme er. 1. fels. Babacılık; Devletin, çeşitli
sınıflar üstünde babalık ederek bu sınıflar
arasında denge kurmaya çalışması yada
aralarında hakemlik etmesi. 2. Koruyuculuk
perdesi altında diktatörlük (Le paternalisme de
Salazar).
paterne s. Sözde iyilikçi, sözde iyilik ister, sözde
iyiliksever (Paroles paternes, un ton paterne).
paternel,le s. 1. Babaya değgin, babayla ilgili,
babaya karşı (Amour paternel: Baba sevgisi.
Sentiment paternel: Babalık duygusu). 2. Baba
gibi, babaca, babacan (Un professeur très paternel
avec ses élèves. Un regard paternel). 3. Baba
yönünden, baba tarafından (Un parent paternel).
4. er. hlk. Baba.

patience

paternellement bel. Babaca, baba gibi.


paternité diş. 1. Babalık (Les joies et les soucis de la
paternité). 2. mec. Yaratıcılık, yazarlık, yapıcılık;
bir şeyin yazarı, yaratıcısı, yapıcısı olma
(Revendiquer
la paternité d'un projet,
d'un
ouvrage. La paternité de certains poèmes a été
faussement attribuée à Homère).
§ Action en

paternité: huk. Babalık dâvası. Action en désaveu


de paternité: Babalık reddi dâvası,
pâteux,euses. 1. Pekkoyu (Encrepâteuse). 2. Ağıza
yapışkanlık veren (Poirepâteuse). § Style pâteux:
Ağır ve tatsız tuzsuz bir biçem. Avoir la bouche
pâteuse: Ağzı yapış yapış olmak. Avoir la langue
pâteuse: Dili pas tutmak,
pathétique s. 1. Dokunaklı, etkili, içlendirici (Un
roman, un film pathétique).

2. er. Dokunaklılık,

etkililik, içlendiricilik (Une scène d'un pathétique


simple).

pathétiquement bel. Dokunaklı bir biçimde,


içlendirecek biçimde (Déclamer pathétiquement
une tirade).
pathogènes, hek. Hastalık yapan, sayrılığa yol açan
(Microbes pathogènes).
pathologie diş. Hastahkbilim, *sayrılıkbilim,
"patoloji.
pathologique s. 1. Hastahkbilime değgin,
"hastalıkbilimsel, *saynhkbilimsel (Anatomie
pathologique).
2. 'Sayrıl, sayrılığa değgin,
hastalığa değgin, "marazi (Un état pathologique).
3. mec. tkz. Anormal, delice (Un comportement
pathologique).
pathologiste
ad.
Hastahkbilim
uzmanı,
hastalıkbilimci, 'sayrılıkbilimci.
pathos [patos] er. 1. (Eskiden) Dinleyenleri
etkileyip coşturan söz sanatı. 2. Tumturak (Un
article écrit dans un pathos insupportable). § Faire
du pathos: Tumturaklı sözler söylemek, parlak
söylevler çekmek ( Un avocat qui fait du pathos sur
la barbarie du crime commis).
patibulaire s. 1. Güven uyandırmayan, kötülük ve
kuşku
esinleyen
(Figure,
mine,
visage
patibulaire). 2. Darağacına değgin. 3. Darağacım
anımsatan, uğursuz. 4. ad. İdam kaçkını gibi
adam.
patiemment bel. Sabırla
(Attendrepatiemment).
patience diş. 1. Sabır (Attendre, souffrir avec
patience). 2. iskambil falı, iskambil kâğıtlarıyla
düzenlenen çeşitli oyunlar (Elle fait toujours des
patiences).
3. (Eski) Kumaşı kirletmeden
düğmeleri parlatmak için askerlerin kullandıktan
ortası yank tahtadan bir alet. 4. ünl. Bekleyin!
Sabredin biraz! Lütfen biraz sabır! § Abuser de la
patience de qn: -in sabnnı kötüye kullanmak. Etre
patience
à bout de patience: Sabrı tükenmek, artık sabrı
kalmamak, sabrı taşmak. Perdre patience: Sabrı
tükenmek, sabrı taşmak. Prendre patience:
Sabretmek. Prendre qch en patience: -e
sızlanmadan katlanmak,
patience diş. bitb. Lâbada (La racine de patience est
un antiscorbutique).
patient,es. 1. Sabirh (Un homme patient. Elle n'est
pas patiente). 2. Sabırla yapılan, bıkmadan
usanmadan sürdürülen (Au prix d'un patient
travail, les savants ont réussi à déchiffrer cette
inscription). 3. ad. İşkence gören yada görecek
kimse. 4. Ameliyat olan yada olacak kimse. 5.
Hasta (Le médecin et ses patients).
patienter gsz. Sabretmek; sabırla beklemek,
patin er. 1. (Eskiden) Çamur ayakkabısı. 2. Paten
(Patins à glace, patins à roulettes). 3. (Kızaklarda)
Ayak (Les patins d'un traîneau, d'une luge). 4.
Rayın travers üzerine gelen taban kısmı. § Faire
du patin: Paten yapmak, patenle kaymak. Rouler
un patin: argo. Dilini kadının ağzına sokup
emişmek.
patinage er. 1. Paten yapma (Patinage artistique.
Piste de patinage). 2. (Arabalarda) Olduğu yerde
çalışıp ilerleyememe, patinaj (Le patinage des
roues d'une voiture sur la neige durcie).
patine diş. 1. (Açıkhavada kalan bakır yada tunç
nesneler üzerinde oluşan) Pas, eskilik pası (Une
statue de bronze qui a pris une belle patine). 2.
Kirlilikten kararma yada sararma, kirlilik pası
(La patine d'un manche d'outil). 3. Nesneleri
eskimekten korumak için üstlerine çekilen cila,
boya yada macun. § Prendre de la patine: mec.
Eskimek, paslanmak, köhnemek.
patiner gsz. 1. Paten yapmak, patenle kaymak. 2.
Yerinde dönüp ilerleyemek, patinaj yapmak (Les
roues arrière de la voiture patinent sur le verglas.
L'auto patine dans la boue). 3. gçl. Dokuna
dokuna eski ve kirli bir görünüm vermek; cila
yada boya çekerek koyu ve eski bir görünüm
vermek (Plusieurs générations ont patiné cette
rampe d'escalier. Patiner un meuble). §Sepatiner:
Paslanmak, kirlenmek, üstü kir pas tutmak
(Sculptures qui commencent à se patiner).
patinette diş. Çocukların üzerine basıp kaydıkları
iki tekerlekli oyuncak,
patineur,euse ad. Patenci (Les patineurs évoulent
avec grâce sur l'étang).
patinoire diş. 1. Paten alam (Patinoire naturelle,
artificielle, couverte). 2. mec. Çok kaygan yer (La
rue est une vraie patinoire).
patio [patjo] er. (Güneyde yada İspanyada, evlerde)
İçavlu.

1017

patriarcalement
pâtir gsz. 1. (Eski) Acı çekmek ( Quand on a un peu
pâti, le plaisir en semble meilleur). 2. (Eski)
Durgunlaşmak,
gevşemek
(Les
affaires
pâtissent). 3. Pâtir de qch: a) -in cezasını çekmek;
-den acı çekmek (Les enfants pâtissent de la sottise
des grands. Pâtir de l'injustice), b) -den zarar
görmek (Sa santé pâtira de ses excès).
patiras, patira er. hlk. Abalı; herkesin derdini
kahrını çeken kimse,
pâtis[patijer. Hayvanların yayıldıkları çalılık, kıraç
alan.
pâtisser gsz. (Az kullanılır) Hamur işi yapmak;
hamur açmak (Ellepâtisse
remarquablement).
pâtisserie diş. 1. Pasta, pastalar, türlü pastalar
(Aimer la pâtisserie). 2. Pastacı dükkânı, pastane
(Il tient une pâtisserie â Ankara). 3. Pasta yapma;
pastacılık (Apprendre la pâtisserie). 4. Alçı
kabartma (Des demeures aux pâtisseries 1900).
pâtissier,ère ad. 1. Pastacı. 2. Pasta ve pastacılığa
değgin (Crème pâtissière: Pasta kreması. Garçon
pâtissier: Pastacı çırağı). 3. er. Pasta kitabı, pasta
yapılmasını öğreten kitap,
pâtisson er. bitb. İspanyol enginarı da denen bir tür
kabak,
patoche diş. tkz. El.
patois er. 1. Taşra ağzı °şive, ağız (Paysan qui parle
patois). 1. Tuhaf ve anlaşılmaz dil, argo (Il lui
parla en patois séminariste).
patoisant,e s. ve ad. Taşra ağzıyla konuşan,
patoiser gsz. Taşra ağzıyla konuşmak, bölgesel bir
ağızla konuşmak,
pâton er. Hamur parçası, bir ekmeklik hamur
(Enfourner les pâtons). 2. Kümes hayvanlarını
semirtmekte kullanılan yağlı hamur parçası,
patouillard er. (Az kullanılır) Kötü gemi; ağır ve
hantal gemi.
patouiller gsz. 1. Bocalamak (Patouiller dans la
boue). 2. gçl. -i beceriksiz ve pis bir şekilde ele
almak, ağzına yüzüne bulaştırmak,
patraques. 1. Biraz hasta, biraz kırıklığı olan (Jeme
sens patraque aujourd'hui).
2. diş. (Eski)
Yıpranmış, eskimiş makina; eski ve bozuk saat
(Sa vieille patraque retardait). 3. mec. tkz. Zayıf,
hastalıklı kimse,
pâtre er. Çoban.
patriarcale s. 1. İlk peygamlerlere değgin. 2.
Patriğe değgin (Siège, trône patriarcal. Croix
patriarcale).
3. (Toplumbilimde) Ataerkil,
babaerkil
(Famille
patriarcale,
société
patriarcale). 4. Basit ve sade, kavgasız gürültüsüz
(Une vie patriarcale).
patriarcalement bel. Basit ve sade bir biçimde, hır
gür olmadan.
patriarcat

1018

patriarcat er. 1. Patriklik (Il est élevé au patriarcat).


2. Ataerki, ataerkillik; babaerki, babaerkillik.
patriarche er. 1. Tufana dek gelen ilk
peygamberlerin her biri. 2. Patrik, Ortodoks
kilisesinin başı. 3. Saygın ihtiyar, saygıdeğer
ihtiyar. 4. Kalabalık çocuk ve torunları arasında
rahat ve mutlu yaşayıp giden ihtiyar (Mener une
vie de patriarche).
patriciennes, vead. 1. (Eski Romalılarda) Soylular
sınıfından olan yurttaş, soylu yurttaş. 2. (Bugün)
Soylu; soylu kişi; soylulara değgin,
patrie diş. 1. Yurt, vatan (Défendre sa patrie par les
armes. Amour de la patrie; aimer sa patrie). 2.
Doğum yeri ; bir şeyin doğduğu yer (Rouen était la
patrie de Corneille. La patrie de la poésie, de l'art).
§ La mère patrie: Anayurt, anavatan,
patrimoine er. huk. 1. Anababa kalıtı; anadan
babadan kalan mal, "kalıt (Dilapider le
patrimoine maternel). 2. (Birinin yada bir
ortaklığın) Nesi varsa, varı yoğu, malvarlığı,
"mamelek. 3. mec. Ortak mal (Les oeuvres
littéraires sont le patrimoine

de

l'univers).

patrimonial, e s. Anadan babadan kalma;


malvarlığına değgin, "mamelekle ilgili (Biens
patrimoniaux).

patriotard, e s. ve ad. tkz. Aşırı yurtseverlik


taslayan; pek yurtsever geçinen,
patriote s. ve ad. Yurtsever (Il est très patriote. Les
patriotes ont organisé la résistance à

l'occupant).

patriotique s. Yursevgisine değgin, yurtsevgisi


dolu; yurtseverce (Un chant patriotique. Un
poème d'inspiration

patriotique).

patriotiquement bel. Yurtseverce; yurtseverlikle,


patriotisme er. Yurtseverlik (Il a fait preuve d'un
grand patriotisme).
patristique diş. 1. Kilise babaları denen din
ulularının yaşamöykülerini anlatan kitap. 2. s.
Din ulularına değgin (Ouvrages patristiques).
patrologie diş. 1. Kilise babaları denen din
ulularının tüm yapıtları koleksiyonu. 2. Din
ulularının yaşamöykülerini anlatan kitap,
patron,ne ad. 1. İşveren, "patron (Lepatron d'une
usine. La patronne du restaurant est à la caisse). 2.
Bir kimsenin, bir kent yada bir kilisenin adını
taşıdığı ermiş. 3. Koruyucu. 4. Bir bilimsel
çalışmayı yürüten ve denetleyen (Patron de
thèse). 5. Bir tıp kürsüsü yada kliniğinin başı olan
profesör. 6. diş. hlk. Karı, kadın, köroğlu. 7.
(Küçük tekneler için) Kaptan, reis (Patron d'un
remorqueur, d'une barque).
patron er. (Biçki, resim, örgü vb için) Kalıp, patron
(Le patron d'un manteau).
patronage er. 1. Koruma, "himaye (Je ne vous

patte

demande ni patronage, ni référence, ni service


d'aucune sorte. Gala sous le haut patronage du
Président de la République). 2. Koruma derneği,
esirgeme kurumu. 3. Tatil günleri yada okul dışı
zamanlarda çocuklara din öğretimi yapan kilise
okulu (Mon fils va au patronage tous les jeudis).
patronal,e s. İşverene yada işverenlere değgin (Un
syndicat patronal).
patronat er. 1. İşverenlik, "patronluk. 2. İşverenler
(Confédération nationale du patronat français).
patronner gçl. 1. Korumak, desteklemek, arka
olmak (Patronner une personne, une entreprise).
2. (Basımcılıkta) Delikli kalıpla basmak. 3. (Biçki
dikişte) Patronunu almak (Patronner
un
corsage).
patronnesse s. ve diş. Yardımseverlik için
düzenlenen bir eğlenceyi yada yardımsever bir
derneği yöneten kadın,
patronyme er. Soyadı.
patronymique
s.
Soyu
belirten
(Nom
patronymique: Soyadı).
patrouille diş. 1. Kol gezme, devriye (Exécuter une
patrouille. Aller en patrouille). 2. Kol, karakol,
polis yada asker birliği (Les patrouilles de police
ont vérifié l'identité des passants). 3. Karakol
gemileri, devriye gemileri,
patrouillerez. 1. Kol gezmek; devriye gezmek (De
petits groupes en armes patrouillent dans les rues).
2. Bocalamak (Patrouiller dans la boue).
patrouilleur er. 1. Kol gezen asker; devriye gezen
er, devriye. 2. Karakol gemisi; devriye uçağı,
patte diş. 1. (Kimi hayvan, kuş ve böceklerde) Ayak
(Les pattes du chien, du chat, d'un homard, d'une
poule). 2. Bacak (Se casser la patte). 3. hlk. El (Bas
les pattes!: Çek bakayım elini! İndir elini!
Dokunma!). 4. (Gemi çapasında) Tırnak (Pattes
d'une ancre). 5. (Ayakkabı, giysi ve başka eşyada)
Dil; kapak; ilikleme atkısı (Pattes d'une
chaussure, d'une poche, d'un portefeuille). 6. Başı
yassı ve delikli çivi. 7. mec. El yeteneği, ustalık,
beceri (Ce peintre a de la patte). 8. Favori, saç
favorisi. § Coup de patte: 1. El yeteneği, ustalık
(Ce peintre a le coup de patte). 2. tkz. Dokunaklı
söz, taş; laf atma, söz dokundurma. Moutonàcinq
pattes: Bulunması çok güç şey, bulunmaz Hint
kumaşı. Pattes de lapin: Kısa favori: Pattes de
mouche: Kargacık burgacık yazı. Avoir un fil à la
patte: tkz. Bir türlü kurtulamadığı bir ayakbağı,
bir
engeli
olmak;
ökseden
bir
türlü
kurtulamamak. Etre bas sur pattes, être court sur
pattes: Hafifçe topallamak. Faire patte de
velours: Yumuşak davranmak, işi bitene dek
kendini pek yumuşak huylu göstermek. Graisser
patte-d'oie
la patte à qn: -e rüşvet vermek. Marcher à quatre
pattes: Emeklemek. Retomber sur ses pattes:
Kedi gibi dört ayağı üstüne düşmek, dört ayak
üstüne düşmek. Sortir, se tirer des pattes de qn: -i
pençesinden, etkisinden kurtulmak. Tenir qn
sous sa patte: -i pençesinde tutmak, etkisi ve
buyruğu altında bulundurmak. Tirer dans les
pattes de qn: -e güçlükler ve engeller çıkarmak, -e
engel olmak, ayakbağı olmak. Tomber sous la
patte de qn: -in pençesine düşmek,
patte-d'oie diş. 1. Yol kavşağı, kavşak (Les chemins
convergent en des pattes-d'oie très dangereuses
pour la circulation). 2. Bir halatın üç kollu ucu. 3.
Gözün dış ucundan şakağa doğru uzanan
buruşukluklar, kırışıklıklar. 4. bitb. Kazayağı,
pattemouille diş. Ütü bezi.
pattu,e s. 1. (Hayvanlarda) İri ayaklı (Un chien
pattu). 2, (Kuşlarda) Paçalı (Pigeonspattus).
pâturage er. 1. Otlak (Les verts pâturages de
Normandie. Amener, mener, mettre les vaches au
pâturage). 2. (Eski) Otlatma hakkı; otlatma;
hayvancılık yapma,
pâture diş. 1. Yem (Les oiseaux cherchent leur
pâture). 2. Otlak (Mener les vaches en pâture). 3.
tkz. Yiyecek. 4. mec. Yem, kemik, kurbanlık (Il
leur a donné les jésuites en pâture). § Vaine pâture:
Ortamalı otlak,
pâturer gsz. 1. Yem yemek ; otlamak (Les moutons,
ça et là, pâturaient). 2. gçl. -i otlayarak yemek,
pâturin er. bitb. Sanyonca.
paturon, pâturon er. Bukağılık (Ce cheval a le
paturon trop court).
pauciflore s. bitb. Azçiçekli.
paume diş. 1. Aya, el ayası, el içi, avuç içi (Lapaume
de la main. Il me tendit une paume humide que je
serrai avec dégoût). 2. Bir tür top oyunu (La
paume, ancêtre du tennis).
paumé,e s. ve ad. 1. hlk. Yoksul, fukara, "sefil. 2.
Baygın, şaşkın, kendinden geçmiş,
paumelle diş. 1. Bir arpa türü. 2. Kollu menteşe. 3.
Saraç eldiveni,
paumer gçl. 1. hlk. Yitirmek (J'ai paumé mon
portefeuille). 2. hlk. Vurmak, yumruk atmak
(Paumer la gueule à quelqu'un).
3. hlk.
Yakalamak, enselemek; tutuklamak (On l'a
paumé à la sortie de son hôtel). § Paumer ses
plumes: tkz. Saçları dökülmek. § Se paumer:
Şaşırmak, aldanmak. Se faire paumer:
Yakalanmak, enselenmek, tutuklanmak,
paupérisation diş. (Bir halk yada belirli bir sınıfta
görülen) Sürekli yoksullaşma. .
paupérisme er. (Bir halka yada halkın bir
kısmındaki) Sürekli yoksulluk, sürüp giden

1019

pavé
yoksulluk (Le chômage et le paupérisme régnent
dans le pays).
paupière diş. Gözkapağı. § Fermer la paupière, les
paupières: 1. Uykuya varmak, uyumak. 2.
Ölmek, gözlerini yaşama kapamak. Fermer les
paupières à qn: Birinin son soluğunda yanında
bulunmak. Ouvrir la paupière, les paupières:
Uyanmak, gözünü açmak,
pause diş. 1. Ara, mola, durak, çalışmayı bırakma,
"teneffüs (La pause de midi. Faire une pause de
cinq minutes.
Les points et les virgules
correspondent à des pauses dans un texte). 2, müz.
Duraklama, es. 3. müz. Es işareti,
pauser gsz. Duraklamak, es yapmak. § Faire pauser
qn: tkz. -i bekletmek,
pauvres. 1. Yoksul, ° fakir (Une famille pauvre. Des
paysans pauvres qui ne mangeaient presque jamais
de viande). 2. Yoksulca, yoksulluk esinleyen (ila
un air pauvre et souffreteux). 3. (Adlardan önce
geldiğinde) Zavallı (Le pauvre chat ne pouvait pas
marcher. Mon pauvre ami). 4. Acınacak, zavallı
(C'est un pauvre type). 5. Verimsiz, kısır (Un sol
pauvre). 6. Zayıf, az, az miktarda olan (Un
minerai pauvr%). 7. Pauvre de qch, en qch:
-bakımından zayıf, yoksun (Pauvre d'argent.
Pauvre de talent et de ressources. Pays pauvre en
pétrole). 8. ad. Yoksul, fakir; dilenci (Aider les
pauvres. Faire l'aumône à un pauvre). § Pauvre
sire, pauvre hère: Değersiz adam.
pauvrement bel. 1. Yoksulluk içinde, yoksulca
(Vivre pauvrement. Etre vêtu pauvrement). 2.
Yetersiz, kötü (Il peint pauvrement).
pauvresse diş. Yoksul kadın; dilenci kadın,
pauvret,te s. vead. Yoksulcağız, zavallıcık,
pauvreté diş. 1. Yoksulluk (Sa pauvreté ne lui
permettait pas de se nourrir convenablement). 2.
Kısırlık, zayıflık, cılızlık (Lapauvreté d'une terre,
d'une langue). 3. (Genellikle çoğul olarak)
Bayağılık, bayağı söz ve davranış (Quelles
pauvretés on apprend à cet enfant! Dans son
journal, il n'a noté que des pauvretés).
pavage er. 1. Kaldırım döşeme (Pavage d'une rue,
d'une chaussée). 2. Döşeme yapılmış olan yer,
tahta yada mozaik döşeme (Le vase s'est cassé en
tombant sur le pavage de la pièce).
pavane diş. Eski bir dans; bu dansın havası,
pavaner (se) gsz. Şişinmek, kasılmak, hindi gibi
kabarmak (Il se pavanait au milieu d'un cercle
d'admirateurs).
pavé er. 1. Kaldırım taşı, döşeme tahtası (Poser des
pavés). 2. Döşeme (Le pavé de marbre d'une
église). 3. Kaldırım. 4. mec. Yol, sokak (Unpavé
humide, glissant). 5. mec. tkz. Çok uzun ve ağır
pavé
makale. § Avoir un pavé sur l'estomac: Midesinde
bir ağırlık olmak; iyi sindirememek. Battre le
pavé: Sokaklarda boş boş dolaşmak. Brûler le
pavé: Çok hızlı gitmek, hızlı koşmak. Etre sur le
pavé: Sokakta kalmış olmak, yersiz yurtsuz
olmak. Jeter, mettre qn sur le pavé: -i sokağa
atmak. Tenir haut le pavé: Birinci sırada olmak,
en yüksek aşamada olmak,
pavé,es. Kaldırımla döşenmiş (Une rue pavée).
pavement er. 1. Kaldırımla döşeme. 2. Döşeme taşı
yada çinisi.
paver gçl. Kaldırım döşemek (Paver un ehemin.
Paver la rue, la cour).
paveur er. Kaldırım döşeyici, kaldırımcı,
pavie diş. Etşeftalisi.
pavillon er. 1. Küçük ev, "pavyon (Il habite un
modeste pavillon de banlieue). 2. Bayrak, bandıra
(Pavillon de guerre. Navire battant pavillon
britannique). 3. (Nefesli çalgılarda) Geniş ağız
(Pavillon d'une trompette). 4. Kulak kepçesi
(Pavillon de l'oreille de denir). 5. Kiliselerde
kutsal ekmek kabı örtüsü. 6. (Eski) Asker çadırı
(Va sur les bords du Rhin planter tes pavillons). 7.
Köşk (Pavillon de chasse). 8. (Hastane vb) Koğuş
(Pavillon des cancéreux). § Amener pavillon,
amener le pavillon: Teslim olmak; teslim işareti
olarak bayrağı indirmek. Baisser pavillon devant
qn: -in karşısında pes demek, -e boyun eğmek,
teslim olmak,
pavois er. 1. Büyük kalkan. 2. Gemilerde donanma
bayrakları. § Elever, hisser qn sur le pavois: 1. -i
iktidara getirmek, başa geçirmek. 2. -i övmek,
ululamak. Hisser le grand pavois: (Şenlik yada
bayram
nedeniyle)
Gemiyi
bayraklarla
donatmak, donanma bayrakları çekmek,
pavoisement er. Bayraklarla donatma; bayraklarla
donanma.
pavoiser gçl. 1. -i bayraklarla donatmak (Pavoiser
tous le bâtiments). 2. gsz. Her yana bayraklar
asmak (Pavoiser pour l'arrivée du président d'un
Etat voisin).
pavot er. Haşhaş.
payables. Ödenebilir; ödenmesi gereken (Acheter
un téléviseur payable en dix mensualités).
payant,e s. 1. Para ödeyen (Recevoir chez soi des
hôtes payants). 2. Paralı, para ile olan, para
ödenilen (Les places gratuites et les places
payantes). 3. Gelir getiren, verimli, para getiren
(Une entreprise payante).
paye, paiedi'j. 1. Ödeme (Le jour de paye). 2. Ücret
(Toucher sa paye). 3. mec. tkz. iki ödeme
arasında geçen süre, uzun süre, uzun zaman (Ilya
une paye qu'on ne l'a pas vu). § Haute paye:

1020
payeur

Askerlere verilen ek ödenek,


payement, paiement er. 1. Ödeme (Le payement
d'une amende. Demander des facilités de
paiement). 2. Ödenen para,
payer gçl. 1. Ödemek (Payer ses dettes, sacotisation
syndicale). 2. Ücret vermek, aylık vermek, para
vermek (Payer un employé. Je vous paierai à la fin
du mois). 3. -in cezasını çekmek (Payer une faute,
un crime). 4. Payer qch à qn: a) Birine... ödemek,
vermek (Je lui ai payé cent francs), b) Birine
...ısmarlamak, sunmak (Viens, je te paie
l'apéritif). 5. Payer de: -ile ödemek, -den ödemek
(Payer de sa poche, de ses deniers). 6. Payer de
qch:
...göstermek
(Payer
d'audace,
d'ingratitude). 7. Payer qn de qch: Birine -sinin
karşılığını vermek (Ce succès me paie de tous mes
efforts). 8. gsz. Para getirmek; kazançh, verimli
olmak ( C'est un métier qui paie). 9. Payer pour qn:
-in cezasını çekmek, -yüzünden acı çekmek (Les
bons paient pour les méchants. Il a payé pour tout
le monde). § Payer cher qch: kendisine pahalıya
mal olmak, -i pahalı ödemek (Nos troupes ont
payé cher cette victoire). Payer de la même
monnaie: Aynı şekilde karşdıkta bulunmak.
Payer de retour: İyiliği iyilikle karşılamak; kalp
kalbe karşı olmak. Payer de sa personne: 1. Çaba
göstermek, bizzat işe girişmek. 2. Tehlikeye
göğüs germek, kelleyi koltuğa almak. Payer qn en
monnaie de singe: Birine para verecek yerde güzel
söylevler çekmek. Para verecek yerde -ile
eğlenmek. Payer laçasse: Yapılan zararı ödemek.
Payer les pots cassés: Yapılan zarar ve ziyanı
ödemek; yaptığının sonucuna katlanmak,
ceremesini çekmek. Payer les violons: 1.
(Eskiden) Güzel bir kadın onuruna balo vermek.
2. (Şimdi) Başkalarının masrafım ödemek,
paraları sökülmek. Payer le tribut à la nature,
payer tribut à la nature: Ölmek. Payer par
acomptes: Taksitle ödemek. Payer rubis sur
l'ongle: Tıkır tıkır ödemek, mırın kırın etmeden
ödemek. Payer un coup à qn: -e bir kadeh içki
ısmarlamak. Payer sa dette à son pays: Askerlik
görevini yapmak, vatan borcunu ödemek. § Se
payer: 1. Se payer qch: Kendine ...ikram etmek,
sunmak, ısmarlamak (Se payer un extra). 2. Se
payer de qch: -ile yetinmek, avunmak, -de kalmak
(Sepayer de mots, d'illusions). § Se payer du bon
temps: Eğlenmek, yaşamanın tadını çıkarmak. Se
payer la tête de qn: -ile alay etmek, dalga geçmek.
Se payer une pinte de bon sang: Çok eğlenmek.
S'en payer une tranche: Çok eğlenmek,
payeur, euse ad. 1. Borcunu ödeyen (C'est un
mauvais payeur). 2. Ödeme memuru (Payeur aux
pays
armées). 3. s. Ödeme yapan (Organisme, bureau
payeur).
pays er. 1. Ülke, "memleket (Les divers pays du
monde). 2. Yurt (Défendre son pays par les armes.
Mourir pour son pays). 3. Bölge (Pays de forêts,
de vignes, d'élevage). 4. Köy, kasaba (Ilpasse ses
vacances dans un petit pays des Alpes). 5. Bütün
halk, ülkenin bütün halkı (Lepays l'acclamait). §
Pays de cocagne: Masal ülkesi, bolluk ülkesi. Le
mal du pays: Yurt özlemi, yurtsama. Etre en pays
de connaissance: Tanıdıkları arasında olmak.
Voir du pays: Gezip ülkeler görmek, çok yer gezip
görmek.
pays,e ad. tkz. Hemşeri (Il a rencontré un pays
séjournant comme lui à l'étranger. C'est ma payse,
nous sommes du même village).
paysage er. 1. Görünüm, "manzara (Arrivé au
sommet, on découvre un paysage magnifique). 2.
Açıkhava resmi, kır resmi, "peyzaj (Peintre de
paysages. Un paysage de Corot).
paysagiste ad. 1. Açıkhava ressamı, peyzaja. 2.
Bahçe mimarı, park ve bahçeleri düzenleme
planlan yapan mimar,
paysan, ne ad. 1. Köylü (Des paysans qui se rendent
à la foire). 2. mec. Andavallı (Des manières de
paysan). 3. s. Köylülere özgü, köylülere değgin
(La vie paysanne. Moeurs, coutumes paysannes).
§ A la paysanne: Köylüler gibi, köylü tarzında,
köylüce.
paysannat er. Köylü sınıfı, köylüler (Lepaysannat
français.
paysannerie diş. 1. Köylülük, köylü hali. 2.
Köylüler, köylü sınıfı (La paysannerie française).
3. Köylülerin yaşamı üzerine yazılmış yapıt (Les
paysanneries de George Sand).
péage er. 1. Ayakbastı parası, geçiş parası (Une
route à péage). 2. Geçiş parası alınan yer.
péager, ère ad. Geçiş paralarını alan kimse,
"tahsildar.
péagiste ad. (Paralı yollarda) Para tahsil eden
görevli, tahsildar,
péan, paean er. 1, Apollon onuruna ilahi. 2. Şenlik
türküsü.
peau diş. 1. Cilt; deri (Une jeune fille à la peau
délicate. Des veines visibles sous la peau. La peau
de l'ours). 2. İşlenmiş deri (Une fourrure en peau
de lapin). 3. (Bitkilerde, yemişlerde) Kabuk (La
peau d'une pomme, d'une banane, d'un arbre). 4.
(Bir sıvının üstünde oluşan) Pıhtı, kaymak (La
peau du lait bouilli. Si vous laissez une boîte
ouverte, la peinture fera une peau). S. mec. Can,
yaşam, "hayat (Jouer, risquer sa peau). 6. Uni.
Hava! Hava alırsın! Avucunu yala! § Peau d'âne:

1021

péché
tkz. Diploma. Peau de hareng: tkz. Ciğeri beş
para etmez adam. Peau de balle: tkz. Hava, hiçbir
şey. Peau de vache: Acımasız kimse, taş yürekli.
Une vieille peau: tkz. Yaşlı ve çirkin orospu. Pour
la peau: tkz. Boşuna. Avoir la peau courte: tkz.
Tembel olmak. Avoir la peau: Avucunu yalamak,
hava almak, eline bir şey geçmemek. Avoir la
peau de qn: tkz. -i öldürmek. Avoir qn dans la
peau: tkz. -i sevmek, -den çok hoşlanmak. Coudre
la peau du renard à celle du lion: Kurnazlıkla gücü
birlikte kullanmak. Faire peau neuve: hlk. 1.
Üstünü başım yenilemek, çul değiştirmek, çulu
tazelemek. 2. Tutum ve
davranışlanm
değiştirmek, bambaşka bir adam olmak. Faire la
peau à qn: hlk. -i öldürmek. N'avoir que la peau et
les os: Çok zayıflamak, bir deri bir kemik kalmak.
Ramener peau de balle: tkz. Hava almak, avucunu
yalamak, eline hiçbir şey geçmemek. Sauver sa
peau: tkz.
Canını kurtarmak,
paçasını
kurtarmak. Tenir à sa peau: tkz. Canı pek tatlı
olmak. Vendre cher sa peau: Canmı pahalıya
satmak.

peauciers. vead. Bir yanı deriye yapışık olan (kas),


peaufiner gçl. tkz. 1. Güderi ile silip temizlemek. 2.
Özenle hazırlayıp süslemek,
peau-rouge ad. Kızılderili,
peausserie diş. 1. Dericilik, göncülük. 2. Deri işleri,
peaussiers, vead. Derici, göncü,
pébrine diş. Bir ipekböceği hastalığı, "pebrin.
pébroc, pébroque er. argo. Şemsiye,
pécari er. hayb. 1. Güney Amerika'da yetişen bir
cins yabandomuzu. 2. Yabandomuzu derisi (Des
gants de pécari).
peccable s. Suç işleyebilir, günah işlemeye eğilimli
(La nature peccable de l'homme).
peccadille diş. Ufak suç, küçük günah,
pêche diş. 1. Şeftali (Une compote de pêches). 2. tkz.
Tokat (Il va te flanquer une pêche. Recevoir une
pêche). § Peau de pêche, teint de pêche: Pembe ve
kadife gibi bir ten.
pêche diş. 1. Balık avı (Aller à la pêche. Lapêcheest
ouverte). 2. Avlanan balık (Une pêche abondante.
Il montrait orgueilleusement sa pêche). 3. Balık
avlanan yer, avlanma alanı (Garde-pêche qui
surveille une pêche réservée). 4. Balık avlama
hakkı (Riverain qui a la pêche d'un canal jusqu 'au
milieu du cours de l'eau).
péché er. 1. Günah (Commettre un péché.
Demander pardon à Dieu de ses péchés. Expier ses
péchés). 2. Günahkârlık (Tomber dans le péché,
vivre dans le péché). § Péché mignon: Kötü
alışkanlık, ufak kusur (Il a un faible pour le bon
vin, c'est son péché mignon). Péché originel: İlk
pêcher
günah. A tout péché miséricorde: Her suçun
bağışlanacak bir yönü vardır; bağışlamak
büyüklüğün şanındandır.
pécher er. Şeftali ağacı.
pécher gsz. 1. Günah işlemek (Il a pris la résolution
de ne pécher plus). 2. Yanılgıya düşmek, yanılmak
(Il a péché par excès d'optimisme.
Ce
raisonnement pèche sur ce point). 3. Pécher
contre: -e aykırı davranmak (Pécher contre la
bienséance).
pêcher gçl. 1. (Balık vb.) Avlamak (Pêcher la
morue, le hareng, la truite). 2. tkz. Bulmak,
almak, ele geçirmek (Pêcher des renseignements,
un vêtement). 3. gsz. Balık avlamak (Pêcher à la
ligne, au filet). § Pêcher à l'eau trouble: Bulanık
suda balık avlamak,
pêcherie diş. Balık avlanılan yer, balıklava,
pechette diş. İstakoz ağı.
pécheur, pécheresse s. ve ad. Günah işlemiş,
günahlı, günahkar (Unpécheur endurci, repenti).
pêcheur,euses. vead. Balıkçı (Je suis un pêcheur àla
ligne. Bateau pêcheur).
pécore diş. 1. (Eskiden) Hayvan. 2. (Şimdi) Aptal
kadın, bilgiçlik taslayan salak kadın. 3. ad. hlk.
Hödük, hayvan gibi adam.
pecque diş. Kendini beğenmiş budala kadın,
pectine,e s. 1. Taraksı (Muscle pectiné: Taraksı
kas). 2. Tarak biçiminde. 3. er. Taraksı kas.
pectoral,es. 1. Göğüse değgin (Musclespectoraux).
2. Karın yüzünde olan (Nageoires pectorales). 3.
Göğüs yumuşatıcı (Sirop pectoral) 4. er. Göğüs
yumuşatıcı ilâç. 5. tar. Rahip, Firavun gibi önemli
kimselerin göğüslerinde taşıdıkları değerli
taşlardan yapılma süs.
péculat er. Devlet parasını çalma, "ihtilas,
pécule er. 1. (Eski Roma'da) Özgürlüğünü satın
almak için bir tutsağın biriktirdiği para. 2.
Dişinden tırnağından kesilerek biriktirilen az bir
para, birkaç kuruş (Amasser un pelit pécule). 3.
Tutuklu yada akıl hastası gibi özgürlüğü
kısıtlanmış kimselere yaptıkları iş karşılığında
yönetimce verilen para (Pécule d'un détenu, d'un
aliéné interné).
pécuniaires. Paraya değgin, "parasal, paraca (Aide
pécuniaire, peine pécuniaire).
pécuniairement M . Paraca, para bakımından (Ilest
pécuniairement dans une situation difficile).
pédagogie
Eğitbilim, "pedagoji,
pédagogiques. 1. Eğitbilimsel, eğitbilime değgin. 2.
Eğitimsel, eğitime değgin,
pédagogiquement bel. Eğitbilim yönünden; eğitim
yönünden.
pédagogue ad. 1. *Eğitbilimci, eğitbilim uzmanı. 2.

1022
pédicurie

Eğitim uzmanı, eğitimci. 3. s. ve ad. Öğretmesini


bilen (Bon pédagogue, mauvais pédagogue.
Professeur très savant mais peu pédagogue).
pédale diş. 1. Ayaklık, basarık, pedal (Appuyersur
la pédale du frein. Les pédales du piano, d'une
bicyclette. Lâcher les pédales). 2. tkz. Kulampara,
oğlancı. 3. Uzunca sürdürülen bas sesi. 4.
Bisiklet. § Perdre les pédales: Şaşırmak,
bocalamak, soğukkanlılığını yitirmek, ipin ucunu
kaçırmak.
pédaler gsz. 1. Pedala basmak; pedalları işletmek
(Il pédalait dans les descentes pour rattraper son
retard). 2. Bisikletle dolaşmak. 3. hlk. Pergelleri
açmak, çok hızlı gitmek, koşmak,
pédaliacées diş. ç. bitb. Susamgiller,
pédaleur, euse ad. İyi bisiklet sürücüsü, iyi bisiklet
binicisi (Un pédaleur infatigable).
pédalier er. 1. müz. Ayaklık klavyesi. 2. Bisiklette
ayaklık, ayaklık kolları ve bilyeleri takımı,
pédant,e s. vead. 1. Bilgiçlik taslayan, bilgiç taslağı;
bilgiççe (Un pédant est un homme qui digère mal
intellectuellement. Un discours pédant. Prendre
un ton pédant). 2. Ukalâ, bilgiç (Faire le pédant:
Ukalâlık etmek, bilgiçlik taslamak).
pédanterie diş. 1. Bilgiçlik; bilgiçlik taslama. 2.
Ukalâlık. 3. Ukalâca söz yada davranış (Faire une
pédanterie).
pédantesque s. Ukalâca; bilgiççe,
pédantisme er. Bilgiçlik; ukalâlık (Un livre plein
d'un pédantisme dégoûtant).
pédéraste er. Oğlancı, "kulampara,
pédérastie diş. Oğlancılık, "kulamparalık,
pédarastiques. Oğlancılığa değgin, kulamparalıkla
ilgili (Moeurs pédarastiques).
pédestre s. Yaya, yaya olarak yapılan (Randonnée
pédestre).
pédestrement bel. Yayan, yaya olarak,
pédiatre od. hek. Çocuk hastalıkları uzmanı,
pédiatrie
hek. Çocuk hastalıkları dalı.
pédicellaire er. hayb. Dikencik.
pédicelle er. bitb. Çiçek sapçığı.
pédicellé,e s. Sapcıklı.
pédiculaires. 1. Bitlere değgin. 2. diş. bitb. Bitotu.
pédicule er. 1. bitb. Sap (Pédicule
d'un
champignon). 2. anat. Bir organda toplanan yada
bir organdan geçen damarların tümü (Pédicule
hépatique,
pédicule
rénal,
pédicules
pulmonaires).
pédiculé,es. bitb. Saplı.
pédicure ad. Ayak tımarcısı, ayak bakıcısı,
"pedikürcü (Se faire enlever un cor par un
pédicure).
pédicurie diş. Ayak tımarı, ayak bakımı, pedikür.
pédieux
pédieux, euse s. Ayağa değgin; ayağa ait (Artère
pédieuse).
pedigree [pedigtıe] er. İng. (Saf kan bir hayvanın)
Soyağacı (Etablir le pedigree d'un chien de luxe).
pédiment er. yerb. İnce bir lığ katmanıyla örtülü
kaya oluşuğu,
pédologie, paidologic diş. "Çocukbilim.
pédologie diş. yerb. Toprakbilim.
pédologueer. ' l oprakbilimci, toprakbilim uzmanı,
pédonculaire v. Sapla ilgili, çiçek yada yemiş sapına
değgin.
pédoncule er. bitb. Çiçek sapı; yemiş sapı.
pédonculé,e s. Saplı,
pédophile er. Oğlancı, tıfılcı, sübyancı,
pédophilie diş. ruhb. Oğlancılık, küçük çocuklara
cinsel ilgi duyma hastalığı, tıfılcılık, sübyancılık.
pedzouille ad. hlk. Köylü; hödük,
pégase er. 1. (Söylencede) Kanatlı at, Pegasus. 2.
hayb. Kanatlı denizatı, uçanbalık. 3. gökb.
Kanatlıat takımyıldızı,
pegmatite diş. yerb. Pegmatit,
pègre diş. Hırsızlar, serseriler, dolandırıcılar (La
pègre d'un port).
pehlvi er. Pehlevi dili, Pehlevice.
peignage er. 1. Tarama. 2. Tarama işliği, tarama
işleminin yapıldığı yer.
peigne er. 1. Tarak (Un peigne de poche. Peigne à
manche). 2. hayb. Tarak, bir tür yumuşakça. §
Passer qch au peigne fin: -i çok dikkatle
incelemek, didik didik etmek, iğneden ipliğe
incelemek, kılı kırk yararcasına incelemek. Se
donner un coup de peigne: Saçını şöyle bir
taramak, saçlarına şöyle bir tarak atmak,
peigné,e s. 1. Taraktan geçirilmiş, taranmış (Laine
peignée). 2. mec. Çok özen gösterilmiş, dikkat ve
özenle yapılmış (Un tableau peigné). 3. er.
Taranmış yünden yapılma kumaş,
peignée diş. 1. Tarağa bir defada alınan yün miktarı,
bir taraklık yün. 2. tkz. Dayak (Donner une
peignée à -qn: -e dayak atmak. Recevoir une
peignée de qn: -den dayak yemek).
peigne-cul er. tkz. Pis herif, mendebur; pasaklı;
kaba, hödük.,
peigner gçl. 1. Taramak; saçlarını yada tüylerini
taramak (Peigner un enfant. Peigner un chien,
peigner la crinière d'un cheval). 2. Taraktan
geçirmek, taramak (Peigner la laine, le chanvre).
3. mec. Özen göstermek, özen ve dikkatle
yapmak. § Se peigner: 1. Saçlarını taramak,
taranmak (Sortir un petit peigne de sa poche pour
se peigner rapidement). 2. tkz. Kavga etmek,
dövüşmek, saç saça baş başa olmak,
peigneur, euse ad. 1. Yün tarama işçisi, yün

1023

peine
tarayıcısı. 2. diş. Tarama makinası.
peignoir er. 1. Taranırken kadınların omuzlarına
aldıkları bez, tarak bezi. 2. Banyodan çıkarken
örtünülen havlu; bornoz (Se sécher dans son
peignoir. Boxeurs qui ôtent leur peignoir avant le
match). 3. Kadınların ev içinde giydikleri bol ve
uzun giysi (Elle est encore en peignoir à midi). 4.
(Berberlerin müşterilere taktıkları) Traş önlüğü.
peignures<% ç. Taranırken baştan dökülen saçlar,
tarantı.
peinard,e; pénard,e s. ve ad. hlk. 1. Gamsız,
vurdumduymaz; etliye sütlüye karışmayan
(Resterpeinard dans son coin). 2. Tembel işi, hiç
yormayan, yorucu olmayan (Un travail peinard.
Mener une vie peinarde).
peinardement, pénardement bel. Etliye sütlüye
karışmadan, sessiz ve rahat bir şekilde,
peindre gçl. 1. Boyamak, boya sürmek (Peindre un
mur, une carrosserie). 2. Resmetmek, -in resmini
yapmak (Peindre un paysage, une personne). 3.
Betimlemek, dile getirmek, "tasvir etmek
(Peindre un caractère, une scène de la vie, une
femme). 4. gsz. Resim yapmak (Il peignait à
l'aquarelle). §Se peindre: Görünmek, belli olmak
( La consternation se peint sur les figures).
peine diş. 1. Ceza (Prononcer, infliger une peine.
Purger sa peine. Peine de mort, peines
disciplinaires, peines pécuniaires). 2. Üzüntü, acı
(Alléger la peine d'un ami. Cette mort a plongé
toute une famille dans la peine). 3. Sıkıntı,
yorgunluk, "zahmet (Toute peine mérite salaire. Il
se donne beaucoup de peine). 4. Güçlük. 5. Kaygı.
§ Homme de peine: En ağır işleri gören kimse, yük
katırı, hamal. Peines éternelles, peines de l'enfer:
Cehennem azabı. A grand-peine: Güçlükle,
büyük güçlüklerle. A peine: 1. Daha yeni, henüz,
ancak, pek az önce (J'ai à peine commencé). 2.
Olsa olsa, en çok (Il y a à peine huit jours). 3.
(Tümcenin başına gelip özneyle yüklem arasında
devrikleme yapıldığında) a) -er... -mez; henüz...
-mişken (A peinesuis-je dans la rue, voilà un orage
violent qui éclate: Henüz sokağa çıkmıştım ki
şiddetli bir fırtına koptu; ben sokağa çıkar çıkmaz
şiddetli birfırtına koptu), b) (Geçmiş zaman ortacı
yada dolaylı bir tümleçle de yine aynı anlamda
kullanılır) (A peine endormi, il se mit à ronfler:
Uyur uyumaz horlamaya başladı. A peine dans la
voiture, notre héros s'endormit
profondément:
Kendini arabaya atar atmaz, kahramanımız derin
uykulara daldı). Sous peine: Kolayca, rahat rahat.
Sous peine de: Cezası...dir, yoksa... cezası
uygulanır (Défense
d'afficher
sous
peine
d'amende: Afiş yapıştırmak yasaktır, yoksa para
peiné
cezası uygulanır. Sous peine de mort: Cezası
ölümdür). Avoir peine à f. qch, avoir de la peine à
f. qch: -mekte güçlük çekmek, bir türlü -memek
(J'ai peine à déchiffrer cette écriture. Il a de la peine
à parler). En être pour sa peine: Zahmetiyle
kalmak, tüm çabaları boşa gitmek. Etre, se mettre
en peine de: -i kendine tasa etmek; -den kaygı
duymak, kaygılanmak; -i merak etmek. Etre
comme une âme en peine: Acıları bir türlü
dinmemek, sürekli acı ve kaygılar içinde olmak.
Faire de la peine à qn: -i üzmek. Mourir à la peine:
Ölünceye dek sıkıntılar içinde çalışmak; iş
başında ölmek. N'être pas au bout de ses peines:
Önünde daha pek çok güçlükler olmak. Perdre sa
peine: Emeği boşuna gitmek. Perdre sa peine à f.
qch: -mek için boşuna çabalayıp durmak. Se
donner la peine de f. qch: Lütfen, zahmet olmazsa
-mek (Donnez-vous la peine d'entrer, de lire cet
article du règlement). Valoir la peine: Değmek,
zahmetine değmek (Cela ne vaut pas la peine).
Valoir la peine de: -e değmek ; -zahmetine değmek
(Un film qui vaut la peine d'être vu). C'est la peine
de f. qch: -meye değer (Est-ce bien la peine de
passer tant de temps à un travail qui n'intéresse
personne ? Ce n'est pas la peine de me le répéter, j'ai
très bien compris). C'est peine perdue: Boşuna,
boşuna çaba, boşuna zahmet. A chaque jour suffit
sa peine: Her günün derdi o güne yeter, ileriyi
düşünüp de kendini üzmeye değmez,
peiné,e 5. Üzülmüş, canı sıkılmış,
peiner gsz. 1. Sıkıntı çekmek, zorlanmak, yorulmak
( La voiture peine dans les montées. Il peinait pour
s'exprimer). 2. gçl. Üzmek (Cette nouvelle m'a
beaucoup peiné). 3. (Eski) Yormak, zahmete
sokmak. 4. Etre peiné de: -e üzülmek, -diğine
üzülmek (Je suis peiné de ne pouvoir rien faire
pour vous).
peint,e 1. Boyalı; resimli. 2. Çok allık pudra
sürmüş, çok boyanmış, çok makyaj yapmış (Une
jeune femme peinte).
peintre er. 1. Ressam (Un peintre cubiste. Les
peintres figuratifs). 2. Boyacı (Les peintres ont
refait tout l'appartement). 3. Betimleri güçlü
yazar, betimci, "tasvirci (Balzac, le peintre de la
société de son temps).
peinture diş. 1. Boyama (Peinture d'une carrosserie
d'une automobile. Peinture au pistolet, à la
brosse). 2. Boya, yağlıboya (Un tube de peinture.
La peinture commence à sécher). 3. Betim,
betimleme, "tasvir (La peinture de la société, des
passions). 4. Resim, boyaresim, yağlıboya resim
( La peinture d'une femme nue. Peinture à l'huile,
peinture murale). S. Resim sanatı, ressamlık (Des

1024

peler
termes de peinture). § Ne pouvoir voir qn en
peinture: -in resmini bile görmek istememek, -i
görmeye hiç katlanamamak, -e tahammül
edememek.
peinturer gçl. 1. (Eski) Boyamak, boya sürmek. 2.
-in kabaca resmini yapmak,
peinturlurer gçl. tkz. Çiğ renklerle resimlemek,
resimler yapmak (L'enfant a peinturluré son
livre).
péjoratif, ive s. Aşağılayıcı, küçümseyici, kötüleyici
(Ce mot a un sens péjoratif).
péjoration diş. Anlam bayağılaşması; aşağılayıcı bir
anlam katma; kötüleyip küçümseme,
péjorativement
bel.
Kötüleyici
anlamda,
küçümseyici bir biçimde (Employer un mot
péjorativement).
pékan er. 1. Bir tür Kanada zerdevası. 2. Bu
hayvanın postu; "erdava postundan yapılma
kürk.
pékin er. Çin ipeklisi (Un habit depékin bleu).
pékin, péquiner. ask. argo. Başıbozuk, sivil (Deux
militaires et un pékin). § Se mettre, s'habiller en
pékin: Sivil giyinmek.
pékiné,e s. 1. Çizgileri açıklı koyulu (Tissu pékiné).
2. er. Çizgileri açıklı koyulu kumaş,
pékinoises. Pekinli; Pekin'e değgin,
pékinois er. İri başlı ve uzun tüylü küçük bir süs
köpeği.
pékinologue ad. Çin siyasi uzmanı; Çin konusunda
uzman.
pelade diş. Saçlar ve kdlann yer yer dökülmesine
yol açan bir hastalık, bir tür saçkıran,
pelage er. 1. (Hayvanlarda) Tüy (Le pelage de la
chèvre, du léopard). 2. (Derilerin tüyünü) Yolma,
pélagianisme er. Pelage adlı papazın öğretisi,
Pelajcılık.
pélagien.ne s. ve ad. Pelajcı; Pelage öğretisine
değgin; Pelage öğretisinden yana olan.
pélagique s. Açıkdenize değgin, derin denize
değgin (Courants, terrains pélagiques).
pélamide, pélamyde diş. hayb. Torik; palamut
(balığı).
pélargonium er. bitb. Itırçiçeği, ıtır.
pelé,e s. 1. Tüyü dökülmüş ( Le cou pelé d'un chien).
2. Çıplak, ağaçsız, bitkisiz, yeşilliksiz (Une
campagne pelée). 3. Kabuğu soyulmuş (Un arbre
pelé). 4. ad. Saçları dökülmüş, dazlak,
pêle-mêle bel. 1. Karmakarışık, darmadağın (Tous
ses papiers sont pêle-mêle sur son bureau). 2. er.
Karmakarışıktık, darmadağınıktık; karışık ve
dağınık eşya. 3. Birçok fotoğraf yerleştirilen
çerçeve.
peler gçl. 1. Soymak, kabuğunu soymak (Peler un
pèlerin
fruit, des oignons, une pomme). 2. gsz. Derisi
soyulmak, kabuk atmak ( Cet enfant a pris un coup
de soleil, il pèle. Après la scarlatine, tout le corps
pèle). § Se peler: Tüyü dökülmek; derisi
soyulmak; kabuğu soyulmak (Ce fruit se pèle
facilement).
pèlerin,e ad. 1. Hacı (Les pèlerins musulmans vont à
Mecque). 2. er. (Eski) Gezgin, gezici, "seyyah. 3.
er. Doğan, şahin. 4. er. Bir tür köpekbalığı (Le
pèlerin est le plus grand des requins).
pèlerinage er. 1. Hac (Faire un pèlerinage). 2. Hac
yeri. 3. Hac yolculuğu. 4. Ünlü bir yere yapılan
ziyaret (Faire un pèlerinage dans les lieux où vécut
Ronsard).
pèlerine diş. Pelerin (Porter utiepèlerine).
péliade diş. hayb. Bayağı engerek.
pélican er. hayb. Pelikan, kaşıkçıkuşu (Pélican
blanc: Pelikan. Pélican frisé: Tepeli pelikan).
pelisse diş. Kürklü manto; kürk geçirilmiş palto,
manto yada ceket,
pellagre diş. C vitamini eksikliğinden ileri gelen,
derinin ışığa açık yerlerinde eritemle belirlenen
ve buralardaki üstderinin dökülmesine yol açan
çekinceli bir hastalık, "pellegra.
pellagreux, euse s. 1. Pellegraya değgin
(Symptômes pellagreux). 2. ad. Pellegralı,
pellegra hastalığına tutulmuş,
pelle diş. 1. Kürek (Pelle à charbon, pelle à ordures.
Pelle de jardinier). 2. den. Küreğin palası, küreğin
geniş yeri. § A la pelle: Bol bol, tümen tümen,
istemediğin kadar. En ramesser à la pelle: Bol bol
bulmak (On en ramasse à la pelle). Ramasser
l'argent à la pelle: Çok zengin olmak. Ramasser
une pelle: tkz. 1. Düşmek. 2. Başarısızlığa
uğramak, burnu kırılmak,
pelle-pioche diş. Bir ağzı kazma bir ağzı kürek olan
alet, *kazma-kürek.
pelletage er. Kürekle karma (Pelletage du blé).
pelletée diş. 1. Kürek dolusu (Jeter quelques
pelletées de terre dans un trou. Une pelletée de
charbon, desable). 2 .mec. tkz. Çok miktarda, bol
bol (Recevoir des pelletées d'injures: Bol bol
kalaylanmak, küfür yemek).
pelleter gçl. Küremek, kürekle karmak (Pelleterie
blé pour l'aérer. Pelleter du sable, de la terre).
pelleterie diş. 1, Kürkçülük. 2. Kürk.
pelleteur er. 1. Kürek işçisi, kürek işi gören işçi,
kürekçi. 2. Kürek makinası, kepçe,
pelleteuse diş. Kürek makinası, kepçe, kamyonları
mekanik olarak dolduran alet.
pelletier, ère ad. Kürkçü,
pelliculaire s. (Deride) Kepek yapan,
pellicule diş. 1. İnce deri, dericik. 2. bitb. Üzüm

1025

peluche
zarı. 3. (Sinema ve fotoğrafçılıkta) Boş film;
henüz alıcıda kullanılmamış, duyarkatı ışığın
etkisini
almamış
film
(Une
pellicule
photographique.
Gâcher des kilomètres de
pellicule pour tourner des scènes d'un film). 4.
Kepek, deriden ayrılan üstderi pulu (Une lotion
contre les pellicules). S. İnce katman, çok ince
tabaka (De fines pellicules de boue).
pelliculeux, euse s. Kepekli, kepek dolu.
pélobate er. hayb. Çamur kurbağası, kara
kurbağası; sarmısak kurbağası,
pélobatidés er. ç. hayb. Çamursalkurbağagiller;
çamurculkurbağagiller.
pelotage er. 1. Yumak sarma, yumak haline
getirme, yumaklama
(Le pelotage
d'un
écheveau).
2. Orasını burasını sıkıştırma,
mıncıklama (Pas de pelotage avant le mariage).
pelote diş. 1. Yumak (Une pelote de fil. Le chat joue
avec une pelote de laine). 2. Sert sünger top (Les
enfants envoyaient la pelote contre le mur). 3. İğne
yastığı (Unepelote d'épingles). 4. Top, küre (Une
pelote de neige). § Avoir les nerfs en pelote: Çok
sinirlenmek, sinirleri oynamak. Faire sa pelote:
Yavaş yavaş küpünü doldurmak, yükünü
yapmak. Faire la pelote: ask. argo. Ceza
mangasına verilmek, ceza mangasında olmak.
C'est une vraie pelote d'épingles: Huysuzun teki.
peloter gçl. 1. Yumak yapmak, sarmak (Peloter du
fil). 2.hlk. Orasını burasını ellemek, sıkıştırmak,
mıncıklamak (Peloter une femme). 3. hlk.
Pohpohlamak, -e yağ yakmak, yağcdık yapmak
(Peloter un journaliste pour éviter ses critiques). 4.
gsz. Kendi kendine top oynamak (Un chat qui
pelote).
peloton er. 1. Yumakcık, küçük yumak t Un peloton
de laine pour repriser les chaussettes). 2. (Bisiklet,
at vb. yarışlarında) Küme, toplu grup (Sortir du
peloton). 3. (Böceklerden) Yığın, topak (Peloton
d'abeilles, dechenilles). 4.ask. M a n g a ( U n c h e f d e
peloton. Un peloton d'exécution).
pelotonnement er. 1. Yumak yapma; yumaklanma.
2. Sarılan yumak,
pelotonner gçl. Yumak yapmak, yumak sarmak,
yumaklamak (Pelotonner du fil, delaficelle). §Se
pelotonner: 1. Bacaklarını kıvırıp büzülmek,
büzüşmek, tortop olmak (Se pelotonner dans son
lit). 2. Sokulmak, sıkışıp yaslanmak (Il se
pelotonnait contre elle, dans le noir).
pelouse diş. Çimenlik (Les pelouses d'un jardin,
d'un parc).
pelté,e s. bitb. Kalkan biçiminde, kalkansı (Des
feuilles peltées).
peluche diş. 1. Kadifeyi andıran bir yüzü uzun tüylü
peluché

1026

kumaş (Un

bébé qui joue

pendre

avec son ours

en

peluche). 2. Kumaştan dökülen tüyler,


peluché,e s. Havlı, tüylü (Etoffe peluchée).
pelucher gsz. Tarazlanmak (Une cotonnade

qui

üzerine eğilmek, -ile ilgilenmek (Se pencher sur

pelucheux, euse s. Tarazlanmış; tarazlanan (Un

pendables. 1. Asılması gereken, asılacak. 2. Cezası


asılmak olan, asılmayı gerektiren. § Cas
pendable: Ağır suç, büyük suç. Jouer un tour
pendable à qn: -e kötü bir oyun oynamak,
pendaison diş. 1. Asarak öldürme, asma; asılma;
asılma cezası (Des criminels exécutés par
pendaison). 2. (Bir şeyi bir yere) Asma.
pendant,e s. 1. Sarkan; sarkık; sarkmış (Le chien

pencher

peluche).
torchon

pelucheux).
de fruit). 2. mec. tkz. Giysi, çul (Je vais

enlever ma pelure). § Papier pelure: Pölür kâğıdı,


pelvien,ne s. anat. Leğenkemiğine değgin (Cavité
pelvienne). § Nageoires pelviennes: (Balıklarda)
Karın yüzgeçleri,
pelvis er. anat. Leğenkemiği, kalçakemiği, °pelvis.
pénal,e s. huk. Cezaya değgin (Code pénal: Ceza
yasası. Actionpénale: Cezadâvası.
Clausepénale:
Ceza koşulu, ° cezai şart. Affaires pénales: Ceza
işleri. Dispositions pénales: Ceza
hükümleri).

pénalisation diş. (Sporda) Ceza (En football,


coup franc, le penalty sont des

le

une personne,
un joueur,

un acte).

pénalité diş. 1. huk. Ceza usulü. 2. Ceza (Pénalités


appliquées par l'arbitre).
penalty er. Penaltı (Tirer un penalty.

L'arbitre

sifflé le penalty).
pénates er. ç. 1. (Romalılarda) Kenti yada aile
ocağını koruyan tanrılar. 2. mec. Ocak, yuva, ev
bark (Regagner ses pénates: Yuvaya dönmek).
penaud,e s. Sıkılmış, utanmış, süklüm püklüm (II
écoutait d'un air penaud).
pence[pens]er. ç. Penny'ninçoğulu, penny,
penchant er. 1. Bayır, yamaç (Les penchants d'une
montagne). 2. Eğilim, "temayül (Lutter contre ses
mauvais penchants). 3. Sevgi, gönül kayması.
§Avoir un penchant à, pour: -e karşı bir eğilimi
olmak (Avoir un penchant à la gourmandise, à la
paresse, pour la musique, à se moquer des autres).
penché,es. 1. -e eğilmiş (Un garçon penché sur ses
livres). 2. Yatık, eğik, hafifçe yana yatık (Une
écriture penchée. La Tour penchée de Pise) §
Avoir, prendre des airs penchés: Düşüncelere
dalmış gibi bir havası olmak,
pencher gçl. 1. Eğmek (Pencher la tête. Pencher la
carafe pour verser de l'eau). 2. gsz. Eğik olmak
(Le tableau penche un peu à gauche). 3. Pencher
pour qch: -i yeğlemek, seçmek, daha çok
benimsemek (Il penche pour la deuxième
hypothèse). 4. Pencher à f. qch: -mek eğiliminde
olmak, -meyi istemek (Je penche à croire qu'il
avait raison). 5. Pencher vers: -e yüz tutmak (Il
penchait vers son déclin). § Faire pencher la
balance: 1. Terazinin bir kefesine basmak; bir

2. Se pencher sur: -in

sur le chômage, sur la misère).

haletait la langue pendante. Les oreilles pendantes,


les bras pendants, les branches pendantes). 2.

Askıda kalan, henüz bir çözüme bağlanmamış


(Affaire,

question

pendante).

pendant er. 1. Bir sanat yapıtıyla bakışık olarak


konulan başka bir yapıt. 2. mec. Eş, benzer (Cette
estampe est le pendant
pénalisations).

pénaliser gçl. Cezalandırmak; -e bir ceza vermek


(Pénaliser

par la fenêtre).

un problème,

pelure dij. 1. (Meyve ve sebzelerde) Kabuk (Pelure


d'oignon,

yanı ağır gelmek. 2. Bir yanı tutmak, kayırmak. §


Se pencher: 1. Eğilmek, sarkmak (Défense de se

de l'autre).

