You are on page 1of 47

İÇİNDEKİLER…………………………………………………................................

ÖZET

ABSTRACT…………………………………………………………………………………………
………………………….İİİ

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM- NİLGÜN MARMARA KİMDİR ?

1.1. BAŞKALARI’NIN KALEMİNDEN NİLGÜN MARMARA KİMDİR?

1.2. KENDİ YAZILARINDA NİLGÜN MARMARA KİMDİR?

İKİNCİ BÖLÜM- SYLVIA PLATH ETKİSİ VE MARMARA’NIN ŞİİRLERİNİN İNTİHARI İLE


İLİŞKİLENDİRİLMESİ

2.1. SYLVİA PLATH ETKİSİ

2.2. ŞAİRLER VE RUHSAL BOZUKLUK ARASINDAKİ İLİŞKİ

2.3. NİLGÜN MARMARA’NIN ŞİİRLERİ İLE DÜNYA ARASINDAKİ GERİLİMİN ANALİZİ

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM- MARMARA’NIN ŞİİRLERİNİN KRONOLOJİK ANALİZİ

SONUÇ

KAYNAKÇA 42

1
ÖZET

Bu çalışmada Nilgün Marmara’nın intiharı, şiirleri aracılığıyla analiz edilmiştir.


Yazarın hayata bakış açısı eserleri üzerinden okumalar yapılarak incelenmiştir. Üç
temel bölümden oluşan tezde, yazarın eserleri ile intiharı arasındaki ilişki ve iç
dünyasını ortaya koyduğunu düşündüğümüz eserleri ele alınmıştır.

İlk bölümde, yazarın çevresindekilerin onun üzerine yazdıkları derlenmiştir ve kendi


eserleri üzerinden yazarın benliğinin okumaları yapılmıştır. Bu bölümde, yazarın
eserlerinin ne denli kendisini temsil ettiğini göstermek amaçlanmıştır.

İkinci bölümde, yazarın dünya ile arasındaki gerilimin yazılarına yansıma biçimi ve
yazı ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişki incelenmiştir. Bu bölümde yazarın psişik
ruh hallerinin eserleri üzerindeki etkisi ve bunun yazılarına nasıl yansıdığı
incelenmiştir.

Son bölümde, kronolojik olarak yazarın Daktiloya Çekilmiş Şiirler kitabındaki


yazılarının içeriği ve temaları, intiharı bağlamında analiz edilmiştir. Tüm bu
bölümlerin ışığında yazarın hayatı, intiharı ve yazıları bir arada incelenmesi
amaçlanmıştır.

2
ABSTRACT

In this thesis, the suicide of Nilgün Marmara has been analysed by the mediation of
her poems. The view point of her life has been studied by making readings on her
books. In thesis that consist of three main cheapters, the relationship between her
works and suicide and her works which is her inner world’s reflection has been taken
in hand.

İn first cheapter, the quotations that is written for Marmara by her surround has been
collected and some readings has been made on her identity by the help of her works.
In this cheapter, it has been aimed to show how much the works of her represents her
own identity.

In second cheapter, the way of reflection of the tension between her life and the
relation between writing and psychological disorder have been examined. In this
cheapter, the effect of the psychic moods on her works and how it reflects to her
writings has been observed.

In final cheapter, chronologicaly, the themes and content of the book Daktiloya
Çekilmiş Şiirler has been analysed with relating to her suicide. In the light of all
these chapters, it is aimed to examining all in one her life, suicide and Works.

3
4
GİRİŞ

Albert Camus “ Gerçekten önemli olan tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın
yaşamaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununu
yanıtlamış demektir” der Sisifos Söyleni adlı kitabında. İnsanlığın en eski çağlarında
beri var olan intihar olgusu, günümüz modern dünyasında hayatın sorgulanmasıyla
gerçekleşen bir hal almıştır. Bu gerçeği ifade edebilmek için çağımızda birçok birey
için edebiyat sığınılan bir yer ve aynı zamanda dünyaya karşı verdiği savaşta elindeki
kılıçtır.

Tezimin birinci bölümünde, Nilgün Marmara’ya dair çevresindeki yazarların kaleme


aldığı bazı yazıları derleyeceğim. Bu yazıları derlemedeki amacım, Marmara’nın
kimliğinin çevresindeki insanların görüşleri bağlamında anlaşılmasıdır. Bu amaçla,
yakın arkadaşları tarafından özel görülen yönleri ve ona dair söylenen sözler
derlenecektir. Yaratıcı yazarların nihilistlerden ya da kötü delilerden farkı, hayatın
dinamiklerinden kopsalar dahi çevrelerindeki insanlarla ilişkilerini koparmamaları ve
benliklerini etrafındaki insanlar ile sentezleyerek hayata devam etmeleridir.
Yazılarında hayatın dinamiklerinden kopmuş olduğunu gördüğümüz Marmara,
çevresindeki insanları son derece olumlu yönde etkilediğini göreceğiz.

Ardından, tekrar ilk bölümde Marmara’nın kimliği saydığı yazılarından (günlük,


metinler, şiirler) kişiliğini ve iç dünyasını ifşa etmeye çalışacağım.

Yazı, bireyin sadece kendisine sakladığı yönlerini en samimi şekilde ortaya


serebildiği tek edimdir. Birey, kalemi eline aldığında yazdıklarından dolayı onu
yargılayacak kimse olmayacaktır. Her edimimizin başkaları tarafından yargılandığı
bir dünyada yazmak, var olduğumuzu hissettiren bir edim haline gelir ve
özgürleşmek için atılan bir adım olur. Bu yüzden Marmara da benliğinin tüm
derinliklerini kazarak yazıya aktarmıştır. Onun sadece çevresindekilerden kim
olduğunu öğrenmek yerine ayrıca kendi yazılarından kimliğini (onun hayatını ve
kendisini tanımlama tarzını) açığa çıkartmaya çalışacağım.

5
İkinci bölümde, psikolog James Kaufman’ın araştırmaları ile ortaya koyduğu ve
intihar ile kadın yazarlar arasındaki ilişkiyi ele alan yazıyı tanıtacağım. Ardından,
şiir ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişkiyi tartışacağım. Şiirin yapısının yazarların ruh
halleri ile olan bağlantısının nasıl oluştuğunu ve yazar üzerinde nasıl etkiler
bıraktığını inceleyeceğim. Tüm bu ilişkilerden sonra Nilgün Marmara’nın yazıları ile
dünya arasındaki gerilimi yazılarına nasıl aktardığını analiz edeceğim. Kendi ruhsal
bozukluğunu bir yaratıma dönüştüren Marmara’nın yazılarında bu yaratımın bazı
örneklerini inceleyeceğim. Şizofrence ve deliliği çağrıştıran imgelerin nasıl
gerçeküstü bir hava yaratarak okuyucuyu kendi dünyasına çektiğini örneklemeye
çalışacağım. Ve son olarak da tüm bu özgün şiirlerin ruhsal bozukluktan ortaya nasıl
çıktığını inceleyeceğim.

Son bölümde, Nilgün Marmara’nın şiirleri üzerinden intiharının ve hayata karşı


duruşunun kronolojik olarak analizini yapacağım. Her dönemdeki şiirlerinde hayata
karşı tavır alan yazarın belirli tarihlerdeki değişimleri ve belirli tonlarda yükselen ve
düşen şiir yoğunluğunu inceleyeceğim. Her dönemdeki temalar ve yoğunlaşan ruh
hallerini ortaya koymaya çalışacağım.

Tezimdeki en önemli amacım, Nilgün Marmara’nın şiirlerindeki derin sorgulamaları


hayatıma geçirmektir. Sorgulamalarını deneyimlemiş biri olarak Nilgün’den
etkilenmemek mümkün değil. Umarım ki derin ve uzak umutsuzluğundan
etkilendiğim Marmara’nın intiharı üzerine yaptığım bu çalışmayı başarıyla
sonuçlandırabilirim.

6
BİRİNCİ BÖLÜM- NİLGÜN MARMARA KİMDİR?

1.1. BAŞKALARI’NIN KALEMİNDEN NİLGÜN MARMARA


KİMDİR?

Nilgün MARMARA 1958’de İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif


Kolejinde bitirip, yükseköğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
bölümünde tamamladı. Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988), Metinler (1990), ve
Kırmızı Kahverengi Defter (1993) adlı üç kitabı bulunmaktadır. 13 Ekim 1987’de 29
yaşında ‘yaşama karşı ölüm’ diyerek evinin balkonundan atlayarak intihar etti.

Boğaziçi Üniversitesinde Sylvia Plath üzerine inceleme yaptı ve şairin insanın


varoluş sorununa bakış açısını ve şiirlerinin yaratımını “Sylvia Plath’ın Şairliğinin
İntiharı Bağlamında Analizi” adlı tez çalışması ile inceledi. İlk şiirlerinden son
şiirlerine kadar umutsuzluk ve varoluşsal sorunlar hakkındaki temalarla yazan Nilgün
Marmara, Sylvia Plath ve şiiriyle kendisine yakın ruh haline sahip, içe dönük
şiddetini sözcüklerle dile getiren bir kadın yazarla tanışmıştır.

Hayatının son yıllarında, İlhan Berk’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cihat Burak’ı,
Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreyya’yı kişisel olarak
tanıma fırsatı buldu. Şiir çevresine İlhan BERK tarafından tanıtılan Nilgün, Ece
AYHAN ve Cemal SÜREYYA ile kendi farklılığını onlara hissettirecek düzeyde
paylaşımlarda bulundu. Ece Ayhan’ın tabiriyle Nilgün Türk Şiirinin “Sivil
Şairlerindendir’. Herhangi bir iktidarın güdümünden tamamen bağımsız, sadece
insana dönük yazanlar için kullandığı bu tabiri Nilgün’e de yakıştırması çok doğaldır
ki Nilgün, şiirlerinde şiddetini ve sözcüklerini en çok kendine karşı kullanır.
”Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki, Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil
şairlerden birisidir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi,kendi kuşağı onun adıyla
anılabilir” (Ayhan, 2008: 54). der Ece Ayhan. Kendi kuşağı içerisinde marjinallikle

7
nitelendirilen Nilgün, yazılarının içeriği ve samimiyeti ile birçok şairi etkilemiştir.
Bu bakımdan, Cemal Süreyya’nın Zelda’sı, Ece Ayhan’ın ise sıra arkadaşıdır.

“Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairin bu yampiri
ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları
yüzünden uçamayan Albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara, sözlüklere ve
ansiklopedilere yazılırsa, 13 Şubat 1958’de İstanbul’da, Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim
1987’de de yine İstanbul’da Kızıltoprak’ta öldü.”(2011: 55). Kuşkusuz ki Nilgün,
Ece Ayhan için özel bir insandı. Bunun sebebi sadece edebi metinlere bakmayan
Ayhan’ın, Nilgün’ün kişiliği ve şairliği arasındaki örtüşmeyi görmesidir ve Ayhan’a
göre o kısacık bir ömürde kendi şiirinin zirvesine ulaşmış ve Türk şiirinde en özgün
ve marjinal tarzı yakalamış şairdir. Ece Ayhan için en önemli şey sahicilik ve
özgünlüktür, bundan dolayı Nilgün etkileyici bir durumdadır.

Lale Müldür, Marmara’nın intiharı üzerine yazdığı bir mektupta “ Kalabalık


toplantılarda bir Slav düşesi havası yaratırdın. Abuk sabuk fakat tuhaf bir biçimde
çekici Bulgarca şarkılar söylerdin. Şimdi böyle kaç kişi kaldı? İşte budiyorum asıl
yitirilen bu. ‘Yitirdiğimiz sen değilsin; tüm bir dünya’.” (Müldür, 2006: 36) diye
bahseder Marmara’dan. Müldür’e göre o “soyluydu. Hırçındı. Güzel ve özgürdü.
İster istemez ve bile isteye rahatsız etti; kahkahaları, safkan atları ve
uzlaşmazlıklarıyla” (2006: 32).

İntiharından sonra çevresi için bir gizem olduğu tescilleniyor adeta ve edebiyat
dünyasında intiharıyla popülerleşen yazarlarla aynı kaderi yaşıyor bir dönem
boyunca. Bunu popüler bir gizem olarak görmenin ötesinde bir bakış açısıyla bakan
Ece Ayhan onun hayattayken de anlaşılmaz bir gizem barındırdığını ifade eder. O ”
Nilgün Marmara, “korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği
kavranamaz çiçekli yolların, sürekli kuşkucu yolcusu” mudur sizce? Nereye, nasıl ve
kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu? “(Ayhan, 2008: 51). diye sorar ve bunu ‘her
anlamıyla’ evetler.

8
1.2. KENDİ YAZILARINDA NİLGÜN MARMARA KİMDİR?

Nilgün Marmara’nın hayatına ve ruh halini etkileyen yaşanmışlığına dair neredeyse


hiçbir biyografik bilgiye sahip olmasak da, kendi varoluşunu nasıl temellendirdiğini
ve nasıl bir çözüm yarattığını, benliğinin temsili saydığı sözcüklerinden anlayabiliriz.
Şiirlerinde yarattığı gerçekliğin büyük oranda tüm bilincine hakim olduğunu
görüyoruz. Belki de gerçekliğini bilinç düzeyinde böyle bir farkındalıkla yaşamış
olması hayatının son zamanlarında psikolojik tedavi görmesini zorunlu kıldı.
Kalemine yüklediği görev kendi benliğindeki ve varoluşundaki çoraklığı ifşa ederek
yazmasıydı. Bu yüzden tüm şiirlerinde, intihar sözcüğünü hiç kullanmadan, intihar
ve ruh çoraklığını tasvir etmiştir.

Benliğini kurmadaki en büyük kıstasını ‘ben’ olma kaygısına indirgeyen Nilgün, bu


yaklaşımının kaçınılmaz sonucunda ölümcül bir umutsuzluğa kapılmıştır. Farkındalık
arttıkça varoluştan kaynaklanan acılar artar ve ‘yaşanıla gelmişlik’ katlanılmaz bir
hal alır. Nilgün’ün şiirlerinde, varoluşu ve ‘ben’ i kıyasıya bir çatışma içerisindedir.
Kendi içerisinde bölünmüşlüğünden ötekiler yaratıp, bazen ‘ben’ini kendi ötekilerine
karşı konumlandırma çabasına girer. Ruh halinde kapıldığı bu devinimin sürekli bir
hal alması sonucu ‘benliğini’ bu durumdan kurtarmanın tek yolu olan ‘yaşanıla
gelmişliği’ durdurmak için intihara yöneltmiştir ve kapıldığı bu amansız yinelemenin
tek çıkış yolu olarak gördüğü intiharı içselleştirmek için yazmıştır. ’Ben’ine bu denli
dönük olması onu dünyanın hiçliği karşısında duyulan kaygı ile bir başına
bırakmıştır. “Umutsuzluk, uyumsuzluğun değil, kendine yönelen bir ilişkinin
sonucudur. Ve insan, bu ilişkiden ancak kendi benliğinden sıyrılırsa kurtulabilir ki
sonuçta ben ve ilişki aynı şeydir; çünkü ben, ilişkinin kendi üzerine geri
dönmesidir”(Kierkegaard 2004:25).

Benine yöneliminin sonucunda umutsuzluğun kaçınılmaz olmasının sebebi, biz ona


yöneldiğimizde çocukluğun akışının bittiği noktadan itibaren geriye kalan öznenin
bir kalıntıyı andırıyor olmasının yarattığı hayal kırıklığı olarak da okunabilir.

9
Kişi kendine yöneldiğinde çarpışmaktan kaçınamadığı şey kendi bedenine hapis
olmuş olmasıdır ve bilinç ile fark ettiği şeyin (var olduğunu fark etme) tutsaklığının
kaçınılmazlığı karşısında çaresizce bir irkilmeye kapılır. Kopuşları ve
bölünmüşlüğünü içinde barındıran bilinç için bu varlık tarzı ile var olmak
beraberinde kaçınılmaz bir sürüklenmeyi getirir. Nilgün bu sürüklenmeye, intiharı
yazarak ve gerçekleştirerek karşı çıkmaktadır. Onun için ölmeyi beklemek boyun
eğiştir. ’Anı Şişesi’ adlı şiirinde fark ettiği bu varoluş gerçeğinden bizi şu dizelerle
haberdar eder:

“Duvar rengi sağanağa tutsak herkes,

kendi delilik ağının altında.

Ölgün ülkenin canlandırılması olanaksız; burada.”

(Marmara, 2008: 45).

Şiirinin sonlarına doğru ise özgür bir alan olduğunun haberini verir bizlere. Nilgün
için o özgür alana kavuştuktan sonra geçmiş bir yük olmaktan çıkıp ‘saydam bir anı
şişesi’ ne dönüşecektir. Nilgün’e göre orası ’Kötülük aktarımını’ mutlak bir şekilde
sona erdirecek yerdir. Varoluşun başkalarına aktarılamayacağı tek alana kendi
iradesiyle ulaşan Nilgün için yalnızca o alana kavuşmanın umudu vardır.

Marmara’nın günlüklerinde yer yer dış dünyaya karşı yabancılaştığını ele veren
sözcüklere rastlarız. Eşi Kağan Önal ile kendisinin diyalog şeklinde aktardığı
dizeleri, onun hem eşiyle olan kopukluğunu hem de yaşama karşı tavrının ne
olduğunu çok kati bir şekilde belirtiyor.

KAĞAN

“Hayat yine de üzülmeye değer!”

NİLGÜN

“Hayatın neresinden dönülse kardır!”

10
(Marmara,2000: 35).

Kirlenmenin, kıstırılmışlığın devamını kabullenmeyi bir şiddete susmanın


erdemsizliği ile bir sayan Nilgün, eşine olan yabancılığını intiharı istenci ile
aktarmaktadır. Bu diyalog aynı zamanda dış dünya ile bağlantısını özetleyen bir
diyalogdur. Şiirlerinde ve metinlerinde çok nadiren görülen bu durum, keskin ve
yoğun imgeler ile sağlanırken, burada dış dünya karşısındaki tavrının ne olduğunu en
direk yolla ortaya sermektedir. Kendinden emin bir şekilde gerçekleştireceği şeyin
haberini vermektedir. Çoğu şiirinde içsel yöneliminin tasvirini yapan Nilgün, bu
diyalog ile dünyaya karşı politik duruşunu ifade etmiştir. Tek kıstası artık ‘ben’ini
kendi gerçekliği ile birleştirmesidir. Burada okuyucuyu ikilemde bırakabilecek
durum, Nilgün’ün dış dünyaya karşı bir reddinin ya da duyarsızlığının olup
olmamasıdır? Başka bir deyişle narsistik kişisel yaşantıya sırtını yaslayarak dünyayı
mı öteliyor yoksa yaşanmaya değmez bulduğu bir varoluş tarzının katlanılmazlığının
yarattığı ruh haliyle dünyaya karşı politik bir tavır mı takınıyor? Yazılarını sokak
çatışmalarının olduğu bir askeri darbe döneminde yazmasına rağmen dış dünyadaki
şiddete hiç değinmemiş olması, onun narsistçe içine gömülüp dış dünyadaki tarihsel
trajedileri yadsıdığı anlamına gelmez. Yazılarında biyografik anlamda kendi bireysel
trajedisinden bahsetmez ya da böyle bir ize nadiren rastlarız. Onun için trajedinin
kendisi doğmuş olmaktır. Politik anlamda dışa karşı tavrı ise mecbur kalmışlık ile
tanımladığı bu dünyayı ve artık saf olmayan akışa kendini bırakmayı reddetmektir.

Kendi varoluşuna karşı bu denli şiddetle yaklaşan Nilgün, kimi yerde kullandığı dil
ile tüm insanların varoluşunda bu yargıların geçerli olduğunu vurgular. Ona göre
“Doğmuş olmak bir referans mektubunu nereye ve kime götüreceğini
bilememektir”(2000: 62). Yabancılaşmasının nedenini direk dışsal sebeplere
bağlamaz. Yer yer medeniyetin insan bedeni ve ruhu üzerindeki olumsuz etkilerine
değinse de yabancılaşmanın, kökende var olmaktan kaynaklandığını düşünmektedir.
Ona göre “cinayet doğurulmuş olmaktır”(2000: 49). Şu anda sahte bir devingen
görünüme sahip bedenin, pasif bir konumdan var edilmesi Nilgün için kabul
edilemeyecek varoluşsal bir sorundur ve bu yüzden evrenin belirsizliği karşısında

11
kendi benliğinin gizemini kazımaya yönelir.

Kapıldığı bu derin yabancılaşma, kendi varlığına düşmanca yanaşmasına neden


olmuştur. Bunu yazılarıyla ifade etmekle kalmamış, kendi bedenini benliğiyle
yarattığı gerçeklik ile öldürmüştür, ”Sonra sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine “
(2000: 20). yerleştirmiştir özüyle yarattığı benliğini.

“Yitiyor işte göz ardı edilen bedenim,

Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…

Dost, ana, baba ve hiçbir umudu düşünmeden

Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!”

(Marmara, 2008: 97).

