Professional Documents
Culture Documents
I
T.C.
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ ve EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
ARAŞTIRMA
Selda KARACA
VAN – 2010
II
T.C.
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ ve EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
ARAŞTIRMA
Hazırlayan
Selda KARACA
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Selma BAŞ
VAN – 2010
III
İmza
Üye :....................................................................................................
Üye :....................................................................................................
ONAY: Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.
...../...../2010 ...................................
Enstitü Müdürü
IV
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
Hayatı-Kişiliği-Roman Anlayışı ve Eserleri………………. 16
İKİNCİ BÖLÜM
Romanların Çözümlenmesi…………………………………… 21
1. Puslu Kıtalar Atlası....................................................................... 21
Özet
Olay Örgüsü
Tema
Kişiler
Zaman
Mekân
Dil-Anlatım
Genel Değerlendirme
2. Kitab-ül Hiyel................................................................................ 82
Özet
Olay Örgüsü
Tema
Kişiler
Zaman
Mekân
Dil-Anlatım
Genel Değerlendirme
4. Amat……………………………………………………………... 180
Özet
V
Olay Örgüsü
Tema
Kişiler
Zaman
Mekân
Dil-Anlatım
Genel Değerlendirme
5. Suskunlar………………………………………………………… 213
Özet
Olay Örgüsü
Tema
Kişiler
Zaman
Mekân
Dil-Anlatım
Genel Değerlendirme
SONUÇ…………………………………………………………….. 292
KAYNAKLAR…………………………………………………….. 300
ÖZET……………………………………………………………….. 303
ABSTRACT………………………………………………………... 304
VI
ÖN SÖZ
İhsan Oktay Anar, 1980 sonrası Türk romanının önemli ve kendine özgü eserler
veren yazarlarından biridir. Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Efrasiyab’ın
Hikâyeleri, Amat ve Suskunlar adlarını taşıyan beş romanı bulunmaktadır. Yazar, bu
romanlarında Türk edebiyatında 1980 sonrası ortaya çıkan ana eğilime uygun biçimde
postmodern teknikler kullanır. Eserlerinde tarih, mitoloji, din, tasavvuf, fantezi, masal
iç içe girer. Kuşkusuz yapıtlarının en önemli özelliği, dil, anlatım ve içerik bakımından
kendi edebiyat geleneğimizden beslenmesidir. O, çoğu romancının yapamadığını ilkin,
dilde yapmıştır. Eserlerinde tarih kitaplarına, Evliya Çelebi’ye, meddah öykülerine
özgü, rivayet uslûbu diyebileceğimiz “Raviyân-ı ahbar nakilân-ı âsâr şöyle rivayet
ederler ki…” vb. bir anlatım hemen dikkati çeker. Bu geleneksel uslûp içinde ele
alınan konuya bağlı olarak, romanlarında denizcilik terimleri, dini terimler, musiki
terimleri, tasavvufî terimler bakımından zengin bir kelime hazinesi göze çarpar.
Böylece Anar, kendini dil ve anlatım yönüyle geleneksel anlatılarımıza
bağlayabilmekte, yerli, ama postmodern eserler vücuda getirebilmektedir. Kuşkusuz
bu, edebiyatımız adına olumlu bir gelişmedir. Onun romanlarında dikkati çeken bir
başka özellik de, çerçeve öykü tekniğini kullanmasıdır. Bu, Doğu anlatı geleneklerinde
görülen, adına hikâye içinde hikâye anlatma da denilen, Mantıku’t-Tayr, Camaspname,
Binbirgece Masalları gibi eserlerden çağdaş dünya edebiyatına kadar gelen bir
kurgulama tekniğidir. Anar, romanlarında bu gelenekten de yararlanarak, özgün eserler
yaratmıştır. Bu da onu geleneğimize eklemleyen bir diğer bağ olarak dikkati çeker.
İşte bu ve benzeri nedenlerle Anar, günümüz Türk edebiyatının gelenekle
bağlar kurmayı başarmış, önemli yazarlarındandır. Yine bu nedenle Türk edebiyatının
1980 sonrası yeni eğilimini tespit etmek için incelenmesi gereken bir romancıdır. O
bakımdan tez konumuzu “İhsan Oktay Anar’ın Romanları Üzerine Bir Araştırma”
olarak belirledik.
Anar, eserleri ve kendisi hakkında medyada çok konuşan bir yazar değil. Bu,
kendine has bir duruş. O nedenle kendisine ve eserlerine yönelik bizzat kendisinin
verdiği bilgiler yok denecek kadar az. Ancak son yıllarda Anar hakkında pek çok yazı
yazılmakta ve çeşitli Üniversitelerde yüksek lisans tezleri hazırlanmaktadır. Bu
çalışmalar arasında “Kaynaklar”da da isimleri belirtildiği üzere, Akın Tek’in, Ahmet
VII
VIII
Van, 2010
IX
KISALTMALAR
A…………………………………………………..Amat
Age……………………………………………….. Adı geçen eser
Agm ………………………………………………Adı geçen makale
C…………………………………………………...Cilt
EH……………………………………………….. Efrasiyab’ın Hikâyeleri
KH…………………………………………………Kitab-ül Hiyel
PKA……………………………………………….. Puslu Kıtalar Atlası
S……………………………………………………Suskunlar
S ……………………………………………………Sayı
s……………………………………………………... Sayfa
1
GİRİŞ
2
3
1
Bkz. Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yay., Ankara 1997.
4
5
6
patladığı bir dönemde, bir yazarın bireyci bir yaklaşımla romanında tutunamayan
birini yüceltmesi hoş mu, diye suçluyorlardı.”2 sözleri doğrulamaktadır.
Bütün bunlar bir yana, 1970’li yıllarda siyasal romanlar kaleme alan yazarlarca
ve yadsınsa da Oğuz Atay, romanlarıyla XIX. Yüzyıl realizmine ve Lucaksçı gerçeklik
anlayışına, Türk romanında ilk yıkıcı darbeyi vuran, kurguyu, dili, biçimi alt üst eden,
bilinaltının derinliklerine inen, böylece romanımızda başka bir gerçeğe kapı açan ilk
romancılarımızdandır. Günlük’ündeki şu satırlar Atay’ın dil-biçim ve kurgu
bakımından döneminin romancılarından ayrıldığını göstermesi bakımından önemlidir:
“Biçim sorunu: İki ihtimal var –ya konular yan ayana dizilerek, bilinen klasik
düzen içinde verilir, ya da aslında olaylar ve etkenler iç içe olduğu için çağrışımlar
serbest bırakılarak organik ve ruhsal bir gelişim gerçekleştirilebilir. Ben ikinci
yaklaşımı, gerçeği bu biçimde algıladığım için kendime daha yakın buluyorum.”3
Atay, her ne kadar 1970’li yıllarda görmezden gelinse de, deneysel biçimciliğin
ilk örnekleri olan romanlarında hem modern hem de postmodern öğeleri
harmanlayarak, 1980’li yıllarda Türk romanına damgasına vuracak büyük bir poetik
kırılmanın da ilk işaretlerini vermiştir. Kırılmanın ilk başlıca örnekleri şunlardır:
Oğuz Atay, Tutunamayanlar (1972), Tehlikeli Oyunlar (1973) ve Bir Bilim
Adamının Romanı (1975); Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli (1973) ve sonra 1980’lerde
Vüsat o. Bener Buzul Çağın Virüsü (1984), Bilge Karasu, Gece (1985), Barlas
Özarıkça, Ters Adam (1986).
Bu ilk kırılma örneklerinden sonra, 1980’lerle beraber Türk romanı, bir yol
ayrımına girer. Postmodern kapıyı çalmaktadır; Orhan Pamuk, Oğuz Atay’ın açtığı
yoldan yeni bir tarzı getirecektir.
2
Aktaran Yıldız Ecevit, Ben Buradayım, Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yay.,
İstanbul, 2005, s. 323.
3
Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yay., İstanbul, 2002, s. 236.
7
4
Bkz. Gencay Şeylan, Postmodernizm, İmge Yay., Ankara, 1999, s. 152.
8
5
Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, İletişim Yay., İstanbul, 2004, s. 26.
6
Oya Batum Menteşe, Bir Düşün Yolculuğu, Bilkamat Yay., Ankara 1996, s. S.33.
9
7
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yay., İstanbul, 1994, s. 97.
10
gerçeklikten koptuğunu, öyküsünü kurmacalar üzerine; üstelik kılı kırk yarar bir
oyunculukla kurduğunu” gösterir.
Sonuçta hayattan kopmak ve sanal gerçeğe bağlanmak gibi bir tehlikeyi getirse
de, Pamuk’un romanları, kimi yönlerden Türk edebiyatında ihmal edilen ‘kurgusal
tekniğin ve estetik kaygının yeniden önemsenmesine yol açmış; ‘ne anlatmalı yerine
‘nasıl yazmalı’ sorusu, 1980 sonrası Türk romancılarının ana problemlerinden biri
olmuştur. Yazarların Türk romanına getirdiği ikinci önemli yenilikse, bir roman
yazmak için kurmaca metinler dünyasında gezinirken geleneksel anlatılara rastlanması
ve bunları metinlerinde gerek motif, gerekse anlatı tekniği düzleminde kullanmasıdır.
Bu, romanda geleneksel anlatı hazinesine ilgiyi artırmıştır, Elif Şafak, İhsan Oktay
Anar, Tayfur Pirselimoğlu, Nazan Bekiroğlu gibi yazarlar, söz konusu kaynaklardan
çeşitli tarzlarda yararlanmayı denemişlerdir.
Postmodernizmin izinde
Orhan Pamuk, ilk postmodernist romanları verdikten sonra, kimi yazarlar da
onun ardından bu tarzda eserler kaleme almaya başlarlar. Hilmi Yavuz, Taormina,
Fehmi K.nın Acayip Serüvenleri ve Kuyu üçlemesinde, Ahmet Altan Dört Mevsim
Sonbahar’da, Pınar Kür Bir Cinayet Romanı’nda Levent Mete Aşk Romanları Yazan
Adam ve Büyücüler’de, Nazlı Eray Ay Falcısı’nda, Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm ve
Berci Kristin Çöp Masalları’nda, Süreyya Evren Postmodern Bir Kız Sevdim’de,
Hasan Ali Toptaş Gölgesizler, Kayıp Hayaller Kitabı, Bin Hüzünlü Haz gibi
eserlerinde Modernist ve Postmodernist teknikleri bir arada kullanarak, roman
anlayışındaki; daha doğrusu ‘gerçeklik’ anlayışındaki büyük kırılmayı
derinleştirmişlerdir.
Gelenekten etkilenenler
Romanda 1980’den sonra ana eğilim postmodernizmdir; ancak, bu yıllarda
gerek postmodernist tarzda, gerekse modernist tekniklerle geleneği çeşitli yollarla
keşfeden ve eserlerini, geleneksel kurmacalar üzerine kurmaya çabalayan yazarlar
ortaya çıkar. 1980 sonrası, bu anlamda romanda adeta geleneksel anlatının ilk kez
yoğun biçimde keşfedilme çabalarına tanıklık eder. Bir başka deyişle modernitenin
doğurduğu bir Batılı tür olan roman, bizde ilk kez bilinçli biçimde Doğu anlatı
11
geleneği ve bu geleneği taşıyan tasavvuf felsefesi ile yüzyüze gelir. Emine Işınsu,
İhsan Oktay Anar, Elif Şafak, Sadık Yalsızuçanlar, Nazan Bekiroğlu, Tayfun
Pirselimoğlu ve İskender Pala, bu çizgide öne çıkan yazarlardır
Başlangıçta milliyetçi düşünceyi, son dönemdeki siyasal çatışmaları işleyen
romanlarıyla tanınan Emine Işınsu, Kaf Dağı’nın Ardında (1988) ile roman tarzında
yeni bir yola girer. Bu yol tasavvuftur. Söz konusu romanında Mevsim adlı bir yazarın
‘insan-ı kâmil’ olma yolundaki iç arayışını Hüsn-ü Aşk’a benzer bir kurgu içinde
anlatan yazar, ardından bu ilgisini Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Bukağı ve
Bayram gibi, mutasavvıfların hayatlarını anlatan eserleriyle pekiştirerek, tasavvuf
bağlamında geleneğe eklemlenmiştir.
1980 sonrası Türk romanında, metafiziksel/tasavvufi kaygıyı ön plana alarak
geleneğe eklenen, mistik, felsefi ve psikolojik konulara yönelimleriyle dikkati çeken
bir başka yazar, Sadık Yalsızuçanlar’dır. Şakir Usta bağlamında Türkiye’de dine karşı
olan tutumu sergileyen, yazar-anlatıcı bağlamında ise, umutsuz bir aşkın acısını mistik
arayışla birleştiren ilk romanı Yakaza (1992)’da, J. Joyce ve Kafka’ya özgü modernist
bir teknik kullanan Yalsızuçanlar, İbn-i Arabî’nin hayatını anlattığı Gezgin (2004)’le
modern insana kapatılan metafizik kapısını açarak, bu anlayışını perçinleştirmiştir.
Elif Şafak, 1980 sonrasında geleneksel anlatılardan beslenen bir başka
romancıdır. Çift cinsiyetli bir kişinin asıl cinsiyetini bulmak için çıktığı arayış
yolculuğunun tasavvuftaki vahdet-i vücut düşüncesi bağlamında anlatıldığı Pinhan
(1997) 1980 sonrasındaki tasavvuf ilgisini göstermesi bakımında dikkat çekicidir.
Şafak, her nedenli, tasavvufa ilgisinin yalnızca entelektüel bir ilgi olmadığını sürekli
vurgulasa da, Pinhan’ın yalnızca bir entelektüel ilginin ürünü olduğu gözden kaçmaz;
çünkü romanda tasavvuf geleneği / düşüncesi içselleştirilememiş, yalnızca bir ‘bilgi’
düzeyinde kalmış; daha açıkçası ‘bilgi yığını’ kâlp süzgecinden geçirilmeden kâğıt
üstünde istiflenmiştir.
Nazan Bekiroğlu’nun aşkı ve tarihi tasavvufi bağlamda ele aldığı İsimle Ateş
Arasında (2002)’sı, 2000’li yıllarda gelenekle modernin buluştuğu en başarılı
romanlarından biridir. Yazarınca içselleştirildiği ve özümsendiği anlaşılan tasavvuf
düşüncesi ve bununla tamamlanan; hatta içselleştirmenin göstergesi olan tasavvufa
özgü şiirsel dil, modern bir kurguyla birleşmiş ve eser, geleneği çağdaş sanata taşıyan
‘klasik’ bir öreki olarak 1980 sonrası Türk romanındaki yerini almıştır.
12
İskender Pala, son yıllarda, geleneği romanda keşfetme çabasına Babil’de Ölüm
İstanbul’da Aşk (2003)’la katkıda bulunur. Bir mesnevi (gelenek)’nin Kanuni
döneminden başlayıp, elden ele devredilerek XIX. yüzyıla değin ulaşan öyküsünün
‘yolculuk kurgusu’ içinde anlatıldığı bir romandır Babil’ de Ölüm İstambul’da Aşk;
hatta bir bakıma Divan edebiyatının XVII. yüzyıldan XIX. yüzyıla değin tarihçesinin
roman formunda anlatılmasıdır diyebiliriz esere.
1980 sonrasında, postmodern-modern ve geleneksel teknikleri harmanlayarak
eserler veren; ancak dil-anlatım, din-tasavvuf, mitoloji, felsefe bağlamında da
geleneksel düşünce ve öykülerin izini süren İhsan Oktay Anar, söz konusu eğilimin en
çarpıcı örneklerini Puslu Kıtaları Atlası (1995), Kitap-ül Hiyel (1996) Efrasiyab’ın
Hikâyeleri (1998), Amat (2005) ve Suskunlar (2007) adlı romanlarıyla vermiştir.
Yazarın kullandığı, halk öykülerine, meddah ve Osmanlı dönemi tarih kitaplarına özgü
dil ve anlatım, Anar’ın ilk bakışta geleneksel anlatılardan büyük ölçüde beslendiğini
gösterir. Söz konusu anlatıma eşlik eden tarihsel uzam ve kişiler, yer yer göze çarpan
tasavvufi ve mitolojik motifler, kutsal kitaplardan, masal ve efsanelerden yansıyan kişi
ve öyküler, fantastik olaylar ve mekânlar, Anar’ın romanlarının en dikkati çeken
özelliğidir. Yazar, söz konusu içeriği postmodern; hatta geleneksel anlatı teknikleri
içinde sunarak, Türk edebiyatında tarih, mitoloji, felsefe ve fantezi ile kaynaşmıştır
başarılı romanlar verilmiştir. Bundan dolayı o,metinlerini geleneksel kurmacalar
üstüne kuran; daha doğrusu geleneksel kurmaca hazinesinden yeni kurmacalar üreten
ve insanın ölümsüzlük ve gerçek arayışı, şeytanla mücadelesi gibi yaratılıştan beri
gelen ezeli tutku mücadelelerini anlatan bir yazar olarak göze çarpar.
Tarihsel romanlar
1980 sonrası Türk romanında kendini gösteren bir başka belirgin eğilim ise,
Türk tarihine ilgidir. Bu ise doğallıkla edebiyatımızda tarihsel romanların çoğalmasına
yol açmıştır. Ancak bu dönemdeki romanlara tarih, farklı bakış açıları ya da tekniklerle
eserlere konu olur.
Bunlardan kimileri, tarihsel gerçekliğe bağlı kalmaya özen göstermişler, belli bir
dönemi ya da tarihsel olayı konu edinerek, bu konuları modernist gerçekçi bir tarzda
ele almışlardır. Attila İlhan (Dersaadet’e Sabah Ezanları, 1981; Allah’ın Süngüleri
Reis Paşa, 2002; Gazi Paşa /Ankara’dan Uçan Kuşlar, 2002; Allah’ın Süngüleri
13
/Gazi Paşa, 2006), Tarık Buğra (Osmancık 1983), Mustafa Necati Sepetçioğlu (Ve
Çanakkale 1/Geldiler, 1989; Ve Çanakkale 2/Gördüler, 1989; Ve Çanakkale
3/Döndüler, 1989), Sevinç Çokum (Hilal Görününce, 1984; Ağustos Başağı, 1984),
Emine Işınsu (Cumhuriyet Türküsü, 1993), Yılmaz Karakoyunlu (Üç Aliler Divanı,
1991; Güz Sancısı, 1992; Salkım Hanımın Taneleri; 1999; Yorgun Mayıs Kısrakları,
2004 ); Ahmet Altan, (Kılıç Yarası Gibi, 1998; İsyan Günlerinde Aşk, 2001) bu tarzda
eser veren başlıca yazarlardır8.
Bu dönemdeki kimi yazarlar ise, tarihi postmodernist bir tavırla ele almışlardır;
yani tarih onlar için yalnızca kurmaca metnin oluşumunda kullanılan yine kurmaca
motiflerden, uzamlardan ve kişilerden ibarettir. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve Benim
Adım Kırmızı’sı, İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası ve Amat’ı, Adalet
Ağaoğlu’nun Romantik Bir Viyana Yaz’ı, Nedim Gürsel’in Boğazkesen ve Resimli
Dünya’sı, Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut Gelibolu’su, Y.Hakan Erdemin Kitab-ı
Duvduvani ve Unomastica Alla Turca’sı, bu tarzın dikkati çeken tarihsel romanlarıdır.
Söz konusu romanlarda tarihsel bir gerçek; olay veya kişi anlatılmaktan çok, tarihsel
bir atmosfer yaratmak önemlidir9.
Dönemin bir başka eğilimi, biyografik tarihsel romanlara ise, Ayşe Kulin’in Adı
Aylin ve Füreya, Hıfzı Topuz’un Meyyale, Taif’te Ölüm, Paris’te Son Osmanlılar,
Hatice Sultan, Gazi Fikriye örnek verilebilir10.
Polisiye romanlar
1980 sonrasında gittikçe artan bir tür de polisiye romanlardır. 1980’li yıllarda
daha çok, Erhan Bener’in Sisli Yaz (1984), Pınar Kür’ün Bir Cinayet Romanı (1989),
Ümit Kıvanç’ın Bekledim Gölgeye (1989) ve Mehmet Eroğlu’nun Issızlığın Ortası
(1984), Geç Kalmış Ölü (1984)’sü öne çıkar. Bunlar, genellikle siyasal polisiye
romanlarıdıur. (1990)’lı yıllarda ise, adeta bu türde bir patlama yaşanır. Levent Aslan,
Karanlığın İzleri (1991) Taner Ay, Mars Yaz’ın Cesetleri (1992), Engin Geçtan,
Kırmızı Kitap (1993), Osman Aysu, Havyar Operasyonu (1994), Mavi Beyaz Rapsodi
(1996), Cellat (1997) Lenin’in Mangası (1998) , Çöl Akrebi (1998) ve Piraye Şengel
8
Geniş bir roman listesi için bkz. S. Dilek Yalçın-Çelik, Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk
Edebiyatında Postmodern Tarihî Romanlar, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 81.
9
S. Dilek Yalçın-Çelik, a.g.e, s. 82-83.
10
Mustafa Apaydın, “Biyografik Roman Türünün Türk Edebiyatındaki Tarihi Gelişimi Üzerine Bazı
Dikkatler”, Hece (Türk Romanı Özel Sayısı) S. 65-66-67, Myıs-Haziran-Temmuz, 2002, s. 460.
14
Gölgesiz Bir Kadın (1994) Ayşe Akdeniz, Ve Bir Erkeği Sevmek (1999), Perihan
Mağden, Haberci Çocuk Cinayetleri (1991), Murat Çulcu, Baykuşlar Vadisi (1997)
adlı romanlarıyla bu türün örneklerini vermişlerdir. Orhan Teoman Özdemir, Havva
Gülbeyaz Coşkun, Şule Şahin, Mehmet Murat İldan, Ferhat Ünlü, Şebnem İşigüzel,
Şule Şahin, Çağan Dikeneli, Aytekin Gezici, İsmail Gülensoy ise 2000’li yıllarda
polisiye roman yayımlayan kimi yazarlardır11.
Kuşkusuz bu tarzın günümüzdeki en popüler ismi Ahmet Ümit’tir. Yazar, Sis
ve Gece (1996) ile başlayan yolculuğunu Kar Kokusu (1998), Patasana (2000), Kukla
(2002), Beyoğlu Rapsodisi (2003), Kavim (2006), Ninattanın Bileziği (2006) ve Bab-ı
Esrar (2008) ile sürdürmüştür. Ahmet Ümit’in daha çok Türkiye’nin güncel
olaylarında hareketle yazdığı bu polisiye eserler delillerin ve tanıkların karartılması
bakımından ‘Kara Roman’,gerilim, korku ve dehşet içermesi yönüyle ise Thriller
(heyecan) ve Suspence (kuşku-korku ) özellikleri göstermektedir.
Yeraltı edebiyatı
Yeraltı edebiyatı, esas itibariyle, alışmışın dışında ‘aykırı’ bir edebiyattır.
Popüler edebiyatın ele almaktan çekindiği ayrıksı konular; cinsellik, insan
psikolojisinin gizli yönleri, ahlaki retler, arka sokaklardaki, karanlık dehlizlerdeki
hayat, sıra dışı, suçla içli dışlı insanlar, bu edebiyatın alışılmışın dışında bir dille, sıkça
ele aldığı konulardır. Batı’daki en tanınmış temsilcileri ise, Çiçeklerin Meryemi ve
Gülün Mucizesi gibi eserlere imza atan Jean Genet, Mezarlarınıza Tüküreceğimin’in
yazarı Vian ve kuşkusuz Charles Bukowski’dir. 1980 sonrasında, özellikle 2000’li
yıllarda Türk edebiyatına bu tür romanların da girdiği görülür. Metin Kaçan’ın Ağır
Roman, Hikmet Temel Akarsu’nun Kaybedenlerin Öyküsü, Çaresiz Zamanlar,
Süreyya Evren’in Karlar Ülkesinde Karnaval, İbrahim Yıldırım’ın Yaralı Kalmak,
Murat Uyurkulak’ın Tol, Niyazi Zorlu’nun Hergele Âşıklar, Mehmet Eroğlu’nun
Kusma Kulübü, bu türün örnekleri olarak karşımıza çıkar12.
Bütün bunlar, 1970 ‘ten, özellikle de 1980 ‘den sonra Türkiye’de romanda
büyük bir patlama ve çeşitlilik olduğunu göstermektedir Bu dönemde, Tanzimat’la
11
A. Ömer Türkeş, “İyi Başladı”, Radikal Kitap, 17 Şubat 2006, s. 18; “Katilin Peşinden Koşuşturmayı
Çok Sevdik”, Radikal Kitap, 31 Mart 2006, s. 20-21; “Kadın Eli Değmiş Polisiyeler”, Radikal Kitap, 31
Mart 2006, s. 22.
12
Varlık Dergisi (Türkiye’de Yer altı Edebiyatı Var mı?), Şubat 2005; A. Ömer Türkeş, “Yeraltı
Edebiyatının Örnekleri”, Milliyet Sanat, Mart 2004, s. 99.
15
16
BİRİNCİ BÖLÜM
1. Hayatı
İhsan Oktay Anar, 1960’ta Yozgat’ta doğmuştur. Kazan’dan gelme bir ailenin
oğludur. Dedesi, Abdullah Almaçov, ilâhiyat öğrenimi yapmak için İstanbul’a gelmiş,
Fatih Medresesi’ne girmiş, burada müderris olarak görev yapmış ve soyadı kanunun
çıkmasıyla Anar soyadını almıştır. Yazarın babası, Mehmet Sait Bey’dir ve içki
eksperidir. Anar’ın söylediğine göre, Mehmet Sait Bey, çok güzel dini öyküler anlatan,
dini inançlara sahip bir insandır. Yazarın annesi ise, İstanbul’lu Bedia Hanım’dır.
Bedia Hanım da dinî inançları olan bir annedir. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre İhsan
Oktay Anar, dinî inanç ve terbiyeye sahip, dahası dini öyküler anlatılan bir ailenin
çocuğudur. Romanlarında din unsurunun çokça yer almasında, yetiştiği aile çevresinin
ve babasının anlattığı dinî öykülerin payı olsa gerektir. Bedia Hanım, memurdur.
Anar’ın Süheyla ve Firuze adında iki de ablası vardır.
Anar, ilk ve ortaokulu İstanbul’da okur. Lise öğrenimine İzmir Karşıyaka
Erkek Lisesi’nde başlar; ancak okuldan atılır. Atılma nedeni devamsızlıktır; çünkü
okuldan kaçıp sık sık kütüphaneye gitmekte, orada Maupassant, Çehov ve Gogol’un
eserlerini okumaktadır. Karşıyaka Erkek Lisesi’nden atıldıktan sonra, öğrenimini
Akşam Lisesi’nde tamamlar. Doğallıkla gündüzleri okumaya epeyce vakit bulur.
Liseyi bitirdikten sonra Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne giren yazar,
Fakülteyi bitirdikten (1984) sonra, aynı üniversitede “Sokrates Öncesi Felsefede Varlık
Sorunu” başlıklı çalışmasıyla Yüksek Lisans’ını (1987), “Antik Yunan Felsefesinde
Zaman Kavramı” başlıklı çalışmasıyla da Doktorası’nı tamamlar (1994). Felsefe
alanında yaptığı bu çalışmalar; özellikle zaman kavramına yönelik araştırmalar, daha
sonra romanlarına da yansıyacaktır.
1995’te Cizre’de, terör bölgesinde, elinde silah, kulağında Bach’ın
“Macneficat” adlı yapıtını dinleyerek, askerlik görevini ifa eder. Askerlikten dönünce
17
1999 yılında Felsefe Bölümü’nde öğrenci olan Özlem Hanım’la evlenir. Anar, hâlen
Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
13
Ahmet Koçakoğlu, İhsan Oktay Anar, Hayatı, Eserleri, Sanatı, Selçuk Ünv, Sosyal Bil. Enst, Türk
Dili ve Edebiyatı Böl. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2008, s. 24-25. Anar, ne yazık ki, fazla
yazan ve kendisi hakkında çok konuşan bir yazar değil. O nedenle hayatı ve kişiliği hakkındaki bilgiler
az. Koçakoğlu, yukarıda adını andığım tez çalışması dolayısıyla, kendisiyle ve eşiyle konuşma fırsatını
bulmuş ender araştırmacılardan biridir. Bu bakımdan yazarın hayatını yazarken bu çalışmadan büyük
ölçüde yararlandık.
18
19
4. Eserleri
4.1. Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yay, İstanbul, 1995, 238 s.
Puslu Kıtalar Atlası, Anar’ın ilk romanıdır. Yapıt, “Kostantiniye’de Birkaç
Kişi”, “Günbatımı”, “Yeraltı”, “Yılanın Renkleri”, “Büyük Efendi”, “Ölüler ve
Kahramanlar” ve “Karanlık” başlıklarını taşıyan yedi bölümden oluşmaktadır. Söz
konusu bölümler de kendi içinde numaralandırılarak alt bölümlere ayrılmıştır. Roman,
Atlas des continents burımeux adıyla Fransızca’ya da çevrilmiştir.
20
21
İKİNCİ BÖLÜM
ROMANLARIN ÇÖZÜMLENMESİ
ÖZET
Korsan Arap İhsan, bir deniz seferinden İstanbul’a döner, yanındaki Alibaz adlı
çocukla, yeğeni Uzun İhsan’ın evine gider. Onları Bünyamin karşılar. Uzun İhsan evde
derin bir uykuya dalmış, yine düşler âlemide dolaşmaktadır. Öykü burada kesilir,
Kubelik adında Venedik Balyosu’nun yanında kâtiplik yapan bir kişinin öyküsü
anlatılmaya başlanır. Kubelik içkiye alışmıştır. Mumcubaşı bir gün onu sarhoş yakalar
ve ayağını sakatlar. İçki alışkanlığından dolayı elleri de sürekli titrer. Yazı yazamaz
olur, bu nedenle işine son verilir. Bir gün bir gemide sızıp kalır. Onu esir sanıp satışa
koyarlar. Venedik Balyosu, açık artırmaya girer, Kubelik’i satın alıp köle olmaktan
kurtarır. Bundan sonra Kubelik, kendisine fırlatılan kerpeteni alarak dişçiliğe başlar.
Bir dükkân kiralar. İnsan bedeninin atlasını çıkarma merakına düşer. İnsan bedenlerini
inceler sürekli. Saraydan atılan cesetler üzerinde gizli gizli araştırmalar yapar. Henüz
beden atlasını tamamlamamıştır. Bir gün meyhanede otururken Arap İhsan’ın
İstanbul’a döndüğünü işitir ve çok korkar. Çünkü bu belâlı korsanı aldatmıştır.
Kendisini bulacağından korkmaktadır. Arap İhsan gerçekten de Kubelik’i aramaktadır.
Sonunda Kubelik’i Galata’da bulur. Birlikte meyhaneye giderler. Arap İhsan
22
koynundan bir kitap çıkarıp, ondan bunu çevirmesini ister. Kubelik, Rendekâr (Rene
Descartes) adlı yazara ait kitabı, Zagon Üzerine Öttürme (Yöntem Üzerine Konuşma)
diye çevirir ve Arap İhsan’a verir. Bu çeviri kâğıt, meyhanenin duvarına asılır, kimse
okuyup anlayamaz, bir dua sanılır senelerce.
Öykünün akışı burada bir kez daha kesilir. Ayı oynatan bir baba vardır.
Oğlunun da bu mesleği sürdürmesini ister. Ancak oğul, babasının mesleğini sürdürmek
istemez. Oğul, ayıyı sevmez, bir maymun bulur ve maymun oynatmaya karar verir.
Babası bu duruma üzülür ve ayısını alıp evi terk eder. Günlerce dağda bayırda gezerler,
baba ölür. Maymun hırsızlığa alışır, bir gün afyon kutularına musallat olur, bolca
afyon yutup sızar. Sahibi onu bir viraneye atar. Maymunu Uzun İhsan’ın oğlu
Bünyamin bulup eve getirir. Maymun hırsızlığı ve yaramazlığı sürdürür. Burada
öykünün akışı yeniden kesilir.
Meyhanede Rendekâr’dan bir sayfa çevirdikten sonra Kubelik, elindeki bir
tomar kâğıtla Uzun İhsan’ın evine gelir. Kâğıtları ona bırakıp gider. Uzun İhsan
Efendi, bir ‘bilme tutkunu’dur. Rüyalara yatarak dünyanın haritasını çıkarmaya
çalışmaktadır. Kubelik’in getirdiği kâğıtları okumaya başlar. Bu, Rendekâr’dan
çevrilen Zagon Üzerine Öttürme’dir. Uzun İhsan, kitabı okuyup yine rüyaya yatar.
Rüyasında, bir çöldedir. Uyanıp kabristanı ziyaret eder, evine döner ve Dünya
Atlası’nı tamamlamaya çalışır. Bu arada Bünyamin de evde rüyalar görmektedir,
çocuk rüyasında öldürülür, mezara götürüp gömülür. Burada gerçekle düş birbirine
karışır. Bünyamin uyanır, karanlık bir mezardadır. Bir ses duyar, onun yardımıyla
mezardan çıkar. İnsanlar ölü dirildi diyerek ondan korkarlar. Uzun İhsan ise, oğlunun
ölmediğini görüp sevinir. Bu olaydan birkaç gün sonra, eve Vardapet adında bir
Ermeni gelir. Öykünün akışı kesilir. Vardapet’in öyküsü anlatılmaya başlanır.
Vardapet geçmişte bir zangoçtur. Kiliseye vekil olmak için bir sınava tâbi
tutulur. Günlerce aç kalmaya tahammül etmesi gerekirken, hile yapar, bir tünel açar
karnını doyurup hücresine döner. Ancak yaptığı hile anlaşılır ve kiliseden kovulur. İşte
Bünyaminlerin evine gelen bu kişidir. Kendisi orduda Lağımcı Ocağı’na yazılmıştır,
Bünyamin’in de bu ocağa yazılmasını ister. Sonunda Bünyamin, Lağımcı Ocağı’na
girmeyi kabul eder ve Vardapet’le gider. Uzun İhsan, oğluna, rüyasında yazdığı-çizdiği
Dünya Atlası’nı verir. Bu kitabı (dünya kitabını) okumasını ister.
23
24
Adam böylece domuz eti yemeye alışır. O nedenle adı Hınzıryedi’ye çıkar. Bir gün
domuz eti yediği fark edilir ve o nedenle idama mahkûm olur. Ancak, Zülfiyâr sahte
bir fermanla onu idamdan kurtarır. Hınzıryedi, böylece Ebrehe’nin adamı Zülfiyâr’a
çalışmaya başlar. Onun vasıtasıyla İstanbul’un dilencileri, topladıkları tüm paraları
Zülfiyâr’a getirirler. O da tüm paraları kontrol eder, kara paranın peşindedir. Aslında
Zülfiyâr, Ebrehe’nin adamıdır. Hınzıryedi’ye gûya zehir içirilmiştir. Bunun panzehiri
Ebrehe’dedir. Hınzıryedi, panzehire muhtaç olduğundan onlarla çalışmayı kabul
etmiştir.
Aradan altı yıl geçer. Uzun İhsan işte bu Hınzıryedi’ye teslim edilmiş ve
dilencilere katılmıştır. Ardından Bünyamin de dilencilere katılır, babası Uzun İhsan’ı
görüp gizli gizli ağlar. Bu arada Alibaz ortaya çıkar. Dilencilere saldırılar
düzenlemektedir. Bir gün Bünyamin Büyük Efendi Ebrehe’nin hayatını kurtarır.
Böylece onunla dost olur. Ebrehe’ye gidecekken babası Uzun İhsan’la karşılaşır ve
onunla konuşur. Uzun İhsan bir fıçıya girer ve oğluna kapağı kapatmasını söyler. Bir
gemiyle gizlice İstanbul’dan ayrılır. Bünyamin ise Ebrehe’nin yerine gider. Öykü akışı
bir kez daha kesilir.
Yüz elli yıl öncesine dönülmüştür. İstanbul’da yüz elli yıl önce, sarayda
görevliler ölmeye başlar. Daha sonra bu cinayetlerin failinin bir Frenk olduğu anlaşılır.
Bu, bir casustur. Casusun öyküsüne göre; bu Efraim adında biridir ve sınavla istihbarat
örgütüne alınmıştır. Efraim her şeyi öğrendikten sonra, kendinden sonra gelen casusu
da sınavla seçer. Ondan sonra gelen Büyük Efendi de bu yolda canla başla çalışır.
Büyük Efendi de yaşlanınca kendi yerine Ebrehe’yi seçmiştir. Ebrehe’nin bilime,
geleceği bilmeye büyük merakı vardır. Hınzıryedi’yi idamdan kurtaran odur. Kara
parayı aramaktadır. Zülfiyar’ı bunun için görevlendirmiştir. Casusun öyküsü burada
biter. Bu arada Bünyamin Ebrehe’nin yerine gelşmiştir. Onunla, bilim, varlık, boşluk
felsefesi, ağırlık gibi konular üzerine sohbet ederler. Sonra Ebrehe gider, Bünyamin
yalnız kalır. Delikanlı babasını özlemiştir. Burada akış yeniden kesilir. Gazanfer’in
öyküsü anlatılmaya başlanır.
Anadolu’da Girdbad denilen bir kasabada elli bir kumarbaz vardır. Bunlar,
tüccarları kumarda yenip mallarını ellerinden alırlar. Bir gün aksakallı bir pir kasabaya
gelir. Kumarbazlar onu da yenerler. Elinde ne varsa alırlar. İhtiyar, kasaba yanındaki
bir mağarada inzivaya çekilir., ölmeden önce de kumarbazlara beddua eder. Bu beddua
25
sonucu kumarbazlar sürekli kaybetmeye başlarlar. Zarları hep seba vü dü gelir. Ancak
kumarbazlardan Gazanfer bu talihi değiştirmek ister. Demir asa, demir çarık giyerek,
dünyanın en talihsiz adamını bulmak için yola düşer. Zarları bu adama 66 kez attırırsa
talihleri düzelecektir. Şuayb’ı bulur ve zarları 66 kez attırır. Talihsizlikleri düzelir.
Ancak kumarda kazandığı paranın %1’ini harcaması gerekmektedir. Kumarbaz
Gazanfer daha sonra İstanbul’a gelip bir kumarhane açar. Şart gereği paraların
%99’unu harcayamadığı için kumarhanenin duvarlarına yerleştirir. Büyük Efendi,
paraların bir kısmının tedavülde olmamsından rahatsızlık duyar. Ebrehe, Bünyamimn
teşkilât odasında uyurken bu konuda bir plân hazırlar. Gazanfer’in öyküsü burada
biter.
Bünyamin uykudan uyanır. Ebrehe ile çıkarlar. Esirciden birer kız alırlar. Bu
arada Kubelik öldürülür. Bilme hırsı onun da sonunu getirmiştir. Ebrehe ile Bünyamin
Gazanfer’in kumarhanesine gidip kumar oynamaya başlarlar. Ebrehe hile yapıldığını
ileri sürerek kavga çıkarır, Gazanfer’in paraları bu arada yağmalanır. Kavgadan sonra
gece yarısı bir konağa gidip eğlenirler. Bünyamin farkında olmadan kara parayı az
kalsın Ebrehe’ye verecektir. Sabah olur, konaktan ayrılırlar. Dertli’yi görürler.
Zülfiyar onu döver. Bünyamin Dertli’yi kurtarır, Ebrehe’nin odasına gelirler. Burada
kehanet aynasından söz ederler. Bu, geleceği gören bir aynadır. Ebrehe ölümsüzlüğe
ulaşma peşindedir. Bünyamin ve Ebrehe burada karşı hareket, sonsuz hız ve hareket
üzerine konuşurlar.
Uzun İhsan döner, tüm İstanbul ondan söz etmektedir. Gözleri kör olmasına
karşın her şeyi gördüğü konuşulmaktadır. Gemiden inen Uzun İhsan bir meyhaneye
gider. Meyhanede gösteri yapan sihirbazın tüm hilelerini açıklar. Bu meyhanede yaşlı
bir adam mutsuz çocuk hikâyesini anlatmaya koyulur. Bu öyküye göre, ne hayal ederse
gerçekleşen bir çocuk vardır. Çocuğa padişahın emriyle, gerçek olan ne varsa öğretilir,
gerçeğin dışında bir şey hayal edemez. Ancak çocuk bu durumdan çok mutsuzdur.
Öykü burada kesilir.
Bu arada Uzun İhsan, Alibaz ve çetesinin izine rastlar. Alibaz’ın bir çatışmada
yaralandığını öğrenir. Efrasiyap (Alibaz), Ordu-yı Humayun’a katılmak istemektedir.
Ancak orduya kabul edilmez, çocuk yine de onları izler. Kara bayrakların dalgalandığı
bir kaleye varır. Kalede boşluğa tapanlar vardır. Bir adam ona zehir dolu bir bardak
26
sunar. Bu içkiyi içen Alibaz, bir daha uyanmamak üzere derin bir uykuya dalar.
Böylece uykusuzluk illetinden de kurtulur. Alibaz’ın öyküsü burada sona erer.
Bünyamin teşkilât odasındadır. Ağlaya adlı bir kızı düşünür. Odada gördüğü
türlü haberleşme âletleri karşısında şaşıp almıştır. Duvarın öte yanından Ebrehe’nin
sesini duyar. Ebrehe bir öykü anlatmaktadır.
Bu öyküye göre, karanlığı, boşluğu, düşleri araştıran bir cahil adam vardır. Bir
bilgeye Sabahın Oğlu’nu nerede bulacağını sorar. O da karanlık çöktüğünde kuzeye
dön ve onun adını söyle, san cevap verecektir der. Cahil adam bunu yapar ve kuzeyden
bir ses gelir. Öykü burada kesilir.
Öte yanda Bünyamin, uyanır. Ebrehe ve adamları Mehdi’yi yakalamaya
gitmişlerdir. Onu yakalarlar ve Ebrehe adamı sorgular Bu adam bir casustur, adı
Franz’dır. Ebrehe Hattakay’ı çağırır. Franz’ın Nemçe casusu olduğunu, kehanet
aynasının da casusluk amacıyla kendileri tarafından yapıldığını öğrenirler. Aslında
Hattakay kılığına giren kişi Hınzıryedi’dir. Hınzıryedi, Ebrehe’den intikam almayı
tasarlamıştir. Onu yakalayıp hücreye kapatır. Hınzıryedi’yle hareket eden dilenciler
teşkilât binasına saldırırlar. Casus Franz ölür. Ebrehe, öldürülmeden önce Bünyamin
ile konuşur. Yaptıklarından pişman olduğunu, mutlak iktidara ulaşma hırsının kendini
bu hâle getirdiğini, sonunda bunun imkânsız olduğunu anladığını söyler. Vasiyetini
dile getirir. Hınzıryedi, Ebrehe’yi öldürür.
Ebrehe’nin ölüsünü yıkayıp gömerler. Teşkilât binası yağmalanır, Dertli’nin
oraya gelmesiyle Dilenciler Loncasına da yıldırım düşer, bina yanar. Bünyamin
Hınzıryedi’nin elinden böylece kurtulur. Burada bir başka öykü anlatılmaya başlanır.
Bir tarihte, Anadolu kasabalarından birinde hayalci bir tüccar yaşar. Rüyasında
bir adam uyumakta, Uzun İhsan da onun yatağının başında adamın düşlerini
yazmaktadır. Hayalci tüccar odanın penceresine gelir, Uzun İhsan ile uyuyan adamı
rahatsız eder. Uzun İhsan buna kızar. Ona, artık hiç uyuyamayacağını söyler. Adam
böylece uykusuzluk illetine tutulur. Bu hastalıktan kurtulmak için çareler aramaya
koyulur. Bir sihirbaz a gider. Sihirbaz ona, bu dünyada yüzyıllardan beri uyuyan bir
adam olduğunu, onu bulup uyandırırsa bu hastalıktan kurtulabileceğini söyler. Adam
bunun için yollara düşer, türlü maceralar yaşar. Sonra bir gün İstanbul’a varır. Orada
uyuyan bir han bekçisi görür. Bekçi sürekli uyumaktadır. Onu beklemeye başlar. Bu
arada bir yıldırım düşer. Bu, Dertli’nin neden olduğu ve Dilenciler Loncasına düşen
27
OLAY ÖRGÜSÜ
Anar’ın yapıtı, öykü içinde öykü anlatma da denilen “çerçeve öykü yöntemi”ne
uygun bir olay örgüsü düzenine sahiptir. Bu bakımdan romanı incelemeye geçmeden
önce “çerçeve öykü yöntemi” hakkında kısaca bilgi vermek gerekir. Şerif Aktaş,
Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş (1984) adlı kitabında “Vaka Tipleri”ni üçe
ayırır, çerçeve öykü yöntemini, “Bir vaka, bir başka vaka içine yerleştirilerek sunulur.
Bu durumda ilk vaka ikinciye çerçeve vazifesini görür. Böyle eserlerde vaka zinciri
yerine iç içe girmiş vakalardan söz etmek yerinde olur.”14 sözleriyle tanımlar ve bu
yönteme en uygun yapıt olarak Binbir Gece Masalları’nı örnek verir. Gürsel Aytaç,
‘çerçeve anlatı’ adını verdiği bu yöntemi; “Bir ya da birçok anlatı birimini bir çerçeve
gibi sararak, onlarla daha büyük anlamda bir anlatı birliği oluşturan anlatı biçimi.”15
diye tanımlar. Bu tanımlara göre çerçeve öykü yönteminde bir ana çerçeve (dış öykü)
ve bu ana çerçeve içinde yer alan kendi içinde müstakil; ancak birbirlerine de
bağlanarak ana çerçeveye ulanan iç öyküler yer almaktadır. Kimi araştırmacılar bu ana
çerçeveyi oluşturan öyküye ‘dış anlatı’ adını verirler16. Dış anlatı içinde bulunan
küçük öykülere ise ‘ikinci düzey öyküler’ adını veren araştırmacılar vardır17. Örneğin
Binbir Gece Masalları’nda padişah tarafından ölümle tehdit edilen Şehrazat’ın öyküsü
dış anlatıyı, yani ana çerçeve öyküyü, Şehrazat’ın ölmekten kurtulmak için anlattığı
öykülerse, bu çerçeve içine yerleştirilmiş iç anlatıları oluşturur. Araştırmacıların
tespitine göre bu anlatı yöntemine uygun olarak kaleme alınmış en eski yapıtlara Doğu
anlatı geleneğinde rastlanır ve kuşkusuz en ünlüsü Binbir Gece Masalları ile Binbir
14
Şerif Aktaş, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Birlik Yay. Ankara, 1984, s. 68.
15
Gürsel Aytaç, Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, Gündoğan Yay., Ankara, 1990, s. 479.
16
Çerçeve öykü yöntemi hk.da bkz. Yavuz Demir, İlk Dönem Hikâyelerinde Anlatıcılar Tipolojisi,
Akçağ Yay. Ankara, 1995, s. 36-38
17
Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yay. İstanbul, 1994, s. 94
28
Dış öykü
“Kostantiniye’de Birkaç Kişi”, “Günbatımı”, “Yeraltı”, “Yılanın Renkleri”,
“Büyük Efendi”, “Ölüler ve Kahramanlar”, “Karanlık” başlıklarıyla yedi bölüme
ayrılan İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, çerçeve öykü yöntemine uygun
olarak bir çerçeve öykü (dış anlatı) ve bu çerçeve öykü içinde yer alan alt öykülerden
(iç öyküler) oluşmaktadır. Kara paraya ulaşmak isteyen ve onu arayan Ebrehe ile
farkında olmadan bu paraya sahip olan Bünyamin ve babası Uzun İhsan arasında
yaşanan mücadele bu romanın çerçeve öyküsüdür. Bu öyküde aksiyon, Bünyamin’in
öldü sanılarak diri diri mezara gömülmesinden sonra, mezarından çıkması, Vardapet’in
isteğiyle baba evini terk ederek Lağımcı Ocağı’na katılması ve bir savaş sırasında,
tesadüfen kara paranın kendisine verilmesiyle (PKA, s. 82) başlar. Bu, bir anlamda
kahramanın renkli bir engereğe benzeyen hayatı tanımak için maceraya atılması
demektir. Böylece, sonsuz bir güce ulaşmak için gerekli bir nesne olan kara parayı elde
etmek isteyen Ebrehe ile bu nesneye tesadüfen sahip olan Bünyamin ve babası Uzun
İhsan karşı karşıya gelir. Bu ise, roman kahramanı Bünyamin’in hayatı tanımak için
atıldığı macerada ‘kötülükle (karşı güçle) yüz yüze gelmesi’dir. Öykü bundan sonra
Ebrehe’nin sonsuz güce ulaşmak için yaptırdığı bilimsel çalışmalar; garip aygıtlar,
başında bulunduğu gizli istihbarat örgütünün faaliyetleri, kara parayı ele geçirmek için
Bünyamin ve Uzun İhsan’ın peşine düşmesi ve akabinde yaşanan zorlu olaylarla sürer.
Ebrehe’nin öldürülmesi (PKA, s. 217) ve kötülüğün simgesi kara paranın
gömülmesiyle çerçeve öykü sona erer. Bünyamin, bu zorlu maceradan sonra engelleri
aşmış, acısı, tatlısı, hüznü, sevinci, dehşeti ve vahşetiyle hayatı, dünya kitabı olan
Atlas’ı tanımış, erdeme ulaşmıştır. İşte bu, romanın dış öyküsüdür.
18
Alâattin Karaca, “Tayfun Pirselimoğlu’nun Malihulya Romanında Yolculuk Kurgusu, Çerçeve Öykü
Yöntemi ve Fantastik Öğeler”, Dergâh, S.168, Şubat 2004, s. 17–18.
29
Puslu Kıtalar Atlası’nda söz konusu çerçeve öykü içinde yer alan iç öyküler
vardır. Bunlar ise şöyle sıralanabilir:
Roman, Arap İhsan’ın bir gece yarısı Haliç’e girmesi ve yanındaki Alibaz’la,
yeğeni Uzun İhsan’ın evine gitmesiyle başlar. Bu, çerçeve öykünün başlangıcıdır.
Ancak olay akışı bu noktada kesilip “Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından çok
önce Pera’da Venedik balyosunun kâtipliğini yapan Kubelik adında biri vardı.” (PKA,
s. 23) cümlesiyle geriye dönülür, çerçeve öykü dışında bir zaman ve uzama geçilerek
Kubelik’in öyküsü anlatılmaya başlanır. Bu öyküye göre, Kubelik, Venedik
balyosunun yanında çalışırken içkiye alışmış; sarhoşken yakalanmış ve sağ ayağı
sakatlanmış biridir. Ancak alkolik olduğundan elleri titrer ve kâtiplik yapamaz. Bunun
üzerine işten atılır. Yanlışlıkla bir gemide sızıp kalınca, esir sanılarak satışa çıkarılmış,
Venedik balyosu açık artırmaya girip onu satın alarak, kurtarmıştır. Kubelik bundan
sonra, birisinin kafasına fırlattığı kerpeteni alarak dişçiliğe başlar. Bir dükkân kiralar.
İnsan vücudunu araştırmaya merak sarmıştır. Beden atlasını çıkarmak istemektedir.
Saraydan atılan cesetler üzerinde gizli gizli çalışmaya başlar. Bir gün meyhanede
otururken Arap İhsan’ın geldiğini duyar ve korkar; çünkü onu daha önce aldatmıştır.
Okur, âdeta böylece ana öykünün arkından çıkmış, bir süreliğine daha küçük bir öykü
adasına uğramıştır. Kubelik’in öyküsü bittikten sonra ise; “Adamın biri (…) Arap
İhsan’ın kadırgasının az önce Haliç’e girdiğini söylüyordu.” (PKA, s.28–29)
cümlesiyle yeniden başlangıçtaki ana öykünün zaman ve uzamına dönülür. Bu alt
öykü, daha sonra “Arap İhsan gerçekten de Kubelik’i arıyordu.” (PKA, s. 29)
cümlesiyle, -Arap İhsan’la Kubelik arasında ilgi kurularak- çerçeve öyküye bağlanır.
Kubelik’in öyküsü, daha sonra kellesinin uçurulmasıyla sona erer.
Olay halkaları
30
5. Kubelik’in beden atlası çıkarmak için saraydan atılan cesetler üzerinde gizli
gizli çalışmaya başlaması.
Çerçeve öykü bir süre devam ettikten sonra, Kubelik’in Rendekâr’dan çevirdiği
bir sayfa nedeniyle ana öykünün akışı yine kesilir ve bu çeviri sayfanın –ana öykünün
zamanına göre gelecekte yaşanan- macerası (PKA, s. 34-35) anlatılır. Bu öyküde Arap
İhsan, yabancı dilde yazılmış bir kitapla Kubelik’e gelir. Kubelik, Rendekâr (René
Descartes) adlı yazara ait olan bu yapıtı (Yöntem Üzerine Konuşma)ı Zagon Üzerine
Öttürme başlığıyla Türkçeye çevirir ve Arap İhsan’a verir. Söz konusu çeviriyi
meyhanede kimse anlamaz, bir dua zannıyla meyhanenin duvarında yıllarca asılı kalır.
İşte bu alt öyküde Rendekâr’a ait çeviri metnin roman yazarı İhsan Oktay Anar’a değin
süren macerası anlatılır.
Olay halkaları
Bu alt öyküde, ayı oynatan bir baba ile işsiz oğlu arasında geçen olaylar
anlatılır. Oğul, baba mesleğini yapmak istemez. Baba, buna üzülmektedir. Ayı ise oğlu
sevmez. Oğul bir gün bir maymun bulur ve maymun oynatmaya karar verir. Babası
buna çok üzülür ve ayıyı alarak evi terk eder. Baba ile ayı günlerce dağ tepe gezerler;
31
ancak bir süre sonra yaşlı adam ölür. Oğul ise öte yanda maymuna oyun öğretmeye
çalışır; oysa maymun hırsızlığa alışır, ayrıca afyon kutularına musallat olur. Maymun
bir gün fazlaca afyon yuttuğundan sızıp kalır, sahibi bunun üzerine onu bir viraneye
atar. Bu maymunu Uzun İhsan’ın oğlu Bünyamin alıp eve getirir. Romanın
başlangıcındaki ana öyküde anlatılan maymun budur. Böylece söz konusu alt öykü,
maymunun Bünyamin’e geçmesiyle çerçeve öyküye bağlanır (PKA, s. 42).
Olay halkaları
2. Oğulun baba mesleğini yapmayı reddetmesi. Bir gün bir maymun bulması
3. Baba ile ayı günlerce dağ tepe gezdikten sonra yaşlı adamın ölmesi.
5. Maymunun bir gün fazlaca afyon yuttuğundan sızıp kalması, sahibinin bunun
üzerine onu bir viraneye atması.
Olay halkaları
32
“Rivâyet ederler ki…” (PKA, s. 95) kalıp ifadesiyle başlayan bu alt öyküde,
çerçeve öykünün zaman ve uzamından –geriye dönüşle- kopulur. Öyküde anlatılan
olaylara göre, Bağdat’ta bir hırsız türemiştir ve her konağa kolaylıkla girebilmektedir.
Bu hırsız bir gün bir dul kadının kılığına girer. Paşanın oğlu bu dul kadına tutkundur.
Yolda hırsızı yanlışlıkla dul kadın sanarak kaçırırlar. Dul kadın kılığındaki hırsız
hamama götürülür, sıcakta hırsızın yüzündeki balmumu erir ve gerçek yüzü ortaya
çıkar. Paşanın oğlu durumu öğrenince onu cezalandırmak ister; ancak hırsızın
yalvarması ve af dilenmesi karşısında dayanamaz onu affeder. Hırsız, artık Bağdat’ta
barınamayacağını anlayınca, dilenciliğe başlar. Sultan Murat’ın isteği üzerine
İstanbul’a gelir, dilenciler loncasına katılır. Ancak dilenciler ona farkında olmadan
domuz eti yedirirler, adam domuz etine alışır, domuz eti yemeden duramaz, bu
nedenle adı Hınzıryedi’ye çıkar. Hınzıryedi, domuz eti yediği için idama mahkûm
edilir. Zülfiyar, sahte bir fermanla Hınzıryedi’yi idamdan kurtarır. Bundan sonra
Hınzıryedi, Ebrehe’nin kurduğu İstihbarat teşkilâtı için çalışmaya başlar. Hep birlikte
kara parayı aramaktadırlar. Bu alt öykü de, Uzun İhsan’ın dilenciler kethudası
Hınzıryedi’ye teslim edilmesi (PKA, s. 104) ve ardından da Bünyamin’in dilenciler
arasına katılmasıyla (PKA, s.106) çerçeve öyküye yeniden ulanır. Hınzıryedi’nin
öyküsü, romanın ilerleyen sayfalarında Ebrehe’yi öldürmesiyle sona erer.
Olay halkaları
33
7. Hınzıryedi, domuz eti yediği için idama mahkûm edilmesi. Zülfiyar’ın, sahte
bir fermanla Hınzıryedi’yi idamdan kurtarması.
Bu alt öyküde yüz elli yıl önceye dönülür ve İstihbarat-ı Humâyun’un kuruluşu
anlatılmaya başlanır. Yüz elli yıl önce, İstanbul’da saray görevlileri ve nazırlar peş
peşe ölmeye başlar. Günün birinde bu cinayetlerin failinin kadın kılığına girmiş bir
frenk olduğu anlaşılır. Bu bir casustur. Söz konusu casus, Osmanlıda casusluk
eğitimine başlar. Kurulan istihbarat örgütüne sınavla casus alınır. Efraim adında biri
sınavı başarır, her şeyi öğrenir ve örgütün başına geçer. O da ölmek üzereyken sınavla
yerine başka birini seçer. Yeni seçilen Büyük Efendi de canla başla çalıştıktan sonra,
yaşlanınca sınavla Ebrehe İstihbarat Teşkilâtının başına geçer (PKA, s. 140). İşte kara
parayı arayan ve onunla sonsuz güce erişmeyi hedefleyen, Uzun İhsan’a işkence
yaptıran, Bünyamin’in peşine düşen de bu kişidir. Bu alt öykü de Bünyamin’in
34
Olay halkaları
1. Yüz elli yıl önce, İstanbul’da saray görevlileri ve nazırların peş peşe ölmeye
başlaması. Günün birinde bu cinayetlerin failinin kadın kılığına girmiş bir frenk
olduğunun anlaşılması.
35
Olay halkaları
1. Anadolu’da Girdbad denilen bir kasabaya bir gün yaşlı bir adamın gelmesi
ve kumarbazlar tarafından her şeyi alınması.
9. İç öykü “Cahil bir adamla bilge bir adamın öyküsü” (PKA, s. 199–202)
Bu öyküde, karanlığı, boşluğu, düşleri araştıran bir cahil adam vardır. Bir
bilgeye bu sorularla beraber Sabahın Oğlu’nu nerede bulabileceğini sorar. Bilge adam
da ona, karanlık çöktüğünde kuzeye dönmesini ve onun adını haykırmasını, kendisine
bir cevap verileceğini söyler. Cahil adam bunu yapar ve kuzeyden bir ses gelir. Alt
öykü burada birdenbire kesilir (PKA, s. 202).
36
Olay halkaları
1. Karanlığı araştıran bir cahil adamın bir bilgeye Sabahın Oğlu’nu nerede
bulabileceğini sorması.
Olay halkaları
1. Bir tüccarın Uzun İhsan ile uyuyan bir adamı rahatsız etmesi ve bunun
üzerine uykusuzluk illetine tutulması.
37
Bu bilgiler, Puslu Kıtalar Atlası’nın bir çerçeve öykü ile bu çerçeve öykü içine
yerleştirilmiş on iç öyküden oluştuğunu ve kökleri Doğu anlatı geleneğindeki Binbir
Gece Masalları, Binbir Gündüz Masalları, Mantıku’t-Tayr, Tutinâme, Camasbnâme
gibi yapıtlara dek uzanan öykü içinde öyküler anlatma da denilen çerçeve öykü
yöntemiyle yazıldığını göstermektedir. Dolayısıyla Puslu Kıtalar Atlası, bu tip olay
örgüsüyle Doğu anlatı geleneğine bağlanmaktadır. Her şeyden önce bu romanda
çerçeve öykü, zaman, uzam ve kahramanlarıyla ana arkta akışını sürdürürken, bu akış
sık sık kesilmekte, çerçeve öykünün zaman, uzam, hatta kimi kez de kahramanlarından
kopularak, ana arktan kısa süreliğine çıkılıp alt öykü arklarına girilmektedir. Ancak
daha sonra bu alt öykü arklarından çıkılıp yeniden ana öykünün arkına dönülmektedir.
Böylece Puslu Kıtalar Atlası’nda klasik olay örgüsüne sahip olan romanlardaki tek ve
düz bir doğrultuda, birbiri ardına kronolojik olarak ulanan olay halkaları yerine,
kesintili, parçalı, katmanlı ve sırasız bir olay örgüsü görülmektedir. Ancak hemen
belirtmeli ki, zaman ve uzamda meydana gelen bu kırılmalar/kopukluklar, modern
romanda sıkça başvurulan bilinç akışı tekniğiyle sağlanmamakta, çoğu kez nedeni
açıklanmaksızın, “Rivayet ederler ki surların hemen içinde…” (PKA, s. 39), “Rivayet
ederler ki Bağdat acem mülkü olmadan çok önce…” (PKA, s. 95) gibi Doğu anlatı
geleneğine özgü olan ve öyküye giriş için kullanılan söz kalıplarıyla çerçeve öykünün
zaman ve uzamından çıkılıp başka bir zaman ve uzama; dolayısıyla başka öykülere
geçiş yapılmaktadır. Bu bakımdan Anar’ın söz konusu romanında, klasik olay
örgüsünün temel özelliklerinden biri olan olay halkalarının ‘nedensellik’le birbirine
bağlanması ilkesine de pek uyulmamıştır. Sonuçta, Puslu Kıtalar Atlası’nda düz bir
çizgide ilerleyen, birbirlerine neden-sonuç ilişkisiyle sıkıca bağlanan olay
halkalarından oluşmuş bir olay örgüsü yoktur. Romanda bunun aksine, çapraşık,
kesintili ve parça parça birbirine ulanmış halkalardan meydana gelen bir örgü biçimi
vardır.
38
TEMA
Puslu Kıtalar Atlası, 17. yüzyılda İstanbul’da yaşayan Bünyamin adlı bir
delikanlının, baba evini terk edip, Lağımcı Ocağı’na katıldıktan sonra yaşadığı
maceralar sonunda dünyayı veya hayatı tanımasını konu edinir. Bünyamin, babasının
öğüdüne uyup hayatı bizzat yaşayarak öğrenmeye çıktığında, tesadüfen Ebrehe’nin
aradığı ve iktidarın simgesi olan kara parayı ele geçirir. Bundan sonra Ebrehe ile
kıyasıya mücadele başlar. Başından türlü maceralar geçer. Macera sona erdiğinde
roman kahramanı, babası Uzun İhsan’ın kendisine verdiği dünya kitabı (Puslu Kıtalar
Atlası)nı okumuş, hayatı iyi ve kötü yönleriyle bizzat yaşayarak tanımış, böylece
hayatın gerçek bilgisine ve erdeme ulaşmıştır. Bu nedenle Puslu Kıtalar Atlası, esas
itibariyle insanın asıl bilgiye ya da erdeme ulaşmak için çıktığı hayat yolculuğunda, -ki
bu, dünya kitabını okuma yolculuğudur- Şeytan tarafından aldatılmaya, yok edilmeye
çalışılması ve kahramanın Şeytan’ı (kötülüğü) alt etmesi temasını işleyen felsefî bir
romandır.
Puslu Kıtalar Atlası’nda anlatılan iki rüya, romanın ana temasını saptamamızı
sağlayacak en önemli ipuçlarıdır. Bu bakımdan söz konusu rüyalar üzerinde durmak
gerekir. Uzun İhsan’ın gördüğü ilk rüyada, oğul Bünyamin “engerek kadar uzun ve
renkli bir maceraya…” (PKA, s. 21-22) atılır. Macerada yer alan diğer kişiler, bu
yolculuğun sisli atmosferinde kaybolup giderlerken, yalnızca o, kararlı bir biçimde
yoluna devam eder ve ışığa doğru yaklaşır. Bünyamin, maceranın bitiminde, engereğin
renklerini, yani dünyanın, hayatın binbir yüzünü tanıdıktan sonra, yılanın kafasını ezer
ve bir masal kahramanı olur (PKA, s. 21-22).
Romanı âdeta özetleyen bu düşte, hayat bir maceraya (akış), macera ise yılana
benzetilmektedir. Bir anlamda hayatın yılan gibi tehlikeli bir macera (akış) olduğu
belirtilmektedir. Düşte de romandaki çerçeve öyküde de anlatıldığı gibi, Bünyamin bu
engereğe benzeyen tehlikeli hayat macerasında bütün engelleri aşar, insanoğlunun
erdeme ulaşmasına engel olmaya çalışan yılanın başını ezer, ideale, tecrübî olarak
hayatın öz bilgisine ulaşır. Yeri gelmişken romanda birkaç kez geçen (PKA, s. 21-22)
bu ‘yılan’ benzetmesinin köklerinin çeşitli mitolojik öykülerde ya da söylencelerde
‘Hayat Ağacı’nın dibinde bulunan, kahramanın bu ağaçtaki meyveyi yemesini
39
19
Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş (çev. Lale Arslan), İstanbul, 2003, s. 287.
40
20
Eliade, a.g.e., s. 366. Hayat Ağacı hk.da ayrıca bkz. Eliade, a.g.e., s. 283-288.
