Professional Documents
Culture Documents
ÖZET
ABSTRACT…………………………………………………………………………………………
………………………….İİİ
GİRİŞ
SONUÇ
KAYNAKÇA 42
1
ÖZET
İkinci bölümde, yazarın dünya ile arasındaki gerilimin yazılarına yansıma biçimi ve
yazı ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişki incelenmiştir. Bu bölümde yazarın psişik
ruh hallerinin eserleri üzerindeki etkisi ve bunun yazılarına nasıl yansıdığı
incelenmiştir.
2
ABSTRACT
In this thesis, the suicide of Nilgün Marmara has been analysed by the mediation of
her poems. The view point of her life has been studied by making readings on her
books. In thesis that consist of three main cheapters, the relationship between her
works and suicide and her works which is her inner world’s reflection has been taken
in hand.
İn first cheapter, the quotations that is written for Marmara by her surround has been
collected and some readings has been made on her identity by the help of her works.
In this cheapter, it has been aimed to show how much the works of her represents her
own identity.
In second cheapter, the way of reflection of the tension between her life and the
relation between writing and psychological disorder have been examined. In this
cheapter, the effect of the psychic moods on her works and how it reflects to her
writings has been observed.
In final cheapter, chronologicaly, the themes and content of the book Daktiloya
Çekilmiş Şiirler has been analysed with relating to her suicide. In the light of all
these chapters, it is aimed to examining all in one her life, suicide and Works.
3
4
GİRİŞ
Albert Camus “ Gerçekten önemli olan tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın
yaşamaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununu
yanıtlamış demektir” der Sisifos Söyleni adlı kitabında. İnsanlığın en eski çağlarında
beri var olan intihar olgusu, günümüz modern dünyasında hayatın sorgulanmasıyla
gerçekleşen bir hal almıştır. Bu gerçeği ifade edebilmek için çağımızda birçok birey
için edebiyat sığınılan bir yer ve aynı zamanda dünyaya karşı verdiği savaşta elindeki
kılıçtır.
5
İkinci bölümde, psikolog James Kaufman’ın araştırmaları ile ortaya koyduğu ve
intihar ile kadın yazarlar arasındaki ilişkiyi ele alan yazıyı tanıtacağım. Ardından,
şiir ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişkiyi tartışacağım. Şiirin yapısının yazarların ruh
halleri ile olan bağlantısının nasıl oluştuğunu ve yazar üzerinde nasıl etkiler
bıraktığını inceleyeceğim. Tüm bu ilişkilerden sonra Nilgün Marmara’nın yazıları ile
dünya arasındaki gerilimi yazılarına nasıl aktardığını analiz edeceğim. Kendi ruhsal
bozukluğunu bir yaratıma dönüştüren Marmara’nın yazılarında bu yaratımın bazı
örneklerini inceleyeceğim. Şizofrence ve deliliği çağrıştıran imgelerin nasıl
gerçeküstü bir hava yaratarak okuyucuyu kendi dünyasına çektiğini örneklemeye
çalışacağım. Ve son olarak da tüm bu özgün şiirlerin ruhsal bozukluktan ortaya nasıl
çıktığını inceleyeceğim.
6
BİRİNCİ BÖLÜM- NİLGÜN MARMARA KİMDİR?
Hayatının son yıllarında, İlhan Berk’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cihat Burak’ı,
Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreyya’yı kişisel olarak
tanıma fırsatı buldu. Şiir çevresine İlhan BERK tarafından tanıtılan Nilgün, Ece
AYHAN ve Cemal SÜREYYA ile kendi farklılığını onlara hissettirecek düzeyde
paylaşımlarda bulundu. Ece Ayhan’ın tabiriyle Nilgün Türk Şiirinin “Sivil
Şairlerindendir’. Herhangi bir iktidarın güdümünden tamamen bağımsız, sadece
insana dönük yazanlar için kullandığı bu tabiri Nilgün’e de yakıştırması çok doğaldır
ki Nilgün, şiirlerinde şiddetini ve sözcüklerini en çok kendine karşı kullanır.
”Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki, Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil
şairlerden birisidir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi,kendi kuşağı onun adıyla
anılabilir” (Ayhan, 2008: 54). der Ece Ayhan. Kendi kuşağı içerisinde marjinallikle
7
nitelendirilen Nilgün, yazılarının içeriği ve samimiyeti ile birçok şairi etkilemiştir.
Bu bakımdan, Cemal Süreyya’nın Zelda’sı, Ece Ayhan’ın ise sıra arkadaşıdır.
“Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairin bu yampiri
ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları
yüzünden uçamayan Albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara, sözlüklere ve
ansiklopedilere yazılırsa, 13 Şubat 1958’de İstanbul’da, Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim
1987’de de yine İstanbul’da Kızıltoprak’ta öldü.”(2011: 55). Kuşkusuz ki Nilgün,
Ece Ayhan için özel bir insandı. Bunun sebebi sadece edebi metinlere bakmayan
Ayhan’ın, Nilgün’ün kişiliği ve şairliği arasındaki örtüşmeyi görmesidir ve Ayhan’a
göre o kısacık bir ömürde kendi şiirinin zirvesine ulaşmış ve Türk şiirinde en özgün
ve marjinal tarzı yakalamış şairdir. Ece Ayhan için en önemli şey sahicilik ve
özgünlüktür, bundan dolayı Nilgün etkileyici bir durumdadır.
