You are on page 1of 173

YETİ


LÂPLARI
ve

DOÇ.DR.ALİDENİZLİ
YE
ATATÜRK

TARİ
TÜRKİ
CUMHURİ
NKI
İ

ATATÜRK İ
NKI
LÂPLARIveTÜRKİ
YE CUMHURİ
YETİTARİ
Hİ DOÇ.DR.ALİDENİ
ZLİ
ATATÜRK İNKILÂPLARI
ve
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
TARİHİ

Doç. Dr. ALİ DENİZLİ


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ........................................................................................................................................7
GİRİŞ.........................................................................................................................................15

BİRİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI................................................................................................ 17
İKİNCİ BÖLÜM
HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ .................................................................................................................. 53
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ........................................................................................................... 81
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ATATÜRK İLKELERİ................................................................................................................................... 85
BEŞİNCİ BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ İÇ SEBEPLERİ .......................................................... 113
ALTINCI BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ
KOMŞU ÜLKELERİN EMELLERİ............................................................................................................. 121
YEDİNCİ BÖLÜM
19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA
FİKİR HAREKETLERİ............................................................................................................................... 139
SEKİZİNCİ BÖLÜM
İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ................................................................................................................ 155
DOKUZUNCU BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL PAŞA VE ENVER PAŞA............................................................................................ 173
ONUNCU BÖLÜM
31 MART 1909 VAKASI VE HAREKAT ORDUSU ................................................................................... 181
ONBİRİNCİ BÖLÜM
TRABLUSGARP HARBİ............................................................................................................................ 195
ONİKİNCİ BÖLÜM
BALKAN HARBİ (1912-1913).................................................................................................................... 201
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ENVER PAŞA ve ALMANYA.................................................................................................................... 221
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914-1918)..................................................................................................... 231
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
18 MART 1915 ÇANAKKALE ZAFERİ, 19’UNCU TÜMEN VE ANAFARTALAR GRUP KOMUTANI
ATATÜRK.................................................................................................................................................. 247
ONALTINCI BÖLÜM
MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI
ONYEDİNCİ BÖLÜM ................................................................................................................................ 267
MÜTAREKE DÖNEMİNDE ATATÜRK’ÜN İSTANBUL’DAKİ FAALİYETLERİ VE
ANADOLU’YA GEÇİŞİ.............................................................................................................................. 267
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL PAŞA VE PADİŞAH VAHİDETTİN............................................................................ 273
ONDOKUZUNCU BÖLÜM
5
MİLLİ MÜCADELEYE YARALI CEMİYETLER İLE ZARARLI HAİN CEMİYETLER.................................. 281
YİRMİNCİ BÖLÜM
YUNANLILARIN İZMİR’İ İŞGALİ (15 MAYIS 1915).................................................................................. 295
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A ÇIKIŞI................................................................................... 301
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
AMASYA TAMİMİ (21-22 HAZİRAN 1919)............................................................................................... 307
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ERZURUM KONGRESİ............................................................................................................................. 309
YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SİVAS KONGRESİ.................................................................................................................................... 315
YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM
SİVAS KONGRESİ’NDEN SONRAKİ GELİŞMELER................................................................................ 321
YİRMİALTINCI BÖLÜM
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI................................................................................ 329
YİRMİYEDİNCİ BÖLÜM
İÇ AYAKLANMALAR VE BUNLARA KARŞI ALINAN TEDBİRLER.......................................................... 339
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM
YUNAN’IN ANADOLU İÇİNDE İLERLEMESİ VE ALINAN ÖNLEMLER................................................... 347
YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM
ÇERKEZ ETEM OLAYI VE DÜZENLİ ORDU KURMA ÇALIŞMALARI VE
İSTİKLAL MARŞI KABULÜ....................................................................................................................... 353
OTUZUNCU BÖLÜM
SEVR ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920).............................................................................................. 357
OTUZBİRİNCİ BÖLÜM
1 NCİ VE 2 NCİ İNÖNÜ SAVAŞLARI........................................................................................................ 363
OTUZİKİNCİ BÖLÜM
SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ KARS VE ANKARA ANTLAŞMALARI........................................... 371
OTUZÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İSTANBUL’DAKİ SİYASİ GELİŞMELER, GÜRCÜLERLE ANTLAŞMA, RUSLARLA MOSKOVA
ANTLAŞMASI, AFGAN ANTLAŞMASI VE LONDRA KONFERANSI....................................................... 391
OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BÜYÜK TAARRUZ.................................................................................................................................... 399
OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM
MUDANYA MÜTAREKESİ........................................................................................................................ 417
OTUZALTINCI BÖLÜM
OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI.............................................................................................. 423
OTUZYEDİNCİ BÖLÜM
LOZAN BARIŞ KONFERANSI.................................................................................................................. 431
OTUZSEKİZİNCİ BÖLÜM
CUMHURİYET YÖNETİMİNİN KURULMASI............................................................................................ 443

SONUÇ ..................................................................................................................................................... 453


SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA............................................................................................................................. 457
ÖZGEÇMİŞ DOÇ. DR. ALİ DENİZLİ......................................................................................................... 461

6
ÖNSÖZ

Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, anlatmamız, onu değerlendirmemiz mümkün


değildir, sadece onu, kendi yazdıklarından ve arkadaşlarından dinleyerek, bize ışık tutan
özelliklerini bulabiliriz. Türk gençliğine düşen görev onun kitaplarını, başta Nutuk’tan
başlayarak yazdığı ve söylediklerini bulup okumak ve dersler çıkarmaktır. Ben de bu
amaçla az da olsa bulabildiklerimi bilim aleminin hizmetine sunuyorum.

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü
şöyle anlatmaktadır;

“Mustafa Kemal’i 67 yıl önce bir cuma günü tanımıştım, o zamanki adı «Mekteb-i
Harbiye-i Şahane» olan Harp Okulu’nun Nöbetçi subayı;

“Birinci sınıfın birinci kısım çavuşu Mustafa Efendi bu­raya gelsin”. Emrini verdi.
Sonra bana döndü, Mustafa Efendi, sizden bir kaç ay, önce Manastır As­kerî İdadisi’nden
(Lisesinden) geldi. Çalışkan, halûk ve zeki bir çocuktur. Onunla iyi anlaş. Kısa bir
müddet sonra içeriye on yedi, on sekiz yaşların­da sarı saçlı, parlak mavi gözlü,
sarı bıyıklı, pembe yanaklı, zayıfça bir çocuk girdi. Giydiği şık Harbiyeli elbisesini
vücuduna pek yakıştırmıştı. Vakurdu. Nöbetçi subayını selâmladı:

Sonra bana döndü. Gayet nazik bir tavırla: buyurun arkadaş, dedi, gidelim ikimiz
kapıdan birlikte çıktık yanyana yürüyorduk.

İşte, Türk tarihine şan ve şeref veren aziz ve rahmetli arkadaşım Mustafa
Kemal’i böyle tanımıştım. Üzerinden alt­mış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen o
cuma akşamım hâlâ ve bütün heyecanı ile hatırlarım.

Mustafa Kemal diyordu ki; Fuat bir gün gelecek, biz de paşa olacağız. Fakat
mes­leğimizde şerefle hizmet ederek belki yavaş belki de süratle yükseleceğiz.
Rütbelerimizi muharebe meydanlarında kazana­cağız, yoksa Fehim gibi,
(padişahın casusu) müstebit bir padişaha kul köle olarak değil. Benim için de ideal
terfi ve yükseliş buydu. Tanrıya şükürler olsun, ikimiz de bu yolda yürüyerek kısa
fasılalarla yükseldik ve general olduk. 7
“Biz, Kurmay Yüzbaşılar 1904 yılı aralık ayında Harp Akademi’sini bitirdik.
Kurmay Yüz­başı olarak diploma aldık. Mustafa Kemal Selanik (Atatürk), Beşinci
olmuştu. Eğer derece son sınıfta alınan notlara göre olsaydı, Mus­tafa Kemal birinci
idi. Ne önemi var, okulda olmadı ama, ha­yatta birinci, en birinci oldu.

MUSTAFA KEMAL’İ İSPİYONLAYAN SİVİL CASUS


“Mustafa Kemal ve tâyinlerini bekliyen bir kaç arkadaş Sirkeci’de bir pansiyon
kiraladılar. Ara sıra bu pansiyonda toplanıyor, memleket meseleleri üzerinde
konuşuyorduk. Başlıca konumuz, rejim meselesi idi. Bu toplantılara katılan arkadaşlar
arasında bir de sivil vardı. Fethi adında olan bu zatı tanımıyordum. Mustafa Ke­mal’e
sordum, askerlikten çıkarıldığını, yatacak yeri ve para­sı olmadığı için burada kaldığını
söyledi. Mazisi hakkında bir bilgisi yoktu.

Er­tesi gün beni Harp Okulu’ndaki zabıtan tevkifhanesine gönderdi­ler. Bir


gün sonra Mustafa Kemal’in de oraya getirildiğini öğrendim. Arkadaşımın da
tevkif sebebini öğ­rendim. Onu ve diğer arkadaşlarımı, acıyarak evlerine aldıkları
ve yardım ettikleri askerlikten matrut (kovulmuş) Fethi ihbar etmiş­ti. Meğer bu
zat, Askerî Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa*nın casuslarından biri imiş.

YAZAR NOTU; MUSTAFA KEMAL’İN VAKUR (AĞIR BAŞLI)


OLAMASININ YANINDA TÜRK TARİHİNE ŞAN VE ŞEREF VERDİĞİNİ,
RÜTBELERİNİ MUHAREBE MEYDANLARINDA, SAVAŞARAK ALMAK
İSTEDİĞİNİ, HARPAKADEMİSİNİ 5 NCİ BİTİRMESİNE RAĞMEN HAYATTA
BİRİNCİ OLDUĞUNU, EVLERİNE ACIYARAK ALDIKLARI ASKERLİKTEN
KOVULMUŞ BİR SİVİLİN, CASUS OLDUĞUNU ANLIYORUZ.

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a gitmeden bu akşam mahzun bir hali var­dı. Akıbeti
karanlık, anavatandan uzak ve halkı yabancı bir ülkenin müdafaasında karşılaşacağı
müşkülleri düşündüğü­nü sanmıyordum.

Mustafa Kemal, tam manasıyla bir askerdi. Zorluklara, her türlü meşakkate
göğüs germesini bilir, âdeta bundan zevk alırdı. Her halde üzüntüsünün başka
bir sebebi olmalıydı. Sende bir şey var, dedim, ne oldu? Bir şey yok, dedi. Fakat
müteessirim. Doğup büyüdü­ğüm Selanik acaba Türkler elinde kalacak mı? Ben
eğer Trab­lus’tan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim? Ne demek istiyorsun?
8
Gözleri nemlendi. Korkuyorum, Fuat, korkuyorum…
O gece ay Olimpos Dağları’nın arkasında kaybo­lurken, Mustafa Kemal içini
çekerek; Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görecek miyim? dedi. Baktım,
ağlıyordu. O altın sarısı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa
Kemal’in, bütün müş­terek hayatımız boyunca bu derece müteessir olduğunu gör­
medim.”

YAZAR NOTU; GENERAL ALİ FUAT CEBESOY’UN YAZDIKLARINDAN,


MUSTAFA KEMAL’İN, TAM MANASIYLA BİR ASKER OLDUĞU.
ZORLUKLARA, HER TÜRLÜ MEŞAKKATE GÖĞÜS GERDİĞİNİ, ÂDETA
BUNDAN ZEVK ALDIĞINI ANLIYORUZ.

“O GECE AY OLİMPOS DAĞLARI’NIN ARKASINDA KAYBO­LURKEN,


MUSTAFA KEMAL İÇİNİ ÇEKEREK; AH, SELANİK, SENİ BİR DAHA TÜRK
OLARAK GÖRECEK MİYİM? DEDİ. BAKTIM, AĞLIYORDU.” SÖZÜNDEN,
TÜRK YURDU SELANİK’İ BİR DAHA TÜRK OLARAK GÖREMİYECEĞİNİ
HİSSETMİŞ VE AĞLIYORDU.

Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahidettin ile görüşmelerini şöyle anlatır; (Falih
Rıfkı Atay’ın anlatımıyla)

“O esnada salonun bir köşesinde, demin işaret ettiğim Balkan Savaşı kumandanları
hareketli bir diyalog içinde idiler... Bir büyük kumandan diyordu ki:

Efendim, bu Türk neferlerinden (askerlerinden) hayır yoktur, bun­lar hayvan


sürüsüdür. Yalnız kaçmayı bilirler. Allah muha­faza etsin, böyle hissiz bir sürüye
kimseyi kumandan etme­sin... Kendi vaziyetimi unutarak onlarla ilgilenmeye başla­
mıştım. Coşkun konuşmanın en çok konuşan kumandanına dedim ki:

Paşam, biz de askeriz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi
kaçmaz, kaçmak nedir bilmez... Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz,
derhal kabul et­melidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaç­mıştır.
Eğer siz kaçtığınız alçaklığını Türk neferlerine yük­lemek istiyorsanız insafsızlık
ediyorsunuz. Muhatabım olan general beni tanımıyordu. Yahut tanımamazlıktan
ge­liyordu... Bir an durdu, sağındaki solundaki arkadaşlarına sordu: “Kimdir?”
“Fısıltılar bu zâtı aydın.”

YAZAR NOTU; BALKAN SAVAŞINDAN KAÇAN VE MUSTAFA KE­


MAL’CE ALÇAK OLARAK NİTELENDİRİLEN BALKAN KOMUTANLARI
SUÇU TÜRK ASKERİNE ATIYORDU.
9
General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Büyük taarruz öncesi, kıtalarımızın hareketlerinde gördüğümüz manzara, canlılık


ve savaş kabi­liyeti, kahraman arkadaşlarımızın muhabetli bakışları, bizle­re zafer
günlerinin pek uzak olmadığı hissini vermişti. Bu cep­henin eski bir kumandanı
sıfatıyla yaptığım teftiş ve temas­lardan, subay ve askerlerimizin iyi talim ve
terbiye edildik­lerini, zalim ve müstevli bir düşmandan intikam almak gü­nünü
sabırsızlıkla beklediklerini görmüştüm Yarabbi, bize zafer günlerini müyesser
eyle! Diye dualar etmiştim.

Ben de çok heyecanlı idim. Gözlerimde tanelenenler sevinç gözyaşları idi. Ben zaten
hep böyleyimdir. Bu yaşta bile önümden bir AlaySancağı geçse heyecandan tıkanacak
gibi olurum. Asker ocağı benim her şeyimdir. Bütün gençliğim orada geçti. Ankara’ya
döndükten sonra Batı Cephesi’ndeki intibalarımı anlatırken, bu olaydan da bahsettim.
Gazi Mustafa Kemal, beni dinlerken o ışık saçan mavi gözlerinde tanelenen yaşlar
birden yüzüne döküldü, ağlıyordu. Fakat bu yaşların manası çok daha başka ve
çok daha ulvi idi. Fuat Paşa, muzaffer olacağız dedi.”

YAZAR NOTU; MUSTAFA KEMAL, 2 NCİ KEZ AĞLARKEN


NASIL ÇANAKKALE’DE İNGİLİZ VE FRANSIZ DAHİL YEDİ DÜVELİ
GELİBOLU’YA GÖMMÜŞSE, YİNE ORDUMUZUN YUNANIN BAŞINI EZİP
ONU ANADOLU TOPRAKLARINA GÖMECEĞİNDEN EMİNDİ.

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Ordunun politika dışı kalması için ısrar­larına devam eden Mustafa Kemal’i
Selanik’ten uzaklaştır­mak için Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Cemiyeti bahaneler
aranıyordu. İstanbul’da iken kulağıma gel­mişti. Enver, memuriyet mahalline
gitmeden önce, Talât’a Mustafa Kemal’i Selanik’ten uzaklaştırmak lâzım demişti.
Talât da aynı kanaatte olduğunu ifade etmişti. Bunları Mustafa Kemal’e anlattım.

1908 yılı sonlarına doğru Mustafa Kemal’den bir mektup aldım. Genel
Merkez’in kendisini vazife ile Trablusgarp’a gön­dermek istediğini yazıyor, tafsilât
veriyordu. Demek, ittihat­çı liderler, nihayet geçici de olsa, O’nu Selanik’ten uzaklaş­
tırmak çaresini bulmuşlardı. Enver ağır basmıştı. Sonradan, bu beklenmeyen
Trablusgarp seyahatinin hikâ­yesini Mustafa Kemal’den dinlemiştim.

Derebeyleri, Mustafa Kemal’in Trablus’a gelmesini iyi karşılamadılar. Şehri


basıp Mustafa Kemal’i yakalamaya ve bir vapura koyarak gerisin geriye Selânik’e
10
göndermeye, eğer bir silahlı çatışma olursa, öldürmeye karar verdiler. Mustafa
Kemal der ki; Arkadaşların beni ne için Trablusgarp’a göndermiş ol­duklarını o
zaman daha iyi anladım ve tedbirlerimi de ona göre derhal aldım. Mustafa Kemal,
süratle harekete geçti ve isyanı bastırdı. Devlet otoritesini hâkim kıldı.

Enver, Mustafa Kemal’i kendisi­ne rakip olarak görür ve onu kıskanırdı.


Berlin’e Ataşemiliter olarak giderken de, bunun için Selanik’ten uzaklaştırılmasını
istemişti. Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarında da aynı düşünce ile
hareket etmişti. Zaman zaman perva­sız, fakat haklı uyarmalarından âdeta endişe
duymuştu. Sonra onun parlamasını, kendi şöhretine gölge düşürür korkusu ile hiç
istememişti, ittihatçı liderler de Enver’i desteklemişlerdi.

Çanakkale’de yaptığı birbirinden parlak savaşları ister iste­mez halkoyuna


duyurmuş, fakat Mustafa Kemal’in adını ver­meye cesaret edememişti.
Çanakkale’yi ve dolayısıyla İstanbul’u kurtaran kuman­dan Mustafa Kemal’dir.
Diyememişler, çekinmişlerdi.

Enver bir gün dostlarına; Mustafa Kemal haristir. Ne verseniz az görür, daha
fazlasını ister, Kolordu Kumandanı yaparsınız, Ordu Kumandanlığı ister, Ordu
Kumandanı yaparsınız, Harbiye Nazırlığı­na talip olur. Demiştir. Belki doğrudur.
Fakat Mustafa Kemal’in ihti­rası şahsî değildir, vatana hizmet aşkıdır. Ne kadar
büyük, vazife alırsa, memlekete o kadar büyük hizmet edeceğine kainiydi. Bunun,
en güzel misali, istiklâl Savaşı’nda Başkuman­danlık görevini üzerine almış
olmasıdır. Bu makamın kendi­sine verdiği yetkilerle çok büyük işler başarmış,
vatanı düş­man istilâsından kurtarmıştır.

Yalnız şunu söylemek gerektir ki, aralarındaki geçimsiz­lik ve rekabete rağmen,


Mustafa Kemal’in istikbali ile oynamamıştır, istiklâl Harbi’nde Moskova’da Büyükelçi
olarak bulunduğum sıralarda, ziyaretime gelen Enver Paşa, bana şunları söylemişti;
Mustafa Kemal mükemmel bir erkânı harp (kurmay subay) subayı, zeki, cesur ve
iyi bir kumandandır. Ben, Birinci Dünya Har­bi’nde Harbiye Nazırı ve Başkumandan
Vekili iken bazı ka­nunsuz hareketleri oldu.

Mustafa Kemal’e dönerek dedim ki: Sen çok kabiliyetli bir kumandansın,
memlekete bugün de, yarın da büyük hizmetler ifa edeceksin.

Enver Paşa, bana bunları söyledikten sonra, memleketi terk etmek zorunda
kalarak yâd illerdeki (Rusya ve Asya’daki) faaliyetlerine de temas ederek,
Moskova’da bana “Ali Fuat Cebesoy Paşa, o zaman tahminlerimde yanılmamış
oldu­ğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Biz dışarıya çıktıktan sonra Mustafa Kemal
olmasa idi, memleket sahipsiz kalacaktı,” de­mişti. 11
YAZAR NOTU; ENVER PAŞANIN, MUSTAFA KEMAL PAŞA’YI
KISKANDIĞINI, ONU BULGARİSTAN’A ASKERİ ATAŞE OLARAK TASFİYE
ETTİĞİNİ VE ÇANAKKALE SAVAŞI ÖNCESİ ADINI DAHİ ENVER PAŞANIN
BİLMEDİĞİ SEFERDE TEŞKİL EDİLEN 19 NCU TÜMENE KOMUTAN
YAPTIĞINI BİLİYORUZ.

General Asım Gündüz sınıf arkadaşı Mustafa Kemal’i şöyle anlatmaktadır;

MUSTAFA KEMAL İLE TANIŞMAM


Beni Mustafa Kemal’le ilk tanıştıran eski arkadaşım Fethi Bey (Okyar) olmuştu.
Mustafa Kemal, çok güzel gi­yinir, çok güzel konuşur, kimseyi kırmaz terbiyeli bir
çocuktu. Doğup büyüdüğü Selanik’in batıyla daha çok bağ­lantılı bulunması
sebebiyle olacak, dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla
cesaretle konuşu­yor, onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altı­na alıyordu.
Bizler, Vatan, Millet ve Türklük fi­kirlerini ilk defa, Harp akademisi sıralarında
ondan duy­muştuk.

Mustafa Kemal şöyle demişti: «Arkadaşlarım... Sizlere üzülerek ifade etmek zo­
rundayım ki, Osmanlı imparatorluğu’nun temelleri Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır.
Rumeli’de Sırp, Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar, dedelerimizin kanları
pahasına aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak gayretindedirler. Bu bölgede
orduların başında bulunan komutanlar açz içindedirler. Avrupalıların «Kızıl Sultan»
adını verdikleri Padişah Abdülhamit ise, orduya bakma­maktadır. Aylardan beri maaş
alamayan subayların bu­lunduğunu öğredim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Pa­dişah,
sarayında keyf ve âlemler içindedir. Bu asırda böyle hükümdarı bulunan bir devleti
kolay yaşatmazlar».

O, bunları hiç çekinmeden söylüyordu. Korku nedir bilmeyen bir tabiatı vardı.
Bütün sınıf bu bakımdan ona hayrandık. Tarih okumak onun en büyük hevesi ve
hırsı idi. Fransızcayı da onun için çok iyi bilmek istiyordu. Osmanlı tarihini Fransızca
eserlerden okuyordu.”

Sınıf arkadaşlarımız arasında ilk general olan Mustafa Kemal’di. Ali İhsan (Sabis),
Mustafa Kemal’in general ol­masını bile kıskanmış ve devrin Sadrazamı Talât Paşa’ya
bir mektup yazarak «Ben harp Akademesini birinci, Mus­tafa Kemal beşinci olarak
bitirdi. Halbuki o, benden önce generalliğe terfi ettirildi» diye şikâyette bulunmuştu.

Onun Akademiyi birincilikle bitirdiği doğruydu ama, bir başka doğru daha
vardı ki, o da hakiki birincinin Mustafa Kemal olduğuydu.
12
Aramızda tarihe en meraklı ve tarihi en iyi bilenler Mustafa Kemal ile Halil’di
(Enver Paşa’nın amcası sonra Ordu Kumandanı olan Halil Paşa (Kut). Halil Kurmay
olamamış, mümtaz çıkmıştı. O imtihanlarda daima uzun yazar ve en yüksek notu alır­
dı. Mustafa Kemal ise, konuyu uzatmadan sorunun cevabı­nı en kısa şekilde verirdi. Bu
yüzden daima notu eksik olurdu. Yazılı kâğıdının muhtevasının en doğru, en mükem­
mel olmasına rağmen... Kaç defa kendisine «Kemal, şu inadı bırak da sen de biraz
uzun yaz» dediğimi hatırlıyo­rum. Ama o, her defasında böyle hareket etmenin ders,
talebelik ve askerlik anlayışına ters düştüğünü söylerdi. Onun bu tutumu birinci
yerine beşinci olmasının tek se­bebi olmuştu.”

YAZAR NOTU; MUSTAFA KEMAL’İN ÇOK GÜZEL Gİ­YİNDİĞİ, ÇOK


GÜZEL KONUŞDUĞUNU, KİMSEYİ KIRMADIĞI TERBİYELİ BİR ÇOCUK
OLDUĞUNU, KORKU NEDİR BİLMEYEN BİR TABİATI OLDUĞUNU BÜTÜN
SINIFIN ONA HAYRAN OLDUĞUNU ANLIYORUZ. ALİ İHSAN SABİS’İN
AKADEMİYİ BİRİNCİLİKLE BİTİRDİĞİ DOĞRUYDU AMA, BİR BAŞKA
DOĞRU DAHA VARDI Kİ, O DA HAKİKİ BİRİNCİNİN MUSTAFA KEMAL
OLDUĞUNU ANLIYORUZ.

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır

“Mustafa Kemal ile beraber geçirdiğimiz, okul ve genç su­baylık hâtıraları burada
sona ermektedir. Başımızdan siyaset fırtınaları ve aramızdan kara kedile­rin geçtiği
oldu. Fakat dostluğumuz asla bozulmadı. Ölünce­ye kadar iki yakın arkadaş
olarak kaldık. Ben bu arkadaşlık­tan daima gurur ve iftihar duydum. Sevgili sınıf
arkadaşım, muazzez kardeşim Atatürk, nur içinde yat.”

MAREŞAL MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü ANLATMAĞA SAYFALAR


YETMEZ, YUKARIDAKİLER KÜÇÜK BİR PARÇA IŞIKTIR.

Bu eserin yazılmasında, feyz aldığım sayın hocalarımdan; Sayın Prof. Dr.


Betül Aslan’a, Prof. Dr. Neşe Özden’e, Prof. Dr. Bülent Çukurova’ya, Prof. Dr.
Vahdet Keleşyılmaz’a, Prof. Dr. Ali Arslan’a saygı ve şükranlarımı sunarım.

Doç. Dr. Ali Denizli


Ankara-2015

13
Afganistan Kralı Emanullah Han eşi Kraliçe Süreyya, TBMM Başkanı Kâzım Özalp ve Başbakan
İnönü’yle (Mayıs 1928)

Ankara Palas’ta gerçekleştirilen Cumhuriyet Balosu (29 Ekim 1929)


GİRİŞ

Tarihin amacı günümüze ışık tutmaktır. Tarih Bilimi günümüzdeki olayların


daha iyi kavranmasını sağlar. Günümüzdeki tüm olayların kökenleri, temelleri,
nedenleri geçmişte yat­maktadır. Çizilen sınırlar, ülkenin yönetim şekli, yapılmış olan
ittifaklar, ticaret ve barış anlaşmaları; genel olarak siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel
mev­cut durumun kökenleri ve gelişim süreci geçmiştedir. İşte Tarih Bilimi, bunla­rı
inceleyerek zamanın daha iyi kavranmasını sağlar.

Atatürk’ün “Tarih yaz­mak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana


sadık kalmazsa, değiş­meyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir hal alır”, sözü de
temel prensip olarak kabul edilmiştir.

Tarih araştırmacıları tarafından yapılacak çalışmalarda Mustafa Kemal Atatürk’ün


Millî Müca­dele dönemiyle ilgili tüm olayların ayrıntıları ile ortaya konulmasında ya­
rar vardır. Bunun yanında bu dönemi tarihçiler bilimsel eserlerinde gerçek yönleriyle
anlatmak durumundadırlar. Eğer bu yapılabilirse Türk, gençliği bilgilendi­rilmiş, tarih
bilincine ulaşmış, geleceğimiz de güvence altına alınmış ola­caktır.

Nitekim, tarih bilinci ile yoğrulmuş kitleler sayesinde Türk Mille­ti’nin geleceğe
güvenle bakması mümkün olabilecektir. Teknolojinin hız­la geliştiği dünyamızda, tüm
olayların en ince ay­rıntılarıyla sorgulandığı bir dönemde, Milli Mücadele dönemi
tarihimizi belgesel bir şekilde ye­niden değerlendirmemiz gerekmektedir.

Atatürk İnkılâpları ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nin amacı Temelde


Modern Türkiye’nin doğuşu ve gelişiminin öğrenilmesi olduğu söylenebilir. Bu
sayede içleri vatan ve millet sevgisi ile dolu Türk gençliğini; ülkesi, milleti ve
devleti ile bölünmez bir bütünlük içinde, Atatürk İlke ve İnkılâpları ile Atatürkçü
düşünce doğrultusunda ulu­sal hedefler etrafında birleştirmektir. Türkiye’nin
çağdaş uygarlığa katılması için Atatürk’ün umut bağladığı ve Türkiye’yi emanet
ettiği Türk gençliğinin Atatürkçü İnkılapları ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihini
tam olarak öğrenmiş ve öğretecek seviyede olmalıdır.

Tarihin basit, fakat geçerli bir kuralı vardır: Olayları yerine ve zamanına göre
değerlendirmek esas olduğundan, Atatürk dönemini iyi anlamamız gerekecektir.
15
Atatürk’ün tüm çalışmalarının temelinde akılcılık ve bilim vardır; yazdıkla­
rında, çeşitli söylev ve demeçlerinde bunu gözlemlemek mümkündür. Öyleyse
Atatürk ilkelerine ve Atatürkçü düşünceye karşı çıkmak, bugünkü çağdaş
uygarlığı yaratan bilim ve akla da karşı çıkmak de­mektir. Atatürkçü düşünce;
çağdaş yaşamı özümseyememiş, hatta benimseyememiş hastalıklı ideoloji ve zihin­
lerle savaştır.

Sonuç olarak, kendi kanından ve canından olan bir liderin peşinden gidecek
olan ve kendinden olmayan, tarih boyunca Türk düşmanı cani milletlerin lider
ve ideolojilerini örnek almadan asla başka hiçbir yabancı bölücü ideolojiye
ihtiyaç duyurmayacak kadar akılcı ve bi­limci çağdaş fikirlere dayanan Atatürkçü
düşünceyi özümseyen Türk gençliği, insan onuru kavramından, özgürlük
duygusundan, yurt ve ulus sevgisinden, hoşgörü ve insancıl fikirlerden oluşan
bir kişiliğe sahip olacak, bilimi, sanatı, ekonomiyi, politikayı, tekniği, sosyal ve
kültürel olayları çağdaş bir düşün­ceyle değerlendirecek ve yaşam sevinciyle Türk
Cumhuriyetini çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturacaktır.

16
BİRİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI

ALİ FUAT CEBESOY PAŞA

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır:

“Mustafa Kemal’i 67 yıl önce bir cuma günü tanımıştım, o zamanki adı «Mekteb-i
Harbiye-i Şahane» olan Harp Okulu’nun Dahiliye Müdürü Albay İbrahim Bey, nöbetçi
subaylardan birini çağırdı: Salacaklı Ali Fuat Efendi, imtihanlarım vererek mek­tebe
kabul edildi. Kendisini birinci sınıfın birinci kısmına gö­tür. Emrini verdi. Sonra neden
lüzum gördü bilmem, ilâve etti: Fuat Efendi, Müşir şehit Mehmet Ali Paşa’nın
toru­nudur. Dedem Mehmet Ali Paşa, 93 savaşında (1877-1878) Tuna Orduları
Başkumandanı iken şehit düşmüştü. İçimde tatlı bir heyecan vardı. Rüyalarım
gerçekleşmiş, ben de dedem, tabam, eniştelerim ve ağabeyim gibi asker ol­muştum. Bu
17
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

uğurda sarfettiğim gayretler boşa gitmemişti. Kendi odasına geldiğimiz zaman nöbetçi
subayı hademe­lerden birine, Birinci sınıfın birinci kısım çavuşu Mustafa Efendi bu­
raya gelsin. Emrini verdi. Sonra bana döndü, Mustafa Efendi, sizden bir kaç ay, Önce
Manastır As­kerî İdadisi’nden (Lisesinden) geldi. Çalışkan, halûk ve zeki bir çocuktur.
Onunla iyi anlaş. Kısa bir müddet sonra içeriye on yedi, on sekiz yaşların­da sarı
saçlı, parlak mavi gözlü, sarı bıyıklı, pembe yanaklı, zayıfça bir çocuk girdi.
Giydiği şık Harbiyeli elbisesini mev­zun vücuduna pek yakıştırmıştı. Vakurdu.
Nöbetçi subayını selâmladı:
1. Bölüm

Emredin efendim. Senin takımının birinci mangasına, imtihanla Harbiye’ye kabul


edilen Salacaklı Ali Fuat Efendi’nin kaydını yap­tık. Alıp gidin. Kendine ne şekilde
hareket etmesi lâzım geldi­ğini güzelce anlatın. Askerî idadiden gelmediğini de dikkat
nazarına alın. Sarı saçlı, sarı burma bıyıklı genç Harbiyeli ayaklarını birbirine vurdu.
Emredersiniz efendim, başüstüne efendim. Sonra bana döndü. Gayet nazik bir tavırla:
Buyurun arkadaş, dedi, gidelim. ikimiz kapıdan birlikte çıktık. Yanyana yürüyorduk.
Fa­kat kolundaki üçü kırmızı ve biri sarı olan şeridi farkedince duraladım. Askerlikte
kıdem ve rütbe esastı. - Siz önden geçin çavuşum, ben sizi takip edeyim. Bu hitabımdan
memnun oldu. O önde, ben arkada dâhiliyeden çıktık.

İşte, Türk tarihine şan ve şeref veren aziz ve rahmetli arkadaşım Mustafa
Kemal’i böyle tanımıştım. Üzerinden alt­mış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen o
18 cuma akşamım hâlâ ve bütün heyecanı ile hatırlarım.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Babası Ali Rıza Bey Selanik’te doğduğu ev

Harp Akademisini
bitirdiği günlerde annesi
Zübeyde Hanım ve
kızkardeşi Makbule
Atadan (11 Ocak 1905)
annesiyle

I. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ANNE VE BABASI


Atatürk’ün hayat hikâyesini, biz­zat kendisinden defalarca dinlemişimdir. Harp
Okulu sıralarında başlayan hatıralarıma geç­meden önce, Harp Okulu’na kadar olan
devresini kısaca da olsa, anlatmak isterim. Belki bazı kısımları Atatürk’ün haya­tını
yazacak olanlara bir ışık tutar sanırım. Atatürk’ün asıl adı Mustafa’dır. Babası Evkaf
kâtiplik­lerinde, Rüsumat memurluğunda ve Osmanlı - Sırp Savaşı sı­rasında Selanik’te
gönüllülerden kurulan Selanik Millî Tabu­runda mülâzım-ı evvel, yani üsteğmen olarak
bulunan Ali Rı­za Efendi’dir. Ali Rıza Efendi, memuriyetten ayrıldıktan son­ra bir ara
kereste ticareti yapmıştır. Annesi ise, çok yakından tanımış olduğum Zübeyde Hanımdır.1

1 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılap ve Aka Kitapları Koll. Şti., İstanbul 1981, 19
s.1-3.
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

ATATÜRK, annesi Zübeyde Hanım ve babası Ali Rıza Bey

A. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BABASI ALİ RIZA EFENDİ VE


RUMELİ’NİN FETHİ VE TÜRKLEŞMESİ

Mustafa Kemal Atatürk, 1881 (Rumi 1296)’ yılında Selanik’te Koca Kasımpaşa
Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi.
Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba
tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından
dedesi ise, Sofu-zade (Sofı-zade) Fey-
zullah Efendi’dir. Mustafa Kemal’in
hem baba, hem de anne tarafından soyu
Rumeli’nin fethinden sonra buraların
Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçü-
rülerek, iskan edilen “Yörük” (Yürük)
veya “Türkmenlerden gelmektedir.

ATATÜRK’ÜN BABA SOYU;


TÜRK AKINCILARINDAN “KIZIL
OĞUZ” YAHUT “KOCACIK”
YÖRÜKLERİ

Mustafa Kemal Atatürk’ün baba


soyu, Aydın-Söke’den gelerek Manastır
Vilayeti’ne yerleştiler. Ali Rıza Efendi
Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala San-
cağına bağlı Kocacık’ta (muhtemelen
20 1839’da) dünyaya gelmiştir. Aile son-
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

radan Selanik’e giderek yerleşmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Meh-
met’in taşıdığı “ta” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık’ın da gösterdiği

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli
roller oynayan “Kızıl-Oğuz yahut “Kocacık Yörükleri, Türkmenleri’ nden gelmektedir.2

Mustafa Kemal Atatürk, Harbiyeli olduğu yıllarda annesi Zübeyde Hanım ve kızkardeşi Makbule
Hanım ile...

B. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ANNESİ LATİFE HANIM

Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’dir. Selanik’e


bir saat mesafede bulunan Langaza’da çiftlik sahibi idi. Atatürk’ün ve Makbule
Hanım’m çocukluk anılarında bahsettikleri çiftlik burasıdır. Annesi Zübeyde Hanım,
Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’dan olan tek kızı idi. Atatürk’ün beş
kardeşi içinde en uzun ömürlüsü olan Makbule Hanım (1885-1956) anne soyları
hakkında, “annemden sık sık şunları dinlemişimdir” diyerek şu bilgileri vermektedir:
“Bizim esas soyumuz Yürüktür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz.
Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergâhına girmiş
orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak...”’

21
2 Ali Güler, Atatürk Soyu Ailesi ve Öğrenim Hayatı Kara Harp Okulu Basımevi, Ankara 1999,s.9.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857’de Lankaza’da doğmuş, çocukluğu ve


ilk gençlik yılları burada ailesi ile birlikte geçmiştir. Zübeyde Hanım, güçlü bir beden
yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama
okuma yazmayı öğrenmişti. Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendisine Molla”
deniliyordu. Bu, “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakâr, geleneklerine
bağlı bir kadındı. Ali Rıza Efendi ile evlendikleri 1870 yılında 13-14 yaşlarında olan
Zübeyde Hanım, aşağıda anlatılacağı gibi, kocası ölünce, çocuklarıyla birlikte bir süre
Lankaza’daki aile çiftliğine kardeşlerinin yanına dönmüş, daha sonra kendisine talip
1. Bölüm

olan Ragıp Bey’le ikinci evliliğini yapmıştır. Bu yıllarda 36 yaşında idi.3

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında evlendiler.
Evlendiğinde 13-14 yaşında bulunan Zübeyde Hanım, kızı Makbule Hanım’ın
anılarındaki anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: “Annemin gençliği gözümün
önünde. Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın. Çocuklar annelerini
öteden beri, dünyanın en güzel kadını olarak düşünürler. Fakat annem, gerçekten
güzeldi...”Ali Rıza Efendi, 31-32 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu. Talip
olduğu Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım
memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta
itiraz eder. Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikah
kıyılır ve iki genç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü
armağan edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.

Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu evlilik esasında, Ali
Rıza Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği bir kıza benzer bir eş araması ile başlar
ve nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan Hatice Hanım’ın Zübeyde’yi
görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine gerçekleşir. Evlendikten hemen sonra,
Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler. İlk evlilik yılları bu evde geçer.
Önce bir kızları olur, adını “Fatma” koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları
olacaktır. “Ahmet” ve “Ömer”. Bunları “Mustafa”, “Makbule” ve “Naciye” takip
edecektir. Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç ve son çocuklarının
değişik yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli yürümeyen iş hayatındaki
aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür. Nihayet, Mustafa’nın doğumu
ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır. Ali
Rıza Efendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım için
kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Rapla Çiftliği sığınacak bir liman olur.
Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e, kız kardeşi Zübeyde’nin
evine gelir. Onu çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız

22
3 Güler ,a.g.e.,44-47.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

kardeşi Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum. Bundan
sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına alıp

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Rapla Çiftliği’ne götürür. Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu
Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler
yaşamaya başlar. Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik maaş ailenin
geçimini sağlamaktan çok uzaktır.4

Zübeyde Hanım’ın bir aralık 1905’te Harp Akademisi’ni bitirerek Kurmay Yüzbaşı
olan ve kısa bir süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç beş günlüğüne
İstanbul’a gittiğini ve buradan Şam’a gidecek oğlunu Sirkeci’den uğurladığını biliyoruz.
Bu olayı sonradan, annesinin mezarı başında 27 Ocak 1923’te duygulu bir konuşma
yapan Mustafa Kemal Paşa anlatacaktır.

Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Selanikte ikamet eden Zübeyde Hanım, Mustafa
Kemal’in burada 1906’da arkadaşları ile birlikte Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti”nin bir şubesini açma girişimlerini yaptığı sıralarda oğluna inanmış ve değerli
telkinleri ile ona yardımcı olmuştur. Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız
dışında kalması üzerine birçok Türk gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanımı da
alarak İstanbul’a gelmişlerdir. Elimizdeki bilgilere göre, “Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Selanik’te öldüğü söylenen Ragıp Bey’in, bu göç olayından az önce vefat etmiş
olması gerekir. Çünkü, yaşıyorsa onun da aileyle birlikte İstanbul’a gelmesi gerekirdi.

Zübeyde Hanım İstanbul’da Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve


yerleştiler. Kızı ile birlikte İstanbul’da yeni fakat sıkıntılı bir hayata başladılar. Mustafa
Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin’in güneyinde, Sina Cephesi’nde
İngilizlere karşı çarpışırken, Müttefik Alman Orduları Komutanı Falkenhayn’la arasında
çıkan bir anlaşmazlık sonucu, görevinden istifa etmiş ve Halep’e gitmişti. Burada ciddi
bir “sarılık” hastalığı geçiren oğlunu merak eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in üç
yaşında iken evlatlık olarak alıp, yetiştirmesi için annesinin yanına bıraktığı Abdürrahim
(Tunçok)’ı de alarak Halep’e gitmiş ve “kör olduğu”ndan korktuğu oğlu Mustafa
Kemal’i ziyaret etmiş tekrar İstanbul’a dönmüştür.

23
4 a.g.e.,s.59-60.
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

ŞİŞLİ’DEKİ EV
1919 yılı Mayıs ayının 16’ncı
günü idi. Bu evin kapısından 38
yaşında, sarışın bir adam çıktı:
Mustafa Kemal Paşa. Bir vatan
kurtarmaya gidiyordu. İlk adım
işte bu evden atılmıştı. [Resim-
lerden yan taraftaki, Atatürk’ün
evini o zamanki haliyle ve önün-
deki bahçesi ile, yukarıdaki ise,
müze olarak kullanılan bugünkü
vaziyetinde gösteriyor.]

Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de Suriye cephesinden ayrılarak İstanbul’a


gelmiştir. Doğruca annesinin evine giden Mustafa Kemal Paşa, onun boynuna sarılarak
elini öpmüş ve kız kardeşi ile kucaklaşarak hasret gidermiştir. Hayatları boyunca çok
az bir araya gelebilen aile için mutlu buluşmaydı bu. İstanbul’a gelişinde birkaç gün
Pera Palas Oteli’nde kalan Mustafa Kemal, bir süre de yakın arkadaşı Salih Fansa’nın
Beyoğlu’ndaki evinde konuk olmuştur. Daha sonra Şişli’de Madam Kasabya’nın üç katlı
evini kiralayan Mustafa Kemal, Beşiktaş Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de
yanına almış, üç katlı evin üçüncü katını onlara ayırmıştır. Kendisi orta katta oturuyor,
bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu
toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri kalıyordu. Mustafa Kemal, Başkent
İstanbul’un en bunalımlı günlerinde bu evde arkadaşlarıyla sık sık toplantılar yapmış,
16 Mayıs 1919 tarihinde Samsun yolculuğuna çıkıncaya kadar bu evde oturmuştur.
24 Şişlideki bu ev şimdi müze olarak kullanılmaktadır. Samsun’a çıkışla birlikte başlayan
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

günler Mustafa Kemal için olduğu gibi, annesi ve kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler
olacaktır. Bu arada oğlu Mustafa Kemal’in “öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


hasta olan Zübeyde Hanım, iyice hastalanır, kısmen felç olur. Zübeyde Hanım için
bu sıkıntılı günlerde sevindirici bir olay gerçekleşir. Kızı Makbule, askerlikten ayrılarak
ticarete atılan Mustafa Mecdi Bey’le evlenir. Zübeyde Hanım, tekrar Akaretler’deki eve
döner, kızı ve damadı ile burada yaşamaya devam ederler.

Bu acılı, sıkıntılı ama


umut dolu günler Milli
Mücadele boyunca süre-
cektir. Zübeyde Hanım’ın
hastalığı gün geçtikçe artı-
yordu. Annesinin kuşatma
altındaki İstanbul’da kal-
ması Mustafa Kemal’i
üzüyor, annesine ateş ha-
tundayken bile mektuplar
yazıyordu. Arkadaşları
Zübeyde Hanım’a yardım
ediyor, bütün isteklerini
yerine getiriyorlardı. Zü-
beyde Hanım’ın, ölmeden
oğlunu görme isteği ile
oğlunun da bir an önce an-
nesine kavuşma özlemi
çektiği, karşılıklı gönderi-
len telgraflarda görülmek-
tedir.

Üç yıldır annesinden
ayrı kalan Mustafa Kemal,
Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına yaklaşıldığı bir sırada annesini Ankara’ya getirmeye
karar verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan idi. Yıl 1922,
aylardan Haziran’dı. Kendisinden görüşme talebinde bulunan Fransız yazarı Claude
Farrere ile İzmit’te buluşacak, annesi de İstanbul’dan gelecekti. Atatürk 14 Haziran
1922’ de Adapazarı’na geldi. Kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik Şubesi Reisi
Binbaşı Baha Bey’in evinde kalan Zübeyde Hanım ile burada buluştular ve o geceyi bu
evde geçirdiler. Anne ve oğul birlikte bir otomobil ile 24 Haziran 1922’de saat 20’ de
25
Ankara’ya dönmüşler, doğruca Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Köşkte Abdürrahim ve Ragıp Bey’in yeğeni olan Fikrîye ile birlikte kalan Zübeyde
Hanımın, hastalığı da giderek artıyordu. Kısmi felç ve romatizmadan dolayı ağrıları
artan Zübeyde Hanım’a İzmir’in havasının iyi geleceği düşünülerek İzmir’e gidip bir
süre kalması için ikna edildi. Bu seyahatin bir diğer amacı da Mustafa Kemal’in evliliği
düşündüğü Latife Hanım’ı Zübeyde Hanım ile tanıştırmaktı. Uygun bir kalacak yer
bulmak için İzmir’e giden Başyaver Salih (Bozok) Bey, Zübeyde Hanım için Latife
Hanımların Karşıyaka’daki yazlık evlerini hazırladı. Buradayken hastalığı giderek artan
Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 günü vefat etti. 66 yaşındaydı. Batı Anadolu’da uzun
1. Bölüm

süreli bir geziye çıkmak üzere 14 Ocak 1923 günü akşamı özel treni ile Ankara’dan
ayrılmış bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak günü Eskişehir’e gelmişti. Gün
ağarmadan az önce Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırmış, “Bir haber var mı?” diye sormuş,
“şifre geldi ama çözülmedi” diye cevap veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa Kemal
Paşa, “annemin öldüğünü biliyorum.” dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda annemle
dolaşıyordum. Birden bir firtına çıktı, anamı alıp götürdü.” Deşifre edilmiş telgraf eline
verildiği zaman okudu, gözlerini kapadı, bir an düşündü ve “İzmir’e gitmiyoruz. Treni
İzmit’e çevirsinler” dedi.

Aynı gün İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekti: “...verdiğiniz elim
haber, beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfıniyesinil
(uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-Hak, milletimize hayat ve selamet
versin. Atatürk’ün Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan ve Kurtuluş Savaşı’nda Batı
Cephesi Kurmay Başkanı bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’in ölümü sırasında
İzmir’deydi. Asım Gündüz Zübeyde Hanım’ın cenaze törenini şu şekilde anlatmaktadır:
“Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a ayrıca bir vasiyet
yazdırmıştır. Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın ölüm haberini ilkönce İzmir Valisi
Mustafa Abdülhalik (Renda) ‘ya bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı.
Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam ötuzüç kişi çağırarak sabaha
kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.

“Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar
olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği
çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım,
Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Baku), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman
Nafiz (Gürman) Paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler.

“Latife Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak
istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının, İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye
engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım,
26 kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52’nci
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek
kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Mustafa Kemal “Atatürk” İzmir’de annesinin 27 Ocak 1923 mezarı başında...

Yaklaşık 12-13 gün çeşitli yerleri dolaşan ve programına uygun olarak devlet
işlerini takip eden Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 günü Manisa üzerinden İzmir-
Karşıyaka istasyonuna geldi. Beraberinde ordu komutanları, bakanlar, milletvekilleri
ve yaveri vardı. İzmir Valisi Abdülhalik Renda, Kolordu Komutanı Fahrettin Altay ve
Başyaver Salih Bozok, onu karşılayanlar arasında idi. Yine istasyonda kalabalık bir
halk topluluğu ve çevresi çiçeklerle süslenmiş bir otomobil onu bekliyordu. Çevresinde
toplananları selamladı.

Tıpkı sağlığında önce annesini ziyaret ettiği gibi, yine önce annesini ziyaret edecekti.
O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasında,
yetişmesinde olduğu gibi, Milli Mücadele yıllarında da hep kendisinin yolunda olan
annesinin çektiği acıları, onun fedakarlığını dile getirdi. Kendisi yüzünden çektiği
sıkıntıları, acıları dile getirirken annesine kadirbilirliğini de dile getiriyordu. Atatürk,
o gün derin bir heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da, annesinin
mezarı başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım, fedakâr bir anneydi. Oğlunun
yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine katlanmış, nihayet,
27
onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Mustafa Kemal “Atatürk” Osmanpaşa Camii’ndeki annesinin mezarını ziyaret ettikten sonra...
27 Ocak 1923

Mustafa Kemal Paşa, milletini kurtarmak için hayatını ve bütün varlığını ortaya
koyarken annesiyle yeterince ilgilenememişti. İşte annesinin mezarım kalabalık bir
grupla ilk kez ziyaret ederken, ona gözyaşı döktüren ve en derinden gelen duygularını
söyleten, içindeki bu hisler olmuştur.5

28
5 a.g.e.,s.49-53.
Latife Hanım’ın annesi, babası ve üç kardinin Ankara’yı
ziyaretlerinde. 8 Temmuz 1923
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Mustafa Kemal, Ankara’dan gelen Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ve Rauf Beyle.

II. MUSTAFA KEMAL’İN DOĞUMU


General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Bazı biyografilerde 1880 de doğduğu ileri sürülürse de, 1881 tevellütlü olduğu
muhakkak gibidir. Hiç unutmam, Müta­rekede İstanbul’da bugünkü «Atatürk Müzesi»
olan binada bir akşam yemeğinden sonra oturmuş oradan buradan konuşu­yorduk. Rauf
Orbay da orada idi. Söz dönmüş, dolaşmış, yaş bahsine gelmişti. Fuat Paşa, demişti.
“Rauf Bey’le ben senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz.
Benim doğum tarihim, 1882’dir”. Atatürk’ün doğduğu ay ve gününe dair kesin bir bilgi
yok­tur sanırım.

31
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

32
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


ANNESİ
Zeki, sevimli ve Atatürk’e çok benze-
yen Zübeyde Hanımdır.

Pek iyi kalpli bir kadın olan Zübeyde Hanımı herkes sever ve kendisine saygı gösterirdi.

Bir gün anacığı Zübeyde Hanım’a sorduğum za­man: Babası Ali Rıza Efendi,
Paşamın doğumunu evimizdeki iki Kur’an-ı Kerimden birine kaydetmişti. Fakat
zevcim vefat ettiği zaman başucunda yalnız bir Kur’an-ı Kerim vardı ve on­da da
hiçbir yazı yoktu. Belki de kayıtlı Kelâm-ı Kadimi de­vam ettiği camideki hocalardan
birine hediye etmiş olacak. Cevabını almıştım. Doğum tarihini Atatürk de bilmezdi.
Cumhuriyet devrinde doğum yıldönümünü kutlamak için ken­disine müracaat edenlere;

İtiraf ederim ki, ben de bilmiyorum. Eğer lütfedip bir gün yapmak istiyorsanız,
en münasibi 19 Mayıs’tır dediğini hatırlarım. Mustafa Kemal, belki 19 Mayıs’ta
doğmadı. Fakat 19 Mayıs, Türk’ün ve Atatürk’ün tarihte en mes’ut olayının
cereyan ettiği gündür.

33
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

III. İLKOKUL ÖĞRENİMİ


Mustafa Kemal okul çağına gelince, Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım arasında
anlaşmazlık başgösterdi. Zübeyde Hanım eski geleneklere sa­dık kalınmasını istiyor,
oturdukları Hoca Kasımpaşa semtine yakın olan mahalle mektebine girmesini ve
ilâhiler ile elif­baya başlamasını ileri sürüyordu. Babası ise, ileri fikirli bir zattı.
Şemsi Efendi’nin, o zamana göre yeni metotla öğretim yaptığı okula vermek için
diretiyordu. Atatürk bu olaydan bahsederken bize şunları söylemişti: “Annemle babam
arasındaki anlaşmazlık epeyce sürdü. Araya halam Emine Hanım da girdi. Pek
1. Bölüm

mühim bir mesele imiş gibi diğer akrabalar da işe karıştılar. Fakat benim fik­
rimi soran olmadı. Nihayet hal çaresi bulundu. Önce ilâhilerle mahalle mektebine
başladım. Bu suretle anamın dediği oldu. Bir kaç gün sonra oradan çıkarak Şemsi
Efendi’nin mektebine kaydedildim. Babam da memnun kaldı.” Yıllar sonra birer
kurmay subay olarak Selanik’te bulun­duğumuz zaman her iki okulu da birlikte ziyaret
etmiştik. Ma­halle mektebinin kapısında koskoca bir kilit vardı. Anlaşılan kapanmıştı.
Mustafa Kemal: “İsabet olmuş.” dedi. Mustafa Kemal okuma ve yazmayı Şemsi Efendi
Okulu’nda öğrendi. Bu okulun sınıflarına muntazam devam etti.

BABASI
Selânik’te Çayağzı’nda gümrük memuru Ali Rıza
Efendi, genç yaşında ölmüştü.

Harbiye MEZUNU

1902 senesinde Harbiye Mektebi’ni bitirdi. O zamanın âdetlerine göre, mektebi parlak derece ile
34
bitirdiği için, genç subay Erkânı Harb Mektebi’ne (Harb Akademisi’ne) alındı.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Babası; Adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çaresi yoktur. Diye
oğlunu teşvik ediyor, dersleriyle çok yakından ilgi­leniyordu.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Ali Rıza Efendi, 1893 yılı kasım ayının ikinci yarısında ve­fat etti. Aile geçim
derdine düştü. Zübeyde Hanım, oğlu ile kı­zı Makbule’yi alarak ağabeyi Hüseyin Ağa’nın
kâhyalık yap­tığı Langaza’daki çiftliğe gitti. Diğer kızı Naciye’nin o tarih­lerde hayatta
olup olmadığını bilmiyorum. Mustafa Kemal, bu olaydan bize şöyle bahsetmişti:

“Babamın vefatı, bizi ayakta tutan kuvvetli bir deste­ğin yıkılması gibi bir
şey oldu. Âdeta kendimi yalnız hisset­tim, dayım bize çok iyi davrandı. Acımızı
unutturabilmek için gayret gösterdi. Allah razı olsun. Çiftlik hayatına karıştım.
Tarla bekçiliği yaptığım da oldu. Makbule ile beraber bak­la tarlasının ortasındaki
bir kulübede oturduğumuzu ve kar­gaları kovmakla uğraştığımızı hiç unutmam.
Dayım Hüseyin Ağa bu gibi vazifeleri sırf biz meşgul olalım diye buluyordu.” Aile,
Mustafa Kemal’i o civardaki Rum okullarından bi­rine vererek yarıda kalan tahsilini
tamamlamasını düşündü. Sonra bu fikirden vazgeçildi. Çiftliğin yazıcısı Karabet Efen­
di’nin de derslerinden pek hoşlanmadı. Langaza’da beş altı ay kadar kaldı. Halası Emine
Hanım’ın daveti üzerine Sela­nik’e döndü.
35
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

IV. ORTAOKUL ÖĞRENİMİ


1894’te Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne (ortaokul) girdi. Orta tahsilini burada
tamamlıyacaktı, fakat kısmet olmadı. Okulun aynı zamanda müdür yardımcısı olan
matematik öğretmeni Hüseyin Efendi dayağı bol ve ceberut bir insandı. Kendisine
Kaymak Hafız derlerdi. Ama bu lakapla hiçbir ilgisi yoktu. Mustafa Kemal bize on­
dan bahsederken; “Berbat bir adamdı. Kendisinden çok korkardım, ya ba­na da
sopa atarsa, ne yaparım, diye düşündüğüm zamanlar ter basardı”. Korktuğu
1. Bölüm

başına geldi. Sınıf arkadaşlarından biri ile kav­ga ederken Kaymak Hâfız’ın eline düştü,
insafsızca dayak ye­di ve bu yüzden de okuldan ayrıldı. Büyük annesi bu kadar tahsili
kâfi görüyordu. Annesi ise okuması taraftarı idi. Musta­fa Kemal, der ki:

Onlar okusun mu, okumasın mı? Diye aralarında müna­kaşa ettikleri sıralarda ben
kararımı çoktan vermiş bulunu­yordum. Asker olacaktım. Komşumuzolan evde Kadri
Bey adında bir binbaşı oturuyordu. Oğlu Ahmet, Askerî Rüştiyeye devam edi­yor ve
mektep elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeğe hevesleniyordum.
Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu dereceye vasıl olabilmek için takip edilmesi
lâzım gelen yolun Askerî Rüştiyeye girmek olduğunu da anlı­yordum. Annemi şöyle
bir yoklayım dedim. Hiç taraftar ol­madı. Şiddetle reddetti. Mustafa Kemal, ailesinden
habersiz Askerî Rüştiyenin ka­bul imtihanlarına girdi ve kazandı. Sağladığı başarıyı
gözönünde tutarak öğrenim süresi dört yıl olan rüştiyenin üçüncü sınıfına aldılar.
Zübeyde Hanım, bu emrivâkii kabul zorunda kaldı.

Selanik Askerî Rüştiyesi, Mithat Paşa Caddesi’nde yeni ve çok güzel bir binada
idi. O zaman kuvvetli öğretimi ve di­siplini ile şöhret bulmuştu. Öğretim üyelerinin
çoğunluğunu aydın fikirli subaylar teşkil ediyordu. Mustafa Kemal kabili­yeti ve zekâsı
sayesinde arkadaşları arasında birdenbire sivriliverdi. Bir gün, matematik öğretmeni
Yüzbaşı Üsküplü Mus­tafa Efendi: “Senin de adın Mustafa, benim de. Arada bir fark
olma­lı, ne dersin, senin adının sonuna bir de Kemal koyalım” dedi. Genç Öğrenci,
hocasının bu teveccüh ve iltifatına teşekkür etti. Öğretmen yüzbaşı ertesi günü kendisine:
Mustafa Kemal Efendi, tahtaya gelin. Diye hitap etti. O günden sonra Mustafa, Türk
tarihinde ebedî kalacak olan Mustafa Kemal adını aldı.

Fransızca öğ­retmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Efendi de (Cumhuriyet Devrinde


Milletvekili Nakiyüddin Yücekök) talebesine hususî bir alâka gösteriyor, fransızca
öğrenmesi için teşvik ediyordu. Mustafa Kemal, 1896 yılı başında Selanik Askerî
Rüştiyesi’nden (ortaokul) mezun olduğu zaman on beş yaşında idi. Bize Rüşti­yeyi kırk
küsur mevcutlu sınıftan dördüncü olarak bitirdiğini söylemiştir.

36
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Atatürk’ün öğretmeni Nakiyüddin Efendi (Ölm: 1917)

Mustafa Kemal (ortada) “Manastır Askeri İdadisi” binasının önünde.

V. LİSE ÖĞRENİMİ
Selanik’te Ha­san Bey adında vatanperver bir kurmay subay vardı. Birçok defalar
okula mümeyiz olarak gelmiş, Mustafa Kemal’i tanı­mış, takdir etmişti. Son imtihanında
bulunmuş, bir münase­betle de idadi tahsilini nerede yapacağını sormuştu, İstan­bul’a
gitmek istediğini öğrenince; Bundan vazgeçiniz oğlum, demişti. Manastır’a gidiniz,
orada daha iyi yetişirsiniz. Mustafa Kemal, Hasan Bey’in tavsiyesini dinledi. Üç ar­
kadaşı ile beraber Manastır’a geldi. Burada yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun
şartlarına çabuk intibak etti. Ru­meli’deki diğer Askerî Rüştiyelerden seçkin öğrencilerle
37
tanıştı. Yeni arkadaşlar buldu.
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Atatürk ve Ömer Naci (1878 - 1916)

Bunların arasında Ömer Naci de var­dı. Ömer Naci güzel konuşuyor, güzel
yazıyordu. Mustafa Kemal der ki; Eğer hitabet hocamız Alay Emini Mehmet Asım
Efendi imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım
Efendi bir gün beni çağırdı. “Bak oğlum Mustafa dedi, şiiri filân bırak. Bu iş senin
iyi bir asker ol­mana mâni olur. Diğer hocalarınla da konuştum, onlar da benim gibi
düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk, ileride belki iyi bir şair
ve hatip olabilir, fakat as­kerlik mesleğinde katiyen yükselemez.” Hocamın ne kadar
haklı olduğunu hâdiseler ispat etti. Çok arzu ettiği halde Naci, erkânıharp zabiti (kurmay
subay) olamadı. Meşrutiyette ittihatçıların en seçkin ve heyecanlı hatiple­rinden biri olan
yakın arkadaşım Ömer Naci hakikaten asker­lik mesleğinde yükselemedi ve maceralı bir
hayattan sonra genç yaşında vefat etti. Mustafa Kemal, matematikte sınıfının en başarılı
öğrencilerinden biri idi. Fakat lisan bakımından oldukça zayıftı. Okulda öğrenilen
fransızca ile bu lisanı ilerletmesine de im­kân yoktu. Harp Akademisi’nde iken bana
daima: Bir Erkânıharp Zabiti (kurmay subay) muhakkak lisan bilmelidir. Bunun
aksini düşünmek büyük bir hatadır derdi.

38
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Manastır Askeri İdadisi

Yaz tatillerinde Manastır’dan Selânik’e annesi Zübeyde Hanım’ın yanına döndüğü


zamanlar Tophane’deki College des Frere de la Sallc’in özel kursların gider, fransızcasını
ilerletmeğe gayret ederdi. Tarihe ve özellikle Türk tarihine merakı vardı. Manastır
Idadisi’ndeki (lise) Tarih Hocası Kolağası Mehmet Tevfik Bey (Cum­huriyet Devrinde
Diyarbakır Milletvekili ve Türk Tarih Ku­rumu üyesi) değerli ve milliyetçi bir Türk
subayı idi. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. Atatürk,
Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı
ile bahsetmiştir. Bir gün ba­na, Tevfik Beye minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk
açtı. Demiştir. Bu zatla Cumhuriyet devrinde benim de yakın ye samimî ahbaplığım
olmuştur.Mustafa Kemal, 1898’de kasım ayında Manastır Askerî Idadisi’nden
(lisesinden) ikincilikle mezun oldu.6

39
6 Cebesoy,a.g.e.,s.3-9.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

1283, Harbiyeli Mustafa Kemal, Selanik “Bir fotoğraf karesinin anlattıkları”


1. Bölüm

40
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

VI. KARA HARP OKULU ÖĞRENİMİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


Mustafa Kemal, İstanbul’a gele­rek 13 Mart 1889’da Pangaltı’da (Taksim-
İstanbul) Harp Okulu’na kaydolundu. İki ay içinde kendisini başarılarıyla
tanıtarak sınıfının çavuşu oldu. Okula başladığım o cuma akşamını hiç unutmam.
Mus­tafa Kemal önde ben arkada dahiliyeden çıktık. Mektebin esas koridoruna geçerken
koluma girdi; Önce yatakhaneye çıkalım, size yatacağınız yeri gös­tereyim. Sonra
dershaneye gideriz. Yatakhanemiz, üst katta Boğaza bakan cephenin ortasın­da idi.
Burasını beğendim. Birinci katta cephesi Nişantaşı istikametinde olan dershanemiz ise,
önünde zadegan (şehsadeler) daireleri ol­duğu için içeriye az ışık nüfuz edebiliyordu. Bu
yüzden salona «Karanlık dershane» adı verilmişti.

Harp Okulu İstanbul

Mustafa Kemal; “Dershanemiz karanlık, fakat bizim yüreklerimiz aydın­


lıktır dedi ve hangi okuldan geldiğimi sordu. Moda’daki Fran­sız Sen Josef Lisesi’nde
okuduğumu söyledim. Sustu, bir şey daha sormak istediğini, fakat tereddüt ettiğini
anladım. Galiba, daha başka şeyler de öğrenmek istiyorsunuz. Tereddüdü geçmişti.
“Askerî idadî derslerinden imtihan verdiniz mi? Hepsinden imtihana girdim.

Harp Okulu’nda derslerimi­zi iyice pişirerek girdik ve başa­rı gösterdik, ikinci


sınıfa geçtik. Mustafa Kemal yedi yüz küsur kişilik sınıfın dokuzuncusu iken bu
sefer altıncılığa yükselmişti. Ben, dışarıdan sınavla okula girdiğim için sınıfın en 41
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

sonlarına kaydetmişlerdi. Bu sefer ben de yirmi beşinci oldum. Koluma da onbaşı


şeridi taktım. Mem­nundum, askerlikte bir rütbe bir rütbedir. Ağabeyim Mehmet
Ali, okuldan iyi derece ile mezun olmasına rağmen kurmay sınıflarına ayrılmamış,
teğmen rütbesiyle önce Cidde’ye Re­dif taburuna gönderilmek istenmiş, sonra da Topkapı
Askerî Rüşdiyesi Fransızca öğretmenliğine tâyin edilmişti. Bu yıl Mustafa Kemal,
Selânik’e annesi Zübeyde Hanım’ın yanına sılaya gitmişti. Döndüğü zaman yanında
bir arkadaşı da vardı. Bana tanıştırırken: “Sana Selanikli Mustafa Nuri’yi takdim
ediyorum. Benim Selanik Rüştiyesi’nden ve Manastır’dan arkadaşımdır. Çok iyi
1. Bölüm

bir çocuktur dedi.” O günkü bu genç Harbiyeli, Cumhuriyet devrinde milletvekilliği


yapmış olan Nuri Conker’dir.

Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk, 19


Ocak 1929 günü Viyana Büyükelçiliği me-
murlarından Raşit Bey’le evlenen manevî
kızlarından Nebile’nin düğününde gelinle
dans ediyor. Bu resim, The Illustrated Lon-
don News’un 23 Şubat 1929 tarihli baskı-
sının kapağında modern Türkiye’de sosyal
hayattaki gelişmelerin güzel bir örneği ol-
42 duğu belirtilerek yayımlanmıştır.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Mustafa Kemal, döndükten sonra bir şey dikkatimi çekti. Kısa denecek bir
sürede fevkalâde güzel vals öğrenmişti, ile­ride kurmay subay olduğumuz takdirde

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


ki bütün gayemiz, emelimiz bu idi dansın da bilinmesi lüzumlu şeyler arasın­da
olduğunu söylüyordu. Teneffüslerde sınıf arkadaşlarımızdan isteyenlere ve bu arada
Arife (Ayıcı lakabı ile maruf olan Albay Arif Bey’dir. Suikast olayında idam edilmiştir)
de dans öğretiyordu. Birinci sınıfta olduğu gibi biz ikinci sınıfta da aynı sıra­daydık. Ben
on sekiz, Mustafa Kemal on dokuz yaşlarında idik.

Babam İsmail Fazıl Paşa, İstanbul’a gelip Genel Kurmay Şubesi’nde göreve
başladıktan bir müd­det sonra benden sınıf arkadaşlarım hakkında bilgi istedi. Ya­
kın arkadaşlarımı sordu. Bu, onun âdeti idi. Daha ben Erzin­can Rüşdiyesi’nde iken
öğretmenlerden ziyade arkadaşlarımı sorar, bilgi alır ve bazılarını yemeğe çağırmamı
söylerdi. Te­reddüt etmeden: Çavuşum Mustafa Kemal Selanik dedim ve emrederse, bir
hafta tatilinde kendisini alıp ge­lebileceğimi söyledim. Vaktiyle Erzincan’a yazdığım
bir mek­tupta da ondan bahsettiğim için isim yabancı gelmemişti. Getir, çok memnun
olurum, büyük­annen de merak ediyor. Dedi. Ertesi hafta sözleştik. Arkadaşımı
sabah vapur iskelesinde bekledim buluştuk ve vapurla karşıya geçtik. Va­kit öğleydi.
Salacak’taki evimizin kapısına geldiğimiz zaman kendisini biraz mütereddit gördüm.
Her halde Paşa tarafından nasıl karşılanacağını düşünüyordu. Müteazzım (büyüklük
taslayan) insanlardan hoşlanmadığını biliyordum. Feleğin çok kahrını çekmiş olan
babamın mütevazı bir asker olduğunu söyledim. Önce büyük­annemin, sonra da
babamın elini öptük

Büyükannem Ayşe Hanım’ın; “Maşallah, Harbiyeli elbiseleri de ne güzel


yaraşmış” dediğini hiç unutmam. Babam da yüzünü hafifçe okşadı. Fuat’la kardeş
gibi geçiniyormuşsunuz, memnun ol­dum, inşallah meslek hayatında birbirinizden
ayrılmazsınız. Arkadaşım mahcup bir gençti. Büyüklerin yanında bu mahcubiyeti daha
da artardı. Yemekte biraz açıldı. O geniş ihata kudreti ve keskin zekâsiyle bazı sorularına
verdiği ce­vaplar babamı bir an için şaşırtmıştı. Babam, “Her ikinizi de erkânı harp
zabiti olarak görürüm” dedi ve biz bir kaç yıl sonra birer kurmay yüzbaşı olarak
Harp Akademisi’nden mezun olduğumuz zaman en çok sevi­nenlerden biri de
kendisi olmuştu. Annem Zekiye Hanım henüz Paris’ten dönmediği için Mustafa
Kemal’i görmemişti, ikin­diden sonra okula beraberce dönmek üzere evden ayrılırken,
babam arkadaşıma çok iltifat etmiş, “Seni çok sevdim oğlum, Kuzguncuk’taki
evimize de bek­lerim muhakkak geliniz “demişti.

Sonra bana dönmüş; “Seni de tebrik ederim, böyle değerli ve iyi bir gençle
arkadaşlık kurmuşsun. Okul sıralarında başlayan arkadaşlık­lar kolay kolay
sarsılmaz.” Yakında Salacaktaki kira evinden çıkarak Kuzguncuk’a nakledecektik. 43
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Babam, büyükannemin bir kısım emlâk ve ara­zisini satmış, elde etiği para ile
Kuzguncuk’ta yeni bir köşk yaptırmaya başlamıştı.
1. Bölüm

Kâzım Karabekir’le İkinci Tanışma


Akşam yoklamasından önce yapıla­cak bir işim vardı. Kuleli Askerî Lisesi’nden Harp
Okulu’na gelen tale­be efendilerden birini arayıp bulacaktım. Büyükannem; Mehmet
Emin Paşa’nın oğlu Harbiye’ye girmiş, bana ne için haber vermedin? diye serzenişte
bulunmuştu. Aslen Karamanlı olan bu aile ile sıhriyeti vardı. Mehmet Emin Paşa’nın
oğlunun adı Kâzım’dı. Babası, albay rütbesinde iken Van Jandarma Kuman­danlığına
tâyin edilmiş, görev başına giderken bir kaç gün Erzurum’da bizde misafir kalmıştı. O
tarihlerde ikimiz de pek küçük yaşlarda olduğumuz için siması hafızamdan silinmişti.
Mevcudu iki bini aşan okulumuzun içinde onu arayıp bulmak pek kolay olmadı. Ancak
üç gün sonra bizi bir tesadüf karşı karşıya getirdi. Salacak’ta oturan ve bize komşu
olan şimdi adını pek hatırlayamadığım bir tanıdık vardı. O. da bu yıl Ku­leli Lisesi’ni
bitirerek Harbiye’ye gelmişti. Onu buldum, ora­dan buradan konuşurken yanımıza on
44
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

yedi on sekiz yaşların­da kara gözlü, kara kaşlı tıknazca bir genç geldi. Bu sima ba­na
yabancı değildi. Fakat nerede ve ne münasebetle gördüğü­mü hatırlıyamıyordum.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


YORGUNLUK KAHVESİ
Edremit yolu üzerindeki Ergama Köyü civarında
çadırlar kurulmuş, iskemlelere halılar serilmişti.
Gazi Paşa burada yorgunluk kahvesini içecek ve
biraz sonra da büyük adam köy çocukları ve köy
ihtiyarları ile görüşecekti.

Semt arkadaşını tanıttı; Kâzım Zeyrek, Kuleli’de beraber okuduk. Sınıfımızın


birincisi idi. Hemen elini sıktım. Ben de sizi arıyordum. Büyükannem Ayşe Hanım so­
rup duruyor bu hafta muhakkak bize gideceğiz. Ertesi günü Kâzım’ı, Mustafa Kemal’e
tanıttım, kol kola girdik.

Rahmetli ve aziz arkadaşım, kahraman Kâzım Karabekir’le ikinci tanışmamız


işte böyle olmuştu. Biz, üç general, olarak da Kurtuluş Mücadelesi’ne bera­berce ve
kol kola atılmıştık. Bazı olaylar, yarım asrı geçen bir mazinin nisyan bulutları arasın­
da kaybolup gitmişlerdir. Şimdi onları ben de hatırlayamıyo­rum. Fakat hafızamda öyle
çizgiler kalmıştır ki, bu nisyan perdesi onları henüz silememiştir, silemeyecektir. Büyük
va­tan şairi Namık Kemal’i, okul idaresinin aldığı bütün tedbir­lere rağmen yatakhanede
gizli gizli okuduğumuzu nasıl unuta­bilirim?

45
1. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Mustafa Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek, Ke­mal’in «Vatan Kasidesi»nin
teksir edilmiş bir nüshasını: Fuat kardeşim, bunu ezberleyelim. Diye bana verirken
yavaş bir sesle, fakat büyük bir heye­canla okuduğu; Felek, her türlü esbabı-ı cefasın
toplasın gelsin dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten. Mısralarını nasıl
unutabilirim .Söz Namık Kemal’den açılmış iken ufak bir hâtıramı da burada anlatmak
isterim. Bir gün üç beş arkadaş, felâketle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na
dair konuşu­yorduk. Mustafa Kemal, birden teessürle Namık Kemal’in, Vatanın bağrına
düşman dayamış hançerini yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini. Beytini
46 okumuştu.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Millî Mücadele yılları idi. Heyeti Temsiliye, merkezini Ankara’ya taşımak kararını
vermişti. 18 Aralık 1919 da arkadaşlarıyla beraber Sivas’tan ayrılan Mustafa Kemal,

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


24 ara­lıkta Kırşehir’e gelmişti. Burada Gençler Derneği’nde bir ko­nuşma yapmıştı.
Geceleyin şerefine fener alayları tertip eden halka, yukarıdaki mısraları aşağıdaki
şekilde değiştirerek okumuştu; Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini Elbet
bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.

Düşman İzmir’e çoktan çıkmış, vatanın bağrına hançerini dayamıştı. Fakat


onun kurtaracak Türk bulunmuştu. Bu bü­yük Türk, benim aziz arkadaşım
Atatürk’tü.

27 Aralık 1919’da Ankara’da kendisini muazzam bir törenle kar­şılamıştık. Dikmen


sırtlarında şehre doğru hareket ettiğimiz zaman otomobilinde ben ve Ankara Valisi 47
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Yahya Galip (Cumhuriyet devrinde Milletvekili Rahmetli Yahya Galip Karfeo de vardı.
Mustafa Kemal orada da bu mısraları fısıl­dar gibi tekrarlamıştı. Yahya Galip, kendisine
hitap ediliyor sanmış olacak ki “Bir emrin mi var, paşa hazretleri?” diye sormuştu.

Memleket Nereye Gidiyordu? Harp Okulu’nun üçüncü sı­nıfına hâdisesiz olarak


geç­miştik. Mustafa Kemal, Selânik’e sılaya gitmiş, sevgili anne­sine kavuşmuştu. Biz
de Salacak’taki kira evini bırakmış, Kuz­guncuk’ta set üzerinde denize nazır olan yeni
evimize taşın­mıştık. Mustafa Kemal Selânik’e hareket etmeden önce, bir kaç gece
1. Bölüm

bizde misafir kalmış, Avrupa’dan dönmüş olan an­nem Zekiye hanımla da tanışmıştı.
Gündüzleri Boğaz’da gezin­tiler yapıyor, akşamları eve dönüyorduk. Yemekten önce bir
kaç şişe bira içtiğimiz de oluyordu. Arkadaşım birayı çok seviyordu. O zamana kadar
ağzına rakı almamıştı.

