You are on page 1of 117

14.

ÜNİTE

1938 SONRASI KÜLTÜREL GELİŞMELER

Dr. Seda Bayındır ULUSKAN

368
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

14.1. 1938-1950 İnönü Dönemi Kültür Sanat Hayatı

14.1.1. Eğitim, Dil ve Tarih Alanında Çalışmalar

14.1.2. Sinema ve Tiyatro

14.1.3. Resim-Heykel ve Müzik

14.1.4. Opera ve Bale

14.2. 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Kültür Sanat Hayatı

14.2.1.Tiyatro ve Sinema

14.2.2. Müzik ve Resim-Heykel

14.2.3.Arkeoloji, Dil ve Eğitim Alanında Çalışmalar

14.3. 1960-1980 Dönemi Kültür Sanat Hayatı

14.3.1. Eğitim

14.3.2. Sinema ve Televizyon

14.3.3. Müzik

14.3.4. Opera ve Bale

14.4. 1980-2000 Dönemi Kültür Sanat Hayatı

14.4.1. Kültürel Değişim

14.4.2. Radyo ve Televizyon

14.4.3. Müzik

14.4.4. Tiyatro ve Sinema

14.4.5. Kültür Alanında Müesseseleşme

369
Bölüm Hakkında İlgi Uyandıran Sorular

1) Atatürk döneminden sonra kültür ve sanat politikalarında köklü bir değişim


var mıdır?

2) İsmet İnönü döneminin kültür ve sanat politikalarındaki öncelikleri nelerdir?

3) Demokrat Parti dönemi uygulamalarının Cumhuriyetin kuruluş dönemine


göre farklılaşması söz konusu mudur?

4) 27 Mayıs ve 12 Mart Askeri Darbelerinin sosyal ve ekonomik hayata etkileri


olumsuz mudur?

5) 12 Eylül Darbesine giden yolda önceki müdahalelerin olumsuz etkisi ne


ölçüde olmuştur?

6) Türkiye son yarım asırlık süreçte dünyadaki fikir akımlarını ve etkilerini


doğru okuyabilmiş midir?

370
Bölüm Hedeflenen Kazanımları ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

14.1. İnönü Dönemi (1938- II. Dünya Savaşı yıllarındaki Sebep – sonuç ilişkisi
1950) sosyal ve kültürel gelişmeleri kurarak,
öğrenir. Çok partili hayatın ilk
dönemindeki gelişmeleri Kronolojik düşünmeyle,
kavrar.
Bibliyografyadaki
kaynaklara ulaşmakla.

14.2. Demokrat Parti Dönemi Demokrat Parti dönemindeki Sebep – sonuç ilişkisi
(1950-1960) devamlılık ve kopuşlar kurarak,
hakkında farkındalık geliştirir
Kronolojik düşünmeyle,

Bibliyografyadaki
kaynaklara ulaşarak.

14.3. 1960-1980 Dönemi 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Sebep – sonuç ilişkisi


kültür ve sanat hayatındaki kurarak, kronolojik
gelişmeleri takip eder. 12 Mart düşünerek,
sonrasındaki ekonomik bibliyografyadaki
sıkıntıların kültürel hayata kaynaklara ulaşarak
etkilerini kavrar.

14.4. 1980-2000 Dönemi 12 Eylül Darbesi’nden Sonra Sebep sonuç ilişkisine


yaşanan ekonomik ve siyasi dikkat ederek, önerilen
gelişmelerin kültür ve sanat kitapları okuyarak.
hayatına katkılarını irdeler.

371
14. 1938 SONRASI KÜLTÜREL GELİŞMELER

372
Giriş

11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı, 26 Aralık 1938’de toplanan CHP olağanüstü


kurultayında ise “Millî Şef ve Değişmez Genel Başkan” olarak seçilen İsmet İnönü 1950 yılına
kadar ülkeyi yönetti. Atatürk döneminin lâik-milliyetçi yaklaşımı özellikle 1940’lı yıllardan
itibaren yerini lâik-hümanist anlayış ve uygulamalara bıraktı.

373
14.1. 1938-1950 İnönü Dönemi Kültür Sanat Hayatı

Bu dönemde Türk kültürü, Lâtin-Yunan kültürüyle kaynaştırılarak bir Türk Hümanizmi


yaratılmak istendi. Hümanizm (insancılık), insana ve insanî değerlere büyük önem veren
Rönesans’ın temel kültür akımıydı ve bu anlayışta devlet yönetiminin merkezine Tanrı yerine
insan konulmaktaydı. Bu kavram, ilk kez 19. yüzyılda Alman araştırmacılar tarafından
kullanılmaya başlandı. 1938 sonrasında ise hümanist anlayış Türkiye’de âdeta resmî devlet
politikası olarak kabul gördü. İnönü dönemiyle bütünleşen ve 7 yıl, 7 ay, 7 gün Millî Eğitim
Bakanlığı yapan Hasan Âli Yücel ve ekibi (Sabahattin Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç,
Sabahattin Ali, Nurullah Ataç, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat vd.) tarafından
sahiplenilen bu politikaya daha sonra Türk Hümanizmi adı verildi.

Atatürk döneminde inkılâpların halka benimsetilmesi ve halkın eğitilmesi amacıyla


kurulan Halkevleri, bu dönemde de çalışmalarını sürdürmüştür. Ancak giderek etkisini artıran
hümanist anlayışın etkisiyle Halkevlerinin faaliyetlerinde bazı değişimler yaşanmıştır.
Halkevlerinin sosyal sahadaki kollarına verilen; kırsalda otantik şekilde yaşayan halka doğru
gitme, şehirleşme etkisiyle bozulmamış milli değerleri toplama, değerlendirme anlayışının
büyük ölçüde terkedildiği anlaşılmaktadır. Örneğin Halkevi tiyatrolarında Batı klasiklerinden
derlenen temsiller oynanmaya başlamış, müzik kolu çalışmaları Batılı tarzda ve klasik müzik
bağlamında yeniden yapılandırılmıştır. Yalnız bu durum, halkevlerine olan ilgiyi zamanla
azaltmıştır.

Köy ve kasabalarda Halkevlerine benzer kültür ve terbiye ocaklarının açılma


zorunluluğu, buralarda Halkevlerinin yerine daha küçük teşkilâtla çalışan kurumların açılması
lüzumunu doğurdu. Bu amaçla, 1939 tarihli 5. CHP kurultayında Halkevlerinden daha küçük
çaptaki Halkodalarının açılması kararlaştırıldı. İlk etapta 141 Halkodası açılmış, bu sayı
1951’de 4322’ye ulaşmıştır. Ancak zaman içerisinde Halkevleri ve Halkodalarındaki işleyişin
bozulmaya başlaması ve faaliyetlerine gösterilen ilgisizlik beklentileri karşılamaz hale
gelmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında devlet-halk ilişkisinde bir gevşeme meydana
gelmiştir. Sonuçta, Demokrat Parti döneminde değişen siyasî dengeler ve politikalardan ötürü
bu kurumlar kapatılmıştır (8 Ağustos 1951).

14.1.1. Eğitim, Dil ve Tarih Alanında Çalışmalar

1930’larda başlayan köycülük hareketinin bir neticesi olarak köyü geliştirmek,


köylünün kültür seviyesini yükseltmek, köyden kente göçü engellemek maksadıyla Köy
Enstitülerinin kurulması kararlaştırılmıştır. 17 Nisan 1940’da kurulan Köy Enstitülerinin
kurulup gelişmesinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yanında Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli
Yücel ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un büyük emekleri geçmiştir.
Eskişehir, İzmir, Kastamonu, Adana, Ankara, Trabzon, Diyarbakır, Erzurum gibi pek çok
kentte kurulan enstitülerde öğrencilere uygulamalı ziraat bilgisi, kültür dersleri ile meslekî
bilgiler verilmiştir. Ders programlarında Türkçe ve kültür dersleri yoğun olarak yer alırken,
öğrencilere kabiliyetleri doğrultusunda bir müzik aleti çaldırmak da hedeflenmiştir. Bu
okullardan mezun olarak köylerde vazife yapacak olan öğretmenlerin ana amacı, köylünün
kaliteli üretim yapmasını sağlamak, kültür seviyesini yükseltmek, yaşam koşullarını

374
iyileştirmek ve böylelikle kente göç etmesini engellemekti. Enstitüler, ilk zamanlar önemli
gelişmeler elde etseler de zamanla dönemin en fazla eleştirilen kurumları olmuşlardır. Bilhassa
görev yaptığı yerin sosyolojik şartlarını dikkate almayan eğitmenler, eğitim yöntemleri ve
eğitmenlerin ideolojik tercihi ile iktidar partisiyle olan bağları dolayısıyla tepki alan enstitüler,
Hasan Âli’nin görevden alınması ile iyice sahipsiz kalmış, son zamanlarında partinin dahi
sahiplenmemesi neticesinde 27 Ocak 1954 tarihinde Demokrat Parti tarafından
kapatılmışlardır.

1933 yılında yapılan üniversite reformu ile kapılarını İstanbul Üniversitesi olarak açan
kuruma İnönü döneminde yeni hizmet binaları yapılmaya başlanmıştır. Nitekim projesi Sedat
Hakkı Eldem ve Emin Onat’a ait olan İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültelerinin
temeli 3 Temmuz 1943 tarihinde atılmıştır (1944-1952). Atatürk’ün doğuda kurmak istediği
Van Üniversitesi ise hiç gündeme gelmemiştir. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak eğitimine
devam eden Yüksek Mühendis Mektebi 1944 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi adını alarak
fakültelere ayrılmıştır. 13 Haziran 1946’da Üniversiteler Yasası çıkarılmış, aynı yıl Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi çıkarılan bir kanunla Ankara Üniversitesine bağlanmıştır. Ayrıca
Ankara Üniversitesi bünyesinde Fen (1943) ve Tıp (1945) Fakülteleri açılmıştır.

İnönü döneminde dilde sadeleştirme çalışmalarına yeniden öncelik verilmiştir. Bu


çalışmaların ve hümanist politikaların ana merkezi Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) olmuş, Dil
Kurumu âdeta onun bir şubesi gibi faaliyet göstermiştir. Atatürk döneminde, tasfiye edilen
Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine Orta Asya kökenli kelimeler bulunup Türkçeye
kazandırılmaya çalışılmıştı. Bu dönemde ise Türkçeye eski Yunan ve Lâtin kökenli kelimelerin
eklenmesi için çaba sarf edilmiştir. Hasan Âli, dilde sadeleştirme için İstanbul Üniversitesi
akademisyenlerini görevlendirmiş ve çalışmaları bizzat takip etmiştir. 1944 yılında üniversiteyi
ziyaret etmiş ve bu bağlamda düzenlenen bir toplantıya katılmıştır. 30 profesörün katıldığı,
Halide Edip’in ise terk ettiği bu toplantıda, hükûmetin politikasını herkese dikte ettirdiği
şeklinde eleştiriler yapılmışsa da öz Türkçeleştirme çalışmaları son bulmamıştır. Bu süreçte
Anayasa da öz Türkçeleştirilmiştir. 1940 yılında orta dereceli okullarda başlayan Latince
öğretimi 1949 yılında son bulmuştur. İnönü döneminde Hasan Âli Yücel ve ekibi tarafından
ısrarla sürdürülen hümanist merkezli dil çalışmaları dönemin aydınları arasında ciddi
tartışmalar yaratmıştır.

Hümanist edebiyat anlayışının gelişmesi ve kökleşmesi için yapılan en önemli


icraatlardan biri şüphesiz Batı klasiklerinin tercüme edilmesidir. Hasan Âli ve ekibi bu çeviri
faaliyetiyle ulusal kitaplığımızın zenginleşmesini, çağdaş dünyanın vardığı duygu ve düşünce
aşamasına ulaşılmasını, Türkçenin gelişerek yeni anlatım olanaklarına kavuşmasını,
hümanizma ruhunun aşılanması ile Aydınlanmaya giden yolun önündeki engellerin
kaldırılmasını hedeflemişlerdir. Tercümeleri hümanizmin ilk aşaması olarak gören Hasan
Âli’nin çabalarıyla öncelikle bir Tercüme Encümeni kurulmuş (28 Şubat 1940) ve ilk
tercümeler 1940’da MEB tarafından yayımlanmaya başlanmıştır. İlk olarak Shakespeare,
Goethe, Bacon gibi yazarlara yer verilmiş, 1940-1950 yılları arasında başta Fransızca,
Almanca, Yunanca ve Rusçadan olmak üzere 528 eserin tercümesi yapılmıştır. Klasik eserlerin

375
Türkçeye kazandırılması şüphesiz büyük bir hamle olmuştur. Bu çabalara ek olarak Ankara’da
16 Ağustos 1948’de Millî Kütüphane’nin açılışı yapılmıştır.

Atatürk döneminde başlayan tarih ders kitaplarının yazımına bu dönemde de devam


edilmiştir. Müfredatları MEB tarafından hazırlanan ortaokul ve liseler için Orta Zamanlar
isimli tarih kitabı 1941’de basılmıştır. 1939-1946 yılları arasında basılan tarih kitaplarında
İnönü “Şef” olarak nitelendirilmiştir. Edebiyat ve dil çalışmalarında olduğu gibi tarih
öğretiminde de Yunan-Roma Tarih ve Medeniyeti ders müfredatlarında ağırlıklı olarak yer
almıştır. Örneğin 1947’de, Tarih I kitabında Yunan Tarihinden %40, Roma Tarihinden %40,
Eski Anadolu Tarihinden %8, diğer konulardan %8, Türk Tarihinden ise %4 oranında
bahsedilmiştir. DTCF’de Tarih Bölümü Eskiçağlar, Ortaçağlar ve Yeniçağlar şeklinde üçe
ayrılmıştır. DTCF öğretim üyesi Halil İnalcık’ın Osmanlı Tarihi kürsüsü açılması için verdiği
teklif ise kabul edilmemiştir.

Atatürk döneminden itibaren toplanmaya başlayan tarih kongrelerinin üçüncüsü, II.


Dünya Savaşı nedeniyle 6 yıl sonra yapılabilmiştir. Kongre, 15 Kasım 1943’de Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi’nde törenle açılmıştır. Savaştan ötürü ulusal düzeyde katılımın gerçekleştiği
Kongre sonunda bir kitap ve arkeoloji sergisine yer verilmiştir. Sunulan bildirilerde, Türklerin
Orta Asya bağlantısının yanı sıra Lâtin-Yunan kültürü ile de bağı olduğu anlatılmıştır. 4. Tarih
Kongresi ise 10 Kasım 1948’de toplanmıştır. Atatürk döneminde 15 Nisan 1931’de kurulan
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin adı 25 Mayıs 1940’da Türk Tarih Kurumu olarak
değiştirilmiştir. 15 Nisan 1942’de Ankara’da Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü kurulmuştur.
Enstitü, YÖK yasası ile Ankara Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Bu dönemde Arkeoloji
çalışmalarına son hızla devam edilmiştir. Remzi Oğuz Arık, Arif Müfit Mansel, Tahsin Özgüç,
Hamit Zübeyir Koşay başta olmak üzere dönemin arkeologları tarafından Samsun, Malatya,
Kars, Antalya, Adana, Kayseri, Afyon gibi pek çok kentte Türk Tarih Kurumu adına kazı
çalışmaları yürütülmüştür.

1939 yılının önemli kültür faaliyetleri arasında, 1 Mayıs’ta Ankara Sergi Evi’nde 24
yayınevinin katıldığı On Yıllık Neşriyat Sergisi’nin açılması ve Birinci Türk Neşriyat
Kongresi’nin düzenlenmesi gelmektedir. Kongrenin ardından ansiklopedik yayınlar önem
kazanmış ve bunun neticesi olarak da İngilizce, Fransızca ve Almanca yayımlanan
Encyclopedie de l’Islam, tercümesi yapılarak 1940 yılından itibaren İslâm Ansiklopedisi adıyla
neşredilmiştir. Toplam 13 ciltten oluşan ansiklopedi 1988 yılında tamamlanmıştır. Dönemin
önemli yayın faaliyetlerden biri de MEB tarafından 1943’de fasiküller halinde yayımlanmaya
başlanan İnönü Ansiklopedisi’dir. Tamamı 33 cilt olan ansiklopedinin ilk cildi 1946 yılında
basılmıştır. İlk 4 cilt İnönü Ansiklopedisi adı ile çıkmasına rağmen CHP-DP arasındaki siyasî
çekişmeden ötürü 5. ciltten itibaren Türk Ansiklopedisi adıyla yayımlanmıştır. Bilindiği üzere
benzer bir çekişme Beşiktaş’taki futbol stadyumunda da yaşanmıştır. 1947 yılında İnönü
Stadyumu adıyla açılışı yapılan stada siyasî nedenlerden ötürü 1951’de Mithat Paşa adı
verilmiş, Mart 1974’de ise stadın adı tekrar İnönü Stadyumu olarak değiştirilmiştir.

İnönü döneminin önemli gelişmelerinden birisi de Türkiye’nin UNESCO’ya girmesidir.


Bilindiği üzere UNESCO, 16 Kasım 1945’de Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 20 ülke
tarafından kurulmuştur. Eğitim, bilim, kültür ve iletişim konularında uluslararası alanda önemli

376
bir örgüt konumunda bulunan UNESCO’nun kurucu yasasına Türkiye adına Millî Eğitim
Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından imza konulmuş ve sözü edilen yasa 20 Mayıs 1946’da
yürürlüğe girmiştir.

14.1.2. Sinema ve Tiyatro

Cumhurbaşkanı İnönü, dil ve tarih çalışmaları dışında sanat alanındaki gelişmelerle de


yakından ilgilenmiştir. Döneminde sinemadan tiyatroya, müzikten heykele kadar pek çok
alanda önemli çalışmalar yapılmıştır. Sinemayı geliştirmek için yeni düzenlemelere gidilmiş,
1946’da Ankara Sinema İşleri Türk Anonim Ortaklığı kurulmuştur. 1948 yılında yerli
filmlerden alınan belediye vergisi % 50 oranında indirilerek yerli film yapımı teşvik edilmiştir.
1917-1944 yılları arasında yılda ortalama 1.46 film yapılmışken, bu oran 1945-1959 arasında
41.46’ya çıkmıştır. Yerli film yapımına paralel olarak seyirci ve salon sayısı da artmıştır. Ancak
Muhsin Ertuğrul dışında yerli yönetmen yetiştirilememiş, alt yapı oluşturulamamış, ciddi
senaryolar yazılamamış hayata geçirilememiştir.

Atatürk döneminde konservatuar bünyesinde Carl Ebert ile başlayan tiyatro çalışmaları
bu dönemde de süratle devam etmiştir. Ebert, Ankara’daki Kurumu daha esaslı ve modern bir
şekle sokmak için yeni bir çalışma yapmış, sonucunda 1940 yılında Devlet Konservatuarı
Kanunu çıkarılmıştır. 1 Haziran 1940 tarihinde yürürlüğe giren kanun gereğince konservatuar,
müzik ve temsil olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. Temsil bölümü de kendi içerisinde Tiyatro,
Opera ve Bale şeklinde üç sınıftan oluşmuştur. Aynı kanunla, opera ve tiyatro öğrencilerinin
burada uygulama yapmasını temin etmek için bir de Tatbikat Sahnesi kurulmuştur. Ankara
Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü 3 kız 5 erkek öğrenci ile ilk mezunlarını 1941 yılında
vermiştir. Bundan sonraki süreçte hem konservatuar hem de Şehir Tiyatroları tarafından çok
sayıda eser sahnelenmiştir. 1946 yılında da İzmir Şehir Tiyatrosu’nun açılışı yapılmıştır.

14.1.3. Resim-Heykel ve Müzik

İnönü döneminde resim ve heykel konusundaki çalışmalar gayretle sürdürülmüştür.


Millî Eğitim Bakanlığı, Devlet Resim ve Heykel Talimatnamesine dayanarak her yıl bir defa
düzenlenecek olan devlet sergisinin Ankara’da açılacağını duyurmuştur. Nitekim 31 Ekim
1939’da açılan Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi, Başbakan Refik Saydam ve Hasan Âli
Yücel’in katılımıyla törenle açılmış ve bir ay devam etmiştir. 1939’da Partinin on ayrı şehre on
ayrı ressamı göndermesiyle Yurt Gezileri Sergisi başlamış ve bu şekilde sanatçıların yurt ve
yurttaşla daha yakından ilişki kurmaları hedeflenmiştir. Bunu İnkılâp Sergileri takip etmiştir.
Buralarda Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Zeki Faik İzer, Cemal Tollu gibi
sanatçıların eserleri sergilenmiştir. Atatürk döneminde kurulan D Grubu, Müstakil Ressamlar
ve Heykeltıraşlar Birliği’nin açtığı sergiler ile Galatasaray Sergileri de kaldığı yerden devam
etmiştir. 1942 yılında Türk Ressamlar ve Heykeltıraşlar Cemiyeti kurulurken, Temmuz
1943’de de Birinci Plastik Sanat Sergisi açılmıştır. Ülke çapında düzenlenen bu sergilerde
dereceye girenlere ödüller verilmiş, derece alan eserler ise Bakanlıklarca satın alınmıştır. İnönü
döneminin son resim sergisi 15 Nisan 1950’de açılmıştır.

377
Bu dönemde resim alanındaki en önemli ve radikal değişiklik, hem devlet daireleri hem
de Halkevlerinde Atatürk portrelerinin yanına İnönü resimlerinin de asılmaya başlanmasıdır.
İbrahim Çallı ve Feyhaman Duran’a yaptırılan yağlı boya İnönü resimleri yurt dışında
çoğaltılarak ülke sathına dağıtılmıştır. Gerek bu portreler, gerekse Atatürk büstlerinin yanına
yapılmaya başlanan İnönü büstleri Demokrat Parti iktidara gelince kaldırılmıştır. Alman
heykeltıraş Rudolf Belling tarafından 1944 yılında bitirilen Atlı İnönü Heykeli ise İstanbul
Maçka-Taşlık Parkına 1982’de dikilebilmiştir. Ayrıca 25 Mart 1944’de Ali Hadi Bara ve Zühtü
Müridoğlu’nun yaptığı Beşiktaş’taki Barbaros Anıtı da İsmet Paşa’nın katıldığı bir törenle
açılmıştır.

Yoğun siyaset yaşamına rağmen hiçbir zaman sanat faaliyetlerinden uzaklaşmayan


İsmet İnönü, Atatürk döneminde başlayan musiki çalışmalarının ve etkinliklerinin devam
etmesi için elinden geleni yapmıştır. Paşa’nın 1911 tarihinde Yemen çöllerinde başlayan klasik
müzik macerası zamanla hayranlığa dönüşmüş, hatta 50 yaşında viyolonsel çalma isteğiyle özel
ders almıştır. Kulakları ağır işittiği için özel bir viyolonsel çalan İnönü’ye ilk olarak
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer, sonrasında da
Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini attığı söylenen David Zirkin öğretmenlik
yapmışlardır. Zirkin, insanın ellisinden sonra bir müzik aleti çalamayacağını bildiğini söyleyen
İnönü’nün, viyolonseli göğsünde hissetmekten büyük zevk aldığını söylemiştir.

1927 yılında yayın hayatına başlayan ancak daha sonra yayınlarına ara veren İstanbul
Radyosu, Harbiye’deki bugünkü binasında 19 Kasım 1949’da düzenli yayına geçmiştir.
Radyonun önemi giderek artmış, savaşın zor koşullarına rağmen radyo alıcılarının sayısında
önemli oranda bir artış görülmüştür. Radyoda genellikle Batı müziği ve temsil yayınlarına
ağırlık verilmiştir.

14.1.4. Opera ve Bale

İnönü Döneminde opera çalışmaları da hız kazanmıştır. 3 Haziran 1941 günü ilk
mezunlarını veren Ankara Devlet Konservatuarı’ndan mezun olan opera öğrencilerinin ilk
gösterisi Ankara Halkevinde yapılmıştır. Öğrencilerin oynadıkları ilk oyun, W.A. Mozart’ın
bestelediği bir perdelik Bastien und Basienne adlı opera ile Puccini’nin Madame Butterfly adlı
eserinin ikinci perdesidir. Tatbikat Sahnesi’nde bu oyunları Fidelio (Beethoven), Figaro’nun
Düğünü (Mozart), La Boheme (Puccini), Maskeli Balo (Verdi), Carmen (Bizet), Sevil Berberi
(Rossini) gibi operalar izlemiştir. 1936 yılında bir konser sonrası Carl Ebert ile tanışan
Başbakan İnönü, Ebert’e “Ne zaman bir tiyatro ve operamız olacaktır?” şeklinde bir soru
yöneltmiş, Ebert de en erken beş yıl sonra ilk opera temsilini sahnede görebileceklerini
söylemiştir. Nitekim bu diyalogdan tam beş sene sonra Butterfly operası sergilendikten sonra
Cumhurbaşkanı İnönü’nün yanına gelen Ebert’in, “Zât-ı Devletlerine verdiğim sözü tuttum”
demesi üzerine, Millî Şef de “Biz de sabrettik” karşılığını vermiştir. Temsilleri izleyen İnönü,
oyunculardan “büyük başarılar kazanabilmek için her gün biraz daha çoğalan gayretle”
çalışmalarını sürdürmelerini istemiştir.

Atatürk’ün teşvikleri ile 1934 yılında Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy isimli
ilk Türk operasından sonra 1942-43 sezonunda ise Cemal Reşit Rey’in Çelebi isimli operası

378
sahnelenmiştir. Bundan sonra Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses,
Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Nevit Kodallı gibi sanatçılar özgün eserler sahneye
koymuşlardır. 1948 yılında Ankara Opera Binası, Adnan Saygun’un Kerem ile Aslı operasıyla
perdelerini açarken, A. Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nun Paris’te seslendirilmesi ise
sanatçıyı dünyaca ün sahibi yapmıştır. İnönü de bu sanatları bir devlet politikası olarak
desteklemiş, başkanlığı süresince bu tür temsil ve konçertolara katılarak büyük ilgi göstermiştir.
Hatta yurt dışında eğitim gören oğlu Erdal İnönü’ye yazdığı mektuplarda, opera ve baleye
gitmesi konusunda telkin ve tavsiyelerde bulunmuştur. İnönü, özel yetenekli Türk çocuklarının
Avrupa’da eğitim alabilmesi için 7 Temmuz 1948 tarihinde Harika Çocuklar Yasası’nı
çıkartmıştır. Yasa kapsamında eğitim için Paris’e ilk gidenler ise İdil Biret ile Suna Kan
olmuştur.

İngiliz Kraliyet Balesi yöneticisi olan Ninette de Valois’in 1947 yılında İstanbul’a
gelerek başlattığı çalışmalar sonucunda 6 Ocak 1948 tarihinde Yeşilköy’de Devlet Bale Okulu
açılmıştır. Okul, Mart 1950’de çıkan bir kanunla Ankara’ya taşınarak Ankara Devlet
Konservatuarının bölümlerinden biri haline getirilmiştir. Bale Okulunun ilk gösterisi 23
Haziran 1950’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar huzurunda yapılmış ve Fındıkkıran, Cappelia
gibi balelerden seçili danslar sunulmuştur. Ancak bale okulu gerçek anlamda ilk mezunlarını
dokuz yıllık bir eğitimden sonra (1948-1957) verebilmiştir. Kemal Atatürk’ün en büyük
hayallerinden biri olan millî Türk balesinin yerleşip olgunlaşması bundan sonraki yıllarda da
devam etmiştir.

İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde mimarî alanında da önemli gelişme ve


çalışmalar göze çarpmaktadır. Döneminde pek çok okulun ve devlet binasının temeli atılmış ve
tamamlanarak hizmete sokulmuştur. Örneğin, projesini Avusturyalı mimar Prof. Clemens
Holzmeister’in yürüttüğü Türkiye Büyük Millet Meclisi Binasının temeli 26 Ekim 1939
tarihinde atılmıştır. Ekonomik problemler nedeniyle yapımı uzun süren Yeni Meclis Binası 6
Ocak 1961’de açılabilmiştir. 1941 yılında ise Anıtkabir için uluslararası bir proje yarışması
açılmış, yarışmayı katılan 11 Alman, 8 İtalyan, 3 Fransız ve 22 Türk projesi arasından Emin
Onat ve Orhan Arda’nın teklif ettiği proje kazanmıştır. 9 Ekim 1944’de yapımına başlanan
Anıtkabir inşaatı 1953 yılında bitirilmiş ve Atatürk’ün naaşı 10 Kasım 1953’de Anıtkabir’deki
yerine konulmuştur.

14.2. 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Kültür Sanat Hayatı

Demokrat Parti Adnan Menderes’in başbakanlığında geçen on yıllık iktidarı süresince


siyasî ve iktisadî politikalarının yanı sıra kültür politikalarıyla da üzerinde sıkça konuşulan ve
tartışılan bir parti olmuştur. Okullara mecburî din dersinin konulması, Atatürk heykel ve
büstlerine saldırıları önlemek için Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkarılması, ezanın yeniden
Arapça okutulması yönünde alınan kararlar kadar, partinin Halkevleri ile Köy Enstitülerini
kapatma kararı da oldukça tartışma yaratmış ve ülke gündemini meşgul etmiştir. İnönü
döneminde bahsedildiği üzere, kurumların işleyişinde ve teşkilâtında tespit edilen aksaklıklar
ile siyasî dengeler ve hesaplaşmalardan ötürü 8 Ağustos 1951’de Halkevleri, 27 Ocak 1954’de
de Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Büyük tartışma ve gerginliğe neden olan bu gelişmelerin

379
yarattığı gerilim sonraki yıllarda da devam etmiştir. İnönü döneminin sonlarına doğru
yumuşamaya başlayan hümanizm politikası DP’nin iktidar olması ile son bulmuştur.

14.2.1. Tiyatro ve Sinema

Demokrat Parti döneminde bilhassa tiyatro alanında mühim gelişmeler yaşanmıştır.


Turgut Özakman, Orhan Asena ve Haldun Taner bu dönemde tiyatroda ön plana çıkan drama
yazarlarıdır. Muhsin Ertuğrul, 1951 yılında Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünden alınarak
yerine Cevat Memduh Altar getirilmiştir. Muhsin Ertuğrul da tiyatro faaliyetlerine, aynı sene
İstanbul’da kurulan Küçük Sahne’de devam etmiştir. Tiyatro Derneği ise Türkiye’de bir ilki
başlatmış ve “Tiyatro Derneği İstanbul Tiyatro Armağanları” isimli bir ödülle her sezon en
beğenilen 2 aktör, 2 aktris ile rejisöre, telif eser ve tercümeye ödül vereceğini duyurmuştur.
İstanbul’da 1954 yılında Cep Tiyatrosu kurulmuş, 1955’te Muammer Karaca tarafından Galata
ile Tünel arasında yaptırılan Karaca Tiyatrosu perdelerini açmış, Haldun Dormen’in sahneye
koyduğu Papaz Kaçtı oyunu ile de Dormen Tiyatrosu seyircisiyle buluşmuştur. 1950’li yıllarda
büyük şehirlerde Devlet Tiyatrolarının açılışı sürmüş, 1956’da Adana ve İzmir Devlet
Tiyatrosu, Ankara Oda Tiyatrosu, 1957’de de Bursa’da Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu perdelerini
açmıştır. Bu arada Muhsin Ertuğrul, 1954 yılında ikinci kez getirildiği Devlet Tiyatroları Genel
Müdürlüğü görevinden 1958’de tekrar alınmıştır. Kurum, Devlet Tiyatrosu ve Opera olarak
ikiye ayrılmış, Devlet Tiyatrolarının Genel Müdürlüğüne Cüneyt Gökçer, Operanın başına da
Necil Kâzım Akses getirilmiştir. M. Ertuğrul ise 1958-66 yılları arasında İstanbul Şehir
Tiyatroları Baş Yönetmenliği görevini sürdürmüştür.

Avrupa ve Amerikan filmlerinin etkisini artırmaya başladığı DP döneminde pek çok


Türk filmi çekilmiştir. Bunlardan senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı ve Metin
Erksan’ın çektiği Karanlık Dünya/Âşık Veysel’in Hayatı isimli film çok tartışma yaratmıştır.
Film, Türk topraklarını verimsiz, ekinleri cılız, köylüleri fakir gösterdiği gerekçesiyle dönemin
ilk sansürlenen filmi olmuştur. M. Ertuğrul’un 1953’te çektiği Halıcı Kız isimli film ise Türk
Sinemasının ilk renkli filmi olarak tarihe geçmiştir. Bu çalışma, aynı zamanda M. Ertuğrul’un
son sinema filmidir. Halide Edip’in 1942 yılında CHP roman ve edebiyat ödüllerinde birinci
olan eseri Sinekli Bakkal, Duru Film tarafından 1954 yılında filme alınmıştır. 1950’li yıllarda
çok sayıda film çekilmiş, ancak hükûmetin uyguladığı sıkı denetim yüzünden bazıları
sansürlenmekten kurtulamamıştır. Böyle olunca da yönetmenler daha çok melodramlara ağırlık
vermişlerdir.

14.2.2. Müzik ve Resim-Heykel.

Harika Çocuk Yasası ile yurt dışına eğitime gönderilen İdil Biret, ilk konserini 14 Şubat
1951’de Paris’te vermiştir. Aynı yasa, 1955 yılında gözden geçirilip genişletilerek bir kez daha
çıkarılmıştır. Sanatın çeşitli dallarında üstün yeteneklere sahip çocukların devletçe korunması
için İnönü döneminde çıkarılan bu yasaya sahip çıkılarak daha çok kişinin bundan istifade
etmesi sağlanmıştır. 1933 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası olarak
faaliyet gösteren kuruma 1958 yılında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası adı verilmiştir.
Orkestra aynı isimle günümüzde de çalışmalarını sürdürmektedir. DP döneminde, Batı Müziği
alanındaki son gelişme Mart 1960’da İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin kurulmasıdır. Batı

380
Müziği konusundaki bu çabalara mukabil İstanbul Radyosunda hazırlanan programlarda
ağırlıklı olarak Türk musikisine yer verilmiştir.

İnönü döneminde inşaatına başlanan ancak savaş ekonomisi yüzünden yapımı uzun
süren Anıtkabir ile ilgili çalışmalar bu dönemde tamamlanmıştır. 1951 yılında açılan bir
yarışma ile heykel, kabartma, mozaik ve yazıları hazırlayacak Türk sanatçılar belirlenmiştir.
Buna göre, giriş yolu aslanları ile iki adet grup heykeli Hüseyin Anka, Anıt’a çıkan
merdivenlerin sağ duvar rölyefini İlhan Koman, sol duvar rölyefini Zühtü Müridoğlu, bayrak
direği kaidesi rölyeflerini Kenan Yontuç, freskleri Tarık Leventoğlu, yazıları da Emin Barın’ın
yapması kararlaştırılmıştır. Nitekim yapılan bu çalışmalar neticesinde anıt 1953 yılında
bitirilmiştir.

1952 yılında, İstanbul Üniversitesi merkez binası bahçesine yaptırılacak Atatürk ve Türk
Gençliği Anıtı için bir proje yarışması açılmıştır. Müsabakaya katılan 28 eserden projeyi
heykeltıraşlar Yavuz Görey-Hakkı Atamulu ikilisi kazanmıştır. Heykelde yer alacak Türk kızını
1951 yılında Avrupa Güzellik Yarışmasında birinci seçilen Günseli Başar’ın, Türk erkeğini de
1953 Türkiye Vücut Geliştirme Şampiyonu Reşit Örer’in temsil etmesi kararlaştırılmıştır. Sözü
edilen anıt, 19 Mayıs 1955’de törenle açılmıştır. Bunun dışında, yapımına 1952 yılında karar
verilen ve temeli 17 Nisan 1954’de atılan Çanakkale Şehitler Abidesi de 21 Ağustos 1960’da
açılmıştır. Anıtın altında Savaş Eserleri Müzesi, yanında Mehmetçik Anıtı ve Türk Şehitliğine
yer verilmiştir. Ayrıca Emlâk Kredi Bankası tarafından Hüseyin Anka’ya yaptırılan Mimar
Sinan Heykeli de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bahçesinde 12 Nisan 1956 günü
törenle açılmıştır. Heykel, Atatürk’ün 2 Ağustos 1935 tarihinde “Sinan’ın heykelini yapınız”
emri üzerine adı geçen bankanın girişimiyle yapılmıştır.

1950’li yıllarda sanatçıların Batı’daki sanatsal gelişmeleri daha yakından takip ettikleri
görülmektedir. Resim cemiyetlerinin sergileri bu dönemde de sürmüş, D Grubu Sergileri ve
İnönü döneminde başlayan Devlet Resim ve Heykel Sergileri yapılmaya devam etmiştir.
Batının etkisiyle özellikle kübizmin ön plana çıktığı 1950’li yıllarda kişisel sergilerin yanı sıra
Maya Galerisi gibi özel sanat galerinin kurulmaya başlandığı görülmüştür. Ayrıca Türk
Ressamlar Cemiyeti, Tavanarası Ressamları, Mavi Grup adlarıyla çeşitli gruplar ortaya
çıkmışsa da bunlar uzun ömürlü olamamıştır. 1940’lı yıllardaki toplumsal içerikli resimler bu
dönemde yerini soyut resme bırakmaya başlamıştır. Avrupa’ya giden sanatçı sayısında ise artış
söz konusudur. Devletten gerekli ilgiyi göremeyen sanatçılar, hem kendilerini kabul ettirmek
hem de ün kazanmak için Avrupa’ya gitmeyi ve oralara yerleşmeyi tercih etmişlerdir. 1951
yılında kabul edilen “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” ile sanatçıların hukukunun koruma altına
alınması, yazar ve sanatçıların meslek birlikleri halinde örgütlenmeleri amaçlanmış ancak bu
tam olarak uygulanamamıştır.

14.2.3. Arkeoloji, Dil ve Eğitim Alanında Çalışmalar:

Arkeoloji alanındaki çalışmalar, yeni kazı alanlarının eklenmesiyle 1950’li yıllarda da


tüm hızıyla sürmüştür. Gordion (Yassı Höyük) kazısı başlatılmış, bunu Yazılıkaya, Perge,
Konya, Daskyleion, Miletos, Antalya, Sardes kazıları takip etmiştir. Kazı çalışmaları dışında
çeşitli şehirlerde müzeler de açılmıştır. 1951 yılında Ankara Arkeoloji Müzesi Hitit Eserleri

381
Salonu, 1953’te İstanbul Mozaik Müzesi, 1954’de Konya Mevlana Müzesi ile Çini Eserleri
Müzesi bunlardan birkaçıdır. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu ev de 10 Kasım 1953 tarihinde
müze olarak açılmıştır. 1950 yılında, Türk büyüklerine ait ya da sanat değeri olan türbelerin
halkın ziyaretine açılması kararlaştırılmış, bu kapsamda ilk açılanlar Temmuz 1950’de Fatih
Sultan Mehmet Türbesi ile Eylül 1950’de Eyüp Sultan Türbesi olmuştur. 12 Ekim 1950’de
Dolmabahçe Sarayı’nın halkın ziyaretine açılması, köşklerin TBMM tarafından İstanbul
Belediyesine devredilmesi ve 1951 yılında Efes Meryem Ana Evi’nin açılması da bu dönemde
görülen gelişmelerdir.

İnönü döneminde öz Türkçeleştirme çalışması kapsamında elden geçirilen Anayasa’nın


dili 1952 yılında eski haline dönüştürülmüş, ancak 1960 darbesi sonrasında tekrar
sadeleştirilmiştir. 1956’da İş Bankası yayınlarını yönetmeye başlayan Hasan Âli tarafından
Atatürk ve Devrim Serisi isimli kitaplar yayımlanmıştır. Seri daha sonra Atatürk Dizisi olarak
adlandırılmıştır. 1957 yılında, UNESCO tarafından Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanının
Fransızcaya çevrilmesine karar verilmiştir. Batı klasiklerinin yayın faaliyeti ise oldukça
yavaşlamıştır. Bu dönemde, Türk Tarih ve Dil Kongreleri planlı toplantılarına devam etmiştir.

Eğitim alanında da önemli adımlar atılmıştır. 1954 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesinde Sanat Tarihi Enstitüsü kurulurken, Köy Enstitüleri aynı yıl
öğretmen okullarına dönüştürülmüştür. Bu dönemin en göze çarpan gelişmesi çok sayıda
üniversitenin temelinin atılması ve bunlardan bazılarının eğitime başlamasıdır. Bu çerçevede
20 Mayıs 1955 tarihli kanunla 9 Mart 1956’da İzmir’de Ege Üniversitesi eğitime başlamış,
1955’te ise Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. Adnan
Menderes, Karayolları Genel Müdürü Vecdi Diker ile bir grup İTÜ’lü akademisyen tarafından
15 Kasım 1956 tarihinde kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin temeli 1957’de atılmıştır.
Keza Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi de 17 Kasım 1958’de açılmıştır.

Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı süresince sanat alanındaki gelişmelerin Avrupa ve


Amerika ile paralellik gösterdiği görülmektedir. Bu süreçte sanat ve sanatçıya komünizm ve
müstehcenlik gibi konularda zaman zaman baskı uygulandığı da bir gerçektir. Özellikle 50’li
yıllarda DP ile CHP’nin anlaştığı belki de tek konu olan komünizm karşıtlığı ve komünist
propagandanın engellenmesi hususunda büyük hassasiyet gösterilmiş, bu bağlamda sanatçılara
ve basın-yayın organlarına çok sayıda soruşturma açılmıştır. İnönü döneminde devlet tekelinde
olan kültür faaliyetleri, 1950 ve sonrasında serbest kuruluşlar tarafından da yürütülmeye
başlamıştır.

