You are on page 1of 30

Bellekteki Boşluk ve 12 Eylül – Masis

Kürkçügil
Masis Kürkçügil’in on yıl kadar önce kaleme almış olduğu bu yazısını 12 Eylül 1980
darbesinin 40’ıncı yıldönümü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.

Yakında otuzuncu yılını dolduracak olan 12 Eylül’e ilişkin kitaplar, programlar,


tartışmalar belki de şimdiden tezgâhlara sürülmüştür.  Daha dün 68’in kırkıncı yılı
anıldı, mülakatlar yapıldı, kitaplar basıldı. Sonra herkes köşesine çekildi. Anmalar,
polemikler arşivlerde zararsız tartışmalar klasörlerinde yerlerini aldılar. Belleklerde
kalan da eski muharipler cemiyetindeki muhabetlerden ibaretti. Okunması elzem
kitapların miktarına ve satışına bakılırsa ilginin hayli gelgeç, yüzeysel olduğu
rahatlıkla söylenebilir.

Hafızayla herkesin farklı bir ilişkisi var ve bu ilişki sanıldığının aksine geçmişten çok
gelecekle ilgili. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında belleklerini tazeleme
ihtiyacı hissediyorlar. Anlamlı tartışmalar, çalışmalar da ancak böylesi bir yeniden inşa
sürecinde ortaya çıkabiliyor.

Geleceği askıya alıp gündelik siyasetin sorunlarına gömülmüş olanlar için geçmiş,
eksik ve yetersiz kalmış deneyimler, mücadeleler olmaktan çıkıp becereksizlikler,
hayalperestlikler ve zevzeklikler alanı haline getiriliyor. Geçmişi yarım kalmış bir altın
çağ olarak tasavur edenler ise menkıbeden menkıbeye geçerken gerçeklikle ilişkilerini
koparıyorlar. Böylece giderek belleklerde çarpıtılan geçmiş, yaşanmamış oluyor. 12
Eylül ne yazık ki –yazık çünkü yaşanılmış olan en önemli deneyim olma özelliğini
hâlâ koruyor– esas olarak bu iki kıskaç arasında kendi gerçekliğine yeniden
kavuşamadan, yani gelecek için anlamlandırılabilecek, yitirilenleri kazanıma
dönüştürebilecek bir çabanın öznesi olmadan “mazi” oluyor.

Geliyorum diyen darbe

Yetmişli yılların ortalarında dünya kapitalist krizi patlak verdiğinde, dünyanın dört
bucağında sosyalist hareket altmışlı yıllarda boyvermiş koşulların hüküm sürdüğü bir
dünyanın sorunlarını çözmekle meşguldü. İspanya’da açılım, Portekiz’de Karanfil
Devrimi, Yunanistan’da demokrasiye geçiş iyimserliği pekiştirirken 1973 yılında Şili
ile başlayan Latin Amerika’da askeri diktatörlükler silsilesi sanki bir kazaymışcasına
algılanıyordu. Demirel kendisinden emin, Ecevit’e (Allende’ye hakaret edercesine)
Büllende yakıştırması yaparken gelecek darbenin kendisini devireceğini belli ki hiç
beklemiyordu.  Latin Amerika’da düşen ibrenin farkında olmayan sosyalist hareket,
Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerindeki kıpırdanmalardan, Çin, Vietnam ve
Küba’nın izinden dünyayı değiştirecek bir kaldıracın peşindeydi.

Rastlanmadık siyasallaşma
12 Mart’ın bitiminden önce, Ekim 1973 seçimlerinde, Ecevit’in mitinglerine yığılan
kitlelerin şahsında, 1961 Saraçhane mitinginden sonra belki de en büyük ve anlamlı
siyasallaşmayla solun kazandığı itibar ve meşruiyet, yıkılmış, dağılmış sosyalist
hareketin de yeniden canlanmasına yol açtı. Kıbrıs harekâtına kadar baskıyla
özdeşleşen ordunun kaybettiği itibar, idamların  “kamu vicdanı”nda mahkum edilmesi,
12 Mart uygulamalarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı huzursuzluk, altmışlı
yıllardan farklı, daha kitlesel, umutlu ve daha deneyimli bir radikalizasyon dalgasını
getirdi. 12 Mart’ın kapıdan kovduğu bacadan girmişti.

Sanıldığı gibi genel afla içerden çıkanların değil dışardakilerin, yeni bir gençliğin,
kadınların, emekçilerin akın akın siyasete koşmalarının ürünüydü bu yeni dalga.

12 Mart’ı, 1905 benzeri bir prova olarak görenler de vardı. Şimdi sıra 1917’deydi.
Ortada bir prova vardı ama elbisenin kimin üzerine prova edildiği atlanıyordu.

12 Mart’ı oluşturan önemli şartlardan biri olan egemen blokun çatırdaması, AP’nin
temsil ettiği iktidar blokunun MNP-MSP (Anadolu tüccarı ve esnafı) ve Demokratik
Parti (tarım burjuvazisi) ile dağılması, MHP’nin güçlenmesi MC türü koalisyonlarla
telif edilmeye çalışılmışsa da, Demirel’in bütün maharetine rağmen bütün bu farklı
partilerin temsil ettiği çıkar çatışmalarını tatmin etmek mümkün olmadığından
“yönetenlerin yönetememe hali” kangrenleşmiştir.

Kitlelerin siyasallaşmasının yükseliş ve düşüşü

Genel olarak solun kazandığı mevziler 1977 Haziran seçimleriyle zirve noktasına
ulaşmıştı. Bu birikimde sosyalist solun enerjisi büyük miktarda Ecevit CHP’sine
akmış, bağımsız sosyalist bir alternatif oluşturulamamış ve sosyalist hareketler de en
yakınında bulunanlarla “ideolojik” hesaplaşmalarını tamamlamamışlardı. Seçimlere
giren sosyalist kesimlerin aldığı oylar devede kulak kalırken, bir katsayı kullanarak
girmeyenlerin de hali pür melali hakkında bir fikir edinilebilirdi. Bu seçimlerde
MHP’nin de bir milyonu aşan bir oy alarak kendi rekorunu kırıdığı eklenmelidir. 1973
yılında siyaset sahnesinde yerini alan MSP’nin kalıcılığı da tescil edilmiş oluyordu.
Bir diğer husus yerel seçimlerde Diyarbakır’da sosyalist bir grubun temsilcisi olarak
Mehdi Zana’nın seçimleri kazanmasıydı. Dolayısıyla radikalizasyon, oldukça çok
yönlüydü.

Sermayesinin saldırısına karşı, demokratik haklar için mücadelede emekçilerin en


önemli örgütü DİSK ise CHP’ye hayırhah davranırken kendi içinde iktidar
mücadelesine girerek, bir kaç yılda hesapta olmayan bir biçimde güç kaybedecekti.

Bugün 12 Eylül’e açılan çatışmaların, mücadelelerin (kimilerine göre komploların) bir


ayağı olarak sunulan tablonun önemi ne olursa olsun belirleyici unsurlar kitle
dinamiğine bakarak çıkarılabilir. Bu açıdan 1 Mayıslar bir mihenk taşı olarak
görülebilir. 1976 olaysız ilk 1 Mayıs, solla dirsek teması olan bütün emekçilerin,
yurttaşların yüzünü güldürürken, 1977 1 Mayıs’ı derin soru işaretleri ortaya
koymuştur. Felakete karşı özsavunmayı sağlayacak olan nedir? Siyasetin “olağan”
kanallarının dışına çıkıldığında güç ilişkilerinde emekçilerin konumu alabildiğine
elverişsizdi.

1 Mayıs 1977 katliamı simgesel olarak, sosyalist soldan çok daha fazla işçi sınıfının
sendikal alanda güçlenmiş olmasına yönelikti. Ayrıca benzer bir komplonun Ecevit’e
yönelik olarak da gündeme geldiği bilinmekte. Bu tarihler aynı zamanda yetmişli
yılların ortalarında başgösteren dünya krizinin sonucu, dünyanın dört bucağında
topyekûn olarak işçi sınıfının fiziki varlığına ve moral kazanımlarına saldırının
başlatıldığı tarihlerdir.

Bir ay sonra yapılan genel seçimlerde Ecevit CHP’si oylarını en üst seviyeye
çıkartmış, tek başına iktidar olmayınca devşirdikleriyle bir koalisyon hükümeti
kurmuştur.

Dönemin bir diğer önemli olayı DİSK içindeki iktidar mücadelesinin 1977 Ekiminde
yapılan kongrede, Türk-İş’den gelenlerin ağırlıklarını koyarak yönetimi ezici bir
çoğunlukla ele geçirmeleridir. Bundan böyle bir tür iki başlı bir DİSK’ten söz
edilebilirdi.

Üçüncü 1 Mayıs’a (1978) insanlar 1 Mayıs 1977’de katledilenlerin anısına saygı


göstererek aynı heyecanla olmasa da kitleler halinde katıldılar. 1977’den farklı olarak
kürsünün manüplasyonundan uzak düzenlemede siyasal grupların ağırlığı başından
itibaren kendini gösteriyordu.

Kitle hareketinin eğrisi yükselmiyordu ama henüz bir düşme eğilimi de göstermiyordu.
1978 yılı bu açıdan her kesim için kritik bir yıldır. Düzen güçleri için de, sosyalistler
için de sendikalar için de henüz fırsat vardı. Ancak tarih hızını artırırken, herkes
yaşanan günler ebediymişcesine büyük bir iyimserlikle kendi ritmine umut bağlamıştı.
Yaklaşan felakete karşı, kazanımların savunulması için ortak bir mücadeleyi
tasarlamak yerine, bir diğerinin yaşama alanını daraltarak kendini genişletme çabası
sürdürülüyordu.

Yıl sonunda Kahramanmaraş’ta yüzü aşkın insanın katledilmesiyle sonuçlanan olaylar


artık bir dönemin sona erdiğini göstermektedir. Ecevit hükümeti durumu
denetleyememekte, zemini kaymakta ve yamalı bohça hükümetinin itibarı
zedelenmektedir. Artık 12 Eylül’e uzanacak bir sıkıyönetim dönemine girilmiştir,
yetkiler orduyla paylaşılacaktır.

1979 1 Mayıs’ı bu açıdan anlamlı bir tarihtir. DİSK yönetimi 1 Mayıs alanı diye ilan
edilen Taksim’de kutlamaların yapılması için ısrar etmiş, izin verilmediğinde de
elinden geleni yaptığından hoşnutken, DİSK’ten geçici olarak ihraç edilen sendikalar
TKP güdümündeki Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in sözcülüğünde İzmir’de
kutlamaları yapmışlardır. İkinci bir kutlama yine İzmir’de sol gruplarca yapılmıştır.

Özetle 12 Eylül’den, 24 Ocak’tan önce başlamış olan güç ilişkilerinde emekçiler


aleyhine hemen hemen her düzeyde belirgin bir gerileme sözkonusuydu. 1980 yılı
başladığında artık giderek güç kaybeden sendikalar ve genel olarak sol, savunma
mevzileri inşa etmekten de aciz kalıyordu. Tariş gibi kimi artçı olaylar bir yükselişin
belirtisi olmayıp gecikmiş ortak mücadelenin anlamını tarihe geçirirken, kaybedilenin
yerine yenisi koymak artık imkânsız hale gelmişti.

Darbenin şekillenmesi

1979 Ekim ara seçimlerinden sonra CHP’nin hükümetten çekilmesiyle Demirel büyük
bir hevesle kolları sıvıyordu. Oysa parlamenter sistemi askıya almak için koşullar
fazlasıyla oluşmuştu. Yalnızca yıllardır süren yukardakilerin yönetememesinden ötürü
değil, uluslararası koşullar, NATO’nun bölgedeki dayatmaları açısından da.

İran Şahı’nın devrilmesi, Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi Türkiye’de sıkıyönetim


altında da olsa pamuk ipliğine bağlı bir parlamenter sistemin sürmesini imkânsız
kılıyordu. Hükümetin Amerikancı olması, herhangi bir güvence oluşturmuyor,
destekçisi MSP’nin Dışişleri bakanının düşürülmesinde oynadığı rolün de gösterdiği
gibi olayların hızlı aktığı bir dönemde yeterince zaman kaybedildiğinden hareketle
sistemin ipi çekiliyordu.

Bütün bu hengâmede Cumhuriyet tarihinin en çetrefil mücadeleleri yürütülüyordu.


Ancak bütün bunlar kitlelerin siyasetten çekildiği bir ortamda artçı mücadelelerle
sınırlı kalıyordu. Celal Bayar “bu kış komünizm gelecek” gibisine bir kehanette
bulunduysa da  sosyalist hareket tüketici bir siper savaşını dönüştüremedi. 12 Eylül
derbesi olduğunda etraf sanki süt liman oldu bir anda. Darbeciler bile hazırlıklarını
çatışmaların sürmesi, bir direnişin olabileceği ihtimali üzerine yapmışlardı.

12 Eyül döneminde tutuklananlar, hapsedilenler, mahkum edilenler, öldürülenler,


fişlenenler, işten atılanlar vb. listesi, sınıf kini katsayısı ile bakılmadığında çatışmanın
düzeyine göre abartılı görülebilir. Ancak anılan dönemde kurulu düzen ilk kez ihtimal
olarak bile olsa ölümlü olduğunu fark etti. Reaksiyonun ağırlığının önemli bir nedeni
budur.

Ya sonra?

