You are on page 1of 130

MURAT M E N T E Ş istanbul'da doğdu.

Bisiklet tamiriyle uğraştı, ufak tefek sihirbazlık


numaralan öğrendi ve amatör olarak boksla ilgilendi. Yediği yumruklar dayanılmaz MURAT MENTEŞ
bir raddeye gelince, ringlere veda edip şiir yazmaya koyuldu. Dergilerde, yaymevle-
rinde, gazetelerde çalıştı. Kaosa Mütevazı B i r KatiVda [ 2 0 0 1 , $ûle Yayınlan] medya­
nın bozucu ve yıkıcı tesirlerini konu etti; Aynalı Barikatlar'da [ 2 0 0 3 , Şule Yayınlan]
ise terörün gündelik hayatımıza sindiğim öne sürdü.
Dublörün
www.dublorundilemmasi.com

Dilemması

•i

Kapak fotoğrafı için c ö m e r t ç e poz veren Ah Muhsin Ünlü, Gökdemir İhsan Gürsoy
ve Alper Canıgüz'e yürekten teşekkürler! - M.M.

İletişim Yayınları 1074 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 152


ISBN 975-05-0322-8
© 2005 İletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2005, İstanbul (1000 adet)

YAYIN SEKRETERİ Senem Erdoğan


KAPAK Murat Arlı
KAPAK FİLMİ 4 Nokta Grafik
UYGULAMA Hüsnü Abbas
MONTAJ Şahin Eyihnez
BASKI ve CİLT Sena Ofset

İletişim Yayınları
Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 istanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
İÇİNDEKİLER

[NUH TUFAN] 11
Melodiler ve Mermiler 13
Sürmeli Albino 15
Hayvanat Bahçesi Yangınında Haşlanan Suaygırları 19
Yanlış Yerde Hata Yapmak 22
Tiyatrodaki İfritler 25
Şantaj Katalogu 28
Kaplana Postunu Ters Giydirmek 30
Taze Cenaze, Cezai Taziye 35
İmkânsızı İsteyen Yağlı Müşteriler 36
Kahreden Hakaretler Listesi 41
Düello Malulü Gelin 42
Ölü Adaşımın Kıyağı 44
İskoç Usulü Adam Kaçırma 45
Kolombiya Kravatı 48
Yaser Arafat'la Aynı Boydayız 51
Dublörün Daniskası 54
Kayıtsız Şartsız Merhamet 57
Charles Bronson'ın Şom Ağızlı Karısı 61
Kısa Çöp Tarihi 62 Seccadede Dikiş Tutturmak 151
Büyü İçin Gereken Enerji 66 Düşmanla Aramızda Sır Olarak Kalan Savaş 155
'Sütten Çıkmış Ak Kaşık'la Cinayet 69 Filozofun İmza Yetkisini Gaspeden Kız 161
Uçan Halı Yıkama Makinası 71 Silah Zoruyla Tanışma 164
Kim bu VVhitcomb Judson? 77
Ayakaltı Bir Yerde Ayaküstü Bir Sohbet 81 [HABİP HOBO] ^7
Alkışlar Eşliğinde Bir Buluşma 84 Yakayı Başarıyla Ele Vermek 169
Timsahla Başa Çıkmanın Yolları 85 Hostesleri Benim Yerime Öp 169
Sarayda Ağlayan Çocuk 88 Kemik Torbasındaki Gizli Kamera 170
Mobidik Sokağı'na Giriş 90 Kaşla Göz Arasında İnsanlıktan Çıkmak 176
Hayata Pamuk İpliğiyle Bağlı Bez Bebek 94 Kahramanlık Madalyası Alan Güvercinler 178
Seri Katile İlham Veren Tablolar 97 Yırtıcı, Seni ya Görmezlikten Gelir ya da Parçalar 180
Çaycının Damarlarındaki Tavşan Kanı 99 Pippo Zaza Ayağımıza Gelince Ayaklarımız
"Yoksa Bu Yaşta Ölümden mi Korkuyorum?" 103 Nasıl Yerden Kesildi? 181
"Bu Şehri Sitanbul ki bî Misi ü Behâdır
Elveda Baretta 107
Bir Sengine Tüm Sicilya Mülkü Fedadır" 184
Defolu Gölge 110
Kahve ve Nükleer Bomba Yapabilen Dilber 186
Kont Dracula'nın İmdat Çağrısı .112 Üzerinde Kuluçkaya Yattığımız Bombalar 187
Nuh'un Taş Gemisi 114
Gazetedeki Canlı Yayın 188
İftira Terapisi 116
Hobbit ile Geronimo 192
Yolları Bıçaklanan Bahçe 195
[İBRAHİM KURBAN] 119
Otomatik Silah Kardeşliği 197
Şeyhle Randevu 121
Yumurtadan Çıkan Köpek 198
Afili Filintalar ...124
Başak Tör'ün Redtettiği Rol 201
Orangutan Utandıran Ültimatom 127
Palyatif Palavralar 202
Beberuhi Operasyonu 130
"Tik-Tak" Taktiği 204
Baltazar'ın Çığlıkları 132
Samuraylar Kâbus Görmez 205
Lütfen, Tehlike Halinde Maskenizi Çıkarınız 135
Fareler Yumurtayı Nasıl Çalar? 209
Hiç Kimse Kalküta'daki Bir Panayırda Çöpçatan Kocakarı Sayesinde Cadıyla Evlenmek 214
Bıçaklanmak İstemez 138
Allah'ın "Teslim Ol!" Çağrısı ! 139
[FERRUH FERMAN] 219
Dövüşmek Şart Oldu 143
Buz Adam ve Fosil Kadın 221
Boşlukta Yokluğu Hiçliğe Dönüştürmek 145
Civardaki Hovarda 222
27 Bin Yıllık Fetret Devri 147
Aile İçi Kör Şiddet Sayacı 223
Fil Tezeğine Hücum! 225
Buruşuk Külotlar 227
Sırılsıklam Âşık Çiftin Ölü Şahitleri 228
Vicdanın Ceza Sahası 230
Hamile Kadınların Doğurduğu Tehlike 233
Evlatlık Acısı 235
Çölde Çay Kaşığıyla Kazı Yapma Cezası 237
Bir Uçak Dolusu Bebek 239 NUH TUFAN]
Feleğin Çemberinden Motosikletle Geçmek .241
Kırmızı Bikini Görmüş Boğa Gibi 243
Münzeviler Mahzeni'ndeki Müzik 244
Komadaki Komançi 246
Vampirler Sigara İçmez... 247
Sivrisinek ve Saz Arkadaşları 248
Baklanın Diğer Yarısı Kimin Dilinin Altında? .250
Cinayet Mahalline Koşan Maktul Adayı 252

[NUH TUFAN] 257


Bir Avuç Mermi Daha 259
Parmak Hesabı 261
Melodiler ve Mermiler
Müzik değişince dans da değişir.
[Takeshi Kitano]

Adamın sol yanağında Nike amblemi şeklinde bir yara izi


vardı. Mr. Nike siyah bir takım elbise giymiş ve yemin ede­
rim papyon takmıştı. Kırlaşmış saçları gayet gür görünü­
yordu. Oturduğu koltukta vahşice bir kibirle başını geriye
atmış, dudağı tiksintiyle bükülmüş, kaşları sımsıkı düğüm­
lenmişti. Hidiv Kasrı'nın bahçesinde toplanan jet sosyeteye
mensup 150 kişi bana gülücükler gönderirken, bu tanıma­
dığım adamın suratı neden bir kindarlık abidesi gibiydi?
Yoksa... yoksa o muydu?! Buraya leşimi uzaya yollamak
için mi gelmişti?
Açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edildi­
ğimde, hain sevgilim yanağıma bir öpücük kondurdu. Al­
kışlar eşliğinde, sırıtarak çıktığım kürsüde, cebimdeki ko­
nuşma metnini bulana kadar vakit kazanmak için hitap fas­
lını biraz uzattım: "Muhterem misafirler..." Arkamdaki

13
Kasr'ın yanından bahçeye geçen Ferruh Ferman'a gözüm köpüklü kan saçılıyordu. Bu müzikal kapışmanın tek seyir­
takıldı. "Meziyetli leydiler..." Hayret! Onun bu gece aramı­ cisi olarak, kürsüde donup kalmıştım. Sevdiğim kadını bul­
za katılamayacağını sanıyordum. Ben zaten buraya onu malıydım. Gerçi burada gebersem bile onun umursayacağı
temsilen gelmiştim. "Hatırşinas centilmenler..." O da ne? yok ya, benim haşat kalbim korkuyla değil aşkla çarpıyor­
Öbür taraftan bir Ferruh Ferman daha çıkageldi! "Civanlar, du. Ve bu kurşun yağmurunun altındaki kan ırmağında,
eski topraklar ve bilhassa sabiler..." Misafirlerin arasına bir­ kupkuru bir adam, tabancasını alnıma doğrultmuş, ceset­
kaç saniye içinde en az 20 Ferruh Ferman katılmıştı! Bes­ lerden oluşan bir köprüden bana doğru koşuyordu!..
belli yine halüsinasyon görüyordum.
Sevdiğim hain kadınla gözgöze geldim. Kapalı bir elbise
Sürmeli Albino
giyerek beni şaşırtmıştı. Konuşma metnini aramayı bırak­
tım: "Bu harikulade yaz akşamında, çocuk bezinin mana ve Andolsun, Biz NuH'u kendi kavmine
ehemmiyetinden bahsedecek bir adamı dinlemeyi tercih et­ gönderdik ve o dokuzyüzelli sene yaşadı.
tiğiniz için teşekkür ederim." [Kur'an, Ankebut Suresi / 14]
Nike Efendi'nin çevresinde bir grup şık fedai dolanıyor­
Peygamberin otlattığı kuzular kadar masumdu.
du. İçlerinden biri, kulağına eğilip birşeyler söyleyince spor
Ya da bana ilk anda öyle gelmişti. Zira 'ilk an' ne kadar
suratlı ağır adam etrafa bakındı ve gizli bir komut verdi.
kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır.
"Evvela, itiraf etmeliyim ki, birçoğunuz gibi ben de ço­
Üzeri portakal, vişne ve çilek resimleriyle kaplı, yani
cuk beziyle biraz geç tanıştım..." Sözlerime devam edeme­
Meyvendetta reklamıyla ambalajlanmış otobüse yetişmeye
dim. Çünkü birdenbire Dead Can Dance'in Yulungdsı çal­
çalışıyordu. Çift katlı otobüs durdu, üst katın penceresin­
maya başladı. Dev hoparlörlerin sesi sonuna kadar açılmış­
den ona bakarken, kalbimin zembereği boşaldı. Gözlerimi
tı. Ve Bay Nike'ın adamları ile Ferruh Fermanlar aynı anda
kapadım ve yanımdaki koltuğa oturması için dua ettim:
bellerindeki silahları çekip birbirlerine kurşun yağdırmaya
"Allah'ım, bunu dilediğim için ayıp etmiş olur muyum?!"
koyuldular! Ortalık cehenneme döndü. Jet sosyete, havada
Solumda biri belirdi fakat ilkten cesaret edip gözlerimi aça­
çarpışan jetler gibi darmadağın olmuştu. Fakat çığlıklar du­
madım. Yine de o olduğundan emindim. Sol gözümü azıcık
yulmuyordu, çünkü müzik silah seslerini bile bastırıyordu.
aralayıp yana doğru baktım: "Teşekkürler Allah'ım!" Elin­
Camlar tuzla buz oluyor, bahçedeki sahipsiz orkestranın
deki kitabın kapağında Azize Katherina'nın Çalman Dili ya­
enstrümanları kırılıp dökülüyor, masalar devriliyor, her yer
zılıydı. Uyuma numarası yaptım, hafifçe kıpırdadım,
kana bulanıyordu. Tam bir katliamdı bu. Gövdesine isabet
"Ihmmm" gibi küçük sesler çıkardım ve bir arabanın ani­
eden mermi, şişman bir kadını kırlent gibi puflattı. Ferruh
den fren yaparak durmasıyla sona eren bir kâbusun ön ca­
Fermanlardan biri omzundan vurulunca kendi ekseni etra­
mından fırlarcasma uyandım. İrkilerek bana döndü. Birbiri­
fında dönerek yere yığıldı. Nike Bey'in bir adamı koşarken
mize baktık: Ömrümün gümüş çivisinin çakıldığı an!
sırtından zımbalanınca fırlayıp koca bir ağaca yapıştı. Misa­
firlerden; hızla çalkalanıp patlayan şampanya şişeleri gibi Bilincim ve vicdanım, zihnim ve gönlüm, aklım ve kal-

14 15
bim, fikrim ve hissim... her bakımdan eşitlenmişti. Kişisel Kolumu iki eliyle kavradı ve beni sarsmaya başladı:
ekinoksumu yaşıyordum. "Uyanın, horluyorsunuz!"
Yüzünü doğallıkla kitaba gömdü. Cevabım kesindi: "Horrrrr!.."
Mahmurca bir yılışıklıkla "Lütfen söyler misiniz.." de­ Derken cesaretini topladı ve beyaz sabundan yontulmuş
dim, "horladım mı?" elini yavaşça pembe burnuma doğru uzattı. Baş parmağı ve
Gözleri bir an kravatımdaki Kızılmaske desenine takıldı, işaret parmağıyla tam burun deliklerimi kapatacağı sırada
ardından, patlamış bir greyfurda benzeyen suratıma baktı. horlamayı kesip gözlerimi sonuna kadar açtım ve muzipçe
Şaşkın görünüyordu. Ani bir kararla "Hayır" dedi. gülümseyerek "Biliyordum!" dedim.
Sudan çıkmış bir balığın kurumlu ağzıyla "Beni kırma­ Bana nefretle bakıyordu; bir ceylan ne kadar nefret edebi­
mak için böyle söylüyorsunuz?" dedim. lir? Onu hayal kırıklığına uğratmıştım, aramızdaki her şey
Cüretimden ziyade albinoluğuma denk geldiğini farket- bitmişti, artık bana "Hayır" bile demeyecekti besbelli.
meme yetecek kadar anlamlı bir tereddütten sonra yine Yırtıcılığımı belgeleyen cümleyi kurdum: "Benim için
"Hayır" dedi. kendinizi tehlikeye attınız. Size borçluyum. Bir kahveye ne
Biri boynuma enjektörle tımarhane sıvısı boşaltıyormuş dersiniz?"
gibi yavaşça kapatıp açtım gözlerimi. Ve kanla dolu bir si­ Nefreti anında iğrentiye dönüştü. Bir adatavşanı ne kadar
perde vurulmuş gibi düşmeden önce, acizce fakat kesin ko­ iğrenebilir?
nuştum: "Horlarsam... horlarsam burnumu tutar mısınız? "Ne..."
Burnumu... tutar mısınız, lütfennn?.. Burnumuuummm..." Sanırım "Ne yapmaya çalışıyorsunuz?" diyecekti.
Başımı cama eğerek, uyuma numarasına tekrar başladım. Cebimden sol elimle beyaz bir kâğıt mendil çıkarıp teslim
Kısa bir süre sonra yaşlı bozayılarm kış uykularında horla­ bayrağı gibi salladım ve öteki elimi uzatarak "Nuh" dedim.
dıkları gibi horlamaya koyuldum! Ama ne horlamak. Hor- Donakalmıştı. "Adımı sana söylemektense kulaklarından
lamıyor, adeta meydan okuyordum. kıllar fışkıran bir engizisyon yargıcına, satanist bir şebeke­
Otobüstekilerden kimileri isyan etti: "Nesi var bunun?!", nin kara liste fihristini tutan etçil katibe ya da kuduz bir
"Biri uyandırsın şu adamı, hasta mıdır nedir?!", "Hanıme­ doberman sürüsüne söylerim daha iyi" der gibi baktı...
fendi, bu bey sizinle mi birlikte?"... Malpigi tabakasında melanin pigmenti sentezlenen her­
Kızın dünyasını karartmıştım. Yanımdan kalkıp kaçarak hangi biri olsaydım, gözlerime sürme çekmemi çoğu kimse
uzaklaşmak istiyordu, kesin, ama otobüste boş koltuk kal­ hoş karşılayacaktı.
mamıştı. Vampirler gibi ben de gün ışığına duyarlıyım fakat gözle­
Omzumu hafifçe dürttü: "Uyanın..." , rimin yüzümde bir çift örümcek gibi yanyana durması in­
Yaşlı bozayı horlayışından fırtına bulutlarının karşılıklı sanları paniğe sürüklüyor. Cildim uçuk pembe, tüylerim
horlayışına geçtim. O kadar iddialı bir biçimde horluyor- bembeyaz; gelgeldim hiç ama hiç utangaç değilim. Küstah­
dum ki, bu dalda verilen ödüllerin tamamım almaya azmet­ lık etmekten bedensel bir kaderle men edilmiştim ve buna
miştim sanki. canla başla direniyordum. Kendi kendime karşı isyanım
16 17
herkeste tiksinti uyandırıyordu... Bu bedenin içinde müeb­
Hayvanat Bahçesi Yangınında
bet mahkumiyetimi artık işleme koymam gerekiyor...
Haşlanan Suaygıriarı
Sütlü kahve saçları, asma dalı omuzlarından usulca akı­
yordu. Gözlerindeki anlam, dünya savaşlarından, okyanus Ağustos güneşi, patlamış bir düdüklü tencerenin fırlayan
hazinelerinden, kum fırtınalarından, meyve ormanlarından kapağı gibi İstanbul'un tavanına yapışmıştı. Şehir, sıcaktan
derlenmişti. Dudakları buzulda yetişmiş bir elmanın ka­ her şey bir anda kum olup akacakmış, puf diye simsiyah bir
bukları kadar parlaktı. Kaşları kestane şekeriyle çizilmişti. çöle dönüşecekmişçesine çınlıyordu. Yapış yapış asfalt yol­
Burnu uygarlığımızı utandıracak bir büyünün ürünüydü. lardan, eğri büğrü beton binalardan, prizde unutulmuş ütü­
Dişleri başka bir gezegenin ele geçmez cevherleri, mücev­ leri andıran arabalardan yükselen buhar perde perde yerle
herleri... Biçim ve ifadenin mucizesiyle yoğrulmuş bu yüz gök arasına gerilmişti. Kadıköy rıhtımındaki bıkkın kalaba­
karşısında, bir kobay ahırı kaçkını gibi mıhlanmıştım. lıkta sualtı sürüngenleri gibi süzülen tüm erkekler Mecnun,
içimde ifritler kim bilir ne kazanlar kaynatıyordu. İçimde tüm kadınlar Leyla olup çıkmıştı. Kayıtsızlık dolu bir bağış-
bir masal cücesi, bir orman çiniyle birlikte natürmort mo­ layıcılık, mecalsizlikten kaynaklanan bir sükunet, aynı
dellerini kemiriyordu. İçimdeki havai korsan silahım kalbi­ dertten mustarip olmanın getirdiği bir yakınlık; insanlara
me dayamıştı. masalsı bir yumuşaklık kazandırmıştı. Güneş enerjisi, tüm
Otobüs, Kadıköy'e vardı. Sakince toparlanıp kalkarken enerjilerini emmişti besbelli. Meteorolojik bir af ya da ce­
onu seyrettim. Ardından gitmem, ona "Hayatım boyunca zayla herkes masumlaşmıştı; polisler, zabıtalar, itfaiyeciler,
bu anı bekledim" filan demem gerekirdi. Saçmalamak da­ inzibatlar bile oyuncaklaşmış, helvalaşmış, sabunlaşmalar­
ima belli bir esneklik doğurur. Bu da tahmin edilemeyecek dı. Gemiler, vişne reçeline dönmüş denizin üzerine kondu­
kadar çok kişinin işine gelir. Savaşlar da, evlilikler de, poli­ rulmuş kuru ekmek dilimleri. Herkes Cehennem'in eşiğine
tik mitingler de bu esneklikten istifade eder. varmanın umutsuzluğundan doğan bir tevekkülle; anlam
Yapamadım. Onu takip edemedim. ve önemini yitirmiş hareketliliğe kendini bırakmış görünü­
Doğar doğmaz reddedilmiştim, hayatım boyunca öyle yordu.
çok kovulmuştum ki, buna alışık olduğumdan emindim, Subcomandante Marcos'un da dediği gibi, "Görünüşe al­
fakat bu defa feleğin çemberinden çıkamadım. danmamak gerek."
Pembe burnumu kravatımla sildim. Bu barbarlığımı ro- Mevsimin yağında kavrulan kitlenin hiçbir üyesi hal-i ha­
botsü bir centilmenlikle kayıtlı bir soğukkanlılıkla karşıla­ zırdaki ateşli gevşeyişe katılarak onu onaylamaktan geri
yan Kızılmaske bana: "Felaketin her an ve her yönden gele­ durmuyordu, fakat kimsenin kaynar bir arınmaya kendini
bileceğini anlarsan, kendini beğenmişliğinden kaynaklanan bıraktığı yoktu. Hayvanat bahçesi yangınında haşlanan su­
şimdi ve buraya ilişkin teessüfünden uzaklaşabilecek kadar aygıriarı!
hızlanırsın" dedi. Yanımdan geçen bir sarışının şeffaf plastik bir borucuk-
tan yapılmış bileziğinin içinde canlı karıncalar vardı.
Mavi peruktu kambur bir kadının gezdirdiği mavi peruk-

18 19
lu buldoğun tasmasında "Bu kadın beni büyüyle bu bale sok­ Ömrüm boyunca DNA'larımdan kaçacaksam, bunun mat­
tu, yardım edin!" yazılıydı. rak bir yolunu bulmam gerekir herhalde. Öyle de yaptım.
Cep telefonuyla konuşan bir adam, "Arnavutköy'deyim" Kimseyi öldürmemek için herkesin katil ve/ya da maktul
diyordu. Yaklaşıp ateş istedim, sigaramı belinden çıkardığı gibi yaşadığı bir dünyada bulunmanın tadını çıkarmayı de­
bir 14'lüyle yaktı. nedim. Buraya kadar her şey yolunda. Sayılır.
Herkes, madrabazlara özgü yöntemlerle kamufle edilmiş Liseden sınıf arkadaşım olan, Allah'ın sevgili kulu İbra­
bir cürüm ittifakı çağrısını anonsluyordu. him Kurban, konservatuar binasının önünde beni bekliyor­
Ben onlara 'dürüst yalancı şahitler' bulan sadık suç ortak­ du. Kumral, uzun boylu, zayıf yapılı, bebek yüzlü ve kaim
ları olacaktım. Onların masumiyetlerinin en kesin kanıtına sesli kardeşim.
dönüşecektim. Müşahhas bir yalan kılığında hizmetlerine "Selamünaleyküm."
girecektim. Bıktıkları hayatlarını bana emanet edeceklerdi. Bu sıcakta kucaklaştık. Biz hakikaten sıkı arkadaşız.
Çaldıklarından kurtulmak için hırsız yolu gözleyen hırsız­ "Aleykümselam." İbrahim Kurban'm kaşları her zamanki
ların imdadına koşacaktım. Kendilerinden uzaklaşarak gibi çatık.
kendilerine gelmelerini temin edecektim. Legal ve illegal "Çok beklettim mi?" Asla dakik olamadım ve sırf bu yüz­
olanın aynı oranda sıkıcı olduğu bu çağda, onlara işlenme­ den uzadıkça uzayan dostluklarım var.
miş bir suç türü sunacaktım. Benim sayemde, suç işlerken "Evet, ama bu bir rekor değil." İbrahim kadar az konuşan
masumiyetlerini koruyacaklar, masumiyetlerini korurken ve hazırcevap biri zor bulunur.
suç işleyeceklerdi. Hapishaneden kaçmaları için dışarı çık­
Lonca Caddesi'ndeki Kumpas'a [Kum Pastanesi'nin, ara­
maları gerekmeyecekti ve dışarı çıktıklarında hapisten kaç­
mızdaki kısa adı] kadar yürürken tek kelime etmedik. Yal­
tıkları asla anlaşılmayacaktı. İntihar bile etseler, onlara can­
palayarak yol alan felçli garson, önümüzden geçerken tep-
lı süsü verebilecek formülü ele geçirecektim...
sisindeki bardakları şangırdatıyordu. Arkasından bakınca,
Benim adım, Nuh Tufan. Önümüzdeki perşembe bir bul­ limonata dolu bardakların birinden diğerine atlayıp duran
dozerin üzerine bırakılmış bir demet papatya görürseniz, Japon balıklarını gördüm! Döndüğünde, tepsi gibi düz su­
biliniz ki onu sizin için oraya ben bıraktım, çekinmeden ratına buzlu bir tebessümü yayıp boş gözleriyle bize baktı.
alınız. [Tamam, şakaydı.] Bir sade, bir sütlü kahve istedik. Bu arada, pastanenin du­
İnsanların çoğu, itirafın yerine iddiayı, acziyetin yerine var kâğıtlarında mor kertenkeleler geziniyordu... Pekala...
öfkeyi, .çaresizliğin yerine avuntuyu koyarak öldürüyorlar Bende atipik şizofreni var ve sürekli halüsinasyonlar görü­
vakitlerini. Bense işi şakaya vurmadan edemiyorum. Sanı­ yorum. Fakat hepsi bu. Yani garson felçli olmayabilir, du­
rım bu genlerimde yok. Çünkü, efsaneye göre, dedelerim varlarda kertenkeleler cirit atmıyor olsa gerek ve limonata
hiç de şakacı kişiler değilmiş; babam hariç bütün atalarım bardaklarında yüzen Japon balıkları da muhtemelen var de­
elini kana bulamış. Babam dahil hiçbiriyle tanışma imkânı ğiller. Yine de bunların bir önemi yok. Halüsinasyonlarla
bulamadım. Acaba babam da birilerini mıhlamış mıdır? Ge­ gerçekleri [sanırım çoğunlukla] ayırdedebiliyorum ve orta­
netik olarak ben de cinayet işleme eğilimi taşıyor muyum? lığı velveleye vermiyorum.

20 21
Ah benim anonim okurlarım; bazen yolda ya da herhangi villasının çatı katındaki dev bir sigara dumanı bulutunun
bir yerde bir tanıdığınıza rastladığınız fakat o esnada kendi­ içinde sabahtan akşama kadar tasavvuf kitapları ve çizgi ro­
nizi hazır hissetmediğiniz için ya da başka bir nedenle o man okuyor, bir yandan da acayip deneyler yapıyor. Kitap­
kimseyi görmezlikten geldiğiniz vaki değil mi? Peki, daha ların üzerine spreyle uygulandığında tozlanmalarını engel­
sonra, o kişiyi sahiden gördüğünüzü teyit edecek bir araş­ leyen ve ıslatmayan bir sıvı hazırlamayı; yapay zekâlı bir
tırma yapıyor musunuz? Hayır, buna gerek duymuyorsu­ bilgisayar robotu yapmayı; saçın rengini günden güne de­
nuz. Çünkü daima gözlerinize inanıyor ve nedense kendi­ ğiştiren bir saç boyası imal etmeyi başardı. Beni arayıp bu­
nize fazlasıyla güveniyorsunuz. Görmeyi reddettiğiniz o luşmak istediğine göre, şimdi de yeni icadından söz edecek.
kimse ya bir hayalden ibaretse? Ya olmayan birine karşı bi­ Hah, kahveler de geldi.
linçli ve geçici bir körlük içindeyseniz? İmkânsız mı? Ne "Kurban'ım anlat haydi, neler yaptın?"
derseniz deyiniz, çok zayıf ve küçük de olsa böyle bir ihti­ "Beni boşver, sen anlat. Çöplük'ü açmıyor musun?"
mal var. Kayıtsızlık, bir yoketme çabasıdır. Fakat bu, yoket- Çöplük benim dükkânım. Üzerinize afiyet, çöpten çıkan
meye yeltendiğimiz şeyin varlığını kesin bir biçimde kanıt­ malzemeler satıyorum. "Dükkânda bunalıyorum. Sırası mı
lamaya yetmez, işte, ben de gerçekliğinden emin olmadı­ şimdi? Telefon edip 'buluşmamız gerek' diyen sen değil
ğım olaylar ve durumlardan dikkatimi esirgemeye özen miydin?"
gösteriyorum. Böylece insan içine çıkmamı engelleyecek "Haklısın, fakat yarım saattir tek kelime etmedin. Bu nor­
bir meşguliyetten geri duruyorum. Bu kadar basit ve net. mal değil."
Ayrıca, isa'nın mezarını Müslümanlardan kurtarmak üzere "Otobüste bir kıza rastladım,"
yola çıkan Haçlı orduları da halüsinasyonlar görüyordu. "Bu rastladığın kaçıncı 'hayatının kadını' dersin? Çağda­
Belki de hiçbiri Anadolu'yu görmedi! Hayır, Haçlılardan şın olan bütün kadınları idare edebileceğini mi sanıyor­
nefret ederim. Siz de zorbalarla intikamcılar arasında, her sun?"
iki tarafın gördüğü sanrılar arasındaki farka tekabül eden "Dalga geçme. Bu kızın gerçek olduğundan bile emin de­
bir ayrım olduğunu teslim edersiniz umarım. ğilim. Dünyaya onu görmeye gelmişim gibi hissediyorum.
İlk bakışta nakavt etti beni. Ulaşılmaz bir güzelliği var. Bu
defa yanlış yerde hata yaptım galiba..."
Yanlış Yerde Hata Yapmak
İbrahim Kurban, sözlerimi ölçülü bir merhamet ifadesiy­
İbrahim Kurban'ın bana mühim bir şey açıklayacağını, fa­ le dinliyordu. Sanki otobüsteki kızı da en az beni tanıdığı
kat kahvesinden bir yudum almadan tek kelime etmeyece­ kadar tanıyormuş gibi bakıyordu: "Ciddi misin sen?"
ğini biliyordum. Acaba yine ne icat etmj.su? ibrahim Kur­ "Ecel kadar."
ban bir yıl kimya, bir yıl tıp bölümlerinde okudu. Halen, "Kız ne dedi?"
güzel sanatlar fakültesinin heykel bölümünde öğrenci. "Reddetti."
Okulu hiçbir zaman ciddiye almadı. Ve sanırım onun da "Neyi?"
benim de asla diplomamız olmayacak. Ailesinin, Etiler'deki "Senin en yakın arkadaşını. Komple reddetti yani."
22 23
"Bu da geçer." İbrahim Kurban'ın teskin etme tarzına ba­ "Aynen öyle. Yeter ki iki fotoğrafı olsun. İcabında el gö­
yılıyorum. rünümünde, tırnaklı eldivenler de üretebiliriz."
"İnşallah." İbrahim'in benimle neden buluşmak istediğini "Vay canına!.."
hâlâ merak ediyorum, o halde varım: "Senden ne haber?"
"Bir tür canlı doku yaptım."
"Canlı doku mu? Ne canlısı, ne dokusu?" Tiyatrodaki İfritler
"Anlatması uzun sürer, görmen gerek." 11 Mayıs günüydü. Amerikan uyruklu bir firmanın altı ay
İbrahim'in gözlerinde ender rastlanan bir pırıltı vardı. evvel piyasaya sürdüğü Meyvertigo adlı meyve sularıyla il­
Meraklanmıştım: "Olsun, sen yine de dene." gili haber, bütün gazetelerin birinci sayfasından anonslan-
"TerminatöYde Schwarzenneger makinaydı fakat insan gö­ mıştı: "Meyvertigo'dan kurt çıktı!", "Genel müdür patladı:
rünümündeydi, çünkü metal iskeletinin üzerinde ne vardı?" İftiraya uğradık!", "Öğrenci velileri, ilköğretim okullarında
"Canlı doku..." dedim ve Kumpas'ın bahçesinden yeniçe­ ücretsiz dağıtılan Meyvertigo'ya dava açtı!", "Meyvertigo
rilerle dolu bir vagon geçti. "Beni degmanlamıyorsun ya?" reklamlarının yıldızı ünlü manken Tülin Tulyum 'Olanlara
İbrahim Kurban hisleri incitilmiş bir mafya babası eda­ inanamıyorum!' dedi", "Polis, Meyvertigo fabrikasına bas­
sıyla "Hayır." dedi. kın düzenledi", "Meyvertigo dökülüyor"...
"Anlatsana Kurban, insanı yaşlandırma." Olaylar umduğumdan çok daha hızlı gelişmişti. Söylenti
"Deri ve kılları yapay olarak üretmekten söz ediyorum. ajansının böylesine etkili olabileceğini düşünmemiştim. Al­
Gerçi kıllar için peruk ve saire kullanılabilir. Deriyi hazır­ tı erkek ve dört kızdan oluşan küçük ekibim, koskoca bir
larken de plastik hamuruna seyreltici kimyasallar karıştırı­ firmayı iflasın eşiğine sürüklemişti... Her şey birkaç hafta
yorum. Dermatolojinin ve estetik cerrahinin laboratuarlar­ içinde olup bitmişti... Açıkçası, korkmaya başlamıştım.
da, muayenehanelerde ve ameliyathanelerde yaptığını ben
Xanadu'da [İbrahim Kurban'ın çatı katına taktığı isim] ya­ * *
pıyorum, hepsi bu. Herhangi birinin cepheden ve profilden
Konservatuarda geçirdiğim üçüncü senenin son günleriy­
çekilmiş birer fotoğrafını Shaphantom programına aktar­
di. Aldığım burslarla kıt kanaat geçiniyordum. Çevremdeki
dıktan sonra, ayrıntıları içeren üç boyutlu bir kalıp hazırla­
çocukların tamamı denyoydu. [Denyo: Ortaoyununda bu­
mak zor olmuyor."
dala tipi. Denilo da denir. Yaygaracı, kendisine gösterilen
Heyecanlanmıştım: "Mesela Elvis Presley'nin maskesini müsamahayla şımarmış, küstah, arsız, küfürbaz, yüzsüz ve
yapabiliriz mi diyorsun?" sırnaşıktır.] Tiyatro sahnesinde bunalıyordum. Fransız yö­
"Hıı-hım." netmen André Antoine'm sözünü ettiği 'dördüncü duvar'ı
"Peki Darkman filmindeki gibi kısa ömürlü mü bu kalıp?" hissetmiyordum bir türlü. Seyirciyi yok sayamıyor ve on­
"Hayır, o kadar dramatik değil... Evladiyelik yani." dan hiç hazzetmiyordum. Belki de mezarlıklarda, tek başı­
"Bir dakika. Sen şimdi bana dilediğimiz kişinin suratını ma oynamalıydım. Zira içimden seyircileri mıhlamak geçi­
kopyalayabileceğimizi mi söylüyorsun?" yordu her defasında. Provalarda da kendimi hep aptal gibi
24 25
hissediyordum. Tiyatro, asla bana göre değildi. Konstantin landırdığı Tony Baretta, 1970'li yılların ünlü tv. dizisi kahra­
Stanislavski'nin zırva talimatları beni canımdan bezdirmiş­ manının adıydı. Kılıktan kılığa giren ve önüne gelene
ti. Tekstleri okuyarak kişileri ve olayları zihnimde canlan­ "Güçlü olmalısın" diyen bir dedektifti. Sammy Davis Jr.'ın
dırmayı seviyordum, fakat sahnede içimi büyük bir saçma­ seslendirdiği Keep Your Eyes on the Sparrow şarkısı eşliğinde
lık duygusu kaplıyordu. Dahası, sözümona elit bir sanat başlardı film. Baretta, Fred adlı papağanıyla birlikte, New
olan tiyatroya gönül verenlerin hemen hepsi bir yığın batıl York City'deki King Edward Oteli'nde kalırdı.
inanca kendilerini kaptırmışlardı. Genel provanın kusursuz Bir sabah, sırtımda mavi bornozumla banyodan çıktım,
olmaması gerekiyordu mesela. Sırf bu salakça saplantı yü­ yatağında oturan ve henüz afyonu patlamamış Baretta'ya
zünden, tıkırında giden bir provada oyunun son cümlesi dedim ki: "Para kazanmak için ne yapmamız gerektiğini
söylenmiyordu! Perdelerin kenarından gizlice seyircilere buldum!"
bakmak yasaktı, çünkü uğursuzluk getirirdi! Hemen hiç Baretta baygın gözlerle bana bakıyordu. Bir şey söylemesi­
kimse oyun başlamadan önce birbirine iyi dileklerini sun­ ni bekledim. "Zamanı gelmişti Kaptan" diye mırıldandı. [Ba­
muyordu ki 'şakacı tanrılar' sürpriz yapmasın! Kostümlerin retta ve konservatuardaki arkadaşlar bana hep 'Kaptan' der­
cepleri 'uğur getirici' zımbırtılarla doluydu: Üste başa sürü­ di.] İçimde onu pataklama isteği uyandı. Bu şapşalla konuş­
len kahverengi 'kaplan gözü' taşı [boşanmaya yol açmak gi­ tuğum için kabahat bendeydi. Kendimi tuttum ve sabırla
bi yan etkileri varmış!], okşanan eski metal paralar, öpülen fikrimi açıkladım: "Bana bak Baretta; biz ne iş yapıyoruz?"
minyatür nallar!.. İfritler tarafından kuşatılmıştık. Sahneye 'Mi üç?"
çıkmadan önce herhangi bir fetişist işlem yapmayışım, ace­ "Yanılıyorsun, biz tiyatrocuyuz."
miliğime yoruluyordu: Lope De Vega'ya, Shakespeare'e, "Diyelim öyleyiz, n'olacak?"
Marlowe'a, Ibsen'e, Moliere'e saygım sonsuzdu; gelgelelim
"Fakat insanlar artık tiyatroya gitmiyorlar, tiyatrolar bir
artık tiyatro çağı kapanmıştı. Hayatın kendisi öylesine hileli
bir kapanıyor, tiyatrocular sefalet içinde..."
hale gelmişti ki, tiyatroda ancak can çekişme sahnelenebi-
"Eeee?"
lirdi. 1907'de ölen ve son nefesinde "Benim yüzümden ti­
Baretta salağına, aklımdan geçenleri açıklamaya koyul­
yatroları kapatmasınlar" diyen İsveç Kralı Oscar'ın can çe--
dum: "Bir ajans kuracağız: Dedikodu ajansı!"
kişmesi mesela. Seyirci de sersemliğinden geliyordu tiyatro­
Baretta toparlandı. Battaniyeyi üzerinden atıp ayaklarını
ya; birşeylerin eksikliğini duyuyordu; en çok da uzaktan
yataktan aşağıya sarkıttı. Canlanmış, meraklanmış, neşelen-
kumanda aletinin. Bense makinalı tüfeksizlikten mustarip­
mişti: "Dedikodu ajansı mı?"
tim; vahşi biri sayılmam, yine de seyircilere kurşun dökmek
"Kesinlikle! Aynı işi yapan iki firma düşün. Biz, bu firma­
için can atıyordum!.. .
lardan biriyle anlaşacağız ve rakip firma aleyhine dedikodu­
Acıbadem'de, üç katlı bir evin giriş katında, Baretta ile lar, söylentiler üreteceğiz!
birlikte kalıyordum. Baretta'nm gerçek adını hatırlamıyo­ "Tam olarak ne yapacağız yani?"
rum şimdi. Kısa boylu fakat kasları gelişmiş bir çocuktu; "En kalabalık yerlerde, kendi yazdığımız oyunları sahne­
ona Baretta lakabını ben takmıştım. Robert Blake'nin can- leyeceğiz."

26 27
biri çantasından bir Meyvertigo kutusu çıkarır ve tam içe­
Şantaj Katalogu
cekken arkadaşı heyecanla uyarır: "Dur! Sakın içme! Mey-
Şant-Ajans adlı gayri resmî bir ajans kurdum. Büyük bir ga­ vertigo'da çalışan bir arkadaşım anlattı: Bunlar maliyeti dü­
zetenin iş dünyası ilavesine "Sayın yetkili; rakibinizin canın­ şürmek için kurtlu ve hiçbir işe yaramayan meyveleri çok
dan bezmesini istiyor musunuz? O halde bize adını söyleyin!" ucuza alıyorlarmış! Nasılsa karton kutuda ne olduğunu
şeklinde bir ilan verdim. Birkaç firma Şant-Ajans'ı aradı. kimse görmüyor! Suyu çıkarılan meyvedeki kurdu da far-
Yerli malı meyve suyu üreticisi Meyvendetta'yla anlaştık. ketmek mümkün değil!.." 3] Üç genç adam otobüs durağın­
Meyvertigo aleyhine söylentiler yayabilirsek, tam 10 bin da laflıyorlar. Biri, belediyedeki iş arkadaşlarının birkaç gece
dolar ödeyeceklerdi. Başlangıç için 2 bin dolar almıştım. önce Meyvertigo fabrikasına baskın düzenlediklerinden söz
Baretta, okuldan 4 kız, 4 erkek öğrenci buldu. İki.gecede ediyor. Meraklı dinleyicilerin akıllarında kalacak bir anla­
metinleri yazdım. Provalar bizim evin salonunda yapıldı. Ve tımla, fabrikadaki meyve kasalarında kaynaşan kurtçuklar­
hafta sonu, vapurlarda, metrolarda, otobüs duraklarında, si­ dan, böceklerden dem vuruyor!.. 4] Taksiye binilir ve "Ya­
nema kuyruklarında, alışveriş merkezlerinde... piyeslerimi­ hu, şu Meyvertigo'nun kayısı sularından aldım geçen gün,
zi sahnelemeye koyulduk. Ana tema, Meyvertigo'nun kurt­ bardağa bir boşalttım, aklım başımdan gitti: Kayısı suyunda
lanmış meyvelerden üretildiğiydi. kurtçuk parçaları yüzüyordu! Hah, sağda ineyim şoför
Konservatuardan yürüttüğümüz kostümler ve makyaj bey..." denilir. 5] Süper marketteki en uzun kuyruğun bu­
malzemeleri sayesinde, dilediğimiz kılığa girebiliyorduk. lunduğu kasaya doğru elindeki Meyvertigo kutusuyla giden
Dokuz gün süren teatral operasyonlarımızdan bazıları şun­ şık, ortayaşlı bir adam, kasiyere "Başka bir meyve suyu yok
lardı: 1] Yaşlı bir kadın, alışveriş merkezinde torunu [Baret- mu, çocuk yanlışlıkla bunu atmış sepete. Dün radyoda din­
ta'nm 8 yaşındaki yeğeni] ile gezmektedir. Çocuk, elindeki ledim bunlarda kurtlu meyveler kullanılıyormuş?.."
Meyvertigo kutusundan vişne suyu içmektedir. Aceleyle yü­ Sadece bir hafta sonra, Meyvertigo'nun kurtları, tüm Tür­
rüyen alımlı bir genç kız yanlışlıkla çocuğa çarpar ve Mey­ kiye'nin, meyve suyunu ağzına sürmeyenlerin bile dilindey-
vertigo kutusu yere düşerek patlar. Kız özür dileyerek yerde­ di. Berberlerin, taksi şoförlerinin, otobüs yolcularının,
ki kutuya eğilir ve çığlığı basar. Dökülmüş meyve suyunun ayakkabı boyacılarının, ev kadınlarının, öğrencilerin, banka
içinde [elbette bizim koyduğumuz] kurtçuklar vardır!.. Yaşlı önlerinde maaş kuyruğuna giren emeklilerin, devlet daire­
kadın da yaygaranın şiddetine gücü yettiğince katkıda bulu­ lerindeki memurların... favori konusu Meyvertigo'daki
nur. Çocuk ağlamaktadır. Bilinçli tüketiciler güruhu, Mey­ kurtçuklardı. Meyvertigo yetkilileri gazetelere tam sayfa
vertigo kutusuna dehşet içinde bakakalırlar; hattâ bazıları ilanlar vererek, ürünlerinde en kaliteli meyveleri kullandık­
satınaldıkları Meyvertigoları iade etmek iğin marketin yolu­ larını duyurdular. Bu ilanlar, yalnızca Meyvertigo aleyhine
nu tutar... 2] İki şakrak genç kız, sıkış tıkış bir tramvay va­ söylentilerin artmasına yaradı... Bir Meyvertigo yetkilisi,
gonunda yüksek sesle konuşmaktadır. Kızların kahkahalarla canlı yayında bir kutu Meyvertigo'yu bardağa boşalttı ve bir
kesilen sohbetleri, çevredeki kalabalık tarafından giderek dikişte içti. Türk televizyon tarihinin en mide bulandırıcı
yoğunlaşan bir dikkatle dinlenmektedir. Derken, kızlardan sahnesiydi! Bir sürü kusan oldu!..
28 29
Sonuç itibariyle Meyvendetta'dan 10 bin dolan aldık. Pa­ Baretta tiradını okudu: "Lassie'yi gördüğüne sevinmedin
ranın büyük bir kısmını elemanlara dağıttım. Artanıyla da mi?.. Bu köpek o moruğun her şeyi. Ona karısından yadi­
borçlarımı kapattım. Çocuklar heyecanlanmıştı. Şant-Ajans gar kalmış. Günlerdir adamı takip ediyorum. Köpek seyret­
sayesinde köşeyi dönebileceğimizi düşünüyorlardı. Bense sin diye, köpeklerin başrolde olduğu filmlerin CD'lerini sa-,
11 Mayıs günü, öğleden sonra evime gelen kadroya, bu işin tınalıyor. Tripleks villasında köpeğiyle birlikte yaşıyor bu
bittiğini, abartırsak eğer enseleneceğimizi söyledim. Olup adam. Tek varisi, her şeyi bu köpek. Adam köpeğe âşık, an­
bitenlerden kimseye bahsetmemelerini tembihledim. Şant- lıyor musun?! Bak, bir sorun çıkarsa, 'Bahçeye girmişti, biz
Ajans yüzünden kim bilir kaç Meyvertigo işçisi işinden ola­ de eve aldık' deriz. Kaptan, eğer istemiyorsan hemen götü­
caktı. Utanç verici zaferimizi, Meyvertigo içerek kutladık. rebilirim köpeği. Fakat düşündüm ki..."
Bizde vicdan da, mide de yoktu. Allah affetsindi... "Ne yaptın, düşündün mü? Baretta biz sanatçıyız, köpek
hırsızı değiliz!"
"Sen koskoca bir firmayı yerle bir ederken sorun olmu­
Kaplana Postunu Ters Giydirmek
yor fakat bana küçük bir köpek kaçırma işini çok görüyor­
İki hafta içinde paralar suyunu çekti. Baretta, sokağın karşı­ sun Kaptan?"
sında, sağ çaprazdaki villada yaşayan ihtiyar adama kafayı "İkisi farklı şeyler. Ayrıca ben yaptığımla övünmüyo­
takmıştı. Sürekli gri takım elbiseyle dolaşan ve gittiği her rum!"
yere Collie cinsi köpeğini de götüren bu ihtiyarın kim oldu­ "Ben övünüyor muyum?"
ğu, nedense Baretta'yı fazlasıyla ilgilendiriyordu. Sanırım, "Kulaklarını aç ve beni iyi dinle Baretta. Bunak komşu­
Baretta, Şant-Ajans projem sayesinde kazandığım statüyü nun topal köpeğini kaçırmak seni zeki biri yapmaz, kendi­
dengelemek istiyordu. Halbuki ben Şant-Ajans vakasından ne olan saygını çalıntı bir köpek üzerinden sağlayamazsın,
ötürü pişmanlık duyuyor ve bunu açıkça söylüyordum. anladın mı?"
Evet, kaplana postunu ters giydirmiştim fakat bu nerden "Ama köpek sahiden bizim bahçeye girmişti. Ben de içeri
baksanız müptezelce bir şeydi. aldım sadece."
Bir akşam eve döndüğümde başımdan aşağı kaynar sular "Yani, Lassie bu yaralı haliyle bize misafirliğe mi geldi?"
döküldü: Komşumuz olan ihtiyarın dört ayaklı can yoldaşı "Hayır... Aslında içeri girmek istemedi önce. Arkadaşların
salonda kemik şeklindeki köpek bisküvilerinden yiyor, Ba­ yardım etmesi gerekti..."
retta ve iki suç ortağı da büyülenmiş gibi [sağ arka bacağı Birden bir kanarya ötmeye başladı. Bu, kapı zilinin sesiy­
sargılı] köpeği seyrediyordu. Salona girdiğimde dördü bir­ di. "Ben bakarım" diye seslenerek kapıya yöneldim. Gelen,
den suratıma baktılar. Dördünün de kuyruğu vardı ve bir o Lassie'nin gri takım elbiseli velisiydi.
yana bir bu yana sallanıyordu! Suratım taş kesilmişti. Der­ Hafifçe araladığım kapıdan adama uyuşuk bir ifadeyle
hal salonu terkettim. Peşimden gelen Baretta'yla birlikte "Buyurun?" dedim.
yandaki odaya girdik. Kısık sesle sordum: "Ne demek şim­ "Köpeğimi arıyorum."
di bu?" "Köpek mi?"

30 31
"Köpeğim Havana kayboldu da, gördünüz mü diye sor­ beklemekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Bu arada,
mak istedim." 'Hemşire Baretta' tarafından yarasına sık sık pansuman ya­
Arkamı dönüp içeri baktım. Bizimkiler hayvancağızı sım­ pılan Havana bizim eve alışmış görünüyordu. Tuvaletini
sıkı kavramışlardı, Baretta da vargücüyle köpeğin ağzını tu­ banyoya yapan bu asil hanımefendinin olanca titizliğine
tuyordu. Lassie inlemeyi başarabilirse hapı yutacaktık. "Ha­ rağmen, evimize kesif bir köpek pisliği kokusu dolmuştu.
yır" dedim. Moruktan hoşlanmamıştım. Tenekeden yapıl­ Baretta, Havana'nın siyah incilerini klozete boşaltmak yeri­
mış giysisi, metalik saçları, buz kırığı gözleri beni rahatsız ne geceleyin arka bahçeye gizlice gömüyordu. Havana, bi­
etmişti. Eh, hepsi birbirinden şapşal olsa da arkadaşlarımı zimkilerle birlikte kahvaltı sofrasına oturuyor, oynuyor,
ele vermek bana yakışmazdı. İhtiyar üstelemedi. Hiçbir şey şarkı söylüyor, ağır aksak da olsa dans ediyordu. Ben hariç
söylemeden, ayaklanmış bir balık fosili gibi sırtını dönüp herkes Havana'nın Eukanuba marka bisküvilerinden yiyor­
gitti. Kapıyı kapattım. Pencereden, adamın bahçeden çıkıp du. Sözümona doyurucu olan bu it öğünü, epey pahalıya
evine yollanışmı izledik. patlıyordu. Baretta oyuncağa benzeyen eski bir dürbünle
Baretta, bilinmeyen telefonlar servisinden, ihtiyarın adre­ Umur Samaz'm evini gözetliyordu. Umur Bey, sabahtan ak­
sindeki telefonun numarasını öğrendi. Umur Samaz adına şama kadar bilgisayar karşısında, kah birşeyler izliyor, kah
kayıtlı telefonu aradı ve ihtiyardan tam 10 bin dolar istedi! yazıyordu. Ülkemizdeki akranları arasında, bilgisayarla bu
"10 bin doları Perşembe akşamına kadar hazırlamazsan kö­ derece haşır neşir olan kaç kişi vardı acaba? Havana'yı yı­
pek ölür!" kadık. Suyun ısısını iyi ayarlayamamış olmalıydık ki köpek
Baretta, son derece manidar bir isme sahip olan ihtiyara, feryadı bastı ve evin içinde sırılsıklam koşturmaya başladı.
bir hesap numarası vermişti. Adam 10 bin doları bankaya Rehinemizin mahalleyi ayağa kaldırmasını engellemek için
yatıracak, para çekildikten sonra köpek teslim edilecekti. fırladım ve teybe rastgele bir kaset koyup sesini sonuna ka­
Umur Samaz, Baretta'ya zorluk çıkarmadı, parayı ödeyecek, dar açtım. Köpek, küçük bir bulut gibi evin her tarafını
polise filan da haber vermeyecekti. Yalnız, şu anda elinde yağmurlarken ötüyordu. Yaralı bacakla bile hepimizden
yeterince nakit yoktu. Havana'sınm sesini duyabilir miydi? hızlı koşan kuçukuçuyu, Tom YVaits'in Rain Dogs şarkısı
Baretta, Havana'nın kulağını havaya kaldırıp ahizeyi da­ eşliğinde kovalıyorduk. Günler de günleri kovaladı. Evden
yadı. Havana, adeta bulunduğu adresi tarif eder gibiydi: çıkamıyorduk. En az iki kişi, Havana'nın muhafızlığını ya­
"Havu havva-hav hev ev hav ıv vav u-uuu." pıyordu. Bizim şefkatli ellerimizde yarası iyileşen köpek
bayağı semirmişti. Bir hafta kadar sonra, Umur Samaz, Ba­
Umur Samaz, Perşembe akşamı Baretta'nın hesabına 5
retta'nın hesabına 2500 dolar daha yatırdı. Kalan parayı tez
bin dolar yatırdı. Paranın geri kalanını en kısa zamanda to­
elden hazırlayacağına yemin ediyordu. Birkaç gün daha
parlayacağını söylüyor, Havana mıdır, Lassie midir ne halt-
geçti ve bu defa Umur Amca, Havana fonuna 1250 dolar
sa, köpeciğine zarar gelmemesi için Baretta'ya yalvarıyordu.
aktardı! Mahalleli Umur Emmi, açıkça Zenon Paradok-
Baretta, 5 bin dolarlık yarım yamalak zaferini kutluyordu;
su'nu hayata geçiriyordu. Elealı Zenon'a göre, bir işin önce
neyin zaferiydi bu? Bu peşin zaferin ardından şiddetli bir
yarısı, sonra, kalan kısmın yarısı, daha sonra da kalan kıs-
savaşın patlayacağını seziyordum, fakat oturup olacakları

32 33
mm yarısı yapılırsa ve bu hep böyle devam ederse, o iş asla
su kravatsız görüyorduk. Demek yatarken çıkarıyormuş.
tamamlanmazdı! Besbelli, Umur Samaz'm Havana'yı umur-
Ne yalan söyleyeyim içim rahatlamıştı: Köpek konusunun
sadığı filan yoktu! Hödük Baretta, her gün Umur Samaz'ı
kapanacağını ümit ediyordum. Havana ve Umur Samaz,
arıyor ve bütün kibarlığıyla, fidye meselesini konuşuyordu.
mahalle sakinlerinin uyku akan meraklı gözleri önünde
Pisboğaz Baretta, Umur Samaz'ın bize 312 dolar 5 sent öde­
kucaklaştılar. Ve birden... Akılalmaz bir şey oldu. Aniden
yip köpeğine kavuşacağı sırada, fidye miktarını artırdı: 5
sokağa dalan siyah bir otomobilden, makinalı tüfekle ateş
bin dolar daha istiyordu; yoksa Umur Bey, Havana'nın ce­
açıldı: Ta ta ta ta ta ta tarrrrrrrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaaa-
sedini bile göremezdi! Umur Samaz, yeni miktarı derhal
aa!!!!!!! Umur Samaz ve Havana, köpüklü kanlar saçarak,
kabul etti ve ertesi gün Baretta'ya 2812 dolar 5 sent havale
sarmaş dolaş, oldukları yere yığıldılar!
etti! Umur Samaz, sanki, Havana'ya bakmamız karşılığında
bize maaş ödüyordu! Köpek bakıcısı olup çıkmıştık. Hava­
na ise evin içinde büsbütün bunalmıştı. Hayırsız babasıyla Taze Cenaze, Cezai Taziye
yaptığı ender telefon konuşmaları da hayvancağızı teselli
"İnsan öldüğünde uzunca bir süre için ölür"
etmeye yetmiyordu anlaşılan. Belki de bir eşe ihtiyacı var­
[Leon Bloy]
dı? Bilemiyorduk. Köpek konusu bizi aşıyordu. Fakat ek­
meğimizi sırtından kazandığımız hayvanı dolaştırmamız, Kimdi bu adamlar? Velinimetimiz Umur Samaz ve biricik
ona temiz hava aldırmamız gerekiyordu; bu kesindi. Her Havanacığımızdan ne istemişlerdi? Asla öğrenemedik. Peki
sabah, sokağımızda dev eşofmanlar giymiş buldog suratlı ya Umur Samaz kimdi? Son model bir otomobilden açılan
kadınlar, fareden bozma köpeklerini gezdiriyorlardı. ateşle öldürülmeyi hakketmek için hangi işlemleri başarıyla
Havana'nın sokağa çıkma yasağını delmenin bir yolunu sonuçlandırmıştı? Bilmek imkânsız. 4 dakika içinde mahal­
bulmalıydık. Bir gece, saat 4 sularında, Umur Samaz'ın lemiz siren sesleriyle çalkalanmaya başladı; önce polis ara­
üçüncü kattaki odasının ışığı söndükten epey sonra, Hava­ baları doluştu sokağa, sonra da ambulans geldi. Biz
na'yı gizlice dışarı çıkardık. Ben, matmazelin tasmasını tu­ Havana'dan kalan izleri o gece süratle yokettik. Köpek bis­
tuyordum, Baretta da eğilmiş ve garip bir biçimde kuyru­ küvilerinin tamamını hapur hupur yedik. Ben de yedim,
ğuna eklenmişti. Tam demir kapıdan dışarı çıkmıştık ki berbattı. Acayip susattı. Havana'nın banyoda bıraktığı hatı­
köpek elimden kurtulup hızla ileri atıldı ve çılgınca havla­ raları klozete boşaltıp sifonu çektik. Tüy müy kalmasın di­
yarak bahçe kapısına doğru koşmaya başladı! Alelacele içe­ ye, çalı süpürgesiyle etrafı karanlıkta süpürdük... Bütün
riye kaçtık. Salonun karanlığında, pencereden, Havana'nın mahalle Umur Samaz'ın ve Havana'nın cesetlerini görmek
takdire şayan bir gayretle yuvasına doğru ilerleyişini seyre­ için sokağa döküldü. Aynasızlar villanın etrafını filmlerdeki
diyorduk. Nefes nefese kalmıştık. Nankör it, bizi satmıştı. gibi sarı naylon şeritlerle çevirmişti. Görgü tanıklarının ifa­
Komşuların ışıkları bir bir yanmıştı. Umur Samaz'm villası delerini aldılar. Bizim eve de uğradılar. Mahalledekilerin
da akide şekeri gibi aydınlanmış, Zenoncu moruk, ışık hı­ çoğu gibi biz de öldürülen adamı ve köpeğini tanımadığı­
zıyla sokağa zıplamıştı. Onu ilk defa pijamalı, daha doğru- mızı, üzgün olduğumuzu ve çok korktuğumuzu filan söyle-

34
35
dik. Üç gün sonra defnedilen Umur Bey'in cenazesine Ba­ kınca ben de otomatikman sigaraya davranıyorum. Bir film
retta ve diğer suç ortaklarımız ile birlikte katıldık. İbrahim seyrederken ya da roman okurken kahramanlardan biri si­
Kurban da geldi tabii; cenazeleri kaçırmaz. Umur Bey'in, gara içmeye başlayınca ben de onlara katılıyorum. Ve biri­
köpeğiyle aynı mezara gömülmeyi vasiyet ettiğini öğrenin­ cik okur, şu anda sizin de sigaraya uzandığınız gibi bir his
ce ahali şoke oldu. Ben de şoke oldum. Demek bizim ihti­ var içimde. Sıradanlığm kamuflajı, tuhaflıklara da doğal bir
yar, köpeğe sahiden değer veriyormuş! Cenaze namazı sıra­ görünüm kazandırıyor.
sında, yanımda duran orta boylu, güneş gözlüklü, pardösü- Boğaziçi Köprüsü'nden kopan taksi Etiler'e doğru yol
lü adamla her nasılsa mezarlıkta da yanyana düştük. Ada­ alırken, radyoda Orhan Gencebay'm Hayat Kavgası şarkısı
mın güneş gözlüğünün altından, simsiyah parlayan bir göz­ çalmaya başladı. İbrahim Kurbanların evinin önüne geldi­
yaşı çizgisi kıvrılarak akıyordu. Cenazede ağlayan- tek kişi ğimizde şarkı henüz bitmemişti. Şoföre parayı saydım, fakat
olması hasebiyle, törensel ve dolayısıyla budalaca bir edayla arabadan inmedik. Şoför, soru soran gözlerle suratımıza ba­
"Başınız sağolsun" diyerek ellerimi uzattım. Masonik bir kıyordu. İşaret parmağımı dudaklarıma götürerek, "hışşşş"
tokalaşmadan sonra, taziyelerimi matem yüklü bir iniltiyle dedim. Şarkı bitti. Biz taksinin arka kapılarını aynı anda
kabul etti. Gözlerinden akan zift yanaklarından süzülüp açıp dışarı çıkarken, İbrahim Kurban başını içeri uzatarak
pardösüsünden kayarak paçalarına inen adama, sancılı bir durumu şoföre açıkladı: "Orhan Gencebay çalarken araba­
merakla sordum: "Merhumu tanır mıydınız?" dan inilmez kaptan."
Asfalt ağlayan adam, ölenle ölmeye namzet olduğunu dı- İbrahim Kurbanların evinin salonda bizi elini kılıcına at­
şavuran bir hüngürtüyle "Babamdı!" deyiverdi ve boynuma mış bir eski zaman paşası karşılıyor: 1 metreye 2 metre, tu­
sarılıp zırıl zırıl ağladı. Kollarıyla gövdemi mengene gibi sı­ val üzerine yağlı boya. Kuyruklu piyanonun etrafından do­
kıyordu. Gerçek acı, insanı yapay sevinçten daha çok can­ lanıp Xanadu'ya çıkıyoruz. L şeklinde, kocaman bir oda bu­
landırır. Siyah gözlüklerinden fışkıran katranla beni boya­ rası. Tavan, kenarlara doğru biraz alçalıyor. Enlemesine
maya koyuldu... uzun iki pencereden birinin yanında balkona açılan kapı
var. Tavana kadar yükselen kitaplıklardan kitaplar taşıyor.
Çivit mavi kanepede ve kapağı açık elbise dolabında bile
İmkânsızı İsteyen Yağlı Müşteriler kitaplar yığılı. Üzerinde son model bir bilgisayar olan eski
Alelacele toparlanıp, yanan bir ormandan kaçışan tilkiler tarz çalışma masası da kitaplardan görünmüyor. Etrafımız­
gibi Kumpas'tan fırladık. İbrahim Kurban, kahvesini bitir­ da, renkli hamur topakları yığılı küçük metal leğenler; yağlı
mesine izin vermediğim için neşeyle karışık kızdı. Hemen sıvılarla dolu uzun cam şişeler; peruklu plastik kelleler; in­
bir taksiye daldık. Takside, İbrahim Kurbanla şu 'canlı do­ cecik kablo yumakları filan var. İbrahim Kurban bilgisayarı
ku meselesini ayrıntılarıyla konuşacak zamanımız oldu, zi­ açıyor. "Şuraya geç."
ra ufku kıpkırmızı trafik lambaları kaplamıştı. İbrahim "N'oldu?"
Kurban bir sigara yaktı. Ben de yaktım. Paketi taksi şoförü­ Tekrar ediyor: "Şuraya geçsene." Eliyle, perdeleri çekili
ne uzattım; a-ha, o da aldı bir tane. Yanımda biri sigara ya- pencereyi işaret ediyor.