İntiharından sonra çevresi için bir gizem olduğu tescilleniyor adeta ve edebiyat
dünyasında intiharıyla popülerleşen yazarlarla aynı kaderi yaşıyor bir dönem
boyunca. Bunu popüler bir gizem olarak görmenin ötesinde bir bakış açısıyla bakan
Ece Ayhan onun hayattayken de anlaşılmaz bir gizem barındırdığını ifade eder. O ”
Nilgün Marmara, “korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği
kavranamaz çiçekli yolların, sürekli kuşkucu yolcusu” mudur sizce? Nereye, nasıl ve
kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu? “(Ayhan, 2008: 51). diye sorar ve bunu ‘her
anlamıyla’ evetler.
8
1.2. KENDİ YAZILARINDA NİLGÜN MARMARA KİMDİR?
9
Kişi kendine yöneldiğinde çarpışmaktan kaçınamadığı şey kendi bedenine hapis
olmuş olmasıdır ve bilinç ile fark ettiği şeyin (var olduğunu fark etme) tutsaklığının
kaçınılmazlığı karşısında çaresizce bir irkilmeye kapılır. Kopuşları ve
bölünmüşlüğünü içinde barındıran bilinç için bu varlık tarzı ile var olmak
beraberinde kaçınılmaz bir sürüklenmeyi getirir. Nilgün bu sürüklenmeye, intiharı
yazarak ve gerçekleştirerek karşı çıkmaktadır. Onun için ölmeyi beklemek boyun
eğiştir. ’Anı Şişesi’ adlı şiirinde fark ettiği bu varoluş gerçeğinden bizi şu dizelerle
haberdar eder:
Şiirinin sonlarına doğru ise özgür bir alan olduğunun haberini verir bizlere. Nilgün
için o özgür alana kavuştuktan sonra geçmiş bir yük olmaktan çıkıp ‘saydam bir anı
şişesi’ ne dönüşecektir. Nilgün’e göre orası ’Kötülük aktarımını’ mutlak bir şekilde
sona erdirecek yerdir. Varoluşun başkalarına aktarılamayacağı tek alana kendi
iradesiyle ulaşan Nilgün için yalnızca o alana kavuşmanın umudu vardır.
Marmara’nın günlüklerinde yer yer dış dünyaya karşı yabancılaştığını ele veren
sözcüklere rastlarız. Eşi Kağan Önal ile kendisinin diyalog şeklinde aktardığı
dizeleri, onun hem eşiyle olan kopukluğunu hem de yaşama karşı tavrının ne
olduğunu çok kati bir şekilde belirtiyor.
KAĞAN
NİLGÜN
10
(Marmara,2000: 35).
Kendi varoluşuna karşı bu denli şiddetle yaklaşan Nilgün, kimi yerde kullandığı dil
ile tüm insanların varoluşunda bu yargıların geçerli olduğunu vurgular. Ona göre
“Doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime götüreceğini
bilememektir”(2000: 62). Yabancılaşmasının nedenini direk dışsal sebeplere
bağlamaz. Yer yer medeniyetin insan bedeni ve ruhu üzerindeki olumsuz etkilerine
değinse de yabancılaşmanın, kökende var olmaktan kaynaklandığını düşünmektedir.
Ona göre “cinayet doğurulmuş olmaktır”(2000: 49). Şu anda sahte bir devingen
görünüme sahip bedenin, pasif bir konumdan var edilmesi Nilgün için kabul
edilemeyecek varoluşsal bir sorundur ve bu yüzden evrenin belirsizliği karşısında
11
kendi benliğinin gizemini kazımaya yönelir.
12
bu seçim, inandığı gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur. Bu durum tıpkı Kate Chopin’in
UYANIŞ adlı romanındaki EDNA karakterinin kendisini bulmak adına toplumdaki
yerini sorgulaması ile başlayan serüvenin hem sonunun başlangıcı hem de dirilişi
olan uyanışı ile benzerlikler taşımaktadır. Bu aynı zamanda kadının trajedisini bilme
biçimidir. Tek başına çıktığı tatil sonucunda bir anda içsel bir esinti ile içine düştüğü
duygusal uyanışı, karakterimiz Ednayı bir başına var olma ve gerçek özgürlüğü
deneyimleme arzusuna yöneltmiştir ve bunun sonucunda bilinçlice sonsuzluğu
deneyimleme adına özgürlüğe- ölüme, denize- açılması Nilgün’ün bedensel var
oluşuna karşı çıkması ile aynı şeydir. İkisi de bunu farklı sebeplere dayandırarak
yapmalarına rağmen sadece kendilerinin seçtiği bir yaşam faaliyeti gerçekleştirmek
adına ölümü özgürleşmek ile bir tutmuşlardır. Nilgün tamamen içsel bir
sorgulamanın sonucunda intiharı özgürleşme ile bir tutarken Edna ise toplumsal
kimliğine karşı verdiği mücadele sonucunda denizin derinliklerine indikçe
özgürleşeceği hissiyle intihara gitmiştir. İkisi için de geçerli olan durum şudur ki;
eğer bu hayat onlara istediklerini vermediyse ölümün karşı konulmaz hafifliğini
hayal kırıklığının sürekliliğine tercih etmiş olmalarıdır. Onlar için çelişkinin bir
parçası olmaktan çıkmak özgür olmaya daha yakın olmaktır. Edna denize açılarak
uyandığı yere geri dönüyor aslında. Kendisini özdeşleştirdiği deniz, romanda
simgesel bir öneme sahiptir. Denize açılarak intihar etmek hiç doğmamış olmayı
dilemekle aynı anlama gelmektedir. Ednanın denize yönelişi ana rahmine geri dönme
arzusunu temsil etmektedir. Bu durum aynı zamanda çocukluk döneminin ilkel
sayılabilecek istencini temsil etmektedir. Simgesel olarak Ednanın denizle
özdeşleşmesi çocukluk döneminde ana rahminden ayrılmış olmanın travmasını
yaşayan bebeğin bir dönem boyunca ana rahmi ile özdeşleşme durumunun olgun
yaşlarda tekrar ortaya çıkmış halidir. Nilgün için bu durum daha farklıdır. Onun
ürkütücü ve derin boşluğu kendisini boşluğa bırakmaya mahkum etmiştir.
