You are on page 1of 40

BİLGİ FELSEFESİ (Epistemoloji)

SİMÜLASYON KURAMI
SİMÜLASYON KURAMI
Jean Baudrillard gerçekliğin algısında, geleneksel anlamda gerçekliğin
olmadığını, bu gerçekliğin yerini bir hipergerçekliğin aldığını ve bu
bağlamda postmodern birey ile tüketim kültürünü bu değişim çerçevesinde
inceleyerek simülasyon kuramını ortaya koymuştur. Teknolojik gelişmelerle
yaşanan gerçeklik karmaşası ve kapitalizm ile meydana gelen tüketim
kültürü onun çalışmalarının odak noktasıdır. Baudrillard, çağımızda yaşam
pratiğinin hızla dönüştüğü postmodern “Batı dünyasına” dair eleştirel bir
analiz ortaya koyar. Ona göre kapitalizmin farklı bir aşamasına geçilmiş,
teknolojinin “gelişmesiyle” günlük hayatlar ve insani ilişkilerde dönüşmüş
ve sonuç olarak Batı dünyasında gerçeklik ilkesi yitirilmiştir. Baudrillard’ın
bu analiz ve eleştirisi, kendisinin “kuramsal şiddet” diye adlandırdığı ve
genellikle “simülasyon kuramı” diyebilinen teorisinde vücut bulur.
SİMÜLASYON KURAMI

Baudrillard’ın düşüncesi en temelde, “hakikati Ortaçağ’da, gerçekliği


ise 20. yüzyıla doğru yavaş yavaş kaybettiğimizi ifade etmektedir.
Çünkü ona göre artık hakikat ve görünümden yoksun “bütünsel
gerçeklik” karşımızda durmaktadır.
SİMÜLASYON KURAMI
Simulakr: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm. Artık, gerçeğin
yerini ‘simülakrlar’ almıştır.
Simüle etmek: Gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi sunmak, göstermeye
çalışmak.
Simülasyon:Bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü işleyiş biçiminin
incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir bilgisayar
programı aracılığıyla yapay bir şekilde yeniden üretilmesi. Buna göre,
simülasyon, “gerçeğin tüm verilerine sahip olan ama gerçek olmayan şeydir.”
Hiper-Gerçeklik: Gerçek ve kurgu arasındaki çizginin yok olmasıdır.
Örn: bazı hukuk fakültelerinde sanal mahkemeler kurulur. Buradaki mekan
Simulakr yaşanılan ise Simulasyondur.
SİMÜLASYON KURAMI
Baudrillard’ın düşüncesinde birbiriyle karıştırılan ve aslında
birbirinden ayrılması gereken iki kavram vardır. Bunlar “gizlemek”
ve “simüle etmek” kavramlarıdır. Gizlemek, sahip olunan bir şeye
sahip değilmiş gibi yapmaktır. Bunun aksine simüle etmek ise sahip
olunmayan bir şeye sahipmiş gibi yapmaktır. Yani gizlemek, var olan
ama şu an burada bulunmayan bir varlığa gönderme yaparken,
simülasyon ise bir yokluğa gönderme yapar. Ayrıca simüle etmek sadece
“miş” gibi yapmak da değildir. Simüle etmek, taklitten öte bir şey
olarak “gerçeğin” yerini alır. Bu kavramları Baudrillard’ın kendi
örnekleri ile açıklamak anlaşılması açısından daha faydalı olacaktır.
Baudrillard örnek olarak bir deliyi ve onu simüle eden başka bir kişiyi
gösterir. Simüle eden kişi ile delinin hangisinin simülatör olduğunu
anlamak tıbbın ve psikolojinin elini kolunu bağlamaktadır.
SİMÜLASYON KURAMI
“Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna
inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden kişi ise kendinde hastalığa
ait semptomlar görülen kişidir. Simüle eden kişi gerçekten hasta mıdır,
değil midir? Çünkü bu insan gerçek semptomlar üretmektedir. Bu kişiye
ne hastasın ne de değilsin denilebilmektedir. Yani bu kişiyi nesnel bir
şekilde hasta ya da sağlam olarak değerlendirebilmek mümkün
değildir.