36 37
Kıpırdamadan ayakta dikiliyorum ve yerdeki kırlentleri, ra kitabın üzerine bırakıyor ve belirsiz bir selam verip çıkı­
kitapları, çantaları kaldırarak bir şey arayan arkadaşımı sey­ yor. Az önce duyduğum genç kız sesi bu adamdan çıkmış
rediyorum: "Ne arıyorsun?" olamaz ya?! Artık sadece gözlerim değil kulaklarım da beni
"Hah!" diyor ve bilgisayarın arkasındaki dijital fotoğraf yanıltıyor demek!
makinesini kaptığı gibi yüzüme bakarak sırıtıyor. Büyük ibrahim Kurban, hazırladığı hamura yağlı bir sıvı ekliyor.
adımlarla, az önce bana işaret ettiği pencereye gidip perdeyi Sonra, ters duran koca bir tavuk yumurtasına benzeyen bir
açıyor: "Gel haydi!" cismi bu hamurla sıvıyor. Elastik bir cetvelle sağını solunu
"Ne, fotoğrafımı mı çekeceksin?" ölçtüğü cismin çevresine seyrek bir biçimde incecik teller
"Hem de hemen." örüyor. O uğraşıp dururken ben de kahvemi içip Metropol­
Pencerenin önüne geçiyorum. İbrahim Kurban tam kar­ deki Sufi adlı kitabı karıştırıyorum. Ardından, Örümcek
şımda. Birkaç adım geriliyor. Gözlerimi kısıp dudaklarımı Acfcm'ın 11 Eylül 2001'deki uçaklı saldırıları konu eden
büzüyorum. İbrahim Kurban beni nazikçe uyarıyor: "Yap­ macerasını okuyorum. Tek kelimeyle berbat. Örümcek
ma. Yüzündeki hiçbir kası oynatmamaksın." Adam, bunak bir bar şarkıcısı duyarlığıyla Amerika'ya hem
Biri, zaten açık olan kapıyı tıklatıyor. Bulunduğumuz ağıt yakıyor hem de mersiye söylüyor.
yerden, gelenin kim olduğunu göremiyoruz. Genç hizmetçi Dört saat kadar sonra İbrahim Kurban "Oldu galiba" diyor.
kızın sesi duyuluyor: "İbrahim Bey, ne alırdınız?" İbrahim Gidip bakıyorum. Kafamın gözsüz ve tüysüz kopyasını
Kurban, fotoğraf makinesinin arkasından bana bakarken altından tutup kaldırıyor. "Bitti mi?" diye soruyorum.
kıza "İki kahve" diyor ve deklanşöre basıyor "biri sütlü!" "Hayır, kuruması için yarım saat kadar beklemek gerek"
Görünmeyen hizmetçi kız sessizliğe gömülüyor; öyle ki diyor.
ayak sesleri bile işitilmiyor. Sağa dönüyorum. İbrahim Kur­ "Sonra?"
ban, bir kez daha fotoğrafımı çekiyor. Biricik dostum, sanki "Saç sakal ekeceğiz." İbrahim Kurban, birtakım yapay kıl
o deklanşöre bastığında ben ortadan kaybolmuşum gibi, parçalarını, duru bir sıvıya koyuyor. Koyu boyası suya dağı­
konuşmayı ve göz temasını kesip somurtuyor. Fotoğraf ma­ lan kıllar bembeyaz oluyor. İbrahim Kurban, cımbıza ben­
kinesinin fişini bilgisayarın klavyesine takıyor ve fotoğrafla­ zeyen bir şeyle tuttuğu kıl demetlerini kafaya yerleştiriyor:
rımı monitöre aktarıyor. Allah'ım ne de çirkinim! Upuzun Saçlar, kaşlar, kirpikler... Bu işlem epey uzun sürüyor fakat
bir surat, sipsivri bir burun, bembeyaz saçlar, kaşlar, kirpik­ sonuçta kafa iyiden iyiye bana benziyor.
ler! Ekranda kafam ışık çizgilerinden ibaret bir kütleye dö­ Soruyorum: "Dokunsam bir şey olur mu?"
nüşüyor ve ahenkli bir biçimde dönmeye başlıyor. Çizgile­ Can yoldaşım, güvenli bir sesle "Hayır, hiçbir şey olmaz"
rin uzunluklarını belirten sayılar beliriyor. İbrahim Kurban diyor.
büyülenmiş bir büyücü edasıyla, ekrana bakarken, kablo "Peki, bu maskeyi nasıl takacaksın?"
yumağını ve leğenlerden birini yanına alıyor. O sırada kah­
İbrahim Kurban sözlü cevap vermektense masanın çek­
veleri getiren hizmetçiyi görünce şaşalıyorum: Altmışına
mecesinden bir bisturi alıyor ve kafayı saçların başladığı
merdiven dayamış bir adam! Tepsiyi, üstüste dizilmiş iki sı-
yerden ense köküne kadar bir kerede kesiyor. Maskeyi ka-
38
39
lıptan çıkarıyor, yüzüne geçiriyor ve arkadan yapıştırıyor. yakıp oturuyoruz. İkimiz de aramızda duran maskeye kilit­
Anlaşılan bu canlı görünümlü dokunun içinde yapışkan bir lenmiş vaziyetteyiz. Sanki birbirimizle değil de maskeyle
tabaka var. İyice yapışsın diye de elleriyle saçlarını geriye konuşuyoruz:
doğru tarıyor. Temkinli bir şaşkınlıkla onu seyrediyorum. "Neler geçiyor aklından Nuh'um?"
Maskeyi avuçlarıyla yüzüne iyice bastırıyor ve aynanın kar­ "İmkânsızı isteyen yağlı müşteriler bulmak."
şısına geçip göz çevrelerine ince ayar yapıyor. Ve en yakın
arkadaşım İbrahim Kurban birdenbire ikizim oluyor!
Kahreden Hakaretler Listesi
"Harika!" diyorum. "Fakat gözler? Benim gözlerim kah­
verengi değil ki?" Penaltı düdüğü gibi çalan telefona elimi sürmedim. Tele-
"Orası kolay," diyor, "renkli lens takınca her şey hallo­ sekreter devreye girdi: "Bahçelerde patinaj / Sinyalden son­
lur." Masanın çekmecesini biraz kurcaladıktan sonra küçük ra mesaj!"
bir kutu çıkarıyor. Kutudaki lensleri güçbela takıyor ve Tiz sesli bir kadın, notunu başarıyla kaydetti: "İyi günler,
uçuk mavi gözlerini uçuk mavi gözlerime dikiyor. Dakika­ dergideki ilanınız için aramıştım. Lütfen, no.'lu tele­
lar süren bir 5 saniye boyunca öylece durup iki balık gibi fondan bizi arayınız."
birbirimize bakıyoruz. İşsiz sayılırdım ve Türkiye'nin en büyük şirketlerinden
"Açıl susam açıl!" anlamında "Hass.ktir!" diye fısıldıyo- evime telefonlar yağıyordu. Nice memleket evladına "Biz si­
rum. . „./.;.' . ..' zi ararız" deyip iyi günler dileyen firmalardan yığınla "Bizi
Ibrahim Kurban 'aynen' iade ediyor: "Hass.ktir!" arayın" mesajı alıyordum.
İçim bir tuhaf oluyor. İyi ki benden 10 cm. daha uzun. Patronlara hitap eden Jüri İstanbul'da yayınlanan matrak
Çaresizce resmîleşiyorum: "Rica ederim çıkar şunu." bir aylık dergiydi. Piyasada satılmayıp sadece birkaçyüz ki­
İbrahim Kurban'ı daha önce hiç böyle görmemiştim: "Ri­ şiye özel olarak iletilen bu derginin birçok nüshası Çöp-
ca ederim çıkar şunu." diyor. lük'e düşmüştü. Çevresindeki herkese emirler yağdırmak­
Bu ürkünç taklit oyununu derhal bozmalıyım. İrlandalı tan yorulan kodamanlar Jıiri'ye bayılıyor olmalılardı. Yazı­
bir yazarın aforizmasını, makinalı tüfek hızıyla söylüyo­ lardan birinin başlığını iyi hatırlıyorum: Kahreden Hakaret­
rum: "Yaptığınızı, bir budalanın bunu sizden beklediğini ler Listesi. Dergide bir parfüm reklamı mı var, sayfada o
düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları bek­ parfümün kokusu olurdu, ciddiyim. Takım elbise reklamla­
lemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu rında, sayfanın bir yerinde kumaştan bir parça bulunurdu.
sanmasından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapı­ Bu dergiye, dünya kadar para ödeyip küçücük bir ilan
yor demektir. O zaman ortaya hakikaten budalaca bir du­ vermiştik: AYNİ ANDA İKİ YERDE BİRDEN OLMANİZ Mİ
rum çıkar." GEREKİYOR? BİZİ ARAYIN!
İbrahim Kurban maskeyi yüzünden dikkatle sıyırınca, Onlar da arıyordu işte!
neşesinin gayet yerinde olduğunu görüyorum.
Kanepedeki kitapları yere koyduktan sonra birer sigara
40 41
Düello Malulü Gelin ne düello mahalline intikal eden, alnında sabah namazının
nuruyla, Miralay atından atlamış ve tek kelime etmeden
Hangi liman olursa olsun, yeter ki bizleri, er­
elindeki iki piştovdan birini İbrahim'e vermiş! Zira, İbra­
keklerin kadınlardan korunduğu bir İslam
him hasımlarını yatağanla halleder, delikli demirden pek
ülkesine ulaştırsın.
hazzetmezmiş. Etrafta kimsecikler yok. Türk aşk tarihinin
[Bernard Shaw, Doktorun Dilemması]
bu en ateşli-silahlı, en mühim anının biricik şahidi Taliha
Öğlen olmak üzereydi. Bir kahve hazırlayıp balkona çıktım. Teyzemiz! Mürebbiye, korkusundan olduğu yerde pusmuş,
Ahşap binanın balkonu öylesine gıcırdıyordu ki, ayaklandı­ elleriyle kulaklarını tıkamış, gözlerini sımsıkı yummuş; Ta-
ğımı işiten ev sahibem Taliha Teyze, alt katın verandasın­ liha'nın aklına uyduğu için bin pişman. Taliha ise gözünü
dan seslendi: "Nuh, paşam, Bakkal Baki'ye söyle de beni zi­ kırpmadan müstakbel zevcinin kim olacağını tayin edecek
yaret etsin." Allah'ım, sesi nasıl da Titanik'in enkazından çı­ kanlı merasimi izliyor. Aşktan kör olmuş iki yiğit, tıpkı
karılmış bir kemanınki gibiydi. filmlerdeki gibi, birbirlerine sırtlarını dönmüşler, piştovla­
Taliha Teyze doksanını aşmış, neşeli bir kadındı. Ömrü­ rın namluları göğe bakıyor. Attıkları her adımı sayıyorlar:
nün son demlerinde nasıl neşelenebiliyordu? Cumhuriyet Bir! Taliha da sayıyor: Bir! En çok da Miralay'ın sesi çıkı­
tarihinin ilk düellosu onun şerefine yapıldığı için belki de. yor: İki! Taliha'mn bulunduğu yerden Miralay'ın yüzü net
Yıl 1929... Türkiye Cumhuriyeti 6, Taliha Teyze 16 yaşında. görünüyor: Üç! İbrahim kadar yakışıklı değil: Dört! Merha­
Kırkına merdiven dayadığı halde hiç evlenmemiş bir mira­ metli birine benziyor: Beş! Taliha bu Miralay'ın nesini cazip
lay ile aklı beş karış havada bir külhanbeyi aynı günlerde buluyor? Altı! Bilmiyor, fakat işte şu andan itibaren Mira-
Taliha Teyze'ye abayı yakmışlar. Külhanbeyi'nin adı İbra­ lay'ı tutuyor: Yedi! İbrahim, Taliha'dan gitgide uzaklaşıyor:
him. Uzun boylu, geniş omuzlu, kahverengi gözlü, dalyan Sekiz! Miralay iyice yakınma geliyor Taliha'nm: Dokuz! Mi­
gibi bir adam. Taliha'dan vazgeçsin diye Miralay'a ültima­ ralay, Taliha'nın kalbine adım atıyor: On! Dan! Ve İbrahim,
tom çekmiş. Koskoca Miralay, bu münasebetsiz serseriyi Miralay'ı boğazından vuruyor! Miralay'dan püsküren kan
düelloya davet etmiş. İki rakip, o zamanlar ıhlamur ağaçla­ ıhlamur ağaçlarını kırmızıya boyuyor; kar kızıla dönüyor;
rıyla kaplı olan Kuzguncuk'ta ertesi sabah buluşup bu bahsi İbrahim piştovu attığı gibi tabanları yağlıyor. Miralay'ın ka­
ilelebet kapatmak hususunda mutabık kalmışlar. Olaydan hırlı kıratı şahlanıp karın tüllerini yırarak kişniyor. Miralay
her nasılsa haberdar olan Taliha da, mürebbiyesiyle birlikte sarsıla sarsıla can çekişiyor. Taliha, Miralay'a doğru atılıyor
Kuzguncuk'a gelerek, kendisi uğruna canlarını ortaya ko­ fakat mürebbiyesi kolundan tuttuğu gibi talihsiz Taliha'yı,
yan iki adamın kapışmasını izlemek için ıhlamur ağaçların­ şımarık, kuş beyinli Taliha'yı konağa koşturuyor... Taliha,
dan birinin arkasına saklanmış. Mevsim,kış, yerde ince bir 1929'dan itibaren bir aşk malulü, bakire bir dul, bir düello
kar tabakası, kilim gibi serili. Mübarek, papatya gibi yumu­ gelini... olarak geçiriyor ömrünü. Mübalağa etmeyelim, Ta­
şacık yağmaktaymış. Taliha geldiğinde İbrahim de oraday- liha Teyzemiz dört kere evleniyor ve dört koca da Hakk'm
mış ve ikide bir cepkenindeki köstekli saate bakıp dört dö- rahmetine kavuşuyor. İbrahim mi? Tevkifhaneyi boyluyor,
nüyormuş. Derken dev bir kıratın sırtında, gökten inercesi- bir daha da ondan haber alınamıyor. Gelgelelim, Taliha

42 43
Teyze, Miralay'ı unutamıyor. Miralay'ın boğazındaki mermi, Taliha Teyze, senin çocukların varmış mıymış?
onun kayıp nikâh yüzüğü... Olmazmış mıymış, elbette varmışmış, lakin her biri başka
bir diyarda; kimi ecnebi memleketlerde, kimi civar muhit-
lerdeymişmiş.
Ölü Adaşımın Kıyağı
Seninle ilgilenmiyorlar mıymış?
Umur Samaz ve Havana çiftinin kurşunlanmasından sonra, Alakadar oluyor, yanlarına buyur ediyorlarmışmış; fakat
Acıbadem'de oturamazdım. Şüphe çekmemek için birkaç Taliha Teyzeciğimizin, azametli bir hatıranın üzerine bina
hafta bekledim. Artık o meşum sokaktan taşınmalıydım. İki edilmiş evceğizden taşınması kabil değilmişmiş.
cihanda yüzü gülesi İbrahim Kurban'la birlikte bana kiralık
ev ararken Kuzguncuk'ta iki katlı ahşap bir binaya rastla­
İskoç Usulü Adam Kaçırma
dık, içeriye girdiğimizde bizi küçük bir meyve çuvalını an­
dıran Taliha Teyze karşıladı. Üst kata çıkmakta artık zorla- Taliha Teyze'nin 'düello-hane'sinin akordu bozuk merdiven­
nıyormuş, kiraya vermeyi düşünüyormuş fakat aynı zaman­ lerini indim. Sallanan iskemlede hiç sallanmadan ve bu ka­
da ona hizmet edecek birilerini arıyormuş. Evli miymişim? vurucu günde dizlerinde ince bir battaniyeyle oturan Taliha
Değilmişim. O takdirde başka ev bakmalıymışım. Adım Teyze'nin, irmik helvası elini öptüm: "Günaydın Tali-
neymiş? Nuh'muş. Nuh muymuş?! Yanımdaki delikanlı ha'nneciğim!"
kimmiş? İbrahim'miş, arkadaşımmış. İbrahim miymiş?! He­ "Ne günaydını, öğlen oldu paşacığım..."
le şöyle bir oturalımmış. Bizimle birkaç kelam etsinmiş. Ev­ Taliha Teyze'ye reverans yaptıktan sonra, üç-beş yorgun
vel zaman içinde bir miralay, onun için canını hiçe saymış- ıhlamur ağacının bulunduğu bahçeyi rahvan geçip bakkala
mış. ismi de üzerime afiyet Nuh'muş! doğru yollandım. Bakkal Baki'ye Taliha Teyze'nin nazik tali­
Yuh muş! matını ilettim; gazete, sigara, ekmek, yumurta, gazoz filan
Ne demişim? alıp çıktım. Bizim evin karşısına park etmiş beyaz bir Pe-
Yok bir şeymiş. ugeot'nun kapıları, Jüri'nin sayfaları gibi açıldı ve içinden
Dahası varmış: Ona kıyan yılanın ismi de ibrahim'miş! siyah takım elbiseli, güneş gözlüklü iki adam çıktı. Doğru­
Ohaymış be! dan bana yöneldiler. Biri, işaret parmağını havaya kaldıra­
Tam bu evin bulunduğu yerde, nazenin Taliha uğruna rak "Beyefendi, bir dakika!" deyince, durdum. İki adımda
düello etmişlermiş. yanıma geldiler.
Eee? Evi bana kiralayacak mıymış? "Nuh Tufan siz misiniz?"
Kiralamak ne kelime, ben onun evladıymışım! "Hayır."
Yaşasmmış! Ak başıma Taliha kuşu konmuşmuş! "Biz Nuh Tufan'ı arıyoruz."
Annem-babam neredeymiş? Cevap vermedim ve yürümeye başladım. Siyahlı adamlar­
Ben doğarken ölmüşmüş annem. Babam da kayıpmışmış. dan biri yetişip beni omzumdan yakaladı: "Bakın, Nuh Bey,
Yetimhanede büyümüşmüşüm. Beni devlet okutmuşmuş. size Ferruh Ferman Bey'in selamları var."

44 45
"Çocuk bezi kralı Ferruh Ferman'ın mı?" Arka koltuktaki İskoç "Saçlar boya mı ki? Kaşlarla kir­
"Kendileri bu akşam sizinle tanışmak istiyor." pikler de beyaz, hepsini mi boyatmış yani?"
Tek kelime etmeden bir müddet adamları süzdüm. Anla­ Konuşma tamamiyle sorularla yürüyordu; iyice Iskoçlaş-
şılan o ki, soru sorulmadıkça konuşmamaya alıştırılmışlar­ mıştık; bir tek ekose kiklerimiz eksikti.
dı ve ben bir şey sormasam hiçbir şey söylemeyecekler, fa­ Direksiyondaki dangalak: "Neden kendisine sormuyor­
kat gitmeme de izin vermeyeceklerdi. Ben de sordum: "Fer­ sun?"
ruh neden benimle konuşmak istiyor?" Arka koltuktaki ebleh: "Boya değil, haksız mıyım?"
Solumda duran adam ceketinin cebinden çıkarttığı bir Yüzükteki dilber gülmeye başladı. Onu ilk defa gülerken
kâğıt parçası uzattı. Jüri'nin 36. sayfası! Sağ elimdeki poşeti görüyordum.
bacaklarımın arasına sıkıştırıp sayfanın tamamım kaplayan Gözlerimi kızdan ayırmadan soru sorma sıramı savdım:
tabanca resmi ve küçük puntolarla dizilmiş reklam metnini "Ne yani, sizce ben albino muyum?"
ilgiyle inceledim. Arkadaki 37. sayfanın bir kenarında du­ İki hırt bir ağızdan: "Albino ne demek?"
ran bizim minik ilanımıza ise hiç bakmadım. Sayfayı iki ya­ Yüzükteki piliç aklımdan geçenleri okuyordu: "Kötü
nından tutarak adamlara gösterdim ve sahici bir silah çek­ adamların cehaleti sayesinde acaba kaç kişinin ömrü uza­
miş gibi buyurgan bir ifadeyle "Gidelim!" deyiverdim. San­ mıştır?"
ki onlar beni kaçırmıyordu da ben onları kaçırıyordum. İki­ "Albinonun anlamını bilmiyor musunuz?"
si birden ahmakça bir memnuniyetle dişlerini gösterdiler. Robot şoför başını 180 derece çevirerek arkaya baktı ve ka­
Ön koltuğa oturdum. Poşetteki paketten bir sigara çıka­ der ortakları yine aynı anda konuştular: "Nerden bilelim?"
rıp yaktım: "Nereye gidiyoruz beyler?" Kısa bir sessizlik oldu. Gayda gibi öttüm: "Tahmin hakkı­
Arabayı kullanan adamın sağ elinin orta parmağmdaki nızı kullanmaya ne dersiniz?"
kocaman kahverengi taşlı yüzüğe takılmıştı gözlerim. Yü­ Şoför, aptalca bir tedbirlilik sergiledi: "Ayıp bir şey mi?"
zük, bu robot kılıklı herifin açma-kapama düğmesi olmalıy­ Yüzükteki yosma, otobüste olanları unutmakla kalma­
dı. Bütün İskoçlar gibi, soruma soruyla karşılık verdi: "Ne­ mış, benden hoşlanmaya başlamıştı: "Bunu niçin yapıyor­
reye gittiğimizin ne önemi var?" ve ekledi: "Bu, saçınızın sun?"
doğal rengi mi, yoksa boya mı?" Konuyu, bir ayının aniden otomobilin önüne çıkması gi­
Yüzüğün kahverengi parlak taşında peyda olan, iki hafta bi değiştirdim: "Şu yüzüğe bakabilir miyim?"
önce otobüste rastladığım kızın yüzüne hafifçe eğilerek, Kız biraz huzursuzlandı. Araba yavaşladı, sigaramı küllü­
ben de İskoçlar gibi soruya soruyla mukabele ettim: "Yakış­ ğe bastırarak söndürdüm, adam vargücüyle asılarak yüzüğü
mış mı?" ı çıkarmaya çalışırken, kız upuzun bir çığlık attı! Nihayet
Yüzükteki kız da İskoç çıktı: "Saçınla ilgilenmem mi ge­ avucumun içindeydi... Yüzüğü yavaşça orta parmağıma tak­
rekir?" tım ve kahverengi taşın içindeki gücenik kızı huşuyla öp­
Şoför, arka koltuktaki arkadaşına seslenerek: "Sen ne der­ tüm! Gözlerimi açtığımda kız yokolmuştu! Ve iki fedai ba­
sin?" na güneş gözlüklerinin üzerinden acıyarak bakıyorlardı.

46 47
"Yüzük öpmek eski bir iskoç geleneğidir, haberiniz yok Gerçi zamanla esnekleştim. Ulaşılması ve vazgeçilmesi en
mu?" zor nimetin sükunet olduğunu anladım galiba. Tamam,
Arkadaki meraklı mongol: "İskoç musunuz?" zenginlere merhamet duyacak kadar güçlü değilim hâlâ, fa­
"Sakıncası mı var?" kat sayıların artışındaki boşunahğın eşiğini görebiliyorum.
Dantel gibi işlenmiş bir demir kapıdan geçtik ve Glas- İbrahim Kurbaridan öğrendiğim kadanyla, yeşil banknotlar
gow'daki Victoria dönemine ait yapıları andıran bir malikâ­ kamuflajdan başka bir şeye yaramıyor: Aptallığı, beceriksiz­
nenin çekim alanına girdik. Yüzüğü sahibine verdim. Ara­ liği, acizliği, yalnızlığı kamufle ediyorlar... Ayrıca, yetimlik
ba, kafası kesik bir kuğu gibi akarak sessizce durdu. zaman aşımına uğramaz, haddizatında yetim olmayanlar da
yetimliğe doğru seyreder. Yani kimsesizlik, kimsenin teke­
linde değildir: Kainat ve tarihin bekleme salonunda biraz
Kolombiya Kravatı
soluklanıyoruz, çoğunlukla da adımız anönslanmadan ka­
İnsanlar bir gün geriye bakacaklar ve benim inata ve tarihe gömülüyoruz...
2 0 . yüzyıla hayat verdiğimi söyleyecekler. Ve hepimiz biliyoruz: Dostlarımız, biz caddenin kenarın­
[Kanndeşenjack] da alevler içinde yanarken, karşıya geçip üstümüze işemeye
üşenen kimselerdir.
Biz yetimler intikam iştiyakıyla doluyuzdur. Dehşeti denge­
Demem o ki, insan sevgisiyle dolu değilim, [d]olmam da
lemeye yatkınızdır. Başkalarının öçlerini de almaya hevesle­
gerekmez. Yine de centilmenliği dürüstlüğe tercih ederim.
niriz. Yetimlik bize kanlı doğaçlamalar yapma cüreti verir.
Dürüstlük çoğunlukla kibre varır. Centilmenler; kindarlı­
Suçlamakla ya da suç işlemekle kaybolmayan bir masumi­
ğın ve fevriliğin intikamla bağdaşmadığını bilirler.
yet imtiyazına sahibizdir.
Hayatta başarılı olmanın iki yolu olduğu söyleniyor: 1]
İtiraf etmeliyim ki, aziz okur, benim ömrüm, her birini
Şanslı olmak. 2] Hile yapmak. Bense dayanıklı olmayı ter­
gebertmek istediğim insanlarla aramdaki buzdağlarını erit­
cih ederim. Çünkü dayanıklılık kadar kışkırtıcı hiçbir şey
meye çalışmakla geçiyor. Mesela zenginlerden nefret ediyo­
yoktur. Bu yüzden, şu 'Intolérance Attention Déficit Hyper
rum, ne yapayım, elimde değil. O restoran sürüngenleri, fi­
Disorder' dedikleri hastalığa yakalanmayı istemişimdir hep.
yaka kumkumaları, yapmacık kasvetin mıymıntı bekçileri,
Ne yazık ki bu hastalığa sonradan yakalanılmıyor, bu hasta­
ticari bir şiveyle konuşan zehirli papağanlar, hileli bir neşe
lıkla doğuluyor, o da 10 milyonda 1! Hastamız hiçbir acıyı
içinde geviş getiren bunak vampirler, modanın ipiyle kuyu­
hissetmiyor. Parmakları kesilse, bacakları kırılsa, kolları
ya ineri kibirli cambazlar, tatile gebe fırlamalar, alaturka bir
yansa, kafası yarılsa, kaşı açılsa... vız gelip tırıs gidiyor! Ga­
sadizmle zıvanadan çıkanlar, alafranga bir mazoşizmle yılı-
zetede okumuştum, Londra'da yaşayan 9 yaşındaki Calum
şıklaşanlar... Hepsine teker teker Kolombiya kravatı takmak
Clark'a, arkadaşlarıyla birlikte top oynarken otomobil çarp­
istiyorum! [Kolombiya kravatı: Meksika mafyasının uygu­
mış, fakat çocuk ayak bileği kırıldığı ve başından kan fışkır-
ladığı bir cezalandırma biçimi: Kurbanın gırtlağına bir delik
dığı halde gülerek oyuna devam etmiş. Bedensel acı nedir
açılır ve dili bu delikten sarkıtılır. ]
bilmeyen Clark'ın bir özelliği de asla ağlamamasıymış...

48 49
A-ha. Ben de asla ağlamıyorum. Tam da bu yüzden ye­
Yaser Arafat'la Aynı Boydayız
timhanedeki ve yetiştirme yurdundaki dayakçı görevlilerin,
o iğrençlik lanetine tutulmuş kancık kabadayıların kaç kere Karşılaştığımız herkes, biz beğenelim beğen­

hışmına uğradım. Vücudumda iz bırakmamak için beni meyelim, bizi icat eder.

katlanıp sopa şekline sokulmuş çimento torbasıyla döver­ [Adam Phillips]

lerdi. Uçsuz bucaksız bir zavallılığı örtbas etmek için ve sa­


Ferruh Ferman, salona fişek gibi daldı. Elini tokalaşmaya
nırım aşağılık bir zevk alma umuduyla başvurdukları vah­
hazır bir biçimde uzatmış, hızla yaklaşıyordu. Yüzünde çift
şeti; yulaf gibi sessiz bir kayıtsızlıkla karşılardım. Onlardan
cilalı bir sırıtış. Gayri ihtiyari ayağa kalktım. Tokalaştık. Bu
tiksiniyordum, hâlâ tiksiniyorum; bu tiksinti sayesinde bi­
tekniği beden dili uzmanlarından filan kapmış olmalıydı.
rey oldum ben. Bu arada, dayak yemekle soğuktan donmak
"Ho-ho-ho-ho-ho-hoşgeldiniz NNNNuh Bey, ra-ra-ra-rar-
arasında bir benzerlik olduğunu düşünmüşümdür hep. İki­
rahatınıza bakın llllütfen." Vay canına!? Dışkı lordu keke-
si de insanın uykusunu getiriyor.
meymiş! Onu birkaç kere televizyonda görmüştüm fakat
Bütün bunlan biraz da sıkılarak anlatıyorum. Çünkü, ça­ kekelemiyordu.
ğımızda, bir şey anlatmanın önemi kalmadı. Sır dönemi ka­ "Hoş buldum."
pandı. Alenilik salgını yüzünden, medyatik ifşaat ve teşhir Anlaşılan, televizyonda söylediklerini prompter'dan oku­
çılgınlığı yüzünden, monotonluğun sistemleştirilmesi yü­ muştu ya da ezberlemişti. Kekemelerin şarkı söyleyebildik­
zünden... her şey otomatikman pornografikleşti. Şeffaflığın leri bilinir; kekeme oyuncuların tiyatro sahnesinde döktür­
ilkeselleştirilmesi de yapılan işlerin faziletliligine duyulan dükleri de...
güvenin açığa çıkmasını kolaylaştıracağı yerde, arsızlığın
Ferruh Ferman'ın sivribiber yeşili gözleri var: Yüzünden;
rahatça ilanına vardı. Merak preslendi, bereketini yitirdi.
pusmuş, saldırıya hazır bir kedinin gülünç fakat esrarlı fi­
Her şey uluorta olunca, sebepsizlik ve sonuçsuzluk neşet
yakasını yansıtan gözler. Gözlerinin altında mor nikâh şe­
etti ve kanıksandı. Görünmek de saklanmak da büyük birer
keri torbacıkları. Fırlak elmacık kemikleri, uzun favoriler,
mesele haline geldi. Meşhur mu oldunuz, demek ki yanlış
kısacık top sakal... Düzgün fakat nursuz bir surat. Yine de
anlaşıldınız. Kayıplara mı karıştınız, bu sizin sorununuz.
gülüşü onu aniden masum bir sincaba döndürüyor. Vaziye­
Ferruh Ferman'ın, benim gerçekten bir sırrım, üstelik tin farkında olmalı ki, ikide bir gülümsüyor. İpek kravatıyla
paylaşılabilecek kadar taze bir sırrım olduğunu ümit etti­ dev işkembesini örtenlerden değil; ince yapılı. O da benim
ğinden eminim. Bir suçu gizlice işlemenin imkânsızlığına gibi, Yaser Arafat'la aynı boyda [1,69 cm.].
direnmenin ne büyük sevap olduğunu o da az-çok biliyor
"Si-si-si-sizi buraya ne-ne-neden gggggeeetirdigimizi me-
olmalı. Yoksa beni ne diye kaçırtsın? Bakalım çocuk bezi
rakk-ediyorr-olmalıssınız? "
satarak b.k gibi para kazanan bu 'bay tezekli sakal' ile anla­
"Evet." Adam kekelemeyi kesmezse konuşamayacağımı
şabilecek miyiz? Yeni bir şey yapmanın modası geçtiğine
farkettim.
göre, bakalım kim kime Kolombiya kravatı takacak?
"Bennnn de merakk ediyorum doğrusu."
"Neyi?"
50 51
"Aynı anda iki yerde birden olmaktan söz ediyorsunuz," "İşi çok, zamanı az olan insanlara sunduğumuz özel bir
Eee? Ne ki bu şimdi? Dümdüz konuştu, teklemedi? "na-na- hizmet bu" dedim. Ferruh Ferman, karşımda zınk diye
na-nasıll olacak bbu iş?" durdu; güleç bir küçümseyicilikle gözlerini bana dikmiş,
Ortaokuldayken bir kıza âşık olmuştum: Pembe Pepe. Kız belli ki içinden saç tellerimi sayıyordu.
harbiden pepeydi, yani dudak harflerini söylemekte zorlanı­ Kekemeliğin bir yoksul hastalığı olduğunu sanırdım. Ke­
yordu. Kekemeler ise damak harflerini telaffuzda güçlük çe­ kemelik başarıya giden yolu tıkadığı için, zengin bir keke­
kerler. Ah Pembecik, nasıl da ufarak, cimcime, dörtgöz bir meye rastlamak zordur. Hele ki Ferruh Ferman gibi bir işa­
kızcağızdı; ailesi yoksul mu yoksuldu. Herkesin, o sınır tanı­ damının kekelemesi şaşılacak şey.
mayan çocuk acımasızlığıyla dalga geçtiği Pembe, benimle "Büyü mü yapıyorsunuz, nnn-nnn-nedir yani?"
konuşurken teklemiyordu. Çünkü sözlü sınavlarda, sorula­ Salondaki her şey kahverengiydi; sağımdaki duvarı bü­
cak konuları ezberliyor ve okulun bahçesinde bana anlatı­ yük ölçüde kapatan Grant VVood'un Baharın Uyanışı adlı
yordu. En kazık sorularıma bile şak diye cevabı yapıştırıyor­ tablosunun röprodüksiyonu hariç. Tablonun orijinalinden
du. Örnek: "Pembe Prenses, Pembe Prenses söyle bana, gale­ en az 2.5 kat büyük olmalıydı. Belli ki Ferruh Ferman abar­
yana gelmiş bir topluluğun, bir kimseyi gebertene kadar döv­ tıdan hoşlanıyordu.
mesi demek olan 'linç' kelimesinin kökeni nedir?" Pembe, "Hayır." Buraya zorla getirilmiştim ve biraz ağırdan alma­
incecik sesiyle bir solukta cevabı şaklatıyor: "Linç sözcüğü, ya hakkım vardı.
1742-1820 yılları arasında yaşamış bir yüzbaşının, William
Ferruh Ferman özür dilercesine: "Ne içersssiniz?"
Lynch'in adından geliyor. Pittsylvania'da [Virginia] yargıçlık
"Siz ne içerseniz onu?"
yapan Lynch, bölgedeki haydutlar gemi azıya alınca, yani
Ferruh Ferman telefonun bir tuşuna bastı ve "İki orta
suçluları nizami yollarla cezalandırmak suretiyle suçu önle­
kahve!" buyurdu.
me imkânı kalmayınca yeni bir yöntem geliştirdi: Çevresine
Kapris yapmak bana göre değil. Ferruh Ferman'a kızgın
topladığı silahlı adamlarla birlikte izini sürdüğü ve ele geçir­
da değildim zaten. Galiba kaçırılmak hoşuma gitmişti. Ay­
diği çapulcuları ışık hızıyla yargılayarak oracıkta 'linç' edi­
rıca, şarlatanın teki sanılmak da istemiyordum. Konuya
yordu. Lynch, torunlarına bıraktığı adının, bu infaz biçimine
girdim: "Sizin kılığınıza giriyoruz, Ferruh Bey. Yani yüzü­
verilmesinden pek hoşlanmamıştı, fakat milletin ağzı torba
nüzün bir kopyasını hazırlıyoruz, sizin gibi giyiniyoruz ve
değildi ki büzsündü!" Bravo Pembe Pepe! Seni sıska sevgili!
gitmek istemediğiniz davetlere katılıyoruz, yolunuzu bek­
Nükleer fizik cadısı olduğunu duydum. Evlenip soyadından
leyenleri ziyaret ediyoruz filan. Bir tür 'gündelik hayat
kurtuldun mu Pembecik? Pepelikten istifa ettin mi? Hâlâ rü­
dublörlüğü' bu. Sıkıcılığı, önemine ağır basan işlerinizi,
yalarında sınıf arkadaşlarını linç ediyor musun? Seni alkışlar­
sizin adınıza halledecek bir dublörünüz oluyor yani. İster­
la uğurluyorum prenses, bahtın açık olsun !..
seniz, dublörünüzün yaptıkları hakkında rapor da yazabi­
Ferruh Ferman çevremde soru işareti şekline girmiş bir liriz. Fakat öncelikle, hem sizin hem de bizim için güven­
yılan gibi tıslayarak dönüyordu. Önemli meseleleri 'ko-ko- ce niteliği taşıyacak bir protokol imzalamalıyız. Ve tabii ki
ko-konuşurkeri oturamıyor, anladık. alışkanlıklarını ı, tanıdığınız insanları, o insanlarla kur-
52
53
duğunuz ilişkinin biçimini ayrıntılarıyla öğrenmemiz ge­ yin edici pasifliğe varan bir mistiğim...
rekiyor." Ferruh Ferman bize, dili döndüğünce, neden bir dublöre
"Ya-ya-yay-yay-yani aslında aynı anda iki yerde olamıyo­ ihtiyaç duyduğunu anlattı: Cenaze törenlerinde çok sıkılı­
rum?" yordu ve geniş mi geniş çevresinde zırt pırt birileri ölüyor­
"Maalesef hayır. Reklamımız sizi lüzumundan fazla du. Düğünlerde bunalıyor, midesine kramplar giriyordu.
umutlandırmamıştır umarım." Huzurevindeki annesini özlese de, görmeye dayanamıyor­
Kapı iki kere çalındı ve içeriye elinde tepsiyle kiremit su­ du. Tımarhanedeki kız kardeşinin her görüşmede kriz geçi­
ratlı bir kız süzüldü. Kahveleri masaya bıraktıktan sonra rerek sağa sola saldırmasından ötürü acı duyuyordu. Bir de
Grant VVood'un tablosuna girdi ve yemyeşil tarlalarda yürü­ anlamsız ve önemsiz maksatlarla kapısına dayanan ziyaret­
yerek uzaklaştı! çiler vardı. Bütün bu davetlerden, ziyaretlerden kaçınabilir­
Ferruh Ferman, kaynar kahveyi bir dikişte içti: "Ta-ta-ta- di aslında, fakat o zaman da huzursuzluk yakasını bırakmı­
tamam, ka-a-kkabul ediyorum." yordu. Güvenebileceği bir dublör sayesinde, hem sorumlu­
"Neyi?" luk duygusundan hem de vicdani kasılmalardan kurtulması
mümkün olacaktı.
"Benim ye-ye-ye-y-yerime ge-g-geçmenizi." Dosyaları masaya yayıyorum ve Ferruh Ferman'ı soru
yağmuruna tutuyorum. Sevdiği/sevmediği tanıdıklar, renk­
ler, yemekler, çiçekler, şarkılar, kıyafetler, kitaplar, hayvan­
Dublörün Daniskası
lar, markalar, sporlar, filmler, içecekler, eşyalar, oyunlar, ko­
Dışarıda hava Mikail'i bile terletecek kadar sıcaktı. Buram kular, süreli yayınlar, fıkralar, mekânlar, takılar, ünlüler...
buram fiyasko kokan işimize başladık. İbrahim Kurban'la Verdiği cevapları elimdeki kâğıtla fa yazıyorum, ibrahim
birlikte, Ferruh Fermarim, iklimi elektronik olarak ayarla­ Kurban da omuz kamerasıyla bizi çekiyor. Ferruh Fer­
nan malikânesindeyiz. Ferruh Ferman yine içeriye tazı gibi man'ın doğum gününü [31 Ocak 1966], okuduğu okulları
dalıyor ve ellerini açmış, sırıtarak bize koşuyor. "Ho-Ho- [İstanbul Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü'nden mezunmuş],
Hoh-Hoşgeldiniz!" evlilik yıldönümünü [22 Temmuz - 1993], boşanma yıldö­
"Hoşbulduk" diyorum. İbrahim Kurban mırlıyor. Zengin nümünü [29 Ekim 1998], askerlik anılarını, aile üyelerinin
arkadaşım, Ferruh Ferman'ın yapmacık coşkusundan hiç adlarını, onlarla ilişkilerini, koleksiyon yapıp yapmadığını
etkilenmiyor. Ben niye öyle değilim? Gülenle gülüyor, ağla­ [silah fetişisti], bir enstrüman çalıp çalmadığını [keman],
yanla ağlıyorum? Şimdi somurtsam, bu defa ibrahim Kur- ne sıklıkta banyo yaptığını, sövüp sövmediğini, kaç saat
ban'a uymuş olacağım... Buldum! Ben altın kalpli bir serse­ uyuduğunu, hangi dansları bildiğini, kronik bir hastalığı
riyim. Tabii ya. Başka ne olacaktım? Yoldan çıkmış bir der­ olup olmadığını [psikiyatra gidiyor, nadiren]... kısacası
viş; 'jamais vu'ya [Jamais vu: Sık sık yaşadığı bir şeyi ilk de­ hakkında hemen her şeyi kaydediyorum.
fa yaşıyormuş duygusuna kapılmak.] tutulmuş bir profes­
Tatbikat başlıyor: Onu salonun içinde kilometrelerce yü­
yonel; bonkörce iletişimsel avanslar veren bir tevazu amele­
rütüyoruz, koşturuyoruz; güldürüyoruz, kızdırıyoruz, inci-
si; karizmasını istikrarlı bir diğerkamlıkla örtbas ederek ta-
54 55
üyoruz, yalvartıyoruz, korkutuyoruz, ağlatıyoruz, uzun Balerin adımlarıyla çevremde dönerek, öne eğilmiş bir şe­
uzun kekeletiyoruz, dahası uyutuyoruz; ona gazete okutu­ kilde beni inceliyor. Ben ona baktığımda Ferruh Ferman'ı
yoruz, şarkı söyletiyoruz, ayakkabı bağlatıyoruz, sigara içir­ görüyorum, fakat o bana baktığında kendini görüyor! Ayna
tiyoruz, yazı yazdırıyoruz, çığlık attırıyoruz ve bütün bun­ karşısında bedenini seyretmenin çok ötesinde bir şey bu
ları İbrahim Kurban kameraya alıyor. Ferruh Ferman'ın hiç onun için, her halinden belli.
itiraz etmeden, her dediğimizi yapmasından hem huylanı­ "Na-na-na-na-ssıl iyi ggörrünüyor muyum?" diyorum.
yor hem de hoşlanıyorum. Adam, tam bir kararlılıkla ve Gırtlağıma yapıştırılmış elektronik bant sayesinde Ferruh
güvenle hayatını bize açıyor. İtaatkar bir rehine gibi... Fiya­ Ferman'ın o nezleli sesini çıkarabiliyorum.
ta da itiraz etmiyor: Anlaşma yürürlüğe girer girmez 10 bin
"Ha-hah-hah-harika!" Ferruh Ferman, neşe şoku yaşıyor.
dolar ve onun yerine geçtiğimiz her gün için 1000 dolar!
Ne de olsa bu guano mikadosunun tahtına oturabilecek
Her şey, bir ördeğin yellenmesinden bile daha kolay olup
donanıma kavuşmuş, dublörün daniskası olmuştum...
bitiyor.
Kravatımı gevşetiyorum ve boynumun altına kadar inen
Ferruh Ferman'ın gardırobunda ne varsa, smokinden do­ maskeyi yüzümden güçbela sıyırıyorum. Ellerim hâlâ Fer­
nuna kadar aynısından birer tane alıyoruz. Yirmi çift 41 nu­ ruh Ferman'ın elleri; gözlerim, bembeyaz suratımda sırıtan
mara ayakkabı [onun ayakları 40 numara], bir düzine kol bir çift yavru kurbağa.
saati, birkaç güneş gözlüğü, üç beş şapka, cüzdanlar, yü­ Ferruh Ferman, İbrahim Kurban'a dönüyor ve ahmaklara
zükler, kalemler... özgü o suç katma yükselmiş çaresizlikle: "Annemi uzun za­
Aile fotoğraflarının bulunduğu eski albümden bir kopya mandır gö-gö-g-görmüyorum."
çıkardık ve akrabaların isimlerini, Ferruh Ferman'ın nesi
olduklarını, bu insanlarla münasebetinin niteliklerini tek
tek not ettik. Kayıtsız Şartsız Merhamet
Ayrıca, aynı anda iki kişinin kullanabildiği bir cep telefo­ Hipokrat Huzurevi'nin otomatik kapısından geçince, anne­
nu hattı ayarladık. Yani Sirkeci'de bir elektronikçiye, tele­ min avucumdaki fotoğrafına bir kez daha göz attım.
fondaki dijital yonganın bir kopyasını çıkarttırdık. Gerekti­ "Ferruuuh!"
ğinde, telefonda Ferruh Ferman'ı seslendirebilecektim... Kısa koridorun bağlandığı lobide ağır çekimde cıvıldaşan
Dört gün sonra aynı salonda Ferruh Ferman'ı bekliyo­ ve bir uyuşturucu müptelasının yatak odasına saçılmış bu­
ruz, tbrahim Kurban, salonun ortasında ayakta duruyor. ruşuk giysilere benzeyen ihtiyarlar arasından bir kadın
Bense perdenin arkasına saklanıyorum. Ferruh Ferman, ayakta kollarını açmış bekliyor.
her zamanki gibi içeriye girer girmez hızla İbrahim Kur- "Anne!" Hayatımda ilk kez bir kadına anne diyorum.
ban'a yöneliyor. El sıkışıyorlar. Perdenin arkasından çıkı­ Sağdaki danışma memuresinin bir iş kazası izi gibi duran
yorum ve Ferruh Ferman'a doğru elimi uzatarak süratle gülümsemesini yakalıyorum. Memure, açık eliyle bende
yaklaşıyorum. Adam sersemlemiş bir halde bakakalıyor. Bu başlayıp annemde biten bir jest yaparak buyur ediyor beni.
iyiye işaret.
Uçarak, Ferruh Ferman'ın annesi Feride Ferman'ın yanı-
56
57
na varıyorum, elimdeki çiçek demetini ve hediye paketini ölüm beneği: "Ara sıra mafsallarım ağrıyor ya, iyi sayılırım
koltuğa atıp kadına sarılıyorum. Ferruh'um. Sen daha sık gelsen, daha iyi olacağım."
Feride Ferman, ağlamaklı bir sesle "Oğlummm!" "Bundan sonra da-da-d-daha sık ge-ge-g-geleceğim anne."
Üç kişilik koltuğa ilişiyoruz, diğer ihtiyarların çoğu, san­ "Hep böyle diyorsun ama gelmiyorsun. Erman'ı da getir."
ki onlara evlatlarının hayırsızlığını hatırlatmak için gelmi­ Erman da kim? Tabii bunun üzerinde durmuyorum:
şim gibi surat asıyorlar. Bazılarının, annesini hem bu lüks "Nasıl istersen anne."
hapishaneye kapatıp hem de gülücükler saçarak ziyaret Annem yüzümü avuçlarının arasına alıyor: "Zayıfladın
eden benim çiçeklerle bezeli ikiyüzlülüğümü takdir ettikle­ mı sen?"
ri anlaşılıyor. Sesi kısılmış televizyonda, kat kat etekler giy­ Nazikçe tutup aşağıya çekerek elerini maskemden uzak-
miş Latin Amerikalı kızlar hoplayıp zıplıyorlar. Sehpalar­ laştırıyorum: "Ha-ha-hah-ha-hayır. Ha-ha-hah-hattâ kilo
dan birinde, eski bir mecmua; kapağında Etna Yanarda­ aldım."
ğının resmi; resmin üzerinde iri harflerle "Yanardağ yama­ Annem yeleğinin cebinden çıkardığı gözlüklerini takıyor
cında kayak keyfi" yazısı gözüme çarpıyor. İhtiyarların hep­ ve şefkat dolu bir şüpheyle gözlerime dikiyor gözlerini:
si kambur... Bölünerek mi çoğalıyorlar ne? Fonda kısık ses­ "Tuğçeciğim, sen söyle, bu çocuk zayıflamamış mı?"
li bir radyo yayını: "Şimdi de ahtapot evcilleştirme sanatı­ Birdenbire koca kafalı, pörtlek gözlü bir kadın beliriyor
nın piri Alper Kamu'nun, cinci hoca Müntekim Gıcırbey ve koltuğun arkasında. Hormon almış bir orman cinini andı­
özel dedektif Ah Muhsin Ünlü için seçtiği akademik nite­ ran, bombeli [ve belki de aslen Bombaylı] bir kocakarı.
likli bir şarkı geliyor... Jefferson Airplane'in nakavt edici ic- Böylesine yaşlı ve şişman birine, üstelik bir asır önce, Tuğçe
rasıyla... White Rabbitl." Biri hiç durmadan çayını karıştırı­ adını hangi ileri görüşlü zat vermiş acaba? Tuğçe boynunu
yor. Üzerine bahse girilmiş gibi, öksürüklerin ardı arkası uzatarak bana yakından bakıyor ve "şırrraaaaak!" diye bir
kesilmiyor. Öksürme yarışını kazanan dedeciğin ağzından tokat patlatıyor! Neredeyse maskem suratımdan fırlayacak
kıvılcımlar saçılıyor: Kel kafasını ileri geri sallayarak öyle oluyor. Kendime gelemeden Tuğçe yanaklarımı sıkmaya
bir öksürüyor ki, sonunda ağzından lavlar püskürüyor ve başlıyor: "Bir deri bir kemik bu be! Senin velede iyi bakmı­
karşısındaki koltukta uyuklayan, ropdöşambrlı moruk alev yorlar Feridoş!"
alıyor! Olaya kimse tepki vermediğine göre, mesele yok. Dozer operatörü Tugçe'nin elinden ucuz kurtuluyorum.
Pepsi mavisinin ve deterjan reklamı ışıltısının hakim oldu­ Ellerimle yüzümü kapatıyorum; gözlerimin altından bur­
ğu lobide, üvey annemin öz oğlu olarak konuya giriyorum: numun kenarlarına doğru parmaklarımı bastırarak, maske­
"Na-na-na-s-sılsın anne?" min kabarıp kabarmadığmı kontrol ediyorum; dudaklarımı
Annem, Taliha Teyze'den en az 20 yaş küçük. Başında içeri çekerek ağzımı kapatıyorum. Tuğçe, çamaşır suyunda
gevşek bir eşarp, görüldüğü kadarıyla saçlar kınalı, gözler bekletilmiş traktör tekeri gibi yuvarlanarak uzaklaşıyor.
Ferman yeşili, ağız da burun da küçücük... 40 yıl boyunca Annem gözleri dolu dolu gülümsüyor. "Ah benim küçük
içtiği sigara onu esmerleştirmiş. Derisi incelmiş yüzünde Ferruh'um, Tuğçe'yi duydun değil mi?"
0.5 uçlu kalemle çizilmiş çizgiler, zarif ellerinde birkaç "Du-du-du-du-duymaz mıyım? Duydum anne."
58 59
Annem tatlı tatlı konuşuyor. Efsunlanmış gibi, fındık ka­ Charles Bronson'ın Şom Ağızlı Karısı
buğu ağzına dalıyor gözlerim. Ne dediğini duymadan dinli­
Eğer karşına kendini Charles Bronson sanan
yorum annemi. Alnını kırıştırıyor, başını iki yana sallıyor.
bir müşteri ya da görevli çıkarsa, tabancanın
Rüyada gibiyim. Ellerimi okşuyor annem. Onu kucaklayıp
kabzasıyla burnunu patlat!
bu süper lüks hapishaneden kaçırmak geçiyor içimden. Et­
[Bay Beyaz - Quentin Tarantino,
rafımda düşsel bir uğultu. Annemin yüzünde sütlü kahve
gibi ılık tebessüm. Televizyondaki Latin Amerikalı dansçı Rezervuar Köpekleri]
kızlar lobiye iniyorlar. Kızlardan biri, elindeki süpürgeyle ikinci katta, kapısındaki levhada Dr. Jüpiter Majestik - Geri-
bir yandan dans ederken bir yandan da ropdöşambrlı ihti­ atri Uzmanı yazılı odaya girdim.
yarın sıcak küllerini süpürüyor. Annem yavaşça kolumu sı­ "Merhaba Jüpiter Hanım."
vazlıyor. Tim Burton'ın Hayalet Süvari filminde gibiyim. Müteveffa aktör Charles Bronson'ın Bay Majestik adlı bir
Çevremde sağır-dilsizler, ahenkli, imlası düzgün jestler ve filmi vardı; çocukken, yetimhaneye törenle bağışlanan tele­
mimiklerle bin yıllık masallar anlatıyorlar sanki. vizyonda seyretmiştim. Doktoru, ister istemez, Charles
"Ferruh Bey misiniz?" Bronson'ın karısı olarak algılıyordum!
Bu soru beni dalıp gittiğim düşsel akıntıdan sıyırıp ken­ "Ferruh Bey, size nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum
dime getiriyor. Oturduğum yerde sinek gibi dönüyorum ama..." Dr. Majestik, birden deney faresi gibi sessizleşti.
"ZZZZZZZZZZZ" ve "Ziyadesiyle" diyorum; iki metre öte­ Doktorların asıl işi buydu: İlk kez karşılaştıkları kimselere
de, boynuna asılı steteskobu, beyaz önlüğü, pırıl pırıl göz­ kara haber vermek.
lüğü ve Supradyn tabletleri şeklindeki gözleriyle duran ka­ Ceketimin cebinden kısa Camel [Ferruh Ferman'm terci­
dın doktora. hi; ben Muratti içerim] paketini çıkarıp Bayan Majestik'e si­
Doktor, duralayıp cevabımın anlamını tartıyor ve belli ki, gara tuttum. Çalar gibi aceleyle aldı. Doktor'un sigarasını
'bir kelimeden bir şey olmaz' kararma varıyor: "Çıkmadan yaktım. "Üzülerek söyleyin" dedim.
önce sizinle bir dakika görüşebilir miyiz?" Aptallaşmıştı. "Korkarım, anneniz Alzheimerli" diye kes­
"Tabii ki." tirip attı.
Feride Ferman'la aramızdaki ana-oğul muhabbeti başımı "Ya-yani, annemin bunadığını mı sö-sö-sö-s-söylüyorsu-
döndürüyor. Annesiz büyümenin ne demek olduğunu daha nuz?"
iyi anlıyorum. Kayıtsız şartsız merhamet ne kadar besleyici, "İki aydır burada görev yapıyorum ve anneniz benimle
doyurucu bir gıdaymış meğer. Annemin kuru tütün yaprağı her defasında yeniden tanışıyor."
ellerini vecdle öpüyorum... , "Fakat beni ha-h-hatırlıyor?"
"Başlangıçta, sadece yeni öğrendikleri bilgileri unuturlar"
sigaradan derin bir nefes çekti. Üflediği dumanda, Charles
Bronson'ın silueti belirdi. Ben de Bay Majestik'e doğru üfle-
dim ciğerlerimdeki dumanı. Doktor Jüpiter'le birlikte, du-
60 61
mandan bir Charles Bronson yaptık; üstelik o da sigara içi­ nesiyle vedalaştım. Bir mucize olmazsa onları bir daha hiç
yordu! Üçümüz, öylece, Ferruh Ferman'ın annesinin buna­ göremeyeceğimi biliyordum. Fakat ne yazık ki kahredici bir
masına istinaden çıt çıkarmadan yere bakarak saygı duru­ mucize olacak ve geberesice Baretta'yla kısa bir süre sonra
şunda bulunduk. İçim sızlıyordu. Neden sonra, Bayan Ma- tekrar karşılaşacaktım...
jestik'in odasından, Bay Majestik'le birlikte çıktık. Asansör bozuktu; beşinci kattan aşağı paldır küldür iner­
ken, ikinci katta ışıklar söndü. Ben elektrik düğmesini arar­
ken, 6 numaralı dairenin kapısı açıldı, 30'larında güzel bir
Kısa Çöp Tarihi
kadın tesirli bir doğallıkla: "Genç adam, rica etsem..." elin­
Gary Fleder'ın Things To Do In Denver When You're Dead de bir çöp poşeti tutuyordu "çıkarken bunu konteynıra atar
[Sen Ölünce Denver'da Yapılacak İşler] filminden çıkmış, mısın?" Karga sesimi gizlemek için çapkınca fısıldadım:
Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'ni arşınlıyordum. Fena halde "Şeref duyarım." Poşeti kaptım; kuduz bir zebranın sırtın-
acıkmıştım, birşeyler yesem iyi olacaktı. Çevremde yürüyen daymış gibi zıplaya zıplaya aşağı indim. Konteynırm kapa­
insanların başlarının üzerinde elmalar görüyordum. Tanı­ ğını açtığımda bir yıgm eski fakat gıcır kitapla karşılaştım.
dık bir ses duydum: "Kaptan!" Baretta'ydı. Biraz lafladık. Poşeti yere bırakıp kitapları çöpten çıkardım: Binbir Balkan
Uzun zamandır konservatuara adım attığım yoktu. Acıba- Büyüsü, Şempanze Dalışı, Tabutta Papatya Yetiştirmek, Kahin
dem'den ayrılıp Taliha Teyze'nin Kuzguncuk'taki evine ta­ Adayları için Kılavuz... Konteynıra boşalttığım çöp poşetini
şındığımdan beri de Baretta'yla görüşmemiştik. Baretta bir ters çevirdim ve kitapları içine doldurdum.
müddet sağda solda sürtmüş, sonra da babası aniden vefat O günün akşamı Kuzguncuk'ta İbrahim Kurban'a kitapları
etmiş. İzmir'deki evlerini satmışlar; annesi ve ağabeyiyle gösterirken kararımı açıkladım: "Konservatuara devam ede­
birlikte Şişli'de bir apartman dairesine yerleşmişler. Beni ye­ miyorum, tiyatro bana göre değil zaten. Şant-Ajans gibi alen­
meğe davet etti. Önce ayak diredim, Baretta ısrar edince ka­ girli işlere kalkışmayacağım. Efendi gibi dükkân açacağım."
bul ettim. Sağdan soldan borç harç denkleştirdiğim üç-beş kuruşla
Baretta'nm annesi, albino olduğum için bana kanserli fi- Kadıköy'de, burjuvaların birinden çıkıp diğerine girdikleri
lanmışım gibi davrandı; ona, limon beyazı tüylerim ve mu­ kafeterya ve barların sıralandığı Soyut Sokak'ta döküntü bir
şamba pembesi suratımla her an ölecekmiş gibi göründü­ dükkân kiraladım. 50 metrekarelik, tahta döşemeli, dik­
ğümden eminim. Şefkatli ve cömert bir kadındı. Yemekleri dörtgen şeklindeki bu dükkânı kısa sürede Ray Brad-
de son derece lezzetliydi. Gelgelelim tabağım bir tuhaftı: bury'nin Tiyatrosu'nu çevirecektim. Ve tıpkı Ray Bradbury
Etçil çiçekler gibi bir kapanıp bir açılıyordu. Yemeği kaşık­ gibi, ben de insanlara etraftaki ıvır zıvır hakkında esraren­
layabilmek için tabağın açık olduğu an\ kollamam ve hızlı giz hikâyeler anlatacaktım.
davranmam gerekti... Baretta, birlikte geçirdiğimiz üç sene Zenginlerin okuduğu birkaç 'life style' dergisine küçük
boyunca binlerce kez olduğu gibi, gözlerimin beni yine ya­ ilanlar verdim: "Çöpleri karıştırmak istiyorsunuz. Herkes is­
nılttığını farketmişti, fakat durumu annesine çaktırmadı. ter. ÇÖPLÜK'te buluşalım.", "Canınızı çöplükte bulmadınız
Birkaç saat sonra her şey için teşekkür edip Baretta ve an- fakat ÇÖPLÜK'te canınız ne isterse bulacaksınız.", "Çöpe at-

62 63
mayın, bize satın!", "Çöp adamlar, çöp kadınlar, yuvanıza ve bu patlamalarda binalar çöp yığınları altında kayboluyor,
dönün! ÇÖPLÜK'e!" "Çöpleriniz değerinde alınır-satılır!" insanlar ölüyordu. Kimi ruh hastaları, yaşadıkları yeri, çöp­
İstanbul'da ne kadar hurdacı, eskici varsa hepsini tek tek lerden bulduklan pisliklerle tıka basa doldurup 'çöp ev' ha­
gezdim. Göztepe'nin yukarısındaki mahallelerde kümelen­ line getiriyorlardı. Bense iyi biliyordum ki çöplüklerin pat­
miş hurdacılarla konuştum. Üsküdar'a iner iken ara sokak­ laması ile süper-marketlerin bombalanması arasında fark­
lardan birinde derme çatma bir çarşıda yuvalanmış eskicile­ tan çok benzerlik vardı. Her ev, tüketim çılgınlığıyla satına-
ri buldum, hepsiyle anlaştım. Maltepe civarında demiryolu­ lınmış lüzumlu lüzumsuz ürünlerle giderek daralmaktaydı.
nun kenarında saclarla çevrili mekânlarında binbir çeşit Pekala işe yarayabilecek şeyler çöpe atılmasa, İstanbul'daki
matbuatı, metal eşyayı, insanı hayrete düşürecek çeşitlilik­ bütün evler yaşanmaz hale gelebilirdi.
teki zımbırtıları istiflemiş, sonradan görme alkoliklerle te­ Söz konusu işe yarar şeyler üzerine bir iş kurmuştum ve
atide bulundum. Topkapı surlarının gölgesine kurulan Çin­ iyi de yapmıştım. İlkin insanlar iğrentiyle yarışan bir me­
gene çadırlarına gittim. Kızılderili kabile reislerini andıran rakla geliyorlardı dükkânıma. Çöplük'ten sahiden iğreni­
şeflerle mafyatik bir törensellik içinde abuk sabuk mukave­ yorlar mıydı? Bence hayır. Yolda yürürken rastladıkları çöp
leler yaptım. Hepsine kartvizitimi verdim. Onlara sadece karıştıran kimselere gizliden gizliye imreniyorlardı. Çöpler
kitapları, süs eşyalarını, plakları filan değil, çöplükten çı­ belirsizlikler ve imkânlarla doluydu. Milyonlarca çöp torba­
kan ya da kendileri satınalmasa çöpe gidecek ne varsa peşin sı arasında kim bilir ne defineler vardı?..
para ödeyerek alabileceğimi söyledim. Hiçbiri bana güven­ Çöplüklerde anca yiyecek artıkları; tüketilmiş ürünlerin
miyor ve daha önemlisi, ne yapmaya çalıştığımı anlamama­ ambalajları; kırılmış, bozulmuş ıvır zıvır; yırtık, yıpranmış
nın sancısıyla kıvranıyorlardı. Onlara kârlı bir iş öneriyor- giysiler... filan bulunur zannedenler kesinlikle yanılıyor.
dum, gene de en iyi ihtimalle benden korkup saygılı davra­ Bizzat bana çöpte bulunmuş köstekli saatler, plastik oyun­
nabilirlerdi. İnsanların çöpe yolladığı süprüntüler arasında caklar, dikiş setleri, tabancalar, afrodizyak haplar, kedi ma­
sır yüklü, paha biçilmez şeyler olabileceği ihtimali akılları­ maları, saç kurutma makineleri; yabancı dil eğitim setleri,
na takılıyor fakat neyin ne kadar değerli olabileceğini asla deri çantalar, metal takılar [kolye, yüzük, halhal, küpe, to­
bilemiyorlardı. Bu konuda kimse onlara gerçeği söylemi­ ka, bilezik, künye... vs.], irili ufaklı radyolar, imzalı ünlü
yordu. Kaldı ki yeni bir şey öğrenme yeteneğinden de mah­ fotoğrafları, kravatlar, ev terlikleri; DVD'ler; şemsiyeler,
rumdular. İşte, bu tip suça eğilimli ve cahil insanlardan sustalılar, diş fırçaları, çakmaklar, el fenerleri, papyonlar,
oluşan bir ticari ağ örmüştüm çevreme. Ellerine geçen her matkaplar, protez kollar, yağlıboya tablolar, güneş gözlükle­
şeyi fabrikalara kiloyla satmaktansa ya da koca şehrin bir- ri, fularlar, paletler... getirildi. İlkesel olarak, son kullanma
iki semtinde kurulan eskici pazarlarına taşımaktansa bana tarihi geçmiş ürünleri almıyordum. Genellikle, hiç kullanıl­
getireceklerdi... mamış, ambalajı açılmamış şeyleri tercih ediyordum. Bana
Şebekeyi kurmuştum. Bir ay içinde Çöplük'ü ne ararsanız getirilen eşyaları temizliyor, onarıyor, gerektiğinde tamirci­
bulabileceğiniz acayip ve cazip bir işyeri haline getirmiştim. lere gönderiyordum. Yine de çöpten 'düşürülmüş' zımbırtı­
Çöplüker, içlerinde biriken metan gazı yüzünden patlıyor ların gizemi yokolmuyordu; bunu istemiyordum zaten.

