Professional Documents
Culture Documents
Kürkçügil
Masis Kürkçügil’in on yıl kadar önce kaleme almış olduğu bu yazısını 12 Eylül 1980
darbesinin 40’ıncı yıldönümü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.
Hafızayla herkesin farklı bir ilişkisi var ve bu ilişki sanıldığının aksine geçmişten çok
gelecekle ilgili. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında belleklerini tazeleme
ihtiyacı hissediyorlar. Anlamlı tartışmalar, çalışmalar da ancak böylesi bir yeniden inşa
sürecinde ortaya çıkabiliyor.
Geleceği askıya alıp gündelik siyasetin sorunlarına gömülmüş olanlar için geçmiş,
eksik ve yetersiz kalmış deneyimler, mücadeleler olmaktan çıkıp becereksizlikler,
hayalperestlikler ve zevzeklikler alanı haline getiriliyor. Geçmişi yarım kalmış bir altın
çağ olarak tasavur edenler ise menkıbeden menkıbeye geçerken gerçeklikle ilişkilerini
koparıyorlar. Böylece giderek belleklerde çarpıtılan geçmiş, yaşanmamış oluyor. 12
Eylül ne yazık ki –yazık çünkü yaşanılmış olan en önemli deneyim olma özelliğini
hâlâ koruyor– esas olarak bu iki kıskaç arasında kendi gerçekliğine yeniden
kavuşamadan, yani gelecek için anlamlandırılabilecek, yitirilenleri kazanıma
dönüştürebilecek bir çabanın öznesi olmadan “mazi” oluyor.
Yetmişli yılların ortalarında dünya kapitalist krizi patlak verdiğinde, dünyanın dört
bucağında sosyalist hareket altmışlı yıllarda boyvermiş koşulların hüküm sürdüğü bir
dünyanın sorunlarını çözmekle meşguldü. İspanya’da açılım, Portekiz’de Karanfil
Devrimi, Yunanistan’da demokrasiye geçiş iyimserliği pekiştirirken 1973 yılında Şili
ile başlayan Latin Amerika’da askeri diktatörlükler silsilesi sanki bir kazaymışcasına
algılanıyordu. Demirel kendisinden emin, Ecevit’e (Allende’ye hakaret edercesine)
Büllende yakıştırması yaparken gelecek darbenin kendisini devireceğini belli ki hiç
beklemiyordu. Latin Amerika’da düşen ibrenin farkında olmayan sosyalist hareket,
Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerindeki kıpırdanmalardan, Çin, Vietnam ve
Küba’nın izinden dünyayı değiştirecek bir kaldıracın peşindeydi.
Rastlanmadık siyasallaşma
12 Mart’ın bitiminden önce, Ekim 1973 seçimlerinde, Ecevit’in mitinglerine yığılan
kitlelerin şahsında, 1961 Saraçhane mitinginden sonra belki de en büyük ve anlamlı
siyasallaşmayla solun kazandığı itibar ve meşruiyet, yıkılmış, dağılmış sosyalist
hareketin de yeniden canlanmasına yol açtı. Kıbrıs harekâtına kadar baskıyla
özdeşleşen ordunun kaybettiği itibar, idamların “kamu vicdanı”nda mahkum edilmesi,
12 Mart uygulamalarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı huzursuzluk, altmışlı
yıllardan farklı, daha kitlesel, umutlu ve daha deneyimli bir radikalizasyon dalgasını
getirdi. 12 Mart’ın kapıdan kovduğu bacadan girmişti.
Sanıldığı gibi genel afla içerden çıkanların değil dışardakilerin, yeni bir gençliğin,
kadınların, emekçilerin akın akın siyasete koşmalarının ürünüydü bu yeni dalga.
12 Mart’ı, 1905 benzeri bir prova olarak görenler de vardı. Şimdi sıra 1917’deydi.
Ortada bir prova vardı ama elbisenin kimin üzerine prova edildiği atlanıyordu.
12 Mart’ı oluşturan önemli şartlardan biri olan egemen blokun çatırdaması, AP’nin
temsil ettiği iktidar blokunun MNP-MSP (Anadolu tüccarı ve esnafı) ve Demokratik
Parti (tarım burjuvazisi) ile dağılması, MHP’nin güçlenmesi MC türü koalisyonlarla
telif edilmeye çalışılmışsa da, Demirel’in bütün maharetine rağmen bütün bu farklı
partilerin temsil ettiği çıkar çatışmalarını tatmin etmek mümkün olmadığından
“yönetenlerin yönetememe hali” kangrenleşmiştir.
Genel olarak solun kazandığı mevziler 1977 Haziran seçimleriyle zirve noktasına
ulaşmıştı. Bu birikimde sosyalist solun enerjisi büyük miktarda Ecevit CHP’sine
akmış, bağımsız sosyalist bir alternatif oluşturulamamış ve sosyalist hareketler de en
yakınında bulunanlarla “ideolojik” hesaplaşmalarını tamamlamamışlardı. Seçimlere
giren sosyalist kesimlerin aldığı oylar devede kulak kalırken, bir katsayı kullanarak
girmeyenlerin de hali pür melali hakkında bir fikir edinilebilirdi. Bu seçimlerde
MHP’nin de bir milyonu aşan bir oy alarak kendi rekorunu kırıdığı eklenmelidir. 1973
yılında siyaset sahnesinde yerini alan MSP’nin kalıcılığı da tescil edilmiş oluyordu.
Bir diğer husus yerel seçimlerde Diyarbakır’da sosyalist bir grubun temsilcisi olarak
Mehdi Zana’nın seçimleri kazanmasıydı. Dolayısıyla radikalizasyon, oldukça çok
yönlüydü.
1 Mayıs 1977 katliamı simgesel olarak, sosyalist soldan çok daha fazla işçi sınıfının
sendikal alanda güçlenmiş olmasına yönelikti. Ayrıca benzer bir komplonun Ecevit’e
yönelik olarak da gündeme geldiği bilinmekte. Bu tarihler aynı zamanda yetmişli
yılların ortalarında başgösteren dünya krizinin sonucu, dünyanın dört bucağında
topyekûn olarak işçi sınıfının fiziki varlığına ve moral kazanımlarına saldırının
başlatıldığı tarihlerdir.
Bir ay sonra yapılan genel seçimlerde Ecevit CHP’si oylarını en üst seviyeye
çıkartmış, tek başına iktidar olmayınca devşirdikleriyle bir koalisyon hükümeti
kurmuştur.
Dönemin bir diğer önemli olayı DİSK içindeki iktidar mücadelesinin 1977 Ekiminde
yapılan kongrede, Türk-İş’den gelenlerin ağırlıklarını koyarak yönetimi ezici bir
çoğunlukla ele geçirmeleridir. Bundan böyle bir tür iki başlı bir DİSK’ten söz
edilebilirdi.
Kitle hareketinin eğrisi yükselmiyordu ama henüz bir düşme eğilimi de göstermiyordu.
1978 yılı bu açıdan her kesim için kritik bir yıldır. Düzen güçleri için de, sosyalistler
için de sendikalar için de henüz fırsat vardı. Ancak tarih hızını artırırken, herkes
yaşanan günler ebediymişcesine büyük bir iyimserlikle kendi ritmine umut bağlamıştı.
Yaklaşan felakete karşı, kazanımların savunulması için ortak bir mücadeleyi
tasarlamak yerine, bir diğerinin yaşama alanını daraltarak kendini genişletme çabası
sürdürülüyordu.