Özvarlığını bir tiran gibi yok etme ve paramparça etme isteği ile yaşadıktan sonra
kendisini boşluğa bırakmıştır.
13
oluşlarda bir ikiyüzlülük görülür: Bu ne olduğu bilinmeye bir
üst-yetkenin (Tanrı?) ikiyüzlülüğüdür: Marmara’nın
çocukluğundaki iki yetke figürünü –annesini ve uykuyu-
anımsamasına yol açar. Bu ikiyüzlü akış yalnızca çocukken
masumdur.”(Eradam, 2005: 43).
Nilgün içindeki çelişkiyi fark edip kendisini yaşamın ağırlığına mahkum hisseder.
Aşırı duyarlı bir bilincin ışığında algıladığı dünyanın çelişkilerini yazar ve bu
dayanılmaz çelişkiler düş ile gerçeğin ayrımsanamaması neden olmuştur. Gökyüzü
ile yeryüzü arasında sıkıştığını hisseden Nilgün, günlüklerinde kendi düş alanlarını
da sorgulamaktadır. Bize cevabını aktarmadan yaptığı sorgulamalar sonucunda
anımsattığı şey bireysel görünen bir kafa karışıklığı ve yabancılaşmadır.
Yabancılaşmış benliğin tarifini yapan Nilgün, birinci tekil şahsı kullandığı için her ne
kadar narsistçe algılansa bile kullandığı imgelerle okuyucuda bıraktığı his sayesinde
onu derin bir sorgulamaya iterek yazdıklarına dahil etmektedir. Bu yabancılaşma
yalnızca Nilgün’ün yabancılaşması değildir. O bu durumun genlerden
kaynaklandığını ima eder okuyucusuna.
Nilgün fark ettiği gerçeği genellemelerle ve kati bir dil kullanarak ifade ederek bu
durumu tüm insanlara mal etmektedir. Kendisini, ‘göğünü yitiren bir yıldız’ olarak
görüyorken bu alıntıda kendinden öteye giderek okuyucuya fark ettiği var olma
çelişkisini ilan etmektedir. Aynı zamanda bu saldırgan tavrı karşısında okuyucu
metnin ilk muhatabı haline gelmektedir. Çocukluk gibi herkesin deneyimlediği bir
gerçeklik ile bitiminde maruz kaldığımız durumu, fark edemeyişlerimizi, acıyı,
14
yanılsamayı yüzümüze çarpmaktadır. Kullandığı ‘çocuk’ imgesi ile pek öznel
görünen kendi yabancılaşmasını dış dünyadan bağımsız olmadığını ima etmektedir.
Dış dünya ile iç dünyası arasındaki amansız diyalektik sonucunda ortaya çıkan
yaratımlar sadece Nilgün’ün iç dünyasından gömütlerle sınırlı değildir aynı zamanda
hayatın içindeki gömütü de yansıtır. Son derece nesnel bir gerçekliğin imasıdır
‘çölsüz çöllüler’ ya da ‘bıçaksız bıçaklılar’ olmak.
15
benliğini ölümsüzlüğe taşıyacak olan bir tür var olma tarzının özlemini gidermek için
sözcüklere sığınır.
Peki bir kadın olarak Nilgün Marmara eserlerinde cinsiyetine yönelik ne gibi
bir içerik ya da çelişki sezinlenmektedir?
“Rüzgarla
Yanan kadın
Çiçek kadın
Seyyah kadın
Bahçe kadın
Masa kadını
Pencere kadını
Çoğul kadın
16
Çocukluk kucağında kadın
Köpük kadın
Şafak kadın
17
olma tarzını ölümcül umutsuzluğunu hiçbir şey dindirememektedir. Ve bu amansız
durumunu en direk yolla şu sözcüklerle ifade etmektedir.
18
2.1. SYLVİA PLATH ETKİSİ
Özgün üretim ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişki üzerine birçok tartışma var ve
kuşkusuz böyle bir ilişki vardır. Yaratıcı sanatçıların üzerinde inceleme yapan
psikologlar böyle bir bağın olması gerektiğini ileri sürmektedirler ve sanatçı grupları
arasında psişik ruh haline en yatkın olanlar ise şairlerdir ve şairlerin arasından da
kadın şairlerin diğer şairlere oranla daha çok hassas oldukları saptanmıştır.
Yaratıcı kadın yazarların erkek meslektaşlarından daha fazla ruhsal bozukluğa sahip
olduklarına dair birçok kanıt bulunmaktadır. Piirto, seksen yaratıcı kadın yazarın
hayatlarını araştırmasında tutarlı depresyon içeriklerini ve kendi kendine zarar verme
eylemlerini keşfederken Jamison da 18yy da İngiliz şairlerin intihar oranının
19
zannedildiğinden daha yüksek olduğunu bulmuştur.
Bu bölümde bizim için önemli olan şey ruhsal bozukluğun başarılı kadın şairler
arasında neden bu kadar yaygın olduğu ve ruhsal bozukluk ile sanatsal yaratım
arasındaki bağlantıdır.
Sanatçının seçmiş olduğu form ile sanatçı arasında derin ve sıkı bir bağ vardır ve
buna bağlı olarak icra edilen sanatın formu sanatçının ruh yapısı üzerinde bazı
etkilere sahiptir. Şiirin tabiatı ve üslubu dengesiz olması muhtemel insanları cezbeder
ve iç-gözlemsel bir yapıya sahip olduğu için ruhu dindirmenin aksine onu deşer.