64 65
Kıymeti bilinmemiş, birilerinin atıp kurtulmak istediği
sıkıp limonata yapmalısın' diyen adam. Onunla aramızda
bunca öteberinin okunaksız macerasını müşterilerim kafa­
yaş farkı olduğunu inkâr etmiyorum fakat doğum günleri­
larına göre yeniden yazıyorlardı. Bu konuda onlara ben de
miz aynı. Ve... bildiklerimin çoğunu onun kitaplarından
yardım ediyordum.
öğrendim"
Çöplük, yeni eşya satınalmaya güç yetiremeyenlerin alış­
Kahkahası yarım kaldı kadının. Meydan okurcasına, şap­
veriş ettikleri bir dükkân olmadığı gibi, antika meraklıları­
kasını çıkardı. "Borges ile Adolfo Bioy Casares'in birlikte
nın uğradıkları türden bir yer de sayılmazdı. Dükkânımda-
yazdıkları ve takma isimle yayınladıkları İştah Açıcı Suçlar
ki her parça, hangi yöne fırlatılırsa fırlatılsın benim ayakla­
adlı hikâyede, çöplerden çıkarılan şeylerin satıldığı bir dük­
rımın dibine, avucuma, başıma düşen bir nevi bumerangdı.
kândan bahsedilir. Sanırım böyle bir dükkân açma fikrini
oradan aldınız?"
Büyü İçin Gereken Enerji "Biliyordum... Günün birinde, hakikat hesabına çalışan
bir dedektifin foyamı meydana çıkaracağını biliyordum."
Yaşlı bir adamı bastonundan mı ayıracaksın?
"Borges'i tanımıyorsunuz, değil mi?"
[Gandalf-J.R.R. Tolkien,
"Sizi tanıdığım kadar bile mi?"
Yüzüklerin Efendisi - tki Kule] "Dert etmeyin. O da birçok hikâyesini Doğu edebiyatın­
Kadın, tren tekeri büyüklüğündeki şapkasının önünden dan okudukları üzerine kurmuştur."
sarkan tül peçeyi kaldırdı ve beni suçüstü yakalamış gibi: "Müvekkiliniz hakkında böyle konuşmayın bence."
"Borges seversiniz, değil mi?" "Borges'in avukatı değilim. Ölülerle ilgili davalara öbür
"Tabii ki... Sizin için başka ne yapabilirim?" dünyanın mahkemelerinde bakılır, bilirsiniz."
Bu kadını görseniz, en fazla otuz yaşında sanırdınız, fakat "Haklısınız... Buradan satınalmak istediğiniz bir şey var
kalıbımı basarım kırkını çoktan aşmıştı. Genç görünmesi­ mı?"
nin sebebi [hiç kuşku yok ki]; 120 gram kabukları soyul­ "Ne tavsiye edersiniz?"
muş bademi havanda döverek un haline getirmesi; 1 yu­ "Şu bastonu."
murtanın akını, çırpmaksızın, bu una ekleyip karıştırması; "Baston mu? Hayat yolunda daha uzun süre bastonsuz
1 ya da 2 çorba kaşığı gülsuyu ilave ederek macun haline yürüyebilirim. Neyi ima etmeye çalışıyorsunuz?"
getirdiği bu karışımı cildine [bilhassa yüzüne] sürerek 10 "Bu, Borges'in 1982'de İstanbul'a geldiğinde kaldığı
dakika kadar bekletmesiydi. Macundan maskeyi çıkardığın­ Uyurgezerler Oteli'nde unuttuğu bastondur, hanımefendi."
da, cildi daha gergin, bambaşka biri oluyordu. "Hiç sanmıyorum."
Kadın, tavşandan şapka çıkaran birine>bakarcasına şaşkın "Sizi ikna etmeye uğraşacak değilim. Fakat..."
görünüyordu. "Borges... Arjantinli ünlü bir yazar. Onu tanı­ "Fakat ne? Buradaki her şey çöpten çıktıysa, Borges'in
mıyor olamazsınız?" bastonunun çöpte ne işi vardı?"
"Tanıyorum bayan. Şu, 'Allah sana bir limon verdiyse, onu "Boges ve genç karısı oteli terkettikten sonra odayı te­
mizlemeye gelen kadın bastonu buldu..."
66
67
"Güçlükle yürüyen bir adam yola çıkarken bastonunu ton, kadının eskicilik yapan kocasına geçti. Koca da basto­
nasıl unutur, söyler misiniz?" nu bana sattı..."
"Karısı, Kapalı Çarşı'da gezerlerken Borges için yeni bir "Siz müthiş bir yalancısınız!"
sopa almıştı: Sedef işlemeli, şahane bir asâ. Buenos Aires'ten Bastonu kadına uzattım ve ona üzerindeki yazıyı okuma­
alınmış bu baston ise bir kenara bırakıldı ve muhtemelen sını söyledim; kadın evirdi çevirdi ve muhtemelen ucu ya­
yatağın arkasına düştü. Malum, çoğu kimse otel odasından kılmış bir iğneyle kazınmış küçücük Cuando Pedro Macao
birşeyler aşırır; kimileri de otellerde birşeyler unutmayı se­ quien me había elaborado con una monotonia llena de inspira­
ver. Borges, ikinci gruba giren ender şahsiyetlerdendi." ción y entregado a mi dueño, al más honesto mentiroso del
"İlginç... Devam edin." mundo, el calendario mostraba el año 1971 en Buenos Aires
"Temizlikçi kadın, yerleri silerken yatağın altında buldu­ [Beni ilham dolu bir tekdüzelik içinde biçimleyen Pedro Ma­
ğu bastonu resepsiyon görevlisine teslim etti. O da alıp eve cao, sahibime yani dünyanın en dürüst yalancısına teslim etti­
götürdü. Borges'in ünlü bir yazar olduğunu duymuştu, fa­ ğinde Buenos Aires'te takvimler 197l'i gösteriyordu]
kat bu bastonla kimsenin ilgileneceğine ihtimal vermiyor­ yazısını okuyunca afalladı: "Fakat bu imkânsız!"
du. Derken, Borges'in bastonu, bir süre, Uyurgezerler Ote- "Borges der ki" dedim, olanca gizemini üstüme aldığım
li'nin resepsiyon görevlisinin kayınpederi tarafından kulla­ kadına, "İmkânsız, reddedilmiş mümkündür ve kuzeye gi­
nıldı. Kayınpeder, vakit namazlarını kılmak için mahalle­ dildikçe imkânsızlar çoğalır."
deki camiye gidip gelirken, Borges'in bastonuna yaslanı­ Kadın söylediklerimi anlamıyor gibiydi. Burnundan çık­
yordu." maya çalışan minik salyangoza gözlerimi dikerek sözlerimi
"Bu bastona yani?" tamamladım: "Suyun suda kayboluşu gibi, hakikati bulmak
"Kesinlikle." uğruna kaybolmayı göze almak... En önemli ayrımlar hep
"Sonra?" en belirsiz olanlardır."
"Bir kış günü, caminin bitişiğindeki Kur'an kursunda Şapkasını takıp düzeltti. Peçesini indirdi, üst dudağına
okuyan bir çocuk bahçedeki yaprakları süpürüp çuvala dol- tutunan salyangozu düşürmemeye özenir gibi sakince mı­
duruyordu. O sırada, Borges'in bastonunu kullanan aksakal rıldandı: "Eleştirmek için gereken enerji, büyü için gere­
camiden çıkmış, bahçe kapısına doğru yürüyordu. Çamur­ kenden çok daha fazladır. Üstelik, birçok şeyin yanında
da ayağı kaydı ve düştü. Orada bulunan birkaç kişi, yaprak­ mesela cahillerin suçlama, dahilerin itiraf tutkusu; tabiatın,
ları süpüren çocuk da dahil, ihtiyarın yanına koştu. Ada­ ağırlığını büyüden yana koyduğunu gösterir."
mın durumu kötüydü. Hastaneye kaldırdılar. Borges'in bas­
tonu ise caminin bahçesinde, çamurun içinde unutuldu.
Yaprakları süpüren çocuk bastonu aldı ve biraz oynadıktan 'Sütten Çıkmış Ak Kaşıkla Cinayet
sonra, çuvala tıkıp çöpe attı. Yaprak çuvalının bulunduğu
İbrahim Kurbanla beraber Çöplükteyiz. Can yoldaşım ses­
konteynırı karıştıran bir Çingene kadını, çuvalı alabilmek
siz sedasız, Rus-Japon Harbi'nden bahseden Osmanlıca bir
için yaprakları döktü. Çuvalla birlikte bastonu da aldı. Bas-
kitabı karıştırıyor.
68
69
Ortayaşlı alkolik bir palyaço, müfettiş edasıyla kapıdan "Pekala... Şemsiyeyi alıyorum."
giriyor. Bu adamı gözüm bir yerden ısırıyor ama nerden? "Merakımı bağışlayın ama... Yazın ortasında şemsiyeyi ne
Habire, ağzının üstünde üçüncü bir dudak gibi duran kızıl
yapacaksınız?"
bıyıklarıyla oynuyor.
"Şemsiye zaten 'güneşlik' demek."
"Şu şemsiye, gıcır gıcır; o da mı çöplükten çıktı?"
"Yani güneşe karşı mı kullanacaksınız?"
"Evet beyefendi. Onu vıcık vıcık, leş kokulu atıkların
"Bu, aramızda kalsın."
arasında bulmuştuk."
"Ne?"
"Enteresan. Temiz görünüyor."
"Önümüzdeki 12 hafta içinde sağanak bekliyorum."
"Tamir gördü ve dezenfekte edildi."
"Haklı olabilirsiniz. Tedarikli olmakta fayda var."
"Kimindi dersiniz?"
Herif kayışı koparmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Tam ka­
"Bence... Özal döneminde Londra'daki Türk büyükelçili­
pıdan çıkarken eşikte durdu ve omzunun üstünden baka­
ğinde görev yapmış bir diplomata ait." İbrahim Kurban, ki­
rak soğukkanlılıkla itiraf etti: "İlk defa çöplükten bir şey
taptan başını kaldırıp önce bana, sonra adama bakıyor.
alıyorum."
Adam, İbrahim Kurban'a kaçamak bir bakış fırlattıktan
"Sizi kutlarım."
sonra bana kaşlarını kaldırıp dudak bükerek soruyor:
Bana göre, herkes gözden kaçırılmış bir 'suç kanıtı'na
"Emin misiniz?"
sahip olma ümidiyle geliyordu Çöplük'e. Cinayet aletleri­
"Emin olmam mı gerekir?"
nin yanısıra, adi suçlarda kullanılan araçlar da çöpe atıldı­
"Müşterilerinizi yanıltmaya hakkınız yok..."
ğında sütten çıkmış ak kaşık statüsü kazanmıyor mu? Üç
"Kimseyi yanıltmıyorum efendim. Sadece, ehemmiyetsiz
dudaklı müşteri de, ben de iyi biliyorduk ki, diplomat bu
bir muammaya zararsız acayiplik takviye ediyorum."
meşum şemsiyeyle Güney Asyalı bir dansçı kızı yaralamış­
"Ya bir başkasına aitse? Sizce böyle bir ihtimal yok mu?"
tı ya da emekli felsefe öğretmeni bir kediyi döverek öldür­
"Kime mesela?"
müştü.
"Nerden bileyim, otobüs durağına yürürken kalp krizi
geçiren emekli bir felsefe öğretmenine mesela?"
"Siz nasıl uygun görürseniz." Uçan Halı Yıkama Makinası
"Hıh, saçma."
"Kaç yaşındasınız?"
"Orası kesin."
"Onsekiz"
"Neden böyle bir dükkân işletiyorsunuz? Belediyeye baş­ "Hımmm, onsekiz... dilimizdeki en güzel kelime."
vurup bizzat çöpçü olamadığınız için mi?"
"İnsanlarla hep böyle mi konuşursunuz?"
"Hah-hah-hah-hah-hay!"
"Evet. Biri Shakespeare'le aynı gezegende yaşadığımızı
"Gülmeyin, şaka yapmıyorum."
hatırlamalı." Gözlerim kızın ayaklarına takılı kaldı. Botla-
"Çöpçü olmayı hiç düşünmemiştim doğrusu. Daha önce nndaki çamur, yerdeki küçük halıyı mahvetmişti.
aklıma gelseydi, bu dükkânı açmam gerekmeyebilirdi."
"Ya siz?"
70
71
Utanmadan kızın ayaklarına bakmaya devam ediyordum: medan muhafızı Abdurrahman Paşa, 60 bin askeri bırakıp
"Yırmiyedi." kaçmıştı. İranlılar Hemedan'a ve Tebriz'e dalmışlar ve Os­
"Hay aksi, galiba halınızı hatırdım." manlı askerlerini kılıçtan geçirmişlerdi. İstanbul'da kulak­
"Önemi yok. İlk kez lekelenmiyor." tan kulağa ses hızıyla yayılan bir hikâyeye göre, düşman ta­
Gözlerimle halıyı tarıyordum, çünkü kız öylece durduğu rafından burunları, kulakları kesilen binlerce sipahi ve ye­
halde, görünmez biri hızlı hızlı yürüyormuşçasma çamurlu niçeri Trabzon'dan gemilere bindirilmişti. Nevşehirli İbra­
ayakizleri çoğalıyordu! Aslında, üzerindeki desenler iyice him Paşa, malul gazilerle dolu bu gemilerin istanbul'a var­
silinmiş ve külrengi bir paçavraya dönüşmüş olan halı, ba­ masını ve facianın anlaşılmasını önlemek için, kaptanlara
na şimdi tastamam çamura boyanmış görünüyordu. rüşvet vermiş, böylece dipleri kasten delinen gemiler Kara­
"Galiba" dedi kız, "halıya çok değer veriyorsunuz?" deniz'de batırılmıştı!"
"Başka çarem yok. Çünkü bu halı sahiden çok değerli." "Osmanlı tarihi hep ilgimi çekmiştir. Fakat bütün bunla­
"Neden? Yoksa tarihî bir İran halısı mı bu?" rın halımızla ne ilgisi var?"
"Tam üstüne bastınız." "Sipahi Süleyman İran'daki vahşi savaştan sağ kurtuldu,
"O halde buraya nasıl geldi? Çöpten çıkmış olamaz, de­ çünkü işler çığırından çıkmadan önce, henüz kontrol Os­
ğil mi?" manlı'dayken, İstanbul'a durumu bildirmek üzere gönderil­
"1700'lü yılların başlarında, Tebriz'de dokunmuş... ve ta­ mişti. 1722'nin son günlerinde, Anadolu'ya durmaksızın
bii ki çöpten çıktı." yağan yağmurun ve karın içinden geçen sırılsıklam bir at
"Beni kandırıyorsunuz." bir adam ve bir halı İstanbul'a vardı. Saray'a ilettiği müjde­
"Bu halı, İstanbul'a, III. Ahmet zamanında, şair Nedim ye, altınla mukabele edilen sipahi Süleyman, Üsküdar'da
her ne kadar 'İstanbul'un bir taşına, tüm Acem mülkü fedadır' bir köşke yerleşti."
filan demişse de, Tebriz'den getirtilmiştir. Yıl 1722'ydi. "Sipahi Süleyman diye biri yok, değil mi? Bütün bunları
iran'da Şiilerle Sünniler arasındaki kanlı çatışmalar sürü­ uyduruyorsunuz. Bana masal anlatıyorsunuz. Değil mi?"
yordu. Kargaşadan istifade eden Osmanlı ordusu İran'a gir­ "Hayır. Niye masal anlatacakmışım? Halıdan söz açılmış­
di ve bazı şehirleri ele geçirdi. Tebriz bunlardan biriydi. Sü­ ken, gerçeği bilmek istersiniz diye düşündüm."
leyman adlı bir sipahi, canını bağışladığı bir Acem'in hedi­ "Halıyı uçuruyorsunuz fakat. Dahası siz de uçuyorsunuz."
yesi olan ve işte şimdi üzerinde durduğunuz şu halıcığı atı­ "Benimle böyle konuşmayın küçük hanım." Kızın hem
nın terkisine attı..." sinirli hem de meraklı hali; beni hem meraklandırıyor hem
"Atının üzerinde bir halı olduğu halde savaştı, öyle mi?" de sinirime dokunuyordu.
"Hayır, hayır. Gerçi bölgedeki karışıklık ^730'lara kadar "Sizinle daha önce tanıştık mı?"
sürdü. İran'a tekrar asker göndermek gerekti. İstanbul çal­ Yerdeki halının rengi siyaha dönmüştü. Ve galiba kızın
kalanıyordu: Dedikodular, iftiralar, efsaneler iyice birbirine kafasını da fazla ütülemiştim. Halıyı satınalacağı filan yoktu
karışmıştı. İran hükümdarı Nadir Şah'ın askerlerinin, bi­ besbelli. "Hayır. Prensip itibariyle 18 yaşından küçük kim­
zimkileri feci şekilde bozguna uğrattığı söyleniyordu. He- selerle tanışmam."
72 73
Beni bir an gözlerindeki nefretle şimşekledi, fakat hemen Kız, beline kadar halıya gömülmüştü: "Peki bütün bunla­
bağışladı ve yüzünde yeniden bir merak ifadesi belirdi. rı siz nasıl bilebiliyorsunuz?"
Gözleri neredeyse lacivertti. Böylesini daha önce hiç gör­ "Hikâyeyi tamamlamama izin verin."
memiştim. Saçları kapkaraydı. Elimi ceketimin cebine dal­ "İzin sizin."
dırdım ve bir sigara çıkarıp başparmağımla işaret parmağı­ "Yaşlı mühendis evine döndü ve ertesi gün polisi aradı.
mın arasında tuttum. Kızın yüzünü incelerken sigarayı kü­ Karısının sabahleyin pazara gittiğini ve hâlâ dönmediğini
çük bir hareketle ağzıma fırlatıp dudaklarımla yakaladım. söyledi. Çocukları olmamıştı: Kadından hiçbir iz yoktu.
Beni ilgiyle izliyordu. Sigarayı yaktım, derin bir nefes çek­ Mühendis, mesleki bir titizlikle olayı örtbas etmişti. Ömrü­
tikten sonra: "Halı, miras yoluyla nesilden nesile aktarıldı. nün geri kalan 15 yılını, eskiden olduğu gibi üzgün görü­
Kimsenin onu yeterince umursadığım sanmıyorum. Tarihin nerek geçirmek onun için zor olmadı..."
kurşunî dalgaları arasında yüzen bu halı, en son, Teşviki­ Kız, göğüs hizasına kadar battığı halıda hiç kıpırdamadan
ye'de bir apartman dairesinin loş holünde karaya oturdu." beni dinliyordu: "Albinolarm hayal gücünün bu kadar ge­
Zifirileşen halı bir bataklığa dönüşmüştü ve kız, gözleri­ niş olabileceğine ihtimal vermezdim" dedi.
min önünde, halının içine çekiliyordu! Ayak bilekleri halı­ Albino olduğumun hatırlatılması canımı sıktı. "Bataklı­
nın içinde kaybolmuştu. "Eeee?" ğın kenarındaki Çingenelerden biri halıyı alıp evine götür­
Yerinde bir soruydu. Birkaç saniye kazanmak için siga­ dü. Suskun fakat her an olay çıkarabilecek tiplerden, Ferdi
ramdan bir nefes daha çektim: "Teşvikiye'deki dairede otu­ adında bir hurdacıydı. Bu adam bana sık sık birşeyler geti­
ran emekli ziraat mühendisi, bu halının üzerinde karısını rip satar. Bir gün onu bulmam gerekti. Gittim baktım, hur­
bıçakladı!" dalıkta yoktu. Oradaki bir çocuk beni Ferdi'nin yaşadığı ge­
Kız, dizlerine kadar batmıştı ve bundan etkilenmiş gö­ cekonduya götürdü. Eşikte ayaküstü konuştuk. Af buyu­
rünmüyordu. Bozuntuya vermeden sözlerimi sürdürdüm: run, çok sıkışmıştım ve tuvaleti kullanmak için müsaade is­
"Kadın o kadar dırdırcıydı ki, adam sonunda zıvanadan tedim. Ellerimi yıkamak üzere banyoya geçtiğimde yerde
çıktı ve elini kana buladı. Kan halıya da bulaştı tabii. Adam, bu halıyı gördüm; ıslaktı. Çıkarken, banyodaki halıyı bana
sipahi Süleyman'ın, can bağışlayarak aldığı ve at sırtında İs­ satmasını teklif ettim. O da kabul etti..."
tanbul'a getirdiği küçük halıya; 250 yıl sonra bir gece vakti Boğazına kadar halıya gömülmüş olan kız, sakin hareket­
canını aldığı karısını sardı ve arabasının bagajına taşıdı. Ce­ lerle yüzeye çıktı. Halının kıyısındaki çantasını aldı ve ka­
sedi, Erenköy'ün yukarısına düşen Çingene mahallesindeki pıya yöneldi: "Neden ve nasıl yaptığınızı bilemiyorum fakat
bataklığa bıraktı, fakat halıya kıyamamıştı. Tam oradan ay­ bundan hiç hoşlanmadım."
rılacakken, az ötede içki içen ve karanlığın içinden ona ba­ "Ne demek istiyorsunuz?"
kan birkaç kişiyi farketti. Halıyı arabaya atamadan oracıkta "Ne dediğimi anladığınızdan eminim!"
bıraktı ve gaza basıp evine döndü." "Tamam, hikâye uydurmacaydı. Siz de yutmadınız... Oy­
"Adam yakalandı mı?" sa sizin yerinizde kim olsa sözlerime kanardı!"
"Asla." Sesimdeki alaycı ton kızın rahatsızlığını artırmıştı: "Hikâ-
74 75
yeniz uydurmaca değildi! İnsanlarla daha açık konuşmalısı­ Kim Bu Whitcomb Judson?
nız! Böyle tuhaf imalar beni fitil ediyor!"
Biraz şarlatanlık, iyi kullanılırsa, zekâya
"Ne iması? İnanın size hiçbir şey ima etmedim. Bu halı­
da yarar.
nın çöpten çıktığı doğru, fakat gerisini tamamiyle kafadan
[Giovanni Papini,
attım. Anlamıyor musunuz? Tekrar et deseniz hikâyeyi tek-
Başkasının Yerine İntihar Etmek]
rarlayamam bile!"
"Yemin edin?!" Fonda, Modest Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolafi çalı­
Başımı geriye attım ve sağ elimin üst kenarıyla boğazımı yordu. İbrahim Kurbanla evimdeki eski koltuklara yayıl­
baştan başa bir kerede kesiyor gibi yaparak, yukarıya öpü­ mıştık. Sanki dilimizi yutmuştuk da üstüne sigara içiyor­
cük gönderdim. Bu, çocukken, yetimhanede öğrendiğim ve duk. Çöplük'ün kapısına kilit vurmuştum. Ferruh Ferman
inandırıcı bir yemin etme biçimiydi. olmak, hayatımı tersyüz etmişti: Öksüz ve yetimken, Alz­
Kız hâlâ bana kuşkuyla bakıyordu: "Benim adım Sabiha" heimern bir anneye kavuşmuştum. Albino olmamanın tadı­
dedi. na varmıştım. Tamam, kekeliyordum ama kimse bu yüzden
"İlk defa adı Sabiha olan biriyle tanışıyorum." beni küçümseyemiyordu.... Şimdi yeniden Kuzguncuk'taki
Beni duymamıştı sanki: "Babamın adı Süleyman ve soya­ evimdeydim ve Nuh Tufan'dım işte. İbrahim Kurban'a
dımız da Sipahi!" "Dikkat ettin mi, Ferruh Ferman, Ricardo Darin'e ne çok
Afallamıştım. Tesadüfün iğne deliğiydi bu! Kız, onu daha benziyor... Whitcomb Judson'ı da andırıyor" dedim.
önceden tanıdığımı ve kendisine şakayla karışık sarkıntılık "Ricardo Darin, Nueve Reinas'taki Marcos değil mi?"
ettiğimi sanmıştı. Ya da beni kekliyordu. Utanmış gibi yap­ "Ta kendisi."
tım: "Lütfen özrümü kabul edin." "Peki, Whitcomb Judson kim?"
"Neden özür diliyorsunuz şimdi? Hani hikâye uydurma­ "Whitcomb Judson'ı tanımıyor musun?"
caydı?" ibrahim Kurban, olanca serinkanlılıgıyla "Hayır, tanımı­
"Öyle olması için elimden geleni yaptım, fakat sözleri­ yorum. Fakat şıkları sayarsan, belki doğru cevabı bulabili­
min tümüyle yalan olmasını sağlamayı her zaman başara- rim."
mıyorum." "Pekala..." oturduğum yerde toparlandım ve biraz düşün­
dükten sonra Whitcomb Judson'm kim olabileceğine dair
şıkları hızla sıralamaya koyuldum:
"a] 1840'larda Eskimo köpekleriyle Rus tazılarını çiftleş-
tirerek İngiliz emniyet teşkilatına büyük faydaları dokunan
polis köpeği türünü elde eden bir çavuş.
"b] 1956 Melbourne Olimpiyatları'nda Macar rakibine
kafa atarak havuza kan bulaştıran Yeni Zelandalı su topu
oyuncusu.
76 77
"c] İnsan, boşa nefes tüketmemeli' diyen jazz trompetçi­ geçtikçe, çoğu kimse "Bu heykel artık bana benzemiyor, ye­
si. Ölüm döşeğindeyken son nefesini trompete üfleyebil- nisi yapılsın" diye tutturuyordu...
mek için başucundakilerden yardım istediği rivayet olunur. "ğ] Sessiz sinema döneminde dört filmde Frankenstein
"ç] Eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher'ı başarısız rolünü oynayan aktör.
bir suikast girişimiyle onurlandıran İrlandalı piyanist. "h] Salakların Savaşı Ve Budalaların Barışı romanıyla yay­
"d] 1890'da yürürlüğe giren batı tarzı Japon anayasasını gın bir nefret uyandırmış yazar.
hazırlayan kurula başkanlık eden hukukçu. "ı] 1986'da uzay mekiği Challenger infilak ettiğinde için­
"e] 1970'te, Channel 40'de canlı yayında ceketinden bir de bulunan talihsiz astronotlardan biri.
tabanca çıkarıp kendini vuran haber sunucusu. Elemanın "i] 1997'de, Papa II. Jean Paul'ün idrar tahlili sonuçlarını
son sözü "Channel 40, haberleri en hızlı veren kanaldır. yayınlayarak, dini bütün Hıristiyanların sokaklara dökül­
Şimdi bir ilke daha tanık olacaksınız..." olmuştu! mesine sebep olan gazeteci.
"f] Entomolojiyi [böcekbilim] politika ve sosyolojiyle "j] Şiirlerinden ziyade, atalarından miras kalan ve zen­
harmanlamış bilim adamı. İktidara Yürüyen Böcekler adlı ginleştirmek için elinden geleni yaptığı kepçe koleksiyo­
kitabı meşhurdur. Ayrıca, keşfettiği böcek türlerine, akraba­ nuyla tanınan Galli bir şair.
larının isimlerini vermiştir. "k] 17. yüzyılda, Britanya'da görülen büyücülük ve cadı­
"g] Kanadalı heykeltıraş. Meslektaşı olan ikiz kardeşiyle lık davalarına bakan ünlü bir yargıç.
birlikte, yaşadıkları kasabada ikamet eden herkesin heyke­ "1] Birkaç gün önce Belfast'ta vaşak çişi içerek ayin yapar­
lini yapmıştı. Deliler, mahkumlar, özürlüler, bebekler de ken yakalanan bir satanist tarikat cemaatinin şefi.
dahil tam 1039 kişinin heykeli, kasabaya serpiştirilmişti. "m] Amerikalı kan verme rekortmeni. Hayatı boyunca
1964'te kasaba nüfusu, heykel sayısına eşitti. Kasabanın adı 499,5 litre kan vermiştir. 1959'da bıçaklanarak öldürülme­
'Statues Town' [Heykeller Şehri] olarak değiştirildi. Staues seydi, 500 litreyi aşması işten bile değildi. Vicdansızlar, al­
Town'daki heykel bolluğu enteresan olaylara yol açmıştı. tın yumurtlayan tavuğu 'kesmişler'!
Kasabada kavgalardan heykeller de nasibini alıyordu. Bir "n] Buzdağlarmı bombalayarak talim yapan Eskimo savaş
kimse düşmanını kışkırtmak, utandırmak, meraklandır­ pilotu.
mak, tehdit etmek filan istediğinde, gizlice onun heykelini "o] Mississippi'nin Periloushill bölgesindeki ormanda,
tahrip ediyordu. Zamanla, kasaba "Heykel Savaşları" olarak yılda bir kez düzenlenen ve yalnızca kör jokeylerin katıla-
da bilinen şiddetli çatışmalara sahne oldu. Sanki heykeller bildiği geleneksel at yarışlarında üstüste 13 sene [her defa­
birbirleriyle çarpışıyordu. Yörede, 'heykel muhafızlığı' diye sında bir başka atın sırtında] birinci gelen şampiyon.
kazançlı bir meslek türedi. Sırf, heykeli dikilsin diye birçok "ö] Mattel adlı firmayı dava ederek 1 milyon dolar tazmi­
insan kasabaya göç etmişti. Judson kardeşler, göçmenlerin nat kazanan aile reisi. Bay Judson, küçük kızı Judy'e, Mat-
heykelini yapmaya yanaşmayınca, bölgeye heykeltıraşlar da tel'in yemek yiyen oyuncak bebeklerinden satınalmıştı. Be­
göç etti! Ölülerin büyük bir kısmı, heykelinin başucuna di­ bek, ağzına değdirilen plastik cipsleri filan ısırarak koparı­
kilmesini ya da yanma gömülmesini vasiyet ediyordu. Yıllar yor ve çiğneyip yutuyordu. Küçük Judy, televizyon seyre-

78 79
derken içi geçen babasını uyandırmaya çalışırken bebekle keçi, domuz, leopar, ayı, maymun, köpek, devekuşu ve ley­
dürtmüş, bebek de adamcağızın burnunu kapmıştı! leklerin katıldığı oyunların açılışında geçen yıl ABD bayrağı
"p] Kedilerden nefret eden besteci. Öyle ki, evinin pence­ bir papağan tarafından göndere çekilmişti.
resinden komşularının kedilerine yay gerip ok atardı! Krali­ "z] 1934 Mayıs'mda Polly Hamilton adlı garson kızın ta­
yet orkestrası onun bestelerini repertuara almadı. Çünkü nışıp ilişki kurduğu yakışıklı. Polly ile YVhitcomb'un birlik­
kediler majestenin aklını çelmişti. teliği 22 Temmuz akşamına kadar sürdü. Çünkü, âşıklar si­
"r] 1490'da Fransa kıyılarına akınlar düzenleyen Osmanlı nemadan çıkarken, genç adam polisler tarafından kurşun­
donanmasının başındaki Pirî Reis'in tayfalarından biri suda landı. Whitcomb Judson diye biri gerçekte yoktu. Adamı­
bir potkal buldu. Şişeyi kırıp içindeki kâğıdı okudu: 'Gemi mız, FBI tarafından bir numaralı halk düşmanı ilan edilen,
yanıyor! Ve biz ruhlarımızı Tanrı'ya emanet ediyoruz!.. Bin­ yüzlerce silahlı soygun yapmış gangster John Dillinger'dan
başı Whitcomb Judson -1488, Biscayne Körfezi.' başkası değildi! Polly'e kendini Whitcomb Judson olarak
"s] 1913'te ilk 'kare bulmaca'yı düzenleyen tembel muha­ tanıtmıştı!"
bir. Kısa zamanda tüm Avrupa ve Amerika'yı saran bulmaca ibrahim Kurban tatlı bir yorgunlukla sordu: "Yani, Whit­
çılgınlığı, sözlük satışlarının patlamasına yol açmıştı. comb Judson diye biri yok mu?"
"ş] XVI. yüzyıl Avrupa'sının en uzun sakallı adamı olarak "Var tabii ki."
tanınan mimar. Elinde bir şamdanla merdivenden inerken "Kimmiş?"
sakalına takılıp yuvarlandı ve öldü. Şamdandaki mumlar "Şıklardan birini seçmeyecek misin?"
sakalını tutuşturduğu için, tabuta parlak bir suratla girdi. "Şovunla beni etkiledin. Artık gerçeği duymak hakkım."
"t] Uçak taşıyan denizaltının mucidi. "Whitcomb Judson, fermuarın mucidi. 21 Eylül 1922'de
"u] Charles Darwin'in kuzeni. İdam mahkumlarını as­ öldüğünde, Chicago'da bütün fermuarlar yarıya indirilmiş."
makta kullanılacak ipin ideal uzunluğu ve kalınlığını he­ İbrahim Kurban samimi bir ifadeyle gülümsüyordu. Tele­
saplamış, konuyla ilgili bir broşür yayımlamıştır. fon çalınca gülümsemesi yavaşça silindi.
"ü] 32 sene boyunca hastalarının ağzından söktüğü 28
bin çürük dişi biriktiren diş hekimi. Bu dişleri, ağız sağlığı­
nın önemini vurgulamak amacıyla sergilemişti.
Ayakaltı Bir Yerde Ayaküstü Bir Sohbet
"v] Geliofobi [gülme korkusu], koulrofobi [palyaçodan Arayan, Ferruh Ferman'dı: "Nuh Bey?"
korkma] ve haptofobiden [dokunulmaktan korkma] mus­ "Evet?"
tarip stand-up'çı. "Merhaba. Si-si-si-si-ssizze ihtiyacım var. Ku-kuk-kuzze-
"y] ABD'de hayvanlar arası spor müsabakaları düzenle­ nim e-eee-e-evleniyor."
yen organizatör. Her yıl Ekim'in ilk 4 günü yapılan müsa­ Elimde kablosuz telefonla odanın içinde volta atarken,
bakalarda 300 kadar hayvan atletizm, jimnastik, yüksek at­ İbrahim Kurban'la birbirimize bakıyorduk: "Bugün mü?"
lama, halat çekme, direğe tırmanma, buz pateni, su balesi, "Evet."
voleybol, basketbol ve futbol dallarında yarışıyor. Fil, at, "Nerede, ne zaman?"
80 81
"Çı-Çı-Çırağan Sarayı'nda, a-a-a-a-akşam saat do-do-do- Ferruh Ferman'a, fısıltıyla durumu açıkladıktan sonra
kuzda." cep telefonunu kulağıma değil, diğer telefonun vericisine
Kolumdaki saat 18.45'i gösteriyordu. "Peki, tam 21'de dayadım. Böylece Dilara Dilemma'mn söylediklerini Ferruh
orada gerçekleşirim." Ferman da duyabiliyordu. Ferruh'un söylediklerini ise sa­
"Ya-ya-ya-yalnız bir şey daha var." dece ben duyuyordum. Ferruh Ferman, kıza saat sekizde
"Nedir?" Pandora Palas'ın çay salonunda buluşmayı önermemi bu­
"Kı-kı-kı-kız arkadaşımla birlikte gi-gi-gitmenizi i-istiyo- yurdu. Cep telefonunu yeniden kulağıma götürerek Dilara
rum." Dilemma'ya teklifi kekeledim. Kızın söylediklerini patrona
"Bize bir kız arkadaşınız olduğunu söylememiştiniz, Fer- dinletiyor, sonra da kıza patronun talimatına uygun cevap­
ruh Bey?" ları veriyordum. Hileli bir santraldim. İbrahim Kurban hali­
"Kızla yeni ta-ta-tan-nıştım, va-va-vak-vak-vaktim olmadı." me bakıp kıkırdıyordu; inanın, bu nadiren olur. Dilara Di­
Kabız Ferruh Ferman beni huylandırıyordu. Yeni sevgili­ lemma telefonu kapattıktan sonra Ferruh Ferman'dan kızı
siyle çıkmamı talep etmesi, ekstra bir tuhaflıktı. tarif etmesini rica ettim. Buna hiç gerek olmadığını ve elimi
"Nasıl isterseniz... Peki bu şanslı kızla nasıl buluşaca­ çabuk tutmamı söyledi.
ğım?" Bu cümledeki oynaklığı geç farkettim. Yani kız Fer- Biri mızıkçılık yapmaya başladığında, oyunun adı değiş­
ruh'un sevgilisi olduğundan ötürü mü yoksa benimle bulu­ meli; bizim oyunumuzda ise, görünüşe bakılırsa herkes mı­
şacağı için mi şanslıydı? Ne demek istemiştim? zıkçıydı...
"Adı, Di-Di-Di-Dilara Di-Di-Di-D-Dilemma." Ferruh Fer­ Ferruh Ferman'dan kopyasını aldığımız fotoğraf albü­
man bana 'şanslı' Dilara Dilemma'mn cep telefonu numara­ münden bu akşam evlenecek talihsiz kuzenin fotoğrafını
sını verdi. Aslında kızla henüz muhabbeti koyulaştırmamış- buldum. Düğüne katılması kuvvetle muhtemel sürüyle ak­
lar, fakat iş ciddiymiş. Bana güveniyormuş. Ferruh Fer- rabanın eski ve yeni görünümlerini kontrol ettim. Fotoğraf
man'ın bana itimat etme biçimi, kendimi emniyette hisset­ albümleri zamanla bir mezarlık tutanağına döner. Hiç kar­
memi engelliyordu. şılaşmadığım bu insanların yüzleri, benim için zaten ölüle­
Ortak kullandığımız cep telefonunu kapattığını söyledi; re ait gibiydi ve bu akşam hepsi hortlayacaktı!
bendekini portmantodan alıp açtım. Cep telefonu anında Derhal hazırlanmaya koyuldum. Issey Miyake parfümü
çalmaya başladı. Dilara Dilemma arıyordu. "Merhaba ta-ta- süründüm, boğazıma elektronik bandı yapıştırdım, maske­
tatlım?".deyiverdim, diğer hattaki patronumun kadınına! mi özenle kafama geçirdim, lenslerimi taktım. Ünlü modacı
Karşımda oturan İbrahim Kurban, sanki kendisine söylemi­ İdris Terzi'nin elinden çıkmış bir gömleğin üzerine kurşuni
şim gibi şaşaladı. bir Gucci takım elbise giydim. İbrahim Kurbanla birlikte
Elimden geleni yapmıştım fakat Dilara Dilemma sesimi dışan çıktık. Bahçede Taliha Teyze ve bir adamla karşılaşın­
biraz yadırgamıştı, zira boğazımda Ferruh Ferman'm sesini ca biraz paniğe kapıldım. İbrahim Kurban hatırını sormasa,
çıkarmamı sağlayan elektronik bant yoktu. "Merhaba, sev­ Taliha Teyze'nin bizimle ilgileneceği yoktu. Ayaküstü biraz
gilim." lafladık. Adam, delici bakışlarıyla beni kevgire çevirdi. Tali-

82 83
ha Teyze'nin kim bilir hangi kocasından olan ve uzun za­
Kulağım, salonun uğultusunu dengeleyen Leonard Co-
mandır görmediği oğullarından biriymiş: Talha! Ona ilk de­
hen'in Dance Me şarkısındaydı. Gözlerimi yumup kollarımı
fa rastlıyordum. Talha, Ferruh Ferman'ı bir yerlerden tanı­
açtım ve "Dance me to you're beauty with a burning vi­
yor olmalıydı; yoksa bana neden bu kadar dikkatli baksın-
olin..." diye yüksek sesle şarkıyı söylemeye koyuldum. Sa­
dı? İşin tuhafı, benim de gözüm onu bir yerden ısırıyordu.
londaki uğultu giderek azalıyordu, herkesin gözlerini üze­
Talha, uçaktan düşer gibi sordu: "Siz de mi üst katta kalı­
rimde hissediyordum. Leonard Cohenle düet yapıyordum
yorsunuz?"
ve... bir kadın gelip boynuma sarıldı. Gözlerimi açtım,
Hafifçe güldüm ve her ihtimale karşı kekeleyerek cevap­
memleketin meşhur zevatı, kim olduğunu bilmediği bir ka­
ladım: "Ha-ha-ha-ha-hayır."
dına sarılan beni ve kime sarıldığı hakkında yandan kadını
Taliha Teyze'nin karşısına Ferruh Ferman kılığında çıktı­
seyre dalmıştı. Yetiştirme yurdunda kaldığım yıllardan beri
ğım için ağır bir mahcubiyet duyuyordum.
şiirlerini severek okuduğum ihtiyar bir delikanlı şair ayağa
Sahil yolunda bir müddet İbrahim Kurbanla birlikte yürü­
kalkıp bizi alkışlamaya başlayınca, bütün salon peyderpey
dükten sonra, Ferruh Ferman'm şoförüne telefon edip onu
ona katıldı. Göz ucuyla, sağımda duran şef garsona baktım,
Baba Balık Restoranı'nın önünde beklediğimi söyledim ve bir
o da alkışlıyordu. Kollarımdaki genç kadının Dilara Dilem­
an önce gelip beni almasını emrettim. İbrahim Kurban, dik­
ma olmasını umuyordum. Buranın artist müdavimlerinden
katli olmamı tembihledi ve arabamın gelmesine kalmadan
biri de olabilirdi pekala; hattâ, şarkının mesajını üstüne alı­
bir taksiye atlayıp gitti. İbrahim Kurban'ın bindiği taksi az
nan eski karım, yani Ferruh Ferman'ın eski karısı!?...
ötede kırmızı ışığa takıldığında, benim arabam da önümde
Alkışlar kısılınca kızla çözülüp birbirimize baktık. Dilara
durdu. Arka koltuğa oturdum, "Pandora Palas'a" dedim.
Dilemma değildi! Bu yüz, birkaç hafta otobüste rastlayıp,
Taksiyi sollarken İbrahim Kurbanla birbirimize baktık. Çok
Allah biliyor ya, ilk bakışta gönlümü kaptırdığım ve bana
acayip bir durumdu. Kameraların önünden geçen suçlular
pas vermeyen kıza aitti!
gibi sol elimi yüzüme kapayıp sağ elimle zafer işareti yaptım.

Timsahla Başa Çıkmanın Yolları


Alkışlar Eşliğinde Bir Buluşma
Hatalarını kategorize edebilirsin fakat standardize edemez­
Pandora Palas'ın muazzam çay salonuna girdiğimde, gar­
sin. Bense ikisini de yapamıyordum. Kız elimden tuttu ve
sonların şefi nazikçe eğilerek "Şeref verdiniz Ferruh Bey"
beni masasına götürdü. Yoksa, sahiden Dilara Dilemma
dedi. Dönüp bakmayarak, verdiğim şerefi geri mi aldım,
mıydı? Bunu anlamanın birkaç yolu vardı. Cep telefonunu
ikiye mi katladım bilemiyorum.
çaldırabilirdim mesela. Fakat gerek kalmadı. Garson geldi
Gözlerimle salonu taradım: Ünlü tiyatrocular, şairler, ya­
ve sordu "Ne alırdınız Ferruh Bey?"
zarlar, sinemacılar, şarkıcılar, işadamları [ki görünüşe bakı­
Kıza dönüp "Ben bir kapuçino içeceğim, ya sen haya­
lırsa ben de onlardan biriydim] masaları doldurmuştu. Bu
tım?" dedim.
kalabalıkta Dilara Dilemma'yı nasıl bulabilirdim?
Kız hayretler içinde kalmıştı: "Ferruh! Kekelemedin?!"
84
85
Vay canına, demek oydu: "Hipnoz tedavisi görüyorum" bırakmazsa, burnuna vurmasını tembihliyorum. "Burunla­
deyiverdim. rına vurulduğunda timsahlar ağızlarını açarlar" diyorum.
"Hipnoz tedavisi mi? Bir saat önce telefonda konuşurken Timsahın saldırısından küçük bir yarayla bile kurtulsa, der­
kekeliyordun fakat?" hal tıbbi yardım alması gerektiğini, çünkü timsahların ağız­
"Bu konuda bana yardım eden uzman, aynı zamanda şo­ larında bol miktarda patojen olduğunu vurguluyorum. "Bi­
förlüğümü yapıyor. Buraya gelirken arabada bir seans ge- lirsin, timsahlar ne bulsalar yerler ve suyun derinliklerine
ge-ge-gerçekleştirdik." inebilmek için iri taşlar yutarlar..."
Dilara Dilemma'ya rastlamak beni şoke etmişti. Oysa, vü­ Dilara Dilemma gölde yürüyen pembe flamingolar gibi
cudumda tek bir romantik hücre bile yok sanırdım. İnsan gülümsüyor. Bu gülümseme benim sonum olacak!
aptal durumuna düşmekten kurtulmanın garantisini sesini Akbaba'nın 3 Günü [3 Days Of The Condor] filminden
kesmekte aramalı fakat nerde bende o yetenek. Dilara Di­ bahsediyorum, Dilara Dilemma'ya, Faye Dunaway'e benze­
lemma'ya durmadan birşeyler anlatıyordum. Ferruh Fer- diğini filan söylüyorum. Filmin, birbiri hakkında çok az
man'la ilişkileri hakkında doğru düzgün bir fikrim yoktu; şey bilen insanlar arasındaki romantik ve cinai ilişkileri ko­
yine de ona içtenliğin sınırlarını zorlayan sözler söylüyor­ nu ettiğini belirtiyorum. Diyorum ki " F i l m , J a m e s
dum: "Dilara, sana öylesine kesin, mutlak, sabit, bitimsiz, Crady'nin romanından uyarlanmış; gelgeldim romanın adı
sarsılmaz, değişmez... bir aşkla bağlıyım ki, bu beni basit Akbabanın 6 Günü!" Dilara Dilemma, Akbaba'nın 3 Gü­
bir adam yapıyor!" Dilara Dilemma'nın karşısında, hamam­ nünde, Fay Dunaway'in Robert Redford'u dinlediği gibi
daki bir kör kadar savunmasızdım. Benim için artık müda- dinliyor beni: Kalbi beyninden daha hızlı çalışan biri gibi.
faa-i nefs hayal olmuştu... Pandora Palas'tan ayrılmadan önce, ihtiyar delikanlı şa­
Dilara Dilemma, saçaklı kirpiklerinin arasından ayçiçeği irin yanına gidip, kendisinden aldığım alkışın bana ömrü­
gibi bana bakıyor. O kadar sevinçliyim ki aklıma hiçbir şey mün sonuna kadar yeteceğini söylüyorum. Dışarıda, gök­
gelmiyor; saçmasapan şakalar yapıyorum: "Zayıflamak için yüzüne bakıyorum ve Dilara Dilemma'ya hava raporu su­
ata biniyorum." nuyorum: "Şu anda havada 17 bin uçak var."
"A-a, işe yarıyor mu peki?" Dilara Dilemma koluma giriyor, bende bir değişiklik ol­
"Evet, at 20 kilo verdi." duğunu söylüyor. "Hani, 'senin gibilerin sokağa çıkması ya­
Dilara Dilemma siyah gece elbisesinin içinde bembeyaz saklanmalı', demiştim ya?.."
bir gülün dumanı gibi incecik. Kafamın içinin boşaldığını Ne zaman? Demek 'asıl Ferruh'a laf sokmuş! Kaşlarımı
ve kalbimin büyüyerek tüm gövdemi kapladığını hissediyo­ çatıyorum: "Evet?"
rum. Ona bir timsahla nasıl başa çıkabileceğini anlatıyo­ "Yanılmış olabilirim."
rum! Timsahla eğer sert bir zeminde karşılaştıysa, timsahın "Hımmm?.."
sırtına çıkıp boynuna bastırması gerektiğini söylüyorum. "Tamam, senden af diliyorum Ferruh'um."
Timsahın gözlerini kapamayı başarabilirse, hayvanın sakin- "Ben de senden af diliyorum Dilara..."
leşeceğine değiniyorum. Timsah, ağzıyla bir uzvunu kapıp Bana sık sık "Ferruh'um" diye hitap etmesinden biraz
86 87
müteessir oluyorum. Aslında o kadar da kötü değil. Benim halen Dolmabahçe Sarayı'ndalar... I. Dünya Savaşı sonun­
için mühim olan Dilara Dilemma ile birarada bulunmak. da, İstanbul'un işgal altında bulunduğu dönemde harabe
Haddizatında aşk, insanın kendinden geçmesi şartına bağlı sarayı bir Fransız istihkam kıtası kullandı. Cumhuriyetin
değil midir? ilanından sonra 4 Mart 1924'te Halifeliğin kaldırılmasıyla,
İstanbul'da Osmanlı Hanedanı'na ait köşk ve kasırlarda bü­
Sarayda Ağlayan Çocuk yük bir talan yaşandı. Çırağan Sarayı da bu talandan nasi­
bini aldı. BJK'li futbolcular ellerinde baltalarla sarayın bah­
Arabanın arka koltuğunda Dilara Dilemma konuşurken çesine daldılar, ulu ağaçlan kan revan içinde yere serdiler
ben pırıl pırıl bir sersemlikle dinliyordum: "Ferruh'um, be­ ve açtıkları boşluğu futbol sahası haline getirip top teptiler!
ni kuzeninin düğününe götürmeyi ne zaman planladın?.. 1946'da, altın bulmak için sarayın zeminini kazan bir istih­
İlişkimizi çevrenden gizlediğini sanıyordum... Ani kararlara kam yüzbaşısı, karşısına çıkan evliya mezarlarını darmada­
bayılırım..." ğın etti! Aynı yıl çıkarılan bir kanunla saray İstanbul Bele­
Çıragan Sarayı'na girdiğimizde, yüzlerce çift göz bize ba­ diyesine bırakıldı. 1987'de, Kempinski adlı yabancı bir şir­
kıyordu. Buraya ilk gelişimdi ve kendimi lanetlenmiş gibi ket tarafından restorasyona başlandı. 1992'de saray, Çıra­
hissediyordum. Bu doğaldı. Ne de olsa lanetli bir saraydı ğan Palace Otel Kempinski olup çıkmıştı... Fakat sarayda
burası. Sarayın planlarını çizen Mimar Nikoğos Balyan kalanların gece yarısından sonra, gaipten, ağlayan bir ço­
1858'de ölmüştü. Sarayın inşaatı Mimar Serkis Balyan ve cuk sesi duydukları söylenir...
Agop Balyan tarafından 1863'ün ilk günlerinde başlatıldı­ Belki de bir yolunu bulup Çırağan Sarayı'nı kundaklama-
ğında, sahildeki Mevlevi dergahı yıktırılmış ve evliya me­ lıydım. Biraz neşelenmek, kederli hortlakların da hakkıydı?
zarlarının üstüne temel atılmıştı! Sultan Abdülaziz, bir ri­ İşte buradaydık. V Murad'dan bir asır sonra, sarhoş olma
vayete göre bu sarayda, cinayetimsi bir intiharla, büyük sırası bize gelmişti. Herkes anlamsızlık derecesinde şıktı.
acılar içinde, aynaları, avizeleri kırarak ölmüştü! Sadece Orkestra, Oğul Johann Strauss'un Mavi Tuna valsini çalıyor,
'1876 senesinin 93 günü' tahtta kalan padişah V. Murad, Türk milleti dans ediyordu. Vals yapanların arasında dönen
[1904'e kadar] 27 sene 11 ay 29 gün Çırağan Sarayı'nda Mevleviler görüyordum. Ferruh Ferman'm fotoğraf albü­
mahpus kalmış, dışarıya adım atamamıştı! Daha sonra münden uyarlanmış kimselere elimi uzatıp dişlerimi göste-
Meclis-i Mebusan binası olarak kullanılan saray, 1910'un riyordum. Dilara Dilemma ile tanışmak istiyorlar, ben de
18 Ocak akşamı yanmaya başladı! Yangının çabuk farkedil- onları kırmıyordum. Nihayet damadı tebrik etme fırsatı
mesine rağmen, esrarengiz bir kış rüzgârı, sarayı evire çevi­ buldum. Lağımdan fırlamış bir penguen gibi ışık saçıyordu.
re alevlerle sardı sarmaladı!.. Sarayın küllerine hırsızlar Karşısında durup sırıtarak ellerimi iki yana açtım ve ona sa­
üşüştü ve yıkıntıların içindeki çoğu erimiş altını gümüşü rıldım! Kulağına fısıldadım: "Ke-ke-ke-ke-k-kendini mede­
kapıştılar. Enkazın yağmalanması aylar sürdü! Sarayın bah­ nice mahvetmenin ge-ge-ge-g-geleneksel yolunu buldun
çesinde bulunan iki aslan heykeli, yangından birbuçuk yıl ha? Te-te-t-tebrikler!"
sonra Dolmabahçe Sarayı bahçesine gönderildi. Aslanlar, O da bir yandan etrafa bakmarak, ağzının kenarıyla ko-
88
89
nuştu: "Eceline mi susadın sen? Kızı hemen uçur buradan. aradım: "Kurban, b.ku yuttuk birader, sana geliyorum."
Rıza Silahhpoda görürse, ikinizin de leşini uzaya yollar!" "Hayırdır, ne oldu?"
Rıza Silahhpoda da kimdi? Bir zamanlar TRT ekranında Zarfı yırttım. İçinden bir tomar para ve bir not çıktı:
romantik şarkılar söyleyen centilmen piyanist, bizi nalla­ "Nuh Bey, sizden rapor bekliyorum. Beni şu telefondan ara­
mayı neden işteşindi? Bunu kuzenime soramazdım. Bir an yabilirsiniz: "
geline baktım. Dünya ahret bacım olsun, pek hanım ha­ İbrahim Kurban'ın sesi endişeliydi: "Nuh'um iyi misin,
nımcıktı. Rıza Silahhpoda'nm gazabından kaçmam gerekti­ neler oluyor?"
ği için, geline bıçaklanmış bir karpuz gibi gülümseyerek el "Ne olduğunu bilmiyorum. Ferruh Ferman'ın bize anlat­
sallamakla yetindim. Gelin hapşırdı! Düğünde hapşıran ge­ madığı şeyler var."
lin, herkes bilir ki, hamiledir. Şoför aynadan bana bakıyordu. İbrahim Kurban yine sor­
Dilara Dilemma, sayıları gittikçe artan Mevlevilerce kuşa­ du: "Nendesin şimdi?"
tılmıştı; hemen yanına koştum ve peşimden gelmesini söy­ Şoföre "Burdan sola" dedim, İbrahim Kurban'a da "Sizin
ledim. Gözlerini bizden ayırmayan Mevlevilerin gövdeleri sokağa giriyoruz."
kafalarından bağımsız olarak hızla dönüyordu. İçlerinden İbrahim Kurban'ı yıllardır tanırım ve onun bu kadar hızlı
biri Rıza Silahhpoda olabilir miydi? hareket ettiğini hiç görmemiştim. Eleman, Mobidik Soka­
O gece, Dilara Dilemma beni Kadıköy'deki evine götür­ ğı'na zıpkın gibi saplandı.
dü. Bu daireye yeni taşınmış. Benimle tanışmak, ona tek ba­ Ulus civarında bir çay bahçesine gittik. İbrahim Kurban,
şına bir eve çıkması için gereken cesareti [muhtemelen na­ şoföre beklemesini söyledi. Bu saçmaydı aslında, çünkü or­
kit olarak] vermiş. Dilara Dilemma'nın maskemi farketme- talık taksi kaynıyordu. Yine de sesimi çıkarmadım. Arkada­
sini önlediysem de, bunu nasıl yaptığımı size anlatacak de­ şınız ne kadar zenginse, size o kadar pahalıya malolur. Birer
ğilim sayın okur. Çünkü, Gustave Flaubert'in de dediği gibi kahve istedik. Şoför de az ötedeki bir masaya kurulmuş,
"Geceyarısmdan sonra yapılan her şey edebe aykırıdır." manzarayı seyrediyordu.
Olup bitenleri İbrahim Kurban'a anlatmaya başlamıştım
ki, "Rıza Silahhpoda mı?!" biricik dostum, Rıza Silahhpoda
Mobidik Sokağı'na Giriş
adını duyar duymaz apışıp kaldı.
Sabahleyin gözlerimi açtığımda Dilara Dilemma kayıplara "Evet ya, Rıza Silahhpoda. Kuzenin söylediğinden, Fer­
karışmıştı. Bana bıraktığı notta "RUHumun FERİ, öylesine ruh Ferman'la Dilara Dilemma'yı birarada görmemesi gere­
içten horluyordun ki, uyandırmaya gönlüm el vermedi..." ken biri olduğu anlaşılıyor."
yazılıydı! , "İyi de, bu gezegende bir tek Rıza Silahhpoda var, o da
Maskeyi, elektronik bandı, eldivenleri, lensleri çıkardım ve sanatını piyanoyla icra eden bir halk ozanı?"
soluğu Ferruh Ferman'ın malikânesinde aldım. Kapıyı açan "Düne kadar ben de öyle sanıyordum fakat demek ki
uşak, "Beyefendi'nin bana iletilmek üzere bıraktığı bir zarf ikinci bir Rıza Silahhpoda varmış. Daha bir silahlı, daha bir
tutuşturdu elime. Bir taksiye atladım ve İbrahim Kurban'ı poda yani."
90 91
"Peki, Rıza Silahhpoda, Ferruh Ferman'ın Dilara Dilem- Tornado'nun gelirleri giderek artmasına rağmen, tımarha­
ma'yla biraraya gelmesini neden istemiyormuş?" nedeki bacısının intihara teşebbüs etmesi de dahil birçok
"Nerden bileyim. Fakat Dilara Dilemma'nın kim olduğu­ şey Ferruh Ferman'ı fazlasıyla hassaslaştırmış. Psikiyatrı,
nu asla tahmin edemezsin." bir süre işten güçten el çekmesini tavsiye ediyormuş. O da,
"Buna gerek de yok, değil mi?" en azından önümüzdeki Pazar'a, yani Dr. Tornado'nun 10.
"Birkaç hafta önce, Kumpas'ta bir kızdan bahsetmiştim." kuruluş yıldönümünün kutlanacağı geceye kadar kendisi­
"Otobüste rastladığın kız mı?" İbrahim Kurban'm gerçek nin yerine geçmemi istiyordu. Kutlama hazırlıkları sürer­
bir hafızası var. ken, işleri bırakıp gitmesi ancak benim sayemde mümkün-
"Evet. Dilara Dilemma işte o kız; Ferruh Ferman'ın sevgi- müş. Bu süre zarfında Dilara Dilemma da dahil her şeyi ida­
lisiymiş!" re edebileceğimden eminmiş.
"Vay canına!.." İbrahim Kurban elini çenesine götürdü, Ferruh Ferman olmak göründüğünden daha riskli bir
gözlerini boşlukta gezdirdi ve "Şimdi evlere dağılalım. Sen şeydi, gelgeldim Dilara Dilemma ile bir hafta birlikte vakit
Ferruh Ferman'la konuş, ben de... bir-iki küçük işim var, geçirebilmek için 7 parmağımı verebilirdim.
onları halledeyim tamam mı?" dedi. Ferruh Ferman, birazdan yola çıkacağını, mümkün mer­
"Nasıl istersen." tebe onun evinde kalmamı istediğini filan söyledi. Halinde
Beşiktaş sahilinde ben taksiden atladım, İbrahim Kurban, bilmecemsi bir hava vardı. Galiba kendini akıllı sanan bir
vedalaşırken "Allah'a emanet ol" dedi. serseri olduğumu düşünüyordu. Çünkü kendini akıllı sa­
"Beni merak etme" deyip iskeleye doğru yürüdüm. İskele nan bir serseriydi. Rıza Silahhpoda'ya beni yem olarak su­
binasının arkasından bir balina başı görünüyordu. Bu, Üs­ nacaktı. Fakat benim Rıza Silahhpoda ve saz arkadaşlarını
küdar vapurundan başka bir şey olamazdı; balina jetonu al­ altetmem halinde bütün suçun kendisine yıkılacağını aklı­
mak için gişeye koştum... na bile getirmiyordu! Ferruh Ferman, cep telefonunu ka­
pattı. Bendekini açtım. Şu andan itibaren, yeryüzünde in­
* it *
sanlar Ferruh Ferman'ı aramaya çıktıklarında yalnızca beni
Ferruh Ferman, telefonda, düğünün nasıl geçtiğini sor­ bulacaklardı. O akşam Ferruh Ferman'dan duyduğum en
du. Ben de ona Rıza Silahlıpoda'yı sordum. Rıza Silahlıpo- son söz şu oldu: "Göster kendini"! Halbuki ben dublördüm
da'nm ünlü bir piyanist olduğunu söyledi. Bu cevap kesin­ ve kendimi gizleyip onu göstermek için para alıyordum.
likle yanlış ve büyük ihtimalle de yalandı; yine de üstele­ Kendimi gösterirsem, bundan en çok Ferruh Ferman zarar­
medim. Dilara Dilemma ise Mimar Sinan Üniversitesi'nden lı çıkardı.
yeni mezun bir ressammış. Ferruh Ferman'la konuşmamıza Eve giderken, İbrahim Kurban beni Ferruh Ferman'ın
akşama doğru buluştuğumuz Dr. Tornado'nun merkez bi­ cep telefonundan aradı! Demek ki mesaide olduğumdan
nasında devam ettik. Dilara Dilemma'ya karşı hislerinin emindi. Fakat nasıl?
mahiyetinden ve yoğunluğundan emin olmadığından dem "Nuh, iyi misin?"
vuruyordu. Şu sıralar hiçbir şeyden emin olamıyormuş. Dr. "İyiyim Kurban'ım, ya sen?"

92 93
"Ferruh Ferman, Rıza Silahlıpoda hakkında bir şey söyle­ "Talih'anneciğim, çocuk bezlemiyorum ben yöneticiyim..''
di mi?" "Yöneticisin diye çocuklarınla alakadar olmayacak mısın
"Hayır." kerata?"
"Nereye gidiyorsun?" "Olurum, niye olmayayım? Fakat ben evli değilim ki?"
"Eve. Taliha Teyze meraklanmıştır" "Ben de onu diyorum. Ömür boyu bekâr kalacak değilsin
"Yarın ne yapacaksın?" ya? Yok mu etrafında helal süt emmiş bir kız?" Taliha Teyze
"Erkenden işe yollanacağım. Ben bir çocuk bezi kralıyım damarı bulmuştu.
ve Türkiye'nin dört bir yanındaki bebelerin imdadına koş­ Kendimi tutamayıp ona Dilara Dilemma'dan söz ettim:
mam gerekiyor." "Aslına bakarsan, pastörize süt emmiş bir kız var, Taliha
Teyze. Sıkı dur, her an elini öpmeye getirebilirim."
"Âlâ! Bak beni de heyecanlandırdın Nuh'um. Senin mü­
Hayata Pamuk İpliğiyle Bağlı Bez Bebek
rüvvetini görmeden göçmeyeyim ahirete, elini çabuk tut."
Taliha Teyze verandada, parlayan bir armudun ışığında otu­ Acaba sahiden de Dilara Dilemma'yı Taliha Teyze'yle ta-
ruyordu. XIX. yüzyıldan kalma bir sessizlik. Pudra şekeri nıştırabilecek miydim? Kız beni değil, Ferruh Ferman'ı se­
Taliha Teyzeciğim benim. Ne kadar mütevekkil, hayata pa­ viyordu! "Ağzından yel alsın Taliha Teyze. Ben sensiz ne
muk ipliğiyle bağlı güleç bir bez kukla gibi... Yaşlıların da yaparım sonra?"
bir zamanlar genç, hattâ çocuk olduklarını düşünmek çok Taliha Teyze başka bir şeyi merak ediyordu: "Seviyor mu­
zordur. Taliha Teyze öyle değil. Asaletinden hiç taviz ver­ sun onu?"
memesine rağmen, belki tam da bu yüzden, gençliği büsbü­ "Hem de nasıl."
tün silinmemiş; gözlerinde kayıtlı... Taliha Teyze'nin gün "Fevkalade! Unutma Nuh'um, aşk, insanın şahsiyetini pe­
aşırı uğrayan bir hizmetçisi var. Gelip yemek yapar, etrafı kiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk bohçasında gelen bir he­
temizler ve sanırım Taliha Teyze'nin banyo yapmasına yar­ diyedir. Mevcudiyetinin hakkını vermek, hiç değilse mazere­
dım eder. Buzdolabından, hizmetçi kadının hazırlamış ol­ tini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir..."
duğu yaprak sarmasını, ezogelin çorbasını filan çıkarıp ve­
* * *
randadaki küçük masayı donattım. Sofraya oturduk. Taliha
Teyze şifalı sevecenliğiyle sordu: "Paşam nerelerdesin, gö- Dr. Tornado binasında, Pazar günü yapılacak kutlamanın
rünmüyorsun?" hazırlıkları sürüyor, herkes harıl harıl çalışıyordu. Ferruh
"Yeni bir iş buldum Taliha Teyzeciğim. Biraz fazla vakti­ Ferman'ın makam koltuğunda oturuyordum ve ikide bir
mi alıyor." >
personelden birileri gelip son durumu bildiriyordu. Yüz-
"Bin yaşa. Ne işiymiş bu bakalım?" seksendokuz kişilik davetliler listesini gözden geçirdim.
"Dr. Tornado çocuk bezi firmasında çalışıyorum." Programda yapacağım konuşma metnini okudum. Gerçi
"Allah muvaffakiyetler versin paşam. İsabet olmuş. Artık konuşacak kişi bizzat Ferruh Ferman'dı fakat neler saçma­
çocuk bezlemeyi öğren. Bakarsın dünya evine girersin?" layacağını okumak keyifliydi. İhracat cetvelini, son aydaki
94 95
gelir grafiğini, ürünümüzün yer aldığı yeni satış noktaları­ "Bebek kakasından elde edilen enerjiyle dönen çarkların
nı, tatili ertelenen personelin hangi tarihlerde izne çıkacağı­ hızlanışı şerefine dans edip şarkı söyleyeceğiz... Doğrusunu
nı... gösteren belgeleri inceledim. Derken, yeni reklam istersen biraz utanç verici."
kampanyamız hakkında bilgi vermek üzere, üç kişi geldi. "Kolay gelsin. Başka ne diyebilirim?"
İki genç adam ve bir genç kadın. Söylediklerine göre, Dr. "Akşam sinemaya gidelim mi?"
Tornado'nun bir çizgi film kahramanı olarak ortaya çıkma­ "İyi ama sen sinemadan hoşlanmazsın ki?"
sının tam zamanıydı: Dr. Tornado ve Saint Bernard cinsi kö­ "O eskidendi, Sine-i Millet Sineması'nda Fabian Bi-
peği Bruno bebeklerin mutluluğu için çalışıyor. Zortos adlı elinsky'nin Nueve Reinas'ı gösteriliyor, hem filmdeki Marcos
psikopat bilimadamı ve çirkin köpeği Kirpis, dünyadaki be­ yani Ricardo Darin bana ikizim kadar benziyor, ne dersin?"
beklerin altlarını kirletmeleri için uğraşırken, Dr. Tornado "Allah derim."
ve Bruno bebeklerin yardımına koşmaya kendilerini ada­ "De tabii ya."
mışlar. Kıran kırana bir mücadele, müthiş maceralar... Hari­ "Ha, bir ara da senin kekemelikten kurtuluşunu kutlama-
ka bir fikirdi bu. Ben de, Dr. Tornado oyuncakları, kitapları hyız?"
hazırlayalım, dedim. Bir de, Dr. Tornado gerçek bir doktor "Evet... Hipnoz tedavisi işe yarıyor. Sadece, kendi konuş­
olarak Türkiye'yi dolaşmalıydı. Daha doğrusu, ürünlerimi­ mama yoğunlaşmaktan kaçınmam gerekiyor. Ağzıma geleni
zin satıldığı her ilde, muayyen vakitlerde bazı doktorlar 0-4 söylemeliymişim!"
yaş arası çocukları ücretsiz muayene edebilirlerdi, parası "Ne yani, herkes ağzına geleni söylediği için mi kekele­
neyse verirdik. Ayrıca, bir Dr. Tornado telefon hattı kursak, miyor?"
24 saat aralıksız aranabilen bu numaradan, küçük çocukla­ "Galiba evet. Ben heceleri ve harfleri söyleyemiyorum.
rın sağlığıyla ilgili soruları cevaplayan doktorlara ulaşılsa Dikkatli konuşanlar, kelime ya da cümle ölçeğinde tökezle­
hiç fena olmazdı. Söylediklerimi not alan reklamcılar fikir­ dikleri için kekelemiş sayılmıyorlar."
lerimi neşeyle onayladılar. Ayrıntıları bilahare konuşacak­
tık. Reklam filmini bir an önce hazırlamalarını isteyip ele­
manları uğurladım. Seri Katile İlham Veren Tablolar
Dilara Dilemma ile harika vakit geçiriyorduk. Resim sergi­
* * lerinden tiyatrolara koşuyorduk. Sinemalardan uçup kitap­
Dilara Dilemma'yı deli gibi özlediysem de ancak öğleden çılara konuyorduk. Arabayı ben kullanıyordum. Onunla
sonra arayabildim: "Aşkım?" konuşurken, kelimelerimi özenle 'seçiyordum': "Aşk, insa­
"Merhaba canım. Hiç aramayacaksın sandım." nın şahsiyetini pekiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk boh­
"Pazar günü firmanın 10. yıldönümü kutlaması var, o çasında gelen bir hediyedir. Mevcudiyetinin hakkını ver­
yüzden işler çok yoğun. Fırtınanın biraz yatışmasını bekle­ mek, hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca
mem gerekti." aşka müracaat edebilir..."
"Hımmm, tebrikler. Bana kutlamadan bahsetmemiştin?" Dilara Dilemma'ya birçok şey anlatıyordum fakat hiçbiri

96 97
doğrudan doğruya yaşadıklarımla ilgili değildi. Zira Ferruh
adlı tablosu, 1961'de New York'taki Modern Sanat Müze­
Ferman'ın hayatı hakkında bildiklerimin anlatılmaya müsa­
sinde, bir yanlışlık sonucu iki ay boyunca başaşağı olarak
it bir yanı yoktu.
asılı kalmış; 12 bin ziyaretçinin hiçbiri bu tersliği farketme-
Dilara Dilemma da bana en çok resimden, ressamlardan
miş... Antonio Bin, bir 'Mona Lisa makinasıymış! 300'den
bahsediyordu. Büyük sanat eserlerinin tadına varmamızın
fazla Mona Lisa taklidi yapmış ve bunlar hiç de ucuza git-
önündeki en zorlu engelin, alışkanlıklarımızı ve önyargıla­
miyormuş...
rımızı değiştirmek konusundaki isteksizliğimiz olduğunu
Ben de resim bilgimi ortaya döküyorum: "İspanya'da Sal­
söylüyordu. 1800'lü yılların ikinci yarısına kadar yapılan
vador Dali hayranı bir seri katil, kadınları kesip biçerek Da-
resimlerde koşan atların, dört ayakları da havada, yay gibi
li'nin resimlerindeki şekillere sokuyordu!.." Osman Hamdi
gerildiği görülürmüş. Theodore Gericault'un Epsom At Ya­
Bey'in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı resmindeki kaplumba-
rışları adlı tablosu, bunun ünlü örneklerinden biriymiş. 19.
ğa'nm adının 'Tosbağdadî' olduğunu öne sürüyorum: "Hay­
yüzyılın sonlarına doğru, atların koşarkenki her hareketi­
vancağız Bağdat'tan getirilmiş olmalı..." Toy bir kıvançla
nin anbean fotoğrafı çekilmeye başlandığında, hiçbir zaman
"Kalıbımı basarım" diyorum "John Wismont Jr. adlı ressa­
dört ayaklarının da birden havada olmadığı anlaşılmış. Res­
mı tanımıyorsun?" Neşeli bir kuşkuyla soruyor: "Kimmiş?"
samlar, atların uçtuğu resimler yapmayı bırakmışlar ve bu
"Dünyanın en 'sulü ressamı. 50.000'e yakın suluboya resim
da resim severleri ve eleştirmenleri huzursuz etmiş... Resim
yapmış!.." Abartıyorum: "Sürrealizm, resim sanatının ma­
sanatı renklere ve biçimlere dair basmakalıp hükümlerimizi
yasında var: Filler daima olduklarından küçük, pireler ise
tahrik ederek bizi kendi içimizde cereyan eden bir macera­
büyük çiziliyor!"
ya sürüklermiş. Kalp resmi ile insan kalbi hiç de birbirine
benzemiyormuş. Yıldızların da köşeleri filan yokmuş. Diye­
lim bir kadının resmi, cazibesini o kadına borçlu olmama- Çaycının Damarlarındaki Tavşan Kanı
lıymış. Aksi takdirde sanatın salt taklitten ibaret, yavan ve
hattâ soysuz bir şey olmasından kaçınılamazmış. Kadının Aklıma esti, Dilara Dilemma'yı elinden tutup, senelerdir
biçimi ve özü ile kadının resminin biçim ve özü ayrı düz­ uğramadığım Curnata Kıraathanesine götürdüm. Burası,
lemlere ait olgularmış. kolonlarla dolu olduğu için, insana aynı anda hem ıssız
hem de kalabalık hissi veriyor. Çaycı Mecnun sordu: "Bu­
Dilara Dilemma'nın söylediğine göre, Picasso İspanya'nın
yurunuz efendim, ne arzu edersiniz?" Halbuki, lisedeyken
güneyinde bir evi beğenmiş ve evin bir resmini yapıp sahi­
okulu kırıp geldiğimizde "Çocuklar, çayları içip kaçıyoruz,
bine vermiş; karşılığında da evi almış!.. Türk resminin atası
tamam?" derdi. Onu hemen tanıdım, çünkü gözüme her
Şeker Ahmet Paşa, Colona Körfezi'nde karaya oturmuş bir
defasında tavşan kulaklı biri olarak görünüyordu!
gemiyi kurtarmış!.. 26 yaşında resim yapmaya başlayıp 36
Eskiden kalma bir rahatlıkla "İki çay, Mecnun Aga!" de­
yaşında da intihar eden Van Gogh, bu süre zarfında 800'den
yiverdim.
fazla resim yapmış... Yaşli Pieter Bruegel, yaptığı her resme
Çaycı Mecnun bir an afalladıysa da, esnaf ağırbaşlılığıyla
eşlik edecek bir şiir yazarmış... Matisse'in Bateau [Gemi]
"Hemen beyefendi" diyerek çabucak uzaklaştı.
98
99
Dilara güleç, şaşkın ve kuşkulu: "Ferruh, buraya daha zeltmek için baktığım aynada... a-a-a-aynad-da Fe-Fe-Fe-
önce hiç gelmiş miydin?" Ferrrruh Fe-Ferman'ın suratı ya-ya-y-yansıyordu! Kafam
"Hayır hayatım." kesinlikle yerinde değildi! Hay Allah! Delirmek için çok
"Öyleyse adama neden 'Mecnun Aga' dedin?" kötü bir yer ve uygunsuz bir zamandı! Ceketimin cebinde­
"Ağzımdan kaçtı." ki maskeyi kontrol edecek oldum fakat bundan hemen vaz­
"Bazen çok garipleşiyorsun Ferruh." geçtim; çünkü maskede kendi yüzümü görmekten kork­
Çaycı Mecnun kulaklarını sallayarak çayları masamıza tum! Aynadan gözlerimi kaçırarak, lalettayin hareketlerle
mekanik ve seri hareketlerle bıraktı. saçlarımı hafifçe ıslatıp düzelttim ve tuvaletten tüydüm.
Dilara Dilemma adamın ardından "Teşekkürler!.. Mec­ Sarsılmıştım. Saklana saklana yaklaştığım Forvet Samet'in
nun Aga." masasının dibindeki kolonun arkasından başımı hafifçe
Eleman geri döndü ve kulaklarına kadar kızarmış yüzü­ uzatıp kısık sesle hırıldadım: "Hey! Afili Filinta!"
nü yere eğerek mırıldandı: "Afiyet olsun." Forvet Samet beşikten düşen kedi gibi başını kaldırdı, be­
Dilara Dilemma çocuklar gibi şendi: "Burayı sevdim Fer­ ni gözleriyle yakaladığı anda yüzü kırışıklarla doldu ve göz­
ruh Aga!" leri parladı: "Nuh!"
Çaylarımızı yudumlarken, Dilara'nın arkasındaki uzak "Yaaa!" Ceketimi sandalyeye koydum. Hasretle kucaklaştık.
masalardan birinde tek başına oturan adama gözüm takıldı. "Gözlerime inanamıyorum! Nuh, sensin! Manyak herif!"
Uzun saçlarını arkadan bağlamış, kısa sakallı, kıpkırmızı bir Forvet Samet'le lise maceralarımızı yâd ettik. [Sırtı bize
tişört giymiş olan bu aşina zat İngilizce bir kitap okuyordu: dönük olan Dilara Dilemma, oturduğu yerden etrafı kola­
Kurt Vonnegut Jr.'ın Cat's Cradîe'ını [Kedi Beşiği]. Bir sigara çan ederek Ferruh'u ararken geriye dönüp bir an yüzüme
yaktım. Tetikteydim. Birazdan gülecekti nasılsa. Ve güldü! bakıyor!] Arkadaşlarımızın kulaklarını çınlattık. [Dilara Di­
Muşamba gibi dümdüz olan yüzü, gülünce muşamba gibi lemma cep telefonunu kurcalıyor.] Forvet Samet, İngiliz
kırış buruş oldu! Bu gülüşün mucidi ve tek sahibi lise sırala­ Edebiyatina sardırmış.
rında tanıma şerefine eriştiğim Forvet Samet'tir. Çaycı Mecnun tepemizde bitiveriyor. Beni görünce
"Ballı papatyam, birazdan döneceğim" deyip masadan "Nuh?" Ayağa kalkıp, kulakları öne eğilmiş olan 'Mecnun
kalktım. Aga'nın elini sıkıyorum. Forvet kendini tanıtınca Mecnun
"Nereye Ferruh?" apışıp kalıyor: "Koca adam olmuşsun evlat. Saçlar, sakal...
"Bir.yere kaybolma, gözüm üstünde." diyerek gülümse­ Söylemesen öldür Allah çıkaramazdım valla..." Ben hiç de­
dim ve kolonların arasında slalom yaparak çıkış kapısının ğişmemişim: "Aynı o eski limonlu kar çocuk!" Kapıdan gir­
yanındaki tuvalete yöneldim. diğimi farketmemiş? Bugün çok acayip geçiyormuş. Şu kar­
Tuvalette alelacele ceketimi, kravatımı, maskemi, eldi­ şı masadaki adam ile kadın da ona demin "Mecnun Aga"
venlerimi, gırtlağımdaki bandı, lensleri çıkardım. Cep tele­ demiş! Hangi adam? Hayret, az önce buradaymış?.. Çaycı
fonumu kapattım. Eşyalarımı ceplerine doluşturduğum ce­ Mecnun hafiften sitem ediyor: "Koçlar, arada uğrayın, bura­
keti, içi dışına gelecek şekilde katladım. Beyaz saçlarımı dü- ları boş bırakmayın." Ve masamızdan ayrılıyor.
100 101
Forvetle 15 dakikada yılları özetledik. [Sanki, Dilara Di-
lemma'nm oturduğu masa ile bizim masamız ayrı zamanla­ "Yoksa Bu Yaşta Ölümden mi Korkuyorum?
ra aitmiş gibi bir duygu yayılıyor içime.] Forvet'in yüzü bir Ferruh Ferman'la arada bir telefonda konuşuyordum. Fir­
kırıştı pir kırıştı, düzelmiyor! [Dilara Dilemma göz göre gö­
mada yaptığım işlerin tamamını takdirle karşılıyordu. Ka­
re, buharı tüten, ince belli bir çay bardağına dönüşüyor!]
rarlarımı sorgulamaktan adeta çekiniyordu.
Forvet'ten müsaade isteyip kalktım. Beceriksizce vedalaştık.
Ferruh Ferman adına gülümsüyor, kekeliyor, yemek yi­
[Dilara; nın kızıl şeffaf gövdesinde çay tortuları, şeker tozla­
yor, kahve içiyor, sigara tüttürüyor, imza atıyor, el sıkışıyor,
rı şıngır mıngır harmanlanıyor!]
emirler yağdırıyor, brifingler alıyor, raporlar okuyor, top­
Ayrılırken Forvet Samet'in yüzündeki kırışıklar azaldı: lantılar düzenliyor, havaalanında yabancı işadamlarını kar­
"Nuh Tufan, bu dünyada tek Afili Filinta' var, o da..."
şılıyor, partilere katılıyor, düğünlere çelenk gönderiyor-
Sözünü keserek "Eski bir Çin atasözü ne der bilirsin For­
dum.
vet..." dedim.
Tımarhanedeki kız kardeşi Ferah'ı birkaç kez ziyaret et­
"Nerden bileyim? Ben, Fu muyum?" Yüzüne gene kıpkı- tim. Kız, bana her defasında en az on kere "Babam nasıl?"
rışık bir gülücük yayıldı...
diye soruyordu. "Babam n'apıyor, babam iyi mi, babamdan
Tuvalette, Ferruh Ferman kostümümü giydim ve aparto- haber var mı, babam ne alemde, babam eskisi gibi mi?.."
par Dilara Dilemma'nın yanma döndüm. Ben de hep "Bildiğim kadarıyla hâlâ ölü" diyordum ve kah­
"Nereye kayboldun Ferruh?" kahayı basıyordu.
"Ellerimi yıkadım."
Bir keresinde Ferruh Ferman sıfatıyla mahkemeye bile
Dilara Dilemma küskün çocuk ağzıyla "Beni bir daha tek gittim. İzleyici olarak... Maske yüzüme kaynamıştı...
başıma bırakıp gitme lütfen."
Dilara Dilemma hakkında Ferruh Ferman'm ağzını arıyo­
"Bir yere gitmedim ki sevgilim? İstesem de gidemem zaten." rum. Kız meselesini tekrar düşündüğünü ve ciddi bir ilişki­
* ** lerinin olamayacağını anladığını söylüyor. Hem Dilara Di­
lemma ona uygun değilmiş, hem de Ferruh Ferman kendi­
Dilara Dilemma'ya kadife bir bornoz hediye ediyorum: sini böyle bir ilişkiye hazır hissetmiyormuş... Ferruh Fer­
"Yıkandıkça beni hatırla..." man hayatını bana devrediyordu. Ve anlaşılan o ki, bana
İltifatlar içinde hakikate en yakın duranlar belki de aynı devrettiği hayat ona kısa geliyordu.
zamanda bir itiraf olanlarından ziyade, sır olarak verilenle­ O akşam Dilara Dilemma'yı evine bıraktıktan sonra Kadı­
ridir. İkisi arasındaki fark açık: İtiraf, kamuya yönelik ola­ köy'e gidip sahaflar çarşısını gezmeye koyuldum. Ergin
bilir [Kalabalık bir banliyöde adamın biri yanındaki kumral Günce adında bir şaire ait, 1964'te basılmış Gencölmek diye
kızcağızı işaret ederek haykırıyor: "Hey millet, bu fıstığa bir kitap buldum. Şu şiirdeki görmüş geçirmişlik, çocuksu-
âşığım!"]. Sırlar öyle mi ya? Her şey, Dilara Dilemma ile luk, ferahlık ve alaycılık karışımı beni cezbetti:
aramızda kalsın isterdim. Dünya aramızda kalsın, tarih ara­
mızda kalsın, kelimeler aramızda kalsın...