12 Eylül’ün yarattığı tahribatı anlamak için rakamlara bakarken gözden ırak


tutulmaması gereken husus, bütün bu baskının “ideolojik” içeriğidir. Şairin “onlar
umudun düşmanıdır” demesine nazire olarak denebilir ki onlar daha güzel bir dünya
için verilmiş mücadelelerin belleğini yok etmeye çalışmışlardır ve büyük miktarda
başarıları da buradadır.

12 Eylül tasfiye olmadan, sözcüsü gibi kendi ömrünü doldurdu. Bu anlamda toplum,
12 Eylül’den kurtulamadı ve artık 12 Eylül’le hesaplaşma imkânını da yitirdi.
Hesaplaşma, herşeyden önce bir intikam sorunu olmayıp, yaşananların bellekte
yeniden oluşuturularak gelecek için alarm zillerinin çalınması anlamına geliyor. Belki
de bunun için örneğin Beynelminel, Eve Dönüş gibi filmler, kimileri için çok daha ağır
olan olaylardan çok daha fazla geniş kesimlerin belleğine sarsıcı kayıtlar düşüyor.
Kurban şu veya bu örgütün bir üyesi veya sözcüsü değil içimizden biri, kısaca
sokaktaki vatandaş olarak belirince durumun vehameti çok daha açık bir hal alıyor.
12 Eyül’le ilişkideki kopuş tarihimizin bir dizi konusu için de geçerli. 1908’in 100. yılı
anmasında bunu tüm açıklığıyla gördük. Öte yandan Kürt meselesinden, Ermeni
meselesine veya işçi hareketinin ve sosyalist hareketin tarihine ilişkin bütünlüklü bir
bellek olmadığından köhne dünyadan özgürleşime ilişkin bilincimizde sakatlıklar,
kesiklikler oluyor ve bu da eylemimize, yaşadığımız hayata yansıyor. Ancak tarihle
ilişkideki bu kopukluk bize has değil.  İspanya İç Savaşı gibi insanlık tarihi açısından
dramatik bir olay ancak on yıldır kendi ülkesinde bilince çıkmakta. Bu da özgürlük ve
eşitlik mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası.

(Bu yazı Mesele dergisinin Eylül 2009 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)


Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – I:
Geçmişin Şiirselliği Şart mıdır?-Masis
Kürkçügil
Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12
Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini
programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı
bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine
sunuyoruz.

Giriş: Geçmişin şiirselliği şart mıdır?

Altmışlardan bugüne 12 Mart ve 12 Eylül’de darbelere maruz kalan sosyalist hareket,


80’den bu yana çeyrek yüzyıldır toplumun güç ilişkilerinde anlamlı bir alternatif inşa
edemedi. Genel olarak sınıf ve toplumsal hareketlerin ağır bir durgunluğa sürüklendiği
bu dönemde, sosyalist hareketin derlenmesinin önünde nesnel gerçeklikten
kaynaklanan bir dizi engel sayılsa da bunları öne çıkarmak bir noktadan sonra
kaderciliğe uzanabilir. Yenilenmenin, canlanmanın belirtilerinin uzağında, neredeyse
yarım yüzyıla yaklaşan yakın tarihin değerlendirilmesinde kullanılacak ölçütlerin de
pek sağlam olamayacağı açıktır. Çünkü geçmişin kıymeti harbiyesi kitle hareketinin
yeni bir yükselişinde anlaşılabilir. Ancak zaman zaman geriye dönüp bir tarihsel bellek
oluşturmak da bu canlanmanın mütevazı gereklerinden biridir.

Gelecekteki mücadeleleri besleyecek geçmişteki deneyimlerden dersler çıkarmak esas


olarak yine bir gelecek tahayyülü-tasavvuru ile birlikte yapılması gereken bir işlemdir.
Ortak bir gelecek tahayyülüne sahip olmayanların ortak bir bilançoya bağlanması da
beklenmemelidir. Bir başka ifade ile nihai hedefle bugünkü mücadeleler arasındaki
bağlantıyı kuracak programatik bir yaklaşımla tarihsel bir zemin sağlanabilir.

Programatik bir yaklaşım, hem genel bir döküm çıkarma hem de belli bir hareketin
doğrulanması, geleceğinin güvencede olması babında yürütülecek çabalardan çok daha
farklı bir eksende tartışmayı gerektiriyor: Nasıl bir sosyalizm tasarlanmaktadır ki buna
göre sahip çıkılacak miras eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulabilsin?[1]

Geçtiğimiz beş yılda böylesi bir çerçeve oluşturmak için uluslararası düzeyde oldukça
anlamlı deneyimler yaşanmıştır. Programatik düzeyde çoğulcu, feminist, ekolojist,
aşağıdan dolayısıyla demokratik, farklı toplumsal alanların ortaklaştırıldığı bu
hareketlerin sektarizmden ve dogmatizmden uzak, büyük miktarda ortak bir yürüyüş
içinde olduğu söylenebilir. Bunun dışında sosyal demokrat veya Stalinist geleneksel
sol çeşitli biçimlenmelerle yer yer köhnemiş varlığını sürdürmüştür. Ancak Latin
Amerika’da öne çıkan hareketlere bakıldığında kıtanın tarihinde zaten önemli bir yer
bulmayan Stalinist hareketlerin herhangi bir gelişme kaydettikleri görülmemektedir.
Ayrıca genel olarak umut vaat eden hareketlenmelerin siyasal partilerden çok veya
onun yanı sıra, sendikal ve toplumsal hareketlerdeki yeniden yapılanmalar olduğu
unutulmamalı. 

Sosyalist hareketin kat ettiği mesafeyi değerlendirebilmek için her zaman olduğu gibi
aşağıdakilerin, kimine göre parçalanmış, ancak bir başka açıdan çeşitlenmiş olan
mücadele alanlarında ne gibi faaliyetler sürdürdüklerine bakmak gerekecektir. Tarihin
pek bereketli olmadığı dönemlerde teori imalatıyla boşluğun giderileceği zehabına
kapılanların sesi biraz fazla çıksa da nihayetinde doğru düşüncelerin yeni mücadeleler
içinden filizlendiği her daim kendini gösterir. Yani kimi aklı evvellerin masa başında
pir aşkına ürettikleri teoriler değil, nesnel gerçekliğin uğradığı değişimlere karşı yeni
muhalefet biçimlenmelerinin elde ettiği kısmi başarılar, kazandıkları mevzilerle öne
çıkan meselelerdir teorinin yenilendiği alanlar. 

Sosyalist hareketin bir vahiy gibi inmeyip zorlu toplumsal mücadelelerin içinde
kendini inşa ederek geliştiğini hatırlarsak, herhangi bir toplumda sosyalist hareketin ve
düşüncenin kökleşmesinin zaman zaman öne çıkan mücadeleler veya
azımsanamayacak düşünürlerin zuhuruyla sınırlı olamayacağı, bu mücadele ve
düşüncelerin bir siyasal partide billurlaşması gerektiği eklenmelidir.

Yaşadığımız toplumdaki deneyimlerin küçümsenmeden değerlendirilmesi pıtrak gibi


ustanın peydahlandığı veya ikide birde devrim eşiğine gelindiği sanısını
uyandırmamalıdır. Uluslararası yazında adı anılan bir Marksist düşünürümüz yoktur.
Teorinin nisbi özerkliği gereği bu Allah’ın bir emri olmayıp gerekli koşulların yan
yana gelmemesine bağlanabilir. Oldukça kesintili sosyalist tarihimizde siyasal olarak
anlamlı, kitlelerin zihnine nakşolan ve onların özgürlük mücadelesinde rehber bir
hareket de olmamıştır. Tabii ki herkesin kendi penceresinden azımsanmayacak
mücadeleler olmuştur, ancak burada söz konusu olan kendi cenahındakine değil
sıradan insanlara bir anlam ifade eden mücadelelerdir. Tarihsel belleğin en diri ve
anlamlı öznesi olan işçi sınıfı ile emekçiler arasında sözünü ettiğimiz türden siyasal;
hatta gelişkin bir sınıfsal bilinç bulunmadığı gibi en basitinden sendikal bilinçte bile
bir kötürümleşme söz konusudur (işçi sınıfının siyasal bilinci, yani kendi tarihi
çıkarları için mücadele bilinci neredeyse hiç oluşmamıştır, sendikal bilincin zorlanıp
sınıfsal bilincin belirdiği günler için ise paradoksal olarak daha radikal gibi görünen
75-80 dönemi değil, altmışlı yıllar gösterilebilir).

Yeni mücadelelerin taşıyıcısı olacak genç kuşakların ille de geçmişe ilişkin tam
teşekküllü bir defter tutması gerekmez. Ancak mücadelelerini tarihselleştirmek için
geleceklerini üzerine temellendirecekleri bir geçmiş, bir deneyim birikimine ihtiyaç
duyarlar. Bu ihtiyaç dayatmalarla, baskı ve zulüm görenlerin yaşadıklarını öne
çıkararak, şehitleri bayrak yaparak giderilemez. Kendi kendini konsolide etmenin bu
manevi unsurlarının toplumsal karşılığının bulunmadığı, çeşitli hareketlerin
şehitlerinin adları etrafında yürütmeye çalıştıkları siyasetin kendisiyle sınırlı
kalmasından anlaşılabilir. Bu açıdan geçmişimizde kimi toplumlarda olduğu üzere
geniş kitleler için bir tür programatik ifadeye sahip olan Zapata, Sandino, Bolivar,
Marti, Che gibi simalar ortaya çıkmamıştır. Bu tür simgeselleştirmeler herhangi bir
çevre değil sokaktaki insanlar tarafından içselleştirildiğinde politik bir anlam ifade
eder. 
Geçmişle gelecek arasındaki ilişki netamelidir.[2]Hiçbir mücadeleye sıfırdan
başlanılmadığı, tarihte asla beyaz sayfanın açılmadığı, dünyanın efendilerinin
birikimlerinin karşısına bin yıllardır sürdürülen bir özgürlük mücadelesinin birikimi ve
bir gelecek tasarımıyla ancak çıkılabileceği unutulmamalıdır.

Kimisinin Orta Asya’ya, kimisinin otuzlu yılların Stalinizmine yönelmesi kendi


[1]

gelecek tasarımlarıyla oldukça tutarlıdır.

“Marx’ın Onsekiz Brumaire’de yazdığının aksine, ‘geçmişin şiirselliği’ olmadan


[2]

geleceğin düşü de olamaz” der M. Löwy. Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı yay.
s.168. 

II. Bir Toplumda Marksizmin Filizlenmesi

Marksizmin bir ülkede filizlenmesinin beş şartı veya on emri keşfedilene kadar onun
kendi oluşumuna, kaynaklarına bakma ve oradan bir çıkarsama yapma kolaycılığı
devam edecektir. Aslında bu çerçevenin başlangıç olarak çok anlamlı olmakla birlikte
bir dizi ülkedeki gelişmeyi açıklayacak bir model olmadığı kesindir. Yine de kısaca
Rus, Çin, Hindiçini, İtalyan, Latin Amerika ve Amerikan (vbg.) Marksizmlerin
hikâyelerine göz atmak gerekir. [1]

Sömürgelerde, metropol ülkelerdeki Marksist hareketten etkilenme, ABD ve Latin


Amerika’da göçmenlerin taşıdığı sol düşünce veya Jose Carlos Mariategui’yi de
beslemiş olan dış ülkelerdeki geziler ille de otantik olmayan, taklitçi bir Marksizmin
oluşmasına yol açmamaktadır. Latin Amerika Marksizminin kurucusu addedilebilecek
Perulu Mariategui’nin 1920’lerde İtalya’da işçi konseylerinin yanı sıra pek
doğrulanmayan bir iddiaya göre de Sovyetlerdeki Müslüman komünizmden etkilendiği
söylenir[2]. Mariategui’yi bugün için de anlamlı kılan görüşleri yani hem yaşadığı
topraklardaki toplumların tarihine hem de emperyalizm çağında sınıflar
mevzilenmesine, buradan hareketle de devrim stratejisine ilişkin özgün görüşleri belki
de saf proleter bir hareketin “gelişmediği” ülkelerde Marksist düşüncenin ille de sınıfta
kalması gerekmediğinin bir göstergesidir.

Sağda Perulu Marksist Jose Carlos Mariategui


Düşünsel bir hesaplaşma, toplumda kendinden önceki siyasi akımların, hâkim
ideolojinin çapıyla da derinlik kazanmaktadır. Ancak “burjuva-aydınlanma”
düşüncesinin batıdan silik kopyalar olarak ihtiyaca ve bazen keyfe göre taşındığı bir
ülkede böylesi “ilerletici” bir hesaplaşma da mümkün olmamıştır. Rus popülizminin
zerresi gözükmezken Çin’deki muhafazakâr kesimlerde beliren Batı karşıtlığından
hareketle durum vaziyeti kavrama çabasına da rastlanmamıştır. Öte yandan geniş
anlamıyla halk sınıflarının gündelik mücadele birikimlerinden hareketle bir hat
çizilmesi için de gerekli malzeme oluşmamıştır. Her ne kadar XIX. Yüzyıl sonu ve
XX. yüzyıl başlarında bir işçi hareketi oluşmuşsa da bu tarih –her ne demekse–
“azınlıklar”a ait olduğundan tarihten silinmiş ve sonradan gelenlerce de makbul
addedilmemiştir. Hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı sanki ortada sıkı bir Leninist parti
varmışçasına azınlık solcularını Bundçulukla suçlayabilmiş, lakin ömrü boyunca o
kapsam ve çapta bir hareketin içinde olmamıştır (aslında bu suçlama Bund hareketi
hakkında hiçbir şey bilmediğini ve de bunu Lenin’den bir suçlama sözcüğü olarak
aldığını göstermektedir).[3]

Ekim Devrimi’nin kendinden önce var olan sol hareketler üzerinde etkisi olduğu gibi
solun adının bile geçmediği kimi ülkelerde bir dalga yarattığı bilinmektedir. Ancak
bunların genel olarak birer kopyadan ibaret olmayıp kendi gerçeklikleri üzerine oturan
hareketlerin nisbi bir özerklik kazandığı eklenmelidir. Türkiye sosyalist hareketi
açısından böylesi bir özerkleşme kapasitesi söz konusu olmadığı gibi Ekim
Devrimi’nden nasiplenme babında alınan dersler de alabildiğine üstünkörü olmuştur.
Çinli genç devrimcilerin Sovyetlerde eğitimleri sırasında oldukça radikal eğilimleri ile
neredeyse birer aygıt insanı olarak yetişen TKP’lilerin mukayesesi çarpıcıdır. Bu
açıdan altmışlı yıllara kadar politik tartışma ürünleri neredeyse yirmili yılların ilk
yarısının Aydınlıkyazıları ve otuzlu yılların (özellikle Kerim Sadi ve Dr. Hikmet
Kıvılcımlı) birkaç risalesi ile sınırlı kalmıştır. Dr. Hikmet’in yine aynı dönemde
kaleme aldığı ancak ölümünden sonra, terekesinden çıkartılan ve yaşamında kendisinin
asla kullanmadığı Yol dizisi ise özgün olmaktan ziyade uyarlama çabalarından
ibarettir. 