1979 1 Mayıs’ı bu açıdan anlamlı bir tarihtir. DİSK yönetimi 1 Mayıs alanı diye ilan
edilen Taksim’de kutlamaların yapılması için ısrar etmiş, izin verilmediğinde de
elinden geleni yaptığından hoşnutken, DİSK’ten geçici olarak ihraç edilen sendikalar
TKP güdümündeki Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in sözcülüğünde İzmir’de
kutlamaları yapmışlardır. İkinci bir kutlama yine İzmir’de sol gruplarca yapılmıştır.
Darbenin şekillenmesi
1979 Ekim ara seçimlerinden sonra CHP’nin hükümetten çekilmesiyle Demirel büyük
bir hevesle kolları sıvıyordu. Oysa parlamenter sistemi askıya almak için koşullar
fazlasıyla oluşmuştu. Yalnızca yıllardır süren yukardakilerin yönetememesinden ötürü
değil, uluslararası koşullar, NATO’nun bölgedeki dayatmaları açısından da.
Ya sonra?
12 Eylül tasfiye olmadan, sözcüsü gibi kendi ömrünü doldurdu. Bu anlamda toplum,
12 Eylül’den kurtulamadı ve artık 12 Eylül’le hesaplaşma imkânını da yitirdi.
Hesaplaşma, herşeyden önce bir intikam sorunu olmayıp, yaşananların bellekte
yeniden oluşuturularak gelecek için alarm zillerinin çalınması anlamına geliyor. Belki
de bunun için örneğin Beynelminel, Eve Dönüş gibi filmler, kimileri için çok daha ağır
olan olaylardan çok daha fazla geniş kesimlerin belleğine sarsıcı kayıtlar düşüyor.
Kurban şu veya bu örgütün bir üyesi veya sözcüsü değil içimizden biri, kısaca
sokaktaki vatandaş olarak belirince durumun vehameti çok daha açık bir hal alıyor.
12 Eyül’le ilişkideki kopuş tarihimizin bir dizi konusu için de geçerli. 1908’in 100. yılı
anmasında bunu tüm açıklığıyla gördük. Öte yandan Kürt meselesinden, Ermeni
meselesine veya işçi hareketinin ve sosyalist hareketin tarihine ilişkin bütünlüklü bir
bellek olmadığından köhne dünyadan özgürleşime ilişkin bilincimizde sakatlıklar,
kesiklikler oluyor ve bu da eylemimize, yaşadığımız hayata yansıyor. Ancak tarihle
ilişkideki bu kopukluk bize has değil. İspanya İç Savaşı gibi insanlık tarihi açısından
dramatik bir olay ancak on yıldır kendi ülkesinde bilince çıkmakta. Bu da özgürlük ve
eşitlik mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası.
Programatik bir yaklaşım, hem genel bir döküm çıkarma hem de belli bir hareketin
doğrulanması, geleceğinin güvencede olması babında yürütülecek çabalardan çok daha
farklı bir eksende tartışmayı gerektiriyor: Nasıl bir sosyalizm tasarlanmaktadır ki buna
göre sahip çıkılacak miras eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulabilsin?[1]
Geçtiğimiz beş yılda böylesi bir çerçeve oluşturmak için uluslararası düzeyde oldukça
anlamlı deneyimler yaşanmıştır. Programatik düzeyde çoğulcu, feminist, ekolojist,
aşağıdan dolayısıyla demokratik, farklı toplumsal alanların ortaklaştırıldığı bu
hareketlerin sektarizmden ve dogmatizmden uzak, büyük miktarda ortak bir yürüyüş
içinde olduğu söylenebilir. Bunun dışında sosyal demokrat veya Stalinist geleneksel
sol çeşitli biçimlenmelerle yer yer köhnemiş varlığını sürdürmüştür. Ancak Latin
Amerika’da öne çıkan hareketlere bakıldığında kıtanın tarihinde zaten önemli bir yer
bulmayan Stalinist hareketlerin herhangi bir gelişme kaydettikleri görülmemektedir.
Ayrıca genel olarak umut vaat eden hareketlenmelerin siyasal partilerden çok veya
onun yanı sıra, sendikal ve toplumsal hareketlerdeki yeniden yapılanmalar olduğu
unutulmamalı.
Sosyalist hareketin kat ettiği mesafeyi değerlendirebilmek için her zaman olduğu gibi
aşağıdakilerin, kimine göre parçalanmış, ancak bir başka açıdan çeşitlenmiş olan
mücadele alanlarında ne gibi faaliyetler sürdürdüklerine bakmak gerekecektir. Tarihin
pek bereketli olmadığı dönemlerde teori imalatıyla boşluğun giderileceği zehabına
kapılanların sesi biraz fazla çıksa da nihayetinde doğru düşüncelerin yeni mücadeleler
içinden filizlendiği her daim kendini gösterir. Yani kimi aklı evvellerin masa başında
pir aşkına ürettikleri teoriler değil, nesnel gerçekliğin uğradığı değişimlere karşı yeni
muhalefet biçimlenmelerinin elde ettiği kısmi başarılar, kazandıkları mevzilerle öne
çıkan meselelerdir teorinin yenilendiği alanlar.
Sosyalist hareketin bir vahiy gibi inmeyip zorlu toplumsal mücadelelerin içinde
kendini inşa ederek geliştiğini hatırlarsak, herhangi bir toplumda sosyalist hareketin ve
düşüncenin kökleşmesinin zaman zaman öne çıkan mücadeleler veya
azımsanamayacak düşünürlerin zuhuruyla sınırlı olamayacağı, bu mücadele ve
düşüncelerin bir siyasal partide billurlaşması gerektiği eklenmelidir.
Yeni mücadelelerin taşıyıcısı olacak genç kuşakların ille de geçmişe ilişkin tam
teşekküllü bir defter tutması gerekmez. Ancak mücadelelerini tarihselleştirmek için
geleceklerini üzerine temellendirecekleri bir geçmiş, bir deneyim birikimine ihtiyaç
duyarlar. Bu ihtiyaç dayatmalarla, baskı ve zulüm görenlerin yaşadıklarını öne
çıkararak, şehitleri bayrak yaparak giderilemez. Kendi kendini konsolide etmenin bu
manevi unsurlarının toplumsal karşılığının bulunmadığı, çeşitli hareketlerin
şehitlerinin adları etrafında yürütmeye çalıştıkları siyasetin kendisiyle sınırlı
kalmasından anlaşılabilir. Bu açıdan geçmişimizde kimi toplumlarda olduğu üzere
geniş kitleler için bir tür programatik ifadeye sahip olan Zapata, Sandino, Bolivar,
Marti, Che gibi simalar ortaya çıkmamıştır. Bu tür simgeselleştirmeler herhangi bir
çevre değil sokaktaki insanlar tarafından içselleştirildiğinde politik bir anlam ifade
eder.
Geçmişle gelecek arasındaki ilişki netamelidir.[2]Hiçbir mücadeleye sıfırdan
başlanılmadığı, tarihte asla beyaz sayfanın açılmadığı, dünyanın efendilerinin
birikimlerinin karşısına bin yıllardır sürdürülen bir özgürlük mücadelesinin birikimi ve
bir gelecek tasarımıyla ancak çıkılabileceği unutulmamalıdır.
geleceğin düşü de olamaz” der M. Löwy. Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı yay.
s.168.
Marksizmin bir ülkede filizlenmesinin beş şartı veya on emri keşfedilene kadar onun
kendi oluşumuna, kaynaklarına bakma ve oradan bir çıkarsama yapma kolaycılığı
devam edecektir. Aslında bu çerçevenin başlangıç olarak çok anlamlı olmakla birlikte
bir dizi ülkedeki gelişmeyi açıklayacak bir model olmadığı kesindir. Yine de kısaca
Rus, Çin, Hindiçini, İtalyan, Latin Amerika ve Amerikan (vbg.) Marksizmlerin
hikâyelerine göz atmak gerekir. [1]
Ekim Devrimi’nin kendinden önce var olan sol hareketler üzerinde etkisi olduğu gibi
solun adının bile geçmediği kimi ülkelerde bir dalga yarattığı bilinmektedir. Ancak
bunların genel olarak birer kopyadan ibaret olmayıp kendi gerçeklikleri üzerine oturan
hareketlerin nisbi bir özerklik kazandığı eklenmelidir. Türkiye sosyalist hareketi
açısından böylesi bir özerkleşme kapasitesi söz konusu olmadığı gibi Ekim
Devrimi’nden nasiplenme babında alınan dersler de alabildiğine üstünkörü olmuştur.