§ Pendants

d'oreilles: Salkım küpe. Faire pendant à: -ile


bakışık olmak, "simetrik olmak,
pendant ilg. 1. Sırasında; "esnasında; -leyin; -in
(Pendant la nuit: Geceleyin. Pendant l'été: Yazın.
Pendant sa jeunesse: Gençliğinde,
gençlik
sıralarında). 2. Boyunca (Pendant les quatres
mois qu'ils furent enfermés ensemble, elle ne cessa
de quereller son compagnon). § Pendant que:
-iken; diği sırada (Pendant qu'il pleurait:
Gülerken, güldüğünde, güldüğü zaman, güldüğü
sırada).
pendard,e ad. tkz. Aşağılık adam, düzenbaz,
pendeloque <% 1. Salkım küpe. 2. Avize küpesi,
pendentif er. 1. Bingi ; kemerler üzerine oturtulmuş
kubbe ile kemerlerin arasını kapatan üçgen
biçimindeki kubbe parçalarından her biri. 2.
Boyuna takılan ve göğüse sarkıtılan değerli
taşlardan yapılma süs, "pandantif
penderie diş. Küçücük giysi dolabı, "giysilik.
pendiller gsz. Sarkıp sallanmak (Linge qui pendille
sur une corde).
pendoir er. 1. Et çengeli. 2. Çamaşır ipi.
pendre gçl. 1. Asmak (On a pendu le lustre au milieu
du salon). 2. Asmak, idam etmek (Pendre un
condamné). 3. Pendre qch à qch: bir şeyi -e asmak
(Pendre un pardessus au portemanteau,
un
jambon au plafond). 4. Pendre qn à: Birini -e
asmak, asarak öldürmek (Pendre un condamné à
un gibet). S. gsz. Sarkmak (Jupe qui pend par
derrière). 6. Pendre à qch, de qch: -de asılı durmak
-den sarkmak (Des fruits qui pendent aux
branches. Des tentures pendaient du plafond). 7.
Laisser pendre qch: -i sarkıtmak (Laisser pendre
pendu

1027

ses bras, ses jambes). § Dire pis que pendre de qn:


Biri hakkında çok kötü şeyler söylemek. Pendre
la crémaillère: Bir eve yeni taşınınca şölen
çekmek. Ev görmelik şöleni vermek. Ça lui pend
au nez: (Bir belâ yada kaza) Onu tehdit ediyor,
başında dolaşıyor. Cela lui pend sur la tête:
(Tehlike, kaza, belâ) Başına geldi gelecek. § Se
pendre: 1. Kendini asmak (Il s'est pendu par
désespoir). 2. Se pendre à qch: -e tutunup
sallanmak; -e asılmak (Se pendre par les mains à
une barre fixe, à la branche d'un arbre). § Se
pendre à la sonnette de qn: -in eşiğim aşındırmak,
ikide bir kapısını çalmak,
pendu,e s. 1. Asılmış (Des rangées de saucissons
pendus). 2, Pendu à: -e asılmış (Un gros chaudron
pendu à la crémaillère). 3. ad. Asılmış kimse (La
Ballade des pendus). § Etre pendu à: -e yapışmak,
-i hiç bırakmamak, -den hiç ayrılmamak (Il est
pendu à ses basques. Il est tout le temps pendu au
téléphone). Etre pendu aux lèvres de qn: -i can
kulağıyla dinlemek, büyük bir dikkatle izlemek,
pendulaire s. fiz. *Sarkıl, "rakkas! (Mouvement
pendulaire).
pendule er. fiz. 1. Sarkaç (Pendule composé: Bileşik
sarkaç. Pendule simple: Yalın sarkaç. Pendule
d'une horloge). 2. diş. Sarkaçlı saat, duvar saati,
ayaklı saat (Regarder la pendule).
penduler gsz. (Dağcılık) Bir yere asılı kalıp
sallanmak,
pendulette diş. Küçük sarkaçlı saat.
pêne er. Kilit dili (La défait agir le pêne).
pénéplaine diş. coğr. Dalgalı ova, yontukdüz;
ovamsı, ovayı andıran düzlük,
pénétrabilité diş. 1. tçine girilebilirlik, derinliğine
vartlabilirlik; "nüfuz edilebilirlik. 2. Anlaşıhrlık,
anlaşılabilirlik,
pénétrable s. 1. İçine girilebilir (Les outils
s'émoussent sur cette matière
difficilement
pénétrable). 2. Anlaşılabilir, kavranabilir (Une
pensée
malaisément
pénétrable,
secret
difficilement pénétrable). 3. Pénétrable à: -i
geçiren (Pénétrable à l'eau, à la lumière).
pénétrantes. 1. Giren, içe geçen; içe işleyen (Pluie
pénétrante et fine. Un froid pénétrant, un parfum
pénétrant). 2. Kavrayışlı, çabuk kavrayan,
anlayıp kavrayan, zekice (Un esprit pénétrant, un
regard pénétrant).
pénétration diş. 1. İçe girme, içe işleme, içe geçme,
"nüfuz (La pénétration de l'eau dans le sol). 2.
Girme, sızma; "istilâ (Lapénétration de l'armée
ennemie sur notre territoire). 3. mec. Kavrayış,
zekâ (Un esprit d'une grande pénétration).
pénétrée s. 1. Kendine pek güvenen (Parler d'un

pénitence

ton pénétré). 2. pénétré de: a) -e pek inanmış,


kanmış (Il est très pénétré de son importance), b)
-ile dolu, -içinde boğulup kalmış (Une mère
pénétrée de ses devoirs).
pénétrer gçl. 1. Pénétrer qch: a) -in içine girmek,
işlemek, sızmak (La pluie a pénétré ses vêtements.
La lune pénétrait les feuillages), b) Anlamak,
kavramak, ne olduğunu bulmak (Il a pénétré le
sens de mes paroles. Pénétrer un secret, un plan).
2. Pénétrer qn: -in düşüncesini, niyetini anlamak.
3. Pénétrer qn de qch: Birinin içini -ile doldurmak
(Votre bonté me pénètre d'admiration, de respect
et de reconnaissance). 4. gsz. Pénétrer dans: -e
girmek; -in içine girmek, "nüfuz etmek (Pénétrer
dans une maison. La balle a pénétré dans la jambe.
Pénétrer dans les détails d'un sujet). § Se pénétrer:
1. Birbirine karışmak, karışmak (Laperception et
le souvenir se pénètrent toujours). 2. Birbirini iyice
tanıyıp anlamak. 3. Se pénétrer de qch: a)-e iyice
kanmak, inanmak (Il s'est pénétré de cette vérité.
J'ai peine à pénétrer de l'utilité de cette décision). b)
-i çekmek, sızdırmak, içine almak, -ile dolmak
(La terre se pénètre d'eau).
pénibilité^. Güçlük, yoruculuk,"zahmetlilik (La
pénibilité d'un travail).
pénible s. 1. Güç, yorucu, zahmetli (Un travail
pénible).
2.
Güçlük
çekilerek
yapılan
(Respiration pénible). 3. Üzücü, can sıkıcı (Vivre
des moments pénibles. Un événement pénible). 4.
tkz. Çekilmez, dayanılmaz; geçimsiz (Il a un
caractère pénible. Un homme pénible).
péniblement bel. Güçlükle, güç belâ; sıkıntı ile,
yorularak (Il y est arrivé péniblement.
Lire
péniblement).
péniche diş. 1. Mavna. 2. Karakol gemisi. 3. Büyük
duba.
pénicillé,e s. Resim fırçası biçiminde,
pénicilline diş. Penisilin.
pénien,ne s. hek. Penise değgin, penisle ilgili
(Artère pénienne).
péninsulaire s. Yarımadaya değgin; yanmada
halkına değgin,
péninsule
Yanmada (Lapéninsule ibérique). 2.
(Büyük harfle) İspanya ve Portekiz,
pénis er. anat. Kamış, çük, sik, "penis,
pénitence diş. 1. İstiğfar; tövbe. 2. Günah çıkarma
ayini. 3. Günah çıkaran papazın günahıyla verdiği
ceza. 4. Kefaret. 5. Ceza (Infliger une pénitence).
§ Pour ta pénitence: Ceza olarak, sana ceza olsun
diye (Pour ta pénitence, tu copieras cent lignes).
Faire pénitence: Tövbe etmek. Faire pénitence de:
-e tövbe etmek, -den pişman olmak (Je fais
pénitence de ma faute). Mettre qn en pénitence: -e
pénitencerie
ceza vermek, -i cezalandırmak (Mettre un enfant
en pénitence).
pénitencerie diş. Romada büyük günahkârları
bağışlamaya yetkili kilise mahkemesi,
pénitencier er. 1. Önemli günahları bağışlamaya
yetkili papaz. 2. Cezaevi. 3. Kürek hükümlüleri
zindanı.
pénitent,e s. ve ad. 1. İstiğfar eden, tövbe eden;
günah çıkaran. 2. Kefaretle geçen (Viepénitente).
3. (Kimi Hıristiyan tarikatlarında) Üye, tarikat
üyesi.
pénitentiaire {penitâsja] s. Cezaevlerine değgin
(Régime, système pénitentiaire). § Etablissement
pénitentiaire: Cezaevi,
pénitentiel, les. İstiğfara değgin; kefarete değgin,
pennage er. Alıcıkuşlarda dökülüp yeniden çıkan
tüyler (Faucon de second pennage).
penne diş. 1. (Kuşlarda) Telek, kanat yada kuyruk
tüyü. 2. den. Bir antenin üst ucu. § Penne rectrice:
biy. Yönetken telek,
penné,e s. bitb. Telek damarlı (Feuille pennée du
dattier).
penniforme s. bitb. Teleksi, telek biçiminde (Feuille
penniforme).
penny [peni] er. İng. Küçük bir ingiliz parası, Şilin'in
on ikide biri.
pénombre diş. gökb. fiz. 1. Yangölge. 2.
Alacakaranlık (Dans la pénombre d'une pièce
dont on a baissé les stores). § Rester dans la
pénombre: mec. Gölgede kalmak, silik kalmak,
parlayamamak, pek başarı gösterememek,
penon er. den. Yelin yönünü gösteren ince
kumaştan yada kuş tüyünden fırıldak,
pensant, e s. Düşünen (Un être pensant). § Bien
pensant: Kurulu düzene uygun düşünceler
taşıyan kimse. Mal pensant: Kurulu düzene aykırı
düşünceler taşıyan, bozguncu,
pensée diş. bitb. Menekşe. § Pensée sauvage:
Hercaimenekşe.
pensée diş. 1. Düşünme (La pensée fait la grandeur
de l'homme). 2. Düşünce (Il est absorbé dans ses
pensées. Une pensée lui traversa l'esprit). 3. Kanı,
görüş (Je partage votre pensée sur ce point). 4.
Özdeyiş (Expliquer
une pensée
de la
Rochefoucauld). S. Öğreti, felsefe, düşünme
dizgesi (Lapensée marxiste; lapensée de Sartre, de
Gandhi). 6. Kafa» akıl, zihin (Un autre objet a
chassé Elvire de ma pensée). 7. Niyet (Je cherche à
deviner sa pensée).
penser er. 1. (Eski) Düşünme yetisi; imgelem gücü.
2. Düşünme biçimi (Ce penser mâle des âmes
fortes). 3. Düşünce (Sur des pensers nouveaux
faisons des vers antiques).

1028
pensionnat

penser gsz. 1. Düşünmek (Tout homme qui pense


reconnaît la fausseté d'une telle affirmation). 2.
Düşünmek, -kanısında olmak (Je ne pense pas
comme vous sur cette question). 3. gçl. -i
düşünmek, kafasından geçirmek (Il ne dit pas tout
ce qu'il pense). 4. gçl. -i kafasında geliştirip
olgunlaştırmak, toparlamak, iyice düşünmek
(Penser un projet, une entreprise, un plan). S.
Penser f. qch: a) -diğini düşünmek, ummak, -diği
kanısında olmak (ila agi ainsi parce qu'il pensait
devoir le faire), b) -mek niyetinde olmak (Il avait
pensé passer la nuit chez toi). 6. Penser à qch: -i
düşünmek, hiç unutmamak (Penser à sa famille,
aux conséquences d'un acte, à ceux qui souffrent).
7. Penser qch de: Konusunda... .düşünmek (Que
penses-tu de cette solution). 8. Penser à f. qch:
-meyi düşünmek, aklı fikri -mekte olmak (Elle
pense à s'amuser). § Penser du bien de qn: -in
iyiliğini düşünmek; hakkında iyi düşünmek.
Penser du mal de qn: -in kötülüğünü düşünmek;
hakkında kötü düşünmek. Penser tout haut:
Kafasındakini
söylemek;
yüksek
sesle
düşünmek. Faire penser qn à qch: Birine -i
hatırlatmak. Sans penser à mal: Hiçbir kötülük
düşünmeden, artdüşüncesi olmadan (ila tüt cela
sans penser à mal).
penseur er. Düşünür (Socrate est un penseur de
l'Antiquité). § Libre penseur: (Din konusunda)
Özgür düşünceli,
pensif, ive s. Düşünceli, dalgın (Regarder dans le
vague d'un air pensif).
pension diş. 1. *Banncak, barınak, pansiyon
(Pension de famille. Pension pour dames seules).
2. Yatılı okul, yatılı okul yurdu (Mettre un enfant
enpension). 3. Yurt öğrencileri, yatılılar (Toute la
pension était en promenade). 4. *Bannmalik,
pansiyon ücreti (Payer sa pension). 5. (Otellerde)
Yemek (Prendre une chambre sans pension, avec
pension complète). 6. Emeklilik yada şeref
ödeneği (Pension de retraite, pension de guerre,
pension d'invalidité). § Pension alimentaire:
Nafaka. Pension viagère: Yaşam boyu verilen
aylık. Caisse de pension: Emekli sandığı,
pensionnaire ad. 1. Yatılı öğrenci (Un Lycée
comprend
souvent
des externes et des
pensionnaires). 2. 'Bannici, pansiyoner (Nous
avons un pensionnaire chez nous pour un mois). 3.
Bir tiyatroda belli bir ücret alan ve kâra ortak
edilmeyen oyuncu (Les pensionnaires et les
sociétaires de la Comédie-Française).
pensionnat er. 1. Yatılı okul, yatılı okul yurdu; yurt
(Un pensionnat de jeunes filles). 2. Yatılı
öğrenciler, yurt öğrencileri (Tout le pensionnat est
pensionné
à la promenade).
pensionnée s. ve ad. Emeklilik yada şeref ödeneği
alan (kimse).
pensionner gçl. -e emeklilik yada şeref ödeneği
bağlamak; -e aylık bağlamak (Pensionner un
artiste, un savant).
pensivement bel. Düşünceli düşünceli, dalgın
dalgın ( Contempler pensivement le paysage).
pensum er. 1. (Öğrenciye verilen) Yazı cezası
(Avoir trois pages à copier comme pensum). 2.
Uzun ve sıkıcı yazı.
pentadactyle s. Beşparmaktı,
pentaèdres. ve er. Beşyüzeyli.
pentagona!,e s. Beşgene değgin; beşgen biçiminde,
pentagone s. ve er. 1. Beşgen. 2. er. (Büyük harfle)
Amerikan Genel Kurmay Başkanlığı,
pentane er. kim. Pentan.
pentapétale s. bitb. Beştaçyapraklı (Corolle
pentapétale).
pentateuque er. Eski Ahid'in ilk beş kitabı, isfar-ı
hamse.
pentatonique s. müz. Beşdereceii, beştonlu
(Echelle, gamme pentatonique).
pente diş. 1. İniş (La pente d'un chemin, d'un
terrain). 2. Yamaç, bayır (Les pentes d'une
montagne). 3. Düşüş, iniş, alçalış (Pente de la
courbe d'un graphique). 4. Eğilim, "temayül
(Avoir une pente à, pour, vers qch: -e karşı bir
eğilimi olmak). 5. (Eski) Cibinlik eteği (Pente de
lit, de fenêtre). § La pente du moindre effort:
Kolaylık. En pente: İnişli, iniş halinde (La route
est en pente). En pente douce: Hafif inişli, tatlı
meyilli. En pente raide: Sert inişli (Chemin en
pente raide). Avoir la dalle en pente: Sık sık
susamak ve sık sık içmek; içkiye pek düşkün
olmak, susuzluktan dili damağıkurumak. Avoir le
gosier en pente: İçkiyi fazla kaçırmak; ölçüsüz
içmek; ayyaş olmak. Etre sur une pente glissante,
savonneuse: Durumu gittikçe kötüye gitmek.
Etre sur une mauvaise pente: Kötü yolda olmak,
kendini kötü eğilimlerine kaptırmak. Remonter
la pente: Durumu git gide iyileşmek, işleri iyiye
gitmek.
pentecôte diş. 1. Paskalyadan sonraki yedinci pazar
günü kutlanan Hıristiyan yortusu. 2. Yahudi
yortusu.
pentu,es. Eğimli, eğik; inişli,
penture diş. Kollu menteşe,
pénultième s. 1. Sondan bir önceki (Pénultième
année). 2. diş. dilb. Sondan ikinci hece.
pénurie diş. Kıtlık, yokluk (Pénurie de blé, de
charbon, de devises).
pépéer. (Çocukdilinde)Dede
(Lepépéetlamémé).

1029

percement
pépiediş. 1. (Çocuk dilinde) Bebek. 2. hlk. Kadın,
kız (Une jolie pépée).
pépèreer. 1. (Çocuk dilinde) Dede. 2. er. tkz. Koca
bebek, sessiz ve şişko çocuk; koca adam, şişko. 3.
s. hlk. Sessiz, gürültüsüz (Un petit coin pépère
pour pêcher). 4 .s. hlk. Kolay, rahat (Viepépère).
pépètes diş. ç. hlk. Para (Avoir des pépètes).
pépie diş. 1. hayb. Kimi kuşlarda dil mukozasının
sertleşmesi. 2. mec. Susuzluk, dili damağı
kuruma. § Avoir la pépie: Çok susamak,
susuzluktan dili damağı kurumak,
pépiement er. Cıvıltı; cıvıldama (Pépiement d'un
moineau, d'un poussin).
pépier gsz. Cıvıldamak, cik cik etmek (Le pinson et
le canari pépient).
pépin er. 1. (Kimi yemişlerde) Çekirdek ( Les pépins
d'une poire, d'une pomme, d'un melon). 2. hlk.
Güçlük, sıkıntı (Il a un pépin ces jours-ci). 3. tkz.
Şemsiye. § Avoir un pépin pour qn: (Eski) -e
vurulmak, tutulmak, abayı yakmak,
pépinière diş. 1. Fidelik; fidanlık. 2. mec. Bir
meslek için sürekli eleman yetiştiren yer, kaynak,
ana kurum (Le Conservatoire est une pépinière de
jeunes talents).
pépiniéristes, vead. Fideci,
pépite diş. Külçe, maden külçesi (Pépites d'or, de
cuivre, de platine).
pépon er. péponide diş. Bostan; kavun, karpuz,
salatalık gibi yemişlerin ortak adı.
pepsine diş. Pepsin.
peptique s. 1. Pepsine değgin (Digestion peptique).
2. Sindirimle ilgili (Troubles peptiques).
péquenaud,e s. ve ad. Köylü, hödük, kaba (Le
péquenaud symbolise la naïveté rustique. Il est très
péquenaud).
péramèle er. hayb. Bandikut.
péramélidés er. ç. hayb. Keseli-porsukgiller.
perçage er. Delme (Perçage du bois, des métaux).
percale diş. İnce ve sık dokunmuş pamuklu kumaş,
perçant,e s. 1. Delici, sivri. 2. Keskin, ileriyi gören
(Vue perçante, regard perçant, esprit perçant). 3.
Tiz ( Cri perçant, voix perçante). 4. İçe işleyen ( Un
froid perçant). S. Canlı, parlak, diri (Des yeux
perçants).
perce diş. 1. Delgi, matkap. 2. (Nefesli çalgılarda)
Delik (Lesperces d'une clarinette).
percée diş. 1. Geçit, yol (Faire une percée dans la
forêt). 2. ask. Yarma hareketi (Tenter, une percée
dans les lignes de défense ennemies). 3. mec.
Olağanüstü gelişme, başarı (Percée politique,
technologique).
percement er. Delme, delinme; açma; açılma
(Percement d'un tunnel, d'une rue).
perce-muraille

1030

perce-muraille diş. bitb. Yapışkanotu.


perce-neige er. bitb. Kardelen,
perce-oreille er. hayb. Kulağakaçan (böceği),
perce-pierre diş. Duvar yada kayalarda biten ot,
taşdelen (Desperce-pierres).
percepteur 1. er. Devletin vergi ve alacaklarını
toplamakla görevli memur, "tahsildar (Recevoir
un avertissement de son percepteur). 2. s.
Algılayıcı (Facultés perceptrices).
perceptibilité diş. 1. (Vergi için) Alınabilirlik,
toplanabilirlik, "tahsil edilebilirlik. 2. ruhb.
Algılanabilirlik. 3. Duyulabilirlik.
perceptible s. 1. Toplanabilir, alınabilir, "tahsil
edilebilir (Impôt perceptible). 2. (Duyulabilir;
görülebilir (Le son trop aigu n'est plus perceptible
à l'oreille. Certaines étoiles sont difficilement
perceptibles à l'oeil nu. Une certaine amélioration
de la situation est maintenant perceptible). 3.
Anlaşılabilir, kavranabilir (Ces roublardises
n'étaient perceptibles que pour un confrère). 4.
ruhb. Algılanabilir,
perceptif, ive s. ve ruhb. * Algısal, algıya değgin,
"idrakle ilgili (Interprétation perceptive de la
situation).
perception diş. 1. (Vergi vb.) Toplama, ahm, "tahsil
(Perception d'un impôt, d'une amende). 2. Vergi
dairesi (Il travaille à la perception. La perception
est fermée aujourd'hui). 3. Duyma, görme,
kavrama (Une maladie qui altère la perception des
couleurs. Il n'a pas une perception nette de la
situation. 4. ruhb. Algı (Localisation de la
perception. Théories de la perception).
perceptionnisme er. fels. Algıcıhk.
percer gçl. 1. Delmek (Percerunmur,
uneplanche).
2. Yarmak, yarıp geçmek (Une attaque qui a réussi
à percer le front ennemi). 3. Delip geçmek, içinden
geçmek, arasından görünmek, arasından sızıp
geçmek (Lumière qui perce l'obscurité. Le soleil
perce les nuages). 4. Açmak, yarmak, patlatmak
(Le médecin a percé l'abcès). 5. Delmek, açmak,
yarıp açmak (Percer un trou. Percer une rue, une
fenêtre). 6. Yarıp arasmdan geçmek (Percer la
foule). 7. Çözmek, bulmak anlamak, kavramak
(Percer un mystère, une énigme). 8. Sızlatmak
(Cela vous perce le coeur). 9. Patlatmak,
patlatacak gibi olmak (Un bruit qui perce les
oreilles).
10. Önceden görmek, önceden
kestirmek (Percer l'avenir, percer un complot).
11. Percer qch de qch: a) Bir şeyi -ile çınlatmak,
delmek (Percer l'air de ses cris), b) Bir şeyi -ile
doğramak, yaralamak, biçmek (Le malheur a
percé mon vieux coeur de sa lance). 12. gsz.
Açılmak, patlamak (Abcès qui perce). 13. gsz.
perclus

Baş vermek, çıkmak ( Une dent qui perce). 14. gsz.


Görünmek; sökmek (Le soleil commence à percer
à travers les nuages. L'aube perce). 15. ask.
Yarmak, yarıp geçmek (Les ennemis n'ont pas pu
percer). 16. gsz. Belli olmak, kendini göstermek
(L'ironie perce dans ses paroles). 17. gsz.
Sivrilmek, kendini tanıtmak (Un artiste qui a mis
longtemps à percer). 18. Percer de qch: -den
ortaya çıkmak, belli olmak (Rien n'a percé de leur
entretien). § Percer qn de part en part: -i kılıçla
biçmek, doğramak. Percer du vin: Şarap fıçısını
delmek. Les os lui percent la peau: Çok zayıf,
kemikleri çıkmış,
perceur, euse ad. 1. Delip geçen; kırıp açan
(Perceur de murailles. Perceur de coffre-fort). 2.
diş. Delgi makinası.
percevable s. Toplanabilir, alınabilir, "tahsil
edilebilir (Taxe, impôt percevable).
percevoir gçl. 1. Toplamak, almak, "tahsil etmek
(Percevoir un impôt, un loyer). 2. ruhb. fels.
Algılamak (Percevoir l'étendue. Percevoir finit
par n'être plus qu'une occasion de se souvenir). 3.
Görmek, duymak, sezmek, anlamak, farketmek
(Percevoir une intention, une nuance, une lueur,
un son, une évolution).
perche diş. hayb. Tatlisu levreği,
perche diş. 1. Sırık (Sautàlaperche: Sırıkla atlama).
2. Eski bir alan ölçüsü, dönümün yüzde biri (Une
perche de vigne). 3. mec. tkz. Sırık gibi adam
(Quelle grande perche!). 4. (Radyo, televizyon)
Uzun mikrofon kolu. 5. (Elektriklitren, tramvay)
Cereyan kolu. § Tendre la perche à qn: -e el
uzatmak, yardım etmek,
percher gsz. 1. Tünemek (Les pigeons perchent sur
cesarbres). 2 .tkz. Oturmak ; bulunmak (Où est-ce
qu'il perche, ce type-là). 3. gçl. tkz. Yüksekçe bir
yere koymak (Qui a perché ce vase sur
l'armoire?). § Se percher: 1. Tünemek (Les
oiseaux se perchent sur les fils télégraphiques). 2.
tkz. Oturmak (Il s'était levé pour se percher sur le
parapet de la terrasse).
percheron,ne s. ve ad. tri ve güçlü at, katana (Un
landau attelé de deux percherons superbes).
percheur, euse s. Tüneyen (Un oiseau percheur.
L'alouette n'est pas percheuse).
perchiste ad. Sırık atlayıcısı, sırıkçı (atlet),
perchoir er. Tünek (Les poules sont sur leur
perchoir).
perclus,es. 1. Kötürüm (Une femme percluse). 2.
Perclus de qch: a) -den felce uğramış, yerinden
kıpırdayamaz olmuş (Il est perclus
de
rhumatismes), b) -den donup kalmış, felce
uğramış (Etre perclus de peur, de gêne, de froid).
percnoptère

1031

percnoptère er. hayb. Leş akbabası,


perçoir er. Delgi, delgi aleti, matkap,
percolateur er. (Büyük kahvelerde kullandan)
Büyük kahve süzme makinası, kahve yapma
makinası.
perçu, e s. ve er. 1. s. Algılanan, farkedilen
(Mouvement à peine perçu). 2. s. Toplanmış,
tahsil edilmiş (Impôts perçus). 3. er. fels. Kişinin
algıladığı gerçek,
percussion diş. 1. Vuruş, çıkış; çarpış (Perforeuse à
percussion. Lois de la percussion des corps). 2.
hek. Parmak yada aletle vurup dinlemekle
yapdan muayene. § Arme à percussion: Horozlu
silah. Instruments de percussion: müz. Vurma
çalgılar.
percutant,e s. 1. Vuruşlu, çakışlı (Projectiles
percutants: Vuruşla patlayan mermiler). 2. mec.
Vurucu, çarpıcı, yankı uyandırıcı, ses getirici (Un
article percutant, un discours percutant).
percuter gçl. 1. Vurmak, çakmak (Pièce de fusil qui
percute l'amorce). 2. Vurmak, çarpmak (Voiture
qui percute un arbre). 3. hek. Parmak yada aletle
vurup dinlemek. 4. gsz. Percuter contre qch: -e
çakdmak; çarpıp -in içine girmek (L'avion
percuta contre le sol. La voiture est allée percuter
contre un camion).
percuteur er. (Ateşli silahlarda) Horoz,
perdable s. (Az kullanılır) Yitirilebilir.
perdant,e s. ve ad. (Oyunda, yarışmada yada bir
işte) Yitiren, kazanmayan, yenilen, kaybeden
(Jeter les billets perdants. Les perdants ont voulu
prendre leur revanche. Il a été gros perdant dans
cette affaire).
perdition diş. 1. Tümüyle yitim. 2. (Dinsel
anlamda) Doğru yoldan uzaklaşma, Tanrı
yolundan ayrılma. 3. (Gemi için) Batma tehlikesi
(Navire en perdition). 4. mec. Bozulma, baştan
çıkma (Cette lecture ne risque pas de causer la
perdition de votre âme). § Lieu de perdition:
Sefahet yeri, batakhane,
perdre gçl. 1. ittirmek, "kaybetmek (Perdre sa
fortune, sa place, son crédit). 2. -si dökülmek,
düşmek azalmak (Un vieillard qui perd ses dents,
ses cheveux. Fourrure qui perd ses poils). 3. -si
zayıflamak, azalmak (Avec l'âge on perd la
mémoire. Perdre la vue, l'ouïe. Perdre l'appétit).
4. Mahvetmek (Sa témérité le perdra). 5.
Lekelemek, leke sürmek (Il a eu recours à un
procédé malhonnête pour perdre ses adversaires).
6. Yanlış yoldan götürmek, yanlış yola saptırmak
(J'ai l'impression que notre guide nous a perdus).
7. Yitirmek, kazanamamak, -de yenilmek
(Perdre une bataille, un jeu, un pari). 8. -i

perdre
yitirmek; -si ölmek (Perdre son père, sa femme).
9. -i kaçırmak, elden kaçırmak (Perdre une bonne
occasion). 10. -i şaşırmak, unutmak, bulamamak
(Un chien qui a perdu la piste). 11. -i bırakmak,
-den vazgeçmek (Perdre l'habitude de fumer) .12.
Bozmak, berbat etmek; ahlâkım bozmak (Ce sont
le fer et le blé qui ont civilisé les hommes et perdu le
genre humain). 13. gsz. Zarar etmek, zararh
çıkmak (Un commerçant qui perd sur un article.
Tu as perdu en n'assistant pas à ce spectacle). 14.
gsz. Ütülmek, yenilmek (C'est un mauvais
joueur, il ne peut pas supporter de perdre). 15 .gsz.
Değerden düşmek, değerinden yitirmek (La
Bourse n'est pas favorable, la plupart des actions
ont encore perdu). 16. gsz. Sızdırmak, su yada sıvı
kaçırmak (Récipient qui perd. Ce tonneau perd).
17. gsz. den. Zayıflamak, dinmek, düşmek,
çekilmek (La marée perd). 18 .gsz. den. Durmak,
artık ilerleyememek (Lebateauperd). § Perdre au
change: (Değiş tokuşta) Zararh çıkmak,
aldanmak, kazıklanmak. Perdre connaissance:
Bayılmak,
kendinden
geçmek.
Perdre
contenance: Direncini yitirmek, dayanma gücü
kalmamak; şaşırmak; kendinden geçmek;
afallamak. Perdre courage: Cesaretini yitirmek.
Perdre qn,qch devue:l.-i gözdenkaybetmek,göz
önüne almamak. 2. -i görmez, aramaz, anmaz
olmak; -ile tüm ilişkilerini kesmek. Perdre du
poids: Kilo vermek, zayıflamak. Perdre du temps:
Zaman yitirmek. Perdre du terrain: Gittikçe
gerilemek, azalmak. Perdre haleine: Soluğu
kesilmek. Perdre la boule: tkz. Aklım kaçırmak.
Perdre la boussole: tkz. Pusulayı şaşırmak. Perdre
la carte: Önemli kozunu elden kaçırmak, partiyi
yitirmek; güç durumlara düşmek. Perdre la face:
Rezil olmak, yüzü kalmamak. Perdre la lumière:
1. Gözü kör olmak. 2. Ölmek, kara topraklara
girmek! Perdre la main: (Oyunda) Kâğıt yapmak
hakkını yitirmek. Perdre la parole: Dilsizleşmek,
dili tutulmak. Perdre la raison: Çıldırmak,
oynatmak, aklını yitirmek. Perdre la tête: 1.
Bunalmak; soğukkanlılığını yitirmek. 2. Aklını
oynatmak, delirmek, çıldırmak. Perdre la
tramontane: 1. Yolunu yönünü şaşırmak, nerede
olduğunu bilememek. 2. Bocalamak, pusulayı
şaşırmak. Perdre la foi: İnancını yitirmek. Perdre
le boire et le manger: Yemeden içmeden
kesilmek. Perdre le fil: İpin ucunu kaçırmak.
Perdre le fil de ses idées: Ne yapacağını ne
söyleyeceğini şaşırmak, ipin ucunu kaçırmak.
Perdre le nord: hlk. Pusulayı şaşırmak. Perdre les
étriers: 1. Ayaklan üzengiden çıkmak. 2.
Şaşırmak, afallamak. Perdre les manettes: tkz.
perdreau

1032

Şaşırmak, bocalamak, siki çarşafa dolaşmak.


Perdre les pédales: Şaşırmak, afallamak,
bocalamak, siki çarşafa dolaşmak. Perdre
patience: Sabrı tükenmek. Perdre pied: 1. Kafası
karışmak, kendinde olmamak, ne yaptığını
bilememek. 2. Tutunamamak, hiçbir yerde dikiş
tutturamamak. 3. (Denizde) Ayakları suyun
dibine değmemek. Perdre terre: 1. den. Artık
karayı görememek. 2. Ayakları suyun dibine
değmemek. Perdre sa fleur: Kızlığını yitirmek,
kızlığı bozulmak. Perdre sa peine: Boşuna
çalışmak, emeği boşa gitmek. Perdre sa peine à f.
qch: Boşuna -meye çalışmak; -ceğim diye boşuna
yırtınıp durmak. Perdre sa rose: tkz. Kızlığını
yitirmek, kızlığı bozulmak. Perdre sa salive:
Boşuna nefes tüketmek. Perdre ses légumes:
(Kadınlar için) Aybaşı olmak. Perdre son latin: 1.
Bildiğini de unutmak. 2. -den hiçbir şey
anlamamak. Perdre son temps à qch: -mek için
boşuna zaman harcamak, zamanını öldürmek.
Perdre son temps en allées et venues: Gidip
gelmelerle zamanını öldürmek. § Se perdre: 1.
Yolunu, yönünü yitirmek, "kaybolmak (Se perdre
dans la forêt, dans un quartier inconnu). 2. Yitip
gitmek; görülmez, duyulmaz olmak (Ils'éloigna
et se perdit bientôt dans la foule. Une parole qui se
perd dans le tumulte). 3. Bozulmak, çürümek
(Avec cette chaleur, les fraises vont se perdre). 4.
(Gemi) Batmak (Un bateau qui se perd en mer). 5.
Ortadan kalkmak, kullanılmaz olmak (Les
traditions se perdent peu à peu. Le sens original de
cette expression s'est perdu). 6. Yok olmak (Rien
ne se perd, rien ne se crée). 7. Se perdre en, dans
qch: -lere dalmak, girişmek (Seperdre en calculs,
en conjectures. Se perdre dans les détails).
perdreau er. Keklik palazı,
perdrigon er. Kırmızı erik.
perdrix diş. Keklik § Perdrix rouge: Kınalı keklik.
Perdrix des neiges: Kartavuğu. Perdrix de mer:
Deniz kırlangıcı,
perdu,es. 1. Yitmiş, yitik,"kayxp(Objetsperdus). 2.
Hapı yutmuş, kurtuluş umudu olmayan (Ce
malade est perdu). 3. Boşa gitmiş, boşa harcanmış
(Peine perdue, temps perdu). 4. Rasgele giden,
serseri (Coups perdus, une balle perdue). 5. Boş,
serbest (Heures perdues, moments perdus). 6.
Yenik düşülen, "kaybedilen (Batailleperdue). 7.
Uzak; uzaklarda ve geri kalmış (Pays perdu,
régions perdues, village perdu). 8. Yoldan çıkmış,
ahlâkı bozulmuş (Fille perdue). 9. Mahvolmuş,
her şeyini yitirmiş, gelecekten hiçbir umudu
olmayan (Un homme perdu). 10. Görünmez
olmuş (Ciel perdu dans une grisaille brumeuse).

péremptoire
11. Perdu dans qch: -e dalmış, -lere dalıp gitmiş
( Etre perdu dans ses pensées, dans un rêve, dans sa
méditation).
12. Perdu
pour
qn: -in
yararlanamadığı, -için yararsız, -e hayrı
dokunmayan (Un terrain perdu pour nous). 13.
Perdu de qch: -sini yitirmiş; -si kalmamış, -den
olmuş (Unhomme perdu d'honneur). 14. er. Deli,
kaçık (Crier, courir, rire comme un perdu). § A
corps perdu: 1. Neye mal olursa olsun, her şeyi
göze alarak, ölümü bile göze alarak. 2.
Kendinden geçmişcesine, tüm varlığıyla. 3.
Şiddetle ve aceleyle. A temps perdus: Boş
zamanlarda, boş zamanlarında. Pour un perdu,
deux de retrouvés: Amasyanın bardağı biri
olmazsa biri daha.

perdurable s. (Eski) Sonsuza dek sürüp giden,


"ebedi.
perdurer gsz. (Eski) 1. Sonsuza dek sürüp gitmek.
2. (Yerel) Sürmek, devam etmek.
père er. 1. Baba (Devenir, être père. Il est père de
trois enfants). 2. Kurucu, pir, baba (Auguste
Comte est le père du positivisme).
3.
(Hayvanlarda) Baba, dölleyen erkek hayvan (Le
père de ce poulain était un pur-sang). 4. (Büyük
harfle) Tanrı, Tanrı baba (Notre Père quiètes aux
deux). S. ç. Atalar (L'héritage de nos pères.
Gloire aux vertus de nos pères!). 6. (Sevgi
belirtisi) Baba (Notre jardinier, le père Jean). 7.
Koruyucu, baba gibi adam, baba (Un souverain
quia été le père desonpeuple. Professeur qui est un
père pour ses élèves). 8. (Papazlara hitap ederken)
Muhterem peder. § La maison du Père: Cennet.
Le Père éternel: Tanrı. Dieu le Père: Tanrı, Allah
baba, kutsal üçlemenin birinci kişisi. Le SaintPère: Papa. Les pères conscrits:
Eski Roma
senatörleri. Les Pères de l'Eglise: Hıristiyanlık
inançlarını kurmuş olan kilise büyükleri, Kilise
Babalan. Le père Noël: Noel baba. Père de
famille: Aile babası. Père noble: (Tiyatroda) Yaşlı
kişi rolü, görmüş geçirmiş yaşlı kişi rolü (Jouer les
pères nobles). Un gros père: Babacan adam,
sevimli şişman adam; tombul çocuk. De père en
fils: Babadan oğula. Tel père, tel fils: Böyle
babanın böyle oğlu olur, er koyunun er kuzusu
olur.
pérégrination diş. 1. Uzak ülkelere gezi. 2. tkz.
Gezip dolaşma; gidip gelme, sürtme, eşik
aşmdırma (Après de longues pérégrinations dans
les différents
ministères,
il obtint
enfin
l'autorisation demandée).
péremption diş. huk. Zaman aşımı.
péremptoire s. 1. Zaman aşımına değgin. 2. Kesin,
kestirip atan, tartışmaya yer vermeyen (Parole,
péremptoirement
ton péremptoire).
péremptoirement bel. Kesin olarak, kesinlikle,
pérenne s. 1. Sürekli. 2. coğr. Yaz kış suyu olan,
sürekli akan (Rivière, source pérenne).
pérennité diş. Süreklilik, sürerlik (Lapérennité des
traditions, des institutions).
péréquation diş. 1. Aylık ve ücretleri fıat artışlarına
göre
düzenleme;
ayarlama.
2.
Mali
yükümlülükleri herkes yada her kurumun
olanaklarına göre eşitçe üleştirme,
perfectibilité diş. Yetkinleşebilirlik.
perfectible
s.
Yetkinleşebilir,
gelişebilir;
yetkinleştirilebilir,
olgunlaştırılabilir,
geliştirilebilir (Je vous ai exposé mes idées, mais il
ne s'agit que d'un projet perfectible).
perfection diş. 1. Yetkinlik, olgunluk (Arriver à la
perfection). 2. Eksiksizlik, eşsiz güzellik (La
perfection d'un style, d'une statue). 3. (Kişi yada
nesne için) İnci gibi, eşi bulunmaz, eşsiz (Cette
jeune fille est une perfection. Mon style est une
perfection). 4. ç. Yüksek nitelikler, erdemler (Un
poème qui loue les perfections de la femme aimée).
§ A la perfection: bel. Çok güzel, eşsiz bir biçimde
(Il joue du piano à la perfection).
perfectionnement
er.
Düzeltme,
düzelme;
geliştirme, gelişme; yetkinleştirme, yetkinleşme;
olgunlaştırma, olgunlaşma (Le perfectionnement
des moyens de production).
perfectionner gçl.
Düzeltmek,
geliştirmek,
olgunlaştırmak, yetkinleştirmek (Perfectionner
son goût, son style, un ouvrage, une technique). §
Se perfectionner: 1. Düzelmek, gelişmek,
olgunlaşmak, yetkinleşmek. 2. Se perfectionner
en qch: -de ilerlemek, eksiklerini gidermek (Se
perfectionner en français).
perfectionnisme er. Bir şeyi en güzel, en iyi, en
eksiksiz biçimde yapma eğilimi, 'yetkincilik.
perfectionniste s. ve ad. Bir şeyi en güzel, en
eksiksiz, en iyi biçimde yapma eğiliminde olan
'yetkinci.
perfide s. 1. "Vefasız; kocasını aldatan (Femme
perfide). 2. Aldatıcı, yalan (Des promesses
perfides). 3. Kalleşçe, sinsice; haince (La
manoeuvre était subtile et perfide). 4. s. ve ad.
Kalleş, sinsi; hain (C'est un perfide).
perfidement bel. Kalleşçe, sinsice; haince,
perfidie diş. 1. Sinsilik, kalleşlik. 2. Hayınlık,
"ihanet ( On peut s'attendre de leur part à toutes les
perfidies).
perforage er. Delme.
perforant,e s. Delen (Balle perforante,
obus
perforant).
perforateur, trice s. 1. Delici
(Marteau

1033

périgueux

perforateur). 2. er. (Kâğıt, şerit vb için) Delme


makinası, *delgeç; delme işçisi. 3. diş. (Tünel,
kuyu vb. açmakta kullanılan) Büyük delme
makinası (Perforatrice à air comprimé).
perforation diş. 1. Delme (La perforation des cartes
par une machine à perforer). 2. hek. Delinme
(Perforation intestinale). 3. Delik, açılan delik
(Les perforations d'une bande, d'une carte).
perforé,e s. 1. hek. Delinmiş (Intestin perforé). 2.
Delikli (Cartes, bandes perforées).
perforer gçl. l.-i delmek, delip geçmek ( La balle lui
a perforé l'intestin). 2. Zımbalamak, -de delikler
açmak (Perforer des cartons, des bandes, des
cartes). § Machine à perforer: Zımba,
perforeuse diş. Delgi makinası.
performance diş. 1. Bir yarışmacı yada yarış atının
yarışmada elde ettiği sonuç (Les performances
d'un champion. Voiture classée première à l'indice
de performance). 2. mec. Başarı; 'başarım (C'est
une belle performance que de l'avoir ainsi dupé).
3. (Bir sınav yada testte elde edilen) Sonuç. 4.
ruhb. dilb. Edim.
performant,e s. 1. Başarılı sonuçlar veren (Un
appareil technique performant). 2. Yarışabilir,
rekabet edebilir (Des résultats performants, une
entreprise performante).
performatif er. dilb. Edimsel; gerçekleştirici,
perfusion diş. Serum verme, sürekli ve ağır ağır
serum verme (Perfusion sanguine).
pergélisol er. (Kutup bölgelerinde) Sürekli donmuş
toprak,
pergola diş. Çardak,
péri er. Peri.
périanthe er. bitb. Çiçek kılıfı,
périastre er. gökb. Enberi nokta, enberi,
péricarde er. anat. Dış yürekzarı.
péricardiques. anat. Dış yürekzarına değgin,
péricardite diş. hek. Dış yürekzarı yangısı,
péricarpe er. Tohum yada çekirdek kılıfı; yemişin
içinde tohum yada çekirdeği saran kabuk,
périchondre er. anat. Kıkırdak zarı.
péricliter gsz. Tehlikede olmak, yıkıma doğru
gitmek (Une affaire, un commerce qui périclite).
péricrâne er. anat. Kafatasının dışzarı.
péridrome er. Dolanmalık, bir yapının çevresinde
dolanan sütunlu sundurma,
péridot[peRİdoj er. Zebercet,
périgée er. gökb. Yerberi; Yer çevresinde dolanan
uyduların yörüngelerinde Yer'e en yakın nokta,
périglaciaire s. coğr. Buzulçevresi (Terrasses
périglaciaires).
périgueux er. Camcı ve minecilerin parlatma
işlerinde kullandıkları çok sert bir kara taş.
périhélie

1034

périhélie er. gökb. Günberi, Yer yörüngesinin


Güneş'e en yakın noktası,
péril [peKİl] er Tehlike (Courir de grands périls. Le
péril communiste, le péril fasciste. Il est hors de
péril). § A ses risques et périls: Tüm sorumluluğu
üzerine alarak. Au péril de: -pahasına (Au péril de
sa vie). Péril en la demeure: Gecikmeden doğan
zarar. Etre en péril. Tehlikede olmak,
périlleusement bel. Tehlikeli bir biçimde,
périlleux, euse s. 1. Tehlikeli (Une entreprise
périlleuse). 2. Nazik, zülfü yâre dokunan
(Aborder un sujet périlleux). § Saut périlleux:
Perende.
périmé,e s. 1. Zaman aşımına uğramış, süresi
dolmuş (Passeport périmé, billet périmé). 2.
Geçerliği kalmamış (Des conceptions périmées).
périmer, se périmer g.çz.Süresi geçmek, eskimek,
geçersizleşmek; zamanaşımına uğramak (Un
billet qui périme. Les livres de physique se
périment vite).
périmètre er. mat. 1. Çevre (Le périmètre d'un
cercle). 2. Dolay, yöre,çevre (Il n'y a pas de
pharmacie dans le périmètre immédiat).
périnatal,e
s.
Doğum
öncesine
değgin,
doğumöncesi.
périnéal.cs anat. Apışarasına değgin,
périnée er. anat. Apışarası.
période diş. 1. Süre (Une période de deux ans). 2.
Dönem, "devre (Pendant la dernière période de sa
vie, ses facultés baissèrent beaucoup. Une période
de chômage, de sécheresse, une période
révolutionnaire). 3. Çağ, "devir (Les périodes
géologiques). 4. Aşama, "safha (Les périodes
d'une maladie). 5. gökb. Dönüm, özdeş olarak
tekrarlanan olayların bir kez tekrarı için geçen
süre (Période de pulsation: Zonklama dönümü.
Période de rotation: Dönme süresi. Période de
révolution: Dolanma süresi). 6. ed. Döngü. 7. ed.
Sıralama, "müselsel bent.
périodicité diş. Devirlilik; sürelilik; dönemsellik
(La revue a une périodicité semestrielle).
périodique s. 1. Devirli; süreli; belli sürelerde
yinelenen, dönemsel (Les crises périodiques de
l'économie. Une publication périodique). 2. er.
Süreli yayın, "mevkute (Les
périodiques
littéraires, scientifiques).
périodiquement bel. Devirli olarak, hep aynı
süreler içinde; dönemsel olarak (Le Gange a
périodiquement des inondations désastreuses).
périoste er. biy. hayb. Kemikzarı, kemik dışı zarı.
périostite diş. hek. Kemikzarı yangısı,
péripatéticienne s. ve ad. 1. fels. Aristotelesçi,
gezimci, gezinen, Aristoteles öğretisinden yana

périssoire

olan, "meşaî. 2. diş. tkz. Orospu, kaldırım


yosması.
péripatétique s. Gezimciliğe değgin, gezinenlere
değgin; Aristoteles öğretisine değgin,
péripatétisme er. fels. Gezimcilik, "meşaiyye,
Aristotelescilik, Aristoculuk,
péripétie diş. 1. Bir roman yada destandaki
kahramanın bahtında değişiklik. 2. Bir tiyatro
oyununda çözüme götüren olay, düğüm. 3.
Beklenmedik olgu, arada çıkan olay, araya
karışan olay (Les péripéties d'une enquête
policière).
périphérie
1. Çevre (Périphérie d'un cercle). 2.
Kenar mahalle; "çevrekent, "yörekent, banliyö
(La périphérie d'Ankara, de Paris).
périphérique s. 1. Çevreye değgin, çevresel. 2.
Kentin merkezinden uzakta, yörekentte bulunan
(Les quartiers périphériques). 3. anat. Dış;
vücudun yada bir organın dış bölgelerinde
bulunan (Système nerveux périphérique).
périphrase diş. ed. Bir şeyi kendi adıyla değil de
birkaç sözcükle yada dolayısıyla anlatma yolu,
"dolaylama.
périphraser gsz. Dolaylamalı olarak düşüncesini
anlatmak, dolaylama yapmak, "dolaylamak,
périphrastique
s.
Dolaylamalı
(Style
périphrastique, tournure périphrastique).
périple er. 1. Görüp tanıma amacıyla yapılan gezi
(Faire un périple en Turquie pendant les
vacances). 2. (Eskiden) Uzun deniz gezisi (Le
périple de Magellan autour du monde).
périptère s. 1. Yalın sütunlu (Un édifice périptère).
2. er. Çevresinde tek sıra sütun bulunan Yunan
tapınağı (La Madeleine, à Paris, est un périptère).
périr gsz. 1. Ölmek (Périr sur l'échafaud, dans
l'incendie). 2. (Gemi) Batmak (Navire qui périt).
3. Sönüp gitmek, batıp gitmek, telef olmak (Ta
mémoire, ton nom, ta gloire vonipérir). 4. Périr de
qch: a) -den ölmek (Périr de faim, de misère), b)
-den patlamak, canı çıkmak (Périr d'ennui). §
Faire périr qn: -i öldürmek.
périscolaire s. Okul öğrenimini tamamlayıcı
(Activités périscolaires).
périscope er. fiz. Periskop,
périsperme er. bitb. Dışbesidoku.
périssable s. 1. Ölümlü, geçici, kalımsız (Dans ce
monde, tout est périssable). 2. Çabuk çürüyen,
saklanması güç, dayanıksız (Les fruits, le poisson,
la viande sont des denrées périssables). 3. er.
Geçici, geçicilik; ölümlü, ölümlülük; kalımsız,
kalımsızhk (Sacrifier l'éternel au périssable).
périssodactyles er. ç. hayb. Tekparmakhlar.
périssoire diş. Çabuk devrilebilen uzun ve ince bir
périssologie

1035

spor kayığı.
périssologie diş. ed. Kıtık, "haşiv; gereksiz
sözcükler kullanarak sözü uzatma, sözcükleri
yineleyerek bir düşünceyi anlatma,
péristaltique s. biy. Sağımsal
(Mouvements
péristaltiques).
péristaltisme er. biy. Sağınma.
péristome er. hayb. (Hayvanlarda) Ağız alanı,
péristyle er. 1. Bir yapının önyüzündeki sütunlu
giriş. 2. Yunan ve Roma konutlarının çevresi
sütunlu, bahçe gibi olan avlusu; sütunlu içavlu.
péritoine er. anat. Karınzarı, periton.
péritonéai,e s. Karınzarına değgin, peritonla ilgili,
péritonite diş. Karınzarı yangısı, periton iltihabı.
périurbain,e s. Kentin yambaşında
(Zone
périurbaine).
perle diş. 1. İnci (Un collier de perles). 2. Boncuk,
ortası delik tane (Perle d'ambre d'un chapelet). 3.
(Basımcılıkta) Dört punto harf. 4. (Mimarlıkta)
Tespinsilme. 5. (Eski) İnci gibi diş (Le rire qui
montre en même temps des âmes et des perles). 6.
İnci gibi değerli kimse, eşi bulunmaz kimse, eşsiz
(C'est la perle des domestiques). 7. Kabavegülünç
yanlış (Relever des perles dans les copies d'élèves).
§ Jeter des perles aux pourceaux, aux cochons: Bir
şeyi değerini bilmez birine vermek, kel başa
şimşir tarak takmak,
perlé,e s. 1.İncili, incilerle süslenmiş (Tissuperlé).
2. İnci gibi, inci biçiminde (Riz perlé, sucre perlé).
3. Eksiksiz, kusursuz (Travail perlé, ouvrage
perlé). § Grève perlée: İşi ağırlatma grevi, oturma
grevi.
perler gçl. 1. Büyük bir dikkatle yapmak, özenle
yapmak (Perler un ouvrage). 2. gsz. Boncuk
boncuk olmak, yuvarlak damlacıklar halinde
belirmek ( Quelques gouttes de sueur perlaient sur
son front).
perlier, ère s. 1. İnciye değgin (Industrieperlière). 2.
İnci veren, içinden inci çıkan, incili (Huître
perlière).
perlimpinpin —> poudre.
perlot er. 1. Manş kıyılarında avlanan küçük midye.
2. tkz. Tütün,
perlouse, perlouze diş. tkz. İnci.
permafrost er. (Kutup bölgelerinde) Sürekli donuk
toprak (Les esquimaux creusaient un trou dans le
permafrost et gardaient la viande dans ces
réfrigérateurs naturels).
permanence diş. 1. Süreklilik, sürerlik, temellilik,
arasızlık (Assurer la permanence du pouvoir.
Permanence de la nature). 2. Hep açık bulunan,
nöbetçi karakol, eczane, hastane vb. (Parquet,
tribunal de permanence: Nöbetçi
Savcdık,

permis
mahkeme). 3. (Bir kurum yada kuruluşun)
Nöbetçi servisi (Les b ureaux sont fermés le samedi
mais il y a une permanence). 4. (Okullarda) Etüd
odası (Le dimanche, je me glissais à la
Permanence. Les élèves iront en Permanence de
dix à onze heures). § En permanence: bel. Sürekli
olarak (Il s'est installé en permanence à la
campagne).
permanent,e s. 1. Sürekli, aralıksız (Le cinéma est
permanent le dimanche). 2. Sürekli, "daimi,
temelli (Maintenir un contrôle permanent sur les
prix.
Représentant
permanent,
comité
permanent). 3. ad. Görevli üye, bir yerde para
karşılığı görev alıp sürekli çalışan üye (Les
permanents d'un syndicat). 4. diş. Saç kıvırma
( Mes tristes cheveux alternativement trop raides ou
trop frisés par de mauvaises permanentes). 5.
Makinayla uzun bir süre için yaptırılan saç (Faire
une permanente à une femme).
permanenter gçl. -in saçlarını makinayla kıvırmak,
"permanant yapmak (5e faire permanenter:
Saçlarım permanant yaptırmak).
permanganate er. kim. Permanganat,
permanganique s. kim. Permanganata değgin,
perméabiliser gçl. Geçirgenleştirmek,
perméabilité diş. 1. Geçirgenlik, geçirimlilik (La
perméabilité d'un sol calcaire). 2. Geçilebilirlik,
sızılabilirlik (La perméabilité des frontières). 3.
Perméabilité à: -e açıklık (Perméabilité aux
influences).
perméable s. 1. Geçirgen, geçirimli (Roches,
terrains perméables). 2. Perméable à: -i geçiren,
sızdıran (Corps perméable à la lumière). 3.
Perméableà: mec. -e açık (Unhomme perméable à
toutes les influences).
permettre er. 1. -e izin vermek, "müsaade etmek
(Les règlements ne permettent pas le stationnement
en cet endroit). 2. Permettre qch à qn: a) Birine...
için müsaade etmek, izin vermek (Son médecin lui
permet le tabac). b) Birine... olanağı vermek (Son
succès lui permet les plus grands espoirs). 3.
Permettre de f. qch: -mek olanağı vermek, -meye
izin vermek (La nuit ne permit pas de voir de quel
côté se dirigeaient ses pas). 4. Permettre à qn de f.
qch: Birinin -meşine olanak vermek, izin vermek
(5a santé ne lui permet pas de fumer. Son père lui
permet d'utiliser sa voiture). § Se permettre qch:
-de hiç sakınca görmemek, -i rahatça yapmak,
etmek, söylemek (Il se permet des plaisanteries
stupides). Se permettre de f. qch: -mekte sakınca
görmemek, rahat rahat -mek (Il se permet de me
faire des reproches.
permis er. 1. *Evetçe, izin, yazılı izin, "ruhsat
1036

permission
(Permis de construire,

permis d'inhumer.

Permis

de chasse, de pêche). 2. Araba kullanma izni,


"ehliyet (Avoir son permis). 3. Şoförlük sınavı,
ehliyet sınavı (Passer son permis. Etre reçu au
permis: Ehliyet sınavını kazanmak). § Permis de

conduire: Şoförlük ehliyeti,


permission diş. 1. tzin, müsaade (Demander

la

permission de sortir. Obtenir la permission


d'aller
en vacances. Avoir la permission de parler. Agir
avec la permission de sa famille, sans la permission
de son père). 2. ask. tzin (Soldat en permission). 3.
ask. İzin süresi (Se marier pendant sa permission ).

4. ask. İzin belgesi, izin kâğıdı (Le


remplit une permission

sous-officier

restée en blanc).

permissionnaire er. 1. İzinli asker; izine çıkmış er. 2.


s. İzinli, izinde
(Officierpermissionnaire).
permutabilité diş. "Becayiş edilebilirlik, değişi
yapılabilirlik,
permutable i. (Yer yada görev için) Değişi
yapılabilir, "becayiş edilebilir,
permutant,e ad. Becayiş yapan,
permutation diş. 1. (Yer yada görev) Değişi,
"becayiş (Permutation de deux officiers, de deux
fonctionnaires). 2. İki şey arasında yer yada sıra
değiştirme (Procéder à une permutation de deux
lettres pour faire un jeu de mots. Permutation de
deux syllabes).
permuter gçl. 1. -in yerini yada sırasını değiştirmek
(Permuter deux mots dans la phrase). 2. gsz.
(Görev yerini) Değiştirmek, "becayiş yapmak
( Ces deux officiers veulent permuter). 3. Permuter
avec qn: -ile becayiş yapmak, -ile yerini yada
görevini değiştirmek ( Permuter avec un collègue).
pernicieusement bel. Zararlı bir şekilde; tehlikeli
biçimde.
pernicieux, euse s. 1. Zararlı (Le serpent est un
animal pernicieux). 2. Dokuncalı, sağlığa zararh
(L'usage des tranquillisants est pernicieux. L'abus
de l'alcool est pernicieux pour la santé). 3.
Çekinceli, tehlikeli (Anémie pernicieuse, fièvres
pernicieuses. Doctrine pernicieuse. Une personne
pernicieuse).
perniciosité diş. hek. (Hastalık için) Çekincelilik,
tehlikelilik.
péroné er. anat. Kamışkemiği, kavalkemiği.
péronnelle diş. tkz. Aptal ve geveze kadın yada kız.
péroraison diş. 1. Bir söylev yada konuşmamn sonu
(La pathétique péroraison de la plaidoirie arracha
des larmes aux jurés). 2. Son bölüm, son (Mais la
péroraison de l'hymne éclata).
pérorer gsz. Söylev çekmek, nutuk atmak, parlak
sözler etmek (Ilpérorait au comptoir du café).
perpendiculaire s. 1. Dikey (Le soleil déjà

perroquet

perpendiculaire). 2. Perpendiculaire à: -e dikey


(Perpendiculaire à l'horizon). 3. diş. Dik çizgi,
dikey (Tirer, abaisser une perpendiculaire).
perpendiculairement bel. Dikey olarak, dikine,
perpète, perpette (à) bel. Yaşamboyu, boyuna (Je
ne vais pas l'attendre jusqu'à perpète).
perpétration diş.
(Suç vb.) İşleme, yapma
(Perpétration d'un crime).
perpétrer gçl. (Suç vb.) İşlemek, yapmak
(Perpétrer un crime, un attentat).
perpétuation diş. Sürdürme, sürdürüp gitme;
"devam etme (La perpétuation de l'espèce par la
reproduction).
perpétuelle s. 1. Sürekli, sürüp giden, aralıksız,
kesiksiz (Des lamentations perpétuelles, un bruit
perpétuel). 2. Yaşam boyu süren, yaşadıkça,
yaşam boyu (Dignité, fonction
perpétuelle.
Secrétaire perpétuel).
perpétuellement bel. 1. Sürekli olarak, boyuna,
durmadan, habire (La maison est perpétuellement
en réparations). 2. Sık sık, çok kez (Il arrive
perpétuellement en retard).
perpétuer gçl. -i sürdürmek, sürdürüp gitmek,
"devam ettirmek (Monument qui perpétue le
souvenir d'un grand homme). § Se perpétuer:
Sürüp gitmek, devam etmek (Un malheur qui se
perpétue).
perpétuité diş. Süreklilik; sürüp gitme, "devam (La
perpétuité de la race humaine, de la famille). § A
perpétuité: Yaşam boyu, ömür boyu, yaşadığı
sürece (Travaux forcés à perpétuité.
Etre
condamné à perpétuité).
perplexes. Şaşkın, ne yapacağını bilemeyen, şaşırıp
kalmış (Rester perplexe devant une réponse
ambiguë. Cette attitude m'a laissé perplexe).
perplexité diş. Şaşkınlık (Je suis dans une grande
perplexité. Cette question nous a jetés dans la plus
terrible perplexité).
perquisition diş. Arama, arama tarama (Les
policiers ont opéré une perquisition au domicile de
l'accusé.
Faire
une
perquisition,
des
perquisitions).
perquisitionner gçl. 1. -i aramak, -de arama
yapmak, arama tarama yapmak (Les inspecteurs
ont perquisitionné toutes les chambres de l'hôtel).
2. gsz. (Bir yerde) Arama yapmak (On a
perquisitionné chez lui, à son domicile).
perré er. Set duvarı.
perron er. 1. Basamaklı seki (Il nous a accueillis sur
le perron). 2. Peron. 3. Binek, binek seti,
merdivenli seki.
perroquet er. 1. Papağan. 2. den. Grandi ve pruva
direklerinin babafingosu. 3. mec. Ezberci;
perruche
başkalarının sözünü hiç anlamadan yineleyen
kimse. § Répéter comme un perroquet: Bilinçsizce
yinelemek, papağan gibi yinelemek,
perruche diş. hayb. 1. Muhabbetkuşu (Couple de
perruches en cage). 2. Dişi papağan. 3. den.
Mizana direğinin babafingosu. 4. tkz. Geveze
kadm, çenesi düşük kadın (Faites taire ces deux
perruches).
perruque diş. 1. Takma saç, peruka (Perruque de
femme. Porteruneperruque). 2. mec. Eski kafa (Il
me disait que cet auteur était une perruque).
perruquier er. 1. (Eskiden) Berber. 2. (Şimdi)
Perukacı.
pers [peu | s. Tirşe, tirşe renginde (Elle a des yeux
pers).
persan,es. vead. 1. İranlı, Acem (Ilestpersan. Une
persane). 2. İran ve İranlılara değgin (Artpersan,
cheval persan, chat persan). 3. er. Farsça,
perse diş. 1. Güzel bir hint kumaşı. 2. s. vead. Pers;
Perslere değgin (Langues perses).
persécutées, vead. Ezilmiş, ezilen; acı çektirilmiş,
acılar çeken (Défendre les persécutés. Un peuple
persécuté).
persécuter gçl. 1. İşkence etmek; ezmek; kıymak;
"zulmetmek (Persécuter les juifs). 2. Sıkıştırmak;
hırpalamak, rahatsız etmek (Les journalistes qui
persécutent une vedette. Ses créanciers le
persécutent). 3. Persécuter qn de qch: Birini -ile
sıkıştırmak, rahatsız etmek (Il la persécute de ses
assiduités).
persécuteur, trice s. ve ad. Ezen; işkence eden; acı
çektiren; kıyıcı, zalim (Il s'est vengé de ses
persécuteurs).
persécution diş. İşkence; kıyıcılık, zulüm (Il a subi
de grandes persécutions.
Les
sanglantes
persécutions menées contre les chrétiens).
perséides diş. ç. gökb. Perse yağmuru; saçılma
noktası. Perse takımına rastlayan ve her yıl 10
ağustos tarihlerinde görülen bir akanyıldız
yağmuru.
persévérance diş. Direşme, direnme, dayanma,
"sebat (Persévérance dans la lutte. Travailler avec
persévérance).
persévérant^ s. Direşken, direnen, dayanan,
"sebat eden, "sebatkâr (Soyez persévérant, vos
efforts seront récompensés).
persévérer gsz. 1. Persévérer dans qch: -de
diretmek, dayatmak, direşmek, dayanmak, sebat
etmek (Persévérer dans ses efforts, dans ses
recherches). 2. Persévérer i f. qch: -mekte
diretmek, direşmek, dayanmak, sebat etmek (II
persévère à croire qu'il réussira un jour).
persicaire diş. bitb. Pireotu.

1037
personnaliser

persicot er. Bir tür likör.


persienne diş. Pancur (Ouvrir, fermer les
persiennes).
persiflage er. Acı alay.
persifler gçl. -ile acı acı alay etmek (Persifler les
moeurs. Persifler les gens sans qu'ils le sentent).
persifleur, euse s. ve ad. Alaycı (Il est très
persifleur).
persil[p£Rsi]er. Maydanoz (Hacher du persil avec
un couteau).
persillade diş. Maydanoz, sarımsak, sirke ve
zeytinyağıyla yapılmış bir salça.
persillé,es. Maydanozlu, yanına kıyılmış maydanoz
konmuş. § Fromage persillé: İçinde küçük küçük
yeşil benekler bulunan bir tür peynir. Viande
persillée: İçinde küçük küçük yağ benekleri
bulunan et parçası,
persistance di-, 1. Ayak direme, "ısrar (Persistance
dans l'erreur, dans une attitude). 2. Persistance à
qch, à f. qch: -de ayak direme, -mekte ısrar (Sa
persistance à croire l'invraisemblable est absurde).
3. Sürüp gitme, "devam (La persistance du
mauvais temps, des grands froids).
persistante s. Sürüp giden, devam eden, sürekli
(Fatigue persistante, neige persistante, une fièvre
persistante).
persister gsz. 1.Sürüp gitmek,"devam etmek (Cette
mode n'a pas persisté. Les froids ont persisté
jusqu'au début d'avril). 2. Persister dans qch: -de
ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek (Persister
dans une erreur, dans un projet). 3. Persister à f.
qch: -mekte ayak diremek, ısrar etmek, inat
etmek, devam etmek (Il persiste à soutenir le
contraire).
personagratas.; bel. 1. (Diplomaside) İstenen kişi.
2. Belirli bir çevrede tutulan ve sevilen kişi. §
Persona non grata: İstenmeyen kişi (Déclarer qn
persona non grata: Birini istenmeyen kişi ilan
etmek).
personnage er. 1. Önemli kişi (Les grands
personnages de l'Etat). 2. (Tiyatroda) Kişi (Pièce
à trois personnages). 3. Roi (Soutenir, jouer un
personnage difficile). 4. tkz. Adam, herif (Un
drôle de personnage). § Se croire un personnage:
Kendini bir şey sanmak. Se mettre dans la peau de
son
personnage:
Oynayacağı
rolü
iyi
benimsemek, iyi canlandırmak,
personnalisation diş. 1. Kişiselleştirme, kendi
kişiliğine özgü bir nitelik verme (Personnalisation
d'un salon, d'une voiture). 2. Kişi başına ayırma,
kişiselleştirme (Personnalisation de l'impôt). 3.
huk. Tüzel kişilik verme, tüzel kişi sayma,
personnaliser gçl. 1. Kişiselleştirmek, kendi
personnalisme
kişiliğine özgü bir nitelik vermek (Personnaliser
sa voiture, un appartement). 2. Kişi başına
ayırmak, kişiselleştirmek (Une loi qui vise à
personnaliser davantage l'impôt). 3. huk. Tüzel
kişilik vermek, tüzel kişi saymak,
personnalisme er. fels. Kişilikçilik.
personnalistes, vead. Kişilikçi.
personnalité diş. 1. Kişilik, "şahsiyet, "karakter
(Avoir une forte personnalité. Manquer de
personnalité). 2. Ünlü kişi, önemli kişi; yüksek
görevli (L'arrivée des personnalités au monument
aux morts). 3. huk. Kişilik (Personnalité civile:
Tüzel kişilik. Personnalité juridique:
Tüzel
kişilik. Personnalité morale: Tüzel
kişilik.
Personnalité physique: Gerçek kişilik, "hakiki
şahsiyet).
4.
huk.
Kişisellik,
"şahsilik
(Personnalité des lois, de l'impôt). S. Kişi (Une
remarquable personnalité). 6. Kişiliğe dokunan
yersiz sözler, "şahsiyat (Verser une discussion
dans la personnalité:
Tartışmayı
şahsiyata
dökmek). § Faire des personnalités: Kişiliğe
dokunan yersiz sözler söylemek, "şahsiyat
yapmak, işi "şahsiyata dökmek,
personne diş. 1. Kişi, kimse, adam, insan (Ilya des
personnes qui préfèrent le cinéma au théâtre.
Plusieurs personnes ont été blessées dans cet
accident). 2. huk. Kişi (Personne juridique,
personne morale: Tüzel kişi, °hükmi şahıs.
Personne physique: Gerçek kişi, "hakiki şahıs). 3.
Kişilik, "şahsiyet (On peut critiquer son oeuvre
tout en respectant sa personne). 4. Varlık, tüm
varlık (Toute sa personne respirait la joie de vivre).
S. Beden, vücut (Il est bien fait de sa personne.
Mon âme est ici quand ma personne est à Paris). 6.
adıl. Kimse, hiç kimse, hiçbir kimse (Personne ne
le sait. Personne ne travaille. Je ne connais
personne). § En personne: 1. Kendi, bizzat (Le
ministre viendra en personne). 2. Canlı örnek, -in
canlı örneği (Il est la sagesse en personne). Par
personne: Adam başına, kişi başına (On a droit à
vingt kilos de bagages par personne). Sans
acception de personne: Kimse kayırılmadan,
kimseye ayrı işlem yapmadan, tam biryansızlıkla.
Etre content de sa personne: Kendini pek
beğenmek. Payer de sa personne: 1. Çabalamak,
kolları sıvayıp bizzat işe girişmek. 2. Kelleyi
koltuğa almak, her türlü korku ve tehlikeyi göze
almak. Soigner sa personne: Rahatına pek düşkün
olmak, tatlı canını pek sevmek,
personnel er. (Bir yerdeki, bir işteki) "Çalışmanlar,
görevliler, personel (Personnel de l'hôtel, d'une
usine, d'un atelier. Bureau du personnel).
personnelles. 1. Kişisel (Objetspersonnels. Dans

1038

perspective

ce livre, l'auteur raconte ses malheurs personnels).


