You are on page 1of 4

Ali Rıza Güngen

Kamu özel işbirlikleri devletleştirilebilir mi?

Kamu hizmetlerinin gördürülmesi birkaç müteahhidin, şirketin zenginleşmesini mi


sağlamalıdır, yoksa hizmetlerin daha iyi ve uygun koşullarda temini mi amaçlanmalıdır? Kur
krizi nedeniyle yükün arttığını, önümüzdeki 25 yıl boyunca böyle bir kamburla devam
edilemeyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla müdahale şart.

02 Ekim Cuma 2020   Saat: 00:02


Türkiye’de yıllardır çeşitli altyapı ve inşaat projelerine devletin verdiği garantiler ve bu
garantilerin yarattığı yük tartışılıyor. Artık tartışmayı bir sonraki aşamaya taşımak gerekli.
Ancak söz konusu kamu özel işbirlikleri (KÖİ) olunca uzun bir giriş ve hatırlatmalar
sonrasında esas konuya girebileceğiz.

ONLAR DA MI?

Dünyanın dört bir köşesinde sermaye grupları ve temsilcileri Türkiye’de yaygın kullanılan
adıyla KÖİ projeleri aracılığıyla kamu hizmetlerinin kâr amacına tabi kılınması sürecinden
nemalanıyorlar.

Birleşik Krallık’ta 420 kadar KÖİ projesinde parmağı bulunan Carillion’un 2018’de iflası
sonrasında, beledîleştirme/devletleştirme eğilimi daha da güç kazandı. Lakin, irili ufaklı 700
civarında kamu özel işbirliği projesinin 2051’e kadar getireceği finansal yük halen
tartışılmaya devam ediyor.

Sadece bir yıl önce Kanada’da Ontario eyaletinin muhafazakâr hükûmeti 65 milyar CAD
değerinde 32 projenin KÖİ yöntemiyle yürütülmesini kararlaştırdı. Eyalet yasama organının
bir parçası olan denetçi raporuna göre daha önceki 74 KÖİ sözleşmesinin olağan ihale
yöntemiyle iş gördürülmesine nazaran sekiz milyar CAD daha fazla maliyet çıkarmış olduğu
bilinmesine karşın aynı yöntemde ısrar ediliyor. Çünkü, soygun olarak nitelendirilebilecek bu
yöntemden vazgeçmek bazı kesimler için kolay değil.

KÖİ’lere yönelik eleştirilerin yoğunlaşması projeler kaynaklı yük birçok ekonomik


coğrafyada önem taşıdığı için anlaşılabilir. Fakat bu hava değişimi yöntemin ortadan kalkması
anlamına gelmiyor. Sorun Türkiye ile sınırlı bir nitelik arz etmiyor ya da Türkiye’deki
burjuvazinin arazlarıyla geçiştirilemez. Ancak başka birçok alanda olduğu üzere Türkiye’de
daha ağır bir nitelik sergiliyor.

HARACA BAĞLANMAK

KÖİ’ler tipik bir şekilde kâr amacının düzgün hizmet temininin ötesine geçtiği şekilde
kurgulanırlar. Zamanında Cumhurbaşkanlığı Strateji Bütçe Başkanlığı KÖİ yöntemini
“sözleşmeye dayalı olarak, yatırım ve hizmetlerin, projeye yönelik maliyet, risk ve
getirilerinin, kamu ve özel sektör arasında dengeli bir şekilde paylaşılması yoluyla
gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlamışsa da ortada dengenin bulunmadığı biliniyor.
Türkiye’de yap-işlet-devret mevzuatının dağınıklığının sağladığı olanaklar kadar Sayıştay’dan
sözleşme kaçırılması gibi pratikler ve Sayıştay raporlarına yansıyan az sayıdaki örnek, ihale
sonrası ihale şartlarında kamu aleyhine değişiklikler yapıldığını söylemeye izin veriyor.
Üstelik Türkiye’de KÖİ projelerinin muhasebeleştirilmesi uğraşı oldukça geç başladığı için
sözleşmeler sonrası ortaya çıkan yükün tam olarak devlet ya da siyasi seçkinler tarafından
bilindiğini söylemek de zor. 2018 yılı sonunda Özel İhtisas Komisyonu Raporu 81 KÖİ
projesinin takip edildiğini belirtmekteydi. Fakat düzenli bir raporlama bulunmuyor. Yanlış
anlaşılmamak için ekleyeyim: Riskin hesaplanmaması ve etkin raporlamanın yapılmaması
siyasal bir tercih. Otoriter bir rejimin veri saklama ve karartma yöntemlerinden bir demet…

Dolayısıyla bütçe verilerinden, kurum raporlarından yola çıkarak tahminlerde bulunuyoruz.