Çinli genç devrimcilerin Sovyetlerde eğitimleri sırasında oldukça radikal eğilimleri ile
neredeyse birer aygıt insanı olarak yetişen TKP’lilerin mukayesesi çarpıcıdır. Bu
açıdan altmışlı yıllara kadar politik tartışma ürünleri neredeyse yirmili yılların ilk
yarısının Aydınlıkyazıları ve otuzlu yılların (özellikle Kerim Sadi ve Dr. Hikmet
Kıvılcımlı) birkaç risalesi ile sınırlı kalmıştır. Dr. Hikmet’in yine aynı dönemde
kaleme aldığı ancak ölümünden sonra, terekesinden çıkartılan ve yaşamında kendisinin
asla kullanmadığı Yol dizisi ise özgün olmaktan ziyade uyarlama çabalarından
ibarettir.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi altmışlı yıllarda geleneksel solun iki kanadı
(Stalinizm ve sosyal demokrasi) arasında kâğıt üzerindeki farklılıklar ne olursa olsun
yöneliş ve siyaset yapma tarzı açısından hemen hemen fark kalmamıştı (zaten birçok
ülkede otuzlu yılların ikinci yarısından itibaren geleneksel solun iki kanadı ya
kavuşmuş ya da yakın ittifaklar içinde olmuşlardır). Bu durumda Marksizmin kendisi
rafa kalkmış ve realpolitik uğraşlar gündemi kaplamıştır.
Altmışlı yıllara gelindiğinde Türkiye solunda genel olarak hâkim olan, batı
Avrupa’daki kimi partilerin kurumsal çerçevede yürüttükleri faaliyetler ile
azımsanmayacak sendikal ve seçim başarılarına paralel görüşlerdir. Derin bir
yenilenme ihtiyacı olmadıkça aslında kaynağa, yani doğrudan temel eserlere yönelmek
de ancak meraklısının derdidir. Bu açıdan altmışlı yıllarda sosyalistlerin bilinci hem
bir yandan zaten memlekette bir zamanlar var olmuş bir mücadelenin devamı
(Kemalizm) ve hem de kurumsal çerçevede ulaşılabilecek olan hedeflerdir.
Devralınan Miras
TİP’in kuruluşu veya bir yıl sonra Mehmet Ali Aybar’a teslim edilmesiyle başlansa da
önceki dönemlerden edinilen bir miras var. Ancak bu mirasın herhangi bir kitlesel
karşılığı bulunmamakta. TKP ve onun dışında veya çevresinde gelişen solun
toplamının encamı 1951-52 tutuklamalarında belli olmuştur. Bundan sonraki tek açık
girişim olan Vatan Partisi ise daha da sınırlı bir çevreye hitap etmiştir. Dolayısıyla
miras ne kadarsa o kadar ancak düşünsel düzeyde geçerlidir. Bunun bir diğer anlamı
TİP’in kuruluşunda, işçi sınıfı içinde kendi bayrağı altında bir mücadele deneyimine
sahip bir kesimin olmaması, kuruculardan da anlaşılacağı üzere bir tür sendikalist
eğilimin siyasallaşmasıyla sınırlı kalındığıdır, yani sınıfın siyasallaşması değil
sendikacıların siyasete merak sarması söz konusudur.
Solun zihniyet dünyası ise esas olarak sosyal adalet ile sosyalizm arasında sıkışmıştır.
Sosyalizme popülerlik kazandırma kaygısının yanı sıra, örneğin Aybar’ın Demokrat
Parti listesinden bağımsız aday olmasının da gösterdiği üzere İnönü’cü olmayan ancak
Kemalizm’in bir tür ilericilik olarak nitelendirildiği hatta yer yer anti-emperyalist ve
de anti-kapitalist olarak kabul edildiği bir zihniyettir bu. DP’nin kuruluş aşamasında
kendini CHP’nin solunda gördüğü kesin. Bazı TKP’lilerin Zeki Baştımar’ın izniyle
DP’ye girdiği söylenir (Mihri Belli ise Şefik Hüsnü’nün DP’nin geleceğini önceden
gördüğünü belirtmekte).
Kemalizmin sosyalizm yolunda hayırlı bir adım olduğuna dair görüşlerin, genel olarak
altmışlı yıllardaki cuntacılara veya asker sivil aydın zümre ile teşrikimesaiye meraklı
kesimlere yakıştırılmasına karşın Behice Boran gibi Marksizm konusunda Aybar’a
göre daha ortodoks kabul edilen birinin de benzer bir görüşe sahip olması kayda
değer[1].
1960 darbesinden sonra farklı kanallardan öne çıkan eskilerin üçünün de (Dr. Hikmet,
Belli ve Aybar) birer risale/çağrı ile darbecilere yol yordam göstermeye yeltendikleri
hatırlanırsa Aybar dahil olmak üzere aşağıdan olmaktan ziyade yukarıdan bir gelişme
umudunun ancak ve ancak taşındığı söylenebilir. Aybar’ın sonraki gelişimine ters gibi
gözükse de bu yukarıdan ve devletlu sosyalizm türü bilindiği gibi aslında Marx’a değil
Ferdinand Lassalle’a aittir. Yani yukardan, devlete akıl fikir vererek kazanımlar elde
etme…
Mehmet Ali Aybar Mustafa Kemal’den uzun alıntılarla şu sonuca varmaktadır: “Tüm
[1]
bu sözler fikir alanında solculuktur. Bu yolda izlenecek politika, sol bir politikadır…
emperyalizm ve kapitalizmle savaşmayı ulusça kurtuluşumuz için şart sayan…” (TİP
Tarihi, cilt I, s.138). Daha açıkçası “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir
ideoloji…”
Dolayısıyla dönemin Kemalistleri gibi kaybolmuş bir altın çağın bulunmasına yönelik
olmasa da zihnen bir kopuşu değil kesintiye uğramış bir gelişmeyi yeniden başlatma
perspektifi söz konusudur.
Toplumsal alanda yansıması olan herhangi bir düşünsel birikim veya eylemin olmadığı
bir dönemin ardından altmışlı yıllarda sosyalist hareketin kendi mücadelesinin ürünü
olmayan ancak kendisine de bir milat yaşatanın ne olduğu tartışmalıdır. Yaygın kanı
27 Mayıs ve 1961 Anayasası’nın nisbi özgürlük ortamıdır. Öznesi belirsiz bu tespit
sonunda iyi sıhhatte olsunlar’ın işçi sınıfının önünü açtığına varabilir. Partiler
düzeyinde on yıl boyunca CHP-DP neredeyse oyları paylaşmış ancak ekonomik ve
toplumsal gelişme sınıfların mevzilenmesinde anlamlı değişikliklere yol açmış
(altmışlı yılların hemen başlarında bu gelişmeler daha da hızlanacaktır), bunun
sonucunda nesnel gerçeklikte bir önceki dönemle kıyas kabul etmez bir değişim
yaşanmıştır. Bu yeni malzemeyle birlikte geleneksel devletlu kesimlerden ve
“gelişmekte olan” burjuvaziden açıkta kalan kesimlerin tarih sahnesine çıkışı
gerçekleşmiştir. Buna uygun olarak aydın taifesinde de klasik TKP çizgisinden farklı
batıdaki sosyal demokrat gelişmelerden de etkilenmiş yarı yolda bir entelijansiya
oluşmuştur. Bu entelijansiya bir miktar üniversite hocası, gazeteci ve yazar çizerden;
doğrudan doğruya sınıfın meselelerinden hareketle değil devlet planlama teşkilatı
uzmanları formasyonuna sahip, ülkenin meselelerine vakıf kişilerden oluşmaktadır.