14.3. 1960-1980 Dönemi Kültür Sanat Hayatı

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yönetime gelen Millî Birlik Komitesinin ve


sonrasında kurulan hükûmetlerin üzerinde en çok durdukları konu din istismarı ve komünizm
olmuştur. Bu süreçte iktidar, muhalefet ve ordu üçgeninde yaşanan yoğun tartışmalar toplumu
aşırı şekilde politize etmişti. Bilhassa programını komünizm karşıtlığı üzerine kuran Adalet
Parti döneminde ekonomik şartlar giderek kötüleşmiş, grevler artmış, öğrenciler arasında
yaşanan sağ-sol tartışmaları toplumsal barışı önemli ölçüde tehdit etmeye başlamıştı. İşte böyle
bir dönemde yaşananlar, hükûmetlerin kültür politikalarını derinden etkilemiş ve alınan

382
kararlarda kendini açıkça göstermiştir. Kurulan hükûmetlerde, kültür politikasının “millî
kültüre” dayanması gerektiğinin altı ısrarla çizilmiştir. Uzun süre Millî Eğitim Bakanlığı
bünyesinde yürütülen kültür işleri için Kültür Bakanlığı oluşturulmuştur. Bundan sonra ise
bakanlığa Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü,
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü gibi kurumlar
bağlanmıştır.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 1961’den itibaren kendi konser salonuna sahip


olmasına rağmen faaliyetleri oldukça sınırlı kalmıştı. 1968 sonrasında radyolarda Senfoni’nin
konserlerine rastlanmazken, oda müziği faaliyeti durmuş, konser sayısı da azalmıştı. Tiyatro
alanında ise 1960’ta Fatih (Reşat Nuri), 1961’de Üsküdar (Musahipzâde Celal) Sahneleri,
1963’te Ankara Sanat Tiyatrosu, 1967’de ise Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu açılmıştır.
Muhsin Ertuğrul’dan sonra Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne getirilen Cüneyt Gökçer
döneminde yerli piyeslerin oranında bir artış yaşanmışsa da repertuarın yarıdan fazlasını yine
çeviriler oluşturmuştur. 1960’dan sonra tiyatroda daha ziyade insan hakları, sosyal psikoloji ve
tarih konulu eserler işlenmiştir. Çok sayıda da özel tiyatro kurulmuştur.

1960’lı yılların en önemli kültürel gelişmelerinden biri İstanbul Kültür Sarayı’nın


tamamlanmasıdır. Döneminde dünyanın dördüncü, Avrupa’nın ikinci, Türkiye’nin ise en büyük
sanat merkezi olma özelliğine sahip olan Kültür Sarayı’nın inşasına 1946 yılında başlanmıştır.
1953’de projenin başına getirilen mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun projeye konser salonu, oda
tiyatrosu ile sinema salonunu eklemesiyle yapı bir kültür merkezine dönüştürülmüştür. İstanbul
Kültür Sarayı 12 Nisan 1969’da Verdi’nin Aida Operası ile Çeşmebaşı Balesi’nin galasıyla
açılmıştır. Ancak 27 Kasım 1970’de çıkan bir yangınla yapının büyük bölümü yanarak tahrip
olmuştur. Kapsamlı bir onarım ve değişiklik geçiren Kültür Sarayı, 6 Ekim 1978’de Atatürk
Kültür Merkezi adıyla yeniden açılarak İstanbulluların hizmetine sunulmuştur.

1869’da yürürlüğe giren Âsâr-ı Atîka Nizamnamesi, yani Eski Eserler Tüzüğü birkaç
değişikliğe uğramış, 1906 yılında da son şeklini almıştı. 1906 tüzüğü, bütün taşınır taşınmaz
tarihî eserlerin Devlet malı olduğunu vurgulamaktaydı. Cumhuriyet hükûmetleri 1973 yılına
kadar bu tüzüğü kullanmaya devam ettiler. 25 Nisan 1973 tarihinde ise yeni kavramlar içeren,
eski eser, koleksiyonculuk, müzecilik, tarihsel çevre, mimarlık eserlerini de kapsayan 1710
sayılı Eski Eserler Yasası yürürlüğe girmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren müze sayısı artmış, kazı
çalışmaları durmaksızın devam etmiştir. Yerli ve yabancı arkeologlar tarafından başta
Afrodisyas (Geyre), Çatalhöyük, İznik, Sultanahmet, Konya, Uşak ve Side olmak üzere pek
çok yerde yeni kazı çalışmaları başlatılmıştır. İstanbul Deniz Müzesi 1961’de Beşiktaş’taki
binasına, Askerî Müze de 1966’da Harbiye’deki binasına taşınmıştır. Ankara Arkeoloji Müzesi
ise eserlerinin çeşitliliği nedeniyle 1967 yılında Anadolu Medeniyetleri Müzesi adını almıştır.
Vehbi Koç Vakfı tarafından İstanbul Sarıyer’deki Azaryan Yalısı da 14 Ekim 1980 günü
Sadberk Hanım Müzesi olarak düzenlenmiştir. Türkiye’nin bu ilk özel müzesi 24 Ekim 1988’de
ziyarete açılmıştır.

383
14.3.1. Eğitim

1880’de açılan Sanâyi-i Nefîse Mektebi, 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi’ne


dönüştürülmüştü. Kurum, 1969’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, 1982 yılında da Mimar
Sinan Üniversitesi adını almıştır. Ayrıca Marmara ve Ege Üniversiteleri başta olmak üzere pek
çok üniversitede Güzel Sanatlar Fakülteleri açılmıştır. 27 Mayıs müdahalesi sonrasında geçen
yirmi yıllık süreçte Dil ve Tarih Kurumları olgunluk kazanmış ve yayınlarının bilimsel niteliği
yükselmiştir. Ne yazık ki 1980 darbecilerinin yaptığı en büyük hata ve zararlardan biri de bu
kurumların kapatılması olmuştur.

1970’li yıllar ekonominin daha da kötüleştiği, gelir dağılımındaki adaletsizliğin had


safhaya ulaştığı, gençlerin devrimci ve ülkücü olarak ikiye ayrıldığı bir dönemi tanımlar.
Toplumda, tarafsız kalmayı kabul etmeyen müsamahasız bir baskı ortamı oluşmuştur. Siyasetin
orta öğretim kurumlarına kadar girdiği, artan öğrenci olaylarında can kayıplarının yaşandığı bu
günlerde insanların can güvenliği endişesi en üst düzeye çıkmıştı. Dinî cemaatlerin sayılarının
arttığı, toplumsal konularda tansiyonun giderek yükseldiği bir dönem yaşanmıştır. Aşırı
politikleşen, kamplaşan ve gerilen 70’lerin Türkiye’sinde öncelik eğitime verilmiştir. Cemal
Gürsel döneminde eğitim ve kültür işleri sadece Millî Eğitim Bakanlığı çatısı altında
yürütülmüştü. Öğretmen sayısının ve yükseköğretimden mezun olanların az olduğu bu
dönemde, özellikle de Adalet Partisi hükümetlerince öncelik okullaşmaya verilmiş, bir yandan
yeni okullar açılırken diğer yandan da hem öğretmenlerin yetiştirilmesine hem de
yükseköğretimin problemlerinin çözülmesine çalışılmıştır. Silahlı öğrenci eylemlerinin artması
ve aşırı kamplaşma bu dönemde yükseköğretim yaşamını olumsuz etkilemiş ancak yeni
üniversitelerin açılmasını engellememiştir. Nitekim 1973’te Adana’da Çukurova, 1974’te
Diyarbakır’da Dicle, Sivas’ta Cumhuriyet, 1975’te Elazığ’da Fırat, Bursa’da Uludağ, Konya’da
Selçuk, 1976’da Sakarya’da Kocaeli (Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi olarak
eğitime başlamış, 1992’de Üniversiteye dönüştürülmüştür), 1978’te ise Kayseri’de Erciyes
Üniversiteleri kurulmuştur.

14.3.2. Sinema ve Televizyon

Bu dönemin en çarpıcı gelişmesi şüphesiz 1 Mayıs 1964’de kurulan Türkiye Radyo ve


Televizyon Kurumu (TRT)’dur. Toplumu yönlendirme, bilinçlendirme ve dönüştürme
vasıtaları arasında önde gelen televizyonun açılması, kitlelere ulaşma ve etkilemede son derece
büyük rol oynamıştır. 31 Ocak 1968’de deneme yayınına başlayan TRT, ilk etapta haftada 3
gün üçer saat olarak yayına başlamış, bir yıl sonra da yayınlarını haftada 4 güne çıkarmıştır.
Köyden kente göçün ve gecekondulaşmanın arttığı bu dönemde televizyon hızla
yaygınlaşmıştır. Devletin kültür politikalarını topluma en kısa yoldan ulaştırmada önemli bir
vasıta olan televizyon, toplumun eğitilmesinde bir araç olarak görülmüş, bu sayede köyün ve
köylünün bilgi ve ufkunun genişletilmesi, devlet-halk ilişkisinin sağlamlaştırılması
amaçlanmıştır. 70’li yıllarda televizyon, radyonun da önüne geçerek toplumun yaşam tarzını,
algısını ve eğlence anlayışını derinden etkilemiştir. Özellikle TRT’de yayınlanan yerli ve çoğu
Amerikan kaynaklı diziler bu etkileşimde son derece belirleyici olmuştur. Bu dönemde 1970’de
İzmir Televizyonu, 1971’de ise İstanbul Televizyonu faaliyete geçmiştir. 1974 yılında

384
yayınlarını haftanın yedi gününe çıkaran TRT, ülke nüfusunun % 55’i tarafından izlenir hale
gelmiştir. Öyle ki Türk halkı, 1973’de İnönü’nün cenaze merasimini TRT’den naklen izlemiş,
1974’de başlayan Kıbrıs Barış Harekâtı hakkındaki gelişmelerden haberdar olmuş ve Türkiye
ilk kez 1975 yılında Eurovision Şarkı ve Beste Yarışmasına yine TRT’nin organizasyonu ile
katılmıştır.

Bu dönemde sinema sektörü, televizyonun devreye girmesiyle büyük bir bunalıma


girmiştir. İzleyici kitlesini TV’ye kaptırma endişesi sinema sektörünü farklı arayışlara itmiştir.
Bu rekabet sinemanın seyirci bulabilmek için sanat açısından zayıf, kalitesiz, cinsel içerikli
filmler çekmeye yönelmesi sonucunu doğurmuştur. Edebiyat, sinema ve diğer sanatlarda ana
tema olarak çoğunlukla politika ve İslâm konuları işlenmiştir. Nitekim Umut filmiyle çıkış
yapan, 1971’deki Adana Altın Koza Şenliği’nde üç filmi de ödüle layık görülen Yılmaz Güney
politik sinemada ön plana çıkarken, 1970’de çekilen Yücel Çakmaklı’nın Birleşen Yollar filmi
de İslâmcı Sinema olarak adlandırılan akımın ilk örneklerinden olmuştur. Müzikte görülen
arabesk olgusu sinemada da ilgi görmeye başlamıştır. Ömer Lütfi Akad’ın 1971’de çektiği ve
Orhan Gencebay’ın başrolünü oynadığı Bir Teselli Ver adlı film bu yeni anlatım biçimi
örneklerinin başında gelmektedir.

Sinema sanatında olduğu gibi 1970’lerin edebiyatında da 12 Mart 1971 Muhtırasının ve


toplumsal dönüşümün etkisi açıkça görülmüştür. Özellikle 12 Mart Muhtırası, toplumdaki
politikleşmenin hızlanması, köyden kente göç ve çarpık kentleşmenin yarattığı sorunlar
edebiyatın başlıca mevzuları arasında yer almıştır. 1960’lardan itibaren sosyalizmin ana
metinlerinin çevirileri yapılmış, romanlarda kentleşme, burjuvazi, işçi sınıfı ve aydın sorunları
işlenmiştir. Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974), Yusufçuk Yusuf (1975), Fakir
Baykurt’un Köy Göçürten (1973) ile Keklik (1975) adlı eserleri ağalık düzenini, toprak
kavgalarını ve göç olgusunu konu edinen eserlerin başında gelmiştir. Yine bu dönemde Batının
değerleriyle yetişmiş aydınların iç çatışmalarını, sistemle ilişkilerini irdeleyen romanlar da
yazılmıştır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar (1971), Tehlikeli Oyunlar (1973), Çetin Altan’ın
Büyük Gözaltı (1972) gibi eserleri bu anlayışta yazılmış romanlara örnek teşkil etmiştir.

14.3.3. Müzik

70’lerin müziğinde ise çeşitlilik söz konusudur. Gazinolar eğlence hayatına yön
vermeye devam ederken, plak ve kasetlerin yanı sıra televizyon da müzik sektöründe hızlı
değişimlere neden olmuştur. Bir müzik eserinin televizyon ekranında yer alabilmesi, TRT
denetiminden geçebilmesi şartına bağlanmıştır. Bu dönemde “Anadolu Pop” yapmak ve
dinlemek ise moda haline gelmiştir. Özellikle Barış Manço’nun yaygınlaştırdığı, Anadolu
folkloru, deyiş ve atasözlerinden beslenen müzik türü başta Moğollar olmak üzere pek çok grup
tarafından benimsenmiştir. 1975 yılında Türkiye, Semiha Yankı ile ilk kez Eurovizyon Şarkı
Yarışması’na katılmıştır. Gelişen popüler müzikte Sezen Aksu, Nilüfer, İlhan İrem gibi
günümüzün tanınmış sanatçılarının isimleri duyulmaya başlamıştır. Aynı zamanda, köyden
kente göçün ve gecekondulaşmanın artması ile oluşan arabesk kültürle birlikte arabesk müzik
de popüler hale gelmiştir. Bilhassa göçle gelen, kaderci ve yoksul kitleler, Orhan Gencebay,
Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses gibi sanatçıların eserleriyle rahatlamışlardır. Türkiye’nin değişen
politik çehresi müziğe de yansımış, özellikle Halk Müziği bu dönemde büyük ilgi görmüştür.
385
Âşık Mahsuni Şerif, Neşet Ertaş gibi halk müziği sanatçıları siyasî nedenlerden ötürü TRT’ye
çıkamasalar da geniş kitlelerce tanınmış ve çokça dinlenmişlerdir. Yine Cem Karaca, Edip
Akbayram, Selda Bağcan, Ruhi Su gibi sanatçılar da ülke gerçeğini dile getiren şarkılarıyla sol
düşünceyi temsil eden isimler olmuşlardır.

12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında kurulan Nihat Erim Kabinesinde ilk kez oluşturulan
Kültür Bakanlığı’na Talat Halman getirilmiştir. Onun döneminde özellikle müzik, tiyatro ve
opera etkinlikleri yoğunlaşmıştır. Bu etkinliklerin en dikkat çekeni, Aralık ayında besteci
Itrî’nin 259. ölüm yılı nedeniyle düzenlen konserdir. Ancak Bakan Halman’ın bu Klasik Türk
Müziği Konseri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nu tahsis etmesi,
belli kesimler tarafından Atatürk devrimlerine aykırı olduğu düşüncesiyle büyük tepki
toplamıştır. Tartışmalar, Bakan’ın alaturka musiki dalında öğretim yapacak bir Devlet
Konservatuarı’nın açılacağını duyurması ile iyice alevlenmiştir. Bakan, özellikle Suna Kan’dan
ağır eleştiriler içeren mektuplar almıştır. İkinci Nihat Erim Hükûmeti Kültür Bakanlığı’nı
kaldırınca, Halman da ABD’ye dönerek akademik hayatına devam etmiştir. Bundan sonra Türk
Müziğine yönelik yapılan suçlama ve tartışmalar bir süre daha devam etmiştir. 1926’da
Dârülelhan’da çalınıp öğretilmesi yasaklanan Türk Müziği için bir Devlet Konservatuarı’nın
kurulması, ancak 1975’te kuruluş yönetmeliğinin yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilmiştir.
1976 yılında eğitime başlayan kurum, 1982’de YÖK kapsamında devlet konservatuarlarının
üniversitelere bağlanması sırasında İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesine alınmıştır.

14.3.4. Opera ve Bale

Bilindiği üzere, bugünkü Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü 1970’e kadar
Devlet Tiyatroları bünyesindeydi. 14 Temmuz 1970’teki yasal düzenleme ile tiyatro ile opera
birbirinden ayrılarak Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü kurulmuştur. İstanbul’daki
opera çalışmalarını 1965 yılından itibaren Carl Ebert’in de öğrencisi olan Aydın Gün
yönetmiştir. 1971 sonrasında İstanbul Sahnesi, Devlet Opera ve Balesi bünyesine alınırken,
İzmir Operası da 1980 sonrası faaliyete geçebilmiştir. Tiyatro alanındaki gelişmelerin başında
ise yeni tiyatro sahnelerinin açılışı gelmektedir. 1971 yılında AKM’de açılan Büyük Tiyatro,
Oda Tiyatrosu ve Taksim Sahnesi ile 1976 yılında açılan İstanbul Deneme Sahnesi bunlardan
bir kaçıdır. Ayrıca 1978 yılında İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü açılmıştır. 1971
yılında Tepebaşı Tiyatrosu’nun yanarak yok olması ise tiyatro adına dönemin en üzücü hadisesi
olarak tarihe geçmiştir.

Bu süreçte festivaller de göze çarpan sanatsal faaliyetler arasında yerini almıştır.


Bunlardan ilki 1969 yılında başlayıp o günkü şartlarda 1973’e kadar yapılabilen Adana Altın
Koza Film Festivali’dir. Diğeri ise Antalya Belediyesi’nin girişimiyle 1964’te başlatılan
Antalya Film Festivali’dir. 1976’da Antalya Uluslararası Film ve Sanat Festivali adını alan bu
faaliyet, 12 Eylül müdahalesiyle bir kesinti yaşasa da günümüzde Antalya Altın Portakal Film
Festivali adıyla sürdürülmektedir.

Atatürk’ün isteği ile Dolmabahçe’de açılan Devlet Resim ve Heykel Müzesi, yangınlara
karşı korunaksız olduğu gerekçesiyle Kültür Bakanlığı tarafından 12 Mart 1976 tarihinde
süresiz olarak kapatılmış ve 3 Mart 1981’e kadar da açılmamıştır. Bu dönemde Birleşmiş

386
Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği (1970) ile Görsel Sanatlar Derneği (1975) kurulmuş, İzmir
Resim Heykel Galerisi 1973 yılında İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi adıyla açılmış,
Ankara’da 1927’de inşa edilmiş olan Türk Ocağı Binası 1975’te Ankara Devlet Resim ve
Heykel Müzesi yapılmak üzere Kültür Bakanlığına devredilmiştir. Bu yıllarda Atatürk
anıtlarının yapılarak törenlerle açılmasına devam edilmiştir. 70’li yıllara damgasın vuran
önemli açılışlardan biri de hiç şüphesiz 30 Ekim 1973’de İstanbul’da Boğaziçi Köprüsü’nün
açılmasıdır.

14.4. 1980-2000 Dönemi Kültür Sanat Hayatı

Seksenli yıllar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de her alanda değişim ve dönüşümün
yaşandığı bir dönemdir. Türkiye’de yaşanan 12 Eylül Askerî Darbesinin etkileri ve sonuçları
kendisini sadece ekonomide ve sosyal yaşamda değil kültür alanında da göstermiştir. Özellikle
Mayıs 1983’te yeni, liberal ve sağ değerlere sahip bir parti olarak kurulan Anavatan Partisi
(ANAP)’nin Kasım 1983’te iktidara gelmesi ile ülke siyasetinde ve ekonomisinde yeni bir
dönem başlamıştır. Özal dönemi olarak tarihe geçen bu süreçte, ekonomide izlenen liberalleşme
siyaseti kültür alanında da devam etmiştir.

14.4.1. Kültürel Değişim

Bu yıllarda dünyada yaşanan hızlı değişim yeni tartışmalar yaratmış, dünyanın büyük
bir hızla köye dönüştüğü iddiasıyla küreselleşme gibi yeni teoriler üretilmiştir. Özellikle
televizyon, gelişen pop kültürünün günlük yaşama ve kültürel değerlere nüfuzunu hızlandırmış,
Hollywood, sinema endüstrisinin önemli bir simgesi haline gelmiştir. Bu dönemde tüketime
dayalı gelişen kültür anlayışının en önemli öğesi ise ayaküstü (fastfood) beslenme biçimidir.
ABD’den dünyaya yayılan bu akım Türkiye’de de hızlı bir şekilde karşılık bulmuştur. Dünyada
değişime uğrayan geleneksel kültür kodları, eş zamanlı olarak Türkiye’ye yansımıştır.

80’lerde daha çok birey ağırlıklı tartışmalar başlamış, bu çerçevede cinsiyet, cinsellik,
toplumsal kimlik, cemaat gibi kavramlar irdelenmiştir. Özellikle feministlerin toplumsal
cinsiyete vurgu yapmasıyla kadın kimliği üzerindeki tartışma ve açılımlar ağırlık kazanmıştır.
Öncülüğünü Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın yaptığı Türk Kadınını
Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı (1986) olmak üzere pek çok kadın örgütü kurulmuştur. 1989’da
İstanbul Üniversitesi’nde Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi kurularak cinsiyet
olgusu üzerine bilimsel çalışmaların yapılmasına imkân sağlanmıştır. Kadın, cinsellik, ev
dekorasyonu, moda gibi konular gazete ve dergilerde sıkça işlenmiş, hatta bu mevzuları konu
alan pek çok kadın ve erkek dergisi de yayın hayatına başlamıştır. 1984 yılında televizyonda
ilk kez kadınlar için özel bir program hazırlanmıştır. Aslında bu yıllar, bir yandan askerî
darbenin her alanda yarattığı hasar ve topluma getirdiği kısıtlamaların yaşandığı, diğer yandan
da halka “seçme özgürlüğü” sunulan bir dönemdir. Yani bir anlamda ret, inkâr, bastırma ile
fırsat ve vaatler bir arada yaşamıştır.

387
14.4.2. Radyo ve Televizyon

Etkinliğini ve yayınlarını giderek artıran TRT, Özal döneminde de gelişmeye devam


etmiştir. 31 Aralık 1981 yılbaşı gecesi ilk renkli yayınını yapan kurum, 1984’ten itibaren
tamamen renkli yayına geçmiştir. 1986’da TRT-2, 1989’da TRT-3 ve GAP-TV, 1990’da ise
eğitim ağırlıklı TRT-4 kurulmuştur. TRT, 1992’den itibaren TRT INT ile Çin seddine kadar
olan coğrafyada etkinliğini artırırken, 1993’te TRT-AVRASYA kanalı ile de Kafkasya ve Orta
Asya’ya yönelik programlar yapmaya başlamıştır. Ayrıca 1995 yılında TBMM TV de yayına
girmiştir. Özal döneminin en önemli reformlarından biri de özel televizyon ve radyolardır. Ülke
genelinde yüzlerce yerel yayın yapan televizyon ve radyo açılmıştır. Bu şekilde TRT’nin tekeli
dağılmaya, herkes beğendiği müziği dinlemeye, istediği ve sevdiği programı izlemeye
başlamıştır. Turgut Özal döneminde özel kanalların açılması, televizyonculuğu ilgi çeken kârlı
bir iş alanı haline getirmiştir. 9 Temmuz 1993’te yapılan bir düzenlemeyle radyo ve televizyon
yayınları üzerindeki devlet tekeli kaldırılmış, ancak 13 Nisan 1994 tarihli bir yasayla da bütün
yayın alanlarını kontrol etmek üzere Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) kurulmuştur.

1990’lı yılların sosyal ve kültürel yaşamını etkileyen en önemli vasıtalardan biri de


radyodur. İstanbul Radyosu 1927’de Sirkeci’de, Ankara Radyosu da aynı yıl Ulus’ta
kurulmuştu. Radyo alıcılarının sayısı ise ancak 60’lı yıllarda nüfusun yarısına ulaşabildi. Radyo
1961 yılında özerk bir statü kazandı ancak asıl patlama 80 ve sonrasında yaşandı. 1980’de alıcı
sayısı iki milyondan 4,5 milyona ulaştı. Özel radyolar ise Mayıs 1989 sonrası kurulmaya başladı
ve sayıları giderek arttı. 1994’te yayın hayatını düzenleyen kanunun çıkmasıyla radyo sayısı
500’ü geçti. Bir dönem hava ulaşımının antenleri etkilemesi, frekans farklılığı, dinî, bölücü ve
genel ahlâka aykırı yayınların denetim altına alınamaması gibi nedenlerden dolayı yayınları
durdurulsa da radyolar kısa bir süre sonra tekrar yayına başlamışlardır.

14.4.3. Müzik

80 ve 90’lı yıllarda müzik alanında da hayli mühim gelişmeler yaşanmıştır. Şöyle ki,
1961’de Fecri Ebcioğlu’nun sözlerini yazdığı Bak Bir Varmış, Bir Yokmuş şarkısıyla başlayan
pop müzik maceramız, 1970’lerde bir yandan yabancı müziğe Türkçe sözler yazma diğer
yandan da Türk Halk Müziği temelli Anadolu Pop (Rock)’unun gelişmesiyle şekillenmiştir.
1980’lerde Erkin Koray’ın başlattığı Arabesk Pop akımı, onun ve Orhan Gencebay’ın
çalışmalarıyla büyük ilgi görmüştür. Şaşkın, Arapsaçı, Fesuphanallah gibi şarkılar döneme
damgasını vurmuştur. Mazhar-Fuat-Özkan (MFÖ) ilk albümünü 1984 yılında çıkarırken, bu
dönemde başlayan Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması ise pop müzik için önemli bir
aktivite haline gelmiştir. 1980’lerin sonu ile 90’ların başından itibaren yeni ve hareketli bir
döneme girilmiştir. 1990’larda pop müzik çok gelişmiş, başta Sezen Aksu olmak üzere pek çok
isim Türk popunun gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Pop müzikte kaset dönemi olarak
da tanımlanan bu yıllarda, çalışmalar halka kasetler üzerinden sunulmuştur. Öyle ki bu dönem,
albüm satışlarının 100 bin ilâ 2,5 milyon arasında değiştiği, her ay yaklaşık 5-6 albümün
piyasaya çıktığı altın yıllar olarak akıllarda kalmıştır.

Popüler kültürün bir parçası haline gelen arabesk müzik, bu yıllarda toplumun sadece
bir kesimince değil herkes tarafından dinlenen bir müzik türü haline gelmiştir. O. Gencebay, F.

388
Tayfur, M. Gürses, İ. Tatlıses ön plana çıkan isimlerdir. Bu süreçte arabesk, popun gerisinde
kalmamış, bilakis biraz önüne geçmiştir. Ancak bu durum arabesk müziğin tartışılmasına yine
de mani olamamıştır. Her ne kadar seveni çok olsa da kimileri için kabullenilmesi mümkün
dahi olmayan, yozlaşmayı, kültürsüzlüğü ifade eden bir müzik türü olarak görülmüştür. Tüm
bu tartışmalara rağmen bir tüketim toplumuna dönüşmeye başlayan 1990’ların Türkiye’si;
insanların taşralı olduğunu çekinmeden söylediği, argo deyimlerin şarkıları süslediği hatta
arabesk müziğin orta sınıf kentli düğünlerinden başka siyasî partilerin seçim müziklerine kadar
girdiği ilginç detaylarla toplum hafızasındaki yerini almıştır.

Bu dönemde Batı Müziği alanındaki çalışmalar devam etmiştir. 1982 yılında İstanbul
Devlet Opera ve Balesi kurulmuş, aynı yıl İzmir Devlet Opera ve Balesi Çeşmebaşı ve Meddah
Opera ile perdelerini açmıştır. Bunu 1990’da Mersin Devlet Opera ve Balesi ile 1998’de Bursa
Devlet Senfoni Orkestrası Müdürlüğü’nün kurulması takip etmiştir. Ayrıca 1994’de Birinci
Aspendos Opera ve Müzik Festivali başlamıştır.

Zamanla radyolarda gündemden düşen Türk Sanat Müziği ise 1970’lerden itibaren
tekrar önem kazanmıştır. Özellikle 1976’da eğitime başlayan Devlet Türk Musikisi
Konservatuarı ile büyük bir gelişme dönemine girilmiştir. 1984’te İzmir ve Gaziantep
Konservatuarları açılmış, pek çok kentte Devlet Klasik Türk Müziği ve Devlet Türk Halk
Müziği Koroları kurulmuştur. 1975 yılında Nevzat Atlığ ve Yılmaz Öztuna’nın çabalarıyla
kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu ise 2000’li yıllarda Cumhurbaşkanlığı
Klasik Türk Müziği Korosu adını alarak çalışmalarına devam etmiştir.

14.4.4. Tiyatro ve Sinema

Atatürk döneminden itibaren desteklenen tiyatroda ise her zamanki gibi yerli yazarları
ve eserleri teşvik etme tartışmasına devam edilmiştir. Çünkü yerli eserleri sahneleme oranı hep
düşük olan Devlet Tiyatroları, kurulduğu günden itibaren bu hususta sıkça eleştirilmiştir. Sözü
edilen dönemde yabancı yazarların dışında Orhan Asena, Turgut Özakman, Aziz Nesin, Tarık
Buğra gibi isimlerin eserlerine de zaman zaman yer verilmeye çalışılmıştır. Geniş salon ve
kalabalık seyirci konularında sıkıntısı olan Türk Tiyatrosunda asıl mühim gelişme, 1982 yılında
özel tiyatrolara devlet desteğinin başlamasıdır. Sayıları gittikçe artan özel tiyatrolar sayesinde
hem tiyatro seyircisinin sayısı hem de yerli oyunların sahnelenme oranı artış göstermiştir. Bu
süreçte 1981’de Adana ve Erzurum, 1990’da Diyarbakır ve Trabzon vs. yerlerde de Devlet
Tiyatroları perdelerini açmıştır.

1980’li yılların sinemasına siyasî ve sosyal meseleler kadar cinsel temalı filmler de
damgasını vurmuştur. Özellikle Âtıf Yılmaz’ın yönettiği ve çoğunlukla Müjde Ar’ın oynadığı
kadın filmleri yeni bir dönem başlatmıştır (Adı Vasfiye, Ah Belinda vs.). Ayrıca kadın
yazarların, kadının toplumdaki yerini sorgulayan romanları da bu dönemde filmleştirilmiştir.
Pınar Kür’ün Asılacak Kadın (1986), Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok (1987), Firüzan’ın
Benim Sinemalarım (1990) gibi.

1960-70 döneminin hareketliliğini göremediğimiz bu dönemde, sorunlar devam etmiş,


maddî imkânsızlıklar, salon yokluğu gibi problemler yüzünden pek çok film gösterime

389
girememiştir. Ancak Türk sineması adına zaman zaman güzel şeyler de yaşanmıştır. Örneğin
1985 Berlin Film Festivali’nde Pehlivan filmiyle Tarık Akan jüri özel ödülü’nün, 1988’de Şerif
Gören Yol filmi ile Cannes Film Festivalinde büyük ödülün sahibi olmuşlardır. 1990 sonları ve
2000’li yılların başından itibaren hem yerli film sayısı hem de izleyici oranları inanılmaz
derecede artmıştır. Yabancı filmler Avrupa ve Amerika ile neredeyse aynı zamanda gösterime
girmeye başlamıştır.

14.4.5. Kültür Alanında Müesseseleşme

Atatürk ve İnönü dönemlerinden beri artık gelenekselleşmiş olan resim ve heykel


sergileri kaldığı yerden devam etmiştir. 2 Nisan 1980’de Ankara Devlet Resim ve Heykel
Müzesi’nin açılışı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından yapılmıştır. İstanbul, Ankara ve
İzmir başta olmak üzere pek çok kentte sanat galerilerinin sayısı artmıştır. Turgut Özal
döneminde resim sanatına olan bakış açısı değişmiştir. Bir zamanlar resim satın almak sadece
devletin yapacağı bir görev olarak görülürken, artık büyük şirketler, bankalar ve maddi durumu
iyi olan kişiler de resmi bir yatırım aracı olarak görmeye ve koleksiyon yapmaya başlamışlardır.
1990 ve sonrasında ise İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve Zeki Faik İzer
gibi sanatçıların adını taşıyan resim sergileri galerilerde açılmış ve kişisel sergi etkinliği ivme
kazanmıştır. 1986’da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Ankara’da Asya-Avrupa Bienali
ile 1987’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından ilki İstanbul Çağdaş Sanatlar
Sergisi ismiyle başlayan etkinlik sonradan Uluslararası İstanbul Bienali adıyla
gerçekleştirilmiştir. Düzenlenen sergi, fuar ve paneller bilhassa İstanbul’u sanat aktivitelerinin
ana merkezi haline getirirken, etkinliklerin sınırı uluslararası boyuta taşınmıştır.

Türk Tarih Kurumu’nun sempozyum, panel ve yayın faaliyetleri daha da artmıştır.


Atatürk’ün 100. yıldönümü dolayısıyla kurumda 1981’in Mayıs ayında kutlama programları
yapılırken, UNESCO da Atatürk’ün doğumunun 100. yılının tüm dünyada Atatürk Yılı olarak
kutlanması kararını almıştır. Keza Türk Dil Kurumu tarafından da ulusal ve uluslararası
düzeyde organizasyonlar yapılmıştır. Bu arada UNESCO tarafından tüm dünyada 1991 yılı
Yunus Emre, 1996 yılı da Nasrettin Hoca Yılı olarak ilan edilmiştir. 12 Eylül askerî darbesi
sonrasında yaşanan değişim ve dönüşüm kendisini oluşturulan yeni kurumlarda da göstermiştir.
6 Kasım 1981’de Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) kabul edilmiştir. İhtilâl sonrası başlayan
okuma-yazma seferberliği dışında 24 Kasım 1981’de her 24 Kasım’ın Öğretmenler Günü
olarak kutlanması ve 20 Temmuz 1982’de öğretmen yetiştiren kurumların üniversiteler içinde
yer alması kararlaştırılmıştır. 11 Ağustos 1983 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu teşkil edilmiştir. Yeni oluşturulan Atatürk Araştırma Merkezi ve
Atatürk Kültür Merkezi ile birlikte Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu da bu yeni üst
kuruma bağlanmıştır.

1980 sonrası; bilgisayarların insan hayatına girerek her geçen gün etkisini artırdığı bir
dönem olmuştur. 1993 yılı Türkiye’nin internete bağlandığı; üniversitelerin TÜBİTAK’a bağlı
bir teknoloji birimi olan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM) üzerinden
uluslararası bilgi kaynaklarına ulaşmaya başladığı bir dönem olmuştur.

390
Ülkedeki mimarî ve tarihî anıtların bakım, onarım ve koruma işlerini 1951 yılından
itibaren düzenleyen Anıtlar Yüksek Kurulu ve Taşınmaz Eserler Kurulu çalışmalarını bu
dönemde de sürdürmüştür. 1935’den sonra yurdun dört bir yanında başlayan arkeolojik
kazılardan elde edilen eserler kurulan il arkeoloji müzelerinde sergilenmiştir. İlk olarak 1914’de
Süleymaniye Külliyesi İmaretinde Evkaf-ı İslâmiye Müzesi adıyla açılan müze, 1983 yılında
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ismiyle Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmıştır. 6
Kasım 1989’da çıkarılan bir kararname ile Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 1. Anıtlar
ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 2. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü adları
altında ikiye ayrılmıştır. Önemli gelişmelerden biri de 80’li yıllarda Türk müzelerinin ödüle
layık görülmeye başlanmasıdır. Nitekim Türk İslâm Eserleri Müzesi 1984’de, Antalya Müzesi
1988’de Avrupa Konseyi Mansiyon Ödülü, 1993’te yeniden düzenlenerek açılan İstanbul
Arkeoloji Müzesi ise Avrupa Konseyi Müze Ödülünü kazanmıştır. Üniversitelerin Eski Çağ
Tarihi, Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümlerinin kadroları genişlerken, onların yönetiminde
yapılan kazılardan elde edilen eserler de müzelerdeki yerlerini almıştır. 2000’li yılların
başından itibaren ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yurt dışına kaçırılan tarihî
eserlerin Türkiye’ye getirilmesine başlanmıştır.

391
KURULUŞ DÖNEMİ
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
(1920-1945)
Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar
*1920-1945 yılları arasında izlenen dış politikayı, belirli devrelere ayırmak
mümkündür. Şöyle ki, birinci devre Milli Mücadele, ikincisi Lozan’dan
Atatürk’ün ölümüne kadar geçen dönem olup sonuncusu ise, II. Dünya Savaşı
yılları olarak ele alınabilir.

*Gerçeklik *Bağımsızlık
*Barışçılık *Batıcılık
*Akılcılık *Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi
Türk-İngiliz İlişkileri

*Lozan Öncesi
*Musul Meselesi
*1925 Sonrası
Türk-Fransız İlişkileri

*Milli Mücadele ve Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)


*Sınır Meselesi
*Borçlar Meselesi
*Yabancı Okullar
*Bozkurt-Lotus Davası ve Millileştirme
Türk-Yunan İlişkileri

*Milli Mücadele dönemi


*Lozan ve Nüfus Mübadelesi
*1925 Sonrası
Türk-İtalyan İlişkileri

*Milli Mücadele dönemi


*Mussolini’nin iktidara gelişi
*1928 Antlaşması ve sonrası gelişmeler
Türk-Sovyet İlişkileri

*Milli Mücadele dönemi ve antlaşmalar


*1930 sonrası gelişmeler (Milletler Cemiyeti ve Montrö Sözleşmesi)
1920-1945 Önemli Gelişmeler

*Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi (1932)


*Balkan Antantı (1934)
*Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936)
*Sadabad Paktı (1937)
*Hatay’ın Anavatana Katılması
*II. Dünya Savaşı ve Türkiye
1945 SONRASI
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
*II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler

*Yalta Konferansı
“Son iki yıldır doğru yönde adım atması için Türkiye’yi ikna etmeye çalıştım
ama onlar reddetti, kaçırdığı trene son anda atlamasını istemem”

*Potsdam Konferansı

*Türk-Sovyet Gerginliği
*Soğuk Savaş’ın başlaması

*Truman Doktrini ve Marshall Planı

*Brüksel Anlaşması

*Nato’ya giriş teşebbüsleri


1950-1960 Dönemi Türk Dış Politikası

*Uluslararası İttifaklar

*Big Brother: Adnan Menderes

*Kore Savaşı

*Nato’ya alternatif ya da Ölü bir Proje: Orta Doğu Komutanlığı


*Balkan Paktı

*Bağdat Paktı ya da CENTO

*Eisenhower Doktrini

*Kıbrıs Sorunu
8.KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1920-1945)

197
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

8. KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1920-1945)

8.1. Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar

8.2. Türk-İngiliz İlişkileri

8.3. Türk-Fransız İlişkileri

8.4. Türk-Yunan İlişkileri

8.5. Türk-İtalyan İlişkileri

8.6. Türk-Sovyet İlişkileri

8.7. Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi (1932)

8.8. Balkan Antantı (1934)

8.9. Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936)

8.10. Sadabad Paktı (1937)

8.11. Hatay’ın Anavatana Katılması

8.12. II. Dünya Savaşı ve Türkiye

198
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

1) Türk dış politikasının temel ilkeleri nelerdir?


2) Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ikili ilişkileri nasıl
gelişmiştir?
3) II. Dünya Savaşı sürecinde Türkiye’nin diğer devletlerle ilişkileri ve
durumu nasıldır?

199
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Atatürk Dönemi’nde Türk 1920-1945 yılları Sebep – sonuç ilişkisi


dış politikası arasındaki dış politikanın kurma
temel ilkeleri, ikili ilişkiler
ve gelişmeleri hakkında Kronolojik düşünme
bilgi sahibi olur.
Tarihî terminolojiyi
doğru ve yerinde
kullanma

Görüş geliştirme

Tarihsel analiz ve yorum

200
Anahtar Kelimeler

 Dış politika
 Milletler Cemiyeti
 Balkan Antantı
 Sadabad Paktı
 Hatay
 Musul
 Mübadele
 II. Dünya Savaşı

201
Giriş

I. Dünya Savaşı sonrasında, o zamana kadar uluslararası politikada etkin bir rol
oynayan Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti ile birlikte Çarlık Rusya’sı
gibi dört büyük siyasal gücün zayıflaması veya yıkılması, genel güç dengesinde birtakım
boşluklar meydana getirdi. Barış antlaşmaları, sadece galip devletlerin çıkarlarını
gözettiğinden dolayı, devamlı ve sağlam bir barış yerine istikrarsızlık ortamını
beraberinde getirdi. Nitekim 21 yıl gibi kısa bir zaman sonra dünyanın yeniden büyük bir
savaşa sürüklenme sürecine bakıldığında, savaş sonrası yapılan antlaşmaların olumsuz
etkileri görmezden gelinemez. Bu bakımdan I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren barış
antlaşmalarının imzalanmasına ve bu barış antlaşmalarıyla dünyaya yeni bir düzen
verilmek istenmesine rağmen masa başında ve kâğıt üzerinde belirlenen politikalar,
istenilen neticeyi ortaya çıkarmadı.

Mondros Mütarekesi sonrası başlayan işgaller üzerine Türk halkının, Mustafa


Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirdiği Milli Mücadele hareketinin esasları, Misak-ı
Milli içerisinde yer bulmuştur. Milli Mücadele Dönemi Türk dış politikası, temelde
Misak-ı Milli ilkeleri olmak üzere dönemin şartları ve gelişmeleri çerçevesinde
şekillendi. Bu bakımdan Milli Mücadele’nin dış politikasını da Misak-ı Milli belirlemiştir
demek yanlış olmasa gerektir. Bununla birlikte iç ve dış gelişmelerin de, izlenen dış
politikaya etkilerinin olacağı kuşkusuzdur.

Lozan Antlaşması, I. Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler tarafından


mağluplara zorla kabul ettirilen öteki barış antlaşmaları mahiyetinde değildir. Bu
antlaşma, Milli Mücadele hareketine girişen ve bu mücadeleden başarıyla çıkan Türk
milleti ve onun temsilcisi olan TBMM hükûmeti ile galip devletler arasında eşit şartlara
göre yapılan bir antlaşmadır. I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan devletlerden bir tek
Türkiye, böyle bir antlaşma yapabilme başarısını göstermiştir. Bununla beraber Türkiye,
1923’den sonra Avrupa’nın güçlü devletleri ile komşu durumuna da gelmiştir.