Üçüncü sınıfta derslere başladığımız zaman artık genç dimağlarımız derslerden


başka şeylerle de ister istemez meş­gul oluyordu. Günde kaç defa «Padişahım çok yaşa!»
diye bar­bar bağırdığımız devrin Padişahı Sultan Abdülhamid gözümüzden yavaş yavaş
düşüyordu. Tıbbiye’deki genç ve aydın hürriyet taraftarlarını sürgünlere gönderilip
ocaklarına incir dikildiğini duydukça âdeta feveran ediyorduk. Bir gün bizim de
başımıza böyle bir şey gelebilirdi. Devlet idaresinin iyi iş­lemediğini, su istimallerin
48 alıp yürüdüğünü, memurların ve subayların maaşlarını alamadıklarını, buna
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

mukabil saraya mensup sırmalı hafiyelerle maiyet maaşlarından başka keseler


dolusu altın verildiğini haber aldıkça, Sultan Hamid’e esasen pek de kuvvetli

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


olmayan güvenimiz büsbütün sarsılı­yordu.

Ordunun fena eller idaresinde değer ve itibarını kaybet­tiğini görüyorduk. Merkezi


Şam’da bulunan 5. Ordu’da seri ateşli toplar bile yoktu. Talimler, ancak Nuhunebîden
kalma toplarla yapılabiliyordu. Donanma da kara ordusundan pek farklı değildi. Sultan
Aziz devrinin muazzam armadasından(donanmasından) hazin bir hâtıradan başka
bir şey kalmamıştı. Toplarının kamaları çıkarılmış, ge­miler Haliç’te âdeta çürümeye
mahkûm edilmişti. 1897 de donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan çıkması hâdise
olmuştu. Yolda savaş gemileri birbirlerini kaybetmişler, kazanlar pat­lamıştı. Hattâ
şiddetli yağmurlarda deniz subaylarının, kama­ralarından içeri giren sulardan kendilerini
muhafaza için şemsiye ile oturdukları rivayet olunuyordu. Fakat kimse or­taya çıkıp:
Nereye gidiyoruz, memleketi nereye götürüyorsunuz? Diye soramıyordu, sormak
cesaretini gösteremiyordu. Şarkın alışık olduğu miskin bir tevekkül içinde
susuyordu. Çünkü Padişahtan ve onun hafiyelerinden korkuyorlardı. Hürriyet
taraftarlarının âdeta omuzlarına basarak 31 Ağus­tos 1876 da tahta çıkan Sultan Hamid,
en müstebit (baskıcı) hükümdar­lardan biri olmuştu. Memlekette hürriyet yoktu. Biz
genç Harbiyeliler, Fransız ihtilâli Beyannamesi’nde insan hak ve hürriyetlerine verilen
önemi gizli de olsa okumuş ve öğren­miştik.

Hürriyet Yolunda Mustafa Kemal’i, üçüncü sınıfta meş­gul eden en Önemli şey, işte
bu hürriyet meselesi idi, bunu kurtardıktan sonra her sahada idareyi dü­zeltmek mümkün
olabilirdi. Bunun için de muhakkak teşkilât­lanmak lâzımdı. Teşkilâtı memleket içinde
ancak genç subay­lar yapabilirlerdi. Mustafa Kemal’in şöyle bir tasavvuru var­dı: Üçüncü
sınıf kalabalıktı. Bunlardan ancak, pek az bir kıs­mı Harp Akademisi’ne girebilecekti.
Geri kalanlar tâyin edil­dikleri kıtalara dağılacaklardı. Bunlardan emniyet ettiklerine
daha şimdiden gittikleri yerde teşkilât kurmaları için telkin­lerde bulunuyordu. Bîr gün
bana: Fuat, demişti, biliyorum, bu arkadaşlar erkânı harp olamıyacaklar. Fakat bizlere
nazaran daha avantajlı durum­da bulundukları da muhakkak. Çünkü bizden önce ordu
safla­rına katılacaklar, eğer Rumeli’ye giderlerse, erkânı harp çıktığımız zaman bizim
için bir zemin ve vasat hazırlamış olacaklardır, demişti. Kurmay sınıflarına geçmiş olan
Pirlepeli Ali Fethi (Okyar) de aynı kanaatte idi.

Mustafa Kemal, muhakkak kurmay subay olacağına ina­nıyordu. Bir gün;


Ya erkânı harp olamazsan, ne yaparsın? diye yarı ciddî, yarı şaka takılan sınıf
arkadaşımız Arifi derhal susturmuştu. Seni bilmiyorum, fakat ben muhakkak
erkânı harp ola­cağım. Mustafa Kemal kurmay oldu. Arif, mümtaz yüzbaşı olarak
okuldan çıktı. 49
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

“SEN DE MEMLEKETİN
BAŞINA GELEN BÜYÜK
ADAMLARIN DAHA
GNÇLİKLERİNDE
GÖSTERDİKLERİ
MÜSTESNA KABİLİYET
1. Bölüm

VE ZEKA EMARELERİ
GÖRMEKTEYİM.”

Osman Nizami Paşa

Osman Nizami Paşa’nın Kehaneti


Kuzguncuk’ta yeni yaptırdığımız, binaya taşınmıştık. Bir kaç hafta sonra babam;
Mustafa Kemal Efendi’yi göreceğim geldi. Beklediğimi kendisine söyle ve al getir dedi.
Büyükannemin parası ile yapılan köşk çok güzeldi. Bütün aileyi rahat alacak kadar
da büyüktü. Üç cephesi denizdi. Boğaz’dan Marmara’ya kadar görüyordu. Ben bu
köşkte uzun yıllar kalamadım. Ordu saflarına katıldıktan son­ra İstanbul’dan uzaklaştım.
1902 yılı haziran ayı sonlarına doğru bir perşembe günü Mustafa Kemal ile beraber
Kuzguncuk’a geldik. Babam evde yoktu. Mustafa Kemal akşam yemeğini bizde
yiyecek, yemek­ten sonra İstanbul’a dönecekti. Harp Akademisi’nin birinci sınıfına
geçmiş bulunan Pirlepeli Alî Fethi (Okyar) ile ran­devusu vardı. Biraz istirahatten sonra
Boğaz’da gezmeye çık­tık.

Döndüğümüz zaman babamı evde bulduk. Elini Öpen ar­kadaşımın o da yüzünden


gözünden öptü. “Oğlum, burası senin evin sayılır, ne için sık sık gelmi­yor da davet
bekliyorsun?” diye serzenişte bulundu. Birinci katta Boğaz ve Galata rıhtımını kamilen
gören odalardan birinin bu gecelik Mustafa Kemal’e ayrılması için talimat verdi.
Arkadaşım yemekten sonra istanbul’a dönmek zorunda olduğunu söylediği zaman
izin vermedi: Katiyen olmaz, yarın Fuat’le beraber dönersiniz. Hem sizi çok değerli
bir erkânı harp mirlivası (tuğreneral) ile ta­nıştıracağım. Kendisine senden bir kaç defa
bahsetmiştim. Alâka gösterdi ve bu çocuğu ben de görmek isterim, dedi. Ya­rın bize öğle
yemeğine gelecek.

Babam, sonra arkadaşı Osman Nizamî Paşa hakkında bil­gi verdi. Paşa,
ağırbaşlı, iyi tahsil görmüş bir kurmay subay­dı, kumandanlıktan çok kendisini
fenne vermiş bir askerdi. Almanca ve Fransızcayı ana dili gibi bilirdi, edebiyatlarına
50 da hakkıyla vakıftı. İngilizceyi de hatasız konuşurdu.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Biraz menfi yaradışlıdır dedi. Babamın bundan neyi kasteddiğini anlayamadım.


Yalnız kendisiyle serbestçe konuşmamızı tavsiye etti. Osman Nizamî Paşa, Meşrutiyet

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI


yıllarında Berlin’de bü­yükelçilik, Balkan Savaşı’nda Sait Halim Paşa Kabinesinde kısa
bir zaman Nafıa Nazırlığı (Bayındırlı Bakanlığı) yapmıştır. Ertesi günü öğleden evvel,
Osman Nizamî Paşa ile tanış­tık. Daha doğrusu Mustafa Kemal tanıştı. Babamın bu eski
arkadaşını ben bir kaç defa görmüştüm. Paşa, konuşmaktan çok dinlemeyi seven bir
zattı. Fakat o gün, temkinli olmakla, beraber çenesi biraz da olsa açılmıştı. Ancak ihtiyatı
elden bı­rakmamaya gayret ediyordu. Konuşmaların ruhu memleketin fenaya doğru
gitmekte olan durumu idi. Osman Nizamî Paşa’ya göre; Sultan Hamid, vehimli ve idarei
maslahatçı bir hü­kümdardı, istibdat idaresinin değişeceğine, hattâ yumuşayacağına dair
onda hiç bir belirti yoktu.
Mustafa Kemal, Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerini hayretle ve irkilerek
dinliyordu. Paşa: istibdat idaresi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı
mânada bir idare gelip memleketi her ba­kımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna
inanmıyorum dedi . Mustafa Kemal’in hayreti bir kat daha arttı. Paşa, Sultan Hamid’in
adamlarından biri olamaz mı idi? Acaba genç Harbiyeli’nin ağzını mı arıyordu? Bununla
beraber Mustafa Kemal şu cevabı verdi:
“Paşa hazretleri, Garplı mânadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün
uyur gibi görünen milletimizin çok ka­biliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılâp
vukuunda bugün işbaşında olanlar, yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa, o
vakit buyurduğunuzu kabul etmek lâzım gelir. Yeni nesiller içerisinde her hususta
itimada lâyık insanlar çıkacaktır.” Osman Nizamî Paşa buna cevap vermedi.
Yüzünden de tasvip edip etmediğini anlamak mümkün değildi. Yemeğe oturduk. Bu
konuşma bir daha açılmadı. Yalnız Mustafa Ke­mal’e bazı sorular sordu, arkadaşımın
verdiği cevapları yakın bir ilgi ve dikkatle dinledi.
Aynı günün akşamı, Harp Okulu’na dönmek üzere olduğu­muz için, taşlıkta
Boğazın serin rüzgârlarıyla günün sıcağını azaltmaya çalışan iki arkadaş, Generalin
müsaadelerini al­mak üzere yanlarına gittiğimiz zaman Osman Nizamî Paşa şu sözleri
söylemişti; Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni
takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen,
bizler gibi yalnız erkânı harp zabiti (kurmay subay) olarak normal bir hayata
atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde
müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende memleketin
başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna
kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim, inşalah yanılmamış olurum.” Esasen
mahcup olan arkadaşım, bu metih karşısında ba­şını önüne eğdi. “Paşa, hazretleri, asla
lâyık olmadığım iltifatı göster­diniz” diye teşekkür etti. Paşa’nın uzattığı eli saygı ile
öptü.7

51
7 Cebesoy,a.g.e.,s.26-37.
Albay Arif) de aynı sırada otur­
mak istiyor. Vallahi benden uysal
arkadaş bulamazsınız diye ısrar
İKİNCİ BÖLÜM
HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ

Harp Akademisi mezunu


Kur. Yzb. Mustafa Kemal
(11 Ocak 1905)

İstanbul’da

Harp Akademisi’nde
sınıf arkadaşlarıyla
(ön sırada en sağda
1904 - 1905)

Mustafa Kemal, 1902 de 459 mevcutlu sınıfın sekizincisi olarak Harp Okulu’nu
bitirdi. (Piyade — 1474) sicil numarasıyla ve teğmen rütbesiyle Türk ordusunun
şerefli bir subayı oldu. Yirmi bir yaşında idi. Harp Okulu’ndan üstün derece ile
mezun olanlar, o zaman uygulanan rejime göre, yine aynı çatı altında bulunan ve
bu­günkü Harp Akademisi’ne esas teşkil eden Erkân-ı Harbiye sınıflarına devam
ederlerdi. Harp Akademisi’nin süresi üç yıl­dı. Bu üç yıllık öğrenimde iyi derece ile
başarı gösterenler kurmay, diğerleri mümtaz yüzbaşı olarak orduya katılırlardı.
Ben de Mustafa Kemal ile beraber kurmay sınıflarına ayrıl­mıştım. Yine aynı
sırada oturacaktık.

Giyinişi, yürüyüşü, ko­nuşması ve her hali ile Mustafa Kemal’e benzemeye çalışan
ve o öğrendi diye dansa başlıyan Arif Adana (İzmir suikast ola­yında idam edilen Kurmay
Albay Arif) de aynı sırada otur­mak istiyor. Vallahi benden uysal arkadaş bulamazsınız
diye ısrar ediyordu. Mustafa Kemal, dur hele, sılaya gidip dönelim, kolay cevabını 53
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

veriyordu. Arif sima itibariyle de Mustafa Ke­mal’e çok


benziyordu. O kadar ki, kardeş sananlar bile vardı.
Bizim arkamızdaki sıranın başında Çerkez Fahri
oturuyor­du. (Birinci Dünya Savaşında yararlıkları
görülmüş, 48. Piyade Tümeni Kumandanı iken 25 ocak
1918 de Suriye Cephe­sinde Katrani’de şehit düşmüş
olan Albay Hâmid Fahri), Fah­ri yakın
arkadaşlarımızdandı. Mustafa Kemal, Harp
Akademisi’ne ayrılamayarak tâyin edildikleri görevleri
başına gitmek üzere hazırlanan yeni su­bay
arkadaşlarıyla ve bilhassa Rumeli’ye gideceklerle
meşgul oluyor, onlarla uzun uzun konuşuyor,
tavsiyelerde bulunuyor­du.
2. Bölüm

Bize, en müsait iklim Makedonya’dır diyordu. Selânik’e sılaya gittiği zaman, bu genç
subaylar­la temas edecek, hem kendilerinden yeni malûmat alacak, hem de tavsiyelerde
bulunacaktı. Okulda kurulacak gizli teş­kilât, ilk meyvalarını Makedonya’da verecekti.
Rumeli’ye gi­denler, üç yıl sonrası için bizlere bir vasat hazırlamış olacak­lardı. Harp
Akademisi’nin birinci sınıfı topçu ve süvari okulla­rından gelen teğmenlerle kırk
üçü buluyordu. Asım Kütahya (Emekli Orgeneral Gündüz), Ahmet Bursa (Sivas
Valiliğinden emekli), Mustafa izzet Çanakkale, Sedat Bursa (Emekli Korgeneral)
54
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ve Ahmet Saraçhane gibi üstümüzdeki sınıftan hastalıkları yüzünden bizim sınıfa


kalan arkadaşlar da bu ye­kûna dahildi.

Topçudan gelenler arasında İhsan Cihangir de vardı, İhsan Cihangir, Birinci


Dünya Savaşı sonlarında 6. İstiklâl Savaşı’nda büyük taarruzdan bir müddet önce
1. Ordu Kumandanlıklarında bulunan General Ali İhsan Sâbis’tir. iti­raf etmeliyim
ki, ne ben ve ne de Mustafa Kemal, okul sıra­larında Sâbis ile yakın bir dostluk
kuramadık.1

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ

MUSTAFA KEMAL ALİ İHSAN SABİS

55
1 Cebesoy ,a.g.e.,s.38-39.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Akademi’deki Yeni Öğretmenlerimiz


Harp Akademisi’nde başlıca öğret­menlerimiz
şunlardı: Eski Osmanlı Seferleri Öğretmeni
Topçu Feriki (korgeneral) Ah­met Muhtar
Paşa idi. Muhtar Paşa, yazık sınavlarda, sorula­
rın cevapları üzerinde fazla durmaz, kim fazla
sahife doldurursâ, en iyi notu ona verirdi. Hoca-
ların huyunu çok iyi bilen öğrenciler, çala kalem
sahife doldurmaya başlarlardı. Meselâ, eğer soru
Niğbolu Meydan Savaşı ise, o savaşın Başku-
mandanı Sultan Yıldırım Bayezîd’in şehzadelik
hayatından konuya gi­rilirdi. Bu işin uzmanı da
sınıf arkadaşımız Halil Yenimahalle (Rahmetli
2. Bölüm

General Halil Kut) idi. Hattâ bazı arkadaşlar


ken­disine takılır, Halil, Yıldırım Bayezid’in
babası Sultan Birinci Murad’dan başla derlerdi.

56 HALİL KUT
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Napolyon Bonapart ve Frederik savaşlarını Kur­may Binbaşı Refik Bey okutuyordu.


Refik Bey büyük kumandanların plân ve sevki idaredeki özelliklerine lâyıkiyle
nüfuz edemez, nüfuz edemediği için de derinliğine bir özet yapamazdı. Arkadaşların
devamlı sorulan karşısında şaşırır, dersten bir sonuç çıkaramazdı. Kendisine «General
Mak» adını takmıştık. Napolyon Bonapart, Bavyera’da Ulm’da 19 Ekim 1805 de
Avusturyalıları müthiş bir yenilgiye uğratmış, General Mak kumandasındaki 40
bin kişilik bir Avusturya ordusu silâh patlatmadan Fransızlara esir düş­müştü.
Refik Bey de dersin sonunda General Mak’ın durumu­na düştüğü için kendisine
bu adı vermiştik.

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


Yüksek matematik hocası Kurmay Yarbay Macit Bey’di. Macit Bey, gerek yazılı
ve gerekse sözlü imtihanlarda ne ya­par yapar, talebeyi şaşırtır ve numarasını kırardı.
Bundan da zevk duyardı. Ahmet Muhtar Paşa’nın notu ne kadar bol ise, bunun da o
kadar kıttı. Pertev Paşa (Demirhan) Erkânı Harbiye Vazifeleri ile 1866 ve 1871 Prusya -
Avusturya ve Prusya - Fransa savaşları­nı tatbikî surette okuturdu. Dersleri pek istifadeli
olurdu. Per­tev Paşa’nın başka bir vazifeye tâyini üzerine yerine Kurmay Albay Hasan
Rıza Bey getirilmişti. Hasan Rıza Bey, aslen Kastamonu vilâyetinin Tosya ilçesindendi.
Bağdat valiliği yapmış olan Namık Paşa’nın oğlu idî. Bundan dolayı kendisine Bağdatlı
da denirdi. 1895 de kur­may yüzbaşı olarak orduya katılmış, kurmay görevleri Öğret­
meni olarak Harp Akademisi’nde vazife almış, 1897 de Yunan savaşında Alasonya
Ordusu kurmay heyetine tâyin edilmişti. Yirmi yedi yaşında binbaşılığa, yirmi sekiz
yaşında yarbay­lığa terfi etmiş, bizim Harp Okulu’na girdiğimiz 1899 yılı gör­gü ve
bilgisini artırmak üzere Almanya’ya gönderilmişti. Ge­neral Hezler kolordusunun
alaylarından birine subay olarak verilmiş, bir yıl kadar da Alman Genelkurmayının
muhtelif şubelerinde çalışmıştı. Aynı zamanda Berlin Harp Akademisinin son sınıfına
da devam etmişti. Almanya’dan ayrılırken, Alman Genel Kurmayının kendisi hakkında
verdiği rapora şu takdirkâr cümleyi koyduğu rivayet ediliyordu: «Türk ordusu Büyük
Erkânı Harbiyesinde Başkanlık yapabilir.» Ömrü ve­fa etseydi, belki bu makama da
ulaşabilirdi. Fakat Balkan Harbi’nde İşkodra’yı şerefle savunurken, Arnavut Esat Paşa
Toptâni’nin adamları tarafından alçakça şehit edilmiştir. Hasan Rıza Bey (bilâhare
paşa), bize Öğretmen olarak tâyin edildiği zaman otuz iki, otuz üç yaşlarında genç ve
is­tikbali parlak bir yarbaydı. Cesur, dirayetli ve bilgili bir as­kerdi. Arkadaşlar, “Alman
ordusunu ayakta tutan kudret, mut­lak disiplindir. Ordu saflarına katıldığınız
zaman bunu daima gözönünde tutun” derdi. Alman ordusundan misaller verirdi.
Derslerinden çok faydalanırdık.

Halepli Kurmay Albay Zeki Bey kale savaşlarını okutur, hem dershanede harita
üzerinde, hem de aramızda tatbikat yaptırırdı. Derslerini ilgi ile takip ederdik. Zeki Bey
57
tatbikatta herkese bir vazife verirdi. Şahısları değiştirirken bazan hakikatte oluyormuş
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

gibi, Seni azlettim, yerine filancayı tâyin ettim derdi. Bir gün arkadaşlarımızdan
Müfit Kırşehir (Atatürkün yakın arkadaşlarından olup Cumhuriyet devrinde uzun
süre milletvekilliği yapmış olan Müfit Özdeş) boş bulunmuş iti­raz etmişti . Fakat ben
vazifemi yaptım. Ne için azlediyorsunuz, ka­bahatim nedir? Albay Zeki Bey yarı ciddî
yarı şaka şu cevabı vermişti . İşte şimdi kabahat yaptınız, dikkatli değilsiniz. Çünkü
azil muamelenizin bir ders devresine münhasır olmaktan ileri gitmiyeceğini anlamanız
lâzımdı. Müfit’in, ciddî bir azil muamelesi karşısında kalmış gibi davranmış olmasına o
gün hepmiz gülmüştük. Dersten sonra Mustafa Kemal kendisine, Mülâzimlikten mazul
Kırşehirli Müfit Efendi, buraya geliniz diye takılmıştı.

Zeki Bey, Balkan Savaşı’nda Komanova Ordusu Kuman­danlığına kadar yükselmiş,


Birinci Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa’dan evvel Şam’da ordu müfettişi iken Alman
İmpara­toru nezdine askerî murahhas olarak gönderilmişti. Bir ara­lık 1870 -1871
Fransa savaşını Kurmay Yarbay Fevzi Bey’de okutmuştu. Fevzi Bey, Çanakkale
2. Bölüm

Savaşlarında, Anafartalar kolordusu kumandanı iken, 5. ordu kumandanı Liman


Von Sanders Paşa ile aralarında ihtilâf çıkmış, kumandadan ıskat (ayırma) edi­
lerek emekliye sevkedilmiş, yerine Mustafa Kemal tâyin olun­muştu. Emekliliği
çek kısa süren Fevzi Bey, Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından Avusturya
- Macaristan hükü­meti nezdine Viyana Ataşemiliteri olarak gönderilmiştir.

Mustafa Kemal, Anafartalar’da hocasının yapamadığını yap­mış, çok önemli


ve parlak bir zafer kazanarak haklı bir şöhret kazanmıştır.

Kurmay Yarbay Nuri Bey; Öğretmenlerimizden en önce bahsedilmesi lâzım


gelen zatı en sonraya bıraktım. Bunun sebebi kendisi hakkında kısa da olsa biraz
bilgi verebilmek içindir. Mustafa Kemal ve ben yeni öğretmenlerimiz içinde en
ziyade Trabzonlu Nuri Bey’i sayıyor ve takdir ediyorduk. Babam İsmail Fazıl Paşa
bir gün, her iki­mize, “Nuri Bey’in derslerine ilgi gösterirseniz, kendisini dik­katle
dinlerseniz çok şey kazanırsınız. Mesleğinde kuvvetli ve geniş bir görüşe sahip
bilgili bir askerdir diye nasihat etmişti. Nuri Bey hakikaten geniş kültürlü, devrine
göre aydın fikirli, stratejide üstat sayılan bir kurmay yarbaydı. Tabiye okutuyordu.
Aradaki mesafeyi muhafaza et­mekle beraber öğrencilerine karşı samimî ve ağabeyce
dav­ranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay namzetlerinin çeşitli
sorularını da cevaplandırmaktan zevk duyuyordu. Bir erkânı harp zabiti, askerlik
dışında kalan bilgilerle de mücehhez olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak,
mesuliyet yükleneceksiniz, diyordu. Nuri Bey, Birinci Dünya Savaşı seferberliğinde
kolordu kumandanı olmuş, fakat savaşa girmeden önce bir ka­za neticesinde ölmüştür.2

58
2 Cebesoy ,a.g.e.,s.39-43.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

MUSTAFA KEMAL HARP AKADEMİSİNDE – İSTANBUL


General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Harp Akademisi’nin
üçüncü sınıfında idik.
1904 yılı ağustos ayının
çok sıcak bir cuma günü
idi. Hafta başı izninden
Mustafa Kemal île birlikte

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


okula dönüyorduk. Okula
dönerken de eğlence
yerlerin­den bir ikisine uğra-
mayı âdet edinmiştik. Bu
eğlence yerleri yolumuz
üzerinde bulunan Tepebaşı
ve Taksim Bahçeleri idi.
Her ikisinde de Avrupa’dan
getirilmiş tanınmış orkest-
ralar ça­lardı. Beyoğlu’nun
zengin Hıristiyan aileleriy-
le saraya mensup bazı paşa-
lar ve beyler her iki bahçe-
nin devamlı müşteri­leri ara-
sında idiler. Kafa dengi iki
arkadaş önce Taksim Bah-
çesi’ne uğradık. Böylece
şöyle bir kaç tur atacak,
ayakta biraz müzik dinle­
yecek, sonra çıkacaktık,
içeriye girdiğimiz zaman
Harp Akademisi’nden mezun olduuğ günlerde (Ocak 1905) bir Macar orkestrası nefis
bil vals çalıyordu. Bahçe
oldukça kalabalıktı. Bu güzel ve zevkli manzara karşısında Mustafa Kemal; Fuat, dedi.
Biraz otursak da bir iki kadeh bir şey içme­nin beraberce yolunu bulsak, canım çok isti-
yor. Aynı iştah ve arzu bende de vardı.

Boş masalardan birisine iliştik. Viskilerimizi ısmarladık. Ne olur, ne olmaz


garsona bahşişi peşin verdik. Gelen viskileri limonata içer gibi kamışlarla yavaş yavaş
yudumlamaya başladık. Önümüzden, bize selâm vererek geçen inzibatlardan hiç birisi 59
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

işin farkına varamadı. Çünkü içki onlara göre me­zeyle içilirdi. Sonra o renkte ve
kamışla içilir bir içkiyi de belki ömürlerinde görmemişlerdi. Keyfimize diyecek yoktu.
Buluşumuzu mektepte arkadaş­lara anlatacak, biraz caka satacaktık. Çünkü Arif Adana,
Tevfik Selanik ve Halil Yenimahalle geçen hafta beraberce bura­ya gelmişler, canları
çok içki istediği halde birer gazozla ik­tifa etmek zorunda kalmışlardı. Esasen üçünün de
viski ile başları hoş değildi.

Biz kendi âlemimize dalmış, oradan buradan konuşuyor­duk. Bir kazaya kurban
gitmezsek, bu yılsonunda birer kur­may subay olacağımıza inanıyorduk. Çok çalışıyorduk,
mu­hakkak muvaffak olacaktık. Bilhassa Mustafa Kemal’in üçün­cü sınıftaki notları çok
iyi idi. Benim de fena sayılmazdı. Bi­rinci ve ikinci sınıflarda aldığınız eksik notları
fazlasıyla te­lâfi etmiştik. Mustafa Kemal, viskisini zevkle yudumluyor, inşallah kıt’a
stajlarında da aynı yere düşeceğiz, be­raber olacağız. Meselâ Selanik’te doğduğum
şehir olarak söy­lemiyorum, Selanik hakikaten güzel yerdir diyordu. Tam bu sırada
2. Bölüm

Fehim Paşa, beraberinde Okul Nazırı bizim Ali Rıza Paşa ve Albay Gani Bey olduğu
halde çıkageldi. Bizde de şafak attı.

Yeni nesil, Fehim Paşa’nın istibdat idaresinin ne müthiş ve zalim bir adamı olduğunu
belki bilmez. Kendisini bir iki satırla tanıtayım. Fehim, Esvapçı başı İsmet Bey’in
oğludur. İsmet Bey, Sultan İkinci Abdülhamid’in sütkardeşi ve çocuk­luk arkadaşı olduğu
için oğlu küçük yaştan beri sarayın türlü imtiyazlarına sahip olmuştu. Harp Okulu’nun
Zadegan sınıfından yüzbaşı olarak çıkmıştı. İki yıl sonra padişahın özel yaverleri
arasına girmişti. Ermeni ayaklanmasında istihbarat vazifesi görmüş, ondan sonra da
birdenbire parlamıştı. O ka­dar ki, henüz yirmi beş yaşında iken paşa oluvermişti.
Sultan Hamid’in başhafiyesi idi. Geniş nüfuz ve yetkisine dayanarak yapmadığını
bırakmamış, bir çok namuslu insanların sürül­mesine sebep olmuş, Beyoğlu’nda
türlü skandallar yaratmış, halkı yıldırmış, rezaletleri ayyuka çıktığı halde daima
padişahın affına ve ihsasına nail olmuştu. Biz kendisini tanıdığı­mız zaman otuz bir,
otuz iki yaşlarında, çok genç bir ferik, ya­ni korgeneraldi. Bir generalden ziyade bir
operet paşasına benziyordu. Fehim Paşa, Meşrutiyet’te Bursa’da halk tarafından
linç edilmek suretiyle öldürülmüştür.

Ali Rıza Paşa, daha önce de bîr münasebetle söylediğim gibi Mustafa Kemal’e
de, bana da hayırhah davranmıştı. Fe­na kalpli bir insan değildi. Devrin gidişine ayak
uydurmuştu. Fehim Paşa ile olan arkadaşlığının nereden geldiğini bilmi­yorum. Ama
ondan çekindiği de muhakkaktı. Fehim Paşa ve iki arkadaşı, bize çok yakın olan boş
ma­salardan birine oturdular. Biraz sonra Ali Rıza Paşa beni ça­ğırdı. Erkânıharbiye
mektebinin çok iyi ve çalışkan talebelerindendir. Babası İsmail Fazıl Paşa hazretleri,
60 benim asker ocağına intisabımda hayli yardımı olmuştur diye arkadaşlarına tanıttı
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ve sonra Fehim Paşa’ya döndü, müsaade ederseniz, bizimle otursunlar. Fehim Paşa,
muvafakat etti. Ben şaşırmış kalmıştım. Pa­dişahın serhafiyesi, Okul Nazırı ile zorlu
hafiye Albay Gani’nin bizimle beraber oturmak istemelerine bir mana vereme­dim,
Ali Rıza Paşa Mustafa Kemal’i de masaya çağırdı. Sonra şu emri verdi, siz ne
içiyorsanız, bize de ondan ısmarlayın. Garsona lâzım gelen talimatı verdim. Biraz
sonra viski, soda ile kamışlar geldi. Biz de bardakları yeniledik. Bir iki kadeh aldıktan
sonra neşelendiler. Hayatlarında galiba ilk defa viski içiyorlardı. Yalnız bu içkinin
adını soramıyorlardı. Çünkü padişah iradesiyle her türlü alkollü içki, biz subaylar için
yasaklanmıştı. Rütbe farkı yoktu. Aradan bir saatten faz­la zaman geçti. Yoklama zamanı
geldiği için okula gitmek üzere izin istedik. Rıza Paşa, olmaz, dedi, merak etmeyin.

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


Benimle beraber olduğunuza dair size bir kâğıt veririm. Sonra Fehim Paşa’nın kulağına
eğilerek bir şeyler söy­ledi. Fehim gülerek, muvafık der gibi başını salladı. Okul Na­zırı
şu emri verdi, haydi çocuklar, bizi şimdi Kristal’e götürün, hem ye­mek yeriz, hem de
biraz varyete seyrederiz. Biz, bu gazinoya hiç gitmemiştik. Çünkü burası zamanın en
lüks ve en pahalı yerlerinden biri idi. Galatasaray civa­rında, Yapı Kredi Bankası’nın
büyük binasının karşısında bulunan binanın ikinci katında idi. Tepebaşı bahçesindeki
bizim hesapları da onlar gördüler. Yola düzüldük. Kristal’e geldik. Hakikaten lüks ve
zevkle dö­şenmiş bir salondu. Yemekler ısmarlandı. Emir bu sefer Fe­him Paşa’dan geldi.
Haydi dedi, içeriye git, şef garsona söyle, Tepebaşı Bahçesinde içtiğimiz şerbetten
getirsinler, fakat biraz daha sert olsun. Bizi buraya kadar ne için sürüklemiş olduklarını
şimdi anlamıştık, iki paşa ile albay, bahçede içtiğimiz içkinin adını bilmedikleri ve
sormağa da cesaret edemedikleri için bizi bu­raya getirmişlerdi.

Fehim Paşa’nın emrini yerine getirdim. Biraz sonra vis­ki sodalar geldi. Saat on
ikiye kadar yedik, içtik ve eğlendik. Bol bol varyete seyrettik, müzik dinledik. Gece
saat on ikide izin istedik. Ali Rıza Paşa vaadinde durdu, kartını çıkardı. Üstüne:
«Musta­fa Kemal Selanik ve sınıf arkadaşı Fuat Salacak Efendiler be­nim emrimle
kalmışlardır. Kendilerine mümanaat edilmemesi tebliğ olunur» diye yazdı. Bu kartı
dahiliye müdürüne verirsiniz dedi. iki kafa dengi arkadaş Kristal Gazinosu’ndan çık­tık.

Bir Gün Gelecek Biz de General Olacağız


Fehim Paşa ile aynı masada vis­ki içerek geçirdiğimiz gecenin bi­zim üzerimizde çok
menfi bir et­kisi oldu. Bir askerden ziyade operet paşalarına daha çok ben­zeyen bu
elma yanaklı general, bu rütbeye nasıl çıkabilmiş, göğsünü süsleyen madalyaları
ne gibi bir başarı göstererek kazanmıştı? Ömründe hiç bir savaşa, hatta çete
müsademe­lerine bile katılmadığı muhakkaktı. Sultanın kötü ve zalim bir âleti
olması ona bu mevkii vermişti. Şeref yerine, şan yerine kendi milletinin nefretini
kazanmıştı. Namuslu insanları jurnal ederek, ocaklar söndürerek ve müstebit padişahın 61
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

vehimle­rini her gün biraz daha artırarak nişan üstüne nişan, rütbe üstüne rütbe almıştı.

Mustafa Kemal diyordu ki; Fuat bir gün gelecek, biz de paşa olacağız. Fakat
mes­leğimizde şerefle hizmet ederek belki yavaş belki de süratle yükseleceğiz.
Rütbelerimizi muharebe meydanlarında kazana­cağız, yoksa Fehim gibi, müstebit
bir padişaha kul köle olarak değil. Benim için de ideal terfi ve yükseliş buydu.
Tanrıya şükürler olsun, ikimiz de bu yolda yürüyerek kısa fasılalarla yükseldik ve
general olduk.
2. Bölüm

Mustafa Kemal, 1 Nisan 1916’da general üniformasını giy­di, otuz beş yaşında
62 idi. 16. Kolordunun kumandasını üzerine almıştı. Ben o zaman Kafkas cephesinde
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

5. Tümen Kumanda­nı idim, rütbem kurmay albaydı. Generalliğini bütün kalbimle


ve bütün samimiyetimle tebrik ederek, «Muazzez paşam, paşa kardeşim...» diye
başlayan mektubu yazdığım zaman, Harp Akademisi’nin üçüncü sınıfında bana
söylediği yukarıdaki söz­leri hatırlamıştım.

Ben de arkadaşımın biraz arkasından, 1918 başında otuz altı yaş içinde iken
generalliğe yükseldiğim zaman 20. Kolor­du Kumandanı idim.

Aziz ve büyük arkadaşım Mustafa Kemal’den 29/1/1918 tarihli beni minnettar


eden samimî ve iç­ten yazılmış tebrik mektubunu aldım.3

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


General Asım Gündüz sınıf
arkadaşı Mustafa Kemal’i şöyle
anlatmaktadır;

MUSTAFA KEMAL İLE


TANIŞMAM
Beni Mustafa Kemal’le ilk
tanıştıran eski arkadaşım Fethi
Bey (Okyar) olmuştu. Mustafa
Kemal, çok güzel gi­yinir, çok güzel
konuşur, kimseyi kırmaz terbiyeli
bir çocuktu. Doğup büyüdüğü
Selanik’in batıyla daha çok bağ­
lantılı bulunması sebebiyle olacak,
dikkati çeken fikirleri vardı.
Etrafına topladığı arkadaşlarla
cesaretle konuşu­yor, onları güzel
konuşmasıyla kısa zamanda
tesiri altı­na alıyordu. Bizlerin
okumadığımız bir çok vatan şiirle­rini sık sık tekrarlıyordu. Namık Kemal’in bütün
şiirleri­ni bir defterde toplamıştı. Bu şiirleri kısa zamanda bü­tün arkadaşlar defterlerimize
yazmış ve ezberlemiştik. Mustafa Kemal «Milletleri uyandıracak olan fikir adamla­
rı, Devlet adamlarıdır» diyordu. Yabancı lisana karşı bü­yük bir hevesi vardı. Bu
maksatla, Beyoğlu’ndan bir Fransız madamına pansiyoner olmuştu. Bu Fransız kadın,
Fran­sız sefareti kuryeleriyle, ittihatçıların Paris’te yayınla­dıkları gazeteleri getirtiyor
ve Mustafa Kemal’e veriyor­du. Fransız kadın aynı zamanda Mustafa Kemal’e

63
3 Cebesoy ,a.g.e.,s.57-64.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Fransızca dersi veriyordu. Bizler, Vatan, Millet ve Türklük fi­kirlerini ilk defa,
Harp akademisi sıralarında ondan duy­muştuk. Bizim sınıfta en iyi Fransızca bilen
Ali Fuat’tı (Cebesoy). Çünkü, Ali Fuat Fransız okulundan Harbiye’ye gelmişti. Onu
takiben de Mustafa Kemal iyi Fransızca bi­lirdi. Mustafa Kemal, Harbiye’de iken her
tatilde Selanik’­te bir Fransız okulunun tatil kurslarına devam ederek li­sanını ilerlettiğini
söylerdi.

Harp Akademisinde her cuma akşamı sınıfta top­lanıyor, kapılar kapandıktan sonra
Mustafa Kemal kürsü­ye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi, Paris’ten gelen Türkçe ve
Fransızca gazetelerden okuduklarını, Fransız madam­dan öğrendiklerini bizlere
anlatıyordu. O zamana kadar «Padişahım çok yaşa» demekten başka bir şey bilmeyen
bizler için, Mustafa Kemal’in anlattıkları çok dikkat çeki­ciydi.

Mustafa Kemal bu konuşmalarından birinde, aşağı yukarı şöyle demişti: «Altıyüz


yıl kadar önce Anadolu’da doğan Osman­lı İmparatorluğu 350 yılda Viyana kapılarına
2. Bölüm

kadar ilerle­di, imparatorluğu güçlendiren manevi faktörler zayıfladı­ğı için, yavaş yavaş
Viyana, Budapeşte, Belgrat elden çık­tı. Artık bir avuç Rumeli toprağına sığındık. Şimdi
de elimizde kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve Avustur­yalılar almak istemekteler.
Rusların bütün emelleri kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkan­ları
peşkeş çekmektir. Avusturyalılar ise, Adriyatik’ten Akdeniz’e, Selânik’e uzanmak
hevesindedirler. Tarihte inkılaplar, önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğ­muş,
zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız dünkü vilâyeti­miz Bulgaristan’ın bir Millî şairi vardır.
Bu şair, şiirleriyle Bulgarları mütemadiyen kurtuluş hareketine, meskenet­ten silkinmeye
çağırmıştır. Milletine, tarihine âşık olan bu sanatkâr, kısa zamanda kitleye hakim olmuş,
şiirleri halk arasında dilden dile dolaşmaya başlamış, 500 yıldır biz Türklerin çobanı
olan Bulgarlar onun gösterdiği yolla is­tiklâllerine kavuşmuşlardır. Belki de bir süre
sonra, biz­den başka yurt topraklarımızı isteyecekler ve alacaklar­dır,

Sırpların da iki gözü görmeyen bir Millî şairleri var­dı. O da aynı yoldan yürüyerek
milletine Millî duyguları, istiklâl fikrini aşılamıştır .Yunanlıların da böyle bir millî
şairleri vardır. O da, yıllar boyu eski Yunan medeniyetini şiirleriyle anlatırken, ulusuna
güç kazandırmak, hürriyet için birlik ve beraber­lik şartını telkin etmek istemiştir. Bütün
milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyan­dırmak isteyen millî şairleri, aydınları
vardır.