2. Özel (Il a agi par intérêt personnel. Vous ne
devez pas tenir de conversations personnelles au
téléphone pendant vos heures de service). 3. Bencil
(Il est trop personnel pour prêter ses affaires aux
voisins).
personnellement bel. 1. Kendi, "bizzat (Je
m'occuperai personnellement de votre affaire). 2.
* Kişin, kişi olarak, "şahsen (Je le connais
personnellement. Personnellement, je ne suis pas
de cet avis).
personnification diş. 1. Kişileştirme; kişileşme. 2.
Simgeleştirme (La personnification de la mort
dans les tableaux du Moyen-Age). 3. Simge, canlı
örnek (Néron fut la personnification de la
cruauté). § La vivante personnification de: -in
canlı örneği (Il est la vivante personnification de la
vertu).
personnifiés s. 1. Kişileştirilmiş, kişi biçiminde
simgeleştirilmiş (Les vices et les vertus
personnifiés). 2. -in canlı örneği (C'estl'honnêteté
personnifiée).
personnifier gçl. 1. Kişileştirmek, kişi biçiminde
vermek (L'artiste peintre a voulu personnifier la
patrie sous l'aspect d'une déesse guerrière). 2.
Simgeleştirmek, "temsil etmek
(Harpagon
personnifie l'avarice). 3. -in canlı örneği olmak,
-in tâ kendisi olmak (Ilpersonnifie la vertu).
perspectif,ive s. "Görüngcsel, perspektife uygun
olarak çizilmiş, derinlik çizgisine uygun (Dessin
perspectif).
perspective diş. 1. "Görünge, "perspektif,
*oylumçizimi, görünü, derinlik çizimi (Les élèves
des beaux-arts doivent apprendre les lois de la
perspective). 2. Görünüm, manzara (Cettefenêtre
ouvre sur une jolie perspective. D'ici on a une belle
perspective). 3. Açı, görüş açısı, bakış açısı,
görünge (Il faut envisager cette évolution sociale
dans une perspective historique). 4. mec. "Çevren,
"ufuk (Vous m'ouvrez des perspectives nouvelles).
S. mec. İlerde olacaklar, gelecekteki olayla^,
olasılıklar; gelecek (Une perspective rassurante).
§ Perspective cavalière: Tepeden görünü.
Perspective de sentiment: Resimce görünü.
Perspective des ombres: Çizgi görünü.
Perspective
aérienne:
Havadan
görünü.
Perspective spéculative:
Ölçekli
görünü.
Perspective ordinaire: Yalınç görünü. Perspective
pratique: Kılgısal görünü. A la perspective de:
-diye, düşüncesiyle (Il était rempli de joie à la
perspective de quitter la ville). En perspective:
İlerde, gelecekte (Il a une belle situation en
perspective).
perspicace
perspicace ^.Kavrayışlı, anlayışlı, kafalı, "basiretli
(Un homme lucide et perspicace).
perspicacité diş. Kavrayış, anlayış, kavrayışlılık,
anlayışlılık, "basiret (Ce policier a fait preuve de
perspicacité dans cette affaire. Manquer de
perspicacité).
persuader gçl. 1. -i inandırmak, "ikna etmek (Vous
ne m'avez pas persuadé). 2. Persuader qn de qch:
Birini -e inandırmak, ikna etmek (Ilapersuadé les
juges de sa bonne volonté). 3. Persuader qn de f.
qch, persuader à qn de f. qch: Birini -meye
inandırmak, kandırmak, ikna etmek, karar
verdirmek (Il a persuadé son frère de venir avec
nous. On lui a persuadé de prendre du repos pour
ménager sa santé). 4. Etre persuadé de qch: -e
inanmak, -in kesin inancında olmak (Elle était
persuadée de la venue prochaine de son père). § Se
persuader: 1. Yanlış olarak düşünmek, sanmak
(Ils se sont persuadés qu'on les trompait). 2.
Birbirini inandırmak, ikna etmek (Ils se sont
persuadés l'un l'autre). 3. Se persuader de qch: -e
inanmak, -den kuşkusu kalmamak (Elle s'est
persuadée de la sincérité de ses amis).
persuasif, ive s. İnandırıcı, "ikna edici (Parler sur un
ton persuasif).
persuasion diş. 1. İnandırma, "ikna ( Cet orateur a un
grand pouvoir de persuasion). 2. İnanma, inanış,
kanış (J'étais dans la persuasion que le
gouvernement me laisserait tranquille).
perte diş. 1. Yitme; yitirme; yitim, "kayıp ( Une perte
de prestige. La perte de la mémoire, de l'appétit.
Une perte de temps, de sang. La perte d'une
bataille, d'un parent). 2. Zarar (Il a essuyé une
perte considérable. Compte de profits et pertes). 3.
Yıkım, "mahv (Ilcourtàsaperte. Ils ont décidé ma
perte. L'anarchie cause la perte d'un pays). 4. ç.
Bir savaşta ölen insanlar, insan kaybı (Ce pays a
éprouvé des pertes civiles et militaires très élevées
pendant la guerre). § Perte de connaissance:
Bayılma, kendini kaybetme. Perte de l'âme:
Cehennemlik olma. A perte: Zararına, ziyanına
(Travailler à perte. Il a dû revendre ses denrées à
perte). Avec perte et fracas: tkz. (Alaylı) Anıyla
şanıyla, davullu zurnalı, herkese ders olacak
biçimde (ila été mis à la porte avec perte et fracas).
A perte de vue: 1. Göz alabildiğine ( Une plaine qui
s'étend à perte de vue). 2. Alabildiğine, sonu
gelmemecesine (Discuter à perte de vue). En pure
perte: Boşuna, boşu boşuna (J'aifait tout ce travail
en pure perte).
pertinemment bel. Doğru olarak; yetkiyle (Ilparle
assez pertinemment). § Savoir pertinemment qch:
-i kesin olarak bilmek, -den hiç kuşkusu olmamak

1039

pervertir
(Je sais pertinemment qu'il a menti).
pertinence diş. 1. Doğruluk, usa yatkınlık,
uygunluk, yerindelik
(La pertinence
de
l'argument avait porté sur le jury. L'orateur a parlé
avec pertinence). 2. dilb. Ayırıcılık, belirginlik,
pertinences. 1. Doğru, uygun, yerinde, usa yatkın
(Faire une remarque pertinente). 2. dilb. Anlam
taşıyan, anlam değeri olan, anlamlı; ayırıcı,
belirgin (Les traits pertinents d'un phonème sont
les éléments distinctifs).
pertuis er. 1. (Irmaklarda) Dar yer (Lespertuis de la
Seine). 2. coğr. (İki ada arasında yada bir adayla
kara arasında) Boğaz, dar boğaz. 3. (Eski) Delik,
perturbateur, trice s. ve ad. Bozucu, bozguncu,
karıştırıcı (Les perturbateurs de la société. Chasser
de la salle les perturbateurs.
Eléments
perturbateurs.
Exercer
une
influence
perturbatrice).
perturbation diş. 1. Karışıklık; düzensizlik;
bozgun, bozgun havası (Ce début d'incendie jeta
une grande perturbation dans la fête). 2.
Bozukluk, düzen bozukluğu
(Perturbation
politique,
sociale).
§
Perturbation
atmosphérique: coğr. Düzensiz hava, kararsız
hava.
perturber gçl. 1. Bozmak, karıştırmak; alt üst
etmek (Perturber une cérémonie, un programme.
Le
cyclone
a perturbé
les
émissions
radiophoniques). 2. Perturber qn: -in kafasını
allak bullak etmek; huzurunu bozmak, sinirlerini
bozmak.
péruvien, ne s. ve ad. Perulu; Peru'ya ve Perululara
değgin.
pervenche^, bitb. 1. Cezayir menekşesi. 2.s. Açık
mor (Des yeux pervenche).
pervers,e s. 1. Kötülüğe eğilimli (Un homme
pervers. Cet enfant a des instincs pervers). 2.
Sapkın, bozulmuş, yoldan sapmış, ahlâkı
bozulmuş, baştan çıkmış (C'est un garçon
pervers). 3. Sapkınca, yoldan saptırıcı, baştan
çıkarıcı, ahlâk bozucu (Donner des conseils
pervers). 4. ad. Sapkın, baştan çıkmış, ahlâkı
bozulmuş, ahlâksız (C'est un vrai pervers).
perversion diş. 1. Bozulma (Perversion des moeurs,
des coutumes). 2. ruhb. Sapkınlık (Perversion
sexuelle).
perversité diş. 1. Ahlak bozukluğu (La perversité et
la corruption étaient le fond de son caractère). 2.
Ahlâksızca davranış (Toutes ses perversités seront
un jour châtiées à leur mesure).
pervertir gçl. 1. -i baştan çıkarmak, yoldan
saptırmak, -in ahlâkını bozmak (Un mauvais livre
qui pervertit la jeunesse). 2. -i bozmak,
pervertissement
soysuzlaştırmak (Pervertir le goût). § Se pervertir:
Bozulmak, soysuzlaşmak,
pervertissement er. 1. Ahlâk bozma; ahlâkı
bozulma; ahlâk bozukluğu (Pervertissement de la
jeunesse au lendemain de la guerre). 2. Bozma,
soysuzlaştırma;
bozulma,
soysuzlaşma
(Pervertissement du goût).
pervertisseur, euse s. vead. Ahlâk bozucu,
pesade diş. Şahlanma, şaha kalkma,
pesage er. 1. Tartma, tartı (Le pesage des
marchandises sur une bascule. Appareils de
pesage).
2. Cokeylerin tartıldığı yer. 3.
Atyarışıarının yapıldığı yer, koşu alanı,
pesamment bel. 1. Ağır, yavaş, hantalca (Marcher,
danser pesamment). 2. mec. Cansızca, isteksizce,
pesant,e s. 1. Ağır (Des valises pesantes). 2.
Rahatsız edici, sıkıcı (Sa présence était devenue
pesante aux autres). 3. mec. Ağır, zahmetli (La
responsabilité des enfants èst une charge pesante
pour lui). 4. Ağırlığı olan (Les corps pesants). S.
Ağır, yavaş (Marcher d'un pas pesant). 6. er.
Ağırlık. § Valoir son pesant d'or: Ağırlığınca altın
etmek, çok değerli olmak,
pesanteur diş. 1. fiz.
Yerçekimi
(Etudier
l'accélération d'un corps sous l'effet de la
pesanteur. Les lois de la pesanteur). 2. Ağırlık (La
pesanteur d'un fardeau). 3. mec. Ağırlık; ağırlık
duygusu (Des pesanteurs d'estomac).
pèse-acide er. 'Asidölçer.
pèse-alcool er. *Alkolölçer.
pèse-bébé er. Küçük bebekleri tartmaya yarayan
doktor terazisi, "bebektartacı, "bebektartar.
pesé,e s. Ölçülüp biçilmiş, düşünülüp tartılmış,
bilinçle seçilmiş (Toutes ses paroles sont bien
pesées). § Tout bien pesé: fyice düşünüp
taşındıktan sonra, her şeyi ölçüp biçtikten sonra,
pesée diş. 1. Tartma (Faire une pesée précise pour
savoir le poids d'une bague en or). 2. Bir defada
tartılan şey, bir tartındık. 3. Tartılan ekmeğe tam
ağırlık tutturmak için eklenen parça. 4. mec. İyice
inceleme, ölçüp biçme, düşünüp tartma (Lapesée
des motifs, des termes d'une déclaration).
pèse-lait er. *Sütölçer, sütün yoğunluğunu ölçmeye
yarayan alet.
pèse-lettre er. Mektup terazisi,
peser gçl. 1. Tartmak (Peser un colis). 2. -i iyice
ölçüp biçmek, düşünüp taşınmak, iyi tartmak
(Pèse bien tes mots). 3. gsz. -ağırlığında olmak,
-kadar gelmek, çekmek (Je pèse soixante kilos). 4.
Etkili olmak, ağır basmak (Elément qui pèse le
plus dans une décision). 5. Peser â qn: -e ağır
gelmek, -in kaldıramayacağı bir şey olmak (Le
climat lui pèse. Son oisiveté commençait à lui
1040

pet

peser). 6. Peser sur qn: a) -in omuzunda olmak, -e


düşmek (La responsabilité de l'ensemble de
l'oeuvre pesait sur lui), b) -i bunaltmak, ezmek
( Les impôts qui pèsent sur les contribuables), c) -in
üstünde toplanmak, -i amaçlamak, hedef almak
(Ces soupçons, ces accusations pèsent sur lui). 7.
Peser sur, contre: -e yüklenmek, bindirmek,
kuvvetle dayanmak (Peser contre une porte pour
l'ouvrir. L'ouvrier pesa de tout son poids sur le
levier) 8. Peser sur qch: a) -i çökertmek, -e ağır
gelmek (La vie pèse sur ses épaules), b) -i
etkilemek (La mort subite de son père va peser sur
sa décision), c) -e ağır gelmek, -için sindirimi güç
olmak (Aliment qui pèse sur l'estomac). § Peser le
pour et le contre: Bir işin iyi ve kötü yanlarını göz
önünde tutmak, bir sorunu her yönüyle iyice
ölçüp biçmek,
peseta diş. İsp. İspanyol parası, pezeta.
peseur, euse ad. Tartıcı, kantarcı,
peson er. Kantar, elkantarı, ağırşak,
pessimisme er. Kötümserlik, karamsarlık (Je
partage votre pessimisme sur la situation).
pessimiste s. ve ad. Kötümser, karamsar (Les plus
pessimistes n'avaient pas prévu le conflit. Un
philosophe pessimiste).
peste diş. 1. Veba (Epidémie de peste). 2. mec.
Dayandmaz, çekilmez kadın; illet kadın;
çekilmez küçük kız (Quelle petite peste! C'est une
vraie peste). 3. Zararlı, tehlikeli adam (Néron,
cette peste de cour). 4. ünl. Vay canına! Deme
yahu! (On te rappellera bientôt. Peste! un homme
comme toi ne se remplace pas aisément). § Fuir qn
comme la peste: -den vebadan kaçar gibi kaçmak,
kendini -den sakınmak,
pester gsz. Pester contre: -e sövüp saymak, verip
veriştirmek (Pester contre le mauvais temps,
contre un voisin).
pesteux,euse s. 1. Vebaya değgin, veba ile ilgili
(Charbonpesteux). 2. Vebaya yakalanmış, vebalı
(Ratpesteux). 3. ad. Vebalı (hasta),
pesticides, ve er. Zararlı bitki ve böcekleri öldürücü
(Uaç).
pestiféré,e s. ve ad. Vebalı (Navire pestiféré. Un
pestiféré). § Fuir qn comme un pestiféré: -den
vebadan kaçar gibi kaçmak, -den kendini
sakınmak.
pestilence diş. 1. Vebayı andıran öldürücü hastalık;
veba. 2. Çok pis koku (Pestilence qui se dégage
d'un tas d'ordures).
pestilentielle s. 1. Vebayı andıran, vebamsı
(Maladie pestilentielle). 2. Çok pis kokulu, pis
kokular yayan, iç bulandırıcı (Un air pestilentiel).
pet [/>£] er. 1. Yel, osuruk (Faire un pet, lâcher un
pétale

1041

pet: Yellenmek, osurmak). 2. argo. 'Utanca,


rezalet, skandal (Il va y avoir du pet: Rezalet
çıkacak). 3. ünl. argo. Dikkat! § Filer comme un
pet: Tüymek, kaçıp gitmek. Ne pas valoir un pet,
un pet de lapin: argo. Beş para etmemek (Ça ne
vaut pas un pet). Porter le pet: argo. "Şikâyet
etmek, yakınmak; gammazlamak, ihbar etmek,
pétale er. bitb. Taçyaprağı (Fleur qui perd ses
pétales).
pétaloïde s. Taçyaprağını andıran, taçyaprağımsı.
pétant, e s. hlk. Tam; tam tamına (Tous les soirs, à
dix heures pétantes, il rentre chez lui).
pétaradant, e s. Gürültü çıkaran, gürültücü (Des
motos pétaradantes).
pétarade diş. 1. Kimi hayvanların uzun uzun ve
ardarda yellenmesi (Pétarade d'un cheval, d'un
âne). 2. Zincirleme patlama sesleri, pat pat
(Pétarades
d'un
feu
d'artifice,
d'une
motocyclette).
pétarader gsz. Zincirleme patlama sesleri
çıkarmak, pat pat etmek,
pétard er. 1. Kestane fişeği; çatpat (Lancer un
pétard. Les enfants faisaient claquer des pétards).
2. tkz. Gürültü; gürültü patırtı (Les voisins
faisaient du pétard). 3. mec. Heyecan uyandırıcı
haber. 4. hlk. Tabanca. 5. hlk. Kıç, kalça (Ces
femmes
moutonnantes,
avec leurs pétards
plantureux). § Etre en pétard: tkz. Öfkeli olmak,
barut gibi olmak, Faire du pétard: tkz. 1. Rezalet
çıkarmak, kıyameti koparmak. 2. Gürültü
yapmak. Il va y avoir du pétard: Rezalet çıkacak,
kıyamet kopacak, boku çıkacak,
pétaudière diş. Her kafadan bir ses çıkan topluluk,
kadınlar hamamı (Cette assemblée est une vraie
pétaudière).
pétauriste er. 1. (Eski Yunanda) tpcambazı. 2.
hayb. Uçan Avustralya sincabı,
pet-de-loup er. Çocukların maskarası olmuş yaşlı
öğretmen,
pet-de-nonne er. Puf böreği.
pétéchie<% hek. Nokta biçiminde deri kanamaları,
derideki hastalık lekeciği.
pet-en-l'air er. Evde giyilen kısa ceket, kısa ev
ceketi.
péter gsz. 1, Yellenmek, osurmak. 2. Pat diye
patlamak (La grenade lui avait pété dans les
mains). 3. Kopmak (Les boutons prêts à péter). 4.
gçl. -i koparmak (Ne tire pas si fort, tu vas péter la
ficelle). § Envoyer péter qn: -i başından savmak.
Péter dans la soie: Lüks içinde yaşamak; pek şık
giyinmek. Péter du feu, péter le feu, péter des
flammes: Pek dinç olmak, pek diri olmak. Péter
plus haut que le cul, péter plus haut que son

petit-bourgeois

derrière: Kıçından
büyük
yumurtlamak,
boyundan büyük işlere girişmek,
péteur, euse ad. Osurgan, çok yellenen, osurukçu.
péteux, euse ad. tkz. Ödlek, korkak,
pétillant, e s. 1. Pıtırdayan; çıtırdayan;
kabarcıklanan
(Une
eau pétillante.
Du
Champagne pétillant). 2. Pırıldayan, ışık saçan
(Un regard pétillant). 3. Pétillant de: -ile dolu, -ile
dolup taşan, -1er saçan (Un discours pétillant
d'esprit, un regard pétillant de malice).
pétillement er. 1. Pıtırdama, çıtırdama (Un
pétillement
d'étincelles.
Pétillement
du
Champagne, d'une eau minérale). 2. Pırıldama,
ışık saçma (Pétillement d'un regard).
pétiller gsz.
1.
Pıtırdamak;
çıtırdamak;
kabarcıklanmak (L'eau minérale pétille. Le feu
pétille. Le bois pétille dans la cheminée). 2.
Pırıldamak, ışıl ışıl ışımak, ışıklar saçmak (Les
diamants de son diadème pétillaient sous la lueur
des lustres). 3. Pétiller de: -den pırıl pırıl olmak,
-den parlamak, -ile dolup taşmak, -1er saçmak
(Les yeux qui pétillent d'esprit, de colère, de
malice).
pétiole er. bitb. Yaprak sapı.
pétiolé, es. Saplı (Feuillepétiolée).
petiot, es. tkz. 1. Minnacık. 2. ad Minnacık yavru;
bızdık.
petit, e s. 1. Küçük; ufak (Une petite voiture. Une
petite somme d'argent). 2. Ufak, hafif (On entend
un petit bruit). 3. Küçük, ufak, önemsiz (Unpetit
commerçant, un petit cordonnier; un petit
fonctionnaire). 4. (Boyca, vücutça) Küçük (Un
petit chat. Une femme petite). 5. (Sevgi göstermek
yada küçümsemek için) -cik (Mon petit monsieur:
Beyciğim, beyefendiciğim). 6. ad. Çocuk, küçük,
yavru (Lepetit va à l'école. Lapetite estmalade). 7.
er. (Hayvanlarda) Yavru (Le chat et ses petits). 8.
er. ç. a) Küçükler, küçük öğrenciler, küçük
boylular ( La classe des petits dans un lycée) b) Dar
gelirliler, kıt kanaat geçinenler, yoksullar. § Le
petit monde: 1. Fakir fukara, yoksul halk
tabakası. 2. Çocuklar, küçükler. Petit esprit: Dar
kafalı. Petit à petit: Yavaşça, yavaş yavaş, usul
usul. En petit: Küçük boyda, küçük çapta (Un
monde en petit). Etre aux petits soins pour qn: -in
üzerine titremek, -e karşı her türlü dikkat ve
inceliği göstermek. Se faire tout petit: Büzülüp
oturmak, kendini pek önemsiz ve küçük biriymiş
gibi göstermek. Petit à petit l'oiseau faut son nid:
Her şey yavaş yavaş olur, ha deyince hemen
oluvermez bir iş.
petit-beurre er. Bir tür kuru pasta; bisküvi,
petit-bourgeois, petite-bourgeoise ad. 1. Küçük
petite-fille
kentsoylu, küçük burjuva. 2. s. Küçük
kentsoylulara özgü, küçük burjuvaca (Réaction
petite-bourgeoise).
petite-fille diş. Kız torun.
petitement bel. 1. Dar darına (Etre logé petitement.
Vivre petitement). 2. Bayağıca,alçakça (Sevenger
petitement).
petitesse diş. 1. Küçüklük, ufaklık (La petitesse
d'une taille, d'une fourmi). 2. Azlık (La petitesse
d'unsalaire). 3. Küçüklük, bayağılık, aşağılık (La
petitesse de ses procédés.
Ces petitesses
m'écœurent).
petit-fils er. Erkek torun.
petit-gris er. 1. Bir tür Sibirya sincabı. 2. Sibirya
sincabı derisinden yapılan kürk. 3. Kabuğu
külrengine çalan bir tür salyangoz,
pétition diş. 1. Dilekçe (Adresser une pétition). 2.
Toplu dilekçe; bildiri (Faire signer une pétition
pour la paix. Recueillir des signatures pour une
pétition). § Pétition de principe: mant. Savı
kamtsama.
pétitionnaire ad. Dilekçe veren; dilekçe sahibi; bir
toplu dilekçe yada bildiriyi imzalayan,
pétitionner gsz. Dilekçe vermek,
petit-lait er. Kesilmiş süt suyu. § Boire du petit lait:
Yapılan övgülerden pek hoşnut olmak, ağzı
kulaklarına varmak, zevkten dört köşe olmak,
petit-maître, petite-maîtresse ad. Küçük bey; küçük
hanım; züppe delikanlı, şımarık gençkız.
petit-neveu, petite-nièce ad. Yeğen oğlu, yeğen kızı.
pétitoire s. ve er. huk. Mülkiyet dâvası, istihkak
dâvası.
petits-enfants er. ç. Torunlar
petits-pois er. ç. Bezelye
petit-suisse er. Bir tür taze peynir.,
pétoche diş. hlk. Korku. § Avoir la pétoche: hlk.
Korkmak,
pétoire er. tkz. Kötü tüfek, çakar almaz,
peton er. tkz. Küçük ayak, ayakçık.
pétoncle er. hayb. Bir tür istiridye,
pétré, es. Taşlı, taşlık
(Despromontoirespétrés).
pétrel er. 1. Fırtmakuşu. 2. ç. Fırtınakuşugiller.
pétrifiant, es. Taşlaştıran, taşlaşan.
pétrification diş. 1. Taşlaşma; taşlaştırma (La
pétrification de certains organismes permet leur
fossilisation). 2. mec. Sertleşme, duyarlığını yada
dinçliğini yitirme (Lapétrification du coeur ou de
l'esprit).
pétrifié, e s. 1. Taşlaşmış (Fossilepétrifié). 2. mec.
Donup kalmış, taş kesilmiş (Elle était pétrifiée
dans son désespoir).
pétrifier gçl. 1. Taşlaştırmak; taşıllaştırmak; kireç
tabakasıyla kaplamak (Le silice pétrifie le bois.

1042
peu

Les eaux calcaires pétrifient les corps). 2. mec. Çok


şaşırtmak, kanını dondurmak (Cette nouvelle m'a
pétrifié). § Se pétrifier: 1. Taşlaşmak; taşıllaşmak.
2. mec. Şaşkınlıktan donup kalmak,
pétrin er. 1. Hamur teknesi. 2. mec. tkz. Çok güç
durum, sıkıntılı durum. § Etre dans le pétrin:
Sıkıntdı bir durumda olmak, çok güç durumda
olmak. Laisser qn dans le pétrin: -i çok güç
durumda bırakmak. Mettre qn dans le pétrin: -i
güç duruma sokmak,
pétrir gçl. 1. Yoğurmak (Pétrir la pâte, pétrir de
l'argile, de la cire). 2. -i kuvvetle sıkıp ufalamak,
hamur gibi yoğurmak (Ilpétrissait entre ses doigts
la main de la jeune fille). 3. Etre pétri de qch: -den
oluşmak, yapdmak, yaratılmak, biçimlenmek
(L'homme est pétri du limon de la terre. Elle avait
un teint pétri de lait et de lumière). § Etre pétri
d'orgueil: mec. Burnu çok havada olmak, pek
gururlu olmak,
pétrissable s. Yoğrulabilir.
pétrissage er. Yoğurma.
pétrisseur, euse ad. 1. Yoğurucu, °hamurkâr. 2. er.
Mekanik hamur teknesi. 3. er. Ovma makinası,
masaj makinası. 4. diş. Hamur makinası.
pétrochimie diş. Petrokimya.
pétrochimique
s.
Petrokimyaya
değgin,
*petrokimyasal.
pétrographie diş. yerb. Taşbilim, kayaçbilgisi.
pétrographique s. Taşbilimsel, kayaçbilgisine
değgin, *kayaçbilimsel.
pétrole er. 1. 'Yeryağ, petrol (Gisements de pétrole.
Puits de pétrole. Distillation, raffinage dupétrole).
2. Gazyağı, petrol (Lampe à pétrole). 3. s. Petrol
rengi (Bleu pétrole, vert pétrole. Un costume vert
pétrole).
pétrolette diş. Küçük motosiklet,
pétrolier, ère s. 1. Petrole değgin (Industrie
pétrolière. Société pétrolière). 2 .er. Petrol gemisi,
tanker. 3. er. Petrol mühendisi; petrol işletmecisi,
pétrolière s. İçinde petrol bulunan, petrollü
( Gisement pétrolifère).
pétulance diş. Taşkınlık, kabına sığmazlık (La
pétulance des jeunes gens).
pétulant, e s. Taşkın, kabına sığmaz,
pétun er. (Eski) Tütün,
pétuner gsz. (Eski) Enfiye çekmek.
peu bel. 1. Az (Travailler, manger peu). 2. Peu de:
Az... (Il a peu d'amis). 3. er. Az, azıcık, az
miktarda (Le peu de cheveux qui me reste grisonne
allègrement. Se contenter de peu). 4. adıl. Az
kimse (Peu s'en plaignent). 5. bel. Un peu: Biraz
(Il est'un peu bavard). 6. Un peu: Uni. Hem de
nasıl! Elbette! Evet! (Tu ferais ça? -Unpeu!). 7.
peuh

1043

Un peu de... : Biraz... ( Donnez-moi un peu de sel).


§ Homme de peu: Önemsiz kimse, bayağı adam,
beş para etmezin teki. A peu près, à peu de choses
près: Hemen hemen, aşağı yukarı. Avant peu,
dans peu, sous peu: Çok geçmeden, az sonra, çok
yakında, kısa süre sonra. Depuis peu: Çok
olmuyor, daha geçenlerde, az süre önce. De peu:
Az farkla, ufak bir farkla(Il est mon aîné de peu.
C'est de peu le premier de la classe) .Quelque peu:
Biraz, epey, hayli (Il se sentait quelque peu
étourdi). Un petit peu: Biraz, azıcık (Il est un petit
peu malade). Peu à peu: Yavaş yavaş, git gide (Peu
à peu, il se détachait de celle qui l'avait tant aimé).
Pour un peu: Nerdeyse, handiyse (Pour un peu, il
aurait tout perdu). Pour peu que: Yeter ki; azıcık
-sin (Pour peu que le temps le permette, nous irons
dimanche en forêt). Si peu que:
Pek az -diği
halde, -meşine karşın (Sipeu de tête qu'il ait, il doit
avoir tout de même entrevu les conséquences de ses
actes. Sipeu que j'aie causé avec lui, il a trouvé le
temps de me dire la vérité). Si peu que ce soit: Az
bile olsa, ne denli az olursa olsun (Livrez-nous un
peu de charbon, si peu que ce soit, cela sera
suffisant). Tant soit peu: Az bile olsa. Az da olsa.
C'est peu de f. qch, c'est peu que...: -mek bir şey
değil, -menin bir önemi yok (C'estpeu d'avoir des
connaissances, encore faut-il s'en servir). C'est
trop peu dire: -mek ne demek, -mek de bir şey mi
(On a froid, c'est trop peu dire, on grelotte). Etre
peu pour qn: -için bir önemi olmamak, -e göre bir
şey olmamak. Très peu pour moi: Hayır, benim
yapacağım şey değil, bana göre değil bu (Me
baigner dans cette eau glaciale, très peu pour moi).
peuh ün. Pöh! pöh! (Peuh! répondit négligemment le
roi, je n'y vois pas d'inconvénient).
peuplade dis. İlkel toplum; ilkel topluluk, kavim,
peuple er. 1. Halk; ulus (Le peuple turc. Gagner la
faveur du peuple. Homme du peuple). 2. Nüfus,
halk (Lepeuple d'un village). 3. Kalabalık (Tout
un peuple se massait devant la pagode. Il y a du
peuple). 4. Başkaları, el âlem, insan, insanlar (Il
se moque du peuple). 5. Un peuple de: Bir sürü...,
bir yığın... (Il est suivi d'un peuple d'adorateurs.
Un peuple d'oiseaux). 6. s. Kaba, kaba saba (Il a
des manières peuple. Avoir l'air peuple). § Le petit
peuple: Halkın aşağı tabakası, fakir fukara. Le
peuple de Dieu: Yahudiler,
peuplé, e s. 1. Şenelmiş, şenlenmiş, nüfuslanmış
(Une région peuplée). 2. Çok kalabalık (Des rues
peuplées).
peuplement er. 1. Şeneltme, nüfuslandırma;
şenelme, nüfuslanma (Le peuplement des terres
vierges, d'une région). 2. İçine hayvan koyma,
phaéton

hayvan doldurma (Peuplement d'une basse-cour,


d'une forêt, d'un étang).
peupler gçl. 1. Şeneltmek, nüfuslandırmak, insan
yerleştirmek (Peuplerunerégion, une île déserte).
2. Hayvan yada bitki yerleştirmek, doldurmak
(Peupler une forêt, un étang). 3. -de oturmak,
yaşamak (Les étudiants qui peuplent cette maison
de famille étaient partis en vacances. Les premiers
hommes qui ont peuplé la région ont laissé des
traces archéologiques).
4. İşgal etmek,
doldurmak, -den hiç çıkmamak (Ce voyage
peuplait ses rêves. Les souvenirs passés peuplaient
son âme). 5. Peupler qch de: Bir şeyi -ile
doldurmak (Peupler un étang de cygnes, peupler
un palais de femmes). § Se peupler: 1. İnsanlarla
dolmak, kalabalıklaşmak (Le hall des gares se
peuple aux heures de pointe). 2. Se peupler de qch:
-ile dolmak (La rade se peuple de navires).
peupleraie diş. Kavaklık,
peuplier er. Kavak.
peur diş. 1. Korku (La peur de mourir, la peur du
danger). 2. Çekinme (Il avait une peur maladive de
gêner les voisins. La peur d'avoir été impoli). §Par
peur de qch, de peur de qch: -korkusuyla,
korkusundan, -den çekindiğinden (Il n'ose pas
sortir avec ce chapeau, de peur du ridicule. Par
peur de la mort). De peur de f. qch, de peur que:
-mek korkusuyla, -mekten çekindiğinden, -ir diye
(lin 'est pas venu plus tôt de peur de vous déranger.
Je vous préviens à l'avance, de peur que vous soyez
surpris). Avoir peur: Korkmak. Avoir grand
peur, avoir très peur: Çok korkmak. Avoir peur
de:-den korkmak (//«peur de toi, duchien). Avoir
peur pour qn: -için içi titremek, pek kaygı
duymak. En être quitte pour sa peur: Korktuğuyla
kalmak. Etre pris de peur devant qch: -karşısında
korkuya kapılmak. Etre à faire peur, être laid à
faire peur: Çok çirkin olmak. Faire peur à: -i
korkutmak (Fairepeur à un enfant, à un animal).
Mourir de peur: İçi belini dövmek .korkudan ödü
patlamak. Prendre peur: Korkuya kapılmak,
kaygı duymaya başlamak,
peureusement bel. Korkakça, korkarak (Se blottir
peureusement).
peureux, euse s. vead. Korkak, ürkek, ödlek (Il est
peureux comme un lièvre. C'est un vrai peureux).
peut-être bel. 1. Ola ki, belki (Son père viendra
peut-être demain). 2. er. Belki, olasılık, "ihtimal
(Je m'arrête sur ce grand peut-être).
pèze er. argo. Para. § Faire du pèze: Para yapmak,
iyi para kazanmak; zenginleşmek,
phaéton 1. (Eski) Arabacı. 2. (Eski) Payton. 3.
hayb. Tropikkuşu.
phagédénique
phagédénique s. hek. Kemirici, komşu dokulara
yayılıcı (Chancre, ulcère phagédénique).
phagocytaire biy. Yutarhücreye değgin (Fonction,
inflammation phagocytaire).
phagocyte biy. Yutarhiicre.
phagocytose diş. biy. Hücreyutarlığı.
phalange diş. I. biy. Parmak kemiği (Faire craquer
ses phalanges). 2. (Eski Yunanlılarda) Mızraklı
alay. 3. (Şiir dilinde) Ordu. 4. mec. ed. Üyeleri
birbirine çok bağlı topluluk. 5. Faşist eğilimli yarı
askeri siyasal örgüt (La phalange nationaliste
espagnole).
phalanger er. hayb. Kuskus (Phalanger oriental:
Benekli kuskus. Phalanger renard: tilki kuskusu).
phalangette diş. El ve ayak parmaklarındaki tırnak
kemiği.
phalangien, ne s. anat. Parmak kemiklerine değgin,
phalangine diş. anat. Parmaklarda orta kemik,
phalangiste s. 1. İspanyol faşizmine değgin (Parti
phalangiste) 2. ad. İspanyol faşizmi yanlısı,
İspanyol faşist partisi üyesi, falanjist,
phalanstère er. 1. Fourrier toplumculuğunda
emekçiler ortaklığı; emekçiler topluluğunun
ortaklaşa yaşadıkları yer. 2. Varlıklarını üleşerek
bir arada yaşayan küçük topluluk; bu topluluğun
bir arada yaşadığı yer.
phalène diş. Gece kelebeği, pervane,
phalère diş. hayb. Bir tür iri kelebek, lunula.
phallique s. Erkeklik organına değgin, yarağa
değgin; erkeklik organına tapma ayinlerine
değgin (Symboles, chants, danses phalliques). §
Stade phallique: ruhb. Üretken dönem; yaklaşık
olarak 3-7 yaşlar arasında çocukluk cinselliğinin
cinsel organlara dönük duruma gelmesi,
phallocentrique 5. *Yarakmerkezci, herşeyi dönüp
dolaşıp erkeklik organına bağlayan; kadına göre
erkeği
ayrıcalıklı
gören
(L'attitude
phallocentrique des freudiens stricts).
phallocrate ad. Erkeği kadından üstüngören, yarak
egemenliği yanlısı,
phallocratie diş. *Erkeküstünlüğü, erkeği kadına
üstün görme, *yarakegemenliği.
phalloïde s. Yarak biçiminde, yaraksı. § Amanite
phalloïde: bitb. En zehirli mantar,
phallus er. 1. Kamış, sik, yarak. 2. bitb. Bir tür
mantar, şeytanosuruğu.
phanérogames^, ç. bitb. Tohumlu bitkiler, çiçekli
bitkiler.
pharaon er. 1. Firavun. 2. Bir tür bakara oyunu (İla
perdu cent francs au pharaon).
pharaonien,ne, pharaonique s. Firavunlara ve
Firavunlar
dönemine
değgin
(L'Egypte
pharaonique).

1044

phénomène

phare er. 1. (Liman ve havaalanlarında) Fener


(Phare qui signale l'entrée d'une rade. Phare d'un
aéroport). 2. mec. Kılavuz. 3. (Otomobillerde)
Far, ışık (Allumer ses phares). 4. den. Mizana
direği (Phare de l'avant: Bütün yelkenleriyle
birlikte mizana direği. Phare de l'arrière: Büyük
yelken direği).
pharisaïque s. 1. Eski bir yahudi tarikatı olan
fariziliğe değgin. 2. mec. İkiyüzlü, "mürai.
pharisaïsme er. 1. Farizilik. 2. Erdemli ve dürüst
geçinme; ikiyüzlülük, mürailik,
pharisien, ne ad. 1. (Eski) Farizi, Farizilik
tarikatından olan. 2. mec. Erdemli geçinen,
dürüstlük satan,
pharmaceutique s. 1. İlaçlara değgin; eczacılığa
değgin (Un produit pharmaceutique.
Formules
pharmaceutiques).
2. diş. "İlaçbilim, ilaçlar
bilgisi.
pharmacie diş. Eczacılık (Faire ses études de
pharmacie. La Faculté de pharmacie. Exercer la
pharmacie). 2. Eczane (Liste des pharmacies
ouvertes le dimanche). 3. Ecza dolabı (Prendre un
tube d'aspirine dans la pharmacie).
pharmacien, ne ad. Eczacı,
pharmacologie^. "İlaçbilim.
pharmacologique ? "İlaçbilimsel.
pharmacopée diş. 1. İlaç yapımı; ilaç yapımlarını
gösteren kitap. 2. İlaçlar listesi (Pharmacopée
officielle).
pharmacothérapie diş. İlaçla tedavi,
pharyngien, ne s. anal. Yutağa değgin (Angine
pharyngienne. Nerf pharyngien).
pharyngite diş. hek. Yutak yangısı,
pharynx er. anat. Yutak.
phase diş. 1. Evre, "safha (Les phases d'une course,
d'une maladie). 2. gökb. Evre (Les phases de la
lune: Ayın evreleri. Phases de l'éclipsé: Tutulma
evreleri). 3. fiz. Evre, "faz (Différence de phase
entre plusieurs courants).
phasianidés er. ç. hayb. Sülüngiller, tavukgiller,
phelloderme er. bitb. Mantardoku.
phénicien, ne s. ve ad. Fenikeli; Fenike ve
fenikelilere değgin. 2. er. Fenike dili.
phénicoptère er. hayb. Flamankuşu, flaman,
phénicoptéridés er. ç. hayb. Flamangiller.
phénix er. 1. Anka, bir masal kuşu. 2. gökb. Anka
takımyıldızı. 3. mec. Üstün ve eşsiz kimse, eşi
bulunmaz kimse (Il est le phénix des pères).
phénoménal, e s. 1. *Görüngüsel, *olaysal 2. tkz.
Şaşılacak (Une bêtise phénoménale).
phénoménalisme er. fels. Olaycılık; görüngücülük,
phénoménalité diş.fels. Olaylık; görüngülük.
phénomène er. 1. Olay (Les
phénomènes
phénoménisme

1045

économiques. Les météores sont des phénomènes


naturels). 2. Şaşılacak şey (Refuser une telle
proposition me paraît un phénomène). 3. tkz.
Tuhaf adam, acaip adam (Tu es un phénomène).
4. fels. Olay; görüngü,
phénoménisme er. fels. Olaycılık; görüngücülük,
phénoménologie diş. Olaybilim; görüngübilim.
phénoménologique
s.
Olaybilimsel;
görüngübilimsel.
phénoménologue ad. Olaybilimci; görüngübilimci.
philantropes. vead. İnsansever; çıkarı için değil de
hep iyilik için çalışan kimse,
philantropie diş. 1. tnsanseverlik. 2. Çıkarsızlık,
çıkar gütmezlik.
philatélie diş. Pulculuk, pul derleyiciliği,
philatélique s. Pulculuğa değgin,
philatéliste ad. Pulcu, pul derleyicisi,
philharmonie diş. 1. Müzik sevgisi, müzikseverlik.
2. Müzikseverler derneği,
philharmonique
5.
1.
Müziksever.
2.
Müzikseverlere değgin (Société,
orhchestre,
choeur philharmonique).
philippique diş. Sert söylev, acı eleştiri,
philistin s. ve er. Dar kafalı ve duyarsız kimse, odun
gibi (adam).
philistinisme er. Kütüklük, odunluk, beğeni ve
duyarlıktan yoksunluk,
philologie diş. *Örübilim, "betikbilim, "filoloji,
philologique s. "Örübilimsel, "betikbilimsel,
"filolojik (Etudephilologique d'un texte).
philologue ad. "Örübilimci, "betikbilimci, "filolog,
philosophale s. Pierre philosophale: 1. Simyacılara
göre madenleri altına çeviren taş, felsefe taşı,
"haceri felsefi. 2. mec. Bulunmaz şey, bulunmaz
Hint kumaşı,
philosophe ad. 1. Filozof; felsefeci (Philosophe
idéaliste, matérialiste). 2. Bilge. 3. s. Bilgece,
"sakin, yaşama bilgece bakan (Vous n'êtes pas
philosophe. Il est resté philosophe devant les
critiques les plus violentes).
philosopher gsz. 1. Felsefeyle uğraşmak, felsefe
yapmak. 2. Sonuç çıkmaz şeyleri tartışmak,
philosophie
1.Felsefe
(LaphilosophiedeKant).
2. Felsefe dersi ( Une dissertation de philosophie).
3. Anlayış, düşünce, görüş, felsefe (Avoir une
philosophie optimiste, pessimiste). 4. Bilgelik;
dinginlik, serinkanlılık (Il prend son mal avec
philosophie).
philosophique s. Felsefeye değgin, felsefesel
(Réflexions philosophiques sur l'univers).
philosophiquement bel. 1. Felsefe açısından, felsefe
bakımından. 2. Filosofça, bilgece, serinkanlılıkla
(Accepter philosophiquement son sort).

phosphaturie
philosophisme er. Saçma felsefe; felsefe yapma
düşkünlüğü, felsefecilik.
philtre er. Sevi iksiri, "aşk şerbeti,
phlébite diş. hek. Toplardamar yangısı, flebit,
phléborragie diş. hek. Toplardamar kanaması,
phlébotome er. hayb. Tatarcık,
phlegmon er. hek. Bağdokusu yangısı,
phlyctène diş. hek. Deri kabarcığı,
phobie diş. 1. ruhb. Yılgı, belirli nesneler yada
durumlar karşısında duyulan olağandışı, güçlü
korku. 2. Korku, çekinme (Il a la phobie des
doctrines).
phobiques, ruhb. 1. Yılgıya değgin, yılgısal. 2. ad.
Yılgdı, yılgı hastalığı olan (Les phobiques et les
obsédés).
phœnix [feniks] er. bitb. Bir tür palmiye,
pholade diş. hayb. Folas, bir yumuşakça türü.
pholiote diş. bitb. Ağaçların dibinde kümeler
halinde biten bir mantar,
phonation diş. dilb. Sesleme,
phonématique s. dilb. 1. Sesbirimsel. 2. diş.
Sesbirimbilim.
phonème er. dilb. *Sesbirim, "fonem,
phonémiques. dilb. Sesbirimsel.
phonéticien, ne ad.rfı'fö.Sesbilgisi uzmanı,
phonétique diş. dilb. 1. 'Sesbilgisi. 2. s. Sesçil
(Aspects phonétiques et graphiques des mots.
Alphabet phonétique).
phoniques. Sese değgin.
phono er. Gramafon (Il nous a passé des disques sur
son phono).
phonographe er. Fonograf, gramafon.
phonolite er, yada diş. yerb. Seslitaş, "fonolit,
phonologie diş. dilb. Sesbilim.
phonologiques. Sesbilime değgin, sesbilimsel.
phonologue ad. Sesbilimci, sesbilim uzmanı,
phonométrierfç. fiz. Sesin yoğunluğunu ölçme,
*sesölçümü.
phonothèque diş. Seslik, her türlü sesli belgelerin
saklandığı yer.
phoque er. hayb. 1. Fok. 2. Fok derisi (Manteau de
phoque).
phormion, phormium er. hayb. Yeni Zelanda
kedisi.
phosgèneer. kim. Renksiz ve zehirli bir gaz, fosgen.
phosphatage er. Fosfatlama, yapay gübre serpme,
phosphate er. kim. Fosfat (Phosphates naturels). §
Phosphate de calcium: Kalsiyum fosfat, yapay
gübre.
phosphater gçl. Fosfatlamak, yapay gübre serpmek
(Phosphater une terre).
phosphaturie diş. hek. İdrarda fosfat tuzlan
bolluğu.
phosphore
phosphore er. kim. Fosfor.
phosphoré, e s. Fosforlu.
phosphorer gsz. tkz. Kafa yormak, çok çalışmak.
phosphorescence
fiz. 1. Fosforışıl, "fosforesans.
2. Işıma, pırıldama, yakamoz,
phosphorescent, es. fiz. 1. Fosforışıl, "fosforesan. 2.
Işık saçan, ışıl ışıyan, parlayan, yakamozlu
(Animal phosphorescent. L'azur phosphorescent
des mers).
phosphoreux, euse s. İçinde fosfor bulunan,
fosforlu.
phosphoriques. Fosfor gibi parlayan. İçinde fosfor
bulunan (Allumettes phosphoriques.
Acide
phosphorique).
phosphorisation diş. Fosforlaşma, fosfor oluşumu,
phosphorite diş. yerb. Fosforit.
photo diş. —» photographie,
photochimie diş. Işığın kimyasal etkileri, ışık
kimyası.
photocopie diş. Fotokopi, 'tıpkıçekim,
photocopier gçl. -in fotokopisini yapmak, -in
tıpkıçekimini yapmak, -i "tıpkıçekmek (Faire
photocopier un contrat, un diplôme).
photocopieur er. photocopieuse diş. Fotokopi
makinası.
photo-finish er. 1. Bir yarışın bitimini fotoğrafla
saptama. 2. Bu işi saptayan aygıt,
photogénie diş. 'Resmegiderlik, "fotojeni,
photogéniques. *Resmegider, "fotojenik,
photogramme er. 1. Fotoğraf provası 2. Görüntü;
resim, film üzerindeki görüntülerin her birine
verilen ad, film üzerindeki çerçeve içinde yer alan
fotoğraf.
photographe er. Fotoğrafçı, resimci (Photographe
professionnel, amateur).
photographie, photo diş. Fotoğraf, resim (Prendre
une photo. Un album de photos. Photographie en
couleur. Appareil de photo).
photographier gçl. 1. Fotoğrafını çekmek
(Photographier un paysage, un enfant). 2. mec.
İnceden inceye tanımlamak; kafasına bütün
ayrıntılarıyla yerleştirmek,
photographique
s.
Fotoğrafa
değgin,
fotoğraflarla ilgili (Art, pellicule,
appareil
photographique).
photograveur er. Fotoğraf klişecisi, fotoğrafla klişe
yapan işçi.,
photogravure diş. 1. Fotoğrafla klişe yapma usulü.
2. Fotoğraf klişesi,
photomètre er. Işıkölçer,
photométrie diş. Işıkölçümü.
photon er. fiz. kim. Işıközü," foton,
photophobie diş. ruhb. Işıkyılgısı, ışıktan korkma.

1046

phylloxéra

photosensible s. Işığa karşı duyarlı (Surface


photosensible).
photosphère
gökb. Işıkyuvar, ışıkküre.
photosynthèse diş. "Işıkbileşim, "fotosentez,
phototactisme er. phototaxie diş. bitb. Işıkgöçüm,
ışığagöçüm.
photothèque diş. Resimlik, filim fotoğraflarının
sınıflanmış olarak saklandığı yer.
photothérapie diş. Işık tedavisi,
phototropisme er. bitb. hayb.
Işığayönelim,
ışığadoğrulum.
phrase diş. dilb. 1. Tümce, cümle (Les longues
phrases de Proust). 2. Tümce yapısı (Ordre et
construction de la phrase française). § Phrases
toutes faites: Basmakalıp sözcükler, kalıplaşmış
tümceler. Sans phrase: Düpedüz, kestirmece,
kaçamak ve yoruma kaçmadan. Faire des
phrases: Boş ve parlak sözler etmek, tumturaklı
konuşmak; yüksekten konuşmak,
phraséologie diş. 1. Tümce kuruluşu, tümce özelliği
(La phraséologie administrative, judiciaire). 2.
Boş ama parlak sözler (Il cache sa faiblesse sous
une phraséologie révolutionnaire).
phraséologique s. 1. Tümce kuruluşuna değgin;
deyimlere değgin, deyimsel
(Dictionnaire
phraséologique: Deyimler sözlüğü). 2. Boş ve
parlak sözlü,
phraser gçl. 1. müz. Tümcelemek, cümlelemek
(Phraser un air). 2. Tiyatro sanatçıları gibi
konuşmak, tumturakla söylemek (Phraser un
compliment). 3. gsz. Farfaralık etmek, boş ve
parlak sözler söylemek,
phraseur, euse ad. Farfara; boş ve parlak sözler
eden kimse,
phrastiques. dilb. Tümcesel, cümleye değgin,
phrénologie diş. İnsanın kafatasına bakarak
karakter ve yeteneğini belirtme bilgisi,
'kafatasıbilim, "frenoloji,
phrénologique
s.
Kafatasıbilime
değgin,
'kafatasıbilimsel.
phrygien, ne s. ve ad. Frikyah; Frikya ve
Frikyalılara değgin,
phtiriasis er. Bitlerin yaptığı deri hastalığı, bit
hastalığı,
phtisie diş. Verem.
phtisiologie diş. "Verembilim, tıbbın veremle
uğraşan dalı.
phtisiologue ad. "Verembilimci, verembilim
uzmanı,
phtisiques, vead. Veremli,
phyllade er. yerb. Yapraktaş.
phyllie diş. hayb. Yaprakböcek.
phylloxéra er. Asmabiti, "filoksera.
phylogenèse

1047

phylogenèse, phylogénie diş. biy. Soyoluş, soylann


oluşumu,
physicien, ne ad. Fizikçi.
physiognomonie diş. İnsanları yüzlerinden tanıma
bilimi; bu konuda yazılmış kitap,
physiologie diş. Fizyoloji, vücuttaki dokuların
normal çalışma düzenlerinden ve özelliklerinden
sözeden bilim,
physiologiques. Fizyolojiye değgin, fizyolojik,
physiologiste ad. Fizyolojici, fizyolojist.
physionomie diş. 1. Yüzgörünümü, yüz ifadesi,
fizyonomi (La physionomie est l'expression du
caractère et celle du tempérament). 2. Yüz (5a
physionomie se rembrunit, s'anima, s'illumina).
3. Kendine özgü nitelik ; görünüm (Chaque région
a sa physionomie. La physionomie de l'Europe
changera).
physionomique s. Yüzgörünümüne değgin,
fizyonomiyle ilgili,
physionomiste s. ve ad. 1. Eskiden gördüğü birini
hemen tamyabilen (kimse). 2. Birinin yüzüne
bakıp karakterini hemen anlayıveren kimse,
physiothérapie diş. Fizik tedavi; ışık, hava, su, ısı,
elektrik gibi yollarla yapılan tedavi,
physiques. 1. Fiziksel (La géographie physique. Les
propriétés physiques d'un corps). 2. Bedensel,
bedenle ilgili, maddi (Les exercices physiques
vous feront du bien. Education, culture physique.
Effort, fatigue physique. Amour physique). 3. diş.
Fizik (Laphysique atomique). 4. diş. Fizik kitabı.
S. er. Genel görünüm; yüzgörünümü, fizyonomi
(Il a un physique agréable). 6, er. Vücut yapısı,
beden görünümü; sağlık durumu; maddi
görünüm (Lephysiqueinfluesurlemoral.
Avoirle
physique de jeune premier).
physiquement bel. 1. Maddi olarak (C'est
physiquement impossible). 2. Vücutta, beden
yapısı bakımından (Un jeune homme très bien
physiquement).
phytophage s. ve ad. Bitkiçil, otçul, otla beslenen
(hayvan),
piaf er. hlk. Serçe.
piaffant, e s. Yerinde duramayan (Piaffant
d'impatience).
piaffement er. (Hayvan için) Ön ayaklarını yere
vurma, eşelenme (Lespiaffements d'un cheval).
piaffer gsz. 1. tkz. Caka satmak. 2. (At) Ön
ayaklarını yere vurmak, eşelenmek. 3. Piaffer de
qch: -den yerinde duramamak
(Piaffer
d'impatience).
piaffeur, euse s. 1. tkz. Cakacı. 2. Eşelenen, ön
ayaklarını yere vuran (Cheval piaffeur, jument
piaffeuse).
pichenette
piaillard,es. ve ad. Yaygaracı (Un peuple piaillard.
Un piaillard).
piaillement er. 1. Cıvıldama (Piaillement des
oiseaux).
2. Çığrışma, bağrışıp çığrışma
(Piaillement des petits enfants). 3. Cıvıltı, bağırtı
(Pousser des piaillements).
piailler gsz. 1. Cıvıldamak (Les moineaux piaillent).
2. Çığrışmak (Les enfants piaillent): 3. tkz.
Bağırıp çağırmak (Les paysans piaillaient).
piaillerie diş. 1. Yaygara. 2. Çığrışma, çığırtı,
bağırtı (Piaillerie des enfants).
piailleur, euse s. ve ad. tkz. Yaygaracı (Un oiseau
piailleur. Un vrai piailleur).
piane-piane bel. hlk. Yavaş yavaş, usulcacık, usul
usul.
pianissimo bel. müz. Pek yavaş.
pianiste ad. Piyanist, piyano çalan.
piano er. I. Piyano (Jouer du piano. 2. bel. müz.
Yavaş (Ce passage doit être joué piano).
pianoter gsz. tkz. 1. Yalan yanlış piyano çalmak. 2.
Piyano çalar gibi parmaklarıyla bir şeyin üzerine
vurmak (Pianoter sur une table, sur une vitre).
piastre diş. Kuruş. § Baise-la-piastre: Pinti, cimri,
piaule diş. hlk. Oda (Rentrer dans sa piaule).
piaulement er. Cıvıldama; cıvdtı (Piaulement des
poussins, des enfants).
piauler gsz. 1. Cıvıldamak, cıvıldaşmak (Oiseaux
qui piaulent). 2. Çığrışmak ( Enfants qui piaulent).
pibrock er. İskoç gaydası.
pic er. 1. Sivri kazma, külünk (Pic de mineur à deux
têtes). 2. Tek ve sivri dağ; sivri tepe, doruk (Lepic
du Midi. Les pics enneigés). 3. hayb. Ağaçkakan §
Apic: 1. Düşey olarak, dikine (La falaise tombe à
pic sur la mer). 2. Tam sırasında, en uygun
zamanda (Vous arrivez à pic). Tomber à pic: Tam
üstüne basmak; tam sırasında gelmek; en uygun
zamanda varmak; Hızır gibi yetişmek (Cet argent
tombe à pic).
pica er. hek. İştah sapıklığı, yenmeyecek şeyleri
yemeye karşı hastalıklı bir eğilim,
picador er. İsp. Boğa güreşlerinde hayvana kargı ile
saldıran atlı, pikador.
picaillons er. ç. hlk. Para, mangır (Avoir des
picaillons).
picardan, picardant er. Bir cins fransız şarabı,
picarel er. hayb. İstrongilos,
picaresque
s.
Dilencilerin,
sabıkalıların,
dolandırıcıların,
toplumdışma
itilmişlerin
serüvenlerini dile getiren (Littérature, roman
picaresque. Aventures, moeurs picaresques).
piccolo, picolo er. İt. 1 . müz. Küçük flüt. 2. hlk.
(Eski) Adi kırmızı şarap,
pichenette diş. tkz. Fiske (D'une pichenette, il fit
pichet

1048

tomber la cendre de son cigare. Il lui appliquait des


pichenettes sur le nez).
pichet er. İçki testisi (Pichet en faïence. Boire un
pichet de vin).
picholine [pikolin] er. Yeşil zeytin,
pickles er. ç. İng. Turşu (Bocal de pickles).
pickpocket er. İng. Yankesici,
pick-up [pikœp) er. İng. 1. Pikap (Mettre un disque
sur le pick-up). 2. Üstü açık küçük kamyon,
pikap.
picoler gsz. hlk. İçmek, kafayı çekmek (Il picole
dans tous les bistrots).
picorer gsz. 1. Yemlenmek, yem yemek (Les
moineaux picorent sur le fumier). 2. gçl. -i
gagasıyla alıp yemek, yemlenmek (Les poules
picorent les graines).
picote diş. 1. Eskiden yapılan kaba bir yünlü .2. hlk.
Çiçek hastalığı,
picoté, e s. Picoté de qch: -den ufak lekeleri yada
delikleri olan. Yer yer -leri olan (Visagepicoté de
rougeurs. Cuir picoté de trous).
picotement er. Karıncalanma, iğnelenme, hafifçe
uyuşma (Avoir, éprouver des picotements aux
pieds).
picoter gçl. 1. Karıncalandırmak, sıkmak,
kaşındırmak, iğnelenme duygusu vermek,
uyuşturup hafifçe acıtmak (La fumée picotait les
yeux. Les chardons picotaient les jambes). 2.
Gagalamak (Une poule qui picote du pain dur). 3.
Üst üste ve hafif hafif vurup delmek (Picoter une
feuille de papier avec une aiguille). 4. mec.
Takdmak, iğnelemek,
picotin er. (Ata verilen) Bir ölçek yulaf; yulaf
ölçeği.
picpouille, piquepouille, picpoule er. Güney
Fransa'da bağ çubuğu ve bunun üzümünden
yapılan şarap,
pictural, e s. Resme değgin, resimle ilgili (Art
pictural).
pie diş. 1. Saksağan (La piejacasse). 2. mec. Geveze
kadın (C'est une vraie pie). 3. s. Siyah-beyaz, akkara;kir-doru(Chevalpie,
vachepie, voiturepie).
4. s. Sevabı olan, hayırlı. § Fromage à pie: Otlu
peynir. Oeuvre pie: Hayır işi, hayırlı bir iş (On lui a
demandé de l'argent pour une oeuvre pie). § Faire
oeuvre pie: Hayır işlemek, sevaba girmek,
pièce diş. 1. Parça (Les pièces d'une machine. Le
vase se brisa en mille pièces). 2. Yama, yamalık
parça (Mettre une pièce à une veste, à un pneu). 3.
Oda, göz ( Un appartement de trois pièces). 4. Para
(Pièces d'argent, de nickel). 5. Bahşiş (Donner la
pièce à qn: -e bahşiş vermek). 6. Fıçı; fıçı dolusu
(Pièce de vin). 7. Belge (Pièces d'identité, pièces

pied
justificatives). 8. ask. Top (Unepièce de soixantequinze: Yetmişbeşlik top). 9.
Oyun, tiyatro yapıtı,
piyes (Une pièce en trois actes. Monter une pièce).
10. (Yazın yada müzik) Yapıt (Une pièce de vers.
Une pièce de Schubert). 11. Tane, baş (Une pièce
de bétail, pièces de gibier. Cela coûte dix francs la
pièce). 12. mec. tkz. Kişi (Une bonne pièce). §
Pièce d'eau: (Park yada bahçelerde) Havuz,
gölcük, su birikintisi. Pièce montée: Büyük bir
yapı biçiminde hazırlanmış pasta. Pièces à
conviction: Suç tanıtlan, suç belgeleri. Pièces de
rechange, pièces détachées: Yedek parça. Pièce de
résistance: Yemekte çıkarılan büyük et yemeği,
asıl yemek. Pièce de terre: Tarla, ekilmiş tarla,
ekenek (Pièce de blé). A la pièce: 1. Parça başı,
çıkardığı işe göre (Ouvrier payé à la pièce.
Travailler à la pièce). 2. Perakende,
(Marchandises vendues en gros ou à la pièce). Fait
de pièces et de morceaux: Yamalı bohça gibi,
birbirine hiç benzemeyen parçalardan oluşmuş.
Gréer, forger, inventer de toutes pièces:
Yakıştırmak, kafadan uydurmak, düşevinden
çıkarmak. Donner la pièce à qn : -e bahşiş vermek.
Etre fait d'une seule pièce, tout d'une pièce: Tek
parçadan oluşmak. Etre tout d'une pièce: Dürüst
ve açık yürekli olmak, doğrucu Davut olmak,
yalan dolan bilmemek. Faire pièce à qn: -e karşı
koymak, diretmek; -i yenmek, yola getirmek,
dize getirmek. Jouer une pièce à qn: -e bir oyun
oynamak, madik atmak. Mettre qch en pièces: -i
kırmak, parça parça etmek, un ufak etmek. Ne se
mouvoir que tout d'une pièce: Kaya gibi sert
davranmak, esneklik göstermemek. Rendre à qn
la monnaie de sa pièce: -e göze göz dişe diş karşılık
vermek, ne yapmışsa ona da aynını yapmak.
Tailler qch en pièces: -i bozguna uğratmak;
darmadağın etmek (Tailler une armée en pièces).

piécette diş. Küçük maden para (Une piécette de dix


francs).
pied er. 1. Ayak (Laplante du pied. Se tordre le pied.
Les pieds d'un enfant, d'une femme). 2. (Kimi
hayvanlarda) Ayak; paça (Pied de porc, de
mouton). 3. (Kimi nesnelerde) Alt bölüm,
dayanak, ayak (Le pied d'un verre, les pieds de la
table). 4. Alt taraf, dip etek (Les pieds d'une
montagne). 5. (Bitkilerde) Sap, gövde (Lepiedde
l'arbre. Le pied et le chapeau d'un champignon.
Un pied de vigne). 6. (Koşuklarda) Hece (Un vers
desixpieds. Les douze pieds d'un alexandrin). 7.
Aşağı yukan 30, 48 santimlik bir anglosakson
uzunluk birimi; ayak, °kadem. § Coup de pied:
Tekme. Pied ne nez: Nanik. Pied plat: Düztaban,
uğursuz adam. Au pied de: -in eteğinde (Au pied
pied
de la montagne). Au pied de la lettre: Harfi
harfine, tamamı tamamına, hiçbir değişiklik
yapmadan. Au petit pied: Kısaca, özet olarak,
daha küçük ölçüde. Au pied levé: Hazırlıksız,
hazırlık yapamadan, birdenbire, apansız. A pied:
Yayan, yaya olarak (Aller à pied). De la tête aux
pieds, des pieds à la tête: Baştan aşağı. De pied
ferme: 1. Kımıldamadan, hiç hareket etmeden. 2.
Ayak direyerek, direterek, yılmadan, gözünü
kırpmadan, "sebatla, "azimle. De pied en cape:
Başta aşağı, tepeden tırnağa. En pied: Ayakta,
ayakta durmuş olarak, ayaktaki durumda
(Portrait, statue en pied). Pied à pied: Adım adım,
yavaş yavaş, "tedrici olarak. Pieds et poings liés:
Eli kolu bağlı. Sur le pied de qn: -in olanaklarıyla,
-in sayesinde, -in sağladığı olanaklarla (Vivre sur
le pied d'un grand homme). Sur le pied de guerre:
Savaş durumunda, savaşa hazır durumda (Armée
sur le pied de guerre). Sur le même pied que: -ile eş
düzeyde, "aynı seviyede. Sur pied: Alesta, hazır.
Sur pied d'égalité, sur un pied d'égalité: Eşit
olarak, eşit haklarla, eşit koşullar içinde. Avoir
bon pied bon oeil: Eli ayağı tutmak, henüz gözü
görür kulağı işitir olmak, sağlığı yerinde olmak.
Avoir le pied marin: Deniz tutmasına karşı
dayanıklı olmak, dalga yaptığı halde midesi
bulanmamak. Avoir pied: (Suda boy verirken)
Ayağı yere değmek, kafası suyun dışında kalmak.
Avoir un pied dans la fosse: Bir ayağı çukurda
olmak, ölümü yakın olmak. Casser les pieds à qn:
-in kafasını ütülemek, canını sıkmak. Changer de
pied: Yürüyüşünü değiştirmek, tins giderken
dörtnala kalkmak. Couper l'herbe sous les pieds
de qn: -in ayağım kaydırmak, ayağının altına
karpuz kabuğu koymak. Donner un coup de pied à
qn: in kıçına bir tekme atmak. Etre à pied
d'oeuvre: İşbaşında olmak, çalışmak. Etre bête
comme ses pieds: Çok aptal olmak. Etre sur pied:
1. Ayakta olmak, uyanmak, kalkmak. 2. (Sayn)
Ayağa kalkmak, iyileşmek. Faire des pieds et des
mains: Her yola başvurmak, çok çaba göstermek.
Faire du pied à qn: 1. (Uyarmak, dikkatini
çekmek için) -in ayağına basmak. 2. (Kadına
işaret vermek yada sevişmeye çağırmak
amacıyla) Ayağına basmak, ayak vurmak, diz
vurmak. Faire le pied de grue: Ayakta kazık gibi
uzun süre beklemek. Faire un pied de nez à qn: -e
nanik yapmak. Fouler qch aux pieds: -i çiğnemek,
ezip geçmek; -i saymamak, ayak altına almak.
Lâcher pied: Geri çekilmek, pes etmek, gerekli
direnci gösterememek, biri karşısında gerilemek.
Lever le pied: Kasadaki paralan alıp kaçmak.
Marcher sur les pieds de qn: 1. -in ayağına

1049

piédestal
basmak. 2. -in ayağını kaydırıp yerine geçmeye
çalışmak; -e hakaret etmek. Mettre les pieds dans
le plat: Çam devirmek, gaf yapmak, pişmiş aşa su
katmak, işi bok etmek. Mettre les pieds quelque
part: -e gitmek, ayak basmak. Mettre qn à pied: -i
kovmak, işinden atmak, kapı dışarı etmek, -e yol
vermek. Mettre le pied dehors: Sokağa adım
atmak, dışarı çıkmak. Mettreqn au pieddumur:
-i sıkıştırmak, kıskıvrak yakalamak, elinden her
türlü kaçmak olanağını almak. Mettre pied à
terre: (Attan) İnmek, yere ayak basmak. Mettre
un pied devant l'autre: Yürümek. Mettre qch sur
pied: -i hale yola koymak, düzeltmek, düzene
koymak, çalışır duruma getirmek. Ne pas se
moucher du pied, du coude: Burnundan kıl
aldırmamak, kendini pek önemli biri sanmak. Ne
pas savoir sur quel pied danser: Ne yapacağını
bilememek. Perdre pied: 1. (Suda boy verirken)
Ayağı suyun dibinden kesilmek, su boyunu
aşmak. 2. Hiçbir yerde dikiş tutturamamak. 3.
Kafası karışmak, ne yapacağını bilemez olmak.
Prendre pied: Yerleşmek, postu sermek, kazık
kakmak, temel atmak. Remettre qn sur ses pieds:
(Düşen birini) Kaldırmak. Retomber sur ses
quatre pieds: Dört ayağı üstüne düşmek. Sécher
sur pied: 1. Üzüntüden, sıkıntıdan canı çıkmak. 2.
Sararıp solmak, eriyip bitmek. 3. (Kızlar için)
Evde kalmak, koca bekleye bekleye içi geçmek,
tohuma kaçmak. Se débrouiller comme un pied:
Yüzüne gözüne bulaştırmak. Se jeter aux pieds de
qn: -in ayaklarına kapanmak. Souhaiter, vouloir
être cent pieds sous terre: Utancından yerin dibine
geçmek. Vivre sur un grand pied: Lüks içinde
yaşamak.

pied-à-terre er. Her zaman kalınmayan ama bi r yere


uğradıkça kalman konut, baş sokacak yer (Il a un
pied-à-terre à Ankara).
pied-d'alouette er. bitb. Hezaren çiçeği,
pied-de-biche er. 1. (Onbeşinci Louis üslubunda)
Mobilya ayağı (Lespieds-de-biche d'une table). 2.
(Eskiden
zil
yerine
kullanılan
kapı
tokmaklannda) El, sap. 3. Yank başlı bir çeşit
kaldıraç, "levye.
pied-de-cheval er. Bir tür büyük istiridye,
pied-de-chèvre er. Ucu çatal demir kaldıraç,
pied-de-loup er. bitb. Kibritotu.
pied-de-poule er. Bir tür kareli yün kumaş (Les
pieds-de-poule sont à la mode).
pied-de-veau er. bitb. Ydanyastığı.
pied-droit, piédroit er. (Mimarlıkta) Duvarayak
(L'arc et les pieds-droits d'une voûte).
piédestal er. 1. (Yontu, sütun, vazo gibi şeyler için)
Althk, ayakhk (Piédestal d'une statue, d'unvase).
pied-noir
2. mec. Basamak, yükselme aracı. § Mettre qn sur
un piédestal: -i çok beğenmek, yüceltmek ; -e karşı
büyük bir hayranlık duymak. Tomber de son
piédestal: Gözden düşmek, saygınlığım yitirmek,
pied-noir er. Cezayirde doğmuş fransız, Cezayirli
fransız.
piédouche er. (Yontu, vazo gibi şeyler için) Küçük
ayaklık, küçük altlık,
pied-plat er. (Eski) Kaba saba adam, hödük,
piège er. Tuzak, kapan (Un piège à rats. Les
mâchoires du piège se refermèrent sur la patte du
loup). § Dresser, tendre uit piège à: -e tuzak
kurmak. Donner, tomber dans un piège: Tuzağa
düşmek, kapana kapılmak. Etre pris à son propre
piège: Kendi kazdığı kuyuya kendi düşmek, kendi
oyununa gelmek. Prendre qn, qch au piège: -i
tuzağa düşürmek. Se laisser prendre au piège:
Tuzağa düşmek, oyuna gelmek,
piégeage er. 1. Tuzakla avlama. 2. Tuzak kurma;
dokununca hemen patlayacak şeyler yerleştirme,
piéger gçl. 1. -e tuzak yerleştirmek, kapanlar
kurmak (Piéger un lieu. Les braconniers ont piégé
le bois). 2. -e dokununca hemen patlayacak şeyler
yerleştirmek (Les soldats en retraite avaient piégé
la porte de la maison).
piégeur er. Tuzakla, kapanla hayvanları avlayan
kimse, kapan avcısı,
pie-grièche diş. hayb. 1. Bir tür saksağan,
örümcekkuşu. 2. mec. Kavgacı ve hırçın kadın,
cadı.
pie-mère diş. İnce-zar.
piémont er. coğr. Dağ eteği,
piéride diş. hayb. Piéride du chou: Lahanakelebeği.
pierraille diş. Taş yığını, küçük taşlar,
pierr ediş. 1. Taş (Pierre à bâtir. Un tas de pierres). 2.
Kaya (Un bloc de pierre). 3. Çakıl, ufak taş (Un
chemin plein de pierres). 4. (Böbrek, mesane gibi
organlarda) Taş. 5. (Meyvalarda) Kum (Cette
poire est pleine de pierres). § Pierre à briquet:
Çakmak taşı (yapay). Pierre à chaux: Kireç taşı.
Pierre à feu, à fusil: yerb. Çakmaktaşı, °sileks.
Pierre à aiguiser: Biley taşı. Pierre angulaire:
Köşe taşı. Pierre d'achoppement: mec. Engel.
Pierre de touche: Denek taşı, "mihenk taşı. Pierre
concassée: Kırma taş. Pierre infernale:
Cehennem taşı. Pierre levée: Dikili taş. Pierre
ponce: Sünger taşı. Pierre précieuse: (Elmas,
pırlanta vb). Değerli taş. Pierre tombale: Gömüt
taşı, mezar taşı. Pierre verte: Ocak taşı, hamtaş.
Âge de pierre: Taş çağı. Âge de la pierre polie:
Cilâlı taş çağı. Âge de la pierre taillée: Yontma taş
çağı. Un coeur de pierre: Taş yürek, acımasız.