41
karşılaşır. Ancak kendisi bu hayat macerası içinde hiçbir hırsa kapılmaz; Uzun
İhsan’ın dediği gibi dünyaya hep edilgen bir ‘şahit’ gibi bakar. Oysa hayatta dünyaya
edilgen bir şahit gibi bakmak yerine, onu değiştirmek, sonsuz güce erişmek, dünyaya
müdahale etmek isteyen muhteris kişiler de vardır. Ebrehe, Bünyamin’in tersine kara
para vasıtasıyla sonsuz güce erişmeye çalışan, iktidar hırsını ve kötülüğü simgeleyen
en büyük karşı güçtür. O, romanda “Tabiatın bütün güçlerinin sahibi …” (PKA, s.
151) olmaya çalışan, ‘iktidar hırsı’na kapılmış bir kişidir, yaşamı boyunca sonsuz güç
için gerekli bir nesne olarak gördüğü ve şeytanın yarattığı kara paranın peşinde koşar,
bu yolda canlar yakar, kan akıtır. Oysa kara para, şeytanın bu dünyayı ele geçirmek
için icat ettiği, insanları yoldan çıkaran aldatıcı bir nesnedir. Romandaki bir alt öyküde,
kara paranın şeytanın eseri olduğu açıklanır. Bu alt öyküde anlatılanlara göre,
dünyanın bir yarısı Âdemoğlu’na, diğer yarısı da Sabahın Oğlu adlı şeytana verilmiştir;
ancak Sabahın Oğlu, Âdemoğlu’nu kıskanarak kendisine verilen parçadan bir para
yapar, amacı bununla tüm dünyaya sahip olmaktır (PKA, s. 200-201). Aynı öyküde,
Âdemoğullarının bu paranın sayısız benzerini yaptıkları ve üzerine kendi
padişahlarının sûret ve tuğralarını kazıdıkları, aslında bu sûretlerin hepsinin Sabahın
Oğlu’na ait olduğu belirtilir (PKA, s. 201). Nitekim bu öyküyü duyan Bünyamin,
elindeki parayı incelediğinde, paranın üstünde “iblis aleyhillanenin tuğrasını” (PKA, s.
202) seçer. Dolayısıyla kara para ile İblis arasında bir bağ vardır. Bu, İblis’e ait bir
nesnedir. İnsanları yoldan çıkaran, onları zulme sürükleyen kara paradır. İşte Ebrehe,
yaşamı boyunca bu kara paranın, sonsuz gücün peşinden koşmuş, bilgiyi ve bilimi bu
yolda kullanarak doğayı, yaşamın akışını ve kurallarını değiştirmek istemiştir. Oysa
dünya yalnızca ‘şahit olunmak’ için vardır. Yapıtın sonunda Ebrehe’nin ölmeden önce
Bünyamin’e söylediği şu sözler, hem onun dünyaya bakışıyla ilgili yanılgısını,
pişmanlığını, hem de Puslu Kıtalar Atlası’nın dünya-insan-yaşam hakkındaki felsefî
mesajını açıklamaktadır.
“Yolun sonu göründü sevgili Bünyamin. (…) Sanki kasıtlı olarak karşıma
çıkarılmıştın. Bu yüzden seni yakından incelemek istedim. Böylece güçsüzlüğün ve
silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı buldum. Aynı zamanda gücün ve her türlü
iktidar tutkusunun da ne kadar büyük bir erdemsizlik olduğunu da bu sayede gördüm.
(…) Sen bir şahittin. (…) Kesinlikle bir kahraman değildin. (…) Güçsüz biri olan sen,
her çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. Çünkü olaylara müdahale etmeden
42
hepimizi gören, seyreden sendin. (…) Oysa biz taşlar kadar güçlü, bir o kadar da
cansızdık. (…) Ah! Keşke dünyayı da senin gibi seyredip, senin ona baktığın gibi
bakabilseydim!” (PKA, s. 215-217)
Bu cümlelerden sonra, dünyaya müdahale etmek, hayatın akışını değiştirmek
isteyen Ebrehe yenilir ve yanıldığını anlayarak ölür. Onun ölümü, insanoğlunun
yaşamın akışını değiştirme gücüne sahip olamayacağının bir işareti olarak
kavranmalıdır. Kötülüğün simgesi kara para ise, başkalarının eline geçip kargaşaya
neden olmaması için Ebrehe’yle gömülür. Bünyamin ise, hiçbir hırsa kapılmadığı,
dünyayı değiştirmeyi amaçlamadığı için bu zorlu macerayı şeytana aldanmadan
atlatmış, engelleri aşmış, Tanrı’nın eseri olan bu dünyayı ve hayatın öz bilgisini
kavramıştır.
Bütün bunlar, Puslu Kıtalar Atlası’nın tematik açıdan, hayatın engellerle dolu
bir macera olduğunu, ruhun ancak bu zorlu engelleri aşarak erdeme ve mutlak gerçeğe
ulaşabileceğini konu edinen tasavvufî öykülerle örtüştüğünü gösterir.
KİŞİLER
Roman, esas itibariyle Şeytan’ı, kötülüğü simgeleyen, mutlak güce ulaşmak
için her türlü kötülüğü yapmayı aklına koymuş Ebrehe ile iyiliği, erdemi, saflığı,
kanaatkârlığı simgeleyen Bünyamin arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. O
nedenle kişileri de bu çatışmanın tarafları olarak iki ana gruba ayırmak mümkündür.
43
kaydeder. Baba Uzun İhsan Efendi, oğlu evden ayrılırken ona koynundan çıkardığı
‘Dünya Atlası’nı verir ve dünyayı bizzat yaşayarak tanımasını öğütler. Çünkü “Bilmek
ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir.” (PKA, s. 55). Bu
sözler doğrultusunda oğul Bünyamin, maceraya; yani hayatı bizzat tanımaya atılır.
Çünkü Uzun İhsan’ın dediği gibi; “O’nun eserini tanımanın başka bir yolu…” (PKA,
s. 55) yoktur. Böylece oğul Bünyamin, babasının öğüdünü de tutarak, hayatı bizzat
tanımak üzere yola çıkar. Babasından farkı, hayatı pratikte tanımaya çalışmasıdır. Oysa
Uzun İhsan Efendi, dünyayı düşlerinde/düşleriyle kavramaya çalışmıştır. Bünyamin
ve Vardapet orduyla birlikte Sofya’dan kuzeye yönelirler. Görevleri bir kaleden
Zülfiyar adlı bir casusu kurtarmaktır. Yer altından tüneller kazıp kaleye girerler
Zülfiyar’ı bulurlar; düşmanla çarpışırlar. Zülfiyar Bünyamin’e paşaya iletilmek üzere
bir kara para verir. Bünyamin’in ise bu savaşta yüzü parçalanır, tanınmaz olur.
Zülfiyar, parayı verdiği Bünyamin’i aramaktadır; ama delikanlı yüzü parçalandığı için
tanınmaz ve onlardan gizlenir. İstanbul’a döner, evlerine vardığında binanın yerle bir
edildiğini görür. Kara paranın peşine düşen Zülfiyar ve adamları, evlerini yıkmışlar,
babası İhsan Efendinin kulaklarını ve burnunu kesmişler, gözlerini oymuşlar ve onu
dilenciler arasına katmışlardır. Alibaz’la maymunu da kayıptır. Bir süre sonra babasını
dilenciler arasında bulur Bünyamin. Ardından Ebrehe’nin hayatını kurtarır. Romanda
böylece iki karşı güç ilk kez karşı karşıya gelmiştir. Ardından Uzun İhsan Efendi, bir
fıçıya gizlenerek, gemiyle İstanbul’u terk eder. Öte yanda Bünyamin, kara para için her
türlü kötülükleri yapacak Büyük Efendi Ebrehe ile yüz yüze gelmiştir. Romanda bu
karşılaşmadan sonra Bünyamin ile Ebrehe mukayese edilmeye başlanır. Ebrehe,
mutlak gücün, ölümsüzlüğün peşindedir. O nedenle büyük bir tutkuyla bilmek, her şeyi
bilmek ister. Dünyaya müdahale eder, kendince olmasını ister dünyanın. Oysa
Bünyamin, hayata müdahale etmez, babasının söylediği üzere, evrene yalnızca bir şahit
gibi bakar, hayatın akışını değiştirmek, onu kendine tâbi kılmak için bir çaba
göstermez. Yalnızca temaşadır yaptığı, kaderine uyarak hayatını yaşamaktır. O nedenle
alçakgönüllüdür, razıdır, kanaatkârdır, hırsları yoktur. Çeşitli maceralar yaşayarak;
yani dünyanın acısını, sevincini tadarak olgunluğa, erdeme ulaşır. Kitabı –Puslu
Kıtalar Atlası’nı-, dünyayı böyle kavrar, hayatın gerçek anlamına böylece erer.
Ebrehe’nin ölmeden önce söylediği şu sözler, Bünyamin’in romanda neyi temsil
44
ettiğini, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu ve Ebrehe’den farkını açıkça ortaya
koymaktadır:
“Hayatta kalmak için bizler kadar çaba göstermiyordun. Yok edilmeye belki
çoktan razıydın. Senin amacın, varlığını sürdürmek değil de sanki bambaşka bir şeydi.
Sen bir şahittin. (…) Kesinlikle bir kahraman değildin. (…) Güçsüz biri olan sen, her
çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. Çünkü olaylara müdahale etmeden
hepimizi gören, seyreden sendin.” (PKA, s. 216)
Bu satırlara göre Bünyamin, hırslı, dünyayı değiştirmek isteyen bir delikanlı
değildir. İnsan olarak güçsüzlüğünün farkındadır ya da meydan okuyan bir kahraman
edasıyla bakmaz dünyaya. İşte budur erdem. Bünyamin yalnızca seyreder ve seyrettiği
için güçlü olan odur. Diğerleri ise, dünya kavgasıyla meşgul insanlardır. Bünyamin
dünyaya böyle baktığı için mutludur, hayata ihtirasla sarılmadığı için huzurludur.
Ebrehe, bunu ölürken fark etmiştir. Bünyamin, iktidarın simgesi kara parayı Ebrehe ile
gömerek, bir kez daha kanıtlar dünyaya egemen olma hırsına kapılmadığını.
Sonuç olarak Bünyamin, babasının verdiği dünya kitabını, türlü maceralardan
sonra, pratikte yaşayarak okumuş/tanımış, kara parayla karşılaşarak âdeta dünya
sınavından geçmiş bir delikanlıdır; bu bakımdan tıpkı kâmil insan olma yoluna girmiş
bir sâliki andırır. Bu dünyayı değiştirmek iddiasında bulunmadığı için erdem
sahibidir. Anar, onun aracılığıyla hırstan, iktidar tutkusundan uzak, alçakgönüllü; bu
yönüyle mistik kişiliğe sahip bir kahraman çizer. Ebrehe’nin karşısındaki ‘iyi/erdemli’
insandır o. Romandaki işlevi de erdemi simgelemektir.
45
Rüzgârın şişirdiği bir flok yelkenin halatını germeye kalksa, bu el kan revan içinde
kalırdı” (PKA, s. 20) cümleleriyle ifade edilir. İşte bu nedenle, sürekli uyur ve rüyaya
yatar. Pratikte yapamadığını, düşlerinde gerçekleştirmeye çalışır; yani dünya atlasını
düşte çizer, dünyayı hayalleriyle tanır. Oğlu Bünyamin’e lağımcı ocağına gitmeden
önce söylediği şu sözler bize onun hayalci/düşçü kişiliğine dair önemli ipuçları verir:
“Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir;
çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi
payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın
göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin
veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun,
sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek.
Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.” (PKA, s. 55)
Bu sözlerinden anlaşıldığına göre, Uzun İhsan, bilmeye, şahit olmaya ve
maceraya büyük önem verir. Tanrı’nın eserinin ancak bu yolla tanınabileceği
düşüncesindedir. Ancak, itiraf ettiği üzere, bizzat şahit olmak ve maceraya atılmak
konusunda eksiktir, cesaretsizdir. Bilgiyi hayal ederek, düşünerek elde etmeye çalışır.
Bununla beraber bu bilginin tam bir bilgi olmadığının farkındadır. O nedenle oğlu
Bünyamin’in bilgiye, bizzat dokunarak, yaşayarak sahip olmasını ister. O hâlde Uzun
İhsan, dünya karşısında edilgen, hayalperest, içe kapalı bir kişiliği temsil eder. Daha
açıkçası o, bir bakıma gerçeklerden hayale, rüyaya kaçan bir insandır.
Arap İhsan
Bünyamin’in dayısıdır. Bir denizcidir. Romanda “ellisine merdiven dayamış”
(PKA, s. 15) muhteşem bir külhanbeyi olarak tanıtılır. Lâkabı, Kocamustafapaşalı
Arap İhsan’dır. Kazıttığı kafasında bir tutam saç vardır. Dış görünüşçe bir külhani gibi
tasvir edilir. Buna göre; “Cenk yaralarıyla dolu göğsü posteki gibi kıllı”dır (PKA, s.
16), “iman tahtasının üzerindeki kıllara, renk renk cam boncuklarla, birkaç inci”
(PKA, s. 16) dizmiştir. Gür kaşlı, palabıyıklı, kuşağında gümüşle işlenmiş ayet-i
kerimelerin parıldadığı murassa yatağan taşıyan bir leventtir (PKA, s. 16). Onun
külhanbeyi dış görünüşü ayrıca şöyle tasvir edilir:
46
“…en şiddetli soğuklarda bile yalın ayak dolaşıp baldırlarını açıkta bırakan
diz çakşırıyla Kostantiniye’nin yedi meydanında ve yetmiş iki külhanında topuk
gösterirdi.” (PKA, s. 16)
Bütün bunlardan Arap İhsan’ın eski İstanbul kabadayılarından, cesur, kavgacı
bir denizci olduğu anlaşılmaktadır.
Arap İhsan’ın romandaki asıl işlevi, Uzun İhsan’ın zıddı bir mizacı
simgelemesidir. Uzun İhsan, sürekli yatan, dünyayı ancak rüyalarında tanımaya
çalışan, edilgen bir hayalperest, düşünür iken, Arap İhsan, onun aksine hayatı bizzat
yaşamak ve böyle tanımak gerektiğine inanan, gerçekçi, pratik bir kişiliğe sahiptir.
Nitekim onun bu mizacı, yatmakta olan yeğeni Uzun İhsan’a söylediği şu sözlerden
anlaşılmaktadır:
“Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’u göremesen de bari küçük bir
serçeyi gör. Kaf Dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl,
böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. (…) Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün
boyu evinde oturan adam Dünyanın kendisini hiç görebilir mi?” (PKA, s. 21)
Aslında Uzun İhsan da dayısının bu sözlerine kendince hak verir. Dünyayı
yalnızca düşte tanıyamayacağını bilir; daha doğrusu dayısı Arap İhsan gibi, dünyayı
bizzat yaşamak, maceraya atılmak istemektedir. Gördüğü rüyada; düşte çizdiği
haritasına karşılık, Arap İhsan’ın çizdiği haritaya ilişkin; “Kendi çizdiğinden farklı
olarak korsanın haritası bire bir ölçekliydi.” (PKA, s. 21) demesi, bu korsanın hayat
anlayışını tasdik ettiğini gösterir. Aslında romanın sonunda, Uzun İhsan’ın oğlu
Bünyamin’e yazdığı mektuptaki şu satırlar, Arap İhsan’ın hem mizacını, hem de
romandaki işlevini açıkça ortaya koymaktadır:
“Büyük dayın Arap İhsan, o muhteşem külhani, boşluğu ve karanlığı okuyan
benim gibi bir korkağın, adım bile atmaya çekindiği gerçek dünyanın haritalarını çizen
biriydi.” (PKA, s. 236)
Buna göre, romandaki teori-pratik, düş-gerçek çatışmasında, Uzun İhsan
teoriyi, düşü, hayali simgelerken, Arap İhsan pratiği, somut gerçeği simgeler. O,
dünyayı pratikte tanıyan bir figürdür. Uzun İhsan’ın yazdığı mektuptan, Arap İhsan’ın
yıllar önce öldüğünü öğreniriz.
47
Alibaz/Efrasiyab
Alibaz, Bünyamin’in dayısı, denizci Arap İhsan’ın Magrip’te yaptıkları bir
baskında esir aldığı bir çocuktur, Anası Kıptî’dir. Arap İhsan onu yanına alarak
İstanbul’a getirir. Romanda, taş çatlasa yedi yaşında gösteren kara, kuru, sünnetsiz bir
oğlan çocuğu olarak tasvir edilir. “Malta açıklarında bir Venedik fırkateynine
rastlayıp kadırganın topunu hazırlamaya giriştiklerinde, nişan almayı olanaksız
kılacak bir şekilde top kundağını bozan bu çocuktu. Tokadı patlatıp çaresiz kaçmaya
başlayarak talih eseri bastıran bir sisin içine girdiklerinde, zırlamasını kesmeyip
yerlerini Venediklilere belli eden yine oydu. Kovalamaca sürerken bucurgatın
manivelasıyla oynayıp demiri manivela eden de, kurtulduklarında ise kaptan köşkünde
yangın çıkaran ve forsalara tempo verdikleri davulu patlatan da yine bu haşarattı.”
(PKA, s. 16- 17) cümlelerinden anlaşıldığına göre o, yaramaz, yerinde duramayan bir
çocuktur. Bir süre sonra okula verilir. Okulda Turan kahramanı Efrasiyab’ın öykülerini
okur, Efrasiyab’ın kahramanlıklarından etkilenir. Okullar arasındaki kavgalara karışır.
Kendisini Efrasiyab gibi görmeye başlar. Uzun İhsan’ın, Ebrehe’nin adamlarınca
götürülmesi ve evlerinin yıkılmasından sonra, İstanbul’da bir çocuk çetesi kurar.
Şehirde oyuncakçıları, şekercileri yağmalar. Çetesinin adı yayılır. Dilencilere saldırır,
onları gördüğü yerde öldürür veya yaralar. Alibaz’ın en önemli özelliklerinden biri,
uykusuzluk hastalığına yakalanmasıdır. Çocuk bir türlü uyuyamamaktadır. Bir gün,
gerçek bir savaşçı olmak için orduya katılmak ister; ancak çocuk yaşta olduğundan
orduya kabul edilmez. Yine de orduyu takip ederek, bir düşman kalesine varır. Kalede
siyah pelerinli adamlardan biri, çocuğun yanına gelir, ona bir sıvı içirir. Bu sıvıyı içen
çocuk, bir daha uyanmamak üzere, sonsuz bir uykuya dalar.
Bir bütün olarak bakıldığında Alibaz, yerinde duramayan, gözüpek, cesur bir
çocuktur. Âdeta bir masal kahramanı gibidir. Turan kahramanı Efrasiyab’ın çocuk
hâlidir. Yazar, bu kahramanı Firdevsi’nin Şehname’sindeki Efrasiyab’dan esinlenerek
canlandırmış olmalıdır.
48
Ebrehe
Romanda, Ebrehe21 dış görünüş olarak; “Uzun parmakları ve nice zamandır
kesmediği kirli tırnakları zaç yağıyla meşgul olmaktan sararmıştı. Çenesi küçücüktü ve
bir kadınınkini andıran teni o kadar saydamdı ki şakaklarında, alnında ve ellerinin
üstünde mavi damarlar görünüyordu. Gözleri iriydi ama kapkara mavi gözbebekleri
küçücüktü. Yüzünde ve vücudunun diğer yerlerinde asit yaraları vardı. Köse olmasına
rağmen çenesinde göze çarpan birkaç kıl onun hükmedici bir görünüm kazanmasına
yetiyordu.” (PKA s.102) diye betimlenir. Kara bir sarığı, kızıl bir cübbesi vardır; bir
başka yerde de kara sarıklı, zifirî cüppeli (PKA, s. 119) olarak tasvir edilir. Üstelik sesi
de çok çirkindir, saçları traşsızdır ve töre gereği bir tepe kâkülü bile bırakmamıştır
(PKA, s. 219). Romanın bir başka sayfasında ise, “köse, kara giysili, çatlak sesli (…)
yarasa kılıklı, tuhaf tavırlı, saydam tenli…” (PKA, s. 121) biri olarak tasvir edilen
Ebrehe, bu hâliyle Şeytan’ı andırır. Hatta bir yerde, namaz kılarken kıbleye doğru
değil de kuzeye doğru secde etmesi, onun Şeytan’a taptığının bir göstergesi sayılabilir
(PKA, s. 149).
İstihbarat teşkilatının Büyük Efendisi olan bu karakter, kötülüğü ve hırsı temsil
eder. Şeytan’ın yolunu tutmuştur. Romanda geçmişi hakkında verilen bilgilere göre,
kendinden önceki Büyük Efendi’nin sorduğu soruyu bilerek istihbarat teşkilatının
başına geçmiştir. İlkin, elindeki gücü bir oyun olarak kullanır. Ancak bir süre sonra,
teşkilatı kendi hırs ve emelleri için kullanmaya başlar. Giderek, gücün egemenliğine
girer. Bilme tutkusuyla yanıp tutuşur. Bu tutkuyla, kehanet aynasını elde eder.
Geleceği görmek ister. “Ardından el kimyaya ve diğer doğa bilimlerine merak sal[ar].
Aristatales’in Fizik’i elinden düş[mez].” (PKA, s. 141). Asıl amacı Bünyamin’e
söylediği üzere; “Tabiatın bütün güçlerine sahip” (PKA, s. 151) olmak, ölümsüzlüğe
erişmektir. “Büyük Son”dan kurtulmak için zamanı geri çevirmek ister (PKA, s. 180).
Topaç adlı bir âletle bunu başarabileceğini düşünür. Bu âletin çalışması için gerekli
olan ‘kara para’nın peşine düşer. Ona erişmek için, her türlü yolu dener, insanları
öldürür, işkence yapar. Büyük bir zalime dönüşür. Romanda bir zalime dönüşmesi;
“Bilme hırsı onu adamakıllı sarhoş ettiğinde, artık suçsuz insanları türlü komplolarla
zındana attırıyor ve adamlarını yollayıp bu insanların durumlarına gösterdiği tepkileri
21
Kur’an-ı Kerim’de Fil Sure’sinde Ebrehe isimli bir kişiden bahsedilmektedir. Buna göre Ebrehe
Yemen valisidir ve bir ordu hazırlatarak Kabe’yi yıkmak için Mekke üzerine yürür. Ebabil kuşlarının
saldırısına uğrar ve cezalandırılır. Yazar romanda tarihi, dini ve mitolojik olay ve kişilere sık sık
başvurmuş ve onlara atıfta bulunmuştur. Ebrehe de bunlardan birisidir. (Hasan Tahsin Feyizli, Feyzül-
Furkan, Kur’an-ı Kerim Meali, İstanbul, 2008, s.629.)
49
Zülfiyâr
Ebrehe’nin sadık adamlarındandır. Romanda onunla ilk kez, Bünyamin’in
Lağımcı Ocağına katılıp orduyla bir kaleyi kuşattıklarında düşmanla yapılan çatışma
sırasında karşılaşırız. Zülfiyâr, Ebrehe’nin casusudur ve bu kalede kara parayı elde
etmiştir. Ancak düşmanın eline düşmüştür. Bünyamin ve arkadaşları onu kurtarmak
için yeraltından tüneller kazar ve Zülfiyâr’ı bulurlar. Çatışma sırasında Zülfiyar, kara
parayı Bünyamin’e verir. Böylece delikanlı onun aracılığıyla, tesadüfen ‘karşı güç’le,
Ebrehe’yle karşı karşıya gelir. Zülfiyar, aynı zamanda romandaki ulaşılmak istenen
nesneyi ilk kez ortaya çıkarak kişi işlevi görür. Romanda; “şiş göbekli ama zayıf bir
adam” (PKA, s. 99) olarak tasvir edilen Zülfiyar, Ebrehe’nin İstihbarat Teşkilâtı’nın
“en çetin casusu[dur].” (PKA, s. 100) Başkalarına karşı son derece acımasız olan bu
50
kişi, Büyük Efendi’ye karşı sonsuz bir saygı besler, onunla konuşurken sesini alçaltır,
ellerini önüne kavuşturur (PKA, s. 101).
Roman boyunca Ebrehe’nin en sadık adamlarından biri olan zalim Zülfiyâr,
dilencilerin teşkilât merkezini basmaları esnasında yakalanır. Eserdeki ana işlevi ‘karşı
güc”e yardımcı olmaktır. Bu nedenle o, Ebrehe’nin yardımcıları arasında en önde yer
alır.
Hınzıryedi
Hınzıryedi’nin öyküsü; “Bağdat Acem mülkü olmadan çok önce bu kentte
hırsızın biri açılmadık kilit, girilmedik ev, soyulmadık konak bırakmıyor, gözden
sürmeyi, alttan minderi, parmaktan yüzüğü, kulaktan küpeyi çalıp, gününü gün,
gecesini sefa eyliyordu.” (PKA, s.95); “Bağdat hırsızı kelimenin tam anlamıyla bir
kılık değiştirme ustasıydı. Sadece yakalanmamasının değil onun meslekteki başarısının
nedeni de buydu. Yalnızca kılık değiştirmekle kalmıyor, balmumu ve türlü çeşitli
boyayla çehresini de şekilden şekile sokup gözüne kestirdiği bir ev sahibinin suretine
bürünüyordu.” (PKA, s.95) sözleriyle başlar. Bu satırla göre Hınzıryedi, önceleri çok
yetenekli bir Bağdat hırsızıdır. Kılık değiştirme ustasıdır. Bir gün yine hırsızlık
yapmak için kadın kılığına girer. Paşanın oğlu da dul bir kadına âşıktır. Paşanın
oğlunun adamları bu dul kadını kaçırmak isterler; fakat bu kadını kaçırmak yerine,
yanlışlıkla o kadının kılığına girmiş Hınzıryedi’yi kaçırırlar. Böylelikle Hınzıryedi’nin
foyası meydana çıkar ve herkes tarafından tanınır. Bağdat’ta hırsızlık yapamayacağını
anlar. Kendisine en uygun meslek olarak dilenciliği seçer. Kısa sürede dilencilikte
başarılı olur. IV. Murat, onu dilenciliği öğretmesi için İstanbul’a götürür. İstanbul’da
dilenciler kethüdalığına kadar yükselir. Bunu gören ve onun başarısını kıskanan
dilenciler loncası onu bir yemeğe davet eder. Dilencilikte duaları kabul olmasın diye
ona domuz eti yedirirler. Yediği domuz etini çok beğenen Hınzıryedi bir daha domuz
eti yemekten kendini alamaz. Canı hep domuz eti çeker. Adı bu olaydan sonra
Hınzıryedi olarak kalır.
Bir gün Hınzıryedi’yi, domuz yerken Subaşı yakalar. Hakkında idam kararı
verilir. Ancak Ebrehe’nin adamları sahte bir fermanla onu kurtarıp İstihbarat
Teşkilatına götürürler. Burada ona bir çeşit zehir verirler. Bu zehrin panzehirinin
kendilerinde olduğunu söylerler. Hâlbuki bu bir yalandır. Ebrehe, onu kandırıp bu
yolla kendisine bağlar. Hınzıryedi, zehirlenmek korkusuyla Ebrehe’nin emrine girer.
Ebrehe ondan dilencilerden toplanan hâsılatı her gün kendisine getirmesini ister. O,
böylelikle toplanan paraların içinden kara paraya ulaşabileceğini düşünür. Hınzıryedi,
onun amaçlarına hizmet etmek zorunda kalır. Bir gün, Ebrehe’nin yıllarca zehir
51
Kubelik
Romanın baş ve son kısımlarında öyküsü geçen bu kişi, dış görünüşçe; “… kısa
boylu ve son derece sıskaydı. Yüzü kir içinde, tırnakları ise uzun ve pisti. Sağlıksızlık
işareti olarak teni yeşile çalıyordu. Durmadan öksürüp tıksıran bu adam üstelik
topaldı.” (PKA, s.24), diye tasvir edilir.
Romandaki; “…Pera’da Venedik balyosunun kâtipliğini yapan Kubelik adında
biri vardı. Müsveddeleri temize çekmekle görevli olan bu zatın yazısı o kadar güzeldi
ki, fi tarihinde yakınlarıyla helallaşan elçi onun tarafından yazılan bir protestoyu
saraya götürmüş, ama padişah sert bir dille kaleme alınan bu evrakın muhtevasından
ziyade yazının güzelliğiyle harflerdeki kuyruklar ve çengellerle ilgilendiğinden kelleyi
kurtarmıştı.” (PKA, s.23) cümleleri, Kubelik’in Pera’da Venedik Balyosu’nun
kâtipliğini yapan, yazısı güzel bir kişi olduğunu bildirir.
O, Venedik balyosunda kâtiplik yaparken içkiye alışmış ve işini yapamaz
duruma gelmiştir. Bunun üzerine Venedik balyosundan kovulur. İçmeye devam eden
Kubelik, mumcubaşı tarafından yakalanıp falakaya yatırılır. Yediği dayaktan dolayı
ayağı sakat kalır. Serkeş, alkolik, işsiz, hastalıklı, topal, pis ve parasız olarak
meyhanelerde ve sokaklarda dolaşır. Bir gün yine içkili bir vaziyette şarkı söyleyerek
sokakta yürürken kafasına bir kerpeten fırlatılır. Bu kerpetenden esinlenerek dişçiliğe
başlar. Kendisine bir dükkân kiralar. Zamanla dişçiliği öğrenir ve geliştirir. Kubelik,
meraklı, öğrenme ve bilme tutkusu olan bir kişidir. Bu tutku, onu saraydan atılan
cesetler üzerinde inceleme yapmaya kadar götürür. Gizli gizli incelediği bu cesetlerden
insan anatomisine ait birçok bilgi edinir. Amacı insan vücudunun sırlarını çözüp, vücut
atlasını çıkarmaktır. İncelediği cesetlerden edindiği bilgilerle en sonunda bir vücut
52
atlası kitabı yazar. Bu kitap onun sonunu getirir. Cesetler üzerinde gizli çalışmalar
yaptığı yeniçerilerce öğrenilir ve öldürülür.
Romanda Kubelik, bilme ve öğrenme tutkusuna kapılan bir karakter olarak
karşımıza çıkar. Nitekim bunun sonucunda, insan cesetleri üzerinde araştırmalara
başlar. Eserdeki; “ Canlıların bedenleri olağanüstüydü, ama kendi bedeni acaba
nasıldı? Bir insan bedenini kesip biçmek büyük günahtı. Fakat bilme tutkusu onun
yakasını bırakacak gibi değildi.” (PKA, s. 26); “Bilme tutkusuyla kıvranan bu topal.”
(PKA, s. 28) gibi cümleler Kubelik’in bu yönünü ortaya koyar. Bu doğrultuda; “… o
uğursuz teşrih atlasını hazırlamaya…” (PKA, s. 27) girişir. Sonunda vücut atlası
kitabını bitirir. Ancak bu atlas, onun ölümüne sebep olur. Yeniçerilerce idam edilirken
oradan geçen ve kötülüğün simgesi olan Ebrehe onun yazdığı vücut atlası kitabını satın
alır ve Kubelik hakkında şu sözleri söyler:
“Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. Görmek, duymak, bilmek ve
öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve
sessizliği anlayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. Onu katleden bu insanlar
evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına Kubelik’in acı sonunu ibretle
anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar.” (PKA, s.163)
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Kubelik, romanda bilme tutkusuna kapılan
ve bu uğurda hayatını kaybeden bir kişidir. O, bu yönüyle Ebrehe’ye benzer. Anar’ın
çoğu romanında bu tür tutkulara kapılan ve bu uğurda canlarını yitirenlere sıkça
rastlanacaktır.
C. Fon figürler
Vardapet
Bu adam vaktiyle Galata’daki bir kilisede zangoçluk yapmış bir Ermeni’dir.
Kilisenin papazı, Kudüs’e hac ziyaretine gideceği için, kendisinin yerine vekâlet
edecek bir kişi seçmeye karar verir. Bunun için adayları, tek başına bir hücreye
koyacak, bunlardan, kırk gün boyunca en az yemek yiyeni kendisine vekil olarak tayin
edecektir. Dokuz adayla birlikte Vardapet de buna başvurur. Ancak hücresinde bir
tünel kazıp geceleri gizlice dışarı çıkar ve yemek yer. Son güne kadar bu hilenin
farkına varmayan kilise görevlileri, tam onu tayin edecekleri gün, Vardapet bir önceki
gece yediği yemekten midesi bozulduğundan, kendini fazla tutamaz ve altına pisler.
Böylece hilesi ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine kiliseden kovulur (PKA, s. 51-52). Bu
olay, Vardapet’in kurnaz, hilebaz biri olduğunu göstermektedir. Anar, çoğu
53
Kumarbaz Gazanfer
Girdbad adlı bir kasabada bir kumarbaza çırak olarak verilmiştir. Bu kasaba,
kumarbazların yaşadığı bir yerdir. Ancak ak sakallı bir yaşlının demir asa ve demir
çarığını kumar yoluyla eli,nden alınca, yaşlı adamın yaptığı beddur üzerine zarlşarı hep
seba ü dü gelir. Sürekli yenilirler. Gazenfer bu bedduadan kurtulmak için yola düşer ve
sonunda ondan kurtulur. Talihi dönen Gazanfer Kostantiniye’de bir kumarhane açar.
Kısa zamanda kumarhanesi müşterilerle dolup taşar. Büyük bir servete sahip olur.
Kostantiniye’nin tüm kumarbazlarının adresi Gazanfer’in kumarhanesi olur. İşinin
ehli ve şanslı bir kumarbazdır. Gazanfer tüm servetini hile yaparak kazanmaktadır.
Bir gün; Ebrehe, adamları ve Bünyamin’le birlikte onun kumarhanesine gider.
Kumar oynarken Ebrehe onun tüm oyunları hile ile kazandığını fark eder. Hilesini
ortaya çıkarır. Paralarını hile yapıldığı için kaybettiklerini anlayan diğer müşteriler
Gazanfer’e saldırır ve kumarhanesini yakarlar. Hile yaparak çok büyük servete sahip
olan Gazanfer her şeyini kaybeder.
Gazanfer; kumarın, aç gözlülüğün, hilenin, haksız kazancın temsilcisidir.
Kazancının kendisine bir faydası olmaz. Hepsi elinden uçar, gider ve tekrar eski haline
döner. Hile, haksızlık ve kumar onu var ettiği gibi sonunda yine yok eder. Romanda
olayların yönlendirilmesinde bir işlevi yoktur.
54
Frenk Casus
Romanda, Frenk Casus’un öyküsü; “Kostantiniyye’de bazı paşalar, saray
görevlileri ve nazırlar esrarengiz bir şekilde ruhlarını teslim ediyorlardı.” (PKA,
s.133) cümleleriyle başlar. Frenk casus, bu cinayetlerin failidir. Bir gün yakalanarak
padişahın huzuruna getirilir. Konaklara ve yalılara kadın kılığında girip hem cinayet
işleyen hem de devletin sırlarını araştıran bu kişiye, bildiği tüm casusluk bilgilerini
anlatmadıkça canının bağışlanmayacağı söylenir. O da sorduğu soruyu bilen kişiye
tüm bildiklerini anlatacağını söyler. Efraim adındaki bir genç bu soruyu bilir. Casus
bildiklerini ona anlatarak istihbarat teşkilatının kurulmasını sağlar.
Efraim
Bir gün sarayda bir Frenk casusu yakalanır. Padişah bu casusun hayatını
bağışlamak karşılığında bildiği tüm casusluk bilgilerini söylemesini ister. O da bir soru
soracağını ve bu soruyu kim bilirse ona her şeyi anlatacağını söyler. Bunu nihayetinde
Efraim, adında Kostantiniyye’de tefecilerin muhasebe işlerini yürüten, onların işlerini
takip eden bir çırak bilir. Hesabı kuvvetli olduğu için Frenk casusunun sorduğu soruyu
bilen Efraim, Frenk casustan tüm bildiği şeyleri öğrenir. Bu bilgilerle istihbarat
teşkilatını kurarak Büyük Efendi olur. Teşkilatı gizlilik esası üzerine kurar ve
kendinden sonra gelecek Büyük Efendiye de kendisine sorulan soruyu sorar. Bu
soruyu bilen kişi kendisinden sonra İstihbarat Teşkilatı’nın başına geçer.
Efraim, tarihsel ve dinsel temele dayanan bir isimdir. Hz. Yusuf’un 2. oğlu olan
Efraim’e ve Hz. İsa ile yolculuğa çıkan Efraim isimli bir kişiye atıfta bulunulmuştur.
Romanda İstihbarat Teşkilâtı’nın tarihçesini yansıtmak için bir aracı olarak
kullanılmıştır. Olaylarda başka bir işlevi yoktur.
Mehdi
Romanda, Nemçe casusu Franz diye anlatılan Mehdi;“Hadis kitaplarının yazdığı
gibi açık alınlı, küçük burunlu, iri gözlü dişleri parlak ve seyrek, uyluk kemikleri uzun
ve teni esmerdi.” (PKA, s.203) diye tasvir edilir. Ebrehe, Mehdi’nin ortaya çıkacağını
kehanet aynasına bakarak önceden öğrenmişt ve bu son kehanetin gerçekleşmesini
beklemektedir. Kehanet aynasında görülen tarife uyan bu kişi beklenen günde ortaya
çıkar. Ebrehe onu yakalar ve sorguya çekmek için istihbarat teşkilatına getirir. Mehdi
kılığındaki bu casus kendisinin gerçek Mehdi olmadığını, her şeyin bir düzen ve oyun
olduğunu, amaçlarının ülkenin yönetimini ele geçirmek olduğunu anlatsa da kimseyi
inandıramaz. Orada gelişen olaylar esnasında korkusundan ölür.
55
Bu kişi ile romanda, kıyamet kopması esnasında dünyaya geleceği söylenilen Hz.
Mehdi’ye atıfta bulunulmuştur.
Dertli
Romanda Dertli; “Bu adam, sakalsız, bıyıksız, kel, kaşsız ve kirpiksiz biriydi;
Fakat görünüş itibariyle öyle ezik, öyle pısırıktı ki…” (PKA, s.111) diye tasvir edilir.
En önemli özelliği; “Dertli lakabıyla anılan bu adamı hayatında tam altı kez yıldırım
çarpmıştı.” (PKA, s.112) diye belirtilir. Bir zamanlar zengin bir esnafken dükkânına
düşen yıldırım her şeyinin yok olmasına yol açmıştır. Bu olaydan sonra sokaklara
düşüp dilenciliğe başlar. Onu gören herkes ya süratle kaçar ya da onu oradan kovalar;
çünkü yaklaştığı her yere yıldırım düşer.
Bünyamin, bir gün Zülfiyar’dan dayak yiyen Dertli’yi onun elinden kurtarır. Bu
dilenci kendisine yapılan iyiliği unutmaz. Bünyamin’i romanın sonunda
Hınzıryedi’den kurtarır ve onu öldürür. Dahası, dilenciler loncasına yıldırım
düşmesinin ve binanın yanıp kül olmasının sebebi de odur.
Romanda talihsiz bir tip olarak karşımıza çıkan Dertli romanın sonunda
Bünyamin’e en büyük iyiliği yapan kişidir.
Alemsattı
Bünyamin, dilenciler loncasına yazıldıktan sonra onun baş amiri, Alemsattı olur.
Romanda; “Bu adam kağıtçıbaşı, göyguncubaşı, kasidecibaşı ve amabaşından sorumlu
olmasının yanı sıra aynı zamanda başgedikliydi.” (PKA, s.113) diye tanıtılır.
Öterbülbül
Dilencidir. “ Alemsattı’nın yardımcısı inmeli biridir.” (PKA, s.113)
Binbereket
Şişman, iri memeli, koca göbekli, büyük sağrılı, dev anasını andıran bir kadındır.
Dilenciler loncasında dilencilik yapar. Adıyla Bereket Tanrıçası Artemis’i anıştırır.
Utarid
O da romandaki dilencilerdendir. “Kâğıtçılık yapar. Dilencilik loncasında
Bünyamin onun çırağı olmuştur.” (PKA, s.113)
Gülletopuk
56
Aglaya
Ebrehe’nin, Bünyamin’i eğlendirmek için bir geceliğine satın aldığı esir Rus
kızıdır. Bünyamin bu kızdan hoşlanır (PKA, s. 172). Sürekli ağlamasından dolayı
kendisine Aglaya adı verilmiştir.
ZAMAN
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası romanı yedi bölümden oluşmaktadır.
Bu yedi bölüm kendi içinde de çeşitli alt kısımlara ayrılır. Çerçeve öykü yöntemiyle
57
kaleme alınan romanda asıl vakanın anlatıldığı satırların arasına pek çok alt öykü
yerleştirilmiştir. Bu iç öykülerde olayların zamanı, genellikle öykünün başında ifade
edilir. Bu öykülerdeki zaman bildiren ifadeler ise çoğunlukla sözlü gelenek ürünlerinde
ve meddah öykülerinde karşılaştığımız söz kalıplarından oluşur.
Bünyamin ve Ebrehe arasında, ‘kara para’yı elde etme mücadelesi sonunda
meydana gelen ana vaka (dış öykü) nın başlangıç zamanı, romanın ilk bölümünde;
“Kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicret’ten dahi 1092 yıl sonra”
(PKA, s. 13) ifadesinde belirtildiği üzere 1681 yılıdır. Bu, romanın başkahramanı
Bünyamin’in büyük dayısı Arap İhsan’ın, kadırgası ile Kostantiniye’ye geldiği
zamandır. Eserdeki “soğuk bir kış gecesi” (PKA, s.14) ibaresi, olayların başlangıcında
mevsimin kış olduğunu göstermektedir. Girişte verilen bu bilgilerden, Puslu Kıtalar
Atlası’nda ana vakanın 17. yüzyılda; yani tarihsel bir zaman diliminde geçtiği
anlaşılmaktadır.
Anar, romanın dış öyküsünde 1681 gibi, kesin bir zaman bildirmekle beraber,
iç öykülerde zamanda kronolojik akışa uymaz. Örneğin, ilk bölümün ikinci kısmında
Kubelik’in öyküsüne geçiş yapılırken, okurun henüz bilmediği bir olaya (Bünyamin’in
kara parayı bulması) atıfta bulunularak, olay zamanından çok daha öncesine döner:
“Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından çok önce Pera’da Venedik
balyos’unun kâtipliğini yapan Kubelik adında biri vardı.” (PKA, s.23)
Böylece anlatıcı, “Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından çok önce…”
ifadesiyle dış öykünün zaman arkından bir süreliğine ayrılıp, iç öykünün zaman arkına
girer. Ancak iç öykü sona erdiğinde, yine bir cümleyle ana vakanın zaman arkına
dönülür. Aynı teknik, romandaki diğer iç öykülere geçişte de kullanılmaktadır.
Örneğin “Ayı Oynatıcı Baba ile Oğulun Öyküsü”ne geçilirken; “Rivayet ederler ki
surların hemen içindeki Ağa Çayırı’na vakti zamanında çadırlarını kurmuş Çingeneler
arasında, derdinden bağrı yanan bir baba vardı.” (PKA, s.39) cümlesine yer verilir.
Buradaki “vakti zamanında” ifadesi, belirsiz bir zamanı bildirir ve masallara özgü bir
kalıptır. Bu ifade tarzı, aynı bölüm içinde yer alan Müşteri adlı maymundaki
değişimler aktarılırken,“Gel zaman git zaman…” (PKA, s.43) kalıbıyla yinelenir.
Romanda “Vardapet’in Öyküsü”nün anlatılmaya başlandığı sayfada da aynı
teknik sürdürülür. Anlatıcı, “Bu adam vaktiyle Galata’da bir kilisenin zangocuydu. O
tarihlerde…” (PKA, s. 51) ifadeleriyle dış öykünün zaman arkından çıkar ve yine
58
geçmişe dönüp, Vardapet’in öyküsünü anlatmaya başlar. Öykü bittiğinde yine ana
vakanın zamanına dönülür. Alibaz’ın taşmektebe verilmesi anlatılırken, bir hoca
aracılığıyla yine ana öykünün arkından; “Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından
hayli zaman önce, işte bu kıraathanelerin birinde öksüz ve yetim bir çırak vardı.”
(PKA, s. 58) cümlesiyle çıkılır ve geçmişe dönülür. Hocanın öyküsü anlatıldıktan
sonra ise, “Uzun İhsan Efendi’nin ‘eti senin kemiği benim’ diyerek Alibaz’ı teslim
ettiği hoca (…) işte bu adamdı.” (PKA, s. 59) cümlesiyle tekrar ana vakanın zaman
arkına dönüş yapılır.
“Yılanın Renkleri” başlıklı dördüncü bölüm dilenciler kethüdası Hınzıryedi’nin
öyküsüyle başlar. Anlatıcı, daha önce yaptığı gibi bu iç öyküde de; “Rivayet ederler ki,
Bağdat Acem mülkü olmadan çok önce” (PKA, s. 95) ifadesiyle dış öykünün arkından
ayrılır ve geçmişe döner. Bu öyküdeki “Hatta Sultan Murad Bağdat’a girdiğinde ona
bin altın ihsan edip, kentteki beş yüz ayrı zanaatın erbabıyla onu da, Kostantiniye
dilencilerine sadaka istemenin esrarını öğretmesi için yanına aldı.” (PKA, s.97)
cümlesinden iç öykünün zamanına ilişkin bir bilgi çıkarmak mümkündür. Anlatıcının
sözünü ettiği padişah, IV. Murad’tır. Sefer ise 1638 tarihli Bağdat Seferi’dir. Böylece
söz konusu iç öyküyle zamanda geriye dönüldüğü bir kez daha kanıtlanabilir. Nitekim
anlatıcı; “Dilencilerin pîri böylece Eminönü’ndeki zindana atıldı. Fakat bütün bunlar,
Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından yıllar önce olmuştu.” (PKA, s.98)
sözleriyle, iç öyküde geçenlerin dış öykünün olay zamanından çok önce olup bittiğini
okuyucuya yeniden bildirme ihtiyacı duyar.
Görüldüğü gibi Puslu Kıtalar Atlası’nda dış öykünün olay zamanı odak
noktasına alınmak kaydıyla, anlatıcı sık sık bu dış öyküyü keserek, iç öykülere
geçmekte ve doğal olarak ana vakanın zaman arkından çıkıp, iç öykünün zaman arkına
girmektedir. Dolayısıyla çerçeve öykü tekniğine uygun biçimde, romanda zaman akışı
da düz bir çizgide ileriye doğru akmamakta, iç öykülerde daha çok geriye dönüşlerle
zamanın kronolojik akışı kesintiye uğramaktadır. Ancak iç öykü bittiğinde, anlatıcı
yine bir bağlantı cümlesiyle dış öyküye hem kişi, hem uzam, hem de zaman
bakımından ustaca köprü kurmaktadır. Kuşkusuz bu, masallara, meddah öykülerine
özgü bir zaman anlatımdır.
Romanda dikkati çeken bir başka özellik, zamanı ifade ederken namaz
vakitlerinin esas alınmasıdır. Örneğin, birinci bölümde Arap İhsan, gemisinden
59
60
Sonuç olarak İhsan Oktay Anar’ın bu romanında dış öyküde olayların zamanı
1681’de başlar; yani Bünyamin ile Ebrehe arasında kara para dolayısıyla başlayan
mücadele sonucunda yaşanan olaylar 17. yüzyılda geçmektedir. Ancak, tıpkı olay
örgüsünde olduğu gibi, iç öykülerde ana öykünün arkından çıkıp, geriye dönüşler
yapılır, öykü bitince yeniden ana öykünün zaman arkına dönülür. Bu durumda Puslu
Kıtalar Atlası’nda zaman, düz bir çizgide ve düzenli olarak akmaz. Anlatıcı, iç
öykülerde zamanın kronolojik akışını bozmuş; ama daha sonra ana zaman arkına
girerek, iç öykülerdeki zamanı, dış öykünün zamanına ustaca bağlamasını bilmiştir.
Anar, tarihsel zamana koşut olarak, zaman ifadelerinde meddah ve masallara özgü
kalıplar kullanmaktadır. Kuşkusuz bu zaman ifadeleri de geleneksel Doğu anlatılarının
romandaki bir yansımasıdır.
MEKÂN
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası romanında ana mekân Kostantiniye
adıyla anılan İstanbul’dur. Yazar özellikle şehrin bu eski adını anmakta İstanbul ismine
yer vermemektedir. Şehrin 1600’lü yıllarının ikinci yarısının anlatıldığı romanda yazar
çeşitli semtlere, sokaklara, meyhanelere, kıraathanelere, taşmekteplere, hanlara, lonca
binalarına, camilere, kiliselere, evlere yer verir.
A. İstanbul
1. Semtler
Romanda aralarında Galata, Samatya, Fener, Eyüp, Eminönü, Topkapı ve
Bayezıt’ın da bulunduğu semt adları geçmektedir. Bu semtlerin pek çoğu mahalleleri,
sokakları, eski sur kapılarıyla romana dâhil olmuştur.
a) Galata
Galata, bir semt olarak İhsan Oktay Anar’ın romanlarında sıklıkla yer tutar.
Galata’nın Puslu Kıtalar Atlası’nda bir mekân olarak öne çıkmasının temel nedeni ise
bu semtin kapıları, iskeleleri, meyhaneleri ve her milletten sakinleriyle bir
imparatorluk şehrini yansıtmasıdır.
Arap İhsan, yeğeni Uzun İhsan Efendi’nin evine gitmek üzere İç Azap
Kapısı’ndan Galata semtine giriş yapar. İlk kez Kostantiniye’ye gelen Alibaz ise şehrin
61
62
esedî altınların şıngırtısıyla zengin bir tüccar, atıyla bir kemerin altından başını
eğerek geçerken, bacakları olmadığı için elleri yardımıyla sürünerek ilerleyen bir
dilenci ondan Allah rızası için sadaka istiyordu. Akçe tahtaları üzerinde İspanyol
kuruşları, Venedik dukaları, şerefiler, Osmanlı kuruşları, zolotalar, esedîler ve
sümünler sayılıp keselere boşaltılıyor. Keseler çuvallara yerleştirilip çuvallar da
devasa sandıklara konuluyor ve bu ağır yükü ticarethaneye taşıyan sırık hamallarına
adam başı birkaç mangır veriliyordu. Çünkü burası sultandan çok paranın hükmünün
geçtiği Galata’ydı.” (PKA, s.30)
Görüldüğü gibi, Galata, pek çok milletin, farklı dinlere mensup insanların
toplandığı, ticaret yaptığı ve daha çok paranın hükmünün geçtiği bir semt olarak tasvir
edilmektedir. Muhtemelen, yazar pek çok ulustan, renkten ve dinden insanı bir arada
bulmanın mümkün olduğu semtlerden biri olması nedeniyle Galata’yı seçmiştir. Bu
bakımdan Galata, romanın karnavalist yapısına uygun bir semttir.
Galata Kulesi
Galata Kulesi de bir mekân olarak romanın ilk bölümünde okuru; “Eskiler, bu
martı yuvasının bulunduğu yere Ceneviz kavminin yüksek bir kule diktiğini rivayet
etmişlerdir ki, sonraları Galata Kulesi diye nam salmış bu heybetli yapının tepesinde,
yalı adamlarının dürbünle, yiğitlerinin ise çıplak gözle, Bursa kentinin ulu dağını
seçtikleri söylenegelmiştir.” (PKA, s.13) satırlarıyla karşılar. Arap İhsan’ın
kadırgasının Haliç’e geldiği bilgisini de bu kulede bekleyen yangın gözcülerinden biri
verir. Bu durum bize Galata Kulesi’nin bir gözlemevi olarak kullanıldığını gösterir.
Ayrıca buraya ziyaretler yapıldığını da romandaki şu satırlar aracılığıyla
öğrenmekteyiz:
“Ne var ki bu şayianın, ziyaretçilerden bahşiş koparmak hevesiyle kuledeki
yangın gözcüleri tarafından okunan bir kurt masalı olduğu da ağızdan ağza dolaşmıştı
bir zamanlar.” (PKA, s. 13-14)
b) Samatya, Fener
63
c) Pera
d) Eyüp
e) Topkapısı, Ayasofya
64
f) Eminönü
g) Bayezıt
h) Bahçekapı
65
ı) Tahtakale
Dilenciler loncasına kayıt olduktan sonra Bünyamin, Utarid adlı dilencinin
yanına çırak verilir. Utarid’in dilenme tarzı bazı camilerde namaz kılanların önüne
dileklerini ifade eden kâğıt bırakma şeklindedir. Onun bu şekilde dilendiği iki cami
vardır. Bunlardan biri Tahtakale’dedir. Romanda Tahtalkale diye geçer.
j) Mahmutpaşa, Karaköy
Bünyamin, Büyük Efendi Ebrehe ile dilenciler loncasında bir yemekte
karşılaşır. Burada Ebrehe’nin boğazına kaçan lokmayı çıkararak Ebrehe’nin hayatını
kurtarır. Bunu üzerine Ebrehe kendisini bir sonraki günün akşamı teşkilat binasında
görmek ister. Ertesi gün Bünyamin, Utarid ile dilenmek yerine Ebrehe’nin yanına
gitmek üzere Kostantiniye sokaklarında bir süre dolaşır. Bünyamin’in geçtiği
mekânlardan biri de Mahmupaşa semtidir: Eserde Mahmutpaşa semti şöyle tasvir
edilir:
“Mahmutpaşa’da dolaştığı sırada, ağlayan gülen, takla atan, amuda kalkan,
ağzı salyalı beli zincirli deliler tarafından fark edildiği zaman artık sabah ezanları
okunuyordu. Mebunlar ve utanmaz oğlanlar ise bin bir naz ve işveyle kırıtıp göz
süzdükleri gence davetkâr gözlerle ve edalarla bakıp ona ücretlerini fısıldadılar. Esnaf
ilk müşterilerini dolaplarına ve dükkânlarına buyur etmeye başladığında, para
sandıklarını artık taşımaya başlayan Ermeni sırık hamalları onu sezinleyip arkalarına
bakar bakmaz, değerli yüke nezaret eden muhafızların elleri yatağanlarına gitmişti.
Tahtakale’de gündüz sarraf ve gece kumarbaz olan her kim varsa, kafasında bin bir
düşünce taşıyan delikanlı önlerinden geçer geçmez, ‘vay vay vay! Altının ayarını
diliyle anlayan ve bir atışta düşeş düşüren efendimizin hayatını demek bu genç
kurtardı.’ dediler. Ticaret hanlarının önünden geçerken pencerelerde yedi iklim dört
bucaktan gelen her milletten tüccarın renk renk serpuşları göründü. Darülfülfül,
kebabe ve darçın satan tüccar, adülkahır, kakule ve zencefil alan simsara, ‘Vay
canına! Bire alıp on bire satan Efendi demek hayatını bu gence borçlu’ diyor ve enfiye
kutusunu pazarlık ettiği adama uzatıyordu. Güneş, usturlapların on altıncı kertesine
yükseldiği zaman, bütün büyülerin tuttuğu anda, delikanlının aniden Uzunçarşı’nın bir
sokağında belirip çöplükteki kara kedileri ürkütmesi, sihirbazlarca uğur telakki
edilmedi. Müneccimler usturlaplarına bakıp güneşi bu kez yirmi birinci kertede
66
k) Ahırkapı
Ahırkapı, İstanbul’un tarihî semtlerinden biridir ve Sarayburnu gibi tarihî bir
saray bölgesidir. Semt, eskiden Topkapı Sarayı’nın ahırlarının burada bulunması
nedeniyle Ahırkapı olarak adlandırılmıştır. Kubelik’in teşrih atlasını hazırlamasına ve
tamamlamasına vesile olan olay da “Günün birinde düşüncelere dalmış gezerken,
Ahırkapı’da sarayın denize bakan duvarların dibinde birtakım adamlar görmüştü.”
(PKA, s.26) satırlarından anlaşılacağı üzere Ahırkapı’da meydana gelir. Arayıcılar
denilen bu adamlar sarayın çöplerinin atıldığı bir deliğin bulunduğu bu yerde
buldukları değerli şeylerle geçimlerini sağlarlar. Kubelik de burada çalışmaları için
önemli bir malzeme olacak olan kesik bir el bulur.
67
m) Ağa Çayırı
Romandaki bir alt öyküde rastladığımız Çingenelerin yaşam alanı için çadır
ifadesi kullanılır. Çingeneler Ağa Çayırı’nda kurulan çadırlarda yaşarlar. Ağa Çayırı
bugün Fatih semti sınırları içinde yer alan bir yerleşim alanıdır.
2. Evler
a) Uzun İhsan Efendi’nin Evi
Romanda bir iç mekân olarak karşımıza önce Uzun İhsan Efendi’nin oğlu ile
birlikte yaşadığı evi çıkar. Ev, Kostantiniye’nin Galata semtinde Yelkenci Hanı
bitişiğinde bulunur. İki katlı evin içinde bir merdiven yer almaktadır. Arap İhsan’ın
eve geldiği sırada Uzun İhsan Efendi yukarıda bulunan bir odada uyumaktadır. Bir
mutfağın bulunduğu evde Bünyamin büyük dayısına burada kahvaltı hazırlar. Bu evin
üst katında ise Uzun İhsan Efendi’nin odası bulunur. Bu oda romanda şöyle tasvir
edilir:
“Hem yatmak hem de çalışmak için kullanılan karmakarışık bir yerdi burası.
Bu düzensiz oda türlü türlü eşyalar, usturlap, rubu tahtaları, kıblenüma, aynalı
kerteriz cinsinden gökbilim ve denizcilik aletleri, mercekler, ne işe yaradığı meçhul
renkli camlar, sarkaçlı ve zemberekli saatlerle doluydu. Duvarlardaki raflarda
kurtların kemire kemire bitiremediği elyazmaları, parşömenler ve harita ruloları
68
vardı. Pencere önündeki tezgâhta ise boy boy ve cins cins pergeller, renk renk
mürekkepler, kalemler, fırçalar ve karalande, şiltenin üzerinde, yorganını gırtlağına
kadar çekmiş bir adam kim bilir kaçıncı uykusunu uyuyordu.” (PKA, s.20)
Uzun İhsan Efendi’nin Galata’daki evinin bir de avlusu vardır. Bünyamin’in
öldüğünü düşündüren uyku şurubunu Uzun İhsan Efendi bu evdeki avlunun
bahçesinde bulunan ceviz ağacının dibine döker.
Romandaki bir diğer iç mekân ise Kubelik’in Galata’da Mihel kapısı civarında
kiraladığı dükkânıdır. Bu dükkânın bir de üst katı mevcuttur. Zira Kubelik burayı ev
olarak da kullanmaktadır. Alt kattaki dükkân ise “… Pislikten geçilmiyordu. Zemin,
deşilmiş hıyarcıklardan, apselerden ve karakabarcıklardan akan cerahatle kaplı
gibiydi.” (PKA, s.26) sözleriyle tasvir edilir. Arap İhsan, Kubelik’i aramaya
geldiğinde hem dükkânın bulunduğu alt katı hem de Kubelik’in yatmak için kullandığı
üst katı kontrol eder.
c) Ebrehe’nin evi
3. Meyhaneler
a) Kefeli’nin meyhanesi
Meyhaneler romanda pek çok kişinin bir arada bulunduğu mekânlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Pek çok insanın bir arada bulunduğu bu mekânlar yalnızca
erkeklerin gittiği yerlerdir. Bu nedenle meyhaneler tek cinsiyetli mekânlardır. Zaten
romanda kadın varlığına pek rastlanmaz. Romandaki tipik meyhanelerden biri de
Kefeli’nin rıhtıma yakın bir yerde bulunan meyhanesidir: Bu meyhane romanda şöyle
tasvir edilir:
69
b) Mihalaki’nin meyhanesi
Romanda bir kilisede daha önce zangoç olan Vardapet adlı lağımcının geçmişi
anlatılır. Kilisedeki bir sınav nedeniyle bir hücrede uzun süre kalması gereken
Vardapet bir tünel açarak Topkapı meyhanelerine gider. Burada yiyip içerek tekrar
tünelden kilisedeki hücresine döner. Vardapet’in gizlice gittiği meyhanelerden biri
Mihalaki’nin meyhanesidir.
c) Diğer meyhaneler
Bünyamin’in dilenciler loncasında yanına çırak olarak girdiği ustası Utarid
dilenme işlerini gün içinde hallettikten sonra zaman zaman akşamüstleri Haliç
kıyısında bulunan meyhanelerden birine gider.
Uzun İhsan Efendi, bir fıçı içinde Cebelitarık’a doğru giden bir gemiyle yaptığı
bazı yolculuklardan sonra Kostantiniye’ye döner. Döndükten sonra eskiden evinin
bulunduğu boş arsaya gider. Burada bir süre kaldıktan sonra Galata’da evine en yakın
yerde bulunan meyhanelerden birine girer. Bu meyhane Uzun İhsan Efendi’nin
konuştuğu Ehli Keyif’in bulunduğu ve Bilge Demkeş’in “Mutsuz Çocuk Hikâyesi”ni
anlattığı meyhanedir.
70
4. Kahvehaneler/Kıraathaneler
Romanda zaman zaman kıraathaneler de yer alır. Özellikle okuma eylemlerinin
gerçekleştirildiği bu mekânlar Osmanlı sosyal ve kültürel yaşamında önemli bir yere
sahiptir. Erkek konukların uğradığı bu mekânlarda genellikle taşmektep hocalarının
okuma seansları düzenlediği görülür. Okuma yazma oranının düşük olduğu yıllarda
okuma yazma bilen taşmektep hocaları genellikle dinî vakaların anlatıldığı menkıbevî
kişilerin yer aldığı hikâyeler ile kıssalardan oluşan metinleri bu mekânlarda halka
okurlar.
Romandaki kıraathaneler arasında Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayun’un
merkezine geçişin yapıldığı Bayezıt’ta bulunan kıraathane önemli bir yere sahiptir.
Burası romanda şöyle anlatılır:
“Atlılar hayvanlardan inip teslim aldıkları adamla darphanenin hemen
yanındaki bir kıraathaneye girdiler. Kahveci hem kulampara, hem azılı bir katil olarak
şöhretli biri olduğundan bu mekâna ayak basan pek olmuyordu. Gelenleri
tanıdığından, bir perdeyi çekerek kim bilir nereye giden bir geçidi açtı.”(PKA, s.102)
Bu kıraathanelerin yanı sıra Bünyamin ve Zülfiyar’ın Dertli adlı dilenci
yüzünden kavga etmelerinden sonra Bünyamin’in gittiği bir kıraathane de romanda
karşımıza şu satırlarla çıkar:
“Valide Hanı yakınlarında bir kıraathanede atını durduran Bünyamin,
hayvanını bağladıktan sonra taburelerden birine çöktü ve kendisine bir kahve
söyledi.” (PKA, s.174)
5. Kumarhaneler
Bir mekân olarak kumarhane de romanda yer almaktadır. Kumarbaz Gazanfer’e
ait olan bu kumarhane Haliç kıyısındaki Fener semtinde bulunur ve “Gazanfer’in
batakhanesi surlara bitişik olarak inşa edilmiş, iki katlı ahşap bir binaydı.” (PKA,
s.164) diye tasvir edilir. İki katlı bu kumarhanenin ilk katında daha küçük bahisler
oynayanlar için masalar mevcut iken büyük bahis oynayanlar için ise üst kat “pahalı
İran halılarıyla” (PKA, s.1165) döşenerek hazırlanılmıştır. Ayrıca kumarhanenin
duvarlarında kazandıklarının yalnızca yüzde birini harcayabilen Gazanfer’in yüzde
doksan dokuzluk kazancı da gizlidir.
Bu kumarhane daha sonra Ebrehe’nin adamlarınca yakılıp yıkılır.
71
6. Hamamlar
Romanda bir mekân olarak hamam iki kez karşımıza çıkar. Bunlardan ilki
Hınzıryedi’nin Bağdat’ta hırsızlık yaptığı sırada bir dul kadının kıllığındayken bu dul
kadına âşık paşanın oğlu tarafından saraya götürüldüğü sırada karşımıza çıkan
hamamdır. Bu hamamda Hınzıryedi’nin yüzündeki balmumu erimiştir ve kim olduğu
ortaya çıkmıştır. Romandaki bir diğer hamam da yine Hınzıryedi vesilesiyle karşımıza
çıkar. Bir türlü domuz eti yemekten vazgeçemeyen dilenciler pîrine ölüm cezası verilir.
Bu infaz gerçekleştirilmeden önce Hınzıryedi “Zindankapı Hamamı”na (PKA, s.98)
götürülür ve burada cellât tarafından yıkanır.
7. Hanlar
Romandaki son mekân ise uykusuzluk ileti olan tüccarın Kostantiniye’de
uğradığı bir handır. Tahtakale’de Bedesten yakınlarında bulunan bu handa tüccar:
“Döşeğinde sağa sola dönüp bir türlü dalamayınca avluya indi ve burayı boydan boya
çeviren saçağın altında, bir döşeğe kıvrılıp yatmış, horul horul uyuyan han bekçisini
gördü.” (PKA, s.231) Han bekçisinin bu hali tüccarda merak uyandırır. Bu sebeple de
belirli zamanlarda tüccar Kostantiniye’de Tahtakale’de bulunan bu hana gelir.
8. Esir Pazarları
Romanda esir pazarlarından iki kez söz edilir. İlki bir esir gemisine yanlışlıkla
binen Kubelik vasıtasıyla söz konusu olur. İkinci esir pazarı ise, Ebrehe ve adamlarının
genç cariyeler satın almak üzere gitmeleri üzerine anlatılır. Genç ve hünerli pek çok
esir kızın ve kölenin bulunduğu bu esir pazarı bir handadır. Romanda bu Pazar şöyle
tasvir edilir:
“Atlarını mahmuzlayarak Divanyolu’nu geçip Tavuk Pazarı’na geldiler.