İçerisinde yazarın gerçekliği algılama tarzını barındıran şiir, sanatçının somut
olandan soyutlanıp kendi bilincine kapanmasına neden olur.
İntihara eğilimli olan ve olmayan şairlerle ilgili bir çalışma içe yönelmenin
göstergesi olarak intihara eğilimli şairlerin ‘ben, benlik, kendi’ ile ilgili kelimeleri
çok sıklıkla kullandıklarını göstermiştir. Şiirlerinde, zaman, mekan ve niceliklerden
soyutlanarak başarılı olan yazarlar aynı zamanda derin bir ‘ben’ e yönelmenin
sonucunda sosyallikten uzaklaşabiliyorlar. Sonuç olarak şiir bir tür
içe-kapanma(yönelme) biçimi haline gelebilmektedir.
Şiirin diğer türlere oranla daha iç-gözlemsel oluşu şairi öznel, soyutlanmış bir
dünyanın içine itebilir. ”Ludwig’in on sekiz farklı meslekteki binden fazla insan
üzerinde yaptığı araştırması(1998) daha nesnel ve resmi meslekleri sürdüren kişilerin
zihinsel yönden, öznel ve hissi meslekleri sürdürenlerden daha az dengesiz
olduğunu(örneğin manik depresyon, depresyon ve ruh hastalığı yaşamak) gösteriyor
20
“ (2011: 62).
İnsanın en ilkel hislerini estetik ve dolaylı imgeler ile betimleyen yaratıcı sanatçılar
tüm bu illüzyonvari dünyanın içerisinde uyumsuz bir anti-kahramandırlar. Bu,
sanatçı açısından tersine okunabilecek bir durum yaratmaktadır. Sanatçının yaşadığı
nevroz kişiyi huzursuzluğa ve uyumsuzluğa iter. Ve bu durum da sanatçı çektiği acıyı
ve iç dünyasını anlatabilmek için mantık dışı kaynaklara yönelir ve sonuçta yaratıcı
süreç içerisinde gerçeküstü yönelimler ile özgün bir yaratım ortaya çıkar. Her ne
kadar icra edilen sanat gerçek olarak atfedilen tahakkümlerin karşısında her şeyden
soyut uçuk şeyler olarak algılansa da ortaya çıkan şey nesnel olan dış dünyanın öznel
olan algılarımızla gerilimi sonucunda ortaya çıkar. Bu durumda gerçeküstü algılar
tahakkümler karşısında aşkıncı bir özelliği üstlenir.
Sonuç olarak açıklamaya çalıştığımız tüm bu sebeplerden dolayı diğer yazı türlerinde
yazma eylemi iç rahatlatıcı bir tür terapi etkisine sahipken şiirin terapi etkisi daha
azdır ve hatta şair yazarken dünya ile arasındaki gerilim artar ve zarar görebilir.
“Herkes aslında cehennemden çıkmak için yazmıştır. ” der Antonin Artaud. Yazıyı
dünya ile birey arasındaki çekişmede bireyin dünyaya karşı kullanabileceği bir silah
olarak görür. Kendisi deli diye tutuklanıp tımarhaneye atıldığı yıllarda bile bu
cehennemden kaçabilmek için yazmıştır. Yazılarında kullandığı yoğun gerçeküstü
21
imgeler ile somut dünyaya karşı durmuş ve bunun yerine düşsel bir gerçeklikle
yaşamıştır. Dünyaya karşı umutsuzluğunu her zaman korumuş ve yazılarındaki
mantık dışı tavrı ile okuyucularını da bu girdabın içine çekebilmiştir böylece
birçoğunun da intiharını hazırlamıştır. Sözlerinin doğruluğunda hiçbir zaman şüphe
etmeden deliliğe yakın bir çizgide yaşayarak ölümü beklemiştir
Nilgün Marmara ise tezinde ifade ettiği gibi “…sözlerini doğrulamak için kendini
öldürmüş pek çok sanatçı...” (Marmara, 2007: 21). dan biri olmuştur. Yazılarını
paylaşmaktan bile çekinen Nilgün, yazdıklarını tümüyle doğrulamıştır. Tıpkı
hayallerindeki gibi yaşamanın peşinde koşan Anton Çehov’ un Treplev karakterinin
dünyanın ruhsuzluğuna katlanamayıp kendisini öldürmesi gibi. O da intiharı ile
hayallerden uzak kurgusal bir hayatın yaşanmaya değmeyeceğini kanıtlamıştır.
Nilgün bu kişiler için “yürekleriyle zihinlerinin sentezinin düzenini değiştirmeye
çalışmış ancak umutsuzluğa kapılarak pes etmişlerdir.” (Marmara, 2007: 21). der
ama biz onun intiharını ve yaşamaya karşı tavrını analiz ederken aynı şeyi
söylemeyeceğiz; “ Hayatın neresinden dönülse kardır! “ deyip intihar etmek, onu
söyleyen kişi açısından bu söylediğini doğrulama çabası içerisinde olduğunun
göstergesidir. Bu durum kişinin dünya karşısında pes etmesi anlamına gelmez
nitekim bu yazarlar üstün bir irade ile yaşam içgüdüsüne rağmen bilinçlice bu
dünyanın yaşanmaya değmez olduğunu intiharlarıyla söylerler. Yaşamayı reddetmek,
pes etmek demek değildir aksine kişide özgün bir iradenin var olduğunun kanıtıdır.
22
çalıştığı gerçeği ile uyuşmaktadır.
23
Karıştırırken sen, kösnül suya
atların…
Omuzlarının…
Dışarıdaki yok.