Başka milletlerin şairleri, aydınları böyle çalışıp, mil­letlerini uyarırlarken, nerede


bizim mütefekkirlerimiz, ne­rede bizim şairlerimiz?... Bizim bir Namık Kemal’imiz
var... O, Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi verdi. Fakat, ne şiirlerini
okuyabiliyor, ne konuşmalarını duyabiliyoruz. Bu milletin tarihinin bir yönünü belirten
64 «Vatan Yahut Silistre» piyesini bile temsil ettirmediler. Arkadaşlar!.. Bizlere büyük
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için
subaylarımızın öğretmeni olacağız. Gittiğimiz yerlerde, aydın gençlerle arkadaşlık
ederek onları bu yola yönelte­ceğiz. Yurdumuzu ve imparatorluğu büyük tehlikelerin
beklediğini hatırdan çıkarmamak durumundayız».

Hiç unutmam, bir defasında kapıdaki gözcü arkadaş heyecanla nöbetçi subayının
geldiğini işaret etmiş ve Mustafa Kemal üzgün ve öfkeli bir halde kürsüden inmek
zorunda kalmıştı. Harp Akademisinin ya iki veya üçüncü sınıfında idik. Mustafa Kemal
sıladan, yani Selanik’ten annesinin yanın­dan dönmüştü. Çok üzüntülüydü. Zaten,
onu her sıla dö­nüşü Böyle üzüntülü görmeye alışmıştık. Tatil dolayısıy­la Selanik’te

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


bulunduğu sürede, Fransız okulunun lisan kurslarına katıldığını söylemiştim. Kurs
öğretmeni Papaz kendisine hem ders veriyor, hem de Figaro gazetelerin­den Osmanlı
İmparatorluğu’yla ilgili haber ve makaleleri okuyordu. Bütün bu yayınlar, Osmanlı
imparatorluğunun çökmek üzere olduğunu gösteriyordu. Üzüntüsü buradan geliyordu.
Cuma akşamı bu üzüntü ile kürsüye çıkan Mustafa Kemal şöyle demişti:

«Arkadaşlarım... Sizlere üzülerek ifade etmek zo­rundayım ki, Osmanlı


imparatorluğunun temelleri Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır. Rumeli’de Sırp,
Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar, dedelerimizin kanları pahasına
aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak gayretindedirler. Bu bölgede orduların
başında bulunan komutanlar açz içindedirler. Avrupalıların «Kızıl Sultan» adını
verdikleri Padişah Abdülhamit ise, orduya bakma­maktadır. Aylardan beri maaş
alamayan subayların bu­lunduğunu öğrendim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Pa­
dişah, sarayında keyf ve âlemler içindedir. Bu asırda böyle hükümdarı bulunan bir
devleti kolay yaşatmazlar».

O, bunları hiç çekinmeden söylüyordu. Korku nedir bilmeyen bir tabiatı vardı.
Bütün sınıf bu bakımdan ona hayrandık. Tarih okumak onun en büyük hevesi
ve hırsı idi. Fransızcayı da onun için çok iyi bilmek istiyordu. Osmanlı tarihini
Fransızca eserlerden okuyordu.”4

VIII. MUSTAFA KEMAL KURMAY YÜZBAŞI OLUYOR


General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır;

“Biz, Kurmay Yüzbaşılar 1904 yılı aralık ayında Harp Akademi’sini bitirdik.
Kurmay Yüz­başı olarak diploma aldık. Mustafa Kemal’in 11 ocak 1905’te mezun

4 Ihsan Ilgar, Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım Gündüz Hatıralarım, Kervan Yayınları, 65
İstanbul 1973,s.13-16.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

olduğuna dair yazılan biyografiler doğru olmasa gerek­tir.5 Harp Akademisinin birinci
sınıfında kırk üç kişi idik, yal­nız on üç arkadaş kurmay olmak hakkını kazandık.
Hatırımda yanlış kalmadı ise, üç yıllık ders notlarına göre, sıra söyle idi;

Birinci, ihsan Cihangir (Birinci Dünya Savaşı sonlarında 6 ncı, İstiklâl Savaşı’nda
Büyük Taarruz’dan kısa bir müddet önce 1. Ordu Kumandanlıklarında bulunan General
Ali ihsan Sabis).

İkinci, Asım Kütahya (Genel Kurmay ikinci Başkanlı­ğından emekli Orgeneral


Asım Gündüz),

Üçüncü. Tevfik Selanik (Mustafa Kemal’in ve benim en yakın arkadaşlarımızdan


biri (dan pek değerli bir kurmay subaydı. Genç yaşında Selanik’te vefat etti).

Dördüncü, Hayri Davutpaşa, (rahmetli general),


Beşinci, Mustafa Kemal Selanik (Atatürk),
2. Bölüm

Altıncı, Mustafa İzzet Çanakkale (rahmetli emekli al­bay),


Yedinci, Ali Şeydi Kavak (rahmetli albay),
Sekizinci, Ali Fuat Salacak (General Ali Fuat Cebesoy),
Dokuzuncu, Şevki Kıztaşı (rahmetli binbaşı),
Onuncu, Süleyman Şevket İzmir (rahmetli Prag Sefiri),
On birinci, Sedat Üsküdar (rahmetli general),
On ikinci, Kemal Ohri,
On üçüncü, Müfit Kırşehir (Cumhuriyet Devrinde Mil­letvekili Müfit özdeş).

Eğer derece son sınıfta alınan notlara göre olsaydı, Mus­tafa Kemal birinci idi.
Ne önemi var, okulda olmadı ama ha­yatta birinci, en birinci oldu.

Diğer arkadaşlar mümtaz yüzbaşı olarak mezun oldu­lar. Arif Adana ile Halil
Yenimahalle çok üzüldüler, fakat biz­leri kardeşçe ve arkadaşça tebrik ettiler. Üç, dört
yıl sonra onlar da genel bir imtihana girerek kurmay oldular. Üçüncü sınıfa geçen
Nuri Conker’in, yaşlı gözlerle Mus­tafa Kemal’in boynuna sarılarak tebrik ettiğini
hatırlarım.

Harp Akademisi’ni bitirdikten sonra Mustafa Kemal, bir kaç gün bizde
kaldı. Biz Kuzguncukla geldiğimiz zaman an­nem Zekiye Hanım; Paşa, erkânı

5 Birçok kayıtta Mustafa Kemal Paşanın akademiyi 1905’te bitirdiği yazılıdır. Oysa ki Ali Fuat
Cebesoy Paşanın belirtiği gibi 1904 yılında bitirmiştir. Çünkü Kazım Karabekir Paşa 1905’
66 te sınıf birincisi olarak Akademiyi bir sene sonra bitirmiş, bir sene Mustafa Kemal paşadan
kıdemsizdir.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

harp zabitleri (kurmay subaylar) teşrif ettiler, diye bağırarak yukarı katta oturan
babama haber verir, babam da; Buyursunlar, şimdi geliyorum, diye aşağıya iner,
elini öptürür, önce Mustafa Kemal’in sonra da benim yüzümden gözümden öperdi.

Yemekleri muhakkak bizimle beraber yer, hatta bir iki kadeh bir şey içme­mize de
izin verirdi. Annem, bunu bildiği için biz eve gelir gelmez uşağı gönderir, bakkaldan bir
kaç çeşit içki getirtirdi.6

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ

General Asım Gündüz sınıf arkadaşı Mustafa Kemal’i şöyle anlatmaktadır;

AKADEMİYİ BİTİRİYORUZ
“Harp Akademisinden 11 ocak 1904’ te mezun olduk. Her üç sınıfta da birinci
olmama rağmen, mezuniyette, ikinci­liğe düşürülmüştüm. Düştüm değil de düşürüldüm
deme­nin bir sebebi vardır. O zaman İstanbullular imtiyazlı idi­ler. Akademiyi bitirenler
arasında İstanbullular dururken, benim gibi Anadolu’nun bir kasabasından gelmiş
kimsenin birinci olması mümkün değildi. Okul idaresi, böyle bir so­nuçtan Sarayın

67
6 Cebesoy,a.g.e.,s.70-71.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

hoşlanmayacağını biliyordu. Bu maksatla benim notlarımdan kısıntı yapılmış ve


böylece Ali ihsan Cihangir’in (Ali İhsan Sabis) sınıf birincisi olması sağlanmıştı. Ali
ihsan çok kıskanç bir arkadaştı. Bu yaradılışı se­bebiyle de sınıfta kimse ile geçinemez
dost olamazdı. Sınıf arkadaşlarımız arasında ilk general olan Mustafa Kemal’di.
Ali İhsan (Sabis), Mustafa Kemal’in general ol­masını bile kıskanmış ve devrin
Sadrazamı Talât Paşa’ya bir mektup yazarak «Ben harp Akademesini birinci,
Mus­tafa Kemal beşinci olarak bitirdi. Halbuki o, benden önce generalliğe terfi
ettirildi» diye şikâyette bulunmuştu.

Sabis, Irak’taki başarılarından çok mağrurdu.


Atatürk, Malta’dan dönüşünde onu Ordu
Kumandanlığına getirmiş­ti. Halbuki Sabis,
kendisinden iki sınıf geriden gelen Garp
Cephesi Kumandanı İsmet Paşanın emrine
2. Bölüm

girmeyi hazmedemiyordu. Cephe kumandanını


küçümsüyordu. Nitekim, çok kısa bir süre
sonra başlayan geçimsizlik hemen «ihtilâf»
halini alıverdi. Sabis, hemen hemen hayatının
her döneminde Akademiyi birincilikle bitirmiş
olmasını bir im­tiyaz olarak kullanmaktan
çekinmemişti. Onun Akademiyi birincilikle
bitirdiği doğruydu ama, bir başka doğru
daha vardı ki, o da hakiki birincinin
Mustafa Kemal olduğuydu.

Ali İhsan (Sabis) Paşa Mustafa Kemal gerçekten birinci idi.


Ama, o ancak beşinci olarak Harp Akademisini
bitirdi. Bunun bir sebe­bi vardır: Harp Akademisinde hocalarımız şunlardı: Topçu Feriği
(korgenerali) Ahmet Muhtar Paşa, Pertev paşa, Hasan Rıza bey, Refik bey, Macit bey
,Ahmet Muhtar paşa, yazılı imtihanlarda kim daha çok yazarsa ona en iyi notu verirdi.
İmtihan kâğıtlarını okumazdı. Ahmet Muhtar paşa sık sık «güzel yazı yazmak allah
vergisidir, herkese nasip olmaz» derdi.

Aramızda tarihe en meraklı ve tarihi en iyi bilenler Mustafa Kemal ile


Halil’di (Enver Paşanın amcası sonra Ordu Kumandanı olan Halil Paşa (Kut).
Halil Kurmay olamamış, mümtaz çıkmıştı. O imtihanlarda daima uzun yazar ve
en yüksek notu alır­dı. Mustafa Kemal ise, konuyu uzatmadan sorunun cevabı­
nı en kısa şekilde verirdi. Bu yüzden daima notu eksik olurdu. Yazılı kâğıdının
68 muhtevasının en doğru, en mükem­mel olmasına rağmen... Kaç defa kendisine
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

«Kemal, şu inadı bırak da sen de biraz uzun yaz» dediğimi hatırlıyo­rum. Ama
o, her defasında böyle hareket etmenin ders, talebelik ve askerlik anlayışına ters
düştüğünü söylerdi. Onun bu tutumu birinci yerine beşinci olmasının tek se­bebi
olmuştu.”7

IX. MUSTAFA KEMAL’İ İSPİYONLAYAN SİVİL CASUS


Mustafa Kemal ve tayinlerini bekleyen bir kaç arkadaş Sirkeci’de bir pansiyon
kiraladılar. Ara sıra bu pansiyonda toplanıyor, memleket meseleleri üzerinde
konuşuyorduk. Başlıca konumuz, rejim meselesi idi. Memleketin kurtuluşu için meş­

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


rutî bir idare kurulması şarttı. Hükümdarı meşrutî idareye an­cak ordu zorlayabilirdi.
Arkadaşlar gidecekleri yerlerde bunu telkin etmeliydiler ve gizli birer teşkilât
kurmalıydılar. Bizden evvel Harp Okulu’ndan kıta subayı olarak mezun olan sınıf
arkadaşlarımız, oralarda bize bir vasat (zemin) hazırlayacaklardı. Kendimizi yalnız
hissetmeyecektik. Mustafa Kemal yine tekrar ediyordu, ,Bizim için en müsait iklim
Makedonya’dır.

Bu toplantılara katılan arkadaşlar arasında bir de sivil vardı. Fethi adında


olan bu zatı tanımıyordum. Mustafa Ke­mal’e sordum, askerlikten çıkarıldığını,
yatacak yeri ve para­sı olmadığı için burada kaldığını söyledi. Mazisi hakkında bir
bilgisi yoktu.

Yolculuk hazırlıkları çoktan başlamıştı. Yeni elbiseler yaptırıyorduk. Mustafa


Kemal ile birlikte Mercan Yokuşu’nda, o zamanın en iyi askerî terzisi olan Altın Makas’a
birer el­bise ısmarlamıştık. İkinci provasını da yaptırmıştık. Bir salı gönü almaya gittim.
Hakikaten güzel dikilmişti. Oracıkta gi­yindim, kuşandım, eski elbiselerimi de bilâhare
almak üzere orada bıraktım. Makasdar:

Arkadaşınız Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey de dün gelip elbisesini alacaktı.


Fakat uğramadı. Dedi. Aklıma fena bir şey gelmedi. Dört gündür Kuzgun­cuk’tan
İstanbul’a inmediğim için arkadaşımı da görmemiştim. Perşembe günü ona, uğrayacak,
bize götürecektim. Kâzım Zeyrek (General Kazım Karabekir)’ de gelecekti.

Altın Makas’tan çıktım, meydan muharebesi kazanmış bir mareşal esasiyle ve


kılıcımı şakırdatarak Mercan Yokuşu’ndan indim. Hayallerim gerçekleşmiş, yirmi iki
yaşında parlak bir kurmay subay olmuştum.

Nasıl Tuzağa Düşürüldük? Köprüye geldiğim zaman, bir­denbire yanımda atlı


bir araba duruverdi. içinde sarayın eczacı başısı Ahmet Refik Paşa var­dı. Bu zat

69
7 Ilgar, a.g.e., s.18-19.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

büyükannemin ahretliği Munise Hanım’ın oğlu idi. Kendisini tanıyarak selâmladım. Ne


iyi tesadüf, buyurmaz mısınız? Diye beni arabasına aldı, hal hatır sordu. Sonra birden­
bire kulağıma eğildi; Sizi büyük bir felâketten kurtarmak istiyorum oğlum. Bu yıl Erkânı
Harbiye Mektebi’nden çıkan erkânı harb ve mümtaz yüzbaşılardan bazıları bir komite
teşkil etmişler, bu komitenin başında hatırımda yalnız ismi kalan Selânikli Mustafa
Kemal Efendi varmış. Siz de komiteye dâhilmişsiniz. Aranızda para toplamışsınız.
Padişahımız efendimize Rama­zanın on beşinde Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif
ziyaretine gideceği sırada arabasına bomba atılmak üzere bir suikast hazırlanmış.
Derhal aklıma geldi.

Bu zat sadece sarayın baş eczacısı değil, aynı zamanda baş hafiyelerinden
biri idi. Sözünü kes­tim; Bu söylediklerinizin hepsi, ama hepsi yalan. Gayet sakindi.
Ben de pek ihtimal vermiyorum, diye sözüne devam etti. Mustafa Kemal Efendi’yle
diğer bir kaç yüzbaşı tevkif edildiler. Tevkif sebepleri de malûm. Şimdi beni dinleyiniz.
2. Bölüm

Ben sizin büyükannenizin yetiştirdiği bir kimse ve ailenizin bir mensubuyum. Bana
itimat ediniz. Bu sözler, o devir ve o devrin hafiyeleri hakkında bir fi­kir vermeye
yeter sanırım. Bunların mevki için, rütbe için ve para için yapmayacağı fenalık
yoktu. Bunların kendi çıkarları için uydurdukları yalanlar, birçok namuslu ve
vatanperver insanların ocağına incir dikmiş, nice aile yuvası yıkmıştı.

Aziz arkadaşım Mustafa Kemal’in tevkif edilenler ara­sında bulunması beni pek
müteessir etmişti. Demek hapsedil­diği için terziye uğrayamamış, mevzun vücuduna
o çok yakı­şacak olan elbisesini alamamıştı. Başımdan neler gelip geçtiğini o sırada
kestiremiyordum. Harp Akademisi’nden başarı ile mezun oluşumun, yeni giydi­ğim
üniformanın bana verdiği gurur, neşe ve zevk birdenbire hüzne inkılâp etti. Fakat
kendimi çabuk topladım ve sesimi yükselttim:

Eczacıbaşı Refik sarayda, beni Ka­basakal Mehmet Paşa’nın odasının yanındaki


odaya bıraktı. Köprüde neden arabasına binmiştim, bin defa nadim oldum. Fakat artık
iş işten geçmişti. Hafiye Refik, Arabada söylediklerimi unutma, sonra sen zararlı çı­
karsın diyerek çıkıp gitti. Bir süre odada yalnız kaldım. Yanım­daki odadan bazı sesler
ve gürültüler geliyordu. Belki benden önce gelen veya zorla getirilen arkadaşlara
zulüm yapıyor­lar diye düşündüm. Acaba bunların arasında Mustafa Kemal de var mı
idi? Gürültüler sona ererken içeriye bir perde ça­vuşu girdi, selâm vermek lüzumunu
bile duymadan, Buyurun, paşa hazretlerinin yanına gideceğiz. Dedi ve yürüdü. Ben
de yürüdüm. Acaba bu paşa hazret­leri de kimdi? Birden kendimi Kabasakal Mehmet
Paşa’nın huzurunda buldum. Beni derhal tanıdı. İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil
mi? Diye sordu ve sonra ilâve etti, Bundan dört beş yıl evvel ağabeyinizle beraber bir
70 defa daha buraya gelmiştiniz. O vakit masum olduğunuz anlaşıl­mıştı. Fakat bu defaki
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

hâdise çok mühim. Her şeyi olduğu gi­bi anlatacağınızı padişahımız efendimize olan
sadakatinizden beklerim. yapılan iftiranın tamamen uy­durma olduğunu, para toplama
meselesinin hainine bir surette değiştirilmesinden ileri geldiğini ilâve ederek dedim
ki, hiç birimiz, padişahımız ve başkumandanımıza karşı sadakatten gayri bir şey
düşünmüyoruz. Ne söylesem boştu. Sözlerimin, yelpaze sakallı paşa üze­rinde hiç bîr
etkisi olmadığını görüyordum. Zaten beni fazla konuşturmadı ,doğruyu söyleyecek
misiniz, söylemeyecek misiniz, önce buna cevap verin. Yoksa ben şiddet kullanmasını
da bilirim. Israr ettim, Yapmış olduğum sadakat yemininden asla inhiraf et­meden
tekrarlıyorum. Söylediklerimin hepsi doğrudur. Bun­lardan gayrisi yalandır, iftiradır.

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


Cevabım sert, fakat askerce olmuştu. Bunun üzerine Paşa, oturduğu masadan
hiddet ve şiddetle kalktı, zile bastı, içeriye uzun boylu, güçlü kuvvetli iki perde çavuşu
girdi. Ben ne ola­cak diye bakıyordum. Kabasakal Mehmet Paşa masanın altın­dan uzun
bir değnek aldı ve çavuşlara, Yüzbaşıyı çeviriniz, darp cezası tatbik edeceğim. Perde
çavuşları üzerime yürürken bütün gücümle karşı koyarak bağırdım, Padişahımızın da
tasdik buyurdukları ceza kanununda bir asker, askerlikten tart edilmedikçe ve üniforması
üzerin­den alınmadıkça hükmen darp cezası tatbik edilemez. Siz, baş­kumandanımız ve
padişahımızın sarayında onun tasdik ettiği kanuna karşı gelemezsiniz. Eğer gelirseniz,
ben de onun bana verdiği bu şerefli rütbenin hakkını var kuvvetimle müdafaaya kalkarım.
O vakit hakiki suçlu ben değil, siz olursunuz, işte bu kadar. Kabasakal Mehmet Paşa,
biraz duraladı. Önce bir şeyler söylemek istedi. Sonra vazgeçti. Perde çavuşlarına, Alın
yüzbaşı efendiyi, götürün ,emrini verdi. Önce sarayda muhafaza altında kaldım.

Er­tesi günü Harp Okulu’ndaki zabıtan tevkifhanesine gönderdi­ler. Bir gün


sonra Mustafa Kemal’in de oraya getirildiğini öğrendim. Resmen karşılıklı
görüşmeden menedilmiştik ama, temas ça­relerini aradım buldum. Arkadaşımın da
tevkif sebebini öğ­rendim. Onu ve diğer arkadaşlarımı, acıyarak evlerine aldıkları
ve yardım ettikleri askerlikten matrut Fethi ihbar etmiş­ti. Meğer bu zat, Askerî
Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşanın casuslarından biri imiş.

Benim gibi Mustafa Kemal’in de sorgusu sarayda yapılmıştı. Sorguda Kabasakal


Mehmet Paşa’dan başka Mabeyin Başkâtibi Tahsin ve Zülüflü İsmail Pa­şa’lar da bizzat
hazır bulunmuşlardı. Ben hapishanede yirmi gün kadar kaldım. Bayramı müte­akip
serbest bıraktılar ve dediler ki; İstanbul’dan bir yere ayrılmayınız, hakkınızda yapıla­
cak tebligata intizar ediniz. Mustafa Kemal liderdi ve benden bir hafta veya on gün
sonra serbest bırakıldı. Tevkifhaneden kurtulmuş olmamıza rağmen huzursuzluk devam
ediyordu. Her gün başka bir rivayet çıkıyordu. Kâh sürgüne gönderileceğimiz, kâh
askerlikten tardedileceğimiz söyleniyordu. Eğer sürgün edilirsek, Avrupa’ya kaçmayı
71
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

ve mücadelemize orada devam etmeyi düşünüyorduk.

Korktuğumuz başımıza gelmedi. Ne tart edildik, ne de sür­güne gönderildik.


Bunda zamanın Seraskeri Rıza Paşa Önem­li bir rol oynamış, duruma bizim
lehimizde müdahale etmişti. Makedonya’da karışıklıklar birbirini kovalıyordu.
Tam ve mutlak bir asayiş olduğu iddia edilemezdi. Sırp ve Bulgar çe­teleri
dağlara çıkıyor, Müslüman köylerini basıyorlardı. Arna­vutluk’taki durum da
pek iyi sayılmazdı. Ordu birlikleri asa­yişi korumakla, eşkıya çetelerini tenkil ile
uğraşıyordu. Harp Akademisi’ni bitiren kurmay subaylarla, Akademi’de okudu­
ğu halde kurmay olamayan mümtaz yüzbaşılar, bu bölgeye gönderiliyordu.
Mustafa Kemal ile ben merkezi Selanik’te bu­lunan 3. Ordu’ya verileceğimizi
tahmin ediyorduk. Artık Selanik’te bana misafir olursun. Diyordu. Tevfik Selanik
de bana bir oda verebileceğini söy­lüyordu. Evinin bahçesindeki meyve ağaçlarını
sayıp dökü­yordu. Biz kendi kendimize gelin güvey oluyorduk. Başka bir yere
2. Bölüm

gönderileceğimiz hiç aklımıza gelmiyordu.

Bir müddet sonra bizi o zamanki adı Erkânı Harbiye Dai­resi olan Genel Kurmaya
çağırdılar ve müjdeyi verdiler. 2. Ordu ile 3. Ordu’ya gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. 2.
Ordu’nun merkezi Edirne idi. Askerî bir heyet, genç subay­lara Kur’a çekileceğini, fakat
subaylar eğer aralarında anla­şırlarsa, buna lüzum olmayacağını bildirdi. Arkadaşlar göz
göze geldik. Mustafa Kemal, bana gayet yavaş, 3 üncü ordu, dedi. Arkadaşlar başka
bir odada toplandık. Bir iki dakika içinde aramızda bir taksim yaptık. Ben, Mustafa
Kemal ve di­ğer üç kurmay subay arkadaş 3 üncü, diğerleri 2 nci Ordu’ya talip olduk.
Fakat bu bir kaç dakika içinde uyuşuvermemiz, şüphe uyandırdı. Ertesi günü bizlere
bir kısmımızın 4. ve bir kısmımızın da Şam’da bulunan 5. Ordu’ya tayin edildi­ğimizi
bildirdiler. Sarayın, olaya müdahale ettiği açıktı. Her ne kadar Serasker Rıza Paşa:
ikinci ve üçüncü ordularda böyle iyi yetişmiş erkânı harp ve mümtaz zabitlere daha çok
ihtiyaç vardır. Diye diretmek istemiş ise de teklifi kabul edilmemişti. Olaydan çok yıllar
sonra Serasker Rıza Paşa’nın oğlu Sürey­ya (Rahmetli Süreyya ilmen) Paşa bize dedi ki,
Babam, çok ısrar etti ise de, sözünü saraya dinleteme­di. Bunda Zülüflü İsmail Paşa’nın
menfi bir rol oynadığı mu­hakkaktır. Saray sizlerden şüpheleniyordu.

Kuzguncukta Geçirdiğimiz Son Gece


Mustafa Kemal‘de, ben de müteessir olmuştuk. Hayallerimiz tahakkuk etmemişti.
Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Seraskerlik Dairesi’nden ay­rıldıktan sonra, bir
faytona atlayarak Galata’ya gelmiştik. Yolda hiç konuşmamıştık. Arkadaşım, Haydi,
Beyoğlu’na çıkalım, Zeuve’nin birahanesine uğrayalım. Dedi. Ben, bizim eve gidelim.
Diye ısrar ettim, itiraz etmedi. Fakat üzgün hali devam ediyordu.
72
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Yolda, Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra annesine yakında


Selânik’e geleceğini yazdığını söyledi. Zavallı anneciğim, beni çok bekliyecek
derken, gözlerinin
nemlendiğini gördüm. Eve
geldiğimiz zaman akşam olmak
üzere idi. Hava oldukça
soğuktu. Allahtan emektar
uşağımız, Boğaz’a ve İstanbul’a
nazır olan alt kattaki büyük
odanın çini sobasını daha önce

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


yakmıştı.8

X. MUSTAFA KEMAL
İSTANBUL’DAN
5. ORDU’YA ŞAM
TAYİN OLDU
General Ali Fuat Cebesoy
sınıf arkadaşı, Mareşal
Mustafa Kemal Atatürk’ü
şöyle anlatmaktadır;

“5. Ordu’ya, 5 Şubat


1905’de tayin edilmiştik.
Hazırlıklarımızı kısa zamanda
tamamladık. İstanbul’da
daha fazla kalmak tehlikeli
idi. Yeni yeni hafiyelerin
karşımıza çıkması ve saraya
jurnal verilmesi her zaman için
mümkündü. Aynı günlerde çanta­sında Jön Türklerin Avrupa’da yayınladıkları derginin
son sa­yısı bulunduğu için genç Tıbbiyelilerden birinin tevkif edildi­ğini duymuştuk.

73
8 Cebesoy,a.g.e.,s.70-81.
2. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Mustafa Kemal, ben, Müfit Kırşehir ve diğer bazı mümtaz yüzbaşılar


İstanbul Limanından kalkan bir Nemse (Avusturya) vapuruyla Beyrut’a hareket
ettik. Soğuk ve karlı bir hava idi. Buna rağ­men üç kurmay arkadaş, geminin
güvertesinde bir hayli kal­dık. Teessürümüz artık geçmişti. Çünkü biz, bu mübarek
ve aziz askerlik mesleğini seviyorduk. Mustafa Kemal; Bizim için hayat yeni
başlıyor,dedi. Mustafa Kemal 30., Müfit Kırşe­hir 29. Süvari Alaylarına Kurmaylık
Stajı için tayin edildiler. Bunların merkezi Şam’dı. Mustafa Kemal’in Suriye’deki
Mustafa Kemal, nihayet emeline muvaffak oldu. «Vatan ve Hürriyet Cemiyeti» adını
verdiği gizli teşkilâtı Şam’da kurdu.9

74
9 Cebesoy, a.g.e., s.90.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

1906 yılı ekiminin bir gecesi Mustafa Kemal, Otuzuncu Süvari Alayı Komutanı
Lütfi, Kurmay Yüzbaşı Müfit (rahmetli Kırşehir Milletvekili Müfit Özdeş), Doktor
Mahmut, tüccar Mustafa Bey’in evinde toplanarak Vatan ve Hürriyet Derneğini
kurdular. Bu gizli devrim derneğinin Suriye ve yöresinde örgütlenme görevini Mustafa
Kemal üstlendi ve çeşitli asker birliklerinde staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve
Kudüs’e giderek bu örgütlenmeyi sağladı. Yafa’da daha çok kaldı. Buradaki örgüt daha
güçlü oldu; fakat Suriye’deki çalışmalar istenilen düzeye ulaşamadı.10

XI. MUSTAFA KEMAL ŞAM’DAN 3. ORDU’YA MANASTIR–


MAKEDONYA’YA TAYİN OLDU

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ

Kolağası (Kıdemli Kur. Yüzbaşı) Mustafa Kemal (1909)

Şam’da topçu stajını tamamlıyan Mustafa Kemal, 20 Haziran 1907’de


kolağası oldu. Kolağalığı yüzbaşılık ile binbaşılık arasın­da bir rütbe idi. 5. Ordu
Kurmay Dairesi’ne atanmıştı. Aynı ta­rihlerde ben de stajımı bitirmiş, Topçu
Numune alayındaki tabiye öğretmenliği üzerimde kalmak üzere, 3. Ordu Müşirliği
Kurmay Dairesi’nde görev almıştım. Bir kaç ay sonra, Si­sam’da patlak veren
isyanı bastırmak amacıyla alelacele teş­kil olunan nişancı taburuna kumandan
tâyin olundum. Rütbem kol ağalığına yükseldi.

75
10 İğdemir, a.g.e., s.9-10.
2. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Fakat bizi Selanik’ten olay yerine gö­türecek olan «Âsâr-ı Tevfik» zırhlısının
gelmesi geciktiği için o sırada Karaferiye bölgesinde birdenbire başkaldıran çete­
lerin tenkili (imhası) daha Önemli görülmüş, bu sefer Karaferiye ku­mandanlığına
atanmıştım.

76
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


1900 ayaklanmasında, önlerine
gelen Türk ve Müslümanı
öldüren yerli Rum çetecilerden
bir grub.

İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal’den sevinçli bir mek­tup aldım. Tayininin


3. Ordu’ya çıkmak üzere olduğunu bil­diriyor, Selanik’te kalabilmesi için derhal
harekete geçmemi istiyordu.

Mustafa Kemal, sonraları bu tayinin nasıl olduğunu şöyle, anlatmıştı; «Bir


taraftan Şam’da Erkânı Harbiye Dairesi’nde vazifeme devam ederken, diğer taraftan da
bir an önce Makedonya’ya geçmek çarelerini arıyordum. Haydar vasıtasıyla Müşir Hak­
kı Paşa’ya ricalarımı tekrarlıyordum. Beni daha başka des­tekleyen arkadaşlar da vardı.
Atış talimnamesinin hazırlanma­sında gayretlerimi takdir eden Ordu Talim ve Terbiye
Heyeti Reisi Miralay Şeref Bey de bunlar arasında idi. O sıralarda Hakkı Paşa’nın
Akabe meselesi yüzünden Yıldız Sarayı ile arası açıldığı ve infial edeceği şayiaları
dolaşıyordu. Eğer Hakkı Paşa ayrılırsa, benim naklim suya düşmüş olacaktı. Teessürüm
günden güne artıyordu. Nihayet Haki Paşa bir gün beni çağırdı ve sordu; Üçüncü
Ordu’ya nakletmek istiyormuşsunuz, öyle mi? Tensip buyurulursa, evet paşa
hazretleri, cevabını verdim. Müşir başka bir şey sormadı, fakat hal ve tavrından
muvafakat ettiğini anlamıştım. Ertesi günü er­ken saatlerde beni bulan Haydar,
tekmil haberini verdi, Bir aksilik çıkmazsa, bu iş tamam. Allaha şükürler olsun,
77
bir aksilik çıkmadı.» Mustafa Kemal’den gelen mektubu alır almaz, derhal Rahmi
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Bey’le görüştüm, Kurmay Dairesi’nde benden boşalan yere arkadaşımın tayini


için tavassut etmesini rica ettim. Rah­mi, 3. Ordu Müşiri Hayri Paşa ile ailece
görüşüyordu. Esasen ben de Hayri Paşa’nın yardımıyla Selanik’te kalabilmiştim.
Mustafa Kemal’i, daha önceden tanıyan Rahmi Bey: Bu iş kolay, dedi.
2. Bölüm

İttihad ve Terakki’nin diğer önemli isimlerinden biri Tal’at Paşa’ydı... Üstte onun Almanya’ya
yaptığı seyahat sırasında çekilmiş bir resmi...

Haydi şimdi seninle Talât’a (Talat Paşa) gidelim. Talât, genç kurmay subayları
İttihat ve Terakki içinde toplamayı candan arzuluyordu. O da muvafakat etti. ikisi
bir­den Müşir Hayri Paşa ile onun Kurmay Başkanı Kolonyalı Süleyman Paşazade
Ali Rıza Paşa nezdinde teşebbüse geçti­ler. Kurmay heyetinde bulunan genç
subayların çoğunluğu esa­sen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faal azaları idiler.
Onlar da ellerinden gelen yardımı yapacaklardı.
Selânik-Zibefce Doğu demiryolları hat müfettişi olan Kol­ağası Pirlepeli Ali Fethi’yi
gördüm. Mustafa Kemal’in Selâ­nik’e geleceğini müjdeledim. Haberim var, Binbaşı
Cemal söyledi dedi. Demek Talât ve Rahmi Bey’ler Cemiyetin diğer as­ker üyelerine de
haber vermişlerdi.Karaferiye’ye huzur içinde hareket ettim.
Mustafa Kemal, 16 eylül 1907 de 3. Ordu’ya nakledildi. An­cak Selânik’e daha
varmadan Müşirlik Dairesi, onu Manastır’a tayin etmişti. Tabiî bu bir formalite idi.
78 Çünkü ordu merkezi Manastır’dı. Selanik’te daha yüksek bir makam olmak üzere
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Müşirlik ve onun maiyetinde bir kurmay heyeti vardı. Mustafa Kemal Selânik’e
gelince, bir kolayını buldular ve kurmay heyetinde görevlendirdiler. Sınıf arkadaşım
Mustafa Ke­mal’i görmeyeli nerede ise bir yıl olacaktı. Bununla beraber birbirimizi
daima aramış, sor­muş ve mektuplaşmıştık. Fakat bu bizim için kâfi değildi.

HARP AKADEMİSİ ÖĞRENİMİ


Mustafa Kemal Atatürk, Harbiyeli olduğu yıllarda annesi Zübeyde Hanım ve kızkardeşi Makbule
Hanım ile...

Karaferiye’ye hareketimden önce Zübeyde Hanım’ı ziya­ret etmiş, oğlunun geleceği


müjdesini, kendisine ilk defa ben vermiştim. O akşam çok işim olduğu halde beni
bırakmamış, yemeğe alıkoymuştu. iki yıla yakın bir zaman hasret kaldığı yavrucuğuna
yakında kavuşacağı için çok memnundu. Bana da dualar etti isyan mıntıkasına gittiğimi
söylediğim zaman; “Aman oğlum, kendine çok dikkat et, çetelerin dini ima­nı
yoktur.” diye nasihatlerde bulunmuştu. Çetelerle yapılan müsade­melerde nice genç
subayların şehit düştüğünü biliyordu. Mustafa Kemal’in, Selânik’e geldiğini ve
3. Ordu Maiyet Kurmay Heyeti’nde göreve başladığını Karaferiye’de haber al­
dım. Selanik’le Karaferiye arası trenle üç saatti. Fakat ku­manda mevkiini bırakarak
arkadaşımı görmeye gidemedim. Bir perşembe günü akşamı, Karaferiye istasyonunda
tre­nin gelmesini bekliyordum. Trenden çıkan subaylar arasında Mustafa Kemal’i
görünce şaşırdım. Sarılıp öpüştük. Seni ziyarete geldim. Dedi. Kaldığım eve gittik.
Yemek yedik, bir kaç kadeh içki aldık ve sabaha kadar konuştuk, dertleştik.11

79
11 Cebesoy,a.g.e.s.110-112.
Mustafa Kemal Atatürk, Kâzım Özalp ve General
Emin Koral ile törene giderken – 29 Ekim 1925
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
I. Atatürkçü Düşünce Sistemi
Osmanlı Devleti’nin 1’inci Dünya Harbi’nde yenilmesi ve imzalanan Mondros
mütarekesi ile Padişah Vahdettin ve sadrazam Damat Ferit paşa hükümeti zaafîyet içine
düşmüştür. Bu durum, ülkeyi ve milleti yok olmaya doğru götürmüştür. Mevcut padişah
ve hükümet ile bir şey yapmanın im­kansız olduğu anlaşılmıştır. Amaç; milli egemenliğe
dayalı yeni bir devlet kurmaktır. Bu düşünce doğrultusunda İstiklal Savaşı kazanılır
ve 1923’de Cumhuriyet ilan edilir. Artık geriye dönüş olamaz. Akılcılık ve Bilim yolu
içinde ilerlenecektir.
Derin tarih kültürü Atatürkçü düşünce sisteminin oluşmasında en büyük etkendir.
Yaradılıştan sahip olduğu dehasıyla Mustafa Kemal Atatürk, yeni kurulan devletin
yok olmaması için yüzlerce yıl denenen ama artık işleme gücünü tümden kaybetmiş
kurumlara dönülmemesi gereğini anlamıştır. Ayrıca 1911 yılından beri mücadele ettiği
Türkleri yok etmeğe çalışan emperyalizmin oyununa gelmemek için bağımsızlıktan
taviz verilmemesi fikrinde bilinçli ve kararlıdır. İşte Atatürkçü Düşünce Sistemi
bütün olayları akıl yoluyla değerlendirmesi ve tarih bilinci ile yo­rumlaması sonucu
oluşmuştur.