202
8.1. Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ele alınan dönemde Türk dış politikasını Mustafa
Kemal Atatürk ve onun koyduğu esaslar belirlemiştir. Milli Mücadele Dönemi ile
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dış politikanın temel hedefini ise, yeni Türk devletinin
uluslararası alanda bağımsızlığının ve varlığının tanınması ve/veya tanıtılması düşüncesi
oluşturmuştur. Lozan’da Misak-ı Milli’nin büyük oranda gerçekleştirilmesinden sonra,
milli çıkarlar ve eşit devlet ilkesi göz önünde tutularak yalnızlıktan kurtulmaya ve
yayılmacı olmayan Batılı devletlerle iyi ilişkiler kurmasına gayret edilmiştir.

Bununla birlikte 1920-1945 yılları arasında izlenen dış politikayı, belirli devrelere
ayırmak mümkündür. Şöyle ki, birinci devre Milli Mücadele, ikincisi Lozan’dan
Atatürk’ün ölümüne kadar geçen dönem olup sonuncusu ise, II. Dünya Savaşı yılları
olarak ele alınabilir. Milli Mücadele Dönemi Türk dış politikasının temel özelliği, savaş
ve diplomasinin birlikte yürütülmesidir. Lozan Antlaşması’nın ardından takip edilen
dönem dış politikasının en büyük özelliği, barışçı bir siyaset izlenmeye çalışılması ve
sorunların sulh yoluyla halledilmek istenmesidir. Son dönemde ise, ülke gerçeklerinin
yanı sıra ikinci defa ortaya çıkan dünya savaşının getirdiği yeni ittifak ve gelişmeler
siyasete yön vermiştir. Bilhassa bu dönemde, tarafsızlık politikası izlenmeye çalışılarak
savaşın getireceği sıkıntılardan mümkün olduğu oranda uzak kalmaya çalışılmıştır.

Nihayetinde ele alınan dönemde yürütülen dış politikanın temel ilkeleri, şu şekilde
özetlenebilir:

 Gerçekçilik: Bu dönemde izlenen dış politika, maceracılıktan uzak, kendi


güç ve imkânlarını cesur ve onurlu bir şekilde değerlendiren bir yapıya sahiptir. Bunun
yanı sıra, amaç ve hedef tespitinde de doğru bir yol takip edilmiştir.
 Bağımsızlık: Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında, diğer
ülkelerle yürütülen her türlü ilişkide bağımsızlıktan ödün vermeyen bir politika
izlenmiştir.
 Barışçılık: Devletlerarası ilişkilerde yurtta sulh cihanda sulh anlayışı
takip edilerek uyumlu bir politika izlendiği görülmektedir. Bununla birlikte barışçılık
anlayışındaki sınır, ülke ve millet menfaatleri olup bunların gerektirdiği durumlarda
savaşa hazır olunmuştur.
 Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi: Ülke güvenliği ve milli
çıkarlar çerçevesinde çeşitli ittifaklara girilerek bir nevi denge politikası takip edilmiştir.
 Batıcılık: Çağdaşlaşma ideali çerçevesinde Batılı ülkelerle iyi ilişkiler
kurulmasına önem verilmiştir.
 Akılcılık: Uluslararası hukuka bağlı bir şekilde aklı ve bilimi esas alan bir
dış siyaset yürütülmüştür.

8.2. Türk-İngiliz İlişkileri


Türk-İngiliz ilişkileri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından büyük bir
kırılma yaşamıştır. Bundan sonra İngiltere, Osmanlı Devleti’nin topraklarından pay alma

203
yarışına dâhil olmuş ve gelişen olaylar, I. Dünya Savaşı’nda iki tarafı karşı karşıya
getirmiştir. Büyük Savaş’ın ardından geçilen dönemde İngiltere, Osmanlı topraklarında
birçok bölgeyi işgal eden bir devlet olarak ona karşı politikalar geliştiren ve baskı
uygulayan devletlerin başında gelmiştir. Bu bakımdan Milli Mücadele Dönemi’nde iki
taraf arasında doğrudan bir sıcak savaş yaşanmasa da, dolaylı bir savaş ortamı cereyan
etmiştir. Türk-İngiliz dolaylı savaşı, Lozan Barış Antlaşması ile sona ermiştir. Lozan
sonrası Türk-İngiliz ilişkilerindeki en önemli konu ise, Musul Meselesi olmuştur.

Aslında Musul Meselesi, Mondros Mütarekesi’ne aykırı olarak, 3 Kasım 1918


tarihinde İngiltere’nin bölgeyi işgaliyle başlamıştır da denilebilir. Zira TBMM, Misak-ı
Milli uyarınca Türk sınırları içerisinde kabul edilen Musul’un geri alınması amacıyla
daha Milli Mücadele Dönemi’nde harekete geçmiş ve Milis Yarbayı Şefik (Özdemir)
Bey’in emrindeki Kuvayı Milliye birliklerini bölgeye göndermiştir. Yarbay Şefik Bey’in
emrindeki birlikler İngilizlere karşı bazı küçük başarılar elde etmesine rağmen Musul’un
kurtarılması mümkün olmamıştır. Sonuçta İngiltere, zengin petrolleri ve Hindistan
yolunun güvenliği gibi nedenlerle Musul’u elinde tutmaya önem vermiştir.

Musul Meselesi, Lozan Konferansı’nda ele alınan en önemli ve hararetli


konulardan biridir. Burada yapılan görüşmelerde Türk heyeti, Musul’un Türkiye’ye
bırakılmasında ısrar etmiştir. Konferansta İsmet Paşa, bölgede halk oylaması yapılmasını
teklif ederken İngiliz temsilci Lord Curzon ise, bölge halkının oy verme alışkanlığının
olmadığı ve yöre halkının, halk oylamasının amacını anlayamayacakları
gerekçesiyle söz konusu teklifi kabul etmemiştir. Konferansta gerçekleştirilen ikili
görüşmelerde de çözümlenemeyen ve belki de antlaşmanın imzalanmasını önleyebilecek
bu soruna bir ara çözüm yolu bulunmuştur. Nitekim 24 Temmuz 1923’te imzalanan
Lozan Barış Antlaşması’nın 3. Madde’sinin 2. fıkrasında, Türkiye-Irak sınırının 9 ay
içerisinde taraflar arasında belirlenmesi öngörülmekte olup anlaşmazlığın devam
etmesi hâlinde konu, Milletler Cemiyetine götürülecektir.

Bundan sonra Türk-İngiliz görüşmeleri, 19 Mayıs 1924 tarihinde İstanbul’da


başladı. Ancak bu süreçte de taraflar eski görüşlerinde ısrar ettiler. Musul’un Irak’ta
kalmasını savunan İngilizler, konunun Milletler Cemiyetinde görüşülmesini istiyordu.
Çünkü İngilizler, Milletler Cemiyetinin en etkin üyesi idi. Bu şekilde anlaşmazlıkla sona
eren Haliç Konferansı sonrasında mesele, Milletler Cemiyetine intikal etti. Cemiyet
kurulu, konuyu incelemek üzere Macar, Belçikalı ve İsveçli üyelerden oluşan üçlü bir
komisyon kurulmasına karar verdi. Ancak komisyonun bölgedeki incelemelerini
sürdürdüğü sırada Şeyh Sait isyanının çıkması, Türkiye’nin elini bir hayli zayıflattı.
Komisyonun hazırladığı rapor, 16 Temmuz 1925 tarihinde Milletler Cemiyetine sunuldu.
Raporda Musul’da bir halk oylamasının mümkün olmadığı, Musul’un Irak’ın bir
parçası olduğu, Irak’ın 25 yıl süreyle İngiltere’nin mandası altında kalmasının en
iyi çözüm olduğu gibi esaslar vurgulanıyordu. Görüldüğü üzere komisyon, İngiltere’nin
lehine bir rapor hazırlamıştı. Bu durumda Türkiye, uluslararası hukuka dayanarak
haklılığını ileri sürdü ve raporu kabul etmedi. Fakat yıpratıcı bir savaştan çıkmış olması,
iç düzenini sağlamak zorunda bulunması, kendisini destekleyen kuvvetli bir müttefikinin

204
olmaması ve Şeyh Sait isyanının olumsuz etkileri gibi sebeplerle İngiltere’ye taviz
vermek zorunda kalan Türkiye, Musul’u İngiltere’nin mandaterliğindeki Irak’a bıraktı.

Bu durumu düzenleyen ve 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, İngiltere ile Irak


arasında Ankara’da imzalanan Sınır ve İyi Komşuluk Antlaşması, özetle şu hükümleri
ihtiva etmekteydi:

1) Türkiye ile Irak arasındaki sınır, Milletler Cemiyetinin 29 Ekim 1924’te


saptadığı Brüksel Hattı olacaktır. Bununla birlikte bu hat, Tşuta ve Alamun’un güneyinde
ve bu iki yeri birbirine bağlayan yolun Irak topraklarından geçen kısmını Türkiye’ye
bırakmak üzere değiştirilmiştir.
2) Taraflar bu sınırı, kesin ve saldırıdan uzak olmak üzere kabul edip bunu
değiştirmeye yönelik her türlü girişimden kaçınmayı taahhüt ederler.
3) Taraflar, sınır bölgesinde birbirleri aleyhinde hiçbir propaganda örgütüne
ve toplantıya izin vermeyeceklerdir.
4) Irak hükûmeti, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak 25 yıl
süreyle, 14 Mart 1925’te Turkish Petroleum Şirketi ile yaptığı petrol ayrıcalığı
sözleşmesinin 10. Madde’sine göre, bu şirketlerden veya kişilerden ve 33. Madde’sine
göre kurulacak yardımcı şirketlerden elde edeceği gelirin % 10’unu Türkiye hükûmetine
ödeyecektir.
5) Irak hükûmeti, kendi topraklarında oturan kişilerden bu antlaşmanın
imzalanmasına kadar Türkiye lehinde siyasal eylemlerde bulunmuş olanları, bundan
dolayı cezalandırma yoluna gitmeyecek ve ayrıca genel bir af çıkaracaktır.

Türkiye’nin güneydoğu sınırına kesin şeklini veren adı geçen antlaşma, Misak-ı
Milli’den fedakârlık etmek pahasına da olsa, Türkiye’nin İngiltere ile olan son büyük
anlaşmazlığını ortadan kaldırdı. Yine Türkiye, 1952 yılına kadar Irak petrollerinden 3,5
milyon sterlin aldı. Bu antlaşma, Türkiye’nin diğer dünya ülkeleriyle olan ilişkileri
üzerinde de etkili oldu. Nitekim bu süreçte devam eden Türk-Fransız görüşmelerinde
olumlu bir tesir meydana getirirken Sovyetler tarafından ise, olumsuz bir şekilde
değerlendirildi.

Musul Meselesi’nin çözümlenmesinin ardından Türk-İngiliz ilişkileri, iyileşme


göstermeye başladı. Bilhassa 1930’lu yıllardan itibaren iki ülke ilişkilerinin geliştiği
gözlerden kaçmamaktadır. Bu meyanda Türkiye, Milletler Cemiyetine dâhil oldu.
İtalya’nın Habeşistan’ı işgali karşısında İngiltere, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye
arasında 1936 yılında bir Akdeniz Paktı kuruldu. Aynı yıl düzenlenen Montreux Boğazlar
Konferansı’nda İngiltere, Türkiye’nin tezlerine destek verdi; imzalanan Montreux
Boğazlar Sözleşmesi, Türk-İngiliz ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası oldu. Zaten bir
süre sonra İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’a gelerek resmi bir ziyarette bulundu.

Taraflar arasındaki yakınlaşma, ekonomik alanda da kendisini göstermiş ve


Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın kurulması için İngiltere’den 10 milyon Sterlinlik bir
kredi temin edilmiştir. Bunun yanı sıra, II. Dünya Savaşı’nın hemen başında (19 Ekim
1939) Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında karşılıklı yardım antlaşması imzalanmış olup

205
bu antlaşmayla birlikte Türkiye, yayılmacı olmayan devletlerin yanında yer aldığını
göstermiş oluyordu.

8.3. Türk-Fransız İlişkileri


Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu’nun çeşitli yerlerini işgal etmeye
başlayan Fransa, Milli Mücadele’nin başlarında sıcak savaş yürütülen ve silahlı mücadele
edilen bir devlettir. Güney Cephesi’nde konuşlanmış olan Kuvayı Milliye birliklerinin
hem Fransız ordusuna hem de Ermeni çetelerine karşı yaptıkları direniş mücadelesi,
Fransa’nın Anadolu’daki durumunu sorgulaması ve 20 Ekim 1921 tarihli Ankara
Antlaşması’nı imzalayarak işgal ettiği Anadolu topraklarından çekilmesi sonucunu
doğurmuştur. Müttefiklerinden ayrı olarak Ankara Antlaşması’nı imzalayan Fransa,
TBMM’yi tanıyan ve Türk isteklerini kabul eden ilk İtilaf devleti olmuştur. Ayrıca adı
geçen antlaşmayla birlikte Türkiye’nin güney sınırları, İskenderun Sancağı hariç olmak
üzere belirlenmiştir.

Neticede hem bu gelişme hem de İngiltere ile Fransa arasında ortaya çıkan
sorunlar, ilerleyen dönemde Türk-Fransız yakınlaşmasını gündeme getirmiştir. Ancak bu
durum çok uzun sürmemiştir. Nitekim Lozan Antlaşması’nın ardından iki taraf arasında,
Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi, Fransız misyoner okullarının durumu, Bozkurt-
Lotus Davası ve Hatay Sorunu gibi çeşitli problemler ortaya çıkmıştır.

Lozan’ın ardından iki taraf temsilcileri arasında yapılan görüşmelerle, Türkiye ile
Suriye arasındaki kesin sınırın çizilmesi yolunda harekete geçildi ve 30 Mayıs 1926’da
imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi ile birlikte sınır hattının belirlenmesi
konusunda genel bir uzlaşmaya varıldı. Sözleşmeye göre, tarafsız bir başkanın idaresinde
olan bir karma komisyon kurulacaktı. Ardından 1929 Haziran’ında Cizre-Nusaybin sınırı
konusunda her iki tarafı da memnun edecek bir çözüme varıldı.

Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi konusu, en büyük alacaklının Fransızlar


olmasından dolayı, Türk-Fransız ilişkilerini olumsuz etkileyen bir diğer sorundu. Bu
bakımdan taraflar arasında süren müzakereler neticesinde, 13 Haziran 1928’de
Türkiye’nin Paris büyükelçisi ile Düyun-ı Umumiye yetkilileri arasında bir antlaşma
imzalandı. Anlaşma uyarınca Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılarak borçların nasıl
ödeneceği konusu kararlaştırıldı. Ancak bu antlaşmadan kısa bir süre sonra ortaya çıkan
1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın etkisiyle Türkiye, borçların ödenmesi hususunda
bazı sıkıntılar yaşamaya başladı. 23 Nisan 1933’te Türkiye ile alacaklılar arasında yapılan
görüşmelerde borçların yeniden yapılandırılmasına karar verildi. Ayrıca borcun, kâğıt
para ve taksitle ödenmesi usulü de benimsendi. Bunlar, Türkiye’nin lehine olan
düzenlemelerdi. Sonuçta Türkiye, 1952 yılına kadar Osmanlı’dan kalan bütün borçlarını
ödedi.

Türk-Fransız ilişkilerinde sıkıntı yaratan diğer bir mesele, Türkiye’deki Fransız


okullarıydı. Cumhuriyetin ilanının ardından milli eğitim alanında yapılan düzenlemeler
uyarınca Türkiye, yabancı okullardaki tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler

206
tarafından Türkçe okutulmasına karar verdi. Fransa, bu karara karşı çıkmasına rağmen
yönetimin kararlı duruşu ve geri adım atmaması üzerine yeni düzenlemeyi kabul etmek
zorunda kaldı.

Bozkurt adlı bir Türk gemisi ile Lotus adlı bir Fransız gemisi, 2 Ağustos 1926
tarihinde Midilli açıklarında çarpıştı. Bunun üzerine iki ülke, Bozkurt-Lotus Davası’nda
karşı karşıya geldi ve bu konudaki anlaşmazlık, 1927 yılında Uluslararası Adalet
Divanına götürüldü. Nihayetinde Adalet Divanı, Türkiye’nin lehine ve haklılığını ortaya
koyan bir karar verdi. Fransızlar tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunun
millileştirme kapsamında satın alınmak istenmesi, ilişkileri gerginleştiren bir diğer
konuydu. İlk başlarda Fransa’nın karşı çıkmasına rağmen Türkiye, 1929 yılında yapılan
bir sözleşmeyle birlikte zikrolunan demiryolunu satın aldı. Bütün bunların ötesinde iki
taraf arasındaki en önemli mesele, Hatay Sorunu olup bu sorun, iki taraf arasındaki
ilişkileri uzunca bir süre meşgul etti.

8.4. Türk-Yunan İlişkileri


Yunanistan, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal edip daha sonraki dönemde
Anadolu ve Trakya’nın çeşitli bölgelerinde haksız işgallerde bulunan bir devlettir. Bu
bakımdan Milli Mücadele Dönemi içerisindeki Türk-Yunan ilişkileri, savaşlar ve
gerginliklerle iç içe geçti. Büyük Zafer’in ardından Türk ordusunun Yunanlıları
Anadolu’dan çıkarmasının ardından iki taraf arasında diplomatik görüşme ve temaslar da
gerçekleşmeye başladı.

Yunanistan’ın Küçük Asya yenilgisinden sonra Kral Konstantin ve Gunaris


hükûmeti, bir grup subay tarafından işbaşından uzaklaştırılırken kralın yerine oğlu tahta
geçti. Yenilginin sorumlusu olarak görülen sivil ve askeri yetkililer kurşuna dizilerek
cezalandırıldılar. Venizelos, 1924 yılında Yunanistan başbakanı olmuşsa da ülkede uzun
süre istikrar ve huzur ortamı sağlanamadı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında taraflar arasında
gerginliğe sebep olan konuların başında, Türk-Yunan nüfus mübadelesi gelmekteydi.

Lozan Konferansı sırasında Dr. Nansen tarafından ortaya atılan mübadele konusu,
Türk ve Yunan hükûmetleri tarafından kabul edilmişti. Daha konferansın birinci
döneminde, 30 Ocak 1923’te, Türk-Yunan Ahalisinin Mübadelesine Dair
Mukavelename ve Protokol, Türk ve Yunan delegeleri tarafından imzalandı. Bu
sözleşmeye göre, Türkiye’de kalan Rumlarla Yunanistan’daki Türklerin değişimi
yapılacaktı. 30 Ekim 1918’den önce İstanbul belediye sınırları içinde yerleşmiş olan
Rumlarla Batı Trakya Türkleri mübadelenin dışında bırakıldı. Uluslararası Mübadele
Komisyonu, 1923 Ekim’inde Rumlarla Türklerin değişimini başlattı. Fakat kısa bir süre
sonra, “yerleşmiş” yani etabli deyiminin kapsamı konusunda anlaşmazlık ortaya çıktı.

İstanbul’da daha fazla Rum bırakmak isteyen Yunanistan, 30 Ekim 1918’den önce
İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşmiş sayılması gerektiğini ileri sürerken Türkiye,
söz konusu fikre karşı çıkmaktaydı. Karma Komisyonda çözümlenemeyen soruna,
Milletler Cemiyeti ve ardından Milletlerarası Daimi Adalet Divanı da çözüm bulamadı.

207
Misilleme olarak Yunanistan, Batı Trakya Türklerinin mallarına el koyarak buralara
Türkiye’den gelen Rumları yerleştirdi. Bu yaklaşım iki devlet arasındaki gerginliği daha
da artırdı. Bu sırada taraflar, gerginleşen ilişkilere siyasi bir çözüm bulma yoluna giderek
1 Aralık 1926 tarihinde Atina’da bir antlaşma yaptılar. Buna göre, karma komisyonun
belirlediği fiyat üzerinden Batı Trakya’da el konulan malların Yunan hükûmeti tarafından
satın alınması kararlaştırılırken Türkiye ise, 1912 yılından önce memleketi terk eden
Rumlara ait emlakı sahiplerine iade edecekti. Bununla birlikte mübadele konusu, 1930
yılına kadar gündemde kalmaya devam etti.

Türk-Yunan ilişkilerini etkileyen diğer bir sorun, İstanbul’da bulunan Ortodoks


Kilisesi patrikliğine Arapoğlu Konstantin’in seçilmesi olmuştu. Zira Arapoğlu
Konstantin, değişime tabi bir kimseydi ve dönemin Yunan hükûmeti, Konstantin’in
mübadele dışında tutulmasında ısrar etti. Türkiye ise Konstantin’in görevden
uzaklaştırılarak yerine başkasının seçilmesini istedi. Herhangi bir uzlaşmanın
sağlanamaması üzerine Türk hükûmeti, Arapoğlu Konstantin’i sınır dışı etti. Bu sırada
Konstantin’in görevden çekilmesi sonrası mesele çözülerek iki devlet arasındaki
gerginlik azaldı ve 1925 yılında Cevat Bey, Türkiye’nin Yunanistan’daki ilk sefiri olarak
Atina’ya gönderildi.

Fakat Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, 1930 yılına kadar istenilen
seviyeye ulaşamadı. Bu durum, İtalya’nın Akdeniz’de Türkiye ve Yunanistan’ı da içine
alan bir dostluk ve ittifak sistemi kurma çabası sebebiyle düzelmeye başladı. İki ülke
arasında sürüncemede kalan mübadele konusu, 10 Haziran 1930’da imzalanan Ankara
Antlaşması’yla çözümlendi. Bu antlaşma ile yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne
olursa olsun İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin tamamı yerleşmiş sayıldı.
Ayrıca her iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda da bazı düzenlemeler yapıldı.
Aynı yıl Yunan Başbakanı Venizelos’un, Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret sırasında iki
devlet arasında birçok yeni antlaşma imzalandı.

Bu sırada Yunanistan, her geçen gün artan İtalyan tehlikesi karşısında Türkiye ile
birlikte hareket etmeye başlamış ve taraflar arasında Balkan Antantı’nın kurulması
sırasında işbirliği yapılmıştır. Hatta Venizelos, Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday dahi
göstermiştir. II. Dünya Savaşı sürecinde de olumlu bir seyir izleyen Türk-Yunan ilişkileri,
savaş sonrasında yeniden gerginleşmeye başlamıştır.

8.5. Türk-İtalyan İlişkileri


Milli Mücadele Dönemi’ndeki Türk-İtalyan ilişkileri, Türk ordusunun kazandığı
başarılar ve gelişen şartlar çerçevesinde bazı farklılıklar gösterdi. Ancak İtalya, diğer
işgalci devletlerle olan bazı problemlerinin de etkisiyle, Türkiye’ye karşı onlardan
bağımsız ve olumlu bir politika izlemiş olup birçok durumda, TBMM hükûmeti lehine
bir tavır sergiledi. İtalyanlar, diğer işgalcilerin yaptıkları gibi baskı ve korku metodunu
takip etmeyip kendilerini halka sevdirmek, benimsetmek ve nüfuz etmek yolunu tercih
ettiler. Bu bakımdan İtalya, işgalci bir devlet olarak kabul edilmesine rağmen Ankara
hükûmeti tarafından ehven-i şer olarak kabul edildi.

208
Milli Mücadele Dönemi’nde kısmen dostane ilişkiler şeklinde seyreden Türk-
İtalyan ilişkileri, Mussolini’nin iktidara gelmesiyle birlikte yerini endişe ve tedirginliğe
terk etti. Faşist İtalyan yönetiminin yayılmacı açıklama, hedef ve politikaları, Türkiye için
her zaman üzerinde dikkatle durulan bir konu oldu. Zira İtalya’nın Akdeniz ve
çevresindeki yayılmacı siyaseti, komşusu durumundaki Türkiye’yi de doğrudan hedef
almaktaydı. Bununla beraber Türkiye’nin, Lozan sonrası İngiltere ve Fransa ile yaşadığı
sorunları düzeltmesinde İtalya’nın oluşturduğu tehdidin de önemli bir payı olduğu kabul
edilmektedir.

Cumhuriyet’in ilanının ardından Türkiye ve İtalya arasındaki ilk sıkıntı, İtalya’nın


1924 yılı ilkbaharında Sicilya’ya yığınak yapıp Rodos’a yeni askeri birlikler göndermesi
sonucu ortaya çıktı. Musul Meselesi dolayısıyla İstanbul’da Türk ve İngiliz yetkilileri
arasındaki müzakerelerin devam ettiği bir dönemde meydana gelen bu olay, Türkiye
tarafından Güneybatı Anadolu’ya karşı bir tehdit ve burayı ele geçirmeye yönelik bir
girişim olarak değerlendirildi. Bunun üzerine İtalyan temsilciler, Rodos’taki gövde
gösterisinin Türkiye’ye yönelik olmadığını beyan ettiler.

Bu ortamda Türkiye, üzerinde hissettiği tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla İtalya


ile bir antlaşma yapma gereğini duydu. Taraflar arasında devam eden müzakereler
sonucunda Türkiye-İtalya Tarafsızlık, Uzlaşma ve Yargısal Çözüm Antlaşması, 30
Mayıs 1928 tarihinde imzalandı. 5 maddelik bir metinle 9 maddelik bir protokolden
oluşan söz konusu antlaşma uyarınca taraflar, birbirlerine karşı hiçbir siyasi ve iktisadi
antlaşmaya katılmayacakları gibi birisinin saldırıya uğraması hâlinde diğer devlet tarafsız
kalacaktı. Bunun yanı sıra, iki ülke arasında ortaya çıkacak sorunlar diplomasi yoluyla
çözümlenecekti. Ancak bu olmadığı takdirde, yargı yoluna gidilecekti. 1928 tarihli Türk-
İtalyan Antlaşması’nın imzalanmasına rağmen yine de iki devlet arasındaki ilişkiler
dostane bir seyir takip etmedi. Nitekim sonraki dönemlerde de, Rodos ve On İki Ada’daki
askeri düzenlemelerin yanı sıra İtalyan temsilcilerin sert açıklamaları, taraflar arasındaki
ilişkileri gerginleştirmeye devam etti.

Bununla birlikte İtalya’nın yayılmacı politikaları çerçevesinde 1935’te saldırdığı


Habeşistan’ı zamanla işgal etmesi karşısında Türkiye, Milletler Cemiyetinin İtalya’ya
yönelik ambargo kararına iştirak etti. Bilhassa iki taraf arasındaki ekonomik ilişkilerin
yüksekliği bakımından bu olay, Türkiye için olumsuz bir sonuç doğurdu. Buna karşın
İtalya ise, 1936 yılında Montreux'de Boğazlarla ilgili yapılan toplantıya katılmadı.

8.6. Türk-Sovyet İlişkileri


Milli Mücadele Dönemi içerisinde Türk-Sovyet ilişkileri, iki tarafın çıkarları ve
beklentileri çerçevesinde şekillendi. Zira ortak düşman olan İtilaf devletlerine karşı
TBMM hükûmetinin yaptığı mücadele, Sovyetlerin de istediği ve işini kolaylaştıran bir
durum ortaya çıkarmaktaydı. Neticede her iki tarafın da menfaatine uygun olarak gelişen
ilişkiler, bazı dönemler sıkıntı geçirse de, İkinci Dünya Savaşı’na kadar dostane bir
şekilde devam etti.

209
Cumhuriyetin ilanın ardından Türkiye, Lozan Antlaşması’ndan kalan sorunları
çözmeye dayalı bir politika izledi. Ancak Musul Meselesi hakkında İngilizlerle yapılan
görüşmelerden bir sonuç alınamamasının yanı sıra bu konuda Milletler Cemiyetinin aldığı
olumsuz karar, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne daha da yaklaştırmış ve iki devlet arasında
17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması
imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsızlığını
koruyacaktı. Taraflar birbirlerine saldırıda bulunmayacaklardı. Her iki ülke, diğer
devletlerle kendilerine karşı oluşmuş bir ittifak veya siyasi mahiyeti olan herhangi bir
antlaşmaya katılmayacaktı. Ayrıca taraflar, antlaşma dışındaki devletler tarafından
girişilecek düşmanca bir harekete de iştirak etmeyeceklerdi. Neticede bu antlaşma,
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Türk-Sovyet dostluğunu sağlamlaştırırken ilerleyen
tarihlerde yapılan protokollerle uzatılarak II. Dünya Savaşı sonlarına kadar uygulamada
kalmıştır.

1925 tarihli antlaşmanın ardından Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ticari
uyuşmazlıkları çözmek amacıyla 11 Mart 1927’de Ankara’da bir Ticaret ve Deniz
Ulaşım Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Sovyetler Birliği, Türkiye’den
yapacağı ithalata yıllık değer sınırlaması koyduğu gibi Türkiye, Kars ve Artvin dışındaki
birkaç şehirde Sovyet ticari temsilciliklerinin kurulması ve bunların bazı diplomatik
ayrıcalıklardan yararlanması gibi hususları benimsedi. Aynı zamanda Sovyetler Birliği
de, Türkiye’nin isteği üzerine, üçüncü bir devlete gönderilecek malların iki devletin
topraklarından gümrüksüz olarak transit geçmesini kabul etti. Antlaşmaya konan bu
hüküm, Batum limanının Türkiye tarafından kullanılmasına imkân vermekteydi.

Türkiye’nin 1929’da Litvinov Silahsızlanma Protokolü’ne katılması iki ülkeyi


daha da birbirine yaklaştırdı. Ayrıca İsmet Paşa’nın 1932 yılında gerçekleştirdiği
Moskova ziyaretinde, iki ülke arasındaki ilişkilerin müzakeresiyle birlikte bir kredi
antlaşması da imzalandı. Buna göre Türkiye, Rusya’dan 8 milyon altın tutarında 20 yıl
vadeli ve faizsiz bir kredi temin etmiş oldu. Söz konusu kredi, I. Beş Yıllık Sanayi Planı
uyarınca gerekli bazı yatırımlarda kullanıldı.

Başlangıçta hem Türkiye hem de Sovyetler, Milletler Cemiyetini büyük


devletlerin kendilerine karşı yapacakları bir hamlede kullanacakları bir araç olarak
görüyorlardı. Bu yüzden Sovyetler Birliği, Milletler Cemiyetine girmediği gibi
kendisinden uzaklaşacağı düşüncesiyle Türkiye’nin de katılmasını istemiyordu. Fakat
ilerleyen dönemde Türkiye’de, Cemiyete katılma yönünde bir eğilim belirdi. Zira
Milletler Cemiyetine girdiği takdirde toprakları üzerinde emelleri olan İtalya ve
Yunanistan’a karşı kendisini koruyabileceğini düşünüyordu. Bu bakımdan Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasında Milletler Cemiyetine üye olma konusunda ortaya çıkan görüş
ayrılığı, Türkiye’nin ardından Sovyetlerin de cemiyete katılmasıyla birlikte çözümlenmiş
oldu. Buna karşın Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra, iki ülke
arasındaki dostane ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başladı. Bilhassa 1939 yılında
Moskova’da yapılan görüşmeler sonrası Türkiye, Sovyet tehdidi ve endişesi ile karşı
karşıya kaldı.

210
8.7. Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi (1932)
Yasası, 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe giren ve aynı yıl içerisinde
çalışmalarına başlayan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam), I. Dünya Savaşı’nın galip
devletleri tarafından uluslararası barışı korumak, işbirliğini artırmak ve mevcut düzenin
korunması gibi amaçlarla kurulmuştu. Lozan Antlaşması’nın çerçevesi içinde Türkiye,
cemiyetin otorite ve yetkisini fiilen tanımıştı. Fakat İngiltere’nin kontrolü altındaki
Milletler Cemiyetine giriş fikrine, özellikle Musul meselesindeki taraflı tutumu sebebiyle
sıcak bakmadı. Ayrıca müttefiki durumunda olan Sovyet Rusya’nın, Milletler Cemiyetine
üye olmaması da bu kuruluştan uzak durmasında etkili oldu.

Bununla birlikte 1928 yılından itibaren uluslararası çalışmalarda sıklıkla yer


almaya başlayan Türkiye, Briand-Kellogg Paktı’na katıldığı gibi Silahsızlanma
Konferansı’nda da yer aldı. 1931 yılına gelindiğinde ise, Milletler Cemiyetine katılma
yanlısı bir tutuma yöneldi. Ancak bu konuda Sovyet Rusya’nın endişelerini dikkate alarak
iki taraf arasındaki antlaşmalardan doğan yükümlülükleri hususunda ona güvence verme
gereğini duydu.

Türkiye, Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine, Milletler Cemiyetine kendisi


başvurarak değil cemiyet tarafından yapılacak bir davetten sonra girmek istiyordu. Bu
sırada Milletler Cemiyeti Genel Kurulu, 6 Temmuz 1932’de, Çin-Japon anlaşmazlığını
görüşmek üzere olağanüstü bir toplantı yaptı. Toplantıda İspanya’nın teklifi ve
Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin üyeliğe davet edilmesi kararlaştırıldı. Kararın
Türkiye’ye bildirilmesi üzerine, bu davet kabul edildi. Sonuçta Milletler Cemiyeti, 18
Temmuz 1932’de 43 üyesinin oybirliğiyle Türkiye’yi üyeliğe kabul etti. Bu şekilde
Türkiye, dünya barışına ve uluslararası işbirliğine önem verdiğini bir kere daha göstermiş
oldu.

8.8. Balkan Antantı (1934)


Türkiye, Milli Mücadele’den sonra barışın korunması ve bölgesel ittifaklara
dayalı bir dış siyaset takip etti. Bilhassa bölgesinde bulunan devletlerle olumlu ilişkiler
kurmak amacıyla 15 Aralık 1923’te Arnavutluk, 18 Ekim 1925’te Bulgaristan ve 25 Ekim
1925’te Yugoslavya ile birer dostluk antlaşması imzaladı. Bu ortamda, dünyadaki siyasi
gelişmelerin yanı sıra 1930 yılından itibaren yaşanan Türk-Yunan yakınlaşması, Balkan
devletleri arasındaki yakınlaşmanın ve işbirliğinin önünü açtı.

6-10 Ekim 1929 tarihleri arasında Milletlerarası Barış Bürosu’nun Atina’da


düzenlediği Evrensel Barış Kongresi’nde Yunanistan’ın eski başbakanlarından
Papanastasiyu, bir Balkan birliği kurulması önerisinde bulundu. Bunun ardından 5 Ekim
1930 tarihinde Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya
arasında gerçekleştirilen ilk Balkan ülkeleri konferansını benzer toplantılar takip etti.
Balkan ülkeleri arasında işbirliği yapılmasına yönelik bu toplantılar zamanla Balkan
ittifakı kurulması çalışmalarına yöneldi. Ancak Arnavutluk ve Bulgaristan gibi ülkelerin
Balkanlardaki statükoyu değiştirme yanlısı tutumları, birliğe katılmak istememeleri
sonucunu doğurdu.

211
Nihayetinde Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya temsilcilerinin 9
Şubat 1934 tarihli toplantısında Balkan Antantı’nın kurulması kararlaştırıldı. Balkan
Antantı, üye devletler açısından birbirlerinin sınırlarını korumayı ve Balkanlarda mevcut
durumu değiştirmek isteyen ülkelere karşı önlem almayı öngörüyordu. Ayrıca taraflar, bu
antlaşmayı imzalamamış olan başka bir Balkan devletine karşı birbirine haber vermeden
herhangi bir siyasi harekette bulunmamayı ve yükümlülük altına girmemeyi garanti
ediyorlardı. Antant, Balkanlarda mevcut durumun korunmasına, üyeler arasında
işbirliğinin sağlanmasına ve dünya barışına katkıda bulunmaya yönelikti. Bununla
birlikte Türkiye, Sovyetler açısından ve Yunanistan ise İtalya ile ilgili çekincelerini ortaya
koymuşlar ve antanta katılmış olmakla, bu devletlerle bir savaşa girişemeyeceklerini
belirtmişlerdi.

Bu şekilde meydana getirilen Balkan Antantı ile birlikte, siyasi alanda bazı
menfaatler de elde edildi. Örneğin İtalya’nın Habeşistan’a saldırısı üzerine Milletler
Cemiyeti kararlarına birlik hâlinde iştirak eden üyeler, Montreux Boğazlar
Sözleşmesi’nde de Türkiye’yi desteklediler. Aynı zamanda Balkan Antantı, yürürlükte
kaldığı süre boyunca, Türkiye’nin batı sınırlarının güvence altına alınmasında etkili oldu.

Fakat antant, gerek oluşum gerekse dayanıklılık açısından Türkiye’nin beklediği


seviyenin altında kaldı. Bu meyanda antant, büyük devletlerin iktisadi ve siyasi yayılma
girişimleri karşısında çok geçmeden çözülmeye başladı. Yugoslavya’nın Bulgaristan ve
İtalya ile dostluk antlaşmaları imzalaması, Yunanistan’ın İtalya’ya yaklaşması ve hem
Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın daha başlangıçta ifade ettikleri çekinceler, Balkan
Antantı’nı giderek zayıflattı. Bundan sonra Balkan Antantı’nı yıkan olaylar süratle
gelişmiş ve antant üyeleri son toplantılarını 1940 yılında Belgrad’da icra etmişlerdir.

8.9. Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936)


XX. yüzyıl başlarına kadar Boğazlar, tartışmasız bir şekilde Osmanlı
egemenliğindeydi. Lozan Konferansı sırasında Türkiye ile galip devletler arasında bir
boğazlar sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik
haklarını kısıtlıyordu. Boğazlar, askerden ve silahtan arındırıldığı gibi uluslararası bir
Boğazlar Komisyonu kurularak Çanakkale ile İstanbul Boğazlarının kontrol ve yönetimi
adı geçen komisyona bırakılmıştı. Barış zamanında bütün gemilerin geçişlerinin serbest
olduğu Boğazlardan, savaş zamanındaki geçişlerde Türkiye’nin durumuna göre bazı
kısıtlamalar getirilmişti. Aynı zamanda Boğazlarla ilgili bir tehlikenin ortaya çıkması
hâlinde Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye teminat veriyordu.

1923-1936 yılları arasındaki uluslararası kontrol döneminde İstanbul ve


Çanakkale Boğazları, sıkıntılı bir sürece sahne oldu. Başkanının bir Türk olmasına
rağmen Boğazlar komisyonundaki yabancı üyeler, İngiliz temsilcinin yönlendirmelerine
muhatap oldular. Ayrıca Lozan’da imzaladığı Boğazlar sözleşmesini daha sonra
onaylamayan Sovyetlerin bu komisyonda yer almaması, Türkiye’nin yalnız kalması
sonucunu doğurdu. Boğazlar Komisyonu’nun üyeleri, mukavelede açık olarak ifade
edilmeyen veya yer bulmayan hususlarda, Türkiye’nin menfaatlerine zarar verebilecek

212
bir eğilim sergilemişlerdi. Bununla birlikte dönemin hükûmetleri, imkânlar ölçüsünde,
Boğazlar Komisyonu’nun olumsuz faaliyetlerine engel olmak ve Boğazların savunması
yolunda bazı tedbirler almak gibi çeşitli girişimlerde bulundular.

Türkiye, Boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan söz konusu sözleşmeyi,


Lozan’da kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak zaman içerisinde Milletler Cemiyeti,
kendisinden beklenen güvenlik sistemini başarıyla gerçekleştiremedi. Aynı zamanda
Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerin yayılmacı emelleri, giderek tehlikeli
boyutlara ulaşmaktaydı. Dünya barışını tehlikeye sokan bu gelişmeler karşısında Milletler
Cemiyetine karşı sorumlu olan Boğazlar Komisyonu’nun yönettiği ve silahtan arındırılan
İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atan bir durum ortaya
çıkarmaktaydı. Neticede Türkiye, uluslararası ilişkilerde yaşanan bu gergin ortamı
değerlendirerek Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayan ülkelere bir çağrıda bulundu. 11 Nisan
1936 tarihinde yayınlanan notada, şartların değiştiği beyan edilip Boğazların
silahlandırılması ve Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması talep edildi. Bu istek, İtalya
dışında bütün taraf devletler tarafından olumlu karşılandı.

22 Haziran 1936 tarihinde İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Yunanistan, Sovyet


Rusya, Japonya, Romanya ve Yugoslavya temsilcileri İsviçre’nin Montreux şehrinde bir
araya geldiler. Türkiye, konferansta 13 maddeden oluşan tezini ileri sürerek Boğazlar
üzerindeki tam egemenliğinin gerçekleştirilmesini istedi. Türkiye’nin tezine karşılık
İngiltere ve Sovyet Rusya da birer tez ortaya attılar. Müzakere sürecinde İngiltere, Sovyet
Rusya’nın Boğazlarda ayrıcalık elde etmek istemesi sebebiyle Türk tezine destek verdi
ve hazırlanan sözleşmede, Türkiye’nin istediği bazı önemli değişiklikler dikkate alındı.
Sonuçta 20 Temmuz 1936 tarihinde 29 madde, 4 ek ve bir protokolden oluşan Montreux
[Montrö] Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

Montreux Boğazlar Sözleşmesi uyarınca, Boğazlar Komisyonu ve Boğazların


askerden arındırılması gibi şartlar kaldırıldı. Ticaret gemileri için tam bir geçiş serbestliği
sağlandı. Boğazlardan geçiş ve deniz taşımacılığı, Türkiye ve Karadeniz’e kıyısı olan
devletlerin güvenliğini koruyacak şekilde düzenlendi. Karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin savaş gemilerine cins, tonaj ve büyüklük gibi sınırlamalar getirilirken
Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişlerinde ise serbestlik tanındı.
Sözleşmenin yürürlük süresi 20 yıl olarak belirlendi. Bununla beraber, sürenin bitiminden
en az iki yıl önce taraflardan hiçbiri sözleşmenin feshini istemezse süre kendiliğinden
uzayacaktı.

Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’de büyük bir mutluluğa sebep olurken


diplomatik bir zafer olarak da kabul edildi. Bu sözleşmeyle birlikte, Türkiye’nin Boğazlar
üzerindeki egemenliği temin edildi ve Boğazların güvenliği Türkiye’ye bırakıldı.
Yürürlük süresinin 1956 yılında sona ermesi gerektiği hâlde taraflardan hiçbirinin fesih
istememesinden dolayı Montreux Boğazlar Sözleşmesi, günümüzde de yürürlüğünü
devam ettirmektedir.

213
8.10. Sadabad Paktı (1937)
Türkiye, Batılı devletlerle ilişkilerini geliştirirken İslam ülkeleriyle de iyi ilişkiler
kurmaya gayret etti. Böylece hem Batı’da hem de Doğu’da bir güvenlik kuşağı
oluşturmuş olacaktı. 30 Haziran 1930’da imzalanan İngiltere-Irak İttifak Antlaşması,
Irak’ın bağımsız bir devlet olmasını sağladı. Ardından Irak Kralı Faysal, 6-7 Haziran
1931’de Türkiye’yi ziyaret etti. 1933 yılında İran ile Irak arasında yaşanan yakınlaşma,
Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin gelişmesine yol açtı. Bir yıl sonra ise, İran Şahı Rıza
Pehlevi Türkiye’ye bir ziyaret düzenledi.

Bütün bu gelişmeler Türkiye, İran ve Irak’ı birbirine yaklaştırdı. Bununla birlikte


üç devleti bölgesel işbirliği çabalarına yönelten en önemli etken, İtalya’nın yayılmacı
idealleri çerçevesindeki Orta Doğu politikası olmuştu. Sonuçta bu üç ülke, 2 Ekim
1935’te Cenevre’de bir araya gelerek üçlü bir antlaşma yaptılar. Bir süre sonra Afganistan
da bu antlaşmaya katıldı. Nihayetinde 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’daki Sadabad
Sarayı’nda bir araya gelen Türkiye, İran, Irak ve Afganistan temsilcileri, Sadabad
Paktı’nı imzaladılar. Beş yıl süreli bu pakta göre üye ülkeler, sınırlara saygı göstermeye,
dostluk ilişkilerini devam ettirmeye, birbirlerine saldırmamaya, birbirlerinin içişlerine
karışmamaya ve Briand-Kellogg Paktı’ndaki esaslara uymaya söz verdiler.

Neticede hukuki açıdan II. Dünya Savaşı’ndan sonra da varlığını korumuş olan
Sadabad Paktı, 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulması üzerine değerini yitirirken
Afganistan’da komünist bir rejimin ortaya çıkması ve ardından İran ile Irak’ın savaşa
tutuşmasıyla birlikte ortadan kalktı.

Bununla birlikte Türkiye, diğer Orta Doğu ülkeleriyle de ikili ilişkilerini


geliştirmeye önem verdi. Bu meyanda, 7 Nisan 1937’de Mısır ile bir dostluk antlaşması
imzalanırken Ürdün Kralı Abdullah, Atatürk’ün misafiri olarak 31 Mayıs-8 Haziran 1937
tarihleri arasında Türkiye’ye geldi. Ne var ki tüm bu çabalara rağmen Arap ülkelerinin
tam bağımsız olmaması, taraflar arasında sağlıklı ilişkiler kurulmasına engel oldu.

8.11. Hatay’ın Anavatana Katılması


İskenderun sancağı, Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal edildiği için Misak-ı
Milli sınırları içerisine dâhildir. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’nda İskenderun
sancağına özel bir statü verilerek Fransız mandasındaki Suriye’ye bırakıldı. Aynı
zamanda buradaki Türklerin haklarının korunmasına ve Türk kültürünün yaşatılmasına
özen gösterilmesi gibi hususlar da antlaşmada yer aldı. Lozan Antlaşması’nda da
benimsenen bu statü, başlangıcından itibaren bölge halkı ve Türkiye tarafından tasvip
edilmedi.

1925 yılında Suriye’de bazı güçlüklerle karşılaşan Fransız hükûmeti, M. De


Jouvenel’i yüksek komiser olarak tayin etti. De Jouvenel’in bölgede izlediği liberal
politika, Suriye ve İskenderun’da yaşayanlar tarafından kendilerine muhtariyet verileceği
umudunu doğurdu. Nitekim Ocak 1926’da sancağın Suriye meclisindeki temsilcileri,
Suriye’den ayrılıp doğrudan doğruya Fransız yüksek komiserliğine bağlanmayı talep

214
ettiler. Bu isteği kabul eden Fransa, İskenderun sancağı temsilcilerinin ayrı bir meclis
kurmalarına izin verdi. Sancak temsilcilerinin oluşturduğu meclis ise, Mart 1926’da bir
anayasa hazırlayarak sancağın bağımsızlığını ilan etti. Fakat bu bağımsızlık ilanına,
Suriye makamları büyük tepki gösterdiler. Bunun üzerine Fransızların aracılığıyla Suriye
hükûmeti ile sancak temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonunda sancak meclisi
kararından dönerek İskenderun’un Suriye içerisinde muhtar bir bölge olarak kalmasını
kabullendi.

1936 yılına gelindiğinde, Hatay Sorunu’nda yeni bir gelişme ortaya çıktı. Nitekim
II. Dünya Savaşı’na doğru gidilen bu süreçte Fransa, Suriye üzerindeki mandaterliğini
kaldırdı ve yaptığı bir antlaşmayla beraber, İskenderun’daki tüm yetki ve haklarını
Suriye’ye devretti. Fakat Türkiye, bu duruma sert bir karşılık vererek Fransa’dan
İskenderun sancağına da bağımsızlık vermesini istedi. Bunun üzerine Fransız hükûmeti,
böyle bir karara yetkili olmadığını ve Milletler Cemiyetine başvurulmasını teklif etti. 14
Aralık 1936 tarihinde sancak konusunu ele alan Milletler Cemiyeti, incelemelerde
bulunması için 3 kişilik bir komisyon kurulmasına karar verdi. Sonuçta cemiyet genel
kurulunda İngiltere’nin de desteğiyle Türkiye’nin tezleri kabul edilerek İskenderun’a özel
bir statü verildi. Buna göre sancak, içişlerinde serbest olup dış işlerinde Suriye’ye bağlı
bir hâle getirildi. Resmi dili Türkçe idi ve bir anayasası olacaktı. Anayasa, Türkiye ile
Fransa arasındaki bir antlaşmayla güvence altına alınacaktı. Sancak anayasasının
Milletler Cemiyeti tarafından kabulünden sonra yeni Türkiye-Suriye sınırı da çizilmiş
oldu.

Ancak bu sırada bölgede başlayan karışıklıklar sonucunda, taraflar arasındaki


ilişkiler yeniden gerginleşti. Mustafa Kemal Paşa, Adana gezisi sırasında kendisini
karşılayan Antakyalılara kırk asırlık Türk yurdunun düşman elinde kalamayacağını
söyleyerek Türkiye’nin bölgeye yönelik tavrını ve arzusunu ortaya koydu. Bu sırada
2.500 mevcudu Türk askerlerinden oluşan 6.000 kişilik bir kuvvet oluşturulup asayişin
sağlanması amacıyla bölgede görevlendirildi. 1938 yılında yapılan seçimlerde, sancak
meclisindeki 40 milletvekilliğinden 22’sini Türkler kazandı. Bundan sonra devletin resmi
adı Hatay ve rejimi ise cumhuriyet olarak belirlendi. Cumhurbaşkanlığına Tayfur
Sökmen, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek seçildi. Ardından Hatay Millet Meclisi,
oy birliğiyle Türkiye’ye katılma kararı aldı ve 23 Temmuz 1939’da Hatay, Türkiye
Cumhuriyeti sınırlarına dâhil oldu. Böylece M. Kemal Atatürk’ün gerçekçi, kararlı ve
akılcı politikasıyla birlikte Avrupa’nın içinde bulunduğu durum ve İngiltere’nin
Türkiye’ye verdiği destek gibi faktörlerin etkisiyle, diplomatik alanda büyük bir başarı
kazanıldı. Aynı zamanda Lozan Antlaşması’nda Misak-ı Milli’den verilen bir taviz de,
Türkiye lehine çözümlenmiş oldu.

8.12. II. Dünya Savaşı ve Türkiye


Cumhuriyet’in ilanının ardından Türkiye, öncelikle Lozan’dan arta kalan
sorunlarını halletme mücadelesi verdi. Bunun yanı sıra, silahsızlanma hareketlerini
destekleyerek barışın korunmasına ve mevcut durumun devamına yönelik politikalar

215
benimsedi. Zaman içerisinde Milletler Cemiyeti’ne girdiği gibi Balkan Antantı ve
Sadabad Paktı’nın kurulmasına da öncülük etti.

Aynı dönemde Sovyet Rusya, Türkiye’nin Almanya ve Fransa’ya yaklaşmasını


istemiyordu. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun 1939 yılının Eylül-Ekim aylarında
gerçekleştirdiği Moskova ziyaretinde Sovyetler, Türk heyetinden çok ağır taleplerde
bulundular. Söz konusu görüşmelerde Sovyet tarafının Boğazların ortak savunulması ve
Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde değişiklik yapılması gibi talepleri karşısında Türk
temsilciler, bu istekleri kabul etmedi. Bu durum, Türkiye ile Sovyet Rusya ilişkilerinde
belirsizlik ve endişe ortamı oluşmasına neden oldu.

1930’lu yıllar içerisinde Türkiye, Almanya ve İtalya gibi yayılmacı hedefler


peşinde koşan devletlere karşı İngiltere ve Fransa ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna
gitti. Bir süredir devam eden görüşmeler neticesinde Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında
19 Ekim 1939’da bir ittifak antlaşması yapıldı. Bu ittifak uyarınca İngiltere ve Fransa’ya
bir Avrupa devletinin saldırısı hâlinde veya İngiltere ve Fransa’nın katıldığı bir savaşın
Akdeniz’e yayılması durumunda adı geçen iki ülke, Türkiye’ye destek verecekti. Buna
karşın Türkiye ise, onların yanında savaşa girecekti. Türkiye, İngiltere ve Fransa
arasındaki ittifak görüşmelerinin devam ettiği sırada Alman ordularının Polonya sınırını
geçmeleri üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya’ya savaş ilan ettiler. Böylece II. Dünya
Savaşı da başlamış oldu. Türkiye, savaşın başlarında tarafsız kalmaya büyük özen
gösterdi.

1940 Haziran ayında İtalya’nın, Almanya’nın yanında ve Mihver devletleri


bloğunda savaşa girmesi üzerine İngiltere ve Fransa, yaptıkları ittifaka dayanarak
Türkiye’nin savaşa katılmasını istedi. Zira taraflar arasındaki ittifak, Türkiye’nin savaşa
girmesini gerektiriyordu. Fakat Türkiye, kendisine vaat edilen mühimmatın verilmemesi
gibi bazı gerekçeler ileri sürerek savaş dışı kalmaya devam etti. Zaten müttefiklerden biri
olan Fransa’nın, Almanya ile mütareke imzalaması da İngiltere’nin bu konuda ısrarcı
olmasını önledi. Bu sırada Almanların Balkanlara inmesinin ardından Türkiye ile
Almanya arasında bir saldırmazlık antlaşması imzalandı. Türkiye’nin Almanya ile bir
saldırmazlık antlaşması imzalaması, müttefik devletler tarafından hiç hoş karşılanmadığı
gibi ona krom satması da müttefikleri rahatsız ediyordu. Üstelik Türk-Alman
antlaşmasından dört gün sonra Almanya, Sovyetlere de savaş ilan etti.

Bu ortamda müttefikler, Türkiye’nin kendi yanlarında savaşa katılması için


yaptıkları baskıyı arttırdılar. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile İngiltere Başbakanı Winston
Churchill arasında 30 Ocak-1 Şubat 1943 tarihleri arasında Adana’da yapılan
görüşmelerde, en geç 1943 yılı sonuna kadar Türkiye’nin savaşa katılması istendi.
Türkiye ise, savaş için gerekli araç-gereç eksikliğinin tamamlanması isteğiyle birlikte
Almanya’nın yenilmesi hâlinde Sovyetlerin Avrupa’ya hâkim olacağı endişesini ileri
sürdü. Bundan dolayı İ. İnönü, Türk sınırlarının güvenceye alınmasını ve askeri
ihtiyaçların giderilmesini talep etti.

216
Adana Görüşmeleri sonunda, Türkiye’nin askeri bakımdan desteklenmesi
kararlaştırılmasına rağmen Türkiye’nin isteklerini karşılayamayan müttefik devletler,
yine de savaşa girme konusunda ısrarcı olmaya devam ettiler. Sovyetlerin de isteğiyle
müttefikler, Türk hava sahasını kullanmak istiyorlardı. Türkiye ise müttefiklere üs
vermektense savaşa katılmayı tercih edeceğini bildirdi. Türkiye’nin savaşa girdiği
takdirde silah ve ordusunun diğer ihtiyaçlarının da karşılanmasını isteyeceğini bilen
İngiltere, hava sahasını kullanmaktan ziyade yalnızca üs verilmesini talep etti. Bu sırada
4-7 Aralık 1943 tarihleri arasında Cumhurbaşkanı İ. İnönü, İngiltere Başbakanı W.
Churchill ve ABD Başkanı F. Roosevelt arasında Kahire’de yapılan görüşmelerde,
Türkiye’nin savaşa katılması konusu masaya yatırıldı. Israrlar karşısında İ. İnönü,
Türkiye’nin savaşa girmesini prensipte kabul etti. Bununla birlikte, Türk ordusunun
eksikliklerinin giderilmesi isteğini yineledi ve eksiklikler giderilmeden savaşa
giremeyeceğini kararlı bir şekilde vurguladı. Talep edilenler arasında 7.000 kamyon,
2.000 traktör, 300 uçak ve binlerce uçaksavar yer alıyordu. İngiliz heyetinin, Türkiye’nin
fazla silah istediğini öne sürmesi üzerine iki taraf arasında devam eden yardım
görüşmeleri kesildi.

Savaşın sonunun yaklaştığı bir dönemde Türkiye, 23 Şubat 1945’te, Almanya ve


Japonya’ya savaş ilan ederek II. Dünya Savaşı’na müttefikler yanında dâhil oldu. Bu
şekilde, savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’ni kuracak olan San Francisco Konferansı’na
katılabilme hakkını elde etti. Ancak tam da bu dönemde, 19 Mart 1945 günü, Sovyet
Dışişleri komiseri Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper ile yaptığı bir görüşmede,
1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı savaş şartlarında
meydana gelen derin değişikliklerden dolayı feshetmek istediklerini bildirdi. Söz konusu
durum, Sovyetlerin istek ve düşüncelerini göstermesi açısından, Türkiye için 1939’dan
sonraki ikinci aşamaydı. Bunun ardından dönemin Şükrü Saraçoğlu hükûmeti,
antlaşmanın yenilenmesi amacıyla Sovyetlerin ne gibi talepleri olduğunu öğrenmek
istedi. Haziran ayında S. Sarper ile bir görüşme daha yapan Molotov, yeni bir paktın
imzalanmasından önce bazı sorunların çözümlenmesi gerektiğini söyleyerek Türk-Rus
sınırlarında değişiklik, herhangi bir saldırı karşısında ortak savunmayı sağlamak
üzere Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin
yeniden gözden geçirilmesi prensibi üzerinde iki hükûmet arasında bir antlaşma
yapılması gibi taleplerde bulundu.

Sonuç olarak savaşın büyük bir felaket olduğunu bilen Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı boyunca
tarafsızlığını koruyarak savaş dışı kalma başarısını gösterdiler. Ne var ki Türkiye, dışında
kalmasına rağmen savaşın sıkıntılarını büyük oranda yaşadı. Herhangi bir saldırı
olabileceği endişesiyle 1 milyonun üzerinde insan silahaltına alındı. Büyük kentlerde
karartma uygulandı. Ekonomi bozulduğu gibi enflasyon yükseldi; ekmek ve şeker gibi
temel gıda maddeleri karneyle dağıtıldı.

Bu sıkıntıları gidermek için TBMM, 18 Ocak 1940 tarihinde Milli Korunma


Kanunu’nu kabul etti. Ekonominin her alanına müdahale hakkı veren Milli Korunma

217
Kanunu ile birlikte vatandaşlara yeni yükümlülükler getirildi. 11 Kasım 1942’de servet
üzerinden alınan Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı. Bu vergiyle Türkiye’de yaklaşık 315
milyon lira gelir elde edildi. Ayrıca 7 Haziran 1943’te çıkarılan Toprak Mahsulleri
Vergisi ile de çiftçiye ağır yükümlülükler getirildi.

218
.

Uygulamalar

1. Cumhuriyet’in ilan edildiği dönemde Türkiye’nin komşusu bulunan


devletleri, bir harita üzerinde inceleyerek karşılaştırınız.
2. Atatürk Dönemi Türk dış politikasını, devletler ve konular açısından ayrı
ayrı inceleyiniz.
3. Atatürk Dönemi Türk dış politikası ile ilgili en az bir film veya belgesel
izleyiniz. (İnternet ortamından yasal olarak kullanıma açık bu konuyla ilgili belgesellere
ulaşmanız mümkündür.)

219
Uygulama Soruları

1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Boğazlar sorunu hakkında bilgi veriniz.

2. Musul sorununu gelişim süreci ile birlikte değerlendiriniz.

3. Atatürk Dönemi Türk dış politikasındaki temel ilkeleri açıklayınız.

4. 1923-1938 yılları arasında Türkiye’nin katıldığı uluslararası


teşkilatlanmalar hakkında bilgi veriniz.

5. II. Dünya Savaşı sürecindeki Türk dış politikasını değerlendiriniz.

220
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti?

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi


alanlarda köklü değişikliklerle milli bir devlet olarak çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne
çıkma idealini benimsemiştir.

Türk dış politikasında genel hatlarıyla gerçekçilik, bağımsızlık, barışçılık,


Batıcılık, akılcılık, güvenlik politikası ve ittifaklar sistemi gibi ilkeler geçerli olmuştur.

Milli Mücadele Dönemi’nin dış politikadaki temel hedefi, Türk devleti ve


milletinin uluslararası alanda bağımsızlığının ve varlığının tanıtılması olmuştur.

Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesini Lozan’da büyük oranda sağlayarak milli


çıkarlardan taviz vermeden yalnızlık politikasından kurtulmaya ve yayılmacı olmayan
Batılı devletlerle iyi ilişkiler kurmaya gayret göstermiştir.

Aslında 1923-1930 yılları arasında Lozan Antlaşması’nın bıraktığı sorunlar


çözülmeye çalışılmıştır.

1930’dan sonraki yıllarda ise Milletler Cemiyetine Giriş, Balkan Antantı,


Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Sadabad Paktı ve Hatay Sorunu gibi gelişmeler meydana
gelmiştir. Ardından başlayan II. Dünya Savaşı’nda ise, tarafsız bir politika izlenmeye
çalışılmıştır.

221
10. 1945 SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Prof. Dr. Cihat Göktepe

Prof. Dr. Süleyman Seydi

247
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

 1945 ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Türk dış politikasının temel
özellikleri

 1945 sonrasında dünyada hüküm süren Soğuk Savaş şartları ile iki kutuplu
uluslararası düzenin Türk dış politikasına etkisi

 Türkiye’nin güvenlik arayışı ve Sovyetler Birliği’nden algılanan tehdit; Truman


Doktrini ve Marshall Yardımları

 İnönü liderliğinde Türk dış politikasının Batı Bloku’nda kendine yer edinme
gayretleri; Demokrat Parti döneminde aktif bir dış politika izleme gayretleri

 Kıbrıs Sorunu

 Türkiye’nin ABD desteğinde bölgesel paktlara öncülük ederek bölgesel bir soğuk
savaş oyuncusu olma gayretleri

248
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünyada kendini
hangi blokta konumlandırmıştır?

2. Bu dönemde Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden algıladığı tehditler nelerdir?

3. Kıbrıs sorununun Türk dış politikası açısından önemi nedir?

249
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımların nasıl elde


edileceği ve geliştirileceği

İkinci Dünya Savaşı İkinci Dünya Savaşı Ders notlarını okuma, fikir
sonrasında Türk dış sonrasında Türk dış yürütmek, araştırmak ve
politikasının temel özellikleri politikasının temel tartışmalara katılmak
özelliklerinin anlaşılması

Türk dış politikasını Türk dış politikasını Ders notu ve ilave


şekillendiren ulusal ve şekillendiren ulusal ve materyalleri okumak, fikir
uluslararası unsurlar uluslararası unsurların yürütmek, günümüz
öğrenilmesi uygulamaları ile kıyaslamalar
yapmak

Türkiye’nin Batı Bloku’nda Türkiye’nin Batı Bloku’nda Ders notu ve ilave


yer almasının tarihi, kültürel yer almasının tarihi, kültürel materyalleri okumak, fikir
ve uluslararası konjonktürden ve uluslararası konjonktürden yürütmek, günümüz
kaynaklanan sebepler kaynaklanan sebeplerinin uygulamaları ile kıyaslamalar
anlaşılması yapmak

1950-1960 arası dönemde 1950-1960 arası dönemde Ders notu ve ilave


Türkiye’nin çok yönlü bir dış Türkiye’nin çok yönlü bir dış materyalleri okumak, fikir
politika geliştirme çabaları politika geliştirme çabalarının yürütmek, günümüz
tahlil edilmesi uygulamaları ile kıyaslamalar
yapmak

Türkiye’nin Kore Savaşı’na Türkiye’nin Kore Savaşına Ders notu ve ilave


katılma sebepleri ve sonuçları katılma sebepleri ve materyalleri okumak, fikir
katılımının sonuçlarının yürütmek, günümüz
değerlendirilmesi uygulamaları ile kıyaslamalar
yapmak

Kıbrıs Sorunu’nun Türk dış Kıbrıs Sorunu’nun Türk dış Ders notu ve ilave
politikasına etkisi ve politikasına etkisi ve materyalleri okumak, fikir
Türkiye’nin bu soruna Türkiye’nin bu soruna yönelik yürütmek, günümüz
yönelik attığı adımlar attığı adımların tartışılması uygulamaları ile kıyaslamalar
yapmak

250
Anahtar Kavramlar

 Soğuk Savaş: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası düzenin, liderliğini


ABD ve SSCB’nin yaptığı iki farklı kutup arasındaki mücadele ekseninde şekillendiği dönem.

 Dış Politika: Ülkelerin uluslararası konumlarını tayin eden ve diğer ülkelerle


ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünü ve hareket tarzı.

 Truman Doktrini: 1947 yılında ABD Başkanı Truman tarafından yapılan, Soğuk
Savaşın başlangıcını ilan eden beyanat.

 Kıbrıs Sorunu: Kökeni İngiliz sömürge dönemine dayanan, 1955’ten sonra adada
Türk ve Rum toplumları arasında çıkan çatışma ve gerginliklerle gündeme gelen bunalım.

 Demokrat Parti: 1950-1960 yılları arasında Türkiye’yi tek başına iktidar olarak
yöneten siyasi parti.

251
Giriş
Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip ABD ve SSCB’nin önderliğinde
kapitalist-demokratik Batı Bloku ile Komünist Doğu Bloku arasında dünya üzerinde her anlamda
nüfuz kurma adına yapılan mücadeleyi ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde
müttefiklerle Sovyetler Birliği’nin Hitler’e karşı olan stratejik iş birliğine dayalı ortak hareket
edebilme kabiliyeti, savaş sonrası paylaşımlar söz konusu olduğunda çatışmaya dönüştü. Bu
çatışmayı daha savaşta durumun dengelenmeye başlandığı 1943 yılı başından itibaren görmek
mümkündür. Her ne kadar resmen 1947 Truman Doktrini ile başlatılsa da bazı Soğuk Savaş
dönemi uzmanları iki kutuplu dünyanın başlangıcı olarak İkinci Dünya Savaşı’nın son evresini
kabul etme eğilimindedirler.

Türkiye’nin savaşta izlediği tartışmalı tarafsızlık politikasının savaşın galipleri tarafından


eleştirilere maruz kalması, İnönü başta olmak üzere iktidar çevrelerinde savaş sonrası Sovyet
yayılmacılığı tehdidi karşısında Türkiye’nin yalnız kalacağı endişesini yarattı. İnönü, Türkiye’yi
demokratik dünyanın tarafında konumlandırmak adına çok partili hayata geçiş gibi içe ve dışa
dönük politikalar geliştirmek durumunda kaldı. Bu bir yönü ile de Atatürk’ün iki önceliği olan
modernleşme ve güvenlik eksenli politikaların bir devamı ve gereği idi. Soğuk savaş
başlangıcında İnönü liderliğindeki Türkiye’nin dış politikada temel hedefi Sovyet tehdidinin
önlenmesi ve buna bağlı olarak Batı ile siyasi, ekonomik ve askerî anlamda iş birliği
geliştirebilmekti. 14 Mayıs 1950’de iktidarı elde eden Demokrat Parti dış politikasının önceliği
yine aynı olmakla beraber daha aktif ve dinamik bir dış politika izlendiğini görüyoruz. DP’nin
Batı ile bölgesel paktlar çerçevesinde güvenlik anlamında iş birliğine girerek çekindiği komünizm
tehdidini savuşturmak adına soğuk savaş politikalarının bölgesel anlamda önemli bir oyuncusu
olmak konusunda öncelik almaktan kaçınmadığını görüyoruz. Bu dönemde DP’nin uğraşmak
zorunda olduğu ve yavaş yavaş kronik bir dış politika sorunu hâline gelecek Kıbrıs meselesi için
de ciddi mesai harcanacaktır. Kıbrıs sorunu bu dönemde dış politikanın en önemli konuları arasına
girecektir.

252
10.1. 1945-1950 Dönemi Türk Dış Politikası
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye İngiltere ve ABD’den savaş sonrası müttefik olarak
muamele göreceği garantisini aldıktan sonra 2 Ağustos 1944’te Almanya ile ekonomik ve
diplomatik ilişkilerini kesti. Fakat Sovyetler bunu çok geç kalmış bir karar olarak değerlendirdi.
SSCB’nin hedefi, savaş sonrası güvenlik kuşağı olarak gördüğü, Balkanlar ve Boğazlar
bölgesinde nüfuz sahibi olmaktı. Bu anlamda Türkiye’yi İngiliz ve Amerikalılardan ayırarak
kendisini bölgede daha avantajlı duruma getirmek istiyordu ancak İngilizler, Sovyetlerin niyetinin
farkında olduklarından savaş sırasındaki politikalardan dolayı kızgın da olsalar Türkiye’yi
savunmak durumunda kaldılar. Artık savaş sonrası stratejik mücadeleler ön plana çıkmaya
başlamıştı. Bu durum jeostratejik konumu itibarıyla Türkiye’nin avantajıymış gibi gözükse de her
şey bu kadar pürüzsüz değildi. İngiliz Dışişleri ve Genel Kurmayı, savaş sonrasında SSCB’ye
karşı Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu ancak Churchill’in savaşa yönelik tutumundan
dolayı Türkiye’ye kızgınlığı geçmemişti. Churchill, 1944 yılı Ekim ayında Moskova’da Stalin ile
görüşmesi esnasında Montreux’nün değişebileceğini ifade etmişti. Artık Türkiye’nin en büyük
korkusu, müttefiklerin Türkiye’yi SSCB karşısında yalnız bırakmasıydı.

Hâl böyle olunca Türkiye kendisini ilgilendiren bazı konularda sessiz kalmak
mecburiyetinde hissetti. Örneğin savaş sonrası On İki Ada’nın geleceği konusunda hiçbir ciddi
girişimi olmadı. Yunanistan ise daha savaşın başında, savaş sonrası bu adaların kendisine
verileceğine dair Londra’dan garanti dahi almıştı. Aslında baştan beri Meis Adası’nın Türkiye’ye
ait olduğunu Yunanistan dâhil herkes kabul ediyordu. Ama Sovyet faktörü devreye girince
İngiltere Ege’de ve Akdeniz’de kontrolü elinden kaçırmamak için On İki Ada’nın Yunanistan’a
verilmesi için çaba sarf etmeye karar verdi. Dolayısıyla Türkiye’nin en azından Meis’i alması
yönünde esen iyimser hava bu şekilde ortadan kalkmış oldu.

1945 yılına gelindiğinde müttefikler zafere adım adım ilerlerken Türk hükümetinde
karamsar bir hava hâkimdi. Türk hükümeti, üç büyüklerin liderlerinin 4–11 Şubat 1945’te
Yalta’da Avrupa’nın savaş sonrası statüsünü görüşmek için bir araya geldiklerinde Churchill’in
Stalin’e Türkiye aleyhine tavizler vereceğinden endişeliydi. Neredeyse bu endişeler
gerçekleşecekti. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden, konferansa gitmeden önce Türkiye’nin
aleyhinde bir girişimde bulunulmayacağına dair Ankara’ya güvence vermeyi önerdiğinde
Churchill kızgın bir şekilde, “Son iki yıldır doğru yönde adım atması için Türkiye’yi ikna etmeye
çalıştım ama onlar reddetti, kaçırdığı trene son anda atlamasını istemem” diye cevap verdi. Ancak
Akdeniz’deki uzun dönem İngiliz çıkarları göz önüne alındığında Churchill’in takındığı duygusal
tavra yer yoktu. Nitekim Eden’in itirazları Churchill üzerinde etkili oldu.

Yalta Konferansı’nda Türkiye konusu 10 Şubat’ta gündeme geldi. Stalin, Boğazlardan


geçişlerin sadece savaş zamanında değil, barış zamanında da Türkiye’nin kontrolüne terk
edilmesinin kabul edilemez olduğunu ve Montreux’ün günün şartlarına göre değerlendirilmesini
talep etti. Roosevelt ve Churchill, Stalin’e hak vererek bu konunun üç ülkenin dışişleri
bakanlarının yapacakları ilk toplantıda gündeme alınmasına karar verdilerse de Boğazlar konusu
burada gündeme alınmadı.

Yalta’da alınan önemli kararlardan biri de, Nisan ayı sonunda San Francisco’da
toplanacak Birleşmiş Milletler toplantısına, sadece 1 Mart 1945 tarihine kadar Japonya ve
Almanya’ya savaş ilan eden ülkelerin kurucu üye sıfatıyla katılmaya hak kazanacak olmasıydı.
Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Bunun, San
Francisco Konferansı’na katılmasını sağlamak ve BM’ye üye olabilmek adına sembolik bir

253
anlamı vardı ama Türkiye’nin güvenliğini garanti eden bir boyutu yoktu. Bir yandan ekonomik
darboğaz, diğer yandan savaş biter bitmez Sovyetlerin Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne yönelik
tehditkâr itirazı, modern ordular karşısında yeterli teknik donanıma sahip olmayan Türk
hükümetini endişelendirdi. Üstelik Sovyet tehdidi karşısında bölgedeki çıkarları doğrultusunda
kendisini yalnız bırakmayacağını düşündüğü Londra’dan da cesaret verici mesajlar gelmiyordu.
Zira savaşın yarattığı ekonomik sıkıntıların üstesinden gelmeye çalışan İngiliz hükümetinin gözü
kulağı Washington’dan gelecek mesajlara çevrilmişken Sovyet saldırılarına karşı Türkiye’ye
yardım yapabilmesi söz konusu değildi.

Bu çatışmanın önemli göstergelerinden birisi de Türkiye’nin savaşa katılış şekliydi.


Savaşın son anlarında Türkiye’nin savaş ilan etmesini, Churchill ve Roosevelt desteklerken Stalin
şiddetle eleştiriyordu. Yalta Konferansı’ndan hemen sonra Sovyet basını her gün Türkiye’yi
eleştiren ve küçülten yayınlar yapmaya başladı. Yayınlarda Türkiye’nin savaşta Alman yanlısı
politika izlediği ve hâlâ da izlemekte olduğu iddia ediliyordu. Ayrıca Türkiye’nin son anda savaşa
katılma kararı ile de dalga geçiliyordu.

SSCB ile ilişkiler savaşın son anları yaklaştıkça gittikçe gerilmeye başladı. 19 Mart’ta
Molotov Türk büyükelçisi Selim Sarper’i makamına çağırarak SSCB ile Türkiye ilişkilerinin
temelini oluşturan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nın
zamanın şartlarını karşılamadığı gerekçesiyle feshine ilişkin bir nota verdi. 7 Haziran 1945’te
Molotov, Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Selim Sarper’i tekrar davet ederek iki ülke arasındaki
sorunların giderilmesi için yeni bir anlaşma yapılabileceğini söyledikten sonra, temelde iki
konudaki isteklerini dile getirdi: Birincisi, Montreux’de Sovyetler lehine düzenlemeler yapılması
ve Boğazlarda Sovyetlere bir askerî üs verilmesiydi. İkincisi ise, Birinci Dünya Savaşı sırasında
Türkiye’den bir buçuk milyon civarında Ermeni’nin sürüldüğü gerekçesiyle bunların tekrar
anavatanlarına döndüklerinde kendilerine yurt olarak verilmek üzere, daha önce Ermenilere ait
olduğunu iddia ettiği Kars ve Ardahan’ın Sovyet Ermenistan’ına iade edilmesiydi.

İngiltere’nin Sovyetlere Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının kendileri


açısından önemli olduğunu belirten bir mesaj vermesine Potsdam Konferansı’ndaki atmosferin
etkilemesini istemeyen ABD olumlu bakmadı. 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında
toplanan Potsdam Konferansı’nda da Boğazların uluslararası statüye kavuşturulması konusu
gündeme geldi. Churchill ve ABD’nin Yeni Başkanı Harry S. Truman buna sıcak bakarlarken,
Montreux’nün mevcut ihtiyaçlara cevap veremediği noktasında da hemfikirdiler. Truman Sovyet
savaş gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmesine itiraz etmedi. Ancak Sovyetlerin üs
taleplerini geri çevirdi. Bu konuşmalara rağmen Potsdam’da Montreux Sözleşmesi’nin
yenilenmesi noktasında herhangi bir çözüm getirilmedi.

Türkiye bu gelişmeleri endişe ile takip etti. Savaşın sonuna doğru Churchill’in Boğazlar
konusundaki tutumuna rağmen, savaş sonrası Türkiye’ye en büyük destek İngiltere’den geldi.
Ancak 28 Temmuz 1945’te yapılan seçimi Muhafazakârlar kaybetti ve Clement Attlee
liderliğindeki İşçi Partisi İngiltere’de iktidarı elde etti. Attlee Boğazların uluslararası statüye
kavuşturulmasına sıcak bakıyordu. Üstelik yeni başbakan Sovyetlerin taleplerini de makul olarak
tanımlıyordu. Koltuğunu Ernest Bevin’e devreden Eden ise Boğazların uluslararası statüye
kavuşturulmasının kabul edilebilir olduğunu ancak Sovyet isteklerinin bu noktada samimi
olmadığını; Sovyetlerin bunu daha ziyade Türkiye’yi boyunduruk altına almaları için ilk adım
olarak gördüklerini dile getirdi. Neticede yeni İngiliz hükümeti kısa süre sonra Sovyet isteklerini
Eden gibi okumaya başladı. Ancak Truman bu noktada Sovyet isteklerine yakın duruyordu.

254
İngiliz Hükümeti’nin Sovyet isteklerine karşı ortak tavır belirleme gayretinin özellikle Truman
engeline takılması, Türk hükümetinde ciddi endişeler yarattı. Ankara Truman’ın tavrının
Sovyetleri cesaretlendirdiğini düşünüyordu.

Truman, Boğazlar konusundaki görüşlerini 2 Kasım 1945’te Türkiye’ye iletti. Truman,


Karadeniz’e kıyısı olan bütün ülkelerin savaş gemilerinin herhangi bir sınıra tabi tutulmadan
savaşta ve barışta Boğazlardan transit geçmesini öngörüyordu. Türkiye ise bunu Sovyet
isteklerinin kabulü olarak gördü ama diplomatik çabalarını da sürdürdü. Ankara bir yandan
Londra ve Washington’un Boğazlar konusundaki görüşlerini kendisine yakın bir noktada
buluşturmayı amaçlarken diğer yandan da özellikle ABD’den muhtemel bir Sovyet saldırısı
karşısında Türkiye’nin savunmasına yardımcı olacağına dair güvence almaya gayret gösterdi.
Bunu sağlamak için de Batı’nın Orta Doğu ve Akdeniz’deki çıkarlarının korunması açısından
Türkiye’nin anahtar ülke olduğu vurgusunu sıklıkla dile getirdi. Bu konuda da başarılı oldu.
Özellikle Sovyetlerin Libya’dan askerî üs istemesi Türkiye’nin tezini güçlendirdi. Ayrıca 1945
yılı sonuna doğru Sovyetlerin Doğu Anadolu üzerindeki iddialarını değişik vasıtalarla yüksek
sesle dillendirmesi de Türkiye’nin anlaşılmasına yardımcı oldu.

Sovyet baskısı artınca Washington yavaş yavaş Türkiye’yi anlamaya başladı. Hatta
yılsonunda Türkiye Sovyet tehdidi karşısında Amerika’dan sözlü güvence dahi aldı. Bunda
Sovyetlerin Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da izlediği yayılmacı politikanın da etkisi oldu.
Özellikle Aralık 1945’te gerçekleşen Moskova Konferansı’ndan sonra Truman, Sovyetlere karşı
sertleşmeye başladı.

Başkan Truman bu aşamada Ankara ve Moskova’daki diplomatik temsilcilerinin


raporlarını daha fazla ciddiye almaya başladı. Bu merkezlerden gelen raporlarda Sovyetlerin
bölgede izlediği politikaların Amerikan çıkarlarını zedelediği ve bu ülkelere yardım edilmesi
üzerine ısrarla vurgu yapılıyordu. Amerikan askerî otoriteleri de benzer görüşte olunca Truman
kendi kamuoyunu Orta Doğu bölgesinde Sovyetlere karşı izleyeceği politikalara hazırlamaya
başladı. Sonrasında Sovyetlerin Türkiye ve Yunanistan’ı tehdit ettiğini yüksek sesle
dillendirmeye başladı. Başkan Truman’ın davetlisi olarak ABD’de bulunan Churchill’in 5 Mart
1946’da Fulton’da yaptığı konuşmada bu konular dillendirilirken, âdeta Sovyetlere karşı savaş
ilan edildi. Washington artık yavaş yavaş Soğuk Savaş politikalarını bölgede işletmeye başladı.
Türkiye’ye beklediği güvence dolaylı bir şekilde verildi. Washington Büyükelçisi iken vefat eden
Münir Ertegün’ün cenazesinin 5 Nisan 1946’da Missouri adlı bir savaş gemisi ile İstanbul’a
getirilmesi bir anlamda Sovyetlere verilen mesajdı. Zira sadece büyükelçinin naaşının getirilmesi
için bu gemi biraz fazla abartılıydı. Üstelik Japonya’nın teslim belgesi de bu gemide imzalanmıştı.
9 Nisan’a kadar İstanbul limanında kalan bu gemiyi İnönü de büyük bir memnuniyet içerisinde
ziyaret etti. Zira bu ziyaret Sovyet saldırısı karşısında ABD’nin Türkiye’yi yalnız bırakmayacağı
anlamına geliyordu. Daha doğrusu İnönü başta olmak üzere Türkiye’nin algılaması bu yönde
oldu.

Bu iyimser hava 7 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notası ile yerini tekrar endişeye bıraktı.
Sovyetler Boğazların Türkiye ile ortak savunulmasını istiyordu. Ancak bu sefer Londra ve
Washington’un desteği Türkiye’nin yanındaydı. Bu destekle 18 Ekim 1946’da Türkiye’nin
verdiği nota ile birlikte Boğazlar konusunda yaşanan diplomatik tartışmalar son buldu. Sovyetler
bu tür istekleri bir daha dillendirmediler ancak Türk-Sovyet ilişkileri tamiri zor bir sürece girdi.
Diğer yandan da Türkiye’nin Batı ile entegrasyonu hızlandı.

255
10.1.1. ABD’nin Türkiye Üzerinde Artan Nüfuzu: Truman
Doktrini ve Marshall Planı
1946 yılı itibarıyla ABD, Sovyetlerin Türkiye üzerindeki politikalarını daha iyi anlıyor
gözüküyordu. Sovyetlerin Doğu Avrupa üzerinde nüfuz kurmasının yanında, komünistlerin etkin
olduğu Yunan iç savaşına Sovyetlerin destek verdiği düşüncesi ve özellikle Sovyetlerin İran’ı terk
etmekteki gönülsüzlüğü, ABD’nin bölge ülkeleriyle daha fazla ilgilenmesine sebep oldu. Aslında
ABD’nin bu aşamada bölgede aktif siyaset izlemesinin bir nedeni de İngiltere’nin savaş
sonrasında içine düştüğü ekonomik sıkıntıdır. Savaş sonunda İngiltere’nin ekonomisi diğer
Avrupa ülkeleri gibi bir açmazın içine girmiş hatta 1946-47 kışı İngiltere’nin kâbusu olmuştu.
Ülkede yiyecek ve yakacak sıkıntısının baş gösterdiği bu dönemde, Londra artık Akdeniz’deki
emperyalist varlığını sorgulamaya başladı. Böyle bir ortamda Sovyetlerin Türkiye üzerindeki
istekleri İngiltere’yi Washington nezdinde harekete geçirdi. Kendilerinin Doğu Akdeniz ve Orta
Doğu’daki Sovyet tehdidi altında olan ülkelere yardım edemeyeceğini, ancak bu ülkelerin Sovyet
tehdidi karşısında acil yardıma muhtaç olduğunu vurgulayarak Batı’nın buradaki çıkarlarının
savunuculuğunu artık Washington’a bırakmak durumunda olduğunu bildirdi. Zaten iki ülke
arasında iş birliği imkânı kalmadığına inanan Truman da Sovyetlere karşı daha sert politika izleme
kararı almıştı. 1947 yılı başına gelindiğinde ise Amerikan kamuoyu da artık bir komünizm tehdidi
olduğuna inanmaya başlamıştı. Kamuoyu desteğini arkasına almayı başaran Truman’ın 12 Mart
1947’de kongrede yaptığı konuşma Soğuk Savaş’ın resmî ilanı gibiydi. Truman Doktrini olarak
tarihe geçecek bu konuşmada Truman, Yunanistan ve Türkiye’nin Sovyet yayılmacılığı
karşısında desteklenmesini istedi. İkinci Dünya Savaşı’na katılmasından dolayı konuşmanın
büyük çoğunluğunu Yunanistan’a ayıran Truman eğer, “Yunanistan ve Türkiye bugün
komünizmin pençesine düşerse buradan Batı Avrupa, Kuzey Afrika, İran ve Orta Doğu da bu
sondan kaçamayacaktır. Artık yeter deme zamanı geldi” şeklinde beyanatta bulundu. Konuşmanın
sonunda Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması yönündeki talebi Kongre tarafından
onaylandı. Buna göre Türkiye 100 milyon dolar (Yunanistan 300 milyon dolar) para ve neredeyse
tamamı savaşta kullanılmış askerî malzeme yardımı alacaktı.