24
ifade etmek yerine onları sıra dışı durumlara sokarak aktarmıştır ve başlıkta ‘ Vahşet
Koşusu’ diye yazarak imgelerin zihnimizde ne tür çağrışımları oluşturması
gerektiğine yardımcı olmuştur. Anlatmaya çalıştığı şeyi bu tür uçuk imgelerle ifade
ederek bizi de aklın tutsaklığından uzak düşsel alanlara davet eder. Bu tür imgeler
bize de serbest çağrışımlarla okuma fırsatı verir.
Sözcüklerin kaotik bir sırayla dizilişi ve anlamın sınırlarını zorlayarak şiirler yazmış
olması onu kendi içerisinde özgün bir alana taşımaktadır. Bir delinin ya da şizofrenin
sayıklamaları ve uçukça söylenmiş imgeleri andıran şiirlerinde bu delinin ya da
şizofrenin dünyaya, varoluşa sitemi vardır tıpkı Tarkovski’nin Nostalghia filmindeki
deli karakterin manifestosunda haykırdığı gibi:
25
1983)
Bir tür uyanışın haberini vermektedir Nilgün. Nasıl ki bir çocuk dünyayı
tanımlamaya başlarken etrafında algıladıklarını şaşkınca ifade ediyorsa Nilgün de
kendi içinde barındırdığı bölünmüş kişiliğinde gördüklerini tanımlıyor. Onun uyanışı
acı bir fark ediş olmuştur. O, varoluşuna yapışmış halde olan bu durumu
kabullenmek yerine onu sürüklemeyi ve dönüştürmeyi seçer. Onun için bu durum
kendi tabutunu sürüklemek gibidir. Nilgün bu belirsiz evrenin küçük bir noktasında
kendi tabutunu sürükleyen olmak istemiyor ve yazılarında bunu ilan etmektedir.
Nilgün için yaşamak dikey ile yatay olmanın arasında kalmışlıktır. Kendi tabutunu
sürükleyen kişi ne tam dikeydir ne de yatay. O ise yatay olmanın özlemini
çekmektedir ve bu yataylık özleminin gerçekleşmesini beklemek dirimin kaynağını
arayan bir şair için aşağılayıcı bir durumdur. Tanrının sunacağı ölüm, dirimi
kendinde ya da kendi uzantısında arayan Nilgün için en büyük hakarettir ve kendi
26
ulaşacağı yataylıkta tüm bölünmüşlüğünün mutlak tanımını yapmayı ummaktadır.
biçimleyemediğim.
Yazı yazmanın ruhsal bozukluğu kısmen gideren bir iç dökme işlevinin olduğu
kanıtlanmasına rağmen bunun Nilgün’e hiçbir faydası olmamıştır. O söze sığınmıştır
ama sığınırken onu hiçbir zaman kurtarıcı olarak görmemiştir. Nihayetinde dil de
fallosantrik bir eylemdir. Edindiğimiz dil, tarih ve dünya ile - kendimize
yabancılaşma pahasına- uyum içinde olmamızı sağlar ve her bir tarafımızı saran
eğretilerle etrafımıza bir çember ördürür. Çemberin etrafında tıpkı her şey gibi dil de
fallosantriktir. Bu yüzden Nilgün için sözün edimlerine bu derece bağlı olmak bir
çelişki olarak görülebilir. Nilgün bu çelişkinin farkındadır aslında. Bu yüzden
kullandığı dil şizofrenleri ve delileri andıran bir tarzdadır. Sözü sadece intiharını
27
ifade edebilmek için kullanmıştır ve nihayetinde sözü de kökten ortadan kaldırmak
suretiyle kendini boşluğa bırakarak intihar etmiştir. Yaşıyorken ölmüş olmayı
sezinleyen bir insan için söz sığınılan yada etkenlik kazandıran bir olgu olmak yerine
sadece bu ölmüş olmayı sezinleme durumunu anlatır.
Marmara için yaşarken var olan dirim baştan kokmuştur. Onun için dirim ile ölüm iç
içedir: doğmak ile ölmek paraleldir. Dünyaya karşı çok politik bir duruş sergiler bu
konuda. Özündeki saflığı katleden bir iktidar muamelesi yapar dünyaya.
Doğurulduğu dünyanın tüm uzuvları kendi benliğine tecavüz eden ve onu kirleten bir
olgudur. Bu olgu Nilgün’ün dünyasına onun istemi dışında girmiştir ve kişisel bir
trajediden daha çok insan olmanın trajedisidir. Nilgün’ü faklı kılan ise bu trajedinin
farkında olmasıdır. Bu farkındalığı şu dizeler ile ifade eder:
28
dirimimsin benim,
doğarken öldüğüm.”
Söz, Nilgün için sadece anlatma aracıdır. Dili parçalayarak kullanmıştır ve böylece
yıkımını en aza indirgeyerek kendini anlatmıştır ve bu yüzden yazmak onun için
hiçbir zaman terapik bir etkiye sahip olmamıştır. Dilin kısıtlılığını ima edercesine
yazıları ile dünyası arasındaki ilişkiyi aşağıdaki dizeler ile ifade etmiştir:
Bir çığlık-söz,
Bu dizeler ile okuyucu var olan bir gizeme ikna edilir aynı zamanda. Nilgün’ün
lanetlediği ve aynı gizem tarafından lanetlendiği bir durum vardır bu dizelerde.
Hiçbir iletinin yerine ulaşmadığı, her şeyin boş olduğu bir iletişim ağına hapis olmuş
bireyin çığlık atma isteğini dile getirmektedir. Bu çığlıklarla kemikleşmiş bir varoluş
tarzının gizemini sorgulamaktadır adeta.