Ebrehe, esirciler hanının önünde atını durdurdu. Kalabalık avlunun dışına taşmıştı.
İçeride mezat hâlâ sürüyor, müşteriler günün son kölesi olan bir hadım zencinin
fiyatını yükselttikçe yükseltiyorlardı. Kalabalık o kadar kızışmıştı ki, Zülfiyar,
efendisine yol açmak için kırbacını kullanmak zorunda kaldı. Avluyu ite kaka geçtikten
sonra tahta merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Bu kat, esircilerin hem yazıhane
72
9. Dilenciler Loncası
Dilenciler loncası Bünyamin’in babasını bulduğu yer ve Ebrehe ile tanışma
fırsatı elde ettiği yer olması bakımından önemlidir. Bu lonca binası “Süleymaniye
Camii ile Valide Hanı arasında, vaktiyle bir yangına maruz kaldıktan sonra yeniden
tamire izin verilmediği için rahiplerin terk ettiği bir kilise viranesi[dir].” (PKA, s.107)
Lonca, binlerce dilencinin cinsiyet ayrımı olmadan haremlik ve selamlığa göre
konumlanmadığı bir yerdir. Binada bir de dilencilik mesleğinin inceliklerini anlatan
binlerce kitabın bulunduğu zengin bir kütüphane vardır: “Gerçekten de lonca
kütüphanesi üstat dilencilerce yazılan hesaba gelmez kitapla doluydu. Bu kitaplar
dilenme tarzı yanı sıra, genellikle kaside ve maval besteleri, yetmiş iki ulusun
darphanesinde basılan para katalogları, sadakayı arttırmak amacıyla bedende bir
hasar yaratmanın usullerini gösteren cerrahi kitaplarından ibaretti.” (PKA, s.108)
Lonca kütüphanesinde yer alan tıp kitapları loncanın resmi cerrahlarınca kaleme
alınmıştır.
Lonca binası, romanın sonunda bir yıldırım düşerek yanar.
10. Zindanlar
Romanda domuz eti müptelası olan Hınzıryedi’nin heybesinde bir domuz budu
bulunur. Bu gerekçeyle “Dilencilerin pîri böylece Eminönü’deki zindana”(PKA, s.98)
atılır.
73
12. Taşmektepler
Osmanlı’da mahalle aralarında öğrenimin ilk basamağı için kurulan mektepler
için taşmektep ifadesi kullanılır. Ahşap mimarinin örneklerinin yoğun olduğu
Kostantiniye’de sık sık çıkan yangınlardan etkilenilmemesi için bu mektepler özel
olarak taştan yapılır. Adını bu nedenle taştan alan bu mektepler mahalle çocuklarının
yaşamında önemli bir yere sahiptir: Romanda taşmekteplerle ilgili şu bilgiler yer
almaktadır:
“O zamanlar ikide bir çıkan yangınlara karşı korunmaları için taştan yapılan
mahalle mekteplerine halk arasında taşmektep denirdi. Bunlar, en cehennemi
yangınlarda bile salimen ayakta kalır, diğer evler gibi yanıp kül olmadıklarından
çocuklara zorunlu bir tatil kısmet olmazdı.” (PKA, s.56)
Puslu Kıtalar Atlası’nda taşmektepler Alibaz aracılığyla yer alır. Uzun İhsan
Efendi, çocuğu eğitim görmesi için bu taşmekteplerden birine verir. Alibaz,
taşmektepte çeşitli kavgalara karışır ve daha sonra arkadaşlarıyla bir çete kurar. Bu
olay nedeniyle yazar, eski istanbul’daki taşmektepliler arasındaki kavgalar hakkında da
uzun bilgiler verir.
74
kıraathaneye girdiler. Kahveci hem kulampara, hem azılı bir katil olarak şöhretli biri
olduğundan bu mekâna ayak basan pek olmuyordu. Gelenleri tanıdığından, bir perdeyi
çekerek kim bilir nereye giden bir geçidi açtı. Adamlar dilenciyle birlikte geçide inip
bir süre yürüdüler. Darphane tam üstlerindeydi. Nihayet ağır bir kapının kilidini açıp
kasvetli bir odaya girdiler. Her duvarda birer kapsı olan bu oda mumla
aydınlatılmıştı. Duvarlardaki raflarda ise ne işe yaradığı meçhul sayısız alet askılarda
ise Nemçe, Suvaç, Rus, Danıska ve Felemenk kavimlerinin giydiği türden elbiseler
vardı. Kapıların birinde köpek havlamaları duyuluyor, diğerlerinden ise cıva kokan bir
duman sızıyordu.” (PKA, s.99) Yine bu merkezde önemli bir mekân olan elkimya
odası ise Hınzıryedi’nin bakışıyla aktarılır: “Orta yerdeki üç zosimos ocağından ikisi
yanıyor ve üstlerindeki imbikler fokurduyordu. Duvarlarda çeşitli boy ve işlevlerdeki
körükler, maşalar ve potalar asılmıştı. Tezgâhlarda tuzları kırmak için havanlar,
maden filizlerini ufalamak için değirmenler, sarmal cam borular ve envayı çeşit alet
edevat vardı. Raflarda kırmızı, yeşil, sarı ve mavi tozlarla dolu irili ufaklı kavanozla,
renk renk sıvıyla dolu boy boy şişe görünüyordu. Eğer hemen her taraf nüfuz eden
mavi duman sayılmazsa, tuğla ocaklarda harlayan ateşin kırmızısı ve turuncusu
odanın hâkim rengi sayılırdı.” (PKA, s.102)
15. Mezarlıklar
Uzun İhsan Efendi’nin romanda iki kez gittiği bir mekân olarak
Kasımpaşa’daki kabristan da önemlidir. Uzun İhsan Efendi, Kasımpaşa’daki
kabristana giderken Meyyit Kapısı’ndan geçer ve Arap İhsan’ın mezarı olduğu
düşünülen “taşın üzerindeki ‘ah minel aşk’ yazsısını, ustaca oyulmuş levent kılıcı
kabartmasını ‘yedi meydanın ve yetmiş iki külhanın efendisi’ ibarelerini özenle”
(PKA, s.46) parlatır.
75
ettikten sonra Bilgeliğin Yedi Sütunu eserinin yazarı nedeniyle tekrar Kostantiniye’de
sonlanır.
Romanda Kostantiniye dışındaki diğer mekânlar Bünyamin ve Vardapet’in
çıktıkları sefer nedeniyle karşımıza çıkar. Bünyamin ve Vardapet “Ordu-yu
Hümayun’la birlikte Edirne’ye hareket edip kışı bu kentte geçireceklerdi.”(PKA, s.69)
On gün sonra orduyla birlikte Edirne’ye varmışlar fakat oradan da çetin bir kışa
rağmen Sofya’ya doğru hareket etmişlerdi. Sofya’da bir hafta bile kalmadan “meçhul
bir yöne” (PKA, s.69) doğru yol almışlardı. Bünyamin’in kara parayla buluşacağı
mekân olan bir kaleyi kuşatmak için ordu kuzeye yönelir. Bu kale romanda önemli bir
yere sahiptir. Bünyamin’in hayatını tamamen değiştiren olayların başlangıcı kabul
edilebilecek olan bu kalenin kuşatması öncesinde yazar kaleyi şu cümlelerle tasvir
eder: “Eski bir kaleydi bu, geleneksel mimariye uygun olarak sekiz köşeli yıldız
şeklinde kurulmuştu. Duvarlarına saldırmak isteyen saldırganlar, bu sayede yıldızın
köşelerindeki adamlar tarafından vurulabileceklerdi. Ne tuhaf ki, bu kale köşeleri
itibariyle rüzgârgülündeki sekiz yönle tamı tamına çakışıyordu, öyle ki gökyüzünden
bakılsa bir pusula kadranına benzetilebilirdi. En muhkem yeri kuzey köşesiydi ve diğer
burçların tersine burada siyah bir bayrak dalgalanıyordu.” (PKA, s.72)
Kale kuşatması sırasında yaralı olarak bulunan Bünyamin İstanbul dışında bir
mekân olan bir karargâha diğer yararlılarla birlikte taşınır. Daha sonra öküz
arabalarından birine yatırılır ve asker eşliğinde diğer yaralılarla birlikte Sofya’ya
götürülür. Buradayken diğer yaralılardan birkaçıyla birlikte kiraladığı öküz arabasıyla
Kostantiniye’ye döner. Dönerken Bünyamin’in geçtiği Trakya bölgesi Bünyamin’in
sağlığına kavuşması için yediği ballarıyla anılır.
Romanın dördüncü bölümü olan “Yılanın Renkleri”nin ilk kısmında
Hınzıryedi’nin geçmişi anlatılır. Hınzıryedi bu namla anılmadan önce Kostantiniye
dışında Bağdat’ta yaşayan bir hırsızdır: “Bağdat Acem mülkü olmadan çok önce bu
kentte hırsızın biri açılmadık kilit, girilmedik ev, soyulmadık konak bırakmıyor…”
(PKA, s.95) IV. Murad’ın Bağdat seferi ile birlikte bu hırsız Hınzıryedi namını alacağı
Kostantiniye’ye getirtilir.
76
1. Girdbad Kasabası
Romanın Büyük Efendi başlıklı beşinci bölümünün üçüncü kısmında
kumarbazlarıyla ünlü bir kasabanın öyküsü anlatılır: “ Bir zamanlar Anadolu’nun orta
yerinde, bütün kervan yollarının kesiştiği bir kavşakta”(PKA, s.155) bulunan Girdbad
kasabası uzaktan ışıklarıyla kervan sahiplerinin ve tüccarların ilgisini çeker. Elli bir
kumarbazı ile ünlü olan bu kasabaya uğrayanlar tüm kazançlarını bu kumarbazların
akşam evlerinde başlayan barbut faslında kaybederler. Kaybettiklerinden dolayı derin
pişmanlık içinde olanlar başlarını şehrin meydanında bulunan “pişmanlık taşına”
vurur: “Söz konusu taş, Girdbad’ın yegâne meydanındaydı ve kasabaya yolu düşen saf
bir adam bunu bir anıt, mezar taşı yahut atlar sanabilirdi. Oysa bu, servet sahibi
tüccarlardan kendi canına kıymayanlarca ‘pişmanlık taşı’ tabir edilen bir mermer
bloktu. Üzerinde Rum lisanıyla birtakım yazılar vardı ve denildiğine göre hazinelerin
yerini belli ediyordu. Efsaneye bakılırsa, ona başını yeterince vuranın aklı başına
geliyor ve üzerindeki yazıları böylece okuyup kumarda kaybettiği servetin tam otuz
katını teşkil eden hazinelerin yerini bulabiliyordu.” (PKA, s.156) Kasabaya günün
birinde uğrayan bir aksakalı pîr şeytana uyup oynadığı kumarda tek mal varlığı olan
demir asasını ve çarıklarını kaybeder. Kaybettiklerinin acısıyla değil de kumar
oynamanın verdiği acıyla “kasabanın hemen yanındaki bir mağarada” (PKA, s.156)
inzivaya çekilir.
C. Gerçekdışı/Fantastik Mekânlar
Romanda gerçek vakalar kadar düşler de önemli bir yere sahiptir. Bünyamin,
kale kuşatması sırasında kaleden casusu çıkarırlarken aldığı ağır yaralar sebebiyle
kendinden geçer. Bu uyku sırasında kendisini ustası Vardapet ile birlikte dehlizler
açarken görür. Düşündeki bir mekân olan lağım; sarkıt, dikit ve mağaraların yer aldığı
girift bir yapıya sahip ilginç bir yerdir. Öyle ki bir erkek bir dişi hayvan iskeletlerinin
bulunduğu duvarlarında yeniçeri askerleri kaybolur.
Son bölümde Ordu-yu Hümayûnu gizlice takip eden Efrasiyab lakaplı
Alibaz’ın romandaki satırlarda büyük harflerle “ORAYA” diye yazılan kaleye
girdiğini görürüz. Burada gerçekleştirilen bir ayine şahit olan Alibaz dışarıdaki
curcunaya rağmen fazlasıyla sessiz olan mekânın etkisi altındadır: “İçerisi, dışarıdan
farklı olarak fazlasıyla sessizdi. Tapınaklar gibi yüksek tavanlı olan bu binanın
77
duvarlarında belli belirsiz bir ilahi yankılanıyordu. Alibaz, sesin geldiği yere yöneldi
ve karalar giymiş sayısız adamın kasvetli bir şarkıyı terennüm ettiğini gördü. Elleri
zincirli çıplak birini, yerde devrilmiş duran, birer kulaç çapında iki bronz yarımküreye
doğru itiyorlardı.” (PKA, s.195)
Romanın kurgu olduğunu zaman bakımından ortaya koyan yazar aynı
ifadesinde bunu mekân aracılığıyla da okura verir: “…Ben de düşünüyorum dolayısıyla
varım ama kimim? Galata’da Yelkenci Han’ı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan
Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan
mahzun ve şaşkın adam mı?”(PKA, s.237) İzmir, roman yazarı İhsan Oktay Anar’ın
yaşadığı şehirdir. Yazar bu bilgiyi metnin kurgu yönüne vurgu yapmak için kullanır.
Romandaki olayların geçtiği ana mekân, Kostantiniye’dir. Eski İstanbul’da
Galata olayların ana mekânı sayılabilir. Bunun yanı sıra Fener, Samatya, Eminönü,
Eyüp, Pera, Tahtakale semtleri, meyhaneler, kıraathaneler, dilenciler loncası, hanlar,
zindanlar, yeniçeri odaları, esir pazarlarıyla Anar, eski, tarihî bir İstanbul serer
okurların gözleri önüne. Bunun dışında şeytana tapan insanların yaşadığı kaleler,
kumarbazların kasabaları gibi fantastik mekânlara da yer verir. Böylece romanda eski
bir İstanbul’dan manzaralar sunar.
DİL-ANLATIM
Puslu Kıtalar Atlası’nın dil ve anlatımında ilk dikkati çeken husus, kuşkusuz,
romanın tarihsel atmosferine uygun olarak seçilen Osmanlı Türkçesidir. Anar, yarattığı
atmosfere koşut biçimde 17. yüzyıl Osmanlıcasına özgü arkakik bir dil kullanmaya
özen gösterir. Anlatımda ise, meddah öykülerine ve Karagöz oyunundaki uslûba uygun
biçimde, bir rivayet kalıbıyla başlar öykülerine. Ulemâ, cühela ve ehli dubara; ehli
namus, ehli işret ve erbabı livata rivayet ve ilân, hikâyet ve beyan etmişlerdir,” (PKA,
s.13); “Rivayet ederler ki surların hemen içindeki…” (PKAS, s. 39); “Rivayet ederler
ki Bağdat Acem mülkü olmadan çok önce…” (PKA, s. 95); “Rivayet ederler ki, oğlu
Bünyamin tarafından…” (PKA, s. 133) vb. ifadeler bu anlatıma örnektir. Anar, bu
öyküye başlama söz kalıplarıyla, romanını dil-anlatım bakımından da geleneksel
anlatılara bağlar. Böylece anlatıcı, Puslu Kıtalar Atlası’nda bir meddah, kimi kez de
bir masalcı kimliğine bürünür.
78
Puslu Kıtalar Atlası’nda dikkati çeken bir başka dil-anlatım özelliği, yapıtta
olayların geçtiği döneme özgü birçok terim ve deyime yer verilmesidir. Belli ki yazar,
bu romanı yazmadan önce, dönemin tarihini yansıtmak için terim ve deyimler
bağlamında da uzun araştırmalar yapmıştır. “Kolomborne” (PKA, s. 15), “arkebüz”
(PKA, s. 16), “şerefî, zolota, esedî” (PKA, s. 30), “martalozlar, serdengeçtiler,
vekilharçlar, başeskiler, karakullukçular, zağarcıbaşı…” (PKA, s. 199), “darbezen,
şahidarbezen” (PKA, s. 194) bu terimlere örnek olarak verilebilir.
Bu, eski zamana veya belli bir zümreye ait deyim ve söz kalıpları, özellikle
dilencilerin anlatıldığı bölümde kendini gösterir. Anar, aşağıdaki satırlarda, dilencilerin
dua ve beddua kalıplarını sıralar:
“Ayağına Kâbe sevabı yazılsın, Allah yavuz dilden kem nazardan saklasın,
Hakk Teâlâ yavuz, yüzsüz, utanmaz avrat kazasından saklasın, yolun Hicaz olsun, el
kazana sen yiyesin, mutluluk yağmuru altında kaftansız kalasın, Allah seni karı
şerrinden azat eylesin, üç otuz, on yaşın dolsun.” (PKA, s.96)
Hınzıryedi’nin dilencilere beddua ettiği bölümde de yine bu söz kalıpları,
romana bir zenginlik katar:
“Ömrünüz âh edip vah işitmekle geçsin, burnunuzun sümüğüne bereket olsun,
mekânınızda baykuşlar banlasın, gömleğiniz alev olsun, her parçanız bir kurdun
ağzında kalsın, Allah size uyuz versin de kaşınacak tırnak vermesin, kefeniniz kara
bezden olsun, iki gözünüz bir delikten baksın, Sûr üflendiğinde hiçbiriniz duymasın.”
(PKA, s.97)
Roman, öyküleme ve tasvir ağırlıklıdır ve şaşırtıcı biçimde Anar, eserinde
diyaloglara fazla yer vermemiştir. Ancak diyaloglar –az olmakla beraber- yer yer 17.
yüzyılın konuşma uslûbuna uyulmaya çalışıldığı da ayrıca dikkat çekmeketdir.
Örneğin Hınzıryedi Dertli’ye şöyle seslenir:
“Behey teres! Ne cesaretle buraya geldin? Yoksa tepemize yıldırım düşürmeye
andın mı var?”
“Pir aşkına! Kethüdanızı öldürmeye geliyorlar!” (PKA, s. 221)
Bu tür, döneme özgü hitap şekilleri, söz kalıpları, terimler ve deyimlerle
tarihsel atmosfer yaratılmaya çalışılsa da, romanın kimi yerlerinde öne çıkan bu arkaik
uslûp, bir süre sonra yerini sade Türkçeye bırakır. Ve böylece roman, günümüz
okurlarınca anlaşılır bir anlatıma bürünür.
79
Puslu Kıtalar Atlası’nda dikkati çeken bir başka anlatım özelliği, mizahî
uslûptur. Buna örnek olarak, Vardapet’in hilesinin anlaşıldığı ve altına pislemesinin
anlatıldığı şu satırlar verilebilir:
“Vardapet daha fazla dayanamayacağını hissetti, koro ilahi söylerken kilisenin
mührü kendisine verilmek üzereydi ki, altını dolduruverdi İlahi kesilmiş, kiliseyi bir
uğultu kaplamıştı. Herkes Vardapet’in eteklerinden akan pisliğe bakıyordu. O ise
‘nasıl olsa her şeyi kaybettim, bari iyice rahatlayayım, diye düşünerek kendini iyice
koyverdi.” (PKA, s. 53)
Bunun dışında romanda, sıra dışı kişi adları dikkati çeker. Örneğin dilencilerin
adları Alemsattı, Utarit, Binbereket, Dertli’dir. Esir pazarından alınan kızın adı
Aglaya’dır. Domuz yiyen dilencinin adı Hınzıryedi’dir. Arap İhsan’ın getirdiği
çocuğun adı Alibaz’dır. İşkencecinin adı Hattakay’dır. Anar, Rene Descartes’i
Rendekâr yapar.
Görüldüğü üzere, Puslu Kıtalar Atlası’nda tarihsel içeriğe uygun olarak,
tarihsel bir dil kullanılmaya özen gösterilmiştir. Anar, anlatımda, meddah öykülerine
özgü söz kalıplarıyla, romanı dil bakımından geleneğe bağlar. Bunun yanında, değişik
adlar kullanarak ve adlarla oynayarak fantastik-masalsı bir atmosfer yaratmıştır.
Genel değerlendirme
Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı, görüldüğü gibi kurgu tekniği
bakımından, kökleri Doğu anlatı geleneğine uzanan çerçeve öykü tekniğine uygun
biçimde, dış öykü içine yetleştirilmiş iç öykülerden oluşmaktadır. Ancak yazar, bu iç
öyküleri ustalıkla dış öyküye bağlar. Tema bakımından Şeytan-İnsan arasındaki ezeli
mücadeleden ilham alınarak yazılmış bu romanda, insanın ölümsüzlük, bilme ve
iktidar tutkuları anlatılır. Anar, Ebrehe ve Bünyamin karakterleri aracılığıyla iki karşıt
insan tipini canlandırır. Bunlardan ilki, iktidar hırsıyla bir zalime dönüşen Ebrehe’dir.
O, bilgiyi de iktidar için kullanmak isteyen Şeytan tarafından yoldan çıkarılmış
muhteris insanları simgeler. Diğeri ise, dünyayı yalnızca seyreden, ona hırsla
bağlanmayan, hayatın zevkini bu mütevazılıkta bulan, erdeme, kendilik bilgisine
ulaşan Bünyamin’dir. Anar onunla gerçek güç ve bilginin kendini bilmek olduğunu
söylemek ister gibidir. Romandaki kişiler, esas itibariyle bu iki zıt gücün etrafında
kümelenirler.
80
81
KİTAB-ÜL HİYEL
İhsan Oktay Anar’ın ilk baskısı 1996’da yapılan Kitab-ül Hiyel -Eski Zaman
Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri- adlı romanı, Osmanlı İmparatorluğunda, III.
Selim döneminden sonra yaşayan üç mucidin (Yafes Çelebi, Calud ve Üzeyir)
yaşamlarını, onların icat tutkularını, iktidar arayışlarını ve bu bağlamda yaşadıkları
olayları konu edinmektedir. Bu çerçevede romanda 19. yüzyıl İstanbul’undan pek çok
renkli sima, çevre, olay ve fantastik bir atmosferde gelişir. “İslamın altın çağında
Robotik biliminin babası olarak kabul edilen ve sibernetik üzerine çalışmalar yapan ilk
müslüman bilim adamı ve mühendisi olan el Cezerî’nin kısaca Kitab-ül-Hiyel olarak
bilinen ‘El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel (Mekanik
Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı Arapça eseri”22 İhsan
Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’inin model metnidir. Anar kendi Kitab-ül Hiyel’ini el-
Cezerî’ninkine benzer şekilde düzenlemiştir. Romanda anlatılan üç mucidin plan ve
proje çizimleri ve tasarlanan âlet ve makinelerin yapım ve çalışma şekilleri el-
Cezerî’nin kitabındaki gibi anlatılmaktadır.
Felsefe, din, tarih ve mitolojinin iç içe geçtiği Kitab-ül Hiyel, gerek anlatım
biçimi, gerekse kurgu tekniğiyle Türk edebiyatında özgün bir roman olarak dikkati
çeker.
ÖZET
İstanbul’da III. Selim zamanında kılıç dövme sanatına heves eden Yafes
Çelebi, Zekeriya Ustanın elini öperek demirci çırağı olur. Kısa sürede yaptığı kılıçlarla
tanınır. Ardından Esnaf Şeyhinin izniyle, kendi dükkânını açar. Ancak bir gün, makasa
benzeyen çift başlıklı bir kılıç yapınca, esnaflar şeyhi, bunu yapmasının doğru
olmadığını söyleyerek onu esnaflıktan çıkarır. Bir süre Galata’da işsiz ve avare dolaşan
Çelebi, hiyel ilmine merak salar. Bu sırada kapağı açılınca çalışan demirden bir müzik
22
http://tr.wikipedia.org/wiki/El-Cezeri, Erişim Tarihi: 22.06.2009.
82
kutusu tasarlar. El-Cezeri’nin hiyel kitabını alıp okur. Bir gün meyhanede,
Yeniçerilerle Nizam-ı Cedit askerleri arasındaki kavga sırasında, Yeniçeri Abuzer
Beşe ile tanışır. Onun aracılığıyla Tersane Eminliği’ne girer. Ardından Mühendishane-
i Bahrî’de öğrenciliğe başlar. Ancak derslerinde başarısız olduğu gerekçesiyle okuldan
atılır. İcat çalışmaları sırasında suyla temas edince patlayan budasyumu bulur. Bu
kimyevi maddenin sırrını öğrenmek isteyen Frenk mühendisi, budasyumla öldürür.
Hiyel ilmine merakından dolayı icatlar yapmaya devam eder. Debbabe adlı, hem
karada hem de denizde gidebilen bir silâhın yapımını tasarlar. Bunun için para
gerekmektedir. Bir gün meyhanede tanıştığı Zencefil Çelebi’yi ikna eder, delikanlının
âşık olduğu kızla evlenmek için zorlukla biriktirdiği tüm parasını bu uğurda harcar.
Zavallı Zencefil Çelebi, evlenmek için biriktirdiği parayı harcayınca sevgilisinden
olur; kızı başkasıyla evlendirirler. Yafes Çelebi, tasarladığı bu aracın patentini
alabilmek için Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’ye başvurur; ancak ondan bir
türlü onay belgesi alamaz. Yafes, bundan sonra icat çalışmalarını sürdürür. Daha sonra
elektrikle yüklü Leyden şişelerini yapar. Bu şişelerle, kendisinden sürekli para isteyen
Abuzer Beşe’yi felç eder. Şişeleri satarak bir parça para kazanır. İcatları için paraya
ihtiyacı vardır. Saksağanların değerli taş ve altın topladıklarını işitir. Onların yuvalarını
kontrol edip altın ve mücevherleri alır. Bir gün, saksağanlar kaza sırasında yola saçılan
epeyce miktardaki altını yuvalarına taşırlar. Yafes Çelebi de bu altınları toplayarak
büyük bir servete sahip olur. Bu parayla Mevlevihane’nin yanında, Büyük İskender’in
iktidar taşına dokunduğu yerde iki katlı bir ev satın alıp icat çalışmalarını sürdürür. İcat
çalışmaları için saraydan destek ve ihtira beratı almak ister. Bunun için dilekçeler
yazar, rüşvetler verir ama, Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi bir türlü ona istediği
belgeyi vermez. Düşahi, zülkarneyn ve kallab adını verdiği silahların yapımı için
çalışır. Bu icatları için ikinci kez saraya başvurur, Alemdar Mustafa Paşa’dan destelk
sözü alır; ancak Paşa Kabakçı İsyanı’nda öldürülünce, tüm hayalleri suya düşer.
Çalışmalarını sürdürebilmek için bir yardımcıya ihtiyaç duyar. Esir pazarından Calud
adlı bir köle satın alır. Onunla birlikte tahtelbahrin yapımına başlarlar. Kendilerine
belge verilmesi hususunda engeller çıkaran Uzun İhsan’ın oğullarından Davut’u
kaçırarak evde alıkorlar. Tahtelbahrin yapımını tamamlayıp denize indirirler. Yafes
Çelebi denizaltı ile deniz dibine inmeyi başarır; ancak denizaltı bir arızadan dolayı su
üstüne çıkamaz. Çelebi, kulak zarının patlaması pahasına deniz yüzeyine çıkar. Bir
83
daha hiyel ilmiyle meşgul olmaya tövbe eder. Bir gün Calud, efendisinin iktidar taşına
dokunduğunu görür. Onun sırrını ve devri daim makinesinin sırrını öğrenmek ister.
Yafes Çelebi, pek razı olmasa da kırk gün işkence karşılığında, bu sırrı onun kafasına
kazır. Daha sonra Vaka-i Hayriye’de yeniçerilerce öldürülür.
Yafes’ten sonra Calud, hiyel ilmini ve icat çalışmalarını sürdürür.. Önce açtığı
saatçı dükkânında silah tamir eder. Ancak asıl amacı tüm dünyaya egemen olacak
devr-i daim makinesini yapmak ve iktidara sahip olmaktır.. Cinsel arzularının
dizginlenemez ölçüde güçlü olması nedeniyle birçok kadınla evlenir. Ancak
kadınlardan hep ölü çocuklar doğar. İcat çalışmalarında yardımcı olsunlar diye, Samur
ve Yağmur adında ikiz hiyelkârları yanına alır. Onlara vereceği parayı Ali Elmas’ın
servetini soyarak sağlar. Yeniden devri daim makinesi yapmaya başlar; ama bunu bir
türlü bitirmeyi başaramazlar. Calud, tutkusundan dolayı zalimleşmiştir, eşleri onu terk
eder, Davut’a ve Samur ile Yağmur’a sürekli işkenceler eder. Bir gün Esmeralda adlı
yabancı bir tiyatro oyuncusuna âşık olur. Onunla birlikte olmak ister. Cinsel zevkleri
uğruna yanlış ilaçlar kullandığı için organını yitirir. Esmeralda’yla birlikte olamaz.
Yılan adlı korkunç bir silah yapmaya girişir. Samur ve Yağmur kardeşler artık
çektikleri çileye dayanamaz, biri çıldırır, diğerini vurur, ardından kendisi de intihar
eder. Calud, çalışmalarında yardımcı olması için Üzeyir adlı bir çocuğu yanına alır,
onu istediği gibi eğitir, hiyel ilmini öğretir. Bir gün yine Davud’a işkence eder, çocuğu
döver. Artık buna katlanamayan Davut, bir taşla Calud’u öldürür. Kara Calud, ölmeden
önce Üzeyir’den saçlarını kazımasını ister. Üzeyir saçlarını kazıyınca, devri daim
makinesinin krokisini görür. Hiyel çalışmalarını ondan sonra Üzeyir sürdürür. Yılan
makinesini yapmaya devam eder. Ancak onun tasarı ve planlarını yazıya geçmez,
zihninde tutar. Uzun İhsan gelerek oğlu Davut’u alır. Bir gün kör kuyuya girerek yılanı
zihninde canlandırmak ister, ancak yaptıklarından pişman olur, yılanın ağzına
kuyruğunu vererek, zihninde onu, bu ihtirası yok eder. Üzeyir hırslarından arınmıştır,
aklında sadece ilmin özü, Tanrı bilgisi olan bir nokta kalmıştır. Evdeki kuyuda saklı
altınları bulur, ilk kez sokağa çıkar. Uzun İhsan’ın iftar davetine katılır. Orada Uzun
İhsan kendisine, her şeyin anlatıldığı bir defter sunar. Oysa bu defter boştur. Üzeyir
defterin boş olduğunu söyleyince, deftere bir nokta yapar ve her şeyin bu noktadan
ibaret olduğunu söyler. Bir gün Yafes’in borç aldığı tefecinin torunu gelir, borçları
ister. Üzeyir mecburen evi borç karşılığı verir. Ancak evi terk etmeden önce, iktidar
84
taşını görür ve onun sırrına vakıf olur. Daha sonra evi terk edip gider. Hiç kimse ondan
haber alamaz.
OLAY ÖRGÜSÜ
Dış öykü
85
86
hazırdır; ama saraydan “ihtira beratı” alınmalıdır. Zencefil, bu beratı alabilmek için
birçok kişiye rüşvet vermek zorunda kalır. Daha doğrusu, tüm parasını bu yolda harcar,
bitirir. Dolayısıyla sevdiği kızla evlenemez, aklını yitirir. Anar, böylece Yafes
Çelebi’nin öyküsünün içine, Zencefil Çelebi’nin öyküsünü yerleştirmiştir.
Zencefil Çelebi’nin öyküsünden sonra tekrar Yafes Çelebi’nin öyküsüne
dönülür. “Kendisine bir geçim kaynağı arayan Yafes Çelebi, sonunda Leyden şişesi”
(KH, s. 27)ni yapar. Bu, elektrik yüklü bir şişedir. Yafes Çelebi, bu şişeyle,
kendisinden sürekli haraç isteyen Yeniçeri Deli Abuzer Beşe’yi öldürür.
Çelebi, sonra “Hırsız Saksağan” operasından ilham alarak saksağan yuvalarını
kontrole çıkar, yuvalardan topladığı altın ve mücevherat ile geçinmeye başlar. Bu
arada saksağan yuvalarında binlerce altın bulur. Ve bulduğu altınlarla "Büyük
İskender'in o iktidar taşını ele geçirip kaybettiği yerde" (KH, s. 35) bir ev satın alır.
İcat çalışmaları için gerekli kitap ve araçları alıp çalışmaya koyulur. Projelerinin
onanması için saraya başvurur. Ancak Hiyel Kalemi’nde Uzun İhsan Efendi, onun
başvurularını sürekli savsaklar. Yafes, icat tutkusundan vazgeçmez, yeni şeyler
yapmayı sürdürür. Çelebi’nin yeni icadı, yine bir savaş âleti olan kallab’dır. Çelebi, bu
icatları için saraydan destek almayı arzulamaktadır. O nedenle icat tasarılarıyla
Alemdar Paşa’ya başvurur. Hüsnü kabul görür. Ancak, Yeniçerilerin isyan etmesi ve
Alemdar Mustafa’nın öldürülmesiyle Yafes Çelebi’nin bu umutları da söner.
Yaşlanan mucit, kendisine bir yardımcı arar. Köle pazarından Calud adında iri,
güçlü bir köle satın alır. Kendisine saray desteği sağlamayan, ihtira beratı vermeyen
Uzun İhsan’ın Davut adlı oğlunu Calud aracılığıyla kaçırır. İcat tutkusundan
vazgeçmemiştir. "Hasköy’de bir atölye kiralayıp orada tahtelbahiri inşa edecek ve
Haliç'e indirecekti(r)." (KH, s. 57). Denizaltı bitince, denk getirip onu padişaha
göstermeyi planlamaktadır. Ancak icadını tamamlayabilmek için "Galatalı tefecilerden
Avram Efendi" (KH, s. 58)’den borç alır ve deniz canavarını yapmaya başlar. Sonunda
tahtelbahiri Calûd’un yardımıyla bitirir ve denize indirir (KH, s. 60). Ancak
talihsizlikler Çelebi’nin yakasını bırakmaz. Denizaltıyı su altına indirir; fakat yukarı
çıkaramaz. Uzun uğraşlardan sonra hayatını zor kurtarır ve bir daha hiyel ilmi ile
uğraşmaya tövbe eder.
Yafes Çelebi’nin öyküsü, bu mucidin "Vaka-yı Hayriye zamanında" (KH, s. 66)
öldürülmesiyle sona erer.
87
Olay halkaları
1 Yafes’in Zekeriya usta adlı demircinin yanında çıraklığa başlaması
2 İşinde başarılı olarak kendine bir dükkân açması
3 Mertlikle bağdaşmaz bir kılıç yaptığından, esnaflıktan atılması
4 El- Cezerî’ye ait hiyel kitabını alıp, hiyel ilmini öğrenmeye başlaması
5 Deli Abuzer Beşe aracılığıyla, Tophane Tersane Eminliğine ve oradan da
Mühendishane-i Bahrî’ye girmesi
6 İlk icadı Budasyumu bulması ve onunla Frenk mühendisi öldürmesi
7 Mühendishaneden atılması
8 Debbabe adlı aracın yapımına başlaması
9 Zencefil Çelebi’yle tanışması, onun parasını icadı için harcaması
10 Zencefil Çelebi’nin aşk, evlilik ve ayrılık öyküsü
11 Yafes’in Leyden şişelerini icadı ve Abuzer Beşe’yi, bu elektrik yüklü şişeyle
felç etmesi
12 Saksağanların çaldığı altın ve mücevherleri bulması ve bu parayla yeni icatlara
girişmesi
13 Düşahi ve zülkarneyn adlı silahları icat etmesi
14 Hırsız saksağanların topladığı 1775 altına sahip olması ve Mevlevihane
yanında bir ev tutup icat çalışmalarına başlaması
15 İcatları için III. Selim’e dilekçe yazması, rüşvet vererek padişaha ulaşmak
istemesi, ancak Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’nin bunu hasıraltı
etmesi
16 Kallab adlı bir silah icadına başlaması
17 İcatları için berat almak istemesi, Alemdar Mustafa Paşa ile temasa geçmesi;
ancak Alemdar Paşa’nın öldürülmesiyle hayallerinin suya düşmesi
18 Calud’u köle olarak satın alması
19 Tahtelbahir icadı için çalışmaya başlaması
20 Uzun İhsan’ın çocuklarından Davut’u kaçırması evinde alıkoyması
21 Denizaltının Haliç’e indirilmesi
22 Denizaltının dipte kalması, Yafes Çelebi’nin canını güç belâ kurtarması
23 Hiyel ilmine tövbe etmesi ve 73 yaşında Vaka-i Hayriye sırasında öldürülmesi
88
Görüldüğü üzere, Kitab-ül Hiyel’in ilk iç öyküsü, bir mucit olan Yafes
Çelebi’nin yaşamını içermektedir. Anar, bu iç öyküye Zencefil Çelebi’nin küçük
öyküsünü de yerleştirmiştir.
89
90
91
canavara yedirir. Bu tükenişin sonunda hiyelkâr, zihninde sadece bir nokta kaldığını
görür. Bu nokta, onun, o andan sonra kendisi ve her şeyle ilgili bildiği tek şeydir.
Bilginin özü, aslında o noktadır. Üzeyir kendilik bilgisine ulaşmıştır. Kuyudaki
bakraçta saklı duran altınları bulur ve ilk defa sokağa çıkar. Hayatı tanır ve sever.
Uzun İhsan’ın adresine gider. Orada Davut’la karşılaşır. Davut çok sevinir. Uzun İhsan
Efendi Üzeyir Bey’i evine davet eder, evde başka davetliler de vardır. Uzun ihsan
Efendi ve iki davetli arasında güzel hikâye anlatma yarışması düzenlenir. Hikâyelerin,
“kör” kelimesi etrafında örülmesi kura ile belirlenir. Bu hikâyeler, Üzeyir Bey’in hayat
karşısında alması gereken tavrı belirlemeye dönük olarak kurguya yerleştirilmiştir.
Gecenin sonunda Uzun İhsan Efendi, Üzeyir’e “her şeyin yazılı olduğu esrarengiz bir
kitap” verir. İçinde sadece bir nokta olan bu kitap, aslında ilmin de kaynağıdır. Üzeyir
Bey, kitaptaki bu nokta üzerinde yıllarca düşünür.
Romanın sonunda “Üzeyir Bey’in öyküsü” “[ç]ünkü evinde vaktiyle ikamet
eden Yafes Çelebi adında biri, tam yüz on bir yıl önce evini ipotek ederek tefecinin
birinden borç almıştı” (KH, s. 140), cümlesi ile ana öyküye bağlanır. Üzeyir Bey de
evi, tefecinin torununun torununa bırakmak zorunda kalır. Bu evdeki son gecesinde,
Yafes Çelebi’nin dokunduğu iktidar taşını görür ve böylece Üzeyir Bey, devri daimin
(hayatın ve zamanın) sırrına vakıf olur ve evi terk edip gider.
Olay halkaları
1. Üzeyir’in Calud tarafından alınması ve kendisine hiyel ilminin öğretilmesi
2. Calud’un ölümünden sonra, Üzeyir’in, onun saçlarını kazıtması ve
kafasında devri daim makinesinin planını görmesi
3. Yılan adlı silahı yapmaya başlaması
4. Yılanla ilgili tüm plan ve belgeleri yakması ve onu sadece zihninde tutması
5. Uzun İhsan’ın, oğlu Davut’u alması
6. Üzeyir’in, avludaki kör kuyuya inip yılanı zihninde canlandırmaya karar
vermesi
7. Pişman olup zihninde yılanı öldürmesi ve huzura kavuşması
8. Evdeki kuyuda saklı 200 altını bulması ve yıllar sonra sokağa çıkması
9. Strasborg Birahanesinde 100 yaşında bir adamla karşılaşması ve adamın
ona Yafes Çelebi’nin nasıl öldürüldüğünü anlatması
92
10. Uzun İhsan Efendinin evine gitmesi, İhsan Efendinin evinde bir hayal
yarışmasına katılması, misafirlerden Ali Sansar Efendinin 1. kör hikâyesini
anlatması
11. Ali Cümbüş Efendinin 2. kör öyküsünü anlatması
12. Uzun İhsan’ın 3. kör hikâyesini anlatması
13. Uzun İhsan Efendinin Üzeyir’e tüm bu olanların yazıldığını söylediği bir
defter vermesi
14. Üzeyir’in bu boş deftere günlerce bakması, Uzun İhsan Efendinin daha
sonra unuttuğunu söyleyerek deftere bir nokta koyması ve her şeyin bunda
olduğunu belirtmesi
15. Üzeyir’in, Yafes Çelebi’ye ait borca karşılık evi vermesi
16. Evden ayrılmadan iktidar taşını görmesi, onu eline alması, sabah iktidar
taşının kendiliğinden kaybolması
17. Üzeyir’in evden çıkıp gitmesi ve kendisinden bir daha haber alınmaması
Görüldüğü üzere, Kitab-ül Hiyel, bir dış öykü ve buna bağlı üç iç öykü hâlinde
çerçeve öykü tekniği ile yazılmıştır. Yazar, insanın bilme ve iktidara sahip olma
hırsını anlattığı dış öykü (çerçeve) içine, üç mucidin, kendi içlerinde mustakil, ama
birbirine bağlanarak bir bütün oluşturan öykülerini yerleştirir. Aslında her iç öykü,
kendi içinde klasik öykü tekniğine uygun biçimde, birbirine neden-sonuç ilişkisiyle
bağlı ardıl olay halkalarından meydana gelmektedir Bu öyküler, akış sırasında çok
parçalı bir görüntü verse de sonunda ana öyküye bağlanarak anlamlı bir bütün
oluştururlar.
TEMA
İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’i din, tasavvuf, felsefe, tarih, mitoloji gibi
kaynaklardan beslenen bir romandır. Roman, anlatım tarzı ve kurgu bakımından
olduğu gibi, tema bakımından da karnavalist bir yapıdadır. Yani Kitab-ül Hiyel, tema
bakımından pek çok konuya temas eden bir karnaval-romandır. Bu romanda,
Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da yaşayan üç mucidin tutkuları, umutları,
hayalleri, yaşadıkları hayal kırıklıkları, iktidara ve bilgiye ulaşmak için verdikleri
mücadele çerçevesinde aslında insanın zaafları, tutkuları, iktidar ve bilme hırsı, acizliği
ve/veya erdemleri dile getirilmektedir. Yazar, bu ezeli-ebedi tema yanında, Osmanlı’da
93
94
95
kalmayacak, sonsuz iktidar bu sayede onun olacaktı(r).” (KH, s. 83). Yafes Çelebi,
iktidar taşının sırrını "asla kullanmaması ve sürekli kafasında taşıması şartıyla Calûd'a
vermeyi" (KH, s. 80) kabul eder. Köle, evin bodrumuna kırk gün kırk gece kapatılıp
kendisine yapılacak eziyetleri kabul ederek, devri daimin sırrını öğrenmek ister.
Buradaki "kırk gün, kırk gece" tasavvuftaki nefsin arınması için çekilen çile dönemi
olarak düşünülebilir. Şartları yerine getirdikten sonra Calud, bu sırrı öğrenir; ancak
gerçek anlamını kavrayamaz. Çelebi'nin bıraktığı noktadan, ama daha büyük bir hırsla
iktidara ulaşma çabasını sürdürür. Kafasında, devri daimin krokisini taşıdığından
habersizdir. Kafası sürekli devri daim makinesinin icadı ve cinsel arzularının
tatminiyle meşguldür. Cinselliği de bir iktidar gibi algılar; ancak o derece ileri gider ki,
bu uğurda cinsel organını kaybeder. Buna rağmen tutkularından vazgeçmez; “[s]onsuz
iktidarı ne pahasına olursa olsun ele” (KH, s. 106) geçirmesi gerektiğine inanır. Bu
hırsla, hayattaki küçük ayrıntıların belirleyici rolünü algılayamaz. Anar, daha da
önemlisi, Calud gibi iktidar hırsıyla hareket edenlerin, hiyel ilmi yoluyla tabiattaki her
şeyi yok edeceklerine dikkat çeker. Romandaki şu satırlarda, aslında Calud nezdinde
tüm insanlardaki bu tutkuyu ve bu tutkunun yol açacağı felâket dile getirilir:
“Çünkü bu ilim yoluyla, canlı ve diri olan her şeyi, tabiatı yok edecek olan ve
gücünü tabiattan değil de devri daim makinasından alan bir canavar yaratabilirdi.”
(KH, s. 84)
İşte Calud, bu tutkuyla, dünyayı dahi tehlikeye atacak bir karaktere sahiptir.
Bunun için o da, efendisi gibi yanına yardımcılar alır. Samur ve Yağmur adlı
hiyelkârları ölesiye çalıştırır. Cinsel yönden de büyük bir iktidara sahip olmayı tasarlar.
Ancak bu tutku, cinsel organını kaybetmesine yol açar. Calud, tutkusuyla kendisine ve
çevresine zarar vermeye başlamış, zalimleşmiştir; “sonsuz iktidarı ne olursa olsun ele
…” (KH, s. 106) geçirmekten başka bir şey düşünmez. Bunun için yılan şeklinde bir
silah yapmak ister. Samur ve Yağmur kardeşler bu uğurda hayatını yitirir. Ama Calud,
hırsından vazgeçmez. Kendisine Üzeyir adlı bir yardımcı alır. Ona tüm hiyel ilmini
öğretir. Sokağa çıkmasına dahi izin vermez. Tasarladığı yılana hayat verecek olan
Üzeyir, onun ölümsüzlük arzusunu da yerine getirecektir. Ancak Calud da, arzusuna
ulaşamaz, Davud kendisine yine işkence yapması üzerine bu zalim köleyi alnından
taşla vurarak öldürür. Calud, iktidar hırsının kurbanı olmuştur.
96
97
sonra iktidar hırsına kapılmaktan vazgeçip, pişman olup, insanın acziyetini kabul
ederler. Anar, bir yandan insandaki bu tutkuyu ve tabiatla mücadelesini verirken, bir
yandan da bu tutkunun neden olduğu/olacağı felaketlere vurgu yapar. İnsanın tabiata
hükmetmesine karşı çıkar; daha doğrusu insanın bu uğurda hem kendini hem de tabiatı
yok edeceğini ileri sürer. Bu bakımdan Kitab-ül Hiyel hikemî/felsefî bir roman
karakteri taşır.
98
(KH, s. 130) kaldığını fark eder., bildiği yalnızca o noktadır, “Noktanın dışında hiçbir
şey …” (KH, s. 130) bilmez; adını dahi hatırlamaz. “Ancak ne var ki zihnindeki nokta
ona huzur…” (KH, s. 130) verir. İşte bunu kavrama, mistik anlamda hakikat bilgisine
ulaşmadır. Romanın sonundaki, ilim bir noktadır onu cahiller çoğalttılar ifadesi de bu
bağlamda hakikatin ve bilginin asıl kaynağının Tanrı olduğu düşüncesini işler. Nokta,
birliktir, tevhittir. Herşey, bu noktadan doğmuş ve bu noktaya dönecektir. İşte Üzeyir,
romanın sonunda, iktidar taşını eline aldıktan sonra; bu sırrı çözer; “Mesele bir nokta
kadar…” (KH, s. 142) basittir. Bu, mistik hakikate ulaşmaktır ve böylece Üzeyir,
gerçek huzura kavuşur. Anar, böylece Kitab-ül Hiyel’e mistik bir hava katmıştır.
KİŞİLER
99
Yafes Çelebi
Yafes Çelebi, romanın asıl kahramanlarındandır. Bilindiği üzere Yafes, Hz.
Nuh’un üç oğlundan küçük olanının adıdır. Anar da romanda Yafes adlı kahraman
aracılığıyla Hz. Nuh’un oğlu Yafes’e gönderme yapmaktadır.
Öykünün ilk mucidi olan “Yafes Çelebi, daha ter bıyıklı, ayva tüylü, paluze
tenli bir delikanlı iken kılınç dövme sanatına heves ed[er].” (K.H., s.10). Mahlası
Seyfi’dir. Bazı rivayetler onun “Saraçhaneli olduğunu” (K.H., s.9) söylese de “taşralı
değil İstanbuli[dir].” (K.H., s.9) “ustasının elini öptükten sonra çıraklığa kabul
edil[en]” (K.H., s.10) Yafes Çelebi, kılıç dövmedeki ustalığını gösterince “esnaf
sandığından akçesi verilerek” (K.H., s.10) dükkan açmasına izin verilir. Çok
geçmeden, “makası andıran” (K.H., s.11) tuhaf bir kılıç yapar. Bunu duyan esnaf
şeyhi, “geleneksel usulleri bırakarak bu mertlikle bağdaşmaz kılıncı er meydanına
sokan kalleş ustanın suratına okkalı bir tokat patlatıp gediğini iptal ed[er]. Örf ve
adetlere karşı gelip zanaate bid’at getiren Yafes Çelebi’nin peştemali belinden böylece
çözül[ür].” (K.H., s.11) Hiyel meraklısı olan bu zat, bununla kalmaz. Tasarılarını
gerçekleştirebilmek için türlü çabalara girişir. En büyük isteği icatlarını padişaha
sunarak kısa yoldan zengin olmaktır. İşe müzik kutusu yapma planlarıyla başlayan
hiyelkar, ilerleyen zamanlarda büyük makineler tasarlar. “Mühendishane-i Bahri’ye”
(K.H., s.16) girdikten sonra suyla temas eder etmez patlayan “budasyom” (K.H., s.16)
adlı maddeyi bulur. Bu icadının sırrını öğrenmek isteyen Frenk Mühendisi öldürür ve
çok geçmeden okuldan atılır. (K.H., s18) Mühendishaneden atıldıktan sonra “ iki üç
kağıt parçasına bir debbabe çizip olmadık hayaller kurmaya başla[r]” (K.H., s.18)
Hırslı hiyelkar, projelerini gerçekleştirebilmek uğruna her yolu mübah bulur. Bütün bu
hayallerini gerçekleştirebilmek için paraya ihtiyacı olan Yafes Usta, “Galata’da bir
meyhanede” (K.H., s.22) Zencefil Çelebi’yle tanışır ve onu bu projeye ortak olması
için ikna eder. Yafes Çelebi, hayalleri uğruna hiçbir hileden çekinmeyen bir kişidir.
Yaptığı leyden şişesinin içinde cin olduğunu söyleyerek satması, saksağan yuvalarını
soyması (K.H., s.32), Zencefil Çelebi’nin zaaflarını kullanarak bütün parasını
tasarladığı debbabaye harcaması, onun ne kadar hırslı ve hayalleri uğruna ne denli
kural tanımaz olduğunun göstergesidir. Hayattaki en büyük amacı güç ve iktidar olan
bu hayal ustası, debbabeden sonra “düşahi ve palanketesi” (K.H., s.20), “zülkarneyn
100
Kara Calûd
101
102
geçmeden “tamir için sadece saatleri değil tabanca tüfek ve diğer ateşli silahları da
kabul etmeye başla[r].” (K.H., s.71)
Tıpkı ustası gibi sonsuz iktidar hırsıyla yanıp tutuşan Filisti, tek başına okuma,
yazma ve hiyel ilmini öğrenir. Bu da onun ne kadar azimli biri olduğunu gösterir.
Filisti köle hiçbir yakıt almadan sonsuza kadar işleyebilecek bir makine tasarlar. Adını
devridaim koyduğu bu makinenin sırrının ustasında olduğunu bilir. Fakat Yafes
Çelebi’den bu sırrı bir türlü alamaz. Devri daimin sırrını öğrenmek için ustasının kırk
gün boyunca her türlü eziyetine katlanır. “Gelgelelim Yafes Çelebi’nin verdiği karşılık
onu tepeden tırnağa sars[ar]. Yaşlı adam ona, devri daimin sırrına artık sahip
olduğunu ve bu sırrı mektepte medresede değil, kafasında araması gerektiğini
söyl[er].” (K.H., s.81) Calud, onca dayağı boşuna yediğini ve efendisinin onu
kandırdığını düşünür. Ustası yeniçeri zannedilip kellesi uçurulunca, Kara Calud
kendisine yardımcı olmaları için Yağmur ve Samur Çelebi Kardeşleri yanına getirtir ve
ikinci devri daim makinesinin yapımına başlar. Fakat çok geçmeden bu iki kardeş
intihar eder. Daha sonra İstanbul Sanayi Mektebi’ne giderek Üzeyir adında kimsesiz
bir çocuğu çırak olarak alır. Üzeyir’i dış dünyaya karşı korkak ve pasif yetiştirerek
kendisini tamamen yeni planlamış olduğu yılan projesine adamasını sağlar. Calud,
Yafes Çelebi’nin kaçırdığı Davud’u sürekli döverek Üzeyir’in gözünü korkutmaya
çalışır. Bu da onun ne kadar vicdansız ve merhametsiz biri olduğunu gösterir.
Calûd, kişilik olarak şiddete meyillidir. İnsafsız bir şekilde Uzun İhsan
Efendi’nin oğlu Davut’u kaçırmış, kayıkta ses çıkarmasın diye kafasını suyun içine
koymuştur. Doğan ölü ceninlerin hesabını eşlerinden sormuş, döve döve birinin kolunu
kırmıştır. Başarısızlığa uğradığı durumlarda, yanındaki Davut’u sürekli olarak döver.
Yanında çalışan hiyelci ustası Yağmur ve Samur Çelebi kardeşlere olmadık hakaretler
eder. Ve sonunda onların ölmelerine yol açar. İnsafsızlığının yanında hırsının kurbanı
olarak, kendisini topluma kazandıran efendisi Yafes Çelebi’nin kolundaki dövmenin
yeniçeriliğinin işareti olduğunu söyleyerek hem yalan söylemiş, hem de bu şekilde onu
ihbar ederek ölmesine neden olmuştur (KH, s. 81). Yazarın ortaya koyduğu bu
şiddetten beslenen kişiliğin temelinde köle olarak alınması, iri cüssesi, bitmez
tükenmez cinsel gücü ve iktidar olma hırsı yatmaktadır. Bütün bu olgular arasında
gerçek kimliğini kestiremeyen Calûd, şiddetten beslediği ruhunu, kişiliğinin odağına
103
yerleştirir. Ayrıca Calûd, iktidarını sağlamak için, hırsızlık yapmaktan da geri durmaz.
Ali Elmas Efendi adlı zenginin hazinesini çalmak için oluşturulan çetede görev alır,
hiyel ilminin kendisine sağlamış olduğu ayrıcalığı kötü niyetlerine alet eder. Oysa
efendisi Yafes Çelebi, hiyel ilminin kendisine sağladığı avantajları, kötü amaçlarını
gerçekleştirmede hile unsuru olarak kullanmayı düşünmemiştir.
Calûd, romanda kadınlarla ilgili tek tiptir. Sonsuz iktidarını kurmak için
defalarca evlenir. “Yüksek Kaldırım’daki aşiftelerle” (KH, s. 73) beraber olur. Ayrıca,
aşk duygusunu yaşayan bir kişi olarak da karşımıza çıkar. Bir tiyatrocu kadın olan
Esmeralda’ya tutulması eserde şöyle anlatılır:
“Calûd, gönlünü Esmeralda adındaki kadına kaptırarak yanıp tutuşmuş, onu
adım başı yâd edip aşkıyla ve şevkiyle inlemiş, koynunda sakladığı resmini çıkarıp
çıkarıp bakarak kadının yuvarlak hatlarını gönlüne ve zihnine adeta kazımış”tır (KH,
s. 98).
Ancak bu, cinsel arzudan başka bir şey değildir.
Bütün bunlar bir yana, Calud’un romandaki en önemli özelliği; onun da Yafes
Çelebi gibi; hatta daha fazla iktidar hırsına kapılmış olmasıdır. Bu hırsla hiyel ilmini
başlangıçta gizli gizli öğrenir. Daha sonra devr-i daim makinesinin sırrını öğrenme
peşine düşer. Bu uğurda kırk gün işkence görmeyi göze alır. Ardından iktidar taşının
peşine düşer. Bu uğurda giderek azılı bir zalime dönüşür. Eşlerine, Davut’a, Samur ve
Yağmur kardeşlere işkenceler yapar. Ömrünü ‘yılan’ makinesinin yapımına adar;
ancak bunu da başaramaz Sonunda sürekli dövdüğü Davud’un bir gün sabır taşı çatlar,
elinde tuttuğu iktidar taşını Filisti’nin kafasına fırlatır. “Taş Calud’un iki kaşı arasına
gömül[ür] ve filistinin o dev gibi gövdesi yere yığılıver[ir].” (K.H., s.116) bundan
sonra Kara Calud ölür.
Görüldüğü üzere Calud, romanda, tıpkı Puslu Kıtalar Atlası’nın Ebrehe’si gibi,
mutlak güç uğruna her türlü zulmü yapan, iktidar hırsına kapılmış, ama sonunda
mağlup olmuş, bir bakıma kendi felâketini hazırlamış bir kişiyi temsil eder.
Üzeyir Bey
Üzeyir Bey, romandaki üçüncü mucittir. Rivayetlere göre onun “kah Galatavi,
kah İstanbuli, kah Sinobi olduğu” (K.H., s.117) beyan edilir. “Mahlası Hayali, ustası
ise bir filistidir.” (K.H., s.117) Bazı rivayetler onun soyunun “Hariri’ye kadar
uzandığını” (K.H., s.117) söyler. Üzeyir, “öksüz ve yetim olarak sokaklarda sürtmüş,
104
105
106
Ayasofyalı bir efendinin oğlu olan Zencefil Çelebi otuz yaşlarında, usul erkân
bilen bir zattır. İyi eğitim almış, inci gibi yazısı olan bir delikanlı olan Zencefil,
yüzünü bile görmediği bir dilbere, hamam kocakarılarının sözleriyle âşık olmuş ve
yemeden içmeden kesilmiştir (KH, s. 20). Kızla evlenmek için istenen parayı gurbette
çalışarak güç bela toplayıp İstanbul’a döner. Ancak, bir meyhanede Yafes Çelebi ile
karşılaşması, onun talihini ters yüz eder. Kurnaz mucit, saf delikanlının ağzından girip
burnundan çıkar ve onu projesine ortak etmeyi başarır. Zavallı delikanlı bu uğurda
evlenmek için biriktirdiği tüm parayı harcar. Bu, onun oldukça saf ve hayalperest biri
olduğunu göstermektedir. Tüm parasını kaybeden Zencefil, sonunda sevdiğine
kavuşamaz. Kız, başkasıyla evlenir. Bu duruma dayanamayan Zencefil Çelebi
çıldırarak cinler âlemine göçer.
Bayezıd’daki Hiyel Kalemi nazırıdır. (KH, s. 26) Davud’la birlikte, yirmi bir
çocuğu vardır. Üzeyir Bey için “bizdendir. Hayal ehli bir zattır.” (K.H., s.133) diye
bahsetmesinden kendisinin de hayal ehli bir zat olduğu anlaşılmaktadır. Romanın
sonunda Üzeyir’e içinde sadece nokta bulunan bir defter verir. Aslında bu noktayla,
her şeyin, her türlü bilginin bu noktadan ibaret olduğunu söyler. Bu bakımdan uzun
İhsan Efendi, Kitab-ül Hiyel’in bilge karakteridir. Aynı kahraman, değişik bir biçimde
Puslu Kıtalar Atlası’nda da yer almıştır. Bu romanda Uzun İhsan, Bünyamin’in sürekli
uyuyan ve rüya gören babasıdır.
F. Fon karakterler
Samur ve Yağmur Çelebiler
Diyarbakırlı bu ikiz kardeş hiyelkardır (KH, s. 86). Calûd yaşı ilerlediğinden
dolayı methini duyduğu bu kardeşleri kendisine yardım etmek üzere İstanbul’a
getirtmiştir. Ancak talihsiz ikizler usul erkân bilmez küfürbaz babalarından
kurtulduklarına sevinirken çok daha ağzı bozuk ve zalim olan Calûd’un eline düşerler.
Onları acımasızca çalıştıran Kara Calud, zaman zaman da onlara dövmekten çekinmez.
107
Devri daimin sırrını çözmek için gece gündüz demeden çalışan iki kardeşin çalışmaları
sonuçsuz kalınca çareyi intiharda bulurlar (KH, s. 114).
Frenk mühendis
Zekeriya Usta
Kılıç ustasıdır. Yafes Çelebi bir dönem onun çıraklığını yapmıştır.(K.H., s.10)
108
Şeyh
Esnaf şeyhidir. (K.H., s.10). Zulme katkıda bulunduğu için Yafes Çelebi’yi
esnaflıktan azleder.
Avram Efendi
Baba Cafer zindanında ikamet edip Karun kadar zengin bir zattır. (K.H., s.87)
Esmeralda
Vodanis
Vanberg
109
Görüldüğü gibi romanda asıl figürler, bilim tutkusu ile birtakım maceralar
yaşayan Yafes Çelebi, Calud ve Üzeyir Efendi’dir. Kuşkusuz bunlardan en hırslısı ve
zalimi Calud’dur. Güce erişmek için tıpkı Puslu Kıtalar Atlası’nın Ebrehe’si gibi her
türlü kötülüğü yapmaktan çekinmez. Ancak ikisinin sonu da aynıdır: Özledikleri güce
erişemez ve öldürülürler.
ZAMAN
Roman, III. Selim döneminden başlayıp, II. Abdülhamit dönemine değin geçen
bir tarihsel dönemi kapsar. Bu zaman dilimi içinde Alemdar Mustafa Paşa Vak’ası,
Vak’a-yi Hayriye, Gülhane Hattı Humayunu, Fransız Tiyatrosunun açılışı gibi tarihi
olaylar yer almaktadır.
Anar’ın Kitab-ül Hiyell’inde vak’a zamanı ile anlatma zamanı belirgin biçimde
birbirinden ayrılır. “Raviyân-ı ahbar ve nakilan-ı âsâr” (KH, s. 9, 20, 48, 65, 68…),
“Kul Rıza’nın naklettiğine göre…”(KH, s.10), “Yorgancı Mikail Efendi’nin vaktiyle
rivayet ettiğine göre…” (KH, s. 14) “Dörtboynuz Halil Efendi’den nakledildiğine
göre…” (KH, s. 15) şeklindeki ifadelerde vak’a zamanı ile anlatma zamanının ayrıldığı
görülür. Bu ifadelere göre, olayların anlatımı/aktarımı yıllar sonra, birtakım eserler
üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Romanın kahramanı Yafes Çelebi’nin yaşadığı devir, III. Selim devridir.
Yeniçerilerin meyhanede karşılaştıkları Nizam-ı Cedid askerlerine “Sultan Selim-i
Salis Han Hazretlerine olmadık küfürler [etmeleri] ve onun kurduğu Nizam-ı Cedid’in
tüm neferlerinin mebun olduğunu”(KH, s. 14) söylemeleri, bize olayların zamanının
III. Selim dönemi olduğunu göstermektedir. Başka bir yerde “Kabakçı Vak’ası
sırasında kapısını, penceresini sıkı sıkıya kapatan Yafes Çelebi” (KH, s. 36) ifadesi,
1807’deki Kabakçı İsyanı’na yılına işaret eder. Yafes Çelebi, Alemdar Mustafa Paşa
ve II. Mahmut dönemlerinde de karşımıza çıkar (KH, s. 45). O, Vak’a-yı Hayriye
(1826) döneminde, yetmiş üç yaşındayken öldürülür. Buradan hareketle Yafes
Çelebi’nin 1750’li yıllarda doğduğunu çıkarabiliriz. Kara Calûd ise “Sultan Mahmud-ı
Sani Han Hazretlerinin ferman-ı hümayunlarıyla” (KH, s.84) pantolon giymenin
başladığı dönemde yaşamın zorluklarını fark etmeye başlar. Üzeyir Bey “İstanbul
Sanayi Mektebi” açılınca buraya alınır. Bu bilgilerden Üzeyir Çelebi zamanının II.
Abdülhamit devri olduğu anlaşılmaktadır. Romanda Üzeyir Bey’in yaşamına devam
110
ettiği ifade edilir ve ölüm tarihinin bilinmediği belirtilir (KH, s. 144). Zamanın
sürekliliği ortaya konularak, açık uçlu bir durum ortaya konulmuştur.
Bu bilgiler, Kitab-ül Hiyel’de olayların III. Selim zamanından II. Abdülhamit’e
değin geçen bir süreyi kapsadığını göstermektedir. Ancak bu olaylar çeşitli raviler
tarafından daha sonra nakledilmektedirler. Dolayısıyla anlatma zamanı olay
zamanından sonradır; yani romanda önce geçen olaylar daha sonra anlatılmaktadır.
MEKÂN
A. İstanbul
1. Evler
Yafes Çelebi’nin evi
Eserde karşımıza çıkan en önemli mekân “ Galata’daki Kuledibi’nin biraz
üstünde, Mevlevihane’nin tam karşısında, yani Büyük İskender’in o iktidar taşını ele
geçirip kaybettiği yerde[ki] iki katlı ev[dir].” (K.H., s.35) Bu ev, romanın ilk
bölümünde Yafes Çelebi’nin evi olarak geçer. Romanda adı geçen üç hiyel ustası da
111
bu evde yaşar. Evin ilk sahibi olan Yafes Çelebi, onu satın aldığı zaman bazı
değişiklikler yapar. Evdeki değişiklikler şu satırlarda anlatılır:
“Evin altındaki atölye olarak kullanmayı düşündüğü dükkanın duvarını
deldirip sofayla birleştirdi. Yüksek duvarlı avludaki kör kuyunun kapağını kaldırıp ,
derinliğini ölçmek için, az önce öğle yemeği olarak yediği kuzu kellesini içine attı. Su
sesi işitmeyince ve yeterince derin olduğundan emin olunca altınlarını bir bakraca
doldurup burada saklamaya karar verdi. Ustalara avlu duvarını daha da yükselttirip
dükkanın sokağa bakan tarafına da duvar ördürdükten sonra avluda uygun bir yere
bakırı eritmek için bir fırın yaptı.” (K.H., s.35)
Böylece Yafes Çelebi yaşadığı yeri hayallerini gerçekleştirebilecek bir atölye
hâline getirir. Bu atölyeyi Yafes Çelebi’den sonra Calud geliştirerek içerisinde
yüzlerce alet edevat, çizim kağıtları ve hiyel ilmine ait bir sürü kitabın bulunduğu bir
çalışma mekânı yapar. Roman kahramanları zamanlarının çoğunu bu atölyede geçirir.