Truman Doktrini çerçevesinde yapılan yardım, resmî çevrelerde heyecan yarattı. Hatta
ABD’nin Sovyetler karşısında Türkiye’yi yalnız bırakmayacağının bir göstergesi olarak sevinçle
karşılandı. Ama bu yardımlara yönelik eleştiriler de vardı. Özellikle Amerika’nın, yapacağı
yardımların yerinde kullanılıp kullanılmadığını denetleyecek olmasını Duyun-ı Umumiye’ye
benzeten gazete yazıları çıktı. Ayrıca tam bağımsızlık ilkesinden vazgeçildiği iddiaları da basında
yer buldu. Bundan sonra Amerikan malları Türk piyasasına girdi. Bu aynı zamanda Amerikan
kültürünün Türkiye üzerinde de yayılmaya başlaması sonucunu doğurdu. Tüm dünyayı etkisi
altına almaya başlayan Amerikan tarzı yaşam, bu yardımla beraber Türkiye’de etkisini
göstermeye başladı.

Truman Doktrini çerçevesinde ABD’den yardım alan Türkiye, 5 Haziran 1947 tarihinde
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın ilan ettiği Marshall Planı programına da dâhil olmak
istedi. Bu plan daha ziyade savaştan sonra ekonomik yapısı çöken Avrupa’nın bir anlamda
rehabilitasyonunu öngörüyordu. Acilen ekonomik yardım yapılmazsa Avrupa’nın komünizmin
etkisinde kalacağını düşünen Marshall, Avrupa ülkelerinden kendilerine bu konuda bir istek
paketi sunmalarını istedi. Böylelikle Avrupa devletleri komünizm karşısında bağımsızlıklarını
koruyabilecekti. Bu plan Batı Avrupa ülkeleri tarafından sevinçle karşılandı. Hatta İngiliz
Dışişleri bakanı Bevin bu planı duyduğunda “boğulmak üzere olan birine atılan bir can simidi”
benzetmesini yaparak içinde bulundukları durumu özetledi. Ancak planı kendisine karşı bir cephe
oluşturmak olarak değerlendiren Sovyetler tepki gösterdi ve Doğu Avrupa ülkelerinin bu plandan

256
yararlanmalarına engel oldu. Marshall Planı’nın etkin kullanılabilmesi için Türkiye’nin de dâhil
olduğu bazı Avrupa ülkeleri 12 Temmuz 1947’de Paris’te toplanarak Avrupa Ekonomik İşbirliği
Konferansı’nı kurdular.

Aslında Marshall Planı başlangıçta Türkiye’ye yardımı öngörmüyordu. Amerikalılara


göre Truman Doktrini Türkiye’nin acil ihtiyaçlarını karşılamak için yeterliydi. Üstelik savaşa
girmeyen Türkiye’nin savaş boyunca bir yıkıma uğramadığı için ekonomik durumu Avrupa’ya
kıyasla daha iyi durumdaydı. Hatta Türkiye Marshall Planından yardım almak bir yana,
Avrupa’nın kalkınmasında ihtiyaç duyduğu tarım ürünü ve maden ihtiyacını karşılayarak katkıda
bulunabilirdi. Dolayısıyla Türkiye’ye, ekonomisini Avrupa’nın bu ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde düzenlerse yardım edilebileceği söylendi. Yani Türkiye sanayileşmiş Avrupa’nın gıda
deposu olacaktı. Bu şartı Türkiye’nin kabul etmesi üzerine 4 Temmuz 1948’de yardım kapsamına
alındı. Neticede Türkiye 1948 ile 1952 yılları arasında yaklaşık 300 milyon dolarlık yardım aldı.
Bunu da çoğunlukla tarımın gelişmesi için kullandı.

Türk hükümeti, Truman Doktrini’nde olduğu gibi Marshall Planına dâhil olmayı da Batı
ile bütünleşmenin ve Sovyet tehdidi karşısında yalnızlıktan kurtulmanın bir göstergesi olarak
algıladı. Ancak bu yardımların sadece tarım sektöründe kullanılacak olması ve bunun da
Amerikan yetkililerince denetlenmesinin öngörülmesi yine haklı eleştirilere sebep oldu. Bu
kapsamdaki yardımlar tarımın gelişmesine ve ekonominin belli oranda canlanmasına sebep oldu.
Ama neticede Türk kalkınması ABD’nin kontrolüne girmeye başladı. Türkiye, ekonomik zorluğu
kendi kaynaklarıyla çözmek yerine dışarıdan gelecek yardımlarla aşmayı hedefledi. Bu da doğal
olarak dış ve iç politikada Amerikan etkisinin artmasına yol açtı.

Türkiye’nin bundan sonraki dış politikadaki hedefi, Batının askerî desteğini sağlamak
oldu. Her ne kadar Truman Doktrini ve Marshall Yardımları çerçevesinde Amerika’nın desteği
alınmış olsa da bunların Türkiye’nin savunmasını garanti eden bir boyutu yoktu. 17 Mart 1948’de
Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında, üye ülkelerinin saldırıya uğraması
hâlinde birbirine yardımı öngören Brüksel Anlaşması’nın ABD tarafından da desteklenmesi,
Türkiye’nin bu oluşuma katılmak için yoğun bir diplomatik girişim başlatmasına sebep oldu.
Türkiye’nin Washington ve Londra nezdindeki güvenlik arayışı 4 Nisan 1949’da NATO’nun
kurulmasıyla da devam etti. İnönü NATO’ya üyeliği Türkiye’nin güvenliği açısından
önemsiyordu. Türkiye bu ittifaka katılmak için ilk müracaatını CHP iktidarı döneminde 11 Mayıs
1950’de yaptı. Ama tek destek İtalya’dan gelmiş, Türkiye ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştı.
Dolayısıyla İnönü liderliğindeki CHP, kendi döneminde bunu gerçekleştiremedi. NATO’ya
üyelik, 14 Mayıs 1950 seçimi için yapılan çalışmalarda CHP ve Demokrat Parti’nin öncelikli
söylemini oluşturacaktır.

İnönü döneminde Türk dış politika gündemi, Cumhuriyetin modernleşme yönündeki


temel çizgisinin etkisiyle daha ziyade Batı ile ilişkiler üzerine kuruluydu. Savaştan sonra yukarıda
anlatılan Sovyet endişesinin yarattığı bir anlamda travma ile Truman Doktrini ve Marshall Planı
çerçevesinde Batı ile hızlı bir bütünleşme içine girildi. CHP’nin dış politikasına karşı gittikçe
güçlenen Demokrat Parti’den “gereksiz yere doğu komşularımızla ilişkiler ihmal ediliyor”
şeklinde bazı eleştiriler yöneltildi. Türkiye 1949 yılında Avrupa Parlamentosu’na alındığında DP
yine “bir Avrupa ülkesi olarak resmen tanınmış olsa da Türkiye’nin aslında Orta Doğu’nun bir
parçası olduğu” gerçeğini değiştirmez diyordu. İnönü döneminde Orta Doğu ile cılız da olsa
ilişkilerin geliştirilmesi yönünde adımlar atıldı. Savaş süresince ve savaştan hemen sonra
bağımsızlık kazanan Lübnan ve Suriye ile ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Türkiye, yeni

257
bağımsızlığını kazanan bu ülkelere karşı sempati ile baktı ve Mart 1946’da bu iki ülkenin
bağımsızlığını tanıdı. Ancak Suriye ile ilişkiler Hatay meselesi yüzünden sorunlu oldu. Kral Naibi
Abdülillah’ın 15 Eylül 1945’te Türkiye’yi ziyaretinden sonra Irak ile ilişkiler gelişti ve 29 Mart
1946’da iki ülke arasında Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Sonrasında Ürdün
Kralı Abdullah da Türkiye’yi ziyaret etti. 1947’de Filistin konusu gündeme geldiğinde Türkiye
Araplarla birlikte Filistin’in taksimi aleyhinde oy kullandı. Bu, Arap dünyasında son derece
olumlu karşılandı. Ancak Türkiye’nin Batıya yaklaşmasının bir neticesi olarak 28 Mart 1949’da
İsrail’i resmen tanıması Arap dünyasında tepkiyle karşılandı. CHP zamanında İsrail’i tanıyan ilk
Müslüman ülke olan Türkiye, Demokrat Parti (DP) zamanında da Doğu-Batı bloklaşmasında
Batı’nın Orta Doğu’daki paktlara öncülük eden bir ülkesi konumuna geldi. Arkasına güçlü bir
halk iradesi alan Demokrat Parti iktidarının, küresel anlamda yalnızlığa itilen Türkiye’yi tecrit
edilmişlikten kurtarma ve saygın bir konuma getirme çabaları içerisine girdiğini görüyoruz.

10.2. 1950-1960 Dönemi Türk Dış Politikası


Bu dönemde Türkiye, bölgesinde ittifak arayışına giren ve Orta Doğu’da lider olma
gayretleri sergileyen bir ülke görünümündedir. DP’yi aktif dış politikaya iten neden ise Sovyet
tehdidinin yarattığı endişeye bağlı olarak güvenlik arayışı içine girmesiydi. NATO üyeliği de bu
güvenlik arayışını sonlandırmadığından komünizm tehdidi algısı Türkiye’nin bölgesel paktların
kuruluşuna öncülük etmesine neden oldu. Her şeyden önce SSCB’nin sadece Türkiye ve bölge
için değil, aynı zamanda dünya barışı için de büyük tehdit olduğuna inanan Menderes,
Atlantik’ten Pakistan’a uzanan çizgide güvenlik zincirini tamamlama noktasında çok hevesli
gözükmüştü. Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra Balkan Paktı’nın ve hemen sonra da Bağdat
Paktı’nın en istekli kurucusu olmuştur. Türkiye’nin aktif dış politika izleyebilmesi de zaten ABD
ile çıkarlarının çatışmamasına bağlıdır. Diğer bir deyişle, ABD’nin desteğini hissetmeden Türkiye
gibi orta büyüklükte bir devlet için Orta Doğu’da etkin olma ihtimali zayıftı. Bu anlamda Türkiye,
1950’lerde etkin bir bölgesel soğuk savaş oyuncusu oldu.

Bu yöndeki dış politikanın önceliğinin güvenlik olgusu olduğu aşikârdır. Dolayısıyla dış
politikanın temel hedeflerinden NATO üyesi olabilme gayretleri, bu anlayışın bir sonucudur. Bu,
aynı zamanda bağımsızlığını ve demokratik prensiplerini muhafaza edebilmek adına yapılan bir
anlamda “zorunlu tercihtir.” Hattı zatında bu tercih, Türkiye’nin Batı ile iş birliği içerisinde
olması gerekliliği yönündeki Atatürk dönemi dış politikası anlayışının bir devamı niteliğindedir.

Menderes hükümetinin Atatürk tarafından uygulanan tarafsızlık politikasından vazgeçip


aktif ve dinamik bir politika izlediğini söyleyen dış politika uzmanları vardır. Ancak Atatürk
Musul sorunundan hemen sonra, özellikle İngiltere ile ilişkileri geliştirmeye çalışmış, yaklaşan
yeni bir dünya çapında çatışmayı gördüğünden dolayı da İngiltere ile müttefik olma yolunda
gayret sarf etmiştir. Bu bakımdan tarafsızlık politikasından uzaklaşmayı, Atatürk’ün çizgisinden
uzaklaşmak olarak yorumlamak yanıltıcı olacaktır. Diğer yandan DP’de tarafsızlık politikası
izlemenin ciddi bir hata olacağı görüşü hâkimdi. Türkiye dış politikada aktif siyaset izlerken
Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarları ile Türkiye’nin çıkarlarını özdeşleştiren Menderes hükümeti,
bölge ülkelerinin Batı eksenli siyaset izlemeleri ve Batı güvenlik şemsiyesi altında kümelenmeleri
için gayret sarf etti. Tehdit algılaması Washington ile aynı olan Menderes hükümeti, bölgede
anahtar ülke olmak istiyordu. Yeni kurulan ve henüz devlet olma özelliğine tam kavuşamamış
Arap ülkelerine karşı Menderes big brother (ağabey) rolü oynamaya soyundu. Bundaki amaç,
yine Sovyet yayılmacılığına karşı ortak hareket edebilmek ve Türkiye’nin bölgede öncü rol
oynamasını sağlamaktı. Ancak Araplar ile ilişkiler hiç de iyi değildi. Özellikle CHP’nin İsrail’i
tanımış olması Arapların Türkiye’ye karşı tavır almasına sebep olmuştu. Menderes bu tavrı

258
yumuşatmak ve mümkünse ortadan kaldırmak ve Arap basınında yer alan Türkiye karşıtlığını
gidermek için gayret sarf ediyordu.

Menderes iktidara geldiğinde bir an evvel kapsamlı bir ekonomik kalkınma hamlesini
gerçekleştirmek istiyordu. Zaten Atatürk de modernleşme ve güvenliğe öncelik vermişti, ama
modernleşmenin ekonomik boyutunda istenen atılımlar gerçekleşmemişti. Dolayısıyla ilk önce
ekonomik kalkınma sağlanmalıydı. Ancak bunun da önceliği ülke güvenliğinin sağlanmasıydı.
Menderes’in hariciye bürokratlarına göre de iyi ve verimli bir dış politika için önce güvenlik
gerekiyordu. Bu amaçla Batı’nın kolektif güvenlik sistemi içinde yer almak, dış politikada ilk
uğraş verilmesi gereken konu oldu. Aslında bunun aynı zamanda, Batıdan ekonomik destek
sağlamak için de önemli bir adım olduğu düşünüldü. Bu noktadan hareketle, Türk dış politikasının
ilk temel hedefinin güvenlik ve buna bağlı olarak da Sovyet yayılmacılığının önlenmesi olduğunu
söylemek mümkündür.

14 Mayıs 1950 tarihinde iktidarı CHP’den devralan Demokrat Parti’nin dış politikadaki
temel hedefi, her ne pahasına olursa olsun NATO’ya girmekti. Seçim kampanyasında dış politika
ile ilgili yegâne söylemini NATO’ya girişin oluşturması, DP’nin dış politika konusundaki tavrı
ile ilgili bir ipucu niteliğindedir. Üstelik DP, CHP’yi NATO’ya girme konusunda yeterli çabayı
sarf etmemiş olmakla suçluyordu. Aslında her iki parti de Türkiye’nin Batı’nın güvenlik
şemsiyesi altına girmesi hususunda farklı çizgide değildi. DP’nin iktidara geldiğinde
Washington’a ilk önerisi, CHP’nin 1949 yılında dile getirdiği Akdeniz Paktı oldu. ABD’nin bu
öneriye karşı tutumu yine değişmemişti. Bu şartlarda Türkiye, 3 Ağustos 1950’de Kuzey Atlantik
Savunma Paktı(NATO)na dâhil olmak için resmen müracaat etmiştir. Eylül 1950’de yapılan
toplantıda konu gündeme gelmesine rağmen, özellikle Norveç ve Danimarka Türkiye ile birlikte
Yunanistan’ın ittifaka üye olmasına şiddetle muhalefet etmişlerdir. Avrupalılar ittifakın
taahhütlerinin daha geniş coğrafyaya yayılmasını istemiyorlardı. İngiltere ise Türkiye’nin NATO
dışında kalmasını, buna karşılık kendisinin önderliğinde oluşturulacak bir Orta Doğu
savunmasında Türkiye’nin aktif olarak yer almasını istiyordu.

Ancak Haziran 1950’de patlak veren Kore Savaşı, DP’nin dış politikadaki manevra
alanını genişletecektir. Kore Savaşı, 25 Haziran 1950 sabahı Kuzey Kore ordusunun, Güney Kore
topraklarını işgal etmesi ile başladı. Savaşın başlangıcı Washington için bir sürpriz oldu. İşgal
haberi Washington’a ulaştığında 24 Haziran Cumartesi akşam saatleriydi. Truman yönetiminin
acilen karar alması gerekiyordu. Zaman kaybetmeye tahammülü olmayan Başkan Truman,
Senatoya danışmadan konuyu iki gün içinde -27 Haziran’da- BM’ye taşımayı başardı. Güney
Kore’ye saldırıya geçenlere karşı silah kullanımı dâhil yardım teklifini, Sovyetler ve Çin’in
yokluğunda Güvenlik Konseyinden geçirtti ve BM üyelerine Güney Kore’ye yardım için çağrıda
bulundu.

Diğer Batılı ülkelerde olduğu gibi Menderes hükümetinde de bu saldırıların Sovyet


destekli olduğu ve karşı konulmazsa bundan cesaret alacak Sovyetlerin saldırgan politikalarına
başka coğrafyalarda da devam edeceği görüşü hâkimdi. Eğer bu saldırıya karşı yapılan çağrılara
olumlu cevap verilmezse, Sovyetlerin Türkiye’yi işgali hâlinde yalnız kalabileceği endişesinden
hareketle hükümet, 25 Temmuz 1950’de Bakanlar kurulu kararıyla BM bayrağı altında Amerikan
güçleriyle birlikte çarpışmak için Kore’ye 4.500 asker gönderme kararı aldı.

ABD’nin Senatoya danışmadan Kore’ye asker göndermesine benzer bir yolla, DP


hükümeti de Meclis’e danışmadan bölgeye asker gönderme kararı aldı. Hükümetin kararına
Meclis’teki CHP ve Millet Partisi’nden tepki geldi. Ancak esas tepkiyi aşırı sol örgütler gösterdi.

259
Kore’ye asker gönderme kararı belki Cumhuriyet tarihinin o zamana kadar alınmış en önemli ve
bir o kadar da riskli kararıydı. Hatta İnönü’ye göre, Kore’ye asker göndermek Sovyet saldırısına
davetiye çıkarabilirdi. Ancak itirazların geneline bakılırsa asker göndermekten ziyade niçin
Meclis’e danışılmadığı noktasında yoğunlaştığı görülür. Bu itirazlara rağmen asker gönderme
konusunda ülke genelinde ciddi bir muhalefet yoktu. Hatta basının çoğu alınan karara ciddi
anlamda destek verdi.

Türkiye’nin BM çatısı altında Kore’ye asker göndermesi ve askerlerin oradaki


kahramanca mücadelesi dünya kamuoyunda Türkiye lehine sonuçlar doğurdu. Ortamdan istifade
ile 11 Ağustos’ta NATO’ya müracaatını yenileyen DP istediği sonucu alamadı. Ancak
Washington’un, Türkiye’nin NATO’ya girişine yönelik itirazı uzun süreli olmadı. Çünkü 1951
yılı başlarında Doğu Avrupa ülkelerinin silahlanıyor olması, NATO’nun güneydoğu kanadını
tehdit ediyor, Türkiye ise üye olmadan NATO ile iş birliğine yanaşmıyordu. Ayrıca Türkiye’nin
isteğine karşı direnmek Türkiye’yi başka bir arayış içerisine itebilirdi. Sovyetlerin Akdeniz’e
inmesine engel olacak pozisyondaki Türkiye, mutlaka Batı’nın askerî kanadı içerisinde yer
almalıydı.

Washington’un bu yaklaşımına karşılık Danimarka, Norveç ve Belçika, Akdeniz’de bir


savaşa sürükleneceklerinden ve ABD’nin kendilerine yaptığı askerî yardımı azaltacağından
endişe duyarak baştan beri itirazlarını dile getiriyorlardı. Asıl muhalefet ise daha önce engeli
Washington olarak işaret eden İngiltere’den gelmekteydi. Zira Londra, Türkiye ve Yunanistan’ın
Atlantik Paktı yerine Orta Doğu savunma planı içine alınmasını istiyordu. İkinci Dünya
Savaşı’nın yarattığı ekonomik sıkıntı yüzünden artan Arap milliyetçiliği karşısında zor durumda
kalan İngiltere, üçüncü dereceden bir güç olmamak için bölgedeki etki alanını kaybetmek
istemiyordu. Türkiye’nin NATO’ya kabulünü, Orta Doğu’da kurmayı planladığı Orta Doğu
Komutanlığı(Middle East Command)’na – ODK- katılmasına bağladı. Türkiye’nin, NATO’ya
eşit statüde katılmadan ODK’ye katılmayacağını kesin bir dille belirtmesinin yanında ABD’nin
de ODK’ye pek sıcak bakmayışı, İngilizlerin Türkiye’nin üyeliğine karşı itirazını yavaş yavaş
kaldırmasına sebep oldu. NATO’ya katılımın karşılığı olarak Türkiye de bu projeye destek
vermek durumunda kaldı ve Ekim 1951’de ODK’ye katıldı.

18 Şubat 1952’de Yunanistan ile birlikte diğer ülkelerle eşit statüde NATO’ya katılan
Türkiye, ODK sayesinde bir yandan Araplar üzerinde nüfuz kurarken diğer yandan da İsrail ile
iyi ilişkiler geliştirerek Sovyetlere karşı Orta Doğu’da güçlü bir blok oluşturmak peşindeydi.
Ancak Türkiye’nin Arap ülkeleri üzerinde ciddi bir etkisi yoktu. Hatta Ocak 1950’de Türk
temsilcinin İsrail’de göreve başlaması ve yine aynı yıl İsrail ile ticari anlaşma imzalaması
Arapların tepkisini çekti ve Türk-Arap ilişkilerini olumsuz yönde etkiledi. Türkiye Sovyetlere
karşı set oluşturmaya çalışırken, Arap dünyasında, İngiliz emperyalizminin bölgedeki temsilcileri
olarak algılanan Kral Faruk ve Irak’taki Faysal hanedanlarına karşı tepkiler vardı. Bu tepkiler,
İngilizler ile birlikte hareket eden Türkiye’nin bölge ile ilişkilerini zora sokuyordu. Ayrıca
Türkiye’nin Arap Orta Doğusunu, ODK çerçevesinde Batı eksenli politikalara çekmeye
çalışması, Mısır’ın Arap dünyasının liderliği iddiaları önünde bir engel gibi algılandı. Zaten Mısır
başta olmak üzere Arap devletlerinden bu katılıma itirazlar yükseldi. Sovyetler ise, Ankara’ya bu
katılımdan duydukları rahatsızlığı dile getiren bir nota verdiler. Ancak Menderes hükümeti bunu
çok ciddiye almadı.

Türkiye NATO’ya alındıktan sonra söz verdiği üzere ODK’ye hayat vermek için gayret
etti. Ancak gerek ABD’nin askerî desteğinin olmaması gerekse de Mısır’ın ODK’ye katılmayı

260
reddetmesi ve Mısır’da Temmuz 1952’de Hür Subaylar önderliğinde girişilen darbe ile yönetimin
değişmesi, ODK’yi ölü doğmuş bir proje hâline getirdi. İngilizler Orta Doğu’daki konumlarını
güçlendirmek için ODK’de yer alan komutanlık kelimesinin çağrıştırdığı emperyalist ifadenin
yerine, Orta Doğu Savunma Organizasyonunu -ODSO (Middle East Defence Organization) tercih
ederek oluşturulmaya çalışılan güvenlik örgütünü Araplara çekici göstermeye çalıştılar.

Türkiye İngiltere’ye ciddi anlamda destek verdi. Ancak İngiltere’nin aksine Türkiye,
Mısır üzerinde ısrar etmek yerine ilk olarak Irak ile iş birliği yapılmasını, ardından bu teklifin
diğer Arap devletlerine götürülmesini önerdi. İngilizler bu fikre sıcak baksa da Amerika Mısır
olmadan yola devam etmenin imkânsız olduğunu düşünüyordu. Aslında ABD de ODSO’yu
önemsiyor ve Arapların katılımını istiyordu. Ancak İngiltere’nin Mısır ile devam eden
anlaşmazlığı ve artan askerî zaafı karşısında ABD’nin İngiltere’ye karşı güveni azaldı. 1953 yılı
başında iktidarı devralan Eisenhower yönetimi ODK ve ODSO’ya güvenmenin sağlıklı
olmadığını düşünerek yeni bir oluşuma gitme kararı aldı. Çünkü her şeyden önce Araplar asıl
tehdidin Sovyetler Birliği değil, İsrail’den geldiğine inanıyordu. Üstelik İngiltere emperyalist bir
güç olarak algılandığından Arap dünyası Londra ile iş birliğine sıcak bakmıyordu. Ayrıca
İngiltere, Arap dünyasında lider konumda olan Mısır ile Süveyş kanalı yüzünden anlaşmazlığa
düşmüş ve bunu çözüme kavuşturmada yetersiz kalmıştı. Bütün bunların yanında, henüz
bağımsızlığa kavuşmuş Arap ülkeleri ekonomik kalkınmaya önem vermişlerdi. Stalin’in
ölümünden sonra bu ülkelerin Moskova ile iş birliğine gitme ihtimalleri yüksek olduğundan
Eisenhower yönetimi Orta Doğu’da inisiyatifi ele almaya karar verdi.

NATO’ya üye olduktan sonra Türkiye’nin dış işleri ve savunma politikaları NATO’nun
ortak savunma planı çerçevesinde işleyecektir. Türkiye’nin NATO’ya üye olması ABD başta
olmak üzere Batı için bir anlamda hayati öneme sahipti. Zira Avrupa’da NATO’nun 14 tümenine
karşı SSCB’nin 219 tümeni vardı ve bu ezici üstünlük Avrupalıları ve ABD’yi ürkütüyordu. Bu
anlamda Boğazların denetimine sahip Türkiye’nin NATO üyeliği, Soğuk Savaşta Sovyetlerin
Akdeniz’e inmesinin önünde bariyer görevi görmenin yanında, topraklarına inşa edilecek üslerle
birlikte Batı’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Balkanlardaki hayati çıkarlarını güvence altına alabilmek
adına önemliydi. Türkiye NATO üyeliğinin yanı sıra ABD ile ikili antlaşmalar da yaptı. Ancak
bu antlaşmaların pek çoğu Meclis tarafından onaylanmadı. Sadece Dışişleri Bakanlığı ya da ilgili
askerî makamlar tarafından onaylandı. Bu şekilde toplam 54 anlaşma mevcuttur. Bunlardan üçü
1950 öncesinde imzalanırken 31’i Demokrat Parti iktidarı döneminde, 20’si ise 1960’dan sonra
imzalandı. Bu antlaşmalara göre ABD Türkiye’de askerî üs kurma hakkını elde etmiştir.
Muhalefet bu konudan dolayı hükümeti ülkenin millî güvenliği ve hâkimiyetini ihlal ettiği
gerekçesiyle suçlamıştır.

Balkanların ve Türkiye’nin güvenliğini sağlamlaştırma ve aynı zamanda Balkan ülkeleri


arasında iş birliğini geliştirme ve daha özelde de Yugoslavya’nın Doğu Bloku’na kaymaması
beklentisi ile Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya dışişleri bakanları, Amerika’nın da desteğiyle
Şubat 1953’te Ankara’da bir dostluk ve iş birliği antlaşması imzaladılar. Bu antlaşma 9 Ağustos
1954’te Bled’de ittifak hâline dönüşerek “Balkan Paktı” adını almıştır. Paktın amacı,
Sovyetlerden ve uydularından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Amerikan desteğini sağlamaktı.
Kurulan bu Pakt kısa süreli oldu. Özellikle Stalin’in 1953’te ölümüyle birlikte Tito Sovyetlerle
yakınlaşma politikasını başlatmış ve nihayetinde de Bağlantısızlar içerisinde Nehru ve Nasır’la
birlikte etkin bir politika devam ettirmek istemişti. 1955 yılı 18-24 Nisan tarihlerinde
Endonezya’nın Bandung şehrinde yapılan Bağlantısızlar Konferansı’na Türkiye de Devlet Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu ile iştirak etti. Ancak Zorlu burada da Paktlar politikasını savundu ve pek tasvip

261
görmedi. 1955’te Kıbrıs meselesi yüzünden meydana gelen Türk-Yunan gerginliği de Balkan
Paktı’nın hukuken 1960’a kadar devam etse de fiilen 1955’te ortadan kalkmasına sebep oldu.

Türkiye, Güney ve Doğu komşuları ile de benzer bir ittifaka girmiştir. 24 Şubat 1955’te
Bağdat Paktını kurmuştur. Bu Pakta bilahare 4 Nisan’da İngiltere, 23 Eylül’de Pakistan ve 3
Kasım’da ise İran iştirak etmişlerdir. 1958’de Irak’ta ihtilal olması ve Irak’ın Pakt’tan
ayrılmasından sonra Pakt CENTO adıyla 1979’a kadar devam etti. CENTO’ya ABD gözlemci
olarak katılmıştır. Bu Pakt da Sovyet tehdidine karşı bölge güvenliğini sağlamaya yönelik bir
ittifaktı.

Balkan ve Bağdat Paktı örneklerinde de görüleceği üzere, bu girişimler Türkiye’nin


güvenliğine ekstra hiçbir yarar getirmediği gibi paktın dışında kalan diğer bölge ülkelerinin de
tepkisini çekmesine yol açmıştır. Özellikle Orta Doğu ülkeleri bu girişimleri kendi güvenlikleri
açısından kuşkuyla değerlendirmişlerdir. Bu durumun uzun vadede Türk Dış politikasına menfi
etkileri olmuştur.

Bağdat Paktı çerçevesinde Orta Doğu’da Batı eksenli politikalarla etkinliğini artırma
çabalarının İsrail ve Sovyetleri endişelendirmesi, Arap liderliğine soyunan Nasır’ın Türkiye’nin
Arap dünyasını yönlendirmek istemesinden rahatsız olması ve dahası İsrail’in kendisine karşı bir
blok oluşturuluyor endişesi ile Bağdat Paktı’nı baltalaması, Demokrat Parti’nin Orta Doğu’da
Batı endeksli savunma sistemi kurma girişimini boşa çıkarttı. Süveyş krizi ve sonrasında Mısır ve
Suriye’nin Sovyet yanlısı tutumları, ABD’nin Orta Doğu’da aktif rol alması sonucunu doğurdu.
Süveyş krizinin Orta Doğu’ya olan en ciddi etkisi İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetinin sona
ermesi, Fransa ve İsrail ile giriştikleri işgalin yarattığı olumsuz havayı değerlendiren SSCB’nin
antiemperyalist söylemi ile bölgede popüler hâle gelmesi oldu.

Başkan Eisenhower, Sovyetlerin bölgede etkin olmasının önüne geçmek için 5 Ocak
1957’de Kongre’ye bir deklarasyon sundu. Tarihe “Eisenhower Doktrini” olarak geçen bildiride
“dileyen her ulusla askerî yardımlaşma ve iş birliği programları, uluslararası komünizmin
kontrolündeki herhangi bir milletten gelecek silahlı saldırı karşısında istendiği takdirde Birleşik
Devletlerin askerî yardımını da içerecek türde programlar oluşturması” öngörüldü. Hatta bu
çerçevede ABD Türkiye’ye 20 adet F-100’lerden oluşan bir filo, ödünç iki denizaltı ve askerî
donanım sözü verdi. Bu, Türkiye’de Menderes hükümetine bir rahatlama getirdi. Ancak
Eisenhower Doktrini ile Türkiye’nin Bağdat Paktı’ndan beklentilerini bitirdiği anlaşıldı. Zira
ABD, Orta Doğu ile aktif olarak ilgilenmesinden sonra İsrail ve Mısır’ı rahatsız etmemek için
Bağdat Paktı’nı pasifize ediyordu.

Bu politikada başarılı olamayan Türkiye, Süveyş Krizi sonrası Orta Doğu’daki


gelişmelere karşı daha saldırgan bir tavır takındı, müdahaleci ve abartılı bir politika izledi. DP’nin
Orta Doğu siyasetinde göze çarpan bir husus da Arap Orta Doğusuna yönelik izlediği siyasetinde
uğradığı hayal kırıklığının etkisiyle İsrail’e yönelmesidir. Bu tavır değişikliğinin bir gerekçesi ile
ABD’nin de bölge siyasetini İsrail üzerine inşa etmeye başlamasıdır.

DP ilk yıllarında dış politikada mesaisini Sovyetlere karşı güvenlik kuşağı oluşturmaya
ayırırken iktidarının ikinci yarısının sonlarına doğru Kıbrıs sorunu belirgin bir şekilde gündeme
oturmaya başladı.

262
10.3. Kıbrıs Sorunu
Kıbrıs’ın, Türkiye’nin dış politikasının başat sorunu hâline gelmesinin kökeni 1950’lere
kadar gider. Ancak Kıbrıs’ta sorunların başlangıcı daha da eskilere dayanır. 1877-78 Osmanlı-
Rus harbini müteakip, Osmanlı Devleti’nin yayılmacı Rus politikasına karşı dış desteğe ihtiyacı
olduğu sırada İngiltere’nin Rusya’ya karşı destek vereceği vaadiyle 4 Haziran 1878 de İstanbul’da
Kıbrıs Anlaşması (Convention) imzalandı. Buna göre İngiltere’nin adayı yönetmesi Sultan adına
olacaktı. İngilizler 12 Temmuz 1878’de adanın tamamını kontrol altına aldı. 20 Temmuz’da ise
Sir Garnet Wolseley İngiliz yüksek komiseri ve komutan olarak atandı. Kıbrıslı Rumların İngiliz
yönetimini memnuniyetle karşılamalarına ve adanın Yunanistan’la birleşmesi idealini (Enosis)
gerçekleştirmek istemelerine karşın, Kıbrıslı Türklerin önemli bir kısmı anayurt Anadolu’ya
göçmeyi tercih ettiler ve bu süreç, uzun yıllar adadaki Türk nüfusun oran olarak azalması ile
sonuçlandı. 1881’de adanın toplam nüfusu 186.048 idi. Bunun 136.639’u Rum, 46.389’u Türk,
kalanı da diğer milletlerden oluşmakta ve Türk nüfusun oranı toplam nüfusun %25’ini
oluşturmakta iken bu durum 1960’a kadar Türkler aleyhine değişmiştir. 1923 Lozan Antlaşması
ile yeni Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu hukuken kabul etti.
Bunu müteakip adadaki Türk nüfusunun yaklaşık %15’i Türkiye’ye göç etti. 1960’ta ise adadaki
Türk nüfusun oranı, kaynaklarda genellikle adadaki tüm nüfusun %18’i olarak belirtilmektedir.

Enosisi gerçekleştirme emelleri İngiliz hâkimiyeti döneminde daha da canlanan Kıbrıslı


Rumlar, bu hedef doğrultusunda karşılarına çıkabilecek her fırsatı kollamışlardır. İngiltere’de
1929 yılında İşçi Partisi iktidara gelir gelmez Kıbrıslı Rumlar bir delegasyon oluşturarak Enosis
taleplerini Londra’ya ilettiler. Fakat Sömürgeler Bakanının olumsuz tavrı nedeniyle hayal
kırıklığına uğradılar. Bu esnada Kıbrıslı Türkler her zaman olduğu gibi Enosise karşıydılar ve
Londra’dan İngiliz yönetiminin adada devamını veya adanın Türkiye’ye verilmesini istediler.
Ankara ise adanın geleceği ile pek fazla ilgilenmemekteydi. Zira İngilizlerin adayı terk
etmeyeceğini düşünüyordu. Ankara’da İngilizlerin Atatürk ile Venizelos tarafından oluşturulan
Türk-Yunan yakınlaşmasını tehlikeye düşürmeyecekleri kanaati hâkimdi.

1931 yılındaki ayaklanmadan sonra bir süre sessiz kalan Rumlar, İkinci Dünya Savaşı ve
sonrasında işçi sınıfını arkasına alan komünist AKEL Partisi ve Kilise önderliğinde Enosis
taleplerini yoğunlaştırdılar. Bunun üzerine Kıbrıslı Türkler de Nisan 1943’te Dr. Fazıl Küçük’ün
de içinde yer aldığı Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu(KATAK)nu kurdular. Enosis isteklerine
karşı daha sert politikayı savunan Küçük, KATAK’tan ayrılarak Nisan 1944’te Kıbrıs Millî Türk
Halk Partisi(KMTHP)’ni kurdu. Ancak Enosis faaliyetlerinin artması üzerine1955’te KATAK ve
KMTHP birleşerek “Kıbrıs Türktür Partisi” adını aldı.

Ekim 1950’de Başpiskopos Makarios’un liderliğindeki Kilise, Enosis faaliyetlerini


hızlandırırken önce CHP’li Dışişleri Bakanı Sadak, sonrasında da DP’li Dışişleri Bakanı Fuat
Köprülü “Kıbrıs gibi bir meselemiz yoktur” mesajını veriyordu. Ada’da Rumların Enosise
hayatiyet kazandırma çabalarının artması üzerine, hükümet sessiz kalırken, Türkiye’de öğrenim
gören Kıbrıslı Türklerle Türkiye’ye yerleşmiş Kıbrıslı Türkler, 1948’den itibaren Ankara ve
İstanbul’da kurdukları dernekler vasıtasıyla Tasvir, Vatan ve Hürriyet gazetelerinde seslerini
duyurmayı başardılar.

Yunanistan, Batı ittifakı içinde yer alma politikası önceliğini tercih ettiğinden Türkiye ile
karşı karşıya gelmemek için 1954 yılına kadar Kıbrıs konusunu İngiltere ile ikili görüşmelerle
çözmeyi tercih etti. Nitekim Eylül 1953’te Yunanistan Başbakanı Papagos, Enosise onay vermesi
karşılığında İngiltere’ye Kıbrıs’tan üs garantisi verdi. Ancak İngiliz Dışişleri Bakanı Eden, gerek

263
bugün gerekse gelecekte Kıbrıs sorunu diye bir şey olmadığını söyleyerek -bir anlamda Türkiye
ile aynı dili konuşarak- Atina’nın önüne set çekti. Bu söylem İngiltere için stratejik zorunluluğun
sonucuydu. Türkiye Batı Bloku içerisinde yoluna devam ederken İngiltere Kıbrıs’ta olduğu sürece
sorunun bir parçası olmak istemedi. Ancak adanın statüsünde değişme olduğu takdirde
Türkiye’nin söz hakkı olduğunu da vurgulamaktan geri kalmadı.

1954’e gelindiğinde Yunanistan, Kıbrıslı Rumlardan gelen baskılar üzerine sorunu


BM’ye taşımaya çalıştı. Ancak BM Genel Kurulu uzun tartışmalardan sonra Yunanistan’ın
başvurusunu reddetti. Böylece Kıbrıs konusu ilk defa bir sorun olarak uluslararası kamuoyunun
dikkatine sunulmuş oldu. İngiltere’den bağımsızlığını yeni elde eden eski koloniler, olayı
Kıbrıslıların İngiliz sömürgesinden kurtulması şeklinde algıladıklarından Rum yanlısı tavır
takınıyorlardı. Ayrıca bu ülkeler, Türkiye bu konuda sessiz kaldığından sorunu sadece Rum
tarafından dinliyorlardı. Bu arada BM’den istediği sonucu alamayan Kıbrıslı Rumlar, İngilizleri
zorlamak için Grivas önderliğinde kurulan Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü(EOKA)’nün adada
terör faaliyetlerine başlamasına yeşil ışık yaktılar. Bu tarihten sonra EOKA’nın organize ettiği,
İngiliz ve Türkleri hedef alan terör faaliyetleri başladı. Olayların tırmanması üzerine İngiliz
hükümeti Türk ve Yunan taraflarını Londra’ya konferansa davet etti. Böylelikle Türkiye, İngiltere
tarafından soruna resmen taraf edilmiş oluyordu. İngiltere, adadaki çıkarlarını korumak için
Türkiye’yi özellikle konuya çekmek istedi. 29 Ağustos 1955’te başlayan toplantıda Türk Dışişleri
Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin politikasının statükodan yana olduğunu ancak mevcut
durumda bir değişiklik yapılacaksa adanın eski sahibi olan Türkiye’ye geri verilmesi gerektiğini
vurguladı. Bu aşamada “taksim” Türkiye’nin gündeminde değildi. Artık Türkiye, Kıbrıs diye bir
sorunu olduğunu kabul ediyor ve politikasını net olarak ortaya koyuyordu. Londra Konferansı
devam ederken Türkiye’de 6-7 Eylül 1955 olayları meydana geldi ve konferans sona ermek
durumunda kaldı.

Türkiye’nin soruna taraf olması Kıbrıslı Türkleri cesaretlendirdi. EOKA’ya karşı


korunma amacıyla ilk Türk direniş örgütü olan Volkan kuruldu. İngiltere Kıbrıs’ta konumunu
netleştirmeye çalışırken EOKA da terör faaliyetlerine devam etti. Ancak başarısız Süveyş Kanalı
Harekâtı İngilizlerin Orta Doğu’daki konumunu iyice sarsıp yerini ABD’ye bırakmak zorunda
bırakınca Londra, Orta Doğu stratejisini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. Kıbrıs’ın
İngiltere için stratejik değerinin bu şekilde azalmasıyla, daha önce karşı çıktığı üs talebi karşısında
adadan çekilme teklifine sıcak bakmaya başladı. 19 Aralık 1956’da Koloniler Bakanı Lennox-
Boyd bir açıklama yaparak adaya self-determinasyon hakkının tanınacağını ilan etti. Ancak
Kıbrıs’ın sadece Rumlara bırakılmasını özellikle askerî üslerinin geleceği açısından uygun
bulmadığı için İngiliz Bakan taraflara “taksim” önerisini sundu. Taksim önerisi Türk hükümeti
ve muhalefetinde de olumlu yankı uyandırdı ve artık Türkiye’nin tezi “taksim” oldu.