SİMÜLASYON KURAMI
Baudrillard’a göre, Postmodern topluma dair olan bu hiper-gerçeklik evresine
geçişin belirli evreleri vardır. Ona göre beşeri kültürde göstergeler, dört evrede
(göstergenin 4 hali) gelişir. Birinci evre, göstergelerin, yani sözcüklerle imgelerin
gerçekliğin yansımaları olarak geliştirildiği evreye karşılık gelir. İkinci evrede,
göstergeler artık hakikati süslemeye, abartmaya ve hatta çarpıtmaya başlarlar
ama buna rağmen gerçeklikten mutlak bir kopuş söz konusu olmadığı için
göstergeler gerçekliği yansıtmaya ve sembolleştirmeye bir şekilde devam ederler.
Fakat üçüncü (malların statü ve güç sembolü olarak kitlesel kullanımı görülür.
Metalar gösterge değeri kazanırlar ve sembolik alışveriş, bir metalaşmış göstergeler
yığını altında kaybolur) ve dördüncü evrelere (üretimden bilgi temelindeki
teknolojilere doğru bir geçiş vardır. Kitle iletişim araçlarının sürekli geliştirilmesi ve
yaygınlaştırılması belirleyici rol oynar. Tüketim bir varolma modu haline gelir.
Malların değişim değeri yerine gösterge değeri önemli hale gelir.) geçildiğinde,
göstergeler ve simülasyon bundan böyle gerçekliğin yerini alır ve en
nihayetinde sembolik bir topluma geçilir. Bu toplum, sembollerle göstergelerin
gerçek olan şeylerle hiçbir ilişkisinin kalmadığı, insan ilişkilerinin bile sadece
sembolik ilişkiler olup çıktığı bir simülakrum ya da taklitler toplumudur. Onun
bahsettiği bu toplumda epistemolojik bir hakikat veya gerçeklikten bahsetmek artık
mümkün değildir. “Ele geçirilebilecek” tek gerçeklik biçimi artık hiper-gerçekliktir.
SİMÜLASYON KURAMI
Onun simülasyon kavramını geliştirmesinin amacı ise, günümüz
dünyasının gerçek bir toplum olmadığını ve gerçekliğin veya hakikatin
yerini sembollerin, imajların ve somut olanın yerini sanal bir gerçekliğin
aldığını ifade etmek istemesidir. Yani insanların maddi ihtiyaçlarını
karşılamaktan çok, bu imajlar ve sembollerin temini ve semboller aracığı
ile bir tür psikolojik tatmin sağlama yoluna gitmesidir. Baudrillard’a göre
modern toplumlar başlangıçta teknolojiyi kolektif bir ekonomik gelişme ve
faydalı bir araç olarak görmüşler, dolayısıyla insan ilişkileri ve insani
değerlerin gelişimine katkıda bulunan bir şey olarak tanımlamışlardır. “Ancak
geçen zaman içerisinde teknoloji kendisine atfedilen bu nitelikleri yitirmiş
ya da bunlardan uzaklaşarak tamamıyla tüketim düzenine hizmet eden bir
olguya benzemeye başlamıştır.” Teknoloji, bir müddettir, hem insanların
birbirleriyle olan ilişkilerini, hem de insanların gerçeklikle kurdukları ilişkiyi
tahrip etmeye başlamıştır. Marksist “yabancılaşma”nın bir başka biçimi
gerçekleşerek, teknoloji aracılığıyla, bu kez işçiyi değil, bireyleri, gerçeklikten
koparmaktadır.
SİMÜLASYON KURAMI
Teknolojinin kullanımı, insan türünün ürettiği teknolojiyle girdiği amaç-
araç ilişkisini ters yüz etmektedir. Baudrillard’a göre tam da bu sebeple
“bizim toplumumuza özgü üretim düzeni ve teknoloji alanında, amaçlar
ve araçlar arasında akılcı bir ilişki bulunup bulunmadığının yeniden
sorgulanması gerekmektedir.” Çünkü tüketimin temelinde artık sadece
bireysel ihtiyaçların karşılanması değil, tüketilen nesnelerin taşıdığı
gösterge/değerler aracılığıyla toplumsal statünün belirlenmesi
motivasyonu da vardır.