Yirmiden altmışlara fikir düzeyinde dünya sosyalist hareketinin yaşadığı çatışmalar,


mücadeleler, tartışmalar neredeyse zerre kadar bir iz bırakmamıştır. Sosyalizmin
hayati sorunlarında (örneğin İspanya İç Savaşı’nda) otantik bir sese rast gelinmedi.
1935’de Komintern’in feshinden önceki son kongrede yönetim kademesinde bulunan,
kendi ülkesinde tam olarak ne yaptığı belli olmayan Dr. Şefik Hüsnü, partisi yukarıdan
kapatılırken hangi güç ilişkileri içinde ve ne adına Komintern’de bulunduğunu bizzat
kendisi sorgulamış olmuyor muydu? Ne kadar ilginçtir ki kendi partilerini dünya
sosyalizminin ulvi çıkarları adına tasfiye edenler Nazım’ı da Troçkist diye itham
etmekten geri kalmıyorlardı! Böyle bir durumda örneğin Moskova Mahkemeleri’nin
etik ve siyasal olarak nasıl bir etki yarattığı sorusu bile abes kalmaktadır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı


Türkiye komünist hareketi kraldan fazla kralcı bir tutumla “uluslararası komünist
hareketin” Kâbe’sini izlemiştir. Stalinizm eleştirisinin en geç ve hatta neredeyse sırf
laf olsun diye başladığı ülkenin Türkiye olmasını bu “eski” ve “en eskiler”e borçlu
olduğumuzu unutmayalım. Yaratıcı bir Marksizmin zerresi gözükmezken klasik
sosyalist birikimi aktaracak veya canlı tutacak bir çaba da söz konusu değildir.
Polemiklerin ne kadar kişisel ne kadar meseleye ilişkin olduğu da tartışmalıdır.

Bir ülkedeki sosyalist hareketin evrenselliğinin bir ölçütü de kendi toplumunda


dönüştürücü bir güç haline gelmesiyse bir diğeri de kendini uluslararası ölçekte ne tür
bir yörüngeye oturttuğudur. Yirmili yıllarda Komünist Enternasyonal’in prestiji her ne
kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi deneyim ve düşünsel birikimi gölgede bırakmışsa
da devrimin önderleri aslında bu savaş öncesi dönemin mirasçılarıydılar. Onların ne
tür bir zihnî dünya içinde yetiştiklerini atlayanlar dönemin bütün derslerini bir tür
Ekim devrimi el kitabına (sonunda da bütün külliyatı Leninizmin İlkeleri’nin üstün
körü bir okumasına) indirgeyerek Marksizmi iğdiş etmişlerdir. Böylece emperyalizm,
ulusal sorun, strateji meselesi, sendika ve parti ilişkisi ve hatta toplumsal formasyon
gibi konular bu tartışmaların asli unsuru olmayan Stalin’in uygun gördüğü bir
çerçeveye oturtulmuştur. 

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi altmışlı yıllarda geleneksel solun iki kanadı
(Stalinizm ve sosyal demokrasi) arasında kâğıt üzerindeki farklılıklar ne olursa olsun
yöneliş ve siyaset yapma tarzı açısından hemen hemen fark kalmamıştı (zaten birçok
ülkede otuzlu yılların ikinci yarısından itibaren geleneksel solun iki kanadı ya
kavuşmuş ya da yakın ittifaklar içinde olmuşlardır). Bu durumda Marksizmin kendisi
rafa kalkmış ve realpolitik uğraşlar gündemi kaplamıştır. 

Altmışlı yıllara gelindiğinde Türkiye solunda genel olarak hâkim olan, batı
Avrupa’daki kimi partilerin kurumsal çerçevede yürüttükleri faaliyetler ile
azımsanmayacak sendikal ve seçim başarılarına paralel görüşlerdir. Derin bir
yenilenme ihtiyacı olmadıkça aslında kaynağa, yani doğrudan temel eserlere yönelmek
de ancak meraklısının derdidir. Bu açıdan altmışlı yıllarda sosyalistlerin bilinci hem
bir yandan zaten memlekette bir zamanlar var olmuş bir mücadelenin devamı
(Kemalizm) ve hem de kurumsal çerçevede ulaşılabilecek olan hedeflerdir.  

Michael Löwy’nin Latin Amerika Marksizmi, Belge yay -Fransızcasında kapsamlı bir


[1]

antoloji bulunmakta-; Pierre Rousset, La Révolution Chinoise içinde (Cahiers d’études


et de recherches, IIRF, 1986) özellikle Marksizm ve Doğu adlı üçüncü bölüm; genel
bir bakış için Stuart Schram ve Helene Carrère d’Encausse’un Asya’da Marksizm ve
Milliyetçilik, Yön Yayınları, 1966.

Benningsen-Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliği’nde Milli Komünizm,


[2]

Anahtar kitaplar, , s. 140.

Devralınan Miras

TİP’in kuruluşu veya bir yıl sonra Mehmet Ali Aybar’a teslim edilmesiyle başlansa da
önceki dönemlerden edinilen bir miras var. Ancak bu mirasın herhangi bir kitlesel
karşılığı bulunmamakta. TKP ve onun dışında veya çevresinde gelişen solun
toplamının encamı 1951-52 tutuklamalarında belli olmuştur. Bundan sonraki tek açık
girişim olan Vatan Partisi ise daha da sınırlı bir çevreye hitap etmiştir. Dolayısıyla
miras ne kadarsa o kadar ancak düşünsel düzeyde geçerlidir. Bunun bir diğer anlamı
TİP’in kuruluşunda, işçi sınıfı içinde kendi bayrağı altında bir mücadele deneyimine
sahip bir kesimin olmaması, kuruculardan da anlaşılacağı üzere bir tür sendikalist
eğilimin siyasallaşmasıyla sınırlı kalındığıdır, yani sınıfın siyasallaşması değil
sendikacıların siyasete merak sarması söz konusudur. 

Solun zihniyet dünyası ise esas olarak sosyal adalet ile sosyalizm arasında sıkışmıştır.
Sosyalizme popülerlik kazandırma kaygısının yanı sıra, örneğin Aybar’ın Demokrat
Parti listesinden bağımsız aday olmasının da gösterdiği üzere İnönü’cü olmayan ancak
Kemalizm’in bir tür ilericilik olarak nitelendirildiği hatta yer yer anti-emperyalist ve
de anti-kapitalist olarak kabul edildiği bir zihniyettir bu. DP’nin kuruluş aşamasında
kendini CHP’nin solunda gördüğü kesin. Bazı TKP’lilerin Zeki Baştımar’ın izniyle
DP’ye girdiği söylenir (Mihri Belli ise Şefik Hüsnü’nün DP’nin geleceğini önceden
gördüğünü belirtmekte). 

Kemalizmin sosyalizm yolunda hayırlı bir adım olduğuna dair görüşlerin, genel olarak
altmışlı yıllardaki cuntacılara veya asker sivil aydın zümre ile teşrikimesaiye meraklı
kesimlere yakıştırılmasına karşın Behice Boran gibi Marksizm konusunda Aybar’a
göre daha ortodoks kabul edilen birinin de benzer bir görüşe sahip olması kayda
değer[1].  

1960 darbesinden sonra farklı kanallardan öne çıkan eskilerin üçünün de (Dr. Hikmet,
Belli ve Aybar) birer risale/çağrı ile darbecilere yol yordam göstermeye yeltendikleri
hatırlanırsa Aybar dahil olmak üzere aşağıdan olmaktan ziyade yukarıdan bir gelişme
umudunun ancak ve ancak taşındığı söylenebilir. Aybar’ın sonraki gelişimine ters gibi
gözükse de bu yukarıdan ve devletlu sosyalizm türü bilindiği gibi aslında Marx’a değil
Ferdinand Lassalle’a aittir. Yani yukardan, devlete akıl fikir vererek kazanımlar elde
etme…

Mehmet Ali Aybar Mustafa Kemal’den uzun alıntılarla şu sonuca varmaktadır: “Tüm
[1]

bu sözler fikir alanında solculuktur. Bu yolda izlenecek politika, sol bir politikadır…
emperyalizm ve kapitalizmle savaşmayı ulusça kurtuluşumuz için şart sayan…” (TİP
Tarihi, cilt I, s.138). Daha açıkçası “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir
ideoloji…”

Dolayısıyla dönemin Kemalistleri gibi kaybolmuş bir altın çağın bulunmasına yönelik
olmasa da zihnen bir kopuşu değil kesintiye uğramış bir gelişmeyi yeniden başlatma
perspektifi söz konusudur.

Behice Boran, 1968’de yayınlanan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabında:


“Kurtuluş Savaşı yıllarında ve hemen sonraki devrede aşağı yukarı Atatürk’ün
ölümüne kadar, yönetici kadro, emperyalizme –dolayısıyla kapitalizme– ve
merkeziyetçi bir derebeylik niteliğindeki Osmanlı yönetimine ve geleneksel toplum
düzenine karşı verdiği mücadele sonucunda, varabileceği en ileri ideolojik noktaya
vararak devrimcilik, halkçılık, sonra da lâiklik, devletçilik ilkelerini ortaya attı. Bu
ilkeler, kavramların gerçek anlamları incelenip tespit edilerek, birbiriyle ilişkin olarak
sistemleştirilebilseydi, sosyalizme varacak bir ideolojik çerçeve meydana gelirdi.” s.
21; Ancak bundan bir yıl sonra Emekdergisinde “Bürokrasi Üzerine Tartışmalar”
yazısında Behice Boran hem Avcıoğlu hem de Aybar hem İdris Küçükömer’le arasına
bir mesafe koyarak, Kemalizm’den “o şartlarda ilerici ve devrimci hareketler” diye
bahsederek bir sınırlamada bulunur. -16 Haziran 1969.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-IV:


27 Mayıs ve İşçiler –
27 Mayıs 1960 ve İşçiler

Toplumsal alanda yansıması olan herhangi bir düşünsel birikim veya eylemin olmadığı
bir dönemin ardından altmışlı yıllarda sosyalist hareketin kendi mücadelesinin ürünü
olmayan ancak kendisine de bir milat yaşatanın ne olduğu tartışmalıdır. Yaygın kanı
27 Mayıs ve 1961 Anayasası’nın nisbi özgürlük ortamıdır. Öznesi belirsiz bu tespit
sonunda iyi sıhhatte olsunlar’ın işçi sınıfının önünü açtığına varabilir. Partiler
düzeyinde on yıl boyunca CHP-DP neredeyse oyları paylaşmış ancak ekonomik ve
toplumsal gelişme sınıfların mevzilenmesinde anlamlı değişikliklere yol açmış
(altmışlı yılların hemen başlarında bu gelişmeler daha da hızlanacaktır), bunun
sonucunda nesnel gerçeklikte bir önceki dönemle kıyas kabul etmez bir değişim
yaşanmıştır. Bu yeni malzemeyle birlikte geleneksel devletlu kesimlerden ve
“gelişmekte olan” burjuvaziden açıkta kalan kesimlerin tarih sahnesine çıkışı
gerçekleşmiştir. Buna uygun olarak aydın taifesinde de klasik TKP çizgisinden farklı
batıdaki sosyal demokrat gelişmelerden de etkilenmiş yarı yolda bir entelijansiya
oluşmuştur. Bu entelijansiya bir miktar üniversite hocası, gazeteci ve yazar çizerden;
doğrudan doğruya sınıfın meselelerinden hareketle değil devlet planlama teşkilatı
uzmanları formasyonuna sahip, ülkenin meselelerine vakıf kişilerden oluşmaktadır.

İşçi sınıfı ise bu saflaşmada ağırlıklı olarak DP’nin arkasındadır. Menderes’in 1 Mayıs
1960’da işçilerin bayramını kutlaması tarihsel bir ironi olarak hatırlanabilir.

Altmışlı yılların daha başlarında Saraçhane yürüyüşü ve Kavel greviyle sınıfın paldır
küldür sahneye girişine tanık olunur. Sendikacılar bir büyüme döneminde, kendilerini
mesleki kaygıların ötesinde bir toplumsal konum içinde bulmuşlardır. 