1957 yılı sonundan itibaren İngiltere, Kıbrıs sorunuyla ilgili peş peşe çözüm önerileri
sundu. Bu bağlamda ortaya atılan Foot Planı ve akabinde Macmillan Planı, hem adadaki taraflar
hem de Ankara ve Atina’dan destek bulmadı. Çözüm konusundaki tıkanıklık adadaki çatışmaları
körükledi. Özellikle EOKA’nın Türklere yönelik saldırılarına karşılık verebilmek ve Türk
varlığını muhafaza etmek için 1 Ağustos 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması ile
artan Türk-Rum silahlı çatışması, Türk-Yunan ilişkilerini de tehlikeli boyuta sürüklüyordu.
NATO üyesi iki ülkenin çatışmasının bu hassas coğrafyada Sovyet etkisini artıracağından
endişelenen Washington, soruna ağırlığını koyarak zor olanı başardı ve tarafları bağımsızlık
formülü etrafında çözüm için bir araya getirdi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması için Ocak 1959
boyunca diplomatik çabalar yoğunlaştırıldı. F. R. Zorlu ve Evangelos Averof arasında 11 Şubat

264
1959 tarihinde Zürih’te Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, ayrıca Türkiye ve Yunanistan ile
ilişkileri hakkında üç anlaşma parafe edildi. 17-19 Şubat 1959 Londra görüşmeleri sonunda da
Zürih Anlaşmaları resmen imzalandı. Özellikle Makarios’un gönülsüzce imzaladığı bu
anlaşmalar ile Kıbrıs, 19 Şubat 1960’a kadar bağımsızlığa kavuşturulacaktı. Ancak üs ile ilgili
konuda İngilizler ile yaşanan sorun, bağımsızlığı 16 Ağustos 1960’a kadar geciktirdi. Bu
anlaşmalar İngiltere ve ABD’nin zaman zaman şantaja varan baskıları neticesinde Makarios’a
imzalatıldı.

Kıbrıs sorunu şimdilik kaydıyla Türkiye’nin de lehine olacak şekilde bir sonuca bağlandı.
1957 yılından sonra tarafların silahlanma yarışlarının ve bu alanda yaşanan gerginliklerin bölgeye
yansımasının Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmazdı.

10.4. DP’nin Çok Yönlü Dış Politika İnşa Gayreti


1957 yılına gelindiğinde ABD’nin Orta Doğu’da daha etkin ve doğrudan müdahil
olduğunu görüyoruz. Bu politikanın somut bir göstergesi olan Eisenhower Doktrini ise Türkiye
ile Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap ülkeleri ve SSCB arasında krize yol açtı. Zaten 1957
ve 1958 yılları özellikle Irak, Ürdün, Suriye ve Lübnan’da krizlerin patlak verdiği yıllardır. Bu
krizler sonrasında, 1954 yılında kurulan İncirlik Üssü geliştirildi. Bu krizlere yönelik Türkiye’nin
güvenlik çıkarları ile ABD’nin bölgesel çıkarları büyük oranda örtüştüğünden giderek azalan
ABD yardımları bu yılda önemli oranda arttı. Dolayısıyla 1959 yılı bir yönüyle Türk-Amerikan
ilişkilerinin en iyi yılı oldu. Özellikle Başkan Eisenhower’ın ve diğer Amerikan üst düzey
yetkililerinin Ankara’yı ziyaret etmesi bu anlamda önemliydi. Yine aynı yıl Türkiye ABD’nin
oyuyla ilk kez BM Güvenlik Konseyi’ne seçildi. Ayrıca ABD ile 5 Mart 1959’da ikili anlaşma
imzalandı. Bu anlaşma ile Beyaz Saray herhangi bir tehlike karşısında Türkiye’ye silahlı yardım
taahhüt ediyordu. Anlaşmanın giriş bölümünde bu yardımın doğrudan veya dolaylı saldırılar
karşısında verileceği ifade edilmekteydi. Muhalefet ise anlaşma metninde yer alan “dolaylı
saldırı” ifadesinin iktidara yönelik halk hareketini de kapsayacağından böyle bir durumda
ABD’nin Türkiye’ye müdahalesi için zemin yaratacağı gerekçesiyle karşı çıktı.

Türk-Amerikan ilişkilerinin bu görüntüsünün yanında, 1959 yılı itibarıyla Türk dış


politikasında zikre değer bazı arayışların olduğu gözlemlenmiştir. Bir yandan ABD ile ilişkiler
devam ettirilmek istenirken diğer yandan da ABD dışındaki seçenekler Türk dışişlerinin
gündemini meşgul etmeye başladı. Mesela Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1959 yılı
Dışişleri Bakanlığı bütçe görüşmeleri esnasındaki konuşması, ABD’ye eklemlenmiş bir ülkenin
soğuk savaş dönemi politik söyleminden nispeten uzak, üçüncü dünya ülkeleri ve SSCB ile
ilişkilerin gelişmesine zemin hazırlayan bir içerikteydi. Dışişleri Bakanı, daha önce şiddetle
meydan okuduğu Tarafsızlar Bloku’na bu kez birçok atıfta bulundu. 1955’te Bandung
Konferansı’nda tarafsız ülke liderlerine ve politikalarına karşı sert üslup takınan Zorlu, 1958 yılı
sonu itibarıyla bu blok ile ilişkileri tamir etmekle kalmadı, aynı zamanda Nehru’yu Türkiye’ye
davet etti. Zorlu’dan sonra Cumhurbaşkanı Bayar’ın 1 Kasım 1959’da Meclis’te yaptığı konuşma
da benzer çizgideydi. Bundan sonraki dönemde Menderes’in konuşmalarında da artık iki kutuplu
dünyanın ötesinde başka gerçeklerin de olduğu teması işlenmeye başlandı.

Global anlamda bakıldığında da 1959 yılında iki kutup arasında, hâlâ krizlere varan
önemli sorunlar olmakla beraber, karşılıklı ziyaretler neticesinde belli oranda bir yumuşama
havası yakalandı. Mesela Eylül 1959’da Kruşçev ABD’yi ziyaret etti ve aynı süreçte birçok Batılı
ülke SSCB ile ekonomik alanda iş birliği içine girdi. Diğer yandan bu sıralarda Türk basınında da
ABD’nin yanı sıra NATO üyesi ülkelerin Moskova ile olan ekonomik ilişkilerini geliştirirken

265
Türkiye’nin Sovyetlere karşı NATO’nun “en ağır seyreden gemisi olmasının anlaşılamaz olduğu”
eleştirileri yapılıyordu. Özellikle stratejik füzeler konusundaki gelişmelerden dolayı ABD’nin
geleneksel küresel politikalarında Türkiye’nin stratejik önemini yitirdiğine yönelik atıflar vardı.
Bu yazılarda da Türkiye’nin Batı eksenindeki duruşuna karşı herhangi bir tenkit yokken artık yeni
bir döneme girildiği ve Türkiye’nin stratejisinde değişikliğe gidilmesi ve çok taraflı politikaların
geliştirilmesi gerektiği vurgulanıyordu.

DP hükümeti de tam bu sıralarda dış politikada benzer bir mantıktan hareketle bazı
hamleler peşindeydi. 1959 yılı Aralık ayında Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar’ın bir heyetle
Moskova’yı ziyaret etmesiyle Sovyetlere üst düzey ziyaret başlatılmış oldu. Bu ziyaretin
Moskova ile ilişkilerin sadece bir başlangıcı olduğu anlaşıldı. Nitekim Zorlu, 9 Ocak 1960’ta
TBMM’nde yaptığı konuşmada Moskova ile ilişkilerin kurulmasının ve bu yöndeki kararların
hükümete ait olduğunun altını çizdi. Nisan ayına gelindiğinde de Menderes ve Kruşçev’in
karşılıklı olarak ziyaretleri açıklanacaktır. Temmuz ayından önce Menderes Moskova’yı ziyaret
edecek, sonrasında da Kruşçev, bu ziyareti iade edecekti. Gelinen nokta SSCB ile ilişkilerin
tamamen sorunsuz olduğu anlamına gelmemektedir. Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi
yönündeki karara imza atması ve İncirlik’ten havalanan U-2 casus uçaklarının Sovyet hava
sahasındaki uçuşları Türk-Sovyet ilişkilerinde sorun olacaktır. Ancak bu yıllarda sorunlar her
şeye rağmen belli bir diplomatik nezaket içinde dile getirilmekteydi.

Fatin Rüştü Zorlu’nun çalışma ekibinde yer alan diplomat Semih Günver’in anlatımına
göre, Menderes’in Moskova’yı ziyaret etme fikri kendisine aittir. “1958’de Çekoslovaklarla
Clearing (Takas) Anlaşması imzalanmıştı. Clearing hesabından Türkiye’nin alacaklı olduğu
meblağ ile taksitlerini ödemek sureti ile Çekoslovakya’ya Sümerbank’ın ve Çanakkale’nin
porselen fabrikaları yaptırılmıştı. Türkiye Batı dünyasıyla ticaretinde açık vermesine karşın
sosyalist ülkelerden alacaklı durumdaydı. Üstelik bu ülkelerde Türkiye’nin ihtiyacı olan
kalemlere de rastlanmıyordu. Sovyetler Birliği ile olan durum da aynıydı. ABD başta olmak üzere
Batılı müttefikler, Sovyetlerle her alanda Türkiye’den çok fazla alışveriş yapıyorlardı. İşte
buradan hareketle Günver, Zorlu’ya “Biz de niçin, bazı yatırım projelerini Moskova’ya finanse
ettirmiyoruz? İhracatımızı biraz arttırır, Clearing hesabındaki alacaklı bakiyemizi çoğaltır,
taksitleri bu hesaptan öderiz” önerisinde bulundu. Günver ekonominin rotasını tamamen
Sovyetlere çevirmeyi önermiyordu. Sınırlı iş birliği ile bir iki önemli projenin gerçekleştirilmesi
Türkiye için faydalı olur düşüncesini taşıyordu. Nitekim sonraki yıllarda Aliağa Rafinerisi, İkinci
Demir ve Çelik Fabrikası, Alüminyum Fabrikası vesaire bu şekilde gerçekleştirilecektir.

Aslında F. R. Zorlu da uzun zamandır Türkiye’nin ABD’ye bu kadar bağımlı olmasından


rahatsızdı. Dönemin gazetecilerinden Kemal Bağlum anılarında, Zorlu’nun Menderes’e
“Amerika’nın neredeyse uydusu durumuna düşmekten kurtulmayı sık sık tekrarladığını” ve
Başbakanın cevabının ise “Bakalım, zaman ne gösterecek?” seklinde olduğunu belirtir. Zorlu,
Türkiye’nin ABD’ye bu denli bağımlı olmasını önlemenin bir yolu olarak da Moskova ile
ilişkilerin geliştirilmesini önemsiyordu. Sovyetler ve tarafsızlarla kurulacak ilişkilerin de aynı
zamanda tek yanlı demokrasi anlayışını çeşitlendireceğine inanıyordu. Böylece Türkiye’nin iç ve
dış politikada itibarını artıracağını düşünüyordu. Aslında bu dönem Türkiye’nin dış politikasının
mimarı Zorlu’ydu.

Günver’in fikrini beğenen Zorlu, konuyu Menderes’e aktardı. Menderes ise bu fikri daha
ileriye götürerek 1960 yılı Temmuz ayında ekonomik ve siyasi görüşmeler yapmak üzere
Moskova’yı ziyaret etmeye karar verdi. Bayar ve Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un da

266
onayını aldı. Türkiye’nin ABD ile o zamana kadar olan ilişkilerinin doğası gereği böyle bir karara
varılmadan Washington’dan onay alınması gerekliliği düşünülebilir. Ancak bu girişime engel olur
endişesiyle Moskova ziyareti kesinlik kazandıktan sonra Washington’un bilgilendirilmesine karar
verildi. Sonrasında Zorlu, Moskova ziyaretinin iktisadi kısmının hazırlıklarının başlaması için
hemen Semih Günver’i görevlendirdi. Günver, Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Rijov ile birlikte,
bu ziyaret çerçevesinde şekillenecek Türk-Sovyet ilişkileri için hazırlık çalışmalarına başladı.

Türkiye’nin Sovyetler ile bu tarzda bir ilişkiye geçmesi, ABD ve onun bölgedeki
müttefiklerini ciddi anlamda endişelendirdi. Bu yakınlaşmanın arkasında yatan nedenleri
öğrenmek isteyen ABD, özellikle CENTO bağlamında Tahran’ı ziyaret edecek Türk heyetinden
bilgi almasını şaha telkin etmişti. Bu yakınlaşmanın, kendi konumunu etkilemesinden endişelenen
İran Şahı da zaman zaman diplomatik nezaketi aşan ısrarlarda bulunmuştu.

Washington’da bir kesim, Türkiye’nin Moskova’ya yaklaşmasından hiç hoşnut değildi.


Hatta Türkiye-Sovyet yakınlaşmasını engellemek için harekete geçti. Soğuk savaşın başından beri
Washington’a danışmadan hareket etmeyen Ankara, bu sefer ABD’yi bilgilendirmeden Moskova
ile diyalog kurmuştu. CIA ve Amerikan Dışişlerinde bir grup, Türkiye’nin Moskova ile ilişkileri
geliştirme isteğini NATO içinde ve hür dünyada siyasi dalgalanmalara yol açacak nitelikte bir
olay olarak algıladı. Zira Washington’da bir kesim, Türkiye’nin Sovyetleri tehdit olarak
görmemesinin ABD’nin Ankara üzerindeki nüfuzunu azaltacağı, bunun da bölgesel çıkarları
açısından ciddi sorunlar oluşturacağı düşüncesine sahipti. Ancak DP’nin dış politikadaki bu
arayışı 27 Mayıs Darbesi dolayısıyla sonuçsuz kaldı.

267
Uygulamalar
Bu bölümde,

 İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türk dış politikasının temel özelliklerinin


anlaşılması,

 Bu dönemde Türk dış politikasını şekillendiren ulusal ve uluslararası unsurların


öğrenilmesi,

 Bu dönemde Türkiye’nin Batı Bloku’nda yer almasının tarihî, kültürel ve


uluslararası konjonktürden kaynaklanan sebeplerinin anlaşılması,

 1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin çok yönlü bir dış politika geliştirme
çabalarının tahlil edilmesi,

 Türkiye’nin Kore Savaşına katılma saikleri ve katılımının sonuçlarının


değerlendirilmesi,

 Kıbrıs Sorununun Türk dış politikasına etkisi ve Türkiye’nin bu soruna yönelik


attığı adımların tartışılması hedeflenmektedir.

Ayrıca öğrencilerin bu bilgiler doğrultusunda,

 Yorum yapabilme,

 Muhakeme,

 Hadiseleri ve olguları tahlil edip anlamlı bir bütün oluşturabilme kabiliyetlerinin


gelişmesi beklenmektedir.

268
Uygulama Soruları

1. 1945-1950 arası dönemle 1950-1960 arası dönemdeki Türk dış


politikalarının temel farklılıkları nelerdir?

2. 1945 sonrası dönemde İngiltere ve ABD’nin Türkiye’ye karşı


politikalarında ne gibi farklılıklar vardır?

3. Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili tutumu Türk dış politikasını


nasıl etkilemiştir?

269
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada kendini
demokratik blokta konumlandırma çabası içerisine girdi. Bu, toprak bütünlüğüne yönelen
Sovyet tehdidinin zorunlu bir sonucu olduğu kadar son bir asrı aşkındır takip ettiği
Batılılaşma politikasının da bir gereği idi. Ancak Savaşta izlediği tarafsızlık politikasının
ciddi anlamda eleştiriye maruz kalmasının yarattığı yalnızlık fobisi ABD ve İngiltere’nin
ilk başlarda gösterdiği soğuk tavırla zirve yaptı. Buna karşın Sovyet tehdidinin yarattığı
güvenlik endişesi çerçevesinde Türk dış politika çıkarları ile ABD’nin bölgesel
çıkarlarının uyuşması, Türkiye’nin Batı güvenlik sisteminde kendine yer bulmasını
sağladı. Ama bu, Türkiye için o kadar kolay bir süreç olmadı. Bu bölümde önce İnönü
liderliğinde Türk dış politikasının Batı Bloku’nda kendine yer edinme gayretlerini,
sonrasında da Türkiye’nin DP döneminde aktif bir dış politika izleyerek ABD desteğinde
bölgesel paktlara öncülük ederek bölgesel bir soğuk savaş oyuncusu olma gayretleri ele
alınmıştır.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin güvenlik endişesi ile Batı’ya


eklemlenme arzusu, Türk dış politikasını tek yönlü bir çizgiye sürükledi. Özellikle 1947
Truman Doktrini ile başlayan yardımlarla birlikte Washington’un Türk iç ve dış
politikasında etkisi arttı. Ama bu her zaman Türkiye’nin ABD’nin yörüngesine girdiği
anlamına gelmemektedir. Zira küresel gücün şemsiyesi altında olsa da zaman zaman
bölge siyasetini kontrol etme gayretlerine girdiği vakidir. Mesela Bağdat Paktı bu
anlamda Nasır’ın Orta Doğu siyasetini kontrol altına alma gayretlerini belli ölçüde
sınırlandırdı.

Türkiye’nin soğuk savaş politikalarına kendisini kaptırması aslında bir tercihten


ziyade zorunluluktu. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda hatta savaş esnasında
Sovyetlerin tavrı ve Doğu Avrupa’daki politikaları Ankara’yı endişelendiriyordu. Coğrafi
olarak da küresel güçlerin bölgesel politikalarının kesiştiği nokta olan Türkiye için taraf
olmak da kaçınılmazdı. Abarttığı noktalar elbette oldu ama soğuk savaş dönemi
aktörlerinin birer uydusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Orta Doğu rejimleriyle zaman
zaman gereksiz sürtüşmelere girdiğinden dolayı Orta Doğu’yu kaybettiği söylense bile,
tamamen istikrarsız bir bölge olan Orta Doğu devletleri ile gerçekçi bir ilişki içinde olmak
pek de gerçekçi gözükmüyordu.

Bu dönemde dış siyasal ilişkiler irdelendiğinde Türk siyasi tarihinin sonraki


dönemlerini de etkileyecek hadiseler yaşandığı görülür. Türkiye’nin NATO’ya girişi,
Balkan ve Bağdat Paktları ve Kıbrıs meselesi bu dönemin en önemli dış politika
konularıdır. Türkiye’nin NATO’ya girişini sadece bir güvenlik paktına girmiş olmanın
ötesinde, Avrupa medeniyetine dâhil olmanın delili olarak vurgulayan değerlendirmeler
mevcuttur. Bu hadise ile birlikte Türk ordusunda modernizasyon süreci hızlanmış ve
soğuk savaş döneminde Türkiye önemli ölçüde yalnızlıktan kurtulmuştur. Paktlar siyaseti
de yine soğuk savaşın konjonktüründe oluşan yapılanmalardır. Kıbrıs meselesi ise,
Lozan’la birlikte hukuken Türkiye’nin gündemi dışında kalmış olmakla birlikte, DP
iktidarı döneminde yeniden uluslararası arenada Türkiye’nin de taraf olduğu bir mesele

270
hâline gelmiştir. Türkiye’nin Yunanistan, İngiltere, ABD ve SSCB ile ilişkilerinde Kıbrıs
meselesi öncelikli konu olmuştur. Kıbrıs meselesi Türkiye’nin sadece dış politika konusu
olmamış, aynı zamanda iç siyasi gelişmelerini de etkiler olmuştur. 6-7 Eylül 1955
hadisesinde somut olarak görüleceği üzere, daha pek çok hadisede de Kıbrıs meselesi
etkileyici ve hatta yönlendirici olmuştur. DP hükümetinin ve daha özelde de dönemin
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun fevkâlade gayretleri ile mesele, Türkiye’nin
isteklerini büyük ölçüde karşılayabilecek şekilde çözüme kavuşturulmuştur. Öyle ki
oluşturulan uluslararası zemin ve hükümler, kendinden sonra gelecek Türk hükümetleri
için dayanak ve referans olacaktır.

271
11. 1960-2000 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Prof. Dr. Behçet Kemal YEŞİLBURSA

274
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
11. 1. 1960-1980 Dönemi Türk Dış Politikası

11.1.1. Amerika ile İlişkiler

11.1.2. Kıbrıs Sorunu

11.1.3. Türk-Sovyet İlişkileri

11.1.4. Türk-Arap İlişkileri

11.2. 1980-1990 Dönemi Türk Dış Politikası

11.3. 1990-2000 Dönemi Türk Dış Politikası

275
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
4) 1960-1980 dönemi Türk dış politikasının temel özellikleri nelerdir?

5) 1980-1990 dönemi Türk dış politikasının temel özellikleri nelerdir?

6) 1990-2000 dönemi Türk dış politikasının temel özellikleri nelerdir?

7) Kıbrıs Sorunu Türk dış siyasetini nasıl etkilemiştir?

8) 1960-2000 döneminde Türk–Amerikan ve Türk–Sovyetler Birliği ilişkilerinde ne


gibi dalgalanmalar yaşanmıştır?

9) 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin dış politikaya etkileri nelerdir?

10) Özal Dönemi Türk dış politikasını diğer dönemlerden ayıran özellikleri var
mıdır?

276
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği


veya geliştirileceği

1960-2000 Dönemi Türk 1960-2000 yılları arasındaki Sebep–sonuç ilişkisi kurma


Dış Politikası dış politikanın temel ilkeleri,
ikili ilişkiler ve gelişmeleri Kronolojik düşünme
hakkında bilgi sahibi olma
Tarihî terminolojiyi doğru ve
yerinde kullanma

Görüş geliştirme

Tarihsel analiz ve yorum yapma

277
Anahtar Kelimeler

 Soğuk Savaş

 Yumuşama (Detant)

 Bloklaşma

 Batı Bloku

 Doğu Bloku

 Bağlantısızlar

 Tek Kutuplu Dünya

 Yeni Dünya Düzeni

 Çok Yönlü Dış Politika

278
Giriş
Dış politika “bir devletin başka bir devlet veya devletler ya da daha geniş anlamıyla
uluslararası alana karşı izlediği politikaya verilen isimdir”. Dış politika kavramı, devletler arası
ilişkilerde “devlet” olgusuyla ortaya çıkmış olmakla birlikte üzerinde bilimsel anlamda durulması
I. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştur.

Türk dış politikası Cumhuriyet tarihimizin temel konularından birini teşkil etmektedir.
Bununla birlikte dış politika olaylarını sağlıklı bir şekilde analiz edememek günümüzün en önemli
meselelerinden biridir. Bilhassa dış politika söz konusu olduğunda yorumlar güncel siyasete
dayanak bulmak adına yapılır hâle gelmiştir.

Türk tarihinde şöyle bir algı bulunmaktadır: “Türkler tarihte aktif bir yapıya sahip olup
pek çok askerî başarılar kazanmışlar. Buna karşılık kazandıklarını masa başında kaybetmişlerdir.”
Bu düşünce genel anlamda doğru mudur? Yoksa bir dış politika başarısızlığının sonunda meydana
gelen demoralize bir atmosferde ortaya atılmış bir düşünce midir? Tartışılır. Ancak şurası
muhakkaktır ki iç siyasetin de başarılı olması beklenmelidir. Zira devletler içeride ve dışarıda bir
bütün olarak ele alınan siyaset ve uygulamalarıyla ayakta kalırlar. İç siyasetteki zayıflıklar dış
siyasette bazı çalkantılara yol açabilmektedir.

19. yüzyıl içinde var olmak için İngiliz dış siyaset eksenine dayanan Osmanlı Devleti,
bunu 93 Harbi’ne (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ne) kadar devam ettirmiştir. Fakat 1877’de Rus
orduları karşısında aynı eksen, geçmişin bu büyük devletini korumamış veya koruyamamıştır. Bu
durumda dış politika ibresi Avrupa’da hızlı bir doğuşla ortaya çıkan Alman gücü eksenine
yönelmiştir. 1878’den itibaren başlayan dış politikada “Osmanlı-Alman” beraberliği I. Dünya
Savaşı gibi dev bir anaforda bile devam etmiştir. Bir bakıma Alman eksenine bağlılık Türk toplum
varlığını büyük bir felaketin içine yuvarlamıştır.

İşte Türk Kurtuluş Savaşı’nın büyük mimarı Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin yani
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş projelerini hazırlarken dış politikada “tek bir politik eksene
bağlanma” gibi bir tercihin geçmişte ne ağır faturalara mal olduğu gerçeğinden hareketle daha
Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında bile çok yönlü bir dış politikanın uygulayıcısı olmuştur. Bir
tarafta Sovyet Rusya, diğer tarafta Batılı devletlerle ilişkiler devam etmiştir. Bu durum Atatürk’ün
dış politika anlayışının temellerini ortaya koyması bakımından fevkâlade önemlidir.

1960-1980 dönemi Türk dış politikası olaylarını incelemeye geçmeden önce kısaca
dönemin tasnifini yapmak kanımızca faydalı olacaktır. Adı geçen dönemi 10’ar yıllık dönemler
hâlinde dört ana döneme (1960-70, 1970-80, 1980-90 ve 1990-2000) ayırabiliriz. Ayrıca her
dönemi kendi içinde birtakım alt dönemlere ayırmak da mümkün görünmektedir. Mesela 1960-
65 ve 1965-1971; 1971-73 ve 1973-80; 1980-83 ve 1983-93; 1993-2000 gibi.

279
11.1. 1960-1980 Dönemi Türk Dış Politikası
1960-1980 dönemi Türk dış politikasına değinmeden önce bu dönemde ortaya çıkan
uluslararası gelişmelere kısaca değinmek faydalı olacaktır.

Bu dönemde dünyada iki kutuplu sistem devam etmiştir. Ancak dönemin başlarında
ortaya çıkan birtakım yeni gelişmeler sonucu iki kutup arasındaki gerginlik yerini yavaş yavaş
yumuşamaya (detant) bırakmıştır. Bu gelişmeler iki kutup arasında “Karşılıklı ve Dengeli
Kuvvet İndirimi” görüşmelerine, oradan “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’”na
(AGİK) ve sonunda da 1975’te “Helsinki Nihai (Son) Senedi” adlı yumuşama (detant)
belgesinin oluşumuna yol açmıştır.

Bu dönemde Batı Bloku’nun lideri olan ABD, uluslararası alandaki gücünü önemli
oranda kaybetmiştir. Öncelikle giriştiği Vietnam Savaşı kendisini birçok açıdan oldukça
yıpratmıştır. Bu durum 1971’de doların devalüe edilmesine ve uluslararası mali sistemin
yıkılmasına yol açarak ABD’ye olan uluslararası güvenin sarsılmasına sebep olmuştur. Diğer
yandan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş güçlerini toplamaya başlayan Almanya ve
Japonya, ABD’nin ekonomik başatlığına karşı bir rekabet oluşturmaya başlamışlardır. 1979’da
Afganistan’ı Sovyetlere kaptırması ve daha da önemlisi İran’ı aynı yıl yitirmesi ve nihayet içeride
kendi kamuoyunda devlete karşı oluşan birtakım tepkiler neticesinde ABD bu dönemde oldukça
güç kaybına uğramıştır.

ABD’nin aksine bu dönemde Sovyetler Birliği (özellikle 1970’lerde) önemli atılımlar


yapmıştır. Öncelikle o zamana kadar ABD’nin tekelinde olan dış yardımı, ABD kadar etkili
olmamakla beraber, az gelişmiş ülkeleri etkileme yöntemi olarak devreye sokmuştur. Orta
Doğu’da askerî üsler elde etmiş, uçak gemileri yaparak Akdeniz’e inmiştir. Ayrıca bu dönemde
blokların hem kendi içlerindeki hem de kendi aralarındaki durumdan yararlanan, genellikle
üçüncü dünya ülkelerinin oluşturduğu Bağlantısızlık Hareketi âdeta üçüncü bir güç gibi
uluslararası politikada yer almıştır. Bu yeni durum, Doğu Bloku’nu güçlendirirken Batı Bloku’nu
da zayıflatmıştır.

Ayrıca bu dönem dünyada ekonomik ve toplumsal gelişmenin yükseldiği yıllar olmuştur.


Ülkeler savaş sonrasında kendilerini yavaş yavaş toparlamaya başlamıştır. Avrupa’da özellikle
Almanya yüksek bir büyüme hızı tutturmuş ve yurt dışından işçi getirme ihtiyacı duyacak kadar
yoğun bir büyüme içine girmiştir. Buna paralel dünyada bir toplumsal serbestlik atmosferi ortaya
çıkmıştır. Ortaya farklı müzik grupları ve sosyal akımlar çıkmış ve nihayet Mayıs 1968’de ortaya
çıkan öğrenci devrimi tüm otoriter değerleri alt üst ederek özgürlük havasının tüm dünyaya
yayılmasına sebep olmuştur.

Yukarıda kısaca bahsettiğimiz uluslararası ortamdaki bu değişiklikler Türkiye gibi


ülkelere ciddi bir “göreli özerklik” yaratan bir atmosfer sunmuştur. 1960’lardan itibaren oluşan
uluslararası denge, Batı’yı meşgul eden petrol krizi, Bağlantısızların güçlenmesi, Afganistan ve
İran’daki gelişmeler, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin düzelmesi ve güçlenmesi, bütün bu
gelişmeler Türkiye için yeni fırsatlar yaratmıştır. Dolayısıyla 1960-1980 dönemi, dış politika
kararlarının alınması ve uygulanması açısından, Türkiye gibi orta büyüklükte bir ulus devlet için
gerçek bir “göreli özerklik” dönemi olmuştur.

Bu dönemde Türkiye, Demokrat Parti döneminde izlenen dış politikanın bir nevi antitezi
olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Cezayir’e self-determinasyon hakkının tanınmasını

280
ilk kez destekledi. 1964’te Johnson mektubuna karşı kararlı duruş sergiledi. Eylül 1965’te
Birleşmiş Milletler’de ABD’nin Vietnam politikasına karşı çıkan Türkiye 1965’te ABD’nin
istediği Çok Taraflı Nükleer Güç’e (MLF) katılmayı reddetti. 1967 Arap-İsrail savaşında ilk defa
Arapları destekledi ve bundan sonra İsrail’e daha mesafeli durdu. 1969’da ABD ile yapmış olduğu
ikili antlaşmaları tek çatı altında toplayarak denetime aldı ve ayrıca üslerin alan dışı amaçlarla
kullanılmasını yasakladı. 1970’ler boyunca ABD’ye rağmen Ege’de Yunanistan ile mücadele etti
ve 1971’de Üçüncü Dünya’ya yardım programı başlattı. Temmuz 1974’te, 12 Mart döneminde
ABD’nin baskısıyla yasaklanan afyon ekimini tekrar serbest bırakan Türkiye aynı ay yani
Temmuz 1974’te, Kıbrıs’a başarılı bir çıkartma yaptı. Eylül 1974’te ABD’nin Kıbrıs yüzünden
koymuş olduğu ambargoya ezilmeden direndiği gibi, Temmuz 1975’te ambargo kaldırılmadığı
için Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşmasını (OSİA) feshetti ve aynı ay, üslerin kullanılmasını
yasakladı. 1976’da tek taraflı bir kararla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ilişkileri askıya
aldığı gibi, Kıbrıs’ta bir değişiklik olmadığı hâlde, Eylül 1978’de ABD’nin uyguladığı
ambargoyu tamamen kaldırttı. 1978-79’da Bağlantısızlarla ciddi bir yakınlaşma politikası izledi
ve yine 1979’da ABD’nin baskılarına rağmen Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına
dönmesini reddetti. 1980’de İran’daki Amerikalı rehineler sebebiyle ABD’nin başlattığı
yaptırımlara katılmadı. 29 Mart 1980 tarihli Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA)
ile yerli savunma sanayinin temelini attı. Askerlere alan dışını yasakladı, üslere malzeme giriş-
çıkışını denetime aldı, ayrıca üslerin statüsünü olağanüstü durumlarda askıya alma hükmü getirdi,
ABD’ye dönem boyunca U-2 uçuşu yaptırmadı.

Yukarıda sayılanlar, Türkiye gibi orta büyüklükte bir ulus devlet için alınması kolay
olmayan kararlardır. Ülkenin gerçek bir ekonomik iflasla karşı karşıya bulunduğu ve yine adeta
bir iç savaş yaşadığı sırada alınan bu dış politika kararları, o dönemde Türkiye’nin dış politika
alanında ne kadar bağımsız hareket ettiğinin birer göstergesidir. Dış politikada gösterilen bu
kararlılık, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal kaos içinde olduğu, IMF’ye tam bir muhtaçlık
içinde bulunduğu dönemde gerçekleşmiştir.

Ayrıca bu dönemde Türkiye, Batı’ya olan ekonomik ve siyasal bağımlılığını azaltacak


dış politika girişimlerinde de bulunmuştur. Mesela kimi önemli sanayi yatırım tesisleri için ABD
ve Avrupa’dan kredi bulamayınca 1967’den sonra Sovyetler Birliği’ne yönelmiştir. Sovyetler
Birliği’nin çok düşük faizli ve uzun vadeli, üstelik maden sanayi gibi katma değeri yüksek
alanlarda verdiği krediler Türkiye’nin hem ekonomik durumuna katkı yapmış hem de Batı
karşısında özerkliğini artırmıştır.

Bu dönemde Türkiye’nin dış politikası Batı karşısında göreli olarak özerkleşmiş, ancak
temelde değişmemiştir. Bunun birçok sebebi olmakla beraber, bir kere, Batılı felsefesinin yanı
sıra, Batı ile olan ilişkilerinin niteliği bunu zorunlu kılmıştır. Zira Türkiye 1970’lerin ortalarına
kadar Batı’dan büyük miktarlarda ve kolaylıkla ekonomik yardım ve kredi almıştır. 1960-64
arasında bu yardım ve krediler yılda ortalama 243 bin doları, 1965-69 arasında ise yılda ortalama
284 bin doları bulmuştur ve bunlar, o dönem Türkiye’nin tüm dış gelirlerinin yarısından fazlaydı.
Bu sebeple, Türkiye istese bile ki, böyle bir irade ve isteği de yoktu, Batı blokundan çıkabilecek
durumda değildi. Dolayısıyla Türkiye bu durumda NATO’dan çıkmadı, Sovyetler Birliği’ne
yönelmedi, İsrail ile olan ilişkileri kesmedi, Orta Doğu’da ABD’yi desteklemeye devam etti.
Kısaca dış politikadaki temel ilkelerini değiştirmedi. Fakat eskiye oranla özellikle Kıbrıs ve Orta
Doğu konularında Batı’dan biraz daha özerkleşti. Bu kararlı dış politika döneminin en özerk ve
en önemli örneği ise 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur.

281
Bu dönemde Türkiye tıpkı Atatürk ve İnönü dönemlerinde olduğu gibi ilk defa ideolojik
çerçevenin dışında bir dış politika izlemiştir. Dış kaynak ihtiyacından da kaynaklanmış olsa,
Sovyetler Birliği ile yakınlaşma Türkiye’ye büyük ekonomik ve siyasal yarar sağlamıştır.

1960 sonrasındaki dönemin dış politikadaki göreli özerkliği 1930-39 dönemindeki yoğun
göreli özerklik kadar kesin olmasa da uluslararası gelişmelere paralel olarak yaşanmıştır. Bu
durum 1945-60 döneminin dışa bağımlılığından kaynaklandığı gibi, bizzat kendisi de bir sonraki
1980-90 döneminin bağımlılığını hazırlamıştır. 1980’lerin başında uluslararası ortam değişince
bu göreli özerklik kaybolmuş ve içte demokrasinin terk edilmesiyle de dış politikanın temeli
kaymıştır. Ayrıca bu dönemde izlenen ve göreli özerkliğin ekonomik temelini oluşturan İthal
İkameci Kalkınmanın, dış kaynağa bağımlılığı yüzünden terk edilmesi uluslararası ekonomiye
teslim olma ortamını yaratmıştır.

1960-80 döneminde Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilere damga vuran belli başlı olayları
şu şekilde sıralayabiliriz: Küba Krizi, Kıbrıs Sorunu, afyon sorunu, ikili anlaşmalar, silah
ambargosu vb.

27 Mayıs 1960’ta yönetime el koyan askerî rejim hemen bir açıklama yaparak
Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı kalacağını ve bu örgütlere üye olmanın gerektirdiği
sorumlulukları yerine getireceğini açıkladı. Bu açıklamanın temel sebebi ise yapılan askerî
darbeye başta ABD olmak üzere Batı’nın çeşitli nedenlerle karşı çıkabileceğinden duyulan endişe
idi. Ancak askerî rejimin uluslararası taahhütlere sadık kalacağı anlaşılınca ABD yeni yönetimi
30 Mayıs 1960’ta tanıdığını açıkladı.

Ancak ABD’yi endişelendiren en önemli konu, Menderes döneminde imzalanan ve çoğu


TBMM’nin onayına sunulmadan yürürlüğe sokulan ikili anlaşmaların akıbeti idi. Fakat bu endişe
1 Haziran’da yeni dışişleri bakanı Selim Sarper’in, Türkiye’nin eski dönemde yapılan tüm
anlaşmalara sadık kalacağını açıklamasıyla giderilmiş oldu. Diğer taraftan, ABD’yi endişeye sevk
eden diğer bir konu da Türkiye’nin ABD’den aldığı borçları ödeyip ödeyemeyeceği meselesiydi.
Ancak ABD yönetiminin bu konudaki endişesi de 4 Temmuz’da Cemal Gürsel’in, Türkiye’nin
almış olduğu borçları asla inkâr etmeyeceğini fakat bunları öderken Avrupa ve Amerika’nın
Türkiye’ye yapılan yardımları artırması gerektiğini açıklamasıyla tatmin edilmiş oldu. Böylece
Türkiye, Menderes döneminde olduğu gibi, borçlarını yeni borçlarla kapatmak gibi bir
uygulamayı devam ettirmek zorunda kalmıştı.

1950’lerde olduğu gibi, 1960’larda da ekonominin gelişimi temelde ABD’den gelen dış
yardımlara bağlı kalmaya devam etti. Ekonomik yardımlardan farklı olarak ABD’nin Türkiye’ye
yaptığı askerî yardımların miktarında çok büyük artışlar olmadı. Fakat ekonomik yardımlarda
olduğu gibi askerî yardımların da hangi alanlarda kullanılacağı konusunda pek de Türkiye’nin
menfaatleriyle bağdaşmayan yönlendirmeleri oldu.

11.1.1. Amerika ile İlişkiler


1962 Küba Krizi Türk-Amerikan ilişkilerini yakından etkiledi. 1960-62 arası ABD,
Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’ye orta menzilli Jüpiter füzeleri yerleştirmişti. Sovyetler Birliği
buna şiddetle karşı çıktı, kaldırılmadığı takdirde karşılık vereceğini açıkladı ve 1962 ilkbaharında
Küba’ya Jüpiter benzeri Sovyet füzelerini yerleştirmeye başladı. Bu durum ABD ile Sovyetler
Birliği arasında büyük bir gerileme yol açtı. Topraklarında Jüpiter füzeleri bulunan Türkiye’de
ister istemez bu gerilimin içine girmiş oldu. Çünkü Sovyetler açıkça, Küba’daki füzeleri ancak
Jüpiter füzelerinin Türkiye’den çekilmesi karşılığında geri çekeceklerini açıkladı. Ancak ABD,

282
22 Ekim’den itibaren adaya gitmekte olan Sovyet gemilerine karşı abluka uygulamaya başladı.
Sovyetler gemilerini geri çekmeyeceğini, ABD’de ablukayı kaldırmayacağını açıkladı. Böylece
dünya bir nükleer savaşın eşiğine gelmiş oldu. Ancak çok geçmeden gelinen tehlikeli noktanın
farkına varan iki süper güç yumuşamaya başladı. Ekim sonunda Sovyetler, ABD’nin
Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmesi karşılığında, Küba’ya füze yerleştirmeyeceklerini
açıkladı. Çok geçmeden 20 Kasım’da ABD Küba’ya uyguladığı ablukayı kaldırdı.

Küba Krizi’nde Türkiye, dostu ve müttefiki olan ABD’yi sonuna kadar destekledi ve
krizin sona ermesinden sonrada ABD’ye âdeta yoğun bir övgü seli gösterildi. ABD’nin nükleer
bir savaşı önlediği ve Türkiye’nin pazarlık konusu yapılmadığı takdir edilmişti. 23 Ocak 1963’te
ABD Jüpiter füzelerinin daha modern teknolojiyle donatılmış Polaris denizaltılarıyla
değiştirilmesini önerdiğinde, bunu olumlu bir gelişme olarak gören Türkiye herhangi bir tepki
göstermemiştir. Fakat zamanla, Küba Krizi sırasında Jüpiter füzelerinin pazarlık konusu
yapıldığının ortaya çıkması Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişimi açısından önemli sonuçlar
doğurmuştur: Her şeyden önce Küba Krizi, Türkiye’de ABD’nin dürüst ve sadık bir müttefik
olduğu yönündeki inancı sarstı ve ABD karşıtı hareketlerin ivme kazanmasına neden oldu. Ayrıca
Washington’da alınan kararların Türkiye’nin güvenliğini hatta varlığını nasıl tehlikeye
düşürebileceğini göstermiş oldu. Nitekim Türkiye tek yönlü bir dış politika izlemesinin zararını
açıkça görmüş ve dış politikasını çok yönlülüğe doğru yeniden yapılandırmaya yönelmiştir.
Ayrıca kendi ulusal çıkarlarını ilgilendiren konularda önce tek başına hareket edip sonra
müttefiklerine danışmanın daha etkili bir dış politika aracı olduğunu, bu kriz sırasında ABD’nin
izlediği politika ile anlamış oldu.