29
iyileştiren bir etki olmaktan çıkmıştır ve şiir onun ruhsal bozukluğunu teyitleyen ve
pekiştiren bir görev almıştır.
Marmara’nın tüm şiirleri aslında tek bir şiirdir. İlk şiirinden son şiirine kadar ruhsal
30
çoraklığını, yabancılığını, yaşama tutunamayışını ifade etmiştir. Yazılarında hayatı
sorguya çeken bir tavır takınmıştır. Tüm şiirlerinde yaşayamamışlığı yaşanmışlığının
trajedisini ve temasını belirler. Şiirlerinde yer yer yükselen bir tonda ve hırçınca, yer
yer de durgunlaşan ve sakin tavırlarla hayata yanaşmaktadır. Uzun bir orkestra
müziğinin kreşendo ve dekreşendoları gibi… Dinleyicisini büyük finale hazırlayan
bir şef gibi yazılarında intiharını, büyük finalini yazmıştır.
1980 Kasımında yazdığı bir şiirinde Niçevari ve dışa vurumcu bir tavırla ‘dil’ in
işlevini ve kitleye karşı tavrını ilan etmektedir. Gizemli bir yolculuğa çıkan
Zerdüşt’ün kitlede gözlemlediklerine tanık olmuştur ve dili şeffaflaştırarak
arınacağına inanmaktadır. Dilde aradığı şeffaflığın sonucunda özgün bir konuma
varacağının bilincindedir ilk şiirlerinden beri. Sitem içeren bu dizeler Marmara’nın
kitleye nasıl yaklaştığının ve birey olarak sivrilişini göstermektedir. İlk şiirlerine
hakim olan bir iç dökme durumu vardır bu dizelerde.
İlk şiirlerinde içine doğduğu dünyanı tanımlamaya çalışan bir bebeğin tedirgin
tavırları görülür. Şiir onun yeniden doğmasına ve benliğinin uyanışına, titreşmesine,
neden olmuştur.
“ Titreşiyordu “Ben”,
beden ve bellek
31
tutsak tozanlarınca bu ürkünç yalın boyutta.”
(2008: 13).
Bu dizeler bir tür tanışma, fark etme örneğidir. Fark etmesiyle birlikte gelen
bölünmeyi ifade etmektedir. Beden ve belleğin ayrışması veya birbirlerine ters
düşmesi ile sonuçlanabilir bu bölünme. Bu fark ediş Nilgün’ün son şiirlerinde bir
biliş haline gelmektedir. Benliğindeki titreşim varoluşunu ürkütüyor adeta. Bu
ürkmenin son bulması için başka bir boyuta geçmesi gerekmektedir. Bu sonradan
oluşan titreşim bütün gibi görünen bir levhanın yıllar sonra fark edilen
bölünmüşlüğünün anımsattığı bir hayal kırıklığı gibidir. Ve bu durumda levhanın
kendisi Nilgün Marmara’dır. Nilgün işte tüm bu yalın boyutu ve bölünmüşlüğü
sonlandırmanın arayışı içindedir.
Bu hissiyatın neden olduğu arada kalmışlık duygusunu bertaraf etmek çok uzun
sürmemiştir. İlk şiirlerinden biri olan ‘Zorunlu Tünel’ de kati bir tavırla emin olmasa
bile tek çıkış yolu hakkında teoriler yürütmektedir.
ve susmak’ı
yazmak
kalmıştır
işaretleyenlere
Marmara, Kasım, 1980 tarihli bu şiirinden sonra daha yoğun yazmıştır. Bu dizeler
onun hem yeni bir yola, tünele girişini haber eder.
32
‘Kopuş Beklentisi’ adlı şiirinde sunu şeklinde kendi düşüşüne tanık olmaktadır.
Kendisinin gözlemcisi olmuştur bu şiirinde. Sanki düşen o değil de onun ‘ben’ i’dir.
“ SUNU
1982, Şubat tarihli şiirinde kendine tanıklık etmek durumu daha belirgin bir hal
almaktadır. Artık bir deneyimlemeyi aktarmaktan ziyade kendi diriminin yok
oluşunu seyretmektedir.
En yoğun yazdığı 80’li yılların başında yok olmaya başlayan dirimini haberdar
etmiştir. Artık ölüm onun için aktif bir edim, yaşamak ise çürümeye başlayan bir
edim haline gelmiştir. Şiirin son dizelerinde ölümün aktifliği şu dizeler ile
aktarılmaktadır:
-elden ve ayaktan-
Nilgün’ün tüm şiirleri boyunca aralara serpiştirdiği bazı şiirler vardır ki bu şiirlerinde
yardıma muhtaç ve beklentili bir tavrı vardır. Ama bu şiirlerinde dahi yardım istediği
ne bir kişi ne de dünyaya dair sığınılacak bir şeydir. Ulaşamayacağı bu yardımı ‘Öte
33
Işıklar Arzusu’ şiirinde bir yıldızdan beklemektedir. 1980 yılında yazdığı bu şiir,
daha en başından beri onun hiçbir mantıki gerçekliğe sığınmadığını gösterir ve ilk
şiirlerinde ya birinci tekil şahıs öznesi ya da gerçek üstü, ulaşılamayan şeyler vardır.
Marmara’nın diğer bir sığındığı şey ise yazıdır. Yazmak onun için fallosantrik bir
dünyada dili parçalayıp fallosantrik olmaktan çıkartıp deneyimlemeye değer bir şey
oluşturmaktır. Yazıyı ölümü içleştirme ve açıklama aracı olarak kullanmıştır.
(2008: 23).
Ekim 1980 yılında yazdığı bu şiirde söz sayesinde içleştirdiği ölümü zayıf bir umut
ile yazıya bağlamaktadır. Şiirin sonunda bu durumu da sorgulamaktadır.