SİMÜLASYON KURAMI
Tüketim toplumlarına özgü bu süreci Baudrillard hiper-rasyonel diye
adlandırdığı bir sistematik süreç olarak tanımlar. Bu süreçte en
temelde “sosyolojik bir temele oturan tüketim, sürekli yeni
nesnelerin üretilmesi ve tüketime sunulması aracılığıyla bireyde
diğerlerinden daha iyisini almak ve daha prestijli bir konuma yükselme
itkisi yaratarak asla tatmin olmayacak ve yok edilemeyecek bir
haz mekanizması yaratmaktadır.”
SİMÜLASYON KURAMI
Baudrillard’a göre simülasyonun en yaygın olduğu alanlar tıp, ordu ve
dindir. Ayrıca bu olgu orduda da karşılaşılan bir durumdur.
Baudrillard’ın buna verdiği örnek ise, deli simülasyonu yaparak
çürük raporu alan kişilerdir. Bir diğer alan ise ona göre dindir. Bu
alanda ise simülasyon kendini Tanrısal gücü ifade eden “imge” ve
“ikon” ile gösterir. Baudrillard’a göre, bu ikonlar zamanla Tanrı’yı
simüle ederek onun yerini alırlar. Bunlar Tanrı’yı görüntülerde
yansıtırlar. Artık tanrının varlığı herhangi bir sorunun konusu bile
olmamaktadır. Simülakrlar veya ikonlar sayesinde Tanrı düşüncesi
zihinlerden silinmez ve hakikati konusunda hiçbir tartışma yapılamaz.
Simülakrın en önemli özelliği de budur. Yani göndereninden daha
gerçek bir hal almasıdır.
SİMÜLASYON KURAMI
Gerçekliğin yerini tam bir simülasyon evreninin aldığını ve artık ancak bir hiper-
gerçeklikten bahsedilebileceğini savunan Baudrillard’ın düşünceleri aslında bugün
giderek daha da anlaşılır ve haklı görünmektedir. Baudrillard’ın sanal olanın, yani TV,
video oyunları, Disneyland’ler, müzeler vb.’nin gerçeğin yerini aldığını söylediği yerde,
tam da bu noktada, günümüz dünyasında karşılaştığımız bazı trajik ve çarpıcı örnekler,
Baudrillard’ın tespitlerinin haklılığını kanıtlar gibidir. Son birkaç yılda gazetelerde
yayınlanan birkaç örnek bile bizi hem şaşırtmaktadır. Örneğin 2009’da yayımlanan
bir habere göre, Tokyo’da yaşayan yirmi yedi yaşındaki bir genç adam, hayranı olduğu
ve günümüzün genel estetik kriterlerine uygun olarak yaratılmış bir video oyunu
karakteriyle evlenmek istemiş, hatta bu evliliğin kabulü için gerekli resmi makamlara
başvurmuştur. Haberdeki nota göre, internet oyunları ve bağımlılıkları üzerine
çalışan bir araştırmacı olan Hiroshi Ashizaki ise bu durumun hiç de enteresan ve
nadir bir örnek olmadığını, gençlerin artık dış dünyada dile getiremediği, gerçek
hayatta gerçekleştiremediği eylemlerini internet ortamında sınırsız bir biçimde
yaptıklarını, dolayısıyla bu sanal ortamın onlar için hem içinde yaşadıkları hem de
sürekli hakkında konuştukları bir ve tek gerçeklik alanı olduğunu ifade etmiştir.
SİMÜLASYON KURAMI
Başka bir örnek ise daha da trajiktir, fakat Baudrillard düşüncesinin
önemini açıklamak bakımından kritiktir. 2010 yılında yayımlanan habere
göre Kuzey Kore’de yaşları kırk bir ve yirmi beş olan evli bir çift,
obsesyon haline getirdikleri bir sanal “çocuk karakteri yetiştirme” oyunu
oynarken, üç aylık olan gerçek (kanlı canlı) kızlarının açlıktan
ölmesine sebebiyet vermişlerdir. Habere göre bu çiftin tutuklanma
sebebi, saatlerini harcayarak oynadıkları çocuk yetiştirme oyunu
yüzünden kendi çocuklarını beslemeyerek ve bakımını yerine
getirmeyerek ölüme terk etmeleridir.