81
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha


sahip olması, devletin millet egemenliği esasına da­yandırılması, aklın ve ilmin
rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı
ile temel esasları Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına, fikir hayatına,
eko­nomik hayata ve toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi fi­kirlere ve
ilkelere Atatürkçülük, bu düşünce sistemine de Atatürkçü Düşünce Sistemi denir.
3. Bölüm

Ankara Palas’ta gerçekleştirilen Cumhuriyet Balosu (29 Ekim 1929)

Atatürkçülük, çağdaşlaşma yolunda sürekli bir atılımın ve gelişmenin içinde


olmayı gerektirir. Bu gelişmeyi ve ilerlemeyi hazırlayacak ortam ise, laik devlet ve
laik toplum düzenidir. Atatürkçü Düşünce Sistemi, aklın ve mantığın ışığında bugünün
olduğu kadar geleceğin de ihtiyaçlarına cevap verir. Kendisini daima yenileyen çağdaş
bir görüşü simgeler. Bu özellikleri sebebiyle, her kuşağın kaçınılmaz hayat felsefesi ve
vazgeçilmez yaşam tarzı olarak değerini muhafaza eder. Çünkü Atatürkçülüğün amacı,
zamanın gereklerine uymak ve her çağda çağdaş kalabilmektir. İşte Atatürkçü Düşünce
sisteminin Türk Milleti için önemi ve değeri bu noktada düğümlenmektedir. Atatürkçü
düşünce, ülke gerçeklerinden, Türk Milletinin ihtiyaç ve isteklerinden ve nihayet Türk
82 tarihinin yapraklarından kaynak­lanmaktadır. Bu bakımdan, ferdi bir düşünce değil, tüm
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Türk Mil­letinin müşterek arzu ve eğilimlerinin bir simgesidir. Akıl, bilim ve teknik
rehber olarak alınmaktadır.

“Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek


isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse,
manevi mirasçılarım olurlar” diyen Atatürk, Atatürkçü Düşünce Sisteminin esasını
bu ifadeleriyle belirtmiştir.1

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ

1 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, Atatürk İlkeleri ve İnkılapları, Harp Akademileri Basımevi, 83
İstanbul 1998,s.1-2.
Haydar Paşa Garı’ndan çıkarken (1929)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ATATÜRK İLKELERİ
Atatürk İlkeleri, çağdaşlaşma yönünü belirleyen ve Atatürk İnkılaplarına temel
teşkil eden fikir ve düşüncelerdir. Atatürkçü Düşünce Sistemi içinde birbirine bağlı bir
bütün oluşturan Atatürk îlke ve İnkılapları, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa
zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır.

Atatürk İlkeleri altı ana başlık altında toplanmaktadır.

1. Devletçilik İlkesi

2. Milliyetçilik İlkesi,

3. Halkçılık İlkesi,

4. Cumhuriyetçilik İlkesi,

5. İnkılapçılık İlkesi,

6. Laiklik ilkesidir.

Bu ilkeler, Atatürk’ün devlet anlayışına hakim olan Milli Dev­let, Tam Bağımsızlık,
Milli Egemenlik ve Çağdaşlaşma (Modern­leşme) hedefinden kaynaklanmaktadır.
Atatürk İlkeleri, önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkasının Program
ilkeleri olarak benimsenmiştir. 5 Şubat 1937’de çıkarılan bir kanunla 1924
Anayasasına ithal edilen bu ilke­ler, çıkarılan yeni kanunla hukuken de Türk
Milletine mal edilmiştir.

I. DEVLETÇİLİK İLKESİ
Devletçilik, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yapılması demektir. Devletçilik, kamu
menfaati nedeni ile devletin bazı faaliyet alan­larına katılması, demektir. 1 Mart 1922’de
devletçiliği dile getiren Atatürk, “Ekonomi politi­kamızın önemli amaçlarından biri
de; toplumun genel fay­dasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile, eko­
nomik alandaki teşebbüsleri, mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak
devletleştirmektir”demiştir. Atatürk’ün burada devletleştirmeden maksadı,yabancıların
elindekileri devralarak, özel sektör gelişinceye kadar devlet eliyle işletmecilik demektir.
Mali ve teknik imkanlarımızın elverdiği ölçüde, devlet eliyle işletmecilik demektir. Asıl
anlamı ile dev­letçiliktir.

85
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Bu husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş dönemlerinde ekonomik hayatın


kurulması ve geliştirilmesi için tek çözüm ola­rak tesbit edilmiş olup, özel teşebbüsün
gelişmesine paralel olarak, devletin ekonomik hayata iştiraki ve müdahalesi, giderek,
icracılıktan plancılığa doğru yönelip, ticari faaliyetleri özel sektöre devredip, devletin
yapacağı, yol, okul, hastane gibi, eğitim, sağlık ve ulaştırmaya yönelmiştir. Bunu,
devletçiliğin evrimi olarak kabul etmek gerekir.

Atatürk, Türk Devletçilik anlayışının yanlış yorumlara yer bırakmayacak şekilde


açıklanmasını, siyasi rejimlere karşı duru­munu da bir diğer yazılı açıklamasında şöyle
4. Bölüm

belirtmiştir. “Bizim takibini uygun gördüğümüz, “Mutedil Devletçilik” prensibi;


bütün istahsal ve tevzi vasıtalarını fertlerden ala­rak, milleti büsbütün başka
esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit
kollektivizm yahut komünizm gibi şahsın özgürce hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs
ve faaliyetine imkan veren bir sistem değildir.”1

Özet ola­rak bizim güttüğümüz “devletçilik”, ferdî çalışma ve fa­aliyeti esas tutmakla
beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi bayındırlığa
eriş­tirmek için milletin genel ve yüksek menfaatlerinin ge­rektiği işlerde Özellikle
86
1 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e., s.3-7.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ekonomik alanda, devleti fiilen ilgilendirmektir. 2


(Afet İnan, M. Kemal Ata­türk’ten
Yazdıklarım, s.. 66- 67)

II. MİLLİYETÇİLİK İLKESİ


Millet; toplum hayatında ulaşılan son amaçtır. Millet, tarihi ve sosyolojik bakımdan
bir evreye ulaşmış ve belirli nitelik ve koşulları olan bir topluluktur. Milletin temelleri,
ideal ve bağımsızlıkla çizilmiş, açık bir tarih bilincine dayanan, vatan ve vatandaki
maddi ve manevi değer kaynaklardır. Millet, her şeyden önce sınırları tarihte hazırlanmış
ve mücadelelerle çizilmiş olan bir vatana dayanır. Millet, bu vatan üzerinde aynı dille,
aym duyguyla bir kültür birliği kuran, bir bütün haline gelmiş, bilinçli halk kule­
sidir.

Millet, arz ettiği özellikler nedeniyle ırk, kavim ve ümmetten ayrılır. Kısacası
millet; tarihi, sosyal, siyasi ve hukuki bir gerçektir. Atatürk, millet ye milliyetçilik
kavramlarını; 1931 yılında kaleme aldığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı eserde
açıklanmak­tadır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Halkına Türk Milleti denir”
diyen Atatürk, Türk Milletinin teşekkülünde etkili olduğu görülen “Doğal” ve “Tarihi”
olayları da şu şekilde belirtmektedir:

Siyasi varlıkta birlik, Dil birliği, Yurt birliği, Irk ve menşe birliği, Tarihi yakınlık,
Ahlaki yakınlık. Türk Milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartların diğer milletlerde
tam olarak bulunamayacağına dikkat çeken Atatürk’ün, her millete uyabilecek “millet”
tarifi ise şöyledir: Zengin bir hatıralar mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak
konusunda ortak arzu ve istekte sami­mi olan, sahip olunan mirasın korunmasına
beraber devam etmek hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden
meyda­na gelen topluma millet denir. Bu tanım incelenirse aynı kültüre sahip olan
ATATÜRK İLKELERİ

insanlardan oluşan topluma millet denir dersek, milletin en kısa tanımını yapmış oluruz.

Atatürk’ün bu konu ile ilgili bazı ifadeleri: “Türk Milleti, millet olma vasfı olan
bağımsızlığına tarih var olduğundan beri sahiptir.”

“Efendiler, Türk halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklali hayati bir
gerek terakki etmiş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet tutsak yaşamamıştır;
yaşayamaz ve yaşamayacaktır.”

“Türk Milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet
tesis ederek bütün felaketlerin karşısına sahip olduğu kabiliyet ve kudret ile ortaya
çıktı.”

87
2 Bin İki Yüz Seksen Üç, Kara Harp Okulu Çizgi Ötesi Yayınları, Ankara 1998, s.81-82.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

“Ben milletin bu yüce manevi şahsiyeti içinde bir naçiz ferdi olmakla bahtiyarım.
Efendiler, milletin tümü manevi bir şahıs halinde ve bir bütünleşmiş kitle şeklinde
göründü ve bu ulvi birliği muhafaza ederek ona düşman olanları yok etti.”

“Yapılan büyük şeyler kabiliyetli ve büyük Türk Milleti tarafından yapılmıştır.


Milletimiz, birlik, bütünlük, fikir, his ve azim birliği sayesinde muvaffak olmuştur.”

“Emin olunuz; böyle bir neticeyi dünyada hiç bir millet kolaylıkla meydana
getirmemiştir. Milletimizin çok cevher­li, çok kabiliyetli, diğer milletlere çok üstün
olduğunu bu mücadelede gösterdiği şuurla, azimle ve yiğitlikle pek güzel ispat etti.”

“Efendiler! Böyle evlatlardan meydana gelen bir millet elbette hakkını, bağımsızlığını
bütün manası ile ko­rumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum
etmeye kalkışmak hayalperestliktir.”

“Kati olarak bilinmelidir ki, Türk Milletinin milli dili ve milli benliği bütün
hayatında hadim ve esas kalacaktır.”

Türk milliyetçiliği, milletin oluşmasında tarih, inanç ve kültürün ortak rolünü


kabul eder; fakat milleti ümmet ile karıştırmaz. Milliyetçilik, bu özelliği nedeniyle
laiklik İlkesi ile doğrudan bağlantılıdır. Türk milliyetçiliği, milli hudutları hedef tutar,
Ülke-Millet bütünlüğüne önem verir; emperyalist değil, realisttir.

Türk milliyetçiliği; ırkçılığın her çeşidine, kozmopolitizme, kökten dinciliğe,


bolşevizme ve komünizme karşıdır. Diğer milletlere ve milliyetlere saygılı olup,
ürettiği her şeyi tüm insanlık alemi ile paylaşmayı esas alır. Özet olarak Türk
milliyetçiliği; akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici,
yüceltici, insani ve barışçıdır.

Sonuç olarak Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı dış Türkler konu­sunda duyarlı,


dayanışma halinde, yardıma hazır ancak, hayale ve maceraya yer vermeden,
mantıklı, imkan sınırları ve Öncelikleri hesaplı ve bilimsel olmayı öngörmektedir.3
4. Bölüm

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz, Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin


dayanağı Türk topluluğu­dur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu
olursa o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvet­li olur. (Afet İnan, M. Kemal
Atatürk’ten Yazdıklarım, s.,88.)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbul­lu, Trakyalı ve


Makedonyalı, hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.4 (M.
Kemal KOP, Ata­türk Diyarbakır’da, s., 4.)

88 3 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e.,s.9-15.


4 Bin İki Yüz Seksen Üç, a.g.e.,s.79.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ATATÜRK İLKELERİ

“Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün cihan öğrenecektir!”

ATATÜRK’ÜN YAKIN ARKADAŞI GENERAL ALİ FUAT CEBESOY MUSTAFA


KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLDUĞUNU ANLATIR.

“Mustafa Kemal samîmi bir Türk milliyetçisi idi. Bunun en canlı misaline Yafa’da
şahit ol­dum. Cumhuriyet Devrinde Çankaya’da bir kaç defa da ayrın­tıları ile kendisinden
dinledim. Mustafa Kemal, 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere daha özel
muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını
gördükçe müteessir oluyordu. Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygusundan
ne za­man kurtulacağız? diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum.5” diye anlatır.

89
5 Cebesoy, a.g.e.,s.98.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

III. HALKÇILIK İLKESİ


Halk kelime manası olarak “Yaratılmış” anlamına gelen insan topluluğudur. Eski
dilde “Ahali” kelimesi de aynı şeyi ifade eder. Türkiye halkı dediğimizde Türkiye’de
yaşayan insan toplu­luğu anlaşılır.

Atatürkçü görüşte halkın tek bir anlamı vardır; Türkiye tek sınıflı bir memlekettir.
Bu sınıfın ismi de halktır. Halk Fırkasının 1923 tarihli nizamnamesi halkı şöyle tarif
eder.”Halk Fırkası nazarında halk mefhumu; herhangi sınıfa bağlı değildir. Hiçbir
imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle, kanun nazarında mutlak bir
4. Bölüm

eşitliği kabul eden; bütün fertler halktandır.”

Halkçılığın birinci unsuru demokratlıktır. İkinci unsuru, mille­tin genel hakları


dışında hiçbir kişiye veya topluma ayrıcalık tanımamaktır. Üçüncü unsur, sınıf
mücadelesini kabul etmemek­tir. Diğer bir ifade ile Halkçılık îlkesi, Türk toplumunda
fert, aile, zümre ve sınıf hakimiyetinin olamayacağı, bütün millet fertlerinin kanun
önünde eşitliğini esas kabul eden bir kavramdır.

Türk İnkılabının halkçılık anlayışı; vatanı, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün


kabul eden görüşten kaynaklanmaktadır. Türk toplumunda bir sınıfın diğer sınıf
90 veya sınıflar üzerine hakimiyet kurması Atatürkçü halkçılık ilkesi ile bağdaşamaz.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Halkçılığın hedefi, demokratik-sosyal ve ekonomik alanda ve çağdaşlaşma yolunda


ilerlemektir.

Bu ilkede millete efendilik yoktur; hizmet etme vardır. Millete hizmet eden
onun efendisi olur.6

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. (Afet İnan -
Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 351.)
ATATÜRK İLKELERİ

Türkiye halkı ırkça, dince ve kültürce ortak, birbirle­rine karşılıklı hürmet ve


fedekârlık hisleriyle dolu, kader­leri ve menfaatleri müşterek olan sosyal bir toplumdur.
(Söylev ve Demeçler, c.I, s. 211.)

Bence bizim milletimiz, birbirinden çok farklı çıkar­ları olan ve bu itibarla


birbirleriyle mücadele halinde bulunagelen çeşitli sınıflara malik değildir. Mevcut
sınıflar birbirinin tamamlayıcısı niteliğindedir.7 (Söylev ve De­meçler, C. II, s. 82.)

6 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e., s.15-16. 91


7 Bin İki Yüz Seksen Üç, a.g.e., s.79-80.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

IV. CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ


Cumhuriyetçilik, devlet idaresinde milli egemenliği, milli idare­yi ve hür secimi
esas kabul eden ilkenin adıdır. Bu ilkenin yönetim biçimi ve siyasal rejim olarak
ifadesi, cumhuriyettir. Cumhuriyet yönetimi; milli egemenlik kavramını en iyi temsil
eden, gerçekleştiren ve uygulatan bir devlet şekli olup, demokrasi­nin de en gelişmiş
şeklidir.

Atatürk’ün ifadesi ile “Türk milletinin tabiat ve adetlerine çok uygun olan bu
idare şekli, milletin insanca yaşamasını bilmesi ve insanca yaşamanın neye bağlı
olduğunu öğrenmesi demektir, Türk milleti asırlar boyunca kendi hakimiyetini,
4. Bölüm

kendi iradesini kullanmasına mani olan monarşi ve oligarşi gibi rejimlerin zarar­
larına maruz kalmış ve neticede kendi karakterine en uygun idare­nin Cumhuriyet
olduğunu görmüştür.

Cumhuriyet, ırk, din, dil ve cinsiyet farkı gözetmeksizin, tüm vatandaşların


paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi bir rejim olmuştur. Sahip olduğu eşitlik ilkesi
ile herkesin kanun önünde eşitliğine imkan sağlamıştır. Nüfusun yarısını teşkil
eden kadınlara, seçme ve seçilme hakkının eşit şartlarla kullanılmasını mümkün
kılmıştır.. Cumhuriyet, en gelişmiş ve en ileri devlet şekli olarak Türk İnkılabının hem
ürünü, hem de başarısıdır.
92
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Bolşevik Nazariyesi, demokrasiye karşıdır, Bu nazariyenin tatbik edildiği


ülkelerden Rusya’ya bakıldığında şu tablo görülür: Bütün Rus milleti içinden;
işçi ile askeri kesim­den bir grup, ekonomik esaslara dayanan Komünist Partisi
ATATÜRK İLKELERİ

adı altında birleşmiş ve bir diktatörlük oluşturmuştur. Ferd hürriyeti ve kanun


önünde eşitlik kavramına yer verilmemiştir. Halk ege­menliği dikkate alınmamıştır.
Ülke içinde cebir ve tazyik; ülke dışında ise propaganda ve ihtilal teşkilatı ile tüm dünya
milletleri­ne kendi rejimlerini ithal ve kabul ettirme gayreti hakim olmuştur. Kısacası,
halkın iradesine dayanmayan bir grup ve zümrenin istib­dat (baskı) yönetimi söz
konusudur. Bu sebeple, makul bir hükümet sistemi gözüyle bakılamaz.8

Türk Milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur. (Afet İnan - Medeni
Bilgiler ve M. Kemal Ata­türk’ün El Yazıları, s. 352.)

* Türk Milleti’nin yaradılışına ve karakterine uygun idare, cumhuriyet idaresidir.


Bugünkü hükümetimiz, doğrudan doğruya milletin kendi kendine, yaptığı bir devlet

93
8 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e., s.21-24.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı cumhuriyet­tir. Artık hükümet ve millet arasında
geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Yönetim halk, halk yönetim demektir.9 (Söylev ve
Demeçler, c. III, s.. 75; c.II, s.. 230.)

V. İNKILAPÇILIK İLKESİ
İnkılap, toplumlarda çeşitli alanlarda, toplumun ihtiyaçlarına göre bir takım
düzenlemeler yapmak ve yeni bir düzen getirmektir. İnkılaplar sanayi inkılabı,
bilim inkılabı, kültür inkılabı, sosyal inkılaplar gibi çeşitli alanlarda olabilir. İhtilal
ise, bir devletin mevcut siyasal yapısını, iktidar düzenini ortadan kaldırmak için, bu
4. Bölüm

konudaki hukuksal kurallara başvurmaksızın, zor kullanarak yapılan geniş bir harekettir.
İhtilaller toplumda halk arasında siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda oluşan farklılık
sonucu meydana gelir.

Atatürk inkılabı şöyle tanımlar: “Türk Ulusu’nu son yüzyıllarda geri


bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en yüksek uygar gereklere göre
ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.”

Atatürk genelde inkılabı bu şekilde tanımlandıktan sonra Türk İnkılabının

94
9 Bin İki Yüz Seksen Üç, a.g.e., s.78.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

özelliklerini de belirtmiştir. Bu özellikler şunlardır; Ulusun varlığını sürdürmesi


için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ din ve mezhep bağlılığı yerine, Türk
milleti bağıyla bireylerini toplamıştır. Türk İnkılabı diğer inkılaplardan farklı olup,
onlardan çok daha büyük, yüksek ve bilinçlidir.

Kısacası; siyasi toplumun temeli ümmed esasından millet esasına çevrilmiştir.


ATATÜRK İLKELERİ

Siyasi iktidarın temeli olarak kişisel egemen­lik yerine millet egemenliği hakim
kılınmıştır. Dine bağlı devlet yapısı (Teokratik Devlet) yerine “laik” devlet yapısına
geçilmiştir. Modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalayan toplum, ikilikten
kurtarılarak çağdaşlaşma istikametinde yönlendirilmiştir. Diğer bir ifade ile
inkılapçılık; ileriye yönelmeyi, sosyal bünye değişikliği ile gelişmeyi ifade eder.

95
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Yeniden doğuşu başarmak, köhneyi atarak yerine mükemmeli getirmek,


Türk Milletinin alın yazısını değiştirmek, muassır me­deniyeti yakalayıp geçmek
ve Türkiye Halkını medeni bir top­lum haline getirmektir. İnkılapçılık, tutuculuğa
karşıdır.
4. Bölüm

İnkılapçılık dinamizm demektir, yeniliğe ve gelişmeye yönelme demektir. Bu


anlamda inkılapçılık modernleşme ve çağdaşlaşma yönünde daima ileriye, aydınlığa,
çağdaş uygarlığa doğru gitme demektir. İnkılapçılık bu yönüyle katı ve statik bir
uygulama değildir. İnkılapçılık ilkesi, Atatürkçülük’ün eşsiz bir özelliğidir. Bugüne
kadar Dünya’ya bir çok inkılapçı lider ve düşünücüler gelmiştir. Ancak, ATATÜRK hariç
hiç biri, kendinden sonra yeni inkılapçıların gelmesini; yine hiç bir inkılap, kendinden
sonra yeni bir inkılaplara ihtiyaç olacağını kabul edememiştir. Bu durum, Fransız İhtilali
ve inkılabında da böyledir; Lenin’in Komünizm İhtilalinde de böyledir. Bunlar, başka
bir deyimle sadece kendi dev­rimlerini tamamlayıncaya kadar devrimcidirler. Devrimleri
96
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ta­mamlanınca şiddetli ve kıskanç bir tutuculuğa ve statükoculuğa düşmüşlerdir.

Sonuç olarak; Atatürkçü düşünce sisteminde inkılapçılık il­kesi, statik değil, dinamik
bir nitelik taşır. Türk inkılabının temel hedefinin çağdaşlaşma olduğunu kabul ettiğimize
göre, inkılapçılık “sadece yapılan inkılapları korumakla, yani statik bir du­rumda
kalmakla yetinmeyip, aklın, bilimin ve ileri teknolo­jinin yol göstericiliğine dayalı
gerekli atılımlarla çağdaşlaşmaya yönelmeyi gerektirir.” Atatürk, Türk inkılabının
dinamik niteliğini şu sözleriyle açıklamıştır “Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh
ATATÜRK İLKELERİ

millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde


te­melli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idea­lidir.10

97
10 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e., s.25-28.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

29 Mayıs 1936

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların ga­yesi, Türkiye Cumhuriyeti


halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimi ile uygar bir toplum haline getir­
mektir. İnkılâbımızın asıl hedefi budur. Bu gerçeği kabul etmeyen zihniyetleri
darmadağın etmek zorunludur.

Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar


olmuştur. Herhalde zihniyetler­de mevcut hurafeler tamamıyle kovulacaktır. Onlar çıka­
rılmadıkça beyinlere gerçeğin ışıklarını sokmak imkân­sızdır. (Söylev ve Demeçler, c.
II, s. 214.)
4. Bölüm

Mesut inkılabımızın aleyhinde düşünce ve duygu ta­şıyanları aydınlatıp doğru yolu


göstermek, aydınlara dü­şen millî görevlerin en önemlisi ve birincisidir. (Söylev ve
Demeçler, c. II, s. 69.)

Memleket davalarının ideolojisini, İnkılâplarımız yö­nünden anlayacak, anlatacak,


nesilden nesile yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak lâzımdır. (Söylev ve Demeç­ler, c
I, s. 386.)

“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat, Türkiye
Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,”11

98
11 Bin İki Yüz Seksen Üç, a.g.e., s.82
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

A. İNKILÂP KAVRAMININ AÇIKLANMASI VE TANIMI

Arapça “kalb” kökünden gelen “inkılâp” sözcüğü bir halden başka hale
dönüşme, biçim değiştirme, devrim anlamına gelir. Öyleyse inkılâp, toplumlarda
çeşitli alanlarda, toplumun gereksinmelerine göre birtakım düzenlemeler ve yeni
bir düzen getirmektedir. Arapçada bu anlamda kullanılan sözcük Osmanlıcaya da
geçmiş ve aynı anlamda kullanılmıştır. İnkılâplar sanayi inkılâbı, bilim inkılâbı,
kültür inkılâbı, sosyal inkılâplar gibi çeşitli alanlarda olabilir.

ATATÜRK İLKELERİ

İstanbul - Haydarpaşa (6 Ağustos 1929)

Dil, tarih, alfabe ve eğitim alanlarında, resim, müzik, heykel gibi sanat alanları
da olmak üzere kültürel alanda yapılan Atatürk İnkılâplarıyla Türkiye, çağdaş bir
ülke haline getirilmiştir.
Yine ayrıca kişi yönetiminden ulusal egemenliğe dayalı siyasal inkılâpla
halifeliğin, tekke ve tarikatların kaldırılması, modern kılık kıyafetin kabulü,
çağdaş dünyanın kullandığı takvim ve ölçülerin kabulü, medeni yasa, soyadı ve
kadın erkek eşitliği gibi sosyal inkılâplarla vicdan ve zihin özgürlüğüne da­yanan
laik düzenle Türkiye, dünyanın “çağdaş evrim sürecine” katılmıştır.
Sonuç olarak; inkılapta, yakma, yıkma, kan ve gözyaşı yoktur, İnsanlık
düşmanı, komünizm ve faşizm ideolojilerinin uyguladığı ve gelecekte uygulayacağı
99
yöntem değildir, çağdaş demokrasiler inkılabı uygular.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

B. İnkılâp Kavramı Dolayısıyla Söz edilmesi Gereken Bazı Kavramlar

(1) İhtilâl

Bu sözcük Arapça halel/


bozma, kaldırma kökünden
gelmektedir. İhtilâl, bir devletin
mevcut siyasal yapısını, iktidar
düzenini ortadan kaldırmak için,
bu konudaki hukuksal kurallara
başvurmaksızın, zor kullanarak
yapılan geniş bir harekettir.
4. Bölüm

Sonuç olarak ihtilaller,


kanla gelir kanla giderler,
Fransız ihtilali, Rus ihtilali
gibi olanlar, mevcut idaredeki
liderleri ve halkı öldürerek
yok ederler.

Fransa Kraliçesi 1789’da Marie Antoianette Giyotinle


100
öldürülüyor.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

B. Islahat

Islahat sözcüğü Arapça “sulh” kökünden gelmektedir ve ıslah; iyileştir­me, düzeltme,


eksikleri tamamlama, fenalığı giderip iyileştirme demektir.

Islahatta, inkılâptan farklı olarak yeni bir unsur getirme yoktur. Islahatta
mevcut düzen korunurken, bu düzenin aksak yönlerini gidermek için bazı düzeltme
çalışmaları vardır. 18. yüzyılda yapılan ıslahat hareketlerinin tümünün temelinde
kurumları iyileştirme ve Osmanlı Devleti’nin görkemli günlerini canlandırma prensibi
ATATÜRK İLKELERİ

yer alır.

C. Batılılaşma

18. yüzyıldan itibaren Batılılaşma sürecine başlayan Osmanlı Devleti’nde


Batılılaşma olgusu, “asrileşme, muasırlaşma, asrîlik, garplılaşma” gibi deyim­
lerle anlatılmıştır. 18. yüzyılda başlayan Osmanlı Batılılaşma hareketlerinin başarıya
ulaşamama nedenleri­nin en başında, Batı’yı Doğu düşüncesiyle değerlendirme faktörü
vardır.

Batı’yı Batı yapan sosyal ve kültürel değerlerin insancıl, akılcı ve bilimsel ilkelere
dayan­masıdır. Bu nedenle çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek isteyen bir toplumun,
çağındaki en ileri uygarlığa katılması kadar doğal bir şey olamaz. Ülkesini eskimiş bir 101
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

çağın değerlerinden, modern değerler sistemine eriştirmek isteyen Atatürk, bu konuyu


şöyle değerlendirir:

Selanik, 1881

“Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz, Türkiye’de garplı


bir hükümet vücu­da getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de garba teveccüh
etmemiş millet hangisidir.”
4. Bölüm

D. Modernleşme (Çağdaşlaşma)

Fransızcadan alıp kullandığımız “moderne” sözcüğü, yaşanılan zamana,


çağa uygunluk anlamına gelir. Gerek eskiden kullanılan “asrileşme, muasır­
laşma, medenileşme” gibi deyimlerin, gerekse zamanımızda kullanılan “Batılı­
laşma, modernleşme, uygarlaşma” gibi sözcüklerin günümüzde en güzel kar­şılığı
çağdaşlaşma kavramıdır.

102
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Ankara Palas’ta gerçekleştirilen Cumhuriyet Balosu (29 Ekim 1929)

Sonuç olarak; Atatürk Batılaşalım dememiştir; Çağdaş olmayı hedef vermiştir,


Çağdaşlık nerede ise oradan alınacaktır, Japonya, Kanada gibi.

E. Atatürk’ün İnkılâp Hakkındaki Görüşü

Önce Atatürk’ün inkılâp tanımını vermek gerekir. Atatürk inkılâbı şöyle tanımlar:
ATATÜRK İLKELERİ

“Türk Ulusu’nu son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerle­
rine ulusun en yüksek uygar gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumla­
rı koymuş olmaktır.” Atatürk, inkılâpların başarılmasının en büyük faktörünün Türk
Ulusu’nun o günlerde gösterdiği harikalar ve inkılâpları benimsemedeki yeteneği oldu­
ğunu söyler ve Türk İnkılâbı’nın temel prensibini şu şekilde belirtir:

“Yaptığı­mız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti


halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimiyle medeni bir toplum
ha­line ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel prensibi budur.

103
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Atatürk’ün inkılâplara ne kadar değer verdiğini aşağıdaki söylevinden da­ha güzel


bir anlatım olamaz: “İnkılâp güneş kadar parlak, güneş kadar sıcak ve güneş
kadar bizden uzaktır. İstikametimi daima o güneşe bakarak tayin eder ve öylece
ilerlerim, parlaklığı ve sıcaklığı ilerlememe müsaade edinceye kadar ilerlerim.
Tekrar ilerlemeye devam etmek üzere dururum, tekrar o güneşe bakarak istikamet
alırım.” Atatürk, tüm yaşamı boyunca Türk Ulusu’nu layık olduğu çağdaş uygarlık
düzeyine eriştirmeye çalışmıştır. Bu kadar emekler sonucu kazanılanların ko­runmasını
doğal olarak gönülden ister ve bu duygusunu şöyle belirtir:
4. Bölüm

104
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ZAFER İÇİN!... Türkiye’nin ölüm, kalım günleri idi. Memleketin her tarafında zafer ve ukrtuluş
için dualar ediliyordu. Meclisin önünde bir dua merasimi. Gazi’nin sağındaki zat, Rauf (Orbay),
solundaki, Ali Fuat (Cebesoy).

“Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp başka bir çağa
götürdük. Biz çok eski müesseseleri yıktık. Gericilerin binlerce taraftarı vardır.
Fırsat bek­lediklerini unutmamak lazım.”

Halife Abdülmecid
Efendi bir med-
rese ziyaretinden
çıkarken, hemen
arkasında Ankara
hükümeti temsilci-
si Rafet Paşa

Nitekim ona göre başına şapka giyen, saka­lını bıyığını tıraş eden, smokin ve
frakla toplum hayatımızda yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet
hâlâ sarıklı ve sakallıdır.
ATATÜRK İLKELERİ

Sonuç olarak Atatürk inkılâplarının amacı, Türk Ulusu’nun çağdaş uy­garlık


düzeyine erişerek refah içinde mutlu olması ve yaşam sevincine kavuşmasıdır.

105
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

VI. LAİKLİK İLKESİ


Bugün İslamiyetin en temiz, en duygulu, en gerçekçi şekilde uy­gulandığı
ve hepsinden önemlisi dinin Anayasa ile hukuki garanti altına alındığı tek
ülke Türkiye’dir. Bunun yanısıra, bütün İslam alemi içerisinde aklı, bilim ve
aydınlanmayı esas alarak hukuk düzenini ve eğitim sistemini çağın gereklerine
uygun duruma getirmiş ve devleti laikleştirme cesaret ve başarısını gösterebilmiş
yegane ülke de Türkiye’dir. Çağımızda laik devlet kavramından, laik hukuktan ve
çağdaş eğitimden uzak kalan milletlerin olumsuz durumunu görmemek ve ders almamak
mümkün değildir.
4. Bölüm

Genel anlamda laiklik; din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, din işlerinin
ferdi sayılarak kişinin vicdanına terk edil­mesi ve devletin dinler karşısında tarafsız
kalarak din hürriyetini sağlaması demektir. Türk Anayasasına göre laiklik, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel ve vazgeçilmez niteliklerinden biridir. (Anayasa, Madde 2
ve 4) La­iklik aynı zamanda, Türk Milletinin çağdaşlaşma çabalarının temel taşıdır.
Laiklik bilimsel ve doğru şekilde anlaşılınca, görülür ki, bu ilke din, vicdan ve ibadet
hürriyetinin de gerçek ve en etkili güvencesidir.Din kurallarına dayalı bir devlette, tıpkı
aşırı solda veya aşırı sağdaki bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi, yöneticiler kendile­
rine tek ve değişmez gerçeğin temsilcisi saydıkları için, düşünce özgürlüğünden ve
gerçek demokrasiden söz edilemez. Şu halde teok­ratik olmayan laik bir devlet yapısı,
106 demokrasinin de ön şartıdır.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Ankara Kız Lisesi öğretmen ve öğrencileri - 1933

Kimi, laikliği kısaca “Din ve vicdan özgürlüğü” diye; kimi “Din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması’ diye kimi “yurttaşlar arasında din, mezhep ve
benzeri sebeplerle ayrım gözetilmemesi” diye tarif eder. Bu tariflerin hepsinde derece
derece gerçek payları vardır. Ancak Atatürkçü düşünce sisteminin temel ilkelerinden
biri ve Türk pozitif hukukunun, Türkiye Cum­huriyeti Ânayasası’nın temel ilkesi olarak
laiklik, bu kısa tanımlardan hiçbirine sığmaz. Bunların hepsini birden içerir.
ATATÜRK İLKELERİ

Laikliğin bir unsuru, din ve vicdan hürriyetidir. Laikliğin ikinci unsuru,


dinin, devletin bir unsuru olma­masıdır. Laikliğin üçüncü unsuru, devletin, din ve
mezhepleri ne olursa olsun yurttaşlara eşit işlem yapmasıdır. Laikliğin dördüncü
ve çok önemli bir unsuru, devlet yönetiminin din kurallarına göre değil, toplum
ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir; dinle devlet
yönetiminin ayrılmasıdır. Laikliğin beşinci unsuru olarak, eğitimin laik, akılcı ve
çağdaş esaslara göre düzenlenmesini sayabiliriz.

Laikliğin bir yönü, toplumun bütün fertleri için din hürriyetidir. Din hürriyeti de,
bir yandan vicdan (inanç) hürriyetini, öte yandan ibadet hürriyetini kapsar. Atatürk’e
göre “vicdan hürriyeti mut­lak ve taarruz edilmez, ferdin tabii haklarının en
mühimlerinden tanınmalıdır. Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak,
kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını 107
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve


vicdanına hakim olunamaz.”

Türkiye’de her reşit, dinini seç-


mekte hürdür. İbadet hürriyetine
gelince, Türkiye’de “Muayy­en
bir dinin merasimi de serbesttir;
yani ayin hürriyeti ma­sundur.
Tabiatıyla, ayinler asayiş ve ge­
nel adaba aykırı ola­maz, siyasi
gösteri seklinde de yapılamaz.
Mazide çok görülmüş olan bu
gibi hallere artık, Türkiye Cum­
huriyeti asla tahammül edemez.”
677 sayılı kanunla tekke ve zaviye-
lerin kapatılmış, tarikatların lağvo-
lunmuş bulunmasını ibadet hürri-
yetine aykırı görmemek gerekir.
Atatürk’ün dediği gibi bun­lar, “ir­
tica menbaları ve cehalat dam­
galarıdır. Türk Milleti böyle mü­
4. Bölüm

esseselere ve onların mensupları­


na tahammül ede­mezdi ve etme­
di.” Din hürriyetine ilişkin bu
esaslar, bugünkü Anayasamızda da yer almıştır, (md. 24) Buna göre “herkes, vic­dan,
dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 ncü madde hükümlerine aykırı olma­
mak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.”

Anayasamıza göre “kimse, iba­dete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini


inanç ve kanatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı
108 kınanamaz ve suçlanamaz” (md.24).
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Laik devlet, ne dine bağlı (teokratik) bir devlettir, ne de çağdaş Marksist-Leninist


devletler gibi dini zararlı bir “afyon” sayan ve kağıt üzerinde din hürriyetini tanısa bile
ideolojisiyle vatan­daşlarına dinsizliği telkin eden din aleyhtarı bir devlettir. Laik devlet,
dini, bir kişisel vicdan sorunu olarak görür; vatandaşların dini inançlarına karışmaz;
bu inançları şu veya bu yönde şekillendirmeye çaba göstermez. Nitekim Atatürk’e
göre “din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta ser­besttir.
Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din
işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.”

Laik bir devlette din kurumları devlet fonksiyonları göremeyeceği gibi, devlet
kurumları da din fonksiyonları ifa ede­mez. Yani laik devlet, gerek “dine bağlı devlet”
gerek “devlete bağlı din” sistemlerini reddeden, din ve devlet işlerini birbirinden
tamamen ayıran bir yönetim sistemidir. Bu ilkeye rağmen, Türkiye’de Diyanet işleri
Başkanlığının dev­let teşkilatı içinde yer aldığını görmekteyiz. Anayasamıza göre
(md. 136) “genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunla gösterilen görevleri
yerine getirir.” Diyanet İşleri Başkanlığının devlet teşkilatı içinde yer alması, laikliğin
bazı Batı ülkelerindeki klasik anlaşılan şekline uymamakla beraber, Türkiye’nin
özellikleri sebe­biyle ortaya çıkmış olan ve aslında laikliğe aykırı değil, onu koruy­ucu
nitelik taşıyan bir çözüm tarzıdır.

ATATÜRK İLKELERİ

109
4. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

110
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda ve genel olarak bütün İslam ülkelerinde din,


yüzyıllardan beri toplum hayatını etki altına almıştı. Bu durumda, din işlerinin
devlet kontrolundan tamamen uzak şekilde cemaat teşkilatlarına bırakılması,
çok sakıncalı olur; bu kuruluşlar, devlet organları üzerinde büyük bir siyasi etki
sahibi olarak, Atatürk’ün Türk Toplu­muna gösterdiği çağdaş medeniyet düzeyine
ulaşmak hedefini tehli­keye atabilirlerdi.