34
gizilgücün yeğin karmaşasından ayıklanan,
Bir çığlık-söz,
(2008: 24).
Nilgün dilin de yetmezliğini ifşa etmektedir artık. Yine de yazı onun aradığı
dinginliğin ifade aracı olduğu için ona sığınmaktadır. Yazıyı tüm edimlerin kaynağı
olarak görür. Bu yüzden dil sığınabileceği tek edimdir.
Kasım 1980 yılında yazdığı şiirden itibaren şiirlerinde yer yer doğa unsurlarına
rastlanmaktadır. Kendisini en çok gökyüzü ile özdeşleştirmektedir. Doğayı da yanına
alarak intiharının nasıl gerçekleştireceğini yazmıştır aşağıdaki dizelerde:
Bu bir bakıma,
suskun çığlıkları
(2008: 33).
Bilen bir tavırla gökyüzünü kendi tarafında görmektedir. Gökyüzü artık onu yaşamın
şiddetinden kurtaracak olandır.
“Dingin
bir bakıma
35
her vücudu içkin maviliğe katandır.
aştık istemeden
36
Böylesine ıslak gözlerim evrenin köleleri mi?
(2008: 37).
1981 yılında yazdığı ‘Sülfür/ Cıva’ ve ‘Canavar Fistanı’ içinde yaşadığı dönemin
baskıcı iktidar yapısına yönelik yazıldığı söylenebilir. Bu yıllarda yaşamın
zorbalığından, yıkıcılığından yoğun bir şekilde bahsetmektedir. Kendine has
gerçeküstü imgeleri kullanarak iktidarı hedef alan şiirlerini bu tarihlerden itibaren
kaleme almıştır.
bir tarihte.
bakışımızın kapanmasında.
alaycılığı,
İktidarı en çok yıpratan şey onu alaya almaktır. Fark ediş ve gülmek, alaya almak
iktidarın korktuğu şeylerdir. Fark etmek için ve daha fazla ifşa için sorgulayan
Nilgün artık alaycılığı ve iktidara karşı küstahça gülmeyi gerçekleştirmeye çalışır.
37
Peşini bırakmayan geçmişi şimdiki zamanı kıskacı altına alır ve kıskaç altındaki
şimdiki zaman geleceğin nasıl olacağını belirler. Tüm zamanlar kaotik bir şekilde
birbirine girmiştir. Saf bir akış yoktur ve Nilgün ‘Geçmiş Yükü’, ‘Küçük Ağaç’, ‘Yitik
Kaynak’, ‘Kaçkın Cüceler’, ‘Mısırlılar’, ‘ Manolya’, ‘ Su Kaplumbağaları Ve
Komşumuz Hiçlik’, ‘Düşü Ne Biliyorum’ , ‘ Gökküşağından Darağacına’ ‘Kim’in’
(syf: 85, 88, 94, 95, 139, 142, 143, 163, 168, 117) adlı şiirlerinde zamanın bedeni
kemiren özelliğinden yakınmaktadır. Onun için bu zaman boyutunda yaşamak ölüp
tekrar aynı hayata dirilen bir kedinin önceki ölümlerini hatırlayıp aynı hayata tekrar
öleceğini hatırlayarak örselenmesi anlamına gelmektedir.
İntihara karşı azgın isteğini açığa vuran ‘Savrulan Beden’ adlı şiirinde kendi bedenini
bilinciyle doğrayan bir cani gibi konuşur. Bilincine tiksinti veren bu bedene en büyük
düşman yine kendisi olduğunu vurgulamaktadır.
Sona yaklaştığını sezinlediğimiz bu şiirinden beş yıl sonra intihar etmesi de onun
ölmeden önce son dansını yapan kuğu gibi büyük finali yapamadığını
düşünmesindendir. Şubat 1980 tarihinde yazdığı ‘Kuğu Ezgisi’ şiirinde okuyucusuna
son dansını yapması gerektiğini ve saf bir şiddete dayalı sözcüklere sığınmaya bir
müddet daha devam edeceğini aktarmaktadır.
bekçi gizleri
38
Ne zamandır ertelediğim her acı,
-bu şiir-
Nisan 1984’te yazdığı “Cam Kelepçeye Evet” şiirinde dirimden hayata dönmeyi
dilenmektedir. Yaşamın kendisine yakarmaktadır. Belirli aralıklarla bu tarzda yazdığı
şiirler Nilgün’ün en çaresiz hallerini açığa verir. Bu dizelerde bastıramadığı ölüm
istencinden yaşama seslenmektedir. Bu dizeler aynı zamanda yaşam içgüdüsünün
şiirsel ifadesidir.
Örtsün bakışımı,
pencere tutsağının
39
(2008: 114).
İlk şiirlerinde beri sorguladığı ve kavuşmak için istek duyduğu ölüm, Ekim 1984
tarihinde yazdığı ‘Güve’ şiiri ile kişileşmiştir. Küçümser bir tonda konuştuğu ölümü
anlamaya çalışır ve ironik bir şekilde onu anlamak için deneyimlemesi gerektiğini
ima eder.
40
İncirli bir yolda rastladığımız canavarı
unutmaya
Nilgün artık sona geldiğini bilir ve son şiirlerinde okuyucunun ayaklarını yerden
tamamen kesmeyi becerebilmiştir. Tüm bağlarını koparmış ve yaşamak ile uzlaşmayı
tamamen ötelemiştir. Ayrılırken son konuşmasını yapmadan önce okuyucuyu bu
durumdan haberdar etmektedir 1986 yılında yazdığı ‘Kaya-Kulak’ adlı şiirindeki
dizelerle.