“Galata Mevlevihanesi’nin karşısındaki ev” (K.H., s.74) roman boyunca ipoteklidir.
Yafes Çelebi borçlarını ödeyebilmek için evi ipotek ettirir.
Romandaki bir diğer mekan ise “ İki katlı ev[in]” (K.H., s.35) bahçesindeki
kuyudur. Eserde kuyu, işe yaramayan eşyaların ya da insan leşlerinin, ölü çocukların
atıldığı bir yerdir. Yafes Çelebi’nin başı “ evinin avlusundaki kör kuyuya” (K.H., s.66)
atılır. Yağmur ve Samur Çelebi kardeşlerin cesetleri de o kör kuyudadır.
2. Devlet daireleri
Kitab-ül Hiyel’de devlet işlerini halletmek için gidilen yer Babıali’dir. Yazar
devlet dairelerini anlatırken dönemin bürokrasisini de nükteli bir dille; “ Devlet
dairesine girer girmez onun mutlu hayatı artık bitmişti. Çünkü içindeki kalem
efendileri cahiliye devri boyunca Kabe’de bekleyen putlar kadar kımıltısız ve
kayıtsızdılar.” (K.H., s.24) diyerek eleştirir. Bu betimlemeden sonra devlet
dairelerinde dönen usulsüzlük anlatılır. Zencefil Çelebi’nin babası oğlunun işlerinin
112
yürümesi için memurlara bir top tereyağı, bir sepet yumurta gibi yiyecekler gönderir.
Böylece lazım olan bütün evrakları alır.
Romanda bahsedilen Divan-ı Hümayun ise Yafes Çelebi’nin işlerini halletmek
için gittiği bir başka devlet dairesidir. Bu mekân da bir önceki devlet dairesi gibi ironik
bir dille; “Ricacılar, arzuhallerini toplamak için çavuşbaşının binadan çıkmasını
abartılı ve debdebeli bir edeple bekliyor, kimi mazharının kabulü için gerekli duaları
terennüm ediyor, kimi dikkati çekerek bir an önce okunmasını sağlamak için evrakına
gülyağı sürüyor, bazıları ise usturlabla güneşin yükseldiğini ölçerek eşref saatinin
geçip geçmediğini denetliyordu.” (K.H., s.37) diye tasvir edilir.
Anar’ın bu eserindeki bir diğer devlet dairesi Hiyel Kalemi’dir. Yafes Çelebi,
yaptığı makineleri padişaha sunabilmek için bir türlü Hiyel Kalemi’nden onay alamaz.
Bayezid’deki “ Hiyel Kalemi, bu dairenin reisi olan Uzun İhsan Efendi’ye ait iki katlı
bir evin avlusundaki derme çatma bir baraka[dır].” (K.H., s.39) Burası ilginç bir
yerdir. Kimse yerini bilmez. Yafes Çelebi’nin zar zor bulduğu bu devlet dairesi “eski
sarayla vezneciler arasındaki bir sokakta[dır].” (K.H., s.39) İki katlı derme çatma
olan bu binada Uzun İhsan Efendi ve yirmi çocuğu birlikte yaşamaktadır.
Diğer mekânlar
Romanda okullar da mekan olarak karşımıza çıkar. Kitab-ül Hiyel’in ilk mucidi
Yafes Çelebi, Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’a girmeyi başarır ve bu okulda hiyel
ilmini öğrenir. Eserdeki bir diğer okul İstanbul Sanayi Mektebi’dir. Kara Calud,
yaşlanmaya başladıktan sonra kendisine yardımcı olması için sahipsiz birini arar ve
İstanbul Sanayi Mektebi’nden Üzeyir adındaki çocuğu bulur. Bu okul
Zeytinburnu’ndadır.
Eserde meyhaneler ve kıraathaneler de önemli yer tutar. Meyhaneler yazarın
kahramanları tanıştırdığı mekânlardır. Zencefil Çelebi’nin hayatını değiştiren yer bir
meyhanedir. Zencefil Çelebi, “ Galata’da bir meyhanede dinlenmek gafletinde
bulun[ur]” ve
“Yafes Çelebi ile burada tanış[ır].”(K.H., s.22), onun vaatlerine kanar ve hayatı alt üst
olur. Kuledibi’ndeki Tanburlu kıraathane ise geleneksel kahve kültürünü yansıtır: Bu
kıraathane müşterileriyle birlikte şöyle anlatılır:
113
114
DİL-ANLATIM
İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel romanındaki dil, öteki romanlarındaki dil
ve anlatımla örtüşmektedir. “Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr” (KH, s. 9, 20, 42, 48,
65, 68, 104, 117) gibi geleneksel halk hikâyelerinde ve meddah öykülerinde
kullanılagelen kalıp ifadeler dikkati çeker. Bunun yanında “Kılınç dövme sanatında
asrının piri kabul edilen Hacıkadınlı merhum Deli Bekir’den ikinci kalfası Kul
Rıza’nın naklettiğine göre…” (KH, s. 9–10), “Yorgancı Mikail Efendi’nin vaktiyle
rivayet ettiğine göre…” ( KH, .s 14), “Ahırkapı delilerinden Çapraz Beşir Efendi’den
nakledildiğine göre…” (KH, s. 20), “Kahveci Aram Efendi’den nakledilen söylentilere
göre…” (KH, s. 27) gibi alt alta yazıldığı takdirde sayfaları doldurabilecek rivayet ve
nakiller, esere adeta tarihî bir nitelik, yazara, başka bir ifadeyle anlatıcıya da bir
tarihçi; hatta tefsirci konumu kazandırmaktadır. Romandaki bu giriş kalıpları ve
rivayet zinciri, halk ve meddah öykülerinde, masallarda, tefsir ve tarih kitaplarında
görülen, geleneksel anlatılara özgü bir dil ve anlatımın etkisine işaret eder. Bu durum,
çoklu bir ravi grubunu karşımıza çıkarmaktadır. Bu da romanın Doğu anlatım
teknikleri ile kaleme alındığını gösterir.
Romanda en dikkat çeken unsurlardan biri de, roman kahramanlarının
yaptıkları icatlarla ilgili uzun, ayrıntılı bilgilerin sunulmasıdır. Ayrıntılı mekanik
bilgisi isteyen ve bu alanda fazlasıyla araştırma gerektiren bu sayfalar, yazarın romanı
yazmadan önce, ciddi bir araştırmaya giriştiğinin kanıtıdır. Romanın bu kısımları
ayrıca yazar tarafından çizilen mekanik taslaklarla da desteklenmiştir.
“Yafes Çelebi’nin tasarlamaya başladığı bu gemi denizin altında, tıpkı kallabda
olduğu gibi bir makara ve ağırlık sistemiyle hareket edecekti. Ateşleme düzeneği pek
basit olarak, yatay durumdaki bir bardak gibi olacaktı. Yarısına kadar suyla dolu olan
115
bardağın ağzı bir zarla sıkı sıkıya kapatılacak, dibine de bir delik delinip buraya
ponza taşı konacaktı. Şişirme aygıtına yatay durumda raptedilen bu ateşleme düzeneği,
ağırlıkla birlikte denizin dibine düşerken, deniz suyuyla temas eden zar, belli bir
derinlikte basıncın etkisiyle bardağın içine doğru esneyecek ve içerdeki suyun ponza
taşı hizasına kadar yükselmesini sağlayacaktı. Su, böylece bu yarı geçirgen taştan
sızıp, ponza taşıyla barut arasındaki budasyoma temas ederek onu patlatacaktı. Barut
bu şekilde yanınca, çıkan gaz, balonu şişirip ağırlığın su yüzeyine çıkmasını
sağlayacaktı. Ancak ağırlıklar kallabda olduğu gibi ikisi birden değil, nöbetleşe, önce
biri sonra öteki olmak üzere düşecek ve çıkacaklardı. Bu yolla denizaltı gemisinin
makaraları kesintisiz olarak döneceklerdi. Gelgelelim, ağırlığı su yüzeyine çıkaran
balon orada gazını atıp tekrar dibe doğru düşmeye başladığında ve yine aynı derinliğe
geldiğinde, orada barutun yine patlaması gerekiyordu. İşte şişirme aygıtı, ard arda
patlamaları sağlayacak şekilde tasarlanmıştı. Buna göre, düşen ağırlığın sürüklediği
şişirme aygıtının pervanesi, hareketin etkisiyle dönerken bir Arşimet burgusunu
çalıştıracak ve bu burgu da depodaki barutu bir boruyla patlama haznesine
nakledecekti. Bulunduğu yuvada aşağı ve yukarı doğru kolayca oynayabilen bu hazne
bir kaldıraca bağlıydı. Kaldıracın öteki ucunda da demirden bir topuz bulunuyordu.
Öyle ki, bu terazi sistemi hazne boş iken onu yukarıda tutuyor ve hazne arzu edilen
miktarda barutla dolunca topuz yukarı kalkarak iki işi birden yapıyordu” (KH, s. 50-
51-52).
Romancı, yukarıdaki gibi uzun paragraflarla hem yapılan icatları tanıtmakta,
hem de onların işleyişini -bu alanın mühendisleri gibi- bilgilendirici bir yoğunlukta ve
üslûpla açıklamaktadır. Bu bölümde, mekanikle ilgili terimlerin çokluğu dikkati
çekmektedir.
Yazarın dil ve üslûbu ile ilgili diğer dikkat çekici bir unsur da, romanda geçen
kimi kişi adları ile bu adların sahibi insanların sosyal, ekonomik statüleri veya
kişilikleri arasında bire bir örtüşmenin olmasıdır. Örneğin “Uzun İhsan Efendi’nin oğlu
Davut onlara ayak bağı oluyor, parmak kalınlığındaki çivileri, kol kalınlığındaki
levyeleri eğip bükerek ” (KH, s. 58) cümlesinde yazar, demiri eğip bükme gücüne
sahip oluşuyla Hz. Davud’a gönderme yapar. Bilindiği gibi Davut Peygamber, demirci
ustasıdır. “Borcunu ödemeyen mahkûmların kapatıldığı Baba Cafer zindanında Karun
kadar zengin biri ikamet etmekteydi. Ali Elmas Efendi ardındaki bu zat” (KH, s. 87)
116
cümlesindeki Ali Elmas Efendi, adına uygun biçimde mücevherle uğraşan, tefecilikten
zengin olan biridir. Burada da elmas mücevheri ve adamın ismi arasında bir örtüşme
görülmektedir. Bu örnekler, Anar’ın romanlarında bir isim sembolizasyonun varlığına
işaret eder. Kuşkusuz bu, aynı zamanda bir anlatım özelliğidir.
Bazen yazar, 18. yüzyıla ait kimi hitap sözcüklerini kullanarak, dönemle
gerçeklik bağı kurmaya çalışır. Romanda bu bağlamda “Behey civeleğim” (KH, s. 28),
“Behey teres” (KH, s. 30), “Ey efendim” (KH, s. 17), “Abe ne biçim iştir bu!” (KH, s.
45), “Teresi hemen yakalayın” (KH, s. 45) şeklinde, o döneme ait hitap sözcüklerine
rastlanır. Bu şekilde yazar, Osmanlı Türkçesini ve günümüz Türkçesini birlikte
kullanarak, hem eserin vak’a zamanını, hem de eserin okunma zamanını bütünleştirici
bir dil yakalamaya çalışır.
Ayrıca romancı, diğer romanlarında olduğu gibi Kitab-ül Hiyel’de de ilginç
isimlere yer vermektedir. “Deli Metri” (KH, s. 13), “Dört Boynuz Halil Efendi” (KH,
s. 15), “Deli Abuzer Beşe” (KH, s. 16), “Cenabet Haydar Paşa” (KH, s. 18), “Zencefil
Çelebi” (KH, s. 20), “Çeşm-i Yek Tayyar Bey” (KH, s. 75), “Fitilikısa Cuma
Paşazade, Zil Tevfik Efendi (KH, s. 88), “Maymuni İzzet Bey” (KH, s. 90),
“Buzağızade Maymun İlhan Efendi” (KH, s. 104) gibi isimler, Kitab-ül Hiyel’deki
kimi örneklerdir. Yazarın dil ve üslûbuna, yukarıda sıralanan isimlerde görüldüğü
gibi, hiciv unsurları da karışmıştır. Bu, Anar’ın tarih ve tarihi durumlarla alay etme
arzusuyla açıklanabilir. Onda dikkat çeken başka bir dil oyunu da, dünya literatürüne
geçmiş kimi şahıs ve nesne isimlerini değiştirerek bir mizah yaratmasıdır. Kiminde
kelimenin çağrışım gücünden faydalanmakta, kiminde kelimeyi Türkçeye uyarlamakta,
kiminde de kelimeyi Türkçeye uyarlarken mizahi bir anlam yüklemektedir. Bilinen
Meksika içkisi tekilayı ‘tek-i âlâ’ (KH, s. 46) şeklinde bir Osmanlıca tamlamaya
dönüştürmüş, kelimenin Türkçedeki çağrışım değerinden faydalanmıştır. Dünyanın ilk
defa döndüğünü söyleyen Galileo’nun bu düşüncesinden dolayı çektiği sıkıntıları ifade
eden anlatıcı, Galileo’nun adını “Gâilevî” olarak vermekte ve bu kelimenin
anlamından faydalanmaktadır (KH, s. 76). Anlatıcı, Calûd’un gördüğü bir hesap
makinesinin Passakal adlı bir mucide ait olduğunu belirtmekte (KH, s. 84), böylece
Pascal ismini Türkçeye dönüştürerek bir ironi oluşturmaktadır. Yine ünlü matematikçi
Pisagor’dan bahsederken, ismini ‘Fisagor’ (KH, s. 118) yazarak, bu kelime üzerinde de
oynar.
117
Genel değerlendirme
Anar, bu romanında da tıpkı Puslu Kıtalar Atlası’ndaki gibi bir dış öykü ve
bunun içinde yer alan iç öykülerden oluşan bir teknik kulalnmıştır. Kitab-ül Hiyel de
ilk roman gibi, tarihle, dinin, tasavvufun, mitolojisinin, felsefenin ve fantastiğin iç içe
girdiği sıkı bir metindir. Anar, bu romanında da Kur’an’a, ve Tevrat’a göndermelerde
bulunur.
Yazar, kurgusunu tarihe dayandırdığı romanında, bireylerin toplum içinde
kendi kendilerine yükledikleri sorumluluğu, ileriki aşamalarda varlık sorunsalına
dönüştürmelerini gözler önüne sermiştir. Romanda, iç dünyasındaki boşluğu, iktidarla
doldurmaya çalışan bireyin, doğal çevreye ve kendisine zarar veren zalim bir kişiliğe
dönüşmesi işlenmiştir. Bu denklemde yazar, kahramanlarına, kendilerini tanıma /
keşfetme fırsatını verir. Kahramanların içsel yolculuğu, takındıkları tavır ve
davranışlar, yazar tarafından dikkatle izlenmekte ve yazarın müdahaleleriyle
şekillenmektedir. Kahramanların sergileyecekleri tavra göre, yazar da onlara yakın
durmakta ve kendilerini ifade etmelerine müsaade etmektedir. Olumsuz tavır
sergileyen kahramanlar da romanda işgal ettikleri konumlarına göre
cezalandırılmaktadır. Roman, kimi yerde açık uçlu bir anlatıma bürünerek, kurgu
dünyasının sınırlarını genişletir. Sonsuz “devri daim” makinesini yapmak, zekânın
ezici gücü karşısındaki çaresizlik gibi kimi felsefî arayışlar sunan roman, eğlendirici /
sürükleyici bir mecrada ilerler. İronik üslûp ve fantastik içerik kurgusal metne çoklu
bir okuma biçimi ile yaklaşmayı zorunlu kılmaktadır.
Yazar, tarihe yaklaşım biçimi açısından da, sorgulayıcı bir üslûp
kullanmaktadır. Derin tarihi araştırmalar içeren roman, içinde barındırdığı komik
unsurlarla, okurun karşısına çıkarılmaktadır. Yazar, tarihî olayları roman kurgusu içine
ustalıkla yerleştirerek, günümüzden geriye, eleştirel bir bakışla bakmayı istemektedir.
118
Dönemin günlük olayları içinde yer alan konuşmalar / ağızlarla örülen arkakik uslûp
eşliğinde, açgözlülük, rüşvet, ihtiras ve zekâ konuları çerçevesinde insanlığın gerçek
yaşamından kesitler sunulmaktadır.
Anar’ın orijinal / komik isimler bulması ve aynı şekilde, kelimeler üzerinde
oynayarak onları dönüştürmesi de oldukça dikkat çekicidir. Anar’ın üslûbunun önemli
bir yanı da, Doğu anlatı geleneğini kullanmasıdır. Doğu anlatı geleneğinin önemli bir
parçası olan abartı, Anar’da modern zamanların edebi anlayışı içinde şekillenir ve
fantastik öğeler olarak karşımıza çıkar.
119
EFRASİYAB’IN HİKÂYELERİ
ÖZET
Anadolu’da bir kasabada Apturrahman adlı bir kabadayı yaşar. Herkes ondan
ürker. Bir gün bu kabadayı, rakı almak içn bakkala gider. Arkasından birisinin ensesine
soğuk soğuk üflediğini hisseder. Bu, cüsseli, kara cüppeli Ölüm’dür. Kabadayı sesini
çıkarmaz ve gider. Korkmuştur. Evden birkaç gün çıkmaz. Birkaç gün sonra yine
bakkala gittiğinde Ölüm’i tekrar görür. Ölüm, ona vadesinin dolduğunu, canını
alacağını söyler. Kabadayı, klahvede Ölüm’le bir oyun oynamalarını önerir. Ölüm, bu
öneriyi kabul eder. Eğer bu oyunda kabadayı ve eşi kazanırsa, Ölüm ona 100 yıl daha
yaşama hakkı verecektir. Kahvede daha sonra buluşmak üzere anlaşırlar. Ölüm,
defterindeki ikinci ölümlü Cezzar Dede’yi bulmaya gider. Evlerinin kapısını çalar.
Gecedir, Dede torunlarına masal anlatmaktadır. Ölüm, kapıyı açan toruna, dedesini
çağırmasını, bir alacağı olduğunu, onun için geldiğini söyler. Dede, onu içeri alır.
Ölüm, ona niçin geldiğini fısıldar. Cezzar Dede, durumu anlar. Evden çıkarlarken,
torunlardan biri Ölüm’ün pabucunu saklar. Dede, çocukları ikna eder ve Ölüm’ün
pabucunu getirirler. Torunlar uyuduktan sonra Ölüm’le kahvede buluşurlar. Ölüm,
Cezzar Dede ile kabadayı da kankardeşi ile eşleşir. Oyun başlar. Kabadayı ve eşi
yenilir. Buna sinirlenen kabadayı ve eşi, birbirlerine silahla ateş edip ölürler. Ölüm ve
Cezzar Dede çıkarlar. Ölüm, Cezzar Dede’ye birbirlerine çeşitli konularda öyküler
anlatmayı önerir, her anlatılan öyküde onun 1 saat daha yaşamasına müsaade edeceğini
söyler. Böylece bir yandan yürür, bir yandan birbirlerine öyküler anlatmaya koyulurlar.
İlkin korku konulu öyküler anlatacaklardır. Bu arada Selam Mahallesine varırlar.
120
Ölüm, canını alacağı bir başka kişiyi Uzun İhsan’ı aramaktadır. Ölüm, öyküsünü
anlatmaya başlar.
İlk öykü, “Güneşli Günler” adını taşır. Bu öykü şöyledir:
Yarım asır önce, bir köyün yanında, korku ve kasvet salan bir yatılı okul vardır.
Burada, eğitimde korku, şiddet ve baskı ağır basar. Günün birinde bu okula, Kont
adında garip bir müdür gelir. Ardından da resim öğretmöeni sağır atanır. Resim
öğretmeni, okula ışık sızmasını engellemekle görevlidir. Çünkü yeni müdür, ışıktan ve
güneşten olumsuz etkilenmekte, ışık gördüğünde yüzü yara olmaktadır. O nedenle okul
perdelerle kapatılır. Okulda resme yetenekli Bora Mete adında bir öğrenci vardır.
Resim öğretmeni onun yeteneğini keşfederek, çocuğa resim âletleri verir, güneşli
manzara resimleri yapmasını söyler. Ancak bir koşul ileri sürer: Müdüre kanını
verecektir, bunun karşılığında çocuk. Bundan sonra Kont, sürekli Bora Mete’nin
kanını içer. Öte yanda, çocuk güneşli bir gün bekler, resim yapabilmek içn, anca güneş
bir türlü çıkmaz, hava hep kapalıdır. O nedenle güneşli bir manzara resmi yapamaz ve
bir gün, kanı içildiği için ölür. Ardında güneşin doğuşunu tasvir eden bir resim
bırakmıştır.
Öykü burada sona erer. Ana öyküye dönülür. Ölüm ve Cezzar Dede, Selam
Mahallesine gelmişlerdir. Çarşıda Uzun İhsan’ı görürler. Ancak adam, bir kez daha
elinden kaçar Ölüm’ün. Uzun İhsan Aden Mahallesine kaçmıştır. Yollarına devam
ederler. Bu kez Cezzar Dede başlar öyküsünü anlatmaya.
İkinci öykünün adı, “Bidaz’ın Lâneti” adını taşır. Bu öykü şöyledir:
Anadolu’da çocuklar, türlü masallarla büyütülürler. Çoğu korku masallarıdır
bunların. Bir de define arayıcılarına ilişkin anlatılanlar vardır. Başta uzun uzun bu
masal ve öykülerden söz edilir. Sonra asıl öyküye geçilir. Bir köyde kallioğullarından
Hamdi adında 50 yaşlarında bir adam yaşamaktadır. Huysuz bir karısı ve geçimsiz bir
kaynanası vardır. Hamdi, define aramaya meraklıdır. Bir gün kasabada bir define
arayıcısına rastlar. Abdülkehribar adlı bu adam ona, elinde Bidaz’ın hazinesinin yerini
gösteren yatım bir harita olduğunu, diğer yarısını da satın alırlarsa bu hazineyi
keşfedebileceklerini söyler. Hamdi bunun üzerine kaynanasına gider. Huysuz kadını
zor-güç razı eder. Haritanın diğer yarısını da alırlar. Ancak harita satıcısı onlara
Bidaz’ın cesedine dokunulduğunda dirileceğini ve dokunduğu kişiyi altına çevireceğini
söyler. Korkarlar, ama yine de haritadaki yere giderler. Bir mağarada Bidaz’ın
121
mezarını bulurlar. Bu arada kurnaz kaynana onları gizlice izlemiştir. Mezarı açarlar,
Galloğlu Bidaz’a dokunur. Bidaz dirilir. Kaynana bir keserle Bidaz’ın kafasına vurur.
Bidaz da kaynanaya dokununca, huysuz kadın altına dönüşür. Bundan sonra
defineciler, altına dönüşen kaynanayı satıp zengin olurlar. Öykü burada sona erer.
Ana öyküye dönülür. Ölüm ve Cezzar Dede yürümeye devam etmektedirler.
Öyküye ilişkin yorum yaparlar. Sıra dinî bir öykü anlatmaya gelmiştir. Bu arada Aden
Mahallesine ulaşırlar. Uzun İhsan’ı yine elinden kaçırır Ölüm. İhsan Efendi, Meva
Mahallesine gitmiştir.
Bu arada Cezzar Dede, “Bir Hac Ziyareti” adlı öyküyü anlatmaya başlar.
Diyarbakır’ın Divana köyünün imamı yaşından dolayı bunamıştır. Köylüler
aralarından zeki bir çocuğu tahsil görmesi için imam hatip mektebine gönderirler.
Zar zor okulu bitiren bu genç imam olarak köye döner. Fakat bu imam normal
değildir. Köylerine yakışan bir ağırlık gösteremez. Bir gün köy öğretmeninin
“Medeniyet Tarihi” adlı kitabı kaybolur. Tesadüfen kitabı İlimdar dedikleri bu genç
imam bulur. Oturup kitabı okur ve bir sayfasındaki Gothama adındaki Buda putunun
resmini yırtıp alır. Karşı köyle düşman olan Divana köylüleri onların imamının hacca
gideceğini duyunca harekete geçerler. Köy ağasına durumu anlatıp bir an önce kendi
imamlarının da hacca gitmesi gerektiğini söylerler. Ağa bunu bir şartla kabul eder;
ağanın yetmiş yaşındaki babası Zekeriya dede ve on sekiz yaşındaki suratı kızgın bir
kurdu andıran, elleri kolları zincirle bağlı olan oğlu da imamla gideceklerdir.
Köylüler bunu kabul edip imamı ikna ederler. Zekeriya Dede’yi, torununu ve imamı
hacca gönderirler. Bu üçü zorlu geçen yolculuk sırasında otobüsten atılıp yol
ortasında kalırlar. Akşamüzeri bir kamyon durdurup doğuya doğru yola çıkarlar.
Zekeriya Dede güneye gitmeleri gerektiğine emindir. Fakat İlimdar’ı rezil etmek için
bahane olsun diye sesini çıkarmaz. Günler süren yolculuk sonrası bir yere ulaşırlar.
İlimdar buranın Bağdat olduğunu söyleyip onları kandırır. İki gün katır üstünde
seyahat ederler. Bir ara Zekeriya Dede İlimdar’ın ceplerini karıştırıp Gothama’nın
resmini bulur. Böylece onun dinden saptığını anlar. Yolculuğun sonunda bir dağın
tepesindeki saraya benzeyen mabede gelirler. Zekeriya Dede korkudan sesini
çıkarmayıp mabede yerleşmeye mecbur kalır. Kısa bir zamandan sonra İlimdar
gerçeği söyler. Zekeriya Dede buradan kurtulmanın yolarını düşünür. Bu arada
torunu da mabedde işitiği bir ilahiyi söylemeye başlar. Onun sesinden etkilenen
122
rahipler sesi taş plağa kaydederler ve çocuğun İlahi bir mertebeye ulaştığını
söylerler. Bunu kendisine yediremeyen İlimdar, Zekeriya Dede’ye mabedden
ayrılacaklarını söyler. İlimdar’ın kendisini öldüreceğinden şüphelenen ihtiyar
mabedde sihirli bir asa bulur. Bu asayı İlimdar’a karşı silah olarak kullanmayı
düşünür. Sabah yola çıkarlar. Torunu onlarla dönemek istemez manastırda kalır.
Yaşlı adamın İlimdar’ı öldürme girişimi sonuç vermez. Zekeriya Dede ve İlimdar bir
otobüsle önce Tahran’a gelirler. İlimdar buradan bir gramofon satın alır. Yolculuk
devam ederken tipi ve kara aldırmadan otobüsten iner. Zekeriya Dede yola devam
edip köye ulaşır. İlimdar bir dağın tepesine çıkar. Karda daha fazla yürüyemez.
Aldığı gramofona taş plak takıp bir Budist ilahisi dinlerken kurtların arasında
donarak ölür.
Cezzar Dede öyküsünü bitirmiş ve Meva Mahallesi’ne gelmişlerdir. Uzun
İhsan’ı bir düğün ortamında görürler. Fakat Uzun İhsan yine kurtulur. Öfkelenen
Ölüm defterini çıkarıp Elhalid Mahallesi’ne gideceklerini söyler. Yola çıkarlar ve
Ölüm “Dünya Tarihi” adlı öyküyü anlatmaya başlar.
Anadolu’nun küçük bir şehrinde asırlık bir çarşı vardır. Aptülzeyyat adlı tüccar
da burada dükkân sahibidir. Bu tüccar bir gün rüyasında Salih isminde aksakallı bir
dede görür. Bu dede ondan, kazandığı tüm malını fakir fukaraya dağıtıp Acıpayam’a
gelmesini ve kendisini bulmasını ister. Uyandığında bunu ahmaklık olarak
değerlendiren tüccarın kısa bir süre sonra işleri bozulur. Mahalledeki esnaf şeyhine
gider. Şeyh malı mülkü satıp rüyasındaki adamın dediğini yapmasını tavsiye eder.
Aptülzeyyat tüm malını dağıtır. Ancak üç altını koynuna iliştirdiği için bir fakirin
bedduasını alır. Acıpayam’a doğru yola çıkar. Bu zorlu yolculuk esnasında bir ağacın
altında oturur. Ağaçtan düşen meyveyi yiyip uykuya dalar. Rüyasında bu ağaca
sarılmış bir yılan görür. Yılan, yanına gelen bir âlime bu ağacın bilgelik ağacı
olduğunu söyler. Adam bir armut yer ve bilgeliğe ulaşır. Uyanıp yoluna devam eden
Aptülzeyyat yalnızlığını paylaşacağı birini hayal ederken güzeller güzeli bir kızla
karşılaşır. Kızın peşinden gider. Fakat kız ebemkuşağının altından geçtiği anda
babayiğit bir erkeğe dönüşüverir. O babayiğit tüccarı kovalamaya başlar. Bir köye
geldiklerinde artık kurtulmuştur. Köyün ihtiyarlarından, Acıpayam Dağı’nın yerini
öğrenir. Ancak bu dağın eteğinde bir konakta yerleşmiş dört zalim kardeşin
kendisine geçit vermeyeceğini duyunca çaresizliğe düşer. Bu dört zalim, vaktiyle
123
124
eserin içine girer. Yorulduğu için hemen uyuyan Aptülzeyyat rüyasında kendisini o
kitap içinde görür. Kitabı ısırıp yemeğe başlar. Sırasıyla ‘yasak meyve’yi, ‘düşüşün
azabı’nı, ’Mesih’in eti’ ni, ‘veba’yı, ’savaşları’ ve ‘felaketler’ i tadar.
Zamanında Acıpayam Dağı’ndaki bir mağarada yaşayan ve çevre köyleri
haraca bağlamış Zehir, Nehir ve Demir adında üç harami olduğu rivayet edilir. Bu
üçü Feyyuz’un diğer çocuklarıdır. Sabah uyanıp yoluna devam eden Aptülzeyyat’ın
geçeceği en tehlikeli yer bu mağaranın önüdür. Fakat haramiler de onu amcaları
Salih’e benzetirler. Böylece sorunsuz bir şekilde buradan geçen Aptülzeyyat zirveye
yaklaşmıştır. Burada yapışık ikizlerle karşılaşır. Bu ikizler birbirine zıt karaktere
sahiptirler. Kedi-köpek gibi dalaşmaktan tüccarı fark etmezler. Rüyasına giren
Salih’i bulmasına çok az kalan Aptülzeyyat zirveye ulaştığında eski bir kulübeyi fark
eder. İçeri girer fakat kimse yoktur. Hayal kırıklığı yaşar ve ağlayarak yere
oturduğunda bir kapak görür. Açmak için uğraşır fakat kapak çok ağırdır. Dışarı
çıkıp yiyecek bir şeyler bulur. Bu sırada bir buzağı görür. Bir yıla yakın süre onu
besler. Daha önce ördüğü halatı kullanarak, büyümüş olan hayvana kapağı açtırır.
Kapağın altından bir kuyu çıkar. Eğilip baktığında suda kendini görür ve Salih’in
aslında kendisi olduğunu anlar. Şoka giren Aptülzeyyat uzun bir süre ağlamaktan
kendini alamaz. Allah’a dua etmeye başlar. Uykuya dalar ve rüyasında bir tüccar
görür. Kendisinin başından geçen her şey onun da başından geçmektedir. Zirvede
ulaştığı semavi bilgilere rağmen Salih bu tüccarı kıskanmıştır. İçinde hala para hırsı
vardır. İçindeki kibir ona Tanrı olmayı istetmektedir. Rivayete göre, Acıpayam’ın
köylerinden birinde yaşayan yaşlı bir adam torunlarına “Dağın Zirvesinden İnen
Münzevi” adlı hikâyeyi anlatır. Vaktiyle zengin olan bir tüccar malı mülkü dağıtıp
Acıpayam Dağı’nın zirvesinde inzivaya çekilir. İlim ve irfan öğrenmesine rağmen
mutlu olamaz. Bir gün kuyuya eğilip suda kendisini görünce kendini bilir. Böylece
bilmesi gereken yegâne şeyi bulmuş olur. Hikâye bitince torunlardan biri dedenin
yanında kalır. Bu tüccarın hangi dağda yaşadığını ve onunla konuşup konuşmadığını
sorar. Dede konuştuğunu hatta onun kendisine üç altın verdiğini söyleyip koynundan
altınları çıkarır. Torun altınları ister. Dedesi vermeyince çocuk ağlar. Güneşin
açtığını gören çocuk dışarıdaki kardeşlerinin yanına koşar.
Ölüm hikâyesini bitirir ve beğenip beğenmedikleri üzerine biraz konuştuktan
sonra yola devam ederler. Anlatacakları yeni hikâyelerin konusunu aşk olarak
125
126
doğru atılınca çocuk Ölüm’ü kolundan tuttuğu gibi yere yatırır ve hırpalamaya
başlar. Çocuktan kurtulan Ölüm Uzun İhsan’ı yine elinden kaçırdığı için çok
öfkelenir. Onu bulmak için Naim Mahallesi’ne doğru giderlerken Ölüm “Hırsızın
Aşkı” adlı öyküyü anlatmaya başlar.
Vaktiyle Bursa’ya yakın bir kasabada hırsızlıkla geçinen bir sülale vardır. Bu
sülalede Fezai adında, mizacı hırsızlığa çok uymayan, diğerlerinin aksine duygusal
yapılı bir genç vardır. Sülalenin yaşlılarından biri Fezai’yi Usturadavarus adlı bir
âlimin yaptığı kemanı çalmakla görevlendirir. Çocuk, bir hanım kemancının vereceği
konsere gidecek ve onun kemanını çalacaktır. Genç adam konser günü kadını kuliste
görür ve âşık olur. Onu çalışanlardan biri zanneden kadın kemanı gence verip kutuya
koymasını ister. Fezai kemanı alıp kaçar. Eve döndüğünde dedesi çoktan ölmüştür.
Genç adam bir gün yayı kemana sürttüğünde çıkan sesi âşık olduğu kadının sesine
benzetir. Daha güzel sesler çıkarabilmek için kemana tövbe etmiş Klâs Hıdır adında
eski bir müzisyeni kendisine ders vermesi için ikna eder. Bir gün eve geldiğinde
kemanı yerinde bulamaz. Babası onu Davut Hoşdurak adında bir müzisyene
satmıştır. Fezai bir gün gazetede o müzisyenin konser haberini görür. Büyük
şehirlerden birindeki bu konsere giden çocuk sahneye çıkıp kemanı alır ve binanın
çatısına kaçar. Etrafını güvenlik görevlileri sarar. Sevgilisini kimseye vermemeye
kararlı olan çocuk kemanı çıkarıp son kez sesini dinledikten sonra kendisini boşluğa
bırakır. Daha sonra çatıya çıkan bir jandarma ağlayan bir keman bulur. Kemana
dokunduğu anda ses kesilir.
Öykü bitince ihtiyar adamla Ölüm “arayış” üzerine biraz sohbet ederler. Bu
sırada Naim Mahallesi’ne varmışlardır. Ölüm buradaki bir evde buldukları Uzun
İhsan’ın odasına girer ve resim yapan bir çocuk görür. Uzun İhsan pencere kenarında
arkası dönük halde durmaktadır. Çocuk resimdeki güneşe son halini vermek için sarı
boyayı kâğıda yaydığı anda odaya bir ışık yayılır. Ölüm kamaşan gözlerini elleriyle
kapatır. Uzun İhsan yine kaçmayı başarmıştır. Onu bulacakları Heyevan
Mahallesi’ne doğru yola çıktıklarında ihtiyar “Şarap ve Ekmek” adlı öyküyü
anlatmaya başlar.
Bu öyküye göre, vaktiyle Kayseri’de ihtiyar bir kadının yaşı yirmi yediyi
geçmiş evlilikten ve çocuktan nefret eden Zeynelabidin adında bir oğlu vardır. Fakat
kadın torun sevmek istemektedir. Yaşlı kadın tüm birikimini bir iş kurması için
127
oğluna verir. Genç dini kitaplar satmaya başlar ve yolu Kayseri’nin bir kasabasına
düşer. Burada girdiği bir camide konusu çocuklar olan hutbeyi dinler. Akşamüzeri
içki içmeye girdiği meyhanede imamla karşılaşan genç çok şaşırır ve meyhaneciden
imamın hikâyesini dinler.
Sefa adındaki bu imam vaktiyle Anadolu’nun bir kasabasında yaşayan
hovardanın biridir. Bir gün kapısını çalan bir kadın kucağındaki çocuğun
kendisinden olduğunu söyler ve çocuğu bırakıp gider. Adam bebeğe Bestenur adını
verir. Kendisinin sütanneliğini yapmış ve hakkını da helal etmemiş olan kadını bulan
Sefa çocuğu ona bırakır. Çocuk beş yaşına gelir. Sütanne kızı babasına gönderir. Ona
babasına götürmesi için ekmek ve üzüm suyu verir. Bunları yiyip içmemesini,
babasının cennete girebilmesi için bunlara ihtiyacı olduğunu söyler. Küçük kız
babasına giderken önüne bir adam çıkar. Babası olduğunu söyleyen adama inanır.
Adam ekmek ve üzüm suyunu yiyip içmesi için kızı ikna eder. Oyuna geldiğini
anlayan kız pişman olur. Gerçek babasını bulur ve onunla bir kulübede yaşamaya
başlarlar. Babasının cennete gidebilmesi için ağır yemeklerden uzak durması
gerekmektedir. Çünkü kız bir gün cennete uçacak ve babası da kızın ayaklarından
tutup onunla birlikte gidecektir. Daha önce kızın karşısına çıkan kötü adam onları
bulur ve olanları anlar. Fırında bir güveç yaptırır ve kulübenin penceresine koyar.
Sefa onu alıp yer. Ekmek almaya giden kızı eve döndüğünde babasını ağlarken
görür. Hava almak için dışarı çıktıklarında esen rüzgâr kızı uçurmaya başlar. Adam
kızın ayağından tutunur fakat ağırlığı uçmalarını engeller. Durumu anlayan kız
babasına çok kızar. Uçup cennete gider. Ne olursa olsun cennete gideceğine yemin
eden Sefa imam olur. Bir yandan da kızının acısını unutmak için her gece meyhaneye
gelir.
İmamın öyküsünü dinleyen Zeynelabidin çok etkilenir ve ertesi sabah annesinin
yanına dönüp evlenmek istediğini söyler.
Cezzar Dede öyküsünü bitirdikten sonra Ölüm’le aralarında “cennet” üzerine
bir sohbet geçer. Bu sırada Heyevan Mahallesi’nde bir eve gelmişlerdir. Kapıyı
Aptülkehribar adında bir adam açar. Uzun İhsan’ı burada bulamayınca geri dönerler.
Ölüm aklına bir şey gelmiş gibi arkasını döndüğünde barakadan çıkan Uzun İhsan’ı
görür. Fakat onu yine elinden kaçırır. Onu Firdevs Mahallesi’nde bulacağına
128
emindir. Anlatma sırası kendisine gelen Ölüm “Gökten Gelen Çocuk” öyküsünü
anlatmaya başlar.
Bu öyküye göre yakın zamanda Anadolu’nun bir kasabasında yaşları elliyi
geçmesine rağmen çocuk sahibi olamamış bir karı koca vardır. Bir gün bahçelerine
bir leylekle birlikte beş yaşındaki bir erkek çocuğu düşüverir. Çocuğun adını Gülerk
koyarlar. İhtiyar adam oğlunun güçlü bir kahraman gibi yetişmesini, yaşlı kadın ise
uslu bir çocuk olarak yetişmesini ister. Annesi çocuğa kasabada bir iş bulur. Çocuk
muhabirlik yapacaktır. Ailesinden kimin sözünü dinlemesi gerektiğine bir türlü
karar veremeyen çocuk annesini de babasını da üzmek istememektedir. Bir gün
kasaba meydanında atların sürüklediği bir arabacıyı ve kadını kurtarır. Fakat kılık
değiştirdiği için bu işi onun yaptığını kimse bilmemektedir. Üstelik kasabada bin
yılda bir görülebilecek bu kahramanlık olayının haberini de yapamamıştır. Bu
yüzden patronu onu hoşlandığı bir kızın önünde tokatlar. Bunu gururuna
yediremeyen çocuk minareye çıkar. Kimse onu aşağıya inmeye ikna edemez.
Kendisini boşluğa bırakıverir. Bir leylek onu yakalayıp cennete götürür. Yaşlı çift
eski mutsuz yaşamlarına dönerler. Bir gün yine bahçelerine bir şeyler düşer. Yaşlı
adam dışarı çıktığında bunun üç adet elma olduğunu görür.
Ölüm öyküsünü bitirir ve Cezzar Dede’den yeni bir öykü anlatmasını ister.
Yaşlı adam artık bitirmeleri gerektiğini söyler. Bu sırada Firdevs Mahallesi’ne, Uzun
İhsan’ın evine gelmişlerdir. Ölüm bir pencereye tutunup içeri baktığında karşısında
kız kardeşi Uyku’yu görür. Uyku, Uzun İhsan’ı rahatsız etmemesi için kardeşini
uyarır. Ölüm onu uyandırmak için bağırınca Uyku ortadan kaybolur. Fakat bahçedeki
azgın bir köpek pencerede sarkan Ölüm’ün ayakları dibinde bitiverir. Ölüm,
köpekten kurtulmak için Uzun İhsan’a muhtaçtır. Adam onu kurtarmak karşılığında
ömrünün uzamasını şart koşar. Bunu kabul etmek zorunda kalan Ölüm kurbanının
canını alamadan ihtiyarın yanına döner. İkisi birlikte kasabanın çıkışına doğru
ilerlerken ihtiyarın torunlarından biriyle karşılaşırlar. Derken tüm torunlar
toplanıverir. Çocuklardan biri daha önce sinemada gördüğü Ölüm’ü tanır. Ölüm
gerçeği öğrenen torunlara bir oyun oynamayı teklif eder. Günbatımına kadar
kendisini gülümsetebilirlerse dedeleri kurtulacaktır. Çocuklar türlü komiklikler yapsa
da başarılı olamazlar. Sonunda en küçük kız torun elini beline atıp Ölüm’e kızmaya
başlar. Kızın gözünden bir damla yaş aktığını gören Ölüm tebessüm eder ve ihtiyar
129
kurtulur. Uyku vakti gelen torununu yatağına yatıran ihtiyar onun yüzüne vuran
ışıkta cennetsi bir güzellik görür.
OLAY ÖRGÜSÜ
Efrasiyab’ın Hikâyeleri, tıpkı Puslu Kıtalar Atlası ve Kitab-ül Hiyel gibi,
çerçeve öykü tekniği veya hikâye içinde hikâye anlatma tekniği ile yazılmış bir
romandır. Bu yüzden tek, düz çizgili bir vaka zincirinden ve birbirine ardıl biçimde
neden-sonuç ilişkisiyle bağlanan olay halkalarından oluşmaz. Efrasiyabın
Hikâyeleri’nde, çerçeve öykü tekniğine uygun biçimde bir dış öykü ve dış öykü içinde
yer alan, kendi içinde müstakil iç öyküler vardır. Ancak romandaki iç öyküler, Puslu
Kıtalar Atlası ve Kitab-ül Hiyel’den farklı olarak gerek kişileri, gerekse olaylar
bakımından dış öyküye bağlanmaz. Aksine iç öyküler tümüyle birbirinden ve dış
öyküden bağımsızdır. Şimdi bu bilgiler doğrultusunda romanı incelemeye geçebiliriz
Dış öykü
Romanda dış/ana öykü, Ölüm adlı kişinin bir Kabadayı olan Abdurrahman’ın
canını almaya gelmesiyle başlar. Fakat kabadayı, Ölüm’e bir oyun oynama önerisinde
bulunur, eğer kazanırsa Ölüm ona 100 yıl daha yaşama izni verecektir. Ölüm bu teklifi
kabul eder ve kabadayının eşi ile kahvehaneye gelmesini söyler. Bu arada Ölüm,
Cezzar Dede’nin canını almaya gider ve onunla beraber kahveye gelirler. Ölüm’ün
oyundaki eşi Cezzar Dede olacaktır. Oyunu Ölüm ve eşi Cezzar Dede kazanır.
Kabadayı ve eşi (kan kardeşi) ölür, sıra Cezzar Dede’ye gelmiştir. Ölüm’ün Cezzar
Dede’ye de bir teklifi vardır. Ona, birbirlerine karşılıklı öyküler anlatmayı, anlattığı
her öyküye karşılık ömrüne 1 saat katmayı önerir. Cezzar Dede bunu kabul eder ve
oyun başlar. Bu şekilde Cezzar Dede ve Ölüm birbirlerine karşılıklı öyküler anlatırlar.
Öyküler anlatılırken Ölüm, sıradaki kişi Uzun İhsan’ın peşine düşer. Macera, öyküler
ve Uzun İhsan’ın peşinde koşturmaca ile sürer. Cezzar Dede ve Ölüm, romanın
sonunda birbirlerine son öykülerini anlatarak yolun sonuna gelirler. Ölüm, Uzun
İhsan’ı tekrar elinden kaçırır. Sıra Cezzar Dede’nin canını almaya gelmiştir. Bu sırada
torunları Cezzar Dede’yi görür ve onunla gelmek istediklerini söylerler. Sonunda
Cezzar Dede torunlarına gerçeği açıklamak zorunda kalır. Onlara, uzaklara gitmesi
gerektiğini, kendilerini yanında götüremeyeceğini söyler. Çocuklar bunu kabul etmez.
130
Bunun üzerine Ölüm onlara bir oyun oynamayı teklif eder; eğer güneş batana kadar
Ölüm’ü güldürmeyi başarabilirlerse dedelerinin canını bağışlayacaktır. Çocuklar
bunun üzerine türlü oyunlar yapar; fakat hiçbir şekilde onu güldüremezler. Zaman
daralır, çocuklar dedelerinin öleceği fikriyle telaş içinde Ölüm’ü güldürmeye
çalışırken, dedenin küçük kız torunu Ölüm’e, onun hiçbir şeye gülmediğini söyler ve
gözünden bir damla yaş akar. Bunu üzerine Ölüm kızın yüzünde cenneti görerek
gülümser. Ve artık güneş batmış, çocukların uyku vakti gelmiştir. Dede torunlarını
yatırdıktan sonra küçük kızı seyretmeye başlar. Torununun yüzünde cenneti görür. Ve
cenneti görmek için çocuklardaki bu ışığın yeterli olacağını düşünür.
Bu özetten anlaşılacağı gibi, romanda aksiyon, Ölüm ile Cezzar Dede
arasındaki çatışmadan doğar. Çatışmanın bir ucunda Ölüm, diğer ucunda ona
yenilmemeye çalışan Cezzar Dede vardır. Ölüm’ün amacı, Cezzar Dede’nin canını
almaktır, Cezzar Dede ise, ölmemek için ona hikâyeler anlatır. Bu, kuşkusuz ölümden
kurtulmak için zalim padişaha her gece farklı bir hikâye anlatan Şehrazat’ın öyküsüne
benzer. Bu benzerlik nedeniyle, Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nin dış öyküsü, Binbir Gece
Masalları’nın kurgusunu andırır. O hâlde romanın dış öyküsü, Ölüm ile Cezzar
Dede’nin birbirlerine hikâye anlatması ve bunun sonucunda Cezzar Dede’nin
ölümünün ertelenmesidir. Bu bağlamda ana düğüm, ‘Ölüm’ün Cezzar Dede’nin canını
alıp almayacağı’dır. Anar, bu çerçeve içine, yine ölümle ilgili pek çok hikmetli,
ibretamiz ve mizahî öyküler yerleştirerek metni adeta çoğaltır.
131
gün güneşin doğmasını bekler; çünkü en çok istediği şey güneşin resmini çizmektir.
Ancak güneş çıkmaz. Çocuk, güneşli bir manzara yapamaz. On gün sonra çocuğun ölü
bedeni bulunur. Kont on gün boyunca çocuğun kanını emmiş ve çocuk buna daha
fazla dayanamayarak dünyaya gözlerini yummuş ve arkasında ‘Güneşli Günler’ isimli
resmini bırakmıştır.
Olay halkaları
132
defineci altına dönüşen kadını kuyumcuya satarlar. Galoğlu zengin olmuştur, ortağı ise
kazandığı tüm parayı kumarda bir gecede yemiştir.
Olay halkaları
1.Galoğlu Hamdi’nin anlatılan bir hikâyeden etkilenerek hazine peşine
düşmesi.
2. Abdülkehribar’a rastlaması ve kaynansından aldığı bilezikle harita satın alıp
Bidaz’ın hazinesinin peşine düşmeleri
3. Aptülkehribar ile birlikte Bidaz’ın lanetli hazinesine ulaşmaları.
4.Galoğlu Hamdi’nin aç gözlü kaynanasının gizlice Abtülkehribar ve Galoğlu
Hamdi’yi takip etmesi.
5.Bidaz’ın dirilmesi ve hazine için gelen Galoğlu Hamdi ve arkadaşını
öldürmek istemesi, kaynanasının bu sırada Bidaz tarafından altına dönüştürülmesi.
6.Galoğlu Hamdi’nin altına dönüşen kayınvalidesini satıp zengin olması.
133
iner. Zekeriya Dede, köye yalnız döner. İlimdar ise, kar-tipi arasında bir dağ başına
çıkar. Yanındaki gramafonu açıp bir Budist ilahisini dinlemeye koyulur. Bir süre sonra
kurtlar gelir, İlimdar uykuya dalar.
Olay halkaları
1.Köy halkı tarafından köyün imamının kurt oğlan ve Zekeriya Dede ile birlikte
hacca gönderilmesi.
2.Kurt oğlanın dedesi tarafından arabanın arkasına bağlanması fakat hiçbir şey
olmadan saatlerce yol gitmesi.
3.Üçünün otobüsten inip birlikte Hindistan’a, Budist Manastırına varması
4. Budist Manastırı’nda Kurt oğlanın iyileşmesi, Nur Ana’ya (Nirvana)
ulaşması, hürmet görmesi.
5. İmamla Zekeriya Dede’nin geri dönmeleri. Yolda İlimdar’ın otobüsten inip
karlı bir havada bir dağa çıkması ve gramafonda Budist ilahisi çalarak uykuya dalması.
134
Bu öyküye göre, Erzurum’da Selami Tuz adında dini bütün bir adamın iki oğlu
vardır. Bunlardan birinin adı Feyyuz’dur. Feyyuz kara ilimlere merak salan bir
çocukken, kardeşi tam anlamıyla babası gibi namazında niyazında efendi biridir.
Büyük oğlan bir gün Hürmüz adlı bir genç kıza âşık olur. Ancak kızla evlenebilmesi
için, kızın diğer kardeşiyle de Feyyuz’un evlenmesi gerekmektedir. Sonunda Hürmüz
büyük oğlanla, Ehriban da küçük oğul Efruz ile evlenir. Feyyuz bir gün aynaya
baktığında Ehriban’ın ikinci bir silüetini görür. Bu, Ehriban’ın ikiz kardeşi Azazil’dir.
Azazil babası tarafından Acıpayam dağlarına sürgün edilmiştir.
Karısı, Feyyuz’a aradığı ilim ve irfanın Azazil’de olduğunu söyler. Feyyuz
bunun üzerine Azazil’i bulur. Kayınbirader’den ilmi öğrenmek ister. O da bir şartla
öğretmeyi kabul eder. Bu şarta göre, Feyyuz göreceği şeyler karşısında hayran kalır
ve o anların durup zamanın geçmemesini isterse cehenneme gitmeye razı olacaktır.
Feyyuz şartı kabul eder. Azazil’in uzattiği meyveyi yer ve bilgeliğe ulaşır. Geçmişi
ve geleceği gözünün önünden geçmeye başlar. Ehriban’dan olan yedi çocuğunun acı
durumlarını görür. Derken Feyyuz Tanrıya ulaşmayı diler ve dileği kabul olur. Göğe
yükselmeye başlar. Karşısına kayınbiraderi çıkar ve bir meyve uzatır. Onu yiyen
Feyyuz bilgeliğin lezzetine hayran kalır ve o anın geçmesini istemez. Bu onun sonu
olur.
Büyük oğul ile Hürmüz ise mutlu yaşarken eşi hastalığa yakalanıp ölür.
Böylece Büyük oğlun mutluluğu son bulur. Ve töre gereği Büyük oğul ile Ehriban
evlenir. Önce Hürmüz sonra da Ehriban ile evlenen bu kişinin adı Salih’tir.
Öykü tekrar başladığı yere yani Abdülzeyyat’a döner. Köylüler dağın
eteğindeki zalim dört kardeşten söz ederler. Bunlar Silahir, Zübeyir, Cihangir ve
Fedayir’dir. Denilene göre bunlar kayınpederi Azazil tarafından yoldan çıkarılan âlim
Feyyuz’un oğullarıdır. Abdülzeyyat yola koyulurken bu kardeşlerin yaşadığı çiftliğe
ulaşır. Köpekten kaçarken bu dört haraminin eğlendikleri odaya sığınır. Fakat çocuklar
onu Salih sanıp hürmetle karşılarlar.
Daha sonra Abdülzeyyat yoluna devam eder. Zirveye yakın bir yerde 3 eşkıya
yaşamaktadır. Bunlar da Zehir, Nehir ve Demir’dir ve Feyyuz’un diğer çocuklarıdır.
Bu üç harami, onu Salih sanıp bir şey yapmazlar. Abdülzeyyat zirveye ulaşır. Burada
birbirine yapışık, karakterce zıt bir ikizle karşılaşır. Bir kulübeye girer. Orada bir
buzağı görür, onu büyütür. Daha sonra buzağının yardımıyla kulübedeki demir kapağı
135
kaldırıp oradaki kuyuya bakınca kendisinin Salih olduğunu görür. Uykuya dalar, kendi
rüyasını baştan görür.
Olay halkaları
1.Abdülzeyyat adlı bir tüccarın rüyasında bir derviş görmesi ve bu dervişin onu
yanına çağırması.
2.Abdülzeyat’ın bütün mal ve mülkünü satarak dervişin isteği üzere Acıpayam
dağına, Salih’i aramaya gitmesi
3.Abdülzeyat’ın sonunda zirveye ulaşıp kuyuya bakınca, sudaki aksinden
aslında Salih’in kendisi olduğunu anlaması.
Olay halkaları
1.Ayvaz Bey’in oğullarının ve Hamiyet Hanım’ın kızlarının evlenme isteği.
136
Olay halkaları
1.Fezai adlı bir hırsızın değerli bir kemanı çalmak için konsere gitmesi.
2.Kemanı çaldığı sırada kemanın sahibi olan bayana âşık olması.
3.Klas Hıdır’dan keman çalmayı öğrenmesi
137
138
Olay halkaları
1.Zeynelabidin’in evlenmemeye yanaşmaması, bir gün camide Sefa ile
karşılaşması.
2. Meyhaneye gitmesi, orada İmam Sefa ile karşılkaşması ve İmamın öyküsünü
öğrenmesi.
3. Sefa’ya bir gün Bestenur’un getirilmesi, adamın onu evlatlık olarak alıp
yetiştirmesi
4. Sütninenin Bestenur’a babsına götürmek üzere, bir şarap ve ekmek vermesi.
Kıza, bunları yememesini, içmememesini, aksi takdirde öleceğini, Cennet’e gideceğini
tenbih etmesi.
5. Bestenur’un yolda, babsının kılığına girmiş bir kurda kanarak, şarabı içmesi
ve ekmeği yemesi, ölümlü olması
6. Bestenur’un babsını da yanında Cennet’e götürmeye karar vermesi. Ancak,
babasının hafif olabilmesi için az yiyip içmesi gerektiği
7. Sefa’nın nefsine hakim olamayıp çok yemek yemesi ve bunun üzerine
Bestenur’u kaybetmesi.
8. Bu öyküden etkilenen Zeynelabidin’in eve geri dönüp evlenmeye karar
vermesi.
139
sıkışıp kalan Gülerk ne yapacağını bilemez. Gülerk bu psikoloji içinde bir matbaada
çalışmaya başlar. Matbaada ustası tarafından, sevdiği kız Yeldâ’nın gözleri önünde
tokatlanınca, caminin minaresine çıkıp kendisini minareden atar. Havadayken leylek
onu yakalar ve alıp göklere çıkararak cennete götürmek ister. Fakat Gülerk çok ağırdır
ve leylek onu taşıyamamaktadır. Bunu üzerine leylek çocuğa hadi ağla da içinde
biriktirdiğin gözyaşların boşalsın ve hafifle, ben de seni taşıyıp cennete götüreyim der.
Bunun üzerine çocuk ağlar. Ve cennete gözyaşı içinde giden tek çocuk olur.
Olay halkaları
1.Çocuğu olmayan bir çiftin kapısına bir gün leylekler tarafından erkek çocuk
bırakılması.
2.Kendi isteklerine göre yönlendirmek istedikleri çocuğun psikolojik bunalım
yaşayarak kimlik arayışı içerisine girmesi.
3. Çocuğun tıpkı Süpermen gibi gizlice darda düşenlere yardım etmesi.
4. Bir gün, kasabada bir kadını ölümden kurtarması; ancak haberi kaçırdığı
gerekçöesiyle patronun, onu sevdiği kız önünde tokatlaması
5. Buna içerleyen çocuğun, minareden kendini atması ve cennet’e gitmesi.
Bu romana genel anlamda baktığımız zaman klasik olay örgüsünün temel
özelliklerine rastlamamaktayız. Yani Efrasiyab’ın Hikâyeleri de birbirine düz bir zincir
içinde bağlı, ardıl dizilmiş olay halkalarından oluşmamaktadır. Romanın yapısı,
öncekiler gibi çerçeve öykü tekniğine uygundur. Buna göre Efrasiyab’ın Hikâyeleri,
bir dış öykü (Ölüm ile Cezzar dede’nin birbirlerine öyküler anlatması) ile bu dış öykü
içinde yer alan bağımsız iç öykülerden oluşmaktadır. Ancak, Anar’ın diğer
romanlarından farklı olarak bu eserde iç öyküler, ana öyküye bağlanmaz.
TEMA
Hayat-ölüm ve insan
Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde dış öykü, Ölüm denen Azrail’le, canı alınmak
istenen Cezzar Dede arasındaki olaydan oluşur. Ölüm, katı, soğuk, korkutucu, can
alan, her oyunu kazanan; yani mutlaka can alan bir varlıktır. Duygusuzdur,
muhataplarının korkmasını ister kendisinden. Ancak Cezzar Dede, hiç de beklediği
140
gibi çıkmaz. O, ölümün aksine, yaşama sonsuz bir ihtirasla bağlanmayan, o nedenle
ölümden korkmayan, hayatı geçici ve güzel olarak kabul edip böyle yaşayan, sevgi
dolu, râzı, kanaatkâr bir insandır. Nitekim Ölüm’le yaptığı bir konuşmada; “Ama ben,
dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıyorum.” (EH, s. 83) der. İşte böylece
Anar, bu romanın dış öyküsünde rıza göstermek, hayatı olduğu gibi ve güzel yönüyle
kabul etmek ve sevmek, kanaatkârlık ile sevgisizlik, ihtiras, korku düşüncesini
karşılaştırır. Ölüm, korkuyu, sevgisizliği, duygusuzluğu temsil eder, Cezzar Dede ise,
kanaatkârlık, rıza ve sevgiyi. Öncelikle Cezzar Dede aracılığıyla, dünyanın güzel
olduğunu, hayatın olduğu gibi sevilmeye değer bulunduğunu, dünyada korkuyla
yaşamamak gerektiğini ifade edilir yapıtta. Bu bakımdan, kuşkusuz şu cümleler, aynı
zamanda romanın temasını da dile getirir:
“Geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler
göstermiş: Bu dünyada her şey güzel. Çirkinlik diye bir şey yok; kimbilir, sadece
aldanarak ve büyük bir budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki. Ama ben,
dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıyorum.” (EH, s. 83)
Yaşarken ölümden korkmamak, bu korkuyla yaşamamak, ama dünyanın geçici
olduğunu da kabul etmek; o nedenle sonsuz bir hırsla dünyaya bağlanmamak, işte
budur Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nin ana teması. Önemli olan, hayatı sürdürmek ve
korumak değil, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktır (EH, s. 139). Bu
bakımdan dünyaya korkuyla değil, insanın gözleriyle bakmak gerekir (EH, s. 140).
Cezzar Dede, sevgiyle bakar dünyaya ve duygularını “Dünyaya bakınca
gülümsememek elde değil. Ben de bakarken, hem dünyayı hem de onun içindekileri
seviyor ve gülümsüyorum.” (EH, s. 188) sözleriyle dile getirir. Ona göre, cennete
sevgiyle ulaşılır, sevgisiz insan cennete varamaz. Oysa Ölüm, korkmasını ister,
korkutmak ister onu, bundan zevk alır âdeta. Hiç gülmez, duygusuzdur, sevmez,
üzülmez, ağlamaz. Çünü onun yüzü; “… bu yüz, ağlamamak ve gülmemek için
mühürlenmiş gibi[dir].” (EH, s. 189) Ancak romanın sonuna doğru, Cezzar Dede’nin
torunlarının konuşmalarından etkilenir, çocuk masumiyetidir etkileyen onu, yüzündeki
katı mühür çatlar, hafifçe gülümser. Bu gülümseyiş, dünyaya sevgiyle bakmak
gerektiğinin işaretidir romanda.
141
Ölümün mutlaklığı
Romanın dış öyküsünde işlenen temalaradan biri de, ölümün mutlak olduğu ve
bundan kaçılamayacağı düşüncesidir. Kabadayı Apturrahman’ın yaşadıkları bu
düşünceyi kanıtlamak için konulmuş gibidir esere. Özetten de anlaşılacağı üzere,
yaşamını sürdürmek için bir kumar oynar Ölüm’le Apturrahman; ancak kumarda
yenilir ve sonunda arkadaşı tarafından vurularak hayata gözlerini yumar. Ölüm, bir
vesile kılarak, arkadaşı aracılığıyla almıştır Apturrahman’ın canını. Nitekim ölümün
mutlak olduğu, bu gerçekten asla kaçılamayacağı Ölüm’ün dilinden; “Sonuçta her
oyunu ben kazanırım.” (EH, s. 17) sözüyle vurgulanır. Romanın asıl karakterlerinden
Cezzar Dede’nin; “Ben, hikâyelerin bir sonu olması gerektiğine inananlardanım. (…)
Hayat da bana kalırsa böyle.” (EH, s. 236) cümlelerinde de bu düşünce dile getirilir.
Aslında böylece bir şeye daha vurgu yapar Anar, ölümden kaçmak için türlü oyunlara
başvurmak, kurnazlıklara kalkışmak boşunadır. İnsan, böyle yaparak acizliğini,
gülünçlüğünü sergiler.
142
gibidir. Yatakları aceleyle talimatnameye uygun düzeltmek, çok ucuz kumaştan, kötü
dikilmiş formalar giymek, eğitimimizdeki kuralcılığı gösterir. Ancak okuldaki baskı,
korku bununla bitmez. Dayak, eğitimdeki çarpıklığın bir başka göstergesi olarak
öyküde, mizahî bir dille anlatılır. Örneğin öğretmenlerin elinde, “Döv beni adam
olayım” (EH, s. 20) yazılı bir cetvel vardır. Hocalar, öğrencilerin Haydar dediği bu
âletle, çocukların ölçülerini alırlar, “boş koridorlar, çarpılan tokatların şaklamaları,
aman dileyen feryatlar ve yemin billahlarla inler…” (EH, s. 21). Bir de öğrencileri
sınavla korkutma yöntemi vardır. Anar, bu soruna da değinir romanda. “Hele hele
dersin hocası, cebinden kara kaplı not defterini çıkarınca, zavallılarda şafak atardı.”
(EH, s. 20) cümlesi, okullarımızdaki bu çarpıklığa işaret eder.
“Güneşli Günler”de, Müdür Kont, kan içiciliğiyle okullardaki korkuyu, şiddeti
simgeler. Bora Mete adlı çocuğun ölümüne neden olur. Bora Mete’nin yaptığı
“Güneşli Günler” resmi, çocukların aydınlık, sevgi dolu okul isteğinin işaretidir.
Özetle, Anar bu öyküsünde, okullarımızda, hem bina görünüşü, hem öğretmen
davranışları bakımından uygulanan yanlışları, dayak, korkutma, soğuk ortam gibi
sorunları, genelde mizahî bir uslûpla dile getirmiş; böylece çocuklara sevgiyle,
hoşgörüyle yaklaşan bir eğitim düzeninin gerekliliğine işaret etmiştir. Nitekim
öykünün sonundaki; “İnsanın içindeki ışığı söndürmeye and içmiş zalim müdürlerin
yönettiği yatılı okulun, yaşça büyük talebelerinden muhayyilesi kuvvetli olanlar, işte bu
resmin hikâyesini, kırmızı yanaklı oğlanı, gaddar resimciyi ve kan içen zalim müdürü
tek tek anlatır…” (EH, s. 37) cümlesi, bu metinde okullardaki baskı ve korkunun
anlatıldığını göstermektedir.