102 103
rai kafamın içinde yankılanıyordu: Yoksa bu yaşta ölümden
ADSIZ
mi korkuyorum? Ödümü patlatan şey, dört kişiyle dövüş­
Adımız bahçenin köşelerinde saklı mek zorunda kalmak değil, dövüşün sebepsizliğiydi. Sa­
Yeminimiz sözümüz sevgimiz ğımda duran adam olduğu yerde zıplayarak suratıma öyle
Bu sarı kâğıtta katlı bir tekme attı ki, neredeyse kellem uçuyordu! Yanaklarım,
dişlerim, dudaklarım parçalanmıştı. Ağzımın içine dolan
Güneş işte orda bayram yeri
yapış yapış kanı yutuyordum. Boşluğa ağır çekimde gevşek
Sularda ilk cemre
bir yumruk uzattım. Biri bileğimi yakaladığı gibi beni sa­
Gökte bir leylek buluyorum
vurdu. Sendelerken böğrüme bir kundura topuğu çakıldı.
Nedir beni dalgınlığa götüren Şahane bir dayak yiyordum. Adamlar bu işi çok iyi biliyor­
Şehirden dönünce onu bulamamak mı lardı. Çeneme inen bir kroşeyle gözlerim büsbütün karardı.
Yoksa bu yaşta ölümden mi korkuyorum Çat! Çut! Dan! Dun! Bam! Güm! Pat! Küt! Azı dişlerimden
biri mermi gibi uçup gitti! Pestilim çıkmıştı. Nefes almakta
Bahçenin içinden annemin kahkahası.
zorlanıyordum. Ellerimi öne doğru uzatıp iki yana salla­
Gencölmek'i ceketimin cebine tıktım. Yürüyerek, Soyut dım. Heriflere yalvaracaktım fakat sesim kesilmişti, konuşa-
Sokak'a çıktım. Uzun zamandır eşiğini aşmadığım Çöp- mıyordum. Her tarafım karıncalanmaya başlamıştı. Esra­
lük'ün önünde biraz soluklandım. Bir sigara çıkarıp kibritle rengiz kung-fu üstatlarından aldığım dersin ikinci yarısında
yaktım. Kibrit alevi dükkânın camından yansıyınca, içeride vücudum uyuşmuş, uykum gelmişti. Artık darbelerin acısı­
birşeylerin kıpırdadığını farkettim. Dikkatle baktığımda, nı hissetmiyordum. O arbedede uzunca esnedim. Yavaş ya­
elinde bastonla dans eden bir kadın ve onun etrafında dö­ vaş adamların siluetlerini seçmeye başladım. Dükkânın
nüp duran uçan halının üzerinde bir kız gördüm. Kulağım­ içinde dans eden kadın ve uçan halıyla gezen kıza gözüm
da, Denizkızı Eftalya Sadi Haninim [1891-1939] Kadıköylü takıldı. Eh, hiç olmazsa onların keyfi yerindeydi. Azılı ha­
şarkısı. Orada öyle ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Ve... sımlarım, oturduğum yerden kalkmamı bekliyorlardı. Sanı­
Zbam! Şakağıma yediğim sımsıkı bir yumruk ayaklarımı rım beni biraz daha pataklayacaklardı. Kaburgalarımın kı­
yerden kesti! Birbirinin tıpatıp kopyası, ipince, upuzun, rıldığından emin olmak istiyorlardı. Maskeyle yüzümün
pardösülü, gece vakti güneş gözlüğü takmış, fötr şapkalı arasında ince bir kanlı ter tabakası yayılıyordu. Güçlükle
dört adam etrafımı sarmıştı. Düştüğüm yerde dirseklerimin ayağa kalktım. Dizlerimin titremesine engel olamıyordum.
üzerinde doğruldum. Beynim zonkluyordu. Hangisi oldu­ "Rıza..." diye böğürdüm "Rıza Silahlıpoda'ya söyleyin..."
ğunu anlayamadım fakat içlerinden biri metalik bir sesle ağzımdan Rıza Silahlıpoda adı çıkınca, adamlar ne dediğimi
konuştu: "Rıza Silahhpoda'ın selamı var Ferruh Bey." Ayağa duymak için dikkat kesildiler. "Söyleyin Rızacığıma, sela­
fırladım. Yumruklarımı sıkıp gardımı aldım. Adamlar çok mını aldım. Aleykümselam, aleykümselam..." Derin derin
tuhaf bir şey yapmışım gibi, robotsu bir şaşkınlıkla birbirle­ soluyordum. Tam karşımda duran mısır koçanı, bana doğru
rine baktılar. Kalbim alarma geçmişti. Ergin Günçe'nin mıs- bir adım atıp yumruklarını sıktı. Daha fazla kung-fu istemi-

104 105
yordum. Yoksa bu yaşta ölümden mi korkuyorum? Birden bir
Elveda Baretta
kahkaha ortalığı aydınlattı. Tıpkı beni hırpalayan gizemli
beyler gibi giyinmiş bir adam peyda oldu. Diğerleri beni bı­ Karanlıkta ayaklarımı sürüyerek yürürken maskemi
rakıp aramıza yeni katılan elemana hücum ettiler. Kurtarı­ kontrol ettim. Gözlerimin çevresindeki küçük yırtıklar­
cım, dört kung-fu üstadını müthiş dövüş tekniğiyle elden dan kan sızıyordu. Burnum da kanamıştı. Kuytu bir yer­
geçirmeye başladı. Öndekinin yumruğunu bloke ederken de bir konteynırın kapağını açtım. Çöp poşetlerinden bi­
arkadakine tekme sallıyor, yandan saldıranlardan birinin rine kafamdan sıyırdığım maskeyi, ellerimden çıkardığım
göğsüne dirsek atarken diğerinin boynuna elinin kenarıyla eldivenleri, lenslerimi, kana boyanmış ceketimi tıktım.
vuruyordu. Geri geri yürüyerek bir duvara yaslandım. Bir­ Ceketin yan cebindeki kitabın ön kapağı da kanlanmıştı.
kaç el de silah sesi duyuldu. Rıza Silahlıpoda'nın adamları Doğrusu, Gencölmek adının etrafında kan lekeleri fena
benden beter olmuşlardı. Ferruh Ferman'ın da koruyucula­ durmuyordu. Kitabı, karnımın üstüne gelecek şekilde
rı olabileceğini hesaba katmalıydılar oysa. Bense bayılmak pantolonuma sıkıştırdım. Ferruh Ferman'ı çöpe yollamış­
üzereydim... tım ve geriye bedenimin yıkıntısı kalmıştı. "Çöplük'ü hâ­
Gözlerimi açtığımda uçuyordum. Adamın birinin beni lâ işletiyor olsaydım ve bu maske, eldivenler, lensler,
omzunda taşıdığını ayrımsadım. Baygın bir sesle "Müsait kanlı ceket bana getirilseydi..." diye düşünürken, boğa-
bir yerde inecek var" dedim. zımdaki bandı da söktüm ve cep telefonuyla İbrahim
Nefes nefese kalmış olan vatandaş yürüyüş temposunu Kurban'ı aradım.
bozmaksızın "Merak etmeyin Nuh Bey, güvendesiniz" de­ "Kurban, az önce başıma neler geldi asla tahmin ede­
yince afalladım. mezsin."
Kimdi bu marifetli yabancı, meçhul kahraman, leş hama­ "Saldırıya mı uğradın, iyi misin?"
lı? Adımı nereden biliyordu? Ferruh Ferman'ın gönderdiği "Evet, nasıl bildin?"
biri olmasındı? "Nendesin?"
"Beni derhal aşağı indirin, şimdi!" der demez ayaklarım "Kadıköy'deyim."
yere değdi. Yüzüne baktım. Bu ipince, upuzun, pardösülü, "Beyoğlu'na geçebilir misin Nuh'um?"
gece vakti güneş gözlüğü takmış, fötr şapkalı adamı diğer­ "Araba sürecek durumda değilim. Taksiyle gelirim."
lerinden ayırmak imkânsızdı. Sinirli ve müteşekkir bir ifa­ "25 dakika sonra Sine-i Millet Sinemasinın önünde bulu­
deyle sordum: "Kimsiniz siz?" şalım."
Muzip bir sesle cıvıldadı: "Asıl siz kimsiniz?" Sine-i Millet Sinemasina doğru yürürken eşikte dikilen
Aptallığım üzerimdeydi: "Ben, Ferruh Ferman'ım!" İbrahim Kurban'ı gördüm ve elimi kaldırdım. Yanıma ko­
"O zaman ben de James Bond'um!" dedi ve 'ciyuvvv!' şup koluma girdi: "Neler oldu?"
yandaki sokağa dalıp kayboldu. "Dört kişiydiler."
"Seni fena tartaklamışlar..."
"Dayak bana işlemez, biliyorsun." Alnım şişmiş, gözlerim

106 107
morarmış, dudaklarım yarılmıştı fakat ferahlamıştım. Sanki Duvarlar, Baretta filminin afişleriyle kaplıydı: "Barmen
pataklanmamıştım da masaj yaptırmıştım! oldun demek?"
"Kimmiş bu adamlar?" "Ya. Üç ay filan oldu burayı açalı. Meğer senin Baretta
"Rıza Silahlıpoda'nm kung-fucu elçileri!" amma meşhurmuş, müşterilerin çoğu tanıyor!"
"Maskeyi sıyırsaydın ya yüzünden. O zaman kavga bi­ Barın yukarısına asılmış bir kafeste, beyaz bir papağan sal­
terdi?" lanıyordu! Bizim Baretta işi sıkı tutmuştu. Geçip oturduk.
"O patırtıda aklıma bile gelmedi, üstelik buna gerek de Baretta da bize eşlik etti. Nefes almaksızın konuşuyordu. İş­
kalmadı." ler yavaş yavaş yoluna giriyormuş. Hayatının kadınıyla ta­
"Ellerinden nasıl kurtuldun?" nışmış. Annesi önce bara da kıza da karşı çıkmış fakat son­
"Rıza Silahlıpoda'nm fedaileri beni yani Ferruh Ferman'ı radan durumu benimsemiş... İbrahim Kurban da ben de sı­
tahtalı köye yollamak üzereyken bir cengaver meydana fır­ kılmıştık. Bir şey olsa da Baretta artık işine dönse diye bekli­
layıp hepsinin icabına baktı!" yorduk ve bir şey oldu... Kapıdan içeri Dilara Dilemma gir­
"Tanıdığın biri mi bu cengaver?" di! Şoke olmuştum. Mor gözlerimi Dilara Dilemma'dan ayı-
"Hayır, üstelik herifçioğlu bana 'Nuh Bey' diye hitap etti!" ramıyordum. Baretta'nm sesini vızıltı şeklinde duyuyordum.
"Hımmm..." Dilara Dilemma gözlerimin içine bakarak bize yöneldi. Allak
İbrahim Kurban'a tutunarak ilerliyordum. Kahve içmek bullak olmuştum. Kız beni tanımıyordu ki. Yani, Ferruh
için uygun bir yer ararken bir bar tabelası gözüme çarptı. Ferman kılığında olmadığım halde neden bana bakarak ya­
Üzerinde bir tabanca ve papağan resmi bulunan tabelada nıma geliyordu? Dilara Dilemma ellerini Baretta'nm omuzla­
'Baretta' yazıyordu! İbrahim Kurban da ben de içki içmiyor­ rına koydu, Baretta da dönüp kıza baktı: "Ah, sevgilim hoş-
duk fakat otomatikman Baretta'nm kapısından içeri daldık. geldin, bak seni kimle tanıştıracağım. Bu, sana sözünü etti­
Yüksek sesle, Erkin Koray'm Sarhoş Gibiyim şarkısı çalıyor­ ğim 'Kaptan' yani sahnedeki asi, yani Nuh Tufan."
du. Tahminimiz doğru çıktı: Burası bizim Baretta'ya aitti. Sanki biri kafamı koparıp boynumdan içeriye kezzap bo­
Baretta beni görünce "Kaptan! Şükür kavuşturana!" diye şaltmış gibi iliklerime işleyen bir acı duydum. Birkaç saat
haykırdı. önce yediğim sopa, bunun yanında solda sıfır kalırdı ve hiç
Barın girişinde, ayaküstü konuşuyorduk. "Baretta, kuşku yok ki yüzüm leş gibi kızarmıştı. Bana elini uzattı ve
n'aber? İbrahim Kurban'la tanışıyorsunuz değil mi?" "Dilara Dilemma" diyerek zoraki gülümsedi. Otobüste rast-
"Merhaba" diyerek İbrahim Kurban'a elini uzattı Baretta. laştığımızı ve Curnata'da bana baktığı anı hatırlamıyor gi­
İbrahim Kurban Baretta'nm elini tek kelime etmeden sıktı. biydi. Nasıl hatırlasın, suratım tanınacak gibi değildi. İbra­
Barın loş ışığında yüzümdeki şişlikleri, çürükleri nihayet him Kurban'la uzaktan selamlaştılar. Kız, elini Baretta'nm
farkeden Baretta: "Hayırdır Kaptan, ne bu hal?" omzundan aşağı sarkıtmıştı; kızın parmaklarını okşayan Ba­
"Attan düştüm." retta kancığı müsaade isteyip kalktı. Dilara Dilemma ile bir­
Baretta, vahim bir durumla kötü bir espri arasında kaldı­ birlerinin beline sarılarak bankonun arkasına geçtiler. Bizim
ğında kötü espriyi tercih edenlerdendi. Kahkahayı koyverdi. bulunduğumuz yerden sadece başları görünüyordu. Köpek

108 109
hırsızı şerefsiz Baretta ile ikiyüzlü Dilara Dilemma gülüşerek cudundan et yongaları kopup etrafa saçılsa... Baretta'nm bir
söyleşiyorlardı. İç organlarımı oracığa kusarak ölmek isti­ kabahati yok aslında... En doğrusu, Dilara Dilemma'nm di­
yordum. Ya da daha iyisi, rastgele ateş açıp önüme geleni ge­ lini kesip anahtarlık yapmaktı... Ferruh Ferman'ı da bir du­
bertmekti. Ellerim titriyordu. İbrahim Kurban "Neyin var?" vara çivileyip, bir düzine mancınıkla bebek dışkısı atarak
diye sorunca hâlâ dünyada olduğumu ayrımsadım. işini bitirmek uygun bir ceza olabilirdi...
"Dilara Dilemma şu anda burada" dedim. İhanetin hakiki eleştirisi mezar taşlarına yazılır. Gelgele-
"Ciddi misin?" dedi fakat etrafa bakmadı. Onun sürpriz­ lim kendi acılarımız bizi başkalarının yalanlarından daha
ler karşısındaki direncini hep takdir etmişimdir. çok yanıltabilir. Aptallığın konsantrasyonu ve özeti, ceza­
"Şu anda Baretta'nm yanında" derken haşlanmış lahana landırma konusundaki ataklıkta ortaya çıkar. Şimdi ben de
gibi kendimi saldım. Duvarlardaki afişlerden bir düzine Ba­ bilgece düşüncelerin yükünü sırtımdan atıp kendimi inkâr
retta bana ateş ediyordu; zaten yara bere içindeydim, şimdi edercesine dehşet saçmak istiyorum. Oysa vahşet neden
de delik deşik olmuştum. acelecilikle birlikte yürüsün ki? Vahşetin tabii niteliğini gö-
İbrahim Kurban konuşmuyordu. Besbelli o da ne diyece­ zardı etmemek gerek. Beşeri sükunet ise, çoğu zaman, oto­
ğini şaşırmıştı. matik bir erteleme düzeneğinin işlemesinden elde edilir.
"Gördüğün gibi ben hayati bir iflas yaşıyorum. Senden ne Ayrıca, ben de mesleğimin temeline pürüzsüz hileleri koy­
haber?" mamış mıydım? İnsanların amatör desiselerinden ötürü
"Hiç." böylesine tahrik olmaya hakkım var mıydı?
İbrahim Kurban az konuşan, mübarek bir zattır. Fakat Aşka peşinen atfettiğimiz yücelik yüzünden, onun basit
benim başım belaya girdiği zamanlarda dilinin düğümü çö­ bir bileşim olduğunu gözden kaçırıyoruz. Kaderin beni sü­
zülürdü. Son günlerde değişti. Biricik dostum, bana "Dik­ rüklediği bitkisel labirentte, kanlı bir uzay banyosuyla işti­
katli ol", "Allah yardımcın olsun", "Kendine mukayyet gal ederken, müstesna bir lütufla karşıma çıkarılmış Dilara
ol"... demekle yetiniyor ya da derin düşüncelere dalıyordu. Dilemma'ya mesuliyet yüklü bir teslimiyetle bağlanmaktan
Gönül Yazar'ın Çapkın Kız şarkısı eşliğinde ayaklandık. başka çarem var mıydı? Elbette vardı! Fakat dehanın ayak
Gövdemdeki kurşun deliklerinden kanlar fışkırıyordu. izlerini yalnızca kuralların çiğnendiği yerde görme kuralına
"Kaptan ne çabuk kalktınız?" diye seslenen Baretta'ya son uymuştum. Kesinliğin de muğlaklığın da aynı oranda delir­
sözümü söyledim: "Elveda Baretta." tici olduğunu kesinlikle unutmuş ve böylece muğlaklığın
Dilara Dilemma'nm yüzünde noktasız bir soru işareti gibi hizmetine girmiştim. Halbuki, aşkı, uygarlığımızı teşkil
yarım yamalak bir ifade vardı. eden kısırdöngülerden ayrı düşünmek için hiçbir sebep
I
yoktu, yok.
Dilara Dilemma bana değil, Ferruh Ferman'a ihanet edi­
Defolu Gölge
yordu. Ben sadece dublördüm. Anonimdim. Defolu bir göl­
Baretta cüzama yakalansa ve ben de onu kırbaçlasam, belki geydim. Başkasının lanetini üstlenerek para kazanan, tırlak
biraz yatışabilirdim. Her kırbaç darbesinde Baretta'nm vü- bir fırlamaydım. Yasak satıcısıydım. Kendi namıma âşık ol-
110 111
mak şöyle dursun, ölemezdim bile. Kendimi yakılıp öğütü­ Kont Dracula ve eşi bir evlat edinmeye karar verdi. İngiliz In­
lerek un haline getirilmiş bir leş gibi hissediyordum. Kole­ dependent gazetesine açıklama yapan Kont Dracula diyor ki:
radan ölmüş ve vebalılar mezarlığına gömülmüştüm. Ne "Dracula soylu bir aileydi. Evlat edineceğimiz kişide iyi bir
barbarca bir ironi! Fütursuzca risk almaktan bitap düşmüş­ eğitim arıyoruz. Ve elbette ki yaşça benden küçük olmalı! ilgi­
tüm. Tam anlamıyla iki yüzlüydüm ve riya dolu bir feda­ lenenler, bana resimli ve açık kimlik bilgilerinin yazılı olduğu
karlık jestiyle yanardağın ağzından atlıyordum işte... bir mektup göndersinler." Aslında, Kont Dracula da bir evlat­
lık] Almanya'da Ottomar Berbig olarak doğan Dracula, bir
zamanlar Berlin'de antikacılık yapıyormuş. Müşterisi Prenses
Kont Dracuia'nın İmdat Çağrısı
Kretsulesco Caradja ve eşi Prens Vlad onu evlat edinmiş. Böy­
Artık, Ferruh Ferman'ın yerinde olmak istemiyordum, fakat lece Ottomar Berbig, Kont Dracula olmuş!..
Nuh Tufan'lığa geri dönmeye de katlanamazdım. Kendime Zavallı Dracula! Karizmatik vampirin soyu kurumuş!
gelmek ya da kendimden kaçmak gibi yeteneklerim yoktu. Dracula'hk 'babadan oğula' değil, 'babalıktan evlatlığa' geçi­
Muallaktaydım. Canavarlaşmanın eşiğindeydim yani. yor! Taşıma kan ile değirmeni döndürmeye çalışıyorlar!
Yetimhanedeyken, albino olduğum için kimse beni evlat Takma dişli; Bermuda şortu ve Hawaii tişörtü giyen, antika
edinmeye yanaşmamıştı. Belki de bu yüzden, gazetelerdeki, tozu yutmuş, kel ve ağzı sarımsak kokan canavarın albino
evcil hayvan arama ilanları hep ilgimi çekmiştir. Kimileri bir evlatlığa hayır diyemeyeceğini düşünüyorum. Üstelik
kedilerine, köpeklerlerine, maymunlarına eş bulmak istedi­ ben onlar gibi işi ne hafife alırım ne de pişkinliğe vururum.
ğini kimileri de yavruları satacağını filan duyurur. Bu ilan­ Siyah takımımı ve ütülü pelerinimi giyer, her sabah mah­
ları okurken insanın kendisini hayvan gibi hissetmekten zendeki tabutuma uzanır, sarımsaktan uzak durur, yarasa­
kaçınamaması [kendimden biliyorum] aşağılık bir tiryaki­ larla konuşur, dişlerimi sivriltir, güneşten kaçar, geceleri in­
liktir. En kötüsü de bahis konusu hayvanın albino olduğu­ san avına çıkar ve kan içerim! Vampir yarasalar, dört ayaklı
nu belirten ilanlardır... hayvanların kanını emer ve bir çorba kaşığı kanla doyarlar;
İbrahim Kurbanla birbirimizi unutmuş bir halde sürter­ ben iki ayaklı hayvanları tercih eder ve her gün 8 litre mar­
ken bir gazete aldım. Ben infilak etmek üzereyken hayatın jını doldururum. Vampir yarasalar, diyelim bir ahıra dalıp
hâlâ akıp gittiğini görüp iyice hmçlanacağımı biliyordum. bir atın kanını emdiler mi, gelecek sefer yine aynı ata hü­
Arka sayfadaki haberi aynen aktarıyorum: Kont Dracula ev­ cum ederler. Ben çeşitleme yaparım, emperyalist bir vampir
latlık arıyor... Korku filmlerine, romanlara hattâ efsanelere olurum. Albino Dracula! Kendime olan nefretimi Dracu­
konu olan Kont Dracula, zürriyetini devam ettirecek bir kişiyi ia'nın ayağa düşmüş mirasıyla birleştirdim mi, insanoğlu
evlat edinmek istiyor... Romanya'nın Transilyanya bölgesinde vahşet neymiş görür! Boynunu ısırdığım herkes beyaza ke­
ikamet eden Dracula ailesinin yaşayan son üyesi olan 62 ya­ ser! Albinoluğu bulaşıcı hastalık katma yükseltirim! Zombi
şındaki Prens Kretzulesco Ottomar Rodolph Vlad Dracula ve efektli intikam ve lanet salgını! Bu arada yüzüme gözüme
eşinin hiç çocuğu olmadı. Dracula soyadının sürmesi, kültür biraz kan gelir!.. Ferruh Ferman'ı ısırırım mesela! Biraz da
ve mirasının korunup sonraki nesillere aktarılabilmesi için o bana benzesin! Dilara Dilemma'yı diş izleriyle nikâhlarım

112 113
kendime! Baretta ile göze göz, 'dişe diş' bir düello... Dracula payı olduğunu anlayabiliyorum. Galiba kendime hem fazla
ailesi beni evlat edinemez, ancak, ben onların tepeden inen acıdım hem de fazla güvendim. Bilinçli ya da bilinçsizce iş­
aile reisi olurum! Efsaneye kendi rengimi katarım!.. lediğim bütün günahlarla ilgili olarak, affına sığmıyorum.
Gazeteyi katlayıp koltuğumun altına sıkıştırdım. Gözle­ Göğsümü samimiyetle, ümitle ve ferahlıkla doldur..." Kula­
rimden naylon iplik gibi yaşlar süzülüyordu, kahretsin! Yü­ ğıma bir kibrit sesi çalındı ve Ortaköy Camii denizin orta­
rüdükçe siyah pelerini dalgalanan İbrahim Kurban'a, Fer- sında yanmaya başladı! Bu ilk defa olmuyordu, 1984'te de
ruh Ferman maskesini, eldivenleri ve lensleri çöpe attığımı yanmıştı! Çırağan Sarayı gibi, bu cami de Mimar Nikoğos
söyledim. Onun, "Ferruh Ferman'ı boşver, hepsini unut git­ Balyan'm 'yanıcı' eserlerindendi... "Yâ Rabbim, bizi Hazret-i
sin" filan demesini bekliyordum, fakat bu gece beklenme­ Muhammed'in hatırına yarattın, onun hatırına yaşat. Bizi
dik olayların gecesiydi: "Merak etme, yedekleri var" dedi. bu dünyanın kâbuslarından koru. 'Biz' diyorum, fakat he­
İbrahim Kurban, neden yedek maske yapmıştı acaba? Bunu men hiç kimsem yok Allah'ım, içimi karartan bu kimsesiz­
ona sormadım. Soru soracak takatim yoktu. lik duygusundan beni kurtar. Rabbim, vaktiyle bu küçük
caminin zemini boşalmış da tam 80 bin ton harçla doldu­
rularak sağlamlaştırılmış. Sen de beni sağlamlaştır. Yardı­
Nuh'un Taş Gemisi
mın olmadan ayakta duramam Allah'ım." Alevlerin arasın­
"Ben Cuma namazına gidiyorum. Bir saat içinde dönerim." da, suyun üzerinde gezinen cami, Kız Kulesi'nin çevresini
dediğimde, sekreterin gözleri fal taşı gibi açıldı. dolandıktan sonra, ait olduğu yere dönüyordu. "Allah'ım,
Ortaköy Camii'nde, Allah'a ciddi ciddi yalvardım: "Yâ Dilara Dilemma'ya âşık olmakla iyi etmedim galiba. Her
Rabbim, senin huzuruna bu kılıkta çıktığım için beni ba­ konuda olduğu gibi, bu konuda da inayetine muhtacım.
ğışla. Haddimi aştığımı seziyorum Allah'ım. Kabalık ettiği­ Beni çok zor bir durumda bıraktı, fakat ona sahiden kıza­
min farkındayım, üzgünüm. Sana bu yapay elleri açarak mıyorum Allah'ım, sen de kızma..." Vapur gibi tüten cami
dua ediyorum, fakat bunu küstahlığımın değil, acizliğimin kor haline gelmişti ve ben de sıcaktan erimek üzereydim.
bir delili say. Tarumar yüreğime bak Yâ Rabbim; senin lüt- "Az önce kimsesizlikten söz ettim, fakat İbrahim Kurban'a
funla, [sanırım] hâlâ bana ait olan yüreğime bak..." Orta­ haksızlık etmiş olmak istemem Yâ Rabbim, o çok klas bir
köy Camii karadan koptu ve Boğaz'ın sularında yüzmeye adam; varsa eğer, onun da günahlarını affet. İbrahim Kur­
başladı. "Belki de senin nazarında sevimliliğimi gitgide ban'a, dostluğundan ötürü müteşekkirim ve onun gibi bir
kaybediyorum Allah'ım. Ne olur, Ferruh Ferman'm günah­ dost verdiğin için de sana şükrediyorum Allah'ım. Uzun
larının cezasını da bana çektirme. Benimkilerin yeterince zamandır dua etmiyordum Allah'ım, şimdiyse çenem açıl­
çok olduğu malum..." 150 yaşındaki cami, az kalsın bir şi­ dı; yine de doğru ve elzem konulara girememiş olabilece­
lebe tosluyordu. Eğer çarpsaydı, herhalde 1894 depremin- ğimden kuşkulanıyorum. Geçmiş de, gelecek de senin elin­
dekinden çok daha büyük bir hasara uğrardı. "Allah'ım de Allah'ım. Bilgi sana ait. Şu halde, hakkımda hayırlı olanı
hiçbir zaman sana kulluk etmeye gereken özeni göstereme­ vermen için yalvarıyorum..." Cami tekrar kıyıya yanaşır­
dim. Şu sıralar içinde bulunduğum belalı tuhaflıkta bunun ken, dev bir kitabın sayfası gibi açılan büyük bir dalga yan-

114 115
gmı söndürdü. Başımı kaldırıp etrafıma baktığımda kimse­ Değer mi? Baretta'ya meftun mu peki? Zayıf bir ihtimal. Bu
cikler yoktu. kızın sorunu ne? Ona ne diye gönlümü kaptırdım ki? Ne­
Camiden çıkarken, merdivenlerde oturan bir adama rast­ den boş yere acı çekiyorum?.. Zihnime o kadar çok zehirli
ladım. Cool Hand Luke filmindeki Paul Newman'ı andırı­ soru üşüşüyor ki hafifçe gülümsüyorum: "Te-te-te-t-teşek-
yordu. O da camiyi [gemiyi] en son terkedenlerdendi de­ kür ederim." Allah'ım! Bu defa sahiden kekeledim! Hipnoz
mek. Kısık sesle "Allah kabul etsin" dedim. tedavisi mavalını uydurduğumdan beri kekeme numarası
Adam sağ elini kalbinin üzerine koyarak beni başıyla se­ yapmayı bırakmıştım oysa!
lamladı. Miuccia Prada'nın tuzu kuru sersemler için tasarla­ "Benim için zevkti."
dığı ayakkabılarımı giyerken beni seyretti. Ferruh Fer- "Tahmin edebiliyorum."
man'm tanıdığı biri olabilir miydi? Hiç sanmıyorum. Ne "Canın bir şeye mi sıkılıyor, anlatsana? Resmi beğenme­
olur ne olmaz, tedbirli bir ifadeyle gülümseyip basamakları din mi yoksa?"
indim ve karaya ayak bastım! Uzanıp kızın ellerini tutuyorum. "Sen olmasaydın Dilara,
baştan savma bir eskiz olarak kalacaktım. Resmi inan çok
İftira Terapisi beğendim. Gerçekten kıyak bir sürpriz..." derken, yüzüm­
deki maskeyi sıyırsam, Dilara Dilemma sürprizin kralını
"Neyin var Ferruh'um?" Dilara Dilemma gece vakti şehirde görecek. Tabii ki böyle bir işe kalkışmıyorum. Resme tekrar
yolunu kaybetmiş pandalar gibi safderun görünüyor. bakıyorum. Tuval üzerine yağlı boya. Çerçeve de harika
İkimiz adına da derin bir utanç duyuyorum: "Hiç. Gayet doğrusu. Her ne kadar Ferruh Ferman kılığında olsam da,
iyiyim." kendimi görmemek gibi bir avantaja sahiptim. Fakat şimdi
Dilara Dilemma bir menüye bir bana bakıyor. bu resim, hem Dilara Dilemma'nın, hem benim ikiyüzlülü­
Ağzımın kenarıyla "Bugün menüde yokum" diye geveli­ ğümüze işaret ediyordu...
yorum. Duymuyor. Maskemin ardındaki uçsuz bucaksız boşlukta tek başı-
"Sana bir sürprizim var." Dilara Dilemma'nın gözlerinin naydım. Âşıktım ve aşkımın her kelimesi yalandı. Çünkü
içi gülüyor. dilimi rehin bırakmıştım. Yaptığım her şey sahteydi. Ruhu­
"Hiç sanmıyorum." mu da bedenimi de kiraya vermiştim. Kendime borçlanmış­
"Evet var" diyor ve masanın altından çıkardığı dikdört­ tım. Ve galiba ölünceye kadar bu borcun faizini ödeyecek­
gen bir hediye paketi sunuyor bana. tim. Her gülücük bir fiyasko, her iltifat bir asparagas, her
Paketi özenle açıyorum. İçinden, sol alt köşesinde Dilara hediye bir skandaldi... Yine de idare ediyordum. Yalnızsan
Dilemma'nın imzası bulunan bir Ferruh Ferman portresi çı­ yalanlar sana ilaç gibi gelir, iftiralar senin için bir terapidir.
kıyor! Bu kadarı da fazla. Sevinmiş görünme zahmetine gir­ Dilara Dilemma ile aramızdaki aşk karşılıklı bir iftiradan
miyorum. Resimdeki suratta zaten yeterince sevinçli bir ifa­ ibaretti.
de var... Dilara Dilemma'yı sahiden anlayamıyorum. Ferruh Baba Balık Restoranı'nm garsonu levrek tabaklarını masa­
Ferman'ı seviyor olamaz. Bütün bunlar para için mi yani? mıza bırakıyor. Biz yiyoruz, Ferruh Ferman bakıp yutkunu-
116 117
yor. İştahım yok. Dilara Dilemma'nın kulağından çıkan ke­
lebeği izliyorum. Diğer kulaktan da bir kelebek uçuyor. Di­
lara Dilemma usul usul yemeğini yerken, kulaklarından sö­
kün eden rengârenk, irili ufaklı kelebekler, saçlarına, omuz­
larına, kollarına konuyor. Derken, Dilara Dilemma kelebek­
lerden görünmez oluyor. Bir yudum su içiyorum ve kele­
bekler kızı [pırrrrrrr!] uçurup götürüyor!

IBRAHIM KURBAN

118
Şeyhle Randevu
Lincoln Brower, 5 ay önce "25 yıldır kelebeklerle ilgileniyo­
rum. Hayatımda böyle bir şey görmedim" demişti. Soğuk ve
fırtına yüzünden Meksika'da 'monarch' türü 270 milyon ke­
lebek ölmüştü. Bilhassa Sierra Chincua ve Rosario bölgele­
rinde gökten yağmur gibi yağan ölü kelebekler, yer yer 30
cm. kalınlığında yığınlar oluşturmuştu!..
Erenköy'deki dergahın küçük, eşyasız odasında şeyhimle
başbaşayız. Sıcak. Ve ben dünyanın öbür ucunda soğuktan
ölen kelebekleri kovalıyorum. Şeyhin yüzünde Mona Li-
sa'vari bir ifade: Gülümsüyor mu, üzgün mü anlayamıyo­
rum; hiç konuşmuyor. Ben de sesimi çıkarmadan öylece
bekliyorum, fakat duygularım da düşüncelerim de karman
çorman. Şeyh, ihtimamlı bir babacanlıkla sessizliği açıyor:
"İbrahim, muhterem biraderim, seni dinliyorum, buyur,
anlat."
"Efendim, ben büyük bir fenalık yaptım!" Sesim bir gidip
bir gelmişti.

121
"Canım kardeşim; beni lütfen doğru anla..." Şeyh sözünü nakletmekte güçlük çekiyordum. Şeyhin isabetli soruları
tamamlamadı, galiba ona rahip muamelesi yaparak güna­ olmasa, büsbütün tıkanıp kalacaktım. Hemen her şeyi orta­
hımdan bahsetmemi istemiyordu. ya döktükten sonra, şeyh, işlerin hayırla tamamına ermesi
"Nasihate ihtiyacım var..." diyerek niyetimi belirttim. için dua etmemi tavsiye etti. Onun tabiriyle "hayati bir sır"
"Pekala, ne tür bir fenalıkmış bu?" taşıyordum. "Ve sırlar, esas itibariyle hayati" idiler. Gizli
"En yakın dostumun başı belada ve ben onu ikaz etme­ ajanın vazifesinde muvaffak olmaması halinde her şey mah-
dim!" volabilirdi. Bu olayın bütününe bakıldığında, evvela, "teva-
"Canı mı tehlikede?" zudan taviz vermenin cezasına uğramış" idik... Dolayısıyla,
"Evet." taşıdığım sırrı sahiplenmem kolay değildi...
"Nasıl yani?" Gene sustu. Beste yapan bir flamenko şarkıcısı gibi, tırnak­
"Rıza Silahlıpoda onu öldürtecek..." larını sakallarında gezdiriyordu. Konsantre olmuştu. Derken
"Piyanist Rıza Silahlıpoda mı?" güfteyi çıtlattı: "Bazen yalnızca imkânsız gerçekleşir."
"Hayır efendim. Mafya babası Rıza Silahlıpoda." Sakal resitalini kısa kesen şeyh bana bir hikâye anlattı:
"Neden?" Şeyhin bu basit sorusu, olayları anlatmanın "Kör bir adam varmış, fakat günlük işlerini yapmakta güç­
zorluğunu kafama dank ettirdi. lük çekmez, gören kimselerin rahatlığıyla hareket edermiş.
"Çünkü onu başkası zannediyor." Mesela baston kullanmaz, bir şeye ulaşması gerektiğinde el
"Mafya babası, senin arkadaşını birisiyle öldüresiye karış­ yordamıyla hareket etmeden, kolayca, doğrudan uzanırmış.
tırıyor ve sen bunu biliyorsun fakat ne arkadaşın ne de Bay Çevresindeki insanlar ona, kör olduğu halde bu hareket ko­
Silahlıpoda durumun farkına varıyor, öyle mi?" Şeyhte de­ laylığına nasıl erdiğini sık sık sorsalar da, bizimki cevap
dektif hamuru vardı. vermekten kaçmırmış. Bir gün, sevgilisi ısrar etmiş: 'De ba­
"Aynen öyle efendim." na artık, körlük seni engellemiyor, nasıl? Sırrın nedir?' Kör
Kısa bir aradan sonra şeyh kalenderce soruyor: "İbrahimci- adam cevap vermiş: 'Benim gözlerimin kenarlarında bana
gim, ben yaşlı bir adamım, benimle dalga geçmiyorsun ya?" kılavuzluk eden iki sihirli koç vardır. Ben yürürken koçlar
"Estağfurullah efendim. önüme düşüp yönümü, yolumu tayin ederler; bir yerden
"Peki, nasıl oluyor da sen bir mafya liderinin niyetlerini mi geçmem gerekiyor, beni aralarına alıp oradan geçirirler;
öğrenebiliyorsun İbrahim?" bir cismi tutmam icap ettiğinde onun yanlarında dururlar...'
"Bir gizli ajan söyledi efendim." Adam, devamla sevgilisine demiş ki: 'Sevgilim, sana koçlar­
"Gizli ajan bunu sana niçin söyledi?" dan söz ettiğim için onlardan biri yok oldu; birinin yok ol­
"Söylemeseydi onu öldürecektim, efendim." duğunu söylediğim için diğeri de yok oldu.' Ve o günden
"Hay Allah! Peki durumu arkadaşına niye açıklamıyor­ sonra, bütün körler gibi el yordamıyla, baston yardımıyla
sun?" geçirmiş ömrünü..."
"Gizli ajana söz verdim." Ayrılırken, her zamanki gibi elini öpmeye yeltendiysem
Şeyh sabırla beni anlamaya çalışıyordu. Olup bitenleri de, şeyhim buna müsaade etmedi. Bir nebze teskin olmuş-
122 123
I L I m, zira el yordamıyla yol almak zorunda kalışımın sebebi "Hımmm, meraklısın, bu iyi. Öğrenmenin ilk şartı merak
hakkında bir fikrim vardı artık. etmektir."
Kızın biri cesurca bir şaka yapıp Nuh'un pişmaniye topa­
Afili Filintalar ğı gibi bembeyaz saçlarına hafifçe vurmuştu. Nuh anında
arkaya dönüp hırçın bir ifadeyle kızın gözlerine bakınca,
Geçmişin bana neler hazırladığını bilmiyorum. kız pişmaniye gibi dağılıp eriyerek "Pardon, kendimi tut­
[Abdülhak Ebî Reydâl malıydım" dedi.
Bu yıl bir ölüm ilanında kendi adınıza rastlamanız ihtimali Nuh, unutulmaz bir karşılık verdi: "Bence baban kendini
744'te 1 tutmalıydı!"
Telefonunuzun dinlenilmesi ihtimali 18'de 1 Hocalar da Nuh'a laf atıp ağızlarının payını alıyorlardı.
Bir sabunun okültist bir törenle denize atılması şeklinde Coğrafya dersine giren patavatsız, beyinsiz ve talihsiz ka­
icra edilen ve düşmanın sabunla birlikte erimesine yol açtı­ dın: "Çamaşır suyu kazanma mı düştün sen, ne bu hal?"
ğı vehmedilen şu sabun büyüsünden yaptırmanız ihtimali "Demek çamaşır işinden anlıyorsunuz hocam?"
19 binde 1 "Ne biçim konuşuyorsun sen?! Ben şimdi sana çamaşırı
Ölü bir atı sürüklemek zorunda kalmanız ihtimali gösteririm!"
3119'da 1 "Bütün sınıfın önünde mi?"
Uçan bir ejderha görmeniz ihtimali 44 milyonda 1 Sınıftakiler, Nuh'un yarattığı benzersiz gerilimden ötürü
Siz çimleri sularken ya da arabanızı yıkarken yağmur serseme döndükleri için en komik diyaloglara bile gülemi-
yağması ihtimali 17'de 1 yorlardı.
Çocuğunuzun bilgisayar oyununda bir mafya kurarak ya­ Nuh okulumuzdaki tek albinoydu ve bu özelliği sayesin­
şadığınız şehri ele geçirmesi ve sanal olarak sizin de arala­ de geri zekâlıları mıknatıs gibi çekiyordu. İlk günlerde,
rında bulunduğunuz binlerce insanı katletmesi ihtimali yoklama sırasında benim adım okunduğunda dönüp bakı­
97'del yordu. Ben de onun farkındaydım tabii, fakat yanına gidip
konuşmaya çekmiyordum. Çünkü daima hiddetli ve alay­
Bir şey gerçekte ne zaman başlar bilinmez. Nuh'la böylesi­ cıydı; bu da beni tedirgin ediyordu. Ayrıca, yetiştirme yur­
ne yakın arkadaş olmamızı sağlayan şey neydi, bilemiyorum. dunda kalması, kimsesiz olması yüzünden, galiba onu ol­
Lise l'deydik. Herkes, sınıfımıza yeni gelen Nuh Tufan'ın duğundan da güçlü biri olarak algılıyordum. Ailem sapıklık
bembeyaz tüyleriyle alay etmek için yarışıyordu. derecesinde zengin olduğu için, suçluluk duygusu hep ye-
"Hey ihtiyar senin ne işin var burada?" değimdeydi. Nuh'un yüz hatları keskindi, ince yapılıydı,
Nuh neşeli bir öfkeyle cevaplıyordu: "Sana eskatoloji yakışıklı bir çocuktu; hâlâ öyledir. Nuh hakkında okulda
hakkında bilgi vermeye geldim!" acayip dedikodular dolaşıyordu: "Anne-babasını kendisi öl-
"Ha? O da ne ulan?" dürmüş"ten tutun da, "Ailesi siyasi sebeplerle 15 sene önce
İsviçre'ye kaçmış ve devlet Nuh'a el koymuş"a kadar...
124 125
Bir gün okulun bahçesinde kavga çıktı. 5-6 kişi birden sövmesini, bir anlaşmazlığı iyice belirginleştirme arzusuna
Nuh'a saldırıyordu. Üstelik, aralarında, okuldaki en irikıyım bağlıyorum. İnsanları hakir gördüğü için değil, onlara çok
çocuk olan Kazulet Mithat da vardı. Nuh, çılgın bir enerjiyle kızdığı için; ve anlamın yeri, anlaşmanın zemini iyice daral­
dövüşürken haykırıyordu: "Ebleh p.çler!" Bir yumruk şaka­ dığı zaman söverdi. İnsanların küfürlere ilgi duyduklarını,
ğında patlıyordu: "G.tlek dangalaklar!" Karnına bir diz geçi- halbuki küfür etmenin çoğu zaman bir münasebetsizliğin
riliyordu: "Eşt yavşaklar!" "Gerzek p.zevenkler! Korkak ko- [iletişimsizliğin] kanıtı olduğunu biliyordu. Ta o zamanlar­
kanalar! Os.ruklu or.spular!.." Ardı arkası kesilmeyen kü­ da bile Nuh ikide bir centilmenlikten bahsederdi. Centil­
fürleri yedikçe coşan çocukların yumruklarından, tekmele­ menliğin züppelik anlamına gelmediğini; intizamı, titizliği,
rinden etkilenmiyor gibiydi. Etrafa biriken kalabalık, kavga­ zarafeti üretme ve/ya da korumaya dayalı hakiki bir gözü-
yı heyecanla seyrediyor, küfürleri duyabilmek için çıt çıkar­ peklik demek olduğunu iddia ederdi.
mıyordu: "Hepinizin göğsüne delik açıp ciğerlerinize işeye­
ceğim!" Nuh'un burnu kanıyordu, eski ceketi yırtılmıştı, sol
gözü morarmıştı, gene de dimdik ayaktaydı. Onu döven ço­
Orangutan Utandıran Ültimatom
cuklar da dahil herkes Nuh'tan korkmaya başlamıştı. Kavga Tarih dersimize giren ve aynı zamanda müdür muavini
hiç bitmeyecek gibiydi, Nuh bir türlü pes etmiyordu. Bu ka­ olan ve de Hitchcock'un Sapık filmindeki Norman Bates'i
pışma, Nuh'un dayanıklılık testine, küfür şovuna dönüş­ andıran Ruhi Bebe o gün her zamankinden daha korkunç
müştü. Kızlardan bazıları çığlığı kopardı. görünüyordu. Elindeki kâğıtta yazılanları yüksek sesle oku­
Dayanamayıp araya girdim: "Durun! 1 kişiye 6 kişi çul- maya başladı:
lanmaya utanmıyor musunuz?!" 1] Hocaların talebelere bağırmalarını yasaklıyoruz.
Nefes nefese kalmış çocuklardan biri "O da küfür etme­ 2] Hocaların talebelere çıplak elle ya da herhangi bir ci­
sin!" simle vurmalarını yasaklıyoruz.
Nuh bunu duyar duymaz çocuğa özel bir küfür salladı: 3] Hocaların talebelere hakaret etmeleri ve sövmeleri de
"Seni faşist hötöröf b.k çuvalı!" kesinlikle yasaktır.
Nuh'u yakalayıp kenara çektim ve elimle ağzını kapattım. 4] Hocaların talebeleri alaya almaları ve tehdit etmeleri,
Kazulet hödükçe gülerek Nuh'u işaret etti "Manyak ulan tarafımızdan, kati surette yasaklanmıştır.
bu." Kazulet'e hak vermemek imkânsızdı, fakat birkaç hafta 5] Derse geciken talebelerin, mazeretlerini nazikçe beyan
sonra Kazulet de, ben de işte bu manyak albinonun kurdu­ ettikleri halde, derse alınmamaları söz konusu olamaz.
ğu Afili Filintalar çetesinin üyesi olacaktık! 6] Hocalar, verdikleri dersi, kavranılması zor bir bilmece­
Nuh'la birlikte sahildeki parka kadar yürüyüp bir banka ye dönüştürerek kendilerini ve talebeleri aşağılamaktan
oturduk. Yüzündeki kanlar kurumuş, ince ve yırtık bir men edilmişlerdir.
maskeye dönüşmüştü. İç cebinden bir sigara paketi çıkarıp 7] Hocalar, talebelere, talebenin müsaadesi olmadığı tak­
bana uzattı; böylece sigara içmeye başladım. Unutmadan dirde, "sen" değil, "siz" diye hitap edecekler. Talebelere say­
söylemeliyim ki, Nuh küfürbaz değildi. Kavga sırasında gısızlık edilmesi yasaktır.
126 127
8] Ders verdiği konuyu bilmeyen hocaların çokluğu dik­ bir paradoks var. Eğer orada yazılanlara hak veriyorsanız,
kat çekmektedir. Hocalara derslerine çalışmalarını emredi­ sınıfta 'şerefsiz' kelimesini kullanmamalıydınız. Hak vermi­
yoruz. Tembel hoca istemiyoruz. yorsanız, yine uluorta 'şerefsiz' diyerek metne az ya da çok
9] Bundan sonra talebeler hocalara her ay not verecektir. haklılık kazandırmamalıydınız, yanılıyor muyum?"
Yarıyıl sonunda geçer not alamayan hocalar cezalandırıla­ Beberuhi, Nuh'un söylediklerinden bir şey anlamamıştı.
caktır. "Ben, bunu yazan kimse ona şerefsiz diyorum!" diye hay­
10] Bu bildiri, siz orangutanlar anlayasmız diye çok basit kırdı ve kendi sesiyle coşarak ekledi: "Şerefsiz, kaz kafalı,
cümlelerle yazılmıştır. Talebe haklarına saygı göstermeyen­ alçak, eşşoğlueşşekü!"
ler, orangutanlıkta ısrar ettiklerini izhar etmiş sayılacak ve Sıranın altından Nuh'un ceketini tuttum ve hafifçe aşağı
disiplin kurulumuza sevkedileceklerdir. çektim. Afili Filintalar'm şefi, Beberuhi'nin tahrikine kapıl­
Bizden nefret ettiğinizi ve bu metni, nefretinizi ifade et­ sın istemiyordum. "Bence," dedi Nuh gayet sakin bir edayla
mek için bahane olarak kullanacağınızı biliyoruz. Savaş is­ "siz mesajı almamışsınız."
terseniz, biz hazırız. Fakat barış istiyorsanız, şartlarımıza uy­ Beberuhi huylanmıştı: "Yoksa bunu sen mi yazdın?"
maktan başka çareniz olmadığını kafanıza sokmanız gerek. "Bunun bir önemi yok. Ortada bir eylem ve bir mesaj var.
İmza: Afili Filintalar Siz bu eylemin ve mesajın muhataplarından birisiniz. Bizi
de işin içine katmak istiyorsanız, o zaman bize söz hakkı
Nuh Tufan'ın kaleme aldığı bu ültimatomu öğretmenler vermelisiniz. Sınıftakilerin fikrini sormuyorsunuz. Herke­
odasının kapısına asmıştık. Tarih hocası Ruhi Bebe nam-ı di­ sin sizin düşündüklerinizi düşünmek ve hissettiklerinizi
ğer Beberuhi de hiç teklemeden okumayı başarmıştı. Sınıftaki hissetmek zorunda olmadığını gözden kaçırıyorsunuz. Ben
herkes gülmemek için kendini zor tutuyordu. Beberuhi ise si­ şahsen, metnin, üslubu ile içeriği arasında bir ayrım yap­
nir küpüne dönmüştü: "Utanç verici! Kim yazdı bunu?! Han­ maksızın, bazı kritik hususları dile getirmede isabet kaydet­
gi şerefsiz?! Öğretmenler Günü'nde bize bunu mu hediye edi­ tiği fikrini taşımaya yatkınım."
yorsunuz?! Hocalarınıza, her gün sizin için canını dişine ta­ Beberuhi'nin beyni bulutlanmıştı: "Bunu kimin yazdığını
kan, tertemiz, çalışkan insanlara böyle mi teşekkür ediyorsu­ bulacağız ve canına okuyacağız!"
nuz?!" Sınıftan çıt çıkmıyordu. Beberuhi hırsından ağlayacak Nuh, Beberuhi'ye acıyan gözlerle bakıyordu. Herif tam
gibiydi: "Ne yapacaksınız, bizi dövecek misiniz?! Atatürk'ün bir morondu. Sınıftan sesler yükselmeye başladı: "Suçluyu
izinden giden nesil bunu yazar mı?!" Derin derin soluyordu. bulana ödül de verecek misiniz?", "Belki de hocalardan biri
Yanımda oturan Nuh yüksek sesle sordu: "Hocam, Ata­ yazmıştır?!", "İşin içine orangutanların katılması hayvan
türk'ü bu işe karıştırmasak, sizce de daha iyi olmaz mı?" haklarına aykırı gibi?!", "O değil de, Atatürk'e çok ayıp et­
Beberuhi, nedense hiç şüphelenmediği Nuh'a "Fakat mişler!", "Hakaret, alay, tehdit ve dayakla ilgili sözler bence
Nuhcugum, evladım, görmüyor musun, öğretmenlere kıyak!", "Afili Filintalar kimmiş yahu? 'Biz yakışıklıyız' fi­
'orangutan' demişler?!" lan mı demeye getiriyorlar?"...
Nuh, Beberuhi'yi teskin edercesine "Evet. Fakat burada Ağlamaklı olan Beberuhi birden bağırdı: "Kesin sesinizi!"