Evrenin belirsizliği karşısında kendi varoluşunun sabitliğine ve varken hiçlik


kaygısına (ölecek olmayı bilmek) kapılmak ‘bulantı’ sebebidir. Devingen bilincin,
kıstırılmışlık ve bırakılmışlık hissiyle varlık karşısındaki ürpertisi, bizim dışımızdaki
bir gücün ya da güçlerin etkisiyle var olmamız gerçeğine dayanmaktadır. Öz bir
bilincin kaynağı tamamen içseldir. Var olmanın kaynağını ve yok olacağı gerçeğini
kontrol eden mekanizmanın benlik olamaması öz farkındalığa ulaşmış bir yazar için
temel bir kaygı barındırır. Ve Nilgün, kaynaklık ettiği şeye– benliğine- sarılmayı, ona
yönelmeyi seçmiştir bu yüzden kaygısının tek kıstası ‘ben’ olma kaygısıdır. Yalnızca
içsel yönelimler onu ayakta tutabilir. İçsel dünyanın zenginliği için “Kentlerin hava
alanlarından çok düş alanlarına gereksinimi”(Marmara, 2000: 31). Olduğuna inanır.
Fakat benliğin aşamayacağı şey aynı kaynakla var olamayan bedenin ölümle
sonlanacağı gerçeğidir. Bu durumun aşılması ancak ölümü beklemeyi reddetmekle
mümkün olabilir (Ceylan, 1999: 104).

Nilgün’ün yazılarında ölümü beklemek, öz benliğin varoluş karşısında yenilgisi


anlamına gelir. Bilişsel bir intihar ile bedeninin yok olmasına karar veren Nilgün için

12
bu seçim, inandığı gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur. Bu durum tıpkı Kate Chopin’in
UYANIŞ adlı romanındaki EDNA karakterinin kendisini bulmak adına toplumdaki
yerini sorgulaması ile başlayan serüvenin hem sonunun başlangıcı hem de dirilişi
olan uyanışı ile benzerlikler taşımaktadır. Bu aynı zamanda kadının trajedisini bilme
biçimidir. Tek başına çıktığı tatil sonucunda bir anda içsel bir esinti ile içine düştüğü
duygusal uyanışı, karakterimiz Ednayı bir başına var olma ve gerçek özgürlüğü
deneyimleme arzusuna yöneltmiştir ve bunun sonucunda bilinçlice sonsuzluğu
deneyimleme adına özgürlüğe- ölüme, denize- açılması Nilgün’ün bedensel var
oluşuna karşı çıkması ile aynı şeydir. İkisi de bunu farklı sebeplere dayandırarak
yapmalarına rağmen sadece kendilerinin seçtiği bir yaşam faaliyeti gerçekleştirmek
adına ölümü özgürleşmek ile bir tutmuşlardır. Nilgün tamamen içsel bir
sorgulamanın sonucunda intiharı özgürleşme ile bir tutarken Edna ise toplumsal
kimliğine karşı verdiği mücadele sonucunda denizin derinliklerine indikçe
özgürleşeceği hissiyle intihara gitmiştir. İkisi için de geçerli olan durum şudur ki;
eğer bu hayat onlara istediklerini vermediyse ölümün karşı konulmaz hafifliğini
hayal kırıklığının sürekliliğine tercih etmiş olmalarıdır. Onlar için çelişkinin bir
parçası olmaktan çıkmak özgür olmaya daha yakın olmaktır. Edna denize açılarak
uyandığı yere geri dönüyor aslında. Kendisini özdeşleştirdiği deniz, romanda
simgesel bir öneme sahiptir. Denize açılarak intihar etmek hiç doğmamış olmayı
dilemekle aynı anlama gelmektedir. Ednanın denize yönelişi ana rahmine geri dönme
arzusunu temsil etmektedir. Bu durum aynı zamanda çocukluk döneminin ilkel
sayılabilecek istencini temsil etmektedir. Simgesel olarak Ednanın denizle
özdeşleşmesi çocukluk döneminde ana rahminden ayrılmış olmanın travmasını
yaşayan bebeğin bir dönem boyunca ana rahmi ile özdeşleşme durumunun olgun
yaşlarda tekrar ortaya çıkmış halidir. Nilgün için bu durum daha farklıdır. Onun
ürkütücü ve derin boşluğu kendisini boşluğa bırakmaya mahkum etmiştir.
Özvarlığını bir tiran gibi yok etme ve paramparça etme isteği ile yaşadıktan sonra
kendisini boşluğa bırakmıştır.

“Marmara için su ile gök arasında ona sunulan bütün

13
oluşlarda bir ikiyüzlülük görülür: Bu ne olduğu bilinmeye bir
üst-yetkenin (Tanrı?) ikiyüzlülüğüdür: Marmara’nın
çocukluğundaki iki yetke figürünü –annesini ve uykuyu-
anımsamasına yol açar. Bu ikiyüzlü akış yalnızca çocukken
masumdur.”(Eradam, 2005: 43).

Nilgün içindeki çelişkiyi fark edip kendisini yaşamın ağırlığına mahkum hisseder.
Aşırı duyarlı bir bilincin ışığında algıladığı dünyanın çelişkilerini yazar ve bu
dayanılmaz çelişkiler düş ile gerçeğin ayrımsanamaması neden olmuştur. Gökyüzü
ile yeryüzü arasında sıkıştığını hisseden Nilgün, günlüklerinde kendi düş alanlarını
da sorgulamaktadır. Bize cevabını aktarmadan yaptığı sorgulamalar sonucunda
anımsattığı şey bireysel görünen bir kafa karışıklığı ve yabancılaşmadır.
Yabancılaşmış benliğin tarifini yapan Nilgün, birinci tekil şahsı kullandığı için her ne
kadar narsistçe algılansa bile kullandığı imgelerle okuyucuda bıraktığı his sayesinde
onu derin bir sorgulamaya iterek yazdıklarına dahil etmektedir. Bu yabancılaşma
yalnızca Nilgün’ün yabancılaşması değildir. O bu durumun genlerden
kaynaklandığını ima eder okuyucusuna.

“Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün


yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok. … .Bıçaksız
bıçaklıları, çölsüz çöllüleri, kumsuz kumluları… Çocuğun
ilk hecesi: Acı, sonraki çift hece: Doyum. Yanılsama.
Yanılsama! ? ! Bir de körler var kuşkusuz, kuşsuz. Hep
karanlıkta düşünürler.”(Marmara, 2000: 23).

Nilgün fark ettiği gerçeği genellemelerle ve kati bir dil kullanarak ifade ederek bu
durumu tüm insanlara mal etmektedir. Kendisini, ‘göğünü yitiren bir yıldız’ olarak
görüyorken bu alıntıda kendinden öteye giderek okuyucuya fark ettiği var olma
çelişkisini ilan etmektedir. Aynı zamanda bu saldırgan tavrı karşısında okuyucu
metnin ilk muhatabı haline gelmektedir. Çocukluk gibi herkesin deneyimlediği bir
gerçeklik ile bitiminde maruz kaldığımız durumu, fark edemeyişlerimizi, acıyı,

14
yanılsamayı yüzümüze çarpmaktadır. Kullandığı ‘çocuk’ imgesi ile pek öznel
görünen kendi yabancılaşmasını dış dünyadan bağımsız olmadığını ima etmektedir.
Dış dünya ile iç dünyası arasındaki amansız diyalektik sonucunda ortaya çıkan
yaratımlar sadece Nilgün’ün iç dünyasından gömütlerle sınırlı değildir aynı zamanda
hayatın içindeki gömütü de yansıtır. Son derece nesnel bir gerçekliğin imasıdır
‘çölsüz çöllüler’ ya da ‘bıçaksız bıçaklılar’ olmak.

“Dünya ile benlik arasında ve benlikle kesintisiz bir


diyalektik süreç süregider; bu iki kutuptan her biri diğerinin
varlığına delalet eder ve bunlardan birinin yoksanışı her
ikisinin de anlaşılmasını olanaksız kılar. Bu, yaratıcılığın
hiçbir zaman öznel bir görüngü olarak sınırlandırılamayacak
olmasının nedenidir; yaratıcılık asla basit bir biçimde kişide
olup bitenlerin terimiyle incelenemez.” (May, 2010: 73).

İşte bu durum Nilgün’ün kendi ruhsal dünyasındaki çoraklığı anlatmasına rağmen


yazarlığının tamamen öznel, Nilgün’den öteye geçemeyen bir şey olmadığının
kanıtıdır. Nilgün dış dünyayı kendi düşsel gerçekliği ile karşısına alarak saldırılası bir
düşman olarak gördüğü dünyeviliğin sahteliğini ifşa etmektedir ki o ifşa etme
durumunda bile bir çelişki görür çünkü ifşa olan şey varoluşunun sahteliğini
pekiştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendisini ‘göğünü yitiren yıldız’ diye
nitelendirmesi bundandır. O, dünya kutbunu yok saymıştır ve yazılarında dünyanın
yoksanası olduğunu ortaya koymuştur ve sonuçta onun için yoksanası olduğuna
inandığı dünyada yaşamak olanaksızlaşmıştır. Onun için yaşama düş dünyası ile
eklenmek olanaksız bir durumdur. Bedensel var oluş düş dünyasında ne kadar mutlak
olabilir ki! İşte Nilgün’ün şiirleri bu yanılsamayı anlatmaya çalışmaktadır. Mutlaklık
sağlayamayacağı bir kutupta yanılsamayı doğuracak bir düş dünyasıyla telkini
seçmez ve bu çelişkinin de kati bir suretle farkında olduğu için olumlu tek eylem
intihardır. Aynı zamanda dünyanın her daim bir yüzüyle sevişen Nilgün’ün
kendisince olumlanası tek şey olan intiharı gerçekleştirmiş olması yazdıklarına
nesnellik ve samimiyet katan bir başka unsurdur. Bedensel varoluşunu doğramak ve

15
benliğini ölümsüzlüğe taşıyacak olan bir tür var olma tarzının özlemini gidermek için
sözcüklere sığınır.

Nilgün Sylvia Plath hakkında “Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle


olduğuna ikna edebilse belki de “hayata ve ölüme soğuk bir
gözle”bakabilirdi”(Marmara, 2007: 38)diye yazmıştır. Hâlbuki şiirlerinde androjen
bir yanı olmasına rağmen kendisi ölüme soğuk bir gözle bakamamıştır. Eserlerinin
kimi yerinde kendi bilincinde çelişki yaratma çabası gözlenir. Var oluşa karşı şiddetli
tiksinti duyarken okuyucuya: “KIYAMET KOPARKEN BİLE FİDAN
DİKİNİZ.”(Marmara, 2000: 31). diye seslenmektedir.

Peki bir kadın olarak Nilgün Marmara eserlerinde cinsiyetine yönelik ne gibi
bir içerik ya da çelişki sezinlenmektedir?