1050

piétiner
Pierre à pierre: Adım adım, yavaş yavaş, taş taş
üstüne koyarak. A un jet de pierre: Karşıda,
şuracıkta, bir taş atımlık uzaklıkta. Malheureux
comme les pierres: Çok mutsuz. Apporter sa
pierre à l'édifice: Katkıda bulunmak, katkısı
olmak, çorbada tuzu bulunmak. Avoir une
mauvaise pierre dans son sac: 1. Sağlığı kötü
olmak, hasta olmak. 2. İşleri ters gitmek. Faire
d'une pierre deux coups: Bir taşla iki kuş vurmak.
Geler à pierre fendre: (Hava için) Çok şiddetli don
yapmak. Jeter la pierre à qn: -i ayıplamak,
kınamak, suçlamak. Jeter une pierre dans le
jardin de qn: -e bir taş atmak, söz dokundurmak.
Ne pas laisser pierre sur pierre: Taş taş üstünde
bırakmamak. Poser la première pierre de qch: -in
ilk temelini atmak, kurucusu olmak. Pierre qui
roule n'amasse pas mousse: Yuvarlanan taş yosun
tutmaz.

pierrée diş. Taşoluk, taşdöşek, kuru taş lâğım,


pierreries diş. ç. Değerli taşlar,
pierreux, euse s. 1. Taşlı, taşlık (Le ruisseau avait un
lit pierreux. Un chemin pierreux). 2. Taşımsı
(Concrétion pierreuse). 3. diş. (Eski) Sokak
orospusu.
pierrier er. 1. Çakaloz. 2. Pirinçten dökülmüş
küçük gemi topu.
pierrot er. 1. hlk. Serçe. 2. Soytarı, Pierrot kılığına
girmiş maskara. 3. ask. argo. Acemi er, acemi
çaylak.
piétaille ask. tkz. Piyade, bitli piyade,
piété diş. 1. Dindarlık (Sa piété était grande). 2.
Sevgi, saygı, saygılı sevgi (La piété filiale: Anababa sevgisi. La piété envers les
morts: Ölülere
saygı).
piéter gsz. 1. (Eski) Yürümek. 2. (Şimdi) Sekmek,
sekerek yürümek (Des perdrix qui piètent). § Se
piéter: 1. Ayakları üstüne dikilmek ( Le cheval qui
sepiète). 2. Se piéter contre qch: Dişlerini sıkarak,
kasılarak -e dayanmak (Se piéter contre la
douleur).
piétinant, es. 1. Tepinen (Foulepiétinante). 2. Hiç
ilerlemeyen, yerinde sayan (Enquêtepiétinante).
piétinement er. 1. Ayaklarıyla çiğneme. 2.
Tepinme. 3. mec. Yerinde sayma,
piétiner gsz. 1. Tepinmek. 2. Yerinde saymak,
hiçbir ilerleme gösterememek (L'affaire, la
négociation piétine). 3. Piétiner de qch: -den
tepinmek (Piétiner de colère, d'impatience). 4.
gçl. -i ayaklarıyla çiğnemek, çiğneyip geçmek
(Piétiner un cadavre; les enfants ont piétiné les
plates-bandes du jardin). 5. mec. -i çiğnemek,
saymamak,
-e
hiç
aldırmamak,
saygı
göstermemek (Piétiner les lois, les convictions
piétisme
religieuses).
piétisme er. Protestanlığın gizemci bir kolu,
"zühdiye, "piyetizm.
piéton er. 1. Yaya (Un piéton s'est fait écraser par
l'autobus). 2. (Eski) Piyade. 3. s. Piéton, ne:
Yayalar için, yayalara ayrılmış (Sentier piéton,
porte piétonne).
piétonnier, ère 5. Yayalara ayrılmış, yayalara özgü
(Des
rues piétonniéres.
La
circulation
piétonnière).
piètre s. 1. Değersiz, bayağı, basit (Un piètre
écrivain). 2. Bozuk, kötü (Avoir une piètre santé).
piètrement bel. Bayağıca; şöyle böyle, pek de iyi
olmayan bir biçimde (Une symphonie piètrement
exécutée).
pieu er. 1. Kazık (Attacher un mouton à un pieu). 2.
hlk. Yatak (Se mettre au pieu: Yatağa girmek,
yatmak).
pieusement bel. 1. Dindarca, sofuca (Il mourut
pieusement).
2. Saygı ve sevgiyle (Garder
pieusement les objets familiers d'un disparu).
pieuter(se) gsz. hlk. Yatmak,
pieuvre diş. hayb. 1. Ahtapot. 2. mec. Aç gözlü,
doymak bilmez,
pieux, euse s. 1. Dindar, sofu (Des personnes
pieuses). 2. Dindarca, sofuca (De pieuses
pensées). 3. Saygılı, saygı ve sevgi dolu (Unpieux
silence. Garder le pieux souvenir de son père).
pièze diş. Basınç birimi.
piézomètre er. Sıvıların sıkıştırılabilirlik derecesini
ölçmeye yarayan alet.
pif ünl. 1. (Genel olarak ya yineleyerek yada paf
sözcüğüyle birlikte kullanılan bir ünlemdir). Pat,
küt. Pat, çat (Pif!paf! deux gifles sonores). 2. er.
hlk. Burun, koca burun. § Avoir qn dans le pif:
-den tiksinmek, yüzünü görmeye dayanamamak.
S'arrondir le pif: İçmek, içmekten burnu
kızarmak.
pifer, piffer gçl. hlk. (Hep olumsuz olarak
kullanılır) § Ne pas piffer qn: -i hiç sevmemek,
yüzünü görmeye dayanamamak (Je ne peux pas le
piffer).
pifomètre er. hlk. Göz kararı, kestirme, kararlama
§ Au pifomètre: Göz kararıyla, kesirmece,
kararlama olarak, "tahminen (Au pifomètre, ça
pèse dix kilos).
pige diş. hlk. 1. Yıl (A cinquante piges, il a encore
bon pied bon œil). 2. argo. Basımcılıkta, bir
dizgicinin belirli bir sürede çıkarması gereken iş.
3. (Gazetecilikte) Yazılan satır sayısına göre
ödeme yapma. § Etre à la pige, travailler à la pige:
Satır sayısına göre para almak, çalışmak. Faire la
pige à qn: argo. -den üstün olmak, -e taş çıkarmak,
1051

pile

-in pabucunu dama atmak,


pigeon er. 1. Güvercin (Le pigeon roucoule). 2 .mec.
Enayi, kaz (Il a été le pigeon dans l'affaire). 3.
(Sevgi terimi) Tonton, nonoş, yavru, güvercin
(Mon pigeon, mon petit pigeon). 4. Alçı. 5.
Kireçte çıkan taş parçası. § Pigeon voyageur:
Posta güvercini. Cœur de pigeon: Bir kiraz türü.
Gorge de pigeon: Güvercin boynu (renk). Jouer à
pigeon vole: Uçtu uçtu ne uçtu oynamak. Prendre
qn pour un pigeon: -i enayi yerine koymak,
pigeonnant, e s. (Göğüs için) Kalkık, kabarık,
şişkin.
pigeonne diş. Dişi güvercin.
pigeonneau er. 1. Güvercin palazı. 2. mec. Saf
delikanlı, toy.
pigeonner gçl. tkz. Aldatmak, kandırmak, faka
bastırmak.
pigeonnier er. 1. Güvercinlik. 2. Üstkatlarda küçük
daire (Venez me voir dans mon pigeonnier).
piger gçl. hlk. 1. Anlamak, kavramak (Je ne pige
rien aux mathématiques). 2. -e yakalanmak,
tutulmak (Piger un rhume, une grippe).
pigiste ad. Yazdığı satır sayısına göre para alan
gazeteci; dizdiği satır sayısına göre para alan
dizgici.
pigment er. Boyamaddesi, vücut dokularına renk
veren madde, "pigment,
pigmentaire s. Boyamaddesine değgin (Cellules
pigmentaires).
pigmentation diş. 1. Boyamaddesi oluşumu yada
birikmesi.
2.
Boyamaddesiyle
boyanma,
renklenme.
pignocher gsz. 1. İsteksizce yemek. 2. gçl. (Resim)
Küçük fırça darbeleriyle ve ince bir dikkatle
yapmak (Pignocher un tableau).
pignon er. 1. Kalkan; beşik çatının üçgen
biçimindeki dama değin uzanan duvarlı yüzü. 2.
Çamfıstığı. 3. (Çamfıstığı veren) Çam. 4.
(Çarkta) Dişli küçük tekerlek,
pignoratif,ive s. huk. Rehinli, "terhini (Contrat
pignoratif).
pignoration diş. huk. Satıcının, malı geri satın
alabilmesi koşuluyla yapılan satış sözleşmesi,
rehinli satış,
pignouf er. hlk. Hödük, ayı gibi adam, kereste,
pilaf er. Pilav.
pilage er. Havanda dövme (Lepilage du mil).
pilaire s. Kıla değgin, tüye değgin. •
pilastre er. 1. (Mimarlıkta) Duvarayağı. 2.
(Mimarlıkta) Yarımayak.
pile diş. 1. Paranın arma, resim yada tura bulunan
yüzü. 2. Yığın (Des piles de dossiers, de livres,
d'assiettes). 3. fiz. Pil (Poste de radio à piles. Pile
piler

1052

sèche). 4. Dayak, kötek (Flanquer, recevoir une


pile). 5. Büyük yenilgi (Leur armée invincible a
reçu une pile). 6. Taş tokmak. 7. Kemer ayağı (Les
piles d'un pont). 8. bel. hlk. a) Zınk diye,
birdenbire, hoppadak (Ce geste l'arrête pile), b)
Tam, tam tamına ( Il est arrivé à trois heures pile). §
Jouer à pile ou face: Yazı tura oynamak. Tomber
pile: Denk düşmek; tam sırasında olmak, "isabet
olmak; atıp tutturmak, isabet ettirmek ( Ça tombe
pile).
piler gçl. 1. Havanda dövmek, havan eliyle dövmek
(Piler du henné). 2. tkz. Dövmek, dayak atmak,
pilet er. Bir tür yaban ördeği,
pileux, euse .5. 1. Kıllara değgin, tüye değgin. 2.
Kıllı, tüylü.
pilier er. 1. (Yapılarda) Ayak, direk (Les piliers
massifs du temple). 2. mec. Temel direk,
ortadirek, vazgeçilmez kişi (Ces vieux militants
sont les piliers du parti). 3. mec. Bir yere her
zaman giden kimse, bir yerin gediklisi, "müdavim
(Un pilier de café, de cabaret, de bistrot).
pilifêre s. bitb. Tüylü.
pillage er. 1. Yağma; yağma etme, yağmalama
(Pillage d'une ville). 2. mec. Yağma, soygun;
yağmalama, soyma.§ Livrer, mettre qch au
pillage: -i yağmalatmak, yağmaya vermek,
pillard, e s. ve ad. Yağmacı; soyguncu (Une bande
de pillards. Des nomades pillards).
piller gçl. 1. Yağma etmek (Les occupants pillèrent
la ville). 2. Soymak, yolmak, parasını sızdırmak
( On le pillait à cause de sa naïveté) .3 .ed. Aşırma
yapmak, "intihal etmek (Piller un auteur, une
œuvre).
pilleur, euse ad. 1. ed. Aşırmacı, intihalci. 2.
Soyguncu.
pilon er. 1. Havan eli, dibek tokmağı. 2. tkz. Tahta
bacak. 3. Piliç budunun alt kısmı. 4. argo.
Başparmak. 5. argo. Dilenci. § Mettre un livre au
pilon: (Yayıncı) Satılmayan bir kitabın tümünü
yada bir bölümünü yok etmek,
pilonnage er. Bombalama, bombalarla yıkıp ezme
(Le pilonnage d'une ville par l'aviation).
pilonner gçl. 1. Havan eliyle, tokmakla dövmek
(Pilonner des légumes). 2. Top ateşine tutmak,
bombalamak,
topla dövmek
(L'artillerie
pilonnait les positions ennemies). 3. argo.
Dilenmek.
pilori er. Eskiden suçluları halka göstermek için
bağladıkları direk. § Clouer, mettre qn au pilori: -i
âleme karşı rezil etmek,
piloselle diş. bitb. Farekulağı,
pilosisme er. hek. Vücudun belli bir bölgesinde aşın
kıl büyümesi, kıllanma.
pinacle

pilosité diş. Tüylülük, kıllılık (Pilosité excessive).


pilot er. 1. (Kazık temelde) Sivri ve ucu demirli
büyük kazık. 2. Kâğıt yapımında kullanılan
paçavra.
pilotage er. 1. (Bir yere) Kazıklar çakma, kazık
temel yapma. 2. (Liman yada kanalda) Gemilere
yol gösterme, kılavuzluk (Lepilotage des navires
dans le canal de Suez). 3. Pilotluk, uçak yada gemi
sürme (Pilotage d'un avion. Pilotage sans
visibilité, téléguidé).
pilote er. 1. Gemi kılavuzu. 2. (Uçakta) Pilot,
uçman (Pilote de guerre, de chasse). 3. mec.
Kılavuz. 4. Sürücü (Pilote d'un char, d'une voiture
de course). 5. Kılavuzbalığı, gemileri izleyen
büyük balık. 6. s. Örnek (Un village-pilote, une
usine-pilote). § Servir de pilote à qn: - kılavuzluk
etmek, yol göstermek,
piloter gçl. 1. -e kazıklar çakmak (Piloter un
terrain). 2. (Taşıtları) Sürmek (Piloter un avion,
un navire,unevoiture). 3.Piloter qn:-e kılavuzluk
etmek (J'ai piloté à Paris un chef arabe). 4. gsz.
Pilotluk etmek, uçak kullanmak (Il sait piloter).
pilotin er. 1. (Eskiden) Dümenci yamağı. 2.
(Ticaret gemilerinde) Subay adayı,
pilotis er. Kazık temel (Une maison bâtie sur
pilotis).
pilou er. Bir tür havlı pamuklu.
pilulaire s. 1. Haplara değgin (Masse pilulaire). 2.
er. Hayvanlara hap yutturma aleti,
pilule diş. Hap (Un tube de pilules). § Avaler la
pilule: l.Biryalanı yutmak, biryalana kanmak. 2.
Hapı yutmak, çuvallamak. Dorer la pilule à qn:
Kötü bir şeyi allayıp pullayıp birine yutturmak.
Prendre une pilule: tkz. Burnu kırılmak,
başarısızlığa uğramak, çuvallamak.
pilulier er. Hap aleti, hap yapmaya yarayan alet.
pilum er. (Eski Roma askerlerinin kullandığı) Ağır
mızrak.
pimbêche diş. 1. Kendinibirşeysanankerkenezgibi
kadın. 2. s. Densiz, haddini bilmez (Elle est un peu
pimbêche).
piment er. bitb. 1. Biber (Piment rouge, piment
doux). 2. mec. Tuz biber, çekicilik, renk (Mettre
du piment à une aventure).
pimenter gçl. 1. Biber katmak ( Pimenter un plat). 2.
Açık saçıkhk katmak; eğlenceli, çekici kılmak
(Pimenter un récit).
pimpant, e s. Zarif, güzel, şirin, cana yakın (Une
ville pimpante).
pimprenelle diş. bitb. Aptesbozanotu.
pin er. Çam (Un bois de pin). §Pommedepin: Çam
kozalağı.
pinacle er. 1. Bir tapınağın, özellikle Kudüs
pinacothèque
tapınağının en yüksek yeri. 2. mec. Yüksek
mevki; ikbal § Au pinacle: mec. Yüksek bir
durumda, şan şeref içinde, ikbal içinde (Etre au
pinacle). Porter qn au pinacle: -i çok övmek,
övgülere boğmak, göklere çıkarmak,
pinacothèque diş. Resim müzesi,
pinailler gsz. hlk. Kılı kırk yarmak; öküzün altında
buzağı aramak,
pinailleur, euses. vead. hlk. Kılı kırk yaran; öküzün
altında buzağı arayan (Un garçon pinailleur).
pinard er. hlk. Şarap (Prendre du pinard).
pinardier er. hlk. 1. Şarap gemisi. 2. Şarap
toptancısı, toptan şarap satıcısı,
pinasse diş. Dar, uzun ve hafif bir tür kayık,
pinçage er. Tomurcuk kırma; filiz budama,
pince diş. 1. Cımbız; pens (Pince du chirurgien). 2.
(Kimi böceklerde) Kıskaç (Pinces des écrevisses,
d'unhomard, d'uncrabe). 3. Maşa, kıskaç (Pinces
de forgeron). 4. tkz. El (Serrer la pince à qn: -in
elini sıkmak). 5. (Kumaşlarda) Kıvrım, pens
(Faire des pinces à une veste). 6. ç. hlk. Ayak,
bacak (Aller à pinces: Yaya gitmek). 7. Bir tür
kaldıraç, küskü (Pince de carrier, de paveur). 8.
(Hayvanlarda) Tırnak ucu (Lespinces d'un cerf).
9. At toynağının ön kısmı. 10. Nalın ön kısmı. 11.
Otçul hayvanların ön dişleri (Les pinces d'un
cheval). § Pince à épiler: Cımbız. Pince à linge:
Mandai. Pince à sucre: Şeker maşası,
pincé, e s. 1. Yapmacıklı, kendini zorlayan (Il est
pincé dans la conversation). 2. Soğuk, yüzü
gülmez, kendini beğenmiş, herkesi küçümseyen
(Il est sorti du salon d'un air pincé). § Lèvres
pincées: İnce ve sıkık dudaklar,
pinceau er. 1. Resim fırçası (Peindre à l'aide d'un
pinceau). 2. Duvar boyacısı fırçası. 3. Resim. 4.
Resim tekniği (Le pinceau d'un artiste). S. hlk.
Ayak. 6. argo. Süpürge,
pincée diş. (İki parmak ucuyla alınabilen miktar
anlamında) Tutam, çimdik (Unepincée de sel, de
poivre).
pince-fesses er. hlk. Balo, eğlence,
pince-maille er. Pinti.
pincement er. 1. Tırnaklarıyla yada parmak
uçlanyla çimdikleyip çalma, tımbırdatma (Le
pincement des cordes du violon). 2. Tomurcuk
kırma yada filiz budama (Pratiquer le pincement
sur la vigne, sur les arbres fruitiers). § Pincement
au coeur: Yürek sancısı, iç sıkıntısı,
pince-monseigneur er. Hırsızların kapı kırmakta
kullandıkları çelik küskü.
pince-nez er. Kelebek gözlük (Les yeux fixes
derrière un pince-nez).
pincer gçl. 1. Çimdiklemek (Son petit frère l'avait

1053

pin-up
pincé jusqu'au sang). 2. Sıkıştırmak, kıstırmak
(La porte lui avait pincé le doigt). 3. Dar gelmek,
sıkmak (Sa robe pinçait sa taille). 4. (Telli
çalgıları) Tırnaklarıyla yada parmaklarıyla
çimdikleyip çalmak, tımbırdatmak (Pincer les
cordes d'une
guitare,
d'un
violon).
5.
(Parmaklarıyla yada maşa vb ile) Tutmak,
sıkıştırmak (Sepincer le nez). 6. tkz. Yakalamak,
enselemek (La police vient de pincer le voleur). 1.
(Soğuk için) Isırmak, bıçak gibi kesmek (Le froid
nous pinçait au visage). 8. Sıkmak, büzmek
(Pincer les lèvres, la bouche). 9. Pincer de qch:
(Telli çalgıları) Çalmak (Pincer de la guitare, de la
harpe). 10. gsz. (Hava) Bıçak gibi soğuk olmak,
ısıran bir soğuk yapmak (Ça pince dur, ce matin).
§ En pincer pour qn: -e tutulmak, vurulmak, abayı
yakmak, aşık olmak,
pince-sans-rire ad. Belli etmeden ve kendi
gülmeden alay eden kimse, ince alaycı,
pincette diş. (Genellikle çoğul olarak kullanılır). 1.
Küçük pens, cımbız (Pincette d'horloger). 2. Ateş
maşası (Avec les pincettes, il prit une braise pour
allumer sa pipe). § N'être pas à prendre avec des
pincettes: 1. Çok pis olmak, pasaklı olmak. 2. Çok
huysuz olmak, yanına yaklaşılır gibi olmamak,
pinçon er. Çimdik yeri, çimdik izi.
pindariser gsz. Coşkulu ve kapalı bir anlatım
kullanmak,
pindarisme er. Coşkulu ve kapalı anlatım,
pineau er. Şarabı güzel bir üzüm türü; bu üzümden
yapılan şarap (Boire du pineau).
pinède diş. Çamlık, çam ormanı,
pingouin er. hayb. Penguen,
ping-pong er. Masa tenisi, °ping-pong (Table,
raquette de ping-pong. Jouer au ping-pong).
pingre s. ve ad. Cimri, pinti, çingene (Un vieux
pingre. Elle est très pingre).
pingrerie diş. Cimrilik, pintilik, çingenelik,
pinière diş. Çamlık.
pinnipèdes er. f. hayb. Yüzgeçayakldar.
pinson er. hayb. İspinoz. § Etre gai comme un
pinson: Çok şen şakrak olmak, cıvıl cıvıl olmak,
pintade diş. hayb. Beç tavuğu,
pintadeau er. Beç palazı,
pintadine diş. İnci istiridyesi,
pinte diş. 1. Sıvıları ölçmede kullanılan eski bir
ölçek. 2. Bu ölçeğin içindeki miktar (Boire une
pinte de vin). § Se payer une pinte de bon sang: Çok
iyi eğlenmek, çok gülüp eğlenmek,
pintergsz. hlk. 1. Çok içmek. 2. gçl. İçmek (Pinter
du vin rouge).
pin-up [pincep] diş. 1. Kapak resmi yapılan yarı
çıplak kadın resmi. 2. Güzel vücutlu ve cinsel
piochage
çekiciliği olan genç kız.
piochage er. 1. Harıl harıl çalışma. 2. Kazmalama,
kazma ile kazı. 3. Kazma işi.
pioche diş. Kazma (Donner un coup de pioche dans
le sol). § Tête de pioche: tkz. Keçi gibi inatçı
(kimse).
piocher gçl. 1. Kazmalamak, kazma ile kazmak
(Piocher la terre). 2. tkz. Harıl harıl çalışmak,
ineklemek (Piocher la géométrie, l'histoire). 3.
gsz. Araştırmak, bulup çıkarmak (Piochant dans
le tas, péchant de-ci de-là un fascicule).
piocheur, euse ad. 1. Kazma ile iş gören toprak
işçisi. 2. tkz. Çok çalışan, durmadan inekleyen,
inek. 3. diş. Toprak kabartma makinası.
piolet er. Uzun kazmalı dağcı değneği,
pion er. 1. (Satrançta) Paytak, "piyon. 2. (Damada)
Taş (Avancer un pion). 3. (Eski) Piyade. 4. hlk.
(Yatılı
okulda)
Gözcü,
"mubassır.
5.
(Hindistan'da) Uşak. § Damer le pion à qn: -in
pabucunu damak atmak; -i geçmek, -e üstün
gelmek. N'être qu'un pion sur l'échiquier:
Dizginleri
başkalarının
elinde
olmak,
başkalarının elinde zavalı bir kukla olmak,
pioncergsz. hlk. Uyumak.
pionne<% (Kız yurdunda yada kız okulunda)
Gözcü, mubassır (kadın),
pionnier er. 1. ask. İstihkâm eri. 2. İşlenmemiş
toprakları açıp işleten kimse, tarla açıcı. 3. mec.
Öncü, yol açıcı (Lespionniers de l'aviation, d'un
courant littéraire).
pioupiou er. hlk. (Eski) Piyade eri; asker,
pipa er. hayb. Peteklikurbağa.
pipe diş. 1. Eski bir sıvı ölçü birimi. 2. (Eski) İçi
delik kamış, saz; boru. 3. (Eski) Boğaz, yutak. 4.
Pipo (Fumer la pipe. Bourrer sa pipe). S. hlk.
Sigara. 6. (Yakıt, havalandırma için) Boru (Pipe
d'aération). § Tête de pipe: hlk. Adam, kişi. Par
tête de pipe: Adam başına (Ça fait dix par tête de
pipe). Casser sa pipe: tkz. Ölmek, öte dünyayı
boylamak. Se fendre la pipe: tkz. Kahkahalarla
gülmek.
pipeau er. 1. Kaval (Jouer du pipeau). 2. (Kuş
avlamakta kullanılan) Çığırtkan düdüğü (Attirer
les oiseaux avec un pipeau). 3. ç. Ökse, tuzak (Un
oiseau pris aux pipeaux).
pipée diş. 1. Kuşları çığırtkan düdüğü ile tuzağa
düşürerek yapılan av. 2. Bir pipoluk, bir pipo
dolusu (Donnez-moi une pipée de tabac).
pipelet, te ad. hlk. Kapıcı.
pipe-line [pajplajn, piplinj er. İng. Boru hattı
(Transport du pétrole, du gaz par des pipe-lines).
piper gçl. 1. (Kuşları) Çığırtkan düdüğü çalarak
tuzağa düşürmek (Piper les grives). 2. mec.

1054

piquer

Aldatmak, kandırmak. § Etre pipé sur le tas: argo.


Suç üstü yakalanmak. Ne pas piper, ne pas piper
mot: Tek söz söylememek, ağzını açmamak,
susup durmak. Piper des cartes: (İskambilde)
Kâğıt düzmek, kâğıt kurmak. Piper des dés: Zar
tutmak. Se faire piper: argo. Enselenmek, yakayı
ele vermek, yakalanmak,
pipéracées diş. ç. bitb. Karabibergiller,
piperie diş. Hile, aldatmaca, oyun.
pipette diş. Pipet, ince cam boru.
pipeur, euse ad. Hileci, dalavereci, oyuncu,
pipi er. 1. (Çocuk dilinde) Çiş. 2. Sidik, idrar, çiş (II
y a du pipi de chien sur le mur). § Faire pipi:
İşemek, çişini yapmak,
pipi, pipit, pitpit er. hayb. İncirkuşu.
pipier,ère s. ve ad. 1. Pipo yapım işçisi. 2. Pipo
yapımına değgin (Industrie pipière).
pipistrelle diş. hayb. Cüce yarasa,
piquage er. Makine ile dikme (Le piquage de la jupe
a demandé une heure).
piquant, e s. 1. Ucu sivri, delici, batıcı (La tige
piquante d'un rosier). 2. Acı, sert, keskin (Une
sauce piquante). 3. Çekici, ilginç, ilgi çeken (Une
toilette piquante. Une brune vive et piquante). 4.
Dokunaklı, ısırıcı, nükteli, alaylı (Des mots
piquants). S. er. Diken (Les piquants de
l'aubépine). 6. er. İlginç yan, önemli olan (Le
piquant de l'affaire, c'est qu'il ne doute de rien).
pique diş. 1. Mızrak. 2. Güceniklik, kırgınlık (C'est
notre pique avec son père qui trouble tant ta
femme). 3. mec. Taş, laf, kinci söz (Lancer des
piques à qn: -e laf atmak, taş atmak, söz
dokundurmak). 4. er. (Kâğıt oyununda) Maça (II
me restait deux piques).
piqué er. 1. (Kumaşta) Pike. 2. (Uçak) Tepe üstü
dalış yapma, pike (Bombardement, attaque en
piqué).
piqué, e s. 1. (Böcekler tarafından) Yenmiş,
kemirilmiş (Un tissu piqué). 2. Benek benek
lekelenmiş, kirlenmiş, küflenmiş (Un livre
piqué). 3. Ekşimeye başlamış (Ce vin blanc est
piqué). 4.s. vead. tkz. Kaçık, deli, kafayı üşütmüş
(Il est un peu piqué).
pique-assiette er. Asalak, çanak yalayıcı,
pique-feu er. Ateş karıştıracak, ateş maşası
(Remuer des bûches avec un pique-feu.).
pique-nique er. Ortaklaşa düzenlenen yemekli kır
gezisi, yemekli kır eğlencesi, "piknik (Faire un
pique-nique).
pique-niquer gsz. Yemekli kır gezisi yapmak,
pikniğe gitmek, piknik yapmak,
pique-niqueur, euse ad. Piknikçi, piknik yapan,
piquer gçl. 1. Acıtmak, yakmak (La fumée qui
piquet
pique les yeux. Le poivre qui pique la langue. Un
froid vif qui pique les joues). 2. Çekmek,
uyandırmak (Piquer la curiosité, l'intérêt de
quelqu'un).
3. -e dokunmak, -i incitmek,
yaralamak (Cette simple remarque a piqué son
amour propre). 4. Teyellemek (Piquer un tissu,
une jupe, un vêtement). 5. -e yakalanmak,
tutulmak (Piquer un rhume, une grippe). 6.
Sokmak, sançmak (Une abeille vient de piquer
l'enfant. Unserpentl'apiqué). I.hlk. Yakalamak,
enselemek (La police a piqué le voleur). 8.
Çalmak, araklamak (On lui a piqué son
portefeuille). 9. -e sivri bir şey batırmak (Elle a
piqué son frère avec une épingle). 10. Aşılamak,
iğne yapmak (Piquer un chien, un chat. Piquer un
enfant contre la variole). 11. Tutturmak (Piquer
une photo au mur). 12. Kemirmek, yemek (Les
vers, les insectes ont piqué ce meuble). 13. Eşmek,
kuvvetle vurmak (Le mulet piquait le sable de durs
coups de sabots). 14. Isırmak, acıtmak (Une ortie
qui lui piquait les jambes). 15. Sopayla dürtmek,
övendireyle dürtmek (Piquer ses boeufs). 16.
Piquer qch dans qch: Bir şeyi -e batırmak,
saplamak (Piquer sa fourchette dans un bifteck).
17. Piquer qch de qch: Bir şeyin içine parça parça
. .koymak (Piquer un rôti de lard, d'ail). 18. gsz.
Dikine inivermek, pike yapmak (Un avion qui
pique). 19. gsz. Tepetaklak gitmek, birdenbire
düşüvermek (Une mouette piquait dans l'eau
comme une pierre). § Piquer qn au vif: -i çok
kırmak, gücendirmek, onurunu yaralamak.
Piquer des deux: Atını mahmuzlamak. Piquer la
muette: Birdenbire susmak. Piquer le nez:
Uyuklarken başı düşmek. Piquer un dessin:
İğneyle küçük delikler açarak bir resim yapmak
ve sonra kesip çıkarmak. Piquer une tête: Kafa
atmak; kafası üstü düşmek. Piquer un fard:
Utancından kıpkırmızı kesilmek. Piquer un laïus:
Kısa bir söylev çekmek. Piquer un roupillon:
Şöyle bir kestirmek, ufak bir şekerleme yapmak.
Piquer un renard: Kusmak, tavus kuyruğu
çıkarmak. Piquer un soleil: Utancından
kıpkırmızı kesilmek. Se piquer d'honneur: 1. -i
büyük bir coşkuyla yapmak, "gayrete gelmek. 2. -i
bir onur sorunu yapmak. Se piquer le nez: İçip
sarhoş olmak, matiz olmak, burnunun ucunu
görememek,
piqueter. 1. Kazık (Attacher un cheval à un piquet).
2. (Okullarda) Yüzünü duvara dönüp ayakta
durma cezası (Mettre un enfant au piquet). 3. ask.
Hazır kuvvet. 4. Bir iskambil oyunu, piket (Jouer
au piquet, faire une partie de piquet). § Piquet de
grève: Grev gözcüsü.

1055

pirouetter
piquetage er. Kazık kakma; kazıklarla işaretleme
(Lepiquetage d'une route).
piqueter gçl. 1. ...boyunca kazıklar dikmek
(Piqueter une allée). 2. Benek benek yapmak. 3.
Etre piqueté de qch: İçinde yer yer -1er bulunmak ;
-lerle beneklenmek (Le ciel est piqueté d'étoiles,
d'avions).
piquette diş. 1. Cibre suyu. 2. Kötü şarap. 3. hlk.
Yenilgi, başarısızlık. § Prendre une piquette:
Yenilgiye uğramak, başarısızlığa uğramak,
piqueur er. 1. Atlı uşak. 2. İşçibaşı.
piqueur, euse ad. Dikici, kesilmiş kumaşları
makinada dikip bastıran işçi.
piquier er. Mızraklı asker,
p i q û r e ^ . 1. İğne batması (Une piqûre d'épingle).
2. Böcek sokması, sançma (Une piqûre d'abeille,
de moustique). 3. Böcek, güve vb yeniği (Piqûre
de ver, de taret). 4. Küçük delik (Souliers à
piqûres). 5. Böcek pisliklerinin yaptığı leke,
benek (Piqûres de mouches). 6. Teyel (Piqûre à la
main, à la machine). 7. (İlâç vermek için yapılan)
İğne (Je lui ai fait sa piqûre. Une piqûre
antitétanique, intraveineuse).
piranha, piraya er. hayb. Piraya; Güney
Amerika'da yaşayan, 30 santim boyunda, insana
saldıran ve hatta yiyen yırtıcı bir balık,
pirate er. 1. Korsan (La tête de mort est l'emblème
bien connu des pirates). 2. Korsan gemisi (Bateau
pirate da denir). 3. Vurguncu, soyguncu (Ce n'est
pas un commerçant, c'est un pirate). 4. s. Korsan,
kaçak, izinsiz iş gören (Emetteurpirate). § Pirate
de l'air: Hava korsam.
pirater gsz. Korsanlık yapmak,
piraterie diş. 1. Korsanlık. 2. Vurgunculuk,
soygunculuk. § Piraterie aérienne: Hava
korsanlığı.
pire s. 1. Daha kötü (Un remède pire que le mal). 2.
(Tanımlık aldığında) En kötü (Il commettait alors
les pires imprudences. Le travail est la meilleure et
la pire des choses. Il est le pire de mes ennemis). 3.
er. En kötü şey; en kötü; işin en kötüsü (Craindre,
envisager le pire. Le pire, c'est que tout cela aurait
pu ne pas arriver).
piriforme s. Armut biçiminde,
pirogue diş. Oyma kayık,
pirouette diş. 1. Bir çeşit fırdöndü; topaç. 2. Tek
ayak üstünde yapılan tam yada yarım dönüş
(Pirouettes d'un clown. Il fit une pirouette et
disparut). 3. mec. Yüzseksen derecelik dönüş,
birdenbire düşünce değiştirme. 4.
mec.
Kaçamak; kaçamak söz (Répondre par une
pirouette).
pirouetter gsz. 1. Fır dönmek; tek ayağı üstünde
pis
dönüşler yapmak. 2. Âni dönüşler yapmak,
pis er. (Süt veren hayvanlarda) Meme (Les pis de la
vache, de la chèvre).
pis bel. 1. Daha kötü (Cela va pis qu'avant). 2. s.
Daha kötü (On dit que c'est bien pis en Italie).3.er.
Daha kötüsü; en kötüsü (Le pis pour les jeunes
filles, c'est de pleurer sans savoir pourquoi). §Au
pis aller: En kötü olasılıkla, durumun en kötüsü
de düşünülse (Au pis aller, nous serons arrivés
dans une heure). De mal en pis: Git gide daha
kötüye doğru (Ses affaires vont de mal en pis). Dire
pis que pendre de qn: -in hakkında çok kötü şeyler
söylemek, söylemedik şey bırakmamak. Faire
pis: Daha beter etmek. Mettre les choses au pis:
En kötü olasılıkları düşünmek; işi en kötü
yanından ele almak,
pis-ailer er. Kötünün iyisi, "ehveni şer.
piscicole s.
Bahk
yetiştiriciliğine
değgin
(Etablissement piscicole).
pisciculteur er. Bahk yetiştiricisi,
pisciculture diş. Balık yetiştiriciliği,
pisciforme s. Bahk biçiminde (Des mammifères
pisciformes).
piscine diş. 1. (Eskiden) Balık havuzu. 2. Yüzme
havuzu (Aller à la piscine, nager enpiscine. Piscine
couverte, piscine en plein air). 3. Vaftiz leğeni,
piscivore s. 1. Balık yiyen, balıkla beslenen,
balıkçıl. 2. er. Balıkla beslenen hayvan,
pisé er. Kerpiç (Maison en pisé, mur en pisé).
pissat er. (Hayvanlar için) Sidik (Pissat d'âne, de
cheval).
pisse diş. hlk. Sidik, çiş.
pisse-froid er. tkz. Soğuk ve suratsız adam, bokun
teki.
pissement er. İşeme, çişini yapma,
pissenlit er. bitb. Karahindiba (Salade de pissenlit).
§ Manger des pissenlits par la racine: hlk. Ölüp
gömülmüş olmak, çoktan öbür dünyayı boşlamış
olmak.
pisser gsz. 1. İşemek, çişini yapmak (Enfant qui
pisse au lit. Chien qui pisse contre un mur). 2. Su
sızdırmak, içindeki sıvıyı sızdırmak, akmak (Le
réservoir d'eau pisse). 3. Pisser qhc: a) -işemek
(Pisser du sang), b) -sızdırmak, kaçırmak,
akıtmak ( Ce réservoir pisse l'eau de tous les côtés.
Son nez pisse le sang). § En pisser: Gülmekten
altına işemek. Laisser pisser le mérinos:
Beklemek, acele etmemek, işi oluruna bırakmak.
Pisser à l'anglaise: Sessizce çekip gitmek,
sıvışmak. Pisser au bénitier: hlk. Zemzem
kuyusuna işemek, dikkat çekmek için olmadık
şey yapmak. Pisser de la copie: Yazar taslağı
olmak, yazarım diye geçinmek ama doğru dürüst

1056
pitance

hiçbir şey yazamamak. Pisser de l'oeil: Ağlamak,


gözyaşı dökmek. Pisser du sang: mec. hlk. Çok
çekmek, kan kusmak, anasından emdiği süt
burnundan
gelmek. Pisser sa côtelette:
Doğurmak, çocuk dünyaya getirmek. Il pleut
comme vache qui pisse: Sürekli ve çok yağmur
yağıyor, bardaktan boşanırcasına yağıyor,
pisseur, euse ad. 1. İşeğen, sık sık işeyen. 2. diş.
argo. Kız, sidikli. § Pisseur de copie: Yazar taslağı,
yazarım diye geçinen ama doğru dürüst hiçbir şey
yazamayan kimse,
pisseux, euse s. tkz. 1. Sidikli, sidiğe bulaşmış yada
sidik kokan (Des linges pisseux). 2. Rengi atmış,
sararmış, sidik rengine çalan, sidiğimsi (Un
velours d'un roux pisseux).
pisse-vinaigre er. tkz. Cimri, pinti, mıhsıçtı,
pissoir er. "Çişlik, işeme yeri.
pissotière diş. tkz. Genel işeme yeri, genel çişlik.
pistache diş. 1. Antep fıstığı (Une glace à la
pistache). 2. s. Fıstık renginde, fıstıki (Couleur
pistache, vert pistache).
pistachier er. Fıstık ağacı,
pistage er. İz sürme, art kovalama,
pistard er. tkz. Pistlerde çok deney kazanmış
bisiklet yarışmacısı,
piste diş. 1. İz; ayak izi (Les chasseurs avaient trouvé
la piste d'un lion. Suivre une piste, perdre la piste.
Se lancer sur la piste d'un voleur). 2. (Orman yada
benzeri yerlerde açılmış) Dar yol, ilkel yol (Ils
s'étaient égarés, mais ils découvrirent une piste à
peine tracée qui les conduisit à la route). 3.
(Sinema) Ses yolu. 4. (Uçaklar için) Pist (Piste
d'envol. L'avion est en piste). 5. Koşu yeri;
yarışma yeri, pist (Lapiste du vélodrome).
pister gçl. -i izlemek,-in ardında olmak (Lapolicele
piste).
pistil er. bitb. Dişi organ, dişi eşeylik gözesi,
pistole diş. 1. Eski bir altın para. 2. Cezaevlerinde
hatırlılar koğuşu,
pistolet er. 1. Tabanca (Pistolet automatique à
chargeur). 2. Boya tabancası
(Vernissage,
peinture au pistolet). 3. Nakkaş cetveli. 4. den.
Metafora. 5. mec. tkz. Tuhaf adam (Un drôle de
pistolet).
pistolet-mitrailleur er. Makineli tabanca,
pistoleur er. Boya tabancasıyla çalışan boyacı,
piston er. 1. Piston (Piston de pompe). 2. tkz.
İltimas, kayırma, piston, torpil (llestarrivéàcette
situation par le piston).
pistonner gçl. tkz. Kayırmak, iltimas etmek, -e
torpil olmak, piston olmak ( Pistonner un ami près
du directeur).
pitance diş. tkz. 1. Yem, yal, hayvan yiyeceği (Le
pitchpin
chien est venu chercher sa pitance). 2. Günlük kötü
yiyecek, tatsız tuzsuz yemek (La pitance des
prisonniers) 3. °Rızk.
pitchpin er. (Kuzey Amerikada yetişen) Bir tür kızıl
çam; kızıl çam kerestesi (Armoire en pitchpin).
piteusement bel. Acınacak biçimde, çok kötü,
(Echouer piteusement).
piteux, euse s. 1. Acınacak, yürekler acısı
(Situation, apparence piteuse). 2. Çok kötü,
berbat, fena (Les résultats sont piteux).
pitié diş. 1. Acıma (Eprouver de la pitié. Inspirer,
exciter la pitié). 2. Acınacak şey (Quelle pitié!). §A
faire pitié: Çok kötü, berbat (Chanter à faire
pitié). Par pitié: Acıyarak; acıyın, merhamet
edin, lütfen (Par pitié, laissez-moi tranquille).
Avoir pitié de: -e acımak. Faire pitié à: -in içini
sızlatmak, -de acıma duygusu uyandırmak,
piton er. 1. Vidalı halka. 2. Doruk, tepe (Unpiton
volcanique). 3. hlk. Kocaman burun,
pitoyable s. 1. Acınacak (Etre dans une situation
pitoyable). 2. Kötü, berbat (Unpitoyable auteur.
Sa réponse était pitoyable).
pitoyablement bel. Çok kötü, berbat; acınacak bir
biçimde (Une affaire bien commencée, mais qui
s'achève pitoyablement).
pitre er. Palyaço, soytarı. § Faire le pitre: Soytarılık
etmek.
pitrerie diş. Soytarılık, maskaralık (Les pitreries
d'un écolier). § Faire des pitreries: Soytarılık,
maskaralık yapmak,
pittoresque s. 1. Dikkat çekici, ilginç, çekici (Un
personnage pittoresque). 2. Güzel görünümlü,
çok güzel, resimlerdeki gibi, resmi yapılmaya
değer (Un quartier pittoresque). 3. Renklemeli,
özgün, canlı, renkli, gözalıcı (Faire un récit
pittoresque de ses aventures). 4. er. Renklilik,
özgünlük (Aimer le pittoresque).
pittoresquement bel. Renkli ve özgün bir biçimde,
pituitaire s. anat. Sümüksü (Corps pituitaire:
Sümüksü cisim, hipofiz).
pituite
hek. 1. Kimi alkolik hastalann sabahlan
çıkardıklan balgam. 2. Sümük,
pityriasis [pitinjazisj er. hek. Kepek hastalığı;
kepeklenme,
pivert er. hayb. Yeşilağaçkakan (kuşu),
pivoine diş. bitb. Şakayık.
pivot er. Eksen, mil (Le pivot d'une boussole). 2.
bitb. Kazıkkök. 3. Temel öge, elebaşı (C'est lui le
pivot de la conspiration).
pivotant, e s. 1. Döner, kendi ekseni etrafında
dönen (Fauteuil pivotant). 2. bitb. Kazıkköklü
(Abrepivotant). § Racine pivotante: Kazık kök.
pivoter gsz. 1. Bir eksen etrafında dönmek (II fit

1057

place
pivoter son fauteuil). 2. Pivoter sur qch: -üzerinde
dönmek ( La porte pivote sur ses gonds. Le sergent
pivota sur ses talons après avoir salué).
pizzeria diş. Pizza lokantası, yalnız pizza yenen
italyan lokantası,
placage er. 1. Kaplama (Placage de marbre sur un
mur de brique). 2. Kaplama işi; bir yapıta
sonradan eklenmiş izlenimi veren parça, yama.
placard er. 1. Gömme dolap (Mettre des vêtements
dans un placard. Placard de cuisine). 2. Kapı
tepeliği (Porte à deux placards). 3. Duvar ilânı
(De grands placards couvrent les murs de la ville).
4. Baskı provası. 5. den. Yelken yaması,
placarder gçl. 1. Duvar ilânı olarak asmak, duvar
ilanıyla bildirmek (Placarder des affiches
électorales. Placarder un avis).2. İlanlar asmak,
afişlerle kaplamak (Placarder un mur). 3.
Basında alay ederek çatmak,
place diş. 1. Yer (Ce meuble tient beaucoup déplacé.
Remettre un livre à sa place dans la bibliothèque).
2. Oturulacak yer (Voiture à quatre places. Place
vide, libre, occupée. Louer, retenir, réserver sa
place). 3. Sıra, yer (La place des mots dans la
phrase). 4. Mevki, görev, iş (Il a une bonne place.
Il a perdu sa place et cherche du travail). 5. Alan,
meydan (La place de la Concorde). 6. Müstahkem
şehir (La place de Verdun). 7. Ticaret piyasası
(Avoir du crédit sur la place). § Place assise:
Oturulacak yer. Place debout: Ayakta durulacak
yer. Place d'armes: Talimhane. Place forte:
Müstahkem mevki. A la place de: -in yerine
(Employer un mot à la place d'un autre). De place
en place: Yer yer. Mise en place: Yerleştirme. Par
place: Yer yer. Sur place: 1. Olduğu yerde (Des
soldats qui se font tuer sur place, sans reculer). 2.
Olayın geçtiği yerde, "mahallinde (Faire une
enquête sur place). § Etre maître de la place:
Canının istediğini yapmak, istediği gibi hareket
etmek. Faire la place: Kent kent dolaşıp satıcılık
yapmak. Faire place à: Yerini -e bırakmak, yerini
-e vermek. Faire du sur place: 1. Bisiklet üstünde
kıpırdamadan dengede durmak. 2. (Taşıt)
İlerleyememek, olduğu yerde kalmak (Voiture
qui fait du sur place dans une rue encombrée).
Laisser la place à qn: Yerini -e vermek, bırakmak.
Ne pas rester en place, ne pas tenir en place: Bir
dakika
yerinde
duramamak,
durmadan
kıpırdayıp hareket etmek. Prendre place: 1.
Yerleşmek (Prendre place dans l'avion ). 2. Yerini
almak, yer almak (Cet homme prendra place dans
l'histoire). Remettre qn à sa place: -e haddini
bildirmek, -in ağzının payını vermek. Rester en
place: Kıpırdamadan olduğu yerde durmak.
placé
Tenir sa place: Kendini saydırmak; yerini,
mevkiini doldurmak,
placé, e .v. l.Bir yere, bir işe yerleşmiş (Il est bien
placé.Elle est mal placée). 2.er. At koşularında,ilk
üç dereceden birine giren atı bilene verilen para
(Toucher un placé). § Cheval placé: (At
yarışlarında) Yediye kadar koşan atlar içinde
birinci yada ikinci gelen at, yediden çok at
arasında da ilk üç sırayı kazanan atlar,
placement er. 1. Yatırım (Vous avez fait un bon
placement en achetant ce terrain). 2. İş bulma, işe
yerleştirme (Bureau de placement. Ecole qui
assure le placement de ses élèves). 3. Satış (En
période de crise financière, le placement des
articles de luxe est difficile). 4. Yerleştirme,
yerlerine oturtma (Le placement des convives
autour d'une table). 5. Yerleştirme, yerleştirilme;
konma, konulma; yatırma, yatırılma (Placement
d'un malade dans un hôpital. Placement d'un
enfant dans un établissement sanitaire).
placenta er. anat. Eten, etene,
placentaires, vead. 1. Eteneye değgin; eteneli. 2.
er. ç. Eteneliler,
placentation diş. Eten düzeni,
placer gçl. 1. Koymak, yerleştirmek (Placer des
fleurs dans un vase). 2. Placer qn: Birine iş
bulmak, birini bir işe yerleştirmek (Je me charge
de placer votre frère). 3. (Bir başkası hesabına)
Satmak (Placer une marchandise, un article, des
billets de loterie). 4. Yatırmak; yatırım yapmak
(Placer ses économies à la caisse d'épargne. Il a
acheté un terrain pour placer son argent). S.
(Yumruk oyununda) Vurmak (Placer un direct,
son gauche). 6. Bağlamak (Placer ses espérances
en son fils). § Se placer: 1. Yerleşmek; yer almak
(Les convives se placèrent à leur goût. Le fauteuil
se place devant la cheminée). 2. İşe girmek,
kendine iş bulmak,.. .olarak girmek (Domestique
qui se place. Elle s'est placée comme cuisinière au
château). 3. ...olarak gelmek(C/n élève qui s'est
placé second à la composition).
placer \plasat\er. Isp. Altın yatağı,
placet er. 1. Yüksek orunlara sunulan dilekçe,
°arîza (Placet au roi, à la reine). 2. Mahkeme
kalemine kayıt için verilen belge,
placette diş. Küçük alan, meydancık (Placette de
l'église).
placeur, euse ad. 1. (Sinema ve tiyatrolarda)
Müşterilere yerlerini gösteren kişi, yer gösteren.
2. İşçi yerleştiren, iş bulan. 3. Piyango bileti
satıcısı.
placide s. Sessiz, dingin, soğukkanlı, telâşsız,
tepkisiz. (Rester placide sous les injures. Un sourire

1058

plaider
placide).
placidement
bel.
Sessizce,
telâşsızca,
soğukkanlılıkla,
placidité diş. Sessizlik, tepkisizlik, telâşsızlık,
soğukkanlılık (Répondre avec placidité).
placier, ère ad. 1. Tellâl, simsar, aracı, temsilci. 2.
Gezgin satıcı,
plafond er. 1. Tavan (Un lustre pend au plafond). 2.
Tavan süsü. 3. (Uçağın çıkabileceği) En yüce
yükselti (Le plafond des avions était à cette époque
de 10.000 mètres). 4. En yüksek hız, en büyük hız
(Une voiture qui atteint très vite son plafond). 5.
hlk. Zekâ, kafa. § Prix plafond: Tavan fiyat. Avoir
une araignée au plafond: Kaçık olmak, bir tahtası
eksik olmak. Crever le plafond: Tavanı delmek,
son sının geçmek,
plafonnage er. (Bir yerin) Tavanını yapma; tavan
süsü yapma; tavanlama.
plafonner gçl. 1. Tavanlamak, tavan çekmek;
alçıdan tavan süsü yapmak (Plafonner une
chambre). 2 .gsz. Sonsınınna varmak, en yüksek
noktasına çıkmak, tavan noktasına varmak
(Production industrielle qui plafonne. Salaire qui
plafonne
à tel échelon). 3. gsz.
(Uçak)
Olabildiğince yükselmek,
plafonneur er. Alçı tavanlar yapan işçi, tavancı.
plafonnier er. Tavan lambası, tavan ışığı (Allumer le
plafonnier dans sa voiture. Plafonnier d'un
vestibule).
plage di}. 1. *Kumla, kumsal, plaj (Aller à la plage et
se baigner). 2. Kaplıca (Les plages bretonnes,
méditerranéennes). 3. (Şiir dilinde) Ülke, iklim;
geniştoprak,genişalan (Des plages sablonneuses
labourées par les pluies de l'hiver, brûlées par les
feux de l'été).
plagiaire ad. ed. Aşırmacı, °müntehil.
plagiat er. ed. Aşırma, "intihal (Ce chapitre est un
plagiat).
plagier gçl. ed. 1. -den aşırmalar yapmak, -i
aşırmak, "intihal etmek (Plagier une oeuvre, un
écrivain). 2. -e öykünmek (L'amour
avait
commencé par plagier la mystique).
plagiste ad. "Kumlacı, plaj işleten kimse, plaj
işletmecisi.
plaid |pie] er. 1. Duruşma, dâva. 2. Tartışma,
atışma.
plaid [pied] er. 1. İskoç mantosu. 2. İskoç
kumaşından örtü, battaniye. 3. Kolsuz manto,
plaidable s. Savunulur, desteklenir, tutulur (5a
cause n'est pas plaidable).
plaidant, e s. huk. Dâva eden, dâvacı (Les parties
plaidantes, avocat plaidant).
plaider gsz. huk. 1. Savunma yapmak (Son avocat
plaideur

1059

va plaider dès que le dossier sera complet). 2.