Bu bağlamda Anar’ın kitabında sık sık vurgulanan bir başka tema da çocuk
sevgisidir. “Güneşli Günler”de çocuklara sevgiyle yaklaşılması gerektiğini ifade eden
romanın sonundaki; “Evet, çocukluk, cennetin tâ kendisiydi ve cennet de seyredilmeye
değerdi.” (EH, s. 244) cümlesi aslında bu temayı özetler.
Bilgi ve hakikat
Anar, romanlarının çoğunda, gerçek bilginin ne oduğu sorununa değinir. Bu
bağlamda bilginin, ölümsüzlüğün sırrına kavuşmak isteyen muhteris, bilgi aracılığıyla
mutlak güce ulaşmak isteyen kişilere eserlerinde sıkça rastlanır. Bu romandaki “Dünya
Haritası” adlı iç öyküde de benzer bir temayı yine bilgi peşinde, güç peşinde koşan
143
144
Yunus’un dediği üzre. Nitekim aynı öyküdeki “Dağın Zirvesinden İnen Münzevi”deki
ihtiyar, susuzluğunu (bilgiye, hakikate olan arzusunu) gidermek için bir kuyuya varır.
Orada kendi aksini görür. Kuyudan âdeta kendisini içer, kendini bilir, kendini kavrar
yani. Kuyu, su, insana kendini kavratan, kendini bildiren bir semboldür burada.
Sonunda “kendi aksini içen adam, bütün ilmini unutmuş, ama sonuçta kendini
bilmiştir. Bu ise onun bilmesi gereken, zaten yegâne şeydi[r].” (EH, s. 137).
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, hakikat bilgisi kendilik bilgisidir. Kendini
bilen tüm Hakikat’i kavrar. Anar böylece, “Kendini bilen rabbini bilen” hadisine de
gönderme yapmaktadır.
Sonuç olarak ne anlatır bu romanında Anar? Hayata ihtirasla, korkuyla
bağlanmanın, açgözlülüğün, kurnazlığın, mutlak güç, ölümsüzlük peşinde koşmanın
insanoğlunu huzursuz ettiğini, zalime dönüştürdüğünü ve sonunda hem doğaya, hem
kendine zarar verdiğini iletmek ister gibidir. Bu bağlamda, hayata ihtirasla bağlanan,
kurnaz, çıkarcı, açgözlü, zalim, baskıcı kişiler, sonunda hep cezalarını bulurlar.
Kabadayı Aptullah, ölümden kurtulamaz, Galloğlu Hamdi’nin kurnaz, aç gözlü
kayınvalidesi, sonunda Bidaz’ın lânetine uğrar ve altına dönüşür, bilme hırsına kapılan
Feyyuz, cehennemin cazibesinden kurtulamaz, Muhasebeci Muhittin Kent ile karısı
yıllar sonra çok istedikleri oğullarına kavuşunca, buna şükretmeyip, çocuğu kendi
istekleri doğrultusunda yönetmeye kalkıştıklarında, tümüyle kaybederler onu. “Güneşli
Günler” öyküsündeki Müdür Kont da “hayatı değil, kanı ve zulmü” seçtiği için
sonunda ölür. Yetinmek, hayata, insanlara sevgiyle yaklaşmak; tüm sır budur,
bilinmesi gereken tek hakikattir bu. Cezzar Dede, bu sırra vakıf olmuş bilge, derviş bir
karakter olarak sivrilir romanda. Aslında Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nin temasını, eserin
sonlarında yer alan “… ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir.” (EH, s. 204)
cümlesi çarpıcı bir şekilde özetlemektedir.
KİŞİLER
Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde çerçeve öykü içindeki kişilerin iç öykülerdekilerle
bir ilişkileri yoktur. Bu nedenle romandaki kişileri, dış öyküdeki kahramanlar ve iç
öykülerdeki kahramanlar olmak üzere iki ana gruba ayırarak inceleyeceğiz.
145
146
147
”İhtiyar ise ona ‘bak orasını bilemem dedi’ Ama surat asmayı huy edinmiş
birinin cenneti görebileceğine aklım yatmıyor.” (EH,s.220)
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, Cezzar Dede, hem öykü anlatıcısı, hem de
kahramanıdır. O, Ölüm karşısında, sevgiyi, azla yetinmeyi, alçakgönüllülüğü,
duruluğu, mutluluğu temsil eder. Hayata hep sevgiyle, iyimserlikle yaklaşır. Bu
yönüyle, Puslu Kıtalar Atlası’nın Bünyamin’ini andırmaktadır. O da Bünyamin gibi,
dünyayı değiştirmeye kalkmaz, olduğu gibi kabul eder, geçici olduğuna inanır ve en
önemlisi, dünyayı sever, onun güzel yanlarını görür.
Uzun İhsan
Aslında yazarın kendisidir. Ölüm’den sürekli kaçar ve Ölüm onu tam
yakalayacakken her defasında bir şekilde Ölüm’ün elinden kurtulur. Bunun dışında
hakkında bir bilgi yoktur.
Kabadayı (Apdurrahman)
Ölüm’ün peşinde olduğu kişilerdendir. Romanın başında Ölüm canını almaya
geldiğinde, ona oyun teklif ederek canını kurtarmak ister. Ve olay örgüsünün farklı bir
çizgide akmasına yol açar. Fiziksel görüntüsü şu şekilde tasvir edilir:
“İnce beyaz çizgili lacivert takım elbisesinin ceketini, her an çıkabilecek bir
kavgayı dikkate alarak omuzlarına şöyle bir atar, yengeç gibi yampiri yampiri cadde
sokak yürüyüp bela arardı.” (EH, s.7)
Belâlı bir kişi olduğundan, herkes ondan ürker. Karısına ve kumasına da iyi
davranmaz. Kahvede Ölüm’le bir oyun oynar. Ancak eşi, kankardeşinin okeye
dönmesi üzerine oyunu kaybeder ve kankardeşini vurur. Kankardeşi de ölmeden önce
onu öldürür. Romanda, hayata hırsla bağlanan; ancak sonunda yine ölüme yenilen gafil
bir kişiyi simgeler. Anar, yer yer onu mizahî bir dille betimlemektedir.
148
B. İç öykülerin kahramanları
Müdür Kont
Müdür kont yatılı bir okula atanmıştır. Vücuda vuran herhangi bir ışığın yara
bereye neden olduğu porfiria denen bir hastalığı vardır. (E.F.s.22). “Güneşe hiç
çıkmaması sonucu adamın beti benzi kül[e]” (E.F.s.22) benzediği gibi diş etleri de
çekilmiştir. (E.F.s.22). Işıktan korunmak için “siyah elbiseler giy[ip] (…) siyah
eldiven[ler]” (E.F.s.22) takması nedeniyle öğrenciler ona Kont lakabını vermişlerdir.
Adam bu yönüyle ünlü bir vampir olan Kont Drakula’yı çağrıştırır.
Hastalığı yüzünden kanı sürekli azalan Kont, pekmez, kuru üzüm ve kırmızı
şarap gibi şeyler tüketmek zorundadır. (E.F.s.22). Hikâyede küçük bir çocuğun kanını
on gün boyunca acımadan emen bir zalim olarak karşımıza çıkar.
Resim öğretmeni Sağır
Müdür Kont’un yakın bir arkadaşıdır. (E.H.s.23). Onunla birlikte yatılı okula
atanmıştır. Kont’un ışıklardan zarar görmemesi için okulu düzenleme görevini
üstlenmiştir. (E.H.s.23). Yazar onu şöyle tarif eder:
“Ne var ki zayıf ve kısa boyluydu; cildi ise soluk ve kırışıktı. Kırklı yaşların
belirtisi olarak, kaşlarının altındaki deri pörsüyüp sarkmış, üst göz kapaklarını
örtmüştü. Bakışlarındaki anlam ve derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu,
resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini gösteriyordu” (E.H.s.23-24).“Bir resim
hocası sıfatıyla hassas ruhlu olan bu adam, pek nefret ettiği için vaktiyle derste
Çingene pembesi kullanılmasını yasaklamış[tır]” (EH.s.23).
Sağır, öğrencilerine çok sert davranan vurdu mu oturtan bir öğretmendir
(EH.s.23). Fakat bir gün işler tersine dönmüştür. Bir öğrencisinin attığı tokat sonucu
“hocanın sol kulağı ağır işitir olmuş, nâmı ve lakabı “Sağır”a çıkmıştı[r].” (E.H.s.23).
Sağır, hayatı boyunca hiç evlenmemiştir. (EH. s.27). Hayatını, arkadaşı Kont’a
güneşli bir resim yapmak için adamıştır. (EH. s.27). Bu yönüyle Müdür Kont’un
rahatını sağlamakla görevli fedakâr bir arkadaş olarak görüldüğü gibi aynı zamanda
küçük bir çocuğun canını alacak kadar da gaddar bir adamdır. Öykünün sonunda
intihar eder.
149
Galoğlu Hamdi
Define hikâyeleri dinleye dinleye pusulayı az buçuk şaşırmış, elli iki yaşlarında
bir adamdır. Karısı ve eli maşalı kaynanası ile birlikte yaşamaktadır. (EH. s.42).
Gençliğinde bir düğünde gördükleri karşısında kitaba el basıp “hayatını defineciliğe
adamaya yemin etmiş[tir].” (EH. s.42).
Karısı ve kaynanası karşısında sesini çıkaramayan Hamdi bir kral hazinesi
bulursa sonsuz saygı göreceğine inanmaktadır. (EH. s.43-44). Bu özelliği onun para ile
üstünlük sağlanabileceğine inanan, gösteriş meraklısı biri olduğunu gösterir. Hamdi,
defineciyle ortak olup Bidaz’ın hazinesini bulur. Öykünün sonunda, altın kesilen
kaynanasını satarak büyük bir servet elde eder. Karısıyla birlikte bolluk içinde yaşar.
150
Hamdi’nin kaynanası
Damadına şiddet uygulayabilecek kadar eli maşalı ve onun “ensesine tokadı
indirip zavallıya yeri öptür[ecek]” (E.H.s.43) kadar acımasız bir kaynanadır.
Defineciden şüphelenen kaynana “kül yutar bir kadın değildir.” (E.H.s.48). O nedenle
damadını ve defineciyi gizlice izler.
Hortlayan kralın, damadını ve defineciyi köşeye sıkıştırdığını görünce “küplere
binen kaynana, yaradana sığınıp hınçtan alt dudağını ısırarak, elindeki keseri adamın
kafasına indiriver[ecek]” (E.H.s.52) kadar gözü kara bir kadındır. Öldürdüğü kralın
son anda kendisine dokunmasıyla altına döner. Kurnazlığının cezasını böylece çeker.
Hamdi’nin karısı
Hamdi’nin karısı “nemrut mu nemrut” (E.H.s.43) biridir. Annesiyle birlik olup
adamcağıza etmediğini bırakmaz. O da Hamdi gibi, aldıkları “arabaya dantelâlı
perdeler ör[ecek kadar]” (E.H.s.54) gösteriş meraklısı, para hırsıyla dolu, gözü
yükseklerde biridir. Zengin olan Hamdi ile yaşamaya devam eder.
Defineci Aptülkehribar
Öyküde, “takımı teçhizatı tam, memleket çapında faaliyet gösteren gerçek bir
defineci” (EH. s.45) olarak karşımıza çıkar. “minare boylu, ancak zayıf” (EH. s.45) bir
adamdır. “Çoraplarını paçalarının üstüne çekip gömlek düğmelerini göbeğine kadar
açtığına göre onda zerafetten iz eser” (EH. s.45) yoktur. Hiç evlenmediği için çoluk
çocuk sahibi değildir. (EH. s.47). “parada pulda pek fazla gözü” (EH. s.47-48)
olmayan birisidir.
Hamdi ile birlikte Bidaz’ın altınlarını bulurlar. Kumar oynayan defineci
“servetinin son kuruşunu kumar masasında kaybettikten sonra” (EH. s.53) intihar eder.
Kral Bidaz
Eski bir “Rum padişahı” (EH.s.50) dır. “dokunduğu her şeyi altına çeviriverme
yeteneği [olan kral] (…) günün birinde, pek sevdiği kızının başını okşamak istemiş,
fakat dokunur dokunmaz zavallı ansızın altın olmuştu[r]. Olanları görünce Bidaz, ah
edip elini alnına çarpar çarpmaz, kendisi de altına dönüşmüştü[r].” (EH .s.46).
“Altına dönüştüğü için ölümsüz ol[muştur].” (EH. s.47). Kendisini hayata döndürecek
151
bir kurban bekleyen kral Hamdi’nin dokunmasıyla “asırlar boyu uyuduğu taş bloktan
doğrulup ayağa kalk[mıştır].” (EH. s.51). “hayata dönmenin getirdiği sevinçle adamın
çehresine kan hücum ettiğinden gözleri kırmızı kırmızı olmuş, diş etleri morarmış, dili
ise kapkara kesilmişti[r].” Tüm bu yönleriyle Kral Bidaz olağanüstü bir figür olarak
göze çarpar.
Öykünün sonlarında Hamdi’nin kaynanasının öldürdüğü kralın bedeni “bir
avuç kül haline gel[ip]” (E.H.s.53) yok olur. Gerek adı, gerekse dokunduğunu altına
çevirmesiyle mitolojideki Midas’ı anıştırmaktadır.
İlimdar
Diyarbakır’ın Divana köyünün bunayan imamının yerine atanan genç bir
imamdır. Köylülerin İmam Hatip Lisesine gönderdikleri İlimdar, “Sınıfları çift dikiş
geç[en]” (E.H.s.57) haylaz bir öğrencidir.
İlimdar, farklı bir imamdır. (E.H.s.58). Namaz vakti geldiği halde
kahvehaneden ayrılmaz ve oradakilere “Haydi! Kalkın bir hora tepelim” (E.H.s.58)
der. Ayrıca cenazeleri İslâmi usullere göre yıkamadığı gibi “gereken duaları da
okumamaktadır.” (E.H. s.47). Bu yönüyle o, alışılmış imam tipinin zıttı bir karaktere
sahiptir. İlimdar’ın bu huyları köy öğretmeninin “Medeniyet Tarihi” adlı kitabındaki
Gothama adlı bir budistin fotoğrafını gördükten sonra değişir. Sakin mizaçlı biri
oluverir. (E.H.s.59-60). Divana köylülerinin hacca gönderdikleri İlimdar, kurnazca
planlar yapıp Gothama’nın bulunduğu mabede gider. Burada Budizm’den etkilenir.
Mistik bir kişiliğe sahip olan delikanlı, Sonunda bir dağın tepesinde, bir Budist
ilahisini dinleyerek ölür. (E.H.s.82).
Kurt Çocuk
Zekeriya Dede’nin, “on sekiz yaşındaki kara sevdalı” (E.H.s.61) ve “bu yüzden
artık zincirle zapt edilecek kadar asabi (…) basbayağı deli” (E.H.s.61) torunudur.
Çocuk kurtlarla kardeş gibi büyüdüğü için saldırgan tavırlara sahiptir. Bir gün hiç
beklenmedik bir anda dedesinin “başparmağına dişlerini geçirmişti[r]” (E.H.s.63).
152
İlimdar ile gittikleri mabedde dinlediği bir ilahiden etkilenir ve “bir gecede
mübarek bir çocuk olup çık[ar]” (E.H.s.76). Dedesi ve İlimdar ile birlikte eve
dönmeyip mabedde kalır.
Zekeriya Dede
Kurt Çocuk’un, “Yetmiş yaşını geride bırakan (…) limonî tabiatlı, aksi,
somurtkan ve dırdırcı” (E.H.s.62) dedesidir. O, “ayağında körüklü çizme, başında
pûşi, üstünde boz bir takım elbise, yakasında kırmızı karanfil, afili tavırlarıyla nemrut
bir ihtiyar[dır]” (E.H.s.62).
İhtiyar adamın hacca gitmek istemesinin sebebini yazar şöyle anlatır:
“Yetmiş yaşından sonra çocuklaşmaya, açıkça söylemek gerekirse bunama
belirtileri göstermeye başlayan Zekeriya Dede, kendisinde yaşının saygınlığıyla
bağdaşmayacak birtakım haller olduğu için, çoluk çocuk, torun tosun, evlat gelin
nezdinde kaybettiği itibarını kısmen de olsa yeniden kazanmak amacıyla mukaddes
topraklara gitmek istiyordu.”
İhtiyar adam yaşının getirdiği birtakım sorunlarla karşı karşıyadır. Mesela
geceleri yatağını ıslatmakta ve gelinlerinin kendisiyle gizli gizli dalga geçtiklerini
hissetmektedir (EH. s.68). Zekeriya Dede yaşlılığı bir saygı mertebesi gibi gördüğü
için kendi yaşındaki her ihtiyarın “şayanı hürmet ve muhterem biri olacağı[nı]”
(EH.s.68) düşünmektedir.
Hac yolunda İlimdar’ın yol arkadaşlığını yapar ve sonunda köyüne döner.
Aptülzeyyat
Anadolu’nun bir şehrindeki Elem Sokağı’nda dükkânı bulunan zengin bir
tüccardır. Bir gün rüyasında aksakallı, mübarek yüzlü bir dede görür. (EH.s.87). Salih
ismindeki bu dede ondan, malı mülkü dağıtıp Acıpayam’a gelmesini ister. Fakat
paraya hırsla bağlı olan tüccar servetini yaşlı bir adamın sözüne bakıp dağıtmayı
aptallık olarak değerlendirse de “dükkânında bet bereket kesil[ince]” (E.H.s.90)
ihtiyarın dediğini yapar.
153
Feyyuz
Selami Tuz’un küçük oğludur. Babasının ve ağabeyinin sözlerine kulak
asmadığı gibi bir de “kara ilimlere merak sal[mıştır]” (EH.s.100). “Dünyaya bir kez
gelmişken, kâinatın esrarını çöz[mek]” (EH.s.100) isteyen Feyyuz bir gün babasının
biriktirdiği on yedi reşat altınını alıp evden kaçar. (E.H.s.100). Bu onun, aklına
koyduğu şeyi yapan hırslı bir genç olduğunu gösterir.
Kısa sürede “bütün fenlerin üstadı” (EH.s.101) olan Feyyuz çok zeki hatta dâhî
biridir. Feyyuz’un, babasına yazdığı mektupta “evlenmeyi hiç düşünmediğini, çünkü
vaktinin yarısını ilme, diğer yarısını da aşiftelere harcadığını söyle[mesi]” (EH.s.102)
onun ilme olan düşkünlüğünü gösterdiği gibi geleneğe aykırı bir yaşantıyı
benimsediğini de göstermektedir.
Karısı Ehriban’dan, aradığı ilmin Azazil’de olduğunu öğrenen Feyyuz, onu
bulur ve bilgelik meyvesini yiyip fani âlemin ilmine ulaşır. (EH.s.109). Daha sonra
“Tanrı’da yok olmak ile Tanrı olmak” (EH.s.110) arasında bir seçim yapmak zorunda
kalan Feyyuz Tanrı olmayı seçer ve aslında cehennemi seçmiş olur. (EH. s.110). Öykü
boyunca bilgeliğin peşinde koşan Feyyuz, sonunu hazırlayan büyük bir hırsa sahiptir.
Bu yönüyle Puslu Kıtalar Atlası’nın Ebrehe’sine, Kitab-ül Hiyel’in Calud’una benzer.
Büyük Oğul
Selami Tuz’un “sabahtan akşama kadar ibadet ede[n], sofuluk hususunda
muhterem pederiyle adeta yarış[an]” (EH.s.100) büyük oğludur.
154
Feyyuz’un aksine baba sözü dinleyen biri olan adam “aynı zamanda bir saat
tamircisinin yanında çalışıp eve ekmek de getir[mektedir]” (EH.s.101). Ustasının
büyük kızı Hürmüz’e âşıktır. Bu yüzden yataklara düşer. Bu onun tutkulu ve duygusal
yapılı bir genç olduğunu gösterir.
Hürmüz ile evlenir fakat karısı kısa süre sonra esrarengiz bir şekilde ölür.
Karısının Dolunay’a yükselmesini önlemek isterken “felç inen eli, sımsıkı kapalı bir
yumruk olarak kal[ır].” (E.H.s.111). Töre gereği yengesiyle evlenmek zorunda kalan
adam için bu durum daha büyük bir acı olmuştur. Bu evlilikten yapışık ikizler dünyaya
gelir ve sonrasında adam, evi terk edip derviş gibi gezer. (E.H.s.112). Salih adındaki
büyük oğul aslında Aptülzeyyat’ın ta kendisidir. Salih, “bütün yaşadıklarını unutup
sanki bir başkası gibi yeni bir hayata başlamayı, mesela ticaretle geçinen biri gibi
ömür sürmeyi niyaz eyle[r]” (E.H.s.113) ve Aptülzeyyat olarak ikinci hayatına başlar.
(EH.s.113-130).
Azazil
Saat ustasının oğludur. “üstüne görkemli bir lacivert takım elbise çekmiş, ipek
gömle[k]” (EH.s.106) giymiş süslü bir adamdır. Kendisine hayran olduğu için aynalara
düşkündür. (EH.s.105). Yazar onu şöyle tarif eder:
“Azazil’in burnu ve çenesi uzunca, gözleri ise az buçuk ufak ve birbirine
yakındı. Gelgelelim saçını öyle fiyakalı taramıştı ki, şakaklarından inip kulaklarını
örten ve ensesini kaplayan lüleler, görenin aklını başından alırdı (…) İşaret
parmağında elmaslı zümrütlü, som altından bir şövalye yüzüğü vardı.” (EH.s.106-
107).
Kız kardeşiyle birlikte kötü işler yaptıkları için babası onu Acıpayam’a
sürmüştür. Feyyuz’un aradığı ilmi ona verecek olan şahıs olduğu için öyküde önemli
bir role sahiptir. İsmi, görünüşü ve kişiliği ile Şeytan’ı simgeler. Bu figür, daha sonra
Anar’ın Amat ve Suskunlar adlı romanlarında da karşımıza çıkacaktır.
Ehriban
Saat ustasının kızı ve Feyyuz’un karısıdır. Bir gün Feyyuz, aynada kendisini
seyreden Ehriban’a baktığında, “karısının aksi yerine aynada bir adam [görür].”
(E.H.s.104). O adam, kayınbiraderi Azazil’dir. Feyyuz’un ölümünden sonra
155
kayınbiraderi Salih’le evlenir. Salih’e söylediği şu sözler onun zevk düşkünü bir kadın
olduğunu gösterdiği gibi şeytani yanını da açığa çıkarır:
“Ey erkeğim! Karın olmama rağmen benim için kocalık vazifelerini yapmıyor,
bana bazı zevkleri ve lezzetleri tattırmıyorsun. Gerdeğe girip beni bilerek bu zevkleri
ve lezzetleri sen de tatmış değilsin. İyisi mi, işte gel bu işe şimdi son verip gece
boyunca oynaşarak şehvetle ve cümbüşle sevişelim. Tadacağımız zevkten ağzımızın
suyu aksın. Hem beni bildiğinde bendeki bilgeliği de bilmiş olacaksın.” (E.F.s.112).
Feyyuz’un ölümünden hiç etkilenmeyen, onu hemen unutan bu ruhsuz kadın adeta
insanların nefsini günah yollarına çekmek isteyen Şeytan gibidir.
Hürmüz
Saatçinin büyük kızı ve Salih’in eşidir. Kız kardeşi Ehriban’ın aksine “onda
kötülüğün ve hırsın zerresini bulmak mümkün değildi[r]” (EH.s.110). Kendisini çok
seven eşi Salih’in duaları kabul olur ve kadın lâyık olduğu büyük aşka yani Allah’a
ulaşır. Dolunay’a yükselir gider. (EH. s.111).
Selami Tuz
Feyyuz ve Salih’in babalarıdır. Yazar onu şöyle tanıtır:
“Vaktiyle Erzurum’un Derman Mahallesi’nde, dadaşlardan Selami Tuz adında,
dini bütün, namazında niyazında gayet sofu bir şahsın iki oğlu vardır.” (EH,.s.100).
Görüldüğü gibi o, Anadolu’da namazlı niyazlı, çocuklarının iyiliğini düşünen,
onların evlenip yuva kurmalarını murat eden baba tipi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca evi terk eden oğlu Feyyuz’un resmini gazetede gördüğü halde içi
sızlamayan, katı kurallara sahip, inatçı bir adamdır. (EH. s.101).
Abuzer ve Alemdar
Salih’in Ehriban’dan olan ve yapışık olarak doğan ikiz çocuklarıdır. Farklı
karaktere sahiplerdir. “Salih’e benzeyen Abuzer namazında niyazında ve oldukça sofu
iken, Ehriban’a çekmiş görünen Alemdar sefih, zevke sefaya düşkün ve içten
pazarlıklı[dır]”. (EH, s.126). Aynı bedene sahip oldukları halde mizaçları farklı olan
156
ikizler gün boyu kedi köpek gibi dalaşırlar. (EH, s.126). Romandaki tuhaf masalsı,
olağanüstü figürlerdendirler.
Diğer kişiler
Saatçi
Bir saat ustasıdır. Ehriban, Hürmüz ve Azazil’in babalarıdır.
Hamiyet
Ezine’de yaşayan ve dul bir kadın olan Hamiyet, “akça pakça, etli butlu, kaşlı
gözlü bir hanımdı[r]. Kızlarındaki güzelliğe adeta misliyle sahip olan bu kadın, aynı
zamanda zeki[dir] de. Çünkü gözenekli cildini pudrayla matlaştırmayı ve çenesindeki
et benini fondötenle gizlemeyi akıl edebiliyordu[r].” (EH.s.143). Kadın “gelinlik
çağdaki dört kızıyla birlikte yaşa[maktadır]” (EH.s.142).
Öyküde, “kaderleri kendisininkine benzemesin, eli geniş, kalıbı yerinde,
oturaklı ve tumturaklı birer koca bulabilsinler diye kızlarına, kadınlığın esrarını”
(EH.s.142) öğreten bir anne rolündedir.
Hamiyet, kendisinin “ bir Osmanlı kadını olduğuna inan[maktadır]. Ona göre
kadın dediğin, eti budu yerinde, tombulca ve paluze gibi olmalı[dır].” (EH.s.143-144).
Bu yönüyle onun kadınlık konusunda bilgili biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu bilgisini,
kızlarını tam bir ev hanımı olarak yetiştirmek için kullanmaktadır. Tek derdi kızlarını
bir an evvel evlendirmektir.
157
“Yaşı elliyi geçmesine rağmen hala babayiğit görünüşlü, kızıl saçlı, kırmızı
yanaklı, müzekker tavırlı bir adamdı. (…) Ayrıca üst dudağında, adamın yağla parlatıp
burduğu kocaman, kızıl bir bıyığı vardı. Teni ak, gözleri ise kapkara ve çakmak
çakmaktı. (…) bir elinde satır ve diğerinde dev bir bıçak, belinde uzun ve kırmızı kasap
önlüğü, altında kara bir şalvar, ayaklarında ise takunyalar olan bu efe görünüşlü
adam…” (EH.s.150).
Yazarın heybetli bir adam olarak anlattığı kasabı mahallenin kadınları çok
beğenirler ve ona “Dul kasap” diye hitap ederler. (EH.s.150).
Çocuklarına annelik de etmek zorunda kalan adam onları birer kasap olarak
yetiştirmiş ve kollarına birer altın bilezik takmıştır. O çocuklarını iyi birer insan olarak
yetiştiren ve onları evlendirmek için uğraşan fedakâr bir babadır.
Nafile Kalfa
Dul kasabın oğullarıyla Hamiyet’in kızlarını baş göz etmek için uğraşan,
Ezine’nin “şöhretli bir çöpçatan[ıdır].” (E.H.s.148). Bu kadın “kırklı yaşlarda bir kız
kurusu[dur]. Ancak görünüşü, en azından kadınlar açısından oldukça etkileyici[dir].
Başına kapkara bir tülbent geçirip ensesinden sımsıkı düğümler, yine kara ya da
kahverengi bir çarşaf giyer ve yaz kış takunyayla dolaşır (…) Yaşı neredeyse elliye
var[mıştır] ama akıp giden yıllar onu pek değiştirmemişti[r]. Şimdiki çirkin ve acuze
görüntüsü zaten gençliğinde de vardı[r].” (EH.s.148). Fazlasıyla “sivri dilli ve
dedikoducu” (EH.s.149) bir kadındır. Aynı zamanda örf ve âdetlere bağlı namus
timsali bir kadın görüntüsü çizmek için uğraşmaktadır. (EH.s.148).
Öyküde, bekârların arasını yapan bir çöpçatan rolünü üstlenmiştir.
Diğer kişiler
158
Tellak Yahya
Dul Kasap’ın oğullarını görücüye gidecekleri gün hazırlayan şöhretli bir
tellaktır. (E.H s.168). Öyküde mizahî özellikleriyle dikkati çeker. Bu tip, daha sonra
Suskunlar’da da karşımıza çıkacaktır.
Fezai
Geçimini hırsızlıkla sağlayan bir sülalenin genç bir ferdidir. “Taş çatlasa on
yedi” (EH.s.190) yaşındadır. “Baygın ve manalı bakan gözleri, ince ve uzun narin
bedeni ile onun, haddinden fazla hisli bir genç olduğu[nu].” (EH.s.1190) görüyoruz.
Fezai sülaledeki en duygusal bireydir. Bu duygusallığı, kemanını çalmaya gittiği
hanım kemancıyı görünce “kalbine ansızın düşen bir yıldırımı tüm ruhunda
hisset[mesine]” (EH. s.192) sebep olmuştur. O kadına delice bağlanmıştır.
Öykünün sonunda, “Kemanından ayrılmaktansa, elbette ölmeyi tercih ed[ecek
olan]” (EH .s.200) genç intihar eder.
Büyük Dede
Hırsızlar sülalesinin reisidir. Fezai’yi bir keman çalması için görevlendirir. (EH
.s.191).
Klâs Hıdır
Fezai’ye keman dersleri veren eski bir müzisyendir. Bursa’nın Çingene
mahallesinde yaşar. Bu adam “kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde neşesiz,
159
hayattan elini eteğini çekmiş bir Kıptî[dir]. Meteliğe kurşun atacak kadar fakir[dir].”
(EH .s.195). Çok iyi bir keman ustası olan Klas Hıdır, Feyyuz’a keman çalmayı
öğretir.
Usturadavarus
Hanım kemancının kemanını yapan âlimdir. (EH.s.191).
Zeynelabidin
Kayseri’de yaşayan Zeynelabidin yaşı yirmi yediye varmasına rağmen
evlenmemiştir. İhtiyar annesi torun sevmek istese de oğlu “nankör ve anlayışsız” (EH
.s.204) olduğu için bu muradına bir türlü eremez.
Zeynelabidin “çok titiz, hesaplı ve düzenli bir insandı[r]” (EH .s.204).
Çocuklardan nefret eden adam “kendisine verilen tatlıyı az bulan bir çocuğun
arsızca zırlaması, bir veledin sofrada ağzındaki lokmayı saça saça konuşması, hele
hele bütün bunların ana baba tarafından hoş görülmesi karşısında küplere
bin[mektedir].” (EH .s.204).
Annesinin verdiği sermaye ile dini kitaplar satmaya başlayan Zeynelabidin,
“dindar biri” (EH .s.206) olmasına rağmen içki içer. Bu onun dini değerlere sıkıca
bağlı birisi olmadığını gösterir.
Meyhaneci’den imamın hikâyesini dinleyen genç adam çok pişman olur ve
annesinin yanına dönüp evlenmek istediğini belirtir. (EH .s.216).
Sefa
Bir camide imamlık yapmaktadır. “fazlasıyla mesuliyetsiz bir adam[dır]. (…)
Fakat her ne kadar havai ve gamsız olsa da Sefa, aslında iyi niyetli ve tok gözlü”
(E.F.s.206) biridir. “Ricaları kırıp hayır diyebilecek cinsten biri” (EH.s.207) olmadığı
için, bir gün kapısını çalan ve kucağındaki çocuğun kendisinden olduğunu söyleyip
onu bırakıp giden bir kadına itiraz etmemiştir. Bestenur adını verdiği çocuğu evlatlığa
kabul eden adamın vurdumduymaz, düzensiz birisi olduğu görülür.
160
Kızına verdiği sözü tutmayan adam pişmanlık içinde yanıp kavrulur ve onun
peşinden cennete gitmeye yemin eder. Gündüz imamlık yapan adam her gece
meyhanede içer ve kızını yâd edip ağlar. (EH,.s.206).
Bestenur
Bir kadın tarafından Sefa’ya bırakılan “tertemiz yüzlü, uslu mu uslu, mazbut ve
terbiyeli bir kız çocuğu[dur].” (EH .s.208). Beş yaşına geldiğinde, “babamı bizzat ben
terbiye etmeliyim” (EH .s.211) diyen kız bilinçli, cesur, akıllı ve azimlidir. Ayrıca
babasına gönülden bağlıdır.
Sütninesinin verdiği kırmızı pelerin ve kırmızı şapkayı takıp ormanda canavar
görünümlü biriyle karşılaşması ve ona “Dişlerin neden sivri?” gibi sorular sorması onu
masallardaki Kırmızı Başlıklı Kız gibi hayal etmemize neden olmaktadır. (EH .s.209-
210).
Sütnine
Bestenur’un sütnineliğini yapan “yaşı yetmişe var[mış] [bir] kadın[dır].” (EH
.s.207). Aynı zamanda “Sefa’nın yıllar önceki sütninesi” (EH .s.207) olan bu kadın bir
dağ köyünde inzivaya çekilmiştir.
Kâhya
Sefa’nın babadan kalma mandırasını işleten “düzenbaz ve batakçı” (E.F.s.206)
bir kâhyadır. “Kötü kalpli” (EH .s.207)bir adamdır.
Gülerk
Beş yaşlarında “şişman, gürbüz” (EH .s.220) bir çocuktur. Bir gece vakti
Muhasebeci Muhittin Kent’in bahçesine düşer. Yaşlı adam ve karısının hayatına
mutluluk katmıştır. Babası onun güçlü bir kahraman gibi yetişmesini; annesi ise
“tertipli, söz dinleyen, temizpak bir çocuk olma[sını]” (EH .s.222) ister ve ona bir
gazetede muhabirlik işi bulur. İki arada bir derede kalan çocuk annesini de babasını da
kırmak istemeyen biridir. (EH .s.223). Çalıştığı yerde takım elbise giyen çocuk,
161
dışarıda, babasının hediye ettiği “mavi elbiseyi ve kırmızı pelerini” (EH .s.222)
giymektedir. Bu yönüyle çocuk “Süpermen” adlı sinemadaki uçan adama
benzemektedir.
Sevdiği kızın gözleri önünde patronundan tokat yiyen onurlu genç bunu
kaldıramaz ve cami minaresinden kendini atar. (EH .s.229-230-231). Onu bir leylek
yakalayıp cennete götürür.
Sabri
Muhasebeci Muhittin Kent’in babasıdır.
Yelda
Seyyare gazetesinde çalışmaktadır. Gülerk’in görür görmez âşık olduğu kızdır.
(EH.s.227).
162
ZAMAN
163
canını aldığı zaman, “Güneşin doğmasına az bir zaman kalmıştı.” (EH, s.16)
cümlesiyle anlatılmaktadır. Dış öyküdeki dokuzuncu gün, yukarıdaki gibi anlatıldıktan
sonra, son günün anlatımına geçilir. Dış öyküde ön plana çıkan ve sekiz öykünün
anlatıldığı bu günün anlatımı, “Gün doğarken kasabanın Selam Mahallesi’ne doğru
yola koyuldular.” (EH, s.18) cümlesiyle başlamaktadır. Son günde günün değişik
vakitlerini bildiren şu ifadelere rastlanır: “Ölüm, hikâyesini bitirdiğinde kasabanın
Selam Mahallesi’ne gelmişlerdi.” (EH, s.37); “Artık öğle olmuş, günün yarısı bitmişti.”
(EH, s.141), “Güneş tepemizde…” (EH, s.141) vb. Ölüm’ün Cezzar Dede’nin
torunlarıyla oyun oynadığı zaman ise; “Kardeşlerim! Güneş batmak üzere!” (EH,
s.243) ifadesiyle belirtilmiştir. Dış öyküde zaman, “Güneş battıktan epeyce sonra,
çocukların yatma zamanı artık gelmişti.” (EH, s.244) cümlesiyle biter.
Dış öyküde zaman yukarıda belirtildiği gibi yaklaşık olarak on gündür.
Öykünün temelini oluşturan yolculuk son bir günde geçmektedir. Öykünün ilk
cümlesi, zamanı ifade etmekle birlikte; olayların geçtiği yılları da belirtmektedir.
Zamanı belirten diğer ifadeler ise; ilk cümleye göre daha muğlaktır. Esas itibariyle bu
romanda zaman öğesi ne teknik ne de olay zamanı bakımından önemli bir işleve
sahiptir.
164
165
gerçekleşir: “Aynı günün gecesi sepetli motosikletle köye geldiklerinde…” (EH, s.46)
Definecinin haritayı tamamlamak için gidiş ve dönüşün ne kadar sürdüğü şu ifadeyle
anlatılır: “…iki gün sonra haritanın diğer yarısıyla çıkageldi.” (EH, s.47) Galloğlu ve
definecinin yola çıktıkları zaman ise şu ifade ile belirtilir: “Gecelerden bir gece,…”
(EH, s.47) Aynı gecede mağaradaki defineyi bulmalarıyla öykünün zaman anlatımı
kesilir; kaynananın gördüğü rüya anlatılır. Rüyanın zamanı şu şekilde ifade edilir:
“Onlar bu mezara doğru yola çıkmadan bir gece önce…” (EH, s.52) Yaşlı kadının,
peşlerinden gitmesiyle gecenin anlatımına; “…onlar çıktıktan sonra…” (EH, s.52)
ifadesiyle devam edilir. Öyküde zamanı belirten son cümleler, yaşlı kadının altına
dönüşen vücudunu satmakla servet sahibi olan iki defineciden Aptülkehribar’ın
kumarda servetinin kaybetmesini ve intiharını anlatır. Bunlar sırasıyla şunlardır:
“Ortağı ise servetinin son kuruşunu kumar masasında kaybettikten sonra…” (EH,
s.53), “…kaynanaya yedirip ağırlığını artırmadıkları için pişman olacak ve bir hafta
geçince intihar edecekti.” (EH, s.54)
Öyküde zaman, define bulma olayı etrafında gelişir. En geniş kullanılan zaman,
gecedir. Mağaraya yapılan yolculuk ve definenin bulunması bu zaman diliminde
gerçekleşir.
166
yolcuları gece boyunca…” (EH, s.66), “…sabahı ettiler…” (EH, s.66), “Oğlan gözünü
açtığında gece olmuştu.” (EH, s.68) Kurt oğlanın, otobüste bir tüccarın kulağını
ısırması sonucu bu üç kişi; yolcular tarafından arabadan indirilir:“…üç kişiyi şafak
sökerken bir yol kavşağında otobüsten indirdiler.” (EH, s.68) Üç kişinin kavşakta
bekleme süreleri ise şöyle dile getirilir: “Yol ayrımında akşama kadar bekledikten
sonra…” (EH, s.69) Tekrar başlayan yolculuğun zamanı şu cümlelerle ifade edilir:
“Kamyon gece yol alırken,…” (EH, s.70), “Kamyon günlerce süren bir yolculuktan
sonra…” (EH, s.70) Yolculukları, içinden nehir geçen bir şehirde biter. Bundan sonra
yolculuğun diğer kısmı anlatılır: “Hele ertesi günü…” (EH; s.71) Gittikleri tapınakta
kalacakları süre şu ifadeyle belirtilmektedir: “…burada kendilerine tam bir ay
kalacakları…” (EH, s.73) Bir aydan sonra; “Ertesi gece…” (EH, s.78) ifadesiyle geri
dönüş zamanı anlatılır. Öyküdeki zaman, ihtiyarın köye varmasını anlatan, “Güneş
doğduğunda…” (EH, s.81), İlimdâr’ın otobüsten inmesini belirten, “İlimdâr gece vakti
dağ başında otobüsten indikten sonra…” (EH, s.81) ifadeleriyle biter.
Öyküde, ilk cümleyle belirli bir zaman anlatılmıştır. Fakat sonraki cümlelerde
zaman net olarak ifade edilmemiştir. Öykünün bitimine kadar zaman anlatımına bu
şekilde devam edilir.
167
oğlunun fen ilimlerini öğrenme süresi; “…üç yıl….” (EH, s.101) dır. Feyyuz ve
Salih’in düğünleri ise şu ifadeyle belirtilir: “Üç gün süren düğünde…” (EH, s.104)
Feyyuz’un kayınbiraderini bulmak için Acıpayam’a gitme zamanını anlatan şu
ifadedir: “Nice zaman sonra bir gece,…” (EH, s.107) Hürmüz’ün hastalığı ve ölümü
sırasıyla şöyle anlatılır: “…bir gece…” (EH, s.112), “Hayatının son gününün gecesi…”
(EH, s.112), “İşte o gece…” (EH, s.112) Hürmüz’ün ölümü, Feyyuz’un Acıpayam’dan
dönmemesi üzerine Salih ve Ehriban evlenirler. Birlikte oldukları gece ve çocuklarının
doğum zamanını belirten; “O geceden dokuz ay on gün sonra Ehriban, Abuzer ve
Alemdar adlı yapışık ikizleri doğurdu.” (EH, s.114) bu cümledir. Aptülzeyyat’ın
yolculuğu ve çiftlik evine gitmesini anlatan şu ifadelerdir: “…gece boyunca yolun
devam edip…” (EH, s.114), “Gecedir…” (EH, s.115) Feyyuz’un çocukları Zehir, Nezir
ve Demir’in anlatıldığı başka bir öyküde; zaman şu ifadeyle başlar: “Bir vakitler…”
(EH, s.122) Yapışık ikizlerden Alemdar’ın cinayeti ne zaman işlediği ise şöyle
anlatılır: “Günün birinde…” (EH, s.128) Salih’in kaldığı yere ulaşan Aptülzeyyat’ın
kulübenin içindeki kapağı açması bir yıl sonra gerçekleşir: “Bir yılı aşkın bir dönem
geride kaldığında,…” (EH, s.132) Kapak açıldıktan sonra olanlar; “…birinci gün (…)
bütün bir gün ve gece…” (EH, s.132), “Üçüncü günün sabahı (…) Altıncı gün (…)
Yedinci gün…” (EH, s.133) gibi ifadelerle anlatılmaktadır. Zamanı belirten son
ifadeler, bir ihtiyarın anlatıldığı kısa bir öyküde geçer. Öykü, “Rivayet edilir ki, …”
(EH, s.136) ifadesiyle başlar. Dedenin torunlarına anlattığı öykünün zamanı da şöyle
belirtilir: “Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir gün,…” (EH, s.137)
Öyküdeki zaman, öncelikli olarak Aptülzeyyatı’ın yaşadıklarının etrafında
gelişir. Yaptığı yolculuğun zamanı, kesin olmayan ifadelerle anlatılır. Burada zaman,
olayları etkilemez. Zaman anlatımında kısa ve belirsiz ifadeler tercih edilmiştir.
168
169
170
171
MEKÂN
İhsan Oktay Anar’ın Efrasiyab’ın Hikâyeleri adlı romanı bir dış öykü ve sekiz
iç öyküden oluşur. Öykülerde görülen mekânlar sırasıyla incelenecektir.
172
baraka zaten bir tek odadan ibaretti. İçeride iki sandalye, bir masa ve bir sandıktan
başka bir şey görünmüyordu.” (E.H. s.218,219).
Dış öyküde dikkati çeken önemli mekânlar yoktur. Kahvehaneler, bakkal, evler
sadece isimleri anılan mekânlardır. Bu nedenle dış öyküde mekân unsuru önemli bir
yer tutmaz.
İç öykülerde mekân
1. “Güneşli Günler”
2. “Bidaz’ın Laneti”
173
4. “Dünya Tarihi”
174
5. “Ezine Canavarı”
Ezine
6. “Hırsızın Aşkı”
6. “Şarap ve Ekmek”
175
DİL-ANLATIM
Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nin dil ve anlatımı, Anar’ın ilk iki romanının dil ve
anlatımından farklıdır. Her şeyden önce, bu roman, diğer ilk ikisi gibi, olayları
Osmanlı döneminde geçen bir öyküyü içermez. Dolayısıyla Puslu Kıtalar Atlası ve
Kitab-ül Hiyel’deki arkakik Osmanlı Türkçesi yoktur Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde.
176
177
Örneğin; Budist yerine Vudiz, Nirvana yerine Nur Ana, Midas yerine Bidaz,
Nostradamus’a Usturadavarus der. Bunun yanında Davud Hoşdurak, Klâs Hıdır, Fatti
Kralı Abunezayir, Fatti Kraliçesi Pentafonifa, Pullu Hayriye, Sansar Melâhat, Aybaşı
Neriman, Allı Mualla, Boncuklu Rabiş gibi kişi adları da romanda mizahî bir uslûbun
işaretleridir.
Kuşkusuz, Anar’ın diğer romanlarında olduğu gibi Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde
de mizah, en dikkati çeken anlatım özelliklerindendir. Örneğin; bir yatılı okuldaki
öğretmen şiddetini; “Az önce bir sanat peygamberinin veciz sözlerinin çınladığı sınıfta
böylece, çarpılan tokatlar ve acılı feryatlar duyulurdu. Güzelliğin, inceliğin ve
zerafetin gazabı gerçekten de büyüleyici ve gösterişli olur, tokatlar, fikalı şaplakatılır,
tekmeler afili oturtulurdu.” (EH, s. 26) şeklinde mizahî bir uslûpla anlatır. Klasik,
gazup bir imamı ise şöyle tasvir eder:
“Tanrı Baba’nın kucağından putperestlere bakan bir çocuğun itham, intikam ve
emniyet duygularını taşıyan ciddî ve asık suratıyla; sünneti şerifeye uygun olarak üst
dudağını geçmeyen badem bıyıkları, davudî sesi ve asla çıkarmadığı sarığıyla
görkemli ve muhteşem biriydi. (…) Melekleri bile yıldıran müthiş imanın ışıl ışıl
parıldadığı gözlerini, sanki ruhlarını okuyup onları itham edermiş gibi cemaate
diktiğinde, zavallılar içlerinden tekbir ve salavat getirirler, huşû ve suçlulukla
boyunlarını bükerlerdi.” (EH, s. 60-61)
Eserdeki, bir tellağın damat adaylarından birini yıkamasının anlatıldığı şu
satırlar ise, mizahi uslûba verilecek çarpıcı bir başka örnektir:
“Tellak Yahya sanatını iyi biliyordu. Akşam görücüye gidecek damat adayının
içini iyice ferahlatmak istedi. Arkasına geçip, hasmına ölümcül bir darbe vurmak
isteyen bir cengaver gibi, oğlanı belinden kavradı ve bir iki silkeledikten sonra
omurgasını kütürdetti. Fakat o anda zavallının feryadı göklere vardı. (…9 Sonunda
damat adayı, kulakları düşmüş ve kuyruğu kıstırmış bir halde inleye inleye eve girerek
hamam taburesini sırası gelen kardeşine bıraktı.” (EH, s. 172)
Sonuç olarak Efrasiyab’ın Hikâyeleri, daha sade bir dille ve masal uslûbuyla
yazılmış, mizahla süslenmiş bir romandır.
178
Genel değerlendirme
Efrasiyab’ın Hikâyeleri, kurgu tekniği bakımından Anar’ın ilk iki romanına
benzer. Yani bunda da bir dış öykü ve dış öykü içine yerleştirilmiş, mustakil iç öyküler
vardır. Ancak bu romanda, diğerlerinden farklı olarak, iç öyküler birbirlerinden kişi,
olay ve mekân bakımından birbirlerinden tümüyle ayrıdır ve ana öyküye de hiçbir
şekilde bağlanmazlar. Tıpkı Binbirgece Masalları ve Emin Nihad’ın
Müsameretname’si gibi ayrı ayrı öykülerdir bunlar.
Anar’ın bu romanındaki başlıca temalar ise, ölüm, hayat, çocuklar ve sevgi
olarak saptanabilir. Anar, bu romanında da hayata hırsla bağlananları –örneğin
kabadayı Apturrahman ve Galoğlu’nun kaynanası- ironik bir dille cezalandırır. Buna
karşılık, Cezzar Dede ile hayata sevgiyle ve kanaatkârlıkla bakan bir felsefeyi yüceltir.
Çocuklar, çocuk sevgisi, çocukların cennetle bütünleştirlmesi ise romanın bir başka
temasıdır.
Yazarın yarattığı kişiler, öykülere uygun biçimde, adlarıyla, eylemleriyle
fantastik, masalsı kahramanlardır. Anar, bu romanında da çeşitli kişiler aracılığıyla,
mitolojiye, dine, destanlara sık sık göndermelerde bulunur. Ehriman, Hürmüz, devler,
periler, dirilen krallar, Midas (Bidaz), Nirvana (Nur Ana); hatta Süperman filminin
karakteri Klark (Gülerk), vampir Kont Drakula (Müdür Kont), Kırmızı Başlıklı Kız
(Bestenur) dahi vardır bu fantastik öykülerin dünyasında. Kısacası diğer romanları
gibi, kişileri, olayları, mekânlarıyla karnavalist-fantastik bir romandır Efrasiyab’ın
Hikâyeleri. Ancak diğerlerinden farklı olarak olaylar Osmanlı tarihinde geçmez.
179
AMAT
Olayları 17. yüzyıl Osmanlısında, bir Osmanlı kalyonunda geçen bir romandır
Amat. 1670 yılının bir Şaban ayında, uğursuz sayılan bir Salı sabahında, İstanbul’dan
yola çıkan esrarengiz bir gemide ve denizde yaşanan olaylar anlatılır eserde. Anar,
tarihsel bir dekor içinde, fantastik bir dünya kurar yine romanında. Bu atmosferde,
diğer romanlarındaki gibi, Şeytan’ın insanları yoldan çıkarma uğraşını, insanın bilme
ve ölümsüz olma tutkusunu, bu tutkunun kişioğlunun başına açtıklarını işler.
Sembollerle, metinlerarası ilişkiler ağıyla örülmüş bir kitaptır bu da.
ÖZET
Romanda olaylar, 1670 yılında Şevval ayının 3. günü, İstanbul’da bir Osmanlı
kalyonun sefer hazırlıklarıyla başlar. O gece, Amat adlı geminin mürettebatı gemiye
gelir. Geminin kaptanı Diyavol Paşa adında esrarengiz biridir. Kırbaç Süleyman
dışında bu gemiye gelen herkes, Diyavol Paşa’nın seçtiği insanlardır. Hazırlıklar
tamamlandıktan sonra kalyon, uğursuz sayılan bir Salı sabahı yola çıkar. Gemi,
Terficiye Köyü yakınlarına ulaşır. Diyavol Paşa, Süleyman ve Ali Reisleri çağırarak,
gemiyi onların idaresine bıraktığını, kim mürettebata söz geçirirse onu ikinci reis
yapacağını söyler. Süleyman Reis, mürettebata, bu Müslüman Köyü ve camisini
bombalatarak, ikinci reis olur. Buna karşı çıkan Ali Reis’i Diyavol Paşa, kamaraya
hapsettirir. Bundan sonra, Süleyman Reis kaptan Diyavol’un güvenini kazanır. Onun
kamarasına girip ölümsüzlükle ilgili kitapları karıştırır. Ancak Diyavol, kara kaplı
kitabı ona yasaklamıştır. Bu arada Amat, bir fırtınaya yakalanıp sürüklenince,
Süleyman Reis fırtınaya durmasını söyler ve rüzgâr durur. Bu, onun olağanüstü
güçlere sahip olduğunu göstermektedir. Bu arada Nuh Usta, gemicilerin fallarına
bakar, falda ölüm görür. Onların işlediği cinayetleri söyler. Gemi yoluna devam
ederken, bir Venedik gemisinin saldırısına uğrar. Bu çatışmada ağır yara almasına
rağmen, Süleyuman Reis’in yönetimindeki Amat, Venedik çektirisini batırmayı
başarır. Çatışma sırasında Diyavol Paşa ortadan kaybolmuştur. Ağır hasar alan Amat,
onarım iç.in mecburen Malta’ya çekilir. Diyavol, bu kararından dolayı Süleyman
180
Reis’i cezalandırır ve Abuzer Reis’i ikinci kaptan yapar. Şimdi, Amat’ın peşinde üç
düşman gemisi daha vardır. Diyavol Paşa, Abuzer Reis’e Amat’ı bu gemilerden
kurtarmasına emreder. Kalyondakiler zor durumdadırlar, düşman gemileri tarafından
sıkıştırılmışlardır. Abuzer Reis, düşman gemilerinden kurtulmak için, Amat’ın
fenerlerini söndürür. Bu, gemicilikte şerefsizlik demektir. Mürettebat, yaptığından
dolayı Abuzer Reis’ten nefret eder. Amat’taki sıra dışı olaylar bununla da kalmaz,
Diyavol Paşa, Osmanlı bayrağını indirtip yerine kara bir bayrak astırır. Aslında bu
günahkârların ve Şeytan’ın simgesidir. Bu arada, iki Osmanlı gemisi, kara bayraklı bu
gemiyi düşman sanır. Diyavol Paşa, bile bile bu Osmanlı gemilerine mürettebatı
saldırtır ve onları batırır. Şeytan, yapacağını yapmış, Osmanlıyı Osmanlıya
kırdırmıştır. Bu çatışmada Abuzer Reis ölür. Diyavol Paşa, ağzına bir palamut
koyarak, cesedini ambarına attırır. Bu arada Amat, uğursuz bir sis içine girer. Sis
içinde, 20-25 gemilik bir Venedik donanmasına rastlarlar. Bu gemilerden inlemeler
yükselmektedir. Venedik gemilerinde, zengin ganimetler olduğunu zanneden Amat
mürettebatı, onlara saldırır, gemilere çıktıklarında, büyük bir veba salgınıyla
karşılaşırlar. Veba, Venedikli gemilerden Amat’a sıçramıştır. Mürettabat, bu hastalıkla
ölmektedir. Nuh Usta, muska yazarak hastalara deva olmaya çalışır. Gemi, bundan
sonra asıl yapıldığı yer olan Navarin’e doğru yol alır. Felakete doğru yol alan gemide,
Süleyman Reis’le Ali Reis karşılaşır. Ali Reis, Süleyman Reis’e kendisine yasaklanan
kara kaplı kitabı okursa, tüm gerçeği öğreneceğini söyler. Bunun üzerine Kırbaç
Süleyman, Kaptan Diyavol’un odasına gizlice girip kara kaplı kitabı okumaya başlar;
ancak Diyavol onu yakalar ve ambara hapsettirir. Süleyman Reis, burada ölüleri görür.
Hepsinin alnında Amat yazılıdır. Bunlar, Şeytan’ın kendisine köle yaptığı, ruhlarını
aldığı mürettebattır. Bu arada ölü mürettebat arasındaki İsrafil kalkar ve borusunu
öttürür. Bu, bir anlamda yeniden diriliş borusunun üflenmesidir. Süleyman Reis, artık
gerçeği bilmektedir. Bir yolunu bulup hapsedildiği ambardan kurtulur. Geminin kışına
ateş edip, Amat kelimesinin A harfini düşürür. Geriye Mat kalır. Böylece, günahkâr
gemisi mat olmuş yani ölmüştür. Böylece, Şeytan’ın oyunu bozulmuş, insanoğlu
Şeytan’ın esiri olmaktan kurtulmuştur.
181
OLAY ÖRGÜSÜ
Amat, Anar’ın diğer romanlarından farklı bir olay örgüsüne sahiptir. Yazarın
ilk üç romanı, çerçeve öykü tekniği ile yazılmışken, Amat’ta daha düz, klasik olay
örgüsüne uygun bir kurgu tekniği vardır. Bu yüzden biz de romanı klasik olay örgüsü
tekniğine göre inceleyip, giriş gelişme ve sonuç bölümlerine ayırarak
değerlendireceğiz.
Olay halkaları
1. Birkaç adamın Avram Efendi’nin kapısını çalıp, ona bir hasta getirmesi.
2. Marangoz Nuh’u görmesinden dolayı gözleri yerinden çıkan Receb’in
gözlerinin yerine itilmesi.
3. Ohannes adlı tellağın Nuh Usta’yı hamama götürüp yıkaması.
182
4. Ohannes’in Nuh Usta’yı meyhaneye götürüp ona şarap ve bayat ekmek ikram
etmesi.
5. Nuh Usta’nın, Eşek İsrafil’in ve Süğleyman Reis’in Amat’a binmesi.
6. Süleyman’ın Diyavol’la tanışması.
7. Diyavol’un Süleyman’a gemide kalıp kalmama konusunda tercihte
bulunabileceğini söylemesi.
8. Süleyman’ın gemide kalmayı tercih etmesi.
9. İsrafil’in gemide borucu olması
10. Geminin Salı sabahı yola çıkması.
11.
Amat’ın Tefriciye Köyüne ulaşması.
183
Olay halkaları
184
185
Roman her ne kadar klasik olay örgüsü tekniği ile yazılmış olsa da gelişme
bölümünde beş tane de iç öykü vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
Olay halkaları
1. Süleyman’ın Adriya sahillerini vurmak için sözleşmesi.
2. Venedik korsanlarının köyü basması.
3. Süleyman’ın evinin yakılması.
4. Süleyman’ın diri diri yanmakta olan karısını öldürmesi.
186
Olay halkaları
1. Aşçıbaşının malzeme almak için pazara gitmesi.
2. Dilencinin aşçıdan para istemesi üzerine aşçının dilenciye fika işareti
yapması.
3. Dilencinin aşçıya beddua etmesi.
4. Aşçının elinin felçli kalması.
5. Paşanın aşçıyı işten çıkarması.
6. Aşçının sağ eline poşet geçirip kalyona yazılması.
Olay halkaları
1. Daniyal’ın 53.Cemaat Ortasına alınması.
2. Çorbacının çocuğu Yeniçerilere teslim etmesi.
3. Yeniçerilerin iflah olmayan çocuğu aşçıbaşına teslim etmesi.
4. Aşçıbaşının yaptığı hareket üzerine çocuğun, odasına çıkıp gülmesi.
5. Yatağın ve tavanın aşçıbaşının üstüne çökmesi üzerine aşçıbaşının kolunun ve
bacağının kırılması.
6. Daniyal’ın Tunus seferine çıkması.
7. Daniyal’ın hayatında ilk kez bir adamı öldürmesi.
187
Olay halkaları
1. Göbelez Baba’nın İsrafil’e cinsellikle ilgili sorular sorması.
2. İsrafil’in kendisine livata yapanın babası olduğunu ve onu bu yüzden
öldürdüğünü söylemesi.
Anlatılanlara göre çobanın biri bir gün sürüsünü otlağa götürür. Orada kırk
koyun boğazlanır. Kurtlardan şüphelenen çoban, sürüye kurt karışmadığından
emindir. Ertesi gün köpekler ve çoban da boğazlanır. Köylüler canavarı aramaya
başlar. Boğazlanan bir kurt görüp inine girerler. Karanlıkta bir canavarın parlayan
dişlerini görürler, hemen ardından da canavarın melediğini duyarlar. İçeri girerler ve
bir koyun görürler. Koyun üzerlerine saldırıp birini boğazlar. Dua okuyan imamın
sayesinde koyun yere yığılır. Koyunun boğazını kestiklerinde kan akmaz. Koyunun
merada ölümsüzlük otunu yediğini, bu yüzden kana susadığına hükmederler.
Olay halkaları
1. Çobanın sürüyü otlağa götürmesi.
2. Kırk koyunun boğazlanması.
3. Çobanın ve köpeklerin boğazlanması.
4. Köylünün canavarın inine girmesi.
5. Canavarın melemesi ve koyun olduğu anlaşılması.
6. Koyunun bir köylüyü boğazlaması.
188
Olay halkaları
1. Süleyman’ın gizli ve yasak kitabı okuması.
2. Diyavol’un onu görüp Süleyman’ı vebalıların içine attırması
3. Süleyman Reis’in gemi ambarındaki vebalıların alnındaki AMAT yazısını
görmesi.
4. İsrafil’in gözlerini açıp boruyu üflemesi.
5. Süleyman’ın gerçeği öğrenip Amat’ı batırması ve Şeytan’ın oyununu
bozması.
Amat, esas itibariyle fantastik bir romandır. O nedenle romanda pek çok
olağanüstü, gerçek dışı olay halkası da yer almaktadır. Süleyman Reis’in fırtınayı bir
emirle durdurması, Kaptan Diyavol’un bir aynanın içine girerek saklanması bu tür
fantastik olaylardandır.
189
TEMA
Şeytan-insan mücadelesi
Amat’ın ana teması, Şeytan’la insan arasındaki ezeli-ebedi mücadeledir. Anar,
diğer romanlarında da bu evrensel temaya geniş yer vermiştir. Romanda Şeytan’ı
simgeleyen figür, geminin kaptanı Diyavol Paşa’dır. Amat adlı gemi, geniş anlamda
dünyayı, günahkâr insan kafilesini simgeler.
Başta da belirttiğimiz gibi Amat’ın ana öyküsü, Hamamcı Musa Efendinin
Tezâkirü’l-Mücrimîn adlı yapıtından rivayettir. Musa Efendinin kitabı, adından da
anlaşılacağı üzere günahkârlardan ve onların işledikleri günahlardan söz eder. Amat’ta
anlatılanların büyük bir bölümü, Tezakirü’l-Mücrimîn’den aktarıldığına göre, Anar’ın
romanı da günahı ve günahkârları konu edinmektedir. Romanın ilerleyen sayfalarından
da anlaşılacağı üzere, Amat’ın Kaptanı Diyavol Paşa (Şeytan)nın asıl amacı, gemideki
mürettebatı yoldan çıkarmak ve onları kendine kul etmektir. Bunun için özellikle
önceden günah işlemiş kişileri, günaha yatkın olanları seçmiştir. Amat’taki 247
gemicinin hepsinin işlediği bir günah vardır. Yapıtta bu, özellikle vurgulanır. Nitekim
Diyavol, mürettebatı toplayarak her birinin işlediği suçu yüzüne vurur ve hepsinin
günahkâr olduğunu açıklar (A, s. 177). Kalyon, denize açıldıktan bir süre sonra,
Diyavol Paşa, yavaş yavaş gemicilerin ruhlarına egemen olmaya başlar. Önce onları
bir camiye saldırtır, camiyi yerle bir ettirir ve ibadet etmekte olan Müslümanları
öldürtür (A, s. 68-70). Gemicilere yapmak istemediklerini yaptırması, istemedikleri
hâlde günah işletmesi, bir Şeytan olan Diyavol Paşanın ilk egemenlik işaretidir.
Ardından onları iki Osmanlı firkateynine saldırtıp, müslümanı müslümana kırdırır (A,
s.180-182). Artık geminin tek egemen gücüdür. Mürettabata istediği kötülüğü
yaptırabilmektedir. Amat, Şeytanın yönettiği bir günah gemisidir. Gemiye asılan kara
sancak ise bunun en açık göstergesidir. Gemi, bir süre sonra yoğun bir sis içine girer.
Bu “derin ve kopkoyu sis” (A, s. 210), geminin yolunu yitirmesi, günah içinde
kaybolması demektir. Ama kayboluşun ardından ölüm gelir. Bir süre sonra Amat’a
Venedik gemilerinden veba bulaşır. Veba da sis gibi, günahı simgeler. Amat’taki
gemiciler bir bir ölmeye başlarlar. Diyavol, her birinin ağzına meşe palamudu koyarak,
bütün gemicilerin cesetlerini ambara attırır. Ölülerin alınlarında Amat yazmaktadır (A,
s. 222-223). Bu, artık onların Diyavol’un, yani Şeytanın esiri olduklarının işaretidir.
Aslında Anar, Kitabü’l-İber’den rivayet edilen bir iç öyküde, Amat’ın ana temasını
190
açıklar. Bu rivayete göre, bir haham, çamurdan bir insan yapıp alnına ‘gerçek’
anlamına gelen ‘Emet’ sözcüğünü yazar. Kendi yarattığı bu insan, canlanıp onun her
emrini yerine getirir. Ancak Emet sözcüğünün başındaki elif harfi silindiğinde ‘met’
sözcüğü kalır. Met, ölüm demektir. Çamurdan yapılan ve alnında Emet yazılı insan
ölür ve hahamın buyruğundan kurtulur (A, s. 230). Bu iç anlatıdaki adları değiştirip,
hahamın yerine Diyavol (Şeytan)’u, çamurdan yapılan insanın yerine de Amat’taki
denizcileri koyduğumuzda, Amat’ın âdeta bu iç öykünün bir açılımı olduğu
görülecektir. Gerçekten de Diyavol Paşanın yoldan çıkardığı, günahkârlar kafilesine
kattığı ve sonra dirilterek her istediğini yaptırdığı mürettebatın alnında, bunun bir
işareti olarak Amat yazısı görülür (A, s. 223). Ancak ölümsüzlük bilgisine sahip olma
tutkusuyla uzun süre Diyavol’a kanan ve onun isteklerine boyun eğen Süleyman Reis,
son anda bütün bunların Şeytanın bir düzeni olduğunu anlar ve geminin kıç
aynalığındaki Amat yazısına nişan alıp elif harfini düşürür. Tıpkı iç öyküdeki gibi,
Amat, böylece ‘mat’ yani ölüm olur; koskoca kalyondan eser kalmaz . Bunun
sonucunda ‘lânetli mürettebat’, Şeytanın esiri olmaktan kurtularak, ruhları azat olur ve
huzurlu bir ölüme kavuşur (A, s. 230).