11.1.2. Kıbrıs Sorunu


Kıbrıs’ta Rumlar Aralık 1963’ten itibaren Türklere yönelik saldırılarını artırdı. 1960
Anayasasının hükümlerini uygulamak istemeyen Rumların 21 Aralık 1963’te gerçekleştirdikleri“
Kanlı Noel” saldırısından sonra Türkiye, ABD’den Rumlara baskı yapılmasını istedi. Ancak
ABD’den beklediği desteği bulamadı. Türkiye, 13 Mart 1964’te adadaki Türklere karşı yapılan
saldırıların durmaması hâlinde, Türk halkının can ve mal güvenliğini kendisinin koruyacağını
açıkladı. Bunun üzerine 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson, Başbakan İsmet İnönü’ye
Kıbrıs Sorunu ile ilgili kapsamlı bir mektup gönderdi. İçeriği uzun süre sır olarak saklanan
mektubu ancak 1,5 yıl sonra 13 Ocak 1966’da Hürriyet Gazetesi yayınlamıştır. Johnson, muhtıra
niteliğindeki mektubunda özetle, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini istemediğini, eğer müdahale
ederse ABD’nin olası bir Sovyet saldırısı karşısında Türkiye’yi koruyamayabileceğini ima
ediyordu.

Johnson Mektubu, genelde Türk dış politikasını ve özelde de Türk-Amerikan ilişkilerini


uzun yıllar etkilemiştir. Bir kere, mektupta olası bir Sovyet saldırısı karşısında Türkiye’ye yardım
edilemeyebileceğinin ima edilmiş olması, kamuoyunda NATO’nun Türkiye’nin güvenliğini ne
kadar sağladığı konusunda yoğun tartışmalara neden olmuştur. Tartışmalar Türkiye’nin NATO
üyeliğinden ayrılması gerektiği noktasına kadar gitti ve daha önceki dönemlerde hiç olmadığı
kadar da kamuoyundan destek bulmaya başladı. Ayrıca kamuoyunda ABD’ye ve bu ülkenin
Türkiye’deki askerî varlığına karşı çıkan siyasi akımlar güç kazanmaya başladı.

Türkiye’de ABD karşıtı eylemlerin arttığı bir ortamda Amerikalı personelin uygunsuz
davranışları da kamuoyunda sert eleştirilere neden oldu. Kamuoyundaki en büyük rahatsızlık,
Amerikan üs ve tesislerinde bulunan askerî mağazalar yoluyla yapılan kaçak ticaretti. Öte yandan,
1960’ların ortalarından itibaren güçlenmeye başlayan sol akımlar, Türk-Amerikan ilişkilerinin

283
temel dayanak noktalarından biri olan Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkmaya başlamıştı.
NATO üyeliğinin Türkiye’nin özgürlüğünü, bağımsızlığını ve egemenliğini zedelediğini savunan
sol akımlar, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını isterken liberal ve sağ kesimler ise Sovyetlerin
Türkiye için bir tehdit olmaya devam ettiğini bu nedenle de Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini
daha da geliştirmesini istemekteydi. Ancak kamuoyunda Türkiye’nin NATO üyeliği hararetli
tartışmalara yol açsa da hükümetler NATO’dan çekilmeyi bugüne kadar hiçbir zaman düşünmedi.
Bu husus 1960-80 döneminde kamuoyunun gündeminden hiç çıkmayan ama bugüne kadar
hükümetlerin gündemine hiçbir zaman girmeyen bir konu olarak yakın tarihimizde yer almıştır.

Johnson Mektubu, Türk dış politikasının çok yönlülüğe geçiş sürecinde çok önemli bir
kilometre taşı olmuştur. Türkiye mektuptan sonra, başta Sovyetler Birliği ve üçüncü dünya
ülkeleri ile uzun yıllar en alt düzeyde tuttuğu ekonomik ve siyasal ilişkilerini geliştirmeye başladı.
Ayrıca bundan sonra Türkiye, ABD’nin uluslararası alandaki politikalarını gözü kapalı
desteklemeyi bir tarafa bırakarak, bu politikaların kendi dış politikasına ne kadar uyup uymadığını
sorgulamaya başladı. Mesela bu bağlamda Türkiye, ABD’nin Vietnam politikasını desteklemedi
ve Eylül 1965’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde ABD’nin
Vietnam’da kuvvet kullanmasına karşı çıktı. Ayrıca Türkiye ABD’nin öncülüğünde NATO içinde
kurulan yeni askerî yapılanmalara, mesela Çok Taraflı Güç’e katılmaktan vazgeçti. En önemlisi
Johnson Mektubu Türk ordusunun silah bakımından ABD’ye ne kadar bağımlı olduğunu gözler
önüne sermiş oldu. Bu durumu telafi etmek için Türkiye bir taraftan farklı ülkelerden silah satın
almaya çalışırken bir yandan da yerli silah sanayisinin geliştirilmesine önem verdi.

1960-80 döneminde Türk-Amerikan ilişkilerini etkileyen diğer olaylar afyon meselesi ve


silah ambargosudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1960’larda, ABD’de uyuşturucu
maddelerin kullanımında büyük bir artışın olması, ABD yönetimini bu konuda önlem almaya
sevk etmiştir. Eroinin ham maddesi olan ve haşhaş bitkisinden elde edilen afyon, yasal olarak
aralarında Hindistan, Yugoslavya ve Türkiye’nin de bulunduğu on kadar ülkede üretilmekteydi.
Bu çerçevede ABD yönetimi ülkelerine giren uyuşturucunun büyük bir bölümünün Türkiye
kaynaklı olduğunu iddia ederek üretimin durdurulması için baskı yapmaya başladı. Demirel
hükümeti bu baskılara dayanırken 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nden sonra kurulan Nihat Erim
hükümeti Haziran 1971’den itibaren haşhaş ekimini ve afyon üretimini tamamen yasakladı.
Ancak 1973 seçimlerinden sonra iktidara gelen, Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyon
hükümeti, üreticilerin zararını gidermek için 1 Temmuz 1974’te haşhaş ekimini tekrar serbest
bıraktı.

ABD’nin bu karara gösterdiği tepki çok sert oldu. ABD Kongresi 2 Temmuz’da
Türkiye’ye verilen ekonomik ve askerî yardımların askıya alınmasını öngören bir karar aldı. Bu
sırada Kıbrıs Barış Harekâtının olması da alınan bu kararı tetiklemiş oldu. Bundan sonra ABD
yönetiminin direnişine rağmen, Kongre ardı ardına ambargo kararları almaya devam etti. Başkan
Ford 30 Aralık 1974’te alınan bu kararları onaylamak zorunda kaldı. Bunun üzerine ABD’nin
Türkiye’ye silah satışı 5 Şubat 1975’te durduruldu.

Buna karşılık, muhalefetin hükümet üzerinde baskı kurması üzerine Demirel hükümeti,
bir bakanlar kurulu kararıyla, 25 Temmuz 1975’te Ortak Savunma İşbirliği Anlaşmasını tek taraflı
olarak feshederek, Türkiye’deki Amerikan üslerinin faaliyetlerini durdurdu. Bu karar, aralarında
İncirlik’in de bulunduğu ve 5000 Amerikalı personeli barındıran, 21 Amerikan üssü ve tesisini
olumsuz etkiledi. Bunun üzerine ABD 6 Ekim 1975’te Türkiye’ye uygulanan ticari satış yasağını

284
kaldırdı ancak askerî satışlara ilişkin yasak kaldırılmadı. Bu konudaki yasak 4 Ağustos 1977’de
kısmen, 12 Eylül 1978’de de tamamen kaldırıldı.

Ambargo kararıyla Kongre’nin esas hedefi, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda geri adım
atmasını sağlamaktı. Ancak ambargo bu konuda hedefine ulaşamadı. Aksine Türkiye ambargo
kararına 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulması ile karşılık vermiş oldu.
Ayrıca ambargo kamuoyunda ABD karşıtı eylemlerin artmasına neden olurken hükümetlerin de
yerli savunma sanayinin geliştirilmesi yönünde adım atmalarına sebep oldu.

1965’te iktidara gelen Demirel hükümeti, ordunun ve kamuoyunun etkisiyle, o güne


kadar ABD ile imzalanmış çok sayıdaki ikili anlaşmanın tek bir metin içinde toplanması ve
Türkiye’deki Amerikan askerî personelinin statüsünün yeniden belirlenmesi için Amerikalı
yetkililerle görüşmelere başladı. Yapılan uzun görüşmeler sonunda 3 Temmuz 1969’da, o güne
kadar yapılan ikili anlaşmaları tek bir metin içinde toplayan Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması
(OSİA) imzalandı. Anlaşmanın ana hatları şu şekilde belirlenmişti: Türkiye’nin rızası olmadan
Amerikan üslerinden herhangi bir üçüncü ülkeye yönelik bir operasyon yapılmayacaktı, üslerin
mülkiyeti Türkiye’ye ait olacaktı, Türk makamları bu üsleri denetleme yetkisine sahip olacaktı ve
son olarak Türkiye ulusal güvenlik gerekçesi ile üslerin kullanılmasına sınırlamalar
getirebilecekti. Ancak bu anlaşma çok uzun ömürlü olmamıştır. ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı
silah ambargosunu kaldırmaması sebebiyle 25 Temmuz 1975’te Türkiye tarafından
feshedilmiştir.

Bunun üzerine ABD yönetimi ambargonun kaldırılması için çalışma başlatmıştır. Ancak
ambargoyu kaldırmadan önce feshedilen Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması’nın yerini alacak bir
anlaşma imzalayarak Türkiye’deki üs ve tesislerini güvence altına almak istemiştir. Nitekim
yapılan görüşmeler sonucunda, 26 Mart 1976’da Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması
(SEİA) imzalanmıştır. Fakat anlaşmanın yürürlüğe girmesi için iki temel koşulun yerine
getirilmesi gerekiyordu. Buna göre, anlaşmanın ABD Kongresi tarafından onaylanması ve
Türkiye’ye uygulanmakta olan ambargonun kaldırılması gerekmekteydi. Ancak Ocak 1977’de
ABD Kongresi anlaşmayı onaylamayınca, Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması da ortadan
kalkmış oldu.

12 Eylül 1978’de ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu tamamen kaldırması


üzerine, feshedilen 1969 OSİA ve yürürlüğe girmeyen 1976 SEİA’sının yerini alacak yeni ve
kapsamlı bir anlaşma yapılması için 1979 yılı başlarında Türk ve Amerikalı uzmanlar arasında
görüşmeler başladı. Ekim 1979’da Ecevit hükümetinin istifa etmesi üzerine yerine gelen Demirel
hükümeti, SEİA’nın biran önce imzalanmasını istiyordu. Fakat anlaşmanın içeriği konusunda iki
taraf arasında ortaya çıkan bazı anlaşmazlıklar sebebiyle görüşmeler uzamıştı. Sorunların
aşılmasından sonra anlaşma, 29 Mart 1980’de Ankara’da imzalandı. Ancak 12 Eylül 1980 Askerî
Darbesi’nden sonra, 18 Kasım 1980’de Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak, 1 Şubat 1981’de
yürürlüğe girmiştir. SEİA Türkiye ile ABD arasında o güne kadar yapılmış en kapsamlı anlaşma
olma niteliğini taşımaktaydı.

11.1.3. Türk-Sovyet İlişkileri


1960-80 döneminde uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler Türk-Sovyet
ilişkilerinin gelişmesine de yol açtı. İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesine etki eden birinci
faktör Küba Krizi’ydi. Bu kriz bir taraftan Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerini gözden
geçirmesine neden olurken diğer taraftan Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin önünü açmıştır. Diğer

285
yandan NATO’daki gelişmeler de, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesini etkiledi. Zira
1960’larda NATO’nun askerî stratejisinde meydana gelen değişiklik Türkiye’ye daha fazla
hareket serbestisi sağlamıştı. 1963’te ABD’nin Türkiye yerine Sovyetler Birliği’nden krom
alması, dünyanın önde gelen krom satıcılarından biri olan Türkiye’yi etkiledi ve blok politikasını
gözden geçirmesine yol açtı. İlişkileri etkileyen diğer unsur ise Kıbrıs’tı. Gerek 1964 ve gerekse
1974’te Kıbrıs’ta yaşanan olaylar ve Sovyetlerin bu olaylar karşısında takınmış olduğu tutum iki
ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. İki blok arasında (Doğu ve
Batı Blokları) 1970’lerde Soğuk Savaş’ta yaşanan Yumuşama da (detant) ilişkilerin gelişmesine
önemli katkı yaptı. İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesine katkı yapan bir diğer etken,
Türkiye’deki sosyoekonomik gelişmelerdi. Bu dönemde Türkiye’nin yaşamış olduğu kaynak
sıkıntısı, Sovyetler Birliği’nden kredi ve yardım almayı kaçınılmaz hâle getirmiş ve dolayısıyla
iki ülke arasındaki ilişkiler daha çok ekonomik iş birliği temelinde gelişmiştir. Ancak 1979’da
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahale etmesi iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde
etkileyerek Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin tekrar ivme kazanmasına neden olmuştur.

1960-64 arasında normalleşmeye başlayan Türk-Sovyet ilişkileri, 1965’ten 1979’daki


Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesine kadar, karşılıklı üst düzey ziyaretler, imzalanan ikili
anlaşmalar ve Sovyetler Birliği’nin sağladığı ekonomik yardımlarla tam bir iş birliği içerisinde
gelişme göstermiştir.

27 Mayıs darbesinden hemen sonra, 31 Mayıs’ta Sovyetler Birliği yeni yönetimi


tanıdığını açıkladı. 1963’te iki ülke arasında resmî ziyaretler yapılması aşamasına gelindi. İlk
olarak TBMM Başkanı Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında bir heyet 29 Mayıs-14 Haziran 1963’te
Sovyetler Birliği’ne gitti. Bunu Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in 30 Ekim-6 Kasım
1964’te yaptığı resmî gezi izledi. Bu, 25 yıl sonra bir dışişleri bakanının Sovyetler Birliği’ne
yaptığı ilk geziydi. Bu nedenle iki ülke arasındaki ilişkilerde önemli bir dönüm noktası, yeni bir
dönemin başlangıcı olarak değerlendirildi. Ayrıca bu gezi, iki ülke arasındaki ilişkilerin
normalleşmesini ve iş birliğinin başlangıcını simgelemiştir. Ürgüplü başkanlığında Sovyetler
Birliği’ne giden parlamento heyetine karşılık, Sovyetler Birliği’nden 10 kişilik bir parlamento
heyeti 4-13 Ocak 1965’te Türkiye’ye geldi. İkinci üst düzey ziyaret de 17-22 Mayıs 1965’te
Sovyet Dışişleri Bakanı A. Gromiko’nun gelişiydi. Bu ise 1931’den sonra yapılan ilk Sovyet
dışişleri bakanı ziyaretiydi. Ekim 1965’te iktidara gelen Demirel, Sovyetler Birliği ile ilişkilerde
daha temkinli davranmaya çalıştı. Ancak iki ülke arasındaki ilişkilerin önemli ölçüde gelişmesi
yine Demirel döneminde gerçekleşmiştir. Başbakan A. Kosigin’in 20-27 Aralık 1966’da gelişi ise
bir Sovyet başbakanının Türkiye’ye yaptığı ilk ziyaret niteliğini taşıyordu. 25 Mart 1967’de
imzalanan Ekonomik-Teknik İşbirliği Anlaşması ikili ilişkilerde çok önemli bir gelişme sağladı.
Bunu, ilişkilerde temkinli davranmayı düşünen Başbakan Demirel’in 19-29 Eylül 1967’de yaptığı
Moskova ziyareti izledi ve nihayet 12-21 Kasım 1969’da Cevdet Sunay, Sovyetler Birliği’ni
ziyaret eden ilk cumhurbaşkanı oldu.

İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesine ekonomik ilişkilerin de büyük katkısı olmuştur.
1960’lardan başlayarak, iki ülke arasındaki ticari ilişkiler ikili anlaşmalar çerçevesinde
yürütülmüştü. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin başka bir boyutu da Sovyetler Birliği’nden
ekonomik yardım ve kredi alınmasıydı. 27 Mayıs’tan sonra Millî Birlik Komitesi (MBK) ve
ardından gelen koalisyon hükümetleri, başlangıçta Sovyetler Birliği’nin kredi ve yatırım
önerilerini geri çevirmiştir. Ancak, 1963 yılında Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının
uygulamaya konması ve Batı’dan gelen kredilerin yeterli olmaması Sovyetler Birliği’nden kredi
alınmasını kaçınılmaz kıldı. Böylece Türkiye 1967’den itibaren Sovyetler Birliği’nden kredi ve

286
yardım almaya başladı. 25 Mart 1967’de imzalanan Ekonomik-Teknolojik İşbirliği Anlaşması
yedi sanayi kuruluşuna (Aliağa Petrol Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Bandırma
Sülfürik Asit Fabrikası, Artvin Kereste Fabrikası, İskenderun Demir-Çelik Fabrikası gibi) kaynak
sağladı.

1976’dan sonra ilişkiler askerî alana da yayıldı. Nisan 1976’da Genelkurmay Başkan
Yardımcısı Kenan Evren başkanlığında kalabalık bir askerî heyet Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti.
13-18 Mart 1977’de Dışişleri Bakanı İ. S. Çağlayangil’in Moskova ziyareti sırasında silah alımı
gündeme geldiyse de Ankara bundan kaçınmıştır. Nisan 1978’de Sovyet Genelkurmay Başkanı
Türkiye’yi ziyaret etti. Bu, 1920’den bu yana askerî seviyede ilk ziyaretti. 1970’lerin sonlarına
doğru Türkiye’ye tehdidin artık kuzeyden yani Sovyetler Birliği’nden değil, batıdan yani
Yunanistan’dan geldiği dile getirilmeye başlandı. Bu tartışmalar sürerken Başbakan Ecevit 21-25
Haziran 1978’de Moskova’yı ziyaret etti ve üç yeni anlaşma imzaladı.

1974’te Kıbrıs’taki gelişmeler Türk-Sovyet ilişkilerini etkilemiş olsa da belirleyici


olmadı. Sovyetler Birliği birinci müdahaleyi destekledi, ancak ikinci müdahaleye karşı çıktı ve
konunun uluslararası platformda çözüme kavuşmasını savundu. Buna rağmen Sovyetler Birliği,
Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesi karşısında son derece dikkatli davrandı ve bu müdahaleyi
kınamaktan kaçındı. Kıbrıs’ın bağımsızlığına, bütünlüğüne ve adadaki iki halkın eşit haklarına
vurgu yaptı.

Özetle, 1960-80 döneminde Türk-Sovyet ilişkilerinde görülen tüm bu gelişmeler, ABD


ve Avrupa ile ilişkilerin bozulması ile eş zamanlı gerçekleşmiştir. Ancak 1979’da Sovyetlerin
Afganistan’a müdahalesi Türk-Sovyet ilişkilerini olumsuz yönde etkilerken Türk-Amerikan
ilişkilerinin düzelmesine yol açmıştır.

11.1.4. Türk-Arap İlişkileri


1960-1980 döneminde Türkiye’nin Arap devletleriyle olan ilişkilerinde de önemli
gelişmeler yaşanmıştır. Gerek uluslararası sistemde gerekse iç politikada meydana gelen
değişiklikler sonucunda Türkiye dış politikasını, dolayısıyla da Arap devletleriyle olan ilişkilerini
gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikası bir önceki
dönemden yani 1950’lerden çok daha farklı bir nitelik kazanmıştır. Türkiye; Batı’nın Orta
Doğu’daki sözcülüğünden kaynaklanan aktif ama sonuçları açısından başarısız bir politikadan
Arap devletleriyle eşitlik ve karşılıklı saygı çerçevesinde ikili ilişkileri geliştirmeye yönelik bir
bölge politikasına geçmeye çalışmış ve 1950’lerde izlemiş olduğu politikanın Araplar nezdinde
yarattığı olumsuz havayı gidermek için en az on yıl çaba göstermek zorunda kalmıştır.

Bu dönemde Türkiye’nin dış politikasını gözden geçirmesine yol açan ilk neden, 27
Mayıs Askerî Rejimi’nin Demokrat Parti yönetiminin her türü politikasını eleştirme sürecini
başlatmış olmasıydı. Özellikle 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlük ortamında, dış politika ilk
kez kamuoyunda tartışılmaya başlandı. İkinci sebep ise uluslararası sistemde soğuk savaşın yerini
“yumuşama”ya bırakmış olmasıydı. Türkiye, Kıbrıs Sorunu sebebiyle uluslararası platformda ne
denli yalnız kaldığını açıkça görmüş ve bu durumu düzeltmek için ilk olarak komşu Arap
devletleriyle yakınlaşma çabalarına hız vermiştir.

Bu dönem Arap devletlerinde de yapısal değişimlerin yaşandığı yıllar oldu. Özellikle Irak
ve Suriye’de yapılan darbeler geleneksel yapıyı sarsmaya başladı. 1952’de Mısır’da başlayan bu
süreç, bir dönem Nasır’ı Arap dünyasının lideri konumuna getirmiş ve Nasırcılık 1950’lerde

287
bölgedeki yenilikçi grupların ideolojisi olmuştu. 1960’larda sosyalist Arap milliyetçi hareketi
(Baas) güçlenerek Irak ve Suriye’yi Nasır’ın etkisinden kurtarmıştır.

Orta Doğu’ya yönelik politikalarda 27 Mayıs rejiminin Demokrat Parti döneminden daha
farklı bir yol izleyeceği açıktı. Yeni yönetimin bu konudaki ilk tavrı Cezayir Sorunu’na ilişkin
tutumuyla ortaya çıktı. İlk kez Türkiye’nin Cezayir’in Fransa’ya karşı yapmış olduğu bağımsızlık
savaşını desteklediği açıklandı. Yeni yönetimin Cezayir konusundaki bu tutumu Arap dünyasında
olumlu karşılandı. Ancak bu konuda Türkiye NATO içinde müttefiki olan Fransa ile de karşı
karşıya gelmek istemiyordu. Bu sebeple Cezayir konusunda sözlü destek vermekle yetindi. Ancak
bununla birlikte, 20 Aralık 1961’de Birleşmiş Milletler'de Cezayir halkına self determinasyon
hakkı tanınmasına ilişkin verilen öneriyi destekledi. Bu arada Irak ve Suriye’de birbirini takip
eden darbelere karşı bir tutum almadı. Türkiye bu darbeleri ilgili ülkelerin iç işleri olarak
değerlendirdi. Dolayısıyla 27 Mayıs sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikalarının
ilişkilere yansıması zaman aldı. Çünkü Arap devletlerinin Türkiye’ye karşı politikalarının hemen
değişmesini beklemek aşırı iyimserlikti. Nitekim bu durum Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki
talepleri için 16 Aralık 1965’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada açıkça
ortaya çıktı. Bu toplantıda Arap ülkeleri Türkiye’nin yanında yer almayıp Yunanistan ve Kıbrıs
hükümetini destekledi. Bu olay 1950’lerde Demokrat Parti’nin Batı’nın sözcüsü olarak Arap
devletleriyle kurmuş olduğu ilişkinin, 1960’ların başında Türkiye’yi uluslararası platformlarda ne
denli yalnız bıraktığının göstergesi olarak değerlendirildi.

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi, Arap devletleriyle daha sağlam
temellere dayalı yeni bir ilişki süreci başlatmayı hedefledi. Demirel hükümeti programında, başta
Arap ülkeleri olmak üzere, Asya ve Afrika ülkeleriyle çok yönlü bir dış politika takip edileceğini
belirtiliyordu. Bu konuda ilk önce, Türkiye’nin olumsuz imajını silmek için tarihsel ve kültürel
bağların bulunduğu Arap ülkeleri ile işe başlandı ve bu ülkelerle siyasal, ekonomik ve kültürel
yakınlaşmanın ilk adımları atıldı. Bu konuda Demirel hükümetinin önceki hükümetlerden temel
farkı, Orta Doğu politikasını sadece Batı politikasının bir türevi olarak algılamaması ve bölgede
ortaya çıkan yeni yönetimlerle de ilişki kurmasıydı.

Türkiye’nin bu tutumuna yönelik ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Irak Başbakanı 7-11
Şubat 1966’da Türkiye’yi ziyaret etti. Bundan sonra Arap ülkeleri ile karşılıklı üst düzey
ziyaretler birbirini izledi. Mesela 29 Ağustos’ta Suudi Arabistan Kralı Faysal Türkiye’ye geldi,
1-6 Aralık’ta ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Tunus’a gitti. Ancak bu gelişmelere rağmen laik
Türkiye, Arap ülkeleriyle siyasal bir örgütlenme içine girmekten özellikle kaçındı. Türkiye
açısından Arap ülkeleriyle yakınlaşmanın iki temel hedefi vardı; birincisi ekonomik iş birliğini
ve ticareti geliştirmek, ikincisi ise başta Kıbrıs Sorunu olmak üzere uluslararası platformlarda
karşılaşabileceği sorunlarda yalnızlıktan kurtulmaktı. Oysa Arap devletlerinin beklentisi çok daha
fazlaydı. Filistin sorununda Türkiye’yi yanlarında görmek istedikleri gibi, CENTO aracılığı ile
bölgede Batı’nın çıkarlarını savunmasını istemiyorlardı. Dolayısıyla Arap devletlerinin bu
beklentilerine yeterli düzeyde cevap veremediği takdirde, Türkiye’nin ilişkilerde beklediği düzeyi
yakalaması çok zor olacaktı. Bu problem 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda daha açık bir şekilde ortaya
çıktı.

5 Haziran 1967’de Üçüncü Arap-İsrail Savaşı başladığında Türkiye, 1956’daki İkinci


Arap-İsrail Savaşı’ndan çok farklı bir tutum takındı. Ankara bu konuda sadece demeçler vermekle
yetinmedi. 22 Haziran’da konu Birleşmiş Milletlerde görüşülürken Türkiye Araplardan yana
tutumunu daha açık ortaya koydu. Genel Kuruldaki oylama sırasında, ABD ve Batılı ülkelerden

288
farklı olarak Araplarla birlikte İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlarına çekilmesini isteyen 242
sayılı Kararı destekledi. Türkiye Arap ülkelerine yönelik bu olumlu tutumunu 1967’den sonra da
devam ettirdi. Ayrıca Türkiye sadece Arap-İsrail ilişkilerinde değil Arap devletleri arasındaki
ilişkilerde de son derece sağduyulu bir politika izlemeye devam etti. Artık Türkiye Orta Doğu’da
Batı çıkarlarının koşulsuz temsilcisi olmayacak, bölgede kendi çıkarları doğrultusunda gerektiği
zaman Batı’dan farklı politikalar izleyecekti.

21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’ün Arap bölgesindeki El Aksa


Camii’nin yanması başta Arap ülkeleri olmak üzere tüm İslam ülkelerinde tepki ile karşılandı ve
Ürdün Kralı Hüseyin bir zirvenin toplanmasını önerdi. Bu öneri üzerine Rabat’ta toplanan İslam
Zirvesi Konferansı’nda iki önemli karar alındı; birincisi İsrail’in işgal ettiği topraklardan
çekilmesi, ikincisi ise daimî bir sekreterlik kurmaktı. Böylece İslam Konferansı Örgütü’nün
(İKÖ) ilk adımı atılmış oldu. Rabat’taki toplantıya Türkiye de davet edilmişti. Ancak bu davet
tartışmalara neden oldu. Tartışmanın konusu Türkiye’nin laik bir devlet olduğu ve adı İslam olan
bir konferansa katılmasının doğru olmayacağı idi. Ancak Başbakan Demirel bir açıklama yaparak
Rabat’taki toplantının dinî değil, siyasi bir toplantı olduğunu; toplantıya katılmanın laikliğe aykırı
bir eylem olmadığı gibi Türkiye’nin dış politikasına da aykırı olmadığını açıkladı. Bunun üzerine
Türkiye Rabat’taki toplantıya dışişleri bakanı düzeyinde ve gözlemci statüsüyle katılma kararı
aldı.

Türkiye 1965’ten beri izlediği Arap ülkeleriyle yakınlaşma politikasının meyvesini Eylül
1970’deki Bağlantısızlar toplantısında aldı. Bu toplantıda Arap ülkeleri Makarios’un Kıbrıs’a
yönelik kararlarını kabul etmediler ve Kıbrıs Türk halkının haklarının korunması gerektiğini dile
getirdiler. Ancak 12 Mart 1971 Askerî Darbesi sonrasında yaşanan ara dönemde Türkiye’nin
Arap ve İslam ülkeleri ile ilişkilerinde kısa bir süre de olsa duraklama yaşandı. Çünkü 12 Mart
ara rejimi, Demirel hükümetinin 1965’ten beri sürdürdüğü çok yönlü dış politikadan uzaklaşmış
ve Türkiye’nin yüzünü yeniden Washington’a çevirmişti. Nitekim 4 Mart 1972’de Cidde’de İslam
Konferansı Örgütü’nün yasası imzaya açıldığında Türkiye bu yasayı imzalamamıştır. 12 Mart
dönemi Ekim 1973’te sona erince Türkiye tekrar çok yönlü dış politikaya dönüş yapmış ve 1970’li
yıllar süresince Arap ülkeleri ile ilişkilerinin giderek gelişmesine paralel olarak İKÖ ile de
ilişkileri gelişmiştir. Nitekim 1975’te Cidde’de yapılan toplantıya Türkiye ilk kez dışişleri bakanı
düzeyinde katılmıştır. 12-15 Mayıs 1976’da Konferans İstanbul’da toplandığında artık Türkiye
için bu durumun laiklik ilkesiyle çelişip çelişmediği gündem dışı kalmıştı. Böylece 1970’ler
boyunca Türkiye’nin İKÖ ile olan ilişkileri giderek gelişti ve en azından Kıbrıs konusunda İslam
ülkelerinden önemli destek sağlanmış oldu.

Türkiye 1967’deki Üçüncü Arap-İsrail Savaşı’nda olduğu gibi, 6 Ekim 1973’te başlayan
Dördüncü Arap-İsrail Savaşı’nda da Arapları desteklemeye devam etmiştir. İlk kez Arap
devletlerinin İsrail karşısında başarı kazanarak İsrail’in yenilmezliği efsanesini yıktıkları bu
savaşta Türkiye ABD’nin İncirlik üssünü kullanmasına izin vermezken Araplara yardım götüren
Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine izin vermiştir. Türkiye bu tutumunun karşılığını
hemen almış, 20 Kasım’da Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OAPEC) Türkiye’ye karşı
petrol ambargosu uygulamayacağını açıklamıştır. Ayrıca 25 Ağustos 1973’te Türkiye ile Irak
arasında Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın yapımına ilişkin bir anlaşma imzalanmış ve 3
Ocak 1977’de çalışmaya başlayan hattan Türkiye petrol ihtiyacının üçte ikisini karşıladığı gibi,
önemli miktarda kira geliri de elde etmiştir. Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkilerini
geliştirmesinin bir diğer olumlu sonucu 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında Kaddafi’nin Türk uçakları
için gerekli olan benzin ve lastikleri vermesi olmuştur.

289
1964’ten beri Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) karşı mesafeli duran Türkiye, 1970’lerin
ikinci yarısından itibaren bu örgütle olan ilişkilerini de geliştirmiştir. Ekim 1974’te Rabat’ta
toplanan Arap Zirvesi’nin FKÖ’yü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıması ve Birleşmiş
Milletlerde Filistinlilerin sözcüsü olarak özel bir statüyle temsil edilmesi kararı alınınca Türkiye
de Ocak 1975’te FKÖ’yü tanımış ve 5 Ekim 1979’da Ankara’da büro açmasına izin vermiştir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki Arap devletleri ve FKÖ’yle sıcak ilişkilere rağmen,
Türkiye dış politikasının ana çizgilerinden (Batı ve NATO yanlısı) hiçbir zaman ödün
vermemiştir. Türkiye hiçbir dönemde İsrail ile ilişkilerini kesmemiş ve 1978’de Camp David
anlaşması yapıldığında tüm Arap dünyası Mısır’la ilişkilerini askıya aldığında Türkiye barışı
desteklediğini açıklamıştır.

Bu dönemde Arap dünyasıyla gelişen ilişkilerin aksine, Türkiye’nin İsrail’le olan


ilişkileri durgun seyretmiştir. Bunun bir nedeni 1967 Arap-İsrail Savaşı ise, diğer nedeni 1969’da
Mescit-i Aksa’da çıkan yangındır. Ayrıca Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1970’lerde soğuk
seyretmesinin nedenlerinden bir başkası, Türkiye’nin FKÖ’yü tanıması ve yakın ilişki kurmasıdır.
1973 Arap-İsrail Savaşı ise zaten durgunluk içine girmiş olan Türkiye-İsrail ilişkilerini daha da
soğutmuştur. Türkiye İsrail ile ilişkilerini en alt düzeyde tutmaya özen göstermiştir. Bunun en
önemli sebebi, Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün 26-28 Kasım 1973’te Cezayir
toplantısında İsrail’i destekleyen tüm ülkelere petrol ambargosu uygulayacağını açıklamasıdır.
Ancak Mart 1974’te ambargonun sona ermesinden sonra da Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde bir
iyileşme olmamıştır. 1960-1980 döneminde, önce bir durgunluk sonra da bir soğukluk dönemine
giren Türkiye-İsrail ilişkileri, 1980’lerde de aynı şekilde seyredecek fakat 1990’ların başından
itibaren sıcak bir döneme girecektir.

1960-1980 döneminde Türkiye’nin Orta Doğu’nun Arap olmayan bir diğer ülkesi İran ile
ilişkileri, İsrail’le olan ilişkilerin aksine, genelde olumlu seyretmiştir. ABD’nin müttefiki olarak
antikomünist grupta yer almalarına rağmen bu iki ülkenin ilişkileri belli bir düzeyin üstüne de
çıkamamıştır. Bu dönemdeki Türkiye-İran ilişkileri genelde beş temel sorun ve bu sorunlara
çözüm arayışları etrafında şekillenmiştir. Bu sorunları önem sırasına göre şu şekilde
sıralayabiliriz; İran’ın Irak’taki muhalif Kürt gruplarını desteklemesi, yine İran’ın bölge
jandarmalığını üstlenmesi, CENTO’nun Sovyetler Birliği’ne karşı yetersiz kaldığı inancı,
demokrasi-monarşi uyuşmazlığı ve iki ülke arasındaki ekonomik iş birliği çabalarının yetersiz
kalması.

Sonuç olarak 1960-1980 dönemini, 1960-65, 1965-71, 1971-73 ve 1973-80 dönemleri


gibi alt dönemlere ayırabiliriz. 27 Mayıs Devrimi’ni yapanlar, daha devrimin ilk günü
yayınladıkları bildiride dış politikada herhangi bir değişikliğin olmayacağını açıklamışlardır. Bu
durum Türkiye’nin Batılı müttefikleri, özellikle de ABD tarafından memnunlukla karşılanmıştır.
Ancak Türk dış politikasında 1965 yılından itibaren büyük değişiklikler görülmeye başlamıştır.
Bunu sadece iktidar değişikliği ile izah etmek mümkün değildir. Dış politika konusunda görülen
yeni gelişmeler sadece resmî çevrelerde olmamış, Türk kamuoyunda da bu konuda yeni bir tutum
gelişmiştir. Bu dönemde Türk dış politikasını etkileyen en önemli olay Kıbrıs olayları ve Johnson
mektubu olmuştur.

1965-71 dönemi, kısa olmasına rağmen, Türk iç ve dış politikasının en hareketli


dönemlerinden bir olmuştur. Bu dönem, Türkiye’nin Batı Blok’undan ne denli
uzaklaşabileceğini, Doğu Blok’una ise ne denli yaklaşabileceğini ortaya çıkarmıştır. Bu
bakımdan, 1971’den sonra Türk dış politikasının bir anlamda “optimal denge noktasına” ulaştığı

290
söylenebilir. Türk dış politikası, bu dönemden sonra, bir anlamda “durulmaktaydı”. Yani, Batı
Bloku’ndan belirli bir uzaklaşmanın ötesinde kopmaya gidilemeyeceği, Doğu Bloku’yla ise
belirli bir yakınlaşmadan daha fazlasının mümkün olamayacağı ortaya çıkmış oluyordu. Diğer bir
deyişle, Batı’yla ilişkilerin belirli bir seviyenin altına düşmesinin, Doğu’yla ise belirli bir
seviyenin üstüne çıkmasının mümkün olmadığı, zorlamanın yarar yerine zarar verebileceği
anlaşılmıştır.

1965 ile 1971 yılları arasındaki dönemde Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
diğer dönemlere oranla daha hareketli bir dış politika izleyerek değişen dünya koşullarına kendini
uydurmaya çalışmıştır. 1960’ların sonuna doğru, İkinci Dünya Savaşı sonrasının “iki kutuplu”
dünyası “çok merkezli” bir dünyaya dönüşürken ve iki “süper güç” arasında “yumuşamanın” ilk
belirtileri ortaya çıkarken Türkiye’nin bu gelişmeleri ve değişimleri görmezden gelmesi
imkânsızdı. Bu dönemde Türkiye müttefikleri ile önemli herhangi bir çatışmaya girmeden, NATO
içinde kalarak daha çok ABD’ye yönelik “tek yanlı” bir dış politikadan başta komşu ülkeler olmak
üzere diğer ülkelerle ilişkilerini “normalleştiren” “çok yönlü” bir dış politikaya geçmeyi
başarabilmiştir. Böylece Türkiye, dış politikada içine düştüğü “yalnızlıktan” kendisini
kurtarmıştır. Böyle bir yalnızlığa Türkiye ilk kez İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra
düşmüştür. Türkiye’nin ikinci yalnızlığı ise, 1964’te Kıbrıs olayı üzerine ortaya çıkmıştır.

1971-73 döneminde yaşanan durgunluktan sonra, Türk dış politikası 1973’ten sonra,
yukarıda belirtilen sınırlar içinde, tekrar bir canlanma dönemine girmiştir. Türkiye dış politikada
1965-71 döneminde takip ettiği çok yönlü dış politikaya tekrar dönmüştür. Dönemin temel
özelliği olarak dış konuların yeniden önem kazanmaya başlamış olması, hem uluslararası
ilişkilerin hem de Türk dış politikasının hareketlenmesine sebep olmuştur. Mesela Türkiye’nin
doğrudan taraf olduğu Kıbrıs konusu, Türk dış politikasını hareketlendiren en önemli etkendi.

Türk dış politikasında, 1973 sonrası gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için dönemin
uluslararası görünümüne kısaca bakmak faydalı olacaktır. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger, Ocak
1977’de görevinden ayrılırken 20 Ocak 1977’de New York Times gazetesine verdiği bir demeçte,
uluslararası yapının askerî bakımdan iki kutuplu, siyasi açıdan çok kutuplu, iktisadi açıdan ise
karmakarışık olduğunu söylemiştir.

1970’lerin çok kutuplu yapısını aşındıran birtakım askerî ve siyasi gelişmelere rağmen,
dönemin genel niteliği (yumuşama) yine de kendini korumuş; orta ve küçük çaptaki devletler,
büyük devletler karşısında geniş bir manevra imkânı elde etmişlerdir. Mesela Türkiye’nin
1960’larda gerçekleştiremediği Kıbrıs müdahalesini 1974’te yapabilmesi bu yüzdendir.
1970’lerin dünyası, özellikle 1973 Arap-İsrail Savaşı ve onu izleyen petrol krizi sonucunda,
Kissinger’ın da belirttiği gibi, iktisadi açıdan gerçekten de karmakarışık bir duruma girmiştir.

1970’lerin bu uluslararası yapısının Türk dış politikasını askerî, siyasi ve iktisadi


açılardan şu şekilde etkilediği görülmüştür: Askerî açıdan, dönemin iki kutupluluğu, Türk dış
politikasını en çok frenleyen etken olmuştur. Türkiye’nin savunma sistemini ABD ile ittifaka göre
biçimlendirmiş olması, kendisini 1970’lerde de ABD’ye bağımlı kılmıştır. Siyasi açıdan ise,
1970’lerin artan çok yönlülüğü, Türk dış politikasında 1960’ların ortalarından itibaren başlayan
gelişmeye daha da uygun bir ortam oluşturmuştur. Hatta siyasi çok yönlülük, askerî iki
kutupluluğun yarattığı bağımlılığı hafifletici imkânlar da sağlayabilmiştir. Türkiye başta
Sovyetler Birliği olmak üzere, Batı dışındaki ülkelerle siyasi ilişkilerini geliştirdikçe bu ülkeler
karşısındaki güvenlik kaygıları da azalmıştır. İktisadi açıdan bakıldığında ise, 1970’lerin iktisadi
karmaşasından en çok zarar gören ülkeler arasında yer alan Türkiye, bu dönemde petrol üreticisi

291
ülkelerden kredi bulmakta güçlük çektiği gibi, zaten kendileri iktisadi sorunlar yaşayan
sanayileşmiş ülkelerden de kolaylıkla kaynak elde edememiştir. Farklı kaynaklardan
yararlanabilme zarureti çok yönlü siyasi ilişkilere dayanan dış politikayı zorunlu kılmıştır. Mesela
Türk dış politikasında çok yönlülüğün 1960’ların ortalarında başlaması, Kıbrıs krizinin ilk
çıkışıyla yakından ilgili olduğu gibi, 1974’te yapılan Kıbrıs çıkarması da Türkiye’nin bu
doğrultuyu pekiştirici bir dış politika takip etmesini daha zaruri hâle getirmiştir.

11.2. 1980-1990 Dönemi Türk Dış Politikası


1970’lerin uluslararası ilişkilerini etkileyen iki blok arasındaki “yumuşama” 1980
başından itibaren ciddi bir sarsıntıya uğramıştır. Ocak 1979’dan itibaren İran’da ortaya çıkan
rejim krizi ve bunun hemen ardından Aralık 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal
etmesi, uluslararasındaki “yumuşama” havasını da büyük ölçüde etkiledi. ABD-Sovyet ilişkileri
süratle bozulduğu gibi, Batı ve Doğu Blokları ülkeleri arasındaki yakınlaşma da sarsıntıya uğradı.
Bütün eksikliklerine rağmen “yumuşama” dönemi, uluslararası ilişkilere yeni bir hava getirmiş
ve bu yıllar, sonuçta her iki taraf için de kolayca vazgeçilebilecek bir olgu olmaktan çıkmıştır.
Diğer taraftan 1973 sonrasında petrol krizinin uluslararası alanda yarattığı sarsıntı 1980’lerin
başında atlatılmış ve uluslararası ekonomideki iyileşme, siyasi ve askerî ilişkilerdeki nispi
bozulmayı âdeta dengelemiştir.