Plaider contre qn: -e karşı dâva açmak. 3. Plaider
pour qn, en faveur de qn: -in dâvasını savunmak;
-in lehinde olmak (Avocat qui plaide pour son
client. L'air désin volte de ce candidat ne plaide pas
en sa faveur). 4. gçl. -i savunmak (Plaider une
cause). 5. gçl. -i ileri sürmek, -in üzerinde ısrarla
durmak (Avocat qui plaide l'irresponsabilité de
sonclient, la légitime défense). §Plaidercoupable,
non coupable: Suçlu olduğunu, suçsuz olduğunu
kabul etmek (Accusé, plaidez-vous coupable ou
non coupable?). Plaider le faux pour savoir le vrai:
Çalı dibi taşlamak, birinin ağzını aramak,
öğrenmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil
kullanmak. Plaider le pour et le contre: Bir işin iyi
ve kötü yanlarını iyice düşünüp hesaplamak,
plaideur,euse, ad. 1. Davacı (Essayez de mettre
d'accord les plaideurs). 2. Dava açma meraklısı,
plaidoirie diş. 1. Dâva savunma, savunma söylevi,
"müdafaa, "mürafaa (Plaidoirie des avocats). 2.
Dâva savunma sanatı,
plaidoyer er. huk. 1. Savunma söylevi, "müdafaa,
"mürafaa (Prononcer, faire un plaidoyer). 2. mec.
Savunma (Ce livre est un plaidoyer pour les
opprimés). 3. Övgülü konuşma, lehte konuşma
(Un plaidoyer en faveur du mariage).
plaie diş. 1. Yara, çıban (Laver une plaie. Une plaie
infectée). 2. Acı, felâket (Quelleplaie! Sonder les
plaies de la société). § Mettre le doigt sur la plaie:
Yaraya parmak basmak. Ne rêver que plaies et
bosses: Hep hır gür aramak, işi gücü hır gür
çıkarmak olmak. Retourner, remuer le couteau
dans la plaie: Yarayı depreştirmek,
plaignant, e s. ve ad. Dâvacı, şikâyetçi (La partie
plaignante dans un procès. Le plaignant, la
plaignante).
plain,e5. Düz (Des lieux plains et sablonneux). § De
plain-pied: 1. Düzayak; aynı düzeyde (Les deux
pièces ne sont pas de plain-pied). 2. Doğrudan
doğruya, kolayca (Entrer de plain-pied dans le
sujet). Etre de plain-pied avec qn: -ile aynı
durumda olmak, rahat ilişkiler içinde olmak,
plain er. Derilerin kireç sütüne yatırıldıkları tekne,
plain-chant er. Kiliselerde okunan eski bir ilâhi,
plaindre gçl. 1. -e acımak (Plaindre un mendiant, un
animal blessé). 2. mec. -e yanmak, hayıflanmak,
acımak (Plaindre son temps, sa peine. Plaindre
l'argent qu'on dépense). 3. Plaindre qn de qch:
Birinin -sine acımak, yanmak, üzülmek (Je te
plains bien de tes méchantes compagnies). 4.
Plaindre qn de f. qch: birinin -diğine acımak,
yanmak, üzülmek (Je vous plains de tomber dans
ses mains redoutables). § Etre à plaindre:

plaisamment
Acınacak durumda olmak. § Se plaindre: 1.
Yakınmak, şikâyet etmek (Souffrir sans se
plaindre). 2. Se plaindre de: -den yakınmak,
şikâyet etmek (Se plaindre de ses en fants, de son
sort). 3. Se plaindre à qn: -e şikâyet etmek,
şikâyette bulunmak, yanıp yakınmak (J'irai me
plaindre au directeur). 4. Se plaindre de qn à qn:
Birini -e şikâyet etmek (Seplaindre d'un employé
à son chef). 5. Se plaindre de f. qch: -mekten
yakınmak ,-diğinden yakınmak, şikâyet etmek (Il
se plaint de n'avoir pu réaliser ses projets). § Se
plaindre que la mariée est trop belle: Bulup da
bunamak.

plaine diş. Ova (Plaine entourée de montagnes). §


Plaine liquide: mec. Deniz.
plainte diş. 1. inilti (Pousser des plaintes. Exhaler
une plainte). 2. Şikâyet, sızlanma, yakınma (Elle
lasse tout le monde avec ses plaintes). 3.Dâva,
şikâyet (Retirer sa plainte). § Porter plainte contre
qn: -i şikâyet etmek, dâva etmek. Déposer une
plainte contre qn: -in aleyhine bir dâva açmak,
aleyhinde şikâyette bulunmak.
plaintif, ive s. 1. Yakınmalı, sızlamşlı (Une voix
plaintive, un ton plaintif). 2. mec. Dertli, derdi ve
şikâyeti olan (Une source plaintive).
plaintivement bel. Yakınarak, sızlanarak; inler
gibi.
plaire gsz. 1. Hoşa gitmek, beğenilmek (Ily a des
acteurs qui cherchent à plaire par tous les moyens).
2. Plaire à qn: a) -in hoşuna gitmek (Cette femme
lui plaît. Ce repas nous plaît), b) -in gözüne
girmek, -e hoş görünmek (Il cherche à plaire à ses
supérieurs), c) -e uygun gelmek ( Cette situation lui
plaît). 3. Plaire à qn à f. qch: -mek birinin hoşuna
gitmek (Cette région me plairait beaucoup à
habiter). 4. Il plaît à qn de f. qch: -mek -in hoşuna
gider (Il lui plaît d'aller au cinéma). § Comme il
vous plaira: Canınız nasıl isterse, nasıl isterseniz.
Plaît-il: Efendim? Anlayamadım? Bir daha söyler
misiniz? Plaise à Dieu, plûtàDieu: İnşallah (Plût a
Dieu que ma petite Cisèle trouvât celui qui la
sauverait). A Dieu ne plaise: Aman Allah
göstermesin. S'il vous plaît: Lütfen. § Se plaire: 1.
Birbirinden hoşlanmak (Cet homme et cette
femme se plaisent). 2. Se plaire à qch: -den
hoşlanmak, zevk almak (Il se plaît aux
mathématiques, aux oeuvres d'art). 3. Se plaire à,
dans: -i sevmek, beğenmek, -den hoşlanmak
(Cette plante se plaît dans les lieux humides. Il se
plaît à la campagne). 4. Se plaire à f. qch: -mekten
hoşlanmak, -meyi sevmek (Ils se plaisent à
escalader les rochers).
plaisamment bel. 1. Hoş bir şekilde, hoş hoş, tatlı
plaisance
tatlı ( Causer plaisamment). 2. Gülünç bir şekilde
tuhaf bir şekilde (Etreplaisamment
accoutré).
plaisance diş. (Eski) Eğlence. § De plaisance:
Eğlence için olan, eğlenme ve dinlenme için olan
( Maison de plaisance, navire de plaisance).
plaisancier er. Yat, kano, yelken gibi eğlence
sporları yapan kişi.
plaisant, e s. 1. Hoş, sevimli, tatlı (Une maison
plaisante). 2. Eğlenceli, güldürücü (Une histoire
plaisante, une anecdote assez plaisante). 3. (Bir
addan önce geldiğinde) Tuhaf, acaip (Un plaisant
animal). 4.er. Soytarı, güldürücü (Il a été la
victime d'un plaisant de Paris). § Le plaisant de la
chose: İşin hoş yanı, işin tuhafı. Mauvais plaisant:
Kötü ve soğuk şakalar yapan kişi.
plaisanter gsz. 1. Şaka yapmak, şakalar yapmak,
şakacılık etmek (Il aime à plaisanter). 2.
Plaisanter de qch, sur qch: -i şakaya almak, -ile
oynamak/// ne faul pas plaisanter de ces choses-là,
sur ces sujets). 3. gçl. -ile şaka yapmak, matrak
geçmek, dalga geçmek, -e takılmak (Onplaisante
parfois les poètes). 4. Plaisanter qn de f. qch:
Birinin -diğine takılmak (On le plaisantait de
regretter le temps des fiacres).
plaisanterie
1. Şaka (On faisait des plaisanteries
sur sa vie privée. Une plaisanterie fine, grosse). 2.
Alay, dalga, matrak (Plaisanterie cruelle. Il est
toujours l'objet des plaisanteries
de ses
camarades). 3. Çok kolay bir iş, oyuncak,
önemsiz şey (Ce sera pour lui une plaisanterie de
battre ce record). § Plaisanterie à part: Şaka bir
yana. Entendre, prendre la plaisanterie: Şaka
kaldırmak.
plaisantin s. ve er. tkz. Dalgacı Mahmut, dalgacı,
matrak adam, hiç bir şeyi ciddiye almayan adam.
plaisir er. 1. Zevk, haz (Boire avec plaisir. Ce film
m'a donné beaucoup de plaisir). 2. Kıvanç, sevinç
(J'ai le plaisir de vous annoncer votre succès). 3.
İstek, "arzu, cinsel doyum (Le plaisir physique.
A voir du plaisir, prendre du plaisir). 4. ç. Eğlence
(Vivre dans les plaisirs). 5. (Eski) Kâğıt helvası. §
A plaisir: 1. Alabildiğine, istenildiğince (Les
désordres ont été grossis à plaisir). 2. Nedensiz (5e
tourmenter à plaisir). Le bon plaisir de qn: -in
keyfi, ağa keyfi (C'est votre bon plaisir qui en
décide). Avec plaisir, avec grand plaisir: Hay hay,
baş üstüne ; se ve se ve. Au plaisir; au plaisir de vous
revoir: Yine görüşürüz, yakında görüşmek üzere.
Par plaisir, pour le plaisir: Keyf için, hiçbir neden
yokken (7/ ment par plaisir, pour le plaisir). Avoir
du plaisir à f. qch: -mekten zevk duymak,
hoşlanmak. Avoir le plaisir de f. qch: -mekten
sevinç, kıvanç duymak; -menin sevinci içinde

1060
planche

olmak. Avoir un malin plaisir à f. qch: -mekten


şeytanca bir zevk duymak. Donner du plaisir à qn:
-e zevk vermek. Faire plaisir à qn: -i se vi ndi rmek,
-in hoşuna gitmek. Faire à qn le plaisir de f. qch:
-mekle birini sevindirmek (Faites-moi le plaisir de
passer la soirée avec moi). Prendre plaisir à qch, à
f. qch: -den hoşlanmak; -mekten hoşlanmak,
zevk almak.
plan, e s. 1. Düz (Miroir plan, surface plane). 2.
Düzlem, °müstevi. § Géométrie plane: Düzlem
geometri.
plan er. 1. mat. Düzlem, "müstevi (Deux plans
verticaux qui se coupent). 2. (Sinemacılıkta)
Çekim. 3. *Tasar, plan (Faire des plans d'avenir.
Plan quinquennal. Lever, dresser, tracer un plan).
§ Plan incliné: Eğik düzey. Au premier plan, au
second plan: Ön sırada, birinci derecede, ön
planda; ikinci sırada, ikinci planda, ikinci
derecede (Venir au premier plan, au second plan).
Sur le plan de: Alanında, konusunda (Sur le plan
intellectuel, cet élève est plutôt déficient). Sur le
même plan: Aynı düzeyde (Vos connaissances
sont sur le même plan que les miennes). Laisser qn
en plan: Birini ortada bırakmak, yüzüstü
bırakmak, -ile hiç ilgilenmemek. Rester en plan:
Ortada kalakalmak; askıda kalmak, yüzüstü
bırakılmak (Tous les projets sont restés en plan).
Tirer des plans sur la comète: Olmayacak düşler
kurmak.
planage er. Rendeyle düzeltme, düzleme;
rendeleme.
planaire diş. hayb. Yassıkurt, planarya.
planche diş. 1. Tahta (Une cabane en planches.
Raboter une planche). 2. Levha (Une planche de
papillons dans un dictionnaire). 3. Tarh, ince şerit
halinde ekili toprak parçası (Une planche de
salade, de radis, de poireaux). 4. ç. Tiyatro (Dans
ma jeunesse, j'ai eu un amour effréné des
planches). § Jours de planche: (Gemilerde) Yük
yükleme ve boşaltma günleri, °estarya süresi.
Planche à pain, planche à repasser: mec. tkz.
Süpürge gibi kadın, tahta gibi kadın. Planche
pourrie: mec. tkz. Çürük tahta, pek güven
bağlanamayacak şey. Planche de salut: Can
kurtaran simidi, son umut, son çare. A voir du pain
sur la planche:Önünde yapmayı tasarladığı bir
takım işleri olmak, tezgâhta yapacak işi
bulunmak. Etre cloué entre quatre planches: Ölüp
tabuta konulmak. Etre maigre comme une
planche: Çok zayıf olmak, bir deri bir kemik
olmak. Faire la planche: Sırt üstü yüzmek; suyun
yüzünde sırt üstü bir durumda kalmak. Monter
sur les planches: Sahneye çıkmak, tiyatrocu
planchéiage

1061

olmak.
planchéiage er. Döşemeleme, tahta döşeme yapma,
planchéier gçl. -i tahta döşemek (Planchéier une
chambre).
plancher er. 1. Döşeme, taban (Plancher en béton
armé). 2. Döşemelik, döşemenin üstüne geçirilen
tahta y ada linolyom ( Plancher de chêne, de sapin,
de linoléum. Nettoyer le plancher). § Prix
plancher: Taban fiyat. Débarrasser le plancher:
Çekip gitmek, çıkıp gitmek. Mettre le pied au
plancher: (Arabada) Hızlı gitmek, gaza basmak,
gazı köklemek.
plancher gsz. (Okul argosu) Tahtaya kalkmak,
sözlü sınav geçirmek,
planchette diş. 1. Küçük tahta. 2. Plançete, plan
çıkarmaya yarayan alet.
plancton er. coğr. Plankton; ya kendi hafif
kımıldanışlarıyla yada deniz akıntılarıyla şuraya
bura sürüklenen, suda yaşayan bitki ve
hayvanlara verilen ad.
plane diş. Fıçıcı rendesi, planya.
planer gçl. 1. Rendelemek; düzleştirmek, düz
yapmak (Planer une planche).
planer gsz. 1. Süzülmek, süzülerek uçmak (L'aigle
plane dans le ciel). 2. -e yukardan, yüksekten
bakmak (L'oeil plane sur la ville entière. Son
regard plane sur la foule). 3. Planer au-dessus de
qch: -in üstüne çıkmak, dışında kalmak, kendini
-in üstünde tutmak (Planer au-dessus des
querelles, des dissensions). 4. Planer sur qch: -in
başında dolanıp durmak (Un malheur plane sur
cette famille).
planétaire s. 1. Gezegenlere değgin (Mouvement
planétaire). 2. Tüm yeryüzüne değgin, dünya
çapında (Expansion planétaire de l'impérialisme).
planétarium er. gökb. Yıldızlık; gök olaylarım,
yıldızların, Güneş, Ay ve gezegenlerin
konumlarını, devinmelerini küresel bir kubbe
içinde izdüşürücülerle gösteren yapı.
planete diş. gökb. 1. Gezegen. 2. mec. Dünya
(Voyager par toute la planète). § Etre né sous une
bonne planète: Yıldızı parlak olmak, kadir gecesi
doğmak.
planétoïde er. 1. Küçük gezegen. 2. mec. Yapay
uydu, °suni peyk.
planeur,euse
ad. 1. Rendeci, maden eşyayı
düzleştiren işçi. 2. diş. Rende makinası, maden
eşyayı düzleştiren makina. 3. er. Planör,
motorsuz uçak.
planificateur,trice ad. 1. Plancı, planlamacı. 2. s.
Planlayıcı,
planlamayla
ilgili
(Mesures
planificatrices).
planification
diş.
Planlama;
planlanma

planter

(Planification en régime capitaliste, en régime


socialiste).
planifier gçl. Planlamak (Planifier l'économie d'un
pays).
planimètre er. coğr. Planimetre, düzlemlerin
yüzölçümünü
bulmaya
yarayan
araç,
*düzlemölçer.
planimétriediş. coğr. *Düzlemölçüm,°planimetri.
planisme er. Plancılık, planlamacılık,
planisphère er. coğr. gökb. Düzlemyuvar.
planiste ad. Plana, planlamacı,
planoir er. Ucu yassı kuyumcu kalemi,
planorbe diş. hayb. Tabaksalyangozu, yassıtathsusalyangozu.
plan-plan bel. tkz. Yavaş yavaş, hiç acele etmeden,
usul usul.
planque diş. hlk. 1. Bir şey saklanılan yer, gizleme
yeri, zula. 2. mec. Rahat bir iş, işi az parası çokbir
iş, ense yapılacak iş, arpalık (Il a trouvé une
planque).
planqué er. tkz. Savaş kaçağı,
planquer gçl. hlk. Saklamak, gizlemek (Ilaplanqué
le fric). § Se planquer: Saklanmak, gizlenmek (5e
planquer derrière un mur).
plant er. 1. Fide, fidan (Des plants de salades. (Un
plant de vigne). 2. Fidelik, fidanlık (Un plant
d'arbres).
plantage er. 1. (Eski) Bitki dikme, ağaç dikme. 2.
den. Halat bükme aygıtı,
plantain er. bitb. Sinirotu. § Plantain d'eau:
Susinirotu.
plantaire s. anat. Ayak tabanına değgin (Nerfs,
veines plantaires).
plantation diş. 1. (Bitkileri) Dikme (Plantation
d'arbres). 2. (Tiyatroda) Yerleştirme, kurma
(Plantation de décors). 3. Ekin, ekilen tüm
bitkiler ( La grêle vient de détruire les plantations).
4. Büyük tarım işletmesi, tarımsal işletme,
"ekimlik (Une plantation de tabac, de café. Les
plantations de canne à sucre).
plante diş. 1. Bitki (Les animaux et les plantes). 2.
Ayak tabanı (J'ai usé mes plantes pendant trois
heures sur la route).
planté,e î. 1. Güçlü ve yakışıklı (Un garçon bien
planté). 2. Kazık gibi dikilip duran (Ne restez pas
planté là à me regarder).
planter gçl. 1. Dikmek, ekmek (Planter un arbre.
Planter des salades, des pommes de terre). 2.
Çakmak, kakmak (Planter un clou, un pieu). 3.
Kurmak; dikmek (Planter une tente, undrapeau).
4. (Tiyatroda) Yerleştirmek, kurmak (Planterdes
décors). 5. Koymak, yerleştirmek (Planter son
chapeau sur sa tête). 6. Planter qch sur: a) Bir şeyi
planteur

1062

plastron

-e dikmek (Planter ses yeux, ses regards sur une


femme), b) Bir şeyi -e kondurmak (Planter un
baiser sur les lèvres). 7. Planter qch de qch: Bir
yere-1er dikmek (Planter une avenue d'arbres. On
a planté le pays de vignes). 8. Planter qch dans: Bir
şeyi -e saplamak, vurup geçirmek (Planter un
couteau dans le dos. Le lion a planté ses griffes dans
le bras du dompteur). § Planter là qn: Birini
ekmek, bırakıpgitmek (Ilm'aplantélàpour partir
en courant vers l'autobus). Planter là qch: -i
bırakmak, yüzüstü bırakmak (Je suis décidé à tout
planter là si vous continuez vos critiques). Rester
planté devant qch: -in karşısında çakılıp kalmak
(Resterplanté devant une vitrine). §Se planter: 1.
Dikilmek, ekilmek (Arbuste qui se plante en
automne). 2. Saplanmak (Flèche qui se plante
dans une cible). 3. Kazık gibi dikilip durmak (Il est
venu se planter devant le bureau pour me parler).
4. Durmak (Il se plante à l'écart pour observer la
scène).

plaqué er. Altın yada gümüş kaplamalı maden


(Plaqué or, plaqué argent).
plaquemine diş. Trabzon hurması,
plaqueminier er. Bir tür abanoz. Trabzon hurması
ağacı.
plaquer gçl. 1. Kaplama yapmak, kaplamak
(Plaquer une feuille de métal sur du bois). 2.
(Oyunda) Bacağından tutup düşürmek (Plaquer
un adversaire). 3. Plaquer qn: hlk. Ekmek,
bırakıp gitmek(/Z m'a plaqué quand il a vu son
ami). 4. Bırakmak, ayrılmak (Elle a plaqué son
mari). S. Plaquer qch de: Bir şeyi -ile kaplamak,
kaplama yapmak (Plaquer un bijou d'or,
d'argent). 6. Plaquer qch sur: Bir şeyi -e
yapıştırmak, tutturmak (Plaquer ses cheveux sur
les tempes). 7. Plaquer qn sur, contre: Birini -e
dayamak, yapıştırmak (Il a réussi à plaquer son
agresseur contre un mur). § Se plaquer:
Yapışmak, kapanmak (Se plaquer au sol, contre
un mur).

planteur,euse ad. 1. Ağaç dikici. 2. (Sömürgelerde)


Büyük tarım işletmecisi,
planteuse diş. Patates ekme makinası.
plantigrades, ve er. Taban üstü yürüyen (L'oursest
un animal plantigrade).
plantoir er. Dikeleç, fide dikerken kullanılan kazık
(Enfoncer le plantoir).
planton er. 1. ask. Emir eri. 2. Emir erliği. § Faire le
planton: Uzun süre ayakta beklemek, kazık gibi
dikilip beklemek,
plantule diş. bitb. Fide; filiz,
plantureusement bel. Bolca, çokça, bol bol (Boire,
manger plantureusement).
plantureux,euse s. 1. Bol, çok (Repas plantureux).
2. Verimli, bitek (Région, terre plantureuse). 3.
tkz. İri, şişman, etli butlu (Avoir une poitrine
plantureuse. Une femme plantureuse).
planuredi£. Yonga.
plaquage er. 1. hlk. Ekme, yüzüstü bırakma,
bırakıp gidiverme. 2. (Rügbi oyununda)
Bacaklarından tutup düşürme (Faire un
plaquage).
plaque diş. 1. Maden yaprak, levha (Uneplaque de
cuivre). 2. Kapak 'Plaque de four, de cheminée.
Plaque d'égout). 3. Ferahi, üstü yazılı maden
levha (Plaque de police, de garde champêtre). 4.
Plaka
(Plaque
d'immatriculation
d'une
automobile). 5. Büyük nişan (Laplaque de grand
officier de la Légion d'honneur). 6. hek. Pul pul
kalkan deri parçası, pul, kabuk (Des plaques
d'eczéma). 7. Leke, deri lekesi (Avoir des plaques
sur le visage). § Plaque tournante: Kavşak; özek,
buluşma noktası.

plaquette diş. 1. Küçük maden levha ( Une plaquette


commémorative). 2. İnce parça, ince tabaka (Une
plaquette de marbre). 3. İncecik kitap (Une
plaquette de vers).
plaqueur,euse ad. Kaplamacı (Plaqueur en
ébénisterie).
plasma er. Plazma (Plasma sanguin).
plasmatique
s.
Kan
plazmasına
değgin
(Coagulation plasmatique).
plasmolyse diş. Plazma bozulması, plazma
bozulumu.
plastic er. Plastik bomba (Attentat au plastic).
plasticage, plastiquage er. Bombayla suikast
yapma, bombalı suikast,
plasticité diş. 1. Yuğrulabilirlik, istenilen biçim
verilebilirlik (La plasticité de la cire). 2. mec.
Esneklik, yumuşaklık,
plastique s. 1. *Yoğrumsal, "plastik (Arts
plastiques). 2. İstenilen biçim verilebilen (Argile
plastique).
3. biy. kim. Plastik (Matière
plastique). 4. Esnek, yumuşak (Le mastic est
plastique). S. er. Plastik madde (Stylo, vaisselle en
plastique). 6. diş. Biçim güzelliği,
plastiquement bel. Biçim güzelliği bakımından
(Plastiquement, elle était merveilleuse).
plastiquer gçl. Bombayla havaya uçurmak
(Plastiquer une maison).
plastron er. 1. Zırh göğüslüğü (Plastron d'une
cuirasse). 2. Eskrim göğüslüğü. 3. hayb. Plastron;
kaplumbağalarda, bağanın karın tarafına verilen
özel bir ad. 4. (Kolalı gömleğin) Göğüs kısmı,
göğüslük (Plastron de chemise). 5. ask. Askeri
manevralarda düşmanı temsil eden küçük grup.
plastronner

1063

plastronner gçl. 1. Göğüslük geçirmek. 2. mec.


Korumak. 3. gsz. Göğsünü şişirmek, göğsünü
kabartmak. 4. gsz. mec. Kurum satmak, çalım
satmak.
plat er. 1. Büyük tabak (Plat à légumes, à poissons.
Plat de porcelaine, d'argent). 2. (Eski) Tepsi
(Présenter une lettre sur un plat). 3. Sahan (Oeufs
au plat, sur le plat: Sahanda yumurta). 4. Sahan
dolusu, bir sahan (Un plat de lentilles). S. Yemek
(Plat de viande, de légumes). 6. Bir şeyin düz
kısmı, düz taraf, ağız (Le plat d'un sabre, d'un
couteau). § Apporter qch à qn sur un plat: Birine
istediği bir şeyi hemen getirmek, vermek,
sunmak. Faire du plat à qn: 1. -e yağ çekmek
dalkavukluk etmek, -i pohpohlamak, övüp
göklere çıkarmak. 2. -e diller dökmek, çok iltifat
etmek. Faire honneur à un plat: Bir yemekten bol
bol yemek, doyasıya yemek. Faire tout un plat de
qch: -i önemli bir sorun yapıp çıkmak, -i geçersiz
yere büyütmek, başa iş çıkarmak. Mettre les pieds
dans le plat: Çam devirmek, pot kırmak, işleri
bombok etmek. Mettre les petits plats dans les
grands: Masrafa bakmadan esaslı bir şölen
çekmek, konuklara ikramda kusur etmemek.
plat,es. l . D ü z (Lesanciens croyaientque laterre
était plate. Sol, terrain plat. Assietteplate.Cheveux
plats). 2. Yassı (Os plat, poisson plat). 3. mec.
Tatsız tuzsuz, yavan (Un style plat). 4. mec.
Kişiliksiz, onursuz (C'est un plat personnage). S.
mec. Dalkavuk, yağcı (Il est toujours très plat
devant ses supérieurs). 6. Sade, düz, bir başka
özelliği olmayan (Vin plat, de l'eau plate). §
Bateau plat: Dibi düz gemi. Calme plat:
Ölgünlük, durgunluk (Les affaires, la Bourse sont
dans un calme plat). Mer plate: Dingin deniz,
dalgasız deniz. Teinte plate: Düz renk. A plat: 1.
Yatay olarak, düz, düzlemesine (Poser un objet à
plat). 2. İnmiş, sönmüş; boşalmış (Pneu à plat.
Batterie d'accumulateurs à plat). 3. Bitmiş, iflahı
kesilmiş, canı çıkmış (Il se sentait à plat). A plat
ventre: Yüzü koyun (Se coucher, se mettre à plat
ventre). Avoir la bourse plate: Cüzdanı bomboş
olmak, meteliği olmamak. Battre qn à plate
couture: -in pestilini çıkarmak, eşek sudan
gelinceye kadar döğmek. Etre à plat: Bitmek,
iflahı kesilmek, canı çıkmak. Mettre qn à plat: -i
bitirmek, iflahını kesmek, mahvetmek (Sa
maladie l'a mis à plat). Tomber à plat: 1. Güme
gitmek, boşa gitmek (Sa remarque tomba à plat
dans le brouhaha). 2. Tam bir başarısızlığa
uğramak, çuvallamak, şapa oturmak.
platane er. bitb. Çınar. § Rentrer dans un platane:
(Araba için) Ağaca çarpmak.

platonicien
plate diş. Altı düz sandal.
plateau er. 1. Tepsi, sini, tabla (Servir le déjeuner sur
un plateau). 2. Kefe, göz (Plateau de la balance).
3. (Sinema, televizyon, vb.). Stüdyo düzlüğü,
düzlük, sahne (Plateau d'un théâtre, d'un studio
de cinéma). 4. Sahanlık (Plateau continental: Kıta
sahanlığı). 5. Yayla (Les hauts plateaux de
l'Anatolie).
6. (Pikaplarda) Plağın üstüne
konulup çalındığı tabla, tabla (Ilchoisitun disque,
le mit sur le plateau de l'appareil). 7. mec. En
yüksek nokta (Plateau d'un graphique).
plate-bande <% 1. (Mimarlıkta) Düzsilme. 2. Tarh,
bahçelerde çiçek dikmeye ayrılmış yer, çim
yastığı (Des fleurs de toute sorte garnissaient les
plates-bandes). § Marcher sur les plates-bandes de
qn: -in yetki alanına taşmak, tecavüz etmek,
platée diş. 1. Tabak dolusu, bir tabak (Uneplatée de
purée). 2. Temel duvarları,
plate-forme
1. (Taşıtlarda) Sahanlık, yolcuların
ayakta durabildiği yer (Plate-forme
d'un
autobus). 2. Düz dam (Toit en plate-forme). 3.
Seki, düz seki (Plate-forme de quai). 4. Üstü açık
yük vagonu. 5. coğr. Sahanlık, düzlük, taban
(Plate-forme continentale: Kıta sahanlığı) .6. mec.
Tasarılar, gerçekleştirilmesi düşünülen şeyler,
temel düşünceler (La plate-forme électorale d'un
parti).
platement bel. Yavan bir tarzda, tatsız tuzsuz bir
şekilde (Ecrireplatement).
plathelminthes er. ç. hayb. Yassıkurtlar.
platière diş. 1. Toprak yolu aşıp geçen küçük dere,
çay. 2. Dağ eteğinde küçük düzlük, tarla,
platinage er. Platin kaplama,
platine diş. 1. Bir mekanizmada parçaların üzerine
tutturulmuş olduğu yatak. 2. hlk. Cerbeze (II
avait gardé la platine de son ancien métier).
platine er. 1. Platin (Mine de platine). 2. s. Platin
renginde (Des cheveux platine).
platiné,e s. Platin renginde (Cheveux platinés,
blond platiné).
plat iner gç/. -i platin kaplamak (Platiner du cuivre).
platinifère s. İçinde platin bulunan, platinli
(Minerai platinifère).
platitude diş. 1. Basitlik, bayağılık, yavanlık (La
platitude d'un style, d'une oeuvre musicale). 2.
Bayağıca söz yada davranış (Dire des platitudes).
3. Yaltaklanma, yaltakçılık; küçülme, küçüklük;
bayağılaşma, bayağılık (La platitude de ce
courtisan dépassait les bornes. La platitude de ses
excuses est écoeurante). § Faire des platitudes à qn:
-e yaltaklanmak.
platonieien,ne s. ve ad. Platoncu; Platon ve
Platonculuğa
değgin
(Les
platoniciens.
platonique
Philosophes
platoniciens,
mysticisme
platonicien).
platonique i. 1. Efiatun'a değgin, Eflatun
felsefesine değgin (Notions platoniques).
2.
Düşte kalan ve hep düşte kalması istenen,
platonik (Amour platonique). 3. Kuramsal,
somut bir sonuca ulaşmayan (Leur lutte contre le
militarisme restait assez platonique).
platoniquement bel. Platonik bir şekilde (Aimer
platoniquement).
platonisme er. fels. 1. Platonculuk, Eflatun
felsefesi. 2. Platonik sevgi, platonik aşk.
plâtrage er. 1. Alçılama, alçıyla sıvama (Plâtrage
d'un mur). 2. (Mayalanmayı çabuklaştırmak için)
Alçı katma (Plâtrage du vin, des moûts). 3. Alçı
işi, alçıdan yapılmış eşya.
plâtras er. Sıva kırıntısı, alçı döküntüsü,
plâtre er. 1. Alçı (Buste en plâtre. Mur couvert de
plâtre). 2. Alçı işi. 3. Alçıdan yapılmış yontu yada
süs eşyası (Il a un plâtre sur la cheminée de son
salon). 4. ç. Taze sıvanmış duvarlar; henüz içinde
oturulmamış daire yada ev. § Battre qn comme
plâtre: -i adamakıllı dövmek, pestilini çıkarmak,
tozunu silkelemek. Essuyer les plâtres: 1. Yeni
bitmiş bir ev yada dairede oturmak; daha sıvası
kurumadan yerleşmek. 2. tkz. tik yapılan bir işin
yada girişilen bir yeniliğin olumsuz sonuçlarına
katlanmak. Etre dans le plâtre: Eli yada ayağı
yada başka bir organı sargıda olmak, alçıya
alınmak. Mettre qch dans le plâtre: -i alçıya
almak.
plâtrer gçl. 1. Alçıyla sıvamak, alçılamak, alçı
sürmek (Plâtrer un mur). 2. Alçıya almak, alçıya
koymak (Plâtrer un membre, une jambe cassée).
3. -e alçı katmak ( Plâtrer du vin, des moûts pour en
activer la fermentation). 4. mec. (Eski) Düzgün
sürmek, pudra sürmek (Plâtrer son visage). § Se
plâtrer: mec. tkz. Yüzüne aşırı pudra sürmek,
plâtrerie diş. 1. Alçı işi. 2. Alçı ocağı; alçı dükkânı,
plâtreux,euse s. 1. Alçılı, içinde alçı bulunan
(Carrières plâtreuses). 2. Alçı sürülmüş; alçı
aklığında (Vieilles demeures plâtreuses). 3. Alçı
kıvamında, henüz tam olmamış (Fromage
plâtreux).
plâtrier er. 1. Alçıcı, alçı ticareti yapan. 2. Alçı
işçisi.
plâtrière diş. 1. Alçıtaşı ocağı. 2. Alçı fırını, alçı
pişirme ocağı,
plausibilité diş. Usayatkınlık, usalırhk
(La
plausibilité d'une nouvelle).
plausibles. Usayatkın, usalır, "makul (Vos motifs
sont plausibles).
plausiblement bel. Makul bir şekilde, makulca.
1064

plein

play-back [piebak]er. Önceden seslendirme,


plèbe diş. 1. (Eski Romada) İkinci sınıf yurttaş. 2.
Halk tabakası,
plébéien,ne ad. 1. Halktan kimse; halk adamı. 2. s.
Halk tabakasından gelme; halka özgü (Famille
plébéienne. Des goûts plébéiens).
plébiscitaire s. Halkoylamasına değgin, kamuoyu
yoklamasına değgin (Consulter les électeurs par
voie plébiscitaire).
plébiscite er. Halk oylaması; kamuoyu yoklaması
(Recourir au plébiscite).
plébisciter gçl. 1. -i kamuoyuyla seçmek, işbaşına
getirmek ( Les Français plébiscitèrent Bonaparte).
2. Ezici bir çoğunlukla seçmek yada onamak
(Plébisciter un président, une loi).
plectognathes er. ç. hayb.
Çengelçeneliler;
kaynaşıkçeneliler; yapışıkçeneliler.
pléiade diş. 1. ed. Pleyad, XVI yüzyılda Fransa'da
Ronsard ve altı arkadaşından oluşan yedi kişilik
sanatçı topluluğu. 2. Sanatçılar topluluğu (Une
pléiade de compositeurs). 3. ç. gökb. Ülker,
"süreyya; Boğa takımyıldızı yakınında görülen
birbirine yakın yedi yıldız,
plein,es. 1. Dolu (Une valise pleine. Un verreplein.
Le théâtre est plein). 2. Dolgun (Visage plein,
joues pleines).
3. Tam, eksiksiz, tüm,
sözgötürmez (Remporter une pleine victoire). 4.
hlk. Sarhoş, iyice içmiş, yükünü almış (Ilétaitdéjà
plein avant la fin du banquet). 5. Gebe (Femelle
pleine. Jument pleine). 6. Tıkanık, tıkanmış (llale
nez plein). 7. Tek parça, içinde aralığı
bulunmayan (Une grande porte pleine. Une roue
pleine). 8. Plein de: a) -ile dolu (Des yeux pleins de
larmes. Une cruche pleine d'eau). b)Çok,pekçok
(Avoirplein d'argent. Ilyavaitpleindemonde).
9.
bel. ilg. -dolusu (lia des bonbons plein les poches.
Il y a des clients plein la boutique). 10 .er. Tamlik,
tam olma (Le plein de la lune). 11. er. Yükselme,
kabarma (Leplein de l'eau, de la mer). 12. er. En
son nokta, en yoğun biçim (C'était le plein de la
bousculade et du vacarme). 13. Dolun, dolu yer,
doluluk ( Les pleins et les vides). 14. Sigortanın bir
kazada verebileceği en yüksekpara. §Le plein air:
Açık hava. La pleine lune: Dolunay. La pleine
mer: Açıkdeniz, engin. Pleins pouvoirs: Tam
yetki. A plein bras: Var gücüyle, tüm gücüyle. A
pleine gorge: Boynunun damarları kabarırcasına,
gırtlağı patlarcasına. A plein gosier: Gırtlak
patlatırcasına, avazı çıktığı kadar. A pleines
mains: Bol bol, avuç dolusu. A pleins poumons:
Yürek dolusu, ciğer dolusu. A plein temps: Tüm
gün (Travailler à plein temps). A pleins tubes: tkz.
Motorun var gücüyle. Au sens plein du mot:
pleinement

1065

Sözcüğün tam anlamıyla. De plein droit: Kendi


hakkı olarak, kendi hakkıyla, bileğinin hakkıyla;
itiraza yer kalmayacak biçimde, su götürmez
biçimde. De plein gré, de son plein gré: Seve seve,
seve isteye, gönlü isteyerek, kendi rızasıyla. De
plein pied: Düz ayak, inip çıkmadan. De plein
saut: 1. Bir atılışta, bir hamlede.2. Birdenbire,
ansızın. En plein sur, dans: Tam... -e, ...-de (La
bombe est tombée en plein surla gare. Marcher en
plein dans la rue). En plein air: Dışarda, açık
havada. En plein jour: Güpegündüz. En pleine
mer: Enginde, açık denizde. En pleine nuit:
Gecenin karanlığında, tam gece ortası. En pleine
rue: Sokak ortasında. En plein soleil: Güneşin
alnında. Tout plein: tkz. Çok, pek çok, son derece
(Il est tout plein admirable). Avoir le coeur plein:
Üzüntülü olmak, yüreği acılı olmak. Battre son
plein: 1. Kabarmak, yükselmek (La mer battant
son plein, il se remit à grimper). 2. En son
noktasına varmak; son kertesinde olmak; en
civcivli zamanında olmak (La misère bat son plein
dans le pays. La fête battait son plein). En avoir
plein la bouche de: -i ağzından hiç düşürmemek,
hep -den söz etmek. En avoir plein les bottes:
Yürümekten yorulmak, ayaklarına karasu
inmek. En avoir plein le dos: Bıkmak, gına
getirmek, illallah demek. En mettre plein la vue à
qn: -in gözünü boyamak. Etre plein aux as: tkz.
Çok zengin olmak. Etre en pleine forme: Tam
formunda olmak. Etre plein de soi: Kendini pek
bir beğenmek; tatlı canına pek düşkün olmak.
Faire le plein de qch: (Arabada) Hazneyi... ile
doldurmak, -almak, -"ikmali yapmak (Faire le
plein d'essence, d'eau).
pleinement bel. Bütünüyle, tamamiyle, tamamen
(Il est pleinement responsable de ces événements).
plénier, ère s. Tam, eksiksiz; tüm üyelerin hazır
bulunduğu
(Assemblée
plénière,
réunion
plénière).
plénipotentiaire er. 1. Tam yetkili temsilci. 2. s. Tam
yetkili, temsilci. § Ministre plénipotentiaire:
Ortaelçi.
plénitude
1. Tüm, tam, bütün (Un vieillardquia
conservé
la plénitude
de ses
facultés
intellectuelles). 2. Bütünlük, tanrılık, eksiksizlik
(Laplénitude d'une beauté, d'un droit, d'un être).
3. Bolluk, çokluk (Plénitude de vie, des formes). 4.
hek. Dolu olma, doluluk, dolgunluk (Plénitude
gastrique).
plénum er. Genel kurul toplantısı.
pléonasme er. Gereği yokken lakırdıya katılan artık
söz, söz uzatımı, "ıtnap.
pléonastiques. Kıtık,"haşiv. Uzatılmış,gereğinden

pleurer
çok uzatılan, kıtıklı, "haşivli (Un tour, un emploi
pléonastique).
pléthore diş. 1. hek. Kan dolgunluğu; sıvı
dolgunluğu; dokularda kan yada sıvı bolluğu. 2.
Çokluk, bolluk (Il y a pléthore de candidats à ce
concours. Pléthore de vin, de pommes sur le
marché).
pléthoriques. Çok dolu, çok kalabalık (Des classes
pléthoriques).
pleur er. 1. ç. Gözyaşı (Verser des pleurs). 2. mec.
Ağaçların budama yerlerinden akan besisuyu,
özsu. § Essuyer les pleurs de qn: -i avundurmak,
avutmak. Etre en pleurs: İki gözü iki çeşme
ağlamak. Fondre en pleurs: Hüngür hüngür
ağlamaya başlamak.
pleural,e s. anat. Akciğer zarına değgin
( Epanchement pleural).
pleurard,e s. ve ad. tkz. 1. Gözü sulu, olur olmaz
ağlayan (Un gamin pleurard. Je déteste les
pleurards). 2. Ağlar gibi, ağlamsık (Air, ton
pleurard).
pleurer gsz. 1. Ağlamak (Un enfant qui pleure). 2.
(Budanmış bitkiler) Ağlamak, özsu sızdırmak
(La vigne pleure au printemps). 3. Yaş gelmek,
sulanmak (Avoir les yeux quipleurent). 4.Pleurer
après qch: -i ısrarla istemek (Pleurer après
l'augmentation de son salaire). 5. Pleurer de qch:
-den ağlamak (Pleurerdejoie, de dépit). 6. Pleurer
de f. qch: -mekten gözlerinden yaşlar gelmek
(Pleurer de rire). 7. Pleurer sur: -e acımak,
üzülmek; ağlamak, hayıflanmak (Pleurer sur son
sort, sur son malheur). 8. gçl. -için ağlamak, -e
ağlamak ; -in ölümüne ağlamak ( Pleurer la mort de
son père. Elle pleure sa mère depuis deux ans). 9.
gçl. Yerinmek, pişman olmak (Pleurer ses fautes).
10. gçl. Dökmek, akıtmak (Pleurer des larmes de
joie). 11. gçl. -e üzülmek, hayıflanmak (Elle
pleure sa jeunesse disparue). § A pleurer, à faire
pleurer: Yürekler acısı, insanı ağlatacak kadar,
acınacak kadar (C'est triste à pleurer). Aller
pleurer auprès de qn: -e yalvarıp yakarmak. Ne
pas pleurer qch: -e hiç bakmamak, kıymak, -i
esirgememek (Ne pas pleurer son argent, sa
peine). Pleurer à chaudes larmes: İki gözü iki
çeşme ağlamak. Pleurer comme une Madeleine:
İki gözü iki çeşme ağlamak, sicim gibi gözyaşı
dökmek. Pleurer comme un veau: Sesli ağlamak,
böğüre böğüre ağlamak. Pleurer des larmes de
sang: Kan ağlamak, gözlerinden kanlı yaşlar
dökmek. Pleurer d'un oeil et rire de l'autre: Bir
yandan ağlamak, bir yandan gülmek ; yalancıktan
ağlamak; sevinçten üzüntüye çabuk geçmek.
Pleurer le pain qu'on mange: Cimri olmak, pinti
pleurésie

1066

olmak. Pleurer misère: Sızlanmak, yakınmak,


durmadan yoksulluğundan yakınmak,
pleurésie diş. hek. Satlıcan, °zatülcenp.
pleurétique s. hek. 1. Satlıcana değgin. 2. s. ve ad.
Satlıcana
tutulmuş,
satlıcanlı
(Enfant
pleurétique).
pleureur, euse ad. 1. Gözü sulu kimse, sulugöz (Je
déteste les pleureurs). 2. diş. Ağıtçı, sağucu
(kadın). 3. s. Gözü sulu, olur olmaz ağlayan
(Enfant pleureur). 4. (Ağaç) Dalları yere doğru
sarkan (Arbre pleureur, un cerisier pleureur). §
Saule pleureur: Salkımsöğüt.
pleurite diş. hek. Kuru satlıcan,
pleurnicher gsz. tkz. Ağlamak, ağlamsamak,
sızlanmak (Se mettre à pleurnicher).
pleurnicheur, euse s. ve ad. Olur olmaz ağlayan,
ağlamsak, sulugöz.
pleurnichement er. pleurnicherie diş. Ağlamsama,
ikide bir ağlama, sulugözlülük.
pleurodères er. ç. hayb. Dönerboyunlular.
pleuronectes, pleuronectides er. ç.
hayb.
Yanyüzergiller.
pleurote er. bitb. Bir tür mantar,
pleutre er. 1. Bayağı adam, adinin teki. 2. 5.
Korkak, ödlek, tabansız (Il est très pleutre).
pleutrerie diş. 1. Bayağılık, kalleşlik, adilik. 2.
Korkaklık, tabansızlık,
pleuvasser, pleuvoter gsz. Küçük sağnaklar halinde
yağmur yağmak,
pleuviner, pluviner gsz. Çiselemek, hafiften
yağmak.
pleuvoir gsz. 1. Yağmur yağmak (Il pleut
légèrement). 2. Yağmur gibi yağmak (Les
projectiles pleuvaient. Les critiques pleuvaientsur
lui). § Pleuvoir à verse, à flots: Bardaktan
boşanırcasına yağmur yağmak,
plèvre diş. anat. Göğüszarı, akciğerzarı, °plevra.
plexiglas er. Kırılmaz cam.
plexus er. anat. Sinirağı; damarörgüsü.
pli er. 1. Kıvrım; kırma (Pli d'une feuille de papier.
Unejupeàpli). 2. Pot, buruşukluk (Cette veste fait
un pli dans le dos). 3. Kırışık ( Les plis du front, du
cou). 4. Zarf, mektup zarfı (Mettre deux lettres
sous le même pli). 5. Mektup (Envoyer un pli). 6.
Alışkanlık, alışkı (Elle a pris un mauvais pli). 7.
tkz. Güçlük, engel (Ça ne fit quand même pas un
pli; trois mois plus tard ils étaient mariés). 8.
Büklüm.
pliable s.
Kolay bükülebilen,
bükülgen,
bükülebilir, katlanabilir (Un carton pliable).
pliage er. 1. Büküp katlama (Pliage du linge, d'un
parachute). 2. (Basımcılıkta) Kâğıtları katlayıp
forma yapma.

pliure

pliant,e s. 1. Katlanabilen, katlanır; bükülgen


(Mètre pliant, table pliante, lit pliant). 2. er. Açılır
kapanır iskemle, katlanır iskemle yada masa.
plie<% hayb. Yıldızlıpisibalığı.
pliementer. Katlama, katlanma; bükme, bükülme,
plier gçl. 1. Katlamak (Plier une nappe, un journal).
2. Toplayıp kaldırmak (Plierunetente, unlit. Plier
ses affaires). 3. Bükmek (Plier une tige. Plier le
bras, la jambe, le genou). 4. Plier qn: -i dize
getirmek, -e boyun eğdirmek. S. Plier qch en: Bir
şeyi -e katlamak ( Plier un papier en deux, en trois).
6. Plier qn, qch à qch: Birini, birşeyi -e alıştırmak,
tâbi tutmak (Plier un enfant à une discipline, à un
exercice). 7. gsz. Eğilmek, bel vermek (Branche
qui plie). 8. gsz. Plier sous qch: -in ağırlığı altında
eğilmek, çökecek gibi olmak (L'arbre qui plie
sous le poids des fruits). 9. gsz. Plier devant qch:
-in karşısında boyun eğmek, dize gelmek;
gerilemek (Plier devant l'autorité du maître). §
Plier bagage: Piliyi pırtıyı toplamak, gitmeye
hazırlanmak, bohçasını dürmek. § Se plier: 1.
Katlanmak, bükülmek (Siège qui se plie). 2. Se
plier à qch: -e uymak, tâbi olmak (Se plier à une
discipline, aux caprices de son mari, à la volonté
d'un chef).
plieur, euse ad. 1. Gazete, forma gibi şeyleri
katlayan kimse, kırıcı. 2. diş. Katlama makinası,
kırma makinası.
plinthe diş. 1. (Mimarlıkta) Sütun kürsüsü. 2.
Süpürgelik.
pliocène s. veer. yerb. Üstneojen, üçüncü zamanın
beşinci bölümü ve bu bölümde çökeltilmiş olan
katmanlar.
plioir er. Kâğıt istekası yada bıçağı; 'kâğıtkeser.
plissage er. 1. Kıvrım kıvrım yapma, kırmalar
yapma (Plissage d'une jupe). 2. (Basımcılıkta)
Baskı sırasında kâğıtta küçük kırışıklıkların
olması.
plissé,es. 1. Kırmalı, kıvrımlı (Unerobeplissée). 2.
er. Kırma, kıvrım (Le plissé d'une jupe).
plissement er. 1 .yerb. Kıvrılma ( Les plissements du
terrain). 2. Kırıştırma, kırışma; kırışık (Les
plissements du front).
plisser gçl. 1. Kırmalar yapmak (Plisser une jupe,
une robe). 2. Kırıştırmak (Plisser son front). 3.
Buruşturmak (Plisser ses vêtements en dormant
tout habillé). 4. yerb. Kıvnltmak, kıvrımlar
yapmasına yol açmak (Les forces qui plissent
l'écorce terrestre). § Se plisser: Kırışmak,
buruşmak (Tissu qui se plisse).
plissure diş. (Bir giysideki bütün) Kırmalar,
pliure diş. 1. (Basımcılıkta, kâğıt yada formaları)
Kırma, katlama. 2. Bir şeyin kıvrıldığı yer, kıvrım
ploiement
(A la pliure du bras, du genou).
ploiement er. 1. Bükme, bükülme; eğme, eğilme
(Le ploiement des jambes, d'une barre de fer). 2.
ask. Bir birliğin savaş düzeninden yürüyüş
düzenine geçmesi,
plomb [plâ] er. 1. Kurşun (Gisement de plomb.
Soldat de plomb, un tuyau de plomb). 2.
(Elektrikte) Sigorta (Remplacer un plomb. Les
plombs ont sauté: Sigorta attı). 3. Av saçması,
saçma (Cartouche à plombs. Le lièvre a reçu la
décharge de plombs). 4. (Oltaya takılan) Kurşun
(Mettre trois plombs à sa ligne). S. (Eskiden
bulaşık sularının içine döküldüğü) Kap. 6.
Kurşun damga (Mettre un plomb à la porte d'un
wagon). 7. (Basımcılıkta) Dökülen harfler,
kurşun (Lire sur le plomb). 8. (Dişe yapılan)
Dolgu. § Soleil de plomb: Yakıcı bir güneş.
Sommeil de plomb: Ağır ve derin uyku. Mine de
plomb: Kurşun kalemi yapılan grafit. A plomb:
Düşey, dikine (Le soleil tombe à plomb sur la
terre). Avoir du plomb dans l'aile: Mecalsiz
olmak, üstünde bir bitkinlik olmak. Avoir un
plomb sur l'estomac: Midesinde bir ağırlık olmak;
sindirmekte güçlük çekmek. Faire sauter les
plombs: Elektrik sigortasını attırmak (Mon
réchaud électrique fait sauter les plombs). N'avoir
pas de plomb dans la tête: Pek düşüncesiz olmak,
densiz olmak,
plombage er. 1. Kurşun geçirme, kurşun kaplama.
2. Kurşun damga vurma (Plombage d'un colis). 3.
(Diş) Dolgu yapma, doldurma (Plombage d'une
dent). 4. tkz. Dolgu, diş dolgusu (Monplombage
est parti).
plombagine diş. Kurşun kalemi yapılan grafit,
plombe diş. argo. Saat (Vers trois plombes du
matin).
plombé,es. 1. Kurşunlu (Canneplombée). 2. Dolgu
yapılmış, doldurulmuş( Dent plombée). 3. Kurşun
damga vurulmuş (Colis plombé). 4. Kurşunî,
külrengi (Un teint plombé).
plombée diş. 1. Kurşunlu lobut. 2. Balık ağı yada
olta kurşunları,
plomber gçl. 1. Kurşun geçirmek (Plomber une
canne). 2. Kurşunlar takmak (Plomber une ligne).
3. Kurşunla damgalamak (Plomber un wagon, un
colis). 4. (Düşey olup olmadığını) Çekülle
yoklamak (Plomber un mur). 5. Kurşunî bir renk
vermek (C'est la ville que le jour plombe). 6.
Dolgu yapmak, doldurmak (Plomber une dent). §
Se plomber: Kurşunîleşmek (Sa peau se plombe).
plomberie diş. 1. Kurşunculuk; kurşun işleri
sanayii. 2. Kurşun işlenilen yer, kurşun işliği. 3.
Su, havagazı, kanalizasyon boruları (La

1067

plonger
plomberie est en mauvais état).
plombeur er. 1. Kurşun damgacısı. 2. Toprağı
sıkıştırmakta kullanılan ağır merdane, loğ.
plombier er. Kurşun işçisi; evlerde su, havagazı
tesisatlarını yapan işçi; muslukçu.
plombières diş. ç. Meyvalı dondurma,
plombifère s. Kurşunlu, içinde kurşun bulunan
(Gisement plombifère).
plomboir er. Dolgu aleti, dişçilerin dolgu yapmakta
kullandıkları alet.
plombure diş. (Vitraylarda) Kurşun çatı, iskelet,
plonge diş. Bulaşık işleri; bulaşıkçılık (Faire la
plonge: Bulaşık yıkamak).
plongeant,e s. Yukarıdan aşağıya doğru (De sa
maison, on a une vue plongeante sur le petit jardin.
Faire un tir plongeant).
plongée diş. 1. Dalma, dalış (La plongée d'un
pêcheur d'épongés). 2. Yukardan aşağıya doğru
çekilmiş resim; yukardan aşağıya görünüm. 3.
Deniz dibinde uçurum. § En plongée: Suya dalmış
olarak (Lesous-marin naviguait en plongée).
plongement er. Daldırma, batırma,
plongeon er. 1. Dalış (Faire un plongeon). 2.
(Ayaktopunda kalecinin topu yakalamak için
yaptığı) Sıçrayış, dalış (Le gardien de but fit un
plongeonsans réussirà bloquer le ballon). 3. hayb.
Dalgıçkuşu, buzdalgıcı (Plongeon cat marin:
Pasrengigerdanh-dalgiç.
Plongeon
lumme:
Karagerdanh-dalgiç). 4. ç. hayb. Dalgıçkuşları,
dalgıçkuşugiller.
plongeoir er. (Yüzücülerin basıp dalış yaptıkları)
Atlama tahtası, sıçrama tahtası,
plonger gsz. 1. Dalmak, dalış yapmak (Un nageur
qui plonge). 2. Suyun altına girmek, dalmak (Un
sous-marinquiplonge).3.
(Ayaktopunda, kaleci)
Topu kapmak için sıçramak, dalış yapmak
(Gardien de but qui plonge). 4. tkz. (Yüksekçe bir
yerden bakıp) Rahatça görmek (De cette fenêtre,
on plonge chez les voisins). 5. Sarkmak (Jupe qui
plonge par derrière). 6. Plonger dans qch: -e
dalmak; -in içine girmek, gömülmek (Ilplongea
dans un sommeil profond. Plonger dans ses
pensées. Son menton plongeait dans sa cravate). 7.
Plonger sur qch: -in üstünde ok gibi atılmak
(Vautour qui plonge sur sa proie). 8. gçl.
Batırmak, banmak, daldırmak. 9. gçl. Plonger
qch dans qch: a) Bir şeyi -e batırmak, banmak,
daldırmak (Plonger son stylo dans l'encre.
Plonger ses doigts dans l'eau), b) Bir şeyi -e
sokmak (Plonger sa main dans une boite, dans ses
cheveux), c) Bir şeyi -e saplamak, batırmak
(Plonger un poignard dans le coeur d'un ennemi).
10. Plonger qn dans qch: Birini -in içine atmak,
plongeur

1068

sokmak (Plonger un homme dans la misère, dans


un embarras). § Se plonger dans qch: -e dalmak -in
içine gömülmek (Se plonger dans une lecture, dans
un livre, dans la méditation)
plongeur, euse ad. 1. Dalgıç (Un plongeur qui pêche
les éponges). 2. Bulaşıkçı. 3. er. Karabatak;
dalgıçkuşu.
plouc, plouk s. ve ad. Köylü,
plouf Uni. (Suya düşen bir cismin çıkardığı sesi
belirtmek için) Cump!
ploutocrate er. Parasıyla siyasal etki sağlayan büyük
zengin.
ploutocratie diş. Zenginler yönetimi, *varsılerki.
ploutocratique s. Zenginler yönetimine değgin,
varsılerkine değgin,
ployables. Bükülür, bükülebilir; eğilir, eğilebilir,
ployage, ploiement er. Eğme, bükme; eğilme,
bükülme ( Ploiement d'une barre de fer).
ployer gçl. 1. Eğmek ( Ployer une tige de fer. Le vent
ployait les cimes des arbres). 2. Bükmek (Ployer
les genoux). 3. gsz. Eğilmek, bükülmek; bel
vermek (Branche qui ploie). 4. Ployer sous qch: a)
-altında eğilmek, bükülmek (Branche qui ploie
sous le poids des fruits), b) -in altında iki büklüm
olmak (Ployer sous un fardeau), c) -in altında
ezilmek (Le peuple ployait sous les impôts
écrasants).
pluches diş. ç. tkz. Sebze soyma, sebze ayıklama,
pluie diş. 1. Yağmur (La pluie tombe. Une goutte de
pluie). 2. Yağmur gibi yağan şey, sel gibi akıp
gelen şey, pek çok, bol bol (Une pluie d'or, de
cadeaux). 3. Serpinti (Une pluie d'étincelles, de
cendres). § Faire la pluie et le beau temps: (Bir işte,
bir yerde) Asıl söz sahibi olmak, her istediğini
yaptırmak, sözü dinlenir olmak. Parler de la pluie
et du beau temps: Havadan sudan konuşmak.
Après la pluie le beau temps: Her yokuşun bir inişi
vardır, her külfetin bir nimeti vardır,
plumage er. 1. Kuşun tüyleri (Le plumage d'un
corbeau, d'un faisan). 2. Kuşun tüylerini yolma,
tüy yolma.
plumaison diş. Tüy yolma; -in tüylerini yolma
(Plumaison d'un oiseau).
plumard er. hlk. Yatak (Aller au plumard.
Dégringoler de son plumard).
plumasserie diş. Tüycülük; kuş tüyü alım satımı,
plumassier, ère ad. 1. Tüycü; kuş tüyü hazırlayan
yada alıp satan; kuş tüylerinden yapılmış eşyalar
satan kimse. 2. s. Tüycülüğe değgin (Industrie
plumassière).
plum-cake [plumkik] er. İng. Üzümlü çörek,
plume diş. 1. (Kuşlarda) Tüy (L'oiseau lisse ses
plumes. Arracher les plumes d'un poulet). 2. Kuş

plumule
teleğinden kalem (Tremper sa plume dans
l'encrier). 3. Mürekkep kalemi ucu (Laplume est
encrassée, elle crache). 4. er. hlk. Yatak. § Guerre
de plume: Kalem tartışması, kalem kavgası.
Homme de plume: Yazar. Lit de plumes: 1. Kuş
tüyü yatak. 2. Rahat ve parlak bir durum. Poids
plume: (Boks ve güreşte) Tüy siklet. Comme une
plume: 1. Tüy gibi (Etre léger comme une plume).
2. Kolaycacık, çok kolayca (Soulever un fardeau
comme une plume). Avoir la plume facile: Kolay
yazmak, yazarken hiç güçlük çekmemek. Ecrire
au courant de la plume: Kaleminin ucuna geldiği
gibi yazmak. Lire la plume à la main: Notlar
alarak okumak, okurken bir takım notlar almak.
Ne pas peser plus qu'une plume: Tüy gibi hafif
olmak. Perdre des plumes: Zarara uğramak, bir
takım şeyler yitirmek. Perdre ses plumes: hlk.
Saçlan dökülmek. Prendre la plume: Eline kalem
alıp yazmaya başlamak, yazı yazmaya girişmek.
Se mettre dans les plumes: hlk. Yatağa girmek.
Supprimer, barrer d'un trait de plume: Kesip
atmak, bir kalemde çizip atmak, kısa kesmek.
Tremper sa plume dans le fiel, dans le poison:
Zehir zemberek şeyler yazmak; öfkeyle ve kinle
yazmak, yazılarında zehir kusmak. Vivre de sa
plume: Kalemiyle geçinmek, yazar olarak
yaşamını sürdürmek. Voler dans les plumes de qn:
-i parçalayacakmış gibi saldırmak, -in üstüne
atmaca gibi atılmak. Y laisser des plumes: Zarara
uğramak, bir takım şeyler yitirmek,
plumeau er. 1. Toz süpürgesi, tüy süpürge (Passer
un coup de plumeau sur les meubles). 2.
(Hayvanlarda) Tutam tüy, tüy tutamı (Le
plumeau blanc de la queue d'un chien).
plumée diş. 1. Bir kuşun tüylerini yolma. 2. Bir
kuşun, yolunduğunda, elde edilen tüylerinin
tümü.
plumer gçl. 1. Tüylerini yolmak (Plumer un oiseau,
un poulet, une oie). 2. Soymak (J'ai encore à
plumer mes asperges). 3. mec. Yolmak, soymak,
soyup soğana çevirmek (On l'a plumé au jeu). § Se
plumer: hlk. Yatmak, yatağa girmek,
plumet er. Sorguç, şapka gibi şeylere süs olarak
takılan tüy.
plumeux, euse s. Tüye benzeyen, tüyü andıran,
tüyümsü (Feuillageplumeux).
plumier er. Kalem kutusu, kalemlik (Plumier
d'écolier).
plumitif er. 1. Mahkeme tutanağı. 2. Kalem
efendisi. 3. Kötü yazar, yazar taslağı,
plum-pudding er. İng. Puding,
plumule diş. 1. hayb. Hav tüyü. 2. bitb. tik
tomurcuk.
plupart.
plupart(la) diş. 1. La plupart de: -in çoğu,
çoğunluğu (La plupart des villes connaissent des
difficultés de circulation. La plupart des hommes,
des femmes). 2. adıl. Çok kimse, çokları, birçok
insan, insanların çoğu (La plupart pensent que les
problèmes techniques
du pays
sont résolus
immédiatement). § La plupart du temps: Çok kez,
çoğu zaman, çoğun. Pour la plupart: Çoğunlukla,
çoğunluğu bakımından, çoğunluk olarak (Des
touristes, pour la plupart,
anglo-saxons,
envahissent cette plage du Midi).
plural,es. Birçok birimlerden oluşan, çok birimli. §
Vote plural: Kimi seçmenlerin birden çok oy
hakkına sahip olduğu seçim sistemi,
pluralisme er. I. fels. Çokçuluk, evrenin birbirine
indirgenemeyen birçok öğelerden oluştuğunu
ileri süren öğretilerin genel adı. 2. "Çoğulculuk,
çok partili rejim, birden çok yönetim organına
dayanan siyasal sistem (Pluralisme syndical).
pluraliste s. 1. "Çoğulcu, çok partili (Démocratie
pluraliste). 2. fels. Çokçu.
pluralité diş. 1. Çokluk (La pluralité des dieux dans
la mythologie). 2. dilb. Çoğulluk, çoğul hali (La
pluralité d'un mot, d'un verbe). 3. Çoğunluk (Tout
s'y décide à la pluralité des voix).
pluriannuel, le s. 1. bitb. Uzun yıllar sonra çiçek
açan (Plantes pluriannuelles). 2. Uzun yıllar
süren, birçok yıl için geçerli olan, birkaç yıllık
(Contrat pluriannuel, plan pluriannuel).
pluricellulaire biy. Çokhücreli (Animal, plante,
organisme pluricellulaire).
pluriel, le s. dilb. 1. Çoğul (La première personne
plurielle d'un verbe). 2. er. Çoğulluk, çoğul hal
(Le pluriel d'un mot, d'unverbe). § Mettre qch au
pluriel: -i çoğul yapmak.
plurilatéral,e s. Çok yanlı (Accords plurilatéraux).
plurinational,e
s.
Çok
uluslu
(Sociétés
plurinationales).
pluripartisme er. Çok partililik, çok partili düzen.
plurivalent,es. 1 .kim. Çok değerli; birçok birleşme
değeri olan. 2. fels. Birçok biçim alabilen, birçok
sonuç doğurabilen.
plurivoque s. Çok anlamlı (Mot à contenu
plurivoque).
plus bel. 1. Daha (Il paraît plus heureux
aujourd'hui). 2. a) (Sıfat yada eylemler arası
karşılaştırmada) Plus... que: -den daha, -den çok
(Il estplus fort que moi: Benden daha güçlüdür. Tu
travailles plus que moi: Benden çok çalışıyorsun).
b) (İki ad arası karşılaştırmada) Plus de... que:
-den daha çok... (Il boit plus de lait que moi:
Benden çok süt içiyor. J'ai plus de cravates que de
chemises: Gömlekten çok boyunbağım var). 3.

1069

plus-value

Ayrıca, bundan başka (Un lit, une table, plus six


chaises: Bir yatak, bir masa, ayrıca altı sandalye).
4. (Bir tammlık ile kullanıldığında) En (La plus
petite des filles. Le plus intelligent des élèves. Les
fruits les plus délicieux). 5. Artı, daha (Troisplus
quatre font sept: Üçdörtdahayedieder, üç artı dört
eşittir yedi) .6. er. En çok miktar, en çok şey ( C'est
le plus que vous puissiez obtenir). 7. er. Artık,
"fazla (Le plus et le moins: Artık ve eksik). § Le
plus grand commun diviseur: mat. En büyük
ortak tam bölen. La plus haute culmination: gökb.
En yüksek geçit. Le plus infini mat. Artı sonsuz.
Le plus petit commun multiple: mat. En küçük
ortak kat. Au plus, tout au plus: Olsa olsa, en çok.
Beaucoup plus: Çok daha. Bien plus, de plus, en
plus, qui plus est: Ayrıca, bundan başka, dahası,
üstelik. D'autant plus que: -diği oranda, -diği
ölçüde (Un article est d'autant plus cher qu'on en
produit moins: Bir mal az üretildiği oranda
pahalıdır, bir mal ne denli az üretilirse o denli
pahalı olur). De plus en plus: Git gide, gittikçe.
Ne... plus: Artık (Il ne travaille plus: Artık
çalışmıyor). Ni plus ni moins: Tam tamına, tam
anlamıyla (C'est une escroquerie, ni plus ni
moins). Non plus: 1. (Olumsuz tümcelerde) De,
"dahi (Il ne pleure pas, moinonplus: O ağlamıyor,
ben de). 2. Değil (Comptez non plus par syllabes,
mais par mots: Hecelerle değil sözcüklerle sayın,
hece hece değil, sözcük sözcük sayın). On ne peut
plus: (Ardından sıfat gelir) Çok, pek çok, son
derece (Il est on ne peut plus heureux de vous
rencontrer). Plus ou moins: Az çok. Plus de...: 1.
Artık yok (Paris était mort, plus de passants, plus
d'autos). 2. Artık yeter olsun, artık bitsin, son
bulsun, yok olsun (Plus de guerres, plus de sang).
Plus... plus...: Ne denli... ise, o denli...; -dikçe,
-diği ölçüde (Plus il mange, plus il grossit: Yedikçe
şişmanlıyor, ne denli yiyorsa o denli şişmanlıyor,
yediği ölçüde şişmanlıyor). Plus... moins...: Ne
denli çok... o denli az... (Plus il se repose, moinsil
tombe malade: Dinlendikçe az hastalanıyor, ne
denli çok dinlenirse o denli az hastalanıyor). Sans
plus: O kadar, daha fazlası değil, ötesi yok, başka
bir şey değil ( C'est un roman que je lis pour passer
le temps, sans plus). Un peu plus: Biraz daha. Une
fois de plus: Bir kez daha, bir daha.
plusieurs s. ç. 1. Birçok (Il connaît plusieurs langues
étrangères). 2. adıl. Birçokları, birçoğu, çokları,
birçok kimse (Plusieurs m'ont déjà raconté cette
histoire). § A plusieurs reprises: Birçok kez.
plus-que-parfait er. dilb. Hikâye birleşik zamanı,
mişli geçmişin hikâyesi,
plus-value diş. 1. Artıkdeğer (Plus-value absolue:
pluton
Saltık artık-değer. Plus-value relative: Göreli
artık-değer). 2. Bütçe artığı. 3. Fiyat katımı, fiyat
artımı (La plus-value des terrains).
pluton er. gökb. 1. Plüton, Güneş'e en uzak büyük
gezegen. 2. coğr. Püskürük kayaya dönüşmüş
derin magma yığını,
plutonien, ne s. 1. gökb. Plüton'a değgin. 2. ad.
coğr. Plütonizm yanlısı,
plutonique s. coğr. Püskürük, içpüskürük (Roches
pluloniques).
plutonisme er. coğr. 1. Yeryuvarlağmın türlü
çağlannda birçok olayların, yeryüzü biçimlerinin
oluşma ve gelişmesinin ve taşların, magmadan
ileri geldiğini savunan görüş. 2. Derinlik
taşlarının oluşumu, içpüskürük taşların oluşumu,
plutonium er. kim. Plütonyum,
plutôt bel. 1. Daha çok, daha "ziyade (Ne prenez pas
cette pomme, prenez plutôt cette poire. Il est
indolent plutôt que paresseux). 2. Daha doğrusu
(Il est gentil, ou plutôt il préfère ignorer la
méchancetéd'autrui). 3. Azıcık, biraz (Ilestplutôt
bavard). 4. tkz. Çok, pek f"Elle est plutôt barbante,
celle-là). S. Plutôt que, plutôt que de: a) -den daha
iyidir, yeğdir (Plutôt la mort que la souillure.
Plutôt mourrir que souffrir), b)-dense ;-mektense
(Je préfère qu'il accepte plutôt qu'il refuse. Il se
ferait plutôt hacher que de céder. Tu ferais mieux
d'admettre ton erreur plutôt que de t'obstiner à
nier).
pluvial, e s. Yağmura değgin, yağmurla ilgili,
yağmurdan gelen (Eaupluviale).
pluvier er. hayb. Timsahbekçisi, Afrika'da su
kıyılarında yaşayan bir tür yağmurkuşu.
pluvieux, euse s. Yağmurlu (Un temp pluvieux).
pluviomètre er. coğr. Yağmurölçer, yağışölçer,
pluviométrie diş. Yağışölçüm.
pluViométrique s. Yağışölçümüne değgin (Courbe
pluviométrique).
pluvio-nival, e s. Yağmur ve karla ilgili, yağışa
değgin (Régime pluvio-nival d'un cours d'eau).
pluviôse er. Fransız devrim takviminin beşinci ayı
(20 yada 21 ocak ile 18 yada 19 şubat arası),
pluviosité diş. coğr. Yağmurluluk, yağışlılık; yağış
oranı, yağış ortalaması,
pneu er. (Pneumatique sözcüğünün kısaltılması). 1.
(Arabalarda)
Lastik
(Les
pneus
d'une
automobile, d'une bicyclette. Gonfler un pneu). 2.
Acele mektup (Ecrire, envoyer un pneu). §
Gagner d'un pneu: (Bisiklet yarışında) Tekerlek
farkıyla kazanmak,
pneumatique diş. 1. Hava ve gazların özelliklerini
inceleyen bilim. 2. er. (Arabalarda) Lastik. 3.
Acele mektup, havalı boruyla yollanan mektup
1070

poche

(Ecrire, envoyer un pneumatique. Vous aurez ma


réponse par pneumatique). 4. s. Sıkıştırılmış gaz
kullanan yada havayla çalışan
(Marteau
pneumatique, canot pneumatique).
pneumatothérapie diş. Hava tedavisi,
pneumectomie diş. hek. Akciğerin yada bir
parçasının kesilip alınması,
pneumocoque er. Zatürrie mikrobu,
pneumologie diş. hek. Akciğer ve akciğer
hastalıklarını inceleyen tıp dalı, *akciğerbilim.
pneumologue ad. Akciğer ve akciğer hastalıkları
uzmanı, *akciğerbilimci.
pneumonie diş. hek. Zatürrie, akciğer yangısı,
pneumonique ad. Zatürrieli; zatürrie geçirmiş
kimse.
pneumothorax er. Göğüszan boşluğunda hava yada
gaz toplanması,
pochade diş. 1. Birkaç fırça vuruşuyla yapılıvermiş
boya resim. 2. Çabucak çırpıştırılmış yapıt,
hemen yazılıvermiş yazınsal yapıt,
pochard, e ad. tkz. İçkici, ayyaş, sarhoşun teki.
pocharder(se) gsz. hlk. Sarhoş olmak (Je veux me
pocharder ce soir).
p o c h a r d i s e S a r h o ş l u k ; içkicilik, ayyaşlık,
poche diş. 1. Cep (Les poches d'un veston, d'un
pantalon). 2. (İçine buğday, yulaf vb. konan)
Çuval. 3. (Kâğıt yada plastikten) Torba; kese
kâğıdı. 4. Av ağı. 5. (Giysilerin diz yada dirsek
gibi yerlerinde) Sarkıklık, kabarıklık (Ce
pantalon fait des poches aux genoux). 6. (Gözün
alt kapağında) Sarkıklık, torba (Il avait des poches
sous ses yeux). 7. Çıban gibi şeylerin vücutta
açtığı) Oyuk. 8. Yeraltı oyuklarında bulunan
büyük miktarda sıvı yada gaz, bu oyuğun kendisi,
yarık (Une poche de gaz, d'eau, de pétrole). 9.
hayb. Kese, cep. § Argent de poche: Cep harçlığı.
Livre de poche:Cep kitabı.Poche sécrétrice : biy.
Salgı cebi. Les mains dans les poches: 1. Hiçbir şey
yapmadan, eller cepte. 2. Emek vermeden, çaba
göstermeden, çalışmadan. Acheter chat en poche:
Gözü kapalı satın almak, ne ve nasıl olduğuna
bakıp etmeden satın almak. Avoir de l'argent
plein les poches: Cebi para dolu olmak, çok zengin
olmak. Avoir qch en poche: -i cepte keklik bilmek,
cebinde bilmek, -i elde edeceği kesin olmak.
Connaître qch comme sa poche: -çok iyi tanımak.
Avucunun içi gibi bilmek. En être de sa poche:
Kazanacağını umarken zarar etmek, içeri girmek,
cebinden parası gitmek. Faire les poches à qn: -in
cebinde ne var ne yok almak, cebini arayıp ne
varsa almak. Mettre qn dans sa poche: -i cebinden
çıkarmak, -den kat kat üstün olmak. N'avoir pas
sa langue dans sa poche: Ağzı laf etmek; rahat
poché

1071

konuşmak, lügat paralamasını bilmek. N'avoir


pas les yeux dans sa poche: Görmek, gözden
kaçırmamak. Payer de sa poche: Para verip
almak, cebinden ödemek, kendi parasıyla almak.
Se remplir les poches: Para vurmak, cebini
doldurmak. C'est dans la poche: hlk. Bu cepte
keklik, bu iş tamam, sen bunu oldu bil.
poché, e s. 1. Torbalanmış (Oeil poché). 2.
Haşlanmış (Des oeufs pochés).
pochée dis. Cep dolusu.
pocher gçl. 1. Morartmak, şişirmek; morartıp
şişirmek (Pocher l'oeil à qn: -in gözünü şişirmek).
2. Çok sıcak yağ yada su içine atıp haşlamak
(Pocher un poisson, un oeuf). 3. (Resim vb.)
Çırpıştırmak, yapıvermek, birkaç fırça vuruşuyla
çizivermek.
pochetée diş. 1. hlk. Dangalak, aptal; beceriksiz,
sakar. 2. Cep dolusu,
pochette diş. 1. Ceketin üst sol cebi, küçük cep
(Mettre son stylo dans sa pochette). 2. Ceketin üst
sol cebine konan süs mendili. 3. (Eski) Küçük
keman. 4. Küçük paket, küçük kutu (Une
pochette
à serviette de table.
Pochette
d'allumettes ).S. Küçük ve düz öğrenci avadanlığı,
pochoir er. Delikli resim kalıbı, delikli marka
kalıbı,
pochon er. Büyük kepçe.
poco bel. Biraz. § Poco à poco: Yavaş yavaş, azar
azar.
podagre diş. 1. (Eski) "Nikriz, damla hastalığı. 2. s.
Damlalı, damla hastalığına tutulmuş; iktidarsız.
3. ad. Damlalı, "nikrizli; iktidarsız ; kötürüm.
podium er. Seki, "podyum § Monter sur le podium:
Şampiyon olmak,
podologie diş. "Ayakbilim; ayak ve ayak
sayrılıklarım inceleyen bilim dah.
podologue ad. Ayakbilimci; ayak ve ayak
sayrılıkları uzmanı,
podomètre er. Yaya yürüyüşünü ölçmeye yarayan
alet, *adımsayar.
pœcilothermes er. ç. hayb. Soğukkanlı hayvanlar,
poêle lpwal] er. 1. Soba (Poêle à charbon, poêle à
bois. Charger, allumer, éteindre un poêle). 2.
Tabut örtüsü. 3. (Eskiden, kilisede nikâhı
kıyılanların başlarına tutulan) Örtü. 4. diş. Tava
(Poêleàfrire. Cuire un bifteck à la poêle). İTenir
la queue de la poêle: Dizginler elinde olmak, bir
şeyin yönetimini elinde tutmak,
poêlée diş. Tava dolusu (Une poêlée d'alouettes
sautées au beurre).
poêler gçl. Tavada pişirmek (Poêler une pièce de
viande, des oeufs).
poêlier er. Sobacı.
poids

poêlon er. Saplı tencere; güveç.


poème er. 1. Yır, şiir (Faire, composer un poème). 2.
Koşuk, manzume. 3. mec. Şiir gibi güzel şey (Les
oeuvres de Delacroix sont de grands poèmes). 4.
Bir operanın, lirik bir oyunun sözleri. § Poème en
prose: Düz şiir, düzyazı şiir.
poésie diş. 1. Şiir sanatı (Poésie, c'est un art
particulier fondé sur le langage). 2. Şiir, şiir biçimi
(Poésie classique, lyrique, épique, didactique,
symboliste. La poésie de Lamartine). 3. Yır,
deyiş, şiir ( Dire une poésie. Les poésies de Musset.
Choix de poésies). 4. Şiirsellik, şiirsel yan ( Poésie
d'un style, d'un roman). 5. Yüce güzellik, şiirsel
güzellik; içe işleyen, duygulandıran güzellik
(Clair de lune plein de poésies).
poèteer. 1. Ozan, şair (Rimbaud est un grand poète).
2. tkz. Düşler içinde yüzen kimse, ayağı yerden
kesik kimse. 3. s. ve ad. Şiir yazan (Une femme
poète).
poétereau er. Kötü ozan, ozan bozuntusu, ozansı,
poétesse diş. (Bugün artık küçümseyici anlamda)
Kadın ozan.
poétiques. 1. Yıra değgin, şiire değgin; yırsal, şiirsel
(Image, style poétique. Art poétique). 2. Şiirli, şiir
dolu (Une prose poétique). 3. Ozanca, düşler
içinde yüzen (Vous avez une nature poétique). 4.
diş. Şiir sanatı, "poetika (La poétique de
Mallarmé).
poétiquement bel. 1. Şiirsel yönden, şiir
bakımından ( Cet ouvrage n'a poétiquement aucun
sens). 2. Şiirli bir biçimde
(S'exprimer
poétiquement).
poétisation
diş.
Şiirleştirme,
şiirleşme;
şiirselleştirme, şiirselleşme (La poétisation de la
réalité).
poétiser gçl. Şiirleştirmek; şiirselleştirmek; şiirsel
bir güzellik katmak (Poétiser la réalité, les
souvenirs d'enfance).
pogne diş. hlk. El (Serrer la pogne à qn: -in elini
sıkmak).
pognon er. hlk. Para (Il a du pognon plein les
poches).
pogrom, pogrome er. Yahudi kıyımı , Yahudi
kırımı.
poids er. 1. Ağırlık (Poids moléculaire. Mesurer le
poids d'un paquet sur la balance). 2. Yük, ağırlık
(Un poids de 20 kilos. Plier sous le poids d'un
fardeau. Un vieillard courbé sous le poids des
années). 3. Vücut ağırlığı, kilo (Elle surveille son
poids). 4. (Sporda) "Sıklet, ağırlık (Poidsplume,
poids léger, poids moyen, poids lourd). S.
(Sporda) Gülle (Lancer le poids). 6. Kantar topu,
terazi taşı. 7. (Kimi saat yada makinalan işleten)
poignant

1072

Top, ağırlık (Le poids d'une horloge). 8. mec.