SİMÜLASYON KURAMI
Bugün sıklıkla tartışılan bir konuya uygun olarak yayımlanan bir haberde
belirtildiğine göre, fütürist bir bilim adamı olan Ray Kurzweil,
bedenlerimiz ölse de bazı elektriksel olaylardan ibaret olan
zihinlerimizin sanal bir gerçeklikte yaşayabileceğine inanmaktadır. Ona
göre zihnimizde bulunan hayallerimiz, bilgilerimiz, anılarımız ve daha
birçokları bedenin ölümünden sonra bir sanal gerçeklik alanına
aktarılarak, yaşamı sonsuz yapabilir. Dolayısıyla haberin başlığı çok
manidar görünmektedir: “Sanal Gerçeklik Yakın Bir Gelecekte
Ölümün Çaresi Olabilir.»
SİMÜLASYON KURAMI
Baudrillard’a göre insanların ve toplumların yaşamı gün geçtikçe
kurgusallaşan, yapay bir hayat şekline gelmektedir. Yapay politik, siyasal
veya ekonomik gündemler, yapay savaşlar ve yapay yarışlar vs. gittikçe
gerçeğinin yerini almakta ve hiper-gerçekliği oluşturmakta yani aslından,
referansından veya göndereninden daha gerçek gibi algılanmaktadır.
Simülasyon evreni, sadece gerçeğin yerini alan simülakrlar ve kitle iletişim
araçları aracılığıyla değil, insanların günlük hayatlarının her anına yayılan
binalar, kurumlar, kültür, eğlence gibi alanlar aracılığıyla da yeniden
üretilmekte, kendini sürekli olarak var etmektedir.
SİMÜLASYON KURAMI
Örneğin, Baudrillard Güney Fransa’nın doğu sırtlarında bulunan Lascaux
Mağarası’nın simülasyona bir örnek teşkil ettiğini dile getirir. En temelde
tarihsel ve arkeolojik olarak büyük bir değere sahip olduğu için koruma
altına alınmıştır ve ziyarete yasaklanmıştır. Daha sonra bu mağaranın beş
metre ötesine birebir benzeri inşa edilerek ziyarete açılmıştır.
Baudrillard’a göre böyle bir durum, yani birebir kopya, iki mağarayı da
yapaylaştırmaktadır. Burada da görüldüğü gibi kaybolan şey sadece bir
fiziksel veya ontolojik gerçeklik değildir. Bunun aksine kaybolan şey zihinsel
bilme süreçleri sonucunda gerçekliğe ulaşma imkânıdır. Çünkü
göndereninden, referansından koparılan gönderilen veya kopya artık aslının
yerini almıştır. Anlamlandırma ve hakikati bilme daha da zorlaşmaktadır.
SİMÜLASYON KURAMI
Bahsedilen bu simülasyon evreninde her şey bir tür
yinelenmeden ibarettir ve yaşam asla şaşmayan bir ritüeller
düzeni şeklinde devam etmektedir. Medya açısından gerçeğin ve
gerçekliğin ortadan kalktığı bu yapıda başarı yalnızca reyting
(rating) ve performans odaklıdır. Buna bağlı olarak haber, haberi
takip eden kitlenin ilgisini çeker hale bürünmekte, gerçekliğin ve
doğruluğunun bir önemi kalmamaktadır. Kısaca, medya araçları
toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel gerçekliğin parçası
olmaktan çıkmaktadır.
1-Görünen gerçeklik
2-İzlenen gerçeklik
MEDYADA İZLENİLEN GERÇEKLİK
MEDYADA İZLENİLEN GERÇEKLİK
MEDYADA İZLENİLEN GERÇEKLİK
Sakarya'nın Sapanca ilçesi... Ormanlık alanda bir yavru köpek
bulundu. Bacakları ve kuyruğu vahşice kesilmişti. Tüm
müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Hadise ıssız bir mekânda
gerçekleşmişti. Kimin yaptığı belli değildi. Herhangi bir kayıt ya da
görüntü yoktu. Suçunu itiraf eden de olmamıştı. Buna rağmen
sosyal medyada katillerin iki Suriyeli çocuk olduğuna dair
söylentiler ve görüntüler dolaşmaya başladı.