Nitekim Atatürk, pek çok konuşmasında, devlet yönetimine sadece aklın, bilimin
ve çağın gereklerinin rehberlik etmesi gerektiğim vurgulamıştır. ‘Dünyada her şey
için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fen­dir.
İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, ceha­lettir, dalalettir.”

Yeni devlet, modern devlet, milli bir karakter taşıyan öğretim ve eğitim sistemine
yönelmiştir. Türk kültürünün laikleştirilmesiyle, hurafelerden, batıl itikatlardan
uzak hür bir zeka disiplini kurmak amaç edinilmiştir. Medrese zihniyetinden ve sko­
lastik düşüncenin dar kalıplarından uzak gerçekçi, tecrübeye ve ilmi görüşe dayanan
bir öğretim ve eğitim sistemi cumhuriyet eğitimimizin temel amacı olmuştur.3 Mart
1924’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile, eğitim birliği bir sistem olarak
benimsenmiş bulunmaktadır. Eğitimin birleştirilmesi ile, özellikle XIX. yüzyıl
sonlarından beri Türkiye eğitiminde görülen medrese ve mektep diye devam eden la­
ikliğe son verilmiştir. Dini otoritelerin devlet otoritesinden ayrılmasına paralel
olarak öğretimin de laikleştirilmesi bu kanunla sağlanmıştır. Ayrıca cumhuriyet
kuşaklarının hurafelerden ve ya­bancı fikir ve tesirlerden uzak, milli bir terbiye
sistemi ile yetiştirilmesi imkanı da elde edilmiştir. Milli terbiye sistemi ile
yetiştirilme, milli kültür birliğinin de vücut bulmasına imkan vermiştir.

Laik devlet, Türkiye Cumhuriyeti için bir hayat, bir var olma meselesidir. Çünkü
ATATÜRK İLKELERİ

laik devlette laiklik zedelendiği takdirde milli­yetçilik zedelenecektir. Milliyetçiliğin


zedelenmesi bağımsızlığımızı zedeleyecektir. Görülüyor ki, Atatürkçü düşünce
sisteminde laiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılmasından ibaret bir devlet yönetimi
prensi­bi değil, aynı zamanda bir hayat tarzı, dünya ve toplum sorun­larına akılcı ve
bilimci bir bakış acısıdır. Laiklik dinsizlik, din düşmanlığı, dine saygısızlık değil, aksine
dinin her türlü çıkar hesaplarından uzak tutulması ve siya­sete alet edilmemesi suretiyle,
yüceltilmesidir.12

111
12 Veli Yılmaz, Fikri Temizkan, a.g.e.,s29-37.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin de­vamına imkân yoktur.
Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din
simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler, iğrenç
kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. (Kılıç Ali,
Atatürk’ün Husu­siyetleri, s. 116.)

Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmak­tan çok yüksektir. Bu


gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.13 (Söylev ve
Demeçler, c. III, s. 76.)
4. Bölüm

112
13 Bin İki Yüz Seksen Üç, a.g.e., s.80.
BEŞİNCİ BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ
İÇ SEBEPLERİ

I. Osmanlı İmparatorluğu’nun Devlet ve Toplum Yapısının


Bozulması
Osmanlı Devleti 13. yüzyılın sonlarında 14. yüzyılın başlarında kurulmuş bir Türk-
İslâm Devletidir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin uç beyliğinden doğ­muştur. Devletin
kurucu unsuru Türk, yasal temelleri ise İslâmî nitelik taşır. Doğu-Batı ticaret yollarının
kavşak noktasında bulunması, onu çeşitli kültür­lerle yüz yüze getirmiştir. Osmanlı
Devleti, kuruluşundan itibaren güçlü ve sürekli bir orduya, ada­let ilkesine,
hoşgörülü din anlayışına dayandığı ve bilinçli bir politika izlediği için çağının en
iyi yönetim sistemini oluşturmuştu. Bilinçli bir yaklaşımla, öncelikle Anadolu’da
Türk birliğini sağlamış, daha sonra Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına doğru
fetih hareketine girişmiştir. Karadeniz’in, Ege Denizi’nin, Kızıl Deniz’in tümü;
Akdeniz’in üçte ikisi Os­manlı Devleti’nin egemenliği altına girmiştir. Arap, Rum,
113
Bulgar, Sırp, Ermeniler gibi elli çeşit milletin efendisi olmuştur.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Böylece Osmanlı Devleti dil, din, ırk, tarih ve gelenek bakımından birbirinden farklı
ulusları içine alan heterojik yapılı, Dün­yanın en güçlü devletlerinden biri olmuştur.

Osmanlı taht değişiminin kurallara bağlanmamış olması, Kanuni’den sonra


padi­şahlığa aday kişilerin sancaklara gönderilmemesi, deneyimsiz kişilerin devlet
yönetiminin başına geçmesine yol açmıştır. Padişahlar yönetimde deneyimsiz olunca;
sadrazamların, vezirlerin, şeyhülislâmların etkisi giderek artmıştır. Dev­let görevlerinde
yeterlilik, doğruluk, çalışkanlık; yerini rüşvete, dalkavukluğa, adam kayırmaya
5. Bölüm

bırakmıştır. Şeriatın katı bir biçimde yorumlanması bağnaz­lığa yol açmış, medreselerde
okutulan fen ve felsefi bilgiler bırakılarak, bura­lar tümüyle gerçek yaşamdan ve çağdaş
ihtiyaçlardan uzak skolastik bir eği­tim kurumuna dönüştürülmüştür.

Böylece bürokratik kadrolar; yeteneksiz, çağdaş dünyayı anlamaktan aciz


ve kültürsüz kişilerle doldurulmuştur. Yuka­rıda belirttiğimiz nedenler giderek
büyümüş, Osmanlı Devlet düzeni bozul­muş ve devlet çağın gerisinde kalmıştır.
Bütün elçilikler devlet daireler yabancı dil bilen Rum ve Ermenilerin eline
geçmiştir. Osmanlı Devleti, yayıldığı bölgelerde Türkleştirme, İslâmlaştırma
politika­sı izlememiş; her ulusu, ulusal benlikleriyle baş başa bırakarak, oldukça
tole­ranslı bir yönetim uygulamıştı. Çağının en ileri devlet düzenini kuran Osmanlı
Devleti bu sistemini sonu­na kadar koruyamamış, 17. yüzyıldan başlayarak ve
gittikçe büyüyen bir ge­rileme dönemine girmiş, topraklar küçülmeye, vergiler
azalmaya, ekonomi zayıflamaya başlamıştır.

Ar­tan asker sayısı, silah endüstrisi, çağdaş askeri teknoloji ve onun uygulayıcısı
çağdaş eğitimle desteklenmediği için, ordu bir insan kalabalığına dönüşmüştür.
Bu durum, savaşların yenilgiyle bitmesine yol açmıştır. Azınlıkları askere almayan
Osmanlı Devleti, Türk nüfusu yok ederken azınlıklar, çoğalmış, ticaretle zengin
olmuş Osmanlı Türk’ü düne kadar efendisi olduğu azınlıkların elinde köle
durumuna düşmüştür.1

Atatürk’ün sınıf arkadaşı General Asım Gündüz şöyle anlatmaktadır;

“Harp Akademisinde her Cuma (o zaman cuma günleri tatildi. Şimdiki pazar
günü ye­rine) akşamı sınıfta top­lanıyor, kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal
kürsü­ye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi, Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca
gazetelerden okuduklarını, Fransız madam­dan öğrendiklerini bizlere anlatıyordu.
O zamana kadar «Padişahım çok yaşa» demekten başka birşey bilmeyen bizler
için, Mustafa Kemal’in anlattıkları çok dikkat çeki­ciydi.

114 1 İhsan Güneş, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Yıkılışı ve Türk Inkılabını Hazırlayan Sebeplere
Toplu Bakış”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Ayraç Yayınları, Ankara 2010,s.30-33.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Mustafa Kemal bu konuşmalarından birinde, aşağı yukarı şöyle demişti: «Altı


yüz yıl kadar önce Anadolu’da doğan Osman­lı imparatorluğu 350 yılda Viyana

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ İÇ SEBEPLERİ


kapılarına kadar ilerle­di, imparatorluğu güçlendiren manevi faktörler zayıfladı­
ğı için, yavaş yavaş Viyana, Budapeşte, Belgrat elden çık­tı. Artık bir avuç Rumeli
toprağına sığındık. Şimdi de eli­mizde kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve
Avustur­yalılar almak istemekteler. Rusların bütün emelleri. Kendi ırklarından
saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkan­ları peşkeş çekmektir. Avusturyalılar ise,
Adriyatikten Akdeniz’e, Selânik’e uzanmak hevesindedirler. Tarihte inkılaplar, önce
aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğ­muş, zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız
dünkü vilâyeti­miz Bulgaristan’ın bir millî şairi vardır. Bu şair, şiirleriyle Bulgarları
mütemadiyen kurtuluş hareketine, meskenet­ten silkinmeye çağırmıştır. Milletine,
tarihine âşık olan bu sanatkâr, kısa zamanda kitleye hakim olmuş, şiirleri. Halk arasında
dilden dile dolaşmaya başlamış, 500 yıldır biz Türklerin çobanı olan Bulgarlar
onun gösterdiği yolla is­tiklâllerine kavuşmuşlardır. Belki de bir süre sonra, biz­den
başka yurt topraklarımızı isteyecekler ve alacaklar­dır.

Sırpların da iki gözü görmeyen bir Millî şairleri var­dı. O da aynı yoldan yürüyerek
milletine Millî duyguları, istiklâl fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Kaploviç’lerden,
Sultan Murat’tan bahsederek toplumun hafızasına milliyet fikrini aşılamıştır. Yunanlıların
da böyle bir millî şairleri vardır. O da, yıllar boyu eski Yunan medeniyetini şiirleriyle
anlatırken, ulusuna güç kazandırmak, hürriyet için birlik ve beraber­lik şartını telkin
etmek istemiştir. Bütün milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyan­dırmak isteyen
millî şairleri, aydınları vardır. Başka milletlerin şairleri, aydınları böyle çalışıp, mil­
letlerini uyarırlarken, nerede bizim mütefekkirlerimiz, ne­rede bizim şairlerimiz?...
Bizim bir Namık Kemal’imiz var... O, Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği
sesi verdi. Fakat, ne şiirlerini okuyabiliyor, ne konuşmalarını duyabiliyoruz. Bu
milletin tarihinin bir yönünü belirten «Vatan Yahut Silistre» piyesini bile temsil
ettirmediler. Arkadaşlar!.. Bizlere büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp
gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için subaylarımızın öğretmeni olacağız.
Gittiğimiz yerlerde, aydın gençlerle arkadaşlık ederek onları bu yola yönelte­ceğiz.
Yurdumuzu ve imparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak
durumundayız». Hiç unutmam, bir defasında kapıdaki gözcü arkadaş heyecanla nöbetçi
subayının geldiğini işaret etmiş ve Mustafa Kemal üzgün ve öfkeli bir halde kürsüden
inmek zorunda kalmıştı.”2

115
2 Ilgar,a.g.e.s.15-16.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

II. Osmanlı İmparatorluğu’nda Islahat Hareketleri ve Bu


Islahat Hareketlerinin Başarısızlıkla Sonuçlanması
A. Tanzimat Dönemi Islahat Hareketleri

Tanzimat Dönemi, 3 Kasım 1833’te Gülhane Parkı’nda Mustafa Reşit Paşa’nın


okuduğu Hattı Hümayun (ıslahat fermanı) ile başlar ve 23 Aralık 1876’da Kanun-u
Esasi’nin ilânına kadar sürer. Çeşitli milletlerin çocuklarına Osmanlılık bilinci aşılamak
5. Bölüm

için Galatasaray Sultanisi kurulmuştur (1868 Yeni yetişen kuşak, padişahın yetkilerini
sınırlamak, onu denetim altında tutmak istiyorlardı. Bu amaca ulaşmak için Haziran
1865’te Yeni Osmanlılar adıyla bir örgüt kur­muşlardı. Yeni Osmanlıların öncülüğünü
Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi kişiler yapıyordu. Ayrıca gençler yurt dışına
giderek, uygarlığın özgür ortamında çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Onları Batılı
aydınlar da desteklemiş ve kendilerine Jön Türkler adını vermişlerdir. Yeni Osmanlıların
yardımıyla padişah olan II. Abdülhamit, 23 Aralık 1976’da Kanun-u Esasiyi ilan
etmek zorunda kalmıştır. Böylece Yeni Osmanlılar da amaçlarına ulaşmıştır.3 Islahat
Fermanı, gayrimüs­lim tebaa lehine koyduğu hükümler sebebiyle Müslüman halkı
memnun etmemiştir. Namık Kemal gibi vatansever bir şair, Islahat Fermanını, im­
tiyaz fermanı diye nitelendirmiştir.4

B. Birinci Meşrutiyet Dönemi Islahat Hareketleri

23 Aralık 1876’da Kanun-u Esasi’nin ilanı ile başlayıp 14 Şubat 1878’de


Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasına kadar süren döneme Meşrutiyet Dönemi
denilir. Dönemin temel özelliği Osmanlı Devleti’nin Anayasalı bir döneme girmiş
olmasıdır. Devlet artık padişahların isteklerine göre değil, Anayasa’daki ilkele­re göre
yönetilecektir. Ancak 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi ağır yenilgisi nedeniyle, Padişah, 14
Şubat 1878’de Meclisi kapatmıştır. Arkasından anayasayı rafa kaldırarak ordu içindeki
kendine karşı olan subay­ları askerlikten azlederek, güçlü kişileri görevinden alarak ya
da sürgüne göndererek, hafiye örgütü oluşturup kendi karşıtlarını hareketsizliğe iterek,
kendine özgü bir yönetim kurmuştur. Bu yönetimden sıkılanlar, yeniden mü­cadeleye
atılmak için ya yurtdışına kaçmak ya da gizlice örgütlenmek ihtiya­cını duymuşlardır.

Yurt içinde ve yurt dışında yaşayan ve Osmanlı Devletin­deki baskıcı yönetime


karşı olan kişiler İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında birleşerek meşruti sistemi
kurmak için yeniden özgürlük mücadelesini başlat­mışlardır. İşte II. Meşrutiyeti
ilan ettiren ve II. Abdülhamit tahttan indiren asker ve sivillerin oluşturduğu bu

116 3 Güneş, a.g.m., s.35.


4 Hamza Eroğlu, İnkılap Tarihi, Milli Egitim Basımevi Yayını, İstanbul 1982,s.55.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

güç, İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu cemiyet, 1911’de siyasal bir parti statüsünü
aldı. Önceleri doğrudan sorumluluk alma­yarak geriden yönetim üzerinde etkili

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ İÇ SEBEPLERİ


oldu. Daha sonra seçimleri kazanarak iktidara geldi. Ancak ülke yönetimi için
gereken plân ve programlar hazırlan­mamıştı.

İttihat ve Terakki’nin en güçlü üç kişisi Enver, Talât ve. Cemal Pa­şalar yönetim
üzerinde etkili olacak kadar büyük yetkilere sahip oldular. Sarayın da pek etkinliği
kalmamıştı. Yeni Türkiye Devleti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal (Atatürk) de genç
bir subay olarak bu özgürlük savaşına katılmış ve Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni
kurarak istibdat yönetimine karşı cephe almıştır.5

23 Temmuz 1908’de Genç Türkler (Jön Türkler) ihtilali ile Abdül­hamit, Kanun-i
Esasî’nin tekrar yürürlüğe girmesini kabul etmiştir. Jön Türk tabirini, kendisi de bir Jön
Türk olan Ahmet Bedevi Kuran kullan­maktadır. Yakın tarihimizde Jön Türk terimi ile,
Birinci ve İkinci Meşrutiyet­leri hazırlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda asri ihtiyaçlara
göre değişiklik yapmak isteyen ihtilâlciler yahut inkılâpçılar kastedilmektedir. Asıl ve
geniş Jön Türk Hareketi 1878 -1908 seneleri arasında vuku bulmuştur.6

5 Güneş, a.g.m., s.36-37. 117


6 Eroğlu, a.g.e., s.57.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

C. İkinci Meşrutiyet Dönemi Islahat Hareketleri

23 Temmuz 1908’den 30 Ekim 1918’e kadar süren döneme İkinci Meş­rutiyet ya da


İttihat ve Terakki Dönemi adı verilir. 23 Temmuz 1908’de Anayasa yeniden yürürlüğe
konularak, ülkede özgür bir ortam oluşmuştur. Özgürlüklere karşı olan hafiyeliğin
kaldırılmasından ve özgürlüklerin yeniden kullanılmaya başlanmasından sonra,
yurtdışındaki Abdülhamit yönetimi karşıtları ülkeye dönmeye başlamıştır. Bu
dönüş İttihat ve Terakki’yi denetlemek üzere siyasi partilerin doğmasına, seçimlere
5. Bölüm

daha çok partinin katılarak meşruti sistemin iyice işlemesine yol açmıştır.

Aralık 1908’ de yapılan seçimlere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dışında


Ahrar Partisi de katılmıştır. Milletvekillerinin büyük bir çoğunluğunu İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyeleri kazanmıştır. Gizli bir ör­güt olarak kurulan İttihat ve
Terakki Cemiyeti, Meşrutiyet’in ilanından sonra devleti yönetmekle yüz yüze
gelmiştir.7

II. Meşrutiyet’in ilanından beş ay sonra, 17 Aralık 1908’de İs­tanbul’da açılan


mecliste, seçimle gelen 260 milletvekilinin da­ğılımı şöyleydi; 60 Arap, 25 Arnavut, 23
Rum, 12 Ermeni, 5 Ya­hudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah olmak üzere 133 gayri müslim ve
127 de Türk milletvekili mevcuttu. Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlı yurttaşlarını oluşturan
her mil­letten milletvekili seçilmiş ve memleketin yönetimini ellerine al­mışlardı ama işin
garip tarafı, Türkler mecliste 133’e karşı 127 ile azınlıktaydılar. Ancak tüm mücadelelere,
iyi niyetlere ve hoşgörüye rağmen, II. Meşrutiyet’in de kendisinden bekleneni vereceği
endişeleri mevcuttu. Bunun aksini beklemek aslında yanıltıcı ve hayali olurdu. Çünkü
yıllardır bağımsızlık mücadelesi veren Balkanlı devletlerin esas gayeleri, ıslahat
değil, kurdukları devletlerini güçlendirmek ve genişletmekti. Makedonya için
verdikleri mücadelenin esasını bu düşünce teşkil ediyordu. Meşrutiyet idaresi,
olsa olsa onlar için faaliyetlerini daha açık ve korkusuzca yapmak ortamı sağlamış
olurdu. Büyük devletlerin düşüncelerinde de önemli bir değişiklik olmamıştı.

Nitekim gelişmeler ve uygulamalar bu düşünceyi haklı kıldı. Daha Meşrutiyet’in


ilanından 5 ay sonra, 5 Ekim 1908’de Avus­turya, Bosna-Hersek’i topraklarına kattı.
Abdülhamid olayı pro­testo ile yetinirken Sırplar, bölgede 2 milyon Sırplı’nın Avusturya
işgalinde kaldığı iddiasıyla daha büyük tepki gösterdiler. Benzer tepki, Karadağ
tarafından da geldi. Sanki birbirlerini bek­liyorlarmış gibi aynı gün, yani 5 Ekim 1908’de
Bulgaristan Prens­liği de bağımsız bir krallık olduğunu ilan etti. Babıali tarafından
bu olay da protesto ile geçiştirildi. Bunları, bir gün sonra Özerk Girit’in, Yunanistan’a
katıldığını bildirmesi haberi takip etti. Osmanlı yönetimi, birleşmeyi kabul etmediğini
bildirdi ise de, sorun çözümsüz kaldı.8

118 7 Güneş, a.g.e., s.38.


8 Veli Yılmaz, Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basımevi Yayını, İstanbul 1998, s.192-193.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

İttihat ve Terakki Cemiyeti devlet yönetiminde deneyimsiz olmaları nedeniyle,


yönetimi eski sistemin adamlarına bırakmak zorunda kal­mışlardır. Bu durum

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ İÇ SEBEPLERİ


Meşrutiyet’in getirdiklerinden memnun olmayan gerici kitlenin örgütlenmesine ve
31 Mart 1909 isyanına neden olmuştur. İttihat­çılar, bu isyan sırasındaki tavır ve
davranışlarından hoşnut olmadıkları II. Abdülhamit’i 27 Nisan 1909’da tahtan indirip,
yerine Sultan Reşat’ı geçirmişler­dir. Anayasada da birçok değişiklik yaparak icra
organının yetkilerini sınırla­mışlar, meclisin yetkilerini artırmışlardır.

“Vatani” bir cemiyet olan İttihat ve Terakki’nin tavır ve davranışları bir


süre sonra kopmalara yol açmıştır. 21 Aralık 1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası
kurularak, İttihat ve Terakki’ye karşı büyük bir muhalefet cephesi oluşturul­
muştur. İttihat ve Terakki’ye karşı olan kimi subayların kurduğu Halaskar Za­
bıtan Grubunun baskısı ile 1912’de, kısa bir süre, iktidardan uzaklaşan İtti­
hatçılar, 23 Ocak 1913’te Babıâli darbesi ile yeniden iktidara gelmişlerdir. Siyasi
parti biçimine dönüşen İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1918’e değin tek başına iktidarda
kalmıştır. İttihatçılar, ülkeyi Almanların yanında Birinci Dünya Savaşı’na sürüklemiş ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun yok olmasına sebep olmuşlardır.9

II. Meşrutiyetin ilanı ve İttihat ve Terakki Partisi’nin yönetime el koymasını


takip eden dönemde ortaya çıkan üç önemli ge­lişme, Makedonya Mirasının
Balkanlılar açısından paylaşılmasını kolaylaştırdı. Bunlar; Arnavut İsyanı,
Kiliseler Kanunu ve Bal­kan İttifakıdır.

Arnavutlar, bazı ayrıcalıklara sahiptiler. Bazı vergiler alınmaz, gönüllüler


dışındakiler askere gitmezlerdi. Silah taşımaları da ser­bestti. Osmanlı Devleti’ne
en sadık tebaa idi. Fakat II. Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki Yönetimi, yeni
anayasayı eşit şekilde Arnavutlara da uygulamaya girişince, iliş­kiler bozuldu. Buna
göre Arnavutlar da diğerleri gibi bütün ver­gileri vermeye ve asker olmaya zorlandılar.
O tarihe kadar Os­manlı Türk’ü gibi Bulgar’a, Sırp’a, Karadağlı’ya, Rum’a karşı elde
silah döğüşen Arnavutlar, 1909’da ayaklandılar. Bu durum Os­manlı Devleti açısından
önemli bir kayıp oldu. İkinci önemli konu; “Kiliseler ve Okullar Kanunu” dur.

Ab­dülhamid, ilk günden itibaren Balkan politikasının esasını; “Bal­kanlıları


birbirine düşürmek” temeline oturtmuştu. Böylece Os­manlı egemenliğindeki
Balkanlılar, birbirleriyle mücadele etmekten devlet otoritesine karşı mücadele etmeye
fırsat bu­lamayacaklardı. Bu politikanın bir süre için faydası olduğu ve elde kalan son
Balkan topraklarının kopmasını geciktirdiği söylenebilir. Abdülhamid’in tahttan
indirilmesinden sonra İttihat ve Terakki; bu politikaya da el attı. Onlara göre
kardeş milletler olarak kabul ettikleri Balkanlılar arasındaki “Kilise Kavgası” bir

119
9 Güneş, a.g.e., s.38.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

çözüme ka­vuşturulmalıydı. Bu düşünceden hareketle; 3 Temmuz 1910’da “Ki­liseler


ve Okullar Kanunu” çıkarıldı. Hangi kilise ve okulun kime ait olduğu açıklığa
kavuşturuldu. Bu uygulama ile Balkanlılar arasında yıllardır devam eden ve bir araya
gelmelerine temelde engel olan en önemli anlaşmazlık ve mücadele konusu çö­züme
kavuşturuldu. Diğer bir ifade ile Osmanlı yönetimi, kendi el­leriyle Balkanlıların
aralarında anlaşmalarına ve Osmanlı’ya karşı birleşmelerine en uygun imkanı ve
ortamı sağladı.

Üçüncü konu; Balkan ittifakının kurulmasıdır. Bu ittifakın ku­rulması için


5. Bölüm

gerekli şartlar artık oluşmuş durumdaydı. Bir­leşmelerine en büyük engeli teşkil


eden dini sorun yani kiliseler ko­nusu beklemedikleri tarzda çözülmüştü. Şimdi artık
işbirliği yapabilirlerdi. Osmanlı’ya karşı bir ittifak kurabilirlerdi. İttifak konusunda
da gelişmeler süratli oldu. Sırp başkenti Belgrad’daki Rus elçisi Hartwing ve Bulgar
Başkenti Sofya’daki Rus Elçisi Nakliudof, Rusya’dan aldıkları talimat ge­reğince, 1910
yılı yazında Bulgarlarla, Sırpları bir ittifak etrafında toplamak için teşebbüse geçtiler. Bu
çalışmalar nihayet bir buçuk yıl sonra yani 13 Mart 1912’de sonuçlarını verdi. Bulgarlar
ve Sırp­lar, Makedonya konusunda anlaşmaya vardılar. Yapılan an­laşmaya göre, Osmanlı
Devleti ile yapılacak bir savaş sonucu; Kuzey Makedonya Sırplara, Güney Makedonya
ise Bulgarlara ve­rilecekti. Anlaşmazlık çıkması halinde Rus Çar’ının hakemliğine baş
vurulacaktı.

Bu anlaşmayı haber alan Yunanistan da süratle faaliyete geçti ve Sırp-Bulgar


antlaşmasından 2 ay sonra benzer bir antlaşma da Yunanlılarla Bulgarlar arasında
yapıldı. Antlaşmada toprak pay­laşımından bahsedilmemekle birlikte, taraflar
kendilerine göre he­saplar içindeydiler. Her iki taraf da Makedonya’dan önemli bir
pay alacağını hesap ediyor ve değerlendiriyordu.

Sonunda, Karadağ da kervana katıldı. Bazı küçük toprak is­tekleri karşılanır ve


kendisine para yardımı yapılırsa kırk bin sa­vaşçı ile Osmanlılara karşı savaşabileceğini
açıkladı. Buna çoktan razı olan Bulgarlar, Ağustos 1912’de de Bulgar-Karadağ sözlü
ant­laşmasını gerçekleştirdiler. Siyasi ittifak antlaşmalarını askeri ittifak görüşme ve
antlaşmaları izledi. 11 Mayıs 1912’de Bulgar-Sırp; 22 Eylül 1912’de de Bulgar-Yunan
gizli askeri antlaşmaları yapıldı.

Selanik’te sürgünde iken Kiliseler ve Okullar Kanunu’nun kabul edildiği


haberini duyan ve başını iki eli arasına alarak “Eyvah!.. Şimdi Yunanlılarla
Bulgarların el ele vererek üzerimize çullanmalarını bekleyin. Ben bu birleşmeye
otuz sene bin bir bahane ve sebeple mani olmuştum” diyen Abdülhamid’i bu yönü
ile tarih haklı çıkaracak ve Makedonya mirasının paylaşılması, Balkan Harbine
kalacaktı.10

120
10 Yılmaz, a.g.e., s.194-196.
ALTINCI BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ
DIŞ SEBEPLERİ KOMŞU ÜLKELERİN EMELLERİ

Balkanların Osmanlı’dan koparılışı 121


6. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı İm­paratorluğu, 17. yüzyılın


ikinci yarısından itibaren siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden geri kalmaya
122 başladı. Her girdiği savaşta düşmanlarına yenilmesi nedeniyle, bir dizi kendisini yok
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

edecek anlaşmalar imzaladı. Bu durum Osmanlı Devleti’ni parça parça yutmak için
düşmanlarına cesaret verdi. 18. yüzyıldan başlayarak iyi niyetle, Fransızlar ve sonra
tüm Hristiyanlara verdiği ticaret imtiyazları, dostluk, yardımlaşma, kültü­rel

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


hatta barış anlaşmaları istismar edildi. Tüm iç sorunlar, iç sorun olmaktan çıkıp,
bunlardan yararlanmak için Avrupa’nın sorunu haline sokuldu; tüm iç isyanlar
kendi politikaları doğrultusunda Rus ve Avrupa devletlerince desteklendi.

Osmanlı Devleti’nin paylaşılması demek olan “Doğu Sorunu”, Ruslarla


imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile başlar. Bu anlaşma ile Ruslar, Osmanlı
limanlarında konsolosluklar açacaklardı. Fakat anlaşmanın en önemli maddesi, tüm
Osmanlı Ortodoks vatandaşlarının bağlanacağı İstan­bul’da kurulacak bir Ortodoks
Kilisesi’nin, Rusya’nın koruyuculuğunda olma­sıydı. Bir yandan kurulan konsolosluklar
kendi bölgelerinde isyanlar örgütler­ken, bir yandan da Rusya, Ortodoksların haklarını
korumak bahanesiyle sü­rekli Osmanlı Devleti’nin içişlerine karıştı.

Anadolu’nun 1071’den başlayarak Türkler tarafından fethedilmesi ve


Türkleştirilmesi dünya tarihinin gidişatını etkilemiştir. Türkleri Anadolu’dan
atmak için Batılı ve Doğulu devletler, zaman zaman tek başlarına, zaman zaman da
birlikte hareket ederek, Anadolu’da kurulan devletlere karşı saldırıya geçmişlerdir. 123
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

I. Komşu ve Emperyalist Ülkelerin Emelleri


A. Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri Osmanlı
ve Devleti’ni parçalama projelerinde Ruslar’ın Rolü

Avrupa’da sömürge imparatorlukları kurulduktan sonra Osmanlı Devleti’ ne


yönelik tehditler de yoğunlaşmıştır. Rusya, I. Petro’dan başlayarak sıcak denizlere
inmeye çalışıyordu. Bunun için de kendine engel gördüğü Osmanlı Devleti’ni yok etmek
istiyordu. Bu nedenle, Rusya ile Osmanlı Dev­leti arasında bir hayli savaş olmuştur.
Çağdaş teknolojiyi transfer etmekte ve uygulamakta erken davranan Rusya, giderek
güçlenmiş, buna karşılık Os­manlı Devleti ise zayıflamıştır.

İstanbul ve Boğazları ele geçirmek ya da Boğazları denetimi altında bu­


lundurmak düşüncesi, Rus dış politikasının temelini oluşturmuştur. Küçük Kaynarca
Antlaşmasından sonra (1774) Rusya’nın Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ortodoksların
6. Bölüm

haklarını korumaya kalkması, Rus etkisini bir hayli artırmıştır. 1789 Fransız İnkılâbı’nın
yaydığı milliyetçilik düşüncesi sonu­cu, Osmanlı Devleti’nde çıkan birçok isyanda
Rusya’nın etkisi olmuştu. Çünkü 1854-1856 Kırım Savaşında Boğazları ve İstanbul’u
ele geçirmek isteyen Rusya’ya bu fırsatın verilmemesi onu Balkanlar’da Panslavist bir
politika iz­lemeye itmiştir.

Ruslar Balkanlar’daki Yunan, Bulgar, Sırp, Romen, Karadağ gibi azınlıkları


kışkırtarak Müslümanları yok etmek için silah cephane yardımında bulunmuşlardır.
Aynı zamanda, 1877-78 Savaşı’ndan sonra Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri,
Os­manlı Devleti’ne karşı kışkırtarak, günümüze kadar süren Ermeni olaylarının
yaratıcısı olmuşlardır. Rusya hiç­bir zaman Osmanlı topraklarından geçerek sıcak
denizlere inme politikasın­dan vazgeçmemiştir.

Osmanlı Devleti’ni parçalama projeleri de yine


18. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. 1780’de
o sırada Rus başkenti olan Petersburg’da
buluşan Avus­turya İmparatoru Josef ile Rus
Çariçesi II. Katarina, Osmanlı Devleti’nin pay­
laşılması konusunda görüş birliğine vardılar.

124
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


Avrupa İstanbul’a göz diken Rus ayısını tutuyor.

Nitekim 1853’te Petersburg sarayındaki baloda, Çar Nikola’nın hasta ada­ma


benzettiği Osmanlı Devleti’ni Boğazlar’ın Rus nüfuzunda olması, Eflâk, Boğdan,
Sırbistan ve Bulgaristan’ın Rus egemenliğine alınması, Mısır ve Girit’ in İngilizlere
verilmesi şeklindeki paylaşma önerisini, İngiliz elçisi Hamilton Seymour kabul
etmedi. Ancak bu deyim, Avrupa literatüründe yerini aldı.

Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne taraftar olan İngiltere politikası, 19.


yüzyılın sonlarından itibaren hasta adamın yerine İngiltere çıkarlarına uygun küçük
devletler kurdurmak politikasına yöneldi. Bu devletçikler Orta­doğu’da İngiliz çıkarlarını
koruyacaklardı. Tıpkı Yunan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail devletlerinin teşkil
edilmesi gibi.

Türk-Rus İlişkilerinde Bolşevizm (Komunizm) Faktörü


Rusya ile ilişkiler çerçevesinde gündeme gelen konulardan biri de Türkiye’de
Bolşevik faaliyetlerdir. Bu konudaki ilk açıklamalar, Karesi milletvekili Basri
Bey tarafından yapılmıştır. Basri Bey, 22 Ocak 1921 tarihli oturumda, Asya’daki
125
Müslümanların Bolşevikliğe meyilli olduklarını, bu tavırlarıyla yanlış bir hareket
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

içinde bulunduklarını ifade ederek, Türkiye’ye düşenin dindaşlarına yardımcı olarak


onların Bolşevikliğe geçmelerine engel olmak olduğunu, bunun için de eğer mümkün
olursa bu ülkelerin fikir adamlarını Ankara’ya toplayarak onları aydınlatıcı bilgiler
vermek gerektiğini, çünkü Bolşevikliğin bizim dinimize aykırı olduğunu söylemiştir.
6. Bölüm

Basri Bey, açıklamalarına devam ederek Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde
Bolşevizm propagandası yapanlar olduğunu, Şeyh Servet Efendi’nin Bolşeviklikle
Müslümanlığı birleştiren bir risale yayınlayarak; bolşevikliğin, Müslümanlığın istediği
bir şey olduğu şeklinde propaganda yaptığını belirterek, bu faaliyetlerin millî
birliğimizi bozacak, Anadolu’yu dağıtacak bir fesat olduğunu, bunlara yine fikir yoluyla
karşı koymak gerektiğim ifade etmiştir. Bolşevik faaliyetlerin diğer bir kanadını da
126 Mustafa Suphi’nin kurduğu Türkiye Komünist Fırkası teşkil etmektedir.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Mustafa Kemal, Azerbaycan ve Sovyet temsilcisiyle


OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ

Aynı oturumda söz alan Mustafa Kemâl Paşa da konu ile ilgili olarak
şunları söylemiştir1 : “Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem
birtakım evlâtları, oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu
serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak görünüşte memleketimize
ve milletimize faydalı olmak için Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka
teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve
emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir vatanperverlik hissi
ile gerçek bir millî his ile değil, benim kanaatımca kendilerine para veren,
kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki

1 Mehmet Evsile ,Milli Mücadele Tarihi , Etüd Yayınları ,Samsun


2012.s.97. Belge için bkz. Mustafa Kemâl Paşa (Ankara), 22.1.1921, TBMM,
127
TBMM GCZ, Cilt: l, s.333-334
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

prensip sahiplerine yaranmak için birtakım serserice teşebbüslerde


bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs, Rus bolşevizmini muhtelif
kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize,
milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır. Komünizmin
memleketimiz için, milletimiz için, dinî gereklerimiz için kabul edilemez
olduğunu anlatmak, yanı kamuoyunu, milleti aydınlatmak en faydalı bir
çare görülmüştür.

Mustafa Suphi ve yardımcılarının propa-


ganda faaliyetleri için geldikleri Erzurum
ve Trabzon’dan nasıl kovuldukları, Erzu-
rum milletvekili Mustafa Durak Bey tarafın-
dan şu şekilde anlatılmaktadır:2 “Mustafa
Suphi ve avenesi Erzurum’a geleceği zaman,
6. Bölüm

halk dükkânlarını kapadı. Yedi yaşından yetmiş


yaşına kadar. Bunlar, evvelce Erzurum ahalisi
bizi istikbâle çıkmış diye bıyık buruyorlardı. Fakat
istasyona yaklaşınca müteessir oldular...Halk
asabileşmişti, nümayişler yaptılar, bağırdılar,
Mustafa Suphi Bey çağırdılar, yirmi kişilik heyet de beraberdi. Trene
bindirip kovdular. Tabii Trabzon’a da böyle gittil-
er. Trabzon’a kadar hiçbir köy, hiçbir kahve, hiçbir han bunları almadı, ekmek bile
vermedi. Sekiz dokuz gün ekmeksiz, aç ve susuz Trabzon’a kadar geldiler. Herhalde
yollarda değirmen köşelerinde kaldılar. Trabzonlular da onlara ekmek vermediler.”

Türkiye Komünist Fırkası ile diğer bir kuruluş Halk İştirakiyyun Fırkası hakkında
Mustafa Kemâl Paşa, 22 Ocak 1921 tarihinde şunları söylemiştir: ‘Türkiye Komünist
Fırkası’nın kuruluş amacı ile Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kuruluş amacı arasında
fark vardır. Türkiye Komünist Fırkası, Türkiye için, Türkiye dahilinde çalışan bir fırka
mahiyetinde tecelli ediyor. Halk İştirakiyyun Fırkası, doğrudan doğruya komünizm
mahiyetini gösterir bir fırkadır ve sağlam bilgilere göre burada bulunan Rus
sefarethanesi ile dahi tamamen hal-i temasta bulunuyorlar.”

Yukardaki ifadelerden ve davranışlardan Rusya etkisindeki Bolşevik faaliyetlerin


tasvip edilmediği; Sovyetlerle iyi ilişkilerin bir ön şartı gibi görülen Bolşevik
faaliyetlerin sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bilgisi dahilinde
gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

128 2 Evsile ,a.g.e.,98. , Belge için bkz ,Mustafa Durak Bey (Erzurum), 11.4.1921. TBMM, TBMM GCZ,
Cilt:2, s.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

B. Avusturya’nın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:


Avusturya, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarına göz dikmişti. Zira
burada yaşayan ulusların birçoğuyla aynı kökten geliyordu. Rusya’nın da Balkanlarla

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


yayılmak istemesi, Avusturya’nın işine gelmi­yordu. 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan sonra yapılan Berlin Antlaşması ile Bosna-Hersek’i denetimi altına
alan Avusturya, meşrutiyetin ikinci kez ilanın­dan sonra bu toprakları kendine
bağladığını ilan etmiştir. (6 Ekim 1908)

C. Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri ve Osmanlı


Devleti’ni parçalama projelerinde Fransızlar’ın Rolü:
16. yüzyılda kurulan Osmanlı-Fransız dostluğu, 19. yüzyıla kadar devam
etmiştir. Osmanlı devleti Fransız’lara kapitülasyonları vererek ekonomisini yok
etmiş ve Avrupa’ya bağımlı hale gelmiştir. Islahat nedeniyle ,Osmanlı, Fransız
kültürünü ülkeye sokmuştur. Osmanlı’ nın bu dostça politikasına karşılık, Fransa
asla dostça davranmamıştır. Sa­nayi Devrimi’nden sonra sömürgeciliğin hızla
yayılması üzerine, Fransa Osmanlı topraklarına göz dikti. 1789’da Mısır’a sal­dırdı.
1830’da Cezayir’i, daha sonra da Tunus ve Fas’ı işgal etti. Amacı Orta­doğu’yu
özellikle de Suriye ve Lübnan’ı ele geçirmekti.