Ezinç, "azap, vicdanı rahatsız eden şey (J'étais
allégé de mon poids). 9.mec. Önem, güç (Le poids
d'un argument). 10. mec. Etki, etkililik, "nüfuz
(Un homme de poids). §Poidslourd:l. Ağır sıklet
boksör yada güreşçi. 2. Güçlü kuvvetli adam. 3.
Ağır yük kamyonu. Poids mort: mec. Ayakbağı,
engel, yarardan çok zararın dokunan kişi yada
şey. Au poids: Tartarak, ağırlığına göre, kiloyla
(Vendre au poids). Au poids de l'or: Ateş
pahasına, çok pahalı. Avoir deux poids et deux
mesures: Ayırım yapmak, herkese karşı eşit işlem
yapmamak, benzer durumda ayrı davranmak.
Avoir un poids sur la conscience: Vicdanını
rahatsız eden bir şey olmak, vicdanı rahat
olmamak. Avoir un poids sur l'estomac:
Midesinde bir ağırlık, bir şişkinlik olmak. Donner
du poids à qch: a) -e önem vermek, b) -e güç
kazandırmak. Faire le poids: 1. Tam kilosunda
olmak, istenilen kiloda olmak. 2. mec. Yerini
doldurmak, istenilen güç ve yetenekte olmak,
biçilmiş kaftan olmak. Ne pas faire le poids: Hafif
kalmak, gerekli güç ve yetenekte olmamak.
Perdre du poids: Kilo vermek, zayıflamak. Peser
de tout son poids sur: Bütün ağırlığıyla -e
yüklenmek. Prendre du poids: Kilo almak,
şişmanlamak,
poignant,e s. Dokunaklı, içe dokunan, yüreğe
işleyen (Un regard poignant).
poignard er. Hançer (Planter un poignard dans le
coeur de quelqu'un).
poignarder gçl. 1. Hançerlemek, bıçaklamak (Le
bandit poignarda sauvagement la malheureuse).
2. mec. Çok acı çektirmek (La jalousie la
poignardait). § Poignarder qn dans le dos: -i
sırtından vurmak, -e alçakça ihanet etmek,
poigne diş. 1. Bilek kuvveti, bilek gücü (Avoir de la
poigne). 2. Kaba kuvvet, zorbalık (Unhomme, un
gouvernement à poigne).
poignée diş. 1. Kapalı elin aldığı miktar, bir tutam,
bir avuç (Une poignée de sel, une poignée de
dragées. Arracher une poignée de cheveux). 2.
mec. Bir avuç,pekaz(Une poignée d'hommes, de
mécontents). 3. Kulp, sap, tutak (Poignée d'épée,
de sabre. Poignée de couvercle, de valise, de
porte). § Poignée de main: El sıkma, el sıkışma,
toka, tokalaşma. A poignées, par poignées: Avuç
dolusu, bol bol, avuç avuç. Donner une poignée de
main à qn: -in elini sıkmak; -ile el sıkışmak,
tokalaşmak.
poignet er. 1. Bilek (Se fouler le poignet). 2. Yen
(Amidonner les poignets d'une chemise). § A la
force du poignet: Bilek gücüyle, bileğinin

poinçonner
kuvvetiyle.
poil er. 1. Kıl f Ses bras sont cou verts de poils). 2. Tüy
(Les poils d'une fourrure, d'une bête). 3.
(Hayvanlarda) Tüy rengi; vücudu kaplayan
tüylerin bütünü, don. 4. Un poil: tkz. Biraz, azıcık
(Pousse le tableau un poil plus à droite). 5. biy.
bitb. Tüy, kıl (Poils absorbants: Emici tüyler,
emici kdlar. Poils excréteurs: Salgı tüyleri. Poils
glandulaires: Bez tüyler. Poils urticants: Dalaytci
tüyler, savunma tüyleri). § Poil follet: (Gerçek
kıllardan önce çıkan) Ayva tüyü. A poil: Çıplak,
çırılçıplak. A un poil près: Az daha, kıl payı, az
kalsın. Au poil: 1. Tam; tam tamına (J'aipourtant
pris mon train, mais au poil). 2. ünl. Mükemmel,
enfes 3. s. Çok güzel nefis, kusursuz (Une jeune
fille au poil. Ton déjeuner était au poil). De tout
poil: Her türlü, her çeşit (Des gens de tout poil).
Brave à trois poils: Sapına kadar erkek, taşağı altı
okka. Avoir un poil dans la main: tkz. Tembel
olmak. Etre de bon poil: Keyfi yerinde olmak,
neşesi üstünde olmak. Etre de mauvais poil:
Huysuzluğu üstünde olmak. Monter un cheval à
poil: Ata eyersiz binmek, çıplak ata binmek. Ne
pas avoir un poil sur le caillou: tkz. Dazlak olmak,
kafasında saç kalmamak. Ne pas avoir un poil de
sec: tkz. Çok terlemek, su içinde kalmak.
Reprendre du poil de la bête: 1. Kendini
toparlamak, yeniden duruma egemen olmak. 2.
Bir başarısızlıktan sonra yine yılmadan
uğraşmak, didinmek 3. Kefeni yırtmak, ölümcül
bir hastalıktan kurtulmak. Se mettre à poil:
Soyunmak, çırılçıplak olmak. Tomber sur le poil
de qn: -in üstüne atılmak, çullanmak.
poilant,es. hlk. Tuhaf, acaip.
poiler(se) gsz. hlk. Kahkahadan katılmak.
poilu, e s. 1. Tüylü; kıllı (Bras poilu, femme poilue).
2. er. Bizdeki Mehmetçik gibi, Birinci Dünya
Savaşında Fransız askerlerine verilen genel ad,
Kıllı.
poinçon er. 1. Biz; matkap, zımba (Poinçon de
sellier, de cordonnier. Poinçon de menuisier). 2.
Çelik kalem, kazı kalemi (Poinçon de sculpteur).
3. (Sikke yada madalya kalıbı dökmek için
hazırlanan) Kabartma çelik pul, erkek çakma. 4.
(Altın ve gümüş işlerinde) Ayar damgası
vurmada kullanılan alet. 5. (Altın ve gümüş
işlerinde) Ayar damgası (Apposer un poinçon sur
un bijou, sur une montre en or). 6. Çatı direği.
poinçonnage, poinçonnement er. 1. Bızla delme. 2.
Zımbalama, zımbayla delme. 3. Ayar damgası
vurma (Poinçonnage de l'or).
poinçonner gçl. 1. Bızla delmek. 2. Ayar damgası
vurmak. 3. Zımbalamak, zımbayla delmek
poinçonneur

1073

(Poinçonner un ticket, un billet d'autobus).


poinçonneur,euse ad. (Metro ve demiryollarında)
Biletleri zımbalayan memur, bilet deneticisi,
poinçonneuse diş. Zımba makinası; delgi makinası.
poindre gsz. 1. (Gün vb.) Doğmak, sökmek (Le
jour poindra. L'aube va poindre). 2. (Bitki,
tohum) Filizlenmek (Plantes qui commencent à
poindre). 3. mec. Doğmak, görünmek, gelmek
(Ils ont enfin vu poindre ce beau jour de la liberté).
4. gçl. Acı vermek, içini kemirmek (Une grande
tristesse me poignait).
poing er. 1. Yumruk (Serrer le poing). 2. (Bileğe
kadar) El (Il lève le poing pour le salut du front
populaire). § Coup de poing: (Vurulan) Yumruk
(lia reçu un coup de poing sur la figure). A coup de
poings: Yumrukla, yumruk yumruğa (Se battre à
coup de poings). Pieds et poings liés: Hiçbir şey
yapamayacak durumda, eli kolu bağlı, çaresiz.
Avoir, être pieds et poings liés: Eli kolu bağlı
olmak, çaresiz kalmak, hiçbir şey yapamayacak
durumda olmak. Assener, donner un coup de
poing: Yumruk atmak, yumruk indirmek.
Dormir à poings fermés: Rahat ve derin uykularda
olmak, kütük gibi uyumak. Envoyer son poing
dans la figure de qn: -in suratına bir yumruk
indirmek. Faire lecoupde poing: Yumruklaşmak,
yumruk yumruğa dövüşmek. Montrer le poing:
Yumrukla tehdit etmek. Serrer les poings:
Yumruğunu sıkıp beklemek, tüm gücünü
toplamak ve beklemek. Se ronger les poings: 1.
Arpacı kumrusu gibi düşünmek, kuşku ve
kaygılar içinde olmak, huzursuzluk ve tedirginlik
içinde olmak. 2. Pişman olmak, yaptığına
üzülmek. Taper du poing sur qch: -e yumruk
indirmek, -i yumruklamak,
point er. 1. Yer, nokta (Différents points d'une
région). 2. An (Arriver, venir à point nommé). 3.
(Noktalama işareti olarak) Nokta (Mettre un
point à la fin de la phrase. Deux points: İki nokta
üst üste. Point d'interjection: Ünlem işareti. Point
d'interrogation:
Soru
işareti.
Points
de
suspension: Üç nokta yan yana. Point-virgule:
Noktalı virgül). 4. kim. Derece, nokta (Point de
congélation,
d'ébullution,
de fusion,
de
saturation). 5. Husus, nokta (Discuter sur un point
important. Sur ce point, des avis contraires se
présentent. Ils sont d'accord en tout point). 6.
Bölüm (Les différents points d'une loi. Discours
en trois points). 7. (Öğrenciye verilen) Not
(Enlever un point par faute dans une dictée). 8.
(Sporda, oyunda) Sayı, "puan (Compter les
points, marquer un point). 9. (Basımcılıkta)
Punto. 10. (Örgü işlerinde) İlmik (Lespoints d'un

point
tricot, d'une tapisserie). 11. (Gemi yada uçağın)
Denizde yada havada bulunduğu yer, durum
(Donner, recevoir le point par radio). 12.
(Kunduracı mezurosunda) Kerte (La règle dont le
cordonnier se servait était divisée en points). 13.
Durum (Il se trouve au même point que la veille).
14.K.otm(Point de désaccord.Des points de science
qui demeurent encore obscurs). 15. Ayar, en
uygun durum yada derece (Mettre une lunette, un
appareil de photo au point). § Point d'appui:
Destek noktası. Point d'attache: Dolaşıp dolaşıp
da dönülen yer, asıl oturulan yer, merkez. Point
d'eau: Su bulunan yer, kaynak kuyu. Point de
départ: Başlangıç noktası, hareket noktası. Point
défait: Somutsorun. Pointdemire: (Nişan alınan)
Hedef. Point d'orgue: müz. Durgu. Point de
repère: İşaret noktası. Point du jour: Tan, gün
ağarması, tan sökümü. Points cardinaux: coğr.
Anayönler. Point commun: Ortak nokta, benzer
yön. Point culminant: En yüksek nokta, doruk,
yücelim noktası. Point géométrique: Geometrik
nokta. Point faible: Zayıf nokta. Point mort: Ölü
nokta. Lestrois-points:Masonluğun simgesi olan
(. .). Les frères trois-points: Mason biraderler. La
mise au point: 1. Açıklama. 2. Ayarlama,
düzenleme. A point: 1. Tam zamanında, anında,
kararlaştırılan zamanda. 2. İyi pişmiş, olmuş,
istenilen kıvama gelmiş (Un steack à point). A ce
point: Bu derece, bu denli. A quel point: Ne
derece, ne dereceye kadar. A un certain point,
jusqu'à un certain point: Bir dereceye kadar. A ce
point que, à tel point que, à un tel point que: O
derece ki, öyle ki (Les larmes le gagnaient à tel
point qu'il ne pouvait plus parler). Au point de f.
qch: -cek derecede. Au dernier point: Son derece.
Aux points: Sayıyla, sayı hesabıyla (Battre son
adversaire aux points. Défaite aux points. Victoire
aux points). Au point du jour: Tan sökerken, gün
ışırken. De point en point: Harfi harfine, olduğu
gibi, tam tamına (Exécuter un ordre de point en
point). En tout point, de tout point: Baştan başa,
tamamıyla. Point par point: Hiç bir şeyi
unutmadan,
dikkatle,
titizlikle,
noktası
noktasına ( Débattre un problème point par point).
Sur le point de f. qch: -mek üzere (Il était sur le
point de sortir). Etre au point mort: Ölü noktada
olmak; ne ilerlemek ne gerilemek, olduğu yerde
saymak. Faire le point: 1. Durum saptaması
yapmak, içinde bulunulan durumu saptamak. 2.
Hesapla geminin haritadaki yerini bulmak.
Mettre qch au point: 1. Ayarlamak, tam ayarına
getirmek (Mettre au point un moteur). 2. Elden
geçirmek, gözden geçirmek, derleyip toplamak
point

1074

(Mettre au point un projet). 3. Açıklamak,


aydınlığa kavuşturmak, aydınlatmak. Mettre le
point final à qch: -e bir son vermek. Mettre les
points sur les 1: Her şeyi iyice belirtmek; harf
sektirmeden, elifi elifine, noktası noktasına
anlatmak. Rendre des points à qn: (Oyunda) -e
açıktan sayı vermek.
point bel. 1. Hiç de, asla (L'amourpeut être aveugle,
l'amitié point). 2. Ne...point: Hiç (Il ne travaille
point). § Point du tout: Hiç de.
pointage er. 1. (Denetlendiğini yada görüldüğünü
belirtmek üzere) İşaretleme, işaret koyma (Le
pointage du personnel à l'entrée d'une usine). 2.
(Belli bir yöne) Çevirme, doğrultma, yöneltme,
dikme (Le pointage d'un canon sur l'objectif). 3.
(Bir optik aleti) Ayarlama (Pointage d'une
lunette, d'un téléscope). 4. den. (Geminin
denizde) Yerini saptama, hesapla yerini bulma
(Pointage sur la carte). 5. (Silahla) Gezleme,
nişan alma.
point de vue er. 1. Görüş, bakış açısı (Je ne partage
pas votre point de vue). 2. Görünüm, manzara
(Contempler un point de vue. C'est un beau point
de vue). 3. Bir şeyin en iyi görülebileceği yer
(Dessinateur qui choisit un point de vue pour
mettre une scène en perspective). 4. Görüş açısı,
bakış açısı (Adopter un point de vue). S. Görüş,
bakış, kanı, "kanaat (Les milieux militaires
maintiennent leur point de vue). § Du point de vue
de, au point de vue de: -e bakımından açısından
(Du point de vue de la théorie, au point de vue de
l'économie).
pointe diş. 1. Uç, sivri uç (Lapointe de l'aiguille, des
pieds. Aiguiser la pointe d'un outil). 2. (Denize
uzanan) Burun, dil (Lapointe du Sérail). 3. Çivi.
4. Tepe, uç (La pointe d'un arbre, d'une plante). S.
Kazı kalemi (Gravure à la pointe). 6. Kazı
kalemiyle yapılmış şekil (Livre illustré de
pointes). 7. Nükte; ince alay (Les discours ne
furent pas sans pointes). 8. Azıcık, biraz (Elle
mettait dans sa question une pointe de malice). 9.
En çok, en son (Vitesse de pointe d'une
automobile). § La pointe du jour: Tan, tan
sökümü, gün ağarması. Pointe sèche: Kazı
kalemi; kazı kalemiyle yapılmış şekil. Heure de
pointe: 1. Elektrik ve havagazımn en çok
tüketildiği saatler. 2. Sokakların en kalabalık
olduğu saat, yolcuların en kalabalık olduğu an. A
la pointe de l'épée, des baïonnettes: Silah zoruyla.
En pointe: Sivri şekilde, sivri olarak (Couper sa
barbe en pointe). Etre à la pointe de qch: -i çok iyi
bilmek, yakından izlemek (Un journaliste à la
pointe de l'actualité. Il est à la pointe des progrès

pointillisme
scientifiques).
Faire, pousser une pointe
jusqu'à...: -e kadar şöyle bir açılıvermek,
dolaşıvermek. Lancer, décocher des pointes à qn:
-e lâf dokundurmak, -i iğnelemek,
pointeau er. 1. Küçük zımba. 2. Musluk tıkacı, tıkaç
(Pointeau d'un carburateur, robinet à pointeau).
3. Bir fabrikada işçilerin çalışma saatlerini
denetleyip hesaplayan memur,
pointer, pointeur \pwitoen\ er. İngiliz avköpeği.
pointer gçl. 1. Saplamak, batırmak (Il lui pointa sa
lance sous les fanons). 2. Sivriltmek, ucunu
sivrileştirmek (Pointer
des aiguilles).
3.
(Kasaplıkta) Kesmek, boğazlamak (Pointer un
boeuf). 4. Sivri bir şeyle vurmak, dürtmek. 5.
Dikmek, dikleştirmek (Cheval qui pointe les
oreilles). 6. İşaretlemek (Pointez sur cette liste les
titres des ouvrages qui vous intéressent). 7. Bir
işyerinde çalışanların giriş çıkışlarını denetlemek,
işaretlemek (Pointer les ouvriers, les employés).
8. Pointer qch vers: Bir şeyi -e doğrultmak,
çevirmek, uzatmak, yöneltmek (Le capitaine
pointa sa jumelle vers l'ilot. Il pointa vers son
adversaire un index accusateur). 9. gsz. (Bir
işyerinde) İmzaya tâbi olmak, giriş çıkışlarında
imza atmak zorunluğunda olmak (Employé,
ouvrier qui pointe). 10. gsz. Uç vermek,
filizlenmek (Les jeunes pousses de pivoine qui
pointent au printemps).
11. gsz. Sökmek,
ağarmak (L'aube pointe, le jour pointe). 12 .gsz.
Yükselmek (Les minarets pointent vers le ciel) .13.
gsz. Görünmek (Uneperle claire, parfois pointait
àsescils). § Se pointer: hlk. Gelmek (// s'est pointé
chez moi à trois heures).
pointeur,euse ad. 1. Çalmaların giriş çıkış saatlerini
denetleyip işaretleyen görevli. 2. Spor
yarışmalarında elde edilen sonuçları kaydeden
görevli. 3. er. Topçu nişancısı,
pointillé er. 1. Noktalama kazı (Dessin, gravure au
pointillé). 2. Nokta nokta çizgi (Indiquer la
frontière entre deux pays, sur une carte, par un
pointillé gras). 3. (Kâğıtlarda) Yan yana delinmiş
noktalardan oluşan çizgi (Détachez suivant le
pointillé).
pointiller gçl. 1. Noktalarla çizmek, resmetmek
(Pointiller une ligne). 2. İğnelemek, laf
dokundurmak (line cessait pas de nous pointiller).
3. gsz. Önemsiz şeyler için hır çıkarmak, hırçınlık
etmek. 4. gsz. Noktalar yapmak, benekler
yapmak.
pointilleux, euse s. 1. Titiz (Il est très pointilleux sur le
protocole).
2. İğneleyici; iğnelemeyi, laf
dokundurmayı seven,
pointillisme er. Noktacılık.
pointilliste

1075

pointilliste s. ve ad. Noktacı, noktacılığı


benimseyen yeni-izlenimci ressam,
pointu, e s. 1. Sivri (Un couteau pointu).!. Titiz,
alıngan (ila un caractère pointu). 3. Hırçın (Parler
surun ton pointu).
pointure diş. 1. Baskı makinasında kâğıdı tesbit
eden iğne. 2. Ölçü, numara, boy (Quellepointure
chaussez-vous? Quelle est votre pointure de
gant?).
poire diş. 1. Armut (Manger des poires pour le
dessert. Poire fondante, farineuse, pierreuse). 2.
Barut kabı. 3. Armut biçiminde alet (Poire à
lavement). 4. hlk. Yüz, surat (lia reçu un obus en
pleine poire). 5. s. ve ad. hlk. Aptal, enayi,
dangalak (Une bonne poire. Il est aussi poire que
toi). § Entre la poire et le fromage: 1. Yemeğin
sonuna doğru. 2. En keyifli zamanında. Garder
une poire pour la soif: İlerisini düşünmek,
sakınımlı davranmak, sakla samanı gelir zamanı
demek. Se sucer la poire: hlk. Öpüşmek,
poiré er. Armut şarabı (Un verre de poiré).
poireau er. 1. Pırasa (Une botte de poireaux. Soupe
aux poireaux). 2. Siğil. § Faire le poireau: Uzun
süre ayakta beklemek, kazık gibi dikilip
beklemek.
poireauter,poiroter gsz. tkz. Kazık gibi dikilip
beklemek (Poireauter sur le quai de la gare).
poirée diş. bitb. Pazı.
poirier er. bitb. Armut ağacı. § Faire le poirier:
Kafasını yere dayayıp dengede durmak, kafası
üstü dik durmak,
pois er. Bezelye (Cultiver des pois). §Poischiche: 1.
Nohut. 2. mec. Siğil (Unpoischichesurlertez). La
fleur des pois: tkz. Gözde adam, aranılan ve hep
sözü edilen adam. Petits pois: Bezelye tanesi
(Petits pois en conserve). A pois: (Kumaş için)
Benekli, üstünde küçük topacıklar, düğümcükler
bulunan (Cravate à pois. Tissu à pois).
poiscaille diş. ve er. hlk. Balık (Pêcher du
poiscaille).
poison er. 1. Ağı, zehir (Boire du poison). 2. mec.
Zehir, acı şey, cansıkıcı şey (Le poison de la
calomnie. Ecrire cette lettre, c'est un vrai poison).
3. s. vead. Çekilmez, dayanılmaz, çok kötü huylu
kimse (Cette vieille fille est un poison. Elle est très
poison quand elle s'y met).
poissard,e s. ve ad. 1. Aşağı tabakadan halkın
konuşma ve davranışlarına özenen. 2. diş. Halde
balık satıcısı kadın, balıkçı kadın. 3. diş.
Ağzıbozuk kadın,
poisse diş 1. Sıkıntı, cansıkıcı şey; şanssızlık (Quelle
poisse! Encore une panne!). 2. (Eski) Yoksulluk,
"sefalet.

poivre
poisser gçl. 1. Ziftlemek. 2. Bulaştırmak, yapış
yapış yapmak ( La confiture lui a poissé les doigts).
3. hlk. Yakalamak, enselemek (La police l'a
poissé avec son sac plein de marchandises volées).
poisseux,euse s. Yapışkan; yapış yapış olan (Des
papiers de bonbons poisseux. L'enfant avait les
mains poisseuses).
poisson er. 1. Balık (Poisson d'eau douce, de rivière,
de mer. Poisson salé, séché, fumé. Conserve de
poisson,soupeaupoisson). 2.ç. a)hayb. Balıklar,
b) gökb. Balıklar; Balıklar takımyıldızı; Balıklar
burcu. § Poisson austral: gökb. Güneybalığı.
Poisson-chat électrique: Elektrikli yayın balığı.
Poisson cuirassé: Zırhlıbalık. Poisson-perroquet:
Papağanbalığı. Poisson porc-épic: Kirpibalığı.
Poisson-volant: 1. hayb. Uçanbalık. 2. gökb.
Uçanbalık denen takımyıldızı. Poisson d'Avril:
Nisan aldatmacası, Nisanbalığı. Engueuler qn
comme du poisson pourri: -e ağzına geleni
söylemek, verip veriştirmek. Etre heureux
comme un poisson dans l'eau: Keyfine diyecek
olmamak, pek mutlu olmak. Faire une queue de
poisson: (Araba kullananlar için) Sollayıp birden
önündeki arabanın önüne geçmek. Finir en queue
de poisson: Sonu iyi gelmemek, fos çıkmak,
altından çapanoğlu çıkmak. N'être ni chair ni
poisson: Ne olduğu, ne düşündüğü belli
olmamak.
poissonnerie diş. 1. Balıkçılık, balık alım satımı. 2.
Balıkçı dükkânı (Acheter des huîtres à la
poissonnerie).
poissonneux,euse s. Balıklı, balığı bol (Rivière
poissonneuse, étang poissonneux).
poissonnier,ère ad. 1. Balık satıcısı, balıkçı. 2. diş.
Balık tenceresi,
poitrail er. 1. (Atta) Göğüs. 2. Atın göğüs kayışı,
gömüldürük. 3. (Yapılarda) Ana kiriş, atkı kiriş,
atma kiriş.
poitrinaires, vead. Göğüs veremine tutulmuş, ince
hastalığa yakalanmış, veremli (Elle est
poitrinaire. Un poitrinaire).
poitrine diş. 1. Göğüs (Bomber la poitrine). 2.
Göğüs, meme (Elle a une belle poitrine. Poitrine
plate). 3. (Eski) Verem (Elle est morte de la
poitrine). § Avoir de la poitrine: Dolgun göğüsleri
olmak. Partir, s'en aller de la poitrine: Veremden
ölmek. Respirer à pleine poitrine: Derin derin
solumak, ciğer dolusu solumak. Serrer qn contre
sa poitrine: -i göğsüne bastırmak,
poitrinière diş. 1. (Eyer takımında) Göğüs kayışı,
gömüldürük. 2. (Kimi işçilerin taktığı) Göğüslük,
poivrade diş. Karabiberli salça,
poivre er. Karabiber (Mettre du poivre dans une
poivré

1076

sauce). § Poivre et sel: Kırlaşmış, kırçıl (Des


cheveux poivre et sel).
poivré,e s. 1. Biberli, acı (Un mets très poivré). 2.
Kaba, açık saçık (Une plaisanterie poivrée). 3.
hlk. Çok pahalı, pek tuzlu (C'est trop poivré).
poivrer gçl. Biber ekmek, karabiber ekmek
(Poivrer la salade). § Se poivrer: tkz. Kafayı
bulmak, sarhoş olmak,
poivrier er. 1. Karabiber ağacı. 2. Karabiberlik,
biberlik (Le poivrier et la salière).
poivrière diş. 1. Karabiber tarlası. 2. (Eski)
Biberlik. 3. (Hisarlarda, kalelerde) Gözcü kulesi,
poivron er. 1.Dolmalık biber; yeşil yada kırmızı
biber (Poivron vert, rouge). 2. Biber bitkisi, biber
fidesi (Faire pousser des poivrons).
poivrot,e ad. hlk. Sarhoş; içkici, "ayyaş,
poix diş. Zift.
poker [pokERj er. İng. 1. Poker (Jouer au poker). 2.
Poker oyununda aynı cinsten dört kâğıt, kare
(Poker de dames, poker de valets). § Poker d'as:
Bir zar oyunu,
polaire s. 1. Kutba değgin, kutuplara özgü,
kutupsal, (Froid, glace, nuit, climat polaire). 2.
diş. mat. Kutup doğrusu. § Etoile polaire: Kutup
yıldızı, demirkazık.
polaqueer. 1. (Eskiden) Fransız ordusunda çalışan
paralı Polonyalı asker. 2. hlk. Polonyalı,
polar er. argo. Polis romanı (Lire un bon polar).
polarimètre er. fiz. Kutupölçer, "uzayölçer.
polarisabilité
diş.
fiz.
Kutuplanabilirlik,
kutuplaşabilirlik, * uzay laşırlık.
polarisable s. fiz. Kutuplanabilir, kutuplaşabilir,
"uzaylanabilir.
polarisation diş. fiz. Kutuplanma, polarma,
"uzaylanma.
polariser gçl. 1. fiz. Polarmak, "uzaylamak
(Polariser un rayon lumineux, les électrodes d'une
pile. 2. mec. Bir noktada toplamak, kendi
üzerinde toplamak, kendi üzerine çekmek (Un
problème urgent qui polarise toute l'activité de
l'entreprise). 3. Etre polarisé sur qch: tkz. Tüm
dikkatini... üzerinde toplamak,
polariseur er. fiz. Kutupyoklar, "uzaylayıcı.
polarité dı'^. Kutupsallık, *uzaylık, pusula iğnesinin
kutuplara yönelme özelliği,
polatouche er. hayb. Uçarsincap.
polder [poldeR] er. (Hollanda'da) Denizden ve
göllerden
kurutularak
kazanılan
toprak
(Drainage d'un polder).
pôle er. 1 .coğr. Kutup, *uçlak ( Le pôle Nord, lepôle
Sud). 2. (Elektrikte) Kutup (Le pôle positif, le
pôlenégatif). 3.mec. Birbirine taban tabana zıt iki
şeyin her biri (Les deux pôles de la joie et de la

polio

tristesse)A. mec. tlgi merkezi; önemli nokta. §


Pôle céleste: gökb. Gökkutbu; Gök ekseninin
gökyuvarını deldiği iki noktadan her biri.
polémique diş. 1. Kalem kavgası, tartışı, kalem
tartışması (Engager, entretenir une polémique
avec quelqu'un). 2 .s. Saldırgan, kavgacı, tartışma
çıkarmak isteyen ( Un style polémique). fEngager
une polémique avec qn: Biriyle kalem kavgasına
girmek.
polémiquer gsz. 1. Kalem kavgası yapmak, tartışı
yapmak (Ces philosophes
se sont mis à
polémiquer).
2. Polémiquer contre qn: -e
kalemiyle saldırmak, ver yansın etmek,
polémiste ad. Kalem kavgacısı, kalem tartışmacısı,
polémologie diş. Savaşların bilim ve toplumbilim
açısından incelenmesi,
poli,es. 1. Terbiyeli (Un enfant poli). 2. Dürüst (ila
été poli avec moi). 3. Nazik, kibar (Se montrer un
peu poli). 4. Düz ve parlak, cilalı (Une surface
polie). S. Kaygan (Un cailloupoli). 6. er. Parlaklık
(Le poli d'une casserole. Donner le poli à une
surface).
police diş. 1. Güvenlik örgütleri, güvenlik
kuvvetleri, polis, zabıta (Avertir la police.
Dénoncer quelqu'un à la police. Etre de la police).
2. Güvenlik görevlisi, polis (Poste de police,
commissariat de police). 3. Sigorta sözleşmesi,
"poliçe (Signer une police d'assurance pour un
appartement). 4. İnzibat, disiplin (La police
intérieure d'un lycée). § Police judiciaire: Adlî
polis. Police des mœurs: Ahlâk zabıtası. Police
secrète: Gizli polis. Police municipale: Belediye
zabıtası. Police routière: Trafik polisi. Tribunal de
simple police: Sulh ceza mahkemesi,
policé,e s. Uygarlaşmış (Des sociétés policées).
policeman er. İngiliz polisi, İngiliz güvenlik
görevlisi.
policer gçl. 1. Uygarlaştırmak (Les maîtres, au lieu
de nous policer, nous ont rendus barbares). 2.
(Eski) Yönetmek, uygun yasalar koymak,
polichinelle er. 1. Kukla. 2. mec. Soytarı. § Secret de
polichinelle: Herkesin bildiği bir giz, gizli sanılan
ama sağır sultanın bile duyduğu şey. Faire le
polichinelle: Soytarılık etmek,
policier, ère s. 1. Güvenliğe değgin; polise özgü
(Prendre des mesures policières). 2. Polisçe, polis
anlayışının ağır bastığı (Un régime policier). 3. er.
Polis memuru, güvenlik görevlisi,
policlinique diş. hek. Poliklinik,
poliment bel. Kibarca, efendice, nazikçe (Agir,
parler poliment).
polio diş. 1. (Polyomyélite'in kısaltılmışı) Çocuk
felci (Il a eu la polio). 2. ad. Çocuk felci geçirmiş
poliomyélite

1077

(Les petits polios).


poliomyélite diş. hek. Çocuk felci,
poliomyélitique s. 1. Çocuk felcine değgin. 2. ad.
Çocuk felci geçirmiş,
poliorcétique diş. 1. Kent kuşatma tekniği yada
sanatı. 2. s. Kent kuşatma tekniğine değgin,
polir gçl. 1. Parlatmak, cilalamak, perdahlamak
(Polir une casserole, une glace, une dalle de
marbre). 2. Düzeltmek, güzelleştirmek, işleyip
gfiliştirmek(Polirsonstyle). 3. Son düzeltmelerini
yapmak (Le député avaitfait polir son discours par
un secrétaire).
polissable
s.
Parlatilabilir,
cilalanabilir,
perdahlanabilir (Métalpolissable).
polissage er. Parlatma, cilalama, perdahlama
(Polissage de l'argent, des cuivres, d'une glace).
polisseur,euse ad. Parlatıcı, perdahçı (Polisseur en
bijouterie).
polissoir er. Perdah makinası, perdah aleti
(Polissoir de bijoutier).
polisson,ne ad. 1. Sokak çocuğu (Les polissons de la
ville étaient devenus mes plus chers amis). 2.
Yumurcak, yaramaz çocuk, haylaz ( Cet écolier est
un polisson). 3. Çapkın (Un vieux polisson). 4. s.
Çapkınca (Jeter des regards polissons). S. s.
Haylaz, yaramaz (Elle est polissonne, cette
mioche). 6. s. Açık saçık (Chanson polissonne,
conte polisson).
polissonner gsz. 1, Haylazlık etmek (Son fils va
polissonner dans les rues avec les gamins de son
âge). 2. Çapkınlık etmek. 3. Açık saçık fıkralar
anlatmak.
polissonnerie diş. 1. Yaramazlık, haylazlık (Faire
des polissonneries). 2. Çapkınlık. 3. Açık saçık
konuşma,
açık saçık fıkra (Dire
des
polissonneries).
politesse^. 1. İncelik, naziklik, nezaket (Terminer
sa lettre par une formule de politesse). 2. Terbiye,
nezaket (Ce garçon manque de la politesse la plus
élémentaire). 3. Kibarca söz yada davranış
(L'urgence de leur besogne leur interdisait de
vaines politesses). § Brûler la politesse à qn: -den
izin almadan ansızın çekip gitmek,
politicaillerie diş. tkz.
Adi politika; adi
politikacılık,
politicailleur er. tkz. Adi politikacı,
politicard, e s. ve ad. Adi politikacı; adi politikaya
dayalı
(Politicards
intriguants.
Calculs
politicards).
politicien,ne ad. 1. Politikacı, siyasa adamı. 2. s.
(Küçümseme anlamında) Kurnaz, dümenci,
atlatıcı, politikacı,
politique s. 1. Siyasal (Pouvoir politique, intérêt

pollution

politique, droits politiques). 2. Siyasa ile uğraşan


(Homme politique. Institutions politiques). 3.
İşini bilir, becerikli, kurnaz (Un directeur très
politique). 4. er. Devlet adamı, gerçek siyasa
adamı (Le vrai politique est celui qui joue bien et
qui gagne à la longue).
politique diş. 1. Siyasa, politika (Politique
conservatrice, libérale, de droite, de gauche.
Politique de neutralité, d'intervention, de nonintervention. Faire de la politique.
S'occuper de la
politique). 2. Devlet işleri, devlet yönetimi,
politika (La politique extérieure, intérieure). 3.
Taktik, yol, yöntem (Une bonne politique, une
mauvaise politique). 4. Politikacılık; siyasal
yaşam (Se destiner à la politique). § Pratiquer la
politique de l'autruche: Devekuşu gibi kafasını
kuma sokup kimse görmüyor sanmak,
politiquement bel. 1. Siyasa bakımından, siyasal
açıdan, siyasal yönden (Un pays ,unifié
politiquement.
Un scrutin politiquement très
important). 2. mec. İncelikle, ustaca, kurnazca
(Agir politiquement).
politiquer gsz. Politikadan söz etmek, siyasadan
konuşmak.
politisation diş. Siyasallaştırma; siyasallaşma
(Politisation des syndicats).
politiser gçl. Siyasal bir nitelik vermek,
siyasallaştırmak; siyasete dökmek (Politiser les
élections syndicales. Politiser un débat).
politoiogie,politicologie
diş.
Siyaset
bilimi,
*siyasabilim.
poljé er. coğr. Gölova.
polka diş. Bir tür Leh dansı, polka; bu dansın
havası,
pollen er. bitb. Çiçektozu,
poliinie diş. bitb. Çiçektozu kümesi,
pollinique s. 1. Çiçektozu kümesine değgin
(Chambre, sac pollinique). 2. Çiçektozuna bağıl,
çiçektozundan ileri gelen (Asthme pollinique).
pollinisation diş. bitb. Tozlaşma (Pollinisation
directe, indirecte, par le vent, par les inseties).
polluant,e s. 1. (Çevreyi, havayı) Kirleten, bozan
(Produits polluants. Une usine polluante) 2. er.
(Havayı, çevreyi) Kirletici madde,
polluer gçl. 1. Kirletmek, bozmak (Gaz qui
polluent l'atmosphère des villes). 2. (Kutsal
şeylere) Saygısızlık etmek; kirletmek, kötüye
kullanmak.
pollution diş. 1. Kirletme; kirlilik; kirlenme,
bozulma (Pollution de l'air, des eaux, d'une
rivière. La pollution atmosphérique par des
fumées). 2. (Eski) Aşağılama, saygısızlık etme;
aşağılanma, saygınlığını yitirme, kirlenme
polo

1078

(Pollution d'une église). § Pollutions nocturnes:


hek. Şeytan aldatması, uykudayken beli gelme,
°ihtilam.
polo er. 1. Çevgen, polo (Jouer au polo). 2. Düşük
yakalı, uzun kollu spor gömleği, polo.
polochon er. hlk. Yastık, yatak yastığı (Les enfants
se battaient à coups de polochons).
polonaises, vead. 1. Polonyalı, leh. 2. er. Lehçe,
Leh dili. § Etre soûl comme un polonais: Zil zurna
sarhoş olmak,
polonaise diş. 1. Polonyalıların ulusal dansı,
polonez; bu dansın havası. 2. Bir tür pasta,
poltron,ne s. ve ad. Korkak, ödlek, tabansız (Le
jeune poltron se cacha derrière un arbre. Elle est
poltronne).
poltronnerie diş. Korkaklık, ödleklik, tabansızlık
(Sa poltronnerie prête à rire).
polyandre s. I. Çokkocalı, birden çok erkekle evli
(Femme polyandre). 2. er. Çok erkekorganlı,
birden çok erkekorganı olan (Plante polyandre).
polyandrie
1. Çokkocalılık, çok erkekle evlilik,
birden çok erkekle evlilik. 2. bitb. Çok
erkekorganhlık, birden çok erkekorganı olma.
polycentrique s. Çokmerkezli, "çoközekli (Parti
policentrique).
polycentrisme er. Çokmerkezlilik, "çoközeklilik.
polycéphale s. 1. Çokbaşlı (Monstre polycéphale).
2. mec. Çokbaşlı, birden çok başı olan
( Gouvernement polycéphale).
polychètes er. yada diş. ç. hayb. Çokkılhlar.
polychromes. Çokrenkli (Vitrailpolychrome).
polychromie diş. Çokrenklilik.
polyclinique diş. Poliklinik, *toplubakılık.
polycopie diş. 1. Kopya çoğaltma, "teksir (Bulletin
tiré à la polycopie).
polycopiée i l. Çoğaltılmış, teksir edilmiş (Cours
polycopiés). 2. er. Çoğaltılmış metin, teksir
edilmiş ders notu.
polycopier gçl. Çoğaltmak, "teksir etmek (Faire
polycopier des cours, un texte).
polyculture diş. Çeşitli ekim, bir alana aynı anda
değişik bitkiler ekme.
polyèdre s. ve er. mat. Çokyüzlü.
polyembryonie diş. biy. hayb. Çokcücüklülük,
çokembriyonluluk.
polygala,polygale er. bitb. Sütotu.
polygame s. ve ad. Çokkarıh, birden çok kanyla
evli, çokeşli
(Musulmanpolygame).
polygamie diş. Çokkarılıhk, birden çok kadınla
evlilik; çokeş evlilik, çokeşlilik,
polygénisme er. fels. Çokoluşçuluk, varlıkların tek
atadan gelmeyip çok atadan geldiklerini ileri
süren öğretilerin genel adı.
polytonal
polygéniste s. ve ad. fels. Çokoluşçu.
polyglotte s. 1. Birçok dilde yazılmış (Dictionnaire
polyglotte). 2. s. ve ad. Birçok dil bilen (Un
écrivain polyglotte).
polygonacées diş. ç. bitb. Karabuğdaygiller,
polygonale s. Çokköşeli ve çokyüzlü.
polygone er. Çokgen. § Polygone de tir: Atış
poligonu, atış yeri.
polygraphe ad. Çeşitli konularda yazan; her
konuda kalem oynatan yazar,
polymères, ve er. kim. Polimer, *çoğuz.
polymérie diş. kim. Polimeri, çoğuzlanım.
polymérisation
diş.
kim.
Polimerleşme;
"çoğuzlaşma.
polymériser
gçl.
kim.
Polimerleştirmek,
"çoğuzlaştırmak.
polymorphes, kim. Çokşekilli, çokbiçimli.
polymorphie diş. Çokşekillilik, bolşekillilik,
çokbiçimlilik.
polynésien, ne s. vead. Polinezyalı.
polynômes, ve er. mat. Çoküyeli, çokterimli.
polynucléaires. Çokçekirdekli; topluçekirdekli.
polype er. hayb. ve hek. Polip,
polypétales. bitb. Çoktaçyapraklı.
polypeux,euse s. hek. Polipli, bir polip oluşturan,
polyphasée s. Çokevreli, "çokfazlı (Courants
polyphasés).
polyphonie diş. müz. 1. Çokseslilik. 2. Çoksesli
türkü yada parça,
polyphoniques, müz. Çoksesli; çokseslendirilmiş.
polyphonisation diş. müz. Çokseslendirme.
polyphoniser gçl. Çokseslendirmek.
polypier er. hayb. Polip öbeği,
polypore er. bitb. Kavmantarı.
polyporées diş. ç. bitb. Kavmantarıgiller.
polyptère er. hayb. 1. Çoksaçakh balık. 2. ç.
Çoksaçaklıgiller.
polysémie diş. dilb. 'Çokanlamlılık, anlam
çokluğu.
polysémique s. dilb. Çokanlamh, birçok anlamı
olan.
polystyle s. "Çokdikinli, çoksütunlu (Temple
polystyle).
polysyllabe,polysyllabique s. dilb. Çokheceli.
polytechnicien er. Paris'te Politeknik okulu
öğrencisi.
polytechnique s. 1. Birçok bilim dalım içine alan
(Enseignementpolytechnique).
2. diş. Politeknik
yüksek okulu,
polythéisme er. toplb. Çoktanrıcılık.
polythéistes, vead. Çoktanncı;çoktanrılı (Religion
polythéiste).
polytonal,e s. müz. Çoktonlu.
polytonalité

1079

polytonalité di;. miiz. Çoktonluluk.


polyurie diş. hek. Sidik çokluğu,
polyvalence diş. 1. Çokdeğerlilik. 2. Çokanlamlılık.
polyvalentes. 1. "Çokdeğerli; birçok değişik işlev
yada görevi olan. 2. Çokanlamlı, değişik anlamlı
(Mol polyvalent). 3. Birçok değişik ders okutan
(Professeur polyvalent). 4. Değişik işlere yada
görevlere bakan (Inspecteurpolyvalent).
pomiculteur er. Meyveci, meyve yetiştiricisi,
pommade diş. Merhem, krem (Frotter la peau avec
de la pommade. Pommade pour lustrer les
cheveux). § Passer de la pommade à qn: -e yağ
çekmek, dalkavukluk etmek, -i öğüp göklere
çıkarmak, pohpohlamak,
pommader gçl. Merhem sürmek, krem sürmek
(Pommader une blessure, ses cheveux).
pommard er. Bir tür kırmızı Burgonya şarabı,
pomme diş. 1. Elma (Manger une pomme pour le
dessert). 2. Elma biçiminde süs, süs topu, topuz
(Pomme de lit). 3. (Pomme de terre'in
kısaltılmışı) Patates (Un bifteck aux pommes.
Pommes frites, pommes vapeur). 4. Direk
tepeliği. 5. hlk. Baş, kafa. 6. (Marul ve
lahanada) Göbek. 7. mec. Yasak meyve, cennetin
yasak meyvesi. § Pomme d'Adam: Gırtlak
çıkıntısı, Âdemelması. Pomme de discorde:
Anlaşmazlık nedeni. Pomme de pin: Çam
kozalığı. Pomme de terre: Patates. Ma pomme, ta
pomme: hlk. Ben, sen. Etre aux pommes: hlk.
Çok iyi, çok kıyak olmak. Se sucer la pomme: hlk.
Öpüşmek, sarılıp öpüşmek. Tomber dans les
pommes: Bayılmak,
pommé,e s. 1. Toparlak, göbekli (Chou pommé,
laitue pommée), l.tkz. Bitirim, üstüne yok, eşsiz,
enfes, eksiksiz, kusursuz (Il fait des bêtises
pommées).
pommeau er. 1. Süs olarak yapılan küçük yuvarlak
baş, topuzcuk (Le pommeau d'une canne, d'un
sabre). 2. (Eyerde) Ön kaş.
pomme de terre diş. Patates (Eplucher des pommes
de terre).
pommelé,es. 1. Serpme bulutlu (Un ciel pommelé).
2. Bakla kırı (Chevalpommelé).
pommeler (se) gsz. 1. (Gök için) Öbek öbek
bulutlarla kaplanmak. 2. (Lahana, marul vb. için)
Göbeklenmek.
pommelle diş. Boru süzgeci,
pommer gsz.
(Marul, lahana, vb. için)
Göbeklenmek (Choux qui commencent
à
pommer).
pommeraie diş. Elma bahçesi,
pommette diş. 1. Küçük elma biçiminde süs. 2.
Elmacık kemiği (Elle a les pommettes rouges).
pomponner

pommier er. Elma ağacı.


pomoculture diş. Meyvecilik, meyve yetiştiriciliği,
pomologie diş. *Meyvebilim.
pomologue,pomologiste ad. Meyvebilim uzmanı,
"meyvebilimci.
pompage er. Pompalama (Station de pompage.
Pompage des eaux d'égout).
pompe diş. 1. Görkem, şatafat (La pompe d'un
édifice. La pompe des solennités). 2. Görkemli
tören. 3. ed. Tumturak (La pompe d'un style). En
grande pompe: Şatafatla, tantanayla (Mariage
célébré en grande pompe). Pompes funèbres:
Cenaze alayı; cenaze töreni,
pompe diş. 1. Tulumba (Pompe à incendie: Yangın
tulumbası. Pompe aspirante: Emme tulumba.
Pompe foulante:
Basma tulumba.
Pompe
aspirante et foulante: Emme basma tuluma.
Pompe pneumatique:
Hava tulumbası). 2.
Pompa, tulumba (Pompe à essence, pompe à
huile). 3. ç. hlk. Pabuç, ayakkabı. § Coup de
pompe: Bitkinlik, yorgunluk. A toute pompe: tkz.
Son hızla, tüm hızıyla (Filer à toute pompe).
pomper gçl. 1. Tulumbayla çekmek, pompalamak
(Pomper de l'eau, de l'essence). 2. Emmek,
çekmek (Moustiques qui pompent le sang). 3. hlk.
İçmek, çekmek (Pomper du vin). 4. mec.
Çekmek, almak (La presse pompe toute la sève
intellectuelle de la société). S. hlk. Bitirmek,
tüketmek, elden ayaktan etmek (Cet effort l'a
pompé).
pompette s. Hafif sarhoş, çakırkeyf (Il est
généralement pompette).
pompeusement
bel.
Görkemle,
şatafatla,
tantanayla.
pompeux,euses. 1. Görkemli, "muhteşem (On lui a
réservé un accueil pompeux). 2. ed. Tumturaklı
(Un style pompeux, un discours pompeux). 3.
Gösterişli, şatafatlı,
pompier er. Yangın söndürme eri, "itfaiye eri,
* söndürücü, "itfaiyeci,
pompier,ère s. 1. Gösterişçi, şatafatçı; iddialı ama
tatsız tuzsuz (Peintre, écrivain pompier. Un style
pompier). 2. ad. (Terzide) Son düzeltmeleri
yapan kalfa.
pompiérisme er. (Yazın ve sanatta) Gösterişçilik;
tumturakçılık.
pompiste ad. Benzinci çırağı, benzinci,
pompon er. Toparlak püskül, yuvarlak püskül. §
Avoir le pompon, tenir le pompon: (Alaylı) Üstün
çıkmak, baskın çıkmak, kazanmak. Avoir son
pompon: (Eski) Çakırkeyf olmak,
pomponner gçl. Süsleyip püslemek (Une mère qui
pomponne sa petite fille). § Se pomponner:
ponant
Süslenip püslenmek, takıp takıştırmak,
ponant er. (Eski) Batı.
ponantais,e5. (Eski) Batılı; batıya değgin,
ponçage er. Süngertaşı yada tozla ovup parlatma,
ponce diş. 1. Süngertaşı, "ponza (Pierre ponce da
denir). 2. (İğnelenmiş örneklerden kopya
çıkarmak için bunların üzerinden geçirilen)
Renkli toz kesesi, silkme kesesi. 3. Yağlı is
mürekkebi.
ponceau er. 1. Küçük köprü, tek gözeli köprü,
köprücük. 2. Gelincik (çiçeği). 3. Yapma kırmızı
boya. 4. s. Gelincik kırmızısı (Soieponceau).
poncer gçl. 1. Süngertaşıyla parlatmak (Poncer un
marbre). 2. (İğnelenmiş bir örneğin üzerinden)
Renkli toz geçirmek; silkme yapmak (Poncer un
dessin). 3. Renkli is mürekkebiyle işaretlemek
(Poncer une toile).
ponceux,euse s. Süngertaşı yapısında,
poncif er. 1. İğnelenmiş örnek silkme, resimsilkme,
y azısilkme ( Reproduire un dessin avec un poncif).
2. (Güzel sanatlarda) Özgünlükten uzak iş,
bayağı iş, basmakalıp iş.
poncif,ive s. 1. İğnelenmiş örnekten çıkarılmış
(Dessin poncif). 2. mec. İlginç olmaktan uzak,
basmakalıp, sanatsız.
ponction diş. hek. 1. (İçindeki sıvıyı almak için)
Delme, iğneyle su alma, "ponksiyon (Faire une
ponction lombaire). 2. (Para) Çekme, alma,
önceden alma (Par de fréquentes ponctions, il a
réussi à épuiser tout son capital).
ponctionner gçl. hek. Delip içerdeki sıvıyı almak
(Ponctionner un épanchementpleural).
ponctualité diş. "Dakiklik, zamanında gelip
bulunma, zamanında davranma, zaman titizliği
(Ponctualité d'un employé).
ponctuation^. Noktalama (Signes de ponctuation.
Mettre, oublier la ponctuation).
ponctuel,le s. 1. Dakik, tam zamanında gelip giden,
zamanını geçirmeyen (Employé ponctuel. Etre
ponctuel à un rendez-vous). 2. Zamanında yapan,
geciktirmeyen, savsaklamayan (Il est ponctuel en
ce qui concerne ses engagements). 3. Noktaya
benzeyen, noktalardan oluşmuş (Une image
ponctuelle). 4. Tek noktaya yönelik, tek amaca
yönelik (Intervention
ponctuelle,
opération
ponctuelle ).
ponctuellement bel. Dakikası dakikasına tam
zamanında, zamanını geçirmeden
(Arriver
ponctuellement à un rendez-vous.
Répondre
ponctuellement).
ponctuer gçl. 1. Noktalama işaretlerini koymak
(Ponctuer un texte). 2. Ponctuer qch de qch: Bir
şeyi -ile daha belirgin ve çekici duruma getirmek
1080

pont

(Le vieux professeur ponctuait ses phrases d'un


coup de poing sur le bureau).
pondaison diş. Yumurta mevsimi, yumurtlama
süremi.
pondérable s. Tartılabilen, tartılır, tartıya
vurulabilen.
pondéral,e s. Tartıya değgin, ağırlıkla ilgili
(Analyse pondérale).
pondérateur,trice s. Denge sağlayan, dengeyi
sürdüren, dengeleyici (Influence pondératrice).
pondération diş. 1. Dengelilik (Pondération des
masses sonores à l'orchestre). 2. Denge;
dengeleme, dengelenme
(Pondération
des
pouvoirs). 3. Ağırbaşlılık (Faire preuve de
pondération. Agir avec pondération).
pondéré,e s. 1. Dengeli. 2. Ağırbaşlı (Un homme
pondéré).
pondérer gçl. Dengelemek, dengede tutmak.
pondéreux,euse s. Ağır, ağır çeken, ağır gelen
(Marchandises pondéreuses).
pondeur,euse s. ve ad. 1. Çok yumurtlayan (Une
poule pondeuse). 2. Pondeur de qch: -de çok
verimli, -si çok olan (Un pondeur de romans). §
Une pondeuse d'enfants: mec. tkz. Çok çocuklu
kadın, koynu kucağı çocuk dolu kadın; anaç
tavuk,
pondoir er. Folluk.
pondre gçl. 1. Yumurtlamak (Pondre un oeuf). 2.
hlk. Doğurmak (Elle pondait un enfant tous les
ans). 3. tkz. Meydana getirmek, ortaya çıkarmak;
yazmak (Il pond un roman tous les six mois. Il a
pondu un article aujourd'hui).
poney er. İng. Küçük boy at, midilli.
pongé,pongée er. Hafif ipek tafta, ponje (Femmes
vêtues depongés clairs).
pongiste ad. Pinpon oyuncusu, pinponcu,
masatopu oyuncusu,
pont er. 1. Köprü (Franchir, passer, traverser un
pont). 2. den. Güverte (Les passagers se
promènent sur le pont arrière). 3. (Güreşte)
Köpriıf Ecraser le pont. Maintien en pont. Sortie
de pont). § Pont aérien: Hava köprüsü. Pont
suspendu: Asma köprü. Pont-levis: Kalelerdeki
iner kalkar köprü, çekme köprü. Faux pont: den.
Sintine güvertesi. Pont aux ânes: 1. Pisagor
teoremi, eşek dâvası. 2. Herkesin bildiği basit ve
önemsiz şey, bayağılık. Pont de bateaux: Dubalı
köprü, tombaz köprüsü. Tête de pont: Köprü
başı. Il passera de l'eau sous le pont, il passera bien
de l'eau sous ie pont: O zamana dek köprülerin
altından çok sular geçer, kim öle kim kala.
Couper, brûler les ponts: Köprüleri atmak, bütün
köprüleri yakmak, geriye dönüş olanaklarını
pontage

1081

ortadan kaldırmak. Etre solide comme le PontNeuf: Demir gibi sağlam olmak. Faire le
pont à qn:
-in başarısına yardımcı olmak, -e omuz vermek.
Faire le pont: İki tatil günü arasındaki iş gününü
de tatile katmak, ulama yapmak. Faire un pont
d'or à qn: -e reddedemeyeceği parlak önerilerde
bulunmak, büyük olanaklar sağlamak,
pontage er. 1. Geçici bir köprü yapma, hemencecik
bir köprü kurma. 2. Güverte yapma; geminin
güverte durumu. 3,hek.By-pass ameliyatı yapma,
iki damar arasına köprü-damar koyma,
ponte diş. 1. Yumurtlama (La ponte des poules, des
tortues). 2. Bir defada yumurtlanan yumurta
sayısı; yumurtalar. 3. er. Bakara ve rulet
oyunlarında para süren oyunculardan her biri. 4.
er. hlk. Kodaman, önemli kişi.
ponté,e s. Güverteli (Vaisseau ponté).
pontée diş. Güverteye yüklenen mallar, güverte
yükü (Pontée d'un cargot).
ponter gçl. 1. Üzerine köprü kurarak geçmek; -e
köprü yapmak (Ponter un fossé). 2. -e güverte
yapmak (Ponter une barque, une embarcation). 3.
(Talih oyunlarında) Para sürmek (Ponter une
somme).
pontet er. (Silahlarda) Tetik köprüsü (Pontet d'un
fusil, d'une carabine).
pontife er. 1. Yüksek papaz. 2. tkz. (Alaylı) Patron,
ağababa, ağa (Les grands pontifes de la Faculté, de
la critique, de la politique). 3. mec. tkz. Kendini
beğenmişin teki, kendini bir şey sanan § Le
souverain pontife: Papa,
pontifiant,e s. Kasıntılı, kendini beğenmiş (Il a un
air pontifiant).
pontifical,e s. 1. Yüksek papazlara değgin. 2.
Papaya değgin (Le/rônepontifical). 3. er. Papa ve
piskoposların âyin kitabı,
pontificat er. 1. Yüksek papazlık. 2. Papalık. 3.
Papalık süresi,
pontifier gsz. 1. Dinsel başkan sıfatıyla âyin
yapmak. 2. mec. Tumturaklı sözler etmek;
°ahkâm kesmek; kasılıp herkese öğütler vermek.
pont-1'évêque er. Bir tür peynir,
pont-levis er. 1. Kalelerdeki iner kalkar köprü,
çekme köprü. 2. mec. Atın birkaç kez üst üste
şahlanması; şahlamp durma,
ponton er. 1. Dubalı köprü. 2. Kızağa çekilmiş eski
gemi; kışla yada cezaevi görevinde eski gemi. 3.
Tombaz. 4. Kalafat teknesi,
pontonnier er. 1. ask. Köprü kurmakla görevli
istihkâm eri, köprücü. 2. Köprü tahsildarı,
köprüden geçiş parası alan görevli,
pop-corn er. Patlamış mısır,
pope er. Slav ortodoks kilisesi papazı, rus papazı.

populo
popeline diş. Poplin kumaş (Chemise en popeline).
popote diş. 1. Subaykantini; subay tabldotu. 2. tkz.
Aş, çorba; yemek (Faire la popote: Yemek
pişirmek, aş pişirmek , çorba kaynatmak). 3. s.
tkz. Evine ve ev işlerine düşkün, evcimen, ev
kedisi (Tu es encore plus popote que mon mari).
popotin er. tkz. Kıç, göt. § Se manier le popotin:
Acele etmek, çabuk olmak. Se remuer les
popotins: Kıçım oynatmak,
populace diş. Ayak takımı; fakir fukara (Une
populace en haillons).
populacier,ère s. Ayak takımına özgü, ayak
takımına yaraşır (Langage populacier, injures
populacières).
populageer. bitb. Sarı sunergisi.
populaire s. 1. Halkın sevdiği, halkın tuttuğu;
herkesin tanıyıp sevdiği; *sevilgen, tutulan,
*yayılgan (Un artiste populaire). 2. Halka dayalı,
halktan gelen (Un gouvernement populaire. Front
populaire). 3. Halka özgü (Langage populaire.
Croyances, traditions populaires). 4. Halk için;
halka yönelik (Art populaire,
spectacle
populaire). 5. er. Halk.
populairement bel. Halk gibi, halkın diliyle (Parler,
s'exprimer populairement).
populariser gçl. 1. Halka yaymak,halka sevdirmek.
Yayılganlaştırmak, sevilgenleştirmek, halka
benimsetmek (Populariser un mot, un type). 2.
Halka mal etmek, halkın anlayabileceği bir hale
getirmek.
Yayılganlaştırmak,
yaymak
(Populariser la science).
popularité diş. 1. Yaygın ün, halkça tutulup sevilme
*sevilgenlik, *yayüganhk (La popularité d'un
chef d'Etat. Acquérir une grande popularité, jouir
d'une grande popularité. Perdre de sa popularité).
2. Tutulmâ sevilme, beğenilme, "rağbet (Cette
chanson a acquis une grande popularité).
population diş. 1. Nüfus (Population d'une ville,
d'un pays). 2. Topluluk (Faire un test sur une
certaine population). 3. fiz. Yığılım. § Population
active: Çalışan nüfus. La population scolaire:
Öğrenciler, öğrenci topluluğu. Les populations
laborieuses: Emekçiler, çalışanlar,
populéum er. Ağrı dindirici bir merhem, kavak
merhemi.
,
populeux,euse s. Kalabalık; nüfusu çok (Rues
populeuses; ville populeuse).
populisme er. fels. Halkçılık; ayırıcı niteliği ülkücü
bir akım olan halkçılık, adına karşın, halkı ancak
seçkinlerin yönetebileceği ve tarihe de bu
seçkinlerin yön verdiği savındadır.
populistes, vead. Halkçı.
populo er. tkz. 1. Halk; ayak takımı. 2. Kalabalık,
paquet