128 129
Beberuhi Operasyonu lümsüyor: "Gebertelim gitsin." Bu cani ruhlu çocuk şimdi
İngiliz Edebiyatı uzmanı.
Bu yıl farkına varmaksızın [mesela uykunuzda] bir böcek Uzi Muzaffer "Beberuhi'yi ben hallederim!" diyor. Tehli­
yemeniz ihtimali 3'te 1 keyi seven dostumuz, bugün bir çeyiz mağazasının sahibi!
Bir kamera şakasına maruz kalmanız ihtimali 3250'de 1 Kazulet soruyor: "Hocaların hepsini okşamamız gereke­
Sigarayı bırakmanız ihtimali 24'te 1 cek, nasıl yapacağız Nuh?" Canım Kazulet, askerde bir ka­
Gezegen dışına seyahate çıkan astronot tanıdığınızın ye­ za kurşunuyla vuruldu.
meyip size getirdiği, son kullanma tarihi geçmiş kanguru Nuh sigarasından bir nefes çekiyor, çayından bir yudum
dili konservesinden zehirlenmeniz ihtimali 3,5 milyarda 1 alıyor ve "Tamam. Beberuhi'yi haklayacağız" diyor.
Ağaç dikmeniz ihtimali 4791'de 1 İki gün sonra, mat bir yağmur yağıyordu ve Beberuhi
Kuaförün kulağınızı kesmesi ihtimali 171'de 1 okula aynalı bir gözlükle geldi! Çünkü morarttığımız göz­
Aynadaki görüntünüzle konuşmanız ihtimali 2'de 1 leri görünsün istemiyordu.
"Bir penguen gelişir şaşırır ölür." mısraını ezberlemeniz Kıştı, hava erken kararıyordu; Beberuhi'nin Cihangir'deki
ihtimali 70 binde 1 dairesinin bulunduğu binaya girmiştik. Apartman boşlu-
ğundaki küçük pencereden yolunu gözlüyorduk. Bizi çok
Afili Filintalar'ın olağan toplantılarını; sütunlarla dolu, bekletmedi. Sokak lambasının ışığında belirdi. Zapzayıftı,
geniş ve nezih bir mekân olan Curnata Kıraathanesi'nde ya­ her adımda kırılıp dökülüyor ve yeniden toparlanıyordu.
pıyoruz. 7 kişiyiz: Nuh Tufan, Kazulet Mithat, Vampir Sul­ Onu marizlemek hiç de zor olmayacaktı. Dış kapıdan girdi­
tan [çetenin tek kız üyesi], Forvet Samet, Uzi Muzaffer, Fu ğinde kızılcık sopalarını hazırladık. Elektrik düğmesini aç­
I Fuat'ın kısaltması] ve ben. Biz, 18 yaşından küçükler gire­ tı, fakat girişteki şalteri indirdiğimiz için aydınlığı aydınla­
mez yazılı levha karşımızda, şangır şungur çaylarımızı ka­ tamadı. Tırabzanın üzerinden, sönüp duran çakmağını çaka
rıştırırken, sütunların arasından Çaycı 'Mecnun Aga' ikide çaka yol almaya çalışan Beberuhi'yi görebiliyorduk. Birinci
bir "Çocuklar, çayları içip kaçıyoruz, tamam?" deyip kay­ katın merdivenini yarıladığı sırada aniden üstüne atıldık.
boluyor. Çakmağı elinden fırladı. Cinler gibi tepesine üşüşmüştük.
Vampir Sultan: "Beberuhi öküzünü mıhlayalım!" Bu kı­ Korkudan aklını kaçıracaktı: "Haaaaaeyyyaaaaaaaaaaa-
zın şimdi dişçi olduğuna inanamıyorum. Üstelik eli çok ha- aahhhhhhhıaaaaaü!" Büyük bir şevk içinde Beberuhi'nin
lifmiş! Oysa lisedeyken çok ağırdı, eli de, vücudunun geri kafasına, kollarına, kaburgalarına, bacaklarına sopayla vu­
kalanı da. ruyorduk. Öylesine tırsmıştı ki kalp atışları apartmanın
"Eski bir Çin atasözü der ki, 'Kaplan ile geyik dost ola­ içinde yankılanıyordu. Beberuhi'nin dersinden hep tam not
maz.' Beberuhi'nin işini görmezsek geyik oluruz!" Bu ko­ almıştım ve işte şimdi onu hastanelik etme operasyonuna
nuşan Fu. Her olaya ve duruma uygun eski Çin atasözleri katılmıştım. Bunu bilse herhalde insan, dünya ve hayat
bilirdi. Şimdi belki de Çin'dedir? hakkındaki fikirleri kökten değişirdi. Darbelerimize direne-
Nuh, gözlerini Forvet'e çeviriyor. Forvet, kırış buruş gü- meyen Beberuhi merdivende geriledikten sonra sendeleyip

130 131
yere kapaklandı. Kesik kesik soluyor ve dehşet içinde inli­ şından gelen kuzini mağazaya gidip ön ödeme yaptı. Mağa­
yordu. Kabuğu kırılmış iri bir böcek gibi vıcık vıcık olmuş­ zadan bir yetkili, bizim adımıza Rezzan Baltazar'a telefonla
tu; ellerini oynatarak kafasını korumaya çalışıyordu. Ve ga­ "Talebeleriniz size şu kadar liralık bir hediye çeki düzenlet­
liba ağlıyordu. Herif ıslak bir süngere dönüşmüştü. Onu tiler. Dilediğiniz zaman gelip mağazamızdan dilediğiniz
öylece bırakıp dış kapıya koştuk. Forvet Samet bir şey giysiyi alabilirsiniz" dedi. Dul Rezzan Baltazar, koşa koşa
unutmuş gibi gerisin geri seğirtti ve Beberuhi'nin suratına hediyesini almaya gitti. Biz mağazanın karşısında bir oto­
iki yumruk indirdi. Ödü b.kuna karışan Beberuhi zıbarmış- mobilin içinde bekliyorduk. Rezzan Baltazar içeri girince
tı. Apartmandan çıkınca hızlı adımlarla uzaklaştık. Her şey Vampir Sultan da peşinden gitti. Baltazar soyunma kabinin­
30 saniye içinde olup bitmişti. de yeni elbisesini denerken Vampir Sultan kabinin üstünde­
Beberuhi vakası okulda büyük yankı uyandırdı. Hocalar ki boşluktan "şarrr!" diye aşağıya bir kova plastik boya tut­
her derste olayı kınadıklarını beyan ediyorlardı. Paniğe ka­ kalı döktü ve "Afili Filintalar" yazılı küçük kâğıtlar saçıp
pılmışlardı. Talebeler ise birbirlerine sır verir gibi yalan kaçtı! Baltazar'ın çığlıkları dışarıdan duyuluyordu. Ertesi
söyleyerek "Ben de Afili Filintalar'danım" diyorlardı. Hattâ gün okula geldiğinde suratı tahriş olmuş, uzun saçları iyice
bazı şavalaklar, kendilerini Afili Filintalar'ın şefi, genel sek­ kısalmış ve böylece daha da çirkinleşmişti.
reteri, sözcüsü filan ilan edip çeteye üye kaydetmeye başla­ Okulumuza polisler, gazeteciler, psikiyatrlar geldi. Oku­
mışlardı. [Niçin? Kızlara hava atmak için!] Bunu tespit lun adı 'Afili Filintalar Lisesi' olmuştu artık. Zavallı Balta­
eden hocalar da bizimle hiç alakası olmayan çocuklarla boş zar, bitmek tükenmek bilmeyen bir ağlama krizine tutul­
yere uğraşıp durdular. Müdür odasına çağırılan sanık tale­ muştu. Sürekli maymunlar gibi ağlıyordu. Yanına gelen ga­
beler çoğunlukla yalvararak, sadece arkadaşlarına şaka yap­ zetecilere ağlıyordu; girdiği sınıflarda ağlıyordu, polislere
tıklarını, Beberuhi'yi döven şebekeyle hiçbir ilgileri olmadı­ sarılıp ağlıyordu. Kimyasal silah, Rezzan Baltazar'da kor­
ğını söylüyorlardı. kunç yan etkilere yol açmış, onun sadist kişiliğini değiştir­
Biz durumdan şikâyetçi değildik. Bir anda efsaneye dö­ mişti. Taş kalbi yumuşamış, göz pınarlarının buzu çözül­
nüşmüştük. Beberuhi de yavaş yavaş toparlanıyordu, fakat müştü...
bir daha hiç Afili Filintalar'dan söz etmedi. Demek ki hoca­ Polis de bir şey bulamadı. Nuh Tufan'ı da sorgulamışlar-
lar dayaktan anlıyordu. dı, fakat Beberuhi'nin tartaklandığı gece bizim evde, Balta­
zar'ın boyandığı gün de Fu ve Uzi Muzaffer'le birlikte sine­
Baltazar'ın Çığlıkları mada olduğunu kanıtlaması zor olmamıştı. Çünkü, Baltazar
mağazaya giderken birkaç sokak ötedeki sinemadan bilet
Kimya hocası Rezzan Baltazar'ın üzerine İdmyasal sıvı boca almıştık. Benden şüphelenilmiyordu çünkü ben yetim
ettiğimiz günün ertesinde işler büsbütün çığırından çıktı. ve/yahut yoksul değildim. Zengin bir ailem olduğu için ba­
Önce, büyük bir giysi mağazasına telefon edip bir hoca­ na ayrıcalık tanınmasından iğreniyordum. Risksiz bir hayat
mıza hediye çeki vermek istediğimizi bildirmiştik. Onlar da yaşamanın utancıyla boğulmam için herkes elinden geleni
bunu memnuniyetle kabul ettiler. Forvet Samet'in şehir dı- yapıyordu. Aşağılık bir dokunulmazlığım vardı...
132 133
Bu arada, öğretmenler odasının kapısına astığımız ve Be­ "Bir hata yapıyorsunuz..."
beruhi'nin okuduğu ültimatom metni bir gazetede yayım­ "Hatayı sen yaptın, cezanı çekeceksin!"
landı. Televizyon haberlerinde okundu. Dergilerde alıntı­ "Ben n'aptım size, benden ne istiyorsunuz?"
landı ve hakkında birçok köşe yazısı yazıldı: "Şiddete eği­ "Nefes almamanı!"
limli bir genç nüfus vardı ortada. Büyüklere saygı kalma­ "Ortada büyük bir karışıklık..."
mıştı. Eğitim ve öğretimin kutsallığının silinmesi medyanın "Karışıklık filan yok. Sen de yok olacaksın!"
kabahatiydi. Aileler çocuklarıyla daha yakından ilgilenme­ "Fakat... kimsiniz siz?"
liydiler. Öğretmenler arasında da bazı çürük elmalar yok "Afili Filintalar!"
değildi hani. Öğretmen maaşları çok düşüktü; geçim derdi, Hocaların çoğu, çareyi öğrencilere "siz" diye hitap etmek­
idealizmi törpülüyordu. Eğitim sistemimiz zeki öğrencileri te buldular! Kimileri de "Ben kimseden korkmam" filan di­
'kesmiyordu'. Yazarımız da talebeyken bazı hocaları haşla­ yordu fakat ihtiyatı elden bırakmıyor, kurallara uyuyordu.
mak istemişti fakat nasip olmamıştı..." Nuh, okulda bir devrim yapmıştı. Bütün bunları baştan he­
Afili Filintalar olarak büyük bir şaşkınlığa yol açmıştık, saplamış mıydı acaba? Belki evet, belki hayır. Mühim olan,
fakat bizi şaşırtan şeyler de oldu: Kılımızı kıpırdatmadığımız problem çıkarmaktı; çözüm nasılsa bulunurdu.
halde okulumuzdaki başka hocalar da talebelerin hışmına
uğradı! Dayakçı matematikçi, küfürbaz İngilizceci, psikopat
Lütfen, Tehlike Halinde Maskenizi Çıkarınız
felsefeci... kaşınan bütün kabadayılara dersleri veriliyordu.
Bazı hocaların otomobillerinin tekerlekleri patlatılıyor, cam­ Bu yıl, anne-babanızın sizi bir zamanlar evlat edinmiş ya­
ları kırılıyordu! Zaman zaman sınıflarda aramalar yapılır ol­ bancılar olduğu haberini almanız ihtimali 13 binde 1
du. Kesici aletler, hattâ ateşli silahlar filan bulmayı umuyor­ Huzursuz bacak sendromuna yakalanmanız ihtimali
lar, fakat ruj, sigara ve aşk mektuplarıyla yetinmek zorunda 1530'da 1
kalıyorlardı. Resim hocasının, okulumuzdaki şiddeti gerek­ Zamanında ödemediğiniz kredi kartı borcunuza banka­
çe göstererek silah taşıma ruhsatı aldığı duyuldu. Sınıflara nın faiz uygulaması ihtimali l'de 1
belinde silahla giriyordu kaçık. Hocalar iyice paranoyak Hapşırırken bir kaburganızın kırılması ihtimali 22 mil-
olup çıkmışlardı. Birbirlerinden de ürküyorlardı artık. Bü­ yon'da 1
yük bir kısmı herhangi bir başka okula tayin edilmek için Uçak tuvaletinde oturduğunuz yerden sifonu çekince
başvuruda bulundu. Yani, Afili Filintalar ruhu okula sindi.
oluşan vakum nedeniyle klozete yapışıp kalmanız ihtimali
Hocalar en çok da telefonla tehdit ediliyorlardı:
75 milyonda 1
"Gebereceksin köpek!" , Bir kartalın pençelerinden kayan kaplumbağanın kafanı­
"Kimsiniz?"
za düşerek ölümünüze neden olması ihtimali 2 milyar 500
"Sonun geldi!"
milyonda 1
"Bakın, galiba bir yanlışlık var, kimi aramıştınız?"
Bir araştırmada denek olarak kullanılmanız ihtimali
"Ödlek sapık, senin pestilini çıkaracağız!"
87'de 1
134 135
Şeyhimi ziyarete, Gizli Ajan'la tanıştığımın ertesi günü "Bak, sakın Pazar günkü kutlamada da Ferruh'un yerine
gitmiştim. Eve döndüğümde Nuh çıkageldi. Sıkıca sarılarak geçme, duydun mu beni, ölmek istemezsin değil mi?"
biricik dostumu kucakladım: "Hayrola Nuh'um, Ferruh'un "Ta-ta-ta-tabii ki istemem."
koltuğunda olman gerekmiyor mu?" "O halde Ferruh'u bul ve bu işin bittiğini söyle."
"Mola ve-ve-ve-ve-rrrdim. Te-te-te-tekrar dö-dö-dö-nnne- "Birkaç gün daha, sa-sa-sa-sadece birkkkaç g-gü-gün?"
cegim." "Hayır sakın böyle bir hata yapma Nuh'um. Bak, dinle
Gülümsedim: "Niye kekeliyorsun, dilini de dinlendirsen beni..."
ya?" "Ne?"
"Gö-gö-gö-görmüyorrr musun, Kurban'ım, ben a-a-aaar- "Ferruh'un yerine bir başkası da geçebilir. Bir profesyo­
tık Ferruh Ferman'ım! Sa-sa-sa-sa-sayende ta-ta-ta-tabii." nel?"
"Belki bu o kadar da iyi bir fikir değil" deyiverdim. Nuh duraksadı. "Professssyonnel mi?"
"N'oldu? Bir şey mi var?" "Evet, Gizli Servis'ten bir ajan mesela?"
Nuh'la oturup birer kahve aldık. Her zamankinden farklı "Gi-Gi-Gi-G-Gizzli Se-Servis'in n-ne i-i-ilgisi var?"
olarak sade kahve istemişti ve bir Camel yaktı. Ferruh Fer­ "Evet de Nuh'um, Dilara'ya da durumu açıklarız?.."
man rolünü abartmıştı. "Ha-Ha-Ha-Hayır. Bunu ka-k-kabul edemem."
Gizli Ajan, Nuh'a bir şey söylemememi tembihlemişti "Neden?"
fakat dayanamadım; ona, Rıza Silahlıpoda adında belalı "Kurban'ım şi-şi-şi-şimdi gitmem ge-ge-ge-gerek. "diyerek
bir herifin Ferruh'u haklamak istediğini açıkladım: "Anla­ ayaklandı.
yacağın, bu Ferruh denen yavşak seni yem olarak kullanı­ Onu yolcu ederken kendine mukayyet olmasını tembih­
yor." ledim ve "En azından, tehlike halinde makseyi çıkar, ta­
Nuh biraz huzursuzlanmış ve dalgınlaşmıştı. Canı sıkıl­ mam mı?" dedim.
dığında hep böyle dalıp gider; yüzündeki maske, üzerinde­ "Eyvallah" deyip birkaç adım gittikten sonra döndü ve
ki giysiler, bunu değiştirmemişti. elini kaldırarak seslendi: "Ta-ta-ta-ta-tasalanma."
Kendine geldikten sonra sakince kekeledi: "Beni i-i-i-iiiyi Arkasından bir süre baktım. En yakın arkadaşımın gö­
di-di-di-dinle Kurban, ne ya-ya-ya-yaptığımın fa-fa-fa-far- rüntüsü, benim yüzümden bütünüyle değişmişti. Daha da
kındayım. Hiçbir şey olmayacak." Dilara Dilamma'nın ışığı beteri, hayatı tehlikedeydi. Ona bir şey olursa, kendimi asla
Nuh'u kör etmişti belli ki. affetmezdim...
"Çırağan'daki düğünde Ferruh'un kuzeni Rıza Silahlıpo­
da'dan bahsetmemiş miydi? Sana vurulacaksın diyorum
Nuh'um! Çıkar şu maskeyi ve bir daha da' takma! Anlamı­
yor musun, seni öldürecekler!"
"Na-na-na-nnnasıl bu kadar ke-ke-ke-kesin kokkkkonuş-
şabiliyorsun?"

136 137
Hiç Kimse Kalküta'daki Bir Panayırda Para, hedefleri hem büyütüyor hem de yakınlaştırıyor,
Bıçaklanmak İstemez doğru. Yani aptalları sevince boğacak gelişmelere zemin teş­
kil ediyor. Nakdiniz çoksa aptallık peşinen yapışıyor yaka­
Hayatta her şeyi elde etmekten başka
nıza. Benim ailem aptallardan oluşuyor. Büyük hedeflere
şeyler de olmalı.
yönelmek, her bakımdan kabalıktır. Üstelik faniliğin şidde­
[Hafız Hamza el-Hayatî,
tini artıran bir şey para. Ve parayla 'asalet' olmaz. Ebû Zerr
Avantadan Lavanta]
Gifari'den daha asil bir tek para babası düşünebiliyor mu­
Hedefe ulaşan, her şeyi ıskalamıştır! Çok paraya sahip sunuz?
olanların o acayip huzursuzlukları bundan. Ve tabii mangır Biliyorum, arkadaşlarım bana sırf evimizdeki döviz rezer­
tomarları, insanı yoksulluğun belalarından korumaz: Nefret vinin görkemi yüzünden asla "Ibo" demediler. Sınıftaki
emer, suçluluk duygusu salgılarsınız. adaşıma "Ibo" diyorlardı halbuki. "Ibo" diye çağrılmaktan
Kafanızın içinde paranoid polaroid fotoğraflar uçuşur: hiç hoşlanmazdım, bu kesin fakat işte adımın akçeyle sigor­
Bahçıvan zambakların içinden gülümseyerek selam veriyor talanmış olması da canımı sıkıyordu.
- FLAŞ - Gırtlağınıza sapladığı bahçe makasını açmaya çalı­ Hiç kimse, Kalküta'daki bir panayırda bıçaklanmayı iste­
şarak, zor yoldan boynunuzu koparmayı deniyor! mez; hiç kimse "Ne güzel mezar, keşke benim olsa" demez
Şoför günün ilk ışıklarıyla arabayı siliyor - FLAŞ - Deşil­ ve Kahraman Terzi masalını hiç kimse unutamaz!..
miş arka koltuğu sırt derinizle yamıyor!
Boyacı, baharın renklerini beton yüzeye uyguluyor -
Allah'ın "Teslim Ol!" Çağrısı
FLAŞ - Kimyasal sıvılarla seyrelttiği beyninizi duvardaki
çatlağa dolduruyor! Tüm insanlığa kahve ısmarlamak...
FLAŞ - Hemşirenin elinde piyano teli! Aklımdan geçen bu.
FLAŞ - Can çekişme zamanı! Aşçının lezzetli zehirleri [Mansur Mervan]
servise hazır!
Alphonse Allais'nin Hakiki Bir Paris Hadisesi başlıklı hikâ­
FLAŞ - Kuaförünüzün kefil olduğu sprey jöle orta vadede
yesi beni hasta ediyor: İki genç sevgili, günün birinde, diğe­
kafa derinizi güneşe çıkarıyor!
ri tarafından nasıl aldatıldığını bildiren birer mektup alır.
FLAŞ - Aile doktorunun tedavisi hastalıktan daha çok acı
Sevgilisinin vefasızlığından emin olmak isteyen kadının o
veriyor! -
gece düzenlenecek olan maskeli baloya gitmesi yeterli ola­
FLAŞ - Majör depresyon geçiren yüzme hocası, konserve
caktır, çünkü mektupta erkeğin o baloya Arlequin kostü­
kapağıyla bileklerini kesmek için sizin havuzu seçiyor!
müyle geleceği yazılıdır. Erkeğe gönderilen mektupta da
FLAŞ - Dilencinin yağlı ceketinin altında bir tabanca gö­
benzer şeyler anlatılmıştır: "Feşmekân adresteki maskeli
rünüyor!
baloya gittiğinizde sevgilinizi Kongo Pirogu kılığında göre­
FLAŞ - Kleptoman hizmetçi her seferinde, manevi değeri
ceksiniz." Maskeli baloda herkes çılgınca eğlenirken, çekil-
büyük olan küçük eşyaları aşırıyor!..
138 139
dikleri köşede can sıkıntısından geberen iki kişiden biri Çekiçle çivi çakarken parmağınıza vurmanız ihtimali 3
Kongo Pirogu, diğeri ise Arlequin'dir. Erkek sonunda kadı­ binde 1
nı dansa davet eder. Gece, birbirlerinin maskelerini parçala­ Bir yılanın sizi ısırması ihtimali 40 binde 1
dıkları bir garsoniyerde son bulur... "Şaşkınlıktan küçük
dillerini yuttular" zira "Maskeler düştüğünde ne kadın o En yakın arkadaşınızın sizi gizlice takip etmesi ihtimali...
kadındı, ne de erkek o erkek!"
İşin rengi değişmişti. Ferruh Ferman maskesinin altında Dr. Tornado binasının karşısında eski model bir Vol-
Nuh'u bulabileceğimden emin değildim artık. vo'nun içinde oturmuş, binaya girip çıkanları seyrediyor­
İnsan, ne ise o olduğunu inkâr eden yaratıktır. Sürpriz­ duk. Nuh sabah erkenden gelip işinin başına geçmişti ve
lerden hoşlanıyoruz. Dünyaya gelmek bizim için sürpriz besbelli akşama kadar arabada nöbet tutacaktık. Cuma vak­
değeri taşımıyor pek. Oysa ölümü çoğunlukla bir sürpriz tine doğru Nuh dışarı çıktı ve Ortaköy Camii'ne kadar yü­
olarak tecrübe ediyoruz. Azrail'i bir tür 'sürpriz meleği' sa­ rüdü. Yürüyen birini otomobille hele ki yokuş aşağı izle­
nıyoruz. mek sahiden zor ve sıkıntılı bir iş. İnsan kendini kapkaççı
Maskenin arkasında aradığınız kişiyi bulamama ihtimali gibi hissediyor. Salâ veriliyordu. Sanki Nuh'un cenazesine
nedir bilemiyorum. Azrail önce size mi yoksa bana mı uğ­ gidiyorduk; Volvo da bir cenaze arabası kadar yavaş yol alı­
rar onu da bilemiyorum okur kardeşim. Fakat önümüzdeki yordu. Ben ikide bir arabadan inip yürüyor, sonra tekrar
100 yıl içinde siz de ben de % 100 ölmüş olacağız. Elinizde­ arabaya biniyordum.
ki kitabın bu sayfasına günün tarihini yazmanızı rica ediyo­ Nuh her an arkasını dönebilir ve beni görebilirdi. Fakat
rum. Bu cümlelerin anlamını pekiştirmek için yardımınıza tanımasına imkân yoktu, çünkü Cool Hand Lüke filmindeki
ihtiyacım var: Bir kalem bulun ve tarihi yazın lütfen. Paul Newman'm maskesini takmıştım. Gerçi, Cool Hand
Sürpriz; zayıf ve/ya da hesaba katılmayan bir ihtimalin Lufee'u Nuh çok severdi, yani aslında tebdil-i kıyafet eyle-
gerçekleşmesidir. mişsem de görünümüm dikkat çekiciydi. Ne yazık ki aklı­
ma Paul Newman'dan daha iyi bir model gelmemişti. Oysa
Bu yıl diyet yapmanız ihtimali 5'te 1 Nuh'un 15 metre arkasında yürürken, Turgut Özatay mas­
Diyeti bozmanız ihtimali l'de 1 kesinin daha münasip olabileceğini düşünüyordum. Daha
Düşen bir uçağın kafanıza çarpması ihtimali 25 milyon­ çok düşünüp daha yavaş hareket etmek gerekirdi. Terbiye­
da 1 nin şartı budur. Fakat asayişi sağlamak söz konusu oldu­
Acıktığınızda karnınızı doyurmak için bir Mc Donald's ğunda, suçlu adaylarından daha az düşünüp onlardan daha
şubesine dalmanız ihtimali 50'de 1 hızlı hareket etmek mecburiyetindeydik...
Bir ameliyat için hastaneye kaldırılmanız ihtimali 12'de 1 Allah'ın "Teslim ol!" çağrısına uymuştuk. Ortaköy Ca-
Evinizin yanması ihtimali 560'da 1 mii'nde, sırdaşım olan Gizli Ajarila. birlikte Ferruh Ferman
Yiyeceğinize katılmış kimyasal bir maddeye alerjik reak­ kılıklı Nuh'un arkasındaki safta duruyorduk. Nuh öne eğil­
siyon göstermeniz ihtimali 1000'de 1 miş, huşu içinde hutbeyi dinliyordu. Kibirden söz eden ha-

140 141
tip, Nuh Peygamberin uyanları karşısında büyüklük tasla­ Cuma namazı bittikten sonra cemaat camiyi terketmeye
yan kavminin tufanla helak olduğunu söyledi ve Kur'an-ı başladı fakat Nuh yerinden kıpırdamıyordu. Gizli Ajanla
Kerîm'den ilgili bazı ayetleri okudu: birbirimize baktık. Caminin ortasında üçümüz kalmıştık.
Andolsun, biz Nuh'u kavmine gönderdik. [Onlara:] "Sizi Biz kapıya yöneldiğimizde Nuh hâlâ Ferruh Ferman'ın yü­
açıkça uyarıyorum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Size zünü ellerine gömmüş öylece oturuyordu. Dışarı çıkınca
[müstakbel] acı bir günün azabının gelmesinden korkuyorum" Gizli Ajan ağır adımlarla gidip bir sokak lambasının önün­
[dedi]. Kavminin, ileri gelenlerinden olan inkarcılar: "Bizce de durdu; ben de merdivene çömeldim. Nuh'u bekliyoruz...
sen de yalnızca bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin; Rıza Silahlıpoda'nm adamları her an ortaya çıkıp Nuh'a
sana, aramızdaki sığ görüşlü, en sefillerden başkasının uydu­ yeniden saldırabilirler...
ğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyo­ Hatip güzel söylemişti: "İnananlar için her çağda bir
ruz. Aksine, bize göre sizler yalancısınız" dedi. [...] [Nuh] dedi Nuh'un Gemisi vardır." Amenna. Acaba yüzümüzdeki bu
ki: "Ey Kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. tuhaf maskelerle, bizi kurtaracak bir gemiye binebilecek
Bana yalnızca Allah ecir verecektir. Ben iman edenleri kovacak miydik?..
değilim. Onlar hakikaten Rablerine kavuşacaklar. Ancak benim
nazarımda siz, cahillik etmekte olan bir kavimsiniz." [...] "Ben
Dövüşmek Şart Oldu
size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bil­
miyorum. Melek olduğumu söylemiyorum ve sizin aşağılık say­ Zakkum ağacından ü z ü m bekleme /
dığınız kişilere, Allah asla bir hayır vermez de demiyorum. On­ Kılıcım kında uzun bekletme.
ların içlerindekini Allah daha iyi bilir. [...] Dediler ki: "Ey [İbn Hazm el-Kurtubî,
Nuh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer Güvercin Gerdanlığı]
doğru söylüyorsan, bize vaadettiğini [tufanı] getir [de göre­
Bu yıl bir ateşli silah satınalmanız ihtimali 17'de 1
lim.]" Dedi ki: "Eğer dilerse, onu size Allah getirir ve siz
[O'nu] aciz bırakacak değilsiniz." [Hud Suresi 25-33] Televizyonda görünmeniz ihtimali 119'da 1
Kafanıza bir kuşun dışkısının isabet etmesi ihtimali
Hatip sıkı bir elemana benziyordu:
250'de 1
"Aziz kardeşlerim! Allah'ın razı olduğu kişiye tufan bile
Depresyona girmeniz ihtimali 9'da 1
bir sığmaktır... İlahî emirle yükselen sular göğün çizgisiyle
Yataktan düşerek ölmeniz ihtimali 2 milyonda 1
birleşse bile müminler korkudan emin, o gemide sıcak rü­
Eşiniz ya da sevgiliniz tarafından terkedilmeniz ihtimali
yalar içinde uyurlar... Tufanın kabaran dalgaları Cehennem
24te 1
alevlerinin yeryüzündeki sudan izdüşümleridir... İnananlar
için her çağda bir Nuh'un Gemisi vardır... Her an tabiatın
Birinin sizi bir başkası sanarak konuşmaya başlaması ih­
içinde ve uzayın derinliklerinde; mikro ve makro alemlerde
timali: 44te 1
nice tufanlar cereyan etmekte, olup bitmekte, fakat insa­
noğlu bunu değerlendirmeye bir türlü yanaşmamakta..."

142 143
Merhum aktör Turgut Özatay'ın [25 Haziran 2002 günü kalım, boşboğaz kerata!" deyip parayı bıraktım. Çocuk da
75 yaşında ölmüştü] maskesini yaptım ve taktım. Türk si­ sapandan kurtulan taş gibi seke seke uzaklaştı.
nemasının Erol Taş'tan sonraki en kötü adamı olan Öza­
tay'ın, 1960'lı yıllardaki görüntüsünü esas almıştım. Biraz
tuhaf ama Turgut Özatay'ın edebiyatla ilgili biri olduğunu
Boşlukta Yokluğu Hiçliğe Dönüştürmek
düşünmüşümdür hep. Galiba, Tutunamayanlafm kahra­ Şeyh pür dikkat, karacalara sinsi sinsi yakla­
manlarından Turgut Özben'in adıyla yazarı Oğuz Atay'ın adı şan çitayı izliyordu.
birleşince Turgut Özatay adı elde edilebileceği için. Her [Üsâme lbn Münkız, ibretler Kitabı]
neyse. Günlerden cumartesiydi. Sokaklarda denizanaları gi­
bi salman kalabalıklar. 10-12 yaşlarında bir çocuk yoluma Girdiğiniz lokantanın bir yerinde Karınca Duası'nm asılı ol­
çıktı: "Yakışıklı ağabeyim, n'olur bana bir ekmek parası..." ması ihtimali 2'de 1
Bu sözü bir yerden hatırlıyordum. Tabii ya, bir filmde,
Nuh, Dilara Dilemma'ya sırılsıklam âşıktı. Ne yazık ki
tam da bu yaşlarda bir dilenci çocuk, Turgut Özatay'a aynı
aşk hayalin çocuğu, hayal kırıklığının annesidir. Dilara onu
şeyi söylüyordu: "Yakışıklı ağabeyim, n'olur bana bir ek­
aldattığı halde Nuh kızdan kopamıyordu. Dilara'nın aldattı­
mek parası..."
ğı kişi tam olarak Nuh değildi tabii ve belki de bu durum
Hangi filmdi? Sokaklar Yanıyor [1965], Ölüm Temizler,
can yoldaşımı aynı anda hem kahrediyor hem de teselli edi­
Dövüşmek Şart Oldu [ 1 9 6 6 ] , Cehennemde Boş Yer Yok
yordu. Öyle ya, Nuh da Dilara'yı kandırıyordu. Üstelik, bü­
[1968], Namlunun Uçundasın [1971], Ölüme Yalnız Gidilir
yük ihtimalle Dilara, Ferruh'la tanışmadan önce de Baretta
[1976], yoksa Suçlular Cehennemi [1979] mi?..
ile beraberdi. Bu durumda boynuzlanan asıl kişi Baretta'dan
Galiba, Dövüşmek Şart Oldu'daydı bu sahne.
başkası değildi. Bütün bunları düşünmek bile insanın mi­
Acaba çocuğun filmden haberi var mıydı? Neden mesela
desini bulandırıyor. Aşk, kalbi vurduğu kadar mideyi de
"Allah rızası için bir sadaka" değil de, "Yakışıklı ağabeyim,
vuruyor.
n'olur bana bir ekmek parası..." demişti? Karşımdaki, fakir
Cumartesi gecesi Nuh ve Dilara birlikte yemeğe çıktılar.
ama sinemasever bir dilenci miydi?
Baba Balık Restoranı'nda, elma şekeri ışığında oturuyorlar­
Ben de o sahnede Turgut Özatay'ın çocuğa söylediği sözle
dı. Bir kadınla bir erkek başbaşa kalınca ne olur bilirsiniz:
karşılık verdim: "Suratıma bak bücürük... Sence ben vic­
Her iki taraf da yüzeysel veya derin şüphelerinden kurtul­
danlı bir adama benziyor muyum?"
mak için, bilinçli bir kararsızlığa başvurur. Dilara, Nuh'a
Ufaklık, rolünü iyi ezberlemişti: "Ne yalan söyleyeyim
bir resim hediye etti. Turgut Özatay'ın garson versiyonu
ağabey, yılan suratı var sende." »
olarak masaya levrek tabaklarını bırakırken, sandalyeye
Asabice sırıttım: "Şu fukara hergele tohumuna da ba­
oturtulmuş resmin, Ferruh Ferman'm portresi olduğunu
kın..." Cebimden rastgele bir banknot çıkarıp çocuğa uzat­
gördüm ve başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Nuh bu
tım. Çocuk paranın ucunu tuttu fakat ben bırakmadım.
kadarını hakketmiyordu.
Tıpkı filmdeki gibi tekrar yüzüme baktı. "Şimdi yaylan ba-

144 145
Gizli Ajcm'la birlikte lanetli kumruları, yani Nuh ile Dila­ 27 Bin Yıllık Fetret Devri
ra'yı uzaktan seyrediyoruz.
Bir sözün doğruluğu ile inandırıcılığı
Gizli Ajaría, soruyorum: "Sence nereye varacak bu işin
arasında hiçbir bağlantı yoktur.
sonu?"
[Şeyh Rıdvan el-lcazî,
"Biz bir bütünüz" diyor. "Sen, ben, Nuh, Dilara, Ferruh,
Mülemma Dilemma]
Rıza, Baretta, Taliha Teyze, Umur Samaz, Havana, Pippo
Zaza. Hepimiz bir bütünüz." Bu yıl eksi 15 derece soğukta, bir senfoni orkestrasının ver­
"Ben bu işin sonu..." Nuh, Dilara'nın ellerini tutuyor ve diği açık hava konserini dinlemeniz ihtimali 18 milyon 600
sözün devamını getiremiyorum. binde 1
Gizli Ajan: "Bütün bunlar kıyamet alameti İbrahim. Senin 100 yaşındaki bir bayan sürücünün otomobiliyle sizin
benden daha iyi bilmen lâzım..." aracınıza çarpması ihtimali 1 milyar 180 milyonda 1
"Ne bakımdan? Yani biz neden bir bütünüz sence ve na­ Bir uçurumdan aşağı bakmanız ihtimali 684'te 1
sıl bir kıyamet alameti bu?" Dişlerinizi fırçalarken diş fırçasını kazayla yutmanız ihti­
"Hiçbirimiz kendimiz olmaya çalışmıyoruz. Hele sen! Şu mali 11 milyonda 1
haline bak. Turgut Özatay'dan ne istedin?" Kasaptan dana eti diye bir insanın böbrek, yürek ve/ya­
"Haklısın galiba. Bizim ortak özelliğimiz... Boşlukta, yok­ hut karaciğerini satmalmanız ihtimali 85 milyonda 1
luğu hiçliğe dönüştürmeye çabalıyoruz." Okuduğunuz romanda, olayların akışıyla ilgisiz bölümle­
"Saçmaladın mı İbrahim yoksa bana mı öyle geldi?" rin bulunması ihtimali 2'de 1
Dilara masadan kalkıp tuvalete yöneldi. Nuh, Ferruh'un
portresiyle birşeyler konuşmaya başladı. Anlaşılan yine ha- Okumayı çizgi-romanlardan öğrendim. Hâlâ çizgi-roman
lüsinasyotı görüyordu. Kim bilir Ferruh ona ne diyordu? okurum. Nuh bu yüzden benimle alay eder: "Zagor oku-
Gizli Ajan çenesiyle Nuh'u işaret etti ve ciddiyetle "Bu ço­ maktansa Roy Lichtenstein'm resimleri, H.R Lovecraft'm hi­
cuğa hayranım. Hastalığı bile büyük bir yeteneğin ürünü kâyeleri, John Carpenter'ın filmleriyle ilgilenirim daha iyi."
gibi" dedi. "Johannes Vermeer'in resimleri, Saki'nin hikâyeleri, Sam
Dalgmlaşmıştım. "Nuh'a hep imrenmişimdir. Fakat aşkı Peckinpah'm filmlerine ne dersin?" filan derim.
ölüm tehlikesi içinde yaşamak zorunda kalması beni üzü­ Nuh üsteler: "Çizgi-roman devri kapandı. XVIII. yüzyılın
yor" diye sayıkladım. ikinci yarısında başladı ve XX. yüzyılın son çeyreğinde bitti
"Böyle konuşma" dedi Gizli Ajan, "hiçbir aşkta umuda bu iş."
yer, sebebe lüzum yoktur." , "Yanılıyorsun" derim "çizgi-romanın bir sanat olmadığını
söylemek istiyorsun; onu kökü ve meyvesi olmayan bir şey
sanıyorsun^"
"Oysa, araştırmacı gazeteci Clark Kent'in bu konuda söy­
leyecekleri var, ha?"
146 147
"Superman'den benim de nefret ettiğimi biliyorsun Nuh Tufan, dans eder ya da dövüşür gibi konuşur. Onun­
Nuh'um" derim. Bunu işitmekten çocukça bir hoşnutluk la konuşmayı sürdürmek için yine onun yöntemlerini kul­
duyar, gözlerinden anlarım. lanmanız gerekir. Ben de öyle yaparım: "Nuh Tufanı'nın
"Pekala Avukat Daredevil, sizi dinliyorum?" Nuh beni M.Ö. 3000 civarında vuku bulduğu tahmin ediliyor. Düşün
kışkırtmayı başarır. Eğer bir damarınız varsa mutlaka bulur ki, mağara duvarlarındaki çizgi-roman örnekleri Tufan'a
ve ona basar. rağmen büsbütün silinmemiştir."
Kışkırtılınca iddialı konuşurum: "Çizgi-roman dünyanın Nuh birdenbire konuşmanın 'rotasını' değiştirir: "Mağara
en eski sanatıdır." çizgi-romanları... Martin Mystere, Örümcek Adam ve Aste-
"Çok fevrice söylenmiş bir slogana benziyor bu" der ve rix'in maceralarına mağara yetiştirmek zor olacaktı ve bu
ekler: "Ve bütün feveranlar gibi ilginç." sebeple 27.000 sene süren bir fetret devri yaşandı öyle mi?
İddianın ardından izah gelmeli: "Mağara sanatının stra- Milyarlarca çizgi-roman okuru da figüratif resim, tiyatro ve
tigrafik olarak tarihlendirilmiş en eski örnekleri Fransa'da müzikle yetinmek zorunda kaldı! Ne de olsa orkestralar, ti­
Perigord, Les Elzies yakınlarındaki La Ferrassie'de bulunan, yatro oyuncuları ve ressamlar mağara gibi özel bir mekâna
M.Ö. 25.000 yılından kalma hayvan resimleri ve sembolle­ ihtiyaç duymuyordu. Oda orkestraları vardı mesela, fakat
ridir, ispanya Altamira'daki, bizonların tasvir edildiği mağa­ mağara orkestrası yoktu!"
ra resimleri de Buzul Çağı'na, M.Ö. 15.000'lere aittir. Bu re­
Nuh'un suyuna giderim, boğulmamak için: "Biliyor mu­
simlerin avcılar tarafından yapıldıkları görüşü yaygın bir
sun, aslında Martin Mystere'den çok da hazzetmiyorum. Bir
kabul görmüştür; dolayısıyla bir hadiseyi, bir macerayı
kere, Martin Mystere çok düz bir tip. Karizmatik değil. Su-
temsil ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Vahşi bir bizonla, dev
perman'i andırıyor."
bir atla karşılaşmanın, çarpışmanın heyecanını yansıtan çi­
Nuh 'dalga dalga' üstüme gelir: "Bunu o da biliyor mu?"
zimler. Yani bugünkü kriterlere göre resimden ziyade çizgi-
"Martin Mystere'i bir 'entelektüel çizgi-romanı' yapan şe­
romanın muhtevasıyla örtüşen şeyler!"
yin de, zannedildiği gibi maceralarında Dante'nin, Erich
Nuh beni, iddiamı pekiştirmeye zorlar: "Kurban'ım sen Fromm'un, Malcolm X'in, Borges'in, Leonardo Da Vin-
şimdi bana, 20.000 sene önce yaşamış mağara adamlarının ci'nin, Oscar Wilde'ın... adlarının geçmesi, hattâ bu ve ben­
çizgi-roman işine el attıklarını mı söylüyorsun?" zeri kişilerin birçok maceraya bizzat katılmaları değildir."
"Onlara 'mağara adamı' demek doğru mu bilemiyorum. Nuh aksi bir adam olsa da kolay meraklanır: "Nedir peki,
Fakat yaptıkları şey evet çizgi-romandı." Nuh kasıtlı bir ekselans?"
kahkaha koyuverir, ben ciddiyetimi muhafaza etmeye çalı­
Mesela Baron Munchausen'in Söylediği Doğrular adlı ma­
şırım: "Bugün çizgi-roman dünyasındaki hareketliliğin tica­
cerada görünen yayınevi editörü, Jean Baudrillard model
ri niteliği yüzünden böylesi teorik tahlillere kimse yönelmi-
alınarak çizilmiştir. Bakire Uzaylılar Operasyonu'ndaki ke­
yor, doğru. O yüzden söylediklerim sana komik geliyor."
man virtüözü rolü Wittgenstein'a verilmiştir. Adorno, Vam­
Nuh mağaradan fırlayan bir at gibi kişner: "Evet, haklı­ pirlerin Hamam Se/ası'nda kuğu otaran bir meczup olarak
sın, sözlerin bana 'komik' geliyor!" görünür. Toltek Hükümdarının Zehirli Kahvaltısında kara
148 149
haber elçisi olarak görünen Sébastian, Cioran'm ta kendisi­ lirsin. Mesela, Quentin Tarantino'nun Pulp Fiction filmi
dir! Büyücüler Sendtfeası'nda Ivan lllich bahçıvanı oynar. tüm dünyada büyük bir beğeni topladı. Entelektüeller de
Yüzyıllar Önce Kaybettiğimiz Düşmanlar'da Canetti kör bir sevinçle selamladılar. İşte bu filmdeki bir sahne aynen Mar­
cerrahtır..." tin Mystere'in Savaşın Kaderini Değiştiren Pinpon Kazası
Kimileri her konuşmasında kuşkularını dile getirir. Nuh macerasından aparılmıştır!"
da onlardan biri: "Ya beni işletiyorsun ya da Martin Mystè­ Nuh kulaklarına inanamaz: "Öyle mi? Hangi sahne?"
re'deki tipleri filozoflara benzetme konusunda kişisel bir "Mr. Wolf'un Vincent Vega ve Jules Winnfield'i yıkadığı
yeteneğe sahipsin? ! " sahne. Vincent, yanlışlıkla arka koltuktaki genci vurur. Ju-
"Sen de En Son İkna Olacak Kişi 'talk show'unun sunucu­ les'la birlikte Jimme'den yardım isterler. Çünkü arabanın
su gibisin. Bu durumu keşfeden ben değilim. Harvard'da arkası kanla karışık beyin parçalarıyla dolmuştur. Jimmie,
hazırlanmış Martin Mystere'in Hizmetindeki Okumuş Adam­ Mr. Wolf'u çağırır. Wolf, arabayı Vjncent ve Jules'a temiz­
lar başlıklı bir tezden okudum bunları." letir. Sonra da onları soyup bahçe sulama hortumuyla yı­
"Bu dediğin doğru bile olsa, ne anlamı var ki? Mesela kar, çünkü iki serserinin de üstü başı kan içindedir. Jim­
Ivan lllich Okulsuz Toplum'urı yazarı olarak yeterince dikka­ mie, Mr. Wolf'a aynen şöyle der: 'Saçlar kuru kaldı!' Bu
te değer değil mi ki, bir de onun bahçıvan versiyonuyla sahne, o ünlü diyaloglar da dahil, Martin Mystere'den alın­
muhatap olalım?" tılanmış tır."
"Bak Nuh, bu adamlar içinde Baudrillard hariç hiçbiri ya­
şamıyor. Zaten hiçbiri aktör değil. Diyelim bir sinema fil­
Seccadede Dikiş Tutturmak
minde görünmelerine imkân yok. Tamam, Wittgenstein'in
hayatını anlatan filmler çekildi, çekilebilir, fakat bizzat Biz ermişlerin en büyük sorunu, 24 saat
Wittgenstein'm rol aldığı bir film çekilemez. Çizgi-romanın ermiş kalamamaktır.
gücü burada. Sinemanın, resmin, tiyatronun hatta edebiya­ [Şeyh Abdülaziz Azamî, Final Fısıltıları]
tın imkânlarından çok daha fazlasına sahip. Bunu görmek
Bu yılki doğum günü pastanızdan dans eden bir canavar
istemezsen, çizgi-romanı yeniyetmelerin eline terkedersin.
çıkması ihtimali 3,5 milyarda 1
Nitekim öyle de oluyor. Çizgi-romanlar arasında hiçbir ay­
rım gözetmeden hepsinin üstünü çiziyorsun. Fakat aynı ra­ Bir maymunun fırlattığı bir cisimle yaralanmanız ihtimali
dikal tavrı sinema, resim ya da roman karşısında göstermi- 8 binde 1
yorsun, değil mi?" Namaza başlamanız ihtimali 37'de 1
"Haklı olabilirsin. Fakat bunda belki de çizgi-romanın Albino [nur topu gibi] bir çocuğunuzun olması ihtimali
diğer sanat dallarıyla temasının zayıf olmasının da payı 20 binde 1
vardır?" Evinizin sincaplar tarafından istila edilmesi ihtimali 210
"Aslında tam olarak öyle de değil. Dikkatini esirgemez­ milyonda 1
sen çizgi-romanla diğer türler arasındaki etkileşimi görebi-
150 151
Babam kibar adamdır. Gururumu incitmemeye özen gös­ Aile ilişkileri azalır, odasında yalnız kalmayı tercih eder. Ai­
terir. Namaz kılmaya başlamam onu şaşırttıysa da ibadet et­ le toplantılarına katılmıyordum. Tatile de çıkmamıştım. Mi­
me kararıma saygı duyuyordu. Dedem ölüm döşeğindey- safirlere hoşgeldiniz bile demez olmuştum.
ken, babama "Oğlum, hayatım boyunca sizin için çalıştım Okul başarısı ve okula devamı azalır: Okula zaten pek git­
ve büyük bir servet kazandım. Şimdi bu dünyadaki her şe­ mezdim. Bu yıl da başka bir fakülteye geçmiştim. Ne ola­
yin boş olduğunu açıkça görüyorum. Fakat ne çare, gecik­ caktı benim halim?
tim. Benim babam dindar biriydi. Beş vakit namaz kılardı. Daha fazla para harcadığı görülür: Bizimkiler bunu ölçe­
Kur'an okurken öldü. Senden ricam, Azrail iyice yanma so­ cek durumda değillerdi. Bir-iki önemli yatırım yapmıştım
kulmadan önce kulluğunun icaplarını yerine getirmeye tabii. Şeyhnâme'mn taş baskı bir nüshasını satınalmıştım.
bak. Bu konuda beni örnek almaktan, bana benzemekten Sahîh-i Buhari, Elmalık Hamdi Yazır'ın tefsiri, Hayat-üs Sa­
sakın. Görüyorsun, ben ölüyorum. Malı mülkü sana bırakı­
habe gibi bazı lüzumlu kitaplar edinmiştim.
yorum. Fakat üzgünüm. İki rekat namaz, bir günlük oruç
Gün içinde bazen neşeli, sakin, bazen öfkeli, saldırgan dav­
yanında paranın bir değeri yok, bilesin..." şeklinde uzayıp
ranışlar sergilediği gözlenir: İnsanlık hali. Doğum günümü
giden bir nasihatte bulunmuştu.
hatırlayıp sürpriz bir kutlama düzenlemişlerdi. Kadehler
Babam, dedemin vasiyet niteliğindeki nasihatine uyup benim şerefime kaldırıldığında biraz köpürdüm. Mankenlik
arada bir namaz kılsa da, maalesef seccadede dikiş tuttura­ ajansından teklif alan kuzinimi, Porche'sini beğenime su­
madı. Benim durup dururken "Bu genç yaşta" şadırvanlara, nan dayımı, Bodrum'da süper bir 'beach club' keşfettiğini
mescitlere koşmam, aile içinde huzursuzluğa neden oldu. söyleyen teyzemi... terslemiştim.
Sakal bırakmam hiç hoş karşılanmadı. Hayır, trajedi filan Gözleri kanlanır: Okumam gereken kitapların sayısında
yaşamadım. Yine de giderek tuhaflaştığım düşünülüyor ve ciddi bir artış olmuştu.
benim için endişe ediliyordu. Komikti tabii.
Uyuşturucu kullanan genç bitkindir: Bitkin benim göbek
Başlangıçta ev halkına durumu açıklamamıştım. Bana ne­
adımdı. Dünyaya geldiğimde de bitkindim. Ailem yeni far-
ler olduğunu anlayamıyorlardı. Küçük halamın kocası Eş-
kediyordu.
ber Enişte'nin uzman görüşü doğrultusunda, uyuşturucu
Dalgındır: Ezberlemem gereken ayetler vardı.
kullandığımdan şüphelendiler! Komiser yardımcısı Eşber
Uyuklar: Yanılıyorlardı. Sadece çevremdeki görüntülerin
Enişte, narkotik masasında zaferden zafere koşmuştu. İkide
bir kısmına bakmaktan vazgeçmiştim.
bir "Biliyor musunuz, oda parfümleri kafa yapıyor; biliyor
Uyumakta güçlük çeker: Sabah namazına kalkıyordum.
musunuz, ağrı kesicilerden fazla alırsanız uçarsınız; biliyor
Konuşma zorluklan yaşar: Çenebaz biri değildim zaten.
musunuz, kola bağımlılık yapıyor..." filan derdi. Ona göre
Soruları da cevaplamaz olmuştum, o ayrı...
ben de kafayı tütsülüyordum. Ne de olsa belirtiler aynıydı!
Bir gün Eşber Enişte beni karşısına aldı: "İbrahim, son
Uyuşturucu kullanan bir gencin arkadaş çevresi değişir:
zamanlarda sen... çok değiştin."
Sık sık Erenköy'deki dergaha gidiyordum. Partilere uğramı-
"Hangimiz değişmiyoruz ki enişte; hayat bu."
yordum. Oysa eskiden şöyle bir görünürdüm...
Şu cümledeki polisiye tada bakın: "Fakat sen biraz, nasıl
152 153
desem, aşın uçlara kayıyorsun İbrahim." Düşmanla Aramızda Sır Olarak Kalan Savaş
"Enişte, sır tutar mısın?"
Filozofun mesuliyetten kaçma yeteneği,
"Ayıp ettin." Eşber Enişte'nin sır mır tutamayacağını, bu
onu barbardan ayıran en kalın çizgidir.
konuşmayı bütün ayrıntılarıyla halama ve diğerlerine anla­
[Ziya bin Ziyad, Çalıntı Uzay]
tacağını biliyordum.
"Bundan üç ay önce bir ayine katıldım." Bu yıl estetik operasyon geçirmeniz ihtimali 1247'de 1
"Ne ayini?" Satınaldıgınız parfümün idrar karıştırılarak seyreltilmiş
"Bilirsin işte, seks ve uyuşturucu gırla gidiyordu..." Bu olması ihtimali 1247'de 1
aslında Nuh'un taktiğiydi. Yani insanları şoke edecek hikâ­ Bir ünlüden imza almanız ihtimali 1247'de 1
yeler uydurarak, işlerin başka yönlere kayıp çığırından çık­ Polise dil çıkarmanız ihtimali 1247'de 1
masını sağlamak. Bir kuyuya taş atmanız ihtimali 1247'de 1
Eşber Enişte nasıl da meraklanmıştı. Hayatını israf etmiş
kimselere özgü çiğ bir merak: "Neler söylüyorsun İbrahim, Teori trapezcisi, kuram bileyici, analiz tozutucu, felsefe
ciddi misin?!" distribütörü, kaos arabulucusu, iddia santrali, entelektüel
"Ya." Sallamaya devam ettim: "Kafam iyiydi. Her şey bir levazımcı, literatür şifrecisi, doktrin didikleyicisi, tefekkür
anda oldu..." tatlandırıcı, postmodern çekirge, eleştiri reaktörü, tez ka­
"Ne oldu?" maştırıcı Fransız Jean Baudrillard; bir özel üniversitede
"Kimseye söylemeyeceksin, değil mi?" konferans vermek üzere İstanbul'a gelmişti. 11 Eylül 2001
"Bana güvenebilirsin." Başka işim yokmuş gibi bir polise Sah günü Manhattan'daki İkiz Kuleler'e yolcu uçaklarıyla
güvenecektim. Enişte bana aptal muamelesi yapıyordu. Üs­ dalış yapılmış ve böylece yuvarlak ağızlı entelektüeller, her
telik kendi evimde. Dudağımı ısırarak yere bakıyordum. İti­ konuşmada her şeye sıfırdan başlama geleneğinden kopup
raf avcısı Eşber Enişte'ye istediğini vermiştim. Kollarımda negatif bir bölgeye geçmişlerdi.
iğne izleri yoktu. Belki de eroini burun yoluyla alıyordum. Ona göre, bu hücumlar, 'olay' olgusunun gerçekleşmesi­
Ecstasy hapları yutuyor olmam ihtimali daha yüksekti. Joint ne, algılanışına ve yorumlanmasına ilişkin dönüştürücü et­
tüttürüyor da olabilirdim. Kokain? Henüz erkendi. İçkiyle kiler uyandırmış ve de 'sanal'ın ölümcül fonksiyonlarını
bile başım hoş değilken nasıl da narkotik tuzağa düşmüş­ açığa çıkarmıştı. Bugün de İstanbul'da bu konuyu konuşa­
tüm. Bu gidişle omurilik soğanım kuruyacaktı. Cahillik işte. cak; soruları cevaplayacaktı.
Kendimi tutamayıp kahkahayı bastım. Uyuşturucu kulla­ Nuh Tufan, Jean Baudrillard okumayı çok sever.
nan genç dengesizdir, durduk yerde gülmeye başlar. Konferansa gidiyoruz. Trafik sıkışık. Arabanın CD pla-
Eşber Enişte endişeli gibi: "Anlat bana İbrahim, neler yer'ına bir CD koyarken "Şimdi de, acılann teorisyeni Jean
oluyor?" Baudrillard'ın sevdiği şarkılar programını sunuyoruz. İlk
"Ezan okunuyor enişte. Ben camiye gideceğim. Akşam olarak Tanju Okan söylüyor, Koy Koy" diyorum.
namazı kılmayı biliyorsan sen de gel istersen?" Nuh sazı alıyor: "Baudrillard'ın felsefi markajı, kavran-
154 155
ması güç bir komedi tema'sıdır. Onun yazdıkları, bir vantri­ Nuh hiç beklemeden cevap veriyor: "Hayır. Zaten, Baud­
loğun kahkahalan gibi 'gösterişsiz'dir. Bir yanlış anlamalar rillard bir felaket tellalı sayılmaz. Kanserden, cinayetten,
evreninde felsefe protokolüne, teori diplomasisinin kuralla­ cinsel sapmalardan, ölümcül virüslerden, ekonomik çöküş­
rına harfiyen uyan, tebdil-i kıyafetle gezen silahlı bir yeraltı lerden, komplolardan filan bahseder. Buna karşılık, söyle­
palyaçosudur. Düşmanlarının arasında yaşamakta fakat sa­ mesi ayıp, mesnetsiz bir akademik tevekkülle, bir kaz çoba­
vaşı bir sır olarak saklamaktadır. İmkânsızı ve anlamsızı, nı neşesiyle ve komadaki bir dilencinin nesnelliğiyle vazi­
aktüel şiddete dikkat çekerek pazarlık konusu eder. Çare yeti idare eder. Adeta her şey için geç kalınmıştır. 'Olay' gi­
yoktur. Çaresizliğin yükünü taşımak için gerekli şartlar da derilmiş, geriye yalnızca 'durum', başka bir deyişle hasar
ortadan kalkmıştır. O halde tasarımlarda bile iktidarsızlığın tespiti yapma vazifesi kalmıştır. Bu da, diyelim enkaz altın­
damgası vardır. Hakikate yönelik cinai suçun failleri kay­ daki herkes çoktan ruhunu teslim ettiği için baştan savma
bolmuştur. Her tartışmanın sadece işleyişi veya yapısı değil, da yapılabilir, manyaklığa varan bir titizlikle de."
varlığı da tartışma konusudur. İtiraf, iddia, itiraz sıfırla çar­ "Seni anlamıyorum Nuh, Baudrillard sence tam olarak ne
pılmıştır. Sürprizler, şoklar, bir tür insanlık gıdası haline yapıyor?"
gelmiştir. Felakete talip kitleler ile tehdit üreten iktidarın "İbrahimciğim, Baudrillard'a kalırsa felaket zaten içinde
arası açılmıştır; çünkü her ikisi de aynı yerçekimsiz uzayı bulunduğumuz sıradan koşulların adı. Ufukta daha büyük
paylaşmaktadır. Her şey büyünün çerçevesine oturmuştur. yıkımlar var, tamam; gelgelelim yaklaşan belaları karşılama­
Büyü, kaosun yan etkisi olarak belirmektedir. Yani bir fail­ mız asla gerekmeyecek çünkü halihazırda zaten ölüyüz."
den yoksundur. Bu şartlarda felaket tellalının tatlı şarkısına "Ölü müyüz?"
kulak kesilmek dinlendirici olabilir. Teröristi suçüstü yaka­ "Evet. Tıbben ölmemiş olabiliriz fakat mesela sosyo-poli-
lamak için canını vermek hiç de fena bir alışveriş olmayabi­ tik bakımdan ölüyüz işte. Bir tür zombiyiz yani."
lir. Gerçekler evrenini yutan sanal evrenin sentetik kırsal "Bunu Baudrillard mı söylüyor, sen mi söylüyorsun?"
kesimindeki dijital barakalarda aysız yıllar, haftasız aylar, "Bilmiyorum. Baudrillard felaketlerin envanterini çıkarı­
günsüz haftalar, vakitsiz günler boyunca tatil yapılabilir. yor fakat iş direnmeye geldi mi sus pus oluyor."
Neden ile sonucun şiddetli geçimsizliğinden doğan kriz sü­ "Ne yani, adam militan mı olsun?"
recine uyum sağlayışımızın herhangi bir nedeni ya da sonu­ "Gerçeğin politik, ekonomik, sanatsal, cinsel vesaire şek­
cu olmasını beklemeyelim. Kimin robot, kimin deli, kimin linde kategorilere ayrılmasındaki sakıncayı Baudrillard ben­
suçlu, kimin mutant olduğunu saptama imkânına sahip de­ den daha iyi bildiği halde, bu ayrımlara boyun eğiyor. Hayır
ğiliz. Medyatik yüzey ve hızın getirdiği yokedici eşitlik sis­ ve evet kelimelerini kullanmayan birine neden, nasıl güve­
temi tam bir eşitliği hedeflemiş görünüyor.,Yani tam bir yo- neyim?"
kedişi... Bütün bunlar saçmasapan defanslar!"
"Bilmem? Onun yazdıklarını hiç kaçırmıyorsun. Söyle­
Nuh'un bu cazip fakat karmaşık laflarını anlamaya çalı­ diklerin tutarsız be Nuh'um."
şıyorum: "Asıl mesele Baudrillard'm felaket tellalı olması "Evet, öyle görünüyor ama öyle değil. Pozisyonunu tas­
mı?" vip etmediğin bir düşünürü takip ederek, onun tespit ve
156 157
tahlillerini gündemine alabilirsin. Bu, senin kendi düşünce­ bilmemiz için elektronik kulaklıklar veriliyor. Baudrillard
lerini oluşturmana imkân sağlayabilir. Yani sadece katıldığı­ geliyor. Elemanın kitaplarını Türkçe'ye çeviren Oğuz Ozon
mız yaklaşımlarla meşgul olmamız hem mümkün değil kürsüye çıkıp biraz lakırdadıktan sonra Mösyö Baudrillard'ı
hem de zorunlu değil. Üstelik, Baudrillard sahiden sıkı bir sahneye davet ediyor. Baudrillard Fransızca konuşurken,
eleman." biz kulaklıktan Türkçe mealini dinliyoruz. Tercüme,
"İşte geldik." Nuh'un aldığı dosyadaki metnin aynısı. Yani tercüman ko­
Arabayı kampusun otoparkına bırakıyorum. Girişte bir nuşmayla uyumlu bir şekilde elindeki metni okuyor. Baud­
basın masası var. Yani konferansı izlemeye gelen basın rillard sahnede bir nevi görsel efekt olarak duruyor.
mensuplarını karşılayan görevlilerin oturdukları bir masa 45 dakika sonra sorulara geçiliyor. Biri, Baudrillard'a
bu. Nuh, doğrudan onlara yaklaşıyor. Yüzüne bir meslek Matrix filmindeki 'Mimar' rolünü oynamayı neden reddetti­
hastalığı belirtisi olarak yayılmış gülümsemesiyle bir kız so­ ğini soruyor. O da gülerek cevaplıyor: "Abartmayalım lüt­
ruyor: "Basından mısınız?" fen. Beni Wachowski Biraderler'in üçüncüsü gibi algılama­
Nuh: "Evet?" yın. Zaten bana rol filan da teklif edilmedi."
Kız: "Şu formu doldurun lütfen." Bunun üzerine Nuh kulağıma eğiliyor: "Kalıbımı basa­
Nuh formu alıyor ve başlıyor yazmaya. Adı: Nuh Tufan. rım, Matrix'te rol alması teklif edilseydi kabul ederdi."
Görevi: Şef. Bağlı bulunduğu yayın: Kanserli Centilmenler, "Çok fesatsın Mr. Manikkin."
imza:... Derken, Nuh, Baudrillard'a soru sormak için el kaldıra­
Kız, Nuh'a bir dosya veriyor. Dosyanın içinde bir basın rak izin istiyor. Protokol muhafızı sarışın, Nuh'a bir mikro­
bildirisi ve Baudrillard'ın konuşma metni var. fon veriyor. Bu defa Baudrillard kulaklık takıyor, çünkü so­
Levhaları ve akışkan kalabalığı izleyerek konferans salo­ rular Türkçe soruluyor. Sarışın, Nuh'a yani Mr. Manikkin'e
nunu buluyoruz. Girişte tam bir izdiham yaşanıyor. Proto­ dikkatle bakıyor. Nuh'un ağzından çıkan ilk kelimeyle bir­
kol davetlileri için ayrılan en öndeki iki sıra dışında bütün likte foyamız da meydana çıkıyor: "Bizler, Türk okurlarınız
koltuklar bir anda doluyor. İnsanlar ayakta dikiliyorlar ya olarak sizin için endişeleniyoruz bayım. Söyleminizin mer­
da bulundukları yere, basamaklara filan oturuyorlar. Proto­ kezî öğesi olarak sürekli çöküşten söz ediyorsunuz. Emper­
kol koltuklarının başında bekleyen sarışın kızın yanına yalist dehşet, aktüel terör, küresel şoklar, postmodern epi-
güçlükle vanyoruz. Kıza sessizce "Merhaba, ben Yale Üni- demik hastalıklar, standart yanılsamalar, zamanın hızlanışı­
versitesi'nde Mösyö Baudrillard'ın simülasyon kuramı hak­ na bağlı olarak ortaya çıkan infilak geleneği, sanatsal çaba­
kında bir tez hazırlıyorum. Bu da tez danışmanım Mr. Man- ya sinen komplo gibi başlıkların altını dolduruyorsunuz.
nikin. Şuracığa oturamaz mıyız?" diyerek beyaz-ötesi Okurlarınıza herhangi bir müjde verememek sizi hüzünlen-
Nuh'u işaret ediyorum. diriyor mu? Üzgün bir filozof musunuz? Cüretimi bağışla­
"Ah, öyle mi, buyurun" diyor koltuk muhafızı sarışın. yın, fakat, kurbanların bile suç ortağı olduğunu söylediği­
"Thank you" diyerek gülümsüyor Nuh. niz yıkımlar karşısında nesnelliği korumaya çalışmanız ne
Ve geçip oturuyoruz. Bize, simültane tercümeyi dinleye- anlama gelir?"
158 159
Baudrillard idmanlı: "Teşekkür ederim. Gelgeldim benim
Filozofun İmza Yetkisini Gaspeden Kız
psikolojik durumumla ilgilenmeniz için bir sebep göremiyo­
rum. Bunun bir yararı olacağını söylemek de zor. İşlemekte Nihayet soru cevap faslı da bitiyor ve Fransız, sandalyesin­
olan sisteme direnmek söz konusuysa, üzülmek, düşünce den kalkıyor. Çantamdan iki kitap çıkarıyorum: Çaresiz
üretmekten daha verimli bir hazırlık sayılabilir mi? Doğrusu Stratejiler ve Cool Anılar. Nuh: "Ne, yoksa Fransız'a kitap­
bundan emin olamıyorum. Aynca keder benim branşım de­ ları imzalatmayı mı düşünüyorsun?"
ğil. Kişisel olarak elbette ideolojik görüşlere sahibim ve ba­ "Ben beceremem, sen imzalat, biri sana biri bana."
zen hislendiğim de oluyor. Yine de mesela sizin tabirinizle Nuh kitapları kaptığı gibi sahneye yöneliyor. Onun yak­
Türk halkının bunlara ilgi duyması için bir sebep göremiyo­ laştığını gören Baudrillard hemen yönünü değiştiriyor.
rum. Size bir sır vereyim mi? Artık kapitalizmin ne olduğunu Adam saldırıya uğramaktan korkuyor sanki. Baudrillard'a
anlayamıyorum. Dünya gücü, terörizmden birçok bakımdan eşlik eden Oğuz Ozon, kitap imzalatmak isteyen birkaç ki­
faydalandı. Daha da kötüsü terörü içselleştirdi. Kâr sistemi, şiden kitapları alıyor ve "Tamam, bunları sonra aşağıya
sermaye dolaşımı kendi kendini tükettiği zaman terörü ilaç göndereceğim" deyip kulise seğirtiyor. Son anda Nuh da
niyetine dağıtmaya başladığında gerçek etki açığa çıkar. Zira emanetleri Oğuz Ozon'a teslim ediyor.
sistem güçlendikçe kırılganlaşıyor. Çünkü bir yanda sürekli Salondan çıkıyoruz ve fuayede sigara içerek bekliyoruz.
güç kaybedenler, öbür yanda giderek gücünü artıranlar var. Ne gelen var ne giden. Baudrillard'ın imzalaması için kitap­
Güçlünün zaafı, kaçınılmaz bir biçimde, zayıfın zaafından larını Oğuz Ozon'a teslim eden diğerleri nerede acaba? İki
daha belirgin. Bu şartlarda hareketsizlik bile, küreselleşen yı­ kız bize yaklaşıyor. Kızlardan biri: "Siz imzalanması için ki­
kıcılık karşısında otomatik bir boyuneğiş, nesnel bir suç or­ tap teslim etmiş miydiniz?"
taklığı anlamına kavuşuyor. Böylece bir kimsenin pişman, "Evet?"
üzgün, baygın olması süregiden işlemleri aksatmıyor. İnsan Kız elindeki kitabı, Simgesel Değiş Tokuş Ve Ölüm'ü göste­
ilişkilerini anlamlı kılan ayrımlar bile kolayca silinebiliyor. rerek: "Biz de imzalatmak istiyoruz da..."
Bugün dünya gücü tarafından, bombalar eşliğinde ihraç edi­ Nuh dalgasını geçiyor: "Bize mi imzalatacaksınız?"
len demokrasinin öncelikli etkisi böylelikle açığa çıkıyor. Sis­ Kız ciddi ciddi cevap veriyor: "Hayır, siz nasıl alacaksınız
tem her şeyi otomatikman kendi çıkarına hizmet eder hale kitapları?"
getirebiliyor. Göz dolduran küreselleşme karşıtlığı da bun­
Nuh: "Bilmem? Gitti güzelim kitaplar. Tuzağa düşürül­
dan muaf-değil. Her ne kadar teselli edici olmasa da, hepimi­
dük."
zi abluka altına alan çözümsüzlüğü kayda geçirmek gerek."
Bu arada genç bir çocuk çıkageliyor. O da Oğuz Ozon'a
Protokol muhafızı sarışınla gözlerimizi bkbirimizden ka­ kitap teslim etmiş. Birbirimizden ayrılmamaya karar veriyo­
çırıyoruz. ruz. Kitaplarını imza için bırakan diğerleri yok ortalıkta.
Nuh'a soruyorum: "Cevabı tatmin edici buldun mu?" Sonunda beyaz gömlekli, siyah pantolonlu bir kız çıkageli­
"Yarış sonrasında şampanya içirilen İngiliz atları gibi his­ yor: "İmzalanması için kitap verenler siz misiniz?"
sediyorum kendimi." "Biziz?"

160 161
"Beni takip edin."
"Evet, Belma."
Kızın peşine düşüyoruz. Koridorlardan geçerken Nuh kı­
"Tüh, benim adım da Belma. Şimdi, Numan kitabı benim
za takılıyor: "Aslında siz de imzalayabilirdiniz kitapları."
imzaladığımı sanacak!"
"Ay olur mu hiç öyle şey?"
Üniversitede ayak işlerine bakan görevli, hiçbir şey söyle­
"Neden olmasın? Önemli olan bugünün anısını yaşatmak
meden, diğer kızın kitabını da alelacele imzayı çaktıktan
değil mi? İmzanızın altına tarih de atarsanız hele, şahane
sonra bir odaya giriyor. Ve birkaç saniye sonra elinde 8 ki­
olur."
tapla geri dönüyor: "Hangileri sizin?"
Kız besbelli ne Baudrillard'ı tanıyor ne de kitap imzala­
Çocuk, aradan Siyah Anlafı çekiyor. Geri kalan kitapla­
manın anlamından haberdar. Pafır pufur gülüyor. Merdi­
rın tamamını Nuh alıyor!
venleri çıkıyoruz. Görevli kız kendinden emin bir sesle:
Görevli kız: "Hepsi sizin miydi?"
"Siz burada bekleyin" Bu arada diğer kızlar da ellerindeki
Nuh: "Evet, yani bizim ve arkadaşlarımızın. Onlar dışarı­
kitapları imzalatmak için görevli kıza vermek istiyorlar. O
da bekliyorlar."
da "Hayır, bunu yapamam, yetkim yok" diye kestirip atıyor.
Görevli, biraz tereddütle bütün imzalı kitapları Nuh'a
Nuh önerisini yineliyor: "Siz imzalayın öyleyse."
teslim ediyor. Kız tam gidecekken, Nuh: "Bir dakika! Bu
Bu defa hepimiz bir Nuh'a bir de görevliye bakıyoruz.
imza Baudrillard'a ait değil!"
Görevli de gözlerini üzerimizde gezdiriyor. İnanılmaz ama
"Ay bizim bundan bir çıkarımız yok ki. Düşünün yani biz
gerçek: Görevli kız, Baudrillard'ın kitaplarını imzalıyor!
niye şey yapalım, imzalattık getirdik?"
"İsminiz neydi?"
Nuh'un yüzü biraz yumuşuyor ama yine de kitaplardan
Baudrillard'a imzalatamadık ama hiç olmazsa bugünün
birini açıp görevliye imzayı gösteriyor: "Emin misiniz? Bu
anısını yaşatıyoruz diye kendilerini teselli mi etmeliler yok­
onun imzası mı?".
sa böyle bir saçmalığa razı oldukları için utanç mı duymalı­
"Valla ben de ilk defa görüyorum bu imzayı."
lar karar veremeyen kızlardan biri: "Numan" diyor.
"Pekala, ne yapalım, olduğu kadar" diyor Nuh. Ve hızla
"Nuran mı?"
oradan uzaklaşıyoruz.
"Hayır, Numan. Kitabı sevgilim için imzalatacaktım da."
Görevli kızın ne yazdığına bakıyorum: "Sevgili Numan'a Kitap çalmak birçoklarınca mubah addedilen bir eylem­
hayat boyu mutluluklar dileğiyle... Belma." dir. Fakat yazarına imzalatılan bir kitabı, sahibinden önce
Görevli; kitabı hemen iade edip diğerini alıyor! Kitabın alıp kaçırmayı başaran ilk hırsızlar biziz galiba.
kapağına bakıyor ve seslice adını okumaya çalışıyor: Si-mü-
lakr-lar ve Si-mû-las-yon. İçeriği hakkında hiçbir fikri olma­
yan, adını bile güçlükle heceleyebildiği kitabı imzalamaya
hazırlanıyor. Simgesel Değiş tokuş Ve Ölüm'ü imzalatan kız,
kitabın kapağını açıp bakınca görevliye soruyor: "Adınız
Belma mıydı?!"