Toplumun tarihiyle bir sol tarih anlatılacaksa, altmışlı yıllardaki siyasallaşmayı


yalnızca kimilerinin öne çıkardığı üzere 27 Mayıs’ın nisbi özgürlük ortamında değil
daha derinden birtakım gelişmelerin söz konusu olduğu dönüşümde, işçi hareketinin
oluşumunda aramak gerekecek. Ancak “önce kelam vardı” idealist yaklaşımı egemen
olduğu için sosyalist hareketin oluşumu emekçilerin gündelik hayatındaki
değişimlerde değil yukarıdan ve oldukça tartışmalı “hayır”larda aramak gelenek haline
gelmiştir. Sınıfın kendi iç dinamiklerini irdelemek yerine en küçük sektlerin kendi
aralarındaki tartışmalar bile kimi zaman daha önemsenir olmuştur. Örneğin TİP’in
oluşumunda sendikacıların ellerinde kalan partiyi birilerine teslim etmeye karar
verdiklerinde birtakım kişilerden sonra Aybar’a gelmeleri çokça önemsenir. Ama
genel olarak işçi hareketinin yükselişini ve sendikal hareketin önceki dönemlere oranla
itibar kazanmasını, sosyalist solun emekçiler nezdinde göreli olarak da olsa ciddiye
alınmasını TİP’in kurulmasına bağlamak biraz da tarihi tersten okumayı getirir.
Burada dönüşümü yaratan unsur zaten var olan aydınlar ve sendikalar veya onların
buluşması değil işçi hareketinin bir yenilenme çağında oluşudur. 

Sosyalist solun ilginç bir paradoksu, karşı-devrimci diye nitelediği DP ve AP


döneminde yeni bir emekçi kesiminin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yeni kesim tarih
sahnesine kenardan da olsa girerken kendisine bu imkânı veren koşulları “ilerici”
CHP’nin değil DP-AP geleneğinin sağladığı kanısındadır. İkinci bir 27 Mayıs
sevdasında olanların neden işçi sınıfı için pek fazla bir şey ifade etmediğini anlamak
için, bu kesime göre bunun ileri bir adım değil geriye dönüş olduğu akıldan
çıkarılmamalıdır.

Yarım kalmış bir 27 Mayıs’ı tamamlama, askerlerle birlikte siyaset yapma eğilimi
aslında tarihin yanlış okunmasından da kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs’ın herhangi bir
ulusalcı, anti-emperyalist yanı olmayıp kapitalist sistem içinde patlayan lastiğin
değiştirilmesinden ibaret olduğu atlanıp, ona olmadık değerler vehmedilince –üstelik
bunlar solda envaı çeşit oportünist ve revizyonist avının sınıf mücadelesinin başlıca
uğraşı olarak görülürken– yeniden milli mücadele gibisine yeniden darbeye
yönelinmiştir. Bu tür bellekte Yakup Cemiller, Enverler ve yakın zamandaki
Aydemirler referans noktası olurken nesnel gerçeklikteki değişimler –hem de ülkenin
tarihinde sınıflaşmanın en çok hızlandığı bir dönemde– es geçilmiş ve hatta büyük bir
başarı ile görmezden gelinmiştir.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-V:


TİP’in Kuruluşu –
27 Mayıs sonrasında solun yeniden şekillenmesinde, geçmişten devraldığı miras
oldukça eşitsizdir. TKP geleneksel önderi Şefik Hüsnü’yü kaybetmiştir, merkezi
denebilecek herhangi bir yapılanma söz konusu değildir. Bu kesimden gelen Dr.
Hikmet ve Mihri Belli ayrı ayrı birtakım fazla yankı uyandırmayacak yayın
faaliyetlerine girişir. Doğan Avcıoğlu’nun önderliğini yaptığı ve başlangıçta oldukça
geniş –dolayısıyla oldukça belirsiz– kesimleri içeren YÖN girişimi ise altmışlı yıllarda
siyasal tartışmaların odağı haline gelir. Ancak soldaki örgütsel gelişme sendikacıların
TİP’i kurmalarıyla, bambaşka bir seyir izler. Dönemin ve toplumun tarihinin en büyük
hamlesini oluşturur.

TİP’in oluşumunu 27 Mayıs veya 61 Anayasası’na veya onun sağladığı “nisbi


özgürlük ortamı”na bağlamaya meraklı olanlar varsa da kurucularının sendikacı olması
esas olarak işçi hareketinin dinamiğine bakılmasını gerektirmekte. Şu veya bu şekilde
ellili yılların sonlarında muhalefet tarafından da dile getirilen, ancak daha önceden de
sendikacıların kafasında olan grev ve toplu sözleşme hakkının sağlanması yönündeki
vaatler yeni yönetim tarafından da (MBK) yerine getirilmedi[1].
Bunun üzerine ancak on beş yıl sonra 1 Mayıs’larda görülecek kalabalıkla mukayese
edilebilecek bir katılımın sağlandığı Saraçhane mitingi yapıldı (31.12.1961). İstanbul
Sendikalar Birliği’nin düzenlediği bu mitingin rakam ve talepleri mütevazı görülebilir
(gerçi şimdi hayal gözükmekte), ancak toplumun tarihindeki ilk büyük işçi mitingi
olarak ele alındığında özel bir anlam ifade edebilir (Elinde Türk bayrağı dev bir işçi
resmi “Bizim de sözümüz var!”) Bu mitingin içeriğinin siyaseten dikkate alındığında
oraya kitlenin İstanbul Sendikalar Birliği tarafından toplandığı ve bu birliğin önemli
simalarının da daha sonra TİP kurucusu olacağı atlanmamalı. Ancak bu sendikacıların
dünya görüşünün bir siyasal bilinçten ziyade sendikal bilincin yetersizliğini
yaşamaktan sınıfsal bilince yöneliş arasında bulunduğu söylenebilir. Parti felç
olduğunda Aybar’dan önce kapısının çalınması düşünülen isimlerden birinin Z.F.
Fındıkoğlu gibi bir sağcı profesör olması bile arayışın ne kadar belirsiz olduğunun bir
göstergesidir. 

27 Mayıs sonrasında öne çıkacak olan işçi hareketi ve sosyalist hareket konusunda
herhangi bir belirti bulunmamaktadır. Namlı ve de gedikli sosyalistler büyük miktarda
bir kenarda veya henüz sürgün dönüşündedirler. CHP muhalefetine karşı DP
iktidarının baskılarıyla hızlanan siyasallaşmada sosyalist solun esamisi bile
okunmamıştır. 27 Mayıs’ın akabinde kimi solcular fırsatı değerlendirip risale ve dergi
yayınına girişseler de gelişmelerin kıyısındadırlar.

Aybar nasıl da bir-iki avukatla hayali bir işe girişip sendikacıların bir işçi partisi
kurmakta olduklarını öğrendiklerinde kendi tasarımlarından vazgeçtiklerini anlatır[2]. 

Aybar, Kasım 1960’da Cemal Gürsel’e gönderdiği bir mektubu bir ay sonra Ankara’da
bir basın toplantısıyla açıklar. Gürsel, komünist partiyi uygun görmese de sosyalist bir
partinin kuruluşuna hayır dememektedir. Aybar, demokrasiyi sola kayan bir denge
olarak tanımladığı bu mektup ve basın toplantısı vesilesi ile Sıkıyönetim
mahkemesinde yargılanır. Beş yıla mahkûm olur; temyiz kararı bozar ve sivilde beraat
eder. Yani fikir özgürlüğü en umutlu olanlar için bile sivilde askeriyedekinden daha
fazladır. 

Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Müskirat Federasyonunun başkanlarının giriştiği parti


girişimi hakkında Aybar “Aydınlara karşı adeta alerji duyuyorlardı” derken sağlıklı
sınıfsal bir refleksten ziyade mesleki deformasyona dayanan bir haleti ruhiyeyi dile
getirmektedir[3].9 

Sendikacıların TİP’i ne diye hangi amaçlarla ve nasıl bir dünya görüşü ile kurdukları
önemli. Mehmet Ali Aybar’ın kendi anlatımından meselenin solla pek ilişkisi olmadığı
açık, hatta Aybar’ın sicilli biri olmamasına rağmen başkanlık meselesi uzun
tartışmalara neden oluyor. Üstelik de bir yıllık zaman zarfında parti ilk çıkışından öte
hemen hemen hiçbir gelişme kaydetmemesine rağmen. Sendikacıların alerji duydukları
aydınların katılımıyla parti daha geniş kesimler için bir inandırıcılık kazanıyor. TİP’in
kurucu sendikacılarının tanınmış olmaları bir vakaysa da bu tanınmışlık kendi
alanlarıyla sınırlıdır.
Aybar’a göre “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir ideoloji olduğu için” (s.
138) sendikacılara sosyalizm tarihinden, genel olarak işçi hareketi tarihinden
temellenecek bir program önerisi yerine Mustafa Kemal’in konuşmalarını, özellikle de
Aralık 1921’deki konuşmasını öne sürer. Bu hem onların ideolojik dünyalarına yakın
düşmektedir hem de oldukça meşru bir zemin sunmaktadır. Bu meşruiyet arayışı
sonuna kadar sürecektir. TİP, Anayasa’nın savunucusu ve uygulanmasından yana bir
partidir. Sendikacıların meşruiyete olan mesleki bağlantılarının daha da fazla olduğu
15-16 Haziran olaylarında çok açık olarak görülecektir.

Mehmet Ali Aybar’ın aşağıdan sosyalizme yatkın olduğu izlenimi, aşağıdan


hareketlenmeye yatkın olduğu anlamına gelmez. Bu retoriğin arkasında aslından tam
bir yukarıdan siyaset yapma alışkanlığı bulunmaktadır. Örneğin (s. 125) “1961
Anayasası’nın esprisi bağımsızlıkçı, özgürlükçü, sosyal adaletçi bir halk yönetiminin
kurulması idi. Anayasanın ilkeleri, temel maddeleri, halka mal edilebilseydi, bugün
Türkiye başka bir noktada olurdu.” demekte. Burada kimlerin ne diye böyle bir
anayasa hazırladığı belirsiz, bunun yanı sıra da halkla anayasa arasında bir ast-üst
ilişkisi kurulmakta. 

Sendikacıların parti kurma girişimi TİP’le sınırlı kalmadı, ilkin on TİP kurucusundan
biri olarak seçilen, ancak kendisi üye olmayı tercih eden Türk-İş başkanı Seyfi
Demirsoy bu kez Çalışanlar Partisi girişimi içinde yer alıyordu[4].

İlginç bir durum (Aybar’dan naklen) Senato Başkanının İstanbul Sendikalar Birliği’ne
gelip bir işçi partisinin kurulmasının memleket için hayırlı olduğu ve hatta mutlak
lazım olduğu merkezindeki konuşmasıdır. Çalışanlar Partisi, YÖN yazarlarının içinde
olduğu Sosyalist Kültür Derneği’nin de ortaya çıktığı bir döneme denk geldi. Önemli
bir gelişme olmadı, ancak sendikacıların partileşme ihtiyacı açısından kuvveden fiile
çıkan ve çıkmayan iki girişimin varlığı hangi ideolojik aralıkta konumlanıldığı
açısından önemlidir.

Yürümeyen, “varlığından bile kimsenin haberi olmadığı” TİP’in başına Aybar’ın


getirilmesinden sonra sendikacılarla birlikte aydınların, daha sonrada “Doğulular”ın
katılımıyla farklı bir yöneliş kazanılacaktır. Ancak bu kesimin de siyasal bir
geleneğinin, deneyiminin olmaması büyük miktarda adına sosyalizm denen aslında
sosyalist enternasyonalin içinde ve mesela solunda ifadesini bulabilecek bir dünya
görüşünün uzun yıllar egemen olduğu söylenebilir. 

Partiyi mücadele içinde inşa edilen bir organ olarak değerlendirdiğimizde bunun
makul bir yanı vardır, çünkü devraldığı miras, üzerine oturduğu birikim bu kadar bile
değildir belki.

Aybar Nebioğlu’ndan naklen 1955-56 yıllarında daha sonra TİP kurucusu olacak olan
[1]

Güzelce, Türkler, Nebioğlu, Şaban Yıldız’ın bir işçi partisi kurmaya niyetli oldukların
belirtir (s.196).
“Biz emektar solcular yıllarca kabuğumuza çekilmiş, adeta toplumun dışında
[2]

kalmıştık.” TİP Tarihi, Cilt I, s.111.

Aybar sendika yöneticilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmektedir: “Sendika
[3]

yöneticileri de, işçi ya da köylü kökenlidir. Sendikacı olarak yaptıkları görev ise
işçilere hizmettir.” TİP Tarihi, Cilt I, s127. Kendisinin sonraları öne çıkaracağı
bürokrasi analizinde parti ve devlet bürokrasisine vurgu yapacaktır, oysa daha yola
çıkarken sendika bürokrasisine açık kart vermiştir.

Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy Sosyalist Kültür Derneği’nin kurucuları arasında yer


[4]

alırken NATO’yu, CENTO’yu desteklemeye devam etmesi öncesinde Çalışanlar


Partisi projesinde yer almıştır. Ancak TİP’in beklenmedik gelişimi rekabete
yeltenmelerine engel olmuştur.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu –


VI: TİP’in Altın Yılları
Kuruluşundan kapanışına TİP’in on yılı şöyle dilimlenebilir:

1961-62: Kuruluş ve atalet.

1962-68: Aybar’ın başkanlığa getirilmesiyle partinin canlanması ve 1968 yılında hem


parti içi hem de parti dışı gelişmelerle krizin olgunlaşması.