1082

insanlar.
poquet er. Tohum ocağı, içine birkaç tohumun
birden konduğu küçük ocak.
porc er. 1. Domuz, evcil domuz (Engraisser un porc
avec des pommes de terre). 2. Domuz eti (Manger
du porc). 3. Domuz derisi (Valise en porc) .4 .mec.
Pis; obur; sefih. § Porc sauvage: Yaban domuzu,
porcelaine diş. 1. Çini, porselen (Porcelaine de
Sèvres, de Chine). 2. Porselen eşya (Casser une
porcelaine). 3. hayb. Katırboncuğu denilen
denizkabuğu.
porcelainier.ère s. 1. Porselene değgin (Industrie
porcelainière). l.er. Porselenişçisi;porseleneşya
satıcısı, porselenci,
porcelet er. Domuz yavrusu, süt domuzu; süt
domuzu eti (Manger du porcelet rôti).
porc-épic er. Kirpi (Dans le danger, le porc-épic se
hérisse).
porche er. 1. Kapı sundurması, kapıcalık. 2.
(Yapıda) Giriş, hol.
porcher,ère ad. Domuz çobanı; domuz bakıcısı,
domuzlara bakan işçi.
porcherie diş. 1. Domuz ahırı. 2. mec. Çok pis yer.
porcin,e s. 1. Domuza değgin (Race porcine). 2.
Domuzu andıran, domuza benziyen (Des yeux
porcins).
pore er. 1. (Deride) Gözenek (Suer par tous les
pores). 2. (Kaya yada taşlarda) Ufak yarık, küçük
delik; gözenek,
poreux,euse s. Gözenekli, "mesamatlı.
porion er. (Kömür ocakları yada petrol
kuyularında) tşçibaşı.
pornographe ad. Şehvet uyandırıcı kitaplar yazarı,
"bahname yazarı,
pornographie diş. Şehvet uyandırıcı kitap yada
resimler, açık saçık yayın, "bahname,
pornographique s. Şehvet uyandırma amacıyla
yapılmış yada yazılmış; açık saçık; "müstehcen
(Photo, revue pornographique).
porosité diş. Gözeneklilik , "mesamatlılık.
porphyre er. yerb. 1. Kızıl somaki, porfir. 2. Somaki
havaneli.
porphyrique s. Kızıl somakili, porfirli; porfire
değgin (Roche porphyrique).
porphyroïde s. Porfir görünümünde olan, porfiri
andırır (Roches porphyroïdes).
porphyriser gçl. Somaki havaneliyle ezmek yada
tozartmak.
porridge er. Yulaf çorbası, yulaf bulamacı,
port er. 1. Liman (Port de commerce, de guerre.
Entrer dans le port. Navire qui arrive au port). 2.
Sığınılacak yer, barınak (Chercher un port dans la
tempête). 3. Liman kenti (Marseille, port de la

porte
Méditerranée. Habiter un port). 4. mec. Süt
limanlık. | Port d'attache: (Geminin) Kayıtlı
olduğu liman, bağlama limanı. Port franc: Açık
liman. Arriver à bon port: Sağ salim varmak,
esenlikle varmak, kazasız belâsız varmak.
Arriver au port: Amaca ulaşmak. Faire naufrage
au port: Denizi geçip kıyıda boğulmak. Toucher le
port: Esenliğe kavuşmak, baraşıya erişmek,
port er. 1. Taşıma, yanında bulundurma, üstünde
taşıma (Port d'armes. Le port du costume
militaire). 2. Davranış; tavır (Cette femme a un
port majestueux). 3. Mektup,paket gibi şeylerden
alınan) Taşıma ücreti (Payer le port d'un colis,
d'une lettre). 4. (Taşıtlarda) Taşıma gücü. 5.
(Bitkilerde) Duruş, genel biçim (Port d'un arbre,
du peuplier, du lierre). § Port de voix: müz. Ses
değiştirme, bir sesten başka bir sese geçme
(Chanteuse qui fait des ports de voix). Port en
lourd: den. Geminin en çok alabileceği yük, yük
hacmi.
portable s. 1. Taşınabilir (Un paquet difficilement
portable). 2. Giyilebilir, kullanılabilir (Ce
complet n'est pas neuf, mais il est encore très
portable). 3. huk. Alacaklının oturduğu yerde
ödenecek olan (Dette portable). 4. Elde
taşınabilir, portatif (Machine à écrire portable).
portage er. 1. Taşıma (Leportage des marchandises,
du matériel). 2. Yükçülük, "hamallık (Crise du
portage, nos porteurs veulent tous repartir). 3.
den. Bir parçanın başka bir parçaya dayandığı
yer, dayanma yeri.
portail er. Anakapı, "cümle kapısı (Portail d'une
église, du parc, d'un château).
portance diş. (Uçaklarda) Kaldırma gücü.
portant er. 1. (Sandık yada bavul için) Sap, kulp. 2.
(Tiyatroda) Dekor dayanağı (Portant-lumière:
Asdı ışıldak dizisi. Portant-pliant: Yarım kanat,
sahnede küçük girinti).
portant,e s. 1. Destek, destek olucu; dayanak;
ağırlığın üstüne dayandığı (Parties portantes d'un
édifice. Murs portants). 2. Sağlığı şöyle yada böyle
olan. § A bout portant: Çok yakından; namlu
nerdeyse hedefe değecek biçimde (Tirer à bout
portant). Etre bien portant: Sağlığı iyi olmak,
sağlıklı olmak. Etre mal portant: Sağlığı kötü
olmak, sağlıksız olmak,
portatif, ive s. 1. Elde taşınabilen, taşınması kolay,
taşınır (Un poste de radio portatif. Machine à
écrire portative). 2. Sökülüp takılabilir,
porte diş. 1. Kapı (Porte d'entrée, de sortie. Porte
d'une maison, d'un jardin). 2. (Kale ve surlarda)
Kapı (Porte d'une forteresse, d'un château). 3.
(Büyük harfle) Babıâli, Osmanlı hükümeti (La
porte-à-faux
Sublime-Porte da denir). 4. Utku kemeri, "zafer
tâkı (La Porte Saint-Denis et la Porte SaintMartin). S. coğr. Dağ boğazı, argıt,
"derbent.§ Le
pas de porte: Hava parası. Porte-fenêtre: Balkon
yada taraça kapısı. A la porte de: -in pek
yakınında, kapısının önünde (La
station
d'autobus est à ma porte). De porte en porte: Kapı
kapı, ev ev; evden eve. Entre deux portes:
Ayaküstü, kısa bir süre için, çabucak (Parler à qn
entre deux portes, recevoir qn entre deux portes).
Défendre, interdire, refuser sa porte à qn: -i evine
almamak, -e kapısını kapamak. Ecouter aux
portes: Kapı dinlemek. Entrer par la grande
porte: 1. Doğrudan doğruya yüksek bir göreve
atanmak. 2. Bir göreve kendi yeteneğiyle ve
normal yoldan atanmak. Entrer par la petite
porte: 1. Bir göreve en küçük aşamadan başlayıp
yavaş yavaş yükselmek. 2. Bir işe kendi
yeteneğiyle değil de başkalarının desteğiyle
girmek. Etre aux portes de la mort: Ölümün
eşiğinde olmak. Etre porte à porte avec qn: -ile
kapı komşusu olmak. Faire du porte à porte: Kapı
kapı dolaşıp malını satmak. Flanquer, foutre qn à
la porte: tkz. -i kapı dışan etmek, kovmak. Forcer
la porte de qn: -in kapısını kınp zorla içeri girmek.
Frapper à la porte: Kapıyı çalmak. Frapper à la
mauvaise porte: Yankş kapı çalmak, yanlış yere
yada kişiye başvurmak. Gagner, prendre la porte:
Kalkıp gitmek, çekip gitmek. Laisser la porte
ouverte à qch: -e açık kapı bırakmak. Mettre qn à
la porte: -i kovmak, kapı dışarı etmek. Mettre la
clef sous la porte: 1. (Dükkân yada işyerini)
Kapatmak, artık çalıştırmamak. 2. Gizlice
savuşmak. Ouvrir la porte à qch: -e yol açmak,
nedenolmak. Ouvrir les portes à l'ennemi: (Kent,
kale için) Düşmana teslim olmak. Sonner à la
porte: Kapının zilini çalmak. Se ménager une
porte de sortie: Bir çıkış yolu bulmak, çare
bulmak. Trouver porte close: Gidip de evde
bulamamak.
porte-à-faux er. (Yapılarda) Desteği, dayanağı
bulunmayan bölüm. § En porte -à-faux: 1. Düştü
düşecek, yıkıldı yıkılacak durumda (Le rocher est
en porte -à-faux, il peut tomber d'un moment à
l'autre. Un mur en porte-à-faux). 2. Kararsızlık
içinde, ne yapacağını bilmez durumda (J'étais en
porte -à-faux, je me suis redressé. Cette décision
aventurée l'avait mis en porte-à-faux).
porte-aiguilles er. İğne kıskacı, iğnelik, iğne kutusu.
porte-allumettes er. Kibritlik, kibrit kabı.
porte-avions er. Uçak gemisi,
porte-bagages er. (Taşıtlarda) Eşyalık, *yükyeri,
eşya ve paket konacak yer, "bagaj (Porte-bagages

1083

portée
d'une bicyclette, d'une voiture).
porte-billets er. Kâğıt para cüzdanı,
porte-bonheur er. Uğurluk, uğur getireceğine
inanılan şey; nazarlık ( Le trèfle à quatre feuilles, le
fer à cheval sont des porte-bonheur).
porte-bouquet er. Duvar yada bir yere asılabilen
küçük çiçek vazosu, çiçeklik,
porte-bouteilles er. 1. Şişe altlığı, şişelik. 2.
(Süzdürmek için) Şişe süzgüsü.
porte-cartes er. 1. Haritanın içine konduğu kılıf,
haritalık. 2. Nüfus cüzdanı, kimlik, fotoğraf gibi
şeylerin içine konduğu cüzdan, kimlikler cüzdanı,
porte-chapeaux er. Şapka askısı, şapkalık,
porte-cigares er. Puro tabakası,
porte-cigarettes er. Sigara tabakası (Portecigarettes en argent, en or).
porte-clefs,porte-clés er. 1. Anahtarlık, anahtar
halkası. 2. (Eski) Cezaevlerinde anahtarlan
taşıyan gardiyan,
porte-couteau er. (Sofrada) Çatal bıçak altlığı,
porte-croix er. Ayinlerde haç taşıyan kişi.
porte-document er. Pek ince belge çantası,
porte-drapeau er. Sancaktar, bayraktar,
portée diş. 1. Bir hayvanın bir defada doğurduğu
yavru sayısı, karın (La portée d'une chienne). 2.
Gemi yükü (Portée en lourd: Geminin yük
hacmi). 3. (Mimarlıkta) Dayangaç uzaklığı,
kemer açıklığı, atkı açıklığı (La portée de l'arche
d'un pont). 4. müz. Nota kağıtlarındaki beşerlik
satır çizgileri, "porte. 5. Merminin yada sesin
gidebileceği son uzaklık, erim, "menzil (Portée
d'un fusil, d'une voix, d'un eri). 6. (El, bakış gibi
şeylerin)
Uzanabileceği,
görebileceği,
varabileceği mesafe ( La portée d'un regard, d'une
main, d'un javelot). 7. Kavrayış, kavrama gücü
(Domaine et portée d'une intelligence. Cela passe
la portée d'un esprit). 8. Düzey, seviye (Science à
la portée de tous, à la portée des enfants). 9. Güç,
kuvvet (Portée d'un argument, d'un mot). 10.
Değer, önem (Une décision d'une grande portée).
11. Sonuç, doğacak sonuç (Fais attention à la
portée de tes mots. La portée historique d'une prise
de position). 12. huk. Kapsam, "şümul (Portée
d'un article de loi. Un acte d'une portée limitée). §
A portée de, à la portée de: 1. -in erimi içinde, -in
erişebileceği yada görebileceği uzaklıkta (On était
à portée de javelot. La ferme était déjà à portée de
notre vue). 2. -in anlayabileceği düzeyde (Un livre
à portée des petis enfants). 3. -in elinin
erişebileceği yerde (Mettre un verre à la portée
d'un malade). Hors de portée de: 1. -in erimi
dışında, -in erişemeyeceği, göremeyeceği yerde.
2. -in anlayamayacağı düzeyde. 3. -in elinin
porte-enseigne

1084

erişemeyeceği yerde,
porte-enseigne er. (Eski) Sancaktar, bayraktar,
porte-épée er. Kılıç kayışı, kılıç yuvası,
porte-étendard er. 1. Sancaktar, bayraktar. 2.
Sancak kayışı, sancak yuvası,
portefaix er. Yükçü, hamal,
porte-fenêtre diş. Pencere görevi de yapan kapı,
pencere-kapı; balkon yada taraçaya açılan camlı
kapı.
portefeuille er. 1. Kâğıt para cüzdanı, cüzdan (Se
faire voler son portefeuille). 2. Tahvil; tahviller
(Valeur d'un portefeuille. Portefeuille d'une
banque). 3. Bakanlık, bakanlık görevi (Le
portefeuille des Affaires étrangères). 4. (Eski)
Evrak çantası. § Avoir un portefeuille bien garni:
Cebi para dolu olmak,
porte-greffe er. Üzerine aşı yapılan ağaç.
porte-malheur er. Uğursuzluk getireceği sanılan
şey; uğursuz sayılan şey yada kişi.
portemanteau er. Askılık, askı," portmanto
(Accrocher, mettre, suspendre son pardessus, son
chapeau au portemanteau).
portement er. İsa'nın haçı taşıması ve bunu gösteren
tablo.
porte-mine, portemine er. Yaylı kurşun kalem,
porte-monnaie er. Ufak para cüzdanı,
porte-montre er. 1. İçine görülecek biçimde saat
yerleştirilen kutu. 2. Üzerine saat asılan küçük
yastık, saatlik,
porte-parapluies er. Şemsiyelik, şemsiye konacak
avadanlık.
porte-parole er. 1. Sözcü (Le porte-parole d'un
groupe politique). 2. Bir kişi yada düşüncenin
sözcülüğünü yapan gazete yada dergi. § Se faire le
porte-parole de: -in sözcülüğünü yapmak,
porte-plume er. Hokkalem, mürekkepkalemi,
kalem ucu takılan sap.
porte-queue er. Kuyruklu kelebek,
porter gçl. 1. Taşımak (Porter une valise à la main.
Mère qui porte son enfant dans ses bras). 2. -si
olmak, -e sahip olmak (Porter une barbe noire,
porter des cornes). 3. Giymiş olmak (Porter un
vêtement bleu). 4. Takmış olmak (Porter une
cravate rayée, une bague, une décoration, des
lunettes). 5. -i üstünde taşımak (Porter la
responsabilité d'un fait). 6. Tutmak, şu yada bu
biçimde tutmak (Porter la tête haute, porter le
buste droit). 7. Getirmek (Le facteur porte des
lettres). 8. Götürmek (La camionnette portait des
légumes au marché. Porter un verre à ses lèvres.
Porter un différend devant le tribunal). 9. Koymak
(Porter la main à sa poche, à son front. Porter de
l'argent à la banque). 10. Yazmak, geçirmek,

porter
kaydetmek (Porter un nom sur une liste. On a
porté cette somme au compte profits et intérêts) .11.
Vermek, üretmek (Cet arbre porte beaucoup de
fruits). 12. -e yol açmak, neden olmak (Cette
décision nous porte un tort considérable). 13.
Porter qch sur: Bir şeyi -de toplamak, -e
yöneltmek, çevirmek, doğrultmak (Porter son
regard sur quelqu 'un. Il a porté toute son attention
sur ce problème. Portez votre effort sur ce point).
14. Porter qch à: Bir şeyi -e vardırmak,
eriştirmek, çıkarmak (Cette réponse porta sa
colère à son paroxysme. Porter un art à sa
perfection). 15. Porter qn à qch: a) Birini -e itmek,
zorlamak, "sevketmek (Tu nous portes au mal.
Cet échec le portera à plus de prudence), b) Birini
-e getirmek (Porter un homme au pouvoir). 16.
Porter qn à f. qch: Birini -meye itmek, götürmek,
zorlamak (L'amour de soi-même porte tout
animal à veiller à sa propre conservation. Tout
porte à croire que c'est faux). 17. gsz. -e dek
gitmek, varmak, erişmek ( Le bruit du canon porte
à plusieurs lieues). 18. gsz. Gebeliği...kadar
sürmek (La jument porte onze mois). 19. gsz.
(Silahlar için) Erimi.. .olmak,... uzaklığa dek ateş
edebilmek (Ces canons porteni loin). 20. gsz.
Etkili olmak; etkisini göstermek (Mots qui
portent. Vos observations ont porté). 21 .gsz. den.
-e doğru yol almak, ilerlemek, yön tutmak
( Bateau qui porte au sud, au nord). 22. gsz. Porter
sur: a) -e dayanmak (Tout l'édifice porte sur ces
colonnes), b) -in üzerinde olmak, bulunmak
(L'accent porte sur la dernière syllabe), c) -e
çarpmak, vurmak (Il tomba, sa tête porta sur un
tabouret), d) -ile ilgili olmak, konusu ...olmak, -i
konu almak (Exposé qui porte sur la crise
économique). 23. Etre porté sur qch: -e düşkün
olmak (Il est porté sur la boisson). § Porter à faux
Eğri durmak, çekülünde durmamak. Porter qch à
la connaissance de qn: Bir şeyi -in bilgisine
sunmak, birini -den haberli kılmak. Porter à la
tête: (İçki, koku gibi şeyler için) Başına vurmak.
Porter atteinte à qch: 1. -e sekte vurmak; zarar
getirmek. 2.-i bozmak; zedelemek. Porter qch au
comble: -i en son noktasına vardırmak. Porter qn,
qch aux nues: -i çok övmek, göklere çıkarmak.
Porter bas l'oreille: 1. Bozulmak, süklüm püklüm
olmak, bozum olmak, kulakları düşmek. 2.
Paparayı yemek, azarlanmak, kalaylanmak.
Porter bien la toile: 1. (Gemi) Yana yatmadan iyi
yol almak. 2. İçkiyi iyi kaldırmak, içince hiç
yalpalamamak. Porter bien le vin: İçkiyi
kaldırmak, içkiye dayanıklı olmak. Porter
bonheur à: -e uğur getirmek. Porter des cornes:
porter
Boynuzlu olmak, boynuz takmak. Porter del'eau
à la rivière: Boşa pala sallamak, akıntıya kürek
çekmek, boşuna emek harcamak. Porter des fers:
1. Tutuklu olmak, zindanda olmak. 2. Tutsak
olmak Porter envie à qn: 1. -i özlemek, göresi
gelmek, göresmek. 2. -i kıskanmak, çekememek.
Porter qn dans son coeur: -i sevmek. Porter qn en
triomphe: -i omuzlarda taşımak, omuzlar üzerine
almak, kaldırmak. Porter du noir: Yas tutmak,
karalar giymek, karalara bürünmek. Porter la
culotte: (Kadın) Evde onun sözü geçmek, dediği
dedik olmak. Porter la guigne à qn: -e uğursuzluk
getirmek. Porter la livrée: Uşak olmak, uşaklık
etmek. Porter la main sur qn: -e el kaldırmak; -e
vurmak, tokat aşketmek. Porter la peine de qch:
-in eziyetini, zahmetini çekmek. Öncülüğünü
yapmak, önderlik etmek. Porter la robe: Yargıç
olmak, yargıçlık etmek. Porter la soutane: Papaz
olmak, papazlık etmek. Porter le bada, porter le
chapeau: tkz. Ceremeyi çekmek, başkalarının
nârına yanmak, sorumluluk sonunda -in üzerine
yıkılmak. Porter le deuil: Yas tutmak. Porter le
drapeau: Öncülük etmek, önderlik etmek. Porter
l'épée: Subay olmak. Porter les armes: Asker
olmak, silah kuşanmak. Porter les bouteilles:
Fıstıki makam gitmek, pek yavaş yürümek.
Porter les patins: Başkasının suçunu üzerine
almak.Porter malheur à:-e uğursuzluk getirmek.
Porter ombrage à: -e gölge düşürmek, zarar
vermek. Porter plainte contre: -den şikâyetçi
olmak ; -i resmi makamlara şikâyet etmek. Porter
préjudice à: -e halel getirmek, zarar vermek.
Porter remède à qch: -e çare bulmak, deva olmak.
Porter secours à:-e yardımda bulunmak, -in
imdadına koşmak. Porter sa croix: Acı çekmek,
dert çekmek. Porter un coup à qn: -e darbe
indirmek. Porter un toast: Kadeh kaldırmak,
sağlığa içmek. Porter un jugement sur qn: -in
hakkında bir yargıda bulunmak. Porter une botte
à qn: -e beklenmedik bir anda ve biçimde
saldırmak; -e birdenbire güç ve şaşırtıcı bir soru
sormak. § Se porter: 1. Taşınmak (Arme qui se
porte sur l'épaule). 2. Giyilmek; takılmak (Ces
jupes ne se portent plus cette année. Les cravates à
pois se portent encore). 3. Sağlığı...olmak (Se
porter bien: Sağlığı iyi olmak. Se porter mal:
Sağlığı kötü olmak). 4. Gitmek; atılmak,
yönelmek (Se porter à la rencontre d'un ami. Se
porter en avant). 5. Se porter à qch: -e kapılmak,
kendini kaptırmak, vermek (Se porter aux excès).
6. Se porter sur: -in üzerinde toplanmak, -e
çevrilmek, yönelmek (Des regards inquiets et
curieux se portaient sur nous). § Se porter à des

1085

portrait
extrémités: Aşırılığa, taşkınlığa gitmek. Se porter
caution pour qn: -e kefil olmak. Se porter comme
le Pont-Neuf: Demir gibi olmak, çivi gibi olmak,
sağlığı yerinde olmak. Se porter comme un
charme: Turp gibi sağlam olmak. Se porter fort
pour qn: -e kefil olmak. Se porter garant pour qn:
-e kefil olmak,
porter er. İngiliz birası, siyah ve sert bira.
porte-savon er. (Musluk yada banyolarda) Sabun
konacak yer, sabunluk,
porte-serviettes er. Havlu konacak yada asacak yer,
havluluk.
porteur,euse ad. 1. Dağıtıcı (Porteur de dépêches,
de télégrammes, de journaux). 2. Taşıyıcı (Porteur
d'eau: Su taşıyıcı, sucu. Porteuse de pain: Ekmek
taşıyıcı, ekmekçi). 3. er. (Bir şeyi) Üzerinde
taşıyan, getiren "hamil (Billet payable au porteur:
Getirene ödenecek senet). 4. er. Yükçü, hamal
(Appeler un porteur sur le quai d'une gare). S .s. ve
ad. Taşıyıcı, iletici (Un messager porteur d'une
bonne nouvelle. Les frères et soeurs du malade
sont porteurs de germes. Porteur de microbes,
d'une maladie contagieuse. Fusée porteuse).
porte-voix er. Boru, sesborusu, "megafon (Crier,
hurler dans un porte-voix).
portier, ère ad. 1. Kapıcı (La loge du portier.
Converser avec la portière). 2. er. (Kuruluş yada
kurumlarda) Kapı bekçisi, giriş çıkışları
denetleyen görevli (Portier d'hôtel,
d'un
ministère).
portière diş. 1. (Taşıtlarda) Kapı (Voiture à quatre
portières. Les portières d'un train). 2. Kapı
perdesi (Les portières pendent à plis lourds sur le
tapis). 3. s. (Dişi hayvanlar için) Gebe, yüklü,
karnında yavrusu olan yada olabilecek yaşta
bulunan (Brebisportière).
portillon er. Küçük kapı (Portillon automatique du
métro).
portion diş. 1. Parça, bölüm, kısım (Une certaine
portion de la route n'est pas encore macadamisée.
La portion la plus misérable de la population). 2.
(Yemekte) Belli bir miktar, porsiyon (Portion de
viande, de gâteau). 3. huk. Pay , hisse (Portion
héréditaire). § Portion disponible: (Mirasta)
"Tasarruf nisabı,
portionnaire ad. huk. (Kalıtta) Pay hakkı olan,
"miras payı sahibi,
portique er. 1. Kemeraltı, sütunlu giriş, revak
(Portique d'église). 2. fels. Stoacılık,
porto er. Portekiz'in ünlü tatlı şarabı porto (Boire
un verre de porto).
portor er. Sarı damarlı siyah mermer,
portrait er. 1. Portre (Portrait de face, de profil.
portraitiste

1086

Faire le portrait d'un enfant). 2. (Eski) Resim,


fotoğraf (Se faire tirer le portrait: Resim
çektirmek). 3. -in tıpkısı, benzeri (Virginie était
tout le portrait de sa mère). 4. hlk. Yüz (Se faire
abîmer le portrait). 5. mec. ad. Sözlü yada yazılı
betimleme, "tasvir (Faire, tracer le portrait d'une
personne).
portraitiste er. Portre ressamı, portreci,
portraiturer gçl. 1. -in portresini yapmak. 2. -i
betimlemek,
port-salut er. İnek sütünden yapılan bir peynir,
portuaire s. Limanla ilgili, limana değgin
(Installations portuaires).
portugaises, vead. 1. Portekizli ( Un portugais, une
portugaise. Les grands navigateurs portugais). 2.
er. Portekizce,^Portekiz dili. 3. diş. Bir tür
istiridye. 4. diş. hlk. Kulak (Les portugaises
ensablées).
portune er. hayb. Çağanoz, çingene yengeci;
çalpara.
pose <% 1. Yerleştirme, koyma, yerine koyma (La
pose des rideaux, cérémonie de la pose de la
première pierre). 2. Duruş, tavır, °poz (Prendre
une pose). 3. Kurum, çalım, gösteriş (Elle reste
parfaitement naturelle, dénuée de la moindre
pose). 4. (Fotoğrafçılıkta) Merceğin açılış süresi,
posé,e s. Ağırbaşlı (Un homme posé). § A main
posée: Ağır ağır, özenle,
posément bel. Yavaş yavaş, acele etmeden (Parler,
lire posément).
posemètre er. Işıkölçer.
poser gçl. 1. Koymak (Poser un livre sur une table.
Poser ses valises à terre). 2. Yerleştirmek, yerine
koymak (Poser des rideaux, poser une serrure). 3.
Ortaya çıkarmak (Votre cas pose un problème
délicat). 4. Poser qn: -e değer kazandırmak; ciddi
bir hava vermek (La Légion d'honneur a
beaucoup contribué à le poser dans le monde.
L'habit noir pose un homme). 5 .gsz. Poz vermek
(Vous allez poser sur ce canapé). 6. gsz. Kurum
satmak, kurumlanmak, kasılmak (Il pose à
chaque instant quand il est avec des amis). 7. gsz.
Poser à qn: Kendine... süsü vermek, -gibi
geçinmek (Poser au patron, au savant). 8. gsz.
Poser sur qch: -e dayanmak (Poutre qui pose sur
une traverse). § Poser des fondements: Temel
atmak. Poser les armes: Silahları bırakmak,
savaşa son vermek. Poser culotte: hlk.
Yüznumaraya gitmek. Poser pour la galerie:
Fiyaka satmak, kasılmak, çalım satmak. Poser sa
candidature: Adaylığını koymak, aday olmak.
Poser un lapin à qn: tkz. -i bekletip gelmemek,
geleceğim diye -e söz verip gelmemek. Poser un

position
principe: Bir ilke koymak. Poser une question à
qn: -e bir soru sormak. § Se poser: 1. Konmak
(Oiseau qui se pose). 2. Yere inmek (A vion qui se
pose). 3. Ortaya çıkmak, karşıya çıkmak (Le
problème se posera dans tous les cas. La question
qui se pose). 4. fels. Doğrulanmak, kendini
göstermek, varlığını ortaya koymak (Le moi se
pose en s'opposant). 5. Se poser en,comme:
... olarak geçinmek, ... gibi geçinmek, kendine
...süsü vermek; -lik taslamak (Il se pose en
médecin. L'artiste qui se pose comme un être
d'exception).
poseur, euse ad. 1. Döşeyici, yerleştiriri (Poseur de
pavés, de rails, de parquets). 2. s. ve ad.
Gösterişçi, kasılgan, pozcu (Elle est un peu
poseuse).
positif,ive s. 1. Gerçek, itiraz götürmez, kuşku
olmayan (C'est un fait positif). 2. Deneysel,
deneylere dayanan (Connaissance
positive,
sciences positives). 3. Pratik yarar sağlayan,
olumlu, somut sonuçlar veren; gerçekçi, düşe
kapılmayan (Les Anglais n'estiment que la
politique positive. C'est un esprit positif). 4.
Yapıcı; olumlu, "mœbet (Une action positive, une
idée positive). S. mat. Artı (Le signe positif). 6 . f i z .
kim. biy. Pozitif, artı yüklü, artı (Electricité
positive, charge positive, nombres positifs). 7.
dilb. Olumlu (Proposition positive), 8. er. Pozitif
resim, beyaz (Epreuve positive de denir). 9. er.
(Eski) Küçük org (Un positif à pied).
position diş. 1, Durum (Les bras en position
horizontale. Etre dans une position critique). 2.
Sıra (Ce concurrent occupe toujours la première
position au classement général). 3. (Bir şeyin
bulunduğu) Yer; konum (La position des mots
dans une phrase. La position d'un navire, d'un
avion). 4. ask. Mevzi; siper ( Occuper une position
fortifiée. Attaquer les positions ennemies). S. coğr.
Konum; durum. 6. Mevki, orun (Elle rêvait de
hautes positions. Un homme dans sa position ne
peut se compromettre). 7. Kişisel görüş, düşünce,
kanı, anlayış
(LapositiondeSartresurleproblème
de la liberté. On a demandé au directeur de définir
sa position). 8. Sunma, sunuluş, ortaya atma,
ortaya atılış (La position d'un problème). 9. Tavır
(Prendre une position défavorable). 10. ç. huk.
Özlük işleri, sicil durumu (Les positions d'un
fonctionnaire public). 11. (Bankacılıkta) Hesap
durumu (Demander sa position). § La prise de
position: Tavır takınma, tavır alma. Etre dans une
position intéressante: Gebe olmak. Etre en
position de f. qch: -cek durumda olmak, -cek güçte
olmak. Prendre position contre: -e karşı cephe
positionnement
almak. Rester sur ses positions: Hiçbir ödün
vermemek, düşünce ve isteğinde ayak diremek,
positionnement er. 1. "Konumlama, istenilen
biçimde yerleştirme. 2. Hesap durumunu
belirleme. 3. Piyasa durumunu saptama,
piyasasını belirleme,
positionner gçl. 1. (Teknik) -i istenilen biçimde
yerleştirmek,
"konumlamak,
takmak
(Positionner une pièce). 2. (Bankacılıkta) Hesap
durumunu belirlemek (Positionner un compte en
banque). 3. Piyasa durumunu saptamak, -in
piyasasını belirlemek (Positionner un article).
positivement bel. 1. Kesin olarak, tam olarak, doğru
olarak (Je ne le sais pas positivement). 2. Artı
elektrikle (Particules chargées positivement).
positivisme er. fels. Olguculuk, "pozitivizm,
positiviste .v. ve ad. fels. Olgucu, "pozitivist.
positivité diş. 1. Olumluluk. 2. Deneysellik,
deneylere
dayanma.
3.
(Elektrikle)
Artıyüklülük, artı yüklü olma.
posologie^, hek. *Düzembilim, düzem bilgisi, bir
ilacın değişik işler için kullanılacak miktarını
gösteren bilgi,
possédante s. ve ad. Varlıklı; parası ve malı mülkü
olan (Classe possédante. Ils étaient tous des
possédants).
possédée s. 1. Cin tutmuş, şeytan çarpmış, perili,
cinli (Une femme possédée). 2. Tutkun, vurgun. 3.
Possédé deqn: a) -e karışmış, çarpılmış, tutulmuş(Femmes possédées du démon, du
diable) b) -e
vurgun, tutkun, gönlünü kaptırmış (Etrepossédé
d'une femme). 4. ad. a) Cinli, perili (Exorciser un
possédé), b) Vurgun, tutkun, âşık (Il est un vrai
possédé).
posséder gçl. 1. -si olmak, -içinde bulundurmak, -e
"sahip olmak (Posséder de l'argent, des propriétés.
Une nation qui possède une puissante armée). 2.
-i çok iyi bilmek (Posséder un art, une langue, un
métier). 3. Posséder qn: tkz. -i aldatmak,
kandırmak, oyuna getirmek (Il nous a possédés).
4. -in bütün benliğini sarmak, içine işlemek (La
jalousie le possède). § Posséder une femmé: Bir
kadınla yatmak, cinsel ilişkide bulunmak.
Se faire posséder: Aldatılmak, kandırılmak,
oyuna gelmek. § Se posséder: Kendini tutmak,
kendine egemen olmak (Il ne pouvait plus
se posséder).
possesseur er. l.huk. -i elinde bulunduran, *elmen,
"zilyet. 2. -i bilen, içinde saklayan; sahip
(Possesseur d'un secret).
possessif,ive s. dilb. 1. İyelik gösteren, iyeliğe
değgin (Adjectifs possessifs: İyelik sıfatları.
Pronoms possessifs: İyelik adılları). 2. er.
1087

possible

Tamlayan durumu, iyelik öğesi,


possession diş. 1. Elinde bulundurma, elinde tutma,
*elmenlik, "zilyetlik (Possession dérivée: Fer'i
zilyetlik. Possession en propre: Asli zilyetlik.
Possession
immédiate:
Doğrudan
doğruya
zilyetlik.
Possession
médiate,
possession
indirecte: Dolayısıyla
zilyetlik.
Possession
originaire: Asli zilyetlik). 2. Kavuşma, ele
geçirme, elde etme; sahiplik (La possession du
beau, de la vérité. La possession d'un coeur). 3.
(Bir kadınla) Yatma, cinsel ilişkide bulunma. 4.
Cinlenme, perilenme (Je subis le phénomène que
les thaumaturges appelaient la possession). 5. Mal
mülk, elde bulunan mallar. 6. Sömürge. 7. dilb.
İyelik. 8. Çok iyi bilme (Possession d'une langue
étrangère). § Avoir qch en sa possession: -si olmak,
-i elinde bulundurmak, -e "sahip olmak. Etre en
possession de qch: -si olmak, -i elinde
bulundurmak, -e sahip olmak. Etre en la
possession de qn: -in olmak, -e ait olmak. Etre en
possession de toutes ses facultés: Tüm yetileri
yerinde olmak, bilinci yerinde olmak, bunamış
falan olmamak. Prendre possession de qch: 1. -i
almak, ele geçirmek, elde etmek (Il est allé
prendre possession de sa voiture). 2. (Bir yere)
Kendi eviymiş gibi yerleşmek, -e postu atmak,
çulu sermek ( Prendre possession d'une chambre).
Reprendre possession de soi-même: Kendine
gelmek, kendini toplamak, ayılmak,
possessivité diş. ruhb. İyelenmecilik, "temellük,
possessoire s. huk. 1. Zilyetliğe değgin "elmenliğe
değgin (Action possessoire: Zilyetlik dâvası). 2.
er. Zilyetlik hakkı, elmenlik hakkı,
possibilité diş. 1. Olanak, "imkân (Je ne vois pas la
possibilité de réaliser ce projet). 2. Olasılık,
"ihtimal (Il n'y a que deuxpossibilités. Envisager
toutes les possibilités). 3. ç. Son güç, sınır, tüm
olanak (Connaître ses possibilités. Chacun doit
payer selon ses possibilités). § Avoir la possibilité
de f. qch: -mek olanağı bulunmak. Donner à qn la
possibilité de f. qch: Birine -mek olanağı vermek,
sağlamak.
possible s. 1. Olanaklı, olabilir, olanak içinde,
"mümkün (Ministre a rendu possible la sortie des
devises). 2. Usa yatkm, benimsenebilir, kabul
edilebilir (Une hypothèse parfaitement possible).
3. Gerçekleşebilir, gerçekleştirilebilir (Votre
entreprise est possible). 4. Olası, olasılık içinde,
"muhtemel ( La chute possible du gouvernement).
5. Olabilecek, yapılabilecek, bütün, ne var ne yok
(ila fail toutes les bêtises possibles et imaginables
avant de se marier. Il a tiré tout l'argent possible de
son créancier, puis il s'est enfui). 6. Dayamlabilir;
postage

1088

çekilebilir, katlanılabilir; elverişli, uygun


(L'atmosphère de la maison n'était vraiment pas
possible). 7. bel. Belki, olabilir, mümkün (Irezvous à la mer cet été?-Possible.).
8. er. Olabilen,
elden gelen, mümkün olan (Faire son possible,
faire tout son possible: Elinden geleni yapmak). §
Au possible: Olabildiğince, son derece, çok (Ilest
gentil au possible). Autant que possible: Elden
geldiğince, "mümkün mertebe (Autant que
possible, vous écrirez lisiblement). Dans la mesure
du possible: Elverdiğince, olanaklar oranında.
Dès que possible, aussitôt que possible: Elverir
vermez, mümkün olur olmaz, hemen, derhal. Le
plus... possible: (Sıfat yada belirteçle) Mümkün
olduğu kadar ...,elden geldiğince... (Roulez le
plus lentement possible. Le plus vite possible. Le
plus tôt possible, le plus tard possible. Le bateau a
pris le plus grand nombre possible de personnes).
Le plus de... possible: (Adla) Mümkün olduğu
kadar çok... (Liez avec ces gens le plus de liens
possibles). Le moins... possible: (Sıfat yada
belirteçle) Mümkün olduğu kadar az... (Il vient le
moins souvent possible). Le moins de... possible:
(Adla) Mümkün olduğu kadar az... (Il faut courir
le moins de risques possible).
postage er. Postalama, postayla gönderme; postayı
gönderme.
postal,e s. Postaya değgin, postayla ilgili (Boite
postale, carte postale, chèque postal, colis postai).
postclassique s. Klasiksonrası, klasiklersonrasi
(Littérature postclassique).
postcommunion diş. Kilisede Kudas ayininden
sonra papazın okuduğu dua.
postdate diş. (Resmî yazışmalarda bir yazının
üzerine konan) İleriki tarih,
postdater gçl. -e bir ileriki tarih atmak (Postdater
une lettre, un chèque)
poste diş. 1. Posta yönetimi, posta (Un employé des
postes. Poste aérienne. Envoyer un colis par la
poste). 2. Postane (La poste ouvre à huit heures.
Aller àlapostepour toucher un mandat). 3. (Eski)
Yollarda at değiştirilen konak, menzil (Chevaux
de poste. Le maître de poste vint lui dire qu'il n'y
avait pas de chevaux). 4. (Eski) İki konak
arasındaki uzaklık, konak, menzil (Je dois faire
aujourd'hui vingt postes sans manquer). § Posterestante: Bekler-posta, postrestant.
Courir la
poste: (Eski) Çok hızlı gitmek, Padişaha sanki
kelle götürmek. Comme une lettre à la poste:
Kolaycacık, çabucak, hemencecik,
poste er. 1. ask. Kol, karakol (Placer des postes le
long de la frontière. Occuper un poste abandonné
par l'ennemi). 2. Polis karakolu (Les agents ont

postillonner
conduit au poste plusieurs manifestants. Passer la
nuit au poste). 3. Belli bir işe ayrılmış yer; göz,
bölüm,"kabin (Postedepilotaged'unavion,
d'une
fusée. Poste de commande). 4. Radyo (Un poste
portatif. Poste à transistors). 5. Makina, alet, aygıt
(Poste de radio, poste de télévision). 6. İş, görev,
mevki, "makam (Occuper un poste élevé. Etre
nommé à un poste). 7. ask. Nöbetçi; nöbetçi eri,
nöbetçi birliği (Doubler, installer, relever un
poste). 8. Çalışma süresi, süre, posta, vardiya
(Trois ouvriers y travaillent à raison de trois postes
de huit heures par jour). 9 (Muhasebe) Kalem
(Classement des postes du bilan. Postes de l'actif et
du passif).
poster gçl. 1. Postaya vermek, postalamak (Poster
une lettre, un colis). 2. (Biryerebekçi,gözcü,vb.)
Dikmek (Poster une sentinelle. Poster des
policiers autour d'une maison).
postérieur,e s. 1. Sonraki (Un testament postérieur
annulait en partie les dispositions du premier). 2.
Arka (La partie postérieure de la tête). 3.dilb. Art,
kalın (A postérieur). 4.' Postérieur à: -den sonra
gelen (Les poètes français postérieurs à Hugo). 5.
er. tkz. Kıç, göt (Tomber sur son postérieur).
postérieurement bel. 1. Sonradan, daha sonra. 2.
Postérieurement à: -den sonra (Un acte établi
postérieurement à un autre).
posteriori (à) bel. lat. mant. Sonsal, "aposteriori
(Raisonner à posteriori).
postériorité diş. Sonrahk.
postérité diş. 1. Gelecek kuşaklar, sonradan
gelecekler (Travailler pour la postérité). 2.
Çocuk, torun; torun torba (Mourir sans
postérité).
postface diş. Sonsöz (Postface d'un livre).
postglaciaire s. Buzulçağı sonrası; buzulsonrası;
buzlanmasonrası.
posthume s. 1. Doğuştan yetim, doğmadan babası
ölmüş (Enfant posthume). 2. Yazarı öldükten
sonra yayımlanan (Oeuvreposthume).
postiche s. 1. Yapma, takma (Avoir des cheveux
postiches, une barbe postiche). 2. Yapmacık
gereksiz (L'élégance postiche me déplaît). 3.
Uyduruk, sahte, gerçek olmayan (Talents
postiches). 4. er. Yapma süs. 5. diş. tkz. Kavga,
dövüşüp sövüşme (Faire une postiche: Kavga
çıkarmak, hır çıkarmak).
postier,ère ad. Posta memuru, postacı,
postillon er. 1. Posta arabası sürücüsü, posta
sürücüsü (Le postillon fit claquer son fouet). 2.
Konuşurken ağızdan sıçrayan tükrük (Lancer des
postillons en parlant). 3. Bir tür fransız şarabı,
postillonner gsz. (Konuşurken) Tükrük sıçratmak
post-industriel

1089

(Il me postillonne dans la figure).


post-industriel,le s. Sanayisonrası, sanayileşme
sonrası (Sociétépostindustrielle).
post-natal,e s. Doğumsonrası (Examen médical
post-natal, mortalité post-natale).
postopératoires, hek. Ameliyatsonrasi (Traitement
postopératoire).
postposer gçl. 1. Devrikleştirmek, devriklemek
(Postposer le sujet). 2. (Bölgesel) Ertelemek,
daha sonraya bırakmak,
postposition diş. dilb. 1. tlgeç. 2. Devrikleme, bir
sözcüğü alışılmışa aykırı olarak başka bir
sözcükten sonra getirme,
postromantique s. Romantizmsonrası,coşumculuk
sonrası (Littérature postromantique).
postscolaire 2.
Okıılsonrası
(Enseignement
postscolaire>
post-scriptum er. 'Katıntı, "haşiye, bitirip
imzaladıktan sonra mektuba katılan ek yazı.
postsyncronisation diş. (Sinemacılıkta) Sonradan
seslendirme.
postsyncroniser gçl. Sonradan seslendirmek
(Postsyncroniserunfilm).
postulant,e ad. 1. (Bir göreve) Girmek isteyen,
istekli, dilekli, "talip. 2. Bir manastıra girmek
isteyen kimse,
postulat er. mant. mat. Konut, "postulat, bir
tanıtlamada kabul edilmesi gereken ön gerçek
(Lespostulats d'Euclide).
postulation diş. 1. (Eski) İstek, dilek, "talep. 2. huk.
Vekillik etme, vekil olma.
postuler gçl. 1. İstemek, ardından koşmak, talep
etmek (Postuler un emploi). 2. İlke olarak ileri
sürmek, öngerek olarak ortaya atmak (Rousseau
postulait la bonté naturelle de l'homme). 3. gsz.
huk. Postuler pour: (Dâvada) -e vekillik etmek,
-in vekili olmak (Postulerpour un client).
posture diş. 1. Beden duruşu; duruş, tavır (Il était
assis dans une posture inconfortable). 2. mec.
Durum (Etre en bonne posture, en mauvaise
posture. La chute du gouvernement l'a mis en
mauvaise posture).
pot er. 1. Çömlek, tencere (Mettre le pot au feu.
Anse, couvercle d'un pot). 2. Testi; güğüm; küçük
küp (Potàeau. Pot à beurre, pot à confitures). 3.
Pot de: Bir küp... bir testi... bir güğüm (Pot de
yaourt, pot d'eau chaude, pot de beurre). 4.
Oturak (Mettre un enfant sur le pot). S. hlk. Bir
kadeh içki, bir tek (Boire un pot). 6. (Pokerde)
Ortadaki para (Ramasser le pot). 7. tkz. Kıç,
popo. 8. tkz. Şans. § Pot de chambre: Oturak. Pot
d'échappement: (Motorlu araçlarda) Susturucu.
Pot de fleurs: Saksı. Pot au noir: Çok koyu sis,
poteau

karanlık; tehlikeli durum. A la fortune du pot:


(Yemek için) Allah ne verdiyse, evde ne
bulunursa (Manger à la fortune du pot). En deux
coups de cuiller à pot: El çabukluğuyla, kaşla göz
arasında. Avoir du pot: tkz. Şanslı olmak.
Découvrir le pot aux roses: Bir işin gizini bulmak,
gizlisini saklısını öğrenmek; -i aydınlığa
kavuşturmak, ortaya çıkarmak. Etre sourd
comme un pot: Küp gibi sağır olmak. Mettre la
poule au pot: Geçinecek kadar bolluğa kavuşmak,
evde tencere kaynatmak. Payer les pots cassés:
Zararı yüklenip ödemek. Prendre unpot:fA:z. Bir
kadeh içmek, bir tek atmak. Se manier le pot: tkz.
Acele etmek. Tourner autourdu pot: Lafı ağzında
geveleyip durmak, baklayı bir türlü ağzından
çıkarmamak, açık konuşmamak,
potable s. 1. İçilir, içmeye elverişli, içilebilir (Eau
potable). 2. İçilmeyecek gibi değil, eh içilebilir
(Ce vin est potable). 3. tkz. Fena değil, orta, şöyle
böyle (Son livre est potable. Son travail est à peine
potable).
potache er. tkz. Liseli, kolejli,
potage er. Çorba (Potage aux légumes) § Pour tout
potage: Topu topu (Les femmes dont les maris ont
six mille francs d'appointements pour tout
potage).
potager er. Sebze bahçesi, bostan, sebzelik,
potager,ère s. 1. (Bitkiler için) Yenilebilir, yenilir
(Plantes, racines potagères. Betterave potagère).
2. Sebze yetiştirilen, zerzavat ekilen (Jardin
potager: Sebze bahçesi). 3. Sebzeye değgin,
sebzeyle ilgili (Culturepotagère).
potamochère er. hayb. Irmakdomuzu.
potamologie diş. coğr. Akarsubilgisi.
potasse diş. kim. Potas.
potasser gçl. gsz. tkz. Çok çalışmak, ineklemek
(Potasser un examen, sesbouquins.
Iln'apascessé
de potasser avant son examen).
potasseur er. (Öğrenci dilinde) Çok çalışan, inek.
potassium er. kim. Potasyum,
potassique s. Potasyumlu; potasyuma değgin (Sel
potassique, engrais potassiques).
pot-au-feu er. 1. Sebzeli sığır haşlaması (Manger du
pot-au-feu. Faire cuire le pot-au-feu). 2. Sebze
tenceresi. 3. s. tkz. Evine pek bağlı, evcimen,
evden çıkmayan, ev kedisi (Elle est tellement potau-feu qu'elle ne sort
pratiquement jamais le soir).
pot-de-vin er. Rüşvet (Donner des pots-de vin à qn:
-e rüşvet vermek).
pote er. hlk. Dost, ahbap, arkadaş (C'est un bon
pote).
poteau er. 1. Direk (Un poteau télégraphique). 2.
(Koşu yerlerinde) Çıkış yada varış noktası. 3.
potée

1090

Kurşuna dizileceklerin bağlandıkları direk;


darağacı. § Poteau d'exécution: Kurşuna
dizileceklerin bağlandıkları direk; darağacı. Au
poteau: Asın, ipe çekin, öldürün! Envoyer qn au
poteau: -i kurşuna dizmek; idam etmek,
potée diş. 1. Küp dolusu, güğüm dolusu, tencere
dolusu, testi dolusu (La crème des potées de lait
destinées à faire le beurre). 2. mec. tkz. Pek çok,
bir sürü (Des potées de malédictions). 3. Türlü,
türlü yemeği ( Potée champenoise, potée lorraine).
4. Döküm kalıbı kumu.
potelé,e s. Tombul (Un bébé potelé).
potence diş. 1. Darağacı (Dresser une potence). 2.
Asdma cezası, idam (Il mérite la potence. Etre
condamné à la potence). 3. Boy ölçme aleti. 4.
(Öteberi asmaya yarar) Sehpa, direk (Une
enseigne pendue à une potence). § En potence: T
biçiminde (Table en potence). Gibier de potence:
İpten kazıktan kurtulmuş.
potencé,e s. Sonu T biçiminde, her ucu T biçiminde
( Croix potencée).
potentat er. 1. Salt hükümdar. 2. mec. Dediği dedik,
zorba ; kral (Le patron dirige son entreprise en vrai
potentat. Les gros potentats de l'industrie
pétrolière).
potentialité diş. 1. Yeterlilik (Le subjonctif peut
exprimer
la potentialité).
2.
Güçlülük,
gizilgüçlülük (Potentialité héréditaire).
potentielles. 1. Gizil, "meknî (Energie potentielle).
2. dilb. Yeterlik bildiren (Verbepotentiel: Yeterlik
eylemi). 3. hek. Etkisi sonradan görülen. 4. er. fiz.
'Gizilgüç, "potansiyel. 5. Güç (Renforcer son
potentiel militaire. Le potentiel humain).
potentille diş. bitb. Beşparmakotu.
potentiomètre er. 'Gizilgüçölçer; direnç ayarlayıcı
reostat.
poterie diş. 1. Çömlekçilik (La poterie est un art
artisanal). 2. Çömlekçi işliği. 3. Çanak çömlek
(Des poteries préhistoriques. Poterie émaillée,
non émaillée). 4. Kap kacak (Poterie de fer, de
cuivre).
poterne diş. (Kalelerde, şatolarda, surlarda) Gizli
kapı.
potestatif,ive s. huk. Yanlardan birinin isteğine
bağlı, "iradî (Condition potestative: İsteğe bağlı
koşul, "iradî şart).
potiche diş. 1. (Çin yada Japon işi) Büyük vazo,
yuvarlak porselen vazo. 2. mec. tkz. Ünlü ama bir
şeye yaramayan adam.
potier er. 1. Çömlekçi. 2. Seramik işleri yapan, yada
alıp satan kişi.
potin er. 1. Çekiştirme, dedikodu (Certainspotins
désobligeants couraient sur lui). 2. Gürültü ( Quel

pouce
potin, dans ce marché!). 3. Hırgür, kavga, rezalet
(Faire du potin: Kavga çıkarmak,
rezalet
çıkarmak).
potiner gsz. Dedikodu yapmak, onu bunu
çekiştirmek.
potinier,ère s. ve ad. Dedikoducu, onu bunu
çekiştirip duran kimse,
potinière diş. Dedikodu yuvası,
potion diş. Kaşık kaşık içilecek sıvı ilaç (Potion
calmante, purgative).
potiron er. bitb. Balkabağı,
pot-pourri er. 1. Çeşitli et ve sebzelerden yapılan bir
tür yahni. 2. müz. Her kıtası bir başka havadan
türkü; her parçası bir başka yerden alınmış müzik.
3. mec. Değişik parçalardan oluşmuş yazı, y amali
bohça.
potron-jaquet,potron-minet
er.
Tansökümü,
günağarması. § Dès le potron-jaquet: Gün ışır
ışımaz, tan sökerken, tanla birlikte,
pou er. Bit. § Chercher des poux dans la tête de qn, à
qn: -e çatmak için bahane aramak, -ile kavga
etmek için olmadık bahaneler yaratmak. Etre laid
comme un pou: Çok çirkin olmak.
Etre
orgueilleux comme un pou: Kendini beğenmişin
teki olmak.
pouacre s. ve ad. tkz. (Eski) Pis, iğrenç, çirkin,
pasaklı.
pouah ünl. (Küçümseme yada iğrenme belirtir)
Pöh! Pöf! (Pouah! Quelle horreur, vous pouvez
manger ça!).
poubelle diş. Çöp sepeti, çöp tenekesi (Jeter une
assiette cassée à la poubelle).
pouce er. 1. (El ve ayakta) Başparmak (Un enfant
qui suce son pouce. L'un de ses bas était troué, et
l'on voyait son pouce). 2. Eski bir uzunluk ölçüsü,
parmak. 3. mec. Un pouce de: Azıcık, bir karış,
avuç içi kadar (Unpouce de terrain). § Donner le
(un) coup de pouce à qch: 1. -e eliyle şöyle bir
dokunmak; -i hafifçe şöyle bir dürtmek (Un jour
viendra où il n'y aura plus qu'un coup de pouce à
donner). 2. -i hafifçe değiştirmek, bozmak (Il a
donné un coup de pouce à l'histoire). Donner un
coup de pouce à qn: -e torpil olmak, -i
desteklemek, kayırmak. Manger sur le pouce:
Ayak üstü birşeyler yemek, acele birşeyler
atıştırmak. Mettre les pouces: Direnmekten
vazgeçmek, yelkenleri suya indirmek. Ne pas
reculer, bouger, avancer d'un pouce: Yerinden
kıpırdamamak, olduğu yerde kalmak, tek adım
gerilememek. Ne pas perdre un pouce de sa taille:
Dimdik durmak, kazık gibi durmak. Se mordre les
pouces de qch: -e pişman olmak. Tourner ses
pouces, se tourner les pouces: Bomboş durmak,
poucettes
hiçbir iş yapmadan durmak,
poucettes diş. ç. Parmak kelepçesi,
pou-de-soie, poult-de-soie er. Bir tür donuk ipekli
kumaş.
pouding er. İng. Puding, kuru üzüm karıştırılmış bir
tür hamur tatlısı,
poudingue er. yerb. Çakıl ve taş kırıntılarının kendi
kendine çimentolaşmasından oluşmuş külte,
poudre diş. 1. Toz (Le convoi de camions soulevait
un épais tapis de poudre). 2. Toz haline getirilmiş
katı madde, toz (Poudre de savon. Café en
poudre, sucre en poudre, lait en poudre). 3. Pudra
(La poudre et le rouge). 4. Barut (La charge de
poudre d'une cartouche. Tonneau de poudre). §
Coton-poudre: Pamuk barutu. Poudre de
perlimpinpin: Davultozu, kocakarı ilacı. Etre vif
comme la poudre: Çok canlı olmak, cıva gibi
olmak. Faire parler la poudre: Silahları
konuşturmak. Jeter de la poudre aux yeux: Göz
boyamak. Mettre le feu aux poudres: İşi
kızıştırmak, fitillemek; anlaşmazlık çıkarmak,
nifak saçmak. N'avoir pas inventé la poudre: Aklı
biraz kıt olmak. Réduire qch en poudre: -i tuz buz
etmek. Se mettre de la poudre: Pudra sürmek. Se
répandre comme une trainée de poudre: Çok
çabuk yayılmak,
poudrer gçl. 1. Pudra sürmek, pudralamak
(Poudrer sa perruque, ses cheveux). 2. (Rıh, toz,
vb). Ekmek. 3. gsz. (Kar) Tozdurmak (Il va
poudrer: Kar tozduracak). § Se poudrer: Pudra
sürünmek,
poudrerie diş. Barut fabrikası, baruthane,
poudrette diş. Toz gübre, gübre tozu.
poudreuse diş. 1. (Kadınlar için) Küçük tuvalet
masası. 2. (İçine toz şeker konan) Şekerlik. 3.
(Tarımsal ilaçlamada kullanılan) Püskürgeç
(Poudreuse à dos).
poudreux,ese s. 1. Tozlu (Une route poudreuse). 2.
Toz gibi (Une neige poudreuse).
poudrier er. 1. Pudra kutusu, pudralık. 2. Barut ve
patlayıcı madde yapımında çalışan işçi.
poudrière diş. 1. Barutçu dükkânı. 2. mec. Savaşı,
kavgası bitmeyen bölge; barut fıçısı ( La poudrière
des Balkans).
poudrin er. 1. Dalga serpintisi. 2. Puslu gök. 3.
Çisenti, yağmur çisentisi,
poudroiement er. 1. Tozarma; tozuma. 2. Tozuntu,
poudroyer gsz. 1. Tozumak, toz kalkmak (Chemin
qui poudroie au passage d'un camion). 2. Altın
tozları gibi parlamak (Soleil qui poudroie). 3. gçl.
Toz içinde bırakmak (Poudroyer une rue).
pouf er. 1. Puf minderi; üzeri deri yada kumaş kaplı,
içi iyice doldurulmuş taburemsi oturacak geniş

1091

poule
minder. 2. Kadın etekliğini arkadan kabartmak
için kullanılan yastık,
pouf ünl. Pattadak, küttedek! (Etpouf! le voilà qui
s'étale par terre: Birden pattadak yere seriliverdi.).
§ Faire pouf: (Çocuk dilinde) Düşmek,
pouffer gsz. Gülmekten katılmak, kahkahayı
basmak (Elle s'est mise à pouffer). § Pouffer de
rire: Gülmekten katılmak.
poufiasse,pouffiasse diş. 1. tkz. Orospu. 2. tkz.
Şişman, iri yarı kadın,
pouillard er. Keklik palazı; sülün palazı,
pouillerie diş. 1. Büyük yoksulluk, sefalet. 2. Pis
yer, pislikler içinde yüzen yer.
pouilles diş. ç. (Yalnız şu deyimde geçer) Chanter
pouilles à qn: -e sövüp saymak, ağzına geleni
söylemek, verip veriştirmek, iyice bir giydirmek,
pouilleux,euse s. ve ad. 1. Bitli (Un mendiant
pouilleux. C'est un pouilleux). 2. Sefil (Une
maison sordide habitée par quelques pouilleux). 3.
Çok pis, pislik içinde (Un bidonville pouilleux).
pouillot er. hayb. Öteğen kuşu (Pouillot brillant:
Yeşil öteğen. Pouillot de Bonelli: Dağ öteğeni.
Pouillot de fitis: Söğüt öteğeni).
poulailler er. 1. Kümes. 2. (Tiyatroda) En üst
balkon (Prendre une place au poulailler).
poulain er. 1. Tay (La jument et son poulain). 2.
Etkili bir kimsenin destekleyip özendirdiği genç
yazar, sporcu yada öğrenci. 3. (Kamyonlardan)
Fıçı indirme kızağı,
poulaine diş. den. (Eski) Geminin burnu; gemi
burnundaki ayakyolu. § Souliers à la poulaine:
Ortaçağda giyilen uzun, sivri ve kıvrık burunlu
ayakkabı; çarık,
poularde diş. Semirtilmiş piliç, besi pilici,
poule diş. 1. Tavuk (La poule glousse, caquette.
Poule qui picore du blé. Poule pondeuse,
couveuse). 2. (Kimi kuşlarda) Dişi ( Poule faisane:
Dişi sülün). 3. (Bilardo, eskrim gibi oyunlarda)
Atılım, "hamle. 4. (Kumaıda) Ortaya sürülen
para (Gagner la poule). 5. (Sevgi terimi) Tonton,
nonoş (Viens, ma poule). 6. hlk. Kapatma, metres
(Cet homme grave qui entretient une poule). l.tkz.
Orospu. 8. Şampiyonluk için karşılaşacak takım
grupları (Poule A. Poule B.) § Mère poule: Anaç,
çocuklarına çok düşkün ana, çocuklarını dizi
dibinden ayırmak istemeyen ana. Poule d'eau:
Sutavuğu. Poule des bois,poule des noisettes:
Fındıktavuğu. Poule des steppes: Bağırtlakkuşu.
Poule d'essai: Üç yaşındaki tayların katıldığı ilk
yarış, tay koşusu. Poule mouillée: Kılıbık; ezik
adam, yılgın adam. Quand les poules auront les
dents: Çıkmaz ayın son çarşambası; balık kavağa
çıkınca. Avoir la chair de poule: (Soğuktan yada
poulet

1092

korkudan) Derisi pütür pütür olmak; tüyleri


diken diken olmak. Etre comme une poule qui a
trouvé un couteau: Şaşkınlık ve tedirginlik içinde
kalmak. Se coucher, se lever comme les poules:
Çok erken yatmak, kalkmak. Tuer la poule aux
oeufs d'or: Altın yumurtlayan tavuğu kesmek,
poulet er. 1. Piliç (Couper le cou à un poulet). 2. Piliç
eti, tavuk eti (Poulet rôti. Manger du poulet). 3.
(Sevgi terimi) Cici, tonton, nonoş, caniko (Viens,
mon poulet, mon petit poulet). 4. tkz. Aşk
mektubu (Il apporte des poulets). 5. tkz. Mektup
(Il m'écrivait des poulets de cette espèce). 6. tkz.
Polis ; gizli polis (Jamais je ne donnerai un homme
aux poulets).
poulette diş. 1. tkz. Piliç, genç ve güzel kadın yada
kız. 2. (Eski) Piliç. 3. Yağ, yumurta sarısı ve
sirkeden yapılan bir salça. 4. (Sevgi terimi) Cici,
yavru, tonton, nonoş, caniko (Oui, ma poulette).
pouliche diş. Dişi tay.
poulie diş. fiz. Makara (Poulie qui grince).
pouliner gsz. (Kısrak için) Doğurmak, kunlamak,
kulunlamak,
poulinières. 1. Damızlık (Jumentpoulinière). 2. diş.
Damızlık kısrak,
pouliot er. 1. bitb. Bir tür nane. 2. Yük arabalarının
arkasına konulan küçük bucurgat.
poulpe diş. hayb. Ahtapot,
pouls [pu] er. "Vuru, "vurum, "nabız (Pouls rapide,
lent, pouls fort, faible). § Prendre le pouls: Nabız
almak, nabız saymak. Tâter le pouls de: mec. -in
nabzını yoklamak,
poumon er. Akciğer (Poumon droit, gauche.
Maladies du poumon). § A pleins poumons: Ciğer
dolusu (Aspirer, chanter, crier à pleins poumons).
Avoir des poumons, de bons poumons: 1. Sesi gür
ve kuvvetli olmak. 2. Ciğerleri kuvvetli olmak,
soluklu olmak (Ce coureur a des poumons).
poupard,es. 1. Tombul (Physionomie pouparde).
2. er. Tombul kundak çocuğu. 3. er. (Eski) Taş
bebek;bebek,
poupart er. Bir tür iri yengeç,
poupe diş. (Gemide) Kıç, pupa. § Avoir le vent en
poupe: îşi yolunda olmak; işleri kıyak gitmek.
poupetdiş. 1. (Oyuncak) Bebek (Jouer à la poupée.
La petite fille berçait sa poupée). 2. (Nişan alınan)
Küçük kukla. 3. Sargı sarılmış yaralı parmak;
parmağa sarılan sargı. 4. Süslü püslü önemsiz
kimse, süslü bebek, süs köpeği. 5. Bebek gibi
kadın, güzel ve genç kadın yada kız. § De poupée:
Küçücük, minnacık (Jardin de poupée).
poupin,e s. Bebeği andıran, bebeksi (Figure
poupine, un garçon poupin).
poupon er. Bebek, kundak çocuğu (Elle portait dans

pour
ses bras un poupon).
pouponner gsz. 1. Bebek uyutmak, bebeğe bakmak
(Elle adorait pouponner). 2. (Kadın için) Sık sık
çocuk doğurmak, kucağından hiç bebek eksik
olmamak.
pouponnière diş. 1. (Çocuk yuvalarında) Üç yaşma
kadarki çocukların bulunduğu bölüm, bebek
koğuşu. 2. (Bebekler için) Tay tay arabası;
•yürüteç.
pour er. Leh, lehte olan şey (Le pour et le contre).
pour ilg. 1. İçin; uğruna (Travailler pour le succès,
mourir pour la patrie). 2. -in yerine, adına (Parler
pour son ami. Signer pour le directeur). 3. -e
gidecek olan; -e doğru, yönünde (Le train pour
Istanbul va entrer en gare. Il s'est embarqué pour
Tokio). 4. -e göre, uygun (Ce n'est pas un film
pour les enfants). 5. -e karşı (Sa haine pour elle est
étonnante. Remède pour telle maladie). 6. -den
dolayı, ötürü; nedeniyle, yüzünden, dolayısıyla
(Le café est fermé pour réparation. Il est puni pour
sa paresse). 7. -e göre, "nazaran, bakılacak olursa,
bakılırsa (Il fait un temps merveilleux pour
l'hiver). 8. -e kalırsa, -e gelince (Pour moi, la
situation est dangereuse. Pour moi, je n'en ferai
rien). 9. ...diye, sanılarak (On l'a laissé pour
mort). 10. -e; -karşılığında (Ony mange pourvingt
francs). 11. -yararına, için; lehinde (Quêter pour
les pauvres. Voter pour un candidat). 12.-mesine
...dir (Pour jolie, elle l'est: Güzelliğine güzeldir.
Pour respecter, il me respecte: Saymasına, sayıyor
beni). 13. Pour...que: (Arada sıfat) Ne denli -se
olsun; -de olsa (Pour grands que nous soyons,
nous devons respecter les autres: Ne denli büyük
olursak olalım, başkalarına saygı göstermemiz
gerekir; büyük de olsak, başkalarını saymalıyız).
14. Pour f. qch: a) -mek için (Il travaille pour
réussir), b) -diği için, -diğinden dolayı (Il a été
condamné pour avoir écrasé une femme). c) -mek
üzere (Un insecte qui naît le matin pour mourir le
soir), d) -dir diye (Pour être plus âgés, ilsn'ensont
pas toujours plus sages: Yaşlılar diye, herzaman
daha akıllı değiller, daha akıllıca davranıyor
değiller). 15. Pour que: -sin diye, -mesi için (11
travaille jour et nuit pour que ses enfants soient
heureux: Çocukları mutlu olsun diye gece gündüz
çalışıyor). 16. Pour autant que: -diği oranda,
kadarıyla (Pour autant que je le sache: Bildiğim
kadarıyla). 17. Pour peu que: Azıcık -sin; yeter ki
-sin ( Pour peu que vous le vouliez, vous réussirez:
Başarırsınız, yeter ki isteyin; biraz isteseniz,
başaracaksınız). 18. Assez...pour: (Arada sıfat)
-cek kadar (Il est assez fort pour te battre: Seni
dövecek kadar güçlüdür). 19. Trop...pour:
pourboire

1093

(Arada sıfat) -meyecek kadar (Tu es trop


paresseux pour travailler: Çalışamayacak kadar
tembelsin).
§ Pour acquit: (Hesapların,
faturaların altına yazılır) Ödenmiştir. Pour ainsi
dire: Âdeta, dersiniz ki, sanki. Pour autant: Yine
de, bununla birlikte. Pour comble: Üstelik, bu da
yetmiyormuş gibi. Pour comble de qch: Bu...
yetmiyormuş gibi (Pour comble de malheur: Bu
felâket yetmiyormuş gibi). Pour ce qui est de:
-konusunda, alanında; -e gelince (Il connaît tout
pour ce qui est de l'économie. Je ferai tout pour ce
qui est de le sauver). Pour de bon: Gerçekten, ciddi
olarak, şakasız, ciddi ciddi. Pour des prunes:
Kızılay yararma, hiçbir çıkar gözetmeden, pir
aşkına. Pour de vrai: Şakasız, ciddi, gerçekten.
Pour jamais: Her zaman. Pour la forme: Âdet
yerini bulsun diye, laf olsun diye (Parler pour la
forme). Pour la montre: Gösteriş için, gösteriş
olsun diye. Pour l'amour de: -başı için, aşkına.
Pour l'amour de Dieu: Allah rızası için. Tanrı
aşkı na. Pour le coup: Bu kez, bu de fa. Pour le faire
court: Sözün kısası, uzun lafın kısası, "hâsılı,
"velhâsıl. Pour les beaux yeux de: -in güzel gözleri
için, güzel hatırı için. Pourl'heure: Şimdilik. Pour
lors: Öyleyse, o halde, o zaman. Pour rien: Yok
pahasına, pek ucuz. Pour surcroît de: Bu...
yetmiyormuş gibi (Pour surcroit de misère, de
malheur). Pour telle ou telle raison: Şu yada bu
nedenle. Pour un morceau de pain: Yok pahasına,
ölü fiyata, çok ucuz. Pour un oui ou pour un non:
Sudan bir nedenle, hiç bir yüzünden, incir
çekirdiğini doldurmayacak bir şey için. Pour un
peu: Az daha, nerdeyse, az kalsın. En tout et pour
tout: Topu topu. C'est bien fait pour: -e oh oldu,
iyi oldu. Il faut faire l'âne pour avoir du son:
Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demek
gerek. Pour avoir la moelle il faut briser l'os: Her
nimetin bir külfeti vardır. Pour manger la noix il
faut casser la coque: Her nimet bir külfet
karşılığıdır. Pour un perdu deux de trouvés:
Amasyamn bardağı, biri olmazsa biri daha. Pour
un moine l'abbaye ne se perd pas: Bir er ölmeyinen
ordu bozulmaz, bir kişinin eksilmesiyle dünya
batmaz. Pour un point, Martin perdit son âne:
Küçük bir ihmal bazan büyük zararlar doğururur.
pourboire er. Bahşiş (Donner un pourboire à un
garçon).
pourceau er. 1. Domuz yavrusu. 2. Zevk ve eğlence
düşkünü, sefih (Pourceau d'Epicure de kullanılır
bu anlamda). § Jeter des perles à un pourceau: Kel
başa şimşir tarak vurmaya kalkışmak,
pour-cent er. Yüzde.
pourcentage er. Yüzdelik, yüzde oranı, yüzde
pourridié