İşçi sınıfı ise bu saflaşmada ağırlıklı olarak DP’nin arkasındadır. Menderes’in 1 Mayıs
1960’da işçilerin bayramını kutlaması tarihsel bir ironi olarak hatırlanabilir.
Altmışlı yılların daha başlarında Saraçhane yürüyüşü ve Kavel greviyle sınıfın paldır
küldür sahneye girişine tanık olunur. Sendikacılar bir büyüme döneminde, kendilerini
mesleki kaygıların ötesinde bir toplumsal konum içinde bulmuşlardır.
Yarım kalmış bir 27 Mayıs’ı tamamlama, askerlerle birlikte siyaset yapma eğilimi
aslında tarihin yanlış okunmasından da kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs’ın herhangi bir
ulusalcı, anti-emperyalist yanı olmayıp kapitalist sistem içinde patlayan lastiğin
değiştirilmesinden ibaret olduğu atlanıp, ona olmadık değerler vehmedilince –üstelik
bunlar solda envaı çeşit oportünist ve revizyonist avının sınıf mücadelesinin başlıca
uğraşı olarak görülürken– yeniden milli mücadele gibisine yeniden darbeye
yönelinmiştir. Bu tür bellekte Yakup Cemiller, Enverler ve yakın zamandaki
Aydemirler referans noktası olurken nesnel gerçeklikteki değişimler –hem de ülkenin
tarihinde sınıflaşmanın en çok hızlandığı bir dönemde– es geçilmiş ve hatta büyük bir
başarı ile görmezden gelinmiştir.
27 Mayıs sonrasında öne çıkacak olan işçi hareketi ve sosyalist hareket konusunda
herhangi bir belirti bulunmamaktadır. Namlı ve de gedikli sosyalistler büyük miktarda
bir kenarda veya henüz sürgün dönüşündedirler. CHP muhalefetine karşı DP
iktidarının baskılarıyla hızlanan siyasallaşmada sosyalist solun esamisi bile
okunmamıştır. 27 Mayıs’ın akabinde kimi solcular fırsatı değerlendirip risale ve dergi
yayınına girişseler de gelişmelerin kıyısındadırlar.
Aybar nasıl da bir-iki avukatla hayali bir işe girişip sendikacıların bir işçi partisi
kurmakta olduklarını öğrendiklerinde kendi tasarımlarından vazgeçtiklerini anlatır[2].
Aybar, Kasım 1960’da Cemal Gürsel’e gönderdiği bir mektubu bir ay sonra Ankara’da
bir basın toplantısıyla açıklar. Gürsel, komünist partiyi uygun görmese de sosyalist bir
partinin kuruluşuna hayır dememektedir. Aybar, demokrasiyi sola kayan bir denge
olarak tanımladığı bu mektup ve basın toplantısı vesilesi ile Sıkıyönetim
mahkemesinde yargılanır. Beş yıla mahkûm olur; temyiz kararı bozar ve sivilde beraat
eder. Yani fikir özgürlüğü en umutlu olanlar için bile sivilde askeriyedekinden daha
fazladır.
Sendikacıların TİP’i ne diye hangi amaçlarla ve nasıl bir dünya görüşü ile kurdukları
önemli. Mehmet Ali Aybar’ın kendi anlatımından meselenin solla pek ilişkisi olmadığı
açık, hatta Aybar’ın sicilli biri olmamasına rağmen başkanlık meselesi uzun
tartışmalara neden oluyor. Üstelik de bir yıllık zaman zarfında parti ilk çıkışından öte
hemen hemen hiçbir gelişme kaydetmemesine rağmen. Sendikacıların alerji duydukları
aydınların katılımıyla parti daha geniş kesimler için bir inandırıcılık kazanıyor. TİP’in
kurucu sendikacılarının tanınmış olmaları bir vakaysa da bu tanınmışlık kendi
alanlarıyla sınırlıdır.
Aybar’a göre “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir ideoloji olduğu için” (s.
138) sendikacılara sosyalizm tarihinden, genel olarak işçi hareketi tarihinden
temellenecek bir program önerisi yerine Mustafa Kemal’in konuşmalarını, özellikle de
Aralık 1921’deki konuşmasını öne sürer. Bu hem onların ideolojik dünyalarına yakın
düşmektedir hem de oldukça meşru bir zemin sunmaktadır. Bu meşruiyet arayışı
sonuna kadar sürecektir. TİP, Anayasa’nın savunucusu ve uygulanmasından yana bir
partidir. Sendikacıların meşruiyete olan mesleki bağlantılarının daha da fazla olduğu
15-16 Haziran olaylarında çok açık olarak görülecektir.
Sendikacıların parti kurma girişimi TİP’le sınırlı kalmadı, ilkin on TİP kurucusundan
biri olarak seçilen, ancak kendisi üye olmayı tercih eden Türk-İş başkanı Seyfi
Demirsoy bu kez Çalışanlar Partisi girişimi içinde yer alıyordu[4].
İlginç bir durum (Aybar’dan naklen) Senato Başkanının İstanbul Sendikalar Birliği’ne
gelip bir işçi partisinin kurulmasının memleket için hayırlı olduğu ve hatta mutlak
lazım olduğu merkezindeki konuşmasıdır. Çalışanlar Partisi, YÖN yazarlarının içinde
olduğu Sosyalist Kültür Derneği’nin de ortaya çıktığı bir döneme denk geldi. Önemli
bir gelişme olmadı, ancak sendikacıların partileşme ihtiyacı açısından kuvveden fiile
çıkan ve çıkmayan iki girişimin varlığı hangi ideolojik aralıkta konumlanıldığı
açısından önemlidir.
Partiyi mücadele içinde inşa edilen bir organ olarak değerlendirdiğimizde bunun
makul bir yanı vardır, çünkü devraldığı miras, üzerine oturduğu birikim bu kadar bile
değildir belki.
Aybar Nebioğlu’ndan naklen 1955-56 yıllarında daha sonra TİP kurucusu olacak olan
[1]
Güzelce, Türkler, Nebioğlu, Şaban Yıldız’ın bir işçi partisi kurmaya niyetli oldukların
belirtir (s.196).
“Biz emektar solcular yıllarca kabuğumuza çekilmiş, adeta toplumun dışında
[2]
Aybar sendika yöneticilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmektedir: “Sendika
[3]
yöneticileri de, işçi ya da köylü kökenlidir. Sendikacı olarak yaptıkları görev ise
işçilere hizmettir.” TİP Tarihi, Cilt I, s127. Kendisinin sonraları öne çıkaracağı
bürokrasi analizinde parti ve devlet bürokrasisine vurgu yapacaktır, oysa daha yola
çıkarken sendika bürokrasisine açık kart vermiştir.
TİP, Türkiye sosyalist hareketinin yatağı olmuştur. Daha sonra muhalif olanlar bile
siyasete TİP saflarında atılmış olmalarını bir referans olarak gösterirler. Ancak
ideolojik düzeyde TİP’in görüşleri ne olursa olsun, YÖN’ünkine benzer bir
“hegemonya”sı söz konusu değildir. YÖN ilk yıllarında solun neredeyse bütün
eğilimlerini temsil ederken o güne kadar kapsam ve etkinlik itibarıyla kimseye nasip
olmamış bir çeşitlilikte memleket meselelerini ve dünya hallerini tartışır. Klasik bir
YÖN-TİP veya daha ileride Sosyalist Devrim-MDD saflaşmasının uç noktalarında
bulunanlar bile YÖN sayfalarında yazar.