“Rüzgarla

Yanan kadın

Mahzun Köpeğe sırtını dönen kadın

Şiir yazan, canına kıyan kadın

Kürekçi erosun kayığındaki kadın

Çiçek kadın

Seyyah kadın

Bahçe kadın

Masa kadını

Pencere kadını

Çoğul kadın

16
Çocukluk kucağında kadın

Martı tüyü kadın

Çöl zambağı kadın

Kontrat imgesi kadın

Köpük kadın

Şafak kadın

Durgun hayat kadını”

(Marmara, 2000: 35).

Derin bir yabancılaşmanın pençesinde olan Nilgün bu kadınların hepsi olduğunun


farkındadır aslında. Bilincinin çatlaklarından sızan toplumsal ve biyolojik
vasıflarının farkında olan Nilgün, bu şiirinde bir kadının parçalanmış benliğine
gönderme yapmaktadır. Bu kadınların hepsi bir kadın ve o kadın da Nilgün
Marmara’dır. Bu hem biyografik hem de kendi içsel gerçekliğini yansıtan bir şiir
olması dolayısıyla da diğer şiirlerinden farklıdır. ”Şiir yazan, canına kıyan kadın”
ifadesiyle iç dünyasında kendisinin de farkında olduğu ve teslim olduğu durumu
ifade ederken “Çöl zambağı kadın/ Kontrat imgesi kadın” diyerek de toplumsal
hayatta kadın olmak ve eş olma haline göndermede bulunmaktadır. Bir dönem
Libya’da yaşadığını ve eşiyle olan evliliğini bir kontrat imgesiyle göstererek ifade
etmiştir. Tüm bu imgeleri içinde barındıran “Çoğul kadın” ise ona rolünü hatırlatıyor
aynı zamanda derin bir umutsuzluğu ve bu ‘çoğulluktan’ kopuşu ima etmiştir. Bu
şiir de sadece intiharı geciktirmek için bilincinde yarattığı bir çatlaktır çünkü Nilgün
bu varoluş tarzının ona yükleyeceği her türlü toplumsal vasfa karşı yabancılığının
farkındadır. Dolaylı olarak bu toplumsal durumun onda yarattığı tahribatı ve
parçalanmışlığı dile getirmektedir. Kendisine neyi hatırlatırsa hatırlatsın, ister
toplumsal ya da biyolojik cinsiyetini ister hayatın öteki yüzünü ya da farklı bir var

17
olma tarzını ölümcül umutsuzluğunu hiçbir şey dindirememektedir. Ve bu amansız
durumunu en direk yolla şu sözcüklerle ifade etmektedir.

“Anımsadığım tüm sözcükler anımsayabildiğim tek bir


sözcüktü: Yara!”(2000: 104).

İKİNCİ BÖLÜM- SYLVIA PLATH ETKİSİ VE MARMARA’NIN


ŞİİRLERİNİN İNTİHARI İLE İLİŞKİLENDİRİLMESİ.

18
2.1. SYLVİA PLATH ETKİSİ

Özgün üretim ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişki üzerine birçok tartışma var ve
kuşkusuz böyle bir ilişki vardır. Yaratıcı sanatçıların üzerinde inceleme yapan
psikologlar böyle bir bağın olması gerektiğini ileri sürmektedirler ve sanatçı grupları
arasında psişik ruh haline en yatkın olanlar ise şairlerdir ve şairlerin arasından da
kadın şairlerin diğer şairlere oranla daha çok hassas oldukları saptanmıştır.

“Kaufman, ruhsal bozukluk ve ünlü yaratıcı yazarlar


üzerine iki historiometric araştırmayı yürütmüştür(2001b).
1629 yazarı inceleyen ilk araştırma, kadın şairlerin ruhsal
bozukluk yaşama olasılıklarının, diğer tür kadın yazarlardan
(roman yazarları, oyun yazarları ve düzyazı yazarları) ve
erkek yazarlardan (roman yazarları, şairler, oyun yazarları ve
düzyazı yazarları) önemli ölçüde daha fazla olduğunu
göstermiştir. Beş yüz yirmi tanınmış kadını inceleyen ikinci
araştırma, şairlerin ruhsal bozukluk sıkıntısı çekme
olasılıklarının, gazetecilerden, politikacılardan, oyunculardan
ve görsel sanatçılardan daha fazla olduğunu göstermiştir. Bu
olguya “Sylvia Plath” etkisi başlangıç tanımı verildi. Ruhsal
bozukluktan muzdarip bir kadın şairin toplumsal imgesi
olduğu için intihar eden ünlü şairden sonra bu etki, böyle
adlandırıldı.”(Kaufman ve Baer, 2011: 61).

Yaratıcı kadın yazarların erkek meslektaşlarından daha fazla ruhsal bozukluğa sahip
olduklarına dair birçok kanıt bulunmaktadır. Piirto, seksen yaratıcı kadın yazarın
hayatlarını araştırmasında tutarlı depresyon içeriklerini ve kendi kendine zarar verme
eylemlerini keşfederken Jamison da 18yy da İngiliz şairlerin intihar oranının

19
zannedildiğinden daha yüksek olduğunu bulmuştur.

Bu bölümde bizim için önemli olan şey ruhsal bozukluğun başarılı kadın şairler
arasında neden bu kadar yaygın olduğu ve ruhsal bozukluk ile sanatsal yaratım
arasındaki bağlantıdır.

2.2. ŞAİRLER VE RUHSAL BOZUKLUK ARASINDAKİ İLİŞKİ

Sanatçının seçmiş olduğu form ile sanatçı arasında derin ve sıkı bir bağ vardır ve
buna bağlı olarak icra edilen sanatın formu sanatçının ruh yapısı üzerinde bazı
etkilere sahiptir. Şiirin tabiatı ve üslubu dengesiz olması muhtemel insanları cezbeder
ve iç-gözlemsel bir yapıya sahip olduğu için ruhu dindirmenin aksine onu deşer.
İçerisinde yazarın gerçekliği algılama tarzını barındıran şiir, sanatçının somut
olandan soyutlanıp kendi bilincine kapanmasına neden olur.

İntihara eğilimli olan ve olmayan şairlerle ilgili bir çalışma içe yönelmenin
göstergesi olarak intihara eğilimli şairlerin ‘ben, benlik, kendi’ ile ilgili kelimeleri
çok sıklıkla kullandıklarını göstermiştir. Şiirlerinde, zaman, mekan ve niceliklerden
soyutlanarak başarılı olan yazarlar aynı zamanda derin bir ‘ben’ e yönelmenin
sonucunda sosyallikten uzaklaşabiliyorlar. Sonuç olarak şiir bir tür
içe-kapanma(yönelme) biçimi haline gelebilmektedir.

Eserini yönetimsel düşünce tarzını öteleyerek yazan şair düzyazı yazarlarından


ayrılmaktadır. Talimatları ve verileri bir araya getirerek eser veren düzyazı
yazarlarının aksine şair bir şeyler yaratmayı ve kendinden içre kazmayı tercih eder.

Şiirin diğer türlere oranla daha iç-gözlemsel oluşu şairi öznel, soyutlanmış bir
dünyanın içine itebilir. ”Ludwig’in on sekiz farklı meslekteki binden fazla insan
üzerinde yaptığı araştırması(1998) daha nesnel ve resmi meslekleri sürdüren kişilerin
zihinsel yönden, öznel ve hissi meslekleri sürdürenlerden daha az dengesiz
olduğunu(örneğin manik depresyon, depresyon ve ruh hastalığı yaşamak) gösteriyor

20
“ (2011: 62).

İnsanın en ilkel hislerini estetik ve dolaylı imgeler ile betimleyen yaratıcı sanatçılar
tüm bu illüzyonvari dünyanın içerisinde uyumsuz bir anti-kahramandırlar. Bu,
sanatçı açısından tersine okunabilecek bir durum yaratmaktadır. Sanatçının yaşadığı
nevroz kişiyi huzursuzluğa ve uyumsuzluğa iter. Ve bu durum da sanatçı çektiği acıyı
ve iç dünyasını anlatabilmek için mantık dışı kaynaklara yönelir ve sonuçta yaratıcı
süreç içerisinde gerçeküstü yönelimler ile özgün bir yaratım ortaya çıkar. Her ne
kadar icra edilen sanat gerçek olarak atfedilen tahakkümlerin karşısında her şeyden
soyut uçuk şeyler olarak algılansa da ortaya çıkan şey nesnel olan dış dünyanın öznel
olan algılarımızla gerilimi sonucunda ortaya çıkar. Bu durumda gerçeküstü algılar
tahakkümler karşısında aşkıncı bir özelliği üstlenir.

“Yüklemler tumturaklı: ‘mücadele’, ‘zorlama’, şairin işi,


dünyanın anlamsızlığı ve sessizliği ile, onu anlama zorlamak
için mücadele etmektir; sessizliği ses, yoku var yapana dek.
Bu iş dünyayı ‘bilmeyi’ üstleniştir, tefsir, gösteri ya da kanıtla
değil, insanın ağzındaki elmayı bilmesi gibi, doğrudan.”(
Aktaran: May, 2010: 96).

Sonuç olarak açıklamaya çalıştığımız tüm bu sebeplerden dolayı diğer yazı türlerinde
yazma eylemi iç rahatlatıcı bir tür terapi etkisine sahipken şiirin terapi etkisi daha
azdır ve hatta şair yazarken dünya ile arasındaki gerilim artar ve zarar görebilir.