(2008: 160)
Dünyaya küfür ederek aşağılayan bir kişiye dönüşmektedir artık. Bu dışavurumcu bir
şekilde yazdığı dizeler artık onun sorgulayacağı pek bir şeyinin kalmadığını
göstermektedir. Geriye tek bir şey kalmıştır: bildiği şeyi yapmak. Tüm bu kopuşlara,
düşüşlere neden olan edimin kendisini yok etmek.
41
adeta. Sorgulamalar ya da fark edecek yeni şeyler bulmak bir kenara atılmıştır. Artık
Nilgün son noktadadır. Bu şiirlerinde sıfırın kenarındadır. Nilgün hayata karşı küstah,
bildiğinden taviz vermeyen birisi olur. Bu şiirlerinde sorgulatma bitmiştir artık. Net
bir tavırla edimin uzuvlarını deneyimlediğini ve bildiğini söyler Düşü Ne Biliyorum
adlı şiirinde.
düşler maketinin,
İktidarın en çok korktuğu iki şey; fark etmek ve gülmektir(alaya alınmak). Nilgün bu
şiirinde farkına varmanın dayanılmaz acısıyla alaya almanın hafifliğini birleştirmiştir.
Kendisine dayatılan yaşamın iktidarına alaycı bir tavırla yaklaşır.Sözlerinde hiçbir
yakınmaya ya da köşeye sıkışmışlığa yer bırakmaz. Bu şiirindeki en önemli
temalardan biri de zaman temasıdır. Şiirin ilk dizelerinde birbirine kenetlenmiş ve
birbirini şekillendiren üç farklı uzam (zaman) tarafından sıkıştırıldığını ima eder.
42
eğerek kuşları yemlerine,
43
SONUÇ
Şiir, çağımızda yitirdiğimiz mitosu bize bir nebze yaşatan bir alandır. Tarihin ilk
çağlarındaki mitoslardan farklı olarak çağımızda şiir sadece bireylerle alakalı ve biz
istemediğimiz sürece tanrıların yerinin olmamasıdır. Şiir zaman, mekan, nicelik ve
mantığı bir kenara bırakarak gerçeğin farklı boyutlarını işleyen bir alan haline
gelmiştir. İşte Nilgün Marmara da şiir ile kendi gerçeklik boyutunu ve mitosunu
yaratmıştır. Percy Shelley Şiirin Bir Savunması adlı kitabında “Şiir, hayatın sonsuz
hakikat içinde ifade edilen resmidir. Şiir insan doğasının yaratıcısının zihninde- ki bu
aynı zamanda tüm diğer zihinlerin resmidir- bulunan değişmez biçimlere göre
yaratma eylemidir.” diye bahseder şiirden. Nilgün tüm eserlerini şiirsel bir dille
yazmış ve kendi yaratımını oluşturmak için de gerçeklik, zaman, mekan, karakter ve
dil gibi unsurları yeri geldiğinde bir kenara bırakmıştır yeri geldiğinde de
parçalamıştır. Bu tür sabit görülen unsurları bir kenara bırakarak kendi yaratımının
peşinden koşmuştur ölmeden önce.
Çağımızda geldiğimiz durum: katlanılması zor, kaos ve cinnete meyilli ruh halleri
yaratan bir düzen… Fakat dikkat ediniz ki bu ciddi kaosun kan ve pisliğinden nasıl
da güzel bir düzen doğmuştur: Şiir. Bu katlanılmaz dünyadan beslenir şiir ve sadece
onu aktarmak gibi bir amacı yoktur aksine onu kendi bireysel algısıyla, kabul edilen
gerçekliğin aksine aktarmaktır. Radikal bir aktarım aracı olan şiir, Nilgün’ün en
güçlü sığınağı, en azından nefes alabildiği, kendi saf şiddeti’ni yaşadığı bir alandır.
44
Çağımızda intihar şiirin anlatmaya çalıştığı bu kan ve pisliğe karşı duyulan tepkiden
ve bu durumun bir parçası olduğumuzu fark etmemizden ortaya çıkmaktadır. Tüm bu
kan ve pislik simgeler aracılığıyla hayatımızın tüm ayrıntılarına sızmışlardır ve hatta
bizi bu kan ve pisliğin kendisi haline getirir. Bu ümitsiz çıkmazın pençesinde insan
hem yalnızdır bu yüzden tüm edimlerinden sorumludur hem de hiç kendi başına
kalamaz ki bu edimlerini gerçekten kendi saf iradesiyle yapabilsin. İşte bu kıskacın
arasında kalan çağımızın insanı için umutsuzluk ve çaresizlik hissine kapılmak çok
yaygın bir hal almıştır. Nilgün Marmara hayatın tüm bu ayrıntılarına sızmış ve hayatı
kirleten simgeler yığınına karşı şiir ile savaş vermiştir. Daha fazla kirlenmemek için
de yaşam içgüdüsünü bastırarak ve yaşamı reddederek intiharı seçmiştir ve başarılı
da olmuştur.
45
KAYNAKÇA
Eliot, Thomas Stearns (2011). Çorak Ülke. (Çeviren: Yaşar Günenç). İstanbul: Yaba
Yatınları
İnal, Gülseli (2011, Ocak-Şubat). Ateşle Vaftiz. Yasak Meyve Dergisi. 33-37.
46
Marmara, Nilgün (2008). Daktiloya Çekilmiş Şiirler. İstanbul: Everest Yayınları.
May, Rollo (2010). Yaratma Cesareti. (Çeviren: Alper Oysal). İstanbul: Metis
Yayıncılık.
Müldür, Lale (2006). Anne, Ben Barbar Mıyım?.İstanbul: Leyle İle Mecnun
Yayıncılık
47