Ancak geriye dönüp bakıldığında kendi dışındakiler veya toplumun diğer kesimlerinde
gedikler açan tartışmalar hayli sınırlı olup bugün için kullanışlı değildirler. Açılan
tartışmaların büyük miktarda örneğin Kadro kalıntısı, kalkınmacı, doğrusal bir
ilerleme zihniyetini taşıması ve Kemalizmle kendi arasında illaki bir devamlılık ilişkisi
kurmaya yönelmesi, yani bir kopuş perspektifine sahip olmaması esastır. Çeşitliliğin
kaynağı ise daha sonraki billurlaşmanın henüz söz konusu olmamasıdır. Yani İsveç
Sosyalizminden veya Arap Sosyalizminden söz edilirken veya ATÜT (Asya Tipi
Üretim Tarzı) tartışması açılırken bunların varacağı siyasal sonuçlara ilişkin ortak bir
beklenti yoktur. Bir tür sol münazara merkezi konumundadır. Ancak derginin
yörüngesi nihayetinde Devrim dergisine varacak tutarlılıktadır.
Altmışlı yıllar dünyanın birçok ülkesi için Marksizmin yeniden canlandığı bir on yılı
temsil ederken Türkiye’de işin abc’sine henüz başlanılmaktadır[1]. Bu açıdan
bakıldığında iktidar, devrim stratejisi, perspektifi gibi sözler havada uçuşsa da
uçuşmasa da bunların içini dolduracak bir düzey yoktur.
Emekleme çağında etkileşim, model arayışı belirsizdir. Daha açıkçası ideolojik olarak
net bir çizgiden söz edilemez. Sosyalist tarih içinde kendini konumlaştıran, bir
sürekliliği temsil etmeye yönelen bir hareket değildir TİP. Daha sonra özellikle
“Çekoslovakya Olayı” vesilesiyle bir saflaşma öne çıkacaktır, ancak bu saflaşmaya
rağmen taraflar büyük miktarda “yerel”, aslında eklektik kalacaklardır. Aynı yıllarda
görüşleriyle öne çıkanlar arasında –kendisine her ne kadar bir “izm” eklense de esas
olarak TİP başkanı olduğu için– Aybar sayılabilir. Şu anda akla gelmese de
kitaplarıyla ve makaleleriyle (YÖN’de Doğan Avcıoğlu’ndan sonra en çok yazan,
daha sonra Ant’ın kurucuları arasında yer alan ve TİP programını kaleme alanlardan)
öne çıkan Fethi Naci’dir. Edebiyattan gelip edebiyata giden Fethi Naci’nin
azgelişmişlik, askeri diktatörlükler gibi konular üzerine yazdıkları çorak arazide
birtakım uyarlamalar çerçevesindedir. Arazinin çoraklığını Selahattin Hilâv aşağıdaki
kelimelerle dile getirirken, sonraki yıllarda da sözünü ettiği boşluğun doldurulmadığını
unutmamak gerekir:
“Bugün, 1967 yılında Türk toplumunu Marksist açıdan ele alıp inceleyen tek bir eser
yoktur elimizde. Demek ki kendi özelliklerimizi, toplumcu bir anlayışla ortaya koyup
didiklemiş değiliz. Ortalama Türk toplumcusunun bilinci ve anlayışı, bir yandan, Batı
toplumlarına uygulanan Marksist metodun ortaya döktüğü sonuçlardan; öte yandan
Cumhuriyet devri ideolojisinin “İlericilik-Gericilik”, “Batıcılık-Doğuculuk”, “Laiklik-
Yobazlık” kavramları içine sokuşturduğu soyut ve aldatıcı bir düşünce tarzında
kurulmuştur… Başarısızlık, Türk toplumcusunun, kendi öz teorisini kuramamasından
ve hâkim sınıfların ideolojilerinden ve düşünce biçimlerinden sıyrılamamasından
gelmektedir.” (Felsefe Yazıları, YKY, s.83)
Türkiye sol hareketi açısından ilk iddialı kitabın bir Marksist değil de esas olarak bir
Kemalist tarafından yazılmış olması oldukça çarpıcıdır. Doğan Avcıoğlu’nun o güne
kadar rastlanmadık derecede kapsamlı ve yer yer kendi iddialarını bile sorgulayan
(örneğin Ermeni meselesindeki gaspçılık gibi) ve açıkça ifade edilmeyen (Kürt sorunu
gibi) meseleleri ele alan Türkiye’nin Düzeni adlı kitabı yaklaşım itibarı ile, Niyazi
Berkes’in önceden çıkmış kitaplarındakinden ve Oscar Lange’nin (Sosyal Adalet
yayınlarından çıkan, Mısır’da verdiği bir konferansın metninden ibaret olan) Kalkınma
Yöntemleri kitapçığından farksızdır. Çünkü nihayetinde mevcut durumdan çıkmak için
önerilen yol kapitalist olmayan kalkınma yoludur ve bunun öznesi de tabii ki yetersiz
kapitalistleşme koşullarında emekçiler değil asker-sivil aydın zümredir. Aslında bir
risale ile rahatlıkla ifade edilebilecek bu düşünceler tam bir ayıklanmadan yığılmış
malumat deryasında hedeflerinden uzaklaşmıştır. Zamanına göre çok satanlar arasında
yer alan kitabın kendi birinci derecede muhataplarından ziyade MDD’cilerin ideolojik
hazinesi haline gelmesi ise tarihin bir cilvesi olsa gerek.
TİP’in gelişiminde 1965 seçimleri önemli bir rol oynar. Ulusal Artık Sistemi’nin
getirdiği imkânla 15 milletvekilinin meclise girmesi siyaseten, zihinlerde kalan, egale
edilemeyen %3’lük oy oranından çok daha etkili olmuştur. Çünkü böylece TİP meclis
kürsüsünden bir gedik açarak ve her fırsatı çok iyi değerlendirerek hemen hemen
siyasetinin en önemli ayağı saydığı parlamenter faaliyeti değerlendirmiştir.
Kasım 1966’da Malatya’daki ikinci kongre haziran ayındaki senato seçimlerinde %3.9
oyla bir sandalyenin kazanılmasının ardından yapıldı. Bu kongre TİP dışındaki
sosyalistlerin, özellikle eski TKP’lilerin –artık TKP var mıdır, kim temsil ediyor, bu
konuda TKP’lilerde de bir fikir birliği yoktur– öncülük ettiği MDD görüşünün partide
azımsanmayacak bir yankısı görülüyordu. Kongre metni emperyalizmin işbirlikçisi
olarak gördüğü sözde milli kapitalistler dışında emperyalizme karşı mücadele,
Kemalist dış politika gibi yine bir sosyalist devrime açılan talepler ve mücadele
çağrısıyla değil anayasal çerçevede, parlamenter bir mücadeleyle Aybar’ın kendi tabiri
ile dengeyi sol lehine değiştire değiştire yürümeyi hedefliyordu.
