Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Görülen bu dizinde ihtiyaçların karşılanmasının gerekliliği aşağıdan
yukarıya doğru bir önem ve öncelik arz etmektedir. Maslow’un kuramında en yüksek ihtiyaç kendini gerçekleştirmedir. “Doruk yaşantılar” ise, kendini gerçekleştiren insanın potansiyel olarak sahip olduğu yeteneklerini ortaya koyduğu ve isteklerini gerçekleştirdiği yaşantılar olarak açıklanabilir. Maslow, kendini gerçekleştirmeyi başaran insanların; geniş ve esnek algılama gücü, baskı ve yoksunluklarla baş etmede güçlü bir benlik (ego), farklılıklara karşı hoşgörü anlamında engin bir tolerans, espri ve mizah yeteneği ve doruk deneyimlere yatkınlık gibi bir dizi özelliği paylaştıklarını belirtmektedir (Güleç 2002: 41). Bu sıralanan özellikler arasında ‘yoksunluklarla baş etmede güçlü bir benlik’ deyimi iki noktaya vurgu yapmaktadır. Birincisi, kendini 27 gerçekleştiren birey tarafından ihtiyaçların bir yoksunluk, bir eksiklik olarak algılanmasıdır. İkinci vurgu ise bu yoksunlukla baş eden ve bu duruma göre eylemlerde bulunan bireylerin kendilerini tamamladığıdır. Buna göre denilebilir ki Maslow’un dizinindeki tüm ihtiyaçlar, belli bir davranış biçiminin ortaya çıkması için gerekli önkoşulların genel dağılımını göstermektedir. Ancak bazı istisnalar da mevcuttur. Örneğin; genel bir kanı olarak bir kişinin günlerce yemek yememesi durumunda, o kişide şiir yazma ve okuma isteğinin ikinci plana düşeceği söylenebilir. Fakat bazı bilim adamlarının ve sanatçıların araştırma yapmak veya şiir yazmak için günlerce aç kalmayı tercih ettikleri de görülmektedir. Gerçekte burada sanıldığı gibi bir çelişki yoktur. Çünkü belirleyici etken, ihtiyacın, birey tarafından ne şekilde algılandığı ile ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, bu ihtiyaçların davranış olarak ortaya çıkması için birey tarafından eksiklik olarak algılanması gerekmektedir (Aydın, 2003: 101,103). Bu eksiklik algısının bir göstereni ise, bireyin bu durumda tatminsizlik ve huzursuzluk halinde olmasıdır. Birey kendisine en çok uyan bir alanda (müzik, resim, şiir gibi sanat dallarında olduğu gibi) mükemmeli veremediğini sandığı (tatmin olamadığı) sürece bu ihtiyaç her zaman olmasa da çoğu hallerde kendisini hissettirecektir (Dereli, 1995: 15). Bununla birlikte Maslow, ihtiyaçların eksiklik olarak algılanmasında önemli bir etken olan bireyin çevreyle olan etkileşimini gözden kaçırmıştır. Toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları ile gelenek, kural ve alışkanlıkları, Maslow’un ihtiyaçlar zincirinin her zaman için aynı sırayı izleyememesinde etkendir. Örneğin toplumların büyük ölçüde ekonomik sorunlarını çözmesi halinde fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarının öneminin azaldığı yapılan bazı araştırmalarda kanıtlanan bir savunudur (Sabuncuoğlu, 1990: 80). Bu nedenle Maslow’un İhtiyaçlar Teorisi, hümanistik psikolojinin gelişmesine hız kazandırsa da çok az deneysel destek bulmuştur. İhtiyaçlar piramidinin en üstünde bulunan kendini gerçekleştirme, pratikte, güdülenmeye olduğu kadar eğitim, kültürel ve ekonomik fırsatlar gibi dış faktörlere de bağlı olabilmektedir (Butler ve McManus, 1998: 83). 