Daha sonra bu fotoğrafların Türkiye'de değil Ürdün'de çekildiğini
açıklandı. Belli ki birileri bu görselleri daha önce görmüş ve zamanı
geldiğinde 'kullanmak' üzere arşivlemişti. Gerçek ortaya çıkmıştı
çıkmasına ama 'tahribat' çoktan vücuda gelmişti. Adı sanı belli
olan, milyonlarca takipçisi bulunan sanatçılar, siyasetçiler bu
tuzağa düşüp bir anda içlerindeki ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını
toplumun üzerine boca ettiler.
MEDYADA İZLENİLEN GERÇEKLİK

• Doğruluk, medya çalışanı olarak itibarınızın temelini


oluşturan bir değerdir. Eğer okuyucularınız,
dinleyicileriniz veya izleyicileriniz olayların eksiksiz bir
anlatısını sunduğunuz konusunda güven duymuyorsa
en temel standartları bile sağlayamıyorsunuz demektir.
• Doğruluğa dikkat etmemek adaletsizlik, haksızlık gibi
şikâyetlere yol açabileceği gibi, iftira veya hakaret gibi
sonuçlara da yol açabilir.
BİLGİ KURAMININ TEMEL SORULARI

1- Bilginin imkanı problemi


2-Bilginin doğruluğu (ölçütleri) problemi
3-Bilginin kaynağı problemi
4-Bilginin sınırları problemi
BİLGİNİN İMKANI PROBLEMİ
• Bilginin imkanı problemi
a) Kuşkuculuk b) Dogmatizm
a-1)Epistemolojik kuşkuculuk (Sofistler-Pyrrhon)
a-2)Metodolojik kuşkuculuk (Sokrates- Descartes)
BİLGİNİN İMKANI PROBLEMİ
Epistemolojik kuşkuculuk; Doğru ve kesin her yerde geçerli bilgiye
ulaşılamayacağını savunur. Algılar ve bilgi görecelidir.
Metodolojik kuşkuculuk; Kesin bilginin mümkün olduğunu savunur.
Bu yaklaşım kesin bilgiye ulaşmak için kuşkuyu bir araç olarak
kullanır. Septiklerin şüphesi Descartes’in şüphesinden farklıdır.
Septiklerde şüphe amaç, Descartes’te araçtır. Descartes şüpheyi bir
yöntem olarak kullanmıştır. Descartes açık ve seçik olmayan hiçbir
şeyi doğru olarak kabul etmez. Descartes;önce Tanrı da dahil her
şeyden şüphe etmiştir. Bu şüphesi kesinlik ifade eden bir esasa
ulaşıncaya kadar devam etmiştir. Bu esas O’na göre,
DÜŞÜNMEKTİR. Sadece düşündüğünden şüphe edemez olmuştur.
Böylece COGİTO ERGO SUM “düşünüyorum öyleyse varım”
formülüne ulaşmıştır.
BİLGİNİN İMKANI PROBLEMİ
SOFİSTLER
SOFİSTLER
PYRRHON- TIMON
SOKRATES
BİLGİNİN İMKANI PROBLEMİ

DOGMATİZM
İnsan, varlığı tam ve doğru olarak bilir. Bu bilgi
doğru, kesin bir bilgidir.” diyen görüş, dogmatizm
adını alır. Bu görüşü savunan filozoflar doğru
bilginin varlığını tartışmasız kabul ederler. Nitekim
onlar, neye doğru bilgi dendiği, doğruluğun nasıl
tanımlanacağı bilginin kaynağı konularında
birbirlerinden ayrılırlar.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Uygunluk: Bilginin doğruluk ölçütü nelerdir sorusuna uygunluktur
cevabını veren ilk filozoflar Platon ve Aristoteles olmuştur.
Aristoteles, Metafizik kitabında uygunluk ölçütünü şöyle anlatır:
«Varlığın var olmadığını veya var olmayanın var olduğunu söylemek yanlıştır. Buna karşılık
varlığın var olduğunu, var-olmayanın var olmadığını söylemek doğrudur.»