1967’de yapılan Doğu mitinglerinin bir dizi açıdan önemi var. İlki buralarda miting
yapılmasını gerekli kılan gelişmeler, ikincisi partinin ve özellikle Aybar’ın buradaki
mitinglerde o güne kadar rastlanmadık bir biçimde açıkça farklı muamele
görüldüğünün, horlandığının altının çizilmesi ve sonuncusu da iktidarı her şeyden
fazla tedirgin etmesidir. TİP ve buradan kaynaklanan hareketlerin Kürt meselesindeki
tutumu (TİP’in 12 Mart sonrası kapatılma gerekçesidir aynı zamanda) “radikaller”den
daha radikal olmuştur. MDD hareketinin “milli” duruşu geleneksel olarak Kürt
meselesiyle mesafeli olmasına yol açmış ve bu durum yetmişli yıllar için de belli
istisnalar dışında geçerli olmuştur
TİP’in Kasım 1968 kongresi sonun başlangıcı olarak görülebilir. Dünya ölçeğindeki
önemli gelişmeler bir yana Türkiye’de Haziran ayı itibarıyla başlayan öğrenci, temmuz
ayı itibarıyla başlayan işçi olaylarından ders çıkarmak yerine parti içi egemenlik ve
basitçe Çekoslovakya meselesine indirgenen “teorik” tartışmalar ağırdan öne çıkar.
Çekoslovakya meselesi yalnızca Türkiye’de değil Venezüella’dan Yunanistan’a
geleneksel komünist partilerde de derin bölünmeler yaratır. Mesele farklı bir mücadele
tarzından ziyade oralarda da genellikle SSCB’ye bağlılık meselesidir. Bizdeki durum
biraz ilginçtir, çünkü TİP geleneksel bir KP gibi SSCB’ye bağlılık temeli üzerine
gelişmediği gibi başlangıçta Behice Boran’ın da farklı bir tutum takınmamış olması,
bu konuda bir refleksten çok gecikmeli bir intikal halinin olduğu söylenebilir.
Her zamanki gibi bir üçüncü yol olabilir ancak güçsüzdür. İki tarafa da yakın
durmadan partinin temel sorunlarına, herkesi kapsayacak bir yaklaşım önerenler tabii
ki belli bir gücü temsil etmedikleri için dikkate alınmayacaklardır. Bu kongrede
Aybar’ın sac ayağındaki aydınların artık yerlerinde yeller esmektedir. Sendikacılar ve
Doğulu delegeler Aybar’ı kurtarır ancak muhalefet de GYK’daki gücünü artırır. Bir
yıla kalmadan Doğulular da geri çekilir; böylece Aybar döneminde fiilen kurulan
sendikacılar-aydınlar-“Doğulular” bileşimi dağılır.
Dünyanın birçok ülkesine bakarak 68 öğrenci olayları başlangıçta kendi alanı ile sınırlı
kalmış, toplumun diğer kesimlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarını birleştirecek bir
özelliğe sahip olmamıştır. Hızla hafızalardan silinen Hukuk Fakültesinde şiar “sağ sol
yok boykot var”dır. Üniversite işgali hükümet tarafından neredeyse makul karşılanmış,
herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Üniversite işgalinden ziyade temmuz ayında ABD
6. Filosunun İstanbul’a gelişi ile çıkan olaylar Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle
sonuçlanınca birden hareket radikal bir boyut kazanmıştır.
Gençlik hareketinin radikalleşmesinde esen rüzgârın yanı sıra kısa vadeli bir darbe
beklentisi de egemendi. Sanki iktidar kesindi de TİP Aybar’ın dediği gibi 1969’da
başa güreşerek mi bu işi yapacaktı, yoksa gençlerin hazırlayacağı bir 28 Nisan, 27
Mayıs’ın tekrarı mı olacaktı! TİP’in içe kapanması karşısında böylesi bir beklentinin
de umutlandırdığı gençlik radikalizasyonu Kemalizme iyice bulanmış bir sosyalizmin
verdiği meşruiyetle harekette bereket aramaktaydı.[2]
MDD’nin ilk zaferi TİP’in denetiminde 1965’de kurulan FKF’de genel başkanlığı
Doğu Perinçek’in kazanmasıyla gerçekleşir. Bir yıl içinde bu örgütte MDD’ci olmayan
barınamayacaktır. MDD’nin daha sonraki çeşitlenmesine bakarak denebilir ki Mihri
Belli egemenliğinde bütünlüğün sağlandığı ilk ve tek dönemdir bu.
1968’in hızla unutulan bir özelliği Temmuz ayında başlayan fabrika işgalleri olmuştur.
[3]
15-16 Haziran da dahil olmak üzere kendiliğinden eylemler sendika bürokrasisini
aşabilmişken sosyalist solun strateji tartışmalarında bu gelişmeler anlamlı
görülmemiştir.[4] Olası bir buluşmada eylem içinde karşılıklı olarak öğrenme imkânı
değerlendirilmemiş ve ancak 12 Mart sonrasında sendika bürokrasisi tabanı üzerinde
ciddi bir denetim uygulayabilmiştir, bir başka açıdan sendika bürokrasisi işçiler için
siyaseten kendine yeterli görünen bir sendika fetişizmi yaratarak onları bir anlamda
kilitlemiş, doyurmuştur.
Radikalleşmenin maddi zeminini anlamak için DP’den gelip AP ile devam eden
cephenin bugüne kadar devam eden parçalanmışlığının, çeşitlenmesinin (DP, MNP) bu
yıllarda başladığını hatırlamak yeterli. Toplumda derin bir siyasal anaforun belirmesi
kimine göre 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın sözüyle
toplumsal uyanışa bağlanabilir. Ancak henüz ekonomik ve toplumsal bir krizin baş
göstermediği bir ortamda anaforu toplumsal-sınıfsal ayrışmaya ve dolayısıyla
beklentilerin daha keskin ifadesine bağlamak gerekecektir. Siyasal partiler
yelpazesindeki renklilik eski iktidar bloğunun çatladığını, ancak yenisi için yeterli
gücün henüz belirmediğinin göstergesiydi. Üstelik bu çatırdama merkez soldan bir
baskıyla veya sosyalist hareketin yükselişiyle değil içerden gerçekleşiyordu.
Soldaki parçalanmanın da buna paralel bir seyir mi izlediği yoksa yeni bir başlangıç
için eski konum ve yapılanmalarından mı arındığı tartışmalıdır. Ancak altmışların
bütününe bakıldığında 12 Mart günleri solun en güçlü değil en zayıf olduğu günleri
göstermektedir. 1969’dan 12 Mart’a halkın nabzının sola meylettiğini gösterir bir
belirti yok. Ancak yukarıdakiler arasındaki bu çatırdamaya paralel değilse bile
neredeyse eşzamanlı olarak sosyalist solda dağılma, yeniden derlenme ve her seferinde
daha da küçülen bir kesimle iş görme hali vardır.
69’dan itibaren gençlik hareketinde bir yükseliş değil parçalanma süreci izlemek
mümkündür. 68’de herkes ayrımlarıyla birliktedir; 69’da MDD-Sosyalist Devrim
saflaşması keskinleşir (TİP içinde tasfiyecilikten şikâyet edenler ele geçirdikleri ilk
iktidar deneyiminde aynı yola başvurmakta bir an bile tereddüt etmezler).[6] Ancak
hızla ne MDD içinde bir birlik kalır ne de sosyalist devrim diyenlerin arasında; yetmiş
sonrasına tohumluk veren bu dağılma 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerine rağmen
yeniden gözden geçirilmez. 15-16 Haziran olaylarının 12 Mart öncesi sosyalist hareket
açısından bir turnusol işlevi görebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bir olayın
hazırlayıcısı olunmasa da hiç değilse içinde fiilen yer aldıktan ve sonuçlarını bizzat
yaşadıktan sonra zihniyetinin zerre kadar etkilenmediği ender durumlardan biridir bu
olay.