“Osmanlı Devleti’ni parçalamakla ilgili bir başka girişim Fransa imparatoru


Napoleon geldi. Napoleon 1807’de Rus Çar’ı Alexandr ile Tilsit’de görüşe­rek bir
anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın bir bölümünde Eflâk ve Boğdân’ı Ruslar, yedi Ege
adası ile Dalmaçya kıyılarının Fransızlar tarafından alınması konusu da yer alıyordu. 20.
yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ni paylaşım projesin­de bir değişiklik
olmadı. Diğer yandan 1918 Mondros Ateşkesi bu paylaşıma büyük olanaklar sağ­
larken, 1920 Sevr Anlaşması bu politikanın bir diğer aşamasını oluşturdu.

129
Casus Lâvrens bedevi kıyafetinde
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

D. İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:

Sömürgecilik bakımından, Dünya’nın en güçlü devleti İngiltere idi. Üze­rinde “Güneş


Batmayan İmparatorluk” olarak adlandırılan İngiltere’nin en önemli sömürgesi
Hindistan’dı. Osmanlı Devleti, jeopolitik konumu nedeniyle, Doğu Akdeniz’e ve Orta­
doğu’ya hâkim bir yerde bulunuyordu. Bu durum, İngiltere’nin işine yarıyor­du. Zira
güçlü bir Osmanlı Devleti, Ruslar’a karşı Hindistan yolunu güvence altında tutabili­
yordu. Fransa’nın 1789’da Mısır’a saldırısı, Rusya’nın Boğazlara egemen olma isteği,
İngiltere’yi Osmanlı Devleti ile daha yakından ilgilenmeye zorladı.

Nite­kim, İngiltere sürekli olarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü


savun­du. Bunun karşılığı olarak da Osmanlı Devleti’ni pazar olarak kullandı.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Osmanlılarca kaybedilmesi üzerine İngiltere, Os­
manlı Devleti’nin bittiğini görerek politikasını yeniden gözden geçirdi ve Osmanlı
Dev­leti’nin artık kendi bağımsızlığını koruyamayacak duruma düştüğüne
6. Bölüm

hükmederek, Kıbrıs’ı, Mısır’ı işgal etti. Böylece, Hindistan yolunu güvence altına
almaya ça­lıştı.

Rusya’nın kışkırtmasıyla çıkan isyanları o da destekledi. İngiltere, zaman zaman


tek başına, zaman zaman Fransa’yla işbirliği yaparak, Osmanlı toprak­larının Ruslar’ın
eline geçmesine hiçbir zaman razı olmadı. Osmanlı Devleti’ ni yaşatmak için büyük çaba
gösterdi. Ancak Rusya’nın kışkırttığı Ermenileri de korudu. Ermeni komitacılarına ve
isyancılara arka çıktı. Silah, cephane ve ekonomik bakımdan onları destekledi. Zamanı
gelince , İngiltere , Fransa ile birlikte maşası Yunanistan’ı da yanlarına alarak
Türkiye’yi yutmaktan çekinmemiştir.

E. İran’ın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:

15. yüzyıldan itibaren Osmanlı-İran ilişkileri bozulmuştur. Fatin’in Otlukbeli


Savaşını kazanması, Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasına yol açtı. Onun ye­rine kurulan
Safavi Devleti, Osmanlılara karşı dostça olmayan bir politika izle­di. Şah İsmail,
Anadolu’da yaşayan bazı gruplarla yakın ilişkiler kurarak, Os­manlı Devleti aleyhine
bozguncu propagandalar yaptırdı. Onları bir isyana ha­zırladı. Ancak Yavuz Sultan
Selinim padişah olmasıyla bu tehlike önlenmiştir.

Bozuk olan Osmanlı-İran ilişkileri, 1639’da imzalanan ve bugünkü


sınırlarımızı içeren Kasr-ı Şirin Antlaşması biraz duraklamıştır. Ancak İran, kendi
mez­hebi olan Şiiliği Anadolu’da yaymak ve Anadolu’da yaşayan bazı gruplardan
yararlanarak sınırlarını genişletmek amacı ile İran İslam Devrimini ihraç etmekten
hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
130
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

F. Amerika Birleşik Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki


Emelleri:

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerikan Başkanı Wilson’un Doğu

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


Anadolu’da büyük bir Ermenistan Devleti kurmak istemesi, Amerika’nın
Hırıstiyanları koruma ve kollama görevini İngiltyere ile beraber üslendiğini
göstermiştir.

Enver Paşa, Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm II’yi Yavuz savaş gemisinin güvertesinde
131
karşılıyor.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

G. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri ve


Osmanlı Devleti’ni parçalama projelerinde Almanlar’ın Rolü

Almanya, birliğini tamamladıktan sonra, sanayiye büyük bir hız vererek, Avrupa’nın
güçlü devletleri arasına girmişti. Osmanlı Devleti ile doğrudan sı­nır komşuluğu yoktu.
Bu nedenle de Osmanlı topraklarını ele geçirici bir poli­tikasından söz edilemez.
Almanya’nın rakibi İngiltere idi.

İngiltere’nin Hindis­tan yolunu kesmek için çaba gösteriyordu. Bu nedenle de


Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruyucu gözüküyordu. Bunun karşılığı
olarak da Os­manlı Devleti’nden ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamaya çalışıyordu.
Os­manlı Devleti’ne bol bol krediler açıyor, demiryolları yapıyor, ordunun yeni­den
düzenlenmesinde görev alıyor, askeri uzmanlar göndermekten kaçınmı­yordu. Özellikle
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, Osmanlı-Alman ilişkileri da­ha da sıklaşmış
ve Almanlar, Enver Paşa’yı elde edip , bir komplo ile Osmanlı Devleti’ni Birinci
6. Bölüm

Dünya Savaşına sokarak yok olmasını sağlamışlardır.

132
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

19. yüzyılın sonlarında Alman birliğinin kurulması çabaları, Avusturya ve


Fransa’nın yenilmesi sonucunda 1871’de başarıya ulaştı. Versailles Anlaşması ile
Alman birliğinin kurulduğu, Prens Wilhem’in Alman İmparatorluğu kabul edildiği gibi,

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


Almanlar Fransa’dan Alsace-Lorrain’i aldılar. Almanya bundan sonra sanayiye yöneldi
ve giderek Avrupa’nın en güçlü devleti olma yolunda büyük aşamalar yaptı. Osmanlı
Devleti; İngiliz, Fransız ve Ruslar’ın Osmanlı İmparatorluğunu parçalama
projeleri karşısında Osmanlı Devlet politikası 19. yüzyılın sonlarından itibaren
Avrupa’da giderek güçlenen Almanya’ya yöneldi. Artık uzmanlar ve askeri
danışmanlar Almanya’dan ge­tiriliyordu.

1914’te Almanya’nın Şarka ait ihtirası

Osmanlı Devleti’nin bu politikası, Almanya’nın da işine geliyordu. Alman


İmparatoru Wilhelm en uygun yayılma alanı saydığı Osmanlı Devleti’ni ve
yöneticilerini başlangıçta Al­man nüfuzuna almak ve bu sayede, İngiltere ve
Fransa’yı sömürge yollarında vurmağı planlamıştı. Ayrıca Alman iş ve sermaye
çevrelerince 1882’de kurulan “Alman Sömürge Derneği”, “Alman Endüstri ve
Ticaret Derneği” gibi kuruluşlar, Osmanlı ülkesinden bir hammadde kaynağı ve
pazar olarak yararlanma çabasına giriştiler. 1885 ve 1888’de gönderilen coğrafya
uzmanları, Anadolu’nun doğal kaynaklarının haritalarını çıkardılar.

II. Abdülhamit’in tahttan indirilme kuşkusu ve İngiltere’ye karşı endişe­leri,


133
Almanya gibi güçlü bir devletle kurulacak dostluğun yararları, Osmanlı Devleti’ni daha
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

çok Almanya’ya yöneltti. 1881’de Deutche Bank, İstanbul-İzmit-Ankara demiryolunu


yaptı. 1889’da Almanya’ya Bağdat demiryolu hattı imtiyazı verildi ve 1903’te
inşaata başlandı. Böylece 1. Dünya Savaşı arife­sinde Osmanlı Devleti politikası,
iyice Almanya’ya yönelmiş oldu.

H. İtalya’nın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:

İtalya, birliğini tamamladıktan sonra, sömürgeci bir politika izlemeye yö­nelmiştir.


Dünyanın büyük bir bölümü, diğer Avrupalı devletlerce sömürgeleştirildiği için İtalya,
şansını Osmanlı topraklarında denemek istemiştir. Eski Roma İmparatorluğu’nun
sahip olduğu toprakları yeniden ele geçirmek iste­yen İtalya, aynı zamanda Doğu
Akdeniz’i de kontrolü altına almak istemiştir.

Bu amaçla, 1911’de Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son toprağı olan


Trablusgarp’a saldırmış, daha sonra da Ege adalarını geçici olarak denetimi altına
6. Bölüm

sokarak, Osmanlı Devleti’ne karşı olan tavrını açıkça ortaya koymuştur.

134 Yunan megali ideası, Yunan ekonomisini mahvetti


ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

I. Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:

Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ederek bağımsızlığını kazanan ilk devlet Yunanistan
olmuştur. Oysa, daha İstanbul’un Fethi’nden itibaren Rumlara dokunulmamış,

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


Balkanlar’daki tüm Ortodokslar, İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikliği’ne bağlanmıştı.
Rumlar, deniz ticaretinde etkin oldukları gibi tercü­manlık göreviyle bürokrasiye de
girebilmişlerdir.

Rusya’nın kışkırtması ile 1821’de ayaklanan Rumları, İngiltere de des­


teklemiştir. İngiltere, Rusya, Fransa, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesini is­
temiştir. Yunan ayaklanmasına fiilen destek verdiği anlaşılan Beşinci Gregorius,
22 Nisan 1821’de Patrikhane’nin kapısının önünde asılmıştır. Halen bu kapı
kilitlidir.Osmanlı Devleti bu isteği benimsememişse de 1828-1829’daki Osmanlı-
Rus Savaşı’nda uğradığı yenilgiden sonra Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak
zorunda kalmıştır (1829).

135
6. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

1829 tarihten itibaren Yunanistan’ın temel stratejisi, Osmanlı topraklarından pay


alarak büyümektir. Nitekim, Bal­kan Savaşları sonunda, Ege’de birçok adaya sahip
olmuştur. Yunanistan’ın hedefi eski Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmaktır.

136
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

j. Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu Üzerindeki Emelleri:

Bulgaristan 1396’dan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonuna kadar Os­manlı


egemenliği altında yaşamıştır. Ayastafanos Antlaşmasına Tuna boyun­dan Ege kıyılarına,

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞININ DIŞ SEBEPLERİ


Karadeniz’den Ohri Gölü’nün batısına kadar yayılan büyük bir Bulgaristan kurulmuştu.
Ancak, Berlin Antlaşmasına Bulgaristan’ın bu sı­nırları tanınmadı. Osmanlı Devleti’ne
bağlı küçük bir Bulgar prensliği oluştu­ruldu. Bu durum, Bulgar milliyetçilerini memnun
etmedi. Bulgarlar, tarihi amaçları olan Büyük Bulgaristan’ı kurmak için yoğun çaba
içine girdiler. 1885’te Doğu Rumeli’yi işgal ettiler. Rusya tarafından desteklendiler.
İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra 5 Ekim 1908 tümüyle bağımsızlıklarını ilan
ettiler.

Bulgaristan, İstanbul ve
Trakya da dahil olmak
üzere, Osmanlı Devle-
ti’nden toprak alarak
büyümek tutkusundan
bir türlü vazgeçmedi.
Rusya’nın desteği ile
Sırpları, Yunanistan’ı,
Karadağ’ı kendi
etrafında toplayarak
1912’de Balkan
savaşını başlattı. Avru­
pa ve Ege’deki Os­
manlı varlığının sona
erdirilmesine neden
oldu. Doğu Trakya’nın
yarısını alarak Midye-
Enez çizgisine kadar
iler­ledi Edirne ancak
İkinci Balkan Savaşın
çıkması üzerine kur­
Bir Türk köyündeki Bulgar mezalimi.
tarılabildi.3

137
3 Güneş,a.g.m.,s.48-53.
Balkanlar kaynayan kazan, azınlıklar Osmanlı’yı parçalamaya çalışıyor.
YEDİNCİ BÖLÜM
19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN
BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA
FİKİR HAREKETLERİ

İlk ve orta çağlardan beri gelen din ideolojisi ile 1789 Fransız İhtilali ile
dünyaya sıçrayan Milliyetçilik ideolojisi nedeniyle azınlıkları Türk Ulusu kavramı
içinde tutmak 20 ve 21 nci yüzyılda artık imkansız hale gelmiş, önce milliyetçilik
ideolojisiyle, Hıristiyan azınlık olan, Rum, Ermeni Sırp, Bulgar’lar terör ve
bomba ile Müslüman ahaliyi katlederken aynı zamanda Müslüman azınlık olan
Araplar, Arnavutlar’da Türkleri arkadan vurarak aynı yöntemle Osmanlıdan
kopartılmıştır.

139
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

I. Osmanlıcılık:
Birbirinden farklı dil, din, gelenek, tarih değerlerine sahip ulusları ege­
menliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu,1789 Fransız İhtilali’ne kadar iyi
gitmiş, bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti’nde de bir kaynaşma başlamıştır.
Osmanlı’nın ulusal benliklerini korunmasına müsaade ettiği Tebayı sadıka (sadık
teba) Hristiyan azınlık olan Rum, Ermeni Sırp, Bulgar’lar, aynı anda Arap,
Arnavut, azınlıklar, batılı devletlerin de kışkırtmasıyla bağımsız devletlerini
kurmak amacıyla Osmanlı yönetimine karşı başkaldırmıştır. Osmanlı yöneticileri
ve aydınları milliyetçi isyanlarını durdurup ülkenin bü­tünlüğünü korumak ve
yeniden eski görkemli Osmanlı dönemine dönmek için tüm ulusları Osmanlılık
düşüncesi etrafında toplamaya çalışmıştır.

Osmanlı milleti veya veya ümmetinden olunca, herkes eskisi gibi, yasalar karşısında
eşit olacak, hiçbir kimseye diline, dinine, soyuna vs. bakılmayacak ve ayrıcalık
tanınmayacaktır. Bu düşünceyi etkin kılmanın temel unsuru olarak meşrutiyet sistem
öngörülmüştür: Meşrutiyet sistemin gereği olarak açılacak parlamentoda Hristiyanların
da temsil edilmesine izin verilecek, onların sorunları parlamentoda tartışılıp çözüme
bağlanacak ve dış kışkırtmalara kapılmaları önlenecekti.
7. Bölüm

140
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Ancak, eski aslan kocayıp, elden ayaktan kesilmiş, yürüyemez olmuştu, tarih
boyunca insanlık dışı katliam yapan bu azınlıklara elini versen kolunu kaptırırsın
sözünü dikkate almayan Türk idarecilerinin, iyi niyetli ve insanca yaptığı bu

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
yasalar, kötü niyetli bu azınlıklara fırsat doğurmuş, Balkanlar, Kafkaslar, Arap
yarımadasındaki, Müslüman Türkleri öldürerek, ev ve ocaklarını yakarak,
yerinden ve doğduğu topraklardan sürerek katliam yapmışlardı.

Savaş nerede, ne zaman yapılırsa yapılsın, felâketi mutlaka hep yanında götürmüştür. Bu
açıdan savaşlar arasında bir fark yoktur. Ama Balkan Savaşı Osmanlı için zor bir dönemde,
bir hiç uğruna açılmış bir yaradır... Bir milleti felakete sürükleyenler, çok kere basiretsiz devlet
adamlarıdır. Bu sefer de işte yine böyle olmuştu... 141
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Artık bu andan itibaren milliyetçilik isyanları durmamıştır. Milliyetçilik


isyanlarının ge­lişimine paralel olarak da Osmanlıcılık düşüncesindeki milletleri ve
ümmeti bir araya toplama düşüncesi iflas etmiştir.

General Asım Gündüz Osmanlıcılığı ve İslamcılığı şöyle anlatır:


7. Bölüm

“O zaman Türkçülük fikri, İslâmlık ve Osmanlılık akım­ları kadar işlenmemişti.


Bizler, Osmanlılık potası içinde bütün müslümanların birleşeceği inanandaydık.
Bu inanç ve duygularla gerek Harbiye’de, gerek Akademide Suriye­li, Iraklı, Hicazlı
arkadaşlara samimi yakınlık gösteriyorduk. Buna karşılık onlar daima bizlerden ayrı
kalıyor, çekiniyorlardı. Mustafa Kemal onların bu tutumlarına sinir­leniyordu. Mustafa
Kemal’in bir gün şöyle konuştuğunu hatırlıyorum.

«Göreceksiniz, bu Araplar bize bir oyun oynaya­caklar. Hilâfet ve benzeri


müesseselerin hiçbir değeri yok­tur. Onlar bir Arap imparatorluğu peşindedirler.
Avrupa ve Balkanlarda uyanan milliyetçilik, Fransız mektepleri vasıtasıyla
Suriye’ye de girmiştir. Bunlar. Osmanlı İmpara­torluğu’nun temeline bomba
koyacaklardır.»

Senelerce sonra. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Fi­listin cephesinde 48. tümen
kumandanı iken karşılaştığım, olaylarla Mustafa Kemal’in ne kadar haklı olduğunu
bir defa daha anlamıştım. Şeria savaşlarında. Şerif Hüseyin’in bedevileri, bizi arkadan
142 vurmuşlardı. Şerif Hüseyin’in oğul­larıI Faysal. Hüseyin ve Ali de, İngiliz casusu
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Lavvrence’den aldıkları altınları dağıtarak, bütün Arapları Halifeye karşı savaşa


çağırmıştı. O halife ki, bütün Müslümanları «Mu­kaddes Cihat»a davet ediyordu.”1

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
BEDEVİLERLE. Bütün kuvvetlerini teşkil eden bedeviler, Mustafa Kemal’e çok bağlanmışlardı...

II. İslamcılık:
İslamcılara göre toplumun temel direği dindir. Dinde millet kavramı yoktur.
Milliyet farkı gözetmeksizin halifenin etrafında Müslümanların birleşmesi gere­kir.
İslamcılar devletin geri kalmasını şeriat esaslarından ayrılmış bulunma­sına bağlarlar.
Güçlenebilmek için yeniden İslamiyet’e dönüşü öngörürler. Devleti dinin hizmetine
koymak, hükümeti de halkın şeriat kurallarına göre yaşamasını zorunlu kılan bir araç
olarak düşünürler ve meşruti sistemi bir İslami rejim olarak nitelendirirler. İslamcılar
ikiye ayrılırlar. Bir bölümü aşırı tu­tucu, bir bölümü ise daha ılımlıdır.

Avrupa’nın Hıristiyan azınlıkları kışkırtmasına paralel olarak, Müslüman


Arap ve Arnavutları da kışkırtması nedeniyle, ümmetçilik fikri ile İslam Halifesi
olan Osmanlı Padişahı etrafında tüm İslamların birleştirilmesi öngörülü­yordu.
143
1 Ilgar,a.g.e.,s.20-21.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Ancak Milliyetçilik hareketleri karşısında bu düşünce de devleti kurtarmaya ye­terli


olamamış ve iflas etmiştir. Avrupalılar siz önce hırıstıyandınız diyerek Müslüman
Arnavutları, aynı anda Müslüman kardeşimiz olan Araplar’ı da İngiliz casusu
Lawrence vasıtasıyla İngiliz altını vererek Türkleri arkadan vurdurmuşlardır.
7. Bölüm

Mustafa Kemal Atatürk’ün sınıf arkadaşı General Asım Gündüz şöyle


anlatmaktadır;

“Kütahya Rüştiyesinden (ortaokul) Kuleli Askerî İdadisine (lise) geldi­ğim


zaman, köyden şehre inmiş gibi olmuştum, İstanbul, doğup büyüdüğüm Kütahya’ya
144 hiç benzemiyordu. Kütah­ya’da, bir kaç büyük caddeye konulmuş gaz lâmbasının
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

dışında, ne sokaklarda ışık, ne evlerde havagazı vardı, İstanbul’a renk veren atlı
tramvayları da yeni görüyordum. Hele İstanbul’daki hareket ve canlılık... Kütahya’da
ak­şam olunca herkes evine çekilir, şehri hüzünlü Bir ses­sizlik kaplardı. Doğduğum

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
şehirde hareket sabah nama­zıyla başlar, günler bu gelenek üzere geçerdi...

Kuleli Askerî idadisine, Kütahya Rüştiyesinin sınıf bi­rincisi olarak gelmiştim.


Zaten Kütahya’da ders çalışmak­tan başka bir meşgale yoktu. Bunun için daima sınıf
bi­rincisi oluyordum.

Kuleli’de yadırgadığım ilk husus, okulda Türk’ten baş­ka Arap, Arnavut,


Çerkeş, Kürt, Boşnak. Laz, Gürcü tale­belerin fazlalığı olmuştu. Üç yıllık tahsil
süremde bu talebelerin taşlı, sopalı bir çok kavgalarına şahit olmuş­tum. Onlar,
olmayacak konularda hadise çıkarırlardı. Sı­nıf subaylarımız, bu hadiseleri
önlemek için, ellerinde so­palarla gardiyan gibi ve devamlı olarak aramızda dolaşır­
lardı. Bu kavgacıların başında, İslamların «Kavmi Necip» dedikleri Araplar
gelirdi. Bizim «Arap» diye bir arada top­ladığımız Suriyeliler, Iraklılar, Hicazdılar,
Yemenliler birbirleriyle bir türlü kaynaşmazlar, daima savaş halinde olurlardı.
Hele Hicazlıların, Irak ve Suriyelilerle yıldızları hiç barışmazdı.2

Mustafa Kemal, daha önce, Suriye de 7. Ordu Kuman­danı iken de aynı şekilde
ve çok daha geniş bir raporu Harbiye Nezaretine göndermişti. Raporunda, her şeyin
Anadolu da toplanmasını istiyordu. Rumeli gibi, Arap dün­yası da, İngiliz ve Fransız
zorlamasıyla Osmanlı impara­torluğundan koparılacağını açıkça belirtiyordu. Mustafa
Kemal’in bu raporu Harbiye Nezaretine gönderdiği sırada, ben de Yıldırım Ordularının
emrinde 48. tümen kumandanıy­dım. Bu göreve, Tümen Kumandanı Hamit Fahri beyin
şe­hit olması üzerine atanmıştım.

Tümenim, 7. Ordu Kurnandanı Mustafa Kemal paşa emrindeydi. Ûmmüsarta


geçidinden Lut gölüne kadar uza­nan Şeria cephesinin savunması tümenimize verilmişti.
Cepheyi teslim aldığım zaman, tümenin 59. alayının mev­cudu 80 erden ibaretti.
Kanal harekâtından beri, Türk ço­cukları öğütüle öğütüle birlikler ve erimiş, adeta
kadavra hali­ne getirilmişti. Tümen diye devraldığım 48. Tümenin savaş gücü derli
toplu bir tabur kadar bile yoktu. Biz bu cephe­de, Mareşal Allenby’nin karnı tok,
silâhı çok kuvvetleriy­le savaşıyorduk. Bu çarpışma bir vatan borcuydu. Biz va­
tan ve İslamlık uğruna savaşıyorduk. Fakat, Araplar Türk kuvvetini geriden ve
yandan hançerlemişlerdi. Bu, bizleri yıkan en büyük faktör olmuştu.

145
2 Aynıyer.,s.11-12.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Kral Yapılan Faysal

Hicaz’da ayaklanan Şerif Hüseyin, casus Lawrence’in aracılığı ile İngiliz


altınlarını cebine doldurmuş ve silâhlar alarak, Medine’deki kuvvetlerimizi
kuşatmıştı. Arap şeyhlerinin imanını satın almakta en büyük rolü oynayan altındı.
7. Bölüm

Kısa zamanda Hicaz bölgesindeki bütün Arap şeyh­leri, Şerif Hüseyin’in önünde diz
çöküverdiler. Irak’a kadar sıçrayan Arap ayaklanmaları, Arap yarımadasındaki
Osmanlı egemenliği için son çanları çalmaktaydı.

Çanakkale’de çıkarmayı, boğazı düşürmeye götüremeyen İngilizler, bu kuvvetleri


verdikleri kayıplara aldır­mayarak, Mısır’a kolayca götürüverdiler. Doğu cephemiz­de,
1917 de Anadolu ortalarına kadar ilerleyen Rus kuv­vetleri, Bolşevik İhtilâli üzerine
geri çekilmek zorunda kal­mıştı. Bu suretle ordularımız Bakü’ya kadar vardılarsa da,
güneyden gelen İngiliz orduları, Şam ve Bağdat’ı ele geçirince, tehlikenin daha büyük
olduğu anlaşılmıştı.

Mustafa Kemal’in bütün kuvvetleri Anadolu sınırında toplamak istiyen


raporunu, Enver paşa bir türlü anlayamamış ve bu fikre yanaşmamıştı. Türk kanı,
Galiçya’da, Makedonya’da, Romanya’da, başkaları hesabına akmış, en eğitim
görmüş birliklerimizi ve subaylarımızı oralarda kaybetmiştik. İran üzerinde
Hindistan’a girmek üzere hazırlanan seferi kuv­vetler, bir hayalden ibaretti.
Daha ilk ağızda İran’daki Rus ve İngiliz kuvvetleri tarafından kolayca önleyiverdiler.
146 Birbirinden uzak cepheleri kolayca beslemek mümkün ol­muyordu.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Hiçbir zaman büyük kıta komutanlığı yapmamış olan Enver’e bunu kimse
anlatamamıştı. Büyük bir vatan­sever olduğundan asla şüphe etmediğim Enver
paşa, Bi­rinci Dünya Savaşı’nda Devleti büyütüp yüceltmek ve Türk dünyasını

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
birleştirmek ideali peşinde, Osmanlı İmpa­ratorluğu’nun mezarını kazdığından
haberi bile yoktu.”3

Sonuç olarak; Müslüman müslümanın kardeşidir, ancak bu söz asil milletler


ve insanlar için geçerlidir. Türkler islamiyeti yüceltmişler ve yaymışlardır, ancak
Araplar ve diğer kavimler İslami kurallara ve kardeşlerine sahip çıkmamışlardır.

III. Türkçülük:
Devletin kurucu unsuru Türkler olmasına karşın, Türk sözü aşağılayıcı an­lamda
kullanılmıştır. Öyle ki, Paris’e elçi olarak giden Halet Efendi kendisinin Türk
olmadığını göstermekten kıvanç duyduğunu belirtmiştir. Oysa 1789 Fransız
İhtilali’nden beri milliyetçilik akımı hızla yayılıyordu. Balkanlar’daki milliyetçi
uyanış bir yana, Arap ülkelerinde de milliyetçilik ha­reketi kendini gösteriyordu.
1880’de Mısır’da yapılan bir mitingde “Kahrolsun Türkler, Yaşasın Araplar” sloganları
atılabiliyordu.

Devletin kurucu unsuru olan Türkler ise çeşitli uluslardan oluşan impara­
torluğu kurtarmak için çaba gösteriyor ve kendini Osmanlı olarak nitelendiri­
yordu. Avru­pa’ya giden öğrencilerin, hırıstiyanlarca dışlanması, Türkçülük
hareketini güçlendirmiştir. Bir kültür hareketi olarak başlayan Türkçülük akımı,
giderek siyasal bir içerik kazanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarının çözümün-


de Osmanlıcılık, İslam­cılık gibi düşünce akımları-
nın yeterli olmayacağı belirtilerek, “ırk esasına da­
yalı Türk Milliyetçiliği”nin geliştirilmesinin zorun-
luluğuna işaret edilmiştir. Çün­kü devlet, ancak dili,
dini, soyu ve ülküsü bir olan topluma dayanarak
ayakta durabilirdi. Bunun için de Osmanlı yönetimi
altında şuursuzca yaşayan Türk­lerin ulusal bilince
ulaştırılması gerekirdi. Ünlü Türk sosyologu Ziya
Gökalp’in katkıları ile Türkçülük bilimsel bir boyut
kazanmıştır. Ziya Gökalp’e göre, Os­manlı devle-
ti’nin kurtuluşu ve güçlenişi yeni bir hayata bağlıdır.

147
3 Aynıyer,s.28-31.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

İslam birliği kadar güçlü bir Türk birliği özlemini çeken Türkçüler, Rus­ya’dan
gelen Türklerin de etkisiyle bir süre Asya’da yaşayan tüm Türkleri Os­manlı Padişahının
yönetimi altında birleştirmeyi amaçlayan Pantürkist bir dü­şünceyi benimsemişlerdir.
Almanların da yardımıyla bu düşünceyi gerçekleş­tirmek için 1. Dünya Savaşı’na
girmişler ise de savaşın gidişatı bunun ger­çekleştirilmesinin olanaksız bir düş
olduğunu göstermiştir.
7. Bölüm

148
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Enver Paşa’nın tüm Orta Asya’daki Türkleri birleştirmek gibi hayaline karşın,
Orta Asya’daki Türkler’in yüzyıllardır Rus işgali altında olması, dilleri, dinleri ve
benliklerini yitirerek kısmen asimile olmaları karşısında, Atatürk, da­ha gerçekçi

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
temellere oturan Anadolu Türkçülüğünü savunmaya başlanmış ve Kurtuluş
Savaşı’nda kendini gösteren Anadolu Milliyetçiliğine, temel hazırlamıştır.

“Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün cihan öğrenecektir!”


149
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

MUSTAFA KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ İDİ


Mustafa Kemal samîmi bir Türk milliyetçisi idi. Bunun en canlı misaline Yafa’da
şahit ol­dum. Cumhuriyet Devrinde Çankaya’da bir kaç defa da ayrın­tıları ile kendisinden
dinledim. Mustafa Kemal, 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere daha özel
muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını
gördükçe müteessir oluyordu.

Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne za­man kurtulacağız?


diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum.
7. Bölüm

Bir gün, pi­yade stajını yaptığı Yafa’ya gittim. Piyade acemi devresi he­nüz yeni
başlamıştı. Çoğunluğu o bölgeden toplanmış olan Arap gençleri teşkil ediyordu. Eğitim
kadrosu ise Anadolulu kıta çavuşları olan Türk gençlerinden kurulmuştu. Mustafa
Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türklerin­den yaşlı bir yüzbaşı
vardı. Uzun yıllar 5. Ordu mıntıkasında kaldığı halde Rumeli şivesini değiştirmemişti.
Yüzbaşı, Anadolulu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise
lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına
gönlü razı olmuyordu. Adını bu gün pek hatırlayamadığım bu yüzbaşıyı ben de tanıdım.

150
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ

Medine Komutanı Fahrettin Paşa ve Emir Ali Haydar Medine’de Türk-Arap birliğini denetliyor
(1917).
151
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Fena bir adam değildi. Talimlerde, Türkçe bilmedikleri için veri­len emirleri
anlayamayan bazı erlerin yalnış hareketleri kıta çavuşlarının biraz sert davranmalarına
yol açıyordu. Bunu gören yüzbaşı da çavuşları ağza alınmayacak sözlerle haşlı­yordu.
Bir gün Müfit Kırşehir (Özdeş) dayanamamış: Arkadaş, demişti. Senin bu yaptığın
hareket doğru de­ğil. Aynı uyarmayı, daha ciddî olarak Mustafa Kemal de yap­mış, fakat
bir etkisi olmamıştı. Bana bu bilgiyi veren Mustafa Kemal, bir hafta on gün önce
cereyan eden bir olayı şöyle anlattı:

«Bir gün, Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı


odasına çağırttı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk
delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin izzetinefsini kıracak şekilde azarlamağa baş­ladı. Daha
ziyade mensûb olduğu ırka hücum ediyordu.
7. Bölüm

Türk askeri Gazze Çöllerinde (1917). İhsan Edip DOĞAN Arşivi Polatlı.

Sen, diyordu, nasıl olur da necip Arap kavmine men­sup Peygamber efendimizin
mübarek soyundan gelen bu ço­cuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini
iyi bil. Sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu.


Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti
okunan çizgiler sertleşmeğe, içten gelen bir İsyanın ateşleri gözlerinde okun­mağa
başladı. Fakat gerçek itaatin sembolü olan her Türk as­keri gibi iç duygularını gemlemeğe
çalıştı. Göz pınarlarında tanelenen yaşlar yanaklarına döküldü. Dayanamadım.

Mustafa Kemal “Yüzbaşı efendi, susunuz! diye bağırdım. Birden şaşırdı.


Sözlerinin bizden tasvip görmesini beklediği anlaşılıyordu. Yoksa fena bir şey
mi söyledim? Evet, çok fena hareket ettiniz. Buna hakkınız yok. Bu erlerin bağlı
bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de,
Müfid’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet
152 olduğu asla inkâr edilmez bir gerçektir. Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.»
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

19. YÜZYILIN SONLARINDA VE 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA FİKİR HAREKETLERİ
Türk ve yerli askerlerden oluşan askeri birlik muharebe için Kudüs’ten ayrılıyor (1915).

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstere­rek anlattığı bu hakîki
olay karşısında görüşü şu idi: Bu ve bu­na benzer hadiseler, Türk aydınlarının
kendi kendisini bilme­mesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük
olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğ­maktadır. Bu yanlış
görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve
tanıtmak şarttır.

Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu teşkilinin en büyük amilini bu asil


düşüncede aramalıdır. Türk milletinin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin
inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca gaye bilmiştir. Milleti­ne;

Ne mutlu Türküm diyene! hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti


ve sami­miyeti ile inanmıştı. 4

153
4 Cebesoy, a.g.e., s.98-100.
7. Bölüm Doç. Dr. Ali DENİZLİ

İngilizlerin Kral yaptığı Faysal

IV. Batıcılık:
Osmanlı Devleti, 17. yüzyıldan itibaren duraklama dönemine girmişti.
Devletin geriye doğru gidişini durdur­mak için teknolojik ve endüstriyel alanlarda
batılılaşmanın zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Askeri alanda başlayan modernleşme
giderek devletin tüm kurumlarını içine almıştı. Devlet bir yandan zorunlu olarak
tekrar Avrupaya kapılarını açarken, diğer yandan da, bir kısım insanlar da
Avrupayi yaşam adı altında, Fransızca konuşarak, Avrupayi kültüre sahip olma
düşüncesi giderek yoğunluk kazanmıştır.

Ancak Atatürk, batılaşalım dememiştir, teknoloji ve sanayi, bilim, nerede ise


çağdaş seviye oradadır onu alalım demiştir. Japonya‘da Amerika’da, Kanada’da
gibi.
154
SEKİZİNCİ BÖLÜM
İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ

155
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Önce cemiyet daha sonra siyasî bir parti olarak kurulan ve gelişen ittihat ve Terakki
Partisi, Türk tarihinde önemli rol oynayan ilk büyük siyasî partidir. 1908-1918 arasında
ittihat ve Terakki Partisi hâkimiyetini sürdürmüş ol­duğundan bu devreye ittihat
ve Terakki Devri denebilir. Bununla beraber, ihtilali yapan ufak grup zamanla
büyüyerek Jön Türklerin çoğunu kapsadı­ğından, bu devreyi Jön Türkler Devri
diye anmak daha doğru olacaktır.1

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889 tarihinde İstanbul’da Sarayburnu’nda Gülhane


bahçesinde kurulan İttihat-ı Osmani Cemiyeti ile 1906’da Selanik’te Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti’nin 1907’de birleşmesi ile oluşmuştur. İttihat-ı Osmanî Cemiyeti, kısa zamanda
yurt içinde ve yurt dışın­da teşkilâtını genişletmiş, Jön Türklerin Paris grubunu içine
almıştır. Ce­miyet ilk defa yurt içinde varlığını Ermeni olayları vesilesiyle duyurmuş­tur.
Bundan sonra Cemiyetin Cenevre (1897) ve Kahire (1897) şubeleri faaliyete geçtiği
gibi, Rumeli’de de hızlı bir şekilde örgütlenmiştir.

Cemi­yet bu dönemde kendisini batı dünyasına, Jön Türklerin (Genç Türkler)


temsilcisi olarak tanıtmıştır. Paris’te, 4 Şubat 1902’de toplanan Jön Türk Kongresinde,
Meşruti­yet düzeninin uygulanma metotları konusunda varılan görüş ayrılığı, Ce­
miyeti ikiye bölmüştür. Prens Sabahattin, Teşebbüsü Şahsi ve Adem-i merkeziyet
derneğini kurarak Cemiyet’ten ayrılmış, diğer taraftan da Ahmet Rıza bey de
Osmanlı Terakki ve ittihat Cemiyetini kurarak faa­liyetine devam etmiştir.2

Prens Sabahattin Beyin Avrupa’ya kaçması,


hürriyetçi bir bil­diri yayınlaması onun lider olması
ihtimalini ortaya çıkardı. Saba­hattin Bey, Damat
Mahmut Celâlettin Paşanın oğludur. Prens adını
alması bir Sultan hanımdan doğmuş olmasından
ileri geliyor­du. Oysa ki onun benzerleri böyle bir
adı hiç kullanmamışlardı. Sa­bahattin Bey, oldukça
8. Bölüm

kültürlü olmakla beraber, İstanbul’dan hiç


ayrılmamış, halkın halini, gerçekleri görmemişti.
Mahmud Celâlettin Paşa, 1854’te doğdu. Hüsrev
Paşanın yetiş­tirdiği Gürcü kölelerden Halil Rıfat
Paşanın oğlu ve Sultan Hamit’in eniştesidir. Sultan
Hamit eniştesi olan Celâlettin Paşaya vezirlik
payesi verdi. Sonra gizli örgüt kurarak Yıldız
Sarayını dinamitlemek, Abdülhamit’i öldürmeye
Prens Sebahattin

156 1 Kemal H. Akkarpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967,s.30.
2 Armaoğlu, a.g.e., s.64-65.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

teşebbüs suçluyla idama mahkûm edildi. Bazı­larının siyasî dâhi gösterdikleri Abdülhamit
ile hürriyetçi ve idealist ge­çinen eniştesinin serüveni kısaca budur.Mahmud Celâlettin
Paşa 1903 yılında 48 yaşında öldü.