28 Kısacası bireyin herhangi bir ihtiyacını karşılamada duyduğu yoksunluk, o bireyin davranışını güdüleyen temel değişkendir. Güdülenmede kilit kavram ise genel uyarılmışlık düzeyidir. Genel uyarılmışlık düzeyi açlık gibi biyolojik içsel dürtülerden veya bağlanma, ait olma, kendini gerçekleştirme gibi sosyal dürtülerden etkilenebilmektedir. Ne var ki davranışların oluşum sürecinde sosyal dürtüler, biyolojik temelli dürtüler kadar kolay anlaşılamamakta ve açığa çıkarılamamaktadır. Çünkü bu dürtülerin önemli bir bölümü bastırılma nedeniyle bilinçaltına itilmiştir. Bireyin kendisi bile bastırdığı güdüyü fark etmemektedir (Aydın, 2003: 150). Başka bir ifadeyle dürtülere dayalı oluşan ihtiyaçların davranışlara yön vermesi durumu, sosyal dürtüleri bastırılan bireylerin, davranışlarının gerçek nedenlerinden bihaber olmasına neden olmaktadır. Nitekim Özgerçekleştirme Kuramı’nı ortaya atan Rogers’a göre, bireyin davranışlarına yön veren temel değişken, gerçeğin kendinden çok, bireyin gerçekliği algılama biçimidir. Bireyin davranışını anlamak için, onun içsel var oluşunu belirleyen algı çerçevesini bilmek gereklidir (Aydın, 2003: 103). Bireyin bu algı çerçevesinde aidiyet duygusunun oluşumu ve bu oluşumda sosyal davranışların ortaya çıkışı ise bebekliğin ilk günlerine kadar uzanabilmektedir. Bağlılık ihtiyacı, birine ya da bir gruba bağlanma, kendini daha büyük bir grubun parçası hissetme ihtiyacıdır ve yapılan konu ile ilgili araştırmalarda, açlık ihtiyacının anne tarafından doyurulması sonucunda bu güdünün gelişmiş olması ihtimali ileri sürülmektedir (Baymur, 1994: 71). Şöyle ki, bağlılık duygusu bebeğin annesine yakın olmasını sağlar, böylece bebek hem beslenir hem de çevreden gelebilecek olumsuz etkilere karşı korunur. Ancak bebekler büyüdükçe anneye bu şekilde bağlı kalamaz ve çevrelerini araştırmak için ondan koparlar. Görülüyor ki ilk sosyal davranışların gelişim öyküsü, anneye bağlılık ve ondan kopma ile başlamaktadır (Morgan, 1984: 65). Bireyin bağlılık öyküsü, diğer bir ifadeyle aidiyet yaşantıları, bebeklikten başlayan ve çocukluk evresinde birlikte olma güdüsüyle perçinleşen bir süreçtir. Bununla beraber ergenlik ve 29 yetişkinlik gibi insan yaşamının tüm evrelerinde kurulan sosyal ilişkilerde ait olma ihtiyacının etkileri görülebilmektedir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine göre insanın en önemli ihtiyaçlarının başında, bilhassa ergenlik dönemine girmesiyle birlikte kimlik ve buna bağlı olarak statü ve bağlılık, aidiyet ve yüksek benlik ihtiyaçları gelir (Kuşat, 2003: 49). Maslow’a (1987) göre aidiyet, bireyin diğerleri tarafından kabul edilme, tanınma, değerli olma ve önem taşıma ihtiyacıdır. Bununla birlikte sosyal bilim araştırmacıları aidiyeti, bireyin bir sistem ya da çevreye karışma deneyimi olarak tanımlar. Diğer bir ifadeyle aidiyet, bireyleri sistemin ya da çevrenin bir parçası olarak eklemlenmeye yönelten hislerdir (Levett-Jones vd., 2007: 211). Bireyler sevgi ihtiyaçlarını tatmin etmek ve bir güven ortamı yaratmak için başka bireylerle bir arada olmaya yönelirler. Çalışma ortamında enformel grupların ortaya çıkması, bu ihtiyacın bir sonucu olarak örnek verilebilir (Aytaç, 2000: 65). Hagerty ve arkadaşlarının (1992) ait olma duygusuna ilişkin ifadeleri de paralel görüşler içermektedir. Araştırmacılar ait olma duygusunu, kişiler arası ilişkinin temel bir bileşeni olarak, kişinin içinde bulunduğu çevrenin bütüncül bir parçası olarak kendini algılama, çevre ya da bir sistem içine katılma yaşantısı olarak kavramsallaştırmaktadır (Duru, 2007: 88).