Kısa bir özetlemeyle, Ekim 1969’da FKF’nin adı Dev-Genç olarak değiştirildiğinde
zaten MDD egemenliği kesindi. Kasım ayında ise Aybar genel başkanlıktan istifa
ediyordu. Bir iki ay sonra Kürtler de TİP’ten geri çekilmeye başlamışlardı.[7] 1969
seçimlerinin hayal kırıklığı var olan parti içi gerilimleri artırmış ve TİP bir bakıma
artık sonun başlangıcına doğru yol almıştır. MDD ise tarihinin zirve noktasındadır,
ancak gençlik dışında ilişkileri oldukça sınırlı olduğu gibi kendi içindeki gerilimler de
hızla TİP’le çatışmasını aratmayacak düzeye çıkmaktadır.
Ekim 1969’daki Dev-Genç kongresinden sonra bir yanda Mihri Belli ve daha sonra
ondan ayrılarak THKP’yi oluşturacak olanlar birkaç ay içinde Doğu Perinçek ve
çevresinden koparlar (Aydınlık dergisinin 15. sayısı böylece iki ayrı dergi olarak
yayınlanır: Proleter Devrimci ve Aydınlık Sosyalist Dergi -ayrılık sonrası kapak
renklerinden dolayı Bolşevizm-Menşevizmi aratmayacak bir kırmızı-beyaz Aydınlık
rekabeti oluşur). Geride kalanların birliği çok fazla sürmeyecek, daha sonra THKP
kadrolarını oluşturanlar Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup (yayını Ocak 1971!)
metnini yayınlayarak Mihri Belli’den kopacaklardır. Aslında Ekim 1970 Dev-Genç
kongresinde Ankara ve İstanbul fiilen ayrı ayrı kendi organlarını oluşturmuşlardır. Bu
arada THKO ayrı bir seyir izlerken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı anda her iki
Aydınlık ve bir süredir demokratik devrimci kesilen ANT’a yazmayı ihmal etmeden
bir çevre edinmektedir. THKP kadrolarını oluşturanlar nezdinde bütün bu süre
boyunca Dr. Hikmet’in itibarı sürecek ve Mihri Belli’ye yönelik polemiklerde bol bol
referans verilecektir. Neredeyse altı aya kalmadan kağıtlar yeniden ve yeniden
dağıtılmaktadır. Bu arada egemen bloktaki parçalanmalar, bölgedeki gelişmeler, ordu
içindeki kıpırdanmalar parlamenter sisteme müdahale edecek işleyişleri öne
çıkarmaktadır.
Tipik bir kendiliğinden hareketliliğinin ürünü olan 15-16 Haziran olayları ilk ateşi
veren DİSK yönetiminin beklentilerinin çok ötesine geçerek onları da kendi
durumlarını düşünmeye zorlamış, DİSK’ten biraz daha düşük bir katılım bekleyen
hükümeti paniğe sürüklemiş ve bizzat olayların içinde yer alan solun önde gelen
kesimlerinin ise siyasal tahayyüllerinin ötesine geçmiştir. Ancak solun bu önde gelen
kesimleri olayın anlamını irdelerken sanki senaryosunu kendi elleriyle ve kendileri için
yazmışçasına kendi doğrulanmalarından başka bir şey görmemişlerdir. Kitle
hareketliliğinden öğrenme kapasitesi açısından bu acizlik aslında 12 Mart’a uzanan
sonraki aylardaki solun sanki kaderini hızlandırırcasına içe kapanmasında kendini
göstermiştir.
Ender anı yazarlarından biri İstanbul’daki Haziran 69’da Ordu darbe yapacaksa
[2]
sürekli işgal yapalım deyu İlhan ağabeyi ziyaretlerini anlatır. Zihni Çetiner, Ölümü
Paylaştılar Ama!.. s.156-157
Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında ilk kez grevdeki Derby
[3]
Geleneksel olarak Türk-İş’in sol kanadı olarak görülen TİP’li sendikacılar altmışlı
[4]
Mart 1971 tarihli broşürde “ideolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet
[6]
Kürt sol hareketi DDKO ile bağımsızlaşmaya başlamış, bu eğilim yetmişli yıllarda
[7]
Tarık Zafer’in Meşrutiyet için Cumhuriyetin laboratuvarı demesi gibi altmışlı yılları da
sosyalist hareketin sonrasının bir laboratuvarı gibi görmek oldukça yaygın. Ancak bu
laboratuvara bakıldığında deneylerin el yordamıyla yapıldığı, önceden hazırlanmış
birtakım siyasal görüşlerin ve hele hele gelişkin bir programın ve iktidar perspektifinin
bulunmadığı gözlenmekte. Bir önceki ve bir sonraki dönemden farklı olarak ise bu
dönemin başlarında kalem oynatanların önemli bir kısmı Marksizmin rahlei
tedrisinden geçmemiş olsalar da hiç değilse kendi alanlarında toplumda hatırı sayılır
aydınlar (gazeteci, yazar, hukukçu, mimar olarak mesleklerinin erbabı; Marksizmle
tanışıklıkları sınırlı olsa da memleket meseleleri hakkında donanımlı) iken ilk kez
açıkça bugünlerde yola yeni çıkanlar da görülür.
Gelenek: Bu genel olarak dünya sosyalist geleneğinden çok eski tüfeklerle ilişkilidir.
Yoksa kimsenin Gramscici veya Luxemburgcu diye nitelendiği sanılmasın. TKP’nin
kemik kadrosu TİP’in gelişiminin dışında kalınca bir tür hak iddiasında bulunmuşlar,
TİP’liler de onları dıştalamanın yollarını aramışlardır. Ancak tasnifi daha kategorik
hale getiren Dr. Hikmet Kıvılcımlı en eskilik mertebesini kendisine ve Şefik Hüsnü’ye
ayırarak, eski, yeni ve en yeni diye siyasi olmaktan hayli uzak bir rütbe ayarlamasıyla
bu işin ne kadar gayrı siyasi olduğunu göstermiştir (Rusya’da olsa en eski Plehanov
olacaktır!). TİP’in gelişimine kadar bütün bu ayrımların siyasi anlam ve önemi ise
açıkta kalmaktadır. Hatta Şefik Hüsnü ile Dr. Hikmet’i değil Mihri Belli’yi yan yana
getirmek belki daha makuldür.
Altmışlı yıllardaki sınıf mücadelesi yeni bir evreye doğru evrilirken eski dönemin
emektarları, kırklı ve ellili yıllarda siyasal formasyonlarını almış olanlar bu gelişme
dinamiğinin dışında eski ve büyük miktarda kendiliğinden tükenmiş sorunsalların
çerçevesine sıkışıp kalmışlardır. Ancak yeni evrenin sözcüleri gibi gözükenlerin de
kendi deneyimlerini gerçekleştirebilme aralığının darlığı ve hazırlıksızlıkları aslında
bir sonraki evreye, yani yetmişli yıllara taşınan siyasal ve ideolojik mirasın on yılın
birikimiyle orantısız derecede zayıf olmasını getirdi.
Model arayışı: Yetmişli yılların eşiğine kadar bir model tartışması yoktur. İlginç bir
biçimde geleneksel olması gereken Ekim modeli Maoizmin keşfedilmesine denk gelen
dönemde benimsendiğinden değil rekabet olsun diye ortaya çıkmıştır. Aslında Milli
Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması ittifaklar politikası açısından belli
farklılıklar taşısa da, cuntacılık aradan çıkarıldığında birdenbire anlamsızlaşır. Hem
TİP’in programının sosyalist bir program olmaması hem de 1965 seçimlerinden
çıkarılan dersler doğrultusunda giderek köylülüğe önem verilmesi nedeniyle zaten
mevcut durumla sosyalist devrim arasında bir köprü kurmaktan uzak olan talepler
demokratik düzeyle sınırlı kalmaktadır. Esas farklılıklar program meselesinde ve hatta
sınıfların mevzilenmesinde, toplumsal formasyon değerlendirmesinde değil mücadele
tarzındadır. Yoksa iki Stalinist hizbin demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması
dünyanın herhangi bir yerinde rastlanmayan tarihsel bir garabettir. Bu garabetin bir
uzantısı bugün de bu geleneği sürdürdüklerini iddia edenlerde görülmektedir.