KİŞİLER
Amat, Navarin’deki bir gemici mezarlığından kesilmiş 247 meşeden, Nuh Usta
adlı marangoz tarafından yapılmış bir kalyondur. Gemi, 1670 yılında İstanbul’dan
Navarin’e doğru yola çıkar. Amat’ı yaptıran ve aynı zamanda kaptanlığını da yürüten,
Diyavol Paşa adında esrarengiz bir kişidir. Kuşkusuz o, temanın anlaşılması ve yapıtın
dinsel-felsefî özünün kavranması için incelenmesi gereken en önemli figürdür. Roman
dikkatle okunduğunda, Kaptan Diyavol’un Şeytan olduğu kolayca anlaşılır. Her
şeyden önce ‘Diyavol’ adının, Şeytan anlamına gelen ‘diable’ ya da ‘diabolos’u
çağrıştırmak için yazar tarafından özellikle seçildiği açıktır. Hatta yapıtın bir yerinde
191
Amat’taki gemicilerden Kazdağlı, “Adı da bir tuhaf: Diyavol! Hiç duymadım böyle bir
ad! Hiç de itimat telkin etmiyor! Değil müslim, gayrimüslim adı bile değil.” (A, s.
207) diyerek bu adın sırrına işaret eder. Romanın bir başka yerinde ise, Kuyruklu Rıza
Çelebi’nin Kitabü’l- İber’inden rivayetle Diyavol’un asıl adının Diabolos (Şeytan)
olduğu belirtilir:
“Buna göre Diyavol, yahut asıl adıyla Diabolos, zamanı geri alma yeteneğine
sahipti.” (A, s. 231)
Dış görünüşüyle ilgili betimlemeler de Diyavol’un Şeytanı temsil ettiğini
gösterir. Romanda “… kızıl bir cüppe, kara bir mintan, kızıl bir çift çizme ve kara bir
çakşır giymiş, beline kızıl bir kuşak ve kızıl Cezayir fesine de kara destar sarmış kızıl
dudaklı ve cüzamlılar gibi bembeyaz suratlı bir şahıs…” (A, s. 26) olarak betimlenen,
sarı uzun tırnaklı (A, s. 67), gözbebekleri kırmızı, dişleri sarı ve sivri (A, s. 229)
kaptanın bu görünüşüyle Şeytan olduğu bellidir.
Romanın değişik yerlerinde Diyavol’un Şeytan olduğuna işaret eden başka
kanıtlara da rastlanır. Örneğin odasındaki yorganda ve kilimde özellikle Yezidilikte
kutsal sayılan ve şeytanı simgeleyen, adına Melek Tavus denilen tavus kuşu motifinin
bulunması dikkat çeker (A, s. 26, 97). Bunun yanı sıra Diyavol Paşanın kamarasındaki
‘kara çerçeveli bir boy aynası’ (A, s. 25) da kaptanın Şeytan olduğuna ilişkin bir işaret
sayılabilir. Nitekim Amat’ta, kamaradaki bu aynayla ilgili yaşanan bir olay, Çapraz
Recep Dede Hazretlerinin El Müsvette fî Usûlü’l Livata adlı kitabından rivayetle şöyle
anlatılır: Amat’ın gabyarlarından Afili Zekeriya, bir gün Diyavol’un kamarasına
girmiş, odadaki aynaya baktığında kendisini değil de bembeyaz köse suratlı, kıpkırmızı
biçimsiz dudaklı, seyrek bıyıklı, kırmızı göz bebekli, sarı dişli korkunç bir mahlûk
(Diyavol) görmüştür (A, s. 104). Romanda Diyavol, özellikle düşman gemileriyle
çarpışmalar yaşandığında bir süre ortadan kaybolur; bütün aramalara karşın
bulunamaz. Yapıtta yer alan bir rivayete göre Diyavol Paşa (Şeytan) bu aynada
saklanır, ayna üzerindeki örtüde bulunan bir delikten de kamarasını rahatça gözetler
(A, s. 233). Anadolu’da anlatılan çeşitli efsanelerde, ayna-Şeytan ilişkisine dair
inançlar anımsandığında Diyavol’un Şeytan olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Kuşkusuz bunlar, Diyavol’un Şeytan olduğunu gösteren başlıca örneklerdir.
Ancak yapıtta onun Şeytan olduğunu kanıtlayabilecek başka örneklere de rastlanır.
Örneğin Diyavol, kendi anlattıklarına göre ‘büyük bir günah’ işlemiştir (A, s. 95, 206).
192
193
yerden geldiği rivayet edilen bir emirle” (A, s. 24) kalyona atanmıştır. Bu, Süleyman
Reis’in âdeta tanrı tarafından bu gemide görevlendirildiğine işarettir. Diğerleri,
günahkârken o günahkârlardan değildir. Romanın başından sonuna dek ölümsüzlüğün
bilgisine sahip olma tutkusuyla öne çıkar. Bu bilgiye sahip olmak için Diyavol’un
kamarasındaki ölümsüzlükle ilgili kitapların çoğunu okur; hatta Diyavol’un emirlerine
uyarak yapmak istemediği şeyleri dahi yapar. Örneğin bir camiye saldırılması için emir
verir (A, s. 68-70), camiyi içindekilerle beraber harap eder. Bu yönleriyle Süleyman
Reis, Puslu Kıtalar Atlası’nın Ebrehe’sine, Kitab-ül Hiyel’in Yafes Çelebi, Calud ve
Üzeyir’ine benzer. Onlar da Kırbaç Süleyman gibi bilgiye ulaşma tutkusuna
kapılmışlardır. Süleyman Reis, ölümsüzlük bilgisine sahip olmak için yaptığı okumalar
sonucunda, Kebire (Büyük Günah anlamına gelir A.K) adlı kitabın 333. yaprağındaki
şifreyi çözer; ölümsüzlük için gereken şeyi bulur. Bu, ruhun Şeytan’a satılmasıdır (A,
s. 210). Bir bakıma Süleyman Reis, Şeytan’ın tüm isteklerini yerine getirir; yani
Diyavol’a ruhunu satarsa ölümsüzlüğe kavuşabilecektir. Ancak o, Diyavol’un
okumasını yasakladığı Amat’ı okur ve böylece gemide olup bitenlerin iç yüzünü,
Diyavol’un Şeytan olduğunu, mürettebatı kendisine esir etmek istediğini öğrenir (A, s.
221). Kaptan Diyavol, okumasını yasakladığı kitab (Amat)ı kendisinden gizlice okuyan
Süleyman Reisi cezalandırır; onu vebadan ölen gemicilerin bulunduğu ambara
hapseder. Amacı, onun da diğerleri gibi veba(günah)dan ölmesi ve sonsuza dek
kendisinin buyruğu altına girmesidir. Ancak Süleyman Reis, Şeytan’ın esiri olmaya ve
alnına diğerleri gibi ‘Amat’ yazısının kazınmasına karşı çıkar. Bir anlamda Şeytan’a
ruhunu vermez. Çünkü romanda da belirtildiği üzere, günahkârlar için ölüm, mutlak
sondur (A, s. 89) ve üstelik hayvanlar gibi yok olup gitmektir. İyilerin ödülü ise, öte
dünyada sürdürecekleri ‘ebedî hayat’tır. Oysa Süleyman Reis, tıpkı hayvanlar gibi yok
olup gitmeyi değil, hep ölümsüzlüğü arzulayan bir insandır. Aslında rastgele açıp
okuduğu İbn-i Meymun’un Diriliş Risalesi’ndeki şu satırlar, hem ona yapılan bir uyarı,
hem de Amat’ın dinsel mesajı sayılabilir:
“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır.
Günahkârların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar, ahiret
hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir. Günahkârlar kötülüklerinden dolayı öte
dünyadan mahrum olurlar ve tıpkı hayvanlar gibi yok olup giderler.” (A, s. 90)
194
195
giden deli marangoz, hem Diyavol’un yardımcısı, hem de gemide meydana gelecek
ilginç olayların habercisidir. “bir bulutu andıran bembeyaz bıyığıyla Nuh Usta, kutlu
ve muhterem bir şahıstır. Yaşları 15’in altında ve 60’ın üstünde olan hemen hemen her
ne kadar mecnun da olsa gaipten haberler verdiğine, abdest alıp iki rekat namaz
kıldıktan sonra en karmaşık rüyaları bile tabir ettiğine kalıbını basar.” (A, s 101)
gemide, fala bakıp ileride olacak olayları haber verir. Bu tür olağanüstü becerileri
vardır.
Amat’ın marangozu, Diyavol’un yardımcısı ve remilci olan Nuh Usta‘nın
romanın sonundaki akıbeti belli değildir. Çoğu bakımdan Hz. Nuh’a benzer. Ancak
Anar, bu figüre Hz. Nuh’un aksine Şeytan’ın gemisinde/yanında yer vererek zıt bir
işlevle romanına almıştır.
Abuzer Reis
Geminin seyir zabiti olarak görev yapan “başında destarsız bir takke, sırtında
mavi bir cübbe olan Abuzer Reis’in kalın uzun ağarmış kaşlarının gölgelediği
ürkütücü yeşil gözleri ”(s 23) vardır. Abuzer, mürettebata sözünü geçirmek için ya
elinde bir kızılcık sopası taşır ya da küfür eder. Ancak “Tembellikleri ve kepazelikleri
nedeniyle sanki cihat ilan ettiği mürettebata, sadece Ramazan ayında küfür savurmaz.
Yaşı ilerleyip bir ayağı da çukura girince üç aylarda ve Regaip gecesi ile Mevlit
Kandilinde de küfür etmez olur”. (A, s 23)
Kendi menfaatlerini hep ön planda tutan Reis, Süleyman’ın bir süreliğine açığa
alınması üzerine geminin kaptanlığını yapar. Geminin şerefi olan feneri arkalarındaki
kalyonları atlatmak için yakmaz. Bunu gören Diyavol ona ceza vermez çünkü
“topçular, tüfenkçiler, gabyarlar, yelkenciler, marangozlar bu gemiye ne kadar
lazımsalar senin gibi bir alçak da Amat’a o kadar lazım” (A, s 173) deyip onu affeder.
Bir çatışma sonucunda, alçaklık meziyetine yakışır bir şekilde “Abuzer Reis sağ
gözüne saplanan serseri kurşunla sırt üstü yere yığılır. (A, s 181), ölür. Ölen adam
Diyavol’un emriyle geminin ambarına götürülür, ağzına meşe tohumu konulup
üzerine kireç dökülerek, bir kenara atılır.
Abuzer Reis, Amat’ta Şeytan’a uyan mürettebattan biridir. Menfaatleri için
Şeytan’ın istediklerini yapar. Süleyman Reis’e rekabet eder.
196
Göbelez Baba
Geminin denizcilerinden 81 yaşındaki Göbelez Baba kendinden küçüklere ve
yarım akıllılara fikir veren bir adamdır. Göbelez’in “Üsküdar’da iki katlı güzel bir
ahşap evi, üç de kerimi vardır.”( A, s 194) Sürekli akıl dağıtan yaşlı adam tedirgindir
çünkü geride 48 nüfusu vardır. Diğer taraftan “içim ferah gönlüm hoş, hepsini meslek
sahibi yapıp evlendirdim, hatta içlerinde dede olanlar bile var, torunumun torununu
görüp ona elimi öptürdüm”(A, s 193) der ve kendini avutur.
İlerleyen yaşına rağmen küfürbazdır, “bir iki yudumu içtikten sonra defter-i
kebirini açıp sunturlu bir küfür savurur” (A, s 20) Ağzının astarı olmayan bu adam
gemideki diğer katil denizciler gibi Asım adlı bir adamı karısı için öldürmüştür. Bu
durumu kabul etmeyen Göbelez “benim kalbim temiz alnım ak, cenkte çok kişiyi
yaralayıp yere serdim ama yüreği yufka, gözü sulu, karınca incitmez bir adam
olduğum için hiçbirinin canını almadım”(A, s 163) der.
Sürekli konuşup etrafına akıl dağıtan bu denizci, yolculuk sırasında vebaya
yakalanıp ölür (A, s. 213)“
Kazdağlı
Geminin mürettebatından olan Kazdağlı alt dudağı aşağı sarkmış 27 yaşında
bir gençtir. Bütün denizciler gibi o da Amat’a “sünnet edilmekten korktuğu için
gelmiştir.”(A, s 207) Göbelez Baba’nın ona sünnet etmeyi teklif etmesi üzerine “ben
ailemin soyunu sürdürecek yegane evladım”(A, s 207) deyip onu başından savar.
Sorduğu sorular, yaptığı davranışlar sonucu “bu gemide temiz kalpli biri
neredeyse evliya olarak kabul edilir.”(A, s 165). Bu toy adam gemidekilerden aldığı en
küçük iltifat karşısında çok etkilenir. Çünkü “beyin gücü ve zihinsel melekeleri o güne
kadar hiç takdir görmemiştir.”(A, s 85) Gemide baş gösteren vebaya tutulan Kazdağlı
“hayatına doymadan denizin dibine bakir gider.”(A, s 21)
Hekim İbrahim
Amat’ın hekimi olan “ipek elbise giymeyi seven İbrahim Bey, sıçrayan kan leke
yapmasın diye öküz derisinden bir önlük giyer.”(A, s 78) Aslen Yahudi olan “hidayete
ermeden Abraham adını taşıyan bu hekim yaşı ilerlediği zaman ruhunu yeni dinine o
kadar kaptırmıştı[r] ki hastalığın ve bedensel acının Cenab-ı Hakk’ın bir takdiri
197
Cellât
Amat’ta suç işlyene ceza vermekle sorumlu cellattır. “Şimdiki mesleğine 7
yaşından heves eden bu adam için cellatlık bir gönül işidir.”(A, s 50)
Herkesin korkulu rüyası olan cellatla, gemide aynı ortamı paylaşmak kurayla
belirlenir. O güne kadar sayısız adam öldürmüş olsa da inançlıdır. “Günahtır diye o
güne kadar şarap bile içmemiştir.”(A, s 51) Cezalarını vermek için iki suçlunun yanına
gider ve onların verdiği kaygusuzdan içer . O sarhoşlukla Amat’ın cehennem katlarını
gezer “fakat gördükleri cellatın yüreğini ağzına getirmiştir. Üç Kulhuvallah ve bir de
Elham okuduktan sonra kesesindeki bütün parayı ahirette kendisini gözetsinler diye bu
iki zavallıya sadaka olarak verir.”(A, s 54)
Romanda Cellat’ın akıbeti hakkında bir bilgi verilmez.
Ali Reis
Diyavol’dan sonraki kaptan olmak için çabalayan “astarı atlastan bir zerduva
kürk giymiş, 65 yaşlarında o güne kadar sakalına ustura değmemiş olan bu adam
Süleyman’ın gemideki rakibi Ali Reis’tir.” (A, s 30)
Rakibiyle denizcilik konusunda yarışan adam “denizcilik konusunda ciltlerce
kitap yazabilir .”(A, s 60); ancak bildikleri kitabîdir; bu nedenle iyi bir kaptan değildir.
“Mensubu olduğu tarikatın şeyhi emrettiği için sakalına yıllardır ustura değmemiş
olan bu adam deniz savaşları hakkında bilgisini arttırmak yanında, karşılaşılacak
müşkülleri halletmek için 1700 kadar dua ezberlemiştir.” (A, s 33) Namazında
niyazında olan Ali Reis ikinci kaptan olma umuduyla Diyavol Paşa’nın davetine taç
törenine gidercesine hazırlanır. Ancak ikinci kaptan olarak Süleyman Reis’in
atandığını duyduğunda buna isyan eder ve “ben kendimden daha aşağı birinin
198
emirlerini dinlemem, hele Süleyman denilen o cahilin asla”(A, s 74) deyip Diyavol
Paşaya isyan eder. Emrine itaat edilmediğini gören Diyavol onu cezalandırır, diğer
denizcilerin yanına attırır. Burada “gülyağı sürdüğü sakalı yeni arkadaşları tarafından
yolunmuş, yediği dayaklardan her iki gözü de morarmış ve dudağı patlamıştır.”(A, s
158)
Bulunduğu şartlardan dolayı yarı delirmiş bir hale gelen Reis, Süleyman’ı
yasak kitabı okuması için ikna eder Diyavol karşısında zafer kazandığı için mutludur.
İsrafil
İstanbul’da kimsesiz çocuklar aylakçılar adı altında savaş gemilerine alınır. Bu
çocuklardan biri de Amat’ta “yarım akçe yevmiyeyle çalışan Eşek israfil’dir.” (A, s 18)
Dış görünüşçe; “Diğer akranları gibi öksüz ve yetim olan bu veledin kaşları kalın,
kavuna benzeyen kafası ise önden basıktır,14 yaşında görünen İsrafil aşağı yukarı üç
yıldır tütün müptelasıdır.” (A, s 55) Gerek gemidekilerce, gerek kendi aralarında çeşitli
işkencelere maruz kalan bu çocukların tek derdi sağlam bir iş bulabilmektir. İsrafil’in
görevi Amat’ın teyakkuz borusunu çalmaktır. Küçük yaşta olmasına rağmen babasının
cinsel istismarına uğradığından, onu keserle öldürmüştür. O da diğer gemicilerle
vebaya yakalanır ve “…ambardan aşağı atılınca yanından ayırmadığı o pirinç boruyu
uzunca bir müddet üfleyip bir ağıt çalar.” (A, s 215)
İsrafil, gemide boru çalmasıyla, kıyamet günü suru üfürecek İsrafil’e benzer.
Daniyal/Emilio Santos
Çorbacı adı verilen adamlar ortalarına eleman almak için bir meydanda
toplanır. 53. Cemaat Ortası’nın payına kala kala ” kızıl saçlı ve kara gözlü bir delikanlı
kalır, oğlan bir yiğide yakışmayacak şekilde gülümser.” (A, s 128) İşte bu Amat’a
yeniçeri olarak giren Daniyal’dır. O güne kadar gülümsemesiyle herkesi çıldırtan
Daniyal, Tunus seferinde işlediği bir cinayetten sonra bir daha gülmez. Öldürdüğü
adamın mezarını açıp kemiklerini bir torbaya koyar ve o günden sonra kendisini
herkese Emilio Santos olarak tanıtır. Çünkü öldürdüğü kişinin adı, Emilio Santos’tur.
Belki de içinde bulunduğu vicdan azabından kurtulmak için Amat’a gelen Daniyal
geminin keskin nişancısıdır. “Silahının falya tavasındaki barutun tetik çekildiğinde
ateş alması sonucu yüzünün sağ tarafında yanık izleri peyda olmuştur. (A, s 37-38)
“Anlatılanlar doğruysa 60 yaşlarında görünmesine rağmen hala dinç olduğu
199
söylenebilecek bu yeniçeri 40 yıl içinde kimine göre 3700 bazılarına göre 4000’den
fazla adam öldürmüştür.” ( A, s 38). Dolayısıyla o da Amat’ın günahkâr
mürettebatındandır.
İçinde bulunduğu ruh halinden dolayı ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Fitilli
Daniyal Ağa, sonunda diğerleri gibi vebaya yakalanır, ölüm döşeğinde “Emilio Santos
ölmemeliydi” (A, s 215) der. Daniyal, ömrü boyunca, öldürdüğü Santos’un vicdan
azabıyla yaşayan, sonra bir acımasız askere dönüşen bir keskin nişancıdır.
Habil
Hekim İbrahim Efendi’nin yamağı olan Habil “17-18 yaşlarında namazında
niyazında biridir.” (A, s 150) Malta’da bir şövalye esir alınınca, kendisine şövalyeye
İslamiyeti öğretme görevi verilir; “cennetlik olmak için hayatı boyunca bütün yollarla
başvurmuş olan yamak eğer başarırsa kendisiyle birlikte şövalyenin de girebileceğini
düşünür.” (A, s 150) Şövalyeye Kuran’dan bir ayet okuduğu sırada, şövalye tarafından
öldürülür. Suçsuz yere öldürülmesinden dolayı Kabil’in kardeşi Habil’i temsil eder.
D. Diğerleri
Ohannes
İstanbul’da Cadıkazık Hamamında çalışan Hıristiyan bir tellaktır. Bir gün,
gözüne kestirdiği Nuh Usta’yı alıp hamama götürür. “Peygamber efendimizin
ümmetinden olmadığından, hamamda bir gayrimüslim bulunduğuna dikkat çekilmesi
için, ferman gereği beline en küçük hareketiyle bile çın çın çınlayan çıngıraklı bir
peştamal dolamıştır.” (A, s 15) Marangozu yıkadıktan sonra meyhaneye götüren
tellak o güne kadar cebinde para olmadığı için hep hor görülmüştür. O gün de “
cebimizde artık para olduğuna göre efendi benim” (A, s 17) deyip etrafına emirler
yağdırır. Marangozdan 247 akçe aldıktan sonra meyhanede eğlenmeye devam eder.
200
çalınır. Gözleri yerinden fırlamış bir hasta getirilmiştir. Bu hasta recep adında biridir.
Uskumru dolmasına bayılan bu adam, Receb’in gözlerini yerine iter, gidip merakla deli
marangozu görür. Romanda bunların dışında hakkında bir bilgi verilmemiştir.
Şövalye
Amat’ın almış olduğu hasarı gidermek için Malta adasına giden mürettebat,
burada Saint Jean şövalyeleriyle karşılaşır. Bunlardan biri “kara pelerinli, gömleğinin
göğüs tarafında sekiz köşeli Malta haçı bulunan, yüzündeki kibirli ifadeye bakılırsa
Kudüs’teki Saint Jean Hastanesi biraderlerinin haleflerinden biri… “ (A, s 141) olan
bu şövalye, Süleyman Reis’le teke tek dövüşür ve uşağı tarafından yanlışlıkla vurulur.
Hekim İbrahim Efendi tarafından tedavi edilen şövalye kendisini öldürmeyen bu
insanların dinini öğrenmek ister. Bu adam” Yunanca ve Latince yanı sıra sizin dilinizi
de bilirim” (A, s 141) der. Habil adlı genç, ona Kuran’dan ayetler okuduğu sırada
çocuğun boynunu keser Bunun için bir fitil alıp haber topunu ateşlemeye gider. Topu
ateşlediği sırada bir yeniçeri tarafından öldürülür.
ZAMAN
Eserin başında geçen “peygamber efendimizin ve onun tebliğ ettiği kitaba
iman edenlerin Mekkeli putperestlerden gördükleri eza ve cefa nedeniyle Medine’ye
hicretlerinden 1080-1082 yıl, İsa Aleyhisselamdan ise 1670 yıl kadar sonra, şevval
ayının üçüncü gecesi” (A., s.9) ibaresinden açıkça anlaşıldığına göre Amat’ta olaylar
1670 yılının Şevval ayında başlar. Bu tarihte Amat adlı Osmanlı kalyonu bir kış
mevsimi, ikinci cemre daha düşmeden (A., s.27) İstanbul’dan Navarin’e gitme
hazırlığı yapmaktadır. Kalyonun hareketinden bir gece önce, yani Pazartesi gecesi
Avram Efendi’ye bir hastanın getirilmesi, olayların başlangıç noktasıdır. Yine aynı
gece Nuh Usta’nın Ohannes tarafından yıkanması ve bir meyhanede oturmalarından
sonra, Amat adlı gemide hazılıklar devam eder. Gemideki tüm hazırlıklar bittikten
sonra; “Ne yazık ki artık günlerden Salı, yani kan günü idi. Kabil’in kendi kardeşi
Habil’i öldürdüğü o uğursuz gün!” (A., s.40) kalyon, İstanbul’dan denize açılır.
Amat’ta gemi tersaneden kalkıncaya kadar zaman, ezan, namaz ve sabah horozunun
ötmesine göre verilmektedir.
201
Eserde, zamanın akışı genelde düz ve ileriye doğru ilerler; ancak yer yer iç
öykülerde geriye dönülmektedir. Örneğin; “Amat’ın Malta’ya doğru seyretmesinden
40 yıl kadar önce[sine]” (A., s.127) gidilerek, mürettebattan Daniyal’ın öyküsü
anlatılır. Gemi denize açıldıktan sonra, kimi kez saat, kimi kez de günün farklı
vakitlerine göre, zamanı bildiren ifadeler sıklıkla kullanılır. Bu tür zaman ifadelerine
şu örnekler verilebilir:
“3-4 saat kadar sonra” (A., s.44), “altı saat bile geçmeden” (A., s.46), “az
sonra” (A., s.144), “yarım saat geçmemişti ki” (A., s.191), “öğle vakti” (A., s.50),
“gece vakti” (A., s.79), “sabah vakti” (A., s.88), “akşam olmuştu” (A., s.97), “ertesi
sabah” (A., s.98), “akşam vakti” (A., s.136), “gece yarısına doğru” (A., s.161) vb.
Romanda dikkati çeken bir başka zaman bildirme tekniği de, güneşin doğuş ve
batışının ölçüt alınmasıdır. Amat’ta; zamanı bildirmek için“Güneşin doğmasına 7 saat
kala” (A., s.18-19), “güneş batmış” (A., s.97), “şafak söktüğü sırada” (A., s.144),
“ortalık kararmaya başlayınca” (A., s.160) şeklindeki ibareler dışında zaman, “aynı
günün gecesi” (A.,s.70), “Amat’a o güzelim baş figürünün takıldığı günün akşamı”
(A., s.89), “fırkateynlerin batırıldığı günün akşamına doğru” (A., s.185) gibi ifadelere
de sıkça rastlanır.
Amat’ta yer yer masalsı zaman ifadelerine de yer verilmiştir: “o zamanlar” (A.,
s.11), “o devirde” (A., s.75), “vaktiyle” (A., s.223) gibi ifadeler eserde zaman
kavramını muğlaklaştırmaktadır.
Bunlar bir yana, romanda olaylar esas itibariyle 17. yüzyılda geçer. Tarihsel
atmosfere uygun olarak, yazar sık sık zamanı ezana ve güneşin/ayın doğuş ve batışına
göre bildirir.
MEKÂN
A. İstanbul
Amat’ta olayların başlangıç yeri İstanbul’dur. Gemi, başlangıçta İstanbul’dadır
ve buradan yola çıkacaktır. O nedenle ilkin “Debdebesi ve cağcağasıyla yedi iklim
dört bucağa nam salmış Konstantiniye şehri” (A. ,s. 9)ni, semtleri, evleri, sokakları,
hamamları ve kahveleri olarak ayrı ayrı değerlendireceğiz.
202
1. Semtler
Galata
Gemi limandan ayrılmadan önce romanda geçen olayların birçoğu Galata’da
geçer. Eserdeki; “Her ne kadar taş binaların kapkara mahzenlerdeki çifte asma kilitli
demir kasalar içinde olsalar bile Venedik dukası, Macar zalotası ve filorinlerden
ibaret yüz binlerce altından yayılan uğursuz ve sapsarı nur, aç ve asla doymayacak
gözleri aydınlatmaya, katı ve soğuk kalpleri ısıtmaya devam ed[er]” (A. ,s. 10)
cümlelerden anlaşıldığına göre, Galata, her türlü ticaretin döndüğü bir mekândır.
Birçok olayın geçtiği ve mekanın bulunduğu “Galata semtinde gemicisinden,
meyhanecisine , ayyaşından dindarına, bekçisinden kolcusuna kadar para peşinden
koşmayan ve paranın satın alamayacağı bir tek ademoğlu yok[tur]” (A. ,s. 11) Paraya
düşkün oldukları kadar kadın kıza da düşkündür bu semtte dolaşanlar. Genelev olarak
tabir edilen bu evlerin kırmızı fenerleri vardır.
Bu bilgilerden Galata’nın tarihine uygun biçimde, paranın döndüğü,
kozmopolit, eğlence yerlerinin bulunduğu bir semt olduğu anlaşılmaktrktadır. Anar,
diğer romanlarında olduğu gibi Amat’ta da Galata’ya geniş bir yer ayırmıştır.
2. Evler
Hamamcı Musa’nın evi
203
3. Meyhaneler
Barba Mihalaki’nin meyhanesi
Ohannes Nuh Usta’yı yıkadıktan sonra “Galata’nın Kürkçü Kapısı ile Azap
Kapısı arasındaki meyhanelerden”(A. ,s. 16) birine götürür. Daha önce parası olmadığı
için kapı dışarı edildiği Barba Mihalaki’nin meyhanesinde Deli Marangoz’un
sayesinde yiyip içer.
4. Hamamlar
Cadıkazık Hamamı
Ohannes’in Nuh Usta’yı yıkamak için götürdüğü Galata’daki hamamdır.
5. Kahvehaneler
Arap İmam’ın Kahvehanesi
204
B. Geminin bölümleri
1. Kamaralar
205
muşamba fener, köşede ise talaş dolu bir fıçı göze çarp[ar]” (A. ,s. 77-78) Her türlü
hastanın ve yaralının tedavi edildiği kamaranın duvarlarındaki “raflarda kan tutanlar
için oğulotu, şeytantersi, binbirdelik otundan mamul merhem ve haplar bulun[ur]” (A.
s. 78)
Ayrıca bu hekimin kamarasında insanları ameliyat etmek için kullanılabilecek
bir sürü araç-gereç bulunur: “ameliyat gereçleri yani her biri insanın içini ürperten
boy boy kerpeten ve kıskaçlar, kemik kesmek için testereler asılı[dır]”(A. ,s. 78) “Hele
yatağın hemen yanındaki masada bulunan kuyumcu terazisi pek garip dur[ur]”(A. ,s.
78)
Güverteler
Amat adlı gemide mürettebatın sosyal statüsüne göre ayrılmış yerlerden biri de
güvertelerdir. Gemide “tayfanın yatıp kalktığı yer baş kasaradı[r].”(A. ,s. 19) Vardiya
değişene kadar tayfanın yemek yediği ve dinlendiği bu kasarada gemicilerin
sallantıdan dolayı içleri dışına çıkar. “Basık tavanlı ve daracık bir yer olan mangada
her biri dörder halatla tavana asılmış üçer yataklı sekiz ranza ile sancakta ve iskelede
ikişer parça olmak üzere dört kolomborne vard[ır]” (A. , s. 42) Tavana asılan bu
ranzalar sürekli sallanır ve denizcileri rahatsız eder. Baş kasarada kalan tayfa “çukur
güverteden seyir güvertesine ancak ve ancak zabitlerden izin alındığında çıkabil[ir]”
(A. ,s. 41) ”Tayfanın kaldığı yer tahammül edilmeyecek derecede ter ayak ve geğirti
kokar. (A. ,s. 43)
Seyir güvertesinin üst kısmında “yani kıçaltının sancak tarafında bulunan
kaptan kamarasının hemen bitişiğindeki kamara rütbece kaptandan sonra gelen altı
zabite tahsis edlmiş[tir].”(A. ,s. 43) Seyir güvertesinde kalanlar da “baş kasaradan
geldikleri için gülle yerine birer torba tüfenk kurşunu doldurulmuş iki küpeşte topunu
tayfanın yaşama alanı olan çukur güverteye ve baş kasaraya yöneltip ateşe hazır halde
bekletir[ler].” (A. , s. 41) Bundan amaç tayfadan gelebilecek saldırı ve isyanı
engellemektir.
“Kamaranın kıç tarafında denizci dilinde “bahçe” denilen yere yani geminin
kıçında zabitlerin hava alması için yapılmış ahşap bir balkon var[dır]” (A. , s.
27).Gemide “tavlon denilen alt güverteye indiklerinde burunlarına gübre kokusu
206
gel[ir]. Çünkü tavlonun baş tarafında her biri ayaklarından bağlanmış 30 kadar koyun
ile bir kümes dolusu tavuk var[dır].”(A. , s. 31)
Amat’ta ayrıca her türlü saldırı için savunma malzemelerinin bulunduğu bir top
güvertesi vardır. Tavanı basık olan “birkaç muşamba fenerin aydınlattığı bu kasvetli
güvertede, her biri adeta bir dökümcülük şaheseri olan canavar başlı ejderdehan
topları bulunur ki tekerlekli kundaklara bindirilmiş bu korkunç silahlar söylenene
bakılırsa perdahlanmış barutla 9 okkalık gülleleri 1 mil-i bahriyeye kadar atabil[ir]”
(A. , s. 32-33). Top güvertesinde bulunan “ bu ağır toplara mürettebat Zorbasatır,
Deliöküz, Karadivane, Bangoboz, Zifirböğüren,Kabus gibi isimler vermiştir.(A. , s. 33)
Her türlü ihtiyaçlarını gemide karşılayan mürettebat “büyük ve küçük
ihtiyaçlarını geminin en ucunda gagaya benzer kısımda yani baş üstünde, herkesin
gözü önünde gider[ir]”(A. ,s. 75) Açık denizde oldukları için “altı kafes gibi açık olan
bu kısımdaki pislik gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten
kendiliğinden temizlen[ir]”(A. , s. 75)
Ambar
Venedik donanmasının ortasında kalan Amat’ın mürettebatı bu gemilerden
birini ele geçirmek ister. Ele geçirdikleri gemideki veba kendi kalyonlarına bulaşır ve
sırayla hepsi vebaya tutulur. “Hasta koğuşundaki bütün vebalılar ve yaralılar Kaptan
Diyavol’un izni ya da emriyle Amat’ın baş tarafındaki ambara…” (A. ,s. 215) atılır.
Cehennem katları
Bütün savaş gemilerinde olduğu gibi Amat’ta da suçluların cezalarını vermekle
sorumlu bir cellat vardır. Cellat iki suçlunun cezasını vermek için “Amat’ın su altı
kısmında dalgaları yaran bodoslamanın bitişiğindeki mahkumların atıldığı o hücreye
gider” (A. , s. 50) Bu hücre cehennem olarak adlandırılmaktadır. Buranın cehennem
olarak adlandırılmasının sebebi “hem çok gürültülü hem de aşırı sallantılı
olmasından” (A. ,s. 50) kaynaklanır. Cellat cehennemin katlarını merak eder ve
sırayla katları gezer. Buna göre Amat’taki Cehennem’in katları şunlardır:
207
a) Sair
Cehennemin ilk katı olan “burası fazlaca sıcaktır” (A. , s. 52), “zemininde
sürünen akrepler, çıyanlar ve engerekler çevrede zırıldayan insanlar vardır” (A. , s.
52) Cellat bu kattakilerin “parasına tavla oynamak, iyilikleri fukaranın başına kakmak
(…) gibi ağır günah işleyen”(A. ,s. 52) kişiler olduğunu görür. Sair katındakiler
“içinde ve kapağında yedişer çivi bulunan o demir bakirenin içine kapatılmayı hak
etmişe benzer[ler]”.(A. , s. 52)
b) Sakar
Sair katından Sakar katına indiklerinde “içlerini çeke çeke ağlayıp ahuvah eden
şahıslarla karşılaşırlar. Karılarını telak-ı selase ile boşayan kocaları hileli hülle
yapan, analarına ve babalarına eziyet eden, Ramazan’da özürsüz oruç tutmayan bu
insanların işledikleri günahlar burunlarından fitil fitil gel[ir]”(A. ,s. 52)
c) Cahim
Üçüncü kata indiklerinde “sıcaklık dayanılmayacak derecede art[ar]. (A. ,s. 52)
Buraya atılanların günahları daha büyüktür: Romanda anlatıldığına göre; “Burada da
inim inim inleyen, ayılıp bayılan günahkarlarla karşılaşır[lar]. Efendilerinden kaçan
köleler, ölçüde tartıda hile yapanlar, cemaate gitmeyip tek başına namaz kılmayı huy
edinenler bu katta demir sandalyelere oturtulmuş ve bu sandalyelerin altında ateş
yakılmış[tır]”(A. , s. 53)
ç) Hutame
Hutame “kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden gelir.
Cellat içtiği kaygusuzun etkisiyle Hutame katına iner. Burada “ganimet malına hıyanet
edenler, zina suçu işleyenler ve söz taşıyıp dedikodu yapan günahkarlarla
karşılaşırlar.”(A. , s. 53) Bu kattaki günahkarların cezası derilerinin yüzülmesi ve iç
organlarının çıkarılması ve kızdırılmış demirle ciğerlerin kebap edilmesidir (A. ,s. 53).
d) Leza
Bu katta, sıcaklık gittikçe artar. “Burada oflama ve inildeme sesi işitir[ler]. (A.
,s. 53) Leza katındakiler “zina yapanlar, başkalarını hor görüp büyüklük taslayan
208
e) Haviye
Cellatın tek başına girdiği bu kat “son derece sıcaktır ama etraf zifiri
karanlıktır.”(A. , s. 54) Tek bir günahkarın bulunduğu bu katta cellat “kızıl cübbeli,
kara çakşırlı, kızıl Cezayir fesi üzerine kara destar sarmış seyrek bıyıklı, orada ıstırap
çekmekten artık her nedense mutlu olduğu kırmızı gözbebekleri karanlıkta ışıl ışıl
parlayan o mahluku gör[ür]” (A. ,s. 54) Betimlemeden anlaşılacağı üzere bu nahluk,
Şeytan’dır.
Görüldüğü gibi yazar, cehennemin katlarını isimlerini değiştirmeden Kur’an’da
geçtiği gibi aynen kullanmıştır. Dünya olarak değerlendirdiğimiz Amat’ın içinde yer
alan cehennemin katları sembol niteliği taşır. Günahkârların işledikleri günahlara göre
katların işlevi değişir.
209
çarp[ar]. Zemin kattaki küçük pencerelerden ışık sızmadığına göre diğerler uyuyor
olmalı[dır].”(A. , s. 139)
Amat’ın onarımı yapıldıktan sonra gemi tekrar denize açılır. Bir süre sonra
Venedik donanması ile karşılaşır. (A. ,s. 191) Bu gemilerden veba bulaştıktan sonra
Diyavol’un emri “ Dümeni gündoğusuna kır! Artık Navarin’e gidiyoruz” olur. (A. , s.
202) olur ve Amat, Navarin’e doğru yönelir. Ancak Kırbaç Süleyman’ın gerçekleri
görmesiyle gemi parçalanır.
Görüldüğü üzere, Amat’ın başlangıç mekânı, İstanbul’dur. Galata’da bir
Osmanlı kalyonu sefere hazırlanmaktadır. Daha sonra olayların büyük bir bölümü
Amat adlı bu gemide geçer. Gemi, aslında bir simgedir romanda; dünyayı
simgelemektedir. Anar, geminin kimi bölümlerini ayrıntılı olarak tasvir eder.
Bunlardan biri Kaptan Diyavol’un kamarasıdır. Bu gemide, Cehennemin katlarını
anıştıran bölümler de vardır. Bunun dışında romanda geminin seyir güzergahındaki
kimi yerler (Ege Denizi, Malta, Akdeniz) göze çarpar.
DİL-ANLATIM
Anar’ın romanlarına bakıldığında, modern romanlara göre farklı bir dil ve
üslup kullanılmaktadır. Eserlerinde anlatımın farklılığının yanı sıra kullandığı dil de
eskidir. Klasik romanın aksine Amat’ta meddah uslübü kullanılmaktadır: “Kurşunlu
Mahzen Katibi Hamamcı Musa Efendi’nin görkemli eseri Tezakir’ül Mücrimin’de
anlattıkları doğruysa” (A., s.48), “Ruznamçe Kisedarı Ölügözlü Cuma Bey’in
Kamusu’ul Desais başlıklı eserinde anlatılanlar doğruysa” (A., s.13), “Kuşçubaşı
Halifesi Kuyruklu Rıza Çelebi kitabü’l İber başlıklı manzum eserinde anlattıkları
doğruysa” (A., s.89) şeklindeki ifadelerle yazar, modern romanlardan farklı bir
anlatma tekniğiyle karşımıza çıkar. “Deli Marangoz Yedekçibaşı İsrafil Dede’ye göre”
(A., s.15), “rivayetler doğruysa” (A.,s.231) gibi ifadeler, rivayet uslûbuna örnek
olarak verilebilir. Bu anlatım tarzı yazarı modern roman uslûbundan uzaklaştırmış,
geleneksel anlatıların; tefsir kitaplarının, tarih kitaplarının uslûbuna yaklaştırmıştır. Bu
açıdan bakınca Anar, karşımıza tarihsel olaylara koşut biçimde, geleneksel anlatıcı tipi
ile (bir vakanüvis, bir müfessir, bir meddah gibi) karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bu
210
Genel değerlendirme
Amat, Anar’ın ilk iki romanı gibi, olayları Osmanlı tarihinde geçen bir
romandır. 1670 yılında İstanbul’dan Navarin’e doğru sefere çıkan Amat adlı gemide
ve denizde yaşanan esrarengiz olaylar çerçevesinde yazar, bu romanında da
diğerlerinde olduğu gibi, Şeytan-insan mücadelesini, insanın ölümsüzlük arayışını ve
bilme tutkusunu konu edinir. Romandaki Diyavol Paşa, insanları yoldan çıkarıp
kendine köle yapmaya çalışan Şeytan’dır. Gemidekiler, onun yalanlarına kanan
günahkâr insan kafilesini simgeler. Sonunda Kırbaç Süleyman gerçekleri anlayarak,
211
212
SUSKUNLAR
Suskunlar İhsan Oktay Anar’ın beşinci romanıdır. İlk olarak 2007 yılında
basılmıştır. Suskunlar üç ana bölümden ve 269 sayfadan oluşmaktadır. Ayrıca İhsan
Oktay Anar’ın bu eseri, “2007 yılı 1. Oğuz Atay Roman Ödülü”ne lâyık görülmüştür.
Eser, Osmanlı dönemi musikişinaslarının tasvir edildiği bir kapak tasarımıyla
okurun beğenisine sunulmuştur. Yazar, romanını kız kardeşleri Süheyla ve Füruzan’a
ithaf etmiştir. Roman “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür” epigrafı ile başlar.
ÖZET
213
214
için bir şeyler yapmak isteyen Davut, semâîyi inceler. Ûduyla eseri çalmaya
başlamıştır ki evde bir gıcırtı duyar. Bu, Âsım’ın hayaletidir.
Davut’un ikiz kardeşi Eflâtun, seneler önce, duyduğu bir ıslık sesinin peşine
düşer. Sokağa çıkan delikanlı Çemberlitaş’a kadar gelir; aradığı sesi bulamayınca
Galata’daki kayıklardan biriyle Karaköy İskelesi’ne gider. Daha önce olduğu gibi
burada da önüne gelen ahaliye beni siz mi çağırdınız diye sorar, ancak aradığı cevabı
bulamaz. Bu arayış sürerken bir Mevlevî dergâhına girer ve o sesi burada bulur.
Aradığı ses ney’dir. Artık o, bir Mevlevî dervişidir. Neyi eline alır almaz mükemmel
bir şekilde üfleyen bu derviş, Mevlevîhane’de İbrahim Dede’nin en sevdiği kişi
olmuştur.
Dergâhın şeyhi olan İbrahim Dede ile yıllar önce bu dergâhta derviş olan başka
bir zat, Firavun adlı kişinin işkencesine maruz kalmışlardır. Yıllar sonra köle olarak
gittiği Tebriz’den, intikamını almak için İstanbul’a dönen bu derviş, yolda bir cenaze
törenine katılır. Cenazesine katıldığı kişi nefret ettiği Firavun’dan başkası değildir. Bu
adam yaptıklarından dolayı yıllar sonra pişman olmuş ve Nuvârif adını alarak Mevlevî
şeyhliğine kadar yükselmiştir. Bütün bunları derviş, cenaze töreninden sonra geldiği
Mevlevîhane’de, İbrahim Dede’den öğrenir.
Davut, semâînin sırrını çözmek için Şeyh İbrahim Dede’ye danışmaya karar
verir. Şeyh ona eserdeki ağırlığı kaldırmasını, böylece hayaletin ruhunun huzur
bulacağını söyler.
Kâhinlerin söylediğine göre, Muhteşem Neyzen Bâtın Efendi kendi neyiyle
hayat veren nefesi dinletecek ve İstanbul’daki musiki üstatları içinde en iyi yedi
kişiden sadece biri bu nefesle ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Bu kehanetler halk arasında
yayılırken, Neyzen Bâtın Efendi’nin oğlu Zâhir, İstanbul’da zuhûr eder. Önce
Çemberlitaş hamamına gidip bir güzel temizlenir. Ardından sokağa çıkıp şarkı
söylemeye başlar. Bir gün, ezan okunurken şarkı söyleyen bu adamın peşine on iki
musikişinas takılır. Halkın kâfir, zındık diye nitelendirdiği Zâhir hakkında
peygamberliğini ilan ettiği söylentileri çıkar. Bu iddialar yüzünden kadı tarafından
sorgulanır ve verdiği akıllıca cevaplar sayesinde serbest kalır. Ancak halkın ona olan
düşmanlığı son bulmayacaktır.
Davut’un Nevâ’ya âşık olmasından yıllar önce, hem hekim hem de cerrah olan
Rafael adında bir Hıristiyan yaşamaktadır. Aslında hekimlik hakkında hiçbir bilgisi
215
olmayan ve adı da cenazeci Rafael’e çıkan bu adamın evine birgün ağır bir hasta gelir.
Bu hastanın adı Tağut’tur. Bu adamı buraya Bursalı adındaki menfaatçi biri ile Lazar
adında başka biri getirir. Uzunca bir süre tedavi edilmesi gereken Tağut’un hastalığı
Cuma günleri şiddetlenmektedir. Sebebi dergâhtan gelen seslerdir. Cuma günleri
kendisini ‘kaba secde’ sesiyle rahatsız eden Mevlevilerden intikam almak ister. Bunun
için Bursalı’yı görevlendirir. İki Mevlevi dervişine işkence eden Firavun işte bu
adamdır. Tağut bu eziyetler esnasında çıkan çığlıklarla sanki dünyanın en güzel
musikisini dinlemiş gibi olur.
Aradan seneler geçer. Birgün Rafael Tağut’a, aşağı katta kendisini bir adamın
beklediğini söyler. Bu adam ölümsüzlüğü arayan Cüce Efendi’dir. Tağut adama,
burada musikideki en usta yedi kişiyi bulursa ölümsüzlüğe kavuşacağını vaat eder.
Zâhir’e peygamberliğini ilan ettiği iftirasının atılmasından çok önce Zincirli
Han denilen yerde kabadayılardan oluşan ve Dokuzlar diye adlandırılan bir çete
yaşamaktadır. Bu çetenin reisi Çapraz Bayram adında bir kabadayıdır. Birgün şiddetli
bir ağrıya tutulan Bayram, kapı kapı gezer; ancak bir türlü şifa bulamaz. Otlarla
hastalarını iyileştiren bir kadına gider. Kadın, kabadayıya bağrındaki ağrının vicdan
azabı olduğunu, bunun da ancak kendisini dine vermekle geçeceğini söyler. Bunun
üzerine Bayram, İskender Efendi’ye gelerek dini öğrenmeye çalışır. Abdestli namazlı
biri olur. Böylece ağrıları azalır. İskender Efendi onun aklına musikinin haram
olduğunu ve bir çalgıcının katlinin vacip olduğunu sokar.
Cüce Efendi’nin isteği üzerine Çapraz Bayram ve adamları musiki üstatlarını
öldürmeye başlar. Sırasıyla Gülâbî, Meymenet ve Âmin ile Kirkor ve Bağdasar
öldürülür. Sıradaki kişinin Eflâtun olduğunu bilen İbrahim Dede, kendisini en iyi
musiki üstatlarından göstermek için neyi kusursuz üfler. Amacı Eflâtun’u ölümden
kurtarmaktır. Böylece sıradaki kişi kendisi olur ve o da öldürülür. Davut’a bir mektup
bırakarak tüm gerçekleri anlatır ve kardeşinin yanından ayrılmamasını vasiyet eder.
İbrahim Dede’nin kendisini kusursuz bir musiki üstadı göstermeye çalıştığı günlerde
Davut, Mevlevî dervişleri ve Zâhir ile esrarengiz bir musikinin çalındığı Rafael’in
evine gelir. Buradaki kâğıtlar üzerinde Alessandro Perevelli ismini görür. Araştırınca
bu ismin zamanında Âsım’ın satın aldığı bir köleye ait olduğu ortaya çıkar. Bu kişi
Cüce Efendidir. Gerçekten cüce olan bu adam, Venedikli bir çembalo ustasıdır.
Fazladan iki parmağı olan Alessandro Perevelli, musikiyi çok iyi bilmektedir. Yedi
216
musiki üstadından birisi de kendisidir. Köle olarak geldiği İstanbul’da, Âsım’ın her
türlü hizmetini yapmış, hatta ona musikiyi öğreterek para kazanmasını bile sağlamıştır.
Saygın bir insan olmak için dini ilimleri, fıkhı öğrenip, Kuran’ı ezberlemiştir.
Kendisini insanlara Hacı İskender diye tanıtan cüce, ilk olarak Yusuf Paşa
Câmii’ne vaiz olarak atanır. Âsım ile aynı kadına yani Nevâ’ya âşık olan bu köle,
Nevâ’yı kaybedeceğini düşünerek Âsım’ı öldürmüştür. Sebebi ise Âsım’ın bestelediği
eser karşısında Nevâ’nın ona âşık olacağı düşüncesidir. Cüce Efendi bu eseri bozmuş,
üzerine domuz yağı sürerek Nevâ’nın evinin önüne bırakmıştır. Musikideki Şeytan’ın
yani Tağut’un esiri olan bu adam, ölümsüzlük için Eflâtun’u bulmaya çalışacaktır.
Zâhir Efendi, Ramazanın ilk günü on iki musikişinas arkadaşıyla iftar yapar.
Onlara içlerinden birinin kendisini ihbar edeceğini söyler. Gerçekten de böyle olur.
Ramazanın ikinci günü, en son görüldüğü Muhayyer Hüseyin Efendi’nin evinde
bulunan Zâhir, kaba sofular tarafından feci bir biçimde öldürülür.
Kalın Musa’nın evine gelen Cüce Efendi ise Eflâtun’u bulur ve öldürür. Orada
bulunan Davut, elindeki bıçağı cücenin boynuna saplar. Bâtın’ın varlığını hisseden
Davut, şimdi ne olacağını bilmektedir. Bâtın Efendi, en büyük musiki üstadına ‘hayat
nefesini’ üfler ve Eflâtun yeniden hayat bulur.
Kehanet aynasına görebilen tek gözü ile bakan Yedikule kâhini, aynada
Eflâtun’u görür. Sessizliği dinleyen Eflâtun gibi o da susar ve susmanın gerçeği
anlatmanın tek yolu olduğunu bilircesine suskunlar arasına katılır.
OLAY ÖRGÜSÜ
Anar, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’ndan, son romanı Suskunlar’a kadar tüm
romanlarında alışılmadık bir kurgulama biçimi dener. Yazar bu romanında da metnin
derin ve metaforik yapısına koşut olarak, anlatım ve kurgulama bakımından karmaşık
ve girift bir yapı kurmuştur. Bu durum, romanı anlamlandırmak ve çözümleyebilmek
için okurları özel bir çabaya zorlamaktadır. Çünkü Suskunlar’da “olay halkaları ardıl
ve düzenli bir biçimde sıralanan, tek bir zincir üzerinde akan klasik olay örgüsü
23
tekniği kullanıl(mamıştır).” Anar’ın çoğu romanında olduğu gibi, Suskunlar’da da
çerçeve öykü veya öykü içinde öykü anlatma tekniği kullanılmıştır.
23
Alâattin Karaca; “Suskunlar’ın Sıkı Öyküsü”, Kitap-lık, S. 112, Ocak 2008, s.99-106.
217
Bu tekniğe uygun olarak roman, ana vakayla ilgisizmiş gibi görünen, söylentiye
dayalı bir olay ile başlar: Bir bekçi, gece vakti Yenikapı Mevlevihanesi’nde bir derviş
hayaletinin ışıklar saçarak sema ettiğini görür, bu söylenti tüm İstanbul’a yayılır.
Bundan sonra roman kollara ayrılır ve öyküler bu küçük arklarda ilerlemeye başlarlar.
Her öykü, kendi arkında ilerlerken, bu öyküler de içten bölünüp çoğalır ve romanın
sonunda ana vakanın arkında çeşitli ilmekler ve köprülerle birbirine bağlanır.
Şimdi bunları bölümleri izleyerek örnekleyelim. Romanın Yegâh başlıklı
birinci bölümünde önemli kişiler tanıtıldıktan sonra olay örgüsü kollara ayrılır. Buna
göre örneğin; birinci olay zincirinde Davut’un Neva adlı bir kıza âşık olması (S, s.42-
60), Neva’nın Asım’ın hayaletiyle rahatsız edilmesi, Veysel’in çaldığı hüzünlü
parçanın Hızır Paşa’nın kara sevdaya tutulmuş yeğeninin ölümüne yol açması (S, s.
50-55) ve zindana atılması (S, s. 56-60), birinci öykü kolunu oluşturan başlıca metin
halkalarıdır. Bu öykü kolunda cimriliğiyle ünlenmiş Kalın Musa’nın bir türlü kesmeye
kıyamadığı tavuğunun öyküsü (S, s. 72-76), Hüseyin Efendi’nin “Muhayyer” lakabını
alış öyküsü (S, s. 27-28), dönemin müzisyenleri (S, s. 31-40) ve Abalıfellah Camii’nin
müezzini (S, s. 44-45) ile ilgili üç anekdot da yer almaktadır. Aynı teknik içinde
romanın karşı gücünü oluşturan Hacı İskender’in Sofuayyaş Mahallesi’ne taşınması ile
(S, s. 46) bir başka öykü kolu açılır. Bu öykü kolu içinde Segâh adlı üçüncü bölümde
verilen Asım’ın hayaleti, Davut’un bu hayaleti avlama çabaları (S, s. 150-156),
Davut’un, Cüce İskender tarafından bozulan Âsım’ın semaisini düzeltmek için
uğraşması, Cüce İskender’in verdiği vaazlarla halkı ünlü müzisyenler aleyhine
kışkırtması (S, s. 180-181), geçmişine ait bilgilerin ortaya çıkarılması (S, s. 214-221),
esir pazarından Sofuayyaş Camii imamlığına kadar uzanan gizemli serüveni, Tağut’un
emrine girişi ve Davut ile olan mücadelesi, bu zincirdeki olay halkalarıdır.
Dügâh başlıklı ikinci bölüm, aynı zamanda olay örgüsünün üçüncü kolunu
oluşturur. Duyduğu gizemli sesin peşine takılarak İstanbul sokaklarını dolaşan ve
Galata Mevlevihanesi’ne kadar gelen Eflatun’un serüveni içinde (S, s. 81-124) verilen
küçük olaylar ve sahneler ile başlangıçta olumsuz bir kişi iken Mevleviliğin sevgi
ortamında ruh yüceliğine ulaşan Nuvarif adlı Mevlevi şeyhi ve ondan nefret ettiği
halde sonradan yaptığı yanlışın farkına vararak pişman olan bir dervişin öyküsü (S, s.
124-137), Eflatun’un Mevlevihane’deki yeni yaşamı (S, s. 137-146) bu bölümün
başlıca olay halkalarıdır.
218
24
Alâattin Karaca; “Suskunlar’ın Sıkı Öyküsü”, Kitap-lık S. 112, Ocak 2008, s.99-100.
219
yakalanmış oğlu Veysel’i bir daha keman çalmaması konusunda tokatlamak ister, bu
tokadı, genç torunu Davut, Kalın Musa’nın bileğini tutmak suretiyle engelledikten
sonra, bir anda Veysel’in bu keman çalma alışkanlığını edinmesinin başlangıcına yani
yirmi, yirmi beş yıl öncesine dönülür ve böylece öykü içinde başka küçük bir ark
açılmış olur:
“Torunları Davud ile Eflatun’un dünyaya gelmesinden çok önce, yani
muhteşem Neyzen Batın Efendimiz’in mahdumu Zahir’in Kostantiniye’ye geleceğinin
Yedikule Kâhini’ne malum olmadığı senelerde Kalın Musa, Hızır Paşa’nın dokuz katlı
mehter takımında kös tokmaklamaktaydı.”(S, s. 22)
Veysel’in, dönemin müzisyenlerinin toplandığı amcası Muhayyer Hüseyin’in
kahvehanesine alışmasından, Muhayyer Hüsiyin’in ona armudi keman hediye
etmesinden ve bir kıptinin kucağında iki çocuk olduğu halde, ansızın babasının evini
basarak, kerimesini kirletip hamile bırakmakla ve bu iki çocuğu peydahlamakla
suçlamasından söz edildikten sonra anlatı, bir önceki metin halkasına şu cümlelerle
bağlanır: “… İşte bu bebeklerden biri, o gün mahdumuna ikinci tokadı atmaya
hazırlanan Kalın Musa’nın bileğini kavrayan Davut’tur. Eflatun ise ikizinin ismidir.”
(S, s. 24)
Yukarıdaki örnekte de görüleceği gibi, Suskunlar’da ana vakaya yeni bir metin
halkasının katılması/ulanması, önceki halkanın zamanı ve kişileriyle ilişki kurularak
sağlanmaktadır. Söylediğimizi şu örneklerle pekiştirebiliriz: Cüce İskender’in yaşam
öyküsünden Rafael’in yaşam öyküsüne geçişte kullanılan “Davut’un Neva’ya abayı
yakmasından çok zaman önce, Büyük Kule Kapısı’ndan çıkıp mevlevihaneye giderken,
hendeği geçer geçmez sol tarafta ağaçların altındaki o “lanetli taş binada” ikamet
eden bir efendi vardı. Hem hekim ve hem de cerrah olan bu zatın ismi Rafael’di.” (S,
s.181) ya da Çapraz Bayram’ın öyküsüne geçiş yapılırken kullanılan “Zahir’e
“peygamberliğini ilân ettiği iftirasının atılmasından çok önce, Tahtakale’deki Alaca
Hamamın karşısına düşen Zincirli Han derler bir boğuntu yer vardı.” (S, s.190)
cümlelerinde de, aynı teknikle ana vakadan çıkılıp, küçük bir öykü arkına girildiği
görülmektedir. İşte bu, çerçeve öykü tekniğidir.
Şimdi, bu tekniğin kullanılışını, kendi unsurları doğrultusunda, roman üzerinde
gösterelim. Yukarıda belirtildiği üzere, çerçeve öykü tekniğinde, bir dış öykü/ana vaka,
220
bir de buna eklemlenen, kendi içinde müstakil, iç öyküler vardır. Suskunlar’daki dış
öykü ve iç öyküler şöyledir:
Dış öykü
Tağut’un ölümsüzlük vaadiyle her istediğini yerine getiren Cüce Efendi lâkaplı
Pereveli Hacı İskender’in, İstanbul’da bulunan altı musiki üstadını öldürüp, yedinci ve
son üstat olarak Bâtın Hazretleri’nin neyinden ‘Hayat Nefesini’ dinleyerek sonsuz
hayata ulaşma arzusu ve bu amacına ulaşmak için bir Mevlevî dervişi olan Eflâtun ve
ağabeyi Dâvut ile girdiği mücadele romanın çerçeve öyküsüdür. Bu öyküde aksiyon,
gece vakti bir bekçi tarafından İstanbul’daki Yenikapı Mevlevihanesi’nde sema eden
bir derviş hayalinin görülmesiyle başlar (S, s. 11-15) Tağut’un ortaya çıkıp
musikişinasları öldürtmeye başlaması ve Eflâtun’un peşine düşmesiyle sürer. Dış
öykü, Neyzen Batın Hazretlerinin hayat nefesini Eflatun’a üflemesiyle son bulur. Bu
bağlamda dış öykü, Tağut/Şeytan ile Tanrı arasındaki iyilik-kötülük ve iktidar
mücadelesinin öyküsüdür. Bu öykünün aslî figürleri, Neyzen Batın Hazretleri (Tanrı),
Zahir (Hz. İsa), Tağut (Şeytan), Davut, Eflâtun ve Cüce İskender’dir.
221
Olay halkaları
1 Asım’ın hayaletinin görünmesi
2 Asım’ın Balıkpazarı Kapısı’ndan girmesi
3 Asım’ın Cüce İskender’i esir pazarından satın alması
4 Neva’ya âşık olması
5 Asım’ın, Neva’ya âşık olan kölesi Cüce İskender tarafından öldürülmesi
6 Cüce İskender’in Asım’ın Neva’ya yazdığı semaiyi bozup, Asım’ın ruhunu
esir alması
7 Davut’un semaideki hatayı düzeltmesi ve Asım’ın hayaletinin huzura
kavuşması
222
Olay halkaları
1 Kalın Musa’nın evine giderken bir civciv bulması
2 Hüseyin Efendi’nin muhayyer lakabını alması
3 Muhayyer Hüseyin’in kahvesinde kedi ile kanarya arasında geçen olay
4 Kalın Musa’nın Hızır Paşa’nın kulunu evine yemeğe davet etmesi
5 Kalın Musa’ya inme inmesi
6 Kalın Musa’nın Zahir tarafından iyileştirilmesi
Olay halkaları
1 Amcası Muhayyer Hüseyin’in Veysel’e kemençe alması
2 Veysel’in Goncagül ile ilişkiye girmesi ve iki çocuğunun olması
3 Hızır Paşa’nın yeğeninin ölümüne yol açması
4 Ölüm cezasına çarptırılarak zindana atılması
5 Veysel’in serbest bırakılması
223
Olay halkaları
1 Davut’un Kostantiniye’deki en iyi üstatlardan oluşan bir fasıl heyetine kabul
edilmesi
2 Davut’un Balıkpazarı Kapısı’ndan girmesi
3 Davut’un Neva’ya âşık olması
4 Neva’nın annesinin, Asım’ın hayaletinden kurtulmak için Davut’tan yardım
istemesi
5 Davut’un Asım’ın hayaletiyle karşılaşması
6 Davut’un Asım’ın hayaletini avlama çabaları
7 Asım’ın yazdığı semai hakkında Davut’un bilgi toplaması
8 Davut’un saz semaisini düzeltme çabaları
9 Tağut’u Rafael’in evinde sıkıştırması
10 Tağut’un ağzındaki yılanın Davut tarafından öldürülmesi
224
Olay halkaları
1 Cüce İskender’in Asım tarafından esir pazarından satın alınması
2 Neva’ya âşık olması ve Asım’ı kıskanıp öldürmesi
3 Sofuayyaş mahallesine taşınması
225
226
8 Eflatun’un, kölesinin bir küfe yumurtayı kırması sonucu, kölesine eziyet eden
ihtiyarla karşılaşması
9 Eflatun’un Eminönü’nden Karaköy’e geçerken kayıkçı ile yaşadıkları
10 Karaköy İskelesi’nde gayrimüslim tüccarların kavgası ve Eflatun’un divane
zannedilmesi
11 Eflatun’un Yeniçeri zabiti tarafından dövülmesi
12 Eflatun’un Galata Mevlevihanesi’ne ulaşması
13 Eflatun’un çile doldurma süreci
14 Eflatun’un ney çalması sonucu sağır ve dilsiz olması
15 Cüce İskender tarafından kaçırılması
16 Muhteşem Neyzen Batın Hazretlerinin Eflatun’a hayat nefesini üflemesi
227
aslında ikisinin de kader ortağı olan dervişler oldukları ortaya çıkar. Katıldığı
cenazenin Firavun’a ait olduğunu öğrenir ve Firavun’a olan nefretini unutur. İbrahim
Dede tek kusursuz olanın Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri olduğunu savunur ve bu
yüzden çaldığı nağmelerde her zaman bir kusur yapar. Ama Eflatun’un hayatının
tehlikede olduğunu sezmesiyle çevresine topladığı insanlara Abidin Ağa’nın mahur saz
semaisini kusursuz olarak çalar ve en iyi ney üstadı olarak bilinmesini sağlar. Böylece
Eflatun yerine kendisinin öldürülmesini sağlayarak hedefi şaşırtır.