162 163
Silah Zoruyla Tanışma lefon edip Nuh'a Çırağan Sarayı'ndaki düğüne gitmesini söy­
lemişti. Nuh, Ferruh Ferman kılığına girmiş, birlikte evden
Silahlı mücadele benim seçimim değildi; cellatları yel­ çıkmıştık. Taliha Teyze'yi görünce selam verdim. Ferruh Fer-
pazeyle püskürtemezsiniz. man'ın yüzünün arkasına saklanan Nuh pek konuşmadı. Ta­
[Salim Muhammed Nuri ya da Ilich Ramirez liha Teyze'nin yanında oğlu vardı. Bu adamı bir yerden tanı­
Sanchez ya da Çakal Carlos ya da Mahkum 872686/X] yordum. Tabii ya, babamın dedektifi Bay Herkes\\\ İyi de,
Bu yıl, çiğnenip tükürülmüş bir sakızın pantolonunuza ya­ 90'ını aşmış Taliha Teyze'ye, neden kendini "Ben senin oğlu­
pışması ihtimali 35'te 1 num" diye yuttursundu ki? Ben, Taliha Teyze'yle ayaküstü
ikametgâh adresi, telefon numarası ve/ya da elektronik konuşurken, adi herif de gözlerini Ferruh Ferman'a, yani
posta adresinizin bir ticari kuruluşa satılması ihtimali 17'de 1 Nuh'a dikmişti! O vakit anladım ki aslında babamın dedektifi
Yanlış alarm yüzünden paniğe kapılmanız ihtimali 110'da 1 filan yoktu. Bu esrarengiz iz sürücü beni değil, Nuh'u takip
Bir bitki tarafından ısırılmanız ihtimali 7 milyonda 1 ediyordu! Kaldı ki onunla hep Nuh yanımdayken karşılaş­
Sinemada önünüzdeki koltuğa zürafa boyunlu, fil kafalı mıştım. Ve besbelli Nuh'un Ferruh Ferman kılığında olduğu­
birinin oturma ihtimali 6'da 1 nu da biliyordu! Nuh'a meseleyi açmadım. Çünkü, Nuh ha-
lüsinasyonlar gördüğü için, kendisini izleyen biri olduğunu
Hiç tanımadığınız birinin şakağınıza silah dayaması ihti­
anlamasına imkân yoktu. Onu telaşlandırmak istemiyordum.
mali 947'de 1
Ayrıca, ona bir daha Ferruh kılığına girmemesini, Dilara'yı
unutmasını, yetim bir albino olarak yoluna devam etmesi ge­
Her ne kadar ibadetime saygı duysa da, babam, şeriat özle­
rektiğini söylemek... ne bileyim, bir alkoliğe içki fabrikasını
miyle yanıp tutuşan radikal gruplara katılıp dengemi yitirme­
havaya uçurmasını söylemek gibi bir şey olurdu. Ben de
mi istemiyordu. Kimse istemez. Bu yüzden de peşime bir
Nuh'la buluşacağım zamanlarda yanıma babamın silah dola-
adam takmıştı. Bir profesyonel! Adama ilk Umur Samaz'ın
bındakijericho'yu [941FB modeli] almaya başladım.
cenazesinde rastlamıştım. Nuh'a sarılıp ağlamıştı. Beni takip
ettiğinden şüphelenmemişim tabii. Daha sonra, bıyıklan kı- Gerçek bir kahraman olan dostuma, her fırsatta, kendine
zıllaşmış bir hâlde Nuh'un dükkânı Çöplük'e gelip bir şemsi­ mukayyet olmasını söylüyordum. Nuh bana telefon edip ba­
ye satınalmıştı. O zaman durumdan kuşkulanmış fakat üze­ şımızın belada olduğunu ve Ferruh Ferman'm bizden bazı
rinde durmamıştım. Kumpas'ta bize kahve servisi yapan felçli şeyleri gizlediğini söylediği zaman ciddi ciddi korkmuştum.
garsonun da aynı adam olduğunu farkettim. Umur Samaz'ın Ona "Neredesin şimdi?" diye sorduğumda, "Sizin sokağa giri­
cenazesindeki yaslı zat da Çöplükteki müşteri de felçli değil­ yoruz" demişti. Alelacele hazırlanıp, belime [şarjörü doluy­
di. Demek ki dikkatimi çekmemek için kılıktan kılığa giri­ ken ağırlığı 1 kiloyu bulan] Jericho'yu takıp dışarı fırladım.
Taksi önümde durdu. Şoföre baktım, Nuh'un kuyruğunda
yordu: Bay Herkes. Takip edildiğimi anlamamış gibi davranı-
dolanan hıyarağasıydı. Taksiye bindikten sonra Nuh'la konu­
yordum. Çoğunlukla, Bay Herkesin peşimde olup olmadığına
şurken çaktırmadan şoförü inceliyordum. Bu defa saçlarını
dikkat etmiyordum bile. Sahiden de durumdan şikâyetçi de­
jöleleyip arkaya taramış ve metal çerçeveli bir gözlük takmış-
ğildim. Bir gün, Nuh'un evinde otururken Ferruh Ferman te-
164 165
tı. Bıyıksızdı. Ulus'taki çay bahçesine vardığımızda, şoförden
bizi beklemesini rica ettim. Nuh bana Rıza Silahlıpoda'dan
bahsetti. Dilara Dilemma'nın, geçenlerde otobüste rastladığı
kızın ta kendisi olduğunu söyledi. Anlattıkları ne kadar ilginç
olsa da Nuh'u dinleyemiyordum. Aklım fikrim şofördeydi.
"Şimdi evlere dağılalım. Sen Ferruh Fermanla konuş,
ben de... bir-iki küçük işim var, onları halledeyim tamam
mı?" dedim.
Takip edildiğinden habersiz arkadaşım "Nasıl istersen" [HABIP HOBO]
dedi.
Beşiktaş sahiline indikten sonra Nuh taksiden atladı.
"Allah'a emanet ol" diye seslendim.
"Beni merak etme" deyip İskeleye doğru yürüdü.
Arabadan inip ön koltuğa geçtim.
Şoför sordu: "Etiler'e mi döneceğiz?"
Cevabım hazırdı: "Malta Köşkü'ne gidiyoruz."
Taksi, Yıldız Parkı'na girip yüksek ağaçların arasından
yukarı doğru tırmanırken silahı çıkarıp şoförün kafasına
dayadım!
Otomatikman ellerini havaya kaldırdı: "Ne istiyorsu­
nuz?" Taksiyi durdurdu.
"Kimsin sen?!" Hayatımda ilk defa birinin kafasına silah
dayıyordum ve blöf mü yapmaktayım yoksa tetiği çekebilir
miyim emin değildim. İnsan, tetiği çekmeden bunu bilemez.
Adam yan gözle bana bakıyordu. Konuşmaya niyeti yok
gibiydi. Tabancanın namlusunu şakağına bastırarak herifi
dürttürn ve hırıltılı bir sesle tekrarladım: "Kimsin sen?" Şo­
förün serinkanlılığını büsbütün yok etmek için ekledim:
"Konuş, yoksa seni gözümü kırpmadan gebertirim!"
"Habip Hobo."
"Ne? Ne dedin aşağılık herif?!"
"Habip Hobo, benim adım, Habip Hobo."

166
Yakayı Başarıyla Ele Vermek
Bir erkeğin hayatında, yenilgiyi kabul eder gibi yaparak za­
fere ulaştığı anlar vardır. Bu gerçi kadınların tarzıdır, fakat
nadiren erkeklerin de başvurduğu bir yöntemdir... Aylar
sonra yakayı ele verdim. Çünkü durum bunu gerektiriyor­
du. İbrahim Kurban 14'lüyü kafama dayadığında içimden
"Bravo Habip Beyciğim, gene başardınız!" dedim. Kendime
"siz" diye hitap ederim. Saygınlığın ilk kuralı budur. Kendi­
nizle aranıza mesafe koymazsanız, başkalarından bunu
bekleyemezsiniz.

Hostesleri Benim Yerime Öp


Olup bitenleri baştan anlatsam iyi olacak. Geçen sene, 30
Mayıs gecesi Budapeşte'den İstanbul'a dönüyordum. Saat 3
sularıydı. Uçaktaki herkes uyum halinde uyuyordu. Sanı­
rım bej tayyörlü siyahi hostesin parfümü yolcuları bayılt-
mıştı. Dizüstü bilgisayarımda bazı dosyaları inceliyordum.

169
O günlerde CPRS teknolojisi henüz kitlelere sunulmamıştı, tan sonra arabadan indim. Saate baktım: Tam 4'tü. Şoför ba­
sadece bizim meslekten olanlara, yani gizli ajanlara özgü gajdaki küçük bavulumu verdi ve belediyenin metal bir ba-
bir ayrıcalıktı. Dolayısıyla uçakta nete bağlanabiliyordum. riyerle çevrelediği çukurun kıyısından dolaşıp sokağa gir­
Uçuş sırasında cep telefonuyla konuşmak yasaktı fakat in­ dim. Yıldızlar, gökyüzüne saçılmış mücevherler gibi parlı­
ternete bağlanmanın yasaklanması için biraz daha zaman yordu. Dolunay, tam karşımda, iyice alçalmış, adeta yolumu
geçmeliydi. İhlal, daima yasağı sollar; bu kuraldır. gözlüyordu. Ağaç dalları, evlerin bahçelerinden köpük kö­
Profesör'den gelen mesaja bakılırsa, onu da uyku tutma­ pük taşmıştı. Bir an durup, bu serin, pürüzsüz, ferah geceyi
mıştı: "Budapeşte'de havalar nasıl?" dinledim...
"Şu anda uçaktayım efendim, İstanbul'a geliyorum." Bir erkeğin hayatında, beyninin ve kalbinin çevresine ör­
"Uçaktasın ve internete bağlanıyorsun öyle mi?" düğü uygarlık duvarının tuğlalarını patlatan bir şok yaşadı­
"Sadece bir-iki dakikalığına efendim... Siz iyisiniz ya?" ğı belli bir an vardır. İşte o an gelmişti. Birden bir çığlık
"Turp gibiyim." koptu! Kafama dan diye upuzun bir çivi çakılmış ve topuk­
"Buna sevindim... Havana ne alemde, iyileşiyor mu?" larımdan çıkıp yere saplanmıştı sanki. Kıpırdayamıyordum.
"Onu sattım diyebilirim." Dolunayın ve küskün sokak lambalarının ışığında, Hava-
"Sattınız mı?!" na'yı gördüm. Köpek, sokağın sağındaki bir evin bahçesin­
"Tam değil, üste para ödüyorum." den fırlamış, çığlık çığlığa yuvasına koşuyordu. Evlerin
"Anlamadım?" pencereleri birbiri ardınca aydınlandı. Apar topar sokağa çı­
"Bana uğrayabilir misin Habipciğim?" kan Profesörün siluetini seçebiliyordum. Duruma bir anlam
"Şimdi mi?" verememiştim, yavaş yavaş yürümeye koyuldum. Ortada
"Mümkünse tabii." bir tuhaflık vardı. Ve aniden sokağın öbür ucundan bir oto­
"Elbette mümkün efendim. Bir problem yok ya?" mobil daldı. Uzun farları yanıyordu. Birbirine sarılmış Pro­
"Gelince anlatırım. Bak seni bekliyorum." fesör ve Havana'yı, otomobilin şiddetli ışığında simsiyah
Acaba Profesör'ün beni gecenin kör vaktinde davet etmesi­ karaltılar olarak görüyordum. Adımlarımı sıklaştırdım.
nin sebebi neydi? "Bir saate kadar orada olacağım efendim." Otomobil Profesör'e ve Havana'ya iyice yaklaştığında şofö­
"Pekala, görüşmek üzere... Hostesleri benim yerime öp!" rün sağındaki pencereden otomatik silahla ateş açıldı! He­
men tabancamı çektim, fakat ateş etmeye fırsat bulamadım.
Namussuzlar az kalsın beni eziyordu. Kendimi yolun kena­
Kemik Torbasındaki Gizli Kamera rına zor attım. Az önce taksinin yolunu tıkayan çukurun
Havalimanında bir taksiye atladım. Acıbadem'de, Prof. çevresindeki bariyeri yıkan otomobile dikkatle baktım. Si­
Umur Samaz'm evinin bulunduğu sokağın başına geldiği­ yah, yeni model bir Volkswagen'di. Plakasını okuyamadım.
mizde, şoför arabayı durdurdu: "Beyim sokağın girişini kaz­ Ayağa kalktım ve bavulumu yerden alıp Profesör'e doğru
mışlar, aşağıdan dolaşabiliriz istersen." koştum. [Bütün bunlar olurken, Profesör'ün, büyük bir kıs­
"Gerek yok, geldik zaten" dedim. Şoföre parayı uzattık- mını bizzat kendisinden dinlediğim hayatı gözlerimin

170 171
önünden geçiyordu.] Varlığımı borçlu olduğum ihtiyar ile Bir erkeğin hayatında, ömür billah minnettar kaldığı bir
baş belası Havana kanlar içinde yatıyordu. Bu, hayatımda ustası vardır. Benim ustam Prof. Dr. Umur Samaz'dı. Rah­
gördüğüm en dehşet verici sahneydi. Polisi aramadım. Na­ metli, olağanüstü bir insandı. Uluslararası ilişkiler uzma­
sılsa komşular çoktan telefona sarılmış ve vatandaşlık gö­ nıydı. Bunun yanında, her şeyi bilirdi. Botanik, pullar, de­
revlerini yapmış olmalıydılar. Yerdeki boş kovanlardan biri­ niz savaşları, resim, kriminoloji, Varoluşçuluk, ekonomi,
ni alıp cebime attım. Havana'nın az önce bahçesinden çıktı­ diş macunu, fizik, arıcılık, heykeller, astroloji, yapay zekâ,
ğı eve baktım. Üst katın ışıkları yanıyordu fakat alt kat ka­ efsaneler, Nazizm, demiryolları, şifalı bitkiler, elektronik, ti­
ranlıktı. Hemen Profesör'ün villasına yöneldim. Kapı açıktı. yatro, jeoloji, polisiye, tasavvuf, ormancılık, Rönesans,
İkinci kattaki çalışma odasına çıktım. Bilgisayar ekranında epistemoloji, eski uygarlıklar, zehirli böcekler, paranormal
Profesör'ün kanlar içindeki yüzü görünüyordu! Pencereden olaylar... Bütün önemli adamlar gibi o da klasik müzik din­
dışarıya baktım. Altüst olmuştum. Nasıl oluyordu da, Pro­ lerdi.
fesör'ün bilgisayarında, kendi cesedinin görüntüsü yer alı­ Umur Samaz, üniversitede hocamdı. Gizli Servis'e onun
yordu? Elimi çabuk tutmalıydım. Bazı yazı dosyaları da ça­ referansıyla davet edilmiştim. Umur Samaz, Gizli Servis'in
lışır durumdaydı. Dosyalardan birinin adı: Bir Köpeğin Gö­ özel danışmanıydı. Terör örgütlerinin kuruluş ve gelişme
zünden Terörist Portreleri idi! Buna ilkin bir anlam vereme­ süreçleri, uluslararası eylemlerin parametreleri, sosyolojik
dim, fakat az önceki görüntünün, şu anda Profesör'ün ku­ dehşet potansiyeli, devletlerin illegal yapıları çekip çevir­
cağında bulunan Havana'nın gözlerinden kaydedilmiş oldu­ meye yönelik uygulamaları, taklide dayalı terörizm... gibi
ğunu farkettim. Bu, inanılmaz bir şeydi. Bilgisayarı kapatıp konularda derin bir bilgiye, dahiyane fikirlere ve şaşmaz
harddiski söktüm ve bavuluma koydum. Bir anormallik var sezgilere sahipti. "Engeller, gözünüzü hedeften ayırdığınız
mı diye sağa sola bakarak dışarıya çıktım. Polis arabalarının zaman karşınıza çıkan korkunç şeylerdir" gibi laflar ederdi.
sirenleri duyuluyordu. Polislerle uğraşmak istemiyordum. Ona göre iyi bir yüzücü, gülle de atabilmeliydi; bir kimse
İfademi almaya, bavuluma el koymaya filan kalkışabilirler­ uçak kullanabiliyorsa, uçaksavarla isabetli atışlar da yapa­
di. Sessizce arka bahçeye geçip duvardan atladım. Bitişikte­ bilmeliydi; satranç şampiyonları tango yapmalı, kimyager­
ki binanın kıyısından yürüyüp caddeye vardım. Buradan ler fil terbiye etmeli, keman virtüözleri veterinerlik yapabil­
taksiye binmek tedbirsizlik olurdu. O yüzden ara sokaklar­ meli, beyin cerrahları arkeolojiden anlamalıydı. Amatörlü­
dan, duvar diplerinden yürüyerek birkaç kilometre açıldım. ğe gösterilen sempatiyi hor görürdü.
İçim dışıma çıkmıştı. Ağlıyordum. Profesör orada kendi ka­
Gümüşsuyu'ndaki evime vardığımda ilk iş Profesör'ün
nının içinde yatıyordu ve ben bavulumda bir harddiskle
bilgisayarından söktüğüm harddisk'i benimkine bağladım.
evime yollanıyordum... Acaba bu adamlar, kimdi? Profe-
Bilgisayardaki en yakın tarihli dosyaları tek tek açıp incele­
sör'ü nereden tanıyor, ondan ne istiyorlardı? Havana'nın
dim. Filmler, ses kayıtları ve yazılar... Hepsini tetkik ettik­
gözleri nasıl kamera işlevi 'görüyordu'? Ayrıca, Havana ge­
ten sonra kesin bir biçimde anladım ki, Profesör Umur Sa-
cenin 4'ünde komşunun evinde ne arıyordu?.. Bu sorular
maz'ın köpeği Havana, komşusu olan bir grup üniversite
beynimin fosforunu tüketiyordu.
öğrencisi tarafından kaçırılmıştı.
172 173
Havana, Profesör'ün karısı Su Hanım'ın köpeğiydi aslında. dosyaları arasındaydı. Profesör bu çocuklarla ilgili her veriyi
Su Hanım edebiyat öğretmeniydi ve devrimin 44. yıldönü­ depolamıştı. Bir de işin içinde Nuh Tufan adında bir albino
münde, kocasıyla birlikte çıktığı üç haftalık Küba tatilinden, vardı. Kimileri ona 'Kaptan' diye hitap ediyordu. Olaya karı­
bavulunda köpekle dönmüştü. Cici kuçukuçuyu, Su Ha- şan diğer çocuklar zaman zaman görünüp kayboluyorlardı.
nım'a, Ernest Hemingway'in Çanlar Kimin tçin Çalıyofu yaz­ Profesör, Nuh Tufan'ın üzerine yoğunlaşmıştı, çünkü onun
dığı Ambos Mundos adlı müzeleşmiş otelde, salsayı iyi kıvı­ çok yakında bir terör örgütü kuracağına inanıyordu.
ran bir veteriner hediye etmişti. Esasında, Profesör, Küba'da Yaşını başını almış bir adam olan Profesör, zamane gençle­
rejimin sağlık politikaları, adanın eteklerini koklayan eroin rinin aklından geçenleri öyle çok merak ederdi ki, hiçbir ye-
dolu Alman denizaltılarına karşı alınan önlemler, Amerikan niyetmenin aklına gelmeyecek kadar uçuk ihtimalleri bile he­
ambargosunun sonuçları vs. hakkında bir rapor yazmak üze­ saba katarak düşünürdü. Aslında, Nuh Tufan'ın terör örgütü
re bulunuyordu. Olan bitenden habersiz Su Hanım'ın ise ar­ filan kuracağı yoktu. Sadece biraz tuhaf bir çocuktu hepsi bu.
tık hayatının merkezine sosyalist başkentin adını verdiği kü­ Profesör, baş kahramanı Nuh Tufan olan bir tür roman
çük köpek yerleşiyordu... Umur Samaz ve Su Samaz çiftinin yazmaya koyulmuştu. Bu romanda, yeni neslin şiddet seçi­
çocuğu olmamıştı. Özellikle, Su Hanım köpeğe çok düşkün­ mini anla-t-mayı deniyordu. Profesör, Nuh Tufan'ın ünlü
dü. Açıkçası, Umur Samaz'ın Havana'dan hiç hoşlanmadığını İtalyan gangster Pippo Zaza gibi sıradışı bir suçlu olduğunu
yakînen biliyorum. Su Samaz, ani bir kalp krizi geçirip vefat yazmıştı. Roman için ihtiyaç duyduğu malzemeyi ona köpek
edince, Havana ile Umur Samaz başbaşa kalmıştı. sağlıyordu. Ve tabii hayalgücü... Baretta, Profesör'den 10 bin
Besbelli, akşamları tek başına canı sıkılan Profesör, köpe­ dolar gibi komik bir meblağ talep etmişti. Fakat Profesör 'in­
ğin karnını yarıp içine çeşitli verici ve alıcılar yerleştirmişti. termittent conditioning' uyguluyordu. Yani köpekler üzerin­
Evcil hayvanların içini elektronik cihazlarla donatmak, ilk de yapılan bir deneyi, bir köpek aracılığıyla insanlara uyar­
olarak 1960'ların başında, Sovyet gizli servisi KGB'nin kul­ lamıştı! Kendisinden istenilen şeyi düzensiz aralıklarla veri­
landığı bir yöntemdir. Profesör, Havana'mn kuyruğunda da yordu. Profesör, 'yem' verdiği zaman ümitlenen, sevinen Ba­
en iyisinden bir anten koymuştu. Etten kemikten, sıradan bir retta, istediğini alamadığı zaman bocalıyordu. Zavallı şapşal,
köpek görünümündeki Havana, bir tür robot ajan haline gel­ köpek kaçırdığını sanıyordu, fakat kendisi köpek olmuştu!
mişti. Hayvanın baktığı her şeyin görüntüsü, Profesör'ün bil­ Profesör bir itle iki insan vurmuştu. Bu arada hem o hiç sev­
gisayar ekranına yansıyordu. Yani köpeğin kaçırılması im­ mediği Havana'ya iyi bir bakıcı bulmuş, hem de kitap yaz­
kânsızdı. Ayrıca, dört ayaklı bir rehine daha çok ihtimam is­ masına imkân verecek zengin bir kaynağa kavuşmuştu.
tiyordu; Havana'yı asla yalnız bırakamıyorlardı. Böylece, Pro- Köpeği kaçıran kişi Baretta olduğu halde, Profesör, daha
fesör'e, olay yerinden kesintisiz yayın yapılıyordu. ziyade Nuh Tufanla ilgilenmekte haklıydı, çünkü evdeki
Havana'yı kaçıran kişiye herkes Baretta diye hitap ediyor­ konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla, Nuh Tufan Meyverti-
du. Salağın tekiydi. Televizyon dizisindeki dedektif Tony Ba­ go meyve sularının batmasını sağlayan kişiydi. Baretta'nın
retta ile hiçbir alakası yoktu bu gerzegin. Profesör'e telefon şimdi yaptığı ise Nuh'a kabaca bir misillemede bulunmak­
edip fidye istiyordu. Bu telefon konuşmaları da bilgisayar tan ibaretti.
174 175
Kimdi bu Nuh Tufan? Çevresindekileri nasıl bu kadar et­ Nuh Tufan: "Bu nasıl oluyor Baretta, söyler misin Allah
kileyebiliyordu? Yakışıklı sayılmazdı, gerçi düzgün bir yüzü aşkına?"
vardı fakat işte albinoydu. Karizmatik değildi. Gözünü ye­ Baretta: "Ne nasıl oluyor?"
timhanede açmış, yetiştirme yurdunda büyümüştü. Kimse­ Nuh Tufan: "Nasıl kaşla göz arasında insanlıktan çıkıyor­
ye güvenmediği halde herkesin güvenini kazanmayı nasıl sun?"
başarıyordu? Üstelik hırslı biri gibi de görünmüyordu. Ko­ Baretta: "Ayıp ediyorsun Kaptan."
layca kurduğu ve onun için büyük bir fırsat olabilecek Nuh Tufan: "Baretta, niyetim seni üzmek değil. En küçük
Şant-Ajans'ı feshetmişti. bir atılımın, suçtan daha pahalıya patladığını da biliyorum.
Havana'nın gözünden kaydedilmiş filmleri izlemenin il­ Fakat bizim tarzımız bu olmamalı."
ginç bir tarafı vardı: Eukanuba marka köpek bisküvilerine Baretta: "Bizim tarzımız mı? Bu işe karışman gerekmiyor
hep beraber yumuldukları zamanlar haricinde, çoğunlukla ki Kaptan. Güven bana, hepsini tek başıma hallederim."
insanların kalçalarını seyrediyordunuz. Buna karşılık sesler Nuh Tufan: "Demek tek başına halledeceksin? Ne kadar
çok netti. Sanki herkes kıçıyla konuşuyordu. Dört ayaklı saygıdeğer, amma asilce! Zavallı bir ihtiyarın kemik torbası­
ajanımız, çevresindekilerin hep yanına sokulduğu için, ko­ nı kaçırıp fidye istemek gibi yüce bir misyonu hiç kimseden
nuşan kıçlar dışında pek bir şey görünmüyordu. Köpek bis­ yardım almadan yerine getirebileceğinden emin misin?"
küvisi yemeyen Nuh Tufan'ın yüzünü gören cennetlikti. Nuh bazen küstahlıkla acımasızlığı öylesine karıştırıp
üzerine de zehir gibi bir alaycılık sosu dökerek soğuk servis
yapıyordu ki yenilir yutulur gibi değildi. Hazmı imkânsızdı
Kaşla Göz Arasında İnsanlıktan Çıkmak
bu lafların. Böylelerini tanırım. İngiltere'de bunlardan çok
Bir erkeğin hayatında, suça hile ile karşılık verdiği anlar vardı. Muhataplarını ya köleleştirir ya da katil ederler. Sen
vardır. İşte, Umur Samaz kapı zilini çalıyor ve Nuh Tufan'a tut Prof. Umur Samaz'a "zavallı bir ihtiyar", onun 'canlı' ya­
Havana'yı soruyor. Halbuki, Havana'nın içeride olduğunu yın yapan teknoloji harikası ortağına da "kemik torbası" de.
köpek gibi biliyor. Nuh geri dönüp Havana'ya ve diğerleri­ Baretta ne yapsın? Gofret yer gibi çatur çutur konuşuyor:
ne bakıyor. Sonra da köpeğin orada olmadığını söyleyip "Meyvertigo'yu iflasa sürükledin, şimdi de bana yasak ko­
Profesör'ü dehliyor. Nuh'un yalanı Profesör'ü çok memnun yuyorsun Kaptan."
etmiş olmalı. Nuh Tufan: "Evet, Şant-Ajans saçmalığına sizi de ortak
Havana ortalıkta dolanırken Nuh salonda volta atıyor. ettim ama şimdi nedamet krizleri geçiriyorum. Anlamıyor
Baretta da ayakta ve elleri belinde. Ne sinir. Diğerleri otur­ musun? Suçumu kopyalayacağına pişmanlığımı paylaş."
muş olacakları bekliyorlar. Ve kıçların konuşması başlıyor. Baretta: "Başaramayacağımı mı sanıyorsun yoksa başar­
Nuh Tufan: "Sizi boş bırakmaya gelmiyor. IQ'nuz dan di­ mamdan mı korkuyorsun?"
ye düşüyor!" Baretta heyecandan baştan kıça kırmızıya kesiyor ya da
Baretta: "Kaptan eğer bu hatalı bir suçsa, bırak da kendi bana öyle geldi. Şimdi Nuh Tufan onu morartacaktı: "Başarı
hatamı yapayım, kendi suçumu işleyeyim." mı? Doğada başarı diye bir şey yoktur. Suç da yoktur. Risk

176 177
almıyorsun, bu köpek bir bela. Yolun bundan sonrasına it görevi ise sıçanları öldürerek, bulaşıcı hastalıkların önüne
sırlında devam edeceksin diye seni kıskandığımı düşüne­ geçmekti. Cephelerde en çok kullanılan hayvanlar ise gü­
cek kadar kudurdun madem, başının çaresine bak. Seninle vercinlerdi. Güvercinler, I. Dünya Savaşı'nda, boyunlarına
köpek aksanıyla konuşacak değilim. Fakat Baretta sen beni takılan fotoğraf makineleri sayesinde düşman siperlerini
köpek kulağıyla dinliyorsun!" görüntülediler. Askerî tarihçilere göre bu savaşta 20 bin 'as­
Baretta bu sofistike sövgüye uygun bir karşılık vermek ker güvercin' hayatını kaybetti. II. Dünya Savaşı'nda ise gü­
için çabalıyor: "Her zaman, her konuda haklı olmanı sağla­ vercinler genellikle haberleşmede kullanılırken, ABD'de bir
yan sırrın ne Kaptan?" 'güvercin servisi' de kuruldu. 3 bin asker ve 150 memurun
Ekranda sadece kalçası görünen Nuh Tufan'm cevabı be­ sorumluluğuna verilen 54 bin eğitimli güvercin, cephede
ni koparıyor: "Temiz çamaşır giymek." aktif şekilde rol aldı. G.I Joe, Sevimli Kibar, Başkan Wilson,
Kısa bir sessizlikten sonra Baretta'nm suratı ekranın orta­ Koca Tom, Lord Adelaine, Albayın Hatunu... gibi isimler
sına yerleşiyor: "Babana gel havhav." verilen güvercinler, birçok ABD'li ve ingiliz askerin hayatını
Nuh Tufan: "Havana!" Ve köpek Nuh'a bakıyor. kurtardı. Savaşta gösterdikleri üstün yararlılıklardan dolayı,
Baretta: "Ne?" 31 güvercine İngilizler tarafından madalya verilirken, Fran­
Nuh Tufan: "Havana. Rehinenle tanış: Havana, bu Baret­ sa ve Belçika'daki bazı kentlerde 'kahraman güvercinler'
ta. Baretta, Havana'ya merhaba de." anısına heykeller dikildi. İlk 'asker yunus balıkları' 1959'da
ABD'de eğitilmeye başlandı. ABD ordusu, yunus balıkları­
nın yanısıra deniz aslanları ve Beluga balinalarını da silah
Kahramanlık Madalyası Alan Güvercinler altına aldı. Iran-Irak savaşında, bölgede demirli ABD savaş
Tarih boyunca fareden kediye, örümcekten, at, katır ve ko­ gemilerinin denizden gelecek tehlikelere karşı korunmasın­
yuna kadar birçok hayvan 'kara'; yunus balığı, deniz aslanı da kullanılan yunuslar; I. Körfez Savaşı'nda da mayın tara­
ve Beluga balinası 'deniz'; kanarya, güvercin ve yarasalar ise ma faaliyetlerinde görev aldı. Sivastopol Limam'nda demirli
'hava' gücü olarak askerî faaliyetlerde yoğun şekilde kulla­ savaş gemilerinin bilinmeyen bir nedenle infilak ederek
nıldı. Günümüzden 2000 yıl önce, Kartacalı Hannibal dö­ batması sonucu, Ruslar da yunus balıklarının eğitimine
neminde, filler hem taşımacılık hem de düşman askerleri­ başladı. 1969'da girişilen proje çerçevesinde, doğal radar
nin ezilerek öldürülmesiyle görevlendirilmişlerdi. Afganis­ yetenekleri çok üstün olan yunuslar, Rus ordusu tarafından
tan'da muhalif güçler Taliban tanklarına atlarla saldırdı. II. devriye görevine çıkarıldı. Gemilerden atılan torpidoların
Dünya Savaşı yıllarında ABD ordusu, yarasaların, boyunla­ hedefine ulaşıp ulaşmadığının belirlenmesi konusunda da
rına bağlanan yangın bombalanyla düşman siperlerine 'Ka- yunuslardan yararlanılıyor...
mikaze' olarak gönderilmesini planlamıştı. Her iki dünya
savaşında da, kedi, fare ve kanaryalar cepheye sürüldü. Fa­
re ve kanaryalardan, zehirli gazlann tespitinde yararlanılır­
ken; siperlerde askerlerle birlikte yaşayan 'asker kediler'in

178 179
Yırtıcı, Seni ya Görmezlikten Gelir Ve en sık tekrarladığı söz: "Yaşlı birinin söylediklerini
ya da Parçalar herkes nasihat sayar."

Bir erkeğin hayatında, anılarının zihnini zaptettiği vakitler


vardır... Ah, Profesör'ün sözleri hep kulaklarımdaydı. Acı- Pippo Zaza Ayağımıza Gelince
badem'deki evinin okuma odasında sohbet ederken, yüzü­ Ayaklarımız Nasıl Yerden Kesildi?
nü aydınlatan bir tebessümle "Şiddet bizi 'uzlaşma' denen Yazar bizzat gelecekse bari biraz
bulaşıcı hastalıktan korur" demişti. kan dökülsün.
Beraber televizyondaki haber bültenini izliyoruz; [Umberto Eco, Ganimet Galerisi]
ABD'nin Ankara büyükelçisi ile el sıkışan bir 'işadamı' [Rıza
Silahlıpoda!] görünüyor. Profesör dalgın: "Yırtıcı, seni ya Umur Samaz'a, müjde gibi görünen felaket haberini ver­
görmezlikten gelir ya da parçalar." Onun nazarında haber dim: "Pippo Zaza İstanbul'a geliyor."
bültenleri vahşi doğa belgesellerinden farksızdı. "Biliyorum."
Maçka parkında bir bankta oturuyoruz: "Kılların bile göl­ "Biliyor musunuz?!"
gesi vardır." "Evet. Yaşım ilerlemiş olabilir Habip, fakat ben de ilerli­
11 Haziran 2001, Pazartesi. Türkiye saatiyle 15.14'te Ti- yorum." Profesör gülümsüyor.
mothy McVeigh'in İndiana'daki Terre Haute Cezaevi'nde ze­ Partanna ailesine bağlı Pippo Zaza, Sicilya mafyasının en
hirli iğneyle idam edildiği duyuruldu. McVeigh, 1995'te acayip üyesi. Cosa Nostra'nın esasen taşra kabadayılığı te­
Oklahoma'daki bir kamu binasını havaya uçurarak 168 ki­ melinde yükselen bir yeraltı imparatorluğu olduğunu düşü­
şiyi bir anda yoketmişti. Tüm dünyada tartışmalara ve pro­ nüyor. Ve söylüyor. Corriere Della Sera'da Ignazio Bontate
testolara neden olan [ve de 325 izleyicinin gözleri önünde imzalı yazıları onun kaleme aldığı sanılıyor. Umberto Eco'ya
gerçekleştirilen] idamdan hemen önce infaz memurların­ hayran. Ignazio Bontate'nin en ünlü cümlesi şu: "Umberto
dan birine McVeigh'in verdiği kâğıtta İngiliz Şairi William Eco geldi ve biz İtalyanların boş gururunu doldurdu."
Ernest Henley'e ait bir dörtlük yazılıydı: Pippo Zaza, bir gece kulübünde dansçı kızlardan birinin
"Fazlasıyla dar olsa da kapı vurulmasıyla başlayan çatışma sırasında tutuklanmış. Kafa­
Ve cezam mümkün mertebe ağır sı dumanlıymış. Partanna ailesiyle bozmuş gözükara bir
Akıbetimin kaptanı benim savcı olan Carlo Comencini, Voltera Hapishanesi'ne tıkılan
Ruhumun muzaffer komutanı!" Zaza'yı orada tutmak için harekete geçmiş. Zaza'nm işlediği
Umur Samaz'ın olayla ilgili yorumunu hatırlıyorum: "Ril- suçların bilançosu, muhtemel şahitlerin listesi çıkarılmış.
ke'nin de dediği gibi, katilleri anlamak kolaydır." Fakat otomobiline bomba konulan Comencini, onu koru­
Profesör ne zaman eline bir gazete alsa neşesi kaçardı: yan iki polisle birlikte gümlemiş. Pippo Zaza, Voltera Ha-
"Bu gazeteler sanki cehennemde çıkarılıp Türkiye'ye posta­ pishanesi'nde geçirdiği 7 yılı iyi değerlendirmiş; gece gün­
lanıyor!" düz kitap okumuş: Tarih, felsefe, edebiyat... Mahkumlardan

180 181
oluşan bir tiyatro grubuna katılmış. Farsça ve Türkçe öğ­ "Şaka yapıyorsunuz?"
renmiş. Türkçe'yi, aynı hücreyi paylaştığı tekvando şampi­ [Etrafta, göbekli, bronzlaşmış birtakım adamlar dolaşı­
yonu bir dolandırıcı olan İsmet Metis'ten daha iyi konuşu­ yor. Durum birazcık ciddileşince, insanın gözüne herkes
yormuş! Fakat bunlardan mafyanın da, kamuoyunun da şüpheli şahıs gibi görünür.]
haberi yok! Zaza, 7 yıllık mahkumiyetten sonra acze düşüp "Asla. Yanımda fotoğrafını taşıyorum" diyor ve cüzdanın­
kendi kabuğuna çekilmiş bir haydudu oynuyor. dan çıkardığı Gizli Servis kimliğindeki fotoğrafı gösteriyor.
Dünyanın bütün gizli servislerinin beyin takımlarında [Bronz adamlar saate bakıyor, elektronik panolara göz
yer alan kişiler, Pippo Zaza'ya ilgi duyuyorlar. Umur Samaz atıyor, yolcu giriş kapısını kollayarak birbirlerinin kulakla­
da öyle. Çünkü, Zaza vakası, bir serserinin aklını başına rına birşeyler söylüyorlar... İsmet Metis ve yanındaki üç
toplaması ile açıklanamıyor. Gerçi, mesela İngiltere'de 55 adamı tespit ediyorum.]
yaşından sonra eline kalem alıp anılarını yazan gangsterler "Ah evet, hatırladım; bu Conversation'daki hali" diyerek
yok değil. İtalya'da da zır cahil girdiği kodesten allame-i ci­ Profesör'ün esprisini tamamlıyorum.
han olarak çıkanlar var. Fakat, Zaza başka. O, parmaklıkla­ [Pippo Zaza'yla aynı gemiden inen yolcular birer ikişer
rın ardında mafya disiplinini, asabiyetini, katılığını yeniden geliyorlar. Kendilerini karşılayacak kişilerle daha önce gö­
yorumladı. Tabancasını turistik bir süs eşyasına dönüştür­ rüşmemiş olanlar ellerindeki "Geldim İşte! Giovanni Gre-
medi. Kimseye hiçbir şey izah/ilan/itiraf etmeye yeltenmedi. co", "Selam Melisa!", "Salvatore Scaglione" gibi tanıtıcı
Ignazio Bontate oldu! Ve 1997'de yılın gazete yazarı ödülü­ pankartları havaya kaldırıyor. Havana, pankartları bir bir
nü aldı! Ignazio Bontate adıyla ödül törenine katılarak ko­ okuyor.]
nuşma yapan kişi Pippo Zaza değildi! Kimdi peki? Muhte­ Umur Samaz kahkahayı koyveriyor. Elindeki kimliği yü­
melen meslekte şansı yaver gitmemiş bir tiyatrocu. züme tutarak soruyor: "Doğru söyle, sahiden ona benziyor
Büyük gün geldiğinde, Umur Samaz, Havana ve ben Ka- muyum?"
raköy Limanı'ndaydık... Profesör ve ben blucinler içindeyiz. [İsmet Metis ve yanındakiler, yolcuların geldiği kapıya
Profesör, hayatında ilk defa kot giyiyor. Heyecanlıyız. Hava­ kilitlenmiş vaziyetteler.]
na de heyecanlı. Koskoca Pippo Zaza'mn ayağımıza kadar "Hık demiş birbirinizin burnundan düşmüşsünüz efendim."
gelmesi an meselesi. [Pippo Zaza, güneş gibi parlayan bir sarışın ve iki koru­
Bir erkeğin hayatında, burnunun dibindeki bir şeyi bun­ ması ufukta beliriyor.]
ca zaman nasıl göremediğine şaşırdığı anlar vardır. Umur "Geldi." diyorum.
Samaz, Enemy of State filmindeki Gene Hackman'a benzi­ Profesör gözleriyle Pippo Zaza'yı arıyor. Etrafına bakman
yor. Bunu ilk defa orada farkediyorum: "Hocam, size hiç Pippo Zaza'mn elinde "Ignazio Bontate" yazılı bir pankart
Gene Hackman'a benzediğinizi söylemiş miydim?" var! İsmet Metis, Pippo Zaza'ya el sallayarak sesleniyor:
"Hayır. Peki ben sana Gene Hackman hayran! olduğumu "Zaza! Sesime gel!"
söylemiş miydim?" Pippo Zaza, lavabo beyazı dişleriyle sırıtıyor: "ismet! Can
[Pippo Zaza'yı getiren gemi limana yanaşıyor.] yoldaşım!"

182 183
Zaza ile ismet Metis birbirlerine doğru yürüyorlar. po Zaza'nm üzerine atıldı! Ve İsmet Metis, havadaki köpeğe
Profesör ve ben nefesimizi tutmuş, kıpırdamadan Türk- müthiş bir tekme savurdu! Acıyla cıyaklayan Havana, yere
İtalyan dostluğunun ünlü suçlular düzeyinde pekiştirilişini 45 derecelik bir açı yaparak uçtu. Sarışın, çok daha tiz ve
seyrediyoruz. Havana, körüklü otobüs gibi sarsılarak solu­ uzun bir çığlıkla, köpeğin uçuşuna eşlik etti. Tabancamı
yor; öyle ki, hayvanın nefes alıp verişi, limandaki uğultuyu doğrultup İsmet Metis'in bacağını nişanladım. Umur Samaz
tamamen bastırıyor. "Yapma Habip!" diye haykırarak, beni engellemek için kolu­
Pippo Zaza ve İsmet Metis, henüz aralarında 20 metre mu tutup havaya kaldırınca tabancam ateş aldı. Bam! İsmet
mesafe olduğu halde, kollarını açmışlar, güleç yüzlerle ko­ Metis göğsünden mıhlanmıştı. Limandaki herkes paniğe ka­
nuşarak birbirlerine yaklaşıyorlar. Birazdan tarihî bir ku­ pıldı. Kimi feryat figan ederek kaçışıyor, kimi oturakların ar­
caklaşmaya şahit olacağız. 10, 9, 8, 7, 6, 5... kasına saklanıyor, kimi kendini yere atıyordu. "Polis! Kimse
kıpırdamasın! İndirin silahları!" Ellerimi havaya kaldırdım.
"Bu Şehr-i Sitanbul ki bî Mislû Behâdır İsmet Metis'in yanındaki üç adamdan biri olan kardeşi, Mes-
tan Metis, tabancasını bana çevirdi. Bir erkeğin hayatında
Bir Sengine Tüm Sicilya Mülkü Fedadır"
bazı 'son an'lar vardır. İşim bitmişti. Gözlerimi sımsıkı yu­
Tarihî an, son anda, yerini bir başka büyük ana bıraktı! Ha­ mup başımı yana döndürdüm ve bam! Havana'nın iniltile­
vana birdenbire fırlayarak, sarılmak üzere olan iki gangsterin rinden başka hiçbir şey duymuyordum. Gözlerimi yavaşça
arasına girdi! Köpek, kudurmuş gibi, Pippo Zaza'ya havlı­ açtığımda, Mestan Metis'in alnındaki kurşun deliğini gör­
yordu. Pippo Zaza, geriye çekildi. Uzaktan, üniformalı bir düm. Beni daha da şaşırtan şey, Profesörün elindeki, dumanı
polis hareketlendi. İsmet Metis ve beraberindekiler ne yapa­ tüten tabanca oldu. Mestan Metis'in icabına Umur Samaz
caklarını şaşırdılar. Pippo Zaza'nm yanındaki sarışın çığlığı bakmıştı. Polisler, hepimizi tutukladüar. İsmet Metis ve kar­
bastı. Bronzlaşmış adamlardan bazıları, besbelli sivil polis deşi ölmüştü. Arka sağ bacağı kırılan Havana ise hâlâ yattığı
idiler, olay yerine seğirttiler. Pippo Zaza'nın iki koruması si­ yerden Pippo Zaza'ya ulaşmaya çalışıyordu. Havana hastane­
laha davrandı. İsmet Metis'in adamları da silah çektiler. Ha­ ye, Metis biraderler morga sevkedildi. Biz ise limandaki ko­
vana, kendine doğrultulan namlulara hiç aldırmadan, bütün desi boyladık. Umur Samaz ve ben Gizli Servis'ten olduğu­
gücüyle Zaza'ya havlıyordu. Anlaşılan, misafirimizin üzerin­ muzu söyleyip kimliklerimizi gösterdiysek de polisler bize
de bir miktar uyuşturucu vardı. Havana bir polis köpeği de­ kulak asmadılar. Ceplerimizdeki her şeyi aldıktan sonra bizi
ğildi, fakat eğitimli bir aileye mensuptu ne de olsa. Profesör, merdivenlerden indirdiler, hücrelere tıktılar ve ortadan kay­
Havana'ya doğru koştu, ben de peşinden. Sivil polislerin el­ boldular. İsmet Metis'ten yıllar sonra, Pippo Zaza ile aynı tu­
leri silahlarına doğru kayıyordu. Her şey, tam 4 saniye içinde tukevini paylaşma onurunu yaşıyorduk. İkişerli gruplar ha­
oldu. Profesör, zaten elinde tuttuğu Gizli Servis kimliğini linde, kilit altına alınmıştık. Tam karşımızda, Pippo Zaza ve
göstererek, Havana'nın etrafını saran uluslararası yeraltı top­ kadını vardı. Polisler sarışını ayrı bir hücreye koymak iste­
luluğuna seslendi: "Durun! Ben, Gizli Servis'ten Umur Sa- mişti. Fakat kadın Zaza'nın koluna yapışarak yaygarayı ba­
maz!" Bu arada ben de tabancamı çıkarmıştım. Havana, Pip- sınca, onu sevdiğinden ayırmadılar. Şimdi de çömelmiş ağlı-
184
185
yordu, ilk cinayetini işleyerek hayatımı kurtaran Umur Sa- ve gülümsedi: "Teşekkür ederim." Bu arada ağlamayı kesen
maz'm ağzını bıçak açmıyordu. Hasret gidermek için onca sarışın da başını kaldırmış Pembe Panter'e bakıyordu.
yol tepip ziyaretine geldiği eski dostunun ölümüne şahit Pembe Panter: "Ignazio Bontate'nin yazdığı doğru mu?
olan algarina Zaza kendi kendine mırıldanıyordu: "Bu şehr-i Yani, Türk kahvesi seviyor musunuz?"
Sitanbul ki bî misi ü hebadır I Bir sengine tüm Sicilya mülkü fe­ Pippo Zaza'nın gözleri parladı: "Kesinlikle evet. İsmetle
dadır" [Bu İstanbul şehri ki paha biçilmezdir / Bir taşma Si­ içecektik fakat nasip değilmiş."
cilya'nın tümü fedadır]. Nedim'in mısralarındaki "yek pare Pembe Panter,: parmaklıkların arasından Pippo Zaza'ya
Acem mülfeü"nün yerine "tüm Sicilya müîfcü"nü koyan kişi bir kartvizit uzattı: "Eğer beni ararsanız, size evimde kendi
aslında Pippo Zaza değil, Ignazio Bontate'ydi. Nitekim, Bon- ellerimle kahve ikram edebilirim."
tate iki hafta sonra Corriere Della Sera'da, istanbul'daki Hepimiz, Pembe Panter'in Pippo Zaza'ya kur yapışını
gangsterlerin Sicilyalıları sollamaya namzet olduklarını yaza­ seyrediyorduk. Zaza'nın keyfi yerinde gibiydi; kartı aldı:
caktı. Yan hücredeki İsmet Metis'in adamları, patronları vu­ "İnşallah. Hayırlısıyla buradan çıkabilirsek, neden olma­
rulduğu için hırçmlaşacaklanna, çaçaron karılar gibi habire sın?"
konuşuyorlardı. Hücrede bir o yana bir bu yana yürüyerek İsmet Metis, Umur Samaz, ben ve en önemlisi gözü yaşlı
yaklaşık 50 dakika süren bir yolculuk yaptım. sarışın; Pippo Zaza'yı Pembe Panter'e kaptırmış mıydık ne?
Daha sonra birkaç kere ağzını aradıysam da Pembe çözül­
medi. Entelektüel gangstere kahve sunmuş muydu sahi­
Kahve ve Nükleer Bomba Yapabilen Dilber
den? Bu, Pippo Zaza ile Pembe Panter arasında bir sır ola­
50 dakika sonra kurtarıcımız geldi: Pembe Panter! 28 yaşın­ rak kaldı. Günahları boynuna...
da, 1.70 boyunda, uzun saçlı, diş macunu reklamlarındaki
gibi otuziki dişiyle bembeyaz gülen bir afet. Dört yıldır ayrı
Üzerinde Kuluçkaya Yattığımız Bombalar
yaşadığı ve hiç görüşmediği kocasından nedense hâlâ res­
men boşanmamış. Bu hanım kızın çok iyi bıçak attığını, beş Prof. Umur Samaz'ın katillerini bulmak benim boynumun
dil bildiğini, nükleer bomba yapabileceğini, yurt içinde ve borcu. Kamuoyunda 'Umur Samaz cinayeti' olarak anılan
dışında bilumum radikal örgütlere sızdığını, jet uçağı kulla­ olayı polis bir türlü çözemiyordu. Failler buhar olup uç­
nabildiğini, yüce dağlara tırmandığını, geçen yaz tatilini elde muşlardı. Deliller yetersizdi. Profesör ünlü biri değildi, fa­
tüfek tilki avına çıkarak geçirdiğini, yakın-dövüş teknikleri­ kat öldürülmek ona yaramıştı. Unvanı ve ölme biçimi, ki­
ne hakim olduğunu, Gizli Servis'teki üstün başarılarından taplarının satışını artırmıştı: Katil Bülbül Gibi Şahidi; Diplo­
ötürü bir düzine madalya aldığını... kim aklına getirir?! matik Dezenfektan; Beni Anlamak Zordur; Posikolonyal Şar­
Yanındaki polisler kilidi açarken, Pembe Panter bizden kılar ve Medyatik Vokal; Bu Dansı Smokinli Cellada Lütfeder
kopup Pippo Zaza'nın yanına vardı: "Merhaba Bay Zaza, si­ misiniz?; Terör Mahallindeki Dublörler. Yazabilseydi, Nuh
zi görmek ne büyük şeref." Tufan'la ilgili kitap, Profesör'ün yedinci kitabı olacakü.
Ayakta, duvara yaslı duran Zaza, Pembe Panter'e döndü Prof. Umur Samaz'ın yarım kalan kitabını tamamlamak da

186 187
benim boynumun borcu. Artık, Nuh Tufan'ın kıçının dibin­ bilirdi. Kanepelerin önünde de zemine vidalanmış küçük
den canlı yayın yapan Havana da tahtalı köydeki kulübesini masalar. Buranın müdavimi yoktu. Çünkü uzun süre oturul­
boyladığına göre, iş başa düşüyordu. Kelimenin tam anla­ maya müsait değildi. Tek başmaysanız kendinizi bir bekleme
mıyla köpek gibi peşinde dolandım Nuh'un. Hem de aylarca. salonunda gibi hissederdiniz. Hiç bitmeyen bir bekleyiş... İki
Nuh Tufan ve arkadaşları Profesör'ün cenazesine gelmiş­ kişiyseniz mutlaka boynunuz ağrırdı yana dönmekten. Üç ya
lerdi. Bu cenaze töreni, aynı zamanda Nuh'la kaderlerimi­ da daha fazla kişinin burada birarada oturması imkânsızdı.
zin birleşme töreniydi. Körpe bir albinoyla hayati ortaklığı­ Garsonlar da sürekli değişiyordu ve onları müşterilerden
mız gözyaşları içinde başlıyordu. Konusuz bir savaştı bu. ayırdetmek kolay değildi. İşte, Nuh Tufan'ın akşamları soğuk
Düşmanın cephaneliği sorularla tıka basa doluydu. Müttefi­ ya da sıcak birşeyler içmek için uğradığı mekân böyle ıssız,
kim Nuh Tufan'la, ördek yumurtalarının üzerine kuluçkaya tenha, sade, loş, sessiz ama abuk sabuk bir yerdi.
yatmış tavuklar gibiydik. Daha doğrusu, ben öyle sanıyor­ Nuh Tufan kapıdan giriyor. Ben gazete okuyorum. İki ka­
dum. Altımızda ısıttığımız yumurtaların gerçekte birer nepenin birleştiği köşede, kızıl saçlı, zayıf, gözlüklü bir kız
bomba olduğunu sonradan anlayacaktım. Nuh Tufan ise var. Nuh, kızla benim aramdaki geniş boşlukta, kıza yakın
ancak bombalar patladığı zaman gerçekle tanışacaktı. bir yere kendini bırakıyor. Kızıl saçlı, çantasında bir şey ara­
makla meşgul. Anahtarlık, cüzdan, telefon, küçük bir par­
füm şişesi, birkaç rozet, kalem, adres defteri... gibi bir sürü
Gazetedeki Canlı Yayın
öteberiyi tek tek çıkarıp masaya koyuyor. Nuh Tufan kızı sa­
Hemen her gün, fare disipliniyle Nuh Tufan'ı takip ediyor, kince seyrediyor. Derken kızıl, küçük bir kâğıt parçasına
telefonlarını dinliyor ve yaptığı her şeyi not alıyordum. Bu ulaşıyor. Belli ki aradığı, bu kâğıt parçasıymış. Sonra, masa-
çocuk, Profesör'ün zannettiği gibi terörist filan olacağa ben­ dakileri koluyla çantaya süpürüyor. Karşıdaki kanepede pi­
zemiyordu. Gene de Profesör'ün yarım bıraktığı işi bitirme­ nekleyen uzun boylu bir genç kalkıp bir kahve hazırlıyor ve
liydim. Acayip bir haldeydim. Kitap, Umur Samaz'ın keha­ hiçbir şey söylemeden getirip Nuh'un masasına bırakıyor.
neti gerçekleşmediği takdirde, yazılış amacından sapacaktı. Kızıl saçlı başını çantasından çıkarınca Nuh'la göz göze geli­
Mamafih kitabı tamamlamazsam vasiyeti yerine getirmeme­ yor ve gözlerini kısarak gülümsüyor. Nuh'un yüzünü göre­
nin onursuzluğuyla başbaşa kalacaktım. Merhum, umduğu miyorum. Usulca önüne dönüp hiç ses çıkarmadan, dikkatle
ile değil, bulduğu ile yetinmek durumundaydı. kahvesini karıştırıyor. Derinlerden bir yerden bir şarkı başlı­
Birini takip etmenin en iyi yolu, onun önünde yürümek­ yor: 111 meet you at midnight... Kızıl saçlı, masasındaki çayı
tir. Kimse önündeki kişi tarafından takip edildiğini aklına hatırlıyor ve bir yudum alıyor. Nuh Tufan, fincanından göz­
getirmez. lerini ayırmaksızm mırıldanıyor: "Adınız Zennube mi?"
Nuh Tufan, Çöplükten çıkıp otobüse bindiğinde, nereye Kız bir saniye içinde parçalanıp yeniden bütünleniyor ve
gideceğini o da ben de biliyorduk: Kahkaha Kahvehanesi. hâlâ önündeki fincana bakan Nuh Tufan'a çekingence soru­
Yüksek tavanlı, geniş ve gıcık bir mekândı. Duvardan duva­ yor: "Bana mı dediniz?"
ra, upuzun kanepeler vardı. Öyle ki otuz kişi yanyana otura- Kahvenin dumanını içine çekiyor Nuh Tufan ve yavaşça
188 189
kıza dönerek "Evet. Adınız, diyorum, Zennube mi?" Acaba ben de müdahale etsem mi? Kavgaya karışırsam,
Kızıl Zennube gergin bir gülümsemeyle: "Nereden bildi­ romanın en heyecanlı sahnelerinden birini feda etmiş ola­
niz?" cağım. Ama hiçbir şey yapmadan oturup kavgayı seyreder­
Nuh Tufan yeniden fincana dikiyor gözlerini ve sıkıntılı sem de romanın baş kahramanı cartayı çekecek! Herhalde
bir itirafçı gibi konuşuyor: "Şimdiye kadar... dört sevgilim böyle bir son Umur Samaz'm ruhunu incitir, kemiklerini
oldu ve... dördünün de adı Zennube'ydi." sızlatır, mezarını soğutur.
Muhtemelen, dünyada adı Zennube olan tek kişinin ken­ Fevri zebellâ, garsonu tınlamıyor, yumruklarını sıkmış,
disi olduğunu düşünen [ki bence böyle düşünmekte haklı, Nuh'un doğrulmasını bekliyor.
çünkü Zennube 'günahkâr kız' demek] kızın yüzü tahta gi­ Nuh kanepeye oturuyor ve ayyaşlara yoldaşlık eden uyuz
bi ifadesizleşiyor: "Ne demek istiyorsunuz?" kediler gibi kaşınıyor: "Bütün gücün bu kadar mı kuduz
"Hepimiz kaderin elinde oyuncağız, Zennube." fırlama? Hamlamış balerin gibisin."
Kızıl günahkâr, eski Türk filmlerindeki hemcinsleri gibi Kızıl saçlı, buzun içindeki kiraz gibi kıpırdamadan duru­
dalgınlaşıyor. Ağzım açmaya mecali yok sanki. yor. Garson taşlaşmış vaziyette. Bense gazetemi pencere gi­
Bir erkeğin hayatında, küçücük bir şakanın büyük bir bi açmış, günün flaş haberini canlı yayında seyrediyorum.
olaya dönüştüğü anlar vardır... Zehirli mantar gibi yerden Ve galiba hepimiz fazlasıyla aptal görünüyoruz.
biten bir çam yarması Himalaya gökleri gibi gürlüyor: En verimli çağındaki goril, kardan adam gibi bembeyaz
"Zen, kim bu zibidi?!" olan Nuh'un suratına doğru, fırından yeni çıkmış bir yum­
Nuh fincandan kopmuyor, tepesinde şahlanan fincancı ruk sallıyor. Nuh hızla kenara çekilince, canlı buldozerin
katırını görmezlikten geliyor. kolu duvara saplanıyor! Nuh bir anlık fırsattan istifade fır­
Kızın yüzü saçlarıyla aynı rengi alıyor: "Bilmiyorum, ta­ layıp kaçıyor!
nımıyorum, ilk defa görüyorum." Fena halde canı yanan dev piç, bir yandan kıvranıp bir
Azman ızbandut, Nuh'a doğru eğiliyor: "Kimsin ulan sen, yandan köpürerek, buzları çözülen kızıla soruyor: "Söyle,
gel bakayım şöyle dışarı!" sana ne yaptı bu herif?!"
Nuh ayaklanıyor ve elindeki fincanı kaldırarak kıza na­ Kız panikle cevaplıyor: "Hiç! Vallahi billahi!"
zikçe "Ruh sağlığınıza, prenses." Kızılla vakit kaybetmek istemeyen köpüren boğa, Nuh'un
Kuşkulu durumlarda bir aptal atılganlasın Bizimki daha peşinden atılıyor. Hemen ayağımı uzatıp çelme takarak eb­
fincanı ağzına götürmeden, kuduruk katır yumruğu geçiri­ leh lenduhaya yeri öptürüyorum.
yor! Hem de öyle bir yumruk ki, Nuh'un kafası güm diye Yerden zınk diye kalkan, sudan çıkmış saplantılı kılıçba-
duvara çarpıyor, fincan havaya fırlıyor, etrafa saçılan kahve lığı elinde sürpriz bir sustalıyla [sustalı zaten sürpriz dolu
benim üzerime de sıçrıyor. bir bıçaktır] soruyor: "Sen de kimsin ulan?"
Nuh iki eliyle kafasını tutup beklerken, garson olay yeri­ Bir erkeğin hayatında, en zor sorular için hazırladığı zor
ne intikal ediyor: "Durun beyler, bir meseleniz varsa dışarı­ cevaplar vardır.
da halledin, burası ring değil." "Ben ahmak ıslatanım, şimdi de seni ıslatacağım."