2.3.NİLGÜN MARMARAN’NIN ŞİİRLERİ İLE DÜNYA


ARASINDAKİ GERİLİMİN ANALİZİ

“Herkes aslında cehennemden çıkmak için yazmıştır. ” der Antonin Artaud. Yazıyı
dünya ile birey arasındaki çekişmede bireyin dünyaya karşı kullanabileceği bir silah
olarak görür. Kendisi deli diye tutuklanıp tımarhaneye atıldığı yıllarda bile bu
cehennemden kaçabilmek için yazmıştır. Yazılarında kullandığı yoğun gerçeküstü

21
imgeler ile somut dünyaya karşı durmuş ve bunun yerine düşsel bir gerçeklikle
yaşamıştır. Dünyaya karşı umutsuzluğunu her zaman korumuş ve yazılarındaki
mantık dışı tavrı ile okuyucularını da bu girdabın içine çekebilmiştir böylece
birçoğunun da intiharını hazırlamıştır. Sözlerinin doğruluğunda hiçbir zaman şüphe
etmeden deliliğe yakın bir çizgide yaşayarak ölümü beklemiştir

Nilgün Marmara ise tezinde ifade ettiği gibi “…sözlerini doğrulamak için kendini
öldürmüş pek çok sanatçı...” (Marmara, 2007: 21). dan biri olmuştur. Yazılarını
paylaşmaktan bile çekinen Nilgün, yazdıklarını tümüyle doğrulamıştır. Tıpkı
hayallerindeki gibi yaşamanın peşinde koşan Anton Çehov’ un Treplev karakterinin
dünyanın ruhsuzluğuna katlanamayıp kendisini öldürmesi gibi. O da intiharı ile
hayallerden uzak kurgusal bir hayatın yaşanmaya değmeyeceğini kanıtlamıştır.
Nilgün bu kişiler için “yürekleriyle zihinlerinin sentezinin düzenini değiştirmeye
çalışmış ancak umutsuzluğa kapılarak pes etmişlerdir.” (Marmara, 2007: 21). der
ama biz onun intiharını ve yaşamaya karşı tavrını analiz ederken aynı şeyi
söylemeyeceğiz; “ Hayatın neresinden dönülse kardır! “ deyip intihar etmek, onu
söyleyen kişi açısından bu söylediğini doğrulama çabası içerisinde olduğunun
göstergesidir. Bu durum kişinin dünya karşısında pes etmesi anlamına gelmez
nitekim bu yazarlar üstün bir irade ile yaşam içgüdüsüne rağmen bilinçlice bu
dünyanın yaşanmaya değmez olduğunu intiharlarıyla söylerler. Yaşamayı reddetmek,
pes etmek demek değildir aksine kişide özgün bir iradenin var olduğunun kanıtıdır.

Nilgün Marmara’nın şiirlerinin en belirgin özelliklerinden biri şiirselliğin yerine


yoğun imgelerle donanmış olmasıdır. Şiirselliğin (kafiye ve ritim) duygu tetikleyici
özelliğini kullanmak yerine okuyucuyu büyük bir imgeler denizinin derinliklerine
çeker. Kullandığı imgeler genelde gerçeküstü imgelerden oluşur. Gerçeküstü
imgelerin yoğun oluşu Marmara’nın dünya ile arasındaki gerilimde ne denli gardını
almış olduğunu gösteriyor. Gerçekçi imgeleri kullanmamasının sebebi hayatın
dinamiklerinden kopuşudur. Toplumsal hayatın her türlü dinamiğinden
soyutlanmışlığını açığa veren bu durum tüm yazılarının ortak özelliğidir. Dünya ile
arasındaki gerilimin sonucunda ortaya çıkan eserlerinin formu da ifade etmeye

22
çalıştığı gerçeği ile uyuşmaktadır.

“ Burada daha ne kadar öleceğim? Yeryüzüyle


gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz
yerde? Ben size alışamam. Tehdit: koltuğunuzun
bedeninizle dolmamasıTehdit: bir merdivenin uygunsuz
konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün
yok oluşu.” (Marmara, 1990: 22).

Burada Nilgün dış dünyayı muhatap alarak seslenmektedir. Kendi konumunun


bilincinde olduğunu ifade etmektedir ve bu farkındalık ile beraber yazılarında
gerçeküstü ve çağrışımsal imgeler kullanmaktadır. Kendi psişik durumunun farkında
olarak ona hakim olmuştur ve bunu bir yaratıma dönüştürmüştür. “Platon deliliğin
Tanrılardan gelen soylu, sanatı yaratan bir güç olduğuna inanır. Ancak sorun, bu
güçle savaşmanın yöntemleri, bu gücü dönüştürebilme yöntemleridir ki asıl bu
noktada iki ayrı uç ortaya çıkmaktadır. Yüksek sanat yaratıcıları göklerde kasırga
içinde seyreden bir gök gemisinin dizginlerini doğru kullanabilme gücünü
gösterenlerdir ki onlar deliliklerine hakim olabilmekte ve dönüştürerek yetenekleri
doğrultusunda ortaya yapıtlarını çıkartmaktadırlar. Deliler ise bir anlam ufkundan
diğerine koşarak içinden çıkılmaz bir algı karmaşası içinde karanlık alemlerinin
efendileri haline gelmektedirler” (İnal, 2011:34).Şimdi de Vahşet Koşusu şiirlerindeki
gerçeküstü ve deliliği çağrıştıran mantık dışı imgelerine bakalım:

“Kimin eli daha uzak gecede?

Hangi cinayet daha derin uzak?

Ay çorabıyla örtmüş bakışını,

Dişlerinin arasındaki karanlığı

23
Karıştırırken sen, kösnül suya

dalan kan nalları atlarının,

ağaca tırmanmaya, kuşa girmeye,

sebzeye sokulmaya köpüren

atların…

Bu toynakla dürter ağzının karanlığını,

Ayın kimliğini saklayan çorabı düşürmek için,

Kusursuz işbirliği dalgın karayla

Omuzlarının…

Köpüğün yargısıyla koşan vahşet, ah!

Dışarıdaki yok.

Evin sahanında kırılıyor gece,

Eli daha uzun derin uzak olana! “

(Marmara, 2008: 146).

Burada düşlerle genişletilen bir gerçeklik vardır. Rüyaları anımsatan anlam


veremediğimiz imgeler aklın denetimine karşı durarak bir tamlama oluşturmuşlardır.
Çocuklara has özgürce ve bilincin baskısında uzak olan imge üretimi burada
görülmektedir. İfade etmeye çalıştığı şeyi net bir ifadeye dayandırmamaktadır. ‘Ayın
kimliğini saklayan çorabı düşürmek için’ sözcüğü bilincimizde net bir kelimeyle
ifade edilemeyecek bir çağrışım yaratır. Yazarın dünya ile arasındaki gerilimi ve
şiirlerindeki düşsel gerçekliği bilmediğimiz sürece okuduğumuzu anlamada eksik
kalırız. Çağrışımın niteliğini kullandığı imgelerin barındırdığı gerçek anlamlarıyla

24
ifade etmek yerine onları sıra dışı durumlara sokarak aktarmıştır ve başlıkta ‘ Vahşet
Koşusu’ diye yazarak imgelerin zihnimizde ne tür çağrışımları oluşturması
gerektiğine yardımcı olmuştur. Anlatmaya çalıştığı şeyi bu tür uçuk imgelerle ifade
ederek bizi de aklın tutsaklığından uzak düşsel alanlara davet eder. Bu tür imgeler
bize de serbest çağrışımlarla okuma fırsatı verir.

Nilgün kendi bilinçdışı imgelerini sergileyerek dünya ile arasındaki yarığı


gösterendir. Şiirin son dört dizesi bize dili sürçen bir şizofreni anımsatıyor.
Kendisinin içerde olduğunu anımsatıp herhangi bir öznenin olup olmadığını
bilemeyeceği dışarısı için kimse yok diyen bir şizofrendir. Yine kendi düşlerine
sırtını dayayarak ötekine karşı kendisini konumlandırdığını ima etmektedir. Düş
dünyasından dışarıya ilan ettiği bir durumdur bu. Şiirin son dizesinde ‘daha uzun
derin uzak’ sözcüklerini yan yana virgülsüz bir şekilde dizmiştir. Dil sürçmesini
dizelere dökmüştür. Bu üç sözcük kendi arasında gizliden bir paralelliği ima eder.
Şiirin başında mantıken bütünlüğü olmayan retorik bir soru yöneltiyor ve sonunda
yine okuyucuya bu sorunun cevabını onu mantığın temellerinden uzaklaştıracak bir
tarzda ve dil sürçmesine benzer sözcüklerle cevaplandırıyor ve böylece bizi kendi
tarafına çekerek dizeleriyle ifşa ettiği dış dünyayı göstermektedir.

Sözcüklerin kaotik bir sırayla dizilişi ve anlamın sınırlarını zorlayarak şiirler yazmış
olması onu kendi içerisinde özgün bir alana taşımaktadır. Bir delinin ya da şizofrenin
sayıklamaları ve uçukça söylenmiş imgeleri andıran şiirlerinde bu delinin ya da
şizofrenin dünyaya, varoluşa sitemi vardır tıpkı Tarkovski’nin Nostalghia filmindeki
deli karakterin manifestosunda haykırdığı gibi:

“Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken, ben neredeyim?


İşte yeni anlaşmam: geceleri güneşli olmalı ve Ağustos da
karlı. Büyük şeyler sona erer küçük şeyler baki kalır. … Deli
bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir
dünyadır burası! … Anne! Anne! Başının etrafında dolaşan ve
sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış.” (Tarkovsky,

25
1983)

İnsanoğlunun psişik taraflarını ortaya koyan sanatçıların zararlı delilerden farkı


deliliklerinin farkına varıp bununla hayal dünyalarını genişleterek bu durumlarını
sanata dönüştürebilmeleridir. Sanatçılar düş dünyalarında yaşarken gerçek dünya ile
bağlarını koparmazlar ve kendi aralarında her daim var olan gerilimin sonucunda
özgün tarzlar ortaya koyarlar. Farkındalığın getirdiği bu gerilim sanatçının sabit
karakteridir.

“ Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, var


olanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor. Bir sabah,
bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla
uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen
gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla. Onu
sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak,
tanımlanabilir gün ve gecelere mal edilemeyecek bir sevi
karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin
dünyasında belirsiz “ Ben” in. “ (Marmara, 1990: 23).

Bir tür uyanışın haberini vermektedir Nilgün. Nasıl ki bir çocuk dünyayı
tanımlamaya başlarken etrafında algıladıklarını şaşkınca ifade ediyorsa Nilgün de
kendi içinde barındırdığı bölünmüş kişiliğinde gördüklerini tanımlıyor. Onun uyanışı
acı bir fark ediş olmuştur. O, varoluşuna yapışmış halde olan bu durumu
kabullenmek yerine onu sürüklemeyi ve dönüştürmeyi seçer. Onun için bu durum
kendi tabutunu sürüklemek gibidir. Nilgün bu belirsiz evrenin küçük bir noktasında
kendi tabutunu sürükleyen olmak istemiyor ve yazılarında bunu ilan etmektedir.
Nilgün için yaşamak dikey ile yatay olmanın arasında kalmışlıktır. Kendi tabutunu
sürükleyen kişi ne tam dikeydir ne de yatay. O ise yatay olmanın özlemini
çekmektedir ve bu yataylık özleminin gerçekleşmesini beklemek dirimin kaynağını
arayan bir şair için aşağılayıcı bir durumdur. Tanrının sunacağı ölüm, dirimi
kendinde ya da kendi uzantısında arayan Nilgün için en büyük hakarettir ve kendi

26
ulaşacağı yataylıkta tüm bölünmüşlüğünün mutlak tanımını yapmayı ummaktadır.

‘Pek Öncelerin Ben-Merkezciliğinin Dışavurumu’ adlı şiirinde uyanışı sorgulamaya


ve onu derinleştirmeye devam etmektedir. Bu uyanışın yabancılaşmayı da
beraberinde getirdiğini sitemle haykırmaktadır:

“Ah! Ya benim ele geçirilemez coşkularım,

var olmamış henüz

biçimleyemediğim.

Neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçlere

varılamaz yengisinden sonra

ulaşılır esriklik alanları?”

(Marmara, 2008: 10).

Burada dünyaya seslenmektedir. Dünyaya atıldıktan sonra ona eklenenler yüzünden


kirletilmesine isyan eder ve şiirin sonlarına doğru ona eklenen her şeyin onu bir
çembere sıkıştırdığını ifade eder. Nilgün ‘eğretilikten’ arınmanın bir yolunu
aramaktadır ve bunun için söze sığınmaktadır.

Yazı yazmanın ruhsal bozukluğu kısmen gideren bir iç dökme işlevinin olduğu
kanıtlanmasına rağmen bunun Nilgün’e hiçbir faydası olmamıştır. O söze sığınmıştır
ama sığınırken onu hiçbir zaman kurtarıcı olarak görmemiştir. Nihayetinde dil de
fallosantrik bir eylemdir. Edindiğimiz dil, tarih ve dünya ile - kendimize
yabancılaşma pahasına- uyum içinde olmamızı sağlar ve her bir tarafımızı saran
eğretilerle etrafımıza bir çember ördürür. Çemberin etrafında tıpkı her şey gibi dil de
fallosantriktir. Bu yüzden Nilgün için sözün edimlerine bu derece bağlı olmak bir
çelişki olarak görülebilir. Nilgün bu çelişkinin farkındadır aslında. Bu yüzden
kullandığı dil şizofrenleri ve delileri andıran bir tarzdadır. Sözü sadece intiharını

27
ifade edebilmek için kullanmıştır ve nihayetinde sözü de kökten ortadan kaldırmak
suretiyle kendini boşluğa bırakarak intihar etmiştir. Yaşıyorken ölmüş olmayı
sezinleyen bir insan için söz sığınılan yada etkenlik kazandıran bir olgu olmak yerine
sadece bu ölmüş olmayı sezinleme durumunu anlatır.

“ Neyi söylemek sözden geride?

Geçmişi mi böyle giz sanrıdan

böyle bilinir kargışı tende

her böyle anlatılmaz…”

(Marmara, 2006: 64).

Marmara bu dizelerde Slyvia Plath’ın ‘Conversation Among the Ruins’ (Yıkıntılar


Arasında Sohbet) başlıklı şiirindeki “Nasıl yama olsun bu yağmaya sözcük
törenlerinden” dizeleri yankılamıştır. Nilgün, bu dizeler ile hiçbir edimin sözden
geride olmadığını ve iki kişi arasında iletişimin olanaksız olduğunu vurgular.
(Eradam, 2005: 42).

Marmara için yaşarken var olan dirim baştan kokmuştur. Onun için dirim ile ölüm iç
içedir: doğmak ile ölmek paraleldir. Dünyaya karşı çok politik bir duruş sergiler bu
konuda. Özündeki saflığı katleden bir iktidar muamelesi yapar dünyaya.
Doğurulduğu dünyanın tüm uzuvları kendi benliğine tecavüz eden ve onu kirleten bir
olgudur. Bu olgu Nilgün’ün dünyasına onun istemi dışında girmiştir ve kişisel bir
trajediden daha çok insan olmanın trajedisidir. Nilgün’ü faklı kılan ise bu trajedinin
farkında olmasıdır. Bu farkındalığı şu dizeler ile ifade eder:

“Dünyamsın benim, zorbam, düzenim,

Bundan gözlerim göğe çevrili,

Hiç katılmadan sende yaşıyorum,

28
dirimimsin benim,

doğarken öldüğüm.”

(Marmara, 2008: 65).

Yaşarken ölmüştür Nilgün. Tüm edimlere yabancılaşmıştır ve bu yabancılığı içinde


nesnel bir olguyu barındırıyor sadece bireysel bir yabancılaşmanın ya da trajedinin
dışavurumu değildir nesnel olan dünya ile kişisel olan birey arasındaki amansız
gerilimin neden olduğu trajedidir bu.

Söz, Nilgün için sadece anlatma aracıdır. Dili parçalayarak kullanmıştır ve böylece
yıkımını en aza indirgeyerek kendini anlatmıştır ve bu yüzden yazmak onun için
hiçbir zaman terapik bir etkiye sahip olmamıştır. Dilin kısıtlılığını ima edercesine
yazıları ile dünyası arasındaki ilişkiyi aşağıdaki dizeler ile ifade etmiştir:

“Ses sonsuzla bir olmuş, söylenecek

söz çeşitliliğin biridir ancak,

gizilgücün yeğin karmaşasından ayıklanan,

Bir çığlık-söz,

doğru sona erecek!” (2008: 24).

Bu dizeler ile okuyucu var olan bir gizeme ikna edilir aynı zamanda. Nilgün’ün
lanetlediği ve aynı gizem tarafından lanetlendiği bir durum vardır bu dizelerde.
Hiçbir iletinin yerine ulaşmadığı, her şeyin boş olduğu bir iletişim ağına hapis olmuş
bireyin çığlık atma isteğini dile getirmektedir. Bu çığlıklarla kemikleşmiş bir varoluş
tarzının gizemini sorgulamaktadır adeta.

Sonuçta Nilgün tüm bu yazdıklarını sığınıp ruhunu dindirmemiştir aksine şiirleri


onun ruhsal çoraklığının söze dökülmüş halidir. Böylece şiir onun için rahatlatan ve

29
iyileştiren bir etki olmaktan çıkmıştır ve şiir onun ruhsal bozukluğunu teyitleyen ve
pekiştiren bir görev almıştır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM- NİLGÜN MARMARA’NIN ŞİİRLERİNİN


KRONOLOJİK ANALİZİ

Marmara’nın tüm şiirleri aslında tek bir şiirdir. İlk şiirinden son şiirine kadar ruhsal

30
çoraklığını, yabancılığını, yaşama tutunamayışını ifade etmiştir. Yazılarında hayatı
sorguya çeken bir tavır takınmıştır. Tüm şiirlerinde yaşayamamışlığı yaşanmışlığının
trajedisini ve temasını belirler. Şiirlerinde yer yer yükselen bir tonda ve hırçınca, yer
yer de durgunlaşan ve sakin tavırlarla hayata yanaşmaktadır. Uzun bir orkestra
müziğinin kreşendo ve dekreşendoları gibi… Dinleyicisini büyük finale hazırlayan
bir şef gibi yazılarında intiharını, büyük finalini yazmıştır.

1980 Kasımında yazdığı bir şiirinde Niçevari ve dışa vurumcu bir tavırla ‘dil’ in
işlevini ve kitleye karşı tavrını ilan etmektedir. Gizemli bir yolculuğa çıkan
Zerdüşt’ün kitlede gözlemlediklerine tanık olmuştur ve dili şeffaflaştırarak
arınacağına inanmaktadır. Dilde aradığı şeffaflığın sonucunda özgün bir konuma
varacağının bilincindedir ilk şiirlerinden beri. Sitem içeren bu dizeler Marmara’nın
kitleye nasıl yaklaştığının ve birey olarak sivrilişini göstermektedir. İlk şiirlerine
hakim olan bir iç dökme durumu vardır bu dizelerde.

“ İnsanlar korunmaya ağlarlar

bu denli incelmeye karşı.

Saydamlaşan sözcükler ölüm habercileri sürüye,

Ürkeklikleri bundan, ketleri de.”

(Marmara, 2008: 29).

İlk şiirlerinde içine doğduğu dünyanı tanımlamaya çalışan bir bebeğin tedirgin
tavırları görülür. Şiir onun yeniden doğmasına ve benliğinin uyanışına, titreşmesine,
neden olmuştur.

“ Titreşiyordu “Ben”,

beden ve bellek

31
tutsak tozanlarınca bu ürkünç yalın boyutta.”

(2008: 13).

Bu dizeler bir tür tanışma, fark etme örneğidir. Fark etmesiyle birlikte gelen
bölünmeyi ifade etmektedir. Beden ve belleğin ayrışması veya birbirlerine ters
düşmesi ile sonuçlanabilir bu bölünme. Bu fark ediş Nilgün’ün son şiirlerinde bir
biliş haline gelmektedir. Benliğindeki titreşim varoluşunu ürkütüyor adeta. Bu
ürkmenin son bulması için başka bir boyuta geçmesi gerekmektedir. Bu sonradan
oluşan titreşim bütün gibi görünen bir levhanın yıllar sonra fark edilen
bölünmüşlüğünün anımsattığı bir hayal kırıklığı gibidir. Ve bu durumda levhanın
kendisi Nilgün Marmara’dır. Nilgün işte tüm bu yalın boyutu ve bölünmüşlüğü
sonlandırmanın arayışı içindedir.

Bu hissiyatın neden olduğu arada kalmışlık duygusunu bertaraf etmek çok uzun
sürmemiştir. İlk şiirlerinden biri olan ‘Zorunlu Tünel’ de kati bir tavırla emin olmasa
bile tek çıkış yolu hakkında teoriler yürütmektedir.

“ Ve şimdi yollarında yaşamın

çığlık tünelleri kazmak

ve susmak’ı

yazmak

kalmıştır

işaretleyenlere

- bu, hepsi, belki- (2008: 15).

Marmara, Kasım, 1980 tarihli bu şiirinden sonra daha yoğun yazmıştır. Bu dizeler
onun hem yeni bir yola, tünele girişini haber eder.

32
‘Kopuş Beklentisi’ adlı şiirinde sunu şeklinde kendi düşüşüne tanık olmaktadır.
Kendisinin gözlemcisi olmuştur bu şiirinde. Sanki düşen o değil de onun ‘ben’ i’dir.

“ SUNU

“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış


kalmıştım / gelecek zamanlı düşler çatıyordum
kapladığım şuncacık yerde; / bu ölçümsüz gökyüzünde…
“ (2008: 16).

1982, Şubat tarihli şiirinde kendine tanıklık etmek durumu daha belirgin bir hal
almaktadır. Artık bir deneyimlemeyi aktarmaktan ziyade kendi diriminin yok
oluşunu seyretmektedir.

“Dirim çürüyor yanıbaşımızda !” (2008: 100).

En yoğun yazdığı 80’li yılların başında yok olmaya başlayan dirimini haberdar
etmiştir. Artık ölüm onun için aktif bir edim, yaşamak ise çürümeye başlayan bir
edim haline gelmiştir. Şiirin son dizelerinde ölümün aktifliği şu dizeler ile
aktarılmaktadır:

“ Ölümse bilir nasıl çakacağını

-elden ve ayaktan-

Kendi kararı ve sonsuzluğuyla

yakın kılar artık,

cansız olmayı! (2008: 100).