Olay halkaları
1 Mevlevi dervişin, kendisine uzun yıllar önce işkence eden Firavun’dan
intikam almak için İstanbul’a gelmesi
2 Dervişin Neyzen İbrahim Dede ile karşılaşması
3 Dervişin ve Neyzen İbrahim Dede’nin Firavun’dan çektiklerinin ortaya
çıkması
4 Katıldığı cenazenin ona eziyet eden Firavun’un olduğunu öğrenmesi
5 Nefret duygusundan arınıp memleketine geri dönmesi
6 İbrahim Dede’nin Abidin Ağa’nın mahur saz semaisini kusursuz çalması
7 İbrahim Dede’nin öldürülmesi
228
Olay halkaları
1 Yedi Kör kâhinin Yedikule Kâhinini ziyaret etmeleri
2 Yedikule Kâhini’nin zayiçeyi hazırlaması ve sol gözünün kör olması
3 Zahir’in ortaya çıkacağını söylemesi
4 Yedi Kör kâhinlerin Yedikule Kâhini’ne kehanet aynasını göndermeleri
5 Yedikule Kâhini’nin sağ gözünün de kör olması
229
Olay halkaları
1 Yedikule Kâhini’nin Zahir’in ortaya çıkacağını haber vermesi
2 Zahir’in Çemberlitaş Hamamı’na gelmesi
3 Hamamdaki iki softa ile tartışması ve kadıya götürülmesi
4 İstanbul sokaklarında şarkı söyleyerek gezmesi ve halktan tepki görmesi
5 Zahir’in ekmeği taş yapması
6 Lazar’ın Zahir tarafından iyileştirilmesi
7 Kalın Musa’nın Zahir tarafından iyileştirilmesi
8 Zahir’in Yakuta isimli santuri tarafından ele verilmesi
9 Zahir’in tomruğa vurulması ve kırbaçlanması
10 Zahir’in kaba sofularca öldürülmesi
Olay halkaları
1 Tağut, Lazar ve Bursalı’nın Rafael’in evine gelmeleri
2 Rafael’in Tağut ve Lazar’ tedavi etmesi
3 Tağut’un Cüce İskender ile işbirliği yapması
4 Rafael’in, Tağut’un içindeki yılanı fark etmesi
5 Davut’un Tağut’un ağzındaki yılanı öldürmesi, Tağut’un kaçması
230
Olay halkaları
1 Lazar’ın Rafael’in evine gelmesi
2 Rafael tarafından tedavi edilmesi
3 Yanlış tedavi sonucu yıllarca hasta olması
4 Zahir ile karşılaşması ve hastalığının tedavi edilmesi
Olay halkaları
1 Bayram’ın bağrında sızıyla uyanması ve bu sızının artması
2 Otacı kadına gitmesi
3 Bayram’ın Cüce Efendi’ye gitmesi
4 Çapraz Bayram’ın Dokuzlarla Kancalıkapı Hanı’nı basmaları
5 Çapraz Bayram’ın Galata Zindanı’na atılması
231
Olay halkaları
1 Heybet’in Köse Zehra ile evlenmesi
2 Zehra’nın onu terk etmesi
3 Heybet’in hülleciliğe geri dönmesi
Olay halkaları
1 Gülabi’nin öldürülmesi
2 Meymenet’in öldürülmesi
3 Âmin’in öldürülmesi
4 Bağdasar’ın öldürülmesi
5 Neyzen İbrahim Dede’nin öldürülmesi
232
Olay halkaları
1 Âmin’in öldürülmesi
2 Kabil’in yeğenleri tarafından öldürülmesi
3 İki kardeşin amcalarının yüzüğü için kavga etmeleri ve birinin ölmesi
4 Yeni Kabil’in Bağdasar’ı öldürmesi
Olay halkaları
1 Hızır Paşa’nın canının sade pilav çekmesi ve bunu aşçı yamağının yapması
2 Aşçı yamağının “yasak tad”ı bulmak istemesi
3 Aşçıbaşının yamağın sırrını öğrenmesi ve yamağın işine son verilmesini
sağlaması
233
teknik, çerçeve öykü tekniğidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu romanda da bir dış
öykü, yirmi tane de iç öykü vardır. Ana öykü, Tanrı-Şeytan ve insan arasında geçen
mutlak iktidar ve ölümsüz mücadelesidir, diğerleri ise bu ana öykü etrafında örülen
kendi içinde müstakil, ama ilmeklerle birbirine ve ana öyküye eklemlenen iç
öykülerdir. Anar, anlatı içinde, çeşitli vesilelerle, küçük arklar açar ve olay örgüsü,
aynı anda birçok arktan akmaya başlar; ancak daha sonra bu küçük arklar, büyük ana
arkta birleşirler. Yazar, karmaşık bir örgü tekniği kullanmakla beraber, bu arkları, bir
bütün oluşturacak şekilde, ustaca ana vaka arkına bağlamasını bilmiştir.
TEMA
Tanrı-Şeytan-insan arasındaki iktidar ve ölümsüzlük mücadelesi
İstanbul’un Sultan II. Ahmet (1691–1695) saltanatından sonraki dönemlerinin
fon olarak kullanıldığı, musiki üstatları, Mevlevî dervişleri, Müslim, gayrimüslim
toplumun her kesiminden insanın yer aldığı eserde, Tağut’un ölümsüzlük vaadine
kanarak, her istediğini yerine getiren Cüce Efendi lâkaplı Pereveli Hacı İskender’in,
İstanbul’da bulunan altı musiki üstadını öldürüp, yedinci ve son üstat olarak Bâtın
Hazretleri’nin neyinden ‘Hayat Nefesini’ dinleyerek sonsuz hayata ulaşma arzusu ve
bu amaca ulaşmak için bir Mevlevî dervişi olan Eflâtun ve ağabeyi Dâvut ile girdiği
mücadele ele alınmaktadır. Yazarın ele aldığı temel sorunları; insanın yaradılışından
bu yana ölümsüzlüğe ulaşma ve dünyaya egemen olma tutkusu, Şeytan’ın Tanrı’ya
karşı çıkarak evrenin tek gücü olmak istemesi, bunun için kimi insanları çeşitli
vaatlerle kandırıp kendine köle yapması, kimilerininse buna direnmesi olarak
belirleyebiliriz.
Suskunlar’ın derin yapısında bu ana temaya bağlı olarak yan temalar da
işlenmektedir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
234
bir tarafında ilahiliği ve iyi olanı sembolize edenler, bir tarafında ise onun karşısında
özellikle ölümsüz kılacağı vaadiyle aldattığı günah işlemeye eğilimli kişileri amaçları
doğrultusunda kullanan Şeytan/Tağut yer alırlar. Olayların akışı içinde roman giderek
iyi ile kötü; Tanrı-Şeytan çatışmasına dönüşür. Çatışmalar sadece belli kutuplar
arasında gerçekleşmez, bireylerin yüceltilmiş değer yargılarıyla toplumun normal
değerleri arasında da meydana gelir. Mevlevilik, erdem, hoşgörü, sevgi ve özveri gibi
değerler yüceltilirken, toplumun normal değerleri olan güçlüden yana olma, sürü
içgüdüsüyle gerçeği görememe, bencillik, bağnazlık, çıkarcılık, dedikodu yapma,
kıskançlık, kibir, kendini beğenme, başkalarını küçümseme gibi birtakım insani
zaaflar, insanların yıkımını hazırlar. Çoğunluğu oluşturan bu kitlesel güç, eylem ve
davranışlarıyla genel olarak karşı kutupta yer alan Şeytanın ya da kötü kişilerin
amaçları doğrultusunda hareket ederler.
Tağut ve yardımcıları Pereveli İskender, Kabil, Rafael ölümsüzlüğe ulaşmak ve
dünyaya egemen olmak için sahip oldukları olanakların tümünü bu yolda harcarlar ve
kurdukları düzenin çarkları içinde yok olurlar. Bunların içinde, Firavun gibi,
hatalarından dönüp sevgiyle ruh yüceliğine ulaşan, dünyevi hırslarından arınıp
çevrelerindeki güzellikleri görmeyi başaranlar da vardır.
Suskunlar’da, iyi-kötü çatışmasında, Cennet ve Cehennem figürlerine de sıkça
yer verilir. Ancak Anar, çoğu romanında yaptığı gibi, bunda da dinsel figürleri
deforme eder. Cehennem bir ceza yeri olarak betimlenirken; Cennet, sadece saflığın
ve günahsızlığın sembolü olan çocukların gideceği bir yer olarak verilir.
Çoğu romanında olduğu üzere, bu romanda da iyi- kötü çatışmasında, Şeytan
ve onun yanında yer alanlar, tüm çabalarına karşın, iyilere üstün gelemez ve kendi
sonlarını hazırlarlar; dolayısıyla ölümsüzlüğe ve mutlak iktidara da ulaşamazlar.
Buna karşılık, iyiler Gerçek’i kavrayıp asıl gücün bu kavrayış olduğunu anlarlar. Bu
yönüyle roman, mistik bir karakter taşır; ancak bunun akılcı bir mistiklik olduğunu,
İslamî tasavvufla pek de ilgisi bulunmadığını belirtmek gerekir.
235
236
gerektiği kanısına varır. Bu olgu, İslâm ülkelerinde o yıllarda dinî bilimlerin, doğa
bilimlerinin önüne geçtiğini göstermektedir.
Anar’ın çoğu romanında, Osmanlı’nın yıkılış dönemindeki rüşvet ve malî
yolsuzluk sorununu dile getirdiği de dikkat çekmektedir. Osmanlı’nın son
dönemlerinde rüşvetin girmediği yer hemen yok gibidir. Her işin ya da hizmetin
gayrimeşru bir karşılığı vardır. Örneğin Suskunlar’da rüşvetin döndüğü yerlerden biri
tutukevleridir. Mesela adi suçluların tıkıldığı Baba Cafer Zindanı’nda ödenek
olmadığı için iaşe giderleri, sokağa bakan pencereden tutukluların nöbetleşe
dilenmelerinden elde ettikleri sadakalarla sağlanır. Ancak bu paraların büyük bir
kısmı, himayesi kazanmak amacıyla ilgili paşaya gönderilecek “her şefaatname için
derkenar akçesi adı altında” (S, s.58) zindancılar ve kâtipler tarafından el konulur.
Bunların yanı sıra Suskunlar’da toplumdaki sınıflar arasındaki uçurum,
zenginlik-yoksulluk kutupluluğu içinde ele alınır. Bir yanda sınırsız servetleriyle su
gibi para harcayanlar, öte yanda açlıktan mideleri guruldayan yoksullar karşı karşıya
getirilir. Anar, Sofuayyaş Mahallesi’nden Galata Mevlevihanesi’ne giden Eflatun
vasıtasıyla dönemin İstanbul’undan çarpıcı, aynı zamanda toplumun değişik
katmanları arasındaki uçurumu gösteren sahneler sunar.
Suskunlar’da dile getirilen bir başka toplumsal sorun, bozulan devlet düzeni ve
çıkara dayalı ahlak anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bunun tipik örneğini kallavi kavuk
imalatçısı bir esnafın sekiz on yaşlarındaki oğluna tam yedi karış yüksekliğindeki, el
emeği göz nuru bir kallavi vezir kavuğunu gösterip “Gelene beyim, gidene paşam
deyip büyüklerine saygı gösterir, el etek öpersen, işte sen de gün gelir böyle muazzam
bir kavuk giyer, bey gibi yaşarsın!” (S, s.100) cümlesinden çıkarmak mümkündür.
Erdeme ulaşma
Anar, kişinin beşeri zaaflarından ve dünyevi bağlardan kurtularak olgunlaşması
ve yücelmesinde aşk ve musikinin önemine dikkat çeker. Suskunlar’da aşkın “insanı
kanatlandırıp uçur(duğunu)” (S, s.156), musikinin ise, insanı ruhen yücelttiğini ve
erdemli kıldığını söyler. Düşünceleri ve eylemleriyle yer yer İsa Peygamber’in kimliği
ile örtüşen romanın sıra dışı kişilerinden Zahir Efendi, çevresindekilere bu tür
mesajlarını yanık, içli sesiyle sürekli gazel ve şarkı okuyarak iletmesi, musikinin
erdemle ilişkisini göstermektedir. Suskunlar’da dış dünyanın kargaşası, geleneklerin
ve çıkar ilişkilerinin kıskacındaki farklı insan tiplerine özgü yaşam serüvenleri dışında,
237
Mevlevi dergâhında bilge insanların sürdürdükleri musikiyle iç içe huzur dolu yaşam
da göz önüne serilir. Mütevazı yaşayışları ve içsel yolculuklarıyla idealize edilen bu
dergâhın dervişleri, dış dünyanın karmaşasını kendi dünyalarından izlerken hayatı
anlamlı ve yaşanabilir kılan insani hususlara yönelirler.
Kuşkusuz bu romanda, erdeme ulaşmayı örnekleyen asıl figür, Eflâtun’dur.
Anar, Suskunlar’ın mesajını yüklenen ve saflığı sembolize eden Eflatun aracılığıyla
içsel yolculuğa çıkan bir saliktir adeta. Onun çocukluğundan beri kulağında yankılanan
gizemli ses, bir bakıma içimizde yanılmaz bir yargıç gibi sürekli bizi uyaran
sağduyunun/erdemin ve Mutlak Hakikat’in sesidir. Bu meçhulden gelen ses,
uyarılarıyla insanın içinde var olan ve geçici olana çekmek isteyen öteki benlerinden
korumaktadır. Eflatun bu sesin geldiği yere ulaşmak için, İstanbul’da uzun ve zorlu bir
yola çıkar, pek çok eziyet ve cefa gördükten sonra sonunda kendisini Galata
Mevlevihanesi’nde bulur. Anar, Eflatun’un bu yolculuğu sırasında karşılaştığı
güçlükleri anlatarak, bir bakıma tasavvufta nefis terbiyesi için yaşanması gereken nefis
terbiyesi ile ilgili sınavları anımsatır. Yolculuk, çokluktan birliğe, maddilikten erdeme
ve ruh yüceliğine, dünyevi arzu ve isteklerden ruhsal olgunluğa yöneliktir. Yolda
karşılaştığı kişiler, eylemleri, davranışları ve kimlikleriyle bizi insan olmaktan
alıkoyan kıskançlık, haset, kan dökücülük, kibir, aç gözlülük, zulüm ve nefsin bayağı
isteklerini sembolize ederler. Eflatun, sonunda Mevlevi dergâhında aradığı sesi, ilâhi
nağmeyi bulur. Neyi üflemesi, sonsuzluğa, fenafillaha ulaşmasını sembolize eder.
Gerçeğe ulaşma
Suskunlar’ın sonunda geçen Mevlevi şeyhinin bilincinden akan “…Gözün
görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen âlim aklına geldi.
Hakikati gören gözün hiçbir şey görmesine gerek yoktu.” (S, s.268) sözleri, romanın
içine sindirilmiş asıl mesajını dile getirmektedir. Anar, bu sözleri romanlarının
değişmez bir malzemesi olarak farklı biçimlerde başka roman kişilerine de
söyletmiştir. Bu romanda da olayların sonunda okurlar, asıl hakikatin fânilik, insanın
acizliği bilgisine erişmek olduğunu; daha doğrusu kendilik bilgisi olduğunu
kavrarlar. Romanda özellikle Eflatun, bu tür bir hakikate erişen, bu hakikatin peşinde
olan bir dervişe benzer.
238
Müzik ve erdem
Romandaki diğer bir yan tema ise müziktir. Bu konuyu anlatmaya ilk çağ
filozoflarından Pythagoras ile başlamak gerek. Pythagoras, evrende her şeyin tam
sayıyla özleştiğini söyleyen ilk düşünülerden biridir. Doğanın tümüne yansıyan bir
kusursuzluk görür filozof ve onun felsefesine göre, bu kusursuzluğunu zihin ancak
yaratılış hikâyesiyle birleştirdiğinde her şey anlam kazanır. Müzikle de uğraşan ve
Babil’de aldığı eğitim sonucunda matematiğin kutsallığına inanan Pythagoras,
müzikal sesleri de aynı kusursuzluk teması üzerine kurar. Yüzlerce yıl Pythagoras’ın
teorileri müzik kuramcılarını etkilemiş, müzik de evren gibi tam bir matematiksel
kusursuzluk üzerine kurulu olarak düşünülmüştür. Notalar arasındaki aralıklar, bu
kusursuzluğun en önemli göstergesidirler. Bu felsefeden etkilenen ortaçağ
kuramcıları, bazı bozuk akortlara “musica ficta” diyerek bunu Şeytan’ın bir oyunu
saymaya kadar götürmüşlerdir. Do ile Fa diyezin birlikteliği Şeytan aralığı olarak
kabul edilmiş ve bunun, kilise müziklerinde (hatta tüm müziklerde) kullanılması bir
dönem için yasaklanmıştır25.
Suskunlar’da olay örgüsü, müzik-evrenin kusursuzluğu, Şeytan’ın bu müzikal
nizamı bozması teması üzerine kurulmuştur denilebilir. Kusursuz aralıklarla, tam
armoni yaratmak nasıl ilahi bir erdem sayılıyorsa, bu armoniyi kıran bölen ya da
parçalayan da Şeytan’dır Şeytan Tanrı’nın yarattığı kusursuz evreni bozmak üzere
yeryüzüne inmiştir. Anar, romanında Şeytan’ın kullandığı ses aralıklarını, kusursuz,
ulvi, ahenk ile karşılaştırarak romanın gerilimini yaratmaktadır. Tanrı, insanın içine
nefes üfleyerek can veren neyzene (Muhteşem Neyzen Batın Efendi) benzetilmiş;
Şeytan ise evrensel uyumu, âhengi bozan bir figür olarak betimlenmiştir. Aşağıdaki
satırlarda, ‘uğursuz ses’ figürüyle müzikle Şeytan arasındaki ilişki dile getirilmektedir:
“Büyük Kule Kapısı’ndan biraz uzaktaki, kesme taştan inşa edilmiş o lanetli eve
yaklaştı. Evet! O uğursuz ses buradan geliyordu. Evin yarı aralık kapısında durdu.
Yumruğu ile kapıya birkaç kez vurmasına rağmen gelen giden olmamıştı. Nihayet,
içeri girmeye karar verdi. Sofayı üç şamdandaki altışar mum aydınlatıyordu. Başını
sağa çevirdiğinde yüreği ağzına geldi.
25
Asuman Büke- Kafaoğlu;, Konstantiniye Düşlerimde Bir Uzun İhsan Efendi, Can yayınları, İstanbul,
Mart 2010, s.36-37
239
240
idiler. Eflatun’un kalbi güm güm atıyordu. “Merakımı affedin efendim” dedi. “… o
muhteşem ses hangi sazdan geliyor?” İsmail Dede gülerek cevap verdi. “O saz neydir.
Ne o?Beğendin mi yoksa?” İşte o anda, Eflatun bu sazı öğrenmek için içinden yemin
etti. Çünkü seneler boyunca kulaklarından eksilmeyen o ses aslında ney sesi idi!” (S,
s.123-124)
Görüldüğü gibi, romanda müzik/sesin, insanları iyiye ya da kötüye
yönelten/ulaştıran bir işlevi vardır. Örneğin bir yanda Cüce Efendi Şeytan’ın sesini
duyar ve onun büyüsüne kapılarak, kötülüğe esir olurken, öte yanda Eflatun eşsiz
güzellikte bulduğu neyin sesi ile Tanrı’ya/ölümsüzlüğe ulaşır. Her ikisini de baştan
çıkaran müziktir; biri kusursuz uyum, diğeri ise uyumsuz bir uğursuzluk bulur
duyduğu notalarda.
Sonuç olarak, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’ndan son romanı Suskunlar’a
kadar alışılmadık bir kurgu ve anlatım tekniği ile okurun karşısına çıkan Anar,
eserlerinde genel olarak belli bir düşünceyi gündeme getirir. Romanı üst kurmaca
romancıların yaptığı gibi bir oyun olarak gören Anar, ne kadar kural bozucu bir tavır
takınsa da, eserlerinin derinliğinde bir felsefi mesaj vermeyi ihmal etmez.
Romanlarının temelinde özellikle Uzak Doğu düşüncesinden ve semitik dinlerin
öğretilerinden ve yine kadim Yunan felsefecilerinin görüşlerinden beslenen felsefi bir
düşüncenin yer aldığı görülür. Buna göre Anar’ın romanlarında okurlara
benimsetmek istediği düşünceleri üç kategoride toplamak mümkündür: Sevgi tüm
sorunları çözer, bilgi güçtür ama insan çoğu zaman bu gücünü ihtirasları için
kullanarak felaketini hazırlar, gerçeği öğrenmek insanı özgür ve güçlü kılar. Asıl
iktidar, Mutlak Gerçek’i, kendini, hayat kitabını bilmektir. İnsan, ölümlüdür, acizdir;
ancak bu gerçeği kavradığında huzurlu olabilir.
KİŞİLER
Anar’ın romanlarının hemen hepsinde, olayların karşıt uçlarında iki zıt figür
vardır. Aslında onun romanlarında olaylar da bir düşünceyi, bir felsefeyi temsil eden
bu iki zıt figürün çatışması sonucu meydana gelir. Bu şemaya uygun olarak
Suskunlar’da da kişiler esas itibariyle dünyadaki duruş ve davranışlarıyla Şeytan ve
yanındakiler ile Tanrı ve yanındakiler olarak iki gruba ayrılırlar. Romanda Şeytan’ın
safında yer alanların eylemlerinin ana karakteri kötülük; Bâtın’ın (Tanrı) yanında yer
241
alanlarınki ise iyiliktir. Esere göre Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri “hayat nefesi”ni
üfleyerek evreni ve insanı yaratmıştır (S, s. 240). Tağut ise kibrinden ve
kıskançlığından ötürü ona isyan etmiş ve Âdemoğlu’nu doğru yoldan uzaklaştırmaya
ant içmiştir. Nitekim ölümsüzlük vaadiyle kandırdığı Cüce İskender, Çapraz Bayram
ve çetesi, Kâbil ve yeğenleri Şeytan’ın safında yer alan, dünyevî çıkarlar uğruna ona
hizmet eden figürlerdir. Buna karşılık Zâhir (Hz. İsâ), Dâvut, Eflâtun, Şeyh İbrahim
Dede gibi şahıslar Muhteşem Neyzen Batın Efendi Hazretleri’nin/Tanrı’nın (iyiliğin)
yanında yer alarak, Tağut ve yandaşları ile kıyasıya mücadele ederler. Bu bakımdan,
romandaki kişileri, olay örgüsü ve tema doğrultusunda, mücadelenin karşıt gruplarına
uygun biçimde, Şeytan ve Şeytan’ın yanında yer alanlar, Tanrı’nın yanında/ Şeytan’ın
karşısında yer alanlar ve fon figürler olarak üç gruba ayırıp inceleyebiliriz.
Tağut /Şeytan
Romanda Tağut; Tanrı’ya baş kaldıran, insanları doğru yoldan saptıran ve
kötülük saçan Şeytan’ı temsil eder. Dış görünüşçe Şeytan’a benzer ve şöyle tasvir
edilir:
“İnsanların gözleri sağa sola, aşağıya yukarıya dönerken, Tağut’un gözleri
önden arkaya ve arkadan öne dön[mektedir]. Ayrıca her bir gözünde, biri insanınkine
benzeyen, diğeri ise yılanınkini andıran iki gözbebeği vardı[r]. Öte yandan, nabzı her
onbir saat ve altı dakikada bir atıyordu[r].” Buna ek olarak, siyah elbisesi de belli
yerlerden etine kaynamıştı[r]. Elbisesi kesilse bile, kumaş tıpkı saç sakal gibi yeniden
çık[maktadır].” (S, s. 188)
Onunla romanda ilk kez Rafael’in evinde karşılaşırız. Tağut, Rafael’in evine “
Simsiyah bir pelerin ve gayrimüslimler gibi siyah papuçlar giymiş…” (S,s.184) başı
açık, ateşli ve bitkin bir hasta olarak getirilir. Onu getiren biri soluk benizli, diğeri
kırmızı suratlı iki adamdır. Tağut'un ateşi sürekli yüksektir. Özellikle Cuma günleri
Mevlevîhâneden gelen “kaba secde” sesini duyar duymaz acıyla kıvranmakta, inleyip
kendinden geçmekte, ateşi yükselmektedir. Tağut’un ateşini düşürmeye çalışan Rafael,
her türlü yöntemi dener; ancak bunu bir türlü başaramaz. Son olarak Tağut’un ateşini
düşürmek için Rafael fitil denemek ister. Ancak Tağut'un içindeki yılanı, makatında
242
sonra da ağzında görününce vazgeçer. Tağut, zamanla bu evde yaşamaya alışır. Hatta
kendisine yardımcılar bulur. Bu yardımcılardan ilki Firavun’dur. Tağut ondan iki
Mevlevi dervişine işkence etmesini ister. Bir süre sonra Firavun’un Mevlevihaneye
gitmesine çok sinirlenir ve kendisine daha akıllı bir yardımcı bulur. Bu yardımcı Cüce
Efendi'dir. Cüce Efendi’yi ölümsüzlük vaadiyle kandıran Tağut, hayat nefesi için ona
türlü cinayetler işlettirir. İnsanları sürekli olarak doğru yoldan çıkarmaya çalışır.
Amacı, ölümsüzlük nefesine ulaşmaktır. Romanda, bunun için pek çok kişiyi yoldan
çıkarıp kendisine hizmet ettirir. İstanbul’daki müzisyenleri öldürten, Eflâtun’un peşine
düşen de odur. Gerek dış görünüşüyle ilgili tasvirlerden, gerekse secdeye karşı çıkması
vb. göndermelerden onun Kuran ve diğer kutsal kitaplardaki Şeytan olduğu açıkça
anlaşılmaktadır.
Bu romandaki Tağut, ölümsüzlüğe kavuşma tutkusu ve zalimliğiyle Puslu
Kıtalar Atlası’nın Ebrehe’sine Amat’ın Diyavol Paşasına benzemektedir.
243
tanıt(ır)” (S, s. 251). Bir gün Asım Neva adında bir kıza âşık olur. Aşkını Cüce’ye
açar. Ancak İskender de kıza tutulur. Kıskançlık nöbetleri geçirmeye başlar. Asım’ın
Neva’ya bir beste yaptığını duymasıyla, kıskançlığı daha da artar. Önce Asım’ı
öldürür, ardından besteyi değiştirerek kusurlu bir şekle getirir. Asım’ı öldürmesinden
sonra Sofuayyaş Mahallesi’ne taşınarak buradaki camilerde vaazlar verir. Asık suratlı,
sinirli bir din âlimi olan bu adam, kısa zamanda camide verdiği vaazlarla bütün
mahalleliyi etkisi altına alır. Verdiği vaazlarda musikinin haram olduğunu söyler ve
buna herkesi inandırır. Bir vaazdan sonra evine giderek uykuya dalar. Uyandığında
kulaklarında kendisini bir sesin çağırdığını duyar ve o sese doğru gider. Sesin geldiği
Rafael’in evine ulaştığında evde bir çembalo görerek bu aletin fa notasına basar:
“Böylece ‘musikideki şeytan’ ruhuna…”(S,s.181) girer. Romandaki bu ifadenin
arkasında “Yüzlerce yıl Pisagor’un kuramları müzik kuramcılarını etkisi altında tuttu.
Müzik de evren gibi tam bir matematiksel kusursuzluk üzerine kurulu olarak
düşünüldü. Notalar arasındaki aralıklar, bu kusursuzluğun simgesiydi. Bu felsefeden
etkilenen ortaçağ kuramcıları, bazı bozuk akordlara ‘musica ficta’ diyerek şeytanın işi
saymaya kadar götürdüler. Do ile fa diyezin birlikteliği şeytan aralığı olarak
düşünüldü ve kilise müziklerinde (hatta tüm müziklerde) kullanılması bir dönem için
yasaklandı”26 bilgisi vardır. Bu bilgiler, aynı zamanda Cüce Efendi’nin Tağut’un
hizmetine girdiğini ortaya koyar. Kendisini Tağut’a adayan Cüce Efendi’ye bir gün
Çapraz Bayram adında bir çete reisi gelir. Bağrında büyük sancısı olduğunu söyleyen
bu adam Cüce Efendi’den din dersi almaya gelmiştir. İskender, bu adama önce abdest
almayı öğretir ardından, afyonlu macun vererek camiye gönderir. Bu afyonlu macunla
acısı dinen Çapraz Bayram artık Cüce Efendi’nin hizmetine girmiştir. Onun emriyle
İstanbul’daki beş musiki ustasını öldürür. Çetenin yakalanmasıyla İbrahim Dede’yi
öldürme işi Cüce Efendi’ye İskender, Tağut’tan altıncı musiki ustasının İbrahim Dede
değil Eflatun olduğunu öğrenince Eflatun’u alıp evinin bodrumunda öldürür. Bunun
üzerine Davut da Cüce’yi öldürür.
Görüldüğü üzere şahsî menfaati için Müslümanmış gibi görünüp
çevresindekilere kendisini “Hacı İskender” olarak tanıtan bu kişi, ikiyüzlü, çıkarcı,
insanların inançlarıyla oynayan, sonsuz bir hayata sahip olabilmek için Şeytana hizmet
eden bir figürdür. O da Anar’ın diğer romanlarında sık sık rastlanan iktidar hırsına,
26
Asuman Kafaoğlu Büke “Suskun Müzik Olur mu?” Dünya Gazetesi kitap eki, 2 Kasım2007
244
ölümsüzlük tutkusuna kapılanlardır. Kimseye zararı olmayan, temiz kalpli, masum bir
Mevlevî dervişi olan Eflâtun’u ölümsüzlük arzusuyla öldürmek istemesi, onun
romandaki asıl işlevini göstermektedir. Anar, çoğu romanında yaptığı gibi, bunda da
şahıs isimleriyle, kimi çağrışımlar yaptırmakta, isim sembolizasyonlarına
başvurmaktadır. Bu itibarla, Cüce İskender adı, aslında Büyük İskender’in bir parodisi
olarak dikkati çekmektedir.
Sonuçta Cüce İskender, arzusuna ulaşamadan dünyaya veda eder; Davut
tarafından öldürülür. Onun akibeti de tıpkı Ebrehe’nin, Kara Calud’un akibeti gibi
ölüm olur. Ölümsüzlük arzusuna kavuşamaz.
Kabil ve Yeğenleri/Habil-Kabil
245
etmezmiyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni
bekliyor. Ona egemen olmalısın.’
Kayin kardeşi Habil’e, ‘Haydi, tarlaya gidelim’ dedi. Tarlada birlikteyken
lardeşine saldırıp onu öldürdü. RAB Kayin’e ‘Kardeşin Habil nerede?’ diye sordu.
Kayin ‘Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?’ diye karşılık verdi.
RAB, ‘Ne yaptın?’ dedi, ‘Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Artık
döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin
toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın.”27
şeklindedir. Romandaki Kabil de önce kardeşini, ardından birçok kişiyi öldürür.
Yeğeninin önce onu ardından kardeşini öldürmesiyle yaralı Kabil yeğenine: “Baban,
onu öldürürken benden, yetim kalan çocuklarını, yani sizleri yetiştirmemi istemişti.
Artık Kabil sen olduğuna göre, benim iki çocuğumu da sen yetiştireceksin. Ayrıca sen
beni nasıl öldürdüysen, benim çocuklarımdan biri hem seni hem de kendi kardeşini
öldürecek ve Kabil o olacak! Lanet böylece, nesiller boyu sürüp gidecek!” (S,s.237)
der. Bütün bunlar, Kabil ve Habil’in Kur’an ve Tevrat’tan mülhem olduğunu
göstermektedir.
Sonuç olarak romandaki Kabil ve yeğenleri Şeytana/kötülüğe hizmet etme
işlevini görürler ve kaynakları kutsal kitaptır.
Çapraz Bayram
Tahtakale’deki Zincirli Han’ı mesken tutmuş, her türlü kötülüğü yapan
Dokuzlar adlı kabadayı çetesinin reisidir. Romanda, “Bu zat elli yaşlarında, esmer
olmasına rağmen yeşil gözlü, eyyam görmüş kös dinlemiş eski bir bıçkındı. Ama yaşı
icabı, artık günah işlemek için ellerini değil de beynini kullanıyordu.” (S, s.192)
sözleriyle tanıtılır. Çapraz Bayram, bir gün bağrında çok şiddetli bir ağrı duyar. Gittiği
hiçbir hekimden şifa bulamaz. Sonunda ona, çektiği acının vicdan azabı olduğu ve
kendisini dine vermesi gerektiği söylenir. O da hemen Cüce Efendi’nin kapısını
çalarak durumunu anlatır. Perevelli İskender Efendi ona önce abdest almasını öğretir.
Ardından afyonlu bir macun vererek camiye gönderir. Afyonlu macunun etkisiyle
ağrısı dinen Çapraz Bayram artık Cüce Efendi için hizmet edecektir. Cüce Efendi ona
bir gün musikinin haram olduğunu bu yüzden musiki ustalarının öldürülmesi
27
Kutsal Kitap Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil), Kitabı Mukaddes Şirketi, 1.Basım,
Ağustos, 2001, s.5
246
gerektiğini söyler. Böylece Çapraz Bayram adamlarına beş musiki ustasını öldürtür.
Rüşvet vererek her istediklerini yaptırdıkları subaşının ölümünden sonra, yerine geçen
yeni subaşı onu ve adamlarını yakalayıp zindana atar. Böylece romanda kötüler yine
hak ettikleri cezayı bulmuş olurlar. Çapraz Bayram, ruhunu ve çetesini Cüce Efendi’ye
dolayısıyla Şeytana/Tağut’a satan kötülüklerle dolu biridir. Bu tip, eski İstanbul’daki
kabadayı tiplemesinden etkiler taşımaktadır.
247
Zâhir/Hz. İsa
Zahir, Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri’nin oğludur. Romanda birçok
yönüyle Hz. İsa’yı andıran bir figür olarak karşımıza çıkar.
Kahinlerin haber verdiği üzere bir gün İstanbul’da görünür. Bir sabah, namaz
vaktinde “…uzunca bir yoldan geldiği kokusundan belli, kir pas içinde”(S,s.167) bir
adam Çemberlitaş Hamamı’nda görülür. “Gömleği kirden muşambaya dönmüş salyalı,
sümüklü adamdan ter ve gaita kokuları burcu burcu…”(S,s.167) tüter. Gelen kişi
Zahir’dir. Önce hamama girer ve Yahya adında bir tellak onu defalarca sabunlayıp
yıkar. Burada Hz İsa’nın Yahya peygamber tarafından vaftiz edilmesine bir gönderme
vardır. Hamamda yıkanan Zahir, Hoca Hanı civarında şarkı söylemeye başlar. Onun
güzel sesinin etkisiyle arkasında bir kalabalık toplanır. Bu kalabalığa önce bir kanuni
ve udi, ardından bir kemani, bir defzen, bir rebabî, bir tömbekzen, bir tamburi, bir
kudümzen, bir çengi, bir bendirzen, bir miskali ve Yakuta isimli bir santuri katılır.
Buradaki on iki müzisyen bize Hz. İsa’nın on iki havarisini hatırlatır hatta bir santuri
olan Yakuta bize Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda’yı anımsatmaktadır. Zahir okunan
ezana rağmen şarkısına devam edince müezzin ezanı keserek ona “Bre kıblesiz! Ezan-ı
Muhammedi okunurken şarkı söylemeye utanmaz mısın!” (S,s.175) diye bağırır.
Ardından camiye giden insanlar ona ters ters bakıp “imansız, zındık” diye söylenirler.
Kısa sürede Kostantiniye’de Zahir’in peygamberliğini ilan ettiği yayılmaya başlar.
İbrahim Dede, bir gün herkesi Mevlevihaneye çağırıp neyiyle güzel bir beste çalar.
Ardından odasına kapanan İbrahim Dede’den sonra Zahir, Yusuf Dede, İdris Dede ve
Davut’la İbrahim Dede’deki değişiklikler ve lanetli ev hakkında konuşurlar. Zahir,
onlara lanetli eve gitmeyi önerir. Rafael’in lanetli evinde ölüm döşeğinde olan Lazar’a
Zahir’in: “Lazar! Buraya gel! Buraya gerçeği de getir!”(S,s.213) diye seslenmesiyle
ölüm döşeğinde olan Lazar bir anda iyileşir. Burada Hz. İsa’nın Meryem’in kardeşi
Lazar’ı tekrar diriltmesi hatırlatılır. Bu olay, İncil’de şöyle geçer:
“İsa Beytanya’ya yaklaşınca Lazar’ın dört gündür mezarda olduğunu öğrendi.
Beytanya, Yeruşalim’e on beş ok atımı kadar uzaklıktaydı. Birçok Yahudi, kardeşlerini
yitiren Marta’yla Meryem’i avutmaya gelmişti. (…) İsa gözlerini gökyüzüne kaldırarak
şöyle dedi’ Baba beni işittiğin için sana şükrediyorum. Beni her zaman işittiğini
biliyordum. Ama bunu, çevrede duran halk için, beni senin gönderdiğini iman etsinler
248
diye söyledim’ bunları söyledikten sonra yüksek sesle, ‘Lazar, dışarı çık!’ diye bağırdı.
Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü peşkirle sarılmış olarak dışarı çıktı.”28
Artık sağlığına kavuşmuş olan Lazar’la Zahir, Hüseyin Efendi’nin evine gider
ve yolda kaba sofuların saldırısına uğrar. Zahir, Hüseyin Efendi’nin evinde Kalın
Musa’ya dokunarak onu felçten kurtarır. Zahir’in Kalın Musa’yı felçten kurtarmasında
Hz. İsa’nın felçli bir adamı iyileştirmesine atıfta bulunulmuştur. Sonraki akşam
şakirtleriyle bir iftar yemeğinde bir araya gelen Zahir şakirtlerine “Beni iyi dinleyin!
Şu kanarya nasıl şakıyorsa, sizlerden biri de onun gibi ötüp beni gammazlayacak!”
(S,s.231) der. Bu, Hz. İsa’nın son akşam yemeğini ve yemekte havarilerine:“ Hepiniz
için söylemiyorum, ben seçtiklerimi iyi bilirim. Ama ‘Ekmeğimi yiyen bana ihanet etti’
diyen kutsal yazının yerine gelmesi için böyle olacak. (…) ‘Size doğruyu söyleyeyim,
sizden biri bana ihanet edecek’ ”29 demesine bir göndermedir. Buradaki Yakuta
ismiyle İsa’yı gammazlayan havari Yahuda’ya bir gönderme vardır. Daha sonra, öfkeli
kalabalık Zahir’i bularak öldürür.
Romanda Hz. İsa olarak karşımıza çıkan Zahir, Hz. İsa gibi aynı sonu
paylaşmıştır. Yazar, Zahir tipiyle bir anlamda Hz. İsa’nın parodisini yaratır. Eserde,
iyiliğin tebliğcisi, Muhteşem Neyzen Efendi Hazretlerinin oğlu olarak karşımıza çıkar.
Davut/Hz. Davut
Kalın Musa’nın torunu olan Davut yirmi beş, yirmi yedi yaşlarında sakalsız,
bıyıksız, esmerce bir gençtir. Bebekken Goncagül adlı Kıptî anneleri tarafından,
babaları Veysel’e bırakılmış ve bakımlarını amcaları Muhayyer Hüseyin Efendi
üstlenmiştir. Yirmili yaşlara geldiğinde amcasının çalgılı kahvehanesinde çırak olarak
çalışmaya başlar. Kahvehanede “musiki ilmini, makamları ve usulleri, ud çalıp şarkı
tertip etmeyi ama en önemlisi beste bağlamayı” (S,s.30) yedi yılda öğrenir ve
Kostantiniye’deki en iyi üstadlardan oluşan bir fasıl heyetine kabul edilerek bir
meyhanede çalmaya başlar. Bir iş çıkışı Balıkpazarı Kapısı'nı Arap Cami yoluna
bağlayan ve hayaletli olduğu söylenen sokağa sapar. Orada Neva adlı bir kıza âşık
olur. Bundan sonra Davut’un hayatı değişmeye başlar. Âşık olduğu kızın annesi
Davut’a Asım’ın hayaletinden bahseder ve Asım’ın kusurlu bestesini ona vererek
28
İncil, “İsa Lazar’ı Diriltiyor”, Yeni Yaşam Yay, 2. Basım, Şubat, 2003, s.199
29
A.g.e. “ İsa’ya İhanet” s. 204
249
250
Eflâtun/Platon
Dâvut’un ikiz kardeşi olan Eflâtun, Veysel Efendi’nin oğlu, Kalın Musa’nın
torunudur. Kardeşi Dâvut’un aksine “dalgın, sessiz ve içine kapanık” (S, s. 79) biri
olan Eflâtun’a bu özelliklerinden ötürü mahalledeki çocuklar “Deli”, “Divâne” gibi
lakaplar takmıştır. (S, s. 108) Bakışları fersiz ve bulanık olan bu uysal çocuk sanki
başka bir âlemde yaşamaktadır. “Sofuayyaş Mahallesi’ndeki haylaz ve haşarı
kopillerce sürekli itilip kakıldığından mıdır, bu dalgın, sessiz ve içine kapanık çocuk
evden pek dışarı...”(S,s.79) çıkmaz. Bir gün evden kaçar. Davut ve amcası merakla
onu aramaya başlarlar ve Eflatun’u annelerinin mezarı başında bulurlar. İkinci
kaçışında yine aynı yerde bulunan “Eflatun’un gözlerine ışık ve yüzüne nur
gelmiş[tir]! Ayrıca en önemlisi, adeta cennetteymiş gibi, çocuk bir de
gülümse[mektedir]…” (S, s.81). Bu durum karşısında Eflatun’a cinlerin musallat
olduğu düşünülerek bir odaya kilitlenir. Yedi yıl kaldığı bu odadan, kapının açık
olduğu bir sırada kendisini çağıran meçhul bir sesi bulmak için çıkar. Dışarı çıktığında
evinin önünde kerevete bağdaş kurup oturan ve çubuğunu tüttüren bir ihtiyar görür.
İhtiyarın durumundan kendisini çağıranın o olmadığını anlar ve Sofuayyaş
Mahallesi’nden yukarı doğru yürümeye başlar. Epey yürüdükten sonra ekşi suratlı bir
bakkalın yanına gelir. Kendisini çağıranın o olduğunu sanarak bakkalın önünde
beklemeye başlar. Eflatun’u fark eden ekşi suratlı bir akkal ona: “ Ne var! Ne
istiyorsun? Sadaka madaka istiyorsan nah sana! Tembellik etme de çalış!” (S,s.87) der
ve onu kovar. Bakkaldan kovulan Eflatun, kendisini çağıranın bakkal olmadığına
kanaat getirerek yoluna devam eder. Kekez Mustafa Efendi Hazretleri’nin türbesinin
devamı olan bir hazireye geldiğinde oradan geçen mağrur bakışlı bir Arap seyisin
kendisini çağırdığını sanarak bu genç seyise onun çağırıp çağırmadığını sorar. Seyis
ona: “Haydi oradan kaltaban! Benim gibi bir efendinin senin gibi bir sefille ne işi
olabilir! Seni çağıracağıma köpeklerimi çağırırım! Defol! Git!” (S,s.89) diyerek
suratına bir tokat atıp kovar. Kaşından oluk gibi kan akan Eflatun, dudağını bükerek
Topal Recep Paşa çeşmesinde yüzünü yıkayıp yoluna devam eder. Darphane sokağına
gelir. Burada Tatlıcı Reşit Ağa’ya ait dükkânın köşesine yatmış, yanında yatsıdan
251
sonra kendisini küfe içinde eve götürecek bir veledin olduğu, bir dilenci görür. Eflatun,
kendisini çağıranın dilenci olduğunu sanarak dilenciye yaklaşır. Dilencinin yanındaki
çocuk, Eflatun’a “Sağır mısın? Ustam sana git diyor! Bu köşe yirmi yıldır bizim.
Burada sadece biz dileniriz! Kendine başka yer bul! Haydi, al voltanı, çek git!”
(S,s.93) der. Eflatun rencide olmuş bir halde yine yoluna devam eder. Çemberlitaş’a
geldiğinde Köprülü Camii ve medresenin taş duvarı yanına sıralanmış arzuhalciler
görür. Bu arzuhalcilerden ikisi kavgaya tutuşur. Bu kavgayı etraftaki insanlar ayırır.
Kalabalık dağıldıktan sonra Eflatun yine kendisine seslenen bir ses duyar. Etrafına
baktığında fakir çocukların gözü önünde şişmanca bir adamın bir lokantada kebap
yediğini görür. Kendisine seslenenin bu adam olduğunu sanarak, adamın yanına gider.
Şişman adam da Eflatun’u rencide ederek kovar. Eflatun, başını önüne eğerek yoluna
devam eder. Yolda ellerinde kan damlayan bir kelleyle cellad Kara Ali ve yamağını
görür. Tekrar yoluna devam eden Eflatun, İmdat Hamamı’nın önünde asabi bir
ihtiyarın, kölesine bağırdığını görür. İhtiyarın malını taşıyan köle sendeleyerek düşmüş
ve küfenin içindeki yumurtalar kırılmıştır. Buna çok kızan ihtiyar evire çevire kölesini
döver. Kölesini dövmekten yorulan ihtiyarın bir kenara oturmasıyla Eflatun, kendisini
çağıran sesin bu adam olduğunu sanarak adama: “Efendim! Beni siz çağırdınız
herhalde, kölenizi dövmek gibi bir günahı işlediğiniz için üzülmeyiniz. Bakın! Sanki
dokunsam ağlayacaksınız. İsterseniz size yardım edeyim de, kölenizi hekime taşıyıp
yaralarını tımar ettirelim. Sonra onun gönlünü alır, özür dilersiniz.” (S,s.105) der.
Bunları duyan ihtiyar adam daha çok kızarak Eflatun’u kovar. Kalbi kırılan Eflatun,
yine yanıldığını anlayarak yoluna devam eder. Eminönü İskelesi’ne gelir ve karşıya
nasıl geçeceğini düşünür. İskeleye yanaşıp demlenen bir kayıkçıya karşıya nasıl
geçeceğini sorar. Kayıkçı önce dalga geçer. Ardından Eflatun’un boynundaki gümüş
muskayı görünce bu muska karşılığında onu karşıya geçireceğini söyler. Bunu kabul
eden Eflatun’a adam: “Meyhanelerden ve bitirimhanelerden uzak dur!...”( S,s.109)
diyerek onu uyarır. Karaköy İskelesi’ne çıkan Eflatun, burada Yahudi bir adamın
sandığını bir kayığa bindirirken kopan halatla yere saçılan altınlarını görür. İnsanlar
önce bu altınlara saldırır. Eflatun, kendisini çağıranın bu adam olduğunu sanır. Fakat
adamın onu terslemesiyle yanıldığını anlayarak yoluna devam eder. Uzun ve yorucu
bir yolculuktan sonra Galata Mevlevihanesi’ne ulaşır. Eflatun’un bu çileli yolculuğu
bize tarikattaki seyr-i sülûku hatırlatır. Mevlevihane’ye gelen Eflatun, burada işittiği
252
sesin ney sesi olduğunu anlar ve İbrahim Dede’den kendisine ney çalmayı öğretmesini
ister. İbrahim Dede onu bir gün odasına çağırıp ona bir ney hediye eder. Eflatun eline
ilk defa aldığı neyi büyük bir ustalıkla çalarak İbrahim Dede’yi hayretler içinde bırakır
ve Yaradan’la yegâh makamında tekvücud olur. Bundan sonra Eflatun artık hem sağır
hem dilsizdir. Kostantiniye’deki en büyük musiki ustalarından biri olan Eflatun hayat
nefesi için Cüce Efendi tarafından öldürülür. Ancak Neyzen Batın Hazretleri’nin ona
hayat nefesi üflemesiyle tekrar hayata döner. Romanın sonunda Yedikule Kâhini’nden
Eflatun’un Mevlevihane’de kahve dövmeye devam ettiğini ve öldüğünde Suskunlar
Haziresi’ne gömüleceğini öğreniriz.
Bütün bu yönleriyle Eflâtun, romanda bir sesin peşine düşerek Tanrı’yı bulmak
için yola çıkmış bir sâlik gibidir. İstanbul’da bu sesin peşinde türlü yerlere uğraması,
bir anlamda seyr-i sülûku çağrıştırır. Sonunda aradığı sesi, Mevlevihane’de bulan
çocuk, Tanrı’ya ulaşan, iyiliği simgeleyen bir derviş tipidir. Anar, tıpkı Cüce İskender
adında olduğu gibi, Eflâtun adıyla da ünlü filozof Platon (Eflatun)’a gönderme
yapmayı amaçlamış olmalıdır. Çünkü romandaki Eflatun, gerçekteki filozof Eflatun
gibi, idealar dünyasındaki Gerçek’i arayan bir kahramandır.
253
İdris Dede
Şeyh İbrahim Efendi’yi çok seven bir derviştir. Cüce efendinin gerçek
kimliğine ulaşmada yardımcı olmuştur.
Yusuf Dede
Yenikapı Mevlevîhânesi dervişlerindendir. Cüce Efendinin gerçek kimliğine
ulaşılarak Tağut’un yok edilmesine yardımcı olmuştur.
C. Fon Figürler
Romanda, yukarıda işlediğimiz karakterler dışında, kayda değer bir fonksiyonu
olmayan, fon figür niteliğinde şahıslar da bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla şu kişilerdir:
254
Kalın Musa
Kalın Musa, Veysel’in babası, Davut ve Eflatun’un dedesidir. Hızır Paşa’nın
mehteran takımında közsen olan bu ihtiyar, romanda “Kırış kırış suratına ve iyice
ağarmış pala bıyığına bakılırsa en az yetmiş yaşında görünen bu efendinin gözü açık,
kantarı belinde, uyanık biri olduğu fıldır fıldır oynayan gözlerinden belliydi. Boyu kısa
olmasına kısaydı ama sesi oldukça kalın ve gürdü. Bu nedenle arkadaşları ona ‘Kalın
Musa’ diye hitap ederlerdi. İşte aslında, bu ihtiyarın ağzı son derece pisti!” (S, s.17)
cümleleriyle tanıtılır. Bu cümlelerden Kalın Musa’nın yetmiş yaşlarında, boyu kısa ve
küfürbaz bir adam olduğu anlaşılır. Kalın Musa, paylaşmayı hiç sevmeyen cimri bir
adamdır. Mehteran dönüşü ağaçtan kopardığı ham armudu “El yiyeceğine ben
yerim!”(S, s.18) diyerek midesine indirir. Burada Kalın Musa’nın elden kastettiği oğlu
Veysel ve torunlarıdır. Armudu yedikten sonra çekirdeğini atmaya dahi kıyamaz ve
onu saklar. Romandaki şu satırlar Kalın Musa’nın ne ölçüde cimri ve açgözlü
olduğunu mizahî bir dille anlatmaktadır:
“…çekirdeğini ağzından çıkarıp dikkatle mendilinin arasına koyuyordu. Çünkü
bir çekirdek, bir armut ağacı demekti. Bu ağaçta yılda en az ikiyüz meyve verirdi. Bu
miktardaki armudun rayiç satış fiyatı üçyüzelli akçe kadardı. Bu da on yılda dokuz
altun ederdi. Şu durumda, mendilindeki çekirdeklerden sadece birinin fiyatı da bu
olmalıydı.”(S,s.18)
Kalın Musa o kadar cimri bir adamdır ki, yolda bulduğu civcivi besler ve civciv
tavuk olmasına rağmen onu bir türlü yiyemez. Her gün bin bir türlü bahaneyle tavuğu
yemeyi erteler. “İmânına kadar cimri biri olan” Kalın Musa, “orada burada efelenip
dayılanmayı huy edinmiş bir külhanbeyi(dir).” (S, s. 23) Fazla para harcamamak için
üç aylarda oruç tutar, oğlu ve iki torununa da bu aylarda oruç tutturur (S, s. 24). Hızır
Paşa’danepeyce bir emekli maaşı aldığını saklar. Para harcamak için yemeğini kardeşi
Muhayyer Hüseyin Efendi’nin evinde yer. Parasızlıktan şikâyet eder; ama doksan bir
yaşında ahirete intikal ettiğinde çıkınından dört yüz altın çıkmıştır (S, s. 266)
Romanda cimri bir kişi olarak öne çıkan Kalın Musa, Hızır Paşa’nın, kara
sevdalı yeğenini eğlendirmek için Veysel’i çağırmasına çok sevinir ve oğluyla
Paşa’nın huzuruna çıkar. Veysel kemençesiyle çaldığı kederli bir parçayla Paşa’nın
yeğeninin ölümüne sebep olur ve zindana atılır. Kalın Musa oğlunu kurtarmak için
255
Hızır Paşa’nın yaverini yemeğe çağırır. Yemek için kıyamadığı tavuğunu pişirtir.
Yemek Kalın Musa’nın umduğu gibi gitmez. Gelen misafir tavuğu silip süpürür. Bu
acıya dayanamayan Musa’ya inme iner. Felç olan Kalın Musa gitmek istemediği
kardeşi Hüseyin Efendi’nin evine “her akşam kuzu etli nohut verileceği vaadiyle”
götürülür. Bu da Kalın Musa’nın açgözlülüğünü ortaya koyar. Kardeşinin evinde
yaşayan Kalın Musa, huysuz bir ihtiyar olmuştur. Hâlâ para derdindedir, herkesten
gizli para biriktirmeye devam eder. Zahir, bir gün Hüseyin Efendi’nin evine gelir ve
mucizevi biçimde Kalın Musa’yı sağlığına kavuşturur. Doksan bir yaşında ölür.
Romanda Kalın Musa, cimriliği, açgözlülüğü ve paraya düşkünlüğüyle mizahi
bir karakter olarak göze çarpmaktadır. Anar, bu figürün adı ile karakteri arasında bir
ilgi kurmak istemiş, sesinin kalın olması ve kaba bir kişilik sergilemesinden dolayı
kendisine Kalın Musa adını takmıştır.
Veysel Efendi
Kalın Musa’nın oğlu olan, zarif ve hassas ruhlu Veysel, kırk dokuz yaşında,
“İri mavi gözlü, ufacık çeneli ve mermer kadar beyaz tenli(dir).” (S, s. 22) Yıllar önce
ince hastalığa yakalanan Veysel Efendi’nin (S, s. 21) Davut ve Eflâtun adlı iki oğlu
vardır; ancak kendisine ve iki oğluna bir süre babası Kalın Musa bakmıştır.
Naif ve sulu gözlü bir tabiatı olan Veysel Efendi, baba mesleği olan kös
tokmakçılığını reddederek armudî kemençe çalmayı öğrenir (S, s. 22) Zaten “elinden
gelen yegâne iş armudî kemençe çalmaktı(r).” (S, s. 51). İnce hastalıktan bir türlü
ölmeyen, efendiden, halim selim bir kişi olan Veysel Efendi, doksan sekiz yaşında
vefât eder (S, s. 23, 266). Romanda, esas itibariyle içine kapanık, romantik, musikiye
tutkun bir kişi olarak öne çıkan Veysel Efendi, Anar’ın mizah yeteneğini gösterdiği
tiplerden biri olarak dikkati çeker.
256
Hüseyin Efendi yardımsever bir adamdır. Kalın Musa’nın cimriliğine karşın, eli
açık biridir. Veysel’in ikiz çocukları Eflatun ve Davut’un bakımını üstlenmiştir.
Davut’u musikide yetiştirmiş, ona ud çalmasını öğretmiştir. Yeğeni Veysel’e de bir
kemençe hediye etmiş ve onu -kan parasını ödeyerek- zindandan kurtarmıştır (S, s. 68).
Hüseyin Efendi, iyi kalpli, yardımsever, fedakâr özellikleriyle kardeşi Kalın Musa’yla
tam bir zıtlık içinde ele alınmıştır.
Nevâ
Romandaki tek kadındır. Eserde; hokka burunlu, ay yüzlü bir genç kız olarak
tasvir edilir. Aynı zamanda içe işleyen büyüleyücü birt sesi vardır (S, s. 253, 42) Ilık
bakışlı, yeşil gözlü genç kadının “kiraz dudakları sanki gonca-i handan, gözleri
nergis-i fettân” (s. 42) dır. Galata’daki esrarengiz sokaktaki evlerinde annesiyle
birlikte yaşar. Bu güzel kıza ilkin Kanuni Asım vurulur. Ardından Cüce İskender kıza
âşık olur. Davut ise kıza âşık olan son kahramandır.
Görüldüğü üzere eserde güzelliğiyle dikkati çeken bu figürü, Anar, Divan
edebiyatına özgü bir dille tasvir etmekte; ancak bunu mizah amacıyla yapmaktadır.
Âsım
Surların dışında, Eyüpkapısı ile Edirnekapı arasında bulunan ıssız bir yerde,
kâgir bir evde yaşayan Âsım, meyhânelerde kanûn çalan bir musikîşinastır (S, s. 39).
Âsım’ın hayatı, Alessandro Perevelli’yi köle olarak satın almasıyla değişir. Esir
hanından satın aldığı Alessandro Perevelli’ye pek de iyi davrandığı söylenemez; zira
kanun ustası Âsım, kölesine yediği yemeklerin artıklarını verirken soğuk kış
günlerinde mangalın başında ısınmasına izin vermemektedir (S, s. 248-249). Bu da
onun merhamet duygusu zayıf bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir. Ancak
kölesinin musikî konusunda bir hazine olduğunu anlayıp, meyhanelerde onun besteleri
ile meşhur olunca onunla bir anlaşma yapmak zorunda kalır. Böylelikle yetenekli
kölesini azat eder ve gelirinin onda birini ona vermeyi kabul eder. Âsım ile Cüce
arasındaki ortaklık uzun süre ve sorunsuz bir biçimde devam eder. Fakat ikisinin de
aynı dilbere gönül vermesi sonucunda, ortaklık sona erer. Gözleri kör edip, kulakları
sağır eden aşk, cücenin de aklını başından alır ve eski efendisi, şimdiki ortağını
uykusunda katleder. Bununla da yetinmeyen acımasız köle, Âsım’ın cân-ı cânânı
257
Nevâ’sına yazdığı muhteşem bestesinin ebced ile kaydedildiği kâğıdı alarak tahrif
eder, ardından da üzerine domuz yağı sürerek Nevâ ve annesinin oturduğu evin
kapısının altından atar (S, s. 42, 255). İşte zavallı Âsım’ın ruhunu rahatsız edip bu
dünyada kalmasına neden olan olay budur.
Eserden anlaşıldığına göre ruhu ıstırap çeken Asım’ın hayaletinin huzura
kavuşması için sevdiğine yazdığı bestenin düzeltilmesi gerekmektedir. Ancak bu
şekilde ruhu felaha kavuşup göklere özgürce uçabilecek, aksi takdirde bir hayalet
olarak dünyada kalacak ve ruhu acı çekecektir. İşte bu muzdarip ruhun imdadına Dâvut
yetişir ve cüceyi öldürdükten sonra Âsım’ın bestesindeki hatayı bulup düzeltir,
böylelikle huzura kavuşan Asım’ın hayaleti özgürce göklere yükselir (S, s. 268).
Romanda, müzisyen bir kişi olarak çıkan Âsım, olay örgüsünde, başlangıçta
olayların çıkışına vesile olan bir figürdür.
Rafael
Hem hekim hem de cerrahtır. Yahudi olan Rafael, hayatını bilime adamıştır.
Sadece sakal tıraşı olan bu adamın, yüzünden başka hiçbir yerine ustura değmemiştir
(S, s. 181). Romanda “Kaputunun yenleri yanı sıra, şahin pençesini andıran ince ve
kemikli ellerinde de kezzap yanıkları olduğuna bakılırsa, bu kara kuru ve sakalsız
bıyıksız adamın bir elkimya üstadı, yahut benzeri bir kara ilimle uğraşan bir alim
olduğu söylenebilirdi. Ağzındaki birkaç dişi tizab benzeri eczalarla kırmızıya, maviye
ve yeşile boyamış Rafael isimli bu esrareniz adam, çevre sakinlerinden bazılarına
göre, vaktiyle usta bir hekim, bazılarına göre ise işinin ehli bir eczacı ya da hekimdi.
Ama herkes, onun seneler önce cinlere karıştığı konusunda hemfikir sayılırdı. Başında
siyah bir Yahudi serpuşu, cılız ve daracık omuzlarına aldığı uzun ve eprimiş bir
pelerinle dolaşan bu efendiden herkes köşe bucak kaçar ve selamını bile almamanın
yanı sıra, esnaf onu gördüğünde yüzünü çevirirdi.” (S,s.127- 128) şeklinde tasvir
edilmiştir. Lanetli diye nitelendirilen taş bir evde oturur. Evi kir, pas içindedir.
Romanda bu ev uzun uzun tasvir olunur. Vaftiz olmak dışında hiç yıkanmayan bu kirli
adamın evindeki tek temiz şey aynadır. Saatlerce aynaya bakarak kir ve yağ içindeki
saçlarını tarar cilt bakımını da ihmal etmez ve “Yüzündeki kırışıklıkları gidermek için
Rafael, cinsaçı, Arap devesi idrarı ve sümüklüböcekten husule getirdiği bir merhemi
göz kenarlarına, alnına ve yanaklarına bolca sürer...” (S,s.182)
258
Vücuduna gösterdiği aşırı özeni, yaşadığı yere göstermeyen bu adamın evi ise
son derece pistir, ameliyat malzemeleri ya paslı ya da küflüdür (S, s. 183). Hekimlik
konusunda bütün bildikleri insanlar üzerinde yaptığı denemeler sonucu edindiği
bilgilerdir. Bu güne kadar kendisine yirmi hasta getirilmiş bunlardan on dokuzunu
tedavi edememiş ve ölmelerine neden olmuştur. Bir gün kendisine iki adamın kolunda
Tağut gelir. Tağut’u getiren adamlardan biri Tağut’tan yardımının karşılığı olarak
prlanta bir yüzük alır. Öteki adam ise ücretsiz olarak midesini Rafael’e tedavi ettirmek
ister. Rafael adama Eyaric-i Levgazıya müshili içirir. Adı Lazar olan bu adam
Rafael’in verdiği ilacı içtikten sonra kan kusmaya başlar. Böylece Tağut’la birlikte
Rafael’in daimi hastaları olurlar. Rafael, Tağut’a hiçbir tedavi uygulamaz fakat
Lazar’ın üzerinde yaptığı denemelerle hekimlikte büyük yol kat eder. Yedikule Kâhini
onun hekimlikte ilerlemiş olduğunu, fakat vücudundaki kirin kanını zehirleyerek
öleceğini görür.
Romanda Rafael, bir hekim olarak geçinen kirli, pis bir adam olarak dikkat
çeker. Bu bilgilerden Rafael’in karikatürize bir hekim tipi olduğu görülmektedir.
Lazar
Lazar, hasta olan Tağut’u Rafael’in evine getiren iki adamdan biridir. Tağut’tan
yaptığı yardıma karşılık bir şey alnaz; fakat midesindeki yanmanın tedavisini ücretsiz
olarak Rafael’e yaptırmak ister. Böylece hayatı bir anda değişir. Rafael kendisine bir
ilaç içirir. İlaçla birlikte kan kusmaya başlar ve ölüm döşeğinde bir hasta olarak
Rafael’in eline düşer. Rafael, onu iyileştirmek adına her gün ameliyat eder fakat
ameliyatlar onu daha da kötüleştirir. Sonunda Rafael, Tağut’tan aldığı altınları bir
keseye koyup onun midesine yerleştirir. İncil’de Lazar Hz. Meryem’in kardeşidir.
Hastalıktan sonra ölen Lazar’ı tekrar hayata döndüren Hz. İsa’dır. Romanda da Lazar’ı
iyileştiren Zahir’dir. Zahir’in Rafael’in evine gelip ona seslenmesiyle sağlığına
kavuşur. Romanın sonunda Yedikule Kâhini, onu ailesine yıllar sonra kavuşmuş
olmanın mutluluğu içinde görür.
Yedikule Kâhini
Geleceğin olduğu kadar geçmişin de bilgisine sahip olan bu kişi, Zâhir’in
Kostantiniye’de zuhur edip bu şehirde cinayetler isleneceğini önceden haber veren
259
ünlü bir kâhindir. Bu yönüyle İncil’de, Hz. İsa’nın zuhur edeceğini önceden bildiren
kahini anıştırmaktadır. Kehanet aynasına tek gözüyle baktığı için o gözü kör olmuştur.
Tek gözlü kalan kâhin eserin sonunda kehanet aynasına tekrar bakar ve diğer gözünü
de kaybederek tamamiyle kör olur.
Goncagül
Kıptî bir adamın kızı olan bu kadın Dâvut ve Eflâtun’un annesidir. Ancak bu
iki çocuğun Veysel Efendiye ait olduğunu söyleyen Goncagül, onları kavga ve gürültü
ile Kalın Musa ve oğluna bırakmış, bir daha da çocuklarını ne aramış ne de sormuştur
(S, s. 24, 79).
Hızır Paşa
Kalın Musa onun yedi katlı mehterânında köszenlik yapar. (S, s.s. 15), Hızır
Paşa’nın yeğeni gönül derdiyle ölüp ölüp dirilen, bu yüzden ince hastalığa yakalanan
bir delikanlıdır. Bu delikanlı, Veysel Efendi’nin armudî kemençesiyle çaldığı hüzünlü
nağmeye dayanamaz ve ölür. Hızır Paşa da Veysel Efendiyi zindana attırır. (S, s. 53-
54, 56).
Bekçi
Yenikapı Mevlevîhânesi’nde gördüğü hayalet nedeniyle üç gün üç gece titremiş
ve bir hafta boyunca konuşamamıştır (S, s. 13).
Zümrüdüankâ
Kalın Musa’nın bir gece eve dönerken bulduğu; ancak besleyip büyüttükten
sonra kesmeye bir türlü kıyamadığı tavuğudur.(S, s. 26-27). Anar, burada da isim
sembolizasyonundan hareketle mizah yeteneğini göstermiştir.
260
Kamber Efendi
Meşhur bir udîdir (S, s. 25).
Bereket
İki telli kemençesi ile Hüseyin Efendi’nin suskun kanaryasını aşka getirip
şakıtan bir kıptîdir. (S, s. 30-31).
Barba Mihaliki
Galata’da bir meyhâne işleten bu kişi Amat’ta da yer almaktadır (S, s. 31).
Kara Ali
Namlı bir cellâttır. (S, s. 99).
Tûtî Baba
Bir zamanlar müritlerine bir perde arkasından vaaz veren bu şahsın sonradan
bir papağan olduğu anlaşılmıştır. (S, s. 106)
Hıristo
Zengin bir Rum tüccardır. (S, s. 114)
Sabetay
Fennî cerrah olan bu adam, paslı kerpeteniyle diş çekmektedir (S, s. 115).
Yahya
Çemberlitaş Hamamı’nda çalışan, işinin erbabı bir tellâktır (S, s. 167). Zahir’i
hamamda o yıkar. İncil’deki Vaftizci Yahya’yı çağrıştırır.
261
Yâkuta
Zâhir’in on iki müzisyeninden biri olan bu şahıs otuz akçe karşılığında onu
gammazlamıştır. (S, s. 233). Bu yönüyle İncil’de Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda’yı
andırmaktadır.
İsmail Pehlivan
Kabadayı çetesine mensuptur. Çete reisi Çapraz Bayram’ın pehlivanıdır. (S, s.
193)
Heybet
Ufak tefek, halim selim, sessiz ve epeyce de ezik biri olan bu adam Çapraz
Bayram’ın haraçlarını toplamakla görevli bir kabadayıdır (S, s. 194).