190 191
Sustalıyı bir-iki kere aramızdaki boşluğa dürtüyor. Hare­ tediğini anladığın zaman, hayatının geri kalanının bir an
ketlerini izliyorum ve bu kabadayının gerçek bir korkak ol­ önce başlamasını dilersin."
duğuna karar veriyorum. Tek elimle bileğini yakalayıp bü­ "Biliyor musun Hobbit?" [Bana 'Hobbit' der.]
küyorum, dirseğimle de çenesine birkaç kere vurduktan "Neyi?"
sonra, diğer elimle sustalıyı alıyorum ve bayılan hayvanca­ "Yanılgılarımızın çoğu, düşüneceğimiz yerde duygulan­
ğızı bırakarak yere yığılmasına izin veriyorum. Mumyalaş- mak ve duygulanacağımız yerde düşünmekten doğar." Ve
mış kıza "Hepsi geçti, prenses; şimdi müsaadenizle..." diye­ yanağımı öpüyor.
rek hafifçe eğiliyorum. "Bir gözlük almalısın Geronimo." [Geronimo: Hacer Ce­
Süt dökmüş inek gibi bakan garsona bir banknot uzatıyo­ ren'in lakabı.]
rum ve para üstünü beklemeden Nuh'a doğru yelken açıyo­ "Neden?"
rum. Kahkaha Kahvehanesi'ni terkederken en son, kızıl "Her defasında dudaklarımı ıskalıyorsun."
saçlının sesi çalınıyor kulağıma "Zaten boşanıyorduk..."
Hiç unutmam, bundan tam 4 sene, 7 ay 11 gün önceydi.
Yüzünde badem unu, yumurta akı ve gül suyu karışımın­
Hobbit ile Geronimo
dan oluşan maskesiyle Hacer Ceren, pencereyi açıp bana
Sana baktıkça tatlım, Rus ruletinde kaybet­ seslendi: "Habip Hobbit! Gün boyu beni takip ettin sesimi
menin acısı gibi bir acı duyuyorum. çıkarmadım! Bana Cyrano'luk taslama artık! Burnundan
[Dodo Donor, Can Çekişmenin kaplan] zorun mu var?!"
Yavaşça sokağın ortasına yürüdüm. Bir araba ani bir fren
Hacer Ceren elinde bir bastonla eşikte duruyor...
çığlığıyla dibimde durdu. Fren sesi kalbimden gelmişti sanki.
Şoför şimdi de komaya basıyordu. Koma sesi Hacer Ceren'in
Güzelliğiyle balıkları bile kendine çeken bu kadına âşı­
gözlerinden geliyordu sanki. İki adımda Hacer Ceren'in sark­
ğım. Bundan tam 4 sene, 7 ay, 13 gün önce nişanlanmıştık.
tığı pencerenin hizasına vardım. Başımı iyice geriye atmıştım
Ve bundan tam 4 sene, 7 ay, 12 gün önce "Yüzükleri göme­
ve boynum ağnmaya başlamıştı. İniltili bir haykırışla "Gero­
lim Habip" dedi bana. Bir erkeğin hayatında, gerçekten 24
nimo!" dedim, "Daha dün cennetteydim fakat şimdi cehen­
saat süren bir gün vardır. Hacer Ceren'le nişanlı olduğumuz
nemdeyim!" İçeri girip pencereyi kapattı. Biraz sonra apart­
o gün benim için öyleydi. Nişanı bozmasına itiraz etmedim.
manın dış kapısından çıkarken bana cevap veriyordu: "Mark
Beni dinlemez zaten. Hacer Hobo olmayı reddetti diye onu
Twain der ki: Cennet ve cehennem hakkında ileri geri konuş­
suçlayamam...
1 mam, çünkü her ikisinde de dostlanm var." Ve elime bir kitap
tutuşturup geri döndü. Kitaba baktım: Cennete Dair îfritvari
İniyor muyuz, çıkıyor muyuz bilmiyorum. Hacer Ceren,
Mülahazalar I Mark Twain. Rastgele bir sayfa açıp okudum:
asansörün aynasında kirpiklerini inceliyor. Boşluğa bakarak
"Gök gürültüsü korkutur, fakat asıl işi yapan şimşektir."
mırlıyorum: "Hayatının geri kalanını birisiyle geçirmek is-

192 193
Hacer Ceren'le bir yaz gecesi terastaki masalardan birinde Kalküta'dan Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
oturuyoruz. Gözlerinin ışıltısı, İstanbul Boğazı'nınkini bas­ Barselona'dan Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
tırıyor. Masaya, editörlüğünü yaptığı Şimdi dergisinin yeni Dubai'den Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
sayısını bırakıyor. Kapak konusu: 'Evlilik: Çifte Standart' Johannesburg'dan Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
Abartılı hareketlerle dilimin altından bir elmas yüzük çı­ Oslo'dan Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
karıyorum. Hacer Ceren'in bileğini kavrayıp yüzük parma­ Marakeş'ten Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
ğını yaladıktan sonra yüzüğü şlak diye takıyorum: "Evlen Dünyanın neresine gidersem gideyim, gönlümün başken­
benimle Geronimo." tinde oturan Hacer Ceren'le irtibatı koparmıyorum.
"Ağzından çıkanı... kulağın duyuyor mu?"
"Beni boşver, sende durum nedir?"
"Pekala, Hobbit, fakat şunu bil ki soyadımdan vazgeç­ Yolları Bıçaklanan Bahçe
mem."
Hacer Ceren elinde bir bastonla eşikte duruyor... Ve onu ne
"Ben de sevgilim."
zaman karşımda görsem birlikte yaşadığımız her şey gözle­
Müstakbel Hacer Ceren Hobo, gözlerini gözlerimden rimin önünden film şeridi gibi geçiyor. Her defasında onu
ayırmadan başını eğerek, katlanmış elindeki yüzüğün el-
son kez gördüğüm hissine kapılıyorum. Birlikte salona ge­
mas'ına bir öpücük konduruyor.
çiyoruz.
"Bu baston da neyin nesi?"
Hacer Ceren'le caddelerde kolkola yürüyoruz.
"Senin albinodan aldım."
Hacer Ceren'le lunaparkta, gondola biniyoruz.
"Nuh Tufan'dan mı?"
Hacer Ceren'le Venedik'te gondola biniyoruz.
"Hayatında başka albino var mı?"
Hacer Ceren'le Baudrillard'ın konferansını dinliyoruz.
"iyi de, niye baston aldın ki. Başka bir şey seçseydin
Hacer Ceren'le sinemadan çıkıyoruz.
bari."
Hacer Ceren'le bir balonun sepetinde yükseliyoruz.
"Sen yazın ortasında şemsiye almamış miydin? Hem bu
Hacer Ceren'le bir Cerrahi tekkesinde sessizce oturuyoruz. baston Borges'e ait Bay Hobo."
Hacer Ceren'e viyola çalıyorum. "Yollan Çatcâlanan Bahçe'nin yazarını mı kastediyorsun?"
Hacer Ceren'e papatya alıyorum. Geronimo, şapkasını çıkarıp boş bir koltuğa bırakıyor:
Hacer. Ceren'e küçük sihirbazlık numaraları yapıyorum. "Evet, ta kendisi."
Budapeşte'den Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
"Nuh sana da kurusıkı salladı demek?"
Paris'ten Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
"Çocuğun hikâyesi gerçek mi, uydurma mı, inan anlaya­
Kahire'den Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
madım. Fakat o kadar tatlıydı ki, insan böyle şeylerin ger­
Bükreş'ten Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
çek olması için merakından taviz verebilir bence."
Şanghay'dan Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
"Bu çöpten çıkmış bastonun Borges'e ait olduğuna inan­
Münih'ten Hacer Ceren'e telefon ediyorum.
mak mı istiyorsun yani?"
194
195
"Evet, ne var bunda?" "Kendine gel Habip. Senin hatırın için gittim oraya. Yok­
"Hiç... Konuşmayı kaydettin mi?" sa benim ne işim var Çöplük'te. Zavallı çocuk, zaten yetim,
"Al bakalım" diyerek çantasından çıkardığı mikro-teybi üstelik albino. Onu mu kıskanıyorsun yani?"
sehpaya koyuyor. "Olamaz mı?"
"Sayende kadın kılığına girmekten kurtuldum." "Bazen seni tanıyamıyorum inan. Bir, burada kıskanılacak
"Hah. Sanki hiç yapmadığın bir şeymiş gibi konuşuyorsun." hiçbir şey yok. İki, senin beni korumaya hakkın yok. Üç..."
Teypteki bandı geriye sarıyorum. Hacer Ceren'le aşkımızın bahçesine giden yollar da çatal­
Hacer Ceren şakayla karışık mızıkçılık yapıyor: "Bay lı, hattâ bıçaklıydı: "Tamam, devam etme lütfen."
Hobbit, ben gittikten sonra dinle şunu. Şimdi sırası değil."
Teybi açıyorum.
Hacer: "Borges seversiniz, değil mi?" Otomatik Silah Kardeşliği
Nuh: "Tabii ki... Sizin için başka ne yapabilirim?" Bir erkeğin hayatında ilkel duygularla modern silahlara yö­
Hacer: "Borges... Arjantinli ünlü bir yazar. Onu tanımıyor neldiği anlar vardır...
olamazsınız?"
Nuh: "Tanıyorum bayan. Şu, 'Allah sana bir limon verdiy­ Colt M4A1 Carbine
se, onu sıkıp limonata yapmalısın' diyen adam. Onunla ara­ Yapıldığı ülke: ABD
mızda yaş farkı olduğunu inkâr etmiyorum fakat doğum gün­ Kalibre: 5.56 mm NATO
lerimiz aynı. Ve... bildiklerimin çoğunu onun kitaplarından Şarjör kapasitesi [CS]: 30 mermi
öğrendim" Ateşleme hızı [CS]: 685 rpm
Hacer: "Borges ile Adolfo Bioy Casares'in birlikte yazdıkları Ağırlık [boş iken]: 3,22 kg.
ve takma isimle yayınladıkları İştah Açıcı Suçlar' adlı hikâye­ Çekirdek ağırlığı: 4 gram
de, çöplerden çıkarılan şeylerin satıldığı bir dükkândan bahse­ Çıkış hızı: 884 metre/saniye
dilir. Sanırım böyle bir dükkân açma fikrini oradan aldınız?" Çıkış enerjisi: 1570 joule
Nuh: "Biliyordum... Günün birinde, hakikat hesabına çalı­ Umur Samaz'ı ve Havana'yı Colt M4A1 Carbine'le katlet­
şan bir dedektifin foyamı meydana çıkaracağını biliyordum." mişlerdi. Türkiye'de, bilgisayar oyunlarını bir kenara bırakır­
Hacer: "Borges'i tanımıyorsunuz, değil mi?" sak, Amerikan yapımı bu otomatik silahı kullanan çetelerin
Nuh: "Sizi tanıdığım kadar bile mi?" sayısı çok değildi. Celal Şevki Piştovdan, Yahya Yalınkılıç Ve­
Bandı durduruyorum: "Geronimo, bu serseri sana res­ dat Vargo ve Hünkâr Bilal Binboğa: Bu dört lidere bağlı adam­
men asılmış!" , lar, Colt M4A1 Carbine'i tercih ediyorlardı. Fakat görünürde
Hacer Ceren, suratıma alınmış gibi bakıyor: "Daha neler hiçbirinin Umur Samaz'ı öldürmesi için bir neden yoktu.
Hobbit, çocuk biraz muzip hepsi bu. Hem sana ne?" Gizli Servis'in dosyalarından edindiğim bilgiler, durumu
"Oh, ne âlâ! Biz herifi dayaktan kurtaralım, o da tutsun açıklamaya yetmiyordu. Ben de tek tek bu çetelerin içine
eski nişanlıma sarksın." sızdım.
196 197
ceyi yeniden yaşıyordum. Biz de arabadan indik. Hangar gi­
***
bi, biçimsiz bir binaya doğru yürümeye koyulan adamlann
Celal Şevki Piştovdan'a kendimi Fransa'da yaşayan eski birkaç adım gerisindeydik. Birdenbire az öteden yırtınarak
bir orta sıklet boks şampiyonu, Yılmaz Güçlü olarak tanıt­ bir köpek fırladı. Adamlar irkildiler, fakat çabuk toparlandı­
tım: "1990'a kadar, Lyon'un en popüler boksörüydüm. 'Gü­ lar. Hemen yanlarına sokuldum ve kabaca ağızlarının kilidi­
ney Pençe Türk' dediniz mi beni herkes tanır. Solak, yani ni yokladım: "Köpeklerden ödüm kopar. Eskiden belediye,
gardı ters boksörlere oralarda 'güney pençe' denir." Ringden köpekleri nallardı, şimdi kimse umursamıyor galiba?"
inince ticarete soyunduğumu, iki sene önce Marsilya'da bir Geceyle aynı renkte takım elbise giymiş kısa boylu, kıvır­
şirket kurduğumu ve tekstil ithal etmek için gerekli izni çı­ cık saçlı iskelet zınk diye durdu ve insanın kanını dondu­
kardığımı söyledim. Bu arada, bazı çok yakın arkadaşlarım­ ran sesiyle hırladı: "Demek köpekler ölmeli diyorsun, şam­
la birlikte, Fransız sosyetesine kokain yetiştirmekte zorlan­ piyon?"
dığımızı belirttim: "Bizim orada insanlar çılgın kokarcalar Neşeyle cevapladım: "Siz bana bakmayın. Ben köpekler
gibi çekiyorlar." konusunda hep karasız kalmışımdır."
Celal Şevki Piştovdan'm suratında dişçi gülümsemesi gibi Silahlı iskelet, adeta kemikten yapılmış otomatik tüfeğini
sahte bir ifade vardı. Şişmandı, beyaz saçları metal bir fırça sallayarak öttü: "Kesin bir cevap istiyorum: Köpekler ölme­
gibi dimdikti. Adı Şevki olan herkes gibi o da posbıyıklıydı. li mi, ölmemeli mi?"
Sesi, gırtlağında bir mikrofon varmış gibi ekolu çıkıyordu: Karanlıkta birbirimizi zor seçiyorduk. İskeletin yanındaki
"Açık sözlülüğünüz hoşuma gitti. Demek eski boksörsü­ animasyon hamurundan yapılmış adamların yağa batmış
nüz. Eski boksörleri severim. Bir zamanlar gecenin 3'ünde zeytinler gibi parlayan gözleri bir o yana bir bu yana salla­
yataktan fırlayıp ailece Muhammed Ali'nin maçlarını seyre­ nıyordu. Sesime barışçı bir hava katmaya çalışarak viyakla­
derdik... Sizinle iyi anlaşacağız galiba Yılmaz Bey." dım: "Köpekler ölmemeli, gerçekten, şu andan itibaren bu­
na tüm kalbimle inanıyorum."
Yumurtadan Çıkan Köpek Kısa bir sessizlik oldu... Bir erkeğin hayatında, öfkesini
gemlemesi gereken anlar vardır. Bu beyinsiz psikopatları
Karanlıkta kelimelerin ağırlığı kat kat artıyor. oracıkta parçalayabilirdim. Her birinin kellesini koparıp
[Elias Canetti, Marakeş'te Keşmekeş] boynuna tükürmeye can atıyordum. Fakat, Umur Samaz ve
Havana'nm öldürülüşü ile ilgili gerçeği öğrenmek için, gö­
Birkaç gün sonra malı teslim almak üzere gece vakti Piştov­
zü dönmüş geri zekâlılara ayak uydurmak zorundaydım.
dan'm adamlarıyla buluştuk. Yanımda, Gizli Servis'ten iki
arkadaşım vardı. Şehrin içinde, son moder siyah bir Volks- Kuduz iskelet, ağzından köpükler saçarak: "Allah'ım, ak­
wagen'i takip ediyorduk. Rıhtımda bir yerde duran önümüz­ lımı koru! Şimdiye kadar köpeklerin katledilmesini mi dili­
deki Volksvvagen'den inenlerin ellerinde Colt M4A1 Carbi- yordun? !"
ne'ler vardı. Allah'ım, sanki Umur Samaz'ın öldürüldüğü ge- Yanımda hiç ses çıkarmadan duran arkadaşlarımın yay
gibi gerildiklerini hissediyordum. Böylesine inatçı bir kaba-
198 199
dayı karşısında ne kadar alttan alabilirdim? Elimden geleni
yaptım: "Bak ahbap, artık bu köpek muhabbetini unutalım. Başak Tör'ün Reddettiği Rol
Burada bir alışveriş yapıyoruz, köpeklerin aramıza girmesi­ Yahya Yalınkıhç'a, otomatik hareketlerle maliye müfettişi
ne izin vermeyelim, tamam mı?" kimliğimi gösteriyorum. Cüzdanımı cebime koymadan ön­
İskelette gözle görülür bir kemik erimesi başladı. Köpek­ ce kimliğe ben de göz atıyorum: Başak Tör. [Bizimkiler ge­
ler onu duysa, ayaklarını yarlardı: "Köpeklerin aramızda ol­ ne kimliğe kadın adı yazmışlar.] O tüyler ürperten bir sırıtı-
madıkları bir çağ yaşandı mı?.. Neredeyse ilk insanla birlik­ şıyla bana holdinginin dosyalarının muntazam olduğunu
te evcilleşmişlerdir... Bahse girerim Hz. Adem'in de köpeği uzun uzadıya anlatıyor. Onu duymuyorum bile. Ağzındaki
vardı... Eski Mısır'da köpekler için kutsal mezarlar yapıl­ altın dişe, hipnotize olmuş gibi bakıyorum. Bir yandan da
mıştı... Yunan mitolojisinde Artemis'e arkadaşlık eder kö­ masasının altına gizlice minik bir verici yerleştiriyorum.
pek; üstelik Apollon tarafından terbiye edilmiştir... Bu yüz­ "Belgelerinizi tamamlamanız için size üç gün süre tanıya­
den bir köpeğe verilebilecek en iyi isim Apollon'dur... bilirim. Elimden daha fazlası gelmez Yahya Bey."
Odysseus'un, Argos'un, Çoban Daphnis'in de köpekleri var­ Yahya Yalınkılıç, iki elini birden peruğuna götürüyor.
dı... Ashab-ı Kehf'in köpeği Kıtmir konuşabiliyordu... Kaş- Sonra koltuğunun yanındaki deri çantayı masanın üzerine
garlı Mahmud, kerkes adlı bir kuşun iki yumurta yaptığını koyup açtıktan sonra bana çeviriyor: "Başak Bey, şimdilik
ve bunlardan birinden barak denilen tüylü köpeğin çıktığı­ size sunabileceğimiz belgeler bunlar."
nı anlatır... Labradorlar, Buldoglar, Kangallar, spanyeller, Çantadaki destelenmiş dolarları görünce kaşlarımı kaldı­
grifonlar, dobermanlar, barzoylar, St. Bernardlar, Hannover rarak gülümsüyorum. Tam bir rüşvetçi pislik gibi davrana­
tazıları, Dalmaçyalılar, dupuylar, otterler, seggiolar, polski- rak elimi paraların üzerinde gezdiriyorum. Yahya Yalınkılıç
ler... 200'den fazla köpek türü olduğu biliniyor. Edebiyatta da memnun görünüyor. Sonra birden ciddileşerek sesimi
Beyaz Diş gibi, sinemada Lassie gibi köpeklerden oluşan yükseltiyorum: "Nedir bu? Kamera şakası filan mı?"
koca bir sürünün izini sürmek mümkün... Ve sen kalkmış
Odanın bir yerinde gizli kamera olduğundan kesinlikle
bana köpekleri öldürmekten bahsediyorsun!" Köpeklerin
eminim. Yahya Yalınkılıç'ın şantaj festivaline malzeme ol­
avukatı nefes nefese kalmıştı.
mayı neşeyle reddediyorum.
Bu adamların, Profesör bir yana, Havana'yı zımbalamış "Tekrar görüşeceğiz" deyip odayı terkediyorum.
olmaları ihtimal dışıydı.
Telefonlarına davetsiz kulak misafiri olduğumuz Yahya
Haftalarca telefonlarını dinlediğimiz Celal Şevki Pişdov- Yalınkılıç, vergi kaçırdığı için gözaltına alındı. Mahkemeye
dan kokain sattığı gerekçesiyle tutuklandı. Umur Samaz ci­ çıkarılmadan önce, polis tarafından uzun süre sorgulandı.
nayetiyle ilgili olarak sorgulandı. Adamları da kendisi de Bu arada, Umur Samaz cinayetiyle bir alakası olmadığı an­
olayı medyadan öğrenene kadar Umur Samaz adını hiç laşıldı. Bir avukat sürüsü tarafından müdafaa edilen bahşiş-
duymadıklarını söylediler... çi hilebaz, mahkemede vergi borçlarını faiziyle, cezasıyla
birlikte ödemeyi kabul etti ve serbest kaldı.

200 201
Palyatif Palavralar Şimdi belki de benim bilyelerden fal bakma fikrimi kü-
çümsüyorsunuz. Size bir şey söyleyeyim mi okurcugum,
oyuncak arabalardan fal baksam bile hiçbir şey değişmezdi.
Falcı, müşterisinin göremediği bir şeyi göre­
Kimileri falın ille de kahve ya da iskambil kâğıtları gibi
bilen kişidir: Onun bir budala olduğunu.
akışkan malzemelerden bakılması gerektiğini sanıyor. Saç­
[Ambrose Gwinnett Bierce]
ma. İnsanlar falcılara giderler, çünkü kandırılmak isterler.
Bir erkeğin hayatında teselliyi martavalda bulduğu anlar Böyle biri karşısında ikna edici olmaya gayret etmek boşu­
vardır... Vedat Vargo'nun falına bakıyorum. Benim, eski nadır. Fazla inandırıcılık, işin tadını kaçırabilir. Fal için pa­
ABD Başkanı Bili Clinton'ın falcısı olduğumu sanıyorlar. patyalar, ellerdeki çizgiler, hububat, yıldızlar... kullanılabi­
Monica Lewinsky skandalini önceden haber verip Başkan'ı leceği gibi; buzdolabındaki yiyecekler, balkondaki çamaşır­
uyaran adam! Şam doğumluyum fakat babam Türk. Adım, lar, raflardaki tabak çanak, gardıroptaki giysilerden filan da
Falih Talih. Vedat Vargo'ya kekik suyu, diyet kola ve ishal yararlanılabilir. Talep edilen yalanın, iştirak edilen hilenin
şurubu karışımı bir "iksir" içiriyorum önce. Suratını ekşiti­ ve rağbet edilen sahteliğin kaynağında siz varsanız; yiye­
yor fakat şikâyet etmiyor. Sonra gözlerini yummasını söylü­ ceklere tükürmediğiniz, çamaşırları kirletmediğiniz, tabak­
yorum. O gözlerini yumunca bir puro yakıyorum. Öksürük ları kırmadığınız, giysileri yırtmadığınız sürece problem
tutuyor. "Üstat Falih, puro mu içiyorsunuz?" çıkmaz.
"Evet evladım, öhhö öhö, sence bir mahzuru mu var?" "Babanı görüyorum evlat."
Dev sakallarım, rengârenk sarığım, kocaman yüzüklerim ve "Nerede?"
frapan kostümümün bana verdiği yetkiye dayanarak, 'Ga­ "İşte, şu yeşil kürecikte."
vur' Vargo'ya "evladım" diyorum. "Ne yapıyor?"
"Estağfurullah... Ben de içebilir miyim?" "Bütün iskeletler gibi sırıtıyor."
"Hayır." Vedat Vargo, babasının sırıttığını söylediğim için bana çı­
Cebimden bir kese çıkarıyorum, Vedat Vargo'ya avucunu kışacak gibi oluyor fakat boynunu sağa sola yatırıp kütür-
açmasını söylüyorum. Ağzını da açıyor. Kafasında incecik deterek sakinleşiyor. Muhtaç olduğu palyatif palavralar
kaşları ve silik kirpikleri dışında hiç tüy yok. Yul Bıynner'ı bende mevcut çünkü. Her zamanki saygılı sesiyle: "Bir şey
andırıyor. Kesedeki cam bilyeleri avucuna boşaltıyorum. diyor mu, Üstat Falih?"
"Şimdi elindekileri tek tek bırak" diyorum. Ciddiyetle itaat "Senin peder..." deyip susuyorum ve bir an Gavur'un
ediyor. "Aç gözlerini evlat." Gözlerini açarken ağzını kapa­ gözlerinden taşan merakı, dudaklarını titreten kederi ve
tıyor. , kulaklarından fışkıran dehşeti izledikten sonra ekliyorum:
"Üstat, bu bilyeler de neyin nesi?" "seni çoktan affetmiş."
"Sihirli küre diye bir şey duydun mu hiç Vedat?" "Ciddi misiniz Üstat?"
"Evet?" "Ölü bir baba kadar."
"Bunlar da sihirli kürecikler."
202 203
Telefonda kısa ve etkileyici konuşan Vedat Vargo, bir fut­ Bir süre bembeyaz, upuzun, kıvırcık sakallarımı, eski giy­
bol kulübü üzerinden kara para akladığı iddiasıyla tutuk­ silerimi inceledikten sonra: "Ne kadar sürer tamir işi?"
landı. Kulüp aleyhine yazılar yazan bir gazetecinin öldürül­ "Bakalım hele."
mesinde rolü olup olmadığı da merak ediliyordu. Sorguda, Başıyla, yanındaki hödüğe işaret etti, o da saati avucuma
kendisine isnat edilen suçları şiddetle reddetti. Umur Sa- bıraktı. Nerden baksanız 60 senelik bir Omega'ydı bu. Hün-
maz cinayetine dair hiçbir fikri yoktu. Kendisi dürüst bir kâr'ın dedesine aitmiş. Sonra babası takmış bu saati. Nihayet
işadamıydı. Hakkındaki tahkikat sürüyor... Hünkâr'a kalmış... Saati alıp dükkâna girdim. Tezgâhın arka­
sına geçtikten sonra kapağını açtım. Minik çarklardan biri
hafifçe yamulduğu için saat durmuştu. Biraz uğraşınca tamir
"Tik-Tak" Taktiği
etmeyi başardım. Ve içine küçücük bir verici yerleştirdikten
Kapıda duran kurşuni Mercedes'in arka koltuğunda Hün­ sonra kapağı kapattım. Hünkâr Bilal'in geceleri bile çıkarma­
kâr Bilal Binboğa puro içiyor. Korumalarından biri içeri gi­ dığı bu saat sayesinde, horlamalarını dinleyebilecektim artık.
rip sertçe soruyor: "Sait yok mu?" Tekrar arabanın yanma gittiğimde Hünkâr Bilal huzur­
"Sait Usta memlekete gitti birader, teyzesi vefat etti de." suzca sordu: "Ne kadar sürer?"
"Hünkâr Bey'in saatini tamir edecekti, nasıl gider?" "Hallettim bile." Saati camdan içeri uzattım.
"Ecel." Saate baktı. Çocuk gibi sevinçle koluna taktı. Yeniden ba­
"Sen kimsin peki?" şıyla bir işaret yaptı ve yanında oturan hıyarağası sorgusuz
Herifin edepsizliği sinirime dokunuyordu fakat evliyalar sualsiz elime bir tomar para tutuşturdu.
gibi tebessüm ederek cevapladım: "Ben Sait'in babasıyım."
Öküz, biraz tereddüt ettikten sonra geri dönüp Merce- 7 ayrı telefonu olan Hünkâr Bilal Binboğa ve birkaç ada­
des'e doğru seğirtti. Ben de peşinden. "Patron, Sait Usta ye­ mı düpedüz Umur Samaz cinayeti ile ilgili olarak sorguya
rinde yok..." alındılar. Ağızlarından laf çıkmadı...
Hayvanın sözünü keserek araya girdim: "Hünkâr Bey, Sait
bana sizin geleceğinizi söyledi. Teyzesi öldüğü için memle­
Samuraylar Kâbus Görmez
kete gitmek mecburiyetinde kaldı çocuk. Ben onun babası­
yım. Saatinizi derhal tamir edebilirim. Yarım asırdır bu işi Ellerim havada, İbrahim Kurban'ın Jericho'sunun namlusu
yapıyorum. Anlayacağınız, Sait'in ustasıyım ben. Müsterih şakağımı serinletiyor: "Kimsin sen?" Yan gözle ona bakıyo­
olunuz..." rum. Sakin. Terlemiyor, yüzü kızarmıyor, elleri titremiyor:
Hünkâr Bilal Binboğa kaşlarını çatarak ağzındaki puroyu "Konuş, yoksa seni gözümü kırpmadan gebertirim!"
çıkanp yüzüme doğru uzattı: "Peki sen niye gitmedin cena­ Korktuğumu düşünmesi için sesimi titreterek konuşuyo­
zeye?" Hünkâr da dile gelmiş bir aygırdan farksızdı. rum: "Habip Hobo."
"Biz Çerkez'iz, bizde baldızların cenazesine gitmek ge­ Adımı yadırgıyor ya da sahiden anlamıyor: "Ne? Ne de­
rekmez Hünkâr Bey." din aşağılık herif?!"
204 205
"Habip Hobo, benim adım, Habip Hobo." sürede, Umur Samaz, Nuh Tufan'ı keşfetti. Nuh, Baretta'dan
"Arkadaşımdan ne istiyorsun?! Neden onu sürekli takip çok daha enteresan bir gençti. Nuh'u merkeze alan bir bel-
ediyorsun?!" gesel-roman yazmaya koyuldu. Fakat ne yazık ki öldürül­
"Bunu açıklamak biraz uzun sürer, İbrahim Bey." dü. Ben de onun ölümüyle yarım kalan kitabı tamamlamak
Adını telaffuz etmeme aldırmıyor: "O halde anlatmaya için uğraşıyorum. Hepsi bu."
hemen başla." Başını yana eğmiş, pür dikkat beni dinleyen ibrahim
"Ben gizli ajanım." Kurban: "Yalan söylüyorsun. Bütün bu anlattıkların, Spen-
"Nuh'tan ne istiyorsun?" cer Holst'un Samuraylar Kâbus Görmez hikâyesindeki olay­
Başımı geriye çekerek yüzümü İbrahim Kurban'a dönü­ ların aynısı."
yorum. Bu defa namluyu alnıma dayıyor. Gözlerinin içine İbrahim Kurban'ın bileğini üstten kavrayıp silahı elinden
bakarak konuşuyorum: "Nuh'un zarar görmesini istemiyor­ almayı düşündüm bir an. Fakat buna gerek kalmamıştı.
sunuz. Bunu ben de istemiyorum. Çünkü Nuh'a bir şey Güldüm: "Spencer Holst'un Samuraylar Kâbus Görmez diye
olursa işimi tamamlayamam." bir hikâyesi yok ki."
"Ne işi?" Bu arada tabancanın emniyetinin kapalı oldu­ "Ve?"
ğunu görüyorum ve ellerimi indiriyorum. İbrahim Kurban "Bu saçma bir blöf. Spencer Holst'u bu işe karıştırma. Bi­
silahı hâlâ alnıma dayalı tutuyor. raz iş konuşalım."
"Kitap yazıyorum." "Ne işi?"
"Sen neden bahsediyorsun? Kitap yazmak için Nuh'a mı "Seninle birlikte çalışmalıyız. Yoksa, Rıza Silahlıpoda
ihtiyacın var?" Nuh'u harcayacak."
"Evet. Çünkü kitap Nuh Tufan hakkında." İbrahim Kurban kaşlarım çatarak başını geri çekiyor:
"Acaba yanlış mı duydum? Gizli ajansın ve Nuh Tufan'ı "Kim bu Rıza Silahlıpoda?"
konu eden bir kitap yazıyorsun. Gizli Servis'te size bunu "Al Capone'un Türkiye temsilcisi. İşlerini tatlı dil ve ta­
mu öğretiyorlar?" bancayla gören bir kaçık."
"Umur Samaz'ı hatırlıyorsun, değil mi? Hani cenazesine İbrahim Kurban vakit kazanmak için konuşuyor: "Hiç
katıldığınız adam. Havana'nm sahibi. O benim hocamdı. inandırıcı değilsin, farkında mısın?"
Umur Samaz, Baretta'nın Havana'yı kaçırdığını biliyordu. Bir erkeğin hayatında, sigortanın attığı anlar vardır. Artık
Çünkü köpek gırtlağına kadar alıcı ve vericilerle doluydu. benim de sabrım taşıyor: "Kulaklarını dört aç ve beni iyi
Üstelik, köpeğin gözleri kamera işlevi görüyordu. Umur Sa- dinle pastörize süt bebesi. Karşımda porno film dublajı ya­
maz'm az-satan altı kitabı vardı. Baretta'nın istediği fidyenin par gibi konuşmandan sıkıldım! İstesem şu anda naçiz vü­
hep yarısını ödüyor, kalan miktarı erteliyordu; çünkü fidye­ cudunu camdan fırlatıp o parlak kıçını bir tekmede morar­
cilere dair bir kitap yazmaya karar vermişti. Köpek onların tırım. Seni tükürükle bile bayıltabilirim, anlıyor musun?!
yanında kaldığı müddetçe, her davranışlarını izleyebiliyor­ Ben seni göreve çağırıyorum! Siz sufilere şeyhler ne öğreti­
du. Bütün konuşmaları ve görüntüleri kaydediyordu. Bu yor? Silah çekip gevezelik etmeyi mi?! Umur Samaz da be-
206 207
nim şeyhimdi ve öldürüldü! Cinayet basit bir işlemdir, her­ İbrahim Kurban kahvesinden bir yudum aldıktan sonra
kes cinayet işleyebilir. En yaygın cinayet çeşidi de sebepsiz alnım kırıştırarak sordu: "Kim bu Rıza Silahhpoda?"
olanıdır. Şimdi beni yok yere öldürecek misin? Yoksa, Mal­ "Doğuştan zengin. Şımartılmış bir vahşi hayvan düşün.
ta Köşkü'nde kahve içecek miyiz?!" Zehirli bir tilki, dikenli bir sırtlan! Hem duygusuz, hem
Söylevim bitince onu dinlemeden arabayı çalıştırdım ve pervasız hem de leş gibi kurnaz. 7 şirketi var. Ünlenmemek
az ötedeki köşke doğru sürdüm, ibrahim Kurban ise indir­ için bir sürü tedbir almış. 20 yıldır hiç fotoğraf çektirmiyor
diği silahı kucağında tutuyor ve yola bakıyordu. Arabadan mesela. Disiplinli bir hilekâr olduğu söylenir. Tuhaf bir eğ­
atladık ve görüşmemizin asıl önemli kısmını gerçekleştir­ lence anlayışı var. Sözgelimi, kumar oynamak için Las Ve-
mek için Malta Köşkü'ne yöneldik. gas'a gitmez, Kuzey Afrika'da bir vahayı tercih eder. Polisi­
ye okumayı sever. Sherlock Holmes'a hayran. Zekice işlen­
miş suçun mubah olduğunu düşünür. Ona göre, iğfal ede­
Aslında sigara tiryakisi değilim. Gelgelelim iş icabı o ka­ meyen yardım da edemez."
dar çok sigara içtim ki, arada bir tüttüren şu nadir insanlar­ İbrahim Kurban sigarasından derin bir nefes çekiyor: "Rı­
dan oldum. İbrahim Kurban sigara tutunca, bir tane aldım. za Silahhpoda Ferruh'u neden öldürmek istiyor ki?" Ve üf­
İlk nefeste "Yaptığınız maskelere ihtiyacımız var" dedim. lediği soru işareti şeklindeki dumana bakakalıyorum. Ben
"Kaç kişisiniz?" Küskün görünüyordu. de Nuh Tufan gibi halüsinasyonlar görmeye mi başladım
"ibrahim Bey, az önce biraz kabalaştığımın farkındayım. ne???
Takdir edersiniz ki, insan kafasına silah dayalıyken nezake­
tini kaybedebiliyor.
Fareler Yumurtayı Nasıl Çalar?
"Rica ederim, fakat siz de beni anlayın lütfen. Ne yap­
mam gerektiğinden hâlâ emin değilim." Ferruh Ferman'ın hemen bütün işlerini Nuh Tufan'a bırak­
"Pazar günü Dr. Tornado'nun 10. kuruluş yıldönümü masının sebebi, besbelli Rıza Silahhpoda'nın gazabından
kutlaması yapılacak. Ve büyük ihtimalle dananın kuyruğu kurtulmak istemesiydi. Nuh, Ferruh'un dublörüydü; yani,
orada kopacak." göründüğü gibi olmamaya dayalı bir işti bu. Ferruh'un ye­
"Dananın kuyruğu mu?" rinde olmak Nuh'un işi değil ücretiydi. Çünkü böylelikle
"Evet." albinoluktan, yetimlikten, parasızlıktan kurtulmuş ve en
"Ne olacak?" önemlisi, sevdiği kıza kavuşmuştu. Bu ücreti hakketmek
"Rıza Silahhpoda'nın adamları Ferruh Ferman'ı zımbala­ için yapması gereken de ölmekti!..
yacak." , Bir erkeğin hayatında, tesadüflerin toplamından fazla bir
"Yani, Ferruh Ferman yerine Nuh'u öldürecekler?!" şey yoktur...
Dudaklarımı ağzımın içine gömüp başımı evet anlamın­ İbrahim Kurban'a, Rıza Silahlıpoda'yla sık sık telefonda
da salladım. Garson, masaya iki küçük fincan bırakıp konuşan Haydar Baydar'm maskesini yaptırmıştım. Rıza Si­
uzaklaştı. lahhpoda'nın onu çağırdığını öğrenince, maskeyi takıp yola

208 209
çıktım. Randevuya Haydar Baydar'dan 15 dakika önce gidip "Fareler en fazla 2 yıl yaşar Haydarcığım. Üç yaşında bir
Rıza Silahlıpoda'yı yoklayacak, sonra ellerimi yıkamak için fare bulamazsın. Yoda adlı bu farenin 4 yıl 12 gün yaşaması
kalkacaktım. Ben çıkınca da Haydar Baydar gelecekti. da zaten gen yapısının değiştirilmesiyle mümkün olmuş.
Haydar Baydar bir tür katliam komisyoncusu. 1970'li yıl­ Yoda'nın yaşı, insan ömrünün... 136 yılma tekabül ediyor."
larda yani henüz çocuk sayılabilecek yaşlardayken bir gazi­ "Allah biliyor ya, farelerden hiç hazzetmiyorum. İğrenç
noda başlayan cinayet kariyerine suikastçı olarak devam et­ mahluklar!"
ti. Onun tekniği, suç dünyasındaki hesaplaşmaların daha "Böyle konuşma. Fareler, tabiatı insana karşı savunan ya­
kısa ve temiz olmasını sağlamıştı. Haydar Baydar'ın ayak ratıklardır."
seslerini duyanlar Avrupa'ya kaçıyorlardı. İşlerinin yoğun­ Gangsterler mi hayvansever, yoksa böyleleri hep bana mı
luğu nedeniyle aynı gün birkaç kişiyi mıhlaması gereken denk geliyor anlamadım gitti: "Nasıl yani?"
Haydar Baydar da silahı belinde Avrupa turnesine çıkıyor­ Rıza Silahhpoda fareler hakkındaki konferansına başlı­
du! Sırrı neydi? Kabul ettiği bütün işleri tamamlamayı nasıl yor: "Fareler çok iyi koşabilir, sıçrayabilir, tırmanabilir ve
başarıyordu? İz bırakmayan, sürprizlerle dolu bir cinayet yüzebilir. Tabiattaki yaşama azmini temsil ederler. 1 ila 3 ay
sanatçısı. Şimdi de Ferruh Ferman'ı yani zavallı Nuh'u çivi­ gibi kısa bir sürede 6 ila 21 yavru doğururlar. Bir tek fare­
leyerek olgunluk dönemi eserlerinden birini verecekti!.. den doğan yavruların doğurduklarıyla birlikte, bir yıl için­
Ofisine vardığımda Rıza Silahhpoda beni ayakta karşıladı: de 500-2000 arasında fare dünyaya gelir! Bu kadar hızlı ço­
"Haydar! Silah arkadaşım!" ğalan bir yaratığın evcilleştirilmesi imkânsızdır! Zannedil­
Suçluların, insanı kıskandıran içtenliğiyle sarıldık: "Sela- diği gibi ürkek değildirler; koku alma ve işitme yetenekleri
münaleyküm, Rıza Silahhpoda!" müthiş gelişkin olduğu için hassastırlar, hepsi bu. Sadece
Bir gökdelenin en üst katındaki ofisin dış duvarları komp­ veba ve kuduz değil, yüzlerce bulaşıcı hastalık taşırlar. Bu
le camdan. Havada asılı kalmış bir uçakta gibiyiz. Dekoras­ yüzden insanın en büyük düşmanıdır fareler. XIV ve XV.
yon ultra-modern. Minyatür UFO'lara benzeyen koltukla- yüzyıllarda Avrupa şehirleri veba salgınları nedeniyle ka­
ra[?] gömülüyoruz. Biraz havadan sudan konuşuyoruz. rantinaya alınmıştı. Londra nüfusunun yüzde 70'i öldü
Vaktim çok az. Hayran Baydar'ın gelmesine 780 saniye var. Haydar, inanabiliyor musun?! Yeraltı örgütleri için fareler­
Ben çaktırmadan gözlerimle etrafı tararken Rıza Silahh­ den daha münasip bir model bulunamaz şu dünyada: Gün­
poda şeffaf bir masanın ardında, sol eliyle yanağmdaki Nike düzleri uyuyup, geceleri faaliyete geçerler. İnsanların ko­
amblemi -şeklindeki yara izini avuçlamış, önünde serili ga­ nuşmalarını gizlice dinlerler. Yakalandıkları zaman ölü nu­
zeteye bakarak geveliyor: "...Vay canına, dünyanın en yaşlı marası yaparlar! Soğuk günlerde birbirlerine sokularak
faresi ölmüş.." , uyurlar. Her şeyi yerler fakat en çok et ve yağları severler.
"Dünyanın en yaşlı faresi mi? Kaç yaşındaymış ki?" Duvarın içine gömülseler bile kemirerek dışarı çıkabilirler.
"Dört." Düşün ki, bir farenin bacağı kapana kısılsa, ısırarak o baca­
"Enteresan. Fareler normalde ne kadar yaşıyor acaba? Ya­ ğı koparır ve kaçar!.. Bir yumurtayı üç fare taşır; biri kuca­
ni 4 yıl pek uzun bir süre değil aslında?" ğına alır ve sırtüstü yatar, diğer ikisi de onu başından ve

210 211
kuyruğundan tutarak sürükler! 1720'li yıllarda Asya'yı dol­
"Evet ya" dedim, "şimdiki çocuklar çok iyiler, fakat pahalı­
duran fareler yüzerek Volga nehrini geçmişlerdi! Hindis­
ya patlıyorlar."
tan'dan bindikleri gemilerle İngiltere'ye ve oradan da Ame­
"Yahu, Haydar Baydar, o işi sen kendin halletmemiş miy­
rika'ya gittiler! 1936'da da tarla fareleri Türkiye'yi istila et­
din?"
mişti! Bir fareyi yok etmek istediğin zaman, bir kerede işini
bitirmen gerekir Haydar. Çünkü farelerin en çabuk öğren­ "Sen hangi işi diyorsun?"
dikleri şey kaçmaktır." "Şu Gizli Servis'teki profesörü diyorum işte, bizim Mes-
tan Metis'i vuran moruk, Umur Samaz mıydı neydi adı?"
"Beni buraya fareler hakkında konuşmak için mi çağır­
O anda Rıza Silahhpoda'yı gebertmeye karar verdim. Bi­
dın?"
raz sabretmeliydim. Yanımdaki mikroteypteki ses kaydını
"Kesinlikle. Benim için bir fareyi yoketmeni istiyorum."
polise verirsem, en fazla 15 yıl yatıp çıkardı. Hayır, Rıza Si­
"Fare mi?"
lahhpoda hapse değil, mezara girmeliydi... Yüzümdeki mas­
"Evet. Ferruh denen farenin icabına bakmanın vakti
ke sayesinde, terlediğim ve tepeden tırnağa kızardığım belli
geldi."
olmuyordu. Duvardaki saate bakınca hemen ayağa kalktım.
Rıza Silahlıpoda'nın Ferruh'u temizlemek istediğini bili­
Haydar Baydar her an gelebilirdi.
yordum, fakat bu işi bana yani Haydar Baydar'a teklif etme­
"N'oldu Haydar, nereye gidiyorsun?" diye sordu can düş­
si sürpriz olmuştu doğrusu. Ferruh da gerçekten fareye
manım.
benziyordu; Rıza Silahhpoda'ya kapan kurmuş, yem olarak
Sakince "Yüzümü yıkayıp geleceğim" dedim ve alçak he­
da Nuh Tufan'ı kullanmıştı. "Enişteni halletme işinde ne­
rife sırtımı dönüp kapıdan çıktım. Demek, Umur Samaz'ı
den eli daha hafif birilerini görevlendirmiyorsun?" gibi saç-
Rıza Silahhpoda öldürtmüştü! Demek, Mestan Metis, Rı-
masapan bir soru çıkıverdi ağzımdan.
za'nın adamıymış! Bunu nasıl da gözden kaçırmıştık! Ve ci­
"Üç gün önce üzerine dört adam saldım. Hayvanı itlaf et­
nayeti işleyen de Haydar Baydar'dı. Yâ Rabbim! Ben de işte
meden önce tozunu almaya kalkmışlar. O sırada herifin biri
biricik üstadımın katilinin kılığındaydım!
meydana çıkıp tek başına bizimkilerden üçünün leşini yere
Sekreter kız "Gidiyor musunuz Haydar Bey?" deyince ir­
sermiş. Sağ kurtulan da hastanede darmadağın yatıyor. Bu
kildim. Hiçbir şey söylemeden koridora geçtim, iki asansö­
artık bir savaş, anlamıyor musun? Hem, Ferruh benim
rün önünde, düğmeye basıp beklemeye koyuldum. Kusmak
eniştem değil damadım sayılır..."
üzereydim; beynim, kalbim, midem allak bullak olmuştu.
"Ferruh'u ortadan kaldırmak istediğinden eminsin yani?"
Asansörlerden birinin kapısı açıldığında Haydar Baydar'la
Rıza Silahhpoda gülümsedi: "Ne o Haydar, sen hiç pazar­
burun buruna geldik! Adam karşısında kendisini görünce
lık yapmazdın?"
ağzı açık kaldı. Hışımla içeri daldım ve tabancamı ağzına
Rıza Silahhpoda'dan laf almanın tam zamanıydı: "En son
soktuğum gibi tetiğe bastım!
işe verdiğin para tayfaya az geldi de..."
"Şu profesör için verdiğim para az mı geldi?!"
Profesör lafını duyunca beynimden vurulmuşa döndüm.

212
213
Çöpçatan Kocakarı Sayesinde Cadıyla Evlenmek mizliğin tadını çıkardığı görülmemiştir. O bir dezenfektan
kraliçesiydi. Hayatını bir hijyen krizi olarak yaşadı. Elin­
Gençler olmayacak şeylere heveslenirler, yaşlı-
den gelse ayı fırçalayıp güneşi ıslak bezle ovar, yıldızları
larsa hiç vuku bulmamış şeyleri hatırlarlar.
tek tek cilalardı. Sabun tozları, yumuşatıcılar, diş macun­
[Hector Hugh Munro - Saki, Kaderin Tazıları]
ları, çamaşır suları, bulaşık süngerleri, sıvı deterjanlar, bi­
Bir erkeğin hayatında, birçok kapıya uyan anahtar kelime­ lumum fırçalar, şampuanlar, losyonlar, parfümler, naftalin­
ler vardır: "Anneciğim!" ler, böcek öldürücü ilaçlar, fare zehirleri... ruhunu kuşat­
Verandada, küskün bir bitki gibi oturan Taliha Teyze göz­ mıştı. Öldü. Mezarına gereken özeni göstermeye çalışıyo­
lerini kısıp başını kaldırarak seslendi: "Talha!" rum şimdi...
Nuh'un yaşadığı evi görebilmek için, Taliha Teyze'nin oğ­ Taliha Teyze "Buradasın ya" diyor sitemkâr bir sesle, "bu­
lu rolüne soyunmuştum. Kadın çok yaşlıydı ve kendisine radasın Talhacığım, yanımdasın." Gözleri dalgın, ekliyor:
"anne" diyen herkesi bağrına basmaya hazırdı. Ihlamur "Mektebi bitirdin mi?"
ağaçlarının arasından geçerek yanına vardım ve önünde diz "Ne diyorsun anneciğim, emekli olmama iki yıl kaldı!"
çöküp ellerini tuttum: "Nasılsın benim güzel annem!" "Emekli mi olacaksın? Ah benim küçük Talha'm, büyü­
İnce bir hırıltıyla "Ah be afacan oğlum, nerelerdesin?" di­ müş de emekli oluyor, ha?"
yerek bayat kurabiyeler gibi dağılmak üzere olan parmakla­ "Gel bakalım annelerin en güzeli, seni birazcık dolaştıra­
rını saçlarıma daldırdı. yım da ayakların açılsın" diyerek Taliha Teyze'yi elinden tu­
"Buradayım ya işte anne?!" Sesim gayri ihtiyari biraz tup kaldırdım. Koluma girdi, güvercin gibi, küçük adımlar
sertleşmişti. Çünkü, bir an sahiden annemle konuştuğu­ atarak bahçede yürümeye başladık.
mu sanmıştım. Benim annem titiz bir kadındı. Daha doğ­ O sırada üst katın kapısı açıldı, merdivenden inenlerin
rusu temizlik hastasıydı. Ayakkabılarımızı bahçe kapısın­ ayak sesleri duyuldu. Dönüp baktım: "Bunlar kim anne?"
dan girmeden önce çıkarttırırdı bize. Rahmetli, elinde sü­ "Üst katı kiraya verdim..."
pürgeler, nemli ve kuru bezlerle dolaşırdı. Her yerde kesif Ferruh Ferman kılığındaki Nuh'la birlikte aşağı inen İb­
bir deterjan kokusu duyulurdu. Aynanın yanında nefes rahim Kurban bana bir bakış fırlattıktan sonra kolumdaki
alamazdık; hemen silerdi! Sehpada bardağın izi mi kaldı, mübarek zombiye sordu: "Taliha Teyzeciğim, afiyettesiniz
itfaiye gibi koşar ve temizlerdi. Musluklarda parmak izleri­ inşallah?"
mizin kalmasına tahammülü yoktu. Milyonlarca mikroba Şefkat yumağı yedek anneciğim nedense İbrahim Kur-
ve yüzbinlerce böceğe karşı tek başına savaşıyordu. Ne ya­ ban'ı pek sevmiyor gibiydi: "Oğlum Talha ile şehir turuna
zık ki onu bu savaşta kaybettik. Her şeyi plastik örtülerle çıktık Ibo!"
kaplıyordu. Naylon bir torbanın içinde yaşıyorduk sanki. Bense gözlerimi Ferruh Tufan'dan, yani Nuh Ferman'dan
Zaman zaman umutsuzluğa kapılıp ağlasa da, çabucak to­ daha doğrusu kitabımın baş kahramanından ayıramıyor-
parlanır ve kirle, pasakla, tozla, lekeyle, pislikle... mücade­ dum. Onu biraz tedirgin etmiştim galiba. Laf olsun diye
lesine kaldığı yerden devam ederdi. Rahat bir nefes alıp te- sordum: "Siz de mi üst katta kalıyorsunuz?"

214 215
Hafifçe güldü ve tam da Ferruh Ferman gibi kekeleyerek dır: Kötülük etmek için şeytanla işbirliği yapan çirkin ka­
cevapladı: "Ha-ha-ha-ha-hayır." dın; kötülükte şeytandan da ileri güzel ve cazibeli kadın.
Arkadaş kurbanı İbrahim ile duvaklı albino gitti. Ben de Bunu sakın unutma."
Taliha Teyze ile birlikte verandadaki masaya kuruldum. Na­ Afallıyorum fakat Geronimo'ya toz kondurmamakta ka­
sılsa, Nuh'un evini incelemek, eşyalarını kurcalamak için rarlıyım: "Anne, Hacer gerçekten harika bir kız, benimle
yeterince vaktim olacaktı. Taliha Teyze kazık sorular soru­
evlenmek istememesi onu cadı yapmaz."
yordu: "Çocuklar nasıl?"
"Ne yapar peki?"
"Hangi çocuklar?"
Hacer Ceren'i korumak için ben de hileye başvuruyorum:
"Senin çocukların tabii, torunlarım, nasıllar?"
"Hem Yalnızlıktan korkuyorsanız sakın evlenmeyin' diyen
"Anneciğim benim çocuğum yok ki?"
sen değil miydin?"
"Aynı baban gibisin Talha!"
"Ne münasebet? Onu diyen Recaizade Mahmut Ekrem.
"Niye ki? Babamın çocuğu yok mu?"
Sen mektebi bitirdiğinden emin misin Talhacığım?"
"Talha, evladım, emekli olacağım diyorsun, çocuğun yok!
Bir erkeğin hayatında, ses etmeyip pes ettiği anlar vardır...
Bir adam baba olmadan emekli olur mu? Hayatı durdurmaya
mı çalışıyorsun? Allah bilir senin karın da yoktur?!"
"Yok anne, bekârım ben."
"Kalıbından utan. Yoksa... boşandın mı?"
"Hayır anne, evlenmedim ki boşanayım."
"O kızla niye evlenmiyorsun?"
"Hangi kızla?"
"Ne bileyim hangi kızla? Hiç kız tanımıyor musun şu
alemde?"
"Tanıyorum anneciğim, tanımaz mıyım?"
"Adı ne?"
"Hacer."
"Hacer'e 'Ben altın kalpli bir adamım' dedin mi?"
"Dedim anne."
"O ne dedi?"

"Yoksa gönlünü bir cadıya mı kaptırdın?"


"Hayır, hayır anne, o bir melek. Sadece..."
Taliha Teyze ölü gece kelebeklerine benzeyen ellerini el­
lerimin üzerine konduruyor: "Talhacığım, iki tür cadı var-
216 217
Buz Adam ve Fosil Kadın
Hayat, maliyetleri karşılamayan bir iştir.
[Arthur Schopenhauer]

Benim adım Ötzi. Buz Adam Ötzi. Boyum: 1.69 metre.


5300 yaşındayım, fakat en fazla 40-45 gösteriyorum. Çün­
kü öldüğümde 46 yaşımdaydım ve cesedim hâlâ taptaze.
İtalyan bilim adamları beni 1991'de Avusturya Alplerinden,
3200 metre yükseklikteki buzulun ortasından çıkardılar.
Avusturya'da, Bozens Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyorum.
Ve 'vahşi' cazibeme kapılan yüzlerce kadın, benden çocuk
sahibi olmak için müze müdürü Alex Susanna'ya müracaat
ediyor! Alex de sağolsun, onlara "Hayır, bu Jurassic Park
fantezisi teknik olarak mümkün değil" diyor. Dahası, Alex,
babası 5300 sene önce ölmüş yetimler doğurmak isteyen bu
kadınları ikna edebilmek için en sonunda bir basın toplan­
tısı düzenlemek zorunda kaldı.
İkimizi aynı kazana koysanız kaynamayız; fakat Lucy de
benden çocuk istiyor. Lucy, Hadarlı [Habeşistan] ve benden

221
yaklaşık 2 milyon 700 bin yaş büyük! 1974 yılında, Ameri­ Neanderthal [Günümüzden 50-60 bin yıl kadar evvel, Dör­
kalı Paleontolog Donald Johanson tarafından bulunduğun­ düncü Buz Çağı'nda yaşadığı kaydedilen, insana epey ben­
da tanınmayacak haldeydi. Hanımefendi tam anlamıyla fo­ zeyen yaratık. Kafatasları ve kemikleri ilkin Almanya'da
sil. Uzmanların büyük çoğunluğu, Lucy'i, Darwin'in evrim Neander Vadisi civarında bulunduğu için Neanderthal adı
teorisini çürüten en büyük kanıt sayıyor. verilmiştir. Bu türe, gayet münasip bir ifadeyle "Homo Ne-
Avustralya'daki Brisbane Üniversitesi'nden arkeologlar, anderthalensis" de denir.] serseriyle nişanlamıştı.
yaptıkları gen analizi sonucunda, taşıdığım silahlarda insan Zaten kekemeydim, gelgelelim Gönül'ün karşısında büs­
kanma rastladılar. Arkeolog Tom Loy baltamda ve sadağım­ bütün dilsizleşiyordum. Gönül de bana karşı sağırdı. Tarih
da [sadak: içine ok konulan torba] 4 kişiye ait kan izleri ol­ hâlâ tekerrür ediyordu; Gönül, Ferman dinlemiyordu.
duğunu açıkladı. Başka avcılarla çatışırken okla sırtımdan İşte, Gönül ile cehennem uyruklu Neanderthal Nadir bir­
vurularak öldüğüm tahmin ediliyor... birlerine sarılmışlar. Prenses, çiğ et yiyen gudubete huşuyla
yapışmış! Parfüm reklamlarında kocaman ıslak lağım fare­
Civardaki Hovarda leri görsem bile şaşırmam artık. Celladın ilmek geçirmesi
gereken mantarlı kütük boynunda, Gönül'ün papatya elle­
"Hey, Buz Adam! Gene dalıp gitmişsin?" dedi Roza. ri! Bukalemun b.ku suratlı herif! Tıynetsiz, ebleh, civelek
Nasıl ki ben ona 'Lucy' demiyorsam, onun da bana 'Buz Gönül!
Adam' dememesi gerektiğini söyledim. Benim bir adım var­ Roza ensemdeki sivilceyle oynuyor. Ne zaman kederlen-
dı: Ferruh. sem, ensemde çıban gibi iddialı bir sivilce çıkar. Roza'nın
Roza Silahhpoda sordu: "Madem 'Buz Adam' değilsin, o düğme gibi basıp durduğu sonuncusuydu. O günden sonra
halde neden buzlu sudan çıkmış gibi kekeliyorsun?" korktuğum, kızdığım, nefret ettiğim çok oldu fakat bir da­
Tilkinin bakır s.çtığı bir yerde kurulmuş büyük bir eğlen­ ha kederlenmedim. Roza, daha sonra parmaklarıyla binler­
ce merkezindeydik. Arkeoloji bölümünün yeni mezunları ce kere yoklayacak fakat ensemde sivilce bulamayacaktı.
olarak veda partisi veriyorduk. Ne ki Roza'nın benimle ve­
dalaşmaya niyeti yoktu: "Pekala, Sayın Ferruh Ferman, be­
Aile İçi Kör Şiddet Sayacı
ni dansa kaldırmayacak mısınız?"
Ellerim de kekeliyordu; kesik jestlerle Roza'ya uzandım. Tamam baba, tamam patron, tamam sevgilim.
Okur biraderim, okur bacım, seni tanımam etmem, bilmen
Mektep bitmişti ve kuruşa kurşun atıyordum. Tığ-ı teber
gerekir ki, bir kadına elini verirsen, önünde sonunda tepe­
şah-ı merdan kalmıştım ortalıkta. Arkeolog olmuştum fakat
ne çıkmayı başaracaktır... ,
ne Indiana Jones ne de Ekrem Akurgal [1911-2002] idim.
Roza lastik gibi kıvrılıyordu kollarımda. Gene de benim
Arkeoloji, 'kazı bilimi' değil, 'eski bilimi'dir. XIX. yüzyıl­
nazanmda, etek giymiş bir Uganda generalinden farksızdı.
da bilim katma yükselmiştir. Yani eskiden 'eski bilimi' diye
Ve bir mumya kadar iyi dans ediyordum...
bir şey yoktu... Kapı kapı dolaşıyordum, gel gör ki iş bula-
Ben Gönül'e abayı yakmıştım. Gönül de Nadir denen bir
222 223
mıyordum. Arkeologluk inşaat ameleliğinden farksızdı. ne de saygı duymamıza imkân yoktu. Üzülerek yahut öle­
Kullandığımız araçlar, aynıydı mesela: Kazma, kürek, el rek bize kendini affettiremezdi. Üzüldü ve öldü. Şaka gibi,
arabası, keski, su terazisi, spatula, metre, fırça, süpürge... şov gibi bir şeydi ölümü. Üstelik salakçaydı. Onu da göm­
Benim gibi bir kekemeye kimse iş vermiyordu. Vaktim çok­ dük. Son nefesinde annemden helallik istediğinde, annem
tu fakat nakdim yoktu. hiçbir şey söylemeden başucundan kalkıp uzaklaşmıştı...
Babama ve kardeşim Erman'a uğruyordum. Babam, İrfan Babamın ve Erman'ın mezarlarına uğruyordum. Erman
Ferman, trafosu patlak, asitli bir adamdı. Bize uzun yıllar Ferman, öldüğünde daha 22 yaşındaydı. Üniversiteye gire­
boyunca, vurdu-kırdı filmi tadında bir aile hayatı yaşattı. memişti. Askere gitmeye hazırlanıyordu. Ben okudum, ar­
İlk 15 sene boyunca en çok anneme saldırdı. Kadıncağız, keolog oldum da ne oldu? Şimdi Erman'ın mezarında kazı
ne yapsa bizim pederin gazabından yırtamıyordu. Konu yapsam, o tığ gibi delikanlıyı, canım kardeşimi çıkarsam,
komşu, hısım akraba arasında tam bir hanım amca olan İr­ İbrahim Kurban'a desem ki "İbrahim, bu iskeleti giydir!", o
fan Efendi, kıldan tüyden bahanelerle valideyi yumruklu- da giydirse, sonra Erman'ı İstanbul'un ortasına bir anıt gibi
yor, tekmeliyordu. İçki filan içmezdi, fakat onun elinde an­ diksek, "Ey ahali! Yüreksiz, beyinsiz, midesiz çakallar! Bu
nem şarap şişesi gibi tuzla buz olmuştu. Babamdan o kadar çocuk sizin o iğrenç, patırtılı evleriniz gibi bir evde canına
korkuyorduk ki, ondan nefret edemiyorduk. Büyüyünce de kıydı!" diye haykırsak!..
insanın gönül kırıklığı ağır basıyor, yine nefrete sıra gelmi­
yor. Evimizin bir yerinde aile içi kör şiddeti gösteren bir sa­
yaç olsa, infilak ederdi muhakkak. [Korku, beraberinde da­ Fil Tezeğine Hücum!
ima başka şeyler de getirir: Dilimdeki tutukluğa da baba­ Dedim ya, Roza'nın eli ensemdeydi. Onun hobisiydim
mın terörü sebep olmuştu kuşkusuz.] Kız kardeşim Ferah sanki. Abuzambak, ayarsız, abidik gubidik bir ilişkiydi bi­
en küçüğümüzdü. En az fiziksel darbeyi o aldı. Ben hep zimki.
birşeyler uydurup evden uzak duruyordum. Erman ise ba­ Hatırlıyorum da, o günlerde her yerde bir dengesizlik
bamın her dediğini yapıyordu. Bir gün gene yok yere peder gözlemleniyordu: 'İstikbal Molekülleri' örgütünün, dinamit
Erman'a hücum etmiş, ağır laflar söylemiş. Erman da tavan bağlayıp ortalığa saldığı sokak köpekleri yüzünden hay-
arasındaki pompalı tüfeği kapıp karşısına çıkmış. Pedere van-severler yollara dökülüyordu. Bazı araştırma merkezle­
uzatmış makineyi: "Al!" demiş, "Vur hepimizi de rahata ka­ rinde, yeni ilaçların etkilerini ölçmek için ücretli denekler
vuş!" Babam, annem ve Ferah; Erman'ı sakinleştirmeye ça­ olarak kullanılan kimi sağlıklı insanlar ölüyordu. O sene,
lışmış, lakin Erman hiçbirini dinlememiş. Tüfeği kendi çe­ 27 kişiyi yıldırım çarpmıştı; bu bir rekordu. İstanbul'da,
nesine dayayıp tetiği çekmiş!.. Babam, sapırım delirmeyi uluslararası büyücüler kongresi toplanmıştı. Annemin de
hep istemişti. Galiba cinnet getirerek kendini parçalamayı şikâyetçi olduğu eklem ağrılarına, fil tezeği sayesinde son
falan tasarlıyordu, ama olmadı. Sesi kesildi, Erman'ı göm­ verilebileceği şayiası yayılmış ve bir sürü insan hayvanat
mek ona iyi gelmişti bence. Hayvani bir küskünlük içinde bahçesindeki filin kıçını kuşatmıştı. Belden aşağısı tutma­
yavaş yavaş eridi. Ne yaparsa yapsın ona karşı ne merhamet yan felçli bir kadın, suni döllenmeyle hamile kalmış ve be-

224 225
şiz doğurmuştu. Erkeklerin davet edilmediği feminist ce­
Buruşuk Külotlar
naze törenleri moda olmuştu. Bir emlak komisyoncusu, ce­
sur müşterilere 'perili ev' satıyor ve/yahut kiralıyordu. Uk­ Evlilik, kazandığına pişman olacağın
rayna'da parlamento seçimlerinde aday olan Elena Solod, bir oyundur.
televizyonda canlı yayında striptiz yaparak halktan oy isti­ [Chamfort]
yordu...
Bir akşam, beyni pembeleşmiş ve kalp şeklini almış Roza
Roza'nın ağabeyi Rıza Silahhpoda'dan tırsıyordum. Öyle
dayanamadı ve dilinin altındaki baklavayı çıkardı: "Bana
ki, nükleer saldırı olsa, onunla aynı sığınağa girmezdim.
evlenme teklif etmeyecek misin Ferruh?"
Bacısıyla buluştuğumu öğrenmesi an meselesiydi. Her yer­
Güfte ve bestesi bana ait olan cevabım onu ağlama krizi­
de adamları vardı. Ayrıca birtakım züppeler de Roza'yı
ne soktu: "Buruşuk külotlar giyiyor olmam, seninle evlene­
ayartmak için peşinden koşuyorlardı. Gelgelelim kız bana
ceğim anlamına gelmez Roza."
kancayı takmıştı. Düpedüz bunalımdaydım; paso uykum
geliyordu, yataktan kalkarken bile esniyordum, ikide bir
geriniyordum. Bir keresinde canıma kıymayı dahi denedim
Roza artık habire ağlıyordu. Annem evde ağlıyordu. Be­
fakat intihar mektubunu yazarken uyuyakaldım. Gönül'ü
nim de gözlerimin buzu çözülmüştü, gizli gizli ağlıyordum.
unutabilmek, biraz olsun para kazanabilmek ve Roza'dan
Kayınpederinin cenazesinde Gönül ağlıyordu. Kız kardeşim
uzaklaşmak için şehir dışındaki bir paraşüt fabrikasına faks
Ferah durduk yerde kahkahalar atıyor ve pattadak ağlıyor­
çekerek iş başvurusunda bulunmuştum. Kekeme olduğu­
mu bilmiyorlardı, acaba beni arayacaklar mıydı? Offf! Ne du. Kambur bitkiler gibiydik. Su tabancası poligonundaki
zaman telefon çalsa uçak hızıyla koşuyordum, lakin maale­ kâğıt hedeflere dönmüştük.
sef hattın öbür ucuna paraşütle iniş yapan Roza'nın sesi du­ Bu ahval ve şerait içinde, Roza Silahlıpoda ile karşılıklı
yuluyordu: kelepçeleri takıp uçurumdan atlayarak intihar ettik. Yani
evlendik. Akıllı damat, ilk evliliğini 80 yaşında yapan kişi­
"Ötzi? Tiyatroya gidelim mi?", "Hani beni yemeğe çıkara­
dir. O zamanlar bende akıl yoktu; ehven bir fikir gibi gö­
caktın?", "Gönül'ün kayınpederi ölmüş!.. Cenazesine gele­
rünmüştü...
cek misin?", "Norveç'ten gelen bir arkeolog heyeti konfe­
Karım hem öksüz hem yetimdi. Annesi, onu doğururken
rans verecek, ne dersin, takılalım mı?"...
ölmüştü. Ölüm Allah'ın emri; yine de bir kadının canlı bir
Meteliksizdim. Bekliyordum. Tükenmiştim. Annem ve
çocuk doğururken ecel şerbeti içmesinde büyük sakınca
kız kardeşim gözümün içine bakıyorlardı. Durumum içgü-
görüyorum. Baba Silahlıpoda'nın ruhunu teslim edişi ise
veysinden de kötüydü. Hayallerim suya düşmüştü. Eşek
hayvani bir etkiye dayanıyor. 15 yıl kadar önce Melbour­
ölecek, ters dönecek de s.ki güneş görecek! Tek kelimeyle
ne'de bir tabiat parkında, Roza ve babası koalaların, kangu­
zor, iki kelimeyle çok zordu.
ruların, devekuşlarımn... fotoğraflarını çekiyorlarmış. Baba,
Tame adlı Bengal kaplanıyla yanyana durmuş, Roza da dek­
lanşöre basarak o anı 'ölümsüzleştirmiş'. Roza'nın objektifi-
226 227
ne gülümseyen Tame, fotoğraf çekildikten bir saniye sonra roline de "kabul" demiş. Birkaç saat sonra kurtarma ekiple­
Baba'yı gırtlağından ısırmış! Baba'nın ölmeden önce kızı ta­ ri gelip denizdeki kumruları karaya çıkarmış! Bekâr olarak
rafından çekilen son fotoğrafında katiliyle birlikte görün­ düştükleri sudan evli olarak çıkan çiftten başka 38 kişinin
mesi de kaderin ölümcül bir cilvesi olarak kayda geçmiş... kurtarıldığı kazada 154 kişi ölmüş... Demek bu parlak çif­
Roza'nın ağabeyi Rıza Silahlıpoda ile birbirimizden ilk tin aşkının tam 154 canlı, pardon ölü şahidi varmış! Al­
bakışta nefret etmiştik. Roza'yla evlenerek, bir gangster lah'ım, ne büyük mutluluk!!!
eniştesi olmuştum... Rıza, çizgili pijamayla denize giren bir
kabzımaldır. Arka ayağıyla kulağını karıştırır. Os.ruğu cinli
abullabut kaşalot! Roza bir an önce anne olmak için can atıyordu. İkide bir:
"Düşünsene Ferruh, bir yavrumuz olsa, 'baba' diyerek pe­
şinden gelir!"
Sırılsıklam Âşık Çiftin Ölü Şahitleri
Ona, 'baba' kelimesinin kulağımı da yüreğimi de nasıl tır­
Roza ile balayına çıktık. Kumsala bırakılmış cansız man­ maladığını hiçbir zaman söylemedim.
kenler, intihar etmiş yunuslar gibiydik. Burnuma halkayı "Çok merak ediyorum, acaba nasıl bir baba olacaksın?"
taktığı günden beri Roza'nın yüzünde bir gülücük kesiti be­ Harbiden, bunu ben de merak ediyordum...
lirmişti. Bense hâlâ kuytu köşelerde Gönül'ün aziz hatırası Rıza'nın eniştesi olmak, mükafat görünümünde bir ce­
için gözyaşı döküyordum. O kadar çok ağlamıştım ki, göz­ zaydı. Bebek'te bir villada yaşıyorduk. Bankadaki hesabımı­
lerime kızıl bir çamur oturmuştu ve ne yesem ağzıma tuzlu za sorgusuz sualsiz para yatırılıyordu. İşsizliğin sıkıntısına,
geliyordu. kayınbirader parası yemenin utancı ekleniyordu.
Biri çıkıp kesin bir ifadeyle, "Hayatlarımızı birleştirelim, Rıza Silahlıpoda, benimle konuşurken elini omzuma
ilelebet birarada olalım" filan dediğinde, ister istemez "Bir koymaya bayılıyordu. Bütün zorbalar gibi, onun da başka­
bildiği vardır" diye düşünüyor insan. Aptallık evliliğin ma­ larıyla [bu arada benimle] ilgili planları vardı: "Ferruhcu-
yası. Roza duş alırken ben de televizyon seyrediyorum: Ste­ ğum, sana bir fabrika kuralım!"
ve Nicholson [34] ve karısı Caroline Harrison-Nicholson Fakat Rıza'nın zayıf noktası göz önündeydi: Sol yanağın-
[34] ağızları fiyonk olmuş, konuşuyorlar. Birbirlerinin daki yara izine 1 saniyeden uzun süre bakıldığında huysuz-
cümlelerini tamamlayarak heyecanla anlatıyorlar: Bu ker- lanıyordu. Gözlerimi, Nike amblemi şeklindeki bu yara
tenkelebeklerin yolculuk ettiği Gurita adlı feribot Sumatra izinde sabitlediğimde sinirden kanının fokurdadığını duyu­
Adası yakınlarındaki Malakka Boğazı'nda batmış. İki şal­ yordum. Ben dalgın bir gülümsemeyle, durumun farkında
gam cücüğü, karanlık sularda birbirini bulmuş. Cesetlerin değilmiş gibi onu dinlerken, sağ eliyle ensemi kavrayıp ya­
yüzdüğü soğuk suyun içinde titreşerek Azrail'i beklerken nağını mukavva gibi yırttıktan sonra avucundaki et parçası­
tanışıp muhabbeti koyultmuşlar. "Yüzdük yüzdük ömrün nı ağzıma tıkmasına ramak kaldığını hissediyordum.
kuyruğuna geldik nasılsa, bari bekâr gitmeyelim" diye dü­ Ona işadamı olmadığımı, en kısa zamanda mesleğimle il­
şünen Steve mankafası, Caroline'e evlenme teklif etmiş! Ca- gili bir işe başlayacağımı söyledim.