Nilgün’ün tüm şiirleri boyunca aralara serpiştirdiği bazı şiirler vardır ki bu şiirlerinde
yardıma muhtaç ve beklentili bir tavrı vardır. Ama bu şiirlerinde dahi yardım istediği
ne bir kişi ne de dünyaya dair sığınılacak bir şeydir. Ulaşamayacağı bu yardımı ‘Öte

33
Işıklar Arzusu’ şiirinde bir yıldızdan beklemektedir. 1980 yılında yazdığı bu şiir,
daha en başından beri onun hiçbir mantıki gerçekliğe sığınmadığını gösterir ve ilk
şiirlerinde ya birinci tekil şahıs öznesi ya da gerçek üstü, ulaşılamayan şeyler vardır.

“ İşit beni yıldız bebeğim bebek yıldızım

Esirgeme el uzatışını güçsüzlüğüme

seçilmiş olan eline

Zor yaşayanın teslimine!

Az bir sevgiyle al beni gökyüzüne, o görkemli

mabede yönetici çemberinin içine!

Yıldız tutkunum sana. “ (2008: 21).

Marmara’nın diğer bir sığındığı şey ise yazıdır. Yazmak onun için fallosantrik bir
dünyada dili parçalayıp fallosantrik olmaktan çıkartıp deneyimlemeye değer bir şey
oluşturmaktır. Yazıyı ölümü içleştirme ve açıklama aracı olarak kullanmıştır.

“Usum siler denir yüreğim yitirdiğinde kulluğunu,

Şimdi pembe umutlu bir ihtimal: usum yazar için,

Çünkü dans, kırmızı yaşam ve içleştirdiği ak ölüm!”

(2008: 23).

Ekim 1980 yılında yazdığı bu şiirde söz sayesinde içleştirdiği ölümü zayıf bir umut
ile yazıya bağlamaktadır. Şiirin sonunda bu durumu da sorgulamaktadır.

“Ses sonsuzla bir olmuş, söylenecek

söz çeşitliliğin biridir ancak,

34
gizilgücün yeğin karmaşasından ayıklanan,

Bir çığlık-söz,

doğru sona erecek! “

(2008: 24).

Nilgün dilin de yetmezliğini ifşa etmektedir artık. Yine de yazı onun aradığı
dinginliğin ifade aracı olduğu için ona sığınmaktadır. Yazıyı tüm edimlerin kaynağı
olarak görür. Bu yüzden dil sığınabileceği tek edimdir.

Kasım 1980 yılında yazdığı şiirden itibaren şiirlerinde yer yer doğa unsurlarına
rastlanmaktadır. Kendisini en çok gökyüzü ile özdeşleştirmektedir. Doğayı da yanına
alarak intiharının nasıl gerçekleştireceğini yazmıştır aşağıdaki dizelerde:

“ Ak çizgili bir çocuk tulumudur

gök kimi sabah.

Bu bir bakıma,

suskun çığlıkları

gelecek yazısına gönderendir, bilirim.”

(2008: 33).

Bilen bir tavırla gökyüzünü kendi tarafında görmektedir. Gökyüzü artık onu yaşamın
şiddetinden kurtaracak olandır.

“Dingin

bir bakıma

Sesi durduran sözü uzatan

35
her vücudu içkin maviliğe katandır.

Güvenli; yakın yanıtından,

yumuşak ölümü çağrılatandır,

bir bakıma” (2008: 33).

1980 yılından itibaren şiirlerinin bazılarında ‘biz’ öznesini de kullanmaya


başlamıştır. Tüm bu yaşadıklarında onunla birlikte olanlar vardır. Ortak bir
yaşanmışlığın var olduğunu açığa vermektedir. İçinde bulunduğu durumun kişisel
görmekten uzaklaşıp nesnel bir duruma sokmaktadır. İnsan olmanın getirdiği bir
trajedidir bu. Biz diye tanımladığı ise bunu fark edip derinlemesine düşenlerdir.

“Bu soydışı gizli ayinlerde

aştık istemeden

Dışa karışma-yayılma-yok olma tehdidini.

Saydam kırmızı gökkuşağından ayrıldı.

Suçluyduk, biliyoruz. “ (2008: 35).

Kendi benliğinin gözlemcisi olmaktan çıkıp okuyucuya muhatap haline getirmiştir.


Aralık 1980 de yazdığı şiirinde üst üste retorik sorular yönelterek okuyucunun
ayağını yerden kesmektedir.

“Sayısız ölümü yavaşça adımlar, şaşar;

Kim? Omuzlarda billur güller mi taşınır?

Kimin? Son inancı hangi parmaklar imleyebilir?

36
Böylesine ıslak gözlerim evrenin köleleri mi?

Kanımın mezarlarını her an yeniden kazan

sonsuz kokulara dayanabilir miyim?”

(2008: 37).

1981 yılında yazdığı ‘Sülfür/ Cıva’ ve ‘Canavar Fistanı’ içinde yaşadığı dönemin
baskıcı iktidar yapısına yönelik yazıldığı söylenebilir. Bu yıllarda yaşamın
zorbalığından, yıkıcılığından yoğun bir şekilde bahsetmektedir. Kendine has
gerçeküstü imgeleri kullanarak iktidarı hedef alan şiirlerini bu tarihlerden itibaren
kaleme almıştır.

“Başkaldırı tüm destekleriyle tutuklandı

bir tarihte.

Sonra izledik renklerin kırılmalarını

bakışımızın kapanmasında.

Ülken dağılıyordu, ele almalı artık

pek ötedeki seçeneği;

alaycılığı,

iyi ağlatı iyi güldürü için.” (2008: 60).

İktidarı en çok yıpratan şey onu alaya almaktır. Fark ediş ve gülmek, alaya almak
iktidarın korktuğu şeylerdir. Fark etmek için ve daha fazla ifşa için sorgulayan
Nilgün artık alaycılığı ve iktidara karşı küstahça gülmeyi gerçekleştirmeye çalışır.

Nilgün’ün şiirlerindeki en önemli konulardan biri de zaman olgusudur. Birçok


şiirinde zamanın içinde olmayı, gerisinde ve ilerisinde olmak ile birlikte ele alır.

37
Peşini bırakmayan geçmişi şimdiki zamanı kıskacı altına alır ve kıskaç altındaki
şimdiki zaman geleceğin nasıl olacağını belirler. Tüm zamanlar kaotik bir şekilde
birbirine girmiştir. Saf bir akış yoktur ve Nilgün ‘Geçmiş Yükü’, ‘Küçük Ağaç’, ‘Yitik
Kaynak’, ‘Kaçkın Cüceler’, ‘Mısırlılar’, ‘ Manolya’, ‘ Su Kaplumbağaları Ve
Komşumuz Hiçlik’, ‘Düşü Ne Biliyorum’ , ‘ Gökküşağından Darağacına’ ‘Kim’in’
(syf: 85, 88, 94, 95, 139, 142, 143, 163, 168, 117) adlı şiirlerinde zamanın bedeni
kemiren özelliğinden yakınmaktadır. Onun için bu zaman boyutunda yaşamak ölüp
tekrar aynı hayata dirilen bir kedinin önceki ölümlerini hatırlayıp aynı hayata tekrar
öleceğini hatırlayarak örselenmesi anlamına gelmektedir.

İntihara karşı azgın isteğini açığa vuran ‘Savrulan Beden’ adlı şiirinde kendi bedenini
bilinciyle doğrayan bir cani gibi konuşur. Bilincine tiksinti veren bu bedene en büyük
düşman yine kendisi olduğunu vurgulamaktadır.

“Yitiyor işte gözardı edilen bedenim,

Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…

Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden

Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!” (2008: 97)

Sona yaklaştığını sezinlediğimiz bu şiirinden beş yıl sonra intihar etmesi de onun
ölmeden önce son dansını yapan kuğu gibi büyük finali yapamadığını
düşünmesindendir. Şubat 1980 tarihinde yazdığı ‘Kuğu Ezgisi’ şiirinde okuyucusuna
son dansını yapması gerektiğini ve saf bir şiddete dayalı sözcüklere sığınmaya bir
müddet daha devam edeceğini aktarmaktadır.

“Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,

Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı

bekçi gizleri

38
Ne zamandır ertelediğim her acı,

Çıt çıkartıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,

-bu şiir-

Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,

Dost kalmak zorunda bana ve

sizlere! “ (2008: 99).

Nisan 1984’te yazdığı “Cam Kelepçeye Evet” şiirinde dirimden hayata dönmeyi
dilenmektedir. Yaşamın kendisine yakarmaktadır. Belirli aralıklarla bu tarzda yazdığı
şiirler Nilgün’ün en çaresiz hallerini açığa verir. Bu dizelerde bastıramadığı ölüm
istencinden yaşama seslenmektedir. Bu dizeler aynı zamanda yaşam içgüdüsünün
şiirsel ifadesidir.

“Ilık bir süzülüşle

Geri dön hayat,

Bırakma yeryüzü salına

tünemiş pek kara kuşlar

Örtsün bakışımı,

Görmek acısı sürsün

pencere tutsağının

Düşsün hayatı suya…”

39
(2008: 114).

İlk şiirlerinde beri sorguladığı ve kavuşmak için istek duyduğu ölüm, Ekim 1984
tarihinde yazdığı ‘Güve’ şiiri ile kişileşmiştir. Küçümser bir tonda konuştuğu ölümü
anlamaya çalışır ve ironik bir şekilde onu anlamak için deneyimlemesi gerektiğini
ima eder.

“Sevgili küçük ölüm

Dur ayaklarının altını anlayalım,

kaşlarını, eksik kalan yerlerini,

karlar kraliçesini ev içlerinin,

tarihin sonsuz noktalama işaretlerini de…

Kaçalım kalık kuşundan ve daha nelerden,

Ülkemizin kırmızı kayığıyla,

O döker yine suçunu,

Örtse de sisle ayıbını gece! “ (2008: 120).

Son dönem şiirlerinde mitolojik unsurlar görülmeye başlanmaktadır. ‘Mısırlılar’,


Dilek-miş’, ‘Tantalus’, ‘Kaya-Kulak’ (syf: 139, 154, 155, 159) şiirlerinde mitolojik
karakterleri kendi ruh halini ifade etmek için kullanmıştır. Şiirlerinde artık mitolojik
bir gizem vardır. Bu şiirlerinin kreşendosunun yaklaştığını gösteriyor. Yaratılan
gizemin, anlamlı durgunluğun hemen ardından gelecek ve kulakları sağır edecek bir
kreşendo ya da ölmeden önce kuğunun son ezgisi (son dansı). Ölmeden önce tüm
insanlık tarihini bir çırpıda dolaşan ve deneyimleyen biri olup çıkar.