1969: Seçim ve Aybar’ın başkanlıktan ayrılmasıyla da belirginleşen dağılma süreci.

1970: Emek grubunun yönetime gelmesi, diğer kesimlerin hepten çekilmesi.

TİP, Türkiye sosyalist hareketinin yatağı olmuştur. Daha sonra muhalif olanlar bile
siyasete TİP saflarında atılmış olmalarını bir referans olarak gösterirler. Ancak
ideolojik düzeyde TİP’in görüşleri ne olursa olsun, YÖN’ünkine benzer bir
“hegemonya”sı söz konusu değildir. YÖN ilk yıllarında solun neredeyse bütün
eğilimlerini temsil ederken o güne kadar kapsam ve etkinlik itibarıyla kimseye nasip
olmamış bir çeşitlilikte memleket meselelerini ve dünya hallerini tartışır. Klasik bir
YÖN-TİP veya daha ileride Sosyalist Devrim-MDD saflaşmasının uç noktalarında
bulunanlar bile YÖN sayfalarında yazar.  

Ancak geriye dönüp bakıldığında kendi dışındakiler veya toplumun diğer kesimlerinde
gedikler açan tartışmalar hayli sınırlı olup bugün için kullanışlı değildirler. Açılan
tartışmaların büyük miktarda örneğin Kadro kalıntısı, kalkınmacı, doğrusal bir
ilerleme zihniyetini taşıması ve Kemalizmle kendi arasında illaki bir devamlılık ilişkisi
kurmaya yönelmesi, yani bir kopuş perspektifine sahip olmaması esastır. Çeşitliliğin
kaynağı ise daha sonraki billurlaşmanın henüz söz konusu olmamasıdır. Yani İsveç
Sosyalizminden veya Arap Sosyalizminden söz edilirken veya ATÜT (Asya Tipi
Üretim Tarzı) tartışması açılırken bunların varacağı siyasal sonuçlara ilişkin ortak bir
beklenti yoktur. Bir tür sol münazara merkezi konumundadır. Ancak derginin
yörüngesi nihayetinde Devrim dergisine varacak tutarlılıktadır.

Altmışlı yıllar dünyanın birçok ülkesi için Marksizmin yeniden canlandığı bir on yılı
temsil ederken Türkiye’de işin abc’sine henüz başlanılmaktadır[1]. Bu açıdan
bakıldığında iktidar, devrim stratejisi, perspektifi gibi sözler havada uçuşsa da
uçuşmasa da bunların içini dolduracak bir düzey yoktur.

Emekleme çağında etkileşim, model arayışı belirsizdir. Daha açıkçası ideolojik olarak
net bir çizgiden söz edilemez. Sosyalist tarih içinde kendini konumlaştıran, bir
sürekliliği temsil etmeye yönelen bir hareket değildir TİP. Daha sonra özellikle
“Çekoslovakya Olayı” vesilesiyle bir saflaşma öne çıkacaktır, ancak bu saflaşmaya
rağmen taraflar büyük miktarda “yerel”, aslında eklektik kalacaklardır. Aynı yıllarda
görüşleriyle öne çıkanlar arasında –kendisine her ne kadar bir “izm” eklense de esas
olarak TİP başkanı olduğu için– Aybar sayılabilir. Şu anda akla gelmese de
kitaplarıyla ve makaleleriyle (YÖN’de Doğan Avcıoğlu’ndan sonra en çok yazan,
daha sonra Ant’ın kurucuları arasında yer alan ve TİP programını kaleme alanlardan)
öne çıkan Fethi Naci’dir. Edebiyattan gelip edebiyata giden Fethi Naci’nin
azgelişmişlik, askeri diktatörlükler gibi konular üzerine yazdıkları çorak arazide
birtakım uyarlamalar çerçevesindedir. Arazinin çoraklığını Selahattin Hilâv aşağıdaki
kelimelerle dile getirirken, sonraki yıllarda da sözünü ettiği boşluğun doldurulmadığını
unutmamak gerekir:

“Bugün, 1967 yılında Türk toplumunu Marksist açıdan ele alıp inceleyen tek bir eser
yoktur elimizde. Demek ki kendi özelliklerimizi, toplumcu bir anlayışla ortaya koyup
didiklemiş değiliz. Ortalama Türk toplumcusunun bilinci ve anlayışı, bir yandan, Batı
toplumlarına uygulanan Marksist metodun ortaya döktüğü sonuçlardan; öte yandan
Cumhuriyet devri ideolojisinin “İlericilik-Gericilik”, “Batıcılık-Doğuculuk”, “Laiklik-
Yobazlık” kavramları içine sokuşturduğu soyut ve aldatıcı bir düşünce tarzında
kurulmuştur… Başarısızlık, Türk toplumcusunun, kendi öz teorisini kuramamasından
ve hâkim sınıfların ideolojilerinden ve düşünce biçimlerinden sıyrılamamasından
gelmektedir.” (Felsefe Yazıları, YKY, s.83)

Dönemin önemli tartışmaları işçi sınıfının varlığı-yokluğu, askerlerin durumu gibi


hususlardır. Bunların yanı sıra pek de masum olmayan ancak katılanların bile bunun
farkına varamadığı Osmanlı toplum yapısı tartışması öne çıkar. Bu tartışmanın teorik
olarak bir anti-Stalinizmi ve öte yandan da devrim stratejisi meselesini öne çıkarması
gerekirken gerekli siyasal sonuçlar çıkarılamadan açıkta bırakılmıştır. Türkiye’de
kapitalizmin gelişmesi, yarı feodallik gibi konular giderek kendini şekillendiren bir
Marksist tartışma ortamını göstermektedir. Yine de teorik bakımdan henüz temel
kitapların önemlilerinin basılmamış olduğu bir ortamda bu tartışmalar sınırlı ve
“mesleki” denebilecek bir düzeyde kalmaktadır.

Türkiye sol hareketi açısından ilk iddialı kitabın bir Marksist değil de esas olarak bir
Kemalist tarafından yazılmış olması oldukça çarpıcıdır. Doğan Avcıoğlu’nun o güne
kadar rastlanmadık derecede kapsamlı ve yer yer kendi iddialarını bile sorgulayan
(örneğin Ermeni meselesindeki gaspçılık gibi) ve açıkça ifade edilmeyen (Kürt sorunu
gibi) meseleleri ele alan Türkiye’nin Düzeni adlı kitabı yaklaşım itibarı ile, Niyazi
Berkes’in önceden çıkmış kitaplarındakinden ve Oscar Lange’nin (Sosyal Adalet
yayınlarından çıkan, Mısır’da verdiği bir konferansın metninden ibaret olan) Kalkınma
Yöntemleri kitapçığından farksızdır. Çünkü nihayetinde mevcut durumdan çıkmak için
önerilen yol kapitalist olmayan kalkınma yoludur ve bunun öznesi de tabii ki yetersiz
kapitalistleşme koşullarında emekçiler değil asker-sivil aydın zümredir. Aslında bir
risale ile rahatlıkla ifade edilebilecek bu düşünceler tam bir ayıklanmadan yığılmış
malumat deryasında hedeflerinden uzaklaşmıştır. Zamanına göre çok satanlar arasında
yer alan kitabın kendi birinci derecede muhataplarından ziyade MDD’cilerin ideolojik
hazinesi haline gelmesi ise tarihin bir cilvesi olsa gerek.

TİP’in gelişiminde 1965 seçimleri önemli bir rol oynar. Ulusal Artık Sistemi’nin
getirdiği imkânla 15 milletvekilinin meclise girmesi siyaseten, zihinlerde kalan, egale
edilemeyen %3’lük oy oranından çok daha etkili olmuştur. Çünkü böylece TİP meclis
kürsüsünden bir gedik açarak ve her fırsatı çok iyi değerlendirerek hemen hemen
siyasetinin en önemli ayağı saydığı parlamenter faaliyeti değerlendirmiştir.

Kasım 1966’da Malatya’daki ikinci kongre haziran ayındaki senato seçimlerinde %3.9
oyla bir sandalyenin kazanılmasının ardından yapıldı. Bu kongre TİP dışındaki
sosyalistlerin, özellikle eski TKP’lilerin –artık TKP var mıdır, kim temsil ediyor, bu
konuda TKP’lilerde de bir fikir birliği yoktur– öncülük ettiği MDD görüşünün partide
azımsanmayacak bir yankısı görülüyordu. Kongre metni emperyalizmin işbirlikçisi
olarak gördüğü sözde milli kapitalistler dışında emperyalizme karşı mücadele,
Kemalist dış politika gibi yine bir sosyalist devrime açılan talepler ve mücadele
çağrısıyla değil anayasal çerçevede, parlamenter bir mücadeleyle Aybar’ın kendi tabiri
ile dengeyi sol lehine değiştire değiştire yürümeyi hedefliyordu.

Malatya kongresi her ne kadar MDD’cilerin tasfiyesine açıldıysa da TİP’in bilinçli


olmasa da önemli kazanımlarından birinin fiilen terk edildiği anlamına geliyordu.
1962-1968 döneminin TİP’ini farklılaştıran ögelerden biri o güne kadar ortak bir
geçmişe sahip olmayan farklı kesimleri yan yana getirip bir tür özerklikle birliklerini
sağlamasıdır. Bu üç kesim aydınlar (bunlar da kendi aralarında bir birlik
oluşturmazlar), sendikacılar ve “doğulular”dır. Aybar’ın liderliğinde TİP geniş
kesimlere seslenirken ardında her birine parti içinde belli bir alan açılmış olan bu üç
kesimin farklı dinamiklerin baskısıyla yeni yönelişlere girmeleri, eski yapının
çözülmesine yol açmıştır. TİP’in bölünmesindeki saikleri çok derin kaygıların yanı
sıra sendika bürokratları için giderek mesleki, aydınlar için eski söylemin yetersizliği
ile yeni arayışların belirmesi ve “doğulular” için de partinin yerel örgütlerinin
başlattığı 1967’deki Doğu mitinglerinden başlayarak, özellikle gençlik kesiminden
gelen DDKO’nun kurulmasıyla somutlanan bir başka tarih ihtiyacında aramak gerekir.
Malatya kongresinde MDD’cilerin tasfiyesinin partinin kimyasını bozduğunu ve
benzer gelişmelere ve gerilemelere de bir başlangıç oluşturduğunu belirtmek gerek.

1967’de yapılan Doğu mitinglerinin bir dizi açıdan önemi var. İlki buralarda miting
yapılmasını gerekli kılan gelişmeler, ikincisi partinin ve özellikle Aybar’ın buradaki
mitinglerde o güne kadar rastlanmadık bir biçimde açıkça farklı muamele
görüldüğünün, horlandığının altının çizilmesi ve sonuncusu da iktidarı her şeyden
fazla tedirgin etmesidir. TİP ve buradan kaynaklanan hareketlerin Kürt meselesindeki
tutumu (TİP’in 12 Mart sonrası kapatılma gerekçesidir aynı zamanda) “radikaller”den
daha radikal olmuştur. MDD hareketinin “milli” duruşu geleneksel olarak Kürt
meselesiyle mesafeli olmasına yol açmış ve bu durum yetmişli yıllar için de belli
istisnalar dışında geçerli olmuştur

TİP’in Kasım 1968 kongresi sonun başlangıcı olarak görülebilir. Dünya ölçeğindeki
önemli gelişmeler bir yana Türkiye’de Haziran ayı itibarıyla başlayan öğrenci, temmuz
ayı itibarıyla başlayan işçi olaylarından ders çıkarmak yerine parti içi egemenlik ve
basitçe Çekoslovakya meselesine indirgenen “teorik” tartışmalar ağırdan öne çıkar.
Çekoslovakya meselesi yalnızca Türkiye’de değil Venezüella’dan Yunanistan’a
geleneksel komünist partilerde de derin bölünmeler yaratır. Mesele farklı bir mücadele
tarzından ziyade oralarda da genellikle SSCB’ye bağlılık meselesidir. Bizdeki durum
biraz ilginçtir, çünkü TİP geleneksel bir KP gibi SSCB’ye bağlılık temeli üzerine
gelişmediği gibi başlangıçta Behice Boran’ın da farklı bir tutum takınmamış olması,
bu konuda bir refleksten çok gecikmeli bir intikal halinin olduğu söylenebilir.

Her zamanki gibi bir üçüncü yol olabilir ancak güçsüzdür. İki tarafa da yakın
durmadan partinin temel sorunlarına, herkesi kapsayacak bir yaklaşım önerenler tabii
ki belli bir gücü temsil etmedikleri için dikkate alınmayacaklardır. Bu kongrede
Aybar’ın sac ayağındaki aydınların artık yerlerinde yeller esmektedir. Sendikacılar ve
Doğulu delegeler Aybar’ı kurtarır ancak muhalefet de GYK’daki gücünü artırır. Bir
yıla kalmadan Doğulular da geri çekilir; böylece Aybar döneminde fiilen kurulan
sendikacılar-aydınlar-“Doğulular” bileşimi dağılır.

[1] Bizde kalkınma-azgelişmişlik meseleleri tartışılırken 1964’te Küba’da planlama


tartışmaları yapılmakta; ekonomi politik konusunda emeklemeler başlarken Ernest
Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı’nı yazmış bulunmaktadır.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-VII:


1968’in “a la turca”lığı ve MDD’nin Yükselişi

1968 sonrası gençlik radikalizasyonu nesnel gerçeklikten hareketle değil, kendini nasıl
gördüğü ve sandığından hareketle ihtiyacına uygun tartışmaları öne çıkartmış ve başka
ülkelerdeki 68’in aksine hızla “aykırı” tartışmaları mahkûm ederek oldukça basit bir
reçete ile harekât planı hazırlamaya varmıştır. Radikalizmin ölçütleri neler olabilirse
onlarla bakıldığında bir “sanki” durumu vardır. 