Örneğin sadece sekiz şehir hastanesinin kira bedelleri bütçe verilerine göre 2018 yılında 1,3
milyar TL idi. İstanbul milletvekili Oya Ersoy’un verdiği araştırma önergesine göre bu kira
bedeli bir sonraki yıl beş milyar TL’ye yükseldi. 2020 yılının ilk yedi ayında ise 16 milyar
TL’yi aşan miktarda ödeme yapıldı. Şehir hastanelerinin yarattığı devasa kara delik nedeniyle
2019’da Sağlık Bakanlığı yeni hastanelerin devlet eliyle inşa edileceğini açıklamak zorunda
kalmıştı. Buna karşın mevcut hastaneler kaynaklı ödemeler devam ediyor.

KÖİ projelerini sistematik bir şekilde takip eden Uğur Emek’in hesaplamaları toplam


gelir/talep garantisi miktarını şehir hastaneleri için 81,2 milyar dolar olarak sunuyor. Çeşitli
ulaştırma projeleri için verilen garantilerin toplamı 37,4 milyar doları buluyor. Akkuyu
Nükleer Santrali’ndeki 35,2 milyar dolarlık gelir garantisini de buna ekleyelim. Fakat dikkat!
Ortaya çıkan 153,8 milyar dolarlık dudak uçuklatan rakam doğrudan bir borca dönüşmeyecek.
Bu para Türkiye’deki vatandaşlar hizmet aldıkça ödenecek, sözleşme gereği öngörülenden
daha düşük hizmet satın alınır, daha az sayıda araç köprüden geçer ve daha az santral elektriği
alınırsa aradaki farkı devlet ödeyecek.

Bu muazzam “işbirliklerinde” kur riski devletin üzerinde, sağlanan gelir garantisi nedeniyle
esasen devlet elde edebileceği gelirden vazgeçiyor ve bunlara ek olarak AKP sonrasındaki
iktidarların da altından kalkmasının zor olacağı bir yük bütün topluma bindiriliyor.

Yeni Ekonomi Programı’nda (2021-23) artık TL garantili projelerden bahsedilse de


yürürlükte olanlar ve tamamlananlar yıllar sürecek bir boyunduruk yarattı. Kısacası “günah”
çok büyük. Yeni hastaneler eklenmese dahi şehir hastanelerine yapılan ödemeler Sağlık
Bakanlığı bütçesini yutacak. Köprü ve otoyol garanti ödemeleri için 2020 yılı programında
ayrılan 8,3 milyar TL’nin şimdiden fazlasıyla aşıldığı aşikar.

2019 yılı baharında KÖİ kaynaklı ödemelerin birkaç yıl boyunca 20 milyar TL’nin üzerinde
seyretmesini bekleyebileceğimizi yazmıştım. Talebe bağlı olduğu için koşullu
yükümlülüklerin ne kadarının realize olacağını kestirmek mümkün değil. Ancak kur kaynaklı
fiyat artışı ve talep düşüşü nedeniyle bugün daha önce belirttiğim rakamın iki ya da üç katını
telaffuz etmem gerekiyor. Hatırlayacak olursak Türkiye’de vergi gelirleri 2019 yılında 673
milyar olarak kaydedildi. Sonraki yıllar için net oranlar veremesek de, en azından
önümüzdeki birkaç yıl boyunca toplam vergi gelirlerinin onda biri ila on beşte biri bir
miktarın KÖİ kaynaklı ödemelere gideceğini söylemek mümkün duruyor. Başka bir ifadeyle
söyleyecek olursam, haraca bağlandık.

EVET, DEVLETLEŞTİRİLEBİLİR! AMA İRADE VAR MI?

Sanırım en önemli yere artık gelebiliriz: Kamu hizmetlerinin gördürülmesi birkaç


müteahhidin, şirketin zenginleşmesini mi sağlamalıdır, yoksa hizmetlerin daha iyi ve uygun
koşullarda temini mi amaçlanmalıdır? Sorunun tek bir yanıtı bulunuyor.
Kur krizi nedeniyle yükün arttığını, önümüzdeki 25 yıl boyunca böyle bir kamburla devam
edilemeyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla müdahale şart. Ancak bu müdahalenin birden farklı
şekilde yapılabileceği de bilinmeli. Okuyucuya aşağıda sıraladıklarımdan ilkini AKP’nin dahi
yapabileceğini, diğer iki yolun ise ancak farklı bir iktidar konfigürasyonunda mümkün
olduğunu söylemeliyim.

En kolay yol göstermelik bir girişimdir, çok büyük zarar oluşturduğu ortada olan projelerde
sermayenin “fedakarlık” göstermesi adı altında bir hisse devri gerçekleşebilir. Bu tarz bir
devir birkaç köprü ve otoyolla sınırlandırılabilir. Türkiye’de Erdoğan yönetiminin
sürekliliğine bel bağlamış çeşitli inşaat grupları kendilerinden istenen adımları, sonraki
yıllarda “zararlarının” fazlasıyla karşılanacağını bilerek yerine getirebilirler. Herhangi bir
finansal sorunu çözmeyecekse de siyaseten işlevsel olabilir. İhtimal dahilinde olduğunu not
etmeli.