“Bil, kaç tas içtik Lethe’den,

40
İncirli bir yolda rastladığımız canavarı

unutmaya

Bir kez tünemiş ensemize Nemesis.” (2008: 154).

Nilgün artık sona geldiğini bilir ve son şiirlerinde okuyucunun ayaklarını yerden
tamamen kesmeyi becerebilmiştir. Tüm bağlarını koparmış ve yaşamak ile uzlaşmayı
tamamen ötelemiştir. Ayrılırken son konuşmasını yapmadan önce okuyucuyu bu
durumdan haberdar etmektedir 1986 yılında yazdığı ‘Kaya-Kulak’ adlı şiirindeki
dizelerle.

“Uzun bir kara kutuyum, ne kayıt

ölmeye başladıktan bu yana!

Bir su itiyim, taşlarla kuşatılmış.

Gözüm sadedir ve temiz;

ve son sözümü üfleyeceğim hayali ebenize

bir balığın ağzından,

torunlarınıza da bir avuç havyar.”

(2008: 160)

Dünyaya küfür ederek aşağılayan bir kişiye dönüşmektedir artık. Bu dışavurumcu bir
şekilde yazdığı dizeler artık onun sorgulayacağı pek bir şeyinin kalmadığını
göstermektedir. Geriye tek bir şey kalmıştır: bildiği şeyi yapmak. Tüm bu kopuşlara,
düşüşlere neden olan edimin kendisini yok etmek.

‘Kan Atlası’, ‘ Düşü Ne Biliyorum’, ’Mal dıLuna’, ‘ Gökkuşağından Darağacına’


(syf: 162, 164, 167, 169) adlı şiirlerinde artık son dansının son provasını yapmıştır

41
adeta. Sorgulamalar ya da fark edecek yeni şeyler bulmak bir kenara atılmıştır. Artık
Nilgün son noktadadır. Bu şiirlerinde sıfırın kenarındadır. Nilgün hayata karşı küstah,
bildiğinden taviz vermeyen birisi olur. Bu şiirlerinde sorgulatma bitmiştir artık. Net
bir tavırla edimin uzuvlarını deneyimlediğini ve bildiğini söyler Düşü Ne Biliyorum
adlı şiirinde.

“Yine de, o, zaman kedisi

pençesi ensemde, üzünç kemiğimden

çekerken beni kendi göğüne,

bir kahkaha bölüyor dokusunu

düşler maketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle:

Ey, iki adımlık yerküre

Senin bütün arka bahçelerini

gördüm ben! (2008: 164).

İktidarın en çok korktuğu iki şey; fark etmek ve gülmektir(alaya alınmak). Nilgün bu
şiirinde farkına varmanın dayanılmaz acısıyla alaya almanın hafifliğini birleştirmiştir.
Kendisine dayatılan yaşamın iktidarına alaycı bir tavırla yaklaşır.Sözlerinde hiçbir
yakınmaya ya da köşeye sıkışmışlığa yer bırakmaz. Bu şiirindeki en önemli
temalardan biri de zaman temasıdır. Şiirin ilk dizelerinde birbirine kenetlenmiş ve
birbirini şekillendiren üç farklı uzam (zaman) tarafından sıkıştırıldığını ima eder.

“Kimdi o kedi, zamanın

eşyayı örseleyen korkusunda

42
eğerek kuşları yemlerine,

bana ve suçlarıma dolanan?”(2008: 163)

“Dün, bugün ve yarın birbirlerine sızmışlardır. Zamanın sınırları altüst olmuştur.


Günler ve asırlar birbirlerine hayalet olurlar. Geçmişe ait kalıntılar bugünü hiç
bırakmaz ve beklenmedik anlarda parıldayarak geleceğe karışırlar”(Kurumlu, 2012).
Bu altüst olmuş zamanın arasında sıkışan Nilgün tüm bu simgelerin gerçek olmayan
bir maket olduğunu görür. Zaman ve yaşam tarafından törpülenmeye, defalarca kez
ölmeye karşı çıkar. Artık son dansı yapmak kalmıştır geriye. Tüm bu sözlere
nesnellik katan ve var oluşun, dünya düzeninin sorunları olduğunu teyit eden
kuğunun son dansıdır o; İntihar…

“Bu biçim, bu yüz, bu yaşam.

Yaşayacak benden sonraki zamanın dünyasında; isterim

Vazgeçmek yaşamımdan, bu yaşam için, konuşmamı

terk etmek o konuşulmamış,

Uyanmamış, dudakları aralık, umut için, yeni gemiler için.”


(Eliot, 2011:80)

43
SONUÇ

Şiir, çağımızda yitirdiğimiz mitosu bize bir nebze yaşatan bir alandır. Tarihin ilk
çağlarındaki mitoslardan farklı olarak çağımızda şiir sadece bireylerle alakalı ve biz
istemediğimiz sürece tanrıların yerinin olmamasıdır. Şiir zaman, mekan, nicelik ve
mantığı bir kenara bırakarak gerçeğin farklı boyutlarını işleyen bir alan haline
gelmiştir. İşte Nilgün Marmara da şiir ile kendi gerçeklik boyutunu ve mitosunu
yaratmıştır. Percy Shelley Şiirin Bir Savunması adlı kitabında “Şiir, hayatın sonsuz
hakikat içinde ifade edilen resmidir. Şiir insan doğasının yaratıcısının zihninde- ki bu
aynı zamanda tüm diğer zihinlerin resmidir- bulunan değişmez biçimlere göre
yaratma eylemidir.” diye bahseder şiirden. Nilgün tüm eserlerini şiirsel bir dille
yazmış ve kendi yaratımını oluşturmak için de gerçeklik, zaman, mekan, karakter ve
dil gibi unsurları yeri geldiğinde bir kenara bırakmıştır yeri geldiğinde de
parçalamıştır. Bu tür sabit görülen unsurları bir kenara bırakarak kendi yaratımının
peşinden koşmuştur ölmeden önce.

Çağımızda geldiğimiz durum: katlanılması zor, kaos ve cinnete meyilli ruh halleri
yaratan bir düzen… Fakat dikkat ediniz ki bu ciddi kaosun kan ve pisliğinden nasıl
da güzel bir düzen doğmuştur: Şiir. Bu katlanılmaz dünyadan beslenir şiir ve sadece
onu aktarmak gibi bir amacı yoktur aksine onu kendi bireysel algısıyla, kabul edilen
gerçekliğin aksine aktarmaktır. Radikal bir aktarım aracı olan şiir, Nilgün’ün en
güçlü sığınağı, en azından nefes alabildiği, kendi saf şiddeti’ni yaşadığı bir alandır.

44
Çağımızda intihar şiirin anlatmaya çalıştığı bu kan ve pisliğe karşı duyulan tepkiden
ve bu durumun bir parçası olduğumuzu fark etmemizden ortaya çıkmaktadır. Tüm bu
kan ve pislik simgeler aracılığıyla hayatımızın tüm ayrıntılarına sızmışlardır ve hatta
bizi bu kan ve pisliğin kendisi haline getirir. Bu ümitsiz çıkmazın pençesinde insan
hem yalnızdır bu yüzden tüm edimlerinden sorumludur hem de hiç kendi başına
kalamaz ki bu edimlerini gerçekten kendi saf iradesiyle yapabilsin. İşte bu kıskacın
arasında kalan çağımızın insanı için umutsuzluk ve çaresizlik hissine kapılmak çok
yaygın bir hal almıştır. Nilgün Marmara hayatın tüm bu ayrıntılarına sızmış ve hayatı
kirleten simgeler yığınına karşı şiir ile savaş vermiştir. Daha fazla kirlenmemek için
de yaşam içgüdüsünü bastırarak ve yaşamı reddederek intiharı seçmiştir ve başarılı
da olmuştur.

Hiçbir toplumsal dinamiğin içinde kendisine yer edinemeyen Nilgün’ün hem


yakarıları hem de isyanı olan şiirleri özellikle yoğun imgelerin çağrıştırdığı anlamlar
üzerinden analiz edilebilir. Tarzı ile dünyaya bakış açısını yansıttı şiirleri bir uyum
içerisindedir. Dili parçalayan, kaotik imgeler ile dolu ve mekan, zaman ve
karakterlerden uzak içerikte şiirleri ile anlatmıştır derdini.

Her şeyin kendisini kirlettiğinin bilincine varan Nilgün, tavrını başarıyla


gerçekleştirmiştir. Ölmeden önce çoğu yazar kırılgan bir tavırla içini dökmüştür.
Marmara ölmeden önce söylemiştir sözünü: Hayatın neresinden dönülse kardır!

45
KAYNAKÇA

Ceylan, Yasin (1999, Şubat-Mart-Nisan). Evrenin Belirsizliği Karşısında İnsanın


Çaresizliği: Temel Kaygı. Doğu Batı Dergisi. 103-109.

Eliot, Thomas Stearns (2011). Çorak Ülke. (Çeviren: Yaşar Günenç). İstanbul: Yaba
Yatınları

Eradam, Yusuf (2005, Ekim-Kasım-Aralık). Sonsöz İntihar: Nilgün Marmara ve


SylviaPlath. Patika Dergisi. 39-50.

İnal, Gülseli (2011, Ocak-Şubat). Ateşle Vaftiz. Yasak Meyve Dergisi. 33-37.

Kaufman, James &Baer, John (2011, Ocak-Şubat). İntihar Düşlerinin Tadını


Çıkarıyorum: Ruhsal Bozukluk, Şiir ve Kadınlar. (Çeviren: Nihan Fidan).
Yasak Meyve Dergisi. 58-73.

Kierkegaard, Soren (2004). Ölümcül Hastalık Umutsuzluk. (Çeviren: M. Mukadder


Yakupoğlu). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Kurumlu, Levent. (Yönetmen).(2012). Dancing Across The Bosphorus [Belgesel].


Londra: Soho Flicks

Marmara, Nilgün (1990). Metinler. Ankara: Boğaz Ofset Matbaa.

Marmara, Nilgün (2000). Kırmızı Kahverengi Defter. İstanbul: Telos Yayıncılık.

Marmara, Nilgün (2007). SylviaPlath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi.


İstanbul: Everest Yayınları.

46
Marmara, Nilgün (2008). Daktiloya Çekilmiş Şiirler. İstanbul: Everest Yayınları.

May, Rollo (2010). Yaratma Cesareti. (Çeviren: Alper Oysal). İstanbul: Metis
Yayıncılık.

Müldür, Lale (2006). Anne, Ben Barbar Mıyım?.İstanbul: Leyle İle Mecnun
Yayıncılık

Tarkovsky, Andrey. (Yönetmen). (1983). Nostalghia [Film]. RAI


RADIOTELEVISIONE ITALIANA

47

You might also like