Köse Zehra
Çapraz Bayram’ın lideri olduğu çetenin bir üyesi olan bu yırtıcı kadın cadaloz,
ve gudubet biridir. Adam sorgulama işinde bir hayli başarılı olan Köse Zehra aynı
zamanda çeteye istihbarat da toplamaktadır (S, s. 196).
Mihel
Ahırkapı’da hekimlik yapan bir şahıstır (S, s. 196).
Jorj Efendi
Erganûn denilen müzik aletini tam hakkıyla çaldığı için kilise cemaati içinde
büyük saygı gören biridir (S, s. 216).
Benedetto Efendi
Galata voyvodasıdır (S,s. 217).
262
İbret
Esirpazarındaki kethüdâ odasının kırk beş senelik kâtibidir. (S, s. 220).
Sâlim Efendi
Aksaray’da hırdavatçılık yapan bir esnaftır. (S, s. 229)
Şekerci Nedim
Galata’da şekercilik yapan biridir. (S,s. 254)
263
oğlu Kabil’i; ölüleri dirilten ve arkadaşlarının ihbarı üzerine yakalanıp çarmıha gerilen
Zahir ise İsa Peygamberi anıştırır.
Bu bilgilerden, Anar’ın bu atmosferi meydana getiren kişilerinin büyük
bölümünün kaynağının Kuran, İncil ve Tevrat gibi kutsal kitaplar olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak yazar, kutsal kitaplardan ilham alarak canlandırdığı bu kişileri,
gerçek özelliklerine uygun biçimde vermez, onları değiştirir; âdeta içlerini boşaltır,
kimi zaman da bir karikatüre dönüştürür.
Kaynağı kutsal kitap olan kişiler dışında romanda, eski İstanbul romanlarından
veya tiplemelerinden esinlenerek çizilmiş pek çok kişiye rastlamak mümkündür.
Örneğin Mevlevîler, kabadayılar, Kıptiler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler,
musikişinaslar, esnaf sınıfı, arzuhalciler, dilenciler, kayıkçılar, esir satıcıları gibi, bir
imparatorluk şehrinin farklı kesimleri, canlı biçimde bu karnavalda yerlerini
almışlardır.
ZAMAN
İhsan Oktay Anar’ın incelediğimiz romanlarının hemen hepsinde, olayların
tarihî bir zaman diliminde geçtiği görülür. Bu doğrultuda Suskunlar’da da olay zamanı
tarihsel bir dilimdir. Romanın başındaki; “Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri’nin
(Saadetleri daim olsun) Konstantiniye’de bulunduğu zamanlarda, yani Sultan Ahmed-i
Sani Han Efendimiz’in devri saltanatından sonraki senelerden birinde, Şaban ayının
ondördüncü gecesi…”(S, s.11) cümlesinden anlaşıldığına göre olaylar, Sultan II.
Ahmet döneminde, Şaban ayının 14. gecesi başlar. Ancak zaman, yukarıdaki cümleden
genel anlamda belli olsa da, olayların hangi yıl geçtiği kesin biçimde belli değildir.
Anar, böyle bir girişle, okurda âdeta bir zaman muğlaklığı duygusu yaratmaktadır.
Yazar, diğer romanlarındaki gibi bunda da zamanı betimlerken, güneşin ve ayın yeri
kadar, olayın hangi sultanın saltanat döneminde meydana geldiğini de belirtir. Örneğin
“İsa Mesih’ten… yıl sonra…” diye başlayarak, olayların insanlık kadar eski olduğunu
hissettirir. Anar zamanı asla tarihsel bilgi vermek amacıyla kullanmaz, onun için
zaman, tıpkı mekân ve kişilerde olduğu gibi, dinsel ve kültürel bir atmosfer unsurudur.
Hemen tüm romanlarını tarihsel bir zemine oturtan yazar, ana öykünün ve bu
öyküye bağlanan iç öykülerin anlatımında iki farklı yol izler. Ana öyküye giriş,
“Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri’nin (Saadetleri daim olsun) Konstantiniye’de
264
Geçmişe kapı aralayan, ana olaya odaklı zaman belirleyici bu bilgiler, daha çok
ana olayda ortaya çıkan bazı bilinmezlikleri açıklığa kavuşturacak olan yeni bir iç
öyküye geçiş yaparken verilmektedir. Aşağıdaki cümleler de bunu yansıtan
örneklerdir:
“Muhteşem Neyzen Batın’ın mahdumu Zahir’in şehre gelmesinden önceydi.”
ya da “elbette bunlar Cüce Efendi’nin Sofuayyaş Mahallesi’ne gelmesinden önceydi.”
(S, s.27); “İşte bu tüyler ürpertici vak’a, Davut’un ikiz kardeşi Eflatun’un o esrarengiz
ıslığı işitmeye başlamasından tam on yedi yıl sonra cereyan etmişti.” (S, s.76);
“Gel.”çağrısına itaat eden Eflatun’un Galata Mevlevihanesi’ne kadem basmasından
epey zaman önce…” (S, s.124)
Bu örneklerde görüldüğü üzere, romanda dış öykünün zamanı ölçüt alınarak, iç
öykülerde ana öykünün zaman arkından bir süreliğine çıkılmakta, bu da genellikle
geriye dönüşlerle olmaktadır. Ancak iç öykü bitirildikten sonra tekrar ana öykünün
zaman arkına bağlanılmaktadır.
265
176), “Dâvut’un Nevâ’ya abayı yakmasından çok zaman önce” (S, s. 181), “Günün
birinde” (S, s. 189), “Bir zamanlar” (S, s. 227) gibi masalsı zaman ifadeleri göze
çarpar.
Sonuç olarak sanatçı önceki eserlerinde olduğu gibi Suskunlar’da da reel
gerçekliğin dışında masalsı/fantastik diyebileceğimiz kurgusal bir zamanı, anlattığı
olaylarda fon olarak kullanmıştır diyebiliriz.
MEKÂN
Kostantiniyye/İstanbul
Anar, önceki romanlarının çoğunda olduğu gibi, Suskunlar’da da ana mekân
olarak İstanbul’u seçer. Galata ve civarı, Azap Kapısı, İç Azap Kapısı, Galata
Mevlevihanesi, Galata meyhaneleri, Kuledibi, Caddeikebir, Karaköy ve çevresi,
Yelkenciler Hanı, Arap Camii, Yüksek Kaldırım, Tünel, Kâğıthane, Tophane, Haliç
ve çevresi, Eminönü, Tahtakale, Mısır Çarşısı, Unkapanı, Kumkapı, Samatya, Fener,
Eyüp, Bayezıt, Fatih, Abalıfellah Camii çevresi ve Sofuayyaş Mahallesi gibi eski
İstanbul’a ait iş yerleri, çarşılar, hanlar, bedestenler, meyhaneler, kahvehaneler,
sokaklar, mahalleler, camiler, kiliseler Suskunlar’ın İstanbul’a ait zengin dekorunu
oluşturur.
Mekânın bir fon olarak kullanıldığı Suskunlar’da XVII. yüzyıl İstanbul’una ait
manzara betimlemelerine sık sık rastlanır. Örneğin romandaki şu satırlarda, o dönemde
ticari hayatın yoğun olduğu Haliç ve Eyup civarı şöyle anlatılmaktadır:
“…Sarayburnu’ndan ta Eyüp’e kadar uzanan surun kâh içine kâh dışına inşa
edilmiş, toptancılara ve bezirgânlara ait birçok taş ambar, onlarca han ve kıyamet
kadar dükkanın bulunduğu bu yolu, tüccarlardan hamallara, dükkancılardan
dilencilere, mollalardan gayrimüslimlere kadar her mesleğe, her tabakaya, her dine ve
her tarikata mensup insanlardan oluşan bir mahşer kalabalığı doldurmuştu. Haliç’teki
iskelelere veya zifle kalafatlanmış ahşap tombazlara yanaşmış yahut sahile baştankara
etmiş hadsiz hesapsız gemiyi de bu kalabalığa eklemek doğru olurdu: Edremit ve
Bandırma’dan meyve-sebze, pekmez ve bal getiren bombartalar Yemiş İskelesi’ne,
Kırım ve Karadeniz’den buğday, arpa ve yulaf yüküyle gelen kancabaşlar Unkapanı
İskelesi’ne yanaşmışlardı. Eminönü’nde ise kumaş, kürk, tabaklanmış deri ve boya
266
267
1. Semtler
Yenikapı
Romanda olayların başladığı ilk mekân yaşlı bir bekçinin “taş döşeli ıssız” (S,
s.11) sokaklarını arşınladığı Yenikapı semtidir. Bir gıcırtı sesi duyan yaşlı mahalle
bekçisi sesin geldiği yöne doğru ilerler. Ayakları onu Yenikapı Mevlevîhânesi’ne
götürür. Bekçi oraya ulaştığında mevlevîhânenin bahçe kapısından içeri girer ve
birilerinin olup olmadığını öğrenmek için içeriye seslenir. Bir bahçe içinde bulunan bu
binaya giren bekçi bu kez bir ışık fark eder. Işık “Dervişlerin dönerek sema ettikleri
meydan-ı şerife açılan kapının ardından” (S, s.13) gelmektedir.
Fatih/Sofuayyaş Mahallesi
Fatih semti sınırlarında bulunan ve bugün Kadınlar Pazarı diye anılan; fakat
eski ismi Avrat Pazarı olan bir muhitin yakınlarında bulunduğu söylenen Sofuayyaş
Mahallesi, romandaki önemli mekânlardan biridir. Kalın Musa’nın evi bu
mahallededir. Hızır Paşa’nın Ayasofya’daki köşkünde sabah ezanını takiben kös vuran
közsen Kalın Musa daha sonra evinin bulunduğu “Avrat Pazarı’nın biraz
aşağısındaki, Sofuayyaş Mahallesi’ne” (S. s.19) gider. Evine giderken “Arnavut
kaldırımı gibi taş döşeli ve ortasındaki kanaldan pis su akan, daracık ara sokakları
tercih” (S. s.18) eder. Hızır Paşa’nın Ayasofya’da bulunan köşkünden Fatih’teki evine
giden Kalın Musa’nın geçtiği yollar anlatılırken, âdeta eski bir İstanbul semtinin
sokaklarının panoraması çizilir. Yazar, ayrıca sokak aralarında bulunan eski İstanbul
268
evlerini ayrıntılı bir şekilde tasvir eder (S, s. 19). Bu sokaklarda dünya ile ahretin iç içe
olduğunu gösteren mezarlıklar ve mezar taşları dikkati çeker.
Galata
269
270
Çemberlitaş
Eflâtun’un kendisini çağıran bir sesin peşinden gittiği sırada sokaklarını
arşınladığı semtlerden biri de Çemberlitaş’tır; “Hıçkırığı boğazında düğümlendi ve
başını önüne eğip, iki tarafında renk renk tenteli dükkânlar, hazireler, konaklar,
medreseler ve mescitler bulunan Dîvân Yolu boyunca, Çemberlitaş’a doğru yürümeye
başladı. Meşe, ıhlamur ve servi ağaçlarının gölgelendirdiği Arnavut kaldırımını
adımlarken, bir yandan da kendisini çağıran var mı diye çevreye kulak kabartıyordu…
Bu düşüncelerle nihayet, Kara Mustafa Paşa Külliyesi’ni geride bıraktı ve çatlayıp
zarar görmesin diye, çoktan paslanmış demir çemberlerle çevrili o sütunu yani tam
tepesinde, yuvasında leylek bulunan Çemberlitaş’ı gördü.” (S. s.95) Çemberlitaş’ta
yürürken Eflâtun’un tesadüf ettiği mekânlar arasında Atik Ali Paşa Câmii ile
Çemberlitaş Hamamı da bulunmaktadır.
Eminönü
Dâvut, duyduğu sesi takip ederek Galata’ya geçer ve burada âşık olduğu Neva
ile karşılaşır. Oradan da Eminönü’ne geçmek üzere bir peremeye biner ve bu semti kuş
bakışı şöyle görür:
“Pereme Eminönü’ne yaklaşırken Davut kendisini, Kostantiniye’ye gelen
buğday ve arpanın muhafaza edildiği taş ambarların kırmızı kiremitli çatılarını istila
eden güvercinlerden çok daha özgür hissetti. Gemilerden boşaltılan pamuk balyaları,
yağ tulumları ve boya fıçılarıyla dolu iskeleye çıktıktan sonra Mısır Çarşı’sına doğru,
güneşi altında yürümeye başladı. Masmavi gökyüzünde martılar çığlık çığlığa
uçuşuyordu. Sarayburnu’ndan tâ Eyüp’e kadar uzanan surun kâh dışına inşâ edilmiş,
toptancılara ve bezirgânlara ait birçok taş ambar, onlarca han ve kıyamet kadar
dükkânın bulunduğu bu yolu, tüccarlardan hamallara, dükkânlardan dilencilere,
mollalardan gayrimüslimlere kadar her mesleğe, her tabakaya, her dine, her tarikata
mensup insanlardan oluşan bir mahşer kalabalığı doldurmuştu.” (S. s.61)
Dâvut’un Galata’dan bindiği peremeden izlediği Eminönü manzarası
Galata’dan Haliç’e oradan Eyüp’e dek uzanan bir alanı kapsar.
271
Eminönü iskelesi
Tahtakale
Dîvân Yolu:
Eflâtun’un yedi yıl kaldığı sandık odasından çıktıktan sonra arşınladığı
yollardan biri de Dîvân Yolu’dur. Romanda Dîvân Yolu için yapılan tanımlamalarda
buranın işlevinden de bahsedilir:
272
Ağa Çayırı
Suskunlar romanındaki Kıptîler, yazarın Puslu Kıtalar Atlası romanında olduğu
gibi Ağa Çayırı’nda konumlanmışlardır. Ağa Çayırı Şehremini tarafında
bulunmaktadır (S. s.31).
2. Çarşılar
Mısır Çarşısı
Dâvut’un Galata’dan Eminönü’ne geçişi romanda önemli mekânların
tasvirlerinin yapıldığı bir kısımdır. Bu geçiş sırasında anlatılan bir mekân Mısır
Çarşısı’dır. Söz konusu çarşı eserde şöyle tasvir edilir:
“Dâvut, Mısır’dan gelen malların müşterilerin beğenisine sunulduğu, o
kubbeleri kurşunla örtülü Mısır Çarşısı’na girdi. Buhurdanlardan tütün günlüğün ve
tarçın, zencefil, havlıcan kokularının adamı sersemlettiği çarşıda ayrıca sinir
buhranına karşı farekulağı, baş ağrısını şıp diye kesen havacıva, mide ağrısını gideren
aptesbozan otu, iştah açıcı gecesefası, nefes darlığına etkili tavşandudağı, afyonlu
tiryaklar, mürdesenk, zırnık, nişadır, zacyağı ve bin bir deva, bin bir çeşit müstahzar
satılıyordu. Burada ayrıca, içinde bir çift sülük bulunan iki şişeyi tek ellerinde
birbirine tıntın vurarak müşterilerin dikkatini çekmeye çalışan sülükçüler de
görülüyordu. Ama bu çarşı asıl, her birinin rayiç değeri en az beş yüz altun olan yedi
gayriresmî gediğin sahibi yedi yankesicinin ekmek kapısıydı.” (S. s.63)
Çarşı içi oldukça kalabalıktır. “…tüccarlardan hamallara, dükkancılardan
dilencilere, mollalardan gayrimüslimlere kadar her mesleğe her tabakaya her dine ve
her tarikata mensup insanlardan oluşan bir mahşer kalabalığı doldurmuştu[r]”(S. ,s.
61) Bu kalabalık sebebiyle burada çok fazla yankesici bulunur. Çarşıdaki “Yolun iki
273
tarafında, dünya kadar malın satıldığı ahşap dükkânlar uzayıp gitmekte[dir]” (S. s.63)
Bu dükkânların sıralandığı yol boyunca çeşitli dükkân sahipleri yoldan geçenleri
dükkânlarına ısrarla davet ederler. Bu kalabalığın içinde “ Sandal Bedesteni’ne kadar
uzanan bu taş döşeli yollar, bazen üçü beşi güneş altında miskin miskin yatan, bazen
de gelip geçenlere hırlayıp havlayarak diş gösteren” (S. s. 63) köpekler de vardır.
274
3. Hanlar
Zincirli Han
Romanda geçen hanlardan biri “Tahtakale’deki Alaca Hamam’ın…” (S.,s. 190)
karşısındaki Zincirli Han’dır. Burası, Dokuzlar adlı bir kabadayı çetesinin kaldığı
yerdir. Söz konusu han, romanda; “şekilsiz ve kaba taşlardan örülen duvarları
yüksekçe olan bu hanın avlusuna bakan üç taraflı bir revak örülmüştü. Avluda ise
genellikle katırlar, atlar, koşumları çıkartılmış öküzler için bir yalak ile, hayvanların
burcu burcu kokan pisliklerinde eşelenip gıdaklayan tavuklar ve birbirini kovalayan
birkaç horoz olur. Avlunun üç yanındaki demir kapılarına kilit vurulmuş ambarların
hemen hepsine fiyatları biraz daha yükselince piyasaya sürülmek üzere bal küpleri, on
binlerce yumurta, çuval çuval bakliyat ve kereste istif edilmiş[tir].”(S.,s. 190)
cümleleriyle tasvir edilmiştir. Dokuzlar çetesinin reisi olan Çapraz Bayram hanın en
geniş ve en ferah odasında kalır. Bir başka odada ise, çetenin muhasebeci kalır.
Muhasebecinin kaldığı oda romanda şöyle tasvir edilir:
“Hanın ikinci ve son katına bir taş merdivenle çıkılır. Buradaki altı odadan
izbe ve karanlık olanı, çetenin muhasebecisine aitti[r] Bu havasız, karanlık ve daracık
yerde en çok parlayan üç şey, bir tek kandilin alevi, kerrat cetveline sık sık baka baka
hesap yapan muhasebecinin sağa sola oynayan ışıltılı gözleri ve nihayet dövme
demirden yapılma, kapağı açık yedi kilitli bir dolabın içindeki raflara istif edilmiş
Sevilla kuruşlar, Felemenk eküleri, Leh zolataları, Venedik dükaları ve Beç
sümünleri[dir]”(S. ,s. 192)
Esir Hanı
Suskunlar’da geçen hanlardan biri de, esir satılan bu handır. Romanın önemli
kişilerinden biri olan Perevelli İskender de Asım’a; “Konstantiniye’deki Esir Hanı’nın
dar ve karanlık hücreleri[nde]” satılır. Eserde tasvir edildiğine göre handaki esir
hücresi “… idrar, ter ve gaite kok[ar]”(S. ,s. 246)
275
4. Kahvehaneler
276
5. Meyhaneler
Romanın girişinde yaşlı mahalle bekçisinin hayalet gördüğü bahsinin hızla
yayıldığı yerlerden biri de Samatya meyhaneleridir. Bu meyhaneler eserde şöyle
anlatılır:
“Samatya meyhanelerindeki çakırkeyifler az buçuk kulak kabartıyor, körkütük
olanlar dinliyor, zilzurna sarhoş olanlar ise bu hikâyeye, kelimesi kelimesine
inanıyorlardı.” (S. s.13)
6. Zindanlar
Yedikule Zindanı
Yedikulu Zındanı’nın “sur içinde kalan kısmına bitişik, asırlık bir çınar
ağacının koskoca gölgesi altındaki derme çatma meskenlerin arasında tek katlı köhne
bir ev var[dır].”(S. , s.159) Dünyevi ve uhrevi meselelerle ilgilenen kahin “ortadan bel
verdiği için her an çökmesi kuvvetle muhtemel, çatısındaki kiremitleri yer yer yeşil
yosun tutmuş bu ahşap evde kalır”(S. ,s. 159)
277
7. Camiler
Romanda bir mekân olarak camilerin sıklığı ve bu sebeple önemi şu satırlarla
okura aktarılır: “Kostantiniye’deki her mahallede olduğu gibi Sofuayyaş’ta da bir cami
vardır.”(S. s.44)
Yaşlı mahalle bekçisinin Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tesadüf ettiği hayaletin
bu mekândan sonra görüldüğü ilk mekân Yedikule Zındanı civarındaki Sinanpaşa
Câmii minaresinin şerefesidir. Bu bahis nedeniyle bu cami de romanda adı anılan
camiler arasına dahil olur.
Galata’da Kurşunlu Mahzen civarında yer alan Mustafa Paşa Camii,
müezzinlerinin okuduğu ezan nedeniyle romanda sadece ismen yer alır.
Sofuayyaş Mahallesi’nde yer alan camii romanda “Kubesindeki kurşun
kaplamalar yılların etkisiyle eğrilip yırtıldığı için yağmurda tavanından su damlayan
bu ibadetgâhı ahali, Abalıfellâh Câmii olarak bilirdi.” (S. s.44) cümleleriyle tanıtılır.
Yedi yıl kapalı kaldığı sandık odasından bir ses işiterek çıkan Eflâtun öncellikle
bu sesin “iki sokak ötedeki Bodrum Câmii tarafından” (S. s.83) geldiğini zanneder.
8. Mevlevihaneler
Suskunlar da, romanının merkezi mekânlarından biri de Mevlevihanelerdir.
Anar, bu mekânları anlatırken, burada çile dolduran dervişlerin yaşam tarzı,
birbirleriyle ve dış dünyayla olan ilişkileri, Mevlevî usul ve âdâbı hakkında da önemli
bilgiler verir.
Galata Mevlevîhânesi
Galata Mevlevîhânesi, romanda önemli bir yere sahiptir. Romana adını veren
Suskunlar adlı hazire de bu mevlevîhânenin bahçesinde bulunmaktadır. Karaköy’den
çıkılmaya başlanılan bir yokuşun ucunda yer alan bu mevlevîhane romanın
kahramanlarından Eflâtun nedeniyle romanda yer almaktadır. Eşsiz bir musiki
yeteneğine sahip olan Eflâtun’un kendisine seslenildiğinin düşündüğü bir sesin
peşinden gittiği ve bu sesi bulduğu son durak mevlevîhânedir. Romanda uzun ve çileli
bir yolculuk sonrası mevlevîhâneye gelen Eflâtun’un gözlemleri doğrultusunda bu
mekân şöyle tasvir edilir:
278
“Delikanlı yokuş yukarı elli adım kadar yürümüştü ki, yolun sağ tarafında, açık
bırakılmış kapısından ölgün bir ışığın sızdığı o binayı fark etti. Kendisini çağıranlar,
bu üç katlı ve ahşap binada olmalıydılar. Allah nasip ederse bu defaki tahmini daha
isabetli olacaktı. Yine de sol taraftaki mezar taşlarının yanından geçerken içinde bir
şüphe yok değildi. Açık bırakılmış kapıdan içeri girdiğinde kendini, tavandan sarkan
avizedeki on sekiz kandilden çok kelimelere dökülmesi gayri kabil bir nurun
aydınlattığı geniş bir mekânda buldu. Mihrabın önünde bir halka teşkil edecek şekilde
sıralanmış otuz kadar Mevlevi, halka boyunca dönen upuzun bir dokuz yüz doksanlık
tespihi çekerlerken hep birlikte ilk hecede sağa ve ikincide ise sola eğilerek, defalarca
ve defalarca İsm-i Celâl’i yani ‘Allah’ adını zikrediyorlardı… Kâinatın ahengini
bozmaktan, yaratılan her şeye zarar ve zeval vermekten çekinen bu efendilerin zikir
çektikleri mekân o kadar ferah ve dingindi ki, zincire vurulmuş en saldırgan deliler ve
zincirlerinden boşanmış en amansız fırtınalar bile, böylesi bir yerde huzur bulurdu.”
(S. s.120-121) Mevlevîhâne’nin duvarlarında Allah’ın doksan dokuz isminden bir kaçı
asılıdır; “Duvarlardaki, üstat payesine ermiş hattatların ellerinden çıkma şaheserler,
mesela altunlanmış zemin üzerine kırmızı lâl ve siyah is mürekkebiyle yazılmış sülüs
celisi “Er Rahman” yahut “Es Selâm” veya “Er Râhim” gibi isimler, Mevleviler için
herhalde, Şems’ten bile aydınlatıcıydı. Mihrap etrafında, ebru kâğıt üzerine tâlikle
çekilmiş bir besmele ve onun hemen üstünde de siyah kâğıt üzerine altun mürekkebi ile
yazıya dökülmüş ‘Allah’ lafzı yer alıyordu. Sol tarafta, harikulade bir sülüsle yazılmış
‘Allahü Ekber’ ibaresi ve onun altında, namlı namsız hattatların neshî, divânî ve
tâlîkle kâğıda döktükleri âyet-i kerîmeler yer alıyordu. Sağda ise kayık, ibrik, kuş ve
câmii şeklinde istif edilmiş sülüs duâlarının yanı sıra, mütenâzır tâlîk harflerle, insan
yüzü şeklinde bir ‘Ya hû’ görünmekteydi. Bununla birlikte, altun yaldızla
çerçevelediklerine bakılırsa, bu canların en çok değer verdikleri yazı, misafir edilip
gönlü yapılan bir gezginci dervişin siyâkatle karaladığı, bir ‘Allah râzı olsun’
ifadesiydi. Burası, Muhteşem Neyzen Bâtın Efendimiz’in en mübarek bulduğu
yerlerden biriydi.” (S. s. 121) Bu huzurlu mekânın sakinleri arasında kediler de yer
almaktadır.
Mevlevîhânenin mutfağı da romanda tasvir edlien mekânlar arasında şu
cümlelerle yer alır: “O zamanlar mevlevîhânenin mutfağı, üstü tonozla örtülü kâgir bir
binaydı. Kazanlarda yemeklerin pişirildiği üç ocağı ve bunların üstünde de, tuğladan
279
örme kocaman üç bacası vardı” (S. s.130) Romanda bu mekânın tasvir edilmesindeki
neden romanın önemli karakterlerinden biri olan Eflâtun’un; “Galata
Mevlevîhânesi’nin mutfak-ı şerîfindeki dibekte kahve dövme” (S. s.268) işiyle meşgul
olmasıdır.
Yenikapı Mevlevîhânesi
Romanda bir de Yenikapı Mevlevîhânesi yer almaktadır. Bu Mevlevihane
romanın ilk mekânıdır. Zira ihtiyar mahalle bekçisi bir ışık huzmesi gördüğü Yenikapı
Mevlevihanesi’nde içeri girdiğinde burada Âsım’ın hayaleti ile karşılaşır. Mevlevihane
binası bir bahçe içinde yer alır. Ayrıca bekçinin gördüğü ışık; “Dervişlerin dönerek
sema ettikleri meydan-ı şerife açılan kapının ardından” (S, s.13) gelmektedir.
9. Kiliseler
Romanda genellikle Galata semti içinde yer alan kiliselere yer verilmiştir. Bu
kiliselerin adları şunlardır: Aziz Fransisko Kilisesi, Surp Krikor Kilisesi, Ermeni
Kilisesi, Erganunlu Kilisesi.
10. Havralar
Romanda bir mekân olarak havra intikam hırsıyla Tebriz’den Kostantiniye’ye
gelen Mevlevi dervişinin Üsküdar’dan bindiği bir kayıkla yanaştığı iskelenin
konumunu ifade ettiği şu satırlarda karşımıza çıkar:
“… Üsküdar’da Merzifonlu bir tüccarın pamuk balyalarını taşıyan bir sala,
birkaç serseri ile birlikte iki metelik karşılığı yolcu olarak kabul edildi. Sal nihayet,
Galata tarafındaki Havra yakınlarında, Alacakulluk İskelesi’ne yanaştı.” (S. s. 126)
11. Türbeler
Eflâtun’un yedi yıl kapalı kaldığı odadan çıktıktan sonra gezindiği sokaklarda
pek çok türbenin adına tesadüf edilir. Bunlar arasında sadece isim olarak yer alanlar
olsa da ayrıntılı bir şekilde tasvir edilenler de mevcuttur.
280
“Ama dallarına konan sakaların ötüp bülbüllerin çilediği, servi, kavak ve çınar
ağaçlarının gölgesindeki bu küçük kabristan asıl, o meşhur Kekez Mustafa Efendi
Hazretleri’nin mübarek türbelerinin bir devamıydı. Yeşil türbenin hacet penceresi
önünde ise, beli bağlanarak artık cimâ yapamadığı için kederden göğsü daralıp
döşeklere düşmüş ve ölüp ölüp dirilen kocalarının kefeni yırtması, karasevdaya tutulup
yorgan döşek yatan ve bağırlarında yanan aşk ateşinden kül olmalarına ramak kalmış
mahdumlarının felâh bulması, güzelliğini çekemeyenlerce yaptırılan büyü sonucu
yirmi yaşına gelmesine rağmen bir türlü isteyeni çıkmayan gelinlik kızlarının
kısmetinin açılması için, adak adayıp çaput bağlayan birkaç kocakarı görünüyordu.”
(S. s.88)
Romanda yalnızca isim olarak yer alan ve ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmeyen
türbeler ise şunlardır: Elekçi Baba Türbesi, Tutî Baba Hazretleri’nin türbeleri, Tiryaki
İlyas Dede Hazretleri’nin Türbesi.
13. Medreseler
Bayezıt Medresesi romanda Eflâtun’un kendisini çağıran sesi aradığı sırada bir
efendinin yüzüne kamçı savurması sonrası yüzünü yıkadığı çeşme nedeniyle anılır. Bu
medrese romanda şu satırlarla anlatılır:
14. Külliyeler
Kara Mustafa Paşa Külliyesi romanda isim olarak yer alıp tasvir edilmeyen
mekânlardandır.
281
15. Evler
Kalın Musa’nın Evi
Kalın Musa’nın oğlu Veysel, torunları Davut ve Eflatun ile yaşadığı evi Fatih
semtinde bulunan Avrat Pazarı yakınlarındaki Sofuayyaş mahallesindedir. Yazar,
romanda Kalın Musa’nın evini ayrıntılı bir şekilde tasvir eder: “Zemin katında kapısı
kilitli bir dükkân bulunan, kırmızı aşı boyalı bir evdi burası. Benzeri her evde olduğu
gibi, onun da bir avlusu ve arkada bir bahçesi vardı. Eve avlu kapısından giriliyordu.
Kapının üstünde bir kitabe ve kitabenin hemen altında da nazarı defetmek için bir
bebek patiği ve bir alt nalı asılıydı. Kitabede şöyle yazıyordu: Mâşâllah Kâne Yâ
Mâlikü’l Mülk Yâ Hâfız Sene 1069”(S. s.20)
Evin iki katlı bir ev olduğu bilgisi de Kalın Musa’nın merdivenleri çıktığı
sahnede anlatılır: “Merdivenleri hışımla tırmanan Kalın Musa, az değil, tam kırk
dokuz yaşındaki mahdumu Veysel’i yukarıdaki oturma odasında, bir yasağı hiçe
sayarken işte böyle enselemişti.” (S. s.20) Bir bahçesi bulunan bu evin ayrıca bahçede
içinde yer alan bir kuyusu vardır. Bu kuyu Kalın Musa’nın yıllarca biriktirdiklerini
koyduğu kadife keseyi muhafaza ettiği yerdir. Bu evde mecnun misali sadece entarisi
ile dışarı çıkıp avare bir şekilde kaybolan Eflâtun’un bu kayboluşlardan sonra üst katta
kilitlendiği bir sandık odası da mevcuttur.
Âsım’ın Evi
Sazende Âsım ölmeden önce yani “Sağlığında, surların dışında, Eyüp Kapısı
ile Edirne Kapı arasındaki o ıssız yerde, kâgir bir evde” yaşar. (S. s.38)
282
Rafael’in evi
Anar’ın diğer romanlarında olduğu gibi Suskunlar’da da kişiler iyi ve kötü ler
diye iki gruba ayrılır. Romanın kötü şahıslarından olan Rafael “serviler ve kavak
ağaçları arasındaki lanetli ev[e]” (S. ,s, 126) sahiptir. “ Bu tekinsiz ev kesme kara
taştan yapılmış, pencereleri sımsıkı kapalı, iki katlı epeyce havaleli bir bina[dır]. (S. ,s.
127) Rafael’e ait “sanki yedi kat yerin dibine aitmiş de bir an önce oraya geçmek
eğilimindeymiş gibi, yıkıldı yıkılacak görünen bu bina belki de bir mimari mucizesi
sayılmakta[dır]. (S. , s. 127) Mucize sayılmasının sebebi ise “hesap hatalarına rağmen
bu eğri büğrü ev tabiat kanunlarının bütün tekmiline birden meydan okurcasına ayakta
kalmaya devam…” etmesidir (S, s. 127). Bu binanın; “Felemenk kiremidiyle kaplı
çatısının her bir köşesinde taştan oyma ve ağızları arslan biçiminde oluklar vardı[r].
Yağmur yağdığında çatıdan akan su işte bu arslanların ağızlarından aşağı şarıl şarıl
ak[ar]. (S. ,s. 127)
Çok da temiz olmayan Rafael arada bir kendisine aynadan bakar. Bu yüzden
“evinde son derece pahalı bir Venedik aynası vardı[r].(S. , s.182) Kendi bakımsızlığı
evine de yansımış olacak ki evin “tavan[ındaki] küf lekelerinin sebebi bu odanın
pencerelerinden ışık olmaması değil, tavanından su sızmasıdır. Ayrıca tavanı mumlar
ve fenerlerden tüten isle epeyce kararmış[tır]. (S. , s. 183)
Rafael tıp ilmiyle ilgilenmiş olmakla beraber, bir doktor değildir. Evinde
“yapılan ameliyatlar sonucu irin, gaita, kan ve idrar lekeleriyle baştan başa
kaplanmış ve bu sıvılar kuruyunca da bez masaya seneler önce yapışmış”(S. , s. 183)
bir ameliyat masası vardır. Ameliyat masasının da bulunduğu bu odada “duvarlardan
ikisi boydan boya rafla doludur. Mürdesenk, sülyen göztaşı, nişadır, kükürt çiçeği (…)
Çivit kavanozlarıyla, kezzap, zacyağı ve tuz ruhu şişeleriyle dolu raflarda irili ufaklı
283
böcekler vardı[r]”.(S. , s. 183) Sözde doktor olan bu adamın evinde bulunan ameliyat
malzemelerinin hemen hepsi paslıdır.
Görüldüğü üzere Rafael’in evi pis, kirli bir ev olarak dikkati çeker.
DİL-ANLATIM
İhsan Oktay Anar’ın romanlarını özgün kılan unsurların başında dili ve uslûbu
gelmektedir. Yazar, romanlarında tarihi, masalsı bir atmosfer yaratmak için en önemli
araç olarak dili kullanır. Özellikle bugün artık pek çoğu ölmüş ya da kullanımdan
düşmüş arkaik sözcükler, deyim ve ifade kalıpları, bu atmosferi yaratan unsurların
başında gelir. Bu dil-anlatımdan dolayı, ilk bakışta okurun zihninde dilin ağdalı
kullanıldığı izlenimi uyanırsa da romanlarında özgünlük büyük ölçüde bu üslupla
sağlanır. Anar, bununla bir yandan dar kalıplar içine sıkışmış eskiyle köprülerini atmış
ve düşüncelerini anlatabilmek için sözcük bulmakta sıkıntı çeken yazarlara bir uyarı
284
30
Orhan Selçuk; “İhsan Oktay Anar’ın Romanlarında Dilin Kurgulanması”, Kitap-lık S. 11, Aralık 2007,
s. 99-101.
31
A.g.m, s. 52.
285
286
Benzer bir konuşma tarzı, Âmin adlı müzisyenin Kabil ve adamları tarafından
boğulması sırasında Kıpti Âmin tarafından da yapılır. Kabil’in kemendi boynundan
geçirilirken Amin son bir kez şöyle yalvarır:
“Ağalar! Te salın şu Âminciği gitsin! Zati yoktur zararı kimseciklere! Oş!
Olduysa da tevbeler ettim! Elinimetlerimdir zati onlar sinci! E salın beni gideyim!
Süylemem kimseciklere! Tüvbeler ulsu! Toslarım size sipali bile! As! Yapmayın! Uff!!!
Amannnn!” (S, s.226)
Anar’ın bu romanındaki uslûp özelliklerinden biri de, alt kültüre uygun
biçimde, yer yer argo söz ve deyimlere, kaba cinsel, küfürlü konuşmalara yer
vermesidir. Örneğin Kalın Musa’nın anlatıldığı şu bölümde, bu uslûp öne çıkar:
“…bu ihtiyarın ağzı son derece pisti! Ona buna kantarlı, sunturlu, okkalı
küfürler savurmayı huy edindiği için tam iki kez mehterandan kovulup ekmeğinden
olma tehlikesi atlatınca Kalın Musa, “Bir daha küfür edersem ecdadımı cimle âlem
kerksin!” diye yemin etmişti. Ama defter-i kebirinde öyle sövgüler vardı ki, dirhemini
yiyen it kudururdu.” (S, s.17)
Romanda, yukarda belirttiğimiz üzere, yer yer kaba cinsel sözler de yer
almaktadır. Örneğin aşağıdaki cümlelerde bu anlatım özelliğini görmekteyiz:
“Battaniyesine sarınıp öte yanına döndü ama sidik zoruyla aleti sertleştiği için
dalmakta zorluk çekti.” (S, s.14)
Aynı doğrultuda, Suskunlar’da Çemberlitaş civarında müşteri ayartmaya
çalışan ve bu yüzden birbilerinin kısmetlerine kondukları gerekçesiyle sille tokat
kavgaya tutuşan ak sakallı yetmişlik arzuhalciler bir yandan da “Labunya! Mebun!
Dübürzâde! İskelet! Sabuncu! Hamam oğlanı!” (S, s.95) gibi kaba cinselliği anımsatan
sözcüklerle birbirlerine hakaretler yağdırırlar.
Anar, bu kaba cinselliği romana yayarak hem mizah üretmiş, hem de tüm
metinlere yayılabilecek özgün bir üslup oluşturmuştur. Suskunlar’ın başında verilen
bir hayalet öyküsü bu konuda yazarın tavrını belirler. İstanbul’da ortaya çıkan bir
hayaletin dilden dile dolaştığının anlatıldığı bu çerçeve öyküde Padişah’ın hayaletin
daha çok “cinsiyetiyle” ilgilendiği, şayet bu hayalet “erkekse günün birinde Harem-i
Hümayun’da ortaya çıkıp kadınlara ve cariyelere musallat” olabileceğinden
korktuğundan (S, s.14-15) bu konuda önlem almak ister.
287
288
32
Alâattin Karaca; “Suskunlar’ın Sıkı Öyküsü”, Kitap-lık, S. 112, Ocak 2008
289
48), çocuk oyunlarına (S, s. 64), konak hayatından (S, s. 52) çarşı/bedesten esnafına ve
hanlardaki dükkânların her çeşit ürününden pazarcılığa ve tefeciliğe (S, s. 65-67),
üfürükçülükten dini söylemlerden dualara (S, s. 88), tılsımlara (S, s. 86), darphanede
sikke basımından (S, s. 91) hamam tellaklarına (S,, s. 94), arzuhalcilikten (S, s. 95),
idam edileceklerin cellatlarına acı çektirmeden canlarını kolay alsın diye rüşvet
vermelerinden, yine idam olacakların adet üzerine Zindankapı Hamamı’nda yıkanıp
keselenmelerine (S, s. 99), kavukçuluğa ve üretimine (S, s. 100), kürkçülükten (S, s.
101) harem ağalarının yaşam tarzlarından ve onlar hakkında çıkan dedikodulara (S, s.
101), Mevlevi dervişlerinin çile doldurma sürecinde geçirdikleri sınav ve nefis
terbiyesine (S, s. 143), Mevleviliğin adap ve edebine (S, s. 132, 143), ney yapımına
(S, s. 144), musiki makamlarına ve musiki enstrümanlarına (S, s. 145), hülleciliğe (S,
s. 195), soyguncu ve hırsız çetelerinin (S, s. 194-195, 203-204), Kıpti ve Çingenelerin
(S, s. 201) yaşam tarzına ve faaliyetlerine, ölü defnetme adetlerinden mezar taşlarının
anlamlarına (S, s. 202), esirlerin dramlarından (S, s. 261), niteliklerinden, esir
pazarlarından alış-satış faaliyetlerine (S, s. 219) kadar döneme özgü akla gelebilecek
hemen her konuda ve meslek dalı hakkında ayrıntılı bilgiler veren zengin dil
malzemesine sahiptir. Ancak bunların önemli bir bölümünü adeta zorlama sebepler icat
ederek yapar ki bu tavır çoğu zaman roman yazarını malumatfüruşluğa, kimi zaman da
yapaylığa sürükler.
Sonuçta, Suskunlar’da Anar, olayların geçtiği döneme uygun arkaik bir dil-
anlatım kullanır. Bu dil, Osmanlı dönemi, tarih, tefsir, hadis kitaplarının, meddah
öykülerinin dilidir. Bu bakımdan Anar, romanını geleneksel anlatım tarzına bağlar.
Osmanlı dönemi İstanbul’unun farklı kesimlerine özgü şivelerini, söz dağarcığını,
deyim, atasözü ve meselleri sıkça kullanır. Bu yönüyle Suskunlar, bir Şark
imparatorluğunun zengin, renkli, fantastik, masalsı diliyle örülmüştür.
Genel değerlendirme
Görüldüğü gibi, Anar’ın son romanı Suskunlar, öncekiler gibi kurgu tekniği
bakımından çerçeve öykü tekniğine uygun olarak kaleme alınmıştır. Ana çatışma olan
Tanrı-Şeytan mücadelesi içinde, yazar okura bir çok küçük öykü anlatır. Ancak
romanın sonunda bu küçük öykü arkları, ana arkta ustaca birleştirilir.
290
291
SONUÇ
İhsan Oktay Anar, 1980 sonrası Türk romanının en önemli isimlerinden biridir.
1995’ten itibaren basılan Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Efrasiyab’ın Hikâyeleri,
Amat ve Suskunlar adlı romanlarıyla kendine özgü bir tarz geliştirmiştir. Bu bakımdan
1980 sonrası Orhan Pamuk’la başlayan postmodern yönelişlerin izini kendine özgü bir
tarzla sürdüren romancılardan olduğu söylenebilir.
Bütün bu incelemeden sonra ne denebilir İhsan Oktay Anar’ın romanları için?
Nedir onun romanlarının başlıca özellikleri? Bu romanlar Türk edebiyatında nerede
duruyor? Bu sorulara topluca şöyle yanıt verilebilir:
Kurgu/Yapı/Olay örgüsü
Her şeyden önce, İhsan Oktay Anar, bir kurgu ustasıdır. Bunun altını çizmeli.
Onun romanlarında klasik, çizgisel, başı sonu belli, düz, ardıl bir olay örgüsü yoktur.
Hatta olayları neden-sonuç ilişkisi içinde bir mantıkî silsile doğrultusunda realist bir
kaygıyla kurmaz. Hemen tüm romanlarında –Amat ve Suskunlar’da daha az biçimde-
çerçeve öykü tekniğini kullanır yazar. Bunun bir adı da öykü içinde öykü anlatma
tekniğidir ve bu kurgu tekniği kuşkusuz Doğu anlatı geleneğinden kaynaklanmaktadır.
Anar, yoğun biçimde Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyab’ın Hikâyeleri
adlı romanlarında bir dış öykü (çerçeve öykü) içine, kendi içinde müstakil, ama bütün
içinde birbirine bağlanabilen iç öyküler yerleştirir. Böylece daha baştan, bu kurgulama
tekniğiyle eserlerini Doğu geleneğine bağlar. İşte bu yönüyle döneminin çoğu
romancısından ayrılır Anar. Batıyı taklit etmez Doğulu bir anlatıcı olduğunun
bilincindedir. Romanlarında bir çok öykü, hatta masal anlatarak Doğu’nun gizemli
hayal dünyasına sokar okurlarını.
Dil-anlatım/Anlatıcılar
Onun romanlarının ikinci en önemli özelliği dil ve anlatım tarzıdır. Bir ravidir
Anar romanlarında; Doğulu bir râvi. Aynı olayı veya kişiyi Şarklı pek çok ravinin
ağzından, aralarındaki farkları da gözeterek, bir krapon kâğıdı gibi açar durur. Bu
romanlarda; örneğin Puslu Kıtalar Atlası (1995)’nda “Rivayet ederler ki…” ve
292
“Ulemâ, cuhelâ ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbabı livata rivayet ve ilân,
hikâyet ve beyan etmişlerdir, kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681, Hicretten
dahi 1092 yıl sonra adına Kostantiniyye denilen bir kent vardı.” (PKA, s. 39,95,183)
gibi cümlelerde görüldüğü üzere, Osmanlı dönemi halk ve meddah öykülerinde, Evliya
Çelebi Seyahatnâmesi’nde, hatta o dönemde yazılmış tarihsel, dinsel ve felsefî
yapıtlarda kullanılan bir dil ve anlatımı benimsemiştir. Yazarın aynı dil ve anlatma
geleneğini diğer romanlarının tümünde de sürdürdüğü görülür. Örneğin Amat’ta,
“Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi’nin görkemli eseri Tezakirü’l-
Mücrimîn’de anlatıldığına göre…” (A, s.11), “Rûznamçe Kisedârı Ölügözlü Cuma
Bey’in Kamûsü’l-Desâis başlıklı eserinde anlatılanlar doğruysa…”(A, s. 13),
“Kuşçubaşı Halifesi Kuyruklu Rıza Çelebi’nin Kitâbü’l-İber başlıklı manzum eserinde
anlattıkları doğruysa…” (A, s. 89), “Selâm Ağası Kekez İsmail Dede Hazretlerinin
Akâidü’r Rezâil başlıklı eserinde anlatılanlar doğruysa, Diyavol Paşa Hazretlerinin
serdümene verdiği nota kıble, Yedekçibaşı Maymunî İlyas Baba Hazretlerinin El
Beyân fî Makasid’ül Lûtiyân adıyla kaleme aldığı o şahesere göre ise gündoğusuydu.”
(A, s. 185) vb. cümleler bu uslûbun Anar tarafından bir tarz olarak benimsendiğini
göstermektedir. Kuşkusuz kaynağı Osmanlı dönemi metinleri olan –bu arada Taberî
Tefsiri’nin de yazarın romanlarının uslûbunun dayandığı önemli kaynaklardan
olduğunu belirtelim- bu ‘rivayet üslûbu’, Anar’ın romanlarını özgün kılan bir nitelik
olarak vurgulanmalıdır.
Onun romanlarındaki bir başka anlatım özelliği, aynı olayı veya kişiyi pek çok
raviden; yani anlatıcıdan farklı bir biçimde nakletmesidir. Bu bakımdan çoklu bir
anlatıcı silsilesiyle karşılaşırız yazarın romanlarında. Örneğin ikinci romanı Kitab-ül
Hiyel’de Yafes Çelebi’ye ait rivayetlerin ilkinin sahibi; “Kuledibindeki Tamburlu
Kıraathane’nin, çoğunlukla âriflerden, güngörmüşlerden, sohbet ve kelâm ehillerinden
olan ahalisi…” (KH, s. 9)’dir. Ama bir başka ravi-anlatıcı; “Hacıkadınlı merhum Deli
Bekir’den ikinci kalfası Kul Rıza…” (KH, s. 10)’dan Yafes’le ilgili farklı bir rivayet
aktarılır. Bu kahramanla ilgili başka bir rivayet sahibi ise, “Tavukpazarlı Koca Asım
Paşazade Turşucu Hüseyin Efendi’nin kankardeşi merhum Gelenbevî Efendi…” (KH,
s. 11)’dir. Kitab-ül-Hiyel bu yönüyle âdeta bir râvi-anlatıcılar karnavalını andırır.
Anlatıcılar kafilesinde; “Yorgancı Mikail Efendi” (KH, s. 14), “Sağ garipler devecisi
Dört Boynuzlu Halil Efendi.” (KH, s. 15), “Rihtegânbaşı Abaza İsmail Dede” (KH, s.
293
16), “Kalafat Yiğitbaşısı Sarı Fahir Efendi” (KH, s. 70), “Defterci Kürd Fehim Bey”,
KH, s. 72), “Sıvaslı Ali Nazik Efendi” (KH, s. 114) gibi pek çok Şarklı anlatıcı vardır.
Bunlar âdeta, bir olayı kendi hayallerinde yeniden yeniden süsleyerek anlatan bir
vakanüvis, bir müfessir, bir müverrih veya meddahtır. Anar, böylece bir daha bağlar
kendini Doğu anlatı geleneğine.
Anar’ın romanlarının dil özelliklerinden biri de, işlediği konuya özgü terimlere
yer vermesidir. Örneğin Kitab-ül Hiyel’de mekanik bilimine, savaş araç ve gereçlerine
ait terim ve adlara rastlanır. Amat’ta bir kalyonda geçen olaylara koşut biçimde,
denizcilik terimleri karşımıza çıkar. Suskunlar’da musiki ve Mevlevîlik temasına
uygun olarak musiki terimleri ve Mevlevîliğe has terimler dikkati çeker. Buna
‘Arabân, Hüseynî semaî, tâmmât, çevgânî, dügâh, tremolo, aksak, evfer, çifte sofyan,
tîz hüseynî, tîz acem, tîz gerdanî, nefîr vb’ müzik terimleri örnektir. Çünkü yazar, ele
alacağı konuyu derinlemesine araştırmakta, bunun sonucunda, o konuya ait özel bir dil
ve terim hazinesi oluşturmaktadır.
Dil ve anlatım hususunda göze çarpan bir başka özellik, Anar’ın, kişilerini
kendilerine ögü ağız ve şivelerle konuşturma becerisidir. Örneğin Suskunlar’da Kıptî
musikişinaslar kendi aralarında; “Mastoriden almışız tam beşyüzellibeş akçecik sipali!
(…) Toplamışız bir de aysiyetli, nûr yüzlü, izzetinefis saibi efendicağızlardan tam
yüzelliiki akçe alaturkacık! Sizinse açlıktan tâ buraya kadar geliyor nefesinizin
kokusu! Alın size bir akçecik!” (S, s. 37) şeklinde konuşurlar. Bunun gibi, eski
İstanbul’daki türlü azınlıkların –Rum, Ermeni, Yahudi- kendilerine özgü şiveleri,
kabadayıların argo konuşmaları, romanlarına bir imparatorluk uslûbu katmaktadır.
Tarih
Anar’ın romanlarının bir başka özelliği, olayların tarihî bir zaman diliminde
geçmesidir. Efrasiyab’ın Hikâyeleri bir yana, diğer romanların tümü Osmanlı
döneminde geçen olayları konu edinir. Ancak bunlar, bilinen tarzda tarihî roman
karakteri göstermezler; daha doğrusu Anar, tarihte geçen gerçek bir olayı, gerçeğe
uygun biçmde, bir tez iletmek kaygısıyla anlatmaz. Örneğin Kemal Tahir’in tarihî
romanları gibi değildir Anar’ınkiler; gerçeklik iddiası gütmezler, gerçek olay ve
kişileri ele almak değildir amacı yazarın. Anar, tarihi, fantastik ögeler, masallar,
mitolojik öyküler, destanlarla iç içe verir. Bu durumda tarih, gerçekliğini yitirir ve bir
294
öyküye, bir eğlenceye dönüşür. Örneğin Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Amat ve
Suskunlar; hepsi Osmanlı’nın değişik dönemlerinde geçmesine karşın, kutsal
kitaplardan kaynaklanan varlıklar; Tanrı, melekler, peygamberler ve destan
kahramanlarıyla, Osmanlı tarihinin sınırlarını aşar, insanlık ve dinler tarihinin
sınırlarına dayanır. Böylece Anar, romanlarında tarihi yeniden kurar; artık
anlattıklarının gerçek tarihle ilgisi yoktur. Tarih, onda bir fondur, bir atmosfer, bir
eğlence, bir masal dünyasıdır.
Tema
Anar’ın romanları, esas itibariyle benzer temaları ele alır. Eserlerinin hemen
tümünde, Tanrı-Şeytan arasındaki ezelî mücadeleden yola çıkarak, insanların iktidar
hırsını, ölümsüzlük isteğini, bilim-iktidar ilişkisini, bilme tutkusunu işler.Puslu Kıtalar
Atlası’nda Ebrehe ve adamları, Kitab-ül Hiyel’de Calud, Amat’ta Kaptan Diyavol Paşa
ve yandaşları, Suskunlar’da Tağut ve ona hizmet edenler, insandaki ta Şeytan’dan
gelen iktidar hırsını temsil eden kişi veya varlıklardır. Bu kişiler, dünyay egemen
olmak, mutlak güce ulaşmak, ölümsüz olmak için bilgiye başvurular. Bilim yoluyla
iktidarı ele geçirmeye çabalarlar. Çünkü, Anar’ın romanlarında ileri sürdüğü
düşüncelerden biri, bilginin iktidarla doğrudam ilişkisi olduğudur. İnsanoğlu, doğadan
edindiği bilgiyle, doğaya müdahale ederek, yine doğayı kendine tâbi kılmak
istemektedir. Özellikle Kitab-ül Hiyel’de mekanik bilimi yoluyla iktidara ulaşma isteği
açıkça görülür. Bu hırsla doğaya saldıran insan, farkında olmadan kendi sonunu
hazırlar, doğadaki dengeyi bozar, dünyaya müdahale eder. Egemenlik ve iktidar
hırsıyla, kendi felâketini hazırlar, huzursuz olur. Puslu Kıtalar Atlası’nda Ebrehe’nin,
Kitab-ül Hiyel’de Yafes ve Calud’un, Amat’ta Kaptan Diyavol’ıun, Suskunlar’da
Tağut ve Cüce İskender’in sonu, bu hırsa kapılanların bir felâkete sürüklendiklerini
göstermektedir. Buna karşılık iyiler; daha doğrusu tıpkı Bünyamin gibi dünyaya bir
şahit gibi bakanlar, ona müdahale etmeyenler, hırslarına kapılmayanlar, sonunda
gerçek Hakikat’in bir noktadan ibaret olduğunu ve yine kendilerinde bulunduğunu fark
ederek –tıpkı Kitab-ül Hiyel’deki Üzeyir gibi- tasavvuftaki ‘Kendini bilen Rabb’ini
bilir’ inancı gereğince, erdeme, mutluluğa ve huzura kavuşurlar. Buna göre Anar’ın
romanlarında savunulan düşünce, gerçek bilgi kendilik bilgisidir. Kendilik bilgisine
ulaşan kişi, asıl hakikate ulaşmış olur.
295
Kişiler
Anar’ın romanları, esas itibariyle ezelden beri süre gelen Tanrı-Şeytan
mücadelesi üzerine kurulmuştur. Bu çatışma doğrultusunda onun canlandırdığı şahıslar
da iki ana karşıt gruba ayrılır. Çatışmanın bir ucunda Tanrı’nın, erdemin, iyiliğin
yanında yer alanlar, diğer ucunda ise, Şeytan’ın, kötülüğün, hırsın, iktidarın peşinde
olanlar bulunur.
Şeytan’ın, iktidarın, hırslarının peşine düşenler
Bu tasnif gereğince, Puslu Kıtalar Atlası’nda Ebrehe, Kübelik, Efraim, Zülfiyar
gibi şahıslar, ‘kara para’nın; yani iktidarın, ölümsüzlüğün ardına düşerek her türlü
kötülüğü, zulmü yapanlar bu grupta yer alır. İktidar taşının peşine düşerek, bilimi bir
zulüm aracına dönüştüren, bu uğurda insanlara zulmeden, Samur ve Yağmur’un
ölümüne neden olan, hırsı dolayısıyla cinsel iktidarını yitiren, Davut’a işkence yapan
Kitab-ül Hiyel’in Kara Calud’u da Puslu Kıtalar Atlası’nın zalim Ebrehe’si gibidir. Bir
gemideki mürettebatı ölüme sürükleyen, onları katliam yapmaya zorlayan, kendisine
köle yapmayı, bir günahkâr kafilesi oluşturmayı amaçlayan Amat’ın kaptanı Diyavol
Paşası da, gerek dış görünüşü, gerekse yaptıklarıyla Şeytan’ı simgeler. Onun da biricik
arzusu ölümden kurtulmak; yani ölümsüz olmaktır (A, s. 30). Kuşkusuz bu gruba,
Suskunlar’ın Tağut’unu, ona hizmet eden Cüce İskender’i, Habil-Kabil’i de katnak
gerekir. Tağut da dış görünüş itibariyle Şeytan gibidir. Zaten Tağut demek Şeytan
demektir. O da ‘hayat nefesi’nin üfleneneceği ‘ney’le simgelenen ölümsüzlüğün ve
mutlak iktidarın peşindedir. Bu arzusuna ulaşmak için kimi zayıf insanları çeşitli
vaatlerle kandırır, kendine hizmet ettirir. Örneğin bunlardan biri Cüce İskender’dir,
diğerleri Habil ve Kabil’dir. Bunlar da güce ulaşmak için zulüm yapmaktan, insanları
öldürmekten sakınmazlar.
Anar’ın romanlarındaki bu grup, tüm güçleriyle ve çoğu zaman bilgiyi de
iktidar için kullanarak, hedeflerine ulaşmak ister ve bunun için her türlü kötülüğü
yaparlar; ancak sonunda hemen hepsi kendi felâketlerini hazırlar ya da hedeflerine
ulaşamaz, iyilerin karşısında yenik düşerler. Örneğin Ebrehe, yaptıklarından pişman
olarak ölür/öldürülür. Calud, Davut tarafından öldürülür. Kaptan Diyavol’un oyununu
Süleyman Reis bozar. Tağut da sonunda Davut tarafından alt edilir ve kaçmak zorunda
kalır.
296
Burada ayrıca şunu belirtmek gerek. İhsan Oktay Anar’ın bu figürleri, büyük
ölçüde Kur’an, Tevrat veya İncil’den kaynaklanan Şeytan ya da kötülüğü şahsında
toplayan varlık ya da insanlardan mülhemdir. Örneğin Amat’ın Diyavol Paşa’sı,
Suskunlar’ın Tağut’u gerek dış görünüş, gerekse yaptıklarıyla Şeytan’ı simgeler.
Ebrehe’nin kaynağı Kuran-ı Kerim’deki Fil Suresinde Kabeyi yıkmaya gelen Yemen
Valisi Ebrehe’dir. Kitab-ül Hiyel’deki Kara Calud, çoğu yönüyle Kur’an’daki Calud’u,
Ahd-i Atik’te Golyat adıyla geçen ve Hz. Davut tarafından öldürülen düşman komutanı
andırır. Suskunlar’daki Habil-Kabil’in kaynağı yine Kuran-ı Kerim’dir.
Tanrı/İyiler/Erdemli kişiler
Anar’ın romanlarında Şeytan’ın ve ölümsüzlük peşinde koşanların karşısına
Tanrı ve O’nun yanında yer alan, erdemli, alçak gönüllü, her türlü hırstan uzak figürler
yer alır. İlk romanından itibaren bu tür figür ve varlıklara örnek verecek olursak; Puslu
Kıtalar Atlası’nın Bünyamin’ini başa koymak gerekir. Bünyamin, bu romanda
Ebrehe’nin zıttına, dünya karşısında hiçbir hırsa kapılmayan, alçak gönüllü, kaderine
razı, sakin ve huzurlu bir insan olarak karşımıza çıkar. Dünyayı değiştirmek gibi,
imkânsız bir şeye girişmez. Ona göre, hayat bir macera, bir akıştır, insanoğlu bu akışa
tâbi olarak yaşamını sürdürmeklidir. Bünyanin de babası uzun İhsan Efendi’nin dediği
üzre, hayatı bir şahit gibi yaşayarak, özge bir temaşa ile geçer dünyadan. Ve yaşadığı
pek çok olaydan sonra, hayatın gerçek bilgisini, bizzat denedikten sonra, hayatın
bilgisine kavuşur. Bir bakıma, tasavvuftaki saliktir o. Romanda bir maceraya atılır;
yani derviş gibi yola düşer, sülûk denebilir buna. Türlü sınavlardan geçtikten sonra
hayatın gerçek bilgisine ulaşır. Ebrehe’nin mutsuz olmasına karşılık o hep mutludur
mütevazı dünyasında. Kitab-ül Hiyel’deki Üzeyir’i de türlü sınavlardan sonra hayatın
hakikatine, erdeme ulaşan bir figür olarak değerlendirebilirz. O da Calud tarafından,
her türlü maddi bilgiyle donatılır, başlarda tek amacı bu bilgiyle iktidara ulaşmaktır;
ancak sonra icat etmeye çalıştığı ‘canavar’ın kendisine egemen olmaya başladığını
fark eder, yaptıklarından pişman olur ve aslında her şeyin bir noktadan ibaret olduğunu
kavrayarak, gerçek Hakikat bilgisine erişir. O da bu yönüyle tasavvuf yolundaki bir
salikin macerasını yaşamış ve erdeme ulaşmış bir figür görüntüsü verir.
Anar’ın romanları içinde Tanrı’yı simgeleyen tek figür Suskunlar’ın
Muhteşem Neyzen Batın Efendi’sidir. O, her şeyden güçlüdür, hayat nefesiyle ölüleri
297
298
Fantastik dünya
Anar’ın romanlarının bir başka önemli özelliği, kişiler, zaman, mekân ve
olayları bakımından fantastik bir dünya yaratmasıdır. Bu bakımdan onun eserlerinde,
tıpkı Binbirgece Masalları’nda olduğu gibi büyülü, masalsı bir Doğu atmosferi
canlandırılır. Puslu Kıtalar Atlası’nda, Girdbad Kasabası, zarların sürekli seba vü dü
gelmesi, Dertli’nin bulunduğu her yere yıldırım düşmesi gibi türlü olağanüstü olaylar,
mekânlar, araçlar ve kişiler, Efrasiyab’ın Hikâyeleri’ndeki Bidaz’ın dirilmesi,
dokunduğunu altına dönüştürmesi, Kont Drakula’yı andıran Müdür Kont, Amat’taki
Kaptan Diyavol, Süleyman Reis’in fırtınaya emrederek durdurması, Suskunlar’da
Upir (S, s. 41), gûlyabanî, karakoncolos (S, s. 11-12) ve hayaletler (S, s. 13),
“yatırlarından kalkan mübârek evliyâlar, lahitlerini terk eden lânetli ölüler ve
nâmübârek yaratıklar” (S, s. 12), “ifritler ve kızıl cehennem ölüleri” (S, s. 41), periler
ve cadılar (S, s. 150), Zâhir’in söylediği şarkıları dinleyen ölümcül hastaların şifa
bulması ve eline aldığı bir ekmeği taşa çevirmesi (S, s. 173-174), Tağut’un içinde bir
yılanın bulunması (S, s. 187), can çekişen Eflâtun’un Hayat Nefesi ile birlikte
sapasağlam bir şekilde ayağa kalkması (S, s. 264) ve Yedikule Kâhini’nin kehânet
aynasında geleceği görebilmesi (S, s. 266-268) dikkat çekici bazı fantastik kişi ve
olaylardır. Yazar bütün bunlarla tarihle fantastiği iç içe geçirerek, romanlarında
gerçeküstü, masalsı bir dünya yaratır.
Sonuç olarak İhsan Oktay Anar, 1980 sonrası Türk edebiyatındaki ana eğilim
içinde postmodern; ama geleneksel anlatılarla sağlam bağlar kuran, kaba gerçekçiliğe
asla prim vermeyen bir hayal ustasıdır. Romanları, kutsal kitaplara, tarih eserlerine,
mitolojiye, masallara; hatta sinema filmlerine göndermelerle yüklü, sıkı metinlerdir. O
bakımdan Anar’ın romanları birer ‘kültür romanı”dır. Onun eserlerinde, zengin bir
Doğu kültürü, hem biçim, hem anlatım hem de içerik olarak görmek mümkündür.
Ancak yazar, eserlerinde yalnızca Doğu kültürüne değil, Batı kültürüne de atıflarda
bulunur. Felsefe, bilim, din ve tasavvuf, bu romanları besleyen başlıca kaynaklardır.
299
KAYNAKLAR
2. Hakkında Yazılanlar
2.1. Tezler
Çokluk, Necmiddin; İhsan Oktay Anar ve Romanları Üzerine Bir İnceleme,
Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne 2009.
Koçakoğlu, Ahmet; İhsan Oktay Anar, Hayatı-Sanatı-Eserleri, Selçuk
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2008. (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi).
Sarı, Mehmet; Metinlerarası Bağlamında İhsan Oktay Anar’ın Romanlarında
Kutsal Metinlerin İzleri, İstanbul Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul
2009. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
Tek, Akın; İhsan Oktay Anar’ın Romanlarında Üstkurmaca, Boğaziçi
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2003.(Basılmamıs Yüksek
Lisan Tezi)
2.2. Kitaplar
300
2.3. Makaleler/Röportajlar/Bildiriler
301
302
ÖZET
303
ABSTRACT
İhsan Oktay Anar is one of the most successful and authentic novelist of post -
1980 Turkish literature. He has written 5 books named Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül
Hiyel, Efrasiyab’ın Hikâyeleri, Amat and Suskunlar so far. Anar builds up connection
with traditional eastern narrative technique from some aspects in these novels. For
instance; he uses the story within story technique which dates back to “Arabian
Nights” (Binbir Gece Masalları) He also traces the tradition with his Evliya Çelebi,
meddah and tafsir sytle in terms of language and narration. History, mithology,
religion, sufism and tale are interwoven in these novels. He creates a historical,
fantastic and tale-like atmosphere using these elements in his novels. Anar’s novels
harbour a rich culture with his allusions made to sacred books ,history and mithology.
He is not a realistic but a romanticist writer. Imagination is the main principle of his
understanding of novel.
Key Words: İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel,
Efrasiyab’ın Hikâyeleri, Amat, Suskunlar, novel.