Dünyanın birçok ülkesine bakarak 68 öğrenci olayları başlangıçta kendi alanı ile sınırlı
kalmış, toplumun diğer kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarını birleştirecek bir
özelliğe sahip olmamıştır. Hızla hafızalardan silinen Hukuk Fakültesinde şiar “sağ sol
yok boykot var”dır. Üniversite işgali hükümet tarafından neredeyse makul karşılanmış,
herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Üniversite işgalinden ziyade temmuz ayında ABD
6. Filosunun İstanbul’a gelişi ile çıkan olaylar Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle
sonuçlanınca birden hareket radikal bir boyut kazanmıştır.

Gençlik hareketi serpilirken, TİP’in durumunu en iyi belirten dönemin en tanınmış


öğrenci önderi Harun Karadeniz’in şubat 1969 eylemlilikleri vesilesi ile söylediği şu
sözlerdir: “Özellikle TİP ortalarda yoktu. Daha doğrusu bizimle hiç ilgisi yoktu.”[1]  

Gençlik hareketinin radikalleşmesinde esen rüzgârın yanı sıra kısa vadeli bir darbe
beklentisi de egemendi. Sanki iktidar kesindi de TİP Aybar’ın dediği gibi 1969’da
başa güreşerek mi bu işi yapacaktı, yoksa gençlerin hazırlayacağı bir 28 Nisan, 27
Mayıs’ın tekrarı mı olacaktı! TİP’in içe kapanması karşısında böylesi bir beklentinin
de umutlandırdığı gençlik radikalizasyonu Kemalizme iyice bulanmış bir sosyalizmin
verdiği meşruiyetle harekette bereket aramaktaydı.[2]

MDD’nin ilk zaferi TİP’in denetiminde 1965’de kurulan FKF’de genel başkanlığı
Doğu Perinçek’in kazanmasıyla gerçekleşir. Bir yıl içinde bu örgütte MDD’ci olmayan
barınamayacaktır. MDD’nin daha sonraki çeşitlenmesine bakarak denebilir ki Mihri
Belli egemenliğinde bütünlüğün sağlandığı ilk ve tek dönemdir bu. 

1968’in hızla unutulan bir özelliği Temmuz ayında başlayan fabrika işgalleri olmuştur.
[3]
 15-16 Haziran da dahil olmak üzere kendiliğinden eylemler sendika bürokrasisini
aşabilmişken sosyalist solun strateji tartışmalarında bu gelişmeler anlamlı
görülmemiştir.[4] Olası bir buluşmada eylem içinde karşılıklı olarak öğrenme imkânı
değerlendirilmemiş ve ancak 12 Mart sonrasında sendika bürokrasisi tabanı üzerinde
ciddi bir denetim uygulayabilmiştir, bir başka açıdan sendika bürokrasisi işçiler için
siyaseten kendine yeterli görünen bir sendika fetişizmi yaratarak onları bir anlamda
kilitlemiş, doyurmuştur.

Gençlik hareketindeki radikalleşmeye paralel olarak TİP krizdeyken ve bu krizden


sendikacılar da nasiplenirlerken işçi hareketi de kendince bir radikalleşmenin
içindedir. Bunun bir göstergesi hem işçi hareketi ve hem de sosyalist hareket açısından
12 Mart öncesindeki önemli bir dönemeç noktası olan 16 Şubat 1969 günü yapılan ve
tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçmesine rağmen esas adı “Emperyalizme Karşı işçi
Yürüyüşü” olan gösteridir. Kanlı Pazar’a 40 bin kişi katıldığı söylenmekte. Bu
rakamın içinde önemli oranda işçi bulunmakta ve her türden solcu da birlikte yer
almaktadır. 15-16 Haziran olaylarına herkes kendince katılmıştır, orada fiili bir
birliktelik vardır, ancak Kanlı Pazar’da son kez farklı kesimler, yoğun bir işçi
katılımıyla ABD 6. Filosuna karşı ortak bir eylemlilik içinde yer almışlardır. 

1968-1969’daki grev ve işgal dalgasına yeniden bakıldığında 15-16 Haziran olaylarına


yapılan yığınağın bir günde oluşmadığı anlaşılabilir.[5] Kanlı Pazar işçi hareketinde bir
gerilemeye neden olmamış, ancak siyasal düzeyde sendikacıların geri çekilmesi,
TİP’in krize girmesi, gençlik hareketinin kendi içinde bölünmeye başlamasıyla kendini
ifade edebilecek bir alan oluşturamamıştır.
Türkiye’de 68’in düşünsel bir Rönesans olmamasının nedenlerini, bir radikalleşme
ihtiyacı belirdiğinde o güne kadar var olan düşünsel birikimin yetersizliğinin bir tür
eylem şablonlarıyla ikame edilmesinde arayabiliriz. 

Radikalleşmenin maddi zeminini anlamak için DP’den gelip AP ile devam eden
cephenin bugüne kadar devam eden parçalanmışlığının, çeşitlenmesinin (DP, MNP) bu
yıllarda başladığını hatırlamak yeterli. Toplumda derin bir siyasal anaforun belirmesi
kimine göre 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözüyle
toplumsal uyanışa bağlanabilir. Ancak henüz ekonomik ve toplumsal bir krizin baş
göstermediği bir ortamda anaforu toplumsal-sınıfsal ayrışmaya ve dolayısıyla
beklentilerin daha keskin ifadesine bağlamak gerekecektir. Siyasal partiler
yelpazesindeki renklilik eski iktidar bloğunun çatladığını, ancak yenisi için yeterli
gücün henüz belirmediğinin göstergesiydi. Üstelik bu çatırdama merkez soldan bir
baskıyla veya sosyalist hareketin yükselişiyle değil içerden gerçekleşiyordu. 

Soldaki parçalanmanın da buna paralel bir seyir mi izlediği yoksa yeni bir başlangıç
için eski konum ve yapılanmalarından mı arındığı tartışmalıdır. Ancak altmışların
bütününe bakıldığında 12 Mart günleri solun en güçlü değil en zayıf olduğu günleri
göstermektedir. 1969’dan 12 Mart’a halkın nabzının sola meylettiğini gösterir bir
belirti yok. Ancak yukarıdakiler arasındaki bu çatırdamaya paralel değilse bile
neredeyse eşzamanlı olarak sosyalist solda dağılma, yeniden derlenme ve her seferinde
daha da küçülen bir kesimle iş görme hali vardır.

69’dan itibaren gençlik hareketinde bir yükseliş değil parçalanma süreci izlemek
mümkündür. 68’de herkes ayrımlarıyla birliktedir; 69’da MDD-Sosyalist Devrim
saflaşması keskinleşir (TİP içinde tasfiyecilikten şikâyet edenler ele geçirdikleri ilk
iktidar deneyiminde aynı yola başvurmakta bir an bile tereddüt etmezler).[6] Ancak
hızla ne MDD içinde bir birlik kalır ne de sosyalist devrim diyenlerin arasında; yetmiş
sonrasına tohumluk veren bu dağılma 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerine rağmen
yeniden gözden geçirilmez. 15-16 Haziran olaylarının 12 Mart öncesi sosyalist hareket
açısından bir turnusol işlevi görebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bir olayın
hazırlayıcısı olunmasa da hiç değilse içinde fiilen yer aldıktan ve sonuçlarını bizzat
yaşadıktan sonra zihniyetinin zerre kadar etkilenmediği ender durumlardan biridir bu
olay.

Kısa bir özetlemeyle, Ekim 1969’da FKF’nin adı Dev-Genç olarak değiştirildiğinde
zaten MDD egemenliği kesindi. Kasım ayında ise Aybar genel başkanlıktan istifa
ediyordu. Bir iki ay sonra Kürtler de TİP’ten geri çekilmeye başlamışlardı.[7] 1969
seçimlerinin hayal kırıklığı var olan parti içi gerilimleri artırmış ve TİP bir bakıma
artık sonun başlangıcına doğru yol almıştır. MDD ise tarihinin zirve noktasındadır,
ancak gençlik dışında ilişkileri oldukça sınırlı olduğu gibi kendi içindeki gerilimler de
hızla TİP’le çatışmasını aratmayacak düzeye çıkmaktadır.

Ekim 1969’daki Dev-Genç kongresinden sonra bir yanda Mihri Belli ve daha sonra
ondan ayrılarak THKP’yi oluşturacak olanlar birkaç ay içinde Doğu Perinçek ve
çevresinden koparlar (Aydınlık dergisinin 15. sayısı böylece iki ayrı dergi olarak
yayınlanır: Proleter Devrimci ve Aydınlık Sosyalist Dergi -ayrılık sonrası kapak
renklerinden dolayı Bolşevizm-Menşevizmi aratmayacak bir kırmızı-beyaz Aydınlık
rekabeti oluşur). Geride kalanların birliği çok fazla sürmeyecek, daha sonra THKP
kadrolarını oluşturanlar Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup (yayını Ocak 1971!)
metnini yayınlayarak Mihri Belli’den kopacaklardır. Aslında Ekim 1970 Dev-Genç
kongresinde Ankara ve İstanbul fiilen ayrı ayrı kendi organlarını oluşturmuşlardır. Bu
arada THKO ayrı bir seyir izlerken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı anda her iki
Aydınlık ve bir süredir demokratik devrimci kesilen ANT’a yazmayı ihmal etmeden
bir çevre edinmektedir. THKP kadrolarını oluşturanlar nezdinde bütün bu süre
boyunca Dr. Hikmet’in itibarı sürecek ve Mihri Belli’ye yönelik polemiklerde bol bol
referans verilecektir. Neredeyse altı aya kalmadan kağıtlar yeniden ve yeniden
dağıtılmaktadır. Bu arada egemen bloktaki parçalanmalar, bölgedeki gelişmeler, ordu
içindeki kıpırdanmalar parlamenter sisteme müdahale edecek işleyişleri öne
çıkarmaktadır.

15-16 Haziran olayları patlak verir. Düzen güçlerinin kendilerini derleyip


toparlamalarında önemli bir olay olan bu gelişme solun herhangi bir eğilimini bir
yeniden değerlendirmeye sürüklemez. Birbirinden bağımsız bir şekilde irili ufaklı her
grup –her dağılma sürecinde olduğu gibi büyük parçaların yanı sıra kıyıda köşede
kendilerine göre mücadeleyi sürdüren azımsanmayacak çevreler de bulunmaktadır–
15-16 Haziran’a katılmış, ancak herhangi bir yeniden değerlendirme ihtiyacı
doğmamıştır.

Tipik bir kendiliğinden hareketliliğinin ürünü olan 15-16 Haziran olayları ilk ateşi
veren DİSK yönetiminin beklentilerinin çok ötesine geçerek onları da kendi
durumlarını düşünmeye zorlamış, DİSK’ten biraz daha düşük bir katılım bekleyen
hükümeti paniğe sürüklemiş ve bizzat olayların içinde yer alan solun önde gelen
kesimlerinin ise siyasal tahayyüllerinin ötesine geçmiştir. Ancak solun bu önde gelen
kesimleri olayın anlamını irdelerken sanki senaryosunu kendi elleriyle ve kendileri için
yazmışçasına kendi doğrulanmalarından başka bir şey görmemişlerdir. Kitle
hareketliliğinden öğrenme kapasitesi açısından bu acizlik aslında 12 Mart’a uzanan
sonraki aylardaki solun sanki kaderini hızlandırırcasına içe kapanmasında kendini
göstermiştir.

“Günün çeşitli kanatlarıyla sosyalist hareketi 15-16 Haziran olaylarından dersler


çıkarmak yerine iman tazelemekle yetindiler. TİP’liler MDD’cilere karşı işçi sınıfının
nesnel varlığının ve tarihi öncülüğünün altını sürekli olarak çizdikleri için, kendilerinin
olaylarca doğrulandığını belirttiler. MDD’cilerden Aydınlık Sosyalist Dergi “milli
ordu”, “işçi ordu el ele milli cephede” gibi sloganların atılmasından dem vurarak,
hareketin millici yanını vurguladılar ve işçilerle dayanışmanın bir yurtseverlik görevi
olduğunu belirttiler. Daha üç gün önce işçi sınıfının objektif varlığını dahi tartışma
gereğini duyan Proleter Devrimci Aydınlık (olmayan proletarya?) nihayet bir işçi
sınıfının varoluşunu belirtmesi ile kendi kimliğindeki bir boşluğun giderildiği kanısına
varmıştır herhalde.” (Yeniyol, Haziran 1989)[8]

68 üniversite işgallerinin hemen ardından işçilerin fabrika işgallerine girişmeleri ve


15-16 Haziran 1970’de yine bütün beklentileri altüst ederek ilk kez fetih duygusunu
yaşamaları kendi deneyimleri ile durum vaziyeti sorgulayan ve sendikal mücadelenin
sınırlarını zorlayan bir işçi sınıfının varlığının kanıtıdır. Parti olmadan bu enerjinin
açığa çıkarılması oldukça zordur. Ama partinin de çok daha elverişli koşullarda, hatta
işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerinin yoğunlaştığı ve etkinleştiği bir dönemde
krize girmesi marifetin esas olarak tam da gerçekleşmeyen buluşma-kaynaşmada
olduğunu göstermektedir. İşçi hareketinin işgal, grev tarzındaki eylemliliklerin ille de
çok yüksek bir bilinç düzeyine denk gelmediği söylenebilirse de bu tür eylemlerin
kimi zaman çevrede yerleşik olan ailelerin de katılımıyla güvenlik kuvvetleriyle
çatışmalara kadar vardığı ve örneğin 15-16 Haziran olaylarından sonra, kasım ayında
Adana’da Bossa fabrikasındaki işgalde oldukça sert çatışmalar olduğu hatırlanmalıdır.
1969 Haziran-Temmuz aylarında Çorum’daki Alpagut işçileri biriken alacaklarını
tahsil etmek üzere üretime ve yönetime el koyarak tahsilatı gerçekleştirdiler. Böylece
ilginç ve tarihsel denebilecek bir denetim-yönetim deneyimi gerçekleştirdiler. Aralık
1969’da Gamak’ta Şerif Aygün’ün öldürülmesi ise direnişlerin nerelere
uzanabileceğinin trajik bir belirtisiydi.

 Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.237.


[1]

 Ender anı yazarlarından biri İstanbul’daki Haziran 69’da Ordu darbe yapacaksa
[2]

sürekli işgal yapalım deyu İlhan ağabeyi ziyaretlerini anlatır. Zihni Çetiner, Ölümü
Paylaştılar Ama!.. s.156-157

 Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında ilk kez grevdeki Derby
[3]

fabrikasından gelen birinin işgali nasıl yapabileceklerini sormasını anlatır. s.137.

 Geleneksel olarak Türk-İş’in sol kanadı olarak görülen TİP’li sendikacılar altmışlı
[4]

yıllarda yönetimin grevlere ve genel olarak hareketliliğe karşı davranışlarının zirveye


çıktığı 1966 yılındaki kimi grevlere karşı durunca, sendika bürokrasisinin kendi iç
gerilimleriyle birlikte yeni bir yapılanmaya yönelmiştir. 1967 yılında DİSK’in
kurulması sendikal hareket içinde rekabeti artırırken, sendikal bürokrasinin sol
kanadının hareket alanı da genişlemiştir. İşçiler arasında DİSK’e yöneliş başlamış,
göreli olarak hareketlenmelerinin önü açılmıştır.

 Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi, Yıldırım Koç, s. 114’te işgal


[5]

dalgasının bir dökümünü verir. 

 Mart 1971 tarihli broşürde “ideolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet
[6]

metodları da kullanılarak oportünistler ezildi” denmekte. s. 22

 Kürt sol hareketi DDKO ile bağımsızlaşmaya başlamış, bu eğilim yetmişli yıllarda
[7]

daha da güçlenerek kendi mecrasını oluşturmuştur. Ortak bir siyasal kültürden


beslenmekle birlikte ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Yine de bu değerlendirme esas
olarak sonraki dönem için anlamlıdır.
 Daha geniş bilgi için Turgan Arınır-Sırrı Öztürk’ün 15-16 Haziran kitabının 3.
[8]

bölümüne bakınız. Sorun yay, 1976, s.109.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu –


VIII: Tartışmaların Dökümü
Bu dönemdeki sosyalist kültürümüzün manzarayı umumiyesi için Çetin
Yetkin’in Soldaki Bölünmeler kitabı yeterince anlamlıdır. 15-16 Haziran öncesi
hazırlanan ve daha genel bir ibare ile 12 Mart sonrasında bir dizi hareketin
sahiplendiği çizgiler henüz biçimlenmeden yapılan görüşmeleri de içeren bu kitaptaki
tartışmalar bir dönemin bilançosu için malzemenin beş aşağı beş yukarı ne olduğunu
göstermektedir. 

Tarık Zafer’in Meşrutiyet için Cumhuriyetin laboratuvarı demesi gibi altmışlı yılları da
sosyalist hareketin sonrasının bir laboratuvarı gibi görmek oldukça yaygın. Ancak bu
laboratuvara bakıldığında deneylerin el yordamıyla yapıldığı, önceden hazırlanmış
birtakım siyasal görüşlerin ve hele hele gelişkin bir programın ve iktidar perspektifinin
bulunmadığı gözlenmekte. Bir önceki ve bir sonraki dönemden farklı olarak ise bu
dönemin başlarında kalem oynatanların önemli bir kısmı Marksizmin rahlei
tedrisinden geçmemiş olsalar da hiç değilse kendi alanlarında toplumda hatırı sayılır
aydınlar (gazeteci, yazar, hukukçu, mimar olarak mesleklerinin erbabı; Marksizmle
tanışıklıkları sınırlı olsa da memleket meseleleri hakkında donanımlı) iken ilk kez
açıkça bugünlerde yola yeni çıkanlar da görülür.  

Kabaca altmışların tartışma konuları şöyle özetlenebilir:

Gelenek: Bu genel olarak dünya sosyalist geleneğinden çok eski tüfeklerle ilişkilidir.
Yoksa kimsenin Gramscici veya Luxemburgcu diye nitelendiği sanılmasın. TKP’nin
kemik kadrosu TİP’in gelişiminin dışında kalınca bir tür hak iddiasında bulunmuşlar,
TİP’liler de onları dıştalamanın yollarını aramışlardır. Ancak tasnifi daha kategorik
hale getiren Dr. Hikmet Kıvılcımlı en eskilik mertebesini kendisine ve Şefik Hüsnü’ye
ayırarak, eski, yeni ve en yeni diye siyasi olmaktan hayli uzak bir rütbe ayarlamasıyla
bu işin ne kadar gayrı siyasi olduğunu göstermiştir (Rusya’da olsa en eski Plehanov
olacaktır!). TİP’in gelişimine kadar bütün bu ayrımların siyasi anlam ve önemi ise
açıkta kalmaktadır. Hatta Şefik Hüsnü ile Dr. Hikmet’i değil Mihri Belli’yi yan yana
getirmek belki daha makuldür.

Toplumsal formasyon/sınıfların konumlanışı: Altmışlı yılların en önemli


tartışmalarından birini oluşturmakta. O günlerde, geride ciddiye alınabilir herhangi bir
çalışma bulunmadığından Türkiye’de kapitalizmin gelişme seyri ve ondan önce de
Osmanlı toplum yapısı üzerine bir tartışma neredeyse hayati bir önem kazanmıştır.
Aslında tartışmanın masumiyetinin göstergesi çığır açıcı tartışmanın mantıken olması
gereken en son yerde Yön dergisinde başlamış olmasıdır. Selahattin Hilav’ın başlattığı
tartışma o gün itibarı ile siyasal sonuçları kestirilmese de Kemalist geleneğin zeminini
sorgulamaktadır. Bu tartışma kapitalizmin gelişkinliği, dolayısıyla milli burjuvazinin
varlığı yokluğu ve Kemalistlerle ittifak meselesine kadar uzanmıştır. Osmanlı toplum
yapısını merkezi feodal olarak görmeyenler ülkenin yarı feodal olmadığını, milli
burjuvazinin bulunmadığını ve de asker sivil aydın zümrenin hayırlı bir şey
addedilemeyeceği konusunda büyük miktarda hemfikirdirler. Toplumun tarihinde
kapitalist ilişkilerin sıçrama kaydettiği bir dönemde nesnel gerçekliği irdelemekten
aciz, kafasındaki kırk yıllık yarı-feodal, yarı-sömürge şablonu hayata dayatan bir
siyasetin acısı sonraki yıllarda da çekilecektir.

Mücadele: Sınıfların konumlanışını değerlendirmeye göre ille de şart olmamasına


rağmen sınıf mücadelesindeki taraflar ve buna uygun ittifaklar çizilmektedir. Gecikmiş
ve yarım kalmış bir demokratik (burjuva) devrimin sahibi milli burjuvaziyi es geçerek
yapılamayacağı göz önüne alınırken, örneğin Rusya’dakine benzer bir liberal
burjuvaziden bile söz edilemeyecek bir ortamda Kemalistler, asker-sivil aydın zümre
başlığı altında kategorileştirilerek acilen öncülüğe görevlendirilmişlerdir (Milli
burjuvazi örneklemeleri ise makarna ve şarap sektörü ile sınırlı kalmıştır!). TİP’te
somutlanan genel hat ise bu karmaşık yollara sapmadan işçi sınıfının öncülüğünde
sosyalizmi kurma hedefidir. Ancak bu hedefe ilişkin yollar kurumsal çerçeve içinde
doğrusal gelişmeden ibarettir. Sosyalizm sınırlı bir çevreye sesleneceğinden seçmenin
toplumsal-sınıfsal bileşiminde kırsala doğru bir genişleme makul görülür ve böylece
köylülük umut haline gelir.

Siyasal ortamın değerlendirilmesi konusunda ortaklaşılan 27 Mayıs kutsaması olsa da


buradan çıkan sonuç tam ters noktalara uzanmaktadır. Anayasanın tam olarak
uygulanması ilkesinde anlaşık olanlardan TİP örneğin 1965 seçimlerinden sonra
1969’da başa güreşmeyi mümkün görürken, MDD’ciler Filipin tipi demokraside
sosyalist bir mücadele verilemeyeceğini söylemeye kadar vardırmaktadırlar (bu kesim
Ekim 1970 tarihinde yine de bir yasal parti kurma girişiminde bulanarak yıllardır
söylediklerini tekzip etmek durumunda kalmıştır). Ancak gündelik eylem hattı
meselesinde TİP özellikle meşruiyet sınırları içinde kalmaya özen gösterirken
MDD’ciler bu namüsait ahval ve şerait altında toplumsal talepler çerçevesinde değil de
polisle çatışma türünden sokak eylemlerini mümkün ve gerekli görebilmektedirler.

Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim tartışması bir program tartışması


değildir (program meselesini TİP’te ilk önemseyenlerden İdris Küçükömer 1968
kongresinde her kanadın katılımıyla programın sosyalist bir program haline
getirilmesini önerir). Çünkü esas olarak her iki kesim de demokratik görevlerin
ağırlıkta olduğu bir “devrim”den söz etmektedirler. Tabii ki bu devrimin öznesinin,
öncüsünün kim olacağı her iki cenahta zıt yorumlara neden olmuştur. Ancak devlet ve
devrim babında, devrimcilerin devletle bir kan uyuşmazlıkları olduğu söylenemez.

Altmışlı yıllardaki sınıf mücadelesi yeni bir evreye doğru evrilirken eski dönemin
emektarları, kırklı ve ellili yıllarda siyasal formasyonlarını almış olanlar bu gelişme
dinamiğinin dışında eski ve büyük miktarda kendiliğinden tükenmiş sorunsalların
çerçevesine sıkışıp kalmışlardır. Ancak yeni evrenin sözcüleri gibi gözükenlerin de
kendi deneyimlerini gerçekleştirebilme aralığının darlığı ve hazırlıksızlıkları aslında
bir sonraki evreye, yani yetmişli yıllara taşınan siyasal ve ideolojik mirasın on yılın
birikimiyle orantısız derecede zayıf olmasını getirdi. 
Model arayışı: Yetmişli yılların eşiğine kadar bir model tartışması yoktur. İlginç bir
biçimde geleneksel olması gereken Ekim modeli Maoizmin keşfedilmesine denk gelen
dönemde benimsendiğinden değil rekabet olsun diye ortaya çıkmıştır. Aslında Milli
Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması ittifaklar politikası açısından belli
farklılıklar taşısa da, cuntacılık aradan çıkarıldığında birdenbire anlamsızlaşır. Hem
TİP’in programının sosyalist bir program olmaması hem de 1965 seçimlerinden
çıkarılan dersler doğrultusunda giderek köylülüğe önem verilmesi nedeniyle zaten
mevcut durumla sosyalist devrim arasında bir köprü kurmaktan uzak olan talepler
demokratik düzeyle sınırlı kalmaktadır.  Esas farklılıklar program meselesinde ve hatta
sınıfların mevzilenmesinde, toplumsal formasyon değerlendirmesinde değil mücadele
tarzındadır. Yoksa iki Stalinist hizbin demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması
dünyanın herhangi bir yerinde rastlanmayan tarihsel bir garabettir. Bu garabetin bir
uzantısı bugün de bu geleneği sürdürdüklerini iddia edenlerde görülmektedir.

Model arayışında partikülarizme dudak ısırtan bir olay Maoizmin başına gelenlerdir.
1967 Kültür Devrimi’nin yarattığı ortamda Maoizmin yeni çehresini irdelemekten aciz
olanlar tarihte belki de ilk ve son kez Stalin’den Leninizmin ilkeleri ile, Kültür
Devrimi Maoizmiyle Guevarizmi yan yana getirmişler, Kemalizmi de ihmal etmeyerek
radikal bir sol harekete girişmişlerdir.

Maoizmin Türkiye’de varolan ideolojik kalıplara göre nasıl çarpıtıldığına ilişkin


“içeriden” bir değerlendirme var.[1]Kabaca Kemalist önkabullerin aslında Maoist
olmaktan çok Menşevik bile olmayan bir zihniyetle sürdürüldüğü ilk Maoist çıkışlar
sözde radikal gibi gözükse de fiiliyatta karşı çıktığı TİP’in her açıdan sağında yer
almaktaydı. Radikal Maoist akımlar ise –örneğin TİKKO– başta yapısal tespitlerde
değil mücadele tarzında esas olarak farklılaşmışlardır. Bu kesimin, Kemalizm
konusunda kopuşları önemli olmakla birlikte resmi Maoizmin neredeyse statükoyu
meşrulaştıran hegemonyasına karşı her hâl ve şerait altında kelam etmenin yerine
mücadeleye yönelmeleri önemli olmuştur. (Maoist kesimde, bugün de aşağıdan siyaset
yapmanın yollarını arayanların büyük politika yapma geleneğinden gelmediği
hatırlanmalıdır.)