228 229
Suratına bir atmaca saldırıyormuş gibi sapıkça güldü: Psikiyatrım da bana dinlenmemi tavsiye ediyordu. Dr. Tor-
"Huo hiho noha houva va va va!" nado'nun Pazar günkü 10. kuruluş yıldönümü kutlamasına
Rıza'nın dizginlerimi bırakmaya niyeti yoktu. Galiba bi­ kadar Nuh benim yerime geçerse iyi olurdu. Böyle yarı ya­
raz da onun sayesinde, iş için müracaat ettiğim her yerden lan yarı doğru bir düzine laf ettim. Dilara Dilemma'yı idare
geri çevrildim. edebileceğinden emin olduğumu söylediğimde Nuh nere­
Evleneli bir seneden fazla olmuştu ve hâlâ aylaktım. deyse boynuma sarılacaktı. Oturduğu yerde adeta dans edi­
Rıza, akbaba gibi tepemdeydi. Pençelerini omuzlarıma yordu. Ah be Nuh'um, gebereceksin, yazık sana, kalbini
geçirmiş, başımın etini didikliyordu. çöpte mi buldun, insan bu kadar mı pörtletir hormonları,
Nihayet pes ettim. Peki ne fabrikası kuracaktım? Bunu kimyayı dağıtır, transa geçer?
hep beraber düşünecektik... Ertesi gün, Nuh erkenden Dr. Tornado'nun merkez bina­
sına gitti. Cep telefonu şirketinin, sözümona dışarıda çalı­
Vicdanın Ceza Sahası şan işçilerin yerini bilmek isteyen patronlara yönelik "nere­
de bu herifler?" diye bir hizmeti var. Dolayısıyla Nuh'un
Ne fabrikası kurduğumuzu biliyorsun okur kardeş. Paraları öğle vakti şirketi terkedip Dilara'yla buluşmak üzere Kadı­
çocuk bezine bağladık. Gerçekte ne param vardı ne de ço­ köy'e gittiğini telefonumun ekranından görebiliyordum.
cuğum. Olacak mıydı? İyisi mi önce hikâyenin en heyecanlı [Teknoloji öncelikle kötülerin, muzırlarm, cellatların, mad­
kısmını anlatayım. Anlatayım da ağzınızdaki sakız yere rabazların, açgözlülerin, sahtekârların, hımbılların, dubara­
düşsün. cıların, çirkinlerin, nobranların... hizmetindedir!] Bu arada,
Nuh, Çırağan'daki düğüne benim kılığımda ve Dilara'yla huzurevinde yaşayan annemin Etiler'de Mobidik Soka-
birlikte gittiği akşam telefon etmişti. Düğünün nasıl geçtiği­ ğı'ndaki boş dairesinin salon penceresinden ibrahim Kur-
ni sordum. ban'ı dikizliyordum. Mobidik Sokağı'nda komşuluk ölmüş­
Soruma soruyla karşılık verdi: "Ferruh Bey, kim bu Rıza tü, fakat belki hortlayabilirdi?.. Kimilerinin hayatı öylesine
Silahlıpoda?" monotondur ki, insan dünyaya ilk kez geldiklerine inana­
Rıza Silahhpoda'nın, şu sıralar pek ortalıkta görünmeyen, maz: İbrahim Kurban kitap okumak, kahve içmek ve na­
ünlü bir piyanist olduğunu söyledim. Akşama doğru şirket maz kılmak dışında pek az şey yapıyordu. Nuh'u Çıra­
binasında buluştuk. Dilara Dilemma'dan bahsederken ğan'daki düğüne Dilara'yla birlikte yollamakla hata mı et­
Nuh'un yüzünde karmakarışık bir ifade beliriyordu: Hem miştim acaba? Kuzenim, üşenmeyip gerdek odasından beni
öfkeli hem sevinçli, hem hoşnut hem küskün, hem atak aramış "Dua et ki Rıza her zamanki gibi geç geldi, canına
hem ürkek... Yıllar önce ben de Gönül için işte böyle dokuz mı susadm Allah aşkına?" demişti. Söylediklerinden anla­
düğüm olmuştum. Onu biraz yatıştırmak maksadıyla, Dila­ dım ki, bizim işgüzar damat, Nuh'u ikaz etmiş. Nuh da o
ra Dilemma'ya karşı ne hissettiğimi bilemediğimden dem yüzden bana Rıza Silahhpoda'nın kim olduğunu sorup du­
vurdum. Güya çok hassaslaşmıştım. Tımarhanedeki bacı­ ruyordu. Peki ya sevgili komşum İbrahim Kurban? O da
mın intihar teşebbüsü filan yüzünden diken üstündeydim. durumdan haberdar mıydı? Tam olarak ne biliyordu? Bunu
230 231
öğrenmenin bir tek yolu vardı: Nuh'un yerine geçip İbra­ vis'ten filan bahsediyordu, işler epey büyümüştü. Demek,
him'le konuşmak. İbrahim'in karşısında Nuh Tufan maskesi Nuh'un dublörüm olduğu biliniyordu. Herhalde, gizli ajan­
takmam gerekmiyordu, çünkü benim yüzüm Nuh Tufan'ın lar da Rıza'nın peşindeydi. Anlaşılan, Nuh'u yem olarak
maskesiydi zaten. kullanmak isteyen tek kişi ben değildim. Bu durumda, Rı-
O gün, ibrahim Kurban eve ikindiden sonra döndü. Ka­ za'yı suçüstü yakalamayı deneyecekler, Nuh'u da koruya­
dere kırkbeş kendimi dışarı attım ve Kurban ailesinin kapı­ caklardı. İbrahim ise Nuh'un gemisinin delinmesinden en­
sını çaldım. Kapıyı açan hizmetçiye ibrahim'le görüşmek is­ dişe ediyordu; bana bu yüzden bir 'profesyonel'in yerime
tediğimi söyledim. Beni kuşkulu gözlerle süzdü. Hizmetçi­ geçebileceğini çıtlattı. Aslında kabul edebilirdim fakat
ler de polisler gibi iş icabı kuşkulanırlar. Onları rahatlat­ önümde iki engel vardı: Birincisi, Nuh, Dilara Dilemma'ya
mak için kaş çatmak gerekir. Kaşlarımı çattım ve kapı açıl­ gerçekten âşık olduğu için benim yerimde olmaktan vaz­
dı. İbrahim'in odasına çıktım. Bana hasretle sarıldı: "Hayro­ geçmeye yanaşmazdı ve ben de onun gibi düşünüp onun
la Nuh'um, Ferruh'un koltuğunda olman gerekmiyor mu?" ağzından konuşmalı yani İbrahim'in teklifini geri çevirme­
Mola verdiğimi, tekrar döneceğimi söyledim. liydim. İkincisi, ben Nuh Tufan değildim; teklifi kabul
Gülümseyerek sordu: "Niye kekeliyorsun, dilini de din- edersem, Nuh olmadığım ortaya çıkardı!
lendirsen ya?" Bana kızmayın civan okur. Nuh'un afyonu patlamadan,
Bazen inandırıcı bir yalan söylemek için yalnızca gerçeği beyninin patlatılması halinde ben de vicdanımın ceza saha­
kekelemek yeter: "Ben a-a-aaartık Fer ruh Ferman'ım!" sında mahsur kalacaktım. Başından beri kafamda dolanan
ibrahim, maske mesabesindeki yüzümü inceleyerek mı­ tilkilerin leşi serilmişti. Fakat ne yapabilirdim? Nuh'un
rıldandı: "Belki bu o kadar da iyi bir fikir değil." apoletlerini mi sökseydim acaba? Komando dansı başlamış­
Neler olup bittiğini sordum. tı. Ne derler bilirsiniz: "Düz ovada yağmurdan kaçılmaz /
Birer kahve aldık. Her zamanki gibi sade kahve istemiş­ G.te giren şemsiye açılmaz."
tim. Fakat o anda, Nuh'un kahvesini sütlü içtiğini hatırla­
dım! Bozuntuya vermedim, üstüne bir de Camel yaktım.
Hamile Kadınların Doğurduğu Tehlike
İbrahim'in, Ferruh Ferman rolünü abarttığımı düşüneceği­
ni ummaktan başka çarem yoktu. Eril uydusu olarak geçirdiğim ilk senenin sonunda, Roza
ibrahim Kurban artık sağır sultanın bile işittiği olayı müjdeyi verdi: "Hamileyim!"
özetledi: "Rıza Silahlıpoda adında belalı bir herif Ferruh'u Karım güneşten gömlek giymişti. Benimse suratım kasap
haklamak istiyor. Anlayacağın, bu Ferruh denen yavşak se­ süngeriyle silinmişti.
ni yem olarak kullanıyor." "Bebeğimiz olacak Ferruh! Yoksa sevinmedin mi?"
Bu konuşma boyunca, ibrahim Kurban'ın Nuh'tan birşey- Oyuncak ayılar gibi sırıttım.
ler gizlediğini farkettim. Rıza Silahhpoda'nın beni neden öl­ Kekemeler bilir: Tanımadığınız insanların arasındaysanız
dürmek istediğini Nuh'a açıklamaktan geri duruyordu me­ ve konuşmanız gerekmiyorsa, hiç kimse kekeme olduğunu­
sela. Bu iyiydi. Ben zaten biliyordum. Gelgelelim, Gizli Ser- za ihtimal vermez. Çenenizi tuttuğunuz müddetçe mesele

232 233
yoktur. [Kekemeliğe alışmanın, kekemeliğini gizlemenin ve rahim kanserine yakalanacağını da öğrendik. Erman Fer­
kekemelikten kurtulmanın yolları birbirleriyle kesişir.] Bir man hiçbir zaman doğmayacaktı.
tanıdığa rastlamaktan korkarsınız. Ve tabii size bakıp gü­ Roza'nın hali haraptı. Anti-depresan ilaçları alkolle bir­
lümseyen bir kızın yanına yaklaşamamak da var işin içinde. likte aldığı için az daha ahirete intikal ediyordu. Kalbi bal­
Kekemelik gevezelikle ve kur yapmakla bağdaşmaz. Evli bir yozla ezilmişti. Sudan çıkmış ahtapot gibiydi. Evin içinde
adamın koca olmayı içselleştirmesi için gereken süre, ev­ medeni halsizlik hakimdi. Roza'nın şarapla uyuşmuş dilin­
lendiğine pişman olması için gereken süreden uzundur. Di­ den öyle sözler dökülüyordu ki paniğe kapılıyordum:
yeceğim, gerçek bir koca olana dek rol yaparsınız; karınız "Ferruh, Azrail'in borusu ötüyor artık, haydi, Frankens-
bu arada epey yol alır; anne olur mesela. Her evli erkek, ya­ tein'ın gelinine son bir öpücük ver!"
bancılar arasındaki kekeme gibi susmaya meyyaldir. Fakat Bazen çok acımasız oluyordu: "Seni tatlı su balinası! Bir
biri gelip konuşmaya zorlar: "Bebeğimiz olacak Ferruh! tuvalet, muslukçu için ne kadar gizemliyse, sen de benim
Yoksa sevinmedin mi?" gözümde o kadar gizemlisin!" ,
Roza'ya sevinçten dilimin tutulduğunu söyledim. Kaybedenlere mahsus bir ilhamla konuşuyordu: "Intika-
Doktora koştuk. Orta kattaki kiracı ilk ayını doldurmuş! mınkinin yanında aşkın belagati nedir ki!"
Çocuk erkek olursa adını Erman koyacaktık. Kız olursa, Kafayı sıyırmıştı: "Bu sandıkta çeyizimin küllerinden baş­
Roza'nın dediği olacaktı. ka bir şey yok!"
Hamile bir kadın, iyi bir ilham kaynağıdır. Birden aklıma Uçuyordu: "Ferruh? Ortaçağ kapanmış diyorlar?"
çocuk bezi fabrikası kurmak geldi. Aklımdan geçenleri okuyordu: "Her evli çiftte, en az biri
Rıza, "çocuk bezi" lafını duyunca "Hay aklınla bin yaşa!" budaladır, değil mi kocacığım? Ah hah hah hay..."
diyerek yeni boyanmış şilep gibi üzerime yürüyüp beni Evliyalar gibi konuştuğu da vakiydi: "Bari kederlenmeyi
bağrına bastı. öğren Ferruh! Keder, insanı erdemli kılar."
Hemen kolları sıvadık. Formaliteler tamamlandı, fabrika Ve şok: "Buz Adam Ötzi ile Lucy... çocuğumuzun olma­
binası satınalındı, yurtdışından makinalar getirildi, bir rek­ ması aslında normal."
lam ajansıyla anlaşma yapıldı, kurum kimliği hazırlandı...
"Dr. Tornado" gibi saçmasapan bir markada karar kıldık.
Evlatlık Acısı
Artık tamamiyle b.ka gömülmüştüm ve sonsuza kadar
böyle kalıp fosilleşecektim. Hiçbir arkeolog beni buradan Yetimhane'deki 3 yaşından küçük çocukları tek tek incele­
çıkaramazdı. Ancak, yepyeni bir felaket ve/yahut mucize dik. Madem kendimiz yapamıyoruz, neden başkasının ço­
belki işime yarayabilirdi... cuğunu almayalım? Küçük çocukların bakımıyla ilgilenen
Felaket gecikmedi, ikinci ayda doktor, Roza'nın hamile bir genç kız ile yetimhanenin müdiresi olan yaşlı kız bize
olmadığını farketti! Karımın karnında cenin değil 'mole eşlik ediyorlardı. Çocukların hepsi de çok güzeldi. Yalnız
hydatiformis' vardı; yani bir trophoblast tümörü! Bitmedi. bir tanesi gözüme biraz değişik göründü. Genç bakıcıya
Roza'nın asla çocuk doğuramayacağım ve büyük ihtimalle sordum: "Bu ço-ço-ço-ç-çocuğun nnn-nnnn-nesi var?"

234 235
"Şey, o mu? O bir albino." Çölde Çay Kaşığıyla Kazı Yapma Cezası
"Ne?"
"Bir insandan boşanana kadar onu
"Albino. Yani cildi ve saç rengi normal değil."
tanıyamazsınız."
Kız mıydı, erkek mi?
[Zsa Zsa Gabor]
"Erkek."
Roza albino yavruyu kucaklayıp sevmeye başladı. Bu dünyada en çok evlilik hakkında yalan söylenmiştir; bu
Kulağına eğilip fısıldadım: "Onu e-e-eee-evlat edddinme- cümle de dahil!
yi dü-dü-dü-düşünmüyorsun ya?" Roza ıslak tavuk gibi dolaşıyordu ortalıkta. Koskoca sa-
"Neden olmasın? Çok sevimli?!" lonlardaki kocaman masalarda kocakarılarla bezik oynu­
Evet, sevimliydi, aynı zamanda ürkütücü derecede beyaz­ yordu. Bazı geceler evimizin misafir odasında korkunç ses­
dı. Sanki ihtiyarlamış da küçülmüştü. ler çıkararak Roza'nın falına bakan mor pelerinli şarlatan
Baba olmak istediğimden emin değildim belki, fakat böy­ moruklara filan rastlıyordum. Mutfak tezgâhında, klozetin
le bir çocuk istemediğimden emindim. Öz annesi ve babası yanında, pencere kenarlarında, kitaplık raflarında, karyola­
ne alemdeydi acaba? Bu çocuğu terk mi etmişlerdi, yoksa nın kıyısında... irili ufaklı içki şişeleri gözüme çarpıyordu.
ondan kaçmışlar mıydı? Hayat çok acayipti. Bir albinoya Telesekreterden, Roza'ya bırakılmış irkiltici randevu mesaj­
soyadımı verme fikrinin beni sersemlettiği o günden sadece larını dinliyordum. Karımın gözlerine alkolün lastik mührü
beş sene sonra, bir başka albinoya hem adımı hem de soya­ vurulmuştu. Üst kata çıkan merdiveni dizlerinin ve elleri­
dımı verecektim! nin üzerinde sürünerek tırmanıyordu.
Evlat edinme projesini hayata geçiremedik. Turuncu bir Bense deli dana gibi fırdönüyordum. Şirket binasına, ora­
kız çocuğunda karar kılmıştık, lakin feleğin tokmağı bir dan fabrikaya koşuyordum. Sabahtan akşama kadar bir top­
kez daha tepemize indi. Çünkü yetimhane müfettişleri Ro- lantıdan çıkıp diğerine giriyor, bir sürü insanla görüşüyor,
za'nın alkolik olduğunu tespit etmişlerdi. Vay canına... Ro- mukaveleler imzalıyor, personele talimatlar veriyordum.
za'ya o kadar bigane kalmıştım ki, kadehi elinden düşürme­ Trafikte dans eden bir robocop gibiydim. Aşkla şevkle çalı­
diği halde, işi bekriliğe [ayyaşlık] vardırdığını ruhum bile şıyordum. Türkiye'deki bütün bebekler benim hem iş hem
duymamıştı. de suç ortağım olmuştu. Onlar mayın döşüyordu ben de
Bebeği alabilmek için, yetimhane müdiresine yüklü bir topluyordum. Televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde Dr.
bağış görünümünde, itaat duygusu aşılayacak bir rüşvet Tornado reklamları yayınlanıyordu. Çocuklar mutluydu,
vermek mümkündü tabii. Gelgelelim ben olaya el atmadım. annelerin içi rahattı, çünkü Dr. Tornado vardı! Bir dışkıla-
Yetimhane müdiresi avucunu yaladı. Roza,'nın da eli koy­ ma furyası ve mangır fırtınası hüküm sürüyordu. Eskiden,
nunda kaldı. insanlara bakınca, onların binlerce yıl sonraki hallerini dü­
şünür ve nasıl bir arkeolojik anlama kavuşacaklarını tahay­
yül ederdim. Şimdiyse, bir kimseye baktığımda onun be­
bekliğini ve altını ıslatışını hayal ediyorum. Çişini tutama-
236 237
yan ihtiyarlar, yatalaklar ve deliler için de üretim yapıyoruz mıştım. Gömleklerimi, İdris Terzi özel olarak dikiyordu.
tabii, o ayrı konu... Calvin Klein donları giyiyordum. Issey Miyake parfümü sü­
Roza ve ben yanlış mezarlara gömülmüş cesetler gibi bir­ rüyordum. Rıza Silahhpoda'nm imparatorluk genişliğindeki
birimizi kaybetmiştik. Yosun tutmuş bir labirentte, rastlaş­ pıhtılaşmış gölgesinde çocuk bezi kralı olmuştum.
madan çıkışı bulmaya çalışıyorduk sanki. Birbirimize ölüm Rıza Silahhpoda, ticaretin suçla birarada yürüdüğüne ina­
öpücüğü vermiştik. Yüzbinlerce çocuk bezine sahiptik fa­ nanlardandı. Ona göre hile, satışın; istismar, kârın; tehdit
kat altını kirletecek bir bebeğimiz yoktu. Çocuk bezleri, ise müşteri sadakatinin garantisiydi. Yöredekiler korkuyor-
doğacağını vehmettiğimiz çocuğumuzun kefeni oluvermiş­ sa, işler tıkırında demekti.
ti. Evlenmek bizim sonumuz olmuştu. Hatalı bir yöntemle
evcilleşmiştik. ikimiz de kaderin bize kendimiz olmamız
Bir Uçak Dolusu Bebek
için verdiği krediyi batırmıştık. Birbirimizi görmezlikten
gelişimizde, skandal düzeyinde bir acziyet motifi hakimdi. Bizim işte sezon yok. Yaz kış didiniyorum. Alkolün sezo­
Evde sık sık burun buruna geldiğim yabancılara gülüm- nu yok. Roza yaz kış içiyor. Ayrılığın sonu yok. Yaz kış
süyordum: "Tü-tü-tü-tü kırkbir kere tünaydın!" Hizmetçi­ yalnızsın.
lere reverans yapıyor, valinin konkende iddialı karısına Evliliğimizin altıncı yılı dolmuştu. Roza, Moda'da psişik
banyoyu hazırlamasını buyuruyor, klima tamir servisinden güçlerle temasa geçmiş, tarot falıyla meşgul, alçaktan uçan,
gelen adama puro ikram ediyordum. Roza temizlikçiler, gnomları kollayan, UFO takipçisi, hayalet avcısı, birbirleri­
bahçıvanlar ve aşçılarla kâğıt oynayarak para kaybetmeyi ne telepatik mesajlar çeken, sofraya ruhları buyur eden, pa­
bir yöntem olarak benimsemişti. O yüzden sık sık tartışma ralel evrenlerden haber soran, depremi önceden kestirme
çıkıyor ve hizmetçi kadrosu zırt pırt değişiyordu. 'Çölde azminde olan, yeminli vejetaryen, dilencileri galaksilerarası
çay' kaşığıyla kazı yapan, rüzgârın yardımıyla uygarlığımı­ çalışan ajanlar sanan, güvercinlerin beyinlerini kontrol et­
zın vardiyalı personelinden kimilerini bir bulup bir kaybe­ meyi deneyen, kabak şekeri yiyip armut nektarı içen, med­
den ve bu arada seraplar gören lanetli bir arkeologa dönüş­ yumluğa sardırmış... yani kafayı yakmış bir gruba katılmış­
müştüm. tı. Geceleri toplanan bu tasmalı uzay ördeklerinin s.çtığı
Gerçek şu ki bebek b.kunda altın buldum. Yaşadığım evin b.k taş gibidir. İçlerinden birine tabanca verip göz kırpın,
bahçesinde palmiyeler, o sallanıp duran bitkisel yelpazeler... mesajı anında alır ve oracıkta bütün arkadaşlarının alınları­
Banyodaki aynanın çevresinde, yanlış sırayla kullanıldığı na üçüncü gözler açar! Roza, bu astro-moronların boynuz­
takdirde insanın zekâsını katiyen geriletecek kadar çok sayı­ lu katır nameleri arasında kendini bulmuş, daha doğrusu
da sıhhi bakım ürünü diziliydi. Geceleri salonun duvarında­ kaybetmişti
ki Jan Vermeer'in keskin gözlü bir Çinli tarafından kopya Bir gece döndüğümde ev gene bomboştu. Çalışma odama
edilmiş Süt Döken Kadın tablosunun karşısında, Staunch çıktım. Giysilerimi çıkarmadan kendimi yatağa bıraktım.
marka bir koltukta, süt dökmüş kedi gibi uslu uslu oturu­ Tek basmaydım. Sessizliğin içinde kanımın uğultusunu du­
yordum. Anneme, Mobidik Sokağı'nda lüks bir daire satınal- yabiliyordum. Şifoniyerin üzerindeki kumanda aletini alıp

238 239
CD player'ı açtım. Henüz uykuya dalmadan rüya görmeye "Yoja Hanım, Boyajiçi Köpyüsü'nün çıkışında kaza geçiy­
başladım. di Feyyuh Bey ve şu anda Hasbelkadey Haştaneşi'nde, can
Devasa bebeklerle dolu bir uçaktayım. Hepsi çıplak, çekişiyoy."
üzerlerinde bir tek Dr. Tornado var. Yanımda oturan bıyıklı Boynu cam kesikleri yüzünden kan içinde kalan Roza
bebeğe dikkatle bakıyorum: Rıza Silahlıpoda! Kocaman bir pencereden uçuyor. Onun ardından da ben koltuğumdan
tabanca çıkarıp şakağıma dayıyor. Çaprazdaki koltuklardan havalanarak camdan dışarı savruluyorum. Telefon hâlâ
birinde bebek Roza, bebek hostesin sunduğu kadehi alıp elimde: "Hemen geliyorum."
bana doğru kaldırıyor. Bebek hostesi de tanıyorum: Gönül! Roza altımda hızla düşüyor. Kulağımın dibinden kurşun­
Bebek Rıza tabancanın horozunu çekiyor. Kalbim tam ka­ lar vınlıyor. Tepemde uçuşan Rıza tabancasını doğrultmuş
pasite çalışan bir matbaa gibi gürültüler çıkarıyor. Hepsine bana durmadan ateş ediyor! Roza denize saplanıp kaybolu­
bir yerlerden aşina olduğum bebekler kendi havasında. yor. Bense güm diye bir şilebin güvertesine çakılıyorum.
Aralarında, 5 sene önce yetimhanede gördüğümüz albino Gözlerimi açtığımda çalışma odamdaki şilep desenli kili­
bebek bile var. G.tü b.klu Rıza sırıtıyor. Şakağıma inen ter­ min üzerinde buluyorum kendimi. Elimde telefon. Son ara­
ler tabancanın namlusunu ıslatıyor. Birden bir ses, bir tele­ yan kişinin numarasını tuşluyorum: "Alo, ben Doktor Tu­
fon sesi duyuluyor. Bebek hostes Gönül kaşlarını çatmış, ran Ada?"
bana bağırıyor: "Ferruh! Çabuk kapat o telefonu! Uçakta­ "A-a-affedersiniz, ben Ferruh Ferman..."
yız, görmüyor musun?!" "Ah, Ferruh Bey, Roza Silahlıpoda Ferman'ın kocası ol­
İşaret parmağımı kaldırıp alnımı kırıştırarak "Lütfen izin malısınız?"
ver, çok kısa konuşacağım" anlamında bir hareket yapıyorum. "E-e-e-evet?"
Kafamın bir yanında tabanca, diğer yanında telefon, keçi "Eşinizi ameliyata almak üzereyiz beyefendi."
melemesi gibi titrek bir sesle soruyorum: "Evet?" [Takdir "Ameliyat mı?"
edersiniz ki, rüyada kekelemem gerekmiyor.] "Size haber verilmedi mi?"
Hattaki bebek "Feyyuh Feyman?" "Bilmiyorum do-do-doktor bey?"
"Beni son anda yakaladınız, buyurun?" Gözüm bebek "Gelseniz iyi olur beyefendi, Roza hanımın durumu ağır."
Roza'ya takılıyor. Elindeki kadehi pencereye fırlatmak üze­ "Nereye geleyim?"
re kaldırıyor. "Hasbelkader Hastanesi'ne."
"Kayınız, Feyyuh Bey..."
Bebek Roza'nm savurduğu kadeh uçağın penceresini kırı­
Feleğin Çemberinden Motosikletlerle Geçmek
yor! "Ne olmuş karıma?" ,
"Şey, hemen buyaya gelmelişinij." Roza alkol yüklü bir bulut gibiymiş. Boğaziçi Köprüsü'nden
"Nereye?" Yıldız şeklinde kırılan uçak penceresindeki geçtikten sonra viraja hızla girerken sol taraftan gelen bir
hava akımına kapılan bebek Roza'nm başı cam kırıklarının kamyon, arabasına şiddetle çarpmış. Arka tarafı fena halde
arasından dışarı çıkıyor! yamulan araba havalanmış, kendi ekseni etrafında dönerek

240 241
bariyerlerin üstünden aşıp ters yola geçmiş. Bu defa diğer ta­
ihraç ettiğimiz malların akıbetini ve marketlere dağıttığımız
raftan son sürat gelen bir otomobil ön taraftan patlatınca bi­
promosyon standlarının ne kadar etkili olduğunu merak
zim araba savrulup sağa sola vura vura akordeona dönmüş!..
ediyorum. Rıza, galiba bir tek o Roza'nm hayatta kalmasını
Ameliyathanenin kapısında bekliyoruz. Rıza aheste volta
önemsiyor. Başka şahidi yok çünkü. Gerçeğe ancak kırıp
atıyor. Kayalara toslamış bir uçan ejderha gibi yırtık kanat­
dökmek, yakıp yıkmak, vurup devirmek suretiyle temas
larını ağır ağır sürüklüyor. Hastanenin müdürü gelmiş, Rı-
edebilen bir kanalizasyon dragonu!
za'ya "Efendim, dilerseniz odama buyurun, doktorlarımız
Ameliyat gecenin üçüne doğru bitti.
ellerinden geleni yapıyorlar. Ameliyat biter bitmez bize ha­
Suratları sopa gibi ifadesiz, bataklık yeşili giysileri içinde,
ber verirler..." filan diyor. Rıza Silahhpoda müdüre geberte-
maskelerini çeneye kadar indirmiş iki cerrah, iki tıp kovbo­
çekmiş gibi bakıyor. Fedailer, koridorların kesiştiği yerleri
yu aramıza katıldığında hepimiz soru işareti gibi bükül­
tutmuşlar. Roza'nm arabasına çarpan otomobilin şoförü de
müşken doğrulup ünlem şekline girdik.
burada; kafası sargılı, yüzünde çürükler var. Rozayı hasta­
Doktorlar melodisiz bir hastane ninnisi söylemeye başla­
neye o getirmiş. Kamyoncu ise firari süvari, toz olmuş...
dılar: "Elimizden geleni yaptık... Roza Hanım'm durumu
Yöremizdeki kalabalık çoğalıyor. Cart kokanalar, yağlıboya
çok ağırdı... Dalağı yırtılmıştı aldık... Beyindeki kanama
kodamanlar, pastel cadalozlar, sulu zırtlak züppeler, kara­
odağını tespit ettik ve gereken müdahaleyi yaptık... Sol
kalem hemşeriler... Akrabayı taallukat sökün ediyor. An­
köprücük kemiği kırılmıştı fakat şükür ki parçalı değildi; 'S'
nem ve Ferah çıkageliyor; benim bîçare anneciğim, zavallı
bandajına aldık. Şu anda yoğun bakımda... Ne zaman ken­
bacım. İkisi de hortlak gibi perişan görünüyor. Gönül ve
dine geleceği hakkında henüz bir şey söylemek mümkün
Neanderthal Nadir çifti, katran gibi damlıyor; cicim ayları­
değil... Ümitli olun... Fakat kendinizi her şeye hazırlayın..."
nın pembe tozu üzerlerinden çoktan kalkmış, monotonlu­
ğun küfüne batmışlar. Bunca sene sonra büyük aşkım Gö-
nül'ü görünce ne mi hissettim? Hiç. Ben... genel olarak hiç­ Kırmızı Bikini Görmüş Boğa Gibi...
bir şey hissetmem.
Roza ile ideal bir karı-koca münasebetinin formülünü bul­
Biz, Allah'tan mangır istedik birader. Verdi. Forsumuz da,
muştuk. Ona her şeyi olduğu gibi anlatıyordum: "Perşembe
pozumuz da yerine geldi. Feleğin çemberinden motosiklet­
günü genç bir ressamla tanıştım Roza... Adı, Dilara Dilem­
le geçmedik. Yine de öyleymiş gibi yapıyoruz. Yavan bir ki­
ma... Şekerli kar gibi güzel... Hayır, kimyasal patlama filan
birle şişinen sonradan görmeleriz, hepsi bu. İkiyüzlülük il­
yok... Yahu gaydırıguppak bir hatun işte... Meraklanma be­
letine tutulmuş yampiri bireyleriz yani. Mezbahada parça­
nim Komançim; llhami ile Hami romantik manevralar yap­
lanmış ve o parçalar kullanılarak karikatürü çizilmiş onto-
mama asla izin vermiyorlar. Ölmemekle ne iyi ettin... Aksi
lojik bedbahtlarız. Şimdi, nikâhım altındaki kadının ölüm
takdirde ağabeyin olacak it müsveddesi beni tahtalı köye
haberini bekliyoruz. Bekliyoruz. Kendimizden başkasına
yollardı alimallah. Yo yo yollardı..."
acıma yeteneğinden mahrum olduğumuz için, aklımız baş­
Gözleri yarı açık olan Roza beni siyah kuzuların sessizli-
ka yerde. Ben mesela, ameliyathanenin önünde, Suriye'ye
ğiyle dinliyor. Ne yapsın, beş senedir komada!
242 243
Ameliyattan sonra "Kendinizi her şeye hazırlayın" diyen üzerinde denizmenekşesi beyazı bir gece elbisesi. Yanına
cerrahın bile karımın komada beş sene kalacağını aklından ilişiyorum. Barmen gözlerini yerden kaldırmadan ne arzu
geçirdiğini sanmıyorum. Halbuki Roza ölmeye eğilimliydi: ettiğimi soruyor. Prensesin içtiğinin aynısından istiyorum.
Ümitsizdi, çocuk doğuramıyordu; ufukta kanser görünü­ Cinderella sagır-dilsiz. Kıza elimi uzatıyorum. Beraber tü­
yordu; viskiyle Lustral tabletleri yutuyordu; çok az konuşu­ nellerden geçiyoruz. Bu bir rüya olmalı. Caddeye varıyoruz.
yordu; kumar masasında canının yongalarını bırakıyordu... Bir romantik bilim-kurgu filmindeyiz sanki. Sevinçten yu­
Yani zaten yarı-ölü sayılırdı. Trafik kazasından sonra res­ nus balıkları gibi sesler çıkarıyorum. Dudaklarında ve göz­
men ölmemesi için bir sebep kalmamıştı. Fakat ölmedi. De­ lerinde mucizevi pırıltılar var; saçında ışık şeritleri dalgala­
mek onu yeterince tanıyamamıştım. Havalı yatakta yattığı nıyor. Kalbim ekmek kızartma makinasındaki ekmek dilim­
halde kuyruksokumunda, kalçalarında ve topuklarında de­ leri gibi kızarıyor, birazdan fırlayacak! Kızın ellerinde bir
cubitus ülserleri oluşmuştu. Hemşireler bu yaraları Batti- iğde yumuşaklığı. Daha adını bile bilmiyorum. Birden dile
con, Rivanol ve Savlon ile temizliyorlardı. Daha da trajiği, geliyor: "Adın ne?" Gıcır gıcır bir kazma gibi öylece bakı­
Roza'nm altını Dr. Tornado ile bezliyorlardı!.. yorum. Soruyu tazeliyor: "Adın, adın ne?"
Beş yıldır kâğıt üzerinde evli, pratikte bekârım. Hormon­ "Ferruh Ferman!?" Aman Yâ Rabbim, bu ses de nereden
ların kulaklarımdan fışkırığı zamanları çoktan geride bırak­ geliyor?
mıştım. Mamafih insan otuzbeşinden sonra yolun yarısına "Ferruh Bey, affedersiniz, sizinle bir dakika konuşmalıyız
geldiği fikrine kapılıyor ve bu defa enikonu tasarladığı ikin­ efendim."
ci bir ergenlik dönemine giriyor. Çocuk bezine gömdüğüm Duruyoruz. Arkama dönüyorum, bir çift yanmış kavak
kafamı kaldırıp etrafıma baktım ve... kırmızı bikinili Kate gövdesi. "E-e-e-evet, ne isttiyyorsssunuz?"
Moss görmüş boğa gibi civardaki hatunlara saldırdım! Ne "Rıza Silahhpoda'nm selamı var Ferruh Bey..." Başımdan
yazık ki matadorlar arenaya inmekte gecikmeyecekti... aşağı kaynar sular dökülüyor.
"Si-si-siz de kimsiniz?"
Münzeviler Mahzeni'ndeki Müzik "Benim adım İlhami, efendim; bu da arkadaşım Hami."
Kız iki adım ötede uzay boşluğunda yüzen bir gelin gibi
Yüzüme meşin bir yama dikilmiş gibi. Sekreter kızın aklına duruyor. Adamlara sessizce soruyorum: "Mesele ne-ne-ne-
uyup ["Ferruh Bey, inanın size çok yakışır!"] top sakal bı­ n-nedir?"
raktım. .'Münzeviler Mahzeni' diye bir yerdeyim. Metafizik "Bakın efendim siz hâlâ Roza Hanım'm kocasısmız ve Rı­
bir maden ocağına iner gibi tek başıma tünellerden geçerek za Bey bu yaptığınızı onaylamıyor..."
ipeksi bir dumanın yüzdüğü bu janjanlı mekâna ulaştım. Adamlara sağ elimi hafifçe kaldırıp "bekleyin" anlamında
Galiba burası birçok ayrı salonun bulunduğu bir kompleks. bir işaret çekiyorum ve Cinderella'ya yöneliyorum. Cinde-
Çağ atlamış bir Güney Afrika kabilesine mensup apiko si­ rella'nın elinden tuttuğum gibi dolunaya doğru koşmaya
yahiler caz icra ediyor. Bar taburelerinden yalnızca biri do­ başlıyoruz.
lu, onda da Cinderella oturuyor. Ayağında şeffaf pabuçlar; İlhami ile Hami kuyruğumuzda. "Durun!.. Ferruh Bey
244 245
lütfen zorluk çıkarmayın!.. Efendim kaçmanızın bir anlamı mıştı. Galiba tozutuyordum. Bir psikiyatra gittim. Ona yö­
yok!.." Bizi vuracak değiller ya? Biz kaçıyoruz onlar kovalı­ rüngeden çıktığımı söyledim. Silahlı bebekler beni kovalıyor
yor. Eh, elele koşmak da kolay değil tabii. O da ne? Cinde­ filan dedim. Vidalarım gevşemişti. Ellerim siğillerle kaplan­
rella elimi bırakıyor ve depar atıyor! Şimdi Rıza'nm adamla­ mıştı. Böyle giderse yakında bir mutanta dönüşecektim.
rından kaçmaktan ziyade Cinderella'yı yakalamaya çabalıyo­ Doktor beni ördek gibi dinliyordu. Hayatımda bir kadın
rum. Ciğerlerim katran dolu balon gibi şişiyor! Bacakları­ olup olmadığını sordu. Acaba, Rıza onu da mı satmalmıştı?
mın içinde metal kırıkları deveran ediyor. Sigarayı bırakma­ Yok dedim. Kadın madın yok. Komadaki karımla gül gibi ge­
lıyım belki de. llhami-Hami çiftinin nal seslerini duyuyo­ çiniyoruz! inanmazsanız, kapıda bekleyen bebek yüzlü iki fe­
rum. Gece elbisesinin içinde, minyatür bir şelale gibi köpü- daiye sorun! Doktor ilaç filan yazmadı. Siğiller? Onlar ne ola­
rerek akan Cinderella'ya kilitlenmiş vaziyetteyim. "Ferruh caktı? Bana bir kâğıt uzatü. "Bu duayı okursanız, siğiller yo-
Beeeeey! Duruuuunnnnnnnn!!!" Bir tabanca patlıyor ve ben kolur Ferruh Bey." Kâğıtta, Arap harfleriyle şu ibare yazılıydı:
zınk diye donup kalıyorum. Cinderella mehtaba teyellenen
bir ateşböceği gibi uzaklaşırken ardından öylece bakıyorum. LL J^uJSı iûi ajıi; vt ;u>V j&\ oJtj J& ^-ûı 4<j <>b'ı y*x
["Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifa ver, çünkü
Komadaki Komançi yalnızca sen şija verebilirsin. Senin vereceğinden başka şifa
yok. Öyle şifa ver ki hastalığın zerresi kalmasın."]
Ne biçim bir hayattı benimki? Çevremdeki bütün kadınla- Küçükken, Kur'an kursuna gitmiştim ama neredeyse 20
rın fayları kırılmıştı: Karım, Komançi [komadan bir türlü yıldır Kur'an okumuyordum. Duayı heceleyerek okudum
çıkmadığı için ona artık Komançi diyordum] olmuştu. Kız ve amin deyip ellerimle yüzümü sıvazladım. Vay canına!
kardeşim tımarhaneyi boylamıştı. Annem ise Mobidik So- Ellerimi indirdiğimde siğiller silinmişti!
kağı'nda tek başına kalmayı da, benim yanıma taşınmayı da
kabul etmemişti; onu mecburen bir huzurevine yerleştir­
miştik. Rıza, Roza'nm komaya girmesinden beni sorumlu Vampirler Sigara İçmez
tutuyordu. Ona göre, Roza'yla yakından ilgilenmediğim Dışarıda şehir alüminyum folyoyla kaplanmış gibi, hantal
için kızcağız kendini içkiye vermiş ve bu korkunç hale düş­ bir güneşin altında parlıyor. Şirketteki makam odam serin
müştü. Dolayısıyla Roza' nm dirilmesini beklemeli, ona sa­ olduğu halde, gayri ihtiyari masadaki dergiyi alıp yelpaze
dık kalmalıydım. Cinderella vakasından sonra Rıza; ilhami gibi sallıyorum. Derginin adı Jüri. Onu daha önce de gör­
ve Hami'yi beni 'korumakla' görevlendirmişti. Bu bango- müştüm. Sayfalarını yavaş yavaş çeviriyorum. Bir sürü zır­
bozların işi beni cinsel bir münasebetsizlik etmekten alı­ va. Brezilya'daki Carandiru Hapishanesi turistlerin ziyareti­
koymaktı. Yamyam herifler, mesai saatleri dışında bile kuy­ ne açılmış. Emrimiz altında çalışanların bize yapabileceği
ruğuma yapışıyorlardı! kötülükleri listelemişler; amma uzun, sayfalar sürüyor!
Kıpkızıl bir sisin içinde yaşıyordum. Her gece rüyamda şu Koltuğuna kurulmuş bir vampir konuşuyor: "Kan içiyorum
bebeklerle dolu uçağa biniyordum. Ellerimde siğiller çık- fakat sağlığım yerinde, sigara içenler düşünsün!" Bir silah
246 247
reklamını inceliyorum: "Bu nadide enstrümanla kendi şar­
"Hiç mi?"
kılarınızı çalabilirsiniz..." filan yazıyor. Ne aptalca!
"Bilirsin, âşıklar birbirlerinin acılarını hammadde gibi iş­
Geçiyorum. Küçük fotoğraflarla bezeli perde, dekoras­
lerler. Böylece kalpleri birbirine bağlanır. Sen acı çekmiyor­
yon, süs eşyası reklamlarının arasına sıkışmış bir ilan: AYNI
sun. Bu yüzden çekici değilsin. Molozun tekisin Ferruh."
ANDA İKİ YERDE BİRDEN OLMANIZ MI GEREKİYOR?
"Moloz mu?"
BİZİ ARAYIN.
"Kesinlikle. Senin gibilerin sokağa çıkması yasaklanmalı."
İlandaki telefon numarasını çeviriyorum: Bir erkek sesi
"Ya-ya-yasaklanmalı mı?"
"Bahçelerde patinaj / Sinyalden sonra mesaj!" diyor. Mesaj
Zehirli bir çiçek gibi boynunu eğiyor: "O zaman da so­
bırakmadan telefonu kapatıyorum, llhami ile Hami'yi çağı­
kaklar bomboş kalırdı!" Dilara'nın hakaretlerini ilgiyle din­
rıyorum. Sayfayı yırtıp llhami'ye veriyorum ve işaretli ilan­
liyorum. "Tabiat belgesellerindeki benekli kazlar gibi bakı­
daki telefon numarasının kime ait olduğunu öğrenmelerini
yorsun, farkında mısın?"
istiyorum. Kuzguncuk'ta oturan Nuh Tufan adında biriy­
Benden neden nefret ettiğini anlayamadığımı söylüyo­
miş. Gidip o adamı buraya getirmelerini emrediyorum. As­
rum. Cevabın tatminkâr olacağını umuyorum. Çünkü ilk
lında benim yöremden ayrılmamaları gerekiyor; yine de bu
defa birinin benim hakkımda doğruyu söylemeye bu kadar
isteğim hem onların varlığını tanıdığım anlamına geldiği
yaklaştığına dair bir his var içimde.
hem de az çok yasadışı bir buyruk olduğu için sırıtıyorlar
"Nefretin ne olduğu hakkında bir fikrin var mı Ferruh?
ve bir saat içinde döneceklerini söyleyerek çekiliyorlar.
Hayatında hiç sevgi olmayan insanlar nefret eder. Hem de
her şeyden, herkesten."
Sivrisinek ve Saz Arkadaşları Benim hayatımda hiç sevgi olmadığını, yine de kimseden
nefret etmediğimi kekeliyorum.
Kötü kadınlar bunaltır, iyi kadınlar sıkar.
"Çünkü sen bir zombisin, anlıyor musun? Kavuşmayı,
[Oscar Wilde]
kaynaşmayı, kurtulmayı bilmiyorsun. Kümesten ahıra terfi
Dilara Dilemma ve ben birbirimize göre değiliz. Bunu o da etmiş, süngerden bir tilkisin."
biliyor. İkimiz de kendimize uygun biriyle karşılaşma ko­ "Se-se-sence ne ya-yapmalıyım Dilara?"
nusunda ümitsiziz. Biz bu çağın fiyakalı kaybedenleriyiz. "Birinin seni öldürmek istemesini sağla."
Beni sürekli tiye alıyor: "Çok şıksın, mahkemeye mi gidi­ "Beni öldürmek isteyen biri za-za-zaten var?"
yorsun?" Paramda gözü yok. Zaten tanışalı daha üç hafta Dilara kahkahayı koyveriyor. "Kim o, ben miyim?"
oldu. Resimden, ressamlardan bahsedip duruyor. Yüzüne "Ha-ha-ha-hayır. Ge-ge-gerçekten iğrenç biri. Ölmüş in­
aval aval bakıyorum. • sanların sü-sü-sü-sümüklerini yer."
Benimle neden çıktığını soruyorum. Kızın gözlerinin içi gülüyor: "Şanslısın... Tesadüf, tecrü­
"Bilmiyorum" diyor "galiba senin bir hiç olduğunu düşü­ benin yerini aldı. Anlamsızlık, kusursuzluk haline geldi.
nüyorum." Aşk tarihten siliniyor. Hidrojen bombaları dünya nüfusunu
'patlatıyor'. Ve biri seninle özel olarak ilgileniyor!"
248
249
Aramızda bir sinek daireler çiziyor. Vızzzzzzzzzzzzz. Si­ bilmedikleri [ve işi bıraktıklarına göre artık öğrenemeye­
neğe sağlı sollu tokatlar atıyorum. Bir yandan da Dilara'ya cekleri] için Rıza'nın da durumdan haberi olmayacaktı. An­
onu anladığımı kekeliyorum. laşılan, Rıza, Dilara ile çıktığımı biliyordu; Roza'nm diril­
"Anlayana sivrisinek ve saz arkadaşları, anlamayana da­ mesinden de ümidi kesmişti. Zaten bacısının başına gelen­
vullu zurnalı cenaze marşları" diyor. lerden ötürü beni suçluyordu. Dolayısıyla, asla hakketme­
"Di-di-dilersen beni bir daha gö-gö-görmeyebilirsin." diğimi düşündüğü bir zaferi kutlarken beni mıhlatacaktı.
Gözlerini kısıp çenesini büzüyor: "Denize balık fırlatır gi­ Çok bile beklemişti...
bi benden kurtulamazsın." llhami ile Hami ayağa kalkıp çekingence elimi sıktılar.
Bu defa ikimiz birden gülüyoruz. Ayrılmadan önce Hami akıl edip "Ferruh Bey bu konuşma
lütfen aramızda kalsın. Yoksa, Rıza Bey bizi yaşatmaz" dedi.
"Me-me-m-merak etmeyin. Siz çok iyi ço-ço-çocuklarssı-
Baklanın Diğer Yarısı Kimin Dilinin Altında?
nız."
Nuh Tufan'ı getirdikleri günün gecesi llhami ile Hami dep­ Tam, Nuh Tufan benim yerime geçtiği sırada, llhami ile
remi önceden hisseden sülünler gibi huzursuz bir ifadeyle Hami toz oluyordu. Dolayısıyla herhangi bir parazitlenme
karşımda deviniyorlardı. olmayacaktı. Nuh, namlunun ucunda beni başarıyla temsil
"Ferruh Bey, size bir iyi bir de kötü haberimiz var." edecekti...
"Önce iyi haberi sö-sö-söyleyin."
llhami "Artık sizinle çalışmayacağız." deyiveriyor.
Yani beni 'korumayı' bırakıyorlar! Metalik bir gölge gibi Mobidik Sokağı'ndaki evde eşyalar beyaz örtülerle kap­
ayağımın altında dolanmayacaklar. Eh, bu harbiden de iyi lıydı. Nuh Tufan benim namıma öldürülene kadar bu ke­
bir haber. Peki kötü haber ne? fenlenmiş yerde huzur içinde yatabilirdim. Madem hortla-
Ikınıp sıkmıyorlar. Üsteliyorum. yacaktım, uykumu almalıydım.
Bu defa Hami konuşuyor: "Efendim, bunu size söyleme Salon penceresinden günlerce İbrahim Kurban'ı seyret­
yetkimiz yok aslında..." tim. Kesinlikle bir haltlar karıştırıyordu:
"Neyi?" Bir gün elinde gümüş rengi bir çantayla sokağa fırlıyor.
Baklanın diğer yarısı îlhami'nin dilinin altından çıkıyor: Bir gece sabaha kadar maske yapıyor.
"Rıza Bey. sizi temizletecek; firmanın 10. yıl kutlaması sıra­ Öğlene doğru eski model bir Volvo gelip kapının önünde
sında." duruyor. Paul Newman polisten kaçar gibi arabaya dalıyor
Rıza'nın beni ortadan kaldıracağından neredeyse emin­ ve gazlıyorlar!
dim, fakat gününü ve saatini kararlaştırdığını bilmiyordum. Merhum Turgut Özatay, Kurbanların bahçe duvarından
Nuh Tufan'la tam zamanında karşılaşmıştım. 10. yıl kutla­ sokağa atlıyor!
masına yalnızca 17 gün kalmıştı. Olaylar öylesine gelişmişti Volvo'nun şoförü garson kılığında: Beyaz gömlek, pap­
ki, llhami ile Hami, Nuh Tufan'm benim yerime geçeceğini yon, jöleli saçlar! Kapıda beliren İbrahim Kurban da öyle!
250 251
Dürbünü ayarlıyorum ve... İbrahim Kurban'ın yaşadığı aşırsam ve Hidiv'e yollansam?.. Zor. Enselenirim. Hemen
çatı katında... Plastik kafalara geçirilmiş... Ferruh Ferman banyoya koştum. Sakalımı ve bıyığımı kestim. Yatak oda­
maskelerini sayıyorum... 1, 2, 3... 18, 19, 20! sındaki tuvalet masasının üzerinde duran tozlu peruğu sil­
Pazar. Dr. Tornado'nun kuruluşunun 10. yıldönümü. Sa­ keleyip kafama geçirdim. Açık kahverengi, kısa, kıvırcık bir
bahın köründe külüstür Volvo kapının önünde. Şoförün ya­ peruk. Ferah'ın olmalı. Annemin kalın çerçeveli eski gözlü­
nında kuzguni siyah saçlı, mermer beyazı tenli bir yavru. ğünü taktım. Dünyam bulandı. Camlarını güçbela söktüm.
İbrahim Kurban kanguru gibi zıplıyor meydana. Elindeki Böyle daha iyi. Beyaz bir tişörtün üstüne yakaları omuzlara
kocaman spor çantayı bagaja atıp arka koltuğa yerleşiyor... kadar uzayan bir ceket, altına İspanyol paça bir pantolon
Kafamdaki düşünceler fazla haşlanmış spagetti gibi birbi­ giydim. Aynanın karşısında bir sigara yaktım. Eski bir rock
rine yapışıp düğümlenmişti. Dışarı adım atmıyordum. Zira plağı kapağına bakıyordum sanki.
ortalıkta acayip bir dümen dönüyordu. Bende yürek Sela­ Hoppala paşam Malkara Keşan arabaya atladım. Radyoyu
nik. Evde oturmaktan kıçım örümcek bağlamıştı. açtım. Isaac Hayes'in; o narsist maço maceraperestliğini gü­
lünç bir kabalıkla yansıtan Shaft şarkısı eşliğinde, Ferruh
Ferman cinayeti mahalline doğru son sürat yol alıyordum.
Cinayet Mahalline Koşan Maktul Adayı
Bedenime saplanacak kurşunlara yetişebilecek miydim?..
Telefon edip Nuh Tufan'dan, kutlama törenine benim yeri­ Arabayı otopark görevlisine teslim ettim. Bahçedeki stilize
me katılmasını istedim. Hastayım filan dedim. Bir sürü in­ patikalardan rahvan geçip Kasr'm eşiğine vardım. Kapıdaki
san davet etmiştik, gazeteciler de gelecekti, program hazır­ gıcır yağ fıçısı benden kıllandı: "Davetli misiniz efendim?"
dı, her şey ayarlanmıştı, geri dönüş yoktu. Sadece kürsüye Bir çırpıda "Hayır, Sekip Şikeste'yim!" deyip içeri daldım.
çıkıp birkaç cümle söyleyecekti, hepsi bu. Her zamanki gibi Büyük odalardan geçerek avluya süzüldüm. Kenarda sus­
kabul etti. kun bir orkestra. Yanında kürsü. Kürsünün önündeki ma­
Planım basitti: Dublörümü tahtalı köye yollayacaklardı. sada Rıza Silahhpoda ve birkaç çakal. Bu özel günün şerefi­
Televizyonda kısa bir haber: "Çocuk bezi kralı öldürüldü." ne papyon takmış olan Rıza'nın gözü bir an bana takılıyor.
Gazetelerde cesedimin renkli fotoğrafı. Polis, maktulün bir Dişlerimi göstermeden sırıtıyorum. Yemekli defile var san­
başkası olduğunu açıklamakta acele etmeyecekti. Önce be­ ki; herifler apiko, hatunlar vardakosta. Kendimi gizleyeyim
ni bulmaya çalışacaklardı. Bense dörtnala karakola koşup derken dikkat çekici bir şekle girmiştim besbelli; millet di­
durumu anlatacaktım. Böylece, Rıza Silahhpoda büyük ihti­ kenli gözlerle beni kesiyor. Masaların kıyısından arkaya yö-
malle hapsi boylayacaktı. Ben de yeni bir hayata başlaya­ neliyorum. Dilara ile maskeli Nuh yanyana. Bana şaşkın bir
caktım. Adımı değiştirecektim: Sekip Şikeste., bakış fırlatan Dilara'nın yanından geçerken dudaklarımı ağ­
Saat 19.00. Hidiv Kasrı'nda şenlik başlamak üzeredir. zıma gömüp adımlarımı sıklaştırıyorum. Siyah bir tayyör
Acaba beni vurmuşlar mıdır? Henüz erken. Davetlilerin ço­ giymiş. Gören, Sibirya'ya giden bir uçakta hostes filan sanır.
ğu gelmemiştir daha. Ne yapsam acaba? İbrahim Kurban'ın Masaların bittiği yerde başlayan ağaçlardan birine, bir çı­
mekânına dışarıdan tırmanıp pencereden girsem, bir maske nara yaslanmış sigara tüttürüyorum. Hızla oksitlenen kalbi-
252 253
me çekiçle çalışıyorlar sanki. Dong, dong, döngü! Şirinlik çınar ağacı da vuruluyor! Kendimi yere atıyorum. Kafamı
kumkuması tombiş bir taze, davetlilere hoşgeldiniz dedik­ kollarımla korumaya çalışıyorum. Üzerime basarak geçiyor
ten sonra sesini yükseltiyor: "Şimdi de bu anlamlı gecenin sosyete sürüsü! B.kböceği gibi ayak altında eziliyorum!
açılış konuşmasını yapmak üzere, Dr. Tornado'nu sahibi ve Obez bir kadının sivri topuğu omurgamı orta yerinden kü-
yönetim kurulu başkanı Ferruh Ferman'ı huzurlarınıza da­ türdetiyor! Yanıma düşen bir kopyamın kafatasındaki de­
vet ediyorum!" Alkışlar. Bir an bocalıyorum, sigaramı yere likten beyninin şerbeti akıyor! Dizlerimin üstünde doğru­
atıp ben de alkışlıyorum. Nuh'un ağzı kulaklarında. Dila­ luyorum. Kürsüdeki Fernth kömürden bir heykel gibi kor-
ra'nın öpücüğüyle start alıyor ve tam da bendeniz gibi yay­ laşmış. Rıza, masanın altında, tabancasını yanağına daya­
lanarak kürsüye çıkıyor. Hazinimin yüzlerini inceliyorum. mış; gözleri sağa sola kayıyor. Besbelli benim çoğalmam
İbrahim Kurban namevcut, külüstür Volvo'daki herif mafiş, onu hem şaşırtmış, hem korkutmuş hem de kızdırmış!
kuzguni saçlı dilber nanay. Gerçi ben de şaşırmış, korkmuş ve kızmıştım... Rıza yıllarca
Nuh benim ağzımı aralayıp kendi dişlerini gösteriyor; el­ tepemde dolandı; beni b.ktan bir hayatı yaşamaya zorladı;
leri yılan gibi ceplerinde birşeyler arıyor: "Muhterem misa­ ve şimdi de canımı almayı deniyor! Üstelik bu uğurda on­
firler.." larca insanı katletmekte hiçbir sakınca görmüyor! Yumruk­
Ortamın uğultusu diniyor, hareketler yatışıyor. larımı yere dayayıp dişlerimi sıkıyorum. Yanımda cansız ya­
İnsanın kırkından sonra bir ikizinin olması hakikaten tan kopyamın elindeki tabancayı kaptığım gibi ayağa fırlı­
acayip bir olay: "Hatırşinas centilmenler... Civanlar, eski yorum. Avazım çıktığı kadar bağmyorum: "Rızaaaaaaaü!"
topraklar ve bilhassa sabiler..." Beyimiz kekelemeyi de bı­ Fakat sesimi ben bile duyamıyorum. Rıza ve ben silahları­
rakmış anlaşılan. Bana göre hava hoş. mızı birbirimize doğrulmuş vaziyetteyiz. Tam o anda bir
kurşun Rıza Silahlıpoda'nın yüzündeki yara izini yırtıp ka­
Acayipliğin daniskasını o anda görüyorum: Sağdan sol­
fasını patlatıyor! Başımı çevirince, ateş edenin bir başka
dan bir sürü Ferruh Ferman sökün ediyor! Demek maskeyi
kopyam olduğunu görüyorum. Yani bana benden daha çok
bol buldular! Ya da birileri bana fena halde kafayı takmış!
benzeyen biri. Rıza geberdiği halde çatışma sürüyor. Omzu­
Havada bir panik dalgası. Hoparlörlerden kulakları erite­
ma saplanan bir kurşunun etkisiyle savrulup dönerek yü­
cek kadar yüksek sesli bir müzik yayılıyor. Rıza'nm çevre­
züstü yere düşüyorum. Sanki kurşunun açtığı delikten mil­
sindeki çakalların pençelerinde tabancalar. Ferruh sürüsü
yonlarca etçil karınca içeri üşüşüp tüm vücuduma dağılı­
de silaha davranıyor. Dörtbir yandan ateş ediliyor. Balistik
yor. Müthiş bir acı. Son olarak, "Şimdi Rıza'nm köpeklerin­
bir fırtına kopuyor. Fakat müzik, silah seslerini tamamen
den biri gelip enseme şarjör boşaltacak" diye düşünüyo­
bastınyor. Her iki tarafın kurşunları, Jaws'm alt ve üst dişle­
rum. Ve film kopuyor.
ri gibi ahaliyi kıstırıyor. Korku bir katran bulutu gibi çökü­
yor. Az önce gülümseyerek poz veren centilmenler ve leydi­
ler; ıslak, şişko lağım fareleri gibi kaçışıyor! Müziğin sesin­
den, kâbuslardaki gibi; iniltiler, cıyaklamalar, bağırtılar du­
yulmuyor. Kan, kızıl şimşekler halinde çakıyor. Arkamdaki

254 255
Bir Avuç Mermi Daha
Ceset ne kadar cansız olursa o kadar iyidir.
[Bargain Body, Kainatın Külleri]

...bu kurşun yağmurunun altındaki kan ırmağında, kup­


kuru bir adam, tabancasını alnıma doğrultmuş, cesetler­
den oluşan bir köprüden bana doğru koşuyordu!.. Avuçla­
rım dışarıya açık, sol elimi yüzüme siper ettim, sağ elimi
ise 'dur' anlamında öne uzattım. Bir kurşun sağ elimin yü­
zük parmağını havaya uçurdu! Sonum gelmişti. Yo, belki
de gelmemişti. Çünkü, Ninja gibi ansızın ortaya çıkan Di­
lara Dilemma, bana hücum eden adamın karnını ve bacak­
larını otomatik bir silahla delik deşik etti! Hayretten, ko­
pan parmağımın acısını hissetmiyordum! Kürsüye tutuna­
rak yana eğildim. Vargücümle haykırıyordum: "Dilaaaara-
aaaaaa!" Müziğin sesi öyle güçlüydü ki beni işitmesi im­
kânsızdı. Kaldı ki, o, civardaki adamları mıhlamakla meş­
guldü! Yerdeki yüzük parmağım gözüme ilişti. Eğilip al­
dım, dışındaki sahte deriyi sıyırdıktan sonra, ceketimin

259
yaka cebine koydum. Dilara'ya bir kez daha seslendim. Be­ bandı da söktüm. Lensli gözlerimi Dilara'nın gözlerine dik­
ni duymuş gibi bir an durup bakınca göğsünden vurularak tim. Soyulmuş limon yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu.
uçtu ve bir Ferruh Ferman cesedinin üzerine düştü! Kal­ Dilara o kadar şaşırmıştı ki neredeyse kalkıp kaçacak ka­
bim söküldü sanki. Derhal ileri atılarak Dilara Dilem- dar canlanmıştı. Beni otobüsteki konuşmamızdan, Curna­
ma'nın yanına kondum. Gözleri yarı açıktı. Sol kolumu ta'daki bakışmamızdan ya da Baretta'nın harındaki rastlaş­
başının altına koyarak, oturduğum yerde onu kucakladım. mamızdan hatırlıyor olmalıydı. Nitekim dili dolaşmıştı:
Kanayan sağ elimle saçını düzelttim. Elimdeki kan güzel "Bu-bu-bu-buna inanammıyorum! Nuh Tufan?! Sensin!"
yüzüne ve saçlarına bulaşıyordu. Gözlerimden boşanan Elimle ağzımı kapattım. Civciv beyazı yüzüme kalın bir
kaynar sıvının maskemden akışını hissediyordum. Dead kan şeridi çekildi: "Benim ya, Dilara..."
Can Dance'in Yulunga'sı sona ermişti. Havaya birdenbire Dilara başını yere dayayıp boynunu kaldırdı ve gözleri­
tam bir ölüm sessizliği hakim olmuştu. Soluk soluğa inle­
min önünde, iki eliyle birden kafasındaki maskeyi söktü!
dim: "Dilara?.."
Şoka girmiştim! Maskenin altındaki yüz... Aman Yâ Rab-
Kirpikleri hafifçe kıpırdadı: "Ferruh Ferman?" bim! Bu gerçek olamazdı! Çarpılmıştım! Neredeyse gözle­
Yaşıyordu! Yaşasındı! Heyecanla fısıldadım: "Sevgilim?.." rim yuvalarından fırlayacaktı! Dilim ağzımın içinde kendi­
Sıkılmış dişlerinin arasından zar zor "Defol git başımdan, liğinden hareket etti: "Pembe Pepe!"
pis herif!" dedi.
Dört parmaklı elimi yanağına koymuştum: "Tamam gü­
zelim, yorma kendini kurabiyem." Parmak Hesabı
"Sana, defol diyorum be adam!" Konuşmakta güçlük çe­ İşte böyle. Aşağı yukarı 20 sene önce, ortaokuldayken âşık
kiyordu. olduğum Pembe Pepe ile kanlı bir deri değiştirme merasi­
Yaşadığına o kadar sevinmiştim ki, sözlerinin anlamını minde yeniden karşılaştık. Nükleer fizikçi Pembe, Gizli Ser-
algılayamıyordum: "Çok şükür, hayattasın. Seni seviyorum vis'e girmiş. Ona, 'Panter' soyadından başka hiçbir şey bırak­
Dilara..." mamış olan kocasıyla dört yıldır ayrı yaşıyorlarmış. Pepelik­
Acıyla doğrulmaya çalıştı: "Ferruh Ferman, uza, kaybol, ten tamamiyle kurtulmuş... Bütün bunları külüstür bir Vol-
yaylan!" vo'nun arka koltuğunda kahkahalar atarak konuştuk...
Dayanamadım: "Baretta'yı mı tercih ederdin?" Pembe, Dilara maskesini çıkardığı sırada yanımızda bir
Doğrulmaya çalışmaktan vazgeçip kendini bıraktı. Nefes grup Ferruh Ferman belirmişti. Başından vurulan bir tanesi
verirken "Baretta'nın da canı cehenneme, senin de..." cüm­ dışında bütün Ferruh Fermanlar ayaklanmıştı. Hepsi de te-
lesi çıktı ağzından. darikliymiş, çelik yelek giymişler! Pembe Panter de öyle.
Bende şalter attı. Kanayan elimle kravatımı gevşetip göm­ Yani kurşun aslında kızın etine değmemiş bile!
leğimin yakasını çözdüm. Boynumun altından maskemin Ya Dilara Dilemma? Varlığımı istila eden imparatoriçe,
ucunu tutup çektim. Kafamı hafifçe sağa sola döndürerek başından beri Pembe Panter'in kılıfından mı ibaretti? Bu
maskeyi yırtarcasma yüzümden sıyırıp attım. Gırtlağımdaki mümkün müydü?.. Elbette hayır. Aksi takdirde, Pembe,
260 261
ruhlar, öldürülen ajanı ve Ferruh'un aslını da yanlarına alıp
maskeyi çıkardığımda yüzümü görünce neden hayrete düş-
kayboldular. Biz de apar topar külüstür Volvo'ya bindik. Di­
sündü?
reksiyonda Habip Hobo, co-pilot İbrahim Kurban, arkada
Ferruh maskesinden kurtulmuş bir adam elini uzatıp:
"Habip Hobo. Hayranınızım Nuh Bey, hakkınızda bir kitap Pembe ve ben. Biz son sürat uzaklaşırken geride polis si­
yazıyorum" filan dedi. Meğer bu zat, Umur Samaz cinayeti­ renleri ötüşüyordu.
Pembe Panter: "Nuh! Parmağın! Çabuk onu bana ver!"
ni araştıran ve bu arada benim peşimde dolanan bir gizli
ajanmış. Pembe'yle zaman zaman birlikte çalışıyorlarmış. Cebimdeki parmağı çıkarıp uzattım.
Dilara Dilemma'nm bu geceki çatışmayı onurlandırmasını o Pembe, parmağı küçük bir naylon torbaya, onu da [bah­
engellemiş. Can güvenliği uğruna Dilara'yı, maceramızdan çedeki masalardan birinden aldığı] buz dolu bir kupaya
şutlamış! Son dakikada oyuncu değişikliği! koydu.
Habip Hobo, Pembe'ye Ferruh maskesinin ardında benim "Ne yapıyorsun Pembe?"
durduğumu söylememesini şöyle açıkladı: Bizim işimiz bu: "Parmağı sağlama alıyorum, Nuhcuğum, bakarsın yüzük
Gizlenebilecek her şeyi, mümkün olduğunca çok insandan takmak için filan lazım olur..."
gizlemek." Buna karşılık, Pembe Panterle tanış çıkmamıza "Bu bir teklif mi?"
çok şaşırmıştı: "Bir erkeğin hayatında, sır sakladığı için öğ-
renemediği gizler vardır." [Devamı 121. sayfada]
Anlayacağınız Pembe'nin bildiği tek şey, buraya beni
mermilerden korumak için getirildiğiydi. Bense işin mermi-
li kısmından bile habersizdim.
Peki şimdi ne yapacaktım? Ferruh Ferman maskesini yü­
zümden söktüğüm gibi, Dilara'yı da kalbimden sökebilecek
miydim? Maske değiştirir gibi sevgili değiştirilir miydi?..
İbrahim Kurban da oradaydı: "Böyle önemli bir gecede
seni yalnız bırakacağımı nasıl düşünürsün Nuh'um?"
Daha da şaşırtıcısı, Ferruh Ferman'ın, eski bir rock şarkı­
cısı kılığında davete katılmış olmasıydı. Elemanı omzundan
zımbalamışlardı fakat yüzü gülüyordu. "Neşeniz yerinde
Ferruh Bey?"
"Ka-ka-ka-k-karım ölmüş!.." ~
Kasr'm avlusuna cesetler etten bir halı gibi serilmişti. Da­
vetliler, garsonlar, gazeteciler, müzisyenler... herkes taban­
ları yağlamıştı. İki minibüs ve dört otomobil olay yerine ya­
naştı. Gizli Servis'ten olduklarını sonradan öğrendiğim Fer-
263
262

You might also like