İzlenebilecek ikinci kolay yol (ilkinden daha zor olsa da) işletme süreleri sonunda devlete
devredilecek olan (ve devlet malı olan) Osmangazi Köprüsü, Çanakkale Köprüsü, İstanbul
Üçüncü Köprüsü, Avrasya Tüneli, Ankara-Niğde Otoyolu gibi yatırımlara ilişkin olarak,
yüklenici-işletmeci firmaların devletleştirilmeleridir. Yasal değişikliğe dahi gerek olmaksızın
yapılabilecek bu işlem kamu yararı gereği devletleştirmedir, 3082 sayılı Kamu Yararının
Zorunlu Kıldığı Hallerde, Kamu Hizmeti Niteliği Taşıyan Özel Teşebbüslerin
Devletleştirilebilmesi Usul ve Esasları Hakkında Kanun bu tarz bir işleme izin vermektedir.
Söz konusu devletleştirmenin gerçekten kamu yararına olması AKP’ye yakın sermaye
grupları içinden bilhassa altyapı projelerinde yer alan az sayıdaki grubun pastalarına el atmayı
gereksinir. Görünüşe bakılırsa CHP kongresi öncesinde temmuz ayında “hazine garantili
işletmeler kamulaştırılacak” satırlarını yazan Kemal Kılıçdaroğlu’nun işaret ettiği yol,
sınırları çizilmiş ikinci müdahaleye denk düşüyor.

CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke’nin “KÖİ modeli ile yapılmış projelerden” bahsetmesi
nedeniyle sınırın farklı bir yerden mi çekileceği tartışılırken, topa TÜSİAD Başkanı ve
Cumhurbaşkanı da girdi. Sonraki mülakatlarında aynı ifadeleri tekrarlayan Böke’nin turpun
büyüğüne, şehir hastanelerine uzanmak istemediğini anlıyoruz.

Bu, bizi en zor ve üçüncü yola getiriyor. Türkiye’de sol, sosyalist ya da ilerici bir iktidarın
KÖİ kaynaklı haraca bütünüyle son vermek dışında bir seçeneği yok. Türkiye hukuk
sistemine tabi sözleşmelere sahip projelerin kamu yararı gerekçesiyle devletleştirilmesi sadece
siyasal iktidarın iradesine bakarken, şehir hastaneleri örneğinde (ve muhtemelen sözleşme
ayrıntıları kamudan gizlenen başka bazı projelerde) anlaşmazlıklarda uluslararası tahkim
yetkili durumda. Çıkacak uyuşmazlıkların tahkimde çözülmesi kabul edilmiş olduğu için
ancak uzun bir hazırlık süreciyle, sözleşme koşullarının değiştirildiği, şirketler tarafından
kamunun zarara uğratıldığı, kamuya bindirilen borcun gayrimeşru olduğu kanıtlanmalı.

Hazırlık sırasında, şehir hastaneleri binaları, kamusal üretim maliyetleri göz önünde
bulundurularak ve Yiğit Karahanoğulları’nın geçtiğimiz yıl önerdiği üzere karşılığında tahvil
çıkartılarak satın alınabilir. Şehir hastanelerindeki hizmetlerin bir süre sonra kamu eliyle
görülmesi için planlama yapılarak gerekli adımlar atılabilir. Her devletleştirme süreci, ilkesel
olarak çalışanların katılımı ile mal ve hizmet kullananların denetimini öngören bir
kamusallaştırma ve demokratikleştirme sürecinin parçası olarak tasarlanmalıdır. KÖİ
bağlamında, elbette, siyasi irade beyanı ve sürekli bir siyasi seferberlikle yolsuzluk
defterlerinin açılması gerekecektir. Ancak ve ancak bütün kirli çamaşırların, bütün ticari
sırların ortaya döküldüğü ve didik didik edildiği, uzun soluklu ve uluslararası hukuk
mücadelesine hazırlanılarak; bu sözleşmeleri hazırlayan ve imzalayan siyasi yapının
Türkiye’de anayasayı ve yasaları askıya almış olduğu, bu dönemde halkın sırtına bindirilen
yeni borcun kabul edilemez bulunduğu ileri sürülerek KÖİ haracı bütünüyle sonlandırılabilir.

Bahsettiğim çıkış, Erdoğan yönetiminin hizmetkârı olmuş hukukçularla ya da devletin on


yıllardır mülkiyet transferinde aracı olduğunu bilmezden gelen iktisatçılarla gerçekleşemez.
Başta tartışmayı alevlendirmiş bulunan CHP olmak üzere görünürde kitlesel muhalefet
partilerinin tıynetinde bu üçüncü ve zor yolu tercih etmek bulunmuyor. Ancak ne
yapılabileceğini tartışmaya başlamak dahi, “battık, bittik” diyerek gün geçirmekten evladır.
Yük o kadar büyük ki, bu tartışmanın sürmesi kaçınılmazdır.

You might also like