Bazı düşünürlere göre doğruluk, düşüncemizin gerçekle


uyuşmasından ibarettir. Eğer bir nesne hakkında oluşturduğumuz
görüş, nesnenin kendisine uyuyorsa doğru, uymuyorsa yanlıştır.
Doğruluk ölçütünü tasdik etmek için önerme ve onun ifade ettiği
olgu karşılaştırılır. Eğer aralarında bir çelişki yoksa doğru varsa
yanlış olarak kabul edilir. Örneğin bugün sokaklar ıslak önermesini
doğrulamak veya yanlışlamak için pencereden sokağa bakmak
yeterli olacaktır. Böylelikle düşünce ve olgu/nesne arasındaki
uygunluğa bakılmış olur.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Fakat bu ölçüte de tam bu noktada eleştiriler getirilmiştir. İki farklı
cinsten olan düşünce ve nesneyi karşılaştırmak zordur. Çünkü ikisinin
var oluşu birbirinden farklıdır. Ayrıca bilen varlığın bilgisinin
doğruluğunun sınırı kendi bilme kabiliyetleriyle sınırlıdır. Dolayısıyla
herkesin uygunluk ölçütü aynı oranda doğru çalışmayacaktır. Çünkü
herkesin algısı aynı oranda değildir.
Ayrıca Uygunluk anlayışı daha ziyade fizik, kimya ve biyoloji gibi doğa
bilimlerinde ve gündelik hayatta geçerlidir. Gözlemlenemeyen gerçekler
yok mudur? Matematikteki sayılar gibi.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Tutarlılık: Bilginin doğruluk ölçütleri nelerdir sorusuna, düşüncelerin kendi
aralarında tutarlı olması onu doğru kılar cevabı verilirse tutarlılık ölçütü karşımıza
çıkar. Bu ölçüte göre bir bilginin doğruluğunu tasdik etmek için dış dünyadaki
olgulara veya olaylara bakmak yersizdir.
Bir önermede ileri sürülen bilgiler, daha önceki bilgilerimizle tutarlıysa doğru
değilse yanlış diye kabul edilir. Bir düşüncenin doğruluğunu tasdik ederken
uygunluk ölçütünü kullananlar gerçekliğin tek bir boyutunu ele almaktadır.
Tutarlılık ölçütü savunucularına göre gerçeklik tek boyutlu değildir. Gerçekliği tam
anlamıyla anlamak için onu bir sistem olarak ele almak gerekir. Dolayısıyla bir
şeyin doğruluğu veya yanlışlığını tasdik etmek için onu genel bir sistemin içinde
değerlendirmek gerekir. Yani bir önermeyi doğrulmak için, o önermeyi diğer
bilgilerin tümüyle karşılaştırmak gereklidir. O önermenin ileri sürdüğü bilgiyle ilgili
her türlü ilişkiyi, olgusal bilgiyi veya düşünceleri bir bütün olarak ele almak
gereklidir. Bu ölçütü savunan filozoflar: Georg Wilhelm Friedrich Hegel , Baruch
Spinoza ve Gottfried Leibniz gibi.
Masallar da tutarlı öykülerden oluşur, ama masalların doğru oldukları söylenebilir
mi? şeklinde eleştiri almıştır.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Tümel uzlaşımcılık: Bu anlayışa göre bir bilginin doğruluğunu tümel uzlaşım
sonucu kabul ederiz. Bu anlayışa göre bilimsel hakikatler bile insanların üzerinde
ortak kanıya vardığı bir uzlaşımla doğru veya yanlış olarak kabul edilir. Eğer
çoğunluk bir bilgiyi kabul ederse doğru etmezse yanlıştır. Toplumsal kanılar bilginin
ölçütüdür.
“Resmî işlerde hasta ve yaşlılara öncelik tanınması gerekir.” ifadesi, çoğunluk tarafından
kabul edildiği için doğrudur.
Thomas Khun’a göre dış dünyayı açıklayan tüm yasa ve hipotezler bir bütün olarak
toplumun dini, ekonomik, siyasi ve ahlaki benimsemelerinden etkilenir.