(Calculer le pourcentage d'un bénéfice, d'un


capital).
pourchasser gçl. Aramak, ardından kovalamak;
bulmaya çalışmak (Pourchasser un criminel, un
fuyard. Pourchasser les fautes dans un texte).
pourfendeur er. 1. Bir vuruşta ikiye bölen; kesip
biçen, öldüren (Un pourfendeur d'enfants). 2.
mec. Palavracı. 3. Çatan, saldıran; -e düşman (Un
pourfendeur d'abus).
pourfendre gçl. 1. (Eski) Bir vuruşta ikiye bölmek.
2. mec. -in işini bitirmek, hesabını görmek,
defterini dürmek; -i yıkıp perişan etmek; -e
şiddetle çatmak, saldırmak (Pourfendre une
révolution, pourfendre les abus).
pourlécher gçl. 1. -i bitirmek, tamamlamak (Ileutla
patience de pourlécher son chef-d'oeuvre). 2.
Yalayıp durmak (5e pourlécher les babines). § Se
pourlécher: Yalanmak, dudaklarını yalamak,
pourparler er. Görüşme, konuşma, tartışma,
"müzakere (Des pourparlers ont été engagés en vue
d'un règlement pacifique du problème).
pourpier er. bitb. Semizotu,
pourpoint er. (Eski) Bir tür erkek hırkası. $ A brûlepourpoint: Ansızın, apansız,
birdenbire,
pourpre diş. 1. Lâl (renk) 2. Lâl renginde kumaş
(Manteau de pourpre). 3. (Şiir dilinde) Kırmızı;
kırmızılık (La pourpre de ses lèvres). 4. s. ve er.
Erguvan kırmızısı (Une robe pourpre. Un
manteau d'un beau pourpre). S. er. hek. Firfir
denilen bir deri hastalığı. 6. er. hayb. Purpura, bir
tür kavkılı yumuşakça,
pourpré,e s. Lâl renginde, firfiri, fırfırlı,
pourquoi tlg. ve bel. 1. Neden, niçin (Pourquoi
êtes-vous venu? Pourquoi se taire? Pourquoi ce
long discours? Il pleure sans savoir pourquoi. Il
m'exliqua pourquoi cela était fait). 2. Pourquoi
que: (Anlamı daha da pekiştirir) Niçin, neden
(Pourquoi que tu as fait ça?). 3 .er. Neden,"sebep
(Il m'expliqua le pourquoi de toutes ces opérations
compliquées). 4. er. Soru (Il était fort embarrassé
par les pourquoi de son jeune fils).
pourri,e s. 1. Çürümüş, çürük (Arbre pourri,
planche pourrie. Oeufs pourris). 2. Çözülmeye
başlamış, erimeye başlamış» dağılmaya başlamış
(Glace, neige pourrie. Cadavre pourri). 3. Kötü,
sağlığa dokuncalı; çok nemli, çok yağmurlu
(Temps pourri, climat pourri. Un été pourri, un
hiver pourri). 4. mec. Kokuşmuş, ahlâksız,
çürümüş (Une société pourrie. Un homme
pourri). 5.Pourride:ïfcz. -siçok,dolu,bol (Ilétait
pourri de talents. Il est pourri de fric). 6. er. Sası,
çürümüş ey, çürük (Il sent le pourri).
pourridié er. Bitkilerde kök hastalığı.
pourrir
pourrir gsz. 1. Çürümek; kokuşmak (Le bois de la
barque pourrissait lentement dans l'eau. La
charogne pourrissait sous l'effet de la chaleur). 2.
Bozulmak, kötüye gitmek (La
situation
économique
pourrit).
3. gçl.
Çürütmek
(L'humidité pourrit le bois). 4. gçl. Ahlâkını
bozmak (La richesse a pourri cet homme). 5. gçl.
Çok şımartmak ( Cette mère pourrit son enfant). 6.
gçl. Mikrop bulaştırmak, çürütüp kokutmak (La
gangrène avait pourri sa jambe). § Se pourrir: 1.
Çürümek (Pommes qui se pourrissaient à
l'humidité). 2. Bozulmak, kötüye gitmek (La
situation se pourrit et l'on ne voit aucune issue).
pourrissage er. 1,(Kâğıt yapımında) Paçavraların
suda çürütülmesi. 2. Çömlekçi çamurunun nemli
yerde bekletilmesi,
pourrissant,e s. Çürümekte olan (Les carcasses
pourrissantes d'un vieux navire).
pourrissement er. Bozulma, kötüleşme, kötüye
gitme (Le pourrissement de la situation a entraîné
une intervention militaire).
pourrissoir er. Çürüme yeri.
pourriture diş. 1. Çürüme (La pourriture d'une
planche). 2. Çürük, çürümüş nesne (Odeur de
pourriture). 3. mec. Çürümüşlük, kokuşmuşluk,
bozulmuşluk, ahlâksızlık (La pourriture qui règne
dans un milieu social). 4. mec. Ahlâksız kimse,
bozulup yozlaşmış kimse (Il n'est qu'une
pourriture).
poursuite diş. 1. Kovalama, ardından koşma (Au
terme d'une longue poursuite, le fermier a rattrapé
le poulain échappé). 2. Araştırma, arama, ele
geçirmeye çalışma (La poursuite du bonheur, de
l'argent, de la vérité). 3. huk. Kovuşturma
(Poursuite judiciaire. Le gouvernement exercera
des poursuites contre ce journal effronté). 4.
Sürdürme, sürdürülme, "devam (Lapoursuite des
fouilles exige de nouveaux capitaux. La poursuite
d'un travail, des efforts, des négociations).S.
(Bisiklet) Takip yanşı. § Se lancer, se mettre, se
jeter à la poursuite de qn: -i kovalamak,
yakalamaya çahşmak.
poursuivante ad. 1. -i kovalayan, yakalamaya
çalışan, izsürücü (Le malfaiteur a échappé à ses
poursuivants). 2.s. vead. huk. Dâvaci (Lapartie
poursuivante. Un poursuivant).
poursuivre gçl. 1. -ikovalamak (Le chien poursuit le
voleur. Poursuivre un homme qui fuit). 2. -i
izlemek, -in ardından gitmek (Les journalistes ont
poursuivi la vedette jusqu'au pied de l'escalier de
son hôtel). 3. -in arkasma düşmek, ardından
koşmak, -i ele geçirmeye çahşmak (Poursuivreun
idéal, le bonheur, la vérité). 4. -i sürdürmek,
1094

pousse

yürütmek, devam ettirmek, -e devam etmek


(Poursuivre un travail, son ehemin, ses études). S.
mec. -in yakasını bırakmamak, kafasına
takılmak, -e "musallat olmak (Ces images me
poursuivirent longtemps). 6. Poursuivre qn de
qch: Birini -ile hırpalamak, tedirgin etmek; birine
-ile saldırmak, çullanmak ( Elle le poursuivait de sa
colère, de ses malédictions, de sa haine). 7. huk.
Hakkında dâva açmak, kovuşturma açmak (Je
vous poursuivrai en justice pour des dommagesintérêts. Il est poursuivi pour
émission de chèques
sans provision).
pourtant bel. Bununla birlikte, ama, yine de (Ilfaut
pourtant avancer).
pourtour er. Çevre, dolay (Le pourtour de la place
était pavé. Calculer le pourtour d'un quadrilatère).
pourvoi er. huk. 1. İtiraz (Pourvoi immédiat: Acele
itiraz. Pourvoi simple: Basit itiraz). 2. -e
başvurma, daha yüksek bir yargı organına
götürme (Pourvoi en cassation: Dâvayı temyiz
etme. Pourvoi en grâce: Bir cezanın a f f ı yada
hafifletilmesi için yetkili makama başvurma). 3.
Dilekçe; dâva dilekçesi (Examiner la recevabilité
d'un pourvoi. Pourvoi rejeté).
pourvoir gçl. 1. (İş bulma yada evlendirme yoluyla)
Yerleştirmek (Bien pourvoir
ses enfants.
Pourvoir un jeune homme). 2. Pourvoir qn, qch de
qch: Birine, bir şeye... vermek, sağlamak; birini,
birşeyi -ile donatmak (La nature a pourvu cet
homme des plus grandes qualités. Pourvoir une
maison du confort moderne). 3. Pourvoir à qch: -i
karşılamak, sağlamak, -e bakmak (Pourvoir aux
besoins de sa famille). 4. Etre pourvu de qch: -si
olmak, -e sahipolmak, -ile donanmış olmak (Ilest
pourvu d'une solide imagination). § Se pourvoir:
1. huk. Bir üst yargı organına başvurmak (Se
pourvoir devant le tribunal de première instance).
2. Se pourvoir de qch: Kendine gerekli.. .sağlamk,
edinmek, almak (5e pourvoir d'aliments, de
provisions, de linge).
pourvoyeur, euse ad. 1. Azık ve gereç üslencisi,
"müteahhit. 2. er. Nişancıya mermi veren topçu
eri.
pourvu que bağ. 1. Yeter ki, elverir ki (J'accepte les
opinions des autres, pourvu qu'ils me laissent
penser ce que je veux). 2. (Dilek anlatmak için) Bir
-se; -meşin de (Pourvu que je tienne jusqu'à
l'aube: Tan sökene dek bir dayanabilsem! Pourvu
qu'il pense à rapporter le pain ce soir: Bu akşam
bari ekmek getirmeyi düşünse! Pourvu que ce froid
ne dure pas: Bu soğuk sürmesin de!).
poussah,poussa er. 1. Hacıyatmaz. 2. mec. Şişko,
pousse diş. 1. Bitme, çıkma (La pousse des cheveux,
pousse-café

1095

la pousse des dents). 2. Yeşerme, filizlenme (La


pousse des feuilles, des plantes). 3. Filiz. 4.
Tomurcuk (Les arbres laissaient entrevoir de
jeunes pousses). 5. (Atlarda) Soluğan hastalığı
(Ce cheval a la pousse).6. (Şarapta) Bulanma,
bozulma.
pousse-café er. Kahve içildikten sonra alman küçük
bir kadeh içki.
poussée diş. 1. İtme, itiş; zorlama, bastırma, "tazyik
(La poussée de la foule. Résister aux poussées de
l'ennemi). 2. Tepi (La poussée de l'instinct, de
l'élan vital). 3. mec. Birdenbire ortaya çıkma,
fışkırma, patlama (Lapoussée révolutionnaire du
dix-septième siècle). 4. Birdenbire yükselme,
fırlama (Les prix ont subi une brusque poussée). 5.
(Sayrılık için) Birdenbire dökme, çıkarma;
birdenbire yükselme, (Poussée de furoncle.
Poussée de fièvre).
pousse-pousse, pousse er. Uzakdoğuda, bir kişi
tarafından çekilen iki tekerlekli hafif araba,
çekçek.
pousser gçl. 1. İtmek; atmak (Pousser quelqu'un
dehors par les épaules. Pousser du pied un objet).
2. Öne sürmek (Pousser des troupes). 3.
Özendirmek, yüreklendirmek, "teşvik etmek
(Pousser un élève). 4. Dürtmek (Il me poussait du
coude). S. Canlandırmak, canlılık vermek,
"hararetlendirmek (Pousser un travail, le feu). 6.
Eliyle itip sürmek (Pousser une brouette, une
charrue, une voiture d'enfant). 7. Dağıtmak (Le
vent pousse les flocons, les étincelles). 8. Uzatmak,
taşırmak (Il poussait la voix sur la fin des phrases).
9. Geliştirmek, ilerletmek (Pousser ses travaux).
10. Çıkarmak, atmak, koparmak (Pousser un cri,
un hurlement, un soupir, un éclat de rire). 11.
Çıkarmak (Enfant qui pousse ses dents). 12.
Zorlamak (Pousser un moteur, une voiture). 13.
tkz.
Çığırmak, söylemek
(Pousser
une
chansonnette). 14. Pousser qch à qch: Bir şeyi -e
vardırmak, götürmek (Pousser une idée à la
perfection, à l'extrême. Pousser le mépris des
convenances au dernier degré). 15. Pousser qch
jusqu'à qch; jusqu'à f. qch: Bir şeyi -e dek
vardırmak; -meye dek vardırmak, götürmek (J'ai
poussé la vertu jusqu'à la rudesse. Pousser l'amour
maternel jusqu'à la passion. Il a poussé la
gentillesse jusqu'à nous raccompagner en voiture).
16. Pousser qn à qch; à f. qch: Birini itmek, teşvik
etmek ; birini -meye itmek, teşvik etmek (Pousser
un enfant au vol, au crime.Le besoin d'argent le
poussait à voler. Ses parents le poussent à sortir
plus souvent). 17. gsz. Bitmek, çıkmak (Le blé
pousseau printemps.. L'herben'ypoussepas.
Les

poussin
dents de l'enfant ont poussé. Ses cheveux, sa barbe
poussent très vite). 18. gsz. Boylanmak, boy
atmak, büyümek (Un enfant qui pousse bien). 19.
Mayalanmak(Le vin pousse) .20. Pousser jusqu'à:
-e kadar şöyle bir uzanmak, gitmek (Nous avons
poussé jusqu'au Bois de Boulogne). § Pousser qn à
bout: -i kızdırmak, sabrını taşırmak, çileden
çıkarmak. Pousser à la roue: Yardım etmek,
elinden tutmak. Pousser qn en avant: -i öne
sürmek. Pousser l'aiguille: Dikiş dikmek. Pousser
comme des champignons: Mantar gibi bitmek,
çok çabuk çoğalmak. Pousser les choses au noir:
İşleri kapkara göstermek, durumun kapkara bir
tablosünu çizmek, işleri hep kötümser açıdan
yansıtmak. Pousser une botte à qn: -e birdenbire
güç ve şaşırtıcı bir soru sormak. Pousser qch loin,
trop loin: -i çok ileriye vardırmak, çok ileri
götürmek (Pousser loin la plaisanterie, pousser
trop loin la logique). § Se pousser: 1. Geri
çekilmek; çekilmek (Pousse-toi,
laisse-moi
passer). 2. Gitmek, varmak (La discussion se
poussa fort loin). 3. tkz. Yükselmek, ilerlemek,
yüksek bir görev kapmak, kendini göstermek
(Cet arriviste ne rate jamais une occasion de se
pousser). 4. Birbirini itip kakmak (Ils se poussent)
§ Se pousser du col: Kasılmak, çalım satmak,
kurum satmak,
poussette diş. 1. Çocuk arabası. 2. tkz. Tıkanık
yolda çok ağır giden araba, kağnı,
poussier er. 1. Kömür tozu. 2. (Herhangi bir şeyde)
Toz (Poussier de foin, de paille).
poussière diş. 1. Toz (La poussière des routes, des
chemins. Poussière de charbon. Avaler de la
poussière,
ôter la poussière, soulever la
poussière). 2. Toz parçası (Avoir une poussière
dans l'oeil). 3. Une poussière de: Birçok, bir sürü,
bir takım (La voie lactée est une poussière
d'étoiles). 4.ç. "Küsur (J'ai payé vingtfrancs et des
poussières). 5. Kalıntı, döküntü (Lapoussière du
passé). § Mordre la poussière: Yere düşmek; yere
serilmek. Réduire qch en poussière: Yerle bir
etmek, yakıp yok etmek. Secouer la poussière de
ses pieds, de ses sandales: Bir daha dönmemek
üzere çekip gitmek, uzaklaşmak. Tomber en
poussière: Parçalanmak, toprak olmak,
poussiéreux,euse s. 1. Tozlu (Route poussiéreuse,
souliers poussiéreux). 2. Tozumsu, toz rengi
(Chair, teint poussiéreux). 3. mec. Çok eski,
tozlanmış, küflenmiş (Ce monde poussiéreux).
poussif,ives. vead. 1. (Atiçin)Soluğan. 2.Tıknefes
(Un homme poussif. Un gros poussif). 3. mec.
İmgeleme gücü zayıf, soluksuz,
poussin er. 1. Civciv (Elever des poussins dans la
poussinière

1096

basse-cour). 2. tkz. Yavru, küçük çocuk (Une


mère entourée de ses deux poussins). 3. (Sevgi
terimi) Cici, yavru, nonoş, tonton (Viens, mon
poussin).
poussinière diş. Civciv kafesi,
poussivement bel. Soluğu tıkanarak; soluk soluğa
kalarak (Il montait poussivement la côte).
poussoir er. (Zil yada elektrik) Düğme (Poussoir
d'une sonnette).
pout-de-soie, poult-de-soie er. Bir tür donuk ipekli
kumaş.
poutre diş. Kiriş; mertek, kalas, direk, yollama
(Une poutre métallique. Plafond aux poutres
apparentes).
poutrelle diş. İnce demir kiriş; kirişçe,
pouture diş. Besicilik; hayvanları ağılda besiye
çekme.
pouvoir gçl. (Yeterlik bildirir) -e bilmek, -mek
gücünde olmak (Pouvez-vous soulever cette
caisse? Il peut améliorer la situation). § N'en
pouvoir plus: Artık yapamamak, dayanacak hali
kalmamak. Il se peut que: Ola ki, olabilir ki, belki
(Il se peut que je me sois trompé). § Se pouvoir:
Olabilmek, mümkün olmak (Croyez-vous qu'il
va pleuvoir?-Ça se pourrait bien).
pouvoir er. 1. Erk, "iktidar (Venir au pouvoir,
tomber du pouvoir, être au pouvoir. Le pouvoir
politique). 2. Yetki (Les pouvoirs d'un préfet). 3.
Güç (Pouvoir d'achat. Des pouvoirs surnaturels,
extraordinaires). 4. Vekâletname (Avoir, donner
un pouvoir par-devant notaire. Vérification des
pouvoirs). S. Sözügeçerlik, sözgeçerliği; "nüfuz;
saygınlık, itibar (La princesse avait un grand
pouvoir sur lui). 6. Yönetim biçimi, rejim (Le
pouvoir monarchique, démocratique). 7. Hak
(Un interdit n'a pas le pouvoir de tester). 8.
Yeterlik, ehliyet (Pouvoir de
disposition:
"Tasarruf ehliyeti). § Abus de pouvoir: Yetkisini
kötüye kullanma. Fondé de pouvoir: Vekil, ticari
vekil. Plein pouvoir: Tam yetki. Pouvoir
d'appréciation du juge: Yargıcın takdir hakkı.
Pouvoir discrétionnaire: Takdir yetkisi. Pouvoir
exécutif: Yürütme erki, "icra kuvveti. Pouvoir
juridictionnel: Yargı erki, "kaza kuvveti. Pouvoir
législatif: Yasama erki, "teşriî kuvvet. Pouvoir
public: Kamu erki. Avoir pouvoir de: huk. -mek
hakkı olmak. Avoir le pouvoir de f. qch: -mek
yetkisi, gücü olmak. Avoir plein pouvoir: Tam
yetki sahibi olmak, istediğini yapabilmek
durumunda olmak. Etre en pouvoir de qn: -in
yetkisinde olmak ( Ce n'est plus en mon pouvoir).
Etre en pouvoir de f. qch: -cek güçte olmak,
-bilecek durumda olmak (Il n'est plus en pouvoir
pratique
de me faire du mal). Tomber au pouvoir de qn: -in
buyruğu, egemenliği altına girmek,
pragmatique s. 1. Günlük olaylara dayanan,
uygulamadaki değeriyle ölçülen, *yararcıl
(Activité pragmatique).
2. fels.
"Kılgıcı,
uygulayıcı, pragmacı (La doctrine pragmatique).
3. diş. dilb. Edimbilim.
pragmatisme er. fels. 1. Uygulayıcılık, *kılgıcılık,
pragmacılık, "pragmatizm; bilgiyi insanın
hizmetinde bir araç biçiminde değerlendiren ve
kılgılı başarıyı gerçeğin tek ölçütü olarak
benimseyen öğreti. 2. Yararcılık,
pragmatiste s. ve ad. 1. Pragmacı, "pragmatist,
•kılgıcı (La philosophie
pragmatiste,
un
pragmatiste). 2. Yararcı,
praire diş. hayb. Yenir bir tür yumuşakça,
prairial er. Fransız de vrim takviminde, 20 mayıstan
18 hazirana dek süren dokuzuncu ay (Par une
douce nuit de prairial).
prairie diş. Çayır (Les vaches paissent doucement
dans la prairie).
praline diş. Bademşekeri § Cucul la praline (Yada
yalnızca la praline): tkz. Gülünç ve modası geçmiş
(Ça parait un peu la praline). Avoir la praline en
délire: argo. Kamışı kalkmak, kamışı kazık gibi
olmak.
praliné,e s. 1. Üzerine şeker katmam geçirilmiş
(Amandespralinées). 2. Badem şekerli (Chocolat
praliné, glace pralinée, crème pralinée).
praliner gçl. 1. Üzerine şeker katmam geçirmek. 2.
Mikrop ve asalaklara karşı koruyucu bir ilaçla
kaplamak (Praliner des racines, des graines).
prame diş. (Eskiden) Kıyı koruma gemisi,
praséodyme er. kim. Prazeodim.
praticabilité diş. Geçilebilirlik, aşılabilirlik, gidip
gelinebilirlik (Praticabilité d'un sentier).
praticable s. 1. Uygulanabilir, gerçekleştirilebilir
(Projetpraticable). 2. Geçilebilir, aşılabilir, gidip
gelinebilir (Un ehemin praticable). 3. Gerçek
(Arcade praticable. Fenêtre, porte praticable.
Décors praticables). 4. er. (Tiyatroda) Gerçek
dekor.
praticien,ne ad. 1. Sanat yada meslek bilgisini iş
halinde kullanan kimse uygulamacı (Les
théoriciens et les praticiens). 2. (Yontuculukta)
Bir yontunun kabasını alan işçi, taslakçı. 3. hek.
Uzman olmayan doktor (Consulter un praticien).
pratiquantes, vead. Zahit, bir dinin yasaklarından
sakınıp buyurduklarını yerine getiren (Il est
croyant mais peu pratiquant. Un pratiquant).
pratique diş. 1. Uygulama, kılgı, "pratik, "tatbikat
(Connaissance obtenue par la pratique). 2.
Kullanış, kullanma; uygulayış, uygulama; yapış,
pratique
yapma (La pratique d'un art, d'une technique, de
l'escrime). 3. Deneyim, deneme "tecrübe (Ilaune
longue pratique de la pédagogie. Il y a loin de la
théorie à la pratique). 4. Alışkanlık, moda (C'est
une pratique générale). 5. Görenek (Ce sont des
pratiques anciennes et odieuses). 6. Davranış,
tutum, "hareket (Des geôliers se livraient à des
pratiques inhumaines sur les prisonniers). 7. Alıcı,
müşteri (Les pratiques d'un magasin, d'une
boutique). 8. Görüşme, düşüp kalkma (Eviter la
pratique des femmes). 9. huk. Yapılagelen işlem,
olagelen
muamele,
"teamül
(Pratique
administrative). 10. ç. Amel (Les pratiques
religieuses). 11. den. Pratika, geminin sağlık
durumunu ve limandan çıkma iznini gösteren
kâğıt. § En pratique: Uygulamada; günlük
yaşamada (Idées peu exécutables en pratique).
Mettre qch en pratique: -i uygulamak,
uygulamaya koymak, gerçekleştirmek (Mettre en
pratique une doctrine, un principe).
pratique s. 1. Uygulamaya, alıştırmaya dayalı,
kılgılı, uygulamalı (Travaux pratiques).
2.
Kullanışlı, kullanması kolay (Cet appareil est très
pratique). 3. İşin rahat ve kolay yanım düşünen,
yararını ve çıkarım hemen seziveren (Un homme
pratique, une femme pratique). 4. Yarar sağlayıcı
(Considérations pratiques). 5. Rahat kolay, iyi
(Passez par ici, ce sera plus pratique).
pratiquement bel. 1. Uygulamada, uygulama
bakımından; kılgılı olarak, iş başında (Apprendre
un métier pratiquement). 2. Gerçekte, ashnda,
(Théoriquement, on peut être reçu au concours la
première année, mais pratiquement il faut compter
deux ou trois ans de préparation). 3. Aşağı yukarı,
hemen hemen (La situation est pratiquement
inchangée).
pratiquer gçl. 1. Yapmak, etmek, uygulamak, "icra
etmek (Pratiquer une opération chirurgicale, un
métier, un art, une méthode, un sport). 2.
Alışkanlık haline getirmek (Pratiquer le
chantage, le bluff). 3. Açmak; yapmak (Pratiquer
une ouverture dans le mur. Pratiquer une piste
dans la forêt). 4. -ile görüşmek, ilişki kurmak,
düşüp kalkmak (Pratiquer unauteur, une femme).
5. -e sık sık gitmek, gidip gelmek (Pratiquer la
montagne). 6. Uygulama alanına koymak,
gerçekleştirmek (Pratiquer une doctrine). § Se
pratiquer: Yapılmak, uygulanmak.
pré er. Çayır, otlak, çimenlik (Mener les vaches au
pré. Le gazon des prés). § Aller sur le pré: Düello
yapmak.
préalable s. 1. Ön, önceden yapılan, önceden
çözülmesi gereken (Après un examen préalable,
1097

précautionner

les médecins ont conclu que ce traitement était à


déconseiller formellement). 2. Préalable à: -den
önceki ; -den önce gelen, olan, yapılan (Argument
préalable à l'expérience). 3. er. Önkoşul,
vazgeçilmez koşul (Les propositions de paix
contenaient un préalable jugé inacceptable). § Au
préalable: Önce, her şeyden önce, ilkönce (Les
candidats doivent au préalable subir un examen
médical).
Sans avis préalable: Önceden
bildirmeden, haber vermeden,
préalablement bel. 1. Önceden, önce; ilkönce, ilk iş
olarak (Vous ne ferez rien sans m'avoir
préalablement averti). 2. Préalablement à: -den
önce.
préambule er. 1. Önsöz, giriş, gerekçe,
"mukaddeme, "dibace (Le préambule de la
Constitution). 2. Giriş konuşması, konuya giriş
için söylenen birkaç söz (Après un rapide
préambule, le conférencier entra dans le vif du
sujet). 3. mec. Başlangıç; ilk belirti (Cette crise
risque d'être le préambule à une crise beaucoup
plus grave).
préau er. 1. (Manastır yada cezaevlerinde) Avlu. 2.
(Okullarda) Üstü örtülü teneffüs yeri, kapalı
teneffüshane (Les enfants jouent dans le préau).
préavis er. Yazdı bildirim ; önceden yapılan bildirim
(Il cherche à quitter son usine, mais il n'a pas
encore donné son préavis).
préaviser gçl. -e önceden yazılı bildirimde
bulunmak; -e önceden haber vermek (Préaviser
un ouvrier).
prébende diş. 1. Papaz ödentisi. 2. mec. Arpalık,
parası çok işi az görev (Accepter une prébende).
prébendé,e s. 1. (Papazlar için) Ödentili. 2.
Arpalıkh.
prébendier er. 1. Ödentili papaz. 2. Yağlı kuyruk
kapmış, arpalığa konmuş kimse; yiyici (Tous les
régimes ont leurs prébendiers).
précaire s. 1. Geçici, eğreti (Jouir d'un bonheur
précaire). 2. Sağlam olmayan güvenilmez;
kararsız, pek oturmamış (ila une santé précaire.
Etre dans une position précaire. Le gouvernement
n'a qu'une existence précaire).
précairement bel. Geçici olarak, iğreti olarak,
précarité diş. 1. Geçicilik, iğretilik (Laprécarité des
choses d'ici-bas). 2. Güvenilmezlik, kararsızlık,
sağlam olmayış,
précaution diş. 1. Önlem, "tedbir (Prendre des
précautions. Ce serait une bonne précaution que de
prendre
un imperméable).
2.
'Sakınım,
*sakınımlılık, * ihtiyat, "temkin (Parler, agir,
marcher avec précaution).
précautionner gçl. (Eski) -i uyarmak; korumak,
précautionneusement

1098

esirgemek. § Se précautionner contre qch: 1. -e


karşı gerekli önlemlerini almak (Les touristes se
sont précautionnés
contre
les
brusques
changements de température). 2. Se précautionner
de qch: Kendine... sağlamak, almak, bulmak (Il
avait dû se précautionner d'une équipe de
touristes).
précautionneusement bel. Sakınımla, sakimmlikla,
"ihtiyatla,
"temkinle
(Parler
précautionneusement).
précautionneux,euse s. Sakınımlı, "ihtiyatlı,
"temkinli (lise montre très précautionneux).
précédemment bel. Önceden, daha önce, eskiden
( Comme nous l'avions dit précédemment).
précédent,e s. 1. Önceki; daha önceki, bundan
önceki (L'année précédente. J'avais parlé de
l'insuffisance de cette théorie dans un article
précédent). 2. er. Geçmiş örnek, geçmiş benzer,
"evveliyat (Invoquer un précédent). § Sans
précédent: Eşsiz, görülmemiş, duyulmamış, eşi
benzeri olmayan (Un drame sans précédent est
survenu).
précéder gçl. 1. -in önünde gitmek (Je vais vous
précéder pour vous montrer le chemin. L'avantgarde précède le gros des troupes). 2.
-i geçmek, -in
önüne geçmek, -den daha ileri gitmek (Il a
précédé ses camarades dans la carrière, dans la
voie du succès). 3. -den önce gelmek (L'été
précède l'automne. Sa mauvaise réputation avait
précédé
son
arrivée).
4.
(Tümleçsiz
kullanıldığında) Bir önce geçmek
(Dans
l'exemple qui précède: Bir önce geçen örnekte).
préceinte diş. (Gemilerde) Kaplama kuşağı,
précepteur. 1. Davranış kuralı ; öğüt, akıl, ders ( Les
vieillards aiment à donner des préceptes). 2. Temel
ilke, temel kural (Les préceptes esthétiques du
classicisme). 3. Dinin buyurduğu şey, dinsel
buyruk (Les préceptes de l'Evangile).
précepteur, trice ad. 1. Dadı, lala; eğitimci (Bossuet
fut précepteur du Dauphin). 2. (Eski) Öğetmen;
hoca, usta (Mon précepteur en langue arabique. Il
a consenti à être mon précepteur en politique).
préceptorat er. Dadılık, lalalık; eğitimcilik,
öğretmenlik, hocalık (Il a exercé son préceptorat
avec beaucoup de dévouement).
précession diş. gökb. Devinme olayı, devinme
(Précession générale: Genel devinme. Précession
lunisolaire:
Ay-gün
devinmesi.
Précession
planétaire: Gezegen devinmesi).
prêche er. 1. (Protestan papazının verdiği) Vaiz (Le
prêche du dimanche). 2. mec. tkz. Ahlâk dersi,
sıkıcı öğütler,
prêcher gçl. 1. -i okutmak, öğretmek, yaymak

précipitation
(Prêcher l'Evangile). 2. -i öğütlemek, salık
vermek (Prêcher l'indulgence, la haine). 3. Hak
dinine çağırmak, sokmak (Prêcher les infidèles).
4. -i doğru yola getirmeye çalışmak; -e bol bol
ahlâk öğütleri vermek. 5. Prêcher qch à qn:
Birine... salık vermek, "tavsiye etmek (Ilprêchait
la patience à ses subordonnés). 6. gsz. Va'zetmek,
vaiz vermek (Le prêtre monta en chaire pour
prêcher). § Prêcher dans le désert: Çölde
va'zetmek, duvara söylemek, boşuna çene
yormak, boşuna soluk tüketmek. Prêcher
d'exemple: Verdiği öğüde göre davranmak,
özüyle sözü birbirini tutmak. Prêcher pour sa
paroisse, pour son saint: Kendi çıkanna
konuşmak, kendi çıkarını savunmak,
prêcheur,euses. vead. 1. Vaiz. 2. Başkalarına ahlâk
dersi verip duran, öğütçü (Il est trop prêcheur.
Quel ennuyeux prêcheur!).
prêchi-prêcha er. tkz. İkide bir yok şöyle yap yok
böyle yap diye verilen can sıkıcı öğütler, ahlâk
dersi, tıraş (Il nous ennuie avec son prêchiprêcha).
précieusement bel. 1. Büyük bir dikkatle, özenle
(Conserver précieusement des lettres). 2. Aşırı
kibarlıkla, kibarlık hastaları gibi (S'exprimer
précieusement).
précieux, euse s. 1. Fiyatı çok yüksek, pahalı (Tissu
précieux, bijou précieux). 2. Değerli (Pierres
précieuses: Elmas, zümrüt vb. gibi değerli taşlar.
Métaux précieux: Altın, gümüş, platin gibi değerli
madenler). 3. Önemli (Les droits les plus précieux
de l'homme. Il a apporté une aide précieuse à sa
famille). 4. Yararlı, yaran dokunan; el üstünde
tutulan, değer ve önem verilen (Un précieux
collaborateur.
Un ami précieux). S. mec.
Yapmacıklı (C'est une femme un peu précieuse.
Un style précieux). 6. diş. (Eskiden) Kibar kadın,
zarif kadın. 7. diş. Kibarlık budalası, kibarlık
hastası kadın,
préciosité diş. 1. Kibarlık hastalığı, kibarlık
budalalığı. 2. Yapmacık (La préciosité de ses
expressions fait sourire). 3 .ed. Özenticilik; XVII.
yüzyıl başlarında Fransa'da oluşan aşın özentili
ündeşlerle yüklü süslü anlatım,
précipice er. 1. Uçurum (A la vue du précipice, il fut
pris de vertige). 2. mec. Yıkım, "felâket, uçurum
(Etre, venir au bord du précipice. Vous courez
dans te précipice).
précipitamment bel. Çabucak, hemen (S'enfuir,
déloger précipitamment).
précipitation diş. 1. İvedilik "acele (Agir avec
précipitation).
2. İvecenlik, "acelecilik (Ne
confondez pas vitesse et précipitation. Evitez
précipité
soigneusement la précipitation). 3. kim. Çökelme,
çökme. 4. kim. Çökelti. 5. coğr. Yağış
(Précipitations
liquides:
Yağmur,
sis.
Précipitations solides: Kar, dolu).
précipité er. kim. Çökelek, çökelti, "rüsub.
précipité,ei. 1. Hızlı, çabuk (Respirationprécipitée.
Des pas précipités). 2. Aceleci; acele edilmiş,
aceleye getirilmiş (Tu es trop précipité dans tes
décisions. Une démarche précipitée).
précipiter gçl. 1. Hızlandırmak, çabuklaştırmak
(Précipiter les affaires, sa marche, ses pas). 2.
Alaşağı etmek, devirmek (Précipiter une
monarchie). 3. kim. Çökeltmek. 4. Précipiter qn,
qch de: Birini, bir şeyi -den aşağı atmak (Un fou
qui a précipité sa femme du haut de son balcon ). 5.
Précipiter qn, qch dans qch: Birini, bir şeyi -e
atmak, -in içine atmak (Aucune lecture n'est plus
propre à me précipiter dans l'opposition). § Se
précipiter: 1. kim. Çökelmek. 2. Hızlanmak,
çabuklaşmak (Les battements du coeur se
précipitaient. L'action semble se précipiter). 3.
Kendini atmak (Se précipiter dans le vide, dans
une rivière). 4. Atılmak, koşmak (Quand il vit son
père, il se précipita dans ses bras. Il s'est précipité à
la porte pour l'ouvrir). S. Se précipiter sur: -e
çullanmak, saldırmak, -in üstüne atılmak (Se
précipiter sur l'ennemi). 6. Se précipiter de f. qch:
-mekte acele etmek, sabırsızlık göstermek (Vous
vous êtes précipitée d'aller à Grignan sans votre
mari).
préciput er. huk. Önvasiyet, "presipü.
préciputaire s. huk. Önvasiyete değgin (Avantage
préciputaire).
précis er. 1. Özet, kısaltma ( Composer un précis des
événements). 2. Küçük elkitabı (Précis de
géographie générale).
précis,e s. 1. Açık, belirgin, °sarih (Idées, notions
précises). 2. Kesin, açık ve seçik (Définir d'une
façonprécise. User d'un langage précis). 3. Belirli,
"muayyen (Il sentait une douleur dans toute la
jambe, sans localisation précise). 4. Tam; tam
tamına (Il est arrivé à sept heures précises). S. Kısa
ve özlü, "veciz (Styleprécis).
précisément bel. 1. Açıkça; kesinlikle (Répondre
précisément). 2. Tam, tam tamına (Ce n'est pas
précisément ce que j'espérais). 3. Evet, öyle (C'est
lui qui vous en a parlé?-Précisément).
préciser gçl. 1. Belirtmek, belirlemek (Précisez le
lieu et l'heure où s'est produit l'accident). 2.
Açıklamak, aydınlığa kavuşturmak, aydınlatmak
(Préciser un sentiment vague). § Se préciser:
Belirlenmek, belirmek, belli olmak, açıklanmak,
aydınlığa kavuşmak (La question se précise).

1099
précordial

précision diş. 1. Açıklık, belirlilik, belirginlik,


"sarahat (Précision dans la pensée, dans le style).
2.
Kesinlik,
doğruluk
(Une
précision
mathématique, précision d'un calcul). 3. ç.
Açıklama, aydınlatıcı bilgi (Le ministre a donné
des précisions sur la réforme agraire. Demander
des précisions sur tel ou tel point). § Instrument,
appareil de précision: Hassas alet, ince alet.
précité,e s. Adı geçen, sözü edilen (D'après la loi
précitée).
préclassique s. Klasik dönem öncesi; klasikler
öncesi (Littérature préclassique).
précoce s. 1. Turfanda (Fruits précoces). 2.
Mevsimsiz, vaktinden önce ( Cette année,
l'automne a été précoce). 3. Erken gelişmiş
(Enfant précoce, jeune fille précoce). 4. hek.
Erken (Démenceprécoce: Erken bunama).
précocement bel. Erken, mevsimsiz, vaktinden
önce (Fleur précocement éclose. Enfant développé
précocement).
précocité diş. 1. Turfandalık (La précocité d'un
fruit). 2. Erkenlik, erken geliş, mevsimsizlik (La
précocité de l'automne). 3. Erken gelişmişlik
(Précocité d'un enfant).
précolombien,ne s. Christophe Colomb öncesi
(L'Amérique
précolombienne).
précompte er. 1. Hesaptan düşme, hesaptan
indirme, hesaptan kesme. 2. Hesaptan kesilen
para.
précompter gçl. 1. Hesaptan kesmek, hesaptan
indirmek, hesaptan düşmek. 2. Précompter qch
sur: Birşeyi -den kesmek, düşmek, indirmek (Le
montant de la cotisation ouvrière à la Sécurité
sociale est précompté par l'employeur sur le salaire
de l'employé).
préconception diş. 1. Önyargı. 2. Oranlama bilgi,
préconçu,e s. 1. Önceden düşünülüp hazırlanmış
(Commencer sans plan préconçu). 2. Önyargıya
dayalı, basmakalıp (Idée, opinion préconçue).
préconisation diş. Piskoposluğa atanmanın Papaca
onaylanması, piskoposluğa atama,
préconiser gçl. 1. -i piskoposluğa atamak; -in
piskoposluğunu onaylamak (Préconiser un
évêque). 2. Övmek, göklere çıkarmak (Un
coiffeur le préconisait).
3. Salık vermek,
öğütlemek, "tavsiye etmek (Préconiser un
remède).
préconiseur,préconisateur er. 1. Piskoposluğa
atayan, piskopos atama yetkisinde olan (Papa
yada kardinal). 2. Övgüler düzen, övgücü.
précordial, e s. hek. Yürek bölgesine değgin;
göğüsün yüreğe yakın yerlerinde olan (Douleur
précordiale).
précurseur

1100

préétabli

précurseur s. ve er. 1. Haberci, önceden haber


veren (Signes précurseurs de l'orage). 2. -in
geleceğini bildiren, müjdeci (Saint Jean-Baptiste,
précurseur du Christ. Les précurseurs du
romantisme).
prédateur er. 1. (Eski) Soyguncu, yağmacı. 2. hayb.
Leşçi; başkasının sırtından geçinen hayvan yada
bitki. 3. s. Başkalarının sırtından geçinen
(Insectes prédateurs).
prédation diş. Başkalarının sırtından geçinme,
prédécesseur er. Öncel, "selef (Presque tous les
princes
savent
bien
l'histoire
de leurs
prédécesseurs).
prédestination diş. 1. (Dinsel anlamda) Önceden
takdir. 2. Yazgı, alınyazısı, "kader (En voyant de
telles prédestinations, il est impossible de ne pas
croire à une autre vie). 3. Belli bir sonuca doğru
götüren hazırlık,
prédestinés s. ve ad. 1. Tanrının iyi kulu, alnında
ahret mutluluğu yazılı kimse (Selon les
Jansénistes, le Christ n'est mort que pour les
Prédestinés). 2. Alnında büyük işler göreceği
yazılı olan kimse, büyük yazgıların adamı (Je suis
prédestiné, j'ai une mission). 3. s. Önceden
saptanmış, önceden kararlaştırılmış
(Sort
prédestiné). 4. s. Prédestiné à: -e yargılı; -e
ayrılmış; -e göre hazırlanmış (Un enfant
prédestiné au malheur).
prédestiner gçl. 1. (Tanrı) -in alnına yazmak; -e
önceden iyi yada kötü bir yazgı biçmek. 2.
Prédestiner qn à f. qch: Birini -mek için yaratmak;
birinin alnına -meyi yazmak; birine -meyi nasip
etmek (Ses origines ne le prédestinaient pas à jouer
un grand rôle dans l'Etat. Dieu l'avait prédestiné à
être un exemple de justice).
prédétermination diş. Önceden belirleme, önceden
belirlenme; önceden kararlaştırma, önceden
kararlaşma.

prédiction diş. 1. Önceden haber verme, "kehanette


bulunma (Faire des prédictions). 2. Önceden
verilen haber, önceden söylenen şey, önbili,
"kehanet, "tahmin (Ses prédictions se sont
réalisées).
prédilection diş. Yeğleme, üstün tutma, tercih
(Prédilection d'une mère pour un de ses enfants). §
De prédilection: Yeğlenen, en çok sevilen, tercih
edilen (C'est ma lecture de prédilection). Par
prédilection: "Tercihen,
prédire gçl. 1. Önceden haber vermek, önceden
bildirmek (Les prophètes prédirent la venue du
Messie. Il a prédit fort exactement le jour et l'heure
de sa mort). 2. Prédire qch à qn: Birine -i
müjdelemek, önceden haber vermek (On lui
prédisait le plus brillant avenir).
prédisposer gçl. 1. -i etkilemek (Le jugement
d'autrui nous prédispose). 2. Prédisposer qn à
qch: Birini -e elverişli kılmak, hazır duruma
getirmek,eğilimli kılmak (Lemilieu familialavait
prédisposé cet enfant à cette maladie). 3.
Prédisposer qn à f. qch: Birini -meye hazırlamak,
yöneltmek, eğilimli kılmak (Ilprédisposaitson fils
à agir). 4. Etre prédisposé à qch: -e eğilimli olmak,
elverişli olmak, yetenekli olmak, "müstait olmak
(Un enfant prédisposé au doute, au cancer).
prédisposition diş. Anıklık, "istidat; elverişlilik,
eğilimlilik (Tu avais hérité de ta mère une
prédisposition à être malade comme elle).
prédominance diş. Üstünlük, baskınlık, ağır basma
( La prédominance des tons bleus dans un tableau).
prédominants s. Üstün, baskın, ağır basan (Le
logement est le souci prédominant des jeunes
ménages).

prédéterminer gçl. Önceden belirlemek, önceden


saptamak, önceden belli etmek (Sa conduite était
prédéterminée par l'éducation qu'il avait reçue).
prédicant er. 1. Protestan papazı. 2. mec. s. ve er.
Söylev çekme meraklısı, herkese ahlâk dersi
vermeyi pek seven (L'âge l'a rendu un peu
prédicant).
prédicat er. dilb. fels. Yüklem,
prédicateur er. 1. Vâiz (Bossuet fut un grand
prédicateur). 2. mec. (Bir düşünce yada inancı)
Yayıcı (Les prédicateurs du réalisme politique).
prédicatif,ive s. dilb. Yükleme değgin, yüklemle

pré-électorals s. Seçimöncesi (Les promesses préélectorales).


prééminence diş. Salt üstünlük; üstünlük,
önsıradalık, enöndelik, en ön planda gelme
(Plusieurs nations se disputaient la prééminence
économique dans ce continent sous-développé). §
Donner la prééminence à qch:-i herşeyden üstün
tutmak.
prééminents s. Üstün, yüksek (Un rang
prééminent, une vertu prééminente).
préemption diş. huk. "Şufa (Droit de préemption:
Şufa hakkı).
préétablis s. Önceden kurulmuş, saptanmış; hiç
değişmeyecek; kesin olarak kararlaştırılmış
(Réaliser un plan préétabli.
L'harmoniepréétablie

ilgili, *yüklemsel.
prédication diş. Vaiz (Il ne manque
prédication).
aucune

prédominer gsz. Ağır basmak, üstün gelmek,


baskın çıkmak, bastırmak (C'est l'humanisme qui
prédomine
dans son oeuvre. Son avis a
prédominé).
préétablir
de Leibniz).
préétablir gç/. -i hiç değişmeyecek biçimde önceden
saptamak, -i önceden kesin biçimiyle kurmak
(Préétablir un plan).
préexcellence diş. Eşsiz üstünlük,
préexistante s. Eskiden varolan, daha önce varolan
(Institutions préexistantes).
préexistence diş. Daha önceden varolma, eskiden
de bulunma
(L'expérience
implique
la
préexistence de la raison).
préexister gsz. 1. Daha önce de varolmak. 2.
Préexister à: -den önce de varolmak (L'homme
qui préexistait au médecin).
préfabrication diş. Önceden hazırlayıp yapma,
"önyapım.
préfabriqué,e s Önceden hazırlanıp yapılmış,
*kurma, *yapık (Maisonspréfabriquées).
préface diş. 1. Önsöz (Faire une préface à un livre).
2. mec. Giriş, başlangıç, ilk adım (Enpréface à la
conférence au sommet des chefs d'Etat, les
ministres des Affaires étrangères se sont réunis à
Bruxelles).
préfacer gçl. 1. -e önsöz yazmak (Préfacer un
roman). 2. mec. -i haber vermek, -e başlangıç
olmak (Préfacer un événement).
préfacier er. Önsöz yazarı, önsöz yazan kimse,
*özsözcü.
préfectorale s. Valiliğe değgin (Administration,
institution préfectorale).
préfecture diş. 1. (Eski Romalılarda) Eyalet. 2. İl,
vilâyet. 3. İlbaylık görevi, "valilik (Son père avait
occupé jusqu'à sa mort une préfecture). 4. Vilayet
konağı, valilikkonağı (La préfecture ressemblait à
un château dans la campagne). S. İl merkezi. 6.
Emniyet müdürlüğü (Faites viser votre passeport à
la préfecture). § Préfecture de police: Emniyet
müdürlüğü. Préfecture maritime: 1. Savaş limanı.
2. Denizcilik bölge merkezi,
préférable s. 1. Daha iyi, yeğ (Il est préférable de
rester ici). 2. Préférable à: -den daha iyi, -e yeğ ( Ce
plan est préférable à l'autre).
préférablement bel. Tercihen; -den ise; -e yeğ
tutarak (Préférablement à autre chose).
préférée s. ve ad. 1. En çok sevilen, daha çok
sevilen, yeğlenen (C'est mon disque préféré).
préférence
1. Yeğleme, yeğ tutma, üstün tutma,
"tercih (La préférence d'une chose à une autre. Par
ordre de préférence). 2. huk. "Rüçhan (Droit de
préférence: Rüçhan hakkı). § De préférence: İyisi,
daha iyisi, tercihen (Depréférence, descendez à
l'hôtel de la Poste). De préférence à, par
préférence à: -den ise, -den daha çok.
préférentielle s. Tercihli, *yeğlemeli (Tarif
1101

préhistoire

préférentiel. Vote préférentiel).


préférentiellement bel. "Tercihen,
préférer 1. Yeğlemek, yeğ tutmak, "tercih etmek
(Parmi toutes ces cravates, je préfère celle-ci). 2.
Préférer qch à qch: Bir şeyi -e yeğlemek, tercih
etmek; -den daha çok sevmek, -e üstün tutmak
(Pour les vacances, il préfère la mer à la montagne.
Il préférait son fils ainé à ses autres enfants). 3.
Préférer fw qch : -meyi yeğlemek, "tercih etmek (Je
préfère mourir, plutôt que de vivre esclave).
préfet er. 1. (Eski Romalılarda) Eyalet beyi (Le
préfet des Gaules). 2. İlbay, "vali (Le préfet
d'Ankara). § Préfet de police: Emniyet müdürü.
Préfet des études: (Din öğretimi yapan okullarda)
Disiplin işleriyle görevli papaz, "ders nazırı,
préfète diş. tkz. İlbay karısı, vali karısı,
préfiguration diş. "Önbelirti, *önsimge (C'est là
une préfiguration de ce qui va arriver après nous).
préfigurer gçl. Önceden belirlemek, önceden -in
belirtisi,
simgesi,
habercisi
olmak;
-i
muştulamak, -in habercisi olmak (En Russie, les
révoltes de 1905 préfiguraient la révolution de
1917).
préfinancement er. Ön ödeme, önceden yapılan
parasal yardım,
préfixe s. (Eski) önceden saptanmış, önceden
kararlaştınlmış (Au jour et au lieu préfix).
préfixai,e s. dilb. Önekle ilgili, öneke değgin,
"öneksel.
préfixation diş. dilb. Öneklendirme, öneklenme;
önek olarak kullanma, önekleştirme.
préfixe er. dilb. Önek.
préfixer gçl. -e önek katmak, önek eklemek (Les
mots préfixés gardent le plus souvent un lien avec le
mot de base).
préfixion diş. Süre saptama, sürelendirme.
préfloraison diş. bitb. Çiçektaslağı.
préfoliation diş. Yapraktaslağı.
préformation diş. Önoluş.
préformer
gçl.
Önoluşturmak,
önceden
oluşturmak (Hommepréformé dans le germe).
préglaciaire s. coğr. Buzulöncesi
(Epoque
préglaciaire).
préhenseur s. Tutmaya yarayan, yakalamaya
yarayan, yakalayın, alıcı (Organepréhenseur).
préhensile s. Tutmaya yada tutunmaya yarar
(Certains singes ont une queue préhensile).
préhension diş. 1. Tutma, yakalama (Xes mains sont
faites pour la préhension). 2. huk. (Eski)
Tutuklama (Droit de préhension).
préhistoire diş. 1. Tarihöncesi 2. mec. tkz. Olmuş
bitmiş iş, geçmiş, "mazi (Tout ce que tu racontes,
c'est de la préhistoire).
préhistorien

1102

préhistorienne ad. Tarihöncesi çağlar uzmanı,


préhistorique, s. Tarihöncesine değgin (Des objets
préhistoriques).
préjudice er. Zarar, dokunca (Subir un préjudice). §
Au préjudice de: 1. -in zararına, aleyhine (Ilaagià
son propre préjudice. C'est une injustice commise
au préjudice de son frère). 2. -e aykırı (Dire
quelque chose au préjudice de la vérité). Sans
préjudice de: -den başka, -den ayrı olarak (Il
réclamait une participation aux bénéfices, sans
préjudice de la rémunération convenue). Porter
préjudice à: -e zarar vermek; -e "halel getirmek,
préjudiciable s. 1. Dokuncalı, zararlı. 2.
Préjudiciable à: -e zararlı (Une erreur
préjudiciable à vos intérêts. Un régime alimentaire
préjudiciable à la santé).
préjudiciaux s. er. ç. huk. Temyiz edebilmek için
güvence olarak önceden ödenmesi gereken (Frais
préjudiciaux).
préjudiciel,le s. huk. Asıl dâvadan önce çözülmesi
gereken (Action, question préjudicielle).
préjudicier gsz. Préjudicier à: -e zarar vermek,
"halel getirmek (Leur doctrine nepréjudiciepas au
salut).
préjugé er. 1. Önyargı, "peşin hüküm (Il a un
préjugé contre moi). 2. Boş inan, "bâtıl itikat (Erre
plein de vieux préjugés).
préjuger gçl. 1. -konusunda önyargıya varmak (Je
ne veux point préjuger la question). 2. huk. Geçici
bir karar almak; kanısını sezdirmek, "ihsası rey
etmek. 3. Préjuger de qch: a) -konusunda
önyargıya varmak. b) -i önceden kestirmek (Je ne
peux pas préjuger de sa réaction, alors que je ne lui
ai jamais adressé la parole).
prélart er. den. Eşyaları korumaya yarayan büyük
muşamba örtü.
prélasser(se) gsz. Sereserpe yayılmak, rahat
oturmak, keyfince dinlenmek (Se prélasser sur
une chaise. Le chat se prélasse au soleil).
prélat er. Yüksek rütbeli papaz,
prélature diş. 1. Yüksek mevkili papazlık. 2.
Papanın yanındaki yüksek mevkili papazlar,
prélavage er. Önyıkama.
prèle, prêle, presle diş. bitb. Atkuyruğu,
prélegs er. huk. Önvasiyet.
prélèvement er. 1. (Bir şeyden) Alınan parça (On
met le prélèvement de sang dans des flacons
aseptisés). 2. (Bir şeyden) Parça alma, parça
alımı, "nümune, örnek (Prélèvement
d'un
échantillon
d'une marchandise.
Faire un
prélèvement). 3. huk. "Tasarruf nisabı,
prélever gçl. 1. Almak, ayırıp almak (Prélever un
échantillon). 2. Prélever qch à qn: Birinden...

prémices
almak (Le médecin a prélevé du sang au malade
pour en faire l'analyse). 3. Prélever qch sur qch:
Bir şeyi -den kesmek, almak ( Le notaire prélève le
montant de ses frais sur la succession). 4. Prélever
qch sur qn: Birinden ...kesmek, almak (Prélever
un impôt, un tribut sur quelqu'un).
préliminaire s. 1. Giriş niteliğinde, hazırlık
niteliğinde (Avant l'ouverture de la scéance, les
délégués avaient eu des entretiens préliminaires).
2. er. ç. Hazırlık; hazırlıklar, hazırlık çalışmaları
(Les préliminaires de la paix).
prélogique s. fels. Mantıköncesi (Mentalité, stade
prélogique).
prélude er. 1. müz. Genellikle kısa ve özgür biçimli
müzik parçası; bir müzik yapıtının ana bölümüne
giriş parçası; operada açdış parçası (Lespréludes
de Chopin). 2. Peşrev. 3. mec. Başlangıç;
önbelirti, ilk belirti (Leprélude des hostilités).
préluder gsz. 1. (Eski) Sesini yada çalgısını
denemek (Avant de chanter, il faut que je prélude
un peu). 2. Doğaçtan söylemek yada çalmak. 3.
Préluder à qch: a) -e girişmek (Ilessayait la valeur
de ses soldats et préludait à des victoires), b) -in
belirtisi olmak, -i müjdelemek, haber vermek
( Les nuages gris qui préludent à l'automne).
prématuré,es. 1. Henüz erken, mevsimsiz, vakitsiz
(Ta retraite a été prématurée. Il serait prématuré
d'annoncer la nouvelle maintenant). 2. hek.
Vaktinden
önce,
erken
(Accouchement
prématuré, vieillesse prématurée). 3. hek. Erken
doğan, erken doğmuş (Enfantprématuré). 4. ad.
Erken doğan çocuk (Des prématurés
en
couveuse).
prématurément bel. Mevsimsiz,
*süremsiz,
vakitsiz, erken
(Mourirprématurément).
prématurité diş. Erken doğma, erken doğmuşluk.
préméditation diş. Önceden tasarlama, tasımlama,
"taammüd ( Crime commis avec préméditation).
prémédité,e
Önceden tasarlanmış, önceden
hazırlanıp kurulmuş, "taammüden
(Crime
prémédité. Réponse, réaction préméditée).
préméditer gçl. 1. Önceden tasarlamak, önceden
hazırlayıp planlamak (Il avait prémédité un
mauvais coup). 2. Préméditer de f. qch: -meyi
tasarlamak (Il préméditait de donner la première
place à un de ses amis).
prémenstruel,le s. (Kadınlarda) Aybaşıöncesi,
âdetöncesi
(Syndromeprémenstruel).
prémices diş. ç. 1. (Eski Yunan ve Romada,
tanrılara sunulan) Toprağın ilk ürünleri ; sürünün
ilk doğan yavruları. 2. tik ürünler (Les prémices
de la récolte). 3. mec. İlk kafa ürünleri. 4. mec.
Başlangıç (Lesprémices de la vie, de l'hiver).
premier
premier, ère s. 1. İlk, birinci (Le premier mois de
l'année. La première enfance, la première
jeunesse. La Première Guerre Mondiale. Premier
secrétaire). 2. En iyi, birinci (Un soldat de
première classe). 3. er. Birinci kat (Habiter au
premier). 4. Birinci, en iyi derece alan (Lepremier
de sa classe. Premier de la promotion).
5.
(İngiltere'de ve giderek bütün ülkelerde)
Başbakan (Le premier d'Angleterre). 6. diş.
(Tiyatroda) Oyunun ilk temsili (Le public des
grandes premières était présent dans la salle). 7.
diş. Birinci mevki (Voyager en première). 8. İlk
prova § Jeune premier: (Tiyatroda) Aşk rolleri
oynayan yakışıklı oyuncu. Le premier prix:
Birincilik, birincilik ödülü. Le premier venu: Kim
olursa, karşısına kim çıkarsa (Elle sort avec le
premier venu). Matières premières: Ham madde.
Nombre premier: mat. Asal sayı. A la première
occasion: İlk fırsatta. En premier: En önde. İlk,
birinci (Arriver en premier). En premier lieu:
İlkin, önce, en önce.
premièrement bel. İlkin, önce, en önce.
premier-né, première-née s. ve ad. İlk evlât; ilk
erkek e vlât, ilk kız evlât (La naissance du premierné. Un fille première-née).
prémilitaire s. Askerlik öncesi
(Formation,
instruction prémilitaire).
prémisse diş. mant. Öncül, "mukaddem; bir tasımın
sonucu hazırlayan ilk iki önermesinden her biri
(Prémisse majeure: Büyük önerme. Prémisse
mineure: Küçük önerme).
prémolaire diş. Önazı, ön azı dişi (L'homme a huit
prémolaires).
prémonition diş. Önsezi, içedoğuş.
prémonitoires. 1. Önseziye değgin, içedoğuşla ilgili
(Il attachait une valeur prémonitoire aux rêves). 2.
hek. (Bir hastalığın başlayacağını) Haber verici;
uyancı ilk "âraz, ilk belirti (Signes prémonitoires.
Un songe prémonitoire).
prémunir gçl. 1. Uyarmak (Un père qui veut
prémunir son fils). 2. Prémunir qn contre qch:
Birini -e karşı uyarmak (Prémunir son ami contre
un grand danger). § Se prémunir contre: -e karşı
korunmak, gerekli önlemleri almak ; -den kendini
sakınmak, korumak (Il faut se prémunir contre le
froid).
prenable s. Alınabilir, ele geçirilebilir (Cette
forteresse est prenable).
prenantes. 1. huk. Para alan (Partieprenante). 2.
Tutmaya
yarayan,
tutunmaya
yarayan;
yakalamaya yarayan (Queue prenante des singes).
3. İlginç, çekici, dikkate değer, büyüleyici, inşam
saran (Il a fait un récit très prenant de son voyage en
1103

prendre

Europe. Elle avait une voix chaude et prenante). 4.


(Eski) Başlayan, başlamakta olan (Carêmeprenant).
prénatale s. Doğumöncesi, doğumdan önceki
(Allocations prénatales).
prendre gçl. 1. Almak (Prendre un crayon pour
écrire). 2. Yanma almak, kendisiyle almak; alıp
götürmek (Prendre un parapluie pour sortir.
Prenez cequ 'ilfaut pour un voyage de dix jours). 3.
Almak, satın almak (Prendre de l'essence). 4.
Çekmek, kaldırmak, almak (Prendre de l'argent à
la banque). 5. Almak, kabul etmek (Maison qui
prend des pensionnaires). 6. Edinmek (Prendre
une habitude, une idée, un vice). 7. Ölçmek,
almak (Prendre la température, le pouls d'un
malade). 8. Yapmak, almak (Prendre un bain,
une douche). 9. Almak, -ile evlenmek (Prendre
une femme). 10. Tutmak, almak (Prendre une
maîtresse, un amant). 11. Tutmak, almak,
hizmetine almak, çalıştırmak (Il a pris dix
nouveaux ouvriers à l'usine). 12. Yemek; içmek
(Prendre son repas, son petit-déjeuner, son
déjeuner, son dîner. Prendre un café, un thé.
Prendre du vin, de la bière. Prendre un remède).
13. Ücret olarak almak (I m'a pris vingt francs
pour ces réparations. Un mécanicien qui prend
trente francs de l'heure). 14. tkz. Yemek, -e
uğramak, maruz kalmak (Prendre des coups, une
raclée, une bonne fessée). 15. Almak, ele
geçirmek, zaptetmek (Prendre uneforteresse, une
ville. Prendre le pouvoir). 16. -ile yatmak, cinsel
ilişkide bulunmak (Prendre une femme de force).
17. Yakalamak, ele geçirmek, enselemek (La
police a pris le malfaiteur). 18. -i yola getirmek, -e
kendi görüş ve düşüncelerini benimsetmek (11
prend les gens par la douceur). 19. Bastırmak,
üstüne çökmek; içini sarmak, kaplamak (Le
sommeil me prend. La fatigue nous prenait.
L'épouvante prenait tout le monde). 20. Binmek
(Prendre le train, l'avion, le bateau, un taxi). 21. -i
dönmek, almak (Prendre un virage, un cap). 22.
Takınmak, almak (Prendre une attidude, une
pose). 23. Çekmek (Prendre une photo). 24. -den
gitmek (Prendre une route, un chemin, un
escalier, une direction). 25. (Sayrılıklar için) -e
tutulmak, yakalanmak; kapmak (Prendre un
rhume, une grippe). 26. Çekmek, almak, emmek
(Des chaussures qui prennent l'eau. Tissu qui
prend bien la teinture). 27. Prendre qch à qn: a)
Birinin -sini elinden almak (On lui a pris sa
femme),
b) Birinin -sini çalmak, aşırmak,
araklamak (On lui a pris son portefeuille, sa
valise), c) Bir şeyi -den almak (Prendre une idée à
premier

1104

un philosophe. Prendre une phrase à un auteur).


28. Prendre qn en: Birine karşı ...duymak
(Prendre quelqu'un en horreur, en pitié, en
sympathie). 29. Prendre qn, qch pour: Birini,
birşeyi.. .sanmak ( On le prenait pour un savant).
30. Prendre qn par: Birini -sinden yakalamak,
tutmak (Prendre son ami par le bras. On l'a pris
par son point faible). 31. Prendre qch sur soi: -i
üstüne almak (Il a pris toutes les fautes sur lui). 32.
Prendre sur soi de f. qch: -meye çahşmak, çaba
göstermek (Il prit sur lui de ne pas lui parler) . 33.
Etre pris dans qch : -e kapılmak, düşmek (Etre pris
dans l'engrenage, dans l'erreur). 34. gsz.
Koyulaşmak,
kıvamına
gelmek,
olmak;
pıhtılaşmak (Mayonnaise, crime, gelée qui
prend). 35. gsz. Donmak (Le fleuve a pris cette
année). 36. gsz. Sertleşmek, donmak (Du ciment
qui prend en une journée). 37. gsz. Tutunmak,
başarılı olmak (Livre, spectacle qui prend). 38.
gsz. Tutuşmak, yanmaya başlamak (Le feu
prend). 39. gsz. Tutmak, yapışmak, dibi tutmak,
dibine yanmak (Aliment qui prend au fond de la
casserole. Le repas prend). 40. gsz. Tutmak, kök
salmak, kök tutmak (Une plante qui prend). 41.
gsz. Tutmak (Vaccin qui prend. La teinture de ce
tissu a bien pris). 42. gsz. Tutmak, inanılmak,
geçerli olmak, benimsenmek (Il a voulu me
raconter des histoires pour expliquer son retard,
mais ça n'a pas pris). 43 .gsz. -den gitmek (Prenez
à gauche, sur la droite; j'ai pris par les petites rues).
44. gsz. -den başlamak, -de bulunmak (L'escalier
prenait à gauche). § Prendre qch à coeur: -e canla
başla sarılmak, -i pek benimsemek. Prendre qn à
contre-poil: tkz. -e ters muamele yapmak; -in
suyuna gitmemek, -e karşı gerektiği şekilde
davranmamak. Prendre qch à contre-sens: -i ters
anlamak, -e ters anlam vermek. Prendre acte de
qch: -i bir yana kaydetmek. Prendre qn à la gorge:
-i sıkıştırmak, gırtlağına sarılmak, yakasına
yapışmak. Prendre qch à la légère: -i hafife almak.
Prendre qch au sérieux: -i ciddiye almak. Prendre
qch à la rigolade: tkz. -i matrağa almak, gırgıra
almak, alaya almak. Prendre qn à l'improviste: -i
hazırlıksız yakalamak. Prendre qn à l'usure: -i
yavaş yavaş yıpratarak altetmek. Prendre qn à
partie: -e saldırmak, birçok suçlamalarda
bulunmak; -i kınayıp suçlamak. Prendre qn à
rebrousse-poil: -in suyuna gitmemek, -e karşı ters
muamele yapmak. Prendre qch à son compte: -i
üzerine almak, -den alınmak. Prendre qch à
tâche: -i kendine iş edinmek, görev bilmek.
Prendre à tâche de f. qch: -meyi iş edinmek,
kendine görev bilmek. Prendre qn à témoin: -i

prendre
tamk tutmak, tanık göstermek. Prendre qn au
collet: (Kavga için) -in yakasına yapışmak,
yakasına sarılmak. Prendre qch au pied de la
lettre: -i olduğu gibi kabul etmek, nasıl iletilmişse
o anlama almak, anlatıldığı gibi sanmak. Prendre
qn au mot: -in söylediği sözü yada yaptığı öneriyi
hemen kabul edivermek; -in sözünü senet
saymak. Prendre qn au pied levé: -in iki ayağını bir
pabuca sokmak, istediği şeyi -in hemen
yapıvermesini istemek. Prendre bien son temps:
1. Zamamm iyi seçmek. 2. Vaktini bulmak, denk
düşürmek, dengine getirmek, punduna getirmek.
Prendre congé de qn: -den izin alıp gitmek, -ile
vedalaşmak. Prendre connaissance de qch: -in
haberini almak, -i öğrenmek. Prendre conscience
de qch: -in bilincine varmak. Prendre conseil de
qn: -e akıl danışmak, -in düşüncesini almak.
Prendre contact avec qn: -ile ilişki kurmak.
Prendre qch d'assaut: -i baskınla ele geçirmek, -e
saldırıp ele geçirmek. Prendre qn de court: -i
kıskıvrak yakalamak, -e başka bir hareket olanağı
bırakmamak. Prendre de grands airs: Kendine
büyük adam süsü vermek, pozlar takınmak.
Prendre de l'âge, de la bouteille: Yaşlanmak.
Prendre de la brioche: tkz. Biraz göbeklenmek,
hafifçe göbek bağlamak. Prendre de la graine, en
prendre de la graine: Örnek almak, kendisine
örnek tutmak. Prendre de la graisse: Semirmek,
yağlanmak,
şişmanlamak.
Prendre
de
l'embonpoint: Göbeklenmek, yağ bağlamak,
semirmek, fıçıya dönmek. Prendre des airs de:
-gibi görünmek, kendine.. .süsü vermek. Prendre
des circonlocutions: Dolambaçlı yollardan
giderek söz söylemek, lafı dolandırmak. Prendre
des gants: Ölçülü ve titiz davrammak, sakınımlı
davranmak; işi sağlam kazığa bağlamak. Prendre
des licences avec qn: -ile senli benli olmak, içli dışlı
olmak, laubali olmak. Prendre des mesures:
Önlemler almak, "tedbir almak. Prendre du bon
temps: 1. İşsiz güçsüz dolaşmak, a

You might also like