Model arayışında partikülarizme dudak ısırtan bir olay Maoizmin başına gelenlerdir.
1967 Kültür Devrimi’nin yarattığı ortamda Maoizmin yeni çehresini irdelemekten aciz
olanlar tarihte belki de ilk ve son kez Stalin’den Leninizmin ilkeleri ile, Kültür
Devrimi Maoizmiyle Guevarizmi yan yana getirmişler, Kemalizmi de ihmal etmeyerek
radikal bir sol harekete girişmişlerdir.
1968’in böylece düşünsel bir yenilenmeye neden olmadığı hatta o güne kadar
kemikleşmiş bir Stalinizmden söz etmenin mümkün olmadığı açıkken giderek
ideolojik netlik adına Stalinizmin iki türünü yeniden ürettiği görülür: Maoizmin dünya
ölçeğindeki popülaritesiyle öne çıkan radikal söylemli Stalinizm ve daha ziyade
geleneksel SSCB referansıyla beliren aslına daha sadık bir Stalinizm. Hatta ortada bir
Troçkizm heyulası olmamasına rağmen, sıkı Leninistlik taslamanın bir gereği olarak
Troçkizme saldırılar mecburi addedilmiştir.[1]
Che’nin solun her kesiminde hüsnü kabul gördüğü bu evrede siyasal görüşlerinin
hemen hemen hiçbir karşılık görmediği, “ya bir sosyalist devrim ya da bir devrim
karikatürü” ifadesini anlamayarak zorlama ve eklektik formülasyonlar üretmenin
marifet sayılması bunun en belirgin örneğidir.[2]
Bu durumda kesinlikle bir önceki dönemin ideolojik konumlanışından bir kopuşun söz
konusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Altmışlı yılların sonlarında belirmeye
başlayan hızlandırılmış bir şekilde kitapları karıştırma ihtiyacı bir yenilenme için
gereken ardalandan yoksun olunduğu ve de sanıldığının aksine bir kitlesel deneyimin
yarattığı sorunlarla cebelleşilmediği için başka dünyalarda az rastlanır bileşimler
ortaya çıkmaktadır. Örneğin Emek dergisindeki yazılarda Marxism Today gibi bir
dergiden kaynak gösterilmesi makul iken yanında da genellikle Latin Amerika’da
merkezci-radikal hareketlere yakın Monthly Review girebilmektedir (Hal Draper
“bağımsız ama yine de amorf bir Stalinist politika savunulmaktadır” der MR için).[3]
Üç beş kitaplık bir sosyalizm yazınının söz konusu olduğu bir devirde herhangi bir
ideolojik hesaplaşmadan söz etmek oldukça zor olacaktır. Altmışlı yılların sonlarına
kadar solun o günün dünya Marksizmine değmediğini anlamak gerekir. Batı veya
Doğu Marksizmi ile değil tabii ki evrensel Marksizmle yapılacak herhangi bir paralel
okuma o türden meseleler üzerine bir tartışmanın değil bir okumanın bile olmadığını
gösterir.
Altmışlı yılların ortalarından itibaren Latin Amerika radikal soluna (devrimci soluna)
bakıldığında bizdeki en radikal hareketlerin oralardaki geleneksel partilerin
görüşlerinden farksız bir durumda oldukları anlaşılır. Bir başka deyişle bizdeki radikal
oradaki reformistlerin söylemine, reformistler neredeyse oradakilerin radikallerin
söylemine daha yakındır. Örneğin Latin Amerika’da bizdeki Kemalizmle paralel ele
alınabilecek olan popülizmden bir kopuş söz konusu iken bizde daha sıkı bir Kemalist
söylem ulusal kurtuluş adına öne çıkar. Milli burjuvazinin bağımsız bir politik özne
oluşu Latin Amerika solu için reformizmle ayrışmanın asgari unsuru olarak
görülürken, bizde ya bir yerlerde vardır şeklinde bir önkabul gelişti veya askerlerle
ikamesi tercih edildi; en önemlilerinden biri de kapitalizm öncesi ayakbağlarına vurgu
yapmaktan çok bağımlı kapitalizmin kendisine yönelim öne çıktı. Tabii bir de sayfalar
boyu karşı çıkılan sosyalist devrim Latin Amerika solunun alameti farikası iken bizde
aşamalı devrimin varyasyonları, ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi
formülasyonları en uç hareketlerin bile kalkanları haline geldi.
Birçok ülkeye bakıldığında altmışlı yılların deneyimleri bugün için önemli anlamlar
ifade ederken, ayakta kalan siyasetleri veya onların parçalarını açıklarken kırk yıl
sonra 12 Mart öncesi için genel olarak, açık söylemek gerekirse TİP’in de kendisinin
çok bilinçli olarak kurgulamadığı ancak bir tür çoğulculuğu (ki bu siyasal olmaktan
çok sektörel –sendikacılar, Kürtler ve aydınlar– bir çoğulculuktur) sürdürebildiği,
hemen hemen hareketin birliğinin meşruiyetini temsil eder gibi olduğu, sosyalizme
özellikle 1965 seçimleri ile kazandırdığı inandırıcılığın sağladığı imkânlarla TİP
deneyiminden söz edilmektedir.
Dev-Genç ise hızla kendi içinde ayrıştığı ve farklı siyasal yönelişlere ihtiyari bir durak
olduğu için bağımsız bir deneyim olarak öne çıkmamıştır. Bir başka ifadeyle kimse
Dev-Gençli değildir veya herkes Dev-Gençlidir. Ancak insanlar öncelikle yetmiş
sonunda ortaya çıkan örgütlerle kendilerini ifade eder. Moda tabirle bir üst kimlik
değil alt kimliktir.
Tabii daha ilginci özgün teorisiyen diye kabul edilen Dr. Hikmet’in giderayak Nazım
Hikmet’e belden aşağı saldırırken onun Troçkistliğine gösterdiği sağlam gerekçelerde
(!) görmek mümkündür. Bu da hem etik hem de teorik olarak bulunulan yeri gösterir.
“O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilmeden Troçki idi.” Kim Suçlamış, Yol
Yayınları, 1979, s. 60.
Yetmişli yıllarda teorik bir yenilenme için öne çıkarılan Althusser aslında altmışlı
[3]
yılların sonunda kriz karşısında TİP’te ortodoks Marksizme sarılan Emek çevresinde
takdim edilmiştir. Kenan Somer’in “Neden Althusser?” başlıklı sunuşuyla Althusser’in
“Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız?” yazısı iki sayıda yayınlanır (16 Haziran 1969 ve
30 Haziran 1969). 1 Mayıs sayısında ise yine Kenan Somer “sosyalist teoriye
yanaşabilmek için ilk elde okunmasında yarar gördüğü” kitapları sıralar.
Liste Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao, Nikitin diye devam ederken üç de telif
bulunmaktadır. Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, Fethi
Naci’nin Emperyalizm Nedir’i ve Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’i ile nasıl
telif edilebileceği anlaşılamayacak olan Selahattin Hilav’ın Diyalektik Düşüncenin
Tarihi.
Althusserciliğin Latin Amerika’daki ilginç macerası için bkz. M. Löwy, “Note sur la
réception de l’Althussérisme en Amérique Latine”, Contre Althusser Pour Marx içinde
s. 311 (ikinci baskı. Türkçesi Althusser’e Karşı, Marx İçin kitabının içinde, Yazın
yayıncılık, 2010, çeviri: Osman S. Binatlı ).