Köle neslinden geldiği halde babasının saraya damat olmasından ötürü kendisine
prens adını veren Sabahattin Bey, babasının siyasetini yürüttü. Onun İngiliz­lere hayranlığı
ve onlara bağlılığı vardı. Oysa İngilizlerin Osmanlı Dev­leti’ne karşı tutumu tamamıyla
değişmişti.3 1906 yılında Selanik’te kurulan gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ise, ittihat
ve Terakki Cemiyeti’nin hayatında bir dönüm noktasını teşkil et­miştir. Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti, Rusların Bulgarları koruyarak memle­ketin iç işlerine müdahalesini protesto
etmiş, özellikle ordu mensupları arasında da taraftar bulmaya çalışmıştır.4

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ

3 Belen, a.g.e., s.67. 157


4 Armaoğlu, a.g.e., s.64-65.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurularak, muhalefetin insiyatifi genç


subayların ellerine geçti. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurucuları arasında, Selanik
Posta Başmüdürlüğü Başkâtibi Talât Bey de vardı. Paris’ten Selânik’e gelen Dr.
Nazım Bey Osmanlı Hür­riyet Cemiyetinin Paris’teki Terakki ve ittihat Cemiyetiyle
birleş­mesini sağladı Talât Bey, Kırcaalili Ahmet Vasif Efendinin oğludur (D. 1874).
Muhalifleri onu çingene asıllı göstermiş, İsmail Hami Danışmend de Os­manlı Tarihi
Kronolojisi 4.cildinin Sadrazamlar bölümünde bu yalana yer vermiştir.5

14 Eylül 1907’de Merkezi Paris’te olan Osmanlı Terakki ve ittihat Cemiyeti


ile Merkezi Selanik’te olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Terakki ve ittihat
Cemiyeti olarak bir yazılı anlaşma ile birleşmişler­dir. Bu birleşmeye yüzbaşı
Mustafa Kemal (Atatürk) in, Şam’da arkadaş­ları ile birlikte kurdukları gizli
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik şubesi de Mustafa Kemal’den habersiz
katılmıştır.

Bu birleşmelerden sonra ittihat ve Terakki Cemiyeti, Rumeli’de bü­yük bir silâhlı


ayaklanma hareketine girişmiştir. Enver bey Tikveş civa­rında, Niyazi ve Eyüp Sabri
beyler Resne ve Ohri’de, Selâhattin ve Ha­san Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet
taburları kurmuşlardır. Cemi­yetin silâhlı müfrezeleri halkı ayaklanmaya teşvik ve buna
karşı da ikin­ci Abdülhamit’in bu bölgeye gönderdiği baskı unsuru adamlarını öldür­
meğe başlamışlardır.6

Bu örgüt, bir ihtilâle henüz hazır değildi. Rusya İmparato­ru ile İngiltere
Kralının Reval buluşması, aralarında Türkiye’yi tak­sime karar verdikleri
haberinin yayılması üzerine ittihat ve Terakki Cemiyeti harekete geçti. Hareket bir
terör havası yaratmakla baş­lar. 1908 yılı haziran ayında Sultan Hamit’in adamlarından
Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey, Necip Bey tarafından, Öldürülmek kastiyle,
vurularak yaralanır. Köprülü’de Kaymakam Şevket Bey, Selanik’te bir alay müftüsü
öldürüldü.
8. Bölüm

158 5 Fahri Belen, 20 nci Yüzyılda Osmanlı Devleti, Remzi Kitapevi Yayını, İstanbul 1973,s.68.
6 Armaoğlu, a.g.e., s.65.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

12 haziranda, cemiyetin önemli üyelerinden Kurmay Binbaşı Enver Bey,


arkadaşlarıyla görüştükten sonra tek başına geziye çık­tı. Yollarda eşkıya bulunduğu için,
köylü kıyafetine giren Enver Bey ilk önce Karacaova’da bir askerî müfreze başında olan
amcası Yüz­başı Halil Beyin yanına gitti. Bundan sonra uzun süren gezisine de­vam eder.
İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ
Nutuklar söyler, halkı uyarmaya çalışır. Bazı yerlerde sa­raya tehdit telgrafları çektirir. İ.
H. Danişmend, Tarih Kronolojisinde (4. Cilt.s. 361) Nazım Be­yin Enver Bey tarafından
vurulduğunu yazarsa da buna ait bir belge yoktur. Bu gezinin faydalı sonuçlar vermesi
üzerine, Selanik ittihat ve Terakki Cemiyeti, Enver Beyi cemiyetin genel müfettişi
yapar. Bun­dan maksat Enver Beyi daha etkili bir mevkie çıkarmaktı. Cemiyet gizli
bir örgüt olduğu halde, Enver Bey yazışmalarında bu unvanı kullanacaktır.

Bu gezilerde Enver Bey Mustafa Kemal Beyle de buluşur, Resne’deki Kolağası


Niyazi Beyle de haberleşir. Bir yandan da ailesini düşünmektedir. Anasından aldığı
mektupta «Başladığın işi bitirme­den dönersen sana südümü helâl etmem» sözü
Enver Beyi ferah­latır.

Kolağası (Önyüzbaşı) Niyazi Bey de silahlanmaktadır, Resne’de 50 kişilik cemiyet


mensupları ile bir toplantı yaptıktan ve Ma­nastır merkezine de haber verdikten sonra
dağa çıkmaya karar ve­rir. Manastır’dan Resne’ye gelen avcı taburunun komutanı 159
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Binbaşı Remzi, Yüzbaşı Cafer Tayyar ve Süleyman Beyler de bu karara ka­tılırlar. 3


temmuz günü Niyazi Bey 150 kişilik çetesiyle dağa çıkar. O da Enver Bey gibi halkın
saraya telgraflar yağdırmasını sağlar.7

Resne’de dağa çıkan kolağası (önyüzbaşı) Niyazi ve arkadaşlarını, sindirmeğe


çalışan askerî birlikler, hürriyet isteyenlerle birleşmişlerdir. Ayaklanmayı
bastırmak için görevlendirilen Şemsi Paşa da, Cemiyetin fedailerinden Bigalı
Teğmen Atıf (Kamçıl) tarafından öl­dürülmüştür. Daha sonra gönderilen Tatar
Osman Paşa da başarı sağla­yamamıştır. Cemiyet 23 Temmuz 1908’de Manastır, Selanik
ve Rumeli şe­hirlerinde hürriyet ilân etmiş ve bunun sonucu olarak II. Abdülhamit de,
Kanun-ı Esasî’yi (Anayasayı) yürürlüğe koymuştur. Böylece ikinci Meş­rutiyet ilân
8. Bölüm

edilmiştir.

Meşrutiyetin ilanından sonra Cemiyet, aldığı bir kararla adını ittihat ve


Terakki şeklinde kullanmağa başlamıştır. Cemiyet, Sultan II. Abdülhamit’in halline
(tahtan indirilmesi) kadar olan dönemde iktidarda bu­lunmadan iktidar olma gücünü
göstermiş, iktidara cemiyetin görüş ve is­teklerini dikte ettirmişlerdir. Bundan sonraki
dönemlerde, ittihat ve Te­rakki mensupları Hükümette vazife almışlar, sorumluluğa
bizzat katılmışlardır. Yeni kurulan rejim içerde ve dışarıda bir takım olaylarla
karşı kar­şıya kalmıştır. Bulgaristan, 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilân etmiştir.

160
7 Belen, a.g.e., s.78.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Avusturya-Macaristan, 6 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i ülkesine kattığını, Girit


ise Yunanistan’a katıldığını ilân etmiştir. Balkanlardaki bu, siyasi bunalımların
yanı sıra, bir grup gerici ayaklanarak “şeriat isteriz” diye isyana başvurmuşlardır.
Tarihte 31 Mart (13 Nisan 1909) vak’ası diye anılan olay, tutucu ve gerici çevrenin
hürriyete karşı başkaldırmasıdır, İstanbul’da terör havası yaratan bu gerici
topluluk, bazı önemli kişileri de katletmişlerdir. Bu başkaldırma olayına karşı,
Selanik ve Edirne’deki kuvvetler, “Hareket Ordusu” adı ile İstanbul’a yürümüştür.
21 Nisan 1909’da İstanbul’a gelen Hareket Ordusu, üç gün içinde ayaklanmayı bas­
tırmış ve böylece büyük bir gericilik tehlikesi de önlenmiştir.

Hareket Ordusu diye anılan bu askeri birliğin, düzenleme işini ve kurmay


başkanlığını Mustafa Kemal (Atatürk) yapmış, hatta Hareket Ordusu’nun
İstanbul halkına hazırladığı beyannameyi dahi Mustafa Ke­mal (Atatürk) kaleme
almıştır.

Bu olaydan sonra II. Abdülhamit tahttan indirilerek yerine Sultan V. Mehmet Reşat
getirilmiştir. Bundan sonra 1909’da Anayasa’da deği şiklikler yapılarak parlamenter
bir rejime yönelinmiştir. Bu değişikliklerle yürütme organının başı olan hükümdarın
yetkileri sınırlandırılmış, kabinenin meclise karşı so­rumlu olması ilke olarak kabul
edilmiş, yasama organının bağımsızlığı ka­bul edilerek yetkileri genişletilmiştir. Bu
değişikliklere rağmen durum dü­zelmemiş, içerde ve dışarıda büyük gaileler (baş
derdi) çıkmış, artan malî zorlukların yanı sıra, Arnavutluk’ta ve Arap ülkelerinde
ayaklanmalar çık­mıştır, imparatorluğu bu güç durumunda bu defa, 1911’de
Trablusgarp Savaşı, 1912 yılında I. Balkan Savaşı ve 1913’de de II. Balkan Savaşı
pat­lak vermiştir. İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ
Trablusgarp Savaşı’nın çıkması ve yenilgisi iç politikada huzursuzlu­ğa yol açmış,
muhalefet güçlenmiş, Osmanlılık ve yerinden yönetim ilke­sini savunan Hürriyet ve
itilâf Fırkası (Partisi), ittihat ve Terakki Par­tisi’ni tehdit eder duruma gelmiştir, ittihat
ve Terakki Partisinin, Meclisi Padişaha feshettirmesi sonucu, yeni seçilen Meclis
Anayasa’yı değiştire­rek bu defa da hükümdarın yetkilerini genişletmiştir. Nisan 1912’de
iş­başına gelen yeni Meclis, uzun ömürlü olmamış, ordu içinde ittihat ve Terakki Partisi
aleytarı grupların teşekkülü (Halaskar Zabıtan Grubu), iktidar partisinden ayrılmalar
üzerine Sadrazam Sait Paşa’nın yerine ta­rafsız Gazi Ahmet Muhtar Paşa atanmıştır.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bir çok büyük şöhretlerle birlikte yeni ka­bineyi kurmuştur.
Tarihte, “Büyük Kabine” veya oğlu Mahmut Muhtar Paşa’nın Bahriye Nazırı (Deniz
Bakanı) olması nedeni ile “Baba-Oğul Kabinesi” diye adlandırılan yeni hükümet, ilk üç
aylık iktidarı dönemin­de I. Balkan Savaşı ile karşı karşıya kalmıştır. Bu arada ittihat ve
Te­rakki Partisi’nin desteği ile Meclisin 4 Ağustos 1912’de yeniden feshine gidilmiştir. 161
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

I. Balkan Savaşının ağır yenilgisi ile Gazi Ahmet Muhtar Paşa çekilmiş, yerine Kâmil
Paşa Sadrazam olmuştur.

Balkan Savaşı’nın sorumluluğu üzerine yıkılan Sadrazam Kâmil Paşa, bir darbe
sonucu zorla iktidardan uzaklaştırılmış, yerine nispeten tarafsız ve mutedil davranan
Mahmut Şevket Paşa Sadrazamlığa getirilmiştir. Mahmut Şevket Paşa’nın Sadrazamlığı
ile ittihat ve Terakki iktidarı yine başlıyordu. Bağımsız bir politika uygulamaya çalışan
Mahmut Şevket Paşa, Hürriyet ve itilâf Par­tisi tarafından düzenlenen bir suikast sonucu
öldürüldü. Yerine Prens Sait Halim Paşa geçirildi. Edirne’nin düşman işgalinden
kurtarılması, ik­tidar partisi ittihat ve Terakki’yi güçlendirdi, ittihat ve Terakki Partisi­nin
tek başına iktidar olduğu üçüncü genel seçimler yapılarak, 14 Mayıs 1914’de Osmanlı
Mebusan Meclisi toplanmıştır.

1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinden, Meclis 28 Ey­lül


1915’den sonra çalışmasını tatil etmiştir. I. Dünya Savaşının idare ve sorumluluğu
da böylece ittihat ve Terakki Partisine aittir. Genellikle II. Meşrutiyetin bütün iç ve
dış olaylarında ittihat ve Terakki Partisinin dam­gası vardır. İttihat ve Terakki Partisinin
birçok vebal, ku­sur ve başarısızlıkları vardır.

Enver Paşa (1881-1922),


Türkistan’da Kızılordu’yla
giriştiği bir çatışmada
vurularak can verdi.
8. Bölüm

İttihatçılardan Talat Paşa (1874-


Cemal Paşa (1872- 1921), tanınmamak
1922) Tiflis’te, için bıyıklarını
Ermeni olduğu kesmişti. Ama o
sanılan bir katilin da öldürülmekten
kurşunlarıyla öldü. kurtulamadı.

162
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ

163
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

İttihat ve Terakki, demokratik manada bir siyasi parti olmaktan çok, bir nevi gizli
bir cemiyet idi. Meşrutiyet idaresinin kurulması maksadıyla teşekkül etmiş, bu maksadı
gerçekleştir­dikten sonra da iktidara hükümet darbesiyle gelerek, muhaliflerini ezip
bir parti diktatörlüğü tesis etmekte tereddüt göstermemiştir. Parti­nin başlıca erkânı
Enver, Talât ve Cemal Paşalar idi. Bu üç zat, memleketin içinde bulundu­ğu güç
şartları bertaraf etmek için gerekli bilgi ve tecrübeye malik de­ğildiler.8

MUSTAFA KEMAL VE İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ


Harp Akademisi’nden sonra Şam’a atanan Mustafa Kemal; 1906 yılı ekiminin
bir gecesi Mustafa Kemal, Otuzuncu Süvari Alayı Komutanı Lütfi, Kurmay
Yüzbaşı Müfit (rahmetli Kırşehir Milletvekili Müfit Özdeş), Doktor Mahmut,
tüccar Mustafa Bey’in evinde toplanarak Vatan ve Hürriyet derneğini kurdular.
Bu gizli devrim derneğinin Suriye ve yöresinde örgütlenme görevini Mustafa Kemal
üstlendi ve çeşitli asker birliklerinde staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e
giderek bu örgütlenmeyi sağladı. Yafa’da daha çok kaldı. Buradaki örgüt daha güçlü
oldu; fakat Suriye’deki çalışmalar istenilen düzeye ulaşamadı.

Mustafa Kemal her ne pahasına olursa olsun Selanik’e atanmak istiyordu, Mustafa
Kemal şöyle anlatır;

“O sırada Selanik’te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa’nın çok yurtsever bir
kişi olduğunu söylüyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az
çok açıkça anlattım. Bu amacımın çabuk gerçekleşmesi için Makedonya’ya gitmem
gerekiyordu. Yardım etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne
yoldan olursa olsun Selânik’e gidersem, yardımcı olacağını bir aracı ile bildirdi. İzin
kâğıdım cebime koydum. Makedonya’ya gitmek için yola çıktım. Ancak işin meydana
çıkabileceğini düşünerek izimi belli etmemek için ilk önce Mısır’a, sonra Yunanistan’a
gittim. Şayet bir haber alırlarsa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey
8. Bölüm

yaz­madılar. Gizlice Selânik’e girdim”.

Mustafa Kemal’in Selânik’e gelişi tehlikeli ve heyecanlı bir serüvendi. Pire’den,


Selanik’te bulunan arkadaşı Kurmay Yüzbaşı Tevfik Bey’e “Parti bateau Grec”
sözcüklerini içeren bir telgraf çekmiş ve Yunan bandıralı bir vapurla yıllardan beri
özlemini çektiği memleketine doğru yola çıkmıştı. Kendisini karşılayan Tevfik
Bey’le birlikte gümrük rıhtımına ayak bas­tığı zaman gümrük, polis ve askeri güvenlik
memurlarının sorgularıyla karşılaştı. Fakat onun geleceğini daha Önceden haber alan
arkadaşı, Selanik Merkez Komutan Yardımcısı Mümtaz Yüzbaşı Cemil Bey’in (rahmetli

164
8 Armaoğlu, a.g.e., s.64-68.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

İçişleri Bakanı ve Tekirdağ Milletvekili Cemil Uybadin) yardımıyla bu güçlüğü de


atlattı. Mustafa Kemal ilk önce Sanat Okulu karşısındaki doğduğu evde uzun zamandan
beri görmediği annesini ziyarete gitti. Annesi kaçak olarak gelen oğlunun bir kötülükle
karşı karşıya kalması kaygusuna kapılarak sevinçten çok, üzüntü duymuştu. Annesine
güvence verdi; ama kendisi de kuşku duymakta idi. Birkaç gün sokağa çıkmadı. Sonunda
Suriye’den mektup yazarak yardım istediği Şükrü Paşa’yı görmeye gitti. Paşa onu
kabul etmek istemedi. Direnince birkaç dakika görüşmeye razı oldu; fakat hiçbir
şey yapamayacağını söyleyerek Mus­tafa Kemal’i düş kırıklığına uğrattı.

Şükrü Paşa’dan umduğu yardımı göremeyince, Selanik’te kalma süresini


uzatabilmek için başka bir yol aradı ve nihayet Askeri Rüştiyede iken tanıdığı Kurmay
Albay Hasan Bey’in ve Ordu Sağlık İşleri Başkanı İskender Paşa’nın yardımı ile dört
aylık bir rapor aldı. Böylece Selanik’te çalışmak için süre kazanmış olan Mus­tafa Kemal,
Manastır İdadisinden tanıdığı Şair Ömer Naci’yi, Topçu Subayı Hüsrev Sami’yi, sınıf
arkadaşı ve o tarihte Selanik Askeri Rüştiyesi (ortaokul) Tarih ve Edebiyat Öğretmeni
Hakkı Baha’yı buldu. Bunların aracılığı ile Selanik Öğretmen Okulu Müdürü İsmail
Mahir Hoca ve Selanik Askeri Rüştiyesi Müdürü Bursalı Tahir Bey’le tanıştı. Bir gece
bu arkadaşları ile Hakkı Baha Bey’in evinde toplandılar.

Mustafa Kemal bunlara amacını açıklayarak “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin


Makedonya’da örgütlenmesi için çalışmalarını istedi. Ortaya bir tabanca koyarak
devrim uğrunda ölünceye kadar çalışacak­larına yemin ettiler. Böylece Selanik’te
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesi kurulmuş oldu.

Mustafa Kemal Selanik’te dört ay kaldı. Bu sırada İstanbul, elde ettiği bazı bilgilere
dayanarak onu bir yandan Yafa’da ararken, bir yandan da Selanik’te tutuklanması için İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ
emir verdi. Bu emri kendisine gösteren arkadaşı Merkez Komutan Yardım­cısı Cemil
Bey, emrin yerine getirilmesini, bir iki günden fazla geciktirme olanağı bulunmadığını
söyleyince Mustafa Kemal hemen Yafa’ya döndü.Yafa Komutanı Ahmet Bey, Mustafa
Kemal’in nerede olduğu sorusuna Mısır hududunda ve Birisebi’deki kıtalarda inceleme
yapmakla görevlendirildiği yanıtını verdi. Gerçekten o sıralarda Akabe sorunu çıkmış
bulunuyordu. Hududun durumu da önemli idi. Mustafa Kemal Yafa’da hiç durmadan
yanına aldığı küçük bir kuvvetle söz konusu görevi görmek üzere hudut komutanı
bulunan arkadaşı Lütfi Müfit’in mıntıkasına gitti. Daha sonra topçu stajı yapmak üzere
Şam’a gönderilen Mustafa Kemal, staj sonunda Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve
Şam’daki Ordu Kurmay Heyetine atandı (20 Haziran 1907).

Kısa bir süre bu görevde kaldıktan sonra aynı yılın ey­lülünde Makedonya’daki
Üçüncü Ordu’ya atanmasını sağladı. Üçüncü Ordu’nun merkezi Manastır’da
bulunmakla birlikte Selanik’te daha yüksek bir makam olmak üzere müşirlik ve onun 165
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

kurmay heyeti vardı. Mustafa Kemal’i daha Selânik’e gel­meden Manastır’a atamışlardı.
Mustafa Kemal Selânik’e gelince hemen ordu müşirini gördü ve iyi bir rastlantı olarak o
günlerde bir numune (örnek) alayının denetimini yapan heyetle birlikte çalışma olanağı
buldu. Bu denetim sırasında onun Se­lanik’te müşirlik kurmay heyetinde bulunmasının
daha yararlı olacağı anlaşıldığından Selanik’te bırakıldı.

Mustafa Kemal Selânik’e geldiği zaman Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin


Terakki ve İttihat adını aldığını gördü. Bir gün sonradan İttihat ve Terakki
Partisinin nüfuzlu bir kişisi olan Doktor Nâzım Paris’ten Selânik’e gelmiş ve
Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin tarihte yeri var. O ad altında çalışılırsa daha yararlı
olursunuz diyerek Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nde çalışanları ikna etmiş. Terakki
ve İttihat Cemiyeti’nin adı daha sonra “ittihat ve Terakki” olarak değiştirilmiştir.

Mustafa Kemal bir yandan ordu müşirliği kurmay heye­tinde bulunurken, öbür
yandan “İttihat ve Terakki Cemiyetin­de de çalışmaya başladı. Kendisine ordu kurmay
heyetindeki görevinden başka Selanik - Üsküp demiryolları müfettişliği de verilmişti.
Bu görev ona Meşrutiyetin ilanına yakın günlerin en kaynayan yeri olan Selanik ve
Üsküp arasındaki yörede bu­lunan örgütlerde de iş görme olanağını sağladı.9

General Ali Fuat Cebesoy sınıf arkadaşı, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü şöyle
anlatmaktadır

MUSTAFA KEMAL İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ ÜYESİ


OLUŞU

27 EYLÜL 1907
“O tarihte İttihat ve Terakki Cemiyeti önemli yol almıştı. Mem­leket dışında
bir hayli neşriyat yaparak kendisini tanıtmıştır. Bu ad altında toplanır çalışırsak,
daha iyi netice alırız. İki ayrı cemiyet maksat ve gayeleri bir de olsa, ayrılık
8. Bölüm

manzarası ifade eder, diyerek Vatan ve Hürriyet’in Selanik şubesini kuran ar­
kadaşları Mustafa Kemal’i ikna etmiş, 27 eylül 1907 de iki cemiyet birleşmiş!.
Mustafa Kemal; Bu emrivaki kabul zorunda kaldım ve ben de ittihadın bir üyesi
oldum dedi.

Ancak İttihat Terakki Cemiyeti’nden, benim duyduğum endişeleri o da duymuştu.


Meşru­tiyet iade edilecekti. Bundan şüphe etmiyordu. Sultan Hamid, ister istemez, biraz
direndikten sonra razı olacaktı. Eğer razı olmazsa, kan dökülecek, ama yine de Anayasa
yürürlüğe gire­cekti. Diyordu ki; Fakat sonra ne olacak? Cemiyetin ne esaslı bir planı

166
9 İğdemir, a.g.e., s.9-12.
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

ve ne de meşrutiyetten sonra onu tatbik edecek bir lideri var. Mustafa Kemal,
görüşlerini daha ilk günlerde, İttihatçı ar­kadaşlarına açıklamakta tereddüt etmemiş,
fakat o da benim gibi istediği ilgiyi bulamamıştı. Ancak benden çok daha azimli idi ve
sonuna kadar mücadele edecektik. Bu kuvveti kendisin­de görüyordu.

Genç Mustafa Kemal, Milli Misak’ı daha 1907’de, kolağası iken bir arkadaş toplantısında
açıklamıştı... Bu bile, O’nun amacının köhne Osmanlı İmparatorluğu’ndan, milli bir devlet
oluşturmak olduğunu ortaya koymaktadır.

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ

Misak-ı Milî’nin Esasları


Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk milletinin emellerini ve
maksatlarını özetleyen ve adı İstiklâl Harbi’mizin başından sonuna kadar
değişmeyen «Misak-ı Millî» programının ilk müsveddelerini 1920 yılı ocak ayında
yazmıştır. Ben, bu tarihî olayı en yakın bilenlerden biriyim. O tarihte Batı Anadolu
Kuvayi Milliye Umum Kumandanı idim. Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, Mustafa
Kemal «Millî Misak» ın esaslarını bu tarihten on üç yıl önce, 1907 de tespit etmiş, 167
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

vatanını tehlike­den kurtarmak için ne gibi çareler düşünüp bulduğunu cesa­retle ortaya
koymuştur.

Ben aziz arkadaşımın fikirlerini daha Karaferiye’de iken dinledim. Mustafa


Kemal diyor ki; Meşrutiyetin ilânı, yeter çare olamaz. Cemiyetin bir siyasî parti
haline gelerek hükümeti, meşrutiyetin ilânından sonra ele alması lâzımdır. Parti,
önceden bu vazifesini hazır­lamış ve ne yapacağını programlaştırmış olmalıdır. Aksi tak­
dirde, ikinci meşrutiyet de birincisinin akıbetine uğrar.

Öyle ise ne yapmalıdır? Mustafa Kemal, ilk çare olarak şöyle düşünüyordu:
Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamım kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde otur­
tulmak, düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilâl
idaresi kendi başına bir Türk devleti kur­malıdır.
8. Bölüm

Balkanların Osmanlı’dan
168 koparılışı
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

Meşrutiyetten öncesi zamanlardaki Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu


şöyle idi; Geçmişte kalan ve devam eden tür­lü dert ve sorunlar içinde şiddetli bir
fırtınaya tutulmuş harap bir gemi gibi idi. Daha önceden bir karar alınmadığı takdirde
meşrutiyetin ilânından sonra bu meseleler kendi kendisine çözülecek ve durum daha
da fena olacaktı. İç politikamızın bir kör düğümü haline gelmiş olan milliyetler sorunu
da çözüle­cek, devletin menfaatleriyle bağdaşamayacak bir hal ala­caktı. İdare, başından
sonuna kadar bozuktu. Rumeli’de Bul­garistan, Sırbistan, Avusturya - Macaristan,
Karadağ ve Yu­nanistan ile çevrilmiştik. Halbuki bu devletlere bağlayan ırk­tan azınlıklar,
bu kıt’a üzerinde yaşıyorlardı. Bütün bunlar, Rumeli ülkemizden birer parça toprak daha
kopararak Ruslarla birleşmekte gayret gösteriyorlar, acele ediyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, sadakatine dayandığı ve gü­vendiği tek unsur,


Türklerdi. Bunlar da devleti ayakta tuta­bilmek için sayısız harplere girmişler ve
insanca büyük kayıplara uğramışlardı. Rahatça ziraat yapamadıkları için de fakir
düşmüşlerdi. Servet, diğer milletlerin elinde idi. Türk olma­yan Müslüman halka
daki bunların çoğunluğunu Araplar teşkil ediyordu düşman devletler Müslüman
olarak ırk ve ayırma ruhunu aşılıyorlardı. Dış duruma gelince; büyük dev­letler,
Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmağa çoktan karar vermişlerdi. Planlarını
tatbik için kendileri için en müsait zamanı bekliyorlardı. Bunun tatbikatında yine
ezilecek ve haklarından mahrum edilecekler, Türkler olacaklardı.

Meşrutiyetin ilânından sonra karşı karşıya kalacağı bun­ca önemli meseleler


hakkında, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nde mutlak bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu.
Halbuki re­jim değişikliğinde ve ihtilâl sonrasında kararlı, programlı ve kuvvetli liderleri
olmazsa, bu rejim değişikliği sonucu, ya anarşiye veya istibdada gidilmiş olacaktı.
Sultan İkinci Abdülhamid, Meşrutiyetçilere her şeyi yeniden kurulmaya ve düzeltilmeye İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ
muhtaç bir İmparatorluk devredecekti.

Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılacağını da ve bu yıkılışın


enkazı altında Türklerin ezileceğini de sezi­yor ve müteessir oluyordu. Diyordu ki;
Nüfusun yarısı Türk olmayan ve halbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün
ağırlığı ve müdafaası Türkün omuz­larına yükletilmiş, Hıristiyan azınlıklar ise,
yalnız kendi çı­karlarını sağlamakla kalmıyorlar, komşu ve aynı ırktaki dev­letlerle
birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar.

Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline


getirilecek, Türkten başka olan unsurlar, düşman dev­letlerinin tarafını tutacaklar.
Şu halde devlet gövdesinin çök­mesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan
olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî bir sınıra çekilerek bura­sını mı
savunmak daha doğru ve hayırlı olacak? Ben, selâ­meti ikinci fikrin tatbik
edilmesinde görüyorum. 169
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

Mustafa Kemal’in bu sözlerinde çıkan mâna şu idi: Os­manlı İmparatorluğu nün


tasfiyesi işi, Türkün aleyhinde ola­rak düşmanlarımıza bırakılmamalıdır. Bir ihtilâl
sonunda iş­başına geleceği anlaşılan Meşrutiyetçilerin kuracağı idare, ce­sur bir kararla
tasfiye isini kendisi yapmalıdır. Selâmet yolu budur. Peki, bu tasfiye işini nasıl
yapmalıydı? Mustafa Kemal şöyle düşünüyordu;

Rumeli’de Doğu ve Batı Trakya bizde kalacak, Edirne’­nin kuzey hudutları


Bulgaristan aleyhine düzeltilecek, Arna­vutluk, Avusturya - Macaristan, Sırbistan,
Bulgaristan ve Yu­nanistan Osmanlı başkanlığında İstanbul’da toplanacak bir konferansta
milliyet çoğunluğu prensibine dayanılarak Osman­lı Rumeli kıtasının Doğu ve Batı
Trakya’dan başka kısımları yukarıda adları geçen devletlere bırakılacaktı. Arnavutluk
ba­ğımsız olacak, Bosna-Hersek Sırbistan’la Avusturya - Maca­ristan arasında âdilâne
bir surette taksim edilecekti. Anadolu sabilerine yakın olan adalar yeni Türkiye
devletinde kalacak, diğerleri Yunanistan’a verilecekti. Güney hudutlarımız Hatay.
Halep ve Musul vilâyetlerini içine alacak, diğerleri Araplara terkedilecekti. Anadolu’nun
doğu ve doğu kuzeyinde bir deği­şiklik olmayacaktı. Yeni Türkiye içinde kalacak olan
Rum, Bulgar ve Sırp azınlıkları dışarıda kalan Türklerle mübadele edilecekti.
8. Bölüm

Eğer meşrutiyetten sonra, Mustafa Kemal’in ileri sürdüğü bu politika takip


edilmiş olsaydı, sonuç Türklerin lehinde geli­şecek ve yalnız büyük devletlerin
değil, Balkanlar ittifakı da bozulacak, Yunanistan sıkı bir surette yeni Türkiye ile
anlaş­mak zorunda kalacaktı. Sonra milyonlarca Türk, karlı Balkan dağlarında
şehit olmıyacak, Arabistan çöllerinde kumlara gömülmeyecekti.

Biliyorum, diyordu, ileriyi görmek istemeyenler, im­paratorluktan toprak


fedakârlığı yapılmasını hoş karşılamayacaklar, hattâ bizi ihanetle itham edecekler
olacaktır. Biz buna rağmen, görüşlerimizin Meşrutiyet sonrası için bir prog­
170 ram haline getirilmesini sağlamalı ve onu gerek Merkezi Umumide ve gerekse
ATATÜRK İNKILÂPLARI ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ

arkadaşlar arasında şiddetle müdafaa etmeliyiz. Mustafa Kemal, o sabah, trenle


Karaferiye’den Selânik’e döndü.”10

Bir süre sonra Meşrutiyet ilan edildi (23 Temmuz 1908). Mustafa Kemal bu
devrim ile birlikte yurtta büyük ve köklü bir “değişikliğin yapılması gerektiğine
inanıyordu. Fakat onun görüş­leri ve düşünceleri İttihat ve Terakki Cemiyeti
ileri gelenlerinin düşüncelerine uymuyordu. O, özellikle ordunun politika ile
uğraşmasını istemiyor ve bunu zararlı görüyordu. Bu uğurda çok çetin uğraşılar
içinde idi; fakat o günün politikacıları bu düşüncenin doğruluğunu göremiyorlardı.
Bunun üzerine siyasetle ilgisini keserek bütün varlığı ile askerin eğitimi için uğraşmaya
başladı. Onun bu yoldaki verimli çalışmalarını arkadaşları ve yüksek rütbeli komutanlar
imrenerek izliyorlardı. Atatürk bu günlere ilişkin anılarını şöyle anlatır:

“Meşrutiyet’ten sonra herkes meydana çıktı. O zamana kadar saf ve temiz


çalışıyorduk. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterişleri çirkin buluyordum.
Bazı arkadaşların davranışlarını eleştirmekten çekinmedim. Kötülükleri ortadan
kaldırmak için ilk düşündüğüm önlem ordunun siyasetten. Çekilmesi düşüncesi
idi. Bunu öteki arkadaşlar doğru bulmuyorlardı”11

31 Mart ayaklanması bastırıldıktan sonra Mustafa Kemal Selânik’e döndü.


Ordunun, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile iliş­kisini kesmesi ve politika ile uğraşmaması
fikrini bu kere daha içtenlikle savunmaya başladı. Trablusgarp’ta bıraktığı iyi iz­lenimler
dolayısıyla kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti kongre­sine buradan delege seçiyorlardı.
Bir defasında bu düşünce­lerini savunmak amacıyla kongreye katıldı ve olumlu karar
aldırdı ise de bu karar yalnız kongre tutanaklarında kaldı; yü­rürlüğe konmadı. Atatürk,
Vakit Gazetesine verdiği demeçte: “İttihat ve Terakki’nin bazı kişileri ile aramızda
Meşrutiyet’ten sonra başlayan anlaşmazlık artarak bu ana kadar devam etti” der. İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ
Mustafa Kemal bundan sonraki eylemlerini meslek çalış­maları üzerinde
yoğunlaştırdı. 1909 Ağustos’unda Köprülü yö­resinde “Cumalı” da süvari alayları
arasında yapılan tatbikat talimlerini teftiş etmek üzere giden ordu kurmay başkanının
yanında bulundu. Talim ve tatbikat amacıyla bir süvari tuga­yının toplanması yıllardan
beri görülmemişti. Kurmay başkan­larının, ordu komutanlarının manevra meydanlarında
bulun­maları da o vakte kadar olağan şeylerden değildi. Mustafa Kemal “Cumalı”
ordugâhını, özlemini çektiği yeni askerlik hayatının başlangıcı sayarak orada
geçirdiği on gün içinde tut­tuğu notlarını Cumalı Ordugâhı adı altında bastırdı.

Kolağası Mustafa Kemal’in Üçüncü Ordu subay karar­gâhı komutanlığında (6 Eylül


1909) ve ordu karargâhında gös­terdiği başarı herkesin övgüsünü çekiyordu. Kurmay
gezilerinde, harp oyunlarında, manevralarda, birçok general ve kendisinden daha

10 Cebesoy, a.g.e., s.114-117. 171


11 İğdemir., a.g.e. s.13.
Doç. Dr. Ali DENİZLİ

yüksek rütbeli subayların katılmasına karşın, harekât müdürlüğü görevini çoğu kez o
yapıyordu. Bu nedenle sözle veya yazı ile eleştiriler yapmak gerekiyordu. Bu eleştiriler
eski komutanların hoşuna gitmiyordu. Bunlar onun daha çok bir kuramcı olduğunu
ileri sürerek kıtada başarısızlığa uğrasın diye kendisini, rütbesi küçük olduğu
halde, 38. piyade alayı komutanlığına atadılar. Bu atama onun askerlik alanındaki
yete­neğini daha iyi göstermesini sağladı. Kendisi anılarında bu olayı şöyle anlatır;

“Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve ter­biyesi ile uğraşıyordum.


Bu itibarla, sözlü ve yazılı pek çok eleştiriler yapmak gerekiyordu. Bu eleştiriler
özellikle eski komu­tanları kırıyordu. Bunun, benim ameliyattan ziyade nazariyatçı
(kuramcı) olduğumdan ileri geldiğini sandıklarından bir ceza olmak üzere 38.
Piyade Alayına komutan yaptılar. Bu atama gazap yüzünden rahmet oldu. Alay
komutanlığını yaptığım sı­rada Selanik’te bulunan bütün garnizon kıt’aları alayın
tatbi­katına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konfe­ranslara öteki
subayların da geldiği görüldü”.

Atatürk subayların meslek bilgilerini arttırmak için


meslek yayınlarının yapılmasını gerekli görüyordu. O
sırada değişmiş olan piyade talimatnamesinin
uygulanmasını kolaylaştırmak için Berlin Askeri
Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzman’ın
“Seferler Mevcudunda Takım, Bölük ve Tabur’un
Muharebe Talimleri” adlı kitabından Takımın
Muharebe Ta­limi ile Bölüğün Muharebe Talimi
başlıklarını taşıyan bölüm­lerini Türkçeye çevirdi.
Atatürk’ün bu iki çeviriden başka biri 41 sayfalık,
Cumalı Ordugâhı, Süvari Soluk, Alay, Liva, Talim ve
Manevraları (1909), diğeri 40 sayfalık Tabiye Tatbikatı
l (1911), adlı iki broşürü ile arkadaşı Nuri Conker’in
“Zabit ve Kumandan” adlı eserine karşılık yazdığı 32
8. Bölüm

sayfalık Zabit ve Kumandanla Hasbıhal (1918), adlı üç


eseri daha vardır.12

Şu var ki Mustafa Kemal hiçbir zaman partiden ve as­kerlikten ayrılıp, başka


siyasi cereyanlara katılmak heve­sinde bulunmadı. İttihat ve Terakki de Mustafa
Kemal’e esaslı siyasi bir rol vermekten çekinmiştir. Arkadaşı Fethi Bey’in (Fethi
Okyar) parti genel sekreterliği sırasında, onun yardımı ile bazı teşebbüslerde
bulunmak istemişse de, İttihat ve Terakki, Fethi B ey’i Sofya Elçiliği ile tasfiye etti
ve Mustafa Kemal de onun ataşemiliteri olarak memleket­ten uzaklaştı.13

172 12 Aynı yer, s.16-17.


13 Atay,a.g.e., s.5.

You might also like