 Aydın Çubukçu, Praksis, Sayı 6.


[1]

IX: Evrensellik mi Millilik mi? –


12 Mart 1971

Sosyalist hareket, yaşadığı dünyayı anlamak, güç ilişkilerini değerlendirmek ve


düzende mümkün bir gedikten kendisine yol açmak açısından fukaralığı hamasetle
gidermeye çalışmıştır. 12 Mart’a doğru hızlı adımlarla ilerlenirken sanki gidişatı
durdurmak yerine hızlandırmak için koşuşturuluyordur. Muhtıranın verildiği gün
TÖB-DER, DİSK ve Dev-Genç’in “reformları” destekleyen deklarasyonun ardından
ne kadar bir 9 Mart beklentisi olursa olsun kendi işini başkasına gördürme sanısıyla
başkasının işini görme marifeti bulunmaktadır. Bunun bir diğer anlamı yaklaşan
felaketi anlamaktan acizlik ve dolayısıyla felakete karşı bir savunmayı örgütlemek
yerine tam gaz felakete dalmaktır.

12 Mart’a gidişin okunması konusunda yaşanan miyopluğun benzerinin 12 Eylül’de de


tekrarlandığı göz önüne alınırsa siyasal analiz (somut durumun somut tahlili), belli bir
çalışma varsayımı içinde mücadele etme konusunda çocukluk evresini bir türlü
geçmemiştir sosyalist hareket. Bu güç ilişkilerini değerlendirme fukaralığı, darbeye
giderken devrim beklentisi sosyalist hareketin elindeki avucundakini hesapsız kitapsız
harcamasına varmıştır.

12 Mart döneminde bu durum yalnızca gençler açısından değil örneğin TİP ve


MDD’nin eskileri ve de en eskileri açısından da geçelidir (Kıvılcımlı “Ordu Kılıcını
Attı” derken trajik sonunu hiç beklemiyordu herhalde). 12 Mart’ın nasıl karşılandığına
ilişkin tartışmalar bir yana konsa da birilerinin uzun süre 141-142 koşullarında
sosyalist parti kurmak mümkün değildir diye TİP’e solculuk sattıktan sonra tam da
darbeye kıl payı kala yasal parti hazırlığına girişmesi, bir diğerlerinin on yıllık partinin
gövdesini doktriner bir değişime uğratarak hamle yapmaya yeltenmeleri gibi hususlar
Marksizm konusunda katedilen mesafenin de göstergeleridir.

Güç ilişkilerini yukarıdan değerlendirmeyi marifet sayanlar kendilerini de bir anda


güçlerinin çok ötesinde bir siyasal misyonla donanmış hissetmişlerdi. Bunun bir diğer
anlamı kitlelerden hareketle değil kendi hayallerine göre siyaset yapmaktır.

Evrensellik mi millilik mi?

1968’in böylece düşünsel bir yenilenmeye neden olmadığı hatta o güne kadar
kemikleşmiş bir Stalinizmden söz etmenin mümkün olmadığı açıkken giderek
ideolojik netlik adına Stalinizmin iki türünü yeniden ürettiği görülür: Maoizmin dünya
ölçeğindeki popülaritesiyle öne çıkan radikal söylemli Stalinizm ve daha ziyade
geleneksel SSCB referansıyla beliren aslına daha sadık bir Stalinizm. Hatta ortada bir
Troçkizm heyulası olmamasına rağmen, sıkı Leninistlik taslamanın bir gereği olarak
Troçkizme saldırılar mecburi addedilmiştir.[1]

Che’nin solun her kesiminde hüsnü kabul gördüğü bu evrede siyasal görüşlerinin
hemen hemen hiçbir karşılık görmediği, “ya bir sosyalist devrim ya da bir devrim
karikatürü” ifadesini anlamayarak zorlama ve eklektik formülasyonlar üretmenin
marifet sayılması bunun en belirgin örneğidir.[2]

Bu durumda kesinlikle bir önceki dönemin ideolojik konumlanışından bir kopuşun söz
konusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Altmışlı yılların sonlarında belirmeye
başlayan hızlandırılmış bir şekilde kitapları karıştırma ihtiyacı bir yenilenme için
gereken ardalandan yoksun olunduğu ve de sanıldığının aksine bir kitlesel deneyimin
yarattığı sorunlarla cebelleşilmediği için başka dünyalarda az rastlanır bileşimler
ortaya çıkmaktadır. Örneğin Emek dergisindeki yazılarda Marxism Today gibi bir
dergiden kaynak gösterilmesi makul iken yanında da genellikle Latin Amerika’da
merkezci-radikal hareketlere yakın Monthly Review girebilmektedir (Hal Draper
“bağımsız ama yine de amorf bir Stalinist politika savunulmaktadır” der MR için).[3]

Üç beş kitaplık bir sosyalizm yazınının söz konusu olduğu bir devirde herhangi bir
ideolojik hesaplaşmadan söz etmek oldukça zor olacaktır. Altmışlı yılların sonlarına
kadar solun o günün dünya Marksizmine değmediğini anlamak gerekir. Batı veya
Doğu Marksizmi ile değil tabii ki evrensel Marksizmle yapılacak herhangi bir paralel
okuma o türden meseleler üzerine bir tartışmanın değil bir okumanın bile olmadığını
gösterir.

Bu durumda altmışların solunun kendisini Marksizm aynasında mı gördüğü yoksa


yerel-ulusal bir çerçevede mi ifade ettiği açıklık kazanır. Doğan
Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nin ortalama bir solcunun fikrî cephanesini
oluşturduğu, İlhan Selçuk okumalarının azımsanmayacak bir öneme sahip olduğu bir
solun henüz geleneksel soldan koptuğunu iddia etmek 12 Mart’ta girilen kıskacın
yalnızca dışarıdan oluştuğu zehabını da uyandırır. 

TİP’in ideolojisinde Marksizmi, sosyal-demokrasiyi ve Kemalizmi bir arada görenler


bunu bir zenginlik olarak sunsalar bile bu üçünden tutarlı bir bileşim oluşturmak
kimseye nasip olmadığı gibi real politik-kritik tutumlarda sistemden bir kopuş değil
tam tersi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla paradoksal bir biçimde sosyalizme ülke çapında
bir inandırıcılık kazandırırken aslında çok radikal değildir, ancak sistemin bu düzeyde
bir solu bile kabullenmesi mümkün olmadığından kendi eyleminin içeriği gereği değil
kendisine reva görülen muameleden ötürü daha solda gözükmüştür.

Altmışlı yılların ortalarından itibaren Latin Amerika radikal soluna (devrimci soluna)
bakıldığında bizdeki en radikal hareketlerin oralardaki geleneksel partilerin
görüşlerinden farksız bir durumda oldukları anlaşılır. Bir başka deyişle bizdeki radikal
oradaki reformistlerin söylemine, reformistler neredeyse oradakilerin radikallerin
söylemine daha yakındır.  Örneğin Latin Amerika’da bizdeki Kemalizmle paralel ele
alınabilecek olan popülizmden bir kopuş söz konusu iken bizde daha sıkı bir Kemalist
söylem ulusal kurtuluş adına öne çıkar. Milli burjuvazinin bağımsız bir politik özne
oluşu Latin Amerika solu için reformizmle ayrışmanın asgari unsuru olarak
görülürken, bizde ya bir yerlerde vardır şeklinde bir önkabul gelişti veya askerlerle
ikamesi tercih edildi; en önemlilerinden biri de kapitalizm öncesi ayakbağlarına vurgu
yapmaktan çok bağımlı kapitalizmin kendisine yönelim öne çıktı. Tabii bir de sayfalar
boyu karşı çıkılan sosyalist devrim Latin Amerika solunun alameti farikası iken bizde
aşamalı devrimin varyasyonları, ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi
formülasyonları en uç hareketlerin bile kalkanları haline geldi.

Aybar’ın gerek Milli Mücadeleyi değerlendirişi, gerekse İttihatçı politikaları savunusu,


Kıbrıs konusunda hükümete savaş yetkisinin verilmesini kabul etmesi gibi hususlar
aslında ulusalcılığın yalnızca bir meşruiyet aracı olarak değil ideolojik olarak
benimsendiğini göstermektedir. Kıbrıs meselesinde üstelik de Behice Boran’ın dediği
gibi anti emperyalist bir gerekçe ile oy verilmişse durum daha vahimdir. 
Bu açıdan “hürriyetçi sosyalizm”in bazı özellikleri oldukça milli yani başkaları için
hayırlı olmayan bir çerçevede kalmaktaydı. İnsanlık kimi zaman Aybar’ın gözünde dar
bir toprak parçasına sığabiliyordu.

12 Mart’ta Aybar’ın Erim hükümetine Anayasayı tam olarak uygulayacağına inanıp


güven oyu vermesi kendisinin o güne kadar alameti farikası olan kimi görüşlerinin
kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.

Birçok ülkeye bakıldığında altmışlı yılların deneyimleri bugün için önemli anlamlar
ifade ederken, ayakta kalan siyasetleri veya onların parçalarını açıklarken kırk yıl
sonra 12 Mart öncesi için genel olarak, açık söylemek gerekirse TİP’in de kendisinin
çok bilinçli olarak kurgulamadığı ancak bir tür çoğulculuğu (ki bu siyasal olmaktan
çok sektörel –sendikacılar, Kürtler ve aydınlar– bir çoğulculuktur) sürdürebildiği,
hemen hemen hareketin birliğinin meşruiyetini temsil eder gibi olduğu, sosyalizme
özellikle 1965 seçimleri ile kazandırdığı inandırıcılığın sağladığı imkânlarla TİP
deneyiminden söz edilmektedir. 

Dev-Genç ise hızla kendi içinde ayrıştığı ve farklı siyasal yönelişlere ihtiyari bir durak
olduğu için bağımsız bir deneyim olarak öne çıkmamıştır. Bir başka ifadeyle kimse
Dev-Gençli değildir veya herkes Dev-Gençlidir. Ancak insanlar öncelikle yetmiş
sonunda ortaya çıkan örgütlerle kendilerini ifade eder. Moda tabirle bir üst kimlik
değil alt kimliktir. 

Manevi olarak 12 Mart’ta düzenin acımasızca katlettiği önderlerine sahip çıksalar da


yetmişli yılların oluşumları kendilerine has ve bir önceki dönemden çok daha belirgin
yönelişlere sahip olurlar. 

 Bu konudaki ilginç teorik açılımlardan biri Ant dergisinde Stalin’in Leninizmin


[1]

İlkeleri’nden alıntıyla beslenen Mao’yu da ihmal etmeyen Kesintisiz Devrim


tartışmaları sırasında (Sayı 3, Temmuz 1970 “Sosyalizmin Zaferi için Kesintisiz
Devrim”) gerekli gereksiz Troçki göndermeleri yapılırken bu arada Ernest Mandel’in
Marksist Ekonomi El Kitabı da  “….bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de
devrimcilerin mutlaka okumaları gereken temel eserlerden biri” diye takdim
edilebilmesidir.

Tabii daha ilginci özgün teorisiyen diye kabul edilen Dr. Hikmet’in giderayak Nazım
Hikmet’e belden aşağı saldırırken onun Troçkistliğine gösterdiği sağlam gerekçelerde
(!) görmek mümkündür. Bu da hem etik hem de teorik olarak bulunulan yeri gösterir.
“O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilmeden Troçki idi.” Kim Suçlamış, Yol
Yayınları, 1979, s. 60.

 “…yerli burjuvazi, emperyalizme karşı –eğer bir zamanlar gerçekten vardıysa–


[2]

direnme yeteneğini kaybetmiştir ve şimdi sadece onun dümen suyunda gitmektedir.


Başka bir seçenek yoktur: Ya sosyalist devrim ya da bir devrim karikatürü.” (Üçüncü
Dünya Halklarına Mesaj)

 Yetmişli yıllarda teorik bir yenilenme için öne çıkarılan Althusser aslında altmışlı
[3]

yılların sonunda kriz karşısında TİP’te ortodoks Marksizme sarılan Emek çevresinde
takdim edilmiştir. Kenan Somer’in “Neden Althusser?” başlıklı sunuşuyla Althusser’in
“Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız?” yazısı iki sayıda yayınlanır (16 Haziran 1969 ve
30 Haziran 1969). 1 Mayıs sayısında ise yine Kenan Somer “sosyalist teoriye
yanaşabilmek için ilk elde okunmasında yarar gördüğü” kitapları sıralar.
Liste  Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao, Nikitin diye devam ederken üç de telif
bulunmaktadır. Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, Fethi
Naci’nin Emperyalizm Nedir’i ve Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’i ile nasıl
telif edilebileceği anlaşılamayacak olan Selahattin Hilav’ın Diyalektik Düşüncenin
Tarihi.

Althusserciliğin Latin Amerika’daki ilginç macerası için bkz. M. Löwy, “Note sur la
réception de l’Althussérisme en Amérique Latine”, Contre Althusser Pour Marx içinde
s. 311 (ikinci baskı. Türkçesi Althusser’e Karşı, Marx İçin kitabının içinde, Yazın
yayıncılık, 2010, çeviri: Osman S. Binatlı ).

Emek dergisindeki teorik keşmekeşin en belirgin göstergesi daha radikal hareketlerin


teorik cephanesine yakışacak olan Leo Huberman, Henry Magdoff, Baran gibi Monthy
Review yazarlarının Sedat Özkol ve M. Kutlay’ın yazılarında arzı endam etmesidir.

You might also like