Tümel uzlaşıma birçok eleştiri getirilmiştir. Bu eleştirilerden birine göre toplumların
entelektüel gelişmişlikleri aynı olmadığı için zayıf entelektüel toplumlarda toplum
yanlış olan bir bilgiyi ortak kanı olarak doğru kabul edebilir.
Ayrıca çoğunluğun aynı şeyi söylemesi o bilginin doğru olduğu anlamını taşır mı?
Çoğunluk da zaman zaman yanılamaz mı? Tüm insanların ya da insanların
çoğunun aynı fikri benimsemesi mümkün müdür? şeklinde eleştiri almıştır.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Apaçıklık: Descartes‘in de içinde bulunduğu bu ölçüte göre bilgiler
deney ve gözleme ihtiyaç duyulmayan ve apriori olan yani doğuştan
getirilen bir takım ön bilgiler üzerine inşa edilir. Apaçık bilgi üzerinde
kuşku veya şüphe olmayan veya herkeste aynı çağrışımları yapan
bilgilerdir. Bu bilgiler için birinin deney ve gözlem yapmasına gerek
yoktur. Örneğin dişimin ağrıdığını bilmek için deney ve gözleme
ihtiyaç duymam. Dişimin ağrıdığından şüphe etmem. Çünkü bu
benim için apaçık bir bilgidir. Kendisini bize zorla kabul ettiren bir
doğrunun özelliğidir. Apaçıklık hem açık hem de seçik olandır.
Apaçıklık bilginin çelişkili ve bulanık olmamasını, hiçbir kuşku
uyandırmamasını gerektirir. (Hangi dişin ağrıdığını bilmek, 2+2=2x2
vb.) Böyle bilgiler, ancak sezgisel kavrama ve çıkarsamayla elde
edilir.
Her doğru bilginin apaçıklık ilkesiyle elde edilemeyeceği şeklinde
eleştiriler almıştır. Apaçıklık ölçütünü her önerme de ya da bilimsel
bilgilerde kullanabilmek mümkün değildir.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Apaçık bir bilgi hem açık hem de seçik olan bilgidir. Eğer bir bilgi hiçbir
tutarsızlık göstermeden bir bütün şekilde kavranırsa açıktır. Başka bir bilgi
ile karıştırılmayacak kadar belirginse de seçiktir. Dişimin ağrıdığından şüphe
etmeden kabullenmem açık bir bilgi, hangi dişimin ağrıdığından da emin
olmam da seçik bilgidir. Bir bilgi eğer seçikse açık bir bilgi olması bir
zorunluluktur. Fakat bir bilgi açık bir bilgiyse illa seçik olması zorunluluk
değildir. Azı dişinizin ağrıdığını biliyorsanız bu seçik bilgidir dolayısı ile
dişinizin ağrıdığını bilmeniz zorunlu olarak bu önermeden çıkar. Ama dişim
ağrıyor diyen biri hangisinin ağrıdığından tam emin olmayabilir. Bu da açık
bilginin seçik olmayabileceğini gösterir.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTLERİ
Yararlılık: Bilginin doğruluk ölçütü nelerdir sorusuna verilen en ilginç
cevaplardan biri faydadır. Eğer bir bilgi sonuç itibarıyla bir fayda sağlıyorsa
doğru sağlamıyorsa yanlıştır demek bu ölçütün en genel tanımıdır. Bu
ölçütü felsefi görüşlerinde ileri süren iki önemli düşünür vardır; Jeremy
Bentham ve John Stuart Mill.
Bu ölçüte göre ister bilimsel olsun isterse olmasın tüm bilgilerin doğruluğu,
elde edilen yarar ölçüsünde değerlendirilir. Bu ölçüt savunucuları genelde
felsefe tarihinde pragmatist olarak adlandırılmıştır.
Doğruluğa ve gerçekliğe tek yanlı olarak bakan ve yalnızca eylemlerin
sonuçlarını sağladıkları fayda ile değerlendirir. Bu görüşte yarar kime göre
neye göre ya da toplumun yararına mı bireyin yararına mı? şeklinde
eleştiriler almıştır. Örneğin ölümcül bir hastalığın tedavisinde “X ilacı
kullanılır.” ifadesi, o ilacın fayda sağlaması koşuluyla doğrudur.

You might also like