1970’lerin sonlarına doğru Türkiye’nin siyasal yapısında gittikçe hızlanan istikrarsızlık


ve anarşi, 12 Eylül 1980’de ordunun son yirmi yıldaki üçüncü müdahalesini yapmasına sebep
olmuştur. İç istikrar konusunun yeniden ön plana çıkması yani dikkatin içe yönelmesi, 1971
sonrasına benzer bir biçimde, dış politika üzerinde olumsuz bir etki yapmıştır. 12 Eylül
müdahalesi ile demokrasiye ara verilmesi, Türkiye’nin Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini olumsuz
yönde etkilerken ABD ile olan ilişkilerini etkilememiştir. Bu dönemde Türk-Amerikan ilişkileri,
bazı sürtüşme konularının varlığına rağmen, genellikle yakınlık içinde olmuştur. Bu dönemde
Türk-Sovyet ilişkileri bir durgunluk hatta bir soğukluk içine girmiştir.

1980 yılında Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına yeniden dönüşü konusunda


Türkiye’nin olumlu bir tutum izlemesi, 1980 sonrasında Türk-Yunan ilişkilerini düzeltmeye
yetmemiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerin bu dönemdeki temel konularını, yine başta Kıbrıs
olmak üzere Ege’deki kıta sahanlığı, FIR hattı ve adaların silahsızlandırılması gibi sorunlar
oluşturmuştur. Ayrıca bu dönemde Batı Trakya Türklerinin durumundaki bozulma da iki ülke
arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen yeni bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.

Bu dönemde Türkiye’nin Arap ülkeleriyle, özellikle ekonomik alandaki ilişkileri gelişme


göstermiştir. Yine İslam Konferansı çerçevesinde Müslüman ülkelerle ilişkilerinde de bir
yakınlaşma görülmüştür. Böylece Türkiye, Batı ile İslam ülkeleri arasında bir “köprü” rolü
oynamaya çalışmıştır. Türkiye’nin üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkilerinde de bir artış olmuş,
özellikle Uzak Doğu’ya doğru bir açılma görülmüştür.

1980 sonrasında Türkiye, Batı Bloku ekseninde bir dış politika takip etmiştir. Bu
dönemde Türk dış politikasını üç temel unsur etkilemiştir. Bunlar; uluslararası ortam, 12 Eylül
Askerî Darbesi’nin niteliği ve Özal faktörüdür.

Uluslararası ortamın en önemli özelliği küreselleşme idi. Küreselleşme bir yandan bütün
ülkeleri uluslararası kapitalizmin kurallarıyla hareket etmeye ve ona eklemlenmeye zorlarken bir
yandan da ABD’nin uluslararası alandaki gücünü artırmıştır. Diğer yandan küreselleşme de

292
ABD’nin etkisiyle giderek güçlenmiştir. Türkiye bu dönemde en çok ABD’nin “Yeşil Kuşak”
politikasından etkilenmiştir. Zira 12 Eylül rejiminin politikaları ABD’nin bu politikasıyla
örtüşüyordu.

Ancak 1980 sonrasında ABD Başkanı Reagan’ın İkinci Soğuk Savaş politikası önceki
kadar etkili olmamıştır. Zira bu dönemde Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile yoğun bir ticari ilişki
içinde bulunması ve Gorbaçov’un daha yumuşak bir dış politika izlemesi Türkiye’yi
rahatlatmıştır. Ayrıca İran ve Afganistan olayları sebebiyle Türkiye’nin jeostratejik önemi de
artmıştır. Reagan’ın bu yeni soğuk savaşına Avrupalı müttefiklerinin soğuk bakmaları
Türkiye’nin elini rahatlatmıştır. Ancak dönemin sonunda Sovyetler Birliği’nin dağılması
Türkiye’nin jeostratejik öneminin azalmasına sebep olmuştur.

1980-1990 arasında Türk dış politikasını meşgul eden diğer konuların başında
Yunanistan’ın Ege ve Batı Trakya konularında güçlük çıkarması ve Bulgaristan’ın Türk kökenli
vatandaşlarına uyguladığı baskılar gelmektedir. Türkiye için çok önemli olan Balkan yolunun
kapanma tehlikesini doğurmuştur. Bu dönemde dış politikayı etkileyen bir diğer uluslararası
unsur Ermeni terör örgütü ASALA’nın eylemleri olmuştur. Çok sayıda Türk diplomatın hayatını
kaybetmesine sebep olan bu eylemler, dış politikanın niteliğini çok fazla etkilememiş olmasına
rağmen asıl etki terör bırakıldıktan sonra Ermeni Tasarıları döneminde yani 1990’larda ortaya
çıkmıştır. Ancak Türkiye bu tasarılara karşı yeni bir tutum oluşturamamıştır. Aynı şekilde PKK
terör eylemleri de Türk dış politikasını 1990’larla karşılaştırma yapılamayacak kadar az
etkilemiştir. Ancak 1990’larda ASALA’nın aksine, PKK terör örgütünün etkinliği giderek
artmıştır. Sonuç olarak Ermeni ve Kürt sorunlarının 1990’larda Türkiye için büyük bir sorun
olarak ortaya çıkmasının tohumları bu dönemde atılmıştır.

12 Eylül rejiminin ilk başlardaki baskı, tutuklama ve idamlarına dış dünyadan fazla bir
tepki gelmemiştir. Zira 12 Eylül’den önceki anarşi ortamının nasıl ve kimler tarafından yaratıldığı
tartışmalı da olsa, darbenin bu ortamın dayanılmaz hâle gelmesi sebebiyle yapıldığı kabul
edilmekteydi. Ancak 12 Eylül rejiminin mahiyeti yavaş yavaş daha iyi anlaşılmaya başladıkça
Türkiye üzerinde özellikle Avrupa ülkeleri kaynaklı dış baskılar artacak ve 1990’larda
dayanılması daha zor bir hâle gelecektir. Ancak ABD her zamanki tutumuyla demokrasi-
diktatörlük demeden kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmiştir. Bu sebeple Türkiye ABD’den
başka yanaşacak başka bir ülkenin olmadığı uluslararası bir yalnızlık ortamına sürüklenmiştir.
Sonuçta ABD’nin tek etkileyici olduğu bir dış politika dönemi ortaya çıkmıştır. 1960-80
döneminde içte özgürlük arttıkça dış politikada da özerklik artmasına karşın bu dönemde tam tersi
olmuştur.

Özal’ın Türk dış politikasını üç noktada etkilediğini söyleyebiliriz. Özal ülke ekonomisini
hiçbir önlem almadan dışarıya açarak âdeta uluslararası kapitalizme bağımlı hâle getirmiş ve bu
durum dış politikayı dolaylı olarak zayıflatmıştır. Özal, felsefesi gereği şuna inanıyordu; bir ülke
ile ticari ilişkiler kurulur ve geliştirilirse o ülke ile olan dış politika sorunları da çözülür. Ancak
Türkiye’nin âdeta kronik hâle gelmiş dış politika sorunları yaşadığı Yunanistan ve Orta Doğu
örneklerinde bu anlayış başarılı olmadı. Diğer yandan Özal, kimi zaman Dışişleri Bakanlığını
devre dışı bırakarak, kimi zaman Türk dış politikasının temel ilkelerini yok sayarak, kimi zaman
da ciddi potlar kırarak dış politikayı zor durumlarda bırakmıştır. Özal’a dış politika konusunda
yapılacak bir diğer eleştiri ise Körfez Krizi ve savaşı konusunda ortaya çıkmıştır. Özal 1988’deki
Kerkük ve Musul’u işgal etme düşüncesini Körfez Krizi sırasında da sürdürerek “Orta Doğu

293
pastasından pay almak” için savaşa girilmesini savunmuştur. Böylece Türk dış politikasının iki
temel ilkesinden biri olan statükoculuğa ciddi bir darbe vurmuştur.

Uluslararası alanda yalnız kaldığı, gerekli kamuoyu desteğinden yoksun ve ekonomik


bakımdan da dışa bağımlı olduğu bir dönemde Türkiye’nin göreli özerk bir dış politika
yürütebilmesi de zor olmuştur. Nitekim bu dönemde Türk dış politikası bir önceki yani 1960-80
döneminde ABD’ye hangi konularda direnç göstermişse hepsinde teker teker geri adım atmıştır.

Bu dönemde Türkiye Orta Doğu ülkeleri ile olan siyasi ve ticari ilişkilerini geliştirmiştir.
Ancak bu durum, Türkiye’nin özerk dış politikasından değil, birtakım mecburiyetlerden
kaynaklanmıştır. Zira 1970’lerin ortasından itibaren petrol fiyatlarının sürekli artması ve dış
kaynak bulmada artan sıkıntılar, Türkiye’yi petrol üreten ülkelerle ikili ticareti geliştirmeye
zorlamıştır. Mesela 1980-88 arasında yaşanan İran-Irak Savaşı’nda Türkiye tamamen tarafsız
kalmış ve bu sayede her iki ülkeyle de ticaret yapabilmiştir.

Bununla birlikte 1980-90 döneminde yaşananlar bir sonraki dönem için öğretici olmuştur.
Öncelikle Türkiye gibi, dış politikada kamuoyu gücünü arkasına alamayan ülkelerin tavizler
vermesinin kolaylaştığını, ikinci olarak da bir yönetimin içte kendi insanına baskı yapmasının,
devletin dışta ciddiyetini ve itibarını zedelediğini göstermiştir. Son olarak da 12 Eylül rejiminin
uyguladığı politikaların Türkiye-AB ilişkilerine ciddi zararlar verdiğini göstermiştir. Özal’ın dış
politikadaki uygulamalarından da önemli dersler çıkartılmıştır. Her şeyden önce Dışişleri
Bakanlığının devreden çıkartılarak sadece ticareti artırarak dış politika sorunlarının
çözülebileceğini ummak gibi uygulamaların dış politika alanında tehlikeli olduğu anlaşılmıştır.
“Aktif” dış politikanın başka, “doğru” dış politikanın başka olduğu ortaya çıkmıştır. İkincisi,
Türkiye’nin geleneksel dış politikasından fazla sapmanın gerçeklerle pek bağdaşmadığı ortaya
çıkmıştır. Özellikle, bir yandan statükoculuk ilkesinden sapma, diğer taraftan dengecilik
felsefesinin terk edilmesi, 1991’deki Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin savaşın eşiğine gelmesine ve
savaştan sonra da büyük ekonomik zararlara uğramasına sebep olmuştur. Diğer taraftan Türkiye
bütün kartlarını ABD’ye göre düzenlemenin ve ABD yönetimine güvenmenin hayal kırıklığını
yaşamıştır. Sonuç olarak bu dönemin dış politikası, 1950-60 arasındaki Menderes dönemine
benzer biçimde çok aktif fakat çok riskli ve ABD’ye ciddi oranda bağımlı olarak gerçekleşmiştir.
Maalesef Türkiye dış politikadaki bu hatalarını çok çabuk unutmuş ve aradan bir dönem geçtikten
sonra 2000’li yıllarda hemen hemen aynı hatalarını tekrar eder duruma gelmiştir.

11.3. 1990-2000 Dönemi Türk Dış Politikası


Türk dış politikasının bu hareketli dönemi iç ve dış dinamikler açısından çok dezavantajlı
başlamıştır. Türkiye 1980’lerin ortalarından itibaren gittikçe kötüleşen ve dışa bağımlı hâle gelen
ekonomisinin ağırlaşan yüküyle karşı karşıya kalmıştır. İkinci olarak sürece 12 Eylül rejiminin
miras bıraktığı insan hakları sorunları içinde girmiştir. Üçüncüsü, Özal’ın, “1 koyup 3 almak”
biçiminde ifade ettiği politikasının yarattığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Yine Özal’ın,
Türk dış politikasının iki temel direğinden biri olan dengeci statükoculuğu değiştirmek
istemesinden kaynaklanan sorunlarla ilgilenmiştir. Dış dinamikler açısından baktığımızda
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Türkiye, kendisi için dış politikada en önemli koz olan
jeostratejik önemini kaybetmiştir. Ancak kısa bir süre içinde gerek Balkanlarda gerekse Orta
Doğu’da ortaya çıkan çatışmalardan yararlanarak jeostratejik önemini hiç olmazsa ABD nezdinde
tekrar geri kazanmıştır. Son olarak küreselleşmenin egemen olduğu tek kutuplu dünyada, Osmanlı
döneminden beri sürdürdüğü denge politikasını, gerek siyasal gerekse ekonomik olarak
sürdürmesi pek mümkün olmamıştır.

294
Bu dönemde içte yaşanan siyasal ve ekonomik kargaşa, olduğu gibi dış politikaya da
yansımıştır. Mesela, 1990-97 arasında tam on bir defa dışişleri bakanı değişmiş ve bakan başına
düşen görev süresi ortalama 8 ay kadar olmuştur. Dahası, aralarında dış politika yönetimi ile ilk
defa tanışan bakanlar da yer almıştır. Yine Türkiye, Batı’nın kendisine dayattığı alt yapıyı
(uluslararası kapitalizm) itirazsız kabul etmiş ancak yine Batı’nın dayattığı üst yapıyı (demokrasi
ve insan hakları) almamak için büyük direnç göstermiştir. Bu sebeple, ekonomik bakımdan dışa
bağımlı hâle gelirken siyasal bakımdan özellikle AB tarafından tecrit edilen bir ülke olmuştur.
Ancak ekonomik bakımdan dışa bu kadar bağımlı olan ve siyasal bakımdan da bu kadar tecrit
edilen bir ülkenin dış politikasını yine de büyük bir sarsıntı yaşamadan yürütebilmiş olması
dikkate değer bir husustur.

1990 sonrası dönemde dış politikada büyük başarısızlıkların yaşanmamış olması aldatıcı
bir görünümdür. Zira bu durum, tamamen Türkiye’nin ABD ile çok yakın bir dış politika takip
etmesiyle alakalıdır. Nitekim bu dönemde Türkiye’nin Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya’da
ve Orta Doğu’da yaptığı tüm girişimler hep ABD’nin bu bölgelerle yoğun bir şekilde ilgilendiği
zamana rastlamıştır. ABD’nin ilgisinin azaldığı zamanlarda Türkiye’nin de bu bölgelere olan
ilgisi azalmıştır. Kıbrıs ve Ege gibi Türk dış politikasının büyük önem verdiği sorunlarda açık bir
başarısızlık görülmemesinin sebebi ise, Yunanistan’ın bu sorunların takibini büyük bir başarıyla
AB’ye devretmesidir. Böylece bu sorunlar AB tarafından 1999 Helsinki zirvesinde bir takvime
bağlanmış ve çok daha önemlisi, bu yaşamsal sorunları hem bizzat kendi yıpranma süreçlerine
hem de Türkiye’nin ekonomik çıkmazına bırakmıştır.

1990’dan sonra Türkiye’nin birdenbire azalan jeostratejik önemi, bölgesinde ortaya çıkan
yeni çatışmalar sayesinde yeniden artmış ve Türkiye, bu çatışmalara ABD ile birlikte müdahale
etmiştir. Ancak bu durum, Türk dış politikası açısından birtakım sakıncaları da beraberinde
getirmiştir. Zira ABD, dünyadaki tek hegomonik güç olarak bir müdahale hukuku inşa etmeye
çalışmış ve bunu da “Yeni Dünya Düzeni” denilen bir politika ile yapmıştır. Oysa Türkiye, dış
politikasını dengeci statükoculuk üzerine inşa etmiş orta büyüklükte bir ulus devletti. Türkiye
statükoyu ancak iki durumda zorlamıştır. İlki savunma amaçlı olarak, 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtı’nda, ikincisi de uluslararası hukukun meşru saydığı biçimlerde, mesela Hatay’ın
ilhakında ve 1984-88 arası Kuzey Irak operasyonlarında. Oysa 1999’da Kosova’ya yapılan
NATO müdahalesi hem savunma amaçlı değildir hem de BM Güvenlik Konseyi’nden onay
almadığı için uluslararası hukuk açısından sakıncalı olmuştur.

Türkiye’nin dış politikasını gittikçe dünyanın tek hegonomik gücü olan ABD’ye
endekslemiş olması, orta büyüklükte bir ulus devlet olarak kendisini çok ciddi bir şekilde uydu
düzeyine indirgenme riski ile karşı karşıya bırakmıştır. Ekonomisi fevkalade dışa bağımlı olan
Türkiye gibi bir ülke için bu durum daha da ciddi ve hassas bir hâle gelmiştir. Şu anda dahi, 1950-
60 ve 1980-90 dönemlerini aratır biçimde dışa daha da bağımlı hâle gelen Türkiye’nin mevcut
koşullarda dış politikada, bilhassa bölgesinde, ciddi bir tıkanma riski ile karşı karşıya olduğu ve
hiç yapmak istemeyeceği eylemlere zorlanabileceği ihtimal dâhilindedir.

295
Uygulama Soruları
6. “Soğuk savaş” nedir? Açıklayınız.

7. “Yumuşama (detant)” nedir? Açıklayınız.

8. “Çok yönlü dış politika” nedir? Açıklayınız.

9. “Yeni dünya düzeni” nedir? Açıklayınız.

10. “Bloklaşma” nedir? Açıklayınız.

296
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
1960-1980 Dönemi: 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni yapan Millî Birlik Komitesi (MBK),
yayımladığı bildiride dış politikada hiçbir değişiklik olmayacağını, Türkiye’nin bütün uluslararası
yükümlülüklerini yerine getireceğini ilan etmişti. Ancak 1962’de ABD ile Sovyetler Birliği
arasında yaşanan Küba Füze Krizi hem uluslararası sistemi hem de Türk dış politikasını derinden
etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin Küba’ya nükleer füze yerleştirme girişimi, ABD’nin sert
tepkisiyle karşılaşmış, dünyanın bir nükleer savaşa en fazla yaklaştığı bir kriz ortaya çıkmıştır.
Ancak çok geçmeden bu kriz ABD ve Sovyetler Birliği arasında yapılan gizli pazarlıklarla
sonuçlandırılmış ve bu tarihten sonra da iki ülke arasında, “Yumuşama” (detant) adı verilen, iki
blok arasında gerginliklerin nispeten azalmaya başladığı bir döneme girilmiştir. Bu durum, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası alandaki konumunu iki blok (Batı-Doğu veya ABD-SSCB)
arasındaki gerilim üzerinden tanımlamakta olan Türkiye’nin dış politikasında bazı yeni
yönelimlerin ortaya çıkmasına imkân vermiştir. Diğer taraftan ABD ile Sovyetler Birliği arasında
krizin çözümü için yürütülen pazarlığın en önemli konularından birinin Türkiye olması da Türk
dış politikasını derinden etkilemiştir. Zira ABD, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya füze
yerleştirmemesi karşılığında Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesini kabul etmiştir.
ABD’nin kendi çıkarları çerçevesinde Türkiye’yi devre dışı bırakması Türk siyasetinde derin bir
hayal kırıklığı meydana getirmiştir. Böylece Türk yöneticilerinin zihinlerinde ABD hakkında ilk
önemli kuşkular belirmeye başlamış ancak ABD ve NATO’ya duyulan mutlak sempatinin kökten
sorgulanmasına neden olan olay, 1964’te Kıbrıs sorununun tekrar alevlenmesi olmuştur.

ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye


gönderdiği mektup daha sonra tarihe “Johnson Mektubu” adıyla geçmiş ve Türkiye’nin Kıbrıs’a
müdahale etme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Zaten, diplomatik teamüllere uygun olmayan ve
müttefikler arası ilişkilerde hiç kullanılmayan bir dille kaleme alınmış olan, Johnson
Mektubu’nun amacı, Türkiye’nin sert bir şekilde uyarılarak müdahaleden vazgeçirilmesiydi. Türk
yöneticilerinde ve kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığına ve tepkiye neden olan Johnson
Mektubu’ndan sonra mutlak blok politikasının yani tek yönlü bir dış politikanın Türkiye’nin
çıkarlarına aykırı olduğu düşüncesi ortaya çıkmış ve dış politikanın yeniden yapılandırılmasına
gidilmiştir. Bu çerçevede “çok yönlü dış politika” olarak adlandırılan bir çizgi benimsenmiştir.
Türkiye böylece, başta Sovyetler Birliği olmak üzere bütün uzak durduğu ülkelerle ilişkilerini
hızla geliştirme çabası içerisine girmiştir. Ancak bu yeni dış politika yaklaşımını Türkiye’nin
Batıcı çizgisinden bir kopuş olarak nitelendirmek doğru olmadığı gibi, çok yönlülük çabaları
Türkiye’nin tamamen tarafsız ve bağlantısız bir dış politika çizgisi benimsemesi olarak da
görülemez. Yeni dış politika bir yandan Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kalmaya devam ederken,
diğer yandan dış ilişkilerini çeşitlendirme ve dış politikayı blok politikası ipoteğinden kurtarma
çabası olarak yorumlanabilir.

Yeni dış politika anlayışının etkisini en çabuk gösterdiği alanlardan biri Türk-Sovyet
ilişkilerindeki seyir olmuştur. 1965 ve 1966 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle iki
ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişmiştir. İki ülke arasındaki bu yakınlaşma, ekonomik alanda,
1970’lerde de artarak devam etmiştir. Özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ABD’nin
Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlaması Sovyetler Birliği ile olan yakınlaşma
çabalarına ivme kazandırmıştır. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği ekonomik destek yıllar
içinde hızla artmış ve iki ülke arasındaki ilişkiler 1978’de imzalanan İyi Komşuluk ve Dostça
İşbirliği Bildirisi ile en üst seviyeye ulaşmıştır.

297
Türkiye 1960’lardan itibaren Sovyetler Birliği’nin yanı sıra diğer Doğu Bloku ülkeleriyle
ve bu blok dışındaki sosyalist ülkelerle de ekonomik ve nispeten siyasi ilişkilerini geliştirmiştir.
Özellikle Kıbrıs sorunu sebebiyle Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda üçüncü dünya
ülkelerinin desteğini sağlamak için yoğun bir çaba gösterilmiştir. Bunun için çoğunluğu Afrika
ve Asya’da yer alan üçüncü dünya ülkeleriyle diplomatik temaslar arttırılmıştır.

Çok yönlü dış politikaya geçme çabaları ister istemez Türk-Amerikan ilişkilerinin
yoğunluğunun kısmen azalmasına, ama daha da önemlisi iki ülke arasında daha önceki yıllarda
rastlanmayan tarzda gerilimler yaşanmasına da yol açmıştır. Ankara-Washington hattında
yaşanan dalgalanmalar 1960’larda Türkiye’nin geçirdiği sosyoekonomik dönüşümden ve 1961
Anayasası’nın sağladığı siyasal atmosferden de etkilenmiştir. Bu dönemde kamuoyunun dış
politika konusundaki duyarlılığı oldukça artmış, Türkiye’nin Batı bağlantısı, ABD ile ilişkileri ve
NATO üyeliği açık bir biçimde eleştirilmeye ve sorgulanmaya başlanmıştır. Aynı yıllarda
Türkiye’deki Amerikan askerî varlığı ve bu varlığın hukuksal dayanağı olan ikili anlaşmalar
kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde ABD’nin Türkiye’ye
yönelik askerî ve ekonomik yardımlarında önemli azalmalar meydana gelmiştir. 1970’lerin
başlarında Türk-Amerikan ilişkilerinde gündemi meşgul eden en önemli konu “haşhaş/afyon
sorunu” olmuştur. Bu dönemde ABD yönetiminin en önemli hedeflerinden biri ülkede artan
uyuşturucu kullanımı ile mücadeleydi ve ABD yönetimi ülkeye giren uyuşturucunun en önemli
kaynaklarından birinin Türkiye olduğunu düşünmekteydi. Bu çerçevede Türkiye’deki haşhaş
üretiminin tamamen yasaklanmasını istemekteydi. Demirel hükümeti ABD’nin bu talebi kabul
etmemiştir. Yine de 12 Mart 1971’deki askerî müdahaleden sonra kurulan Nihat Erim hükümeti
ABD baskılarına dayanamayarak 1972’den itibaren Türkiye’deki haşhaş ekimini tamamen
yasaklanmıştır. Bu karar Türk kamuoyunda büyük tepki toplamış ve ülkede zaten var olan
Amerikan karşıtı havayı daha da yoğunlaşmıştır. Ara dönemin sona ermesini sağlayan 1973 genel
seçimlerinden sonra kurulan CHP-MSP Koalisyon Hükümeti 1 Temmuz 1974’te yasağı
kaldırmıştır. Ancak yasağın kaldırılması ABD Kongresi’nde büyük bir tepki ile karşılanmış ve
Türkiye’ye yönelik bir ambargo kararı alınmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı takiben ABD
yönetiminin Ocak 1975’te uygulamaya koyduğu bu karar, Türk-Amerikan ilişkilerinde en sorunlu
yılların başlamasına sebep olmuştur. Türkiye’nin askerî ve ekonomik açıdan zor durumda
kalmasıyla Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı daha da artmıştır. Bundan sonra Türk
hükümetlerinin temel hedefi ambargonun kaldırılması yönünde çaba göstermek olmuştur. Eylül
1978’de ambargonun kaldırılmasından sonra Türk-Amerikan ilişkilerindeki eski sıcaklık hemen
oluşmamıştır. Bunun sağlanması ancak ABD yönetiminin Türkiye’nin beklentilerini karşılama
yolunda daha önemli adımlar atmasıyla olmuştur. 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi ve
Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali gibi gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki stratejik
önemini artırmıştır.

Bu dönemde Türk dış politikasının en önemli konularından biri de Kıbrıs meselesidir.


Türk dış politikasının gündemine 1950’lerde bir daha hiç çıkmamacasına girmiş olan Kıbrıs
sorunu, Rumların anayasal düzeni değiştirme çabaları ve Ada’daki Türklere yönelik saldırılarıyla
1960’larda yeni bir boyut kazanmıştır. Türkiye 1964’teki müdahale girişiminden sonra 1967’de
müdahale kararı almış fakat Rum yönetiminin geri adım atması üzerine müdahaleden
vazgeçmiştir. 15 Temmuz 1974’te Yunanistan tarafından desteklenen Nikos Sampson tarafından
Ada’da bir askerî darbe gerçekleştirmiştir. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a
anayasal düzenin değiştirildiğini bu sebeple Ada’ya birlikte müdahale edilmesini teklif etmiştir.
Ancak görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine 20 Temmuz 1974’te Türk ordusu Kıbrıs
Barış Harekâtı’nın ilk safhasını başlatmıştır. Bu harekât dünya kamuoyu tarafından desteklenmiş,

298
Türkiye’nin garanti antlaşması çerçevesinde anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla Kıbrıs’a
müdahalesi uluslararası hukuka göre uygun görülmüştü. Ancak birinci harekâtın aksine ikinci
harekât, ABD başta olmak üzere dünya kamuoyu tarafından meşru görülmemiştir. 14 Ağustos’ta
başlayan Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikinci safhasında Türk ordusu üç gün içinde Ada’nın üçte
birinden fazlasını kontrol altına almıştır. 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasıyla
Ada’da iki kesimlilik fiilen yaratılmış oldu. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)
kurularak bağımsızlık ilan edilmişse de KKTC’yi Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. İki
taraf arasında 1975’te başlayan ve aralıklarla devam eden görüşmelerde hiçbir sonuç elde
edilememiştir. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu günümüze kadar çözülemeyen bir sorun olarak Türk dış
politikasının en önemli sorunlarından biri olmuş, 2004’te Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa
Birliği’ne üye olmasıyla Türkiye-AB ilişkilerini de derinden etkileyen bir sorun hâline gelmiştir.

1974’ten sonra Türk-Yunan ilişkilerinin ağırlık merkezi Kıbrıs sorunundan Ege


sorunlarına kaymıştır. İki ülke arasında, karasuları, hava sahası, kıta sahanlığı, FIR (Uçuş Bilgi
Bölgesi) hattı ve Ege adalarının Yunanistan tarafından silahlandırılması gibi sorunlar özellikle
1970’lerin sonundan itibaren ciddi krizlere yol açmıştır. Nitekim 1978, 1987 ve 1996’da iki ülke
Ege sorunları sebebiyle savaşın eşiğine gelmiştir.

Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında da önemli değişiklikler


meydana gelmiştir. Türkiye öncelikle bölgeye yönelik körü körüne Batı yanlısı söylemini
yumuşatmıştır. İkincisi, bölgede Batı yanlısı örgütlenmelere (Bağdat Paktı gibi) öncülük etme
olarak algılanan ve Arap devletlerinin yoğun tepkisini çeken politikasını terk etmiştir. Üçüncüsü,
ABD’nin bölgeye yaptığı müdahalelere destek vermeyi kesmiştir. Dördüncüsü, İsrail’le ilişkiler
sürdürülmekle birlikte, iki ülke arasındaki eski yakınlık azalmıştır. Beşincisi, Türkiye uluslararası
alanda Filistin davasına çok daha açık bir destek vermeye başlamıştır. Nitekim Türkiye 1967 ve
1973 Arap-İsrail savaşlarında Arap tarafını desteklemiştir. Ayrıca Türkiye 1972’de kurulan İslam
Konferansı Örgütü’ne özel bir statüyle üye olmuştur.

Bu dönemde Türkiye-AB ilişkileri ise şu şekilde seyretmiştir. Batıcılık ilkesi


çerçevesinde Batı dünyası kurumlarına üyelik her zaman dış politikasının en önemli
önceliklerinden bir olmasına rağmen, Türkiye 1950’lerde oluşmaya başlayan Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na (AET/AB) karşı başta kayıtsız kalmıştır. Bu çerçevede, 1957 Roma Antlaşmasıyla
kurulan AET’ye üyelik konusunda herhangi bir adım atmamıştır. Fakat 1950’lerin sonlarına
doğru ABD’den ekonomik yardım alınmasında karşılaşılan zorluklar, Kıbrıs meselesi ve
Yunanistan’ın AET’ye üyelik başvurusunda bulunması gibi sebeplerle Ankara hiç vakit
kaybetmeden, Atina’yı takip ederek Ağustos 1959’da AET’ye müracaat etmiştir. AET bu
müracaatı memnuniyetle karşılamış ve Mayıs 1960’da Türkiye ve Yunanistan’la aynı anda
görüşmelere başlanması kararını almıştır. Ancak 27 Mayıs Askerî Darbesi bu kararın
uygulanmasını geciktirmiştir. Fakat askerî darbenin olumsuz etkisine rağmen 1961-1963
döneminde görüşmelere devam edilmiş ve sonunda iki taraf arasında 12 Eylül 1963’te Ankara’da
bir Ortaklık Anlaşması imzalanmıştır. 1964 yılında yürürlüğe giren ve Türkiye ile AET/AB
arasındaki ilişkilerin temel belgesi olma niteliğini taşıyan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin
hazırlık, geçiş ve son dönem olarak adlandırılan süreçlerden sonra AET’yle gümrük birliğine
girmesi öngörülmüştür. Diğer taraftan tam üyelik için açık kapı da bırakılmıştır. Fakat 1970’lerde
yaşanan küresel gelişmeler, AET kabuk değiştirmeye başlaması ve Türkiye’de ortaya çıkan
ekonomik ve siyasi krizler, tarafların karşılıklı olarak bazı yükümlülüklerini yerine getirmelerini
geciktirmiştir. Bu bağlamda Türkiye 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokolü 1978’de askıya
almıştır. Dahası, bu alanda en büyük rakip olarak görülen Yunanistan, AET’ye tam üyelik

299
başvurusu yaparken davet edildiği hâlde Türkiye üyelik için başvuruda bulunmamıştır. Nitekim
1981’de Yunanistan’ın AET’ye tam üye olmasıyla birlikte Türkiye için işler ileriki yıllarda çok
daha zorlaşacaktır.

1980-1990 Dönemi: 1979’dan itibaren uluslararası alanda yumuşamanın yerini, ikinci


Soğuk Savaş olarak adlandırılan ve ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki gerilimin tırmanışa
geçmesine sahne olan gelişmelere (İran İslam Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi
gibi) bırakması, blok politikalarının belirleyiciliğini tekrar gündeme getirmiştir. Bu çerçevede,
Türkiye’nin 1970’li yıllar boyunca kademeli bir biçimde artan dış politikadaki görece özerkliği,
uluslararası gelişmelerin etkisiyle azalmaya başlamıştır. 12 Eylül Askerî Darbesi ve sonrasında
kurulan askerî yönetim, ABD tarafından hiç vakit kaybedilmeden desteklenmiştir. Türkiye’nin
ABD ile ilişkilerinde adeta hızlandırılmış bir tamiratın yaşandığı bu süreçte, ABD Türkiye’ye
siyasal, ekonomik ve askerî destek sağlamıştır. AET/AB’nin aksine, ABD bu yıllarda Türkiye’de
demokrasinin durumunu, insan hakları ihlallerini ve siyasi alanda tesis edilen askerî vesayeti hiç
sorgulamamıştır.

ABD ile ilişkilerde yaşanan bu “yeniden ısınma” dönemi, 1983’te iktidara gelen
Anavatan Hükümeti döneminde de artarak devam etmiştir. Hükümetin politikaları, ABD’nin o
yıllarda izlediği politikalarla çok büyük bir uyum içindeydi. Dahası Başbakan ve daha sonra
Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, ABD ile ilişkilerin geliştirilmesine büyük önem vermekteydi.
1980’lerde Türkiye üzerinde ABD etkisi tekrar artmaya başlamakla birlikte, bu durumun hiçbir
şekilde 1964 öncesi tek yönlü dış politikaya dönüş olarak yorumlanması mümkün değildir. Zira
artık Türk dış politikasında “çok yönlülük” tercihi değişmemecesine dış politikanın merkezine
oturmuş durumdaydı. Bu durumun en temel göstergesi, 12 Eylül askerî yönetimi sırasında bile
Sovyetler Birliği ile ilişkilerde ciddi bir sorun yaşanmamış, aksine Türkiye’ye yönelik Sovyet
yardımlarının sürekli artmış olmasıdır. Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında ekonomik ve ticari
konuların dış politikanın oluşturulasında eskiye nazaran daha belirleyici hâle geldiği görülür. Bu
durum, Türkiye’nin 24 Ocak 1980 Kararları’yla benimsediği yeni ihracata dayalı büyüme
modelinde karşılık bulmuştur. Nitekim Türkiye ihracatını arttırabilmek için yeni pazarlar
arayışındaydı. Dış politikanın ekonomik boyutunun yükselişi, kendisini Türkiye’nin Orta Doğu
ile ilişkilerinde göstermiş, yeni ekonomik hedefler Türkiye’nin Orta Doğu politikasını da
şekillendirmiştir. 1980’lerde Türkiye’nin ekonomi odaklı yeni politikasının en başarılı biçimde
İran ve Irak ile ilişkilerde uygulanmıştır.

Türkiye’nin dış politikasının 1960-1980 döneminde yeniden oluşturulmasının doğal


sonuçlarından biri, İsrail ile ilişkilerin soğumasıdır. 1981’de Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini 2.
Kâtip seviyesine indirmiş ve Kudüs’teki başkonsolosluğunu kapatmıştır. İsrail’in 1982’de
Lübnan’ı işgal etmesini şiddetle kınamış ve Filistinlilere daha fazla destek vermiştir. Ayrıca İslam
Konferansı Örgütü’nde ilk defa etkili bir rol oynama çabasına girmiştir.

12 Eylül yönetimi Batı yanlısı dış politika uygulamalarında büyük bir değişiklik
yapmamasına rağmen, iç politikada uyguladığı birtakım icraatlarıyla Türkiye’nin Avrupa’daki
imajının son derece olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. 12 Eylül yönetiminin antidemokratik,
insan haklarına tamamen aykırı uygulamaları sonucunda, Türk dış politikasını etkileyen bir insan
hakları sorunu ortaya çıkmıştır. Bu durum ileriki yıllarda Türkiye’nin Avrupa devletleriyle
ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmasına neden olmuştur.

Özal yönetimi 1987’de AET’ye tam üyelik başvurusu yaparak donma noktasına gelen
Türkiye-AET ilişkilerini tekrar canlandırmak istemiş ancak bu çabası yeterli olmamıştır.

300
1980’lerin ortalarından itibaren Doğu Bloku ülkelerinde başlayan demokratikleşme hareketleri ve
rejim değişiklikleri AET’nin öncelikleri arasında yer almış, Türkiye’nin üyeliği konusu ise sürekli
sürüncemede bırakılmıştır. Bu durumda tam üyelikten bir süreliğine ümidini kesen Türkiye
gümrük birliğine yönelmiş ve taraflar arasında 1 Ocak 1996’dan itibaren gümrük birliği
kurulmuştur. AET/AB’nin Türkiye’ye genişleme perspektifi içinde yer vermemesi, 1997’deki
Lüksemburg Zirvesi’nden sonra ilişkilerin iyice gerilmesine neden olmuştur. AB’nin 1999’daki
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “aday ülke” statüsü vermesiyle 2000’li yıllar boyunca
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik hayatını yakından etkileyecek olan “AB Gündemi” tekrar ortaya
çıkmıştır.

1990-2000 Dönemi: Doğu Bloku’nun 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla


simgeleştirilen siyasi ve ekonomik çöküşü ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında
yeni bir uluslararası ortam ortaya çıkmıştır. İki kutuplu dünya düzeninin sağladığı bloklar arası
denge düzeni yerini karışıklığa, belirsizliğe ve bölgesel sıcak çatışmalara bırakmıştır. Türkiye
Soğuk Savaş’ın kazanan tarafında yer almasına ve yeni uluslararası ortam (yeni dünya düzeni)
kendisine yeni fırsatlar sunmuş olmasına rağmen, yeni sorunlarla da karşılaşmıştır. Soğuk
Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye bir süreliğine Batı için jeopolitik önemini kaybetme
tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ABD açısından
Türkiye’nin stratejik önemi nispeten azalmış ve Türkiye’ye verilen askerî ve ekonomik yardımlar
ciddi oranda azalmıştır. Fakat çok geçmeden Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’daki
öngörülmeyen gelişmeler ve silahlı çatışmalar, Türkiye’nin tekrar önem kazanmasına neden
olmuştur. Özellikle 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra ABD’nin Türkiye’ye duyduğu ilgi
yeniden artmaya başlamıştır. Türkiye’nin 1991’deki Körfez Savaşı’nda ABD’ye vermiş olduğu
tam destek Türk-Amerikan ilişkilerinde 1990’lı yılların başlarından itibaren yeni bir bahar
havasının esmesine sebep olmuştur. Bu süreçte iki ülke arasında bir “stratejik ortaklık” olduğu
açıklanmış ve bu kapsamda Türkiye, ABD’nin NATO’nun yeniden yapılandırılması çabalarına
destek olmuştur. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgaline
kadar büyük bir sorun yaşanmadan devam etmiştir.

Terör sorunu özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’nin hem iç siyasetinde hem de dış
politikasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim 1990’lı yıllarda dış politikadaki hemen hemen
her konuda bu sorunun etkilerini görmek mümkündür. Sorunun dış politikada etkilediği en önemli
alan Suriye ile ilişkiler hızla gelişecek ve Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılımının önündeki önemli
engellerden biri ortadan kalkmış olacaktır.

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD’nin de desteğiyle Kafkasya ve


Orta Asya’ya girmeye çalışan Türkiye, Rusya’nın tepkisini çekmiştir. Bu durum Türkiye’nin
Türk dünyasına planladığı şekilde açılımını engellemiştir. 1990’lar boyunca Orta Asya ve
Kafkasya’da Türkiye ile Rusya arasında bir rekabet ve güç mücadelesi yaşanmıştır. Ancak bu
durum hem iki ülke arasında hem de Türkiye’nin bölge devletleriyle olan ticari ilişkilerinde adeta
bir patlama yaşanmasına engel teşkil etmemiştir. Türkiye, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte
bağımsızlıklarını kazanan tüm Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetlerini 1991’de resmen tanımış
ve bu ülkelerle yakın iş birliği çabası içerisine girmiştir. Nitekim başta ticaret, eğitim ve kültür
alanı olmak üzere, Türkiye’nin bu bölge ülkeleriyle ilişkilerinde önemli gelişmeler sağlanmıştır.

1990’larda Türk-Yunan ilişkilerinde de büyük gelgitler yaşanmıştır. Bazen ılıman bir


siyasi iklimde cereyan eden ilişkiler, bazen kopma noktasına gelmiştir. Nitekim 1996’da Ege
Denizi’ndeki Kardak kayalıklarının aidiyeti sebebiyle iki ülke savaşın eşiğine kadar gelmiştir.

301
Yunanistan’ın terör örgütlerine destek vermesi sebebiyle iki ülke arasındaki gerginlik 1997-1998
yıllarında da devam etmiş, ancak 1999’dan sonra ilişkilerde yeni bir dönem başlayabilmiştir.

1990’larda Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri de hızla gelişmiştir. Özellikle 28 Şubat


sürecinde iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça artmıştır. Ancak dönemin sonuna doğru hem Suriye
ile ilişkilerin düzelmiş olması hem de Orta Doğu barış sürecinin sekteye uğraması gibi nedenlerle
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler eski sıcaklığını yavaş yavaş kaybetmiştir.

Genel olarak 1990-2000 dönemi, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni
uluslararası ortamı (Yeni Dünya Düzeni) algılamaya çalıştığı ve bu yeni düzen içinde kendini
konumlandırmaya çalıştığı bir dönem olmuştur. Bu yeni dönem hem birtakım yeni fırsatları hem
de yeni tehditleri ve sorunları Türkiye’nin önüne sermiştir. Dönemin sonunda Türkiye’nin AB ile
ilişkileri tarihinde ilk kez, ABD ile ilişkilerinden daha önemli bir hâle gelmiştir.

302

You might also like